You are on page 1of 110

ZAMAN YAYINLARI No.

ŞİA
İNANÇLARI
Akaaid'ül - Imâmiyye

Yazan;
Muhammed Rıza'l-Muzaffer

Çeviren :
Abdülbâkıy GÖLPINARLI

1 e ? -»
YAYLACIK MATBAASI
İ S T A N B U L — 1978
İÇİNDEKİLER

Mütercimin önsözü 5 m . BÖLÜM


Takriz 9
23. İmâmet
Müellifin önsözü 19
24. im âm ın ismeti
1. Nazar ve Ma'rifet 21
25. İmâmın sıfatları
2. Füru’da taklidin lüzumu 22
26. İmamlara itâat
3. tctihad 2'i
27. Ehlibeyti sevmek
4. Müctehid 24
28. İmamlar
29. İmâmet nass iledir
r. BÖLÜM — İL Â H tYY Â r 2S
30. İmamların sayılan
31. Hazret-i Mehdi (A.M.)
5. Allahu Taâlâ 26
32. R ic’at
6. Tevhid 27
33. Takıyye
7. Allah’ın sıfatlan 28
8. Adi 30 IV. BÖLÜM: Ehlibeyt, Şua­
9. Teklif 32 sını nasıl bir edeble
10. Kazâ ve kader 33 terbiye eder?
11. Bedâ 35
12. Din hükümleri 36 34. Duâ
35. «Sahife-i Seccâdiyye»
II. BÖLÜM 3S 36. Kabirleri ziyaret
37. Ehlibeyte göre teşeyyu’-
13. Nübüvvet 38 un anlamı
38. Çevir ve zulüm
14. Peygamberlik lütuf dur 39
39. Zâlimlere yardım
15. Peygamberlerin mu’ ci- 40. Zâlimin hükmü altında
zeleri 41 vazife görmek
16. Peygamberlerin m a’sum 41. İslâmî birliğe çağın
olduğu 42
42. Müslümanın, müslü-
17. Peygamberin sıfatlan 43 mandaki hakkı
18. Peygamberler ve kitap­
ları 44 V. BÖLÜM : MEÂD
19. îslâm 45 43. Ba’s ve meâd
20. İslâm şeriati 46 44. Cismanî meâd
21. K ur'an-ı Kerîm 47 KAYNAKLARIN EN
22. (slâmdan önceki şeriatler 48 ÖNEMLİLERİ
Mütercimin Önsözü

İstanbul'da Şîa-i İmâmiyye cârniasının mümessili, ger­


çek dost ve mücâhid bilgin, Allah ifâzasını dâimî, ömrünü
uzun etsin, Ali Ekber Mehdî-Pûr, Allâme Şeyh Hacı Mu-
hammed Rıza’l-M uzaffer’in «Akaaid’ül-lmâmiyye» adlı ki­
tabının türkçeye çevrilmesini, bu işin gerçekten de hem
İslâmî birlik, hem İmâmiyye (Ca'feriyye) inançlannm, ana
kaynaklardan aktarılmış olması bakımından gerekli ve ye­
rinde bir hizmet olacağını fokıyre bildirdiler. Ben de o sıra­
da, «Şîa-i İmâmiyye» inançları ve bu mezhebin târihî sey­
ri hakkında «Târih boyunca Şîa-i İmâmiyye (Ca’feriyye) ve
Islâm Mezhebleri» adlı kitabımı yeni bitirmiştim. Kitabı
kendilerinden aldım, okudum; bu hacmi küçük, fakat muh­
tevası geniş kitabın, gerçekten de yepyeni bir tarzda, na­
kille aklı, inançla düşünceyi birleştiren, «nev’i şahsına
münhasır» sözüne örnek bir kitap olduğunu gördüm; zevk­
le, şevkle tercemeyi bitirdim. Bu çeviriye bir sunuş yazı­
sı yazacaktım ki gene aziz dost, aynı kitabın, Murtaza's-
Seyyid Muhammed'ür-Radavî tarafından Kahire'de 1381 H.
yılında basılmış nüshasını getirdiler. Bu nüshaya, basımı
ve yayımı uhdesine alan IVIuhammed'ür-Radavî'nin iste­
ğiyle Üstad Dr. Hâmid Hafnî Dâvud, kitabın muhtevâsmı
inceleyen, İmâmiyye inançlarmı Ehl-i Sünnet inançlarıyla
karşılaştırıp te ’lîf eden, gerçekten de pek değerli bir Ön­
söz yazmışlar. Bu Önsöz’de, kitaptaki konular, vecîz, fa ­
kat hiçbir noktası ihmâl edilmeden o kadar güzel eleş­
tirilmiş, en ince noktalarına dek o kadar faydalı ve tam bir
ŞÎA ÎNANÇLARI

sûrette îzâh edilmişti ki bizim bir Sunuş yazmamıza hiçbir


gerek kalmamıştı.

Merhûm üstâd Muhammed R ıza'l-M uzaffer’in, Allah


derecâtını âlî etsin, bu eseri, Şîa-i Imâmiyye inançlarını,
beş bölüm içinde kırkdört maddeye ayırmış, her madde,
en belirgin yönüyle âyet ve hadîslere dayanmada; naklî
deliller, aklî delillerle pekiştirilmede; vecîz, fakat esaslı
bir sCirette, hiçbir noktası ihmâl edilmeksizin göz önüne
serilmede: bilhâssa Ehl-i Sünnet inancıyla Imâmiyye (Ca’-
feriyye) inançları te ’lîf edilmede.

Üstad Dr. Hâmid Hafnî Davud'un Önsöz'üne biz, bir


söz katacak değiliz. Biz bir başka yöne yöneleceğiz;
Bugün artık bu gerçek anlaşılncalıdır ki, maal-esef,
Haçlı Seferleri, ve bu seferleri hazırlayan zihniyet, hâlâ
devâm etmektedir. Dün bu seferleri hazırlayan dînî taas­
sup. bugün, İktisadî tahakküm taassubuna dönüşmüştür.
Sömürge siyâseti, el değiştirse bile am aç aynıdır. Bir yan­
dan Istişrak mektebinin gayretiyle, yayımladığı kitaplarla,
kendi görüşüne göre araştırmalarıyla, eleştirmeleriyle, btı-
lüşldrıyla eski bölüntüler uyarılmakta, bir yandan, yeniden
yeniye satın alınan, yahut aldatılan kişilerle İslâm'ı böl­
mek, fırkalara fırkalar katmak, hattâ yeni mezhebler, h at­
tâ Islâm adına, Bahaîlik, Kaadıyânîlik.,. gibi dinler kurdur­
mak, çeşitli teşekküllerle, İslâmî reform görüntüsüyle İs­
lâm'ı temelinden yıkmak çabası sürdürülmektedir. Vaktiy­
le bu ayrımı, Ümeyyeoğullor, Abbasoğulları, Safâvîler ve
Osmanoğulları siyâseti, tahakküm, ezmek, yaşamak, fa ­
kat yaşatmamak, din kisvesine bürünüp dünyayı elde et­
mek hırsı körüklemiş, bu ayrımı güçlendirmek için yalan­
MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ

lar uydurulmuş, iftiralar îcâd edilmiş, fetvâlar çıkartılmış,


kanlar dökülmüş, hânümanlar mahvedilmişti. Şimdiyse İç­
timaî bütünüyle İktisadî yıkıntıyı sağlamak, böylece M üs­
lümanları birbirlerine düşman etmek ve dilediklerine eriş­
mek amacı, Batılıların ellerine düşmüş bir siyâset silâhı
olmuştur.

Artık Müslümanların birleşmeleri, Islâm dîninin em­


rettiği gerçek kardeşliğe yönelmeleri, birbirlerini sevmele­
ri, saymaları gerektir; yoksa sonuç, çok vahîmdir.

İşte Üstad Muhommed Rıza'l-M uzaffer'in bu hacmi


küçük, fakat muhtevâsı pek büyük ve önemli eseri, bu kar­
deşlik amacını gütmektedir; bütün Müslümanları bu vecî­
beye, bu dînî vazîfeye dâvet etmektedir.

Bir fazla söz söylemeyeceğiz; okuyucu, kitabı oku­


yunca hükmünü verecektir. Bu eseri türkçeye çevirmekle
Islâm'a, haddimizce ve öcizâne yardım ettiğimize inanıyo­
ruz. Rasûl-i Ekrem’iyle Ehlibeytine (S.M.) tevessü! ederek
Allahu T eâlâ’dan başarı dilemekteyiz.

15 Şa’bân'ül-Muazzom 1398
Abdülbâkıy GÖLPINARLI
Takriz

[Kahire Üniversitesi, Diller Bölümü, Aral}


Edebiyâtı Profesörü büyük üstâd, gerçek dost
Dr. Hâmid Hafnî Dâvud’dan, Allah kendile­
rini te ’yıd etsin, Üstâ'dtmız Muzaffer’in bu de­
ğerli kitabına bir sunu§ yazısı yazmalarım, bu
yazıda, eser hakkındaki düşüncelerini bildir­
melerini recâ ettik; bu değerli yazıyı lûtf et­
tiler. İslâm'a hizmetleri dolayısıyla Allah, ken­
dilerine hayırla mükâfatta bulunsun.']
Eseri yayımlayan: Kahire «Râbıtat’ ül-
Edeb’il-Hadîs» âzasından Murtaza’s-
Seyyid Muhammed’ür-Radavî.

Şîa-i İmâmiyye'nin inançları ve bu mezheb erbâbının


bilgileri, edebieri hakkında, düşmanları tarafından yazılan
yazılarda pek çok hatâlar vardır. Ben, Doğuda, Batıda,
Müslümanların mühim bir kısmının mezhebi olan Imâmiyye
hakkında, uzun müddet, ancak bu mezhebe karşı olanla­
rın, bu mezheb hakkında intikadda bulunanların kitapları­
nı araştırarak bilgi edinmeye çalıştım; fakat gerek İsnâ -
Aşerî inançları ve gerek umûmî Şîa inançları hakkındaki
fedrîsâtımda, Ehl-i Sünnet tarafından yazılan kitaplara da­
yanmak zorunda kaldım. «Hikmet, mü'minin yitik malı­
dır» hadîs-i şerifine istinaden gerçeği aramaya, İsnâ - Aşe-
riyye hakkındaki tedrisâtımda, bu mezhebin bilginleri ta­
rafından yozılan kitaplara baş vurmaya mecbur oldum.
Çünkü elbette bir mezheb erbabı, o mezhebi, düşmanla­
rından daha iyi bilir; inançlarını daha iyi inceler. Hele ha­
10 ŞİA İNANÇLARI

dîs bilgisine âit bir bölümün kurulmasından îtibâren, bil-


hâssa buna gayret ettim; Şîa ve Teşeyyu* hakkmda söz
söyleyen kişinin, onlarm ona; kaynaklarına baş vurmadan
söyleyecekleri sözlerin ilmi bir mâhiyet alamayacağı ve
sağlam bir temele dayanamayacağı meydandaydı; bu çe­
şit sözlerde, yazılarda ne İlmî bir esas bulunabilirdi, ne
«9oğru bir bilgi. Sözgelimi, bilgin ve Doktor Ahmed Eminin,
eserleıinde, Şîa hokkındoki aşın saldırılarının, Şiîlikte Ya­
hudiliğin te'siri, yahud Şîa'nın Abdullah b. Sebe'e uydu­
ğu hakkmdaki hükümlerinin, ilmi bir temele dayanmadığı,
Şia'nın bu çeşit şeylerle bir ilgisi bulunmadığı meydan-
daydi; nitekim Şîa bilginleri de bunları, kökünden reddetti­
ler; meselâ Allâme Muhannmed'ül-Huseyn Âlü Kâşif’il-Gı-
tâ', «Asl’üş-Şîoti ve Usülihâ» adlı kitabında bu çeşit iddiâ-
Jaro gereken cevâbı verdi.
Ben, Şîa-i Imâmiyye’nin ana kaynaklarını araştırıp bu­
lurken eski dostum, Irak'lı yayımcı Seyyid Murlaza’r-Ra-
■davî, Kahire’de, Şia’ya dâir bâzı mühim kitapları basım
âlemine sunmaya başladı ve bu, beni çok sevindirdi. Esâ-
sen, «Asl’üş-Şînti ve Usülihâ» yı, «Abdullah b. Sebe'» ki­
tabını (*), «Vesâil’üş-ŞîaT) nın bâzı cüzü’lerini ve bunlar­
dan başka Şîa inançJarına ve fıkhına âit kitapları da bana,
kendileri vermişlerdi.

Bu sefer de, Necef-i Eşref'de Fıkıh profesörü bulunan


üstâd Muhammed Rıza'l-Muzaffer’in, İmâmiyye inançldrı-

(*) €Asrv4 -§iatu ve Usûhihâ», ^HududT> bölümü mystesnâ,


tarafımızdan, «Ca’fe n Mezhebi ve Esasları» adıyla türkçeye
çevrilmiş, İst. Minnetoğlu Kitabevi tarafından 1966 da yayım ­
lanm ıştır; 'iAbdullah b. Sebe», Murtaza’l-Askerî’nındir; bu ki­
tap da tarafımızdan türkçeye çevrilmiş, «Abdullah b. Sabâ Ma­
salı. Bir Yalancının Düzmeleri» adıyla İst. da Baha Mat. da
1974 te basılmıştır. Her iki kitap da, Cağaloğlu, Zaman Ya­
yınları K. de mevcuttur. .
t a k r i z 11

na dâir yazdıklan bir eseri bano sundular, bu eseri ya-


yıma arzedecelderini bildirdiler ve esere bir sunuş yazısı
yazmamı istediler.
Müellifin, en ince teferruâtına dek İmâmiyye inançla­
rını, pek güzel bir tertible bölümlere ayırması, onları en
faydalı bir tanzda, fokat en vecîz bir sûreîte okuyucula­
ra sunması, gerçekten de beni hayretle karışık bir sevince
düşürdü. Bu kitap, gerçekten de bu konuyu, her yanıyla
kavrayan, aynı zamanda en kısa, fakat özlü bir surette
bildiren bir kitap. Ben, burda, kitabın yazarını, aşırı bir
övgüyle övmüyorum; ancak bu küçük, fakot her bahsi İl­
mî bir tarzda, gerçekleriyle inceleyip gereken bilgiyi ve­
ren kitabı, insafla anlatmak istiyorum; değerli okuyucuya,
hacım bokımından küçük, fakat fikir ve anlam bakımından
pek büyük olan bu kitap hakkında bilgi veriyorum ancak.
Müellif, bu küçük kitapta, önce Kur’an’dan, sonra hadîs­
ten, Allah hepsinden râzı olsun, Oniki İmâm’ın sözlerin­
den deliller getirmede. Okuyanların, önceden edinilmiş
kanâatleri bir yana bırakıp, taossubu bir yana atıp akılla­
rıyla, insaflarıyla hüküm vermelerini diliyorum.

Meselâ, okuyucunun, İmâmiyye'nin, ictihâd hakkın-


daki kanâati üzerinde durmasını isterim. Malûm olduğu
gibi, Ehl-i Sünnet’e göre, dört fıkıh imâmından, yâni Ebû -
Honîfe, Mâlik, Şâfiî ve İbn Hanbel'den sonra ictihâd ka­
pısı kilitlenmiştir; fakat bundan sonra fokıyhler, mezheb-
de, vâhud fürü’da cüz’î ictihadlara yöneldiler. Beşinci Yüz­
yılda Gozâlî, altıncı yüzyılda Ebû-Tâhir'üs-Selefî, yedinci
yüzyılda İzz’üd-dîn b. Abd’üs-Seiâm ve İbn Dakıyk, se­
kizinci yüzyılda Takıyy’üd-dîn’is-Sübkî ve Ehl-i Sünnet bil­
ginlerinin bir kısmıyla Sûfiyye tarafından bid’atla töhmet-
lenen İbn Teymiyye, dokuzuncu yüzyılda Celâl’üd-dîn Abd’
ür-Rahman b. Ebû-Bekr'is-Süyûtî... bunlardandır; ancak
bunlar da, Hadîs Bilgisi metoduyla eleştirilirlerse, tam
12 ŞÎA İNANÇLARI

bir ictihad sâhibi scFyılatnazIar ve re’iyleri, fetvâdon ileri


gidemez ki bu husus, «Mısır’ckt İslâmî Teşrî' Târihi» adlı
kitabımızda, mümkin olduğu kadar açıklanmıştır.

İmâmiyye bilginleriyse, her hususta içtihadı gerekli


bilmişler, hongi çağda olursa olsun, ictihâd kapısının, gü­
nümüze dek kapanmadığındo ittifak etmişlerdir. Bu bil­
ginlerin çoğu, her devirde, müctehidin bulunması, Şia’nın,
vefât etmiş müctehidi değil, sağ olan bir müctehidi taklîd
etmesi lüzumunu bildirmişlerdir. Bu, yaşayışın seyrine bir
uyuş olduğu gibi şer'î hükümlerin dâimâ diri, hareketli,
gelişir, zamana ve mekâno uyar hükümler olduğunu, onla­
rın donup kalmaydcoğmı, dîn ile dünyânın, inançla ilmi
inkişâfın, aralarının oçılmayacağmı sağlamaktadır ve İmâ-
miyye'ye muhâlif olon mezheblerin çoğunda do, muhale­
fetlerine rağmen bunu görmekteyiz.
İkinci mes’ele, yapılan işlerde «Hüsnn ve «Kubh» un,
yâni güzel ve iyi, hayırlı oluşla, çirkin, kötü ve şer oluşun,
zâti mevcudiyetine inanmalarıdır. İmâmiyye’ye göre, Al­
lah'ın emrettiği, yahut mübah kıldığı şeylerde hüsn, ha­
ram ettiği, mekruh olduğunu bildirdiği şeylerde kubh,
zâti olarak mevcuttur; 6 işler, Alloh’ın emri, yâhut nehyi
dolayısıyla hüsn, yâhut kubh değildir; Allah, iyi, gerekli
ve güzel olduğu için onların yapılmasını emretmiştir; zâtî
ve tabiî olarak kötü olanlardan da kullarını nehyetmiştir.
Şîa^i İmâmiyye, dînî hükümlerin çoğunda aklı delîl tut­
muş, nakle dâyondığı kadar akla da dayanmıştır. Hüsn
ve kubh hakkındaki re'y, Mu’tezile’nin re’yidir; ancak bur-
da bir soru sormamız gerek: Bu hususta Şîa mı Mu’-
tezile'nin te'sîri altmda kalmıştır, Mu'tezile mi Şîa’ya uy­
muştur? Bundan bahsedenlerin çoğu, Şîa'nın Mu’tezile'-
nin te'sîri altında kaldığını söyler; fakat ben, Mu'tezile'nin
Şîo'dan müteessir olduğunu sanıyorum; çünkü Teşeyyu',
l'tizâi'den öncedir ve Sîo’nm uluları Mu’tezile'den önce
TAKRİZ 13

mevcuttur; bu hususta târihî gerçeklere uymok zorunda­


yız. Şîa, i(k halîfeler devrinde mevcuttu; İmâm Alî’nin hi­
lâfeti zamânmdaysa tam anlamıyla teessüs etmişti; İmâm
Alî (A.M.), zulümlere, düşmanlıklara mâruz kaJıp öhırete
intikaal ettiği zaman Şîa, bütün siyâsî ve ictimâî fırkalar­
dan ayn, müstakil bir Islâm mezhebiydi.
Okuyucunun, bundan anlaması gerektir ki Şîa, ger­
çeği tahrîf eden, Süfyânîlere uyan kişilerin sandıklan gibi
hurâfâtlo, vehimlerle, İsrâîliyâtla dolu, yâhut târihte ha­
yâlı olarak yaşatılmış olan Abdullah b. Sebe’ ve benzeri
kişiler tarafından uydurulmuş bir mezheb değildir; düşman­
ların zanlarının aksine, hadîs bilgisi yoluyla da anladığı­
mız gibi bu mezheb, Islâm mezhebleri arasında, akla ve
fiakle dayanan, fıkhı mes’elelerde zamanı ve mekânı dü­
şünerek ictihâda önem vermekle mümtaz olan, hükmü
«bedl bulunan İslâm şerîatinin ruhuna uyan, görüşü ge­
niş bir İslâmî mezhebdir.

Şimdi müsâodenizle üçüncü meş'eleye değineceğim:


Şîa’nın kobirleri iziyâreti. Ehlibeyt Imamlarınm medfûn
^bulundukları yerlerde farz namazları kılmaları, onların ha­
yat hikâyelerini onmaları, oralarda ilim meclisleri kurnno-
ları, çoğdoş Müslümanlar nazarında bâtıl sayılmakta, bun-
;lar, hurâfâttan sayılmakta. Bu çeşit hareketleri, bllhâssa
Ahmed b. Abdülholîm b. Teymiyye ve onun târih bakl­
anından talebesi sayılan ve Vehhâbî mezhebini kuran Mu-
ihammed b. Abdülvehhâb-ı Necidî ve adlarını yazmaya lü­
zum görmediğimiz çağdaşlarımızdan bir topluluk, küfür
saymakta; bu işleri, dinden çıkış bilmekte.
Fakat Ehl-i Sünnetin ekseriyeti, inançta aşın olmo-
yonlar, bu hususta Şîa-i Imârniyye’yle aynı inancı gütmek-
teler; her iki fırka da evliyânın, İmamlann ve yeryüzünde
ımevcûd olan herşey’in, ancak Allah'ın irâdesiyle insana
14 ŞÎA İNANÇLARI

faydalar verebileceğine, Allah'ın irâdesiyle zarar getire­


bileceğine inanmaktalar; hiçbir varlık, Allah’ın izni olma­
dıkça, hiçbir vara, hiçbir vorlığa, ne bir foyda verebilir, ne
bir zarar. Bu bakımdan, din büyüklerinin kabirlerini ziyâ-
ret, oncak onların huylarıyla huylanmayı, onların yolları­
na gitmeyi, onlorın tiertemiz yoşayışlorını anmak ve an­
dırmak suretiyle 2iyâretçinin azmini, inancını, ibretini sağ­
lar ki bu da her iki fırka tarafından da müboh sayılmakta­
dır.
Dördüncü nokta da şu; Kardeşimin te’lîf ettiği bu ki­
tabı okurken İmâmiyye inançlarını en güzel bir üslûbla ve
akıl yoluyio belirtmesine hayran oldum doğrusu. Bunun se­
bebini de Şîa’nm, İmamlarından rivâyet ettiklerini, yâni
nakli, akıl yoluyio inceleyip derinleştirmesinde buldum.
Esasen Teşeyyu'la İ'tizâl ve Şia ulularıyla Mu’tezile büyük­
leri arasındaki bağlantılar da buna delâlet etknektedir.
Hattâ Şia'nın ulularından olanlar, Mu'tezile'nin büyükle­
rinden, Mu'tezîle'nin büyüklerinden olanlar da Şia ulula-
rmdandır; «E’s-Sâhib b. Abbâd» kitabımıza müracaat eden,
bunu anlar. Bilhâssa hicri dördüncü yüzyıl ortalarında bu
bağlantı, bu te'sîr ve teessür, pek kuvvetlidir; ben, bu ça­
ğın ikinci yarısında Sâhib b. Abbâd'ın şahsiyetinde bunu
buldum.
Değerli müellif, «Tevhîd-i Sıfat» bahsinde, Allahü Ta-
âlâ’yı Mu'tezile inancına göre anmakta; esâsen İmâmiyye
ve Mu’tezile, sıfatların, zâtın aynı olduğunda birleşmek-
feler ve kendilerine de bu yüzden «Ehl-i Tevhîd» demek-
teler. Yâni Allahu Taâlâ, onlarca, zâtiyle görendir, zâtiyle
duyondır, zâtiyle gücü yetendir ve böylece zâtı ve sıfat­
ları birbirinden ayırmamaktalar. Bence iki mezheb de,
zât'la sıfatları ayırmada, iltibastan, bunun sonucu da şirk­
ten kaçınmada; bu da şüphe yok ki tevhîddeki tenzîhî
düşüncelerinin tabiî bir sonucu. Gene İmâmiyye’yle Mu'-
T A K R Î Z 1&

tezile arasındaki sağlam bağlantı, müellifin, Adi inancınr


anlatışından da belirmekte; meselâ güzel, doğru işin Al-
lahu Taâlâ’ya zulmü nisbet etmekten çekinmeleri sebe­
biyle; aksi holde böyle bir inanca saplonmoktan çekini­
yorlar.

Hâsılı bu hususta her iki fırka, yâni Şîa-i îmâmiyye


ve Mu'tezile, bir yanda; Ehl-> Sünnet ve Sûfiyye, öte yan­
da, îmâmiyye ve Mu’tezile, İlâhî adli savunuyorlar, Ehl-r
Sünnet ve Sûfiyye İlâhî hürriyeti, yâni Allah’ın, ef’âlinde
fâil-i muhtar oluşunu. Ancak her iki fırka da, hadîs yoluyla
gerçeğe yönelmede.

Müellifin Kazâ ve Kader hakkındaki sözleri de bu ko­


nunun bir bölümü. Yâni insan, yaptığı işlerde muhayyer
mi, mecbur mu; yâhud İmâmiyye’nin tâbîrince insan, fi’lin-
de mecbur mudur, yoksa dilediğini yapabilir mi? Cebir
mi var, Tafvîz mi? Bu bahis, İlâhî Adi felsefesiyle bağlan­
tılı; ancak burda îmâmivye, Mu’tezile’den ayrılmada ve
orta bir yol tutmada, İmâmiyye, «Cühemiyye» denen ve
mutlak cebri kabûl eden fırkadan olmadığı gibi «Kaderiy-
ye» denen ve işlerin yapılışını, mutlak olarak kulun ihti-
yârına bağlayan «Mufavvıza» dan, yâni Mu’tezile’den de
değildir.

Mutlak cebri, insanın irâde ve hürriyetini selb ettiği


için kabul etmiyorlar, bunu kabûl etmek, insanı, yele uy­
maya mecbur bir tüy hâlinde kabûl etmektir, bu takdirde,
onların örfünce, insanın, yaptığı işler dolayısıyla soruya
çekilmesi, bir zulümdür; bu cebri kabûl etmiyorlar; çünkü
Allah’ın Adi sıfâtına aykırı. Şâir, bu inancı şu beyitle dile
getirm ede:

E li-k olu b a ğ lı b ir in i d en ize atm ak ;


Sonra da aman hâ, aman, ıslanma, demek!
16 ŞÎA İNANÇLARI

Mutlak ihtiyâr ve Tafvîzi kabûl etmemeleriyse, bu


inancm, insanı, işlerinde, sözlerinde, Allah'ın irâde ve
kudretinden müstakil saymakla sonuçlanmadadır; çünkü
Tafvîza inananlar, insanın, yaptığı işleri, kendisinin yarot-
tığına, bunlarda Allah’ın kudretinin, irâde ve takdirinin hiç­
bir dahli bulunmadığına inanmaktalar; inançları intikad
edenler, bunlan yeren bâzı hadîsler de rivâyet ederler ki
«Kaderivye, bu ümmetin Mecüs'udur» hodisi bunlardan­
dır.

Bundan onlıyoruz ki Ceberîler, Allahu Taâlâ'dan Adi


sıfatını nefyetmek suretiyle hatâya düşüyorlar; onlarca
Allah, kullarını, onlarda kendisinin îcâd ettiği işler yüzün­
den soruya çekmekte. Kaderîlerse, yaratıklardan Allah'ın
kudretini, tedbîrini ve tasarrufunu nefyetmekle yanılıyor­
lar; her iki fırka da, inançta gerçekten pek uzak düş­
mede.

