Professional Documents
Culture Documents
Ü çüncü Cilt
(Cilt 5-6)
TUTIBAY YAYINLARI
Şehit Adem Yavuz Sokağı, Nu. 3/7
Kızılay/ANKARA
Tel: (0312) 419 45 06 - 419 45 07
TÜRK YURDU
C U t3
Editör
Murat ŞEFKATLİ
Yayın Danışmanı
Dr. Mehmet ÖZDEN
Yaym Kurulu
Necati GÜLTEPE
Faruk GÖNCÜOĞLU
Grafik
Yakup YILDIRIM
Sayfa Düzenleme
Serda GÜRLEYEN
Fırat MUTLU
TU TIBA Y YAYINLARI
Telfaks: (0312) 419 45 06 - 07 / 419 65 32
Baskı; Saray Matbaası, Ankara -1999
Yazışma Adresi:
TUTİBAY YAYINLARI
Kızılay-ANKARA
Bu yayının h e r hakkı TUTİBAY LTD. Ş T İ.ne aittir. M ehaz g ö sterilm eden iktibas edilem ez.
TÜRK VURDU
Beşinci Cilt
TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
Beşinci Cilt
1913-1914
İÇTİMAİYAT
Türk dilini Sadeleştirmek Meselesi............................................................Raif Mehmed Fuad
Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, 7 Mefkûre............................. Gökalp
Hayat Emareleri.......................................................7 ..................................Doktor Edhem Necdet
EDEBİYAT
Edirne'den Bursa'ya....................................................................................Süyüm Bike
Allah'ın Nuru................................................................................................ Halide Edib
B uhran......................................................................................................... Celal Sahir
Bırak Beni Haykırayım................................................................................Mehmed Emin
Turan Yolcularına........................................................................................Süleyman Aktuğ
Hürriyet Bayrakları.......................................................................................Ömer Seyfeddin
D ua............................................................................................................... Hristo Botef, M. Şekib
Zafer............................................................................................................. Hakkı Seha
Kara Sevda................................................ ,..................................................Halide Edib
Köşe Başında............................................... ................................................Halid Ziya
Liberte.......................................................................................................... Abdülhak Hâmid
Milli Edebiyat Meselesi............................................................................... Ali Canib
M ehdi........................................................................................................... Ömer Seyfeddin
Yüksek Aydınlıklar.......................................................................................Tarhan
ESKİ ESERLER
Risâletü fi Fezâili'l-Etrâk............................................................................. Câhız
İKTİSADİYÂT
Türkiye'de Ziraatin İstikbâli....................................................................... Parvus
Köylü ve Devlet.......................................................................................... Parvus
TARİH VE ÂSÂR-IATÎKA
Eski Türk Evleri.......................................................................................... Hamdullah Subhi
Bulgarların M enşei..................................................................................... İvan Manulef
Gabari...........................................................................................................Bursalı Mehmed Tahir
Faiz Halil Efendi.......................................................................................... Bursalı Mehmed Tahir
Vambery'nin Eserleri.................................................................................. Zeki Velîdî
Hazarfen Hüseyin Efendi...........................................................................Bursalı Mehmed Tahir
Yazıcı Selahaddin........................................................................................ Bursalı Mehmed Tahir
TERCÜME-İ HÂL
Edebiyat Muallimi Ekrem B ey...................................................................Ali Suad
Üstad Ekrem ............................................................................................... Köprülüzâde Mehmed Fuad
12 TÜRK YURDU
TÜRKLÜK ŞUÛNU
Avrupa Matbuatında Türk Eserleri
Ayna Mecmuası........................................................................................... A. Y.
İttihad ve Terakki Yıllık Kongresi............................................................. A. Y.
Üstad Ekrem'in Vefatı................................................................................T. Y,
Enver Bey'in Harbiye Nazırlığı
"İl" - "Peyam"
Babanzâde İsmail Hakkı Beyin Vefatı....................................................... T. Y.
Bir Türk Hanımının Uçması
Bir Türk Müverrihinin İlmî Memuriyeti
Turan Mecmuası
Türkistan-ı Çini'de Edirne'nin İstirdadı Bayramı
Türk Ocağının Derneği
Türk Ocağının Derneği ve Hamdullah Subhi Beyin Baş ve Son Nutku
Türk Kızlarında Maarif Hevesi
Türk Mudhike Yazıcılarından Necef Beyin Kırklığı
Çok Masraflı Bir Cenaze
Said Paşa'nın Vefatı.....................................................................................T. Y.
Şimal Türklerinde Terakki Eserleri
Safvet Beyin Vefatı....................................................................................... T. Y.
Dağıstan'da Bir Türk Mektebi
"Talebe Yurdu"nun Temel Taşı Konması
Tayyarecilerimizin Muvaffakiyeti
Abdülhak Hamid Beyin Ayanlığı
Osmanlı-Bulgar Sulhu................................................................................A, Y.
OsmanlI Maarif Cemiyeti
Fethi ve Sadık Beylerin Şehadetleri.........................................................T. Y.
Kırım "Tercüman" Gazetesi
Kâmil Paşa'nın Vefatı................................................................................. T. Y.
Mahmud Esad Efendinin Şimâl Türkleri Arasında Seyahatine Dair
Müsteşrik Muallim Vambery'nin Vefatı....................................................T.Y.
Muvaffakiyetli Bir Hikâye
Musa Efendi Bigeyef in Yeni Matbaası
Mevlûd Gecesi
Verem Hastalığına Dair Müşehher ve Konferanslar
Yeni Yılın Tebriki........................................................................................T. Y.
RESİM VE HARİTALARIMIZ
Üstad Ekrem'in Muhtelif Zamanlarda Aldırılmış Altı Resmiyle Mühim Bir Mektubu Sûreti
TÜRK YURDU 13
SEYAHAT
Altaylara Doğru............................................................................................Halim Sabit
İzmir Mektepleri..........................................................................................Kâzım Nâmi
SORGULAR VE CEVAPLAR
Avrupa'da Okuyan Talebemizden Bir Sual.............................................. A.Y.
Avrupa'daki Talebeden Alınan Cevaplar.................................................. İbrahim Hakkı
KURBAN BAYRAMI
"Allah Geçen Senelere Yetiştirsin"............................................................ Hamdullah Subhi
Bayramda.....................................................................................................Celâl Sâhir
Bayram İhtiyacı............................................................................................A. Y.
Bayram Makaleleri...................................................................................... "İkdam", "Tanin", "Vakit"
Tebrik...........................................................................................................T. Y.
LİSANLAR İLMİ
İştikakı Tenkid............................................................................................ Mehmed Necib
Türk Dilinin Sarfı....................................................................................... Andon B. Tanger
Osmanlıcanın Yazısı, Lügati, İmlâsı,Kavâidi, Edebiyatı...........................Erdoğan
MATBUAT
Anadolu'da Demiryolu Mıntıkaları........................................................... "Azadamar"dan
Avrupa'da Türk Talebesi............................................................................"Vakif'ten
Ermeni Millî Şenlikleri................................................................................"Sabah"tan
Emil F ake.................................................................................................... "Tanin"den
MEKTUPLAR VE CEVAPLARIMIZ
Mısır'dan.................................. .Ömer Rıza
T ûkk M m u
TûrHeritv Vâxâ(ss\nz C altstr
«S,
û fi d e ^ ^ ^ e d c ^ ç c d <z ^
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışı}^ Onbeş günde Ur çıkar
EDEBİYAT
LIBERTE
-Her fiili anların ettiği talim
Mukaffa Bir Facia
O melek-i meshûr. o zekâ bunalmış
(Başı İkinci Yılın On Üçüncü Sayısında) Kral veçhen bir peri kadar dilber;
Nation, Fakat yüzünde bir çirkin nikab var.
Yeksan Onlar geçirmiş!... bununla beraber
Onların beyninde de istirkab var.
Liberte -Ki'al'a bir veli denilmek kabil;
Seni düşman belledi... Mutasavver -Erafını görüp zalim diyorlar
İhsan kuvvede kaldı Çünkü "kurtarın!" emrine mukabil
Anlar bir adamı salb ediyorlar!
Nation
-Kral büyük adam; olan kusuru
Mağzûp İhsan
-Hainlerle eylediği meşveret.
Liberte Daima düşmanlarının mahsuru;
Şahsı zalim değil şey’i zulm. İhsan diyor edilen gasb u garet
Kral şahsını cumhur karşısında
Nation
Küçük tutuyorsa da mukarrebler
Olsun!
Mahza -icrâ-yı ahkâm - arzusunda
Yeksan dedik a
Olduklarıçün tel’îh etmek diler:
Liberte O Periyi ifrit gibi âteşîn,
Katil değil, silâh O meleği Çin hükümdarı gibi
Sema-nişin, Rus Çarı gibi haşin.
Nation
Papa gibi hem iktidar-ı nebi
O hâlde çekilsin!
Gösteriyorlar! niçin... şüphe etmem.
Liberte Çünkü krala idbâr böyle erer!
Hedef-i efsûn Çıkarmak, indirmek için musammem.
-Mağdurdur...-Maksadı İmar u ıslah Yüksekten düşürmek için mukarrer!
Ama ne yapsın? Derdi derd-i düşvâr! Bu da pek muktedir gösterdikleri
Mazereti muhtac-ı temin değil Kraldan daha ziyade muktedir,
-Sana acıyor, senden korkusu var Daha çok hatırnâk, daha ileri
-Seni seviyor, senden emin değil Olduklarını izhar fikriyledir!
-Kral tab'an bir melek kadar halim, O gün millet de bu müthiş alete
-Fakat etrafını şeytanlar almış! Sarılıp bu vahşi fikre uyacak;
18 TÜRK YURDU Sayı 49
Zira gittikçe kralı millete füsûnkâr, güzel yapraklı gök hurmaları ile küçük ayakla
Gaddar bildirecekler!... rımın altında bir hiç iken, Firavun'un altın harp arabası
arkasından ellerin bağlı zelil bir esir olarak seni getirdiler.
Nation
Caiz; ancak Ebediyetin muttarid kanunlarını ezelî bir güzellikle
taşlarda tecellî ettiren ecdadımın muzlim saraylarında
O zaman millet de canavaıianır!
ben bir mabude kadar müteazzim iken, bütün şaşaadar
Elbette onların haktan gelir:
zenginlik ve debdebe üzerinde en şaşaadar güzellik ben
Kral düşerse onlar }mvaıianır!
iken, sen Mısır'ın mukaddes taşları üstünde çıplak ayak
Kral yuvarlansa onlar ezilir
ları ve alnı sürünerek gelen bütün bir ülkenin, altın, el
Liberte mas, zeberced, ipek, insan zenginliğini zafer arabasının
Nation Liberal senin pederin; arkasında taş, toprak, paçavra, hayvan alayı gibi sürükle
Fakat vatanını daha seversin. yen bir Firavun'un arkasında, bir hiç, bir sinek, bir toz gi
Vatan tehlikede diye kederin bi idik. Sarayımın ebedî taş saçakları altında kaynayan bu
Delâlet eder ki vatanperversin. alay arkasında bütün bu debdebe ve dârâtı, bu ihtişam ve
kanı benim siyah gözlerim için yapan genç bir Firavun'un
Seni bu hatırdan bahse amade
güneşli ezelî şaşaası arkasında sen ne idin!
Görüşüm, pederinin de kezâlik
Tehlikede olduğunu imada Nil'in yeşil nemnâk yosunları, güzel nilüferleri arasın
Bana cüret verir: müfsidler birlik! da seni bir oyuncak gibi getirttiğim, ve getirirken elinde
Liberal'in teb’îdi mutasavver! tutan esirlerimi zehirleyip öldüren kara yılanların kara
gözlerini hatırlattığın için seni de siyah esir alayları arası
Maksat krala halkı gücendirmek,
na almıştım. Kuru, siyah, yaralı vücudunun üstündeki ku
Ve halka güvenip o adlperver
ru, siyah başının içinde yanan siyah ziyalardaki sihri kim
Zatı akibet yerinden indirmek!
yapmıştı söyle!
Kral inerse, yerine alçaklar
İmparator mu getirecek? Asla! Sarayın asırdide bu yolcuları bütün kudretleri ile onu
bozamadılar, Osiris, Saint Wera'nın en nâmdar rahipleri,
İnsan yüzlü bir alet bulacaklar,
mabudun en gizli sahrasında kuraklık duaları, muattar
Ki'al deyip kul edecekler!...
tütsüleri ile bozamadılar ve ben sıcak ve güzel Mısır'ın
Nation karanlık sıcak gecelerinin ıtri, harareti, cazibesi darban
-Zehr-i hand ile- eden, yanan bir örtüsü olan siyah saçlarımla, nur gözle
rimle bozamadım. Sarayımın en hakir bir esiri olan sen,
A’lâ!
Nil'in en zehirnak yumuşak bir yılanı gibi en yüksek yer
(İjitmedi) lerine sessizce ve gizlice süründün girdin. Gece gözlerin
Ahdülhak H âm id deki büyüyle Firavun kanının, ilahlardan gelen azamet ve
kudretini bağladın, ince dilindeki zehir ile mermer göğ
sümün soğuk güzelliğini deldin, tâ kalbime ihtiras, cin
§il nurları söndürdün. Nil'i bütün menbaı, denizleri, bü Silsile-i mesâibi ikmal için bütün vesâite müracaat
tün biböiklüğü ile kararttın: Kâinatta ne renk, ne ziya kal eden bir kuvve-i kahirenin bir cilve-i cedîdesinden, ce
dı. Ve en sonra gözlerim, kalbim ve ben alevleri sönmüş maatlerin, orduların bir heyîılâ-yı dehşetinden bahsolu-
bir kömür parçası gibi yandık, karardık ve söndük... söy nuyor. Köyün nevâkıstan mürekkep vesâit-i tecridiye ve
le! sen kimsin? tedavisine bırakılan hastalara bakılırsa bu rivayetten ziya
de haftalarca devam eden açlık tecrübelerinin, müracaat
Halide Edib
edilen çarelerin, tahammül olunan mahrumiyetlerin
tesirâtına inanmak daha makul görünüyor. Fakat ha o ol
sun ha bu olsun, sebeplerin farkı neticeyi tağyir etmiyor,
köyün havasında ölümün soğuk soluklarını hissediyorsu-
HATIRAT m TAHASSÖRATTAN
nuzve görmemek için gözlerinizi kapasanız bile anlıyor
KÖŞE BAŞINDA
sunuz ki etrafınızda her şeyi yutmak istiyormuşçasına ge
Ayastefanos: Teşrînisânî 1328 niş bir mezar ağzını açıyor ve onun içine mütemadiyen,
Esen soğuk rüzgârlarda, geçen siyah bulutlarda, sa bitmek tükenmek bilmeyen bir devam-ı muannidle, dö
bahleyin koyu bir ufuktan kalkan dargın güneşte, akşam külüp yuvarlanıyor.
ları melûl eteklerini etrafa salıveren zulmetlerde, bütün Bu gün yine zehirlenmek ihtiyacıyla çıktım. Sokak
memleketin semasını teşkil eden şeylerde nikbet ve mu larda kimse yok, köyün bütün hayatı sinerek çekilmiş,
sibet, enin ve matem yağdıran bir mana var ve şimdi, iş yalnız ölüme terk-i mevki etmiş zannolunacak. Ve ölü
te ne vakitten beri devam eden menâzır dehşet ve feca mün gölgeleri görünüyor. Arkasında yırtık bir kaputla sır
atten sonra, maneviyetimizle bu muhit-i ve mesâib ara tı kabarmış biri fark ediliyor ki sallanarak meçhul bir
sında bir nevi ülfet ve ünsiyet hâsıl oldu denilebilir. Artık menzile vusul ümidiyle gidiyor; ötede başı sarılmış, elin
görülen şeyler gayr-i müterakkib birer feda, işitilen şey de boş torbayı çekemeyen kolu sarkmış bir İkincisine te
ler gayr-i muntazır birer badire değil, galiba daha fenası sadüf olunuyor ki evlerin kapalı pencerelerinden yol ve
na, daha acısına tesadüf edilmemekten mütevellid bir his çare soran bir nigâh-ı istimdâd ile gözlerini havalarda
ile, alelâde zamanlarda insanın hassasiyetini zîr u zeber gezdiriyor; sokağı dönerken bir diğeri görülüyor: bacak
edecek vukuâtın yanından bir itidal-i lâkaydâne ile geçili larının kaybolmuş dolakları altında çamurlarla mülem-
yor. Güya vukuât ve müşahedât ile teesüıieri ahz ve mağ paçaları çırpınarak son kuvvetlerini biraz daha ça
telâkki eden cild-i hassas arasında temasın şiddetini tah buk yürüyebilmek için sarfediyor.
fif eden bir kışr var.
Ve bu bütün tesadüf edilen simalarda bir mana-yı
Her günün hamûle-i teessürâtından, bütün bir tari müşterek var: Teslimiyet. Altık ne olursa olsun her şeyi
hin iflas ve inkırazı enkazından terâküm ede ede yükse bitirmek, her şeyi bırakmak ve tâkat-ı beşeriyeden bekle-
len yığın, adese-i ru'yeti öyle büyük bir manzara-i hâileye nemeyen bu elemlerin, mahaimiyetlerin, ızdırapların al
nasb-ı nazar için açmış ki artık gözlerde küçük teferru tında yıkılıp yok olmak. Bu hastaların arasında hiçbir na
atın üzerinden aşıp onları ihmal eden bir teseythip var. zar görmedim ki bana hayat ile, hayatın ezvâk ve lezâizi
Bu hissi bütün etrafımda, hatta hassasiyet-i halkta görü ile istikbâlde umulan bir saadetin renkleriyle, hatta mazi
yorum. Düşen bir kadının, bayılan bir ihtiyarın yanında den kalma bir hatıranın hicranıyla takrir-i tahassür etsin;
toplanıp mevkûf-ı teessürât kalan halkın gözleri önünde hiçbir mana hissetmedim ki ondan nâ tamam bırakılmış
bu gün düşmüş koca bir memleketin evlâdı inleye inleye, bir serencam sevdanın hasreti, uzakta kalan bir mesut
sürüklene sürüklene efcâc-ı elem vaveylasını geçirirken o yurtta yaşanamayacak günlerin elemi, karanlık bir mah
halk, başları önlerinde, sönük gözleri inmiş, omuzları kı rumiyet içinde geçerek bağteten bir boşluğa müntehi
sık, artık daha ziyade ahz-ı teessürâta kabiliyetini gaib olan bir şebabın matemi okunabilsin. İçinde bütün ma-
edenlere mahsus bir reftâr ile, güya telleri sert bir darbe ani ve hissiyât dönmüş, bütün âmâl-i hülya sönmüş mün-
ile kopmuş bir keman gibi gayr-i tınan kalbini taşıyarak, cemid ve müredde bir teslimiyet.
silinip gidiyor.
20 TÜRK YURDU Sayı 49
Büyük caddeye çıkan sokaklardan birini dönerken O hayal bu garip köyün tenha köşesinde yavrusu ölen o
bir hastaya daha tesadüf ettim. Kaputunun içine sarılmış anne hayali, o da elinde bir fincan ilâçla, fakat sıhhat ve
titriyor ve yürümüyordu. Etrafına baktı ve güya beş on afiyet getiren, ümit ve teselliyet veren ve "sen bana
hatve ötede bir zî-hayata tesadüf etmiş olmak verilecek lâzımsın!" demek ister bir nazarla bu ölüme teslim olan
karar için muntazır bir hadise imişçesine beni görür gör çocuğu yeniden hayata iade eden bir ilâçla dolaşıyordu.
mez hemen oraya, sokağın köşesine çöktü, başını yere
Nihayet geldiler. İhtiyar adam önde, biraz acele yü
koydu ve gözlerini kapadı. rüyerek, delâlet ediyordu. Onlar iki nefer bir manda ara
Artık yoluma devam etmek mümkün değildi. Tekar- basıyla arkadan yavaş yavaş geliyorlardı.
rub ederek seslendim, gözlerini açarak donuk nazarıyla
Hastanın yanında durdular. Aramızda bir kelime
bana baktı ve yine kapadı. O zaman mahiyet-i marazını teati olunmadı; o iki nefer pek ..alışılmış bir iş görenlere
anlamak isteyen bir tecessüsle ve aynı zamanda müraca mahsus bir emniyet-i hareketle ilerleyerek, biri omuzla
at edilebilecek tedbirleri zihnen arayarak, sualler irâd et rından diğeri ayaklarından, hastayı tuttular. Onun tekrar
tim. Her sualime gözlerini açarak mukabele ediyor ve gözleri açıldı, arabayı gördü, galiba:- Daha bitmemiş! de
söylemekten üşenen, cevap vermeğe artık lüzum görme
di ve gözlerini yine kapadı.
yen bir fütur ile yine gözlerini kapıyordu.
Arabaya yatırdıkları zaman hasta elleriyle karnını ba
Tenha bir sokak, mesdûd evler başımın üstünde sarak yine kıvrıldı, neferlerden biri mandaların ipini çek
ağaçların çıplak dallarını titreten soğuk ve ıslak bir ti, diğeri:-Şimdi ötekileri alalım! dedi.
rüzgâr...
O zaman ihtiyar adam bana haber verdi:- Oradan bu
Yapılabilecek şeyi arayarak etrafıma bakıyordum,
raya kadar üç tanesine daha rast geldik. Hep de böyle kö
bahçe kapılarından biri açıldı ve elinde bir fincanla ihtiyar
şelere yatmışlar dedi.
bir Ermeni çıkarak bize geldi.
Uşakîzâde Halid Ziya
Hastaya seslendik:- Bak, sana kuvvet verecek, seni
ısıtacak bir ilâç, dedik, bir yudum içsen davranırsın...
oğlum ...
leri sönmüş olan milletlerdir. Bir millet cesur mücahidler senesinde Amerika şimâlî dahilinde zahirenin bir Bo-
yetiştirdikçe yaşar ve daha parlak bir istikbâl elde edebilir. şal'ı(b 52 cente(2) satılmakta iken 1889 senesinde 28.3
Ben çoktan beri, karilerimle Türkiye ziraatinin istik cente kadar, 1896 senesinde ise 21.5 cente kadar tenez
zül eylemiştir. Velhâsıl zahire fiyatı yarı yarıya tenezzül et
bâli hakkında konuşmak isterdim. Fakat memleketin hâli
miştir. Amerika şimâlî cumhuriyetleri, Avrupa'nın sanayii
o derece fakir ve karanlık idi ki böyle acıklı bir sırada zi
memleketlerindeki zahire pazarlarını zahire ile doldura
hinleri, müsait zamanlarda yapılması mümkün olan şey
rak mezkûr pazarlara zahire ihraç eden diğer ziraat mem
lerle meşgul etmeyi münasip bulmadım. Fakat artık Tür
leketlerini rekabete boğmuştur. Avrupa’daki sanayi
kiye ziraatının istikbâlini bir kaç cümle ile tavsif ve izah
memleketleri ise, kendilerini Amerika'nın rekabetine
için kemal-i iştiha ile kaleme sarılabilirim.
karşı müdafaa için hariçten gelen ziraat mahsulâtına ağır
Lâkin istikbâlden bahsetmezden evvel, mazi hakkın
gümrük rüsûmu vaz etmeğe başlayarak zahire ihracatıyla
da bir kaç söz söylemek isterim.
iştigal eden ziraat memleketlerini daha ziyade müteessir
Türkiye İmparatorluğu'nda hüküm süren İktisadî, eylemişlerdir. İşte 19. asırda Rusya ziraatinin batî bir sû-
medenî ve siyasî tevakkuf ve tedennînin esbâbı hakkında rette ilerlemesini mucib olan sebeplerden biri de bu idi.
pek çok şeyler söylendi ve yazıldı. Bu hususta birçok ma O zaman Rusya'da arazi-i vâsia sahibi bulunan zâdegânın
kul ve doğru fikirler dermeyan edilmekle beraber söyle köylüleri azat ettikten sonra ziraatte kavâid-i fennîyeye
nen şeylerin kaffesi, aynı derecede makul ve doğru değil muvafık usûl, âlât ve edevât tatbik etmek hususundaki
idi. Esbâb-ı tedenniden birine bâ husus en ziyade haiz-i teşebbüsleri bu sebepten dolayı akîm kalmıştır.
ehemmiyet olan sebebe şimdiye kadar temas edilemedi.
Halbuki bu şerâit tahtında Türkiye gibi zahire ihraca
Bu sebep ne siyasî, ne medenî, ne de dinî cihetlerde de
tı ibtidaî bir hâlde bulunan memleketlerde böyle esaslı
ğildir. Burada ne hasâis-i milliye, ne de bu veya şu devlet
bir usûl-i ziraatin tatbiki kat’iyyen mümkün değildir. Kâfi
adamının hata ve sû-i niyetleri mevzuubahis değildir. Be
derecede zengin ticareti olmadıkça ve sanayi merkezleri
nim söylemek istediğim sebep, sırf bir mahiyet-i
ne zahire ihracatı vuku bulmadıkça büyük sermaye isti
iktisadiyeyi haizdir.
maline muhtaç bulunan yeni usûlde ziraat icrası kabil de
Ben burada zahire fiyatının tenezzülünden bahset ğildir. Türkiye'de ihracât-ı azîmenin ne demek olduğu
mek istiyorum. Bu tenezzül Ondokuzuncu asrın nısf-ı iyice bilinmediğinden onun ehemmiyeti de takdir edile
ahirinin evsâf-ı mümeyyizesindendir. memiştir.
Tedennî-i siyasîyi ve efkâr-ı bâtılanın tesirini idame Meseleyi şöyle bir sûrette vaz edelim: Zahire fiyatı
eden cehalet ve şose ve demir yollarının fıkdanıyla bera yarım asır zarfında tenezzül edeceği yerde tereffu’ etmiş
ber beynelmilel pazarlarda zahire fiyatının tenezzülü, olsaydı, o zaman ziraatin (tarlaların) tevsiinde, ziraa ma-
Türkiye'de zahire ihracatının terakkisine ve memlekette kinalarının istimalinde daha büyük fayda oylacağı kolay
kavâid-i fennîyeye muvafık usûl ve âlât vasıtasıyla ziraat ca anlaşılabilirdi. Bu ise, memlekette ziraatin terakkisi
icrasının taammümüne mâni olmuştur. için bir sâik olurdu.
Zahire fiyatının tenezzülü, yalnız Türkiye'ye değil, Zaten bu gün memlekette müşahede olunmakta bu
bütün Avrupa üzerinde de icra-yı tesir eylemektedir. Bu lunan şey de budur. Yirminci asırda zahire fiyatındaki te
tenezzül sanayii terakki etmiş memleketler için faydalı reffu' meyli kolayca anlaşılmaya başlamıştır. Bunun ne
ise de ziraat memleketleri için son derece muzırdır. sûretle cereyan ettiğini burada zikretmek uzun bir mese
Malûm olduğu üzere zahire fiyatının tenezzülüne başlıca le teşkil eder. Zahire fiyatının gittikçe tereffu'a mütema
sebep, Şimalî Amerika'nın gayet vâsi ve münbit arazisin yil bulunduğu herkesçe tasdik edilmekte olan bir haki
de ziraatin pek ziyade terakki eylemesidir. Bu arazi, onu kattir. Şüphesiz her bir sene zarfında zahire fiyatı, o sene
bidayette zer' edenlere külfetsizce mal olmuştu. (1860) mahsulâtının derece-i mebzûliyetine göredir.
Zahire fiyatının tenezzül ve tereffu'unda bir tereddüt bir rol oynamaktadır. Bu gün mejn^e ihracatı, Türkiye ih-
hüküm sürmekte olup bu sûrede dalga şeklinde bir ha racât-ı umûmiyesinin % 22 sini teşkil eylemektedir.
reket husûle gelmektedir. Şöyle ki, bir sene fiyatlar )âik- İhracat-ı mezkûreden hâsıl olan büyük meblağ hiçbir
sek, diğer sene aşağıdır. Geçen asırlar zarfında aynı hâl
memleketin meyve ihracatından husûle gelmemektedir.
cereyan etmiştir. Mazi ile hâl arasındaki fark şudur ki ma
1326 senesinde Türkiye'de vuku bulan meyve ihracatı
ziden bir kaç senelik bir devre nazarı dikkate alındığı tak
490.449.499 kuruşa baliğ olmuştur. Avrupa ve Ameri
dirde fiyatların tenezzül etmekte olduğu anlaşılır. Hâlbu ka'da şehirlerin büyümesi, şehir ve kasaba ahalisinin kuv-
ki şimdi bilâkis fiyatların tereffu’ etmekte olduğu görülü ve-i iktisadiyelerinin inkişaf eylemesi, uzak mesafelere
yor. Bu gün zahirenin vasati fiyatı 1890 senesindeki fiyat kadar nakliyâtın ucuzlaması ve konserv^e imalâtının terak
lardan daha yüksektir. kisi üzerine meyve ihracatı da ziyadeleşmektedir. Şüphe
Binaenaleyh Türkiye'de ziraatin fevâid-i müstakbele- siz Devlet-i Osmaniye'de ziraatın bu şubesi için de parlak
si, zahire fiyatının tereffu' yüzünden temin edilmiş ola bir istikbâl açılmaktadır. Türkiye ziraati istikbâlinin kes-
caktır. Türkiye'de ziraat erbabı, ziraatte ıslahat icrası ve bedeceği hâli şimdiden rakamlarla iraeye teşebbüs et
makineler istimali için sarf edilecek sermayelerin az va mek, muzır bazı hataları mucib olabilir. Türkiye'de arazi
kitte telâfi edileceklerine güvenebilirler. Zira onlar, daha olarak külliyetli miktarda arazi mevcuttur. Fakat Osman
yüksek fiyatla satabileceklerdir. Bundan maada arazi fiya lI İmparatorluğu pek eski medeniyet yatağı sayılan bazı
tının tereffu'uda da ümit edilebilir. Bu ise erbâb-ı ziraatın kıt’aları ihtiva etmekte ise de arazi cihetinden Türkiye,
itibar-ı mâliyesini daha ziyade tevsi için meydan açmakta arazisinin kısm-ı küllîsi ziraat edilen diğer memleketlere
dır. Mamafih şurası da unutulmamalıdır ki yukarıdaki he benzemez. Almanya, İngiltere gibi arazisinin dörtte biri
saplardan anlaşıldığına göre, bu gibi ümitlerin doğru çık ziraat edilmekte bulunan sanayi memleketlerinden sarfı
ması haylice uzun bir müddete muhtaçtır. Eğer bütün nazar, Rusya'nın Avrupa kıt’asındaki arazisinin %40'ı,
ümitler, en yakın senenin bolluğuna hasredilecek olursa, Hindistan-ı Garbî'de arazinin % 35'i ziraat edilmektedir.
bu esaslı bir ziraat teşkil etmeyip bir kumar oyunu hâlini Asya-yı Osmanî'de ise (Ziraat Nezareti'nin verdiği malu
almış olacaktır. Bazı seneler, ahvâl öyle gayr-i müsaid bir mata göre) arazinin ancak % 2,8 i ziraat edilmektedir.
sûrette cereyan edebilir ki sizin memleketinizde mah Hâlbuki bu zamanda diğer memleketlerde bir parça
sulât mebzûl olmaz da diğer memleketlerde zahire bol
arazi için dehşetli mücadeleler icra edildiği hâlde me-
olur ve bu yüzden zahire fiyatı tenezzül edebilir. O za mâlik-i Osmaniye dahilinde gayet vâsi ve münbit arazi
man sizin az olan zahirenizi ucuz fiyatla satmanıza mec den istifade olunmuyor. Burada asıl mesele arazinin ne
buriyet hâsıl olur. Fakat hadd-ı asgarî olarak on senelik
reden tedarik edileceği keyfiyeti değil, arazi işletmek için
bir devre için hesap yapıldıkta zahire fiyatının tereffu'un-
lüzumu olan amelenin nereden tedarik olunacağı mese
dan tamamen emin olunabilir. lesidir. Eğer Avrupa'daki ahvâl nazarı dikkate alınırsa bu
Bu tezâyüd temayülü yalnız zahire fiyatında müşahe mesele dahi başka bir renk kesbeder. Muharebeye kadar
de olunmayıp Devlet-i Osmaniye'nin bazı cihetlerinde Türkiye ahalisinin miktarı ekall olarak 26 milyondan iba
büyük bir ehemmiyeti haiz olan pamuk mahsulâtının fi ret addedilebilirdi. Yine o zaman memleket dahilinde zi
yatı da tereffu' eylemektedir. Ziraatın şuûbât-ı muhtelife- raat edilen arazinin miktarı ise, 93 milyon dönümden
sinden istihsal edilmekte olan süt, yağ, et, yumurta, pey ibarettir. Bu sûretle adam başına 3,6 dönüm tarla isabet
nir ve ila ahir gibi şeylerin fiyatlarında daha ehemmiyetli etmiş oluyor. Bu şâyân-ı hayret derecede azdır. Usûl-i zi
bir tezâyüd vuku bulmaktadır. Ziraatın bu şubelerinde raati terakki etmiş memleketlerden sarfınazar, hatta Rus
büyük sermayeler istimali ile kavâid-i fennîye tatbik et ya'nın Avrupa kıt’asındaki arazi nisbeten henüz ibtidaî bir
mekteki faide derhal anlaşılır. usûlde ziraat edilmekte olduğu hâlde bir fert başına 23
dönüm mezrû arazi isabet etmektedir. Demek Rusya'nın
Türkiye ziraati için büyük bir ehemmiyeti haiz bulu
nan diğer vâsi bir saha daha vardır ki o da mejn^e yetiştir bu gibi şerâiti dahilinde bile yine o miktarda insanlar,
mektir. Portakal, hurma, incir, kuru üzüm, ceviz, taze Türkiye'dekilerden altı defa daha ziyade arazi ziraat ede
biliyorlar.
üzüm, ihracatı Türkiye ihracatında daha şimdiden büyük
Sayı 49 TÜRK YURDU 23
Almanya'da köylü zürrâm miktarı pek çok olduğu edecektir. Binaenaleyh köyler, işsiz adamlarla dolu kalı
hâlde ziraatle iştigal eden, kadın ve çocuklar dahi bu ade yor demektir. Fevkalâde vâsi arazi işletilmemiş bir hâlde
de dahil oldukları hâlde bir ferde 35 dekar arazi isabet kaldığı gibi külliyetli miktarda insanlar da işsiz ve geçin
eylemektedir. Macaristan'da adam başına 34 dekar, İngil mekten âciz bir hâlde bulunmaktadır. Arazi boş duruyor.
tere'de 84 dekar, İrlanda'da 65 dekar, Ajmerika-yı Şimâlî- İnsanlar da fakr u zarûret içerisinde yuvarlanıyorlar. İşte
de 160 dekar isabet eylemektedir, Eğer Asya-yı Osmanî asıl o zaman harice hicret çoğalıyor.
ahalisinin miktarı 20 milyon olmak üzere hesab edilecek birçok insanlar, vâsi denizleri aşarak taayyüş çareleri
olursa, ziraate muktedir olacak insanların miktarı on mil arıyorlar, hâlbuki aynı zamanda onların memleketlerinde
yona baliğ olabilir. Yukarıdaki rakamlar nazarı dikkate alı hiç dokunulmamış ve külliyetli miktarda arazi işletilme-
nacak olursa bu on milyon ahalinin şu kadar arazi ziraat; yip boş bir hâlde duruyor. Fakat muhâceret diğer bir şe
edebilecekleri iddia olunabilir: yi daha gösteriyor. Eğer Arap, Ermeni, Kürt veyahut Türk
1. Almanya'daki vecihle olursa 350 milyon dekar Amerika'da az müddet zarfında iyi işçi oluyorlar ise bu
2. Macaristan'daki vecihle olursa 340 milyon dekar adamlar münasip şerâit tahtında olarak niçin kendi va
3. İngiltere'deki vecihle olursa 840 milyon dekar tanlarında iyi işçi olmasınlar?
4. İrlanda'daki vecihle olursa 650 milyon dekar Beynelmilel pazarların terakkîsi ve zahire ile diğer
5. Amerika-yı Şimalîdeki vecihle olursa 1.600 milyon mahsulât-ı ziraiye fiyatlarının jTikselmesi üzerine Türkiye
dekar
ziraatında büyük sermayeler istimali ve kavâid-i fennîye-
Kariîn-i kiram Avrupa medeniyetinden bahsedildiği ye muvafık usûl ve aletler tatbiki daha faydalı oluyor. Hâl
zaman bunun her bir memlekette aynı derecede olmadı buki memlekette mevcut olan külliyetli miktarda işletil
ğını görüyor. Binaenaleyh kendi memleketine gerek memiş arazi ve işlemeye muktedir fakat işsiz gayet çok
fenn-i askerî gerek parlementarizm, gerek ziraat ve gerek insanlar, Türkiye ziraatının şâyân-ı hayret derecede te
sanayia dair Avrupa usûlü idhal edileceği zaman her dev rakkîsi imkânını temin eden şeylerdir.
let arasında medeniyetçe olan fark iyice tetkik edilmeli Türkiye uzun müddet devam eden muvaffakiyetsiz-
dir.
likler neticesi olarak zihinleri istilâ etmiş olan bedbinliğe
Bizi burada en ziyade alakadar eden Türkiye ziraati- rağmen, Memâlik-i Osmaniye'de ziraatin terakkî ve inki
nin inkişafı meselesine avdet ediyorken şu hakikati söy şafı devresinin hulûl etmekte olduğunu teminen beyan
lemek iktiza eyler. edebilirim.
Bu gün Devlet-i Osmaniye dahilinde mevcut bulu Şüphesiz, demiiyolları ve denizlere yakın olan yer
nan ahalinin miktarı, Memâlik-i Osmaniye'de ziraati, Av lerde ziraat daha büyük bir süratle terakkî eyleyecektir.
rupa Lisûl-i ziraiyesini tatbik etmek şartıyla bir kaç defa Asya-yı Osmani'nin merâkiz-i dâhiliyesinde inşa edilmek
tevsî etmeye kâfidir. Eğer hariçten gelecek muhacirler, te olan demiiyollarından başka o havalideki ahalinin de-
memlekette numûne-i imtisal olacak derecede mükem miıyollardan vâsi mikyasta istifadesini temin edecek olan
mel bir usûl-i ziraat tatbik edecek olurlarsa, Türkiye'de şose vesaire gibi diğer yolların inşasına da lüzum vardır.
ziraatin terakkîsi hususunda mühim bir rol oynamış olur Şüphesiz, bunların kaffesi malûm şeylerdir.
lar. Fakat Türkiye böyle bir muhacerete muhtaç değildir. Burada şâyân-ı ehemmiyet olan bir şey varsa, o da
Kendisi bu hususta müstemleke hâlinde bulunan mem Türkiye ziraatı için hazırlanmakta olan parlak istikbâlin
leketlere benzemektedir. Burada asıl vazife, memlekete bu küçük büyük yolların inşasını zarurî ve faideli kılması
ecnebî celb etmek değil, yerli ahaliden âlim-i zürrâ yetiş dır.
tirmektir.
Öyle zamanlar gelecektir ki demiiyollar inşası için
Bu gün Türkiye'de ziraat edilmekte olan cüz'î mik devlet tarafından teminat akçesi vermeye lüzum olmaya
tarda araziyi Avrupa şerâit-i iştigaliyesi dairesinde işlet caktır. Bunun bir an evvel hayyiz-i husûle gelmesi, demir-
mek için Türkiye'de ziraatle iştigal eden insanlardan beş yolların inşası keyfiyetinin ziraatin terakkîsi meselesine
altı defa daha az miktarda insan istihdam eylemek iktiza makul bir sûrette rabtedilmesine menuttur.
24 TÜRK YURDU Sayı 49
İnşa edilecek olan demiryollar, ziraatin terakkisine bulabilir; fakat bunun hakikaten böyle olduğuna hük
hâdim olmalıdır. Devletin demiryollar inşası takib edece metmek için, ilk önce bazı sual ve meselelerin halli lâzım
ği siyasetin esası bu olmalıdır. Hâlbuki şimdiye kadar Os dır. Evvela "eş" şu şekliyle basit bir kök olduğuna göre tâ
manlI Hükümeti, şimendifer inşaası keyfiyetine ancak as eskiden beri ilk şekli bu ve ilk manası da şimdiki gibi "şe
kerce ehemmiyetli olan nokta-i nazardan bakmakta idi. rik" mi idi? Sâniyen bu iptidadan beri böyle ihbarî bir kök
Bu kâfi değildir. Demiryollarını inşa edip de trenleri işlet müydü? Sâlisen dilin şekli tekâmülünün, diğer bir tabirle
meye başladıktan sonra ellerini bağlayarak bu teşebbüs yek hecelikten kurtulup köklerin artık yapışırlığa doğru
ten husûle gelecek neticeye intizar ile vakit geçirmek kâfi ilerleyişinde ne sûretle bir müşareket ifadesi için fiilî kök
değildir. İstasyonlarda zahire ve sair mahsulât-ı ziraiyye- lerin sonuna bitişmeğe başladı Râbian, tadili ve tasrifi bir
nin muhafazası için depo inşa edilmek lâzım olduğu gibi unsur menzilesine geldikten sonra "eş" ilk istiklâl ve
bu mahsulât hakkında itibar-ı malî dahi ihdas edilmelidir. mevcudiyetini nasıl muhafaza etti? Şimdi bir de fiillerde
Bu sayede zürrâ mahsulâtını satmakta acele etmez, zahi müşareket edatı olan "§" yi gözden geçirelim. Evvelâ bu
re fiyatının tereffu'unu bekleyebilir. Velhâsıl zürrâ için iti- edat bütün Türk ve Tatar dillerinde aynı mıdır, uzak,
bar-ı mâlî ihdas etmek lâzımdır, zira sermaye tedarik et zümrelerde nasıldır? Sâniyen, bir fiil tekâmülünde, ne va
mek için itibar-ı malî olmayınca zürrâın ziraatte makine kit müşareket ifade etmeye başladı ve ne gibi bir kanuna
vesaire gibi vesâit-i cedîdeyi istimal eylemesi imkân Hari tebe'an böyle olmuş? Sâlisen: bu aslen bir zamir midir?
cindedir. Aynı zamanda ziraat sendikaları bâhusus mah Yoksa fiili ve ismi bir kök kırıntısı mıdır? Râbian herhan
sulâtın elverişli fiyatla satılması için sendikalar teşkil edil gi bir isim köküne doğrudan doğruya "mak","mek" gele
melidir; bunlar, gerek ziraatın terakkisi ve gerek köylüle bilir mi? İşte bu sualler kavâid-i mahsusasına tevfikan hal
rin muhafazası için elzemdirler. Aksi takdirde köylüler, ledilmiş olmadıkça "ş" müşareket harfinin "eş" aslından
hem faizcilerin hem de tacirlerin ihtikarlarına kurban geldiğine hükmolunamaz, olunsa bile İlmî bir kıymeti ol
olurlar. maz fikrindeyim.
Diyorsunuz ki "ş” "eş" yani şerik aslından olup mü Buyurmuşunuz ki "sen bu adeta sen demektir" Ben
şareket ifade eder. Fikir, vehleten o yolda bir münasebet de diyebilirim ki sen adeta sen değildir ve olamaz. Bun-
Sayı 49 TÜRK YURDU 25
1ar gerçek ikisi de zamirdir, fakat hizmetleri başkadır; bir ğerlerini başka addetmeğe aklî ve mantıkî bir sebep ta
de sen'in son harfinde K [sağır ke^ ve N [n] gibi iki harf savvur olunamaz; belki mantıken ve aklen "siz"
birbirine kaynamıştır. (sen+sen+sen) olmak iktiza eder. "Biz'e gelince: Hatıra
"ben başkası" gelemez; birçok benler de gelemez, bu da
Nitekim "yapın" daki son harf de böyledir; şimdi biz
"ben+ sen+ sen" olabilir. Öyle ya "biz" dediğimizde ha
bu "yapın"daki sağır kef için bu adeta N dir diyebilir mi
tıra evvelâ ben ile birkaç tane "sen" gelir.
yiz? Madem ki fiili zamirlerdeki bu N 1er ayrı bir mahiyet
tedir, o sebeple bu "sen âdeta sen" olamaz. Çünkü ikisi Burada göz önüne alınacak diğer bir nokta daha var
de muhatap için ise de fakat "sen" şekil ve mana itibariy ki "başka" "özge" kelimeleri "biz" ve hele "siz" zamirle
le tekâmüle uğramıştır rinden, teşekkülce daha yeni sayılabilirler.
Yine buyuruyorsunuz ki "z" burada lafı uzatmamak Şimdi şu mantıkî tevcihi acaba fonetik veya morfolo
için diyelim ki bu da başka, yabancı manasına olan "Öz- jik bir tetkik te'yid edebilir mi? Bir dereceye kadar eder.
ge"deki "öz" maddesidir ki başka bir nefse delâlet eder. Mesela sen+ sen zamirlerindeki nun'lar kalkınca ses, sez,
"Siz" lâfzı da böyledir "sen özge" demektir. Nâ ehle kavl-i siz olabilir. Bir de "Dönerseniz" kelimesini didikleyelim;
mücerred gibi gelen bu tahlillerin ispatına kalkışılır ise Dön-er-sen-iz olur. Burada sen'in istihale ettiği "z" "siz"
makaleyi buna hasretmek lâzım gelir. Bu tahlillerin ispa zamirinde değil niz'de bulunuyor; buradaki kef yine bir
tına girişilseydi çok iyi olurdu. Çünkü zihin kabul edemi başka sen midir? Eğer öyle ise acaba nasıl oldu da "sen"
yor; niye kabul edemediğini müsadenizle arz edeyim; "k ef oldu? Bu kef, gerek nisbî ve gerek fiilî zamirlerde
var: "Dökersen", "dökerdln"de olduğu gibi. Burada siz
"-siniz" deki Z başkası demeğe geldiği gibi "siz" za
ile İliz aynı asıldan gelip başkalaşmışlar mı? Yahut burada
mirinin aslı da, fikr-i âlinizce "sen özge" yani "sen başka
ki siniz, sen ile guz, nuz'dan mı geliyor? Bu yolda sualler
sı" olmak lâzım gelir, Türklerde şu hesapça "siz" fikri bir
veya tevcihler bulunur, fakat böyledir diye de kat’iyyen
sen bir de sen'den başkasından hâsıl olmuş oluyor; biz
hükmolunamaz, ancak şu teşrihattan iyice anlaşılacak bir
bu nazariyeyi biz'e de tatbik edebiliriz; çünkü onda da
şey var ise "sen"in âdeta "sen" olmadığı ve "siz" de "sen
cemi ifade eden bir z var; biz'de ben başkası demeğe ge
özge"den vücuda gelmediğidir.
lecek, acaba böyle mi?
Biraz da her nasılsa nahiv kısmına geçirmiş olduğu
Evvelâ: "özge" lafzında başkalık, yabancılık manası nuz edatlara bakalım:
esasen öz'İe mi yoksa "ge" edatının bitişmesiyle mi hâsıl
Buyuruluyor ki "gü, ge, gi, ğu, ğı" hepsi sıfat edatı
oluyor? Hâlbuki ben yalnız öz'de öyle bir mana göremi
olan "ci"nin aynıdır. O da "içi, izi, issi, ege, aga" demek
yorum; başka manasını "ge" nin luhûkıyla ifade ediyor ve
tir ki sahip ve reis manasınadır. Burada ilk beş şekildeki
öyle olmak da lâzım gelir.
edatları "ci"den çıkarmak istiyorsunuz. Fakat "içi, izi"
ÖZ'ün kendi, başkası değil manasında olması ağleb ilh ... kelimelerini de yine "ci" kökünden mi çıkarmak is
ve makuldür; başka şubelerde de zaten "öz" kendi ve yal tiyorsunuz, bu ciheti anlayamadım. Bununla beraber on
nız yerine kullanılıyor; biz edatsız olarak "öz"den ve anlı ları da oraya sıralayışınız öyle bir meyil anlatıyor. Yani
yor isek kendi ile de onu anlarız; O hâlde sen öz, sen baş "ci"nin "gi, ğı" ile olduğu gibi keza "ağa, issi, ege" ile şe
kası değil sen kendi demek olur, Sâniyen: Öz'de yoksa kil ve manaca münasebeti vardır demek istiyorsunuz.
da, bir başka ve yabancı manası kabul edelim. Biz ilkin
Şimdi evvelce "gu, ği" ile "ci" arasındaki münasebeti
karşımızdaki birkaç kişiden birini sen de ötekilerini baş
tetkik edelim: "sargı, burgu" kelimelerindeki "gı, gu"lar
kası mı tanıdık? Hem nasıl olabilir?
esasen "ağa, ege" manasına gelen "ci"den başka birşey
"Siz" zamirini söylediğimiz zaman hatıra daha tabiî değildirler deniyor. Vehleten böyle tevcih kabule şâyân
olarak her birine sen diye hitap edebileceğimiz kimseler görülür. Fakat tetkik ve mukayesede ilerleyince bunun
gelir. Böyle gelmesi daha doğru olmaz mı? Bilfarz karşı görünüşten ibaret olduğu anlaşılır. Malûm ya bizde "ci"
mızda bulunan üç kişiden biri sen olup da diğerleri o edatı hem fiillere, hem isimlere ilhak olunur, isimlere
sen'likten nasıl çıkarılabilir? İçinden birini ayırıp sen, di "yağcı", "salcı" gibi, fiillere de "sarıcı, burucu" gibi, dikkat
buyurulursa fiillerde telaffuzda ve yazıda cı'dan evvel bir Efendi ve Hakîmoğlu kütüphanelerinde vardır. Sultan
kalın "ı" veyahut bir "u" var; bunlar ince ve hafif de ola Mehmed-i Râbi’a tarih tedrisi zamanında yazmıştır.
bilir; biz bunları başka dil kollarında, dil şubelerinde "sar-
2. Tarîh-i Devlet-i Rûmiye: Umûmiyeti itibariyle lâtin
gıcı, burgucu" kılığında görüyoruz; dilimizde sadâî bir
ve Yunan lisanları tarihlerinden bazı nukatını da İslâm ta
tekâmül neticesi olarak "cüdan evvelki "ğu, ğülar sâitleş-
rihlerinden almak şartıyla meydana getirmiştir. Bir nüs
miş. Ahenk kaidesine uyarak "ü veya "u" olmuşlar; Biz
hası Halis Efendi Kütüphanesinde mevcuttur.
sarıcı'daki edatları sizce kabul edilmiş olan ilk kılığına ir
ca eder isek "sarcıcı" olmak lâzım gelir. Şimdi şuna baka 3. Muhtasar Târîh-i Umûmî: Kezâ.
rak "gı" ile "ci"nin hükmünüz veçhile bir asıldan geldik 4. Tuhfetü'l-Edîbi'n-Nâfia: Türkçe tıbbî bir eser olup
lerini kabul edemeyiz, Bunun böyle olabileceğine dair bir nüshası Nur-ı Osmânî Kütüphanesinde vardır.
bazı iddialar serdolunabilir. Ona karşı cevabımız da tabiî
5. Mehâsinü'l-Kelâm ve'l-Hükmi f i Şerh-i İsmi'llâ-
o iddiaların dermiyanına talik kılınır. "Cı" edatının ("ege,
hi'l-Azam: Tasamıfî bir eser olup ismi müsemmâsına
ağa" ile münasebeti benim anladığım gibi düşünülüyor
delâlet etmektedir. Mukaddimesinde tarikaten Nakşi
ise, bence bahse mevzu olamazlar. bendî olduğunu zikrediyor,
Ben misallerinizi, hükümlerinizi doğru bulamadım,
6. Şerhu'l-Lem'âtûn-Nûrâniyye fi'l-Evrâdi'r-Rabbcı-
başta arzettiğim gibi yanılabilir ve yanılmış olabilirim;
niyye: Kezâ
Her hâlde iliştiğim noktaları ispat buyurmanızı ve lâzım-
7. Lisanü'l-EtıbbâfîLügati'l-Edviyye: İsminin delâle
gelen izahları vermenizi temenni ve bu sûretle müstefid
ti veçhile ilm-i tıbba dair bir lügat kitabıdır, kıymet-i ilmi
olacağımı da arz ederim.
ye ve tıbbiyesinin tayin ve takdiri ise bu gibi âsâr-ı tıbbiye
Mehmed Necib ile de iştigal eden Osmanlı etibbâ-yı kiramına aittir. Nüs
haları İstanbul kütüphanelerinin bazılarında vardır.
Ertesi sabah eşyalar toplandı. O avulun bütün ahali ği, fakat bunlara ait olan at da kırkmcılığı kazanmış,
si,. çoluk çocukları, kadın kızları hepsi bizim evin etrafın birçok atlarda yolda kalmış; birkısmı da yanarak ölmüş;
da görünüyorlardı. Ev sahibesi son defa olmak üzere he ellinciye kadar da mükafatlar verilmiş olduğunu anlıyor
lâvetiyle dualar edilerek veda-i resmî icra edildi. Ben bu Halim Sabit
Türkiye geçen harbde en çok uğraştığı en kavi hasmın- ye'ye en tehlikeli hasmın kim olacağı kendiliğinden tayin
dan biraz öcünü aldı, demektir, eder.
Biz harbden evvel Türkiye’nin Balkanlarda en tehli Rumeli sahilini Anadolu adalarını bilfiil ele geçirdik
keli düşmanı Slavlar olduğuna kânî idik. Slav tehlikesi lerinden beri Yunanlıların Anadolu'ya diktikleri nazardan
Türkler kadar Helenleri de tehdit ettiğinden bu iki unsu fiilî netâyic çıkabilmek ihtimalini Osmanlı Asyasına en
run uyuşarak müdafaa-i mevcûdiyet etmeleri mümkün çok alakadar Almanya Kayzerinin Yunan Kralına gösterdi
ve lâzım sanıyorduk, lâkin vakâyi, maatteessüf arzumuz ği cemileler, kâfi derecede izhar ve ihtar etmiş olsa ge
dairesinde cereyan etmedi. Delenlerle Slavlar birleşip rektir.
Türkler aleyhine yürüdüler, Teselya muharebesinden iti Dasmımızın hasımlarıyla'menafiimiz ekseriya birle
baren İstanbul’la Atina arasında teessüs eden iyi münase şir. Yunanın tevessüünden en çok mutazarrır olan ve
bet bozuldu, hatta bundan sonra tamamen düzelmesi de bilâhare mutazarrır olacak bulunan devletler, Bulgaris
biraz zorcadır. tan, İtalya ve Arnavutluk’tur. Daha bir kaç ay evvel Türk
lere bu kadar hasar veren İtalyanlar, Arnavutlar ve Bul
Muharebeler, mevcut muvazenetleri altüst ederler:
garlarla dostlaşmaktan bahsetmek henüz erkense de,
Muharebeleri müteakip beyneddüvel ittifaklar, i'tilaflar,
menfaatlerinde tevafuk hâsıl olan kuvvetler beyninde
münasebetler ekseriya değişir. Slavlık son muharebe ile,
hâl-i harp ve nizam adem-i devamına sevinilebilir. Bina
Rumeli’de Türklere vereceği zararın azamîsini irâs etti.
enaleyh Dariciye Nezâreti odalarında faal ve şedîd Dahi
Ekseriyet ahalisi Slav olan vilâyetlerin hepsi Memâlik-i
liye Nazırımızın demirden eliyle idare olunup süratle ne
Osmaniye'den ayrıldı. Slavlığın Avrupa’da Türklerle he
ticelenen Osmanlı- Bulgar sulhunu tasvib ve takdir eden
men hiç alış verişi kalmadı. Slavlar bundan sonra, kendi
lerdeniz.
aralarında veyahut tarihi basımları olan Delenlerle kozla
rını paylaşmaya mecbur olacaklardır. Asya-yı Osmânî'de "İttihad ve Terakki" Cemiyetinin Y ıllık Kong
ise tek bir tane bile Slav yoktur. resi.- Elyevm mevki-i iktidarda bulunan "İttihad ve Te
rakki" cemiyetinin yıllık kongresi evvelki hafta inikada
Lâkin Delenlerle Türklerin temas ve hatta tesadüm başladı ve hâlâ devam ediyor. Celseler aleni olmadığı ci
noktaları, bu muharebe ile eksilmiş değil, artmıştır, İlk hetle kongrenin müzakereleri, matbuat tarafından takib
defa, bundan yüz yirmi yüz otuz yıl evvel, ikinci defa dok edilememektedir. İkinci celsede okunulan merkez-i
san şu kadar yıl evvel, yine Slavların yardımıyla Bizans İm- umûmî raporundan maada, hiçbir mühim vesika, sahâif-i
paratorluğu'nu ihyaya kalkışan geniş hayalli Delenler. Bu matbuata henüz intikal eylememiştir.
sefer de aynı maksadın arkasından nümayişkârâne koşup
Merkez-i umûmî raporu iki kısımdan terekküb edi
duruyorlar; Birinci Konstantin, tac giyme merasiminde
yor: Raporun üçte ikisini teşkil eden birinci kısım, geçen
ism-i resmîsini Onikinci Konstantin diye ilân ettirecek ve
sene vakayi-i siyasiyesinin bir hülâsasından, ikinci kısım
ayine Rus manastırlarının küflü mahzenlerinde bulduru
ise merkez-i umûmînin kongrenin müzakere ve tasvibine
lan eski Bizans bazileuslerinin tacını başına koyacaktır.
arz edeceği maddelerin esaslarından ibarettir.
Zaten Selanik'in Küçük Ayasofya'sında krallığını ilk takdis
Raporda geçen senenin vakayi-i siyasiyesi, bittabi İt
eden metropolid kendisine hitabem "Yakın bir istikbâlde
tihad ve Terakki nokta-i nazarından müşahede ve hikâye
bazileus Konstantin'in Büyük Ayasofya'da daha âlî bir
olunmuştur. Zaten bilcümle vakayi-i beşeriye ve kevniye
tahta kuûdunu göreceğiz..." demiş ve pek çok alkışlan
mutlaka muayyen bir zaviye-i m'yetten görülür; şey’î (ob
mıştı. ..
jektif) tarih, hümâ ve anka kabilindendir. Tarihe nefsiy-
Bunlar henüz laf ve hayaldir; lâkin hakayıkın bir ço yet (sübjektivite) verilirken, matlûb bir gayeye doğru yü
ğu hayal ve emel halinde başlar.., Küçük Avrupa-yı Os- rünür. Tarihin nefsiyeti gaye-i matlûba ermek için vasıta
manî ile büyük Asya-yı Osmânî'de Delenlik iddiasında olamazsa, memduh sayılamaz, Merkez-i umûmî raporu
bulunan Osmanlı tebeası pek de az değildir. Yunan Ki'al- nun nefsîliği, nefsiyet-i tarihiyeden beklenilen neticeyi
lığı, Bizans İmparatorluğu emelini takip ettikçe, tebea-i verip vermediğine hükmedebilmek için elimizde henüz
şahâne arasında Delenlik iddiası mevcud kaldıkça, Türki malumât-ı kâfiye yoktur.
Sayı 49 TÜRK YURDU 29
Raporun ikinci kısmının mevzuları, iktisat, maarif, Milliyet meselesi, talim ve terbiye mesâiliyle alâka
terbiye, milliyet ve fırka teşkilâtının ıslâhı meseleleridir. dardır; milliyetin en sağlam temelleri olan lisan, irade ve
İttihad ve Terakki merkez-i umûmîsi, yani kuvve-i idari- din millî mekteplerde öğrenilir, talim ve terbiye ile kaza
yesi, kendi fırkasına boş ve hevâî siyaset gürültülerine ka- nılır. Rapor talim ve terbiyeyi müteakip milliyetten bah
pılmaksızın, İktisadî kanunların vaz'ına, İktisadî müesse- setmekte isabet eylemiştir, İttihad ve Terakkî merkez-i
selerin ihdasına ve bunlar sayesinde millette bir intibah-ı umûmîsinin bu sene milliyet meselesine nazarı, milliyet-
İktisadî husûlüne sarf-ı cehd etmeyi tavsiye eyliyor, Ve bu çilerce makbul mebdelere pek çok yaklaşıyor, Türk Yur
içtihad ve mesaîye gaye olmak üzere de iktisaden kendi du doğarken milliyetçi olarak doğmuştu, zira milliyet fik
kendimize kifayet edecek bir hâle gelmeyi gösteriyor. rinin bir Türk intibah ve tekâmülüne en kuvvetli sâik ol
İrae edilen gayeye vusûlün fevkalâde zorluğunu itiraf et duğu itikadının mahsulü idi. Aynı tarz-ı tefekkürü, mer
mekle beraber bu gün müstakil yaşamak isteyen bir ^ kez-i umûmî raporunda görmekle seviniyoruz ve mer-
hey'et-i içtimaiye için, bundan gayri gayenin olamıyacağı- kez-i umumiyi bu tekâmülünden dolayı samimiyetle al
nı tasdika da mecburuz: İktisaden kendi kendine kifayet kışlıyoruz.
etmeyen, yani istiklâl-i iktisadiye mâlik olmayan bir İttihad ve Terakkî cemiyetinin teşkilâtı ıslah ve ikmal
hey'et-i içtimaiye, istiklâl-i siyasîsini kaybetmeye mah etmek için merkez-i umûmîsinin bu sene tavsiye ettiği
kûmdur. belli başlı tedâbir ikiye inhisar ediyor ki bunlardan birisi
Tamîm-i maarifin vücubu artık bizim memleketimiz İttihad ve Terakkî cemiyetinin, fırka-i siyasiye haline kalp
de bile mütearifeler sırasına geçmek üzeredir. Merkez-i edilmesi, İkincisi de bu güne kadar kâtib-i umûmîlikle
umûmî bu mühim meselede pek lüzumlu bir hûtve-i te idare olunan cemiyetin başına bir reis geçirilmesidir. Bu
rakki daha atmış ve mekâtib-i âliye ve tâliyemiz için mü reis fırka mevki-i iktidara geçince hey'et-i vükelâ da mev-
tehassıslar celb ve maarifimizin kısmen bunlar eline tev ki-i riyaseti ihraz edecektir.
dii lüzum ve zaruretini itiraf ve ilân eylemiştir. Biz de, me Cemiyet, iki üç seneden beri fırka hâline inkılâp ar
kâtib-i âliyemizin ve alelhusus dârulfünûn şuûbâtının Av zusunu izhar etmektedir; merkez-i umûmî raporlarının
rupalI mütehassıslar getirilmeksizin isimleriyle hakikatle bir ikisinde bu arzunun zikir ve beyan olunduğunu da
ri tetabuk edemiyeceğine kat’iyyen kail olanlardanız. hatırlar gibi oluyoruz. Mezkûr arzunun, sırf arzuhâlinde,
Rapor, tamîm-i maarif meselesine, mantıkî ve İlmî yani kuvvede kalıp fiile, hayata geçmemesi her türlü arzu
olarak terbiye-i milliye ve ahlâkiye ve diniye mesâilini de ve emellerin fevkinde duran ve onlara hâkim bulunan
rabtetmiştir. Biz "Türk Yurdu"cuları, İttihad ve Terakkî hakayık-ı içtimaiyemizin ilcââtı neticesi idi sanırız. Acaba
merkezinin bu seneki raporunda kabul ettiği terbiye o hakayık-ı içtimaiye, bu gün tegayyür etmiş midir? Bu
mebdelerine tamamen iştirak eyleriz. Çünkü ötedenberi sualin kat'î cevabını zamandan beklemek mecburiyetin
aynı mebde'lerin müdafii idik. Şimdiye kadar mecmu deyiz. Bununla beraber cemiyet veya fırkanın diğer meş
amızda intişar eden bir hayli makaleler, bizim de, tıpkı İt ruti memleketlerde görülen enmuzeclere biraz daha ta-
tihad ve Terakkî merkez-i umûmîsi gibi, terakkiyât-ı karrubunu ve e f âl ve harekâtını daha ziyade o enmuzec
medeniye itibariyle garba temessül mecburiyetinde bulu lere tevafukunu mümkün ve müfid zannedenlerdeniz.
nan Müslümanları inhitattan kurtarmak için İslâmiyeti Kâtib-i umûmîye bundan böyle reis ıtlak olunması
esasat itibariyle Asm saadete, tatbikat itibariyle asr-ı sırf bir isim meselesidir; fakat fırka reisinin fırka mevki-i
hâzıra irca ve tevfik etmek zaruretine iman etmiş olduğu iktidara geçtiği zaman hey'et-i vükelâ riyasetini ihraz et
muzu izhar ve ispat eder. (D Biz de istiyoruz ki hikmet-i mesi, yani kanûn-i esasimiz ıstılahâtına göre sadrıazam
İslâmiyenin rükn-i esasîsi olan fıkıh ve kelâm sünnet-i se- nâmzedi olması, gayet azîm bir inkılâp projesidir. Muad
niye ve maslahat-ı içtimaiyeye muvafık bir sûrette tasfiye del kanûn-i esasî, sadrazam ve şeyhülislâmın nasb ve ta
ve tevsî olunsun da hem "sınıf-ı münevver" tedeyyün et yini zat-ı hazret-i padişahinin hukuk-ı gayri mukayyede-
sin, hem de "sınıf-ı mütedeyyin" tenevvür eylesin.. sinden addetmektedir. Muharrer kanunumuz böyle ol-
dıığıı gibi, henüz hiçbir teamül de zat-ı hazret-i hilâfet- dar nazik, zî hayat, ince, karışık ve sırf İngiltere'ye has bir
penahînin bu hakkını tahdîd ve tak)4d cihetine gitme manzûme-i kavânîn ve teâmüldür ki onun diğer memle
miştir. İttihad ve Terakki Cemiyeti, hakayık-ı içtimaiyemi- ketlere nakil ve tatbiki hemen muhaldir,
ze nüfûz ve ıtlâı arttığı nispette o hakkın tahdidini değil,
Parlamentarizm denilen usul-i idarenin Belçika veya
belki tevsiini umde ittihaz etmişti. Geçen sene meclis-i
Fransa'da görülen şeklinin bile Türkiye'de tatbikine mu
umûmîde kanûn-i esasinin otuzbeşinci maddesi müzake
vaffakiyet hâsıl olamadığını, geçen o üç dört senelik ha-
resinde aldığı vaziyet ve o müzakerede nokta-i nazarının
yat-ı meşrûtiyetimiz beliğan mâ beliğ ispat etmiştir, zan
müdafaası için meclis-i mebusanın feshini bile göze aldır
nederiz.; binaenaleyh meşrutiyetin muhafazası için bile,
ması, İttihad ve Terakkî'nin inkılâp tesiriyle doğan radi
ahvâl-i içtimaiyye ve siyasiyemize, an’âne ve maişetimize
kal nazariyelerinden pek ziyade uzaklaştığını vâzıhan is
daha uygun bir şekil meşrutiyetin kabulu lâbüddür.
pat eylemişti. Bu böyle iken, raporda hey'et-i vükelâ riya
“Türk Yurdu, Hilafet-i İslâmiyeyi ve Türk Hakanlığını ha
setine namzet bir reisin zuhûr ediverişi herkesi şaşırttı.
iz kuvve-i âliye (pouvoir supreme) nin iktidar ve şevketi
Parti reisinin hey'et-i vükelâ riyasetine namzet olma arttırılmalı, fikrindedir; Osmanlı İmparatorluğu'nun kilit
sı mevcut kanûn-i esasiye, İttihad ve Terakki fırkasının taşı makam-ı hükümdarî olduğuna kânidir. Bu cihetle
tekâmül-i meşhûduna mugayir olduktan başka fırkanın lider meselesinin İttihad ve Terakki kongresi tarafından
vahdet, intizam ve inzibat-ı dahilîsi cihetinden muzır ve kanûn-ı esasimize muvafık olmayan bir tarz-ı hâle iktiran
meş'ûm olması ağleb ihtimaldir: Fırka dahilinde reis ol etmemekte olduğunu, yani fırka reisinin, heyet-i vükelâ
mak isteyenler adedince hizipler teşekkül edebilir. riyasetine namzet olması fikrinin reddedildiğini son gün
Kongrede lider meselesi nâmını almış olan bu mese lerde haber alarak sevinmiştir. “İttihad ve Terakki” kong
le, İngiltere fırka teşkilâtının yanlış anlaşılmasından çık resinde mutedil bir cereyanın tefev\mkuna delâlet eden
mış olsa gerektir. Hâlbuki İngiltere'de fırkaların kat’î ve bu haber diğer mesâilin de hayat-ı hakikiyemize ufak
müstemir kaidelere merbut teşkilâtı yoktur; lider intiha sûretlerde hallolunacağı ümidini verdiğinden, itminân ve
û M ^ e ^ ^ d d aC e d c 't f c 'a- ^
TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
ALLAH'IN NURU
Beraber yaşamıyorsak gam yemem! 2
Beraber doğduk! Beraber ölürüz!-
Oğlum Ayeî'e
-Gittikçe şiddetlenerek-
Bu gün kayd: saray!... Yarın halâs: firâr!. Bu gün Allah ruhumda ışıklarını yakmıştı. Kurşunî
Yaşa... mağlûb!.. sebeb?.. Ölürüz, zafer! bir nur perdesinin rengîn ve füsûnkâr ânâtı ile denizler
Mütegallibler elinde zâr zâr ve ufuklar, küçük mesut yelkenler, kırmızı sakit damlar
Ne lâzım karar? Firar.. arasında gökle konuşan yumuşak renksiz minareler her
-Ayağını yere vurarak- vakitten daha dost, daha sevgili ve âşinâ idiler.
İşte mefer!... Hiçbir hadiseye istinad etmeyen bir saadet zihnimde
Nation ve ruhumda hayatın tâ kendisinden getirdiği bir aydınlık
gaklarda kalan elimin kudretsiz kaleminde bayağılaşan, Bu gün böyle vaktinden kaç nesil evvel gelmiş ru
yere düşen bu hayat şiirini, sen Allah'ın sevgili nuru, yıl humdaki Allah’ın ışığı ve sesi bu siyah esir anne içindir,
dızların ebedî büzmeleri gibi insanların ruhunda aydın sevgili oğlum! Gözlerimden, ellerimden ve ruhumdan
lat, şafakların muzaffer terâneleri gibi insanları İlâhî bir alacağın nurla onların hayatlarının, vücutlarının, mahbes-
taravetle, zaferle, hazla yıka! lerinin karanlık işkencelerini aydınlat, vahasız çölde hay
kıran bu İlâhî sesle onları nura çağır ve bu ses ötekilerin,
Allahın nuru! Bunlar ve daha birçok şeyler için ru
zalimlerin ruhundaki zulmü, hodbinliği, çirkinliği bir yıl
humdaki sesi dinlerken, seninle el ele bazan sokağa bak
dırım ateşi ile yaksın, bu hitabı ile onları sustursun!
tığımız köşe penceresinin önünde bir araba durdu, İçin
de kuvvetli, pür hayat, genç bir erkek, yanında yüzü ve Halide Edih
hayatı nura ve havaya kalın siyah örtülerle örtülmüş ve ,
örtülerinin altında korkak varlığı için tarziye veren titrek '
BIRAK BENİ HAYKIRAYIM
bir elle yavrusunu saklamış zayıf bir kadın, üç yaşında bir
erkek çocuk vardı. Araba durunca kadın çocuğu ile mü Ben en hakir bir insanı gardaş duyan bir ruhum;
Bende esir yaratmayan bir Tanrı'ya iman var;
tereddit ve acemi hareketlerle indi; hâkim bir el, mini mi
Paçavralar altındaki sefil beni yaralar;
ni sevgili çamaşırlar olan bir paketi iki eli de meşgul olan
siyah ve kapalı esire uzattı; sonra o çocuğunu tutan elle Mazlumların intikamı olmak için doğmuşum.
rinden başka bu hâkimin uzattığı paketi almak için bir el Volkan söner; lâkin benim alevlerim eksilmez.
yaratmağa çalışırken, erkek çocuğu da aşağıda üçüncü Bora diner; lâkin benim köpüklerim kesilmez.
bir el bulmak için kıvranan siyah gölgeye uzattı; sonra Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et!
kendi gümüşlü bastonuyla, kırmızı pür-hayat kafasıyla in Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet
di, yürüdü; köşebaşında çocuğuyla meşgul ellerinden Sonları toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;
düşen sevgili küçük çamaşırları alması için erkek çocuğa Zaman ona kan damlayan dişlerini gösterir.
tazarrukâr, ezik sesiyle yalvaran siyah esire, erkek gadûb Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk!
ve yıkıcı tavrıyla baktı, erkek çocuğun elinden tuttu, yü Yalnız bir sert bakışlı göz, yalnız ağır bir yumruk!...
rüdü. Bu erkek çocuk, müstakbel bir erkekti, o siyah ör
Mehmed Emin
tülü, âciz esirlere yardım edemezdi. Yokuştan o gümüş
bastonuyla, yanında kendi ruhunu tekrar ettirmek istedi
ği küçük fesli şeyle ve arkasında yürüdüğü, süründüğü EDİRNE'DEN BURSA'YA
ve yaşadığı için vaz'iyle af dileyen siyahlı, kapalı esiriyle I
giderken, senin terennüm edeceğin muazzam neşîdenin
Saf Bursa'nın yeşil dağı yamacındaki bu sessiz, yarı
bir an için maksadını ve güzelliğini sezdim, sevgili oğlum!
harap evde, yatacak bir şilte, oturacak bir sandalye, ısına
Beraber sokağa baktığımız köşe penceresinin canlı levha
cak bir mangal bulduğum için kendimi ne kadar bahtiyar
sı hayatının bütün faaliyetlerinde başka simalarla söyle
görüyorum.
yen bir neşîde, bir feryad olsun, Allahın nuru! Zinhar bu
önde giden mahlûkun adî kuvveti ile söyleme, zinhar Yaşadığım bu pür şiir ve sükûn muhit, âlâm ve ızdıra-
analarına birer zalim olacak ve analarını sevmeği ve hür bımı biraz olsun uyutuyor. Karşımda vâsi, zengin bir
met etmeyi bilmedikleri için ana topraklarını da hayvan ufuk: yüksek koyu dağlarla çevrilmiş, şeftali çiçeklerinin
benlikleri için telvîs edecek küçük erkek çocukların ru penbeye, yeni yaprakların yeşile boyadıkları ve henüz
huyla terennüm etme! Hayır, örtüsü, zinciri ve esareti al yapraksız kavakların sert, sarı kuru hatlarla çizdikleri ge
tında istikbâli, nuru bekleyen, korkak zavallı ellerinde ço niş bir ova! Ovanın beri tarafında, oturduğum dağın ete
cuğu ve varlığı için afv diler gibi giden bu siyah gölge ağ ğinde göz alabildiğine yayılan, sağ ve soldaki dağlara tır
zından söyle! Bu gölge, bu esir kimdir, biliyor musun sev manan birçok kırmızı kiremitler, renkli binalar, nadide,
gili oğlum? Bu oğlunun ve oğlunun babasının esiri olan uzun lâhûtî minareler ve bütün bunların ortasında renk
bir anne! li büyük bir mahfaza içinde küçük mavi bir elmas gibi
36 TÜRK YURDU S a y ı 50
muhitine karışmaksızın, etrafını kamaştırarak ince ve be rum, babacığın vatanın hizmetine gitti. İnşaallah şân ve
diî, parlayan yeşil türbe. şerefle döner ve o zamana kadar senin sevgili varlığına
Gökdere'nin kendini taştan taşa çarpan giryenak su kendi hayatımı siper koyarak ben seni muhafaza ede
şarak ninni söylüyor ve yüzünü bana o türlü, elemli ayla Kırkkilise Bozgunu'nun ertesi günü idi. Edirne'den
rı hatırlatıyor. büyük bir muhaceret başladı. Biz de zevcimin bazı arka
Sevgili Edirne'deki mini mini evimden ayrılalı ne ka daşlarının nasihatini dinleyerek o kafileye dahil olduk.
dar oldu acaba? Dört beş ay mı yoksa sayısız seneler mi? Evimizi ve eşyalarımızı, her şeyimizi Allah’a emanet
O kadar çok gördüm ve çektim ki... edip, yalnız mesut anlarımızın hatıralarını yüklenerek
Zevcim ve oğlumla, bahtiyar ve memnun yaşıyorduk. çıktık, gittik. Bizi, birçok müşkilâtla, hayvan kokan bir
Günün birinde gaddar harp saadetimizi parçalayıverdi. forgona, çamurlar içine yerleştirdiler. Edirne gözden kay
boldukça, bahtiyar bir maziden ayrıldığımızı hissediyor
Felâketimin büyüklüğü derecesinde metanetimi mu
duk. Trenin düdüğü acı acı haykırarak eski hayata ağladı.
hafaza etmeğe gayret ediyordum. Bir tek gözyaşsız, bir
Herkesin dudaklarında aynı sâkit ve elîm sual vardı: "Aca
tek şikayetsiz zevcimin harbe gittiğini seyrettim.
ba Edirne'yi bir daha ne zaman göreceğiz?"
Onu bir daha görmemek korkusu, bütün yakın ihti
Yarabbim o kanlı yol, o gördüğümüz korkunç man
maliyle kalbimi ezerken, muttasıl, "Allahım bari memle
zaralar, o vahşet!
ketine faidesi dokunabilse!" diye dua ediyorum. Zira sa
adetten daha mukaddes birşey vardır ki, onun önünde Kuleliburgaz'ı henüz geçtik ki gözümüze ilk cidâl
hepimiz eğilmeye mecburuz: Vazife! sahnesi gözüktü. Birkaç yüz metrelik bir arazinin ihmal
edilmiş veyahut atılmış çamaşırlarla dolu olduğunu taac
Ayrıldığımız dakika hiç gözümün önünden gitmiyor:
cüple gördük. Bu kirli beyazlıklar arasında bazan kırmızı
Orada mermer taşlıkta aralık duran kapının yanında,
bir kuşak göze çarpıyor, çamaşırların kapamadıkları yer
üçümüz belki son defa olarak bir arada idik. Müthiş bir
lerde insan kanları, yer yer pıhtılanmış duruyordu. Boylu
ağlama ihtiyacı üçümüzün de boğazlarımızı sıkıyordu.
boyuna uzanmış cansız biçare beygirlerin hesabı yoktu.
Fahir bizi nasıl ve kime bırakacağını düşünürken, ben bü
En dikkatlimiz, bize çalılıklar arasına bakmamızı
tün geçmiş günleri, bir daha dönmeyecek olan o güzel
söyleyince hepimiz o tarafa nazarlarımızı diktik. Oh gö
günleri hatırlıyordum. O şimdi karşımda idi, fakat şimdi,
zümüze çarpan fecîa! İç çamaşırlı birisi, göğsü parçalan
belki müebbeden yok olacaktı. Uçan dakikaları tutmak
mış, sönük gözlerini dikmiş, müşteki ölü nazarıyla sanki
istiyordum. Fakat saadet anları birer rüya gölgesinden
başka birşey midir ki tutulabilsin? O oğlunu bir kere da bizden imdat istiyordu. Tren âheste yürüdükçe onun
ha göğsünde sıktı, oradan bana döndü ve sizi, dedi, ema görmeyen gözü el'an bizi takip ediyor gibi geldi, dayana
net edecek taliğden başka kimsem yok... Son bir vedâ, madım, gözlerimi kapadım ve pek çok ağladım.
son bir nazar ve çıktı.... Bulgar ölüsü! diye âdeta sevinçli bir Ses gözümü aç
Kapıyı üstümüze çekince yalnız kaldık. Yalnız o evde tırdı. Baktım, işte şimendüfer hattının iki tarafında başla
değil, bütün dünyada kimsesiz idik. Acaba birbirimizi bir rı kesilerek gövdelerinin yanına konmuş iki insan leşi
daha görebilecek miydik?.. vardı. Karşıda da cezasını çektikleri cinayet: Devrilmiş bir
tren, yaralanmış vagonlarıyla kum üstüne uzanmıştı. Ve
Dışarıda harp şenliklerinin şamâtetli velvelesi sokak
biz yürüdükçe daha böyle neler neler görmedik!
ları çınlatıyordu. Ben içeride dalgın ve meyus dikilirken,
gözlerim orada pencerede duran saksılardaki çiçeklere Gecesini hâlî bir dağın eteğinde geçirdiğimiz bir sa
ilişti. Hafif rüzgârın vezâniyle mütemadiyen titreşiyorlar bahtı. Lokomotifimizi ekseriya olduğu gibi o gece de as
dı. Onları Fahir dikmişti. Yüreğim öyle bir sızladı ki. Oğ ker taşıyacak diye götürmüşlerdi. Acaba ne zaman hare
luma baktım! O da dudaklarını bükmüş, boynunu eğmiş ket edebiliriz diye düşünürken, lokomotifin bize doğru
duruyordu. Bütün kuvvetimle onu bağrıma bastım: "Yav geldiğini gördük. Trenin yılan vücudu bir kere sarsıldı;
Sayı 50 TÜRK YURDU 37
oradan titreyerek kıvrılarak uzun kuyruğunu mütemadi peye oturmuş dinleniyorlardı. Öteden gelen bir yığın as
yen bükerek.yürümeğe başladı. Sabahın beyaz süslerine kerler nazar-ı dikkatimizi celbetti.
bürünen kuru bayatsız kırlar, soğuk rüzgârın, iskelete Doktor ve muavini hemen ayağa kalktılar. Gelenler
benzeyen yapraksız ağaçların kuru hışıltıları altında, met yaklaşınca üç askerin kırmızılı bir yorgan içinde baygın
ruk ağlıyorlardı. Uzaktan gelen melûl bir boru sesi, hepi bir hasta taşıdıklarını gördük. O esnada nihayetsiz bir te
mizi pencereye koşturdu. essürle o zavallı askere acırken, birden o teessürüm çir
On dakika sonra bir asker ordugâhı saklandığı pusu kin bir hodbînîye tahavvül ederek yüreğimi parçaladı;
dan, birdenbire fark olunan azamet ve heybetiyle çıkarak - Sakın bu hasta Fahir olmasın? Müthiş bir korku ile
gözlerimizi sevindirdi, kalbimize kuvvet verdi. Artık mut muttasıl hastanın yüzünü görmeğe çalışıyorum. Ya o ise?
main göğsümüz, iftihar ve ümitle kabarıyordu. İnsarv; İşte sapsarı bir çehre fakat hutûtunu tefrik kabil olmuyor
birçok zaman görmediği bir sevdiğini bulunca nasıl ağlar kil... Acaba o mu? Arada bu hissimden mahcup kendi
sa, biz de öyle meserret yaşları döktük. kendimi tekdir ediyorum: Ben ne fenayım. Kavgada yal
Yüzlerce kahverengi ve beyaz çadırlar arasında yalnız nız benim Fahir'im mi var? Buradaki askerlerin hepsi de
hareketleriyle topraktan tefrik edilen askerlerin mütema âile sahibi, hepsi baba ve koca, hepsi ana yavrusu! Ah
di gidip gelişleri, at kişnemeleri, bütün bu hareketler, evet, sönen sayısız evler, o ağlayan, inleyen zavallı kadın
metruk gibi duran vatanımıza hayat veriyor ve bizi de or lar! fakat yine aynı hodbin hisle mücadeleye başlıyorum:
dumuzun kuvvetine dair büyük ve sarsılmaz bir ümit ve Zevcim ince uzun boyuyla azametli, güzel, esmer başıyla
emniyetle çırpındırıyordu. Hepimiz artık nikbîn olmuş gözümün önüne geliyor, sonra onu deminki hasta renk
tuk: Hayalimde bu büyük ordunun yıkıcı, ezici yürüyüşü te sapsarı yere uzanmış, göğsünden kanlar akarak, kanlı
nü, düşmana yıldırım gibi çarpışını görüyordum; o bu bir ovada, birkaç şehit arkadaşıyla yalnız, metrûk görüyo
naltıcı, öldürücü mahşerde, gürleyen top gürültüleri, hiç rum.
durmadan öten kurşun vızıltıları arasında yağmur gibi ya Başı üstünde bir karga sürüsü, döne döne bağırıyor..
ğan ateşli demirler, zehirli ateşler altında barut, duman Biraz sonra, soğuk rüzgârın tesiriyle, gözlerini açıyor, im
kokuları içinde askerlerimiz, ince nahif, fakat daima ön dat umarak, belki kurumuş boğazını biraz yumuşatmak
de koşan zabitlerin arkasında, alev püsküren birer arslan için su dilenerek, belki akan kanını durdurtmak için bir
gibi düşmana saldırıyorlar, onları iterek ezerek, kaçırta arkadaş arayarak ellerini uzatıyor... Şehitlerden gayri
rak, daima daha ileri, daima daha yukarı çıkıyorlardı. kimse yok., o orada yalnız, kimsesiz, metruk, ölecek öy
Ah, meğer en mukaddes ümidim, bir rüya olacak le mi?.. Korkunç hayalimden kurtulmak için gözlerimi fır
mış!... latacak kadar şiddetle açtım.
Artık hep ordugâhlar arasında geçiyorduk. Sazan on İşte bu unutulmaz acılarla tam altı gün kıvrandıktan
ları bizim lokomotifi bekleyen bir trene yerleşmiş bulur sonra nihayet İstanbul'a gelebildik.
duk. Şarkı söyleyerek, gülerek bizim takarrübümüzü se
Bursa, Nisan 1329
lamlardılar. Bazen çadırlarını yeni bir karargâha kurdukla
Müstensihi: Süyüm Bike
rını görürdük. Emir sadâları arasında onların o alışkın, be
cerikli mütemadi faaliyetlerine hayran hayran bakardım.
Bir gün durduğumuz bir istasyonun yanında hasta- Câhız'ın tercüme-i haline ve Risâletü fî Fezâili'l-Et-
haneye tahvil edilmiş bir ufak kule gördük. Hastaların bi râk'e dair muhtasar malumat.
raz iyileşmişleri, başları veyahut kolları bembeyaz bezler Lâkabıyla teşehhüt etmiş olan edip ve mütekellim
le sarılı camın arkasından bakıyorlardı. Beyaz önlüklü bir nâmdâr Câhız'ın ismi, Ebû Osman Amr b. Bahr b. Mah-
doktorla bir hasta bakıcısı kapının önündeki tahta kane bub el-Kenanî el-Basrî'dir. Nisbetinden anlaşıldığı vech
38 TÜRK YURDU S a y ı 50
Üzere Basra’lı olup yine orada 255 tarih-i hicrisinde vefat olduğunu da Ebu'l-Fidâ yazıyor. Pek çok ve mütenevvi
eylemiştir. âsârı olup Kitabu'l-Buhlâ'sı sonuna bir fihristü'l-esmâ
Son hastalığı esnasında bir zâirine 96 senelik bir ma- ilâvesiyle Flemenk'de basılmıştır. El-Beyan ve't-Tebyîn ve
raz-ı pirinin bargirânını çekmek vücudundaki bütün has El-Mehâsin ve'l-Ezdâd ve Kitâbü'l-Hayvân'ı olup bu son
talıklardan daha güç geldiğini söylemiş olmasına nazaran daki iki kitabı dahi Mısır'da basılmıştır. Keşfu'z-Zünûn sa
Mehdi halifenin ilk sene-i cülûsunda yani 159. H. de dün hibi bir de divânı olduğunu yazıyor.
Hulefâ-yı Abbasiyenin İkincisinden itibaren on üçün "Risale fi'l-Eezâili'l-Etrâk"in mukaddimesinde Câhız kadî-
cü halife olan Mutez Billah zamanına kadar muammer ol men mer'î olan usûl-i te'lîfce hitâbâtını Mütevekkil'in
muş ve Mutez'in sene-i şehadetinde irtihal eylemiş olan ikinci ve son veziri olan Eeth b. Hakan'alÜ tevcih ederek
sarayda ordu kumandanlarından birinin muhtelif ordular
Câhız bu hulefânın ekserisine tekarrub ile mazhar-ı iltifat
olmuştur. Hüsn-i beyan, talâkat-ı lisan, vüs'at ve tenev- arasında icra ettiği mukayese ve müfahere arasında Türk
vu-ı ihâtaya mâlik, edip, nadire perver, maa-hâzâ hezele- ordusunu zikretmemesi üzerine yazmış olduğunu söyle
mektedir. Esasen Mutasım zamanında yazmış olduğu bu
gû bir zat idi.
risaleyi izahât vermediği bir sebepten dolayı Câhız, Müte
Mütevekkil üdebâ-yı vüzerâdan pederi Mu'tasım ve
vekkil zamanına kadar tehir etmiş olması hasebiyle Eeth
biraderi Vâsık zamanlarında kemal-i ru'yet ve iktidar ile
b. Hakan'ın şahsına bir cihet-i taalluku yoktur.
icra-yı vezâret etmiş olan İbnü'z-Ziyad'ı katlettiği vakit
aralarındaki karâbet-i edebiyeden dolayı Câhız'ı dahi zin- Türklerin zimâm-ı idareyi ele almaları Bağdad'ta Mu-
cirbend olarak hapsetmiş ise de bilâhare sebil-i tahliye tasım zamanında başlamış ve hatta Kitâbü'l-Eahrî sahibi
(Ü "Kalâidü'l-Ukyân sahibi el-Feth b. Hakan, İşbiliyeli olup 535 H. Merakeş'te vefat eylemiştir. Burada zikri geçen Feth b. Hakan, Kalâidü’'
Alcyân müellifinden iki asır kadar evvel yaşamış olan bir vezirdir.
Sayı 50 TÜRK YURDU 39
mertebesinde diğer kavmin hicvine dair olmasını değil da-yı Belhî ve Yahya b. Muaz ve saire gibi en nâmdâr ku
belki hakikate tercüman ve adi ve hakkaniyete mir'ât-ı mandanlar ile dârü'l-hilâfette otururken, Memun'un ma-
beyan olmasını istedim. Herhangi bir kitap böyle olmaz beyncisi içeriden çıkıp halifenin "kendi intihab ettiği yüz
sa ne kadar da ustalıklı yazılmış olsa çirkin ve sevimsiz ve tane seçme askeriyle karşısına yüz Türk mü veya yüz Ha
esası çürük olur. ricî mi çıktığını istediğini gerek teker teker, müctemian
her kumandana sorduğunu ve herkesin vereceği cevabı
Övenin övülen için en menfaatli ve bâkî ve en güzel
edillesiyle irâd ve ispat eylemesini" irade ettiğini tebliğ
övgüsü, övgünün doğruluğu ve memduhun zahir hâline
eyledi.
mutabık ve onun şanına lâyık bulunanıdır ki mâdih ve vâ-
sıfın uzun uzadıya tavsifâtına hacet kalmaksızın yalnız bir Hamid'den başka cümlesi derhal yüz Haricîden ziya
tenbih ve işaretle matlûb hâsıl olur. de yüz Türk’ün karşılarına çıkmasını istediklerini söyledi
ler. Bu hususu ispat zımnında delillerini irad eylediler.
Ve ben diyorum ki Türklük menâkıbını zikir ve tadad
Hamid ise susuyor, hiçbir şey söylemiyordu. Hepsi söyle
sair askerlerin ayıplarını irad ile mümkün olacak ise cüm
yeceklerini söyledikten sonra mabeynci Hamid'in de di
lesini terk daha doğru ve bu kitaptan sarfınazar etmek
ğerleri gibi bir şey söyleyip ispat eylemesini kendisine
daha iyidir.
teklif etmesi üzerine, Hamid söze başlayıp şöyle söyledi:
Bu esnafın çoğunun ezkâr-ı cemilesini irad bazıları
"-Ben bilâkis yüz Türk ile değil yüz Haricî ile karşı
nın kabhayıhım tadâd ile kaim ise tadâd-ı kabâyih günah
laşmayı isterim. Çünkü Türklerin sair askerlere tefevvuk
ve vacib-i terk babında ve çoğunun ezkâr-ı cemilesini
ve tekaddümünü temin eden hisâl ve esbâbı Haricîlerde
irad ise - velev çokluk bu tarafta olsa d ah i- nafile ve ta-
gayr-i tam, nâkıs, Türklerde ise mükemmel ve tam bul
tavvu babında bulunmakla az farizayı ifâ -tadâd-ı kabâyı-
dum. Türk’ün Haricîye derece-i tekaddümü Haricînin sa
hı te rk - bizim için çok tatavvuu icradan evlâ ve ahrâdır...
ir askerlere tekaddümü derecesindedir.
Herkesin noksanı ve bir miktar fenalığı vardır. Bir ada
mın diğer adamdan iyi olması iyilikleri o adamdan çok ve Bunu şu yolda izah ve tafsil ederim: Türkler, Haricî
kötülükleri az demektir. Yoksa cemî mahâsin ile tahalli lerden birçok noktalarda temeyyüz eylemişlerdir ki Hari
ve cümle müsaviden tahalli insanlar için mümkün değil cîlerin o hususâtta ne bir davaya hakları vardır ne de da
dir. va etmişlerdir. Bu nukat ve hususâtın ehemmiyet ve
menfaati Haricîlerin kendilerine iştirak ettikleri bazı hu-
Her ne kadar bu, ilm-i ahlâkda herkes tarafından bir
susâtın ehemmiyet ve menfaatinden büyük ve çoktur.
düstûr-ı esâsı olarak kabul olunmuş ise de biz asla şek ve
şüphe eylemeyiz ki hiçbir sahib-i ahlâkın vâsıl olamayaca Haricîlerin hisal-i askeriyeleri şunlardır:
ğı bir derece-i refîada mevzu-ı hilmde hilmve afv mahal 1. Ekser defada kendilerine iş kazandıran ilk hamle
linde afc ve tegâfül yerinde tegâfül gibi secâyâ-yı âliye ve deki şiddet-i savlet ve hücumlarıdır.
hasâil bir güzide ile mevsuf ve mağruf olmayaydı, İmam-ı
2. Seyr-i seri ile geceleri uzun mesafeler katederek
Ekber ve Reis-i Azam Hazretlerini Cenab-ı Hak a'rak-ı ke
şebhûn ve sabah baskınları yaparak düşmanın adam akıl
rîme ve ahlâk-ı refîaları ve tamam-ı ilm ve hilm ve kemal-i
lı hakkından gelmeleridir ki bu maksadın husûlü için kat
azm ve hazm ile beraber temkin ve kudret ve fazilet ve ri
ettikleri mesafeyi kendilerinin süratiyle hiçbir askerin kat
yaset ve hüsn-i maûnet ve tevfîk ve te‘yîd ve ismet ihsa-
edemiyeceğini zannederler;
niyle libas-ı hilâfetle mübeccel ve behâ-yı imâmet ve
a‘zam -1 nimet ve efdal-i keramet ile müzeyyen ve ona ita 3. Kendilerinin inde'n-nâs "isterse yetişir, istenilirse
ati kendisine itaat ve bilâkis masiyeti kendisine masiyet fevt edilir" sûretiyle bilinmeleridir.
addeylemez idi. İşte şimdi söz bize gelmekle Türklere 4. Yol azığı ve pılı pırtıya ihtiyacı az olup bulursa ata
dair diyeceğimizi diyeceğiz. bulmazsa katıra biner, lüzum hâsıl olursa gecelediği yer
Muhammed b. el-Cehm ve Sümâme b. el-Eşras ve den kalkıp diğer bir mahalde sabahlar ve harbe çıktığı va
Kasım b. Seyyâr cümleten rivayet eylediler ki Hamid b. kit arkasında ne mal ve ne bağ ve bahçe ve ne köşk ve ne
Abdülhamid Ahşid es-Safedi ve Ebû Şücâ b. Neccâr Hu çiftlik ne tarla ve ne de güzel güzel cariyeler bırakmaz:
40 TÜRK YURDU S a y ı 50
Çünkü bunlara mâlik değildirler ve yanlarında ne mal ve düşmandan korku ve hayata rağbetten dolayı azimeti
rıe de sırtiarında soymaya değer bir libas olmadığından münkesir olmamak ve kendi kendine hayatından kat-ı
hiçbir asker kendileriyle çarpışmayı istemez ve kuş gibi ümid ettirmek için hayvanını böyle alıştırmıştır. Ve Türk
azık saklamaz ve yarını düşünmez ve her yerin suyu ve altında hayvanının bu sûretle alıştırılmış, yani bir defa
buğdayı kendisine kâfi gelir, Ve bunu da bulamazsa, kuş düşman safına hücum etti mi ancak düşman içine varıp
kanatlarıyla uzakları yakın ve sarp yerleri düz kıldığı gibi işini gördükten sonra döneceğini bildiği için hücum ede
Haricî dahi her zaman ziyafete konar ve boğazı çıkacak ceği yerde de muvaffak olabileceğini bekler ve muvaffak
yer bulur. Eğer bil-farz karnını doyuracak yer bulamazsa da olur.
atları ve katırları ile aleddevam sürat-i seyirleri ve ağırlık
Türk daima şiddetli bir muharebe esnasında âr-ı fira
ları olmaması sayesinde ekvât ve erzâk-ı lâzimeyi maa
rı tamamiyle aklından çıkarmış ya muzafferiyet ya ölüm
fazlatin bulmağa muktedir olur olmalarıdır.
diyen ve elinden gelen hiçbir şeyi geri bırakmayan bir
5. Haricîler gibi az yük ve kıt azık ile kesret-i tenek- adam gibidir. Haricî hücumlarında kargılamasına güve
kule mütehammil ve muktedir olmak üzere padişahların nir. Türk kargılamakta da Haricîden aşağı kalmaz. Eğer
onlar ile beraber göndermiş oldukları herhangi askerin Türklerden bin atlı bir atımda atış ederek diğer bin atlı
onlar gibi mütehammil olmalarıdır, Haricîye hücum etseler, bi-eyyi hâl Haricîleri mağlûp ve
yerini tutmaz. Meselâ Haricîler üzerine gönderilen asker Bu hususta Türkler ile mukayeseye değer diğer bir
ne kadar çok olsa kendilerini ele geçirmek mümkün de ordu yoktur. Haricî ve Arab’ın at sırtında iken ok atmala
ğildir. Fakat Haricî düşmana takarrub ile şebhûn yapmak rı ise şâyân-ı zikir değildir. Türk ise at üzerinde iken hay-
ve alelgafle basmak isterse, nasıl olsa ellerinden kurtula vanât-ı vahşîyeyi kuşları avlar. Ve havaya atılır gibi atılan
cağına emin olduğu için takarrub eder ve yapacağını ya ok nişangâhlarını ve dilediği kişileri ve saklanmış olan av
par. Sonra da ufak bir fırsattan bil-istifade bir aralık bulur hayvanlarını ve yere dikilmiş nişanları ve uçan yırtıcı kuş
kaçar ve isterse askeri aralar ve yarar ve böylelikle firar ları, hayvanını doludizgin sağa sola ve yukarıya, aşağıya
eder. İşte kumandanların. Haricîleri karşılarında bulma sevk ederken, urur. Haricî hedefe gözünü uydurup bir
mak istedikleri esbâb budur. ok atıncaya kadar Türk on ok atar. Gerek bir vadinin içi
Burada Kasım b. Seyyâr, bir tane daha kaldı: "Gözle ne inerken ve gerek düz yerin aşağısına atarken, yani arı
ri yıldıran ve gönüllere korku salan askerin ve sair harp zalı yerlerde Türk hayvanını Haricînin dümdüz yerlerde
ve darp adamlarının Haricîler hakkında bir darbımeseli sürebilmesinden ziyade sürer, Türk’ün iki önünde ve iki
hazer eden bahîl kimseler konuğun yüzünü gördüğü za Tercüme eden:
man Ezrakî'yi (Haricîlerin reisi Nâfi b. Ezrak'a mensup Bayezid dersiâmlarından §erefüddin
adamı yani Haricî'yi) görmüş gibi olurlar" diyerek Ha-
mid'in kavline bir zeyl ilâve eyledi. Hamid sözüne yine
devam edip dedi ki:
SEYAHAT
"Şiddet-i savlet ve hücuma gelelim: Türk bu hususta
İZMİR SEYAHATİ
daha iyi ve daha elverişli ve varışlıdır. Çünkü Türk şid-
2
det-i savleti metîn ve azmi mekîn olduğu gibi, aklı başka
bir tarafa gitmemek ve hatırı inkısama uğramamak için (Başı ikinci yılın yirmibirinci sayısında)
bir iki defa çevirmedikçe atını bir defa çevirse bile çevril- İzmir'e vardığımız günden başka daha beş gün otur
memeğe ve bilâkis dolu dizgin gitmeğe alıştırmıştır. Me duk. Gündüzlü ve geceli hayatımız bir proğrama bağlan
ğer ki bir kaç defa çevirsin.. Yoksa atı hiç teneğini bozma mış olduğu için gördüğümüz şeyler, tabiî bize gösterilen
yarak düşman üzerine doğru alabildiğine gider. Türk, lerden ibaretti. Biz İzmir'in İçtimaî ve İktisadî hayatını ta-
Sayı 50 TÜRK YURDU 41
mamiyle tedkik edemezdik. Bu altı gün içinde yapılacak mam eden coşkun hisleriyle bu vazifeyi hakkıyla ifâ etti.
bir iş değildi. Bununla beraber görebildiğimiz kadar anla Sonra Hamdullah Subhi Bey, Aka Gündüz mütehassıs-
mağa da çalıştık; Ve bu kısa tedkikten pek memnun ve ruhlarının şükran şiirlerini tertil ettiler. İçtimaa riyâset
müstefid olarak çıktık. eden Ferik İsmail Fazıl Paşa'da babalık endişeleriyle çar
pan kalbinin tesirlerine tercüman oldu ve mektebin nok
İndiğimiz yer bizim İzmir'in büsbütün Türk olan mu
sanlarına medar olacak bir iânede bulundu. Hepimiz bu
hiti ile temasımıza müsait değildi. Bundan müteessir
insaniyet eserine iştirak ettik.. Ve pek memnun ayrıldık.
idik.
Sanayi Mektebinde bize intizar olunuyordu.. Akşam
İttihad ve Terakki Mektebi'ni gördükten sonra, Kız
yaklaşmış olduğu hâlde, daha evvel gezmiş olduğumuz
İttihad ve Terakki Mektebi'ni de ziyaret lâzım geliyordu.
sanayi mektebinin muzıkasını dinlemek istiyorduk. Muzı-
Gerek fertler, gerekse cemiyetler tarafından idare
ka muallimi İsmail Beyin üstadlığını bir gün evvel İttihad
olunan hususi mekteplerin hükümet mekteplerinden
ve Terakki Mektebinde takdir etmiştik.
çok daha parlak hizmetler ettiğini Rumeli’nin birçok yer
Sanayi Mektebinin ortasındaki avluda hazırlanan kol
lerinde görmüş, anlamış idim. Hatta geçen sene Kon
tuklara yerleştik.. Burada yetim yavruların çalmağa başla
ya'ya gittiğim vakit işin Anadolu’da da böyle olduğuna ka
dığı ruhu okşayan parçaları dinlemeğe koyulduk. İsmail
naat gelmeğe başladı. Artık İzmir'de bu kanaat büsbütün
Bey kendi bestelediği bir iki parçayı, sonra Karmen ope
yerleşti. Hakikat İzmir İttihad ve Terakki mektepleri, de
rasını çaldırdı. Bize'nin bu lâ yemût eserini, bu Türk yav
recelerindeki başka mekteplerin çok daha yukarısında
ruları büyük bir muvaffakiyetle çaldılar. Takdirlerimizi
idi.
ifade edebilecek söz bulamıyor, bütün kuvvetimizle al
İttihad ve Terakki Kız mektebi yalılar cihetinde, yük
kışlıyorduk.
sek bir yerde idi. Mektebin deniz cihetinde, inşası henüz
İzmir Sanayi Mektebi gördüklerim içerisinde şüphe
bitmemiş büyük bir sundurma vardı. Burasını pek güzel
siz birinciliği ihraz ediyordu. Bizi en ziyade mütehassis
süslemişler, tam karşıya zarif bir sahne yerleştirmişlerdi.
eden cihet, bütün mekteplerin yeni terbiyelerinde Türk
Burada da iki gün evvel yapılan mükâfaat tevzii resmi tek
milliyetçiliğine verilen mevki idi. Bütün İzmir mekteple
rar ediliyordu. Proğram pek dolgun idi. Vaktimiz müsait
rinde millî bir ruh uyandırılmasına büyük bir ehemmiyet
olmamakla beraber, mektebin çalışkan hocalarını, küçük
verilmiş, bu hususta çalışılmakta bulunmuş olduğunu
hanımlarını müteessir etmemek için nihayetine kadar
görüyorduk.
beklemeğe razı olduk.
İzmir'de başka bir mektebi, Ravza-i İrfan'ı da gezdik.
Selânik'in hususî mekteplerini gördükten, İstan
Bu mektep İstanbullu Zîşân Hanım isminde genç bir mu-
bul'da böylelerine tesadüf edemedikten sonra - n e kadar
allimenin sırf şahsi bir teşebbüsü olarak açılmış idi. Şehir
olsa Anadolu geri kalmıştır- itikadı İzmir'de marifet yo
dahilinde büyük bir binaya yerleşen bu mektepte de bizi
lunda terakki adımları atılmış olacağına beni inandıramı-
müftehir hayretlere düşüren muvaffakiyet sahnelerine
yordu. Fakat bu mektepte geçirdiğim iki üç saatlik za
tesadüf ettik.
man, benim bütün şüphelerimi izale etmiş, yerine niha
yetsiz bir ümit daha koymuştu. Hepsi aynı biçimde libaslar giymiş küçük hanımlar,
bizi karşılayarak yukarıya çıkardılar. Sonra yine Türk yazı
İzmir'in küçük hanım kızları hakikaten çok zeki ve
cılarından, şairlerinden bir kaçının son eserlerinden oku
kabiliyetli idiler. İzmir'e has olan o tatlı şive ile bize ne
dular. Mektebin musiki muallimi Sahibzâde Mehmed
güzel şeyler okudular, ne güzel şeyler terennüm ettiler.
Şevket Efendi ismindeki hürmetli ihtiyar bize bazı parça
Sevincimizden, iftiharımızdan göğüslerimiz kabardı ve
lar teganni ettirdi. Abânî sarığı, kısa cübbesi, beyaz saka
ağladık.
lıyla Mahmud Şevket Efendi'den musiki nazariyâtmda
Şimdi bize böyle gurur ve ümit saatleri yaşatan mü
böyle büyük bir ehliyet beklemediğimizi itiraf ederim; fa
dire, muallimelere teşekkür etmek, onları yorulmak bil
kat şükranla söylerim ki bu zat bizi mahcub etti: Paris
meyen sa'ylerinde teşvik eylemek vazifesi kalmıştı. Bura
Konservatuvarında tahsil etmiş! İşte İzmir bize böyle
da fazıl reisimiz Ahmed Ağayef Bey, geniş irfanına inzi
42 TÜRK YURDU S a y ı 50
birçok gizli hazineler gösterdi. Ben İstanbul'dan İzmir'e sedilmiyor ki çektiğimiz felâketlerin en aşikâr, en kati se
değil, bir köyden bir kasabaya gelmiş olduğumuzu söyle bebi biz kadınların, bir milleti doğuran, büyüten, terbiye
mekte kendimi haklı görüyordum; İstanbul'da şahsî te eden biz validelerin cahil kalmasıdır."
şebbüsle açılmış böyle bir mektebimiz, böyle mektepler
Daha sonra vatana dönüyor, onun kırık gönlüne hi
de tedris edecek iktidarlı, fakat mahviyetli musikişinasla
tap ediyor: "Ey, yaralı arslanlar gibi daima inleyen, kükre
rımız bulunduğunu işitmemiş, görmemiş idim.
yen vatan!.. Ey, daima vücudundan bir parça koparıldık
Zîşân Hanım İstanbul'un ye'tiştirip te kıymetini bilmi- ça ağlayan, evlâtlarından medet uman vatan!.. Sen bîkes-
yerek kendinde tutamadığı, hep böyle taşraya gönderdi sin.. Sen yetimsin.. Senin gözyaşlarını silecek hakikî, öz^
ği sa'y ve liyakat hâzinelerinden biri idi. İstanbul'da beğe valideler yoktur.. İlimden, fenden behresi olmayan ka
nilmeyen İstanbullular, taşralarda ne büyük işler görü dınlar, analar sana nasıl hizmet edebilirler?"
yorlar. Ben yalnız böyle irfan sahasında değil, hürriyet ve
Ah ne kadar doğru, ne kadar doğru! Cehlin kucağın
harp sahasında da ne İstanbullu kahramanlar biliyorum.
da yetişen bir millet, cahillikten nasıl kurtulur ve insanlar
Zîşân Hanımın bize söylediği nutuktan bazı parçaları arasında yaşamak hakkını nasıl kazanır?
şuraya nakletmek zevkinden kendimi alamıyorum. İstan
"Vatanın faideli bir uzvu olmayan kadınlar, bu mül
bullu bir Türk kızının, Türk muharrirlerine hitap edilmiş
kün harabîsine hizmet eden eller demektir." Bunu hisse
olan bu sözlerinde nasıl temiz ve afif bir Türk ruhunun
den kadınlar, işte Zîşân hanım gibi, her türlü güçlüklere,
bulunduğunu görünüz:
tecavüzlere, dedikodulara rağmen böyle kahramanca or
"Birçok zaman bizlere Türklüğün ulviyetini, necâbe- taya, sa'y ve irfan sahasına atılırlar.
tini, tarihî asaletlerini minber-i matbuhattan metîn bir
Bakınız Zîşân Hanım daha ne diyor:
muhâkeme, nezih bir lisan ile hitap ettikten sonra, bun
"Ey kadınlık! Senin kadrin bilinmedikçe, sen nur-ı ir
ların aks-i sadâsını dinlemek, ruhumuzda hâsıl ettiği his-
fanınla semalara, arş-ı insâniyete doğru ve yükselmedik
siyâtın galeyanım anlamak için bize yakından temas et
çe, sen muazzez cennet topraklarından yaratılmış bu mu
mek istediniz, birçok zahmetleri ihtiyar ederek İzmir'imi
kaddes vatana bir nur-ı hidayet gibi nazil olmadıkça, Türk
zi teşrif buyurdunuz. Ve biz zavallı Türk kadınlarının bu
muhitteki hâlini, mevkiini anlamak için mektebimizi de kavm-i necibini bir mülkü's-sıyâne gibi hıfzetmedikçe.,
vatana ait bütün düşünceler, ümitler birer seraptır.!"
görmek istediniz."
İşte Zîşân Hanım bize böyle söyledi.. Türk muharrir
Zîşân Hanım İzmir gibi İktisadî hayatı kıymetli zengin
lerini medihlere garketti; fakat aynı zamanda onlara nasi
bir şehirde bize fakr-ı maarifi hatırlattı: "İkinci Pâyitaht
hatler de verdi; yollar gösterdi.
denilmeğe sezâ olan İzmir'de maarifin bu derece teden
nisine teessüf, teessür etmiyecek hiçbir mütehassis Türk Zîşân Hanıma çok müteşekkir kaldık.. Bize Türk ka
kalbi yoktur! İzmir'in seiTetiyle maarifini, mekteplerini dınları içindeki büyük kahramanlardan birini temsil etti.
mukayese eden hamiyyetli bir mütefekkir, kalbi yanar Bizim nazarımızda büyüdü, yükseldi ve biz küçüldük, kü
ken gözyaşlarını zapta muktedir olamaz." dedi ve sonra çüldük...
derin bir feıyatla haykırdı: "Memâlik-i Osmaniyenin her İzmir'de askerî hastahanesini de ziyaret ettik. Garp
noktasında himayeden mahrum olan biz zavallı kadınla ordusundan yaralı olarak buraya nakledilmiş olan bir
rın maarifsizliği hele İzmir'de daha ziyade nazarlara çar hayli zavallı gaziler vardı. Bu biçareler ne büyük felâket
par. Hamisiz, muinsiz, biçare kadınlardan beklenecek ler, mahrumiyetler geçirmişlerdi. Kaç defa açlıktan, su
âsâr-ı terakki ne olabilir.? suzluktan ölecek bir hâlde, dağ başlarında, dere içlerin
"Yüreğim yanarak size arz ediyorum ki bu milletin de inlerken vicdansız ve hain ellerden kurtuldular. Altık
umûmî cehlinden en ziyade hissedar olan, bu mühlik bunları ziyaret etmek, hatırlarını sormak, yüreklerine su
derdin pençesinde en ziyade ağlayan, inleyen biz, evet, serpmek biz Türkçüler için büyük ve mukaddes bir vazi
biz masum, bîkes kadınlarız... bize bakan, bizim feryadla- fe idi.
rımızı, enînlerimizi dinleyen yoktur... Ala! bilinmiyor, his
Sayı 50 TÜRK YURDU 43
Hastahane hey'eti bizi pek mültefitâne karşıladı; ser- râdan iktibas ediyorum: "Şaire, dinin nedir? diye sormuş
tabip beyin odasında biraz oturduk; sonra koğuşları gez lar, o da "Dinim Türk muhabbetidir ve ondan sonra di
dik. Garizi sefaletler içinde çırpınan bu zavallı yaralılar, nim din-i İslâmiyettir" demiş.
ne kadar halsiz ve kansız idiler. Yüreklerimiz sızlaya sızla- Şair-i muhteremin kalbinde, asalet-i unsuriyemin
ya kendilerini selâmladık; güleryüzle teselli vermeye ça tevlid ettiği azamet ve ihtişamı çeşm-i mhumla mütalâa
lıştık. ediyorum. Onda o kadar büyüklük görüyorum ki semâ-
Burada şu oldukça rahat köşeyi bulup, bu temizce vât ve arzın vüs'at-i lâ yetenâhisi onun karşısında pek kü
yataklarda yatıncaya kadar ne mahmmiyetler, ne azaplar çük kalıyor.
çekmişlerdi. Hepsinin yüzünde kendilerini birkaç defa Yukarıya dercettiğim beytin manasını daha iyi.anla
ziyaret ettiğine şüphe olmayan ölümün korkunç izi hâlâ^ mak için bu beyti dahi dercediyorum:
beliriyordu. Bu ana baba kuzuları bir kurşunla, bir şarap
"Bî entüm yâ leyvesü't-Türk min fietin
nel parçasıyla şehit olmayı cana minnet bilerek yerlerin
Tehemmâ hamâhâ mahûtan bi's-serrâhîn"
den, ’jmrtlarından ayrılmışlar, sancağın allı aklı gölgesi al
tına koşmuşlardı. Bunların içinde tek birer düşman öl Muazzam milletime karşı bu derece tâzimkâr bir va
dürmeye değil, ihtimal tek bir kurşun atmağa bile muvaf ziyet alan şair-i muhtereme Türk Yurdu sahâif-i kıymet-
fak olamadan ya düşmanların, ya vatan hainlerinin sefil darı üzerinde bir teşekkür takdim etmeyi milliyetperver
kurşunlarıyla yaralanmış kim bilir kaç biçare vardı. liğim nâmına bir vecibe addederim.
Hastahaneden hayli müteessir, bununla beraber va Vakit muharrirlerinden Abdurrahman Efendi Fah-
tanî bir vazife ifa etmiş olmakla müteselli olarak çıktık. reddinof, Avrupa'da uzunca bir seyahat icra iderek,
İzmir'de verdiğimiz konferanslarla, bize çekilen ziya memlemetine dönmüş, o seyahatte gördüklerinden ba
fetlerden daha sonra bahsederim. zılarını gazetesinde hikâye ediyor. Avrupa'daki Türk tale
besinin hayatlarına, çalışmalarına dair şimalli refikimizin
Kâzım Nâmi
yazdıklarını okumak, bizim için de faideden hâli olmaz
sanıyoruz: "Türkiye'de meşrutiyet ilân edilip ıslâhat lâyi
haları tanzime başlanılır başlanılmaz bü)âik bir maniaya
fVlEKTUPLAR çatılmış: Islahatı icra edebilecek adamlar yok. Meselâ Av
UE CEUAPLARfMIZ rupa usûlünde âdil mahkemeler ihdas edilecek, ama hâ
kimliğe yararlı adamlar bulunmuyor. Mekteb-i hukuk bi
Türk Yurdu Müdüriyetine
tirenler yazmakla sayılacak kadar azve mevcutların da il
"Tesâulu'n-nâs an dînîfekıdtu lehum mi kâfi değil. Medrese mahsulâtı kadı efendiler ise, baş
Dini hevâküm ve dinî ba'dehû dini" ka hukuktan sarfınazar, şeriatten de bî haberler. Üstesine
Sernâme ittihaz ettiğim bu beyt-i Arabîyi Mısırlıların rüşvet almaya pek alışkınlar. Binaenaleyh memleket için
en genç, en bülend şair-i necibi Haşan el-Gayatî'nin ahi pek mühim bu tasavvur kuvvede kalmaya mahkûm ol
ren "Eş-Şa'b" sahifelerinde neşrettiği bir manzûme-i gar- muş.
44 TÜRK YURDU S a y ı 50
Millî filo ihdas etmek istenilmiş, Türklerden ne mü Türk talebe bu hâle artık dayanamaz olmuşlar ve vatanla
hendis, ne makinist, ne de iyi bir kaptan bulunulamamış. rında uyanmış Türklük hareketinin memleket ve millet
Mektep açacaklar muallim yok. Elhâsıl her işin önüne saadeti için yegâne doğru ve iyi yol olduğunu anlayarak,
adamsızlık mâni gelmiş dikilmiş. Türkçülük mesleğine hizmete koyulmuşlar ve bulunduk
Adam yetiştirmek için evvelâ Türkiye'de mektepler ları Avrupa şehirlerinde Türk Yurdları açmışlar. Şimdi va
yapmak tasavvurunda bulunulmuş, lâkin buna da imkân tanlarından Avrupa memleketlerine Türk çocuklarını,
görülmemiş. İstanbul Hukuk Mektebinde profesörlük et Türk gençlerini getirtip okutmak ve her tarafta Türk'ün
miş bir Türk bana Paris'te şöyle söyledi: "Ben İstanbul'da ismini yükseltmek için uğraşıp duruyorlar.
hukuka ait dersler verirdim. Şimdi burada kendim ders Avrupada Türk talebesi artıyor, fakat henüz kâfi mik
dinliyorum. Ve buraya geldikten sonra anladım ki vallahi tarda değiller. 35 Türk talebesi olan Cenevre dârülfünû-
hukuktan hiç haberim yokmuş, Alelâde bir Fransız hu nu'nda, 80 Bulgar, 600 Sırp ve 700 kadar Rusyalı var; 60
kuk telebesinden daha aşağı imişim. Biz Türk profesörle Türklü Berlin Dârülfünûnunda 300’den fazla Balkanlı İs
ri hepimiz böyleyiz.!" Adamakıllı profesörler yetiştirmek lav talebe okuyor.
on, yirmi sene sürecek bir iştir. O zamana kadar Türkiye
Çalışmak nokta-yı nazarından Türk talebeleri ikiye
mekteplerini Türkiye için elzem ehl-i ilîm yetiştirebilecek
ayrılıyorlar: Kendi hesaplarına okuyanlardan zengin ço
dereceye terfi etmek imkân haricindedir.
cuğu olmayanlar çalışıyorlar. Hazine hesabına okuyanlar
"İşte bu sebeplerden dolayı Türkiye Hükümeti ça dan da çalışanlar, büsbütün yok değil.. Kalanlar çalışmı
buk adam yetiştirmek kastıyla memâlik-i ecnebîyeye tale yorlar, tembellik ediyorlar. Türk talebenin iyi okumaları
be göndermek lüzumuna kâil olmuş ve hazine hesabına na sebep olarak diyorlar ki bunların çoğu zengin ve me
Avrupa dârülfünûnlarına, âlî mekteplerine bir kaç yüz ta mur çocuklarıdır, zû naîm içinde şımarık büyümüşler..
lebe göndermiştir. Bunun birinci kafileleri mekteplerini Bunlar hükümetin maaşını da iyi hazırlanmış olmaktan
ikmal ile imtihan vererek Türkiye'ye dönüp bilfiil hizmet ziyade iltimas ile ele geçirmişlerdir.. Türk mekteplerin
etmeye başlamışlardır. deki sıkı idareden ve kapalı terbiyeden sonra Avrupa'da
"Sultan Abdülhamid Han-ı Sânî zamanında, Avrupa- ki serbestlik, bu şark gençlerinin hayal ve kanlarını kay
da Türk talebesi yok denecek derecede azdı. Şimdi Avru natıyor, sefahate atılıyorlar, hükümetin bunlara verdiği
pa dârülfünûnlarında Türk talebesi artıyor. İlme susaya maaş ayına 300 Frank yani 1425 kuruş pek fazladır. Rus
rak yahut sadece modaya kapılarak kendi paralarıyla gi yalI talebe bunun yarısından az para ile geçiniyorlar. Bu
dip okuyanlar da görülüyor. Meselâ İsviçre'nin Cenevre cihetle Türk talebenin birkısmı derslerini unutarak Paris
Dârülfünûnunda üç yıl akdem ancak altı Türk talebe var hayatına dalıyor..
ken, geçen sene on dörde, bu sene otuz beşe baliğ ol Mezkûr mahzurlardan kurtulmak için, Paris'te yaşa
muşlardır. yan sabık mebuslardan Yusuf Kemal Bey, bana âtîdeki ça
Lozan'da 35, Nöşatel'de 6, Paris'te 45, Liege'de 9, releri gösterdi: "Bu günkü İstanbul Dârülfunûnu hiçbir
Berlin'de 60 kadar Türk talebesi okuyorlar. Başka şehir şeye yaramadığı için onu kapatmalı, Avrupadan profesör
dârülfünûnlarındakilerle beraber bu gün Avrupa'da Türk ler getirip gençlerimizi onlardan talim ve terbiye ettirme
talebesinin mecmuu 400 e kadar çıkıyormuş. li. Ben burada da Japonya sefaretine de danıştım. Onlar
bu yolu takip etmişler; bize de onu tavsiye ediyorlar."
İlk senelerde Avaipa'da okuyan Türkiyeli gençlerin
hepsi bir araya toplanıp Osmanlı unvanı altında kulüpler Avrupadaki Türk talebesinin nezâretine memur bir
cemiyetler teşkil etmişler. Bu cemiyetlere Türk, Arap, Ar zatın ağzından çıkan bu sözler; Türkler için adam yetiştir
navut, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi falân hepsi giriyor mek meselesinin ne kadar çetin bir mesele olduğunu
muş. Fakat dârülfünûnlarla Türkiyeli Ermeni ve Rum ta göstermeye kâfidir, sanırım. Ben Yusuf Kemal Bey gibi
lebe, asıl Türklerden fazla olduğu için hey'et ve cemiyet düşünmüyorum. Zannediyorum ki Türkler için bugün
ler onların elinde, nüfuzu altında bulunuyormuş. Türkler adam yetiştirmenin yegâne yolu, ne olursa olsun Avrupa-
ehemmiyetsiz ve itibarsız bir hâlde kalmışlar. Gitgide ya talebe göndermekten ibaretttir. Gidenlerin yüzde yet
mişi kaybolsa bile otuzu kalır.
Sayı 50 TÜRK YURDU 45
Yukarıda söylemiştim: Türk gençlerinin çoğu şimdi İsviçre'nin âlî mekteplerinde talebelik edeceklerdir. Mu-
millîleşmişler, yurtculuğa koyulmuşlar. Bu iyi bir istik mâileyhime, yalnız bir defaya mahsus olmak üzere 500
bâle beşarettir. Yurtçular memur olup maaş almaktan, Frank harcırah ile tahsilleri müddetince verilmek üzere
Beyoğlu ve Boğaziçi sefalarından bahsetmiyorlar; bunlar şehrî üçer yüz Frank tahsis edilmiştir. İstihbaratıma göre
Konya, Adana ve Bursa vilâyetlerini dolaşıyorlar. İkmâl-i muallim olmayan talebeye de yine üçer yüz Frank veril
tahsil edip dönenler arasında parlak memuriyetlere te mektedir.
nezzül etmeyerek, Sivas'ta, İzmir'de Türk ticarethaneleri Geçen gün bu işlerde bilgisi olduğunu zannettiğim
açanlar, köylere muallim olarak gidenler de bulunmuş. muhterem bir zata beşer yüz Frank harcırahların, üçer
Artık Avrupa'daki Türk gençlerine ümit gözüyle bakabili yüz frank şehriyelerin bizim gibi züğürt bir halk ve hükü
riz..." met için fazlaca olduğunu söylemiştim. O zat üçer yüz
Biz de zannediyoruz ki talebenin maaşları makul bir frank verildiği hâlde bile Avrupa’daki talebenin, hayat git
dereceye indirilse, talebeye nezâret de fahrî olmaktan zi tikçe pahalılaşıyor, bir türlü geçinemiyoruz, diye müte
yade ciddî olsa, Avrupa'ya talebe göndermenin önünü al madiyen sızlanmakta olduklarını haber verdi. Ben on, on
mak tedbirine lüzum kalmaz. Bununla beraber Yusuf Ke iki yıl evvel talebelik etmiş olduğumdan, o zamandan be
mal Beyin de bir mütalâası pek doğrudur: Avrupa’dan ri fiyatlar değişmiş olabilir; fakat Lozan ve Cenevre Türk
profesörler getirilmeyince İstanbul'da dârülfünûn vücut yurtlarının risaleleri bir sene evvel basılıp çıkmıştı; Fah-
bulamaz... reddin Efendi'nin yukarıdaki mektubu ise ancak bir kaç
ay evvel yazılmıştır...
millî arabalarla, bazıları atlara binerek, bazıları da yayan Hamiyet-i âliyesiyle vatanımızın muhabbet ve hür
yürüyerek Gülşen Bağ'a gidiyorlardı. Bu bahçenin etrafı metini kazanmış olan Evkaf-ı Hümâyûn Nâzın Hayri
Çin Cumhuriyeti bayraklarıyla donatılmıştı. Şehrin en Beyin nezâreti zamanında, inşaat ve tamirat müdir-i
muteber zenginlerinden Bahaeddin Musa Bay Efendi, umûmîsi ve ser-mimarı Kemaleddin Beyin dehâ-yı sana
Rus tebaası olan Türkleri, o gün Gülşen Bağ'a ziyafete da tıyla ve inşaat hey'et-i fennîyesinin muavenetiyle Türk
vet etmişti. Bu sûretle Çin ve Rus tebaası Türklerin cüm mimarlığını ihya eyliyecek ve ashab-ı hayr ve hasenâtın
lesi bahçede toplanmış bulunuyorlardı. ruhlarını şad edecek nice işlere teşebbüs edilerek birçok
Öğleden bir saat evvel halk toplanıp bitmiş olduğun âsâr-ı bedîa vücuda getirilmiş olduğu gibi fî 5 Zilkade se
dan bir zat ayağa kalkıp Edirne'nin istirdadına dair olan ne 1331/ ve fî 23 Eylül sene 1329 tarihine tesadüf eden
ajans telgrafını okudu ve halka vakıanın ehemmiyetini Pazartesi günü Türklüğün yarınki neslini yetiştirmek üze
iyice anlattı. Halk hep birden Allahü Ekber, Allahü Ekber re işbu talebe yurdu Beşinci Vakıf Hanı’n temel taşı Tan-
diye tekbir getirip el çarptılar. Sonra ulemâ tarafından rı'nın inayetiyle atılmıştır.
Kur'an hatmedilip, Edirne ve umûm Balkan muharebe M usa Efendi Bigiyefin Yeni M atbaası- Şimâl
sinde şehit olan müslümanların ruhuna bağışlandı. Daha Türklerinin müceddid ulemâsından Musa Carullah Efen
sonra güzel sesli bir genç şimal Türklerinin sevgili şairi di, Petersburg'da mükemmel bir matbaa tesis etmiştir.
merhum Abdullah Tukayef in Enver Bey hakkındaki şiiri Musa Efendi, kendi matbaasında Kur'an-ı Kerim'in kendi
ni okudu. Bu şiir halka çok tesir etti. Tukay merhumun si tarafından Türkçeye edilmiş tercümesini basarak işe
ruhuna da Fâtiha okundu. başlayacak ve şimâl Türk ediplerinin en nâmdan Ayaz
Ziyafet-i edebiyeyi müteakip, ziyafet-i maddîye baş Efendi İshakî ile birlikte "İL" adlı bir gazete neşredecek
landı: Yüz kadar semaver kaynıyordu; herkese çay dağıtı tir. Musa ve Ayaz efendilerin bu pek hayırlı teşebbüsle
lıyordu. Yiyecek, içecek gayet bol hazırlanmıştı. Gulca rinde muvaffak olmalarını Tanrı Taâlâ'dan diliyoruz.
Tûkk ^ukdu
T ür^leritt Taides'mc^ CaUsir
ö s€ ^ e ^ cc f t cC e â t % ç c ^ d %
TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
( b Hortac: Selanik'te tulûları taşıyan bir tepedir. "Hortacı Sultan" nâmıyla bir camii de vardır.
Sayı 51 TÜRK YURDU 51
Dinle yüce Türk neslinin bahtı kara evlâdı onun ahvalinden, nasihatlerden, kinâî hikâyelerden, bahi
Bunlar sana hayat ve şân ve namusun feryadı: ve kanaat ve sabır ve sehâvet gibi mesâil-i ahlâkiyeden
Türklük, vatan ve din senden yalnız üç bâhis ve daha ziyade ahlâkî bir mahiyeti hâizdir. Mevzu
Şey istiyor, yalnız üç şey; kin güç öç!.. itibariyle Şeyh Attar'ın, Celâleddin Rûmî'nin âsârını hatır
İzmir Karşıyaka 1 Ağustos 1329 latan bu kısım, cahil fakat ulûm-ı maneviyeye bütün ru
huyla âşinâ bir dervişin nesayıhıdır: Mutasavvıflar beynin
Süleyman Aktuğ
de pek müteammim kinâî, remz âlûd bir ifade ile akıl ve
imanın tasnifâtından, anâsır-ı erbaanın mahiyetinden, gö
nül cihanında hükümran olan rahmanî ve şeytanî kuvvet
TÜRK EDEBIYâTI TâR IB I lerden, nefsin iğvââtından, kanaat ve sabrın büyüklüğün
YUNUS EMRE den bahseder; ara sıra mevzua bir kat daha şiddet ve ka-
tiyyet vermek maksadıyla meselâ Karun'un macera-yı ba-
ÂSÂRI
hilanesini Yusuf un kuyu içindeki sabûrâne tevekkülünü
Yunus hak tecellîsin şair dilince eder
Canda gevher var ise Hak’tan bana göründü.
basit bir tahkiye üslûbuyla anlatarak kıyamet gününün
mûhalikini gösterir. Tarz-ı tasvir, istiarîdir: Akl-ı padişahî
Hayatına ait vesikaların fıkdanından dolayı manevi si
bahi diyarını zabtettikten sonra, kanaati tahtına çıkarıyor;
masını müphem ve umûmî hatlarla tersime mecbur kal
fakat o diyara giden yol üzerinde bir haramî var ki daima
dığımız bu Âşık Koca'nın, Hak tecellîsini şair diliyle anla
dağ başında duruyor ve hiç aşağılara inmiyor; kibir
tan eserlerini daha fazla bir vüsûk ve kat’îyyetle tahlil
nâmındaki bu asiye ittiba edenler, uzun ecel ipinin nere
edebiliriz. Çünkü asırların mütemadi tahribatına rağmen
de olsa kendilerine erişeceğini hiç düşünmüyorlar. Yu
Yunus'un eserleri kütüphanelerde mahfuz, kalplerde ise
nus Emre bunlara adalet sahibi aziz bir kişi olan akla yal
berhayat bulunuyor. Matbu Yunus Divanı, eski ve sahih
varmalarını tavsiye ediyor; akıl tekebbürü dağ başından
metinlerin mukabelesiyle meydana getirilmemiş eksik ve
kaçırmak için alçaklığı yani tevazuu memur ederek onu
itimada gayri lâyık bir nüsha olmakla beraber, şairin âsâ-
bir ırmak şeklinde denize akıtıyor; aklın delâletiyle o de
rından mühim birkısmı ihtiva etmek itibariyle şâyân-ı dik
nize dalanlar, umman içinde kimsenin mevcudiyetinden
kattir. Yunus'un muhtelif kütüphanelerde muhtelif di
haberdar olmadığı dürr ü mercan, yakut ve la'l buluyor
vanları ve hemen her mecmuada, her müntehebât kita
lar. Tevazu ve kanaatin yardımıyla kibrin mağlûp olduğu
bında birçok ilâhiyatı mevcut olduğundan, onu tarih-i li
akla haber verilince, memnuniyetten tahtından inip Ce-
san itibariyle uzun ve müşikaf bir tedkike maruz bırak
nab-ı Hakka şükrediyor. Eakat vücut memleketindeki ka
mak isteyen her mütetebbu bu hususta lâzım gelen vesâ-
rışıklıklar bununla bitmiş değildir: Düzenlik ve safa, bu
ika mâlik demektir. Binaenaleyh, evvelâ Eğirdirli Hacı
iki düşman yeniden meydana çıkmak üzeredir; casusları
Kemal'in Câmiu'n-Nezâir 'inden başlayarak. Galata Mev-
vasıtasıyla bunu haber alan akıl, onların aleyhine sabrı
levihanesi, Âtıf Efendi, Esad Efendi kütüphanelerinde te
memur ederek o müşkilâtı da muvaffakiyetle bitiriyor.
sadüf ettiğim nüshaları, matbu divan ile karşılaştırmak ve
Maamafih yollar uzun ve tehlikelidir: bahi ve haset, kin
sonra divanı mana ve şekil itibariyle ciddî bir nazar-ı te-
ve gıybet gibi düşmanlar var ki gayeye vusûlü men edi
tebbudan geçirmek icap ediyor. Şimdiye kadar her şahsi
yorlar. Fakat akıl yine bunlara da çare buluyor: Doğruluk!
yet hakkında yalnız tezkirelerin yapma ve umûmî malu
İnsan bu doğruluk hifatım giyince, iman çerağı kemâl-i
matıyla iktifa olunduğu cihetle, eski divanların İlmî usûl
şa'şaa ile yanarak, cism evindeki hayırsız, beşeriyetin o
lere teb'an tetkiki Türk edebiyatı tarihine yeni ve nâmek-
ebedî mağfili olan şeytan meydana çıkıyor, kendisini sak
şûf birtakım sahalar daha ilâve edecek demektir.
lamağa imkân bulamıyor!
Yunus'un âsârı, biri mesneviyattan diğeri gazel ve
Baştan başa bir kül teşkil eden ve "Tarih dahi yedi-
musammitlerden mürekkep olmak üzere, ekseriyetle
yüzyedi idi" mısraından da anlaşılacağı veçhile o tarihte
hece vezniyle yazılmış tahminen on, on iki bin mısradan
yazılan bu mesnevî, öyle iddia edildiği gibi Yunus'un üm-
ibaret bir hey'et-i mecmua teşkil eder. Bu mecmuun ufak
mî bir şair olmadığını ispat ediyor. Okuyup yazma bilme
birkısmını teşkil eden mesneviyât, vücud-ı İnsanîden,
yen bir dervişin böyle beşyüz beyitlik uzun ve müselsel
Sayı 51 TÜRK YURDU 53
bir manzume vücuda getirmesi tabiî şâyân-ı kabul olmaz. İkindiyi h e m kılanlar arı dirlik tir b ile n le r
yazılmış olan bu mesnevinin bazı cihetleri aruz veznine H e r kim b u sö z d e n alm adı b e ş vakit nam az ın kılm adı
-fakat tabiî nakayıs-ı nazmiye ile mâlâmal bir sûrette- te Bil ki M ü slü m an o lm ad ı ol tam u y a g irse g erek .
mas ediyor, birçok yerlerde, duraklara ehemmiyet veril
Diyecek kadar esasât-ı şer'iyeye fart-ı riayet göster
mediği için, ahengin noksanı şiddetle mahsus olmakta ve
mekle beraber, birçok yerlerde de buna tamamiyle mu
kafiyelerdeki ihmal, sâmiayı ekseriya tahriş eylemektedir.
halif olarak, bütün büyük ve hakikî mutasavvıflar gibi,
İstiârî bir tarzda yazılmış olan bu şâyân-ı dikkat eser-i izah-ı rumuz ediyor: "Kendisine aşk mezhebinin din ol
ahlâkîyi "fâilâtün fâilâtün fâilün" veznine pek fena bir duğunu, şeriat ehlinin o menzile eremeyeceğini", "mille
sûrette tatbik edilmiş yirmi dört beyitlik bir münacat4; tinin her milletten ayrı ve din ve diyanetinin edyân-ı mev-
dervişane takip ediyor ve ondan sonra, bütün divanlarda cûdeden müstesna bulunduğunu, namazsız abdestsiz
mutad olduğu üzere, elif kafiyeli bir gazelle gazel ve mu- dost mihrabına vardığını", kemâl-i vecd ve samimiyetle
sammat kısmı başlıyor ki Yunus'un halk arasında en ta- söylemesine rağmen "daha ziyade izah-ı hakâyık için şe
ammüm etmiş eserleri işte o İlâhîler, -yahut Bektaşîlerin riat edebinden korktuğunu" da itiraf eyliyor. Fakat bu iti
tabirince- nefeslerdir. İslâm mutasavvıflarında ekseriya raf Yunus'u Mansur gibi idare-i kelâm etmekten, beliğ
tesadüf edildiği veçhile, kısmen geniş ve âlicenabâne, devriyeler yazmaktan men etmiyor; Zünnûn-ı Mısrî gibi
hatta pek fazla beşerî telâkkîler, kısmen de namaz ve dost dost diye çağıran bu derviş nihayet hak ve hakikati
orucun lüzum-ı şedîdinden ve kıraat-ı Kur'ân'ın müsev- kendinde bulduktan yani "küntü kenzen..." sırrına ârif
vebâtından bâhis şer'î nutuklardan ibaret olan o eserler olduktan sonra, Nemrut ateşini Halil'e bostan eden, Hal
de, umûmiyetle ümmiyâne bir irfan ve samimî bir heye laç ile enelhak söyleyip boynuna urgan takan, Muham-
can göze çarpar. Ancak halikına arz-ı ihlâs için kalbi inle med'le miraca çıkan, evvel ve âhâr olan, halk içinde dir
yen bu Âşık Koca, tarih-i kadîmin bütün kısas ve rivayâtı- lik süren, dört kitabı doğru düzen, ak kağıda kara ya
na, muhayyile-i umûmiyenin bilumum hurafe-âlûd mev- zan,... hülâsa, hep hep benim!" diye bağırıyor. Diğer bir
lûdâtına vâkıftır: Saltanat-ı Süleyman, Hazine-i Feridun, makalemizde izah edeceğimiz veçhile, bu tasavvufun en
Genç Nûşirevan gibi edebiyatımızı asırlarca işgal eden ta- derin ve en yüksek bir derecesidir. Halbuki yukarıda ay
birata tarih-i enbiyanın tekmil safahatına, Hallâc-ı Mansur nen naklettiğimiz misalde olduğu gibi birçok İlâhîler bü
ve Zünnûn-ı Mısrî gibi meşâhir-i evliyanın bütün menâki- yük bir mutasavvıftan ziyade alelâde bir dervişin, bir zahi
bine Yunus divanında yer yer beliğ işaretler vardır.(b din zübde-i ihtisasâtı addolunabilir. Ben bu tezadın çare-i
Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan kimseyi, hal hallini, ihtilâfı, onların zaman-ı tahrirlerine atıfta buluyo
ka müderris olsa bile yine hakikatte asi farzedecek kadar rum. Filhakika Yunus Emre tarîka sülük ettiği zaman ya
vâsi, âdeta beşerî bir şefkat-i mutasavvıfâne gösteren Âşık ni gavamız-ı tasavvufa daha âşinâ olmadan, zahidâne ve
Yunus ilâhiyatınm hepsinde aynı telâkkîyatı izhar etmi ahlâkî eserlerle ihtiyac-ı ruhisini tatmine kalkışmış ve de
yor. Bazan: rece derece, merâtib-i maneviyeyi kat ettikçe, ateşîn ne
M ü slü m a n u m diy en kişi şartı n e d ir b ilse g e re k feslerine her an daha mütezayid bir neşve-i tasavvuf ver
T anrı b u y ru ğ ın d u y u p b eş vakit n a m a z kılsa g e re k meğe muvaffak olmuştur.
D ü n le d u r başını kaldır farz olanı suya d ald ır Erenlerin sohbeti artırır mağrifeti
Nefis d ü şm a n ın d ır ö ld ü r nefis h e m işe olsa g e re k Cahilleri sohbetten her dem süresüm gelür;
Ç ün u y k u d a n uyanasın d u m b e n a b d e s t alasın Diyerek irfan-ı âmiyânesini mağzur bir edâ ile bildi
S abah n am a z ın kılasın nur-ı m alız olsa g e re k ren bu mutasavvıfın ilâhiyatı, işte görülüyor ki, öyle bir
Ö ğle n am az ın kılasın h e r n e d ile rse n b u lasın
mecmua-i ezdâd değil bilâkis kâilinin ruhî ve manevî
T a m û d a n azad o lasın kılan azad olsa g e re k tekâmülünü gösterir bir cümle-i vesâiktir.
Mutasavvıfâne bir vecd ve huşu içinde aşkın ulvî ve mal, hatta hece veznine çok müşabih bir tarzda kullanıl
esrar-âlûd mahiyetinden, kıyamet gününün hevl-engiz dığı için Yunus'u tahtıe edemeyiz; Hoca Ahmed Yesevî
velvelesinden, cennetin nazan ve sütlü ırmaklarından, ve muakkıbleri bu hususta onun kadar bile muvaffakiyet
İlâhî bülbüllerin vahdaniyet nağmelerinden bahseden gösterememişler, hatta Sultan Veled -belki de lehçe-i
Aşık Yunus, bütün Türk mutasavvıfları gibi tabiata karşı tahririnin lisan-ı hâzıramıza daha gayr-i me'nûs gelmesin
tamamen lâkayd kalamaz. Hoca Ahmed Yesevî Divan-ı d e n - Yunus'tan daha dûn bir mertebe-i muvaffakiyette
Hikmet'inde Âşık Paşa Garibnâme'sinde, Ümmî Kemal, kalmıştır. Şekl-i nazım itibariyle mesnevî, gazel, koşma
Ümmî Sinan, Kaygusuz Abdal gibi dervişler nefeslerinde, dairelerinden harice çıkamayacak kadar bir mahdûdiyet
tabiata karşı nasıl az çok bir heyecan duymuşlarsa, Sakar gösteren bu halk şair-i mutasavvıfı, tabiî ümmîliğinden,
ya ormanlarında meczubâne dolaşan Yunus da ilkbaha kafiye cihetine hiç atf-ı itibar etmemiş ve birbiriyle hiç
rın tabiata neşe ve hayat saçan kokularından aynı zevk-i münasebetdâr olmayan kelimelerden kafiye yapmak ya
mutasavvıfâneyi almıştır. Fakat nazarları galiba âlem-i hut redifleri kafiye makamında istimal etmek gibi mahall-i
dahilînin derinliklerinden kurtulamadığı için, o haricî ta âhenk şeylerden çekinmemiştir. Endişe-i sanatla hiç mü-
biat levhalarında bile vicdanî renkler, safhalar göze çarpı tahassis olmadığı için hece vezinlerinin muayyen durakla
yor ve netice mutlaka hiç beklenmeyen bir tarzda, ya bir rına bile ehemmiyet vermeyen bir dervişten tekebbürlük,
nasîhat-ı ahlâkiye ya bir hikmet-i mutasavvıfâne şeklinde meşayihler gibi lisan hataları sudûru pek tabiîdir.
zuhur ediyor. Maamafih tasvirî kısımlarda diğer kısımlar Necib Âsim Bey, millî aruz nâmındaki ufak bir risale
dan çok fazla bir asliyet, bir Türklük bulunduğunu da sinde Yunus'un olduğundan çok şüphe ettiğim "Müslü-
unutmamalıyız: manlar gönül şehri açılmaz ki alâmet var; nazar eylen bu
Gitti bu kış zulmeti geldi bahar naz ile
dünyaya aceb türlü alâmet var" gazelini Selçukîlerin evâ-
Yeni nebatlar bitti cünbüş oldu yaz ile
hirindeki teşevvüş zamanına atıf ve isnad ederek, âlem-i
Yine mergazar oldı uş yeni gülzâr oldu haricîye çok lâkayd olan bu deiYişin eserleriyle muhiti
Ter nağme düzer oldı musikide saz ile arasında suni bir nisbet ihdasına çalışıyor; hâlbuki muta
Hoş haber geldi dosttan bezendi bağ ve bostan savvıfların ilham-ı şairânesi, sırf kendi tabiiyet-i dâhiliye
İlim okur hezâr destan bülbülleri râz ile lerine, kâinat-ı vicdaniyelerine mütevakkıf ve zaman ve
mekân ile alakadar olmaktan çok baîddir. Kainatta, hadi-
Kim görmüştür baykuşın gülistana girdiğin
Leylekler zikredemez bir lâtif avaz ile satın nâmütenahî tenevvuları arasında runümûn olan
vahdet ve vicdanda toplanan varlık, hakikî bir mutasav
Nice mâh saklar isen dürdâne gevher olmaz
vıfın yegâne sermaye-i iştigalidir. En büyük hakikat olan
Keklik leylekle uçar hemîşe baz baz ile
vücud-ı mutlakı vicdanda bulan bir prestişkâr vahdaniyet
El kuşu elden ele gül kuşu gülden güle "ne kadı adi ü dâd eyler ne kayguluyu şâd eyler 1ne üm
Baykuş virâne sever şahinler pervaz ile mî itikad eyler ne imamda imamet var" tarzında zamanın
Yunus hurafât-ı tarihiye ve hikemiyât-ı mutasavvıfâne dan şikâyete tenezzül etmez. Her devrin, her hükümetin,
ile malen mal olan sade ve ümmiyâne eserlerini, zamanı her idare adamının fenalığı, zulmü, dinsizliği hakkında
nın tesirâtına ve Türk edebiyatının o devirdeki hâline halk arasında şayi daimî rivayetler ve bu hâlet-i ruhiyenin
teb'an en ziyade hece vezniyle ve kısmen aruz vezninin bir tezâhür-i haricîsi addedebileceğimiz o tarz muhtelif
"fâilatün fâilatün fâilün", fâilatün fâilatün fâilatün fâilün, destanlar varsa da onlarda hiçbir ma'l-i tasavvuf buluna
m ef ûlü mefaîlün m ef ûlü mefâîlün gibi hece veznine çok maz. Halk edebiyatının ehemmiyetsiz bir tahlil ile anlaşı
temas eden basit şekilleriyle yazmıştır. Divanında millî labilecek olan bu basit noktasını Necib Âsim Bey nasılsa
veznimizin her nevine, hatta Necib Asım Beyin millî aru nazar-ı itibara almamıştır.
zunda adeta mefkûdiyetine hükmettiği on ve on iki he Sultan Veled'den sonra Anadolu Türklerinin en eski
celilere, on dörtlülere bile tesadüf olunabilir. Aruz vezni halk şairi olarak tanıdığımız Yunus Emre, oldukça
ni, -kendisine tarihen tekaddüm eden Sultan Veled'in mütekemmil lisanı ve şâyân-ı dikkat eserleriyle edebiyat
Rubabnâme'sinde olduğu gibi- imâle ve zihaflarla malen tarihi sahasında pek birdenbire meydana çıkıyor. Türkçe
Sayı 51 TÜRK YURDU 55
resmî lisan olarak bir müddet kullanıldıktan ve Sultan Ve- izah ve teşrih etmek tabiîdir. Âşık Paşa'dan sonra Orhan
led "Rubabnâme"nin Türkçe kısmını yazdıktan sonra, devri meşâyihinden Abdal Musa'nın halifesi, divan sahibi
Yunus o kadar mütekemmil bir lisan ve o derece muay meşhur Bektaşî dervişi Kaygusuz Baba, Şeyâ' Hamza, Eş-
yen bir tarz-ı nazım meydana getirmeğe nasıl muktedir ref-i Rûmî, Ümmî Sinan, Hacı Bayram Velî, Sünbül Efen
oldu? Şimdiye kadar hiç kimsenin düşünmediği bu mu- di, Niyazî-i Mısrî, Haşim Baba gibi tekke edebiyatının en
ammaâlûd mesele hakkında bazı mütâlaât-ı muhtasıra mühim mümessilleri tamamiyle Yunus'u taklid ettiler.
serdetmek, mevzu-ı aslîmizi tenvîr ve tavzîh için âdeta Halk edebiyatımızın mühim bir kısmı olan tekke edebi
zarurîdir, Kat’î ve mutlak delillere istinad etmemekle be yatında ruh ve şekil itibariyle bu kadar müessir ve payi
raber herhalde kuvvetle iddia edebiliriz ki, Anadolu dar bir nüfuz icra ettiği için bu ümmî fakat pür heyecan
Türklerinin Yunus Emre ve Sultan Veled'den evvel millî Türk dervişini, Anadolu Türklerinin en büyük halk şair-i
bir edebiyatları, şarkıları, İlâhîleri, az çok muayyen şekl-î' mutasavvıfı addetmekte haklıyız:
nazımları, iyi işlenmiş bir lisanları vardı; vatan-ı aslîdeki Yunus öldi ise âdem ne aceb
Türklerle Rum diyarına gelip tavattun eden bu ırkdaşlar Okuyalar bu benim dîvânumı!
arasında hissî ve fikrî münasebet daima câygîr idi; bilhas
Köprülüzâde Mehmed Fuad
sa dervişler, büyük pirlerden istifaza için mutlaka ma
kamı evliya olan Türkistan'a giderler ve oradan bilhassa
tasavvufa, tekke edebiyatına müteallik bir hamûle ile dö
nerlerdi. Bu itibarla, Ahmed Yesevî ve muakkiblerinin
ilâhiyatı, herhâlde Yunus'un bünye-i maneviyesi üzerin rm m ve a s a r -i m m
de icra-yı tesirden hâlî kalmamıştır itikadındayım. Esasen
GUBÂRÎ (ABDURRAHMAN BİN ABDULLAH)
Divan-ı Hikmet, Sûfi Allahyar mesnevisi gibi âsâr ile Yu
nus'un, Kaygusuz Abdal'ın ve ilk devirlere mensup daha Mutasavvıfâne eş'âr yazan eski Osmanlı şairlerinden
sair eâzım-ı mutasavvıfînin şiirleri arasında vâzıh ve kat'î fâzıl ve ârif ve zamanında mütedâvil ulûmun ekserisine
bir münasebet göze çarpar her hâlde Türk edebiyatı mü vâkıf mütefennîn bir zat olup Akşehirlidir. Tahsilinin hi
verrihi bu noktayı kemâl-i ehemmiyetle tetkik ve izaha dâyetini memleketinde nihayetini İstanbul'da ikmâl eyle
mecburdur. dikten sonra tarik-i Nakşibendî küberâsından Şeyh Ah
med Buhârî zaviyedârı Şeyh Abdüllâtif Efendi'ye intisab
Yunus Emre Türklerin halk edebiyatı üzerinde ve bil
ederek bu yolda hâsıl ettiği aşk ve muhabbet sâikasıyla
hassa tekke edebiyatında tasavvur edilemeyecek kadar
ihtiyar-ı seyahat eyleyip bir m üddet Mekke-i Mükerre-
büyük bir tesir icra etti. Bu tesir o kadar vasi ve kuvvetli
me'de mücâveret eyledi. Avdetinde Sultan Bayezid-i Sânî
dir ki, eski edebiyatımızda ona mümâsil bir nüfuz icra
şehzadelerinden Orhan'a muallim tayin olunarak bir za
edebilmiş hiçbir sanatkâr hatırlayamıyorum. Şeyhî, Ah
man tedris vazifesiyle iştigal etti. Ve Kânûnî Sultan Süley
med Paşa, Bâkî hülâsa büyük sanatkârların hiçbiri istikbâl
man zamanında kitâbet hizmetiyle Irakeyn seferinde ve
üzerinde o kadar payidâr birer intibâ bırakmağa muvaf
avdetinde Surre-i Hümâyûn kadılığında bulunarak bu ve-
fak olamadılar. Hâlbuki Yunus Emre ihtida Âşık Paşa'dan
cihle kalemî ve dinî hidemât ifasına muvaffak oldu. Ve
başlayarak zamanımıza kadar tekke edebiyatı üzerinde
ömıTinün son zamanlarını arzusu veçhile mücâveretle
icra-yı hükmetti; Anadolu Türklerinin kalbinde ise hâlâ
(Mekke-i Mükerreme'de geçirerek (ekâlellahü aşâra) ter
kuvvet ve hararetle yaşıyor. Âşık Paşa, zamanının bütün
kibinin nâtık olduğu 974 tarihinde dâr-ı bekaya gitti. Sa-
ulûmuna tasarruf etmiş olan bu âlim Türk şeyhi, kendi
nat-ı hatta da müntesib olup hutût-ı İslâmiyeden sülüs ve
siyle muasır o ümmî Türk dervişinin gazellerini nümune
nesih'i kıbletü'l-kitab Amasyalı Şeyh Hamdullah'ın mah
ittihaz ederek onlara nazireler söylemekten çekinmedi.
dumu hattat-ı meşhur Mustafa Dede'den temeşşuk et
Câmiü'n-Nezâir müellifi Hacı Kemal, 912'de vücuda getir
miştir. Hutût-ı İslâmiye cümlesinden olan gubâr denilen
diği eserinde Âşık Paşa'nın birçok gazellerini Yunus'a na
hat'ta tavr-ı mahsus sahibi oluşu da Gubari tahallusuna
zire olarak kaydediyor ki bu cihet, o kaydın mefkudiyeti
bâdî olmuştu.
halinde bile kemâl-i suhûletle anlaşılabilirdi. Âşık Paşa'yı
tedkik ederken bu müşâbehetleri emsile-i lâzimesiyle Meşhur tercî'i bendinin mutasavvıfâne bir beyti:
56 TÜRK YURDU S a y ı 51
Gafil olma gözün aç âlem-i kübrasm sen hâtaraya ilka ve düşmana ümit verdikten sonra tekrar hü-
Sidre ve levh ve kalem-i arş-ı muallasm sen cûm ettikleri olursa da iş işten geçmiş bulunur. Hülâsa
Irakeyn seferi esnasında inşad eylediği bir manzume Haricî bir defa döndü mü döner, şâyân-ı zikir tekrarı yok
sinden: tur.
Gubârî mukaddem-i şâhîden istersen haber almak Türk ise ibtidaen Horasanlı gibi cevelân göstermez
Gubâr ol yollar üstünde gelenden sor gidenden sor se de dönecek olursa od ve ölüm saçar. Çünkü ileri ha
reketteki gibi geri dönerken dahi okuyla vurur ve ke
Esnâ-yı tahsilinde sâkin olduğu Şeyh Vefa medrese
mendinden emin olunmaz.
sinde söylediği beyt-i meşhuru:
Süvarileri iki üç yay ve ona'göre kiriş taşırlar. Türk’ün
Sırr-ı gûy vefanın hâksârı
harbe giderken gerek kendi ve gerek hayvanı ve silâhı
Ayaklar toprağı yani Gubârî
için lâzım olacak her şeyi yanındadır. Süratle uzun zaman
Fahriye-i şairânesinden: bilâ inkıt’aat üzerinde gece ve gündüz beldelerden bel
Ey Gubârî bu cihan içre benim delere varmak hususunda Türkler ile Haricîler birdir. Şu
Kimse eş'ârıma toz konduramaz kadar var ki Haricînin hayvanı Türk’ün atı kadar müte
Meğer ol kâtib-i müsta'cel kim hammil değildir. Haricî hayvanını yalnız sair süvariler ka
Hatt-ı şi'rim kuruyunca duramaz dar tedavi edebilir. Türk ise bu hususta baytardan daha
Asâr-ı Kalemiyesi: hazıktır. Ve istediği gibi terbiye etmek için hayvanını ken
di eliyle doğurtmuş ve taylığından beri kendi büyütmüş
1. Süleymannâme: Kânûnî Sultan Süleyman vekâyi-
tür. Hayvanı daima kendisine tâbidir. Arkasından gelir ve
ını hâkî Farisiyyü'l-ibare tarihî bir eserdir. Bir nüshası Ma
kendisi sıçrarsa hayvanı da sıçrar; Meselâ at kısmı (ec-
nisa'da Muradiye Kütüphanesinde vardır.
zem) dişi deve (hullî) ve erkek deve (cah) ve katır (ades)
2. Şibistan-ı Hayal Naziresi: İran şairlerinden Fetta- ve merkeb (se'se') gibi esvatın zecr olduğunu anladıkla
hî-i Nişâbûrî'nin manzumesine nazîre, edebî bir eserdir. rı, deli lâkabını ve sabi ismini bildiği gibi Türk eğer hay
3. Mesahatnâme: Kabe-i Muazzama ile Harem-i Şe vanına bir ad vermiş ise hayvan o adı bilir.
rifin mesahatına dair olup bir nüshası Ayasofya Cami-i Türk’ün bütün müddet-i ömrünü hesap etsek yere
Şerifindeki Sultan Mahmud-ı Evvel Kütüphanesinde var oturduğu günleri nadir bulursun!
dır.
Türk kısraklarının erkeğine binerek gaza ve müsafe-
4. Kabenâme : Kabe-i şerife medâyihine dair ve şa- ret veya sayd u şikâr veya sair bir sebepten dolayı yola çı
irâne bir manzumedir. Bir nüshası Manisa'da Çaşnigir kar; kısraklai'i ve tayları da arkasından giderler.
Kütüphanesinde vardır.
İnsan avlamağa muktedir olamazsa hayvanât-ı vahşi-
5. Yusuf ve Züleyha: Mevlânâ Câmî'nin Yusuf ve 2ü- yeyi avlar; bunu da bulamazsa hayvanâtından birinin ka
leyha vekayiine dair yazdığı eser-i manzumuna naziredir. nını emer ve su da bulamazsa kısrağının birini sağıp sü-
BursalI Mehmed Tabir dünü içer.
Türk’ün uzun yürüyüşlerinde hayvanâtından ancak dir; çünkü istenilmez ki... asla ümit edilmeyen kimseyi is
en soy olanları kendisiyle kalır. Diğerleri yolun uzunlu temek kimin aklına gelir.
ğundan ölürler. Maahâzâ Türkün altında ölenlerin çekti Haricîlerin mukatele ve muharebeyi din bilmelerin
ği maşakkatlere ne Haricînin hayvanı ve ne Buhara atları den dolayı şiddet ve şecaat ile mevsuf olduklarını ileri
asla tahammül edemezler. Türk ve Haricî yarış edecek sürmek doğru değildir. Çünkü Haricîlerden Sicistânî, Hâ-
olurlar ise Haricî kendini toplayıncaya kadar Türk menzi zerî, Yemenî, Mağribî, Ammanî, Ezrakî'yi nasıl muharip
lini alıp geçer gider. Türk hem râ‘î ve hem sâis hem hay buluyorsak, Necidî, Abazî, Soğd’lu köle, Arabi, acemi,
van terbiyecisi hem canbaz (hayvan alıp satıcı) hem bay Arâbî, kul, kadın, çulha, çiftçi olsun ve ayrı ayrı soy ve şe
tar hem süvaridir. Bir Türk başlı başına bir ümmettir. hirlerden olsun bilcümle erbâb-ı dinî de muharip ve mu-
Türk diğer askerlerle yola çıktığı vakit onlar on mil ^ katil buluyoruz ki bunların cümlesine bu hususta icra-yı
mesafe katedinceye kadar o avlanmak için sağa sola ayrı tesir eden dindir. Ve aralarından birine dinin diğerinden
larak dağların tepesine ve vadilerin içerlerine inerek ve fazla tesiri yoktur. Nitekim dünyadaki hacamatçılar her
çıkarak yirmi millik yer yürümüş olur. Ve yerde yürüyen, hangi cins ve beldeden olursa olsun meşrubata düşkün
saklanan, uçan, konan hayvanları sayd eder. dürler. Ve nitekim her yerdeki muhtelif ecnâs-ı beşeriy-
yeye mensup eski pılı pırtı satanlar, balıkçılar, esirciler,
Türk hiçbir vakit asker ile beraber gitmez ve doğru
çulhalar kâffe-i muamelât ve mübâyaatlarında bütün in
yoldan yürümez. Akşamdan kalkıp yola düzülmek uzadı
sanların en şeriridirler. Yani misallerden anlaşılır ki her
ğı ve menzil uzaklaştığı ve ertesi günün ortası olup me
din ve sanatın bir tesiri ve bu tesir ile teşekkül ve taayyün
şakkat kesb-i şiddet eylediği ve artık hiçbir kimsede ağız
eden o din ve o sanat erbâbının bir sıfat-ı fârika ve mü-
açmağa mecal kalmadığı ve bir taraftan soğuğun şidde
meyyizesi vardır ki kendileri o sıfatla mevsûf ve marûftur-
tinden herkesin donma raddelerine gelip önlerindeki yo
1ar.
lun dürülmesin! diledikleri ve bildikleri hâlde uzaktan
gözlerine ilişen her karaltının varacakları mahal olduğu Türkler kendi yerlerinde daima hâl-i harbdedirler.
zannına düştükleri ve nihayetü'l-emr konağa kondukları Bu harb daimi din ve mezhep için olmayıp hürriyet, istik
zaman deli çocuklar gibi her iki ayaklarını ayırıp oturduk lâl ve ganimet içindir. Türk hürriyet ve iradesini kimseye
ları ve hasta gibi inledikleri ve rahat almak için kimi ge vermez, kaçacak olursa vaîd ve tehdide ehemmiyet ver
rindiği, esnediği ve kimi dayanıp yattığı sırada Türk onla mez, ele geçecek de olursa kimseden bir vaat ümidinde
rın iki misli yol yürümüş ve avlanmak için onlardan ziya bulunmaz.
de kendisini yormuş olduğu hâlde bir yaban merkebi ya İşte kendi yerlerinde ve yurtlarında bu yolda hayat-
hut bir geyik gözüne ilişecek olursa hiç yol yürümemiş güzâr olurlar. Türk daima isteyendir, asla istenilen olmaz.
ve hiç yorulmamış ve bütün bunca mezâhimi çeken baş Böyle ganimet malı ile geçinenler daima az bir şey teda
kası imiş gibi kemâl-i kuvvet ve şetâretle avın arkasından rikiyle iktifa edip bezl-i meçhûde muhtaç değildirler. Bi
sıçrar. naenaleyh hiçbir ehemmiyetli şeye mâlik bulunmadıkla
Eğer asker iki dağ arası dar bir vâdi veya köprü başın rından kendilerine tama edecek bulunmaz. İmdi hilka
da sıkışacak olursa, Türk atını mahmuzlayarak asker ara ten asker olan ve bu sıfat-ı askeriyeye tab'an mâlik bulu
sından geçip diğer taraftan bir yıldız gibi doğuverir. Sarp nan Türklerin meselâ memleketlerine taarruz ve gazab
bir geçitten geçecek olurlar ise yürümeği bırakıp dağın ve tedeyyün ve şâir ilel ve esbâb-ı harbiye tahtında nasıl
doruğuna yükselir ve diğer bir mahalden dağ keçisinin, muharebe edecekleri cidden düşünülmeye lâyık bir key
lekesinin inemiyeceği bir yerden aşağıya sarkar ki sen fiyettir.
Türk’ün kendisini nasıl bir muhataraya ilka eylediğine ve Haricîlerin kargıları uzun ve içi boştur ki bunlar hem
birkaç defa bu gibi mahallerden aşmış ve geçmiş ise na kolay taşınır ve hem çok tesir eyler. Uzun kargılar acem
sıl sağ kaldığına taaccüb edersin, hâlbuki Türk daima lerde piyadelerde bulunur ki hendek kapılan ve dar yol
böyledir!... ağızlarında bulunan Benevîler dahi bunu istimal ederler.
Haricî, nâs nazarında "isterse yetişir ve istenirse fevt Benevîler bu hususta ne Türk ve ne Horasan’lıya çıkışa-
edilir" diye maruftur. Türk fevt edilmeğe muhtaç değil
58 TÜRK YURDU S a y ı 51
mazlar. Çünkü kargı süvari elinde işe yarar, Seneviler ise rak ve atlarının yal ve kuyruklarına tutunarak bizi takip
ebvâb-ı hanâdık ve mazâyıkda mutâana ederler. etmişlerdi..
Süvari olanlar Türkler ve Horasanlılardır ki süvarilik Kara İrtiş'in Altaylara karıştığı yerlere garip, savurk
ve kargıcılık kendilerine mahsustur. Süvari isterse piya buzlu tepelerine nazır güzel bir çimenliğe kurulmuş
deyi dürer ve büker ve isterse darma dağınık eyler. Pusu, hususî bir evde karşılandık. Letâfeti ahalisinin samimiyet
pişdâr ve keşf kollarını bunlar en mühim bahadırlardan ve misafirperverlikleri gönlümde silinmez bir hatıra nak
teşkil ederler. Bunların ünlü ve şanlı günleri ve büyük şeden bu yerde daha da uzanacak yolculuk hayatının me-
muharebe ve büyük fetihleri vardır. tâibine karşı gelebilmek için birkaç gün kadar istirahat
edecek idik. Av hayatı, gezintiler... bizi pek ziyade eğlen
Bitmedi
dirdi. Hele buranın geceleri hiç de hatırımdan çıkamıyor.
Câhız Şerefüddîn
Akşamdan sonra ortalığı az çok zulmet istilâ edince avul
yakınlarında gecelenen sürüleri İrtiş, Altay ormanlarının
Bir sabah imam efendi, veda etmek üzere gelen ko yordu... Bu esnada uzaklardan işitilen o ovlak sadâları da
nu komşular, dostlar bizi hayli uzaklara kadar teşyi etti güya o hayat-ı muhayyilemin müphem bir gamgaması gi
ler. İkinci gün öğle üstü kumluk bir zemini setreden or bi geliyordu...
manlar, kamışlar arasından ilerleyerek epeyce yukarılara Şimdi bu memleketin merkez bir noktasındayız.
Kara İrtiş kenarına geldik. Öteki sahilde görünen aula gi Onun için muhterem kari'lerimin müsaadeleriyle ilerle
decektik. Atlardan indik. Binek takımlarını da alarak me hareketini takip etmeyerek yalnız bu yerlerin ahvâli
üzerleri az çok yontulmuş kalınca iki ağacı bir yere getir hakkında toplayabildiğim ufak tefek malûmat ile müşa-
mek sûretiyle kurulan sal yahut kayık üzerine yüklettik. hedâtımın netâyicini arzetmek istiyorum. Bütün bunlar o
Kendimiz de oturduktan sonra kuyruğuyla sala merbut yerlerin varis-i hakikîsi demek olan Türk-Kazak gardaşla-
olan bir at yüzerek bizi dört beşyüz metre uzaktaki ikin rımız ile az çok tanışmağa hizmet edebilirse vazifemin
ci sahile çıkardı. Tabiîlikten ayrılmak istemeyen bazı yer küçük bir kısmı ifâ edilmiş olur sanırım.
li rüfeka da elbiselerini yukarı kaldırdıkları ellerinde tuta
Bu günkü Türk-Kazak sahrasını, İrtiş Nehri havzasına
yayılan Akmola ve Semipalat vilâyetleri teşkil eder. İrtiş
( ö Cigit=yiğit, batır=kahraman, kus=kovuş, koğuş; kayrat= gayret; olca=ganimet; cav=dü§man, cabul; caman= yaman ve fena; savga= his
se ve sehim.
Sayı 51 TÜRK YURDU 59
Nehrinin galeyanlarıyla aşılıp harap ve perişan olan âsâr-ı da sevdiği eşyayı yanına koymak, mezar üzerine birtakım
kadîme bu sahralarda yaşayan akvâmın hayat-ı maziyele- yazılı heykeller vaz'etmek âdet idi.
rinden pek eski devirleri gösterir. Bu âsârın sert taşlar Çinlilerin rivâyetine göre milattan iki yüz sene evvel
dan pek kaba bir surette imal edilmiş olması da o leri bu taraflarda açık renkli, sarı saçlı, mavi gözlü Üşün
akvamın med netice hayli ibtidaî bir hâlde bulundukları yahut ÜysÜn nâmında bir kavim zuhur etmiştir. Kab-
na delâlet eder. Fakat nadiren elde edilen bazı âsârdan İr- le'l-milâd 180 senelerinde Çin tarafından Hun nâmında
tiş vadisinde bunlara nazaran daha müterakkî, daha kuv diğer bir kavim gelerek Üysün ve sair göçebe kavimleri
vetli bir kavmin yaşamış olduğu da anlaşılıyor. Bazı mü- garba doğru itti. Beşinci asırda Hunların bakiyesi (ekseri
verrihlerce bu kavme Çod nâmı verilmektedir. Yalnız İr- si Cenûbî Rusya ve Macaristan taraflarına hicret etmişler
tiş taraflarında, Cenûbî Sibirya'da değil, Rusya-yı Vasatî, di) Mongollar tarafından mağlûp edildiler. Sonraları bu
Almanya ve Avusturya cihetlerinde dahi âsârlarına tesa-*" Mongollar da birinci asırda Altaydan gelen ve Uygur de
düf olunan bu kavmin kimlerden ibaret olduğunu tayin nilen bir Türk kavmi tarafından bel' ve mahv edilmişler
etmekte muhakkak müverrihler isticali münasip görmü dir. Milâdın beşinci ve yedinci asırlarında birçok Türk ka-
yorlar. Çod kavminin şimdiki Torgout ve Kalmukların ib- baili buralardan gelip geçmişlerdir. Bu sıralarda Peçenek
tidâî cinsi olduğunu iddia edenler varsa da âsâr-ı atîka denilen bir kavimden bahsolunuyor. Fakat sonraları
mütahassısları bunu kabul etmiyorlar. Türk kavminin tazyiki üzerine Peçenekler, Ural cihetleri
Kim oldukları bilinemeyen bu kavmin Kalmukların ne gitmek mecburiyetini hissetmişlerdir. Onbirinci asır
gayri bir ırka mensup olmaları muhtemeldir. da Ruslar Peçeneklerin şiddetli hücumlarına maruz kal
mışlardır. Onbirinci asırda yine bu yoldan Polovtsı
Bazı âsâr-ı atîkacılar, Çod âsârında (ârî) kavminin iz
nâmında başka bir Türk kavmi geçerek Peçenekleri gar
lerini buluyorlar. Şimdiki Rusya-yı Cenûbî ve Sibirya kor-
ba doğru şevketti ve Rusları tazyike başladı. Yine bu sıra
ganlarında bulunan eşya ve kafa kemiklerinin yek diğer
da tarih meydanında yeni bir Türk kavmi zuhur etti ki
lerine müşâbehetleri de bu ciheti teyid ediyor.
bunlar kendilerine Kazak yahut Kaysak nâmı veriyorlardı.
Kim olurlarsa olsunlar bu Çod kavminin Sibirya taraf
İşte bu Kazaklar şimdiye kadarki bu meydanın eri ve sa
larında tunç, bakır, demir devirlerine ait eserlerine tesa
hibi olup kalmışlardır.
düf edilmekte bulunduğundan bu havalide epeyce uzun
İrtiş etrafındaki Kazaklar birkaç Türk kavim ve kabi
müddetler yaşamış oldukları anlaşılıyor.
lelerinin mecmuası idi. Nayman, Kıpçak, Alçın, Argın, Ke-
Çod kavmi müstahkem şehirlere, hayli terakkî etmiş
rey aruğları bu mecmuanın en mühim erkânını teşkil
bir sanayie, vâsi bir hayat ve maişete mâlik idiler. Yazmak
ederdi. Göçebe olan bu kavim Asyanın kendi hayatlarına
için birçok işaretler kullandıkları, kendi tarihlerini, din
müsait olan yerleri intihab ederek her tarafa dağılmışlar
kitaplarını yazdıkları muhakkaktır. Muayyen bir dine sâ-
dı. Kerey (Giray) ve Mongollar Cengiz Han'ın doğduğu
lik olmaları da ayrıca şâyân-ı kayıttır.
Kemlen Nehri boyunda yaşıyorlardı. Naymanlar ise Ke-
İrtiş sevâhilinde Ustkamenogorsk’da ve Pavlodar ci reylerin biraz cenûb-ı garbisinde İrtiş vâdilerinde, Alçin
hetlerinde bunlara ait araziden birçok tunç ve bakır kap ve Kıpçaklar da Kazak sahralarının şimâl-i garbî cihetle
lar, kayıştan mamul at eşyası, saban gibi şeyler bulun rinde geçiniyorlardı.
muştur. Maden ihracatı dahi bu kavimde hayli müterakkî
Cengiz Han ve Batı Han buralardan, Sibirya-yı Şarkî
idi. Altay'ın bu günkü maden ocakları ağleb-i ihtimaldir ki
taraflarından geçerken bütün bu göçebe Türk kabâilini
onların izleri takip olunarak kazılmıştır. Karkaralı tarafla
benimsemiş, bunlarda onları yabarcı bulmamışlardı. Ar-
rının bu gün de meşhur maden ocakları, ihtida Çodlular
gun ve Naymanlar Cengiz Han'ın ikinci oğlu Çağatay ulu
tarafından işletilmiş idi. sunda kaldılar. Gereyler de Kara İrtiş vâdilerine geldiler.
Çodların mezarlarından, korganlarından ahirete Kıpçak ve Alçınlar ise Cengiz Han'ın büyük oğlu Cud
mûTekid oldukları da anlaşılıyor: Mezarlarının dahil ve ' Han ulusunda olup Batı'nın Altınordu "Kıpçak" merkezi
hariçlerine pek ziyade itina etmişlerdir. Ölünün hayatın ni teşkil ettiler.
60 TÜRK YURDU S a y ı 51
Cengiz Han idaresindeki cesîm ordunun en mühim hava-yı serbesti ve cesaretle muhât idi. O hava-yı serbes
kısmını teşkil eden Türk-Kazak kabileleri kendilerinin ti ve cesarete hak kazanabilmek için. Ermeni vatandaşla
ötedenberi alıştıkları göçebelik hayatını tamamiyle mu rımızın pek çok çalışmış ve çalışmakta bulunmuş olduk
hafaza ettiler. Adaletine emniyet edilen düzgün sözlüler larını itiraf zarurîdir.
den müntehab kimseler Biy (Bey) unvanı altında hâkim
Gündelik cerideler. Ermeni harfleri şenliklerini hayli
lik eder, bilcümle umûr-ı hukûkiye, kavânîn-i mütedâvi-
tafsilât vererek yazdılar; lâkin hep yazdıkları zevâhirdi.
leye tevfikan bunların huzurunda hâl ve fasi olunurdu.
Kumkapı civarındaki kiliselerden birisini ziyarete giden
Arazi davaları da iki tarafın intihab ettikleri Batır (Baha
bir muharririmiz müşahedâtı hülâsasını şöyle anlattı: ^
dır) 1ar arasında görülürdü.
Halk pek çok ve pek şendi. Ermeni milletinin en aşa
Türk kazaklar hem silâhşör, hem de mahir süvari ol
ğı tabakalarına kadar vicdan-ı millî nüfûz etmiştir. Kılık ve
duklarından milâdî 13. ve 14. asrın en mümtaz muharip
kıyafetlerinden balıkçı, kayıkçı, tulumbacı zannolunan
leri sayılıyorlardı. Sefer esnalarında batır, yahut beylerin
kimseler bile şenliğe anlayarak, duyarak ümitler, emeller
idaresinde birleşerek, bir ittihad teşkil ederek muhasım
besleyerek iştirak ediyorlardı. Kilisenin tesavîr-i mukad
akvâmı yekvücut olarak karşılarlardı ve bir menfaat
dese bulunan mahalline bir perde çekilmiş ve böylece ki
me'mûl olduğu sûrette bir sahib-i nüfuz ile tevhid-i mesaî
lise kiliselikten çıkarılıp bir nevi konferans salonu hâline
etmekten, hatta tâbiiyetine girmekten çekinmezlerdi. Fa
getirilmişti. Perdenin üzerine allı, mavili bir resim yapış
kat ümit ettikleri menfaate nail olamaz, yahut metbûla-
tırılmıştı. Daha aşağıda çelenkler, resim levhaları dizilmiş
rında nüfuz göremez iseler ondan ayrılmak hususunda
ve onlar etrafına kıpkızıl gömlekli küçük çocuklar toplan
da zerre kadar tereddüt göstermezlerdi. Sonraları Cengiz
mıştı. Bir bando mızıka, İlâhîler, marşlar hatta valsler te
han'ın ahfâdı nüfuzları kaybedince ayrılarak kendi başla
rennüm ediyordu. Rast geldiğim genç bir Ermeni vatan
rına Kazaklık unvanı altında kuvvetli bir Türk ittihadı vü
daştan gördüğüm şeyler hakkında biraz malûmat iste
cuda getirmişlerdi.
dim. Perdeye toplu iğne ile yapıştırılan allı mavili resim,
Bitmedi.
"Ma-yı hayastan" yani Ermenistan şehri arması, daha kısa
Halim Sabit
cası Ermenistan arması imiş. Aşağıdaki resimler. Ermeni
harflerini ve Ermeni matbaacılığını icat eden zatların re
MATBUAT simleri imiş. Çelenk onların şerefine konmuş imiş. Kızıl
ERMENİ MİLLÎ ŞENLİKLERİ gömlekli çocuklara gelince, devr-i sabıktaki Ermeni
vak'a-i müessifesinden beri bazı mektep çocukları böyle
1913 sene-i milâdîsi Teşrinievvelinin 13. pazar günü.
kızıl gömlek giyiyorlarmış...
Ermeni vatandaşlarımızın medenî ve millî bayramları baş
ladı. İnsanlar tarafından yapılan ve yazılan tarihin ne hoş Kilise kapısı önüne jübileye mahsus kartpostallar, ri
tesadüfleri vardır: Anadolu hayatı için pek mühim bir se saleler, resimler kokartlar, kurdeleler satan adamlar sıra
ne olan milâdın 1913 üncü yılı Ermeni harfleri icadının lanmıştı. Hepsinden aldım. Kartpostalların bazılarında
1500 üncü ve Ermeni tabaatının 400’üncü sene-i devriye- harf ve matbaa mucitlerinin resimleri, bazılarında ise üs
sine rast geliyor.!.. Milletlerin tekâmül ve inkişafında, jü tüne koca bir tac giydirilmiş "Ma-yı hayastan" ile yedi Er
bileler, (sene-i devriyeler)in ciddî faideleri muhakkaktır: meni kralının muhteşem tasvirleri vardı. Kurdeleler mavi
Jübile günlerinde millet, maziye irca-yı nazar ederek ve kırmızı renklerde idi. Halkın çoğu bu kurdelelerden
kat'olunan mesafeyi, gelip geçen vekâyii hatırlar; haldeki takmıştı ve oralarda dolaşan ve vatandaşlarının bayramla
iktidar ve faaliyetinin derecesini ölçer; istikbâle dair ta rına samimiyetle iştirak ettiği tok, hâr-ı mütebessim ve
savvurlarını, emellerini kuvvetlendirir ve yayar.. mesut cehresinden pek iyi anlaşılan bir Türk komiser
efendi bile resmî kaputunu o kurdelelerle tezyin eyle
413- 1513- 1913! bu tarihî rakamlar etrafında, Os
mişti... Bu iki renk imtizacının neyi temsil ettiğini birkaç
manlI Ermenilerin üç beş gün evvel yaptıkları şâşaalı şen
vatandaştan sordum, izah edemediler, nihayet komiser
lik, ihtimal ki Ermenistan'ın Bizans ve İran arasında mu-
efendiden sormak cesaretini bile gösterdim; fakat o da
hafaza-i muhtariyet ettiği devirden beri görülemeyen bir
bilmiyordu.
Sayı 51 TÜRK YURDU 61
û d e ^ ^ ü- 91 (d c ^ ç c ^ ct ^
İC25^ü A/o/
TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
BAYRAMDA
Bayram,.. Omuzlarında bir yığın günah ile manevi- ğulan büyük hanım mavi damarları çıkık, kadîd elleriyle
yetleri kanburlaşan yüzlerce insan yüreği şimdi göğsün güvez yemenisinin yeşil oyalarını eski bir devrin itinasıy
de çarpan camiin, Allah'ın gufrânını bu siyah ruhlara di la düzeltiyor, boğucu bir öksürük olmağa hazırlanan bü
lenmek için, göklere uzanan beyaz eli gibi duran minare yük ve acı bir nefesle göğsü şişiyor...
den rahmânî bir ses dökülüyor ve henüz uyanan şehrin Ötede konsolun üstündeki aynanın karşısında dün
mahmur çehresini meçhul bir iklimden gelen bir melek yanın bütün renklerini ve râyihalarını üzerlerine topla
nefesi gibi okşuyor: Ezan... makla meşgul gençler bir taraftan saçlarının âsi ipekleri
Sokaklarda bekçinin davulu vakur ve muttarid bir ni ateşin demirlerin cehennemi temaslarıyla dağlar ve si
nağme ile gürlüyor, sükûna alışan kulakları kalın bir baba hir ve füsun saçan gözlerinin kenarına ince bir gece çer
sesine benzeyen ahengiyle uykusundan uyandırıyor... çevesi çevirirken bir taraftan da onun bu hâlini birbirleri
ne işaret ederek gülüşüyorlar ve burnun ve râyiha ile içi
Uzak mahallelerdeki çocukların potinleri gıcırdıyor...
ne sun'î bir bahar doldurdukları odada başında hayatın
Küçük hanım kızlar taranmış saçları üzerinde açan
ebedî karlarını taşıyan ihtiyar kadının üşüyen mhunu
renkli kurdeladan güller, teyellerinin birkısmı unutulup
unutarak kendi sevinçlerinin hararetine sokuluyorlar...
sökülmemiş yeni ipekli esvaplarla ve bu büyük günün
Küçük bir evin basık tavanlı odasında henüz yatağın
hususî yürüyüşüyle komşu teyzelerinin ellerini öpmeğe
dan kalkmış entarili ve çıplak ayaklı bir kadın yere yayıl
gidiyorlar. Zihinleri verilecek hediyelerin, rengini, şekli
mış eski bir seccade üstünde, tebrik için dolaşacağı yer
ni, güzelliğini düşünüyor. Elleri öpüp hediyeleri aldıktan
lerin çokluğunu düşünüp telaş eden kocasının, yakaları
sonra yakındaki viraneye gidecekler ve bütün bir küme
nın ipeği üzülmüş redingotunu ütülüyor...
kız, erkek çocuklar kalabalığı nazarlı birbirinin süslerine
asılarak ve dudakları bir türkünün bağlamasını haykıra Büyük ve mağrur kapısı açıldığı sokağın yıkık kaldı
rak, kendileri gibi renkli ve süslü bir salıncak içinde salla rımlarına hakaretle bakan kocaman konağın sahibi atlas
nacaklar, sallanacaklar yahut bu büyük gün için hazırlan cibinlikli karyolasının içinde tenbel tenbel gözlerini
mış göz alıcı renklerle boyalı bir arabaya kurularak se oğuşturuyor; son bozgunun azgın bir sel gibi sürüp getir
vinçlerini sokaklarda gezdirip koşturacaklar... diği, yüzünde vatanının yadı ağlayan bir muhacir kızı ha
nımefendinin sofada gürleyen sesinin tesiriyle dolan göz
Daha henüz oturup sabah kahvesini içmeğe başladı
leri, kızaran yanakları ve titreyen elleriyle işlemeli bir
ğı köşe minderinden zamane çocuklarının münasebetsiz
bohça içinde beyefendinin resmî esvaplarını getiriyor;
kıyafetlerine dargın ve münekkid bir nazarla bakarken
karşıki odanın Marmara'nın mavi göğsüne bakan pençe-
asıl ruhunun gözü uzak mazisinin enginlerine dalıp bo
66 TÜRK YURDU S a y ı 52
resi kenarında bir genç kız, küçük hanımefendi, elindeki bir bükme ile sarılı başını kapalı pencerelere doğru kaldı
müdebdeb bir mahfazayı yavaşça açarak Avrupa’daki ni rarak yüksek sesle "kum salli" diye haykırıyordu. Biraz
şanlısının gönderdiği bayram hediyesini, üstü frenkçe sonra İstanbul'un her tarafından ezan sesleri duyulmağa
markalı bir yüzüğü mesrûr ve haris nazarlarla seyredi başladı, Şirvanîlerin konağında misafir olan bu garip
yor.,. şeyh, her sabah ezandan birkaç dakika evvel mahalleyi
uyandırmayı âdet edinmişti. Onun, harfleri hayret vere
Bahçelerde kapı önlerinde acele açılmış küçük çu
cek bir vuzuh ve tınnetle söyleyen davet nidâsını duyar
kurlara masum başlar uzatılıyor; İsmail'in yahut İshak'ın
duymaz, odalarda herkes uyandı, bayram için giyinmeğe
canını kurtarmak için göklerden inen garip hayvanın nes
başladılar. Sokaklarda sarı çetikleri, burma kavuklarıyla
li durgun ve mütevekkil bakışlı gözlerini dünyaya kapa
camilere doğru kalabalık bir cemaat geçiyordu. Vidin va
yan örtüler altında içine düşecekleri ademin karanlık
liliğinden henüz dönen paşa, selamlıkta yatan yetişmiş
dehlizinde bir iki dakika yaşıyorlar; sonra yeni bilenmiş
oğullarını arkasına aldı, hep birden namaza gittiler. Per
bıçakların çelik dişleri altında ölüyorlar...
delerin kafeslerin örtmediği ikinci sıra, üst pencereler
Boyasız kaplamalarında bir matemin görünmez göl
den taze bir sabah, bir bayram sabahı görünüyordu.
geleri ağlayan alçak bir evin çıplak odasında pencere ke
Çabucak evin her köşesi uzun ipek eteklerin hışırtı
narındaki yatağından uzanıp küçük bahçeye bakan hasta
sıyla doldu. Halâyıklar, kalfalar, hanımlar herkes hazırdı;
bir kadın mazlum bir koyunun uzanmış boynuna bıçağın
büyük lala aşağı sofada ellerini çırptı, merdiven başlarına
indiğini görüyor: Ve inliyor: "Ah evlâdım, seni de böyle
dehlizlere doğru iki defa seslendi: "Kızlar paşa geliyor."
boğazladılar. Sen de bunun gibi kurban oldun, fakat bay-
Harem ağaları binek taşından bahçe kapısına kadar iki ta
ramsız bir kurban!..."
raflı dizildiler.
Sonra bir kaç ayda kumral tacı ağaran ve çehresinin
Mabeyn kapısı dışarıdan bir anahtarla açıldı. Paşa içe
hatları oyuklaşan başı yastığına düşerek hıçkırıyor, hıçkı
ri girdi. Üst salonda tebriğe başladılar.
rıyor...
Günün ilk ziyalarıyla ıslanmış bir avize dört köşe al
Evet garip ana, evet şehit bir kardeşin anası, senin
tın kamışlı tavanlardan inerek ortada, rengarenk damla
oğlunu da başkalarınınkini de, büyük neslimin )âizbinler-
lar dökecekmiş gibi parlıyor, rafların üstündeki eski fağ
ce çocuklarını böyle boğazladılar; onların hepsi sevgili
furlar, mavi çizgili "çeşm-i bülbüller" tebrik için girenle
yurdun kurbanı oldular. Şimdi mhânî nazarları rahim bir
rin hareketiyle biribiriyle tokuşarak şıkırdıyordu. İçeri ilk
nur gibi göklerden ruhumuza dökülüyor ve havayı titret
giren Gülmisâl Hanımdı. Renginin penbeliğinden dolayı
meden maksadlarını anlatan lisanları diyor ki:
paşa ona Gülmisâl ismini vermişti. Hakikaten görünme
"Bizim de bayramımız olacak. Uzak mı yakın mı? Bil
yen bir köşeden sabah onun göğsüne ve yüzüne vurmuş
miyoruz; o sizin elinizde. Şanlı tarihini üç kıt’anın toprak
zannolunabilirdi. Saçlarının yeşilimsi kumralını oya ile ya
larına ve denizlerine yazan milletimiz uyanıp Balkanlarda
pılmış titrek sarı fulyalarla süslü yüksek bir hotuz örtü
dökülen kanlarımızın hesabını sorduğu zaman!"
yordu. Kulaklarında ucuna doğru toplanarak kopan tatlı
Ah, işte asıl bayram. Ey yükseklerden siyah alınları- damlaları gibi iki penbe inci sarkıyordu. Arkasında işle
mıza merhametle bakan ölüler, sizin bayramınız! Ey ruhu meli uzun bir etek, ayaklarında küçük güllerle dolu bir
ümidinin aleviyle yakan intikam, senin bayramın!... mantin şalvar vardı. Kenarları yine oyadan mine çiçekle
Teşrinievvel 1329 riyle çevrilmiş, ince tül gömleği çepkenin kesik omuzla
Doğrulup mûtad olan duayı dinlemek için onun yü "-Evlâdım, şimdiki bayramlarınız geçmiş zamanların
züne baktığı vakit uzun yeşil gözleri o kadar güzeldi ki: bayramlarına benzemiyor, dedi. Size dua ediyorum ki
Paşa kendi kendine, "böyle gözlerle seyredilen dünya geçmiş bayramlar gibi bayramlar göresiniz..."
kim bilir bizim gördüğümüzden daha ne kadar güzel ol Acaba âlem-i İslâm için istediğimiz o geçmiş bayram
mak icap eder" dedi. lar tekrar avdet etmeyecek, acaba mahzun ufuklarımızda
Arkadan Mihrumâh Hanım sonra diğerleri geliyordu; o eski, mesut hilâl-i îyd bir daha doğmayacak mı?
saçları ortadan ayrılmış hotozlarında oyadan küpe çiçek Hamdullah Subhi
leri, hercaî menekşeler, beyaz sarı yaseminler, papatya
lar, sünbüller, gerdanlarından kıvılcımlanan yakut, elmas
alîkalarla birer birer salona giriyor; üç etekli entarileri, iş BAYRAM makaleleri
lemeli sırmalı terlikleri ile nihayetsiz lâtif bir geçittir de
Türk gazetelerinin bayram günlerine derece-i alâkalarını gös
vam ediyordu. Paşa bu güzel, nadide kulları bu gün haki termek için, ikdam, Tanin ve Vakit ceridelerinde Şeker Bayramı mü
katen bir baba hissiyle seviyor; omuzlarından sırtlarından nasebetiyle yazılan satırları aşağıya aynen naklediyoruz:
okşayarak "Allah daha çok bayramlara yetiştirsin!" diye
İkdam'dan:
mukabele ettikten sonra, onlar dönüp çıkarken, kalben,
"ben sizi mesut etmedim, inşallah çocuklarınız sizi mesut İYD-İ SAÎD-İ EITR
eder..." diyordu. Mâh-ı siyâm-ı mağfiret ittisam dün akşam tekmîl-i se-
Şimdi İstanbul'un her tarafında kafesler arkasında, lâsîn itibariyle vâsıl-ı hayr encâm olmuş ve îyd-i saîd-i
böyle elmasların, incilerin, altınların ipeklerle, sırmalarla fıtr'ın şeref-i hulûlü, sâlikîn-i dîn-i mübîn'in bu mâh-ı
karıştığı bir cereyan, bir servet ve ihtişam nümâyişi vardı. mağfiret âyâtı idrak ile hâsıl eyledikleri sürûr-ı mâneviyi
İstanbul'un her tarafında yüzlerce kişi barındıran o bü bir kat daha tezyîd ve cibîn-i tâbnâk-ı müslimîni tenvir ve
yük konakları doyurmak için mutfakların yüksek bacala tezyin etmiştir. Bu gün bütün âlem-i İslâm'da kalıp mü-
rı, fabrika ocakları gibi tütüyordu. vahhidîn bu mübarek bayram gününün feyz-i teâlîsiyle
münbasit ve münşir-i haddir.
O zamanlar, bayramları haber veren hilâl, yalnız İs
tanbul'un evlerinde değil, Bursa'da, Edirne'de, Konya'da, Hemen Cenâb-ı Hakk ve Eeyyâz-ı Mutlak Hazretleri
Şam'da, Bağdat'ta, Hindistan ufuklarından mağrib ufuk Habîb-i Ekremi hürmetine geçirdiğimiz eyyâm-ı felâketi
larına kadar baştan başa bir sihir ve bir füsun âlemi uyan bir daha göstermesin ve memâlik-i İslâmiye ve Osmani-
dırır, İslâm evlerinin içinde bir altın kaynağı, bir mücev yeyi mazhar-ı refah ve saadet buyursun âmin.
her şelalesi mübtezel bir feyz ile akıp dökülürdü. İslâmın (İkdam), bilcümle müslimîn ve müslimât haklarında
evi refah ile dolmuş, İslâm’ın ruhu gına ile reyyân bir hâ îyd-i saîd-i fıtr'ı tebrik eder ve bayramın ikinci Perşembe
le gelmişti. Şimdi ben o zamanları düşünüyor ve Anado ve üçüncü Cuma günleri intişar etmiyeceğini karie ve
lu'nun ortasında ruhumu ebedî bir hicran, ebedî bir kim karilerine beyan eyler.
sesizlikle ağlatan bir akşamı tekrar yâd ediyorum. Öyle
mahzun ve gamdîde bir akşam ki semasında doğan o
Tanin'den
bayram hilâli acıları arttırıyor, İslâm memleketlerini hep
birden düşündürerek etrafımın kederlerine uzaktaki TANIN
muhakkâr kalmış esir olmuş biçare kardeş memleketle Bayram münasebetiyle karilerine takdim-i tebrikât
rin hüsran ve ye'sini zam ediyordu. eder.
İhtiyar bir nine her bayram elini öptüğüm vakit, "Al Bayramın ikinci ve üçüncü günleri gazetemiz intişar
lah seni geçen senelere yetiştirsin" derdi. Biz nice sene etmeyecektir.
ler yerine geçen seneler diyor diye kendi aramızda bu
OsmanlI Türklüğünün iki en büyük gündeliği geçen
hataya karşı gülerdik. Bir gün ona sordum:"Nine niçin ni
şeker bayramı münasebetiyle şu üç, beş satırdan başka
ce senelere demiyor, geçen senelere diyorsun?"
yazacak bir şey bulamamışlardı. Baş makaleleri İsviçre Zi
68 TÜRK YURDU S a y ı 52
raat mekteplerine ve Naçoviç beyanâtâtına ait idi. Bu ce da, artık sevinebiliriz, birbirimizi samimiyetli tebrik ede
ridelerin diğer taraflarında da teşrifat müdiriyet-i umûmi- biliriz.
yesinden verilen resmî tebligattan gayri bayrama ait bir Bu bayramdaki mütebessim çehrelerimiz, mesut
kelime olsun yoktu.,. kalplerimizin âyinesi sayılabilir.
Dinde laubali zannettiğimiz AvrupalIların pek parlak rinde dâima sebep ve gâye canlı ve ateşli bir iman olmuş
bayramları vardır. Bir Avrupalı, ferdi dinini kaybetmiş ol tur. Dinimizi, imanımızı müstehâse hâlinden çıkarma
sa bile içtimaen dinli kalmıştır, Onlar geçen asrın efkârı mak, çıkaramamak mevttir...
na hükümran büyük feylesoflarına itaat ederek dinin içti- Hazret-i Halilürrahman'ın kendi oğlunu kurbana ka
mâan bir emr-i elzem olduğuna inanmışlardır. Avaıpa, rar vererek, başka âdemoğullarını müebbed kurbanlık
hele en müterakkî ve mütemeddin olan Anglo-Sakson ve tan kurtarmak istediği bu mübarek günde, hakikat zan
Cermen Avrupa, pek dinlidir. Berlin'in, Londra'nın mî- nettiğimiz bu şeyleri yazmak istedik: Sınıf-ı münevver de
lâd-ı İsa yortuları ne canlı, ne hoş ve ne derindir. Üç ya nilen kimselerimiz, halkın pâyansız imanından feyz ala
şında bir çocuktan, doksan yaşında bir ihtiyara, en fakir rak halkla sevinip, halkla müteellim olmazlar ve bunun
bir ameleden, kral veya imparatora kadar herkes o bayra için biraz rahatlarını, azametlerini kurban etmezlerse,
mı duyar, anlar ve sever... Şimal Türklüğü de bayramları sevmek duasında bulundukları Türk milletini ilelebed
nı İstanbul'dan çok canlı ve şen geçirmektedir. Bayram kurbanlık koyun hâlinde bırakmış olacaklardır.
günlerinde kalpten taşan sürür, bütün yüzleri nurlandı-
A. Y
rır. Diriler birbirini mutlaka ziyaret eder; ölülerini de
unutmazlar. Hürrendîş geçinenler bile, bayram namazını "Türk Yurdu ve Türk Ocağı bayramın ikinci günü
asla terk etmezler. Cemiyetin uluları, İçtimaî vazifelerini sabah saat birden akşam saat dörde kadar bayramlaş
unutup, ava, sayfiyeye kaçmazlar; hatta sayfiyede olanlar m ak isteyen âzâ ve dostlarına açıktır ."
bile döner, vazifesi başına gelir. Bayram ziyaretleri haki
katen birer vazife-i içtimaiyedir.
C^saliö* j^ } J ^ ^
^ jj A -^
^ ^ jr ^
( ^ y M y E t y* r^ /T ‘^ - *
U ^I ^
EDEBİYAT Despot
Sarayı red ettin, tuttuğun meslek
LIBERTE
Mahbeste bitti!
Mukaffa bir facia
Liberte
(Başı ikinci yılın on üçüncü sayısında)
Buna zulmün sâik!
İkinci Meclis
Despot
"Despot Liberte" Ah senin gibi bir nurânî melek
Zindan köşesinde yatmak ne lâyık!...
Despot
Liberte, inadının sonu yok mu? Liberte
w
İhtida her mahbusun habsine
Liberte
Daimi bir kabahat illet olmaz;
Bu sebattır! Siz inat diyorsunuz.
O cihetle mahbusların hepsine
Bir de bi'l-farz inat etmişim! Çok mu?
Mesul nâmı vermek adalet olmaz.
Ona beni siz sevk ediyorsunuz!
Pek çok adam bilirim ki m e’lûmen
Despot Mahbus, bigayr-ı hakkın mahkûm olmuş;
Bilmem kime istinat ediyorsun. Sadakatine mebni mazlumen
Bu inadın için zindandasın, kız, Nefyedilmiş, menfada fena bulmuş;
Şimdi zindanda inat ediyorsun? Hep bîkesliğiyçün şâyân-ı ifnâ.
Yerin maktel olacak! Aczi için azâbı sad-çendândır!...
Sâniyen benim nezdimde bu bina.
Liberte
Ne tarafında bulunsam zindandır!
Fakat haksız!
Zîr-i zemininde değil faraza
Despot Cihannümâda olsam, mazlemdir!
Haksız sensin! Her mahbus cünhâdârdır. Gönlüm kimde ise rahatım mahzâ
İnsanın bahsini icab eden hal Ona mevkûfdur, onda müsellemdir
Bir emr-i medhûl olmak bedidârdır. Sarayım onun olduğu makardır!...
Bir de sanma ki şu kayd-ı hirmanda
Liberte
Liberte âciz veya muhakkardır
Gazab-nâk
Cihana hükm ettiğin bir zamanda,
Krallara mahsus hayâl-i muhal!..
Zindan-nişîn bir kızı ziyarete
Sizce zalim ma’fuv, mazlum müttehim.
Gelmeğe kalben mecburiyetin var!
Fakir olan cezaya müstahakdır!
Bulunduğum hasîr-i esarete
Sizce bir mahbusu nefy emr-i mühim.
Hizmetin, hürmetin, riayetin var!
Bir menfiyi idam sevaptır, haktır!...
Sultanlar kabul eder bir fakirim
Daima siz haklısınız biz nâhak!
"Bu hâl fakr değil, bil ki saltanat!
Çünkü sizde kuvvet, bizde zillet var!
Yalnız halkın indinde hakirim"-
Fakat birde bütün kuvvetlerin mülhak
Maamafih gönlüm yine bî-minnet.
Olduğu bir kuvve-i ma’delet var
Bu gün o saltanatı red ediyor!
Ki nâmı hak, hükümeti mutlaktır,
Yine de şu zindan-ı pes-eyvânı!
İcad-ı âlem, mahv-ı cihâniyân
Saraydan daha büyük addediyor!
Hep onun fermanına muallaktır?
Çünkü hükümetinizin divanı
Onun nazarında herşey nümâyân.
Makaram olsa nezdime gelenler
Onun kanununda herkes siyyândır
Krallar olmamak bir taraf; ancak
Ona imtisâl et, ondan ibret al!
Nation gelirde bana ta’n eyler!
Sen tahkir edersen sana ziyandır,
İnsanı Allah hıfz eder, ey kral!...
72 TÜRK YURDU S a y ı 52
Despot
Üstüne açılan mavi şemsiye!
Önce razı oldum
Âh ey derinliği bilinmeyen gök!
Mani çıktı.
Bu hasta ruha ya biraz şifa dök
Liberte Ya ölüm nihayet ver işkenceye...
Bir doğru yola gitsen
Terşrînievvel 1329
O mânilere tesadüf etmezsin!
Mânî dediğin eğri yolda gezer Celâl Sâhir
Doğruda onu görmez, işitmezsin.
Onları mert olan çiğneyip ezer!...
Elhazer! Ey seferber-i bî-haber!
TERCÜME-I HAL
Gittiğin pek dehşetli bir reh-gezer
Çâh-ı gam! Sûrâh-ı belha makber! MÜSTEŞRİK VAMBERY
Zîr ü zeber olursun! Hazer! Hazer!... -Evet madam Asya-yı Vustâ’nın göçebe Türkmenleri-
Bitmedi. ne, Özbeklerine o susuz çöllerin yarı çıplak gezen çoban
larına benzemek için bütün seyahatimde saçımı, sakalımı
Abdülhak H am id
kesdirtmedim. Aylar geçerdi ki yüzümü yıkamazdım.
olduğum o teseyyüb beni hiç müteessir etmedi. Bilâkis itimatsız bulunmak mı lâzım geleceğinde mütehayyir
bu günkü tekellüfüm, zerafetim müsteardır. Sahtedir. idim.
İhtiyar Vambery bu sözleri, ekserisi asıizâdegân ka -Reşid Paşa'ya hürmetimden Reşid ismini aldım ve
dınlarından mürekkeb olan belki yirmi kişilik bir meclis Türkleri Türklüğün ehemmiyetini hilâfetin nüfûzunu As-
te söylüyor ve herkesin hayretini ve belki ihtiramını celb ya-yı vustâya azîmet ettikten sonra daha anladım. Hatta
ediyordu. Bu kadar çıplak bir hakikati hatta güzel ve ki İstanbul'daki paşa dairelerinin uşaklarında ve hatta zev
bar kadınlar huzurunda söylemek için sahib-i kelâmın ne celerine Fransızca ders vermek için girdiğim... Paşa'nın
yaman bir itimad-ı nefs sahibi olması lâzım geleceği mey ve... Bey'in dairelerindeki hanımlarda gördüğüm vakar
dana çıkar. ve temkin bu milletin hâkim olmak, âmir olmak için cibil-
lî bir haslete mâlik olduğunu bana anlattı. Fakat şimdi ce
Peşte'de bir kaç gün kalan ve memleketinin edebiya
miyetinizde bu gurur, bu mekânet kalmadı. Hepiniz zir
tına ve tarihine vâkıf olan bir Türk için Kara Mustafa Paşa
zop, hepiniz frenk mukallidi oldunuz.
hamamından elyevm tetevvüc kilisesi olan Fethiye cami
inden, Taban mahallesinden. Gezer İlyas tepesinde sarf-ı "İnkâr edemem ben seyahatimi, şöhretimi, tecrübe
nazar Peşte'de ziyaret olunacak iki şey vardır:"Gül Baba" lerimi tamamıyla o zamanın Osmanlı ricâline borçluyum.
türbesi, Mösyö Vambery. Âlî ve Reşid paşalardan Buhara Emîrine, Hive Hânına,
İran ümerasına hitaben aldığım tavsiyenâmeler beni bü
Geçen sene Avrupa'ya seyahatim esnasında İstan
tün Asya'da nâil-i hürmet eyledi. O zaman Tahran'daki
bul'daki Mösyö Vambery'nin yârânından aldığım bir tav-
sefiriniz Haydar Efendiden de pek çok muâvenet gör
siyenâme sayesinde bu "Sahte Derviş" ile yakından mülâ-
düm. Bütün Asya akvâmının ruhlarında, kalplerinde ne
kat için Tuna Rıhtımı üzerinde kâin cesim bir dairedeki
yüksek mevkiniz olduğunu hayretle öğrendim. Fakat
apartmanına gittim. Saat alafranga beş olduğu hâlde or
Dersaâdet'e avdetimde bu tebşirlerimden istifade edil
talık gereği gibi kararmıştı. Hizmetçi beni etrafı seraser
medi. Çünkü getirdiğim haberlere kimse ehmmiyet ver
kütübhaneler ile müzeyyen cesîm bir salona aldı. Loş bir
miyordu. O vakit sizin gözünüz Avrupa'ya, Tuna sahilleri
sükûnet. Bir dakika sonra bu sükûne, başında siyah atlas
ne dikilmiş kalmış idi. Asya çöllerinden gelen sıcak se
takkesiyle kısa yakalı gömleği üstünde iri plastron boyun
lamlardaki lezzeti takdir edemiyordunuz bana bir Selîm-i
bağlı, buruşuk değirmi çehreli, top kır sakallı kısa boylu
evvel ister idi. Yazık ki siz o zaman Süleyman Kanunî po
vakûr ve sevimli bir ihtiyar simâsı ilâve edildi. Mösyö
litikası verâset davasını görmekte, ve çilesini çekmekte
Vambery üstü karma karışık kâğıtlar ve kitaplarla dolu
idiniz. Bu sûretle seyahatim Türkiye hesabına iken İngil
olan masasının başına geçti. Bir "safa geldiniz beyefen
tere menfaatine neticelendi. Hâlbuki ben Macarların ec-
di!" izâzıyla mükâlemeye giriştik. Daha onsekiz yaşında
dâdını aramağa çıkmıştım!
Macaristan'ın St. Georghen nâmındaki küçük bir kasaba
sında iken fakriyle beraber muallimsiz, kimsesiz yedi li "İngilizler beni pek severler çünkü onlara ilk Asya'yı
san birden öğrenmeğe muvaffak olan bu zatın bu yaşta tanıtan ben idim. Fakat onlar da beni dinlediler, anladı
bile mâlik olduğu hafızaya şaşıyordum. Reşid Paşa'nın, lar. Hatta İngiltere hânedân-ı hükümdarîsiyle ayrı ayrı
Âlî Paşa'nın, Fuad Paşa'nın, Kabûlî Paşa'nın daha birçok dost oldum. Onların iltifatlarını gördüm.
eski küberânın dairelerini hatta daireleri ağalarının iti- "Evet Abdülhamid de beni severdi. Hatta Yıldız Sa
yadlarını zikrediyor, bu zevatın her birinin konaklarında rayında misafir bile oldum. Huzuruna girdiğim vakit ba
kendisine gösterilen sade fakat temiz odalarda aylarca na kendi eliyle sigaralar ikram ederdi. Ben İngiliz siyase
yatıp kalktığını, onların sofralarında yiyip içtiğini kemâl-i tiyle sâbık sultanın politikasını birleştirmek istedim. Ça
minnet ve hürmetle yâdediyordu. "Reşid ve Âlî Paşalar lıştım. Abdülhamid de sözlerimi dinledi. Fakat neticede
velînimetlerimdir" cümlesi tâ kalbinin en derin köşesin ne oldu? Birçok ihsan vererek beni Londra'daki Genç
den fırlıyordu. Türkleri kandırıp getirmek için İngiltere'ye yolladı!... Bu
Memleketinde bir Yahudi Vamberger, İstanbul'da İs teşebbüs bana biraz pahalıya maloldu. Hatta İngiltere'de
lâm bir Reşid Efendi, sonra İngiltere ve Peşte'ye avdetin ki şöhretimi bu yüzden lekedar bile edecektim.
de Protestan Vambery olan bu itikatsız ihtiyar karşısında.
74 TÜRK YURDU S a y ı 52
"Ben Türklerin, fakat eski Türklerin lütuflarıyla per- meyi, şehitliği, gaziliği, kanaati, sadâkati inkâr edin,
verde olduğum için (aynen kendi sözleridir) milletiniz medeniyetinizi, o ayrı ayrı Türklük medeniyetini, İslâm
uğrunda çalışmayı vicdan borcu bilirim. Fakat Genç lık medeniyetini, Arap ve Acem medeniyetini hiçe sayın.
Türkler beni takdir etmediler. Bana Abdülhamid'in dos Maddî ve manevî bir çıplaklıkla Avrupa'nın boyunuza uy
tu diye itimat eylemediler. Hatta Meclis-i Mebusânda ale mayan hazır, çürük bakkam medeniyet libasına bürünün,
nen aleyhimde bulundular!! Fakat ben şahsın değil, mil kalbinizi kemiren mürâî ahlâkını taklit edin. Lâkin Avru
letin dostu idim. Eğer ihtiyar olmasaydım tekrar İstan pa taklit edilmez tahkik edilir. Sizin bir medeniyetiniz
bul'a gider onlarla ayrı ayrı görüşür, mûrâfaa olurdum." var, siz bilmiyorsunuz, fakat var o medeniyetinizi bizzat
siz ıslâh edin, neşredin ve bütün İslâmları da o büyük
Bu sırada büyük salonun müntehâsındaki küçük ka
Türk imparatorluğunun derin vakur medeniyetinden is
pı açıldı. Bir ihtiyar kadın başı gözüktü. Yine geri çekildi.
tifade ettirin. Türklüğünüzle iftihar edin. Sizin vücudu
Anladım ki Mösyö Vambery'nin yemek vakti gelmişti. Bu
nuz ile iftihar eden milyonlarla halk var. Başınızı çevirin,
ihtiyar âlim her akşam, saat yedide yemeğini yer ve onda
bir kere de Asya'ya bakın. Anadolu'da on iki milyonu mü
mutlaka yatarmış. Mösyö Vambery ise coşmuştu: Daha
tecaviz Türk vardır. İşte üç yüz milyon ehl-i İslâmî mane
söyleyecek pek çok sözleri olduğunu anlıyordum. Avru
vî esaretten, dalâletten, cehâletten kurtaracak ancak
pa'dan avdetimde kendisini tekrar ziyaret edeceğimi va
bunlardır. Artık her Türk’ün kaç kişi kurtaracağını, bu
at ederek yanından ayrıldığım sırada ihtiyarın en son sö
nun için ne derece büyük bir kalbe ne mertebe yüksek
zü "Ben Türklerin kalbi dostuyum" cümlesi olmuştu.
bir emele mâlik olması lâzım geleceğini siz düşünün. Dü
Şimdi düşünüyordum. Masasının üstündeki kalemiy
şünün! Bu düşünmek size mevkinizin ehemmiyetini, va
le kütübhanesindeki kitaplarından başka bir sermayesi
zifenizin ulviyetini, hayatınızın kudsiyetini anlatır. Düşü
olmayan geçen asrın bu Yahudi çocuğu, bu sarraf-ı irfan
nün ve kendinize güvenin! Fakat bunun için Avrupa'nın
mahzâ zekâsı sayesinde yirmi otuz bin liralık bir servet
bir müstemlekesi olmaktan memleketinizi kurtarın,
kazanmıştı. Belki müddet-i ömürlerinde bundan daha
gümrükleriniz AvrupalIların keyfine tâbi olursa, siz Avru
çok çalışmış, bundan daha çok fâzıl âlimler aç ve bîkes
pa devletleriyle ayrı ayrı ticaret muâhedeleri yapamazsa
vefat etmişlerdi. Vambery ise birkaç hükümdarın dost
nız ıslahât diye yaptığınız her teceddüd başınıza bir
luklarını kazanmış ve iltifatlarına nâil olmuştu. Genç
felâket getirir.
Türklere serzeniş etmesinin esbâbını da anlıyordum.
Çünkü Abdülhamid zamanında kendisinin ayrıca bir de "Bugün Anadolu'ya döşediğiniz demir yollar ihra
maaşı olduğu muhakkak idi. Meşrutiyetten sonra bu irâ- câtınızı teshilden ziyade, Avrupa ithalâtını memleketini
dından bağteten mahrum olunca bir hırs-ı pîrî ile Alman ze sokmağa yarıyor. Artık sair ıslahâtın netâyicini bunun
ve İngiliz gazetelerine hakkımızda nâmülâyim birkaç ma la kıyas eyleyin. Avrupa size hürmet etmeli. Muhterem
kale yazmakdan çekinmemiştir. olmak içinde sizde polat gibi bir milliyet, granit gibi bir
Mevsûk bir menbadan işitmiş idim ki irtihâli gününe dindarlık ister. Biz Macarlar, küçük Tûrânî bir kavim iken
kadar Mösyö Vambery'nin ikamet ettiği cesîm apartma bunca aryaî akvâm arasında mevcudiyetimizi ancak bu
nın senevi icaresi İngiltere Hükümeti hâzinesinden veri sûrede millî taassubumuzla, millî edebiyatımızla, millî
lirmiş. ahlâk ve âdâtımızı muhafazada son derece inat göster
mekle idâme edebildik.
Tesadüf beni, Balkan muharebesinin hitamında, ve
fatından hemen bir iki ay evvel Vambery ile tekrar buluş "Asâlet-i tarihiye, asâlet-i askeriyeyi ihya edin. Ne
turdu. Odasından içeri girer girmez, kemâl-i ye’s ve ser rede Karaman oğulları, Menteşe oğulları. Ramazan oğul
zenişle hemen dedi ki: ları, Aydın oğulları? Bunların torunları?... Nerede Köprü
"Ne fes, ne kafes! ha! gördünüz mü neticesini. Ne fes lülerin, Koca Ragıbların, Zenbillilerin evlât ve ahfâdı, ha
ne kafes ha! Frenklik, Avrupa'yı taklit, kör körüne tak nedanı?...
lit!... Milliyetinizi unutun, dininizi ihmal edin, büyüklere
itaati, küçüklere himayeyi, civanmertliği, Allah yoluna öl - "Biz Macarların erbâb-ı asâleti, Macar milletinin
Sayı 52 TÜRK YURDU 75
teşekkül ve itilâsına pek çok faideleri dokunmuştur. Hâl bir başkası biliyordu. Eakat tarih-i irtihalini Macarların ve
buki siz rütbeleri bile kaldırmak istiyorsunuz. Buna te OsmanlIların bildikleri gibi bütün dünya da biliyor. Vam-
şebbüs etmek şarkın mağrur vakur ruhunu anlamamak bery ismi şarkın her tarafında tanınmıştır. Zira kendisi de
demektir. Türkler yalnız para kazanmak için bir araya şark'ı tanımış ve bilmişti. Müddet-i medîde şark ahalisiy
gelmiş yeni Amerika akvâmı değildirler. Aranızda bir afe le, lisanlarıyla iştigal etmiş ve Macaristan’da, bu şark ka
pısında Avrupa ve Asya ulûm ve fünûnunun yekdiğerine
rin, bir şan, bir nâm için bütün ailesinin vücudunu ber
yaklaşmasına ve temasına vasıta olmuştu. Gerek şahsını
hevâ etmiş fedakâr aileler, hanedanlar zuhur etmiştir.
ve gerek kitaplarını tanıyan bizler vefatından sonra bütün
'Adam kıymeti biliniz. Tarihi, dinî büyüklerinizin şâ- kalbimizle hissediyomz ki cidden mütefennîn ve değerli
nını tebcil edin. En büyük hasletiniz olan ümerâya, ule bir adamı kaybettik. Tercüme-i hâlinin inanılmaz derece
mâya, şuarâya, herhangi bir meziyet ve fazilet ashabın^' acîb olan romanını bizzat kendisi yazmıştır. Bu romanda
hürmeti unutmayın, eski vezirazamların huzuruna paşa müteveffânın hayat-ı husûsiyesine ait bi‘l-iltizam terk ey
lar bile abdestli girerlerdi. Şimdi ki sadrazamların yanına lediği noktaları, bu mühim zatın hâl ve şanını tetebbu
odacılar bile ceketle dalıyorlarmış. edenler ancak istikbâlde meydana koyacaklardır. Bîkes
"Size millî bir gurur, millî bir itimat-ı nefs vermek is ve fakir bir sokak çocuğundan, hükümdarların samimî
teyen şairleriniz bizim Petöfi’ler, Vörösmarty’ler gibi Ana dostu meşhur muteber bir muallim Vambery oluncaya
dolu Türklerine unuttukları medenî, İnsanî vazifelerini kadar bu zat birçok mühim sergüzeştler, hayret-bahş ma
anlatınız. Hatta etrafınızdaki vatandaşlarınız Araplara, ceralar geçirmiştir.
Kültlere, Lazlara, Ermenilere sizi sevdirsin. Size hürmet Vambeiy Bavyera Krallığının Bamberg şehrinden Ma
ettirsin öyle büyük şairler bir kuvvetli ordudan ziyade si caristan'a gelmiş fakir bir Yahudi ailesinden neşet etmiş
zin istiklâlinizin idâmesine hizmet edebilirler. Öyle millî tir. Tevellüdü 1831 veya 1832 tahmin ediliyor. Kendisi
şiirleri hatta siz Arapçaya, Kırgızcaya, Tatarcaya tercüme "Tuna Serdahağı" nâm kasabada doğduğunu söylemiş
edin. İstikbâliniz bademâ Asya'dadır. Eakat bu vatan-ı as ise de "St. Georghen" şehrinde doğduğu da rivayet edil
lî ve tabiînizi silâh ile fetih değil, kalmanızla, medeniyeti mektedir. Küçük Armin henüz üç dört yaşında iken sol
nizle teshîr edeceksiniz." ayağına bir ağrı ârız oldu.
"Bir Anglo Sakson, bir Slav, bir Lâtin milleti mevcut "Serdahağı" Yahudi mektebinde okuma ve yazmayı
olduğu gibi büyük bir Turan kavmiyeti, medeniyeti var öğrenmeğe başladı. Ebeveyni o kadar fakir idiler ki on ya
dır ve o cemiyetin bayraktarı Türklerdir.” şında iken daha ziyade mektebe devam etmesine mukte
"Bir diğer bakıma göre âlem-i İslâmın muktedâ bihi dir olamadılar ve bir terzinin yanına çırak verdiler. Armin
yine Türklerdir. Türklük, İslâmlık, bu iki meşale iki eliniz bundan sonra muallimliğe başladı. Bir Yahudi meyhane
de olduğu hâlde istikbâl yolunda, vakur ve metin adım cinin nezdine giderek bir tarafdan meyhanecinin oğluna
larla yürüyün! Kimse önünüze geçemez. Türklerin âtîsi "Tevrat-ı Şerifi" öğretiyor, diğer taraftan geceleri şarap
birçok kavimlerden daha emindir." satıyor ve bütün ailenin ayakkabılarını temizliyordu. Ni
hayet bu müteaddit işlerden altı ay zarfında seksen kuruş
Bu son söz üzerine ihtiyar Vambery'nin elini öptü
kazanabildi ve bu para ile St. Georghen mekteb-i idâdisi-
ğüm zaman o da ben de titriyorduk. Ben odadan çıkar
ne yazıldı. İnanılmaz büyük bir sefalet içinde hayatla çar
ken siyah sakallı bir genç girdi, "oğlum Rüstem" diyerek
pışarak daima öğreniyordu. Nihayet (Pojon) mekteb-i
mahdumunu bana takdim etti.
idâdisine devama başladı. Evden eve dilenerek toplaya
Yavuz bildiği para ile yalnız hayatını idame ettirebiliyordu. Yır
VAMBERYARMİN tık elbise ile geziyor, fakat en çalışkan talebeler meyanın-
da bulunuyordu. Hatta bildiği müteaddit lisanlarla her
1831 -1 9 1 3
kes kendisine taaccüb ediyordu. Temin-i maişeti için
Turanîler büyük bir matem içinde bulunuyorlar.
ufak bir ücret mukabilinde diğer refiklerine ders verme
VamberyArmin 1913 senesi Eylül'ünün onbeşinde irtihal
ğe başladı.
etti. Mûmâileyhin tarih-i tevellüdünü ne kendisi ve ne de
76 TÜRK YURDU S a y ı 52
Hâlbuki boş vakitlerinde aşçı kadınların ve hizmetçi ğunda kendisine vâki olan eski Macar vatanını aramak
kızların mahrem ısrarı olarak yazdığı âşikâne mektuplar, tesirâtı altında karar vermiş olduğunu anlatıyor:
bundan ziyade bir kâr temin ediyordu. Genç yaşında Ma "Eski Macar tarihini aramak hislerini henüz delikan
car ihtilâlinin bütün depdebe ve ihtişamını, mahzûniyet
lılık zamanımda kazandım. 1849 idi. Komarum teslim
ve melalini, Macaristan'a dahil olan Rus askerlerinin icra olundu. Askerlerimiz bize, Tuna Serdahağ'a doğru Çallu-
ettikleri mezâlimi kendi gözleriyle gördü ve bu vekayii
gözi'yi geçerek tüfeksiz olarak mahzunâne geliyorlardı.
yazan muharrirlere dedi ki, Mısır toplama zamanı idi. Bu gün cereyan ediyormuş gi
"-Ben bütün müddet-i hayatımda Rusların aleyhin bi derhâtır ediyorum. Biz çocuklar dışarıda Avros Yoji
de yazdım. Zira genç yaşında kendi milletine karşı Rus amcanın tarlasında mısır pişiriyorduk. Tarla sahibi de ya
Kazaklarının şiddetli muamelelerini gören adam kabil mi nımızda oturuyordu. İhtiyar ve fakat güzel olan bu Ma
idi ki başkasının aleyhinde yazsın?..." car'ın uzun saçları tarak ile tutturulmuştu. Bu esnada üs
tü başı yırtık bir fedaî bizim tarafa doğru geliyordu. Kıya
İhtilâlin hitamında fakirliği hasebiyle arzusunun
fetinden pek ziyade yorulmuş ve acıkmış olduğu görülü
hilâfında olarak henüz on sekiz yaşında mekteb-i idâ-
dînin 6. sınıfını bitirdikten sonra mektebi terketmeğe yordu. Yanımıza yaklaştı, oturdu verdiğimiz ekmek ile
pişmiş mısırı yedikten sonra dudaklarından sözler dökül
mecbur olarak mürebbî-i etfâlliğe ve lisan muallimliğine
meğe başladı. Kendi musibetlerini ve kalenin düşmesini
başladı. Mütenevvi mahallerde mürebbilik ederek müsa
it zamanlarında daima Avrupa lisanlarını öğrenmeğe gay söylediği zaman gözlerimiz dikildi ve göğsümüzü bir hıç
ret etti. Bütün Avrupa muharrirlerinin eserlerini en bü kırık sarstı. Almanların Macar fedaîlerinin yüzlerine nasıl
tükürdüklerini, Macar kahramanlarını nasıl vurup dök-
yük şairlerin kıymetli şiirlerini okuyarak yedi lisana vâkıf
olduktan sonra fakirâne, hiçbir kimseyi tanımaksızın, düklerini, anlatarak sözüne nihayet verdiği zaman ihtiyar
Peşte'ye, Macaristan'ın payitahtına belki kaderi yardım Avros Poji amca da uzun saçları arasındaki tarağı doğrul
eder ümidiyle lisan muallimliğine geldi. Fakat burada da tarak ümitli sözlere başladı. Mutlaka eskiden beri vird-i
zebân edilen "Macarlar, bir gün düçâr-ı tehlike olacak
ona karşı yeni bir sefalet hazırlanmıştı. Yine fakir Yahudi
olurlar ise yine Asya'da o eski Macaristan'da yaşayan kar
evlerinde bir hizmet bulmağa mecbur oldu. Verdiği ders
ler mukabilinde aldığı ücret dahi bu fakir ailelerin sefalet deşler gelecek ve Macarlara muâvenet edeceklerdir." sö
leriyle müsavî ve cüz’î olmakla beraber bununla kanaat zü hatırına gelerek nevmîdâne bu sözleri söyledi: Kork
mayınız Asya'dan eski Macarlar geliyorlar!....
edebiliyordu.
Mum alacak, lamba yakacak parası olmadığı bazı ge "İşte bunun üzerine eski Macaristan'ın mevcut oldu
celer sevgili kitaplarını kahvehanelerin sabahlara kadar ğunu düşündüm ve bundan sonra bu histen bir daha
Türkçe lisanını da öğrenmeye başladı. Bu sırada kalbinde Bu düşünceler Vambery'yi Şark'a şevketti. Nihayet
şarka karşı nihayetsiz büyük bir muhabbet uyandı. Mual 1857 senesi ilkbaharında İstanbul'a vâsıl oldu. Başlangıç
limlik maaşından 1200 guruş tasarruf etmişti. Müddet-i ta burada fena günler geçirdi. Macaristan'dan çıkarak İs
hayatında şimdiye kadar bu kadar çok para görmemişti. tanbul'da yerleşen vatandaşlarından muâvenetler gördü.
Bunun üzerine kalbinde hissettiği büyük bir arzu ile Bunların arasında Süleyman Paşa nâmıyla Türk tebaasın
uzaklara, pek uzaklara henüz tanınmamış Asya'nın orta dan olan ve dîn-i Muhammedi kabul eden Kinter Paşa
larına gitmek üzere İstambul'a azimet etti. Vambeıy'i Hüseyin Dâim Paşa'nın hanesine muallim sıfa
Vambery'nin bu kararı üzerine eski Macar beşiğinin tıyla yerleştirdi. Vambeiy, Reşid Efendi nâmını alarak ge
orada olduğunu zannederek Asya'ya doğru hareket eden rek lisana olan aşinâlığı ve gerek Türk edebiyatına olan
(Korosi, Çoma, Şandar, Ragoli Antal) gibi vatandaşlarının \mkufu hasebiyle az zamanda nâm ve şeref kazandı. Bu
harekâtı misalleri da inzimam etmişti ve yirmi beş yaşın akıllı genç Freng’i herkes yavaş yavaş fakat iyice tanıdı ve
da iken Tuna Nehri tarîkiyle İstanbul'a doğru hareket et sevdi. Türk vükelâsının hanelerine ve cemiyetlerine ta-
ti. Vekayi-i hayatiyesinde bu seyahatin henüz çocuklu karrübe başladı. Böylece Osmanlı tarihini tanıdı ve Mit
hat Paşa, Reşid Paşa, Âlî Paşa gibi cemiyet-i beşeriyede
Sayı 52 TÜRK YURDU 77
nadir yetişen kimseler ve memurîn-i hükümetten büyük farethanesi memurini onu bir daha göreceklerini ümit
adamlar ile dâimi temasta bulundu. İstanbul'da kaldığı etmediklerinden pek ziyade mahzûniyet ve teessürlerle
dört sene müddet zarfında öğrendiklerine dair Macar ve teşyi ettiler. Vambery yırtık derviş elbisesiyle çıplak ayak
Alman gazetelerine makaleler yazıyordu. Aynı zamanda larıyla yoluna devam ediyordu. Tahran'dan Buhara ve Se-
Asya-yı Vustâ'ya gitmeğe hazırlandığından Çağatay lisanı merkand'a kadar Türkmen kum sahrasını doğrudan doğ
nı tahsile başladı. Dört sene İstanbul'da kaldıktan sonra ruya geçerken eşkıyaların birkaç defa dehşetli tehdidine
1861 senesi yazında Asya'nın ortalarına doğru hareket et dûçâr oldu. Açlık ve kum sahrası içinde tesadüf ettiği ve-
ti ve kendisine Macar İlim ve Fen Akademisi tarafından kayii kıymetli muvaffakiyetlerini ayrı ayrı kitaplarda yaz
5.000 kuruş muâvenette bulunuldu. mıştır.
Halbuki bu para onun büyük teşebbüsüne ve ihtiya Bu kitapları Avrupa lisanlarından birçoğuna tercüme
cına nisbeten pek cüz’î bir meblağdı. Reşid Efendi nâmıy etmişlerdir. Vambery birçok muvaffakiyetlerden sonra
la bir derviş kıyafetinde Buhara, Semerkand gibi ondan mahallî evliyâsınm merâkıd-ı meşhûresini ziyaret ederek
evvel hiçbir AvrupalInın ayak basmadığı yerlere gitti. 1864 senesi kışında Tahran'a ve oradan da vatanı olan
Eğer onu oralarda derviş kıyafetine mukabil bir Avrupalı Macaristan'a avdet etti.
seyyah şeklinde göreydiler şüphesiz bütün hayatını ve Macaristan henüz istibdad günlerini yaşıyordu. Bu sı
cesaretini tediye etmeğe mecbur olacaktı. Vambery'nin rada ahali İlmî ve fennî şeylerle iştigal etmeyip Avusturya
niyeti Buhara ve Semerkand ahali kütübhanelerinde eski ile olan sulhlarıyla müştegil idiler.
kitaplardan ve el yazılarından Macar lisanının mebde-i as
Bu cihetle Vambery'nin vatanına muvasalâtında
lîsini karâbetini, ve ne gibi mevaddan teşekkül etmiş ol
kesb-i liyâkat ettiği derece nâil-i kabul olmayışına taaccüb
duğunu anlamaktı.
edilmezdi. Seyyâh Peşte'de malûmatını takdir edecek bir
O vakit Macaristan'da Macarcanın (Fin, Uygur) lisan muhit bulamayınca Budapeşte'den Londra'ya gitti tetki-
larından neşet ettiği söylenmekte ve inanılmakta idi. Hâl kat-ı ilmiye ve fennîyesini en evvelâ burada arzetti. Vam
buki Vambery'nin fikri ve re’yi Macar lisanının Türk ve bery'nin ilmini ecnebî memleketlerinin bu sûrede tasdik
Tatar lisanlarıyla mükârenette olduğu idi. Âlî Paşa'dan al etmeleri Macarlara tesir ettiğinden Vambery’i Macaıiar da
dığı resmî tasdiknâme ile İran'a doğru hareket etti. Trab tanımağa başladılar ve derhal Peşte Dârülfunûnuna şark
zon ve Erzurum'u geçerek Tahran'a doğru ilerledi. Yol lisan muallimliğine tayin ettiler. Vambery'ye İngiltere'de
culuğun bütün güçlüğü evvelâ burada anlaşılmaya başla dahi parlak memuriyetler teklif etmişlerdi. Fakat yine va
dı. Zira bir taraftan Avrupalı olduğu tanınmaması için dâ- tanına avdet etti. Vatanını pek severdi. Talebelerine çok
imî bir korku diğer taraftan ihtimal yolda tesadüf edece defa der idi ki:
ği eşkiyalarla çarpışmak tehlikesi Vambery'i daima izaç
"-İlim bütün dünyanındır. Vatanı yoktur. Fakat âli
ediyordu. Vambery Tahran sefaret-i seniyesinde yeni ar
min bir vatanı vardır Kudret-i İlâhîye kendisine uzun bir
kadaşlara tesadüf ederek onlardan büyük muâvenetler
ömür vermişti. Bütün hayatını faideli işlerle imrar etti.
gördü. Fakat birden zuhûr eden bir haber, sahte dervişin
Türk, Tatar lisanlarını tetkik ederek Etnografya ve şark
seyahatini tehir etti! Bu sırada İran'ın şark tarafında Dost
politikası ile iştigal etti. Türk milletine birçok hizmetler
Mehmed ile Ahmed Şah'ın muharebesi henüz hitam bul
de bulunarak Avrupa edebiyatında kalemi ve sözleriyle
mamasından yolların emniyetsizliği ve tehlikesi sebebiy
daima Türklerin hakkını ve menafiini müdafaa eyledi.
le Buhara yolculuğunun devamı için harf-i vâhid bile söy
Şark lisanlarını ve usûl-i idaresini tanıması hasebiyle İn
lemek caiz değildi. Vambery o kadar müddeti beyhûde
giltere'ye büyük hizmetlerde bulundu. Bu sûrede gayre
sarf etmemek için İran'da seyahate karar verdi. İran Ha
ti ve zekâsı sayesinde büyük bir servet sahibi oldu ve bu
riciye Nazırı Mirza Said Han'ın tasdiknâmesiyle İsfahan,
servetle âhir öm m nde bir istiklâl-i maddî temin etti. Bu
Şiraz (Eski Persepolis)’e giderek Hâfız ile Sadî'nin bu es
kadar servet ve istiklâl ve şöhret kazanmasında Türk mil
ki acem ediplerinin kabirlerini ziyaret etti. Tahran'a tek
letinin fedakârlığının dahli de inkâr olunamaz.
rar avdetinde artık muharebe bitmişti. Ve Asya-yı Vustâ
yoluna devama başladı. Sadık arkadaşları ve Osmanlı se
78 TÜRK YURDU S a y ı 52
( ü Doktor Jul Mesaros Macaristan’ın genç, muktedir müsteşriklerinden ve müteveffa Vambery’nin telmizlerindendir. Yukarıda münderiç
makalenin Doktor Mesaros tarafından doğrudan doğruya Türkçe kaleme alınmış ve hiç tashih görmeden tab edilmiş olması Daktor’un
Türkçeyi ne kadar iyi bildiğini pek açık gösterir. Doktor Mesaroş teallüm ve tetebbu devresinde birkaç defa İstanbul’a gelip aylarca kalmış
ve Şimal Türkleri arasında da takriben iki sene dolaşmıştır. Müşarünileyh, Şimal Türkçesiyle Çuvaşcayı, Osmanlı Türkçesi derecesinde
mükemmel bilir. Şimal Türkleri arasında yaşadığı zamanlar (Etnoğrafya) ve (Folluk ve Lor)’a dair birçok maddeler toplamış ve bunları tasnif
ve telif ile, Macarca kıymetdar eserler vücuda getirmiştir. “Magna Ungaria” (“Bü^âik Macaristan”) o eserlerindendir. Geçen sene Peşte’de
teessüs eden “Turan Cemiyeti”nin müessislerinden birisi Doktor Mesaroş idi. Bu âlim müsteşrik aynı zamanda Türkleriri pek samimî bir
dostu ve vatandaşları tarafından söyleyip okunulan iyi bir Macar şairidir. Eski ve yeni Osmanlı şairlerinin eserlerini, manzum tercüme ederek
1910 sene-i milâdiyesinde “Török Költök (Türk Demeti) -”Külte” şimal Türkçesinde de dem et demekdir. 123 unvanlı bir mecmua-i işar-ı
neşretti. Muhterem arkadaşımız Mesaros Efendi Balkan Muharebesi esnasında “Balkan müttefikleri tarafından ahali-i İslâmiye hakkında
irtikab edilen mezâlimden müteessir olmuş. Bu mezâlimi birkaç ay mütemadiyen Macar eM r-ı umûmiyesine tanıtmakla meşgul bulun
muştur. Macaristan’ın pek çok şehirlerini, hatta köylerini gezmiş, konferanslar vermiş neşr-i vesâik cemiyetinin neşrettiği levhalardan ihzâr
ettirdiği mürtesimât-ı sâniyeyi göstermiş yine cemiyetin raporları mündericâtını Macarlara bildirmeye sa’y ve gayret eylemiş ve Hilâl-i Ahmer
menfaatine bir miktar iane dahi toplamıştır. Bununlada iktifa etmeyerek mezalime müteallik bir eserde kaleme alarak onu evvelen Macar
gazetelerinden birine tefrika ettirmiş. Badehu musavver olarak kitap sûretinde neşrine himmet eylemiştir, “Tırnaklar arasındaki satırlar neşr-
i vesâik cemiyetinin 15 Eylül 1329 tarihiyle ceridelere verdiği bir beyannâmeden aynen iktibas edildi.
İşte Türklere, Türklüğe bu kadar hizmetleri dokunan müsteşrik Jul Mesaros Hazretleri üstad Vambery hakkında bilhassa “Türk Yurdu”
için yukarıda bir makaleyi yazıp lütfetmek inâyetinde de bulundular.
“Türk Yurdu” dostumuz Mesaroş Efendinin Türklüğe iyiliklerini asla unutmayacağı gibi hususî bir sûrette kendi hakkında gösterilen
lütûfkârlığına da daima müteşekkir kalacaktır.
Sayı 52 TÜRK YURDU 79
Turan'ın doğrulu kanadını sarkıttı. çok müstefid olabilmeleri için, Macarca makalelerden ba
Vatan yaşlarını sinesine akıttı. zılarının TuranlIların kısm-i azami tarafından okunup an
Tanrının İhsam o büyük Vambery laşılan Türkçe ile de neşr olunmasını o muhterem cemi
Terk etti! gitti, ye’s içinde, bizleri yetten ayrıca rica eyler.
û fiğ. ^ e ^ ü- Pi d e d e r ç e d et r
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
Sizi mazlum edip zalim arz eden elimizdeki birinci mevki biletlerine rağmen güverteye at
Takım!... Bir alay meşum!... Menhus!... Mekrûh!. mak istediler.
Hatta bu gün bir kaçı vükelâdan -Bu yer erkeklerin.
Ettikleri âdeta iğfal tahdîş
-Mademki biz kadınlar buradayız, erkekler güverteye
Tuzaktasınız da bî habersiniz
Hükmeden onlar hep bed-dil, bed-endîş çıksınlar, veyahut kamaraya insinler.
Siz mahkûmsunuz! Meshûr, müdebbirsiniz!.., -Hayır çıkacaksınız.
Ah! hepsi hâin-i nân ü nemektir! Erkekleri muhaberede olan ve hicret eden kadınlara
Bir hükümdârın en müthiş hubûtu işte bu kadar riayet olunuyordu: Biz de inat ettik ve iyi
Tebasının gözünden düşmektir;
bir mücadeleden sonra orada kalabildik:
Bu cihet o hainlerin mazbutu!...
-Bî ihtiyar- Polisler hiddetle gittiler.
Ah düşmek üzresin!... Benden haber al!... Biraz sonra şiddetli bir fırtına herkesi birbirine karış
Neden sonra aklın başına gelir!.. tırarak yalnız baş dayayacak bir yer arattı. Küçük çocuk
Pek yüksekten düşüyorsun, ey kral, lar, deniz tutmasından sapsarı olmuş, soğuk rüzgârın te
Oradan düşen kırılır! Ezilir! siriyle titreşiyorlardı. Ağlayan ağlayana anneler kendi
Seni techilî fikr-i hakikat-fiken
dertlerinden, evlâtlarının hâline bakamıyorlardı ki, işte
Diyemem ki cahil, ya pür noksanmışsın.
orada genç bir kadın on günlük yavrusunu yere bırakmış,
Zulmette açık gözlü bir âdemken.
onun açlık feryatlarını işitemiyor bile, muttasıl başını ko
Kendini aydınlıkta kör sanmışsın
yacak bir yer arıyor ve o soğuk rüzgâr bu sefillerin üstü
Bir fırka yağmager, fikren müşterek.
ne kimbilir o esnada hangi hastalığın tohumlarını serpe
Yanında durup önünde gidiyor!
Benim gelinlik köşemdir diyerek. rek geçiyordu. Nihayet Mudanya'yı bir sahil-i selâmet di
Sana bir mezar istihzar ediyor! ye karşıladık.
Anadolu, benim mukaddes vatanım, zarar yok, var bir yol çıktı Mini mini çocuklar, mezar taşlarını kendileri
sın kara peçem, matemli toprağını bana siyah göstersin, ne siper ittihaz ederek saklanbaç oynuyorlardı. Bizi gö
fakat sen insaf et de, senin şânını büyütmek üzere, senin rünce hepsi mütecessis durdular. Biraz ötede duvarın ya
sinenden çıkarak, Avrupa'nın ortalarına kadar gidip kan nında, sarı elâ gözlü, esmer tenli, güzel bir kadın, sokağa
larını döken o kahraman evlâtlarının bu günkü mazlum çıkmak üzere siyah feracesine bürünmüş, uzun yakasını
ve mazur ahfâdını tanı ve sevgili toprağında çok görme!.. başına dolamış, orada duruyor.
Tren dağların etrafında dolaşa dolaşa, bizi Bursa'ya Yolun nihayetinde ufak bir oda, açık duran kapısının
getirdi. Yol arkadaşlarım o geceyi kendilerinde geçir yanında beyaz saçları yüzünü yarı örtmüş bir ihtiyar ka
mem için rica ediyorlardı. "Yarın bir ev bulursunuz, bu dın, canlı mavi boncuk gibi gözleriyle bize bakıyor. Biz
gün geç oldu"diyorlardı. Ben cevap vermeden mütered- yaklaşınca hemen iki kat olmuş vücudunu düzeltmeğe
did dururken amcaları geldi. İhtiyar bir adamdı hom ur gayret ederek karşı geldi:
danır gibi "siz mi geldiniz?" dedi. - Safa geldiniz, girin oturun be kızanlar!
- Evet amcacığım, bak Edirne'den beri hanımla birlik Tek bir pencerenin aydınlatamadığı loş bir odaya gir
teyiz. Tabiî kendilerine siz bir ev bulursunuz. Beyi muha dik. İsden siyahlanmış sarı badanalı duvarları, basık tava
rebede. nı ve yerdeki yırtık hasırıyla bu oda o kadar kasvetli idi ki,
- Ya! öylemi? Haydi siz eşyalarınızı ayırın da yürüyün. eşya olmak üzere de karşıya bir kaç ince şilte yığılmış ve
İşte araba... duvara eski bir çömlekle kalaysız kara bir tencere asılmış.
İşte bu kadar.
diyerek adamcağız ayrıldı.
Pencerenin yanında bir ip salıncakta bir kaç aylık bir
Hanımlar arkasından anlatmağa çalışıyorlar, "Hanı
bebek avaz avaz haykırıyor. Yanında iki çocuk, bebeği
mın bize çok yardımı dokundu" diyorlardı fakat o işitme-
susturabilmek için bütün kuvvetleriyle bağırıyorlar ve el
mezlikten gelerek, muttasıl eşyaları hamala veriyordu.
çırpıyorlar.
biçare ahbablarım, onun bu sûret-i kabulünden
Odanın karşı tarafında sarı benizli, mavi gözlü, zayıf
mahcub, beni elan davet ediyorlar:
bir kadın bir kâğıt parçasına koyduğu bir avuç bulguru
- Vallahi sizi bırakmayız, diyorlar, bu sözleri işiten
ayıklıyor. Kapının yanında arkasını duvara dayamış, saçla
amca bey hemen eşyaları tefrik ediyor ve yan gözle de
rı kınalı, gözleri sürmeli, orta yaşlı, diğer bir kadın elleriy
kabul edip etmediğime bakıyor. Ben reddedince hemen
le başını tutmuş iki tarafına sallanıyor. Yüzünün buruşuk
uzaktan seslendi:
luklarının arasında hep göz yaşları duruyor. Anlaşılıyordu
Bizim cemaat bu tarafa, çabuk geliniz bizim cema ki o ağlayan bir validedir.
at.
Beni görünce ayağa kalktılar:
Şimdi gülmemek için kendimi güç zabtediyordum, Buyurun, oturun!
onun misafirden korkusu o kadar mudhik idi ki..
Ağlayan zavallıya sordum:
Bursa'da geçirdiğim ilk günleri bana benzeyen musi- - Hanım fena bir haber mi aldın?
betzedeleri ziyaret etmeğe hasrettim. Evimden uzakta,
- Ah kızan haber yok ki, yalnız bu günlerde Bilecik'te
yeşil kırları süsleyen yirmi otuz çadır görüyordum. Muha
ki Hacer Hanıma erkeğinden mektup gelmiş, benim oğ
cirlerin birkısmı bunlarda, birkısmı da medrese ve cami
lumla beraber cenge gitmişlerdi. Onu yolda kaybettikle
lerde oturuyorlardı.
rini yazıyormuş. Ah bir tek evlât!
Çadırlar uzak olduğu için medreselere gitmeğe karar
Medîd bir şehîk kadının boğazını tıkayarak sözünü
verdim. Kadın erkek bütün yerliler durup bizi seyredi
kesti. Zaten daha fazla ne söyleyebilir di?
yordu. Issız, dar çıkmaz sokakların birinin nihayetinde
aradığımız medreseyi bulduk. Kapıyı itince karşımıza sa Bulgur ayıklayan da yanıma yaklaştı ve anlatmağa
ğında solunda eski bir mezarlığın yıkık beyaz taşları olan. başladı:'
86 TÜRK YURDU S a y ı 53
-Biz bu odada dört eviz, hiçbirimiz de aynı köyden dan ot topluyorlar. Fakat âh o kara kış! Her gece üşüyo
değiliz. Burada rasladık. Biz Bubaski (Babaeski)liyiz. Biz ruz diye ağlaşıyorlardı. Para yok ki bir yorgan alayım, kö
den bizimki gitti, kardaşım gitti, dayım gitti. Bir amcam mür yok ki bir ateş yakayım. Birbirimize sokulur titreşir
ihtiyar olduğundan kaldı. dik.
- Bari sizinkilerden haber var mı? Biçare ihtiyar bu elîm hatıralar üstüne sustu ve cam
gibi gözlerini uzaklara dikerek, kim bilir anlattığı o sefil
-Âh hanım nereden olsun? Bizim burada olduğumu
günlerimi, arkada düşmana bıraktığı yeşil tarlasını, bol
zu bilmezler ki. Onlar cenge gittikten sonra biz gâvurun
erzaklı evini ve güveyini, yoksa oğullarının belki mecruh,
önünden kaçtık. Yalnız zavallı amcam iki kızı bir ufak oğ
belki şehit yattıkları kanlı yerleri mi, seyrediyordu...
luyla bize yetişemedi.
Oğlumla eve dönüyoruz. Çamurdan, tahtadan evler.
-Vah zavallılar!!...
Taşları bozuk kaldırımlar kirli fakir dükkânlar görüyoruz.
-Kaç çocuğun var?
Halk işsiz güçsüz, kahvelerde gelen geçeni seyrediyor.
-Dört tane. İşte hanım olup biteceği bu kadar. Artık Kadınlar lâkayd geziniyorlar...
bizim erkeklerimizin döneceği yok ki!
Epey yürümüştük ki, sokakların yavaş yavaş temizlen
Biçare bedbaht kadın ümidini kesmekte teselli bul diğine, taşların düzeldiğine, evlerin biraz daha munta
muş! zam, biraz daha zengince yapıldığına dikkat ediyordum.
Öteden beyaz saçlı ihtiyar da söze karıştı: Kahvehaneler seyrekleşerek, artık hiç gözükmüyordu.
Baktım bütün pencereler açık, kafessiz. O zaman bu mu
- Hanım sen ne temiz yüreklisin ki bize bu kadar acı
ammanın kelimesini buldum: Ermeni mahallesinde idik...
yorsun. Burada bize darlık verirler diye hiç acıyan, hâli
mizi soran olmuyor. Yalnız kızlarımızı beslemeliğe alabil Niçin her şey Türk’ün küçüldüğünü böyle gösteri
-Âh nine, ben de muhacirim. Fakat bu çocuklar ki Yürürken birden mebhût durdum:
- Sorma kızan. Küçük bağıran, oğlumun. Nah gelinim mavi müşâşâ, bütün nazik letâfeti, zarif vedayii ile parlı
de dışarıda ateş yakıyor. Bu çocuk yolda doğdu. Biz Üs yordu. Muhitinin sefâleti arasında o, ne kadar yüksek, ne
küdar'da camide idik. Birkaç hafta kaldıktan sonra cami kadar lâhûti bir güzelliğe mâlikti.
leri boşaltmak için emir çıkar. Herkesler çıktı. Bizi de çı Pür ümid helecanlarla içeri girdim, acaba letâfeti yal
karmak istediler: Ama bizim gelin dört gündür hasta idi. nız zahiri miydi?... Yarabbim şükür, ümidim beni aldat
Çıkıp onu bu hâlde nereye götüreceğiz? dedik, hastamız mamış, daha kapıdan çinilerin lâtif renkleri, hatların bedî
var dedik, hastanız varsa devletin de hastahanesi var, de şekilleri, bana mütehayyir bir iftihar, mukaddes bir gurur
diler ve zorla bizim gelini hastahaneye götürdüler. Orada verdi. Türk dehası bu zengin yeşil rengi, zümrütlerin kal
doktorlarla bu çocuk dünyaya geldi. Meğerse biz gelini binden mi, yoksa yaldızlı semaların derinliğinden mi al
az kalmış öldürecekmişiz. Doktor kimin aklına gelir? Bu mış?
iki küçük de dışarıda oynayan üç tane ile rahmetli kızı
Şimdi bu türbenin ilâhı sükûnetinde bütün Türklü
mın. Kızım bizimle oturmuyordu. Onu başka köye gelin
ğün sefaletini, küçüklüğünü unuttum. Gaddar muhare
vermiştik. Burada kaynanasıgille bir camide idi. Yeni gel
belerden, mütedennî insanlardan ne kadar uzağım. Bu
diğimiz zaman kolera mıdır nedir işte o hastalıktan gitti,
rada herşey bana ridâ-yı ümide bürünerek yeşil gözükü
zavallı kızanım. Âh hanım, benim derdimi sorma, içimi
yor. Kalbimde yalnız bir hicran var: Bütün Türklerin bu
açtıkça yanıyorum. Şimdi oğlum da, bu çocukların baba
Türk bediâsını görememeleri...
sı güveyim de muharebede, hiçbirinden haber yok. Bun
Cami, türbe ile rekabet ediyor. Hayır, bu rengin mih
ları anasız babasız ben büyütüyorum. Arada bir devlet bi
rabı bu çinilerin bediî renklerini ve yaldızlarını, dışarıda
ze para veriyor. Bari onu muntazam verse, katık parası
ki mermer duvarın mütehaccir çiçeklerini ve oymalarını
olacak, fakat onu da yiyenler yiyor. İlkbahar geleli kırlar
Sayı 53 TÜRK YURDU 87
ve bilhassa kapının üstündeki zarif takımları, bütün bu miş bulmayı istemem, çünkü tembel ve beceriksiz ol
nefis eseri vücuda getiren âlî zevkli millet asla ölemez.. maktan korkarım" demiştir.
Türk sanatının ilk ruhu büyük Çelebi Sultan'ın huzu İşte Türk bundan dolayı daima vatanına dönmek ve
runda rükû ederken, milletimin bir gün olup elbette es kavuşmak ister. Bunların daima vatanlarına rücu ve avdet
ki uluvviyetini, eski büyüklüğünü tahattur edeceğine o arzularına ve oturmaktan şiddet-i nefretlerine bir sebep
kadar mutmain idim ki, emelim yükseliyor ve memleke dahi kumandanlarının kendilerinin ehemmiyetlerini
tini bütün bu sefâletlerinden silkinmiş, yüksek, serâzâd, hakkıyla takdir edememeleri ve kendilerinden hakkıyla
aradaki siyah seneleri şaşaasıyla silerek, eski büyüklüğü istifade etmemeleridir.
nün mâbâdını yaşıyor görüyordum. Yeşil Cami, Edir Kumandanların bilâ istisna taht-ı itirafta olduğu vech
ne'den hareket edeliden beri ufk-ı hayatımda ilk parlayan üzre Türkler askerin cümlesine fâik ve binaenaleyh bü
'er
yeşil, lâhûti bir şûle-i ümit olmuştur. tün askerler için örnek ittihaz edilmiş oldukları hâlde
Bursa, Mayıs 1329 kendilerine lâyık ve şân askerlerine muvâfık bir takdire
mazhar olmayarak kıyı ve bucakta kalmağa bittabi kanaat
Müstensihi
etmediklerini ve ehemmiyetlerinin takdir olunmasını is
Süyüm Bike
tediklerini bihakkın daima söylerler.
İşte Çinliler sanayide, Yunanîler hükm ve adabda, atf-ı ehemmiyete sarf ve tevcih eylediler. Hususât-ı mez-
Araplar hüsn-i beyan ve tevsi-i lisanda, Acemler tesis-i kûrenin cümlesinde derece-i nihayeye nâil ve gaye-i ak-
mülk ve siyasette, Türkler de harp ve darbda sair akvâma saya vâsıl oldular. Ve bu hususâtın bazısı sebebiyle
faiktirler. ulüvv-i himmet ve azamet-i nefs ile mevsuf ve beynelü-
mem fahr ve mübahata mâlik bir ümmet olmakla maruf
Görüyoruz ki felsefe-i nazariye ve ılel ve esbâb-ı
oldular.
tabiîye ile iştigal eden Yunanîler sınaat, ticaret, ziraat, fe-
lahat, dülgerlik, gars-ı eşcâr gibi el işleriyle uğraşmıyorlar Türkler dahi Araplar gibi kır ve çadır halkı olup me-
ve bu hususat için asla çabalamıyorlar idi. Hükümdarlar vaşi ile geçinirler. Huzeyl Arapların Kültleri olduğu gibi
bunların kâffe-i ihtiyacâtını temin ediyor ve onlar da akıl Türkler de Acemlerin yörükleridir, Bunları sınaat, ticaret,
ları yerinde, zihinleri hâlî olarak nazar ve mütalaaya ko tıp ve hendese ve felâhat, bahçevanlık, dülgerlik, nehir
yulup birçok âlât ve edevât istihraç ve ruha istirahat bahş leri açmak, gallatı cibayet gibi şeyler meşgul etmemiştir.
olan müteaddid sazlar keşf ve ihraç ediyor ve türlü türlü Garet ve sayd ve şikâr ve binicilik ve kendileri gibi yiğit
terazi ve kantarlar ve usturlaplar, muhtelif saatler, türlü ler ile vuruşmak ve ganimet aramak ve beldeleri alt üst
türlü neyler ve dünbelekler yapıyor, ve tıp, hendese, he etmekten başka birşey bilmezler. Bütün mevcudiyetleri
sap ve musikinin esasâtını vücuda getiriyorlar ve mancı buna basruf olup kendileri herkesten ziyade bu işler ile
nık ve saire gibi nice nice harp âlâtları ihtira ediyorlardı. maruftur ve ticaret ve sınaat ve saire ile gayr-ı meluftur-
Fakat bunlar yalnız hâkim olduklarından ihtira ettikleri 1ar. Medâr-ı fahr ve mübahatları ve bütün telezzüzat ve
aletleri tarif ederler ve kendileri hiçbir işe el sürmezler mahzuziyetleri budur. Daima aralarındaki sermaye-i ma-
idi. Yani talim ederler ve fakat iş yapmazlar idi. kal harp ve kıtaldir. Yunanîler hüküm ve adabda, Çinliler
sanayide, Araplar hüsn-i beyan ve tevsi-i lisan ve sair ta
Çinliler ise bilâkis Yunanîler gibi ileli bilip amele mü-
dat ettiğimiz hasâilde. Acemler tesis-i hükümet ve siya
bâşeret etmez değil, amele mübâşeret edip ileli bilmez
ler. Yunanîler hukemâ, bunlar ameledir. Dökümcülük, sette her ne ise, Türkler de harpte odur. Bu hususâtta
kuyumculuk, kalıpçılık, eritmecilik, boyacılık, dokumacı Türkler o kadar ileri gitmişler ve işi o kadar nihayete er
dirmişlerdir ki bir kılıç boyuna takılıncaya kadar hiçbiri
lık, ressamlık, dülgerlik, oymacılık, yazıcılık ve saire gibi
el işlerinde mahirdirler. Araplar dahi ticaret, sınaat, taba diğerinin sanatından birşey anlamayan demiri izabe ve
bet, hesap, ve cizye korkusuyla ziraat, adîlik addiyle felâ- tehzib ve tesfiye yapıp uzatmak, düzleyip tesviye, zağla
hat ile iştigâl etmezler idi. Kesb ve kâr ve ellerindeki em- mak, sulamak, yüzünü bilemek, kabzasının perazvânesi-
ni yapmak, kamasını kakmak, kınının tahtasını oymak, kı
vâl-i ticariyede ihtikar nedir bilmezler ve başkalarından
da bir şey talep etmezler idi. Kileden ve terazinin dilin nını kaplamak için deriyi debağât, hamâilini yapmak ve-
den dilenmez ve para pul ne olduğunu bilmezler. Mama sâire gibi nice sanayi erbabı eline ve bir eğer ve ok ve se-
fih ne kendilerini marifetten men edecek kadar fakir ve himdan ve kargı ve saire gibi âlât ve edevât-ı harbiye ni
ne de tembellik verecek derecede servet ve yesâr değil ce sanatlara muhtaç iken bir Türk bunların cümlesini
idiler. Kendileri nazarında kendilerine küçüklük verecek min evvelihi ilâ ahirihi hiçbir kimseye müracaat etmeksi
ve necdetlerine mâni olacak hiçbir şeye ve hele asla zül- zin kendisi yapar.
le tahammül etmezler. Kırlarda sâkin ve saf ve temiz ha Her Yunanlı hakîm ve her Çinli sahib-i sanat ve her
va teneffüsüne alışkın olduklarından taaffün ve buhar ve Arap şair olmadığı gibi her Türk de bunlara muktedir de
fesad-ı hava çiy ve rutubet nedir bilmezler, hiddet-i zihin ğildir. Lâkin bu hususâtta Türkler arasında mahir adam
ve şiddet-i zekâ ile mevsûfturlar. Ne vakit ki kuvvet-i vecd lar çok ve hemen hemen bunları bilmeyen yok gibidir.
ve himmetlerini şiir ve belâgat ve tevsi-i lügat, eser ve be
Bütün milletlerin fevkinde Türklerin temami-i nec-
şerin kıyafetine, hıfz-ı nesebe, yıldızlar ile yol doğrula
det ve kemal-i fürûsiyetlerini icad eden esbâb söylenmiş
mak, âsâr ile istidlal, yıldız ve şehabların sükûtundan
ise de şunu da ilâve eylemek lâzımdır ki fürûsiyyet ve
âsâr-ı ceviyeyi istihraç, silâh endazlık, binicilik, harp ve
umûr-ı harbiyede maharet-i kerem, ulüvv-ı himmet,
darp ve her duyulanı bellemek ve her görülenden ibret
edeb-i sedîd ve rey-i asîl, fitnat-ı sakîbe, basîret-i nâfize
almak ve mefâhir ve menâkib ve mesâlib ve muâyebe
sahibi olmak gibi hasâil-i hamide ve hilâl-i kerimeyi icap
Sayı 53 TÜRK YURDU 89
eder. Muharipler, hilm ve ilm, hazm ve azm, sabır, ket- Dinî intibah daha umûmî, müslüman beynelmileliy-
man, az aldanmak, kesret-i tecrübe, at ve silâhtan anla yetine şamildir. Bu beyne'l-mileliyyet mazi cihetinden
mak, insan sarrafı olmak, zaman ve mekanı tanımak, biyel müteferriktir, teşekkülü coğrafî bir tesadüf eseridir. İslâ
ve mekâyide aldanmamak vesaire gibi evsâfı haiz olurlar. miyet muhtelif ve alâkasız milletleri temsil etmiş, büyük
ve mütecânis bir beynelmileliyyete istihâle ettirmiştir.
Mülkün temekkün ve istikrarı için esbâb-ı kaviye ve
On dokuzuncu, yirminci asırda milliyet harekâtı bu bey-
devâi-i şedide bulunmak lâzımdır ki bunların da en me
ne’l mileliyetin inhilhâlini mûcib olacak değildir. O asır
tin ve en emini düşmanların mülk üzerinden tamamı ref
dan beri beri tekâsüf etmiş itikatlar, yeni asım ihtiyaçları
ve eydi-i buğatı def edenidir.
buna mânidir. Dinî intibah bu beynelmileliyetin takviye
Her sınıfın bildiğimiz kadar menâkıbını zikr ve tadâd sine hâdimdir. İslâmın istiklâl, rekabet, tefevvuk ihtiyaç
eyledik, eğer muvafık düşmüş ise eser-ı tevfikat-ı İlâhîdir. ları bu sayede temin edilebilir. Türkler Müslüman bey-
Ve eğer muvafık değilse noksan ilmimiz ve kıllet-ı hıfz ve nelmileliyetinin en kavî, en büyük bir unsuru olduğu için
semaimızdandır. Bizim hüsn-i niyet ve şiddet-i muhabbe dinî intibahtan en ziyade müstefid olurlar. Türkler Müs
timiz olduğundan acz ve zaafımızdan dolayı bir taksirimiz lüman beynelmilliyetinin ayakta kalmış yegâne uzvu, mu
olduysa bile mesuliyet-i vicdaniye karşısında değiliz. Bil vâzene-! âlemde mevki sahibi yegâne istinatgâhı oduğu
memekten mütevellid acz ve taksir ile kasten ika edilen için Türklerin dinî intibahı Müslüman beynelmileliyetine
taksir arasında fark vardır. daha esaslı, daha nâfi faydalar tevlid edecektir.
Bu kitabımız gayeti velev arkadaş ve kardeşlerinin iz- İlmî intibah maarif âleminin intibahıdır. İimhi inti
har-ı muayeb ve noksanlarıyla olsun her sınıfın kendileri bahta en ziyâde faaliyet gösterecekler İslâm ve Osmanlı
ni medh ve yükseltmeleri için münakaza ve sual ve cevap beynelmileliyeti ve bunun da nüvesi Osmanlı Türkleri-
tarîkiyle yapılmış olaydı, büyük ve çok yapraklı olur idi; dir.(b
lâkin toplayan az, dağıtan çoktan hayırlıdır ve biz bu yol Bu intibahlar birbirine zıt veya alâkasız olmayıp bir
da hareketten Cenab-ı Hakk'a sığınır ve her hâlükârda birinin mütemmimidir; hepsi bir birlik, tabiî bir vahdet
kendisinden rüşd ve reşad ve avn ve sedada mazhar ol teşkil eder.
mamızı temenni ederiz. Çünkü o yakın ve işitici ve dile
Türkler İslâmiyetle müşerref olurken millî an’ânele-
diğini işleyicidir.
rine merbutiyette taasub göstermemişler; bundan dolayı
Cahiz-Şerafeddin İslâmiyet temessül edecek yerde temsil etmiş. Türkler,
meselâ Acemler gibi, İslâmiyette milliyet aramamışlar!
Türklerin hayatında bu mühim bir şey olsa gerek. Türk
İÇTİM AİYAT ler de Osmanlılık ve Tanzimat devri maneviyet-i milliye-
nin daha zayıf, revâbıt-ı milliyenin daha gevşek olduğu
HAYAT emareleri
bir zamana tesadüf eder. Ondan dolayı o devrede milli
Efkâr-ı münevvere mehâfilinde üç türlü, üç derece yetin ruhunu incitecek esaslar takbik edilmiş! Netice ola
intibah göze çarpıyor: Millî intibah, dinî intibah, İlmî inti rak münevver kısmında kozmopolitlik revaç bulmuştur.
bah..
İşte bundan dolayıdır ki millî intibah faaliyetinin sa
Millî intibah millî vicdan yaratıyor. Millî vicdan artık hasını üzerinde Müslümanlık hissiyâtı tarafından bazı
teşekkül halinde sayılabilir. Vâkıa neticeye henüz uzun müşkilâta uğruyor. Yine bundan dolayıdır ki Türk âlemi
mesafe vardır! nin intibahına en bîgâne-bazen de husumetâr!-münev
Millî vicdan teşekkülü şu noktadan da ehemmiyetli verler, kozmopolit Türk-Osmanlılar oluyor!...
dir ki diğer iki derece intibahın daha ziyade şuurlu ve da Söylemeğe hacet yok ki millî, dinî intibahlar arasın
ha "usûllü" bir tarzda faaliyetine müsait bir şart teşkil daki bu ihtilâflar fer'lara aittir.
eder.
Millî intibahın ehemmiyeti hakkında çok şeyler yazıl müşkilâta, beş on asırlık hurafâta çarpıyor. Ve bu intiba
dı: Millî intibah ruhlarda en ateşli, en faal bir gaye-i müş hı idare edenler ehil olanlar, ulemâ-yı din de değildir, (b
tereke, bir mıefkûre yaratıyor. Bu mefkûre cemiyet kadar
Dinî intibahın teşvikçi ve müjdecisi en ziyade siyasî
büyük, harikalı bir kuvvettir; bir elektirik, bir buhar kuv
inkılâp oldu. Madde ile kuvvet, vücut ile hayat, dimağ ile
veti gibi mihaniki, muharrik bir kuvvettir; büyük mefkû
ruh nasıl ki birbirinden ayrılamazsa bir cemiyetin cisma-
re sahibi ruhların faaliyeti büyük, yaratıcı olur. Tarih gös
niyeti siyasiyâtı- ile ruhâniyeti-itikadiyatı-da gayr-ı kabil-i
teriyor ki her İçtimaî teceddüt yeni bir medeniyet doğur
infikaktır. Birinin muvazenesizliği diğerinin muvazenesi
muştur: İslâmiyetin intişarı az zamanda dünyanın en bü
ni de bozar. Tarih şu hakikati gösteriyor ki dimağın tey-
yük medeniyetlerinden birini yarattı. Hristiyanlığın inti
sii, zekânın inkişafı ile beşeriyyet tedricen esaret ve vesâ-
şarı da böyle oldu. Sonra Hristiyanlık bin sekiz yüz yaşı
yetten kurtulmuştur. Eski cemiyetlerin cismaniyet ve ru-
na girerek pek ziyade ihtiyarladı. Kavâid ve desâtiri artık
haniyeti pek müstebid ve müsavatsız idi. Dimağ-ı beşerin
kalplere hayat ve heyecan vermiyordu. Diğer taraftan bu
inkişafının tarihi bu istibdad ve müsavatsızlığın ilgası de
kavâid ve desâtir aklın, mantığın ziyasına çıkmak için,
mektir.
efkâr, hissiyât ve itikadâtın uzun ve müşkilâtlı bir tahlil ve
Siyasî inkılâp siyasî istibdadın tazyikinden şikâyet
tecezzi devrine ihtiyaç vardı. Ondan dolayı bu kavâid ve
edenlerin eseridir; fakat İslânaiyetin aıhuna sonradan
desâtir intibahın, teceddüdün gayr-ı kabil mukavemet
girmiş muzır kaidelerin fenalığından, tazyikinden şikâyet
menfi bir kuvveti idi! Mesele İslâmiyet için de aynıdır. Ve
edenler henüz azdır. Ve hurafatın bu günkü kuvveti de
İslâmiyet henüz altıyüz sene kadar gençtir!
bundan mütevelliddir. Dinî intibah işte bu muzır kaidele
Türk milliyetinin intibahı Türk âlemini ecnebî
ri, bu taassub ve tazyik zincirlerini aklın, mantığın kuvve
medeniyetlerin boyunduruğundan kurtaracaktır. Millî in
tiyle kıracaktır. Bu muzır kanaatler ve düsturlar henüz
tibah millî rabıtaları takviye edecek, bütün ihtilâfların, ni
pek kesif, pek kuvvetlidir; onların hayat üzerinde gayr-ı
fakların, ihtirasların fevkinde milliyet, bir ukde-i ittifak
kabil-i mukavemet bir hâkimiyeti var.
olarak kalacaktır. Menâfi-i âliye mevzuubahis olduğu za
Fakat hangi muhafazakârlık teceddüde, intibaha ga
man tekâsüf etmiş Türk ruh-ı millîsi ihtiraskârlara "dur!"
lebe edebildi? Hâl için intibah mütereddid menkulât ka
kumandası verecektir. Daha mühim olarak Türklerin ru
vidir. İstikbâl için böyle değildir: Her gün menkulâtın
hundaki manevî anarşiyi, fikrî, hissî ve itikadî anarşiyi kal
kaybettiğini intibah kazanacak, ve tekâmülün ebedî ka
dıracak, birbirini ikna eden, birbirine alâkasız kalan, fer
nunları mucebince istikbâlde intibah galebe çalacaktır.
di hududu tecavüz edemeyen mesaîyi tadil, tashih ve bir
Menkulât, muzır kanaatleri yavaş yavaş dimağlardan,
muhassala hâline ilka edecek, yeni müessesât, yeni
kalplerden, mekteplerden, sokaklardan, evlerden, ha-
teşkilât ibda edecek, mevcut müessesât ve teşkilâtın yek
yat-ı umûmiyeden çekilecek, menşeine doğru ricat ede
gaye, ahenk ve irtibat ile işleyen bir hâle istihalesini mû-
cektir.
cib olacaktır. Bu gün Türklerin âlem-i maneviye tinde öy
le şedîd bir anarşi var ki her kafadan bir ses geliyor; her İşte dinî intibahın maksadı -eğer yanılmıyorsam-
kes kendi âleminde manzumesiyle, peykleriyle maksat ruh-ı İslâmiyyetin etrafına sonradan üşüşmüş batıl kana
sız, hedefsiz, bazen muzır faaliyetine devam ediyor. Milli atleri kaldırmak, İslâmiyet! eski saf ve ihyakâr esaslarına
yet bu anarşi seslerinin gamgaması ortasında bir top tar- irca ile içtihad kapılarını açmaktır. Herkese kendi dima
rakasıyla gürleyecek, o zaman Türklüğün gafil oğulları bu ğıyla düşünmek hürriyetini vermektir!.. Bab-ı içtihadı ka
sese teveccüh ederek "lebbeyk! "diyecektir. Temenni payanlar, hayatın yaratıcı kabiliyetlerini terakkî ve
edelim ki bu ses yine kavî bir şahsiyetin sesi olacağına tekâmülünü derk edemeyerek akl ve mantığı da vâsi
Türklüğün mefkûresi olsun! O gün mev’ûd bir gündür. İslâm ülkesinden sürdüklerini, Hristiyanlık âleminin itila
Ve gecikmesi pek de şâyân-ı ehemmiyet değildir! sına alet olduklarını düşünemediler!
Dinî intibah, millî intibah gibi, pek eski değildir. Pek Dinî intibah tasfiyede şu miyarı muteber tutuyor:
müsmir de görünmüyor: Fikrinin her zerresinde büyük Kavâid ve desâtirin İçtimaî nefi... Bunlar arasında istifa
(1) Kadı Rızaeddin bin Fahrüddin ve Fazıl Musa Waranla ulemâ-yı dindendir. T.Y
Sayı 53 TÜRK YURDU 91
hüküm sürecek: Muzır veya faydasız olanlarını istifa lağv nebatâtı, hububâtı hakkında hiçbir tahlil, hiçbir tedkik
edecek, müfid olanlarını takviye ve muhafaza edecektir. yazmaz. Hâlbuki meselâ dünkü Romanya'da yazılmış bir
Dinî intibahın elinde mühim bir vasıta tabiattır. Saf kitabı açınca görüyoruz ki memleketin hububâtı üzerin
İslâmiyetle hakikî fen aynı şeydir. İlimler içinde tabiiyat de yazılmış tahlilâtla doludur.
en ziyade menkulâtperestlerin husumetini celbetmiştir. İlm-i arz kitapları memleketin teşkilât-ı arziyesine,
Bu hâl pek tabiîdir. İtikatları tadil, tashih, yeniden tesis müstehaselerine, kaplıcalarına, maden sularına, hava ve
en ziyade tabiîyatın mesaîsiyle oluyor. Hurafât ve menku- rüzgârlarına dair hiçbir hususî bahsi havî değildir. Mem
lâta karşı en kuvveti bir alet-i harp tabiiyattır. Tabiiyât ha leketin kıymetli ahcârı, madenleri hakkında bir şey söyle
vassın faaliyetini mucib olarak esrarengiz menkulâtın iç mez. İngiltere'de yüz elli senelik bir maden mektebi, bir
yüzünü meydana çıkarıyor; sahteliğin, hasis menfaatle ilm-i arz cemiyeti mevcut olduğu hâlde henüz bizde bir
rin, riyanın üst perdesini kaldırıyor. Hâlbuki birçok ilmi-i arz nütehassısı, bir maden mütehassısı bile yetiş
adamlar halkın safiyetinden istifade ederek bu esrarengiz memiştir!
menkulatı menfaate alet ediyorlar. Bu menkulât bir vesi- Nebatât ve hayvanât kitapları da aynıdır. Dört sene
le-i riya, bir vesile-i taassup, bir vesile-i intifa oluyor! On nebatât okumuş ne kadar talebe var ki, aile hayatında ta
dan dolayı menafii haleldâr olmuş menkulâtperestler bü nıdığı nebâtlara munzam bir nebât bile tanıyamamıştır!
tün gayzlarım, bazılarını tabiiyata tevcih ediyorlar. Men Bilirim ki birçok talebe nebatât hakkında vâsi nazariyele-
kulât ancak tabiiyâtm yetişemediği uzak ve karanlık ik rine rağmen gördükleri nebatâtı tanımazlar ve müsebbib-
limlerde sığınacak yer buluyor. lere lânet okurlar.
Hülâsa dinî intibah, hür ve genç bir Müslümanlık ya
Hıfzıssıhha kitapları memleketin ahvâl-i sıhhıyesine
ratıyor. Genç Müslümanların ihtiyarlarından mühim bir
ait hiçbir şey öğretmez. Çünkü henüz memleketin
farkı meşhûrdur: İhtiyar Müslümanlarda İslâmiyet sırf
ahvâl-i sıhhıyesi tedkik edilmemiştir. Çümkü henüz
mezhebidir. Binaenaleyh gaye tamamen ferdî ve gayr-ı m emleketin topoğrafisi alınmamıştır. Ren nehrinin
dünyevîdir. Genç Müslümanlarda İslâmlık herşeyden ev ahvâi-i sıhhıyesini, Avrupa Amerika denizlerinin, gölleri
vel İçtimaî ve siyasîdir. Genç Müslümanlarda bir İslâmlık nin tuzlarını söylerler. Avrupa'da şahıs başına sarf edilen
mefkûresi vardır... nişasta, yağ, ve etin miktarını kesirli rakamlarıyla ezberle
İlmî intibah daha eskidir. Kökleri daha derin, seme tirler. Fransa'da hangi müteverrimlerin sahillere, hangi
resi daha ziyadedir; fakat yine bu intibah en ziyade şid müteverrimlerin yüksek mevkilere gönderildiğinden
detle şimdi hissolunuyor: uzun uzadıya bahs olunur; fakat bizde müteverrimlere
Balkan Muharebesinde bizim mağlûbiyetimize derin tebdil-i hava için yer tayinde hiçbir kat’iyyet-i fennîye
bir sebep maarifsizlik, galiplerin muvaffakiyetine sebep yoktur...
maariftir. Memleketimizde sıtma. Malta sıtması, Haleb çıbanı,
İlmî intibahın sâiklarını canlandırmak için ilmin bu iplik çıbanı gibi hastalıkların mikropları ecnebî doktorla
günkü hâlini temasta bulunduğumuz şubeleri de tahkik rı tarafından keşfolunmuştur!
edelim ve muallimlerimizin zihniyetini kitaplardan anla Tıp kanunu kitapları radyumun istimalinden müte-
yalım; vellid kazaların, hastalıkların mesâil-i adliyesinden uzun
Hikmet kitapları tercümedir. Memlekette hükmü uzadıya bahs eder, hâlbuki memleketimizde bir zerre
âsâr ve edevât-ı meydana çıkarılamadığı gibi bu kitaplar radyum bile yoktur!..
da memlekete medyun hiçbir keşfi, hiçbir hususiyeti ha Görülüyor ki muallimler de tedkik fikri, aza-yı hissi-
iz değildir. yenin çalıştırılması fikri yoktur. Alıvâl-i memleket tıbben
Kimya kitapları memlekette mevcut madenlere, kim tedkik edilmemiştir. Hâl-ı hazır tıbbimiz hemen ecnebî
ya cisimlerine ait tedkikattan mahrumdur. Memleketin tercümesinden ibarettir. (Ü
( ü Doktor Edhem Necdet Beyin sa’y ve tedkik noksanlarımıza ve kitaplarımızın şuursuz tercümelerden ibaret olmasına dair yazdıkları şu
tenkitler, fikrimizce fevkalâde mühim ve pek ziyade teemmüle şâyândır.-T.Y
92 TÜRK YURDU S a y ı 53
Sonra bu kitapların bir hususiyeti daha vardır. Muh sanatlarını, medeniyetini yutmuş. Büyük kitle Tstihâle
telif eserlerin tafsilatı-kitap hâlinde- bir araya toplanmış edemediğinden başka müceddid fırka ile temas ve ihtila-
tır. Müelliflerin usûlü, şahsiyeti kaale alınmamıştır. On tı büsbütün kaybetmiş. Ne muhafazakârlık teceddüdü,
dan dolayı bu kitaplar bazen zıd, ekseriya alâkasız malû ne teceddüd muhafazakârlığı tadil edebilmiş! Bir tarafta
mat halitası mahiyetine sükût etmiştir. katı bir muhafazakârlık değişmemeğe inat etmiş. Öbür
Heyet-i mecmuadan vahdet-ı usûl, vahdet-i fikir çı tarafta başıboş kalmış teceddüd tesadüfi istihaleler geçir
karmak pek müşkil bir şeydir. Ekseriya esas teferruât ara miş. Bir tarafta an’ânecilik, öbür tarafta an’ânesizlik te
Hülâsa muallimler ecnebi âsâr-ı tıbbıyesinin ezberci Halbuki İçtimaî terakkî muhafazakârlıkla teceddü
sidir. En son Fransız programlarını esas tutarak tedrisata dün mübarezesinde teceddüdün galebesiyle tarihin te
devam ederler. Fransız talebeye karşı Fransız kürsi-i ted madisinden ibarettir. Terakki, muhafazakarlık ve teced
risinden hitap eden bir Fransız muallimi gibi davranırlar. düd kuvvetlerinin muhassalası üzerinde yürür. Münev
Talebe teferruât arasında esası daima kaybeder. Kitap ver fırkanın ölçüsüz, mukavemetsiz istihâlesinde temadi,
gayr-ı kâfi, mevcut kitaplar gayr-ı mükemmel ve pek mu taazzu, mazuliyet gibi tekâmülün en mühim şartları gö
fassaldır. Talebe takrirlerini not hâlinde toplar. Bu derme rülmüyor: Mücedditlerde edebiyat, ilm ve felsefe Arap,
çatma malûmat not alırken daha garip istihaleler geçirir. Acem, nihayet Frenk olmuş!
Bunlar ezber yapılır ve imtihanda muallimlere iade edilir! Mazi, hâl ve istikbâlde temadi, tevessü, taazzu, ve
Tedriste şahsiyetin tenmiyesi, terbiye esasları daima mazuliyet kesbetmiş istihale, yaratıcı tekâmül ancak halk
mühmeldir. Vesâitin, İlmî tahsilin, tecrübenin eksiklikle arasında, ana kütlede zuhur edebilir! Selim-i sâlis devrin
ri buna inzimam edince, verilen derslerin memlekete den şimdiye kadar teceddüd mesaîsinin müsmer olma
adem-i aidiyeti düşünülünce talebenin öğrendiği nazari masında bu tesadüfi istihâle, an’ânesiz teceddüd mühim
yattan hangisini meslek hayatında kullanabileceği kendi bir sebeb olarak gösterilebilir. Hakikî ıslahat an’âneci ve
liğinden anlaşılır! Tıb müesseseleri tıb mektepleri mem tedricîdir. Hakikî tekâmül maziye merbût, eskiye riayet-
leketin en eski müesseselerindendir ve bir memlekette kârdır.
müesseseler ve meslekler aynı ruhun faaliyetinden müte-
Tekâmülcülük kadar milliyetçiliğin ruhuna muvafık
vellid olduğu için birbirine merbut ve uygundur. Terakki
daha birşey yoktur. Beşeriyetin tekâmülü muhtelif milli
hepsinde hemen aynı seyr takip eder. Binaenaleyh tıp
yetlerin teşekkül ve tekâmülünün tarihi demektir. Milli
tahsili diğer tahsiller hakkında bir fikir v e re b ilir(B .
yetin mazi arasında temâdisi vardır. Irkın maziden âtîye
İşte İlmî intibah bütün şiddetini buradan alıyor. Bu temâdisi, ırkın faaliyetinin temâdisi, ırkın faaliyeti netice
sayede her şube-i faaliyetimizde memleket fennî olarak si olarak zuhur etmiş hadisat-ı ruhiyenin, efkâr, hissiyât
mütalaa edilecek, Türk ilmi, Türk sanayii, Türk edebiya ve an’ânâtın temâdisi vardır. Bu temâdide büyük bir boş
tı, Türk felsefesi bu faaliyetten doğacaktır. luk, bir adem-i temâdi tekâmül vakayii ile telif edilemez..
OsmanlI Türklerine teceddüd, ümrânî teceddüd da Tekâmülde en evvel istihale vardır; fakat tekâmül
ima hariçten ve hükümet eliyle girmiştir. Memlekete en yalnız istihâle demek değildir. Tekâmülde temâdi, teves
sathı nazar bunun ispatıdır. Daima ümran sahillerde, de sü, taazzu vardır. Tekamül yalnız istihale, temâdi, tevves-
mir yol kenarlarında mevcuttur. Buralardan uzaklaştıkça sü, taazzu da değildir; tekâmül fazla olarak taazzu da ma-
yavaş yavaş ümranın, medeniyetin eksildiği görülür. zuliyeti de şamildir. Tekâmül eskinin kaldırılıp yeninin
Hükümet şuuruyla olmaktan ziyade haricin ilcasıyla mi konulması, eskinin bırakılıp yeninin kabul edilmesi de
haniki bir tarzda teceddüde sevk edilmiş. Ondan dolayı mek değildir. Bu pek adî bir istihaledir. Tekâmül an’âne
teceddüd memur ve münevver muhitin dar sahasını te cilik, yeninin eskiye ilâvesi, eskinin yeniye tevâfuku, mu-
cavüz edememiş. Bundan bazı zararlar zuhur etmiş; Garp zırr olmuş cihetlerinin tadili demektir. Meselâ ibtidaî bir
âleminin büyük sanayii, medeniyeti memleketin küçük uzviyette dimağ vazifesini yalnız asab ukdeleri görüyor.
Bir derece mükemmel uzviyetlerde bu ukdelerle beraber Fakat henüz bir saadet-i milliye tesis etmeden Kasım
murdar ilik dimağ vazifesini görüyor, Âlî uzviyetlerde Han'ın vefat etmesiyle Kazaklar arasında yine tefrikalar
asap ukdelerine, murdar iliğe munzam yerde dimağ var. yüz gösterdi; sultan tayini hususunda Kazaklar bir türlü
Hayatın tekâmülünde murdar ilik ukadât-ı asabiye yerine ittifak edemiyorlardı.
kaim olmadığı gibi dimağda ukadât-ı asabiye ve murdar
Kasım'ın vefatından iki yüz sene sonra Kazaklar, dû-
ilik yerine kâim olmamıştır. Âlî bir uzviyette her üç asab-ı
çâr oldukları ittifaksızlığın neticesi olarak Büyük Ordu
cihazînin faaliyeti vardır. Yalnız gerek ukadât-ı asabiye
(Büyük yüz), Orta Ordu (Orta yüz), Küçük Ordu (Küçük
gerek murdar ilik dimağın faaliyetine tevâfuk etmiştir.
yüz) nâmlarıyla üç büyük kısma ayrıldılar. Bunun üzerine
Millî intibahın tevessüünde bir Lamark, bir Darvin Kalmuk ve Torgoutlar tarafından gördükleri tazyik üzeri
eksiktir. Mazinin karanlık devirlerinde ilk Türk tiplerini ne İşim, Tura, Sarısu nehirleri boyuna göçmek mecburi
bulacak, muhtelif devirlerde yaşamış Türk milliyetlerinin yetinde bulundular..
müstehâselerini meydana çıkaracak, aralarındaki istihâle- 1723'te Congar hanı Büyük ve Orta orduları taht-ı
nin şerâitini tayin ederek Türk ırkının tekâmül hatlarını idaresinde toplayarak onları Kaspi ve Aral denizleri tara
hâl-i hâzıra kadar temdîd edecek tekâmülcü müverrihle fına, şimalde İşim ve Tobol nehirleri boyuna sevk etti.
re ihtiyaç vardır. 1730'da Küçük Ordu hanı Ebulhayr, Congar hanının hü
Ayastefanos, 30 Teşrinievvel, 1329 cumundan havf ederek taht-ı himayesine girmek üzre
Rus hükümetine müracaat etti. Büyük ve Orta Orda han
Doktor Ethem Necdet
ları hâlâ mevcudiyetlerini muhafaza edebiliyorlardı. Hele
Kazak hanlarında Albay diplomatlığı sayesinde kendi
hâkimiyetini bihakkın elinde bulunduruyordu. Fakat on
SEYAHAT sekizinci asrın nihayetlerine doğru Orta ordunun bazı
ALTAYLARA DOĞRU hanları hâkimiyetlerini Ruslara kaptırdılar. Büyük ordu
mensûbîninden birkısmı da ondukuzuncu asır ihtidala
(Başı 1. yılın 12. sayısında)
rında düşmana boyun eğdiler. Bu asrın içinde Kazakların
Altınordu, Özbek Han zamanlarından itibaren Özbek dörtte üçü Rusların taht-ı istilâlarına geçti.
ordusu nâmıyla yâd olunmağa başlamıştı. Bu ordunun
Nayman ve Kereyler, Rus hükmü altına girmemek
hanlarından Ebulhayr nüfuzunu kaybedince Cuci ulu
için Kara İrtiş vâdilerine ve Çin hududu dahiline hicret
sundan Giray ve Canbek hanlar ayrılmak için fırsat buldu
ettiler.
lar. Bunun üzerine Çağatay Ulusu hanlarından Eysan Bo
Hür ve serbest yaşamağa alışmış olan Türk Kazaklar
ğa'nın Ebulhayır'a olan adâvetinden bilistifade Cucililer
Rus hâkimiyeti altında gün geçirmek kolay olmayacağına
Çağataylılar ile bilittifak Kazak ittihadını hadd-i kemale
pek çabuk anlamışlardı. Rus boyunduruğundan kurtulup
isal etmeğe muvaffak oldular.
istiklâl-i millilerini iade etmek için kıyamlar, hareketler
Ebulhayr Hanın vefatından sonra onüçüncü asrın tertibine kalkıştılar. On dokuzuncu asrın birinci nısfının
rub-ı ahirine doğru ordu merkezinin nüfûz-ı sabıkındaki nihayetlerinde istiklâl ve hürriyetlerini istirdad için silâha
inhitat, bütün çıplaklığıyla kendisini göstermeğe başla sarıldılar. Albay Han'ın hafidi Kenesarı nâm batır bir kaç
mıştı. Yolsuzluklardan, kanlı karışıklıklardan müteezzi bin müsellah süvari Türk ve Kazak ile meydana atılarak
olan ahalinin büyük birkısmı Türk- Kazak ittihadına dahil bilumûm Kazakların hanı olduğunu ilân etti. Göçebe
olmuştu, Bu sıralarda müttehid Kazakların büyük hanı ahalinin ekserisi, ihtidaları buna karşı lâkayd kaldı iseler
Canbek oğlu Kasım Han idare hususunda büyük muvaf de zî-nüfûz eşraftan Novrızbay nâm zatın teşviki üzerine
fakiyetler ibraz ederek daire-i nüfûzu tevsi ediyordu. buna iltihak ettiler. Kenesarı yedi sene kadar hanlık etti.
Şark'daki Çağataylılar da bu nüfûzlu idare altına girmek Nihayet Rusların hasis paralarıyla mücehhez bir dest-i hı
mecburiyetinde kaldılar. Kasım Han'ın tedbir ve sulhper- yanet tarafından şehid edildi. Türk- Kazaklar tekrar dağı
verliği sayesinde Kazak ittihadı gaye-i kemâline ermişti. larak Rus esaretine girdiler.
94 TÜRK YURDU S a y ı 53
İşte görülüyor ki İrtiş havalisi taş, tunç devirlerinden zakları ile bir sürü muhacir sevk edildi ve bu sûretle İrtiş
tâ on dokuzuncu asrın nihayetlerine kadar tarihî müsa boyundaki Rus Hristiyan köyleri on dört bine iblağ olun
demelerin bir meydanı olmuştur. Evvelleri Torgout, Kal- du. Kenesarı Han vakasından sonra bu vadilerde geşt ü
muk, Mongol, Türk Congar, Çin, Hun denilen kavimler güzâr etmekte olan Türk-Kazaklar tamamıyla Rus hâkimi
buralarda tahaddüs eden vukuatın amilleri idi; on altıncı yeti altına girmek mecburiyetinde kaldılar. Bundan son
asrın ortalarından itibaren buralara İslav kavmi nüfuz et ra Rusların gözü ”Yedi Su" taraflarına teveccüh etmiş idi.
meğe başladı. Ahali medeniyetçe kendilerine faik olan 1850’de Rus hududu, Narim vadisinden İrtiş boyun
müstevlilerin hâkimiyetlerini tanımağa mecbur oldu. İşte
ca Zaysan ovasını Tarbağatay’ı geçerek Tiyanşan dağları
bugün bütün bu saha, İslav ırkının nüfuz ve istilâsına,
na kadar tevessü etti. Moğolistan tarafları hâlâ Rusları
Türk ırkının mahkûmiyet ve ricatine şahit olmaktadır.
korkutmakta olduğundan bütün İrtiş sevahilinin Rus ve
İrtiş vadisiyle Altay taraflarının Rus nüfuzu altına gir küçük Rus muhacirleri ile iskânına karar verildi.
mesi, Sibirya’nın şâir noktalarına nazaran daha çabuk vu
1866'da bu yerlere birçok Rus muhacirleri gelerek
kua gelmiştir. İrtiş’in tatlı balıkları, Altay’ın saf altınları ha
Kazaçi askerlerin himayesi altında Türk Kazaklarından
ris Rusları cezbetmek hususunda kuvvetli bir âmil idi. Za
arazi isticarı ile köyler teşkil etmeğe başladılar. Bu sûret
ten Rus hükümetinin bu taraflara asker şevki de şu âmi
le Türk-Kazak sahralarında tek tük Rus köyleri peyda ol
lin taht-ı tesirinde vuku bulmuştu. Yermak ve Küçüm
du. Asm sabıkın yetmişinci senelerinde Sibirya vali-i
Han vak’alarından sonra artık buraları Rusların eline geç
umûmîsi olan Kazlakof tarafından Rus hükümetine veri
miş demek idi ve maazâlik Küçüm Han’ın oğulları ve et-
len raporda İrtiş havalisindeki ahalinin vaziyetleri şöyle
baıda Rusların yanlış yol ile ilerlemekte olduklarını ihtar
tasvir edilmiş idi:
dan hâlî kalmıyorlardı. Daha sonraları Kalmuklar zahir ol
"Sahra vilâyetlerindeki ahalinin ahvâli câlib-i nazar-ı
du. Bunlar İrtiş ve Om taraflarındaki Nogay ve Tatarları
dikkattir. Türk Kazaklar hayli senelerden beri taht-ı tabiy-
tazyik ettikten sonra Ruslara tesadüf ettiler; kuvvetleri
yetimizde bulunmakla beraber teşkilât-ı mülkiyemize
pek büyük idi. Ruslar zabtettikleri yerleri muhafaza ede
pek az ısınmışlar ve ısınmak da istememişlerdir. Usûl-i zi-
bilmek için istihkamlar, kuleler inşa etmek mecburiyetin
raatleri de Çinlilerden öğrendikleri gibi kalmıştır. Zaten
de bulundular. Fakat her hâlde bu kuvvet Rusları düşün
ziraate ehemmiyet verdikleri de yoktur. Bir de Kazakların
dürmüştü. Ancak Torgout ve Kalmukların aralarında zu
bütün o geniş sahraları benimseyerek göçebelikleri de
hur eden ihtilâf ve karışıklıklar sayesinde istihkamlarında
vam ettikçe sadık tebaalıkları da yalnız isimden ibaret ka
barınabildiler
lacaktır. Onlar ile münasebâtta bulunan Kazaçi askerleri
1713'te Sibirya vali-i umûmîsi knyaz Gagarin birinci
miz de akalliyette bulunduklarından hiçbir fayda temin
Petro’ya İrtiş boyunda bir sıra istihkamlar inşasını teklif edemiyor, bilâkis kendileri tedricen Kazaklaşıyor; arala
etti. 1715'te bu havaliye üç bin kadar Rus askeri daha
rında Kazak lisanı, Kazak örf ve âdâtı gittikçe taammüm
gönderildi. Bunlar Yamoşev gölü taraflarında birleşmek
ediyor..."
istedilerse de Congarların hücumuna maruz kaldılar,
Bundan sonra vali İrtiş havalisinin Rus muhacirleri
birçok zayiât ile Om nehri taraflarına çekilerek burada
ile iskânı hususunu arzederek:
Omsk istihkamlarını inşa eylediler. Bir müddet sonra
Congaıiar Ruslara Yamoşof gölü ile Semipalat istihkamla "Türk Kazaklara mümkün mertebe tazyik icra et
rının inşasına müsait davrandılar. meksizin aralarında medenî Rus ırkının teksiri sayesinde
onların serkeşliklerini tadil kabil olabileceği memul
1720’de Liharof nâmında bir kumandan dört yüz elli
dur... "diyor.
asker ve toplar ile İrtiş üzerinden Zaysan gölüne, oradan
da Kara İrtiş'e kadar gitti. Avdetinde Ustkamenogorsk is Bu rapor nazar-ı dikkate alındı. Bir heyet teşkil edil
tihkamlarım vücuda getirdi. İşte o zamandan itibaren o di. Bu heyetin tensibiyle muhacirler arazi intihabında ser
eski İrtiş Rusların taht-ı teshirine girmiş oldu. best olacak, bir müddet için vergiden muaf tutulacak,
hükümet tarafından kendilerine muâvenet-i nakdiyede
1808’de oralarda bir fırka-i askeriye teşkil olundu.
bulunulacak idi. Akmola taraflarına birçok muhacir gel-
1847’den 1856’ya kadar buralara birçok küçük Rus Ka
Sayı 53 TÜRK YURDU 95
meye başladı. Fakat intihap ettikleri arazinin ziraate pek meşhur misafirperverliği, bittabi bunu iktiza ettirir..
az salih olması üzerine bir de sırasıyla üç dört sene de Türkçe olmayan Osmanlı matbuatı, yanı Rum, Ermeni ve
vam eden kuraklık yüzünden muhacir Ruslar dûçâr-ı se Yahudi vatandaşlarımızın cerideleri, Frenklerinkinden
falet oldular. O derecede ki birkısmı memleketlerine ia sonra gelir; fakat onların da serbestlikleri bizim zavallı
de edildi. Hükümetin teşebbüsüyle olan muntazam mu- Türk matbuatından kat kat fazladır. Meşrutiyyetten son
hâceret tevakkufa uğradı ise de keyfi muhâceret devam ra, vâkıa müsavat ilân olunduysa da, atalet-i kanunî icabı,
edip gidiyordu. Hele Sibirya şimendifer hattının temdi eski tebaperverlik bu kadar olsun devam etmemeli mi
dinden sonra muhâceret daha ziyade çoğaldı. Rus hükü dir?
meti de buna karşı lâkayd kalamadı. Simi taraflarını bü Muharebe kesileliden beri, İngilizler, Ruslar, Alman
tün kuvvetiyle istimlâke karar verdi. Simi, Akmola vilâyet lar, Fransızlar arasında, onlarla bizim aramıza bir hayli
leri dahilindeki Türk Kazak arazisinde keşfiyat icrasıyla İktisadî, siyasî mükâlemeler, müsahabeler olup duruyor.
kabil-i ziraat olan sahaları ayırıp istimlâk etmek üzre iki Bizim Türkçe gündelikler bu husus hakkında pek de ya
heyet tertip olundu. Bu iki heyet 1863'ten 1900'e kadar zıp çizmediler. Lâkin Ermeni arkadaşlarımız daha cesur
Akmola vilâyeti dahilinde birçok yerler tefrik etti. 1900 davrandılar. Meselâ 2 Teşrinievvel Rumî 1913 tarihli "Aza-
senesine kadar buraya yüz elli binden ziyade Rus nüfusu damard", aşağıya naklettiğimiz, haritayı basmış ve üstüne
iskân edildi. Bugün Akmola vilâyetinin hemen her tarafı de şöyle yazmıştı:" Asya-yı Osmanî dahilinde demir yol
hicret için kapanmış gibidir. Simi taraflarına ise resmî larına müteallik nüfûz-ı İktisadî daireleri". Acaba bu deni
muhâceret ancak 1906'dan itibaren başlanmıştır, denile len şeylerin aslı, faslı var mı?
bilir. İşte bu tarihten itibaren Rus muhacirleri Simi taraf
İşte Azadamard’ın haritası ve haritadaki Ermenice ya
larına, Zaysan gölü ve Kara İrtiş havalisine, Altay etekleri
zıların lüzumlu olanlarının tercümesi:
ne ve ovalarına. Marka göl taraflarına ilerlemekte bulunu
yorlar. Şu hâle göre buralarının da an-karîb Rusların bilfi Asya-yı Osmanî dahilinde dem iryollarına müteal
il istilâları altında kalacağına şüphe etmemek lâzım gelir. lik nüfûz-ı İktisadî daireleri.
Fakat buralarda sıkışıp kalan veyahut kalacak olan yerli
ler, Kazaklar ne yapacak? sefalete mi bo
yun eğecekler, yahut geniş yerler taharri
siyle ilerleyerek Ruslar hesabına Torgout,
Kalmuk ve Mongol âlemiyle mi çarpışa
caklar?... Bu gidişe göre Türk-Kazakların
neticesi meşkûk bir hayat ile mazlum bir
âtiyi karşılamakta bulundukları görülür.
Bitmedi.
Halim Sabit
MATBUAT
Efendi tarafından Petersburg'da neşredileceğini evvelce başladı. Programı geniş ve çok vaadidir. Mesleği Türkçü
haber verdiğimiz "İr'cerîdesinin birinci ve ikinci nüshala lükten habersiz olmayan bir Tanzimatçılığa benziyor,
rı geldi. "Yurt yer faydasını gözetici" bu Türk-Tatar gaze muvaffakiyet temenni ederiz.
tesinin" maksadının emelimize uygun ve yazılarının iman Kamil Paşa'nm Vefatı- Tanzimat devresinin son
ateşi ve fikir şecaatiyle dolgun olduğunu gördük. Dostla büyük vezirlerinden Kâmil Paşa Hazretleri de vefat etti.
rımızı tebrik ederek, İl'in çok yaşamasını Tanrı’dan dile Cenab-ı Hakk rahmet eylesin.
riz.
İs i l ^
Tükk M wu
Tûr£ le^rin Tâidesine^ Çalışır
D u a / M. Şekib
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
Senin hal'inden başka, zaman olur Kardeşlerim olan yoksulları, o zavallıları bırakıp da
ki istediği adamı ik’ada bunların arasında papaların, patriklerin bulunmasını tak
istediğinden alâ fırsat bulur! dir edene hitap etmiyorum
"İşte bu bir fırsat-ı fevkalâde"
Namussuz yalancıların sığınacak yerleri olan sana de
....işte etrafındaki cemiyete
ğil, insaniyetin düşmanları ve ahmakların putları olan sa
gösterdiğin âsâr-ı iltifatın
na değil, biçareler koruyucusu olan sana!.. Ey âkıl-ı
Encamı hem sana hem raiyyete hakîm, ancak sana!
Muzır, ya hal'indir yahut vefatın!... Biçarelerden esirliği kaldıracak ve yakında doğacak
Tekrar ederim: Ettiğin emniyet büyük günün yaradanı olan ancak sana yalvarıyorum.
Ya hal'a sebep ya irtihaline!
Ben haber verdim, haram bir himâyet. Tanrım hepimize hürriyet için canlı bir sevgi sun! Tâ
Yine gaflet edersen vay hâline!.. ki herkes gücü yettiği kadar insaniyetin düşmanlarıyla sa
vaşsın. Benim de koluma kuvvet ver! Kuvvet ver ki esir
-Mütellimâne ve kalbî- başını doğrulttuğu zaman cenk safları arasında ben de
kendime bir mezar bulayım ve sen benden taşkın sıcak
Despot
yüreğimin çölde üşüyüp donmasını ve sesimin harabe
Düşürmek! Amma kimi düşürmek!....
İhtida Liberte'yi Nation lerde boğulan bir ses gibi kalmasını bekleme!
-gitmek isteyerek Hristoforov- M.Şekib
t i . . . . Sonrada ötekini sürmek. i-
=1=:l:
İyi bir oyun!...
meydana çıkardığı "Cengiz Hastalığı", "lisanımızı Gasp- dırır ve muvakkaten hakikati örter, fakat fena olduğu ka
rinski Efendinin diline döndürmek" vâhimeleri iddiaları dar ayıptır!
mın pek vazıh delilleridir!
go sahiplerinin" âdeta "bade mücerred"deki malikanele Zaten talihsiz milletim, eskiden beri her hususta en
rine sıkışmış ve böyle cüce kalmıştır. büyük zararları başka millete ait fertlerden değil, kendi
münevver çocuklarından görmüştür: Yunan felsefesini
Edebiyat, bir "monstre Mesih" değildir; Güstav Lan-
yabancı lisanlara tercüme eden yabancı lisanlarla felsefe,
so'nun dediği gibi o, millî hayatın bir manzarasıdır. Bir
lügat, şiir yazan, başka milletlerin, kendi zararına, isyanı
edebiyatın içinde bir taraftan İçtimaî ve siyasî vakalarda
na iştirak eden ve nihayet memleketi parçalattıran hep
mündemiç his ve fikir hareketleri öte taraftan fiil âlemine
Türklerdendir: Earabî, İbni Sina, Ebu Nasr İsmail bin
çıkmayan hülya ve meşakkatlerin, gizli ve dahilî hayatı
Hammad el-Cevherî, Şevket Buharî... ilâ âhir.
görünür. Onun ifadelerinde millî esâtîrin, menkabelerin,
an’ânelerin, hatıraların izleri vardır. Her terkipte, her teş Yine edebiyata dönelim: "Türklük hissi"nin uyanma
bihte, her istiarede mensup olduğu millete ait hususiy- ması en sanatkâr şairimizin muvaffâkiyet kazanamaması-
yet mevcuttur. Bu itibarla "nefha-i ümit" "ümit üfürü- nı muceb olmuştur; bir şiir okuyayım:
ğü"ne çevrilemeyeceği gibi "inkisar-ı ümid"e mukabil
KILIÇ
"ümidin kırılması" tarzında yapılacak tercüme de Türkçe
olamaz. Türk geçen sene Nermin'in(i) pgp gy 2el keşfetti Çekiç altında m uhakkar ezilir günlerce
ği gibi "ümid"ini dallı budaklı bir ağaç gibi düşünmüyor, Bir çelik parçası bir tığ-ı muhib olm ak için;
kaçıcı, sönücü bir ziyaya benzetiyor, "ümidim kalmadı, Sonra yatm akla geçer öm rü niyam ında bütün
Ne hazin işkence!
ümidim söndü! " diyor. Oh bu ve böyle ta'mîk edilince
Türk ruhiyetinde yaşayan hakikî "beyan"ımız ne güzel O çelik parçası bir gün bir ehemmiyet alır,
dir!.. Koca bir kavm in olur haris istiklâli;
Koca bir memleketin ırzı, hayatı, malı
Albala der k i : İyi yazmak için iyi hissetmek, iyi hisset
Ona vabeste kalır.
mek için de yaşamak lâzımdır. Türk münevverleri, deni
lebilir ki bu güne kadar yaşamamışlardır; çünkü "ferd"in O za m a n ey ebedî hâmi-i şân-ı akvâm,
dimağına garip, feyzli bir sekr veren, vecd ü istiğrak için O za m a n sen yed-i kahhâr hâmiyyette ayan
Olarak ehl-i teaddiye verirsin hüsran;
de yaşatan mefkureden, İçtimaî bir vicdandan mahrum
O za m a n en nâkam
edilir. Milliyetin kudsiyetini, bu kudsî milliyetin natıkası
olan öz dilin güzelliklerini hissedemediler; binaenaleyh Kalbe şevkinle gelir neşeli bir hiss-ifelâh
görünüşüne rağmen istenildiği kadar güzel yazamadılar Sana baktıkça fahûrâne parıldar gözler
ve medeniyet tarihine "Spontane hacis", zengin bir ede Sana ey seyf-i mücellâ, sana ey berk -i zafer,
biyat hediye edemediler. "Sanat" noktasından bu müthiş Sana ey şanlı silâh!
hüsranın sebebi, başka cihetlerde de olduğu gibi "milli Biz bir kılıç şiiri isterdik; fakat içinde, Hindistandan
yet" hissinin uyanmamasında aramalıdır. Apeninlere kadar pâyânsız bir mesafedeki dağlarda, kır
Buradan itibaren bilhassa Süleyman Nazif Bey'in larda, ormanlarda uğuldayan Türk kılıcının sadâsını işit-
Türklük aleyhindeki yazdıklarını hatırlayarak söylüyo meli idik. Biz bir kılıç şiiri isterdik; fakat içinde, iki üç
rum: Bu his uyansaydı, kalplerimizde tenemmüv edecek asırdan beri kırılmış Türk kılıcının hâlâ ucundan sızan
"kavmî gurur", şu veyahut bu millete ait edebiyatların kanların damlalarını görmeli idik.. Biz bir kılıç şiiri ister
taklidiyle doğan "Enderun edebiyatına nihayet verecek dik; fakat içinde, bütün bir şerefli tarih kapanırken onun
ti; Türk’ün "yalnız görmeğe değil, göstermeğe de mukte da kınına girdiğini -evet hiç olamzsa bu hüzün ve matem
dir olacağı" düşünülecek, bir taraftan bu şuursuz cereyan sahnesini- seyretmeli idik...Şair bir mefkûreye tâbi olur
bir kaç yüksek dimağda şuurlanarak Türklük dahilere sa, velev ki o mefkûrenin hüsran anında olsun, yazacağı
mâlik olacağı gibi, öte taraftan da edebiyat nâmına yir şiir kıymetli olur: Hürriyete müştak olan Fikret'in "Sis"i
minci asrın orta yerinde kelime oyuncakçılığının pek gibi ki muhtelif İçtimaî mevzularda yazdığı diğer manzu
kaybolduğu hissedilebilerek "nâ hüdâ-yı hüdâ nâ şi- melerine nazaran bediî ve nefisdir; çünkü bu, şairin zih
nas"gibi şeylerin yazılmasına cüret olunamayacaktı... ninden, njhunun kışrından değil selikasının iânesiyle ru-
Ali Canib
(Ü “Türk Yurdu”nun ikinci yılının 10. sayısında çıkan “ An’âne ve Kaide” unvanlı mühim makalesi.
104 TÜRK YURDU S a y ı 54
Başı 1. yılın 17. sayısında İmik.- Kezalik Popofun cetvelinde bir han ismidir.
Vambery (delkanlı) manasını verir. Hunlarda (İrnak) şa-
Boyla yahut Bolia eski Bulgarlarda âlî zâdegân sınıfı
his ismi varmış, buna muâdildir.
na verilen bir unvanı gösterir. Tomaszek diyor ki: (bol,
bolo)ile (ar, er, ir )asıllarından mürekkeptir ki, birinci kı Bilavo'ya göre (irnah) cesaretli, bahadır demektir.
sım: Çok, geniş, kudretli, ikinci kısım ise adam ve kuvvet Konuk bu kelime meşhur Atilla'nın oğlu İrnak'ın ismi ol
demektir. Yine Tomaszek'ın bir fikrine göre mezkûr boy ması muhtemeldir diyor.
la Türkçe (boylu) cezrinden müştaktır. O halde: Yüksek, Irhan.- Şahıs ismidir. Vambeıy'ye göre Erhan yani er
âlî demek olur. Ulah lisanında aynı manaya olarak yani kek han demektir. Bu isim göçebe hâlinde yaşayan Türk
zâdegân sınıfına Boyam Islavca (boyar) denilir ki menşei kabilelerinde istimal olunur.
aynı kelimedir.
( ü işbu esâmi cetveli Doktor K. İrecik tarafından telif olunan “Bulgar Tarihi” nâm eserin Rusça tercümesinin 156.sayfasında münderiçtir.
Sayı 54 TÜRK YURDU 105
Isboul- Simon'un serkerdelerinden birinin ismidir. bu kelimeyi Komar-Tekin lâfızlarından mürekkep bir şa
569 sene-i milâdîsinde ve Asya'da hükümet eden Dizabo- hıs ismi addeder. Kamar- nüsha, hamayili ve Tekin- din
ul nâmındaki Türk hakanının ismiyle kıyas olunur. lemiş, tesmiye olunmuş, demektir. Tekin, Alp Tekin gibi.
Eakat zannıma kalırsa mumaileyha âlimlerin bu kelime
Ivigui.- Bulgaristan'daki Aboba hafriyâtında zahire çı
hakkındaki teşrihâtı ve faraziyeleri bir parça zora gider.
karılan kitaplar muhteviyatından anlaşıldığına göre Tuna
Fikrimce Tekin, şimdi Türkçede kullanılan manasıyla,
Bulgar hakanından Omurtak ait bir unvandır: "Kavaç".
vaktiylede istimal edilmiştir. Kanar ( han, e r) ise han, ha
Tomaszek bu kelime Türk- Koman lisanında kullanılan
kan demek olacaktır. Şu halde Kanartekin emsalsiz ha
Ovagü ögü sözlerinin aynı olduğunu iddia eder ki meali,
kan, yegâne han. Tekin han demektir.
Memduh Erhaben, Gepriesen demektir. Zaten Türkçede
sürat ve acele mukabili olarak iv, ivmek ve serîü's-seyr^ Kardam- Tomaszek bu ismi Türkçe Kardamış lâfzına
mukabilinde ivgen kelimeleri vardır. Malûm olduğu üzre müşâbih buluyor.
kadîm muharebe meydanlarına çabuk yetişebilmek, gali Krum.- Dokuzuncu asırda hükümdarlık süren ve
biyeti temin eden mühim âmillerden idi. O sebeple aya memleketinde pek şiddetli kanunlar vaz eden meşhur
ğına çabuk olabilmek sıfatı bir unvan hâline münkalib ol bir Tuna Bulgar hükümdarının ismi veya lâkabıdır.
muştur. Nitekim Alınosların nâmdar kahramanlarından Tomaszek iş bu lâfzı Bulgarcada: Korem, Çuvaşlardaki:
Ahilaosi de serîü's-seyr, ayağına çabuk unvanını haizdi. Khyrym ve Osmanlı Türkçesinde karın lügatına takrib et
Mütalaat-ı sâlifeye istinaden İvigi Han, acul ve serîü's-seyr mektedir; Vambeiy ise müdafaa, hükümdarlık ve idare
han demek olacaktır. manalarını ifade eden kurum ve kuruma Türk kelimele
Kaloutarhan.- Eski Bulgarlarda âli rütbelerden birine rinden neş’et ettiğini iddia ediyor.
verilen isimdir. Kormis-os.- Yine bir Bulgar hanın ismidir. Toma-
Vambery'ye göre Kalğa-Tarhan'dan alınmıştır ki kal- şek'a nazaran iş bu kelimenin Rumca (os) edatı hazfedil-
ğa âlî, büyük demektir. Tarhan’ın daha doğrusu Tur diğinde Kormiş Türk sözü saf bir sûrette meydana çıkı
han’ın manası ise ileride arz edilecektir. Bu unvan Kırım yor Bilao bunu "komcu"kelimesine yakın buluyor.
Tatarlarıyla Nogaylarda da vardır. Kalu Tarhan gibi, Alp Kuvrat.- Bulgarların Tuna nehrinin beri cihetine geç
Tarhan, Bora Tarhan unvanları Türkler arasında kullanıl mezden evvel hakanlık süren ve Bulgar hükümdarından
maktadır. Asparuh'un pederi addedilen hanın ismidir. Tomaszek
Kavhan -Müellif Kedrinin fikrince hakanın en büyük bunu Kuvur veya Kuruvat Türk lügatlarmdan mürekkep
müşâvirine ve kendisinden sonra en büyük devlet me olduğunu zannediyor. Vambery bu kelimeye yakın olan
muruna verilen bir unvandır. Elyevm Anadolu içlerinde Congrat sözünün şahıs ismi yerine Öz Bey Türk kabâili
kuyu kelimesi çalım ve azamet manalarında müstamel arasında kullanıldığını bildirmektedir. ( Vambeiy, Cagat
dir. (Ü Şu hâlde Kav Han aslen Kıv Han azametli han ola stud. p 360). Bilao ise bunu Kurd veya bazı Türk lisanla
caktır. Çümkü Rum lisanında kesre-i sakileyi ifade edebi rında kıvrık saçlı başı ifade eden kyvryt gibi okunmasını
lecek bir harf olmadığına bizzarure şu lafz (A,) ile yazıl tavsiye ediyor.
mıştır. Avarlarda Kap Han-Capcanus unvanı varmış. İre Kotraghos.- Zikr olunan Kuvrat Hanının ikinci mah
cek: Capcanus princeps Hunorum = Hunların reisi, ser dumunun ismidir. Vambeiy bu sözün becermek manası
darı diye zikrediyor. nı şamil olan Kotur, kutur Çuvaş Türk lafzından neş’et et
Kanartikin-Memûrîn-i adliyeden âlî bir makamı ihraz tiğini ve bahtiyar ve mesud manalarını ifade ettiğini iddia
eden zevâta verilen bir unvandır. Tomaszek'a nazaran ediyor. Kutr, Kutrikh hal-i hazırda dahi Bulgar lisanında
Kanamak ve Tekin lâfızlarından mürekkeptir. Tekin ce tesadüf olunmaktadır.
sur manasınadır ki pek çok kahramanlara makam-ı ihti Maghotin.- Şahıs ismidir. Tomaszek bu ismin Uygur
ramda verilirmiş. Gortekin, Karatekin gibi. Vambery ise ca lisanında müstamel olup irtifa ve büyüklük manalarını
( b Çistani il beyinin hikâyesinde “Kavin” sözüne tesadüf edilir ve aynı manadadır. (Türk Yurdu) l.yıl 10. sayı 292. sayfa.
106 TÜRK YURDU S ayı 54
ifade eden Mağo ve kezâlik tebcil ve yükseltmek manası misyonu canibinden nazar-ı itibara alındı.- Hatta, bir
na gelen Magutmak lâfızlarına müşabih bulunduğunu id Türk sarfının vücut ve lüzumundan dem vuran zevât-ı ki
dia ediyor. ram tarfından bile eser-i âcizânemin kıymeti anlaşılama
dı. Bu ise, bizde, Türk dilinin sarfına, ve fenn-i lisana ve
İvan M anulef
dolayısıyla fen tasavvuruna aşina erbâb-ı ihtisasın mçfkud
olduğunu derece-i kifayede ima eylemektedir. - Mama
fih, bendeleri o vakitten şimdiye kadar, eser-i âcizânemi
tercümede asla fütur getirmeyip ikmalinde daha ziyade
LİSfINLfIR İLMİ
metanet ve sebat göstermekteyim ve ileride de ölünceye
TÜRK DİLİ VE SARFI kadar çalışıp başa çıkaracağını Cenab-ı Hak’tan temenni
Bendeleri hemen bütün ömrümü Türk dilinin sarfını etmekteyim.
tedvin ve tanzim ile uğraşmağa hasr eyledim. Bundan Otuz seneden beri Türk dilinin ıslahına dair İstanbul
otuz beş sene akdem Venedik'te Muhtaryan Mektebinde gazetelerinde görülen tenkidât, münakaşât ve mübaha-
Türk dilini tedris ettiğim sırada kütüphaneleri devr ede sât ve mütalââta bakılırsa, memleketimizde, sarfiyyûn,
rek ve Hind-Avrupa lisanlarının sarf-ı tatbikisini ve ilm-i nahviyyun, ve Türkolog nâmını takınan zevat meyanında
lisana dair bir hayli asarı tahsil ettikten sonra, Türk dili elan Türk dilinin sarfına âşinâ ve mütehassıs kimseler
nin sarfını başa çıkarmak için her türlü fedakârlığa katlan bulnmadığı malesef itiraf edilmelidir.- Acaba niçin bu
dım ve ancak otuz sene sonra Fransızca olarak telife mu böyledir? Ve niçin adam akıllı mantıkî bir sarf yapılamı
vaffak olabildim. Türk dilinin sarfına dair yüz seneden yor?- Çünkü, bu zatlardan kimisi Türk dilinin sarfını,
beri, gerek Avrupa lisanları üzre gerek Türkçe ve sâirece Arapçanın kavâidine istinad ettirmek ister, kimi Avrupa
ne kadar kütüp ve eser mevcut ise hemen cümlesini te lisanlarının ve alelhusus Farisînin sarfını taklid ve temsil
tebbu eyledim. -Bundan maada, Türkçede mevcut iki yü eylemeyi vazife bilir, velhâsıl kimisi de indi olarak aklına
zü mütecaviz irili ufaklı ne kadar sarf kitap ve risaleleri geleni yazmak sadedinde bulunur. Hâlbuki, Türk dili, Tû-
var ise kâffesini de hadde-i tedkikten geçirdim.- Maatte râniyü’l-asl olup, elsine-i iltisakiyeden madud bulunması
essüf, bunların cümlesinin de sarf nâmını ihraza lâyık ol haysiyyetiyle, onun sarfı, ne Arapçanın, ne Farsçanın, ne
madıklarından, bunlar hakkında pek az söz söyleyece
de Avrupa lisanlarının sarfına benzer.-İşte hata burada.
ğim.- Şurasını itirafa cüret ederim ki bunların kâffesi de Türk dilinin sarfı, evvelemirde, simâ yani ahenk-i hurûf
irtibatsız, mantıksız, indi bir takım kavâid mecmuaların
ve herekât (Harmonie vocalipue) mübtenîdir. Sâniyen,
dan ibarettir.- Bunlar içinde ancak merhum Abdurrah-
işbu ahenk kavânîni ve kavâid-i semâiyeyi öğrenebilmek
man Efendi'nin "Mikyasü'l-Lisan Kıstasü'l-Beyan" nâm
için de lisan-ı Türkînin fenn-i tasavvütüne (Phonetique)
eser-i celîli mevcuttur ki, her ne kadar Avrupa sistemin
aşina bulunmak lâzımedendir.-Sâlisen, Türkçenin fenn-i
de yazılmamış ise de, matnab lâkin vâzıh ve mükemmel
tasavvütüne akıl erdirmek içinde fenn-i lisan ( Linguisti-
olduğu cihetle herkesin takdirine mazhar olamamış ve
que)’a kesb-i vukuf etmek zarurîdir.- Râbian da eşkâl-i
bu cihtle köşe-i nisyâna atılmıştır.- Bendeniz eser-i mez
sarfiyeyi mukayese edebilmek için, herhâlde elsine-i
kûrdan pek çok şeyler iktibas eylediğimi makam-ı mefha
Hind-Avrupaiyenin sarf-ı tatbikîsini lâyıkıyla bilmelidir.
rette itirafa mecburum.- Gelelim sadede: Türk dilinin
sarfını tanzim için ber-vechi meşrûh tetebbuat teveggu- Halbuki bâlâda beyân eylediğim iki yüzü mütecaviz
lâttan sonra, yani bundan beş sene evvel, teşekkül eden sarf kitapları, bu türlü malûmât ve tetebbuâttan külliyen
Türk Derneği azalınğında bulunduğum sırada, heyet-i ârî olduğundan, bittabi Türkçeyi tedrise elverişli olma
muhtereme tarafından, Türk dilinin sarf-ı tahliliyesi nâm dıktan başka izaa-i evkatı ve yanlış telkinâtı ve müşkilâtı
eser-i âcizi mazhar-ı takdir olarak Türkçeye tercümesi dai olur, zira hiçbiri esasât-ı tabiîyye ve kavânîn-i savtiy-
ye-i Türkiye’ye müstenid değillerdir.
tasvip ve tavsiye buyurulması üzerine, evvel emirde
fenn-i tasavvütten bâhis olan medhali tercüme edilerek Avrupa lisanlarının sarfları gözden geçirildikte, evvel
Türk Derneği risalalerinde tab ve neşr olunmuştu. -Lâ emirde o lisanların kaç sâiti ve kaç sâmiti bulunduğu ve
kin, heyhat! Ne müteahssıslar ve muallimler tarafından, vehleten anlaşılır. Halbuki bizim cümle sarflarımızı aça
ne de maarif nezâretinde o vakit teşekkül eden imlâ ko
Sayı 54 TÜRK YURDU 107
cak olsak, Türk dilinin kaç sâmiti ve kaç sâiti olduğu bir taktirde, Arapların yaptığı gibi her hâlde ona hareke ver
türlü anlaşılmaz. Bu sarflarda ancak harf deyip gidilir. Ki mek zarurîdir, zira harekesiz harfle ihtida mümkün ol
minde 34, kiminde 31, bazısında 28, ne bileyim her birin maz- Halbuki Dersaadet'te hemze başta harekesiz olarak
de birer türlü, velhâsıl anlaşılmaz bir keyfiyet! Sonra ge kullanılmaktadır. Hemzeden sonra getirilen (v, e, y) harf
lelim ahvâl-i ism yani insıraf (Declinaison), bazısı dört, leri ise ol makamda hareke-i harfiye oldukları cihetle iki
bazısı beş, kimisi altı veya yedi hâl üzerinde ısrar edip du sâitin içtimaına dâî olurlar. Bu sûret-i imlâ, bir zü'l-sav-
rurlar. - Ya daha sonra bir izafet meselesidir çıkar ki asla teyn (Diphtongue) teşkil edebilir, fakat asla bu sâit mün
sarfa ait olmayıp nahive râcidir. Buna Farisî izafeti de ka ferit olamaz. İşte bir büyük hata daha! Mamafih, bende
rışarak büsbütün içinden çıkılmaz bir muamma hâline niz husûsât-ı meşrûhayı buracıkta uzun uzadıya tenkit ve
gelir. -Daha hataların hangi birini söyleyeyim? - Ya fiille tahlil eylemek fikrinde değilim, zira bu makalenin hacmi
rin taksim ve tasnif ve tasrifindenki intizamsızlık ve man- ’ o kadar uzun tedkikata müsait değildir. Yalnız merciinin
tıksızlığa ne demeli? Zaman nedir, sûret (Mode) nedir, şimdiye kadar bu yoldaki gidişe nasıl razı olduğunu ta
hâlâ tefrik edilememiştir. -İmek (etre) fiilinden ise asla savvur edemediğim gibi, bu mühim cihetleri niçin nazar-ı
bu sarflarda bahsedilmez. 2amâir-i nisbiye deyip geçilir. dikkate almadığını da anlamıyorum.
Bundan büyük hatalar olabilir mi? Zamirlere gelince, her
Velhâsıl, bu yoldaki hataiyâtın tadâdı kabil olmadığı
kitapta birer türlü tefsirâta uğramıştır.
gibi, bunların sarflarda vücudu ve noksanı lisan-ı Türkî-
Hak elinsaf düşünülsün. Büyük adamların bile idra nin mânen tahsil ve talimini işkâl ve tas’îb ve Türk dilini
kine sığmayan bu makule sarf kitaplarından küçük ço- tedenniye mahkûm kılar. Bunun çaresi ise üç dört sene
çuklar ne anlayabilir acaba?.- Talebeyi beyhude yere yor evvel mevki-i inteşâra çıkmış olan Türk Yurdu Derneği ri
maktan başka bu kitaplar neye yarar? salelerinde ber tafsîl-i beyan edilmiş olduğundan oraya
müracaat buyurulması lâzımedendibb,
Bir milletin mükemmel millî bir elibâsı ve ciddî ve
muntazam bir sarfı olmadıkça o millet evlât ve efrâdının Türk dili muallimi: Andon B. Tangar.
tedris ve talimi kabil olabilir mi? - Bilâkis, öyle Arapça ve
Farsça sarfların iânesiyle Türk dilinin tedrisi ve dolayısıy
la sıbyan ve şebânînin terbiye ve tehzibi ilerleyecek yer
de bittabi geriler. Buna delil ise bilcümle mekteplerimiz
de Türk diline mahsus ve ehemmeyetli derslerin mefkud SEYAHAT
olmasıdır. -Bu gidiş ile matlûb hâsıl olmaz, binnetice İZMİR SEYAHATİ
Türk milletinin zihniyeti mefkûreden mahrum kalır zan 3
nederim. Biz yalnız İzmir'i gezmeye gitmemiştik. İstanbul'dan
İstitrad olarak bir garabet daha söyliyeyim: Hemze, sonra en büyük ve en mühim bir beldemizde, şiarı Türk
sâit olmayıp hurûf-ı Arabiyenin halkiye sınıfından madûd çülük olan bir heyet, yalnız gezip görmekle elbette iktifa
bir şuhka (Espris doux)dur. Türkçede bundan onbeş se edemez.
neye gelinceye kadar istimal edilmezidi..- Hâlbuki, bu va İzmir'in münevver gençleri, İzmir halkı bizim kara
kitten beri moda olarak sâit-i ibtidaî makamında bazı mu gözlerimize bayılmamışlardi; onlara bu kadar zamandan
harririn tarafından kullanılmakta olduğu görülmektedir. b e r i" Türk Yurdu"nda, ötede beride yazıp söylediğimiz
Lâkin maarrüzikr iki üç yüz sarfların hiçbirinde ileba sıra hisleri, fikirleri, ne mefkûre takip ettiğimizi, ne yapmak
sında görülemediği gibi bir güne malumat dahi mevcut istediğimizi anlatmak, yürüdüğümüz yolda onları da ay
değildir. - Sorarım: Çocuklar ve büyükler acaba bu hem dınlatmak lâzımdı.
zeyi nereden ve nasıl öğrenebilirler?- Malûm olduğu üz İzmir'in Türkçü mefkûreli gençleri, "Köylü" ceridesi
re, lisan-ı Arab’a mahsus olan hemze başta kullanıldığı nin idaresi karşısındaki güzel bir yapıda b ir " millî kütüp-
( b Geçen sene Türk dilinin sarf tahliliyesi nâm eser-i âcizanem, tefrika süreriyle “Seıvet-i Fünûn”ceride-i muteberesinde basıldığı gibi forma
forma dahi tab edilmekte iken, on birinci formanın tabından sonra, maa’t-teessüf tatile uğradı ise de inşaallah yakın vakitte yine mâbadinin
tab ve neşrine ibtidar olunur. A. T.
108 TÜRK YURDU S a y ı 54
hane" tesis etmişler. Burada, yorulmak bilmeyen him Seyahat heyetinden her birinin, münasip mevzular
metlerle eski yeni epeyce kitap biriktirmişler. Kütüpha üzerine, hususiyle Türkçülüğe dair "Osmanlı Sinema-
nenin bir odasında, bir de "harita heyeti" yapmışlar; bu sf'nda birer konferans vermesi kararlaştırimış idi. İlkin
rada Anadolu'nun büyük kıt’ada bir haritasını vücuda ge muhterem Fazıl Ahmed Agayef ile Hamdullah Subhi Bey
tirmek için, ihtisası olan birkaç genç çalışıyordu. İşe İz konferanslarını verdiler. Konferansta, İzmir'in Türk mü-
mir vilâyetinden başlamışlar; istinsah sûretiyle İzmir ve tefetkkirleriyle gençleri vardı; salonu hınca hınç doldur
civarı" pafta"sını bile yapıp bastırmışlardı. Haritada çok muşlardı. Ahmed Bey İslâmlıktan, Türklükten, İslâmlıkla
acemilik eserleri görünüyordu; usta bir göz, bunu bir
Türklüğün münasebetlerinden bahsetti. "Yurd"un karile
oyuncak gibi istihfaf edebilirdi. Fakat henüz harita ahzın-
ri muhterem muharririn fikirlerini pek iyi tanırlar; bina
da tecrübe ve maharetleri olmayan, lâzım gelen alet ve
enaleyh burada, konferansın mevzuunu anlatmağa kal
vasıtaları bulunmayan bu çalışkan çocuklar, istinsahtan
kışmayacağız. Hitabeyi dinleyenler içinde bir hayli sarıklı
başka ne yapılabilirdi? Bununla beraber onlar, tatil günle
âlimler de vardı; İslâm tarihindeki büyük ihâtası, Türk
rinde, arkadaşlarının ellerine bu paftaları vererek köyle
âlemine ait tetebbularıyla Alımed Beyin konferansı en
re, kırlara çıkartacaklar, inceden inceye haritanın nok
ciddî bir İlmî ziyafet oldu.
sanlarını ikmâle ve yanlışlarını tashihe çalışacaklardı. Her
sene böyle çalışa çalışa hem meleke edinecekler, hem de Sonra Hamdullah Subhi... Temeddüh kadar medhi
oldukça iyi ve doğru bir harita edinmeğe muvaffak ola de sevdiğim hâlde bu arkadaşım hakkında bir zaafım var;
caklardı. onu belki medhedeceğim, fakat bu medhimde de makul
Böyle bir emel, böyle bir sa‘y, şüphesiz, pek bü^ûik bir dairede kalmak isterim, kendisini dinleyenler benim
takdirlere, hatta tebcillere sezâ idi. le beraber şüphesiz tasdik ederler ki Hamdullah Subhi,
bize göre, iyi bir hatiptir. Onun hitabeleri, mevizaları,
Kütüphane "nin kitaplarını artırmak için yalnız
pervazsız bir ırmak gibi şiir ve letâfetle akar. Oldukça ça
muharrirlere, müelliflere, kitapçılara müracaat etmek kâ
fi değildi; en ciddî, en lâzım kitapları tedarik edebilmek, buk söylediği hâlde zabtolunabilse, cümleler daima tam
sonra kütüphanenin birçok masraflarını karşılamak için ve doğrudur. Orada İzmir halkına Türk sanatından, Türk
paraya ihtiyaç vardı. İzmir gençleri bunun da çaresini bul mimarîsinden bahsetti. Bu onun ihtisas etmek istediği en
muşlardı: Kütüphane binasının arka tarafında arsamsı bir tatlı bir bâhistir. Mevzu da o kadar zengindir ki...
yer vardı; burasını almışlar, bir sahne vücuda getirmişler, Bu iki hatip, diyebilirim ki, muhataplarını teshîr etti
ortaya oldukça mükellef bir "sinematoğraf' yeri çıkarmış ler; o kadar hararetle alkışlandılar. İzmirliler, en gözde
lardı. Arkadaki odalardan birine bir "motor" yerleştirmiş olan muharrirlerinin ilim ve sanat bahislerinden böyle
ler, iyi bir makine almışlar, en yeni kurdelalarla "sinema
talâkat ve muvaffakiyetle çıkmalarını fakirlerle karşıladı
toğraf'göstermeğe başlamışlardı.
lar.
Şimdi "kütüphane", yanındaki "şehir kulübü" binası,
Bir başka gün yine aynı yerde Köprülüzâde Fuad'la
karşılarındaki "Köylü" idarehanesi, "Türk Ocağı" elekti-
Ali Canib söz söylediler. Birincisi, sırf İçtimaî bir dairede
rikle tenvir olunuyordu. Civarındaki eczahanelerden biri
kaldı; Türklük, İslâmlık ve Osmanlılık mefhumlarının bir
de "elektirik"e müşteri olm uştu." Osmanlı Sineması" iş
birine hiç muarız olmadığını söyledi, her birinin kıymeti
letmeğe, masrafını çıkararak ileride kütüphanenin ihti
yaçlarını tamamıyla tatmine çalışıyorlardı. ni verdi. Fuad'ın bu konferansı, sonradan yurdumuza
İlmî bir makaleye zemin oldu. Karilerimiz, oraya müraca
Gürültüsüz, patırtısız, İstanbul ceridelerinde bile yer
at edebilirler.
bulamayacak kadar sessiz yapılan bu işler, ehemmiyetsiz
ce görülecek şeylerden değildi. Aferine, alkışa iftikar et Ali Canib, bu mariz ve asabî şair... Fakat işte, ben
meksizin çalışan İzmir'in Türk gençleri muvaffakiyetin onun hakkında bî-taraf diyebilecek bir söz söyleyemem.
sırrını elde etmişlerdi. İçlerinde ön ayak olanlar, en çok Bir kaç ay hocası olduğum bu çocuk benim eski arkada
çalışanlar kendilerine bir iftihar hissesi ayırmıyor, bu işle şımdır. Kendini sevdiğim kadar mesleğinin de taraftarı
ri hep birlikte düşündüklerini, hep birlikte bulduklarını, yım. Şu kadar söyleyeyim ki o, edebiyatımızdan bahsetti;
el birliğiyle vücuda getirdiklerini, insana iftihar yaşları onu anlayabildiler mi? Bizde herkes edebiyattan behresi
döktüren, gizli ve mahcup sevirçlerle anlatıyorlardı. olduğu zannında bulunmakla beraber, edebiyatın ne de
Sayı 54 TÜRK YURDU 109
mek olduğunu anlayan pek azdır. Onu anlayabilmek için, şehir harici bir yerde, bir fabrika bahçesinde, Ocağınki,
Ali Canib kadar bir şair olmak lâzımdır. Ben bile onu yine aynı mevkide, su kumpanyasının şehri sulayan men-
uzun senelerin mahsulü olan bir itiyadın, bir istinasın te balarında idi. Bunlar, resmî olmaktan ziyade kardeşçe,
siriyle anlayabildim. pek samimî bir eğlence oldu. Bize Peri hikâyelerinde gö
rülen bir güzellikle şiirle altı gün geçiren zatlara burada
Ertesi gün İzmir Türk hanımlarına da Hamdullah
aleni bir teşekkürde bulunmak mukaddes bir vazifedir.
Subhi ile benim birer konferans vermekliğimiz takarrür
etmişti. Ben evvelden kani idim ki, eğer bu bir müsabaka Katarımız Manisa'ya geldiği vakit, mutasarrıf Tevfik
olsa idi, şüphesiz ben kaybedecektim. Aramızda ne kadar Beyefendi ile bir hayli zat ve Manisa İttihad ve Terakkî
mühim farklar vardı! Hamdullah, salonu dolduran ha Mektebi bizi istasyonda karşıladılar, büyük büyük iltifat
nımlara bizim kadın hayatından bahsetti; kadınlarımızı lar bezlettiler. Hele mektebin iki şakirdi, Aka'nın "Boz
tasvir etti; onların, tâ saraydan tut da en aşağı tabakaya gun"! ile başka bir şiirini bütün ruhlarıyla teemnüm etti
kadar nasıl mahkûm ve zavallı olduklarını anlattı. Anasını ler. Manisa'da Türk yazıcılarına bir teşvik selâmı vermiş
pek çok seven bir çocuk hissiyle kadınlarımıza acıdı. oldu.
Türk kadınlığının evvelden nasıl olduğunu, şimdi na Kâzım Nâm i
sıl olması lâzım geleceğini, kadınlık meselesi herkesin
zannettiği gibi bir tesettür meselesi değil, bir hayat mese
lesi olduğu ve kadınlarımızı lâyık oldukları manevi dere TÜRKLÜK ŞÜÛNÜ
ceye is’âd etmedikçe kadınların irfanı muâvenetlerinden
mührüm olan erkeklerimizin ne kadar çalışsalar kolay "Türk Yurdu" Müslümanların cümlesine 1331. yı
kolay terakkiye nâil olamayacaklarını söyledi. Bu hayli lı tebrik ederek, hiç olmazsa bu yeni yılın Müslümanlara
"kâtibâne” olan sözler, en tatlı bir hissin ifadesi olduğu uğurlu ve kademli olmasını Tanrıdan diler.
için, hanımlarca anlaşıldı. Hatta bu konferans, muktedir Bir T ü rk H an ım m ın Uçması.- Bütün Türklüğün
bir kalem sahibi olan Evliyazâde Makbule Hanımefen- medenî hareketlerinde en ileride bulunmak şerefi he
di'ye "Anadolu"da intişar eden kıymetli bir makale ilham men daima Osmanlı Türklerinde kalmıştır. İlk havada
etti.
uçan kadın da Osmanlı Türk hanımlarından oldu. Os
Ben ne söyledim? Söze, bütün manasıyla bir masal manlI Müdafa-i Hukuk-ı Nisvân Cemiyeti azasından ve
ile başladım. Eski Türklerin Betülü olan? "Alageyik'Ten Türk muharrirelerinden Belkıs Şevket Hanım, Teşrînisâ-
bahsettim, bu mukaddeme ile Türk kadınlığının vazifele nî'nin 18. günü, Ayastafanos'ta Tayyâre karargâhında Os
rini anlatmağa çalıştım; fakat nâ kadar yavandım... Ha manlI hakanının ordusuna hediye ettiği" Osmanlı Tayyâ-
nımlar, Aka Gündüz'ün söz söylemesini istediler; halbu resinde ("uçkaç")'ına binerek 43 dakika havada, İstanbul
ki o, proğramda dahil olmadığı için orada değildi. Aka, üstünde uçup dolaşmış ve sağ-salim olarak yine Ayastafa-
akşam üzeri "İki Çeşmelik"de halka bir meviza verecekti. nos'a dönüp yere inmiştir. "Türk Yurdu", ilk defa uçan
Aka'dan sonra ben, "Tilkilik'Te, kahveler ortasındaki Türk hanımını can ve gönülden tebrik eder ve böyle
meydanlıkta tam istediğim gibi bir saat söylendim. Öyle Türk cesaretli hanımların bütün Türk ilinde çoğalmasını
zannediyoaım ki burada beni dinleyenler pek güzel
Tanrı’dan diler.
anladılar. Dilce, fikirce muhataplarımın seviyesinde bu
lundum; sonra onları benimle beraber büyük mefkûre- T ü rk Mudhika Y azıcılarından Necef Beyin
mize doğru yükselttim. Kırklığı.- KafkasyalI Türklerin, en meşhur mudzhika nü-
visleri. Mirza Eeth Ali'den sonra Veziroğlu Necef Beydir.
Ertesi sabah ben de, arkadaşlarımla beraber katara
Bazı yazılarında "Derviş" tahallüs eden bu muhterem
bindim; onlardan Manisa'da ayrıldım. Onlar İstanbul'a
edibimizin tiyatro ile meşgul olmasına, Teşrînisânînin 13.
geldiler; ben İzmir vilâyetinin beş altı kasabasını daha
günü kırk yıl doldu. Bakü'nün "Safa" maarif cemiyeti o
gezdim; biraz daha derince olarak bütün öğrenebildikle
gün Necef Beyin kırklığını kutlayıp Hacı Zeynelabidin Ta-
rimi sevgili karilerime sırası ile anlatmağa çalışacağım.
kiyofun tiyatrosunda büyük şenlik yaptı. "Türk Yurdu"
İzmir'de beri belediye, diğer Türk Ocağı tarafından
da şenliğe iştirak için davetnâme aldı. Bu davetten dola
bize iki ziyafet verildi. Belediyeninki "Halkapınar" denen
110 TÜRK YURDU S a y ı 54
yı müteşekkiriz. Milli tiyatro yazıcımız Veziroğlu Necef tersburg'a gitmişlerdir. Zeyneb Hanım lisede okurken,
Beyi pek samimî tebrik ediyoruz. Necef Bey inşaallah, da tahsil zamanından kurtarabildiği saatlerde fahrî olarak,
ha çok yaşar ve m illetine" Hacı Kanber"," Musibet Fah Simbir’in Türk kız mekteplerinde el işleri öğretmekle
rettin" gibi kıymetdâr ve nâfi eserlerden daha birkaç ta meşkul oluyordu, ve fakir kızların el işleri için lâzım ma-
ne hediye eder. Gelecek nühalarımızdan birinde Necef sarıfta kendi cebinden tutuyordu.
Beyin edebî hayatına dair uzun malumat vermeye çalışa Mahmud Esad Efendinin Şimal Türkleri Ara-
cağız. smda Seyahate Dair.- "Türk Derneği" mecmuasının
Türk Ocağı’niîi Demeği.- Türk Ocağının senelik birinci sayısında "Türklüğü Bilmeli ve Bilişmeliyiz" diye
derneği, Teşrînisânînin 10.ve 22. Cuma günleri, Osmanlı bir makale vardı. 1325 senesi martında yazılan o makale
de deniliyordu ki "Bugün, hatta yarın, hükûmet-ı Osma
Darülfünûnun konferans salonunda toplandı. Türk Oca
niye, siyaset-i resmiyesinde, hatta gayr-ı tesmiyesinde,
ğı idare heyeti reisi, Darülfünûn muallimlerinden Ham
Türklüğü düşünemez. Lâkin Osmanlılar Türklüğün varlı
dullah Subhi Bey, derneğe riyâset ediyordu. Başta idare
ğını bile bilmemeli midirler? -Devr-i istibdadda hür Os
ve mürakabe heyetlerinin raporları okundu. Ondan son
manlI edebiyatını vezir hanlarının karanlık bodrumlarnda
ra yeni idare, istişare ve murakabe heyetlerine azalar se
basıp, dükkânlarının döşemieleri altında bin müşkilât ile
çildi. Yeni idare heyetinin, bu dernekte verilen yeni adla
saklayarak devam ettiren Azerî, Türk kardaşlarınızı hiç
başarıcıların isimleri, intihabda kazandıkları rey sırasıyla, manasız acem nâm-ı garibiyle diğer bir ırkdan zannade-
şunlardır: Hamdullah Subhi Bey ("Darülfünûn muallim cek kadar kaba cahillik devam eylemeli midir? En müm
lerinden"), Hüseyin Ertuğrul Bey (D oktor), v\kçuraoğlu taz tabakadan bir Osmanlı muharriri. Tartar denilen Tür
Yusuf Bey ("Türk Yurdu" Müdürü),Gökalp Bey (Darülfü kün Türklüğünü teslim için velev yarım dakikalık olsun
nun muallimlerinden). Celâl Sâhir Bey ‘"Halka Doğru" düşünmeye muhtaç olmalı mıdır?
müdürü). Âkil Muhtar Bey (Doktor, muallim). Haşan Fe- "Osmanlı Türklerinin bu günkü tabaka-i münevvere-
rid Bey (Doktor)- Seçilen Aksakalların (istişare heyeti) yi si, müşahedâtımda yanılmıyorsam, elyevm Türklerin ne
ne rey sırasıyla isimleri şunlardır: Mehmed Emin Bey relerde bulnduklarını, nasıl geçindiklerini, neler düşün
(Türklerin millî şairi), Kemaleddin Bey (mimar, muallim) düklerini, neler yaptıklarını ve ne yapmak istediklerini
Ahmed Bey Agayef (Dârülfünûn muallimlerinden), Necib pek az biliyorlar."
Âsim Bey ("Türk Tarihi" müellifi), Süleyman Sami Bey Dört, dörtbuçuk yıldan beri, hamd olsun, ahvâl hay
(Dârülfünûn müdürü), Hüseyin Cahit Bey ("Tanin" Ga li değişti; şimdi Osmanlı Türklerinin münevver gençliği,
zetesi sahibi), Hüseyinzâde Ali Bey (Doktor, muallim). artık Ankara ve Konya'dan ötede dahi Türklerin bulun
Selim Sırrı Bey (Cimnastik mütehassısı), Fuad Raif Bey duğunu biliyor. Hatta evvelki nesillerden de Türklüğe
(Türkiyat mütehassısı), Mehmed Ali Tevfik Bey (Türk ehemmiyet verenler, Türk dünyasını öğrenmek görmek
muharrirlerinden), Kemal Cenab Bey (Doktor), Reşid isteyenler, bulunuyor. Meselâ, sadr-ı esbâklardan birisi,
SaDet Bey (maliye mütehassısı), Kollayıcılara( murakabe üç dört yıl akdem Avrupa seyahatinden dönerken, Volga
heyeti) Haşan Remzi (mimar) Beyle Mustafa Reşid ve Ka havzasına kadar uzamayı büyük bir zahmet telâkkî etme
mil beyler intihab olundular.- Dernek ikinci toplantısın mişti.
da raporlar üzerine müzakere ceryan etti. Müzakereler En mütenevvi, en mebzûl ve en cevvâl muharrirleri
bittikten sonra dernek reisi güzel bir son nutuk ve millî mizden bir zat da, geçen sene Norveç'e giderken, Mos
şairimiz Emin Beyefendi de ümit ve nur saçan bir şiir kova Nijniy ve Kazan’ı bir ok süratiyle yarıp geçmişti. Ni
okuyup hakikatleşmekte bulunan emelimizin gelecekte hayet bu sene, Osmanlı Türk ulemâ-yı diniyesinin en te
ki aydın yolunu gösterdiler. Ocak derneğinin müzakere rakkiperverlerinden sayılan Mahmud Esad Efendi Oren-
ve kararlarına dair daha mufassal malumat ile son nutkun burg, Ufa, Kazan, Moskova, Petersburg, ve Finlandiya'da
bir sûre tini gelecek nühamıza koyacağız. seyahat edip geldi. Mahmud Esad Efendi de, Hüseyin
Hilmi Paşa ve Celâl Nuri Bey gibi acelece gezdiler, hiçbir
Türk Kızlarında Maarif Hevesi.- Rusya'nın Simbir
şehirde iki günden fazla kalmadılar; belki buna zaruret
şehri eşrâfından Akçuraoğlu İbrahim Beyin kerîmeleri
vardı.
Zeynep, Safiye ve Emine hanımlar, bu sene kendi şehir
Mahmud Esad Efendinin seyahatini Orenburg ve Ka-
lerinde kız lisesini bitirip, Darülfünûna girmek üzre Pe-
zan'da çıkan ceridelerden, hemen günü gününe takip
Sayı 54 TÜRK YURDU 111
etliydik: Efendi hazretleri, maşaallah, az zamana çok iş "Mahmud Esad Efendi, İslâm kadınlarının Türk
sığdırabilmişler; misafir oldukları şehirlerin şâyân-ı ziya vilâyetlerinde, şehirlerdeki gibi kaçmadıklarını erkekler
ret yerlerini görmüşler, Orenburg müftüsüyle, ulemâ ile, le beraber hizmet ettiklerini, tarlalarda çalıştıklarını söy
gazetecilerle, zenginlerle konuşmuşlar, her gün bir iki zi ledi ve "şer’î şerifin emretmediği bir sûrette kaçmak, ka
yafette bulunmuşlar, Ufa ve Kazan'da valilere mülâki ol çıp yaşamak, yalnız İstanbul'la vilâyet merkezlerine mün
muşlar, valiler tarafından teşyi edilmişlerdi. Mahmud hasırdır, dedi, lâkin bu hâlde, icab-ı hayat ve maîşet ile
Esad Efendinin seyahatinde bizim en çok nazar-ı dikkati tedricen değişecek, yakın bir zamanda Türk kadınları ha-
mizi celbeden cihetlerden birisi yerli ulemâ ile ettikleri yat-ı umûmiyede müstahak oldukları mevkii alacaklar
mübahasât-ı ilmiye olmuştu. Osmanlı fâzılı, şimalli rüfe- dır."
kası arasında, bugün Türk İslâm dünyasını en çok işgal Musahabe esnasında, " Vakit" Gazetesinin baş mu
eden dinî, İçtimaî, ve millî meseleleree dair fikrini ser-^ harriri Fatih Efendi, Mahmud Esad Efendiye şu suali irad
best ve sarîh bir sûrette beyan buyurmuşlardı. ettiler:
Efendi hazretlerinin avdetlerinden sonra, İstanbul "- Rusya'daki Tatar, Kırgız, Şart, Özbek gibi türlü
metbuatı seyahatlerinden hayli bahsetti. Fakat en mühim isimlerle yürütülen Türk kavimlerinin dil ve edebiyatları
noktalar, o uzun makaleler arasında âdeta eriyip kaybol birleşerek, birbirini anlayabilen bir millet hâline gelebilir
du. Bunun için bir terakkiperver din âlimimizin ıslâhat-ı ler mi?"
diniye ve tesettür meseleleriyle Türklüğün istikbâline da
Mahmud Esad Efendi bu suale şu cevabı verdiler:
ir mütalaâlarını bir daha hatırlatıp karilerimizin zihinleri
ne iyice yerleştirmek istedik. "-Bu sizin elinizde: Eğer bugünkü münevver ve mü
tefekkir kısmımız bu böyle olsun diye isterse şüphesiz
"Vakit" refikimiz bir ziyâfetteki müsâhebeyi hikâye
olur. Eğer ehemmiyet verilmez, çalışılmazsa, olmaz!"
ederek diyordu ki "Yemek yenirken İlmî meselelerden
bahsedildi. Hayrullah Efendi, Mahmud Esad Efendiden Fatih Efendi bu suali ve cevabı naklettikten sonra di
riba ve banka muameleleri hakkındaki fikrini sordu. Esad yor ki:
Efendi Hazretleri iktisat ulemâsından bulundukları cihet "Ben aynı suali Profesör Barthold( Bu gün Rusya'nın
le akçe ile iş arasındaki münasebâtı izah ed e rek ," Şura" Türkolojide birinci addolunan müsteşriki) cenapların
mecmuasını "ufak borç cemiyetleri ve riba" makalesinde dan da sormuştum. O bana: "Benim fikrimce dahilî Rus
beyan olunan efkâra iştirakini bildirdi. (O makale bazı ya'da yaşayan siz Tatarlar Ruslara karışıp temsil olunursa
şerâit tahtında faizin zaaırîliği beyan olunuyor.) Sonra nız, kendi dil ve edebiyatınızı yavaş yavaş kaybedersiniz,
söz ıslâhat-ı diniye ve Kur’an-ı Kerîm tercümesi mesâiline millî mekteplerinizin de ehemmiyeti biter; zira, siz pek
intikâl etti. Mahmud Esad Efendi ıslahat-ı diniye mutlaka dağınık ve her tarafta ekalliyettesiniz. Amma Türkistan ve
lâzımdır, diyorlar: "Lâkin ıslahât-ı diniye, dini değiştir Kazakistan Müslümanları ihtimal ki kendi kendilerine bir
mek, yahut eksiltip fazlalaştırmak değildir, ıslâhat-ı diniy- millet olarak yaşayabilirler; çünkü onlar çok, toplu ve bir
e ahkâm ve muamelâtı iktiza-yı zamana ve icab-ı hâle tat arada yaşıyorlar. Meselâ Türkistan'ın bazı yerlerinde
bik ile faidelenebilmekten ibarettir. Ahkam-ı diniyenin Türkler %5'e bâliğ oluyorlar... Bununla beraber, eğer ara
iktiza-yı zamana kabil-i tatbik olmamasını ise gayr-ı mü- nızda hakikaten mütefekkir ve sahib-i dehâ muharrirler
mükündür; çünkü Cenab-ı Hakk dinî saâdet-i beşeriye çıkıp tâ yüksek ve cidden millî eserler yazabilirlerse ve o
için vermiştir. Eğer insanlar din sayesinde mesut ve mü- eserlerde Rusya'daki Türk kavimlerinin cümlesi tarafın
tena‘im olmazlarsa, o dinin ne kudsiyeti kalır?.." dan okunacak kadar ehemmiyet kazanırsa, pek muhte
"Kur’an tercümesi meselesinde: "Kur’an tercüme mel ki sizin de dil ve edebiyatınız kaybolmaz; hatta Tür
edilmelidir, lâkin namazda Arabi okunmak şartıyla"dedi- kistan, Kafkas ve Kazakistan Türkleri ile aranızda müna
1er. Kadın meselesinde dahi Mahmud Esad Efendinin sebet ve ittihad bile vücuda gelir.."
fikir ve nazırı hürriyet perverânedir:
"Vakit" başmuharriri müstağrab bir Şark âlemi ile
"Müslüman kadınlarının da başka millet kadınları gi müsteşrik bir Garp âleminin bu pek mühim millî mesele
bi hayat ve maişette erlerine, ailelerine yardımcı olmala hakkındaki fikirlerini aynı bularak "yakından ve iyi bakı
rı lâzımdır, buyuruyorlar. Bunun için onların ilim ve ma lacak olursa, Mahmud Esad Efendiyle, Profesör
rifet sahibi olmaları iktiza eder, ve buna şeriat-i İslâmiye Barthold'un cevapları her ikisi birdir” diyordu.
asla mâni değildir."
m m ^
TÛKK^ukdu
Tûr£Writt Tâidestn^ CcıUsır
TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
LİBERTE Traizon
Ya bu mûhiş niyyetin nihayeti?..
Mukaffâ bir Facia
Neyi icap edecek?
(Başı 2. yılın 13. sayısında)
Umûm
Üçünçü Fasıl İhtilâli!
yorlar, O zaman garip bir "doğmatizm" ile tuhaf bir "be- zara, tevekkül ve lâkaydînin bitmez tükenmez esrar ve
dîiyyât"hâsıl oluyor, işte bi doğmatik bedîiyyat şartlarına hülyasını çizmekle meşguldürler.."
riayetten doğan edebiyata "Klâsik Edebiyat" deniliyor; Sanatın bu şuursuz isyanı neticesinde vâkıa edebiyat,
hâlbuki bu taklidi edebiyatın aslını vücuda getiren dahi klâsik çenberi içinden kurtuluyor, şair kalemini artık iste
ler, eserlerini o kaidelere riayetle ibdâ etmemişlerdir. diği gibi oynatmak hakkını kazanmış demektir; fakat ek
Çünkü bu doğmatist bedîiyatçıların zanları gibi o kaide seriya bu isyanın amili" intuition hads" olduğu tayin ede
lere bu "şâh-ı eşeklerde birer "şart" değil, birer "netice" miyor; ya muhayyele nâmına ifratlar yapılıyor, ya "imp-
mahiyetini haizdir ki, tamîk edilirse, çıkarıldıkları eserler ression intiba" lara mutlak denecek derecede hâkim bir
de daima riayet olunmuş değillerdir. Ve bu hâl meseleyi mevki kazandırılıyor, yahut da İçtimaî ve siyasî sebepler
tavzih eder. den dolayı bazen millî meseleleri havsalasına almağla ik
Bu mana ile ecnebi edebilyatların taklidinden doğan tifa iden bir edebiyat, bazen de sanattan büsbütün
her türlü edebiyat "Klâsik" idâdına girer, İran ve Fransız uzklaşılarak "halk için edebiyat" yapılıyor ve sanata "akıl
edebiyatlarının gölgelerinden başka birşey olmayan bi ve zihni ile öğüt vermek" gaye zan ediliyor!.. Bundan do
zim Şark ve Garb mektepleri bile.. layı bu gibi edebiyat mahsulleri yeni bedîiyyatın elzem
gördüğü "şeniyyet"in "donnee immediate vasıtasız mu-
Yine her edebiyatta bir an gelir ki bu klâsik, yani tak
ta"ları değil, eskisi gibi mutlak çerçevelerden kurtulmuş
lidi edebiyata sanatın hür yaşamak isteyen ruhu isyan
olsa bile yine b ire r" construit masnû’" mahiyetindedir.
ediyor, diyor ki: "Ben zihnin meydana koyduğu mantık
ve kaideye esir olamam; vazifem ruhta, hayatta, tabiatta İşte "klâsisizm" taklit hengamesinin, sanatkâr vic
mevcut “realite şeniyyet’l olduğu gibi keşfetmektir, her danlarında husûle getirdiği "aksü'l-amel" den d oğan" ro
şahsın haz ve elemi başka olduğu gibi aynı şahsın her an mantizm" böyle üç dört telâkkiyi dûçâr oluyor. Halbuki
daki haz ve elemi de başkadır; ben bir musikiyim ki şim "hads melekesini"nin yaptırdığı isyandan maksat şiir ve
di gülerim, şimdi ağlarım, fakat gülerken de ağlarken de sanatı "concept mefhum'lerden, "abstrait mücerred" ifa
her ihtizâzımın arasında pek rakîk "nuance nirenk'ler de ve tasvirlerden kurtarmak, ona ruhta, hayatta tabiatta
ki “concret şebeh” şeniyyetleri olduğu gibi ve canlı bir
vardır ve işte bu nirenklerdir ki benliğimi husûle getirir.
sûrette göstertmek mücessem tasvirler yaptırmaktır.