Bu yüzden İmâmiyye, bu hususta İmâm Ca’fer’üs-


Sâdık'ın (A.M.) sözünü söylemekte:

«Cebir de yoktur, Tafvîz de; fakat iş, iki işin (, cebirle


tafvîzin) arasında.» Bu sûretle onlar, kardeşleri Ehl-i Sün-
net'le aynı inançtalar; çünkü Ehl-i Sünnet de onların söy­
lediğini söylemekte; insonda cüz'î ihtiyâr olduğuna inan­
makta. Buyso tam cebr olmadığı gibi insanın, yaptığı iş­
lerin hâlikı (yaratıcısı) olduğu kanâatini de vermemekte.
Bu hususta İmâm Ebû’l-Hason’il-Aş'arî de aynı kanâati iz­
hâr etmiş, Fahruddîn'i Râzî ise, «İnsan, bâtında mecbûr,
zahirde muhayyerdir» diyerek bu inancın felsefesini dile
getirmiştir ki bu sözün derin bir anlamı vardır ve İslâm
inancında rüsûh sâhibi olanlara, irfân erbâbına gizli de­
ğildir.
Şimdi önsözümüzü, beşinci mes'eleyle tamamlayalım;
o da İmâmiyye'deki «Bedâ'» inancıdır. Bu sözün açık an­
TAKRÎZ 17

lamı, bir işi yapmak, sonra o işten vazgeçmektir, buysa,


yaratıklorm vasıflarındandır ancak. Bir işi yaptıktan sonra
düşünüp taşınarok ondan vazgeçmek, yaptığı işin yanlış
olduğunu anlayıp bilgisizlik yüzünden yap'^ığı işten dön­
mek, doğruya yönelmek, ancak kula âit bir şeydir. Dü­
şünürlerin çoğu, Bedâ’ hususunda Şia’nın yanıldığını, Al-
lahu Taâlâ'nın, bir işi yanlış olarak yapıp sonra doğruyu
anlamasının ve o işten vazgeçmesinin düşünülemeyeceği­
ni söylerler. Oysa ki Şîo ve Ehi-i Sünnet âlimleri, Allah’ın
bilgisinin kadîm olduğuna inanmaktadır; her iki fırka da,
yaratıkların sıfatı bulunan bu çeşit şeyden Allah'ı tenzih
eder. Bu, yâni Bedâ', bir şey'in isbâtmdan sonra mah-
vidlr ki esâsen llm-i İlâhîde böyle takdir edilmiştir; nite­
kim «Allah dilediğini bozar, dilediğiniyse isbât eder» bu-
yurulmaktadır (XIII; Ra'd, 39). Imâmiyye’deki «Bedâ’»
inancına dâir şu örneği arzedelim: Birisinin kötülüğü tak­
dir edilmiştir; o kişi, kırk yaşına gelince Allah'a tevbe
eder, iyilere katılır. Burada Bedâ’, o adamın adının, kö­
tülerden silinip iyilere yazılması, o adamın kutlulara ka­
tılmasıdır; fakat bu tevbesi ve sonra saîdlere katılması,
ona tevbenin ilhâm edileceği vakit, Allah’ın bilgisinde sâ-
bittir.
Imâmiyye’de Bedâ’, Allah’ın hikmetine binâen mey­
dana gelen bir mohv ve isbât'dır. Imâmiyye'nin, Allah'ın,
bir şey'i sonradan bilip değiştirdiğine inandığını sanan­
lar, yanılmışlardır. Bedâ’, Kur’an'daki Nâsih ve Mensûh
ile tefsir edilir. Mşselâ, içkinin harâm edilişi, tedricî bir
surette olmuştur. Birden harâm edilseydi, alışanlara güç
gelirdi; bu yüzden merhale-merhale içki yerilmiş, içilme­
mesi buyurulmuş, sonra tümden harâm edilmiştir; İmâ-
miyye’nin Bedâ' hakkındaki inancı da bundan ibârettir.

Burada, şunu do söyliyeyim ki, Islâm mezheblerinin,


fürû'da, yol-yordamdo ihtilâflarına rağmen temelde ve
13 ŞÎA İNANÇLARI

amaçta bir oluşları, beni gerçekten de sevindirmiştir. Al­


lah’ın başarısıyla İslâm mezheblerini birbirlerine yaklaştır­
mak için ayrı bîr kitap yazmak isterim.
Bütün bu sözlerden sonra kitabın müellifi olan üstâ-
dı, nakledilenle ma'kulü birleştirerek İmâmiyye inançları­
nı bildirmek husûsundaki başarısından dolayı tebrik ede­
rim. İnsâf ve düşünce erbâbına dq bu kadar söz yeter.

Dr. Hâmid Hafnl Dâvud


Diller Üniv. Arab Edehiyâtı
ve Hindistan, Aliker Câmia-
sı, İslâmî Bilgiler Müderrisi
Kahire - 17.6.1381 H.
25.11.1961 M.
RAHMÂN VE RAHİM ALLAH ADIYLA

Hamd ve şükür, Allah'a; salât ü selâm, insonlarm en


hayırlısı M uham m ed’e ve insanlara doğru yolu gösteren
evlâdına, soyuna.

İnançlara âit olan bu kitabı, selâm onlara. Ehlibeyt


yoluna uygun olan İslâmî İnançların özünü, özetini anlat­
mak için, etraflıca delîl ve hüccet getirmeden, çok def'a
Ehlibeyt imamlarından gelen nassları zikretmeden, tam
bir özet hâlinde yazarak adını, «Şîa İnançları» koydum;
Şîo’dan maksadım da, bilhâssa «İmâmiyye-i Isnâ Aşeriy-
ye» d ir.

1363 yılında, dîni yaymak için kurulmuş olan medre­


sede Kelâm bilgisine dâir bâzı mübâhaseleri yazmaya ko­
yulmuştum: bunlar çoğaldıkça çoğaldı; sonra da öylece
kaldı. Aradan sekiz yıl geçti. Allah kendisine hayırlar ver­
sin, üstün ve edîb Muhammed Kâzım E'l-Ketbî, bu yazı­
ları bir daha gözden geçirmemi ve bunları özetliyerek bir
risâle hâline getirmemi istedi: isteğine uydum, bu muh­
tasar kitab meydana geldi.

Bu kitabı yayım âlemine sunmakla «İmâmiyye» hak-


kındaki kınayışların önünü almak, bu mezhebin inançla­
rını, okuyuculara, olduğu gibi sunmak istedim. Bilhassa
çağımızda. Ehlibeyt yolunu bilerek, bilmeyerek, yâhud da
bilmezlikten gelerek bir çok kişi, kaleme sarılıp Şia'ya, Şîa
inançlarına, dinî mesleklerine göre, hücumlarda bulunu­
yorlar; böylece de gerçeğe zulm ediyorlar, okuyanlara, bil­
20 ŞÎA İNANÇLARI

giyi değil, bilgisizliği yayıyorlar, Islâm birliğini bölüyorlar,


gönüllerinde gizledikleri hasedi, garezi izhâr etmiş oluyor­
lar. Oysa ki bu gün, Müslüman toplumunun saflarını dü­
züp koşmak, bölüklerini birleştirmek, bütün Müslümanları
bir bayrak altında toplamak imkânı bulunması bile onların
aralarını bulmak, onları birbirlerine yakınlaştırmak, hased-
lerini köreltmek, garezlerini gömmek zorundayız ve bunu,
bu gerçeği bilmeyen de yoktur, kalmamıştır.

Bu sözleri söylüyoruz ama, m aal’esef; bâzı kişiler,


Müslümanları hâlâ bölmeye, birbirlerini yermeye, İslâm
birliğini bozmaya, Müslümanları ayrılığa, aykırılığa ça­
ğırmaya uğraşıyorlar ve biz, bu kitap gibi bir çok kitapla
bunun önüne geçemiyoruz, birliği sağlayamıyoruz; «Imâ-
miyye» nin inançlarını açıklamak, olduğu gibi bildirmek,
bu çeşit kişilerin inadlarmt arttırıyor; uyarmalarımız, onla­
rın tuttukları yanlış yoldaki ısrarlarını güçlendiriyor.

Ancak bunların ve benzerlerinin inadlarında ısrar e t­


meleri, bizce önemli değil. Biz. bu kitabı sunmakla, yayım­
lamakla, ancak gerçeği arayanlara faydalı olmak, İslâma
faydalı bir hizmette bulunmak, hattâ bütün insanlığa hiz­
met etmek maksadını gütmekteyiz.

Kitabı bir başlangıçla beş bölüme ayırdık; şerîki-na-


zîri olmayan Allahu Taâlâ'dan başarı dilemekteyiz.

Müellif
27 Cumâdelâhıra 1370
BAŞLANGIÇ

1 — N A Z A R V E M A R İF E T H A K K IN D A K t
İN A N C IM IZ

A lla h ü T a â lâ ’m n , b ize d ü şü n m e k k a b iliy etin i v e r ­


d iğ in e, b ize a k ıl-fik ir ih sâ n ettiğin e, so n ra d a y a ra tışı­
nı, y a ra ttık la rın a b a k ıp d ü şü n m e m izi, s u n ’u n u n eser­
lerin e d ik k a t e d ip te e m m ü l etm em izi, h ik m etin i d ü şü ­
n ü p çe v e rm iz d e k i v e b izz a t n e fsim izd e k i ted b îr v e ta ­
sa r r u fu n u a n la m ım ız ı e m ir b u y u r d u ğ u n a in a n m a k ta ­
yız; n itek im , «O n u n , o n la r c a d a g e r ç e k o ld u ğ u n u n a p ­
a çık m e y d a n a çık m a sı için on la ra , d elillerim izi y a k ın ­
da, ç e v re d e d e g ö ste re ce ğ iz , n e fisle rin d e de» b u y u r ­
m a k ta d ır (XLI, Fussüet, 53).
«Biz, a ta la rım ız n e y e u y d u y sa o n a u y a rız d e d i­
ler; a m a a ta la rın ın a k lı b ir ş e y ’e e rm iy o r» ây et-i k e­
rîm e siy le (II; B ak ara, 171) a ta la rım ta k lîd ed e re k on ­
la rın y o lla r ın ı tu ta n la rı k ın a m a k ta d ır; h a y â lle rin e k a ­
p ılıp z a n la ra d ü şe n le ri de, «O n lar, a n ca k za n la rın a
u y a rla r» h ü k m ü y le y e r m e k te d ir (VI; E n ’âm , 116; X;
Y û n u s A .M ., 66; LIII; N ecm , 23, 28).

G e rçe k te n a k ılla rım ız, b ize, yara tışa, y a ra tılışa b a ­


k ıp v a r lığ ı y a ra ta n ı ta n ım a m ızı fa r z etm iştir; n itek im
P e y g a m b e rin (S.M .) risâ le t d â v a sın a v e m u cizelerin e
d e b a k ıp g e r ç e ğ i a n la m a m ız, g e n e a k len fa r z d ır bize.
Bu b a k ım d a n b u h u su sta b ir b a şk a sın a u y m a k , b izce
d o ğ r u d e ğ ild ir; isterse k e n d isin e u y u la n ın d e recesi v e
22 ŞÎA İNANÇLARI

m e v k ii y ü k s e k olsu n . K u r ’â n -ı K e r îm ’d e d e d ü şü n ü p
b ilg iy e , ta n ıy ışa sa h ip o lm a k ta n b a ş k a b ir şey em re-
d ilm e m iştir v e a n ca k , in sa n ın y a ra tılışın d a k i b u d ü ­
şü n ce h ü rriy e tin d e n b a h so lu n m u ştu r; a k ıl-fik ir sa h ip ­
leri d e a n c a k b u n u k a b û l ederler.
H âsılı, in a n c a âid h u su sla rd a , in sa n ın k en d isin i
ih m â l etm esi, d ü şü n ce y i, a n la y ışı b ir y a n a atm ası, a ta ­
ların ın , y â h u d k e n d ile rin i y e tiştire n le rin y o lla r ın ı tu t­
m a sı d o ğ r u d eğ ild ir; aksine, K u r ’â n -ı K e r îm ’in n assla-
n n d a d a te ’y id e d ild iğ i g ib i in şâ n ın y a ra tılışın d a k i a k ıl
fik ir sa h ib i o lu şu b a k ım ın d a n e n e h e m m iy e tlile ri tev -
hid, n ü b ü v v e t v e m e â d ola n u sû l-i dîn de, d ü ş ü n ü p a k ­
lıy la g e r ç e ğ i b u lm a sı g erek tir; b u e sa sla rd a a ta la rı­
na, y â h u d o n la r g ib i sa y d ık la rı k işilere u y a n la r, y a n ı­
lırlar, d o ğ r u y o ld a n sap arla r, h a ttâ e d in d ik leri in a n ç
d o ğ r u b ile olsa, b u h u su sta m a z u r sa y ıla m a zla r.
B izce, ö n c e in a n çla rm e sa sın d a d ü ş ü n ü p a n la m a k ,
in sa n a v â c ib t ir v e b u h u su sta b a şk a sın ı ta k lîd câ iz d e ­
ğ ild ir. İk in cisi, b u a k li v ü cû b , ş e r ’i v ü c û b d a n d a e v v e l
gelir; y â n i b u h u su sla rd a d în i n a ss la ra u y m a k su re­
tiyle b ir in a n c a varış, sa h îh o lsa b ile m u tla k a b u in a n ­
cın , a k lî d elâ le tle te ’y îd edilm esi gerek tir.

2 — F Ü R U ’D A T A K L İD İN LÜ ZU M U

F ü rû ’-ı d în e gelince.- B u n lar, a ’m â le âit ş e r ’î h ü ­


k ü m lerd ir; b u n la r d a n azar, te fe k k ü r v â c ib d e ğ ild ir.
O ru cu n , n a m a z ın v â c ib olu şu g ib i k esin o la ra k b ili­
n en şe y le r m ü stesn â , b u n la r d a m ü k e lle fe ü ç şey g e ­
r e k tir :
E hil o la n kişi, h ü k ü m le rin d elillerin d e içtih a d a
b a ş v u r u r v e h ü k m ü n ü verir.
SÎA İNANÇLARI 23

E hil d e ğ ilse ih tiy a tla a m e l eder.


Y â h u d dîn in i k o ru m a k , k e n d i d ile ğ in e u y m a m a k
v e M e v lâ s m a ita a t etm e k iç in iç tih a d şa rtla rm ı k e n ­
d isin d e to p la m ış o la n v e h a y a tta b u lu n a n âd il b ir
m ü cte h id i ta k lid eder.

M ü cte h id o lm a d ığ ı, ih tiy a ta riâ y e ti d e b ilm e d iğ i


h alde, ic tih a d şa rtla rın ı h â iz o la n b ir m ü cte h id i ta k lid
e tm e y e n kişi, ö m rü b o y u n c a n a m a z kılsa, ib â d ette
b u lu n sa , g e n e de am eli, ta k lid e d ilen b ir m ü cteh id in
r e ’y in e u y g u n d e ğ ilse b â tıld ır, k a b û l edilm ez.

3 — İC T İH A D D A K İ İN A N C IM IZ

F e r ’î h ü k ü m le rd e ictih â d ın , b ü tü n m ü slü m a n la ra
k ifâ i v â c ib o ld u ğ u n a in an ırız; y â n i h e r ça ğ d a , ictih a d
m erteb esin e y ü c e lm e k iç in ça lışm a k , b ü tü n m ü slü -
m a n la ra v â c ib d ir, a n ca k iç le r in d e n biri, b u m e rte b e ­
y e u la şırsa v ü c ü b ö b ü rle rin d e n sâ k ıt olur. H er ça ğ d a ,
m ü slü m a n la rm iç in d e n ictih a d m erb e tesin e erişip
şa rtla rın ı n e fsin d e to p la y a n v e ö b ü r m ü slü m a n la r ta ­
r a fın d a n ta k lîd ed ilm ey e, h ü k m ü n e u y u lm a y a ehil b u ­
lu n a n b irisin in y e tişm e si gerek tir. B öy le b iri yetişti
m i, öb ü rle ri, din î h ü k ü m le r d e o n a ba ş v u ru rla r. F akat
iç le rin d e n b ö y le b iri y etişm em işse, b u m erteb ey e u la ş­
m a k g ü ç o lsa bile, g e n e d e h e p s in e b u m e rte b e y e u la ş­
m a k iç in ç a lış m a k v â c ib d ir v e v e fâ t etm iş b ir m ü c te ­
h id i ta k lîd etm e le ri câ iz d eğ ild ir.

îctih a d , «M u h a m m e d ’in S.M . h elâ lı, k ıy a m et gü -


n ü n e d e k h e la ld ir, h a râ m ı, k ıy â m e t g ü n ü n e d ek h a ­
ram » m u k te zâ s m ca , z a m â n ın v e a h v â lin d eğ işm esiy le
d e ğ işm e sin e im k â n b u lu n m a y a n v e H azret-i R asûl-i
24 ŞÎA İNANÇLARI

E k rem (S .M .) ta ra fın d a n , A lla h ’ın em riy le ib lâ ğ b u ­


y u ru la n h ü k ü m le ri, şe r’î d e lille riy le b ilm ek , b u h ü ­
k ü m leri, şe r’i d e lille rd e n istin b â t etm e k g ü c ü n e sa­
h ip olm ak tır. Ş e r ’î deliller, K itab; y â n i K u r ’â n -ı M ecid ,
Sü n n et, İc m a ’ v e A k ıld ır k i b u n la r, fık ıh u sû lü n ü b il­
d ire n k ita p la rd a e tra fıy la an latılm ıştır.

İctih a d m e rte b e sin e y ü ce le b ilm e k , b u d ö r t ş e r ’î


d e lild e n h ü k ü m ç ık a r a b ilm e k için , b ir ç o k b ilg iy i eld e
etm ek , b u n u n iç in d e k e n d in i ta m a m ıy la b u y o la v e ­
rip h a k k ıy la ça lış m a k g e re k tir (*).

4 — M Ü CTEH İD E İN A N C IM IZ

İctih a d şartla rın ı k e n d isin d e to p la m ış m ü cteh id ,


g a y b e t za m a n ın d a , in a n cım ız ca , İm a m a le y h iss e lâ m ’ın
n a ib id ir, m u tla k o la ra k h â k im v e reisdir; h ü k ü m v e r­
m ek te, h a lk a h ü k m e tm e k te İm â m ın sa lâ h iy etin e s a ­
h iptir. O n u n h ü k m ü n ü k a b û l etm em ek , İm â m ’ın h ü k ­
m ü n ü k a b û l etm em ek tir; İm â m ’ın h ü k m ü n ü k a b û l et­
m e m e k ise, A lla h ’ın h ü k m ü n ü k a b û l etm e m e k tir k i
bu , sâ d ık -ı âl-i M u h a m m e d ’d en a le y h i v e a ley h im ü sse-
lâm , r iv â y e t ed ilen h a d îse g ö re , A lla h ’a şirk k o şm a k la
birdir.
İctih a d şa rtla rın ı n e fsin d e to p la m ış ola n m ü c te ­
hid, y a ln ız fe tv a a lm a k için k e n d isin e m ü r a ca a t ed il­
m esi g e r e k e n şa h ıs değildir-, o, a y n ı z a m a n d a , ü m m e ­
tin u m u m î v ilâ y e tin e d e sa h iptir; h ü k ü m d e , k a za d a ,
b ir işi h a ll-ü fa s i e tm ed e de a n c a k o n a m ü ra ca a t ed ilir

(*) Meselâ miictehidin, mutlaka riyaziyeyi, hendeseyi hak


Tcıyle bilmesi îcabeder; aksi takdirde, miras ve sefer hüküm­
lerinde yanılabilir. (Mütercim)
ŞÎA İNANÇLARI 2&

ve b u h u su sla rd a , o n d a n b a ş k a s ın a b a ş v u rm a k , a n ­
c a k o n u n e m riy le câ iz ola b ilir; n ite k im h a d le r ve d iğ e r
c e z a la r d a ancak, o n u n em riy le v e h ü k m ü y le icra ed i­
lebilir.

İm â m ın h a k la rın a ait h u su sla rd a d a b a ş v u r u lm a ­


sı g e r e k e n m a k a m , a n ca k o d u r v e b u d e r e c e v e u m û ­
m î riy a se t v e v ilâ y e t g a y b e t z a m a n ın d a , İm am aley-
h isselâ m ın n iy a b e ti d o la y ısıy la v e İm a m aleyhisselâm .
ta ra fın d a n k e n d isin e verilm iştir.
I. BÖLÜM

İLÂHİ Y YÂ T

5 — A L L A H Ü T A Â L Â ’Y A İN A N C IM IZ

A lla h ü T a â lâ ’n ın v a r v e b ir o ld u ğ u n a , h iç b ir eşi -
b e n z e r i b u lu n m a d ığ ın a in a n m a k ta yız. K a d îm ’dir, z e ­
v a li y o k tu r, o n a z e v â l erişem ez. E vveldir, â h ırd ır, b i­
len d ir. h ü k m e d e n d ir; a d a let sa h ib i d â im î d iridir; g ü c ü
y eten d ir, g a n îd ir, d u y a n -b ile n d ir; y a ra tık la rın v a sfe -
d ild ik le ri şey lerle ta v s if ed ilem ez. C ism i, su reti y o k ­
tur, c e v h e r ve a ra z d e ğ ild ir (*); a ğ ırlığ ı, h a fifliğ i y o k ­
tur; h a rek eti, sü k û n u olam az; z a m a n ı v e m e k â n ı b u ­
lu n a m a z; k e n d isin e işaret ed ilem ez. Eşi, eşiti, b e n z e ­
ri, zıddı, zevcesi, oğ lu , o rta ğ ı o lm a d ığ ı g ib i on d a n
b a şk a b u v a s ıfla n h â iz b iri d e y o k tu r; « G ö zle r o n u id ­
râ k e d e m e z v e o, g ö z le r i id râ k eder.» (V I; E n ’âm , 103).

O n u , y a ra tık la r ın d a n b irin e b e n z e te n v e yü zü ,
eli, g ö z ü o ld u ğ u n u sö y le y e n , y â h u d d ü n y a g ö ğ ü n e in ­
diğin i, ce n n e t eh lin e, a y ’ın g ö r ü n d ü ğ ü g ib i g ö r ü n e c e ­
ğ in i sö y le y e n , b u çe şit in a n ç la r a sa p an , h e r tü rlü n o k ­
sa n d a n m ü n e z ze h o la n y a r a tıcıy ı b ilm e y e n k iş id ir k i
■o, k â fir m e n zile sin d e d ir. V e h im le rim izle , en in ce a n ­

(*) Cevher, bizdtiht, yâni kendi varlığıyla vâr olan, araz,


vâr olabilmek için cevhere muhtâc olan şeydir. Renk, cisme na­
zaran arazdır, şekil ve h ey’et de öyle. Cisim, renk, şekil ve h ey ’-
e te nazaran cevher sayılır. (Mütercim)
ŞÎA İNANÇLARI 27

la m la ra dek , h a k k ın d a d ü ş ü n e b ild ik lerim iz, İm a m


M u h a m m e d B â k ır a le y h iss e lâ m ın b u y u r d u k la r ı gibi,
a n c a k b izim m islim iz b ir m a k lu k olabilir.

K ıy a m e t gü n ü , h a lk a g ö r ü n e c e ğ in i söy leyen , O ’-
n u n cisim o lm a d ığ ın a in a n sa, o n u teşb ih d en tenzih
etse b ile b u sözü , b ir dil te k e rle m e sin d e n ib a re ttir v e
k ü fre u laşır; ç ü n k ü b u çeşit id d ia la rd a b u lu n a n la r,
K u r ’â n -ı K e r îm ’in, y â h u d h a d îsin z a h irî a n la m la rın a
k a p ıla n lar, a k ılla rın ı - d ü ş ü n ce le rin i b ıra k a n la r, o n ­
la rı a rtla rın a a tan lar, o sö z le rd e k i istiare ve m e c a z ­
la rı a n la m a k ta a c z e d ü şü p n a za ra , delile ön em v e ­
ren lerd ir.

e _ TE V H İD E D A İR İN A N C IM IZ

H er h u su sta A lla h ü T a â lâ ’y ı b ir b ilm e n in v ü cü -


b u n a in a n m a k ta y ız. Z âtı itib a riy le v a rlığ ın a , b irliğ i­
ne, b u n u n v ü c û b u n a in a n m a m ız n a sıl g erek se a y n ı
ta rzd a sıfa tla rın ı te v h îd de v â c ib d ir v e bu , ilerid e an la-
ta cığ ım ız g ib i, sıfa tla rın ın , z â tın ın a y n ı o ld u ğ u n a in a n ­
m ak, zâ ti s ıfa tla rın d a d a b e n z e r i b u lu n m a d ığ ın a îm â n
etm ek tir. O ’n u n , ilim d e, k u d rette n a z îri b u lu n m a d ığ ı
g ib i y a ra tm a k ta , rızık v e rm e k te d e şerik i, n a zîri y o k ­
tu r v e b ü tü n k e m â l s ıfa tla rın d a eşi b u lu n a m a z.

İb â d ette de O ’n u tev h îd , a y n ı ta rzd a g e re k m e k ­


tedir; h iç b ir v e ç h ile O ’n d a n b a şk a sın a k u llu k d a b u ­
lu n m a k câ iz d eğ ild ir. K u llu k la rın h iç b ir n e v ’inde, vâ-
cib olsu n , olm asın , n a m a z la rd a v e d iğ e r ib â d etlerd e,
ne su retle o lu rsa olsu n , O ’n d a n b a şk a sın ı k a tm a k c a ­
iz ola m a z. İbâ dette, b ir b a şk a v arı, v a rlığ ı, O ’n a k atan,
m ü şrik tir; k u llu k ta O ’n d a n b a ş k a s ın a y a k la şm a y ı
k a sd e d e n , p u tla ra ta p a n kişi h ü k m ü n d ed ir.
28 ŞÎA İNANÇLARI

Y a ln ız , b â zı k im selerin , z a n la n n a , v e h im le rin e
u y u p k a b irle ri ziy a ret, y â h u d ta ziy e m e clisleri tertîb
etm ek g ib i h u su sla rd a İm â m iy y e y i k ın a m a la rı d o ğ r u
d eğ ild ir; ç ü n k ü b u n la r, b u işler, ib â d e tte A lla h ’d a n
g a y n y a y a k la ş m a k n e v ’in d e n ola m a z. B unlar, h a sta y ı
dola şıp h â lin i - h a tırın ı so rm a k , g ö n lü n ü alm ak , c e ­
n a ze y i te şy i’ etm ek , m ü ’m in k a rd e şle ri z iy a re tte b u ­
lu n m ak , y o k s u la y a r d ım etm ek g ib i tem iz v e g ü z e l iş­
lerle A lla h ü T a â lâ ’y a m a n e n y a k la ş m a y ı k a sd e tm e y e
ben zer, o çe şit işlerd en d ir. H asta n ın h â lin i - h â tın n ı
sorm a k , h a d d -i zâ tın d a, k u lu n A lla h ü T a â lâ ’y a m â n e ­
vi y a k ın lığ ın ı, A lla h ü T a â lâ ’n ın râ z ılığ ın ı sa ğ la y a n b ir
iştir; h a sta y a y a k ın lık k asd ı y o k tu r ki A lla h ’d an b a ş­
k a sın a k u llu k etm e y e b en zesin ; y â h u d d a k u llu k ta şirk
k o şm a y a ben zetilsin . K a b irle ri ziy a re t v e tâ ziy e m e c ­
lisleri te rtîb etm e k d e b u n la rd a n d ır.
K a b irle ri ziy â re t v e tâ ziy e m eclisleri, ş e r ’i ola n g ü ­
zel v e tem iz işle rd e n d ir; fık ıh b ilg isin d e d e b u n la rın
h ü k m ü b ö y le d ir. B u n larla, b â z ı k im selerin z a n n ettik ­
leri g ib i n e ib â d e tte b ir şirk k a sd e d ilm ek ted ir, n e
İm a m la ra k u llu k ta b u lu n m a k . B u z iy a retlerle, b u m e c ­
lislerle o n la n n a d la n a n ılm a k ta , y a p tık la rı işler z ik ­
red ilm e k te d ir; b u n la r, A lla h ü T a â lâ ’n m şeâ irin i u lu ­
lam a k tır; « V e k im A lla h d în in in h ü k ü m le rin i u lu la r­
sa şü p h e y o k k i b u h a rek et, g ö n ü lle rd e k i çe k in m e d u -
g u su n d a n d ır.» (X X II; H acc, 32)

7 — A L L A H ’IN S IF A T L A R IN A İN A N C IM IZ

C em â l ve k e m â l sıfa tla rın ın , y â n i ilim , k u d ret, g ı-


nâ. irâde, h a y â t g ib i sü b û tî sıfa tla rın tü m ü n ü n , z â tın a
m u z a f s ıfa tla r o lm a y ıp zâ tin in a y n ı .o ld u ğ u n a in a n ­
ŞÎA İNANÇLARI 29

m a k ta y ız. V ü cû d u , a n ca k zatî v ü cü d d u r; ku dreti, h a ­


y â tı d o la y ıs ıy la d ır v e h a y â tı, k u d retid ir. D âim i d iri
o ld u ğ u n d a n g ü c ü y e te n d ir, g ü c ü y e te n olm ası d o la y ı­
sıy la d a d â im id ir. S ıfa tla rın d a ve v a r lığ ın d a b ir ik ilik
o la m a z; ö b ü r k e m â l s ıfa tla rın d a d a h â l, b öy led ir.

S ıfa tla r, m e fh u m la r ı b a k ım ın d a n m u h te lif g ö r ü n ­


m e k le b e r â b e r h a k ik a tle ri v e v a rlık la rı b a k ım ın d a n
birdir; ç ü n k ü b u sıfa tla rın v a rlık la rın d a b ir a y rılık
fa r z edilse, v ü cu d d a d a te a d d ü d îcâ b e d e r; b u ise tev-
h îd in a n c ın a zıttır.

Y a ra tm a k , n z ık v erm ek , ev v e li olm a m a k , y ü ce lik


g ib i iz â fî ola n sü b û tî sıfa tla r da, g e r çe k te b ir tek s ıfa ­
ta, y a ra tık la rın a h e r an k a y y ü m olu ş sıfa tın a râ cid ir,
o sıfat, eserlerin in , h ü k ü m le rin in ih tilâ fın a r a ğ m e n
b ir te k sıfa tta n ib a rettir.

C elâ l s ıfa t la n d e d iğ im iz se lb i sıfa tla rsa , O ’n d a b u ­


lu n m a sın a im k â n o lm a y a n sıfa tla rd ır. C isim oluş, h a ­
re k e t v e sü k û n d a b u lu n u ş, a ğ ırlığ a , h a fifliğ e sâ h ip
o lm a k v e şâ ire g ib i sıfa tla r, O ’n d a b u lu n a m a z; b ü tü n
n o k sa n sıfa tla rı, Z ât-ı B â rî’d e n se lb e tm e k v â cib d ir;
h attâ b u n la rın v a rlığ ın d a k i im k â n d a h i Z ât-ı B â rî’d en
selb ed ilm elid ir. B ö y le ce se lb î sıfa tla r, k em â l sıfa tla ­
rın a, sü bû tî s ıfa tla ra r â c î olu r. A lla h ü T aâlâ, h e r h u ­
susta, zâ tı b a k ım ın d a n b ird ir, v â h id v e sam ed olm ası
d o la y ısıy la d a te rk îb d e n v e b ü tü n selbı sıfa tla rd a n
m ü n e z ze h tir.
S ü b û tî sıfa tla rın selb î sıfa tla ra ircâ ı d o la y ısıy la
zâ tın m a h z -ı v ü c û d olu şu , sıfa tla rın ın a y n -ı zât o lm a ­
sı v e h e r tü rlü n o k sa n sıfa tla rd a n m ü n e z ze h b u lu n u ­
şu, v ü c û d la a d e m in a y n ı k ıy â sın ı u y a n d ırm a m a lıd ır.
S ü b û tî sıfa tla rın , zâ td a n a y r ı m ü lâ h a za sı, h a d im v a r­
lık la rın ta a d d ü d ü v e v â c ib ’ü l-v ü c û d u n şerik leri b u ­
30 ŞÎA İNANÇLARI

lu n d u ğ u s o n u c u n a v a n r . E m îr’ü l-M ü ’m in în v e S e y -
y y id ’ü l-M u v a h h id în a le y h isse lâ m b u y u r u rla r k i :

«Ö z d o ğ r u lu ğ u n u n k em â li, O ’n u n o k sa n s ıfa tla r­


d an ten zih etm ek tir; ç ü n k ü b ilm e k g e r e k tir k i n e s ıfa t
söy le n irse söy len sin , o sıfa tla v a sfed ilem ez; h e r sıfat,
v a sfe d lie n d e n g a y rıd ır; o n u n la b ilin em ez. O n u v a s fe t-
m ey e k alk ışan , o n u b ir b a şk a sın a eşit etm iş sayılır.
B aşkasını O ’n a eşit sayan , ik iliğ e d ü şm ü ş olur. İk iliğ e
dü şen , te ce z zisin i k a a il olur; te ce z zisin i k a a il olan, O ’­
n u ta n ım a m ış o lu r ...»

8 — A D L H A K K IN D A K İ İN A N C IM IZ

A lla h ü T a â lâ ’n m k e m â le âit b ü tü n sıfa tla rın ın b i­


rin in de ad i o ld u ğ u d u r; A lla h ü T a â lâ ’n ın â d il o ld u ­
ğu n a, z â lim b u lu n m a d ığ ın a in a n m a k ta y ız . K a z a sın d a
Gevretm ez; h ü k m ü n e h a y ıfla n m a z . îtâ a t e d en lere se-
v a b v erir, isy a n e d e n le ri ce za la n d ırır. K u lla rın a , g ü ç ­
lerin d e n fa z la b ir te k lifd e b u lu n m a z; o n la ra , h a k et­
tik leri ce z a d a n fa z la d a c e za verm ez. Ç ü n k ü in a n m a k ­
tayız k i A lla h ü T aâlâ, h e r h a n g i b ir v esile ile g ü ze li,
iyiy i terk ed ip k ö tü işi işlem ez; ç ü n k ü A lla h ü T aâlâ,
g ü zelin , g ü ze l v e iy i olu şu , çirk in v e k ö tü n ü n çirk in
ve k ö tü o lu şu n u bilir. B u b ilg isiy le d e g ü zel v e iyi işi
y a p m a y a , k ö tü y ü te r k etm e y e g ü c ü yeter. İy iy i işle ­
m ek le b ir z iy a n a d ü şm e z ki o n u terk e m u h ta ç olsu n ,n i-
tekim k ö tü y ü d e işle m e y e b ir ih tiy â c ı y ok tu r. B ütü n
b u n la rla b e r a b e r O, h ü k ü m v e h ik m e t sa h ib id ir; işled i­
ğ i şey, h ik m e te u y g u n d u r; en m ü k e m m e l d ü z en e g ö ­
redir.
Z u lm ü v e k ö tü y ü işleseydi, - k i şân ı b u n d a n y ü ­
ce d ir iş, d ö rt şek le d ö n e r d i :
ŞİA İNANÇLARI 3Î

1) O İŞİ, h â şâ , b ilm iy o r, k ö tü o ld u ğ u n u b ilm e d i­


ğ in d e n y a p ıy o r;

2) K ötü o ld u ğ u n u b iliy o r, fa k a t y a p m a y a m ecb u r;


terk e tm e y e g ü c ü y e tm iy o r;

3) K ötü o ld u ğ u n u b ilm e k te , o n u y a p m a y a m e c b u r
da değil, a m a y a p m a y a m u h ta ç;

4) K ö tü lü ğ ü n ü b iliy o r; y a p m a y a m e c b u r değil, ih ­
tiy â cı d a y o k ; fa k a t a b e s o ld u ğ u n d a n y a p ıy o r v e b u ­
n u n la, h â şâ , k en d in i ta tm in ed iy or.

B u m ü lâ h a z a la rın h e p s i de, m a h z -ı k em â l olan


A lla h ü T a â lâ ’y a n o k sa n irâ s eder; b u y ü z d e n de O ’n un
zu lü m d en , k ö tü v e a b e s iş işle m e k te n m ü n ez zeh o l­
d u ğ u n a in a n m a m ız v â cip tir.

A m a m ü s lü m a n la n n b a zıla rı, h âşâ, A lla h ü T aâ-


lâ ’n ın k ö tü işi y a p m a sın ı, itâa t e d e n le ri ce za la n d ırm a ­
sını, h a ttâ â sîleri, k â fir le r i ce n n e te so k m a sın ı câiz.
bilm ek teler; o n la r c a k u lla ra , g ü ç le rin in y e tm e y e c e ğ i
işleri de, d ilerse, e m re d e ce ğ in e , b u n la r ı te rk e d en leri
ce z a la n d ıra ca ğ ın a , k e n d isin d e n z u lü m v e çe v ir g ib i
şe y le rin su d u r e d e b ile ce ğ in e , h ik m ete, m a sla h a ta u y ­
m ayan , fa y d a s ı b u lu n m a y a n işi y a p a b ile ce ğ in e , «Y a p ­
tığ ın d a n soru lm a z; o n la r d ır so ru m lu ola n la r» ây et-i
k erîm e sin i (X XI; E n biyâ , 23) delil g e tire r e k in a n m a k -
talar. O y sa k i A lla h ü T a â lâ ’n m şânı, b ü tü n b u n la rd a n
y ü c e d ir v e k itâ b ın ın m u h k e m â y e tlerin d e, «V e A llah ,
k u lla rın a z u lm ü irâ d e etm ez» (XL; Ğ a a fir, 31), «V e
A llah , fe s a d ı sev m ez» (II; B akara, 205), «V e biz, g ö k ­
leri v e y e r y ü z ü n ü v e ikisi a ra sın d a k ile r! b o ş y ere y a ­
ratm ad ık » (XLIV; D ü h a n , 38) v e «Biz, cin n i ve insanları,
a n ca k k u llu k e tsin le r d iy e y a ra ttık » (LI; Z âriyât, 56)
b u y u ra ra k zu lü m d en , b o z g u n d a n m ü n e z ze h bu hındu-
32 ŞÎA İNANÇLARI

ğu n u , boş, a b e s b ir şey y a p m a y a c a ğ ın ı b e y â n b u y u r ­
m ak tadır. «T en zih e d eriz seni, b u n u b o ş y e r e y a r a t­
m adın.» (III; A l-i İm ran , 191)

9 — TEKLİF H A R K IN D A K İ İN A N C IM IZ

A lla h ü T a â lâ ’n ın k u lla rın a delîl v e h ü c c e t ikaa-


m e ettikten so n ra ve a n ca k g ü ç le r i k a d a r tek lifte b u ­
lu n d u ğ u n a , g ü ç le r i y etm ey en , b ilg ile ri k a v ra m a y a n
şe y ’i te k lif e tm e d iğ in e in a n m a k ta yız; ç ü n k ıv â c iz e , in a ­
dın a ö ğ r e n m e y e n e d e ğ il de b ilm e y e n e, a n la m a y a n a tek ­
lifte b u lu n m a k , z u lm e âit işle rd e n sayılır. A y n ı z a ­
m an da , h ü k ü m leri, te k lifle ri ö ğ r e n e b ile c e ğ i h a ld e ö ğ ­
re n m e y e n câ h ilin de A lla h k a tın d a so ru m lu o ld u ğ u
na, b u tak siri y ü z ü n d e n c e z a la n a c a ğ ın a in an ırız. Ç ü n ­
kü a k lı b a ş ın d a v e h ü r in san a, ş e r ’i h ü k ü m le rd e n ih ­
tiy â cı o la n la rı ö ğ r e n m e k v â cib tir.

A lla h ü T a â lâ ’n m , dü zen e k a v u şm a la rı, h a y ır la ra


U laşm aları, d â im i k u tlu lu ğ a e rm e le ri için k u lla rın ı
d o ğ r u y o la irşâ d b u y u rd u ğ u n a , ş e r ’ı h ü k ü m le ri b u n a
g ö r e te k lif ettiğin e, o n la n , k e n d ile rin e z a r a r v e r e ­
cek, b o z g u n a u ğ ra ta ca k , so n la rım k ö tü k ıla c a k şe y ­
lerden n e h y ettiğ in e de in a n m a k ta y ız; itâat e tm e y e ­
ce k le rin i bilse b ile e m ir v e n e h iy le rin i o n la ra ib lâ ğ
b u y u rm u ştu r; ç ü n k ü bu, k u lla rın a lû tu ftu r, ra h m e t­
tir. K u llar, işle d ik le ri şey lerin ç o ğ u n u b ilm ezler, d ü n ­
y a d a k i ve â h ıre tte k i h a y ır y o lla rın ı, ta m o la r a k tasa r-
la y a m a zla r; k e n d ile rin i zarara, m a h ru m iy e te u ğ ra ta ­
c a k şe y le rin ç o ğ u n d a n g a fle t e d eb ilirler. Zâtı itib a r iy ­
le R a h m a n v e R a h îm ola n A lla h u T a â lâ ’n ın b u lûtfu,
b u ra h m eti, m u tla k k e m â lin in ic â b ıd ır v e zâ tın d a n
ŞÎA İNANÇLARI 33

a y n im a z ; k u lla r O ’n a itâ at etm em ek te, em irlerin e, n e-


h iy le rin e u y m a m a k ta a y a y k direseler, ısrâ r etseler b i­
le b u lû tfu , b u ra h m e ti o n la r d a n esirg em ez.

10 — K A Z Â V E K A D E R H A R K IN D A K İ
İN A N C IM IZ

M ü c e b b ir e (*) d iy e a d la n d ırıla n top lu m , y a r a tık ­


la rın fiille ri o lm a d ığ ı, b ü tü n fiille r in fa ilin in , A lla h ü
T a â lâ o ld u ğ u k a n â a tin e sapm ıştır. O n la ra g ö r e A llah ,
h âşâ, in sa n la ra c e b r e n isy â n a d â ir işler işletm ekte,
b ö y le o ld u ğ u h a ld e de o n la rı ce za la n d ırm a d a d ır; itâ-
a ta d â ir işlere ce b re tm e k te , a y n ı z a m a n d a d a o n la n
s e v â b a n a il ey lem ek ted ir. O n la r c a k u lla rın fiilleri,
g e rçe k te , A lla h ’ın fiille rid ir; fa k a t şu v a r k i b u h u su s­
ta k u lla r, o fiille r e m a h a l o lm a k ta d ır (**). Bu in an ç,
e ş y a d a k i se b e b iy y e ti in k â rın s o n u c u n a varır; g e rçe k
se b e b i y a r a ta n ise şerik i o lm a y a n A lla h ü T a â lâ ’dır. Bu
İn a n ca sapan , A lla h ü T a â lâ ’y a z u lm ü n isb et etm ek te­
d ir, o y sa b u n d a n m ü n e zze h tir.

B ir b a ş k a to p lu m sa «M u fa v v ıza » d iy e a n ılm a k ta ­
dır. O n la ra g ö r e A lla h ü T aâlâ, b ü tü n fiille ri y a ra tık la ­
r ın a te fv iz etm iş, g ü cü n ü , tak d irin i, k a z â v e k a d e ri­

(*) Bu söz yerine daha ziyade «Ceberiyye» sözü kullanılır


ve bu inancı güdenlere «ceberi» denir. (Mütercim)
f**; Vahdet~i vücûd inancında aşırı gidenler ve her şey’i
Allah’ın zuhuru, varlıkları, mezâhiri sayan sûfîler, vahdetin ilk
merhalesi olarak «tevhîd-i e f’alH kabül ederler. Bütün tüllerin,
gerçek idili, onlarca Allah’ dtr; iyi, kötü, hayır, şer, nisbet ve
itibardan meydana gelir; hadd-i zâtında her iş, fâilinin maz­
hariyetine, istidadına göre doğrudur ve gerçek fâil, Allah’dır;
görülüyor ki bunlar, daha da ileri gidiyorlar. (Mütercim)
34 ŞÎA İNANÇLARI

n i o n la r d a n k a ld ın m ştır. B u in a n cı g ü d e n le r ce e f ’âli,
A lla h ü T a â lâ ’y a n isb et etm ek , o n a n o k s a m n isb e t et­
m ek tir. V a r lık la r ın se b e b le ri v a r d ır v e b ü tü n seb eb ler,
se b e b le ri m e y d a n a g etiren e, ilk seb eb e, A lla h ü T a â -
lâ ’y a i r c a ’ edilirse, b u , A lla h ’ın g ü c ü n ü iptal s o n u cu n a
v a rır k i b u da, yaratışta,, on a, o n d a n g a y r iy i d a şerik
k oşm ak tır.

B izim in a n c ım ız ise, te rte m iz İm a m la rım ızd a n g e l­


m ek ted ir, (a le y h im ü s s e lâ m î. O in a n ç d a b u ik i in a n cın
orta sın d a d ır, y â n i g e rçe k , b u ik isin in a ra sın d a d ır. B u
iki in a n cın k e lâ m cıla rın ın d e lille rin d e k i çelişk iler, in ­
san ı h a y re te d ü şü rü r. B ir top lu m , ileri g itm iştir, ö b ü ­
rü ise g e r i k alm ıştır. İm a m ım ız S â d ık a leyh isselâ m ,
b u o rta y o lu , m e şh u r «C eb ir d e y o k tu r, te fv iz de; f a ­
kat iş, ik i işin a ra sın d a d ır» b u y r u k la r ıy la b ild irm iş­
lerdir.

B u sö z ü n e tr a flıc a a n la m ı v e ö z e t y o lu y la ifa d e si
şu d u r:
İşlerim iz, b ir b a k ım a b izim işle d iğ im iz işlerd ir;
b u n la rı işle m e y e g ü cü m ü z , ih tiy â rım ız var^^r. F ak at
b ir b a şk a b a k ım d a n d a b u işler, A lla h ’ın ta k d irin e b a ğ ­
lıdır, k u d re tin e dâ h ild ir. A lla h ü T aâlâ, b ize, işle d iğ i­
m iz işleri z o rla işletm em ek ted ir; ak si h a ld e y a p tığ ı­
m ız k ö tü lü k le re k a rşı b izi c e za la n d ırm a s ı z u lm olu rd u .
B u n ları işlem e k te b iz im g ü cü m ü z , ih tiy a rım ız v a rd ır;
a m a işlerim izi, a n c a k k e n d im iz in işle m em iz h u s u ­
su n d a d a b iz i b a ş ı b o ş b ıra k m a m ıştır; y a p tık la rım ızı,
O ’n u n k u d re tiy le y a p m a k ta y ız. G e rçe k te y a ra tış d a
O ’n u n d u r, h ü k ü m de O ’nun; e m ir d e O ’n u n ve O , h e r
ş e y ’e g ü c ü y eten d ir, k u lla rın ı g ü c ü y le k a v ra y a n d ır.
H âsılı K azâ v e K ader, A lla h ü T a â lâ ’n ın sırla rın d a n
b ir sırdır. K im b u n u , ile ri v a rm a d a n , g e r i k a lm a d a n
ŞÎA İNANÇLARI 35

an larsa, h ü k ü m b u d u r; b u h u su sta fa z la in ce le m e y e
k a lk ışırsa sa p ık lığ a d ü şebilir, in a n cı b o z u lu r; çü n k ü
bu , ö y le g ü ç v e in ce fe ls e fî b ir b a h is d ir k i a n ca k
bin d e b ir k işi k a v ra y a b ilir. İn san ın , E im m e-i E thârın,
(a le y h im ü s s e lâ m ), b u y u r d u k la r ı g ib i, g e rçe ğ in , ikisi
a ra sm d a o ld u ğ u n a , m u tla k o la ra k c e b ir v e te fv iz in
b u lu n m a d ığ ın a in a n m a sı y eter. E sâsen bu, m u tla k a
e tra flıca , in ce d e n in c e y e a ra ştırılıp in a n ca v a rılm ası
g e re k e n itik a a d î a sılla rd a n d a d eğild ir.

11 — B E D Â ’ H A K K IN D A K İ İN A N C IM IZ

İn san a g ö r e b e d â ’, b ir şeyde, b ir işde, g e r çe k o l­


m a y a n b ir r e ’y e sa h ip olm ası, k e n d i r e ’y in e, k en d i k a ­
ra rın a g ö r e o işi işle m e y e k a lk ıştık ta n son ra d a r e ’-
y in d e y a n ıld ığ ın ı, g e r ç e ğ in b a ş k a tü rlü o ld u ğ u n u a n ­
lam ası, o işi y a p m a k ta n v a zg e çm e sid ir. Bu, işi lâ y ık ıy -
la b ilm e y işten , a n la m a y ış ta n m e y d a n a g e lir ve insan,
b u n d a n d o la y ı p işm a n lığ a düşer.

B u a n la m d a b e d â ’, A lla h ü T a âlâ h a k k ın d a d ü şü ­
n ü lem ez; ç ü n k ü b u , b ilg isizlik te n v e n o k sa n d a n m e y ­
d a n a g elir. S â d ık (a le y h is s e lâ m ), «K im , b ir işin, A l­
la h ta ra fın d a n , b a ş k a tü rlü o ld u ğ u n u n a n la şıld ığ ın a
ve b u jTJzden A lla h ’ın n e d a m e te d ü ş tü ğ ü n e in an ırsa,
b izce o kişi, u lu la r u lu su A lla h ’a k â fir d ir » b u y u r m u ş ­
lard ır. G en e, «K im , d ü n b ilm e d iğ i b ir şey b u g ü n A l­
la h ’ç a b ilin d i san ırsa , b en , o k işid en b eriy im » d e m iş­
lerdir.

İm a m C a ’f e r ’ü s-S â d ık ’ın, (a le y h is s e lâ m ), « A lla h ’ın


o ğ lu m İsm a il h a k k ın d a izh â r ettiğ in i h iç b ir şey d e
iz h â r etm em iştir» b u y u rm a sı, â d e ta b ir in c i an lam ı
36 ŞİA İNANÇLARI

o k ş a d ığ ı c ih e tle İslâm fır k a la r ı h a k k ın d a e se rle r y a ­


za n la rın b ir k ısm ı, İm â m iy y e y i k ın a m a y a , E h libey t
y o lu n u y e r m e y e k o y u lm u şla rd ır. O y sa k i b iz im in a n ­
cım ız, A lla h ü T a â lâ ’n ın, k ita b ın ın m u h k e m â y etin d e,
« A lla h d ile d iğ in i b o z a r, d ile d iğ in iy s e isb â t eder; k itâ -
b ın aslı, O ’n u n k a tin d a d ır» b u y u r d u ğ u h ü k m e u y m a k ­
ta d ır (XIII; R a ’d, 39). B u n u n a n la m ı d a şu d u r: A lla h ü
T aâlâ, b ir ş e y ’i, p e y g a m b e rin in , y â h u d v elîsin in d iliy ­
le, m a sla h a ta u y g u n b ir ta rzd a iz h â r eder; s o n ra b u ­
n u im h â e d ip a y rı b ir ta rzd a iz h â r eyler. İb râ h im (alâ
n e b iy y in â v e â lih i v e a le y h isse lâ m ) a o ğ lu İs m â il’i (A.
M .) k u rb a n etm esin i e m ir b u y u rm u ş, so n ra o n u n y e ­
rin e b ir k o ç u n k u rb â n ed ilm e siy le İsm âil k u rtu lm u ştu r.
İm am a le y h iss e lâ m ’ın, « A lla h ’ın, o ğ lu m İsm ail h a k ­
k ın d a iz h â r e ttiğ in i h iç b ir şe y d e iz h â r etm em iştir*
b u y u r m a k la İsm a il’in im a m o lm a d ığ m ı b ild irm işle r­
dir; h a lb u k i İsm âil, b ü y ü k o ğ u lla r ı o ld u ğ u n d a n k e n ­
d ilerin d e n so n ra o n u n im a m o la c a ğ ı sa n ılm a k ta y d ı.
B edâ, p e y g a m b e r im iz in (S.M .) şe ria tleriy le ö n ­
cek i şe ria tlerin h ü k ü m le rin in n e sh ed ilm esin e, h attâ
H azret-i P e y g a m b e r e (S.M .) v a h y e d ile n b â z ı h ü k ü m ­
lerin, so n ra d a n n e sh e d ilm e sin e b en zer.

12 — D İN H Ü K Ü M LERİ H A R K IN D A K İ
İN A N C IM IZ

A lla h ü T a â lâ ’n ın , v â c ib v e h a r a m e ttiğ i h ü ­
k ü m le rle d iğ e r h ü k ü m le rin h e p s in i de, k u lla rın , o n ­
ları ic r a v e y a te rk etm elerin d e, k e n d i h a y ırla rı, k u t­
lu lu k la rı b u lu n d u ğ u için v â c ib , y â h u d h a ra m e ttiğ i­
n e in a n m a k ta y ız. V â c ib ettiği şe y le rd e h a y ırla r, m en -
fa a tla r v a rd ır; n e h y e ttik le rin d e d e z a r a r v e k ö tü lü k
ŞİA İNANÇLARI 37

m e v cu ttu r. Y a p m a m ız , d a h a iy i v e u y g u n o la n şe y ­
leriy se b iz e m ü ste h a b k ılm ıştır. Ö b ü r h ü k ü m le rd e d e
h ik m e t v a r d ır v e b u , k u lla rın a lû tfu n d a n d ır, z a tî a d â -
letin d en d ir. Biz b ilm e se k b ile m u tla k a h e r işd e h ik ­
m e tle r g iz lid ir v e h iç b ir şey y o k tu r k i h ik m e tte n h â ­
li olsu n .

B izim din im izi, d ü n y a m ız ı b o za n , y a p m a m a m ız d a


h a y ır b u lu n a a şe y le ri d e k ö tü o ld u ğ u iç in n eh y etm iş-
tir; b iz im in a n c ım ız b u d u r. F ak a t m ü slü m a n la rd a n
b â z ı fırk a la r, h iç b ir ş e y ’in h a d d -i zâ tın d a g ü zel, yâ-
h u d çirk in o lm a d ığ ın ı, A lla h ’ın n e h y e ttiğ i şe y ’in, n eh -
yi d o la y ısıy la k ö tü v e çirk in o ld u ğ u n u , em rettiğ in in
de, e m ri d o la y ıs ıy la g ü ze l v e iy i o ld u ğ u n u söy lerler;
fa k a t b u , a k lî z a ru re te a y k ırıd ır. A lla h ü T a â lâ ’nın,
k ötü o la n v e y a p ılm a sın d a k ö tü lü k b u lu n a n ş e y ’i e m ­
r e d e b ile ce ğ in i, y a p ılm a sın d a h a y ır b u lu n a n ş e y ’i de^
n e h y e d e b ile ce ğ in i s ö y le y e n le r d e olm u ştu r. F akat bu,
A lla h ü T a â lâ ’y a b ilg isizlik , y â h u d a cz isn a d ın ı in ta ç
eder; o y s a şânı, «b u n d a n p e k b ü y ü k tü r, y ü ced ir»
(X V II; îsrâ , 43. â y e t-i k e rîm e sin d e n ik tib a s ).

H âsılı g e r ç e k in a n ç şu d u r: Biz, A lla h ü T a â lâ ’n ın


b ize v â c ib k ıld ığ ı, y â h u d h a r a m ettiği şey lerd e, zâ tı­
n a âit b i r m a sla h a t, b ir fa y d a o ld u ğ u n u k a b û l etm i­
y o ru z; O ’n u n zâtı, b u n d a n y ü ce d ir; te k lifle rin tü m ü n ­
d e d e fa y d a b ize aittir; ç ü n k ü A lla h ü T aâlâ, a b es ş e y ’i
em retm ez, h e r h a n g i b ir ş e y ’i d e n e h y etm iş o lm a k
için n e h y e y le m e z ; O , k u lla rın d a n g a n îd ir; b iz im fa y ­
d a m ız iç in e m ir v e n eh y e tm iştir; b u n la r d a zât-ı İlâ­
h isin e r â c i’ b ir g a r e z y ok tu r.
II. BÖLÜM

13 — N Ü B Ü V V E TE D A İR İN A N C IM IZ

N ü b ü v v e tin İlâh i b ir v a z ife v e R a b b a n i b ir s e fir ­


lik o ld u ğ u n a in a n m a k ta yız. A lİa h ü T aâlâ, k u lla rın a
d o ğ r u y o lu g öste rm e k , d ü n y a d a , â h ırette, fa y d a la r ın ı
m û cib o la ca k , m u tlu lu k la rın ı s a ğ la y a c a k h ü k ü m le ­
ri b ild irm e k , o n la rı k ö tü h u y la rd a n , b o z g u n c u g e le ­
n ek v e g ö r e n e k le r d e n a rıtm a k , o n la rı h ik m e t v e m a ­
rifet s a h ib i k ılm a k için , lû tfu y la seçtiğ i, in sa n lığ ın en
o lg u n v e y ü c e m e rte b e sin e u la ştırd ığ ın ı k u lla rın a g ö n ­
derir; o n la rın v a sıta la rıy la ö b ü r k u lla rın a k u tlu lu k
ve h a y ır y o lla rın ı b ild irir; in sa n lığ a lâ y ık s ıfa tla n
an latır, d e re ce le rin i d ü n y a d a d a y ü celtir, âh ırette de.