Sonra, ben o kadar âzâdeyim ki şu veya bu şahsın ruhuy
Bahsimiz bu noktayı bulunca bizim edebiyatı hatıra getir
la da iktifa edemem, hayata da nüfûz ederim; bazı kimse
memiz pek lâzımdır:
ler vardır, "tarih bir tekerrürdür" derler, hayatın safhala
rını ibdâ ve tekâmülden mahrum, bir birine müşabih O s m a n lI E d e b iy a tı:
hendesî birer mahiyetten başka hiçbir şeye mâlik olma Çah (!) zakan-ı üftadesi dilbeste-i zülfüz
yan kalıpları benzetirler.. Halbuki "Cemad"ı ezelî ve Zincirli (!) kuyu (!) onun için meskenimizdir!
ebedî esaret ve muinitinden kurtaramayan "duree müd
Gibi sözlerle tamamen adîliğe düştüğünü anlamış ve
det" onun için lâhûti bir kudret elidir ki, hayat bu sayede
artık garba dönerek yeni bir ufuk bulmuş olmakla bera
haiz olduğu "elan hamle" leriyle her an bayka bir safha
ber Fransız edebiyatının taklidinden hâsıl olan bu devre
dır; benim vazifem hasbî olmayan gözlerin göremeyece
de bile eski rûhiyetinden kurtulamamıştır; onun nazarın
ği, hatta âlemlerin bile idrak edemeyeceği "mütekamil
da hâlâ güneşi" Afitâb-ı âlemtâb", hâlâ saçların büğümle-
terakki" hâlindeki" hayati şeniyyetler"i ru’yettir; ben fa
r i " unk-ı ruhda bağlı zincirin sanki bir halka-i maziyesi"
kat bununlada iktifa etmem, tabiata da bakarım: Onun da
idi; çümkü Türk şairlerinin natıkası olan lisan yine o idi:
her diyarı, her diyarının sahraları, dağları, gurupları, tu
Hâlâ kelime oyuncakçılığıyla vakit geçirmek isteyenlere
lü‘lan, hatta aynı diyarın her gurup ve tulûı başka başka
m üsait," hûn-ı nakd ve nakd-i h û n "," nâ hüdâ nâ şinas"
dır; bir Türk şairine mensup isem parlak semâyı, bu se
lisanı idi; bir kelime hâlâ "monstre mesih" bir hâlde idi.
mânın bin çeşit renklerini ve her rengîn rikkat ve ihtizâzı-
Bir edebiyatın mesnedi böyle "anormal gayr-ı tabiî" olun
nı keşfe çalışırım; bu memleketin sazlıklarında heykeller,
ca edip ve şairlerin, ona esir olacağı, tasviri tasvir, teşbihi
kuğular görürüm; göllerinde bataklıklarında öyle yılan
teşbih, istiareyi istiare ve edebiyatı kelime için yapacağı,
lar, kurbağalar bulur, çıkarırım ki onlar seyreden her na
açık bir ifade ile zahirdeki inkılâba ramen şekilcilikten ay
118 TÜRK YURDU S a y ı 55
rılamayacağı hayret vermez bir neticedir; ve böyle oldu.. “büyük beyaz balonlari’der. Bu böyle bir teşbihtir ki bizim
OsmanlI Edebiyatı-bazı müstesna simaların vücuda getir müşevveş ve mücerred tasvirlerle yormaksızın götürür,
dikleri bedîalar istisna edilirse-umûmî hatları itibarıyla, esen rüzgârların önündeki şişkin yelkenleri gösterir.
edebiyatın hakikî medlûlüyle alâkası olmayan şeylerden
Yakup Kadri Bey İzzet Melih Bey'in "Tezad"ındaki:
kurtulamadı. Bu noktayı tavzîh için Fransa'nın son za
"Mehire'nin sabrı tükeniyordu; elindeki kitabı sedi
manlarda yetişen ediplerinden "Fernand Graqves" m fik
rin üzerine fırlattı, okuduğunu bir sis arasından görüyor,
rini söylemek isterim:
anlayamıyordu. Sinirli adımlarla odada dolaşırdı... Piya
Pek samimî şiirlerle dolu "Çocukluğun Fvi" ve " Ya nonun müdevver sandalyesine oturarak notalarını karış
şayış Güzelliği" gibi şiir mecmualarının sahibi olan Grak, tırıyordu. Bir şey çalmak istedi; fakat parmakları itaat et
bedîiyyatta hak kazanacak bir iddia serdediyor: Ona na miyordu: Kızdı; vaz geçti.."
zaran "Parnassien"leri "kelimecik"e, "Senbolist"leri "ib-
Satırlarını pek iyi buluyor, "Bütün bu, diye ilâve edi
ham"a sevkeden yegâne şey, riayet ettikleri "akide"ler- yor, geldiler gittiler, oturdular bize acemi bir romancının
dir. Evvelkiler "güzellik için güzellik", İkinciler "hülya için sahifelerle anlatamayacağı hâlet-i ruhiyeyi haber veriyor"
güzellik" ibdâına çalıştılar. Her iki mektep müntesibleri- sonra şu fikri de dermeyan ediyor: "Sanat-ı tahrîrin en
nin düşünemedikleri cihet güzelliğin "mücerred" olma güzîde hasâilinden birisi ve belki birincisi sade, m e’nûs
dığı noktasıydı. Her zaman ve her memleketin en büyük ve herkesin daima kullandığı kelimelerle bize hayatın ka
şairleri sanatkâr olmakla beraber nihayet bir insan: Bir rışık, ince, derin manalarından bahsedebilmek kudreti
baba, bir oğul, bir âşık, bir vatanperver, bir filozof, bir değil midir?" Çok doğru söylüyor, Maupassant, telmizi-
mutekid, hülâsa hayatta bir şeydirler. İşte eserlerinin esa ne, yeni lisanı "Hallucine bir samlı" bir dimağla pek yan
sı bunlar olmalıdır; bunlar tahlil etmeyerek kelimeler lış gören ve göstermek isteyen Yakup Kadri Beye bu nok
den, anlaşılamamazlıklardan güzellikler yaratmak ister tada hakikati itiraf ettiriyor!
lerse yazılarının sahte ve donuk olacağına şüphe yoktur; Evet bir sanatkârın vazifesini ruh, hayat ve tabiata ait
biz bir sanat istiyoruz ki pek vecdli, pek samimî, pek ge şeniyyetlerden hangisini istiyorsa bunları en sahih ve sa
niş, pek canlı, bir kelime ile "humain İnsanî" olsun; biz mimî bir ifade ile kağıda aksettirmektir; sonra teşbihleri
bir şiir istiyoruz ki bir insan kalbini takrir etsin; kalemi ni istiarelerini, hülâsa bu ifade için elzem olan her şeyi
elimize aldığımız zaman ilk düşüneceğimiz şey, ne tunç yalnız bu ruh, bu hayat ve bu tabiat için yapmalıdır, süs
kadar sağlam kelimelerin hendesî intizamı, ne de karan ve âlâyiş için değil...
lıklar içinde inleyen bir musikidir.. Bizim için bir akide lâ Pek marîz bir Fransız şairi karanlık ve gürültüsüz bir
zımsa "hayat için sanat"dır. geceyi ne sade fakat belîğ anlatıyor:
Bunları iddia eden Graqves(b "Symbole timsâl"i ede "Gece kapalı bir kilise gibi susuyor."
biyattan büsbütün kaldırmak istemiyor, diyorki: "karan
Halide Hanımefendi de " Yeni Turan"nda mefkûre
lık bir timsâl anahtarsız bir çekmecedir; Vini [meşhur bir
arkadaşı Oğuz'dan ayrılarak, istemeye istemeye Hamdi
Fransız şairi] de hayret verici timsâller vardır; fakat anlaşı Paşa ile izdivaç eden Kaya'nın bütün ruhiyetini şu birkaç
lır." O bunlara taraftardır, nitekim kendisi de yapar. Yeni satırla nasıl ve ne müveccez gösteriyor:
edebiyatçılardan bir başkası da: "Yaşayınız, görünüz,
"Hamdi Paşa hepimizi az çok söyletmeğe muvaffak
eğer güzel yazmak istiyorsanız..." diyor. Hülâsa yirminci
oldu. Fakat Kaya mazlum ve tehlikeli bir saha gibi kendi
asrın bediiyyatı sanatta âlâyiş değil, sıhhat ve samimiyyet
ne kimseyi yaklaştırmıyordu. Bütün lâkırdısı kısa evet ve
istiyor. Son devrede yetişen Fransız romancıları içinde
hayırlarla tamam oluyordu. İtiraf ederim ki buna ve bu
"Maupassant"a şöhret kazandıran ve bu şöhreti her gün
sükûnele hiç de, olduğu muhitten yüksek görünmek,
biraz daha fazlalaştıran, muharririn bu hususdaki kana hepsine tepeden bakmak gibi bir şekil vermiyordu."
atiyle bu kanaati tatbik edişidir: Meselâ o, deniz üzerin
Yine ondan birkaç satır alacağım; bu menhus izdi
deki şişkin yelkenler için sahifeler doldurmaz; sadece
vaçtan sonra da "Yeni Turan" kızı kalan Kaya" Çamaşırcı
( b Fernand Graqves bu fikrî mesleğine “Humanisme” unvanını veriyor; mamafih bu doğru mesleğe tamamen riayet edememiş ve “Senbolizm”in
dar muhitinden, mahdud kelimelerinden, bitmez tükenmez akşamlarından, ebedi ve meçhul hüznünden, melalinden kurtulamamıştır.
Sayı 55 TÜRK YURDU 119
Ayşe kadının torunlarına içlik" dikerken Hamdi Paşa iti Beşer, nihayeti gelmez bir yolda çılgınca koşuyor,
raz ediyor: koştukça yeni bir âleme doğuyor: Yeni masnûların, yeni
Canım bununla uğraşacağınıza çarşıdan iki fanila mefhumların karşısında bulunuyor; ve işte her kavim bu
alıverseniz... yeni şeylere delâlet edecek yeni kelimeler "ibdâ"ediyor;
bu yeni kelimelerden mürekkep lisan o asrın umûmî nâ-
Kaya pek çok şey bilen, fakat bildiğini karşısındakine
tıkası demektir ki mâlik olmayanlarda istinsah ede ede
anlatamayacağına emin bir âlemin sükûneti ile baktı.
noksanlarını ikmale gayret ederlerlÛ. Türkçemizde: "ae-
Sonra pamukları Amerikan bezi arasında ince parmakla
roplan" 2i m ukabil" Tayyare","föfe<3/"e mukabil "mefkû-
rıyla düzleterek dikişine devam ederken sadece:
re" kulllanılmağa başlamamız gibi. "Realite"yt karşı "şe-
- Daima böyle giymeğe alışmışlar, dedi..."
niyyet"de bu kabildendir. Hülâsa her kavmin "ilm" lisanı
Ömer Seyfettin de "And" unvanlı hikâyesine şöyle gittikçe lâfızlarını artırır ve gittikçe zenginleşir. Aynı za
başlıyor: manda hıristiyanlar ıstılahları ekseriya Latinceden alarak
" Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldan beri görmedi garb "beynelmilliyet" ine bir nâtıka vücuda getirdikleri
ğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri gibi, Müslümanlar da yine ıstılahlarını Arapça yaparak
unutulan eski ve uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç kendi "beynelmilliyet"lerini ibraz edebilirler; ve bu pek
bir yüzbaşı olan babamla her vakit önünden geçtiğimiz makul olur; fakat her kavmin bir de "sanat" lisanı vardır
Çarşı Camiini, karşısındaki küçük ve harap şadırvanı, ki o yeni kelimelere ihtiyaç göstermez. Mevcut kelimele
içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazı yı re yeni manalar verilmesini ister. Ediplerimiz eskiden be
kanmağa gittiğimiz sıcak sulu bananın derin havuzunu ri bu hakikatten gafil olduklar için dilimizi lüzumsuz ya
şimdi hatırlamağa çalışırım; fakat beyaz bir nisyân duma bancı kelimelerle doldurmuşlardır: "Kız" varken "duh-
nı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek ter", "yıldız" varken “uhter, stare", "alın" varken "nasıye,
uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam doğ pişânî", "destî" varken "sebu", "bulut" varken "ebr, sa-
duğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da sevdiği
hab, hatta mig", "esir" varken "nahcir" ve ilâ âhir., gibi.
şeyleri uzaktan bir an evvel görmediği için nasıl mahzun
olursa, ben de tıbkı böyle merak ve sabırsızlığa benzer Bu gafletler neticesinde bir gün gelmiş ki Osmanlıca-
bir elem duyarım." nın Türkçe ile alâkası yalnız fiillere münhasır kalmış,
edipler tekellüm lisanıyla tahrir lisanı arasına dolmaz bur
Böyle canlı ve müşebbih tasvir ve teşbihleri Ömer’de
uçurum kazmışlardır. Bunun yegâne sebebi dünyanın
çok bulunız: Yandan çarklı bir boğaz vapurunun hareke
hiçbir lisanında görülmemiş bir hâlin dilimize ârız oluşu
tini şöyle anlatıyor:
dur: Müstehaseleşen Türkçe kelimelerin yerine Arapça
"İki yandaki çarklar dar kafeslerinde birden uyuyan
ve Acemceden kelimeler girerken Türk münevverleri bu
alışkın ve müthiş deniz aygırları gibi, hiddetli bir gürültü
iki lisana ait kaideleri de beraber almışlar. İşte bu kapitü
çıkararak kımıldandı."
lasyonlar sayesinde ecnebî lisanlar lisanımıza müdahele-
Bir köylü evinde gece alçakta yanan bir ateşe karşı ye başlayınca asla lüzumu olmayan lâfızlar da girmeğe ve
gerinen bir adamı tasvir eden şu satırlar da ehemmiyetli girdikçe Türkçenin safiyetini bozmağa başlamışlardır. Bu
dir: ârıza otuz kırk seneden beri anlaşılmış.. Hatta Namık Ke
"Ocağın üstündeki harap ve ihtiyar saat gece yarısı mal merhum bile C )" Türkçenin ecza-yı terkibi olan üç
nın geçmiş olduğunu gösteriyordu; Boris mandolinini lisan ki telaffuzda oldukça ittihad bulmuş iken tahrirde
duvara dayadı. Ayağa kalktı. Birden tavanı kaplayan göl hâlâ heyet-i aslıyelerini muhafaza ediyor, ekânim-i selâse
gesiyle gerindi." gibi sözde güya müttehid, hakikatte zıdd-ı kâmildir."di
Makalemin şu kısmını tamamlamadan söyleyeceğim yor, "üslûb-ı tahrîr bayağı bir başka lisan hükmüne gir
bir cihet kaldı ki pek lâzım. miştir" diyerek bu münasebetsizliği seziyor; hülâsa yine
( b Bu meseleye dair etraflı malûmat almak isteyenler, “Yurd”ım ikinci yılının 12 nci sayısında muhterem Gökalp’in “Lisan” makalesini okusun
lar.
“ Külliyât-ı Kemal’in 2’nci ciiz’ünde “ Edebiyat Hakkında Bazı Mülâhazât” unvanıyla makalesi.
120 TÜRK YURDU S a y ı 55
Kemal'in dediği gibi "meselâ Nergisi gibi milletimizin en ran Ermeniler vaktiyle klâsik lisanları olan "Garpar" lisa
meşhur bir telif-i edibânesinden istihraç-ı meal etmek, nında kitap yazarlarmış; "Sanskrit" gibi müstesna bir
bize göre ecnebi bir lisanda yazılmış olan Gülistan’ı anla zümreye, alim ve ruhanîlere hitap eden bu acubeden
maktan müşkildir." Bu tuhaflık bu gün bu dereceyi haiz halk bir şey anlamıyor, cehalet içinde boğuluyormuş.
değilse de Arapçamn Acemcenin boyunduruklarından Korland'da "Dorpat" Darülfünûndan mezun [Haçador
büsbütün kurtulamaması lisanımızın muhtaç olduğu safi Abovyan] adlı cesur bir zat ortaya atılır; kavminin öz di
yete mâni oluyor. Edip ve şairlermizin son senelerdeki liyle eserler yazar; tahkîr ederler, tezyif ederler; fakat o
yazılarından birer nümune: "yolda bir büyük dev adımıyla" ilerler. Yazdığı mektep ki
tapları mhaniler tarafından men edilir; Tiflis'e gider, ko
Fikret Beyin:
varlar; Erivan'a gider kovarlar.. Yine halk diliyle, her Er-
[evlâd-ı beşer], işte şu, [Ahlûta-i ezrâd] meni’nin konuştuğu gibi yazar. Nihayet bir gün hayatına
-Haluk'un Defteri’nden-
hatime çekerler. Bu gün [Haçador Abovyan] 'm kemikle
ri bile kalmedığı aşikârdır; fakat kavmine yeni bir lisanla
Cenap Beyin: bu lisana istinad eden yeni bir edebiyatın ilk nurlarını he
[Mürgan], o [Nây-ı ruh-ı riyâz] diye eder. Errmenilerin de bu günkü mevkii malûmdur.
Türk de cahil kalmayacak, onun da [Haçador Abov
[Emvâc], o [Kalpraz hayâz]
yan] 'lan, hayır öyle değil, yirmi sene sonraki hayatının ta
-Bir şiirinden- rihi olan "Yeni Turan"daki "Oğuz"ları "Kaya"ları olacak
Faik Ali Beyin: ve Oğuz'larını öldürürlerse Kaya’ları koşacak: "Kalk diye
cek, sevgili milletim sen kimsesiz değilsin, senin, nankör
Bir [Şir ner gara] ve bir [Sahib-i hurûc]
olmayan yavruların da var..." Ve işte o zaman sahte alayiş
-Elhân-ı Vatan’dan- lerden uzak, sahih ve samimî bir lisanla, mücessem tas
Alımed Haşim Beyin: virlerle dolu hadsî ve millî bir edebiyat, hakikî bir edebi
yat yükselecek..
Bir [Cilvegâh-ı encam lerzân-ı şam] iken
Ali Canib
-Bir şiirinden-
zuncu asırlarda tuna Bulgarları meyanında seyyâh İslâm kezâlik demirci, usta manalarını şamil olduğunu bildiri
hocaları bulunurmuş ve İslâmiyet kısmen Bulgarlar da ta- yor. Şafarik tarhan unvanı Lâtinceye Magna thesauro,
ammüm etmişti, Graf Kirzakovn ise bu kelimenin umar- praefectus diye tercüme ediyor.
mak = ümit etmek Türk mastarından geldiğini ihbar edi -Telerikh- İsmini Tomaszek tölörük- çözülmek mas
yor. tarına teşbih ediyor.
-Omurtagh- Dokuzuncu asırda yaşayın bir Bulgar ha -Teletz- Bulgar payitahtını fuzûlî olarak işgal eden bir
nının ismidir ki yukarıda andığımız gibi Aboba ve civar hanın ismidir. Vambeiy bunu sirkat manasını tazammün
köylerinde icrâ edilen hafriyâtta bunun hanlık devrinden tal (Osmanlı Türkçesinde Çal) Türk cezerinden müştak
birçok âsâr bulundu. Tomaşek ve Vambery bunu Türkçe bir kelime gibi telâkki ediyor. Bilao ise buna dilenci (Ça-
yumurta kelimesine yaklaştırıyorlar. Paoli mecmuasında ^ ğatayçada dileyici =tiledji) manasını veriyor.
ise Tomaşek işbu isme: Toplu (Massive) manasını veri
-Tervel-Trevel- Bir Tuna Bulgar hanını isimidir.To-
yor, Şimal Türkçesinde Omarta arı kovanı manasına ge
maszek ile Bilao bu ismi Yakut lehçesinde tayak (Appui),
lir, arıya da omarta kurtu denilir.
istinadgah, muâvenet manalarını ifade eden turâbil keli
-Oslan[as]- ismi Bulgaristan'ın Söğütlü köyünde yer mesine teşbih ediyorlar. Vambery ise bunu Çuvaşlar da
den çıkarılan bir taş sütununda okunmuştur ve Türkçe: düzletmek manasına gelen tirbel sözüne takrib ediyorlar.
Aslan, Arslan kelimesine tamamıyla müşâbihdir. Müellif-i mumaileyh trevel kelimesini Türk tarihinden
-Our, Ur- Vambery'ye göre aynı zamanda Tuna Bul yâd olunan dizevel dizeöl isminin aynı olduğunu iddia
garları ile Macarlar meyânında tesadüf olunur. Emir, hü ediyor. Malûm olduğu üzre Çuvaş lisanında "z" harfi "r”
kümdar ve muhafız manalarını tazammün eder. Şimalde harfine tahavvül ettiğinden Çuvaş ve ona yakın addedilen
ur, hendek manasına gelir. Belki de uğurun muhaffifidir. Bulgar lehçesinde bu sûretle dizevel sözü direvel-Trevel
şeklini alabilir.
-Orghan- Vambery'ye göre bâlâda zikrolunan "ur" ve
han lâfızlarından mürekkep bir isimdir. OsmanlIlarda Or -Tokht- Tomaszek iş bu şahıs ismini Tohtamak Türk
han isimi vardır. masdarından mehuz bulunduğunu iddia ediyor nitekim
Toktamış istirahat demektir. Hazar Türklerinde Tokta-
-Savin- Bir Bulgar hanının isimidir ki Tomaszek bu
mış ismi mevcut idi. Vambery'ye göre Tokta lafzı tevkif
kelime Türkçe sevmek (seven) masdarından mehûz bu
etmek ve tevakkuf eden manalarını şamildir. Konik bu
lunduğunu söylüyor.
kelimenin Altınordu hanın "Toktamış" ismiyle bir oldu
-Sevar- Tomaszek bu şahsın ismini dahi sevmek mas
ğunu andırıyor.
tarından çıkarıyor; nitekim İgorca lisanında sivar sözü:
-Ughain- Popofun esami cetvelinde tesadüf olun
muhibb, maşûk manalarında hâlâ kullanılmakta olduğu
maktadır. Tomaşek bu sözün bazı Türk lisanlarında akıllı
nu söylemektedir. Bilao kezâ bunu kat’î sûrette bir Türk
ve mütefekkir manalarına gelen öğün-öğün lügatından
sözü gibi kabul ediyor.
müştak bulunduğunu iddia ediyor.
-Samtchi- Eski Bulgarlar meyânında bir unvan maka
-Khaghan- Eski Bulgar ve Avar akvâmı arasında müs
mında kullanılırmış. Hâlâ dahi Islav-Bulgar kilise lisanın
tamel bir unvandır. Mongolcada "hagan" kelimesi ikiye
da Samci ve san şekillerinde ve Consideration, dignite
yaran, kesen, hüküm veren manalarını tazammün eder,
manalarında mevcuttur. Radloff mezkûr unvanı Mongol
İşbu kelime Osmanlı Türklerince hakan şeklinde kulla
lisanında dahi keşfetmiştir. "Tongralb samig", Osmanlı
nılmakta olduğu herkesçe malûmdur.
Türkçesinde san lügati kezâlik mevcuttur: Anlı sanlı,
Çeriğ-Tzerigh-İsmini Vambeiy asker manasına gelen
-Tarkhan- Aynı zamanda Volga ve Tuna Bulgarlarında
çeriğ Türkçe kelimesine mutabık bir şahıs ismi olduğuna
tesadüf olunan ve Çuvaş ve Kazan Türkleri arasında vâsi
kanidir. Nitekim Osmanlı Türkçesinde dahi çeri-yeniçeri
sûrette taammüm etmiş bir unvandır. Vambery bunu pek
sözleri mevcuttur. Bundan maada eski bir Bulgar İncilin-
eski bir Mongol lügati gibi telâkki edip beyzâde, bey ve
( ü Tongra=Tann
122 TÜRK YURDU S a y ı 55
de buna müşâbih çergobula- Tzergho bula ismine tesa mekte kusur eylememiş idi. Ancak müsteşrikin tercüme-i hâlinde
düf olunmuştur ki "çeriğ" ve yukarıda zikir ve izah olunan eserleri ve ale'l-husûs eserlerinde Müslüman Türklere dair fikir ve
"bola" lâfızlarından mürekkep bir kelime olsa gerektir. nazarı o kadar izah edilememiş idi; Şimalli Türk müverrihi Ahmed
Çok- Tzok- Şahıs ismidir. Vambery bunu çokluk ve Zeki Efendi Velidî tarafından Kazan'da çıkan "Mekteb" mecmuasıın-
iktidar gösteren ve osmanlı Türkçesinde sıfat makamın da Vambery'nin eserlerine dair yazılmış iki makale nazar-ı dikkatimi
da kullanılan "çok" lügatına teşbih etmektedir. zi celbetti. Evvelce verdiğimiz malûmatı tamamlamak üzere, o,maka
lelerin bazı kısımlarını Osmanlı Türkçesine çevirerek neşr etmeyi
-Schischman- Onuncu asırda Makedonya Bulgar hü
muvâfık bulduk.
kümdarlarından birinin ismi -daha doğrusu- lâkabıdır.
On dördüncü asra kadar Şişman nâmıyla Bulgaristan'da 1
başkaca üç hükümdar icra-yı hükümet etmişlerdir. Elan ... Vambery 1861 tarihinde ApuşkaAüi-/cM<2tesmiye
Osmanlı lisanında şişko ve şişman elfazı kullanılmaktadır. olunan meşhur Çağatay lügatim neşr etti. Bu kitapta Ça
ğatay kelimelerine yalnız Macarca mana verilmiş idi; mi
Bulgaristan'ın Deliorman cihetlerinde eski İstanbul
sallerde gösterilmemişti. Kitap 80 ve 110 sayfa idi.
kazası dahilinde Aboba karyesi ve diğer mahallende icra
edilen hafriyat neticesinde eski Bulgarların lisanları hak Bu kitabın asıl nüshalarından birisi Petersburg, Kü-
kında birçok yeni kelimeler bulunmuş olmakla bunların tüphane-i İmparatoriyesinde mevcuttur. Vambery, o nüs
mana-yı hakîkiyelerini keşif ve tefsir zımnında ilm-i elsine hayı görmüş ve hatta (h, h, d, t) harflerini o nüshadan is
mütehassısları son zamanlarda meşgul bulunmaktadır tinsah etmiştir.
lar. Provadi kasabasının Çoban camiinde Bulgar müver Rus akademisi azasından müteveffa Velyaminov-
rihlerinden Zolotarski tarafından bulunan Okoris Oxo- Zernov 1868 senesinde aynı lügat kitabını, Petersburg
rans ve Çakaris Tcaxarns kelimeleri dahi bunlar meyanın- nüshasından alıp "El-Lügati'n-Nevâiyye ve'l-İstişhada-
da olup Sinipir ve Karabaşlı köyleri arasında bir kabirde ti'l-Çağataiye" unvanıyla Petersburg'da neşretmiştir.
de Çiko tcuxo kelimesi bulunmuştur. Danimarka arke Velyaminov-Zernov, esere Rusça bir mukaddime yazmış,
ologlarından Kinch Selânik havalisinde Nariş köyü civa Ali Şîr Nevâyî hakkında mülâhazât ilâve etmiş ve lügatla-
rında hududu işaret eden bir taşta Dreotroc kelimesini ra dair misallerin hepsini muhafaza eylemiştir. "Abuşka",
bulmuştur. İş bu taşta kelime-i mezkûreden maada yuka Hacı Süleyman Efendinin İstanbul'da basılan "Lügat-ı Ça
rıda mezkûr Tarhan lâfzı ile olğı edatı bulunmaktadır. ğatay! ve Türkî-i Osmanî"si ile Radloff ve Budagof un bü
Hazar tarhanlarında olğı, alep ve razo edatları elkaba ta yük lügat kitaplarına esas olmuştur.
kaddüm ederek rütbelerin derece ve envâinı ifade et Vambery 1867 senesi, Çağatay Lisanı, tetkikatını (stu-
mektedirler. Bulgar elkâb-ı atîkasından olan sam, boila, dien çağataische sprach) Leipzig’de ve 1870 senesi Uygur
khagan, tarkhan, ilâ âhir.... dili ve Kutadgu Bilig hakkında Ujgurische sprach monu-
nente kitabını Innsbruck'da neşreyledi. 1885 senesi "Şey-
Mongolların Türk lisanı üzre yazılmış en eski levhala
bani Name Die Scheibaniade"yi ve 1879 senesi Alman
rı meyanında mevcuttur. Radloff Die alttürkischen Insch-
Şark Cemiyeti'nin mecmuasında ( Zeitschrift der deutsc-
riften der Mongolien nâm eserinde bunlardan ayrıca
hen morgen geselschaft) Mahtum Kulu divanını neşretti.
bahsetmiştir.
Bitmedi. Şeybânînâme Milyoranski ve onun vefatından sonra
Samoyloviç'in himmetleriyle Vambery neşrinden mü
İvan M anolf
kemmel ve tamam olarak 1908 senesi bir daha neşrolun
muştur.
VAMBERTNIN ESERLERİ "Türk Milleti- Das Türkenvolk" 1885'te meydana çık
VE ESERLERİNDE TÜRKLERE NAZARI tı. Vambery bu büyük ve mühim eserinin ihtidasında
Müsteşrik Vambery'nin vefatını mütakip, "Türk Yurdu" müteveffâ- Türk lehçelerinin birbirine münasebetlerini araştırıyor.
nın mevsûk ve hayli mufassal bir tercüme-i hâlini karilerine arz et Rusçaya tercümesi olmadığından, ben ( Alımed Zeki Ve-
Sayı 55 TÜRK YURDU 123
lidi söylüyor) bu esere dair ancak tenkidi makaleler ve ya-yı Vüstâ edebiyatını pek canlı ve iyi anlatmaktadır. Bu
bazı mütercem kısımlar vasıtasıyla haberdar olabildim. eser hakkında da Rus matbuat-ı mevkûtesi bir hayli ma-
kalât-ı tenkidiye yazdılar.
Vambery'nin Rusçaya tercüme olunmuş eserleri, Ta
rihleri sırasıyla şunlardır: 3,4) Orta Asya Müslümanlarının yemeleri, içmeleri,
giyinip kuşanmaları gibi etnoğrafya malûmâtına dair
1) "Orta Asya'da Seyahat- (Travel in Central Asia)"
Vambery'nin iki makalesi "Vokrug Sveta" ve "Vsemirmy
ihtida İngilizce sonra Almanca yazılmış olan bu eser Av
Puteşestvennik" adlı Rus mecmualarının 1868 senesi çı
rupa lisanlarının hepsine tercüme olunmuştur. İngilizce
kan nüshalarında basıldı.
intişarı tarihi: 1864, Rusçaya tercüme tarihi: 1865. 292 sa-
hife(b. Mamontaf bu eseri 1867,1874 tarihlerinde yani iki 5) Rusça "Zapiski Dlya Çetenya" adlı mecmuanın
defa resimler ve haritalarla müzeyyen olarak tab ve neşr- 1868 senesinde intişar eden 10,11’nci sayılarında Vam
eylemiştir. "Orta Asya'da Seyahat" in intişarını müteakib bery'nin "Asya-yı Vüstâ'da Rus ve İngiliz Rekabeti"
unvanli siyasî makalesi dercolunmustu. müteveffa bu
Rus matbuâtı tenkidat ve münakaşâta girişmişler ve mü-
makalesinde de daima yaptığı gibi Rusya siyasetini tenkid
nekkidlerden birkısmı Vambery'nin Asya-yı Vustâ'ya asla
etmektedir.
seyahat etmediğini, yalnız coğrafya, tarih ve seyahat ki
tapları karıştırarak, bu seyahatnâmeyi uydurmuş olduğu 6) 1873 tarihinde, Vambery'nin "Buhara Tari-
nu iddia etmişlerdir; vâkıa o zamanlar bir AvrupalInın Or /ıTGeschichte Bocharas und Transoxaniens" Pavloski ta
ta Asya'ya nüfuzu muhal sayılıyordu. Daha sonraları As- rafından Rusçaya tercüme olunup 8 ve 2 cild (birinci cild
ya-yı Vustâ seyahatine teşebbüs eden Rus seyyahları, 274 sahife, ikinci cild 226 sahife) olmak üzre neşr edildi.
Vambeiy kadar da muvaffak olamamışlardır. Bütün bu Bu kitap Vambery'nin en kıymetdâr eserlerinden sayıl
münakidât ve münakaşâtın nihayetinde Vambery'nin ha maktadır. Buhara Tarihine dair bu kadar büyük ve mufas
kikaten seyahat etmiş ise de diğer seyyahların gezip do sal diğer bir eser telif ve neşir olunmamıştır. Vambery, Bu-
hara'nın tarihini kendisinin Buhara'ya gittiği zaman
laşmamasından bi'l-istifade hakayıka bazı hayalat da ka
taht-nîşîn bulduğu Muzafferüddin Han'a kadar getiriyor,
rıştırmış olduğu tebeyyün etti. Bu günün alim müsteşrik
ve umumiyetle Türk kavmi tarihine, Türk kavminin Cen
leri, Vambery seyahatnâmesinin artık İlmî ehemmiyeti
giz, Timur Şeybânî gibi kahramanlarına dair fikr-i şahsîsi
kamamış olduğunu söylerler. Avrupanın Bin Bir Gece
ni beyan ederek kitabını bitiriyor; münasebet düştükçe
Masalları görmek istediği Asya'dan Vambery de bir az faz
Türklerin ahlâk ve tabayiine dair müşahedelerini, mütalâ
la garâib alıp dönmüştü. Bundan başka, "Asya-yı Vüstâ
alarını, serpiştiriyor. Vambery, Buhara Tarihi’ni ikinci el
Seyahatnamesi" mevzuunun vüsatine nisbetle gayet kü
den ve nâkıs tedkik ile yazmıştır. Birinci derecedeki me
çük, bir nevi fezlekeden ibaretti. Bu gün Vambery'nin
hazları mütalâa edebilenlerce ehemmmiyeti azdır. "Buha
eserine nisbetle çok mufassal ve pek İlmî eserler az değil
ra Tarihi" üzerine Rusça birçok tenkidî makaleler intişar
dir.
etmiştir.
2) "Orta Asya Ahvâline Dair- Skizzen aus Mittelasi- Orta Asya tarihinin en meşhur ve mevsuk mütehas
en" Bu kitap, seyahatnâmenin ilâvesi gibidir. 1868 sene sıslarından Grigoryev, Vambery'nin lisaniyata müteallik
sinde, yani aslı olan Almancanın intişar ettiği tarihte, Ma- tedkikat ve efkârına çok ehemmiyet veriyor, hürmet edi
muntaf tarafından Rusçaya tercüme olunup Moskova'da yor, bu mesâilde onu büyük bir üstad tanıyor; lâkin tarih
neşredilmiştir. (8- 392 sahife.) Bu eser de muhtasardır, mesâiline gelince, Vambery'nin ciddî malûmâttan mah
lâkin seyahatnâmeyi hayli izaha yarıyor, müellif bu ese rum, doğruyu aramaz, itibarsız bir iddiakâr, bir tafrafürûş
rinde, seyahat ettiği yerleri, oraların ahalisini, hanlarını, olduğunu izhar ve ispat ediyor. Vambery'nin Türk tarihi
saraylarını, tarz-ı maişetlerini, yoldaş olan Tatar’ı, Buha- ne gayet sathî bir nazarla baktığını, Türk tarihine dair ev
ra'nın ticaret ve sanayiini, tarih-i kadîmini, eğlencelerini, velce intişar etmiş Dosun, Divgin, Balladya, Poti gibilerin
dervişleri. Turan ve İran halkının etnoğrafya ahvâlini, As meşhur eserlerini bile görmeden, mütalâa etmeden, bilâ
( ü Bu eser, Osmanlı kürkçesine”Bir Sahte Dervişin Asya-yı Vüstâ’da Seyahati" unvanıyla tercüme olunmuş ve hicri 1293 tarihinde İstanbul’da
tab ve neşredilmiştir.-T. Y.
124 TÜRK YURDU S a y ı 55
pervâzâne sözler söylediğini tayîb eyliyor. Bu kitabın kıy 1912 senesi Rusçaya tercüme olunup Petersburg'da neşr
met-! İlmiyesi, Garigoryef tamamen inkâr ediyor. Vakıa edilmiştir.
bu eserde müellifin Karahaniler Devleti'nin vücudundan
Benim (hep Ahmed Zeki Eferdi söylüyor) Vambe-
bî-haber bulunduğunu gösterecek kadar eser-i gaflet gö
ri'nin eserlerini mütalaa ederek veyahut onun eserleri
ze çarpar.
hakkında yazılmış tahlil ve tenkitleri okuyarak edindiğim
7) "Şark Ahlâk ve Adâtı Levhaları- Sittenbilder aus fikir şudur: Vambery hiçbir mesele-i İlmiyeyi, öyle esaslı,
dem morgenlande" Bu kitabın, Rusça tercümesi 1877 se sonuna kadar varmak üzre, inceden inceye tedkik eder
nesi Petersburg'da neşr olunmuştur. (8- 280 sahife) Yu bir arayıcı, bir âlim değildir. Lisan meselelerinde o, Rad-
karıda bahsi geçen "Asya-yı Vüstâ Ahvâline Dair" t ben loffların, Thomsenlerin, Mülleıierin, etnoğrafya mesele
zer. lâkin "Levhalar" da hiçbir İlmî maksat gözetilmemiş- lerinde Aristofların, tarihte Grigoriyef ve Barthold'ların
tir; yalnız AvrupalIlara az çok Şark’ı tanıtmak, ihtimali ki ka'bına varamadı.
AvrupalIları tatlı okunacak tuhaf bir kitap takdim etmek
Vambery herhangi bir meseleyi, sırf ilim nâmına, ilim
maksadıyla yazılmıştır. "Levhalar"da Müslüman Şark ha
için tetkik etmezdi, o bir an evvel muayyen bir neticeye
yatının iç ve dış levhaları gösterilmektedir: Ev içi, aile, ka
vâsıl olmak isterdi; bunun için teftiş ve tedkik ile uzun
dınlar, yemek içmek, keyif, tönbeki, hamam, okumak,
uzadıya zaman kaybetmeksizin, keskin fikri sayesinde
bayram, hacılar, dervişler, kervan, pazarlar, Hristiyan ve
meseleyi hâl edilmiş sayarak maksadını istihrâç ediverir-
Yahudiler, Müslüman tipleri ve Müslüman sultanları... ilâ
di.. Eğer Vambery topladığı maddelerle çok uğraşıp,
ahir. Vambeiy, "Levha'ları, seyahatinden döndükden bir
umûmî neticeler istihrâcında isticâl gösteremez bir zat
hayli zaman sonra yazmış ve en ziyade Anadolu Türkleri
olsa idi, Allah bilir amma, ağleb ihtimal Türkolojide bu
ile İranlIları tasvir eylemiştir. Bu eseri okunması per hoş,
gün işgal ettiği mevkiye yükselmemiş olurdu. Vambery,
pek eğlencelidir. Şark ahalisinin hayat ve maişetlerini
cüretli ve aceleci tamimleriyle Türk âleminin ciddî tedkik
epey doğru göstermiş ise de, mübalağadan da büsbütün
ve taharriye muhtaç ve lâyık birkısım insaniyet olduğunu
çekinmemiştir. Müslüman-Türkler arasında izdivaç mera
cihan medeniyetine izhar ve ilân etti; Vambery, Türk di
simini irae içün merhum Şinasi'nin " Şair Evlenmesi" ad
linin, zengin mazisiyle, diğer elsine-i kadîme kadar derin
lı müzhâkasını tercüme ile eserine idhal eylemiştir.
ve iyi tetkiklere değerli bir lisan olduğunu ispat eyledi.
8) "Türk-Tatar Medeniyet-i Kadîmesi-Die primitive Türk dünyasının, hatta umûm Şark âleminin hususiyetini
kültür des Türko-tatarischen Volks" Bu eser de Rusçaya Garplılara duyurdu. Bütün bu büyük işleri Vambery Ar-
tercüme olunup Rus coğrafya cemiyet-i imparatoriyesi- min gibi şedîd zekâ ve istidad, azîm azim ve metanet, ge
nin mecmuasında intişar etmiştir. niş bir ilim ve vukûf sahibi olan adamlar ancak yapabilir
9) "Rus Tatarları Arasında Hareket-i Medeniye" Şi ler. Vambery’inin fennî hizmetleri sathî, kusurları olabi
mal Türkleri için gayet haiz-i ehemmiyet bir makaledir. lir; lâkin bu nakîsalar, onun Türkolojideki yüksek mevki
ine asla tenezzül îrâs edemezib.
Ahmed Zeki Velidî.- T. Y.
( ü Vambeıy’nin belli başlı eserlerinin tarih sırasıyla listesini, telif ve neşr olundukları lisanda olarak, bir arada yazmayı da faydalı bulduk.
Umûmî Eserleri Ursprung der Magyaren, 1882
Travel in Central Asia, 1864 (Osmanlı Türkçesine Tercümesi vardır.) Das Türkenvolk, 1885
Meine çanderungen und Erlebnisse in Persien, 1867 Die Scheibeniade, 1885
Tschagataische Sprachstudien, 1867 Stoıy of Hungaıy,1887
Skizzen aus Mittelasien, 1867 Altosmanische Sprachstudien, 1901
Ungarisch-türkische çortvergleichung, 1870 Arminius Vambeiy his life and advertures, 1873
Ujgurische Sprachmonumente, 1870 Stoıy of my Struggles, 1904
Geschichte Bocharas und Transoxaniens, 1872 Siyasî Risaleleri
Der İslâm im XlXJahrhundert, 1875 Russllands machtstellung in Asien,1871
Sitten bilder aus dem Morgenlande, 1876 Zentral asien und die englisch-russiche Grenzfrage, 1873
Etymolağisches çörterbuch de türko-tatarischen Sprachen, 1877 Der Zukunftskampf in Indien, 1886
Die primitive kültür des türko-tatarischen Volks, 1879 Britich civilisation and influence in Asia,1891
Sayı 55 TÜRK YURDU 125
"Türk Ocağı 'mn Demeği.- Geçen sayımızda Türk yeniden yeniye açılan ocaklar, Avrupa'daki yurtlarla mu
Ocağının yıllık derneği kumiduğunu yazmış ve ocağın habere ettik. Münferiden maksadımıza çalışanları öğren
başarıcılık ve aksakallılığına seçilen yoldaşların adlarını dikçe onlara mektuplar yazarak teşvikâtta bulunduk.
da saymıştık. Dernek Hamdullah Subhi Beyin sözüyle işe Ocak’ta her gün beklemek üzre idare heyeti azası arasın
başlamıştı. Bu başlangıç nutkunun okuyucularımızca bi da möbet usûlünü ihdas ettik ve öğleden sonra üçten iti
linmesinde fayda gördüğümüz parçalarını aşağıya geçiri baren müracaatları kabul etmek için bilâ istisna her gün
yoruz. birimiz hazır bulundu. Türk akvâmıyla meskûn memle
ketleri gösterir bir ırk haritası tertip ettirerek mekteplere
"..... bizlere havale buyurduğunuz vazifeyi deruhte
medreselere dağıtılmak üzre şehrimizin büyük matbaala
ettiğimiz zaman ne sûretle çalışacağımızı esasları itibarıy
rından birisinde bastırmağı teşebbüs ettik. Demek ki
la takrir etmeğe lüzum görmüş, arzularımız hülyalarımız
şimdi bir muvâcehenizde, birçok müsaadesizlikler birçok
la, yapmağa muktedir olabileceğimiz, amelî işlerin hu
müşkiller ortasında, maksadımıza taraftar olan, müzahir
dutlarını tefrik etmiş ve kendimize birkaç esası ihtiva
olanların ve bilhassa ocak azası meyanında dem hde etti
eder bir cetvel-i meşâgıl tayin eylemiştik. Ocakta her haf
ği muavenete sadık kalan kardeşlerin yardımıyla, bütün
ta Türklüğe dair muntazaman mevizalar verilecek, bir kü
tehlikeleri atlattık. Borçlarımıza ödedik, ocağı idame et
tüphane vücuda getirilecek, dahilinde toplandığımız bi
tik, takviye ettik, ilerlettikdiyebiliriz. Şüphe yok ki ocağın
na, temizliğe intizama, zevk-i selime delâlet edecek bir
mübrem ihtiyacâtını isaf eden vesâiti muhterem selefleri
sûrette yavaş yavaş tefriş edilecek, kış geceleri yapacağı
miz tarafından tedarik edilmiş, hazırlanmış bulduk, fakat
mız müsâhebeler için lâzım gelen tedbirler alınacak, vilâ
ocak tesis edildiği günden beri hiçbir zaman son iki üç ay
yet dârülmuallimînleri ile münasebete geçilecek, ocak
zarfında görüldüğü kadar canlı ve faal olmamıştır. Hesa-
taşradan gelen Türk gençleri için bir müracaat yeri hiz
batımızı yeniden yeniye bastırdığımız defterlerle mazbut
metini görecektir.
ve mükemmel bir hâle ifrağ ettik. İdaremizin malî kısmı,
"... her cuma salonumuza sığmayacak derecede sâ-
âtîde zikredeceğimiz hesaplar delâletiyle tekdir buyura-
miler toplayan konferanslarımıza devam olundu. Buna
ceğınız üzre mütezâyid bir devre-i tekâmüle dahil oldu.
büyük bir ehemmiyet ve kıymet atfettik. Çünkü etraftaki
".... Türk Ocağının bundan sonra pek büyük ehem
Türkler gibi ocak azası da telkinlerle Türkleşmeğe muh
miyetle vücuda getirmeyi iltizam etmesi lâzım gelen bir iş
taç idi. Seleflerimizin bıraktığı kütüphaneyi doldurduk ve
vardır ki o da kitapsız bir mezhebe benzeyen millî yolu
yeni bir kütüphane vücûda getirmek için kıymetli birçok
muzu bize başladığı taraflarla beraber gösterecek temiz
kitaplar elde ettik. Ocağımız, kapısından başlanarak her
mutena bir Türk tarihi ve o yolun hangi yerlerde dolaştı
köşesi dahil olmak üzre danına varıncaya kadar termîm
ğını uzadığını gösterir bir Türk coğrafyası lüzum-ı tertibi
ve tamir olundu. Temizledik, ıslâh ettik, döşedik. Kitap
dir. Zikrettiğimiz bu ihtiyaç, tadâdına nihayet gelmeye
odamıza dahili harici bazı ceride ve mecmualar gelmesi
cek diğer arzuların başında bulunmak zarurîdir. Şüphe
temin edildi. Taşradan gelmiş on Türk genci İstanbul'da
etmeyiz ki bu güne gelinceye kadar her sene, önden ve
veya taşrada dârülmuallimînlere ve sair mekteplere yer
arkadan düşmanlarıyla uğraşmağa mecbur tutulan mem
leştirdik. Bazı diğerlerine daimî veya bir defa için paralar
leketi yer yüzünden misli göılilmemiş bir diyar-ı hüsran
ifraz ettik. Girit’li iki Türk gencine yatacak temiz bir yer
ve felâket hâline konulan Türk kavminin, siz asıl evlâtları
tedarik ettik. Dârüşşafaka'dan aliyyü’l-ala derece ile me
kendi ocağınızın davetiyle burada toplandığınız bu saat
zun Rıfat Talât Efendi isminde zeki nutuk-ı muhterem bir
te, kalplerinizde millet maksadı için titreyen yüksek arzu
ocaklıya şehrî bir muâvenet tahsis ederek İsviçre'de tah
lardan başka hiçbir şey yer tutmayacaktır. Kendisinden
silini taht-ı temine aldık. Millî mevizalar vermek için taş
yüz kere kuvvetli koskoca bir düşman âlemin, müttehid
rada seyahatlerde bulunduk. Mekâtib-i âliye müsabaka
gayretiyle büsbütün mahvedilmek istenilen Türkler, ilk
imtihanlarına dahil olacak 140 gence ulum-ı tabiiye ve ri-
defa Türk ocaklarında, Türk yurtlarında birbirini bulmuş,
yaziyye derleri küşad ettik. İmtihanlarda kazananlar ek-
ruhlarını ümitlerini yekdiğerinin aıh ve ümidiyle meze
seriyet-i mutlaka denecek bir nisbette bizim derslerimize
126 TÜRK YURDU S a y ı 55
ve tevsi etmiş, orada pek muterem bir Türk muharririnin görmek, anlamak isterler. Şimdiye kadar Osmanlı mem
dediği gibi, "kendilerinin millî intibah asrında" bulun leketinin, bin türlü siyasî gaileleri, mevzuubahis olundu
duklarını ispat edecek bir sûrette fikr-i uhuvvet ve me- ğu vakit, bu memlekette yaşayan unsurların hepsi ayrı ay
veddetle çalışmışlardır. Birz memleketin her tarafında, rı yâd olunur menfaatleri hesaba katılırdı. Eakat arada,
Avrupa'nın birçok bucaklarında açılan Türk Ocakları, daima ve daima ordaya konmayan, mevcudiyeti unutul
Türk yurtları azası kollarımızı kaldırıyor, sesimizi yüksel muş olan, ne diyeceği, ne düşüneceği kaale alınmayan
terek haykırıyoruz: bir unsur, vardı ki o da Türklerdi. Bir Alman gazetesinin
vaktiyle söylediği bir tarif üzre koskoca nihayetsiz bir me-
Türkler, milletlerini seven düşünen Türk kardeşleri
zarlıkdan şaşaadâr, bir bahar-ı hayat ve kuvvet çıkaran
miz, kim olursanız olunuz, aramızda yeriniz, kalbimizde
324 İnkılâbı hâiz olduğu bütün manalarından başka, bir
tahtımız vardır. Türk Ocaklarının pencerelerinde göze
de Şarkın hesaplarında Türk’ün unutulmaması lâzım gel
değil ruha görünen şimdiye kadar infilak etmemiş bir sa
diğini anlatmış oldu. Bina-yı meşrûtiyet cepheleri arasın
bahın ışıkları parlıyor. Biz, alanları millet yolunun ufukla
da bizce dikkati en ziyade câlib olanı, Türk’ün ölmediği
rında açılan o ziyalarla aydınlanmış Türk evlâdı, Türklük
ni, yaşamak istediğini, yaşadığını, yaşayacağını söyleyen,
için toplandığımız bu saatleride kalplerimiz siyasî iftirak-
haykıran kısmı idi.
ların husûmetlerin nefretiyle dolu, aramızda ayrılık bilmi
Göklerin içinden arza doğru gitgide yaklaşan yakla
yoruz, içimizde en muterem olanlar, Türk’e en çok hiz
şacak, büyüdükçe renkleri, denizleri, kıt’aları belli olan
met edenlerdir, diyoruz. Ve biliyoruz ki, Osmanlı tarihi
yeni bir âlem gibi, gözlerimizin önünde, mazinin derin
nin ihtidasından babalarımızın kurduğu yeniçeri ocakla
liklerinden karanlıklarından yavaş yavaş belirerek eski
rının feth ettiği âleme mukabil çok daha vâsi bir âlemi
hayret-bahş hakanları okyanuslar arasında imtidât eden
mânen teshire namzed olan bugünkü Türk Ocakları, ulu, nihayetsiz saltanatlarıyla yeni bir âlem, koskoca bir
Türk Yurtları, bizde fikir ve tesis-i idarenin zevâl bulma Türk âlemi çıkıyor. Siyasî bir inkılâp vücuda getirerek
dığını ispat edecek bir vahdet-i fikir ve emelle çalışacak varlığını toprağın en hücra köşelerini çınlatan bir sesle
tır. " Türkler kendi aralarında ne vakit akd-i sulh edecek söylemiş olan Türklük, dört beş senlik bir zamandan be
lerdir diyen ecnebilere, biz ocaklarımızı gösteriyor, işte ri küçük, bir zümre mütefekkirlerin hususî bir idraki ol-
sulh, uhuvvet, memleketin her köşesine dağılmak üzre makdan çıkıyor, matbuata, mekteplere, aileye, yüksek sı
burada başladı, bizim aramızda başladı, diyoruz. nıflardan halkın en dûn tabakalarına kadar inmiş bulunu
yor. Türklük ceryanının öncüleri: " En vâsi bir hayâl ile
Türk Ocağı’nın derneği iki cuma gününü dolduran düşündüğümüz zamanlarda bile bu kadar çabuk, bu ka
uzun celseleriyle işini bitirdikden sonra dernek reisi dar seri bir nispet ve ehemmiyette bir netice elde edece
Hamdullah Subhi Bey, İçtimaî kaparken şu son nutku ğimizi tahmin etmemiştik" diyorlar, Türklük ceryanının
söyledi: en büyük kıymetlerinden biri muhal olan dilekler peşin
de bir milleti koşmaktan mahvomaktan halâs etmesidir.
Muhterem Efendiler,
Ancak şimdi tarihî bir rüya içinde Mal Hatun'un göğsün
Şüphe yok ki umûmî derneğimizin içtimâlarına niha de çıkan o Türk ağacı köklerini kendini zehirlemeyecek,
yet vereceği şu dakidalarda hep beraber bir defa daha münim, feyizli bir toprağa kendi mazisine doğru salmağa
maksadımızı etrafıyla düşünmek lüzumunu hissediyor uzatmağa başladı. Ancak beş sene daha Anadolunun
sunuz. Yalnız Osmanlı Türklerinin memleketinde değil hiçbir köşesinde kendini idrak etmemiş, Türklüğünü
Türk âleminin her köşesinde muhtelif tecellîlerle varlığı sevmemiş bir Türk kalmayacaktır, diyebiliriz. Marmara
sahillerinden. Aydın yakalarından başlayarak içerlere
nı, bize ve başkalarına hissettirmeğe başlayan millî Türk
müntehalara doğru uzayan titrek bir zemzeme bir nevha
cereyanı, kim bilir, belki arzın sırtında zuhûr eden inkı
duyuluyor ki yeni Türk neslinin ruhunu a’mâkına kadar
lâpların en büyüklerinden birini ihzar etmektedir. Elbet
titreten, millî aşkını söyleyen, millî türkülerdir. Türk
te o yolu takip edenler, umûmî bir bakışla bu cep^anın al evlâdının ruhuna hiçbir his, en son duyduğu sevginin sal
dığı vüsati, ehemmiyeti, bunun faidelerini, hatta sağlam dığı asil raşe kadar kuvvetli bir raşe salmadı. Bu yeni aş
bir düşünüşle muhâkeme edersek iyi idare edilmediği kın ateşi uzun bir kıştan sonra avdet eden bir güneş gibi
takdirde vücuda getireceği azîm fenalıkları, hep birden zavallı Anadolu'nun her köşesini taze bir bahar bir Türk
lük baharıyla yeşertecektir. Biz bütün harikaları doğuran
Sayı 55 TÜRK YURDU 127
meşîmenin aşk meşimesi olduğuna kani olduğumuz için melleşeceğine eminiz. Muhterem Mahmud Hoca Behbû
Türklerin kalbinde uyanan millî aşktan her bir felahı bek dî Hazretlerini, bu yeni teşebbüs ve muvaffakiyetlerin
liyoruz. Nazarımızda, vicdanımızda yaşayan yegâne kana den dolayı samimiyetle tebrik ediyoruz.
at budur ki insan sevdiği nispetle insandır; millî sevgi bü
tün akvâm nezdinde olduğu gibi bizde de mucizesini
Safvet Beyin Vefatı.- Türkçülük pek iyi, pek çalış
halkedecek, yorulmuş kollarımıza kuvvet, gevşemiş bu
ruşmuş kalbimize kahraman bir zindegî, serapları sön kan ve pek faideli azasından birisini kaybetti: Bahriye Er-
müş gözlerimize muhayyel değil hakikî bir adn göstere kan-ı Harbiye kaymakamlarndan Safvet Beyefendi, geçen
cektir. Biz yeni yolumuzu rehâ ve selâmet yolumuzu gör Perşembe günü vefat etti. İstanbul'da Türkçüleri birarada
meğe başladığımız bu zamanda bir daha ilân ediyoruz ki toplayıp tanıştırarak nizam ve tertip dairesinde çalışmala
biz Türk olduğumuz kadar Müslümanız. Ve milliyetimiz^ rını temin emeliyle 1324 senesi "Türk Derneği" kurulur
Türklükten ve İslâmiyetten vücûda gelmiş, yani tunçtan ken, bu maksada çok çalışanlardan birisi de merhum Saf
ve çelikten masnû bir maya-i mukaddestir. Biz İslâmiye- vet Bey olmuştu. Bu gün ebedî gaybûbetine ağladığımız
tin kalbimizde her zamandan daha fazla yanan aşkıyla
muazzez ve muhterem arkadaşımız, o zamandan itibaren
yurdumuzda bizimle beraber talihini tevhid etmiş İslâm
Türkçülüğün bilhassa İlmî cihetine çok hizmet eylemiş
kardeşlerimize diyoruz ki:
tir. Ezcümle Von Le Coq (Turfan) keşfiyatından "Havâss-ı
"Unutmayın! tehlikeler bizim aram ızda değil bi
nev Ânifet"i tercüm e ederek, Türklerin Turfan
zim dışımızdadır. Sizi ve bizi mahvetmek isteyen ellere
medeniyetine cümlemizin nazar-ı dikkatini celbetti. Saf
karşı bugüne kadar birbirimize ne kadar yardım et
meğe m uhtaç isek, şimden sonra o kadar, daha doğru vet Beyin neşriyatı üzerine, Turfan’a giden heyet-i ilmiye
su çok, daha fa zla yardım etmeğe muhtacız. B iz hu en reisi Von Le Coq cenapları bizzat bazı âsâr göndererek
dişe, hu fik ir iledir ki Araplar Kürtler arasında başla merhum tarafından "Türk Yurdu"unda açılan çığırı de
yan, meşhûd olan millî ceryanları, bu ceryanlar m a vam ettirdiler. Safvet Bey, pek eski Türk tarih-i
kul eller arasında oldukça takdir edeceğiz. Çünkü Os medeniyetiyle meşgul olduğu gibi, Osmanlı Türklerinin
manlılığın kuvveti ancak onu tutan İslâm unsurların gemicilik tarihini memleketimizde, belki en iyi bilen, ve
kuvvetinden hâsıl olabilir". o babda hiç durmadan yorulmadan aranan cidden müte
Ocağımızı bir defa daha yâd edelim: Eğer İstanbul'un hassıs bir bahriye müverrihi idi. Bu sıfatıyla, Osmanlı Ta
bir köşesinde, bir Türk Ocağı varmış dedirtmek bizim rih Encümeni'ne aza intihab olunmuş, ve Encümenin ri-
için kâfi ise, bu günkü mesaîmiz bunu temin etmiştir,
sâlesine kendi keşiflerinden bir hayli mevâd ve vesâik
eğer düşünmeğe mecbur olduğumuz gibi Türk Ocağının
dercettirmişti. Merhum arkadaşımızın tercüme-i hâlini ve
her Türk’ün kalbinde bir yer tutmasını, istiyorsak pek
resmini gelecek nüshalarımızdan birisine koyacağımız
sevgili kardeşler, himmetimizi tezyîd edelim.
dan şimdilik bu kadarla iktifa ederiz. Aile-i muhteremesi-
Derneğimize hitam verirken gelecek sene Türklük
ni ve bütün Türkçü arkadaşlarını taziyet ederiz. Cenâb-ı
itibarıyla çok daha mesut birtakım şuûnu burada mevzu-
Libahis edebilmek nâiliyetini temenni ederiz. Allah Safvet Beye gani gani rahmet etsin. Ve kalan ana,
"Ayna" Mecmuası.- Orta Asya'ya nur ve marifet da babasına da sabr-ı cemîl ihsan eylesin.
ğıtanların en önünde Semerkand’lı Müftü Mahmud Hoca
Behbûdî Efendi bulunmaktadır. Müşarünileyhin çıkar Bir Türk Müverrihinin İlmi Memuriyeti- Bir kaç
makta olduğu "Semerkand" ceridesinden evvelce bah yüz yıl varki Türk tarihini, tahkik ve tedkik etmek şerefi
setmiştik, Mahmud Hoca Efendi, "Semerkand"a ilâve Şark'dan Garb'a geçmiş, Garb'ın İlmî cemiyetleriyle ule
olarak haftada bir defa "Ayna" unvanıyla İlmî, edebî ve mâsına inhisar eylemişti. Şimalli Türk gazetelerinden öğ
İçtimaî bir mecmua neşrine başlamışlardır. İdarehanemi rendiğimiz bir vâkıa, artık kendi içimizden de Garb ilmi
ze gelen nüshalarından, "Ayna"nın iyi ve faideli bir sûret- cemiyetlerinin emniyetine lâyık müdekkikler yetişmeye
te tertip edilmiş olduğunu gördük. Münderecâtı tarihî,
başladığını izhar ettiği için bizi çok sevindirdi. Genç mü
İktisadî, sıhhî makalât-ı nâfiadan terâkküb ediyor. Mec
verrihimizden Ahmed Zeki Velidî Efendiyi Kazan Dârül-
muanın fiyatı pek pahalı sayılmaz. Bununla beraber müş
fünûnuna mensup âsâr-ı atîka. Tarih ve Elsine-i Şarkiyye
teriler arttıkça "ayna"nın daha ziyade terakkî edeceğine,
fiyatı aynı kalarak, kağıt ve tab’ının daha ziyade mükem- Cemiyyeti, tarihi tetebbuatta bulunmak üzre Türkistan'a
i’zam eylemiştir.
128 TÜRK YURDU S a y ı 55
[Muvaffakiyetli] Bir Hikâye- Şimal Türklerinin münasebetiyle eski Yunan’ın Atina'sına benzetiyor. Vâkıa
hikâye ve tiyatro muharrirlerinden Fatih Emir Han Efen Kazanlılardan beş on aile bir mahalle gelip yerleştiler mi,
dinin, kadınların kurtarılması maksadıyla yazdığı "Tatar derhal bir koloni teşkil ederler ve bir mektep ile bir cami
Kızı" adlı eseri Esperanto lisanına tercüme olunmuştur. inşasını feraizin akdemi adeylerler. "Yaman Kale" de ta
Bu hikâyenin Osmanlı şivesine, Arapça ve Rusçaya tercü vattun eden Kazanlılar 1909 sene-i mîlâdiyesinde hayli
mesi zaten mevcut olduğundan, şimdi dört dile tercüme müşkilât ile hükûmet-i mahalliyeden bir mektep binası
edilmiş demek oluyor. için müsaade koparabilmişlerdi. 1911 senesinde mektep
lerinin ibtidaî kısmının inşa ve tanzimi hitam bularak tad-
Çok M asraflı Bir Cenaze ve Cenaze Masrafları
nın Umûr-ı Hayriyeye Sarfı Karan.- Orta Asya Türk- risâta başlandı, ve bu yıl diğer kısmı ikmal edildi. Şimal
Türklerinin himmetiyle vücuda gelen bu mektebe şimdi
leri düğün ve cenaze merasimini pek tantanalı yapıp çok
yerli Müslümanlar da devam ederek müstefid olmakta
masraf tutmak itiyadındadırlar. Meselâ geçenlerde Çar-
dırlar. Mektep sırf husûsî iâneler ile yapılmıştır.
kent civarında vefat eden mülâzim Caynak Efendinin ce
nazesine Türkistan ve Sibirya'dan 50.000'i mütecâviz "Bilgi Mecmuası " M üdürlüğünden.- Bilgi Mec
adam toplanmış ve cenaze merasimine 70.000 ruble muasının nihayetinde İlmî, edebî, İçtimaî hâsılı umûmî
(870.000 kuruş) den ziyade para sarf olunmuştur! Cena manasıyla fikrî ve medenî hareketlere ve ceryanlara dair
zelere tutulan akçenin, ekseriya beyhûde israf ile nâ be- bazı malûmat verilmek tahrîr heyetinin kabul ettiği proğ-
mehâl tasadduka gitmekte olduğunu gören birkısım Tür ram iktizasıdır. Osmanlı memleketlerinin muhtelif kısım-
kistanlılar, bu fena âdetin önünü almaya karar vermişler larıdaki bu gibi hadisât ve neşriyâta dair tedkik sütün tar
ve 32 nahiye ahalisini bu karara iştirak ettirebilmişlerdir. zında makaleler yazacak muharrirlere ihtiyacımız var. Bu
Artık bu nahiyelerde cenaze mesârifi heder olunmayıp işe talip olanların ehliyetlerinin derecesi anlaşılmak üzre
muayyen bir emr-i hayratutulacaktır. Bu karara tevfîk-i bir örnek makale hazırlayarak bir müracaat mektubuyla
hareket etmeyenler ise yine umur-ı hayriyeye sarf olun müdürlüğe göndermeleri ve isimleriyle adreslerini
mak üzre 500 ruble ceza-yı nakdî îtâsına mecbur kalacak vâzıhan yazmaları rica olunur. Tercih ve intihab olunacak
lardır. zat veya zevat ile muâvenet-i tahririye şartları için ayrıca
Tûkk VuKm
Türelerin Tâ.iâes\m CcıUstr
û ft- d e ^ fc t ç c £ ct ^
TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
LİBERTE
Traizon İnyorans
Liberte dışarıda bir müfsid-i ahlâk, Liberal'e emniyetimiz yok...
Sarayda bir güzel ehl-i hizmetdir. Size bir sûi-kasd etmesi mümkün!
Liberte'yi size kim vermiş? Hallâk; -Daima işaretlenerek-
Onu feda etmek redd-i kısmetdir. Yalnız bırakamayız.
El-hâsıl liberal nefyolunmazsa,
Despot
Liberte sarayda duramayacak;
-Kalbî-
Sarayda da Liberte bulunmazsa,
Bugün çok
Kral yerinde oturamayacak!
Sadâkat gösteriyorlar; galiba
Bir Hâdim Bir sûi-maksadları var.
Başvekil şeref-i vusûl istirhâm
Entere
ediyor.
-Liberal'in girdiğini görerek-
Despot Akibet
Gelsin. Geldi ya!...
-Hepsi telâşlanır.-
E n trik
İnayet ediniz!
-Entere'ye yavaşca-
İnyorans Korkma benim sa‘yim hebâ
Sözümüzü bitirelim... olmaz.
Despot liberal
-Gezinerek- -Kalbî-
İzdihâm -Bunlar da burada, isabet!...-
Kalbime sıklet veriyor. Gidiniz
Vüsûlden maksad oğluma nişanlı
İnyorans Liberte'nin verilmesini niyaz.
-Yine H en’den işaret alarak-
Metbûum gibi bir namuslu şanlı
Emriniz başımız üstüne; lâkin...
Melikin verdiği va‘d imtiyaz
Despot Rehîn-i incâz olmak bî-iştibâh
Ey?.. İse de, şayed hulf-i va‘d iktizâ
132 TÜRK YURDU S a y ı 56
kasından dörder dörder gelen ezelî acemiler, âmirleri gi bile...Etrafıma bakıyordum; gördüğüm yerler küçükken
bi önlerine bakarak ve musikanın çaldığı: coğrafya kitablarında ehemmiyetle okuyarak tahayyül et-
Ordumuz etti yemin • diğimiz o mahûd portakala benzeyen arzı hiç andırmı
Titredi hâk ü zemîn yordu. Sanki üzerinde insan ve hayvan yaşamayan bir kü
renin, meselâ ölmüş ve donmuş denilen ayın bir köşesin
parçasını tekrarlayarak geçiyorlardı. Ondan sonra sır
de idim. Taşlar, taşlar, taşlar...Sarı ve akîm topraklar, cılız
malı Türk esvapları giymiş genç ve fazla sarı bir bey bir
ve sıska ağaçlar, çalılar, çalılıklar, gine çalılıklar...Yalnız
sürü genç arkadaşlarıyla büyük bir muzafferiyetten dönü-
telgraf direkleri bu iklimlerden vaktiyle yanılıp da bir be
yormuş gibi kabararak askeri takip etti. Onların arkasın
recik geçmiş zannolunan medeniyet heyûlâsının belirsiz
dan da çingenelerden ve sefillerden mürekkep diğer bir
izlerinde dikilmiş büyük ve öksüz taaccüb işaretleri gibi
sürü...Sonra büyük ve kırmızı bir bayrak göründü. Üze
yükseliyor, onun kaçtığı ormanlı ufuklara doğru biri bir
rinde üstünlü esreli birtakım yazılar vardı ki okuyamıyor-
arkasına sıralanıp gidiyordu.
dum. Bayrağın etrafında birçok sarıklı kafalar, büyük ve
garip dev papatyaları gibi dalgalanıyor, arkadan hâkî es- Ve yolcular hep bu güneş, soğuk, rüzgâr tipi ve kar
vaplı, ikişer olmuş rüşdiye çocukları bağrışarak kaynaşı altında kapkara olmuş ulu direklerin dibinden gidiyorlar
yorlardı. Tutturdukları: dı. İyice terledikten ve nefesim kesildikten sonra tepeye
çıktım. Dinlenmek için duracaktım. Biraz ilerde bir atlı
Arş ileri, arş ileri!
Alalım düşm andan eski yerleri... gördüm. Esvabından, kılıcının parıltısından bir zâbit ol
duğunu anladım. O da yere inmiş, dinleniyor ve tabaka
Nakaratını o kadar cân ü gönülden haykırıyorlardı, ki
sından cigara sarıyordu.. Yanına gitdim. Türklerde "tak
önümden geçtikçe hepsinin zayıf boyunlarında ince da
dim ve tekaddüm"e hâcet yoktur. Bu teklifsizliğimizi çok
marcıklarının şiştiğini, feslerinin altından kırmızı terler
sever ve çok samimî bulurum. Yaklaştım. Selâm verdim.
akdığını görüyordum. Nereye gittiğini sordum. Gülümseyerek cevap verdi:
Bu nümayiş akıntısı belki yarım saatten ziyade sürdü. -Razlık’a efendim, siz?
Afyonunu fazla kaçırmış bir derviş gibi dalmış gitmi -Ben de.
şim. Vatanımın, Türkiye'nin bu mutlaka öleceğine iman
-O hâlde beraber gideriz.
edilen hasta adamın hayatını düşünüyor, ye'se pek ben
zeyen acı bir hisle bütün zihniyetimin büzüldüğünü, işle Bu esmerce, orta boylu, güzel bir mülâzımdı. Geniş
mez bir hâle geldiğini duyuyordum. Odanın kapısı açıldı. ve dolgun omuzlarının üstündeki büyük ve dik başı, iri
Rum otelci atlarımın hazır olduğunu söyledi. ve siyah gözlerinin mahmurluğu sirklerde kırbaçla ahlâkı
bozulmuş esir kaplanların acıklı sükûnunu hatırlatıyor
Razlık’a gidecektim. Demek bu geceki millî şenliği
du. Konuşmağa başladık. Bütün Türk zâbitleri gibi kendi
orada görecektim...Hemen giyindim. Giyinirken otelci
malûmat ve mantığına, kendi itminanlarına pek büyük
nin getirdiği sütlü kahveyi bir yudumda içtim.
bir ehemmiyet veriyor, münakaşa için fırsat arıyordu.
Ve tekrar deminki garip ve mahzun dalgama düş Orada bir taşın üzerine oturduk. Cigaralarımızı yakdık.
tüm. Öteden, beriden..bahsi politikadan açtık. Ben "On Tem-
muz"un buralarda bile takdir olunduğunu söyledim. Mü
lâzım, hayretime canı sıkılmış gibi:
Bir saat sonra Papasbayırı'na çıkan dik yokuşu tırma
-Ah ne diyorsunuz? On Temmuz’u takdir etmek...de
nıyordum. Atımdan inmiştim. Hava çok güzeldi. Gökte
di, bu da laf mı? Bu bizim en büyük, en şanlı, en âlî bir
ufak bir duman bile yokdu. Sırtlarda beyaz hudut kulele
günümüz, en mukaddes millî bayramımızdır. Keşki üç
ri parlıyor, hafif bir rüzgâr esdikçe sanki güneşin sıcağını
gün olsaydı...Çünkü bir gün bir gece, pek az...
arttırıyordu. Bir sel yarıntısının içinde yürüyordum. İrili
-Demek On Temmuz’a bu kadar ehemmiyet veriyor
ufaklı taşlar ayaklarımı acıtıyor, atların yürümesine mâni
sunuz?
oluyordu. Buralarda hiç yol yokdur. Hatta bir keçi yolu
134 TÜRK YURDU S a y ı 56
diye gülümsedim. İddialarının aksini söyleyerek asa Mülâzımın bakışı bütünbütüne değişti. Kendisiyle
bi münakaşacıları kızdırmak hoşuma gittiğinden ilâve et- eğleniyorum sandı. Hiddetlenmesine meydan vermeden
dim: ben gine devam etdim:
-Hem bu nasıl millî bayram? Hangi milletin bayramı? -Yanlış anlamayınız. Yalnız bana cevap veriniz. He
-O s m a n lI m ille tin in .., saptaki cem kaidesini hatırlayabiliyor musunuz?
-O s m a n lI m ille ti d e m e k l e T ü r k le r i m i k a s t e d iy o r s u -il!
-Hendeseden, cebirden, müsellesâttan vazgeçelim. Pek muzdaripti, hep yere bakıyordu, birşey söylemek
Hatta hesap bilmiyorsunuz. Hesabın cem kaidesini bilmi ister gibi bazı duruyor, sonra vazgeçmiş gibi gene hızla
yorsunuz. Yahut biliyorsunuz da bunların doğru ve esas yürümeğe devam ediyordu. Gene ben sükûtu bozdum:
lı şeyler olduğuna inanmıyorsunuz. -Vâkıa fikirlerimiz zıt, fakat azizim inkâr edemezsiniz,
benimkiler doğru değil mi?
Sayı 56 TÜRK YURDU 135
-Hayır, asla doğru değil. Dikkat ediyor, dikkatli dikkatli bakıyordum. Köyün
orta yerindeki bir binada kırmızı bayraklar asılmış duru
Dedi. Tırmandığımız tepeden artık aşağıları görünü
yordu! Gözlerime inanamıyordum:
yor, Karaali Hanları'nın üstündeki beyaz jandarma kara
kolu, Simidli’ye doğm akan çakıllı dere parlıyor, uzakta -Acaba bunlar hürriyet bayrakları mı?
seyrek ve sık ormanların nispetsiz ve boş alanlarında yan Dedim. Mülâzım taştı. Taşmadı; âdeta fışkırdı:
mış tahta yığınları hâlinde küçük köyler görünüyordu.
-Körsünüz azizim, bakar körsünüz. Nafile zahmet
Ayağa kalkar kalkmaz gene sızmağa başlayan terlerimi ıs
edip bakmayınız, hakikatleri görmek istidadı sizde yok.
lak mendilimle silerek gene ısrar etdim:
Hâlâ şüphe mi ediyorsunuz? Evet bunlar hürriyet bayrak-
-Lâkin, niçin azizim, niçin doğru değil?.. ladı. Şu dağ başında kayıbolmuş Osmanlı-Bulgar köycü-
Mülâzımın canı sıkılmıştı. "Afedersiniz ama.." diye ğü On Temmuz'u takdîs ediyor. İnanmıyor musunuz?
başladı. Ve coştu; eğer benim iddiam doğru olsaydı o ka Onlar Osmanlı değil midir? Yarın Osmanlı vatanına düş
dar bü)Tik adamlar bunu kabul etmezler miydi? Eski ve manlar hücum ettiği vakit sizden evvel onlar koşacaklar,
yeni bütün hükûmetçi memurlara "büyük adamlar" di Osmanlılık nâmına kanlar dökecekler, Osmanlılığı kanla
yordu. Husûsiyle "Osmanlılık" fikri söylediğim kadar rıyla kurtaracaklar...
boş, sun’î ve hülya olsaydı muvafık ve muhalif bütün Kendimi tutamadım:
siyasî fırkalar programlarına bunu esas yaparlar mıydı?
-Bu Bulgarlar ha?...
Altık Türkiye'de hiç adam yok muydu? Herkes yanılıyor
-Evet bu Bulgarlar! Bunlar en sadık OsmanlIlardır.
muydu?
Komitacılarla hiç münasebetleri yoktur. Komitacılardan
Söyledikçe müdafaasında ve mantığında kendini
nefret ederler. On Temmuz'u en mukaddes bir gün bilir
haklı sanıyor, haklı sandıkça daha ziyade coşuyor, ve bi
ler. Fakat siz mutaassıbsınız, inanmazsınız. Hâlâ akılsız ve
raz eğlenir gibi:
cahil babalarımız gibi:" Domuz derisinden post, gâvur
-Demek koca Türkiye'de herkes cahil de, yalnız siz dan dost olmaz..." der, medeniyetin, büyük yirminci as
âlimsiniz. Herkes yanılıyor da, aldanıyor da hakikati yalnız rın doğurduğu insâniyet, uhuvvet, müsâvat fikirleriyle
siz anlıyorsunuz, tebrik ederim, tebrik ederim öyle ise... eğlenirsiniz. Bütün OsmanlIların kardeş olmalarını kabul
Diyordu. Yol birdenbire döndü. Derin bir sel yarıntı edemezsiniz. İşte bakınız. Ufacık bir köy bugünü kırmızı
sını geçmek lâzım geldi. Durduk. Doğru yürüsek atların bayraklarla tebcîl ediyor. Kim bilir, akşam bu büyük gü
ayakları sakatlanacakdı. Belki düşeceklerdi. Etrafımıza nün şerefine nasıl eğlenecekler, nasıl içecekler ve "yaşa
bakınıyorduk. Mülâzım sevinerek ve gülerek: sın Osmanlılık, kahrolsun nifak" diye bağıracaklar...
-Ah bakınız azizim...Diye haykırdı, bakınız, işte Os Ben susuyor ve dinliyordum. Mülâzım coşuyor, tan-
kışlayan bu kırmızı bayrakları görmüyor musunuz? metre kadar vardı. Lâkin aradaki dere pek sarptı. Oraya
136 TÜRK YURDU S a y ı 56
varmak için en aşağı bir saat lâzımdı. Yolumuzdan bir bu -Nezenâm Türkçe bre..
çuk saat kadar kaybedecekdik. İstemiyordum. Razlık'a Diye haykırdı. Ben ve mülâzım, donmuş kalmıştık.
geç kalacağımızı söyledim. Mülâzım rica ve ısrar ediyor, Öyle duruyorduk. Sanki vurulmuştuk. Tablo değişmiyor
mutlaka bu zavallıların samimiyet ve sadâkatlarını bana du. Kadın aynı hain gözlerle bize bakıyor, etrafımızda çır
göstermek istiyordu. Ben vazgeçmesini, kendi fikirlerini pındıkça daha ziyade kuduran köpek havlamasında de
kabul ettiğimi, kendisiyle bir fikirde olduğumu, deminki vam ediyor domuzlar gayet ehemmiyetsiz mahlûklar ol
sözlerimin şakadan başka birşey olmadığını söyledikçe o duğumuzu anlamışlar gibi sahiplerini taklit ederek bize
ısrar etti. Nihayet dayanamadım. bakmaktan vazgeçiyorlar, gübrelerde ezelî gıdalarını
'Haydi gidelim. araştırmağa başlıyorlardı. Tarlada çalışan Osmanlı-Bulgar
vatandaş bir kere olsun dönüp bakmıyor, çapasıyla uğra
Dedim. O önden, ben arkadan derin bir uçuruma
şıyordu. Mülâzımın kolundan çektim:
yuvarlanır gibi indik. Dere kupkuru idi. Etraftaki taşları,
kumlu toprak yığınlarını güneş kızdırmış, âdeta bir fırına -Haydi artık gidelim.
çevirmişti. Atlarımız bu münasebetsiz seyahatten şaşala Dedim. Cevap vermedi. Beni takip etti. Dumanlaşan
mış gibi bazı duruyorlar, gelmemek istiyorlardı. Derenin gözleri yerde idi. Artık ne onda ve ne de bende münaka
dibinde köye çıkan yolu bulduk. İndiğimiz kadar çıkacak- şa edecek kuvvet ve neşe yoktu. Hâli bir cehennemin
dık. Nefeslerimiz duruyor, her yirmi adımda bir dinleni tenha uçurumlarında kalmış günahsız hayvanlar gibi,
yor, tekrar taşları ve çalı köklerini tutarak tırmanıyorduk. gayr-i müdrik ve dalgın, tekrar uçuruma girdik. Tırman
Ayaklarımızın altından toprak parçaları yuvarlanıyor, ker dığımız yollardan kaymağa başladık.
tenkeleler kaçışıyor, fundaların arasına saklanıyorlardı.
İnce yol gayet dikleşti. Ve artık tepeyi tutuyorduk. Bir
Tepeye, Karaali Hanları'na giden keçi yoluna çıkınca
gayret, bir gayret daha...Hafif bir düzlüğe çıktık. Burası
arkama döndüm. Tâ derenin öbür tarafında kalan köye
köyün önü idi. Yeni açılmış tarlaların kenarlarında büyük
baktım. Hakikaten, zehir kadar acı olan bu kırmızı biber
gübre yığınları duruyordu. Kırmızı hürriyet bayrakları ta
dizileri uzaktan pek cazibeli ve al hürriyet bayrakları gibi
kan eve ancak yirmi otuz adım vardı. Durduk. Bizi birden
parlıyor, insana ne olursa olsun birşeyi alkışlamak, "Yaşa
gören zayıf, sarı tüylü ve iri bir köpek havlamağa ve üze
sın! Yaşasın!" diye haykırmak arzuları veriyordu.
rimize atılmağa başladı. Gübreleri burunlarıyla karıştıran
25 Temmuz 1326
irili ufaklı domuzlar mini mini gözleriyle "bunlar kim" gi
bi merak ve tecessüsle bakıyorlardı. Fakat biraz ilerde, Ömer Seyfeddin
tarlanın nihayetinde bel ile çalışan Bulgar köpeğin havla
masını işitmemiş gibi hiç bize bakmıyor, kim olduğumu
zu bile merak etmiyordu.
Filozofa "Hads"in sünûh etmesi bir müfekkirenin nu, ferdî iradeler sükût ederek umûmî bir iradenin bü
mülkah olmasından ibarettir. Bu ilkâhlar vukû bulduk- tün vicdanlarda (nefs-i mütekellim vahdeh) kesildiğini
dan sonradır ki şairin muhayilesi, filozofun müfekkiresi görürüz. Millet fertlerine semâvî yahut İçtimaî bir mefkû
gebe kalarak er geç edebî yahut felsefî bir uzviyet doğu re sürerinde tecellî ederek onları mev'ûd bir muzafferi-
rur. yete, mübeşşer bir cennete davet eder. Hodgâmlardan
cansiper mücahidler, korkaklardan tehlike-cû kahraman
Millî bir şahsiyete mâlik olmayan bir halk da ayniyle
lar yapar; gabîlere zekâ, tenbellere faaliyet, lâkayıdlara
bir uzviyetin cürsûmesi gibidir. Bunu bir şairin muhayyi
gayretkeşlik verir.
lesine ve bir filozofun müfekkiresine de benzetebiliriz. O
hâlde milletin de ilkâh ve teazzuv devreleri olmak lâzım Felâket ve buhran devri geçtikten sonra ruhlarda tu
gelir. lü etmiş olan bu mefkûre güneşi artık sönmez. O, mille
tin bütün faaliyetlerini derûnî bir zenberek sürerinde
Bir millet büyük bir felâkete uğradığı, korkunç bir
müstemirren tahrikte devam eder.
tehlike karşısında bulunduğu zaman fertlerindeki şahsi
yetleri bel‘ eder: O zaman umûmun ruhunda yalnız (mil Beyz (ovule) teazzuvu için lâzım olan hayatî hamleyi
lî bir şahsiyet) yaşar, bütün kalpler de bu (millî şahsiyet)! huyunun ilkâhdan aldığı gibi milleti teşkîl eden müesse
idâme etmek tehâlükünden başka bir duygu kalmaz. Bu seler de inkişaflarına hâdim olan (tekâmülî in'itâf-directi-
hengâmda fertler kendi hürriyetlerini değil, milletlerinin on evolutive) ı mefkûreden alırlar. Bir milletin husûsî ir
(istiklâl)ini düşünürler. İşte o muazzez duygu ile karışık fan ve medeniyeti ancak bu sûretle teşekkül edebilir.
olan bu mukaddes düşünceye (mefkûre) denilir ve bu Felâket zamanında fertlerini kendi ruhunda beP
buhranlı devreye de (ilkâh devresi) nâmı verilebilir. eden bir milletin buhranlı hassasiyetinden infilâk eden
Buhranlı zamanlar mefkûrelerin hilkat günleridir. hakikî mefkûreler istikbâlin hâlikleridir. Âtîyi tarassud et
Mefkûreler, millî felâketlerin kalpleri birleştirerek umû mek için elimizde maddî aletler yokdur, fakat bu husus
mî bir kalp yaptığı hengâmlarda, bu müttehid kalpten içün manevî mirsâdlarımız vardır ki mefkûrelerdir.
doğar, sonra teazzuv devresinde tedricen dal budak ata Bir millet yaratıcı mefkûresine mâlik oldukdan sonra
rak çiçekler ve yeni müesseseler meydana getirir. artık muzlim bir istikbâle doğaı gitmez; mev'ûd, mübeş
(Cermenlik) mefkûresi, Prusya'nın Napolyon ordusu şer bir (İrem) her gün daha vâzıh ve daha canlı bir sûret
tarafından tezlîl edildiği büyük felâket anında feverân et- te tecellî ederek onu kendisine çağırır. Mefkûresiz dev
di. O zamana kadar (milletim nev-i beşerdir, vatanım letler her an kopacak bir kıyameti beklerler; mefkûreli
rû-yi zemîn) diyen filozof Fihte bile o anda iliklerine ka milletler ise siyâseten ahirete intikal etmiş olsalar bile
dar cerman olduğunu his ve ilân etti. muhakkak bir (ba‘sü ba'de'l-mevt) ile mübeşşerdirler.
(Japonluk) mefkûresi Japonya'nın Amerikalılar ve O hâlde diriltici ve yaratıcı bir mefkûreye mâlik olan
AvrupalIlar tarafından tehlikeli ve muhkirâne bir sûrette devlet lâ-yemûtdur, ölmez.
tazyik edildiği dakikada infilâk etti. "Fertlerde -yukarıdan aşağı bir tesirle arzuları yene
Fransız milleti İngiliz istilâsı altında müzmahil olmak cek- bir irade kuvveti var mı, yok mu" diye uğraşan ruhi
üzere iken millî vicdan meczûb bir köylü kızda işrâk ede yatçılar beyhude münakaşa ediyorlar: İki tarafın da hakkı
rek onu kendisine bir müncî yaptı. Benî İsrail'in Mısır'da var! Mefkûreli bir milletin fertleri irade sahipleridir. Mef
tedmîre mahkûmiyeti Musevîliği, mahkûm milletlerin kûresiz milletlerde ise iradeli ferdler bulunamaz. Yüksek
Roma istibdâdı altındaki makhûriyeti Hristiyanlığı doğur bir iradeye delâlet eden büyük ferâgatlar, harikulâde
muştu. İslâmiyetin tulûu da Arabistan'ın üç taraftan siya fedakârlıklar mefkûreyi doğuran buhranlı hengâmlarda
sî ve dinî istilâlara maruz bulunduğu mühlik bir dakikada tecellî edebilir:
vukû bulmuştu. Fransa inkılâbının hidâyetinde, millet meclisinin ga-
Bir millet tehlikede kaldığı vakit onu fertler kurtar leyanlı bir içtimâında, bütün asilzâdeler zâdegânlık huku
maz; bizzat millet kendi kendinin müncîsi olur. O daki kundan vazgeçtiler. Küçük Alman devletleri 70 muhare
kada fertlerin fevka‘n-nâsût bir ruh ile müsahhar olduğu besinin millî hamlesinin tesiriyle istiklâllerinden ferâgat
138 TÜRK YURDU Sayı 56
ettiler ve Prusya'yı metbû tanıdılar. Japonya'nın "ya şere nu hissettiği dakikadadır ki o ana kadar mübhem bir var
fiyle yaşamak, ya namusuyla ölm ek" mecburiyetinde kal lık hassasiyeti içinde kalmış olan şahsiyeti infilâk eder.
dığı bir zamanda idi ki kendi ihtiyârlarıyla şuûn-ı saltana Çocuk için (ben) duygusunu hissetmek ne ise millet için
tını, zâdegân zeametlerini feda etti ve Mikado yine kendi de mefkûresini idrak etmek odur. Fakat millet benliğini
ihtiyârıyla mutlakıyetinden ferâgat ederek milletin hâki ancak büyük felâketler zamanında hissedebilir. Musibet
miyetini ilân eyledi. Bu iradeyi fevka'l-ferd bu kudrete at ler zamanındaki millî buhran, İçtimaî bir CibrîPdir ki da
feden kadîm (Cebriye) mezhebi de haklıdır; çünkü fert ğınık bir halka bir milliyet ruhu, bir aile vicdanı nefh
lerdeki iradeyi yaratan ve sevk ve idare eden mefkûredir, eder. Millet bu ruh ile neflıolundukdan sonra kim oldu
fert bu millî (tevfîk-Grâce) in ilhamlarını şahsî iradeleri ğunu, nereden geldiğini, nereye gideceğini, nasıl bir tari
zanneder: Bunların milletin ruhundan mülhem olduğu hî vazife îfâ edeceğini aramağa, anlamağa başlar.
nu düşünemez.
Gökalp
Mefkûre kudretini iki şekilde izhâr eder:
Hâmiş:
İ‘caz (Prestige), teyid (Sanction). İ’câz mefkûrenin
Mefkûreye (hayal), (gaye), (emel), (dilek) diyenler
ruhlara doğrudan doğruya tecellîsidir. Fertler mefkûreli
var. Yukarıdaki izahlardan anlaşıldığı üzre mefkûre bir
oldukları dakikalarda ruhları şedîd bir vecd (Endhousias-
millet tarafından mazide büyük bir buhran zamanında
me) ile dolar.
hakikaten yaşanmış rûhî bir hâlet, zihnî bir mevcudiyet-
Müfrit, galeyanlı, şedîd bir hayat yaşarlar; içine dalar dir; ne yaşanmamış bir hayal, ne de istikbâlde yaşatacak
lar. Fertlerin bu anda kalblerinde duydukları his (kudsi- bir gayedir.
yet) duygusudur. Bu taşkın ruhlar mefkûrelerini ve ona
Mefkûre hâlin mürebbisi ve istikbâlin hâlıkı olmakla
muâvin olan şeyleri (takdis), muhalif ve muarızlarını
beraber mazinin bir şe’niyetidir. Milletin mazisinden ge
(telin) ederler. Mefkûre uğrunda hayatlarını, menfaatle
rini, saadetlerini feda etmekle kalmazlar, onu yükselten lip istikbâline doğru iten fikrî bir hamlesidir. O hâlde
leri tebcîl ve a‘lâ etmek, ona muhalif olan şahısları ve şey (idee)den müştak olan (ideal) gibi (fikir)den müştak
leri yıkmak, yakmak, parçalamak da isterler. olan (mefkûre)yi bu mevkide istimal etmek daha müna
siptir.
Mefkûre bu i’câz kuvvetiyle fertleri şâir fi'l-menâmlar
G.A.
hâline koyar, ruhlarına verdiği cezbelerle onları fev-
ka'l-insan harikalar icrasına sevkeder.
Bulgar-Volga Bulgarlarının kadîm payitahtıdır, bazıları Radloff ve Konik ve diğer zevât-ı mütefennînenin
amîk tedkikatı neticesinde ism-i aded oldukları tezahür
Kermençük-Kazan vilâyeti dahilinde Kermen nehrin
etmiş ise de henüz bu mesele hakkında münakaşât
de kain bir Bulgar şehrinin ismidir.
ber-devamdır. Biz bunlardan yalnız misal olarak birkaç
İsbil-Müverrih Sadelefe nazaran kezâlik bir Bulgar kelime irâe etmekle iktifâ ediyoruz: Altom=Altı,
kasabasının ismidir. Son zamanda Aboba'da icra edilen Dohz=Dokuz, Veçem=Üç on ki Altay lisanlarında 30 de-
hafriyatta buna müşabih "İsbol" kelimesi bulunmuşdur mekdir. Alem=Elli ve ilh...
ki şahıs ismi olduğu m e’muldür.
5-) Muhtelif Kelimât:
Aşli- Vambery'ye nazaran kadîm Volga Bulgar ülke
sinde bulunan bir şehrin ismidir. İşbu fıkrada evvelce arzetdiğimiz İbn-i Fadlan'ın
mektuplarından mehûz bazı kelimât ile "Bulgar" lafzının
Çalmat- Yine Bulgar şehrinin ismidir.
iştikakatından bahsedeceğiz.
Sabakul-Vambery bu kelimenin bir Bulgar kasabası
nâmı olduğunu kabul ediyor. İşbilevski ise işbu lâfız şehir Bulgar-Kelimesinin iştikakı ve manâ-yı asliyesi hak
nâmı ifade etmeyip münferit iki ordu isimlerini bildiren kında birçok mütalâalar beyan olunmuş ise de biz bun
Saba ve Kul elfâzmdan mürekkep bir kelime olduğu iddi lardan yalnız üç dört lisan mütehassısının beyanatını pek
asındadır. muhtasar olarak bildiriyoruz:
Suvar-Arap muharrirlerine nazaran "Bulgar" nâm Ein nazariyesi müdâfii Reosler işbu kelimenin iki Fin
şehrin civarında kain diğer bir kasabanın ismi. Evvelce cezrinden mürekkep bulunduğu fikrindedir, yani su ma
buna benzeyen "Sivar" şahıs ismini zikretmiş idik. nasına gelen "bul" ve halk, insan ve kavim manalarını şa
mil "gar" veya "ger" esaslarından müteşekkil ki "bul-gar"
Çık-As- Tuna nehrinin aşağı kısmında meskûn yerler
su insanları manasını ifade eder. Muharrir-i mûmâ-ileyhe
bu isimle yâd olunmakta imiş. Aboba hafriyâtında bir sü
tunda buna mutabık Çıko kelimesi okunmuştur. göre Fin akvâmı umûmiyetle su insanları veya toprak in
sanları gibi isimlerle tesmiye olunmakta imişler; nitekim
Tabun-Arap muharrirlerinden bazısının işâratına gö
"Macar" kelimesenin dahi aynı sûretde teşekkül ettiğini
re Rusya'da bir eski Bulgar şehrinin ismi olduğu anlaşıl-
bildiriyor: Macar kelimesi toprak manasını ifade eden
makdadır. Tabun şimdi şimâl Türklerinde sürü ve alelhu-
"ma" ve yukarıda mezkûr "ger"=insan esaslarından mü
sus at sürüsü manasına gelir ki Rusça'ya da intikal etmiş
rekkep olup "mager"=Macar yani toprak adamları, top
tir.
rak üzerinde yaşayan insanlar demekdir.
Çirmen-Bulgar tarihinde Şarkî Bulgaristan'da bir
Tomaszek ise "Bulgar" lâfzı karıştırmak manasına ge
mevkiin ismidir. Hâl-i hâzırda dahî Çirmen nâmıyla Edir
len "bulgumak" Türk mastarından müştak olduğu fikrin
ne havalisinde bir köy mevcuttur. Eonetik ilmi nokta-i
nazarından kale manasını ifade eden Tatarca Kirmen sö dedir ve manası da (karışık millet) yahut karıştırıcı ve asi
Kermenleri-Bulgaristan'da bir köyün nâmıdır. Müs Vambery "Bulgar" sözünün asi ve karıştırıcı manala
tahkem yer manasını şâmil olan Tatarcada "Kermen yeri" rına gelip isyan ettirmek ve karıştırmak fiilini gösteren
kelimesine yakındır. "bulgumak" Türk mastarından neş’et ettiğini iddia edi
yor.
Keriçim-Cenûbî Bulgaristan'da üzümü mebzûl olan
bir köyün ismidir. Tatarcada "Kerçeme" bir nevi şaraptır. Zolotniski'ye nazaran "Bulgar" kelimesi iki unsurdan
mürekkep olup bunlardan biri Çağatay Türkçesinde yer,
ve havali manalarına gelen lâfızlar ki "yer" ve Tatarcada
4-) Popof un Esâmi Cedvelinden Mehûz İsm-i Adedler:
"yir" lâfızlarının asl-ı umûmîsi bulunan "ar" unsuru ile
Makalemizin başlangıcında mevzuubahis olan Po- usûl-i savtiyece 'biyg" şekline mutabık olan "Bulg" unsur
pofun esâmî cedvelinde münderie mübhem kelimâtın larından ibarettir., şöyle ki "Bulg-aı-Biyg-yer" Osmanlı
140 TÜRK YURDU S a y ı 56
Türkçesinde büyük yer demektir, Zolotniski'nin beyanâ takdir ederek zamanî riyaziyyûnundan bu noksanı da it
tına göre Votyak Tinleri şimdi dahi Tatarlara "Biyger" mam eyledi. İşte bu veçhile bir taraftan şakirdlerini ted
nâmını vermektedirler. Bizans müverrihleri de Volga ris etmekle isimleri aşağıda mezkûr âsârı telif, bir taraf-
Bulgaristanını "Büyük Bulgaristan" ismi ile yâd ediyorlar. dan da fünûn-ı riyâziyyedeki tetebbuâtını ta‘mîk eyle
Bulgar profesörlerinden Şişmanof bu kelimenin üç mekle meşgul iken maatteessüf sevda illetine mübtelâ
unsurdan ibaret olduğunu zannetmekdedir. Evvelâ ma olarak bittabi tedris âleminden çekildi, İcaze almaya yak
nası meçhul olan "Bol" sâniyen dere manasını ifade eden laşan talebesini de naçar tahsil şerefinden mahrum bırak
lar, üçüncü unsur dahi Kazanlılarda müstamel "ir" ki Os Biraz soma 1134 tarihinde müntaharan vefat ederek
manlI Türkçesinde mutâbıkı "er" yani erkek ve kahra Yedikule kapısı dışarısındaki Kirişhane mezaristanında
mandır. babası yanında defnedildi. (Rahmetullahi aleyh)
Şöyle ki: Bolga-er=Bulgar harfiyen Volga erke- Şairlikteki iktidarına numûne olmak üzre (Şakayık)
ği=Volga insanı, Volgalı demektir. Zeyli (Şeyhî) den âtîdeki gazeli naklolundu:
Evvelce de dediğimiz gibi ana dillerinin her türlü in Biz ki dilden emel-i rahatı dûr eylemişiz
celiklerine iktisâb-ı vukûf edecek müstakbel Türk lisan Çekilüp kûşe-i gam-gâha huzûr eylemişiz
mütehassıslarının gerek bu söz ve gerek şimdiye kadar Eeyz-i tevfîk ile pîçîde edince niceniz
lâyıkıyla tefsîr edilmemiş bütün Türk-Bulgar elfâz ve Niçe-i şahs gam ü mihnete dûr eylemişiz,
unvanı hakkında son sözü söyleyeceklerini umarız. Eikr-i dîdâr ile hidmetine eyyâm içre
Beltvar-Kelimesi şimdiye kadar bütün bütüne müb- Geştrâz emeli mezra-ı mûr eylemişiz
Hâlden dîdeyi hayfâ ki edüp biz tahvîl
hem kalmıştır.
Mahv-ı nezzâre-i dîdâr-ı umûr eylemişiz.
Sicü-Lügati Vambery'ye nazaran Türk-Tatar lisanla
rında tatlı ve şarap manasına gelir. Sucı kelimesinin aynı Gösterüp bezm-i belâgatte yed-i beyznâyı
(Fâizâ) arsa ki âlemi tûr eylemişiz.
dır. Sami Bey lügatinde Süci sözü şarap manasına tesadüf
olunmaktadır. ÂSAr I:
9- İlm-i kelâmdan (Hızır Bey) merhumun Nûniyye kamahsus âlât ile bir kab derûnunda birçok madenler bu
sidesine şerh. lunmuştur.
10- İlm-i riyâzîden (Hesâb-ı tencîm) mesâiline dair Altay'da bol altın gümüşten maada zengin kurşun da
müstakil eser, marlarına tesadüf edilmektedir.
11- İlm-i riyâzîden (cebir) mesâilini mübeyyin Evvelleri buranın göçebe akvâmı yeraltındaki altınla
(Es-savletü'l-Hezberiyye) isminde eser-i mahsus. ra arz-ı ihtiyaç etmeyerek ancak yer üzerinde toplayabil
12- İlm-i riyâzîden (Fezleketü'l-hisâb) nâmında müsdikleri altınlarla iktifa ederlermiş. Birçok zamanlardan
takil eser. sonra hariçteki altınlar tükenerek ocaklar açmak mecbu
13- (İlm-i şiirden) divan. riyeti de hissolunmağa başlamıştır.
14- İlm-i nücûm-hey’e t)’den seyyârâtın harekât-r 1868'de Sibirya Kazaklarının arazisi Akmolla ve Se-
fennîyyesine dair (Makalâtü’s-Seyyâre) nâmında risale. mipalat vilâyetleri nâmıyla ikiye ayrılarak bir vali-i
15- İlm-i Adâb-ı münazaradan Seyyid Şerifin risalesiumûmînin idaresine tevdî olundu. Bundan böyle oraları
ne şerh. Rus vilâyetleri idâdına ithal edilerek yerlilere ancak emr-i
ahîre değin lütfen bir istifade hakkı bırakıldı. Kazakların
İşbu âsârdan (Nûniyye) ve (Kavâid-i Fârisiyye) şerh
aralarındaki hanlık teşkilâtı lağvedilip, ancak müntehab
leriyle (Hesâb-ı tencîm) den mâadâsı Sultan Bayezid-i Sâ-
memûrîn bulundurulmasına müsaade edildi. Yasak ver
nî Câmi-i Şerîfi içindeki Şeyhülislâm (Veliyyüddin Efen
gisi yerine de başka türlü vergi alınmağa başlandı.
di) kütübhanesinde vardır,
1882'de bu vilâyetler Sibirya Umûmî Valiliği idaresine ve-
Çengelköy 29 Teşrînisânî sene 329 rilmişdir. Sonraları "Yedisu" vilâyeti de şu idarenin altına
BursalI Mehmed Tabir girmek talihsizliğine maruz kalmıştır.
lamaz büyük bir ciddiyet, yüksek bir vakar takınır, bun Buhtarma nehrinin yukarı taraflarında garptan şarka
dan sonra ilim, fazi, siyaset hülâsa her şey kendisinde te- uzanmış büyük Altay silsilesi imtidâd eder; Kungurabaş
messül eder: Yüksek perdeden söz söylemeğe baş dağları da buna dahildir. Kungurabaş’tan itibaren İrtiş
lar... Evvelleri herkes buluş olmak hakkını haiz ise de nehrine kadar "Narim" silsilesi, cenup ve cenub-i garbide
191Tden itibaren buluşların Rusça okuyup yazar takı Zaysan gölü sahiline kadar "Kurçum" silsilesi uzanır.
mından olmaları şart edilmiştir.
Akmolla vilâyetinde kömürden maada bir de sarı ba
kır madeni, altın, gümüş, vesâire kesretle bulunur. Simi
Akmola Vilâyetinin münkasem olduğu sancaklardan Palad'da da her dürlü maden pek mebzûldür; kömür, sa
rı bakır, altun, gümüş, demir, manganez, grafit, her türlü
nefsi Akmolla Sancağında:
252 Kazak Avulu renkli taşlar, kaya billûru vesâire vardır; hele tuz pek
If mebzûldür.
40 Volostu
17 Rus muhacir Bu iki vilâyetin asıl sekenesi Türk-Kazaklardır. Ruslar
Anbisadda ise buraya muhâcir sıfatıyla gelmişlerdir. Buranın Kazak
113 Kaza Avulu ları pek eski zamanlarda Altay ile Ural arasında göçebelik
n
22 Volostu ile imrâr-ı hayat eden Türk-Mongol ırkına mensupturlar.
10 Rus muhacir Buradaki kazaklar orta ordaya mensup olup Simi şehri
Petrobaval'da: taraflarındaki kazaklar Argun, Zaysan ve Kara İrtiş ovala-
87 Kazak Avulu rındakiler de Nayman uruğlarına mensupturlar. Daha ar
14 " Volostu kalarda hâlâ Cengiz sülâlesinden Kök ve Ergürdevayların
71 Rus muhacir idaresinde istiklâllerini muhafaza eden büyük orda ya
mensup Kereyler (Giray) bulunmakdadır.
Omski'de:
52 Kazak Avulu Bitmedi.
M
7 Volostu
Halim Sâbit
17 Rus muhacir
Kokçetav’da:
94 Kazak Avulu
ff
11 Volostu TÜRKLÜK ŞÜÜNÜ
21 Rus muhacir
ENVER BEY'İN HARBİYE NÂZIRLIĞI
mevcuttur.
Bingazi'de muvaffakiyetli müdafaaları, İkinci Balkan
Harbinde metânetli hareketi, alelhusus Edirne istidrâdın-
da gösterdiği sebat ve sürati ile Osmanlı-Türk askerliğin
Semipalat Vilâyeti, Asya kıt’asının kısm-ı garbisinde
de pek mümtaz bir mahal tutan vasiyet ve şöhreti bütün
kâin olup garbında Akmolla, şimal ve şimal-i şarkî cihet
Türk ve İslâm âlemlerine yayılan Damad-ı Şehriyârî Enver
lerinde Tomsk Vilâyeti, cenup ve cenub-i garbide Çin, ce
Bey, Hakan Hazretleri tarafından mirlivâlığa terfi edilip,
nubunda Siriderya, Yedisu vilâyetleriyle mahduddur.
Harbiye Nazırlığı'na tayin olundu. "Türk Yurdu" Enver
Bu vilâyetin ihtiva etdiği sancaklar da: Paşa'yı tebrik ederek, muvaffak bi'l-hayr olmasını Tanrı
gorsk’dan ibarettir. Arazisi sath-ı bahrden yüksek, ziraate ABDÜLHAK HAMİD BEY'İN AYANLIĞI
o kadar müsait değildir. Cenup taraflarında Altay, Kalba, "Türk Yurdu" Türklerin dâhi şairi Abdülhak Hâmid
diğer taraflarında Tarbagatay dağları, Zaysan etrafındaki Beyefendi'nin Osmanlı Meclis-i Ayan azalığına tayin bu-
sahralar mevcuttur. Kalba dağlarının şimalîndeki dağlar yumlduğunu haber alıp çok sevindi; büyük şaire, pek sa
Cengiz Dağı tesmiye olunup İrtiş'in iki tarafı da sahradır. mimî tebriklerini takdim ile şeref kazanır.
Sayı 56 TÜRK YURDU 143
BABANZADE İSMAİL HAKKI BEYİN VEEATI "Türk Yurdu" merhumun muhterem ailesinin ve
dostlarının teessürlerine iştirak ederek cümlesini taziye
Genç OsmanlIların pek çalışkan, âlim ve fâzıl bir
eyler.
uzuvlarını kaybettiler. Esbak Maarif nazırlarından Baban-
zâde İsmail Hakkı Bey Kânûmevvelin Onikinci günü bir KADİM TERCÜMAN GAZETESİ
denbire vefat ediverdi. İsmail Hakkı Bey, "vazifesi başın Bütün dünyada bugün mevcut Türk gazetelerinin en
da şehit olan bir asker neferi gibi" kürsü üzerinde talebe eskisi olan "Tercüman"ın gündelik olduğunu ve büyüdü
sine ders anlatırken Allah'ın rahmetine kavuşmuştur. Vu- ğünü görerek sevindik. Şimdi İstanbul'a da muntazaman
kûflu, muktedir ve çalışkan bir fırka adamı, iyi ve çabuk gönderiliyor ve "Türk Yurdu" kitaphanesinde satılı-
yazar, malûmatlı bir gazeteci olan İsmail Hakkı Beyin "İt- yor."Tercüman"ca ittihaz ve kabul olunmak istenilen ye
tihad ve Terakki" Fırkasıyla "Tanin" gazetesinde bıraktığı ni imlâ meselesi henüz tedkik ve münakaşa devresinden
açık yeri doldurmak çok müşkül olacaktır. Lâkin Baban- ileri gidemediği için, o babda birşey söylemeyi erken bu
zâde'nin vefatı yalnız bir gazete ve bir fırka için değil, Os luyorsak da Türk millî matbuatının bu ihtiyar babasının
manlI vatanı için de bir zıyâ'dır: Hakkı Bey birkaç yıldan İstanbul'da ve bütün Osmanlı memleketlerinde çok inti
beri, OsmanlI hukuk-ı esasiyesi meselelerini şark ve garp şar etmesini, çok okunmasını can ü yürekten dileriz;
me'hazlarından tetebbu ederek, Darülfünûn ve Mekteb-i çünkü "Tercüman" daima faideli ve semereli şeyler ya
Mülkiye'de talebesine söylüyor ve bu sûrede Türkçe cid zar: Şimal Türklerinin esaslı terakkilerinin en mühim
dî bir eser vücuda getirmeye çalışıyordu. âmillerinden biri, "Tercüman" olduğu müttefekun-aleyh-
tir.
TÜRK YURDU
TÜRK YURDU
Şu saraylar, §u hisarlar, şu sikkeler, şu tuğralar, Bu kan, ne mazinin müfteris ve haris dişleriyle zede
Şu şeh irler, şu den izler, şu to p ra k la r b ü tü n senin. lenmiş, ne de hâlin akur ve cehennemi hücumlarıyla
Şu cam iler, m e d re se le r, im a re tle r b ü tü n sen in . bozulmuştur.
Şu k an u n lar, saltanatlar, h ilâfetler b ü tü n sen in .
Bu kan, bu damarlarımızda hümââlûd aşklarla dola
Biz d e se n in vergin o lan h ü rriy e ti taşıyor;
şan Osmanlı ve Türk kanı, hakanım, işte eski hasit ve sa
G ö z ü m ü z ü açtığım ız şu O sm anlı ü lk e sin d e ,
fiyetle duruyor.
Şu O sm anlı bayrağının ay yıldızlı g ö lg e sin d e Bunu şimdi huzumnuzda irâd-ı kelâme cesaret eder
Bir O sm anlı m illetinin h u k u k u y la yaşıyoruz. ken bizzat köleniz duyuyorum. Bunu şimdi hürmetli sa
B u h u k u k la zâlim e ller bize zincir takm ıyor; rayının mabed-i kudsiyeti altında bekleyen şu gençlik kit
H âin g ö z le r ırzım ıza bakm ıyor. lesinin kalbinde görüyorum.
S elâm sana, ey sevgili Gazi O sm an!
Zaman fıtratı değiştirmez. Ufak bir aşiretten koca bir
S elâm sana, ey T a n rı’n ın aziz kulu!
devlet tesis eden ecdâd-ı mübareken de bu kanla mah-
S elâm sana, ey m u h te re m , âdil hakan!
mûl idi. Asırlarca tahtlar ve taçlar deviren, sonra bunların
S elâm sa n a ey O ğ u z ’u n e rk e k oğlu
hepsinin üstünde büyük ve cihangir bir tarih-i bîzeval te
G ü n ler, aylar p arlad ık ça se n in ad ın
sis eden millet de böyle, bu kanın verdiği kuvvet ve zin-
N urlar saçsın, kararm asın.
degî ile yaşıyordu. Tarih şimdiye kadar harikalar, mucize
B izden, se n in bırak tığ ın şu v ata n a
ler yaratan böyle bir kan, bir saltanat göstermiyor.
B ir asil T ü rk yüreğiyle yüz b in m in n e t;
B izden, se n in bırak d ığ ın h a n d a n a Bu yalnız, hakanım, eslâf-ı muazzama ki, zat-ı made-
Bir O sm anlı vicdanıyla c a n d a n h ü rm e t!... let-penâhınıza ve milletine mahsus bir kandır.
rına dayanmış, tabiatın en müfteris şedâidiyle uğraşmış, olduğunu ispat etmediler mi?
en nihayet genç ve her gün daha ziyade artan zindegisiy- Bina-yı saltanatın yalnız kahramanlık temelleri üzeri
le, kâinata lerze salan bir hükümet tesis etmiştir. İşte sev ne istinad ettiğini iddia etmek büyük bir günahtır, kahra
gili halife-i mukaddes! İşte ey Osmanlı âleminin âlîtebâr manlıkla beraber şefkat ve adaletten mürekkep bir seh-
sultanı! İşte huzurunuzda, sarayınızın etrafında, haşmetli pa-yı madelet bina-yı hükümetin ekânim-i selâsesidir.
tacınızın nermin gölgeleri altında toplanan şu Osmanlı Medeniyet menbalarından tard edilen, koğulan ne kadar
gençliği bu kanı taşıyor.
4 TÜRK YURDU
zavallı ve bîçâre kalpler var ki zat-ı haşmetpenahınm §ef- tiren ateşinin canlı ve tatlı bir uğultusu vardı. Sen bu gün
kat-i mülûkânesi altında nefes alıyorlar. ilk defa sahihten yandın, öyle değil mi?
Osmanlılık altında toplanan anâsır-ı müteaddidenin Sen, ey en sevgili bucak! Seni ilk gördüğüm gün
hükûmet-i âdilenin zîr-i himayesinde kardeş gibi yaşama muazzam, mühîb, nihayetsiz, fakat boş ve siyah bir ocak
ları, saltanat-ı hüdâpesendinin adalet-i hüsrevânesini is tın! Bütün Türk ilinin havasında esen soğuk ceıyanlar,
pat eder. Binaenaleyh erîke-i saltanatın yirminci asrın en bütün Türk ruhunda boz nefesiyle yeis, kesel ve yalnızlık
kahraman ve şüphesiz en şefik ve adil bir hükümetidir. fısıldayan isimsiz, kara kuvvetler senin tütmez bacandan,
Zaman zaman esen haşin rüzgârlar onu müteessir et yanmaz derinliklerinden geliyordu. Önünde diz çöküp
seni yakmak için üfleyen nefesler o kadar hafif ve azdı ki.
se de kalplerinde büyük bir mazinin tarih-i intikamını ya
Ve sen o kadar anûd, karanlık ve samuttun ki. Bazen kor
şatan milletin ve hususiyle şu kitle-i muazzama-i şebâb
kar ve ümidimi kaybederim. Fakat bugün öyle değildin;
ufak bir işaretinle arzu-yı şahânenin hepsini yerine geti
bu gün yanıyordun. Bugün ocağına sığınan çocuklar ki
recek bir azm ve iradeye mâliktir.
ısıtıyordun.
Mütessir olma, hakanım, son hadiseler zat-ı mülûkâ-
nenizi meyus etmesin. Milletin ve dimağı silâhlı şu genç Niçin böyle olduğunu bana söyledin, soğuk ve
nihayetsiz kara kadındaki alevler uğuldayarak, terennüm
lik, zat-ı hazret-i padişahîleriyle beraber vatanının sine-i
münkesirine açılan yaraları tedavi edecek ateşli bir ruh ederek beni çağırdı. Önünde bütün imanımla, huşûum-
Bu gün sen ve ben çok mesuttuk, sevgili ocağım. ofluyor. Soğuk, ateşsiz, göğsümü görmeden geçen şair
Bacaları tütmez, ateşleri yanmaz, sönük ve viran ocak lerim ve yazıcılarım da bugün nefeslerini ötekilerinkine
ların karşısındaki çocuklarının hepsinin soğuk kalbinde katıştırdılar. Bugün bütün bir mellet, bütün bir halk, iş
ve gözünde uzak ve sevgili bir hararetin hasretli hayali çiler nasırlı, mübarekelleri, zenginler zarif, beyaz par
tüttü. Zaif ve metruk elleriyle yakamayıp, âciz nefisleriyle makları, askerler fedakâr göğüsleri ve en nihayet kızlarım
canlandıramayıp da canlarıyla beraber sönen bu ocak kendi sönük ocaklarında ısınmayan yalnız ve şefkatli
ların küllerini saçlarıyla süpüren yalnız ve bedbaht binler kalbleriyle hep bu ateşi yakmağa uğraşıyorlar. Sokaklar
ce Türk kadınının beyhûde zannedilen ölmüş nefesleri daki sâkin, samimî şetareti, gençlerin dudaklarnda güzel
de bu gün seni parlatıyordu, değil mi? Daha birçok şey bir istikbâlin mukaddes bir habercisi gibi uçuşan dindar,
ler seni üflüyordu, mukaddes ve sevgili Ocak! tebessümü, gözlerindeki nurlu rüyayı görmüyor musun?
Bu gün seninle bu pek mesut günde pek çok konuş Bunlardan daha başka da var, çocuğum yüzünü
tum; dudaklarımda tebessüm, gözlerimde yaş, ellerimde eşiğimden kaldır, göklere bak. Beni bugün yakan ateşi
şefkat, kalbimde aşkla konuştum. Ve sen söyledin, şim görmek, o ateşler terânesinin aks-i sadâsını dinlemek
diye kadar söylemediğin şeyleri söyledin. Bütün ben için kimler var? Gözlerin kamaşmasın ve kalbin kork
liğimi tâ kemiklerine kadar ısıtan tatlı bir sıcaklığın, masın. Bugün en âcizler ve küçükler en yükseklere, gök
bütüm canımı emniyet, huzur ve imanla terennüm et lere bakabilirler! Bugün karanlık ve murdar senelerinde
göstermeyen asırlar arkasında solan hakanlarm muh
teşem beyaz başlarını mahzun şah gözlerini görmüyor
TÜRK YURDU 5
musun? Alevlerimin aksini onların seyyiâtla, nisyânla, aydınlanmıştır. Sen siyah ve soğuk bir koğuk olduğun
hicabla örtülen nazarlarında, teması unutulmuş kuvvetli vakit her şeyde geçici, her şeyde ruhumun bir tarafını
kollarında, sadâsı susmuş büyük dudaklarında gömüyor boş bırakan bir yavanlık vardı. Sen yanmağa başlayınca
musun? Sultan Osman’ın muazzam, mübarek beyaz saka hayatın rengi ve manası geldi. Küçük ve kör ruhum, bir
lı, beyaz başının gölgesi altında, bak, hep ötekilerde top gün Tanrı’yı da olanca kudret ve azametiyle idrak ederse
lanmış: Âteşin ve kudretli Yavuz'u; dağılan ülkeyi akıllı odasının alevlerinin aydınlattığı bir mabedde olacaktır.
başı, kabiliyetli elleri, sanatkâr ruhuyla toplayıp tekrar ya Biliyorum ki sen bugün muhayyelemizde yandığın kud
ratan birinci sultan Mehmed’in zarif gölgesini, toprakları retinle ancak ben ve benimkiler bir avuç toprak ol
ve asırları parçalayan Fatih'in cihangir kalbinin büyük al duğumuz vakit yanabileceksin. Fakat cennet olarak
nında ateşlerle yandığını; müşfik, fakat istikbâli gören v e . düşündüğüm samedânî âtî, sadece senin öbür avuç top
tamamen sevindiği vakit beni yeniden yakmak için canı rağın en derin kaTını ısıtacak kadar sönmez bir kudretle
nı yakıp şehid olan III. Selim'in sevgili ve son gözlerini yandığın andır. Benim beklediğim rahmet, Türk ilinde
görmüyor musun? Bu şahâne kafilenin başındakiler bu baştan başa gürleyip yanan bir ocağın hararet ve sıyâneti
gün kıvılcımlarını üflediğiniz soğuk kabında âlemi ısıtan altında nihayetsiz, mamur, vefakâr ve müttehid ocakların
bir ateş yaktılardı. Ötekilerden bazılarının hefesi beni sö canlandığını yeri kaybolan mezarlığımızda duymaktır.
nerken ihyâ etmek için susturuldu. Onların hepsi bu gün Bugün kalbimde senin için yanan aşk o kadar büyük
etrafınızda. Bakınız: Meydanlar, evler, saraylar ve mabed- ki, ey en sevgili ocak, bu uzak mazinin hayaline iman
1er yeni çocukların üfleyen ısıdan ve ısınan nefesleri, me- ederek ölürsem gözlerim rahatla kapanmış, ellerim dolu
sit kalpleri arkasında bugün dolaşıyorlar ve ben işte bu ve sükûnetle yanıma uzanmış olacak. Sana coşkun ve
gün onun için yanıyorum." âteşin olduğu kadar huşûla, âcizle tapınan bir kadın kal
Hayatımın en sevgili manası ve maksadı olan bu ateş bi getirdim. Onu al ve orada senden başka ne varsa yak,
karşısında bir tek küçük kadın kalbinin değil yüz binler temizle! Tâ ki kalbim alevlerini aksettirecek bir billur,
ce kalbin akıtabileceği bir feyz hayatın, bir can ve duygu gözlerim sade seni gören iki ziya ve dudaklarım en son
denizinin coştuğunu duydum. Bilmiyorum bilki dimağı duasına kadar senin için Tanrı’ya yalvaran yurdun ibadet-
mı, hislerimi, benliğimi kuran, ören bin yabancı anâsır çileri olsun!
vardı. Fakat bunların ortasında bütün öteki kudretlere Halide Edih
hâkim bir Türk kanı olanca kabiliyet hayatı, coşkunluğu
ile damarlarımda yanıyordu. Ecdadım, hayatım, her daki
kam şüphesiz bu kanın çağırdığı, bu kanın esir olduğu bu HARBİYE NAZIRININ NUTKU
ocak içinde beni hazırlamıştı. Fakat ben ne yapmıştım?
Bugünkü tezahürat-ı vatanperverânenizi kendi nâmı
Bu ocağın önünde çekilen şahâne kılıçlar, bu ocağın
ma ve bütün ordu nâmına tekdis ettikten snra size teşek
önüne atılan muazzam kıt’alar, bu eşikte olanların, bu
kür ederim. Vakayi-i tarihiye ve mefâhir-i milliyemizi bu
eşikte dimağını, kalbini, kanını bütün hayatın zenginliği
suretle tebcîl etmek vatanperverliğin en esaslı, en metin
ni dökenlerin yanında ben ne idim? Hiç!
bir numûnesidir.
O vakit başım eşiğinde biraz daha eğildi; bütün ço
Siz ilim ve fennîn yarınki mümessilisiniz.. Gençlik
cukların, hatta en vefasız ve değersizleri için bile yanan
hissiyâtının bu kadar şevk ve heyecanla neşr ve temsil
ateşine ruhum takaddümesini verdi:
edilmesi bilhassa şâyân-ı teşekkürdür. Bununla beraber
"-Sana kalbimin getirdiği armağan bir nefes ve bir de en evvel orduyu temsil eden şu mevkiye gelmeniz de şâ-
hayatında her şeyden yüksek, hatta mukaddesatından yân-ı takdir ve şükrandır.
jöiksek olan aşkıdır, sevgili ocağım! Çocuklarıma taşıdı
Siz fikir ve kaleminiz, bizde kılıç ve ateşlerimizle mu
ğım aşk, Tanrı’ya eğilen iman, bütün hayatıma hâkim nü-
kaddes toprağımızı müdafaa edeceğiz. Eğer biz bu yolda
ftızlar, bunların hiçbiri senin alevlerinle tutuşan sevgi ve
birbirimizle ittifak ve ittihat edecek olursak bu vatanın
teabbüdüm kadar değildir. Hayatımın, dinimin, kalbimin
kurtulacağında hiç şüphe yoktur.
nesi varsa senin alevlerinin güzel renginden gelen nurla
6 TÜRK YURDU
İlim ve fen de seyf ve kuvvet gibi her millet için el İSTİKLÂL GÜNLERİ(i)
zemdir, Ben size ordu nâmına vaat ediyorum ki biz bu
Senelerden beri devam eden muhâceretler, kapıla
muazzam saltanatın istiklâlini muhafaza ve müdafaa için
rın metanetlerine asla halel getirmemişti. Türkistan'ın çi
hayatımıza vakfettik. Biz çalıştığımız gibi sizin de çalışma
çekli ovalarından, mavi semalarından ırak düşen kahra
nızı bekleriz. Binaenaleyh arkadaşlarım, kardeşlerim, ev
man millet, karşısına çıkan hiçbir mâniden yılmıyordu;
lâtlarım, sizi vatan ve milletin bekasını ve padişahımızın
nehirler geçiyor, serdarlar kaybediyor, ailesinden ayrıyı-
tûl-i ömre nailiyetini temenniye davet ederim: Yaşasın
yor, kendisine emin bir yer arıyordu. Türkistan’dan çıkan
vatan, yaşasın istiklâl-i Osmanî, yaşasın gençlik! evlâtları
ufak bir aşiret, Bizans hududuna, büyük bir saltanata
ma, kardeşlerime selâm söyleyiniz.
doğru koşuyor idi.
Efendiler! Tarihte büyük misaller vardır: 1871'de rul'a arazi vermiş, Kayı Han evlâdının keskin kılıcı,
Fransa mağlûp olduğu zaman onu gençlik kurtardı. fedakâr sinesiyle saltanatını muhafazaya karar vermişti.
Gençlik! Büyük gün münasebetiyle tertip ettiğiniz bu Fakat Ertuğrul, parlak zaferleri, seri muvaffakiyetleriyle
parlak merasimle sizde bu ruhu gösterdiniz. Dârül- kaleler feth eylediği sırada, Selçuk saraylarında sultanlar
fünûnun eski bir hâdimi sıfatıyla en rûhî tebrikâtıma tak zehirleniyor, asırların biriktirdiği ahlâksızlıklar, ihtiraslar,
dim ederim. nefsânî emeller Türk ırkının bu mühim cü’zünü de iç
tinabı gayr-ı kabil bir inkiraza sürüklüyordu. Sarayın bu
elim halleri Ertuğaü'u azminden çevirmiyordu. Alaad-
DAHİLİYE NAZIRININ NUTKU din'in halefi Gıyaseddin Keyhüsrev, dilber bir Gürcü
Kuvvetle itimat ediyorum ki bu hükümet yalnız kızının siyah gözleri karşısında huzuzundan sermest
gençler sayesinde gayet metin, gayet esaslı bir §ehrâh-ı olurken, Ertuğrul vazifesini ifa ediyor, meyyal-ı inkiraz iki
terakkide, azîmkâr adımlarıyla ileri gidecektir. Ve biz büyük devlet ortasında, fazileti ile temeyyüz eyliyordu.
gençliğin bu tezahüratına, bu samimî tebrikâtına iştirak Selçuk saltanatı dahilen fesadı, haricen Tatar müdahalâtı
ediyoruz. yüzünden günden güne dûçâr-ı zaaf oluyordu. Beyler is
tedikleri gibi hareket ediyorlar, Selçuk hükümidarları
Biz ve bizden sora geleceklerin de daima gençliğe it-
Hülâgu Hanedanının himayesine giriyorlardı. Selçuk sal
tika edecekleri bedîhidir. Sizi sevgili hakanımıza dua et
tanatının inkırazını. Sultan Alaaddin'in metin zekâsı, sar
meğe davet ediyorum.
sılmak bilmeyen, cesareti de durduramıyordu. Alaaddin
memleketini kurtaracak zekalar arıyor, vatanının ricalin-
Garpta ufak bir dal, Osman Bey'in zümresi, Türk ırkım Genç kahraman, nüfuzuna asla mağrur olmuyordu.
yaşatacak, asırlarca pâydâr eyleyecek bir kuvvetle kök Cenge gideceği zaman silâh arkadaşlarını topluyor, on
leşiyor ve yükseliyordu. larla müşavere etmekten geri durmuyordu. Osman Ga
zi'nİn bu haslatleri, maiyeti kahramanlarını kendisine
ebedî rabıtalarla bağlıyor, bir defa dostu olanlar bir daha
Osman Bey'in ilk muzafferiyeti, (Karacahisar)ın zabtı emrinde ayrılamıyorlardı.
olmuştu. Alaaddin, bu muzafferiyetlerden memnun, Er- Osman Gazi bu faziletlereyle, Müslüman ve Hristi-
tuğrul’un fedakâr oğluna hisarı temlik ediyor, beylik yan, herkesin muhabbetini celb ediyordu, birçok şehir
alâmeti olmak üzre "envâ-ı tevkîr ile sancak devlet-masîr ler, faziletine meftûn, bilâ mukavemet teslim olurlardı.
ve kös ve nefir ve kemer ve hançer ve şimşir ve zîn-i zerin Genç serdar ahalinin hukukunu muhafaza ediyor, ahvale
ile esb-i binazir" gönderiyordu. O zaman genç kah münasib nizamlar vaz eyliyordu.
ramanın necm-i ikbâli parlıyor, Kayı Hanedanı için
müşaşa bir istikbâl hazırlanıyordu. (687)
Osman Gazi, adaleti ve kahramanlığı ile parlak mu
Ertuğrul'un cesur oğlu bu seri muvaffakiyetlerle
vaffakiyetler ihraz ederken, şarkta Selçuk saltanatı Mo
nüfuzunun arttığını görüyor, her gün bir zaferle mevkii
ğolların mütevâlî darbeleriyle yıkılıyordu. Selçuk sarayın
teâli ediyordu. Osman Gazi'nİn bütün kahramanları, hat
da Alaaddin ile oğlu Gıyaseddin feci bir sûrette öldürülü
ta genç Orhan, Bizans hudutlarında kaleler zabtı ile meş
yor, Selçuk sultanlarının bina-yı saltanatı kanlar içinde
gul oluyor, güzel Nilüfer'in, bir zafer çiçeği gibi, ağuşunu
çöküyordu. Selçuk hanedanının son uzvu, istiklâl gale
tezeyyün etmesi Türklerle BizanslIlar beyninde ırki
yanlarına karşı gasbedilen mirasını istirdada cesaret ede
rabıtalar tesis ediyordu. Osman Bey bu muvaffakiyetleri
miyordu. Moğol hanları vüsta Asya'yı ihâta eden vâsi ül
dûrbinâne bir nazar, âdilâne bir fikir ile idare eyliyordu.
kelerini idareden âciz, daha ziyade ilerlemek istemiyor
Bütün silâh arkadaşları genç beylerinin büyüklüğünü lardı. O zaman nim müstakil beyler, firsattan bilistifade,
tasdik ediyorlardı. Düşmanları bile kendisine hürmet birer birer istiklâllerini ilâna çalışmışlar, ^Anadolu'yu, mu-
ediyorlar, ille mülâkatlarında dinlerini değiştirerek ken telif ve zayıf, müstakil parçalara ayırmışlardı.
disinden ayrılmak istemiyorlardı. Osman Gazi gayet sade Anadolu'da büyük bir tahavvül peyda eden bu istik
giyiniyor, silâh arkadaşlarına âmir olmaktan ziyade ar lâllere karşı Osman Bey, güzel Bizans’ın hudutları karşı
kadaş muamelesi ediyor, fakat icabında bütün emirlerini sında, Sultanönü, Karacahisar ve Yenişehir'e sahip, istik
infaz eyliyordu. Osman Bey, kahraman maiyeti arasında lâlini ilân etmek istemiyor, Selçûkîlerden gördüğü iyilik
tepesi yuvarlak kırmızı serpuş, tac-ı Horasânîyi andıran leri gözünün önüne getiriyordu. Fakat ahvâl-i siyâsiye,
beyaz sarığı ile temeyyüz ediyor, bazen geniş, yakası va OsmanlIların başka sûrette hareketine imkân bırakmı
astarı bir renkte kaftan giyiyordu. Bütün mameleki bir yordu. Şarktan Moğolların, Garptan BizanslIların müda
kaç atla güzel bir sürüye inhisar ediyordu. SeiTete halesi Osman Gazi'nİn memleketini de tehlikeye maruz
kat’iyyen itibar eylemiyor, m uharebelerde alman bırakıyordu. Esasan Selçukiler, evvelâ Ertuğrullulara,
ganimetleri silâh arkadaşlarına dağıtıyordu. İnsanlığa sonra Osmanlılara son derece emniyet etmişler, hizmet
muhabbet, fukaraya dikkat, necib kalbini daima meşgul lerini takdir ederek beylik vermişlerdi. Şimdi Osman
ediyodu. Dul kadınlar, öksüz çocuklar, kimsesiz bîçârel Gazi’nİn bütün mensubiyeti Osmanlılar beylerinin istik
er lutfu ile, sadakasıyla hayatlarını temin eyliyorlardı. lâlini arzu ediyorlar, artık Selçuk beylerinden kimse kal
Kılıcı ile kaleler teshir eden Türk kahramanı, bazen fakir madığını, Oğuz resmî mucebince padişahlık kendisine
bir vatandaşın sefaletine tahammül edemiyor, arksından ait olduğunu söylüyorlardı:
kaftanını çıkararak giydirdiği vâki oluyordu. Osman -Siz Kayı neslindensiniz. Bu, Oğuz Handan sonra
Gazi'nİn evi bütün fukaranın melcei idi; Turan'ın faziletli Oğuz beylerinin ağaları hanları idi. Günhan vasiyeti ve
evlâdı fakirleri sofrasında besliyor, onlara yemekler Oğız töresi mucebince Oğuz neslinden kimse olmayacak
dağıtıyor, ırkının fedakâr bir hâdimi olduğunu fiilen ispat hanlık padişahlık kayı soyu var iken, öz ki bu soya düş
ediyordu. mez. Sultan Alaaddin de babanıza ve sizlere safâ-nazr
TÜRK YURDU
olmuştur. Bu uçlara, size icâzet verip evvel beklemiştir. "TÜRK OCAĞI" İDARE REİSİNİN NUTKU
Öyle ise siz han olmak gereksiz. Siz de saltanata ve han Muhterem Efendiler,
lığa liyâkat var. İttifak dahi bulunsun. Zira saltanat ya it
Mübarek bir günü hep beraber tes’îd ve tekdis et
tifak ile ya istihkak ile olur. Biz sizlere gereği gibi muti ve
mek için ocağımızın davetini lütfen kabul ediniz. Mem
münkad oluruz!
leketimiz için her biri ayrı ayrı bir sebeb-i şeref olan kim
Osman Gazi bu teklif üzerine istiklâlini ilâna razı olu
selerin ocağımızda aynı masa etrafında, aynı asil maksat
yordu. Artık OsmanlIlar için en parlak, en mübeccel da
için toplandıklarını görmek bizi mesut ediyor. Şimdi nez-
kikalar hulûl ediyordu, bütün beyler ve kethüdalar, Oğuz
dinizde, bundan dolayı ifâsına mecbur olduğunuz bir
taifesinin bütün erleri genç padişahın etrafına toplanmış
din-i şükranvâr: Türk Ocağı Türklüğü yükselten büyük
lar, istiklâl merasimine hazırlanıyorlardı. Osman Bey se
lerimize, diğer muhterem ve muazzez davetlilerimize ay
vimli, lâtif simâsıyla, kahraman maiyyetinin karşısında"
rı ayrı beyân-ı teşekkürât eder. Sizi etrafımızda görmek
durmuştu. Beyler ve kethüdalar ( Oğuz resmince) padi
şahlarının önünde üç kere diz çöküyorlar, ballardan yapı saadetini idrak ettiğimiz bu dakikalarda müsaadenizle,
lan şerbetleri, sütlerden yapılan kımızları şevk ve şadi ile Türk Ocağı nasıl doğdu, meslek ve maksadı nedir, bunu
içiyorlardı. Genç Osman, maiyeti beylerine kımaz sunu arz etmeğe çalışacağız. Devletimize pek kadîm zamanlar
yor, bütün cemiyetin mutiâne ve beşûşâne nûş ettikleri dan beri istinatgâh hizmetini gören iki büyük esas vardır:
görülüyordu. Birincisi Müslümanlık, İkincisi Osmanlılık, bu iki esas
Her tarafta sürür ve meserret âvâzeleri yükseliyordu. şüphe yok ki şimden sonra da onun istinadgâhları ol-
Bir taraftan Osman Gazi, elinde bir bardak, etrafına me makda devam edecektir. Yalnız son zamanlarda kendi
sut ve mütebessim bir simâ ile atf-ı nazar ediyor, diğer ta gözlerimizle m üşahede ettiğimiz emsalsiz bir haile,
raftan çavuşların: Rumeli felâketi bizi kendimizi düşünmeğe şevketti. Biz
kâni olduk ki Türkler kendilerini sevmeyecek, ken
-Âb-ı hayatlar, sıhhatler, padişahlık mübarek olsun!
dilerine yine kendileri müzâheret etmeyecek olurlarsa
Duaları yüksek, gür, merdâne akislerle Anadolu'nun
yurdumuzun son parçası da elimizden gidecek, büsbü
tarâvettâr ufuklarına yükseliyordu.
tün perişan olacağız. Türklük cereyan-ı millîsini filân ve
Bu andan itibaren Türk dehası, muhteşem ve asker
filân kimsenin eser-i sun’î addedenler, onun mana-yı ha
bir devletin ilk esaslarını hazırlıyordu. Osmanlılık o gün
kîkisini anlamaktan gayet uzaktırlar... Her memlekette
den itibaren başlıyor, muazzam bir saltanatın temel taşla
her devre esnasında birbirine zıt yüzlerce cereyanı vücû
rı o günden itibaren atılıyordu. Turan’ın sönmez, karar
da getirmek isteyen ne çok insanlar vardır. Onlar maksat
maz, cevvâl zekâları için feyyâz ve bereketli bir menba ha
larında muvaffak olabilmek için, atılan tohumu yetiştire
zırlanıyordu, bu menbadan cûşan olan zafer ziyaları Tu-
cek bir zemin-i manevî lâzımdır. Türklük cereyanı vücut
na'nın pûr-sükûn sularında akisler bırakacak; fedakâr
Muradlar, azametli Fatihler, kahraman Selimler yetiştiren buldu; çünkü onun feyyâz bir hayat ile yaşamamasını
Turan ırkı muhtelif milletlerden ordular teşkil eyleyecek, mümkün bir hâle koyan sebepler hâsıl olmuş, etrafımız
her seferde bir zafer, her merhalede bir eserle şanlı mev- da bin sâik bize: "Sen kendini düşün!" diye haykırıyordu.
cudiyyetini gösterecek: Ki'allar nasbedecek, tadar tevzi Biz Türklüğü aşık bir kalp ile seviyoruz. Çünkü o Türkleri
eyleyecek Genç Osman'ın nedb ve pak saltanatı etrafına halâs etmek için elimezde en son ve en müessir çare ol
ezmine-i kadîmenin bütün imparatorluklarını toplaya duğu gibi İslâmlık için de Osmanlılık için de aynı nispet
cak, Hicaz'ın mukaddes şehirlerini, Mısır'ın hâzinelerini, te müfittir. Bir kavmin kendini idrak etmesinde baş
Babil'in vâsi ülkelerini, Fenike'nin zengin sahillerini Filis kalarını dilgîr edecek hiçbir şay yoktur. Mektep sıraların
tin'in ulvi mabedlerini, Yunan-ı kadîmin Akropolislerini, da iken okuduğum bir lâyihayı şimdi küçüçük bir hülâsa
Kartaca'nın eski beldelerini, Atilla’nın son makrını, Maca ile size tekrar etmek isterim: Hakan-ı mağfur Abdülaziz
ristan'ın zengin memleketlerini yed-i zabtına alacak, gar zamanında Mustafa Fazıl Paşa'yı Anadolu’da bir teftişe
bın en büyük hükümdarlarını mahbesten halâs eyleye memur etmişlerdi. Paşa, saraya takdim ettiği lâyihada o
cekti. zaman hükümdarın pek de alışık olmadığı bir lisan ile:
Büyükada, 15 Kanûnıevvel sene 1329 Parişahım, Anadolu’da birbirine zıt iki âlem var, diyordu.
Bili Hristiyanların, nereden ziyalarını yolladığı bilinmez
Ahm ed Refik
10 TÜRK YURDU
bir güneş altında coşkun bir bahar gibi fışkırıp çıkan tilerse arzularını yerine getirmekte gecikmedik. Buradan
âlemi, köyleri kasaba, kasabaları büyük şehirler haline Türk milletinin bütün evlâdı, aramızda siyaset ve sair
koyan günden güne 2i hayat günden güne 2i kudret ve meselelerde, kanaat farklarına bakmayarak aynı maksat
servet âlemi, o âlem ki dertlerini dinletmek, şikâyetlerini için Türklük maksadı için burada toplanıyor va
anlatmak için patrikhaneleri ve onlar delâletiyle istinat çalışıyoımz. Siz Türklüğe dair bir neşîde söylerken, bir
edecekleri devletler vardır. Buna mukabil devletin en hitabe dinlerken bizi görmeli, anlamalısınız. Bu kalplerde
a2ilı istinatgahı, en emin menba-ı hayat ve kuvveti olan yanan aşkı yükseltiyoruz, teşdid ediyoruz, biz biliyoruz ki
diğer bir âlem varki, Anadolu'nun ortasında, deni2e atıl Türk’ün ve İslâm’ın rehâsı kalblerimizde yanan aşktan
mış ağır bir şey gibi gitgide göçüyor, çöküyor, şehirleri doğacaktır, sevgi bize kuvvet, bize cesaret, bize azm ve
küçük kasabalar, kasabaları köy haline geçiyor, her gün zindegi veriyor; sevgi, işte harabelerden mamûreler
bira2 daha fakir düşüyor, her gün bira2 daha harap ve se çıkaran, karanlık meşûm geceleri reyyân-ı ziya gündüz
fil oluyor. Padişahım, derdini anlatacak hiç kimsesi olma ler hâline getiren, mucizeler meşimesi, burada gör
yan, bakımsi2 himayesi2 bırakılan bu metruk âlemi, bu düğünüz bütün eşya, paramızın dost ellere; kardeş cep
2avallı âlem si2in âlimini2, tahtıni2i tutan hudutlarıni2i lerine gitmesiyle elde edilmiştir: Düşman ellerini biz
koruyan Türk âlemi, Müslüman âlemi diyordu. O zaman silâhlandırmayacağız, kardeşlerinizin şakaklarını delecek
dan beri son senelere gelinceye kadar Türk’ü sevmek, kurşunlar bizim paramızla alınmayacaktır...
Türk’e acımak kimsenin hatırına gelmedi. Anadolu köy
Şimdi gözlerimizin önünde koskoca iki âlem var: Bi
lerine giden yolları yalni2, yahni2 2abtiye memurlarının,
ri mazinin bulutları arasından karanlıklarını yırtarak, sıyı
tahsildarların ayakları acıyordu. Bi2 istedik ki Türk’e en
rarak çıkan beş bin senelik Türk âlemi; diğeri demin so
evvel Türkler muhabbetini temin edelim. Bi2im hiç kim
kakları doldurduğunu gördüğünüz, sanki şafaklar için
seye karşı mülte 2im bir husumetimi2 yoktur. Yalni2bunu
den süzülüp gelen, bize müjdeler getiren yeni bir âlem
da açıktan açığa haber veriyoru2, ilân ediyoru2: Bi2e diş
yarınki canlı, dinç, genç Türklük âlemi, Osmanlılık âlemi.
lerini gösterenlere, etrafımi2da hiyânet tertip edenlere
Gözlerimiz ruhumuz onların verdiği ümîd-i saâdetle,
riyakarlık etmeyeceği2, ayaklarının altında sürünmeyece-
iman-ı âtî ile dolu sizi bu mübarek günden dolayı tebrik
ği2, dalkavukluk etmeyeceğiz. Bize düşman olanlar, düş
eder size davetimizi kabulünüzden dolayı tekrar beyân-ı
manlığa karşı dostluk gösterecek, gaflet edecek zaafı biz
şükran ederiz.
den beklemesinler...
Türklükle İslâmlığın münasebetlerine gelince, size Ham dullah Subhi
ruhumuzu göstererek söylüyoruz ki İslâm’ı nihayetsiz bir
muhabbetle seviyoruz. Diğer İslâm milletlerin evlâdı,
olanları sevdiğimiz kadar, bizi sevenler; onların hayrına, "TÜRK YURDU" MÜDÜRÜNÜN NUTKU
menfaatine gösterdiğimiz alâka kadar bizim hayır ve Ulu Tanrı’nın adını anarak söze başlıyorum:
menfaatimize alaka göstersinler, onlardan başka bir şey
Beyler, ağalar, baş ağalar! Türk Ocağının saygılı
istemeyiz. Onlar da biz de gece sabahlara kadar Rume
konukları!
li'nden gelen iniltileri makhur ve bedbaht dinlediğimiz
günlerde, daha uzaklardan daha derinlerden Trablus- Hepinize gün aydın olsun, safa geldiniz!
garb'dan gelen ininleri, daha uzaklardan Fas'ın biçare Bu gün, kutlu bir gündür: Altı yüz bu kadar yıl önce
nevhatını, başka bir memleket-i İslâm’dan Acemistan'dan yine bu günde, Anadolu'nun gün batısı ucunda Türk,
gelen mazlum seslerini işitiyorduk. Bunu unutmayalım, Türkmen beyleri, toplanıp (Oğuz) töresine göre. Kara
bunu unutmasınlar, biz İslâm evlâdı, tehlikeler harici ola- Osman Bey'i, başlarına han seçitiler, han köterdiler.
mak dolayısıyla yan yana durmak, İslâm’ın en son burç ve
Han göterme töresini, tarihi yazanlarımızın çoğu iyi
bârûları üstüne düşen bayraklarını astırmamak mecburi
anlatmamışlardır. Onların yazdığına bakılırsa Osman Bey,
yetindeyiz. Biz, herkese diyoruz ki kalbimizde İslâm aşkı
kendi gücüne güvenerek, yerini almış gibi görünür. Bu,
hiçbir zaman şimdi olduğu kadar alevrîz olmamıştı.
Oğuz töresine, Türk yasasına uygun değildir. Kara Os
Ocağımız Türk çocuklarının bir ilticagâhı olmuştur.
man, töresine yasaya karşı gelemezdi.
Elimizden gelen bir şey için ne vakit bize müracaat et
TÜRK YURDU 11
Türk töresine göre hanlık yeri açık kalınca Türk bey Bu sözler üzerine Osman Gazi onların tekliflerini
lerinden, Türk ulularından, Türk aksakallılarından bir kabul etmiş. Müverrih Lütfî Paşa yine diyor ki:
büyük dernek, (kurultay) toplanır, han olacak eri bu der "Pes mecmu beyler ve kethüdalar ve Oğuz taifesin
nek seçer; sonra hanı bir keçeye korlar, dokuz kat den onda cem olanlar oru durup (ayakta durup) Oğuz
köterirler, yani joıkarı kaldırırlardı. Osmancığın han resmince üç kere yüğünüp (eğilip )baş koydular. Ondan
köterilmesi de böyle olmuştur. türlü ballardan ve kımızlardan getirip Osman Gazi'ye
OsmanlI tarihlerinin çoğu OsmanlIların Türklüğe suğarak (kadeh) sundular. Çok içti, çavuşlar âb-ı hayatlar,
olan bağlarını nedense çözmek istemişlerse de Kara Os sıhhatlar, afiyetler ve padişahlık mübarek olsun! deyü
man'ı seçen kurultayın ve Oğuz töresinin izlerini bugün dua ve senalar ettiler."
elimizde bulunan tarihlerden bulup çıkarabiliyorum.; Bu iki tarihî vesika ile sabit oluyor ki Osman Gazi
Bakın" Sahâifü'l-Ahbâr" ne yazıyor; kurultayın intihabıyla Türk yasasına göre meşru bir sûret-
"Diyâr-ı Rum'da devlet-i Selâcıka inkiraz buldukta te han olmuştur.
Türkmen beyleri Moğol taifesine itaatten istinkaf edip Kara Osman, Osmanlı hanlığını kurarken, Türk töre
bilcümle Gazi Hazretlerini şem ’ine cem oldular. Ye si, Türk tabiatı pek canlı ve sağlamdı. O cihetle han
Oğuz H an kaidesi üzre önünde d iz çöküp gazi dahi kötermek zaten başka türlü olamazdı. Osman Bey'in tabi
her birine bir kadeh kım ız sundu; alıp itaaten nûş et atını anlatan tarih sözlerine bakılınca, göze çarpan iki
tiler. Pes bu veçhile altı y ü z doksan d o ku z veyahut yedi esası hasleti, bütün Türk beylerinin, hanlarının, kaan-
yüzde emr-i bey'at tam am oldu ." larının, en bariz seciyeleridir: Osman Bey de, bütün Türk
ÇSahaifüİ-Ahbar'' sayfa 278) kaanları gibi kanunlara (yasa ve töreye) ifrat ile riâyetli,
öz dini için gayretli olduğu kadar başka dinlere de
Başka bir müverrih Lütfî Paşa han kötermek resmini
müsaadeli idi. Osmanlı Hanlığı kurulurken onun kurul
daha uzun, daha açık anlatıyor:
masına çalışanların adlarını anmak, o çağda Türklük
Devlet-i Selçûkiye münkariz olupta o devletin kudret ruhunun, kutunun ne kadar sağlam olduğunu anlamağa
ve kuvveti kalmayınca civardaki beyler içtima edip Os kolaylık verir: Ertuğrul oğlunun yoldaşları. Akça Koca,
man Bey'in katına gitmişler, ona demişler ki: Konur Alp (Alap), Turgut Alp, Saltuk Alp, Akbaş, Kara
"Siz Kanı (yahut Kayı) neslindensiniz. Bu, Oğuz Mürsel, Kara Oğlan, Kara Teke, Kara Tekin adlı koca er
Han'dan sonra Oğuz beylerinin ağaları ve hanları idi. Gü- lerdi. Sonraları, bilmeyiz neden Osmanlılığı, kökü olan
vin (yahut G ü n ) Han vasiyeti ve ağız (Oğuz) töresi mu- Türklüğünden ayırmak isteyenler türedi. En yüce, en
cebince Oğuz neslinden (yani doğrudan doğruya) kim sağlam, en canlı bir ağacın bile kökünden ayrıldıktan
se olmayıcak hanlık ve padişahlık kanı soyu var iken Öz sonra çok yaşayamayacağını unuttular.
ge boy soyuna düşmez." İşte bu hatadan birinci inhitat çıktı. İkincisi Selim
Oğuz beyleri bu sırada Selçuk Devletinin kudret ve Han'dan, belki de büyük Süleyman Han'dan, belki biraz
kuvveti kalmadığını ve artık onlardan bir meded erişme daha evvelinden başlayarak Türklüğümüzü yok ettik, bo
yeceğini de Osman Bey'e söyledikten sonra devam ile ğulduk. Türk’ün özlüğünü öldüren bu hastalığa ilâç ara
dediler ki: yanlar, biz Türkçülerin zannına göre, yanlış yoldan gitti
ler: Birinci inhitatın arkasından daha korkunç, daha öl
"Sultan Alaaddin de babanıza ve sizlere safa nazar ol
dürücü ikinci inhitat geldi, çattı.
muştur.
Bugün çıkan Osmanlı Türk ceridelerinin hepsi şim
"Bu uçlara size icazet verip ol beylemiştir. (Yani bey
lik vermiştir) Öyle ise siz han olmak gereksiz. Siz de sal di, biraz geç kalarak, kökten ayrılmanın, tarihi unut
tanat ve hanlığa liyâkat var. İttifak dahi bulunsun. Zira sal manın, an’âneye sadık kalmamanın zararlarını sayıyorlar.
tanat ya ittifak ile, ya istihkak ile olur. Biz sizlere gereği Size iki büyük yazıcımızın, Osmanlı Türk matbuatının
gibi muti ve münkad oluruz." kutupları olan iki zatın buna dair yazdıklarını okuyayım:
"Tanin'"de Hüseyin Cahid'in "melleketimizin esbâb-ı in
12 TÜRK YURDU
hitatını araştırırken maziden ve tarihten uzaklaşmağı, Beyler, Ağalar, Baş Ağalar; Demincek koca kitaptan
gaflet içinde yaşamağı unutmamak iktiza eder." diyor, okuduk: Kara Osman Han kurultaya toplanmış Türk bey
"Peyam"’da Ali Kemal Bey: "Osmanlılığı kâinata velvele lerine, Türk ağalarına kımızlar, suçular sunmuş, biz he
veren o mertebe ale’l-alden bu zemin-i pestiye düşüren nüz kımız, suçu yapamadık. (Gelecek yıla, Tanrı’nın ver
sâikaların bir, belki de birincisi umumiyetle kavmiyetimi gisiyle o da olacak) Biz size ayranlar, çaylar sunuyoruz.
ze öyle gevşekçe sarılmaklığımız, milliyet duygularından- Ve ocaktan küçük kardeşlerimizin hepsi benimle bera
mehcûriyetimiz, hakikî bir vatan muhabbetinden muhru- ber, bir ağızdan:
miyetimizoldu. Mefâhir-i tarihiyesini tebcil edebilen, ma Buyurun, âb-ı hayatlar, sıhhatlar, afiyetler olsun!
zisini ikbaliyle, idbârıyla idrak eyleyen bir millet belâ-yı
Osman Han'ın evlâdına padişahlıklar mengulün ve
mübrem inhitata karşı varlığını daha mükemmel müda
mübarek olsun! diyorlar.
faa kılar." diye aynı şeyi söylüyor.
Akçuraoğlu
Evet, biz iki inhitat devremizde de milliyetimizi tari
himizi, mazimizi unutmuştuk. İşte o unutkanlığımızdan
dolayı da inhitatta bocaladık durduk. Birincisinde Acem TÜRKLÜK ŞÜÛNÜ
olacak olduk. İkincisinde Frenk olmağa imrendik,
OSMANLI DÂRÜLFÜNÛNUNDA VE TÜRK OCAĞINDA
sonunda varlığımız bile elden kaçırayazdık.
İSTİKLÂL GÜNÜ
Lâkin, Beyler, Ağalar, Baş Ağalar!
OsmanlI Dârülfünûnu, Osmanlı hakanlığının istiklâl
" Türk Tanrısı öz ilini esirger.." Öze Tanrı, Türk Tan gününü (17 Kanûmevvel ) canlı ve parlak bir sûrette
rısı, Türk ilini birkaç kerre esirgedi, kurtardı. Türkler Er- tes’îd etti.
genekon'dan bile yol bulup çıktılar. Elbette, bu çıkmaz Saat onda Dârülfünûn ve bilcümle âlî mektepler tale
dan da kurtulacaklardı. Artık özlüğümüzü, kökümüzü besi Dârülfünûnun büyük konferans salonunda toplandı
arıyoruz. Geçmişlerimizi unutmamak, büyüklerimizi, lar. Talebeden bir efendi çıkıp, arkadaşlarını tebrik etti.
büyük günlerimizi kutlulamak, Türk’ün gövdesiyle kol ve Bunun üzerine Harbiye ve Bahriye nezâretlerinden gön
ayaklarının gevşemiş bağlarını bekiltmek dilekleri güçlü derilen dört bando mızıka birden millî marşı çaldı. Millî
ve canlı olarak, genç OsmanlIların göğsünde kabarıyor. marşın tesiriyle coşan Osmanlı gençlerinin mhları müsa-
Bu gün, o kabaran şeyin meydana çıkan bir parçasını faha ederek birleşmiş, yükselmiş ve yek-vücut bir Os
hepimiz görüyoruz. Mutlaka, mutlaka bir gün daha gele manlI gençliği hâsıl olmuştu. Bu canlı kütle, Dârülfünûn-
cek, o kabaran taşacak ve o zaman bütün Türklük kurtul dan çıkup Harbiye Nezâretine gitti. Hukuk şubesi mün
muş olacak... tehi sınıf talebesinden Feridun Fikri Bey, ateşli bir nutuk
ile Osmanlı ordusuna " Osmanlılığın hâris istiklâli olan
OsmanlI Türklerinin bazılarında,"acz ve inhitat
fedakâr orduya" hitap etti. Ve nutkunu "vazifesi dünya
senelerinin verdiği kararsızlıkla bir kesil, kendi yaptık
nın her ordusundan daha büyük, daha çetin ve daha şe
larına inanmazlık ve ümitsizlik var,." diyorlar. Biz Ertuğ-
refli olan mukaddes ordumuza" selâm vererek bitirdi;
rul oğlunun kutlu ruhuna and içerek bağırıyoruz ki o
"Selâm, selâm sana ey Osmanlı istiklâlinin mukaddes ve
inanmazlık o ümitsizlik bizim Türkçü Türklerin arasında
mübeccel ordusu! Sana, Osmanlı Dârülfünûnu ve Mekâ-
yoktur.. Hem nasıl olabilir? Türklük ölemez, yok olamaz.
tib-i Âliyesi nâmına bin selâm ve ihtiram!"
Türklüğün ancak kabuğuna değişmeler, inkılâplar
Feridun Beyin nutkunun hitamında Harbiye Nâzın
dokunabilir; fakat bunlar öze geçemez. Öz, Cengiz'in bir
İzzet Paşa mukabelede bulundu. (Nazır Paşa Hazretleri
tabirini kullanıp diyeyim, kaya billûru gibi sağlam ve
nin nutku 15. sayfada münderictir.)
temizdir.. Türklük Türk Tanrısı gibi mengulündür:
Ebedîdir, ezelîdir, bu mengulün Türklüğe çalışanlar için Dârülfünûn ve Mekâtib-i Âliye talebesi, gayet munta
ümitsizlik, imansızlık yoktur. zam dörder dörder Harbiye Nezâretinin geniş meydanın
dan geçip Divanyolu’na girdiler.
TÜRK YURDU 13
Ümit ve emelleri yüzlerinde nu danan bu genç ve bakkal, kasap, kantarcı, arabacı, aşçı esnafı taraflarından,
dinç ilim ve marifet ordusu, beş altı tabur yani üç, dört bazıları reisleri olmak üzre, murahhaslar bulunuyordu.
bin neferden fazla idi, Saat bir buçuğa doğru ocak tamamen dolmuş ve
Maarif Nezâreti ve Şehremâneti önünde durup nazır âlimlerden, tâcirlerden, sanatkârlardan, ediplerden,
beyi ve şehremini paşayı da istiklâl günüyle tebrik ettiler. mektep talebesinden mürekkep bir sıcak kitle birbirine
girmiş, samimî ve hararetli konuşuyor, karşılıklı birbirini
Maarif Nâzın nâmına Tedrisât-ı İbtidaiye Müdürü
tebrik ediyordu; muhtelif İçtimaî sınıflarımızın böyle bir
Adil Bey cevap verdi (nutku 15. sayfadadır); Cemil Paşa
birine samimî ve dost karışması, kaynaşması, "Ocak"ın
Hazretleri bizzat teşekkür ettiler.
hizmetlerindendir. O gün "Türk Ocağı", gürleyerek,
Sonra Babıâlî'ye gelindi, bu esnada talebe ordusu,
sevinerek, sevindirerek yanıyordu...
bütün Mahmudiye Caddesi'ni kaplamıştı. Dârülfünûn ve"
Hâzırûn arasında, memleketimizin ilim, edebiyat, ve
Mekâtib-i Aliye'nin, Babıâlî'ye hitabına, Dahiliye Nâzın
siyasiyyat âlemlerinde en yüksek mevki tutan simâları,
Talât Bey kısa fakat kuvvetli bir mukabelede bulundu.
Türk şairi Mehmed Emin Bey, Türk edibi Halid Ziya Bey,
BabIâli'den, şehrin en büyük caddeleri dolaşılarak
Müze-i Hümayun Müdürü Halil Bey, "Tanin" Müdürü
hakan hazretlerinin sarayına gidildi. Osmanlı talebe, Os
Hüseyin Cahid Bey, Türk Tarihi müellifi Necib Asım Bey,
manlI hakanının önünde yönünerek istiklâl günü müna
Miralay Fuat Raif Bey, Tercüman-ı Hakikat sermuharriri
sebetiyle tebriklerini, tazimlerini arz edecekti. Hakan
Alımed Bey Agayef, Doktor Hüseyinzâde Ali Bey, Harput
hazretlerinin mukaddes yüzü saray penceresinden belirir
vali-i sabıkı Nâzım Bey, âsâr-ı âtîka mütehassıslarından
belirmez, bu binlerce genç OsmanlIların bağrından ko
Ziya Bey, Doktor Nâzım Bey, müverrih Ahmed Refik Bey,
pup gelen ve civarın tepelerinde, korularında, denizle
DiyarbakIrlI Ziya Bey, Doktor Adnan Bey gibi zatlar göze
rinde mütemadi ve derin akisler yayarak " “Padişahım
çarpıyordu.
çok yaşa!" duası gürledi; ve sonra Necdet Bey "Hakana
İkiye çeyrek kala çay masasının başına geçildi,
Hitab"ını okudu. Hitabın bitmesini müteakip, "nâmdâr
başarıcılardan Akçuraoğlu Yusuf Bey bir nutuk irâd
ata"larını bütün ruhlarıyla bir daha selamlayan bu sada
ederek, misafirleri selamladı, istiklâl gününün Türklük
katli evlâtlar "ata"larının selâmını almakla başları göğe
sıfatını meydana çıkarmaya çalıştı, ve misafirleri çay ve
değmiş kadar müftehir saray havlusundan çıktılar; ve ar
ayran içmeye davet etti ( sayfa 27).
tık millî tezahürat programının son ve en yüksek madde
si olan hakana arz-ı hürmet de ifâ edilmiş olduğundan Birer bardak çay içildikten sonra, başarıcılar başı
dağıldılar, Hamdullah Suphi Bey söze başladı; Evvelâ misafirlerin
teşriflerine teşekkür etti, sonra "Türk OcağYnın maksat
Türk Ocağı'nda, istiklâl gününün şerefine bir çay zi
larını, nasıl çalıştığını anlattı (sayfa 23). Çay içilip bittikten
yafeti tertip olunmuştu. Türk Ocağı İstanbul'un ilim,
sonra Türklerin büyük ve muhterem şairi Mehmed Emin
edebiyat, sanayi ve ticaretinde mühim yer tutan zatları ve
Bey, "Selâm Sana"sını, Osman Gazi Hazretlerinin mukad
sınaî, İlmî, edebî cemiyetlerini o gün misafirliğe çağırmış
des ruhuna bugüne değin hiç şüphesiz hiç kimse tarafın
tı. Saat birden itibaren davetliler gelmeye başladılar. Oca
dan edilmesi müyesser olmayan bu yüce hitabını okudu
ğın ak sakallılarıyla başarıcıları, misafirleri karşı alıp ağır
(sayfa 1). Ocak misafirleri, büyük şairimizin bu enfes
lıyorlardı. İttihad ve Terakkî, Müdafaa-i Milliye, Donan
eserinin ulvî tesiriyle mahzûz ve müstefid, yavaş yavaş
ma, Hilâl-i Alımer, Tarih-i Osmanî, İstanbul Muhibleri,
dağıldılar.
Mülkiye Mezunları, Kürt Hevi Cemiyeti, Tatar Cemiyeti
Hayriyesi, Ankara Talebe Cemiyeti, Uzun Çarşı Esnafı,
>B
» «B ^
Tûkk Vukdu
Türelerin Tâides'me C altsır
«S.
^ a >t e d e r ç c d a r
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
LIBERTE
İnyorans Liberte
-Yavaşça Entrik'e- Ben bir bed-ahlâk
Ezberim nasıl?.. Sokak kızıyım!.. Saray-ı devlete
Yakışmam!..
Entrîk
-Cevaben- Despot
Tam! -Liberte'nin elinden tutarak-
Gel, mukaddes mahbus, ıtlâk
Despot
olunacaksın.
-Kalbî-
Yol bulunursa Liberte
Şöyle bulunur: -Hayret ve beht ile-
-Cehrî- Kral!..
Liberte'ye haber!
İnyorans
Bir Hâdim -Yavaşca-
Efendim?.. İşler yaman,
Entere!..
Despot
Buraya gelsin! "kalbî" Bir ezâ!.. Entere
-Cehrî- Ben de öyle anlarım!
Ulemâ hep toplansın!.. Nation da!..
Entrik
"Birkaç hademe girer, kurenâda telâş"
-İkisine de-
Entere Sus!..
-Hene-
Hâriçte esvât
Pres?..(?)
Yaşasın hükümdar!..
Enterik
Liberte
Gelecek!
-Daima hayretle-
Traizon Bu da ne?
Lez Enspire?... Traizon
Enterik -Kurenâya-
Keza!... Aman
Ahali geliyor!..
( b "ideal esthetique- Bediî Mefkûre" unvanlı kitabının bilhassa 152 nci sayfası.
150 TÜRK YURDU S a y ı 57
zellik, iyinin iştiyak ile dolu, cazibeli şeklidir ve bu cazibe çoğu Avrupa edebiyatlarına bile nakledilmişlerdir; bir
bizim için ahlâkî faaliyetin umdesidir; her ahlâkî fiil gü cümle ile Yeni Yunan Edebiyatı yanlış yollarda bir müd
zeldir, ve asla bir güzel yoktur ki ahlâkî bir kıymete mâlik det dolaştıktan sonra kendi şehrâhını bulmuş, ibtidaî ve
olmamış olsun; çünkü her güzellik terbiyevîdir; mürebbî, hâcis bir ruh kazanarak yükselmeye başlamıştır.
gencin ruhunu cidden güzelleştirdiği vakit, bedî: hayat Bu bahiste bir noktayı daha kurcalamak isterim: Ha
içinde ahlâkî hayat bir itiyad hâlini alır.." Alman Edebiyat kîkî bî sanatkâr "mektep" de tanımaz. Esasen edebiyatta
Tarihi'ni yazan "Arthur Şöge" de ibtidâî (original) bir "mektep" demek şahsiyet ve mesleğin ölümü demektir;
edebiyat yapmak milleti yaratmak değil midir?" diyor. (D pek meşhur bir misal alacağım: Fransızların son devrede
Yani şair tamamen "serbest bir ruh" a mâlik olmalı ve "sa yetişerek "Realizm" unvanlı bir mektep tesis eden ro
nat" tan başka bir şey düşünmemelidir; kâfî ki kalbinde mancılarından çoğunun nasıl ve ne gibi şeyler kaybettiği
millî bir gurur taşısın, ve bu millî gurur ona şu veya bu şa ni bu edebiyatı az çok bilenler hatırlar; onlar Realizm nâ
hıs, yahut milleti taklit yolunda "reflet-gölge" hislerle do mına "Hayatta ne görürsek şahsiyetimizi karıştırmaksı
lu eserler yazdırmasın.. Bunun haricinde kendisine kim zın, aynıyla eserlerimize aksettiriceğiz." dediler; Hâlbuki
bir fikir dermeyan eder, "filân meseleye dair bir şiir, bir " Nordav"ın çok iyi teşrîh ettiği gibi neticede hayatı ça
roman, bir temaşa kaleme alınız!" derse Goethe'nin meş mur görmek ve göstermekten başka birşey yapmamışlar
hur cevabını vermelidir: "Haydi kendine bir başka uşak dır; Fransız edebiyatına kıymetli bir tarih hediye
ara!..."Hülâsa taklidî bir edebiyatın ne derece kıymeti eden"Güstave Lanson"un kavlince, iflâslarını da bu hazır
yoksa "halk için" fikriyle meydana çıkacak yazıların da o lamıştır. İşte edebiyatta mektep insanı böyle uçurumlara
nisbette kıymeti yoktur. Yüksek hâcis ve ibtidaî bir ede atar ve iddia ettiği umdeye de riayetten meneder. Fran
biyat yapmak... İşte kalbinde milliyet sevdası taşıyan cid sız realistleri bütün iddialarına rağmen ekseriya "reali-
dî sanatkârlar için gaye... te-şeniyyet" i görmemişlerdir; çünkü o, kaidelede esir
olarak görülemez, onu görecek göz bilâkis her türlü ka
Maamafih bu hakikat teceddüd hengâmelerinin cû-
yıttan âzâde, nâfiz ve serbest olacaktır. Aynı zamanda
şu ve hurûşu arasında birdenbire meydana çıkamaz; şim
"Realizm" de diğerleri gibi, bir müddet "moda" olmuş,
di bizde, otuz sene evvel Yunanistan'da olduğu gibi... O
sonra ortadan kalkmış bir tarz değildir; bunların hepsi
zaman yeni bir tarz "ibdâ‘" etmek isteyen Yunan edipleri
bir müddet "sahte" eserler yazmaktan başka bir şey yap san'atın her devresinde mevcut idi. "Albala"ya göre "Re-
mamışlardı; o vaktin şöhretli temaşacılarından müteveffâ alizm"in hakikisi "Homer"dedir; çünkü onun en doğru
"D. Kurumilas" zahirde klâsik edebiyattan yüz çevirdi, manası mecrâlardan uzak kalacak, ruhu, hayatı, tabiatı
Alekxandre Dumas gibi, Sardo gibi, Labiş gibi Fransız canlı tasvirlerle anlatabilecek bir kaleme mâlik olmaktır.
ediblerini üstad tanıdı. Neticede sanatın anlattığı güzelli Bu mana ile en büyük realistlerden biri de İngilizlerin öl
ği tecellî ettirebilmekten mahrum kaldı: Çünkü Fransız mez şairi "Shekespeare"dir; temaşaları bütün bir hayat
hayatıyla Yunan hayatı arasındaki fark, zevkin zıyâına se ve harekettir: Sahnelerin teâkubu, heyecan ve infiallerin
bep olmuştu. Maamafih teceddüd hengâmelerinin bu kuvvet ve samimiyeti, vezinde bile kaideyi yırtması, hülâ
şaşkınlıkları bedbînî verecek bir mâhiyeti asla hâiz değil sa bütün bu çalaki bize "realite"yi, ve onun tıpkı bir sine-
dir. Büyük tehlike bu şaşkınlığa kurban giden sanatkâr matoğraf şeridi gibi "mütemâdî-continuite" olduğunu,
ların şahıslarına inhisâr eder; onlar edebiyat tarihlerinde yine bir "mütemâdîlik continuite" ile takrir ediyor; işte
bir satır bile iltifat kazanamazlar. Fakat bu kıymetsiz yazı hakikî Realizm..
lar ileride muhteşem bir tekâmülü doğurabilir. Nitekim
Edebiyatta mektep tanımanın zararını, aleyhinde bu
yine Yeni Yunan Edebiyatının son devresinde kuşbakışı
lunan "Fernand Grapvez" de dahil olduğu hâlde Sembo
bir göz gezdirmek müddeâmı ispat eder: "Kostantin Kris-
lizme tâbi Fransız şairlerinde de bulabiliriz: Bu mektebin
tomanos"un [Üç Bûse], [Sun‘î Bebek], "İspromelas"ın
mensubları gitgide o derece dar bir çerçeve içinde büzül
[Kırmızı Gömlek], "Greguar Ksenopulos"un [Kırmızı
müşlerdir ki hemen hepsinin bütün kitaplarındaki mev-
Yollar] gibi eserleri o kadar kıymeti hâizdir ki bunlardan
zuların listesini yapmak gayet kolaydır: Akşamlar...Sessiz kalbinde millî gurur taşımayan ferdlerden mürekkeb mil
likler..Abajurlu lambalardan düşen gölgeler...Hıçkırık letlerde bulunmaz, İçtimaî ve edebî tarihlerin karşılıklı
lar...Mütemadiyen tak-tuk eder duvar saatleri ve sonra tedkiki bunu ispat eder.
bitmez tükenmez hüzün ve melâl... Hepsi bu kadar! İşte Edebiyatta taklit ve mektep zarardan başka bir neti
bu dar çerçeve kendilerinden sonra gelenleri bıktırdı; ce vermez; esasen taklit, tefevvuk-ı basenin yokluğunu
"Lanson" a göre bu bezginlikten dolayı yarınki Fransız gösterir ki şairler bu mevkide kaldıkça "ibdâ"dan mah
Edebiyatı "Romantizm"in, "Sembolizm"in imtizâcmdan rum olacaklarına şüphe yoktur; halbuki sanat, ibdâ de
mütevellid bir "İntegralisme-Herşeycilik"e bürünecektir. mektir. Bu noktadan bakılırsa, edebî şahsiyetleri mutlak
Bunun manası, şairlerin kabiliyetlerine iktifa ve "mek- kâideler üstünde )4irütmek isteyen mektep de bir nevi
tep'Ten uzak bulunmalarıysa ne alâ!.. taklittir.
"Romantizm" için de böyle olmuştur; onu "hakikat Hâcis ve ibtidâî olan millî edebiyatın "Nâsa aid
ten kaçmak, uzak ve eski memleketlere gitmek mektebi" nesg"e mâlik olması demek nâsa mantıkla öğüt vermesi
diye hülâsa etmek isteyenler aldanmışlardır. Bu yanlış te demek değildir: Edebiyat hayattaki güzellikleri keşif için
lakki Fransa'da "Lecomte de Hile" gibi şairler yetiştirmiş "halka doğru" gitmelidir; fakat asla halk için olmamalıdır.
tir ki neticesi parnasiyenlerin kalpten doğan heyecan ve
Millî edebiyatı bu mana ile anlamak isteyerek aley
infiallerden uzak, plâstik şiirler yazmak isteyen akideleri
hinde bulunanlar ne kadar haksızlık etmişlerse, yine bu
ne kadar dayanmıştır. Edebiyat meselesiyle uzunca bir
mana ile anlayamayarak kabul edenler de büyük bir teh
müddet uğraştığını söyleyen "Max Nordav", "İnsanlık ze
likeye girmişlerdir.
kâsının mahsûlleri arasında, edebiyattır ki beşeriyetin
bünyesine ârız-ı tegayyür ve iğtişâşları hepsinden evvel Bir cümle ile edebiyat halk seviyesine inmez; yalnız
gösterir." diyor ve bu pek doğru sözden sonra Alman Ro halkın ruhundan edebiyata bir şiirîlik hâssası vârid ki işte
mantizmine geçerek bu edebiyatın membaını Russeav ta bu, inkıtaa uğramamalıdır.
rafından telkin edilen fikirlerde buluyor. Ona nazaran Bugüne kadar sahibi olduğumuz klâsik yani taklidî
Romantizmin gayesi bugünkü hayata müsned, sun‘î ve ve mektebi edebiyatın boşluğu son günlerde tamamen
hayâli bir âlem yaratmaktır. Milletleri mefkûreci yapan anlaşılmıştır: Milliyet muarızlarından Yakub Kadri Bey bi
Russeav felsefesinin Alman romantiklerine -bu itibarla- le bir makalesinde "Osmanlı Edebiyatı denilen şeyin-
tesiri kabildir. Fakat bir taraftan kendi ırkı için yoktan bir Türklükle hiç alâkası yoktur, o Acemleşmiş, Fransızlaş-
vatan çıkarmak isteyen, öte taraftan her İçtimaî hakikate mış bir Bizans edebiyatıdır." diyordu. Şebâbeddin Süley
yalan diyen bu mefkûre düşmanı Yahudi mütefekkirinin man Bey de " Evet şimdiye kadar millî bir cereyan ile gı-
maksadı başkadır: O kendi iddialarını kuvvetlendirmek, dâyâb olmuş, bu zavallı memleketin, bu zavallı diyârın
edebiyatınbile bugünkü medeniyetten hoşnut olmadığı emrâz-ı içtimâiyyesini, mesâib-i hayâtiyesini, ihtiyâcâtını,
nı göstermek istiyor; halbuki Romantizmi yapan, doğru gâyesini gösterecek bir mâhiyet kesbetmiş edebiyata mâ
dan doğruya kaideciliğe ve taklide düşman olan "hads" lik değiliz." diye kederleniyor.
melekesinin isyanıdır; yoksa çerçeveli bir mektepten
Epeyce uzun süren makalemi bitirmek için son bir
sonra yine çerçeveli bir mektep çıkarmak değildir. Hade-
söz söyleyeceğim:
se bu isyânı yaptıran âmil de "milliyet"in ve "millî gu-
Türkler hakikî, millî bir edebiyata mazhar olacaklar
rur"un tezahürüdür.
dır; çünkü "millî vicdanları" doğmuştur.; ben bu millî vic-
4
dânın doğuşunu hayli zaman evvel birçok tezahürlerle
İCMAL
görmüştüm; hakikî ve millî edebiyatın doğacağını da es
Millî Edebiyat Millî Vicdanla Doğar-San‘at İbdâ‘ De ki edebiyat sahiplerinden Süleyman Nazif Beyle arkadaş
mektir; Halka Doğru Edebiyat Olur, Halk İçin Olmaz-Bu- larının telâşından anlıyorum!..
güne Kadar Sahibi Olduğumuz Edebiyat-Son Söz
Kadıköy, 12 Teşrinievvel 1329
Millî edebiyatın hakikî manası hâcis ve ibtidâî bir
Ali Canib
edebiyat demektir ki müşterek bir vicdandan mahrum.
152 TÜRK YURDU S a y ı 57
TARİH UE ASAR-I ATIKA asr-ı milâdîye kadar devam eder. Asm mezkûrda Tuna
BULGARLARIN MENŞEİ Bulgarları arasında yazı ve edebiyat peydâ olmaya ve in
kişâfa başladığı için Bulgarların menşeleri hakkında yerli
Birinci Kısım
ve aynı zamanda daha kat'î lisan vesikalarına tesadüf
VOLGA VE TUNA BULGARLARININ LİSANINDAN olunması lâzım gelirken esbâb-ı âtiye dolayısıyla bu kabil
ME’HUZ EMÂRELER vesâik mefkûddur.