N ü b ü v v e t, b ira z son ra d a a r z e d e c e ğ im iz g ib i, İlâ­


h i b ir lû tu ftu r. Y a ra ta n , in sa n la rı h id â y e te eriştirm ek ,
on la rı d ü ze n e so k m a k iç in p e y g a m b e rle rin i, zât-ı İlâ ­
h îsin in se firle ri v e y e r y ü z ü n d e h a lîfe le ri o la ra k g ö n ­
d e rm e k lû tfu n d a b u lu n m u ştu r. A y n ı za m a n d a , A lla h ü
T a â lâ ’n ın, p e y g a m b e r o la ra k se çtiğ i k işilerd e, k u lla ­
rın b ir seçim , b ir ih tiy a r h a k k ın a m â lik o lm a d ık la rı­
n a d a in a n m a k ta yız; b u seçim , a n ca k O ’n u n e lin d e ­
d ir v e «P e y g a m b e rliğ in i k im e v e r e ce ğ in i A lla h , d a h a
iyi b ilir» (V I; E n’â m , 124); k u lla rın b u h u s u s t a 'h a k ­
l a n o lm a d ığ ı g ib i p e y g a m b e r le r v a sıta sıy la b ild irilen
h ü k ü m le rd e , d ile d ik le ri ta sa rru fd a b u lu n m a y a , on -
l a n d e ğ iştirm e y e de sa lâ h iy e tle ri yok tu r.
ŞÎA İNANÇLARI 39

14 _ P E Y G A M B E R L İK LÛ TUFDUR

G e rçe k te n d e in san , p e k şa şıla ca k b ir y a ra tık d ır;


g ö r ü lm e m iş ta v ırla r a sâ h ib d ir; y a ra tılışın d a , ta b ia tın ­
da, ö z ü n d e v e a k lın d a , çe şitli v e k a rışık ö z ellik ler v a r ­
dır; b ir y a n d a n b ü tü n b o z g u n c u lu k h u y la r ı in sa n d a
toplan m ıştır, öte y a n d a n b ü tü n h a y ır v e d ü zen sıfa t­
la n o n d a m e v c u ttu r v e in sa n la rın h e r fe rd i b ö y le -
dir. in sa n , b ir y a n d a n y a ln ız k e n d in i sever, k en d in i
d ü şü n ü r; d ileğ in e u y a r, iste d ik le rin e b o y u n eğer, h e r ­
k e ste n ü stü n olm a y ı, h e r ş e y ’i eld e e tm e y i ister; d ü n ­
y a y a şa y ışın a b a ğ la n ır; d ü n y a n ın sü sü n e-p ü sü n e, m e -
ta ’la rın a k ap ılır. N itek im A lla h ü Taâlâ, «G erçek ten
de in sa n m a h rû m iy e t iç in d e d ir elbette» (CIII; A sr,
2), «G e rçe k ten de insan, k e n d isin i ih tiy â cı y o k g ö r ü n ­
ce elb ette azar» (X C V I; A lâ k , 6-7) şe «G erçek ten n efis,
k ö tü lü ğ ü p e k fa z la b u y u r u r» (XII; Y û s u f A.M ., 53)
ây et-i k e rîm e le riy le in sa n ın b u z a if y ö n ü n ü b e y a n b u ­
y u rm u ştu r; n e fsi b a k ım ın d a n in sa n ın , d ilek lerin e, şeh ­
vetlerin e, ya ra tılışı îtib â riy le d ü şk ü n lü ğ ü , b ir ço k
â y e t-i k e rîm e d e a ç ık ç a b ild irilm iştir.

Ö b ü r y a n d a n ise A lla h ü T aâlâ, insana, d o ğ r u y o ­


lu g österen , o n u d ü ze n li ve h a y ırlı işlere sev k ed en akıl
verm iştir; k ötü lü k lere, z u lm e k a rşı d u ra n b ir k abiliyet,
k ötü v e pis şe y le rd e n çe k in m e s in i sa ğ la y a n b ir y a r a ­
tılış ih şâ n ey lem iştir, in sa n ın özü n d e, b u h ırs v e şeh ­
vetle akıl, b o y u n a ça rp ışıp d u rm a k ta d ır. K im in ak lı
şeh v etin e ü st o lu rsa o, in sa n lık b a k ım ın d a n y ü ce b ir
m a k a a m a y ü celir, m â n e v iy e t b a k ım ın d a n olg u n la ra
karışır; k im in şeh v eti a k lın a ü st g e lirse o, in sa n lık ta n
u zak laşır, a lça lır, h a y v a n la r d e re k esin e düşer.
B u ik i k u v v e tin ça rp ışm a sı so n u cu n d a , in sa n la rın
40 ŞİA İNANÇLARI

ç o ğ u şe h v etlerin e u y a r, h id â y e tte n u za k la şır; «S en n e


k a d a r ü stlerin e d ü şsen de g e n e in sa n la rın ç o ğ u îm â ­
n a g elm ez» (XII; Y û s u f A .M ., 103) h ü k m ü n ce sa p ık lı­
ğ a da la r. İnsan, k e n d i ö zü n d e v e çe v re s in d e b u lu n a n
g e r çe k le r in ç o ğ u n u b ilm ze; b a ş lı b a şın a , k e n d isin e
z a r a r v eren i, fa y d a lı olan ı, k e n d isin i k u tlu lu ğ a u la ş­
tıraca k , y â h u d a z g ın lığ a sü r ü k le y e c e k ş e y ’i a n la y a ­
m az. T a b iî şey le rd e , m a d d e â le m in d e , b ilg i b a k ım ın ­
d a n n e k a d a r ile rle rse ilerlesin , k en d in e, to p lu m u n a ,
in sa n lığ a fa y d a lı şeyleri, ta m b ir b ilg iy le id r â k ed e­
m ez. B u y ü z d e n in sa n , k e n d isin i k u tlu lu k y o lu n a u la ş­
tıracak, h id â y e te irşâ d e d ecek , a k lî m e lek elerin i g ü ç ­
le n d ire ce k , şeh v e tiy le ak lın ın sa v a şm a sın d a a k lın a
y a rd ım cı o la ca k , b u savaşta, e lin i tu tu p o n u d ü z e n e
g ö tü re ce k , on a, g ü zeli, h a y r ı k ö tü g ö ste r m iy e c e k , k ö ­
tüyü, çirk in i g ü z e l b e lle tm iy e c e k b ir u y a rıcıy a , b ir
ö n d e r e m u h ta çtır. A lla h ’m k o r u d u ğ u k u lla r m ü stes­
na, h e p im iz d e b u savaşta, h a y n , şerri, g e re k tiğ i g ib i
b ilem eyiz, a n la y a m a y ız.
İşte b ü tü n b u seb e b le rle , ib tid a î ola n ı şöy le d u r­
sun, m e d e n i in sa n b ile, k e n d isin i tü m d en h a y ır v e sa­
lâh y o lu n a y ön e lte n , d ü n y a sın a , â h ıre tin e fa y d a lı v e
za ra rlı şe y le ri a ç ığ a v u ra n , k e n d isin e v e to p lu m u n a
g e re k e n v e tü m d e n h a y ır o la n y o lu , k e n d i cin siy le
k u ru lla r k u rsa , o tu r u m la r y a p sa , d a n ışm a la rd a b u ­
lu n sa b ile, g e r e ğ i g ib i b ilem ez, g ö re m e z.

Ş u h a ld e A lla h ü T a â lâ ’ya, k u lla rın a r a h m e t v e


lü tu f o la r a k «O n la rın için d en , o n la ra â y e tle rin i o k u ­
yan, o n la rı a n ta n , o n la r a k itâ b ı v e h ik m eti ö ğ re te n »
(LXII; C u m u a , 2) h a n g i işle rd e b o z g u n a d ü ş e ce k le ri­
ni a n la ta n , d ü zen lerin i, k u tlu lu k la rın ı g österip o n ­
ları, b u n la r la m ü jd e le y e n b ir p e y g a m b e r g ö n d e r m e ­
si, v ü c û b -ı zâ ti üe, lû tfu v e ra h m e ti d o la y ısıy la v â c ib -
ŞÎA İNANÇLARI 41

dir; bu , A lla h ’ın lû tfu v e ra h m e ti d o la y ısıy la d ır; ç ü n ­


k ü k u lla rın a b o l-b o l h a y ır la r v e re n k e r e m v e m u tla k
k e m â l sa h ib i o lm a sı b a k ım ın d a n , zâti b ir v ü cû b d u r;
cö m e rtliğ i, lû tfu n u k a b û le m ü steid o la ra k y a ra ttığ ı in ­
san la ra , e lb ette cö m e rtliğ in i, lû tfu n u b ez led er; çü n k ü
O ’n u n ra h m e t a la n ın d a b u h l y o k tu r; c ö m e rtliğ in d e ,
k erem in d e n o k sa n olam a z.

15 — PE Y G A M B E R L E R İN M U CİZELERİNE
D A İR İN A N C IM IZ

A lla h ü T a â lâ ’nın, h a lk ın ı h id â y e te sev k e d e ce k


bir p e y g a m b e r g ö n d e rin ce , o n u şa h sa n tan ıtm ası, in ­
sa n la rı o n a y ö n e ltm e s i için , risâ le tin e seçtiğ i k işiye
delil v e h ü c c e t v e r d iğ in e d e in a n m a k ta y ız. Bu, lü tfü n
itm am ı, ra h m etin k em â lid ir. B u delilin de, insan g ü ­
cü n ü n ü stü n d e, a n c a k k â in a tı y a ra ta n ın , v a rlık â le ­
m in i te d b îr e d e n in iz h â r e d e b ile ce ğ i b ir şey olm a sı
g e r e k tir k i o p e y g a m b e r , b u n u n la tan ın sın , bilinsin.
İşte b u delile, ö b ü r in sa n la r, o n u n eşin i - b e n z e rin i
y a p a m a y a ca k la rı, b u n d a n â ciz k a la ca k la rı için «m u ’-
ciz — H alkı a cz e d ü şü re n », y â h u d « m u ’c ize •— H alkı
a cz e d ü şü ren şey» denir.
İn s a n la ra delil o la r a k iz h â r ed ilen m u 'çiz e n in ,
o p e y g a m b e r in ç a ğ ın d a k i b ilg in le ri, fe n eh lin i a c z e
d ü şü re ce k , şa şırta ca k b ir şey olm ası g erek tir. M u ’c i­
ze, p e y g a m b e r e , n ü b ü v v e t d â v a s ın ın b ir delilidir. B aş­
k a la rı b u n a b e n z e r b ir şey iz h â r e d em ed ik leri v e b u ,
o la ğ a n ü s tü b ir şey o ld u ğ u cih e tle b u n u n , A lla h ta ra ­
fın d a n iz h â r ed ild iği, iz h â r e d e n in de, k â in a tı te d b îr
ve ta s a rr u f ed en le ru h î b ir y a k ın lığ ı b u lu n d u ğ u a n la ­
şılır. P e y g a m b e r, p e y g a m b e r lik id d ia s ıy la b e r a b e r
42 ŞİA İNANÇLARI

b ö y le o la ğ a n ü s tü b ir m u ’cize d e iz h â r e d in ce h a lk , on a
k arşı eğ ilir, in a n a n in an ır, in k â r e d e n ise eder.

Bu y ü z d e n d ir k i h e r p e y g a m b e r in m u ’cizesin i, ç a ­
ğ ın d a ile rle m iş b ilg ile rin , fe n le rin ü stü n d e b u lm a k ta ­
yız." M û sâ p e y g a m b e r in A .M . z a m a n ın d a sih ir p ek
y a y g ın d ı; o n d a n d o la y ı o n a A s â m u ’cizesi v erild i; si­
h irbazla r, b u n u n m islin i g ö ste re m e d iler, y a p tık la rı b ü ­
y ü le r bâ tıl oldu . İsâ p e y g a m b e r in A .M . ç a ğ ın d a tıb
p ek ilerlem işti: b u seb e b le o n a k ö rle rin g ö z le rin i a ç ­
m ak, b a ra s illetin e u ğ ra m ış la rı iy ileştirm ek , ö lü y ü d i­
riltm e k m u ’cize si v erild i; ta b ib le r b u n la r ı g ö rü p a cze
dü ştü ler.
B izim p e y g a m b e r im iz in (S.M .) m u ’cizesi ise, be-
lâğa tly le, fa sâ h a tiy le g e r çe k te n in sa n la rı a cz e d ü şü ­
ren ve e b e d i o la ra k k a la n v e k a la ca k ola n K u r ’ân -ı
K e r im ’dir. Ç ü n k ü a sırla rın d a b e la g a t, fa sâ h a t p ek ile r ­
lem işti; b e lâ ğ a t e rb â b ı, in sa n la r ara sın d a , fa sâ h a tla ,
b e lâ ğ a tla h itâ b e le rd e b u lu n m a k v e şiirler sö y le m e k
s u re tiy le ün k a za n m ışla rd ı. K u r ’an, b ir y ıld ırım g ib i
indi, o n la rı p e r-p e rîşâ n etti, d e h şe te dü şü rd ü ; ak ılla rı
ta ru m a r oldu . K u r ’an, o n a b e n z e r on sû re g e tir m e ­
lerini, b ir sû re sö y le m e le rin i b u y u r d u ; d ille k arşı k o y a ­
m a y a ca k la rın ı a n lad ılar, k ılıçla k a rşı d u rm a y a k a l­
kıştılar. M u h a m m e d b in A b d u lla h ’ın (sa llâ lla h ü a le y ­
hi v e â lih i ve s e lle m ), g e tird iğ i K u r ’a n ’ın m u ’c iz ol­
d u ğ u n u , h a k ü ze re in d iğ in i a n la y ıp o n u n risâ letin i
tasd ıyk etm işiz.

16 — PE Y G A M B E R LE R İN M A ’SU M
O L D U Ğ U N A D A İR İN A N C IM IZ

P e y g a m b e rle rin , m u tla k o la ra k m â su m b u lu n ­


d u k la r ın a in a n m a k ta y ız; n ite k im İm a m la r d a ö y le ­
ŞÎA İNANÇLARI 43

dir; h e p s in e d e te rte m iz selâ m ve ö v g ü le r. Bu h u su s­


ta b â z ı m ü slü m a n la r, b iz im in a n c ım ız d a d eğ illerd ir;
h attâ İm a m la r şöy le d u rsu n , p e y g a m b e r le rin b ile m a ­
su m o lm a d ık la rın a in an ırla r.
İsm et, y â n i m â su m oluş, k ü ç ü k -b ü y ü k b ü tü n g ü ­
n a h la rd a n , y a n ılm a k ta n , u n u tm a k ta n m ü n ez zeh o l­
m ak tır. A k ıl, b u n u n , p e y g a m b e r h a k k ın d a , o lm a y a c a k
bir şey b u lu n d u ğ u n a h ü k m e tm e z; h a ttâ p e y g a m b e rin ,
y o ld a y e m e k y e m e k , y ü c e sesle g ü lm ek , h a lk ın ö rfü n -
ce k ö tü g ö r ü le b ile c e k b ir işi işle m ek g ib i m ü rü v v e te
a y k ın o la n şey le rd e n b ir in i b ile y a p m a m a s ı g e re k ti­
ğin e h ü k m e d e r.
İsm etin v a r lığ ın a delil şu d u r: P e y g a m b e r su ç iş­
le y eb ilir, y a n ılır, y â h u d u n u tu rsa , o n d a n b u çeşit şey ­
ler su d u r ederse, o n a in a n a n la r, u y a n la r, elbette şü p ­
h ey e d ü şerler; d ü şm e m e le ri, d in v e a k ıl b a k ım ın d a n
m ü m k ü n d eğ ild ir. B u ta k d ird e h a lk ın o n a uyrnası
g ü çle şir; b u ise n ü b ü v v e t v a zife sin e k a rşıd ır; söz lerin ­
de, işlerin d e b ir d e ğ e r k a lm a z, m u tla k o la ra k b u y r u k ­
la rın a u y u lam az; h a re k e tle ri b ir ö rn e k ola m a z v e p e y ­
g a m b e rle rin g ö n d e rilm e le rin d e k i fâ id e v e lü zu m abes
olu r.
B u delil, İm a m d a d a a y n ıd ır; ç ü n k ü İm a m da, h a l­
kın h id â y e ti için A lla h ta r a fın d a n n a sb e d ilir v e p e y ­
g a m b e rin h a lîfe sid ir. İm a m et b a h sin d e bu , e tra flıca
a n la tıla ca k tır.

17 — P E Y G A M B E R İN SIF A T LA R I
H A K K IN D A İN A N C IM IZ

P e y g a m b e rin m â su m olm a sın ın , y a ra tılış v e akıl


b a k ım ın d a n en o lg u n v e ü stü n sıfa tla ra sâhip b u lu n ­
44 ŞÎA İNANÇLARI

m asın ın , y iğ itlik , siyaşet, tedb îr, sabır, an layış, zek â


g ib i sıfa tla rd a , ö b ü r in sa n la rın o n a y a k la ş a m a m a sın ın
v ü cû b u n a in a n m a d a y ız; çü n k ü b ö y le olm a zsa , b ü tü n
h a lk a riy a se t etm esi, b ü tü n â le m i id a resi m ü m k ü n
olam az.
D o ğ u m u , a n a -b a b a ve a ta la rı b a k ım ın d a n s o y u ­
n u n tertem iz olm a sı, em in v e g e r ç e k b u lu n m a sı, p e y ­
g a m b e r o la ra k g ö n d e rilm e d e n ö n c e d e b ü tü n k ö tü v e
âdi sıfa tla rd a n m ü n e zze h b u lu n m a sı îc â b eder; h a l­
k ın g ö n ü lle rin in o n a k arşı tam b ir in a n c a u la şm a sı
ve k e n d isin in b u ilâ h ı rü tb e y e ta m a n la m ıy la m ü ste-
h a k b u lu n m a sı, b u n u îc â b ettirir.

18 — PE Y G A M B E R LE R V E K İT A P L A R I
H A R K IN D A K İ İN A N C IM IZ

İcm â le n , b ü tü n p e y g a m b e r le rin h a k v e g e r ç e k o l­
d u k la rın a , h e p sin in d e m â su m b u lu n d u k la r ın a in a n ­
m ak tayız. P e y g a m b e rlik le rin i in k â r, y â h u d o n la r la
a la y e tm e k k ü fü rd ü r, zın d ık lık tır; ç ü n k ü bu, on la rd a n ,
o n la rın g e r çe k liğ in d e n h a b e r v e re n p e y g a m b e r im iz i
d e in k â rd ır.

O n la ırn , Â d e m , N ü h , İb rah im , D âv u d , S ü ley m a n ,


M ûsâ, İsâ v e d iğ e rle ri (A .M .) g ib i a d la n , şerîatleri,
K u r’â n -ı K e r îm ’d e a n ıla n la rın a b ilh a ssa in a n m a k v â -
cib d ir; o n la rın b ir in i in kâr, h e p sin i v e h â ssa ta n P ey ­
g a m b e rim iz in (S.M .) p e y g a m b e r liğ in i in k â rd ır.

B ö y le ce o n la rın k ita p la rın a , o n la ra in e n le re d e


in a n m a k v â cib d ir. A n c a k b u g ü n , in sa n la rın elle rin ­
d e b u lu n a n T ev ra t v e În c îl’in in d irild iğ i g ib i o lm a y ıp
d e ğ iştirild iğ i, M û sâ v e îs â a le y h im e s s e lâ m ’ın z a m a n -
ŞÎA İNANÇLARI 45

la n n d a n son ra , d ile k le rin e u y a n , isted ik lerin i y a p a n


k işile r ta r a fın d a n b u k ita p ip a ra b ir ç o k şey ler e k le n ­
d iğ i sabittir.
ic

19 — İS L Â M H A K K IN D A K İ İN A N C IM IZ

A lla h ’ın k atın d a , dînin, İslâ m o ld u ğ u n a in a n m a k ­


ta y ız (III; A l-i İm ran , 19). İslâm , ilâ h î şerîattir; şeri-
a tle r in so n u n cu su , en o lg u n u v e in sa n k u tlu lu ğ u n a ,
in san m u tlu lu ğ u n a e n u y g u n u d u r; in sa n la rın d ü n y a
ve â h ıret işlerin in h e p sin i d e top la y a n , k a v ra y a n b ir
d in d ir; za m a n la r, y ü z y ılla r g e çtik çe , d ü n y a n ın s o n u ­
n a dek , d eğ işm e sin e im k â n y o k tu r. İnsanların, in sa n ­
lığın , fe r d i b a k ım d a n , to p lu m v e siyaset b a k ım ın d a n ,
bü tü n ih tiy a ç la r ın a c e v a p v e r e c e k k u d retted ir. Ş eri­
a tla rın so n u n c u su b u lu n d u ğ u , z u lm v e fe sa d la b o z u ­
lan in sa n lığ ı ıslâ h e d e c e k b ir b a ş k a şeriat b e k le n m e ­
d iğ i için , şü p h e y o k k i İslâm dîni, g ü ç -k u v v e t k a z a n a ­
cak , a d â letiy le, k a n u n la r ıy la d ü n y a y ı d ü z e n e so k a ca k ­
tır.
İslâ m şeriatı, b ü tü n k a n u n la rıy la , y ery ü z ü n d e
ta m v e g e r ç e k o la ra k tatbik edilse, b ü tü n in sa n la rın
e se n liğ i sa ğ la n m ış olu r; in san lar, y ü celik , ü stün lük ,
gen işlik , g ü ze l h u y la r b a k ım ın d a n en y ü c e d e re ce y e
ulaşır, y e r y ü z ü n d e n zulürti k a lk a r, in sa n la r a ra sın ­
d a se v g i h â k im olu r, y o k lu k -y o k s u llu k y o k ö lü r g i­
der. F ak at m a a le s e f İslâm , k ü n h ü y le a n la şıla m a d ığ ın ­
d a n b u h a lle re dü şm ü şü z. «B u d a şu n d a n d ır k i g e r ­
çe k te n de A lla h b ir top lu m , a h lâ k ın ı b o z m a d ık ça o n ­
la ra v e r d iğ i n i’m e ti d eğ iştirm ez.» (VIII; E nfâl, 53) Bu,
â d etu lla h tır, «G e rçe k te n d e m ü c r im le r k u rtu lu şa eri­
şem ezler.» (X; Y û n u s A .M ., 17) «V e R a b b in , ehli d ü ­
d e n e riâ y e t ed e n y erleri, z u lü m le h e lâ k etm ez.» (XI;
46 ŞÎA İNANÇLARI

H ûd A .M ., 117), «R a b b in in , h a lk ı z â lim ola n y e rle r i


h elâ k e d işi b ö y le d ir; o n u n a zâ b ı, h e la k i d e p e k elem li,
çetin d ir.» (XI; H û d A .M ., 102).

îm a n , em ân et, g e rçe k lik , ih lâs, g ü ze l m u a m ele,


v a rlığ ın ı d în e v e d in d a şla rın a veriş, k en d isin in sa h ip
o lm a sın ı d iled iği, se v d iğ i ş e y ’e k a rd e şin in de sâh ip
o lm a sın ı dileyiş, îslâ m ın esa sla rın d a n ik en biz, zan-
lara, v e h im le re k apılm ış, b ö lü k -b ö lü k olm u şu z; b ir b i­
rim izi te k fir ile u ğ ra şıy o ru z ; u y a n a n B âtı ise İslâm
ü lk elerin i sö m ü rm e k için b u d ü şm a n lık la rı d a h a d a
k ızıştırm a da .

M ü slü m a n la rın u y a n m a la rı, d in lerin in esâ sın a sa ­


rılm a la rı, a ra la rın d a k i n ifa k ı, z u lm ü k a ld ırm a la rı g e ­
rek; a n ca k b u n d a n s o n ra d ır k i âlem , zu lü m le, ce v irle
d o ld u ğ u g ib i a dâ letle, eşitlik le d ola r; A lla h ü T a â lâ
ve R a sü lü de, d in le rin son u o la n İslâm d a b u n u v a ’det-
m ek ted ir; b u d in d e n so n ra b ir din y ok tu r. B ir İm a m
g e re k k i İslâ m d a k i e v h a m ı, sa p ık lık la rı gid ersin ; in ­
sa n la rı zu lü m d e n , d ü şm a n lık ta n k u rta rsın ; h u y la rın ı
arıtsın, r u h la rın ı ta sfiy e etsin. A lla h , O ’ııu n z u h u ru ­
nu tezleştirsin , çık ışın ı k ola y laştırsın .

20 — İS L Â M ŞE R İA TİN İ İB L Â Ğ EDEN
H A R K IN D A K İ İN A N C IM IZ

İslâ m dîn in i k u lla ra ib lâ ğ a , A lla h ü T a â lâ ta ra ­


fın d a n M u h a m m e d b in A b d u lla h m e ’m û r edilm iştir;
(S a llâ lla h ü a ley h i v e â lih î v e s e lle m ). O, p e y g a m b e r ­
lerin so n u n cu su d u r; ra su lle rin en u lu su d u r v e m u t­
lak o la ra k en ü stü n ü d ü r. A y n ı z a m a n d a o, b ü tü n in ­
sa n la rın d a u lu su o lu p h iç b ir k im se, ü stü n lü k v e y ü -
ŞİA İNANÇLARI 4T

çelik b a k ım ın d a n o n a y a k la şa m a z; h iç b ir a k ıl-fik ir
sa h ib i v e h iç b ir a k ıl-fik ir, O ’n u n k em â lin e y a k ın la şa ­
m az. Y a ra d ılışta , m a d d i - m a n ev î, h e r y ön d en , O ’n u n
ben ze ri y o k tu r v e O, «H iç şü p h e y o k ki en b ü y ü k b ir
a h lâ k sâ h ib id ir.» (LXVIII; K alem , 4) v e b u , in san ların
y a ra tıld ığ ı a n d a n k ıy â m e te d ek de b öy led ir.

21 — K U R ’A N -I K E R İM H A K K IN D A K İ
İN A N C IM IZ

K u r ’â n -ı K e rîm ’in, A lla h ü T a â lâ ta ra fın d a n , p e y -


g a m b e r -i e k r e m ’e (S.M .) v a h y e d ile n ilâ h ı kitap o l­
d u ğ u n a , o k ita b ın , (in sa n la rın ih tiy a çla rı olan ) h e r
ş e y ’i b ild ird iğ in e , b e la g a t v e fa sâ h a tte eşi b u lu n m a ­
yan , b u lu n m a sın a d a im k â n ta sa v v u r ed ilem eyen , a y ­
nı z a m a n d a en y ü c e g e r çe k le r i ih tiv a ed en , b ü tü n in ­
sa n la rı a c z e d ü ş ü re n e b e d î b ir m u ’c ize b u lu n d u ğ u n a
in a n m a k ta yız; tebd il, ta h r if v e ta ğ y ir g ib i şey lerd en
k oru n m u ştu r, b u g ü n e lim izd e b u lu n a n v e o k u n a n K u r ’-
ân-ı K erîm , H azret-i P e y g a m b e r e (S.M .) v a h y ed ilen
K u r’ân -ı K e r îm ’in a y n ıd ır; b u h u su sta b a ş k a id d ia d a
b u lu n a n , m u g a lâ tâ y a g irişen , b u n a b e n z e r b ir d â ­
v a y a k a lk ışa n k işilerin h e p si de h id â y e tte n sa p m ış­
tır; ç ü n k ü «N e ö n c e d e n o n u n h ü k ü m le rin i Ibtâl eden
b ir k ita p g elm iştir, n e de o n d a n son ra g e lir ve bâtıl,
o n a z a r a r v erem ez.» (XLI; Fussılet, 42)
İ ’câ z ın ın d e lille rin d e n b iri şu d u r ki: B u n ca z a ­
m an g e çm iş, ilim ler, fe n le r ilerlem iş o ld u ğ u h a ld e
K u r’an, b ü tü n y ü c e liğ iy le , k u d re tiy le , b iz le re telk ıy n
ettiği fik irle rle , in sa n lığ ı y ö n e lttiğ i m a k sa tla rla ay n ı
k u d re ti k o ru m a k ta d ır; o n d a İlm î b ir h atâ, fe lse fî b ir
ten a k u z y ok tu r. H a lb u k i n ic e b ilg in lerin , filo z o fla rın ,
48 ŞÎA İNANÇLARI

.zam an g e ç tik ç e serd ettik leri n a z a riy e le rd e h a tâ la r


m e y d a n a çık m a k ta d ır.

K u r ’â n -ı K e r îm ’e h ü rm e t etm ek , o n u h em sözle,
h em fiil v e h a re k e tle rle u lu la m a k v â cib d ir; on u n b ir
tek k e lim e sin e b ile h ü rm e tsizlik e tm e m e k g erek tir. C e­
n abet, h ayız, n ifa s v e b e n z e rle ri h a lle rd e v e h ad es-i
a sg a r h â lin d e, y â n i a b d estsiz o la r a k o n u n k e lim e le ri­
ne, h a r fle rin e d o k u n u la m a z; h a ttâ u y u y u p k en d in d en
g e ç e n kişi bile, a n ca k abd est a ld ık ta n son ra K u r ’an-ı
K e r îm ’e dokunabilir-, «O n a a n ca k te m iz k işiler d o k u ­
n a b ilirle r» b u y u ru lm u ş tu r (LVI; V â k ıa , 79)

K u r ’â n ’ı y a k m a k , k a ld ırıp b ir y e re atm ak , o n a
a y a k la b a sm a k , y â h u d o n u a şa ğ ı b ir y e re k o y m a k da
câ iz d eğ ild ir; b u çeşit şey lerd en b ir in i k a sid le y a p a n ,
R a b b ’ü l-â le m iy n e k â fir olm u ştu r, d in d e n çık m ıştır.

22 — İS L Â M V E O N D A N Ö N C E K İ ŞE R İA T L A R
H A K K IN D A İN A N C IM IZ

İslâ m ın sıh h a ti h a k k ın d a b izim le m ü ca d eley e,


m ü n a k a şa y a g irişe n k işiy e, h e r şe y d e n ön ce, R asûl-i
E k re m 'in (S.M .) dâim i, eb ed î m u ’cize si o la n K u r ’â n -ı
K erîm ile c e v a b v eririz. A lla h sak lasın , in sa n ın k e n ­
d isin d e d e b ir şü p h e b e lirse h ü r kişi, a k lı-fik ri y erin d e
o la n a d a m , g e n e a y n ı y o lla îm â n ın ı p ek iştirir, şü p h e ­
sin d en k u rtu lu r.
A m a esk i şeria tla ra, m e se lâ Y a h u d iliğ e , H risti-
y a n lığ a gelince-, K u r ’â n -ı K e rîm ’i ta sd ıy k ten ön ce; y â ­
h u d Îslâm î in a n ç ta n k en d im izi, A lla h sak lasın , tec-
rid d e n son ra, o n la rın sıh h a tin e k e n d im iz i k a n d ıra ­
c a k b ir d e lîle g e n e d e sâh ip d eğ iliz; ç ü n k ü b u din lerin
ŞÎA İN ANÇLARI 49

m e n s u p a ln n m e lle rin d e K u r ’an g ib i e b e d î b ir m u ’ci-


z e y ok tu r. F a k at K u r ’â n -ı K e r îm ’i ta sd ıyk edin ce, K u r ’-
â n -ı K e r îm ’d e m e v c û d o la n a d la rı, k ıssaları g e ç e n
p e y g a m b e rle ri d e ta sd ıy k g ere k tir; m ü slü m a n a fa r z
o la n b u d u r v e b u , yeter; a rtık o n la rın şeria tla rın ı in ­
ce le m e y e lü zu m y ok tu r. îslâ m ı ta sd ıy k etm ey en kişi,
o n d a n ö n ce k i dîn i, N a sra n îliğ i, o d a k en d isin i k a n d ıra ­
m azsa M û se v îliğ i in ce le m e k , son u n d a , d in lerd en b i­
rini k a b û l etm ek , y â h u d d a h e p sin i in k â r etm ek z o r u n ­
d a d ır. B u n u n ak sin e, Y a h u d i, y â h u d N a srâ n î m u h i­
tin de y e tişe n k işin in de, Y a h u d i ise N asrâ n îliğ i, M ü s­
lü m a n lığ ı, N a srâ n î ise İslâ m î in celem esi, akıl b a k ı­
m ın d a n g e re k lid ir; çü iık ü g e r e k M û sâ (A .M .), g e re k
İsâ (A .M .), b e n d e n s o n r a artık p e y g a m b e r y ok » d e m e ­
m iştir. «B en den so n ra p e y g a m b e r y ok » diyen, H az-
ret-i M u h a m m e d ’d ir (S .M .); sâ d ık d ır, em in d ir, h e r
s ö z ü v a h y e d a y a n m a k ta d ır. M ü slü m a n a , b u yü zd en ,
a n ca k M ü slü m a n m e z h e b le r in in h a n g is in in g e r ç e k
o ld u ğ u n u in ce le m e k îc â b eder; b u n d a n d o la y ı b iz de
a rtık îm â m e t m e s ’elesin e g e çiy o ru z .
III. BÖLÜM

23 — İM A M E T H A R K IN D A K İ İN A N C IM IZ

İm â m etin , u sû l-i d in d e n o lu p îm â n ın , o n a in a n ,
m a k la ta m a m la n a ca ğ ın a îtik a a d etm ek tey iz. îmâmet*.
te, in sa n ın , a ta la rın ı, ç e v re s in d e k i k işileri, o n la n y e ­
tiştirdik leri sa y ıla n a d a m la rı, b u n la r u lu sayılsalar,.
d e rece le ri, m t b e le r i y ü k se k o lsa bile, ta k lid etm esi
câ iz d eğ ild ir. T e v h îd v e N ü b ü v e tte nasıl zâti a ra ştırıp
b u lm a k v e y a k ıy n e e rm e k g e re k s e İm â m ette d e ge-.
rektir.

N ü b ü v v e tin , A lla h ü T a â lâ ’d a n b ir lü tu f o ld u ğ u n a
in a n d ığ ım ız g ib i, h e r a sırd a da , p e y g a m b e r in v a z ife ­
leriyle v a zife len m iş, in sa n la rın h e r ik i â le m d e d e sa­
lâh v e sa a d e tle rin i te k e ffü l etm iş, h id â y e t v e irşad-
ların ı u h d e sin e alm ış b ir İm â m ın b u lu n m a sı îc â b et­
tiğ in e in a n ırız. B u İm am , in sa n la rın d in v e d ü n y a iş­
lerin i te d b îr etm ek , a ra la rın d a n zu lm ü , d ü şm a n lığ ı
g id e rm e k , a d a le ti y a y m a k h u su su n d a p e y g a m b e rin
u m u m î v ilâ y e tin i h â izd ir v e b u b a k ım d a n İm am et,
n ü b ü v v e tin d ev a m ıd ır. P e y g a m b e rle ri g ö n d e rm e k , n a ­
sıl b ir lü tu f ise, p e y g a m b e r d e n son ra, o n u n y erin e
İm â m ı n a sb e tm e k d e lü tu fd u r v e v ü cü b -ı zâ tı ile A l­
la h ü T e â lâ ’y a v â c ib d ir; b u b a k ım d a n İm âm et, an ca k
A lla h ü T e â lâ ’d a n n ass ile, y â h u d o İm a m d a n ön cek i
İm âm ın,, o n u n İm a m etin i b e y â n iy le ta h a k k u k eder;
in sa n la rın seçm esiy le, istem esiy le olm a z; in sa n la r di­
ŞİA İNANÇLARI 51

le d ik le rin i îm a m o la r a k tây in , y â h u d d iled ik lerin i azl


h a k k ın a d a sa h ip d eğ ille rd ir. A y n ı z a m a n d a in san lar,
İm a m sız d a k a la m a zla r; ç ü n k ü R asû l-i E k rem sallâl-
la h u a le y h i v e â lih i v e sellem , «K im z a m â n ın m İm a m ı­
nı b ilm e d e n , ta n ım a d a n ölü rse, c â h iliy y e t ö lü m ü ü z e ­
re ö lm ü ştü r» b u y u rm u şla rd ır.

A y n ı z a m a n d a a sırla rd a n b ir asrın, h a lk ın k e n d i­
sin e itaati fa r z ed ilm iş b ir İm a m sız g e ç m e si de m ü m ­
k ün d eğ ild ir. İn sa n lar, o n u k a b ü l e tseler de, etm eseler
de, o n a y a r d ım d a b u lu n sa la r da, b u lu n m a sa la r da, on a
m u ti o lsa la r da, o lm a sa la r da, h e r asırda, h e r zam an ,
A lla h ta r a fın d a n n a sb e d ilm iş b ir İm a m m ev cu ttu r.
İm âm ın , h a lk ta r a fın d a n ta n ın ıp b ilin m esi, y â h u d b i­
lin m em esi, H a zret-i P e y g a m b e rin (S.M .) m a ğ a ra d a ,
E bü -T âlib işı’b ın d a g izle n m e le ri g ib i h a lk ta n g iz le n ­
m esi a y n ıd ır; n ite k im ak len , b u g izlen iş za m â n ın m
u zu n , y â h u d k ıs a o lm a sı a ra sın d a d a b ir fa r k y o k -
dur. A lla h ü T aâlâ, «H er to p lu m a b ir h id â y e t v eren
v a rd ır» (XIII; R a ’d, 7) v e «H iç b ir ü m m et y o k tu r ki
içle rin d e n b ir k o r k u tu c u çık m a sın » b u y u rm a k ta d ır
(X X X V ; Fâtır, 24).

24 — İM A M IN İSM ETİ

İm â m ın da, p e y g a m b e r g ib i içte, dışta, g ö r ü n ü r ­


de, g izlilik te, b ü tü n k ö tü v e p is şeylerd en , d o ğ u m u n ­
d a n vefâtına, d e k m â su m o ld u ğ u n a in a n ıy oru z; İm am ,
im a m e tte n ö n ce , son ra , s o y -b o y şe re fi b a k ım ın d a n en
y ü ce v e tem iz k işi o lu p h e r tü rlü k ötü lü k ten , su çtan ,
y a n ılm a d a n , y a n lış iş g ö rm e d e n , u n u tm a d a n v e h e r
tü rlü a şa ğ ılık şe y le rd e n m â su m d u r. İm am lar, şerlati
k oru y a n , o n u n 'h ü k ü m le r in i h a lk a ra sın d a icra ed en
52 ŞÎA İNANÇLARI

k işile r b u lu n d u k la rın d a n , o n la rın d a p e y g a m b e r le r g i­


bi m a su m o lm a la rı v e ism et h u su su n d a p e y g a m b e rle
im a m a ra sın d a b ir fa r k b u lu n m a m a sı gerek tir.

25 — İM Â M IN SIF A T L A R I V E BÎLGÎSİ

im â m ın , p e y g a m b e r gibi, y iğ itlik , k erem , tem izlik ,


g e rçe k lik , adalet, ted b îr, h ik m e t v e b ü tü n ü stü n lü k le
ve iy i h u y la r bakım ın dan , h a lk ın en se çk in i o lm a sı
g e re k tir v e b u n a in a n m a k ta y ız; p e y g a m b e r d e b u sı­
fa tla rın b u lu n m a sın a âit delil, a y n e n İm a m d a d a tat-
b ıy k edilir.

İm â m ın , ilâ h ı h ü k ü m lere, ila h i m a â rife, b ü tü n


b ilg ile re sâ h ip olm a sı, p e y g a m b e r , y â h u d k en d isin ­
d e n ö n c e k i İm a m v a sıta sıy la d ır. Y e p y e n i b ir şe y h a k ­
k ın d a d a İm am , A lla h ü T a â a â ’n ın , o n a ih sâ n ettiği
k u d sî k u v v e tle , ilh a m y o lu y la g e r e ğ i g ib i h ü k m ed er,
o şeyi, k ü n h ü y le an lar, bilir. B ir şe y e y ön elirse, on u
b ilm e k d ilerse, o ş e y h a k k ın d a , a n c a k g e r ç e ğ i bilir;
y a n ılm a z, şü p h e y e d ü şm ez; b u h u su sta ak lî delillere,
y â h u d b e lle te n le r in b e lle tm e sin e ih tiy â cı y o k tu r; b il­
gisi, ik tizâ e d in c e d a h a d a derin leşir, d a h a d a z iy a d e ­
leşir v e b u y ü z d e n d ir k i R asû l-i E k re m ’e (S .M .), «R ab-
b im , b ilg im i z iy â d e et» d e m e si e m ir b u y u ru lm u ş tu r
(X X ; T â h â , 114)

İnsan, h a y â tın d a b â z ı şeyleri, b â z ı a n la rd a h a d s


y o lu y la k a v ra r; b u d a ilh â m ın b ir n e v ’idir. İn sa n d a k i
b u k u d ret, b â z ı k e re ço ğ a lır , b â z ı k ere ise a z a lır v e
bu n d a , ö n c e d e n ça lışıp u ğ ra şm a sın a , y â h u d ö ğ r e tm e n ­
lerin b e lle tm e sin e lü z u m y ok tu r. İşte b u k a a b iliy et,
A lla h ta r a fın d a n İm a m ’a, e n ü stü n b ir ta rz d a ih sân
ŞÎA İNANÇLARI 53

ed ilm iştir! İm am , h e r h a n g i b ir şe y i b ilm e k dilerse, o


işin b ü tü n g e r çe ğ i, to z d a n -p a s d a n aranmış, y a p ım ı
g ü ze l b ir a y n a y a , k a rşısın d a k i şeyler, n a sıl a k sed er,
o ld u ğ u g ib i g ö rü n ü rse , İm a m ın g ö n lü n e d e b ö y le ak s
eder, g ö rü n ü r.
Bu, H a zret-i P e y g a m b e rin , (sa llâ lla h u a le y h i ve
â lih i), v e İm a m la rın h a y a tla rın d a , h e r a n g ö r ü lm e k ­
tedir. H iç biri, b ir m u a llim e g itm em iş, b ir m ü reb b i-
d en b ir ş e y öğ re n m e m iştir; h a ttâ o k u m a y ı, y a z m a ­
yı b ile tâ lim y o lu y la e ld e e ttik lerin e d a ir b ir riv a y e t
m e v cu t d e ğ ild ir. H iç b iri, b ir h o c a d a n d ers g ö r m e ­
m iş, h iç b iri b ir m ek teb e, b ir m e d re s e y e gitm em iştir.
B ö y le o ld u ğ u h a ld e, k e n d ile rin e b ir şey soru lu n ca , o n a
d e rh a l v e e n d o ğ r u c e v a b ı v e rm e d e le r, dillerin e, b il­
m iy o r u m sö z ü g e lm e d iğ i g ib i c e v a p v e rm e k için d ü ­
şü n m eleri, y â h u d c e v a b ı b ir m ü d d e t so n ra y a te ’hir-
leri d e v â k i’ d eğ ild ir. D iğ e r b ilg in le re , b ilg id e ileri g i­
d en le re b a k ın c a g ö r ü y o r u z ki, b ilg i eld e etm ek için
bir, y â h u d b ir ç o k ü sta d a b a ş v u ru y o rla r, o n la rın
tedris m e clis le rin e d e v a m e d iy o rla r, son u n d a , o n la n n
birin d en , y â h u d b ir k a çın d a n , r iv a y e t için ica zet alı­
y orlar; b ö y le o ld u ğ u h a ld e g e n e d e b ir ç o k m e s ’elede,
b ild ik le rin in ç o ğ u n d a şü p h e le ri v a r v e b u n u k e n d i­
leri d e itir a f e d iy o rla r.

26 — İM A M L A R A İT Â A T

İm a m la rın , (a le y h im ü s s e lâ m ), A lla h u T a â lâ ’n ın
bize, e m irle rin e itâa t e tm e y i e m ir b u y u r d u ğ u «ÜlüF-
e m r - e m re d e n le r, e m re tm e k sa lâ h iy etin e sâ h ip o la n ­
lar» o ld u k la rın a (IV ; N isa, 59), in sa n la ra ta n ık lık e d e ­
c e k le rin e (II; B ak ara, 143), A lla h ’ın k a p ıla rı, O 'n a v a ­
54 ŞÎA İNANÇLARI

ran y o lla r ve O ’n u n delilleri b u lu n d u k la r ın a in a n ıy o ­


ruz. Bu y ü zd e n d e on lar, A lla h ’ın b ilg i h âzin eleri,
v a h y in in te r c e m a n la n , te v h id in in d irek leri, m a r ife ­
tin h a z in e d a r la r ıd ır v e y ıld ızla r, n a sıl g ö k eh lin e
a m a n sa , o n la r d a y e r eh lin e a m a n d ır. O n lar, b u ü m ­
m etin için d e, N û h p e y g a m b e r in (A .M .) g e m is in e b e n ­
zerler; b in e n k u rtu lu r, b in m e y e n h e lâ k o lu r -g id e r ve
on lar, K u r ’â n -ı M e c id ’d e b u y u r u ld u ğ u g ib i k a d irleri
y ü ce ltilm iş k u lla r d ır k i A lla h ’ın b u y r u ğ u n a m u h a le ­
fette b u lu n m a z la r v e O ’n u n e m rin i tu ta rla r (X X I; E n­
b iyâ , 27); o n la r A lla h u T a â lâ ’n ın h e r çe şit k ötü lü k ten ,
su çta n arıttığı, tertem iz ettiği k iş ile rd ir (X X X III; A h -
zâ b , 33).

O n la rın b u y ru k la rı, A lla h ü T a â lâ ’n m b u y ru k la r ı­


dır; n e h iy le ri O ’n u n n eh y id ir; o n la ra itaat, A lla h ’a
itaattir; o n la r a isyan , A lla h ’a isya n dır. O n la n seven ,
A lla h ’ı sever; o n la r a d ü şm a n olan , A lla h ’a d a d ü şm a n
olur. O n la rın e m irle rin i re d d e tm e k câ iz d eğ ild ir; r e d ­
ded en , R a s û lu lla h ’m (S.M .) e m rin i re d d etm iş g ib id ir;
R a sü lu lla h ’ın e m rin i re d d e d e n ise, A lla h u T a â lâ ’n ın
em rin i re d d e tm iş sa y ılır. O nİ€inn e m irle rin e in k ıy â d ,
söz le rin i k a b û l g e re k tir ve g e n e b u n d a n d o la y ıd ır ki
şe r’i h ü k ü m le ri, a n c a k o n la r d a n a la b ile ce ğ im iz e , b a ş ­
k a la rın d a n a lm a m ızın sah ih o lm a y a c a ğ ın a inanırız;
fa rz o la n tek lifleri, a n c a k o n la r ın y o lu y la a h zed eb ili-
riz; ç ü n k ü a rz e ttiğ im iz gibi, R a s û lu lla h ’ın (S.M .) sa­
h ih h a d îsin in h ü k m ü n ce on lar, N û h p e y g a m b e r in (A.
M .) g e m isin e b e n z e rle r; o g e m iy e g ir e n k işi k u rtu l­
m u ştu r; g ir m e y e n se b u d a lg a la n ıp d u ra n , ç o ş u p k ö ­
p ü re n d e n izin şü p h e v e sa p ık lık d a lg a la rın a kapılır,
b o ğ u lu p gid er.
D ü n y e v î ve dîn î işlerim izd e, R a sû lu lla h ’m (S.M .)
E h libey tin e (A .M .) m ü ra ca a t etm em izin g e re k li ol-
ŞÎA İNANÇLARI 55

Ü uğuna en k esin delilim iz, R a sû l-i E k re m ’in (S .M .),


«Ben, g e r çe k te n d e sizin için iz d e ik i p a h â b içilm e z şey
b ır a k ıy o r u m , b irisi, ö b ü r ü n d e n d a h a d a bü yü k : A l­
la h ’ın k ita b ı, g ö k te n y e re u za tılm ış ip v e b e n im E hli­
beytim . İk isin e y a p ışırsa n ız, b e n d e n s o n r a eb ed î o la ­
rak d a lâ le te dü şm ezsin iz» b u y u r m u ş olm a la rıd ır. Bu
h a d îs-i şerif, Ehl-i S ü n n et ve Ş ia y o lla r ın d a n riv a y et
ed ile n v e ik i fır k a ta r a fın d a n d a k a b û l e d ilen h a d îs-i
şeriftir. A y n ı h adîs, «B u ikisi, H a v z k ıy ısın d a b a n a
u la şın ca y a k a d a r b ir b ir in d e n a y rılm a z » h ü k m ü n ü de
ih tiva etm ek ted ir. B u n dan , a ç ık ç a a n la şılm a k ta d ır k i
K u r’â n -ı K erîm ile E h libey ti ay ıran , h id â y e te eriş­
m ez; E h lib ey t «K u rtu lu ş g em isi» d ir v e E h lib ey t’ten
ayrılan , h e lâ k d e n k u rtu la m a z.

27 — EHLİBEYTİ SE V M E K

A U ahu Taâlâ, § û r â sû resin d e (X L ID , «De ki: S iz­


den e cir o la ra k a n ca k y a k ın la r a se v g i istem ek tey im »
b u y u rm u ştu r (23). Bu sevgi, in a n cım ız ca . E h libey te
tem essü k ten ile ri b ir v ü c û b d u r ; ç ü n k ü A lla h ü Taâlâ,
E h libeyti se v m e y i e m ir b u y u rm a k ta , in sa n la rı b u e m ir
d o la y ısiy le , b u se v g id e n so ru m lu tu tm ak tad ır.

H a zret-i P e y g a m b e r d e n d e (S .M .), o n la rı se v m e ­
n in îm â n alâm eti, o n la ra b u ğ ze tm e n in n ifa k n işâ n e-
si b u lu n d u ğ u , o n la rı sev en in , A lla h v e R a sü lü n ü se­
v eceği, o n la ra b u ğ ze d e n in , A lla h v e R a sü lü n e b u ğ zet-
m iş o la c a ğ ı h a k k ın d a m ü te v â tir h a d îsle r ta h rîc ed il­
m iştir.

O n la rı se v m e k fa rz d ır, îslâ m d în in in za rû rî şiâ-


rın d a n d ır; b u h u su sta şü p h eye, ta rtışm a y a im k â n
56 ŞÎA İNANÇLARI

yoktur. Bütün m üslûm anlar, mezheplerinde, re’yle-


rinde ayrılık bulunsa bile, bunda ittifak etmişlerdir;
ancak azm lık bir fırka, bu hususta öbür müslüman-
lardan ayrılmıştır ve bunlar, Âl-i Muhammed'e (S.M.)
düşman olmuşlar, Ehlibeyt düşm anlığı diktikleri ci­
hetle de «Navâsıb - düşm anlığı dikenler» diye anılm ış­
lardır; bu yüzden de kesin bir gerçeği in kâr etmişler­
dir ki namazı, zekâtı, şehâdet getirseler bile risâleti
inkâr etmiş sayılırlar ve nifak alâmetiyle tanınırlar;
çünkü arzettiğimiz gibi Ehlibeyti sevmek, im an alâ­
metidir; onlara buğzetmek ise nifak alâmeti.

Hiç şüphe yok ki A llahü Taâlâ, Ehlibeyti sevme­


yi, sevilmeye lâyık olduklarından, noksan sıfatlardan
münezzeh bulunan A llah ü T aâlâ’ya mânevi yakınlık­
larından, şirkden, isyanlardan, A llah ’ın lûtfundan, ke­
reminden, râzılığından uzak düşmekten, her çeşit kö­
tülükten tamamıyle arınmış bulunduklarından dola­
yı kullarına emir buyurmuştur. Yoksa A llahü Taâlâ,
isyânı mûcib olan şeyleri irtikâb edeni, yâhud O ’na,
gereği gibi itâat etmeyeni sevmeyi emretmez; bu, ta­
savvur bile edilemez; çünkü yaratıkların hepsi de,
zâtına nisbetle kuldur ve aynı kulluk derecesindedir;
O, ancak zâtından en ziyâde çekinenleri, kendi katın­
da yüceltmiştir; insanlara, sevmelerini emir buyurdu­
ğu kişiler, hiç şüphe yok ki insanların, kendisinden
en fazla çekinenleridir, katında en üstün derecede
bulunanlarıdır, bunlarda bu vasıflar bulunmasaydı,
bunlardan başkaları o sevgiye m azhar olmakta daha
ileri olsalardı, bunları sevmeyi emir buyurması, abes
olurdu.
ŞÎA İNANÇLARI 57

28 — İM AM LAR HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

İm am lar hakkında aşın inanç besleyenlerin, yâ-


hud hulule inananların inançlarını beslemeyiz; «O
söz, onların ağızlarından çıkan ne de büyük bir söz»
(XVIII; Kehf, 5); ne de büyük bir küfür. Bizim inan­
cımız şudur; O nlar da bizim gibi insandır; bize em­
redilenler, onlara da emredilmiştir; bizim nehyedildi-
ğimiz şeylerden, onlar da nehyedilmiştir. Bize olan
tebşirde, tenzirde onlar da dahildir. Ancak onlar, Al-
lahü Taâlâ’nın yüceltmesiyle, vilâyetine mazhar kıl­
masıyla yüceltilen, lûtfa nâil olan kullardır. Onlar,
bilgi, takva, yiğitlik, kerem, temizlik ve bütün üstün
huylar, güzel ve övülm esi gereken sıfatlar bakım ından,
insanlığın en yüce derecelerine ulaşmışlar, bu yüz­
den ae İmamet maKaamına yüceltilmişlerdir; h ük­
metmek, hâkim- olmak bakımından. Peygamberden
(S.M.) sonra din ve dünyâ işlerinde insanların bâj^
vuracaklaîTkişiler olmuşlardır; K ur’ân-ı Kerim’in ten-
zlîîm, te'vîîîntr'tefsirıni, hakkıyla onlar bilirler. Nite­
kim İm am ım ız Sâdık (aleyhisselâm), «Bizim hakkı­
mızda yaratıklara caiz olan şeyler, bizden size bil-
dirilir'de onları anlayamazsanız, onlar hakkında ayak
diremeyin, onları in k âr etmeyin, bu hususta bize m ü ­
racaat edin; fakat hakkımızda, yaratıklarda olmasına
im kân bulunm ayan şeyler nakledilirse reddedin, on­
lar hakkında bize baş vurmayın» buyunnuşlardır.

29 -~ İMAMET NASS İLEDİR

İmametin de nübüvvet gibi, A llahü Taâlâ tarafın­


dan nass ile ve Flasûlünün iblâğıyle, yâhud nass ile
58 ŞÎA İNANÇLARI

İm âm olanm, kendisinden sonraki İm âm ı bildirme­


siyle sabit olacağma inanmaktayız ve b u husustaki
hüküm, nübüvvetteki hük m ün aynıdır; yâni insanla­
rın, bütün insanları hidâyete eriştirmek ve irşâd et­
mek için tâyin buyurduğu zâta hükmetmeye hak ve
salâhiyetleri olmadığı gibi böyle birisini tâyin etmeye,
intihâb eylemeye de h a k la n yoktur; bu tâyin ve inti-
hâb, ancak A llahü T aâlâ’ya aittir.
Peygamber-i Ekrem’in (S.M.), kendilerinden sonra
halîfelerini, halkın im am ını bildirdiklerine, m ü ’minle-
re emir, vahye emin ve halka im am olarak amcala-
n n ın oğulları Ebü-Tâlib oğlu A lî’yi (A.M .), A llahü Taâ-
lâ ’nın emriyle bildirdiklerine inanmaktayız. Bunu, bir
çok yerde bildirmişlerdir; o cümleden olarak GADÎR
günü, «Bilin ki ben kim in mevlâsı isem, bu Ali, onun
mevlâsıdır. A llah ’ım, onu seveni sev, düşm anına düş­
man ol; ona yardım edene yardım et, onu horlayanı
hor -hakıyr eyle; nereye yönelirse hakkı onunla be­
raber kıl» buyurarak m ü ’minlere emir olduklarını bil­
dirdiklerine, onu hilâfetlerine tâyin buyurduklarına,
halktan onun için bey’at aldıklarına inanmaktayız.
İm âm etlerine nass olarak önce, A llahü Taâlâ ta­
rafından kendilerine en yakın olanları korkutmaları
emir buyurulunca (XXVI; Şuarâ, 214), toplantıda bu­
lunan Hâşim oğullarına, o sıralarda henüz pek genç
olan A lî’yi (A.M.) gösterip, «Bu, benim kardeşimdir,
vasimdir, benden sonra halîfemdir; onu dinleyin ve
ona itâat edin» buyurmuşlardı. «Sen bana, Hârun,
M üsâ’ya ne menziledeyse o menziledesin; ancak ben­
den sonra peygamber yok« hadîslerini ise bir çok ke­
re, çeşitli münasebetle halka duyurmuşlardı. Bunlar­
dan başka, «Söz ancak budur ki sizin velîniz A llah ’-
dır ve Rasûlüdür ve inananlar ve rü k û ’ hâlinde zekât
ŞÎA İNANÇLARI 59

verenlerdir» âyet-i kerîmesi de (V; Mâide, 60) bunu


isbât ve te’yîd etmekte, Hazret-i A li’nin (A.M.) vilâ-
yet-i âmmesini bildirmektedir; bu âyet-i kerîme, Haz­
ret-i A lî’nin (A.M:) nam az kılarlarken rü k û ’da, yü­
züklerini yoksula vermeleri üzerine nazil olmuştur.
Bu kitap, Em îr’ül-Mü’m in în ’in (A.M.) İmâmetleri hak-
km daki bütün âyetleri, hadîsleri ve rivayetleri zikir ve
tafsile müsait olm adığm dan bu kadarm ı yeter bulu­
yoruz.
Hazret-i Peygamberden (S.M.) sonra Emîr’ül-Mü’-
minîn (A.M.), oğulları Hasen ve Huseyn’in (A.M.)
İmâmetlerini bildirmişler, Huseyn (A.M.), oğullan
Zeynülâbîdîn A lî’nin (A.M.) imametini ve böylece de
sonuncu İmâma dek her İmam, kendisinden sonra ki­
min İmam olacağını beyan buyurmuştur; târih sıra­
sıyla İmamlar, bundan sonraki bölümde bildirilmiş­
tir.