(Başı linçi Yılın lin ç i Sayısında) Dokuzuncu asrın ortalarında Tuna Bulgar Hanların
5) Muhtelif Kelimât (Mâ-ba‘d) dan Boris kendi tebaasından olan ve ötedenberi Bizans
İmparatorluğu siyasetine mütemayil bulunan ve daha ev
Selki veya Şelki-İbn-i Eadlan'ın mektuplarından muk
vel Hristiyanlığı kabul etmiş olan yerli İslav unsurundan
tebes kelimât meyânmda olup sûret-i telâffuzu ve
mühim birkısmının cehd ve tesiriyle ve hariçten Bizans
manâ-yı aslîsi elan pek müphemdir, Senkorski Slav-Rum
Hükümetiyle diğer bazı Avrupa hükümdarlarının nüfuz
elfâzı olan "selko" ve "vaselko" kelimâtından müştak bir
ve tazyikiyle din-i İsevî'yi kabul ve memleketinde resmen
söz gibi telakki ederse de Bulgar Profesörü Şişmanof mu-
ilân etmek mecburiyetinde bulundu. Türk-Bulgar unsu
harrir-i mûmaileyhin mütalâasını gülünç buluyor. Muhar
ru buna tahammül edemeyerek isyan etti. Bu sûrede baş
rir Kerkavi İslav lisanında müstamel salko, silka, sulko,
layan kanlı ihtilâl ve isyanlar dolayısıyla birkaç hükümdar
şulo, şilko ve ilh.. kelimâtı bâlâda münderic "selki" veya
hal‘ ve tahvîl edildiği gibi memleketinde Hristiyanlığın
"şelki" kelimeleriyle mukayese etmektedir. Kazan Dârül-
bekasını arzu eden Boris Han, muhaliflerden elli kadar
fünûn muallimlerinden Bulıgin Çeremisler ve Çuvaş
en büyük Türk-Bulgar zâdegânını bütün aileleriyle bera
Türkleri arasında putperestlik itikadât-ı bâtılasını irsen
ber kati ve idam ettirdi ve bilâhere kendisi de saltanattan
muhafaza edenler elyevm diğerlerine "silko" ismini ver
ferâgat etmek mecburiyetinde bulundu. Bütün bu ahvâl
mekte bulunduklarını bizzat müşahede eylemiştir. İşbu
memlekete hâkim bulunan Türk-Bulgar unsurunun yeni
kelime, Çuvaşların hâkimiyet-i maziyelerinin müphem
dine bir türlü ısınamamış olduğuna delâlet eder. Diğer
bir hatırasını andırır tarzında telâkki edilip onların arasın
cihetten din-i İsevî'nin sâlik ve nâşirleri olan İslavlar ise
da kemâl-i ihtiramla yâd edilmektedir. Bizce şu son hal
kilise kitaplarını Rumcadan kendi lisanlarına nakil ve ter
tesadüfen Rum ve İslav "Vasiliy" kelimesine benzeyen iş
cüme ettiler ve bu sûrede İslav lisânı kilise lisanı şeklini
bu "selki" lâfzının bilhassa eski bir Çuvaş-Türk ismi oldu
aldığı gibi devr-i mezkûrda Bulgar Edebiyatı münhasıran
ğunu gösteriyor; nitekim hâl-i hâzırda Selânik Vilâyeti da
Rumca kilise kitaplarının tercümelerinden ve dine ait ba
hilinde Kılkış kazasının Bulgarlarıyla diğer mahallerdeki
zı tefsirlerden ibaret bulunduğu için edebiyat lisanı mev
Bulgarlar arasında dahi irsen muhafaza olunan putperest
kiini de iktisab eyledi. İslav lisanı, dînî ve mukaddes lisan
itikadât-ı bâtılasınca yeni dünyaya gelen erkek çocuğu
mevkiini iktisab eyleyince artık sonradan gelen muharrir
vaptis (vaftiz) gününe kadar "şilko", "şule" tesmiye olu
lerle nâkiller bu lisanın esasından dışarı çıkmamak mec
nur ve vaptis merasimi icra olunduktan sonra artık bu
buriyetinde idiler. Fazla olarak muhtelif zamanlarda cârî
lâfız istimal olunmaz. Çünkü ihtiyarların anlattığına göre
olan ruhânî sansürler, kilise kitaplarının münderecâtıyla
bu isim putperest bir isim imiş ve çocuk vaptis merasi
beraber lisanın tebeddüle uğramamasına da kemâl-i
minden evvel putperest olduğu için bu isim ile tesmiye
ehemmiyetle itina ediyorlardı. İşte bunun içindir ki on-
olunabilirmiş bilâhere ise Hristiyanlığı kabul edince
beşinci asra kadar yazılan ve bugüne kadar muhafaza edi
onun telâffuzundan sarf-ı nazar etmek lâzım imiş.
len bazı İslav-Bulgar ruhânî ve edebî eserlerinden Bulgar
İKİNCİ KISIM ların asıl millî lisanları hakkında doğru ve hakikî bir fikir
(İslav-Bulgar) Kilise Âsârında Görülen (Türk-Bulgar) Lü hâsıl edilemez. Arzettiğimiz bütün bu gayr-ı müsait ahva
gati ve Bunların Ehemmiyeti le rağmen asıl millî Bulgar lisanı resmî kilise lisânına ic-
Volga ve Tuna Bulgarlarının esasen Türk kavmine râ-yı tesir etmekten hâlî kalmamıştır. Tedkîk-i elsine iti
mensup olduklarına dair makalemizin birinci kısmında bariyle (İslavizm) in en marûf mütehassıslarından Avus
zikr ve tadâd ettiğimiz lisan vesikaları takriben Onuncu turyalI Doktor Franz Mikloschitch Bulgar kilise lisanında
mevcut olan ve hakikat-i hâlde İslav lisanlarına tamamiy-
Sayı 57 TÜRK YURDU 153
le yabancı bulunan izleri kemâl-i itina ve isabetle tedkik Tovar Davar (hayvan)
hadd-i zâtında Bulgar lisanında mevcut olması kadar devlet dahi yıkılmağa başladı. Mahmud Muhtar Paşa Bal
hâiz-i ehemmiyet değildir. Tarihin nakliyâtına göre Yu- kan Muharebesine dair yazmış olduğu eserinde köylü
nan-ı kadîm ve Yunanlılarla sâkin olan yerler büyük bir İs hakkında pek ziyade şâyân-ı dikkat sözler söylemiştir,
lav nüfuz ve cereyanının taht-ı tesirinde bulunmuş oldu Müşarünileyh bu eserinin bir yerinde "Köylünün müda
ğu hâlde eski ve yeni Yunan lisan-ı edebiyesine ancak on faa ve muhafaza edecek canından başka hiçbir şeyi kal
bir İslav kelimesi dahil olabilmiştir." madı. Bununla beraber nice senelerden beri rediflerin
Bunu da ilâve edelim ki birçok İslav âsâr-ı atîkasında ikide birde seferber edilmesi ve o yüzden ailelerce vu-
Türk-Bulgar kelimâtının mevcut olup olmadığı hakkında ku‘a gelen zâyiât-ı külliye "Ezillet-i nefs" dedirecek hâle
henüz tedkikat ve tetebbuât-ı kâfiye yapılmamıştır. getirdi. İşte hâlet-i ruhiye bu merkezde idi.'TÜBöyle ol
makla beraber Osmanlı Ordusunu teşkil eden Anadolu
Bitmedi.
köylüsü vatanını müdafaa için son dakika kendisinde yi
İvan Manulef ne kuvvet bulmuştur. Osmanlı İmparatorluğunu bu defa
dahi yine kurtaran ancak Anadolu köylüsüdür.
Siz, milletinizin ne kadar acılar çekmiş olduğunu gö Eğer aradaki fark yüzde ile hesap edilecek olursa, bu
rüyor musunuz? Milletin âh ü enini ile çınlamakta bulu seneki zahire aşârının 1328 senesine nazaran yüzde (14)
nan bu memleket o kadar büyüktür ki onu gözle ölçmek nisbetinde ve 1327 senesine nazaran yüzde (9,8) nisbe-
ve at ile dolaşmak mümkün değildir; milletin felâketi, an tinde daha az olduğu anlaşılır. Yine tekrar ediyorum,
cak ince mülâhazalar ve uzun hesaplar neticesinde iyi an bunlar bugünkü vilâyât-ı Osmaniye aşârı vâridâtıdır. Eğer
laşılır. Maliye Nezareti'nin yaptığı gibi her senenin aşârını ayrı
olarak tetkik edecek olursak o zaman daha büyük bir
Ben bu hususta birkaç rakam göstereceğim:
fark zuhur edeceğinde şüphe yoktur. Bu seneki tütün
Hükümetin toplanan vergiler hakkındaki senelik he
aşârı, geçen seneden yüzde (9,3) daha azdır. Bununla be
sapları elimde bulunuyor,,.Bu hesâblardan benim en zi raber daha 1328 senesindeki tütün buhranını nazar-ı iti
yâde nazar-ı dikkatimi celbeden aşâr vergisidir. Zira mah-
bara almak lâzımdır. Zira tütün mahsulü buhran neticesi
sûlâtta görülen bolluk bundan anlaşılabilir. Köylünün
olarak pek ziyade tenâkus etmişti. Bu tenakus 1327 sene
kendini ve hayvanını besleyecek vesâite mâlik olup olma
sine nazaran yüzde (49,5) nisbetindedir. Ancak 1329 se
dığı ancak buradan anlaşılabilir.
nesinin aşârı 1328 senesinden daha fazladır. Fakat bu,
Ben, aşâr vergisinin 1329 senesi başından (Martın 1327 senesine nisbeten daha azdır. İpek ziraatinin, köy
dan) Eylül nihâyetine kadar toplanmış olan kısmına ait lünün ahvâl-i umûmiyesi üzerinde büyük bir ehemmiye
malûmat elde edebildim. Bu hususdaki malûmatı 1328 ti yoktur.
ve 1327 seneleri aşâr hasılâtıyla mukayese edeceğim. Fa Aşâr vâridâtıyla beraber birçok vilâyetlerin diğer vâri-
kat bugünkü arazinin evvelki senelere nisbeten daha az dât-ı düveliyesinden de tenakus zuhûr etmiştir. Bu pek
miktarda bulunması, bu mukayeseyi biraz işkâl eylemek sarih bir hakikattir. Zira yiyecek bir şeye bile mâlik bulun
tedir. Eğer geçen senelerin aşâr vergisi hasılâtı bugünün
mayan köy ailelerinin vergi ödemek için paraları tabiî bu
aşârıyla mukayese edilecek olursa Rumeli Vilâyâtının zı-
lunamazdı. Bu sûretle köylünün fakr ü hâli devlet vâridâ-
yâı sebebiyle arazinin azalması neticesi olarak aşâr hasılâ- tı üzerinde bir tesir husûle getirmiştir. Binâenaleyh dev
tının da azalmış olduğu görülür. Bu sebepten dolayı ben
letin ahvâl-i mâliyesi köylünün ne hâlde bulunduğunu
bu husûsta daha başka bir sûrette hareket edeceğim: Ev gösterir bir miyârdır.
velâ şimdi kaybedilmiş olan Rumeli Vilâyâtına 1327 aşâr
Mâliye Nezâreti'nin neşretmekte olduğu istatistik
vergisinden yüzde kaç hisse isabet ettiğini tayin edece
cedvellerine göre, bu senenin eylülü nihâyetine kadar
ğim. 1327 ve 1328 seneleri başından Eylül nihayetine ka
vâridâtında geçen senenin aynı devresine nisbeten vukû
dar toplanan aşâr hasılât-ı umûmiyesinden Rumeli Vilâyâ-
bulan tenâkus ber-vech-i âtidir:
tına isabet eden kısmı bâlâdaki usûl ile elde edilecek olan
Vilâyetler Tenakusun Miktarı Tenakusun Nisbeti
nisbet sayesinde tayin ve tarh eyleyeceğim ve bu suretle
Edirne 53734480 %90,7
bugün Türkiye idaresinde kalan arazinin aşâr hasılâtı
Ankara 12929420 %28,2
miktarı meydana çıkacak ve elde edilen neticeyi 1328 se
Aydın 27343100 %22,7
nesinin Eylül nihayetine kadar toplanan aşâr vâridâtıyla
Basra 2198600 %17,3
mukayese ettiğimde aradaki farkın neden ibaret bulun Bağdad 6435050 %18,0
duğunu gösterebileceğim. Beyrut 2956950 % 9,0
Bugün Türkiye idaresinde bulunan vilâyetlerin Eylül Haleb 5204950 %14,9
nihayetine kadar vermekte oldukları aşâr hasılâtı şöyle- Hüdâvendigâr 27686810 %37,8
Suriye 6833500 %14,4
dir:
Trabzon 10127530 %35,1
SENELER ZAHİRE TÜTÜN İPEK
(milyon guruş) (milyon gumş) Kastamonu 5984870 %21,8
Konya 13424280 %19,1
1327 202,5 29.1 14,1
İzmit Sancağı 2253550 %16,1
1328 212,4 16.2
Bolu Sancağı 2365670 %14,1
1329 182,7 14,7 12,:
Canik 1335130 % 8,6
156 TÜRK YURDU S a y ı 57
tamonu ve ilh.(b gibi vilâyetlerde de vâridâtın azaldığını nı gezemesem bile bu tarihî beldenin muhterem Türkle-
görüyoruz. Velhâsıl muharebe memleketin her tarafında riyle yakından temas etmek pek zevkime geldi.
iktisaden tedenniyi, köylülerin dûçâr-ı fakrini mûcib ol Manisa'nın öteden beri nice târihî bir kıymeti, bir
muştur. ehemmiyeti vardı; bir kere burası Selçuk hükümetinin
Muhtelif muharebelerin heyecan ve acılarını gördük inkırâzında "Saruhan" beylerinin makam olmuştu. On
ten sonra köylerine avdet eden köylüler, her tarafta ku dan sonra da kudret ve şevket devirlerimizde şehzâdele-
surlar ve eksiklikler bulmuşlardır. Yolundan çıkmış olan rimizin "hükümdarlığa mülâzamet" yeri ittihaz edilmişti.
ziraatı düzeltmek için işe sarılmak iktiza etmiş ve köylü O büyük sultan oğullarının, atalarının yaptırmış oldukla
işe başlamıştır! rı camiler Türk sanatının bu ölmez âbideleri ince, zarîf
minareleriyle beldeyi yer yer tezyîn ediyordu.
Köylüler o kadar dikkat ve hâhişle işe tutunmuşlar
dır ki bunun neticesi olarak ziraatin bütün aksâmında da Vaktiyle şehzâdelerimizin böyle payitahttan oldukça
ha şimdiden bir iyilik müşahede olunmağa başlamıştır. uzak yerlerde valilik etmeleri, âdeta müstakil birer devlet
Duyûn-ı Umûmiye İdaresi'nin vermekte olduğu maluma şeklinde hüküm sürmeleri ne kadar iyi idi. O vakit onlar
ta göre, onun idaresinde bulunan aşâr ve ağnam vâridâ- ileride hakanları olacakları halk ile doğrudan doğruya te
tında eylül ve teşrinievvel ayları esnasında geçen seneye mas eder, devletin her dürlü idaresine alışırdı.
nisbeten bir tezâyüd müşahede olunmaktadır. Bu sene
Bu güzel adetin sonradan terkini mûceb olan sebep
nin aşâr ve ağnâm vâridâtı geçen senenin aynı aylarında
ler nedir? Şehzâdelerden bazılarının fena nasıhlar teşvi
ki (559221) guruş aşâr ağnam vâridâtından (176005) gu-
kiyle padişaha karşı isyan etmeleri, devleti birtakım dahi
ruş daha ziyadedir. Bu ziyadelik yüzde (31,4) nisbetinde
lî gailelerle uğraştırmaları başlıca sebeblerden olsa gerek
demektir.
tir. Bu gâ’ilileren tekrar etmemesini, başka bir sûrede
Köylü aklı, gücü yettiği kadar çalışmaktadır. Karınca temin etmek elbette daha iyi olurdu. Ne olursa olsun, ilk
gibi çalışmayı seven köylü, devletin dayanmakta bulun hâkanlarımızın tasvip ve tatbik ettikleri bu güzel İdarî
duğu ziraate vücut vermektedir. tedbîrin terk olunması bu memleketin mukadderâtı üze
Bitmedi. rine fena bir tesir icra etmiştir. Şimdi artık şehzâdelerimi-
Parvus zi devletin muhtelif işlerinde kullanarak onlardan mem
lekete nâfi hizmetler beklemek zamanı gelmiştir zanne
derim.
( ü Harp sahnesi olmadığı hâlde en ziyade vâridâtı tenakusa uğrayan, yani harpten en çok zarar gören vilâyetlerin, Türklerle meskûn vilâyetler
olmasına karilerimizin bilhassa nazar-ı dikkatlerini celbederiz; Hüdâvendigâr Vilâyeti'nin tenakus-ı vâridâtı yüzde 27,8 Trabzon'un yüzde 35,1
Kastamonu'nun yüzde 28,8 Ankara'nın yüzde 28,2 olduğu hâlde Beyrut'un yüzde 9, Kudüs'ün yüzde 6,4 dür.-Türk Yurdu
Sayı 57 TÜRK YURDU 157
mahbuslara iyi bakılıp bakılmadığını anlamak değildi. ler, yalnız bir ocaktan ayrılmış olanlara bu şeyleri ver
Ben bu işlerden pek o kadar anlamam; bununla beraber mekte bir beis yoktur. Çepniler, derviş koşmaları, İlâhîler
etrafı duvarlı bir arsanın orta yerine bir katlı olarak kon okuyorlar; mazbût olmadığı için, ağızdan ağıza geçerken
durulmuş olan hapishane binasını pek fena buldum. Dış birçok tahriflere, yanlışlıklara uğramış; anlayabildiklerim
kapının üzerinde, hapishanenin avlusuna bakan bir oda den birkaç kıt‘a şuraya yazıyorum:
cık var ki burası müdüre mahsustur. Ben oraya çıktım; ve Aşağıdaki İlâhî Çepnilerin "Pir Sultan" dedikleri zâtın
mahbuslar içinde aşiretli varsa, sözü sazı yerinde üç dört eseri imiş:
kişinin odaya çağırılmasını müdürden rica ettim.
Altın gem um p esnedemedim
Çepnilerden, Kızılkeçililerden, Kayıhanlılardan beş
Koyu gölgelerde besledemedim
altı kişi geldi; bunlarla bir saatten ziyade konuştum. Çep-:
Binüb üstüne üç gözle gösteremedim
niler "Horasan" cihetlerinden geldiklerini söylüyorlar,
Evvel atı severim sonra güzeli.
kendilerine Bektaşî süsü veriyorlarsa da İran Şahlığına
oturan Safevî İsmail'in zamanında Şiîleşen Türklerden ol
Üç güzele dokudayım çulunu
maları pek muhtemeldir. Manisa, Bergama, Çanakkale, Sırma gümüşünden çaktırayım nalını
Balıkesir civarlarıyla Konya, Adana ve Haleb Çepni aşiret Gelibolu'ya uğradayım yolunu
leri vardır; bu aşiretler "Karalar", "Eğnekocalı", "Esnef, Evvel atı severim, sonra güzeli.
"Zeynelli", "Nusretli", "Bayramlı", "Yalnayak" gibi yedi
oymağa ayrılıyorlarmış. Pir Sultân'ım, abdâlım, hastayım hasta
Çepniler eski Türk itiyâdlarından, huylarından bir Ala gözlü görünce olurum usta
Muhammed'den bir at ile bir murâd iste
çoklarını henüz muhafaza ediyorlar. Bunlarca iffetin, na
Evvel atı severim, sonra güzeli
musun kıymeti pek büyüktür; aralarında emniyet ve iti-
mad câridir. Kati ile mahkûm olmuş Çepni yok. En bü
Yollara çıkınca toz duman koparır
yük cinayetleri hayvan hırsızlığıdır. Bu çalışkan ve uslu
Vardığı yerden yemini aparır
adamlar, yalnız bu hayvan hırsızlığına karşı zayıf kalplidir
Koçyiğitleri kandan, ken*den kurtarır
ler. Bu kusur nereden gelmiş? Belki de kendilerince mu
Evvel atı severim, sonra güzeli
kaddes bir iş telakki edilir. * (ken belâ demekmiş)
rüştüm. "Ka^m" tabiri "Kayı" veya "Kaya" tabirlerinden İçip de kahvemi dem sürenler
başka birşey olmamak gerektir. Ali Beyden öğrendiğime Geçüp de karşıma kendini öğenler
göre "Kayuhan" aşireti hürriyetin ilânına kadar göçebe Onlar hep ilk akşamdan kaçtı.
bir hâlde bulunuyor, yazı yaylaklarında, kışı kışlaklarında Kızılelma'dan öte der Curaoğlu
geçiriyormuş; hürriyetin ilânından sonra iskân edilmiş Tadada bağlıdır koçyiğit atı
ler. "Kayuhan'lılar birçok oymaklara ayrılıyorlar ki bazıla Tâ evvelden söylenir beylerin medhi
rının isimlerini öğrenebildim: "Sarıtekeli, Karatekeli, Kı- Bilmemişim ana baba kıymeti
zılkeçili, Manarlı, Hardal, Çaparlı (Caberli), Yağcıbedirli, Ense yanımda bir karlı dağ imiş.
Karayağcı, Musularlı(Musalarlı), İnnecifarsak, Gacar (Ka N'ola hey Allahım n'ola
çar), Horzum (Hârizm), Yurhan, Zeâmet, Cerîd, Çiyan, Açılan güllerimiz sararıp sola
Alamaslı, Alıcı, Karasıyır Alıcısı, Saçlı, Karabağ, Araplı, Kı- Meğer Hak'tan bir imdat ola
zılışıklı." Bu isimlerin ne dereceye kadar doğru olduğunu Ayaklanmaz gayri düşen yiğit
ve aynı aşiretin daha başka oymakları olup olmadığını
Vezinleri birbirine pek uymayan, kâfiyeleri bozuk gi
tahkik etmek benim için mümkün olmadı. Vaktim ve
den bu güzel türküleri bizim İstanbul'un heyheyli gazel
işim müsait olsa idi, bu oymakların bulunduğu yerlere
lerine, dümtekli şarkılarına tercih ettiğimi söylersem be
kadar gitmek, onların her hâlini görüp anlamak isterdim.
ni zevksizlikle, kabalıkla itham edenler bulunabilir; fakat
Bu oymakların çoğu bugün bile iskân edememişler, hâlâ
bir de bunları o âlemde, çadır altında veya bir köy evinde
göçebe olarak yaşamakta bulunmuşlardır. Kayuhan aşire
yanık yanık ırlayan delikanlılardan dinlemeli: Bize Türk
ti Adana, Hüdâvendigâr, Aydın, Halep ve Konya vilâyetle
ruhunu terennüm eden bu ibtidâî âhenklerden derin de
ri dahilinde bulunuyor. Bunların Süleyman Şâh'ın vefatı
rin mütehassis olmamak kâbil olmuyor.
üzerine Ertuğrul ve Dündar beylerle "Caber Kalesi"nden
ayrılan takımdan olmaları mümkündür. Bağdad, Musul, Ben bu kısa ve sathî seyahatimden bir hakikat anla
Diyarbekir vilâyetlerinde bulunan Akko)mnlularla Kara- dım ki o da Anadolumuzun hiç görüp gezilmemiş olma
koyunluların ve belki daha başkalarının Ertuğrul takımın sı, bu güzel kıt'ada nasıl yaşadıklarını bilmediğimiz saf ve
dan ayrılanlardan olması muhtemeldir. Tarihlerimizde temiz Türklerin bizce bütün bütün meçhul kalmasıdır.
bu ikinci takım hakkında hemen hiçbir haber yoktur. Ne Aydın vilâyetini senelerce kasıp kavuran meşhur Çakırca-
yazıktır ki Osman Gazi'den evvelki Türk tarihinden bu lı Mehmed'in mensup olduğu Gacar "Kaçar" aşiretinin,
kadar gafil ve cahil kalalım. hâlâ İran'da hüküm süren saltanatın müessisini yetiştir
miş olduğunu hiçbir vakit aklımıza bile getirmemişizdir.
Hapishanede Karakeçili oymağından Gök Halil oğlu
"Gacar "aşireti büyük kahramanları ve güzel kızlarıyla
Ahmed Ali nâmında bir mahbusla da tanıştım. Uzun boy
Anadolu'da pek meşhurdur. Başka oymaklar "Gacar" oy
lu, arslan yapılı, kara sakallı, otuz beş kırk yaşlarında bu
mağından kız almağı büyük bir muvaffakiyet ve şeref bi
lunan bu adam bana ne kadar sevimli geldi. Bana o yanık
lirler.
sesiyle birkaç koşma okudu; mahbuslardan biri de ken
disine bağlamasıyla iştirak ediyordu. Kayuhan aşiretinin Kâzım Nâmi
beylerbeylerinden Curaoğlu'nun bilmem hangi Moskof
muharebesine gönüllü kumandan olarak giderken söyle
diği türküler, bu temiz ruhlu göçebe Türkler arasında ne
TÜRKLÜK ŞÜÛNU
kadar ateşli okunuyor. Bu türkülerden birkaç kıt'ayı şu
raya yazıyorum: Şimâl Türklerinde Terakki Eserleri-Kazan'ın İs
lâm hanımları uğraşa uğraşa nihayet Kazan Kütübhane-i
Aslımı sororsanız yurdun azgını
İslâmiyesinin birkaç gününü kendilerine hasrettirebildi-
Ölür giderim de kimseye vermem bozgunu
1er. Ve bu muvaffakiyetlerini, oldukça debdebeli bir
Oğlan RusyalI döndürürüm leşine kara kuzgunu
Hani benimde âh ekmeğimi yiyenler resm-i küşâd ile de âleme bildirdiler. Resm-i küşâda sek
sen kadar bike(evli hanım) ve tutaş (hanım kız) toplan
mıştı. Resm-i küşâda Kütübhâne Nâzırının refikası Zey-
Sayı 57 TÜRK YURDU 159
neb Hanım Maksumiye'nin nutkuyla başladı: Nutukta Ka h-Salavât-ı Şerîfe ve münâcât-ı münîfe-İbtidaî tâlibâtı
zan İslâm Kütübhanesinin tarihi anlatıldı, sonra, Üstad tarafından ve hep bir ağızdan.
Bike (Hoca Hanım)lardan birisi dua okudu. Daha sonra 3- Ufa’da bir Türk avam dârülfünûnu açıldığı Ufa’da
hanımlar masalara dağılıp mütalâaya koyuldular. Akşam çıkan "Turmuş" refikimizde okuduk. Münevver fikirli
üstü Kütübhane mütalâa ve tetebbu meraklısı hanımlar gençlerimizin teşebbüsüyle açılan bu müessesenin asıl
la dolmuştu. maksadı, orta ve aşağı sınıflar halkı tenvîr ve talim etmek
Acaba bizim Kütübhane-i Umûmîmiz ne vakit kapıla tir. Mütenevvi mevzular üzerine Türkçe dersler verile
rını hanımefendilerimize açacak? cektir. Ufa’nın muteber tüccarlarından Haşan Efendi Ke
rîmi, sinematoğraf için hazırladığı büyük salonu, avam
2-Orenburg Müslimeler Cemiyeti Kânûmevvelin
dârülfünûnuna dershane olmak üzre terketti. Şimdiden
onuncu günü Abdülhamid Efendi Hüseyinof un konağın
ders deaıhte eden zatlar şunlardır: Müverrih Kadı Haşan
da bir okuma meclisi yaptı. Programı şöyle idi:
Efendi (Tarih), Hammâmî İbrahim Efendi (Hukuk), Mu
a-Kur’an ve va‘z ü nasihat- Muallime Fatma, Bağistan
allim Abdullah Şinasi Efendi (Hikmet, Kimya), Muallim
ve Müslime Hanımlar tarafından; Ömer Efendi (Usûl-i talîm), Muallim Habîbullah Efendi
b-Müslüman kadınlar arasında ilim ve marifetin inti (Tatar Edebiyatı) Tıb talebesinden Abdurrahman Efendi
şârı derecesi-Muallime Zeyneb Hanım tarafından; (Hıfzıssıhha)
c-Çocuk terbiyesi-Muallime Ayşe Hanım tarafından; 4- Petersburg âlî mekteblerinden Pesihor Toralji Ens
titüsünde okuyan Türk kız ve erkek talebeleri toplanıp
d-Şeriat nazarında hıfz-ı sıhhat-Muallime Sâliha Ha
"Türk-Tatar Edebiyatını Öğrenme Derneği" tesis etmiş
nım tarafından;
lerdir. Derneğin riyaset-i fahriyesini Petersburg'un meş-
e-Tıb nazarında hıfz-ı sıhhat-Tabîbe Râziye Hanım ta
hûr ulemâsından Profesör Jakof kabul etmiştir. Dernek
rafından;
enstitü dahilinde Türk ve İslâm medeniyetine ait şark ve
f-Tukay, Eldudi, Gafuri ve Sunceley şiirlerinin okun- garp eserlerinden mürekkep bir kitaphane vücuda getir
ması-İbtidaî tâlibâtı tarafından ve hep bir ağızdan; meye çalışacaktır.
T ûkk VuKm
^ûırklzırin ^itleşme Caltsır
^ *S»
û ^ ^ e ^ c l fc c6 e d e r ç c d a- r
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
LİBERTE
Nation Despot
Bu ne ihsandır ki herkesler memnun: -Hod-be-hod-
Bizim için vuslat kral için şân, Öyle mi? A‘lâ!
Halk için devlet, devlet için kanun!... Eîiterik
O cihetle hepimize yakışan -Despofa-
Bu kerîm hükümdâr için şükrandır!.. İşittiniz yâ!..
Bugün kim memnun olmazsa haindir!
Bugün izhâr-ı hüzn etm et küfrândır, Liberal
Akla muhalif, hakka mübâyindir!.. -Entrik'e bakarakgazûb-
Tekrâr edelim: Bin yaşasın kral!.. Alçak!
Enterik
U m um
Bu insana
Bin yaşasın kral!.
Dokunur: İhsan sizin, millet hâlâ
Despot Liberal diyor!
Yaşasın hey’et!..
Pres ve Lez Enspire
(Nationla Liberte giderler.)
Var olsun başvekil!..
Entrik
Despot
-Entere'ye-
-Kalbî-
Seyret!..
Yine nedimlerim haklı imişler.
(LezEnspire'ye işaret eder)
Lütuf onun bilinecek.
164 TÜRK YURDU S a y ı 58
Despot Liberal
Bende mefharet-i sıdk u peymân var!
İşte bunu çekemem!..
Bende hazîne değer bir unvan var!
Liberal Bu dîvânda mahkûm oldum, ne ziyân?
-Kalbî- Dîvân-ı Hak nâmında bir dîvân var!
Vay müfsidler! Ki anda hâkim olacağım âyân!..-
Cemiyet mağdur idi devlet gaddar.
Despot
Ben o gadri ref ettiğim hüveydâ,
-Kurenâya-
Değil fedâ-yı mesned-i iktidar.
İstediğiniz yere nefyediniz!.
Vazifem yolunda ömrüm de fedâ!..
Liberal sîzindir!.
Efâlim inde'l-Hak şâyân-ı kabûl;
Liberal Ki'al ister süre, ister geberte!..
Bir emir bekler. Tarihde nâmım var, milletçe makbûl;
Yaşasın Nation ile Liberte !..
Despot
Nation'a Liberte verdim; fedâ; Bitti.
Fakat Liberal'e saltanat vermem!.. Abdülhak Hâmid
-Giderek-
Nelyolunsun!..
(Kaybolur) YÜKSEK AYDINLIKLAR
Neye dalgm duruyorsun diyerek
Enterik Omuzuma dokunmuştu o melek
-Liberal'e- Neye dalgın duruyorum? Dumanlanan gözlerim
Buyurunuz... Benim değil sanki şimdi: Etrafımda bir sis var.
Susuyorum, söylesem de, duyulmuyor sözlerim.
Liberal
-Giden Despotun arkasından-
Duymuyorsun, ey sevgilim! Deniz, tûfan, dağ ve kar
İbtidâ
Yığınları arasında geceleri yırtarak
Şunu arzedeyim ey sâhib himem,
Doğan güneş, yaratıyor asırlardan bir bahar.
Hakk devlete bugün zevâl getirdi!
Bir âdil hükümdâr bugün bir sözle
Görmüyorsun bu sabahı, duymuyorsun bu uzak
Kendini bed-nâm edip bitirdi!..
Şenlikleri, naraları, bana gelen sesleri.
-Hene-
Viraneler çiçeklenmiş kalmamış buz, çöl, kurak.
Entrik! Bunun cezâsı gözle!..
-Ufnûma-
Ben nefsim için kaydetmem; zirâ Benim gözüm orda, işte o güneşte, ileri!..
Diye esen rüzgâr da mı dokunmuyor zülfüne?
En mukaddes maksadım husûl buldu!
Görmüyorsun, bu aydınlık dolduruyor her yeri.
E ntrik
-Dışarıdan gelerek Liberate-
Sayı 58 TÜRK YURDU 165
Beyaz kuşlar, altın oklar uçuşuyor.,,Sen gine ler. İsabet etseler de hata eyleselerde mecurduıiar. Yal
Görmüyorsun, benim gözüm orda.,,Lâkin bak biraz nız şunu söylemekte musırr ve ve mecburum ki bizim
Sen de bir an ^Tikseklere, denizlere engine. OsmanlI unvanı tahtında bir simamız, bir kavmiyetimiz
var ki hiçbir vakit aynen başka bir kavme teşbih ve tatbik
Bulunduğun bataklıkta hastalıklı sıcak yaz edilemez. Kezâlik bizim edebiyatımızın da bir hususiyeti
Söndürecek gözlerinin nûrunu, bak benimle, vardır, Osmanlı Arap, Kürt, Arnavut ve gayr-i zâlik hepsi
Bak yukarı, aşağılarda hiçbir güneş parlamaz.
bu edebiyatı vücuda getirmişlerdir. Bu bize ilm-i edebce
bek yakın olan Ai'ap, Acem edebiyatına aynen benzeme
Bak yukarı, bak yükseğe, yükseklere ve dinle,,.
diğinden başka hatta kendi ihvânımızdan olan Uygur- ki
İşittiğin sadâ bipTik Türklüğümün sesidir,
bugün Çağatay deyiveriyorlar- Tatar, Azerbaycan edebi
İşte sana gösterdiğim bir güneştir elimle.
yatının da aynı değildir.
Bu güneş ki vicdanlara hayat, ümit getirir. O sm anlIca sade Uygurca, T ürkm ence vesâirece-
Bu güneştir bü}Tik duygu, büyük emel ma'bedi ye kıyasen (Türkçe) demek ise de onlara kıyas edilmeye
Bu güneşte te‘affünler, karanlıklar hep erir; cek derecede Türkçelikten çıkmıştır. Vâkıa şüphe yoktur
ki lisanımızın esası Türkçedir. Türkçenin de en zarifi, en
Benim ruhum bu güneşe doğru çıktı, eridi.
müterakkîsidir. Ancak diğer Türk şubeleri lisanlarına bi
zimki kadar yabancı lügatler girmemiştir. Diğer şubelerin
"Neye dalgın duruyorsun?" diyerek hiçbiri bunun kadar yabancıya mağlûp olmamıştır. Avam
Beni artık uyandırma ey melek.
arasında kullanılan dilimizde yabancı kelimeler hemen
Tarhun yarıya yakındır. Bir de uydurma (me’cûl) tekellüm ve ki-
tâbet ve edebiyat lisanımız vardır ki onda yabancı kelime
ler ve kâideler lisanımıza galiptir. (Veysî, Nergisî) gibi za
manımız ediplerinde de öyle insafsızları vardır ki yazıla
lisanlar İLMİ rında (oldu buldu) gibi efâl-i muâvene ile
OSMANLICANIN YAZISI, LÜGATİ, İMLÂSI, (dir-den-ise-ben-sen-hep) gibi edevâttan başka Türkçe
KAVÂİDİ, EDEBİYATI kelimeler bulunmaz. Onlara sorsan "Ne yapayım, benem
âlî hissiyâtımı, yahut tercüme edeceğim büyük sözleri
-EDEBİYAT-
Türk kelimeleri ihâta edemiyor, yahut pek kaba, pek sö
(Başı 2 n d yılın İSinci sayısında)
nük kalıyor." derler. Arapça, Acemce kelimelerin esâs
İşte bu şerait dahilinde bu devirleri geçiren edebi- vazünı bilmediklerinden, gûnâgûn mecazî manalara nasıl
yât-ı kadîmemiz -şâir ıslâhâtımıza bakınca- Şinasi Devri istimâl ve nakledildiğine vâkıf olmadıklarından, hâsılı ya
eâzımı himmetiyle gerçekten makul ve münasip bir ıslâ bancı kelimeler kendilerine karanlık olup ruhuna nüfûz
hat görmüş, bu da Naci ve peyrevleri zamanına kadar de edemediklerinden onların herbirinde kendilerince bir
vam etmiştir. Ondan sonra "SeiTet-i Fünûn Edebiyatı" hâl görürler. Kelimelerin enini, boyunu, ağırlığını, hafifli
gerçekten mühim bir simâ olmak üzre çehre gösterip iç ğini, ta‘mını, rengini, yumuşaklığını, katılığını tayin eden
lerinden bazıları erbâb-ı edebî memnun etmiş ve birçok ler var. Bir lugavî, bir edip zevk-i selîm hâsıl ettiği kendi
ları etmemiş ise de her hâlükârda Naci edebiyatına karşı dili hakkında mehâric, ahenk, istimal alâkasıyla böyle
müstakil bir çehre göstermiştir. Devr-i Meşrûtiyette çı mütalâada bulunabilirse de yabancı dilden aldığı- alelhu-
kan birkaç meslek üdebâsıyla meşgul olamadığımdan ve
sûs ki manasını lügat-ı Osmaniyeclen öğrendiği kelimeler
zaten sinn ü sâlimiz ilerleyip vâdimiz de değiştiğinden
hakkında böyle acîb fikirlerde bulunmasına şaşılır...
bunlara dair bahis )Tirütmekten izhâr-ı acz ederim; ve şu
beyanatımdan onlara ehemmiyet vermemek gibi bir Hâsılı lisanımız diğer Türk şubeleri lisanlarına benze
mana anlaşılmasın, ilmin her nevi uğruna her yolda ni- mez. Osmanlı kavmi ne ise lisanı da ona göre bir (Os
yet-i hâlisa ile çalışanlar zaten ve tabiiaten muhteremdir manlIca) dır. Osmanlı hükümeti dahilinde olan mütenev
166 TÜRK YURDU S a y ı 58
vi akvâmm resmî lisanıdır. Her vilâyette her kavim-kendi sü kavâid-i edebiye -maânî ve beyân ve bedîa müteallik
lisanıyla değil- bu lisanla meramlarını hükümete anlatır edebiyât-ı kadîmemizin sanayii- yazılıp zamana göre müs-
lar. Bu mütenevvi kavimler yetişen ulemâ, hukemâ, tahsen olanı kabul olunacak, olunmayanın ayıbı teşrîh
şuarâ hep bu lisan ile eser vücûda getirmişlerdir. Bu gibi edilerek reddedilecektir. İlm-i karz-ı şiir dahi bu kavâid
sebeplerden dolayı bu lisan içine hesapsız yabancı fikir kitabında münderiç bulunacaktır. Zamanımızdaki müte
ler, tabirler, darb-ı meseller, kelimeler girmiştir. Türkçe rakkî kavimlerin sanayi ve bedâyiinden bize muvafık
bu yabancı kelimeleri kelâm şekline girmek üzre dizmek olanları olanları alınacak ve misalleri evvelâ kudemâ asâ-
vazifesini görüyor. Bu sırada kendisinden birkaç efal-i rından aranacak bulunamazsa yeniden inşâd edilecektir.
muâvene ile biraz da edevât kullanılıyor. Bazan da bir iki Dördüncüsü Osmanlı edebiyatı tarihidir ki, Arap ve
Türkçe kelime nasılsa araya sokuluyor. İşte (Osmanlıca) Acem ve umûm Türk edebiyatına ait mufassal bir med-
budur. Türkçüler Osmanlı Türklerinin ve lisanlarının da halle girişip Osmanlı edebiyatının zuhurundan zamanı
hi diğer Türkler gibi istiklâl-i kavmîsine uğraşıyorlar. Bu mıza kadar gayet geniş ve ihâtalı her devrin envâ-ı nazmı
dil yaşatılacak, bu dilde edebiyat-ı sahîha tesis edilecekse ve nesri ve şairlerin terrcüme-i hayat-ı İlmîsi yazılmalı ve
evvelâ bâlâda söylediğimiz veçhile dilimizin hurûfu, imlâ müessisler ve muhteri ve mucitler ile eslâfın asârını ta
sı, kavâidi tekarrür edip lügati cem edilmelidir. Mehcûr bini diğerle ve sûret-i âharla tekrar eden âciz şairler
ve mensâ olanlarından icap edenleri ihya olunmalıdır. ayırtedilmeli ve her birerlerinin devrine ve muhitine gö
İcab-ı zamana göre birçok tabirler, ıstılâhlar-gâyet kabili re eserinden anlaşılan hissiyâtı bast olunmalıdır .Yani Os
yetli olan lisânımızdan-tevlîd ve icat eylemelidir. İcabında manlI üdebâsı Avrupa şairlerinden birine benzetilerek
yirmiye bâliğ olan diğer Türkçe şubelerinden tercihan onun tercüme-i hâli bunun hesabına aynen tercüme edil
alınmalıdır. Dilimizde tekarrür etmiş Arapça, Acemce ke melidir. Beşincisi, umûm (Tezkire-i Şuarâ)lar içinden
limelerin imlâsını, manasını (Türkleşme) kaidesine tat -ömründe iki beyit inşad ederek hatır için tezkireye geç
bikle kat’iyyen benimsemelidir. Bâlâda lügat mebhasinde miş kibarzâdeler ile âsârı münderis olmuş, yalnız tezkire
söylediklerimiz icra edilmelidir. Tedriçle ve sabit bir te- de iki beyti kalmış şairlerden sarf-ı nazarla- sahib-i divan
şebbüs-i alimâne ile yapılacak bu himmetler sayesinde li ve manzum, mensur âsâr sahibi üdebânın terâcim-i ahvâ
sanımız o vakit hüsn-i zâtisi ile tecellî eder. li yazılıp fakat hepsinin âsârı görülerek, mümkün merte
Yazılacak kütüb-i edebiyeye gelince: Hiçbir kavim sil- be edip hakkında hâiz-i malûmat olarak cem olunmalıdır.
sile-i maziyesini kırıp atıp da edebiyatını yeniden tesis ey- Altıncısı gayet muktedir ihâtalı edipler tarafından umûm
lememiştir. Belki edvâr-ı maziyesinin hüsnünü, kubhünü ekâbir ve meşâhir-i şuarâ ve üdebânın manzum, mensur
tamamıyla göstererek kendi zamanına getirmiş, kendi za eserlerinden birkaç cilt derununda mufassal bir münte-
nin muktezasına göre tecdîd eylemiş ve terakkî ettirmiş Bâlâdan beri söylenilen kafiye, arûz, kavâid-i edebiy-
tir. Bu da maziden gaflet ve irâz ile olmaz, belki mazi-i ye, tarih-i edebiyat, terâcim-i ahvâl, müntehabâttan mek
edebîyi gayet iyi bilmekle müyesser olur. Kısaca söyleye tepler için güzel hülâsalar iltikat eylemelidir.
ceksek Arabî, Farisî Türkî şu üç lisanın edebiyatında ihâ- Osmanlı lisanına ait tasavvur ettiğim kitaplar erbâb-ı
ta-i tâmmesi olmayan (Osmanlı Edebiyatı) üstadı addolu gayret tarafından vücuda getirilecek olursa belki o vakit
namaz. Bugün dikkat olunsa genç ediplerimizin en güzi bizim lisan ve edebiyatımız gençlerimize malûm olur da
desi, kendi taifesinin üstadı sayılanları bu üç lisan edebi ondan sonra bile bile lisanımızı tehzîb ederler. Baüşka
yatında, hiç değilse Osmanlı edebiyat-ı kadîmesinde vu- dillerin kapitülasyonlarından kurtarıp müstakil bir Os
kûfu en ziyade olanlarıdır. Değersiz maziler bile ihmal manlI Türk’ü dili yaparlar. Yoksa bu günkü mesaî hep vu-
edilemez. Kaldı ki bizim mazi-i edebîmiz gerçekten te- kûfsuzca oluyor. Onun için semere vermiyor. Dilimize şu
tebbua lâyıktır. hâlinde meselâ Uygurca der gibi Türkçenin şubelerinden
Binaenaleyh yazılacak kütüb-i edebiyenin birincisi biri manasına olarak Osmanlıca deyip de Türkçe murad
kafiye, İkincisi arûz -vezn-i Farisî ve vezn-i millî-; üçüncü- etmek asla doğru değildir. Nasıl ki, musikimiz de köyle
dir. Terbiyemiz de köyledir. Gençlerimiz edebiyata dair
Sayı 58 TÜRK YURDU 167
mutasavver olan eserleri de okurlarsa o vakit bile bile yalâtı, gâmis teşbihâtı, sair dakik birtakım sanayii hâvî
nazmımızı, nesrimizi tecdîd ederler. Şiirlerimiz bizim olan şiirler- şüphesiz pek güzelleri de bulunmakla bera
hissiyâtımızı şamil olur. Öyle bilmediğimiz, anlamadığı ber milletimizin tercüman-ı hissiyâtı sayılır mı?
mız Avrupa hissiyât-ı âşıkânesini Osmanlı diliyle nazme- Fakat bu şüpheyi kabul veya inkâr tarikiyle irad etmi
dip de adını Osmanlı şiiri koymazlar. İnsanların müşterek yorum. Belki beyne’l-üdebâ hallolunması lâzım bir şüphe
ol duğu hissiyât-ı âliyenin iktibası başkadır. Bu erbab-ı olmak zannıyla irad eyliyorum. Biza öyle geliyor ki bir
marifetin dâllesidir. Acemden laldığımız vezinlerle bizim kavmin hissiyatı fevkindeki bir manayı ne kadar açık
millî vezinleri öğrenirler de mevzun şiirler yazarlar. Her Türkçe yazsak o kavim anlayamaz. Bir sanat-ı şiiriyenin
nevi nekâisdan tehzîb edip müstakil kıldıkları lisan ile bi kezâlik açık Türkçe olmakla zevkine varamaz. Şu sûrette
zim veznimizde bizim sanayi ve bedâyiimizle bizina her kavmin edebiyatı, ilmi, kemâli ile terakkî eder. İlmi
hissiyâtımızı tasvir ederlerse o vakit "Osmanlı kavminin nin fevkinde olan edebî eser okumada şâyi olmaz.
Osmanlı dili ile yazılmış Osmanlı âsârı" denildiği vakit
Millî edebiyatımızda bu gibi mesâil halledilmeli. Ve
"Türklerden âlî bir şubenin Türkçesiyle yazılmış Türkçe
zinler, şâir levâzım-ı edebiye cem edilmeli. Uzun kısa mü
âsârı" manasını ifade eder.
tenevvi eserler yazılmalıdır. Meşrutiyetten beri zuhura
Bir de tevâif-i Osmaniye içinde bizim de -Arap, Kürt gelen hareket-i milliyeden anlaşıldığına göre bizim millî
vesâir gibi- hâlis Türklüğümüz ve onun da Türk veznin eş'ârımız, mec’ûl Osmanlı eş'âr-ı kadîmesine galebe ede
de, Türk hissiyâtında eş’ârı vardır ki bundan ayrıca bah cektir. Gerçi Osmanlı hükümeti payidar oldukça malûm
sedilecek derecede tafsilâtı dâîdir. Bu babda Osmanlı olan edebiyat-ı Osmaniye tarzında nazımlar ve vücuda
Türkçesi ulemâsından Raif Paşazâde Fuad Bey etraflıca getirenler de eksik olmayabilirse de biz istikbâl-i edebiy-
tetebbuatta bulunmuşsa da henüz neşretmemiştir. Ah- yemizi şiir-i millîmizde görürüz. Fakat bizim şanlı mazi
med Hikmet Bey kardeşimiz de bir eserinde hayli tafsilât mizin mahsulü olan ve elan enâfis-i âsâr vücuda getiren
vermiştir. Galiba bir miktarını mecmuamızda neşreyledi. edebiyât-ı kadîme-i Osmaniyeden de müstağni olamayız.
Necib Âsim Bey de bir aralık Türk evzânını topladı. Ondan cihet cihet müstefit oluruz. İstifade olsun da ne
Edebiyat-ı milliyemizin şiirinde başlıca iki esas var. nâmla ve hangi tarzda olursa olsun. Vecibe-i milliyesini
Birincisi, veznidir ki parmak hesabı üzeredir. [.Zaten Ara- ifâ eden kimse şâir sûrette dahi müstefit olmaktan men
bın Acem’in vezni de parmakla sayılabileceği gibi biraz edilemez.
uzatıp kısaltmak şartıyla bizim evzânımız da efâîli tefâilin veznimizde millî hislerle şiir söylemek şu iki üç
birine uyar] Burada bir şüphe var: Bir kavmin evzan-ı şi- sene zarfında hayrete şâyân bir sûrette ilerledi. Bir dere
iriyesini aceba o kavmin udebâsı meselâ canı ne kadar is cede ki Anadolu'nun ortasında yaşayan ümmî bir Türk
terse her mısraını onbeşer, onsekizer yahut dörder beşer dahi anlayacak ve fikri, neşâtı, şevki, neşesi, yiğitliği arta
parmak hesabıyla veyahut istediği efâîl, tefâil ile -icat ede cak sûrette örnekler var. Her çeşitten en iyi numûneler
bilir mi, icat edemez mi?- Arap evzânı İmam Halil tarafın de bizim Türk Yurdu cöngünde ortalığa yayılmaktadır.
dan halkın ağzından toplanmak suretiyle vücuda gelmiş Bu gidişle bir iki göbek geçer geçmez Osmanlı Türkleri
tir. nin gerçek edebiyatı olanca parlaklığıyla kendisini göste
İkinci esas da Türk şiirinin tarz-ı ifadesidir ki müm recektir.
kün mertebe açık Türkçe ve Arap Acem kavâidinden ârî Uzun makalemizin alt tarafını böyle kısa kesmeye
bir sûrette yazılmaya çalışılıyor. Bundaki şüphe dahi mecbur oldum. Bundan sonra bu makalelerde saydığım
Türk vezninde ve halkın kullandığı lisanın ile ve hatta "Ulûm-ı edebiye"nin numûnelerini yazacağım.
başka lisanın kelimelerini kullanmamak için -gayr-ı
Erdoğan
me’nûs Türkçe kelimeler icat etmekle beraber halkımı
zın asla hatıra ve hayaline gelmeyen, gelemeyen ince ha-
168 TÜRK YURDU S a y ı 58
(Ü Müellifin Çuvaş kabilesini Fin ırkından addetm ekle beraber kabile-i mezkûrenin lisanı Türk-Tatar lisanlarından m a'duddur.
Sayı 58 TÜRK YURDU 169
Slav lisanlarında mevcut olmayan müteaddit istisnalara Şarkın "tevazu" tesmiye ettiği haslet, bir adamın diğer
tesadüf edilmektedir. Ezcümle bütün Slav lisanlarında adama karşı yalnız korku hissiyle ihtiramkâr görünerek
ahvâl-i esma çok ve sigalar az olduğu halde Bulgar lisa kendisini onun önünde hor ve zelil bulundurmasıdır.
nında bilâkis sigalar pek çok, ahvâl-i esmâ azdır. Böyle bir Çocuk, babasından korktuğu için, onun karşısında
hâl ise Türk ahdm ım n lisanlarına mahsus bir hâssadır. "edep" denilen bir takım merasime riayet eder. Hâlbuki
ana, çocuk için baba gibi korkunç olamadığından, onun
Âcizleri bu günkü Bulgar lisanında müstamel olan
önünde edepsizlikten çekinmez, çocuk ananın sözünü
Türk kelimâtını irâe eden bir lügat ve Türk lisanlarının
dinlemez, inat eder. Şarklıların çocukluktan itibaren böy
Bulgar lisanına icra ettiği tesiri izah eder bir risale tertip
le terbiye görmeleri onlara yalnız ceza korkusuyla edep
etmekle de birkaç senedir uğraşmaktayım. Mezkûr risa
lerini takınmak, hür ve serbest bırakıldıkları dayaktan
lede ber-tafsil-i beyan olunacağı veçhile esasen Türk İİ-*
emin bulundukları anda hiçbir şeyden çekinmemek itiya
sanlarından Bulgarcaya müdevver olan isimler, masdar-
dını vermiştir.”
1ar, sigalar, edatlar ve şâir kelimeler Bulgar lisanının nah
vine de icra-yı tesir eylemiştir. Türk lisanlarından alınarak "Kocasına karşı hiçbir hiss-i muhabbet duymayan
Bulgarlaştırılmış bazı tarz ifadelerle, durûb-ı emsâl dahi şarklı kadın da kocası önünde ızhar-ı muhabbet eder, lâ
Türk lisanlarına mahsus bazı evsâfın bugünkü Bulgar kin onu cehennem azabı korkutmasa, kocasına sadâkat-
nahviyle üslûbuna geçmesine yardım etmiştir. sizlikten de çekinmez. Hizmetçiler efendilerini asla sev
mezler. Büyücek ailelerden aile reisleri evin umûr-ı ida
Bitmedi.
resini vekilharçlara bırakmaktadırlar. Vekilharç, efendisi
İvan M anulef
ne uzun bir kağıda yazılmış mesârif pusûlasını arz ettiği
zaman, efendi daima pek derinlerden gelen bir " o f çe
VAMBERY'NIN ESERLERİ ker. Çünkü efendi, pusûlada yazan miktarın üçte ikisi uy
durma olduğunu pek iyi bilir. On senedir konağında hiz
VE ESERLERİNDE TÜRKLERE NAZARI
met eden vekilharcın mütemadi hiyâneti ona meçhul de
- 2 -
Müslüman kadınlarına dair Vambery şöyle yazıyor: madıklarından hakikî medeniyetten bîhaberdirler.Bu
"Müslümanların aşağı sınıfında kadınların mevkii, Avru beyler Garbî Avrupa medeniyetinden yalnız elbise alabil
pa'nın aynı sınıfındaki kadınların mevkiinden fena ve aşa mişlerdir, kendilerini İslâmın dinî ve ahlâkî kavâidinden
ğı değildir. Hatta İngiltere zabıtası, belki şark kadısından de azat ettikleri için, sırf hevesat-ı hayvaniyelerine veril
daha ziyade, karılarını döven kocalarla uğraşmak mecbu mişlerdir. Bunların bütün idealleri, kendilerinin şahsî
riyetinde bulunmaktadır, Lâkin yukarı sınıflara çıkılınca, menfaatlerini teminden ibarettir ve buna vüsûl için hiçbir
şark ile garp kadınlığının arası pek çok açılır. Fakat bu te- şeyden, en alçak entrikalardan bile çekinmezler. -İşte
favütü şark kadınının fıtratında aramak haksızlık olur: Türkiye'yi bugün idare edenler, Türkiye'nin mukaddera
Şark kadınını, garptaki hemşiresinden aşağı bulunduran tını bugün ellerinde tutanlar (Kitap 1896 tarihinde tab
sebeb-i aslî, gayet cahil, her türlü terbiye-i akliye ve zih- olunmuştur ve Vambery'nin müşahedâtı Sultan Abdüla-
niyeden mahrum bırakılmış olmasıdır." ziz devrine aittir) işte bu nevi tiplere mensupturlar."
Vambery, İslâm m edreselerinin evvelki hayatını Lâkin avam, yani Anadolu Türkleri, bu bey ve efendi
uzun uzadıya anlattıktan sonra, XIX. asır medeniyetinin lerin tamamen aksinedir. Anadolu Türkleri eski dünya
yavaş yavaş o loş ve karanlık odalarda nüfuz etmekte ol akvâmının arasında en yüksek mevkii tutarlar. Umum
duğunu, çünkü İstanbul'da softaların tarz-ı hayat ve Türklerde görülen uluvv-i cenab, uluvv-i himmet, sah^et-i
usûl-i tedristen hoşnutsuzluklarını izhara başladıklarını ruh, misafirperverlik bunlarda gayet yüksek bir dereceyi
söylüyor. Medreseler hakkındaki makalenin nihayetleri bulmuştur, lâkin hükümetin nâmütenâhî zulmü, başsız
ne doğru, bir şarklının ilmi arttığı nisbette yazısı ve sözü ayaksız idaresi seyyiesiyle zavallı Anadolu Türk'ü de ken
anlaşılmaz bir hale geldiğini beyan ile diyor ki "Şarkta di mahvolmaya veyahut daima mazlûm ve mağdur yaşa
ulemâ sınıfını avam sınıfından asıl ayırdeden sıfat, evvel maya mahkûm sanıyor. Araplarda olan his ve gurur-ı mil
kilerinin öz ana dillerini İkinciler anlayamayacak bir lî Anadolu Türk köylüsünde yoktur."
muamma şekline sokup yazabilmeleridir. Böyle bir
Vambery "Orta-Asya Ahvâline Dair" unvanlı kitabın
hey'et-i içtimaiyede ilim nasıl intişar edebilsin?" Ve aynı
da Türk-Tatar akvâmının hey'et-i umumiyesinden bahse
fikrini devam ettirerek "Dilleri, yazıları halk anlayacak gi
derek diyor ki: "Avmpalılar tarih-i umûmî ve etnoğrafya
bi olmadıkça Türklerin maarif işlerinden faydalı hiçbir
nokta-i nazarından Türk-Tatar kavimlerini tetkik ve teftiş
netice çıkamaz" diyor.
etmelidirler. Türlü isimlerle zaman zaman zuhur ederek
"Şark Ahlâk ve Adâtı Levhaları" kitabının "Müslü-
dünyayı alt-üst eden, tarihin mecrasını değiştiren bu kuv
manlarda Tipler" unvanlı faslında Vambeiy Osmanlı
vetli milletin tetkiki yalnız tarih-i umûmî nokta-i nazarın
Türklerinin tiplerini şöyle anlatıyor: "Türkiye'de biraz öte
dan değil, Avrupa'nın hususî tarihi nokta-i nazarından da
beri okuyup bir memuriyet yakalayan bey ve efendiler,
fevkalâde ehemmiyetlidir. Türk kavmi Avrupa ile pek çok
asıl OsmanlIlardan, yani Anadolu Türklerinden büsbütün
münasebetlerde bulundu. Bu böyle iken AvrupalIların,
başkadırlar, memur bey ve efendiler tamam Avrupalılar
bu muazzam kavmin ahvâlini vuzuh ve sarâhetle bilme
ca giyiniyorlar, yalnız başlarındaki fes onları Frenklerden
yerek, Hun, Avar, Kuman, Uturgur, Bulgar, Hazar, Tatar,
ayırıyor. Bu mümtaz sınıfta asıl Türk'ün tabiat ve ahlâkı
ilh ,.. diye yâd ettiği tarihî cemiyetlerine dair gayet müp
asla kalmamıştır, bunlar tamamen bozulmuşlardır. Bun
hem, sisli ve nakıs malûmâtı edinmekle iktifa eylemesi
lar hiçbir türlü ahlâka riayet etmezler, imansızdırlar, va
şâyân-ı taaccübdür.
tan sevmek, milliyet sevmek gibi necib hislerden bunlar
da zerre bile yoktur. Bunlar çocukluklarından başlayarak, Orta-Asya'daki Türk kabileleri bugün bile kadîm ba
temeli nifak, hiyanet, fitne ve fesat olan bir sınıf halk için balarının eski Avrupa tarihlerinde yazılıp kalmış hayatla
de terbiye görüp büyürler. Ruhlarını yükseltip manevi rını sürmektedirler. Onların tabiat ve ahlâkı, onların tarz-ı
zevkler tattıracak ulvî duygulardan mahrum oldukları maişetleri, onların İçtimaî nizamları hâlâ devam ediyor.
için, yalnız cisimleri ile yaşıyorlar ve hayatın bütün lezze Avrupa'yı baştan başa ürküten Hun hanlarının keçe yurt
tini yalnız keyif ve safada buluyorlar. Bunlar işret ve ları, bugün Orta-Asya ve Sibirya'da muhafaza olunmakta
safâhet meclislerini, kolaylıkla ele geçirilecek seiTetleri dır. Attila'mn şahsiyeti, belki Cengiz ve Timur'dan daha
arar ve bulurlar, din veya diğer ahlâkî bir kanuna tâbi ol mütebârizdir. Lâkin bu tarihî şahsiyetler birbirinden pek
Sayı 58 TÜRK YURDU 171
az farklıdırlar. Orta-Asya ve Türkistan'dan bugün de Ti nebatlar, kâfi derecede nemli bulur ve bu sayede mah
mur, Cengiz ve Attila gibi kahramanlar türeyebilir, onlar sulât da daha mebzûl olurdu. Alman ziraat müfettişleri
gibi arkalarına birkaç yüz bin halkı takıp önlerine rast ge Anadolu köylüsünün fevkalâde sa'y-perver olmaktan baş
len akvâmı kar kürer gibi küreyip Karadeniz'in kıyılarına ka, aynı zamanda zeki bir unsur olduğunu ve kendisine
kadar gelebilir, buna şimdilik Avrupa medeniyetten örül ziraatteki teceddüdün faydası güzelce anlatıldığı takdirde
müş kalın set mâni olmaktadır. Anadolu köylüsünün yeni ve mükemmel ziraat makinele
rine lâkayt kalmadığını ve elinde vesâit bulunduğu tak
"Türkistan göçebelerinin seciyeleri, iki bin seneden
dirde onların istimalinden çekinmediğini müttefikan be
beri hiç değişmemiş denilse çok mübalağa edilmiş ol
yan eylemektedirler. Mezkûr müfettişler, köylülerin ken
maz. Vâkıa buralara Araplar, İranîler, hatta AvrupalIlar nü-
di başlarına icra eylemekte bulundukları esaslı ve gayri
fûz ederek bazı tesirât icra etmişlerdir, lâkin bu tesirler,
basit bir takım teşebbüsâta dair bazı misaller göstermek
Çin içinden Şimalî Sibirya'ya, Altay'dan Bahr-i Sefid hav
tedirler.
zasına kadar yayılmış büyük Türk milletinin tabiat. Ahlâk,
dil ve kıyafetini değiştirebilecek kadar şiddetli olamamış Şüphesiz köylü cahildir, zira mektepten mahrum
tır, Türk değişmemiştir. Vaktiyle tarih-i beşeriyeti iradesi dur. Köylü âcizdir, çünkü parası yoktur. Devlet ise ondan
ne râm eden bu muazzam ve bahadır kavim, bugün gö yalnız vergi alıyor, fakat ona hiçbir şey vermiyor...
zümüzün önünde geniş Asya'ya uzanmış yatıyor. Biz Av Köylünün gözünü açınız! Ona, muhtaç olduğu za
rupalIlar, onun tarihini, etnoğrafyasını dilini, tabiatini, man muâvenet ediniz! Ona malûmat ve sermaye veriniz!
hayat ve maişetini öğrenmek için çok gayret ve himmet Köylüye mektep ve ucuz faizle itibar-ı mâlî bankaları açı
sarf etmeliyiz." nız! Zira memleketiniz ancak o zaman teceddüd edecek
AhmedZeki Velidî T.Y. ve devletiniz ancak bu sâyede kesb-i kuvvet eyleyecektir.
Evet, köylü aklı, gücü yettiği kadar çalışmaktadır. Ka ğu görülüyor. 16 kânûmevvel sene 1329 tarihli neşrolu
nan muvakkat kanun mucebince ağnâm vergisi yüzde
rınca gibi çalışmayı seven köylü, devletin dayanmakta bu
beş nisbetinde tezyîd ediliyor. Bu ziyade, vilâyetler m en
lunduğu ziraate vücut vermektedir.
faatine terk ediliyor.
Fakat Anadolu köylüsü, medeniyetten birkaç asır ge
Ağır vergi ve vazifelerle beraber ziraatin iptidaî bir
ri kalmıştır. O, tarlasını henüz pek eski zamanlarda câri
sûrette icrası ve ucuz faizli itibar-ı mâlînin fıkdanı köylü
olan usûl üzere işlemektedir. Anadolu köylüsü, pek ziya
yü bir daha baş kaldıramayacak sûrette eziyor. Anadolu
de kuvvet sarf ettiği hâlde o nisbette neticeler elde ede
şümendüferlerinin zahire nakliyâtı hakkındaki istatistik
memektedir. Tarlasını derin sürmemesi yüzünden
cetvelleri bu hususta câlib-i dikkattirler. Mezkûr cetveller
mahsulâtta büyük bir tereddüt hüküm sürmekte, yani
tetkik edilecek olursa, Anadolu'da zahire fiyatı, bazen te-
malsulâtın bolluğu, azlığı havaların müsaadesine bağlı
bulunmaktadır. Anadolu Şimendüfer Kumpanyası'mn te reffu, bazen tenezzül eylemekte, sonra yine tereffu ve
derhal yine tenezzül eylemekte ve sıtma hastalığına tu
şebbüsüyle Anadolu'nun ziraatini uzun uzadıya tetebbü
tulmuş bir adam nabzı gibi gayr-ı muntazam bir sûrette
ve tedkik etmiş bulunan Alman ziraat müfettişlerinin kâf-
kalkıp inmektedir. Bundan anlaşılıyor ki, köylü ziraatini
fesi bu fikirde bulunuyorlar, onlar kurumuş tarlaların
ilerletmek için son derece çalışıyor, fakat yukarıda zikret
kırk santimetre kadar derinliklerinde nemli toprak bul
tiğimiz sebepler, onun ayağa kalkmasına mâni oluyorlar.
muşlardır. Binaenaleyh eğer bu yerlerde tarlalar biraz da
ha derince olarak sürülmüş olsalar, onlara ekilecek olan
172 TÜRK YURDU S a y ı 58
Misal olarak Haydarpaşa-Aııkara hattını alalım: Bu logram, 1901 senesinde 93 milyon kilogram, 1902 sene
şümendüfer hattı 1889 senesinde işlemeğe başlamış- sinde 102 milyon kilograma vâsıl oluyor, fakat bundan
tır.İlk senelerde pek az zahire nakliyvtı vuku bulmuştur. sonra yine tenezzüle başlıyor ve 1903 senesinde 61 mil
Fakat nakliyât-ı mezkûre 1896 senesinde 105 milyon yon kilograma iniyor. 1904 senesinde yine 99 milyon ki
kg'a, ertesi sene 243 milyon kg'a kadar çıkmıştır. Fakat lograma ve 1905 senesinde 124 milyon kilograma kadar
1898 senesinde mezkûr şümendüfer hattı üzerinde zahi fırlıyor. 1906 senesinde 74 milyon, 1907 senesinde 84
re nakliyâtı 152 milyon kg'a inmiş ve 1899 senesinde an milyon kilograma iniyor. İki sene zahire nakliyâtı sıfır de
cak 35 milyon kg'dan ibaret kalmıştır. Mahsulâtın mikta receye indikten sonra 1908 senesinde 31 milyona, 1909.
rındaki bu kararsızlık, ziraatin iptidaî bir usûl üzere icra senesinde 19 milyona, 1910 senesinde 90 milyon kilogra
edilmesinden ileri gelmektedir. Köylü paraya ziyade ma ve 1911 senesinde 146 milyon kilograma kadar fırlı
muhtaç bulunduğundan mahsulâtın bol olduğu seneler, yor.
daha çok miktarda ve daha ucuz fiatla zahire satıyor,
Bu istatistik cetvellerinin Anadolu köylüsü ziraatinin
kahtlık senelerinde ise satacak bir şeyi bulunmadığından
hâlini pek güzel göstermekte olduğunu söylersek, ifrat-
tamamen borca dalıyor ve bolluk senelerinde borçlarını
kârlık göstermiş olmayız. Umûmiyetle şümendüferlerin
ödemek için yine ucuz zahire satmaya mecbur kalıyor.
ziraatin terakkisine olan hizmetleri âşikârdır, fakat bun
Zahire nakli hakkındaki istatistik cetvelini biraz daha tet
lardan fayda görmek için büyük zahmetler çekmek ve
kik edelim. Nakliyât-ı mezkûre 1900 senesinde 121 mil
pek çok kararsızlıklar geçirmek iktiza ediyor.
yon kg'a, ertesi sene 145 milyon kg'a ve 1902 senesinde
Köylü, şimendüferlerin ehemmiyetini pek güzel an
ise 274 milyon kg'a çıkmış ve fakat 1903 senesinde yüzde
lıyor ve onlardan istifade etmek istiyor. Fakat ebedî borç
elli nisbetinde tenezzül etmiş, yani 141 milyon kg'a in
lar ve ebedî ihtiyaçlar ona bu hususta mâni oluyor, Şi-
miştir. 1904 senesinde zahire nakliyâtı 191 milyon kg'a ve
mendüferlerle beraber köylüye muâvenet etmek üzere
1905 senesinde 217 milyon kg'a kadar çıkmıştır. O za
köylerde köylü bankaları açılacağı yerde köylünün en bü
mandan beri nakliyât-ı mezkûre seneden seneye âtideki
yük düşmanı olan arazi alıcıları zuhûr etmiştir.
veçhile tenezzül eylemiştir:
Demir yol inşaatı münasebetiyle arazi ve zahire fiya
1906 senesi 190 milyon kilograma inmiştir
1907 senesi 146 " tının ziyadeleşmesi ümitleri pek büyük arazi muamelele
1908 senesi 55 " rine yol açıyor. Meselâ Tanin gazetesinin Salah gazetesin
1909 senesi 59 " den istihsal eylediği malûmata göre, Bağdat eşrâfından
Hacı Muhammed Abdülbassân şimendüfer hattı boyun
1910 senesinden beri Haydarpaşa-Ankara hattı üze
da kırk bin lira kıymetinde arazi satın almıştır. Zannolun-
rindeki zahire nakliyâtı yine fırlamaya başlamıştır. O sene
duğuna göre bu muamele, bir ecnebî maliye grubu hesa
zarfında nakliyât-ı mezkûre 153 milyon kg'a ve 1911 se
bına olarak icra edilmiştir,
nesinde 262 milyona kadar çıkmıştır.
"Deutsche Bank"ın çoktan beri Adana havalisinde
Bununla beraber şurası da nazar-ı dikkate alınmalıdır
pamuk ziraatine elverişli arazi satın almakta bulunduğu
ki, Haydarpaşa-Ankara hattı havalisinde icra edilmekte
herkese malûmdur.
olan ziraat, payitahta daha yakın olmak sebebiyle diğer
yerlere nisbeten daha iyidir. Memleketin daha içeri taraf Şimendüferlerin geçtiği yerlerde, daha doğrusu zira
larına sokuldukça, bu husustaki (nakliyâttaki) kararsızlık atin terakkisine ve köylünün kesb-i servet etmesine en
da o derece artıyor. Meselâ Eskişehir-Konya hattı üzerin ziyade sâlih olan yerlerde köylülerin yersiz kalması tehli
de vukû bulan zahire nakliyâtını tetkik edelim: kesinden korkulur. Bu tehlike, köylünün resmen arazi
sahibi olmayıp da araziyi, hukuk-ı İslâmiyenin tayin etmiş
1897 senesinde bu hat üzerinde 106 milyon kilog
olduğu eski şerâit dahilinde işlemekte bulunmasından
ram, 1898 senesinde 45 milyon, 1899 senesinde ancak 10
dolayı daha ziyade artmaktadır. Ecnebî mâliyyûnu, yerli
milyon kilogram zahire nakliyâtı vukû bulmuştur.Bu, te
arazi dellâlları vasıtasıyla köylünün ayağı altındaki zemini
nezzülün ilk derecesidir. Bundan sonra tereffü devresi
tamamen elde edebilir. Köylü hiçbir muamelede bulun-
başlıyor. 1900 senesinde nakliyât-ı mezkûre 54 milyon ki
Sayı 58 TÜRK YURDU 173
maksızııı ve hatta kendisinin hiç haberi dahi olmaksızın yetini muhatabına bildirmek için ibtida hangi ordunun
ecnebi bankalarının eline esir olabilir. hangi uruğuna ve bu uruğun hangi il ve ailesine mensup
olduğunu söyledikten sonra en maruf aile reisine kadar
O halde köylüye nasıl muâvenet edilebilir?
ata babalarını sayar.
Bu hususta çok şeyler yazdım ve bunun çarelerini
Vakıa, Rus hükümeti teşkilâtı da bir dereceye kadar
çoktan gösterdim.
teşkilât-ı milliyeye yakındır: Ruslar Kazak avullarım Vo-
Aşar vergisi azaltılmalı, yahut hiç olmazsa o derece lostlara ayırırken karâbet-i mahalliye esaslarını gözetmiş
tahdit edilmelidir ki, köylü daha ziyade tarla işletmek ne olduklarından, karâbet-i nesebîsi üzerine ibtina eden ka
ticesi olarak elde edeceği fazla mahsulâttan tamamen is bile teşkilâtına az çok tevaftık etmiştir. Çünkü, bir kabile
tifade edebilsin. mensubunu alelekser bir semtte bulunduğu gibi şuubâtı
Ucuz faizli itibar-ı mâlî bankaları lâzımdır. da yek diğerlerinden pek uzaklaşmaz.
Köylünün ecdadından beri işletmekte olduğu arazi Bütün bu sahraların, ovaların vüs'atiyle beraber ot
nin tamamen onun mülkü olmak üzere kalması taht-ı te laklarının çokluğu, havasının itidali, nehirleri, ırmakları
mine alınmalıdır. hülâsa bu memleketin her şeyi üzerinde yaşayanları öte
den beri hayvanât beslemeye sevk etmiş. Kazaklarda şu
Bundan başka çare yoktur. Bunun haricinde devlet
istidad-ı mahallîye temsil etmek hususunda pek büyük
dahi ne kuvvet, ne de servet istihsal edebilir.
kabiliyet göstermişlerdir. Kazaklar, evvelleri olduğu gibi
Parvus bugün de hayvanât yetiştirmekten başka tarîk-i hayata,
başka bir usûl-i maişete pek de ehemmiyet vermezler.
Onun için yüzler ile sayılabilecek kesretli hayvanâta
mâlik olmak, bir Kazak için en tatlı bir gaye-i emeldir. Ka
SEYAHAT zak hayvanâtını, kendisi ve çoluk çocuğu kadar sever.
ALTAYLARA DOĞRU Hayvanâtı da ailenin adeta azası gibidir. İki Kazak karşıla
(Başı 1 inci yılın 12 nci sayısında) şınca selamdan sonra "can"a, hayvanât manası ifade
eden "mal" kelimesini terdîfen:
Kazaklar arasında ziraatle iştigal eden pek azdır. Bun
lar senenin kısm-ı azamim açık sahralarda, dağlarda, yay- -Can, mal amanbi? (aman mı? Yani sağ salim mi?) su
lav(yaylak-yayla)larda geçirirler. Yurtları, nakli kolay olan alini irâd etmek adâb-ı milliyeden madûddur. Senelerin,
keçe çadırlardan ibarettir. Fakat kış mevsimlerini, kar ve asırların mürûru Kazaklar ile malları arasında pek ciddî
soğuktan, koralardan barınabilmek için muhafazalıca ünsiyetler temin etmiştir. Lisanlarında, edebiyatlarında
mahallerde, oyuntu yerlerde çamurdan, samandan, ot görülen açıklıklar, mallarının, bilhusus atlarının hareket
tan yapılmış salaşlarda, yahut yeri kazarak meydana geti lerinde, melekelerinde, şekillerinde görülen incelikler,
rilmiş zemliklerde geçirirler. Bu yerlere "kışlav" (kışlak, letafetler ile doldurulmuştur.
kışla) derler. Zaten Kazaklar bütün hayatlarını, saadetlerini, ser
Gerek "yaylav" ve gerek "kışlav"daki "avuDlar (Ağul- vetlerini hep bayılanlarına, mallarına medyundurlar. Süt,
1ar, köyler)in her biri kardeşlerden yahut bu kardeşler sa gıdalarının esasını teşkil eyler. Asıl yemekleri yoğurt, ay
yesinde geçinip giden fukara takımlarından ibarettir. Her ran, irmeçik (bir nevi peynir), kurudibdur. Kazaklar sağ
avul en ileri gelerlerden ber-hayat olanların ismiyle yâd lam, tıknaz vücutlarını bilhassa kısrak sütünden mamul
olunur. Türk Kazakları Rus hükümeti nazarında "Vo- "kımız"dan kazanmışlardır. Bayramlarda, düğünlerde, zi
lost'lara ayrılır ise de kendi aralarında sülâle ve karâbet yafetlerde, çocuk beş altı yaşına gelip de ata bindirmek
esaslarına müstenit büsbütün başka teşkilâtları vardır, merasimi icra edilen müstesna günlerde taze koyun ya
hükümet teşkilâtına ehemmiyet vermezler, o teşkilâta hut mevsimine göre kuzu, keçi etleri, yemek listesinin en
dair akıl bile yürütmek istemezler. Bir Kazak kendi hüvi mühim erkânıdır. Koyun, inek eti pastırmaları, at ve tay
etinin nefis kazılıkları (sucukları) her ailenin ihzarına mu Oran nidasını işitenlerin imdada koşmaması ancak bü
vaffak olabileceği kışlav hayatına mahsus et'ıme-i fâhire- yük bir günah-ı millîyi göze aldıranlarca tecvîz edilir
den sayılır. ahlâksızlıklardan madûddur,
Kazaklar tay ve koyun derilerinden yaptıkları kürkle İşte her Kazak'ın hayatı, böyle kabilesine pek sıkı
ri, şalvarları giyerek kış, hatta yazın soğuk ve sıcaklarına bağlı bulunduğundan silsile-i nesebiyesini kabile müessi-
hiç aldırmazlar, Üzeri ipekli, kadifeli kumaşlar ile işlene si olan zata rabt ile onun da nesebini daha marûf batınla
rek kuzu derilerinden yapılan "tomak'lar. Kazakların es ra kadar temdîd etmek bir vazife-i hayatiye demektir.
ki millî kalpaklarıdır. Onları her türlü hadisât-ı hevâîye- Onun için Kazaklar arasında şifahî bir ensab ilmi pek zi
den barındıran yurtlar, koyun yününden mamûl keçe yade müteammimdir. Bir Kazak çocuğunun kuvve-i te-
dendir. Odunun bol olduğu Altay yaylaklarında bile ısın kellümiyesi, ana-ba tabirlerini söylemek derecesini geçip
mak ve yemek pişirmek için hayvanlarının kurumuş te de evin haricindeki at, koyun..lan hecelemeye başlayınca
zeklerini kullanırlar. Hülâsa, hayvanât, mal ve davar. Ka anasından, büyük anasından, babasından ilm-i ensaba da
zaklar için yegâne bir menba-ı hayattır. Saadet ve servet ir dersler almaya başlar. Muhit idraki tevessü ettikçe ken
de bunların âdetleriyle mütenasip olarak tezâyüd veya di babasından başlayan nesebi de yukarılara doğru çıkar
hut tenakus eder. makta devam eder, şubelerini, batınlarını...ilh. beller. Aı*-
Kazakların başlıca hayvanları koyun, at, keçi, deve ve tık kendinden başka arkadaşının, komşusunun, civar ka
sığırdan ibarettir. Kazak koyunu büyük vücutlu, kaba bilelerin... de silsile-i nesebiyelerini öğrenmek, kardeşle
yünlü olup sıcağa, soğuğa pek ziyade mütehammildir. riyle yabancıları temyiz etmek olur. İşte şu taallüm-i ted
Yemek hususunda da pek o kadar nazlı değildir: Her otu ricî neticesi olarak akraba-perestlik hissinden başka bir
yer, icabına göre az çok aç da kalabilir. Büyük büyük ko- de kuvvetli bir asabiyet-i ırkiye hissi uyanır.
yunlardan yirmi, yirmi beş okka kadar et çıktığı gibi on, İrtiş Kazakları arasında maruf olduğuna göre Kazak
on iki okka kadar da yağ alınabilir. Atları da tıknaz, fakat ların silsile-i nesebiyeleri Alaç nâm zata istinad eylemek
küçükçe cüsseli olup kısa kafalı, geniş göğüslü, uzun tüy tedir. Bu Alaç hakkında mâ fevka't-tabia kuvvetler ile mü
lü, kalın ayaklıdırlar. Çeviklik cihetinden her cins ata fâ- nasebette bulunmak, vüs-i beşer haricinde kahramanlık
iktir... Boynuzlu hayvanlardan keçileriyle öküzlerini ale- lar göstermek gibi efsaneler, menkıbeler rivayet ediliyor.
lekser satan yahut lüzumu olan eşya ile mübadele eder Alaç her hâlde kahramanlığın. Kazaklığın mümessili harı-
ler. Bu mübadele usûlü, sair hayvanlar ile hayvan derile kulâde bir vücut demektir. Kazaklar söz aralarında Alaç,
rinde de ara sıra tatbik olunur. Öküzler ile develer göçe Alaç bulganda, Alaça han han bulganda..., derler. Nay-
belik hayatının en kuvvetli yardımcısıdır. Bir ailenin bü manlıların rivayetine göre bu Alaç nâm zatın Tolu Beg ve
tün ağırlıkları, eşyası develerin, öküzlerin, danaların arka Kildo Beg ve Kitdo Beg isminde üç oğlu olmuş imiş ve
sında naklolunur. Atlar, alelekser binmeye mahsustur; bütün Kazak kabileleri de Alaç'ın şu üç oğlundan intişar
çokça ağırlık nakliyâtında kullanılmazlar. Develerin yük eylemiş imiş!,,
leri de epeyce mühim bir vâridât temin eder.
Tola Beg'in Oysun, Cansı, Cağlaylu, Kanglu, Cansık-
Göçebelik hayatı iktizasından olarak Kazaklar kabile lu, Kancağalu, Botbay, Çemer; Kildo Beg’in Kongırat, Kıp
ve aşiret hâlinde yaşamak mecburiyetindedirler. Kabile, çak, Argun, Nayman, Kerey, Vak; Kitdo Beg'in de Alçın,
harice karşı bir şahsiyet-i maneviyeyi hâizdir. Onun için Caybas, Tama isimlerinde oğulları olup bunlardan her bi
kabile mensubîninden bir şahsın dûçâr olduğu zulmü ri ayrı ayrı kabilelerin reisleri olmuşlardır. Fakat yolumun
def etmek, bütün kabile efrâdının borcu sayılır. O şahs-ı uğradığı yerler yalnız Kildo Beg evlâdına ait olup bu bab-
mazlumu müdafaa etmek, kendinden ziyade efrâdın kuv taki malûmat-ı hususiyesinden müstefid olduğum zat-ı
vetine istinaden kabile reis ve biy(bey)lerine ait bir vazi muhterem Tolu Beg ile Kildo Beg'in oğullarına mensup
fedir. Zulüm-dîdenin hissesine isabet eden vazife, müda kabâil hakkında malûmatı bulunmadığını söyledi.
faa değil belki avullara ve şâir ahali bulunan yerlere gide
Kilo Beg oğullarından Nayman'ın Tola Kıtay, İrkatak-
rek kuvvetli bir sadâ ile "oran" nidasında bulunmak, yani
tu. Ters Tamgalı, Baganalı, Bakalı nâmında beş oğlu olup
kabilenin ismiyle mutazallımâne bağırmaktan ibarettir.
Sayı 58 TÜRK YURDU 175
bunların her birinden müstakil kabileler türemiştir. Tola Katay'ın dördüncü oğlu Savar'ın ahfâdı üç dört
bin aile kadar tahmin olunmaktadır.
Tola Kıtay'dan Kara Giray, Matay, Türet Oğul, Sadır
nâmlarında oğullar dünyaya gelip. Kara Giray'ın Sarı Mir Nayman'ın ikinci oğlu İrkanakito'nun oğulları da
za ismindeki tek oğlundan da Bayas, Baysıyık nâmlarına Kök Carlu, Sarı Comart, Karatay, Garka, Bora nâm kabile
mensup kabileler tevellüd etmiştir, Baysın, Moron, Sa lere ayrılarak mecmuunun on altı, on yedi bin kadar yurt
ban, Ahmit, Karçu isimli oğulları olup Moronun Cülem- olduğu söylenmektedir.
bat adlı tek oğlundan da Kadar, Nazar, Acuğul, Daf, Acu, Bitmedi
Komit, Kolaga, Seyyid, Ak Nayman isimlerine mensup Halim Sabit
dokuz kabile teşekkül edip bugün bu kabilelerin mec
muu on beş bin yurttan ziyade olduğu söyleniyor. Baysı-
yık'dan da, Simiz Nayman, Bolatçu Baygana, Torna, Tok ÜSTAD EKREM'İN VEFATI
mak, Cadboldu, Kocombat adlı altı kabile teşa'ub etmiş Hakikaten bir "Bir devre-i zayiâtta"yız. Türk Yurdu
tir ki, bugün miktarları on bin yurttan ziyade tahmin hemen her nüshasında. Yurdumuzun büyük evlâtların
olunmaktadır. dan birisinin ebedî ziyâını sahife-i teessürüne kayıt et
Kara Giray oğlu Sarı Mirza'nın bir kızı, nesebi zabt mek kara bahtlılığında bulunuyor. Ahmed Midhat'in, To-
edilemeyen Toktar Koca isminde biriyle tezevvüc ederek gay'ın Ebuzziya'nın, Safvet'in, Babanzâde'nin vefatlarına
bunlar arasında dünyaya gelen "Baydgit"den, Cumuk, ağlayan gözlerimizin yaşı henüz dinmeden Üstad Ekrem'i
Togas, Membit isimlerindeki kimseler doğmuştur. Cu- de kara topraklara gömdük. Recaizâde Ekrem Bey, bu
muk'dan Satu, Zaybolat, Karaça, Kocan, Bolat, Tavka günkü münevver sınıfımızın edebiyat ve fazilet hocaları
nâm kabile reisleri dünyaya gelip bugün bunlar altı yedi nın en büyüklerindendi. 1325 inkılâbını hazırlayan ve o
bin kadar yurt tahmin olunmaktadırlar. Togas'dan da Ci- inkılâbı müteakip Osmanlı-Türk heyet-i içtimaiyesinin
robay. Devlet, Çaksoğul, Kaplan, Baybarak, Kayıp, Cay- fikrî ve siyasî idaresini deruhde edenlerin çoğu üstad Ek
lav, Samatay, Konasbay kabileleri münşaib olmuştur. rem'in şakird-i irfanlarıdır. Ekrem, talebesine edebiyat ve
Bunlar da üç dört bin yurttan ibarettir. Membit'den inti edeple beraber terbiye-i medeniye ve fazilet de öğretmiş
şar eden Kara Korsak Tomanay illeri de üç dört bin aile ti. Neshi hâzırın kalp ve ruhuna muhabbetlerin en temiz
den az değildir. ve ulvîsi olan evlât muhabbetini en çok ihsas ve telkin
eden de o üstad-ı fezâildir. Hazret-i üstadın en asil ve ne-
Tola Katay'ın ikinci oğlu Matay'dan Atalık, Kaytağay,
cib hislerle en yüksek ve metin faziletlerden müteşekkil
Kince nâmlarında oğulları dünyaya gelip Atalık'dan mec
şahsiyetini ve memlekete ettiği edebî, terbiyevî ve siyasî
muu altı bin kadar yurt tahmin olunan. Çakal, Çuyçuma,
hizmetlerini Türk Yurdu, gelecek sayısında mütehassıs
Torna kabileleri intişar etmiştir. Kaptağay'ın oğulları da
kalemler tarafından yazılmış makalelerle teşrih ve iraeye
Karavul, Yasık, Ercan nâm kabilelere ayrılmıştır. Bunlar
çalışacaktır. Biz, şimdilik merhumun muhterem ailesine
üç bin kadar yurttur. Kazay, Bako, Kodas, Talaş kabilele
pek samimî taziyelerimizi takdime şitâb ediyoruz.
ri de Kince evlâdından olup on bin kadar ailelerden mü
teşekkildir.
T ûkk ^uKm
Tûr£ Wri n Tai(besine C altsır
'X-
û ^ ^ e ^ ^ S ^ ^ e ^ c 't ç c £ a- t-
Recâîzâde M ahm ut Ekrem Üzerine / Ahm ed H ikm et, Gökalp, Halid Ziya vs.
TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
A ^
M
Üstadımız Recâîzâde Ekrem Bey Merhu e /" U--A _ ' '
mun » ■ .
'pj ^ j ^ ^ m ^
” ^ m
r
180 TÜRK YURDU S a y ı 59
RECAIZADE MAHMUD EKREM BEY İşte nazarımda Recâîzâde Mahmud Ekrem Bey. Pe
Riyadan, mezemmetten, tecessüsten, işretten daima derimden sonra en ziyade hürmet ettiğim simâ-yı mü-
ittika eder, müthiş sademâtmı göre göre hayatı öğren beccel ki bir rub' asırlık keşmekeş hayat o hürmeti bir an
miş, en derin elemlerle dağ-dar olmuş bir sima-yı müte haleldâr edemedi.
fekkir, herkesi sevmeyen fakat sevdiklerine karşı vefa Tabiatın bahşettiği değil, ruhumun, fikrimin, ahlâkı
besleyen bir muhibb-i hâlis, en necib hisleri en derin ke mın intihab ettiği bir büyük biraderimdi.
derlerle mezcetmiş bir kalb-i nezih, en meşru âmâlı pen-
Denebilir ki, her hakikat zekâ-yı bülendine mekşûf
çe-i mevt ile parçalanmış bir ruh-ı mesâib-dîde, mana-yı
idi. Gayr-ı kabil-i telâfi ziyâından yirmi beş gün evvel ki,
bülend eş'ârında tesliyet bulmak isteyen bir şair-i zî-va-
biraz münharifü'l-mizac idi, bahara ait bir niyetten bahso-
kar, fiil ve kemalinden başka refiki bulunmayan, nezih ve
lunduğu sırada:
masum tefekkürâtına meclûb necib bir nâsıye-i zî-dehâ!
-Vakit kalırsa...
Sayı 59 TÜRK YURDU 181
' . • ■‘"'es9» .
^ ,, -'Uü' . ' *
^ *-iJ Y - ' ""
't^f,
4~/
dİ; * d->>y d3>y ^
i \ \ ilV.of 'f
X
*' ■'. - ’lİ ', ' . '^g.« -•
U /.;V - '- . - d ç : . .
Sözleri lisan-ı nezihinden en hazin bir tarzda dökül Ekrem Bey, yetmiş iki yaşında nasıl ihtiyarlamadan
müş ve pes bir sadâ ile söylediği o cümleyi samia-i tees vefat etmiş ise âsârından birçoğu da o sûretle muhafaza-i
sürüm kalbime ne müthiş bir acı ile nakletmişti! tarâvet edecektir.
Bir elem ki, beni daima pür-irtiâş-ı teessür edecek... 26Kânûmsanî 1329
Şimdiki nesl-i edeb mevlûdun. kıldığını seyrediyorlar, millî dehamızının bu hakikî devle
Göklerin kubbe-i bîhissine dek ri kollarında bir acz, ruhlarında bir kesl peydâ olduğunu
Çıktı bânk-i elemin yükselerek. onulmaz bir yara ile bağırlarının deşildiğini görüyorlar.
Asrının bir nice zilletlerini, Kendileriyle şereflenen memleketleri mahrekinden çık
Nefret-engîz sefâletlerini, mış bir âlem gibi gözlerinin önünde onlara rağmen, her
Beşerin kanlı rezâletlerini,
şeye rağmen düşüyor, düşüyor...
Taliin şanlı denâetlerini
Karn-ı nevzada hurûşân okudun. Bizim kalplerimizin tanıdığı bu felâket ve ızdırap,
kim bilir onların kalbinde kaç kere daha büyük bir vüs'at
Sît-i nâmın kalacaktır ebedî. almıştır. Ekrem Beyin mübarek tabutu arkasında yürüdü
Üstüne mevt gerüp bâl-i siyah, ğümüz çok mahzun dakikalarda, her zaman bir hüküm
Kapadı zîr-i sükût-ı ecnâh dar asâlet ve istiklâliyle yaşamış bu pek büyük edep, ir
Bütün ekdâr zamîr-ârânı. fan, fazilet ve asalet üstadını teşyî ettiğimiz o sayılı unu
Geçirirsen bu hazin âvânı, tulmaz saatte, tabutunun her tarafından nihayetsiz bir acı
Görürüz -derdi zemin- devrânı intişar ediyordu. Vatan ümidinin yıkıldığını görmüş ol
Râhat u mesâdetin handânı, maktan mütehassir, makhûr olmaktan mütevellid müs
Âsumân: Gör, -bırakırlarsa- dedi.
tesna, vâsi, derin, çok derin bir keder -ruhu ağlatan, insa
Hüseyin Dâniş nın boğazına düğümler, gözlerine yaşlar getiren ulu, kor
kunç bir keder.
dad ile nazm-ı kelâma muktedir olan bir sürü köhne-fü- edilecek bir kayıt vardır; Hassasiyetine "inteligence-zi-
rûşân bazı eslâf-ı üdebâmn dest-i sefâhetinde tefessüh ve hin"i çok hâkimdir. Şiirlerinin çoğunda, hatta mersiyele
tereddi eden zavallı bir ruh-ı tasavvufun setîre-i hatâpû- rinde bile mantıkî bir tertip, dikkatli bir gözden kaçamaz.
şuna bürünerek bütün bir nesli mey ve meyhaneye sü Diyebilirim ki, Ekrem Bey ağlar, hakikaten ağlar, yalnız o
rüklemek istediği ve maateessüf hatta kısmen sürükledi ağlayışa bir hudut çizer ve bu hudut içinde -Tıpkı hocası
ği bir zamanda, bize şiiri, en cihanşümûl manasıyla şiiri, tarafından feryattan men edilmiş bir çocuk gibi, zihnin
her ırk-ı medenî şiar gibi Türklerin ruhunda da en meç tahakkümünden- münkad ve esir, serbest ağlayamaz.
hul zamanlardan başlayarak Sinan Paşalar, Fuzulîler, Ru Muallimliğine gelince: Ekrem Beye kadar edebiyatın
hîler, Nef iler, Nedimler, Şeyh Galibler gibi bülent ve be
hakikî manasını takdir etmiş edipler vardı, fakat takrir
liğ lisanlarla terennüm eden hakikî ve millî şiiri, Türk eden yoktu, işte o bunu yaptı...
mh-ı şiiriyetini bütün ânât ve şemâiliyle du)mran, üslub-f
Çanakkale, 29 Kânûnısanî
beyâna o anat ve şemaili tebliğ edecek kadar vâsi ve mü
zeyyen bir inbisat ve keşâyiş veren ve nihayet, sanki hilka Ali Canib
ti n Türklerdeki dehâ-yı şiire ebedî bir timsâl olmak üzere
yarattığı Abdülhak Hamid'i, o bütün Türklük âlemi ve
Türklük ruhu kadar büyük ve müstesna kudreti tanıtan Ekrem Bey şüphesiz büyük üstadımızdır, edebiyatı
ve öğreten Ekrem Bey ve hatta -kanaat-ı şahsiyeme göre- mızın müceddidlerinden biridir. Ekrem Bey, hangi müte-
bütün bu tesirâtıyla vicdan-ı millîye bir hamle-i intibah ve meddin bir millette yetişmiş olsaydı nâmına abideler
rerek bugünkü inkılâb-ı siyasiye, yarının beklediği inkı- rekzedilirdi. Biz genç ruhlu Türkler de bu büyük üstada
lâb-ı umûmî-i millîye zahiren pek mütevazı ve hakikatte karşı minnet vazifemizi ifâ edeceğiz. Fakat bence Ekrem
en mütecellîd bir rehber ve pîşvâ olan Ekrem Beydir. Bey, gayet hassas bir baba ruhu taşıyordu. Beni mest ve
hayran eden ondaki bu babalık aşkı idi. "Nejad'ı için kal
31 Kânûnısanî 329
bi titreye titreye terennüm ettiği şiirler, bence onun en
Süleyman Nesih şehkâr eserleridir. Diyebilirim ki, pek az baba kalbi, Ek-
rem'inki kadar evlât endişesiyle çarpmıştır. "Ah Nejad!"
serlevhasıyla yazdığı şiiri okuyup da ağlamayacak hassas
Ekrem Bey bir devir(epoque) yaptı, Ekrem Bey bir bir yürek tanımıyorum:
mektep vücuda getirmedi, Ekrem Bey bir mektep vücu
Dağda kırda rast getirsem bir dere
da getirenlerin vücut bulmasına büyük tesir icra etti. Em
Gözyaşlarım akıtarak çağlarım.
salsiz bir üstad-ı edebiyat oldu. Edipler yetiştirmekte bi
Yollardaki ufak ufak izlere
rinci, edip olmakta İkincidir. Tarih-i millîmizdeki mevcu-
Senin sanıp bakar bakar ağlarım.
diyet-i müebbede ve müeyyedesi vakur, münevver, mu
azzez, muhterem bir simâ ile payidâr olacaktır. Bu ayrılık bana yaman geldi pek
6 Şubat 1914 Ruhum hasta, kırık kolum kanadım
Ya gel bana, ya oraya beni çek
Abdullah Cevdet
Gözüm nuru oğulcağım, Nejadım!
Ekrem Bey şair olduğu kadar şuura da mâlikti, Feyzli mecmua-i hayat-ı edebiyenin kalbimin adesesinden ge
karihası şiir nazm etmekle iktifa etmedi. Edebî cereyan çerek bende nasıl akisler bıraktığını, ne perestişler tevlid
lara nizam vermekte, yeni edebiyat mektebini tanzim et ettiğini anlatmak isterdim.
mekte de muvaffak oldu. Edebiyatın âdâbını tesis, edip
Fakat, ondan sonra da anlatamadım, meğer hiç nasip
leri edepli olmaya irşad etti. Tenkidi kadr-i nâşinasların
olmayacakmış, o samimî arzu yine bende kalacakmış...Bı
elinden kurtarmak için -yalnız isimce değil mahiyetçe de-
rakınız ki onlar şimdilik de bende kalsın. Burada yalnız
takdire kalbetmeye çalıştı.
büyük üstada ait bir hatıramı -bu ikinci tesadüfümdü-
Bence Ekrem Bey bedîalar ibdâ etmemiş olsaydı yi defterimden nakledeyim:
ne Ekrem Bey olacaktı, çünkü onun edebiyat tarihindeki
"10 Nisan 1329- Ne büyük ve müstesna bir mazhari
vazifesi mebdâlar ibdâ etmekti. Ekrem Bey şiirimizin şu-
yet. Bugün üstad Ekrem'i bedî bir eseri seyrederken gör
um idi, Hamid Bey şuurumuzun şiiri olduğu gibi...
düm ve ben, ikisini birden temaşa ettim. Bu bana mües
Gökalp sir ve nadide bir zevk verdi.
mi§ ve bu, Ekrem'e o fecayiin bütün tesirâtmı bir anda ih edebiyatı istiare bahsinden kurtaramazdı. Edebiyat-ı gar
sas etmişti. Bize de ilham ediyor, biye ise o vakit tıpkı ilm-i simya gibi idi. Bu kapanık sima
acaba nasıl açılacaktı?
Aynı bunlar gibi, bunlar kadar müessir ve tabiî, üstad
Ekrem'in ufûlünü, ufûlünün matemini görmek ve hisset 1297 senesinde Recâîizâde Ekrem Bey mekteb-i Mül-
mek için gençlere, gençlerin kalbine bakmalı... kiye-i Şahâne'de edebiyat okutmaya başladı. İşte bugü
nün ve yarının kâffe-i mümtelikât-ı edebiyesi, o tarihin si-
Mustafa H alûk
cill-i irfanına üstad-ı müşârunileyhin tarif ve talimiyle geç
t miştir. OsmanlI edebiyatının mebde-i tedvin ve menşe-i
EDEBİYAT MUALLİMİ EKREM BEY telkini Ekrem Bey'in ilk defa işgal ettiği o kürsî-i tedristen
başka bir yerde değildir.
Üstad Ekrem'in edebiyat muallimliğini yazabilirsem
memleketin edvâr-ı hayatiye-i maneviyyesinden belki en Bu tarihe bizim devr-i meşrutiyet-i edebiyemizin ta-
mühim birkısmını anlatmış olacağım. Çünkü, edebiyat rih-i sahihidir, diyebilirim. Ekrem Bey o dershaneye ede
kelimesinin delâlet ettiği ne gibi bir mana ve nasıl bir vü- biyat muallimi sıfatıyla girdiği ilk günden itibaren Osman
cûd-ı bâtını tasavvur olunabilirse, işte onun yegâne mü- lI gençliğinin nur isteyen ruh-ı şiiriyetine bahar-efzâ bir
lakkabını, o heykel-i yektâ-yı insaniyetin bizdeki ilk nü- subh-ı zevk ve hissin ilk ziyaları dağılmış, dershanenin dı
hat-ı sanatkârı Ekrem Bey olmuştur. şarısında bir müddet hiç işitilmeyen garip bir aheng-i şiir
ve edebin cehilden, sathîlikten daima kaçan ve saklanan
Süleyman Paşa m erhum un ”Mebâniyyü'l-İn§a"sı
inceliklerini hep o üstad-ı âlî-kadrin hayali perileri bile in
memleketin yeni uyanan bir devre-i mahsusasını benim
citmekten çekinen mehâsin-i perver elleri getirmiştir.
semiş ise de yine tarz-ı kadîmden tamamen çıkamamış,
Güzelliği, ulviyeti ve bunları daima sıyânet eden samimi
bunun haricinde yazılan bir kaç belagat kitabı "edebiyat"ı
yeti söyleyen, anlatan hünerver ruhu ile bizi o vaktin en
gençliğe hiç öğretememiş ve Şinasi'den bede' ile Namık
meçhul ve en yeni bir cihan hakikatine götürmüş olan
Kemal, Ziya Paşa ve şâir erbâb-ı kalemin âsâr-ı edebiyesi
rehber-i mealî, ancak Ekrem Beydir. Üstad Ekrem’e varlı
lâkayt ve perakende hislerle mübtedîlik devrinin kıymet-i
ğını daima ihsas eden şeyin iki olduğunu kabul edersek
sanatı takdirden daha pek uzak olan mühmel ellerinde
bunların biri ancak sekiz sene süren o ilk muallimlik dev
dolaşmaktan kurtulamamıştı.
ri, diğeri de o müddet-i saadetinin hırmanını duyurmaya
O devrin nısf-ı ahîr-i unfijvanında işitilmemiş bin li cak bir safa-ı m h ile âfâk-ı maneviyatına ebedî baharlar yı
san ile hakikî edebiyatım munis perilerini manzumelerin ğan "Nejad"ının dünya yüzündeki ömrüdür, demekte hiç
de terennüm ettiren büyük ve genç şair Abdülhak Hâmid tereddüt etmem, Üstad Ekrem o yedi sekiz senelik ha-
Bey idi. Bu deha-yı meâlî-perver o vaktin semasında git yat-ı gaye-nüvazını sonradan birçok zamanlar en derin iş-
tikçe bir nesr-i hümayun hâlini alıyordu. Fakat edebiyat tiyak-ı gamgîn ile anmış, o günlerden ayrıldığı için kalbin
yine meşkûk ve sisli şekl-i mütereddideyle irâe-i mahiyet de acılar duymuştu. Bunu bilmünasebe kendisi söyler ve
te geri kalıyor. Onun hakikati ancak birkaç ağızdan şöy- Mekteb-i Mülkiye'nin edebiyat muallimliğinde tek başına
lece işitiliyordu. Onun renkleri sıcak, çizgileri emin ve yapmaya başladığı mebna-yı zevk ve irfanın tâk-ı bülend-i
tabiî, âheng-i mecmûiyeti nazar-ı riba ufukları his perver ebedîsine daha birçok altınlar, minâlar işleyemediği için
olması lâzım gelen mürtesimât-ı bediiyesini estetik ka kendince itmamını zarurî gördüğü bu noksandan âdeta
nunlarıyla esaslı bir fen ve sanat şeklinde ve zevk-i selîm dilhûn olurdu. 1304 sene-i tedrisiyesi ihtidasında edebi
tekâmüle lâyık bir tarzda anlatacak ve bilhassa kalbe ve yat yerine inşa ve kitâbet dersi konmuştu. Memleketin
vicdana telkin edecek bir üstad çıkmıyordu, Namık Ke de, lisanında ve bâhusus o lisanın nutk-ı hakikat ve şiir ve
mal bu vazifeyi ifa edemez. Ziya Paşa -daha evrecice- bu vicdanı demek olan talim-i edebiyatında ilk tekâmülü
nun tedvinine menşe ve muhiti itibariyle muvaffak ola halk eden böyle büyük bir edibin, ruhen pek yüksek bir
maz, sonra Abdülhak Hamid Bey bu fennîn misallerine üstadın bu vak’aya karşı hissettiği acıları tamamiyle anla
hazırlarken kavâidini anlatamaz, belâgatin kimi miftahını, mak kabil değildir.
kimi sefinesini imal ve inşa eden bazı müellifin bütün
188 TÜRK YURDU S a y ı 59
kadar zehirli bir hande ile güldü ki bir çoğumuz olduğu tanbul'da tevellüd etmiştir. Talim-i edebiyatta bazı âsârı-
muz yerde eridik. Üstad sonradan "Kudemadân Birkaç na tesadüf edilen pederi Recâî Efendi, Matbaa-i Âmire ve
Şair" nâmıyla neşrettirdiği ufacık kitabını o sene bize yaz Takvim-i Vekayi müdüriyetlerinde, bazı vilâyât kapu ket-
dırarak okutmuştu. İmtihanda asıl kitaba ait suallere za- hüdalıklarında bulunmuş sanat-ı hatta ve edebiyata men
mimeten biraz da bu terâcim-i ahvâlden bahsedilmesini sup bir zat idi. O devrin bütün erbâb-ı akıl ve tefekkürü
istemişti. Bu suaellerden Şeyh Galib'e tesadüf eden bir- gibi yalnız ulum-ı şarkıyeye vâkıf bulunmakla beraber ze
arkadaşım, nasılsa mütalâa edemediği bu şair hakkında ki ve gayyur olduğundan matbaa müdüriyeti esnasında
birşey söyleyememiş olmamak için: birçok muhalledât-ı kadîmenin nefis bir sûrette tab'ına
hizmet etmişti. Zamanının en münevver adamlarıyla mü
"Şeyh Galib, evet efendim Şeyh Galib, pek büyük bir
nasebette bulunarak ricâl-i devletin hürmet ve teveccüh
şairdi. Zamanının en meşhuru idi. Büyük eserler yazdı.
lerine mazhar olan Recâî Efendi, çocuklarına daha pek
Sonra Galata Mevlevîhanesine şeyh oldu..." deyince üs
küçükken şiir ve sanat zevkini ilka ederek onlara bir istik-
tad bu sözlere yine o zarif ve rakîk istihzasıyla nihayet ve
bâl-i edeb ihzarına çalışıyordu.
rerek "sonra öldü değil mi?.." demiş. Bize bunu katılarak
anlatan refikimizin bu macerasından zevk-yâb olmuştuk. Ekrem Bey Vaniköy'ün yeşil sırtlar altında gömülmüş
Yine bir gün, vakur olduğu kadar nadir bir neşe ile Üstad sahillerinde geçirdiği çocukluk günlerini daima zevk ve
bizi taltif ediyorken söz her ne münasebetle ise mehtaba tahassürle yâd etmiştir. Boğazın orada her zaman müte-
intikal etti. Üstad, ayın tesirât-ı şairânesini tahlil ederek mevvic sathına bakan eski bir yalıda yazın mehtaba çıkan
bilfarz bulutsuz bir mehtab-ı siminin tavsifinde yenilik şuh kafilelerin mesut terennümlerini, kışın karşıki tepe
göstermek ve mucidâne tabir bulmak ne kadar müşkil lerin yeşillikle memzûc beyazlığı arasında yükselen yeşil
olacağından bahsetti. Böyle bir mehtabı neye teşbih ede fıstık ağaçlarını seyrederek geçen bu hayat onun Çerkez
lim derken, hoşmakal rüfekâdan biri süt yahut kireç tabi şarkılarını dinlerken ağlayan hassas ruhu üzerinde derin
rini tavsiye ettiği anda Üstad kemâl-i ciddiyetle: "şimdi intibalar bıraktı. "Na'me-i Seher"in eski şekilleri altında
bulduk. Yoğurt gibi mehtap!" diyerek istihzaları takip bile Boğaz'ın beyaz ve İlâhî mehtaplarına tesadüf oluna
eden handeler içinde bize muhallebiden de bahsetti ve bilir...
bu bahsi en güzel ve eğlenceli bir tarzda ilerleterek "he Recaî Efendi, oğlunun az çok muntazam bir mektep
le aşçıbaşı ona en hafif bir is kokusu da verirse!.." diyor tahsili görmesi için onu zamanın en maruf müessesât-ı
du. Vapurlarda, resmî meclislerde yemek konuşanların talimiyesinden Bayezid Rüşdiyesiyle Mekteb-i İrfan'a,
erbâb-ı zevk ve his nezdindeki mahdûdiyetlerini anlattı. sonra da Harbiye İdadisine verdi. Buralarda mebâdî-i ulu
Maksad-ı ulvîsi hep süfliyâtı mahkûm, maddiyâtı tasnif et mu öğrenen Ekrem Bey bir ârıza-i vücûdiyeye mebni tah
mekti. Matmah-ı kalp, bütün incelik, zevk-i selîm, sami silini itmam edemeyerek on altı yaşında mülâzemetle
miyet... Mektubî-i Hariciye'ye devam ve bu münasebetle hususî
Derslerini düşünüp muhâkeme ettikçe Üstad Ek sûrette Fransızca tansiline başladı. O zaman cidden birer
rem'in ebedî devirler küşâd ederek içinde bütün aza- mektebe benzeyen kalem hayatı, Fransızca tahsili, Ekrem
met-i hissiyâtıyla gezdiği mülk-i edebin vazı-ı kanunu ol Beyin Garp efkârına vukufunu temin etti. İşte Ekrem
duğunda hiç değişmeyecek bir itikad-ı ruh ile inanırım. Beyin asıl şahsiyet-i fikriyesi, tarz-ı tefekkür ve tahassüsü
Üstad Ekrem'in en büyük bir muallim olarak takdis ede Fransız üdebâ ve mütefekkirîninin tesirâtı altında teşek
rim. kül etmiştir. O esnada Şinasi ve Namık Kemal ile memle
kette taammüme başlayan elkâr-ı mücededdidâne, yavaş
Ali Suad
yavaş münevver gençler arasında istinatgâhlar buluyor ve
re's-i kârda bulunan rical-i hükümetin teşvikâtı bu çere-
190 TÜRK YURDU S a y ı 59
kadar yazılan belâgat kitaplarının bu basit hakikati nazar-ı ne irca edilebilmiş olan genç dimağların yine yanlış cihet
dikkate almadıklarını söyleyen Ekrem Bey, "Talim-i Ede lere sevk ve imâle edilmesini men için, Üstad evvelâ
biyatında Garp menbalarına müracaat etmekle beraber "Zemzeme" mukaddimesini, sonra daha şedîd bir lisanla
hemen bütün misallerini Hamid'in, Kemal'in, Ziya'nın, "Takdir-i Elhân"ını yazmak lüzumunu hissetti.
hatta o aralık iktisab-ı şöhrete başlayan Mualllim Naci'nin Edebiyatımızda emsâline pek nadir tesadüf edilen
eserlerinden iktibas etti ve bu sûretle yeni eserlerin gü "Takdir-i Elhân", Ekrem Beyin en müstaid şâkirdânından
zelliğini, sebeb-i rüçhanını izah ve bilfiil irae ederek tale Menemenlizâde Tahir Beyin "Elhân" nâmıyla neşrettiği
besine onları sevdirdi. Bilhassa Abdülhak Hamid'in genç mecmua-i eş'ârı tenkîden yazılmış bir eserdi. Üstad bu
ler arasında o kadar çabuk bir üstad-ı şiir addolunmasın eserinde bilmünasebe kavâid-i umûmiye-i edebiyeye de
da Ekrem Beyin çok gayreti vardır, irca-ı kelâm ederek edebiyatın ve alelumûm sanatın ma
Faaliyet-i talimiye üstadın faaliyet-i tahrîriyesi üzerin hiyeti hakkında birçok mütalâât-ı mühimme serdediyor
de mesut bir tesir icra etti. Edebiyatın yeni nazariyelerini ve irtica-ı edebî taraftarlarına şiddetle hücumda bulunu
aynı zamanda matbuât kürsüsü üzerinden de neşir ve ta yordu. Bu eserin neşri, Ekrem tarftarlarıyla Naci müdafi-
mim etmek lüzumuna kail olan Üstad, gençlere numû- leri arasında uzun mücadelelere sebebiyet vermekle be
ne-i şiir olarak "Zemzeme"leri ve edebiyatın hakikî mana raber, irtica-ı edebînin mahiyetini genç dimağlara anlat
sını anlatmak için de üçüncü bir Zemzeme'nin mukaddi mış oldu. Muallim Naci ve tarftarları her gün kuvvetleri-
mesiyle "Takdir-i Elhân"ı vücuda getirdi. "Üçüncü Zem den biraz daha kaybederken Üstad yeni ve şâyân-ı dikkat
zeme" mukaddimesi, o zamana kadar hiç görülmemiş bir şiirler, hikâyeler, tercümeler neşrederek gençlere mane
tarz-ı edebiyatın, şiirin mahiyet ve envamdan bahsediyor vî bir rehber oluyordu: O devir gençlerinin, hatta Tevfik
ve zımnî bir sûrette o aralık kendisini göstermeye başla Fikret ve arkadaşlarının ilk şiirleri tetkik edilecek olursa,
yan edebî bir irtica temayüllerine karşı muhacemâtta bu onlarda "Zemzeme" şairinin tesirâtına tesadüf etmek
lunuyordu. Filhakika o aralık edebiyat sahasındaki yeni muhakkaktır...
bir hareket-i irticâiyenin mukaddemâtı mahsus olmakta Ekrem Beyin Mülkiye'deki tedrisâtı sekiz seneden
idi: Hâmid'in, Kemal'in Ekrem'in yeni bir lisan ile yeni fazla devam edemedi. Üstadın talebesine yalnız ders-i
eserler meydana getirmeleri ve bilhassa Hamid'in "Bel edeb değil, ders-i fazilet de telkin etmesi, Abdülhamid
de" ve "Sahra" gibi her türlü kuyûd-ı edebiyeden âzâde idare-i muzlimesinin temâyülâtına hiç muvafık gelmiyor
ve o zamana göre çok garip ve nâ-me'nûs manzûmeler du. Nihayet, memleketinde parlayan her nur ve ümit çe-
yazması, teceddüd-i edebînin müfrit ve muzır bir şekil al rağını söndürmekle mükellef olan bu idare Hoca İbrahim
dığına herkesi ikna etmişti. Kemal ve Ekrem'in eski arka Efendiyi Ekrem Beyin kürsüsüne is'âd ederek Üstadın
daşları bile bu kadar fazla teceddüdden hoşlanmadıkları daima şevk ve muhabbetle bahsettiği muallimlik hayatı
nı alenen söylüyorlardı. İşte bu esnada Varna'dan İstan na hâtime çekti. Fakat bu zarurî ferâgat Ekrem Bey’in va-
bul'a gelerek neşrettiği sade, basit yazılarıyla halk arasın zife-i talimiyesine nihayet vermiş addolunamaz. Çünkü
da şöhret kazanan Muallim Naci Efendi, zamanın bu te- Üstad neşrettiği eserlerle şebâb-ı münevvere daima reh
mâyülâtından istifade etti ve Şeyh Vasfî Efendi, Hayret ber oluyor, istibdadın o karanlık ve yıldızsız semâsında
Efendi, Muallim Feyzi Efendi gibi edebiyatımızın Garp te bir meş'al-i İlâhî gibi daima iyilik ve hakikat yolunu gös
siri altında kalmasını kabul edemeyen çok muhafazakâr teriyordu. Bütün talebesi, Ekrem Beyin kendi ruhları
birtakım üdebânın riyâsetine geçerek, belki biraz da on üzerinde ne derin ve ne samimî bir tesir icra ettiğini iti
ların teşvikiyle teceddüd-i edebî aleynide şiddetli hü raf ediyorlar...
cumlara başladı. Zahiren Garp âsârından istifade fikrini
Gençlere karşı daima muhabbet ve takdirkâr olan
tervîç eden Naci Efendi, bilhassa Abdülhak Hâmid'i cin
Ekrem Bey, Halid Ziya, Tevfik Fikret, Cenab gibi istik
netle itham ediyor, Ekrem'i ve Kemal'i pek nazar-ı itibara
bâlin büyük sanatkârlarını saha-i edebiyata attıkları ilk
almıyordu. "Tercüman-ı Hakikat"in muharrir-i edebiliği
mütereddid adımlardan itibaren teşvik etmişti. Bilhassa
ni deruhte ederek etrafına yüzlerce taraftar toplayan Na
mukaddemâ rahle-i tedrisinde bulunan Tevfik Fikret'e
ci Efendinin bu vaziyet-i irticaperverânesi, Ekrem Beyi
karşı Üstad büyük bir hiss-i takdir ve muhabbet besle
müdafaaya mecbur bırakmıştı. Henüz m.ecra-yı hakikîsi
192 TÜRK YURDU S a y ı 59
mekte idi. Binaenaleyh o aralık malûmat ile muarız bir Necâbet-i fıtriyesini her şeyin fevkinde tuttuğu için
vaziyette bulunan "Servet-i Fünun" Ekrem Bey'in tensib istibdadın en şedîd zamanlarında bile cebhe-i mağrur sa
ve teşvikiyle Tevfik Fikret Beyin yed-i iktidarına teslim natı asla eğmeyen Üstad Ekrem, tabiatın en samimî bir
olundu. Bu "Servet-i Fünun hareket-i edebiyesi" diye ma perestişkârıydı. İstanbul güneşinin sıcak şuaları. Boğazın
ruf olan teceddüdün mukaddimesi addolunabilir. Ondan yeşil tepeleri üzerinde renk ve ziya mevceleri uyandırır
sonra birçok gençler Ekrem Beyin cenah-ı himayesi altın ken, Üstad eline bastonunu alarak tek ve tenha dolaşır,
da Tevfik Fikret'in etrafına toplandılar ve o kuvvetle ede tabiatin mugaşşi nefesleriyle sanki elemlerini uyuturdu.
biyata yeni bir renk ve ziya vermeye muvaffak oldular. Tabiata karşı olan bu incizabı Üstadın bütün eserlerinde
Tevfik Fikret'in, Ahmed Flikmet'in ilk ciltlere yazdıkları meşhûddur. Ada'nın, Boğaz'ın pür şiir ve hayal manâzı-
musahebât-ı edebiye nazar-ı tetkikten geçirilecek olursa, rından birçoğu "Zemzeme" ve "Nejad Ekrem" sahifele-
onların -ilk zamanlarda- nazariyât-ı edebiye itibariyle Tak rinde şâyân-ı hayret bir sanat ve samimiyetle tersîm edil
dir-! Elhân dairesini pek çabuk aşamadıkları lâyıkıyla an miştir.
laşılır.
Meşrutiyetin ilânından sonra Ekrem Bey, bir müddet
Üstad Ekrem "Ai'aba Sevdası" nâmındaki çok şâyân-ı Maarif ve Evkâf nezâretlerinde bulundu. Fakat onun ne
dikkat bir romanıyla "Pejmürde"sini ve perakende bazı cip ve inziva-perver tabiatı ağır ve gürültülü vazifelerle bir
âsâr-ı şiiriyesini bundan sonra neşretti ve onları müte türlü imtizaç edemiyordu. Nihayet Meclis-i Ayân teşekkül
akip uzun m üddet sâkit kaldı, bu sükût "Nejad Ekrem"in ederken, Türklüğün bu necib ve ulvî üstad-ı sanatı oraya
tarih-i tahririne kadar devam etmiştir. tayin edildi ve son dem hayatına kadar o meclisin en iyi
Müdekkik bir hikâye-nüvis, hassas bir şair, fazıl bir düşünen erkân-ı mühimmesinden biri oldu. Yalnız vicda
üstad olan Ekrem Bey, onların fevkinde büyük ve necip nının telkinâtına atf-ı ehemmiyet ettiği için bilâ istisna
bir insan, felâketzede bir babadır. Hayatının her sahifesi- herkesin hürmet ve tebciline mazhar olan Üstad, teslim-i
ni mutlaka elem ve matemle geçirmiş, gözleri daima ye enfâs edinceye kadar, gençlere karşı rahim ve takdirkâr,
ni matemlerin sirişk-i ye'siyle mâlâmâl kalmıştır. İhtida münzevî gürültüsüz bir hayat geçirdi. Memlekette hü-
Piraye'sini, Emced'in kara topraklara tevdi ettikten sonra, küm-fermâ olan lâkaydî, gençliğin bu üstad-ı necibe kar
son medar-ı istinadı olan "Nejad"ını da Küçüksu'nun ha şı hâl-i hayatında tebcilât ve ihtiramâtını takdim etmesi
zin ve pür-şiir tepeciğine gömen bu şefik baba kalbi ile ne maatteessüf mâni olmuştu. Fakat memleket, Türk
lebet o acılarla hem-his olarak çarpmıştır. Üstadın her gençliği Üstada karşı beslediği hiss-i tebcil ve perestişi
eserinde, "Zemzeme"de, "Tefekkür"de, "Pejmürde"de o onun cenazesi önünde bütün samimiyetle izhar etti. Yet
matemlerin intibaını hâmil birçok güzel ve ebedî sahife- miş iki senelik bir hayat-ı sa'y ve fazilet elbette bu tekri-
(Ü Köprülüzâde Mehmed Fuad Bey tarafından Üstad Ekrem'in âsârı ve tesirât-ı edebiyesi hakkında yazılan silsile-i makalât "Yurd"un çıkacak
nüshalarına sırasıyla dercedilecektir. Türk Yurdu
Sayı 59 TÜRK YURDU 193
gibidir. Bunların bazıları bir gün, bazıları bir ay, bazıları ma'lûlesi fütûr ve ye's veren, mukaddesâtı reybiyyet ve
da senelerce dimağımızı korurlar. Bir iki hafta evvel "Ta- lâkaydînin müsemmem dumanlarıyla örtüp boğan to
nin"de çıkan Emil Fake makalesi ise istikbâlimizi yokluk humlarını tenebbüt ettirmesin. Eğer gençliğe ırk ve vatan
tan tabiise çalışmak isteyenler için, gayeye erinceye ka hislerini verir, onların imanını telkin edebilirseniz istik
dar, tefekkür mayası olabilecek bir mevzuu ne canlı, ne bâle cesurâne yürüyebilirsiniz.
vazıh ve ne güzel meydana koyuyordu! Karilerimiz ara Burada uzak bir hatıra-i elem görüyormuşçasına göz
sında okumayanlar varsa okusun, okuyanlar da tekrar et lerinden bir hüzün dalgasının geçtiğine, göğsünün zapte-
sin, diye Uşakizâde Halid Beyefendinin bu bedîasından dilmiş bir derin nefesle şiştiğine dikkat ettim. Küçük bir
bazı kısımları "Türk Yurdu"na alıyoruz: vakfeden sonra dedi ki:
"O zaman anlattım. Yegâne ümidin gençlikte oldu -hiçbir memleket yoktur ki, tarihinde siyah sayfaları
ğundan, bizde gençliğin âsâr-ı intibahından, bu saha üze olmasın, fakat milletler mesâibin altından daha metîn bir
rinde inkişaf ümidini veren ufk-ı pür-vaadden bahsettim. ruh ile çıkar. Bütün sermaye-i kavı bitmiş, artık maraz
O vakit bana daha yakın olmak istiyormuşçasına iskemle kâffe-i merâhilini kat’ ederek nihayet netice-i mevti ihzar
sinin önüne geldi, elini sallayarak: etmiş zannedilirken milletlerin tâ a'mak-ı mevcudiyetin
-Evet, dedi. Eğer yaşamak istiyorsanız gençleri yetiş de, kurumuş zannedilirken lâ-yezâl bir ciyâdetle kayna
tiriniz. Bir memleket ne kadar köhne olursa olsun, bir yan menba-ı hayatında yeni yeni hamleler, taze taze mev-
millet ne kadar urûk ve uzlâtı çürütecek tecârüb-i elîme- celer görünür. Bir de bakarsınız ki, gözünüzü yumup
den geçerse geçsin, eğer onun topraklarına sâlim to açıncaya kadar, meselâ bir rub' asır içinde...
humlar atarsanız, onun damarlarına sahih bir kanın zer- Burada gülümsedi.
râtını akıtırsanız yeni bir kuvvet ve hayat uyandıracağını
-Bir rub' asır!.. İşte ben gözlerimi yumup açıncaya ka
za emin olunuz. Gençlerin fikir ve irfanına müracaat edi
dar bu bir rub' asrı geçmiş oldum. Ve dünün biçare, mak-
niz ve onlara bildiriniz ki, zihinlerine marîz ve alîl bir il
hûr Fransasına mukabil bugünün zinde ve kavî Fransası-
min zehrini değil, fakat ümit veren, kuvvet getiren, azm
nı buluyorum.
ve gayret bahşeden bir felsefe-i hayat koyabilirlerse siz
den alacakları mirası, bütün perişanîsine rağmen, ihya ve Benden cevap bekleyerek sordu: "Değil mi? Dünün
tenmiye edebileceklerdir. Pazularına müracaat ediniz, Fransasıyla bugünün Fransası arasında bir fark-ı celî, mu-
onlara hayat ile mübareze edebilecek kuvveti veriniz, şa'şa' bir fark görmüyor musunuz? Milletlerin, musibetle
kollarını sıktıkları, adalelerini şişirdikleri zaman nefesleri rinden kâm alabileceklerine, yaşamak emeline asılmak
ne itimat edebilsinler; ciğerleri ber-hevâ-yı gurur ile ge için ölüme yaklaşmış olmaktan ibaret bir tecrübe geçir
nişlesin, görsünler ki kollarında kuvvet vardır ve bu kuv dikten sonra matemlerinin içinden fazla bir kuvvet ve
vetle sulh zamanında çapa, harp zamanında da tüfenk ta metânetle çıkacaklarına Fransa bir numûne teşkil etmi
şınabilir ve bu iki şey biraderdir. Bir millet bu iki şeyin yor mu?..
âheng-i imtizacıyla yaşar. Biri gündüzünün, diğeri gecesi O zaman Fransa'nın son tecelliyat-ı hayâtiyesine ait
nin nigehbânıdır. Rahat yaşamak ve rahat uyumak lâzım ihtisasatımdan bir hülâsa yaptım. Ben söylerken o, ümit
sa ikisini de kullanabilecek kolları hazırlamalıdır. Her lerini teyit eden bir ses dinlemekten mütevellid bir it-
şeyden ziyade şebâb-ı malûl ve mihnete cenk ediniz. Her mi'nan duyuyor, demin üzerinde bir heyecanın dalgaları
asrın, biri ifsat ve tağyir eden, nezih ve salim esasâtı alıp uçuşan siması şimdi ferih ve mesut bir âsudegînin ma-
ta'şîş ve ta'lîl eyleyen, diğeri hayat ve kuvvet veren, yıp na-yı müsterihini iktisap ediyordu ve hissettim ki, bu yet
ranmaya başlamış köklere füsûnkâr bir kimyanın havass-ı miş yaşında ihtiyar mazinin matem-dîde Fransasına ait
nâmiyesini getiren iki felsefesi vardır. Bunlar birbirine hatıradan sonra istikbâlin bahtiyar Fransasını selâmlaya
dolana dolana, bazen biri galebe çalarak, bazen diğeri rak rahat rahat ölebileceğine karar veriyor.
kuvvet-i haşmetini taşırıp tahakküm ederek, asırları, ne
Artık mesut bir neşve ile parlayan simasına bakarken
silleri sara sara giderler. Dikkat ediniz ki, sizin parlak gü
kendi kendime aynı hayal-ı saadeti temenni ettim ve kal
neşinizin altında bu asrın müteaffin, münfesih felsefe-i
ben: -Alı, dedim, hep böyle elemnâk ve matem-dîde bir
194 TÜRK YURDU S a y ı 59
maziden sonra biz de pür ümit ve vaat bir hayal-i istikbâl Parça parça doğranıp olduk hakaretle telef
görsek ve gördükten sonra artık bîlüzûm bir hayat-ı fer Ne taraftan ok atılsa üm m etindir hep hedef
sudeyi sürüklemektense rahat rahat ölebilsek... İlim yok, düşm an kavî olduk um ûm a nâhalef
Başımızda daim a kopm uş kıyam et yâ Nebi!..
t c ik k V u K m
û ^ d e ^ ^ ^ ^ d e d c ^ ç c d a r
Zafer / H. Süha
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde U r çıkar
EDEBİYAT
kamlık ve mutasarrıflık yaptım. İşte ben size söylüyorum -"Ya Mehdî, Mehdî çıkmayacak mı?
ki, Müslümanların yaşamaya hakkı yoktur ve Türkler asla
-"Hangi Mehdî?
bir daha buralara gelemez. Türkiye'de ağzıma alamayaca
-"Hangi Mehdî olacak? Daha onu bilmiyorsun. Meh
ğım hakikatleri burada sizden saklamaya lüzum yoktur.
dî çıkacak, Müslümanların başına geçecek, gavurların
Zira hür ve medenî bir hükümet arazisindeyiz. Ne şu
hepsini öldürecek, bütün dünyayı Müslüman yapacak.
muhterem hoca efendi ve ne de siz dinsizliğimi, İslâmlı
ğın aleyhinde olduğumu iddia ederek kafamın kesilmesi Şişman beyefendi tonbul ve beyaz elleriyle karnını
ni, asılmamı isteyecek bir evvel zaman adaletini burada tutarak gülüyor, al yanakları pençe pençe kızarıyordu. İh
bulamazsınız, medeniyetleri, terakkileri, itilâları, tarihleri tiyar hocanın karşısındaki şık genç de zavallı Siroz
hep dinler yapar. Dinler bir kâinatı yıkar, yerine ikinci bir beyinin saflığına gülmekten kendisini men edemiyor;
kâinat kurar. Fertlerin bütün hareketlerindeki esasları kı -"Ey küçük bey, bu Mehdî ne vakit çıkacak?" diye eğ
mıldatan, içtimaiyatta büyük ana hatlarını çizen dindir. leniyor.
İslâmlık ise fertlerindeki cemaat ve millet temayüllerini
-"Bari yakında gelecekse nafile çiftliklerimizi yok pa
bozarak hepsini karanlık bir taassubun görmez körlüğü
hasına gavurlara satmayalım" diyordu. Lokomotif düdü
içinde yaşatır. Sözüme şahit, işte bütün dünya yüzünde
ğünü çalıyordu. Ben Mehdî bekleyen saf çocuğu nasıl
ki Müslümanlık. Yüzmilyonlarca Müslüman ve bizim mil
müdafaa edeceğimi düşünüyordum. O bir köşedeki be
letimiz olan elli milyon Türk hâlâ onüç ondört asır evvel
yaz ve büyük sarıklı, beyaz ve büyük sakallı ihtiyar ve sâ-
ki hurafeler ve efsanelerle çırpınıyor. Rusya'daki Türkler,
kin hoca efendi doğruldu. Büyük, derin ve küçük gözle
Bosna Hersek, Rumeli, Hive, Buhara, Acemistan, Türkis
rini açtı. Siyah ve kalın cübbesini temiz eteklerini düzelt
tan, Afganistan, Belucistan, Hindistan, Mısır, Trablus,
ti. İlk defa ağzını açıyordu;
Sudan, Tunus, Cezayir, Fas, Sahra-yı Kebîr, Zengibar,
Cava, Somali, Sumatra... daha sayayım mı? Hâsılı bütün -"Mehdî'ye gülüyorsunuz hal... dedi" Ben arzın düm
İslâmlık, bugün inkişaf etmiş kuvvetlenmiş, ilerlemiş düz olduğunu balığın üzerinde, öküzün boynuzunda tıp
Hristiyan milletlerin boyunduruğu altında. Yalnız bizim kı bir tepsi gibi durduğunu fenle ispata kalkacak bunak
Türkiye'nin yalancıktan bir istiklâli var. Ama ne istiklâl! bir yobazın Mehdî hakkında saçmalayacağı budalalıkları
Gümrüklerine on para zam edemez. Düşmanları ile rahat duymamak için başımı pencereye doğru çevirdim. Hoca
bir muahede yapamaz. Payitahttaki Hristiyan mektep efendi yabancı olmadığım garip bir tecvidin ağır ve husu
lerinin içine giremez. Hâsılı İslâm tarihinde okuduğumuz sî ahengiyle lâfa başladı. Ama ben de artık dışarı bakama
yüz şu kadar İslâm hükümetinin mahvına sebeb olan dım. Onu can u gönülden dinlerken Sirozlu genç bey gi
âmiller hâlâ Türkiye'de duruyor. Aynı kanunlar, aynı şey bi benim de ağzım bir kaç santimetre açık kaldı.
lere tesir edince neticeler de aynı olur, o halde Tür
kiye'nin de diğer Müslüman hükümetleri gibi mah
volacağı, tarihten nâmı silineceği ve biz Türkler de bütün -"Bu Mehdî kimdir? Biliyor musunuz evlâtlar? Kaybo
Müslümanlar gibi yakında İstanbul'u alacak olan Hris lan onikinci imam! Bütün Müslümanlar onun gelmesini
tiyan efendilerimize sadakatle dua ederek hayatımızı bekliyorlar. Bu şüphesiz bir hayal. Bu hayalin nereden ve
diğer dindaşlarımız gibi miskin miskin taassub, cehalet nasıl tesirlerle çıktığını size söyleyeyim. İslâmlık bir mef-
ve rezalet içinde geçireceğimiz muhakkak....ve... kûredir. Öyle âlî, metin, yüksek bir mefkûre ki, taarruzî...
her Müslüman İslâm olmayan memleketleri almak orala
Bu ateşli ve mutaassıb bir dinsizdi. Ona mantık ve
rım hep Müslüman yapmak emelini besler. Zaman fitne
kıyaslarını yaparken hissine ve taassubuna kapıl-
ler ve nifaklar arasında geçmiş. İslâm mektepleri birer bi
mamasım tavsiye edecektim. Susmasını, lâfının sonunu
rer inkıraz bulmuş. İslâmlar esir düşmüşler. Fakat her
bekliyordum. Sirozlu genç bey kafasını zayıf omuzlarının
esir Müslümanda İslâmlık mefkûresi şuursuz bir an’âne,
arasından çıkarmış, güzel ve şahâne gözlerini açmıştı.
bir ümit, bir emel bırakmış. Esirliğin ağır ve ateşli zincir
Mülkiye-i Şahâne mezunu eski mutasarrıfın birdenbire
leri altında inleyen her Müslüman bir halâs bir necât gü
sözünü kesti;
nünden ümidini kesmemiş ve bu ümidinin fiile çıkarıl
Sayı 60 TÜRK YURDU 199
masını tekrar birgün meydana çıkacak olan onikinci millî bir mefrukeye doğru yürüyecek, altında inlediğimiz
imam, Mehdî'ye atfetmiş. Bu Mehdi İslâm selikasının zincirleri kıracak, diğer Türk olmayan İslâm kardeş
şuursuz bir emniyetle beklediği halâsçı, hâdidir. Acaba lerimizin bile imdadına yetişeceğiz ve bizim gibi her
hakikaten böyle bir halâsçı çıkıp bütün Müslümanları İslâm kavim de kendi hadisini beklemekte haklıdır. Bu
esaretten, zulüm ve i'tisaftan kurtaracak mı? Bütün İslâm müjdeyi biz Müslümanlara Kur’ân-ı Kerîm vermiştir.
diyarlarında Rumeli'nin Asya'nın Bulgaristan'ın Hindis Evet, işte Kur’ân-ı Kerîm elimizde. Bir Mehdî yoktur.
tan'ın köylerinde Afrika'nın badiyelerinde Müslümanlar Fakat birçok hâdîler olacaktır.
hep bir halâsçıyı, bir Mehdi'yi beklerler, Mehdi'ye dair Avam o tek ve hayalî Mehdî'yi beklerken biz Türk,
birçok masallar, hikâyeler vardır. Bunlara büyük ve Arap, Fars ve diğer İslâm mütefekkirleri kendi hâdîlerim-
perişan bir ümmetin paralanmış ruhunda uyuyan en izi, hakikî Mehdîleri beklemeliyiz ve onların zuhûr edip
hüzünlü, en garip ve muhteşem şiirlerde karışır. Ak etmediklerinden bir an için olsun şüphelenmemeliyiz..."
Minâre ve sair gibi, lâkin bu Mehdi sahiden gelecek mi?
Hayır ve Evet. İslâm ruhu şuursuz bir safiyet ve emniyet
le her halâsçı gibi sivrilen kahramana bu adı verir. Fakat Bilmem hangi istasyonda durmuştuk. Trenin kapısı
bu muvaffak olamayınca "Mehdi" kelimesi "Mütemehdİ" birdenbire açıldı ve ihtiyar hoca susuverdi. Esmer bir
olur. Yine hakiki beklenilmeye başlanır. Ama... ama kondüktör silindir şapkalı bir Rum’a;
hayır... Öyle bir Mehdi zuhur edip bütün İslâmları birleş
-"Buyurunuz" diyordu. Bu herif bize tarif olunamaya
tirerek müstevlilerinden bir anda intikam alamayacaktır.
cak derecede derin bir nefret ve istikrahla bakarak Rum
Esirlik de kıyamete kadar sürecek mi? Hayır... hayır. Mut
ca;
laka İslâmların öcü alınacaktır. Ama nasıl? Buna büyük ve
mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm cevap veriyor, diyor -"Fakat burada Türkler var!" deyiverdi. Suratını ek
ki; şiterek hepimizi ayrı ayrı süzdü. Kahraman kondüktör
hemen yararlığını gösterdi;
"Ve li-külli kavm in h â d . .."
-"Haydi bre... öbür başa toplanın. Burada pen
Evet bütün kavimlerin kendilerine mahsus hâdileri
cerenin önünde mösyö rahat edezek...
vardır. Onlara hidayet eriştirir. Meselâ Bosna Hersek'deki
Müslümanları halife gidip kurtaramaz. Onlar çalışırlar, iç Hoca ile karşısındaki genç yüzlerini yere eğerek
lerinden bir fedakâr, birçok fedakâr çıkar, silâha sarılırlar. bizim tarafımıza gelip sıkıştılar. Giren şık ve küstah mös
Esirlikten kurtulan Hristiyan milletlerin halâscılarını tak yö şapkasını çıkarıp ayaklarını karşıki kanepenin üstüne
lit ederler. Cezayir’dekiler, Fas’takiler, Tunus’takiler, uzattı. Âdeta yattı. Sigarasını yaktı. Tek gözlüğünü
Sudan’dakiler hatta Mısır’dakiler de öyle, başka yer- takarak bize bakmaya başladı. Sözünü tamamlayamayan
dekiler de öyle. Kendi içlerinden, kendi kavimlerinden ihtiyar hoca yaralı ve can çekişen düşkün bir aslan gibi
kurtarıcı hadiler yetişecek, mensup oldukları kavmin yeniden uyuklamaya başlamıştı. Şimdi biz yine o yalnız,
başına geçecekler. Sonra esirlikten kurtulan kafaları ilim esir ve perişan Müslüman memleketlerinde duyulan
ve akıl tutmaya başlayın İslâm milletler Hristiyan milletler kıyıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sükûnuyla
gibi aralarında bir "beynelmileliyet" teşkil edecekler ki, susuyorduk.
işte bu "İttihad-ı İslâm" mefkûresinin hakikatidir, artık Yolcu mösyö sigarasının küllerini üzerimize fır
bu "İslâm beynelmileliyeti" mefkûresi hakikat haline latıyor, tükürüyor, sonra avazı çıktığı kadar Bizans im
girince "Hristiyan beynelmileliyeti" yani AvrupalIlar zayıf paratoru ve Yunanistan kralı Onikinci Konstantin için
ve himayesiz buldukları küçük İslâm kavimlerin üzerine bestelenmiş bir şarkıyı haykırıyordu. Biz susuyorduk.
hep birlikte yüklenemeyecekler. İşte bu muvazeneden Tren seyrek ve fasılalı ağaçlıkların arasından geçiyordu ve
dünya yüzünde ancak o vakit "hak ve hukuk" doğacaktır. Türklerden kalma sarı badanalı eski karakollar, bu yollar
Bir kavmin hâdîleri o kavmi gaflet, cehalet, idraksizlik uy dan kaçarken mahvolmuş gafil bir milletin dinsiz ve yıkık
kusundan uyandıranlardır. Biz Türkler kurtarıcılarımızın mabedleri gibi ikişer üçer kilometre ara ile sıralanmış
elindeki mukaddes ve hidayet şûlelerinin aydınlattığı hâlâ duruyordu. Susuyorduk. Zannederim hepimiz -hat-
200 TÜRK YURDU S a y ı 60
ta İslâmlıktan ümidini kesmiş olan açık fikirli mahud şiş doğrudur. Ancak onun şehri ülke, taşrası da sınırdaş
man mutasarrıf mazurlu bile- hepimiz mukaddes kitabın hüküm etlerdir. Bunlarla bir dizi az çok alışverişte
her kavme vaat ettiği hâdîleri düşünüyor, Türklerin bulunur ve gâhi dostça gâhi düşmanca tutuşur. Bir millet
Mehdisi ne vakit çıkacağını kendi kendimize soruyorduk. ne kadar yabancı sevmez olsa salyangoz gibi yurdu içine
Yolcu mösyö Türklüğe ağza alınmaz küfürlerle kafiyelen- büzülüp etrafına duvar çevirse yine dokunuşmadan kur
miş Rumca şarkılar da bağırmaya başlamıştı. Biz susuyor tulamaz. Duvarlarının ergeç yıkılmış kapılarının zorla
duk. Biz susuyorduk. Ve benim gözlerim hep o beyaz bir açılmış olduğunu tarih bildiriyor. Topluluğu yönünden
felâh ve ümit fecrinin uzak bir aksi gibi parlayan beyaz her millette yaşayışın görüntüleri (tezahürâtı) arasında
sarığa ihtiyar hocanın uyanık bir dalgınlıkla sallanan benzerlik varsa da bunlar yine birbirinden başkaca olup
büyük ve nurlu başına dalıyordu. her biri özüne mahsus şemâil ile ayrılır. Denizci, tüccar,
Ömer Seyfeddin çiftçi ve daha nice türlü olmağla kendince bir âlemde ça
;:l=:I:
M balar durur, lâkin yukarıda andığımız temastan asla kur
tulamaz. Bundan dolayı diyebiliriz ki, millet yoktur diğe
ZAFER
riyle dokunuşmuş olmasın ve bu sürekli dokunuşmadan
-Cengiz Han için- birçok yabancı kelimeler kabul etmiş bulunmasın. Bu da
T u tu şm u ş b e ld e le r m eşal tu ta r p e ş in d e efrâdm , va su götürmez, zira diller meydanda. Hangisi birazcık
H arab o lm u ş saraylar d a sitâ n sö y ler esâtire , araştırılacak olsa bu hakikat göze çarpar. Hele Osmanlı
Esir o lm u ş h ü k ü m d a rla r ç e k e r g e rd û n e le r çö ld e
Türkçemiz, bayağı yağmagirliğe çıkmış ve kursağına ne
B a h ad ırlar k o şa r ü s tü n d e b ey g irlerle ecsâdın...
ler neler tıkmış! Bu yüzden hazımsızlığa bile uğramış.
Oburluktan çekinmeyen değme kişinin başına gelebilen
A kar v ad id e k a n d a n b ir n e h ir...m a ğ lû b o lan iller
bu rahatsızlık vaktinde onarılmaz ise şüphe yok ki pek
T e b a h efse rle rin yok su l bekayasıyla ağlarken,
M ü n âd îlerle b ir m evkib g e ç e r yanm ış m a b e d d e n , mühlik neticelere ve en son bütün gövdenin haraplığına
K azar ta rih e m ızraklar ş e re f iklilli heykeller. sebep olarak ölüme kadar götürebilir.
C ihanlar ç iğ n ed ik m azid e, g ö k le r tâ ru m â r ettik. sakçılığı eden ancak o milletin kendini bilen benliğidir ki,
B u g ü n yâdınla m a ğ ru rd u r k a b ile n d e n g e le n erler, bu da kudret, hamiyet, medeniyet üç ayağı üzerine otur
Z afer katil b ir alet, z u lm e d e r e lb e t m uzafferler. tulmuş değilse nafiledir. Bundan dolayıdır ki, silâh ile üs
tün gelmiş kavimler pek kalabalık olmayınca daha müte-
Beşiktaş 1 Şubat 1329
meddin bulunan mağlûplarına dil ve âdet bağıyla esir ol
Hakkı Baha
muşlardır. Bir yığın misalden yalnız Fransızlarla Bulgarla
rı gösterelim. Franklar Cermen soyundan ve galib iken
Roma'nın kolonistleri olan çiftçi, Sanatkâr ve bezirgânla-
İÇTİMAİYAT rına ve sonra da papaz ve alimlerine tamamen yenilerek
TÜRK DİLİNİ SADELEŞTİRMEK MESELESİ Lâtinleşip ütülmüşlerdir ve geçen hâkimiyetlerine işaret
olmak üzere ancak Fransız adı kalmıştır.
Şimendiferler, vapurlar, elektrikli tramvaylar, atlar,
arabalar, koşuşmalar, didinmeler; evet sokaklardan En koyu Hristiyanlık asabiyetine bürünerek Türklük
dökülüp giden bütün bu yaşayış akıntısı damarlarda lerini inkâr eden bugünkü Bulgarların ekseriyeti de tari
yürüyen kan dolanmasına benzer. Bunsuz yani depren- hin hakikatlerine karşı komak mümkün olamadığı için
disiz. Midisiz şehir düşünülemez. Meğer ki nabzı durmuş nihayet Hristiyan Finoalara kardeş çıkmak, süreriyle
bir ceset gibi ölmüş ola! Şu söz canlı olan millet için dahi Turanî aslından olduklarını itiraf etmeye razı olmuşlardır.
Sayı 60 TÜRK YURDU 201
Hâlbuki padişahlarının adlarından başlayarak toplanan daha iyi araştırılmış, karıştırılmış tekâmülleri tarihine
dil delaili tarihin zamanı içinde Asya'dan Avrupa'ya bakarsak görürüz ki, bu teyakkuz ve intibah ekseriye pek
yürüdükleri yol İdil üzerinde kurdukları hükümet, uğ büyük millî felâketler ardında baş göstermiştir. İşte Al
raklarında bıraktıkları ün, san ve kitabeler, kendilerine manya'nın Napolyon Bonaparte'dan yediği dehşetli yum
izafetle garplılar tarafından "Bulga" ve "Volga" adlanan ruktur ki, ilk defa olarak kuvvetli bir Almanlık duy
İdil ırmağı, İslâmiyetleri devrinde ziyaretlerine gelen İbni gusunun kaynaşmasını, millî bir gayenin belirmesini
Fadlan'ın tanıklığı (şahadeti), Orta Asya Türkleri arasında mûcib olmuştur. Bununla beraber Alman kral ve
hâlâ sürmekte olan hatıraları, bunların yalnız Turanı de kralcıkları beyleri ve bütün halk topluluğu itibarıyla hep
ğil doğrudan doğruya bir Türk ulusu olduklarını ispat et ten ve biricik bir emele bağlanmış, aynı gayeyi benim
semiş değillerdir. Ancak o güne değin çatışmakta olan
meye yetişir.
siyasî akıntıları felâketin zorla alt üst olduktan sonra bir-
Yabancı boyunduruğuna girmeyi kolaylaştıran amil
leşerek ve millî bir renk alarak daha belli bir çığıra dökül
lerden biri de -ki medeniyet noksanlığı zümresindendir-
dü. Şu kadar var ki, Almancayı temizlemek için eve ve iz
karşılık bulamamak sıkıntısından kurtulmak için düşün
göstermek isteyen gayretler, millette varlığı lüzum olan
meksizin hazırı kapmaktır. Belki atâlet kanunu ile tefsir
milliyet duygusunun henüz gereği gibi kıvama gelmiş ol
edilebilecek bu lâubalilik, kayıtsızlık mutlaka bir kavimde
mamasından bazen âdeta istihzalara uğramıştır. Bu hâl
henüz milliyet hissinin uyanmadığına en kestirme bir
hatta hayli bir m üddet devam etti. Çünkü kuvvet başka
bürhandır. Üstün gelen diyanet dahi kendi ittibaını bera
zerafet yine başka. Fransızların parlak medeniyeti sevim
ber getirir ve en metin olarak bunlar yerleşir.
li ve girgin etvârı, yontulmuş çevik lisanı, zengin edebiy
Kısaca saydığımız şu âmillerin eserini en parlak gös atı velhâsıl Alman ülkesini bir virâne ve Alman halkını da
teren bir şey ararsak kendi dilimizi -Osmanlı Türkçesini- bitik ve bezgin bir hâlde bırakan Otuz Sene Muharebesi,
buluruz. Analarımız dilsiz değildi. Hatta Türk Edebiyatı Fransız ordusu ile sırmalı zabitlerini, silâhşor askerlerini
kurûn-ı vustâda bile "Kutadgu Bilig" gibi ebediyen ün Almanya'ya soktuktan başka yoksul mağlûpların göz
alan baş eserler meydana getirmişti. Nüfus itibarıyla da lerini kamaştıracak o Fransız medeniyet ve maişetini de
azımsanamazdık. Hele Selçuk Türklerinin kitlesi ve bun beraber getirmişti. Vâkıa savaştan sonra asker çekildi.
lardan önce başka başka tarihlerde Anadolu'ya gelmiş Ama kırgından kurtulup yıkılmayan saraylar Fransız ter
Türk taifelerinin artığı ile o havali dolmuş ve belki kanık biye ve zevkinin birer ocağı olmuştu. İzzet-i nefsi kal
samış idi. Bizler bunlara katılarak hamur olduğumuz hal mamış bir halkın ulemâ ve hükemâsı ile birlikte büyük
de ıstılâhlarımız Arapçadan, zevkimiz Acem’den, âdâtları- lerini yatsılaya durmuş olmasına pek o kadar şaşılamaz.
mız, teşrifâtımızın büyükçe birkısmı Bizans'tan alınmış Bununla beraber zaten bu edebiyat henüz halk için değil
bir garibe göstermekteyiz. Kendimizi teselli etmek üzere di ve halk da hakkını isteyecek iktidara varmamıştı. O
öne süreceğimiz biricik mazeret şudur; bu kaza yalnız bi zamanlarda alim yetişmedi denilemez, lâkin bu ilim yük
zim başımıza gelmiş değildir. Âlem haritasına bir göz gez sek tabakaların çevresinden dışarı çıkamazdı. Çık
direcek olursak, görürüz ki, mağlûplarıyla tamamen kay- mamağa mahkûm idi. O derecedeki mühim eserlerin Al
naşabilen bazı uluslar yeni bir kavmiyet, siyasî bir milliyet manca değil fakat Lâtince yazılması tercih edilirdi.
vücuda getirebilmişlerdir. Kaynaşmayanlar ise az veya Görülüyor ki ilim ve edebiyat bayağı bir inhisar altında
çok sonra kendi milletlerini anlayarak medenî esaretten idi. Alman dili otuz senelik muharebenin memlekete
kurtulmaya çabalamış ve dileklerine ulaşmışlardır. Buna soktuğu yabancılar ile hayli bozulmuş iken bir de böyle
örnek de Almanlar ile Macarlardır. Ne balık ne de kuş ol hor tutulması ve terbiyeli geçinenlerin sözlerine Fransız
mak üzere ortada hemen hemen yalnız bizler kalmışız. ca katıştırmaları bazı hamiyetli kişilerin gitgide sabrını
Acaba niçin bu uyanıklık bizde başgöstermemiş? Yoksa tüketti. Vâkıa 1643 tarihinde Hamburg şehrinde Alman
ara sıra uyanışlar, çırpınışlar olmuş da o kıvılcımlar o dilini temizlemek için Deutsche Genossensehaft adlı bir
alevcikler yabancı medeniyetin ölgün yükü altında boğu dernek teşkili bunu gösterir. Bu gibi teşebbüslerin hayrı
lup mu kalmış? Bunlar gerçekten taraştırılması gerek me oldu ise de asıl büyük uyanıklık, cemiyetin kaynaşma
selelerdir. Ama çok uzağa götürür, başka kavimlerin devresi ancak Napolyon'un boyunduruğunu kırmak için
202 TÜRK YURDU Sayı
silâhla tecavüze karşı koyan hürriyet muharebeleri hen- zürefânın alaylarını üzerine çekiyordu, lâkin bundan
gamıdır. Almanya'nın nasıl düşüp nasıl kalktığını anlat dolayı Alman dili geri kalmadı ve cemiyetlerde çöküp yok
mak bu makalemize sığışamaz ve kasdımızdan da uzakça olmadı. Halk beğendiğini, yadırgamadığı kelimeleri
düşer. Yanlış anlayışına kapı açmış olmamak için ön kabul edip kullandı. Beğenmediklerini saymadı, attı. Al
ceden şunu söyleyelim; Alman milletini uyandıran o dil dığı yaşadı ve bundan anlaşıldı ki, bu hususta hâkim olan
derneklerinden ve lisan cemiyetlerinden ziyade halk dili âlimlerin, ediplerin itibarı, zevki ve takdiri değil, fakat
ile halka hitap eden sözü ateşli şairler, halk diliyle halk milletin hayat kaynağı olan halktır. Zaman zaman is
içine ilim ve marifet yayan çizmeli muallimler olmuştur. tihalelere uğrayarak ve geçirdikleri sınav (tecrübe) 1ar-
Avamın masalları, kahraman hikâyeleri, destanları, millî dan müstefid olarak bu dernekler kısmen olsun devam
şiirleri, urungu (darb-ı mesel) lan toplanıldı. Bu sırada iki ettiler. Bilmem Macaristan'da da hâlâ mevcut mudurlar?
Grimm biraderleri başlıca anılmaya lâyık çehrelerinden- Evvelce denildiği gibi Macarlar da bunu andırır bir geçit
dir ki kendi edebiyat âlemimizde böyle iki kardeşe değil, ten aşmak mecburiyetinde bulundular. İnhisar bunlarda
fakat birine bile eş olabilecek henüz tek bir vücut doğ daha şiddetli oldu. Âlimleri, edipleri uzun bir vakit kendi
madığına yanmamak kabil değildir. Bunlar en güzel Al dillerini hiç bilmemezlikten gelip yalnız Lâtin dilinde
man sarf ve nahvini, en mühim lügat kitabını meydana yazıp söyleştiler ve bütün halkı yıldızsız cehalet karanlığı
getirmişlerdir. Öyle bir lügat kitabı ki, yalnız söylenmek bürüyüp durdu. Tâ ki, orada da ahali uyanarak tan attı ve
te olan bütün Alman söyleş (şive) lerinden başka kurûn-ı millet zinciri kırıp hakkını aldı. İşte bundan sonradır ki,
vustâ Almancasını dahi kucaklayıp kelimeleri iştikak "Petofi" 1er çapında muazzam şairler yetişti ve hakir tutu
larına kadar takip eder. Gayet eski Alman türkü ve şiir lan köylü millet dili ilim ve edep dili oldu. Bu sayede
lerini dahi bulup ortaya kodular ve tefsir edip anlattılar. marifet yayıldı, sanaat ilerledi ve zenginlik geldi. Mem
Hatta bunların zevkini de duyurmaya muvaffak oldular. leketin kuvvet bulup yükselmesine büyük yardımı doku
Çizmeli muallimler ise zaten Büyük Frederik zamanın nan Macar dernekçiliğine asıizâdelerden biri, yanılmıyor
dan beri yenlerini sıvamışlardı. Çizmeli lâkabını anlamak sam yarım milyondan artık akçe hediye etmiştir. Bu
için ordusunu gençletmek niyetiyle Büyük Frederik'in cemiyetler ile Eransa'daki akademiyi maksat ve hizmet
tekaüd edip çıkardığı zabitleri köy hocalığı vazifesiyle taş itibarıyla ayırt etmek iktiza eder. Akademiler resmî
ralara şevketmiş olduğunu söylemek kifayet eder. Bun lisanın İlmî ve edebî görengin (an’ânenin) koruyucuları,
daki derece-i isabete bugünkü Almanya, şanı, şevketi, il bekçileridir. Halka doğru gitmek şöyle dursun her nasıl
mi ve marifetiyle tanıklık vermektedir. Evet, en büyük sa vücut bulup kendilerince m uteber olan kaideler
muvaffakiyetlerin ne kadar düz, sade temeller üzerine hilâfında yapılmış kelimeleri söküp atmak isterler, velev
kurulmuş olduğunu anlamak için ümit edelim ki, bizde bunlar halkın gündelik hayatına girmiş olsa bile hem res
de bu felâketlerden sonra istidad hâsıl olmuş ola. mî hem muhafazakârdırlar. Hatta skolastikten de büs
Dil derneklerinin hizmeti inkâr olunmamakla bütün sıyrılmış değillerdir. Hususî derneklere gelince,
beraber şairlerin, muallimlerin, âlimlerin himmeti kadar bunlar dildeki millî neşv ü nemâyı bu gibi bağlardan kur
Alman dilinin ayıklanıp, zenginleşip, yükselmesine yarar tarmak isterler. Resmî olmadıktan başka inkılâpçıdırlar.
lığı olmadığı yukarıda söylenmiş idi. Sebebi de şudur; Bunların nasıl çalıştıklarına dair bir fikir vermek üzere bir
bunlar "purisme" denilen kesdirim tasfiyecilik yolunu Alman cemiyetinin 1907'de neşreylediği risâlesinin baş
tuttular, yani çoktan beri Almanlaşmış kelimelere varın lıklarını (serlevhalarını) tercüme ediyorum. Risâlenin adı
caya kadar hepsini çıkarıp atmak istediler. Bununla Winke fuer die Zweigverein des Allgemeinen Deutschen
eski TÜRK evleri konmuş baykuşlar gibi ne kadar bir zamandır ki,
fürû-mâye, kötü bir takım kimseler, ruhları karartacak bir
Muhterem Efendiler,
şeametle milleti, memleketi bir inhimak-i mahsus ile tez
Bu akşamki musahebem eski Türk evlerine ait ola yif ettiler, tahkir ettiler. Öyle sadrazamlar gördük ki,
cak. Yalnız sizden bir müsaade isteyeceğim. Bahsime "gemi batacaktır" diyor. Fakat iş başından çekilmiyor
doğrudan doğruya girmeden evvel nakledilmesine lü lardı. Öyle muharrirler okuduk ki, Türkden başka her
zum gördüğüm bazı fikirler var. Size bir sual sorsam: kese dalkavukluk ederler. Fakat Türk’e gelince onu ten
"İçinde yaşadığımız yerlere ne suretle rabt-ı kalb ediyor zil eder, iskat eder. Kendi büyüklüklerini onu indirmek
sunuz" desem, hiç şüphe yok ki "Bizi etrafımıza bağlayan le elde ederlerdi. Eğer çocukların terbiyesinde hakaret
rabıtalar hatıralardır" diyeceksiniz. Çocukluktan b erf bir vasıta ıslâh olabileydi, ben milletlerin terbiyesinde de
içinde büyüdüğümüz bir ev terkedilmek iktiza ettiği va hakaret bir çare-i ıslâh olabilir derdim. Bu usûlün netice
kit, kalbimizde hakikî derin bir ayrılık hissi, bir ayrılık acı si ne oldu. Bedbinlik, ümitsizlik, yüksek denilen
sı duyarız. Çünkü onun her köşesinde kendimize, anamı tabakalardan milletin her tabakasına girdi. Bir millet ki,
za, babamıza, sevdiklerimize ait pek aziz hatıralar vardır. kendini müstahkâr görmeye alışmıştır, o kendini yenil
Lüzumundan fazla hakikati aşikâr olan bu misali evlerden meye hazırlamıştır. Madem ki, kendini kabiliyetsiz buluy
şehirlere, şehirlerden memleketlere naki ve teşmil et or ve düşmanları beğeniyor, yüksek görüyor, o ruhu
mek iktiza eder. Memleketimizi ne kadar tanır, mazisine dahilinde dayak yemiş, bayrağı teslim etmiş, tarihini ter-
ne kadar vâkıf olursak onun kalbimizde tuttuğu yer o ka kedip kaçmıştır. Kırkkiliseler, Komanovalar bu kanaati
dar sağlam, o kadar geniştir. Son zamanda gözümüzün taşıyan neferlerin, zabitlerin bize ister istemez verecek
önünde geçen muharebenin öyle bir safhası görüldü ki, leri bir neticedir. Bir Fransız kadını, Madame de Mon-
meş’ûm olduğu kadar da ibret-âmiz idi. Hepimiz kendi tenon; "Kızlarınızı faziletkâr yetiştirmek ister misiniz?
gözlerimizle İstanbul'un ne ümitsiz, ne korkak bir şehir Onları kendi mazilerinde fazilet olduğuna ikna ediniz."
olduğunu müşahede ettik. Tarifimi mazur gölünüz. Size diyor. Nefsimizi iyi bilmek, nefsimizi muhterem tanımak,
diyeceğim ki, Çatalca'da toplar patlarken İstanbul, yanın muhterem olmak, muhterem kalmak için başlıca bir
da teneke çalınan bir kirpi gibi korkusundan zıp zıp sıç menba kuvvettir. Nisyân-ı mazi, nisyân-ı millî, nisyân-ı
rıyordu. Velev yanlış olsun "Bulgarlar geliyor" haberi bir din, büyük, muzaffer bir milletten kaçak ruhlar çıkar
dakika ortaya atılmış olsaydı. Biz ne gibi bir manzaranın, maya başlı başına kifâyet eder. Halbuki biz son felâke
bir hâdisenin şahidi olacaktık. Mazisini unutmuş, mekâ- timizi tetkik ettiğimiz vakit yekün-i mezaibin yalnız bu
rim ahlâkının kısm-ı azamim kaybetmiş olan İstanbul çıl günahlardan hâsıl olmadığını, bunların mâiyetinde pek
gın bir korku içinde köprüye, Sarayburnu'na yığılacak, uzun bir silsile-i hata daha mevcut olduğunu görüyoruz.
kayıklara dökülecek, mahşer-nümâ bir manzara ile ken Bundan iki asır evvel memleketimizi ziyaret etmiş olanlar
disini karşı sahile atmaya çalışacaktı. İçinde ordular çıka da ezcümle Tournofort ismindeki Fransız seyyahında
racak kadar eli silâh tutabilir erkeklere mâlik olan bu pa okuduğumuz üzere bu topraklar dünyanın en mamur bir
yitaht, acaba neden kaçmaya, yalnız kaçmaya hazırlan kıt’ası hâlinde idi. Biz kendi gözlerimizle aynı mem
mıştı? Zannediyorum ki, bunun sebebini taharride yolla leketin dünyanın en sefil, en biçare bir köşesi derekesine
rımız ayrı değildir. Biz muharebe meydanlarında mağlûp indiğini görüyoruz. İlk istikrazımızın Sultan Mecid
edilmeden, memleketlerimizden kovulmadan evvel ma zamanında yapıldığı nazar-ı dikkate alınır ve şimdi Av
neviyâtımızda mağlûp edildik. Evlerimizden kovulduk. rupa kasalarının önünde boynu bükük bir dilenci gibi
Kendini zelil ve sefil görmeye alıştırılmış bir millet, kanı, taraf taraf dolaştığımızı düşünürsek, insan bu hebût ve
tarihi itibarıyla ne kadar kahraman olursa olsun, o niha sükût karşısında ne düşüneceğini ne diyeceğini şaşırır.
yet hakikaten sefil olur, zelil olur. Bizde ne uzun bir za Hakikaten nasıl olmuş da yurdunda refah ve gınâ akan
mandır ki, dili söz söyleyenler, eli kalem tutanlar, başta bir millet mamurelerini harabe haline koymuş, evlerini
hükümet memurları olmak üzere "biz adam olmayız, bu boşaltmış, dünden bugüne bir zengin iken bir sefil ol
milletin kabiliyeti yoktur." demeyi bir vazife addettiler. muş, köprü üstünde bir Türk neferinin parmakları ile
204 TÜRK YURDU S a y ı 60
burnunu sildiğini gören bir İtalyan seyyah, "muharebe lemiş bulunurdu. Günlerinin büyük bir kısmını evde
meydanlarında sırmalara müstağrak orduları ile sanki kapalı geçiren kadınlar bu dışarlak katların pencerelerin
güneşleri beraber sürükleyip götüren Sultan Süleyman den etrafı kolay kolay seyredebilirlerdi. Eski Türk ev
nerede, şimdi neferlerine bir mendil alamayan son lerinin saçakları yağmurlara karşı gelmek ve nazar-nevaz
zaman sultanları nerde" diyor. Evet kendimize soralım, bir manzara vücuda getirmek maksadıyla geniş yapılır ve
arayalım, tahkik edelim, dünkü muhteşem mesut Tür altları kamış eşkâl-ı hendesiye ile tezyin edilirdi. Bahçesi
kiye'den bugünkü kırık dökük biçare Türkiye nasıl çıktı. olmayan evler gayet nadirdi. Türklerde kadınların çocuk
Bunun için bir defa Tanzimat'ın memleketimizde hâsıl ların hava alabilmesi gezinebilmesi için evin yanında bir
ettiği taklitçilik ruhunu derpiş etmek iktiza eder. Mora bahçe bulundurmak itiyadı umûmîleşmişti. Evleri alelek-
ihtilâlinde yeniçeri ordusunun altı yedi sene uğraşarak ser kiremit renginde olan aşı boyasıyla telvin ederlerdi.
bastıramadığı ihtilâli Mısırlı İbrahim Paşa ordusunun on- Bahçelerde havuzlar ve çeşmeler görülürdü. Ömrünün
beş yirmi gün içinde büsbütün ifna etmeye muvaffak ol son senelerine yetiştiğim bir yeniçerinin dediği gibi Türk
ması, halka anlattı ki, Avrupa usûlü ile terbiye edilmiş on- üç şeyi severdi; at sesi, kız sesi, su sesi.
beşbin kişilik bir ordu yetmiş seksen bin yeniçerinin
Selâmlık dairesinin önünde bir binek taşı nazar-ı dik
senelerce yapamadığını bir lemha-i basarda elde etmeye
kate çarpar. "Bir İngiliz gemide doğar, gemide ölür."
muktedir oluyor. İşte bize ıslâhat bu yoldan, yani asker
demek ne kadar doğru ise "Bir Türk at sırtında doğar, at
likten, yani topun tüfeğin ağzından geldi. Fakat mem
sırtında ölür" demek de o kadar doğru idi. İstanbul'a dair
leket en güzel bir misalini Japonya'da gördüğümüz üzere
eski seyyahların vücuda getirdikleri kitaplara bakınız. İs
Avrupa'dan neyi alacak ve neyi asla almayacak bunu tayin
tanbul sokaklarının süvarilerle dolu olduğunu görür
ve temyiz etmek icap ederdi. Bunu kimse düşünmedi.
sünüz. Şimdi gençlerimizin üstünde duramadıkları atlar
Memleketimizde kendimize ait millî ne varsa hepsini bir
da o vakitler seksen doksan yaşındaki ihtiyarlar köşe
denbire terk etmeye başladık ve küçük bir zaman sonra,
minderinde oturur gibi emniyet ve rahat ile otururlardı.
bilhassa size evlerimizde yaptığı tahribâtı göstereceğim
Evlerin harem kısımları selâmlıktan çok daha büyük ol
taklitçilik neticesi yurdumuzda mal, seiTet nâmına birşey
duğu hâlde selâmlıkta seyisler, uşaklar, kahyalar, ayvaz
kalmadı. Eğer cedleri topraktan kaldırıp bugünkü ev
lar, çubukçular, kahveciler, kilerciler bâ-husus mutfaklar
lerimize tekrar getirmek mümkün olsa, eşiklerden içeri
da pilavcı, börekçi, tatlıcı ayrı olmak üzere birçok aşçılar
adım atar atmaz istikrah ile geri döner ve yüzümüze hay
ve aşçı yamakları bulunurdu. Eski İstanbul şimdiki büyük
kırarak: "Bunlar Türk evi, Müslüman evi değil, siz ev
sanayi şehirler gibi bacalarla örtülü idi. Fakat bunlar fab
lerinizin mahremiyetine varıncaya kadar düşman is
rika bacaları değil, harem ve selâmlıkta yüzlerce kişi
tilasına uğramışsınız." derler. Bugünkü evlerimizde mil
barındıran aylarca hatta senelerce misafir kalmak üzere
letin kendi sanatlarını gösterir şeylere tesadüf etmek
gelmiş hacısı, hocası, şeyhi, dervişi eksik olmayan binler
muhal haline girmiştir. Hâlbuki eskiden böyle mi idi?
ce zengin konakların mutfak ocakları idi. "Postu serdi"
Şimdi sizinle hayalen kadîm bir Türk evini dışından için
tabiri o zamanın misafirlik hayatını haber veren bir söz
den ziyaret etmeye başlayalım. Bir defa haricî manzarası
dür. Sanayi-i milliyenin inkişafâtını görmek için asıl içeri
itibarı ile eski Türk evi bize ispat eder ki, cedlerimiz
girmek lâzım geliyor. Şimdi Frenk halılarını, Avusturya
bugünkelere nisbetle hıfzıssıhha kavâidini daha iyi
basmaları gibi üç günde solan bu paçavraları bile ev
biliyorlardı. Evlere güneşin bol bol girmesini temin et
lerimize sokmuş bulunuyoruz. Hâlbuki eskiden odaları,
mek için her katta üst üste iki sıra pencere yaparlardı. Alt
sofaları Gördes'in, Uşak'ın, Sivas'ın, Harput'un veya
sıra kadınların görünmemesi için hâlâ yapıldığı üzere
Acemistan'ın nefis halıları örterdi. Duvar boyunda,
kafeslerle, perdelerle örtülür. Fakat ikinci sıra pen
köşelerde geniş arkalıklı minderler görülürdü ki, Üs
cereleri tamamiyle serbest bırakılırdı. Güneş altı çer
küdar'ın, Bilecik'in babadan evlâda miras kalacak kadar
çevelerle tutturulmuş bu ikinci sıra pencerelerden içeri
dayanıklı olan "çatmaları" ile tefriş edilirdi. Ortada yine
girer, evin her tarafını aydınlatırdı. Evin ikinci katı birinci
memleketin masnuu olan pirinç mangallar, yüksek ayak
katı üstünde ileriye doğru bir çıkıntı teşkil eder, hatta
lı gümüş veya pirinç şamdanlar ve bunların altında gün
üçüncü kat da sokağa doğru İkinciden daha fazla iler
müş döğmeler kakılı meşin, süslü altlıklar nazar-ı dikkate
Sayı 60 TÜRK YURDU 205
çarpardı. Yazısı, cildi, tezhibi itibarıyla en hakikî sanatkâr en büyük şakisi olan Çakırcalı Mehmed'den Ödemiş'e
lar elinden çıkmış Kur'ân-ı Kerîmler, cüzler, tahta oy hasredeceğim mektupta bahsederim.
macılığı nokta-i nazarından fevkalâde hurde-cû bir dik Ne zaman zuhur etmiş olduğunu bilmiyorum. Bir de
katle yapılmış her yanına sedef, bağa, fildişi yüzlerce "Ger Ali" isminde bir şakî türemiş. Böyleleri hemen
küçük, ince kesmeler yapıştırılmış zarif rahleler üstünde umûmiyetle aşiret halkından çıktığı için âdeta göçe
mevzû dururdu. Bu mukaddes kitapları çuhalara veya belerin kahramanı telâkkî ediyorlar. Ger Ali de böyle. O
Kemah'ın üstü yazılı nadide kumaşlarına sararlardı. vakit ki, hükümet de bu adamı yakalamak için epeyce uğ
Tütün masaları sedefçiliğin en güzel nümûneleriydi. raşmış olacak. Manisa hapishanesinde görüştüğüm Gök
Duvarlara dayatılmış ve şimdiki bastonlukları hatırlatan Halil oğlu Ahmed Ali, bana Ger Ali'nin türkülerinden de
çubukluklar, kehribar işçiliği, lülecilik, vâdisinde pek söyledi. Bağlamanın tellerinden çıkan hazin sesle Ahmed
mükemmel âsâr-ı sanat addedilmeye lâyıktı. Duvarlarda Ali'nin gürleyen sesi pek uygun gitmiyordu.
küçük hücreler içine konmuş Kütahya, İznik, İstanbul
avanisi, deştiler, bardaklar, Beykoz'un çeşm-i bülbülleri Buca'dan çıktım, sökün eyledim.
rengârenk dizili dururdu. Sonra duvarlara güzel çer Beydağı'na geldim, vatan eyledim.
çeveler, ortasında taliklerin, sülüslerin en bediileri tek- Kara Osman oğlu sana neyledim.
rim ve takdir ile avîhte edilmiş bulunurdu. Tavan tez- Zeybekler efesi, zeybek Ger Ali.
yinâtı ayrıca nazar-ı dikkati kendi üstünde tevkif etmeye
kifayet ederdi. Değil saraylarda, değil büyük konaklarda Fağfurî fincandan içtiğim şarap
hatta yine eski resimlerden öğrendiğimiz üzere kah Yenersem Gavur İzmir'i harap
Arkadaşımı sorarsan Parmaksız Arap
vehanelerde bile binanın güzelliğine, nakışlara, tezhib-
Dağlarda destan eden Ger Ali
lere fevkalâde ehemmiyet verirlerdi. İstanbul'da Taş-
kasap taraflarında, Boğaziçi'nde, Bursa'da, Anadolu'nun
Ödemiş'den çıktım kollarım bağlı
bazı şehirlerinde hâlâ eski Türk tavan tezyinâtını, tahta iş
Aşkın ateşi ile ciğerim dağlı
çiliğini bize gösterir bakiyeler mevcuttur. Kavuk rafları da
İzmir'in konağında urganım yağlı
dalâlet ettiği zevk-i selîm dolayısıyla görülmeye lâyıktı. Mukadder böyledir dedi Ger Ali.
Türk odaları arasında yatmaya, yemeğe, oturmaya mah
sus olanlar aynı tertibata mâlikti. Daimî karyolalar ol Sürüne süm ne indim Buldan'a
madığı için yatakları gündüzleri yüklerde saklarlar, yalnız Öğlen namazında girdim zindana
gece olunca döşekleri sererlerdi. Yemek için de bir sini İkindi namazında durdum divana
getirilir, etrafına şilteler atılır, sininin üstüne mercan sap Akşam namazında yağlı urgana.
lı fildişinden veya bağadan yapılmış kaşıkları korlar,
yemekten sonra bunları hep birden kaldırırlardı. Bozdağ'ın çeşmeleri harlayıp akar
Bitmedi. Saçılmış da kumaşlar şala kim bakar
Hamdullah Subhi Ger Ali'nin kurşunu cihanı yakar
Dağları bedestan eden Ger Mi.
Türküde ismi geçen Kara Osman oğlu, genç ve muk renmemek kabil değildi. Daha ziyade duramadım, çık
tedir hikâyecilerimizden Yakup Kadri Beyin büyük tım.
babalarından biri olacak. Karaosmanoğulları Manisa ve
Tımarhane Kanunî Süleyman Hazretlerinin valideleri
civarlarına nüfuzu câri büyük bir aile imiş. Saruhanlı Çift
Hafsa Sultan tarafından yaptırılarak 962 tarihinde vak
liği Mutasarrıfı Halid Paşa da bu muhterem ailedendir.
fedilmiş. Biraz ötedeki cami ile imaret de onundur. Evkaf
Anladığıma göre bu aileden bir zat Ger Ali'nin takibine
idaresinde tımarhanenin vakıfnâmesini buldurdum ve
memur olmuş.
okudum. Nice en mühim olan fıkralarını şuraya der-
Hapishaneye giderken beraberimde bir yığın "Halka cediyorum.
Doğru" götürmüştüm, görüştüğüm mah-
buslara Galib Bahtiyar Beyin bağlamasını ^ L k ill oG
okudum. Aşkla, heyecanla okudum. İkide « \y> oüU « ^
bir de muhataplarımın yüzünde okuduk- j
larımın eserlerini arıyordum. Kulak kesil
mişlerdi. Pek aşikâr bir heyecanla dinliyor y j ı y ü /ij
lardı. Bitirdiğim vakit Ahmed Ali;
tarafında medrese odaları gibi hücreler var. Hastaların bulunacak. Bir de yamağı olacak ki, bu da iki dirhem
kimi parmaklık dibine oturmuş, kendi kendine söy gündelik alacak. Beş dirhem gündelikli bir cerrah, üçer
leniyor, gülüyor, ağlıyor. Kimi avluda geziniyor. Üstlerin dirhem gündelikli iki eczacıya beheri üçer dirhem gün
de Amerikan bezinden son derece kirli bir don bir göm delikli bir kâtip, bir vekilharç, bir de aşşab, dört dirhem
lek var. Hepsi renksiz, bitkin bir halde idi. Yanda bir gündelikli bir kilerci, üç dirhem gündelikli iki aşçı, iki ec
odaya girdik. Burası uzunca bir koğuş idi. Ot minderleri zacı yamağı, ikisi gece nöbet beklemek şartıyla dört bakı
üzerinde döğülmüş ak abadan kebelere sarılmış hâlsiz cı, iki tahâretçi, bir çamaşırcı, bir gassâl, bir süpürücü, bir
yatan beş altı hasta gördüm, Odanın tahta döşemesi, de kapıcı. Tımarhanede de ancak yirmi kadar mecnûn
yataklar, abalar son derecede pis idi. Tiksinmemek, iğ- bulunabilecek.
Sayı 60 TÜRK YURDU 207
Şimdi bir de bugünkü hâli gözönüne getirelim. Manisa'nın merkezle beraber diğer on kazasında
Müdüre 4, 200 erkek bakıcıya 120’şer, iki kadın bakıcıya 347.362 İslâm, 51.596 gayrimüslim nüfus var. Manisa ka
100 kuruş maaş veriliyor. (Tımarhanenin dış avlusunda zasının İslâm nüfusu 37.930 erkek, 37.525 kadından iba
kadınlar için de bir yer ayrılmış olduğunu unutmayayım.) rettir. 1328 senesi zarfında 568 erkek 485 kız doğmuş,
513 erkek, 352 kadın ölmüştür. 982 izdivaç 217 talâk vu-
Hastaları nefesle teşvîh etmek üzere okuyucu biri var
kû bulmuştur.
ki, ayda otuz kuruş alıyor. Bu adam iki haftada bir kere
geliyor. Bir şeyler okuyarak hepsine birden üfürüyor. Çı Burada görülüyor ki, doğan erkekler kızlardan ziya
kıp gidiyor. Pek seyrek olarak belediye tabibi de uğruyor. de, fakat ölen kadınlar erkeklerden azdır. Erkeklerin do
ğanları ile ölenleri arasında pek az bir fark olduğu halde
Vakıf, bir takım köylerin hâsılatını cami, imaret ve tı
kadınlarda bu nisbet haylice tenâkuz ediyor. Gelecek
marhaneye vakfetmiş. Tanzimat devrinin bir becerikliliği mektuplarımda da görülecektir ki. Aydın vilâyetinde ka
eseri olacak, bu vakfolunan köylerin hasılâtını aşar bede dın nüfusu erkekten artıktır. Buna bazı sebepler bula
li olarak maliye alıyor. Buna mukabil senevi 170.372 ku biliyorum. Birçok köylerde kadınlar çalışıyor. Erkekler
ruş veriyor. Evkaf Nezâreti de 25.000 kuruş ihsan ediyor. oturuyor ve kadınların kazançları ile yaşıyorlar. Erkekler
Bütün bu paradan tımarhaneye senevi ancak beşyüzelli, de tembellik ve işret hayli tahrib yapıyor. Kadınlar tarla
altıyüz lira kadar bir şey düşüyor. Benim ziyaretim esna larda ve pazarlarda yaşadıkları için kapalı hayatın fena te
sında burada 116 mecnûn vardı. sirlerinden kurtuluyorlar. Köylerde tesettür pek sathîdir.
Ben bu hakikatler üzerine hiçbir fikir beyan etmeye Aşiretlerde ise yok gibidir. Bu açık havada yaşayış ve sa'i
ceğim. Yalnız 116 zavallının böyle bir yerde hayatına kas- kadınları oldukça koruyor.
Şimdiye kadar Avrupa'daki Türk talebeden üç cevap Ben tahsilimi Fransa'da yapmakta olduğumdan yal
al^ık. Bu üç cevaptan ikisini Devlet-i Osmaniye tebeası nız bu memleketteki meslektaşlarıma verilen şehriyeler
olmayan ve binaenaleyh bittabi Osmanlı Maarif Nezâre hakkında bir fikir yürütebilirim. Mütalaâtımın daha kat’î
tinden mâhiye almayarak, kendi akçeleri ile Avrupa'da ik- ve beyanatımın daha sarih olması için hem delil hem de
mâl-i tahsile çalışan iki Türk genci yazıyorlar. Üçüncü ce misal iradı lüzumuna muhterem imza sahibi "A.Y." bey
vabı gönderen Osmanlı Türküdür. Mütalâalarından çalış gibi ben de kaniyim.
kanlığı, ciddiliği, itidalperverliği pek açık görünen bu
Bu bâhiste Fransa'ya gönderilen talebeyi iki kısma
üçüncü muhabirimizin hükümetten alınan aylıkla mı,
ayırmak zarurîdir. Birinci kısma dârülfünûnlarda ders ta;
yoksa vâridât-ı zâtiyesiyle mi tahsil ettiği bizce malûm de
kibine kifayet edecek kadar Fransızca bilenler dahil olu
ğildir.
yor. Bunların masrafları müdâvim oldukları şuubâta ait
Sualimize cevap vermek iltifatını diriğ etmeyen bu
kayıt ve imtihan paraları ile taayyüş ücretinden ibarettir.
üç efendinin üçü de hükümetin talebeye tahsis ettiği
Her dersin icap edeceği mesârıf-ı tahsiliye ise bir değil
250-300 Frank aylığı fazla bulmakta ittifak ediyorlar. İçle
dir. Çünkü bazılarında temrin, tecrübe ve tatbikat-ı ame
rinden birisi fazla tahsisattan tevellüd edebilecek mah
liye var, bazılarında yoktur. Meselâ hikmet ve kimya ders
zurlar hakkında birşey demiyor. Diğeri mahzurların tah-
lerinde tatbikat ve tecrübe saatleri epeyce fazladır. Tale
sisât miktarı ile artıp eksileceği zannında değildir. Mese
be bu saatler ve kullandığı aletler nisbetinde bir ücret
leyi lâyık olduğu itina ile tetkik eden üçüncü muhabiri
vermeye mecburdur. Riyaziyat derslerinin bazısında ne
miz ise fazla tahsisâttan tevellüd eden mahzurları da pek
temrin ne de tatbikat var, diğer birkısmında ise yalnız
iyi gösteriyor.
temrin (exercises) var. Demek ki her şube-i fennîn ken
"Türk Yurdu" Avrupa'daki Türk talebenin yalnız şa disine mahsus birer masrafı vardır. İşte bu sebepten do
hıslarına değil memleketimizin istikbâline taalluku olan
layı hükümet gönderdiği talebeye bu masrafların hesabı
bu meseleye bir cihetten lezâiz-i hayatiyelerine dokun
nı ayrı tutsa taayyüş meselesinden başka birşey kalmıyor.
mak ihtimali olsa bile daha çok ehemmiyet vereceklerine
Fransa'nın üç muhtelif şehrinde bulundum. Montpelier,
munsifâne ve bi-tarafâne mütalâlarını yazıp gönderecek
Clermont Ferrand ve Lion. Bu üç beldede gıda ve meske
lerine ümitli idi. Bu ümidinde aldanması bir dereceye ka
nin icap ettiği masraflar hemen yek-diğerinin aynıdır.
dar gençliğimiz hakkında aldanması demek olduğundan
Hem sıhhî, hem kâfi, hem vasatî taam ücreti için yetmiş
cidden müteessirdir. İsviçre'de tahsili yazanların bazıları
Frank aylıkla lokanta ve hatta aile pansiyonu bile kolay
henüz Avrupa'da bulunduklarından onlardan olsun bir
lıkla bulunur. Hükümet tarafından gönderilen talebe ara
ses işittirilmeyecek miydi?
sında bu fiyat ile yiyenlerden birçok arkadaşlarım vardır.
Sualimize gelen cevaplardan üçüncüsünü bugün ay
İskân cihetine gelince, bu da hem sıhhî hem kâfi, hem de
nen dercediyoruz. Diğer ikisini de gelecek sayımıza ko
vasatî olmak üzere otuz Frank ile temin olunabilir. Böyle
ruz.
hem sıhhî, hem kâfi, hem vasatî bir odaya vakıa hükümet
“Türk Yurdu” risâle-i muhterememizin üçüncü yılı hesabına gönderilen talebenin birçoğu tenezzül etmiyor.
nın ikinci sayısında “Avrupa'da okuyan talebemizden bir Lâkin tâbi oldukları aylık ile bu hususta daha fazlaca bir
sual" serlevhası altında bir istizah gördüm. Vakıa şimdiye masrafı istihfaf edebilirler. Fakat şaşaa ve debdebe berta
kadar epeyce bir vakit geçmiş ise de müteakip sayılarda raf edilirse bir talebeye lâzım gelen bütün şürûtu m uhte
buna karşı bir cevap bulamadığından şu birkaç sözü yaz vi olmak üzere bu ücrette odalar mevcuttur. Bundan ma
mayı lüzumsuz saymıyorum. Mecmuanın yalnız bir iki ada ev için de mesârıf-ı teshiniy^'^e, çamaşır ve temizlik,
gün evvel tarafımdan okunabilmesi, bu teehhürüm için hamam ve traş masrafı olmak üzere onbeş Frank yetişir.
bir mazeret addedilmesini ricadan sonra asıl mevzuuba-
Tutulan odada elektrik veya havagazı ile tenvirât otuz
hise geçiyorum. Meselenin ruhu şundan ibarettir. Hükü
Frank fiyata dahil olduğundan ziya için ayrıca bir şey ilâ
metimiz ikmâl-i tahsil için Avrupa'ya gönderdiği talebeye
ve etmiyorum.
bir maaş veriyor. Bu maaş haddinden fazla mıdır, az mı
dır, yoksa tamam mıdır? Bu aylıklar ziyade veya eksik ise Bundan maada senelik elbise ve sair mesârif var. Bi
ondan hâsıl olan yolsuzluklar ve mahzurlar nelerdir? ri yazlık, biri kışlık iki kat elbise için seksenerden yüzalt-
Sayı 60 TÜRK YURDU 209
mı§ Frank sarfedilirse pek muvafık bir sûrette telebbüs Hükümetimiz ilk seneler gönderdiği talebeye duhû-
edilmiş olur, İç elbise masrafı olmak üzere de senede liye, kayıt ve şâire ücret-i tedrisiyelerini ayrıca vermiyor
seksen Frank kâfidir. Bütün bu masraflara bir de mesâ- du. Fakat şu sıralarda birkısmına bu mesârif de tediye
rıf-ı hususiye olmak üzere bir talebe için ayda yirmi Frank ediyor. Bu mesârifi ayrıca tediye etmediği takdirde ikiyü
kâfi değil mi? En mühim olan bir masrafı daha unutmaya zelli Frank maaşlarından şu parayı tarhedenler gene yu
lım, o da kitap ücretidir, Bu ücret de her §ube-i fenne gö karıdaki hesaba göre çok çok maaş alıyorlar. Çünkü ilk
re az çok değişir ise de aradaki fark şâyân-ı zikr değildir. dârülfünûna girerken yüzkırk Frank veriliyor. İlk sene
Bir talebe senede yüzyirmi Frank bu hususa ayırır ise yüzyirmi Frank kayıt parası ile tatbikat ücreti -ki o da ni
kendine lüzumu olan fennî kitapların hiçbirinden kat’iy- hayet yüzyirmi Frankı geçmez- ödeniyor. Mütebaki sene
yen mahrum olmaz. O hâlde şu müteferrik masrafları ler ise hadd-i asgarî yılda elli ve hadd-i azamî yüzyirmi
cem edelim. Senelik masraflar şunlardan ibaret idi. İki-' Frank masraf vardır. Bütün bunlara her sene otuzheş
yüzkırk Frank elbise, yüzyirmi Frank kitap, buna senede Frank imtihan parası da ilâve etmek lâzım. Bütün bunla
bir kışlık kaput ve kundura ve serpuş ilâvesi lâzım oldu rın vasatisi ayda yirmi Frankı geçmiyor. Demek ki, yüzel-
ğunu şimdi tahattür ettim. Bunlar da seksen, kırkbeş ve liden yüzdoksan çıkarsa altmış Frank fazla kalıyor.
onbeş Frank ile temin edilir ki, mecmuu yüzkırk Frank Geçelim ikinci kısım talebeye bu kısma dârülfünûn
eder. Yukarıdaki senelik hesaba bunu katarsak yılda iki- derslerini takibe Fransızcaları kâfi olmayan talebe dahil
yüzkırk, yüzkırk daha üçyüzseksen Frank eder ki, oniki-
oluyor. Bunların bir defa gönderilmesi o kadar muvâfık
ye taksim olunursa ayda otuzbeş Frank tutar. Yemek, mı? Madem ki, Fransızcaları kafi değil derselere devama
oda ve mesârif-ı saire olmak üzere de yüzotuzbeş daha alışıncaya kadar sarfedecekleri vakit zarfında hükümet
katılırsa, ayda yüzotuzbeş otuzbeş daha yüzyetmiş Frank onlara fazla bir masraf tediyesine mecbur oluyor demek
tutar.
tir. Fakat bazı esbâba mebnî bu kabil talebe de Fransa'ya
Fransa'da üç senelik tahsil hayatımın bana gösterdiği gönderildiği takdirde onlara biraz ziyadece maaş bağlan
tecrübelerime istinaden yaptığım su mesârif levhası zan- mak zarurîdir kanaatindeyim. Çünkü onlar Fransızca öğ
nıma göre doğruya pek yakındır. Bu şurût dahilinde renmek için hususî muallim tutmaya hatta biraz pahalıya
Fransa'da bir talebe refah-ı tâm içinde vazife-i mevduası- gelen aile hayatı yaşamaya muztarrdırlar. Fakat onlara da
nı ifâ edebilir. ikiyüz Frank kâfidir.
Ayda yüzyetmiş Franktan fazla verilen para zann-ı Eğer hükümetin talebesine fazla maaş verdiğine kani
âciziye göre talebeyi nazlatmaktan başka birşey değil, olduysak bunların mahzurunu keşfetmek güç bir şey
haddi geçen bir masraftır. Fransa talebesi bizim hükümet midir? Evvelâ bu maarif bütçesini israf ile zayıflaştırmak,
talebesinin ayda ikiyüzelli Frank aldığını işittikleri zaman meselâ yüz talebe yerine yetmiş talebe yetiştirmektir. Bu
gözleri hayret ve gıbta ile dolar. Bulgar talebesine verilen da tabiî arzu olunacak bir hata değildir, Bâhusus mem
maaş yalnız yüzelli Franktır ve zannetmem ki, başka bir leketimizin servet ve iktisat ciheti ile ne kadar geride kal
hükümet yolladığı heveskarân-ı irfana bundan ziyade bir dığı malûm olduğu fakir ahalimizin hükümete şu paraları
aylık versin. Hâlbuki hükümetimiz talebesinin yüzde tedarik hususunda çektiği müşkilât aşikâr bulunduğu
doksanına ikiyüzelli, yüzde dokuzuna üçyüz ve birine cihetle böyle bir semahât-i fevkalâdenin lüzumsuzluğu,
ikiyüzelli Franktan aşağı maaş veriyor. Zann-ı âciziye göre yanlışlığı kendinden meydana çıkar.
bu paranın yüzyetmişten fazlası gene maarif için başka Sâniyen bazı zevâtın mütalâan veçhile fazla para elde
bir yolda sarfolunsaydı elde edilen semerelerin daha bir mevcut oldukça insan ne kadar menfaatini müdrik olsa
misli fazla faydalar temin olunurdu. Hükümetin üç)öiz gene eğlenceye hizmetten fazla temâyüle maruzdur. Ma
Frank maaş verdiği kimseler arasında memleketimizde
mafih bu bir kaide-i umûmiye-i kat’iyye değildir. Ben öy
muallimlik edip de Fransa'ya gönderilenler de vardır. le talebe tanıyorum ki, kendilerine ayda bin Frank veril
Mumaileyhim tabiî yüzyetmiş Franktan fazla yani maaş-ı
se bunu mâlâyânî ile vakit geçirmeye bir alet ittihaz et
aslîleri miktarı aylık almağa pek haklıdırlar. Fakat talebe
mekten sarf-ı nazar memleketlerine avdetinde ellerinde
sıfatıyla yollananlar tâbi onlardan farkıdırlar. kütüphaneler, tecrübe âlât ve edevâtı velhâsıl bir hazine-i
210 TÜRK YURDU S a y ı 60
irfan ile ispat-ı vücut edeceklerdir, Lâkin her şeyden sarf-ı karilerinin yüreklerini parçalamak mecburiyet-i ekmesin
nazar edelim. Ayda yüzyetmiş Frank masraf talebeyi pek de bulunuyor. Evet İstanbul'dan Kahire'ye İslâm kardeş
mesut yaşatabilir fikrindeyim. liği selamını gökten götüren bu iki semavî asker, arz-ı
Yalnız Paris'de talebenin mevkileri hususî bir sûrette mukaddes ufkunda yere düşüp şehit oldular. Fakat ruh
nazar-ı dikkate alınmalıdır. Çünkü Paris'teki taam ücreti ları daha yükseklere uçtu. Kanlı cesetlerini Selahaddin
o kadar farklı değilse de iskân ciheti fazla parayı icap Eyyûbî yanına, şanlı adlarını da bütün Müslümanların ha
eder. Bir de Paris pek büyük olduğundan bir yerden di tırasına gömdüler. Eethi ve Sadık Bey öldüler. Fakat Os
ğer yere gidileceği zaman ekseriya tramvay ve saire mas manlI ordusuna gök yolunu, yükseklik yolunu açarak öl
rafı baş göstermek melhuz olduğundan elbise ve saire de düler. Allah onlardan razı olsun!
daha pahalı olduğundan oradaki talebeye ayda ikiyüz Başka milletlerin fedakâr kahramanlarını, milletleri
Frank verilirse muvâfık bir hatt-ı hareket takip olunmuş nin nâm ve şanını yükseltmek için şimalin buzlu sahrala
olur mütalâasındayım. rında donup ölen, hatt-ı üstuvânın ateşli çöllerinde su
Bu mülahazât ve efkâra karşı Fransa'da tahsilde bulu suzluktan telef olan, ölümleri istihkar ile denizlerin dibi
nan arkadaşlarımdan bazı muhikk itirazlar risalenize ne dalan, karlı dağların dik tepelerine tırmanan, hava
vümd eder ise ihtiva edecekleri hakâyik dakika nisbetin- boşlukları üstünde yüzen efrâdını görüp işittikçe gıbta
de mütalâalarından memnun olacağımı kariin-i kirâma eder, yüreğimiz sızlar, yüzümüz kızarırdı. Artık bizim de
arz ile şu hasbıhale nihayet veriyorum. onlara gösterecek Fethi’miz ile Sadık’ımız var. Türk mil
leti Türk vatanının yabancılar istilâsı altında kalmış iki
16 Kanunisani 329
canlı parçasından Kırım'la Makedonya'dan çıkan bu iki
Lion'da Türk talebesinden kahraman evlâdıyla bütün dünyaya karşı öğünebilir. Fet
İbrahim Hakkı hi ve Sadık'ın kanlı vücutları bütün Şam’ın hürmetkâr
omuzunda Büyük Salahaddin'in komşuluğuna götürü
lürken Nuri ile İsmail Hakkı şehit arkadaşlarından açık
kalan şeref yolunu doldurmaya sabırsızlıkla hazırlanıyor
TÜRKLÜK ŞÜÜNU lar. İstanbul'dan da aynı tehlike ve şân meydanına atıl
Fethi ve Sadık Beylerin Şehadetleri - Zavallı mak için diğer tayyâreci arkadaşlar müsabakaya girişiyor
Türk yurduna niçin talih hiç gülmüyor? Her günümüzü lardı. Tehlikede müsabaka hayata istihkakın en kuvvetli
bir kara çerçeve içinde yaşamaya neden bizi mahkûm delilidir.
ediyorsun, yarabbi? Son senelerin acıklı ve matemli haya Fethi ve Sadık'ın akibet-i fecîalarına yaş döken gözle
tında medenî varlığımızı âleme göstererek yüzümüzü bi rimizin en derin noktalarından ümit ve emniyet tebes
raz güldüren iki pek muazzez kahramanımızı da nihayet süm nurlarının gömnmemesi kabil olamaz. İşte bu kerâ-
elimizden aldın!... "Türk Yurdu" merhum üstadın ruhu meti aynı zamanda ruhlara elem ve sürür vermek kera
na ithaf olunan geçen sayımızda Fethi ve Sadık'ın semavî metini ancak en büyük şehitler yapabilir.
muvaffakiyetlerini kaydederek derin matemine bir me-
Said Paşa'mn Vefatı - Tanzimat ve Sultan Hamid
dar-ı teselli aramıştı. Bu sayısında o iki kahramanın da
devrelerinin büyük vezirlerinden Said Paşa Hazretleri ve
gökten düşüp parçalandıkları haber-i müellimini vererek
fat etmiştir. Cenab-ı Hak rahmet eylesin.
TÜRK VURDU
A ltın c ı Cilt
Tûkk M kdu M
’
^ (i- d e ^ ^ ^ cC e ^ c r ç c 4^
Altıncı Cilt
1914
İÇTİMAİYAT
İslâmiyette Dava-yı Milliyet....................................................................... Ahmed Agayef
Türk Dilini Sadeleştirmek Meselesi........................ r................................. Raif Mehmed Fuad
Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak, 8
Türk Milleti ve Turan..................................................................................Gökalp
İDAREDEN
Tebrik...........................................................................................................Türk Yurdu
Ruhu İçin Fâtiha......................................................................................... Türk Yurdu
Muhterem Okuyucularımıza......................................................................Türk Yurdu
EDEBİYAT
Üstad Ekrem’in Resimleri.......................................................................... Ali Suad
Eski Yurt...................................................................................................... Hıfzı Tevfİk
İsmail Gasprinski'nin Ruhuna................................................................... Celâl Sâhir
İsmail Gasprinski'ye................................................................................... Mehmed Emin
Aglıyorken................................................................................................... A. Seyfeddin
Obanın Derdi............................................................................................... Kom Ahmed Oğlu
Öç Marşı...................................................................................................... Feyzullah Sâcid
Bir Meçhûleye.............................................................................................Rıza Tevfik
Billûr Köşk...................................................................................................İdris Sabih
Benim Rüyam............................................................................................. Mehmed Emin
Benim Kalbim............................................................................................. Mehmed Emin
Bahar Bir Gelin ki.......................................................................................İdris Sabih
Teselli...........................................................................................................Aka Gündüz
Türk Adı.......................................................................................................Özkul
Selâm Sana.................................................................................................. Mehmed Emin
Sevgi ve Bahar.............................................................................................Karatay
Saçlar............................................................................................................A. Seyfeddin
Koca Haşan Dayı.........................................................................................Rıza Tevfik
Gecelerimden............................................................................................. Süyüm Bike
Gecenin Hamamı....................................................................................... Yusuf Ziya
Mehmed Emin............................................................................................ Ömer Seyfeddin
Mezariıkta....................................................................................................Süyüm Bike
Yatağan......................................................................................... ................ Yavuz
Yağmur Yağarken....................................................................................... Sabiha Nafiz
216 TÜRK YURDU
İKTİSAT
Bizde Köylünün Borcu............................................. .................................. M. Zühdü
Ziraatimizin Şerâit-i İktisadiyesi................................................................ M. Zühdü
Ziraat Memleketi miyiz?............................................................................. M, Zühdü
İNTİKAD ve TAKRİZ
Türkiye’nin Can Damarı..............................................................................T.Y.
Nevsâl-ı Millî................................................................................................T.Y.
BALKANLARDAKİ KOMŞULARIMIZ
Romanya'daki Müşahedât............................................................... '........... ***
BUYUK hikaye
Babür Han.. ..Annestil - Halide Edib
TARİH ve ASAR-IATIKA
Eski Türk Evleri...........................................................................................Hamdullah Subhi
Avrupa'da Milliyet Fikrine ve Milliyet Cereyanlarına Dair....................... Akçuraoğlu Yusuf
Bulgarların Türk Tatar Kavminden Neş’etleri...........................................İvan Manulef
Hibrî Abdurrahman Efendi........................................................................ Bursalı Mehmed Tahir
Şehrîzâde Mehmed Said Efendi................................................................ Bursalı Mehmed Tahir
Kayserili İzzet Paşa...................................................................................... Bursalı Mehmed Tahir
Musa bin Hacı Hüseyin İznikî................................................................... Bursalı Mehmed Tahir
TERCÜME-İ HÂL
İsmail Bey Gasprinski.................................................................................. Ağaoğlu Ahmed
İsmail Beye Türk Milletinin İhtiramı..........................................................T.Y.
Büyük Türk Mualliminin Büyük Türk Şairine Bir Mektubu.................... İsmail Gasprinski
"Muallim"e Dair.......................................................................................... Akçuraoğlu Yusuf
Şeyh Cemaleddin Efganî............................................................................. T.Y.
Türk Şairi Celâl Sâhir Bey........................................................................... T.Y.
TÜRK ÂLEMİNDEN
Türk Kadınlığında İktisadî Terakkiyât....................... .T.Y.
TÜRKLÜK ŞUÛNU
İrtihal-i Müessif
İstanbul'da İlk Cuma Namazının Yıldönümü Bayramı
İslâm Tüccar Cemiyeti
İsmail Bey Gasprinski'nin İstanbul'a Gelmesi
Evkaf-ı Müslüman Müzesinin Açılması
Büyük Bir Türk Ticarethanesi
Petersburg'da Müslümanlar İçtimai
TÜRK YURDU 217
COĞRAFYA ve ETNOGRAFYA
Unutulmuş Türk Kardeşlerimizden Karacadağ Türkleri................... Haşim Ertuğrul
h u s u s i m u h a birlerim izd en
Bakü'den.................................. ..OdluTürk
RESİMLERİMİZ
İsmail Bey Gasprinskiy 30 Sene Evvel (Resim)
İsmail Bey Gasprinskiy 2 Sene Evvel (Resim)
İsmail Beyin Elyazısı Bir Mektubu
İsmail Beyin İlk Çıkardığı "Tonguç" Gazetesiyle "Tercüman" Gazetesi
Türk Şairi Celâl Sâhir Bey (Resim)
Şeyh Cemaleddin Efganî (Resim)
218 TÜRK YURDU
SEYAHAT
Altaylara Doğru............................................................................................Halim Sabit
SİYASİYAT
Macaristan'ın Turanîlikteki Rolü.................................... ............................Baron Neyari Albert
SORGU ve CEVAPLAR
Avrupa'da Okuyan Talebeden Alınan Cevaplar.......................................Âlimcanİdris
Avrupa'da Okuyan Talebeden Alınan Cevaplar........................................ Kırımlı S.Y. Çelebi
GEÇEN YIL
1329 Senesinde Siyaset-i Umumiye......................................................... A.Y.
1329 Senesinde Türk Edebiyatı................................................................A.Y.
Türk Edebiyatı............................................................................................ C.S.
Hayat-ı İktisadiye.........................................................................................M. Zühdü
GÜÇÇÜLÜK
Türk Gücü (Hitabe)....................................................................................Kuzucuoğlu Tahsin
MATBUAT
Asya'nın İntibahı........................................................................................."Russia" Gazetesinden
"Peyam" a Cevap........................................................................................ T.Y.
Türkler İçinde Millî Hareket ve "Peyam" m Makalesi............................T.Y.
Türklük ve Osmanlılık................................................................................ İsmail Gasprinski
Süleyman Paşa'nın Üstad Ekrem’e Bir Mektubu ve Cevabı...................."Hürriyet-i Eikriye" den
Merhum Üstad Ekrem Hakkında..............................................................."İl", "İkbal" ve "Durmuş" dan
"Namık Kemal Bey Türk Oğlu Türkdür".................................................."Peyam" dan
YENİ ESERLER
"Ey Türk Uyan!", "Türk Sazı", Mehmed Emin; —"KızılElma", Gökalp Ziya; —"Turanlının Defteri", Mehmed
Ali Tevfik; —"Türkler Bu Muharebeden Ne Kazanabilirler?", M.Kohen
İTİZAR
71. Sayının 1. sayfasının yukarı numarası 2337 rakam olacak iken sû-i tertib olarak 2367 dizilmiş ve o sûrede
devam etmiştir.
TÛ K K :^UKDU
Türfeleritt Tâi(^^5İıı.e Çalışır
TÜRK VURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
MUHTEREM Og^UYUCUIARIMIZA
Tanrı'ya bin şükür olsun "Türk Yurdu" ikibuçuk yaşını ve OsmanlI vilayetleri için (...) kuruş, İran ve Rusya için 1 rub
doldurdu. Bu sayımızla üçüncü yılın ikinci altı aylığına giriyo le 25 kapik, başka ecnebi memleketleri için 3 frank olacaktır.
ruz. "Türk Yurdu" nun bu kısa zaman içinde büyük Türk mil Muallim ve müteallimlere, üç aylık aboneden de yine yüzde
letinin yaşayışına ve düşünüşüne epey tesiri dokunmuş oldu on tenzilât-ı icra edeceğiz
ğunu Türklerden ve yabancılardan işitip, okuyup öğreniyor ve
İdarehanemizin işlerini daha muntazam cereyan ettir
seviniyoruz. "Türk Yurdu"nun hayat ve faaliyetinde en bere
mek, abonelerin gönderilmesinde gecikmelere, karışıklıklara
ketli kuvvet menbaı okuyucularının rağbeti oldu. Karie ve ka
meydan vermemek için bundan sonra abonelerin mebdeini
rilerinin bıkmayan, usanmayan rağbetidir ki, "Türk Yurdu" nu
senenin münkasem olduğu dört rub'un başlarından itibar
maksadına doğru yorulmadan, dinlenmeden yürümeye, ilerle
edeceğiz, yani abonelerimize irsalat yalnız mart, haziran, eylül,
meye muvaffak etti. Türklük büyük emelinin, Türklük mefkû-
kânûnı evvel ihtidalarından başlanacaktır. Meselâ Nisanda
resinin bugüne kadar kazandığı galebelerde en unutulmaya
cak bahadırların birkısmı da şüphe yok ki, "Türk Yurdu"nun abone bedeli gönderen zata, arzusuna göre ya Mart ihtidasın
karie ve karileridir. Cümlesinden Allah razı olsun! dan, ya Haziran ihtidasından başlayarak mecmua takdim olu
nacaktır.
"Türk Yurdu" altıncı altı aylığına girerken, ikinci bir tabir
le altıncı cildine başlarken bazı ıslâhat-ı ameliye yapmayı lâzım Adres tebdili, idarehanece külfet ve masrafı dâî olduğun
ve nâfi buluyor. Bundan böyle şimdiye kadar olduğu gibi 24 dan, gazete idarehanelerinin hepsinde mer'i olduğu veçhile
nüshamızı bir yıl itibar etmeyeceğiz. Bizim yılımız da maruf ol "Türk Yurdu" idaresi de bademâ adres değiştirmek isteyenle
duğu üzere on iki ay olacak. Binaenaleyh fiatlarımız aynı kaldı rin mektuplarına bir kuruşluk pul ilâve edip göndermelerini
ğı hâlde yıllık abonelerimiz bir senede 24 nüsha değil, 26 nüs rica eder. Her türlü kolaylık ve fedakârlık göstermekten çekin
ha "Türk Yurdu" almış olacaklar. Bugüne kadar tutulan usûl meyen "Türk Yurdu" nun bu ricasını karilerimizin çok görme
ile devam olunsa "Türk Yurdu"nun yılbaşı yıldan yıla değişe yeceklerine eminiz.
cekti. Şimdi ittihaz ettiğimiz usûl mûcibince, 1330 senesi "Türk Yurdu" nun intizam ve terakkisini elbirliği ile temin
martının altıncı gününde çıkan bu nüshamız 3. yılın birinci sa
için okuyucularımızla giriştiğimiz şu hasbihâle, amelî bir tavsi
yısı itibar edilecek ve 4. yılın birinci sayısı önümüzdeki 1331
ye daha ilâve edelim. Abone bedellerini en iyisi posta bono
senesi martında çıkan ilk nüsha olacaktır. Bu suretle "Türk
suyla gönderiniz. Posta bonosu olmayan merkezlerde havale
Yurdu"nun yılı martından başlayan sene-i mâliye ile tetâbuk
usûlüne müracaat ediniz. Kat’i mecburiyet olmadıkça posta
etmiş olacaktır. Bazı okuyucularımızın makul ihtarlarını na-
pulu göndermeyiniz. Hele damga pullarını hiç göndermeyi
zar-ı dikkate alarak, bundan böyle her nüshanın metnine ka
niz. Çünkü elden çıkartmakta çok müşkilâta uğruyoruz.
çıncı yılın, kaçıncı cildinin, kaçıncı sayısı olduğunu yazacağız
ve sayfa numarasını da üstünde tâ baştan başlamak ve altında İşte muhterem okuyucularımız, bizim hatırımıza gelenler
beher cildin kaçıncı sayfası olduğunu göstermek üzere iki sıra şimdilik bunlar oldu. "Türk Yurdu" nun terakkisine dair sizin
yürüteceğiz. hatırınıza gelenler olursa lütfen yazıp gönderiniz ve mümkün
Okuyucularımıza bir kolaylık daha yapmış olmak için 3 olanlarını tatbike çalışacağımızdan emin olunuz. Sağlıcakla ka
aylık aboneler ihdas ediyoruz. Üç aylık abonenin fiatı, İstanbul lınız.'
Türk Yurdu
222 TÜRK YURDU S a y ı 61
İbtidaî adamlar ve adam kümeleri, artlarına önlerine terk etmeleri de 1329'da vukua geldi. 1329 senesinde
bakmadan düşüncesiz hesapsız yürür giderler. Geçmişi, Türkiye zararına olarak Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ
acısıyla tatlısıyla hatırlamaya, geleceği düşünmeye, mazi ikişer misli büjâidüler. Hiç yoktan bir Arnavutluk devleti
den alınan ibretlerle müstakbel hayatlarının ana hattını peyda oldu. Bulgaristan, Adalar Denizi'ne indi. OsmanlI
çizmeye üşenirler. Şarklıların çoğu bu nakîsadan henüz lar, Türkler, İslâmlar nazarında, hatta bütün dünya naza
kurtulamamışlardır, Garplılar ise bilâkis fert ve aile ma rında geçen senenin en mühim, en azîm hadisesi Türkle-
işetlerinde bile geçmiş günlerin tarihini yazarlar, hesabı rin Avrupa'dan çıkarılmasıdır.
nı görürler de ona bakarak gelecek günlerine program Bu azîm hadise-i tarihiye Balkan muharebelerinin bir
tanzim ederler. İçtimaî ve millî hayatlarında buna tabiî neticesidir ve zaten geçen sene olup geçen kaffe-i vekâ-
daha ziyade dikkat ederler, Avrupa matbuatı zamanı ölç yiin mihverini Balkan muharebelerinin devamıyla netâyi-
meye yarayan günlerde, meselâ hafta başlarında, ay ve yıl ci teşkil etmektedir.
başlarında cemiyetlerinin, devletlerinin hatta bütün dün
AvrupalIlar, kendilerinin ikâ ettikleri Balkan yangını
yanın vekayi-i güzeştesini gözden geçirip o vekayiden
nı nihayet kendilerine de sirayet edecek diye korkarak,
müstakbel için faydalı dersler çıkarırlar.
bütün 1329 senesi mütemâdi telâş ve heyecan içinde ge
Memleketimizde de bu iyi âdet hayli zamandan beri çirdiler, Avrupa'nın ufk-ı siyasîsi yıl boyunca fırtına bulut
meridir. Beş on yıl evvel pek münteşir ve muteber olan ları ile kapalı idi, Avrupa devletleri arasında müsademe
salnâmeler, senelik vekayiin fezlekelerini yaparlardı. Şim ler hudûsunu intaç edecek esbâb hiç eksik olmadı. Harp
di mecmua ve ceridelerimiz bu vazifeyi büsbütün unut kılıcı Avrupa'nın başı üstünde daima asılı kaldı ve bundan
muyorlar. Hatta matbuat meydanına en son çıkan, fakat dolayı Avrupa devletleri hiç durmadan berrî ve bahrî kuv
az zamanda epey mühim bir mevki kazanan bir refikimiz, vetlerini artırdılar, askerî bütçelerini kabarttıkça kabarttı
bazı Alman gündelikleri gibi "İcmâl-i Üsbul" bile tertip lar. Her tarafta harp hazırlıklarının çoğalması, harp ihti
eylemektedir. malinin tezayüdünü mucip oldu. Geçen yıl bitmeden bir
Türk Yurdu geçen yıl ihtidasında, Türkiye'nin hayat-ı kaç gün evvel pek korkunç vekayiin mütekarrebü'l-hulûl
iktisadiyesinden bâhis bir makaleyi ihtiva edebilmişti. Bu olmasından musırrâne bahsedildi. Maamafih 1330 sene
yılbaşında, geçirdiğimiz 1329 senesinin daha mütenevvi, sine de umumî bir Avrupa muharebesi görmeksizin dahil
1329 senesi Avrupa siyaset-i umûmiyesi nokta-i naza Evvelki senenin sonlarına doğru, muharip devletle
rından pek çok ve pek mühim vak'alarla dolu senelerden rin Londra Konferansı'ndaki murahhasları müzâkerât-ı
sayılmaktadır. Lâkin o meş'ûm seneyi asla unutmayacak sulhiyenin nihayetine takarrüp etmiş bulunuyorlardı ki,
olan millet Türklerdir: Türkler 1329 senesi Avrupa'dan Balkan müttefiklerinin iddia ve taleplerini devlet ve mil
sürülüp çıkarıldılar ve Türkleri Avaipa'dan süren yalnız letleri için pek muzır gören vatanperver ve cüretkâr bir-
müttefikinin kuvve-i müsellâhaları değil, ekser Avrupa kısım OsmanlIlar o metâlibi kabul ile akd-i sulha rûy-i rı
devletlerinin arzu ve hareketleri oldu. 1328'de harp ile za gösteren Kâmil-Nâzım Kabinesi'ni şiddetle düşürüp,
taayyün eden vaziyet, 1329'da muâhedelerle takarrür et yerine daha az zararlı ve daha az haysiyet-şiken bir sulh
ti. Gerçi Türkler, tarihte nadir görülen bir azîm ve cesa takarrür ettirilemez ise harbe devam eyleyecek Mahmud
retle bir mukabil taarruz icra ederek Avrupa'nın münte- Şevket Kabinesi'ni getirmişlerdi. Bu vak’ayı müteakip
hâ-yı şark-ı cenubîsine bin müşkilât ile ilişip duran payi Londra sulh konferansı dağılmış ve müttefikin ile Os
tahtlarının vahim vaziyetini biraz daha kabil-i müdafaa bir manlIlar arasında tekrar hâl-i harp kaim olmuştu.
hâle koymaya da 1329'da muvaffak oldular. Lâkin Türkle- Birinci Balkan muharebesinin bu ikinci devresinde
rin bizzat imza ettikleri muahedât ile Adriyatik Deni- de talihin yüzü OsmanlIlara gülmemiş ve 1329 senesi
zi'nden ayrılmaları, Adalar Denizi'nin Avrupa'ya ait akşa başlamadan bir hafta evvel Yanya ve geçen sene martının
Sayı 61 TÜRK YURDU 223
13. günü de Edime sükût etmiştir. Edirne'nin düşmesin Romanya diplomatlarının ne kadar nüfûz-ı nazar sahibi
den sonra Devlet-i Osmaniye ve Düvel-i Müttefika mu olduklarını ispat ettiyse, Türk ve Bulgar diplomatlarının
rahhasları tekrar Londra'ya gidip sulh müzakeresine baş da bilhassa Romanya ile olan münasebetlerinde o derece
ladılar. Konferansın bu ikinci celsesinden de kat'î netâyi- kasîrü'l-basîr bulunduklarını izhar eylemiştir.
cin çıkması meşkûk görünüyordu. Çünkü bu aralık Bal Haziranın evâsıtına doğru Bulgaristan garp ve cenu
kan müttefiklerinin arasında adem-i itimad ve münaferet bundan Sırp ve Yunanlıların hücumlarına maruz kaldığı
peydâ olmuş ve Osmanlı diplomasisi düşmanlarının içine gibi şimal tarafından Romanya ordusuyla istilâ edilmiş
giren bu mâye-i zaafı kabartmakta hayliden hayliye izhâr-ı bulunuyordu. Haziranın son haftalarında Romanya, Sır
maharet eylemiştir. Maamafih müttefiklere muavenetini bistan, Yunan ve Karadağ resmen Bulgaristan'la hâl-i
asla esirgemeyen İngiltere hükümeti tazyikat-ı ciddiyede harp üzere idiler. Londra muâhedenamesine kemâl-i ke-
bulunarak Mayıs'ın 17. günü Devlet-i Osmaniye için ga râhetle vaz-ı imza etmek mecburiyetinde kalmış olan
yet zararlı Londra Muâhedenâmesi'ni akd ve imza ettirt- Devlet-i Osmaniye, tabiî bu müsait vaziyetten istifade et
miştir. Bu muâhede mucebince Osmanlı imparatorluğu mek isteyecekti ve bu arzusunda, umumî ve mutlak bir
nun Avrupa'daki arazisi Enez-Midye hattının şarkındaki nokta-i nazardan tamamen haklı idi. Lâkin Türklere, Müs-
küçücük parçaya münhasır kalıyor, Arnavutluk ve Adalar lümanlara gelince başka mantık ile muhakeme eden Av
mesâili ile bazı teferruatın halli düvel-i muazzamaya bıra rupa, OsmanlIların payitahtlarını daha masûn bir hâle
kılıyor, mesail-i mâliye ise Paris'te münakid maliye ko koymak ve eski payitahtları Edirne'yi istirdada kalkışmak
misyonuna tevdi olunuyordu. arzularına şiddetle itiraz etti. Çünkü OsmanlIların ellerin
Garp diplomatları asırlardan beri düşman gördükleri den kuvvetle alınan yerleri yine kuvvetle elde etmeye te
Türkleri nihayet Avrupa'dan kovmaya muvaffak olduktan şebbüsleri, Londra konferansının yalnız Türkler için kat'î
ve Türklerden kalan mirasın da Balkanlı mahmîleri ara ve mukaddes olması iktiza eden mukarrerâtına hürmet
sında sûret-i taksimini kararlaştırdıktan sonra artık zevk sizlik göstermek demek olacaktı ki, asla câiz değildi.
ve istirahate çekilmek üzere iken, Balkan devletleri hâmî- Londra Muâhedenamesi'nin Balkan müttefikleri ta
lerinin başlarına yeniden bir gaile çıkarmakta kusur et rafından nasıl bükülüp, yırtılıp kağıt sepetine fırlatılmış
mediler. Türkler aleyhine şöyle böyle birleşebilmiş bu olduğunu iyiden iyiye görmüş ve AvrupalIların emrivâki-
haris, hasûd ve anûd devletler, zabtolunan azîm servetin lere karşı ne derecede riayetkâr olduklarını da mütead-
bölüşmesinde boğaz boğaza geldiler. Yunanlılarla Bul- did tecrübelerle anlamış olan Osmanlı hükümeti, bu se
garlar, Bulgarlarla Sırplar arasında muharebe başladı. Se- fer kuru gürültüye pabuç bırakmayarak söze fiil ile cevap
lânik limanının temin edeceği tefevvuk-ı İktisadî ve siyasî verdi: Temmuzun sekizinci günü hareket emrini almış
ile Kavala tütünlüklerinin bahşedeceği milyonlar önünde olan Osmanlı ordusu, 10. çarşamba günü seherle Edir
artık Ortodoks uhuvveti, Slav kardeşliği gibi hissiyât ta ne'ye girdi.
mamen unutulmuştu. Yunanlılar Bulgarlara tehevvürle
Bir sene evvel Türkiye aleyhine kurulmuş olan
saldırdılar. Sırplarla Bulgarlar da biri diğerinin Slav kanı
heyet-i müttefika şimdi fiilen Bulgarların aleyhine çevril
na pek susamış olduklarını gösterdiler. Tuna'dan Adalar
miş demekti. Her taraftan demir ve ateşle kuşatılmış Bul
Denizi'ne kadar bütün Balkan Yarımadası müttefikin kar
garistan'ın vaziyeti cidden vahim idi. Balkan ittifakının
deşlerin muharebe meydanı oldu.
babalarından sayılan Danef istifaya ve yerine geçen kabi
O zamana kadar bî-taraflığını muhafazada sebat ile ne reisi basımlarından sulhu ricaya mecbur oldu.
OsmanlIların bütün ümitlerini boşa çıkaran Romanya,
İkinci Balkan Harbi denilen bu vekayide hâkim bir
bî-taraflığının ücretini hasis Bulgarlardan almak için fırsat
mevki tutan Romanya krallığının payitahtı olan Bükreş
vaktinin hulûl ettiğine kâni olarak Sofya üzerine yürüme
şehrinde sulh konferansı in'ikad etti. Bu, Balkan muhare-
ye başladı. Romanya darbeyi tam zamanında indirmişti.
batının ihtidasından itibaren üçüncü sulh konferansı idi.
Bir neferinin bile burnu kanamadan Bulgaristan'ın
Osmanlı diplomatlarının kiyasetsizlikleri seyyiesiyle
300.000 nüfuslu büyük bir parçasını kendine temin etti.
harpden evvel Balkanlarda yegâne Osmanlı dostu zanno-
Romanya'nın Balkan harbi esnasında takip ettiği siyaset.
lunan Romanya hükümeti, payitahtındaki konferansa
224 TÜRK YURDU S a y ı 61
Devlet-i Osmaniye murahhaslarını kabul ettirmedi, Dev- fa ederek Avusturya ve İtalya'nın Arnavutluk ihdasına
let-i Osmaniye hariç olmak üzere Romanya, Bulgaristan, büsbütün muhalefet etmemiş ve nihayet Arnavutluk
Sırbistan, Yunan ve Karadağ devletleri arasında sulh mu müstakil bir devlet olmak üzere tanılarak hükümdarlığı
ahedesi akdolundu (29 Temmuz). Bu muâhedeye göre na İttifak-ı Müselles namzedi Prens Wilhelm Widt intihap
bütün Makedonya, Sırbistan ve Yunan arasında bölünü olunmuştur (10 Teşrini sânî).
yor, Birinci Balkan muharebesinin en çok ağırlığını çe
Balkan muharebelerinin Osmanlı Devleti'ne dokun
ken Bulgaristan'a müştereken zabtolunan araziden pek
durduğu zararlar, harbin doğrudan doğruya mucip oldu
az bir hisse ayrılıyordu. Üstesine Romanya, Bulgaristan'ın
ğu hasarât ve zayiattan ibaret değildir. Pek uzun süren,
eski arazisinden ta'vîzat diye koca bir eyaleti temellük
hâl-i harbin netice-i tabiiyesi olmak üzere Osmanlı mâli
ediyordu. Balkanlar muharebesinden, en çok cesaret ve
yesi müzâyaka içinde kaldı. Mağlûp devletlerde mağlûbi
fedakârlıkla harp etmiş Türk ve Bulgarlar en çok zararla
yetin ertesi günü daima meşhur olageldiği veçhile tebe-
çıkıyorlardı. Bahtsızlıkta müşabehet bu iki hasmı birbiri
adan bazıları muhak veya gayr-i muhak mütâlebâta kal
ne hayli yakınlaştırdı. Bükreş muahedesinden bir buçuk
kıştılar. Devlet-i Osmaniye'ye rahat yüzü göstermemek
ay sonra Türkiye ile Bulgarya arasında İstanbul Muâhede-
siyasetlerinin umdesi olan bazı Avrupa devletleri Türki
nâmesi imzalandı (16 Eylül). İstanbul Muâhedesi muce-
ye'nin bu sıkıntılı hâlini idame ve teşdide uğraşmaktan
bince Devlet-i Osmaniye, Trakya'nın Edirne, Kırkkilise ve
bi't-tabiî hâlî kalmadılar. Vâkıa Avrupa devletlerinin cüm
Dimetoka şehirlerini ihtiva eden kısm-ı şarkîsini istirdad
lesi, Balkan Harbi'nin arefesinde hiçbir gaye-i hodgamâ-
ediyordu. Bu sûretle imparatorluğun garb-ı şimalî hudu
ne takip etmeyeceklerini resmî ve mutantan ilân eylemiş
du, payitahttan biraz uzaklaştığı gibi ordunun ileri hare
lerdi. Eakat harp devam ettiği, sulh müzakerâtı icrâ oldu
keti ve Edirne'nin istirdadı neticesi olarak da ahalinin
ğu zaman bütün bu devletler gaye-i hodgamânelerini ta
pek ezik ve düşkün ruhu epey yükseliyordu. Edirne'nin
kipten başka bir şey yapmadıkları gibi harbin ilk hesapla
istirdadı memleketin her tarafında şiddet ve heyecanla
rı tasfiye olunduktan sonra da şarkta İktisadî ve siyasî
alkışlandı.
menfaatlerinin daha kat'î bir surette teminine Türki
Londra, Bükreş ve İstanbul muâhedeleriyle Balkan ye'nin harpten mütevellid zaafını en müsait bir fırsat te
yarımadasının cihet-i şarkiyesi umûm bir dereceye kadar lakki ederek ona göre faaliyetlerini artırdılar. Meselenin
tanzim olunmuş idi ise de, garp tarafı ahvâli henüz kesb-i bizce en fecî ciheti, AvrupalIların memleketimizde yerleş
vüzuh etmemişti. Katolik Avusturya-Macaristan ile Kato melerini, kökleşmelerini kısacası memleketimize sahip
lik İtalya'nın, Ortodoks Slavlığa karşı bir nokta-i istinâd ve ve efendi olmalarını bizzat kendimizin talep ve ricaya
bir mukabil vezin olmak üzere ihdas ve tanzime çalıştık mecbur kalmaklığımızdır ve Osmanlılar iktisaden kendi
ları Arnavutluk Devleti, şimalden Sırp ve Karadağlıların, kendilerine kâfi gelmedikçe ecnebilerin memleketimize
cenuptan Yunanlıların hedef-i taarruzu oluyordu. Kara tasallut ve tahakkümünü istirham mecburiyeti devam
dağlıların İşkodra'yı, Sırplıların Şimalî Arnavutluk'u tahli edip gideceğiz.
ye etmeleri, Avusturya-Macaristan'm ültümatom verecek
Balkan muharebelerine hitam veren müteaddih mu-
kadar kat'î ve şedîd hareketi sayesinde ancak mümkün
âhedeler, şark meselesini kapatmadı. Yalnız Rumeli'nden
olabilmiştir. Avusturya-Macaristan'm Balkan siyaseti, Bal
Anadolu'ya geçirdi. Şark meselesi AvrupalIlar tarafından
kanlarda Slavlığın takviye ve ittihadı gayesini güden Rus
Müslümanların eteğine bağlanmıştır. Müslümanlar nere
makasıdına öteden beri ma'kûs olduğu hâlde, buhran bu
ye giderlerse Şark meselesi de arkalarından kalmaz, on
tezad-ı amâl ve menâfii daha had bir şekle koyduğundan
ları takip eder. Şark meselesi "Avrupa devletlerinin Me-
Balkan muharebelerinin devamı müddetince Viyana ve
mâlik-i Osmaniye'yi vücûh-ı muhtelife ile zaptetmek ar
Petersburg kabinelerinin münasebetleri pek gergin bu
zuları ve Devlet-i Osmaniye idaresi altında bulunan ak-
lunmuş ve hatta bazen bu gerginlik kopacak raddelere
vâm-ı muhtelifeden bazılarının birer hükûmet-i müstaki
gelmiştir. Maamafih münasebât bağları kopmamıştır.
le teşkil etmek istemelerilB" demektir.
Rusya Sırplara, Karadağlılara kazandırdığıyla şimdilik ikti
Mesârıf-ı harbiyyeden mütevellid bütçe açığını dol âhedenâmelerinden birisi Devlet-i Osmaniye'nin Ermeni
durmak için OsmanlI hükümetinin borç almaktan gayri tebaası yaşayan vilâyetlerinde ıslâhat icra etmesini âmir
hiç bir çaresi yoktu. Sıkıntımızı bizden daha iyi bilen Av bulunduğundan Avrupa devletleri menfaatleri icap ettir
rupa, tabiîdir ki, parayı öyle kolay kolay vermeyecekti. dikçe Berlin muâhedenamesinin Ermenilere müteallik
Devlet, velev yalnız memurlarının ücretini temin ile hü bu maddesini hatırlatıp Hükûmet-i Osmaniye'yi sıkıştır
kümet makinasını işlemekte devam ettirebilmek için ol mayı âdet edinmişlerdi. Devlet-i Osmaniye'nin hâl-i zaafı
sun, hayli fedakârlıklara katlanıp Avrupa sarraflarından nı fırsat ittihaz eden bazı Mısırlı ve Rusyalı Ermeni zen
ödünç para almak mecburiyetinde idi. Fedakârlıklara kat ginleriyle Ermeni politikacıları, Avrupa payitahtlarında
lanmak demek, Avrupa sermayedârlarının, yani Avrupa dolaşarak Saltanat-ı Osmaniye'nin Asya'daki temellerini
akvâmınm kalan mülkümüzde, yani Asya-yı Osmanî'de zedelemek mukteza-yı menfaatleri olan bazı Avrupa dev
daha ziyade kök salmalarına müsaade etmek demekti. letlerinin siyasiyyununu "Ermeni Islâhatı" mesele-i diplo-
Avrupa devletlerinin Devlet-i Osmaniye'de İktisadî ve si masiyesiyle meşgul etmeye muvaffak oldular.
yasî menfaatleri birbirlerine uygun gelmiyordu. Her biri Dinî ve millî hayatlarının muhafaza ve inkişafı, Dev-
kendisine daha yağlı parçayı koparmak istiyordu. Hâsılı let-i Osmaniye'nin bekasına şiddetle merbut olduğunu
bizim yorganın etrafında kavga edip duruyorlardı ve bu pek iyi bilen Müslüman Arapların, "El-Islâh" arzuları
kavga bize demir yolu yapıp vermelerine, bataklıklarımı bi't-tabiî devletin başına bir mesele-i diplomasiye ihdas
zı kurutmalarına, limanlarımızı gemi barınacak hâle koy edecek kadar ileri gidemezdi. Diğer taraftan ekseriyeti İs
malarına mani oluyor, böylece onların yapacakları vasıta lâm olan Arapların metâlib ve mekasıdına Avrupa devlet
larla servetimizin artması ihtimali sekteye uğradıktan leri de şarkın Hristiyan akvâmına gösterdikleri teveccüh
başka -daha müthişi- borca para alabilmemiz imkânı da ve temayülü şüphesiz göstermeyeceklerdi. Bununla be
gittikçe zorlaşıyordu. Binaenaleyh ne yapılacaksa yapa raber, Paris'de bir "Arap Kongresi" in'ikad etti. Eransa
rak onları Anadolu işlerinde barıştırmak hükûmet-i Os matbuatı Suriyeli OsmanlIların müdâfii imiş gibi bir vazi
maniye'ce muvafık görülüyordu. yet almaya yeltendi. Lâkin Allah'a bin hamdolsun, Arap
Zaten AvrupalIların da Asya-yı Osmanî demir yolları mütefekkir ve zaîmlerinin menafi-i hakikiye-i milliyeleri-
na dair birkaç seneden beri aralarında müzakereden hâlî ni keşif ve tayinindeki süratleri ve Osmanlı hükümetini
kaldıkları yoktu. Şark mesele-i azîmesinin aksâmından idare edenlerin de bu günden ziyade yarını, vekâyi-i hâ-
başka birşey olmayan "Asya-yı Osmanî Demir yolları Me zıradan ziyade netayic-i müstakbeleyi görebilmeleri saye
selesi" geçen sene daha ziyade faaliyetle mevki-i müzake sinde Arap hareketi, Türk ve Arapları memnun edecek
reye konuldu ve bazı nukâtı üzerine devletler arasında veçhile hallolundu. Türk milliyetperverleri, hükûmet-i
itilaf dahi hâsıl oldu. Bedbîn ceridelerin korkunç bir tabir Osmaniye ile Arap ıslâhcılarımn itilafında velev cüz'î ol
ile "Anadolu'nun İktisadî Taksimi" unvanını verdikleri bu sun hizmetleri sebkat ettiğini burada tahatturla bir hazz-ı
müzakerât Avrupa devletlerinin Anadolu, Irak ve Suri vicdânî duymaktan kendilerini alamazlar.
ye'de kendilerine demiryolu mıntıkaları ayırmalarından
ibaretti. Lâkin Devlet-i Osmaniye iktisâb-ı kuvvet edeme
yecek olursa, demiiyolu mıntıkaları İktisadî, hatta siyasî Avrupa devletlerinin kendi aralarındaki münasebet
nüfûz mıntıkalarına münkalib olmakta hiç şüphe yok ki leri tayin ederek hayat-ı dâhiliyelerine icrâ-yı tesir eyle
teahhur etmez... yen esbâb ve avâmilin en mühimmi, evvelki senelerde ol
duğu gibi 1329 senesinde dahi Şark Meselesi olmuştur.
Daha Balkanlar harbi bitmeden Anadolu Islâhatı me
selesi ve Ai'apların El-Islâh talepleri meydana çıktı. Esa Avusturya-Macaristan, bütün seneyi hemen münha
sen Devlet-i Osmaniye'nin umûr-ı dâhiliyesinden ibaret sıran Balkan harbi ve netayici ile uğraşarak geçirmiştir.
olması lâzım gelen bu meselelerden birincisi çarçabuk Bu devletin bütün mesai-i diplomasisi Slavlığın bilâhere
bir mesele-i beyne'd-düvel hâline geçtiği gibi İkincisi de kendini tehdit edecek kadar Balkanlarda kuvvetlenme
o şekli iktisab edebilmek istidadını izhara başladı. Yalnız mesi için tedabir ittihazına masrûf idi. Balkanlarda Orto-
Türk ve Müslümanlar için vâcibü'l-itâa olan Avrupa mu- doks-Slav ittifakını, Müslüman Türkiye ile Katolik Avus-
226 TÜRK YURDU S a y ı 61
tıırya aleyhine tertip ve ihdas etmiş olan Rusya ise Avus- sene içinde kayser, kızını Hannover veliahdına vererek
turya-Macaristan'ın siyasî tedbirlerini iptal ederek Balkan Alman prensleri nizâlarının en sona kalanlarından birisi
Slavlarının tevhîd-i âmâl ve efâline uğraşıyordu. Maksat ni daha izaleye ve bu suretle Alman vahdetini bir kat da
ve emelleri birbirinin zıdd-ı kâmili olan bu iki büyük dev ha sağlamlaştırmaya muvaffak oldu.
letten Rusya'nın harbe tamamen hazır bulunmaması,
İtalya, Lozan muâhedesinin mevadd-ı sarîhasına rağ
Avusturya'nın Slav tebeasından büsbütün emin olama
men, Osmanlı adalarını geçen sene içinde tahliye etme
ması, pek muhtemel müsademenin önünü almıştır. Bu
di. Balagos terke müteahhid olduğu hâlde Devlet-i Os
nunla beraber gerek Rusya gerek Avusturya-Macaristan,
maniye'nin sıkıntılı vaziyetinden bi'l-istifade Anadolu'dan v
geçen sene zarfında ordularının bir kısmını seferber hâle
ta'vizât-ı iktisadiye istemeye kalkıştı. Lâkin Yunanistan'ın
koymak ve epey müddet o hâlde tutmak lüzumunu his
Akdeniz şark havzasında fazla kuvvet ve ehemmiyet kes-
setmişlerdi. Rus-Avusturya muharebesi olmadı. Lâkin
betmesi, İtalya'nın hâline ve alelhusus istikbaline pek za
Rusya'nın hazarî ordusunun miktarı, şimdiye kadar an
rarlı geleceğinden Epir meselesinde tavazzuh ettiği veç
cak muharebelerde görmeye alıştığımız müthiş bir ade
hile Yunan ile İtalya arası hayliden hayliye açıldı ve bu
de, 1.332.OOO'e iblağ edildi. Avusturya-Macaristan da kuv-
açılış, Osmanlı İtalyan münasebetine bittabiî hüsn-i tesir
ve-i bahriyyesini 15.000 nefer artırdı. Faaliyet-i bahriyesi-
icrâ etmekten hâlî kalmadı.
ni de taz'if eyledi.
Evvelki senenin sonlarına doğru Eransa cumhuriyeti
Şarktaki dostlarının ümitlerini biraz boşa çıkaran Al
reisliğine Raymond Poincare intihab olunmuştu. Poinca-
manya, Balkan buhranı esnasında müttefiklerinin menâ-
re'nin intihabı Fransa'da millî hislerin şiddetlenmesi
fiini ciddî ve samimî müdafaa etti. Rusya-Avusturya mü-
cenk-cûluk an'anesinin tekrar dirilmesi suretinde telakki
nasebâtının en had devrelerinde Almanya'nın tesiri da
edilmiş ve fi'l-vâki yeni reisicumhur tarafından nasbolu-
ima mahsûs idi. Lâkin Rusya ile Almanya arasını açıkça tu
nan ilk kabinenin ilk işi, ihtiyacât-ı harbiyeye sarfolun-
tan asıl mühim mesele, Asya-yı Osmanî'de şimdiden nü-
mak üzere parimandan ikibuçuk milyar kuruş istemek
fûz ve istikbalde temellük meselesidir. Potsdam Muâhe-
olmuştu. Lâkin bu yeni cereyan-ı siyasî daima mütehavvil
desiyle Rus-Alman ihtilâfının pek sivrilmiş noktaları, Tür
Fransa'da uzun müddet devam edememiş, bir sene için
kiye'nin zararına olarak biraz yontulmuş idiyse de, asıl ih
de iki üç defa kabine değişerek, nihayet idare-i umûr Po
tilafın izalesi bi't-tabiî mümkün olamamıştı. Rusya'nın,
incare siyasetini beğenmeyen politikacılar eline geçmiş
Ermenistan denilen Şarkî Anadolu vilâyetlerinden Irak ve
tir. Fransa Balkan buhranında daima düşmanlarımız tara
İskenderun'a doğru ilerlemek âmâline Almanların Bağ
fını iltizam etmiş, yani dost ve müttefiki Rusya'nın izi sıra
dat hattı demirden bir mâni teşkil etmektedir.
gitmiştir. Fransa hükümetinin Türkiye'ye muvafık olma
Rusya'nın Asya-yı Sugrâ ve Filistin'e dair kurduğu yan siyaseti mehâfil-i mâliyesine de bittabiî tesir icrâ ede
planlarının tahakkkuna en ziyade Almanya'nın mümana rek Devlet-i Osmaniye'nin harp akabinde akdine mecbur
at edeceği Rusyaca müteyakkın olduğu gibi, Türkiye'nin kaldığı istikrazın tahakkuku pek çok mevâni ve müşkilâ-
menâbi-i iktisadiyesini inkişaf ettirip kuvve-i mâliyesini ta maruz kalmıştır. Osmanlı hükümeti tarafından ödünç
tezyid ve askerini takviye eyleyerek Rusya'nın Mavera-yı para alabilmek için pek çok fedakârlıklar gösterildiği ve
Kafkas vilâyetlerine ve Azerbaycan'da teşkil etmek üzere istikraz esas itibarıyla takarrür dahi etmiş bulunduğu hâl
bulunduğu himayeye ika-yı zarar edebilecek devlet de, de parayı almak nasip ve müyesser olmadan 1329 senesi
Rusların zannına göre, ancak Almanya'dır. Rus ve Alman hitam bulmuştur.
devletlerinin Saltanat-ı Osmaniye etrafında aldıkları şu
Balkan buhranından ihtilâtât vukua gelmek ihtimali,
vaziyet tebeyyün edince. Alman Generali Liman Von San-
geçen sene AvrupalIların hepsini o kadar korkutmuştur
ders'in bazı zabitlerle beraber Osmanlı hizmetine kabulü
ki. Balkanlardan pek uzakta yaşayan İskandinavya yarı
üzerine Rusya'nın çıkardığı gürültüyü anlamak kolaylaşır.
madası halkı bile tezyîd-i askere lüzum görmüştür. İsveç
-Balkan muharebelerinin tesiri ile geçen sene Avrupa'da
ahalîsinin millî nümayişleri, ordunun tezyîd ve takviyesi
asker artırmaya ilk başlayan devlet Almanya olmuştur. Al
zımnında İsveç millet meclisinin muhassasât-ı fevkalâde
manya hazarî ordusuna 100.000 nefer zammetti.- Geçen
kabulünü intaç etti.
Sayı 61 TÜRK YURDU 227
Asya devletlerinden İran ve Çin, tıpkı Türkiye gibi mehd-i kuvvet ve şevketi olan Moğolistan'da Rusya'nın
meşrutiyet idare doğurmak buhranından bir türlü kurtu bugün tuttuğu siyaset. Cengiz evlâdının Kırım hanlığında
lamadılar. Geçen sene dahi İran ihtilalât-ı dâhiliyenin bit bundan birbuçuk asır evvel takip ettiği siyasetin aynıdır.
tiğini, idare-i meşrutiyetin kökleştiğini görerek geniş bir Müstakil Asya devletlerinden yalnız Afganistan'ın ya
nefes alamadı. Gerçi mahlû şahın kardeşi Prens Sâlâ- vaş, fakat emin hatvelerle terakki yolunda ilerlediğini gö
rü'd-devle'yi kemâl-i müşkilat ve müstevfâ maaşla hudud rüyor ve seviniyoruz. Bu Müslüman devletin mektepleri
haricine çıkarmak mümkün olabildi. Naibü's-saltana da artıyor, askeri hayli kesb-i intizam ediyor. Umûr-ı iktisa-
nihayet bin nâz u niyâz ile memleketine dönüp licâm-ı diyesinde inkişaf var deniliyor. Matbuatın terakkisini ise
idareyi eline almak lütufkârlığında bulundu. Fakat Avru bizzat görüp biliyoruz. Geçen sene makarr-ı hükümet
palIların entrikaları, ahalinin nizâları kutta-i tariklerin şa- olan Kabil'de bir encümen-i İlmî teessüs etmiş olduğunu
kâveti hiç eksik olmadı. Senenin sonlarına doğru Şah Ah- da kemâl-i memnuniyetle haber aldık.
med Sultan'ın gelecek yıl resm-i tetevvücü icra olunup,
Asya ve Afrika'nın, Avrupa hükm-i idaresi altına geç
meclisin de yakında küşâd edileceği ilân edilse de halk
miş akvâmı, müstakillerine nisbetle daha fazla hayat ve
meşrutiyet temeli olan meclis-i millînin açılması haberine
intibah emareleri göstermektedirler. Meselâ Mısır'ın İkti
asla sevinmedi. Devlet-i Osmaniye ile Devlet-i İran, yani
sadî ve fikrî terakkisi, seneden seneye bir sürat-i mütezâ-
iki saltanat-ı İslâmiye arasında asırlardan beri sürüklenip
yide ile artıyor. Mısır milliyetpeiTerlerinin arzularını kıs
gelen hudut nizai nihayet düvel-i müttehabeden Rusya
men olsun icra etmek mecburiyeti hissettiğinden dolayı
ve İngiltere'nin tavassut-ı dostaneleriyle geçen sene zar
dır ki, İngiltere hükümeti geçen sene Mısır millet mecli
fında hallolundu ve Rusya, İngiltere, İran ve Türkiye me
sinin küşâdına müsaade etti. Keza Hind ahalî-i mahalliye-
murlarından mürekkep bir hudut komisyonu, sınır hattı
sinin faaliyet-i siyasiyesi bugün İngilizleri ciddî ve derin
nın tayinine memur edildi.
düşündürmektedir. Evvelleri Hindû vatandaşlarına karşı
Çin'in meşrutiyet buhranı, başlarında Doktor Sun rakip, hatta hasım bir vaziyet alarak Hindistan'da, İngiliz
Yat Sen bulunan müfrit cenuplularla, başlarında General hâkimiyetini temin eden Müslümanlar, bilhassa son Bal
Yuan Şi Kay bulunan mutedil şimalliler arasında hûnrîz kan vekayiinde İngiltere Krallığı'nın Hilâfet-i İslâmiye'yi
bir harbi intaç etti. Düvel-i Müttehide-i Amerika'nın şi- haiz OsmanlI Devleti'ne ne derecelerde aleyhdar bulu
mal-cenup harbinde olduğu gibi, Çin'in şimal-cenup har nuşunu iyice görüp anladıktan sonra vaziyetlerini tebdile
binde dahi galebe şimallilerde kaldı. Cenuplular Japon lüzum gördüler. İngiltere'nin Müslümanları Avrupa'dan
ya'dan hayli yardım gördükleri hâlde yine yenildiler. tarda ve Asya'da teşdine müteveccih siyaseti yalnız tenkit
Cumhuriyet reis-i muvakkati ve şimallilerin başkumanda etmekle kalmadılar. Hindûlarla uyuşmak yolunu da tut
nı bulunan General Yuan Şi Kay bu galebe üzerine, ken tular. İngilizlerin pek uzaktan gayet az bir kuvvetle fakat
dini asaleten riyaset-i cumhura intihap ettirdi ve mevki fevkalâde çok maharetle intifâ (Exploiter) ettikleri bu ko
inde yerleşir yerleşmez muhalif fırkaları parlamentodan ca kıt’ada geçen sene bazı alâim ve emâreleri görülen ha
kovdurdu. Sonra parlamentoyu büsbütün dağıtarak ken reket-! milliye inkişâf ve inbisât ederek 320 milyon halk,
disi diktatör oldu. Ekseri ihtilallerde görüldüğü veçhile hukuk-ı tabiiye ve menâfi-i hakikiyesini idrake başlarsa
Çin ihtilâlinde de kıyam, harb-i dahilî, diktatörlük devre İngiltere'nin cihana hâkimiyeti devri son zamanlarına ya
leri birbirini velyetti. Dünyanın en büyük ve en eski sal kınlaşmış olur.
tanatlarından biri olan Çin'i bugün General Yuan Şi Kay,
Geçen sene Fransızlar Fas'taki hâkimiyetlerini kök
hallolunan eski Mançu imparatorlarından hemen hiç
leştirmeye çok çalıştılar. Lâkin bütün Faslıların sâdık
farksız şahsî ve müstebid idare eylemektedir.
Fransız tebaası hâline geçirilmesi uzun seneler isteyecek
Çin imparatorluğunun buhran-ı dahilîsinden istifa
tir. Tunus ve hatta Cezayir'de meşhûd veya mahsûs bazı
dede kusur etmeyen Rusya ve İngiltere, yek-diğeri ile an fikir cereyanları o uzun seneler zarfında gâsıb AvrupalIla
laşarak biri Moğolistan'ı, diğeri Tibet'i Çin’den ayırmaya rın istemeyecekleri efkâr ve âmâlin de yine kendileri ta
ve muhtariyet unvan-ı kâzibi altında kendi hüküm ve nü rafından nasıl ithal edileceğini pek iyi göstermektedir.
fuzlarına tâbi kılmaya muvaffak oldular. Cengiz Han'ın
228 TÜRK YURDU S a y ı 61
Geçen 1329 senesinde olup geçen bir vak'a âdemo- pek iyi tuttular. Bugün genç edebiyatın birer rengi oldu
ğularının emelleri ile fiilleri arasında mevcut büyük teza lar. Diğer bazıları bir alev gibi parladılar ve söndüler. Fa
dı insanların dileğine, hayatın verdiği müstehzi cevabı ne kat hiçbiri bu büyük muharrir gibi ilk eseriyle bir üstad
bâriz izhar ve temsil etmektedir. Bütün Balkan yarımada olmadı. Filhakika Yeni Turan muharriri, nazariyeler ve
sını kan selleri kaplamış, bütün Avnıpa devletlerini techi- pek canlı olmayan şeylerle yaşatılmak istenilen fikir cere
zât-ı askeriye humması tutmuş, bugün yarın bir harb-i yanlarını, lisanın sadeleşmesi, edebiyatın millîleşmesi
umumi başlanacak diye âlem havf u heyecan içinde titrer maksatlarını yüksek ve nefis eserlerinin icâzkâr kudretiy
iken Lahey’de sulh sarayının resm-i küşâdı büyük bir ih le ebedî bir hayata mazhar etti. Tanin'de intişara başlayan
tişam ve tantana ile icrâ olundu. ve hatta en basit siyasî hadiselerden bahsettiği zaman bi
le cazip bir sanat gazesine bürünmeyi pek iyi bilen ilk
AK makaleleri ile kendini ifşa eden bu kalemin baş döndürü
cü tesirine maruz kalıp da hayret ve takdir ile çarpmaya
cak bir sanatkâr kalbi tasavvur edemem. Öyle bir kalem
TÜRK EDEBİVATI
ki, samimî bir kalbin hislerine batırılarak yazdığı çok gö
EDEBÎ YIL züküyor ve yazdıkları o kadar yüksek bir menbadan ha
Son muharebenin meş'um neticesi, çılgın bir su tuğ yat almış hisler ve fikirler ki, müesses kaidelerle daima
yanı gibi birçok şeyleri kırdı, döktü, yıktı, boğdu. Bu tuğ kavga eden kelimeler ve cümleler içinde bile tesirinin
yanın zihinlere, kalplere de hücum ederek pek çokların sihrini kaybetmiyor. Halide Hanımın bazı yazıları lisan
da müesses düşünceleri ve duyguları sildi süpürdü. Bü nokta-i nazarından bir garibedir. Fakat hemen ilâve et
tün bu musibet tufanının coşkun sularını muzlim felâket mek isterim ki, lisanî mantıkla en çok cenk eden yazısı
bile kaninin fikrini teşvîş ederken ruhunu teshîr eder.
leriyle beraber emn-i manevi mevcudiyetlerin henüz ıs
Bazı kere kari anlamaz, duyar, cümleler işaretler olur,
lak zemininde eskiden beri inkişafa müstaid başka fikir
müphem bir sûrette bir şey gösterir. O şey o kadar yük
ler ve hisler, harikalı bir neşv ü nemâ ile büyüyüp açılma
sek ve mümtazdır ki, bir nim rü'yet içinde bile ruhu gaş
ya başladı. İşte son senenin mümeyyizesi bence budur.
eder.
Uzun senelerdir yavaş yavaş inkişaf eden ve beş seneden
beri derece derece artan bir hayat eseri gösteren milliyet Yeni Turan, Halide Hanım'ın eserleri içinde en nefi
duyguları, bütün ruhları sâyesi altına almak isteyen bir si olmasa bile çok nefislerindendir. İntibaî edebiyatın
ağaç olmak azmiyle yükseliyordu. İşte son sene, bu mu parlak bir numunesidir. Yeni Turan muharriri romanla
kaddes ağaç için bir yaprak ve çiçek yılı oldu. Dün akşam rında ne tamamen hakikî ve tabiî, ne tamamen hayalîdir.
ateş rengi göğsünün son helecanını gözlerimize serpe Bu hikayelerde yaşayan insanlar vardır. O kadar canlıdır
rek ufukların arkasına kaçan güneşle beraber, bize son lar ki, bazen bir fotoğrafi sanırsınız. Etrafınızdaki adamla
gününün sayfasını kapayan son yıl edebî bir tahlile maruz ra benzetirsiniz. Belki bunun için bazı münekkidler, bu
kaldığı zaman hiç şüphesiz kendisinden evvelkilerden eserleri bir "otobiyografi" sanmışlardır. Fakat bir an olur
daha zengin ve parlak bir varlık irâe etmeyecektir. Fakat birdenbire bir peri deyneği darbesiyle bu şahıslar hayalî-
işte yalnız bu millî intibahın en canlı yılı olmak itibarıyla leşirler. Artık onların bu münhatt dünyada eşlerini bul
edebiyatında da az, lâkin kıymetli tecellîler vuku bulmuş mak güçleşir. Yeni Turan'ın büyük kadını "Kaya" işte bu
tur. nevi mevcudiyetlerdendir. Burada uzun bir tahlil yapma
ya imkân olmadığı için ruhî tezahürlerinin bütün safhala
İhtiva edeceğini vaat ettiği kitaplar içinde pek kıy
rını gösteremeyeceğim bu Yeni Turan kadını, milliyet
metlileri bulunan Türk Yurdu Kütüphanesinin ilk çıkan
mezhebinin fevka'l-beşer bir resûlü gibidir. Onu hayatı
muhallid eseri Halide Edib Hanımın "Yeni Turan"ı, bu te
nın izlerini, sözlerinin ahengini takip eder iken içinizde
cellîlerin en mümtazını teşkil eder. Son beş sene içinde
Türklük aşkının galeyana başladığını görürsünüz. En
pek çok yeni imzalar tanıdık. Bunların içinde pek çok
şeyler vaat ederek başlayanları vardı. Bazıları vaatlerini mefkûrevî Genç Türk timsâli olan Oğuz’da ekseriya yaşa
yan bir insandır. Fakat ara sıra onun da nâgehân yükse-
lişleri vardır. Sonra Hamdi Paşa. Hikâye bir müddeâlı mevzu nokta-i nazarından da )âiksektir. Fakat bugün ruh
eser olmasına nazaran en hoşlanılmayan bir enmûzec ol ları idare eden millî aşk ve maziye merbutiyet hissi ile hiç
mak lâzım gelen Hamdi Paşa bile aşkının kuvvet ve i'câzı barışamayacak bir eserdir. Çünkü Cengiz'in mezâlimini
içinde her zaman canlı ve bazen hulyâvî bir sûrette insan yâd ile başlayan bu kitabın mel'un ve müstekreh zulüm
lığın üstündedir. Bu joikseliş, onda aynı zamanda başka leri en ruhu ürperten şekillerde tasvir edilen kahramanı
bir nokta-i nazardan bir alçalış gibi görünür. Kariin sevi İlhan bir Türk padişahıdır. Fakat eserlerinde "Küçük Na-
ye hakkındaki hissi şaşırır. polyon" u tahkir eden ve Victor Hugo'yu tecrîm etmek
bir Fransız için nasıl mümkün değilse, velev ki ırkî bir
Yeni Turan, değişecek fikirleri önceden keşfetmek,
münasebetle bağlı olduğumuz eski bir zâlim hükümdarı
siyasî hareket haritalarının başlıca yeni hatlarını çizmek,
sanatının lânetine hedef yapan Hâmid'i de ben tecrîm
yaşayacak insanları daha doğmadan halk u ibdâ eylemek^
edemem.
iddiasıyla meydana çıkmış bir kehanet kitabıdır ve bu iti
bar ile yalnız sevilecek değil, hatta inanılacak şeylerle Hâmid'in büyük dehâsının hayran edici temevvücle-
doludur. ri, İlhan'ın bazı parçalarında pek bârizdir. Bağdad Ha
run'un aşkı ve tefekkürleri, Hâfız Şirazî'nin Emir Çoban
Tanin'de tefrika edilen "Son Eseri" yine aynı muhar
ile mükâlemelerindeki mülhem sözleri, Gıyaseddin'in sa
ririn kıymetli bir hikâyesidir. Bu diğerinden farklı bir tarz
rayındaki şark tribolesinin zarif nükteleri, nihayet maz
da yazılmıştır. Müddeâlı bir eser değil, belki hikâye şekli
lum cenazelerinin saray penceresinden sevilen kadınlara
ne konmuş uzun bir aşk manzûmesidir. Ruhlarında sa-
temaşâ ettirildiği son sahne eserin şahikalarıdır.
medânî âlemlerin esrarlı nur akisleri parlayan iki sanatkâ
rın, saçlarında hayatın kışı başlamış bir edip ile genç bir Temâşâ nokta-i nazarından İlhan, Hâmid'in en mu
ressam kızın, Feridun Hikmet ile Kâmrân'ın aşkı. vaffak olmuş eserlerindendir. Sahnevî tesiri pek büyük
olacak ibdâlar, kulakları teshîr edecek rasîn ve veciz söz
Zavallı Kâmrân'ın maskatı semâ olan bu büyük ve ul
ler ve bilhassa her şahsın maneviyetine muvafık sûrette
vî sâkıtanın aşkını, vazifesini fedâ ederek ölümü ve uzun
ayrılmış vezinlerle tekellümü her biri eseri kazandıran bir
bir intizâr ve taharrî devresinden sonra nihayet ruhunun
meziyettir.
arkadaşını bulan, fakat kısa bir saadeti müteakip tekrar
kaybeden Feridun Hikmet'in yavru kuşlarının biri uçmuş Liberte'ye gelince bu, büjüik dâhinin otuz altı sene
ve kadını gözlerinin nurunu karartmış bedbaht yuvasına evvel yazdığı bir eserdir. Hâmid'in Nesteren ve bazı kü
avdeti ile neticelenen bu manzûmenin bütün elhânı, tâ çük eserleri gibi bu da hece vezni ile yazılmıştır. Mithad
son matem lahnına kadar öyle rakîk ve ulvîdir ki, ruha Paşa'nın Avrupa'ya teb'îdini müteakip yazılan bu temaşâ
necip bir mestî veren bu âhenge ancak esîri tehzîz eden kitabı da, -Hâmid'in diğer bazı eserleri gibi- o zamanki
müstesna bir mûsikî aletinin sesi mâlik olabilir. hükümdarın zâlim ve muzlim idaresine tarizlerle dolu
dur ve diğerlerinde olduğu gibi bunda da açıktan açığa
tariz ve hücum yerine belki bir intişar imkânı bırakan
Yazıldıkları tarih eski olmakla beraber matbuât âle zemmini beyan tarzı ittihaz edilmiştir. Onun için Liber-
mine bu sene çıkan iki mühim eser de Abdülhak Hâ- te'nin şahısları remzî isimleri hâizdir.
mid'in "İlhan"ı ve "Liberte" sidir. İkisi hakkındaki hü
Ötesinde berisinde dehâ kıvılcımları parlayan Liber
kümler, pek değişik olan bu eserler içinde ewelâ İl-
te büyük şairin ancak bir iki tecrübesinden sonra, pek
han'dan bahsetmek isterim. Teceddüd devrine kadar ka
gençliğinde yazdığı bir eser olduğunu ihsâs etmekten hâ-
side ve gazelin mahdud dairesinden dışarı çıkamayan Os-
lî kalmaz. Bilhassa ihtiyar olunan hece vezninin durak gi
manlı-Türk nazmına dadasıyla en büyük inkişafı temin
bi esâsî bir şartının ihmali ahengsizliği tevlîd ettiği gibi
edenin Abdülhak Hâmid olduğu ne kadar şüphesizse, İl-
cümlelerin mısralara taksiminde de bu ahengsizliği tezyîz
han'ın Hâmid nazmının en muvaffak ve nefis nümûnesi
edecek maharetsizlikler vardır. Hâsılı fikrimce Liberte
olduğu da o kadar muhakkaktır. Aımz vezninin muhalli-
büyük dâhinin diğer nefis ve muazzam eserleriyle muka
deleri seçildiği zaman bu kitap asla unutulmayacaktır.
yese olunamaz.
Nazım itibarıyla bu kadar mümtaz olan bu eser, fikir ve
230 TÜRK YURDU S a y ı 61
Elhân-ı Vatan... Memleketin elem ve felaketlerini ağ la yazmakta oldukları silsilenin bazı parçalarıdır. Esasen
layan ve mefharetlerini terennüm eden şiirlerinden mü bu silsilenin bütün parçaları Halid Ziya Beyin düşünce ve
rekkep bir mecmua. Elhân-ı Vatan'ın muharriri Eaik Âli, yazı üslûplarında mühim farklar göstermektedir ve bu
Edebiyat-ı Cedide zümresinin en §âyân-ı dikkat şâirlerin- farklar Türk millî edebiyatının bir üstadın kalemini ka
dendir. Hâmid'in ehemmiyetli surette tesiri altında kalan zanmakta olduğunu tebşîr ettiği için pek kıymetlidir. Al
şairliği hayalî bir mümtaziyeti hâizdir. Denizlerin, semâla manların, Rusların dâhilerinde görülen halka doğru gidiş
rın, gecelerin, yıldızların, dûrâ-dûr ufukların sırlarını ve Halid Ziya Beyin son yazılarında da vardır. Artık Mavi ve
ekseriye bu âlemde yaşamayan kadınların hislerini takrir Siyah'ın izâfî tetâbular ve mecaz izdihamı ile dolu üslûbu
eden yazılarında lâfızların tantanalı ahengi bir mıknatıs nun yerine daha çok sade ve belki bunun için daha çok
gibi insanı çeker. Mecazların mebzûliyeti, cümlelerin ek ruh ile konuşan bir lisan kaim olmuştur. Bilhassa yine bu
seriya lüzumundan fazla uzunluğu ve tertip itibarıyla ib- silsile içinde "Sadâ-yı İncil" son felâketin acılarını en has
hâmı bu şedîd aheng ile birleşince bu güzel şiirleri fikri sas ve ihsaskâr bir tavırda ağlayan bir bedîadır.
yorucu ve bazen âdeta muammaî yapar.
Edebiyatta halka doğru gitmenin en güzel nümûne-
Elhân-ı Vatan, Faik Âli'nin en yeni şiirlerini havidir ve lerini verenlerin biri de şüphesiz Gökalp'dir. Bir zaman
itiraf etmeli ki, meziyetleri yalnız en yeni olmasından de lar hiçbir şey anlamaz diye omuz silkdiğimiz halkın, kü
ğil, bilhassa bazılarının yükseklerden kalbe dökülen sa çük müfekkirelerinde idrâk, masum kalplerinde duygu
mimî ve mütefekkir musikisi, en derunî yaraları yıkadı- aramadığımız çocukların maneviyetlerinde ağlayan, du
ğındandır. Ne yazıktır ki, herkesin ağladığı ve güldüğü yan, titreyen, müteheyyic olan kabiliyetler yaratan bu nu
sevgili dil ile yazılmadıkları için bu şiirlerin hitap ettiği sa- munelerin bütün muvaffakiyet sırrı sade, duyulmuş, ya
mialar milletin küçük bir kısmını teşkil ediyor. şanmış ve canlı şeyler olmalarındadır. Gizli bir nur şeklin
Yine aynı zümrenin Eylül ismindeki büyük hikayesiy de yavaş yavaş mevcut şeylere sokulan büyük mefkûre-
le teferrüd etmiş mühim bir rüknü olan Mehmed Rauf nin bütün ateşini dağıtan bu eserler millî edebiyatımızın
Beyin imzasıyla çıkan "Bir Aşkın Tarihi" de, bu senenin tarihinde mühim bir yer tutmaya namzettir.
neşriyatı arasındadır. Fikrimce Mehmed Rauf, mühim bir Büyük Türk şairi Mehmed Emin Beyin bu sene zar
istihâleye uğramış muharrirlerdendir. Üslûbu o kadar fında intişar eden şiirleri içinde bazıları hece vezninin
mümtaz, hayalleri o kadar rakîk, melâl-âlûd olan sinirli muvaffakiyetine kuvvetle yardım eden âmiller hükmün
tahlilleri ile maneviyetlerin o kadar samimî ve nezih re dedir ve zannetm.ekteyim ki, yakında uzun bir intizara ni
simlerini çizen Eylül muharriri ile bugünkü hikâye-nüvîs hayet vererek gözükecek olan "Türk Sazı" bu veznin ha
arasında mühim farklar vardır. Evvela üslûp itibarıyla bu kimiyetini teyîd edecektir.
fark göze çarpar. Eski mûnis ve pür-şiir üslûp yerine bu
Emin Beyin nazmındaki selâset, fikirlerindeki vuzûh,
gün çok karışık ve sıkıcı bir makale üslûbu kaim olmuş
kelimelerindeki kuvvet-i delâlet ve mevzularının hayat
tur. Hayaller yavaş yavaş kuruyarak yerini boş bırakmış ve
tan alınmış olmasının ilâve ettiği tesir ayrı ayrı birer me
hakikiye (Realisme) mesleğine doğru şedîd bir temayül
ziyettir ve mutlaka bu eserlerin bazılarında bir kusur bul
ile beraber siyah ve hasta bir çirkin görücülük, muharri
mak lazımsa belki daha çok şiir olmaları için iktiza eden
rin bütün yazılarına hâkim olmuştur. Şiiri az, mümtaziye
şeylerin eksikliği gösterilebilir. Maamafih bu itibar ile de
ti az, tafsilâtı hoşa varacak kadar çok bir Maupassant ede
cidden bî-kusur olanları pek çoktur. Maateessüf hece
biyatı, işte Rauf Bey'in bugünkü eserleri. Son kitabında
vezni yeniliğine rağmen süratle teessüs etmek ve Türk
bu umûmiyetten ayrılmadığına kaniyim.
edebiyatında kendisine mev'ûd olan büyük mevkii almak
Senenin mecmua ve gazete sütunlarındaki edebî için Emin ve Gökalp beylerden ve bilhassa destan ve İlâ
neşriyatı içinde şâyân-ı dikkat müşahedeler mevcut ol hî tarzında herkesten çok muvaffak olmakla beraber pek
makla beraber umumiyetle müessif bir fark vardır. az şey, faraza son sene zarfında yalnız bir iki nefis eser
Dikkate ve kayd u tezkâraşâyân gördüğüm şeylerin neşreden Rıza Tevfik Beyden sonra aynı kudrette başka
en mühimi, Edebiyat-ı Cedide zümresinin büyük üstadla- kalemlere mâlik değildir. Yazılarında ruhunun bütün ha
rından Halid Ziya Beyin "Hâtırat ve Tahassüsât" unvanıy rareti hissolunan Aka Gündüz Beyin şiirleri ekseriya çok
Sayı 61 TÜRK YURDU 231
his dolu olmakla beraber nazım itibarıyla kusursuz değil ZİRAATİMİ2 VE ŞERÂİT-İ İKTİSADİYESİ(b
dir. Cümlelerin tertibinde, kafiyelerin intihabında bilhas NÜFUS-I ZİRÂİYE
sa vuzûh ve tesiri tarsîn edecek münakkahiyette müsa
1326 senesine ait olmak üzere tutulmuş olan kuyû-
mahalıdır. Bu genç ve kıymetli şairin yazıları kalbe heye
dât-ı tesmiyeden anlaşıldığına göre memleketimizde 4.2
canlı bir tesir verir. Eğer fikrî bir tahlilden kendini sakla-
milyon istihsâle-i zirâiye mevcuttur. Kabil-i ziraat olarak
yamayan bazı nakîsalar bu tesirin şiddetini tenkis etmese
çiftçilerimizin elinde işlenmekte bulunan arazi, 411 mil
bütün bu yazılar birer muhallede olurlardı.
yon dönümü mütecavizdir. Bu hesaba nazaran bir aile-i
Hece vezniyle yazı yazanların çokluğu ne kadar zirâiyeye vasatî adet ile 100 dönüm isabet etmektedir.
memnuniyeti mucipse, vücuda gelen eserlerin asırlardan
Hububat, bakliyat ve nebatât sınâiyeden olup, zira-
beri kulaklara hükmeden aruz veznine galebe etmek için^
at-ı âdiye meyanında sayılan envâ-ı mezrûat ve magrusâ-
lâzım olan kuvvetten mahrum bulunması o kadar acıdır.
ta mahsus olmak üzere Aydın vilayetinde (52 milyon dö
Mukaddes şeyleri mütemadiyen terennüm ederek ibtizâ-
nüm arazi, 407 bin istihsâle-i zirâiye); Konya vilayetinde
le uğratan ve âheng nokta-i nazarından da pek fakir olan
(32 milyon dönüm, 232 bin istihsâle); Edirne'de (20 mil
böyle ne kadar çok yazıları ben yeni veznin istikbâli için
yon dönüm, 212 bin istihsâle); Sivas'da (20 milyon dö
muzır addetmekteyim. Yalnız müteselli olacak birşey var
nüm, 228 bin istihsâle); Ankara, Hüdavendigar, Suriye vi
sa diğer veznin de büyük eserler meydana çıkarmayışıdır.
lâyetlerinde (I4'er milyon dönüm 148,119 ve 145 bin is
Filhakika senenin bütün edebi mecmualarında Enis Be-
tihsâle); Diyarbakır'da (12 milyon dönüm, 72 bin istihsâ
hiç ve Hıfzı Tevfik beyler ve birkaç emsalini istisna eder
le); Karesi livasında (9 milyon dönüm, 94 bin istihsâle);
sek yeni ve vaatkâr bir imza bulmak kabil değildir. Gayr-i
Adana'da (8,7 milyon dönüm 87 bin istihsâle); Trab
muttarıd nâmeleri tekrar eden sakat nazımlar ve onlar
zon'da (8 milyon dönüm, 122 bin istihsâle); Musul'da
dan daha sakat menşûreler... İşte mecmuaların edebi se
(8,3 milyon dönüm, 60 bin istihsâle); İzmit ve Bolu liva
nesi.
larında (6,7 milyon dönüm, 83,89 bin istihsâle); Ku-
Son edebi senenin en büyük acısı mühim bir sima-yı düs'de (7,5 milyon dönüm, 22 bin istihsâle); Beyrut'da
edebi olan Ekrem Beyin vefatıdır. Fikrimce Ekrem Bey, (6,5 milyon dönüm, 110 bin istihsâle) vardır.
mensup olduğu mektebin büyük bir şairi değildi. Fakat
OsmanlI vilayetlerinin nüfûs-ı umumiyesiyle istihsa-
büyük bir edibi, sözü pek dinlenir bir münekkidi ve bun
lât-ı zirâiyede doğrudan doğruya çalışan veyahut ziraat
dan evvelki neslin kıymetli bir muallimi idi. Ekrem Bey,
müstahsillerinin efrad-ı ailesinden olmak itibarıyla nü-
bir dereceye kadar timsalîlerin Mallerme'sine benzetile
fûs-ı zirâiyeleri madûd olan kimselerin miktarı mukayese
bilir. Şu fark ile ki, o çok az yazmıştı. Ekrem Beyin âsârı
edilince görülüyor ki, ticaret ve sanayi mâliyece terakkî-i
oldukça çoktur. Samimî ve ulvî bir matemin âbidesi oldu
azîm göstermiş olan bazı vilâyâtta bile nisbet % 55'in altı
ğu için mevzuubahis etmediğim "Nejad Ekrem" kitabın
na düşmüyor. Canik livası, Van ve Bitlis vilâyeti ile Zor
dan başka Ekrem Beyin manzum eserlerini tedkik eden
sancağı ve diğer bazı kıtaatta nüfus-ı umumiyenin % 90
ler birkaç rakîk ve hassas parça üzerinde kalplerini tehyîç
ilâ 98'i ziraat ile müştagildir ve nüfus-ı zirâiye-i Osmaniye
edebilirler. Fakat edebiyatın mühim bir istihâle devrinin
için vasatî aded-i nisbîye gelince bu aded % 65'den iba
üstadları arasında bulunan Ekrem Beyin büyük müced-
rettir.
didlere mahsus meziyetlerini tecellî ettiren bir şahesere
tesadüf etmekte müşkilâta uğrarlar. Gökalp, Ekrem Bey Binaenaleyh 22 milyonluk Osmanlı nüfusu içinde
için "şiirimizin şuum" diyor. Medîd senelerden beri Os- 14,3 milyon halk ziraat ile geçinmektedir. Hayatlarını kıs
manlı-Türk edebiyatının m uhtelif zümrelerine karşı men veya tamamen araziye vakfeden bu kitle memleke
onun ifâ ettiği vazifeyi bu kısa söz pek iyi ifade eder. timiz için istiksâr edilecek bir miktar değildir. Boş ve ce
sîm arazi-i Osmaniyye'yi feyzlendirmek üzere makinesiz,
C .Y
sanatsız harekete gelecek olan bu kulların kifayetsiz ad-
( ü Kafi malumat-ı ihzaiy^^e tedarik etmek mümkün olamadığından dolayı Devlet-i Osmaniye'nin geçen seneki hayat-ı iktisadiyesini bir tarihçe
halinde icmâl etmek kabil olmadı. Onun yerine kaim olmak üzere İktisadî birkaç makale neşretmekle iktifa diyoruz. T.Y.
232 TÜRK YURDU S a y ı 61
dedilmesi icap ettiği Osmanlı memleketini işlemek için kaide ve tecrübelerinden de istifade ediyorlar. Osmanlı
ekserisi pîr ü nâtuvandan veya nisvandan mürekkep olan Devleti, bu imkânı temin için oldukça emek sarfetmek-
14 milyonluk bir kitlenin bir şey yapamamak istidadında ten hâlî kalmıyor. Ziraat âlî mekteplerinden mezun bir
bulunduğu biraz teemmülden sonra kabul edilir. kaç yüz gence bu memleket mâliktir. Sonra hususî tah-
sîl-i ziraî görmüş olan kimselerin idaresinde olduğu için
Bereket versin, bizde şehirlere doğru köylerimizden
büyük insan kitleleri gelmiyor, Köyünden bezerek daha çiftçilerimize rehber olacağı kabul edilebilen ecnebî ve
yerli yüzlerce müessesât-ı zirâiye memleketimizde vardır.
kolay ve daha çok kazanmak isteyen ve dimağında parlak
Bunların adedleri Adana, Aydın, Suriye ve Filistin ile İs
bir ümid-i istikbâl uyanan Ermeni köylüsü ile Laz ziraati
terkediyor. Suriye Arapları çorak memleketlerin sükkâ- tanbul civarlarında muttasıl artıyor.
nından olan Türkmenler, Kürtler, hatta Türkler köylerini Ziraat Nezareti'nin müfettişleri, hususî memurları
bırakıyor, amelelik için bazen Amerikalara kadar gidiyor mütemadiyen memleketimizi dolaşıyor, çiftçiler ile te
lar. Büyücek Osmanlı ticaret ve sınaat merkezlerine ba masta bulunarak göz açmaya çalışıyorlar. Orta derece
zen koşuyor, arasıra görüldüğü gibi devâir odacılıklarına, mekteplere, darülmuallimînlere ziraat dersleri konulu
uşaklığa, çıraklığa, yamaklığa sarılıyorlar. Lâkin büyük bir yor. Yeni yeni kanunlar, nizamlar tertip, broşürler tevzi
nisbet-i adediyeye gayr-i mâlik olan bu gezgincilik, ma ediliyor. Elbette amele-i zirâiyenin kabiliyeti bu gayretler
den az çok müteessir bittabiî mütezâyit olur. Memleketi
işet aramak, gurbet ellerine düşmek keyfiyeti, zannımıza
mizde veyahut Avrupa'da amelî nazarî ziraat dersi gören
göre yakın zamanlarda büyük şiddet iktisab edemeye
lerden olmak üzere, bu sene kazalara otuz kadar ziraat
cektir. Memleketin ziraat-i milliyesi için nüfus-ı zirâiyenin
mualliminin (kısm-ı azîmi Konya'ya, bir kısmı Karesi'ye
araziye nisbetle adeden azalmakta olması fâl-i hayr adde
olmak üzere) İdare-i Hususiy)^e-1 Vilayât hesaplarına ta
dilmek icap eder ise memleketimiz bu cihetten fena hâl
yin ve izâm edilmiş olması, halk ile doğrudan doğruya te
de değildir. % 65 nisbeti daima aynı hâlde kalacak sûret-
mas edecek ziraî bir cereyan-ı intibahın husûle geldiğine
te muvazene muhafaza ediliyor ve çok zaman edilecektir.
delâlet eder.
İyi kötü bugünkü şerâit-i hayatiyeye mâlik olan İddia ediliyor ki, mesâil-i siyasiyeden sonra bu sene
memleketimizde zürrâın nisbî rükûdetini kalplerinin hu merkez-i hükümeti nisbeten en ziyade işgal eden ziraat
zuruna, ızdıraplarının tahammül edilecek derecenin fev işleridir. Büyüklerde görülen bu hâl, daha aşağıda müs
kinde olmadığına delil zannetmek nasıl tamamen müm mir teşebbüsâta yol açmaktadır. Mecâlis-i Umumiye-i Vi
kün değil ise bütün aksini farzetmek de fikrimizce yine o layât ile valiler ve mutasarrıflar tarafından ve bilâ-tefrik
kadar gayr-i muvafıktır. Nüfûs-ı zirâiyenin nisbet-i adediy- kaffe-i memurin tarafından menafi-i zirâiye için teshilât
yesi cihetiyle ziraat-i Osmaniye bir tehdit altında değildir ibrâz, teşebbüsât-ı müfide icrâ edilmesi, alelumûm taba-
der isek herkes bize hak verir. kat-ı memurinde bir nevi intibahtan başka ne sûrette te
lakki olunabilir? Demek hükümet makinasım işletenler,
Çiftçilerin adeden azalmaması memleketimizce ne
ziraati, ziraat eshabını ve bunların menfaatini düşünüyor
derece mühim ise çiftçi sınıfı efrâdının keyfiyeten yüksel
lar. Bu Osmanlı memleketi için mühim ve nâfi bir
mekte olması yine o kadar mühimdir.
vâk’adır.
Memleketimizde toprak ile güreşen amele-i zirâiye
Bazı âsâr ve alâime nazaran son senelerin mahsulü
nabz-ı tabiat ve türâbı tutan müstahsilin, zaman ilerledik
olarak araziye ve ziraate daha ateşli bir inhimâk ve mu
çe daha açıkgöz, gürbüz, metin, çevik mi oluyorlar? Daha
habbet hâsıl olduğunu reddetmek imkânsızdır. Anadolu
çok müsmir surette çalışmak istidadını mı kazanıyorlar? ve Rumeli'deki arazi münazaalarını hatırlayınız. Bu size
Bunu adet ile ifade edecek derecede tam bir şey bilmiyo derakab şunu kabul ettirecektir;
ruz, Hatta daima aksi hâlden şikayet edildiğini işitiyoruz.
"Zaman-ı hâzırda bütün ırklar, esaslı esassız olarak
Yalnız şu sûret-i muhâkemeyi yürüterek böyle bir netice
ellerine geçirdikleri ve geçirecekleri ai'aziden kolayca fe-
çıkarıyoruz.
râgat etmiyorlar ve edemezler."
Ziraat adamlarımız mazinin amelî derslerini, baba
Sonra Meşrutiyetten beri Türkler arasında bazı "zira
dan görülen tecrübeleri unutmadıkları sırada yeni ilmin
at cemiyetleri", gazeteleri ve saire göründü. Hususî mek-
Sayı 61 TÜRK YURDU 233
teplere başka bir şekil verildi. Bu bizim aramızda biraz Sorgu ve Cevaplar
sönük ve bereketsiz olsa da, ziraate doğru bizi götürecek AVRUPA'DA OKUYAN TÜRK TALEBESİNDEN
bir nur-ı intibahın belirdiğine, parlamakta olduğuna delil ALINAN CEVAPLAR- 2 -
dir.
Ben Avrupa hayatını kısa bir müddet olsa da hayli
Bize nazaran daha amelî, İktisadî gayelere daha şid tedkik ve tecrübe ettim. Talebe olarak yaşamak isteyen
detle merbut ırklardan olan Ermenilerde, Ermeni edebi biri için ayda 150 Frank belegan mâbelağ kâfidir. Ben
yatında ve hayat-ı siyasiye ve içtimaiyesinde "gaye-i zirâ kendim 84 Frank ile geçiniyorum. Maamafih ben kendi
iye" pek nurlu bir hedef-i millî olarak telakkî ediliyor. Vi- mi vâhid-i kıyas ittihaz etmedim. Burada AlmanyalI ve İs-
layât-ı şarkiye köylerinde Ermeni topraklarını rub' asır panyalı talebelerden bildiklerim var. Onlardan ayine va
sonra cennetlere benzetmek hayaliyle çalışan ve "Miyas- sati olarak 150 Franktan fazla sarf etmediklerini öğren
yal" ismini alan bir Ermeni cemiyet-i İlmiyesi tarafından dim.
yüzelliyi mütecaviz mektep açılmış ve herbirine ziraat Lozan İlahiyat ve Felsefe Şubesi Talebesinden
mekteplerinden mezun muallimlerin tayin ve civarların
Âlimcan El-İdris
da numune tarlalarının tesis edilmiş olduğunu işitiyoruz.
Diğer bir cemiyet tarafından daha ziyade ihtisasa hadim
ve biraz daha ^Tiksek gayeleri takibe elverişli mekteplerin
-Alman sistemi üzere- vücuda getirilmekte olduğu söyle
niyor. Bu Ermeniler için yeni bir nevi idrâk-i millîdir ve
TÜRKLÜK ŞUÛNU
memleketimizde ziraî intibahın mukaddimesidir.
"İstikbâl Ermeni köylüsü" demek, şimdiki gibi Ame Nuri Beyin Şehâdeti- Arkadaşları Fethi ve Sadık
rika'ya kaçamayacak, büyük şehirlere de pek gelmek is Beylerin şanlı şehâdetine arkalarından uçan Nuri Bey de
temeyerek çocukluğunda mektepten itibaren bağlandığı nâil oldu. Tayyâreci Nuri Bey, Yafa'dan kalkıp Kudüs'e
köyüne mıhlanacak ve fakat iyi bir toprakçı olarak oralar doğru uçarken denize düşmüştür. Nuri Bey, Osmanlı tay
Hâsılı hükümet, memurları, müessesât-ı ilmiye ve Tayyâreci Salim ve Kemal beyler . -Fethi, Sadık
Türk ve Ermeni edebiyatı sanat-ı zirâiyenin kadrini yük ve Nuri Beyler birkaç gün evvel şehit olmuş iken, tayya
seltmeye, amele-i zirâiyeyi nurlandırmaya, arazi için ışık reci Kemal ve Salim Beyler, o tehlikeli fakat pek şanlı
landırmaya çalışmaktadır. Osmanlı memleketinde hiçbir yüksek yola göz bile kırpmaksızın atıldılar. Tayyâreleri
şeyin maddeten terakkî ettiği iddia edilemez ise de, her- Ertuğrul kazaya uğradı. Arkalarından ikinci bir tayyâre,
şeyin hazırlığı yapılmakta olduğu söylenebilir. Hele zira- Tarık Bin Ziyad gönderiliyor. İslâm mücahitlerine dağlar
atin vakit ve zamanı her cihetçe gelmiş olduğundan, ve denizler aşıran büyük İslâm emirinin ismini taşıyan bu
uyanmak istediği ve bu sanatın diğer sanatlardan evvel tayyare, inşallah Kemal ve Salim Beyleri kanatları üstün
harekete gelmek mecburiyetinde olduğu iddia edilebilir de ümmi'd-dünyaya ulaştırır.
ise bu hiçbir suretle ret ve cerh edilemez.
Hayri Beyin Şeyhülislâmlığı. -Büyük hakanımız
Rakamları değil, çünkü onlara mâlik değiliz, vak'ala-
efendimizin de lütfen takdir ve tahsin buyurdukları veh-
rı, fikir ve hisleri yan yana getirerek, diyoruz;
cile "Müessesât-ı ilmiye ve hayriye-i vakfiyenin hüsn-i ida
Son seneler m emleketimizin ekalliyetlerini vücuda resi emrinde mesâi-i rü'yet-mendânesi meşhûd" olan Ev-
getiren ırklarından sonra alelum ûm M üslüman ve kâf Nazırı Hayri Beyefendinin uhde-i liyakatlerine şeyhü
Türk kitlesinde, ziraat mesleğine muhabbet ve aşk lislâmlık mesned-i celîli tevcih buyurulmuştur. Hayri Be
uyandırm ak itibarıyla bir tekam ül esasını hazırlamış yefendinin zaman-ı meşihatlarında bütün Müslümanların
olduğundan dolayı vatanım ızın intibah-ı zirâiyesine hayatında fevkalâde mühim bir mevkii tutan makam-ı
hazırlanm ak ve bu intibahı teshil ve temin edecek te- meşihat ile ona tabiî müessesât-ı diniye, ilmiye ve adliye-
dabire tevessül etmek lâzımdır. nin "Alikâm-ı şeriye ve ihtiyacât-ı hâzıraya göre" tanzim
M. Zühdü ve ıslâh edileceğini kaviyyen ümit ederek, müşarünileyh
234 TÜRK YURDU S a y ı 61
hazretlerini samim-i kalbimizden tebrik eyler ve hakanı mettar bir hayat ve mesaî refikini, şimal Türk kadınlığı fa
mızın "Cenab-ı Hak tevfikat-ı samedâniyesine mazhar bu al ve fedakâr bir hâdimi, umum Türklük imanlı ve cesur
yursun" duasına can u gönülden "âmin!" deriz. bir muharririni zâyi etti. Allah ona rahmet eylesin. Türk
Fatma Feride Hanımın Vefatı. -Evvelsi hafta ajans Yurdu, Vâiz Efendi'yi ve bütün ailesi efradını samimiyetle
de Hanımın vefatı haberini getirdi. Fatma Feride Ha Nevsâl-i Millî. -Bazı gayretli genç Osmanlılar "Nev-
nımın yazılarını Kazan'da çıkan "Kazan Muhbiri", sâl-i Millî" unvanlı mühim bir eser-i edebînin tertip ve
Tomsk'da çıkan "Sibirya" ve Ufa'da çıkan "Durmuş" gaze tab'ına ibtidar etmişlerdir. Bu eser, Osmanlı matbuatında'
telerinde görüp okuyarak takdir edenlerdendik. Zevci emsali nadir kıymeddar eserlerden olacaktır. Nevsâl-ı
Vâiz Nevrûzî Efendi ile beraber ilk evvel Sibirya ve sonra Millî'de Osmanlı Türklerinin şair, edip, politikacı ve mu
Durmuş ceridelerini tesis ettiğini ve o gazetelerin idare harrir sıfatıyla tanınan bilcümle maruf ricâlinin resimleri,
ve tahrir işlerine zevci kadar çalıştığını da biliyorduk. Si tercüme-i hâlleri, el yazıları, gayr-i matbu birer eserleri
birya ve Durmuş'un başka şimal Türk gazetelerinden zi mevcut olacağı gibi bazı nâzırların bile resim ve yazılarını
yade kadınlık hukukunu müdafaa etmesi, kadınlık ihtiva edecektir. Hasılı Nevsâl-i Millî, Osmanlı saltanatı
şu'ununa ehemmiyet vermesi mahza merhumenin him nın geçirdiğimiz mühim devrinde tebarüz eden simaları
met ve faaliyeti semeresi olduğu da meçhulümüz değil nı tanımak için ciddî bir vesika-ı tarihiye teşkil edecektir.
di. bu cihetle Fatma Feride Hanımın haber-i vefatından Müteşebbislerini tebrik ederiz.
pek ziyade müteessir olduk. Zavallı Vâiz Efendi genç, kıy
i y
m m <f
TÜKKMKm
Türeleri tt Vâiâes'ine^ Caltsır
û d e ^ ^ ^ d e:C e d c ^ Ç c ^ <z ^
Edebiyat: B en im R ü ya m / M e h m e d E m in
G ecelerim den / S ü y ü m B ü k e
T ürk Adı / Ö z k u l
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
teselli
Analarına
N ineler! N ineler! T oplanın, gelin: N ineler! N ineler! T o p lan ın , gelin: Ağlasın o n la r ki, kızı, kızanı.
Yiğit evlâtların, d ü ğ ü n le ri var; Yiğit evlâtların; d ü ğ ü n g ü n ü d ü r; Y arasından kızıl kanlai' sızanı,
Ak, yeşil m elek ler, o lm u şlar gelin Üç ere , ü ç m e le k o ld u la r gelin. M asum yavruları, güzel sancağı,
G ö çü y o r c e n n e te , bakın analar!... Bu d ü ğ ü n m illete, dirlik ü n ü d ü r.. M abedi, m escidi, yu rd u , ocağı
Bir p u la sattılar, d ü şm a n eline,
D erin k ö k le rd e k i g ö rü n m e z sazlar F akat ağlıyorsun, ihtiyar kadın!?
Kıydılar, g ittiler U ru m eli'n e..
Çalıyor n e güzel d ü ğ ü n havası.. F e th i'n in anası, değil m i adın?
Y ağıyor çiçekler, nazlar, niyazlar, Bak, o ğ lu n g ü le re k can fed a etti, Kan ağlasın o na, ağlam ak bilm ez.
B öylece k av u şu r e rk e k sevdası... V atana b ir b ü y ü k şan ih d â etti. G ö z le rd e n dam layan k anları silm ez.
O n u n anasısın, o n u n goncası. Kan ağlasın o na, ağlattı bizi.
Sırm alar içine b ü rü n m ü ş g ü n eş.
Ağlanır m ı böyle, d ü ğ ü n gecesi?.. Al k a n a boyattı, yeri, denizi..
Y üce d ağ başları takm ış altın tac..
K orkm adı A llah'dan, k o rk m a d ı k uldan.
H e r yıldız ayırm ış, k e n d in e b ir eş. S adık'ın anası! Nazlı ninesi!
Y urdu esirg ed i b ir eski çuvaldan..
K alm am ış, çiçeksiz k u ru b ir ağaç... O ğlu n la k abardı, y u rd u n sinesi.
T ab u tu altında, d ü n y a inliyor. Ağlasın o n la r ki o k a d a r İslâm
Kayalar giyinm iş, k a rd a n beyazlar
Şanlı d e sta n ın ı, tarih dinliyor.. Kara y ü z le rin d e n kalır, o ld u encâm ..
Sahiller, se d e fte n k e m e r kuşanm ış..
O n u n anasısın, b ırak eyvâhı!
O valarda yatm ış, h ü rm e tle sazlar. Şanlı analar! Siz ağlam ayın!
Ah in len ir m i hiç; d ü ğ ü n sabahı?
D en izle r k ö p ü rm ü ş, n e le r kuşanm ış! K alpleri y e n id e n , siz dağlam ayın!
Bir d efa ö p m e d e n g id e n N uri'nin O n lar sizin değil, arzın o ğ lu d u r.
G ö çlerin y o lu n u , süslem iş güller;
G üzel anacığı! N ed ir b u enîn? O nların tarih i şanla d o lu d u r..
İn ciler saçıyor, çağlayan sular;
Şerefin y o lu n d a n gitti evlâdın. O n lard ır hakikî T ü rk ’ü n so y u n d an ,
Ö tü y o r h e r yanda, nazlı bülbüller;
Sus! M ahzun e d e c e k o n u feryadın. O n la rd ır Allah'ı bilen M üslüm an..
Ç am lıkta dizilm iş, şirin âhular..
O delikanlılar, nişanlandılar, Susun! Ağlamayın! Bilâkis gülün;
Ş ehit şe rb e ti içip kandılar.. Z e h r olm am alı, şe b n e m i gülün;
D inliyorlar, sevdalı delikanlılar.
Susun! Ağlamayın! D ü ğ ü n g ü n ü d ü r;
Şu çöl d ilb erin in m aval sesini..
D inliyor u z a k ta n h e p nişanlılar, Bu d ü ğ ü n m illete, dirlik ü n ü d ü r.
A ğlam ayın aslâ şe h it olana.
T ü rk illerin d ek i kaval sesini.. Aka Gündüz
O n lar k o ru d u la r, ırzı, nam u su ..
A ğlasın o n la r ki, aziz v atana
K ah p ece taktılar kanlı n âkûsu..
Ağlasın o n la r ki, b ir lo k m a için.
Y ediler vatanı, h e p için için..
238 TÜRK YURDU S a y ı 62
1) Sosyalizm : Türklerin menâfi-i milliyesi için bu mahallî lehçelere kıymet vermek, İkincisi İstanbul Türk-
gün elverişli olmayan bir fikir varsa, hiç şüphesiz, sosya çesini millî lisan olarak kabul ederek bu lisanı tamîme ça
lizmdir. Çünkü milliyet fikrinin düşmanıdır. Halbuki lışmak.
Türkleri her türlü izmihlâlden kurtaracak âmil ancak mil Birinci cereyana kapılanlar hiç şüphesiz bilmeksizin
liyet fikridir. Bundan başka sosyalizm tabiî olarak büyük Türklük düşmanlarının ekmeğine yağ sürenlerdir. Haki
sanayiden doğar. Türkler ise henüz sosyalizmi doğuracak ki bir Türk vicdanıyla düşünenler ise ikinci cereyana
derecede bu sahada yol almamışlardır. meylediyorlar. Bütün Türk lehçelerinden mürekkep ol
Şimal Türkleri arasında gayr-i tabiî bir sûrette uyan mak üzere sun'î bir sûrette umûmî bir Türkçe yapmak
maya başlayan sosyalizm fikri, mahallî Regionale edebi kabil olmadığı için bu cereyanlara bir üçüncüsü inzimâm
yatlar tesisini intaç etti. Halbuki bir lisanla mütekellim etmemiştir. Mevcut lisanların hepsi lehçelerden ve ma
olan bir kavmin halk konuşmaları biri birinden büsbütün hallî konuşmalardan mürekkeptir. Her lisan mutlaka bir
lisanı kesret hâlindedir. Fakat dikkatle bakılınca bu kes
başkadır. Yalnız Türkiye dahilinde her mahallin halk di
retin fevkinde bir edebî vahdet olduğu görülür. Her mil
liyle edebiyat tesisine başlansa yüzlerce Türk lisanı tekev
let için payitaht lisanı siyasî bir şana, İçtimaî bir icâza mâ
vün eder. B u .....en müthiş bir ölümdür.
liktir. Tarde diyor ki "Feodalizm devrinde şan, zâdegân
2) Ü m itsizlik: Avrupa gazeteleri daimâ Türkiye'nin sınıfındadır. Hükümdarlık teşekkül ettikten sonra şan
zaafından, yaşamaya istidatsızlığından bahsettiler. Avrupa payitahtta tecellî eder." Şan ve icâz milletin İçtimaî vicdâ-
ajansları da her zaman bu maksada hâdim havâdisle neş nının mihekk ve miyarıdır, millet bütün kıymetleri bu mi-
retti. Şimaldeki Türk gazetelerinin de bazıları bu bedhâ- hekk yahut miyarla takdir eder.
hâne ercufeleri düşünmeksizin naklettiler. Bu surette
İstanbul'un bir payitaht icâzına mâlik olması yalnız
Türklerin medenî kabiliyetinden ümit kesilmeye başladı.
OsmanlI Türklerine nisbetle değildir. İstanbul yegâne
O hâlde sun'î bir Tatar medeniyeti yapmak hatırası doğ
Türk hakanlığının kurumudur. Bu sebeple bütün Türkle
maya yüz tuttu. rin kıblegâhıdır. Bundan başka İstanbul İslâm hilâfetinin
3) M ektep Tazyikati: Bazı hükümetler, muhtelif de makamdır. O hâlde İstanbul millî icâzdan başka dinî
Türk uluslarının biri birini tedris ve terbiye etmesine mâ bir kudsiyete de mâliktir, İstanbul Türkçesinin bütün
ni olmaya başladılar. Her ulusa mahsus kitapların diğer Türklerce millî lisan olması bu icâz ve kudsiyetin lisana
ulusların mekteplerinde okunması men olundu. Bundan da intikali dolayısıyladır. Fazla olarak İstanbul Türkçesi,
başka Müslümanlar için her mahaldeki ana dilinin tedris Türk lehçelerinin en güzeli, en işlenmişi, edebiyat ve
lisanı olması ileri sürüldü. Bütün bu tazyiklerden maksat ilimce en zenginidir.
Türk milletini müteaddit kavimlere parçalamak olduğu O hâlde gösterilecek mânialara rağmen İstanbul
açıktan açığa anlaşılıyor. Bir kavmi yutmak için dağıtmak Türkçesini edebî lisan ittihaz etmek bütün Türkler için
lâzımdır, dağıtmak için de ibtidâ lisanını parçalamak ikti millî bir vazifedir. Bu vazife ifâ edildiği zaman bütün
za eder. Bunu yapanların bazıları bilerek yapıyorlar, bazı Türkler lisan ve edebiyatta müşterek ve tek bir millet
ları da bilmeden yapıyorlar. hâline girer.
Hülâsa, İstanbul dilinin millî lisan ittihazı ve bir Türk itibariyle muharrerât-ı mevcûde. Lisana az çok temas
harsı-Türk medeniyeti ibdâına çalışılması bir Türk mille eden şâir şuubât).
tinin teessüsüne hadim olacak ve Osmanlı, Tatar, Özbek,
Mevzuların intihab ve tercihi
Kırgız gibi tabirler mıntıka isimleri hükmünde kalacaktır.
Mevzuların esası nereden alınacak (menâbi-i müra
Ya, o hâlde bu milletin vatanı neresidir?
caat).
Buna cevaben deriz ki;
Konferansçı Bulmak:
Vatan ne Türkiye'dir Türklere ne Türkistan;
Bulunulan mahalden.
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan!..
Hariçten.
Turan Türklerin efrâdını câmi ve ağyârını mâni olan
III-DERNEĞİN SÂKİTÂNE EAALİYETİ
mefkûrevî vatanıdır.
Davetnâmeler. ana diline karşı olan bu vazife-i nâmusu her dem tahattur
etsin.
2- Ticaret ve sanat hayatına müteallik:
Filânca ocağın idare heyeti
Tahrirî hitaplar.
Ocağın (3) Numaralı Tahrirî Hitabı
Davetnâmeler.
Umumî Alman Dil Derneğinin maksadı şudur:
Tekdirnâmeler ve emsâli.
1- Alman dilinin lâzım olmayan yabancı katışıkların
3- Mekteplere ve muallimlere.
dan tasfiyesine hizmet.
4- Cemiyetlere, heyetlere.
2- Alman diline has olan maddî ve manevî simânın ia
5- Ocaklara.
desiyle istikrarını temin.
Bu makaleyi bitirmeden davetnâmeler ile tekdirnâ-
3- Ve bu yolda Alman akvâmı arasındaki hemcinslik
melerden bir iki tanesini tercüme ederek ilâve ediyorum.
müdrike-i vicdaniyesine takviyet vermek.
Bunlarda kullanılan lisan ve hâkim olan hâlet-i zihniye ve
Ocağın maksadı, bütün ecnebî kelimelerini kökün
ruhiye dahi bir dereceye kadar anlaşılırsa belki daha ziya
den koparıp atmak değildir. Böyle bir teşebbüs muhik
de fayda temin edilmiş olur.
olarak gülünç addedilebilir. Ancak kelimelerin tuğyanva-
Ocağın (2) Numaralı Hitab-ı Tahrirîsi
ri salgınına karşı vaziyet alarak buna bir had çekmek isti
Ana dilimizi gözetmeyi ve ona hizmet etmeyi kendi yor...ilh.
ne borç bilen "Umumî Alman Dil Derneği"nin arzuların
Tekdirnâme Numunesi
dan başlıca birisi dilimizde fuzûlî yer tutan, yani ihraçla
Alttaki imza sahiplerinden müteşekkil şubemiz azası-
rından mahrumiyet terettüb etmeyecek olan yabancı ke
nın başlıca vazifesi, leffen takdim kılınan matbu varakada
limeleri ayıklamak ve böylece ana dilimizin safiyetine ça
mesrud esasların Almanlar arasında yayılmasına hizmet
lışmak olduğu için güzel ve zengin lisanını seven hami
etmek olduğundan size dahi bu babda muavenetinizi
yetli bütün Almanlara tevcih-i hitab ederek bize bu teşeb-
esirgememeniz ricasında bulunduğunu arz eder. Her
büsâtımızda yardım etmelerini tavsiye eyleriz. Yabancı
gün vâki tecrübeler ile görülüyor ki gazetelerde neşredi
mütecavizlerin sayısı ekseriyetin zannettiğinden çok zi
len ticarî ilânlarda hayli bir yekûn tutan ecnebî kelimeler
yadedir. "Haize"nin lügat kitabı bunları doksan bin ol
yerine mukabilleri bulunan daha anlaşılıklı ve temiz Al
mak üzere sayıyor! Bazı muharrirlerin yazısında vasatî
manca kelimeler ikame etmek mümkündür. Buna rağ
olarak hemen her üç kelimede bir yabancı kelimeye te
men mezkûr hâlin devamı ana lisanını hakir görmekten
sadüf olunur. Pek çoğu kendi dillerinden yağma edilmiş
ziyade, alışılmış olan teâmüle bilâ ihtiyar taabbüd eyle
olan Fransızlar bizim bu "Almanca"mızla istihza ediyor
mekten ve belki de bazen mukabil bir Almanca kelime
lar. Ve filhakika bir çok Almanlar için kendi dillerini anla
nin hemen zihne tebadür etmemesinden münbais olsa
mak, lügat kitabına bakmadıkça hemen mümkünsüz gi
gerektir. Maruf ve muteber zevât bu hususta mutedilâne
bidir. Ocağımız bu yabancı kelimât münasebetsizliğine
yapılan tercümeler ile ön ayak olsalar muhakkak vâsi da
ilân-ı harp ederek "Yerine iyi Almanca bir kelime bulun
ireler dahi bu iyi misalin muakkibi olurlar.
dukça yabancı istemeyiniz!" nidasını fırlatmakla ümit
eder ki her nerede bir Alman kalbi vurmakta ise kendisi İşte bâlâdaki içtihadın esasen muhalifi olmayacağınız
ne bir §erîk-i cihad bulacaktır. Yabancı kelimeler, mil itikadını beslediğimiz için melfuf ilânınızda istimalinden
letimizin yabancı hükümetlerin siyasî ve manevî vesayeti istiğnâ edilebilecek yabancı kelimeleri nazar-ı dikkatinize
altında bulunduğu bedbaht zamanların bakiy yesidir. Lâ arz etmeği vazifeden bildik. Aynı ilânın diğer bir şeklini
kin o zaman -Allaha çok şükür- geçti. Müttehid Almanya dahi ihtirâmâtımıza terdîfen ilâveye ictisar ediyoruz ve
satvet ve büyüklüğü ile duruyor. Antik şimdi dilimizi, mil tekrar tab'ı hâlinde tercih ve istimâlini reyinize havale
letin en kıymetli bu cevherini, yabancı hükümetin haysi ediyoruz.
yet kırıcı çirkin izlerinden kurtarmak, dilimizin eski gü
zelliğini, temizliğini ihyâ etmek gerektir. Her bir Alman,
242 TÜRK YURDU S a y ı 62
Bu uğurda her müşkilinize muavenet edip lâzım ge den geçirelim; Saçlarının üstünde ince ipekten yahut
lecek izahatı daima vermeye hazır bulunacağımızı beyan yazmadan bir hotoz görürsünüz. Bunun kenarları, gözle
ile şu satırların tarafınızdan hüsn-i kabul göreceğine rin saçların rengiyle münasebetdâr olacak bir sûrette
emin olmak isteriz ve ümit ederiz ki iyi bir Alman sözü oyalar ile çevrilmiştir. Gözlerin elâ olmasına göre, fulya
nezdinizde de mahall-i tatbik bularak câygîr olur. çiçekleri, sarı papatyalar, eğer gözler mavi ise mine çiçek
Selâmlık tarafına geçsek cedlerimizin cenk merakına Deminden beri arz ettiğim izahat dolayısıyla takdir
şehadet eden bir şeye bütün odalarda tesadüf olunur: buyuruldu ki dünkü Türk evi şereflidir, millîdir ve içinde
Duvarda, harfleri yay ile kiriş resmi vücuda getirecek su ki bütün eşya, bütün kumaşlar memleketin yerli sanatla
rette tertip edilmiş iki beyt okursunuz: rının mahsulüdür. Hakikaten biz, milletin başlıca men-
ba-ı hayat ve kuvveti olan o yüzlerce sanatı nasıl öldür
Ne heva ve ne keman ve ne kemankeş ancak
müşüz ve bundan tahassül edecek tehlikenin nasıl farkı
Erdiren menziline tîri nidâ-yı yâ Hak.
na varmamışız, insan bunu düşündükçe acı bir hayret ru
Eskiden bir erkeğin ata binememesi, iyi ok kullan
hu istilâ ediyor. Eskiden Türk memleketinin neden ma
maması onun, âdeta haysiyetsiz, namussuz olması de
mur olduğunu, sonra neden dilenci bir hâle geldiğini an
mekti. Böyle bir adamı kimse erkek yerine komazdı. Ahı lamak için evlerimizden ziyade bize hakikati haber vere
rında atı kişnemeyen, kılıcı, oku cenge hazır durmayan
cek bir de tarih var. O bize söylüyor ki Yavuz Sultan Se-
adam, bir dinsiz kadar hürmetten mahrum olurdu. Hâlâ
lim'in Çaldıran muharebesine götürdüğü yetmiş seksen
Okmeydam'nda duran yüzlerce dikili taşlar, nişâneler, bu
bin kişilik bir ordu için yabancı memleketlerden, Avaı-
maksatla vücuda getirilen tekyeler, bu yolda sarf edilen,
pa'dan beş paralık bir mal almamıştı. O koskoca orduyu
ibzal edilen paralar, bu günkü Türk evlâdını kendi nefis
teçhiz eden, teslih eden, giydiren, yediren memleketin
lerinden utandırsa yeridir. Yine dünkü Türk evlerinde
kendi istihsâlâtı idi. Sultan Murad-ı Râbi Acemistan sefe
mevcut servetin derecesi hakkında bir fikir vermek için
rine gitmeden evvel, İstanbul esnafına Eski Saray Kulesi
sitil takımıyla misafirlere kahveyi nasıl ikram ederler bi
önünde bir geçit resmi yaptırır. Her biri kendi at ve ede
raz da bunu anlatayım: vatıyla, kendi sanatını icra ederek, şarkılar söyleyerek,
Kahve, en güzellerinden intihab edilmek şartıyla üç beytler okuyarak, bin yüz takım esnaf geçer. Bunun kü
halâyık vasıtasıyla verilirdi. Biri, gümüş üç zincirle tutulan çük bir kısmını orduya mensup olmak dolayısıyla resmî
yine gümüşten mamûl bir ateşlik içinde cezveyi getirir, dir, hükümete mensuptur diye bir tarafa bıraksak bile ge
diğeri tepsiyi tutar ve üçüncü halâyık da kahveleri taze ta ri kalanlar, bizi uzun uzadıya düşündürmeye kifayet
ze doldurur misafirlere dökmemeye fevkalâde itina ede eder. Bunlardan bazılarını sayalım:
rek tevdi ederdi. Tepsiyi tutan kızın omuzu üstünden sağ
Subaşı esnafı, mekâri esnafı, kalafatçılar, saatçiler,
tarafa doğru hamâilvari sırma saçaklı bir kadife iner, aynı kıble-nümâcılar, haritacılar, marangozlar, mavnacılar, fe
zamanda tepsinin de kenarını yine saçakları bir selsebil-i
nerciler, kuyumcu esnafı, cevahirciler, kafesdârân esnafı,
ziyâ gibi akan diğer bir kadife örterdi. Ateşliği tutan da yi
hakkaklar, mühürcüler, kuyumcu kalemkârları, sırma
ne böyle hamâilvari konmuş saçaklı bir kadife göıünür-
keşler, demirciler, potacılar, divitçiler, tenekeciler, bıçak
dü. Bunlar kahve içilinceye kadar beklerler, sonra arka
çılar, dökmeciler, köseleciler, hallâçlar, takyeciler, kuş
arka yürümek şartıyla dışarı çıkarlardı. Çocuk için de bu
bazlar, kapamacılar, dolamacılar, kavukçular, yağlıkçılar,
kadar mükellef olmamakla beraber, yine gayet muayyen
örücüler, tülbentçiler, iplikçiler^ibrişimçiler, ipek dök
merasim vardı:
meciler, çadırcılar, kolancılar, kürekçiler, debbağlar, gü-
Gülden, kirazdan, alelekser yaseminden vücuda ge dericiler, meşinciler, sofracılar, yaşmakçılar, terlikçiler,
tirilen çubuklar daima bir kehribâ ağızlıkla nihayet bulur gömlekçiler, kibritçiler, şişeçiler, sarıkçılar, nakkâşlar,
du. Çubukçu, ağıza gelecek tarafı omuzundan yukarı müzehhibler, mücellidler, sahaflar, kâğıtçılar, oymacılar,
uzatır, adımlarına uydurarak çubuğun lüle tarafını mun yastık basmacıları, çit basmacıları, zer düz nakkaşlar, çu
tazam bir hareketle sallaya sallaya, ateşi söndürmemeyi hacılar, elmasçılar, dibacılar, kadifeciler, halıcılar, abacı
temin eder ve efendinin, hanımın yanına doğru ilerlerdi. lar, kebeciler, sofçular, sadefkârlar, kaşıkçılar, keresteci
Ailenin servetine göre bakırdan, gümüşten, altından ya ler, mermerciler, kiremitçiler, araba yapıcıları, gergefci-
pılmış olan çubuk tablasına yaklaşınca, bir maharet-i 1er, ilh ve ilh.
mahsusa ile çubuğun lüle tarafını tablaya kor ve kehribâ-
Hepsini saysam, saatlerce sizi meşgul etmek zarure
lı tarafını da, çubuğu içecek kimseye nazik bir tavır ile
ti hasıl olacağından yalnız bu kadarla iktifâ etmeye ve
takdim ederdi; Sonra yüzünü dönmeksizin arka arka yü
isimlerini saydığım ve saymadığım esnafın beher takımı
rür ve odadan çıkardı.
244 TÜRK YURDU S a y ı 62
binlerce kişiden mürekkep olduğunu ve bunlar yüzün bir adam sükûnuyla bana sordu: "-Hakikate mütehammil
den binlerce aile geçindiğini söyleme ye ayrıca lüzum misiniz, bana saDetle söyleyiniz?"
görmüyorum. Müsaadenizle yalnız sanat-ı hattın halkın,
"Cevabınızı bekliyorum, hakikate mütehammilim"
körü körüne rağbetinden düşmesi, milletin felsefe ve ru
dedim. Ve onun söylediklerini hiç unutmayacağım:
hunu ihtiva eden bu millî nefis sanatın mahvolması yü
"Bir defa, sizin Türkiye dediğiniz memleket nerede
zünden, kaç takım esnaf beraberinde mahvolmuştur, bu
dir? dedi. Bir tüccar bir millet sıfatıyla karşımızda bir Yu
nu da bir dakika arz edeyim:
nanistan bir Türkiye değil iki Yunanistan görüyoruz. Biri
Hattatlık, kâğıtçılık, müzehhiblik, kalemtraşçılık,
bildiğiniz öbür Yunanistan, diğeri sizin Türkiye nâmı ver-'
hokkacılık, divitçilik, kalemdâncılık, mührecilik, mak-
mek istediğiniz ikinci Yunanistan'dır. Biz, limanlarınızda,
ta'cılık, mürekkebçilik, la'lcilik, bezzazlık, likacılık, ciltçi
şehirlerinizde Türk hayatı, Türk ticareti nâmına hiç bir-
lik, kalemcilik, çerçevecilik, cüzdancılık, ilh...
şey görmüyoruz ki... Ve benim bilhassa şu son sözüme
İşte etrafımızdaki nihayetsiz acı ve meş'ûm sefaletin dikkat ediniz: Yunanistan'ın memleketimize yolladığı si
menbaı olan nisyan ve ihmal, işte memleketimizi bir di- parişler nasıl bir Kristodolos, bir Diyamandi, bir Yani im
yâr-ı harab hâline koyan İktisadî felaketinin sebepleri. zasıyla geliyorsa sizin memleketinizin de bütün siparişle
ri bize aynı imzalarla geliyor. Ne vakit biz Ahmed Efen
Şimdi Çamlıca tepelerinden İstanbul’u, kendi kendi
dinin, Şakir Efendinin fakbrikalarımıza bir müşteri sıfatıy
mize bir defa daha seyredelim. Bir buçuk milyonluk bir
la müracaat ettiğini görürsek, bir de Türkiye var, bunu da
halkı barındıran bu koskoca şehir kendisi için lâzım ge
dahil-i hesab edelim, demek lüzumunu duyacağız..."
len şeyleri nereden tedarik ediyor, onu düşünelim.
Hamdullah Subhi
Ayastafanos tarafında, Beşiktaş arkalarında, Bey
koz'da tek tük, dumanlarını rüzgârlara bırakan birkaç ba
ca görürsünüz. Bunlardan başka şehrin nihayetsiz ihtiya-
câtını doyurabilecek ortada hiç bir dâmssınâ'a yok. De
ŞEHRIZADE MEHMED SAİD EFENDİ
mek ki bu büyük belde kendisine lâzım gelen her şeyi
başkalarından alıyor. Bu, bu memleketin ilk büyük felâ Ulemâ-yı müverrihinden bir zat olup tahsil ve tefey
keti, sonra bunun İkincisi var. Bizim için belki bu, birin yüzü memleketi olan İstanbul’dadır.
cisinden daha acı, daha esef-engîzdir. Evet biliyoruz ki İkmâl-i tahsilden sonra kalemî bazı memuriyetlerde
başımızdan ayağımıza, ordularımızdan mekteplerimize, bulunarak (1178) tarihinde irtihal etti. Kâtib Çelebi mu
kahve köşelerine varıncaya kadar bize her ne lâzımsa Av kallidi müdekkikçe bir müverrihtir. Fakat âsârının tab'ına
rupa yolluyor, fakat bunları kimlerin ellerinden alıyoruz, himmet olunmadığından iştihar edememiştir. Oldukça
kimler mütavassıt hizmetini görüyor, satış kârı kimlerin, tabiat-ı şiiriyesi de vardır. Asârı bervech-i âtidir:
cebinde kalıyor, bunu düşünmeye mecburuz. Size bir
1) Nevpeydâ- Mufassal ve istifadeli bir mukaddimeyi
Fransız’la vâki olan bir mükâlememi anlatacağım. Paris'te
hâvi tarihî bir eserdir. Bu mukaddimede mütalaa ve mü
çıkan bir gazeteye senelerce muhabirlik vazifesini gör
racaat ettiği âsâra dair ilm-i ahvâl-i kütüb kaidesine tevfi
müş olan muhatabıma âmîk bir teessürle şu suali sor
kan bir hayli malûmat ile Cihâr-yâr-ı güzîn hazerâtının ve
dum. Dedim ki: "Rica ederim bana izah ediniz. Sizin için
Selâtîn-i âl-i Osman'ın fezâil ve mezâyâsına ait yüz mad
Fransa'nın bir cüz'ü denilecek kadar Fransa tesirâtına tâ
delik mebâhis münderiçtir. Asıl mevzuu olan tarih kıs
bi olan bu memlekette milyarlarınızın dökülmüş olduğu
mında ise (699)dan bed' ile (301) senelik vekâyi-i Osmâ-
şu Türk toprağında, ana lisanıyla beraber Fransızcayı ço
niye muharrer olduğu gibi eserlerinden pek çok istifade
cuklarına okutmayı, öğretmeyi, Müslüman, Hristiyan bü
ettiği ve tarz-ı tahrirlerini beğendiği Kâtib Çelebi ile Na-
tün milletlerce bir vazife bilmiş şu eski dost memleketin
imâ'nın mufassal denecek derecede terâcim-i ahvâlini de
de, maddî ve manevî menfaatleriniz, Yunanistan'daki
mezkûrdur. Sultan Osman-ı Sâlis devrinde yazdığı bu
menfaatlerinizden yüz kere daha büyük iken nasıl oluyor
eserinde kendi tercüme-i hâlini ve isimleri aşağıda yazı-
da siz Türkiye'yi Yunanistan'a feda ediyorsunuz?" Muha
bir evvelce cevabını hazırlamış, hak ve kuvvetinden emin
Sayı 62 TÜRK YURDU 245
lan âsârma dair izahât-ı lâzimeyi yazıyor. Yegâne nüshası Başka memleketler ile bizim memleketimiz arasında,
Hâlis Efendi Kütübhânesindedir. "Kıtaât-ı zirâiye" meselesince pek esaslı bir fark mevcut
tur. Ziraat için İngiltere ile Almanya ve Fransa'da, kısmen
2) HeştBehişt. -Muhtasar İstanbul tarihidir.
İtalya ile Avusturya-Macaristan'da, "Arazi" kemmiyeten
3) Lübbü't-Tevârih. -Muhtasar Hanân-ı Kadîme tari
unsur-ı sabit ve gayr-i mütehavveldir; nüfus-ı zirâiye mü-
hidir. temevvec ve mütehavvel ddolunur. Arazinin sabit ve
4) Tuhfetü'l-Mustafaviyetihi f i Beyân-ı Kapudân-ı gayr-i mütehavvel addedilmesi, maddeten kıtaât-ı zirâiye
Devlet-i Aliyye. -Kapudân-ı deryâ Mustafa Paşa namına üzerine her sene birkaç dönümün iktisad-i millîde hiç ilâ
müelleftir. ve edilemeyeceğini göstermez. Nitekim yeni vesâit-i fen-
5) Zübdetü'l-Müteallikatibi bi'l-Bihâr. -Baltaoğlu niyenin keşfi, bazı mahallerin kurutulması, eski çıplak ka
Süleyman Bey'den bed' ile zamanı kapudanı olan Soğan yalıkların ormanlar ile kapatılması gibi, azîm gayretlerin
Yahni Mahmud Paşa zamanına kadar geçen kapudan pa semeresi olmak üzere, külliyevm kıtaât-ı arziye buralarda
şaların terâcim-i ahvâlini mübeyyin olup Tuhfe'm i muh bile artar. Demek, ziraatin unsur-ı sâbiti dûçâr-ı tahavvül
tasarıdır. Bir nüshası Halis Efendi Kütüphanesinde var olmaktadır. Fakat, bu tahavvül ehemmiyetsiz ve cüz'idir;
hükümden âdeta âri addolunur.
dır.
9) Gül-i Zîbâ. -Affanzâde Ahmed Naib Efendi m erhu at ile meşgul olması yüzünden, "sabit" değil temevvüce
mun vüzerâ terâcim-i ahvâlinden bâhis Hadikatü'l-Mü- müstaiddir. Miktarı artar da; birçok sebeplerden dolayı,
lûk ismindeki eserinin zeyli olup Nişancı Ahmed Pa- eksilir de. Derece-i işbâ-ı medenî ve nüfusîye memleketi
şa'dan Said Paşa'ya kadar 31 vezirin tercüme-i halleri miz yaklaştıkça, arazi bizim ziraatimiz için de, daha az
münderiçtir ki bunun da yegâne nüshası Sultan Bayezid-i mütemevvic bir unsur olacaktır. Ama, bugün öyle değil
Sânî Cami-i Şerifi cenahındaki Şeyhülislâm Veliyüddin dir; Onun için, sathan kabiliyet-i temevvüciyesini takip ve
Efendi Kütüphânesindedir. Hammer Tarihi'nin üçüncü tayin etmek, "nüfus-ı zirâiye" kadar mühim bir mesele
ettirilebilir.- Makul bir siyaset-i zirâiye bu hususta yine nin gönlü razı olmak istememelidir. İşte, istenemeyecek
mühim işler yapar, tahavvüller, tekâmüller temin ise de!- olan hakikat bundan ibarettir: Ziraat nokta-i nazarından:
Mütâlaât-ı âtiyemizin hüsn-i tefehhümü için bu noktanın Osmanlı memleketinin yedi kere küçülmüş olduğunu ve
da hatırda tutulması lâzımdır. arazimizin vasatî olarak, yalnız yedide birinden erbâb-ı zi-
Hakikate mümkün olduğu kadar yakın olmak üzere Vilâyetler için bu hâl biraz tefâvüt etmektedir:
alınabilen malûmât-ı ihsâiyyeye göre, hububât, bakliyât, Karesi % 40, Trabzon % 36,7, Bolu % 34,7, İzmit %
mahsulât-ı sınâiye, zeytiniye ile bağların memâlik-i Osmâ- 32,9, Bursa % 26,7, Aydın, Trabzon % 26,5, Adana % 21,6, ^
niye'de mezrû olduğu kıtaât-ı zirâiye mikdar-ı mecmuu Kastamonu % 19, Konya % 12, Ankara % 11 derecesinde
80 milyon ve ormanların ihâta ettiği arazinin sahası vüs'at-i coğrafiyesinden müstefid oluyor ve arazisini işle
ale't-takrib 75 milyon dönümden ibarettir. tebiliyor: Diğer vilayâtı ileriye sürmüyoruz; onlar içinde
Vilâyât-ı Osmâniye'nin içinde en çok mezrû ve en arazisinin % 6-1 derecesinden fazlasını işletemeyen na
7 milyon hektar hububâta mahsus araz-i Memâlik-i Osmaniye'de Ormandan gayri mezrû Tasarruf edilen araziye
tasarruf edilen arazi arazi nazaran kısm-ı mezrû
mezrûa) görülür. O hâlde, bizim vüs'atimiz,
V ilâyât M ilyon D ö n ü m V ilayât M ilyon D ö n ü m V ilayât Y üzde
bî payânlığımız hep lâfızda, zan ve vehimde
Aydın 53,7 Konya 6,8 Adana 60
dir. Hakikat hayatta: Biz, nisbeten daha kü
Kastamonu 40,5 Aydın 6,5 Bitlis 56
çüğüz ve düşkünüz. Hem garabete bakınız:
Konya 32,7 Ankara 6,2 Erzurum 54
Fransa arazi-i mezrûası hâsılât-ı seneviyesi- Urfa 31,9 Bursa 5,4 Ankara 39
nin kıymet-i mecmuası bizimkinden bir çok Canik 30,3 Adana 5 Bursa 37
sebepler ile fazla- olabilir, nitekim, öyledir; Edirne 22,1 Sivas 4,6 Musul 31
fakat, Fransa arazi-i mezrûasının -Fransa bir Trabzon 17,8 Trabzon 3,9 Diyarbakır 30
kaç kere bizden küçük olduğu hâlde- bizim Sivas 17,1 Haleb 3,8 Sivas 29
Ankara‘m 15 Diyarbakır 3,3 Trabzon 23
arazi-i mezruamızdan geniş olması, Fran
Bursa 14 Erzurum 3,6 Konya 22
sa'nın ziraatçe bizden vâsi ve bü)dik bulun
Suriye 14 Beyrut 3.2 Aydın 13
ması, insanın zihnine dokunabilir bir netice-i
Diyarbakır 11,9 Bitlis 2,8 Kastamonu 6
iktisadiyedir ve mahz-ı hakikattir. Fransa Adana 8,8 Kastamonu 2,6
1830 devirlerinde 5,30 milyon ve 1910 devir Musul 8,5 Musul 2,5
lerinde 5,4 milyon hektar satıh üzerinde sa Erzurum 6,7 Karesi 2,2
dece buğday ziraati icrâ eylemiş ve bununla Bitlis 5 Kudüs 1,2
bizim, ormanlar müstesna, kâffe-i arazi-i İstanbul 3.5 Mamûrâtü’l-Azîz 1.9
mezrûamızdan yarım milyon hektar derece İzmit 3.5
sinde az ve fakat, hububat (Buğday, arpa, çavdar, )mlaf, Tasarruf edilen araziye nazaran, kısm-ı mezrûu bin-
nisbe en çok olan vilâyet Adana'dır; Bitlis, Erzurum, An
mısır ve pirinç ilh.) mezrû olan arazimizden de kezâlik
kara, Bursa kezâlik ihmal edilmeyecek derecede, tasarruf
yarım milyon hektar fazla ziraat yapmıştır.
edilmekte olan arazisinin işletilmekte olduğunu gören
Boş kalan topraklarımızın hesabına yine rücû etmek bahtiyar kıt’aattan sayılabilir. Burada, ormanların hesaba
üzere, 100 milyon hektar arazi-i Osmâniye'den bugün zi ithal edilmemiş olması biraz mukayeseyi ihlâl eder ise
raat ile istifade edilmeyenlerinden ne mikdarının tasarruf de, büsbütün bizi şaşırtmaz.
edilmekte bulunduğunu ve ne kadar kısmının kâbil-i zi Biz OsmanlI memleketinde tasarruf edilmekte olan
raat olduğunu şimdi anlamak istiyoruz. Bunu bilmekliği ve 410 milyon dönüme cem’an yekûn varan kıt’aat-ı ara-
miz fevkalâde mühimdir. Acaba bugün işlenmekte olan ziyeden yalnız 80 milyonun hububât, bakliyat, mahsûlât-ı
15-16 milyon hektar arazimizden sonra, daha ne kadarı sanaiye, zeytiye ile bağlara tahsis edildiğini görüyor ve
işlenebilir? Yahut ne kadarı berâ-yı istirâhat mahsus bıra her sene çiftçilerimiz tarafından ellerinde bulunan arazi
kılmakta, mahsus dinlendirilmekte ve yahut çoluksuz ço den vasatiyen %19,7 derecesinin ziraat edilmekte oldu
cuksuz, nasipsiz ailelerin, ashâb-ı arazinin elinde bulun ğunu ve kezâlik tasarruf edilmekte olan bu araziden an
maktadır? Buna tamamen kestirme bir cevap vermeyece cak %18’nin de ormanlar ile muhât bulunduğunu anlıyo
ğiz; Elimizde olan bazı erkâm ile indî ve tahminî olsa da, ruz. Bunun delâleti şudur:
bir neticeye hep beraber vasıl olmaya çalışacağız ve mak Senevî ekilen biçilen arazi-i zirâiyenin arkasında, dört
sadımıza vâsıl olmak üzere, kıt’aat-ı mezrûa hakkında misli mesaha ve terbia mâlik hemen hemen aynı derece
mevcut malumât-ı ihsâiyeye nazaran vüsuku daha ziyade de münbit ve kâbil-i ziraat olmak üzere, Osmanlı çiftçisi
muhtac-ı tenkit addedilmeyecek olan vegi ve tasarruf ku- nin tasarruf eylediği arazi vardır; Bu arazi yine ziraat için
yûdâtından istifade edeceğiz. Memâlik-i Osmaniye'de hıfzedilmekte ve senevî binde dört hesabıyla kıymet üze
rinden câri olan vergiye tâbi olarak tasarruf olunmakta
binde on vergi ile mükellef, öşür vermeyen arazi ile, öşür
iken istifadesiz bırakılmaktadır. Netice vazıhtır: Kıt’aat-ı
vermekte olan arazi ve kıt’aat-ı zirâiyenin kuyûdât-ı tasar-
zirâiye-i hâzıranın vüs'ati, lüzum-ı İktisadî hâsıl olsa, millî
rufiyeye nazaran, mikdar-ı baliği ve arazi-i mezrûaya nis-
ve makul bir "Siyaset-i zirâiye takip edilse, dört misline
beti ve bervech-i âtîdir.
süratle ve emniyetle iblâğ edilmek mümkündür; Tabir-i
ahar ile zaman-ı hâzırda 20 milyonu doyuran bu toprak-
248 TÜRK YURDU S a y ı 62
1ar ile yüz milyon halkı suhûletle geçindirmek, fakr-ı hâ mevcut olduğundan, biraz daha ziyade toplu ellerde bu
zırdan kurtularak istihsalât-ı zirâiye-i hâzıramızı iki yüz el lunuyor.
li, üç yüz milyon liraya isal etmek pek güç bir iş değildir.
Bu cetvele az dikkat edilecek olur ise görülür ki, tam
Bundan sonra, kıtaât-ı zirâiyenin maddeten parçala manâ-yı İlmiyesiyle bizde büyük şekil tasarruf-ı arazi yok
ra ayrılması hâiz-i ehemmiyet bir netice-i iktisadiyedir. tur. Hatta, Adana'da bile dört buçuk milyon istihsâle-i zi
Memleketin hayat-ı zirâiyesinde toprağın inkısâm-ı mute râiye içinde 8-9 bin kişi tarafından sevk ve idare edilen
dil ve azîmi ve beher istihsâleye küçük veyahut büyük bir 8-9 milyon dönümlük Adana arazisi, müttesi olan, henüz
kıta-i arziyenin isabeti ve sonra nüfus-ı zirâiye ile nisbeti daha nâmütenâhi boşluklara mâlik bulunan Osmanlı
unutulmamak lâzımdır. memleketi için, büyük çiftçilik tasarrufâtına yüksek misal
Vesâik-i resmiye-i ihsâiyemizden çıkarabildiğimiz ne teşkil edecek derecede değildir.
ticelere göre, şöyle bir cetvel tertip etmek mümkündür: Maamafih, büyük çiftçilik için müsait şerâit hâsıl ol
dukça, en evvel davranacak kıt’aat, şüphe yok.
Tasarrufça arazinin inkısâmı Ziraat ve idarece arazinin inkısâmı
Adana, sonra Diyarbakır, Konya, Aydın ve Bur
Beher parçanın Beher istihsâleye
isabet eden mik- sa vilayetleridir. Ankara, Edirne, Trabzon, Suri-
mesâha-i vasati-
Vilâyât adedi (milyon) yesi (dönüm) Vilâyât dâr-ı arazi iönüm ) y e daha sonra gelecektir. Gençlikten ümit edi
Aydın 2,330 22 Adana 980 len intibah-ı zirâî hasıl olur, millî bir siyaset-i zi
Trabzon 2,225 80 Kastamonu 304 râiye esası, temelli Osmanlı Devleti için kuru
Konya 1,615 20 İstanbul 155 lur ise, her vilâyet üç dört defa kıt’aat-i zirâiye-
Mamuretülaziz 1,557 1,3 Diyarbakır 149 sini -Toprağın dibine doğru bir müddet için
Edirne 1,250 18 Konya 137 gitmeye hacet olmayarak- arttırır ve fütuhât-ı
Ankara 1,123 12 Musul 130
zirâiye, sath-ı türâb üzerinde vâki olarak, Os
Erzurum 628 11 Aydın 128
manlI memleketi üç dört defa büyüyebilir. Os
Beyrut 729 8 Bursa 118
Diyarbakır 788 Edirne 104 manlI memleketi bir taraftan siyasî hudutları
15
Suriye 921 15 Trabzon 102 darlaşarak m addeten küçülür iken, içinde
Sivas 927 18 Suriye 96 gayr-i meftûh olan kıt’aatı ilim, siyaset ve sanat
Kastamonu 954 43 Ankara 95 ile fethetmek yollarını bu vatanın öz oğulları
İzmit 820 4,5 Çatalca 87 anlayabilmen, akıllarını, ruhlarını biraz da ora
İstanbul 459 8 Kudüs 79 ya vererek, toprak ile daha iyi pençeleşen
Kudüs 250 11 Sivas 74
muntazam, muttarid harekâta, muayyen maka-
Bursa 230 61 Bitlis 70
sıda mâlik "Ziraat orduları" vücuda getirilmeli
Bundan sonra, Beyrut 55, Erzurum 48, Van 47, İzmit dir ki, vatan diğer taraftan -sanayiâtını telâfi ederek- yük
36, Mamuretülaziz 14 dönüm beher aile-i zirâiyeye vasa- selebilsin, hiç olmaz ise, hâlini muhafaza etsin!
tiyen isabet eden vilâyâtı teşkil eylemektedir. M. Zühdü
Tasarruf edilen arazinin içinde % 60’ından ziyadesi
her sene işletilmekte olan Adana vilayeti, umum mesâ-
ha-i sathiyesinin % 20 sinden fazla mikdarını ziraate tah
TÜRKLÜK ŞUÛNU
sis edememekte olmakla beraber, temayül-i umûmî itiba
riyle, ziraatte en ziyade piyasaların tesirâtından hassas ol Türk Bilgi Demeği. -İnkılaptan beş altı ay sonra,
mak isteyen ve memleketimize göre, vasati hesapla en 1324 senesi Kânûmevvelinde, ilk tabaka Türkçüleri olan
büyük ve vâsi çiftliği tatbik eylemeye çalışan mümtaz bir Necib Âsim, Veled Çelebi ve Bursalı Mehmed Tahir Bey
vilâyetimizdir; Burada, ziraat meşgale-i âdiye olmaktan lerle onlara iltihak eden genç Türkçüler birleşerek "Türk
uzaklaşarak, irad ve temettü istihsâline tavsit edilen bir Derneği" adlı bir cemiyet tesis etmişlerdi. Bu cemiyetin
sanat olmaya başlıyor; Onun için arazi, müsait şerâit dahi maksadı "Türk diye anılan bütün kavimlerin mazi ve hâl
deki âsâr, ef âl, ahvâl ve muhitini öğrenmeye ve öğretme
Sayı 62 TÜRK YURDU 249
ye çalışmak" idi. "Türk Derneği" Osmanlı Devleti'nde ku Emrullah Efendi hazretleri kısa bir nutukla derneğin der
rulan ilk Türkçülük cemiyeti olmuştur. "Türk Derneği", hal işe başlamasını teklif etti. Bunun üzerine şubelere se
kurulmasını müteakip hayli faaliyet göstermiş ve maksa çilen azanın isimleri okunup, her şubenin içtima gün ve
dına hâdim bir mecmua tesis ederek yedi sayısını çıkar saatleri tayin olundu.
maya da muvaffak olmuştu. Sonraları en faal azasının me
Yeni nizâmnâme lâyihasına göre, Türk Bilgi Derne-
murluk ve sair vazifelerle dağılması, "Dernek" ve mec
ği'nin ayrıldığı şubeler şunlardır: 1) Hayatiyât Şubesi, 2)
muasının birbirini daha canlı surette tutan başka cemiyet
Felsefe ve İçtimaiyât Şubesi, 3) Riyâziyât ve Maddiyât Şu
ve risalelerin doğması, ana derneğin zayıflamasını, uyuk
besi, 4) Türkiyât Şubesi, 5) İslâmiyât Şubesi, 6) Türkçü
lamasını intaç etmiştir. Derneği o hâlde bırakmak iste
lük Şubesi.
meyen bazı himmetli ve çalışkan Türkçüler, bilhassa Gö-
Martın 16. pazar gününden itibaren şubeler çalışma
kalp ve Celâl Sahir beyler, geçen senenin yaz aylarında
ya başladılar. "Türk Yurdu" "Türk Bilgi Derneği'nin" te
çalışarak "Türk Derneği"nin "Türk Bilgi Derneği" süre
şebbüs ettiği büyük işte muvaffak olmasını. Tanrı Teâlâ-
linde genişlemesi ve kuvvetlenmesi için lâzım gelen es-
dan niyaz eyler.
bâbı hazırlamakla meşgul oldular. "Türk Yurdu"nun 2. yı
lının 22. sayısında (8 Ağustos 1329) bu teşebbüsten bah Tam Yerinde Mükafat. -Evkâf Müsteşarı Hacı Evli
sedilerek deniliyor ki: "Türk Derneği" yalnız Türkiyat ya ve Evkâf İnşaat Müdür-i Umûmîsi Mimar Kemaleddin
(Turcologie) ile iştigal ediyordu. Şimdi bütün ilim şube Beyefendilerin ikinci rütbeden Mecidî nişanıyla taltif bu-
lerini ihtivâ etmek üzere "Türk Bilgi Derneği" nâmıyla İl yurulduklarını işitip çok sevindik. Bu iki âlim ve mukte
mî bir cemiyet vücuda getirilmesi takarrür etmiştir. dir Türk, Türk eserlerinin, Türk servetinin hıfzına, Türk
"Türk Bilgi Derneği" İlmî şubeleri muhtevi olacak; "Türk mimarlığının terakkisine cidden büyük hizmet ettiler ve
Derneği" "Türkiyat Derneği" ismiyle, Türk Bilgi Derne- ediyorlar. İhsan buyurulan nişanlar, hakan hazretlerinin
ği’nin bir şubesini teşkil edecektir. Derneğin tetebbuları- de bu hizmetleri takdir ile mükâfâta lâyık gördüklerini
nı neşr etmek üzere de "Bilgi Mecmuası" adlı bir mec gösteriyor. "Türk Yurdu" müşarünileyhimi samimiyetle
mua tesis olunacaktır. tebrike şitâb eder.
Tûkk Mı^m
'Türk teri n Tâi de^'ım C altsır
û f€. d e ^ ^ d e d e r ç c <t r
İlk B a h a r / A. Seyfettin
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde U r çıkar
EDEBİYAT
yor... Evet muzlim bir gece idi, babamla atlarımıza bine memleketimize gelecek felâketleri, peyamberâne zekâ
rek, kamerin tulûunu seyretmek için deniz kenarına doğ sıyla anlamış mı idi ki onun da gözlerinden yaşlar dökül
ru gidiyorduk. Bütün muhitimiz karanlıktı. Basık kum te meye başladı. Ve bu böylece bir zaman yan yana, kame
peleri, narin hurma ağaçları, incir dikenleriyle bölünmüş rin müstehzi nazarları altında, denizin parlaklık ummânı
bahçeler, ruhu sıkan siyahlığın içinde erimişti. Bu siyah karşısında ağladık. O, hayatını feda etmekte olduğu vata
tabiata, yalnız bahçelerden yükselen yasemin, portakal nı için ağlıyordu; ben de ihtimal ki ilk vatan muhabbeti
ve turunç çiçeklerinin rayihaları, taze beyaz bir hayat nef- ni babamdan öğrendiğimden, ihtimal vatan muhabbeti
hası serpiyor. nin en derin, en ulvî, en fecî bir timsâlini onda gördü
Babamın gözlerini beyhude arıyordum; -Onların o ğümden, ihtimal ki dünyada en ziyade vatanımla babamı
hummalı ateşini bile görmek kabil olmuyordu. -Fakat sevdiğimden ve her ikisine hürmetkâr ve derin muhab
görmeden de biliyordum ki onun sevgili nazarları, şimdi betimi hiç birbirinden ayırmadığımdan her ikisi için, bir
lüne çareler arıyordu. Fakat o esnada, onun şiddetli bir Bütün o acı gözyaşlarına rağmen o dakikalar, ne me
öksürüğü, benim göğsümü parçaladı: sut imiş!
-Babacığım yine öksürüyorsunuz? Şimdi o eski hatırların ebedî cenneti olan Trablus da
gitti... Beni dinleyen, tesellî eden babacığım da gitti... Ba
-Zararı yok kızım, geçer..
bamla ben yalnız hayatımın saadetini, istinadgâhını kay
Oh! O, pekala biliyordu ki geçmeyecek ve bu gaddar betmiş olmadım; o benim için her şeydi: Onun büyük ve
öksürük onu bizim muhitimizden ayıracak, ebediyen ayı merhametli kalbi bende ulvî hisler uyandıran mabedim-
racak. Fakat o, sıhhatini kurban ettiği vatanına, hayatını dl, onun titiz, sert vicdanı bana doğru yolu gösteren lâ-
da fedaya hazırlanıyor. Yaşayabileceği bir kaç seneyi de hutî bir meşalemdi, onun geniş ve parlak zekâsı beni da-
eksiltmekten hiç çekinmiyor. Memleketini müstefid ede imâ büyük vazifelere çeken yıldızımdı...
bilmek için mütemadiyen çalışıyor; Çok çalışmaktan ... Babasız yaşayalı hissettiğim tek bir teselli onun bu
maada da hiç bir düşüncesi yok... Alı Rabbim, ona sıhha kadar günleri görmemesidir...
tini tekrar ver! Oh, babacığım, babacığım! Mesut edebilmek için ci
-Kızım, bak ne güzel! ğerlerini parça parça ettiğin memleketin şimdiki hâlini,
tâ orada, kum tepesindeki taşsız, isimsiz, mezarından gö
Sevgili sesi dualarıma fasıla verdi.
rüyor musun? Yanında dolaşan düşman ayaklarının mağ
Orada, karşıda semânın zeminle birleştiği noktalar rur sesini işitiyor m usun?...
da, demin birtakım siyah kanatlar gibi duran bulutlar, Portakal çiçekleri, beyaz yaseminler, güzel kokulu
şimdi yavaş yavaş beyazlanıyor; Hafif hafif yaldızlanıyor fullar, orada Seyid Manzar tepesindeki babacığımın uzun
du. Sonra büsbütün parladılar, alevlendiler; o alevlerden beyaz mezarının etrafında büyüyün, büyüyün ve onu iyi
etrafa nurlar dağıldı. Nihayet, bulutların arkasından ka ce saklayın ki düşmanın mülevves ayakları onun mukad
mer nurlar içinde göründü. Âleme ziya serperek yükseli des toprağını çiğneyemesin...
yor, onu istikbâle hazırlanmış koyu lacivert denizi, inle
yen dalgaları, sâkit sahilleri, zarif hurma ağaçlarını, gölge
ye benzeyen kum tepelerini, nihayetsiz çölleri, şuh te İçeride ağlayan, ağlatan musiki son bir enînle sönü
yor... Karşıda kamer, son bir şuâını serperek kaybolu
bessümlerle selâmlıyordu. Oh, ne güzel, ne güzeldi...
yor... Kuvvetli bir alkış, balkonun sükûtunu boğarak be
Uzaktan, âhengdar bir ses, yeknesak bir tegannî, nim de sevgili rüyamı öldürdü.
şüphesiz güzel bir Arap kızının iki not üstünde okuduğu
Beşiktaş, 16 Nisan 1329
bir gazel gecenin garip, giryenâk bir duası gibi geliyordu.
Süyüm Bike
Tabiatı ruhlarımızın bütün kuvvetiyle anladığı o daki
kada kim bilir hangi bir hisle beni bekleyen bütün elim
matemleri sanki duymuştum. Acaba babam da sevgili
Sayı 63 TÜRK YURDU 255
Onlar senin tarihinin beş bin yıllık nefesleri. elleriyle kılıncına dayanmış duran genç zabiti bütün ru
huyla tanımak için süzüyordum. Bu defa kendine güve
Bir de şimdi bak içine: Bir âlem var, seyr et onu. nen bir azim şebâb, ona fesini önüne eğdirmiş, mütehar-
Bir çalkanma, bir geçit ki akar akar gelmez sonu. ri gözlerini yükseklere kaldırarak, mütefekkir bir simâ-yı
Ardında bir kızgın bulut, bak o yandan tozmuş Oğuz, muhtecibin ilk nûr-ı his ve ruh-ı idrâk ile süslenmeye baş
Bir yanda bak yalçın yüzü, dünyayı dar görmüş Yavuz. layan zinde ve taze renkleri içinde muntazam çizgilerle
Ey Türk adı! Gölgende var, uçsuz artsız bir saltanat, çehreyi tamamen inkişâf ettirmiş, bıyık ve sakalın munis
Germiş kolun tarihlere baştan başa bir tunç kanat. gölgeleri o güzel levhayı çerçevelemişti. Vaz-ı metininde,
o yaştaki galat-ı his neticesi, bastığı topraktan daha kavî
olduğunu iddia edercesine bir emniyet-i sabite var...
Lâkin senin Türküm diye kibrin sakın görülmesin.
Hakkın değil, dudakların sevinmesin ve gülmesin.
Ecdâdına, tarihine sen almadan bir intikam.
Üçüncü resim, üstadın hüviyet-i hakikiyesini tama
Ey Türk genci, ecdâdının nâmı sana olsun haram...
men gösteren, büyük bir şairin pek hisli bir simâ-yı sa-
Özkul nat-güzîni.
USTAD EKREM'İN RESİMLERİ temeyyüz ediyor. Bıyık sakaldan sarf-ı nazar, durgun göl
lerin koyu renk atlaslarla örtülmüş esâtiri menâzirini an
Köprülüzâde Fuad Beye
dıran nazarlar, bu on senelik müddet zarfında pek çok
Mürtesimât-ı ruhun en doğru ve en tabiî menâzirini, görmüş, çok dolaşmış, fazla hissetmiş, fakat yorulmamış
İlâhî olduğu için daima çehrelerin kat'î çizgilerinde, na hâlde, yalnız düşünceli ve pek ciddî ve asil bir âhengte,
zarların ekseriya durgun ve gizli, bazen müteheyyiç ve câlib-i nazar teâlîler gösteriyor. Yakalığı, boyun bağı,
râz-efşâ-yı mana görünüşlerinde aramak merakını, bu de omuzlarına düşmüş pelerini, bütün bir va'd-i şiir ve ha
fa Üstad Ekrem'in "Türk Yurdu"ndaki mecmua-i tesâviri- yâl! O zamanlar için sanatkârâne bir şıklığın esaslı ve ki
ni gördüğüm vakit şiddetle hissettim. Bence iğbirâr-en- barca giyinişi...
gîz olan bu his, kalbime garip bir nüfûz-ı hayal ile geldi.
Bunların hepsinden evvel ve sonra, üstadın simâ-yı
Bir müddet maziye kadar giderek Üstadın on iki yaşında
ki mevcudiyetine mülâki oldum! vicdanîsindeki hâl-i vecd ve istiğrâk en ziyade göze çarpı
yor. O kadar ki onda
256 TÜRK YURDU S a y ı 63
Çemen çemen ne için devr-i âlem etmezsin, ibi -o aralık bir mesti-i meserret neticeisi- hiç düşüneme
Olup baharına p îr u cihânın ey bülbül? diğimiz, beşeriyetin en bî günah gafletlerine tıpkı o yanı
Vatan bahara müreccah mı sence de yoksa mızdaki çocuklar gibi düşündüğümüzdendir...
Değil m i kabil nakl-i âşiyânın ey bülbül?
Üstad, bu levhada hissî varlığının en şaşaalı bir şehir
Sözleri üstadı kendine sığamayacak bir aşk sihr-i hay- ayinini yalnız o bakışıyla idare ve hatta idame ettiğine ka
yiz ile gençliğin her yeri güzel olan âlem-i hayalîsinde nidir. Nâsiyesi onlardan nur alıyor, göğsü onlardın sev-
gezdiğini gösteriyor. dâ-yı bülendiyle şişiyor, gözleri onlara bakmadığı hâlde
yanındaki onların temaşâ-yı hayal ateşiyle bilmem nerele- ^
Fakat o büyük kalp, "dünyaya geldiği saat dünyadan
re kadar uçuyor, dalıyor, yükseliyor!...
giden" kızı Piraye'nin her hâlde tanımaya vakit bulamadı
ğı ruh-ı nâzikine hayran ve müştâk bir hiss-i nezîh ve gir- Hayat ve hissiyât itibariyle bu levhasının azası ve
yân ile daha o yaşında heyet-i mecmuası kadar manâ-yı uhuvvet ve bünüvvet
nâtık sâkiti olan başka bir levha, ömrümde görmedim
Rahm edip âgâh eden ey servler taçlar beni!
desem mübâlağa etmiş olmam. Bu tasvir dâimâ saklana
Bî nişan terk eyledim eyvah evlâdım seni;
cak ve her vakit bakılacak bir şeydir.
Söyle yavrum eyleyim şâdâb-ı giryem hâkini
Hangi topraktır senin örten vücûd-ı pâkini?
Diyerek artık umum beşeriyetin o bitmez tükenmez Beşinci ve son resim sükût-engîz, rahm-âver bir hâl
tellahi-i mevt âşiyânına ilk hatve-i ziyaretini atıyor. Fakat de, pek çok şeyler anlatıyor.
nazarlar, yine sabit ve metin, göğsü yine müftehir, aşk sı
Simânın hey'et-i mecmuasında gizli veya âşikâr, bü
cak, buhâr-ı dil mevvâc, kuvvet-i irfan bütün isâbına hâ
tün elemlerin bugün artık telakki ettiği güya bellidir.
kim...
Sonra o güzel başı tutan boyun evvelki senelerden daha
ince; omuzlar biraz düşük, hiçbir şey ihsas etmez gibi gö
rünen sağ el bile beyaz kolluğun düşmesiyle pek ihtiyar
Dördüncü tasvir, hükümdarâne bir levha!
bir tavr-ı müessir almış!. Pek muntazam, fakat genişçe el
Yanındaki iki oğlundan ruhuna sirayet eden en haki bisenin içinden, bu eşyâ-yı zaruriyede artık tahammül
ki ve nuhuvvet-âver bir gurur uhuvvetin hemen yektâ de den bıkmış bir vücûd-ı münkesirin.
necek kadar mütekellim bir manzar-ı samimîsi.
Bilmezsin âh dağdağa-i inkisârımı...
Sağ el ve kolunun vaz-ı müstesnasındaki yine bu gu
diyen bir sinenin, ızdırapları hep meşhûd.
rura o kadar dikkat etmiyorum. Fakat bakışındaki gayr-i
mahdudiyet, bu hiss-i fahr ve tekebbürü telkine bütün Bunların hepsi şöyle dursun. Fakat üstâdın bu fotoğ-
haklarıyla muavenet ediyor. Sağında Ercümend, solunda rafisindeki istiğrâk-ı nazarın tesiri altında -hususen asıl
Nejad... fotoğrafiyi gödüğüm vakit tatlı, acı bir hâlde- ne türlü
ezildiğimi tarife kadir olamam.
Bu levhadaki manâ-yı mesudiyeti benim gibi iki oğul
babası olan ve sonra onların birini ve büyüğünü ebedi Bu derece uzaklara gitmeye muvaffak olmuş bir na
yen kaybeden zavallı bir peder, bütün incelikleriyle his zar, bence bitmez tükenmez ve hatta bütün bir asırlık ka
seder. Ah, bunu anlatabilmek kudret-i fıtriyesine mâlik dar macerâ-yı ömrü kendinde pek kolaylıkla okutur. Bu
olsa idi eminim ki büyük bir sanatkâr derecesine çıkar nazar bence nâmütenâhi bir silsile-i manâ, uzun olduğu
dım. kadar dolu bir ızdırap, bir enîn-i mebhût, bir ferâğ-i ulvî
ki ona bir hadd-i mutlak tayin edilmek zarurî olsa önü
Evet, refah-ı maneviyetin o bakıştaki manâ-yı tâmı,
müze "adem" çıkar!.
bu güzel ve hassas babada tükenmez bir sâmân-ı ruh ol
duğunu ne kadar meşru ve mukanni vicdan bir kat’iyetle Zavallı üstâdın bu nazar-ı melûlünde benim görebil
gösteriyor. Bu emniyetin bizde fazlalığını ve yanlışlığını diğim ib'âd-ı fezâ, mevtten, ademden başka birşey değil
anlatan şey, âtî hakkındaki gafletimiz ve ihtimalât-ı mesâ- dir. Öyle bir nazar ki, düşünüyor zannolunurken dalgın
Sayı 63 TÜRK YURDU 257
ve nereye niçin ne maksatla baktığını bilemeyecek kadar memleketimizde kurularak -İngiltere'de olduğu gibi- va
kendinden geçen karîbü'l-ufûl ve bütün adem... tandaşlarımız, bu tavassut-ı ticariyelerinin mükafatı ol
mak üzere, azîm kazanç temin edebilmektedir? Sanat, ti
Kızıltoprak
caret memleketi olmayınca, Osmanlı vatanı ne olabilir?
Ali Suad Olsa olsa çiftçi olur; biz çiftçiyiz. Sanayi-i sâirenin fıkdânı,
noksanı delâlet eder ki, vatanımız ziraat memleketidir.
cümlesi en tabiî ve müskit bir cevap olmak üzere, dera- Öyle mi? Bu deliller bize ne derecede hakikati göste
kab tekrar edilir. rebilmekte ve memleketimizin ziraat memleketi olduğu
Biraz tereddüt edilecek olur ise, deliller birer birer nu anlatmaktadır? Hakikat-i hayat, ziraatin mahsulâtı bize
OsmanlI topraklarının kıymeti altın değer; ne ekilse bire mahsûlâtına bakmaktan başka çare olmadığı muğlak bir
beş, on, yirmi, hatta yüz veren kıt’aat-ı Osmaniye, mazi-i mesele değil ise de, biraz izaha değer: Diğer memleket
tarihîde dünyaları doyurduğu gibi, bugün de büyük bir ler "Sınâî" memleket hâline gelip gelmediklerini, mah
kısım beşeri iğnâ eder. Anadolu ovalarının feyz-i tabiîsi, sulleri mikdar ve derecesiyle muâyene ve mevkilerini ta
Avrupa'da asırlarca temâdi etmiş olan ıslâhât-ı fenniye-i yin ederler. Meselâ, sınaî memleketler arasında bazıları
zirâiyeden fazla kıymetdardır. Ziraat nokta-i nazarından vardır ki imal ettikleri mensucat ile memleketleri ihtiyaç
memleketimizin kabiliyetini münakaşa etmeye kalkış larını istifa ettikten sonra -meselâ İngiltere'de olduğu gi
mak hatâ-yı azîmdir. bi- birkaç yüz milyon halkı da giyindirirler; yeryüzünün
üçte dörtte biri çıplak kalmıyor ise buna İngiliz âmilleri
2- Kemiyet-i zirâ. Osmanlı vatanının lâakal yüzde alt
yardım etmektedir; İngiliz sanayi-i hadidiye, nakliye ve ti-
mış beş evlâdı toprak ile uğraşmakta, cihan piyasalarına
cariyesi ile İngiltere'de yaşayan kırk elli milyon halkın ha
arz edilecek mevhubât-ı türâbiye ve mahsulât-ı tahliyeyi
ricinde bazen bir iki yüz milyon ecânibin ihtiyacât-ı hadi
ihrâc ile 15 milyon nüfusu hayatgüzâr olmaktadır. Memâ-
diye, nakliye, ticariyeleri teskin ve istifa edilmektedir. İş
lik-i Osmâniye'de bazı vilâyât vardır ki, halkın % 98'ini zi
te bunun için İngiltere'ye sınaî ve ticarî memleket unva
raat meşgul eder. Demek: Vatanımız ziraat memleketi
nı verilir.
dir.
İngiltere'ye Almanya, Almanya'ya Amerika, Fransa
3- Osmanlı memleketi ne müreffeh bir sanat-ı made-
peyrev olmaktadır. Avrupa'nın nurlu olan bu memleket
niyeye, ne cevval bir sanat-i ticariyeye, ne de teşekkül et
leri, öyle sanat, ticaret memleketleridir ki kendilerinden
miş bir sanat-i imâliye ve nakliyeye mâlik değildir. Halkı
maada, adetçe birkaç misline bâliğ olan akvâm-ı ecnebi-
mızın içinde kaç madenci vardır? Hangi memleketler ara
yeye kifâyet eder, birçok milletler ihtiyac-ı İktisadînin
sında vukua gelen mübadelât-ı ticariyeye, bizim memle
ketimiz tavassut etmekte ve dünyanın pazarları bizim
258 TÜRK YURDU S a y ı 63
âte§-i şedidinden kurtarır, onlara hazır eşya-yı masnûa, ti raat memleketi namzedi olmaya âdeta gayr-ı lâyık olan
cariye tedarik ve îtâ eylerler. memleketlerden daha bahtsız olmak üzere, sırf hububat
Bu memleketlerin içinde bazıları, peyderpey ziraat memleketidir. Toprağımızın istidadına ve ihtiyac-ı azîme
memleketi hâlinden çıkmaktadır; meselâ, İngiltere hu rağmen, "bakliyât" fevkalâde ehemmiyetsiz bir miktarda
bubat ve hayvanatı ihtiyâcını derece-i kâfiyede bizzat isti ziraat ediliyor. Bağların mesahası oldukça azîm ve şâyân-ı
fa edemiyor; ziraat memleketi nâmı verilen bazı memle dikkat olduğu hâlde kendilerinden istifade-i iktisadiye te
ketlere müracaat ederek, üçte, dörtte bir noksanını ora min edilemiyor. Ormanlar, faaliyet-i iktisadiye-i memle
lardan ikmal ediyor. kette en geri kalmış memleketler derecesinde olsun, bir
fayda veremiyor. Bizde evvelâ hububat, sâniyen mahsu-
O hâlde, memleketimizin vasf-ı İktisadîsini anlamak
lât-ı sınâiye ve zeytiye "ziraat-ı hâkime ve galibe" unvanı
için sormalıyız:
nı hâiz görünmektedir.
"OsmanlI memleketinin toprakları yeryüzünde Os Mahsûlât-ı zirâiyesi muntazam meşî tekâmül ile gi
manlIlardan maada, ne kadar milyon halkı doyurmakta den memleketlerde, aksâm-i zirâiyenin adeden arttığı te-
dır?" nevvü, mahsulât vukua geldikçe, azamî istifade-i türâbiye
Bunda muvaffakiyet ne kadar çok ise, Osmanlı vata hasıl olduğu görülmektedir. Osmanlı toprakları sinesin
nı ziraat memleketi unvanına o kadar liyakat kazanır. Ta de yeni yeni bir takım mahsulât-ı zirâiyenin yetiştirilme
biî: Bizim iddia edilen şöhret-i azîme-i iklimiyemize, kuv- ye başlandığını duyan bahtiyarlardan değildir. Pancar zi-
ve-i inbâtiyemize, azîm vüs'atimize ve halkımızın bundan raatinin bizde revaç bulduğunu; pamuk, kolza, ipek bö
başka bir sanat ile meşgul olmadığına nazaran, yeryüzün ceği mahsullerinin Avrupa'ya nisbeten rekabet edecek
de pazar-ı âleme çıkarmaklığımız icap eden mikdar-ı hâle geldiğini; çay, kahve gibi bazı mahsulâta kabiliyetli
mahsulât kimbilir ne kadar çok olmak iktiza eder? Yeryü olduğu iddiâ edilmiş Osmanlı topraklarında, memleketi
zünde kimbilir, vatandaşlarımızdan sonra, kendi büyük miz ihtiyacâtını istifa edecek surette ziraat icra etmek te
lüğümüzde kaç memleketin evlâdını biz doyurmaktayız? şebbüslerinin fiilî bir surette semere-i iktisadiye verdiğini
Lâkin, maatteessüf, bugün hiç bir memleketi biz do görmek belki bize nasip olmayacaktır,
yurmuyoruz. Hatta kendimizi bile doyuran tamamen biz Ziraatte maharet-i fenniyemizin noksanını sebep
değiliz. Bu acı hakikati mahsulât-ı zirâiyemizin mikdar-ı göstererek bazı yerlerde arazi ve iklimimizin teşkilât ve
senevisi bize anlatmaktadır. ahvâlinden istifade müşkilâtını veya imkânsızlığını red
detmeyerek bu muvaffakiyetsizliklere tabiî ve zarurî bir
netice gibi bakalım. Fakat, bizi bundan sonra bihakkın
(U C endişedar eden en hâkim ziraat-ı Osmâniyedir; yani, hu-
TD ^ 3
Eu ^ bubâtımızın hâlidir.
i =§ CU 1 1
6 ^ a ^ 'X G Hububat-ı Osmaniye arasında buğday (51 milyon
(U O
s? a "O
^ s â s §
hektolitre, 33 milyon lira kıymetinde olmak üzere) birin
H u b u b ât 66 84 59 115 m ilyon h ek to litre ciliği, arpa [39 milyon hektolitre, 15 milyon lira kıymetin
Nakliyât 2,2 2,9 1,7 262 M ilyon kg de olmak üzere] ikinciliği ihraz etmektedir. Mısır, çavdar,
M ahsıılât-ı sınaiye darı, ondan sonra sıra ile gelir.
ve zeytiye 3,7 4,8 11,4 76
Bağlar 5,8 7,5 4,4 1230 " Mahsulât-ı zirâiyenin hey'et-i umûmiyesinde nasıl te-
O rm anlar 80 105 1,4 ? nevvü ve taaddüd olmamak itibariyle âhengsizlik mevcut
Eşcâr-ı
ise, memleketin ihtiyacâtına derece-i tetâbuk itibariyle,
m ü sm irre 5 ? 4 ?
? ? 71,9
hububatın aksâmı arasında da öyle bir âhengsizlik vardır.