30 — İM AM LARIN SAYILARI

Gerçek olarak İmamların, dinî-dünyevî işlerde


m üslüm anların baş vuracağı zevatın oniki olduğuna
inanmaktayız; Rasûlüllah (sallâllahü aleyhi ve âlihî
ve sellem) de bunların hepsini adlarıyla beyan buyur­
muşlardır; her İm am da kendisinden sonraki İm âm ı
bildirmiştir. İmamlar, sırasıyla şunlardır:
1) Eb’ül-Hasen Alî bin Ebî-Tâlib (El-Mürtazâ).
Hicretten yirmi üç yıl önce doğmuşlar, Hicrî
kırkıncı yılda şehid edilmişlerdir.
2) Ebû-Muhammed Hasen bin Alî (Ezzekî)
2 — 50
60 ŞÎA İNANÇLARI

3) Ebû-Abdullah Huseyn bin A lî (Seyyid’üş-Şü-


hedâ) 3 — 61
4) Ebü-Muhammed Alî bin Huseyn (Zeynülâbi-
dîn) 38 ~ 85
5) Ebû-Ca’fer M uham med bin Alî (El-Bâkır)
57 — 114
6) Ebû-Abdullah C a’fer bin M uham m ed CEs-S^-
dık) 93 — 148
7) Ebû-İbrâhim M ûsâ bin C a’fer (El-Kâzım)
128 — 193
8) Eb’ül-Hasen Ali bin M ûsâ (Er-Rızâ)
148 — 203
9) Ebû-Ca’fer M uham m ed bin Ali (El-Cevâd)
195 — 220
10) Eb’ül-Hasen A li bin M uham m ed (El-Hâdi)
212 — 254
11) Ebû-Muhammed Hasen bin Alî (El-Askeri)
232 — 260
12) Eb’ül-Kaasım M H M D bin Hasen (El-Mehdîl
265
Onikinci İmam, asrımızda beklenen- gaaib hüc­
cettir; A llah ü Taâlâ, yeryüzünü, zulüm ve cevr ile
dolduktan sonra, adaletle, eşitlikle doldurmak üzere,
zuhûrunu tezleştirip yakınlaştırsın, çıkmasını kolay­
laştırsın.
ŞÎA İNANÇLARI 61

31 — MEHDİ HAKKINDAKİ İNANCIMIZ

Yeryüzünü, zulümle, cevirle dolduktan sonra adâ-


ietle, eşitlikle dolduracak olan ve Hazret-i Fâtıma
(aleyhesselâmın) evlâdından bulunan Mehdi’nin zu­
h u r edeceği müjdesi, Rasûl-i Ekrem’den (S.M.) teva­
türle sabittir ve meşreblerinin ayrılıklarına rağmen
bütün m üslüm anlar, buna dâir hadîsleri rivayet et­
mişlerdir.
Bu inanç, bâzı m ugalâtacıların sandıkları ve yay­
dıkları gibi, Şia’nın îcad ettiği bir düşüncenin ifadesi
değildir. Mehdî fikri, Rasûlüllah’dan (S.M.) gelmesey­
di ve bütün m üslüm anlar, buna inanmasalardı, tâ
«ski çağlardan beri Kısânilerden, Abbâs oğullarından,
Alevılerden ve diğer taifelerden, bu inanca dayanarak,
yalan yere Mehdîlik dâvasına kalkışanlar, bu iddia
ile nüfuzlarını kuvvetlendirmeye çalışanlar, böylece
de iktidâra sâhip olmaya, saltanat kurm aya uğraşan-
ia r çıkmazdı.
Biz Islâm dîninin gerçekliğine, İlâhî ve son din
-olduğuna inandığım ız, insanları ve insanlığı düzene
sokmak için başka bir dînin meydana çıkmayacağı­
na, buna im kân bulunm adığına îm ân ettiğimiz için
İslâm dîninin tam anlam ıyla yayılacağına, İslâmın
tam olarak kuvvetleneceğine, âlem in de bu suretle
zulümden, bozgundan aniiacağına ve M ehdî’nin zu-
h û r edeceğine îm an etmekteyiz. Islâm ’a bir çok bid’-
atler girmiş, İslâm nam ına bir çok sapıklıklar meyda­
na çıkm ıştır.'Dînin kuvvet bulması,-bid’atlerin, sapık-
h k la n n tümden kalkması için İlâhî bir lütuf, rabbânî
bir inâyet gerektir. A llahü Taâlâ tarafından kulları
.böyle bir hidâyete^evk edenin, olağanüstü bir kud­
62 ŞİA İNANÇLARI

retle zuhûr ederek yeryüzünü, zulüm ve cevirle dol­


duktan sonra adaletle, eşitlikle doldurması gerekir.
Hâsılı İslâm dîninin son din olduğuna ve gerçek bu­
lunduğuna, A llahü T aâlâ’m n va’dettiği gibi âleme ya­
yılacağına inandığım ız gibi, insanları fesaddan, zu­
lümden kurtaracak bir ıslâh edenin, M ehdî’nin zuh ûr
edeceğine de îm ân etmek îcâbeder. Bu yüzdendir ki
İmâmiyye ve diğer İslâm mezheblerinin hepsi, böyle
bir zâtın zuhuruna inanmışlardır-, ancak aramızdaki
fark şudur:
İ m â m i y y e , M ehdîW n, 256 Hicride doğan ve
İmam Hasen’ül-Askerî’nin oğlu olup cedleri Rasûlül-
la h ’m (S.M.) adaşı bulunan onikinci im am olduğuna
inanmaktadır; bu da Peygamber-i Ekrem’den (S.M.)
ve Ehlibeytinden gelen m ütevâtir haberlere dayan­
maktadır. Doğum u ve gizlenmesi, m ütevâtir olarak
nakil ve rivayet edilmiştir; esasen çağlardan hiç bir
çağda İm âm etin kesilmesi câiz değildir. İm am gizli
olsa da, A llahü Taâlâ tarafından takdir edilen günde,
elbette zuhûr edecektir ve bu, ilâh î sırlardan bir sırdır
ki ancak A llah ü Taâlâ’ya ma'lûmdur.

M ehdî’nin, bu kadar uzun bir müddet hayatta


kalması, A llah ü Taâlâ’n m bir i ’câzıdır; babalarının ve­
fatlarında beş yaşında olmaları ve bu yaşda üm metin
im âm etini. tekeffül etmeleri, Hazret-i îsâ’n m (A.M.)
beşikte iken insanlarla konuşmasından, peygamber
olarak gönderildiğini söylemesinden daha büyük bir
m u ’cize değildir.

Tıb, tabii öm rün uzatılabileceğini söylese de, bu­


na inansa da, inanm asa da, A llahü T aâlâ’nın her şey’e
gücü yeter; nitekim N ûlı peygamber (A.M.) pek uzun
bir öm ür sürmüştür; İsâ peygamber (A.M,), K u r’ân-ı
ŞİA İNANÇLARI 63:

Kerîm’in bildirdiği negöre h âlâ sağdır. Birisi, hem


m üslüm an olduğunu iddia eder, hem de K ur’ân-ı Ke­
rîm ’in, verdiği haberde şüpheye düşer, artık esenlik
İslâma. îm an sahibi olduğunu iddia ettiği, K u r’â n ’a,
inandığını söylediği halde böyle bir şey’in olabilece­
ğinde şüphe eden kişiye şaşılır doğrusu.
Ancak şunu da söylememiz gerek ■
.
İslâmî düzene sokacak, adaleti yayacak böyle bir
zâtın geleceğini bekleyip dînin ahkâm ını o zam an ak­
tarmak, m ârûfu buyurmaktan, m ünkeri nehy etmek­
ten vaz geçmek, hiç bir vakit câiz olamaz. M üslüman,
her an, şer’î hükümlerle amel etmeye me’mûrdur; ken­
disini gerçeğe götürecek yolları aramak, ona vâcib-
dir; m ârûfu, elinden geldiği kadar emretmesi, halkı
münkerden nehy eylemesi gerektir; çünkü Peygambe­
rimiz (S.M.), «Hepiniz de çobansınız ve hepiniz sü­
rüsünden sorumludur» buyurmuşlardır. Âlemi düze­
ne sokacak M ehdî’nin, bu kutluluğu, bu müjdeyi sağla­
yıp tatbik sâhasına koyacak hidâyet sâhibinin gel­
mesini bekleyip vâcib olan şeyleri o zamana bırak­
mak câiz değildir. Bu zuhür müjdesi, kuldan teklifi
ıskaat etmez, şer’î hüküm leri o zam ana bırakm asını
îcâb ettirmez.
'k

32 — RİC AT HARKINDAKİ İNANCIMIZ

İmâmiyye’nin, Ehlibeytden gelen rivayetlere gö­


re A llah ü T aâlâ’nın, ölenlerin bir bölüm ünü, öldük­
leri surette dünyaya getireceğine, böylece de bir bölü­
ğün yüceltileceğine, bir bölüğünün alçaltılacağına,
gerçeklerin haklı olduklarının, zâlimlerin haksız bu­
lunduklarının meydana çıkacağına inançları vardır ve
«4 ŞÎA İNANÇLARI

bu, Âl-i M uham m ed’in Mehdîsi, (aleyhi ve aleyhim


-efdalüssalâti vesselam), zuhûrunda olacaktır.

Dünyaya döndürülecek kişiler, îm anda en üstün


olanlarla fesadda en aşağı derecede bulunanlardır.
Bunlar sonra tekrar ölecekler, kıyamet koptuktan son­
ra sevâba nâil olacaklar ve azaba uğrayacaklardır, AI-
lahü Taâlâ, bunu Kur’ân-ı Kerîm’inde, «Rabbimiz de­
diler, bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin; artık
suçlarımızı da söyledin; çıkmamıza bir yol yok mu»
âyet-i kerimesinde (XL; Ğaafir, 11) bu ric’at ettiri­
lenlerden hallerini düzene sokmayanların, bir kere
d a h a dünyaya döndürülmelerini isteyeceklerini bil­
dirmektedir.
Evet, K ur’ân-ı Kerîm, dünyaya ric’atin vuku bula­
cağını bildirmekte, Ehlibeytden gelen rivayetler de
bunu te’yîd etmektedir. îm âm iyyenin çoğu, bu ric’ati
kabûl etmektedir; ancak pek azı, ric’ati, zuhüru bek­
lenen İm âm ın zamanında, devletin, emir ve nehyin
Ehlibeyte rücû’ edeceği tarzında yorumlamış, şahıs­
ların, ölenlerin ric’ati olmadığını söylemiştir.

Ehl-i Sünnet, ric’ati kabûl etmez; hattâ bu yüz­


den Şia’yı kınam aya kalkar. Fakat şu m uhakkakdır
ki ric’ate inanm ak, ne tevhid inancına zıddır, ne n ü ­
büvvet inancına; hattâ bu iki inancı kuvvetlendirir.
Ç ü n k ü ric'at inancı, ölenlerin kıyamette dirileceği,
Hazret-i Peygamber’den (S.M.) ve Ehlibeytinden zu-
h ü r eden m u ’cizelere îm an etmeyi pekiştirir. Bu inanç,
İsâ peygamberin (A.M.) ölüyü diriltmesi m u ’cizesinin
aynıdır; hattâ ondan da üstündür. A llah ü Taâlâ K u r’-
ân-ı Kerîm’inde, «dedi ki» buyurur, «Çürümüş-gitmiş,
dağılmış kemikleri kim diriltir? De ki, onları ilk def’a
düzüp koşan, meydana getiren diriltir ve O, her çe­
ŞÎA İNANÇLARI 65

şit yaratmayı bilendir.» (XXXVI; Yâsîn, 78-79) ric’at


inancı, bu âyet-i kerîmeyi îzâh eder.

Ric’at inancını kınayıp onu, bâtıl tenasüh inancı


sayanlara gelince:
Bunlar, tenâsuhla cismani meâdı birbirinden ayırt
etmeyenlerdir. Ric’at, cism^ınî meâdın bir nevidir; te­
nasüh ise, ruhun bir bedenden tamâmıyle ayrılıp bir
başka bedene girmesi inancıdır; bunda, cismani meâd
inancı yoktur. Ric’at, rûhun, bütün hususiyetleriyle
ilk bedene girmesidir. Ric’at, tenâsulj. olarak kabûl edi­
lirse, İsâ peygamberin (A.M.) ölüyü diriltmesi, hattâ
cismani meâd da tenâsuh sayılır.

Ric’at husûsunda iki yönden tartışma olabilir-. Bi­


rincisi, bunun m üm kün olmayışı, İkincisi, bu husus­
taki haberlerin doğru bulunmayışı, fakat iki yönden
de kınayış doğru değildir. Ç ünk ü îslâm mezheblerin-
de sarih nassa dayanmayan nice inançlar vardır ki
bu inançları güdenler, tekfir edilemez; bu inançların
erbâbı, îslâm dan çıkmış sayılamaz; peygamberin (S.
M.) yanıldığına, hâşâ, isyân etmesinin cevâzına, şey­
tanın, vahiy sırasında kendilerine bâzı sözler ilka et­
tiğine, bunları da vahiy sanarak okuduklarına, vaid
hususundaki telâkkiye, cenâb-ı Peygamberin (S.M.)
kendilerine halîfe tâyin buyurm adığına, yâhud K ur’-
â n ’ın m ahluk olmadığına inanm ak gibi. Kaldı ki bu
iki yönde de gerçeklik yoktur; tartışılmaya değmez.
Ç ü n k ü ric’at inancı, bir nevi b a’se inanm aktır ve ba’se
îman, İslâmî zarurettir. Ric’at da, dünyaya, vakti be­
lirli bir b a’sden başka bir şey değildir. Ölülerin diril­
meleri, nasıl m üm kün ise, bu da m üm kündür. Ric’ati,
olmayacak bir şey sanmak, dünya yaşayışına alışma-
nm sonucu, «Çürümüş-gitrniş, dağılıp yok olmuş ke­
66 ŞÎA İNANÇLARI

mikleri kim diriltir» (XXXVI; Yâsîn, 78) diyenin zan-


nına, sözüne benzer. Halbuki ona «De ki; O n la n ilk
def’a düzüp koşan, meydana getiren diriltir ve O,
her çeşit yaratmayı bilendir» cevabı verilmiştir (aynı;
79).
Evet, bu mes’ele gibi tasdiki, yâhud in k â n husû-
sunda bizce bir aklî delil bulunm ayan şeylerde, vahy-i
İlâhî m asdanndan gelen dînî naslara m üracaatım ız
îcâb eder. K ur’ân-ı Kerîm’de bâzı ölülerin dünyâya
ric’ati sabittir; İsâ aleyhisselâmın ölüyü diriltmesi gi­
bi ki. III. sûre-i celîlenin (Âl-i İmran) 49. âyet-i kerî­
mesinde geçmektedir ve II. sûre-i celîlenin (Bakara)
259. âyet-i kerîmesinde, bu dünyada öldürdüğünü yüz
yıl sonra dirilttiği beyân edilmektedir; «Rabbimiz, bizi
iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin derler...» âyet-i
kerimesini zikretmiştik; bâzı müfessirlerin yorumla­
rına rağmen bu âyetlerin anlam larındaki açıklık mey­
dandadır.
Şaşılacak şey şudur ki bâzı yazarlar, Teşeyyu’-
daki ric’at inancının, Yahudiliğin te’sîriyle meydana
geldiğini söylemişlerdir. Bu iddiaya inanmak, ancak,
İslâmî inançların bazılarında da bu te’siri görmekle so­
nuçlanır. Kaldı ki ric’at inancı, îm ânın usûlünden ol­
madığı gibi b u hususta nazara, incelemeye de lüzum
yoktur. Bizim ric’ate inancımız. Ehlibeytten (aleyhi-
m üsselâm ), gelen sahîh hadîslere dayanm aktadır ve
biz. Ehlibeytin ismetine îm ân etmişiz; gaybe âit şey­
lerde, o n lan n haberlerine inanmışız ve ric’atin vuku­
unu gayr-i m üm kün görmüyoruz.
ŞÎA İNANÇLARI 67

33 — TAKIYYE HUSUSUNDAKİ İNANCIMIZ

Sâdık-ı âl-i M uham m ed’in, (aleyhi ve aleyhimüsse-


lâ m ), «Takıyye benim dinim dir ve babalarım ın dini­
dir» ve «Takıyyesi olmayanın dini de yoktur» buyur­
dukları gerçek olarak rivayet edilmiştir.
«Veky» kökünden gelen «Takıyye» nin anlamı,
bir toplumdan, yâhud birinden, çeşitli suretlerle korun­
mak, mensûb olduğu zümreyi, o züm renin m âlını -
canını, inancını zarardan emin etmektir.
Bu, kendilerinden ve kendilerine uyanlardan za­
rarı uzaklaştırmak, canlarını korumak, müslümanla-
rm düzenini ve birliklerini sağlam ak,için Ehlibeytin
şiândır.
Her insan, cânma, yâhud mâline, yâhud da ya­
kınlarına bir zarar geleceğini anlayınca, tabiî olarak
bu zararı giderebilmek için inancını gizlemek zorun­
dadır; Ehlibeyt İm am ları ve onlara uyanlar da, he­
men her an, düşm anlarının çeşitli saldırılarına karşı
bu zarureti duymuşlar, inançlarını, ibâdetlerini giz­
lemişler, bu yüzden de öbür insanlardan, başka mez-
heb ehlinden ziyâde «Takıyye» ile ün kazanmışlardır.
Takıyye’n in gerekli ve gereksiz yerleri vardır ve
her hususta, herhalde vâcib değildir; hattâ sırasında,
gerçeği belirtmek, dîne yardım etmek, A llah yolunda
savaşmak gibi hallerde Takıyye’yi terk etmek vâcib-
dir; bu gibi hallerde mala-cana bakılmaz. Kanlarının
dökülmesi haram olan kişilerin öldürülmesi ihtimali,
yâhut bâtılı terviç, yâhud da dinin esâsının bozulma­
sı, m üslüm anların sapıklığa şevki, zulüm ve çevrin
açıkça icra edilmesi gibi hallerde, hâsılı temeli sarsan
68 ŞÎA İNANÇLARI

hususlarda Takıyye haram olur. Takıyye, bâzılannın


sandıklan gibi «lmâmiyye»yi gizli bir yeraltı toplumu
hâline getirmeyi amaçlamaz; dîni ve din hükümlerini
bir sır hâline getirmeye yönelmez. Bu, nasıl düşünü­
lebilir ki İmâmiyyenin kitapları, fıkha, ahkâma, ke­
lâma, inançlara âit telifleri haddi aşkındır ve her
yanda mevcuttur. Fakat, ancak Imâmiyyeyi kınamayı
kuranlar, asırlar boyunca Emevîler, Aabbâs oğulları,
iktidarı ele geçiren başkaları, kılıçla yaptıklannı ye­
ter bulmamışlar, bir de kınayışa koyulmuşlar, Takıy-
yeyi de bir kınayış vesilesi olarak kullanmışlardır.
Takıyye’nin, dinde olm adığını söyleyip îmâmiy-
ye’yi kınayanlara, önce İmam Sâdık’ın (A.M.), «Ta-
kıyyesi olmayanın dîni yoktur» buyruğunu hatırla­
tır, Takıyye’nîn, insanlık âleminde bir zarûret oldu­
ğunu bildiririz; sonra Takıyye’nin K ur’ân-ı Kerim’de
de mevcut olduğunu, bilhassa söyleriz. XVI. sûrenin
(Nahi) 106. âyet-i kerîmesinde, «Gönlü îm anla yatış­
mış, gönlüyle îm ânı tam benimsemiş olduğu halde
zorla, istemeksizin A llah ’a kâfir olandan başka» bu-
yurulm aktadır ki bu âyet-i kerime, İslâm düşm anla­
rından korkarak kâfirlerin söylemek istedikleri sözle­
ri söyleyen A m m âr bin Yâsir hakkında nâzil olmuş­
tur. III. sûrenin (Âl-i İmran) 28. âyet-i kerîmesinde
de, meâlen, «İnananlar, îm ân edenleri bırakıp da k â ­
firleri dost edinmesinler; bunu yapan, A llah "dan hiç
bir şey’e n âil olamaz; ancak kâfirlerden çekinmeniz
müstesnâ» buyurulmaktadır. XL. sûrenin (M ü’min)
28. âyet-i kerimesinde ise Fir’avn soyundan gelen
bir m ü ’minin, îm ânını gizlediği bildirilmektedir ki,
Takıyyedir ancak.
IV. BÖLÜM

EHLİBEYT, ŞÎASINI NASIL BİR EDEBLE


TERBİYE EDER?

Ehlibeyt İmamları, (aleyhimüsselâm), hayatlann-


da, zahirî iktidara sahip olamayacaklarını, taraftarla­
rının, başka iktidar sahiplerinin hüküm leri altında,
onların zorlarına, m üm kün olduğu kadar karşı dura­
rak yaşayacaklarını bildiklerinden, kendilerinin ve ta­
raftarlarının canlarını korumak, dünyalarına ve din­
lerine bir zarar, bir kötülük gelmemesini sağlamak
için Takıyyeyi gerekli bulmuşlardır. Fakat aynı za­
m anda kendilerine uyanlara İslâm şeriatinin h ük üm ­
lerini belletmek, onları toplum a faydalı bir tarzda ye­
tiştirmek, onların gerçek ve adâlet sahibi m üslüm an
olmalarını sağlamak yolunu tutmuşlardır.
Ehlibeyt İm am larının (A.M.) tâlim ve terbiye yol­
larını îzâha bu risalenin hacmi yetmez; bu hususta
hadîs kitapipanna müracaat gerektir. Şia’yı kötülük­
lerden korumak, onları topluma faydalı ferdler h â ­
line getirmek için koydukları esaslardan biri «Takıy-
ye» dir. Biz, bu kitapta, onların bizlere telkıyn ettik­
leri edeblerden ancak bir kısm ını özet olarak ver­
mekle yetineceğiz:

70 ŞÎA İNANÇLARI

34 _ D U ÂYA DAİR İNANCIM IZ

Hazret-i Peygamber (sallâllahu aleyhi ve âlihi),


«Duâ, rtıü’m inin silâhıdır, dinin direğidir, göklerin ve
yeryüzünün ışığıdır» buyurmuşlardır-, gerçekten de
öyledir ve duâ Şia’nın m üm taz olduğu hususiyetlerden
biridir. Ehlibeytten gerçek olarak nakil ve rivâyet edi­
len dualardan, bir çok kitap tedvin edilmiştir ki bun­
larda, Hazret-i Pı,asûl-i Ekrem’in (S.M.) ve Ehlibeyti­
nin hedefleri, kendilerine uyanları bu duâları okuma­
ya teşviklerindeki maksadları meydana çıkar. Bir de­
receye dek Şia’yı duâya yöneltmişlerdir ki, «Kullu­
ğun en üstünü duâdır», «Yeryüzünde, üstün ve ulu­
lar ulusu A llah ’a en sevgili amel duadır», «Duâ, kazâ
ve belâyı def’eder» ve «Duâ, bütün kötülüklerin şi­
fâsıdır» buyurmuşlardır.
Em ir’ül-Mü’m inîn (salâvâtullahi aleyh), en farz­
la duâ eden kişi olduğu rivâyet edilmiştir; muvahhid-
lerin ulusu, ilâh ı kişilerin im âm ı olan A li’nin (A.M.),
KÜMEYL duâsı diye şöhret kazanan duâları, Arap
edebiyâtmın belâğatine en üstün bir delil olduğu gi­
bi ihtivâ ettiği İlâhî m aârif ve gerçek m üslüm ana ge­
reken dinî özellikleri tâlim bakım ından pek değerli­
dir.
Gerçekten de, Hazret-i Peygamberden (S.M.) ve
Ehlibeytinden (A.M.) vârid olan d u âla n n m azm unları
düşünülürse bunlar, insana îm an kuvveti, gerçek yol­
da inanç ve ruh temizliği veren, ibâdetin sırrını bil­
diren, A llah ile m ünâcâtın lezzetini bağışlayan, in-
sanm, manen A llah ’a yakınlığını sağlayan, insanı bâ­
tıl kötülüklerden, heveslerden, bid’atlerden alıkoyan,
insana gerçek İslâmî inancı veren, İlâhi ve ahlâkî
ŞÎA İNANÇLARI 71

esasları belleten sözlerle dopdolu oldukları görülür.


İnsan, bunların anlam larıyla yeryüzündeki bozgun­
luklardan kurtulur, ahlâkî an lığ a ulaşır; «Nefis, ger­
çekten de kötülüğü fazlasıyla emreder» (XII; Yûsuf
A.M., 53) ve «Ne kadar üstlerine düşsen de insanla­
rın çoğu îm âna gelmez» (ayni; 103) âyet-i kerîmele­
rinin sırlan, bunlarla açıklanır.

İnsan, kendisine güvenir; yaptığı kötülükleri k ü­


çümser, kötülük saymaz, iyi sanır, zulm edebilir, ya­
lan söyleyebilir, nefsine uyup şehvetine âlet olur; b ü ­
tün bunlarla beraber bir de yaptıklannı, yapılması
gereken şeyler sayabilir; kötülüklerine göz yumar. Ri­
vayetleri gerçek, râvileri doğru kişiler olan bu duâlar,
insanı nefsine m ağlûb olmaktan kurtarmaya, kendini
A llahü Taâlâ’ya vermeye, suçlarını itiraf edip tevbe
etmeye, yarlığanm a dilemeye sevk eder. Meselâ, K ü­
meyi bin Ziyad’dan rivayet edilen duada buyuruluyor
ki:
«Ey benim A llah ’ım ve yardımcım, nefsime uydu­
ğum, düşm anım ı bezemekten çekinmediğim şeyler ve
yaptığım suçların beni aldatması yüzünden bana cezâ
vermek hususundaki h ü k m ü n ü icra edecek misin;
bunlardan dolayı beni suçlayacak mısın? Ben, yaptı­
ğım şeylerde, sınırlarının bazılarını aştım ve bâzı
emirlerine karşı durdum.»

Hiç şüphe yoktur ki insan, halka karşı söyleye-


miyeceği bu çeşit sözleri, yalnızken Rabbine karşı iti­
raf edebilir ve bu itiraf, onun nefsine uymasını engel­
ler, hayrı dilemesini fazlalaştırır. Kendisini arıtm ak
isteyen kişinin, bu suretle yalnız kaldığı anda düşün­
mesi, nefsini muhasebeye çekmesi gerektir; bunun en
hayırlı yolu da halvette, gerçek rivayetlerle gelen bu
72 ŞÎA İNANÇLARI

duaları okuyup anlam lanna dikkat etmesi îcâb eder.


Meselâ, Ebû-Hamzat’üs-Sümâlî’nin rivayet ettiği dua­
daki şu sözlere dikkat buyurun:
«Ey Rabbim, beni, günahlarım ı örterek ant, zâtî
kereminle bana ceza vermeyerek bağışla beni.»
Bu duadaki «ant beni» tazarru’unu bir düşüne­
lim: İnsan, kötülüklerinin, hattâ kendisinden bile gizli
kalmasını ister; gizli kalırsa, insan uyanabilir ve bir
daha bu suçu işlemekten çekinir; am a bir başkası da
bu suçu duyarsa, ondan büsbütün çekinmeye uğra­
şır. Bu rûh ı hâlet, bundan sonra şu suretle dile getiril­
mektedir :
«Bugün yaptığım suçu, g ünâhı senden başkası du­
yarsa ve o suç yüzünden cezamı hemen bulacağım ­
dan korkarsam, artık elbette çekinirim o suçu işle­
mekten.»
Bu itirafla d u â eden, suçlannın gizli kalmasını
istemekte, A llahu Taâlâ'nın, dünyada, âhırette onu ce­
zalandırmayı m urâd etseydi, suçlarını halka duyu­
racağını, böylece de halkın içinde rezîl-rüsvây olaca­
ğını anmakta. İnsan, A llahu Taâlâ ile bu münâcât-
tan lezzet alıp kendisini A llah ’a vermekte, onu halk
içinde, kimsenin yüzüne bakamayacak bir hâle getir­
meye gücü yetmekle beraber hilmiyle bağışlayıp bu
hâle düşürmediğine ham d etmekte ve sonra duasın­
da, bunu da şu suretle bildirmede :
«Bana karşı hilm inle muamelen, beni isyâna yö­
neltti; suçlanm ı örtmen, utancım ı azalttı; sınırsız rah­
metini, pek büyük bağışlamanı bilmem, beni, haram
ettiğin şeylere koşturdu.»
Bu m ünâcât ve duâ, bu itiraf, elbette insanı, nef-
ŞÎA İNANÇLARI 73:

Sini arıtmaya, itâata rağbete, suçlan terke sevk ede­


cektir. Derken, özür getirmeye başlayıp suçlarını, in­
kâr yoluyla yapmadığını, inancının gücünü, suçlu ol­
makla beraber Rabbinin hakkında iyi zan beslediğini,
insanı şaşırtacak bir üslûpla şöyle an la tm a d a :
«Ey seyyidim ve sahibim benim, ululuğuna karşı
secdeye kapanan yüzlere, gerçek olarak seni tevhid.
eden, n i’metlerini sayıp dökerek sana şükreden,' seni
öven dillere, A llah ’lığm ı tam bir inançla itiraf ederi
gönüllere, seni, kendi haddine göre bilip itâatla sana
eğilen, yarlıgam anı um an uzuvlara ateşi musallat ede­
cek misin, bir bunu bilseydim.. Am a sana karşı zannı-
mız böyle değil bizim; üstünlüğünü, lûtfunu da böyle
haber vermediler bize.»
Bu sözlerle A llahu T aâlâ’nın lütfuna, rahmetine,
bağışlamasına inancını nasıl anlatmada. Bunu d e fa ­
larca okumak, belâğatini, beyandaki îcâzını düşün­
mek gerek. Bu sözler, insanın suçunu îtirafdan, kullu­
ğunu arzettikten sonra A llahu Taâlâ’nın rahmetin­
den, kereminden üm id kesmemeyi telkıyn eder insa­
na; İlâhi vecibeleri ifâyı, ondan sonra da A llah ’ın m ağ­
firetine sığınmayı bildiriyor; bu sözler, insanı suça
değil, vâcib olanları, kemâliyle edâ edemese bile on­
ları elinden geldiği kadar edâya teşvik ediyor. Sonra
A llahu T aâlâ’ya m ünâcât, bir başka üslûba dönüyor:
«Diyelim ki ey benim A llah ’ım, efendim ve rab-
bim, bana güç kuvvet verdin de azabına dayandım;
senden (, senin lûtfundan, rahmetinden) ayrılmaya
nasıl dayanabilirim? Tutalım ey benim Rabbim, ate­
şin ısısına dayandım; lûtfundan, kereminden ayrı düş­
meye nasıl dayanırım?»
Bu, nefse, A llah ’a mânevi yakınlık tadını, O ’nun
74 ŞÎA İNANÇLARI

keremini, kudretini müşahede zevkmı telkıyn etme­


de; A llah’ın lûtfundan, rahmetinden m ahrum oluşun,
O ’nun azâbmdan, cehennem ateşinden de daha çetin
olduğunu hatırlatmada. A llah ’a manevî yakınlığın ver­
diği bu tad, bu sevgi, bize, A llah ’ın katında, suçlara
en büyük şefaatçi; afvine, rahmetine m azhar olabilir­
sek, bununla olabileceğiz ancak. Meydanda ki kerem
ve h ilim sahibi olan, tevbeleri kabûl eden, suçlan ba­
ğışlayan Rabb’e karşı bu yalvarış, sevginin bir başka
tezahürü.
Bu bahsimizi, güzel huylan, bir arada ifâde eden,
övülmesi gereken sıfatlan bildiren şu m uhtasar dua­
larla b itire lim :
«Allah’ım, bize, sana itaatte, isyandan uzaklaşm a­
da başarı ihsân et, niyyet gerçekliği ver, haram ları
tanıyış kaabiliyeti ihsân et.»
«Bizi, hidâyette, doğru yolda sebatla yücelt; dil­
lerimizi doğrulukla, hikmetle güçlendir; gönüllerimizi
bilgiyle, tanıyışla doldur; k a n n ian m ızı haram dan, şüp­
heli şeylerden arıt; ellerimizi zulümden, haksızlıktan
çekindir; gözlerimizi kötülüklerden, hainlikten ört;
kulaklarımızı, boş sözlere, gıybete kapat.»
«Bilginlerimize, şüpheli şeylerden kaçınmakla,
halka öğüt vermekle lütfet; bilgi belleyenlere bilgiye
çalışmakla, rağbet etmekle güç ver; dinleyenlere öğüt
almak, öğütlere uym ak kaabiliyeti ihsân et.»
«M üslüm anlann hastalarına şifâ ve h uzur vere­
rek lûtufta bulun; ölenlerimize esirgeyişle, rahmetle
muamele et.»
«İhtiyarlarımıza ağır başlılık ve tam inanç, genç­
lere kötülükten vaz geçiş ve tevbe, kadınlara utanç
ŞÎA İNANÇLARI 75

ve iffet, zenginlere alçak g önüllülük ve genişlik, yok­


sullara sabır ve yeter buluş lütfet.»
«Gaazîlere yardım ederek üst olmayı, tutsaklara
kurtulup huzüra ermeyi, emir sahiplerine, adaletle,
şefakatle muameleyi, emir altındakilere insafla, g ü­
zel huyla davranm ayı nasib et.
«Hacılara, ziyaretçilere yol azıklarını, bolluğu m ü­
barek et ve onlara vâcib ettiğin hac ve umreyi edâ et­
melerini mukadder kıl. Ey merhametlilerin en merha­
metlisi, üstünlüğünle, rahmetinle sen dualarım ızı ka-
bül eyle.»

Kardeşlerimize, bu duaları, anlam larını düşüne­


rek, ifâdelerdeki m aksadlan, gönüllerinden geçirerek,
A llahu T aâlâ’ya h u zu ’ ve huşu’ ile yönelerek, Ehli­
beyt yolundaki edeblere riâyet ederek okumalarını,
yalnız dille değil, gönülleriyle de duâ etmelerini tavsi­
ye ederim; çünkü dil ile edilen duâ, insanın ne anla­
yışını arttırır, ne yakınlığını sağlar; ne sıkıntısını gide­
rir; ne de kabül edilir.
«Gerçekten de üstün ve ulu Allah, unutan gönül
sâhibinin duasını kabül etmez; duâ ederken gönülle
d u â et de sonra icabeti bekle.» (îm am Sâdık A.M. K â­
fi; Duaya Yöneliş Babı)

35 — «SAHİFE i SECCÂDİYYE» DEKİ DUALAR

M ü ’minleri hüzünlere gark eden Kerbelâ fâcia-


smdan, Ümeyye oğullarının, İslâm iktidarını ele ge­
çirmelerinden, şiddetli bir istibdadı hâkim kılm aların­
76 ŞÎA İNANÇLARI

dan, dînî terbiyeyi âdetâ kaldırm alanndan sonra


İmam Zeynülâbidîn ve seyyid’üs-sâcidîn aleyhisselâm,
musıybetlere uğramış, yaslara batmış bir halde ev­
lerinde oturmakta, kendilerini ziyaret etmek isteyen­
ler. yanlarına varamamakta, kendileri de insanları,
dinî vecîbelere davet edememekte, gereken şeyleri on­
lara bildirememekteydiler.
Bu halde, tâlim ve terbiye, nefsi an tm a yolların­
dan bir yol olan dualarla K ur’ân-ı Kerim’i belletmeye,.
İslâm âdâbınl ve Ehlibeyt yolunu bu suretle tâlim
etmeye mecbur oldular; ancak bu yolla insanlara dî­
nin özünü, zâhidliği, onların huylarını arıtmayı, ken­
dilerini göz altında tutanların şüphelerine rağmen,
telkıyne başladılar. Belâğat örnekleri olan ve «Zebûr-i
Âl-i Muhammed» diye anılan bu duaların bazıları
«Sahife-i Seccâdiyye» adı altında toplandı. Bunlarda
dînin gerçekleri, tevhidin ve nübüvvetin sırlan, İslâ­
m î edebler ve M uham m edi ahlâk, en yüce ve beliyğ
bir üslûpla ifâde edilmiştir. Çeşitli mevzulara âit
olan bu duâlar, âdeta duâ yoluyla din ve ahlâk tâli­
midir; yâhud da bunlar, din ve ahlâk tâlim i yoluyla
duâdır ve gerçekten de K u r’ân-ı Mecîd’den ve Nehc’ül-
Belâğa’dan sonra Arap dilinin en güzel ve fasiyh, en
yüce ve beliyğ üslûbiyle bir çok İlâhî, felsefî, ahlâkî
hikmetleri ihtiva eder.
Bu dualarda A llahu Taâlâ’yı takdîs ve temcîd, O ’-
na inâbe ve tevbe, ham d ve şükür yolları, Hazret-i
Peygambere (S.M.) ve diğer peygamberlerle vasıylere
salât ve selâmın gerçek anlam lan, anaya-babaya h ü r­
met ve yardım, babanın oğul üzerindeki, oğlun baba
üzerindeki haklan, kom şulann, yakınlann, tüm müs-
lü m an lan n haklan, yoksullann zenginlere nazaran,
zenginlerin yoksullara karşı hukuku, İktisadî, m alî
ŞÎA İNANÇLARI 77

hususlar, insanlarla geçim vesaire gibi ahlâkî umde­


ler, bütün özellikleriyle bildirildiği gibi sıkmtıya dü­
şülünce, yâhud hastalığa uğranınca, sağ-esenken te­
emmül edilecek şeyler, İslâm askerlerine gereken iş­
ler, insanların onlara karşı vecîbeleri, hâsılı M uham ­
medi ahlâk ve İlâhî şeriatin bütün incelikleri belirtil­
miştir.
Bâzı hususlardaki du âlan n d an örnekler verelim:
§ Önce A llahu T aâlâ’nın ululuğunu, kudretini,
tevhidini ve tenzihini en İlmî tâbirlerle ve çeşitli üs­
lûpla anlatırken, mejselâ ilk duada buyurulur ki:
«Hamd A llah ’a ki evveldir, kendinden önce bir
«vvel olmaksızın. Ahırdıi', kendinden sonra bir âhır
bulunmaksızın. Öyle bir m âbuddur ki bakanların gö­
rüşleri ona erişemez; onların vehimleri âciz kalır, sı­
fatlarını vasfedemez. Halkı, kudretiyle eşsiz-örneksiz
yarattı; yaratıkları dileğiyle yoktan vâr etti.»

D ikkat edilirse anlaşılır ki evvelin, âhırın, yaratı­


şın en ince anlam ları bu suretle belirtilmekte, gözle­
rin, vehimlerin O ’nu kavrayamayacağı bildirilerek
A llahu Taâlâ, bu suretle tenzih edilmektedir. Kudre­
tini, tedbîrini 6, duâda, bir başka tarzda şu suretle
beyan b u y u ru rla r;

«Hamd A llah ’a ki kuvvetiyle geceyi, gündüzü ya­


rattı; kudretiyle ikisinin arasını ayırdı. İkisinden her
birine sınırlanmış bir sınır tâyin etti; ikisinden her bi­
ri, öbürüne nisbetle uzar; o da, diğerine göre uzanır;
gecenin bir kısmı gündüz, gündüzün bir kısmı gece
olur. Birinde, kullarının gelişmeleri, beslenmeleri tak­
d ir edilir, öbürünü, sükûn bulsunlar, kendilerini yo­
ran, güçsüz kılan hareketlerden kalsınlar diye iştira-
78 ŞİA İNANÇLARI

hatleri için âdeta bir libas kılar da bu huzur, onlara


yeniden güç-kuyvet verir, böylece tad aldıkları, dile­
dikleri şeylere yönelirler, o nlan elde ederler.»

Böylece gündüzü, geceyi halk etmekteki faydala­


rı bildirerek insanın, b u n i’metlere şükretmesi gerek­
tiğini anlatırlar.

7. duâda ise bütün işlerin, A llah ’ın kudret elinde


olduğunu beyan ederlerken buyururlar ki:
«Ey istenmeyen şeylerin dğümleri kudret eliyle
çözülen, ey çetin işlerin sınırını örtüp kapatan, ey dar-
hktan kurtuluş ferahlığına çıkarma gücü ancak ken­
disinden istenen, güçlükler, senin kudretinle aşağıla­
nır, yok olur-gider; sebebler, senin lû tfunla düzülüp
koşulur, olur-biter; her şeyin oluşu, gücünle yürür; her
şey iradenle meydana gelir...»

§ İkincisi: A llahu Taâlâ’nın kuluna ihsanını, k u ­


lun, bu ihsana karşı, ne kadar ibâdet ve tâatta b u lu­
nursa bulunsun, ne kadar kendini A llah ’a verirse ver­
sin, aczini bildirir. O cümleden olarak 37. duâda b u ­
yururlar k i :

«Allah’ım, bir kişi, sana şükretmekte ne kadar


ileri giderse gitsin, ancak ihsanına karşı, gene de şükr
etmek zorunda kalır; hakkıyla şükürde âciz olur. Bir
kul, ne kadar kulluk ederse etsin, gene de sana, lâyık
olduğun kullukta bulunamaz, bunalır-kalır. K ullarının
en fazla şükredeni, şükründen âcizdir: en fazla ku l­
lukta bulunanı, itaatinde noksana düşenidir.»

A llahu Taâlâ’nın kula sonsuz n i’metler vermesine


karşılık kul, şükürden âciz kalırsa, isyana cür’et ede­
nin h âli ne olabilir? Bir tek suçunun bağışlanması
ŞÎA İNANÇLARI 19

İçin ne yapabilir? Bunu da 16. duada şu suretle beyân


etmekteler:
«Ey benim A lla h ’ım, manevî huzurunda ağlasam -
ağlasam da gözlerimin kirpikleri düşse, sızlansam-
sızlansam da sesim-soluğum kesilse, huzûrunda dur­
sam da ayaklarım m bağı sökülse, sana rü k û ’ etsem
de belim dağılsa, sana secde etsem de gözlerim yere
düşse, uzun öm rüm boyunca toz-toprak yesem, eceli­
me dek kül-gübür içsem, bütün bu zam an içinde seni
ansam da dilim tutulsa, gene de senden utancım dan
başımı göğün çevrelerine kaldıramam; bütün bunlar­
la beraber, suçlarımdan bir suçun bile bağışlanması­
na lâyık olamam.»

§ Üçüncüsü: Sevâbın, azâbın, cennetin, cehenne­


min, hepsinin de A llah ’ın lütfü olduğunu, kulun k ü­
çük bir suç işlese bile, azaba müstehak olacağını, A l­
lah ’a karşz bir özrü olamayacağını bildirirler. Seyyi-
d ’üs-sâcidin’in (A.M.Î bütün duâları, kulları A llah ’ın
azabından korkmaya, sevabını um m aya teşvik eder,-
hepsi de düşünen kişilere, çeşitli belıyğ üslûpla, suça
adım atm am alarını anlatır; onları uyarır. Meselâ 46.
duada buyururlar k i :

«Hüccetin dâimidir, z e v a l bulmaz. Vay sana


isyân edenin hâline; hem de boyuna eyvahlar olsun
o kişiye. Senden, senin lûtfundan m ahrum kalan, en
aşağılık mahrûmiyettedir. Sana karşı duran, kötü­
lüklerin en kötüsüne uğramış-kalmıştır. Ne azâbını
gidermeye bir gücü vardır, ne ıkaabını savuşturma­
ya tâkati vardır. Böyle olmakla beraber bu darlıktan
kurtulup genişliğe çıkması da uzun sürmez; kolayca
bir kurtuluşa ereceğinden üm idini kesmez. Takdirin­
deki adâlet, bu hususta çevre dönmez; hükm ündeki
«o ŞlA İNANÇLARI

merhamet, onu hayıflanmaya sürmez. Gerçekten de


kesin deliller meydana çıkmıştır; özürler denenmiş­
tir.»
31. duada, «Allah’ım» buyururlar, «Kudret elle­
rinin arasındaki yalnızlığıma, korkundan yüreğimin
çarpıntısına, eliman, kolum un titremesine acı; yâ rab-
bi, suçlarım, beni senin kapında horluk durağına di-
kekodu; susarsam, benim yerime kimse söz söylemez;
şefaat dilersem, zâti şefâat edilmeye ehil değilim ben.»

39. duada, «Bana, hak ettiğimi verirsen, beni he-


lâk edersin; lûtf edersen, rahmetine garkeylersin...
Beni altında çökerten ağır suçlarımı çekmekte de sen­
den yardım isterim; sen M uham m ed’e ve âl-i Muham-
med’e rahmet et de zulme karşı bana bir ihsanda
bulun; y üküm ü çekmeme acı da rahmetini ihsan et,
bağışla beni» buyururlar,

§ Dördüncüsü; Bu dualarla duâ edeni, özünü arı­


tarak, içini temizleyerek kötü işlerden, aşağılık, pis
sıfatlardan yüceltmeyi amaç edinmişlerdir. Meselâ
20. duada, «Allah’ım» buyururlar, «Lütfunla niyyeti-
mi düzelt, sana karşı yakıynimi düzene sok; benim
bozduğum şeyleri, kudretinle ıslâh etmeni dilemekte­
yim.»
«Allah’ım, M uham m ed’e ve âl-i M uham m ed’e sa-
lâvat ver ve beni en güzel ve uygun tarzda hidâyete
eriştir de artık onu değiştirmeye yeltenmiyeyim; beni
gerçek yola şevket de o yoldan ayağım kaymasın, sürç­
meyeyim; dosdoğru niyyete ulaştır da o niyyette bir
şüphe kalmasın.»
«Allah’ım, bende bulunan ve o yüzden bana itab-
,da bulunacağın huyu ıslâh et; bende, -utanacağım bir
ŞÎA İNANÇLARI 81

şey bırakma da güzelleştir öttü ve btendfe riokisan bir


şey bırakma da tâimamlâ.»
§ Beşincisi: D ua edeni, insanlara baş vurmaktan,
onlara karşı alçalm âktan alıkor; Allah’dan başkasm-
dan bir hacet istetmeye, insanlânn sahip oldukları
şeylere tam a’ etmeıheye, insanı bu aşağılık huydan
kurtarm aya sevk eder. Meselâ 20. duada, «Zora dü­
şersem, bana, seriden başkasından yardım istetme;
yoksulluğa uğrarsam, senden başkasından bir şey di­
leterek beni alçaltma; korkarsam, senden başkasına
yalvartma; çünkü bunları yaparsam, beni m ahrum
etmene, bejnden lütfunu esirgemene müstehak olu­
rum» buyururlar.
28. duada, «Allah’ım» buyururlar; «Senden baş­
kasından vaz geçerek ihlâsa n âil oldum; sana muhtaç
olanlara baş vurm aktan yüz çevirdim; senin ihsanın­
dan m üstağni olmayana dileğimi arzetmiyorum; çün­
kü m uhtaç olanın, m uhtaç olandan bir şey istemesini,
re’yindeki sapıklıktan, aklındaki noksandan meyda­
na geldiğini gördüm.»

13. duâda, «Kim ihtiyâcını, senin halkından biri­


sine yönelip de arzederse, kurtuluşunu senden baş­
kasından umarsa, m utlaka mahrûmiyete düşer; ih­
sanını yitirmeye müstehak olur» buyururlar.

§ A ltm cısı: Bu duâlarda, başkalarının h ak lan na


riâyet etmeyi, onlara yardım da bulunm ayı, insanların
birbirini esirgemelerini, gözetmelerini, Îslâmî kardeş­
lik bakım ından mallarını, canlarını, birbirlerinin u ğ ­
runa sarfetmelerini ihtar ederler.
Meselâ 38. duâda, «Allah’ım» buyururlar, «Zu­
lüm gören bir kişiye yardım etmediysem, bir hayırlı
82 ŞİA İNANÇLARI

işde bulunmadıysam, bir suçlu, bana özür getirdi de


özrünü kabûl etmediysem, bir yoksul, benden bir
şey istedi de vermediysem, bir h ak sahibi, b ir m ü ’-
m inin hakkını diledi de ^ona yardım ı esirgediysem, bi­
risi, bir m ü.m ini ayıpladı, aybını bana açtı da onu
örtmediysem, lû tf et, özrüm ü kabûl ederek beni ba­
ğışlamanı niyaz ediyorum.» Bu özür getiriş, insanın
İlâhî ve yüce ahlâka yönelmesini amaçlamaktadır.

39. duada, bunu daha da fazla açıklarlar. Sana


kötülükte bulunandan öç almamanı, onu bağışlam a­
nı, kendini kutlu kişilerin durağına ulaştırm anı ten-
bih ederek buyururlar ki :
«Allah’ım, hangi kul, benim hürm etim i yerine ge­
tirmemişse, bana bir zulümde bulunmuşsa, ölmüşse
de, diriyse de, beni incitmesinden dolayı bağışla onu-,
bana yaptığı suçtan dolayı onu afvet; bana yapmadı-
ğm ı sorma, benim yüzümden kazandığı suçu açmâ;
onlan bağışlamamı, onlara sadaka say ve bu sadaka­
yı, sadaka verenlerin en temiz sadakası ve sana m a­
nen yakm laşanların en yüce vesilesi kıl. Benim onla-
n bağışlam am a karşılık sen de beni bağışla; onlara
ettiğim duâm a karşılık merhamette bulun bana; böy-
lece de onların her biri, senin lûtfuna, senin ihsanına
m azhar olsun.»
Duadaki bu son cümlelerden daha güzel, insan­
lara hayır dileyen daha vecîz, b ü tün insanlarm esen­
liğini, m utlulu ğunu dileyen daha özlü, h attâ kendisi­
ne zulmedenlerin bile m utluluğunu isteyen daha yü­
ce bir dilek olabilir mi? İm am Seccâd’m (A.M.) duala­
rında, bunlara benzer sözler pek çoktur; bu d u âlan n
hepsi de insanlan hidâyete sevk etmeyi, güzel huylarla
ŞÎA İNANÇLARI 83

huylanmalannı, özlerini antm alannı sağlamayı amaç


edinmiş semavî tâlimlerdir.

36 — KABİRLERİ ZİYARET HARKINDAKİ


İNANCIM IZ ,

İmâmiyye’nin mümtaz olduğu hasletlerden biri


de, Hazret-i Peygamberin (S.M.) ve İmamların (A.M.)
kabirlerini ziyaret etmek, oraları onarmak, oralara
yüce ve güzel yapılar yapmak, bu suretle îmanlarını
sağlamlaştırmak, gönüllerim hoş bir hâle getirmek­
tir.
Oraları ziyaretleri, İmamların vaşıyyetlerini ye­
rine getirmek, şîalannı ziyarete teşvik, bu yüzden
sevaba nâil olacaklarım, Allah katında bunun üstün
tâatlardan olup vâcib ibâdetlerden sonra Allahu Taâ-
lâ ’ya manen yaklaşmaya vesile bulunduğunu tebşir
dolayısıyladır. Oraları ziyaret, kulun, kendisini Allah’a
vermesine, dualarının kabulüne en hayırlı vesiledir.
Bu yüzden şia, İmamların ahidlerine vefayı itmam için
buraları onarmışlardır. İmam Flızâ (A.M.) «Her İma­
mın, dostlarının, şîasının boyunlarında ahdi vardır;
onların kabirlerini ziyaret, vefanın, ahdin tamamlan-
masmdan ve güzel bir surette edâ edilmesinden sayı­
lır. Onları, ziyaretlerine rağbet ederek, yönelttikleri
şeyleri gerçekleyerek ziyaret edenlere, İmamları, kı­
yamet gününde şefaatçidir» buyurmuşlardır (İbni
Kuleveyh: Kâmil uz-Ziyârât, s. 122).
Kabirleri ziyarette, İmamlarımızın inayetiyle di­
nî ye İçtimaî f a y d a l a r vardır. Bu ziyaretler,
İmamlarla dostları arasındaki bağlantıyı ve sevgiyi
84 ŞÎA İNANÇLARI

çoğaltır; önlarin güzel i$lerinij hüyîannı* gerçek yo­


lunda savaşlarını andınr; dağınık yerlenieki inüslü-
manları blrbirleriyle tanıştırır, seviştirir; kalblerini
Allahu Taâlâ’ya bağlamalarını, kendilerini O ’nun ita­
atine vermelerini, emirlerine uymalarını sağlar. Ehli­
beytten gelen beİıyğ ziyâret İbâf6l6riyle, tevhidin ha-
kıykatini, İslâmm ve risâlötiil kutsallığını tâlim eder;
müslümana kâinatı tedbîr edene karşı huzu’da bulun­
mayı, Ö ’nâ dayanmayı, ni’rrietlerine, lütüflarina şük-
retmeyi pekiştirir. İmamİardân rivâyet edilen «Emîn’-
ullah» ziyareti gibi ziyaretlerdeki dualar, ziyâret ödeh-
lerin bu huylarla huylanihalânnâ sebeb olui'.
Aynı zamanda en veciz üslûbiyle, en yüce fesa­
hatle bezenmiş olan bu ziyaretlerde, tevhidin en âİi
âhiamlârı, Allalhü Tââlâ’yâ duâ ve münâcâttaki in­
celikler mevcuttur ki ğerçektöri de bunlar, Kur’ân-ı
Körîm ve Nehc’ül-Belâğâ*dân sonra dînî edebiyatta en
yüksek eserterdiir; İrnaihlâîlh İlâhî mââirifirii ihtiva
eden, dîne ve ahlâka dâir en ğüzöl örneklei'dir.
Sonra, ziyâret edeblerinde de bu dîni anlamlar*
tâlim ve irşâd yönünden önemlidir; yoksula yardım,
insanlarla iyi geçim, iyi muamele, sevişip kaynaşmak
gibi özellikleri vardır.
Merkad-i Mütahhâifa girmfedfen, girdikten sonra
ziyâret esnasinda ve sohi'â riâyet edilmesi gereken
bir çok edebler vardır ki bunlân şu süi*etle anlataca­
ğız.-
1) Ziyaretçi, ziyaretten önce gusleder, temizlenir..
Bu temizlik, insanı bir çok hastalıklardan, yorgunluk­
tan kurtarır; insan kötü kokulardan arınır. Guslün so­
nunda, rivayet edildiği gibi, «Allah'ım, bunu bana
nûr, temizlik ve her türlü dertten, kötülükten koru-
ŞÎA İÎ^ANÇLARI 35

nuş, her pislikten arınış vesilesi kıl; bununla kçılbimi,


organlarımı, kemiklerimi, etimi, keımmı, saçlarımı,
derimi, içimi ve yeryüzünün kirlettiği her ışey’im i te-:
mizle, hacet, yokluk, yoksulluk günüm de de bu guslü,
bana tanık et» der.
?) Yanındaki en güzel ve temiz elbiseyi giyer.
Bunda im kân şarttır; herkes, kendisince m üm kün olan
temiz ve güzel elbiseyi giyinir.
3) Neye kudreti varsa ve ne mümkünse, o suretle
güzel koku sürünür.
4) G ücü yettiği kadar, yoksullara sadaka verir.
Böyle yerlerde sadakanın faydası meydandadır; yok­
sulun g önlünü hoş ederek insanlara ve insanlığa fay­
dası dokunur,
5) Ağır ve yavaş adım larla yürür; o yana-bu ya­
na bakm aktan çekinir; gelip giderken insanlara sıkın­
tı vermez, kimseyi rahatsız etmez; çünkü bu ziyaret­
le, ancak A llahu T aâlâ’ya m ânen yaklaşmak kasdında-
dır.
6) Tekbir getirir ve bunu tekrarlar. Bâzı ziyaret­
lerde yüz tekbir getirmesi rivayet edilmiştir. Bununla
da, A llah ’ın ululuğunu, O ’ndan büyük bir varın bu lun­
m adığını hatırlar; zâten ziyaret, ancak A llah’a ib â­
dettir; O ’n u ululamaktır; O ’n u n şiarlarını diriltmek
ve dinini te'yid etmektir.
7) Peygamber’i (S.M.), yâhud İm am ı (A.M.) ziya­
retten sonra iki rik ’at müstehab nam az kılar; bu ba­
şarıya nail olduğundan dolayı A llah’a şükreder ve na­
mazın sevabını, ziyaret ettiğine hediye eyler. Ziyâret
edenlerin, kıldıkları namazın, icra ettikleri amellerin,
ancak A llah ’a olduğunu, O ’ndan başka kimseye ibâdet
86 ŞÎA İNANÇLARI

edilemiyeceğini, ziyâi'etten maksadın, Allah’a bir çe­


şit manevî yaklaşmak olduğunu anlamaları için na­
mazdan sonra şu duâyı okumaları gerektir:

«Allah’ım, saha namaz kıldım, sana rükû' ettim,


sana secde eyledim; sen birsin, şerikin yok senin. Çün­
kü namaz, rükû’, secde, ancak sanadır; sen, bir Al-,
iah’sm ki senden başka tapacak yok. Allah’ım, Muham-
med’e ve âl-i Muhammed’e salâvat ver ve ziyaretimi
benden kabûl et. Muhammed ve tertemiz soyu hakkı
için dileğimi ihsan eyle,»

Ziyaretteki bu edebler, İmamların ve onlara uyan­


ların, kabirleri ziyaretteki maksadlarmı açıkça anlat­
maktadır ve gerçeği bildikleri halde bilmezlikten ge­
lerek kabirleri ziyaretin, bir çeşit, oralara kulluk et­
mek, Allah’a, hâşâ, şirk koşmak sayanların yanıldık­
larını, garezlerine uyduklarını göstermektedir. Bu çe­
şit kişilerin maksadlan, bilmeyen kişileri İmâmiyye’-
den ayırmak, ziyaret mevsimlerinde âl-i Muhamme-
din (A.M.) ihlâs ve şevketini onlara göstermemek, İç­
timaî faydalara engel olmakdır-, yoksa onlar da. Ehli­
beytin, bu ziyaretlerle ne maksat güttüklerini bilirler,
İmâmiyye, niyyetini ihlâsa bağlamış, kulluğun ancak
Allahü Taâlâ’ya olacağına gerçekten inanmış, canla-
rını-mallarını Allah uğruna koymuştur; İmâmiyye,
hiç bir vakit insanları, hâşâ, şirke dâvet etmemiştir ve
etmez.
8) Ziyaret edeblerinden biri de, ziyaretçinin, öbür
ziyaretçilerle hoş geçinmesi, onlara iyi muamelede
bulunması, hayra âit sözler müstesna, az konuşması,
Allahu Taâlâ’yı çok anması, huzu’ ve huşu' içinde
ŞÎA İNANÇLARI 87

olup Muhammed ve âl-i Muhammed’e (S.M.) çok sa-


lât ü selâm vermesi, olmayacak, bakılmayacak şeyle­
ri görürse, göz yumması, din kardeşlerinin ihtiyaçla­
rını gidermesi fazla yemin etmekten çekinmesi, huy­
suzluğu terk etmesi ve takyâyı gözetmesidir.
A llahu T aâlâ’yı Çok zikretmekten maksad, teşbih
ve tekbîri boyuna tekrar etmek değildir; Sâdık (aley-
hisselâm), A llah ’ı zikir hususunda «ben» buyurm uş­
lardır, «Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim, A l­
lah ’a hamdolsun, yokdur A llah’dan başka tappacak,
Allah uludur sözlerini söylemem; fakat her kondu­
ğum yerde, ibâdete yöneldiğim, yâhud bir isyana kal­
kışacağım zaman, O ’n u anarım; gerçek zikir budur.»
(K âm il’üz-Ziyârât’a da bakınız; s. 131).