Mısır ile çavdar arpayı çekememekte, arpa da buğdaya
muttasıl rekabet etmektedir. Galebe elan buğdaydadır.
Bu cetvelden anlaşılacağı üzere, Osmanlı memleketi
Öyle zannolunur ki Osmanlı memleketinin mahsul-i hâ
kendisinden birkaç defa küçük, fena şerâite mâlik ve zi
kimi, madem ki buğdaydır, hiç olmaz ise buğday ihtiyâc-ı
Sayı 63 TÜRK YURDU 259
millî-i Osmânî'yi tamamen kâfildir. Halbuki emr ber akis O hâlde yine soralım: Ziraat memleketi miyiz? Kendi
tir, En hâkim zümre-i mahsulât-ı zirâiye içinde en yüksek mizden maada, ne kadar milyonluk kitle-i beşeri dojoır-
mevkii haiz bulunan buğday mahsulü bile henüz Osman maktayız?
lI memleketinin ihtiyâcım tatmin edememekte ve her se Kendimizi zor doyuruyoruz; Hatta, buna muvaffak
ne hariç memleketten (2,20 milyon liralığı öğütülmüş ve
olamıyoruz. Karşı taraflarda bir iktisad-ı ticârî 0)mnu, bi
965 bin liralığı öğütülmemiş olmak üzere) 3,2 milyon li
raz daha ucuz masraf ile sevk ve idare-i ziraat ve ticaret
ralık sade buğday celbedilmektedir. Bu miktar istihsâlât-ı
keyfiyeti, biraz daha faal bir hey'et-i ticariyenin vücudu,
milliyenin yüzde lO'u demektir.
Osmanlı memleketinin dahilî kıt’aatına nazaran bazı me-
İhtiyâc-ı millîyi istifa edecek surette buğday yetiştir vâkiin haric-i memlekete nispeten ve iktisaden daha faz
mek için şimdiki miktar-ı araziden ziyade iki üç milyoru la kurbiyeti, burada bir garîbe-i elîme tevlîd ediyor, fey-
dönüm tahsis edilmesi iktiza ediyor; Yüzlerce milyon ka yâz olan Osmanlı toprakları kendi evlâtlarını -iktidarı ol
bil-! ziraat boş araziye mâlik olan ve masârif-i zirâiyesi -İk- duğu hâlde- doyurmuyor.
tisad-ı ticarî oyunları işin içine girmedikçe- masârif-i zirâ
Demek: Ziraat memleketi de değiliz. Vatanımıza ma
iye-! ecnebiyeden dûn olması tabiî bulunan memleketi
dencilik, fabrikacılık memleketi değildir demiştik, ticaret
miz için, hariç memleketten buğday celbi kadar azîm bir
memleketi de diyemeyiz. Biz neyiz? Memleketimiz ne
garabet olamaz, Bunu, memleketlerini bilerek mukadde-
memleketidir? Vatanımızın vasf-ı İktisadîsi nedir?
rât-ı iktisadiyelerine doğru sevk eden memleketlerde
Tabiat bu kıt’ayı emsalsiz bir ziraat memleketi olmak
görmek asla kabil değildir.
için yaratmıştır, kanaatinde bulunan kimselerin nim mec
Buğdayı bırakalım! 15 milyon lira kıymetinde olan ar
ruh ve nim zinde delillerini unutmayalım. Lâkin bugün
pa mahsulünden 7 ilâ 8 yüz bin liralık, yani hasılâtından
hakikaten bize cihan-ı iktisatta bir vasf-ı İlmî bulmak
% 6 miktar ihrâcât-ı seneviye vâki olmakta ve bu hububat mümkün değildir.
meyanında en büyük miktarı vücuda getirmektedir. Mah-
Fakat, reddetmemeli, tabiat bizde feyyazdır; Kabil-i
sulât-ı hâkime-i Osmaniye'nin istihlâk-ı millîsi ile ihracâtı
ziraat vâsi boş arazimiz vardır. Bir Adana vilâyeti ile Bağ
miktar-ı umûmîsi mukayese edilince görülür ki Osmanlı
dat vilayetinin Osmanlı memleketi sükkânını doyurabile
memleketi nüfusunun bir iki milyonundan fazlası -nâmü-
ceği hakkında müdekkik Avmpa erbâb-ı ziraat ve fenni
tenâhi vâsi arazisi olduğu, ahalisi ziraat ile meşgul bulun
tarafından yapılan hesabât-ı dakika hayal değildir; Konya
duğu hâlde, hariçten gelen hububat ile bugün beslemek
vilâyetinin iiTâ edilmekte olan altı yedi milyon dönümlük
ve bu yüzden memâlik-i ecnebiyeye dört beş milyon lira
arazisi Konya vilâyetine hemen hemen yeni bir Konya vi
göndermek mecburiyetindedir. Cihan piyasasına Türki
lâyeti daha ilâve edecektir denilir ise, bu da hayal değil
ye'den binnetice hemen hemen birşey gitmemektedir.
dir, Adana dahilinde kurutulan bazı mahaller, mevcut
Bazen Osmanlı memleketinin hububat piyasalarında Ro
arazi-i vilâyetin sekizde birine tekabül edecek derecede
manya kadar, hatta Bulgaristan kadar ehemmiyeti yoktur
kudret-i feyze mâliktir; Buna da inanmamazlık etmemeli,
denilir ise buna taaccüb edilmemek lâzımdır.
Osmanlı memleketi halkının çiftçi olduğu ve ondan asla
Mahsulât-ı hâkime yerine ikinci derece-i ehemmiye mütenazzır bulunmadığı bir hakikattir. On dört on beş
ti hâiz olan ve günden güne tedenni ettiği görülen mah
milyonluk kitle-i beşer asla istlsgâr edilmeyecek bir mik-
sulâta gelince: Bunlar meyanından kuru ve taze mewele-
dar sayılmalı ve her gün her felâkete katlanmak için mü
rin (3 milyon liraya karîb) mühimce ihracat yaptıkları, tü
tehammil nazarlar ile muntazır bekleyen, istikbâl için ha-
tün mahsulâtının kezâlik nazar dikkati celbedecek bir
mûlâne çalışan Türk ve Osmanlı köylüsünün ruhunda sa
miktarda memâlik-i ecnebiye ihtiyacâtını istifa ettiği ka
natı ve toprağı, ha)n^anatı, sapanı ve mahsulâtı için,
bul edilebilir. Fakat, bunlar Osmanlı vatanının vasf-ı İkti
iman-ı din nuruna yakın sönük ve fakat parlamaya müs-
sadîsini tahvil edecek bir mahiyete ve ehemmiyet-i azî-
tait bir ışık yanar. Türk köylüsü onlara merbuttur.
meye maatteessüf mâlik değildir.
O hâlde ne için ziraat memleketi olmayalım?
260 TÜRK YURDU S a y ı 63
Her şey hazırdır, uzviyet-i içtimaiye-i Osmâniye'nin âleminde millî bir intibah husule getirdi. Zaten millî inti-
hangi çarkı, hangi zenbereği eksiktir? Hiç biri. Hepsi yer bâhlar, Gökalp'in pek iyi müşahede ettiği veçhile, hemen
li yerinde. Bununla beraber, işte uzviyet-i iktisadiyesi iş daima buhranlı zamanlarda doğar: "Bir millet, büyük bir
lemiyor. En lâyık olduğu vasfa liyâkat için lâzım olan faali felâkete uğradığı, korkunç bir tehlike karşısında bulun
yeti eseri, yani mahsulü yok! Ne için inkâr edelim. Os duğu zaman fertlerindeki şahsiyetleri bel' eder: O zaman
manlI memleketine bu gün ziraat memleketi demek bile umumun ruhunda yalnız millî bir şahsiyet yaşar. "(B
-manâ-yı âlîsine göre- gayr-i kabildir.
Milliyet, bir ırk, bir lisan ve bir an’anedir; Türk milli
Bunun sebebi şudur: yeti an’anesinin bin yıllık bünyesinde Din-i İslâm en mür
OsmanlI hey'et-i içtimaiyesi hiçbir nevi tezâhürât-ı him bir uzuv olmuştur: Agayefin "Türk ÂlemiG)'' diye
hayatiyesinde bugüne kadar "idrâk-i millî" denilen ve yazdığı sıra makaleleriyle Köprülüzâde'nin "Türklük. İs
milletleri yükselten, inhitâttan kurtaran millî-ilâhî bir lâmlık, Osmanlılık^)" unvanlı makalesinde bu tarihî haki
Türk rehberliğiyle sevk edilmemiş, teşkilât-ı siyâsiye ve kat, vuzuh ve kat’iyyetle beyan ve ilân olunuyordu. "Bir
iktisadiyesi "millî gayeler"e tevcih olunmamıştır. Benim milliyetin teşekkülünde en çok zî-nüfûz olan avâmilden
nazarımda Osmanlı ziraati doğacak, yaşayarak kurtula biri de dindir. Millî tarih bir dereceye kadar dinî tarih de
cak: Lâkin, her esası mükemmel olan bu çark, "millî mef mektir." Bu cihetle millî intibah, aynı zamanda dinî inti
kure" ile harekete getirilmelidir. Memleketi kurtarmak bah demek olacaktı. Vâkıa geçen sene Türk âleminde
için millî bir siyaset-i iktisadiye tatbikâtına başlanılmalı millî intibahla birlikte dinî intibahın da alâim-i bârizesi
Hâkim Türklük, millî neşv ü nemâsında devre-i istik nin en çok hâiz-ı kıymet ve ehemmiyet tecellîsi olarak
lâle eren eski tebaası tarafından mağlûben ric'ate icbâr "İttihâd ve Terakkî" fırka-i hâkimesinin umûmî konferan
olunurken, mahkûm Türklük’te hâkimlerin de tezâyüd sında, merkez-i umûmî namına okunmuş senelik raporu
ve teşeddüd eden millî heyecanın tazyikine uğruyordu. gösterilebilir.
Meselâ Rusya'da birkaç sene evvel sınıfî menfaatlerini gö İttihad ve Terakkî Fırkası'nın hayat-ı siyasiyesinde,
zeterek birleşmiş gibi görünen hâkim ve mahkûmlar, zıd
nazariyât itibariyle yeni bir devrenin mebdei addoluna
diyet-! millîye tesiriyle artık tamamen ayrılmışlardı.
cak kadar mühim olan bu raporun derece-i ehemmiyeti
El-hâsıl geçen yıl, Türklerin millî intibah senesi, şimal ni, daha okunduğu zamanlar bile "Türk Yurdu" gözden
Türk ceridelerinden birinin pek iyi bulduğu gibi Türkle kaçırmamıştı.iü Bu raporda, fırkanın faaliyet-i müstakbe-
rin milliyet yılı olmuştur. lesine esas olarak deniliyordu ki: "İttihad ve Terakkî Ce
1329 senesinin, Türklerce pek mühim olan bu sıfatı-" miyeti.... ve bilhassa ziraat ve maarif ve iktisada müteallik
nı Astrahan’da münteşir İdil gazetesi bulup ortaya çıkar hususâta ehemmiyet-i mahsusa atfeylemiştir. Gelecek si-
dı; "İdil" yıllık icmalinde "1913 senesi, bizde milliyet ve nîn-i teşrîiyede siyasî mücadelâttan ziyade İktisadî ka
kavmiyet hissini uyandırdı. Rusya'da sâkin Müslümanla nunlar ve müesseselere hasr-ı intizar ederek millette in-
rın en aşağı sınıfından en yukarı sınıfına kadar hepsi, bu tibah-ı İktisadî husule getirmeyi umde ittihaz edecektir:
seneden itibaren dünyada Türk-Tatar denilen bir milletin Biz İktisadî hayat itibariyle kendi kendimize kifayet ede
mukadderatı hakkında düşünmeye, Türk-Tatar dünya cek bir hâle gelmeliyiz." Biraz daha ileride: Diğer taraftan
sında eksikliklere ve fenalıklara dair kaygı gütmeye, ak terbiye-i milliye ve ahlâkiyemizin muhafazası emelinden
lıklarından ve iyiliklerinden sönmeye başladılar. Şairleri de kendimizi alamayız....Terakkiyât-ı medeniye itibariy
miz, muharrirlerimiz, muallimlerimiz, mollalarımız, mü le garba temessül mecburiyetinde bulunan Müslümanla
nevverlerimiz, zenginlerimiz, hâsılı hepimiz, Türk Tatar rı inhitattan kurtarmak için İslâmiyeti esas itibariyle
necip milletinin dünyada diğer milletler gibi yaşamayı bil- Asr-ı saadete, tatyihât itibariyle asr-ı hâzıra irca ve ter
mesiçün, ellerimiz, dillerimiz, mallarımız, düşünceleri fik etmek zarureti vardır....Milletlerin dinî surette bir
mizle, hizmete giriştik. Hak ve hakkaniyet davaları dün an’aneleri olduğu gibi, bir de lisan şeklinde bir an’anele-
yaya yayılmış milletler arasında, yalnız onların sözüne ka ri vardır... Binaenaleyh gerek millî lisanın daha seri bir va
nıp yatarak Türk-Tatar halkının yaşaması mümkün olma sıta-! tedrîs olduğunu ve gerek milliyet fikrin in bir Türk
dığı artık bu sene Rusya'daki Müslümanların cümlesine intibah ve tekâm ülüne en kuvvetli sâik olduğunu na-
âşikâr göründü. Bu yıla kadar Türk-Tatar isminden sıkı zar-ı dikkate alan İttihad ve Terakkî Fırkası bu sâiki der-
lan bazı genç mirzalarımız bile Türklük-Tatarlık sancağı pîş ederek akvâm-ı İslâmiye ve Osmaniye'nin terakki
altında toplandılar. Çağlı matbuatımız, gazeteler, mec sini tesri hususunu^T umde ittihaz etmiştir...."
mualar, hepsi bir meslek, bir maksat, bir gaye-i emel ta
Demek oluyor ki Osmanlı İmparatorluğu'nda geçen
kibine başladılar. O meslek, o maksat, o gaye de Türk-Ta
sene ve elyevm hâkim olan fırka-i siyasiye, müstakbel ha
tar milliyetini, kaza ve belâlardan saklayarak kuvvetlen
yat ve faaliyetinin umdeleri olmak üzere şunları kabul
dirmekten ibarettir. Bu nokta-i nazardan bakıldığı hâlde,
ediyordu: "İntibah-ı İktisadî", esasât-ı muhalledesini ihti-
geçen sene bizim Türk-Tatarların medeniyet tarihinde
yacât-ı asriyeye tevfik etmek sûretiyle bir İslâm intibah-ı
büyük ve mühim bir mevki tutacaktır."
dinîsi, akvâm-ı İslâmiye ve Osmaniye'nin terakkisini tesri
Türk dünyasının millî intibâh senesi, daha ziyade vu
eylemek vasıtasıyla bir Türk intibah-ı millîsi... İttihad ve
zuh ile anlaşılabilmek için, geçen yıl imparatorluk dahil
Terakkî Fırkası merkez raporunun bast ü beyan ettiği bu
ve hâricinde tahaddüs eden vekayi ve efkâr ayrı ayrı zik-
umdeler, icbâr-ı vekayi ile Türkler arasında tahassül et
rolunmak iktizâ eder.
miş ihtiyaç ve arzuların mahiyet-i esasiyeleri alınıp, derû-
nî ve mantıkî bağlar ile birbirine rabtolunarak, bir manzû-
me hâline getirmesinden çıkmıştı: Geçen sene, Türklü
1329 senesinde Devlet-i Osmâniye dahilinde harp
ğün ihtiyaç, arzu ve emellerini izhâr ve ilâm eden matbu
ten mütevellit millî, dinî ve İktisadî intibah fikr ve hissi
ve gayr-i matbu fikrî tecellîlerin hemen cümlesinde milli-
yet, din ve iktisad-ı millî meselelerinin en mühim ve en ve gayr-i Türk ticarethanelerle alış veriş etmemelerini
çok mevki tuttuğu görülür, Bu mesailin cümlesinin hak gösterenler vardır. Buna İrlanda'dan gelme bir tabirle
kıyla halli için, bir mesele-i müteahhirenin mevzuı bah- "boykotaj" diyorlar. Gayr-i Müslim OsmanlIların en yük
solması lâzım geliyordu ki o da "Kadın meselesi" idi. sek mehâfili tarafından bile, Müslümanların Hristiyan va
Vâkıalardan doğan fikirler, vâkıalar hâline geçmekte tandaşlarına "boykotaj" yaptıkları iddia edilerek Hükü
teahhur etmez; bazı vâkıalar fikirlerin müvellidi olduğu met-! Osmaniye'ye iştikâda bulunulmuştur. Biz bütün bu
gibi, fikirler de vâkıaların müvellididir. İntibah-ı İktisadî rivayet ve şikâyetlerde, mevcut ve meşhûd bir vâkıanın
fikirlerinin geçen sene fikir hâlinden fiil hâline geçtiğini arzuya göre tefsiri ve esbabının matlûba göre tayini nakî-
gördük, İntibah-ı İktisadînin nişâneleri, Osmanlı memle sasından sakınılmamış olduğuna zâhibiz. Bununla bera
ketinin her tarafında, hemen her gün bir sûretle tecellî ber, münasebet düşmüş iken, Türk intibah-ı İktisadîsinin
etti ve etmektedir. Birkaç yıl evvel, sırf müstehlik tanı muvaffakiyetiçün gayrıların rekabeti meselesine nasıl
nan, yalnız bütçe yiyip yaşar bir tufeyli sanılan Osmanlı baktığımı beyan ve ilân etmeksizin geçmek istemem.
Türkü, geçen sene bakkal, aşçı, manifaturacı, tuhafiyeci, Bence, bugünkü günde Türkler, ne siyaseten ve ne de ik-
kavaf, marangoz, inşaat müteahhidi, kitapçı, tüccar, ko tisaden taarruzî hareketinde bulunmamalıdırlar. Türkle-
misyoncu, iş beceren, hatta fabrikacı olabileceğini fiilî ve rin İktisadî faaliyeti, hayat-ı iktisadiyelerini müdafaa et
mukni misallerle gösterdi. İstanbul, Üsküdar sokaklarını, mek, tenemmu ve tekemmül ettirmek cihetine masruf
büyük çarşıyı, hatta Beyoğlu Cadde-i Kebîr’ini dolaşanlar, kalmalıdır. Bu tedâfüi vaziyet, makul, sebatlı ve devamlı
bir sene zarfında Türk-Müslüman dükkânlarının göze muhafaza olursa Türklerin esaret-i iktisadiyeden kurtul
çarpacak kadar arttığı müşahede ederler. masına yol açılmış olur. Hasım ve rakiplerinin Türklere
isnat ettikleri taarruzî hareketlerin vücuduna inanmıyo
İntibâh-ı İktisadînin asıl en mühim ciheti, sanat ve ti
rum; lâkin biz o isnatlara vesile olabilecek fiilden bile
careti hor gören ve bir Osmanlı Türk’üne lâyık meşgale
müctenib davranmalıyız; çünkü hakikî kuvvetlere istinat
ancak askerlikle memurluktur, diyen hatalı ve zararlı zih
etmeyerek, sırf his ve heyecan ile yapılan ef âl muvaffaki-
niyetin değişmesidir. Osmanlı saltanatında Türk burjuva
yetsizliğe mahkûmdur...
zisi hemen yok gibiydi. Zavallı Lehistan krallığında oldu
ğu veçhile, Türkiye'de dahi burjuvazi sınıfını mahkûm İntibâh-ı İktisadî, şehir halkına, ticaret ve sanayi mu
unsurlar teşkil ediyordu. Osmanlı, yalnız sipahi ve me amelâtına inhisar etmemiştir. Geçen sene içinde ziraat iş
murdu. Halbuki zamanımız devletlerinin temeli burjuva lerine de, gerek ferdî olarak, gerek cemiyetler teşkili su
zidir; muasır büyük devletler, sanatkâr, tüccar ve banka retiyle, gerekse müteşebbisi hükümet olmak üzere, hay
cı burjuvaziye dayanarak teessüs etmiştir. Türk intibah-ı li ehemmiyet verilmiştir. Konya, Adana ve İzmir vilâyetle
millîsi, Devlet-i Osmaniye'de Türk burjuvazisi tekevvünü ri ile İzmit ve Edremit sancakları bu ziraî faaliyette en ile
nün mebdei itibar olunabilir ve Türk burjuvazisinin inki- ri gidenlerdir. Konya'da bilhassa zürrâın mâlî ihtiyaçlarını
şâf-ı tabiîsi sekteye uğramayacak olursa, Osmanlı Devle- temin ve bu sûretle ziraati zamanımız usûlüyle tanzim
ti'nin sağlam taazzuvu temin edilmiş olur. için sırf yerli Türklerin teşebbüs-i şahsîleri semeresi ola
rak mahallî bir banka tesis ve küşâd olundu.
İntibâh-ı İktisadînin husulüne, hiç şüphe yok ki istih-
lâk-i umûmîyi tensik ve menâfi-i milliye-i iktisadiyeyi mü Osmanlı Türklerinin İktisadî faaliyetlerine kadınları
dafaa zımnında teşekkül etmiş "İstihlâk-ı millî" cemiyeti nın da bigâne kalmaması en ziyade sevinilecek ve iftihar
nin de tesir-i fikrîsi dokunmuştur; fakat asıl müessir, yu olunacak vekayidendir. Geçen sene zarfında bir Osmanlı
karıda izah eylediği veçhile vekâyi ve vekayiden sonra da hanımı hanımlara mahsus pastacı dükkânı açtı, bazı ha
ha canlı ve daha sağlam mehâfilin neşr-i fikr etmesi ve fa- nımlar zevçlerinin veya çocuklarının dükkânlarında kasa
aliyet-i ciddiyede bulunmasıdır. ya oturdular, birkaç hanım kız da telefon şirketine bilâ
imtihân kabul olunup işe başladı.
Türklerde ve alelumumı Müslümanlarda İktisadî faali
yetin artmasına sebep olarak, Türk-Müslüman müsteh Bitmedi.
madıkça "Girme" denilmediği gibi, mensup oldukları il başka bir vazifenin ifasına borçlu addolunur. Maktulün
ve kabilenin adıyla da çağırılmazlar. Sinlerine, mevkileri yurdunda her gün toplanmakta olan kadınlar, kızlar mü
ne göre mazhar-ı ihtiram olup layık oldukları hayatı takip essir mersiyeler ile "yoklar" eder. Taziyet için gelen gi
etmek hususunda da hukuk-ı tammeye mâlik bulunurlar. denlere, kabile yiğitlerinin vazifelerini ihtar ile icrasına
Fakat bazı esbabdan dolayı kabilenin gözünden düşerler teşci eylerler. Çok geçmeden tesiri de görülmeye başlar.
se yüzlerine karşı "Girme" denildiği gibi, kabilesinin is Afâk-ı kabile hiss-i intikâm ile kararır. Bozlar yiğitler, er
miyle de yâd olunmaya başlanır, Bu vaziyet tamir edile ler atlarına binerek kabilenin "Tu" (Tuğ-bayrak)ı altında
mediği surette girmenin o kabile arasında geçinmesi birleşir. "Kon"(b (Diyet) talebiyle müttehem kabile üze
güçleşir, onun için kendi kabilesine avdet etmek mecbu rine yürürler.. Kabile "Keman" verip tebrie-i zimmet et
riyeti elverir. Çoluk çocuğunu alarak ebâ ve ecdadının meye muvaffak olamadığı surette cinayeti üzerine alarak
mensup olduğu kabileyi arayarak bulur; uzaktan yakın "Bilgi" îtâsıyla "Kon"u deruhte etmesi iktiza eder. Fakat
dan akrabası demek olan kabilesi tarafından şadlıklarla ya tebrie-i zimmet yahut "Bilgi" îtâsı taayyün edinceye ka
karşılanır.. dar iki kabile arasındaki her türlü münasebât-ı dostâne
Bir Kazak için kabilesi, hayatında olduğu gibi, mema- münkati olur. Maktul tarafı ötekilere karşı her türlü teca
tında da mühimdir. Kazak dünyaya veda etti mi, hemen vüzü yalnız mübah değil, vazife addederler. Evvelleri
bütün erkân-ı kabilenin vadâatiyle istirahatgâh-ı ebedîsi böyle meselelerden dolayı büyük mukateleler vukua ge
ne isal edilir. Herkes bildiğini okuyarak ölünün afedilme- lir, müttehem kabile tarafından ele geçirebildiklerini esir
si hakkında Tanrının merhametini talep eyler. Bundan alırlarmış, şimdi bu derecesi metruk ise de, hayvanat iğ-
sonra taziyet merasimi icra edilir. Ölünün akraba ve taal- tinâm etmek, baskın yapmak... gibi şeyler hâlâ devam
lukatı, erkân-ı kabile yani ilk uluğları birer birer matem- ediyor. Şu kadar var ki "keman" yahut "bilgi" verilerek
zede ailenin nezdine gelerek biliyor ise kendileri, yahut beraet yahut cinayet anlaşılınca husumete nihayet verilir.
okuyarak çıkar.. Ekrem Bey, Ziya Paşa ve Namık Kemal ile başlayan
Merhum kendi ölümüyle vefat etmeyip başka bir ka teceddüd-i edebî asrında henüz pek genç iken edebiyat
bile mensubîni tarafından katledilmiş ise, o vakit kabilesi meydanına atılmıştı. Ahmed Midhat Efendi, Ebuzziya
Tevfik ve Abdülhak Hamid beylerle asırdaş idi, bunlar ay biyatın en kuvvetli sütunlarından biri şair-i merhum Ek
nı devirde hizmet ettiler, rem Bey idi. Bu zatın zevaliyle Osmanlı heyet-i şuara ve
üdebâsı pek muktedir bir uzvunu kaybeylemiş oluyor."
"Ekrem Bey yalnız ince şiirler yazmadı, Türk edebi
yatında emsali nâdir mensur eserler de vücuda getirdi. Ufa'da çıkan "Turmuş", "İslâm Dünyasında Büyük
Zayiât" diye yazdığı baş makalede, Türkiye'nin son sene
"Araba Sevdası" Türk edebiyatında unutulmayacak
eserlerdendir. Ekrem Bey üslup cihetiyle Mehmed Emin lerde uğradığı zayiât-ı azîmeyi kemâl-i teessürle sayar
fes eserlerine büyük bir meydan-ı müsabaka olan Paris sa zin en nâmdâr Müslüman tüccarları intihab olunmuşlardır.
lonunda, prensimizin kazandığı muhak mevki, bittabiî Cemiyet, bir daire-i mahsusa isticar edecek ve ashâb-ı mü
cümlemizin fahr ile göğüslerini kabarttırır, "Türk Yurdu", racaata merci olmak üzere bir müracaat bürosu tesis eyle
Türklerin yüzlerini ağartıp iftiharlarını mucip olan bu hiz yecektir, Memâlik-i mütemeddinenin her tarafında, türlü
met-! milliyelerinden dolayı, efendi hazretlerine şükran ve isim ve unvanlarla bu nevi cemiyetler pek çoktur. Ve bu
müntedârîsini, derin ve daimî tazimâtına terdîfen arz ve cemiyetler bilcümle azalarına hakikî menfaatler temin
takdim eyler. eder. Ve zaten bütün cemiyetlerin ve alelhusus erbâb-ı sa
Büyük Bir Türk Ticarethanesi. -Türklerin ticaret nayi ve ticaret cemiyetlerinin devam ve bekâsı, azalarına
teki istidatlarına delil olan vâkıalardan birisi de, martın 21, hakikî, yani maddî menfaatler temin etmekle ancak kabil
ve 28. cuma günleri, nutuklar, ziyafetler ve kurbanlarla er dir, Heyet-i idareye intihab olunanlar arasında bu dakikayı
kek ve kadınlara resm-i küşâdı icra olunan büyük bir Türk hakkıyla bilen ve anlayan zatlar bulunduğu cihetle İslâm
ticarethanesidir. Bu ticarethanenin müessisi Kırımlı Bekir- Tüccar Cemiyeti'nin beka ve devamına ümitliyiz ve bu
zâde Hacı Emir Haşan Efendi’dir. Beş sene evvel İstan ümidimiz bizi sevindiriyor.
bul'da küçükten işe başlayan bu zat, bugün birinci vakıf Yarışta Türklük. - Birkaç sene var ki Türk gençliği
hanının bütün birinci katını ve zîr-i zeminini kiralayacak yarışa, idmana ciddî bir merak ile sarıldı. Türklerin dünya
kadar işini genişletmeye muvaffak olmuştur. tarihinde en bariz seciyeleri kuvvetlilik, gürbüzlük, harp ve
Bu bü)Tik ticarethanenin kunduracılık dairesinde. darpta muvaffakiyet, fütuhât ve hâkimiyettir. Kuvvetli ol
Amerikan fotinlerinden hiç farksız yerli mamulâtı iskarpin, mak, yarışta kazanmak dileği kim bilir kaç bin yıllık, kaç
fotin ve botlar bulunduğu gibi, kunduracılık kerestesinin yüz asırlık bir yaşayışla bugün Türk ruhuna yerleşmiş, sin
de memleketten tedariki için, Hacı Emir Haşan Efendi İs miş bulunuyor. Şuurlu az bir faaliyet, tabiat olmuş bir has-
tanbul'da gön, meşin ve sahtiyan fabrikası tesis ve tanzim sayı çarçabuk canlandırır. Biz bu günlerde, Türk gürbüzlü
etmeye çalışıyor. Ticarethanenin bir tarafı bu mamûlâtın ğünün, Türk yarışçılığının yeni bir hayat ve hamle almak
satışına tahsis edilecektir. Hacı Emir Haşan ticarethanesi üzere olduğunu görüyoruz. Dört beş yıl evvel yarış ve id
nin şimdiden iki şubesi, birisi Bursa'da Tuzpazarı'nda diğe man meraklısı Türkler, gayr-i Türk kümeleri, adları ve ta
ri İstanbul'da Yeni Postahane karşısında mevcuttur. Lâkin birleri içinde gömülüp, eriyip gidiyorlardı. Bugün o saha
himmeti! ve gayretli tüccar bunlarla iktifa etmeyerek payi da da Türklük kendini gösteriyor: Türk gücü, Altınordu,
taht ve vilâyetlerde şubeler açmak emelindedir. Bu ticaret Bahriye Gücü, İdman Yurdu, Gürbüzler Ocağı, büyük
hanede Türkler için iftihar olunacak bir cihet daha vardır emelin fetihlerinden gelen ganimetlerdir. Geçen gün "Al
ki o da Vakıf Han’ın binası bir Türk mimarının plânı üzeri tın Ordu" şerefine yapılan yarışlarda bulunduk ve Türk
ne Türk üslûb-ı mimârisiyle ve Türk parasıyla inşa edilmiş gençliğinin sağlam, temiz, terbiyeli, intizamlı, muasır ve
olduğu gibi, mağazanın zevk-i selîm ile yapılmış doğrama medenî muvaffakiyetlerini gördükçe göğüslerimiz kabar
cılık mamûlâtı da bir Türk ustasının maharetli elinden çık dı, gözlerimize sevinç ve iftihar yaşları doldu. Yarışları sey
mıştır. Hacı Emir Haşan Efendinin ticaretinde muvaffaki rederken yerimizde bir türlü dek duramadık: Çırpındık, al
yetle geniş maksatlarına nâil olmasını, Cenab-ı Hak'dan di kışladık, haykırdık, tepindik, yani yaşadık! Onlar, yarışı ya
liyoruz. panlar bizden pek çok daha kesif ve şedîd bir hayatla yaşı
yorlardı; kocaman meydandan güç ve hayat taşıyordu. Bü
İslâm Tüccar Cemiyeti. - İstanbul'un İslâm tüccar tün Türk gençliğini o meydana, yarış, kazanç ve ün meyda
ları da nihayet taazzuv etmek ihtiyacını ciddî bir sûrette nına çağırıyoruz. Gelsinler, oynasınlar, yaşasınlar, kazan
duymuş görünüyorlar. Şimdiye kadar iki içtimaları vukua sınlar,. Zamanımız, hayatta pek ve sağlam olmayanlara in
geldi. Birinci içtimada, bir İslâm tüccar cemiyetinin lüzu safsızdır, kıyar. Yeryüzünde "benimı, bizim!" diyebileceği
mu esasen kabul edilip, bu cemiyetin nizâmnâmesi tertib miz, toprağımız, malımız olmasını istersek pek çetin ve
edilmek üzere bir komisyon intihab olunmuştu. İkinci iç sağlam olmalıyız... Yarış meydanında kol başılardan birisi,
timada bu nizâmnâme okunup kabul edilmiştir. Nizâmnâ hâlâ yarış ıstılâhının İngilizce olmasından şikâyet ediyor
menin münderecâtından anlaşıldığına göre cemiyetin du, Bu bizce pek haklı bir şikâyettir. Biz de niçin Macar
maksadı İslâm tüccarları arasında teârüf husule getirmek, kardeşlerimizin yaptığı gibi yapmayalım? Niçin yarış ıstılâh-
münasebât-ı dostâne tesis etmek ve tüccarlardan muhtac-ı larının hepsini Türkçeye çevirmeyelim? Öteden beri bini
muâvenet olanlara yardım eylemek; İslâmlarda teşebbüs-i ci, koşucu ve yarışçı olan Türk’ün dili, bu meydanda lüzu
şahsî fikrini tamîm, İslâm tüccarlarına zamanımızda as- mu olacak sözlerin, tabirlerin hepsine yeter; Buna hiç şüp
hab-ı ticarete lüzumlu malûmatın icrasını temin etmek ve he edilmesin. Son söz olarak, bütün yarışçıları tebrik edi
İslâm tüccarların evlâdını ticaret ruhunda tahsil ettirebil yoruz ve diyoruz ki başladığınız iş pek büyüktür: Yürüyün,
mektir. İslâm Tüccar Cemiyeti'nin idare heyetine, şehrimi koşun, ilerleyin. Tanrı yardımcınız olsun!
•m m ^
T û k k ;^ u k o u
T4r£ terin Tat ötesine Caltstr 'S m ' 'N,
û fi d e ^ ^ ^ ^ e d c T f c ^ «z ^
E d e b iy a t: Selâm S a n a / M e h m e d E m in
N e v a î’d e n E vvel / K ö p rü lü z â d e M e h m e d F u a d
TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
Seherleri, bir hasta kız dudağında açılan O beyaz ay, o yıldızlar nerde?
Handelerin sarı, kansız gülünden; Söndürmüş mü onları da bu yağmur?
Geceleri, bir öksüzün yüreğine saçılan Mahşer mi var, bilmiyorum göklerde?.
Matemlerin tülünden.. Hüküm süren her tarafta korkudur:
Yıldızları titreyerek süzüyor her tarafı; Gülemiyor bu gecenin hiç yüzü,
Ey korkudan benzi atmış bir baş gibi yükseklerden Her yer bekler inleyerek gündüzü.
sarkıyor.
Bahariye, 21 Şubat, 1329
Beyaz değil kışlarının zanbağı.
Sabiha N afiz
Gül rengi;
( ü Budapeşte şehrinde Macar Turancılarının da iştirak-i mesâisiyle "Cel-Hedef' unvanlı bir risale neşrolunmaktadır. Risalenin müdür-i mesulü
Baro Nyâıy Aibert Dr. tarafından yazılıp 1914 senesinin birinci sayısında intişar etmiş olan bu makale, Macaristan'ın Turanîlikte ifâ etmesi
lâzım gelen vazifeleri gösterdiğinden bütün Türklerce hâiz-i ehemmiyettir. Makalenin Türkçeye tercümesini, Macarlı dostlarımızdan Doktor
Mesaros Yoli Efendi idarehanemize göndermek lütufkârlığında bulundular. Mecmuamıza muavenetlerinden dolayı muhterem dostumuz
Mesaros Efendiye ve makalenin muharriri Baron cenahlarına arz-ı teşekkür ediyoruz. - T. Y.
Sayı 64 TÜRK YURDU 271
tıyla ve nâmımızı hâmilen başka yerlerde idare ediyorlar. Rus rubleleri mütemadi bir faaliyetle çalışmaktadırlar.
İttifaklardan sıkça bahsetmemiz bile câiz değildir, zira ha- Rusofiller nâil-i maksat olmak için hiçbir vesâitten çekin
yat-ı hâriciyemizde bunların tesiri muvakkattir, Ancak İk memekte olup hatta Bulgar tahtını bile sarsmak tasavvu
tisadî, İçtimaî rabıtalar tevlid edilebileceği mevzubahs runda bulunmaktadırlar; Avusturya-Macaristan Balkan
olabilir ki bu da ileride husule gelecek fırsatlarla müsait zemininin ne kadar muhâtaralı bulunduğunu bildiği hâl
zamanlardan istifade etmekle temin edilebilir. İttifâkın de Kral Ferdinand'ı tahtının kaybetmesi muhâtara ve teh
böyle mahdud eşkâli bizce elzemdir. İmparator Wilhelm, likesinden müdafaa için teşebbüsât-ı lâzimede bulunma
ticaret için vaktini seyahatle geçiriyor. İtalya çevik siya- maktadır.
set-i hâriciyesiyle hâl-i iflâsta bulunan memleketini birkaç Hâl-i hâzırda Bulgarlığın, Fransa ve Rusya'ya karşı
sene zarfında semeredar bir dereceye i’lâ etti. İngiltere olan adâvetinden süratle istifade ederek azîm âtiyi hâiz
ise menâbi-i iktisadiye-i hâriciyeye bi's-sülûk tetebbuatta" olan terakkiyâtında işgâl-i mevki etmeliyiz. Bulgarlar zafi
bulunmak ihtiyacını hissetmektedir. yetlerini pek iyi hissetmiş olmalarından mütevelliddir ki
Merbutiyet-i iktisadiyesi birinci dereceyi hâiz ve aynı kendilerine muin bir dost aramakta ve kemâl-i iştiyâkla
zamanda menfaat-i hükümete hâdim görülen memleket Tuna'nın üst cihetine, kendilerine nisbeten belki daha âlî
leri sıra ile gözden geçirerek akvâm-ı âlem arasında mu- seviyede bulunan Macarların muâvenetinden istifade
kârenet-i ırkıyemiz olan akvâmı arayalım. Çünkü karabe edebilmek için, tevcih-i nazar etmektedirler.
tin bahşettiği alâka, başlangıçta her hâlde muvaffakiyete Memleketlerindeki taze, iyi tohum, bahçelerinde
vesile olur. mütecânis meyve ağaçlarının bulunmamasından ve zaten
Vaktâ ki Balkan Harb-i müdhişi başladı, Slav ve Bul- usûl-ı atîkadan olmakla beraber harb-i âhir dolayısıyla ta
garlara karşı bütün teveccüh ve temâyülâtımız kuvve-i kâ- mamen mahvolan cins bakırı ıslâh ve ormanları idare et
milesiyle Türklere matûf idi. Maamafih Bulgarları muhâ- tirmekte harice her hâlde ihtiyaçları vardır. Bunların te
ceret-i umûmiyenin son dalgalarından olarak Balkan'a, minine biz medar olabiliriz.
Slavların arasına yerleşerek mezheplerini kabul etmiş, Bu hususta emin olmalıyız ki Bulgarlar böyle bir mu-
birkaç asır zarfında bütün şahsiyet ve hissiyât-ı milliyele- âveneti şükraniyetle kabul edeceklerinden iktisaden ve
rini kaybetmiş olarak tanırız. Hatta kendileri bile hakiki hâkimiyete!! terakkiye müstaid olan ve harb-i ahîrin acı
Slav iddiasında bulunurlar ki menfur muharebede bile tahribatına rağmen âtiyen dahi Balkan'ın hâiz-i nüfûz bir
çar namına hareket ettiler. Esnâ-yı harpte o kadar hâsiyet hükümeti olacağı muhtemel bulunan bu hükümetle irti-
gösterdiler ki haklarında beslediğimiz fikr-i galîz zâil ola bat-ı iktisadiye ve tesmiyede bulunmaklığımız bizim için
rak nazar-i hürmetle görmeğe başladık. Hele idaresizlik pek kabildir.
lerine binaen harpten münhezim olarak çıkmaları bizde
İhtiyacât-ı iktisadiyesinin küllî kısmını biz temin ede
yeni bir meveddet ve muhaleset uyandırdı. İşte şimdi
biliriz; Çünkü Bulgar piyasası eski mültezimlerine karşı
kardeşleri iddiasında bulunduğu kimselerin gösterdikle
iştihasızlık ve nefret gösterdiğinden onların yerleri he
ri sadakatsizliğe mebnî Bulgarlar artık müteyakkız olarak
nüz berikileri tarafından işgal edilmemiştir. En yakın
kendi hâmisi ve sahibi büyük çar olmadığını, karâbet ve
komşu biz olduğumuz hâlde Bulgar piyasasını işgalde
ittifakı Slavlar arasında aramayıp başka yerlerde araması
kat’iyyen gecikeceğimiz bîiştibâhtır.
icap ettiğini bi'l-idrâk aslen ve hilkaten nereye mensup
bulunduklarını itiraf etmektedir. Bu fikri evvel emirde ef- Türklerin müttefiklere terk ettikleri o müzehher vilâ-
kâr-ı münevvere sahibi olanlar tesis ettiler; fakat her na yât bize nazaran şimdiden gaybûbet-i ebediyededirler.
sılsa asırlardan beri ketmedilen bu hakikat, bütün Bulgar Maziyi tahatturla mükedder olmayalım, zararlardan mü-
ahalisini meşgul etmeğe başlamış ve onlar da bundan tenebbihen hâlden istifâde edebilmek için gayret edelim,
sonra hem-ırk olan Türk ve Macarlarla akd-i muhadenet Türklerin kuvvetleri hâlâ mevcut olup bu muhit bizim
etmek arzusunu uyandırmıştır. Bu fikrin en ziyade hâdi- için açıktır. Mazi binlerce delâiliyle bizi Türklere rabte-
mi Murani Kontluğu ve Bulgar Krallığı'yla müftehir bizzat der. Bulgarlar, Türkler dahi Macarlar gibi Ural, Altay akvâ-
kraldır. Bu fikri söndürmek için âlet-i sihr ve cazibe olan mındandır. Mazide her ne kadar yekdiğerimizin bâis-i za'f
272 TÜRK YURDU S a y ı 64
ve mevti olduk ise de istikbâlde de vukuu icap etmez. tinde sülük etmeleri için de çok zaman lâzımdır. Bu za
Esasen yek-diğerimize kin ve adâvet kat’iyyen besleme man takarrüp etmedikçe Türkiye'ye teceddüd etmiş na
dik. Hatta Türklerin bir buçuk asırlık taht-i tahakkümle zarıyla bakılamaz. Eğer harb-i ahîrde olduğu gibi orduya
rinde yaşadığımız zaman bile bu hisle mütehassis olma me'kûlât yetiştiremez ise orduyu tanzim ve ıslâhı beyhu-
dık. dedir. Ordu mazide olduğu gibi hâl-i hâzırda da aynı kuv
Türkler lisanımızı, kavâninimizi, mezhebimizi ve em vete mâliktir. Türkler her zaman tahsil ve ıslâhata âmâde-
lâkimizi her şeyden masun ve ibka kılmıştı. Türklerin dirler: Onlara zirâati talim edecek olan kimseleri mem
memleketimizden ric'atlerinde yekdiğerimizle ağlayarak nuniyetle kabul ederler. Şimdiye değin ziraat memleketi
vedalaştık. Bu hâlin tarih-i âlemde henüz misli görülme diye şöhret bulmuş olan ve Türkiye'ye en yakın bulunan
miştir. Türkler bizi helâk edebilirlerdi, fakat bunların hiç biz Macarlar kılavuzluk etmeliyiz. Her sene bir çok talebe
birini yapmadı. Kendi taht-i idarelerinde bulunan şâir ihraç eden ziraat mekteplerimizden memleketimizde
memleketlerde dahi tatbik etmemişlerdir. Türklerin bu işin fıkdanından dolayı müzayaka çekmekte olan birçok
âlicenaplıklarına Balkan ahalisi zulmetle mukabele etmiş kimseler bilâ tavsiye bu yeni hayata şitâb etmelidirler.
lerdir. Terkettiği güzel arazideki sâbıkan tabiiyetinde bu Türkiye'de kendileri için bir saha-i azîm bulacaklarını bu
lunan ahalinin bile nefretine bâis olmamıştır. Tökeli, Ra- gençlere tefhim etmelidir.
koczi, Kossuth bu vâsi âlemde Türkiye'den başka barına Tabiaten kuvve-i inbâtiyeyi hâvi olan bu arazide çift
cak yer bulamamışlar ve nihayet Türlerin misafirperver likler husule getirebilirler. Türk zürrâı kendilerine şükrâ-
liklerine nâil olmuşlardır. niyetle muamele edeceklerinden gayret-i zâtiyesiyle na
Bugün bir kimse yalnız: Macarım! Kelimesini söyle mus dairesinde hem zengin olur, hem de istirahat eder
mekle bütün memâlik-i Osmâniye'de seyahat edebilir. ler ve zaman-ı şeyhûhetlerinde vatanlarına dahi avdet
Çünkü bu kelimeyi her köy anlar ve ona zahir olarak Ma edebilirler ki gençlerimiz bu mütalâayı kabul ederlerse,
car misafirine hâliyle mütenasip her türlü yardımda bulu değil yalnız Türkiye'nin yeniden dünyaya getirilmesine
nur. Bir zaman Türklere karşı bizde de meyi ve muhab ve nâil-i servet olmasına medar olmak belki Macaris
bet mevcut idi. Kardeşlerimizi biz de sevdik, son Rus mu tan'da yeni ve iyi bir sınıf teşkil etmiş olurlar. Servetsiz bir
harebesinde gençlerimiz hatıra olarak Abdülkerim'e bir çiftçi dahi Türkiye'de tecrübeler yapabilir; orada arazi
kılıç götürdüler, Gazi Osman Paşa'nın Plevne istihkamâtı ucuz, kâmilen hâlî ve bâkirdir. Tohumunu Türk arazisin
arkasında kendini müdafaa ettiği zaman bütün Macarlar de zer' etmek teşebbüsünde bulunan bir kimse amelî
meserretlere gark oldular. Fakat şâyân-ı eseftir ki Balkan malûmât ile gayret ederek usûl-i cedîde-i zirâiyenin tatbi
Muharebesi'ndeki mağlûbiyet haberlerinde eski hatırâtı kiyle birkaç senelik vâridâtla sermayesini teksir edebilir.
tekrar etmeyerek hükümraniyetin dağılmasını nazar-ı Türkiye ile bu'diyet pek az olduğundan orada bula
müsâmaha ile gördük. Edirne’nin tahrip edilen camiinin nacak bir Macar vatandan tebâüd etmiş olmaz. Aynı za
minaresine hilâlin yevm-i iâdesinde pâyitahtımızda belki manda hukukunun muhafaza edilmeyeceği cihetinden
benden başka pencerelerini tenvir eden kimse bulunma de korkmamalıdır. Türkiye hırsız ve gâsıplara karşı belki
mıştır. Bu müsamahamız iyi kalpli Türkleri her hâlde mü sıkı ve şedîd kanunlar yapmamıştır, çünkü ihtiyaç yoktur.
teessir etmiştir. Lâkin onun saf ve pak kalbi iğbirâr tut Hatta ahlâk-ı cemîle ve namûs sahibi olan bu ahali, arala
maz, asayiş ve sükûnun iadesinde bizleri yine yeniden ye rında sâkin Macar kardeşlerinin zarar ve ziyanından vika
gâne kardeş olarak yâd eder ve sever. yesi için muhafızlık dahi ederler. Biraz sermayesi olanlar
Türklerin ziraat ve maariften bu dereceye kadar geri müstecir sıfatıyla gitsinler her hâlde nâil-i servet olacak
kalmaları şimdeye kadar ibadet ve harple vakit geçirdik lardır. Ormanlar, maden şimdiye kadar muntazaman he
lerinden mütevelliddir. Bugün sultanın elinde bulunan men hemen işletilmemiş gibidir. Macar müessesâtı -lâkin
memâlik yine büyük, zengin fakat hâlîdir. Araziden tohu öyle Macarlardan müteşekkil bulunmalıdır ki Macarlık
mu ancak istihsal edebilirler, veyahut hiç bir mahsul ala nâmı tahtında itibarımızı bozmasınlar- gitsinler; hükümet
mazlar; çünkü iyi arazi henüz kullanılmamaktadır. Türk onlara her türlü müsaadât ve teshilât îtâ edecektir.
Memleketimizin rekâbet-i iktisadiyedeki şeâmetine de idi. Halbuki yeniden küşâd edilecek olan menâbi-i ti-
mebnî muktedir ve mütehammil bulunamayan müteşeb cariyeden dahi yine ecnebiler temin-i istifade edecekler
bislerle kendilerinde hiss-i ticarîsi olanlar dahi nâil-i ser dir. Acaba biz Macarlar bu fırsattan niçün istifade etmiyo
vet olabilirler. Tabiplerimiz memleketin ihtiyacından faz ruz? Eşyâ-yı ticariye ve istihzârât-ı dâhiliyemizi kabul ettir
la mikdarda bulunduklarından öyle bir zaman gelecek mek için Türkiye'ye bizim teklifâtta bulunmaklığımız lâ
bunlar ne kadar mütefennin olurlarsa olsunlar memle zımdır. Eğer diğer emtia-i ticariye ile hem-ayar eşya verir
ketlerinde refah-ı hâl ile yaşayamayacaklardır; Memâlik-i sek ve onu zengin olmak fikrini takip etmediğimiz takdir
Osmaniye'de usûl-i tedavide mütetabbiblik(kökçülük) de kat’iyyen rekabette kazanacağımız şüphesizdir. Aksi
usûlü câridir dense câizdir ki hükümet hâlâ bu cihete ol takdirde Türklerin teveccühü bir kere kaybedilirse mev-
dukça ehemmiyet vermektedir. kiimiz ebediyen tehlikeye düşer. İhracatı şimdi dahi ol
dukça mühim olan Zolna(Zsolna) Fabrikası gibi eski ve
Hastahanesi, idaresi ve sair bu nevi müessesâtın teş
meşhur nesciyât fabrikalamızın ihracatı az bir zaman zar
kili için Macar tabiplerine ihtiyaç vardır. Keza mühendis
fında on misline iblâğ edilmesi kabildir. Bâhusus Türki
lerimiz bu yakın ve nâfi yerleri bırakıp Çin ve Japonyala-
ye'nin tanzim ve teçhiz etmekte olduğu ordusuna pek
ra kadar ihtiyar-ı zahmet etmektedirler. Ressamlarımız
çok elbiselik çuha lâzımdır. Mamulât-ı hadidiyesi olduk
zengin olmak için Amerikalara kadar gitmemelidirler;
ça mühim olan memleketimiz fabrikaları ıslâh ederek de
Orada görecekleri istifadeleri Türkiye'de dahi temin ede
recesi henüz cüz'iyette bulunan ziraat makineleri ve esli-
bilirler. Filvaki eskiler Müslümanları resimden men edi
ha imali cihetine gidilmelidir.
yor, fakat Jön Türkler bunu âdât-ı kadîmeden addetmek
tedirler. Hatta son zamanlarda Balkan Muharebesi'nde Türkiye ve Bulgaristan piyasasında orduya ve ziraata
müttefiklerin ahali-i İslâmiye'ye revâ gördükleri mezâ- müteallik ihracat gözümüzün önündedir. Türkiye'ye şim
lim-i müdhişeyi evlâd u ahfâdının dâimâ nazar-ı intibâ- diye kadar mühim mikyasta vuku bulan ihracatımızı an
hında bulundurmak üzere musavver duvar levhaları ter cak askerî kunduralar teşkil etmiştir.
sim ettirerek mekteplere talik etmek istediler ise de ma Sanayiimizde tebeddülât-ı cedîde husûlü için her
alesef neticesiz kaldı, bu da mahza hiç bir ressamın te hâlde müteyakkız ve işgüzâr olmalıyız, Türkiye ile büyük
şebbüs etmemesinden tevellüd etmiştir. menâfiimiz mevcuttur. Türkler Avusturya-Macaristan'ın
Binaenaleyh Türkiye için bilâhere memlekete avdet bütün milletleri arasında yalnız cidden bizi severler ki bu
etmek şartı dahilinde vatandaşlara irâe-i tarîk edebiliriz. fikrin diplomatlarımıza, telkini için hükümet teşebbüsât-ı
Cümlemizin emeli, Türkiye'ye yalnız maddî, fikrî, ahlâkî lâzimeye tevessül etmelidir.
sermaye vermek olmalıdır. Şöyle ki bu muâvenet hem İstanbul sefâretinde bulunan vekillerimizden hiçbiri
kardeşlerimizin hem de bizim mesudiyetimize medar ol Macar menâfiini gözetmemişlerdir ve hatta denilebilir ki
sun. Türklerin muhabbet-i vataniyesinden bizim de ibret Macarların metâlibât ve şikâyâtım anlayabilecek kimse bi
almaklığımız icap eder. Muharipler tarafından işgal olu le nâdiren görülmüştür. Gerek müttefikimiz Avusturya
nan arazide günden güne ahâli kalmamakta ve bütün ve gerek bizim müttefikimiz nokta-i nazarından bu hâlin
ahâli hükümetin yed-i idaresinde olan araziye hicret et başka tarzda bulunması icap eder. Şayet sefaretimiz sul
mektedirler. Birkaç seneden beri tahsil görmüş, mekâ- tan ve ahalinin muhabbetini celbedebilecek Macar asilzâ-
tib-i âliye ikmâl etmiş ve oldukça mühim yekûna bâliğ degânı idaresinde bulunacak olursa İstanbul mehâfil-i si
olan Türk gençleri Budapeşte'ye gelmektedirler. Memle yâsîsinde henüz pek ziyade kesb-i şöhret edememiş olan
ketlerinin terakkisine hâdim olabilecek her sanata, fabri vekilimizin kat’iyyen ihrâz-ı nüfûz edebileceği şüpheden
kalara, atölyelere devam etmektedir. Bizden her ne ka vârestedir. Bu temenniyât ve menâfiimizi infâz edebil
dar hüsn-i sûret görseler bile memleketlerine mâildirler. mek için hükûmet-i şâire diplomatları meyanında padişa
İşte Macarlar da Türkler gibi şu hareketle sâî bulunmalı hın müzâheretine mazhar olabilecek ancak asil bir Ma
dırlar. car'ın vücuduyla kaimdir ki bu teceddüd Bâbıâli'ce mah-
Türklerin sanat ve ticaretleri bulunmadığından şim zuziyetle kabul olunur. Süratle tatbiki lâzım gelen bu
diye kadar hemen bütün ticaret ve sanayi ecnebiler elin fikr-i musîb acaba mevki-i fiile vaz edilecek mi, yoksa te-
274 TÜRK YURDU S a y ı 64
menniyâttan ibaret mi kalacak? Aramızda yaşamakta olan burada yükselerek bilahere aslına rücû etmiş olduğun
Türk gençleri az bir zaman zarfında lisanımızı tahsil edip dan bugün yine kabil-i irtika bir hâlde bulunmaktadır.
dârüssınâalara çıraklıktan başlayarak sanayiin en küçük
Turanîlerin aynı zamanda hukuk-şinâs oldukları gibi
akşamına varıncaya kadar kesb-i mümârese etmektedir
cedlerinin kuvveti kendilerinde elan mevcut olup cengâ-
ler. Biz bu gençleri henüz nazar-ı ehemmiyete alarak içti
verdirler, kabiliyet-i tahsiliyeleri vardır. Arazileri münbit
ma edebilmeleri için bir mekânları bulunması cihetini bi
ve mahsuldâr olup maatteessüf hâlî kalmıştır.
le düşünmüyoruz. Henüz tecrübeleri az olan bu gençler
Tâlih Turaniyetin idare ve rehberliğine Macarları ta
en adi sunûf-ı ahali ile ihtilât ettiklerinden tebdîl-i ahlâk
yin etmiştir. Eğer vazifesini idrâk edemezse hem
larını bâis olmaktadır. Bu gençler hakkında bazen (Inter-
bi'n-nefs ve hem de kardeşlerine karşı yalnız hata ve ku
nat) talebe yurdu inşası gibi yeni fikirler mesmû olmak
sur değil belki kabahat ve günah işlemiş olur. Çünkü
tadır. Eğer şâir hususâtta olduğu gibi bu iş de iştihasızlık
hemcinsini teşhis edebilmesi onlara kendini tanıttırması
takip edilecek olursa husul-ı maksat için fiiliyâtta cidden
ve irtibat ve ihtilât vesâitini elde edip temâdi ettirebilme
pek gecikiriz. Macarlığın yeniden hayat bulmasına ilk va
si için pek çok zaman lâzımdır. Bu maksat teessüs edin
sıta ancak Türkiye ve Bulgaristan'dır. Mikdar-ı nüfusu bir
ceye kadar evlâd ve ahfâdımız mütemâdi bir gaybûbetle
çok milyonlara bâliğ olmakta olan Turanî kardeşlerimiz
yek-diğerini veli ve takip edeceklerdir ki hâl-i hayatların
arasında sâiklik vazifesi bize düşer.
da bu fikr-i hayrın intişar ve tevsiine hizmet edecek olur
Ceddinin güneş âsâ vatanından şimale kadar giden
larsa ömürlerini beyhude geçirmemiş olacaklardır.
Turan'ın Fin unsuru âlem-i beşeriyetin en sâkit ve en sü
Bugün Macarların ve bütün Turaniyetin yek diğeriy
kûn içinde yaşayan bir kavmine tahavvül etti. Rus hükü
le peydâ-yı münâsebet ve temâsa ihtiyaçları olduğu yal
meti bunların kadim âdât-ı cenkcûyânelerini unutmaları
nız kadîmen Macarlarla bir arada bulunan, memleketçe
için müdebbirâne harekette bulunmaktan hiç geri dur
bize karabeti olan hem-ırkımız akvâm değil hatta süratle
mamıştır. Finlerin dört milyon nüfusu olup Ruslar mik-
temeddün etmekte ve bize uzak olan Tatarlar bile bu fik
tar-ı nüfusa nispeten bu ahali ile pek iştigâl etmiştir. Hu-
ri tefehhüm etmektedirler. Bir âtî-i karîbde muvaffakiye
kûk-ı kadîmeleri hâl-i hâzırda olduğu kadar hiçbir vakit
te nâiliyetimiz anında yalnız Türkiye'den değil sâhib-i ser
dûçâr-ı tecavüz olmamıştı. Hamd olsun ki lisanlarına ve
tekemmülât-ı irfaniyelerine mâni olamıyorlar. Finler, vet Tatarlar dahi kuvve-i medeniye ile muâvenete âmâde
bulunacaklardır.
Osetler ve sair karabet-i ırkiyemiz bulunan akvâm bizi ke-
mâl-i muhabbetle yâd etmektedirler... Muhacerete miâni olmak şimdilik hiç bir sûrede kabil
olamaz. Bu hâl ancak memâlik-i ecnebiyeden gelen aha
Asyâ-yı vustâda Japonya'ya kadar imtidad eden mah
suldar araziye sahip bulunan Ural, Altay akvâmı bizim için linin Amerika sahiline çıkmalarının meniyle zâil olabile
cektir. Bu da her hâlde yakında husul bulacaktır.
iktisaden daha mühimdirler. Bu aile-i ırkiyenin kenar dil
lerini şarkta Japonlar, garpta biz Macarlar teşkil eder. Muhaceret o vakitte sahi ve parlak bir mecrâ-yı hare
ket bularak Macar muhacirlerinin hor ve hakir kalmaları
Japonlar bizden daha büyük ve hakimiyet-i mutlaka-
na nihayet verecek ve meslek ve sanatının kıymet ve
ları bizden daha vâsi olduğundan onlara rakip olamayız
hüsn-i kabul görebileceği kardeşleri arasına şark ve Asya
ve hatta icap etmez.
havalisine hicretle bütün kardeşlerinin pîşkârı sanatını
Japonya efkâr-ı cedidesinin bir kısmının gayret ve
iktisâb edecek ve talim ve tahsile arzukeş bulunan hem
nokta-i nazarı Turaniyetin idaresinde olmayıp başka ci
cinsinin mesudiyet ve irfan ve marifetine bais olmuş ola
hette olduğundan bu vazife biz Macarlara teveccüh eder.
caktır. Bunlar memleketlerine avdetlerinde akraba-yı ka
İranîlerin tasniât ve hikayâtı veçhile Turan cehl impa idesinden malumatı hâmil ve oldukça serveten mütefey-
ratorluğu ve zulm memleketi imiş! Bu tarihin en acı bir yiz olacak olurlarsa Macar tarih-i müstakbeline de hizmet
hatasıdır; çünkü bütün ziyâ-ı medeniyet buradan teşe'ub etmiş olacaklardır.
etmiştir. Maarif mütehayyirü'l-ukûl bir derecede, evvelâ
Macarlar orada kalarak memleketlerine avdet et
meseler bile pek büyük muhâtara tasavvur olunamaz.
Sayı 64 TÜRK YURDU 275
Amerika tabiiyetine girmekten ise kardeşleri arasında Çağatay edebiyatı "Nevâî"den evvel oldukça uzun bir
kalması daha müreccahtır. Çünkü onların seng-i kabirle maziye, az çok işlenilmiş bir lisana ve nisbeten şâyân-ı
ri Turaniyetin âtide ilerlemesine vesile ve rehber olacak dikkat eserlere mâlikti: "Ahmed Yesevî"nin, "Süleyman
tır, Bakırgânî"nin mutasavvıfâne şiirleri yalnız şark Türkleri
Âti ve istikbâlin Slavların olduğuna esassız, küçük, üzerinde değil Anadolu'daki Garp Türkleri üzerinde de
düşüncelerle ittibâ etmeyerek mesudiyetimizi bâdi ola pek mühim tesirât icra etmiştilL. Sonra, "Tezkiretü'l-Ev-
cak olan bu itikadâtımızı tashih etmeliyiz; Zira istikbâl liyâ", "Mi'râcnâme" gibi Uygur yazısıyla yazılmış olan eski
Turaniyetindir!... nüshaları da Çağatay edebiyatının mahsulât-ı kadîmesi
meyanında tadâd edebiliriz; çünkü "Kutadgu Bilig"i vü
"Cel-Tseyü" risalesi müdür-i mesulü
cuda getiren eski Uygur lehçesi, Arabi ve Farisî ile çok ka
Baron Nyary Albert
rışarak asliyet-i bârizesini kaybettikten sonra "Çağatay
Han"ın zaman-ı hükümetinden itibaren Çağatayca nâmı
nı almıştı, Maamafih Uygur yazısı uzun müddet mevcudi
Türk Edebiyatı Tarihi yetini muhafaza ve hatta Arap harflerinin duhûlünden
DOKUZUNCU VE ONUNCU ASIRLARDAKİ sonra bile onlarla rekabet ettiği cihetle, meselâ "Ahmed
ÇAĞATAY ŞAİRLERİ Yesevî"den muahhar ve lisan itibariyle asliyetten tama-
miyle mahrum birtakım eserler bile Uygur yazısıyla yazıl
Medhal
dı ve sırf bundan dolayı bazıları tarafından Uygur edebi
Büyük Türk şâiri "Ali Şîr Nevâî" "Muhâkemetü'l-Lü- yatı mahsulâtından addedilmek istenildi. Halbuki, yalnız
gateyn" nâmındaki mühim eserinde Arap padişahlarının harflerin tehâlüf-i eşkâlinden ibaret bir farktan bu gibi
zaman-ı hükümetinde Arap edebiyatının, "Şart" hüküm
neticeler istihsâlinin ne kadar manasız olduğu bedîhîdir.
darlarının devr-i istiklâlinde Acem edebiyatının terakki
ettiğini söyledikten sonra der ki: "Türk hanları dahi ma- Çağatay edebiyatının dokuzuncu ve onuncu asırlar
kam-ı emarete geçtikte Hülâgu Han ve Timur Gürgân za zarfındaki inkişâf-ı mesûdunu "Nevâî'nin pek doğru ola
manından bed' ile Ferzend halefi Şâhruh Sultan'ın zama rak söylediği veçhile Timur saltanatında aramak icap
nı âhirine kadar Türk lisanında da şairler zuhura geldi ve eder. İyiden iyiye sünniyü'l-mezheb bir İslâm hükümdârı
ümerâ-yı Türk'ten de hoş tab ve lisanlar vücut buldu, Se- olmakla beraber Cengiz töresine fart-ı riâyetinden dolayı
kakî, Haydar Harezmî, Atâyî, Mukîmi, Emirî, Gedâyî gi bazı ulemâ tarafından tekfir edilenC) "Tüzükât" sahibi,
bi,.." Bu mütalâa çok şâyân-ı dikkat olmakla beraber ha- milliyetperver ve ihtişam ve âlâyişe ruhen meclûb idi:
kayik-i tarihiyeye epey muhalif ve birçok nukât-ı nazar "Horasan madenlerinin cevâhiri ve Bedehşan'ın la'l-i gi-
dan muhtâc-ı tenkiddir. Hicretin sekizinci asrı ibtidâsın- rânbahâsı ve Hindistan metâı ve Hürmüz ve Katif incisi
dan beri fasılasız ve feyizli bir hayata mâlik olan Osmanlı ve anber-i sârâ ve müşk-i Hıtâ ve enva sim ve talâ huzur-ı
edebiyatını nazar-ı itibâra almasak bile, Timur zamanın Timur'a takdim ve gece gündüz hâzinesine teslim olu
dan evvel vücuda gelmiş birtakım Çağatayca eserlerin nurdu, Bundan maada Semerkand'da müceddeden bah
mevcudiyetini unutmamak icap eder. Maamafih Çağatay çeler ve bağlar inşa ve saray ve müteaddid köşkler ve bî-
edebiyatının en parlak zamanı, yeni Frenkçe tabiriyle "Al had kasırlar bina edip her birin garîb ve acîb tarz ile üstü-
tın devri", dokuzuncu ve onuncu asırlara tesadüf eder ki var ettikten sonra envâ-ı eşcâr ve esnâf-ı ezhâr ile müzey
"Nevâî" bu itibar ile mütalâasında haklıdır, Bizans kıyıla yen edip birin "Bâğ-ı İrem" ve birin "Ziynet-i Dünya" ve
rıyla Keşiş Dağı mesirelerinde Ahmed Paşa'nın pür birin "Büstân-ı Şimâl" ve birin "Cennetü'1-Ulyâ" ile tesmi
reng u hayal gazelleri okunurken, Herat bahçelerinde Se- ye etti. Duvarlarında nükûş-ı rengârenk ile nakş-ı mülûk
merkand saraylarında da "Nevâî"nin şiirleri terennüm
ve selâtin meclislerin ve vüzerâ ve sadât mahfillerin ve
olunuyordu...
evlâd u ahfâd ve asker ve ecnâd ve bazı mudhik nesneler
d ) Bu mesele hakkındaki tedkikatımın hülâsasını "İkdam"da neşrettim. Fakat Alımed Yesevî'nin Çağatay ve Osmanlı edebiyatları üzerindeki
tesirâtı hakkında hazırladığım uzun bir tedkiki yakında enzar-ı tenkide arz edeceğim,
İbn Arabşâh'tan naklen Nazmizâde. Sahâifü'l-Ahbâr tercümesi [üçüncü cilt]
276 TÜRK YURDU S a y ı 64
ve bir mikdar mûris-i gam olur ve şikârgâh ve divân-ı pa demsâz ve hâle münasip makâm-ı uşşâkta hoş-âvâz ol
dişah ve hadem ve haşem ve cenk ve cidâl meydanların muşlardı., (b Taftezânî gibi âlimlerin akâid-i İslâmiye'yi
ve bizim şarab ve girdeş bâde-i bâb ve vekâyi-i Hind ve bütün Türkistan ve Maverâünnehir'de neşr ve tamım için
Türkistan ve Paris ve Azerbaycan hatta nisâ ve cevârî sû- sarf-ı mesaî ettikleri, Timur'un İslâm ulemâsı ile mübâha-
retlerin tasvir ve her gördüğün ve bildiğin nakş ettirip bu sâttan pek hoşlandığı, her tarafta camiler ve medreseler
makule lehviyâta delâlet eder şeylerle tezyin ve tahsin et inşa eylediği bu devirde, Türk şahzâdelerinin sarayları
tirdi. Timur bir tarafa sefer ve azimet ettikçe Semerkand henüz Acem şairleriyle dolu idi. Acem üdebâ ve müver
ahâlisi bâgân-ı mezkûreye varıp teferrüc-günân lyş ü işret rihlerini teşvik ve taltif eden Cengiz evlâdına Timur ve
ederlerdi. Bu takrîb ile belde-i mezkûre meyvesi bir mer muakkıbları da ittiba etmişlerdi.
tebe erzân ve sebil oldu ki bir kantar meyve-i şirin bir dir
Ahmed Kirmânî, Lütfullah Nişâburî, Kemâleddin Ho-
heme müsâvi olmaz idi. Bundan maada Semerkand sah
cendî, Hâtifî... gibi "Devletşah" ve "Sam Mirzâ" tezkirele
rasında kebirü's-sevâd kurâ ve kasabât inşa edip ekber bi-
riyle "Ateşgede"yi, "Mecâlisü'n-Nefâis"i dolduran bir çok
lâd-ı mânend Dımaşk-ı Şam ve Bağdad ve Mısır ve Haleb
Acem şairleri, hatta üstâd-ı muazzam "Mevlânâ Câmî"
namıyla tesmiye etti. Ve tarİk-i belde-i "Keşi"de vâki sah
hep Timur ve muakkıblarının himâye-kerdesidir; Ti
rada bir vâsi bağ inşa edip "Ferah" ile tesmiye eyledi. Na
mur'un zafernâmeleri bile "Firdevsî"nin lisanıyla yazılır
kildir ki bağ-ı mezkûrda bağbânlardan birinin bir duvarı
ken "Leon Cahun"un bu devirde Türkçeyi Farisî'ye galip
zayi olup altı ay miktarı kendi başına gezip ne tarafta ol
göstermesi® garip olduğu kadar yanlış bir mütalaadır.
duğu malûm olmadı...(b"
Divanı vasfında muallimi "Hoca İsmetullah"ın kaside söy
"Acâibü'l-Makdûr fî Nevâibü't-Timur" muharririnin lediği "Sultan Halil", allâme-i danişmend "Uluğ Bey",
safdil bir eda ile anlattığı şu satırlar, Timur zamanında "Bay Sungur Mirza", "Babür Mirza", "Şah Garib Mirza" gi
Maverâünnehir'de inkişâf eden medeniyetin şekil ve ren bi hanedân-ı saltanata mensup prensler nâdiren Türkçe
gini pek iyi izah ediyor. "Kalviyû"nun ve bilhassa "Zahi- ve ekseriyetle Farisî şiirler söylerlerdi®. Çünkü onlar al
reddin Babür"ün uzun ve takdirkâr cümlelerle izaha ça dıkları terbiye-i fikriye ve lisaniye itibariyle mânen Acem
lıştıkları veçhile, Timur ile evlâd ve ahfâdı zamanında Or diler; ekserisi İran şairlerinden ders almışlar, hocalarına
ta Asya yeni bir hayat almış, sanat, medeniyet, servet ve nazireler yazmaya alışmışlardı. Meselâ Hoca İsmetullah
bütün bunların tevlid-kerdesi olan zevk ve sefahat ilerle Buhârî, Sultan Halil'in muallimiydi. Sultan Bay Sungur
mişti. ŞahruhTın oğlu Uluğ Beyin Semerkand'da icra edi Mirza ile Uluğ Bey arasında birisi Hamse-i Hüsrevî diğeri
len izdivaç merasimi, bu tantana ve ihtişamın âdeta bir Hamse-i Nizâmî'yi tercih ettiğinden dolayı- birçok müna
ma'kesi olmuştu. Memleketin bütün esnafı takım takım kaşalar bile olmuştu(5), Hükümdarlar ve aile-i hükümda-
ibrâz-ı hüner ediyorlar, cesîm ve murassa eyvanlar altın rîye mensup şahzâdeler İran üdebâ ve meşâyihına karşı
da ricâl ve küberâ âyin-i cemler icra eyliyorlardı. Murassa bü)Tik bir hürmet ve semahat gösteriyorlardı; Timur'un
mahfeler taşıyan fillerin, gümüşlü eğerlerle müzeyyen at oğlu Emir İnşah ile şeyh ve şair "Kemâleddin Hocendî"
ların bir edâ-yı mağrur ile gezindikleri o meydandaki tah arasında geçen bir vak’a pek maniîdârdır: "Emir İnşah
tına Timur gelip oturunca, tertib-i bezm-i sürûra işaret bin Timur zamanında şeyh hazretleri masârif-i hankâh ve
etmişti: "O vakit ferş-i zümrüdîn üzere sâkiyân-ı resm en- it'âm-ı fukarâ ve sair hasbe'l-iktizâ esnafa düyûn-ı vâfiresi
dâm-ı câbecâ hıram edip kadehler devr ve ruhlar neşât olmuştu. Bir gün Mirzâ Miranşah tekkeye şeyhin ziyareti
ile semâa gelmekle Çağatay arslanları şürb-i sahba-yı ne gelip oturdukta Mirza'nın etbâı bahçeye dühûl ve erik
akîk-endam ile manend-i haâm zelil ve şeddâd Moğol ve ve zerdali garetine meşgul olduklarını şeyh gördükte, te
Tatar tenâvül-i mey yakut-fam mumdan mülâyim olup bessüm ile: Ey yağmacı Moğollar, yağma eylediğiniz mey
mutrıb-ı hoş-nevâ ve sazende-i aıh-efzâ dahi bu ebyât ile veyi bîçâre Kemâl deyni için esnafa rehin sûretinde gös-
termişti! Bari bahçeyi bütün bütün yağma eylemeyesiz ki send, Türkçe öğrenmeye hiç hacet görmüyorlardı(V.
bu müflis Kemal'i hemen borçlulara teslim eylemek icap "Nevâî" ne suretle tefsir ederse etsin, bu, Acem medeni
eder.- Sultan Emir İnşah gû§ edince hemen ol mecliste yetinin millet-i galebenin maneviyatını teshir ve istilâ et
bin altın getirip şeyhe îtâ ve düyunu edâ olundu.(B" Türk mesinden başka birşey değildi. "Timurlenk"in bile hiç
nesline mensup bütün küberâ ve mütefekkirinin İran ru Arabî bilmediği hâlde iyi Farisî bildiği müverrihler indin
huyla bu kadar meşbu bulunduğu bir devirde, Türkçe ya de müsellemdir. Hatta Nevâî "Mecâlisü'n-Nefâis"in "Selâ-
zanların azlığı pek kolay anlaşılır. Filhakika, "Leon Ca- tîn-i ızâm ve evlâd-ı vâcibü'l-ihtirâmlar" zikrine hasrettiği
hun"un iddiâ-yı garibine rağmen, "Mecâlisü'n-Nefâis"le yedinci meclisinde, Timur'un şair olmamakla beraber
"Devletşah" tezkiresinde Farisi lisanıyla yazı yazanların nazm-ı letâifiyle meşgul olduğunu zarif bir hikâye ile te-
adedi, Türkçe söyleyenlerin hiç değilse yirmi otuz misli yid eyliyor.
dir. Esasen müsteşrik "Barbier du Meinard"da milâdın on Mimarîde, resimde, musikide ve binnetice tarz-ı ha
dördüncü ve on beşinci asırlarını Acem edebiyatının en yat ve tefekkürde hükümfermâ olan bu Acem-perestlik,
zengin bir devri olarak gösteriyor. (D tıpkı Anadolu Türklerinde olduğu gibi, Maverâünne-
Timur devri, İran edebiyatı için bir devr-i inhitât ol hir'de de İran edebiyatına pek müşâbih bir klâsik Türk
mamakla beraber Çağatay edebiyatının âdeta mebde-i te- edebiyatı vücuda getirdi. Acem lisanını âdeta ana lisanla
rakkiyâtı olmuştur. Ahmed Yesevî'den beri sırf mezhep rı gibi bilen Çağatay şairleri, Türkçeyi aruz vezninin ica-
propagandası için bir vasıta makamında kullanılan Türk bâtıyla telif için bilerek bilmeyerek bir çok ecnebî keli
çe eserler, o zamana kadar gayr-i dinî bir mahsul vücuda meler, terkipler alıyorlar ve bu sûrede lisanı daha kâbil-i
getirmemişti; Türkçe yazmaktan maksad-i aslî, Farisî bil imhinâ, daha nazik bir hâle sokuyorlardı. Eski Uygurca-
meyen cahil halka akâid-i İslâmiye ve sufiyeyi telkinden nın saAet ve asliyeti, o biraz kaba, haşin fakat erkek ve
ibaret olduğu cihetle halk lisanı ve halk vezni kullanılı vazıh tarz-ı edâ çoktan kaybolmaya başlamıştı: İslâmiye-
yor. Lehçesi Arabî ve Farisî ile çok mahlût olmakla bera tin yeni medlûllerini ifade için ya "Kur’an-ı Kerîm"in lisa
ber "Yesevî"nin şiirleri çok okunuyordu. Fakat bu aheng- nından, yahut. Acemlerin Arap tesir-i dînîsi altında kalmış
siz, sırf müttekıyâne eserler ancak Nakşibendî dervişleri dillerinden iktibasâtta bulunmak zarurîydi. İşte Anadolu
ni memnun edebilirdi; Herat'ın sülün ve ceylanlarla dolu Türklerinin başına gelen bu hâl. Şark Türklerinde de ay
zümrüdîn bahçelerinde, Semerkand saraylarının Çin, nı sûrede tecellî etti ve bunun müfid netâyicinden ola
Hind, İran bedâyiiyle mâlâmâl muhteşem divanhânele- rak, o nazikleşmiş lisanı bir lisan-ı şiir yapmak temâyülle-
rinde ondan çok başka şiirlere ihtiyaç vardı. İşret meclis ri "Timur" zamanından bed' ile yavaş yavaş arttı.
leri için rindâne gazel ve şarkılar, mağrur hükümdarların
Nevâî "Muhâkemetü'l-Lügateyn"inde, Türk gençleri
nuhvetini tatmin için murassa kasideler lâzımdı. Ve bü
nin Farisî şiir yazdıkları hâlde Türkçe yazmamalarını, pek
tün bunlar, Acem şairlerinin nefis minyatürlerle müzey
muhik olarak adem-i iktidarlarına ve modaya etbâı daha
yen divanlarında mebzûlen bulunuyordu. Türk âlim ve
beyzâdeleri gördükleri tahsil icabâtından olan Farisî'yi muvafık bulmalarına atfediyor: Farisî şiir yazmak, o lisan
pek iyi öğreniyorlar, Firdevsî'den, Sadî'den, Attar'dan ile istinâs etmiş bir adam için pek kolaydır. Tekemmül et
başlayarak, mey ve mahbûb mazmunlarıyla, hatta bazen miş, işlenmiş olan bir lisanı, veznin hazır kalıplarına sok
perde birûnâne bir surette mâli divanları okuyor, ezber mak zahmetli bir iş addolunamaz; asıl zorluk "garip elfaz
liyorlar ve içlerinde tabiat-ı şâirâneye mâlik olanlar, bir ve edâ ile me'lûf olan Türkçeyi hoş-âyende bir sûrette
Acem şairi olarak meydana çıkıyorlardı. Acem edebiyatı, tertip ve dil-nişîn bir hâlde terkip eylemektir". Yani he
lisanı, irfanı Türk memleketlerinde o kadar sâri idi ki ca nüz işlenmemiş, Arap vezinlerinin kalıplarıyla istinâs et
hil halkın bile Farisî öğrendiklerini Ali Şîr Nevâî "Muhâ- memiş bir lisana o kudret-i ifâdeyi, o kabiliyet-i inhinâiye-
kemetü'l-Lügateyn"inde Türklerin zekâ ve fetânetine mi yi verebilmekdir ki mübtedîlerin bu kadar müşkil bir şe
sal olarak arz ediyor. Halbuki İranlılar, mağrur ve hod-pe- ye teşebbüs etmeleri, tabiî vârid-i hâtır olamaz. Irak'ın ilâ-
hî şairi "Fuzûlî" bile bütün kudret-i dâhiyânesine rağmen bi zamanımızın ihâtalı din âlimleri tarafından tercüme-i
"Türkçe nazm-ı nâzikin müşkilâtından" kemâl-i ciddiyet şerîfenin ikmâl edildiği ve tab' ve neşrinin karîb bulundu
ve ehemmiyetle bahsetmişti... ğu birkaç defalar şâyî olduysa da, Türkçe Kur’an-ı Ke-
"Ali Şîr"in zaman-ı iştihârına kadar Maverâünne- rîm'in matbu nüshalarını görmek nasip olmamıştı. Os
hir'de epey Çağatay şairleri yetişmiştir. "Mecâlisü'n-Nefâ- manlI Türkleri daha amelî davrandılar. "Sebîlürreşâd" ve
is"in birinci ve ikinci meclislerini işgal eden bu şairlerden "İslâm Mecmuâsı" gibi dinî mecelleler uzun uzun mübâ-
bugün elimizde hemen hiçbir şey kalmamış gibi ise de hasât ve münâkaşât ile vakit geçirmeksizin Kur’an-ı Ke
bazı nadir numûneler "Nevâî"ye tekaddüm eden o doku rîm in bazı aksâmının tercümelerini neşrediverdiler. Hat
zuncu asır üdebâsı hakkında bize bir fikir veriyor: Ekseri ta "Kitabhane-i İslâm ve Askerî" tamamının tercümesini
yetle Farisî şiirler de yazmış olan o adamlar tarz-ı tanzim, de cüz cüz neşre başlamıştı. Lâkin, idârî bazı sebepler
mevzu ve mana itibariyle Acem şairlerinden hemen hiç ikinci cüz'ünden ilerisinin çıkmasına mâni oldu. İhtimal
ayrılmamışlar ve büyük bir kudret-i sanatkârâneye mâlik şimalde olduğu veçhile evvelden mübahase ve münâza-
olmadıkları cihetle, Çağataycayı müstait olduğu merte ralarla meselenin derece-i ehemmiyeti gereği gibi anlaşı-
be-! terakkiye is'âd edememişlerdir. Ekseriyetle Türk hü İmamasından, ihtimal dinî mecmualardaki tercümelerin
kümdarlarının sarayında yahut Timur sülâlesine mensup pek kısa ve fasılalı olmasından, her nedense Kur’an-ı Ke
prenslerin cenâh-ı himâyesi altında yaşayan bu şairler rîm in Türkçe'ye nakli Türkiye'de o kadar celb-i dikkat
arasında Nevâî "Mevlâna Lutfî" ile" "Sultan Ebü'l-Kâsım edemedi; münevver tabakalar bile bu azîm vâkıanın âde
Babür"den maadasına o kadar büyük bir ehemmiyet atf ta farkına varmamış gibi göründüler. Kuran tercümesine
etmiyor. Maamafih, her hâlde şurası muhakkaktır ki Ti nazaran ehemmiyetleri ikinci ve üçüncü derecelerde ka
mur zamanından itibaren Çağatayca bir ilim ve edebiyat lan dinî makaleler, risaleler, kitaplar, hatta vaazlar daha
lisanı olmağa başlamış, saray ricâli ve küberâ indinde mil ziyade ehemmiyeti hâizmiş gibi mübahaselere, münaza
lî lisana böyle bir kıymet vermenin lüzumu anlaşılmıştır. ralara ve bazen hükümetin müdahalelerine bile vesile ol
Timur hanedanı erkânından Sultan Halil, Sultan Babür, du.
Ebâ Bekir Mirza, Sultan İskender Şirâzî, Sultan Ahmed
Dinî münakaşâtta en büyük ve en gürültülü mevki
Mirzâ ve bilhassa Ali Şîr'in dost ve hâmîsi Sultan Hüseyin
tutan mesele "kadın meselesi" oldu. Kadın meselesi, ah
Baykara bu millî lisanın ihyâsı hususunda çok gayretler
lâkî, terbiyevî, İktisadî, siyâsî nukat-ı nazardan şiddetli
sarfetmişlerdi. Fakat Çağatay edebiyatının asıl devre-i te-
münazaraların mevzuu olduğu gibi, bütün bu nukat-ı
âlîsini ihzâr etmek şerefi, Ahmed Yesevî'den sonra, na
muhtevi, daha doğrusu onlara hâkim olan din nazarın
zımda "Ali Şîr" ile "Sultan Hüseyin"e ve nesirde "Babür-
dan da az müzâkere edilmedi. Garbın bir çok mütefek
nâme" müellif-i ebed-iştihârına râcidir.
kirleri şark ve İslâm meselesinin menbaı kadın meselesi
Köprülüzâde Mehmed Fuad dir, derler. "Tercüman" sahibi İsmail Bey Gasprinski ile
"Tahrîrü'l-Mer'e" müellifi merhum Kasım Emin Bey de
bu fikre iltihak edenlerdendir. "Vakit" baş muharriri Fa
tih Efendi Kerîmî, Müslüman kadınların vaziyet-i hâzıra-
Geçen Yıl sından dolayı İslâm cemiyetlerine "Meflûc Cemiyetler"
1329 SENESİNDE TÜRK DÜNYASI nâmını vermiştir. Her hey'et-i içtimaiyenin yarısından faz
(Ba§ı 63. sayıda) lası kadın olduğu ve alelhusûs erkek ilk ve müessir terbi
yeyi kadından alıp, bütün hayatını kadının huzur-ı takdîr
Geçen sene, İntibah-ı dinîyi gösteren vekayiin en
ve tevbîhinde geçirdiği cihetle, kadın meselesinin fevka
ehemmiyetlisi, İslâmî anlamaya ve anlatmaya çalışmak ar
lâde ehemmiyetini inkâra bittabi imkân ve mecâl yoktur.
zusudur. Bu arzunun neticesi olarak Kur’an-ı Kerîm'i par
ça parça veya tamamen Türkçeye nakletmek teşebbüsle Dünyadan ve hayattan büsbütün habersiz olmayan
ri meşhûd oldu. Şimal Türklüğü, üç beş seneden beri ter ve içlerinde büyük istidatlı yüksek faziletli zatlar bulunan
cüme-! Kur’ân meselesiyle meşguldür. Musa Cârullah gi bir hizbin çıkardığı "Sebîlürreşâd" mecelle-i diniyesi, ka
dın meselesinde tamamen muhafazakârdır: Diğer bir ta-
Sayı 64 TÜRK YURDU 279
kim dinî meselelerde "Ebâ ve ceddinâ ind-i abâinâ,,.," ceği, hatta onları teşvik eyleyeceği, -Çünkü milliyetlerin
mebde’ini tenkit ve red ile beraber, kadın meselesinde tekâmülü, hakikî fikr-i dinînin kuvvetlenmesini bâis ola
-her nedense ona- sımsıkı sarılmıştır! Diğer taraftan hur- cağı-, bazı Türk ulûm-ı içtimaiye mütehassısları tarafın
rendîş "İçtihad" mecmuası, mesâil-i diniyenin ekserisin dan iddia olunmuş ve dîn-i İslâm nazarında milliyet esa
de olduğu gibi bu meselede de "Sebîlürre§âd"a tama sının mekrûh veya haram olmayıp, mübah, belki de
men zıddı olan efkârı müdafaa eder. Bu iki kutb-ı ma'kûs memduh olması fikri bazı ulemâ-yı din tarafından da ka
arasında, birine veya diğerine karîb olmak üzere bir hay bul edilmiştir. "İslâm Mecmuası" etrafına toplanan ke
li cereyanlar bulunmakla beraber, geçen senenin tecelli- lâm, fıkıh ve tarih-i İslâm mütetebbuları, İslâm mefhumu
yât-ı fikriyesi muhafazakârlığın mağlûbiyetine doğru yü nu böyle geniş ve yüksek anlayanlardır. İslâmî, zamanı
rüdüğünü göstermektedir. Vekayi bu fikrî tecelliyâtın h i-, mızın fikrî ve maddî keşfiyât ve ihtiyacâtına göre fehm ve
tevil edenlerin böyle bir mecmua etrafında toplanıp te-
lâfına gitmedi. Kadınların İktisadî hayata girmeleri, sokak
ârüf ve taazzüv sayesinde daha ahengdâr ve müsmir çalı
ve pazarda daha serbest yürüyebilmeleri, yeni yapılan
şarak mesleklerinin intişarı imkânına yol açabilmeleri,
büyük bahçelerin onlara da açık bulundurulması, halkın
makam-ı hilâfette, ancak geçen sene kabil olabilmiştir.
ve hükümetin kadın meselesine, ev hayatlarına daha az
Halbuki, âlem-i İslâm'ın diğer kıtalarında, meselâ Hind ve
karışması, hep bunu ispat eder. Vâkıa hükümet, hakk-ı
Mısır'da, yahut Kazan ve Orenburg'da bu nevi faaliyetler,
müdâhalesi olduğunu büsbütün hatırdan çıkartmamak,
yarım asırdanberi mevcut ve meşhûd idi. İntibâh-ı İslâm
unutturmamak için olacak, arasıra, sekiz on sene evvelle
tarafdarlarının Makam-ı Hilâfette taazuvu Müslümanların
rini yâda getiren beyannâmeler dağıtmaktan büsbütün
ve bineenaleyh Türklerin istikbâli için mühim bir vâkı-
vazgeçmediyse de, hayat kendi yolundan yürümekte de
adır.
vam etti. Hatta sene nihayetlerine doğru intişar eden di
Balkan muharebeleri vukua gelip, Osmanlı orduları
nî bir mecmua, "İslâm Mecmuası", Müftü Şeyh Abdullah,
mağlûp edilmeden evvel de Balkan Slav ve Helenlerin
Kadı Rızaeddin bin Fahreddin, Allâme Musa Câmllah'ın
maarif umûruna derece-i itinaları Osmanlı Türklerince
eserlerine iktifâen, din-i İslâm nâmına kadınların hayat ve
büsbütün meçhul değildi; Rakip ve hasûm komşuların
serbestîlerini, İçtimaî ve İktisadî faaliyetlerini, müdafaa ve
bu sahada usûllü ve süratli terakkileri, memleketlerinin
talep cesâret-i medeniye ve diniyesini bile izhâr etti...
hayat ve istikbâlini düşünen OsmanlIlara ciddî endişeler
Vücut ve tekâmülünü müşahede ve kaydetmekte ol vermekte idi. Bunun içindir ki inkılâp olur olmaz, Genç
duğumuz dinî intibâhın seciyelerinden birisi din ile milli Türk idaresi, maarif işlerine, belki tertip ve usûlsüz, bel
yet münasebetlerini tayine çalışmasıdır. İntibâh-ı dinîye ki acele ve hesapsız, belki fikr-i takip ve intizamsız, fakat
hizmet etmek isteyenlerin bazıları, "Din ve millet birdir" her hâlde esasen gayet haklı olarak ve bol bol hüsn-i ni
mebdeini umde ittihaz ederek, âlem-i İslâm'da gittikçe yetle pek çok ehemmiyet vermiş ve epey para sarfetmiş-
kuvvetlenen millî cereyanların tevkifine uğraşıyorlar. Ba tir.
zıları o mebdei muayyen bir milliyetin nef ine âlet etmek Lâkin bütün bu çalışmaların asıl noksanı, gidilecek
emelinde bulunuyorlar. Bazıları da dini, milliyetlerin fev noktanın, mesâiye ruh verecek fikir ve emelin teayyün
kinde, umûm beşeriyetin saadetini mütekeffil âlî ve İlâhî etmemiş bulunmasıydı. İşlerimizin çoğunda olduğu gibi,
bir kanun-ı akdes telakki ederek, her milliyet onun sema maarif umurunda da, faaliyetimiz müdürsüz bir fabrika
vî ve samedânî ilhamlarından feyz alıp yükselmek, kuvvet nın intizam ve gayesiz işlemesi kabilindendi. Her makine
ve resânet kazanmak hakkına mâliktir diye iman ediyor nâtamam bir mamul yapıp ortaya atıyordu. Balkan buh
lar. Son tarz-ı telakkiye göre din fevka'l-mileldir; Âlem-i ranı, mağlûbiyetler, kıtaller, hususan Osmanlı zannolu-
İslâm bir beynelmileliyet teşkil eder. nan bazı Balkanlıların efâli, nazarımızı nefsimize ircâ et
Türk dünyasının geçen seneki intibâh-ı dinî tecelliyâ- tirerek, uzun uzun düşündürdü. Yavaş yavaş "Emel"i keş
tında, bu son tarz-ı telakki kesb-i ehemmiyet etmaştir: fediverdik ve nihayet "Mefkûre" doğdu.
Dîn-i İslâm'ın da bütün beşeriyete hitap eden diğer bü Evet, geçen sene maarif ve evkaf mektepleri derûnî
yük dinler gibi millî terakkî ve tekâmüllere müsaade ede bir emele nâil oldular. Cansız okumak yazmak makinesi
280 TÜRK YURDU S a y ı 64
hâlinden çıkıp "Millî mefkûre" ile yaşamaya başladılar, caman ve muntazam kaya parçalarından kurulan bu sağ
Geçen seneden itibaren Türk ve Müslüman çocuklarına lam ve güzel bina, istikbâlin Türklüğünü andırıyor...
mahsus mekteplerin talim ve terbiyesinde bir mebde ve
Türk mecmua ve ceridelerinin çoğu, geçen sene
bir gaye vardır.
içinde, Türk millî intibâhının tarafdarı oldular. Vilayetler
Fikr-i millîyi mekteplerimize âdeta zorla kabul etti matbuâtı, bu hususta İstanbullu arkadaşlarından belki
ren âmillerin birisi Balkan mağlûbiyeti ise, diğeri de Türk daha gayretli çıktı: Anadolu'nun dört bucağından gelen,
hey'et-i içtimaiyesinin yaşayan, ilerleyen, mahvolmak is "Al sancaklar", "Türk İlleri", "Türk Çocukları", "Tanlar",
temeyen hayat kuvvetidir. Bundan dolayı, intibâh-ı millî "Anadolular", "Köylüler", "Babalıklar" hep Türk’ün kay
nin terbiye sahasındaki tecellîlerini resmî mektepler ka gısını yazıyor, derdine deva arıyor, geleceğini düşünü
dar, belki onlardan ziyade hususî Türk terbiye müessese- yor,,, Geçen sene yeni çıkan Türk mecmua ve cerideleri
lerinde görmek kabildir: Geçen sene zarfında, kadınla nin hemen hepsi Türkçü olarak intişâr etmiştir. Osmanlı
rın, erkeklerin, gençlerin, çocukların, yaşlıların bedenî ve Türk matbuâtındaki bu mühim tahavvülü nazar-ı dikkate
fikrî terbiyelerine mahsus olarak, mektepler, dershane alan bir şimalî Türk ceridesi, "Vakit" diyor ki: "Osmanlı
ler, kulüpler açıldı. Vilâyetlerin ekserisine yayılan "Türk matbuatı tanılamayacak kadar değişti. Okuyanlara müfid
Gücü" bazı ibtidaî ve tâlî mekteplerimizde başlayan ve olacak bir şekle girdi. Hiçbir şeye yaramaz Frenkçeden
süratle terakki eden "İzci" (Boy Scout) müfrezeleri, "İd tercüme siyasî makalelerden epey temizlendi. Türklere
man Yurtları" bunların en mühimlerindendir. Evvelden yakından taalluku olan millî ve İçtimaî meselelerden bah
mevcut müesseselere, geçen yıl, millî ruh girdi: Bazı se başladı. Az buçuk dikkatle bu hayırlı tahavvülün farkı
mekteplerin, kulüplerin isim değiştirmeleri, Türk ismi al na varmak kabildir.
maları bu hadisenin zâhirî alâmetleridir.
Türklük ruhunun matbuat-ı mevkûteden matbuat-ı
Türk millî intibâhında, ilk teessüs etmiş millî bir ce gayr-i mevkûteye geçmesi de yine geçen senenin vekayi-
miyet olmakla tarihî ve mümtaz mevkii olan "Türk Der indendir: "Yeni Turan", Türkün bu büyük ve mukaddes
neği", "Türk Bilgi Derneği" unvanlı ve müteaddid şubeli kitabı, geçen sene intişâr etti. Gabon'un "Gök Bayrağı"
bir hey'et-i âliye hâline münkalib oldu. Bu şubelerden bi geçen sene musavver ve mükemmel bir kitap şeklinde
risi, yukarıda mezkûr "İslâm Mecmuası" etrafına toplana meydana çıktı. Geçen sene bir "Küçük Türk Tarihi" telif
rak intibah-ı diniye çalışan genç ulemâ ve mütefekkirin ve neşrolunduğu gibi, Türklük emeline hâdim birkaç ki
dinimizi ihtiva eden, "İslâmiyet Şubesi"dir, "Türkiyat" ve tap ve risale daha bastırıldı.
"Türkçülük" nâmlarını taşıyan iki şubesi ise, Türklüğü il
Nihayet yine şimdiye kadar birtakım abur cubur so
men tedkik etmek ve amelen terakkî ettirmekle uğraşı
kak edebiyatı ile beslenen Türk çocuklarına sağlam ve
yor. Diğer şubelerin gayeleri ilmin aksâmını nazarî ve
millî bir bilgi vermeğe çalışan "Çocuk Dünyası" mecmu
mutlak tetebbu etmektir. "Türk Derneği"nin böyle serpi
ası da geçen sene çıktı. Millî masallar ve millî bilmeceleri
lip dal budak salıvermesi, Türk millî fikrinin sürat-i
ihya ederek çocuk edebiyatında pek taklide mazhar olan
neşv ü nemâsına en bâriz bir misal, hatta bir timsal olabi
yeni bir yol açtı.
lir. Türkçülük cereyanının ikinci tarihî bir müessesesi
olan "Türk OcağUnın saha-i faaliyeti, geçen sene Türk Geçen sene, dostum Tevfik Nureddin, bilhassa Türk
gençliğinin ekseriyet-i azîmesini ihâta edecek kadar ge millî mefkûresine hizmet eden kitaplar tab, neşr ve tevzî
hizmetini, elinden geldiği kadar iyi yapmaya çalıştı. Dost satı meselesine lâyık olduğu ehemmiyeti kazandırmıştır:
larımızın artması, fikrin kuvvetlenmesi, hizmetimizin çok Kız sanayi mektebi yeni baştan tanzim olundu. Evkaf kız
kusurlu olmadığına delildir. "Türk Talebe Yurdu" artık mektepleri hayli terakkî ettirildi, içlerinden birisi dârül-
epey uzaklardan görülebilecek kadar yükseldi. Sert, ko muallimât derecesine çıkarıldı. Osmanlı Dârülfünûnun-
Sayı 64 TÜRK YURDU 281
da kadınlara mahsus dersler açıldı. Avrupa'da ikmâl-i tah Bey, onun oğlu da İsmail Hakkı Paşa'dır ki Fehime Nüz
sil ile meşgul Türk kızlarına yardımlarda bulunuldu. het Hanım efendinin babasıdır.
Bizce bütün bu nurlu tecelliyât, Türk ruh-ı feyyazının Sâhir Bey, yedi yaşında Mehmed Nadir Beyin numû-
maarife hulûlünden sâdır olmaktadır... ne-i terakki mektebine başlamıştır. Tevzî-i mükâfatlarda,
Bitmedi.
mesirelerde nutuk söyleyen bu kumral çocuk hatta Edir
ne'de ressam Rıza Beyin açtığı mektebin küşâd resminde
A. Y.
de nutuk söylemek için götürülmüştü. İstidâdını duyan
vaktin hakanı Sultan Abdülhamid-i Sânî, dokuz yaşlık ço
RESMİMİZ cuğu Mabeyn'e çağırtmış, huzurunda onu söyleterek bir
nişan ve on lira mükâfat îtâ etmiştir. Sâhir Bey Numûne-i
Terakkî'den çıkınca Davud Paşa Rüşdiyesi'ne girdi ve bu
esnada hususî Fransızca dersleri aldı. Rüşdiyeden sonra
Sâhir Beyi Vefa İdadisinde görürüz. Artık şiir yazmaya
başlamıştı. İlk şiirini hâlâ hatırlar. Bu çocukça bir şarkı ol
makla beraber o kadar samimîdir ki... Hassas çocuk an
nesine darılıyor ve o teessürle kalemi eline alıyor :
Sâhir Bey idadiden çıktıktan sonra hukuka devam et Sâhir Beyin aşk, kadın ve elem terennüm eden şiirle
miş ise de sıkılmış ve avukat olmaya niyeti olmadığından rini anlatmak için uzun sayfalar ister. Onun ruhundaki
bu m ektepten vazgeçmiştir. 1319 senesi bin kuruş maaş hazin ve hassas şairiyyeti duymak için birkaç şiirini dik
la Hariciye Nezâretine memur oluyor, 1323 senesi Mer katle okumak kâfidir. Meşrutiyetten sonra çıkan kitapları
can İdadisi kitabet ve edebiyat muallimidir, Davud Paşa şunlardır: "Beyaz Gölgeler", "Buhran", "Siyah Kitap", "Si-
Mektebine de ders veriyor. Selanik'teki "Çocuk Bahçe- mon".
si"ne yazıyor. İnkılâptan sonra Hariciye'deki memuriye
Türkler bu mümtaz şairlerinden daha bir çok kitap
tinden çekilmiş yeni yapılan kadrolardan Mercan, Kaba
lar bekler, millî aruzumuz olan hece veznine sihirli kale
taş mekteplerindeki edebiyat muallimlerini alıyor. Aynı
miyle çok hizmet edeceğini ümit ederler. Ve bu ümitle
zamanda kadınlara mahsus "Demet" risalesini tesis edi
rinde pek haklıdırlar, zannediyoruz.- I K
yor. Onu sırasıyla "Musavver Muhit" risalesinin müdür-i
edebîsi, "Fecr-i âtî" cemiyetinin aza ve reisi olarak görü
yoruz. Sâhir Bey cemiyetle beraber tekrar "SeiTet-i Fü-
nûn"a geliyor ve müdür-i edebî oluyor. Bininci nüshadan TÜRKLÜK ŞÜÛNÜ
sonra oradan çekiliyor.
Hakammızm E dinç Kuşandığı Gün.- Nisan'ın
Celâl Sâhir Beyin Türkçülükteki faaliyeti asıl bundan 14. günü, bütün Müslümanların halifesi olan sevgili haka
sonra başlıyor: Edebiyat muallimlerinden Ali Nusret Beye nımız Sultan Mehmed Reşad Han'ın Osmanlı tahtına çı
karşı "Lisanımız" serlevhasıyla yazdığı makalede Osmanlı kıp kılınç kuşandığı kutlu bir gündür.
genç şair ve ediplerinin hepsinden evvel sadeliği, tabiîli
"Türk Yurdu", ulu hakanını cülûs-ı hümâyûnunun al
ği terviç ediyor. Lisanın sadeliğine taraftarlık onu Türkçü-
tıncı yılıyla kutlar ve bu kutlu günün millî sevinçler için
lük'e çekmiştir. Bir müddet sonra Celâl Sâhir Bey'i "Türk
de çok çok tekerrürünü yüce Tanrı'dan diler.
Derneğinde" görüyoruz. Ve bu derneğin kâtib-i umûmî
si olarak derneğin canlanmasına, kuvvetlenmesine çalışı Evkaf Müslüman Müzesinin A çılm ası - Cülûs-ı
yor: Maksadı, Osmanlı Türk edebiyat müntesiplerini der hümâyûn gününde. Veliahd efendi hazretlerinin riyaseti
neğe imâle etmektir. Yine Türkçülük ve sade lisan taraf altında Evkaf Müzesinin resm-i küşâdı, samimî ve mutan
tarlığı şevkiyle 1327'de Selânik'e seyahat ediyor; orada tan icra olundu. Şeyhülislâm ve Evkaf Nâzın Hayri Beye
"Genç Kalemler"de, "Türk Yurdu"nda şairin imzası gö fendi hazretlerinin muvaffakiyâtı silsilesinde, bu müze
rülmeye başlıyor. Çok geçmeden "Türk Yurdu"nun da belki en feyizli ve en kıymetli bir halka-i zerîn teşkil et
imî muharrirlerinden ve idare heyeti azâsından oluyor. mektedir. Müzedeki âsâr-ı İslâmiyenin kısm-ı a'zamı,
Ve bir sene evvel "Türk Yurdu" tarafından neşrolunan Türk sanatkârlarının çîre-i desti-i maharetleridir. Bu nok-
"Halka DoğaCnun müdürlüğüne geçiyor. Türk Derne- ta-i nazardan Evkâf Müzesi'ne, Türk Müzesi de denilebi
ği’nin "Türk Bilgi Derneği" şeklinde tevsiine en çok gay lir. Büyük Süleyman'ın büjûik mimarı tarafından bina
ret ve himmeti sebkat eden Celâl Sâhir Beydir. Derneğin olunan büyük imarete yerleştirilmiş bu büyük eser, bize
eserlerini neşre hizmet eden "Bilgi" mecmuasının mü bir hayli arzu ve efkâr ilham etti. Bunlardan bahsi âtiye ta-
dürlüğünü de deruhte ediyor. Şair, o sıralarda Dâıiilfü- lîk ile Türk sanatkârlığının mazideki mevkiini hakkıyla ta
nûn edebiyat muallimliğine tayin olunuyorsa da istifasını nıttıracak ve istikbalde terakkisine tesir-i azîmi dokuna
vererek "Dernek", "Bilgi", "Ocak" ve "Yurd"un millî işle cak bu müessese-i medeniyenin kurulmasına muvaffaki
riyle uğraşmayı tercih ediyor. yetlerinden dolayı Şeyhülislâm Efendi Hazretlerine
"Türk Yurdu"nun ihtiramkâr tebriklerini arz eyleriz.
m m ff
T ü m . VUKDU ts'
û fc d e ^ H (t^ aC C ^ Ç C ^ €t >t
K a za n ’da B üyük bir Yangın; Profesör K atanof Kütüphanesinin Satın Alınm ası
Sayı 65 TÜRK YURDU 285
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
SELÂM SANA(i)
Türk müvenihi AhmedRefik Bey'e
1
Ey Süleym an Ş ah'ın o ğlu E rtu ğ ru l'u n göz b eb eğ i, S en in o ğ lu n şah in gözlü G azi O rh an ,
Ey K ayahan oym ağının altın kalpli yiğit beyi, T u rg u t A lp'in, K ara T e k e 'n , A kça K oca'n..
Ey g ö ğ sü n d e O rh u n la rı sü rü k le y e n g e n ç k ah ra m a n . Bir s e rt d en iz ü s tü n d e k i dalgalardı.
(Ü Millî şairimiz Mehmed Emin Beyin "İstiklâl günü hediyemizi" [Yıl 3, Sayı 8] bezemiş olan bu şiiri, ahiren yeniden yazılmış denilecek dere
cede tevsî edilmiş olduğundan bu sayımıza tekrar koyuyoruz. -T.Y.
286 TÜRK YURDU S a y ı 65
Bir gür sesle diyordun ki: Bu kuvvete yüksek Alpler başlarını eğecekti;
"Ben Muhammed ümmetiyim; Her bir kayzer titreyerek: "Efendimizsin!" diyecekti.
Bana yurdun üstündeki
O devletin temelini attın ki sen
Herkes Tanrı emaneti;
Makedonya, Arnavutluk, Yunanistan.
Ben burada her milleti
Şarkî Roma, Elcezire, Hicaz, Yemen,
Hür ve mesut edeceğim.
Mısır, Tunus, Asur, Bâbil ve Kürdistan
Onun için her bucağa mahkemeler kurmaktayım;
Baştan başa halifeler mülkü oldu;
Adil Dursun Fakihlerle zulme karşı durmaktayım.
Müslümanlık kuvvet buldu;
Gelin ey siz, kayserlerin mazlumları!
Ve dünyanın uçlarına sesi giden
Gelin ey siz, tekfurların kurbanları!
Türk ırkına taşıttığı yeni adı
Gelin ey siz, kara bahtın mahkûmları!
Mağrur Lâtin, vahşi Slav, yiğit Cermen
Gelin ey siz, şarkın yetim kalanları!
Hayretlerle, hürmetlerle alkışladı.
Gelin ey siz, ben sizlere bir çobanım;
4
Sizi candan koruyanım.
Ey hakanım! Altı asrın yaşattığı hatıralar.
Gelin, size Sakarya'nın ırmağından Önler, haklar bütün senin;
Daha soğuk bir pınardan su vereyim;
Şu saraylar, şu hisarlar, şu sikkeler, şu tuğralar.
Gelin, size babanızın kucağından
Bu şehirler, bu denizler, bu topraklar bütün senin;
Daha sıcak bağrımda yer göstereyim!..
Şu camiler, medreseler, imaretler, bütün senin;
3 Bu tarihler, bu kanunlar, hilâfetler bütün senin.
Ey hakanım! Kuvvet ve hak.. Bunlar sen Türk fatihine
Biz de bugün şu Osmanlı ülkesinde
Bir büyük er dedirtmişti;
Armağanın olan adı taşıyoruz;
Oğuzların şeref dolu eski Turan tayhına
Şu Osmanlı bayrağının gölgesinde
Yine şanlı bir destanla yeniden can getirtmişti.
Bir hür millet hukukuyla yaşıyoruz.
Artık senin başın da bir elmaslı tac istiyordu;
Tanrı seni hazırlanan tahta davet ediyordu: Şiirimiz var, bülbül diller bize sizi anlatıyor;
Ezgimiz var, gümüş sazlar aşkımızı titretiyor;
Konya Selçuk padişahı Gıyaseddin
Türkümüz var, millî barlar bayramları şenletiyor;
Öldüğü gün hep sancaklar ayrılmıştı;
Töremiz var, pulad kollar silahları parlatıyor.
Her bey kendi toprağında istiklâlin
Her birimiz hiç bir şeyle tadılmaz bir meserretle
Bir dalgalı bayrağına sarılmıştı.
Hür kalplerin duyduğu bir saadetle
Bugün sen de kurultayda hanlığını selâmlattın:
Ataların ocağında
Oğuz Han'ın töresince Kaya Hanlı aşireti
Bir saf ömür sürmekteyiz;
Otağında toplanarak huzurunda dize geldi;
Bir mabedin saçağında
Ağzı dönmez kılıcının hakkı olan saltanatın
Yuva yapan kırlangıçlar,
Ak sakallar derneğince kımızlarla kutlulandı.
Cıvıldayan kuşlar kadar
Gülbanglarla, hutbelerle mutlulandı.
Bahtiyarız ve serbestiz.
Bugün Keşiş Dağlarından
Bizim vakur alnımıza şeref veren bu hayata
Yeni Turan doğuyordu;
Yepoizünün altınları, incileri, hepsi feda!..
Garp ufkunda yalbırdayan
Baht yıldızı sönüyordu; Selâm sana, ey devletli, Gazi Osman!
Dünya şarka dönüyordu; Selâm sana, ey Tanrının aziz kulu!
Gün geceyi boğuyordu. Selâm sana, ey muhterem, yüce sultan!
Selâm sana, ey Türklüğün dâhi oğlu!
Sayı 65 TÜRK YURDU 287
G ü n ler, aylar pai'ladıkça al bayrağın Borcun vücut ve adem-i vücudundan ziyade şeklin
N urlar saçsın, kararm asın. den, miktarından, usûl-ı tahakkuk ve izâlesinden kork
mak lâzımdır. Deynin şekli, mikdarı derece-i medeniyet-i
B izden se n in bıraktığın §u v atan a
milliyeye muvafık, müstakrizin kabiliyet-i esmâriyesi kâfi
Bir O sm anlI vicdanıyla y üz b in m in n e t;
ise, teşkilât-ı iktisadiye yolunda bulunup azimkâr, gayyûr
B izden se n in bıraktığın h â n e d â n a
ve faal müstakrizler karşısında ihtiyatkâr, namuslu, insaf
Bir asil T ü rk yüreğiyle c a n d a n h ü rm e t!..
lı mukrizîn ahz-ı mevki etmekte ise, borç alınır, verilir,
Mehmed Emin "itibar makinesi" muvazene ve âheng ile muttasıl işler,
durur; hiçbir taraf için bundan bir yıkım hâsıl olmaz.
Bizde köylünün borçlu olmasını fevkalâde birşey gi Avrupa'da on sekizinci asır köylüsüne nazaran, on
bi telakki etmemeli. Köylü için borçlu olmak eskidir, dokuzuncu asır köylüsü üç dört defa fazla borçludur. Yir
umûmidir; reviş-i tarihi ve medeniye bakılır ise, borçlan minci asrın köylüsü de elbette biraz daha borçlanacaktır.
mak günden güne -miktaren ve nisbeten- mütezayid ve Zamanımız "Borç asrı", başka adamların parasını kullan
müttesidir. İngiliz köylüsü borçsuz yaşayamaz; Fransız mak devridir.
köylüsü borçludur; Alman köylüsü, Macar, Romen köylü Meşi-yi tarihîye nazaran anlıyoruz ki, bizim köylümü
sü işlerini ancak borç ile yoluna koyabilmektedir. Bu hâle zün bugünkü borcuna nazaran, yarınki borcu birkaç mis
göre, Türk köylüsünün borçlu oluşu kadar tabii ne tasav li olmak lâzımdır. Bu hâlde, halletmek mecburiyetinde
vur olunabilir. olduğumuz mesele: Osmanlı köylüsü bugünkü "sıklet-i
Yeryüzünde köylünün borçsuz olamayacağını kabul deynini" hayat-ı iktisadiyesiyle ahengdâr edebiliyor mu?
etmek lâzımdır. Çünkü, yeryüzünde zaman-ı tarihide Bugünkü borcu onu ezmiyor, tâkatini bitirmiyor mu?
köylüsü borçsuz olan millet görülememiştir; bugün Sonra, köylümüzün borcu yakınlarda birkaç kere daha
borçsuz köylü gösterilmek mümkün olmadığı gibi, yarın artacak olur ise, köylümüzün hâli ne olacak? Türk köylü
yine gösterilemeyecektir. süne mûcib-i saadet olacak surette bu birkaç kere artan
borcu hafif tutturmanın yolu nedir? Nasıl bir manivela
Bu madde hakkında kanaat husule getirmek için bi
kullanmalı ki, âlemin sermayesinden bizde de köylü mü-
raz eski tarihleri karıştırmak kâfidir; bilhassa, eski devlet
temâdiyen kemâl-i emniyet ve suhûletle istifade edebil
lerin esbâb-ı inhitâtını şerh eden fasıllar gözden geçiril
sin?
melidir. Yunan köylüsünün çok borçlanmış olduğu, Ro-
ma'da arazi ashabının duyûn-ı sakile altında kaldığı görü İKİ ÂLEM-İ İTİBÂR
lür; Asurîler ile Acem devirleri köylüsünün, rençberinin Borç demek itibâr demektir. Biri köylüye emniyet
tahammül-güdâz borçları, Arap kıt’aatm da Mekke, Medi ediyor, itibâr gösteriyor, parasını kullanmak için veriyor:
ne köylülerinin sıklet-i deynleri sûzişli lisanlar ile tasvir Köylü de borçlu oluyor.
olunmaktadır. Şarkta ve garpta inhitât devirlerine yakın,
Zamanımız muktesidleri arz ve şekl-i istikraza, mak
köylülerin boğaz doyuramayacak derecede hisse-i intifâ
sat ve tarz-ı ikrâza göre, itibar-ı ziraîyi iki âleme ayırmak
almak suretiyle, canlı makineler gibi çalışmakta oldukla
tadırlar. Biri eski âlemdir; "fâizcilik" devri unvanını alabi
rını tarih bize hikâye ediyor. Bundan çıkarılacak netice
lir. Murabahacı, muhtekir, fâizci nâmında bulunanlar bu
açıktır:
âlemde mukrizdirler. Diğeri yeni âlem-i itibardır. Buna
(Ü Gayet mühim olan bu makalenin fevkalâde bir dikkatle okunmasını karilerimizden bilhassa temenni ederiz. -T.Y.
288 TÜRK YURDU S a y ı 65
"Bankacılık" demek mümkündür, Burada mukrizler çok tihdama mecburdur; "izâle-i noksan" edecektir. Bu mak
defa şahsiyet-i âdiyeye gayr-i mâlik olur. Müstakriz her iki sat ile itibara müracaat eden köylü biraz daha kavi mev
âlemde aynı köylü, fakir, küçük müstahsil değildir. Birin kide ise de, eski âlem-i itibarın mâhir ve cebbâr olan "say-
ci âlemde: Fakir, âciz, cahil müstahsil-i zirâî ve nâdiren yâd'ları karşısında yine fevkalâde fena vaziyettedir.
becerikli, akıllı rençber, ikinci âlemde kâffe-i erbab-ı zira
"İzâle-i adem", "izâle-i noksan" borçlarından sonra,
at müstakriz olur. En küçük rençberden en zengin, faal
"izâle-i humâr" borçları nâmıyla Osmanlı çiftçisi de diğer
muktedir çiftçilere kadar! Bu iki âlemin hasâis-i ahlâkiye,
bir nevi deyn daha vardır:
ruhiyesi, temâyülât-ı şahsiyesi oldukça mütefâvittir; "İki
1) Sünnet düğünü masrafları, kız-oğlan velimeleri,
âlem-i itibar" taksimine sebebiyet veren esas da bu tefâ-
bayram, seyran ve diğer birtakım merasim-ki nîm dinî
vütlerden ibarettir.
kuvveti hâizdir,- köylü için muhtekirlere gitmeye çok de
Bu iki âlemi iyi anlamak için, borcun husulü sebeb- fa sâiktir.
lerini bizim köylüden sormaya başlayalım:
2) İdaresizliklerin, misafir doyurmanın, ziyafet yap
-Ne için borç ediyorsun? maların, fena hesapların ve bittabi fena itiyatların mahsu
1) Fena havalar oldu; ekemedik; ektik, çürüdü.. Sel lü olan cerihalar bazen sarraf kesesinden gelen para ile
ler, çekirgeler mahsulâtımızı götürdü... Kuraklık bizi kas tediye ve tasfiye edilir.
tı, kavurdu. Köylüyü borçlandıran en eski sebepler, en umûmî ve
2) Köyde fenalıklar oldu; eşkıya türedi; harpler oldu, bizde en daimî, en az mütehavvil ve mütekâmil âmiller
karışıklıklar korkular, gasp ve müsâdereler bizi bitirdi. bunlardan ibarettir. Bu müessirler şevkiyle açılan kese
lerden alınacak para suhûletle geri döner, yerine verilir
3) Rençberliğe başlamak istiyoruz.
mi? İtibarın mahiyet-i sâikasına göre, neticeden şüphe et
Bu üç hâlde, köylünün elinde mahsul yok. Demek, mek kabildir. Bu maksatlar ile yapılan itibar, müstakrizle-
köylüye, evvelâ, boğazını doyurması, yaşaması; sâniyen rin tabiî olarak yıkımını, -hele dikkatsizlik ve mukriz tara
ileride tarlasını tekrar sürmesi, ekip, biçmesi; çiftçiliğe fından cebbarlık gösterilirse- mahvı müstelzim olur. Köy
şimdi başlanıyor ise, arazi, hayvan vesaire tedarik etmesi lünün hayatı burada paçavra gibi sürüklenir. Zaten, ma-
lâzımdır. İtibara "hayatı" için, ölüm ile çarpışmak için nâ-yı iktisadiyesiyle itibar-i ziraî içine köylünün bu nevi
köylü muhtaçtır. "İzâle-i adem" maksadıyla yapılan istik- borçlarını ihtiyatla almak iktiza eder.
râzlardaki köylünün vaziyet-i ruhiye ve ahlâkiyesini dü
Şimdi itibar-i zirâîye lâyık olan ve başka bir âlemin
şünmeli; bu maksat için nelere razı olabileceğini unut
müstakrizi olmak namzedliğini gösteren "köylü"yü tasvir
mamalı!
etmek lâzımdır; o diyor ki:
En zayıf ve âciz mevkide bulunan, muhtekirler tara
1- Yeni arazi açmak, mevcut kıt’aatımı arttırmak isti
fından en kolay ve bî insafâne sayd edilen müstakrizler
yorum; Paraya muhtacım.
bittabi bunlardır.
2) Gayr-i münbit arazimden bazıları numûne olarak
Eski âlemin borçlu köylüsü bundan sonra bize diyor
inbât edildi; diğerlerini de ıslah, kuvve-i inbâtiyelerini
ki:
tezyid etmek arzusundayım: Eakat, nakde lüzum var.
1) Hayvanlar hastalandı.. Mahsulât arzuya muvâfık, 3) İyi tohum celbi, hayvan iştirâsı, makine tedâriki,
ihtiyaca kâfi derecede yetişmedi. Avadanlıklarım kırıldı, fazla amele istihdamı ve mahsulâtın hayvanat ile beraber
bozuldu. sigortaya vaz'ı faydalı olacak; ah, para olsa!.
2) Çoluk çocuğumdan bazıları işten kaldı; hastalıklar 4) Her şey yolunda gidiyor. İdare-i iktisadiye-i zirâ-
masrafımızı arttırdı; yahut, işlemizin geri kalmasına sebe iyemi daha muntazam bir makine hâline koymak, mah
biyet verdi. sulâtıma daha )4iksek fiyat temin eylemek, daha seri nak
Bu hâlde, çiftçi tohumluğa muhtaçtır. Alât ve edevâ- liyât ve saire yapmak, daha iyi surette ve mahallinde sat
tım ikmâle, hasta olan efrâd-ı ailesi yerine başkalarını is mak kabil, fakat para yetişmiyor.
Sayı 65 TÜRK YURDU 289
İşte, biraz zengince, hâl ve vaziyeti intizamda giden Birinci sınıfa mensup faizciler türedi, zâdegân, müte-
çiftçinin her tarafta gördüğü "sermaye" noksanını ikmal gallibe ve ağniyâ-yı zamandır. Bunların çoğu müslüman-
için hissettiği ihtiyac-ı itibar budur. dır. Sırf Türk neslinden olanları da vardır. Fakat tahkika
tıma nazaran, bunların adetleri azalmaktadır.
Bu köylünün garazı: Yaşayabilmek, hayatını sürükle
mek, izâle-i humâr etmek için "mukriz" kesesine müra İkinci ve üçüncü sınıfa mensup olanların içinde İs
caat değildir. İstihsalini arttırmak sayesinde kazancını lâm enderdir; Rumeli'nin Edirne vilâyetiyle ancak sahili
miktaren tezyid, nisbet-i temettuunu teşdîd ve kendisine bazı vilâyetlerinde Musevîler, Anadolu'nun cihet-i garbi-
fazla-i temettuât husûlüne hizmet eden mukrize de bu yesinde ekseriyetle, cihet-i vasatiye ve şimaliyesinde ke-
"fazla-i temettü ile" mütenasip, cüzi bir fark îtâ ve hizme zalik ekseriyete yakın bir miktar ile Rumlar faizcilik et
tine, yardımına mükâfât tertip eylemektir. mektedirler. Anadolu'nun vilâyât-ı vasatiye ve şarkiyesin-
de Ermeniler faizcilikte birinci dereceyi işgal ederler;
Burada müstakrizin mevki-i İktisadî ve ruhîsi büsbü
Bunların miktarı mütemadiyen artmakta, faizcilik teşki
tün başka olmak lâzım gelir. "Bankacılık" âleminin en
lâtı Ermeni âleminde yeni yeni terakkiler göstermekte
çok müstakrizleri bu zümredendir. Maamafih, yeni âle
dir.
min mukrizleri olan bankalar, zayıf, cılız müstakrizlere de
aynen zengin, tüvânâ, ileriye gitmek ateşi ile yanan müs- Eski âlemin mukrizlerinden sonra, köylüye itibar
takrizler gibi muamele etmekte ve bu iki zümre-i müs- eden yeni âlemin mukrizlerine gelince: Bunların maksat
takrizîni birbirlerinden -murabahacılar gibi- ayırmamak larını, vaziyetlerini esas madde itibariyle iki kelimede hü
tadırlar. Muhtekirler, ileriye gidecek, kazanacak müstak- lasa ve ifade etmek mümkündür:
rizlerden kaçarlar; zayıfları yakalamaya çalışırlar. Nakit piyasasının müsaade ettiği derecede ucuz para
İki âlemi iyi anlamak için müstakrizlerin mevkiinden tedarik ve çiftçiye -mevki-i İçtimaîsi cehaleti, seri ve ani
sonra mukrizlerin de mevkiini bilmek lâzımdır. zarureti, İktisadî kabiliyetsizliği gibi ahvalinden gayr-i
meşrû sûrette istifâdeyi red ve istihkar ederek- ıttırâd-ı
Biz de mukrizlere: Ne için köylüye borç veriyorsu
kanûnî dairesinde ikrâz eylemektir.
nuz? Suali sorulsa, birbirinden ayrı iki, hatta üç nevi ce
vap alınır: Memleketimizde mevcut olan bir devlet müessesi
(Ziraat Bankası)ndan maada, Suriye'de bazı Musevî ban
1) Kö)öin ağası, paşası, beyi bulunmuşuz; malımız,
kaları, İzmir'de bazı Rum -Yunan bankaları. Adana, Haleb
mülkümüz var, hayvanımız, mahsulümüz bol. Merhamet
ile Bağdad demiryolu güzergâhında bazı Alman müesse-
ve şefkat hissi, bizi köylüye yardım etmek için sevk edi
sât-ı ticariye ve mâliyesi tarafından vâki olan ikrazât ve Er
yor. Onun için, muhtaç köylüye hayvan veririz; taksit ile
meniler ile ecânib müessesât-ı itibariyesi tarafından şura
bedelini yavaş yavaş alırız! Tohum veririz; misl-i muzafını
da burada araziye ve erbab-ı ziraate gösterilen teshilât-ı
mâl-ı helâlinden olarak ertesi sene alırız. Bu bizim usûlü-
itibariye, bir tarz-ı intizâm ve ıttırâda mâliktir; ve yeni âle
müzdür. Haysiyetimize, şerefimize yakışır. Faizciliği ken
min itibar-ı ziraîsi meyanına dahildir. Muâmeleleri vâzıh,
dimize sanat etmemişiz, ağalık, beylik etmekteyiz.
makasıd-ı ticariyeleri alelekser muayyen, tarz-ı ikrazları,
2) İtibar bir sanattır; Bu sanatı icra ederek, hayatımı
faizleri şekl-i muttaridde câri olduğundan, bu müessesâ-
zı kazanırım; madem ki, müstakriz çalışarak, kazanacak;
tı ayrı mütalâa etmek, faizciliği bunlardan ayırmak lâzımı
bana bir hisse verir. Ben daha az emek sarfıyla rençber
dır.
kadar muvaffak olurum.
Bitmedi.
3) En çabuk faiz veren ve faiz tahsili itibariyle, en yu
muşak ve uysal olan müşteri köylüdür: Ağır faiz alırım; iyi M. Zühdü
yetişip ancak bu fenâ dârü'l-gurûrdan bekâ dârü'l-sürûra tayca şiirleri mevcut daha sair bazı zevatı da ilâve edecek
intikal edenler ve anlar ki hâl bu ferah zamanda zâhirdir- olursak Çağatay edebiyatının dokuzuncu asrını hülâsa et
1er, ol hazretin zât-ı mülkî sıfatına meddâh ve sarayında miş oluruz. (3) Dokuzuncu asır Çağatay edebiyatını zikre
cem olanların netâyic-ı tab'ından birer miktar nişana ya derken, Nevâî'den evvel gelen şairleri bir devir ve Nevâî
zılmak için bu maksada bed' ve sekiz kısım olunup.,.d) zamanını ikinci bir devir olarak tasnif ve kabul etmek hiç
"Sekiz yüz doksan altıda yazılmış olan bu mukaddimede şüphe yok ki İlmî ve nâ kabil-i itirâz bir taksim addoluna
"Nevâî" her ne kadar Sultan Hüseyin devri ricalini yaza maz. "Muhakemetü'l-Lügateyn" müellifinelâ ekall yarım
cağını söylüyorsa da, esnâ-yı tahrîrde -yine o mukaddi asır tekaddüm eden "Mevlâna Lütfî" ile "Nevâî" muasırla
mede arz ettiği veçhile- müşarünileyhin çocukluğu zama rı arasında ne şekil ve ne de esas itibariyle bir fark bulu
nında ölüp giden bir takım zevatı da nazar-ı itibara almış nuyordu. Lisan, tarz-ı edâ, evzânın tarz-ı istimâli, mevzu
ve binaenaleyh dokuzuncu asrın ilk nısfında yetişen Ça lar asla değişmemişti. Aradaki farklar zamana ve şiirin te-
ğatay şairlerini de bu meyanda tadâd etmiştir. Türk üde- kâmül-i umûmîsine ait olmaktan ziyade şahsiyetlerin te-
bâsının en milliyetperveri olduğunu "Muhâkemetü'l-Lü- hâlüfünden münbaisti, Lütfî'den çok sonra gelenler ara
gateyn"iyle vâzı surette gösteren "Nevâî" şâyân-ı istiğrâb- sında, lisan-ı şiiri onun kadar maharet ve selâsetle kolla-
dır ki "Mecâlis"inin en büyük kısmını Acem şairlerine mayanlar pek çoktur. Esasen Çağatay lehçe ve edebiyatı
tahsis ediyor. Kitabın münkasim olduğu sekiz meclisten nın dokuzuncu asır zarfındaki umumî tekâmülünü ted-
yalnız birinci, ikinci, üçüncü, beşinci, yedinci meclislerde kik edebilmek için elimizde kâfi derecede vesika mevcut
Türkçe yazan birtakım şairlere nâdiren tesadüf olunuyor. bulunmuyor. İşte bu izahattan anlaşılıyor ki Nevâî'den
O Türkî-gûy şairler arasında Farisî şiirler yazmayana he evvel gelen şairleri ayırırken bir esas-ı İlmîye mütabaat id
men tesadüf olunamadığı hâlde Türkçe divan tertip et diasında bulunmuyoruz. Yalnız, Nevâî'yi Çağatay edebi
miş olanlar gayet nâdirdir. Sekizinci meclise gelince, o yatının en büyük siması ve "Sultan Hüseyin" devrini o
meclis münhasıran "Sultan Hüseyin Baykara"ya ve onun edebiyatın en parlak devri addettiğimiz için onu bir mih-
en ziyade Türkçe eserlerine muhtâs bulunuyor. Hülâsa ver-i tetebbu yaparak mütalâât-ı sâiremizi bu nokta etra
Mecâlisü'n-Nefâis'te mezkûr Çağatay şairleri -Sultan Hü fına toplamayı makul görüyoruz.
seyin de dahil olmak üzere- otuz iki kişiden ibarettir ki Nevâî Mecâlis’inde takvimî bir sıra gözetmediği için,
bunların kısm-ı azamından bugün yalnız bir beyt veya Hüseyin Baykara devrinden evvel gelen dokuzuncu asır
dört mısra kalmıştır! Bu dokuzuncu asır Çağatay şairleri şairlerini tefrik etmek biraz müşkildir. Birinci meclis bilâ
arasında, eserleri kendisi hakkında hüküm vermeye kâfi istisna eskilerden mürekkeptir. Çünkü müellif "Onların
bir kemiyet teşkil edebilecek olanları, nihayet yedi sekiz
şerif zamanının âhirine yetişmiş ve mülâzemetleri şere
kişiden ibarettir. "Nevâî"nin zikrettiği otuz iki Çağatay şa fiyle müşerref olmamıştır." İkinci meclis "Mecâlis"in tah
irine, kendisiyle, "Devletşah" tezkiresinde Türkî şiirde riri esnasında ber-hayat bulunmayan zevâttan müteşek
mahareti zikredilen ve "Ebü'l-Kasım Babür" devri ricalin kildir ki Nevâî "Anlardan bazının mülâzemetine küçük
den olduğu bir gazelinin maktamdan anlaşılanla) "Emir
lükte yetişmiş ve bazının da sohbetiyle m üşerref olmuş
Radhöiddin Ali"yi ve "Fahrî-i Herevî" tezkiresinde Çağa
tur. Bunun bazı erkânıyla "Selâtîn-i ızâm ve evlâd-ı vâci-
( ü Gerek bu parça gerek alınan sair parçalar, şiveden de pek kolay anlaşılacağı veçhile "Nevâî'nin kitabından aynen alınmadı. Aynen alındığı
takdirde onları ayrıca bizim lehçemize çevirmek zarûrî idi ki bu takdirde de makale lüzumsuz bir sûrette uzayacaktı. Bunun için Esad Efendi
Kütüphânesi'nde "1675" numarada mukayyed nüshayı kendimize esas tuttuk. Mezkûr nüshada, Çağatay lehçesi bizim eski Osmanlı lehçe
sine tahvil edilmiş olduğundan tabiî daha şâyân-ı istifade ve daha sehlü'l-tetebbudur. Bu nüshanın mütercimi, müstensihi, tarih ve mahall-i
istinsâhı hakkında metinde malûmat yoksa da, sıhhati, şâyân-ı ihticâc olduğunda şüphe bırakmıyor. Esasen, icap ettikçe bu nüshayı sair
nüshalarla mukabeleden de geri durmadık,
(^) Hakimi tâ hâk ve âb ve bâdirâ bâşed devâm
Saltanat ber Şâh Bâbür Han mukarrer baş gû
Çağatay ümerâ ve selâtîninin âsâr ve şahsiyetinden bahseden bu mühim tezkire, birçok nukattan "Mecâlis"i itmâm etmektedir. Bu pek
mühim vesika hakkında müsteşriklerin de haiz-i malûmât olmadıklarını zannediyorum. Biz fâzıl-ı m uhterem Hâlis Efendi Hazretlerinin
kütüphânesindeki yegâne nüshadan istifade ettik. Müşarünileyhe alenen beyân-ı teşekkür borcumuzdur.
292 TÜRK YURDU Sayı 65
bü'l-ihtirâmlardan" bahis olan yedinci meclistekilerden Molla Kutbî: Sultan Mes'ud Mirza’nın sarayında ya
kısm-ı a'zamı, "Hüseyin Baykara" devrine tekaddüm et şayan şairlerdendir. Nevâî onun yalnız Türkçede değil Fa
mişlerdir. Binâenaleyh bu makalede mevzubahis edece risî şiirde de pek ziyade metânet-i tab'a mâlik ve zarif bir
ğimiz şahsiyetler onlardan ve "Fahrî-i Herevî" tezkiresin adam olduğunu söyledikten sonra meşhur bir matlaını
de o devir ricâlinden olarak gösterilen sair bazı zevattan zikrediyor:
ibarettir.
Gonca ger nisbet kılur özine dildâr ağzını
Bu hususta en mühim istinatgâhımız olan "Mecâli- Ey saba yeli tolakan ile zinhâr ağzını
sü'n-Nefâis"le "Fahrî-i Herevî" tezkiresinin verdiği malû
Sefînetü'ş-Şuarâ'da Mevlâna Kutbî'nin zikrine tesa
matı ale'l-icâb Devletşah ve Sam Mirzâ'dan "Sefîne-
düf edilemedi.
tü’ş-Şuarâ"dan, "Ravzatü's-Safâ"dan, "Nefehât" ile "Mecâ-
lisü'l-Âşıkîn"den, "Âteşgede" ve "Ceyyibü's-Seyr"den ve Mevlâna Naimî: Mevlâna Kutbî'nin akrabasından
daha sair bazı vesâik-i mühimmeden itmâm ve ikmâl ey olan Naimî Sultan Hüseyin'in evâil-i ahvâlinde yanında
his etmiyor. Fakat Devletşah "Yusuf Emîrî" isminde Şâh- Matlaının kaili olan Mevlânâ Naimî, Sultan Hüse
ruh Sultan şuarâsından birini zikrediyor ki belki budur; yin'in Ebû Said'e karşı mütemâdi mağlubiyetlere dûçâr
"Türk idi" ifadesinin manası anlaşılırsa zamanın tevâfuku olarak dağlarda, sahralarda seyyar ve serseri dolaştığı bir
ve Türkçe eserlerinin şöhret kazanamadığı hakkmdaki ri esnada, Nevâî'nin tabirince "Ol hazretin kazaklığında"
vayet bu ihtimâli teyid edebilir. [867-872] irtihal etmiştir. Naimî'nin tarih-i velâdeti ma
Mevlâna Hacı Ebül-Hasan: Bu da Türktü; Tâlib-i lûm olmamakla beraber, zaman-ı vefatı nazar-ı itibara alı
ilimlikle meşgul olduğu için kuvvet-i tab peydâ etmiş. Şi nırsa dokuzuncu asrın nısf-ı evveline mensup ricalden
irler tanzimine başlamış, hatta o aralık Maverâünnehir addedilebilir.
şuarâsı beyninde büyük bir ehemmiyet kazanan muam- "Mecâlis"in ikinci tabakasında "Nevâî'ye" takaddüm
mâ ilminde de iktisâb-ı rüsûh etmişti. "Nevâî" Mevlâ- eden şairler ber-vech-i âtîdir:
nâ'nın hoş tab olduğunu söylüyor. Mecâlisü'n-Nefâis'de
Mevlâna-yı Harimî: Semerkandlı olup tahsil-i ilim
bu matlaı zikrediliyor:
ile meşgul olmuş bir adamdır. Mecâlis'de bir matlaı zikre
Geliptür ol gül ve bir hafta oturup baradur diliyor:
Bu ot günkü katışup canını göydürüp baradur
( ü Gerek Emîrî için gerek aşağıdaki Mevlâna Hacı Ebu'l-Hasan için Nevâî "Türk idi" tabirini kullanıyor ve bilhassa İkincisi için "Türk idi, ama
tâlib-i ilimlikle meşgul olup..." ifadesini istimal ediyor, Nevâî'nin bu İkincisinden başka diğer hiçbir şair için bu tabiri kullanmaması onun
"köylü, taşralı" manasına kullanıldığını gösteriyor. Esasen Nevâî "Türkâne" kelimesini "kaba saba" makamında birçok yerlerde ezcümle
"Muhâkemetü'l-Lugateyn" ve "Mecâlis"de sık sık kullanmıştır. "Türk" kelimesinin eski Osmanlı muharrirleri arasında da -Vefik Paşa'nın izah
ettiği veçhile- bu manâya kullanılması bu mütalâayı teyid ediyor. Süleyman Efendi de "Çağatay Lugati"nde "Türk" kelimesini aynı sûrede tef
sir etmiştir. Bu nokta-i nazardan bu "Emîrî" ile Devletşah'ın bahsettiği Yusuf Emîrî ayrı adamlar olsa gerektir.
Sayı 65 TÜRK YURDU 293
celp ettiyse de fer'î bazı tadilât ile gürültüler yatıştırıldı ve milliyetperleri, Arapların muhik taleplerinin Hükûmet-i
hey'et-i askeriye, vazife-i mevduasına başladı. Von San- Osmâniye tarafından kabul edilmesini çok istiyorlardı.
ders hâdisesi, Devlet-i Osmaniye'nin vaziyet-i beyne'l-dü- Bir milliyet teşkil edebilen akvâmın vahdet-i Osmâni-
velini pek açık gösterdiğinden, hamiyetli ve düşünebilir ye'ye mugâyir olmamak şartıyla tekâmül-i tabiîlerine mâ
Osmanlılarca mucib-i intibâh olmuş olsa gerektir... ni olmaya kalkışmamak, Türk milliyetperverlerinin esas
fikirlerindendir. Türkçüler nazarında, evvelce de söyledi
ğimiz veçhile, İslâm fevka'l-milel bir din-i vicdânî ve se-
Türklerde millî intibâhı ihdâs eden âmiller. Ermeni mâvîdir; âlem-i İslâm'da milliyetlerin tekâmülü beynelmi-
ve Arapların millî hareketlerini teşdîde hizmet etmişler leliyet-i İslâmiye'nin kesb-i iktidâr etmesini intâc eyleye
dir. Ermeni ve Arap vatandaşlarımız, Saltanat-ı Osmani cektir. Aynı zamanda, Türkçüler, dini, milliyet fikr-i mü
ye'de vekayi-i âhirenin husule getirdiği yeni muhite tev- rekkebinin bir unsur-ı tarihîsi telakkî ederler; Müslüman
fîk-i hayat arzusuyla, zaten mevcut muhtariyet-i kavmiye- milliyetler tekemmül ederken, İslâm dininin de hayatîle-
lerini tevsîan hukuklaştırmak teşebbüsünde bulundular. neceğine inanırlar. İşte şu itikadât-ı esasiyelerine istina-
Siyaset-i umûmiyeden bâhis icmâlde hatırlattığımız veç dendir ki Türkçülüğün asla siyasî olmayan mehâfili, siyâ
hile, tebaa-i padişahînin vaziyet-i hukukiyelerine müteal sî itilâfa tekaddüm ederek, Arap mehâfil-i edebiyesi ile
lik bu gibi mesâilin hudûd-ı Osmaniye dahilinde hallolu münasebât-ı itilâfperverâneye girişmişti.
nup bitmesi iktiza ederken. Ermeni vatandaşlarımızın
Türkçülük fikrinin akvâm-ı İslâmiye arasında ilka-yı
"Islâhat" talepleri, maatteessüf, beyne’d-düvel müzâke-
bürûdet etmekte olduğu iddiasına karşı, bilfiil itilâflara
rât ve mukarrerâta bâis olmuş Arap din kardeşlerimizin
hizmetten daha muknî bir delil gösterilebilir mi? Türk
"El-ıslâh" temennileri de Nasrânî Avrupa matbuatını faz
milliyetperver mehâfili esasât-ı fikriyesini asla ihfâ etme
laca işgal eylemiştir. Sırf dahilî meselelerin böyle bey
yerek, daimâ sarîh ve samimî meydana koyarak Arap va
n e’d-düvel bir şekle sokulması, vahdet-i Osmaniye esası
tandaşlarına yed-i muhadenetini uzattığı gibi, Kürt vatan
na sadık kimseleri çok dilgîr etmekle beraber, vekayi-i
daşlarıyla da münasebât-ı muhadenetkârâne temâdî ettir
hâzıradan ziyade netâyic-i müstakbeleyi düşünmeye
mektedir.
mecbur olan zimamdârân-ı hükümetin kavrayışlı nazarla
rını tahdîd ve temkinli siyasetlerini tağlît etmedi. Garbî AvrupalIların Devlet-i Osmaniye ve akvâm-i İslâmiye
Rumeli'de edilen hatalı hareketlerin müessif neticeleri, hakkında beslemekte oldukları âmâlin gitgide görme
bakiyye-i memâlik-i Osmaniye'nin şark ve cenubunda da mek kabil olmayacak derecede tezahür ve tavzihi,
ha ihtiyatlı ve tedbirli davranılacak kadar gayret-bahş ol Arap-Türk itilâfının sürat ve suhûletle in'ikâdına hayli hiz
muş demektir. Buna hamd ve şükretmeliyiz. met etmiştir. Diğer taraftan Araplar, kendi kendilerini
idareye ne derecelerde hazır olduklarını da düşünme-
Ermenilerin Avrupa tarikiyle gelen taleplerinden ço
mezlik edemezlerdi. Umûr-i idârenin bazı şubelerinde,
ğu kabul olundu. Müslüman OsmanlIlardan gayri kimse
ezcümle belediyelerde hâiz oldukları mevki, bu düşünce
için ehemmiyet ve kıymeti kalmayan bazı eski muahede-
için mevâdd-ı kâfiye ihzâr etmiş bulunuyordu. Elhasıl her
nâmelerin maddeleri, bu metâlibe nukat-ı istinad teşkil
iki taraf münsif davrandı ve uyuşuldu. Maarif, adliye ve
ediyordu. Kendi memleketlerinde Ermeniliğin şahsî te-
idare işlerinde Arap lisanının hakkı tanıldı, Arap memu
celliyâtını bile şiddetle ezmeye çalışan bazı hükümetler,
rin istihdamına dair bazı esaslar konuldu. Nihayet
Türkiye'de Ermeni milliyetinin siyasî tekâmül ve terakki
Şam'da, Beyrut'ta birkaç âlî mektep ile Medine-i Münev-
sine itinâkâr birer nigehbân kesilmişlerdi.
vere'de bir darülfünûn-ı İslâmî tesisi kararlaştırıldı.
Yabancılar karışmadığı için Araplarla itilâf daha tatlı
Türk, Arap münasebâtına dair geçen seneki vekayii
ve daha kolay oldu. Siyaset-i umûmiyeden bâhis icmali
hülâsa eden şimalî Türk gazetelerinden birisi diyor ki:
mizde "Türk milliyetperverleri, hükûmet-i Osmaniye ile
"Arapların bazı umûr-ı idarede muhtariyet iktisap etme
Arap ıslâhçıların itilâfında velev cüz'î olsun hizmetleri
leri, hazırlıksızlıklarını izhâr etti; ibtidâî ve tâlî mekteple
sebkat ettiğini burada tahatturla bir hazz-ı vicdânî duy
rine mahsus kitaplarının eksikliği anlaşıldı. Her şeyden
maktan kendilerini alamazlar." demiştik. Filvâki, Türk
evvel seviye-i medeniyenin yükselmesi lüzumunu anladı-
Savı 65 TÜRK YURDU 295
1ar. Muhtariyete kâfi vesâit-i medeniyesi olmayan bir hal ki kazandırm ak istemez. Bu hareket Türklere olduğu
kın o yoldaki faaliyeti hâkimleri değiştirmekten başka bir kadar, bütün milliyetlere de hürm et olunm asını talep
şeye yaramayacağını idrâk ettiler. Ve şimdi Araplar her eder.
şeyden ziyade tezyid-i marifet ile meşguldürler. Osmanlı Hareket, ahlâkî ve İçtimaîdir ve bu cihetle Türkle
hükümeti bu işte Araplara yardım etmektedir. Araplar da re olduğu gibi diğer milliyetlere karşı da insaniyetper-
Hilâl-i Ahmer'e, Müdâfaa-i Milliye'ye mebâliğ-i azîme top verâne âm âl ile doludur. İster ki, Arap, Türk, Kürt, Er
layıp muâvenet-i mâliyeyi diriğ etmemektedirler. Din ve m eni ve başkaları birbirlerine m uvazi olarak, birbirle
kan kardeşlerimizin uyuşmaları bizi çok sevindiriyor." rini sıkmayarak, yek-diğerine fenalık etmeyerek ilerle
sinler, inkişaf bulsunlar. Bir Türk milliyetperveri in
Bitmedi.
dinde Arapların ve diğerlerin lisanı, milliyeti, kendi li
A. Y.
san ve milliyetine ya kın bir hürmeti hâizdir. Türk mil
liyetperveri, kendisine dinini veren ve Osmanlı Devle-
ti'nin en m ühim unsurlarından biri olan Arab’a karşı
mımm husûsî bir hiss-i tebcîl besler.
TÜRKLER İÇİNDE MİLLÎ HAREKET Görülüyor ki, Türkler içinde tekevvün eden hare-
ket-i milliyenin nifak ve husûmet tohumları ektiğini id
Jön Türk gazetesinin 25 Nisan 1330 tarihli nüshasın
dia, k a t’iyyen bâtıldır. Vekayi, bu iddianın tam am en
da Türk millî hareketi pişvâlarından Ahmed Bey Aga-
aksini ispat eder. Meselâ bugün, Türk ve Arapların dü
yef in "Türkler İçinde Millî Hareket" unvanlı bir makalesi
şünen gençleri, bundan iki üç sene evvelkinden daba
intişar etmiştir. Şâyân-ı istifade ve ehemmiyet olan o ma
ziyade anlaşıp teyid-i uhuvvet edebiliyorlar. Ve bunun
kalenin tercümesini karilerimize arz eylemeye lüzum gö
izahı kolaydır. Türk ve Arap gençlerinde marifet-i kav-
rüyoruz: miye tekem m ül ettikçe, aynı gayeye, aynı mefkûreye
Türklerde millî hareketin, milliyetler arasına to- doğru yürüldükçe daha iyi itilâf olunuyor ve bunlar
hum-ı nifâk ve husûmet saçarak Devlet-i Osmaniye'yi aynı mefkûrenin m uhafaza ve inkişâfı için yek-diğeri
ciddî tehlikelere uğratabileceğini söylüyorlar. ne takarrub ve im tizâc ihtiyacını duyuyorlar. Türkler,
Araplar ve başkaları millî mefkûreye n ü fû z ettikleri
Filvâki, Türkler içinde beliren hareket-i milliyet-
nisbette, körükörüne, yahut şahsî menfaatleri peşinde
perverâne, taassubkâr şovenlik hâline tereddi edecek
hareket etmeyerek artık milliyet itikad-ı mücerred ve
olursa, bir menba-ı husûmet ve nizâ olur ve devletin mukaddesi uğrunda yürüm eye başlayacaklar ve bu
vahdetine îkâ-ı za ra r eyleyebilir. nun neticesi olarak da toplanm ak ve bir arada yaşa
Lâkin Türk milliyetperverliği bu evsafı h âiz midir? m ak lüzûm unu his ve idrak edeceklerdir. Zira kolay
Bu süalin en iyi cevâbı, millî hareketpişvâlarının n u lıkla göreceklerdir ki, iftirak ve inşikakları günü, öle
tuklarını, yazılarını okuyarak, nazariye ve fillerini cekleri gündür. İşte şu m ütalaata mebni milliyetperver
tedkik ederek istihsal olunabilir. Meşhur Türk m uhar Türk, Arabın ve başkalarının terakkisini, vicdan-ı mil
lî iktisabını ister. Ve bu nokta-i nazardan Türklerin
riri Halide H anım ın Yeni Turan'ını okum ayan kalm a
milliyetperver hareketi Osmanlı Devleti'nin n e f inedir.
mıştır. Milliyetperver muharrir, rom anına yeni hare
Bu hareket bölmez, toplar, ayırmaz, birleştirir.
ketin efkârını, âm âlini cem ve telhîs eylemiştir. Hiç
kimse, hatta hareket-i milliyenin en şedîd basımları bi Bir Türk milliyetperveri, Türkler için am elî olarak
le Halide H anım ın samimiyetinden şüphe edemezler. ne istiyor?
Rom anın kahram anlarında hiç mütearızlık, münta- O diyor ki, Türk sözde memleketin sahibi addolun
kîm lik evsâfı var mıdır? Kimseye fenalık istiyorlar mı? m uş iken vâkide her nokta-i nazardan metrûk bırakıl
Türklere başkalarından fa zla birşey talep ediyorlar mış, ihmâl edilmiştir. Lisanı işletilmedi, ruhunu, vicda
mı? nım, ızdıraplarım, saadetlerini izhâr eden millî edebi
yatı yapılmadı. Lktisaden ezik bir hâlde bırakıldı. Sârî
Türk milliyetperver hareketi, siyasetle meşgul de
hastalıklar onu mahvediyor, din ile onun tenvir ve
ğildir. Bu hareket, hâkimiyete yeltenmez. Kimsenin hu
te'âlisine çalışılmadı. Hâsılı, Türk cehle, karanlığa
ku ku n u eksiltmek, kimseye hususî ve imtiyazlı bir mev terk olundu. B iz Türkçüler istiyoruz ki, hu hâlde kal
296 TÜRK YURDU S a y ı 65
maya asla m üstahak olm ayan "zavallı Türk" ün de bir Türk Yurdu'nda on beş yirmi defa "Osmanlı, Osmanî ve
lisanı olsun, bir edebiyatı olsun, biz istiyoruz ki, onun Osmaniye" tâbiri kullanılmıştır. Ondan evvelki Türk Yur
de mektepleri olsun, hekimleri olsun. Kısacası biz du nüshalarından birinde Türk ve Osmanlı tabirlerinin
Türkler, dünyada herkesin kendisine istediğini kendi pek muayyen manalarda istimâl edilmediğini, Peyam'ın
mize de istiyoruz. Bu da çok mu? Ve hu asgarîyi edin tesadüfi muharrirlerinden bir zat, üç beş hafta evvel çı
mek için milliyetperverler, Türk gençliğinin kendi hal kan mevkût risalelerden birisinde, itiraz yollu iddia bile
kına medyûn olduğunu vezâifinden haberdar olması etmemişti.
na çalışıyorlar. Türk gençliğini öyle bir mücerred mef-
Atalet-i Fikriye makalesinin diğer müddealarına ge
kûre etrafında toplamak istiyorlar ki, o mefkûre hu ve-
zâifin icrâsına onları sevkedebilsin. lince, onları hayli müşkilât ile nihayet şöyle hulâsa ede
bildik:
İşte Türkler içindeki hareket-i milliyenin mahiyeti
hulâsaten bundan ibarettir. M unsıf adam lar bu hare 1. Yusuf Akçura, Mısır'da çıkan Türk gazetesinde
kette tohum-i nifak ve husûm et bulup göstersinler. içtihâdâtını u zun uzadıya izah ederek netice olmak
üzere: "Osmanlılık gibi meşkûk, hafif z a îf bir endişeyi,
Nihayet şunu da ilâve edelim: Bu memlekette hare
Türklük gibi gümrâh, gürbüz ırkî bir emele fed â etme
ket-i milliyetperverâne ilk önce Türkler içinde m i tezâ-
liyiz ve devletimizi, saltanatımızı, lisanımızı, bütün
hür etmiştir? Yoksa Türkler hu vâdide en sona kalan
müessesâtımızı baştan başa Türkleştirmeliyiz. " demiş
lar mıdır? Başkalarına müsaadeli birşey neden ya ln ız
Türklere m em nû olsun? tir.
Bu makalenin intişar ettiğinin ertesi günü, yani 26 2. Sam im î Türkleşenlere birşey denilemezse de ga-
vâm ız ve dekayıkı idrâk etmeden "bu safha-i ihtişâmın
Nisan tarihinde çıkan Peyam'ın Atalet-i Fikriye serlevhalı
m üz'ic bir içyüzü olduğunu görmeden" o davayı mu-
makalesi hemen aynı mevzuu, diğer bir nokta-i nazardan
taassıbâne, m üfritâne ileri sürenler kabul edilemez.
müzakere ediyordu. Makale muharrir-i muhteremi, başta
OsmanlIların atalet-i fikriyesi, mücerred ve mutlak bir sû- 3. Osmanlılık bir hakikattir, bir hakikat-ı tarihiye
rette tenkit eyledikten sonra ehil mevzuuna geçiyor. Bi dir. Ve Osmanlılığı ihdâs eden Yusuf Akçuraların âhâ
zim ve belki umûm şarklıların atalet-i fikriyesi hakkında ve ecdâdı değil, "Nesil itibarıyla Türk'den Arab’a va
Peyam'da serdolunan acı mütâlaata tamamen müştere rıncaya kadar muhtelit olan" hiziz.
kiz. Evet, "Sebeb-i hakikî-i hezimetimiz daima fikren ha 4. Osmanlılığı tesis eden akvâm-ı muhtelifeden
fifliğimiz, sadeliğimiz, geriliğimiz, atâletimizdir." Eğer fik Türkleri, Türklüğü ayıra idik, "Bu toprakta dikiş tuttu
rî atalet her tabakaya nüfuz etmiş bir noksan-ı İçtimaîmiz ramazdık. ".
olmasa, Osmanlı muharrirleri arasında fikrinin cevvalliği,
5. "Osmanlılığa revaç vererek, Arap’tan K ürd’e ka
sa'y ve tetebbuunun genişliği ile mümtaz bulunan bir zat,
dar akvâm-ı sâiremizi o emele daha ziyade rabt ve cel-
mevzı-i müzakere ve münakadeye atacağı bir bahsi azıcık bey ley erek hey'et-i içtimaiyemizi, devletçe, millletçe,
tedkik ve tahkik sıkıntısına katlanırdı. O bahse dair eski artırmalı, büyütmeli, yükseltmeliyiz. "
den söylenilmiş ve yazılmış şeyleri aramaya, okumaya lü
6. Osmanlılık terakki ederse, bundan en ziyade
zum görmese bile, bir gün evvelki, bir hafta evvelki söz
Türkler hisse-mend olur.
ve yazılara şöyle bir göz gezdirmek zahmetini ihtiyar
ederdi de: 1. "Türklük cereyanının Osmanlılığa bir nokta-i
nazardan hizmeti oldu. Bizde milliyet duygularını
"Dikkat buyurulsun.. Bu mütefekkirîn-i kirâm ın
uyandırdı. Lisana safvet ve sadelik verdi. "
yazdıkları (Osmanlı, Osmanî, Osmaniye) gibi tabirlere
asla tesadüf edilmez." 8. Lâkin lisanı sadeleştirirken de, vâdi-i siyasiyâtta
da hoppalıklar gösterilmemelidir.
Diye yanlışlığı pek çabuk ve pek kolay izhâr ve ispat
olunacak iddialara olsun girişmezdi. Ahmed Beyin yuka Acaba makalenin müddea (these)larını iyi kavrayabil
rıda münderic makalesindeki Devlet-i Osmaniye ve Os dik mi? Arzu ve tavsiye duyurulduğu veçhile "munsifâne
manlI Devleti tabirlerini bittabi gördünüz. Son çıkan gözden geçirilmiş" olmak için makaleden istihraç edebil
diğimiz esasî fikirleri makale muharrir-i muhtereminin
Sayı 65 TÜRK YURDU 297
da bulunur) ve pek mükemmel büyük bir oda için 35-40 muhteremesine râsime-i hoş-âmedîyi ifâ ederek, İstan
bul’umuzdan memnunen avdet etmelerini temenni ey
frank yeter. Bâkî kalan para küçük masraflara ve mekte
ler.
be tutulur. Eakat Paris, Berlin gibi şehirlerde tabiî bu pa
ra az gelir. Bendeniz geçen sene 8 ay kadar Paris'te yalnız Sadâ-yı Türkistan ve Sadâ-yı Fergana: Türkis
yaşamak için ayına 100-120 frank sarfettim idi. tan'da bu yıl iki Türk Gazetesi neşrolunmaya başladı.
Bunlardan biri Taşkent'te Sadâ-yı Türkistan nâmı altında
Umûmiyetle İsviçre'de hayat, Fransa ve Almanya'dan
haftada iki defa, diğeri de Hokand şehrinde Sadâ-yı Fer
ucuzdur. Maaşların çok veya az olmasından neler doğa
gana adında haftada üç defa neşrolunmak üzere tesis
cağı hakkında suale cevap vermek biraz zordur. Öyle ta
edilmişlerdir. Sadâ-yı Türkistan maksat ve mesleğini izah
lebelerimiz var ki, az para aldıkları hâlde yine pek faide-
ederken cehâlet sebebiyle millette başgösteren âsâr-ı in
siz hayat geçiriyorlar. Sefahete dalmak, çalışmamak para
kıraz ve tedenniyi mufassalan bildiriyor ve diyor ki, "Biz
nın çok az olmasına bakmaz, oraya gelecek talebenin
Türkistanlılar, hâl-ı hazırda ne zamana ve ne şerî'at-i İslâ-
hüsn-i niyetine bakar.
miyeye göre hareket ediyoruz, ne de tarihden ibret alıyo
Bunun için hükümet yollayacağı talebeleri iyi intihab ruz. Şu cehalet ve gafletimizi görüp bir müddet daha sa
etmekle beraber orada da oranın talebe hayatıyla âşinâ bır ve tahammül etmeyi, mukaddes vatanımız ve mihri-
bir zatı müfettiş tayin ederek, hükümet talebelerini sıkı bân anamız olan Türkistan'a karşı bir hiyânet addettiği
bir kontrole tâbi tutmalıdır. mizden, işbu gazeteyi tesis ettik."
Cenevre D ârülfünûnu H ukûk talebesinden Sadâ-yı Fergana dahi, mesleğinin itidal üzere millete
Kırımlı S. Y. Çelebi hizmet etmek olduğunu beyandan sonra: "Derdimiz bir,
dermanımız da birdir. O hâlde himmet ey kardaşlar! Ya-
298 TÜRK YURDU S a y ı 65
zalim, okuyalım. Çünkü dertlerimizin devâ-yı şâfîsi, yalnız lerle ordugâhlarına taşıdılar. Küçük ve sevimli izcilerimi
okumak ve yazmaktır." diyor. zin oyunları fahr ile, hararetle alkışlandı.
Her iki refikimizi samimâne tebrik ederek Türklüğe Bu "izciler" bir kaç gün evvel İzmit'e seyahat edip
çok faideli olmalarını temenni ederiz. gelmiş ve selâmlıkta ulu hakanın iltifatına mazhar olmuş
Sıyânet: "Malûmât-ı Dâhiliye İstihlâki Kadınlar Ce lardı. İzmit'te iken bu kahraman yaverleri gören asker ve
miyet-! Hayriyesi'nin mürevvic-i efkârı" olmak üzere şeh şehit anaları, ağlaya ağlaya çok alkışlamışlardı. İlk yarış
rimizde haftada bir defa neşrolunur. Kadınlara mahsus günü, üçyüzden fazla izcilerin geçit resmiyle nihâyetlen-
Her iki çarpışma İttihad Kulübünün yarış meydanında ol iken gören ve muvaffakiyet hikâyelerini çok dinleyen Ro
du. İlk "çarpışma"da Türk takımının "akın boyunu" Nuri, men takımı, maneviyatı bozuk olarak çarpışmış ve çarpış
Nihad, Hüseyin, Haşan ve Süreyya Beyler, "ileri"yi Celâl madan hayli yorgun olarak çıkmıştır. GalatasaraylIların
ve Sedad Beyler, "geri"yi Nuri ve Galib Beyler tutmuştu. "ileri"leri Celal, Hüseyin ve Galip Beylerle, "geri"yi tutan
"Kale"yi Nedim Bey muhâfaza ediyordu. Bu kuvvetli takı Adnan, Ahmed ve "akıncı" Muzaffer ve Muhsin Beyler
mın bir kusuru vardı: Beyler beraberce çok tâlim görme çok emek sarfettiler ve Türklere şeref kazandırdılar.
diklerinden, birbirlerine çok alışkın değildiler. Birinci ya Yarış sonunda izciler "topçu" arkadaşlarını omuzları
rışta akıncılarımızın şiddetli hücumları, zafer sevinciyle üstünde taşıdılar. Mızıka-i millî Türk havaları çalıyordu.
hepimizi birkaç defa heyecana getirdiyse de birlikte ha Galip GalatasaraylIlar rakiplerinin ellerini samimiyetle
reket edememek yüzünden "sayı" kazanamadılar. Ro sıktıktan sonra yanlarına alarak ve millî şarkılar söyleye
manya'dan gelen "karışık takım" çok ve iyi uğraştı ve yal rek zafer meydanından uzaklaştılar ve mekteplerine gö-
nız bir defa "sayı" kazanabildi. Bununla beraber misafir tüıiip onlara arkadaşça bir ziyafet çektiler.
lerimiz bizi yenmiş demekti.
Altın Ordu Kulubü'nün Macar kardeşlerimiz topçu
Top bittikten sonra "Türk izcileri" muharebe hü takımlarını bu sene yarışa davet ettiğini haber alarak
cumları yaptılar. Yaralanmış sayılan arkadaşlarını sedye memnun olduk. Altın Ordu'ya muvaffakiyet diliyoruz.
m m if
T û k k M%jdu w
û fi- d e ^ ^ a fi e d c ^ ç c f i <ü ^
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
Demek ki, tabiatın burûdet- mebdei -sııhûnet, burû- Hatta bu kelime Arapçada mezhep (secte) manasınadır.
det, yübûset, nıtûbet- elde olunca tabiat ilmini istidlâl ile Bu itiraza karşı denilebilir ki, lisanın ekmeliyeti her keli
tesis etmek gayet kolaydı. Maamafih bu harekât yalnız menin tek bir manası ve her mananın tek bir kelimesi ve
nazariyata münhasır değildi. Hiç olmazsa ihtibârî (empi- hususiyle her manayı ifade edecek kelimelerin bulunma
rique) bir tecrübeye müstenid olması lâzım elen ameli sıyla kaimdir. Bunu siz yapmasanız da lisan kendi kendi
yatta da aynı usûl tatbik olunuyordu: Hastalıklar mizacda ne yapar. İşte bunun içindir ki, bir dinle mütedeyyin olan
ya rutûbetin, ya yübûsetin, yahut burûdet ve suhûnetin insanların mecmuuna ümmet, bir lisanla mütekellim
galebesinden husûle geliyor. Kullanılan ilâçların da ancak olan insanların mecmuuna millet denilmeye başlamıştır.
bu hassalarından istifade edilmek isteniliyordu. Meselâ Madem ki ekseriyet bu kelimeleri bu manalarda istimal
bir hastalık mizacın burûdet ve yübûsetinden husûle gel ediyor. Siz de bunu kabul ediniz. Istılâh meselesinde
mişse verilecek ilâç tab'an hâr ve yâbis olmalıydı. müşkilât çıkarmak doğru bir hareket değildir.
Bugün tabiat sahasında artık bir (mefhûm usûlü) yer Diğer taraftan Osmanlıcılar diyorlar ki, devlet keli
bulamıyor. Memleketimizde maddî ve tabiî ilimlerle işti mesiyle millet kelimesi müteradiftir. Bir devletin tebeası-
gal edenler yalnız tarassud ve tecrübeye ehemmiyet veri nın mecmuu bir millettir. İçtimaî şe’niyete ehemmiyet
yorlar. Mefhûmları şe’niyyetten çıkarmaya çalışıyorlar. vermeyerek yalnız bu mefhûmlar arasındaki münâsebata
Halbuki içtimaiyat sahasındaki düşüncelerimiz tama bakarsak bu kelime doğru olmak lâzım gelir.
mıyla eski usûle tabidir. Vâkıa bir devletin umûm tebaasının aynı lisânla mü
Yani içtimaiyata dair yazı yazanlarımız mefhûmları tekellim olması, yahut aynı lisanla mütekellim olanların
şe’niyyetten değil, şe’niyyeti mefhûmlardan çıkarmaya müstakil bir devlet teşkil etmesi tab’a daha muvâfık, ar
uğraşıyorlar. zuya daha mülâyimdir. Fakat devletler şe’niyette, nef-
sü'l-emirde böyle midirler? Şüphesiz ki, değildirler.
Bugün matbuatımızda İçtimaî münakaşalara zemin
olan üç mefhûm var: Türkçülük, İslâmcılık, Osmanlıcılık. O hâlde, olanı görmeyerek olması lâzım gelen şeyi
var zannetmek nasıl câiz olur?
Bu mefhumlar İçtimaî mevcudiyetlerin timsalleri
hâline girmedikçe, kıymetlerini İçtimaî şe’niyyetten al Türkçüler bu iki zümrenin müddealarını tenkit ettik
madıkça hiç bir manayı hâiz olamazlar. Senelerce bu ke ten sonra şu iki neticeyi çıkarıyor:
limeler üzerine mücadele edilsin, müspet ve velûd hiç 1. Ümmet başka şey, millet başka şeydir.
bir netice çıkmaz. 2. Devlet başka şey, millet başka şeydir.
İçtimaî şe’niyyete bakarsak görürüz ki, bir İslâm üm Bu neticelere itiraz olunabilir. Fakat yalnız İçtimaî
meti, bir OsmanlI Devleti, bir Türk milleti, bir Ai'ap mille şe’niyete mutâbık olup olmadığını aramak nokta-i naza
ti var. Bu hükümlerin şe’niyyete mutâbık olması için ta rından! Yoksa "Böyle olmalı mıydı?" diyerek değil!
biidir ki, ümmet kelimesinin bir dinle mütedeyyin olan Biz mefhumlarımızı şe’niyete uydurabiliriz. Fakat
fertlerin mecmuuna, devlet kelimesinin bir hükümetin şe’niyeti kendi mefhumlarımıza uyduramayız!
idaresi altında bulunan fertlerin mecmuuna, millet keli
Maamafih ümmet, devlet, millet mefhumlarının ha-
mesinin bir lisanla tekellüm eden fertlerin mecmuuna ıs-
riçdeki şe’niyetleri biri birinden büsbütün ayrı değildir.
tılâh olarak istimal edilmesi lâzımdır. Bu kelimelerin bu
Ümmetle arasındaki münâsebet "umûm" ile "husus" ara
manalarda ıstılah olarak kullanılmasını kabul edenler için
sındaki münâsebet gibidir. Ümmet bir dinle mütedeyyin
yukarıdaki hüküm doğru, yani şe’niyete mutâbıktır.
olan milletlerin umûmunu câmi bir "beynelmileliyet" teş
O hâlde bu hükmü kabul etmeyenler mananın şe’ni kil eder. Bundan başka milleti teşkil eden fertler, bugün
yete mutâbık olmadığından dolayı değil, bu üç kelimenin milletin lisanıyla mütekellim olanlar değildir. Yarın bu li
şu manalara ıstılah ittihaz edilmesini muvâfık bulmadık sanla konuşacak olanlardır.
larından dolayı istinkaf ediyorlar.
Meselâ bugün Pomaklar Bulgarca, Girit'teki Müslü-
Bir taraftan İslâmcılar diyorlar ki, millet kelimesi si manlar Rumca konuştukları hâlde yarın Müslümanlığın
zin ümmet tabirine tahsis ettiğiniz manaya delâlet eder. tesiriyle Türkçeyi öğrenecekler ve bugünkü lisanlarını
Sayı TÜRK YURDU 303
-Senevi yüzde kaç mı? Hayır, biz birşey istemeyiz, Bi 2. Müessesât-ı itibariyenin yokluğu, muhtekir sarraf
ze yalnız akça farkını bırakırsınız. Aylağınızı mecidiye yir ların elli altmış derecesinde iş yapmaya muktedir, birkaç
mi üzerinden öderiz. Sonra biz de ondokuz üzerinden sermayedarın veya teşkilât-ı mâliyenin adem-i mevcûdi-
alırız. Adi bir muamele. Bu ücretimiz muktezâ-yı teamül yeti.
dür. Tabii çok değildir. Az mı zahmet ve fedakârlık ediyo
Kırk elli bin liralık sermayeli İstanbul'da mevcut bir
ruz?
emniyet sandığından maada Osmanlı memleketi "me-
Bu az ücret yirmi kuruşta bir, yüz kuruşta beş kuaış- ded-res" bir müessese-i muntazamaya gayr-i mâliktir. Vi-
tur. Nitekim sarraflar diyorlar ki, lira başına bir çeyrek lâyât ve elviye merkezleri her nev teşkilât-ı itibâriyeden
mecidiye ayda bize temin etmelisiniz. Bunun manası, se mahrûmdur. Muhtazam maaş îtâ edilememekten, İstan
nede on iki ay olduğuna göre yüz kuruşa senevî 60 kuruş bul hayât-ı âilesine târî olan müvazenesizliği iade ve izâle
faiz vermektir. Bir sarrafa bu ihtarı yaptım. Müteessir ola edebilmek için şehrî lâ-akall 200-250 bin liraya zaruret-i
rak hayret ve hiddet ile memzûc bir lisan ile dedi: kat'iyye vardır. İki üç aylık bir intizamsızlığı ale't-tevâlî
-B u hesabınız doğru değil. Bir defa biz senelik iş izâle etmek üzere 500-600 bin lira lazım gelir. Ekserisi
yapmıyoruz. Bizde fiyat maktûdur. Bunu münakaşa et kût-ı lâ-yemûtlarına medar bir derecede maaş alan müte
mek olamaz. Ayda bize akça farkından başka ne bırakı kaidin, eytâm ve erâmil ve küçük ashab-ı maaş için behe
takrız, istikraz etmek hülyasıyla dem-güzâr iken muttasıl fena bir surette muhtaç edecek sûrette tecellî eden mu
faiz verir ve düştüğü kuyudan çıkmak yolunu bir türlü sibetleri, ittiratsızlıkları var.
İstanbul ile İzmir, Konya, Kastamonu, Trabzon, An baskınlar burada nisbeten daha çok. Harpler köylünün
kara ve Edirne'nin arasında fark pek azdır. kalbgâhına daha zehir-nâk bir sûrette hayaten ve iktisa-
den tesir etmeye müstaid. Hastalıklar köylüyü daha ziya
Akıl ermeyecek derecede fahiş olan bu şehir faizcili
de bîzâr etmekte. Fiyat-ı mahsul düşkünlükleri, fena tica
ğinin sebeb-i husûlü fikrimize göre şunlardır:
ret teşkilâtı burada âdeta iki misli. Nihayet köylü daha
1. Türk hayatının İktisadî, terbiyevî müvazenesizliği. görgüsüz. Ziraat Bankası'mn mevcudiyetinden gafil ve
Devlet hayatında bazı buhranlar dolayısıyla sarsıntı bî-haber. Ondan istikraz yapmaya gayr-i muktedir veya
olunca ve idaresizlikler, hastalıklar, sû-i itiyâdlar şevkiyle, beceriksiz, hâsılı daha az akıllı, yapılan hesap ve kitâbın
aile hayatında -şahsî olarak- başkaca muvazenesizlikler neye varacağını daha az müdrik. Bunlara bir de mukrızle-
husule gelince, Türk nesli aç, bî-ilâç kalıyor. Az çok bir ih- rin nisbeten az olduğu ilâve edilince:
tiyât-ı nakdîye mâlik olmadığından: Rum, Ermeni sarraf Şehirlerde tabiî görülen tarz-ı istikrâzın köylerde ay
larına karşı, "her şarta razı" olacak bir hâle geliyor. Türk nen cereyan etmesi icap ettiğine kanaat getirmek lâzım
hükümetinin hayat-ı mâliyesinde de Türk neslinin bu olacağı teslim edilir.
intibâ-ı iktisadiyesini sezmek mümkündür.
Sayı TÜRK YURDU 305
Köy faiz piyasasının muameleleri yalnız biraz daha tarın iki misli talep olunmak müteamildir. Hayvanata gı
muğlak, faizleri daha mütemevvicdir, Sonra köy muame- da olmak üzere ödünç alman ot, saman, arpa ve sâirenin
lât-ı ikraziyesi daha yıkıcı, yakıcı netâyic vermeye müsta- lâdesi şerâiti, bir buçuk iki misli yani %50-100 arasında
id ve çirkindir. Bu neticeleri anlamak için faiz miktarına deverân eder. Derece-i ihtiyâca, mukarrızın vaziyet ve hâ
icrâ-yı tesir eden ahvâli ve köylerimizde faizcilerin ikraz line göre, istikrâzât-ı ayniyyede faiz değişir ise de %50'nin
mukavelelerine ithal ettikleri bazı şeraiti gözden geçire altına inmesi müstahildir.
lim:
Aydın vilâyeti gibi Ziraat Bankası tarafından en ziya
1- Köylerde murabahacılar için faiz nisbetini zamana de ikrazâtta bulunulan bir vilâyetimizin oldukça nurlu ka
göre tebdil etmek ihtiyac-ı şedîd ise nispeti artırmak mu zalarında bazı ağa ve beylerin vagon vagon tohumluk da
vafık görülmektedir. Meselâ Teşrinievvel ayında yahut ğıttıkları ve ertesi sene hasat zamanı iki mislini tahsil et
hasattan bir iki ay evvel istikraz edilmek istenildi mi lira' tikleri her gün kulağımıza vâsıl oluyor. Hem bu rivayet ve
üzerine şehrî bir mecidiye çeyreği yani, %60 (aslı %75)
hikâyât kısmen takdir ile meşhûn bir tarzda bize kadar
talep olunur.
geliyor.
Bu fiyatla faizcilerden para bulmak alelekser müm
Faizcilik ile Osmanlı köylüsünün istihsâlâtma vuru
kündür. Bunun altında para bulmak imkânsız değil ise de
lan öldürücü darbenin tesirat ve netâyicini anlamak için,
enderdir.
köylüye faizcilerin verdiği paraları iki kısma tefrîk edece
2. Hasat zamanı paraca zürrâın büyük ihtiyaç ve sı ğiz:
kıntısı vardır. Binaenaleyh nisbette tabiî daha yüksek ol
1. İadesi kabil ve teceddüdü muhtemel ikrazât.
mak lâzımdır. Liranın piyasası mecidiyeye veyahut çeyrek
lirayadır. Vâde-i tediye, iki, nihayet azamî olarak üç aydan ' 2. İade ve tediyesi imkânsız bulunan ikrazât.
ibaret olmak üzere bir devreden ibarettir ki, hasat icra Birinci nev istikrazât, tohumluk istikrazları ile hasat
edilir, harman yapılır, zahire anbara naki ve füruht oluna istikrazlarıdır. Mesarıf-i müsta'cele ve cüz’iyeden ibaret
bilir.
olduğu ve istihsalin feyz-i tabiîsi. Faiz ağır ve yıkıcı olsa da
Üç ay için yüzde 25-30 sene için %80-100-120 de re’sü'l-mâlın tediyesine müsait bulunduğu için bu sûret-
mektir. le alınan paralar tediye olunur, fakat çiftçinin elinde hiç
3. Faiz mukavelesinin içine ekseriyetle -itibar ile bir şey kalmadığından ve teşkilât-i itibariyenin maksadı
gayr-i alâkadar- bazı şerâit ithal edilmektedir. Bu şartlar, esasen bu olduğundan, kabil-i tediye istikrazât-ı mihani
mahsûlün mukarrıza satılması, fiyatına nazaran bazen bir, ki olarak gelecek sene yine teceddüd eder. Bu, Osmanlı
bazen kile kıyye başına iki kuruş tenzilatla mukarrızın çiftçisinin müzmin ve müdhiş bir itibar ve istikraz nezle
mahsulatı satın alabilmesi keyfiyetinden ibarettir.. Böyle sine teşbih olunabilir. Bundan yakayı kurtarmak ne kadar
bir şart ayrıca faizdir: Bazı ahvâle göre bu % 10-15’den zi kolay ise, içine tekrar düşmek de o kadar zarurîdir. Her
yade bir fark vücuda getirebilir. Müstakraz için, itibara sene borç silinir. Her sene borç çiftçinin ihtiyârma gayr-i
nâil olması sebebiyle, her cihette kurulmuş bir tuzak tâbi olarak teceddüd eder,
mevcuttur.
İkinci nevi istikrazât, hayvanât, âlât ve edevât-ı miha
Köylüye faizciler tarafından icra edilen ikrazâtın nak nikiye satın almak, arazi için zihinde tasavvur edilen ve
den olması ve tediyâtm nakden icra edilmesi ekseriyetle kitaplarda görülen ıslâhat-ı azîmeden birini icra etmek
büyücek piyasalara yakın olan yerlerde vâkidir: Biraz içe arzusuyla ve yahut arazi-i cedide satın alarak açmak hül
rilerde, mukarrızlar İslâm olarak itibar-ı zirâî vukû bulan yasıyla yapılanlardır. İşte bu bir tuzaktır. Küçük miktarda
bazı yakın vilâyetlerin köylerinde malûmât-ı itibariye masrafı müstelzem olup da Ziraat Bankası sayesinde ya
bi’t-tamâm aynendir. Yani, ikraz aynen olduğu gibi tedi pılamayınca ve yahut Ziraat Bankası'ndan istifade yolunu
ye de aynendir. bulamayarak faizcilerden alınacak para ile yapılmak iste
İkrazât-ı aymyede -müşkilât-ı tevziiye ve tahsiliyeye nilince: Bu tuzağa çiftçi düşer. Ziraatta hüküm-fermâ
ve saireye nazaran- faizin nisbeti daha ağırdır. İstikraz to olan ağır ve baty "kânûn-ı işmar" sebebi ve "irad-ı müte
hum tedariki için vâki ve miktarı cüz’î ise, verilen mik nakıs" icabatı ile, yüzde on beşten yukarı faiz ile akdedil-
306 TÜRK YURDU S a y ı 66
mi§ olan ikrazat, ıslâhat ile henüz artamayan mahsûlâtın Faizciliğin bu harab-âver neticesi: Zürrâın cehaleti,
kılleti yüzünden peyder-pey, sene-be-sene itfâ edilemez. memleket nakit piyasasının hâli, hükümet ve şebâb-ı
Re’sü'l-mâl mütemadiyen rac'î bir hareket ile artar. Bazı müdrikin ataleti ve lâ-kaydîsi ile mütenasip olur. İtibar-ı
bereketsiz senelerin vukuu ve diğer sebeplerin zuhuru zirâiye millî bir siyâset girmeye başlayıncaya kadar bu sü
buraya iltihak eder ise, borçtan hiçbir şey verilemez. kût muhakkak devam eder.
Borç hendesî bir tezâyüd ile üç dört sene içinde beş altı Af. Zühdü
misline bâliğ olur ve arazinin hayvanat ve sairesiyle kıy
meti borcun edâ ve itfâsına kâfi gelmemeye başlar. Çiftçi
burada müebbeden faizcinin tırnakları arasındadır. Haya
tı müddetince, faizciye çalışmaya mahkûm olan çiftçinin TÜRK EDEBİYATI TARİHİ
heves-i istihsal ve faaliyeti kırılır: Yeis kendisine çöker. DOKUZUNCU VE ONUNCU ASIRLARDA
Hesapsızlıklar, yeni hesapsızlıkları, dikkatsizlikleri müs- ÇAĞATAY ŞAİRLERİ
telzim olur. Netice: Müstakrız çiftçi için mahvdan, arazi I
sini bırakarak işin içinden sıyrılmaktan başka birşey de
NEVÂÎ'DEN EVVEL
ğildir.
(Başı geçen sayıda)
Faizciliğin Neticesi
Mir Saîd: Bir tuyuğundafb
İki âlem-i itibar arasındaki cidâlden sonra faizcilik
Kirmen olsam türbetimning başıga
âleminde mukarrız ve müstakrizler arasında zekâ ve dira
Güşte bir şûh irdi diyüp yazasız
yet, hesap ve istimal-i sermâye ve servet itibariyle bir ci-
dâl hüküm-fermâdır. Mukarrıza cüz’î bir şey itâ ederek, diyen ve halk arasında Kâbilî lâkabıyla marûf olan bu
sermayesini kullanmaya çalışan müstahsilin, ümit ettiği şair. Sultan Ebû Saîd'in dûçâr-ı gadri olarak Serahs'ta şe
gibi fazla istihsalâtta bulunamaz. Mukarrızı idare edemez hit edilmiş ve oraya defnolunmuştur.
ise, mukarrız onu sevk ve idare eder. Binaenaleyh, gale Mehmed Ali (Garibi): Asıl ismi Mehmed Ali, mah
be mukarrızlarda, faizcilerde kalır. Nitekim, bizde hesap lası Garîbî'dir. Nevâî kendisine karabeti olduğunu söylü
sız, cahil, gayr-i cevvâl olan çiftçi, tabiatın kusurlarını izâ yor. Mîr Saîd-i Kabilî ile gayet dost olan bu "hoş muhave
le edeyim, çekirgelerin, tuğyanların, sellerin acısını, çıka re ve hoş hulk ve hoş tab'" zat yalnız edebiyatta değil, sa-
rayım, iğtişaş ve harplerin açtığı yaraları kapatayım der nayi-i nefisenin diğer aksâmında da hâiz-i rüsûh idi. O
iken emilir, muttasıl mağlûp edilir. aralık Mâverâünnehir'de büyük terakkiyâta mazhar olan
Eski âlem-i itibarda mukarrızın galabesine ve istihsâ- musikinin nazariyat ve ameliyatına vâkıf bulunuyor. Muh
lâtın müstahsiline faideli olmayacak sûrette vukuuna ka telif sazları kemâl-ı maharetle çalıyor ve bütün bunlardan
naat edilmek ve çiftçinin beyhûde yere dâini için çalıştı başka güzel yazı yazıyordu. Garîbî bu evsafından dolayı
ğını, ona esir bulunduğunu kabul etmek lâzımdır. Faiz Sultan Hüseyin'in nezdinde büyük bir kıymet ve itibarı
hafif, ağır olsun, gayr-ı muttarid olunca, istihsâlatın feyz-i hâizdi. Nevâî bütün ailesi efrâdının sultan-ı sâhibkıran
tabiîsi, mahsûlâta bi-gayri hakkın temellük etmek isteyen dergâhında kadîm kavi ve mevms bende oldukları hâlde,
faizciler tarafından mahvedilir, istihsâl-i millî yavaş yavaş mezâyâ-yı şahsiyyesinden dolayı Garîbî’nin herkesten
sükûta sürüklenir, faizciliğin neticesi her gün bir istihsâ- çok nâil-i iltifât olduğunu zikreder. Sultan-ı sâhibkıran
leyi öldürmek, yok etmektir. hizmetinden gurbet ihtiyar edip Semerkand'da kaldığı
( b Acemlerin rubâîsine bedel Türkün bir nevi vezn-i millîsidir ki, ekseriya üç veya dört mısramın kafiyesinde cinas-ı tam bulunur (Veled Çelebi,
Muhâkemetü’l-Lügateyn Tercümesi). Fâilâtün/ Fâilâtün/ Fâilün vezniyle yazılan tuyuğların kafiyesinde cinâs-ı tam bulunması şart ise de
meşhur Kadı Burhaneddin’in bazı tuyuğlarında cinas bulunmamaktadır. Çağatay şairlerinin kesretle kullandıkları bu şekl-i nazmı Garp
Türklerinin şuarası nedense ihmal etmişlerdir. Çağatayca tuyuğların hem en hepsinde cinâs mevcuttur. Bu şekl-i nazm Türkçeye mahsus
olmakla beraber meselâ varsağı gibi millî bir şekil addolunamaz. Çünkü aruz vezniyledir. Gibb, Osmanlı tarih ve edebiyatı hakkında eser-i
marûfunda tuyuğu on bir heceli millî bir tarz-ı nazm addetmekle çok yanılıyor. Süleyman Efendi Çağatay Lügatı'nda bunu pek doğru tarif
ediyor: "Bahr-ı remel ile müseddes maksûr vezninde inşâ olunan bir nev‘ eş‘ârdır. Bir lafız ile iki üç manaya delâlet eder." Vambery tuyuğu
"vezin, kafiye" diye pek yanlış gösteriyor.
Sayı 66 TÜRK YURDU 307
esnada nâil-i şehadet olan bu bedbaht şairin Farisî ve savvıfâne şiirler inşâd etmiştir, "mübârek merkadi Me-
Türkî iki matlaını Mecâlisü'n-Nefâis'den aldık. Kabri ma yân-ı Ducoy'da güzergâh yolunda kendi babası hatîrası
lûm değildir. içindedir." Mecâlisü'n-Nefâis'de mezkûr matlaı şudur:
Derd-i hâlimdin eğer gâfil eğer âgâh isen İlâhî nûr-ı irfândın göngülga bir safa birgil
Hiç gam yok keremnikâsın dilber ü dilhâh isen Ki ısyân zulmeti içre harâb ahvâl vü hayrândur
Çeşm-i bîmâr-ı tu her dem nâ-tuvânem mî-koned Mevlânâ Yakînî: "Subhî ki dem be-mihr-i nezd-i
La'l-i cân-bahş-i tu cânâ kasd-ı cânem mî-koned yek-nefs-i tûyî. Nahlî ki, ber-nuhûrdâz ve hîçkes tûyî"
Mîr Haşan Erdeşk: Nevâî'nin derin bir hürmet ve matlaının kâili olan bu şairi Nevâî Muhâkemetü'l-Lüga-
muhabbetle bahsettiği bu zat hayatın germ ü serdini gör teyn'inde "umerâ-yı Türk'ten vücûd bulan hoş tab ve li
müş, gençliğinde bütün lezâiz ve huzuzâtı iktitâf etmiş sânlar" arasında tadâd etmekle beraber Mecâlis'de onun
mükemmel bir şahsiyetti. Seyyid Hasan'ın âdeta babası hakkında pek az takdirkâr davranıyor. Gayet sert huylu,
mesabesinde olduğunu söyleyen Nevâî "Türk ve Sart'ta garip bir adam olduğu için bazıları hakkında mütecâvizâ-
ondan mükemmel adam görmedim" itirafında bulunu ne bir lisan kullanmaktan çekinmeyen Mevlâna Yakînî,
yor. Şebâbını şarkın mişvâr-ı tabiîsince rindâne ve lâkay- hayatının son senelerinde eski masiyetlerinden tövbe et
dâne geçiren bu şairin hücresi o zaman bütün ehl-i keyif miş, erbâb-ı salâhtan olmuştur. Türkçe ve Farisî şiirler ya
ve zevkin bir mev'id-i telâkisi idi. zan bu şairin en ziyade takdir ettiği Türkçe eser âtîdeki
matlaı imiş:
Çi hoş başed sabûhı bâdlâdam
Leb-â-leb ez-kadh-i dem der-keşiden Âh kim canımga yitsem yâr-ı nâdân eylegidin
Çu gonca her du der-yek pîrehen-i teng Dâd u feryâd ol cefacı âfet-i cân eylegidin
Be-hem pîçîden vü dem-i der-keşiden
Mevlânâ Atâyî: Muhâkemetü'l-Lügateyn'de zikredi
Rübâîsini vird-i zebân eyleyen bu şâir fart-ı istidâdıy- len bu şair Belh’lidir. Zamanında, orada büyük bir şöhret
la gençliğinde bütün ulûm-i mütedâvileyi öğrenmişti. Fa kazanmış meşâyihten İsmail Ata'ya intisap etmiş ve şüp
kat "fakr cânibi gâlib ve ta sa \^ fd a dahi tab'ı güzel idi. Se hesiz ondan dolayı Atâyî tahallus etmiştir, G) Tam bir ta-
lâtin terbiyeti huzûrundan kendini uzak tuttu. Lâkin sul biat-ı dervişâneye mâlik olan bu hoş ve munbasıt huylu
tamı sâhibkıran lutf-ı müfrit ile iş içine geçirdi. Ve ulu ter- şair tabiî en ziyade ilhamât-ı mutasavvıfânesine tâbi ol
biyetler eyledi." Seyyid Haşan tab-ı lâkaydânesi icabınca muş ve icabât-ı sanatı hiç gözetmemiştir. Hatta Nevâî Me-
sarayın teşrifâtına hidemât-ı umûmiyenin tahmil ettiği câlis'inde"... Ammâ Mevlâna çok Türkâne söyleyip kafiye
mecburiyetlere tahammül edemedi. Binaenaleyh kurb-i ihtiyâtına mukayed değildi." kaydıyla bunu ima ediyor.
padişahîden çekilerek oranın en marûf meşayihinden Maamafih sanatkârâne olmaktan ziyade mutasavvıfâne şi
"Mevlâna Muhammed Tebâdgânî"ye(b ve "sülük ihtiyâr irler yazması Mevlâna Atâyî'nin iştihârına çok yardım et
edip erbainler çıkarıp çok makasıd-ı mânevi hâsıl eyledi." miş ve "kendi zamanında şiiri Etrak beyninde şöhret tut-
Seyyid Haşan hayat-ı dervişâneye girdikten sonra muta-
( ü Nefehatü'l-Üns'de 838'de vefat ettiği mezkûr olan meşhur Şeyh Zeyneddin-i Hâfî'nin müridi olan bu zat, zamanının muktedâsı idi. Herat
şehrinde ilm ü fazlıyla, tasavvuftaki kemâliyle herkese tefevvuk ediyordu. Kasîde-i Bürde'yi tahmis eden ve Hâce Abdullah Ensârî'nin
Menâzilü's-Sâyirîn'ine şerh yazan bu mürşid-i zamanın ismini muhtelif kitaplar başka başka kaydediyorlar: Mecâlisü'n-Nefâis'in bize esas olan
nüshasında Tebâdgânî diye sahih olarak muharrer olan bu isim Sefinetü'ş-Şuarâ'da Benâgâni ve Mirhând'da Tâdgâni tarzında yazılmıştır.
Bunun tab ve istinsâh yanlışlarından ileri geldiği muhakkaktır. Mîrhând onun hakkında ilâveten şu malumatı veriyor:
"... Ve ez ebyât-ı hidâyet-âyâteş ibn-i matla' der-mecâlisi'l-âşıkin meşhûr ve mastûrest: Aıahâ ki be-cezz-i kâmet-i servet-nigerânend. Ger-
rast be-gûyi heme-gûte nazarânend. Ve Mevlânâ Şemseddin Muhammed der-şuhûr-ı seneti ahade ve tis'îne ve semânemi’ete ve fâte yâft ve
der-hıyâbân-ı Herat medfûn-geşt." (Ravzatü's-Safâ, Yedinci Cilt). Filhakika Sultân Hüseyin Mecâlisü'l-Uşşâk'ının elli üçüncü meclisini
Mevlânâ Tebâdgânî'nin menâkıb-ı âşikânesine tahsis etmiştir (Ayasofya Kütüphanesi, numaro: 4238).
G) Ata kelimesi ihtiyar ve muhterem adam manasına gelir (Çağatay Lügati, Süleyman Efendi). Türkistan'da büyük şeyhlere ata unvanı verilir.
Ahmed Yesevî'nin şeyhi Aıslan Ata'dır. Yesevi'nin halifeleri ve onların marûf muakkıbleri tekmil ata unvanını hâizdirler. Yesevi'den teşa'ub
eden Bektaşi meşâyihine baba denilmesi de bu sebepledir.
308 TÜRK YURDU S a y ı 66
muştur.". Belh nevâhisinde medfun olan Atâyî'nin Farisî Ocak da, Türk’üm diyeni manevî bir çatı altında top
eserler yazıp yazmadığım Nevâî tasrih etmiyor. layacak, birbirine tanıtacak, Türk’ü siyasî hudutların fev
M evlâna M ukîm i: Sekkâkî, Atâyî, Yakînî gibi şair kinde parlayan istikbâl yıldızına doğru sevkedecek. Türk
lerle birlikte ismi Muhâkemetü'l-Lügateyn'de zikredilen Gücü, ta Karakurum'da fışkırıp taşan coşkun akınlarıyla
bu şair Heratlı bir derviş idi. Erbâb-ı tasavvuftan olmak ve bütün dünyayı kaplayan, bükmedik bilek, kırmadık kılıç,
o zümrenin bütün ıstılâhatına vâkıf bulunmak hasebiyle vurmadık kale bırakmayan, fakat bugün düşkün, dağınık
cidden kıymetdar bir takım âsâr vücûda getirmiştir. Hat Türk kuvvetini yeniden var edecek, yaşatacak, Türk’ün o
ta Nevâî bütün müşkil-pesendliğine rağmen onun: açık alnını yeniden jâikseltecek, o yılmaz, keskin gözünü
yine parlatacak, o geniş göğsünü yeniden kabartacak,
Sinsin asıl vücud-ı her mevcûd
Dernek'in meydancısı, Ocak'ın bekçisi, Yurd'un kurucu
Sindin özge vücudka nî-vücud
su, Turan'ın akıncısı olacak! Türk’ün o demir pençesi yi
Bendli terciini "hayli çaşnisi var" diye beğeniyor. Her ne dünyayı kavrayacak, yine dünya o pençenin karşısın
parçanın sonunda tekrar eden bu güzel beyitten, mezkûr da tir tir titreyecek. Bu Türk Gücü'nün maksadı!
terciin vahdet-i vücûd felsefesini müfîd olduğu anlaşıl
Gelelim maksada ermek, Turan'a varmak için gidile
maktadır. Farisî âsârı olup olmadığına dair hiçbir kayıt
cek yollara: Türk Gücü millî idmanlardan, millî kuvvet
mevcut olmayan bu şairin cidden mütekemmil ve mesle
oyunlarından, kılıçtan, kalkandan, oktan, yaydan, kargı
ğinin âdâbına vâkıf bir mutasavvıf olduğu muhakkaktır.
dan, ciritten, kerpiç gibi balçıktan kuvvet almak istiyor.
Bu itibarla Fârisî'de de kudret-i ifâdeye mâlikiyeti muhte
İlk tarihe geçen idman mektepleri Hind ve Acem'in zor
meldir.
haneleri, Yunan-ı kadîmin Gimnazyonları idi. Fakat
Bitmedi.
Türk’ün bunların hepsinden üstün bir idmanı varmış ki,
Köprülüzâde Mehmed Fuad
ne Acem orduları dağıtmadık, ne bir karış Yunan toprağı
çiğnemedik!. Türk’ü cihangir eden bu kuvvet özümüzde
GÜÇÇÜLÜK hâlâ vardır. Bu kuvveti yeniden büyütecek, idmanlarımız
İstanbul Türk Gücü menfaatına verilen müsamerede Türk Gücü hâlâ vardır. İşte Türk Gücü evvel emirde bu idmanların
Murahhası Mesulü Kuzucuoğlu Tahsin Beyin irâd ettiği hitabedir: ihyâsıyla meşgul olacak.
Büyük Turan'ı özleyen yeni, uyanık Türk dünyası, Erkeğin nasıl idmanları, kuvvet oyunları var ise ka
Turan'ın altın tacını taşıyacak saltanat binasının dört dire dınlara da kuvvet, sıhhat idmanları Öylece lâzımdır. Bakın
ğini dikti: Türk Bilgi Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocağı ve garbın medeniyet taslaklarına, şu kısa tabir AvrupalIlara,
Türk Gücü! zengin mazimizin acemi mukallidlerine. Ata binen, yay
Saydığım bu mukaddes müesseselerin ilk ikisi İlmî geren, nişan atan, attığını vuran kadınlarına! Altın Or
fennî müesseseler, üçüncüsü yani Ocak, İçtimaî ve terbi- du'nun sökününde biz dolu dizgin Kafkas'ı, Karpat'ı aşar
yevî bir müessese. Dernek, Türk’e kim olduğunu, benli ken kadınlarımız atlarımızın sağrısında bizle beraberdi.
ğini, geçmişini tanıtacak, dini öğretecek, ecdadının ilim Kadını attan indirdik, köşeye oturttuk. Kudret, kuv
ve fen dünyasında neler yaptığını bildirecek, Türk’e ilim vet de bir köşeye çekildi gitti. Babalar, kardeşler, kocalar,
ve fen dünyasında yeniden hizmetler gördürecek, Türk kadınlarımızı idmana, kuvvet oyunlarına teşvik etsinler.
Yurdu, Türk dünyasında olanı biteni haber verecek, Tâ ki, memlekete güçlü, kuvvetli valideler, vatan müdafi-
Türk’ün özünden, sözünden, sazından bahsedecek, lerine gürbüz kahraman arkadaşlar, Turan'ın akıncılarına
Türk dünyasındaki tezahürâtı ve tecelliyâtı etrafa yayacak. yılmaz, yorulmaz yoldaşlar yetişsin!(Û
Turan halkına bildirecek.
Söylediğim idmanların mektebi de bir defa daha de isteyen millî bir müessesedir ki, onun ne olduğunu asıl
diğim gibi dağlar, bayırlar, kırlar, çayırlar, denizler, engin en güzel şiarı söyler: Türk’ün gücü her şeye yeter!
ler ve o mektebin âlât ve edevâtı da at, ateş, kılıç, kalkan, Evet Türk gücü hususiyle bir cemiyet değildir. Bir
ok, tüfek, mâhûn tekneler, sırmalı ipek yelkenlerdir. jimnastik kulubü hiç! Türk Gücü ne Alman jimnastiğinin
Milletine dünya güzeli İstanbul'u ber-güzâr bırakan müdafii, ne İsveç, Müller usûlünün dellâlı, ne İngiliz spo
Fâtih, o güzeli yâd elinden koruyacak kuvveti yetiştirmek runun ilâncısıdır. Türk Gücü bütün memleketi kavra
için de bir idman yeri bırakmış: Ok Meydanı! Hazret-i Fâ mak, memleketin bütün gençliğini, dinçliğini kucakla
tih orasını tîr-endâzlara, kemânkeşlere vakfediyor ve mak isteyen millî bir müessesedir. Jimnastik vasıtadır.
meydanı her türlü tecavüzden vikâye için vakfında diyor Maksat değildir. Maksat pehlivanlık, canbazlık değildir.
ki; "Üzerinden kuş uçurulmasını" Padişahın şu sözünde-^ Bunlar hep vasıtadır. Maksat hatta milleti sade musellâh
ki keramet hem o meydanı bugüne kadar bize muhafaza bir millet bile yapmak değildir. Maksat milleti silâhşor bir
ediyor, saklıyor, hem memlekette uçara atar okçular ye millet hâline koymak, maksat hatta daha büyük, daha bü
tiştiriyor. İşte elimizde Ok Meydanı gibi bir padişah yadi yük, daha büyüktür ki, yine "Türk’ün gücü her şeye ye
gârı, koca Fâtih'in ber-güzârı, millî, tarihî bir idman yeri ter, Türk’ün gücü dünyayı büker!" maksadı söyler.
var ki, şart-ı vâkıfın ihyâsı için Türk Gücü, Evkaf Nezare İşte maksat bu düşünceye, bu kanaate, kelime-i tev
ti'nden müsaade aldı ve orasını yakında mükemmel ve hide olan imanımız kadar metin bir itikat ile sarılarak di
zamana uygun bir idman yeri yapacak. Orada Bursa'nın limizde kelime-i tevhîd, kafamızda şiarımız, gücü kuvve
efesi, Aydın'ın zeybeği, Çukurova'nın atlısı, Konya'nın ci- ti, varı yoğu bir uğurda sarfetmek, güçlüleri, silâhşorleri
ritcisi çalkanarak, orada bütün Anadolu'nun yağız deli bir uğurda feda etmektir ki, o uğur da büyük ve mukad
kanlıları, Rumeli'nin yiğit pehlivanları yarışacak, yine ora des Turan'dır!
da bütün dünya yarışlarda boy ölçecek!
gayr-i tabiîliğini nazar-ı dikkate alarak bu defa kendi ha lar. Hâzırûn umûmiyetle bâl elbisesinde, arasıra tam şark
nımlarının muavenetine müracaat etmişler, her sene bâ- kıyafetinde giyinenler de göze çarpıyor. Bunlar Necat'ın
riz bir surette göze çarpan yarım medenîliği bu defa tek kıyafet-i şarkiye müsabakasına hazırlanmışlardır. Bunlar
mil etmişlerdi. meyanında Hindistan nüvvâblarının kıyafetiyle gelen
Beşinci Müslüman müsameresi ilk bâl idi ki, müsta genç, bütün balodakilerin nazar-ı dikkatini celbediyor ve
killen İslâm hanımları tarafından idare olunuyordu. Müb- neticede müsabakayı da kazanıyor. Rakslar için de müsa
tedîliklerine rağmen Türk hanımları vazifelerini hüsn-i ifa baka ilân edilmiş idi. Gürcü ayanlarından bir hanım bu
etmiş ve onu parlak bir muvaffakiyetle tetvic etmişlerdi. müsabakanın mükafâtını kazandı.
Bakü hayat-ı medeniyesinde emsalsiz bir muvaffakiyetle Bâlın sahne-i temâşâda icra olunacak programı musi
bâl hitâm bulmuş, Cemiyet-i Hayriye faidesine 25 bin kisiyle beraber müctemian okunan Bahar Marşı ile başlı
ruble menfaat bırakmıştı. yor. Aynı zamanda da semâ meleklerine benzetilmiş ço
Arzolunan nokta-i nazardan her ne kadar beşinci cuklar, sahneden inerek halkın arasından geçiyor ve etra
Müslüman müsameresi hayat-i medeniyede mühim bir fa güller saçıyorlar. Bu bahardır, geliyor, ezhâr-ı saadet
terakki hatvesi atılmış idi ise de program ve hazırlık cihe saçıyor. Bunu müteakip ilk Türk operası, Leylâ ve Mec-
tinden yine tamam millî olamamıştı. Bunu da nevruz bay nûn'un beşinci faslı oynanıyor. Azerî Türkleri indinde
ramı münasebetiyle Necat Maarif Cemiyeti nâmına tertip Ebü'ş-Şuarâ addolunan koca Fuzûlî'nin dehâ-yı şii'ri ile
olunan "Şarkî Müsamere" telâfi etti. ilk Türk operacısı Aziz Beyin zekâ-yı sanatının izdivâcın-
dan doğan bu güzel perde dil-şikeste Kays'ın sevdazede
Şarkî Müsamere hakikaten bütün manasıyla bir şark,
Leylâ'nın aşkıyla mecnûn olmasını bütün fecaat ve letafe
daha doğrusu bir Türk balı idi. Müsamerenin hanımları
tiyle gösteriyor.
da, beyleri de fakat Türklerden ibaret idi. Bu geceki bâl
Türk mûsikîsinin, Türk sanatanın ve Türk şiirinin Azer Bundan sonra bu bâlı emsâline karşı asıl mümtaz kı
baycan hakayıkı dahilinde ve Kafkasya şeraiti içinde yetiş- lan öz faslı başlıyor. Yek-diğerini müteakip bazı şarkı ve
tirebildiği nefâisin zî-ihtişam bir meşheri olmuştu. Çünkü türkü makamat ile Azerbaycan şuarasının mümtaz parça
bu gece ilk defa olarak millî ve ruh-âşina bir program ları çalınıyor ve okunuyor. Bunlar meyanında millî şairle
Müslüman ve Türk müsameresini tezyin ediyor ve onu rimizden merhum Sabir'in bir eski ile bir yeni hakkında
fena ve nâkıs bir mukallitlikten kurtarıyor, millî bir nefes yazmış olduğu deyişmesi alkışlara mazhar oluyor. Sonra
( b Belki de bedâhettendir. İstanbul'da bu müsabakayı mâni ve semaîciler mâni ve semaî kahvelerinde icra ederler. T.Y,
Sayı 66 TÜRK YURDU 311
Çok kerre bedye edep haricinde açık saçık bir hiciv MATBUAT
den ibaret olur, Bittabi bu, cins-i lâtiften hâlî düğün mec PEYAM'A CEVAP
lisleri ile köy kahvelerinde söylendiği içindir. Hanımefen
26 Nisan 1330 tarihli Peyâm'da Ali Kemal Beyefen-
diler tarafından idare olunan bir meclis-i edebde tabiîdir
di’in imzalarıyla intişar eden Atalet-i Fikriye makalesinin
ki, bedye de edebli olur. İşte Necat'ın sahne-i temâşâya
aleyhimizdeki müddealarını Türk Yurdu'nun geçen sayı
çıkardığı bedyeciler münasib-i hâl bir meyhane vücuda
sında telhis etmiş ve hülâsamızın doğru olup olmadığını
getiriyorlardı. Söyledikleri bedyeler zevk-i edebîyi haz-
bizzat makale sahibinden sormuştuk. Şimdiye kadar hü
landırdığı gibi faide-i intibâhiyeyi de câmi idi. İşte hatı
lâsamızın hatalı olduğunu söyleyen olmadı. Biz de artık
rımda kalan bir parça:
müzakere mevzuunun aramızda tayin ve takarrür ettiği
Gökte uçar ayru palan ne kanaat getirerek fikir ve mütalaalarımızı ber-vech-i âtî
Yerde gezer otomobil arzeyliyoruz:
Bizim de var ulağımız!
1. Yusuf Akçura'nın Mısır'da çıkan Türk gazetesine
Badehu, sırf Türk şiiri ve Türk musikisi olan saz aşık
yazdığı Üç Tarz-ı Siyaset makalelerinde Ali Kemal Beyin
lan sahne-i temâşâya geliyorlar. Maatteessüf âşıkların
zan ve iddia ettikleri gibi "Devletimizi, saltanatımızı, lisa
adem-i iktidarı bu ciheti biraz nakîsalandırıyor. Mütenev
nımızı, edebiyatımızı, bütün müessesâtımızı baştan başa
vi bir çok musiki ve dıhkıyât parçaları meyanında bir Er
Türkleştirmeliyiz," dava ve talebi yoktur. Üç Tarz-ı Siya
meni inergenirin (mühendisinin) çaldığı keman ile bir
set makaleleri, inkılâptan sonra İstanbul'da bir risale hâ
Türk esnafının çaldığı tütük muvaffakiyetin mâ-fevkine
linde neşrolunmuştur, (b O risâleye göz gezdirilmekle
çıkıyorlar.
böyle bir davanın adem-i vücudu derhal ve bi's-suhûle te
Ermeni kemancısının elinde kemanın üstadâne inle zahür eder.
tilen telleri herkesin hassasiyetine tesir etmiş ve temaşa-
2. İtidalin hepimiz taraftarıyız. Fakat dünyada hiçbir
cılarda artık bunun üstüne bir ses olamayacağı fikrini tev-
hareket-i tarihiye var mıdır ki, ifrata sapan cihetleri ol
lid etmişti ki, nâgâh Türk tütükçüsü o sade bir borudan
muş olmasın? Türk Yurdu'nun neşriyatı, Türkçülerin ne
ibaret olan dilsiz ney ile sahneye geldi. Mütevazı bir sû-
kadar itidal-perver olduklarına kâfi vesâik teşkil eder,
rette oturdu ve rast makamını başladı. Fakat âletlerin en
zannındayız. 3 Nisan’da çıkan Türk Yurdu'nun bir maka
mübtedîsi olan tütükte makamların çok da sadesi olma
lesinde rekabet-i iktisadiyeden bahsolunurken şöyle de
yan rastı bu Türk sanatkârı öyle bir maharetle ifâ etti ki,
niliyordu: "Bugünkü günde Türkler, ne siyaseten ve ne
artık herkes kemancıyı unutmuştu. Bir aralık tam bir
de iktisaden taarruzî harekette bulunmamalıdırlar.. Ha
zevk duymak için gözlerimi yumdum. Ağzına kadar dolu
sım ve rakiplerin Türklere isnat ettikleri taarruzî hareket
olan salonda sanki nefes alınmıyordu... Öyle zannediyor
lerin vücuduna inanmıyorum. Lâkin biz o isnatlara vesile
dum ki, bir dağın eteğindeyim. Dağın tepesinde baharın
olabilecek efâlden bile müctenib davranmalıyız. Çünkü
taravetinden ve davarlarının otlamasından neş'e-yâb olan
hakikî kuvvetlere istinat etmeyerek sırf his ve heyecan ile
bir çobandır, okuyor. Taşları, dağları kendisiyle beraber
yapılan efâl muvaffakiyetsizliğe mahkûmdur.” G)
dillendiriyor, okutuyor, ağlatıyor, güldürüyor...
Demek oluyor ki, ifrattan hazzetmemekte, bu sa
Musiki ve edebiyat kısımlarından sonra millî rakslar
icra olunarak meclise hitam verildi. Bakü ayanlarından tırları yazanla Peyâm'ın başmuharriri müşterekü'l-fikirdir.
birçokları müsamereye geldikleri gibi şehıin hâkimi de Teşrih ve tenkit ettiğimiz makalede ifrat-perverlikten
hazır idi. Balonun sâfî hâsılâtı sekiz bin rubleye karîbdir. tahzîr olunur ki, "bu safha-i ihtişamın müz'ic bir iç yüzü
Bu hâsılât bittabi menâfi-i milliyeye sarfolunmak üzere olduğunu görmeden" denilmiştir. Bununla ne demek is
Necat Cemiyeti'nin sandığına giriyor. tenildiği anlaşılamıyor, Safha-i ihtişam nedir? Müz'ic bir iç
Odlu Türk yüzü ne oluyor? Bunların izahını rica ederiz.
( b 1327 senesinde initşar eden bu küçük risale, Türk Yurdu ve Zaman kütüphanelerinde bulunur.
G) 1329 Senesinde Türk Dünyası, A, Y, Türk Yurdu, yıl: 3, cilt: 6, sayı: 63.
312 TÜRK YURDU Sayı
3. Osmanlılık bir hakikat-i tarihiyedir. "Osmanlılık reâya oldu. Romenler, Rumlar, Slavlar, Osmanlı heyet-i
bugün bir devlete, bir salatanata, bir lisana, bir iklime mâ siyasiye ve içtimaiyesi taht-ı hükm ve saltanatında kendi
liktir" deniliyor. din, lisan ve âdetlerini, yani anâsır-ı milliyelerini kaybet
Evet, bir Osmanlı Devleti vardır. İklim zaten devletin medikleri hâlde, hâkimler zümresinden olmadıkları ve
bundan mutazarrır bulundukları cihetle Osmanlı heyeti
anâsırmdandır. Burada saltanatın ne manaya istimal
olunduğu vâzıh değildir. Eğer Osmanlı Devleti'nde ic- ne girmek için değil, büsbütün müstakil olmak için kı
râ-yı saltanat eden aile-i hükümdârî, Hanedan-ı Âl-i Os yam ettiler.
man'dır, manasına ise Osmanlılığın bir saltanatı da vardır. Tanzimat, tebeayı, reâyayı, Osmanlı heyetine ithal
Eğer bir zamanlar vâki olduğu gibi dini İslâm, lisanı Türk ederek bu kıyamların ve kıyamlardan neş'et eden inkı
olan bir Osmanlı tabaka-i içtimaiyesi memleketin siyase- samların önünü almak istedi.
ten ve iktisaden hâkimi, sultanı (souverain) manasına ise
Ve bu sûrede Osmanlılığa yeni bir mana verilmiş, ye
öyle bir saltanattan bugün artık eser kalmamıştır. Lisana
ni bir mefhum ithal edilmiş oldu. Artık Osmanlılığın dini,
gelince Osmanlı Türklerinin bir dili, Osmanlı Türkçesi,
yalnız Din-i İslâm olmayacaktı. Bundan böyle muhtelif
yahut daha kısa bir tabirle Osmanlıca mevcuttur. Eakat
dinli kimseleri birleştirmek için bir devletin tebeası yahut
bu Osmanlıca, Osmanlı Devleti tebaasının cümlesinin li
ahalisi olmak ve bir dereceye kadar aynı lisanla konuş
sanı mıdır? Hatta bugün Osmanlı Devleti'nin lisanı mıdır?
mak rabıtaları kifâyet edecekti. Osmanlılar, Osmanlı
Nihayet devlet lisanı meselesi şimdi hangi tarafa doğru
Türkçesiyle mekteplerde yeknesak terbiye görecekler,
bir tahavvül gösteriyor? Buraları düşünülmelidir.
aynı his ile Devlet-i Osmaniye'yi, Osmanlı vatanını seve
Evet, Osmanlılık bir hakikat-i tarihiye idi. Hâlâ da bir cekler, onun uğrunda aynı fedakârlıklarda bulunup, me
hakikat-ı tarihiyedir. Lâkin bilcümle tarihî varlıklar gibi o nafi-! umûmiyeden aynı derecede müstefid olacaklardı.
da daima olmak hâlde bir varlıktır. Yani mütemadiyen Bizim anladığımıza göre Tanzimat'ın fikrî gayesi bu ol
değişmektedir. Bundan ikiyüz yıl evvelki Osmanlılık, muştur. Fikir ile fiil, mefkûre (ideal) ile şe’niyyet (realite)
Tanzimat devrinin nazarî ve amelî, tabir-i diğerle fikrî ve tevâfuk etti mi? Fikirde vücut bulan Tanzimat Osmanlılı
fiilî Osmanlılıkları ile bugünün Osmanlılığı hiç aynı mı ğı hakitkatte de vücut buldu mu? Osmanlılık fikri tahav
dır? Osmanlılığın tahavvülât-ı tarihiyesinde veche-i hare vül etti. Lâkin Osmanlılığın tarihî varlığı o fikre göre mi
keti bâriz bir sûrette görünmüyor mu? değişti? Bu sualler Sultan Mahmud-ı Sânî'den Çatalca Mü-
Eskiden Osmanlılık bir nâciliyet, hâkim olan bir taba dâfaası'na kadar geçirdiğimiz dahilî, hâricî, askerî ve siyâ
ka, ehil olan, belki de sultan olan bir hey'et idi ki, bütün sî vekayiden daha beliğ cevaplar verilebilir mi?..
hukuk-ı siyasiyeye mâlik olan eski Romalılığı andırıyor Tekrar ediyoruz: Tarihî hakikatlar mütemâdî tahav-
du. Bu heyetin dini din-i İslâm, dili lisan-ı Osmanî idi. vüldedir. Ve bu tahavvül-i daimî, her zaman göz önünde
Bu heyet ırk itibarıyla muhtelitti. Türk, Arap, Kürt, bulundurulmalıdır ki, istikbâle hazırlanmak kabil olsun.
Arnavut, Slav, Rum... Müslüman olmak, muayyen bir ter İstikbâle ayık gözle bakmayanlar, bakıp hazırlanmayanlar
biye görmek ve Osmanlıca konuşmak üzere bu heyete hüsrana uğrarlar. Etrafımızdaki milletler, maziyi ciddî
tedkik ederek müstakbeli ihzar eyliyorlar. O milletlerin
dahil olurdu.
efrâdından hiçbirisi o tedkiki, bu hazırlığı şâyân-ı tenkit
En ziyade memuriyete ve kısmen de toprağa merbut
bulmuyor.
olan bu nâciliyet-i siyasiye ve askeriyenin altında m uhte
lif dinden, muhtelif ırktan, muhtelif lisandan, halk, tebaa, Yusuf Akçuraların, yahut onların abâ vü ecdadının
Osmanlılığı, Osmanlı medeniyetini tesis etmek iddiasın
reaya vardı. Bunlar da eski Roma'nın avamına benzerdi.
İşte şu teşekkül-i İçtimaî ve tarihiyeden dolayıdır ki, bu da bulundukları hatırımıza gelmiyor ve bu iddiada bulu
güne kadar Rum ve Ermeniler, Osmanlı Türk ve İslâm ke nurlarsa şüphe yok ki, pek gülünç olurlar. Ve Yusuf Ak-
limelerini birbirine karıştırarak kullanıyorlar. çuralar, daima itiraf ediyorlar ki, Osmanlı medeniyetinin
tesisinde Türk’ün, Arab’ın, Arnavut'un, Ermeni’nin.... ilh.
Devlet-i Osmaniye'de, vaziyet-i içtimaiye ve siyasiye-
bir hisse-i mesâisi vardır. Hatta bir-bir buçuk asır evveli
lerinden hoşnutsuzluk gösterip ilk baş kaldıran Hristiyan
ne gelinceye kadar bu muhtelif unsurlardan muayyen bir
Sayı 66 TÜRK YURDU 313
İslâm terbiyesi altında bir hey'et-i muhtelite bile teşekkül yâsî, İlmî, smâî fikirlerin, mefhûmların cümlesini ifade
etmiştir. Nitekim demin izah ettik. Fakat bundan böyle edebilecek bir dereceye is'âd etmek demek ise buna da
mümkün mü? İşte asıl düşünülecek, konuşulacak, ispat Türkler içinde hiçbir muarız, muhalif bulunamaz. Fakat
olunacak mesele budur. bunlar yapılmakla "Arap'tan Kürd'e kadar akvâm-ı saire
mizi" yani Arab'ı, Marunî'yi, Süryanî'yi, Keldanî'yi, Yahu
4. Eğer Osmanlılığı tesis eden akvâm-ı muhtelifeden
di'yi, Rum'u, Bulgar'ı, Sırp'ı, Türk'ü, Ermeni'yi, -akvâm-ı
Türklüğü ayıra idik, bu toprakta dikiş tutturamazdık, de
sairemizden unuttuklarım varsa af buyurulsun- bütün bu
niliyor.
kavimler!, yahut milletleri o emele, yani Osmanlılığa rabt
Mülk-i meftûhumuzdaki akvamın Türklerle nasıl bir ve celbetmek kabil midir? Kabil demek, bugünkü veka-
leştiğini, nasıl müsavi olduğunu yukarıda, anlayabildiği yıa, hakayıka göz yummak, devekuşunun saklanmak
miz kadar anlatmaya çalıştıktı. Maamafih burada kabul usûlünü tatbik etmek değil midir?
edelim ki, fâtih Türkler, bütün tebeaya, bütün reayaya ay
Bunlar o emele rabtolunduktan sonra mecmuundan
nı muameleyi etmişler. Müslim, gayrimüslim, Türk, gay
teşekkül eden "hey'et-i içtimaiyemizi, devletçe ve millet
ri Türk ayırmamışlar, arada ayrı gayri kalmamış, sadarete
çe artırmalıyız, büyütmeliyiz, yükseltmeliyiz." Fakat, bu
varıncaya kadar her ikbal, her mansıp, müslim ve gayri
müslim her ferde mütesaviyen müyesser olmuş. Lâkin rada "milletçe"den maksat nedir? Arap, Rum, Ermeni,
acaba bundan sonra da öyle olabilecek mi? Türklerin Türk, o emele celbolunduktan sonra bir milleti ihdas
"Bundan böyle Türklere Türk denmeyecek." diye bir ka edecekler? Bu milletin dili, mefkûresi ne olacak?
nun çıkarması ile Rum Rumluğundan, Ermeni Ermenili Evet Eransızlar, Kurûn-ı Vüstâ'nın ihtidalarında, bi
ğinden... ilh. vazgeçip Osmanlıyım diyecek mi? Bu kavim zim şimdiki hâlimiz kadar değilse de, nesil, lisan, mües
ler millî ve muhtar olan Arap, Rum, Ermeni medeniyetle sesât itibariyle hayli karışık bulunuyorlardı. Bir çok asır
rinin terakki ve tekemmülüne çalışmayarak, yalnız muh lar bunları Fransa hududu içinde vekâyi-i tarihiye ateşiy
telit OsmanlI medeniyetine çalışacaklar mı? le kaynatarak nihayet bugün gördüğümüz bir milleti,
5. Makalede bu suallere ciddî bir cevap bulamadık. Fransız milletini vücuda getirdi. Acaba, Peyâm başmuhar
Deniliyor ki, "Biz o itikattayız ki, Osmanlılığa revaç vere riri, bu tarihî amelin, Devlet-i Osmaniye'de bundan son
rek Arap'tan Kürd'e kadar akvâm-ı sairemizi o emele rabt ra başlayacağına mı inanıyorlar?
ve celbeyleyerek hey'et-i içtimaiyemizi, devletçe, millet
"O hakikati de munsıfâne nazar-ı im'ândan uzak tut
çe artırmalı, büyütmeli, yükseltmeliyiz."
malıyız ki, bu kavimler içinde fikren, temeddünen, biz
Bu cümle, bütün makalede, muharririnin müsebbit den ileri gidenler çoktur." Hay hay! Biz o hakikati
olan fikirlerini ifade etmek haysiyetiyle en mühim cüm kat'iyyen nazar-ı im'ândan uzak tutmuyoruz. Hatta na-
ledir. Aynen aldık. Umûmî sözleri, umumiyetten kurtar zar-ı im'ândan uzak tutmadığımız içindir ki, o emele celb
maya ve kelimelerin müteşahhas (concret) manalarını ve rabtolunup bir millet ihdâs edilebileceğine bir türlü
arayıp bulmaya ve teselsül-i fikrîde açık kalan yerleri dol akıl erdiremiyoruz.
durmaya çalışalım:
6. Osmanlılık terakkî ederse, bundan en ziyade
Bir defa burada Osmanlılıktan ne murat olunuyor? Türklerin hissem end olacağına, Osmanlılığa Tanzi
Osmanlılık ne gibi müessesât ile mütecellîdir? Yukarıda
mat'tan evvel ve Tanzimat tarafından verilmiş mefhum
Osmanlılığın bir devlet, bir saltanat, bir lisan, bir iklime
lardan harice çıkılmak şartıyla biz de kaniiz. Fakat yukarı
mâlik olduğu söyleniyordu. Osmanlılığa revaç vermek
dan beri sorageldiğimiz bir sual var: O mefhumlar daire
OsmanlI Devleti'ni terakki ettirmek, yani yollar, demir-
sinde Osmanlılığın vücudu bugün var mıdır ki, terakkisi
yollar yapmak, nehirleri seyr-i sefâine müsait bir hale
mümkün olsun?
koymak, devlet namına ziraat bankaları açm ak.. .ilh.;ya-
hut zırhlılar satın almak, techizât-ı askeriyeyi mükemmel 7. Türklük cereyanının Osmanlılığa bir nokta-i nazar
leştirmek, OsmanlI ikliminin hudutlarını genişletmek... dan hizmeti oldu. Bizde milliyet duygularını uyandırdı.
ilh. demek ise elbette hepimiz bunu isteriz. Ve bu arzu Lisana safvet ve sadelik verdi.
muzun hududunu yalnız imkân ve iktidar çizer. Osman
lılığa revaç vermek, Osmanlı Türkçesini, edebî, felsefî, si
314 TÜRK YURDU S ayı
İşte burada kullanılan milliyet kelimesi, bizim zihni Ayân süratle tedkik ve kısa bir müzakereyi müteakib bü
mizi büsbütün karıştırdı. Muhatabımız bu milliyet keli yük bir ekseriyetle tasdik eyledi. Biz, öteden beri Osman
mesini kullanırken, yukarıda artırılıp yükseltileceğinden lI Devleti'nde hükümdarlık makamının gayet yüksek ve o
bahsettiğimiz milliyet mefhumunu murat etmiş olamaz. makamın doğmdan doğruya emri altında bulunması ikti
Şüphe yok ki, uyandığını müşahede ettiğimiz milliyet za eden kuvve-i eczâiyenin de cidden kuvvetli olması ta
duygusu Türk milliyeti duygusudur. Bu hâlde?.. Bu hâl raftarı bulunduğumuzdan, dört beş yıl evvelki hataların
de, Osmanlılık bir milliyet değil demektir. Bu hâlde, Dev- bu geçe kalmış tamirini bittabi alkışlayanlardanız.
let-i Osmaniye içinde milliyet duygularının, yani Türk,
Yeni Turan'm Almancaya Tercüme Olunması:
Arap, Ermeni... ilh. milliyeti duygularının uyanması Os
Halide Hanımefendinin muhalled eseri Yeni Turan müs
manlılığa hizmet demektir. Bu hâlde burada kullanılan
teşrik Şırader Efendi tarafından Almancaya tercüme olu
Osmanlılığın manası nedir?..
narak Osmanişer Lloyd'da neşrolunmaya başlanmıştır.
Lisanımızın safvet ve sadeliğine hizmetimizin, Ali Ke
Türk İzciliği ve Oymak Beylerinin And İçmesi:
mal Beyefendi gibi müşkil-pesend ve hurde-cû bir lisan
İzcilik (Boy Scout) memleketimize iyiden iyiye giriyor ve
üstadı tarafından tasdik olunmasına bittabi çok seviniyo
Türkleşerek giriyor. Başta Harbiye Nâzın Hazretleri ol
ruz. •
mak üzere ciddi ve geniş izcilik teşkilatı yapıldı. İzcilik
8. Ve lisanı sadeleştirirken millî siyaset taraftarlığı teşkilatında ad ve sanlar tamamen Türkçe, hatta bazıları
ederken hoppalıklar gösterilmemesi lüzumuna da kendi eski Türkçesidir. Reis "başbuğ", vekiline "kalgay", şube
leri ile beraber kaniiz. Zaten İçtimaî ve siyasî faaliyetlerin lere "oymak", şube reislerine "oymak beyi", izcilerin
hiçbirisinde ne lisanda, ne siyasette, ne muharrirlikte, ne hey'et-i umûmiyesine "izciler ocağı" deniliyor. Oymaklar
muallimlikte hâsılı hiçbir şeyde hoppalık gösterilmemeli- ortalara bölünüyor. Geçen Pazartesi günü Kalgay Parfit
dir. Bey ile oymak beyleri. Başbuğ Enver Paşa önünde boyun
Fâzıl-ı münakıdımız da teslim buyururlar ki, mütâla- sınıp and içtiler. İzcilik töresinde yazılı and şöyledir:
atımızda daima şey’î (objectif) kalmaya çalıştık. Zaten bu "Tanrı'ya ibadet ve hakana itaat edeceğim. Daima
mecmuanın iki üç senelik hayatını takip eden dostlarımız vicdanını, vazifesini tanır ve kanuna hürmet eder yiğit bir
bilirler ki, şey’îlik, Türk Yurdu'nun seciyelerindendir. adam olarak hareket edeceğime, vatanımı sevip sulh ve
Meselenin ciddiyet ve ehemmiyetinden dolayı münakıdi- harp zamanında fedakârlıkla hizmet yapacağıma, izcilik
mizden de (muarızımız demek istemiyoruz) aynı usûlün töresine baş eğeceğime namusum ve şerefim üzerine söz
takip olunmasını ricaya kendimizde hak buluyoruz. veririm."
Prefosör Katanof Kütüphanesi nin Satın Alın kütüphanesi Evkaf Nezareti tarafından iştira olunmuştur.
ması; Bir kaç ay evvel İstanbul gazeteleri Evkaf Nezâret-i Kitapların çoğu istişraka müteallik garp eserleridir. Bu
Gelilesi tarafından mühim bir kütüphanenin satın alına nevi kitaplar memleketimizde yok denilecek derecede az
cağını yazıyorlardı. Kazan'da münteşir Türk gazetelerin olduğundan kütüphaneyi satın alan Evkaf Nezâreti ulûm
de okuduğumuza göre Kazan Darülfünûnu profesörle ve maarifimizin terakkisine ciddî bir hizmet daha ifa et
rinden müsteşrik Katanof un tarih, etnoğralya, âsâr-ı atî- miş oluyor.
ka ve fünûn-ı tahliyeye müteallik 7.000 ciltten mürekkep
m m
W-
<f
iİ
Tûkk ^UKm
Tûr£ Wri tt Fâi i^e^itıe C aUstr
^ (C d e ^ ^ e l fc aC e d c ^ ç c et ^
Tarih ve Âsâr-ı Atîka: B u lg a rla rın T ürk T atar K a vm in d en N eşetleri / İvan M anulef
K a z a n ’d a S o ka k İsimleri: K a z a n ’d a Şark K u lü b ü n ü n
TÜRK YURDU
Türklerinfâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
Kesmen benim uğurumu ey karlar şesinde başlarını iki ayaklarının arasına sokmuş, boylu
Çadırımda yol bekleyen gözler var boyuna uzanmış olan karabaş ile boz inek de ayak sesle
Yol ver dağlar, ulaşayım obama: rine uyanmışlar, yabancı olmadığımı anlayınca kuyrukla
Gözü yolda al kınalım bekliyor.. rını sallaya sallaya yanıma sokularak yaltaklanmaya başla
Biraz terlemiş ve yorulmuştum. Yambaşımda keklik mışlardı..
ler şakıyan bir derenin söğüt ağaçlarıyla kuytulanan çayı Koca ninem davar sağıyordu. Selâm verdim:
rına oturdum. Güneşin batmasını, ortalığın serinlemesini
- Hoşça geldin küçük konuğum. Çadıra gir de ısın!.,
bekliyordum. Püsküllü av dağarcığımdam bir çörek çıka
dedi. Ben de hayli üşümüş ve yorulmuş olduğumdan
rarak tatlı tatlı yemeye başladım. Derenin soğuk suyunu
ocak başına bağdaş kurdum, ısınıyordum...
içdikçe içime bir serinlik çöküyor, oturduğum yerler gö
züme cennet gibi görünüyordu! Koca nine, sütleri ılıttıktan sonra büyük oğlu Mus-
tan'ın çadırına gitti. Ardından gelinini de çağırtmıştı.. Ben
Artık dalmıştım: Yıllarca yılmak, usanmak bilmeye
ise yanımda keçelerin üstünde apalayan, sürüne sürüne
rek at üstünde kılıç oynatan, bize böyle gümüş ırmaklı
yürümeye çabalayan Ayşe'yi seviyordum...
yeşil yurtlar, altın başaklı değerli topraklar kazandıran ya
vuz atalarımın fetih ve istilâ, cenk ve cidal gururu damar Ninem ile gelini biraz sonra çadıra giriyorlardı.. Nine
larımda tutuşuyor, kendimde yüce bir varlık duyuyor min çok şeyler görüp geçirdiğini anlatan ihtiyar yüzü bir
dum.. Dünyanın bıktırıcı gürültülerinden, öldürücü kay kat daha buruşmuş, iri çizgili alnı altında ani bir felâket
gılarından uzak bulunduğum şu zamanda o kadar sevinç gösteren donuk gözleri yaşarmış, büyük bir tasa emaresi
li idim ki, bağırıyordum: gösteriyordu! Arkasından giren gelin de al çiçekli yazma
yaşmağıyla tasasını saklıyormuş gibi yüzünü örtmüş, ça
Tanrım, sakla bu yerleri düşmandan
dırın bir köşesinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.
Bu topraklar kıymetlidir bana aziz anamdan!..
Koca nine de artık kendini tutamamış, hem ağlıyor hem
Fakat vakit geçiyordu. Güneşin battığı yer, her za
ötede yumruklarıyla döğünen genç gelini susturmak is
mandan daha al, daha kanlı görünüyordu! İçimi bir tasa
teyerek yalvarıyordu. Ve o vakit kararan göğün derin boş
kapladı. Duramadım, dağarcığımı sardım, tüfeğimi
luklarından, ıssız ufuklarından beliren yıldızlar doğdukla
omuzladıktan sonra yola düzüldüm ...
rına nâdim gibi titreşiyor, çadırlarda yanan ateşler gün-
Yokuşlara tırmanıyor, inişlere iniyordum. Önce birer doğudan bir yel ile alevleniyor, şişiyordu...
gölge gibi görünen dağlar şimdi iyi seçiliyordu.. Yolum
"Soyguncular, Receb'i iki arkadaşıyla vurmuşlar!.."
sarp bir inişe uğradı. Hava kararmaya başladığı için vadi
Gündoğudan gelen bu kara haber, şimdi iki çadırın yol
de parlayan ateşlerden yaylaya ulaştağımı anladım.
cu bekleyen gözlerini sulandırmış, kavak deresinin saf ve
Sık ormanlı dağlar birbirine ulana ulana çevrilmiş, or pür-sürûr muhitini acıklı feryatlarla bulandırmıştı.
tasında geniş bir yayla, yaylayı eteğinden geçen Kavak
Gelin, küçük Ayşe ile Mehmed'i bağrına basmış, ma
Deresi, derenin üstünde söğütlü pınar, arı damı.. Birbiri sum yüzlerini acı göz yaşlarıyla ıslatıyor ve bütün kadın
ne yakın çadırlar, kışlık ağıllar, sürülmüş ve fidanlı tarla
lık, analık rikkatiyle ağlayarak:
lar burayı değerli bir yurt hâline koymuştu...
-Y a biz neye yaradık Rabbim, işe güce değmeyen şu
Sağım vakti idi. Davarlar ağıllara tıkılmış, kuzular, oğ
yavrularla, bir sürü davarla dağ başlarında ne yapalım?
laklar meleşiyor, köpekler uluşuyor, çobanların "hey
Hangi derdime yanayım? A yavrularım! Öksüz çocukla
hey'leri çangırak ve çan sesleri, hepsi içinde bulundu rım!.. diyordu.
ğum şu dirliği o kadar kutluyordu ki, bir yabancı gibi
İmali'nin sessiz yamaçlarında inleyen bir yanık kaval
öğünüyordum!
sesi, şimdi genç gelinle birlikte ağlıyor, ona şöyle diyor
İmali Dağı'nın meşeler ve sık ardıç ormanlarıyla bü
du:
rünen bir yamacında kurulan çadırımıza yaklaştığım sıra Yeter artık ağladığın yetmez mi?
da, çadırın yarı aralık çöl kapısından beni gören küçük Akıttığın gözyaşları bitmez mi?
Mehmed koşmaya başladı. O esnada söğütlüğün bir kö
Sayı 67 TÜRK YURDU 321
Feryadlarm Hak yanına gitmez mi? Artık ben de ağlıyordum. Kayaları bile titreten bu yi
Tanrı büyük hiç merhamet etmez mi? ğit ruhunun enîni karşısında benim de bütün varlığım
Dertli gelin, giden gelmez ağlama! eriyor, eziliyordu.
Yüreğini acılarla dağlama!
Acaba bu soysuzlar bugüne dek kaç yürek dağlamış.
Gelin de ona karşı Bunculayın kaç ocak söndürmüşlerdi?!
Sen bir çoban kavalısın ağlama Hamideli, 24 Eylül 1328
Yüreğimi ateşlerle dağlama..
Kom Ahmed Oğlu
Yaralarım, çok açıldı ağlama
Sen onlara kanlı bezler bağlama..
Ben ağlayım ey yaylanın bülbülü!
Sen gül, benim dertlerime ağlama..
Bugüne dek, sen ağladın ben güldüm
TARİH ÜE ASAR I ATIKA
Şimdi sen gül, gözyaşımı bağlama! AVRUPA'DA MİLLP/ET FİKRİNE VE MİLLİYET
CEREYANLARINA DAİR
Diyordu.
Fransa İhtilâli tarafından tanzim olunup meydana
Obanın birkaç saat evvelki şevk ve sürüm taşan yüre
konulan vesâikten ihtimal ki, en meşhuru "Hukuk-i Be
ğime bir soğuk su dökülmüştü...
şer ve Ehl-i Vatan Beyannamesi" (La Declaration des Dro-
- Tanrım, diyordum, yıllardan beri yoksulluk ve kim
its de l'homme et du Citoyen) dir. Fransız müverrihleri
sesizlik altında inleyen zavallı ırkımın ateşli gözyaşları,
nin ezcümle Ernest Lavisse'in iddiasına göre bu beyanna
daha ne vakte kadar akacak? Kahhâr yıldırımların, kimse
mede mündemiç esaslar, bütün lO'uncu asr-ı mîlâdî ve-
siz muhitimizi bürüyen hunhar insanları, zehirli yılanları
kayi-i siyasiyesine pek çok icrâ-yı tesir etmiştir. 18'inci
ne vakit ezecek, ne zaman yakacak?
asır efkâr ve felsefesinden mülhem (?) olan Hukuk-ı Be
Ulu Tanrım, masum niyazlarımla senin yüce ve mu şer Beyannamesi'nin esaslarına tarih-i neşrine nispet edi
kaddes adından soyum ve yurdum için dirlik, düzenlik lerek "89 Mebdeleri (Principes 89)" tabir olunur.
diliyomm.. Türklüğün acı feryatlarını, fersiz gözlerinden
89 Mebdeleri zamanımız Avrupa’sında vukua gelmiş
dökülen yaşlarını artık kes! Hiç olmazsa bundan geriye
olan inkılâp ve ihtilâllerin çoğuna fikrî sâik ve gaye ol
yetişen yavmları gülsün, gün görmedik yetimleri sevin
muştur, deniliyor. Filvaki hakimiyet-i milliye (souverain-
sin!.
te nationale) fikri, "Hürriyet Müsavat, Uhuvvet" düsturu
Gökyüzü git gide kararıyor, köpekler uluşuyor, ça "Milliyet-i Mebdeî (Principe de Nationalite)" hep bu be-
dırlardan yükselen kesif dumanlar, obanın derdini yayla yanname-i meşhurun muhteviyâtındandır.
nın mâtem-i siyahını ilân ediyordu.
Milliyet-i Mebdeî, Hukuk-i Beşer Beyannamesi'nin
Karşımda dikilen koca kayalardan hazin hazin yükse birkaç maddesinin netice-i mantıkiye ve hukukiyesidir:
len lâhûtî bir ses, bilmem, benim gündüzkü türkümün tâ
"Madde: 1. İnsanlar, hukuken hür ve müsavî olarak
buralara kadar inleyen yangısı mı idi yoksa Receb'in şehit
doğarlar ve öyle kalırlar.
ruhunun matemi teraneleri mi idi?
"Madde: 3. Her hâkimiyetin mebdei esasen millette
Kıyman bana ey uğursuz düşmanlar
müstakarrdır.
Çadırımda yol bekleyen gözler var
Aman dağlar, koy varayım obama "Madde: 6. Kanun murad-ı umûmînin ifadesidir. Bil
Gözü yaşlı al kınalım bekliyor cümle ehl-i vatanın bizzat veya bi'l-vekâle onun tanzimi
ne hakk-ı iştiraki vardır."
Kahpelikle Öldüm gittim nideyim
Ah... Kimim var, dertlerimi dökeyim? Beyannamenin şu üç maddesinden milliyet fikri te-
Can ver bana ey Allahım gideyim: vellüd etmiştir: Eğer insanlar ferden birbirine müsavî ve
Baba! diyen yavrularım bekliyor! yek-diğerine nisbeten hür iseler, bir arada yaşamak iste
yen efrâd-ı beşerden mürekkep cemaatlar, cemaatçe de
322 TÜRK YURDU S a y ı 67
birbirlerine müsavi ve her bir cemaatın diğer cemaate birleşmek arzusunda dahi bulunacaklardır. Bu arzuların
nispetle hür olması lâzım gelir. Kezâ, eğer esas hâkimiyet tahakkuku. Yunan, Ulah, Sırp, Bulgar, Çek... ilh milletle
millette mündemiç ise, bir millet diğer bir millete mah rin Türkiye ve Avusturya'da Osmanlı ve Alman hâkimiye
kûm olamaz. Nihayet madem ki bir millet, kendine hâ ti altından çıkıp müstakil, millî birer devlet teşkil etmesi,
kim kanunları kendisi yapacaktır. O hâlde diğer bir mil İtalyan ve Alman milletlerinin de ittihadı sûretinde husu
let tarafından vaz olunmuş kanunlara tâbi ve muti ola le gelecektir. Ve fi'l-vâki 19'uncu asr-ı mîlâdî vekayi-i
maz. (Ü siyasinin en mühimleri milletlerin istiklâli ve millî devlet
Bu mücerret muhâkemeyi biraz muşahhaslaştırırsak lerin teşekkülü olmuştur. Müverrih Sorel'in dediği gibi
ikinci bir tabir ile bu desâtir-i cebriyeye makadîr-i muay milliyet-i mebdeî, geçen asırda Avrupa ahvâl-i siyasiyesi-
yene koyarsak, şöyle olur: Madem ki, bir Çek ferden bir ne adeta bir âmil-i kimyevî gibi tesir etmiş, heyet-i siyasi-
Alman'a müsavidir ve madem ki, bir Çek ferden bir Al- yelerin bazılarını tahlil ve bazılarını da terkip eylemiştir.
man'a tâbi ve esir değildir, o hâlde Çek milleti de millet Maatteessüf bu kimyevî ameller hiçbir yerde gürültü
çe, Alman milletine ’müsavî olur ve Çek milletinin Alman süz, kan ve ateşsiz hâsıl olamamıştır. İtalya'nın istiklâli,
milletine tâbi ve mahkûm bulunması muhik olamaz. Almanya'nın ittihadı birkaç muharebesiz, hatta büyük
Hakimiyet-i milliye nokta-i nazarından bakılırsa, ma muharebesiz kabil olamadığı gibi Avusturya imparatorlu
dem ki, mebde-i hâkimiyet, esasen millettedir, kanunu ğunda yaşayan milletlerde birkaç defalar ihtilâl ederek
yapmak hakkı milletindir. Çek milleti kendi kendinin hâ hayli kan döküldükten sonra ancak az çok hürriyet ve
kimidir, kendi kendinin vâzı-ı kanunudur. Diğer bir mil muhtariyet istihsal eyleyebilmişlerdir. Romanya'nın, Yu
let, meselâ Alman milleti, Çek milletine hâkim olmak ve nanistan'ın, Sırbistan'ın, Bulgaristan'ın, Devlet-i Osmani
ya vâzı-ı kanunluk etmek iddiasında haklı olamaz. ye'den ayrılıp müstakil bir devlet hâline geçmesi, bir çok
hûnrizâne kıyam ve isyanlar ve birkaç büyük muharebe
Şimdi de muhâkememizi vekayi-i tarihiyeye tatbik
neticesinde ancak mümkün olabilmiştir.
edelim: 18'inci asr-ı mîlâdî nihayetlerinde Avrupa'nın tak-
simat-ı siyasiyesi gayet karışık ve gayr-i tabiîdir: Almanya Hukuk-ı Beşer ve Ehl-i Vatan Beyannamesi millet ke
ve İtalya'da vicdan-ı millîleri tahassul ve hatta tekemmül limesini kullanmış, fakat tarif etmemiştir. Sonradan mil
etmiş olan Alman ve İtalyan milletleri, bazı hükümdar ve let mefhumunun tarifine kalkışılmışsa da her millet ken
hükümetlerin arzu ve menafiine teb'an münkasem ve di menfaat-ı ameliyesini göz önünde tutarak, ona göre ta
m üteşettet bir hâlde bulunmaktadır. Avusturya ve Rus rif ettiğinden, ittihad-ı efkâr hâsıl olamamıştır. Şimdi or
ya'da bir millet-i hâkimenin taht-ı hüküm ve idaresinde tada belli başlı iki tarif vardır ki, birisine Fransızların diğe
birçok diğer milletler vardır: Avusturya'da Almanlar, Çek, rine de Almanların tarifi denilebilir. Lavisse diyor ki: "Bi
Leh, Sırp, Macar ve Ulahlara hâkimlik ediyor ve onların zim, Fransızların indimizde milliyet, insanların arzusuyla
dahi ü iştirâki olmadığı hâlde onlar için kanunlar yapıp musaddak bir eser-i tarihîdir. Milliyeti terkip eden anasır
tatbik eyliyorlar. Rusya'da da hâl böyledir: Ruslar Türkle- menşeleri itibariyle pek muhtelif olabilir: Fakat nokta-i
re. Lehlere, Tinlere... ilh. hâkimdirler. azimetin ehemmiyeti yoktur. Esas nokta-i muvasalâttır...
Bazıları indinde milliyet, bir emr-i tabiî olan ırk ile karı
19'uncu asm milâdî zarfında, bu mahkûm milletlerin
şır..." ü) Fransızlar bu ikinci nazariyeye istihfaf ve istihza
çoğu, hâkimleri olan milletlere müsavî olmak, onlar ka
ile bakarlar ve bundan neş'et eden vatanperverliği güle
dar hür olmak, yani kendilerinin hâkimi yine kendileri
rek, "patriotisme ethnographique" tesmiye ederler. Lâ
olmak, tabir-i diğerle hâkimlerinin itaatından huruç ede
kin vâki şudur ki, 19'uncu asr-ı milâdînin ortalarına,
rek, hâkimlerine karşı kıyam ederek kesb-i istiklâl eyle
1840, 1848 tarihlerine doğru, Avrupa'da en ziyade itibar
mek, müstakil birer devlet hâline geçmek isteyecekler
kazanan Almanlar, Slavlar, İtalyanlar hatta Romenler tara
dir. Almanlar ve İtalyanlar yani parçalanmış milletler ise,
fından hayata tatbik edilip vekayi-i siyasiyeye icrâ-yı tesir
yabancı bir millet mahkûmiyetinden kurtulduktan sonra
eyleyen, hâsılı netâyic-i fiiliyesi görülen fikr-i millî, milli dar çıkılırsa o vakit yekvücut bir Germanya, yekvücut bir
yeti ırk ile tarif ve tefsir eden fikr-i millîdir. Cerman İmparatorluğu, yekvücut bir German yahut Al
man ırkı, milleti bulunuyordu. İşte ulemâ ve müverrihler,
Milliyetin ırk ile tefsirini ihzar eyleyen Almanlar, Al
o büyük ve eski Cermanya'yı öğrenmek, öğretmek ve ih-
man filoloji ve tarih ulemâsı olmuştur.
yâ etmek istiyorlardı. Bu maksada vusul için ayrı ayrı ça
Daha Fransız İhtilâli başlamadan 1760 senesine doğ- lışmak kifayet edemeyeceğinden, Cermanya'da bir takım
pj Winckelmann adlı bir Alman âlimi, İtalya'ya gelip âsâr-ı İlmî cemiyetler tesis olundu. Bu cemiyetlerden en mü-
atîka dolu bu toprağı kazıyarak, yer altından bir hayli es himmi, Avrupa'nın bu nevi cemiyetlerinin hemen hepsi
ki ve nefis sanat eserlerini bulup çıkarmış ve bu eserler ne nümûne olan Eski Alman Tarihini Tetkik (Aeltere De
üzerindeki yazıları okuyarak yani bilhassa mahkukât ve li utsche Geschichtkunde) Cemiyeti'dir. Cemiyet-i mezkû-
san vasıtasıyla ezmine-i kadîme ve esâtiri tahkika giriş me Monumenta Cermania unvanıyla gayet kıymettar bir
mişti. Winckelmann bu usûl ile eski cemiyetleri, eski din eser-i İlmî neşrine girişmiştir. Monumenta'da Cermanla-
leri, eski ırkları öğreniyordu. Winckelmann'ın açtığı çığır, rın menşei, mazisi, dilleri, edebiyatları, siyasî ve İçtimaî
tesis eylediği mektep, tilmizleri tarafından tevsî olundu, müessesatları mükemelen tetkik olunuyordu.
terakki etti: Eski ırkların esâtiri, dinleri, sanayii, edebiya Müverrih ve filologların taharriyât ve keşfiyâtı sırf İl
tı, müessesât-ı siyasiye ve içtimaiyeleri, en ziyade dil vası mî olmakla beraber Almanya'nın hayat-ı hazıra ve müs-
tasıyla tedkik olunup kadîm cemiyetlerden bazıları hak takbelesine de müessir olacaktı. Bunu müverrih ve filo
kında bir fikr-i tâm husule gelir gibi oldu. Lisana müste loglar, kendileri de pekâlâ biliyorlardı. Monumenta mu
nit bu tedkikata filoloji (Philologie) denilmektedir. Al harrirlerinden Dahimann demişti ki: "Alman tarihi, yalnız
man filologları arasında en meşhurları Yunan-i kadîmi ezmine-i kadîmenin tetkiki olmakla kalamaz, zaman-ı ha
tetkik eden Wolff, Roma müverrihi Niebuhr, eski Ger zıra Reyn’imizden daha şiddetli bir cereyan ile gelip
menleri tetkik eden Grimm Biraderler, Hind ve Avrupaî munsab olmalıdır." Vâkıa bu cereyan-i fikrî maziden
ırkların menşeini araştıran Schlegel ve Bopp ve alelu- Reyn nehri kadar şiddetli akıp geliyor ve hâle munsab
mûm esâtiri gayet mükemmel tahkik eyleyen Offrid Mul- oluyordu. Müverrihlerin tenvîr ve tezyîn ettikleri maziyi,
1er olmuştur. siyasîler istikbâlde kurmaya çalışıyorlardı. Cerman ırkı,
hür ve müttehid büyük bir devlet, kuvvetli ve geniş bir
Bu ulemâ akvâmm en uzak mazilerini, daha milletle
imparatorluk teşkil eyleyecekti. Müverrihler Almanların
ri ırklardan ayırmak mümkün olamayan derin ve karanlık
başına vahdet ve azamet-i m üstakbelden fikr-i sabitini
mazilerini taharri ve tetebbu ederek o maziyi aydınlat
iyice yerleştirmişler, kalplerine de şiddetli ve belki de bi
mak ve sonra herkese gösterip anlatmak istiyorlardı.
raz vahşi bir vatanperverlik hissi ilka eylemişlerdi. Müver
Böylece ulemâ-yı müşârunileyhim indinde milletlerin ta
rihlerin gösterdikleri eski Dermanlar, sağlam, gürbüz, gö-
rihi, ırkların tarihi (histoire des races) hâline münkalib züpek, savaşçı, sert ve çetin adamlardı; onların fezâilinde
olmuştur. bir nevi ibtidaî huşûnet, bir nevi ulvî vahşet vardı. Eski
Alman Filoloji ve Tarih Mektebinin uzun ve derin tet- Dermanlar nazarında yabancılar düşmandı. Düşmana ise
kikat ile meydana koyduğu tarihî eserler, Avmpa efkârı acımak olmazdı. Eski Dermanlar ırkları, milletleri uğu
na çok derin tesirler yaptı. İngiliz müverrihlerinden Ma- runda şiddetli davranırlardı. Zamanımız Almanları ecdad-
cauley; "Niebuhr'un kitapları, tarih-i beşeriyette derin bir dan örnek aldılar ve bununla kendi kuvvetlerine, istik-
iz bıraktı" diyor. Vâkıa filologların mesai ve keşfiyâtı neti bâl-i millîlerine emniyetleri, yabancılara da husumet ve
cesi olarak Almanya'da milliyet fikri ırk fikriyle birleşmiş adâvetleri arttı.
tir. Alman fikr-i millîsini halk arasında kemâl-ı belâgat ile
Derebeylik devrinin Almanya’sı, bir sürü prensler neşre muvaffak olan müverrih Gervinus'tur. Gervinus'un
arasında münkasemdi. Almanlar o devirde gaye-i emelle âsârı çok dağıldı, çok okundu ve çok tesir bıraktı.
ri olan vahdet-i milliyeyi göremiyorlardı. Lâkin mazide Elhasıl, Alman filologları. Alman müverrihleri, milli
daha uzaklara gidilir, tâ Karolenj inlerin Golovaları yene yeti ırk ile birleştirdiler ve ırkın da en bâriz alâmetini li
rek hemen bütün Avrupa'ya hükmettikleri zamanlara ka sanda gördüler.
324 TÜRK YURDU S a y ı 67
Almanlar, ırkî menşelerini tetkike çalışırken, komşu Slavların Gervinus'u Kollar'dır. Bu adam feyizli tabi-
ları Slavlar da onları taklîden, aynı usûl ile ve aynı hararet at-i şiiriyesine, geniş malûmat-ı tarihiye ilâve etmiş bir
ile kendi mazilerini, kendi ırklarının menşelerini araştır milliyetperverdi. Manzur ve mensur âsârı, Slavlıkta mu-
maya kalkmışlardır. Sırf İlmî olarak başlayan bu tetkikat, halled âbidelerden sayılır. Kollar ve muakkiplari, Avru
Slavlar arasında da Almanlarda olduğu gibi bilâhire ha- pa'nın şarkında pek vâsi bir sahayı işgal eden akvâmın
yat-ı hazıraya, siyasete intikal etmiştir. dil, teşkilât-ı bedeniye ve müessesât-ı içtimaiyece müşa
Slavlardan mazi-i tarihîlerini tetebbua ilk teşebbüs behet ve karabetlerinden, büyük bir millet, Slav milleti
eden Çekler olmuştur. Çünkü Çekler, Almanlarla en çok mevcut olduğunu istihraç ettiler. Bu millet, eskiden bir
temasta bulunan. Alman medeniyet ve ulûmundan en zi devlet hâlinde yaşamış ise de, sonradan parçalanmıştır.
yade müteessir olan ve aynı zamanda mevcudiyet-i kav- Fakat fezâil-i ahlâkiyesi, istikbâlde yine muazzam bir dev
let tesis edeceğine zâmindir. Slavlar da, Cermanlar gibi
miyelerini muhafaza için en çok gayret ve himmet sarfı
na mecbur bulunan Slavlardır. hür, müttehit bir saltanat-ı müstakbeleye namzettirler.
Zira buna istidad ve hakları vardır. Kollar, "Slav milleti
Onsekizinci asr-ı milâdînin sonlarına doğru Prag Aka
vahdet-i ibtidaiyesine, asıl ve menşeine doğru gelmeli
demisi azasından iki filolog Dourich ve Dubrowski, Slav
dir." diyordu. Görülüyor ki, Slavlarca da milliyetten mu-
dünyasının en eski zamanlarını, Slav lisanının müteaddit
rad ırk ve vahdet-i ırkiyedir.
lehçelerini ve bu lehçelerin münasebetlerini, Slav lisanı
nın menbaını taharrî ve tetkike başladılar. Bunun için Çekler arasında başlayan bu hareket-i fikriye öbür
Slav âsâr-ı atîkası, Slav şarkıları, Slav masalları, hâsılı eski Slavlara de pek çabuk sirayet etmiştir. Cenup Slavları, ya
ve yeni bütün Slav âbidât-ı lisaniyesilÜ toplanıldı, tetkik ni Sırp, Slav ve Hırvatlar, Çekleri müteakip tarih-i kadîm
lerini tetkike ve lisan ve medeniyetlerini komşu ve hâ
olundu, teşrih edildi, tasnif kılındı. Sonra bazı zengin
Çek asilzâdelerinin nakdî ianeleri sayesinde Prag Slav kimleri olan Alman ve Macarların medeniyetleri tahakkü
münden kurtarmak çaresini taharriye başladılar. Cenup
Müzesi tesis edildi. Prag Slav Müzesi'nde toplanan ulemâ
ve müverrihler bir hayli âsâr-ı ilmiye neşrine muvaffak ol Slavları da müstakil ve hür olmak ve birleşmek istiyorlar
hit ve hür bir Germanya olduğu gibi bir Slavya (Slavia) da Agram'da müesses Cenup Slavları Akademisi'nin re
bulunduğunu meydana çıkarmaktı. isi Schitrosmeier diyordu ki, "artık Sırp, Hırvat, Sloven ve
Bir taraftan din, dil ve müessesât tetkik olunurken, Bulgar arasında nehir ve dağ kalmamıştır. Biz, Adriyatik
diğer taraftan şair ve müverrih Kollar, bütün Slav âlemin- sahilinden Tuna mansıbına kadar milyonlarca insanların
ce meşhur olan şiir-i bülendini. Zafer Kızı (Slavy Dce- konuştuğu bir dili esas tutarak, bir edebiyata mâlik ol
ra)'nı neşreyledi.G) Kollar bu manzumesinde Slav ırkının duk. Ya ilmin hazâininden istifade ile ilerlemek, yahut
mazisini öğrenmekle, yabancılar boyunduruğundan kur Roma ve Cermanların esiri kalarak komşularımızın âlet-i
tulabileceğini irae ediyordu. kuvvet ve azameti olmak şıklarından birisini tercihe mec
buruz..." ismi Almanca olan bu Cenup Slav'ın sözlerin
Cermen hareket-i milliyesinde hedef-i husûmet ola
den pek iyi anlaşılıyor ki, Almanları taklit eden Slavlar, ay
rak Germanlığa ika-ı zarar etmiş, Cermanlık vahdetinin
nı silâh ile hocalarına karşı koymaya çalışıyorlar.
husûlüne bin türlü mevâni ihdas eylemiş bir yabancı, bir
düşman gösteriliyordu ki, o da Goluvalar, Fransızlardı. Müttehid Slavlık, Adriyatik Denizi ile Karadeniz arası
Slavların da millî düşmanları vardır. Slavların millî, ırkî na da sığışamıyordu. Lehlerle Ruslar da Slavlık hududu
düşmanı, Slavları esir eden, ırklarını, milliyetlerini mahva dahiline gireceklerdi. Hasılı bütün şarkî Avrupa Slavya
ü ) Çek ulemâsı, yalnız Çeklerinkini değil, Çek, Leh, Sırp, Rus., ilh. bütün Islavlann âbidât-ı lisaniyesini toplamaya çalıştılar.
(2) Zafer Kızı, 645 soneden mürekkep ve beş kısma münkasem büyük bir destandır.
Sayı 67 TÜRK YURDU 325
Ey Slavya, Slavya! vi bir cilt üzere m ürettep tarihî bir eser olup Edirne'ye
Siz, Ruslar, Sırplar, Çekler, Lehler mensup ricalin muhtasar sûrette terâcim-i ahvâli de
Bir vatanda biıieşip yaşayarak münderiçtir. Tarih-i telifi "Hâtime" kelimesinin delâlet
Ananızı sevindirin... ettiği 1046'dır. Zamanımız erbâb-ı dânişinden Edirneli
diye bağırıyordu. Bâdî Ahmed Efendi merhum tarafından üç büyük cilt
üzere tevsî ve tezyiline bezl-i himmet edilmiştir. Bu kıy-
Böyle pek geniş, âdeta hudutsuz bir Slavya, bir Slav
metdar eserin hatt-ı destiyle muharrer takımı mahdûm-ı
devleti ihdas etmek fikir ve hayaline, tarih-i siyasîde Slav
âlîleleri Edirne Mebus-ı Muhteremi Faik Beyefendide
İttihadı (Panslavizme) denilmektedir. İttihad-ı Slav fikri
mevcuttur.
nin merkez-i faaliyeti 19'uncu asr-ı milâdînin ortalarına
doğru Rusya ve bilhassa Kiev ve Moskova şehri olmuştur. 3. Defter-i Ahbâr: Altı defter, bir hâtime üzere mü
Fikir Prag'dan Agram'a, oradan Kiev ve Moskova'ya sıçra rettep tarihî bir eserdir. Bunun da bir nüshası Sultan Bâ-
mış demekti. 1837 senesinde Pogodin nâmında bir Rus yezid-i Sânî Câmi-i Şerifi cenâhındaki Şeyhülislâm Veliy-
âlimi, Moskova'da tarihî kütüphane ile Slav Âsâr-ı Atîka yüddin Efendi Kütüphanesinde vardır.
Müzesi'ni tesis ettirmeye muvaffak oldu. İttihad-ı Slav fik 4. Hadâyıku'l-Cinâri: Mutâyebât ve muhâzerâttan
rini siyaset-i ameliyeye geçirmeye, kuvveden fiile çıkar bâhis sekiz bâb üzere mürettep bir eserdir. Bir nüshası
maya, en çok çalışan Ruslar olmuştur. Enderûn-ı Hümâyûn'da Revan Odası Kütüphânesi'nde
Âlim ve şairlerin halk ettiği Slavya fikrinin siyaset ve mevcuttur.
diplomasi meydanında aldığı PanSlavizm şekli, yine milli 5. Divânçe: Tarz-ı malûm üzeredir. İşbu âsârın cüm
yetin ırk ile tefsirinden başka bir şey değildir, (b lesi gayr-i matbû olup en meşhuru Enîsü'l-Müsâmirîn'dir.
Akçuraoğlu Yusuf İstanbul kütüphanelerinin bazılarında mevcut olan bu
eserin bir nüshası da Siroz Kütühanesinde vardır.
( b Makalenin Cerman ve İslav harekât-ı fikriyesine müteallik kısmında mehazım: E. Bourgeois'nin Manuel Historique de Politique Etrangere
nam kitabının üçüncü cildidir. A, Y.
( b Çağatay Lügati, Süleyman Efendi, sahife: 141. Çağatay Han'ın vefatı 638'dedir.
326 TÜRK YURDU S a y ı 67
kemetü'l-Lugateyn'de onu, "Hülâgü Han ve Timur Gür- Sekkâkî Divâm'nm bir nüshası British Museum'un
kan zamanlarından bede’ ile Şâhruh’un evâhir-i saltanatı Türkçe eserleri arasında mevcut ise de tabiî tedkik ede
na kadar yetişen" şairler sırasında zikrediyor. Halbuki mediğimiz cihetle bu hususta kat'î bir mütalâa dermeyan
Mecâlisü'n-Nefais'te onun hakkında verdiği malûmat da etmeyeceğiz, Rus müsteşriklerinin Çağatay edebiyatı
ha mübhemdir. Mecâlis'teki şahsiyetler Sultan Hüse hakkındaki tedkiklerine maatteessüf vâkıf olmadığımız
yin'in zaman-ı velâdetinden itibaren yetişen adamlar ol için onların Sekkâkî hakkındaki mütalaalarını bilmiyoruz.
duğu cihetle Sekkâkî'nin de onlardan olması icap eder. Yalnız Vambery, Çağatay lisan ve edebiyatı hakkındaki
Mecâlis'te ona tahsis edilen satırları tavzih-i mesele için meşhur eserinde, Sekkâkî'nin hiçbir eserini zikretmediği
aynen naklediyoruz: "Mevlâna Sekkâkî, Maverâünna- gibi hatta ismini bile mevzubahis etmiyor. Ancak, alelu-
hir'dendir. Semerkand ehli ona çok mu'tekid ve be-gayet mum müsteşriklerin arasında metinler hakkında tedki-
tarifin ederler. Amma fakir Semerkand'a vardığımda mu- kat-ı edebiye icra edilmediğini gördüğümüz için Sekkâkî
arriflerden her nice tefahhus eyledim ki, onun netayic-i hakkında böyle bir tetkik icra edildiğine de ihtimal ver
tab'ından birşey anlayım, tarif ettikleri kadar şey zahir ol memekteyiz.
madı. Gayrilerin sözleri bu idi ki, Mevlâna'nın cümle-i şi
Ayasofya Kütüphanesi'nde Hibetü'l-Hakayık ve Mah-
irleri serîka olunup kendi ismine eylemiş. Ol mahalde bu
zenü'l-Esrâr'ı da muhtevî bulunan 4757 numaralı mec
nevi rabıtasız mükâyedeler bazen vukû bulur. Bazısı bu
muanın nihayetinde tesadüf ettiğimiz üç gazel Sekkâ
matlaı tarif eyledi:
kî'nin lisan ve şahsiyeti hakkında nâkıs olmakla beraber
Ney nâz bunı şîvederu ey câdû gözlün şûh u şenin az çok vâzıh bir fikir verebilir. Bu gazellerden ikisi "Dört
Kebek-i dürri tâvûsda yok elbette bu reftâr u benin Müstefilün" ve birisi Çağatay edebiyatında pek mergûb
Kabri dahi ol taraftadır. Mecâlis'ten nakledilen bu sa ve müteammem olan "Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün"
tırlar, görülüyor ki, epey müphemdir. Ondan Sekkâ veznindedir. Böyle az çok yekdiğerine müşabih cüzler
kî'nin yalnız Semerkand'da maruf olduğu anlaşılıyor. Hal den mürekkep vezinler kullanması Sekkâkî'nin eskiliğine
buki yine Nevâî bir Türkçe divanının mukaddemesinde bir delil olabilir. Çünkü gayr-i mütecanis cüzlerden mü
onun bütün Türkistan'daki iştihârını ve divanının elden rekkep müşkil vezinlerin istimali daima muahhar devirle
ele gezdiğini şu satırlarla izah etmektedir: "...Ve Uygur re aittir. Lisan-ı Arabî ve Farisî ile mahlût olmakla beraber
ibaretining fusahasidin ve Türk elfazınıng büleğasıdın Nevâî'den daha sade ve daha mahallî kelimelerle müzey
Mevlânâ Sekkâkî ve Mevlânâ Lütfî rahimehumullâh kim, yendir. Maamafih kullandığı mecazlardan, yaptığı telmih
her birining şirin ebyât-ı iştihârı Türkistan'da bî-gâyet ve lerden, cinaslardan pek iyi anlaşılıyor ki, bu şair Arap ve
birining latif gazeliyâtı intişârı Irak ve Horasan'da bî-nihâ- Acem ve bilhassa Acem edebiyatına vâkıf ve o ruh ile mü-
yetdur. Hem divânları mevcûd bolgay."(Ü Hülâsa görülü tehassisdir. Bütün şark şairleri gibi gülden bahsederken
yor ki, Nevâî'nin bu husustaki malûmatı kat'î ve vâzıh de mutlaka bülbülü de oraya ithal eder. Zülf-i dilberi, "Gene
ğildir. Fakat bütün bu delâilden Sekkâkî'nin en eski Ça üstünde yatan yılana" benzettikten sonra "Bizi viran
ğatay şairlerinden olduğu ve Lütfî'ye bile zaman itibariy eden hep o gene arzusudur!" diye cinas yapmayı büyük
le tekaddüm ettiği anlaşılıyor. Maverâünnehir'de büyük bir sanat sayar. Tıpkı, "Sevdiğim gencim diye virane ettin
bir şöhret kazanan bu şairi Nevâî, Lütfî derecesinde sen beni!" nidâsını izhar eden garp Türkleri şairleri gibi.
sanatkâr addetmemektedir.lü Filhakika Çağatay edebiya Yine bütün şark şairleri gibi zülften bahsederken "küfr-i
tının seyr-i umûmîsi üzerinde Lütfî'nin tesirâtı Sekkâkî'ye zülfi" unutmaz ve onu iman ile karşılaştırır.G) "Sehavet-i
çok fâiktir. Hâtem", "Adl-i Süleyman" gibi Acemi ve Türk şairlerinin
( ü Nûr-ı Osmaniye Kütüphânesi: Divan-ı Kebir, Ali Şîr Nevâî (Numaro: 388).
ü ) Muhâkemetü'l-Lugateyn, sahife 64 (İstanbul tab‘ı).
0 ) Bursalı Ahmed Paşa'nın meşhur bir vak'ayı hatırlatan:
Zülfün gidermiş ol sanem-i kâfir lâkin koymaz henüz
Zünnârım kesmiş velî hâlâ Müslüman olmamış
beyti gibi
Sayı 67 TÜRK YURDU 327
lanan ahalî ve aksakallılar için tertip edilecek ziyafetin etmek isterler. Bazen tarafeynden birinin arzusu üzerine
başlıca yemekleri o kısrağın semiz etinden pişirilir. Rus mehakimine müracaat edildiği de olur. Fakat bu pek
5. Kefen (Yani maktülün sarılıp defnedilmesi için ik nâdir vukua gelir. Çünkü Kazaklar Rus hâkimlerinin ver
diği hükümler ile davanın hail ü fasi edilmiş olacağına bir
tiza eden bez),
türlü kail olamıyorlar... Onlar mesâil-i muallaka, cerâim
6. Kazan (Maktülü yıkamakta kullanılacak suyu kay
hakkında mutlaka eben an ceddin tevarüs ile hepsinin de
natmak için).
bilip İman ettikleri tazminat ve cezâ-yı nakdî şeklindeki
7. Ocak için sehpa. ahkâmın tatbik edilmesini isterler. Yoksa Rus mehâkimi
8. Kitmen (Lahd kazımaya mahsus âlet). tarafından verilen hapislerin, nefylerin, küreklerin, idam
ların ve şekl-i mârufları üzere olmayan her ceza ve tazmi
9. Kürek (Kabir kazımak için).
natların onlarca zerre kadar ehemmiyeti yoktur. Davacı
10. İbrik (Maktülü gasi için). lar kendilerinin arzu ve rızalarından başka Rus mehâki-
11. Kara (Maktülün kadını için alâmet-i mâtem üzere mine müracaatla cezâ-dîde edilen hasımlarını ilelebed
beyaz bir çar. Kazaklarda alâmet-i mâtem beyazdır.). düşman ve müttehem telakki ederler. Aksakal ve beyle
rin müdahaleleriyle davacılar İrza edilip ala arkan kesil
12. Büs bil bav (Matem esnasında kadının beline bağ
medikçe bu hâle nihayet verilemez...
laması lâzım gelen kuşak).
İşte bütün bu esbâbdan dolayı Rus hükümeti onların
İşte şu on iki bileki verilince maznûnun-aleyhin cina
mehâkimine karışmaz. Zaten karışmasının faidesi de yok
yeti sabit olarak bi-gayri hakkın katlettiği nefs için kon
tur. Onun için bu hususta onlara geniş bir muhtariyet ve
vermesi lâzım gelir.
rilmek iktiza etmiş. Bu sayede her Kazağın anlayıp zapte-
Kon: Erkek için iki yüz yılkı at verilir. Bunlardan yü debileceği kadar basit, hayatlarına tamamıyla muvafık ve
zü donacan (dört yaşında) diğer yüzü de konacan (üç ya binaenaleyh hiç bir kuvvetin teyidine muhtaç olmaksızın
şında) olmak lâzımdır. nâfiz ve mutâ olan mehâkim-i milliyeleri muhafaza-ı mev
Bileki ve kon, kadınlar için olduğu sûrette nısıf veri cudiyet edebilmiştir.
lir. Çünkü kadınlar, Kazaklar arasında yarım erkeğe mu Kazaklar, ibtidâsı pek de malûm olmayan zamanlar
adil addolunmaktadır. dan beri her iki yüz yurt için biri baş diğeri muavin olmak
Katilin mensup olduğu kabile bilekiden sonra konu üzere ik bey intihab ederler. Ve aralarında tahaddüs
da tediye edince husumete nihayet verilir. İki kabile eden mesâil de bunların huzurunda hail ü fasi edilir. Ta
mensubiyetinden birer kimsenin uçlarından tuttukları rafeynin rızalarına göre bunların verdiği hüküm nâfizdir.
ala arkan, yani siyah ve beyaz yünlerden örülmüş halat, Otuz rubleye kadar cezâ-yı nakdî yedi güne kadar da ha
salih bir kimse tarafından kesilerek sulh yeniden teessüs pis mutlaka infaz edilir. Tarafeynden biri ya her ikisi veri
eder. Ala arkanı kesen kimselere de at hediye edilir. İki len karara razı olmadıkta, yahut bey itâ-yı hüküm edeme
taraf selâmlar teati ederek ayrılışırlar. dikte bütün kabile veya volosun beylerinden mürekkep
meclise müracaat edilir. Bunlar on sekiz aya kadar hapis
Arzu ettikleri sûrette ilin beyleri muhafaza-ı mevcu
ve en büyük cezâ-yı nakdî ve tazminat ile de itâ-yı hüküm
diyet edemeyen yerlerde netice-i kararı volosları vasıta
edebilirler. Muhtelif volos ve kabile mensubîni arasında
sıyla Rusya hükümetine de ihbar ederler. Hükümet, ka
ki ihtilâflar her iki tarafın beylerinden müteşekkil meclis
ranı vâkıı defter-i mahsûsuna kaydettirmekten başka işe
lerde rü'yet olunur.
karışmaz. Fakat icabına göre tenfiz-i hüküm hususunda
yerli beylere muavenet etmek kanûn-ı mahsûs ahkâmın- Kazaklar alelekser sulh-perver, hüsn-i ahlâk sahibi
dandır. olup yabancılar ile pek de ihtilât etmediklerinden arala
rında tahaddüs eden mesâilin envâi parmak ile sayılabile
Zaten Kazaklar, vukua gelen mesâili -ki, beş on türlü
cek kadar az, vukuu da pek nâdirdir. Kazağın hayat ve
meseleden ibaret olmak üzere gayet mahduttur.- mutla
maişeti iktizasından olarak beyler alelekser kon, cesir,
ka kendi aralarında, kendi beyleri hususunda hail ü fasi
Sayı 67 TÜRK YURDU 329
uğru, darp, tahkir... davaları ile iştigal ederler. Başka tür zevcinin ilini terkederek pederinin yurduna yahut kendi
lü davaların vukuu yok denilecek kadar nâdirdir. sinin intihab ettiği yeni zevcinin yurduna giderse birinci
ve ikinci sürerlerde de hükmün hilâfında olarak iade edil
Kazak mehâkim-i milliyesinde kon meselesinden
mezlerse artık iki tarafın beylerinden müteşekkil meclis
sonra cesir davaları gelir. Bu da kon kadar mühim, fakat
cesir meselesinin tetkikiyle iştigal etmeye başlar. Mecli
daha karışıktır. Cesir, yesir (esir) in muharrefidir. Şu hâl
sin bundan sonra vereceği karar mehrin iadesi lüzumuy
de cesir, esir manasını ifade eder. Fakat bundan köle ya
la itâ-yı hüküm etmekten ibaret olur. Kadın başka birisiy
hut cariye manasını anlamak lâzımdır. Çünkü Kazaklarca
le izdivaç etmiş ise nesebi karıştırmak cürmünü irtikab
cesir davası alelâde kadınlar üzerine tahaddüs eden bir
ettiğinden ebeveyn ve ili bir dokuzdan ibaret olan bulga-
meseledir ki, başlıca üç türlü sebepten neş'et eder:
mak cezasıyla mahkûm olur.
1. Kazaklarda kızlar, ekseriyet itibariyle gençlikte hat
Mehir iade edildikten sonra davacı olan kabilenin şe
ta bir, iki yaşında bazen daha evvelce kendilerine küfüv
ref ve haysiyete göre kız ve kadın tarafının hanga hanlık,
ve hem-sîn olan çocuklar ile tezvîc edilmek eski bir âdet
beyge beylik vermesi lâzım gelir. Hanlık bir cânibî (takri
tir. Fakat kız büyüyüp aklı başına gelince ebeveyn ve ve
ben bir buçuk okkalık gümüş) yahut o kıymette deve ve
lilerinin intihab ettikleri zevç için gönlünde bir sevgi, bir
ya attan, beylik de deve veya attan ibarettir. Bundan son
rabıta hissedemez, yahut memnû olmakla beraber konu
ra davacı tarafına şeref ve haysiyetlerine göre üç dokuz
komşudan düşüp kalktığı biriyle alâka peyda eder de
ya iki dokuz yahut bir dokuz ceza-yı nakdî verilmek kâ-
uzaktaki kabileye mensup zevci olacak kimse yabancı ka
nûn-ı millî muktezasındandır.
lır, yahut senelerin mürûruyla aralarındaki kifâet zâil olur
da kız öyle küfüv olmadığı birisiyle izdivacı aklına sığdıra- Üç dokuz:
maz. Fakat zevç, mehri verilip düğünü icra edilmiş olan 1. Köle yahut cânibî bas bulgan dokuz (ki koyun va-
nişanlısını daha doğrusu zevcesini kendi evine getirmek hid-i kıyas olduğuna göre 120 koyuna muadildir.).
ister. İşte bu surette kızın imtinâı üzerine cesir meselesi
2. Deve bas bulgan dokuz (ki bu da 82 koyun kıyme
meydana çıkar.
tini hâizdir.).
2. Kadın bazı esbâbdan dolayı zevcini terkedip de 3. At bas bulgan dokuz (kırk koyunluk bir kıymete
ebeveyn ve akrabası iade etmemek hususunda ısrar muadildir.).
ederlerse zevcin cesir davası ikamesine yol açılır.
Köle ve yahut cânibî bas bulgan dokuz:
3. Kadın zevcin evine gelince erin eşi addolunmakla 1. Köle yahut cânibî (cânibî bir buçuk okkaya karib
beraber ilin de uzvu sayılır: "Kadın erden gitse de ilden gümüş, 45 koyun).
gitmez." derler. Şu hâle göre kadın zevcinin vefatında da
2. Bir deve (20 koyun).
hi o aileyi terk edemez. Genç ise yabancılar eline düşme
3. İki kolonlu penbe (Taylarıyla beraber iki kısrak, 20
mek için mutlaka aile efrâdından biriyle izdivaç etmek
koyun).
mecburiyetinde bulunur. Binaenaleyh müteveffanın bira
4. İki beşli at (iki beşer yaşlık at, 16 koyun).
deri, birader-zâdeleri vesair akrabası bu hakkı dava ede
8. İki dönen (dört yaşında iki at, 14 koyun).
bilirler ve ederler de... Kadın istinkaf ettiği sûrette müte
veffanın akrabası cesir davası açmak hususunda ihmal 9. Bir konan (üç yaşında at, 5 koyun).
İşte şu üç türlü sebep, beyleri mütemadiyen işgal 1. Bir deve (20 koyun).
edebilecek cesir davaları ihdas eder, durur. Birinci ve 3. İki kolonlu biyeh (20 koyun).
ikinci sûrette her iki tarafın beyleri birleşerek istişare et 5. İki besili (16 koyun).
tikten sonra kızın teslimi veyahut iadesiyle hükmederler. 6. Bir at (10 koyun).
Üçüncü sûrette de kadını müteveffanın biraderlerinden 7. Bir dönem (7 koyun).
veyahut sair akrabalarından sevebileceği biriyle izdivaç 8. Bir konan (5 koyun).
etmeye teşvik eylerler. Kadın buna da kulak vermeyip
9. Bir konan öküz (Üç yaşlı, 4 koyun).
330 TÜRK YURDU Sayı 67
lıca m diyeceğiz? Bana kalırsa, Anadolu Türkçesi, Ru nâmeleri münderiçtir ki, aynen ve kemâl-i sürür ve ifti
meli Türkçesi, Dağıstan Türkçesi, Azerbaycan Türkçe harla ber-vech-i âtî nakleyliyoruz:
si, Sem erkand Türkçesi, Kırgız Türkçesi, Kaçgar Türk
"Geçen gün Osmanlılığa ve Osmanlı lisanına dair
çesi demelidir. İhtilâfâtyalnız (okunamamıştır) dadır.
yazdığınız başmakalede pederim N am ık Kemal mer
Arabi ve Farisî kelimeler kavâid-i asliyelerini Türkçe-
hum un tayin-i nesli cidden şâyân-ı tedkik olduğuna
m izin her şubesinde m uhâfaza edegelmişlerdir. Os-
dair bir fık ra vardı. Merhum çocukluğunda validesi
manlıca buyurulan Türkçemizdeki sırf Türkî kelime
nin pederi A rnavut Abdüllatif Paşa ile beraber Rume
ler, Arabi, Farisî kavâidine asla tâbi değillerdir. O ha
li'yi dolaşmış idi. Kendisinin Arnavut olabileceği, bun
vâide tebaiyet mükellefiyetinde bulunanlar yine keli-
dan dolayı husule gelmiş bir zehabdan ibarettir. Hal
mât-ı ecnebiyedir. B uzehâb üzerine idi ki, rü§diye-i as-
buki silsilemizde m a ru f ecdadım ızdan Bekir Ağa Kon
keriyelerde okunm ak üzere vaktiyle âcizâne tertip etti
ğim kitabın adına Sarfı Türkî demiş idim. İşte beyim, yalIdır. Bekir Ağa'nın oğlu meşhur Serdar Osman Paşa
ilişiğim ya ln ız bundan ibarettir. B âkî selâmette olunuz ve onun oğlu Şemseddin Bey, Şemseddin Bey'in oğlu
ve ferm a n Fa'âlün lem m âyürîd hazretlerinindir. " Mustafa A s m Beydir. Mustafa Âsim Bey de N am ık Ke
m âl'in pederidir. Bu hâlde N am ık Kemâl Türk oğlu
Süleyman
T ürk’tür. Şu varak-pârenin gazetenize dercini temen
"... Dekaik-şinâsî efendimiz! Hâtime-i ihsânnâme- n i ederim. "
nizde Lisan-ı Osmanî demek doğru olamayacağına
Ali Ekrem
dair irad buyurulan m ütalâât bu abd-i hakîre de mah-
z â sav âb göründü. Fi'l-hakika Lisan-ı Osmanî tabiri
manasızdır. Bu irşâd-ı âlînize de an-samimi'l-kalb te
şekkür ederim. Cevabnâme-i hakîranem i hangi nâm a m m m ve t a k r iz
göndereceğimi ve yed-i sâm înize vâsıl olup olmayaca
ğını bilemediğim için şimdilik şu muhtasar varak-pâ- Nevsâl-i Millî: Son günlerde çıkan âsârın en uzun
renin tahrîriyle iktifa ettim, nasib olursa ileride bâzi- ömürlüsü ismine rağmen Nevsâl-i Millî olacaktır. Nevsâl-
çe-i efkâr-ı hamiyet-medâr-ı âlîniz olacak sûrette arî- 1er, ekseriya bir yıldan fazla yaşayamazlar. Nevsâl-ı Millî,
zalar takdim inde inşâda kusur etmem. Türkiye tarih-i hayatının belki en mühim edvârından
olan 1330 senelerini tedkik etmek isteyen her Türk mü
B âkî n ü m â n d her ki, neh âhed bekâ-yı tu. Emr ü
verrihinin daima masası üzerinde bulunacaktır.
ferm a n efendimizindir.
Nevsâl-i Millî'de bu devrin belli başlı aktörlerini ted-
İstanbul, f i 2 Safer sene 1300
kike hâdim her türlü vesâik vardır. Resim, el yazısı, yazı,
Müteşekkir-i iltifâtları tercüme-i hâl... bu vesâikin cümlesi aynı bî-tarafî ve itinâ
Ekrem Bendeleri ile toplanılmıştır, denilemez. Resim ve yazıları Nevsâl-i
Millî'ye giren bazı zatlar tercüme-i hâllerini mütekabilen
yazıştıkları için aralarında bir nevi övüşme mukavelesi ak-
"NAMIK KEMAL TÜRK OĞLU TÜRK’TÜR"
dolunmuş gibidir. Bazı zatlar da kendi tercüme-i halleri
Ali Kemal Bey, Peyâm gazetesinde Türk Yurdu'na ce ni yine kendileri yazdıklarından şahsiyetlerinin dahli olan
vap vermeye uğraşırken şöyle bir cümle kullanmıştı: vekayia nefsî bir renk vermekten tamamen çekineme-
"... Kemal Bey merhumdan ziyade bu lisana hizmet mişlerdir... Bu ve buna mümâsil nekayıs mevcut olmakla
eden, ruh, vücut veren oldu mu? Halbuki ceddi aranınca beraber Nevsâl-i Millî, zamanımızın şair, edip, politikacı
o edîb-i a’zamımız bile Türk çıkmıyor." ("Türk Yurdu'na veya muharrir sıfatıyla az çok tanılan rical veya zevatını
Cevabımız. M." Peyâm, 21 Mayıs 1330). epey doğru gösteren bir aynadır.
Yine aynı gazetenin 25 Mayıs 1330 tarihli nüshasının Resimler altına yazılan o birkaç satırlık hatt-ı destler,
Peyâm-ı Gûnagûn unvanlı faslında Kemâl Beyzâde Ali Ek resim sahiplerinin ruhlarını, karakterlerini ne kadar iyi
rem Beyefendinin bu meseleye dair beliğ ve kat'î bir izah- gösteriyor. O satırlarla ifade etmek istedikleri fikrî umde
332 TÜRK YURDU S a y ı 67
leri itibariyle değil, bilhassa vatandaşlarına görünmek is ne Nevsâl'de buluyoruz: Merhum üstâd Ekrem'in necib
tedikleri kisve-i ruhları ile... oğlu diyor ki: "Bir millete nankör diyenler, kendisini ona
Nevsâl'ı süzerken ettiğimiz iki müşahede bizi müte sevdirmeyi bilememiş olanlardır."
essir eyledi. Biri genç şairlerden bazılarının, belki de ço Evet, bu halka, bu millete ne yaptınız, ne hizmet et
ğunun emelsizliği, diğeri de bazı muharrirlerin velinimet tiniz. İlmî, irfanî teâlîsi hatta sade hayatı için hiç çalıştınız
leri olan halka, milletlerine karşı aldıkları tavr-ı azamet ve mı ey ayanzâdeler?.. Sonra ne hak ile "Kim için?" diyorsu
istihkar.... Meselâ vücudunun bütün hüceyrâtı bu halkın, nuz. Bu küfrü söylemeye nasıl ağzınız varıyor?
bu milletin alın terinden yaratılan ve onunla beslenen bir
T. Y.
âyân-zâde resmini isteyen Nevsâl hey'et-i tahrîriyesinden
ne garip bir sual soruyor: "Ne için? Kim için?" Lâkin bu ni-
met-i lâ-şinâs sualin beliğ bir cevabını da hamd olsun yi
TÛItKM u>u
Tür^leritt Fâtf^esitıe Caltstr
^ fc d e ^ ^ fc d c ç c d r
Y a z G ü n ü / Karatay
O rm an / Karatay
Saçlar / Seyfeddin
Tarih ve Âsâr-ı Atîka: B u lg a rla rın T ürk T atar K a vm in d en N e f etleri / İvan M anulef
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
ŞİİR
KOCA HAŞAN DAYI
Çocuk Masallarından
Sisli b ir d a ğ e te ğ in d e , isli b ir kaç evceğiz Bir d ü ş g ö ıü r gibi g eç tim o kim sesiz y e rle rd e n .
Bir o rm a n ın g ö lg e sin d e dalgın dalgın u y u rd u . H arm a n la ra çıkar b ir yol b u ld u m , köye yanaştım .
Ç e rd e n ç ö p te n çatılm ış b ir viraneydi köyceğiz! Yalnız değil, ç o k ta n b e ri b e n g ö n lü m le yoldaştım .
G ece d a ğ d a n k u rtla r iner, d o la n ırd ı o y u rd u . N e d ü şü n d ü m ? B ilm em , niçin g a rip se d im seferden?.
Lâkin b ilm e m n e hikm ettir! O kırlarda, bağlarda. D ö rt yol ağzına gelm işim . M escide p e k yakındım .
Bir p e rişa n güzellik var, sev d asın a doyulm az. Azıcık d u rd u m , d o ğ ru ld u m . E trafım a bak ın d ım .
S ular çağlar, rü z g â r ağlar, g e c e g ü n d ü z dağlarda. Bir şey g ö rd ü m : A sırlardan kalm a u lu b ir çınar.
Irm ak la rd a in iltid e n b a şk a b irşey duyulm az. A ltında yeşil sarıklı, b e m b e y a z b ir ihtiyar.
K estanelik g ö lg e sin d e hayal gibi y ü rü rsü n Ç eşm e b a şın d a ağaca yaslanm ış b ir e m ird i(l)
B ülbül şakır, h e r ağacın b ir n â z e n in dalında. Kaygısız ve d u y g u su z d u d ü nyaya b o ş bakışı.
T arlalarda g ü lü m se y e n çiçe k lerin alın d a E fsaneler n a k le d e rd i in san a loş bakışı
Elâ gözlü g elin lerin gül b en z in i g ö rü rsü n !.. Yaşlı g ü r yüz b ir yürekti, p aslan m ış b ir d em ird i.
Biraz d a h a k u rcalad ım canlı m e z a r taşını. M evlâna Lütfî: Dokuzuncu asırda yetişen Çağatay
şairleri arasında Mevlânâ Lütfî her itibar ile mümtâzdır.
"Bu k ö y d e d o ğ m u ş u m ." d ed i. "Ç ocuk, ço lu k kalm adı.
Nevâî Muhâkemetü'l-Lügateyn'inde, eserleri Acem şairle
S ek sen b eşlik varım belki!... Bak b u yaşta öksüzüm !
rinin âsârıyla kabil-i kıyas olmak üzere yalnız onu göste
G ö zd e fe r yok, d iz d e d e rm a n , c a n d a so lu k kalm adı.
rir ve Mecâlis'te ondan, "Kendi zamanının melikü'l-kelâ-
B aykuş gibi şu k o ğ u k ta g e ç e r g ecem , g ü n d ü z ü m .
mı ve Farisî ve Türkî'de nazîri yok ve Türkîde şöhreti çok
B en d e h âlim ce g ü n g ö rd ü m , so rm a in c e d e n ince!
idi." tarzında pek takdirkârâne bir lisan ile bahseder. Ke-
B ana K oca H aşan d e rle r. H aşan Dayı dey in ce
zalik yine bir divanının mukaddimesinde Lütfî'nin Irak ve
Y edi k ö y d e n karı kızan h e p tanırlar, bilirler.
B eni g ö rm e k için h a rm a n vakti bazı gelirler."
Horasan'da maruf gazelleri olduğunp söyler. Fi'l-hakika,
D edim : "Baba!.. İsta n b u l'a d ö n e c e ğ im - S en d e gel! Nevâî'den evvel gelen Çağatay şairleri arasında Lütfî'den
Evlât gibi h o ş tu ta rım , m isafir ol b e n d e , gel! daha mühim ve daha zî-nüfûz bir şahsiyet gösterilemez.
( ü zebûn.
Sayı TÜRK YURDU 337
Mevlâna Lütfî'nin hayatı hakkmdaki malûmat pek az tüphanelerinde divânına tesadüf edilmek ihtimali mev
dır: Gençliğinde, o zaman mutâd olduğu üzere bir med cut ise de şimdiye kadar vuku bulan taharriyâtım netice
rese tahsili gördükten sonra meşayihten Mevlâna Şeha- sinde maatteessüf birşey bulamadım. Binaenaleyh Aya-
büddin Hiyâbânî'ye intisab etmiş ve bütün Maverâünne- sofya Kütüphanesinde tesadüf ettiğim (1) dokuz gazeliy
hir şairleri gibi zahirî bir tasavvuf setresi altında rind ve le Nevâî Divam'nda tahmîs ve tesdîs edilen bazı âsârı üze
serbest bir hayat geçirmiştir. Acem lisan ve edebiyatını rine binâ-yı mütalâât etmek mecburiyetindeyim.
pek iyi bilen ve büyük üstadları lâyıkıyla tetebbu etmiş Zamanı itibariyle dokuzuncu asrın ilk nısfı şairlerin
olan Mevlânâ Lütfî, daha ilk zamanlarından itibaren Acem den addedebileceğimiz Mevlâna Lütfî, kendisine zama
şairlerini taklide başladı ve bu hususta cidden muvaffaki nen tekaddüm eden Sekkâkî'ye nisbetle çok sanatkârdır.
yet gösterdi. Devletşah meşhur tezkiresinde ondan bah- Acem edebiyatıyla fart-ı istinasından dolayı aruz veznini
setmemekle beraber, Nevâî, "Farisî'de kaside-gû üstad- kemâl-ı kudret ve maharetle kullanır. Bu itibarla Çağatay
lardan çoğunun müşkil şiirlerine cevap söyleyip güzel edebiyatının seyr-i umumîsi üzerinde çok tesir icra et
düşürdüğünü" iddia ediyor. Filhakika doksan dokuz se miş, lisanı yabancı bir vezin ile mâhirâne istinâs ettirme
ne muammer olan bu şair hayatının en son demlerinde: ye muvaffak olmuş, aruz vezninin en gayr-i mütecanis
unsurlardan mürekkep olanlarının bile muvaffakiyetle
Ey zizülf-i şeb-misâlet sâye-perver âfitâb
kullanmıştır. Lütfî bütün Çağatay şairleri gibi "Fâilâtün
Şâm-ı zülfet-râ be-câhî mâh der hûr-ı âfitâb
Fâilâtün Fâilün" ve "Mefâîlün Mefâîlün Feûlün" vezinleri
matlalı bir gazel inşâd etmiş ve Nevâî'nin rivâyetine ni çok kullanmakla beraber “Mefâilûn, Fâilâtün, Mefâilün
göre o devir şuarâsı bir türlü ona nazîre yazamamışlardır. Failün” gibi ahenkdâr "Mef ûlü Fâilâtü Mefâîlü Fâilün" gi
Fezâil-i edebiyesine uzun senelerin tecârübünü mezen bi müşkil vezinleri de maharetle istimal eder. Lütfî'nin es-
den Mevlâna Lütfî hakkında o zamanın bütün ricâl ve bâb-ı muvaffakiyetinden biri de lisânıdır: Farisî lisaniyle
üdebâsı bir hiss-i hürmetle mütehassisdirler. Nevâî, Câ- pek meşgul ola bu şair, kendi lehçe-i beyanında mahallî
mî, hatta bizzat Sultan Hüseyin Baykara, Lütfî'nin fezâili- kelimeleri mümkün mertebe kaldırmış, onların yerine
ni ve kudret-i edebiyesini muterif bulunuyorlardı. Bu ih Arabî ve Farisî kelimeler, terkipler ikame etmiştir. Bu iti
tiyar üstad bilhassa Câmî'yi pek beğenirdi. Vefatından ev bar ile Lütfî, Sekkâkî'nin başladığı ıslâhatı takip etmiş ve
vel söylemiş olduğu: Nevâî ile Sultan Hüseyin'e mükemmel âbide-i sanat tesi
si için lâzım gelen zemini hazırlamış demektir. Filhakika
Ger kâr-ı dil-i aşk bâ-kâfir-i çîn-üfted
Nevâî'den evvel Çağatay edebiyatının en nefis ve muhal-
Be-zânege be-yed-i hûbı bî-rahm-ı çenin-üfted
led ve şeklen mütekemmil eserlerine ancak Lütfî'de tesa
matlanı bir gazel şeklinde itmâm ederek divanına ilâ düf olunabilir.
ve etmesini Câmî'den rica etmiş ve Câmî ihtiyar şairin bu Sekkâkî'den daha temiz bir lisana mâlik olan Lütfî,
son vasiyetini derhal icra eylemiştir. his ve hayal itibariyle de ona fâiktir. Mâveraünnehir ve
Sinni ve mezâyâ-yı edebiyesi itibariyle olduğu kadar Anadolu'da yetişen bütün Türk şairleri gibi nîm-mutasav-
ahlâk ve faziletiyle de mümtaz olan Lütfî'nin vücuda ge vıfâne bir edâ ile gazeller yazan bu üstad, tarz-ı tahayyül
tirdiği Türkçe eserler kemiyet nokta-i nazarından da şâ- ve tehasssüsü itibariyle şark şairlerinden ayrılmamakla
yân-ı dikkattir: Daha o zaman her tarafta kesb-i marûfiyet beraber çok zengin ve renkdâr bir muhayyileye mâlik ad
etmiş Türkçe divânından maada on bin beyitten fazla bir dolunabilir. O da tıpkı Sekkâkî gibi gül ve bülbülden, ra
zafernâme tercümesi vücuda getirmişse de Nevâî'nin ri- kiplerin cevr ü cefâsından, ayrılık elemlerinden, "Pür-se-
vayetince, beyaz olmadığı için şöhret tutmamış ve bugün men bir yüzü gülden uzak düştüğünden" küfür ve iman
dan, "sevdiğinin nâtüvân nigâhıyla tarfetü'l-aynda dûçâr-ı
ancak divanı bize intikal edebilmiştir. Müverrih Zeki Ve-
derd olduğundan" bahseder. Fakat ifadesi daha dürüst
lidî Togan Efendi Hokand'da Lütfî Divam'nın bir nüshası
ve samimî, lisanı daha saf, hayalleri daha çok renkli ve da
na tesadüf ettiğini ve Britanya Müzesi Kütüphanesi'nde
ha hususîdir. Mecazlarının Sekkâkî'den daha Acemâne ve
Lütfî'nin bazı şiirleri mevcut olduğunu söylüyor. Lütfî'nin
daha musanna olması da esbab-ı muvaffakiyetten addo
şiirleri tâ Ziya Paşa'ya gelinceye kadar bizim Osmanlı
lunabilir.
Türk üdebâsı arasında da maruf olduğu için İstanbul kü
Ey kadding tûba vü cennet hadd-ı gülgûn üstüne Öltürür hicrân mini ol râhat cândın ırak
Görmedi devran siningdin ay gerdûn üstüne Tüşmesin gül mevsimi hiç kimse canandın ırak
Boldı sözüm nâzik ve gönglüm hoş ve tab'ım lâtif
Yaz faslı kim irür ayş ü tarabning mevsimi
Her kaçan saldım nazar ol §ekl-i mevzûn üstüne
Saldı bülbüldin mini gerdün-i gülistandın ırak
Serv anıng dal kameting hayramdur kim daima
Kıldı kuşlar âşiyân andag ki mecnûn üstüne Lâledin bağrımda dağ irişmiş aceb kim kalmışam
Aferin kaşıng gamında hâkdin göz-i merdümi Pür-semen bir yüzü gül serv-i hıramândın ırak
Meşk-i terden nokta-i sülüsü durur nûn üstüne Ey gönül hasretde cân birgil dağı vasi isteme
Ger vatan Lütfî güzide kılmadıng yoktur aceb Kim irür mihr-i vefâ ol Şâm-hubândın ırak
Oy koparmaglıg irür düşvar-ı Ceyhûn üstüne
Lütfî zülfi yüzidin hayret makamıda tüşüp
Bir aceb âlemde kalmış küfr-i imandın ırak
Boldı bahâr u cânkuşu ol yan heva kılur
İşte bütün bu eserlerinden Lütfî'nin nasıl bir şahsiyet
Her nice ol nigâr semen bir cefâ kılur
sahibi olduğu, tarz-ı tahassüs ve tahayyülünün mahiyeti
Ger kılmasa vefâ bana dilber aceb degül anlaşılıyor. Binâenaleyh kemâl-i kuvvetle iddia olunabilir
Ömr-i azîz kimga cihanda cefâ kılur ki, Lütfî'nin asıl ehemmiyeti lisana verdiği şekil-i selâset-
* tedir; Çağataycayı biraz kaba ve haşin asliyetinden çıkarıp
Zehi zuhûr-ı tecellî yüzünün safâsında daha nerm ü nâzik, daha medenî bir hâle sokan, yani Fa
Sevad-ı küfür muayyen gözing karasında risî'nin âheng-i selâsetine meclûb sâmialara Türkçeyi de
o şekilde gösterebilen odur, Sekkâkî'de az çok bir saray
Ne tarafa nokta-i mevhûmdur sining ağrıng
lisanı hâlini alan Çağatay lehçesi, Lütfî'nin dest-i sanatın
Ki cânnı koydu vücûd u adem arasında
da daha incelmiş, yumuşamış, mahallî unsurlardan daha
Eğer barurmen elikdin mahalli gayb değil çok tahliye edilmiştir. Onda "ceylay: gibi, misilli",(b "kay-
Ki fitneler bâr o şol gamze merhabasında
maç: şaşı",G) "göydürgüci: yakıcı" gibi kelimeler nisbe-
Yüzingni görmese bir demde can birür Lütfî ten azdır. Nevâî ile Sultan Hüseyin'de o kadar mahallî ke
Sahurluk ne tiler aşk mübtelâsında limeler kullanırlar.
Bu gazel yalnız Maverâünnahir'de değil Osmanlı şair husûle gelmeye başlayan millî vicdan bu fikir ve zanların
leri arasında da o kadar maruftur ki, Ziya Paşa onun bir ne kadar saçma ve yalan olduğunu meydana çıkardı.
kısmını Harabat'a geçirmekte tereddüt etmemiştir, Keza- Bugün pek uzak olmayan bir yerde, Urfa ile Diyarba
lik Sultan Hüseyin de Lütfi’nin çok takdirkârıdır; Mecâli- kır arasında, Karacadağ'da bizim kan ve soy kardeşleri
sini Sultan Hüseyin’e ait olan Sekizinci Meclis’inden nak miz var. Sırf bizim ihmâlimiz yüzünden dilini, soyunu so-
lettiğimiz şu satırlar o hususu kâfi derecede izah edebilir: punu tamamıyla unutarak tamamıyla Kürtleşmiş ve artık
"... Melikü'l-Kelâm Mevlâna Lütfî'nin meşhur matlaı ceva Türklükleri hemen hemen tarihe karışmaya başlamış
bındaki, "Ey kadding tûbâ vü cennet hadd-i gülgûn üstü olan Karacadağ Türk aşiretlerinin bugünkü hâli, kayıtsız
ne" bu matlaı vâki olmuştur ki, "Hattımng târı tüşüptür lık ve gafletimizi sarsacak mahiyettedir. Daha 327'de Ru
la'l-i mîgûn üstüne. Öyle kim can riştesi bir katre-i hûn meli'nde Türkçe bilmeyen ve mahkemelerde Rum ve
üstüne". Basiret ehli indinde zâhirdir ki, tefavüt ne rütbe Bulgar tercümanlar vasıtasıyla iş gören Türklere rastladı
dir. Çünkü Mevlâna yüzünü cennete teşbih edip ve onu ğım için Karacadağ'da hemen hemen Urfa cihetleri sayı
tûbâ üstüne itibar eylemiştir ve be-gâyet ırakdur ve öyle lan yerlerde Kürtleşmiş Türkleri görünce hiç de şaşma
ki iki mısra birbirine merbût değil ve cevabı garâbet-i mâ mıştım!
nâ ile iki mısra birbirine muvafık ve elfâzı birbirinin mu
Türk gençliği öğrensin ki, Siverek’le Diyarbakır arası
kabelesinde vâki olmuştur." Sultan Hüseyin'in divanı lâ-
nı ayıran Karacadağ'da dilini, âdetini, benliğini, şarkısını,
yıkıyla tedkik edilecek olursa tıpkı Nevâî'de olduğu gibi
türküsünü unutmuş yüzbinlerce kan kardeşimiz vardır
onda da Lütfî'yi tanzîren yazılmış birçok eserlere tesadüf
ki, kelimenin bütün manasıyla çoktan Kürtleşmişlerdir.
olunabilir. Eğer Lütfî ile Nevâî arasında yetişen Türk şair
lerinin eserleri bugün mevcut olup tedkik edilseydi Karacadağ Kürt aşiretlerinden Türkân aşiretini ol
onun Çağatay edebiyatı üzerindeki nüfuzu bütün dukça İlmî bir surette tetkike muvaffak oldum,
vüs'atiyle anlaşılırdı. Her hâlde Nevâî'den evvel gelen Ça Türkân aşiretini bir Kürt aşireti bilerek aralarında do
ğatay şairleri arasında en mühim mevkii Mevlânâ Lütfî iş laşırken Türkçe bilir ağalardan yetmiş beş seksen yaşla
gal etmektedir. Bir asır muammer olan ve hayatının en rında Güllüceli Sadûn Ağa ile aramızda geçen bir müba-
son demlerine kadar şiirler tanziminden geri kalmayan hese, aşireti tetkike sebep oldu:
bu ihtiyar Türk şairinin Herat nevâhisinde kendi ikamet
Bir gün milliyetten bahsediyordum. Bildiğim Türk
gâhının bulunduğu yerde medfûn olduğu Mecâlis'de tas
aşiretlerini sayıyordum. O sırada Mürselli aşiretinin ismi
rîh ediliyor.
geçti. Sadûn Ağa atıldı:
Bitmedi.
Köprülüzâde Mehmed Fuad - Bu aşiret bizim akrabamızdır, dedi.
rafa gitmiş. İşte o senin saydığın Mürselli, Kara Alili, İlbey- da insan ve hayvan ayağı müsavidir. Arazi o derece sarp
li, Savcılı aşiretleri de hep vaktiyle, bizim buralardan Ha ve taştır ki insan, mahsus her tarafa kara taş yığınları kon
lep vilâyetine gidip dağılmıştır. Bunlardan en son göç muş sanır.
edeni Dere Gezenli aşiretidir ki, Halep vilayetinin Maraş
Türkânlılar, bugün tam aşiretlikten çıkıp yarı yarıya
taraflarında oturmaktadırlar. Kürtçe de bilirler.
toprağa bağlanmalarına rağmen topraktan pek az faide
Ümmî Sadûn Ağa'nın olanca safiyetiyle anlattığı bu görmektedirler. Hiçbir yerde böyle sarp ve çetin araziye
sözler beni müteessir etti. Karacadağ'ın saf yaylalarında, rastlanamaz. Seyyah hayvandan inerek yaya yürümeyi
rahat ve gürültüsüz bir hayat geçirerek ihtiyarlaşmış ve tercih eder. Bundan dolayı hayvan ticaretiyle uğraşırlar.
şüphesiz hiç bir Türklük propagandasına maruz kalma En iyi cinsten Arap atları en birinci ticaretleridir. Her Tür-
mış olan bu ümmî ağanın sözleri, en değerli ve en doğru kânlı ne kadar fakir olursa olsun mükemmel bir at ile iyi
vesikadır. Bundan başka tarih meydanda: 672'de Süley bir silâh sahibidir.
man Şah 80.000 hane halkıyla Horasan taraflarından kal
Kıyafet, civar Ai'ap aşiretlerininkinin aynı. Başta akel
kıp Tebriz - Van - Bitlis - Ahlat - Karacadağ - Fırat - Caber
ve kefiye, sırtında Arapvârî entari ve maşlah. Bu kıyafetiy
- tekrar Karacadağ - Halep ve Konya istikametlerinde do
le Türkânlı bir Arap aşireti neferinden fark edilemez.
laşmıştır. Büyük tarih kitaplarında bu istikametler oklar
Kadın kıyafeti, değil aşiretler arasında hatta hiçbir
la gösteriliyor.
köyde tesettür olmadığı için kadınları görmek pekâlâ
Bu hesaba göre bütün Karacadağ halkı Türk'tür. Za
mümkündür.
manla Kürtleşmişlerdir. Türklükleri şüphesiz olan Tür-
Türkân köylerinden Almalı'da, ahbaplarımdan Meh-
kânlılarla yanyana oturan Karakeçi aşireti vardır ki, simâ-
med Melli (Molla) isminde birisinin evinde kadın kıyafet
cılarca Türk olduklarına şüphe kalmıyor. Bütün aşiret ef
lerini tetkik ettim. Bayram elbisesiyle birisi Türk diğeri
radı kendilerine Karakeçili diyor. Kürtçe "hijen düşi" de
Kürt iki kadın getirdiler. Netice sıfır çıktı! Kadınlarda da
miyor. Eğer Karakeçi, sonradan takılma bir isim olsa bü
millî Türk kıyafetlerinden eser kalmamıştır. Millî Türk ka
tün efrâd tarafından kabul edilerek kullanılması ve düzü
dını kıyafeti derine gitmeden Garbî ve Şarkî Anadolu
len türkülerde bu ismin geçmesi mümkün olmazdı. Biz
Türk kadınlarının kıyafetidir. Türkânlı kadınlarda bu kı
altıyüz yıldır şurada burnumuzun dibinde Çanakkale kar
yafetlerin yerinde yeller esiyor!
şısındaki Maydos'u Açaova yapamadık. Yine herkes May-
dos diyor. Maarif: İlim ve marifet nâmına hiçbir şey yok. Ne
mektep var ne de mescit. Köy boy beğisinin odası hem
Şu hâlde Dördüncü Sultan Murad tarafından verildi
mescit, hem mektep, hem hükümet, hem de mahkeme
ği rivayet edilen bu Karakeçi isminin doğruluğu pek zayıf
dir. Türkânlılar tarikata pek meraklıdır. Mutlaka bir tari
kalır.
kata sâliktir.
Gelelim bahsimize:
Sıhhat: Gayet dinç, iri yarı, vurucu, kırıcı adamlardır.
Türkânlıların durağı yeni teşkilât mucebince Karake
Hastalığın ne olduğunu bilmezler bile. Yalnız, Balkan
çi aşiretine merbut olan Türkânlılar hava ve suca dünya
Harbi'ne iştirak ettiklerinden dolayı epeyce gizli hastalık
da birinciliği kazanan Karacadağ'da otururlar.
götürmüşlerdir.
Karacadağ, yaz kış başından kar eksik olmayan bu
Güç ve kuvvet: Türkânlılar fıtraten cengâverdirler.
dağlar yükseklikçe bin metreyi geçer. Aşiret yazın yayla
Daha beş yaşında çocukken her türlü silah talimine baş
lara çekilir. Uzun kıl çadırlarını kump tam tabiî bir hayat
larlar ve zaten işleri güçleri odur. Hiçbir aşiret, Türkânlı-
yaşarlar. Kışın ise kurtu dedikleri kuytu ve izbe yerlerde
1ar kadar ne ata binebilir ne de kılıç kullanır. Bir Türkân-
yaptıkları köylere çekilirler. Birkısmı da köylerde otur-
lıya kendi evinde yatakta ölmek pek ayıptır. Mutlaka gaz
mayıp çöle kadar giderler. Türkânlıların bulunduğu arazi
vede birisi tarafından öldürülmelidir. Balkan Harbi'nde
gayet dağlık ve taşlıktır. Dünyanın hiçbir yerinde bu ka
Habibçe ve Kırkkilise taraflarında Bulgarlara nasıl saldır
dar taşlı yer yoktur denilebilir. Öyle bir yer ki ekincilik
dıklarını, nasıl mağlûp ve perişan ettiklerini ancak gören
mümkün değil. Yürüyecek bir keçi yolu bile yok. Buralar
bilir!
Sayı 68 TÜRK YURDU 341
Çehre: Tamamen Türk çehresi, Şarkî ve Garbı Ana isimleri tamamıyla Arapça veya Kürtçe olan binlerce köy
dolu'daki Türk çehresinin aynı... Her köyün meydanında ler arasında bir avuç, isimleri Türkçe köy işitecek ve yine
oynanan çocukların Kürtçe şarkılarını, Türkülerini din kalbiniz sızlayacaktır. Evet! İsimleri Arapça ve Kürtçe köy
lerken bir de yüzlerine bakınız. Yüreğiniz sızlayacaktır. lerin ortasında yirmi yirmi beş Türkçe isimli köyler! İşte
Şarkî ve Garbî Anadolu Türk çocuğunun çehresine tama sayıyorum:
men benzeyen, onlardan kıl yarmayan bu yavrucaklar ne Savcak, Kaynak, Almalı, Boğurtlan, Koncuk, Donuz,
Türkçe nedir bilmezler, lâkin bu yavrucuklara mutlaka Nohut, Güllüce, Sofice, Söylemez, Otlu, Gülpınar, Orta-
kanınız kaynayacaktır. Zaten köylerine gittiğiniz vakit harap, Karabahçe, Ağutepe, Soğantepe, Uzunziyaret, Üç-
eğer bir vasıta ile Türk olduğunuzu anlarlarsa artık size kuyu, Göktepe, Yoğunca, Büyük Şeyhli, Küçük Şeyhli...
edilmedik iyilik kalmaz. Onların da kanı size kaynar. Tür- ilh.
kânlılar ancak kendi aşiretlerinden kız alıp verdiklerin
Karacadağ'ın her tarafını fırdolayı dolaşınız. Her tara
den kanları daima saf kalmıştır.
fında Kürtçe ve Arapça köy isimleri işitirsiniz. Lâkin tam
Duygu: Garbî ve Şarkî Anadolu'nun aşiret hâlinde Karacadağ'a gelip Türkânlı mıntıkasına girdiniz mi man
bulunmayan medenî Türklerinin, sorulduğu vakit Türk zara değişir. Artık Türk çehreli Türkânlıları görür ve isim
olduğunu söyleyememesine rağmen Kürtleşmiş Türkân- leri Türkçe köylerini dolaşırsınız.
lılar bu hususta sizi cevapsız bırakmaz:
Bir gün Sadûn Ağa yine olanca safiyetiyle söylüyor
Çağakevi ne asıl asıl me havin me Türke.. Em na du: "Biz Türk’üz, amma sizin gibi Türk değiliz. Türklük
Arabem em na Kirmancım, em Türkem." derler ki "eski nâmına, sizin neyiniz kalmış ki? Türklük size çok uzak
zamanda bizim aslımız Türk idi. Biz Arap ve Kürt değiliz. çok... Bir defa sizde Türk ahlâkı ve âdâtı kalmamış. Siz
Biz Türk’üz." demektir. Niçin bu hâle geldikleri sorulursa. hep çıt kırıldım olm uşsunuz... Ne ata binebiliyorsunuz
Hayran çavte! Çer bu güm? Dest me, tişte ki konu- ne de kılıç kuşanıyorsunuz. Bizim kadınlarımız sizden
ne. Beri heft sad-sal. Em meyân Kirmancımayım.. Meyân daha cesur ve daha erkektir."
ve anar ve nişteem..Heydi heydi asi ü neslime vanda bu. Evet, ey muhterem saf ihtiyar! Ey, hiç olmazsa ırkının
Anuka em mina Kirmancı bum.. Çer bügüm? Keşki emr-i kanını muhafaza etmiş hâlis Türk! Biz ne Türk ahlâkı ve
Huday, ammâ şükre Huday ki, hayya anuka, em jebir em- adetini unuttuk, tahkir ettik, çıt kırıldım olduk. Hoppa ve
kem ki, asi me Türke..." der ki, manası: "Gözünü sevdi züppe olduk... Asırlarca Arap ve Fars dellâllığı ettik... So
ğim! Ne yapalım? Elimizden ne gelir? Yedi yüz yıldan be yumuzun maddî ve manevî hiçbir seciyesi bizde hemen
ri Kürtlerin arasında kaldık. Onların arasında oturduk. kalmadı. Ve bugün senin Karacadağ gibi yakın bir yerde
Yavaş yavaş asıl ve neslimiz kayboldu. Şimdi Kürt olduk. Kürtleşmene sebep yine biz olduk. Evet her ne söylesen
Ne yapalım? Hepsi Allah'tan gelir. Amma Allah'a çok şü hakkın var. Fakat gözlerinde ulu hakanımız Cengizlerin,
kür ki, şimdiye kadar aslımızın Türk olduğunu unutma Atillaların, Oğuz Hanların emellerini okuduğum muhte
dık" demektir. rem saf Türk kocası! Fakat sen, biraz daha sabreyle..
Benim mevsûkan işittiğime göre ihtiyar pîr Türkânlı Dün, ölmüş sanılan bugünkü Türk gençliği, artık ayıpla
ölürken, bildiğini, gördüğünü başına toplar ve "Aslını mayacak derece Türk’tür. Tam senin istediğin gibi yetiş
kaybeden ve inkâr eden haramzâdedir. Bizim de aslımız mekte olan bu gençlik, çok sürmez, kenin de yardımına
Türk'tür. Fakat biz Kürt olmuşuz. Yine aslımızın Türk ol koşacaktır. Bundan emin ol.
duğunu unutmamalıyız" diye vasiyet edermiş.
28 Mayıs 330
Köyler ve köy isimleri: Köyler umumiyetle bir tepeye Deregezenlioğlu
arkasını vermiş kara taştan, bir katlı binalardan mürek Ha§im Ertuğrul
keptir. Bunlara, bina demektense kümes demek daha
münasiptir. Karacadağ'da kış pek şiddetli olduğundan
Türkânlılar bu yolda harekete mecbur olmuşlardır. Şim
di size Türkânlı köylerini sayarken anlayacaksınız ki.
342 TÜRK YURDU Sayı
/K
dır. Bâraı vâmo (baray vamo): Buraya gel. Kyde bârach esasından müştak belefil: bilgili, beleja: nişan koymak,
(kıde baraş): nereye gidiyorsun? Kazan-Bulgar Türklerin zabelexram otbelexram vesaire mevcuttur.
de bugün sizge baram (bugün sizge baram); Bugün size 9. Bybrek (bibrek): Böbrek.
gelirim. Bar al da gel: Git al da gel gibi. Türk-Tatar dille
10. Boliar-in boliarU) (Bolyar, bolyarin): Büyük
rinde bazen b harfi yerine v geldiği gibi Osmanlı Türlerin
adam, zengin adam, zâdegân. Mikloşiç'e göre boylu sö
de dahi barmak mastarı yerine varmak mevcuttur. Bulgar
zünden müştaktır. T. Korsch bunu bayar(mak): Zengin
ve avam edebî lisanında işbu barmak mastarı baram, ba
olmak Tatar masdarından çıkarıyor. Bayarmak (S'enrich,
lam, pâlamlÜ, byrkam, vârkam, vâram, vyrvia ve sair şe
devenir riche et puissant) mastarı Sami Bey lügatinden
killerde tesadüf olunup atîdeki ve birbirine yakın bulu
dahi eski bir Türk lügati gibi makeyyeddir. Bay-ar Türk
nan manaları ifade eder. Yürümek, gezmek, çabuk yürü
lehçelerinde büyük adam demektir. Nazil ki, bay-kal:
mek, koşmak, yetişmek, koğmak, kovalamak, el ile do
bay-göl: büyük gölG). Herhâlde bahsolunan şu bolyar ve
kunmak, dokunmak, incitmek ve buna mümâsil.
ya buyar kelimesinin aslı büyük boylu zengin, efendi, bey
5. Vâraı-vâre (varay yahut vara’): A. Düvernua neşret (prince, chef), hükümdar manalarını tazammun eden ey
tiği Bulgarca lügatmda işbu kelimeyi: Yaram (varmak- esasıdır.
barmak) mastarından çıkarıyor ise de buna atfolunan
11. Beltchûk (Belçuk). Mikloşiç bunu bilazik (brace-
dinle, işit manası pek nâkıstır. Edat-i nidâ makamına kul
let, çerde) kelimesinden müştak buluyor. T. Korsch ise
lanılan bu sözün mana-yı hakikîsi yetişin, koşun, muave
bunu reddediyor ve bol-bil-böl Çağatay esasından çıkara
nette bulununuz olduğu gibi bazen dahi şikâyeti, mem
rak yüzük ve halka manasına gelen böldürga, bildürga
nuniyetsizliği, tevahhuşu ibraz eder veya bir arzunun be
kelimelerine muadil buluyor. Bulgar lehçelerinde elyevm
yanına delalet eder bir edattır. Kazaklarda istimdat nida
dahi belçuk kapı halkası, bel kemeri halkasına denir.
sı makamına oranG) sözü kullanılır ki fonetikçe işbu va
ray lügatına pek müşabihtir. 12. Bacanak (badjanâk): Bacanak.
6. Bradva: Balta. Sami Bey lügatmda bradva ve barda 13. Biser: İnci
eski Türk sözleri gibi gösterilmiştir. Barda fonetikçe (1-r, 14. Brytchka (Brıçka): Buruşukluk, yerli bir kelime
t-d ) balta kelimesine mutabıktır. gibi telakki olunur. Buna müşabih kezalik brytckul (brıç-
7. Bâı-a -Bay-a: Yapmak, yani bunu yapmak. Fal yap kul): buruşukluk; brytchkam: buruşmak; nabrytchkano
mak masdarına tamamıyla mutabıktır. Bu cezirden bâı, vesaire mevcuttur.
bâıka, bâene kelimeleri vardır. Doktor Ferenc Miklosc- 15. Gaz-ia (Gazya): Bu lügatin manası su içinde yürü
hitch bâia ve âtîdeki altı kelimeyi Osmanlı Türklerinin mek, gezmek, dereyi yürüyerek geçmek, bir hangi şeyi
Balkan yarım adasına geçmezden evvel Slav lisanında ya ayakla basmak, çiğnemek, bastırmak, yürümek, gezmek
zılmış olan Bulgar kilise kitaplarında tesadüf etmiştir. El- ve buna mümasil. Gazya sözü büsbütün yerli bir söz gibi
yevm dahi Bulgarlar tarafından kullanılmaktadır. telakki olunup birçok müştekatı dahi vardır. Bunun esa
8. Beleg: Nişan, işaret, bileklik. Mikloschitch bu sözü sı Tatar'daki kaz, giz'dir ki, manası dahi gezmek, dolaş
bilgü Türk kelimesinden çıkarıyor. Nitekim Moğol-Türk mak. Osmanlıcada keza gez-gezmek vardır.
lisanlarında belge (bâlgâ), nişan, işaret, bileklik; Uygur Bitmedi
ca'da belkü, bâlgu; Çağataycada bilgü; Çuvaşlarda pil;
İvan M anulef
Macarlarda bilaga, bilgan; Osmanlı Türklerinde bilgi, bil
gilik. Bugünkü Bulgar edebî ve avam lisanında işbu beleg
( ü Pal cezeri bar: Bar esasına müşabihtir. Çünkü Türk-Tatar lehçelerinde alelumûm b -p , r-1 olabilir.
G) Halim Sabit, Altaylara Doğru, Türk Yurdu, Yıl; 3, Sayı: 10, 1166 sahifesinde; "... Zulümdîde avullara vesair ahali bulunan yerlere giderek
kuvvetli bir sadâ ile oran nidasında bulunur." ve işbu oran nidasını işitenler imdada koşmaya ahlâkça borçlu imişler.
(3) in İslav edatıdır. Bulgarin'de olduğu gibi.
(4) Enver Paşa, Servet-i Fünûn gazetesi 1325 Eylül nüshalarında.
344 TÜRK YURDU Sayı
Ondokuzuncıı asrın nısf-ı ahirinde efkâr-ı İslâmiye İşte bu sayımızda resmini dercettiğimiz bu büyük
üzerine icra-yı nüfuz etmiş olan eâzim-i mütefekkirin ara mücahidin tercüme-i hâli hakkında bazı malumat ver
sında Şeyh Cemâleddin Efganî, mümtaz ve yüksek bir mek isteyerek bulduğumuz menba vaktiyle müşarüni
mevki ihraz etmiştir. Müşarünileyh Arapça, Acemce ve leyh tarafından "Risâletün fi ibtâlı mezâhib-i dehriyyûn"
Türkçeyi lisan-ı mâderzâdı gibi konuştuğu ve Avrupa li nâmıyla yazmış olduğu risalenin Arapça tercümesine mu
sanlarından bazılarına da vâkıf olduğundan ulûm-ı şarki kaddime teşkil eden ve Şeyh Cemâleddin Hazretleri tara
ye ile ulûm-ı garbiyeyi kendisinde cem eylemişti. Bunun fından Mehmed Emin Beyefendiye hediye edilmiş olan
la beraber gayet yüksek ve keskin bir zekâya mâlik oldu bir nüshasında bulduk. Biz de o malûmatı burada telhis
ğundan iki medeniyeti tahlil ve her birine ait fezâil ve ne- ediyoruz:
kâizi temyiz edecek kadar istidadı da hâizdi. Şeyh Cemâleddin Hazretlerinin asıl ve nesebi Hüse
Böyle bir zat bittabi âlem-i İslâmın maruz kaldığı hâl-ı yin ibn Ali ibn Ebû Tâlib evlâdından olan meşhur Muhad-
inkıraz ve tedenninin esbabını araştırmaktan, muasırları dis Seyyid Ali es-Sermedî'ye vâsıl oluyor. Babası Kabil
nı ikaz eylemekten ve esbab-ı mezkûreyi def edecek ça şehri civarında kendi mevkiinde sâkin idi, Bu ailenin Af-
releri göstermekten kendisini alamazdı. Şeyh Cemâled ganîler arasında azim bir mevkii vardı ve sâkin bulundu
din Hazretleri hakikaten bütün hayatını şu mübâreze ve ğu kıt’aya hâkimdi. Eakat Afgan Emiri Dost Muhammed
Han âileyi bu makamdan mahrum etmiş ve Şeyh Cemâ-
leddin hazretlerinin babası Kabil'e muhaceret etmek rife muhalif hiçbir nokta olmadığı hâlde Haşan Fehmi
mecburiyetinde kalmıştır. Efendi sırf Şeyh Cemâleddin Hazretlerini nazar-ı avâmda
düşürmek niyeti ile güya nübüvveti inkâr ettiğini işaa et
Şeyh Cemâleddin Efganî Esadabad karyesinden 1254
tiriyor. Mesele matbuata geçiyor. Birçok kîl ü kâli mucib
senesinde tevellüd etmiştir. Babasının Kabil'e muhacere
oluyor. Bilâhire hükümet tarafından kendisine kîl ü kâim
ti ile kendisi de oraya gitmiş ve sekiz yaşında tahsil-i ulû
defi için İstanbul'dan bir müddet müfarakat etmesi lüzu
ma mübaşeret eylemiştir. Muallimi Mâhir ibn Ali nâmın
mu ifham olunuyor. Bunun üzerine müşarünileyh Mısır'a
da bir âlim imiş. On sene tahsilden sonra 1273 senesine
gidiyor. Ve burada Riyaz Paşa tarafından ikram ve izâz
kadar muhtelif memleketlerde seyahat etmiş ve gördüğü
olunuyor. Ulemâ ve talebenin ricası üzerine Şeyh Cemâ
yerleri kavimleri, mütalâa ettikten sonra memleketine
leddin Efendi Câmiü'l-Ezher'de tedrisata şuru ediyor. Ve
avdet ve Dost Muhammed Han'ın hizmetine dahil ol
bilhassa tasavvuf ve felsefe derslerine sarf-ı dikkat ediyor.
muştur.
Az bir zaman içinde müşarünileyhin sayt u şöhreti âfakı
1280 senesinde Şîr Ali Han, Dost Muhammed Han'ın
tutuyor. Bu ise yeni hasûdların ve düşmanların zuhuruna
yerine geçince Afganistan'da dahilî ihtilâller zuhur etmiş
meydan veriyor. Burada da müşârunileyhe karşı bir cere
ve Şeyh Cemâleddin Hazretleri bu ihtilâller esnasında
yan açılıyor. Cereyanın başında İngiltere Konsülü Mister
mühim roller oynamıştır.
Fikiyan bulunuyor. 1296'da Mısır'ı terk ve Hindistan'a ge
İhtilâller esnasında Abdurrahman Han, Afganistan lerek Haydarabad şehrinde sâkin olmaya mecbur kalıyor.
tahtına cülûs eyledi. Ve Şeyh Cemâleddin'i veziriazam ta Bu meyanda Mısır'da ihtilâl zuhur ediyor. İngiltere hükü
yin etti. Eakat biraz sonra yine ihtilâl zuhur ederek Emir meti Şeyh Cemâleddin'i Haydarabad'dan makarr-ı hükü
Abdurrahman Han, Buhara'ya kaçmak mecburiyetinde met olan Kalküta'ya gönderiyor ve Mısır ahvali kesb-i ta
kaldı. Şeyh Cemâleddin ise bir müddet daha Afganis vazzuh edinceye kadar orada kalmaya icbâr ediyor. Gaile
tan'da kaldı ise de bilâhire terk-i vatan lüzumunu hisset bertaraf edildikten sonra yine İngiltere hükümeti şeyhe
ti. Lâkin Afgan hükümeti müşarünileyhin İran'a gitmesini İslâm memleketlerini terketmeyi ve Avrupa'da sâkin ol
terviç etmediğinden Hindistan'a âzim oldu. İngiltere mak üzere bir şehir ittihaz etmesini teklif ediyor. Şeyh
Devleti ise Şeyh Hazretlerinin Hindistan'da kalmasını Londra'yı intihap ediyor. Fakat Londra'da biraz ikamet
yerli ulemâ ve rüesa ile görüşmesini arzu etmediğinden ten sonra Paris'e geliyor. Ve burada Urvetü'l-Vüskâ nâ
Mısır'a azîmet etti. Fakat İngiltere Hükümeti Mısır'da da mında meşhur mecmuasını neşre şürû etmekle beraber
tevakkuf etmesine mâni olduğundan Câmiü'l-Ezher ule Fransa meşâhir-i ulemâ ve üdebâsı ile alâka ve irtibatta
mâ ve talebesinin istida ve ısrarlarına rağmen müşarüni bulunuyor.
leyh İstanbul'a sefer etti. Burada Sadrazam Âlî Paşa'nın
1303'te İran Şahı Nâsıreddin'in daveti üzerine Tah-
hüsn-i kabul ve teveccühüne nâil olarak Meclis-i Kebir-i
ran'a azimet ediyor. Şâh-ı mezkûr evvelce müşarünileyhi
Maarif azalığma tayin kılınmıştır.
hüsn-i kabul ediyorsa da bilâhere efkâr ve hissiyatından
O s m a n lI rical-i d e v le t, a y a n v e e k â b ir i m ü ş â ru n ile y - tevahhuş ederek kendisini Tahran'dan kuvvetle çıkarı
h in s o h b e t v e h u z u r u n d a p e k m ü te le z z iz v e m ü s te f i d yor. Şeyh Cemâleddin yeniden Londra'ya azîmet ediyor.
o lu y o r d u la r . Burada bir müddet kaldıktan sonra İstanbul'a geliyor.
Lâkin müşarünileyhin nâil-i hürmet ve muhabbet ol Abdülhamid kendisine zâhiren hürmet ibrazında kusur
ması Şeyhülislâm Haşan Fehmi Efendinin rekabetini cel- etmiyor. Nişantaşı'nda kendisine bir konak tahsis ediyor.
bediyor. Fırsat ise zuhur etmekte teahhur etmiyor. He Hakikat-i hâlde şu konak Şeyh Cemâleddin için mahbes
nüz teessüs etmiş olan Dârülfünûn’da Şeyh Cemâleddin oluyor. Her ne ise bu meyanda Tahran'da Nâsıreddin Şah
Efendi bir konferans vermek istiyor. Konferansta birçok katlediliyor. Efvâh-ı nâsda Şeyh Cemâleddin hazretleri
ayan ve ekâbir hazır bulunuyorlar. Şeyh ^Cemâleddin nin bu vak'a ile alâkadar olduğu söyleniyor. Bu ise Abdül-
Hazretleri ulûm ve fünûnun kadr ü kıymetine ait Din-i İs- hamid'in havf ve telâşını tezyîd ediyor. Çok geçmiyor
lâmın nokta-i nazarını izah ederken nübüvvetten de bah müşarünileyh bağteten vefat ediyor. Esbab-ı vefatı ise
sediyor. Müşarünileyhin bu hususa ait efkârında şer-i şe şimdiye kadar meçhul kalıyor.
346 TÜRK YURDU Sayı
İşte bir hayat ki, hakikaten rengin ve rengîndir! Mü Bittabi bazı resmî sebepler bunların görüşmelerine güzel
şarünileyh siyaseten ittihad-ı İslâmcı, fikren hakim ve fey bir vesile olur. Bu vesileler ara sıra teceddüt eder. Fakat
lesoftu. İslâmiyetin almış olduğu şekl-i hâzırının şiddetle seyrekçe olması âdâb-ı milliyedendir. Zaten Kazaklar es
muhtac-ı tasfiye ve ıslâh olduğunu, ulûm ve fünûn-ı ce- kiden beri devam eden bu âdât üzerine oğulları için ala
didenin lüum-ı iktisabını şiddetle müdafaa ederdi. Ve bü cakları kızı "yedi yat" karabetçe en uzak olan kabileler
tün hayatını şu kanaat ve efkârını neşretmeye sarfeyledi. den intihap ederler. Karabetçe uzak olan kabileler alâek-
İslâm hükümdarları kendisinden korktukları kadar İngi ser mevki nokta-i nazarından da yakın olmuyorlar de
liz, Rus hükümetleri de merhumdan tevahhuş ve daima mektir. İşte şu iki sebep bazen yiğit ile nişanlısının arası
kendisini takip ediyorlardı. na yabancıların girmesine fırsatlar hazırlıyor. Bu jftizden
iki kabile arasında büyük uygunsuzluklar peyda oluyor.
T.Y.
Fakat çok vakitler bu uygunsuzluğa meydan vermemek
için kızın mâcerası ebeveyni ve akrabası, hatta kabilesi ta
rafından gizleniyor. Yiğit geldikçe onun da hatırı bulunu
SEYAHAT yor.
Bir yolcu uğradığı yurtta mutad olan ihtiramı göre âdab-ı milliyedendir.
mediği sûrette orasının beyine ref-i şikâyet edebilir. Bey Gelin, kızlık zamanında giydiği kısaca beyaz elbisele
de tahkikatı neticesinde yolcu)oı haklı bulursa ceza-yı riyle püsküllü kunduz kalpaklarını da giyemez. Bundan
nakdî olmak üzere bir at vermek ile hükmeder. Fakat bu sonra uzunca gömlek ile saçlarını örtebilecek işlemeli yaş
hâl pek nadir vukua gelir. Çünkü Kazaklar alelekser bu börkanciği kullanmak mecburiyetinde bulunurlar.
kadar hissete tenezzül etmezler.
Kızın ailesi ile kabilesi yiğite kiyav derler. Kiyavlık da
Bir Kazak yavrusu erkek, kız dili açılmaya başlayınca gilenlik gibi hayli zamanlar devam eder. Bu müddet zar
kendisinin refika-i hayatı olacak kimsenin ismini uzaktan fında kiyav kızın ebeveyn ve akrabasından başka bütün
yakından işitmeye başlar. Aklı, fikri başına gelip hissiyatı kabile erkânına karşı da merasim-i ihtiramiye icrasına
inkişaf etmeye başlayınca seneler boyunca işiterek istînâs borçludur. Yerlere kadar eğilerek selâma durmak, kayni-
ettiği ismin müsemmâsını da görmek arzusu uyanıyor. şe kiyavdan isteyecekleri vezâiften birincisini teşkil eyler.
Sayı 68 TÜRK YURDU 347
Oturup kalkmakta kaynişe tekaddüm etmemek de kiyav- üstünden atılan bahadır ve fedâkâr ordu Bizans'ın cazibe
lık adabındandır. Bütün bu kiyavlık adabı tecim kelime li can evine girmişti. Gemileri dağ tepelerinde yürüten
siyle yâd olunmaktadır. Tecime riayet etmek hususunda büyük hakan, dünya tarihinin bir karnını kapayıp diğer
kusurlu olanlar il kadınlarının sihâm-ı tarizlerine hedef birini açan bu muazzam zafer harikasına, başka bir hari
olmaktan kurtulamazlar. ka daha ilâve etti. Hiç bir istilâ ordusu serdar ve hüküm
darının gösteremediği ülüvv-i cenab ile cennet şehrin
Gilin de zevcinin kabilesine karşı pek ziyade riayet-
mağlup halkını i'zâz ve nüvazişine gark etti. Onlara bütün
kâr olduğunu her vesile ile ibraz eder. Aile efradından
din ve cemaat haklarını, imtiyazlarını verdi. Bugün inhi
değil, hatta kabile erkeklerinden kimsenin ismini diline
tat ve izmihlâlimizi hazırlayan ve alkışlayanların, boğazla
almaz. İsmini söylemek mecburiyetinde olduğu kimseler
dıkları Türk ve Müslüman kanlarında münevver bir istik
için lafzî yahut manevî alâkalar ile herhâlde kendine
balin fecrini görenlerin büyük babalarını, dünyanın her
mahsus isimler uydumr. İlk karabay ismindeki kimsesi
köşesinde kardeş kanının bile helâl addolunduğu zâlim
gilenlerce ak bay nâmıyla yâd olunur. İlk erkekleri arasın
ve vahşî bir devirde, adaletinin geniş kanadı altına aldı.
da süt bay isimli kimse bulunduğuna göre gilenler süt ye
Yalnız Hristiyanlığın büyük abidesi olan Ayasofya'yı cami
rinde başka bir kelime kullanırlar. Kabile, ilk adını dile
ye tahvil etti ve orada fethi takip eden ilk cuma namazını
getirmekte gilenlik, hatta kadınlık adabıyla kabil-i telif
muvaffakiyetinin şaşaa ve tantanası içinde fakat imanın
değildir. Onun için bir avulun yanından geçerken hangi
hulûs-ı vazîi bâkî kalarak kıldı,
il ve kabileye mensup olduğu hakkında kapı önündeki
kadınlara irad edilen sualin cevapsız kalmasından dilgîr İşte Mayıs’ın Yirmi dokuzuncu Perşembe günü bu
olmamak lâzım gelir. mübeccel fethin ve ertesi Cuma günü bu müdebdep Cu
ma namazının yıldönümüdür.
Gilin ve kiyavlıkta bütün merasim-i zahireye riayet
etmek vacibü'l-ittibâ âdâb-ı milliyeden madûd olduğu Cuma günü İstanbul millî ve dinî duyguların en gale-
hâlde erkek ve kadının eski ve yeni dostlarıyla gizliden yanlı gününü yaşadı. Türk milletinin ve Müslüman üm
gizliye ülfet ve münasebette bulunmalarına karşı pek az metinin bugünkü ve yarınki dimağı ve kolu bu büyük gü
ehemmiyet verilir. Kadın, kızlıkta yahut daha sonraları ta nün sürür ve saadetine iştirak etti. Sokaklar -havanın mü-
nıdığı dostlarını kabul etmek hususunda alelekser tered saadesizliğine rağmen- bir düğün evi gibi kalabalık ve se
düt göstermediği gibi zevci de bazı geceleri yabancı ya vinçli idi. Ayasofya Camii’nden Fatih'e kadar yapılan
taklarda geçirmeyi yiğitlikten addeder. Bu hâl Kazaklar uzun ve mutantan alay, mazinin en canlı mefharetiyle ka
arasında pek ziyade şayi olup izalesi için hiç bir çare de baran göğüslerin mağrur ve vakur kafilesi geçtiği yerlere
düşünülmemiştir. Şimdiye kadar bu âdetin aleyhinde hiç yalnız sevinç değil ümit ve azim döküyordu.
bir cereyan mevcut bulunmadığına nazaran daha birçok Fâtih'de ihtifali tertip eden muhterem heyetle, millî
zamanlar işin önü alınamayacağı muhakkak görülür. ve İçtimaî müesseseleri temsil eden zatlar tarafından irâd
Bitmedi. edilen nutukların hepsinde mazisini seven ve ona bağla
nan, hâlin acılarından fütura düşmemekle beraber o acı
Hâlim Sabit
ların ihsas ettiği vazifeyi anlayan ve yarını fethetmek için
hazırlanan bir milletin bütün beliğ heyecanları dolu idi.
TÜRKLÜK ŞUUNU Böyle günler milletlere varlıklarını duyurur. Kalple
İstanbul'da İlk Cuma N am azının Yıldönümü rindeki vatan aşkını tenmiye eder. Onun için bu yıldönü
Bayramı.- Mayıs’m Otuzuncu Cuma günü İstanbul'un mü bayramını tertip edenlerin millî bir vazifeyi ifâ ettikle
büyük günü idi. Göğsünde iki kıt’a birbiriyle musafaha rine kailiz. Gelecek sene-i devirlerde bunun aynı debde
eden cennet şehrin taştan zırhları hicretin 857 senesinin be ile tekrarını ve aynı zamanda fetih gününe teşmilini
27 Cemâziyelâhirine tesadüf eden Milâdî 1453 senesinin dileriz. İhtifalde Türk Ocağı İdare Heyeti Reisi Hamdul
29 Mayıs’ında Osmanlı Türklerinin yedinci hakanı Fâtih lah Subhi Beyin irâd ettiği müheyyic ve ateşli nutku -ya
Sultan Mehmed'in muzaffer askerlerinin kahraman sav zılarımızın çokluğundan dolayı- gelecek sayımızla neşre
letleriyle delik deşik edilmiş ve kırk bin kardeş ölüsünün deceğiz.
348 TÜRK YURDU S ayı
Kazan'da Sokak İsim leri Kazan Belediyesi, Türk Acaba Osmanlı Türk kulüplerinden Türk âleminin
ahaliye bir cemîle olmak üzere onların sakin oldukları bu kadar çok ve mütenevvi mecmua ve ceridelerine abo
mahallelerden geçen sokaklardan bazılarının isimlerini ne olanları var mıdır?
şimal Türk meşahirinin adlarıyla tesmiye etmeye karar
Şimal Türk Köylerinden Birisinin Cemiyet-i
vermiştir. Belediyenin kararı vali tarafından da tasdik olu
Hayriyesi Şehirlerde oturan Şimalli kardeşlerimizden
nursa Kazan'da âtideki isimlerde sokaklar bulunacaktır:
hepsinin cemiyet-i hayriyeleri vardır. Sonra zamanlardan
Koyyum Nasırı Sokağı, Burnayef Sokağı, Mercanî Sokağı,
köylerde de cemiyet-i hayriyeler tesis olunmaya başla
Yunusof Caddesi, Halfin Sokağı, Apanayef Caddesi, Ecim
mıştır, Köy cemiyet-i hayriyeleri zengin değildir. Fakat
Sokağı, Tukay Caddesi, ciddî faaliyet gösteriyorlar. Son gelen gazetelerden biri
Kazan'da Şark Kulübü nün Mütalâa Salonu Şi- sinde Zobabaşı adlı köyün cemiyet-i hayriyesinin senelik
mâlî Türkleri iki üç sene evvel Kazan'da Şark Kulübü nâ raporunu gördük. Cemiyetin sermayesi 1.800 lira imiş.
mıyla bir kulüp açmışlardı. Bu kulüpte garbın bütün ku Geçen sene zarfında 15 lira teberru toplanmış.
lüplerinde görülen istifade, istirahat vasıtaları mevcuttur.
Yine geçen sene zarfında 30 liralık kitap satın alın
Şark kulübünde terbîası vesaite yani kütüphane mütalâa mış. Cemiyetin kitaphanesini yerleştirmek üzere Akçura-
salonu, konferans, müsamere-i edebiye ve tiyatroya hu
oğullarından Mehmed Yusuf Bey namında bir zat kârgir
susî bir ehemmiyet verilmektedir. Mütalaa salonunda
bir bina yaptırıp hediye etmiş. Bu seneden itibaren
Rusya'da çıkan Rusça matbuatın hemen hepsi bulundu
kitaphane binasında köylülerin erkek ve kadınlarına zira
ğu gibi Türkçe olarak da Vakit, Kuyaş, Yulduz, Tercüman,
at ve köy sanatları hakkında basit dersler okutulacak ve
İkbal, İl, Durmuş, Kazak, İdil, Sabah, İkdam gazeteleriyle arasıra müsamere-i edebiyeler yapılacakmış. Dansı bizim
Şûrâ, An, Süyüm Bike, Muallim, Akyol, Türk Yurdu, Şeh-
Anadolu köylülerinin başına!
bal. Resimli Kitap, Ed-Din ve'l-Edeb, Aykap, Molla Nas-
reddin, Yalt Yult mecmuaları vardır.
« » V
T û k k ;^u k d u
TûrJeleritt Tâi^^^3İıı.e Caltsır
û d e ^ ^ ^ fic d c r ç c <d a - ^
Tebrik
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
ŞİİR
Biraz daha yürüdük. Uzun ve basit sütunlu bir meza lar, toprağın kara rengini saklayan beyaz papatyalar, ade
rın yanında durduk. min ebedî istirahatını gençlere fısıldıyorlardı. Mezarlar
üstünde açan ve kimbilir hangi toprak olmuş vücuttan
Sizin omuzlarınız biraz daha kalkık, başınız biraz da
ahz-ı hayat eden penbe güller, ölümün müzehher şiirle
ha öne eğili idi. Sonra bir çok beyaz tellerin gümüşlediği
siyah saçlı başınızı beyaz direğe dayadınız... Kaşlarınız ça rini tersim ediyorlardı...
tık, gözleriniz yarı açık, uzaklara daldınız... Etrafınızda bir Oradan düşkün ve sâkit dönerken sizin gibi elan dal
papatya ummanı içinde bir çok harap mezarlar vardı... gın duran yüzünüzdeki acı hande de bunu söylüyordu
Serviler kara ve nefti gölgelerini yüzünüze serpiyorlardı... değil mi?
Ben müteessir olduğum hâlde, sizi düşünüyordum. 12Nisan 1330
Süyüm Bike
İman-ı sa'y ile dolu hayatınızda büyük ve mukaddes bir
emelin havarilerinden olmuştunuz... Muazzam bir vazife
ye rehberlik ediyordunuz. Genç bir nesil arkanızdan ge
liyordu... Şöhret bir şüâinı size çevirmişti. Fakat siz me TARİH UE ASAR-I ATIKA
sut değildiniz. Uzun meşakkatlarınızı dinlendirmek için BULGARLARIN TÜRK-TATAR KAVMİNDEN NEŞETLERİ
başınızı dayayacak bir mezar taşından maada kimseniz
Üçüncü Kısım
yoktu. Sizin kalbinizi ısıtacak şu bir avuç topraktan başka
muhabbetiniz olmamıştı. Sizinle mesut olacak anneniz, Başı 1. Yılın 17. Sayısında
şimdi ihtimal ki çiğnenen bir papatyanın vücudunda inli 16. Gizdav: Güzel, şık (gentil). -koz: göz (güz-el)
yordu. Türk-Tatar esasından mehuzdur. Aynı esastan müştak
Siz gözlerinizin mana-yı yeisini saklamaya çalışarak Bulgarcada gîzda se: söyleniyorum, gizditza: çok söyle
nen kadın, copuette ve gîzdilo, gizdossia ve saire vardır.
sevgili mezara bakarken annesini o kadar çok seven me
sut küçük harbiyelinin, bulutlar üstünde uzağa uçan, 17. Kipra. Kıvır (kyvyr) Türk esasından müştaktır. Fo
meçhul hayatını mı arıyordunuz? netikçe r harfi yerine be geldiği gibi işbu kıvır sözü de ki
bir şeklini alabilir. Kibir esası hafiflendiğinde kipir, kipr
Ben o anda sizin bazen garip gözüken, ısırganlıkları-
şeklini alır. Kipra Bulgarcada kıvrık (tordue) ve aynı za
nızın manasını ruhunuzdaki yalnızlığın elim tehassürle-
manda güzel, şık manalarını ifade eder. Nitekim kıvrak
rinde, nihayetsiz acılarında ve muhik hırçınlıklarında bul
Osmanlıcada dahi Trespoli Coquette (femme) demektir.
dum ve nasıl bir kardeş hissiyle kalbim titredi.
Mnogo si kîpri ustâta: ağzını çok kıvırıyor. Yani dudakla
Ötede ise gözleri toprak dolu ve uhrevî handeli bir rını çok büküyor demektir. Kipra usta: kıvrık (kıvrılan)
iskelet kafası boş elemler, bî-mana gururlarla istihza edi ağız yani bükülmüş dudak, kıvıran ağız.
yordu:
18. Kûtrik-kutr: Makedonya Bulgarları meyanında
-Fakat hayat bu kadar teessüre değer mi, diyordu. bahtsız, kuvvetsiz manasına gelir. Diğer bazı lehçelerde
Iztırap, saadet, şöhret, aşk, kin, hatta daha mukad ise bahtlı, kuvvetli meâline yaklaşıyor. Çuvaş lisanında:
des hisler ebedî matemler, büyük emeller, lahûtî muhab -kutor, kutrag, kitrag: becerikli ve bununla beraber baht
betler... Hepsi, hepsi ne idi? Bir kaç kemik, bir avuç top lı, kutlu demektir. Osmanlıcada kutlu nadiren kullanıl
rak, çiğnenen bir çiçek... Sonra? Sonra ebedî bir yok makta ise de kutr ve ya kutrag yoktur. Bu suretle mezkûr
luk!... kelime Asparuh Bulgarlarından miras kaldığına hiç şüp
he edilmemelidir. Nitekim yukarıda söylendiği vecih üze
Filhakika hayat bu kadar teessüre değer mi idi?...
re Konik nazariyesine göre eski Bulgarların dili Çu-
Her yerde derin bir sükût vardı... Ne bir ağaç ürper vaş-Türk lisanından çıkmıştır.
mesi ne bir karga sesi, ne bir kara kelebek uçması, hatta
19. Karam: geçirmek, ithal etmek, delmek, hareket
rüzgârların enîn-i teellümünü tepelerinde saklayan servi
getirmek (Araba, bargir ve saire için), devam etmek, ge
lerin matemî hışıltıları bile işitilmiyordu...
tirmek, nakletmek ve saire...
Oranın pür-hüzn ü melâl havasına mütebessim bir
Karam (Karmak) mastarı edebî ve avam Bulgar lisa
reng-i bahar vermeye çalışan yeni yapraklı kızıl erguvan
nında pek büyük mikyasta kullanılmaktadır. Volga lehçe
Sayı 69 TÜRK YURDU 355
lerinde dahi üt-kâr(Ü; nakletmek kelimesine tesadüf 27. Tor: Gübre, tezek. Malûm olduğu gibi Ural-Altay
olunmaktadır. Karmak, Sami Bey lügatinde eski bir Türk lehçelerinde r harfi z'ye münkalib olup. Bu sûretle Uy-
sözü gibi kaydedilmiş ise de bugünkü Osmanlı dilinde gurcada tor, Çağataycada toz'dur (Osmanlıcada kezâ
hiç tesadüf olunmamaktadır. Osmanlı lisanında ölmüş toz). Tor-toz ve Bulgaıiarda gübre manasına gelen mez
veyahut birkaç asır evvel hâl-i ihtizarda bulunan böyle bir kûr tor esasları arasında ise gerek fonetikçe, gerek mana
kelimenin ise Bulgarlar tarafından iktibas olunması ve ca müşabehet aşikârdır. Nitekim Osmanlı lisanında toz
bütün Bulgar lehçelerinde bu derece vâsi mikyasta inti lügatine müşabih olan tezek kelimesi gübre demektir.
şar etmesi ve canlanması fikrimizce imkân haricindedir.
28. Toiaga (toyga): Değnek, dayak, sap. Dayamak
Bu kelime mutlaka eski Türk Bulgarlarından kalmış olan
ve çoğu paslanmış bulunan kıymetdâr yadigârlarından bi- Türk mastarından müştaktır. Doktor Mikloşiç bunu eski
20. Kût-ia (Kut-ya)ü): beslemek, büyütmek, gözet 29. Tûrgam-TûıTm (turgam-truyam). Edebî lisanında
mek, muhafaza etmek, paître, garder,. Kazan Bulgar kullanılır ve koymak, vaz etmek, yatırmak demektir. Aynı
Türklerinde, Kütmek, Osmanlıcada gütmek mastarları meâlde Tatarcada yatur, yatgur mevcuttur. Başındaki ya
( b Enver Paşa, Türk Cinsi, Seıvet-i Fünûn gazetesi, sene: 1324, Eylül nüshalarında.
Sayı 69 TÜRK YURDU 357
Muhafazakâr Demokrat Fırkası da ekseriye zâdegân- Bundan dolayıdır ki, muhafazakârlar bu ıslâhata kar
dan ve büyük arazi sahiplerinden ibarettir. Binaenaleyh şı müttefikan ve bütün kuvvetleriyle ayaklandılar. Gerek
bu fırkanın menafii muhafazakârların menafii ile m ütte matbuat vasıtasıyla ve gerek içtimalar tertibi sûretiyle is
hittir. timlâk projesine karşı şiddetli bir mücadele açtılar.
3. Liberal Fırkası ki, reisi Mösyö Jan Bratyano'dur. Hatta son tedbir olmak üzere bu mücadeleye kralın
Fırka azasının vaziyet-i içtimaiyesi şu sûretle izah oluna ismini bile karıştırarak ıslâhatı müdafaa eden liberallere
bilir: karşı hareket ettirmek üzere kral üzerine icrâ-yı nüfûz et
mek istiyorlar.
Bunlar aynı zamanda hem büyük arazi sahipleri,
hem de büyük fabrikatör ve tüccardır. Meselâ Fırka Reisi Muhafazakâr Fırkası'nm en nüfuzlu azasından sabık
Mösyö Bratyano fabrikacılık eden zâdegânın bir n ü m ü -, Harbiye Nazırı Mösyö Filipescu muhafazakârların vasıta-i
nesidir. Yani gayet vâsi araziye mutasarrıf olmakla kalma neşriyesi olan Eboka gazetesinde bu ıslâhatı tasvip eden
yıp aynı zamanda fabrikalara ve darü's-sınaalara mâliktir. makam-ı hükümdarîye karşı şikâyetler ve gizli tehditler
ile dolu olarak krala hitaben bir açık mektup neşretti.
4. Milliyetperver Demokrat Fırkası ki, reisi Muallim
Nikola Yorga'dır. Nisbeten pek zayıf olan bu fırkanın Liberal Fırkası'na karşı icra ettiği şiddetli zehirli hü
müntesipleri umumiyetle dâva vekili, tabip, muallim, pa cumlarından dolayı Muhafazakâr Fırkası'nm riyasetinde
paz gibi mesleğe sülük edenlerdir, kalması gayr-i mümkün bir hâle gelen ve bundan nâşî fır
kanın idaresini terk etmek mecburiyetinde kalan eski fır
5. Sosyalist Fırkası ki, Doktor Rakofski'nin taht-ı riya-
ka reisi Mösyö Pierre Carpe Yaş şehrinde irâd eylediği bir
setindedir. Malûm olduğu üzere bu fırka amelenin ve zi
nutkunda Bratyano kabinesinin programını "memleket
raat rençberlerinin teşkilât-ı siyasiyesinden ibarettir. Mil
ve makam-ı Hükümdarîye karşı tertip edilmiş bir suikast
liyetperver Demokrat Fırkası kadar zayıftır.
tır" diye tavsif etti.
Görülüyor ki, bu fırkaların içinde en mühimleri mu
O nutkunda bu ihtiyar muhafazakâr tasavvur olunan
hafazakârlar ile liberallerdir. Bunlar memleketi münâve
iki ıslâhatı vücuda getirmekle liberallerin yalnız memle
be ile idare ederler.
kette terakkisini değil hatta aile-i hükümdarîyi bile tehli
Balkan muharebesi esnasında mevki-i iktidarda mu
keye ilka edeceklerini ispata uğraştılar.
hafazakârlar bulunuyordu. Bugün ise liberaller o mevki-
Mösyö Carpe'ın iddaiasına göre bu ıslâhattan sonra
dedir. Bu kerre liberaller mevki-i iktidara geldiklerinde
çiftçi sınıfı o kadar kuvvetli olacakmış ki, devlet işlerinin
Hey'et-i Vükelâ Reisi Mösyö Bratyano iki mühim ıslâhat
ideresini ellerine alacak ve bu taktirde memleketin me
icra etmek niyetinde bulunduğunu ilan etti. Bu ıslâhat:
nafiini pek noksan bir sûrette müdafaa edilecekmiş. İşte
Araziyi çiftçiler menfaatine olarak istimlâk ve intiha
bundan dolayıdır ki, sâbık muhafazakâr reisinin nazarın
bat kanununu tadil etmekten ibaret olacakmış. da bu ıslâhat evvelâ "memlekete karşı bir suikast"tan baş
Liberal kabinesi tarafından tasavvur edilmekte olan ka birşey değildir.
ıslâhata bittabi muhafazakârlık tarafından şiddetle muha
Sâniyen, bu ıslâhat bir de "makam-ı hükümdarîye
lefet edilmektedir. karşı bir suikast"tır. Zira Mösyö Carpe'ın fikrine göre çift
Bu zaten pek kolay anlaşılır şeylerdendir. Zira bu ıs çiler pek güvenilecek bir kuvvet teşkil edemezlermiş.
lâhat doğrudan doğruya muhafazakârların menafiini ihlâl Mösyö Carpe "Romanya Prensi Koza hal' edildiği vakit ni
etmektedir. metini görmüş olan çiftçiler ile onu müdafaa etmediler"
dedi. Binaenaleyh eğer Kral Karol kendi ailesinin mena
Muhafazakârların memleketin büyük arazi sahiple
fiini düşünüyor ise liberal kabinesinin programının icra
rinden ibaret olduğunu söylemiştim. Demek oluyor ki,
arazinin istimlâki onların menâfiine mugayirdir. Vâkıa ve tatbikine bütün kuvvetiyle muhalefet etmeli imiş. Gö
rünüyor ki, bu âdeta kralı korkutmak maksadıyla tertip
arazisi alınacak sahiplere tazminat verilecektir. Fakat ara
edilmekte bulunan hakikî bir şantajdır.
zisine dokunulmamasını tercih eden muhafazakârların
menfaati bu ıslâhat ile ihlâl edileceği âşikârdır.
358 TÜRK YURDU S a y ı 69
Söylemeye lüzum yoktur ki, bu nutuk liberaller ve Türkler, Parslar, Suriyeliler, Kiptiler, Yahudiler, Nas-
hatta muhafazakâr-demokratlar arasında büyük bir heye turîler Hilafet-i Abbasiye'ye yani Âl-i Abbas'a ciddi hiz
can tevlîd etti. metler ettikleri malûmdur. Fakat Âl-i Abbas çürüdüğü ve
Araplar gevşediği gibi Türkler, Parslar türedi. Ötekiler de
Liberallerin vasıta-i neşr ü efkârı olan Endepandans
taraf taraf çekildiler. Dansı daha çok tarlaya budene bıl
Romen gazetesi muhafazakârları Mösyö Carpe ile hem-fi-
dırcın kesildiler.
kir olup olup olmadıklarını ve onun beyanatının mesuli
yetine iştirak edip etmediklerini beyana davet etti. Muha Avusturya mukaddes imparatorluk olduğu zamanda
fazakârların vasıta-ı neşriyesi olan Politika gazetesi ise Macarlar İtalyanlar, Hırvatlar, Çekler, Lehliler, Habsburg
Mösyö Carpe'ın beyanatı fırka namına değil sırf onun he Hanedam’na, Mukaddes Habsburg Devleti'ne ve bayrağı
sabına vuku bulduğunu beyan eyledi. na büyük hizmetler etmişlerdi. Hâlâ edenler de var. Lâ
kin bugün bunların kenara çekildikleri meydandadır.
Bu tafsilâtın verilmesinden maksat muhafakazârla-
Devlet-i Habsburgiye'nin mayası olan Alman ırkı zayıflık
rın, bu ıslâhatın ilânıyla kendilerini ne kadar tehdit altın
gösterdiği gibi, Habsburg milletleri birer birer çekilip bi
da hissettiklerini ve bunlara karşı ne derecede şiddetli
rer birşey olmak yoluna düştüler. Eğer Viyana'da Alman
mukavemette bulunduklarını ve bir de ıslâhata taraftar
ca bir Peyâm zuhur edip, "Avusturya'nın Nemseleri Nem
ve muhalif fırkalar arasındaki mücadelenin ne kadar kuv
se değildir. Nemselikten ayrılmışlardır. Sekiz asırlık necip
vetli olduğunu göstermekten ibarettir.
Habsburgiyye milletidirler." davasına kalkışırsa faide ve
Bitmedi. rir mi vermez mi bilmiyoruz...
mam eden milliyet kuvveti onları Osmanlılaşmaktan da Peyâm'ın bu suali kalem hatasıdır. Değil ise kalem ile
ima men eyledi (Bu da doğru). Bu hakikati teslim eyliyo oynamaktır. Kürt yurtçuluğu, on beş sene mukaddem
ruz. Fakat böyle olmasını heyet-i müctemia-i Osmaniye duyuldu. Arap yurtçuluğu yirmi seneyi geçti. Arnavut
için bir zaaf, bir dert addeyleriz. Çünkü bu heyet yalnız yurtçuluğu, otuz senelikten ziyadedir. Ermeni yurtçulu
Türklerle kalırsa icIâl-i kadimini muhafaza edemez itika ğu, kırk seneyi geçti. Bulgar yurtçuluğu altmış, Rum yurt
dındayız. Hatta o derecede ki, her hâle rağmen Laz, Çer çuluğu ise seksen seneliktir. Daha ziyade değilse...
keş, Kürt, hatta Arnavut gibi akvâm-ı İslâmiye ile rabıta-i Arnavut yurtçuluğundan bana haber verildiği ve sade
Osmaniye'yi muhafaza eylemek, yani onları ber-mutad Türk dilinin ehemmiyetinden bahsedildiği 29 sene olu
Osmanlılığa temsil kılmak fikrindeyiz (Fikir ve niyet gü yor. Haberi veren, bahseden merhum ve gayyûr Arnavut
zel, fakat asrı ve milletlerin psikolojisini bir an unutmayı Şemseddin Sami Bey idi.
nız.).
Üç dört senelik Türk Yurdu nerede, o zaman 3-4 yaş
İşte Türklük siyasetinin en birinci mahzuru, hatta
larında bulunan Akçuraoğlu Yusuf Bey nerede? Türk Yur
mahzuru bu temsile mümanaatıdır. Esasen Osmanlılığı
du'na atılan taşı geri almak hakikat iktizâsıdır. Türk Yur
kökünden baltalayacak inhilâl-ı vâkıı ikmâl eylemektir.
du'na ve Türkçülere edilecek bir öpke(Ü varsa geç kal
Şimdi Türk Yurdu'na bütün mukabil o kavmiyetlerin
dıkları, hem de çok geç kaldıklarıdır.
yurtları, cemiyetleri var. Bu sûretle bizden iftirakları gün
den güne artmıyor mu?... İsmail
yedi aylık seyahatında §âyân-ı hayret tebeddülât görmüş 30.000'den fazla talebe ve mekâtib-i ibtidâiyesinde ise
tür. Mûmaileyh bu münasebetle diyor ki, 6.000.000 şakird mevcuttur. Hint ricâl-i siyasiyesi maari
fin uğrunda pek büyük gayretler göstermektedirler.
"Garp medeniyetinin istinad etmekte olduğu esas
lar, şimdi eski şarkta icra-yı hüküm etmekte ve garpta hu Asya'nın inkişaf-ı İktisadîsi de pek ziyade göze çarpr
sule getirmiş oldukları tebeddülât ve teceddüdât-ı azîme- maktadır. Ondokuzuncu asrın nısf-ı ahirinde Hindistan
yi burada dahi vücuda getirmektedirler. Fakat buradaki ticareti 4 defa, Çin 6 defa arttığı gibi Japonya ticareti ise
son yirmi sene zarfında 7 defa artmıştır.
(Asya'daki) tebeddülat daha derindir. Zira burada ulûm
ve sanayiin on dokuzuncu asırdaki tarz-ı inkişafı neticesi Benim içinde devr-i âlem yaptığım Japon vapurları,
olarak teceddüdât-ı fikriye ve ıslâhat-ı diniye keyfiyetleri Amerika vapurlarına kemâl-i muvaffakiyetle rekabet ede
birleşmişlerdir. Bundan başka on beşinci asırda Avru cek kadar mükemmeldirler. Çin Devleti, dünyanın en
pa'da sâkin olan insanların miktarı 100 milyon raddesin büyük maden kömürü ocaklarına mâliktir. Yalnız Şafs vi
de iken bugün Asya ahalisi 900 milyonu aşmaktadır. As layetindeki kömür deposu, bütün Çin'i 1.000 sene idare
edecek bir hâldedir. Amerika'nın demir kralları kendile
ya'nın on beş yirmi sene zarfında garbın uyanmasından
rinin Bahr-i Muhît-i Kebîr sevâhilinde Çin demirine reka
daha büyük bir süratle vuku bulmakta olan tekâmülü, Av
betten âciz bulunduklarını itiraf etmektedirler. Çin'in Şi-
rupa'nın asırlarla devam eden terakkisinden daha büyük
kago’su sayılan Hank Yu'da beş şilink (2,5 mble) haftalık
neticeler husule getirecektir.
ücretle işleyen Çin amelesinin Şanhah'da Hindistan'a ve
Evvel emirde Asya'nın hayat-ı siyasiyesi pek ziyade Kanton'dan Sibirya'ya kadar inşa edilecek olan demir yol
canlanmakta olup orada vatanperverlik ve milliyetperver lar için mükemmel demir raylar imal etmekte olduğunu
lik hisleri pek ziyade artmaktadır. gördüm.
Fikirlerde husule gelen teceddüd, daha ziyade göze Asya'nın intibah-ı İçtimaîsi de şâyân-ı ehemmiyet bir
çarpacak derecededir. Vaktiyle Avrupa kendi intibah ve derecededir. Hindistan, Japonya ve Çin'de İçtimaî yeni
teceddüdü esnasında Yunan ve Roma medeniyetinden duygular zuhur ve inkişâf etmekte ve yeni İçtimaî mües
nasıl istifade etmiş ise bugün de Asya, Avrupa'nın serbest seseler ihdası lehinde cereyanlar müşahede olunmakta
fikirlerinden müstefit olmaktadır. dır. Bütün bu tebeddülât garbî Avrupa medeniyetinin te
siri ve Hristiyan misyonerlerinin faaliyeti neticesidir.
Japonlar, tamamen okur yazar milletler sırasına gir Hristiyanlığın intişarıyla beraber şahsın kıymeti de anla
mişlerdir. Bugün onların iddiasına göre Japonya'da tahsil şılmış, İçtimaî yeni idealler vücuda gelmiş ve vazife-i içti
sinninde bulunan çocukların yüzde 97'si mektebe devam maiye hakkında yeni bir fikir hasıl olmuştur." Mösyö Ge-
etmektedir. Son sene zafında Japonya'da tab edilen ki orge'un fikrine göre Asya'nın intibahı, dinî bir mahiyette
tapların miktarı, İngiltere ve hatta Amerika'da basılan ki olup Avrupa'da intibahın neticesi olan nasıl din ıslâhatı
taplardan daha ziyadedir. vuku bulmuş ise Asya'da da şimdi ıslâhat-ı diniye devresi
başlıyor.
Çin'de görülmekte olan intibah-ı fikrî Japonya'dan
daha büyük ve ehemmiyetlidir. Çin İmparatorluğu'nun
birçok şehirlerinde ibadethaneler, mektep ve dârülfü-
nûn binaları ittihaz edilmiştir. Zira mektep ve dârülfü-
nûnlar o kadar büyük bir süratle teessüs etmektedir ki,
SEYAHAT
onlar için lüzumu olan binaların inşasına vakit yetişme ALTAYLARA DOĞRU
mektedir. Pekin şehrinin AvrupalIlar mahallesindeki hü (Bûşı Vinci yılın 12'inci sayısında)
kümet dârulfünûnuna devam eden talebenin miktarı on
Kazak hayatına pek yakından âşinâ olan bazı dostla
sene zarfında 300'den 17.000'e vâsıl olmuştur. Vilâyetler
rımın tetebbuatma göre bu hâlin en kuvvetli sebeplerin
de ise mekâtib-i ibtidaiye talebesi 2.000'den 200.000 kişi
den biri de kız alıp vermenin eski bir âdet üzerine kara
ye bâliğ olmuştur.
betçe ve binaenaleyh mesafece de araları uzak olan kabi
Çin'de maarife karşı olan bu inhimak Hindistan'da
leler arasında cereyan etmesi olduğu anlaşılıyor. Henüz
da az değildir. Bugün Hindistan dârülfünûnlarında
kendisini bilemeyecek kadar küçüklüğünde nişanlanmış
Sayı 69 TÜRK YURDU 361
olan kızcağız, aklı başına gelmeye başlayınca göçebelik yandırılmış kürek kemiğine bakarak oradaki çizgileri
hayatı iktizasından olarak sabah akşam evlerinde, dere okumak suretiyle ihbarâtta bulunanlardır. Bu da eski
boylarında, sürü yanlarında, kamışlıkla çalılıklar arasında Türklerden kalmış olduğu zannedilen kopuzlÜ çalınarak
görüşerek âşinâlık peydâ ettiği kendi veyahut komşu cinnîler vasıtasıyla mugayyebâta vukûf peyda edenler de
kabilesinin gençleri ile oynayıp gülmeye başlar. Alelekser en maruf baksılardan sayılır. Kopuzlu baksılar hastaların,
uzak kabileye mensup nişanlısını görüp gönlüne yerleş bilhassa sinirlilerin, mecnûnların tedavisi hususunda
tirmeden evvel göz âşinâlarından birisiyle alâka peyda et hayli muvaffakiyetler gösteriyorlarmış. Bunlar hasta yanı
miş olur. Bu alâka çok vakitler ilerilere getirildiği gibi ba na gelince kopuzunu çalarak ara sıra bazı şeyler mırılda
zen daire-i şümûlüne de vüs'at verilir. Kızın iç dostları ço nır, nefes verir, üfler, fakat biraz sonra cezbeye gelir; ga
ğalır. Bu hâl artık bir âdet hükmüne girer. Gelin olduk rip, acîb sadâlar çıkararak bağırır, hasta terleyince veya
hut kendisi yayılıp düşünceye kadar devam eder. Terle
tan sonra da hissiyatın itidal kesbedeceği devirlere kadar
mek, hasta için alâmet-i şifâdır....
önü alınamaz...
Kürek kemiği, yahut kopuz gibi bir vasıtaya müraca
Gelinin uzak kabilelerden intihabı cihetine gidilme
at etmeksizin ancak gönüllerine gelen şeyleri söylemek
sinin esbab-ı hakkiyesi anlaşılmamakla beraber, nişan
tarîkiyle baksılık edenler de yok değildir. Bunların alelek
merasiminin pek erken icra edilmesi her hâlde Kazak ha
ser hayat ve hareketlerinde intizam görülmemekle bera
yatı muktezasından olduğu malûmdur. Kazaklar arasında
ber bazen mugayyebâta dair ihbarâtta bulunurlar. Çok
kızın bedel-i hakikîsi demek olan mehir epeyce, hatta ba
söz söylemekte bunların hassa-i mümtâzelerindendir. Bu
zı orta ailelerin bütün servet ve varlıklarını istiab edebile
takım baksıların, eski Türk Kazak ruhânîleri bekayasın-
cek kadar dolgun takdir edilmek âdettir. Şu hâle göre oğ
dan oldukları rivayet edilmektedir.
lunu evlendirip gelinli olmak arzu eden ailenin -bütün
mevcudiyeti bu uğurda sarfederek- çıplak kalmamak için Kazaklar, baksıları o kadar sevmemekle beraber ri
vaktiyle bazı tedâbire müracaat etmiş bulunması lâzım ayette kusur etmezler. Meclislerde öntürü (yukarısı) da
gelir. Hakikaten hayat ve maişete âşinâ olan bir Kazak da ima onlara aittir.
bu babda ittihaz-ı tedâbir hususunda kusur etmez. He Bitmedi.
nüz küçük olan oğlunun nişanlısına vereceği mehri, geli Halim Sabit
nin eve getirileceği güne kadar geçecek senelere taksim
eder. Verilmesi lâzım gelen taksitleri, her senenin hâsılât
ve nemâsından tediye eder. Bu sayede sermaye ve
re’sü’l-malını muhafazaya muktedir olabildiği gibi, serve BUyUK hikaye
tine göre hayli büyük yekûn teşkil eden mehirden de BABÜR HAN
kurtulur. Bundan sonra gelini evine getirmek için de oğ
Muharriri: Flora Annestil
lu ve kızları olduğuna göre mehir hâsından kurtulmak
Mütercimi: Halide Edib
için mübadele suretiyle kaytışlık (mehriyet) tesisi edildi
Başlangıç
ği de olur.
Kazaklar düçar oldukları belâ ve musibetlerin esbabı Bu, ne bir roman, ne de bir tarihtir. Bu, bir adamın
nı anlamak, hastalığı tedavi ettirmek, kaybolan malının kendi hatıratından alınmış hayat hikâyesidir.
(hayvanının) izini bulmak için cinler, periler yahut âlem-i "Tenekeci, terzi asker, gemici, efendi, eczacı, renç-
gayb ile temasta bulunduğu itikat edilen baksı (kâhin)la- ber, hırsız" diye bir tekerleme vardır.
ra müracaat ederler. Kazaklar arasında muhtelif silsilele
Bu kitabın kahramanı da isterse bu kadar çok şahsi
re mensup baksılar vardır. En meşhur silsile, koyunun
yetleri kendinde toplayabilir. Çünkü bizim yanlış olarak
(Ü Kopuz: Kutru iki üç santimetre kadar olan bir demir dairenin karşı karşıya gelen iki ucu birleşmeye çeyrek santimetre kadar kaldıktan sonra
müvâzi olarak dört beş santimetre uzanırlar. Bunların aralarında bir ucu dairenin karşı tarafına rabtedilen bakır veyahut gümüşten mamul
yassı ve ince tel, ağza yaklaştırılarak nefes ile tehziz edilir, İşitilecek ahengin letafeti ve çalanın işaret parmağındaki melekeye göre olur.
Kopuz, Kazaklar arasında kullanıldığı gibi Rusya dahilindeki Nogay ve Başkırt, Tibter, Tatar, Mişar Türkleri arasında da maruftur. Şarkıdan
ziyade biyoya (dans) daha elverişlidir.
362 TÜRK YURDU Sayı 69
Büyük Moğollar diye yâd ettiğimiz sülâlenin birincisi, Açık, enli ve iyi yüzlü birisi cevap verdi:
umumiyetle Babür denilen Zahireddin Muhammed, Hin - Ben de bahsederim ki, düşmeyecek.
distan imparatoru, aynı zamanda da şair, ressam, asker,
Bu oyunda kendisi birinci olmak isteyen birincisi
pehlivan, efendi, musikişinas, dilenci ve padişahtı. On al
memnuniyetle:
tıncı asrın ibtidâlarına ve on beşinci asrın sonlarına tesa
- İşte düşüyor, dedi.
düf eden hayatı en ser-güzeşli bir hayattı. Ve onun hatı
ratını muhafaza etti. Ben bu hatırattan iktibas ediyorum. Ayağının kaymasına fazla bir cehd ile galebe çalan
Ekseriya satırların arkasında gizli olan hakikatları oku oyuncuyu mesut gözlerle takip eden ikinci:
dum. Olması lâzım gelen teferruatı ilâve ettim ve daimî - Asla, dedi. İşi ona ve talihine bırak, kazanıyor, Ba
bir hiss-i namus ve hande ile hiç mazeret aramayan bir bür kazanıyor.
doğrulukla faziletlerini, kusurlarını, muzafferiyetlerini, Müşkilâtı artırmak için eğilen arkaların adedini tez-
hezimetlerini yazan bu sevimli, seyyal ve mütenevvi ruhu yid ettirmiş olan Babür kurbağa gibi açık bacaklarıyla en
olduğu gibi göstermek için en son kabiliyetimi sarfettim. son arkadan atlayınca yükselen alkış arasında süt kardeşi
Billur kâse hâdisesiyle Babür'un Meham ile izdivacı Noyan'ın sesi en kuvvetli çıkıyordu. Alkış tufanı, beyaz
nın teferruatı tamamen muhayyeldir. Acınacak sûrette kı yoncaların arasında inlerken o arka üstü yatmış, mavi gö-
sa biten küçük teyzezade masume ile romanını fazla ça ge sevinçli gözlerle bakıyordu.
buk takip eden bu izdivacı bu sûrede tefsir etmek iste Uzun, hafif bir çocuktu. Bir ecnebî göze göre onbeş
dim. Çünkü Babür, her şeyden evvel vefâkârdı. Ümit yaşında, uzun bacaklarında itstikbâl için altı kadem boy
ederim ki, hayallerim kahramanımın hayatıyla ahengdar saklayan bir çocuktu. Fakat küçük Fergan memleketinin
bir sûrette yaşıyor. Veliahdı Babür, henüz on iki yaşında idi. Beyaz yoncala
Eğer öyle değilse eminim ki, o beni affeder. O haya rın arasında sessizce yatan yüzünde yaşının pek çok fev
tında o kadar çok affetmişti ki öldükten sonra kendisinin kinde harikulâde bir dikkat vardı. Oyunu ile dünyası ara
en hararetli bir takdirkârına affında hasis olmayacaktır. sına birşey girmişti. Bu birşey ona daima mavi gölün dar
bir kıvrımı, mavi göğün genişliği, hatta su kenarında bir
Flora Annestil
çiçekle gelebiliyordu.
SERSERİ HAN Ve gök, halk onun açık mavi ile karıştırdığı mor ku
maşı işlemedikleri zaman, yazın dağlardan getirdikleri fi-
Birinci Bab
ruzlara benziyordu. Bunların vadilerdeki laleleri niçin ha
"... Çünkü ben yüksek muvaffakiyetsizliklerin
küçük muvaffakiyetlerden ne kadar büyük ol tırlattıklarına aklı ermiyordu. Fakat belki bir güzellik baş
duğunu bilirim" ka bir güzelliği zihnine getiriyordu. Meskûn dünyanın
LmsMoris
öbür ucunda olan Fergan hatıratı zengindi ve hayat pek
Müstahkem Andican kasabası, baharın güneşinde hoş geçiyordu.
kavruluyordu. Surun dışından tâ Karanehir'e kadar uza
Pamirlerin arkasına gizlenen doğduğu vâdinin güzel
nan yonca tarlalarında bir sürü çocuk ve erkek, kurbağa
liklerini düşünürken çocuğun anber anatıyla kızıltılı göz
atlamaca oynuyorlardı.
leri karardı.
Sıçrayanı seyredenlerden biri, -Düşecek, bahsede
Onun karlanmış tepeleri garptan başka her yerini ka
rim, diye haykırdı.
pıyordu. Onun bir gül gibi kuvvetli değil fakat baygın bir
Sayı 69 TÜRK YURDU 363
tatlılıkla kokan menekşeleri, zengin meyveleri! Marga- mürevvaklarında o kadar kuvvet vardı ki her vurduğu
nan'da kayısıların çekirdeklerini çıkarıp içlerine ne güzel adamı devirirdi.
bademler korlardı. Son fikir daha muazzez bir rabıtayı hatırlattı.
Efkârını bir ses durdurdu: Çocuk hemen sordu:
Bu nefesini kaybeden fakat hürmetle dolu bir sesti. Bitiremedi. İşittiği şeyin hakikî manasını şimdi anla
Babür bir saniyede yerinden sıçradı. Karşısında uzaklar mış gibiydi. Kısa ve keskin bir feryatla beyaz tatlı kokulu
dan ve pek süratle geldiği anlaşılan bir haberci vardı. yoncaların üstüne kapandı.
Elinde mavi bir mendil vardı. Demek bu bir ölüm haber Muşa'şa hayatın bütün zevki soldu, silindi.
cisi idi. Ona perestiş eden sütkardeşi Noyan, yanına yaklaşa
Ölüm? Bu muşa'şa ve mesut dünyada kabil mi! Bir rak çömeldi. Bir makine gibi,
den bire isyan eden genç bir hayat dalgası, çocuğun ne -Allah’ın kaderi, diye mırıldandı. Koca kadı böyle söy
fesini tıkıyor gibi idi. lüyor ve koca kadı bir evliya gibidir.
-Ey! dedi. Hayatın mahrumiyeti ile yüz yüze gelen bu genç in
Cevap bir darbe gibi oldu. Sâkit fakat şaşırtan bir san kalbine evliyalık, hiç de nazar-ı dikkati câlib birşey
kudretle indi; değildi.
-Babanız, ey şah! Aynı zamanda yeni haberi anlamak için dışarıya top
lanan sakallı eşraf, büyük yüzlü ümerâ birbirlerine endi
Babası ve o. Babür padişah olmuştu. Şimdi buna ih
şe ile bakışıyorlardı.
timal vermiyordu.
Ne yapılmalıydı? Zaman karışıktı. Padişahları fazla
-Lâkin nasıl?
gençti. Amcaları Semerkand padişahı ile Taşkend padişa
Başı açık ve inanmayan simasıyla o ayakta dururken
hı muharebe yolunda idiler. Hususuyla birincisi pek ya
etrafına dinlemek için kalabalık toplanıyordu.
kındı ve bu haber onların gelmesini tesri edecekti.
Bu sade bir facia idi. Babası Ömer Şah, Akşı istihkâ
Bitmedi.
mının uçurumlar üzerindeki duvarında güvercinlerine
yem vermişti. Sonra onların mavi boşlukta oyunlarına ba
karak daima yem atarken ayağının altındaki taş kaymış ve
o nehre giden kayalıklardan yuvarlanmıştı. İş bundan INTIKAD UE TAKRİZ
ibaretti. Etrafta toplanan küçük kalabalık hayretkâr göz
TÜRKİYE'NİN CAN DAMARKb
lerle dinliyorlardı. Fakat Babür, kederi arasında uçan gü
vercinlerin titreyen beyaz kanatları arasında bir ruhun da Geçen haftalar içinde ulûm-i mâliye, iktisadiye müte
uçtuğunu görür gibi oluyordu. hassıslarından Mösyö Parvus'un Türkiye'nin Can D am a
rı nâm Türkçe ciddi ve mühim bir eseri çıktı.
Gitmiş miydi? Nereye? Bir daha göremeyecekti. Fa
kat nasıl onu şimdi görebiliyordu? Kısa, şişman, m üsteh PaiTus'u Türk Yurdu karileri pek âlâ tanırlar. Mec
zi bir ağzı kapayan gür bir sakal... Uçları o kadar uzun muamızdaki makaleleri ile Türkiye ziraatına, köylülerine
olan sarık... Üzerindeki sıkı esvap... Ne kadar zaman bu dair pek vâkıfâne mütalâalar dermeyan eden mumaileyh
esvabın düğmeleri patlamış ve çocukların gülüşüne ne son eserinde Türkiye'nin vaziyet-i mâliyesini, borçlarını
kadar çapkın ve hadîd bakmıştı. vâzıh ve hayli mufassal tetkik ediyor ve ıslâhı çarelerini
gösteriyor.
Bu lüzumsuz efkâr arasından bir keder ve nedamet
takallusu, onu babasının iyiliklerine şevketti. Ne iyi bir İstikrazların, Türkiye'nin istiklâl-ı mâliyesine ve bina
avcı idi. Fakat o kadar iyi nişan alamıyordu. Fakat bu enaleyh istiklâl-i siyasîsine ne derece tesir etmekte oldu-
ğu nazar-ı dikkate alınırsa Türkiye'nin borçlarını tanzim Türkistan'da İşret ve Fuhuş Aleyhinde Tedâbir.-
etmek, devlete taze bir ruh vermek demektir. Eser, Tür Vakit refikimizin yazdığına göre Türkistan ulemâ ve mu-
kiye borçlarının tarihini ve sûret-i akidlerini, faizlerini, teberânı toplanıp Türk-Müslüman arasında gittikçe art
her istikraza mukabil gösterilen teminatı ve bu sûretle makta olan sarhoşluk ve irtikâb-ı fuhuş vahîmelerine kar
hükümetin günden güne artan esaret-i iktisadiyesini şı tedâbir ittihazına karar vermişlerdir. Bunun için arala
izahtan sonra Türkiye'de ziraatın yakın bir istikbâlde par rında ayrıca bir komisyon seçerek lâzım gelen tedabirle-
lak bir sûrette terakki edeceği hükmünü veriyor ve inki- rin düşünülüp bulunması ve iktiza ederse hükûmet-i ma
§af-ı mâlî için hükümetin hangi sınıfları nazar-ı dikkate al halliye ile de münasebâta girişilmesi o komisyona tevdî
ması lâzım geleceğini gösteriyor. ^ olunmuştur. Halkın kendinden çıkan bu hayırlı faaliyet
her türlü medih ve sitayişe lâyıktır.
Parvus'un fikrince Türkiye'deki vergilerin ıslâhı ve
bu vergilerin köylüye daha az zahmet verecek bir şekle if Türk Ocağı'nm Türklüğe Hâdim Bir Teşebbü
rağı, inkişaf-ı mâlî nokta-ı nazarından elzemdir. Filhakika sü.- Sinematoğraf, bugün müteaddit maksatlar uğrunda
en müstahsil bir sınıf olan köylünün bugünkü hâli iyi de istimal olunuyor. Talim ve terbiyeye, tenvîr ve tehzîb-i fi
ğildir. Bu nokta-i nazara Türk Yurdu'nun da iştirak et kir ve ahlâka hizmet ettiği gibi ilancılığa, muayyen İçtimaî
mekte olduğunu karilerimiz bilirler. ve siyasî emellere de hâdim oluyor. Fransız Pate Kum-
panyası'nın bütün dünyadaki muvaffakiyetini, yalnız re
Türkiye'nin Can D am an, yalnız okunmakla kalma
kabet-! ticariye noktasından değil, Fransız medeniyetinin
malı, ulûm-i iktisadiye ve maliye ile müştegil gençlerimiz,
ve Fransız nüfûz-ı siyasisinin intişarına yardımı cihetiyle
bu kitapta görülen usûllerle memleketimizin İktisadî ah
de nazar-ı dikkate alan İtalyan ve Almanlar, kendi maksat
vâlini tetkik etmek ve bu eserin eksiklerini ikmale ve bu
ve emellerine göre İtalyan ve Alman sinematoğraf kum
nevi âsârın artmasına çalışmalıdırlar.
panyalarının teessüsünü teşvik ettiklerini ve hatta bu
T.Y.
babda muâvenet-i mâneviye ve maddiyeden geri kalma
dıklarım yazan bazı Türk gazeteleri, Osmanlı memleke
tinde ve diğer Türk memleketlerinde bu meseleye hiç
ehemmiyet verilmediğini, hatta kendi aleyhlerindeki
TÜRKLÜK ŞUÛNU
filmlerin gösterilmesine bile müsaade olunduğunu söy
İsmail Bey Gasprinski'nin İstanbul'a gelmesi.- leyerek tenkidatta bulunuyorlardı. Kemâl-i memnuniyet
Şimal Türklüğünün en büyük hâdimlerinden Tercüman le haber verelim ki, İstanbul Türk Ocağı bugünlerde bir
gazetesinin sahip ve başmuharriri İsmail Bey Gasprinski ışıklı ve canlı resimler yurdu tesis etti.
geçen cuma günü İstanbul'a teşrif ettiler. İsmail Beyin
Bu hakikî Türk sinemasında, zikrolunan mesele da
millî hizmetlerini Türk Yurdu'nun Tinci yılının 22'n d sa
ima nazar-ı dikkatte tutulacaktır. Ocak mümkün olduğu
yısında mücmelen saymış ve resimlerini de o nüshaya ilâ
anda hususî küçük filmler yaptırılmasına teşebbüs ede
ve eylemiştik. Şimdi kendilerine samimiyet ve ihtiram ile
cektir.
"Safa geldiniz, hoş geldiniz!" diyoruz.
TY.
m m ^
T ü k k M k d u
û e ^ ^ e d c ^ ç c ^ r
Şiir: M eh m ed E m in / Ö . S e y fe d d in
B ü y ü k H ikâye: B a b ü r H a n / F lo ra A n n a stil
İh ta r
Sayı 70 TÜRK YURDU 367
TÜRK yURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
10 TEMMUZ
"Ya h ü rriy e t y a h u t ölüm !" tü rk ü s ü n ü çağırıyor. Bir p a d işa h gibi ö m ü r sü rm e k için h a k bulacak.
Esir m illet y aratm ayan âdil Allah E vet a rtık hiç kim seye z u lü m p e n ç e salm ayacak.
Bize dahi: "kalkın" d ed i. Bir kuvvetli tara fın d a n zayıf m alı y en m ey e cek .
B u g ü n z u lm ü kahreyledi. Bu efen d i, b u n la r d a h i k ö le le rd ir d e n m e y e c e k .
Titreyiniz, zira sizler bize karşı cellâttınız, H akir köylü d iy ece k ki, b u g ü n b e n d e b ir ağayım .
Aklınıza g elm ezd i ki, h içb ir vakit zencir, zin d a n Esir m illet y aratm ay an âdil Allah
H ü rriy etin o m u k a d d e s rüyaları alev saçan, E lim izde p arıldayan k esk in silâh
E sir m illet y aratm ayan âdil Allah Ey D icle'nin, Sakarya'nın ve F ırat'ın çocukları!
E lim izde parıldayan k esk in silah D o ğ d u ğ u m u z b u y erle rin k ara yaslı ufukları.
9 3 'ü n m e şru tiy e t saltan atı yükseliyor, Bizim k a rd e ş zekâm ızın nurlarıyla uyanacak.
O rh an iarın , S elim lerin o sevgili illerine. Şu zavallı ıssız köyler, şu k aran lık k u lü b e le r.
Şim di ç o k var, yıllar geçti, o z am a n se n k ü ç ü k tü n . O g ü llerin h e p s i sen in , çardak, ırm ak şen in d ir.
Seni b e k le r b o ş yuvanın a rtık so la n gülleri.
B en im k u ru yapraklarla sü sled iğ im çardağın
A na yolu öz y o lu n d u r, ileridir, d ö n geri!
G ö lg e sin d e oynayarak, atlayarak b ü y ü d ü k .
S enin g ü zel sarayında o kaygısız ocağın Hıfzı Tevfik
Z engin, se rin ziyasını g ö n d e rird i ay, g ü n eş
O yalnızlık ç e v re sin d e b u n la r o ld u san a eş. ♦
Karanfil, n e d e n s e a n b e re dargın?
NEVÂÎ'DEN EVVEL
B ülbüller, güllerle v e rirle r baskın? (Başı geçen sayıda)
İç ç e k e n rüzgârın aşkı p e k taşkın!
M irza Ebü'l-K asun B abür: Timur evlât ve ahfadı
Ne d e rttir b u sev d a n e k a d a r salgın!
nın nihayetsiz veraset kavgaları arasında çalkanan doku
H e r zam a n gusl e d e r ça p k ın nilüfer!
K urbağa, gizlice h e p o n u gözler!
zuncu asır esnasında, nisbeten en kavî ve devamlı bir hü
Ya sular, ah n e le r sö y lem ez neler! kümet tesisine ve sarayını bir merkez-i ilim ve sanat hâli
Kalkınır, kam ışlar m ızraklı asker! ne ifrağa Mirza Ebü'l-Kasım Babür muvaffak oldu. Bay
Sungur bin Şahruh'un oğlu olan Babür Mirza -yahut Fah-
K ırlangıç sü rü sü , b ir u z u n katar,
rî-i Herevî Tezkiresi'nde zikredilen unvan-ı marufuyla Ba
K elebek n â m e le r taşıyan tatar.
bür Kalender- Türkçe ve Acemce şiirler yazmış büyük bir
M anolya, m in ey e çalım lar satar.
A rılar n ic e b ir ü z ü m d e n tadar!
sanatkârdan ziyade büyük bir hâmî-i irfan sıfatıyla enzar-ı
dikkati celbeder. Bilhassa Çağatay Edebiyatının en mü
Z anbağın açılır, g e c e yorganı.
him siması addettiğimiz Ali Şîr Nevâî, sair birçok Acem
Z a k k u m u n b aşın a to p la n ır kanı.
şairleri gibi onun pederâne himayesi altında yetişmiş, da
Sarayın n ö b e tç i yavuz arslanı.
ha on.altı yaşında bir çocukken "zü'l-lisaneyn" unvân-ı if
D ev e le re d a r e d e r g e n iş m eydanı!
tiharına orada mazhar olmuştu. Ebü'l-Kasım Babür'ün
370 TÜRK YURDU S a y ı 70
şahsiyetini ve tesirâtmı tetkik etmek bu nokta-i nazardan elinde altın ve gümüşün taş ve toprakça hesabı yoktu."(2)
zarurîdir. diyor. Devletşah da Tezkiresi'nin muhtelif yerlerinde ve
Babür'un hayat-ı siyasiye ve askeriyesi hakkında taf bilhassa "şâhî-i sebz-vârî"den bahsederken Babür'ün bir
silâta girişmek mevzubahisimizden hariçtir, (b Ancak mü çok menakıbını naki ve adâlet ve sehâvetini bir lisân-ı
verrihlerle tezkirecilerin verdikleri malûmata nazaran Ba- tebcîl ile yâd ediyor(^) ve meşhedde Merkad-ı imâm Rı-
bür iyi bir asker olmaktan ziyade rahim ve şefik bir hü za'ya mücavir olarak defneylemesini, müşarünileyhin
kümdardı. Adi ve re'fetini, tevazuu-ı dervişanesini, muf- uluvv-i ka’bına bir delil olarak gösteriyor.
rit-i sehâvetini bütün müverrihler kemâl-i sitayişle anla Babür'ün hayat ve tabiatı hakkında mâlik olduğumuz ^
tırlar. Biraderleri Rükneddin Alaüddevle ile Mirza Kut- malûmat onun simâ-yı manevîsini bize pek vâzıh bir sû-
beddin Muhammed'e nihayetü'l-emir galebe çalması, en rette anlatmaktadır. Timur hanedanına mensup bütün
ziyade tebaasına gösterdiği hilm ü, şefkatinden ileri gel prensler gibi şair ve sanatkâr olan babası Bay Sungur Mir-
mişti. Maamafih bu kadar rahîm ve şefik olması, Alaüd- za'nın birçok hasâisi veraset tankıyla ona da geçmiştir.
devle'nin gözlerine mil çektirmesine (855) ve Kutbeddin Ayyaş ve zevk-perest olduğu kadar âdil ve muhibb-i sana
Muhammed'i idam (855) etmesine mâni olamamıştır. O yi olan Bay Sungur Mirza, zamanının en mühim şairleri
devir telâkkiyatına göre pek tabiî olan bu hâller Ebü'l-Ka- ni, nakkaşlarını, hatta ve musikişinaslarını sarayına top
sım Babür'ü iyi bir insan ve âdil bir hükümdar olarak ta lar, kendisi de Farisî şiirler söylerdi. İşte Babür böyle bir
nımaktan müverrihleri men edemedi. Ali Şîr Nevâî, "Der- babadan, böyle bir muhit içinde doğup b ü y ü d ü . Z a m a
viş-veş ve fâni-sıfat ve kerîmü'l-ahlâk âdem idi. Himmeti nının en mühim üstadlarından terbiye-i edebiye ve fikri-
( b Muizzeddin Mirza Ebü'l-Kasım Babür: Ceddi Şahruh vefatında mezkûr olduğu üzere orduda bulunup sonra eı^aleti olan Esterâbâd'a gitti.
Badehu biraderi Alaüddevle Uluğ ile cenge meşgul iken Horasan'a kasdedip sonra musalaha oldular. Bade-zâlik Sarı şehri üzerine varıp hâki
mi Seyyid Şemseddin Kıvamı ile muhkem cenk eyledi ve bilâhere bozup çok asker kılıçtan geçti ve Sarı şehri ahzolundu. Badehu Şemsed-
din elçiler irsal ve istifa etmeğin cürmü af ve hutbe ve sikke kendi ismine olmak üzere vilâyeti yine Şemseddin'e teslim ve kızını tezvîc
eyledikten sonra dönüp darü'l-mülkü olan Esterâbâd'a avdet eyledi. 853'de Babür asker cem edip Herat üzerine geldiği ol vakit Kara Yusuf
Türkmanî hafidi Yâr Ali Herat'a istilâ etmiş idi, Babür etbaından Abdü'1-Ali nâm bir gulam mukaddema Yâr Ali'nin yanına varıp kendiye kemal
üzere intisab etmiş, hatta şarabdârı olmuş idi. Bu defa Babür karîb eriştikte Abdü'1-Alî şaraba daru katıp Yâr Ali'yi medhûş eyledi ve bu işte
hevadarları olan bir kaç nefer huddam ile bende çekip Babür huzuruna getirdiler. Pes Babür bî-muarız Herat'a gidip ceddi tahtına cülûs ve
Yâr Ali'yi Herat Çarşısı’nda kati eyledikte kemâl-i mertebe mahbûb ve hüsnü'l-hulk şehzâde olmakla cümle nâs be-gâyet acıyıp terahhum
eylediler. Bade-zâlik ümera ve ayan şehre ikram ve in'am ve halkı kemâl üzre temin ve Hinduke nâm beyini emirü'l-ümera nasbeyledi.
Badehû Sistan hâkiminin isyanı hasebiyle üzerine varıp mal-ı maktuun edâya iltizam ederdi. Ve emürü'l-ümera Hinduke'nin isyanı sebebiyle
iki defa üzerine asker tayin ve âkıbet katlettirdi. Bundan sonra etraf ve eknâfa seferler edip ref-i muhalifin ve tahsil-i istiklâl-ı külli ile bekâm
oldu. 860'da zuhur eden zûzâbeden azîm vehme tâbi olup müneccimler nuhustî ol iklime olmak üzere tesliye verdiler. Lâkin hilâf çıkıp
ümerası beynine azîm ihtilâf ve şikâk düşüp Herat şehrinde biri biriyle cenkler ettiler. Sonra Babür onları Meşhed-i mukaddese götürüp
kabr-i şerif üzerinde ahd ü eman ettirdi ki min ba‘d ittifak üzre olalar. Kendi dahi bilcümle münkerâta tevbe ve istiğfar edip ol hâl üzere bir
m üddet âsûde oldular. 86l'de bir gün şikâra çıkıp kendi kolunda olan şahinin pençesi şikest olmakla tatayyur edip azîm münfail ve müteked-
der oldu. Şöyle ki def-i gam için tevbesin bozup bir kaç gün neş'e görmeğe ikdâm eyledi. Lâkin mümkün olmayıp mizacına inhiraf târî olmak
la tekrar tevbe edip der-akab fevt oldu. Sahâifü'l-Alıbâr, üçüncü cilt, 68-69. Ravzatü's-Safa'nın altıncı cildinde bu vekayiin tafsilatına dest-res
olunabilir. Ondan başka Devletşah Tezkiresi'nde Babür'ün meşhed-i ziyareti ve biraderi Mirza Muhammed’le muharebeleri hakkında tafsi-
lat-ı mühimme vardır.
(^) Mecâlisü'n-Nefâis, Yedinci Meclis.
0) Profesör Braun tarafından bastırılan nüsha. [463-469]
(^) Babür'ün bedbaht biraderi Kutbeddin Muhammed de şairdi. Kendi hâlinden ve etrafında şikâyet maksadıyla yazıp büyük pederi Şahruh'a
takdim ettiği bir gazeli, Devletşah Tezkiresi'nde zikretmiştir (Sahife; 407);
Digeran râ îş u mâ râ razm-ı mâydân ârzûst [Başkalarının arzusu zevk u safâ, benimki savaş meydanıdır
Man bimardî zindagânî nî çu îşûn karda em Erkekçe ben asla onlar gibi yaşamış değilim.
Nakd-i Sultân Bay Sungur Han manam kandar masâf Sultan Baysungur han'ın ruhu, gerçek vârisi benim.
Bar-samand-i bâd pâ har lahza cavlân karda em Ki doru atım Yelayak üstünde er meydanında her lahza cevlan kılmışım.
Man Muhammed nâm dâram bahr-ı dîn-i Ahmedî Alımedî dine hürm eten Muhammed adını taşıyorum,
Cân-ı hodrâ man fadâ-yı şâh-ı merdan karda em Şâh-ı Merdan'a canımı feda saymışım.]
Sayı 70 TÜRK YURDU 371
yesini aldıktan sonra Farisî ve Türkçe şiirler tanzimine zuncu asırda yetişen İran şuarâ-yı sûfiyesinin -Meselâ on
başladı. Tevazuu, kerem ve sehası, mühim bir zevk-i ede ların en mühimmi addedebileceğimiz Câmî'nin- hayat ve
bîye mâlikiyeti itibariyle etrafına devrin bütün sanatkârla âsârı biraz tetkik edilecek olursa, tasavvuf perdesi altında
rını topluyor, onları taltif ve tekrim ediyor, işret meclisle ne gayr-i ahlâkî safhalara tesadüf edilir! Filhakika işret
rinde kendi de şiirler inşâd ediyordu, Şair Mevlâna Mu- sofrasının başında genç çocukların uzattığı şarap kadeh
ammaî'yi bir aralık kendisine vezir yapmıştı. lerini hâfızâne şiirlerle karşılayan Ebu'l-Kasım Babür'ün
Tûtî-i Terşîzî, Hace Mahmud-i Berseî, Mevlâna Kan- bu maraz-ı ahlâkıyeden kurtulamayarak Hüseyin Ali is
berî, aynı zamanda Türkçe şiir yazmakta da hâiz-i kudret minde âfitâb-manzar, peripeyker bir dilberin aşkına girif
Emir Raziyeddün Ali, kendisi hakkında SeiT redifli meş tar olduğunu ve onun aşkıyla Yakub ve Eyyub'a kat kat fa
hur bir kaside tanzim eden Mevlâna Tûsî gibi şairler, ik cefa ve musibetlere katlandığını Sultan Hüseyin uzun
ve sûfiyâne ibarelerle anlatmaktadır. 0)
Mevlânâ Muhammed Cacermî ayarında allâmeler, Mu-
hammed er-Revasî el-Akkâşî gibi gibi büyük mutasavvıf Sultan Babür Meşhed'de bulunduğu esnada bile
lar tam manasıyla perverde-i nimet ve ihsanı idiler. On iyş ü ezvaktan kendini mahrum etmiyordu. Ravzatü's-Sa-
larla sohbet ve mulâtefe ediyor, bilhassa Sadreddin Mu fâ'nın verdiği malûmata nazaran onun meclis-i ünsünde
hammed er-Revasî'ye karşı çok mültefit ve hürmetkâr güzel sesli hânendeler, mahir sâzendeler ve bilhassa er-
davranıyordu.(b Müverrih ve tezkirecilerin müttefikan bâb-ı melâhat hazır bulunurdu. Bir gün Meşhed'in en
dermeyan ettikleri mütalââta göre Ebu'l-Kasım Babür'ü rûh-fezâ bir yerinde yine meclis kumimuştu. Padişah, bü
büyük bir mutasavvıf gibi telakki etmek icap ediyor. Me tün ümerası, nedimleriyle orada hazırdı. Birdenbire bir
selâ Nevâî, tabiat-i dervişâneye mâlik olan bu hükümda taşın üzerinde saçları dağınık bir deiYiş belirdi. Ve dün
rın, "Tasavvuf risalelerinden Lemaat ile Gülşen-i Râz'a yanın bir hiçlikten ibaret olduğunu anlatan bir terci-i
çok meşgul olduğunu" söylediği gibi Devletşah Tezkire bend okudu. Bu uzun terci-i bendin tekerrür eden beyti
sinin muhtelif yerlerinde. Sultan Hüseyin Balkara da Me- şu idi: "İn heme tumturak kun feyakûn/ Semme'î nîst
câlisü'l-Uşşak'ımn müşârunileyhe tahsis ettiği altmış do pîş-i ehl-i cunûn"0). Terci bittikten sonra derviş kaybol
kuzuncu meclisinde onun mutasavvıfâne bir tabiata mâ du. Aradılar, bulamadılar... Babür Meşhed-i Mukaddes'de
lik olduğunu iddia ediyorlar. Horasan'ın o zamanki ha- iken meşahir-i sûfiyeden Baba Ali Hoş Merdan ile Şeyh
let-i ruhiyesi nazar-ı itibara alınırsa kalender unvan-ı der- Sadreddin er-Revasî ve Şeyh Ebu'l-Vefâ müritlerinden
vişânesine mazhar olan Babür'ün temayülât-ı sufiyanesi- Uzun Sûfî oraya geldiler ve padişahın inam ve iltifatına
ni pek tabiî görmek icap eder. Her tarafta tekkelerin ço mazhar oldular...G)
ğaldığı, şeyhlerin şahlardan daha çok haiz-i nüfuz olduğu
İşte bütün bunlar Babür Mirza'nın temayülât-ı sofiya
ve bütün sunuf halk arasında sahte bir tasavvufperverlik
nesini ve aynı zamanda rind ve serbest bir hayat geçirme
hükümfermâ bulunduğu o sırada esasen zevk ve sefahe-
ye fart-ı ibtilâsım gösterir. Bütün bu maasiden tövbe ede
te, tefekkürat-ı enfüsiyeye müstaid bulunan Ebu'l-Kasım
rek meşayihle hem-bezm-i ülfet olduğu zamanlar bile ru
Babür'ün bundan hariç kalamayacağı bedihîdir. Doku
hundaki ihtiyac-ı işret ve tarab zâil olmadı. Nitekim biraz
sonra tövbesini bozarak Hand Mîr'in ifadesi veçhile; Mây nûşu car'aî ba man-i dardmand bahş
"Meclis-i bezmin kurulmasını ve esbab-ı ıy§ ü işretin mü Rind-i şarâbhâra bir az Hatem-i Tay ast
heyya edilmesini emretti. Ve birkaç günler lâle-izâr saki Sang-ı mî hakk may ast mİ yârîd dar mayan
ler elinden hoşgüvâr bâdeler içti. Bu hâl sâkî-i ecelin ca Paydâ kunanda-i kas u nâkas hamın may ast
mından ölüm şarabını nûş edinceye kadar devam etti."d)
Dânî kamân-i âb rû-yi hûbân siyeh çirast
Çun bade vu câm-râ baham payvastî Kaz kûşhâş dûd-ı dil-i halk dar pay ast
Mîdân ba-yakîn ki rind bâlâ-dastî
Dârad ba-zülf-i û dil-i zunnâr band-i mâ
Câmast şarîat u hakikat bâda
Savdâ-yı kufr u kâfiri vu har çi dudiy ast
Çûn câm şikesti ba-yakin badmasti
[Bâde ile kadehi birleştirdiğine göre -şüphen Babur rasîd nâla-i zârat ba-gûş-i yâr
olmasın- esaslı bir rindsin. Kadehtir şeriat, hakikat Laylî vukûf yâft ki Macnûn dar în hay ast
da bâde. Kadeh kırıldığına göre gerçekten cıngarcı
bir sarhoşsun.]
[Devrimizin usta güreşçilerinden biri de içkidir, bir
Rübâisi gibi sofiyane şiirler tanzim etmiş olan yudum alınca adamı yere vurabilen o değil mi?
Ebu'l-Kasım Babür vahdet felsefesini en geniş telakkisiy Ona esaret (onun dilenciliği) ile bulduğumuz bu
le kabul etmiş rind ve zevk-perest bir mütefekkirdi. Bina saltanat asla Dârâ'da yok, Keykavus'da nereden
enaleyh tasavvufu Türk dervişlerindeki zühdâne şekliyle olsun.
değil, Acem şairleri gibi zengin ve geniş telakkiyatıyla ve İçki iç, bir yudum da bana, bu dertli garibe ver,
bir meslek-i fikri olarak kabul etti. Adalet ve şefkati, ilim şarap içen rind Hatem-i Tayi'den iyidir.
ve sanata fart-ı meclûbiyetiyle dokuzuncu asrın büyük Mihektaşı içkidir, ortaya içki getirip; adam ile adam
Türk hükümdarları arasında cidden temeyyüz eden Sul olmayanı ayıran içkinin ta kendisidir
tan Babür'ü, Nevâi aynı zamanda mühim bir Türk şairi Güzellerin keman kaşı neden siyahtır bilirsin;
olarak gösteriyor.^) Fakat biz "Nice yüzüng görüp hay Halkın gönlündeki hüzün dumanı onun marifetiyle
ortaya çıkmıştır.
ran olayın. İlâhi min sanga kurbân bolayın." beytinden
başka hiçbir Türkçe eserine tesadüf edemediğimiz için Bizim zünnar bağlayan gönlümüz, küfür ile kafirin
sevdası, hüzünce bozbulanık ne varsa onun
tabii müşârunileyhin bu husustaki derece-i kudretini
zülfündedir.
doğrudan doğruya muhakeme ve tayin edemeyiz. Ancak
Babür, feryad u figânın yârin kulağına erişti. Leylâ
Nevâi'nin bu şehadeti, sonra Emir Razıyeddin Ali, Nevâi
anladı ki. Mecnûn buralardadır]
gibi Türk şairlerini bilhassa teşvik ve tergib etmesi
Bitmedi.
Ebu'l-Kasım Babür'ün hiss-i meyilden büsbütün mahrum
Köprülüzâde Mehmed Fuad
olmadığını ve dokuzuncu asırda Çağatay Edebiyatının te
rakkisine bilfiil hizmet ettiğini anlatıyor. Bu edebiyatın
inkişafında müşarünileyhin her hâlde medhaldar olması,
eserimizde kendisine bu kadar bir mevki tefrikini istil İÇTİMAİYAT
zam etti. Tarz-ı tahassüs ve tefekkürünü göstermek için
İSLÂM’DA DÂVA-YI MİLLİYET
Devletşah Tezkiresi'nde münderiç bir gazelini naklediyo
Zannediyorduk ki, muhterem Süleyman Nazif Beyle
ruz:
Derdevr-i mâ yakı az kahna savârân mayast aramızda aylarca uzamış olan kalem mübâheselerinden
Vân kû dem ez kabûl-i nafas mîzanad ni ast sonra artık Türkçüler hakkında beslenilmek istenilen sû-i
tefehhümler izale edilmiştir. Türkçülerin maksat, gaye ve
İn saltanat ki mazi gadâ'îş yâftim
meslekleri tamamen kesb-i vuzûh ettiğinden bu yolda
Dârâ nadâşt hargiz u kâvus râ kay ast
şüphelere, tereddütlere tesadüf etmeyeceğiz. Maattees-
süf şu zannımızda aldanmış olduğumuz tahakkukk edi Naim Bey asıl tenkidatına girişmeden evvel Türkçü
yor. Anlaşılıyor ki, bizi tenkit edenler, milliyet cereyanla leri iki zümreye ayırıyor. Birisine "Hâlis Türkçüler", diğe
rım ahali nazarında her çi-bâd-âbâd düşürmek isteyenler rine "Türkçü-İslâmcılar" unvanını takıyor. Birincilerini,
bizi okumak, anlamak, takdir eylemek ve tenkitlerini ve "Telkih etmek istedikleri şey açıkça dinsizlik mefkûresi-
saik üzerine istinad ettirerek hatalarımız varsa madde dir." İkincileri de, "Ne serden ve ne yardan geçemiyor
madde tasrih ederek bizi irşad eylemek tenezzülünde lar." diye tarif ediyor.
bulunmak istemiyorlar. Tenkitler, itirazlar, hücumlar hep Naim Bey, şu taksimatı nereden aldı? Hangi vesika
dedikodular üzerine yapılıyor: Hep "böyle işitiliyor, şöy üzerine tesis etti? Türkçülük gibi artık teessüs ve tebellür
le deniliyor" üzerine yürütülüyor. etmiş olan bir cereyanda bu gibi taksimatı yapmak için
Bizce pek muhterem tanınmış Babanzâde Ahmed^ mutlak elde taksimatı teyid edecek vesikalar bulunmalı
Naim Beyefendinin de aynı hata yoluna sapmış olduğunu dır. Acaba hangi Türkçü nerede "Dinsizliği telkih eyle
maatteessüf söylemek mecburiyetindeyiz. Bu zat-ı muh mek" istemiştir? Hangi Türkçü nerede "İslâmiyetle din
terem Sebilürreşad mecmuasının 293'üncü numarasın sizlik arasında mütereddit bulunduğunu ve bunlardan
da, yukarıda makalemiz için serlevha ittihaz etmiş oldu hangisini tercih edeceğini bilmediğini söylemiştir? Bu su
ğumuz unvan ile on beş büyük sahifeyi ihtiva edecek ka allere cevap verilmedikçe ve verilen cevaplar senetler ve
dar gayet uzun ve vâsi bir makale neşretmiş ve bu maka vesikalar üzerine istinat ettirilmedikçe yapılan taksimatın
leyi milliyet cereyanlarını ve bilhassa Türkçülüğü tenkit indî, keyfî ve gayr-i vârid kalacağı tabiîdir. Biz ise Türkçü
etmeye hasreylemiştir. Lâkin bütün makalesinde Türkçü lük cereyanına Naim Beyden behemehal ziyade yakın ol
lere atfederek şiddetle tenkit ettiği maddeleri tek bir ve duğumuz için, mezkûr cereyan içinde dinsizlik mefkûre-
sika ile bile teyit etmemiştir. Elyevm Türkçüler tarafın sini değil taşıyan ve hatta nazar-ı müsamaha ile gören
dan bir çok mecmualar, gazeteler neşredilmektedir. hiçbir mezhebin, fırkanın, şubenin bulunmadığını kat'î
Bundan birisini alıp da, "İşte efendiler, siz bunu söylü bir surette iddia ediyoruz! Tek tek şahıslara gelince, bun
yorsunuz, şunu iddia ediyorsunuz, halbuki bunlar doğru lar arasında eğer guluv edenler var ise bunun Türkçülük
değildir, hatadır, muzırdır." dememiştir. Kendilerinin de cereyanına atfedilmesi vicdanen doğru olamaz! Acaba
ikrarına nazaran Türkçülere ait malûmatlarını yalnız Türkçülükten evvel bu gibi şahıslar yok muydu? Ta bidâ-
Türkçüler ile vâkii olan münâzarat ve münâkaşattan kes- yet-i İslâmiyetten beri bu gibi şeyler daima mevcut değil
beylemişlerdir. Şifahî ve binaenaleyh kaçıcı, muhtasar, mi idi? Türkçülük cereyanını munsıf ve müdakkik bir na
mütelevven münazaralar üzerine muharrer tenkidat yü zarla takip ve mütalâa edenler, Naim Beyefendinin fikri
rütmenin ne kadar esaslı ve muvafık-ı hakikat olabilece nin tamamen aksini görüyorlar. Bu gibiler ikrar ederler
ğini herkes sathî bir düşünce ile bile takdir edebilir. ki, dört beş sene bundan akdem dine karşı büyük bir
mübalatsızlık, İslâmiyet hakkında pek bariz bir lâkayıtlık
Maamafih Naim Beyefendi gibi kanaatine iman eden,
gösteren Türk gençleri bugün dine takarrüb etmişlerdir.
İslâmiyet gibi muazzam ve ulvî bir esası kendilerine gaye
Dindar olmuşlardır! Zaten başka sûrette de olamazdı.
tayin etmiş ve bilâ-tereddüt o yolda azm ü sebat ile yürü
Aşağıda izah edileceği vecih üzere din, kavmiyetin en
yen zevatın kâffesi yine Türkçülerce pek muhterem ol
mühim esas ve erkânından olduğu için kavmiyet cereya
duklarından onlar ile mübaheseye girişmeyi, Türkçülük
nını anlayarak, bilerek takip edenler için dinden uzaklaş
hakkında taşıdıkları yanlış zehabların tashihine çalışmayı,
mak kabil bile değildir.
kendimiz için hem bir vazife ve hem de bir şeref addede
riz. Keşke bütün muarızlarımız Naim Bey gibi olsaydı. Ya Demek ki, Naim Beyefendinin Türkçülüğü, "dinsiz
ni kendi iddialarına, kendi fikirlerine iman etmiş olsaydı lik mefkûresini takip edenler" ve "ne yârdan ne de ser
lar! Muayyen ve samimî bir fikir taşıyarak o fikrin hâkim den geçemeyenler" arasında taksim etmesi muvâfık-ı ha
olmasına çalışsaydılar! O vakit anlaşmak ve fikirlerde ih kikat değildir. Türkçülük gayr-i kabil-i taksim bir vâhid-i
tilâf bâkî kalsa bile, yek diğere karşı mütekabil-i hürmet külidür. Onun takip ettiği gaye, yürüdüğü yol bir olduğu
beslemek kabil olurdu. için ikiye inkısamı gayr-i kabildir. Tek tek şahıslar bu gibi
mesâilde asla nazar-ı dikkate alınamaz. Bunlar ya Türkçü
374 TÜRK YURDU S a y ı 70
lüğün ne olduğunu asla anlamamışlardır ve yahut başka laf ber-taraf edilmiş olur. Milliyet (nation) fenn-i içtima
bir maksatla Türkçülük içine sokulmuşlardır, Behemehal iyatın son ve muhtasar tarifine göre aynı surette hisseden
Türkçülüğe mânen yabancıdırlar. Türkçülüğü temsil et bir kitle-i efrada denilir. "La nation c ' est le groupe d ' in-
mek hassasından mahrumdurlar. dividus semblables par la maniere de sentir."(Ü Müşte
rek hissiyatın tevellüd, intişar ve taammümü de iki âmi
Şimdi geçelim Naim Beyefendinin asıl tenkidatına:
lin tesiri ile oluyor: Lisan ve din! Bunlardan sonra ırk, ta
Sebilürreşad'ın onbeş büyük safhasını ihtiva eden şu
rih, an'ane, âdât, edebiyat ve saire de geliyor. Fakat biraz
tenkidat, fikir ve esas itibariyle üç noktada telhis edilebi
teemmül olunduğu hâlde bu âmillerin kısm-ı azami da o.
lir:
iki âmilin neticesi olduğu tezahür eder. Dünyada bir ka
1. Din-i mübin-i İslâm, kavmiyet cereyanlarını tasvip vim, bir millet yoktur ki, onun âdâtı, edebiyatı, an'ane ve
etmiyor. Bu gibi cereyanlar onun esas ruhuna, ahkâm ve tarihi, onun dininden müteessir olmasın! Bütün bunların
kavâidine muhaliftir. mücmeli, ya rüknü ise lisandır! Binaenaleyh diğer sosyo
2. Milliyet cereyanları muzırdır. logların milliyet hakkında vermiş oldukları: "La nation
c'est la culture, la nation c'est la mentalite" gibi tarifler,
3. Milliyet cereyanları Müslümanlar içinde Avrupa'yı
bizim yukarıda kabul ettiğimiz tarifi nakz değil teyid
taklidden mütevellid olduğu için gayr-i tabiî ve masnû-
eder. Çünkü onun başka bir sûrette izharından hariç bir-
dur.
şey değildirler. Biz aşağıda Türkçülerin milliyet kelimesi
Şu noktaları birer birer, ayrı ayrı mütalâa edelim: ile neyi ifade etmek istedikleri hakkında mufassal beya
Naim Bey birinci ve esas fikrini yani din-i İslâmın mil natta bulunacağımızdan şimdilik bununla iktifa edelim
liyet hissini kabul etmemiş ve bu hissini men eylemiş ol ve asıl maksada rücû edelim:
duğunu ispat etmek için birçok hadisler, rivayetler ve Bedîhîdir ki, milliyet kelimesi yukarıda tarif ettiğimiz
hatta âyât-ı kerime zikrediyor. Anlaşılıyor ki, müşâruni- mana itibariyle asabiyet kelimesi manasına katiyyen alı
leyh şu senetleri toplamak için pek çok zahmet çekmiş namaz! Hatta bu iki kelime arasında gayr-i kabil-i telif bir
tir. Elde edebildiği bütün menabie müracaat ve bulabildi tezat ve ihtilaf vardır. Asabiyet ber-vech-ı malûm bir kişi
ği bütün vesâiki cem eylemiştir. İslâmiyetin sûret-i zuhur nin babası tarafından merbut olduğu efrâd-ı âileye, ecda
ve intişârı hakkında başka bir fikre zâhib olduğumuz için da denilir. Asabiyet insanı maddî ve mahdut bir daireye
biz şu senetleri kemâl-i dikkat ve merakla mütalâa eyle rabt ve o dairenin hayatı, menafii ile yaşattığı gibi onun
dik. Fakat o fikrimizi tezelzüle uğratacak ve Naim Beye gayretini, hamiyetini, namusunu, an'anesini gütmeye, ta
fendinin fikri için ciddî bir istinatgâh teşkil edebilecek şımaya sevkeyler. Milliyet ise insanı dairesi pek vâsi ve
hiçbir şey bulamadık. En evvel göze çarpan bir husus, gayr-i kabil-i tecessüs manevî bir kitleye rabteyler. Asabi
irad olunan hadis, rivayet ve âyetlerden tek birisinde bi yet, aşiret hâlinde yaşayan, vahdet-i milliyesini duyma
le kavim kelimesinin istimal edilmediğidir. Kâffesinde mış, kendini bilmez, nereye doğru yürüdüğünü anlamaz
yalnız asabiyetten bahsolunuyor. Anlaşılıyor ki, m uhte muhitlere mahsustur. Milliyet ise, bunun aksidir. Yani
rem Naim Beyefendi, asabiyet kelimesini milliyet kelime kendini bilir bir vicdan-ı millîye mâlik muhite hastır. Kab-
si manasına alıyor. Bu doğru mudur? Biz burada Naim le'l-İslâm eyyâm-ı cehalette aynı kavmiyete mensup velâ-
Bey gibi, Arap lisanının gavâmızına bizden pek ziyade vâ kin aşiret hâlinde yaşayan ve binaenaleyh asabiyet zihni
kıf olan ve behemehal Arapçaya ait mesâilde bizden da yetini taşıyan iki Arap şairinin yekdiğeri ile münazarası,
ha ziyade salâhiyetdâr olan bir zata lügat dersi vermek id muhasemeleri, iki kabile arasında bazen bir deve, bir at
diasında bulunmaktan pek uzağız. için senelerce kanlı müsademelerin, husumetlerin deva
Fakat kavmiyet kelimesinin bugünkü manası hakkın mı hep şu asabiyetten mütevellid hâllerdir.
da aramızda ihtilâf olabilir. Belki bizim bu kelimeden mu İslâmiyetin zuhuru esnasında Hazret-i Resul-i Ek
rat ettiğimiz mana kendilerince kesb-i vuzuh ederse ihti rem'e karşı çıkmış olan kuvvetler arasında en müthişi şu
( ü Les luttes enire les societes humaines et leurs phases successives-par J. No-vicow, pag: 247
Sayı 70 TÜRK YURDU 375
asabiyet idi. Tarih-i İslâmiyet tetkik olunduğu hâlde İslâ- det-i milliyeye, vicdân-ı millînin taşımak üzere olduğu ga
miyetin gerek ahkâm, gerek kavâid ve gerek ahlâk nok- yenin tecelliyatına hizmet edecektir! Ve bu münasebetle
ta-i nazarlarından en ziyade pençeleşmiş şeyin asabiyet Kur’ân yalnız ahkâmı, esasatı ile değil lisanıyla bile Arap
olduğu tebeyyün eder. "El-A'râbu eşeddü küfren ve nifâ- vahdet-i milliyesinin teşkili için azîm ve mu'ciz-nümâ bir
kan" buyuran âyet-i kerîme şu mübareze ve muhaseme- âmil oldu. Artık Arap âleminden lisan ayrılıklarını ebedi
nin ne kadar şedid, ağır ve bazen tahammül-fersâ oldu yen kaldırdı. Bugün bile Merakeş'ten Irak'a kadar vaziyet,
ğunu pekâlâ irâe ediyor. Bedihîdir ki, şu âyetin kasdetti- zihniyet, irfan itibariyle müteferrik olan Araplar arasında
ği şey A'rabîlik yani asabiyet, aşiret hâlleridir. Maazallah bu muazzam âmil aynı rolü oynamıyor mu?
Arap kavmi değildir! Bilakis İslâmiyetin en birinci, en bü Şimdi geçelim siyaset sahasına: Burada da aynı hâli
yük maksadı şu A'rabîliği def ederek asabiyeti kaldırarak görüyoruz. Medine'de ilk hükümet temeli vaz edilir edil
Arap kavminin vahdetini temin eylemek, Araplıkta bir mez -gerek zât-ı Hazret-i Risalet-penâhî'nin ve gerek as-
vicdan-ı umûmî, bir gaye-i müştereke husule getirmek hab-ı kiramın bütün mesâileri fikir, his, gaye itibariyle bir
ten ibaretti. Şu vicdan, şu gaye ve vahdet-i millîsini bul leştirilmelerine bunca gayret olunan Çapların o hükü
muş, asabiyet belâsından halâs olmuş Araplar için İslâmi met etrafında toplanmalarına sarfolunuyor. Şiar "Arabis
yet'ten ibaret olacaktı. Hazret-i Muhammed aleyhisselâm tan dairesinde yalnız Arap ve yalnız Müslümanlık olacak-
ve ashab-ı kiram pekâla takdir buyurdular ki, Arap vahde tır"dan ibarettir. Bu şiarın gayet tabiî ve mantıkî olarak
ti, Arap vicdan-ı umumîsi teşekkül etmedikçe İslâmiyetin neticesi -Ai'abistan şibh-i cezîresi dairesinde başka bir din
intişarı kabil olamaz. Sağlam ve kavî bir bünyeye, hassas ve başka bir kavmiyet için hakk-ı hayat tanınmamasından
bir kalbe, gayet yüksek ve keskin bir dimağa mâlik Arap ibaretti. Bu esasa istinadendir ki Arabistan şibh-i cezîresi
lar neden o zamana kadar tarihe bîgâne, hayat-ı beşerden dairesinde sakin Araplara velev tebaiyet, velev itaat ve
sanki bî-haber, dünyanın bir köşesinde sıkılıp kalmışlar cizye kabulü şartı ile başka dinde bulunmaya müsaade
dır. olunmuyordu. Arabistan Arab’ı mutlak Müslüman ola
Çünkü asabiyet belâsına mübtelâ idiler. Çünkü vah caktı! Eski putperestlikte ve yahut İslâmiyet'ten evvel az
det-i milliyeye mâlik değildiler. Çünkü vicdan-ı millî te çok intişar bulmuş olan Nasraniyette, Yahutilikte kala-
şekkül etmemişti ve şu vicdanın istikametini tayin ede maycaklardı! Arabistan Ai'abmm dini, şiarı, vicdan-ı millî
cek bir mefkûre, bir gaye-i emele sahibi değildiler. Şimdi si İslâmiyettir. Bundan maada Arabistan dairesinde başka
ise en birinci şey şu vahdeti temin eylemek, şu vicdanın milliyet de kalmayacaktı. Orada tâ öteden beri sakin olan
ve gaye-i emelin esasatmı vaz eylemekten ibaretti. İşte Yahudiler ya İslâmiyet!, yani Arabın vicdan-ı millîsini teş
bunun için ki, Kur’ân-ı Azimüşşân bir taraftan A'rabîliği kil eden, Arap vahdetinin en bariz tecellisi olan dini ka
tel'în ve tefrîk ettiği gibi diğer taraftan da kable'l-İslâm bul edeceklerdi ve yahut terk-i diyar eyleyeceklerdi! Bun
Arap vahdet-i milliyesini, hissiyat-ı müşterekesini az çok lar hakkında Arabistan şibh-i ceziresinin haricinde sâkin
terbiye eden mevcut müesseseleri kabul ve muhafaza akvâm ile yapılmış olan muameleler -yani cizye kabulü ile
ediyor. Kıble'nin Beytü'l-Mukaddes tarafından Mekke-i din-i kavmiyetlerine riayet esası- gayr-i mer'îdir! Ne kadar
Muazzama tarafına tebdilini bir lisan-ı istihzâ ve istihkar derin ve yüksek düşünülmüş bir siyaset. Yeni teessüs et
ile karşılayan muhaliflere Kur’ân-ı Azimüşşân "Leyse'l-bir- mekte olan İslâmiyetin bütün istikbali, bütün talihi, arka
rü en tüvellû vücûheküm kable'l-maşrıkı ve'l-mağrib..." sında mütecanis ez-her-cihet muvahhid, müttehid, aynı
ayet-i kerimesi ile cevapta bulunuyor. Peygamber-i zî-şâ- âmâle doğru yürüyen, aynı hissiyatı taşıyan bir Arap kitle
mmızın en birinci ve en büyük mucizelerinden birisi sinin teminine vâbeste idi. İşte bunun içindir ki, "Lâ ikrâ-
Kur’ân'ın o âlî lisanı değil midir? Bu hususu yalnız iman he fi'd-dîn" esas-ı celîlini ilk evvel tarih-i beşeriyette bun
değil, tarih de ispat eder. Tarih de diyor ki, evet Kur’ân-ı ca sarahat ve vuzuh ile vaz etmiş olan ve vâkıan da Ara
Azimüşşân lisanının belâgat ve fesahati karşısında bütün bistan haricinde nereye yürümüş ise -yerli dinler, kavmi
Arap şuarâsı ser be-zânû-yı tebcîl oldular. Vahdet-i milli- yetler hakkında emsali o zamana kadar görülmemiş fev
yenin o unsur-ı kadîmi olan lisan -artık mahallî aşiret mu kalâde bir riayet ve hürmet göstermiş olan bir din, Ara
hitlerinden mülhem olarak asabiyete, tefrikaya hizmet bistan dairesinde başka bir dinin, başka bir milletin mev
değil- teşekkül ederek derece-i kemâle vardığından vah cudiyetine tahammül etmiyor ve edemezdi!
376 TÜRK YURDU S a y ı 70
Medine Devleti'nin sûret-i tevsiine gelince, yine aynı şüphe olunamazdı! İşte bunun içindir ki, feth-i Mekke
siyasetin hüküm-fermâ olduğunu görüyomz. Yani §ibh-i -Halid İbn-i Velid'in yalnız başına mukavemetine rağmen-
cezire dairesinde sâkin bütün Arapları kendi etrafına top vuku bulur bulmaz Hazret-i Peygamber bu dâhiyi kuman
lamak ve kâffesini aynı ruh, aynı gaye ile canlandırmak, dan tayin ediyor ve maiyetine kimi veriyor? Hazret-i Ebu
yani vahdet-i kavmiye ve milliyeyi temin eylemek! İşte Bekir'i!
bunun içindir ki devlet biraz kuvvet bulur bulmaz Ye- Bir kere bu mühim teşebbüs vücud-pezîr oldu mu
men'in en hücra köşelerinden başlayarak bir taraftan -yani Arap vahdet-i milliyesi teşekkül ederek vicdanını, is
İran hududunda ve diğer taraftan da Roma hududunda tikametini buldu mu- artık Arap dehâ-yı azîmi kendini ^
mevcut nîm-müstakil Arap hükümetleri Benî Münzir ve binlerce senelerden beri ezen, dar, mudîk bir daire için
Benî Gassân üzerine seferler icra olunuyor ve bu seferler de tutan o asabiyet-i câhileden ve vicdan-ı millî mefkudi-
Arabistan şibh-i ceziresinin haricinde icra olunmuş sefer yetinden halâs edilmeyi hissetti. Hârika-nümûn bir kuv
ler gibi "Ya İslâm, ya cizye veya harp!" mukaddemesi ve vet ve haşmetle saha-i cihana atıldı. Ve bütün cihanı hay
teklifi ile başlamıyordu. Doğrudan doğruya İslâmiyetin rete sevkedecek, bütün tarih-i beşeriyete başka bir istika
kabulü talep olunuyordu. Zira Arabistan Arapları için baş
met verecek harikalar ibraz etti.
ka bir şart tasavvur bile edilmiyordu. Bunlar Arap olduk
Fakat bütün bunlardan istihraç edilecek gayr-i kabil-i
ları için mutlak Arap vahdet-i kavmiyesine, Arap vicdan-ı
inkâr ve tevîl bir hakikat vardır ki, o da İslâmiyetin kavmi
millîsine ister istemez iştirak ederceklerdi!
yet esasını yıkarak değil onu temin ederek itilâ etmiş ol
Müellefetü'l-Kulûb usûlü de aynı esastan, aynı duy duğundan ibarettir! İslâmiyeti saha-i cihana atmadan ev
gudan, aynı düşünceden mütevellittir. Maksat Araplık
vel İslâmiyetin başında bulunan Araplık vahdet-i milliye-
vahdetini temin ederek şu vahdet üzerine İslâmiyeti îlâ sini, Araplık bünye-i milliyesini kurmak icap ettiğini tak
etmekten ibaret olduğu için Arap rüesâsını ezmemek,
dir ettiler! Ve İslâmiyet milliyeti ezmekle değil, onu tesis
Araplar arasında mütemeyyiz simâları yükseltmek icap
ederek ona istinaden yürüdü. Ve bu yolda İslâm bânîleri-
ederdi. Ve işte bunun içindir ki İslâmiyete son nefesleri ne karşı çıkmış en birinci, en metin mânia asabiyet idi.
ne kadar mukavemet etmiş ve hatta bazen Uhud gazve Araplar arasındaki aşiret, kabile belâsı idi ki, Arapların
sinde olduğu gibi İslâmiyeti bir felâket uçurumu karşısın uhuvvet-i milliyelerine mâni olmakla beraber Arap vic-
da bulundurmuş ve İslâmiyeti yalnız bütün vesâit ve ve- dan-ı millîsinin şuurî bir sûrette teşekkülüne bir sed teş
sâil-i mücadeleyi tecrübe ettikten sonra kabul etmiş olan
kil ediyordu. Gerek Hazret-i Resûl-i Ekrem ve gerek as-
bazı zevat hakkında son derece müsamaha ve nüvazişle hab-ı kiram için en birinci ve en büyük mübareze şu hâl
muamele olundu. Ebû Sufyan, İkrime, Halid bin Velid ve ile uğraşmak ve Arap vahdet-i milliyesini teşkil eylemek
emsali hakkında, ibzâl buyurulmuş lütuflar cümlece ma
ten ibaretti! Mübareze bazen öyle tahammül-fersâ bir hâl
lûmdur. kesb ediyordu ki, Kur’ân-ı Azimüşşân bile A'rabîliği, asa
Bazen bu hâl daha mühim iğmâz-ı aynlara kadar va biyeti tel'în, tekfir ediyor!
rıyordu. Arabistan dairesinden çıktıktan sonra biz bu gibi
Binaenaleyh asabiyeti kavmiyetle, milliyetle karıştır
usûlün tatbikine artık tesadüf etmiyoruz. İslâmiyete kar mak, İslâmiyetin düşman-ı canı olan kabile ve aşiret hâl
şı mücadele etmiş olan Arap rüesâsı bu yolda bir istisna lerini yine İslâmiyet için istinatgâh teşkil etmiş olan milli
teşkil ediyorlar. Ve bu da gayet tabiîdir. Çünkü gerek yet ve kavmiyetin aynı zannetmek, İslâmiyet nokta-ı na
Hazret-i Resul-i Ekrem ve gerek ashab-ı kiram, bu zevatın
zarından bile azîm bir hatadan başka bir şey addedile
ne kadar yüksek dühât olduğunu pekâlâ biliyordular. Bi mez.
naenaleyh yalnız elverirdi ki, bunlar zahiren olsun İslâmi Bitmedi
yeti kabul etmiş olsunlar, Arap vicdan-ı millîsine iştirak
Ahmed Agayef
eylemiş bulunsunlar! O harikulâde dehâlarını bundan
sonra artık İslâmiyetin itilâsı yolunda sarfedeceklerinde
Sayı 70 TÜRK YURDU 377
MUSA BİN HACI HÜSEYİN İZNİK! Çandarlı hafidi Mehmed bin İbrahim Paşa iltimasıyla
meydana geldiği mukaddimesinde münderiçtir.
Dinî ve ahlâkî en mühim âsâm İslâmiyeden birkaç
OsmanlI lisanına naki ve tercümeye bezl-i himmetinden 6. Münebbihü'r-Râkıdîm İlm-i ahlâktan açık Türkçe
dolayı mensup olduğu Osmanlı kavim ve lisanına pek bü bir lisanla yazılmış büyücek bir cilt üzere müretteb kıy
yük hizmet eden fâzıl ve mütefekkir bir zât olup İznikli- metli bir eserdir. Bu eser asıl mevzuuyla beraber kıdemi
dir. Tahsilini ciddî bir sûrette ikmalinden sonra telif-i dolayısıyla tarih-i lisan-ı Osmânî noktasından da ehemmi
âsâr ile imrar-ı evkat ederek 838 tarihinde memleketinde yeti hâizdir. Birer nüshası Kütüphane-i Umumî ile Nûr-ı
irtihal eyledi. Elyevm Rum mahallesi ortasında kalan tür- Osmanî ve Manastır kütüphanelerinde vardır.
Evet, şüphesiz orada selâmet vardı. Fakat taht deni Hükmü memnun kulakla telakki etti. Çocuk bir anda
len bu meçhul şeyi ne yapacaktı? sıçramış ve ecdadının kavga sadâları kararmış duvarlarda
çınlamıştı. Nihayet taht önünde idi.
Padişahlık için hiç bir gayesi yoktu. Hatta onu bir
başbuğ olmak üzere bile yetiştirmemişlerdi. O günlerde Hâlâ üzerinde ölüm gölgesi vardı. ‘Otuz mil ötede
veraset şüpheli birşeydi. Fakat bu şimdi eline pek yakın Altşı'da babasının cenaze merasimi henüz icra edilme
dı. Eğer kaybederse... mişti. Fakat oraya gitmeden evvel birçok yeni emirler ve
rilecek, işler tanzim edilecekti. Kudret-i hissinin yeniliği
Etrafındaki ihtiyar çehreler endişe-nâkdı. Onlar tec
onu bütün düşünmeden uzaklaştırıyordu. Bu eski ve
rübeler geçirmişlerdi. Ve kendisi o kadar gençti ki! Ne
acib günlerde Moğolistan'da yaşayan her oğul gibi o da
kadar genç olduğunu kendisinden iyi kimse bilemezdi.
bir saat evvel babasının emriyle ve keyfiyle yaşarken şim
Bu fikirle ağlamak, annesini çağırmak için bir arzu duy
di kendi başına emir vermek bir rüyaya benziyordu.
du. Zaten kalbi onun rikkat ve sevgisi için hasret çekmi
yor muydu? İşte onun için Akşı'nın yüksek istihkâmlarına sevke-
den taş kaldırımlardan atlılarıyla sürçerek giderken hava
O vakit istihkâmdan bir haberci, onu şehrin bekledi
kararmıştı. Ağlamaktan ve feıyaddan yorgun uyumuş ka
ğini, korkmaksızın gelebileceğini söylemek için geldi.
dınları uyandırmak zamanı gelmişti. Birkaç uzun entarili
Şiram Tagay isyan etti: hakimler divan odasında cenaze merasimi için hazırlan
- Bu bir tuzak efendim, selâmet bizimledir. mış açık tabutunda yatan babasını gösterdiler. Babür çok
defa ölüm görmüştü. Fakat hiç bir vakit böyle kudreti uç
Diğer birisi onun sözlerini tekrar etti. Çocuk bu söz
muş zavallı bir mahfazanın etrafında şamdanlar yanarken
lerle mütereddit beklerken güneşte beyaz sakalını salla
merasim icra edilirken değildi.
yarak mırıldanan bir ihtiyarın sözleri mevkii tayin etti.
Bu onun hissiyatına, heyecanına pek canlı bir suret
- Her ne olursa Allah'tan mukadderdir.
te tesir etti. Bu esrar ve rikkat bu kadar sert surette mü-
Beş dakika sonra genç han, ailesinin hocası Koca Ka- teazzım olan babasının yattığı şahâne odaya kadar onu
dı'nın önünde karar almak üzere eğiliyordu. Onun riya takip etti. Orada şahın soğuk, ölü şahsiyeti ile dolu olan
zetle çukurlaşan, düşüncelerle meserretle şen zayıf din örtüler genç vücudunu yakıyor, onu uyutmuyordu. Artık
dar yüzünde içeri kaçmış gözleri yalnız bir hayatın akıtıl mazi için elem ve nedametten ziyade herkesin Babür de
mayan yaşlarıyla ^mmuşamış gibi idi. Onları şimdi gölge- diği Tâhirüddin Muhammed'in istikbali için tecessüslerle
siz, parlak kızıltılı gözlerin gençliğine mudakkik bir na dolu idi.
zarla daldırdı ve muntazam dudakların, kuvvetli çenenin
Timur'un ve barbar, fakat Ulu Cengiz'in hafidi olan
genç simaya verdiği kudreti takdir etti. Koca Kadı çocu
Babür onların istilâ adımlarını takip edecek miydi? Yoksa
ğun maneviyetini de bilirdi. Onu doğduğu günden beri
Semerkand Hanı amcası Ahmed onu yeryüzünden sile
tanırdı. Onun bir avukat ve hâkim mesleği ile incelmiş id cek miydi? Niçin, Allah da bilirdi ki o, Babür amcasına hiç
raki, karşısındakinin seyyâl, canlı faaliyetinin bütün ha bir fenalık yapmamıştı. Bilakis eğer yaşarsa amcasının kı
yatta kurbağa atlamaca oyunundaki gibi manialardan zı Ayşe'yi alacaktı. Burada efkârı henüz beş yaşında iken
muzafferâne atlayacağını biliyordu. Bununla beraber teh ne kadar onun düğünlerde çok şeker yediğini düşünerek
likeleri de görüyor ve çocuğu samimi bir şefkatle seviyor geçirdiği bulantılara şevketti.
du. Hakikat bütün kusurlarına rağmen Babür'ü, ekseri
Sonra Taşkendli amcası Mahmud vardı. Onun hatıra
yet, felâketinde de, saadetinde de, sıhhatında da, hastalı
sı esmer yanaklarında kırmızı lem'alar yaptı. Hiss-i cesa
ğında da severlerdi.
ret ve hatta utanmaktan mahrum olan bu dinsiz efsane
İhtiyarın mudakkik nazarından genç elin nasıl bir etrafında bir sürü dalkavuk ve sefahet adamları maskara
metanetle hançeri üzerine kapandığı kaçmıyordu. Delâili lıklarını, hayasızlıklarını sadece sarayda değil alenen yaşı
toplayıp onlar üzerine hüküm vermeye alışık bir adam yorlardı. Görünüşü de ne fena idi, fena lakırdı söyler, ka
için bu kâfi idi. ba...
- Kılıcını çek ve haşin ol oğul!
Sayı 70 TÜRK YURDU 379
Hicivde pek keskin olan çocuk amcasının tasvirini Yeni gün tamamen gelince, karşı tepelerden sancak
pek merhametsiz bir el ile çizdi. Sonra efkârı amcasının, lar ve mızraklar göründü. Kabileler ölüyü gömmeye, ye
Mahmud'un oğullarına atladı. Onların hepsini tanırdı. En ni hana ubûdiyet etmeye geliyorlardı.
büyüğü Mesud bir hiçti. Baysungar'a gelince, onda insa O karışık, muğlak merasimle dolu meşgul bir gündü.
na arada nahoş gelen ne idi? O kadar cazip, o kadar zarif, Ancak gözleri kuru bir ana, gözleri kuru bir oğulla bir de
o kadar zeki ve halûk olan Baysungar! fa sarılabilecek ve En Sevgili de yaşlı yanaklarıyla bekleye
Burada çocuğun zihni gayr-i ihtiyarî kız kardeşine cek kadar bir zaman bulmuşlardı. Fakat ne zararı vardı,
geçti. Ona "En Sevgili" derdi. Sevdiklerine daima hususî bu üçü birbirlerini o kadar iyi anlıyorlardı ki...
isimler takmak onun âdeti idi. Ve o kendisinden beş yaş Bitmedi.
büyük olan, bazen darılıp bazen seven dimdik, uzun^
genç kızdan çok dünyada kimseyi sevmezdi. Fakat mut
lak evlenmek de ve ebediyen evlenmemek iddiası nasıl
tuhaf bir çocukluktu. Evlenmemekte ısrar etmekle bera TÜRLÜK ŞÜUNÜ
ber açıktan birşey söylemiyordu. Kadınlar bî-hüzün birer
P etersb u fg 'ta M üslüm anlar İçtim ai: Rusya'da çı
fenalık olduklarını iddia ediyordu. Acaba doğru mu idi?
kan bütün Türk gazeteleri, Petersburg'ta münakid Rusya
Öyle olsa bile o Babür madem ki padişahtı evlenmeye
Türkleri Kongresi'nden ehemmiyetle bahsetmekte ve
mecburdu. ona dair mühim mâlumat vermekte devam ediyorlar.
Padişah? Bu onu daha mesut edecek miydi? Bu mu- Rusya'daki Türk muharrir ve mütefekkirleriyle Duma'da
şa'şa dünyada kimse ondan mesut olabilir miydi? Ya ev ki altı Türk azadan teşekkül eden bu mühim dernek,
lenmek onu bedbaht eder, hayatın cazibesini alırsa... Rusya Devleti'nin müsaade ve nezareti altında şimdiye
Efkârı bu vadide dolaştı, dolaştı, uykusu vardı. Fakat kadar müteaddit defalar toplanabilmiş, müzakerâtta bu
uyuyamıyordu. Müstatil parlayan pencereden ziyanın ya lunmuştur. Rusya'nın her tarafındaki Türklerin vekillerin
vaş yavaş büyüyüşünü seyre daldı. Dağların arkasından den mürekkep olan bu kongrede Sadri Maksudî, Fahred-
sâkin şafak dünyayı birden bire uyandırmamak için şim din Ziyaeddin, Musa Bigiyef efendilerle Ali Merdan Bey
di yavaş yavaş eğiliyor olmalıydı... Kar gibi beyaz çiçekler gibi bütün Türk âleminde tanınmış mütefekkirler de bu
arasında yumuşak, çarıklı ayaklar... lunuyor. İsmail Gasprinski Bey rahatsızlığına mebnî
kongreye iştirak edememiştir. Kongrenin programı şun
Bu fikir onu kaldırmak için kâfi oldu. Kalktı, genç vü
dan ibarettir:
cudunu pencereden şafağın soğuk havasına uzattı. Hep
gölgelik! Vâdide daha derin bir gölge, vâdiye sarılan tepe 1. Rusya'daki Müslüman idare-i ruhaniyelerinin şim
lerde daha açık bir gölge ve hepsinin üstünde göğün şa diki ahvâline dair beyanatın istimal,
Nihayet, yabanî kuşların bataklardan şafak feryadı dan tertip olunmuş lâyihalarla eski meclisler tarafından
dinlemek için nefesini genç Narsis gibi tuttu. Ve bir daha verilmiş kararların istimal,
dünyasını muşa'şa hayatın zevk ve saadeti dolduruyordu. 3. İdare-i ruhaniyelerin ıslâhatına dair esasî nizâmnâ
Her adam gibi kendi ruhunun aks-i sadâsını dinlediği bi meler tertibi.
linmiyordu. Başkalarının sükûnetle dinleyip gördükleri
Islahat, merkez-i vilâyâttaki idare-i ruhaniyelerle ru
sadâlar ve manzaralardan dönüp gelen ruhunun aks-i sa-
hanîlere, mahallelere, vakıflara, mektep ve medreselere
dâsı! ait olup bunlara ait lâyihalar tertibi için ayrı ayrı komis
Şark semâsı açık penbe bir renk alıncaya kadar gü yonlar tefrik edilmiştir. Meclisin şimdiye kadar akdettiği
neş uzak tarlaları kırmızılandırıncaya kadar, sabahın be içtimalarda söylenen nutuklardan ve verilen kararlardan,
yaz sisleri tepelerin mavi gölgelerinden ayrılıncaya kadar gelecek nüshamızda daha uzun bahsedeceğiz. Rusya'da
bekledi ve baktı. ki kardeşlerimizin bu intibahını alkışlar ve muvaffakiyet
lerini dileriz.
380 TÜRK YURDU S a y ı 70
Güç Dem ekleri: Uğradığımız son felaketler, Türk- ülkesinin her tarafındaki vatandaşlara hitap ederek güç
leri artık intibaha davet ediyor. İktisadiyât âleminde dernekleri tesis etmelerini tavsiye ediyor. Vatanı kurtar
Türk’ün de kendisine bir mevki ayırması ne kadar lâzım mak için mefkûre ve iman sahibi olan bütün Türk genç
sa, müdafaa esbabını ihmal etmeyerek müsellâh bir mil leri, bu davete hararetle icabet etmeli ve her yerde güç
let hâlini alması da o kadar, belki daha ziyade lâzımdır. dernekleri teşkiline çalışmalıdırlar. Bir taraftan terbiye-i
Etrafımızdaki küçük milletlerin mefkûre aşkıyla ne kadar bedeniyenin, diğer taraftan millî mefkûrenin taammüm
çalıştıklarını, silâhlandıklarını görürken, bu hakikati anla ettiği şu devrede, memleketimizin her yerinde güç der
mamak mümkün olmaz. Harbiye Nezaretimiz, Osmanlı nekleri tesis olunacağından ümitvârız.
tt o y
T ükkM kdu
Tür£Writv Tâiâesım Çalışır
û (t- d e ^ ft d e d c ^ ç c d el ^
Yeni Eserler
Sayı 71 TÜRK YURDU 383
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
ŞİİR
MEHMED em in EDEBİYAT
Bütün Turan karanlıkta şuursuz bir taş gibi YATAĞAN
Uyuyordu... Lisan yoktu, sanat yoktu, zevk yoktu
Beyoğlu Caddesi'nden saparak Ağa Hamamı'ndan Fi
Olan her şey Türk değildi, Türk ruhuna bir oktu...
niz Ağa'ya gidilecek dar sokaktan, güneşe, mehtaba, te
Bilmiyordu ki kimse nedir bu uykunun sebebi!
miz havaya hâil olan çirkin, yüksek apartmanların arasın
Arap, Acem afyoncusu Türk ilinde pek çoktu dan geçiyordum. Gece saat dokuz... Keskin bir soğuk
Türklük yoktu tarih denen hâilenin içinde
rüzgâr derinden gelen "Kıtır simiiit! Sıcak simiiit!" âvâze-
Sönüyordu bir milletin on bin yıllık varlığı
lerini pencerelere çarpa çarpa yokuştan aşağıya yuvarlı
İniyordu şân üstüne kan renginde bir perde
yor. Karanlıklar içinde siyah tüller bürünmüş gibi gamlı
Kalmamıştı hiç bir Türk’ün milletine yârlığı...
bir ışık saçan fenerlerin altından insan heyûlâları birer
O vakit sen, ilk önce sen bu uykudan uyandın. gölge sessizliğiyle süzülüyorlar. Cihangir'e doğaı iniyor
Feryatların en duymayan kulaklarda çınladı.
lar.
Kıyametler kopsa artık unutulmaz hiç adın.
Türk tarihi altın harfle başa yazdı bu adı... İki haftadan beri görmediğim dostum Tuğrul Beyin
Türk güneşi batıyorken. ziyaretine gidiyordum. Gönlüm arzu ile korkudan, mu
Nurlar saçtın kaleminden. habbet ile nefretten mütevellid iki duygu ile mütehassis
olduğu hâlde gidiyordum. Firuz Ağa Caddesi'nden ilerle
İlk önce sen Türkçe yazdın.
Gafletlere mezar kazdın. yerek karakolun yanından saptım. Apartmanın ziline ba
sacağım zaman iki dakika sonra arkadaşımın elini sıkaca
Kıymet verdin Türk diline.
Can getirdin Türk iline. ğımdan dolayı hissettiğim memnuniyeti, onun beraberce
yaşadığı kadının bir kere daha karşısında kalmak azabı
Sen dirilttin bu milleti.
Sen olmasan bitmiş idi... izale etti. Tuğrul'un evde bulunmamasını istiyordum. Re
fikimin kapatmasının yüzünü görmeden dönmek diliyor
Şimdi artık çocukların arkandan
dum. Bilmem ne için bu gencin üç seneden beri beraber
Geliyorlar izlerini güderek.
Bu mukaddes izler bütün şeref, şân yaşadığı ailesi, mazisi, vatanı, dini, milliyeti belirsiz, her li
Bir mefkûre cennetine gidecek... sanı fena konuşan bu kadın ile karşı karşıya gelmek iste
Genç şairler orda senin heykelinin altında miyordum. Gâh rakkase veya mümessileye ve gâh mu
Ruhun için neşideler okurken ganniye veya mürebbiyeye ve bazen hem falcıya ve hem
Yüzlerce yıl sonra, sen dikişçiye ve daima bir eski hizmetçiye benzeyen bu ka
Güleceksin semâlarda milletinin yâdında. dın, bir akşam benim kalbime dokunmuştu. Neferlerimiz
Göreceksin kaleminle yaratılmış bir cihan. için "Kaba ve vahşî I" demişti.
Göreceksin en muazzam eserini o zaman...
-Niçin madam, size sarkıntılık mı ettiler?
Ömer Seyfeddin
384 TÜRK YURDU S a y ı 71
-Hayır! Tavırları yontulmamış! kıyorduk, tükenmiş, bitmiştik. İki dakika süren bu duy
-Alman veya Fransız neferlerinin hepsi Dârülfünûn gusuzluktan sonra üç dört satırın cehennemi manaları
mezunu mudurlar? anlaşılmaya başladı. Şimdi cihanın bütün yanardağları be
Bu sırada Tuğrul, "Sen ona bakma, zavallı iyi kadın yinlerimizde patlıyor, tütüyor, köpürüyor, taşıyordu. Ya
dır, amma..." nıyor, eriyorduk. Duvardaki levhalar dökülüyor, ayağımı
Demişti. İşte o dakikadan itibaren onun boyalı du zın altındaki halılar kıvrılıyor, etrafımızda her şey yıkılı
daklarından, bir yılan gibi bakan yeşil gözlerinden, yap yor, çöküyor sanıyorduk.
ma sarı saçlarından nefret ediyordum. Kadının çalıp kaçtığı, kını gümüşlü, firuze ve mercan^
Genç arkadaşım, İstanbul'un en iyi ailelerinden biri işlemeli bir yatağan idi. Demirinin üstünde altın su ile ya
ne mensup muktedir bir zâbit, zarif bir şair, bir musiki-şi- zılı olan,
nâs, bir mütefennin, bir mütefekkir idi.
"Gerekmez bu silâhla pençeleşmek
Kendisiyle her şeyden bahsolunabilirdi. Bir fikrin
Olur mu hiç ecel ile güreşmek"
münazarasıyla kütüphanesinin önünde sabahladığımız
Beytinin altındaki 1030 tarihinden, üç asırlık olduğu
geceler olurdu.
anlaşılan bu kıymetli silâh, refikimin tarih-i ecdadına,
Bu kadın gül ağacına girmiş kurt gibi onun dehâsını,
Tuğrul Subaşı'ya ait bir yâdıgâr idi. Ye’sine iştirakim ha
hayatını, servetini emiyor, kemiriyordu. Tuğrul babasını,
sebiyle zararının manevî ehemmiyetini gittikçe fazla duy
ninesini, kızkardeşini birer birer kaybettikten sonra bu
maya başlayan arkadaşım,
kadına tesadüf etmiş ve onunla yaşamaya başlamıştı.
Gönlümdeki havf ü recâ hasebiyle merdivenleri çıktım. -Soysuz kadın, nankör kadın! diye bağırdı. Sonra sü
kût...Ağır ve kesif, boynumuzu büken bir sükût.
Apartmanın kapısı açıldığı zaman başı açık, boyun
bağı çarpılmış, ayağında terlikler, itiyadı hilâfında bir pe -Bir hafta evvel bazı emlâk işlerimizin tesviyesi için
rişanlıkta Tuğrul'u karşımda buldum. "Ah, gel! Ah, gel" İzmir'e gidecektim. Gaybûbetimde altı yedi gün Gedik-
diye elimden çekti. Beni yatak odasına doğru sürükledi. paşa'da dadımın evinde oturmasını teklif etmiştim. Ce
-Madam hasta mı? vap! Tahammül edilmez bir adem-i tenezzül. Atıştık... Bu
-Gitti... Kaçtı azizim. sabah seyahatten avdetimde ise evde şu kâğıdı buldum...
Ben onunla üç senedir ne gaflet içinde yaşamışım.
-Oh! Kurtuldun.
Hayretim, hiddetim zâil olmuştu. Şimdi sükûn ile
-Evet, fakat oku.
düşünüyordum.
Diye elime bir kâğıt uzattı.
-Tuğrul. Sen Türkiye'nin küçük bir nümûnesisin. Se
"Tuğrul,
nin kısa ömrüne göre başına gelen bu felâket, onun altı
Bu ezilmiş memlekette umutsuz ahalilb arasında
asırlık tarihinde defalar ile gelip geçmiştir. İşte Macarlar,
oturamayacağım. Gidiyorum. Yalnız iki senelik müşterek
Sırplar, Ulahlar, Bulgaıiar, Hırvatlar, Rumlar!,. Bu gayr-i
hayatımızın bir hatırası olmak üzere yatağanını alıyorum.
tabiî sevgililerimizden ne tahkirler görerek ayrıldık.
Bu silah işine yaramaz. Siz Müslümanlar, Türkler Avrupa
lIların esiri, Hrıstiyanların kölesi oldunuz. Efendilerinizi -Ah, ben ona ne kadar kavî bir itimat göstermiştim.
memnun etmek isterseniz bundan sonra yatağanla, kal -Evet, hükümet de Gospodarlara, Boyarlara, Fenerli
kanla oynamayınız artık. Belinize kılıç kayışı değil, boyu Divân-ı Hümâyûn tercümanlarına gösterdiği itimatların
nuza esaret zinciri yakışır. Elvedâ. seyyiesini çekmemiş miydi?
Elena Şevayin" -Onun saadetine, istirahatına hakikî haremimden
Tercümesini şuraya geçirdiğim Fransızca kâğıt elim fazla çalışmıştım.
den düştü. İkimiz de donmuştuk. Kardan yapılmış iki çir -İşte tekmil Türkiye saltanatının tarihini temsil edi
kin insan heykeli meâisizliğiyle biri birimizin yüzüne ba yorsun. Fatih de, İstanbul'un zabtında Bizans İmparator-
( b Ümid. Ümid Türkçedir. Bir çok emsali gibi Farisî'ye geçmiştir. Aslı, ummaktan umuttur. Geçmekten geçit olduğu gibi.
Sayı 71 TÜRK YURDU 385
luğu'nun en parlak çağında nâil olamadığı iktidarı, Rum Hazret-i İsa'nın, mütevazı, halûk, mazlûm İsa'nın bunlar
patriğine vermiş ve onu dünya yüzündeki bütün Orta- hâris-i şeriatı değil, şeytanın vâris-i mefsedetidirler. Bun
doksların, hatta Hristiyanların reis-i ruhanîsi olarak tanı lardan nefret ediyorum.
mıştı. Medeniyet! Hilâl ve salîb âvâzeleriyle bir ikinci ehl-i
O hâldeki Viyana surlarından Hindistan sahilleri, Kaf salibi Müslümanlar üzerine musallat ettiler. Dini tezvir
kasya dağları ve Dinyeper nehirleri arasında bulunan bü tuzağı yaptılar. Medeniyet sözünü kıymetsiz nümûne gi
tün Hristiyanlar, nüfuzu İstanbul'dan Galata'ya bile geçe bi etrafa dağıttılar. Bankaların mabed olduğu bankerlerin
meyen o miskin Bizans'ın kilise reisinin asâsı etrafına, eizze sırasına geçirildiği, banknotların İncil sahifelerin-
yalnız İslâm kılıcı sayesinde toplanmıştı. Dünya yüzünde den mukaddes sayıldığı böyle bir zamanda bile taassup
Ortodoksluk icat olunalı hiçbir Hristiyan hükümdar, hiç- - zehriyle cihanı simsiyah ettiler.
bir Bizans imparatoru Rumlara, Rumluğa,Türk padişahla
Esasen öve öve göklere çıkardıkları Avrupa medeni
rı kadar hizmet etmemişti.
yeti yok. Hristiyan medeniyeti yok... Yalnız bir Yahudi
Cihangirliğimizin bir büyük kısmı Fener Patrikli- medeniyeti, Yahudi serveti, Yahudi sanatı var. Bankalar
ği'nin faidesine, Ortodoksların ittihadına yaramıştı. Rum ile keselere sahip olan Yahudiler, cerideleriyle fikirlere
kilisesinin en bü^öik, en kuvvetli istavrozunu Türk yata hükmeden Yahudiler, ticaretleriyle cihanı yediren, giydi
ğanı yontmuş, fenerin en parlak kandilini Türk elleri yak ren onlar, harp eden, sulh yapan onlar, ağlatan, güldüren
mıştı. onlar, hatta gürültüsüzce kürre-i arzı döndüren onlar!...
İşte bu nimetin şükranı bugünkü küfran oldu. O kı Avrupa'nın büyük devletleri nedir? Yalnız gürültü çı
rık asâyı büyüttük, büyüttük, büyüttük... Bizi saran, ezen, karan birer boş davul. Yek-diğerine nispeten hepsi kuv
boğan, bir ejder yaptık. vetsiz, âciz, zayıf
Neticede kendilerini koruyan, büyülten Türk kılıcını Garbın şarka saldırışına, haydutların çiftliklere tasal
elimizden aldılar. Zincir yaptılar ve boynumuza taktılar.
lutu dememek için salibin hilâle, medeniyetin bedeviye-
Kapatman ne mühim bir mahluk imiş. Bu bir kadın te hücumu nâmını veriyorlar.
değil, bir vak'a, bir millet, bir tarih, bir insaniyettir. Sen
Salibin hilâle hücumu! Fakat bunu birçok defalar da
vakarın, gaflet ve salâbetinle şarkın nümûnesi, o riyası,
ha tecrübe etmişlerdi. Onlar böyle geriye doğru ilerledik
adâvet ve fezâhatıyla garbın bir timsali.
çe, bir gün olur, bir noktada yine önlerine çıkacağız.
Ey sen, ey saf Türk, ey esir Müslüman, geçmiş ile ge
Medeniyetin bedeviyete, hücumu! Öyle mi? Biz taas
leceği bir düşün. Boynun lâlede, ellerin kelepçede, ayak
sup, gayz, fesat, riya İrinleri içinde günlük kokuları altın
ların bukağıda olduğu hâlde bu nedamet ve me'yusiyet
da çürüyen Bizans'ı ne yaptık? İstanbul'u nasıl bulduk?
zincirlerini sürükleyerek gözlerinden, yaralarından akan
Bugün ne hâldedir? Bir güzellik meşheri yaptık, bir bahar
kanların kızıl çamurları içinde sürün!
levhası yaptık. Aya Teodozi Kilisesi'ni Gül Camii'ne çevir
Bu sözlerim artık Tuğrul'u çıldırtmıştı. Gözlerinden dik. Bu mudur tahribimiz? Onlar camilerimizi ne yaptılar?
saçılan kıvılcımları nefeslerinin girdibarları alevlendiri Onlar... medenî Hristiyanlar! O camileri -ki göbeklerinde
yor, saçları dikeliyor, kolları geriliyordu, bağırıyordu. ruhanî ve ebedî çiçekler açmış, şirin, temiz hâlleriyle üst
-Artık medeniyetten, bu yalan medeniyetten, bu sar lerinde Hazret-i İsa bile alnı tozlanmadan secde edebilir
raf, bu haydut medeniyetten nefret ediyorum. Ortadan di- utanmadan onlar ne yaptılar? Ahır yaptılar. Fakat ken
makineyi, makinenin terakkisini çıkar, medeniyetten ne dilerinin bile kundurasız içine girmeyecekleri kirli, tozlu
kaldı? Ne ahlâk var, ne cesaret var! Ne dehâ var, ne vefâ kiliseleri, Ayasofyaları Allah için görsünler, ne pâk bir hâ
var! Ne şeref var, ne muhabbet var! Ne büyüklük var, ne le getirdik.
güzellik var! Hiç, hiçbir şey yok! Yalnız meydanda bir ma Bizim başımıza musallat ettikleri Slavların, o eski He-
kine kuvveti, bir de hayvaniyet ihtirası var. İşte o kadar. lenlerin gayr-i meşru torunları olan Yunanlıların medeni
Kur’ân-ı Kerîm'de risâleti, ruhâniyeti musaddak olan yetine bakılsın! Parçalanan çocuklar, karnı yarılan gebe
386 TÜRK YURDU S a y ı 71
kadınlar, ateşlere yakılan ihtiyarlar, yıkılan mektepler, İlk İstanbul İmparatoru Romalı Kostantin, Hristiyan-
hastahaneler, köprüler görülsün. Hayvaniyetin insaniye lığı kabul eder etmez Allah’ına yaranmak için, akl ü fikre
te hücumu nasıl olurmuş anlaşılsın! ait eserler ile cehennemler ikad etti.
Ah, dökülen kanların pıhtıları onların yüzlerine ya Ispanya'da Engizisyon zamanında taassubun irfana,
pışmadı mı? Bilenen demirlerin çıkardğı kıvılcımlar, di İslâm’a, insaniyete karşı zulümlerini saymak, bilhassa
mağları yakmadı mı? Daha dün yollar üstünde, çalılar ara Don Henri Daragon'un Kütüphanesi'nin nasıl yakıldığını
sında kurtlar, köpekler ağızlarında sürünen masum kızla söylemek istemiyorum. İlim ve irfan cehennemlerinin te
rın, çocukların bağırsakları bir gün boğazlarına sarılıp bi sis edildiği memleketlere dikkat ediyor musun? İspanya,^
rer ejder gibi onları boğmayacak mı? Roma, İstanbul, İskenderiye... Yani nerede Hristiyanlığın
Evet, mağlûp olduk? İki sene, büyük küçük beş dev ilk ışığı görünmüş ise orada ilk işi efkârı yakmak olmıuş,
letle harp neticesinde makhûr olduk. Fakat düşmanları âsârı yıkmak olmuş.
mız yalnız Bulgar, Yunan, Karadağ, Sırp, İtalya değildi.
Anlaşılıyor ki, İslâmiyet imdada yetişmemiş ola idi
Tekmil Avrupa idi. Dünyanın yarısı yıkıldı ve biz ezildik,
eski âsâr-i ilmiye ebediyen kaybolmuş, gitmiş idi. Irak ve
küçüldük. Lâkin mahvolmadık. Daha katılaştık, daha top
Endülüs, yalnız Müslümanlar yardımıyla irfan âleminin
landık, daha salb bir hâle geldik.
iki dârü'l-amânı oldu. İslâmiyetin zekâsı sayesinde insani
Evet düşmanlarımız tekmil Avrupa idi. Son harbin ib- yetin bekâsı mümkün oldu.
tidâsında düvel-i muazzama "Galip taraf araziden istifade
Bu çılgın, bu kanlı taassup, bilhassa Ispanya'da o ka
edecektir." düsturunu ileri sürdüler. Halbuki Balkan hü
dar ileri gitmişti ki, istihmâmın abdest almaya benzeme
kümetlerinin aralarındaki ittifaknâmelerde alacakları ara
sinden Arap ırkı sâkin olan şehirlerde papazlar Katolikle-
zi musarrah idi ve bunu Avrupa da biliyordu. Bu tehdit
re yıkanmayı yasak ettiler. Hatta hastalara, yaralılara, so
yalnız Türkler için idi. Kumandanlarımızın kuvve-i mane-
ğuk, sıcak su ile temizlenmeyi emreden hekimleri dinsiz
viyelerini kırmaya yaradı. Bulgarlar Çatalca'ya yaklaştıkla
likle mahkûm eylediler.
rı sırada Avmpa devletleri İstanbul'da emin ve müsterih
yaşayan Hıristiyanları muhafaza için gemilerini Haliç'e ve Böyle siyah bir taassup ve kara bir cehaletin Hristi-
gemicilerini sefaretlerine soktular. Halbuki Edirne'de, yanları boğduğu bir sırada Kurtuba Medrese-i İslâmiye-
Selânik'te, Kosova'da, Manastır'da kesilmiş, yakılan Müs si'nde tahsilini ikmal eden "Gerber" İkinci Silvester nâ
lüman kadınlarını, çocuklarını kurtarmak için ufak bir ha mıyla mahzâ İslâm medreselerinden öğrendiği felsefeye,
rekette bulunmadılar. riyâziyâta, felekiyâta, kimyaya, musikiye ait mâlûmat sa
Taassup, taassup! Bin dokuz yüz senelik ateş, kan, yesinde Roma'da papalık makamına geçiriliyordu ve Av-
zehir saçan taassup! mpalılara Arap rakamlarını, rakkaslı saati gösterirken
Hristiyanlar kendisini büyücülükle itham ediyorlardı.
Tuğrul bu sırada kütüphanesinden bir kitap aldı. Sa-
hifelerini hiddetle çevirerek söylüyordu: 848 tarihinde Macarlar ile Sultan Murad arasında tam
-Kardinal Kisimenes Gırnata'da seksen bin cilt Arap on sene için akdolunan müsâlaha, Macar Kralı Ladislas'ın
âsârını hayvancasına bir taassupla yaktırdı. Roma İmpara İncil üzerine yemin etmesiyle takarrür etmişti. Papa Dör
toru Büyük Teodoz tanassuru akabinde İskenderiye'de düncü Öjen'in teşviki ve "Müslümanlara karşı edilen ye
Serapeum mabedindeki meşhur İskenderiye Kütüpha- min. ne mertebe ciddî ve kudsî olsa yine hilâfında hare
nesi'ni bir küme kül hâline getirdi. Hele havariyyûndan ket Allah'ın rahmetini câlibdir" sözü üzerine bu on sene
mukaddes sayılan Saint Paul, kara bir cehaletle kendi lik müsâlaha iki hafta, evet tam iki hafta sonra nakzoluna-
yontulmamış fikrine muvafık gelmeyen felsefî, tarihî ki rak düşmanlar Varna'ya kadar gelmişler, ansızın bize hü
tap ve risale ne buldurabildi ise bir meydana toplayarak cum etmişler, lâkin belâlarını bulmuşlardır. Sultan Mu
ateşe verdi. Papas Greguvar, fikrin terakkisine mâni ol rad, bu tanımadıkları ahidnâmeyi, el bastıkları İncil'i ge
mak için yine ateşe müracaat etti. Kütüphaneleri yangına çirdiği iki kargının yanına galebe ile neticelenen harbin
verdi. sonunda, iki mızrak daha ilâve etti. Bunların yerine Ma
Sayı 71 TÜRK YURDU 387
car Kralı Ladislas'ın sarı saçlı kesik başını ve diğerine dan fethi Hazret-i Ömer'in zaman-ı hilâfetine tesadüf et
nakz-ı ahd için vaazlar veren Kardinal Çezarini'nin, İncil-i mekle o zamandan beri dört buçuk asır Avrupa Hristiyan-
Şerif müvacehesinde kindar gözleri kapanan kafasını ge ları buna ses çıkarmamışlar ve ancak Türklerin mukabi
çirdi. linde merkad-ı İsa'yı kurtarmak derdine uğramışlardır. O
hâlde asıl salîbin kini en ziyade Türklere karşı olduğun
Cihan cihan olalı hiçbir milletin tarihi Hakk'ın böyle
dan ilk hücuma Kılıç Arslan göğüs germişti.
ulvî bir tecellisini kaydetmemiş ve böyle feci bir intikam
levhası tasvir eylememiştir. Asırlardan beri insaniyetin şâ- Bu iki asır zarfında papalarınlD teşvikleriyle hazırla
hid-i cinnet ve zulmü olan güneş, sabahleyin ışıklarını nan ordular Fransız®, Alman®, İngilizlD ve Macarla
harp meydanına serperken Türk Ordusu'nun önündeki rın® en meşhur hükümdar ve kumandanlarının idaresi
bu dört kargının teşkil eylediği korkunç manzaranın de altında akın akın Anadolu'ya ve Arabistan'a saldırmışlar
rin mealini maziye, istikbâle ve belki ruhaniyet-i Mesih'e ve lâkin granit kayalara çarpan dalgalar gibi Türk ve Arap
doğru götürdü. kahramanları® karşısında perişan olmuşlar.
Dalma hiyanet, her zaman ihanet, her zaman ihanet! Evet bu sırada da Mescid-i Aksa'yı da kilise yapmak
Fransa Kralı Birinci Fransuva bir taraftan kendisini Şarl- teşebbüsünde bulunmuşlardı. Kanlar, kinler arasından
ken'in esaretinden kurtaran Süleyman-ı Kanunî ile teda ilerleyen İslâmiyet, Hicret'in doksan ikinci yılında Şimalî
füi tecavüzî bir ittifak akdeylediği esnada, diğer taraftan Afrika'yı tekmil istilâ ile Endülüs'te bir saltanat kurmakla
Papa Onuncu Leon ve Navar kralı ile Türkiye'nin taksimi iktifa etmemiş, Fransa'ya geçerek Karkasun, Borgoni,
için senetler teâtî ediyordu.(b Nim, Avinyon, Bordo'yu ve Provans kıtasının bir büyük
Ahlâkın, namusun bu mertebe ayaklar altına alındığı kısmını istilâ ve Sicilyateyni zabt ve Roma civarını tahrip
bu tarihî vak'a Hristiyanların taahhütlerine, ihlaslarına, eylemişti. Sekiz asrı mütecaviz bir zaman Avrupa'nın gar
vicdanlarına ne derece itimat lâzım geleceğini gösterir. bında en medenî bir devlet teşkil etmişti. O hâldedir ki,
İslâmiyet'in İngiliz, HollandalI, İtalyan, Fransız, İspanyol,
İşte on dört asırdan beri bu diyanetler, taassuplar,
kinler arasında İslâmiyet vebalar, zelzeleler, bürkânlar üs AvusturyalI, Macar, Alman, Slav, Yunanîlerden boyun eğ
tünden bir güneş gibi yükselmişti. Geçeceği yollarda ya dirmediği hiçbir millet kalmamıştı.
kılan ateşleri, kanıyla söndürmüştü. O hâldeki Hazret-i Bir taraftan Roma'da kardinaller nasbeden Baye-
Peygamber'in irtihalinden yüz on bir sene sonra muvah- zid'in® halefi Selim-i Evvel, Moskova hükümdarı Vasili
hidînin saltanatı İskender-i Kebîr'in saha-i hükümetini aş İvanoviç'ten, nesebinin Turanî olduğunu telmihan, "Ata
mış, Kanunî Sultan Süleyman'ın vefatında ise İslâmiyetin larımız karındaş oldukları hâlde biz neden birer birader
serhaddi Roma İmparatorluğu'nun hududunu pek çok gibi yaşamayalım?" tarzında istirhamnâmeler alıyordu.®
geçmişti.
İşte akıllara hayret veren bu büyüklükler, bu kudret
Flicretin 490 tarihinden 670 senesine kadar tam 180 ler sebebiyle tâ o zamanlar gönüllere yerleşen kinler, ha
yıl devam eden ehl-i salîb hücumlarının birinci sebebi setler asırdan aşıra intikal etmiş ve nihayet şu adî kadı
Devlet-i Selçukiye'nin ikbâli zamanında Türklerin Arabis nın, şu müptezel Elena'nın ruhunda yatağanımı çalmak
tan'ı istilâsı olmuştur. Kudüs-i Şerifin ehl-i İslâm tarafın
ve Türkleri, İslâmları tahkir etmek sûretinde tecellî et barut tozlarına benzer yazılar, hatıralar kalır. İşte bu gö
miştir. rünmez kuvvetlerden bürkânlar, cehennemler çıkar.
Evet mağlûp biz, AvrupalIların esiriyiz. Belki şimdi Yatağanlar silinir, kılıçlar paslanır, gazeteler susar,
Elena'mn dediği gibi silâh ile oynamak bize yaramaz. kinler unutulur, dudaklar güler. Bu sırada şair başlar.
Çünkü çoktan beri eski maşukalarımızı unuttuk: Barut, Topların sarsamadığı istihkâmları, bunların feryadı yıkar.
kılıç! Eski libasımızı attık: Kefen! Eski rütbelerimizi bırak Yurt sevgisinin coşturamadığı yürekleri bunlar heyecana
tık: Şehit, gazi! Eski duygularımız ile yüreklerimiz çarp getirir. İşte o zaman göğün yumuşak bulutları arasında
maz oldu: Din gayreti, milliyet taassubu! biriken, sıkışan enînler, dualar birer yıldırım kuvvetinde
Avrupa'nın dimağını kavurur. Yerin dibini dolduran ma
Şimdi bizi yoksul, çıplak, hissiz buldular. Göz açtır
sum kanları birer bürkân olur. Al alevleriyle mâmurelerin
madan kanlarımızla, yaşlarımızla bizi boğmak istiyorlar.
külünü savurur.
Boğsunlar, parçalasınlar, kapışsınlar! Devlet kalma
sın, hükümet kalmasın! Elverir ki, dünyada bir dağın ya 26 Mayıs sene 330
eski temâyülat ve hissiyatın iade edilebilmesi ümidini te- Filhakika bu benî filânlar da İslâmiyet için çalıştıkla
vîd etti. Fakat İslâmiyetin başında Hazret-i Muhammed'in rını ileri sürüyorlardı. Ve iddialarında samimî ve sadık idi
(a.s.) ruhu ile ruhlanmış, bütün imanları, kalp ve dimağ ler. Lâkin sâik ve müessir Araplık olmayıp kabile olduğu
ları ile aynı gayeye sarılmış azimkâr, muktedir, dühât bu için, mesâileri işte yukarıda arzettiğimiz kanlı sahifeleri
lunuyordu. Hazret-i Ebû Bekir'in, Faruk-ı Azam'ın seri ve tevlîd eden anarşiye müncer oluyordu. Vâkıa gerek Benî
azimkâr tedbirleri ile asabiyet yılanının başı yeniden ezil Ümeyye ve gerek Âl-i Abbas kendilerini o mevki-i bü-
di. Yeniden gerek telkinat ve gerek kuvvet sayesinde lend-i hilâfete götürmüş olan asabiyete karşı çıkmak lü
Arap vahdet-i milliyesi temin olundu ve binlerce seneler zumunu bilâhere hissettiler ve hatta bu yolda en şedîd
den beri iddihar-ı kuvvet etmiş olan Arap dehâ-yı millîsi tedâbire bile müracaat eylediler. Haccac İbn Yusuflar, Zi-
vicdan-ı millînin sevk ve tahriki ile dünyanın bir ucundan yad ümeyyeler bu umniyenin husulü için Kâbe-i Muazza-
öbür ucuna kadar yayıldı. Hazret-i Faruk-ı Azam zamanın ma'yı mancanığa tutmaktan, Medine-i Münevvere'yi yağ
da -ki, Arap vahdet-i milliyesinin en yüksek zamanıdır- fü- ma ettirmekten ve çok ashab-ı kiramı katlettirmekten,
tühat-ı İslâmiye bugünkü İslâm âleminin hemen hudu zindanlarda çürütmekten bile tevakkî eylemediler. Lâkin
dunu buldu. Fakat asabiyet ejderhasının canı alınmamış beyhûde yere bunlar kendilerini mevkii-i ikbâle götür
müş olan esasa karşı mücahede ettiklerinden mesaîleri
tı. Arap hayatının muhtefî köşelerinde saklanarak zuhur
semeredar olmadı! Here ü merc ve anarşi gittikçe tezâ-
etmek için fırsat arıyordu. Hazret-i Osman zamanında İs-
yüd etti ve bilâhire Arap hâkimiyetine nihayet verdi! Bü
lâmlar içine sokulan nifak. Benî Ümeyye ve Benî Haşim
tün müverrihlerin şehadeti ile sabittir ki, hatta hudut
kavgaları, o ejderanın yeniden zuhuru âsarındandır. Eski
üzerinde mücahede eden Araplar bile bu asabiyet belâsı
Arabîlik yeni ve başka bir şekil ve sûrette ricat ediyordu.
nı oraya kadar kendileri ile beraber taşıyordular. Bir kabi
Maatteessüf Hazret-i Zinnureyn'de şu asabiyet ejderhası
leye mensup fırka efradı, diğer kabile efradını çekemiyor
nı ezmek için Faruk-ı Azam’da olduğu kadar ne kuvvet-i
du. Onunla karışamıyordu, ona mensup zatın kumanda
kalp, ne tedabir-i musâbe buluyoruz. Bundan dolayı
sına tahammül edemiyordu! Müverrihîn-i İslâmiye ara
kesb-i kuvvet eden eski asabiyet tamamen ihyâ ediliyor,
sında isabet-i fikriyesi, nüfuz-ı re’y ve kuvvet-i malûmatı
yeni ruh ve esasla pençeleşmeye koyuluyor. Artık vah
ile temüyyüz etmiş olan İbn Haldun o meşhur Mukaddi-
det-i milliye bozulmuş, Arap kavmiyeti asabiyet saiki ile
me'sinde bu asabiyet belâsının Arap ve İslâm mukadde
parçalanmış, intizam-ı aheng yerine azim, feci, kanlı bir
ratı üzerinde icra etmiş olduğu netâyic-i elîmeyi uzun
anarşi, bir here ü merc devri kaim olmuştur. Şöylece bo
uzadıya tedkik ve mütalâa eylemiştir. Bedihî ve âşikârdır
zulmuş olan Arap vahdet-i milliyesi, İslâm tarihinin ne ka
ki, Araplar İslâmiyetin her şeyden evvel tesis ve temin et
dar kanlı ve elîm sahifelerini vücuda getirdi. Hazret-i Os
mek istemiş olduğu o vahdet-i milliye, o kavmiyet mef-
man'ın şehadeti, Cemel, Sıffîn, Nehrevan muharebeleri,
kûresine sadık kalmış olsaydılar tarih-i İslâm tamamen
Hazret-i Ali'nin şehadeti, aşere-i mübeşşere ricalinden
başka bir vâdide cereyan etmiş bulunurdu.
bazılarının yekdiğerlerini tahkir ve tehdit etmeleri, Al-i
Zannediyoruz ki, inkârı gayr-i kabil olan vekayi-i tari-
Abâ'nın Kerbelâ diyarında susuz ve kefensiz kesilmeleri,
hiyenin tahlilinden istihraç ettiğimiz şu netâyici Naim Be
itret-i Resulün çıplak develer üzerinde sokak pazar dolaş
yefendi cerh ve redde kalkışmayacaktır. Mesele gayet vâ-
tırılmaları, hep rücu etmiş olan asabiyetin tecelliyatından
zıhtır. Müslüman Araplar vahdet-i milliye esaslarına sadık
idi. Ölen, öldüren, tahkir olunan, tekfir ve tel’in edilen
kaldıkça aralarında azîm bir aheng, bir intizam, bir devam
hep Müslümanlar idi, hep Ai'ap idi. Ve hatta İslâmiyetin
olmakla beraber dehâ-yı millînin en yüksek ve en vâsi te
başında bulunmuş, vakti ile İslâmiyete pek büyük hiz
zahüratına nâil oldular. Fakat şu esas bozulur bozulmaz
metler ibraz etmiş olan zevâttı! Lâkin mefkûre değişmiş
yine aynı Müslüman Araplar, o dehânın feyiz ve bereke
ti. Vahdet-i kavmiye ve milliye yerine asabiyet-i kadîme,
tinden mahrum kalmaya başlıyorlar. İslâmiyetin en birin
vicdan-ı millî yerine kabile, aşiret vicdanı kaim olmuştu.
ci teşebbüsü, şu vahdet-i milliye esasını temin eyleyerek,
Kalpler ve dimağlar üzerine hâkim olan sâik, Araplık onun sayesinde feyizdar olan Arap dehâ-yı millîsi din-i
değil, benî filân ve benî falân mefkûresidir. mübînin i'lâsında istihdam eylemekten ibaretti. İslâmi
390 TÜRK YURDU S a y ı 71
yet, ibtidâ-yı emirde §u maksadına nâil olarak harikalar göstersinler! Halbuki yukarıda izah ettiğimiz üzere lisan
gösterdi. Fakat bilâhere dü§man-ı cam olan asabiyet yine -tarz-ı tefekkür, tarz-ı tahassüs ve maişet- kavmiyetin mü
kendisine galebe çalarak vahdet-i milliye füyuzâtmdan him esaslarındandır! İslâmiyet, İslâmlardan dine sadık ve
mahrum ettirdi. uhuvvet-i İslâmiyeye merbut kalmalarını talep eder, fakat
kendi kavmiyetlerinden, kendi hususât-ı zâtiyelerinden
Naim Beyefendinin kendi fikirlerini teyid maksadı ile
vaz geçmeyi hiç bir zaman talep etmemiştir ve edemez
zikrettiği âyet ve hadisler bizce o fikrin tamamen hilafını
di. Çünkü böyle bir talep, tabiatın hilafında olduğu için
ispat ediyor. Yukarıda da arz ettiğimiz gibi mezkûr âyet
teklif-i mâlâ-)oıtak olurdu!
ve hadisler arasında zem ve nehy ifade edenlerin hiç bi
risinde "kavim" kelimesi kullanılmamıştır. Kavim yerine Burada biz, Naim Beyefendinin ikinci esas noktasına
asabiyetten bahsolunuyor. Naim Beyefendi şu iki kelime temas ediyoruz. Müşarünileyh diyor ki: Madem ki uhuv-
yi karıştırmak istemiş ise de İslâmiyetçe bile aralarındaki vet-i İslâmiyeye riayet vazifedir, kavmiyet fikir ve hissi şu
azîm farklar aşikâr iken bunun fahiş bir hatadan ibaret ol vazifenin hilâfı ve aksidir. Çünkü akvâm-ı İslâmiye arası
duğu bedihîdir. Zikrettiği ve "kavim" kelimesini muhtevi na ihtilâf salıyor, Müslümanları yekdiğerinden ayırıyor,
bulunan diğer ehâdis ve âyâtta ise zem ve nehyden eser vahdet-i İslâmiye bozuluyor!
bile yoktur. Bunlarda yalnız İslâm akvâmı arasında asabi Garibi şudur ki muhterem mu'terizimiz şu fikrini is-
yet ve husumetin câygîr olmaması, İslâmların bir uhuv- bat için -hayat ve vekayie müracaat ederek istiştihadâtda
vet-i diniye ile yekdiğerlerine merbut olduğu zikr ve em- bulunmak yerine- yine hadislere ve rivayetlere, âyetlere
rolunur. Lâkin hiç birisinde İslâmiyette kavmiyet ve mil müracaat ediyor. İttihat ve ittifakı, uhuvvet ve yegâneliği
liyet yoktur, denilmiyor, bilakis mezkûr ehâdis ve âyât bu emir ve tavsiye eden âyetleri, hadisleri zikrederek kavmi
kavmiyetleri zikretmekle bile onların mevcudiyetlerini, yetin şer'an ve İslâmiyetçe men olunduğuna hüküm ve
hakk-ı hayatlarını itiraf etmiş oluyor. Zaten başka sûrette riyor. Ekser âyetlerin, hadislerin böyle indî, keyfî tefsirle
olamazdı. Din-i mübîn-i İslâm, tabiat-i eşya hilafında ha re tahammülü olsaydı, hayatın çok şuûnatını her hangi
reket etmemiştir. Tabiatta bunca muhtelif kavimlerin, li bir âyete rabtederek garip garip istihracâtta bulunmak
sanların mevcudiyeti elbette bir kelimeye müstenittir. pek sehîl olurdu. Meselâ denilebilirdi ki: Ey müslüman
Buna İslâmiyet karşı çıkmamıştır ve çıkamazdı. Taht-ı tâ- lar, zengin olmayınız! Çünkü servetleriniz -ihvân-ı dinini
biiyet-i İslâmiyeye dahil olmuş bulunan gayr-ı müslimler zin hasedini celbedebileceğinden- aranıza nifak düşer.
hakkında şer-i şerifin ahkâmı malûmdur. Bunların ne Halbuki dinimiz uhuvveti, müsavâtı emreylemiştir. Ey
müslümanlar, âlim olmayınız, giydiğiniz, yediğiniz, içtiği
dinlerine, ne lisanlarına ve ne sair hususât-ı kavmiyeleri-
niz şeyler arasında fark olmasın. Çünkü yine yine hasedi
ne tecavüz câiz değildir. İslâmiyeti kabul etmiş olanlara
celbeder, nifaka sebep olur. Hülâsa uhuvvet-i İslâmiye
gelince, bunlar hakkında evvelkilerden daha şedîd bir
nâmına her şey söylenilebilir.
muamele etmek elbette Şâri-i mukaddesin hatır ve haya
line bile gelemezdi. Bunlar İslâmiyeti kabul etmekle ken Muhterem muarızımız, kurduğu kaziyyede mantıkî
dileri ile Araplar ve sair müslümanlar arasında bir iştirak-i neticelere varmak için bize evvelâ kavmiyet cereyanları
vicdan, bir uhuvvet-i diniye zaten husûle gelmiştir. Bu ra nın zuhuruna kadar bütün akvâm ve efrâd-ı İslâmiye ara
bıtayı teşdîd eylemek, onu ihlâl edecek hiçbir fiil ve ha sında bir uhuvvet-i tâmmenin mevcut olduğunu ve bade-
rekette bulunmamak- o vicdanın zaten mukteziyatından- hû mezkûr cereyanların zuhurundan sonra şu uhuvvetin
mübeddel nifak olduğunu ispat etmeliydi ve işte biz de o
dır. Fakat İslâmiyeti kabul edenlerin aynı zamanda da
zaman kendisiyle beraber: Hakikaten kavmiyet cereyan
kavmiyetlerinden, lisanlarından ve sair hususât-ı milliye-
ları İslâmlar arasına nifak ilka etti. Bu ise uhuvvet-i İslâmi
lerden de vaz geçecekleri hakkında şer-i şerifte hiç bir
yeye mugayirdir. Binaenaleyh yalnız şer'an değil vic
emir yoktur. Meselâ, hiçbir âyet, hadis ve rivayette Farisî-
danen ve irfanen de mezmumdur, derdik.
1er Farisî lisanından, Farisî tarz-ı tefekküründen, tarz-ı
maişetinden, Türkler Türk lisanından, Türk tarz-ı tefek Halbuki muhterem Naim Bey işte şu noktayı ispat
küründen, Türk tarz-ı maişetinden vazgeçecekler diye edemez ve binaenaleyh bütün kaziyyeleri mecruh ve s ı
bir işaret mevcut değildir. Var ise muhterem Naim Bey kımdir. Kendileri de pekâlâ bilirler ki uhuvvet-i İslâmiye
bir gaye-i emel, bir mefkûredir. Bu gaye-i emelin saha-i
Sayı 71 TÜRK YURDU 391
hayatta tecelliyât-ı fiiliyesi pek mahdut ve yalnız bir zihni yine Hristiyanlıktan müteessirdir, yine Hristiyanlık, o iki
yetin teşekkülünden ibaret kalmıştır. Bu zihniyet de bil bin senelik hâkimiyeti, tesirâtı, izleri ile onun üzerine ic-
hassa İslâm’dan başka âleme ait mesâilde tezahür eder. ra-yı tesir eder, bütün hayatını ihata eyler. Demek ki kav
Meselâ bir Müslüman ne kadar frenk-perest olsa, Mera- miyet, milliyet mesleğini iltizam etmiş olan her hangi bir
keş'in Fransızlar tarafından istilâsını gördükçe ister iste zat, kavmiyetin sûret-i teşekkül ve tekevvünü üzerine
mez içinden müteessir olur, teessüf eder. Lâkin Frenkle- bunca azîm tesirât icra eden bir âmili nazar-ı dikkate al
re karşı bile şu zihniyet, bin Çin Müslümanını, meselâ mak mecburiyetindedir. Bedihîdir ki, bu âmil ne kadar
Merakeş'i müdafaa etmek için sevkedecek derecede de ziyade müessir, faal, feyznâk, bereketdar olursa- aynı nis-
ğildir. Müslümanların kendilerine gelince hayatın cilvele bette kavmiyet tekâmül, teâlî etmiş olur, aynı derecede
ri ve mukteziyatı karşısında -şu zihniyet pek zayıf, pek kavmiyet inbisat bulur. Demek ki, kavmiyet mesleğini il
akim kalmıştır. Hazreti Osman'ı şehit eden Süleyman"
tizam etmiş olanlar için- ister istemez şu âmili iltizam
zannediyoruz ki uhuvvet-i İslâmiye hakkındaki âyât ve
ederek onu mümkün mertebe faal, müessir, feyznâk ve
hadisleri bizden daha iyi bilirlerdi. Keza yüz binlerce İs
bereketdar ettirmek mesleğin vezâif ve tekâlifi cümlesin-
lâm kanının dökülmesine sebep olan Cemel, Sıffîn, Neh-
dendir.
revan, Kerbelâ muharebelerinin başında bulunan Haz
ret-! Ayşe, Talha, Zübeyr, Muaviye, Amr bin Âs ve sair rü- İslâmiyet Türk’ün dinidir, din-i millîsidir. Türk, İslâ
esâ-yı İslâm, hakayık-ı İslâmiyeye elbette bizlerden pek miyet! cebren, mahkûm, mağlûp olarak değil, hâkim, ga
ziyade vâkıf idiler ve o günlerden bu güne kadar bütün lip olarak kabul etmiştir. Bin seneden beridir ki, İslâmi-
İslâm hükümetleri, kavimleri birbirleri ile çarpışa çarpışa yetin en ağır yüklerini omuzuna alarak taşımaktadır. İslâ
gelmişlerdir. Hangi İslâm hükümeti ve kavmi vardır ki di miyet yolunda Türk her şeyi unutmuştur. Lisanını, edebi
ğer bir İslâm hükümeti ve kavmi ile muharebe etmemiş yatını, iktisadiyatını ve hatta bazen mevcudiyet-i kavmi-
olsun. Mefküre, gaye, emel başka şeydir, hayat başka!,, yesini bile! Türk'ü meşiyet-i ezeliye Altay dağlarından kal
Hayatın mukteziyâtı karşısında mefküreler, emeller ze dırarak İslâmiyetin en felâketli günlerinde o tarikat-ı ilâ-
bûn kalıyorlar. Binaenaleyh uhuvvet-i İslâmiyeyi kavmi hiyenin imdanına sevk eylemiştir ve zannediyoruz ki
yet cereyanları ihlâl ediyor demek doğru olamaz. Bilâkis Türk şu vazifesini beleğa mâbelâğ ifâ etmiştir. İslâm ve İs
hakikî milliyet cereyanlarının, uhuvvet-i İslâmiyenin tak lâmiyet karşısında alnı açık, başı yüksektir, Biz bu sözleri
viye ve teşdidi ve amelî bir şekil kesbetmesi için gayet söylerken, bize müfâhere ediyorsunuz diye itiraz olunu
mühim bir âmil olacağına bütün imanımızla kanaatimiz yor. Fakat diğer taraftan bizi bu sözleri söylemeye aynı
vardır. mu'terizler icbar ediyorlar. Zira Türkçüler, kable'l-İslâm
Ve filhakika, evvelce zikretmiş olduğumuz tarif mû- Türk tarihinden, Türk hayatından bahsetmeye koyulduk
cebince kavmiyet, milliyet (nation) aynı tarzda hisseden ları zaman mu'terizler "Eski Türk dini olan Şamanizme
kitleye denilir. Müşterek kavmî ihtisasâtın en müessir avdet ediyorlar" diye bağırmaya başlıyorlar. Bu gibi isti-
âmili ve menbaı ise -yine arz etmiş olduğumuz veçhile li nadât, en menfur iftiralardır, Bir Türkçü nasıl Şamanizme
san ile dindir. Bu, mahiyet-i beşeriyenin en mühim ve en avdet etmek ister ki -Türk tarihinin en şanlı sayfaları İslâ
esaslı noktalarına temas ettiği için- hayat-ı beşerin şekil miyet yolunda isâr ettiği kanından teşekkül etmiştir. Bir
ve sûreti ihtisasât-ı beşeriyenin tevellüd ve tekevvünü Türkçü nasıl eskiye ricat eylemek ister ki, elyevm bile İs
üzerine pek azîm tesirât icra eder. İşte bunun içindir ki lâmiyet havza-i medeniyeti dairesinde bulunan Türk ak-
elyevm bile küre-i arzda mevcut insanlar tarz-ı maişet, vâmı arasındadır ki, lisan, hissiyât, tarz-ı maişet, yani kav
usûl-i hayat, hülâsa medeniyet itibariyle üç kısma taksim miyetin en metîn esasları itibarıyla vahdet-i kavmiye mu
olunabilir: İslâm, Hristiyan ve Budda-Konfiçyus medeni hafaza edilmiştir. Türklük hissi, Türklük âsârı yalnız şu
yeti! Şu üç âmili yek-diğerinden ayıran, onlara ihtiva et havza-i medeniyette sâkin ve o medeniyetin sayesinde
tikleri akvâm arasındaki ırk, lisan ve derece-i irfan farkla bâkî kalmıştır. Mütebâkîsi bizden o kadar uzaklaşmıştır
rına rağmen, birer şahsiyet-i mahsusa bahşeden âmil el ki, aramızda bir karabet bulmak için ilm-i mukayese-i el-
bette dindir. Bir Fransız, kendisine ne kadar dinsiz derse sinenin en derin tahlilâtına müracaat etmek lâzım gelir.
desin, ne kadar Hristiyanlıktan ayrılmak isterse istesin. Binaenaleyh bütün bu tarihî ve hayatî mütalââta istina-
dendir ki, Türkçüler İslâmiyeti- bir din-i millî, bir din-i
392 TÜRK YURDU S a y ı 71
kavmî addediyorlar. Şöyle ki, elyevm bile Turan ırkına itilâsı üzerinde yürüdüğü için- uhuvvet-i İslâmiyenin ha
mensup herhangi bir fert İslâmiyeti kabul ettiği anda kikî ve fiilî bir sûrette tesisi için en mühim ve en esaslı
Türklük için kazanılmış addolunabilir. Aksi hâlde, Türk âmillerinden birisidir. Bunu böyle telakki etmelidir ve in
lükten ayrılmıştır. İmriü'l-Kays'dan, Ad ve Semûd'dan, dî tevilâtla ezhân-ı avâmı tedhiş ettirmeye kalkmamalıdır.
Hübel, Lât ve Menât'dan bahseden bir Arap, ne kadar
Bitmedi.
putperestliğe avdet ediyorsa, Oğuz Han'dan, Cengiz'den,
Ahm edAgayef
Tanrı'dan ve perilerden bahseden bir Türk Şamanizme o
nisbette avdet eder.
miri birer birer senelerin teraküm etmiş olduğu hurafât zareti İnşaat dairesine memur edildi. Bu dairede ifâ-yı
altından çıkararak Türk kavminin kalp ve dimağına sok hizmet etmekte iken ârıza-ı vücudiyesi dolayısıyla 1325
maktan ibarettir, Kavmiyetçilyiğin şerâit-i esasiyesinden tarihinde tekaüde sevk olundu. 1330 tarihinde irtihal
birisi de- vicdan-ı millîyi şuurî bir hâle getirmektir. Vic- ederek Karacaahmet mezaristanında ailesine mahsus
dan-ı millînin esasâtından birisi İslâmiyettir. Keşke bu ha kabristana defnedildi. Rahmetullahi aleyh
reket, bu cereyan kaç batın evvel bütün İslâm akvâmı ara
Asarı gayr-ı matbu olup ber-vech-i âtîdir:
sında başlamış olsaydı. Herkes kendini tanımış bulunay-
dı! Emin olunuz ki, o zaman Arnavutluğu bugünkü musi 1- Kâmûs-ı Farisî: Yirmi senelik bir tetebbuat-ı fâzı-
betlere, felâketlere sokabilecek hiçbir kuvvet buluna lâne semeresi olmak üzere meydana gelmiş bu eser, mü
mazdı. teaddit ferhenglere müracaat edilmek şartıyla Burhân-ı
Demek ki, kavmiyet cereyanı mahiyet itibarı ile ak- Kâtı'ın tevsiinden ibarettir. Farisî kelimâtın Arabîdeki
vâm-ı İslâmiye arasında nifak ve ihtilâf ikâ edebilecek hiç mukabillerini bulmak için de Mukaddimetü'l-Edeb, Kâ-
bir esası ihtiva etmiyor. Bilâkis kavmiyet cereyanı -bütün mûs, Sıhâh, Ahterî gibi meşhur lügat-i Arabiye kitaplarına
Bir de Türkî, Arabi birer fihrist ilâve edilmiştir ki, bu olarak ne kadar ciddiyetle çalıştıklarını ve her şeyden
fihrist vasıtasıyla da bir kelimenin üç lisandaki mukabili mahrum, fakir, kimsesiz Türk kızlarını istikbâlin İktisadî
tayin kılınmıştır. Manzur-ı âcizî olan bu mühim eser vü- hayatında muvaffak olmak için ne kadar iyi teçhiz ettikle
cuh-ı adîde ile mucib-i istifade ve şâyân-ı tab'dır. rini gösterdi. Asr-ı hâzır, her şeyden evvel bir mücadele-i
2- Gonca-i Bostan: Şeyh Sadî merhumun meşhur iktisadiye asrıdır. Türk kadını bütün o manevî meziyetle
Bostan'ının nazmen tercümesidir. riyle bu hayatta erkeğine muavenet ederse istikbâlimiz
3- Tercüme-i Yusuf u Züleyhâ: Mevlâna Câmî'nin şüphesiz maziden büsbütün farklı olarak tezahür ede
Yusuf ve Züleyhâ'sının nazmen tercümesidir. cektir. "Yurt", Esirgeme Derneği'ni tesis eden muhterem
4- Tercüme-i N ân u Helvâ: Bahaeddin Amilî'nin hanımefendilere arz-ı tebrikatı millî bir vazife addeder.
N ân u Helvâ nanzûmesinin nazmen tercümesidir. "Yurd"un tebrikatını takdim ile müftehir olacağı di
5- Tercüme-i N ân u Peynir: Bahaeddin Âmilî'nin ğer bir millî müessese de Behire Hakkı Hanımefendinin
Nân u Peynir manzumesinin nazmen tercümesidir. şahsî gayretleriyle teşekkül eden "Biçki Yurdu"dur. Fakir
Bunlardan başka edebiyat-ı Arabiyeye müteallik bazı Türk kızlarına fennin terakkiyat-ı ahîresi dahilinde terzi
âsârı da neşren tercüme etmiştir. lik öğreten Biçki Yurdu, ilk semere-i mesaisini bu sene
Hakîmâne bir gazeli: iktitâf etti. Memleketin nuzzâr ve mütefekkirîninden mü
Gör çeşm-i ibret ile a gafil akar suyu rekkep bir heyet huzurunda Dârülfünûn Konferans Salo-
Ömrün de işte böyle geçer sanki ka r suyu nu'nda icra edilen merasimde 24 Türk hanımı terzilik şe-
hâdetnâmesi aldılar ve maharetlerini orada duran bir ma
Allah yolunda sarf ede gör âb-ı rûyunu
Her hâksâre sarf olunm az vekar suyu kine ile kırk dakika zarfında ölçüp biçerek bir korsaj, bir
eteklik, bir de manto yapmakla gösterdiler. Yurdun yegâ
Havf-i Hudâ'da gözden akan iki katre su
ne müessisesi Hanımefendi ile şehâdetnâme alan tâlibât-
M akbûldür sen aynına alm a kokar suyu
tan Saide Hanımın selîs ve belîğ nutuklarını hacmimizin
Alim ya n ında bahse girişme sükût et
adem-i müsaadesine mebnî maatteessüf dercedemiyo-
Sâhilde eşme kuyuyu acı çıkar suyu
ruz. Maarif Nâzın ile Ziraat Nâzın şahsî teşebbüsüyle
Bir cisim kim gazap küpüdür here ü merc olur
memlekete bu kadar hizmet eden Behire Hakkı Hanıme
Nâr-ı gazab alavlana "İzzet" ya k a r suyu
fendiyi maarif ve sanayi madalyalarıyla taltif edeceklerini
13 Temmuz 330 Çengelköy vaat eylediler.
BursalI Mehmed Tahir Memleketimizde ecnebî terzilerin ne mühim bir
mevki-i İktisadîyi hâiz olduğu düşünülecek olursa, Biçki
Yurdu'nun hizmetlerini takdir etmemek kabil olmaz. Ge
TÜRK ALEMİ lecek sene altmış Türk hanımına daha şehâdetnâme ve
TÜRK KADINLARINDA İKTİSADÎ TERAKKİYÂT receğini istibşâr ettiğimiz bu millî müesseseyi, Türk ka
dınlarının İktisadî terakkiyatında en mühim bir âmil gibi
Türk hanımlarının İktisadî hayatta, hatta erkeklerin
telâkkî eder ve Paris Terzi Akademisi azasından olan
den daha fazla bir gayret ve metanetle çalıştıklarını ve da
muhterem müessisesini Türk kadınlığının azm ve him
ha çok muvaffak olduklarını memnuniyetle görüyoruz.
metine beliğ bir timsal addile selâmlarız.
Filhakika son felâketlerimizi takip eden intibah devrinde
hanımlarımızın şahsî teşebbüsleriyle vücuda gelen "Esir TY
geme Derneği", "Biçki Yurdu" gibi millî müesseseler, bu
hususta güzel birer misal teşkil edebilir. Esirgeme Derne-
ği'nin ahîren enzar-ı umumiyeye arz ettiği mükemmel
teşhirgâh, hanımlarımızın gürültüden, reklamdan âzâde
7
(Başı 6. cildin 9. sayısında) canı gibi seven ihtiyar kadını mağlûp etti. Elini saçlarının
üstüne koyarak okşadı. Saçlar kulaklarına kadar yumuşak
Ve anneannesi İhsânü'd-Devle eski bir âmir vaziye
bir hatla kesilmiş, daha güneşle esmerleşmiş kısmının üs
tiyle heyecanını yenmiş, sükûnetini muhafazaya çalıştığı
tünde daha açık bir kısım muhafaza etmişti.
nı gösterir yüksek kesik cümlelerle babasının yerini cesa
retle almasını söylemişti. Söyleyecek az şey var sevgili çocuk, yalnız bundan
bir tek kadının bile metanetle kuvvete galebe çalabilece
Kendisini biraz hummalı bırakan uykusuz gecenin ve
ğim anlarsın. Steplerde büyük baban, babam hanın çadır
bütün yeni teşebbüslerle dolu uzun günün yorgunluğu
larında seni aldıktan pek az zaman sonra idi. Efendim ce
na rağmen elinden geleni yaptı. Her şey bitip de kadınla
rın dairesine gittiği vakit nabızları şiddetle ve gayr-ı mun sur ve bahadır bir adamdı. Her cesur ve bahadır adam gi
tazam atıyordu. Asabı tamamen bir harabe hâlinde idi. bi her vakit muharebe eder, fakar bazen yener ve bazen
de yenilirdi. Muharebe sade ölümle biter, bunu hatırla
Bü^âikannesini büyük ateşin karşısında buldu. Anne
Zahîreddin, e mi? İşte bir defasında ben de dahil oldu
ve kardeş yorgun yatmışlardı. İhtiyar kadın kırık kalpler
ğum hâlde kadınlarını kaybetmişti ve biz onun düşmanı
ve ağlamış gözler için en iyi yer yatak. Babür de memnun
şeyh Cemal'in eline düşmüştük. O köpek de terbiyeden
oldu. Feraseti ve aklı karşısında huşû hissettiği sert yüzlü
bihaber beni kendi için bile alakoymadı. O günlerde ben
fakat yumuşak kalpli ihtiyar kadınla yalnız kalmak, er geç
çirkin de değildim, zâbit yolladı. Ben Yunus Çağatay'ın
karşısına çıkacak göz yaşlarından daha metanet verici bir
karısı, Timurleng'in kanı. Büdela bir güveği gibi süslü ve
şeydi.
kokulu geldi. Ben onu karşıladım. Niçin karşılamayayım,
Herkes onu büyükannesine benzetirlerdi. Ateşin ya
iyi bir ziyafet ve veda ve zararsız saz çalıyordu. Yemekten
nındaki pösteki üzerinde yüzükoyun yatarken bunu dü
sonra benimle iç odaya çekildi. O vakit cariyelerim be
şünüyordu.
nim emrimle odayı kilitlediler, onu hançerlediler ve ko
Birden bire: kulu cesedini damdan aşağı attılar. Onun yeri orasıydı!
-Bana gençliğin ve öldürülen âşığın Cemal'in hikâye
Hikaye ile ateşlenmiş, kuvvetlenmiş ihtiyar sesi so
sini söyle, dedi.
ğuk ve katı bir katiyet kesbetti.
Bu tebessümle mukabele etmekle beraber İhsâ
Bir kelime kaybetmeyen Babür:
nü'd-Devle akıllı ihtiyar başını salladı.
Şeyh Cemal? diye sordu.
-Hayır çocuğum, bunlar miskinliği gidermek için
söylenir, zaten can sıkısı varken söylenmez. -Beni istedi ve ben gittim. Niçin bu fenalığı yaptın,
Babür dirseklerinin üstünde kalkarak yüzüne baktı. dedi. Ve çünkü sen hayatta olan bir adamın karısını baş
ka bir adamın kollarının arasına attın. Onun için ben de
-Bazen birbirine benzer kederler birbirini tedavi
öldürdüm. Şimdi sen de istersen beni öldürebilirsin.
ederler. Başka nabızların attığını bilmek inmeğileri sustu
rurdu. Bak nine, nasıl atıyorlar. Fakat istemedi ve kocasının zindanına atın, dedi.
Kadın ince adalî bileği aldı. Çünkü onlar hakikat bir vücut gibi. Ve ben talii yükselin
ceye kadar büyük babanla kaldım. Şimdi kalk yatağa, ba
-Yarın sana bir müshil vereceğim, senin başını o se
kalım ve ilacını da iç. Sözlerinden dönenleri Allah sev
rinletecek, saçma hikâyeleri unutturacaktır. Hummalı ço
mez. Onu unutma oğlum, evet mideni bulandıracak, za
cukların kanı için en iyi şey müshildir.
rar yok, neticesi iyi olacak.
Babür'ün yüzü anud ve müstehzi kalmıştı.
Bitmedi.
Sayı 71 TÜRK YURDU 395
1- Hükûmetin, Müslümanların dinî hususâtını nazar-ı Meclis'de bunlardan başka, memurîn-i ruhaniyenin
itibara alarak onlara Hristiyan bayramlarında dükkân sekiz sene müddetle tayini, vakıflar idaresinin yalnız
kapatıp kendi bayramlarında açmayı mecbur etmemesi idare-i ruhaniyelerde değil, mahalleler huzurunda görül
(Kazan'da olduğu gibi), mesi, Kırgız mescidleri için her cemaate toprağından
arazi tefriki, müftü ve kadıların beş sene müddetle in
2- Kafkasya'da 1913 senesi Müslüman idare-i
tihap edilerek müftülere senevî 6000 ruble, idare-i
ruhaniyelerinden alınıp adliye mahkemelerine teslim
rühaniye azalarına 3000, vilayet kadılarına da 2000 ruble
edilmiş Müslümanların nüfus tezkirelerinin de Müs
maaş itası, Taşkend ve Demirhan'da birer müftülük ih
lüman idare-i ruhaniyelerine verilmesi. Çünkü adliye
dası, Taşkend müftüsünün umum Türkistan Müslüman
maahkemeleri bu işe lâyıkıyla bakmıyorlar ve onlardan
ları umürunu, Demirhan müftüsünün de Şimalî Kafkasya
nüfus tezkiresi almakta müşkilât hissolunuyor,
ile Kafkasya m üftülüğüne tâbi olmayan İslâmların
3- Nikâh esnasında evlenecek erkeğin hastalıktan
hususâtını rü'yet eylemesi karargîr olmuştur.
masun olduğunu mübeyyin bir tabip şehadetnâmesini
Esnâ-yı içtimada vakıflar idaresi tayin olunmuş ve
hâiz olması.
Petersburg mekâtib-i âliyesinde okuyan Müslüman kız
4- Müslüman muallimler hazırlamak için hususî
ları tarafından verilen arîzalar mevki-i müzâkereye kon
dârulmuallimînler tesisi. Bu hususta hükümete birkaç
muştur. Bu arîzada İslâmların terakkiyâtına mâni teşkil
defa daha müracaat olunmuştu. Şimdilik mevcut med
eden esbâb zikredildikten sonra Müslüman kadınların
reselerde dahi birer muallimler sınıfı açılması.
maarif ve nikâh işlerine dikkat edilmesi talep ediliyor ve
5- Türkistan ve Dala vilayeti (Kırgızlık) Müslüman- mevadd-ı âtiyenin tasdik ve tatbiki temenni olunuyordu.
larına Devlet Duması’na vekiller intihap etmek hakkının
"Nikâhta tarafeynin rızası ve hastalıklardan sâlim ol
verilmesi.
duğu tabib şehadetnâmesiyle tasdik edilmesi, nikâhı akd
6- Askerde hizmet eden Müslümanların dinî işleri edecek imamın bu nevi şehadetnâmeleri talebe mecbur
hakkında muayyen bir nizâmnâme vücuda getirilmesi. tutulması, kocaya varacak kızların nikâh şartlarını ve zev-
7- Kızgız ve Başkırd'ların mescidlerine mahsus top ceyn arasındaki hukuk-ı şer'iyyeyi bilmesi, bilmediği tak
rak ayrılıp verilmesi. dirde nikâh esnasında şahitler huzurunda onların izahı,
13-15 yaşındaki kızlara nikâh akdinin men'i, dârülmual-
8- Kur'ân-ı Kerîm ve sair kütüb-i diniyye tab'ı hak-
limâtlar küşadı ve muallimelerin resmî olması, tabip
nının kâmilen idare-i rühaniyeler nezâretine verilmesi.
şehadetnâm esinden maada bütün mevâd’d meclis
9- Kafkasya Müslümanları, resmî yerlere girdikleri tarafından kabul ve tasdik edilmiştir.
vakit serpuşlarını çıkarmak mecburiyetinin ilgası.
Meclisin üç gün daha temdidi için Dahiliye
10- Hariç memleketlerde ilim tahsil edenlerin Rus Nezâreti'nden talep edilen müsaade verilmediğinden
ya'da Müslüman mektep ve medreselerinde muallim ve meclis sekizinci günü ikmâl-i vazifeye çalışmıştır. En
müderrislik etmelerine müsaade olunması. nihayet azadan Topçubaşef uzun bir nutk-ı siyasî irad et
11- Müslüman şakirdleri çok bulunan hükümet mek miş ve şu yolda serd-i makâl eylemiştir: Mebus Caferof,
teplerinde akâid-i İslâmiye tedrisi için Müslüman mual meclise hitaben dedi ki, kaza ve bahtsızlık görmüş sair
dişinin uzak görmeyen siyasetiyle Müslümanları hilafgîr İki heyet-i düveliye ve onları takiben bütün Avrupa bir
eyledi. Ben ise hükümetin bu irticakârâne siyasetini teb biri üzerine atıldı. Yirmi milyonu mütecaviz askerin, mil
rik ediyorum. Çünkü bu sayede ağırlık çeken milletler yonlarca topun, tüfeğin, yüzlerce dehhâş zırhlıların,
biıieşiyorlar." hülasa ondokuzuncu asırda vücuda gelen bütün vesâit-i
M em leketim izde Tem âşâ.- Bizde çoktan beri ih tahribiyenin istimal edileceği bu müthiş hengâmede tabîi
mal edilen temâşâ sanatının şu son zamanlarda nazar-ı boş duracak değiliz. İsviçre, Belçika gibi küçük ve asûde
itibara alındığını memnuniyetle görüyoruz. Bir taraftan hükûmetçiklerin bile harbe hazırlandıkları şu sırada, ah
Şehremâneti, büyük Fransız sanatkârı "AntuanU mem valin vehâmetini gören hakanımız efendimiz hazretleri,
leketimize getirerek imkân dairesinde bir dârülbedayi bir tarafdan Devlet-i Osmaniye'nin bîtaraflığım ilân et
tesisine uğraşırken, diğer taraftan Donanma Cemiyeti is mekle beraber, diğer tarafdan her ihtimale karşı bütün
tikbâle matuf olan bu teşebbüsü itmâm için şâyân-ı dik tebaa-i sâdıkasını silâh altına davet ediyor. Osmanlı sal
kat bir heyet-i temsiliye teşkil ederek Şehzadebaşı'nda tanatının en muazzam ve en fedakâr istinatgâhı olan
Ramazan iptidasından beri oyunlar veriyor. Türklerde Türk aile ocağında altı ay bile oturmadan tekrar hudut
temâşâ hayatının başlamak üzere bulunduğunu gösteren lara koşacak, hem de en samimî bir fedakârlıkla! Çünkü
bu teşebbüslerin bir an evvel müfid semereler vermesini hakanın emri, yurdun selâmeti, milletin şan ve şerefi
temenni ederiz. bunu icap ediyor. At sırtında doğan necip ve kahraman
Türk için düşman karşısında yurt için şehit olmaktan
Silâh B aşm a.- Balkanlarda Türk hâkimiyetinin
daha ulvî bir gaye tasavvur edilir mi?
üfûlü üzerine bozulan muvazene, er geç tabii neticeleri
ni gösterecekti. İşte bu gün Slavlıkla Cermenlik, Türk İhtar: Ahvâl-i hâzıra dolayısıyla ba'demâ "Türk Yur
hâkimiyetinin bıraktığı boşluğu doldurmak için çarpışır du" ayda bir kere, "Türk Sözü" onbeş günde bir kere
m m <f
TttlCK:^UKÜU
Türeleritt Vâ\â(^s\w Calıstr
e ^ ^ ^ fc e d c ^ ç c d <n ^
İsm a il G asprinski H a k k ın d a / T ü rk Y u rd u
“M u a llim ”e / Akçuraoğlu Y u su f
Fen/ Eserler
Sayı 72 TÜRK YURDU 399
TÜRK YURDU
Türklerin fâidesine çalışır Onbeş günde bir çıkar
EDEBİYAT
Tercüman'm lisanı Kazan'dan Kafkasya'ya Kırım'dan kıymetleri de inkâr ediyorlar ve maddî olsun manevî ol
Türkistan'a kadar anlaşılıyordu. Bu azîm bir maharetti. sun sırf ferdî kıymetleri hesaba alan mutasavvıf, Epikürî
Bununla merhum o düsturunun birinci şıkkını icra etmiş veya kelbî oluveriyorlardı. Bugün bile şark mütefekkirle
oluyordu. Türkler her yerde anlaşmaya başlamışlardı. rinin çoğu İçtimaî kıymetlerin edyân-ı mekşûfeye istinad
ettirilmeksizin hatta onlardan istihraç olunmaksızın mu
Bitmedi.
hafaza edilemeyeceğine kâni bulunuyorlar. İsmail Bey bu
Ağaoğlu Ahmed
hususta bir istisna teşkil eder. İsmail Beyin İçtimaî ve si
yasî fikirleri dünyevîdir. Mâ-fevk't-tabiata bağlanmaksızm
cemaate nâfi efrâdm mevcut olabileceğine inanır.
MUALLİME DAİR
Mâ-fevk't-tabiatı ferdin ihtiyacât-ı ruhiyesine hasretmek
İsmail Bey iyi bir muallim, mahir bir gazeteci, müm ten cemaatin mutazarrır olmayacağını zanneder. İsmail
taz bir muharrir, İçtimaî ve siyasî bir mütefekkir ve faal Beyin İçtimaî ve siyasî fikirleri sırf istikrât-ı hayatiyeye
bir cemaat hâdimi idi. Lâkin müsteniddir. Hatta tecârib-i ha
bütün bu sıfatlar İsmail Beyi yattan çıkan netâyici bazen esa-
tanıtamaz. Türk ve İslâm âle sât-ı mekşûfe ile telifden de
minin son yarım asırlık tari müstağni görünür. Bu cüret-i
hinde saydığımız evsafı hâiz fikriye melekât-ı dimağiyesinin
olabilecek yirmi otuz kişi sa en kuvvetli zamanlarında, şerâ-
yılabilir. Fakat İsmail Bey it-i muhitiyesini hesaba katma
tektir, onun bir eşini daha, mış zannolunacak kadar bâriz-
değil yalnız geçen elli yılın dir. Esasat-ı mekşûfeyi efkâr-ı
içinde hatta birkaç asırlık esasiyesinin intişarına bir vasıta
İslâm ve Türk hayatından olmak üzere kullanmaktan çe
bulup çıkarmak zordur. kinmez. Hatta bu vasıtaya kes
Bence İsmail Beyi hakkıyla retle müracaat eder. Lâkin bu
tarif edebilecek bir sıfat var tabiye mütefekkirin nazar-ı ha
dır ki, o da ulemâ-i Nasa- kikîsini setredemeyecek dere
râ'nın Hazreti İsa'dan bahse cede sade ve şeffaftır.
derken kullandıkları "mual
İsmail Bey hayat ile meşbu ve
lim" tabiridir. İsmail Bey
meşguldü. Yazıları bile hayattır.
muallim idi. O birkısım be
Otuz kırk büyük cilt dolduran
şeriyetin dünyaya ve hayata
İsmail Bey Gasprinski, vefatından iki yıl evvel yazılarında efkâr-ı esasiyesinin
nazarlarını değiştirmeye
kendi kalemiyle telhis olunmuş
muvaffak oldu. Şimal Türklerinin hayat-ı fikriye ve içtima-
mûcez ve sarih bir ifadesine tesadüf olunmaz. O bildiği
iyelerinde azîm bir inkılâbın hususuna fikrî menba İsma
ni, yaşadığını bildiği ve yaşadığı gibi yazar, onları sıkıp bir
il Gasprinski'nin dimağı olmuştur. Bu nokta-i nazardan
nevi yazı mürebbası yapmaya lüzum görmez. Efkâr-ı esa-
İsmail Bey bir inkılâpçı ve medeniyet-i garbiyenin Refor-
siyyesine dair mütalâatımız kendi tariflerinden ziyade bi
mateur kelimesine ithal ettiği mefhum murat olmak üze
zim istihraçlarımızdır. Biz hiç korkmadan İsmail Beyi
re bir müceddiddir.
Ruslarca marûf bir tabiri tercüme ederek bir garpçı diye
Şark-ı İslâmîde öteden beri büyük küçük bir hayli in biliriz. İsmail Bey beşeriyet-i hâzıraya nisbî saadetin
kılâpçı ve müceddidler zuhur edegelmiştir. Bütün bu ze hadd-i azamîsini kazandırabilen medeniyetin medeni
vatın zemin-i faaliyetleri saha-yı din idi. Efkâr-ı esasiyele- yet-i garbiye olduğuna kâni idi. O, Türklerin Müslüman
rinin mihveri din oluyordu. Şarkta sırf dünyevî (laique) ların şahsiyet-i milliye ve diniyelerinden büsbütün tecer-
muallim ve müceddidleri hiç hatırlayamıyorum. Şarklılar rüd etmeksizin garplılaşmalarını ister. Sözlerinde ve işle
revâbıt-ı diniyeden alâkalarını kat ettikleri zaman İçtimaî rinde bu gaye kolaylıkla seçilir. Her türlü mesaisini mille-
Sayı 72 TÜRK YURDU 405
tinin garp âlem-i medeniyesine dahil olabilmesi için sar- sahiplerine tahmil ettiği vezâifi ifâ edebilm ekten
fetmiştir. mütevellid hazz-ı ruhaniyi tatmıştı. Bu cihetle şüphe yok
ki müşahhas hayat-ı dünyevîsi hitâma ererken duyduğu
Zaten Şimal Türklüğünün duyan ve anlayan kısmı
hiss-i elem ve ızdırap değil, zevk ve saadet olmuştur.
Gasprinski'nin mahiyet-i fikriyesini, gaye-i makasıdını
tayinde gecikmemiş ve yanılmamıştır. Elifbanın sûret-i Akçuraoğlu Yusuf
talimi meselesinden neş’et etmiş gibi görünen "Usûl-i
♦
Cedîd" niza-ı azim-i ümrânîsi hadd-i zatında Şimal Türk-
lüğü'nün garpçıları ile terakkîpeiTerlerinin müsademe-i İSMAİL BEYE TÜRK MİLLETİNİN İHTİRAMI
tarihiyeleridir. Ondokuzuncu asr-ı milâdînin mb'-ı âhirin İsmail Bey Gasprinski'nin cenazesine karşı gös
den itibaren Şimal Türkleri fikir, ümrân ve içtima nokta-i terilen ihtiram, son asırlarda başka hiçbir Türk ve Müs-
nazarlarından iki büyük fırkaya, "Usûl-i Cedîd" ve "Usûl-i lümanın cenazesine nasip olmamıştır. İçinde yaşayıp
Kadîm" fırkalarına ayrılarak bu iki fırkanın çekişmesi vefat ettiği Bahçesaray'ın bütün ahalisi m erhum un
sayesinde terakkî-i hâzırına ermiştir. Terbiye-i etfal, tarz-ı cenaze alayında hazır bulundu. Etrafından, hatta Kazan
maişet, gaye-i hayat ve içtima gibi en mühim mesâil-i gibi birkaç bin kilometre uzakta vâki şehirlerden has
hayatiyede cedîdlerle kadîmlerin mebdeleri tesâdüm talığın şiddetini istihbar ile gelen kimseler dahi cenazede
ediyordu. Bugün cedîdler hemen her sahada muvaf var idi. Vefatını müteakib Muhît-i Kebîr'den Avrupa-yı
fakiyetlerini temin etmiş gibidirler. Cedîdlerin yani terak Vustâ'ya, Müncemid-i Şimal'den Arabistan ve İran sah
kiyi garbın takip ve temsilinde görenlerin cümlece ralarına kadar yayılan Türk dünyasının her tarafından
müsellem ve musaddak reisi İsmail Bey Gasprinski idi. İs Bahçesaray'a telgrafnâmeler yağmaya başladı. Telgraf-
mail Bey bu cereyan-ı fikrî ve İçtimaînin yalnız reisi değil nâmelerin bazıları heyet-i mebuseler gönderileceği için
muhaddis ve halikıdır. cenaze alayının geciktirilmesini temenni ediyorlardı.
Naaşı bekletmek âdât-ı mahalliyeye uymadığından bu
Tab'an şair olmakla beraber tefekkürâtında daima
müspet ve maddî kalan İsmail Beyin garp medeniyetine, temenniler is’af olunamamıştır.
hatta mücerred bir sûrette terakkiye ideal bir mahiyet İsmail Beyin vefatı üzerine bütün Türk matbuatı
tanıyıp tanımadığını kestiremiyorum. Ancak hayatının merhumun evsafını, milletine ettiği büyük hizmetleri bil
son sekiz on senesinde terakkipeiTerliğini, garpçılığını diren dualar, taziyeler, manzûmeler ve makaleler yazdı.
âdeta ikmal eden, tabir-i diğerle bu makasıd-ı maddiyeye Hele Şimal Türk gazeteleri bir hafta kadar bütün say
hulûl ederek onları canlandıran bir ruh vardır; milliyet. falarını merhuma hasreyledikleri gibi, bir aya yakın muh
Vâkıa milliyet fikri lisana, ırka, tarihe müstenid milliyet teviyatlarının mühim bir kısmı yine merhumdan bah
fikri İsmail Beyin daha evvelki yazılarında ve işlerinde de sediyordu. "İr, "Vakit", "Kuyaş" ve "Yıldız" gibi muteber
göze çarpar. Fakat İsmail Beyde fikr-i millînin Türklük ve gazetelerde İsmail Beyin şahsını, gördüğü hizmetleri pek
bütün Türklük fikrinin "dilde, fikirde, işte birlik" şiarıyla iyi tahlîl ve takdir eden cidden kıymetdâr makaleler
ifade olunacak sûrette tavazzuhu, sekiz on seneden daha yazılıp çıktı. Musavver mecmualarla Vakit gündeliği İs
akdem denilemez. Ruh-ı millînin vuzuh ve kat’iyyetle mail Beyin muhtelif yaşlarda aldırtmış fotoğraf resim
tecellîsi İsmail Beyin manzume-i fikriyesini itmam etmiş lerini dercettiler. Tercüman'da m erhum un hayat-ı
oldu. Mavera-yı akl-ı beşerde uçan diğer idealleri yalnız hususiyesine, son günlerini nasıl geçirdiğine dair ter-
bir vasıta telakkî eden İsmail Bey fikr-i millînin cüme-i hâli için pek ehemmiyetli hatıralar dercolundu.
zamanımız hayat-ı içtimaiyesinde bir gaye olduğuna iman Matbuat-ı yevmiyenin hepsinde merhumun aile-i muh-
etmiştir zannediyorum. teremesini. Tercüman heyet-i idare ve tahririyesini ve
Türk milletini taziye yolunda yazılmış pek çok telgraf-
İsmail Bey merhum vefat ettiği zaman kurmaya uğ
nâme ve mektuplar basıldı. Bunların miktarını saymak
raştığı binanın artık çatısı örtülmeye başlandığını gör
mümkün olmadı. Devlet-i Osmaniye'nin Rusya ile posta
düğü gibi teferruatı ikmale kifayet edecek kadar amele
yetiştirmiş olduğuna da emin idi. Ölmeden evvel kud- münasebâtı münkatı’ olduğu zaman, yani İsmail Beyin
vefatından birbuçuk ay sonra bile Şimal Türk gazetelerin
ret-i fâtirenin kendisine büyük bir ihsanı olan dehânın
406 TÜRK YURDU S a y ı 72
de bu telgrafnâme ve mektupların henüz arkası alın mına ithaf ettiği bu nüsha ile o vazifeyi ifâya çalışıyor ve
mamıştı. O zamana kadar dercolunanlarm miktarı birkaç merhumun aile-i muhteremesi ile aile-i maneviyesi de
bini tecavüz eder. mek olan Tercüman heyet-i idare ve tahririyelerine arz-ı
taziyet eyliyor. (Û
İstanbul'da Ayasofya Cami-i Şerîfi'nde merhumun ru
huna bağışlanmak üzere mevlûd-i şerif okundu. "Türk T.Y.
Yurdu", "Türk Ocağı", "Türk Bilgi Derneği" ve "İslâm
Mecmuası" heyetleri tarafından okutulan bu mevlûd-i şe
Yeni Eserler.- Türk Yurdu'nun intişar edemediği
rifin fikrini ilk ortaya koyan ve tertibinde çok himmet ve
geçen üç dört ay içinde Türk edebiyatının cidden kıy-
fedakârlık gösteren İsmail Bey merhumun hürmetkârla-
metdâr eserlerle zenginleştiğini görerek müteselli ve
rından Müze-i Askerî Müdürü Ahmed Muhtar Paşa Haz
mesrûr olduk. Cihan harbi Türklük dileğinin de şiddet
retleri olmuştur. Mevlûd-i şerif, Topkapı Saray-ı Hümayu
lenmesini intaç etti. Türklerin millî şairi Mehmed Emin
nu Enderun efendileri tarafından kıraat olunmuş ve hide-
Bey emsalsiz "Ey Türk Uyan" tarihî şiirini yazıp bastırdığı
matın bir kısmını Türk Ocağı azasından mekâtib-i âliye
gibi bir seneden beri beklenen "Türk Sazı" m da neşrey-
talebesi deruhte eylemiştir. Mevlûdün okunmasını müte-
ledi. Milliyetçi mütefekkir ve şairlerimizden Gökalp Ziya
akib fuzelâ-yı İslâmiye'den Defter-i Hakanı nazım sabıkı
Beyin "Kızılelma" sı da şu sırada basıldı. Genç ve ateşli
Mahmud Esad ve Aydın Mebusu Abdullah efendiler haza-
millî muharrirlerimizden Mehmed Ali Tevfik Bey bazı
râtı tarafından mev'ize ve hutbeler irad olunmuştur.
parçaları evvelce Tanin'de takdir ve heyecanlarla okunan
Türk milletinin merhum muallimine vefatından son "TuranlInın Defteri" ni çıkardı. Türkçülüğü anlayan ve
ra gösterdiği müessir hürmet zaten kadirşinas olan mille takdir eden vatandaşlarımızdan M. Kohen Efendi "Türk-
tin İsmail Beyi hakkıyla takdir edebildiğini ispat eyledi 1er Bu Muharebede Ne Kazanabilirler?" unvanlı büyük
ğinden şâyân-ı şükran ve memnuniyettir. Türklük cereyanlarının mahiyet ve gayelerini sehîl bir
Fevkalâde vekayi ilcâsıyla vazife-i ihtiramkârîsinin ifâ lisan ile izah eden faydalı risalesini meydana koydu. Bu
sında geç kalan "Türk Yurdu" merhum mualliminin nâ kitapların hepsini karilerimize şiddetle tavsiye ederiz.
0) Şimalî Türk matbuatının İsmail Bey merhum hakkında yazdıklarından bazı fıkralar bu nüshaya sığdırılamadığından dolayı mecburen gele
cek sayıya bırakıldı.
Sayı 72 TÜRK YURDU 407
, .,;U :£mmi ,
„T,£PAmi5ÎAîIY^- yp
, r. C A Ş 'n iO A ı'A Î
,T E :<-a : MA;■'•
}»UR?v\LQyor,'j d'i ■,'.111';'^,E E
Ma>€«3Ut KT I.'Tr£v!.V;E>-'.
4
Ilî
' pJ y_ . jjjjݣ *
m
‘."A
-A -
; o/ y
; 'yy.^ y-^f^ V
_f, .J .İ
'; s‘ W' 'aA'j p\i yi i’ ,'t  / i.' •
j t .- .
-A lî.., . ,,. w
-■ - U-'-v
-/ f* t,;/ İ;|-*'J^'V;İ.SJ! *i»( .U r f " n , '« l '. C 'I . T l i f ') ^ ^ ■ ; y
■'J-f-’.* *>
.} ...y yu'î .;v-4':‘
. . > ı f >■»¥•.;.;-• i A-:-'
.'-'1
. j> yU *. ■r.jV' -^■^* .U| >■•
I y - E -'i
JUV 'U ! ju /' .:
'J‘}[-»rr • u-
AT- ./.. dİ/ i.»' 4J.
i^ı:uîA.« -.-Au^A/4, . y . ,. -; .'V ;.!
jn U , u ı- : : „ y ,- ,u ,.
- V - '/ t . > f> l iS i ■ ^#*31
Pj'â -U - J- } Jp -* ■'->•■’ ^ / ' - - u p - ’- i cXy.
i/.J^ _■.•_,!. i.yo. , j . A . - t j - -y.A,. ,.u .. • .u
J . î - S E jiy ı''!
u c-y
^s^h-iyk. j- u y i - ü )P* > ' u i ı ; p 'r-='-U • > ■ / - '- ;u u i r ^ 5 ' - ■’”^ ' i
'■o— J P - V ^ 'p - U t j V - ,i - „ - y ------ „ .„ C . 4, i ^t-y._.. J. _
D U T .? r Î U -
,1 y u i" ■»'‘^'^7 y .A j !
|* \S ? İ K
-
'‘îO lM
-■ 7
';;;>Y^!, i. V7
f ö i ' . /
^Y/«f ***'''^ ,
A -3> ) ^. L - ^ v Z - '
. >İ l " k„ ^ »'■■. .
u ^ ^ -^ K y x .^ (_ ^ U w Y^42'D a !Jİ
(3^^ ,1 .1, ; - ^ ; ."AOi | / 3 A A - ^ 2J
IÇINDEHLER
V/1 (19 Eylül 1329 - 2 Ekim 1913)
Ebediyat: Liberte: Mukaffa Bir Facia...........................................................Abdülhak Hâmid............................................. 17
Kara Sevda.............................................................................................................Halide Edib.............................................. 18
Hâtırât ve Tahassurât’tan: Köşe B aşında............................................ Uşakîzâde Halid Ziya............................................. 19
İktisadiyât: Türkiye’de Ziraatin İstikbâli.......................................................................Parvus..............................................20
Lisanlar İlmi: İştikakı Tenkit...........................................................................Mehmed Necib............................................. 24
Tarih ve Âsâr-ı Atîka: Hezarfen Hüseyin E fendi.............. ' ............. Bursalı Mehmed Tahir............................................. 26
Seyahat: Altaylara Doğru......................................................................................Halim Sabit...............................................27
Türklük Şuûnu: Osmanlı-Bulgar Sulhu;
İttihad ve Terakki Cemiyetinin Yıllık Kongresi;
Müsteşrik ve Muallim Vambery’nin Vefatı .......................................................................***..............................................27
Türk Yurdu’nun İstiklâl Günü Hediyesi (Üçüncü Yılın Sekizinci Sayısına İlâve)
..............................2
Selâm Sana...................................................................................................................... Mehmed Emin....
Hakana H ita p ............................................................................................................... .Necdet.... ...................................... 3
....................
O cağ ım ............................................................................................................................... HalideEdip.... 4
Harbiye Nazırının N u tk u .................................................................................................... .................................... 5
Maarif Nâzırının Nâmına Nutuk.......................................................................................... ***.... .......................... 6
Dahiliye Nâzırının N utku.................................................................................................... ***.... ......................... 6
.......................... 6
İstiklâl G ünleri................................................................................................................... AhmetRefik...,
“Türk Ocağı” İdade Reisinin N utku...........................................................Hamdullah Subhi............................................... 9
“Türk Yurdu Müdürünün N u tk u .........................................................................Akçuraoğlu.............................................. 10
Türklük Şuûnu: Osmanlı Dârülfünûn ve Türk Ocağında İstiklâl G ü n ü ............................................................................12