Ziyaretten gerçek maksad, Hazret-i Peygamber’e


(S.M.), yâhud İmama selâm vermektir; çünkü «Onlar
dirilerdir; Rablerinin katında rızıklanırlar.» (III; Âl-i
İmrân, 169) onlar, söylenen sözü duyarlar, cevabını
verirler. Bu bakımdan, «Selâm sana ya Resûlâllah»
sözünü söylemek de yeter; ancak Ehlibeyt’ten riva­
yet edilen ziyaretlerde, arzettiğimiz gibi yüce mak-
sadlar, dînî faydalar bulunduğundan, ayrıca onlar,
fesahat ve belâğati de ihtiva ettiklerinden, insanı, Al­
lahu Taâlâ’ya yöneltmek bakımından elbette daha iyi­
dir ve onları okumak, elbette daha doğrudur.
88 ŞÎA İNANÇLARI

37 — EHLİBEYTE GÖRE TEŞEYYU’UN


A N LAM IN A DAİR İNANGIM IZ

Ehlibeyt îmamlan, (aleyhimüsselâm), ümmetin,


riyasetini der’uhde edememelerine rağmen, müslü-
manlardan kendilerine uyanları, Allahu Taâlâ’nm di­
lediği tarzda temiz ve düzgün yetiştirmeye, onlara,,
Hazret-i Muhammed’in (S.M.) maârifini belletmeye,
müslümanlan arıtmaya, onlara gerçek İslâmî bildir­
meye, zıdlannı öğretmeye, onlan yetiştirmeye gayret
etmişlerdir.
İnsanın, Ehlibeyte uydum, demesi, bir şey ifâde
etmez, onlara uymak, Allah’ın emirlerine itaat et­
mekle, nefsinin isteklerinden kaçınmakla olur; Ehli­
beyte uymak, onların tâlimlerine, irşadlarma tâbi’
olmaktır. Nefsin isteklerine uyup özürler, bahaneler
serd ederek Allah’a itâatten baş çekmek, böyle oldu­
ğu halde gene de onlan sevdiğini iddia etmek, gerçek
sevgi sayümaz; Onları sevmek ve onlara uymak, an­
cak iyi işlerde bulunmakla, gerçeklikle, emin olmak­
la, takvaya sarılmakla mümkündür.
«Ya Hayseme» buyurulmuştur «Dostlarımıza bil­
dir: İnsanı Allah’ın azâbmdan, ancak, amel, iyi işler­
de bulunmak, Allah’ın emirlerine itâat etmek kurta­
rır; onlar, bizim dostluğumuzu, takvadan başka bir
şeyle elde edemezler. Kıyamet gününde insanların en
fazla hasrete düşeni, tam adâlet sahibi olarak vasfe-
dilene uyup sonra ondan yüz çevirerek başkasına
yönelenidir.» (Usûl'ül-Kâfî; İman Kitabı, Kardeşleri
Ziyaret Bölümü)
Ehlibeyt, kendilerine uyanların, gerçeğe dâvetçi,
hayra ve doğru yola kılavuz olmalannı istemektedir,
onlar, halkı, yaptıkları işlerle gerçeğe çağırmayı, dil
ŞÎA ÎNANÇLAŞI 89'

Llş çağırmaktan daha üstün görmüşler, «insanları,,


dillşrinizden gayn şeylerle hayra çağıncı olun; onlar,
sizin ibâdet ye tâatinizi, gerçekliğinizi, çekinmenizi
görsünler» buyurmuşlardır (ayni; Vera’ bâbı).
Ehlibeytin, insanların ahlâkını arıtmaya gayretle­
ri hususunda, kendilerine uyan bâzz kişilerle konuş­
malarını anlatalım;
§ Ebû-Ca’fer Muhammed Bâkır (aleyhisselâm) ın
Câbir’ül-Cu’fî ile konuşmaları (ayni; Tâat ve Takvâ
bâbı) :
«Yâ Câbir, teşeyyü’ dâvasını görüp biz Ehlibeyti
sevdiğini söylemek, insana yeter mi? And olsun Al­
lah’a, bizim şîamız, ancak Allah’dan çekinen ve O'na
itâat eden kişilerdir. Onlar, gönül alçaklığıyla, Allah’­
dan korkmakla ve O ’na itâat etmekle, emin olmakla,,
Allah’ı çok anmakla, oruçla, namazla, anaya-babaya
saygı gösterip yardım etmekle, komşularından yok-
yoksul, borçlu ve yetim olanları görüp gözetmekle,
gerçek söz söylemekle, Kur’an okumakla, insanların
ancak hayrından bahsedip kimsenin aleyhinde bulun­
mamakla tanınırlar. Onlar, boydaşlarının içinde en
emîn kişilerdir.
Allah’dan çekinin, Allah katından ne emredilirse
yerine getirin. Allah ile hiç bir kimsenin arasında ya­
kınlık olamaz; üstün ve ulular ulusu Allah’a kulların
en sevgilisi, en fazla çekineni ve O’na itâatte en ileri
gidenidir (*).

(”) Emîrü’l-Mü’vıinln aleyhisselâm, ^Hutbe-i Kaasta'» da,


«Gerçekten de gökyüzü ehline de hükmü hirdir, yeryüzü ehline
de. Alemlere haram ettiği sâhayt bir kula helâl ettiğine dâir
hiçbir kulla, arasında bir uzlaşma yoktur» buyururlar ki bu
anlamı ifâde eder (Mütercim).
90 ŞÎA İNANÇLARI

Y â Câbir, vallahi kutlu ve yüce Allah’a, ancak itâ-


atla yaklaşabiliriz. Ne bizde cehennemden kurtuluşa
dâir bir şey var, ne bir kişide, Allah’a karşı getirecek
bir delil. Kim A llah’a itaat ediyorsa o, bizim dostu­
muzdur; kim Allah’a isyân ediyorsa, düşmanımız. Bi­
zim dostluğumuz, ancak ibâdetle, itaatle ve Allah’-
dan çekinmek elde edilebilir.» (Usûrül-Kâfi; Tâat ve
Takva bâbı)
§ Ebû-Ca’fer (aleyhisselâm) m Saîd bin Hasen’le
konuşm aları;
Ebû-Ca’fer (A.M.) — Biriniz, kardeşinin yanına
gelir de elini onun kesesine daldırır, ihtiyâcı olanı alır,
sonra da o aldığını geri vermez; aranızda böyle bir
şey var mı? (*)
Saîd — Bizde böyle bir şey olduğunu bilmiyorum.
Ebû-Ca’fer (A.M.) — Peki, o halde ne olmak ge­
rek?
Saîd — Helak olmak gerek.
§ Ebû-Abdullah Ca’fer’üş-Sâdık’ın (A.M.) Eb’üs-
Sabbâh’ul-Kinânı ile konuşmaları:
Kinânî — Senin yüzünden insanlardan neler çe­
kiyoruz?
Ebû-Abdullah — Neler diyor size halk?
Kinânî — Birisiyle konuşmaya başladık mı, he­
men bize habîs Ca’ferı diyor.
Ebû-Abdullah — Halk, benim yüzümden mi sizi
ayıplıyor, kınıyor?

(*) Mti’min, m ü’min kardeşinin malında dahi tasarrufa


hak sahibidir diyorlar. (Mütercim.)
ŞÎA İNANÇLARI 91

Kinânî — Evet.
Ebû-Abdullah — Vallahi sizin içinizde Ca’fer’e
uyan, ne kadar da az; gerçekten de benim ashabım,
ancak takvada en çetin davranan, yaratıcısına ibâdet-
de bulunan, sevâbını uman kişidir; bunlardır benim
ashabım (Usûl’ül--Kâfî; Vera’ bâbı).
§ Gene Ebû-Abdullah (aleyhisselâm) bu hususta
buyurmuşlardır k i ;
«Bir şehirde yüz bin kişi, hattâ daha da fazla adam
olsa bizden değildir onlar ve bir üstünlükleri yoktur;
bu şehirde kendisinden daha ileri çekinen birisi bu­
lunmazsa o tek kişidir bizden olan.»
«Biz, bütün emirlerimize uymadıkça, bize tam
bir irâde ile bağlanmadıkça hiç kimseyi m ü’min say­
mayız; m ü ’min saydığımız kişiyi, emirlerimize uyma­
sı ve takva ile amel etmesi yüzünden m ü’min saya­
rız. Allah size acısın, bununla bezenin, süslenin.»
«Kadınlar bile, örtülerinin altında, birisinin çekin­
mesinden bahsetmezlerse, o kişi, bizden değildir. Bir
şehirde onbinlerce kişi olsa, gene de dostlarımızdan
sayılmazlar; orada, kendisinden daha fazla Allah’dan
çekinen, sakınan bir kişi bulunmayandır bizim dostu­
muz.»
«Ca’fer’in şîası, ancak karnını ve belini haramdan
koruyan, savaşı ve ibâdeti, yaratıcısının uğrunda en
üstün olan, O ’nun sevabını uman, ıkaabından korkan
kişidir; böyle kişileri gördün mü, işte onlardır Ca’-
fer’ln şîası.»
32 ŞÎA İNANÇLARI

38 — ÇEVİR VE ZULÜM HARKINDAKİ


İNANCIMIZ

İmamlar (aleyhimüsselâm), insanm işleyeceği en


büyük suçun, başkasına düşmanhk ve zulüm oldu­
ğunu bildirmişlerdir ki bu, Kur’ân-ı Kerim’e uymak­
tadır; Kur’ân-ı Kerim’de, «Zâlimlerin yaptıklarından
gaafil sanma Allah’ı sakın; ancak onlarm cezasını,
gözlerin dikilip kalacağı güne te’hîr etmede» buyurul-
maktadır (Xiy; İbrahim A.M., 42).
Em ir ul-Mü’m inin (aleyhisşelâm), zulm ü anlat­
makta, halkı ondan sakındırmakta son derece ileri git­
mişlerdir ki «Nehc'ül-Belâğa» da 219. sözlerinin mea­
li ş u d u r :
«And olsun Allah’a, bir arpa kabuğunu taşıyan
karıncaya zulm ederek Allah’a isyan etmem için ba­
na yedi iklim ve bunların altında ne varsa hepsi veril­
se, gene bunu yapmam.
Bu söz, insanın zulümden çekinmesi, cevirden ka­
çınması husüsunda, tasavvur edilebilecek en son had-
din ifâdesidir. Emir’ül-Mü’minin (A.M.), bir arpa ka­
buğunu taşıyan bir karıncaya, yedi iklim ve altında­
kiler, kendilerine verilse bile zulm etmeyeceklerini
bildiriyorlar; buna karşılık, müslümanlann kanlarını
döken, mallarını zorla alan, ırzlarına ihanette bulunan
kişinin hâli nicedir? Bu kişinin hareketleri Emîr’ül-
M ü’m inîn’iıı (A.M.) bu çekinmeleriyle nasıl kıyasla­
nabilir; bu kişinin irfanı, Emır’ül-Mü’m inîn’in (A.M.)
irfanıyla nasıl ölçülebilir? İşte dinin, insandan bekle­
diği, istediği İlâhi ve yüce edeb, budur ancak.
Evet, zulüm, Allahu Taâlâ’nın harâm ettiği şeyle-
ŞÎÂ İNANÇLARI 93

fin en büyüğüdür; bu yüzden de Ehlibeytten gelen ha-


dîsleMe* düâlârda ilk olairâk zulüm yerilmekte, zul­
me uyanların, bundan şiddetle çekinmeleri buyurul-
maktadır.
İmamların siyâseti budur; onların kendilerine
zulmedenlere karşı güttükleri hareket, gene budur.
İmam Hasen (aleyhisselâm) m kendilerini, yüzlerine
karşı, hâşâ, sövmeye kalkışan Şamlı’ya lûtufda, ih­
sanda bulundukları, onun da yaptığı kötülüğü anla­
ması meşhurdur. Seyyid’üs-Sâcidinin (A.M.), zulme­
denlerin de bağışlanmalarına dâir duâlannı zikret­
miştik. Bu, insanlıkta, olgunluğun en yüce mertebe­
sidir. Zâlime, yaptığı zulüm dolayısıyla bedduâda bu­
lunmak caizdir; aleyhine ilenmek mübahdır: fakat
-caiz oluş başka bir şeydir, yüce huylardan olan ba­
ğışlamak, başka bir şey. İmamlarımıza göre zâlime
ibedduâdâ bulunmak bile zulüih sayılabilir. Sâdık
(aleyhisselâm), «Bir kul mazlum olur, fakat zâlime
boyuna bedduada bulunursa, zâlim olur gider» buyur­
muşlar, zâlime bedduada ısrarın da zâlim olmaya se-
beb olacağını bildirmişlerdir. Sübhânallah! Demek ki
zâliine bedduada haddi aşmak da zulüm oluyor. O
halde ilk olarak zulme, çevre başlayan, insanlara kö­
tülük eden, inallarını gasbeden, kanlarını döken, ırz­
larını ayaklarının altına alan, yâhud zâlimle birlik
■olan, onu helâk çukuruna düşüren, zulümde ona güç
veren, teşvik edip kışkırtan, insanların hallerini te­
cessüse kalkışan kişinin hâli, İmamların (aleyhimüs-
,selâm), fıkhında nicedir? Gerçekten de bu çeşit kişi­
ler, Allahu Taâlâ’nın rahmetinden, lûtfundan en uzak
olan, suçlan ve azablan en çetin, yaptıkları işler en
.kötü, huylan en çirkin kişilerdir.
, 94 ŞİA İNANÇLARI

39 — ZALİMLERE YA RD IM HUSUSUNDAKİ
İNANCIMIZ

Zulm ün en büyüklerinden biri de zâlimlere yar­


dımda bulunm ak, onlara destek olmaktır ki A llah u
Taâlâ, «Zulmedenlere meyletrneyîn; sonra ateşle aza­
ba uğrarsınız ve A llah ’dan başka bir dostunuz yok­
tur; sonra yardım da görmezsiniz» buyurm aktadır
(XI; Hûd A.M., 113). İşte bu, K u r’ân-ı Kerim’in edeb-
lerindendir ki aym zamanda Ehlibeyt (aleyhimüsse-
lâm) ın edebidir, onlardan, zâlimlere meyletmemek
husûsunda, haddinden fazla emirler gelmiştir; zâlim ­
lerle birlik olmamayı, hattâ bir hurm a parçasıyla bi­
le onlara yardımda bulunm am ayı emretmişlerdir.

Şüphe yok ki îslâmın ve müslümanlann uğradığı


musıybetlerin en büyüğü, zulümde, cevirde bulunan­
lara aldırış etmemek, onların kötülüklerine göz yum­
mak, onlarla birlik olmak, bundan da ileri giderek on­
lara, zulümde, cevirde yardım etmektir. İslâm toplu-
muna en büyük zarar,' gerçek yoldan sapmaktır; bü
güzden din, zayıflamış, güçsüzlenmiş, bugünkü hâle
gelmiş, garip düşmüştür. Müslümanlar, yâhud müs-
ümanım diyenler, Allah’dan başka yardımcıları bu-
unmadığından, güçlü düşmanları bir yana, en aşağI’
ık düşmanlarına bile boyun eğmek zorunda kalmış-
ardır.
İmamlar (aleyhimüsselâm), kendilerine uyanları,
)oyu.na zâlimlere yardımdan uzaklaştırmışlar, dost-
arını, zulüm, ve çevir erbâbıyla uzlaşmaktan şiddetle
:ekindirmişlerdir; bu hususta kendilerinden sayısız
ladisler gelmiştir. Bunlardan biri, İmam Zeyn’ül-âbidin
ŞÎA İNANÇLARI 95

(aleyhisselâm) m, Muhammed bin Müslim’üz-Züherî’-


ye yazdıkları şu yazıdır:
«Onlara duâ etmekle, çevrende dönüp duran zu­
lümlerine meyi etmiş olmuyor musun; belâlarının geç­
tiği köprü, yâhud sapıklıklarının yüceldiği merdiven,
azgınlıklarına dâvetçi, yollarında yolcu hâline gelmi­
yor musun? Senin yüzünden bilginler şüpheye düşme­
de, câhillerin gönülleri onlara uymada. Vezirlerinin
en yakınları, yardımcılarının en güçlüleri, bozgunla­
rını düzeltmekte, ileri gidenler de, geri kalanlar da ih­
tilâfa düşmekte. Sana verdikleri, senden aldıkların­
dan ne kadar da az. Senin yüzünden tahrib ettikleri,
senin için onardıklarından ne kadar da önemsiz. Ken­
dine dikkat et; çünkü sana, senden başkası dikkat ede­
mez; nefsini, sorumlu bir kişi gibi soruya çek...» (Tuh-
f ’ül-Ukuul; s. 66).
«Nefsini, sorumlu bir kişi gibi soruya çek» sözü,
anlamı bakımından pek derin ye geniş. İnsan, hevâ
ve hevesine uyunca, gizli kalan şeylerini mühimsemez,
kendine bir yücelik verir; yaptıklarından sorumlu
görmez kendini; yaptıklarından - ettiklerinden hiç
kimse bir şey sormaz sanır. Bu, kötülüğü fazlasıyla,
emreden nefsin sırlarındandır. îmam (A.M.) Züheriyi,
nefsin bu gizli özelliğine karşı uyarmakta; çünkü he-
vâsma uyarak sorumluluğunu unutuverir.
İmevirî Mûsâ Kâzım (aleyhisselâm) ın deveci Saf-
van’a buyurdukları, bundan da şümûllü ve derindir.
Safva,n, îm am ’ın şiasındandır ve sözüne İnanılır râvî-
Isrindendir. Keşşî, «Rical» inde şöyle anlatıyor;
Safvan, İmam’m (A.M.) huzuruna girmiş, İmam
(A.M.) ( ona, «Safvan» buyurmuşlardır, «Senin her şe­
yin güzel, ancak bir şe^dn müstesna.»
m ŞÎÂ ÎNANÇLÂRİ

Safvari diyor k i :
Sana fedâ olayım, o şey nedir dediin. İmam, «De­
veni bu adama (Hâruri’ür-Röşîd’e) kiraya vöi-din de­
ğil mi» buyurdular. Ben, Allah’a ârld olsuil ki dedim,
bir kötülük, bir fenalık için vermedim; avlansın, oya­
lansın diye de değil; bü yölâ (Mekke’ye) gitsin diye
kiraladım; ben de beraber gitmfedim; bnunla kölemi
yolladım. İmam, «Safvâîi» buyürdulai", «Kiraiıı ala­
caksın ölbette.» Sana fedâ olayını, evet dedim. «Kira­
nı vermesi için hayatta kalmasını istiyor musun» di­
ye sordular. Evet, dedim. «Yâ Safvan» buyürdülai’.
«OnİBirih hâyaLttâ kalmalarını dileyen de brilardandır;
kim ohlârdârisâ cehenneradedir.»
Safvan, hemen kittim diyor, devemi bir başkası­
na sattım.
Zâlimlerin yaşamalarmı, mevkilerinde kalmaları­
nı isteyen bile böyle olursa, zulümde, onlara yardım
etmeyi isteyen, cevirde onları güçlendîfeh, hele on­
lara katılan, orilann yaptıklarını yâpâh, kervanlarına
uyan, emirlerim yerine getireli kişinin hâli nice olur?

40 — ZALİMİN HÜKM Ü ALTINDA VAZİFE


GÖRM EK HUSUSUNDAKİ İNANCIM IZ

Zâlimlere, bir hurmanın bir parçasıyla bile yardım


’edene, onların yaşayışını dileyene karşı İmamlarımız
Caleyhimüsselâm), bu hükm ü verirler, bu sözleri söy­
lerlerse, hükümde onlara katılan, onlann buyruğu
altında vazife gören, hele onlann hâkimiyetlerini ku­
ran, o hâkimiyetin rüknü kesilen, hükümlerini güçlen-
^diren kişinin hâli ne olur? «Tuhf’ül-Ukuul» de, İmam
ŞÎA İNANÇLARI 97

Sâdık’dan (aleyhisselâm) gelen hadîse göre, «Zâlimin,


hüküm ve kudret sahibi olması, tümden halkın yok
olmasıdır; tümden bâtılı diriltmektir; zulmün, çevrin
ve bozgunun izhârıdır.»
A m a gene İm am lardan (aleyhimüsselâm) gelen
rivayetlere göre, adaleti koruması, A llah ’ın sınırlarına
riâyet etmesi, inananlara ihsanda bulunması, m ârûfu
buyurması, m ünkeri nehyetmesi takdirinde, çevreden
kişinin vilâyeti de caizdir. İmam M üsâ b. Ca’fer (aley-
himesselâm), «Zâlimlerin kapılarında, A llah’ın ken­
disiyle delili aydınlattığı, vücüdiyle şehirleri güçlen­
dirdiği, dostlarından kötülüğü onlarla giderdiği, müs-
lü m an lan n işlerini, onlarla düzene soktuğu kişiler
vardır... Onlar, gerçekten de inanm ış kişilerdir; onlar,
Allah’ın yeryüzündeki alâmetleridir; onlar, kullan-
nm içinde A llah ’ın nurlarıdır...» buyurmuşlardır. Zâ­
lim olan iktidarın hükm ünde vazife almış kişilerin tu­
tacakları yol hakkında bir çok hadîsler vardır; Sâdık
(aleyhisselâm) m Ehvâz emîri Abdullah E’n-Necâşi’ye
yazdıkları yazı da bunlardandır (El-Vesâil’de Bey’ ki-
tâbm a bakınız, s. 78).

41 — İSLÂMÎ BİRLİĞE Ç A Ğ IRI


HARKINDAKİ İNANCIM IZ

Ehlibeytin Caleyhimüsselâm), yolu yordamı, her­


kesi, İslâmın bekaasına, yücelmesine, müslümanlann
birliğine, aralarındaki kardeşliğe, gönüllerinde bir kır­
gınlık varsa, birbirlerine kinlenmişseler, bütün bun­
ların giderilmesine çağırmaktır.
Emîr’ül-Mü’mınîn (aleyhisselâm), «îslâma ve müs-
98 ŞÎA İNANÇLARI

lümanlara yardım etmeyeceğimden, îslâmda bir ge­


dik açılacağmdan ürktüm» buyurmuşlar, ancak hilâ­
fet makaamını ihraz etmelerinden sonra «Rahbe» de,
Gadir hadîsinden bahis buyurmuşlar ve sahabeden
hayatta kalanların şehâdetlerini istemişlerdir (*).
Ömer bin Hattâb, defalarca kendilerine başvurmuş,
defalarca, «Eb’ül-Hasen’in bulunmadığı zamanda
müşkil bir işe düşmeyeyim, Allah böyle bir şey ver­
mesin» ve «Alî olmasaydı Ömer helâk olurdu» demiş­
tir.
Hasen bin Alî (aleyhimesselâm), savaşa ısrarın
sonuçlarım görüp şeriati ve İslâmî korumak için uzlaş­
ma yolunu tutmuşlar, kendilerinin ve kendilerine uyan­
ların, zulme, hattâ zillete uğramalarını gözlerine al­
mışlar, îslâmın âkıbeti için bu yolu tercih buyurmuş­
lardır. Cenâb-ı îm am Huseyn-i şehîd (A.M.) ise, Ümey-
ye oğullarına karşı durup onların kötü niîryetlerini
ortaya koymazsa, İslâmm yok olmak tehlükesiyle kar­
şı karşıya geldiğini görmüşler, onların zulmünü, düş-
manlığmı tarihte tesbît etmek, Resûlullah’a (S.M.)
ihânetlerini bildirmek, şerîate karşı durumlarını be­
yân etmek için kıyâm etmişler ve dileklerini elde et­
mişlerdir. Huseyn’in (A.M.) kıyamı olmasaydı İslâm,
tarihte eski dinler arasında anılacaktı. Şia da O ’nun
kıyamını, zulüm ve çevre karşı, durmasını, O ’nun ve
O ’na uyanların şehâdetini, O ’ndan sonraki İmamların
emirleriyle tecdid ve ihyâ edip şehâmetini anarak, an­
dırarak her yıl ve her an, İslâmm ve Ehlibeytin feda­
kârlığını, Ümeyye oğullarının İslâm karşısındaki du­
rumlarını yenilemeyi, gerçek İslâmî ızhân şiâr edin-
m^iştir.

i*) Hutbe-i Sıkştkıye» de, üçüncü halHenin zamanından


sonra îrâd huyurulmu^tur. (Mütercim)
ŞÎA İNANÇLARI 99

Ehlibeyt (aleyhimüsselâm),-İslâmır) yüceliğini, en


çetin düşmanlarına karşı bile bu vâzifeyi yüklendik­
lerini, îmam Zeynülâbidîn. (aleyhisselâm) ın duaları,
tam anlamıyla canlandırır. Saltanat Ümeyye oğulla­
rının elindedir; îmam'm hürmeti gözetilmemektedir;
babalarma, ehlibeytlerine revâ görülen zulümler, Ker-
belâ faciası hatırlardadır,- kendileri yapayalnızdırlar;
bütün bunlara rağmen gene de İslâm askerine yardım
etmesi, m üslümanlann yücelmeleri, sağ-esen kalma­
ları için Allahu Taâlâ’ya duâ etmektedirler. İm âm ’ın
(A.M.), bir tek silâhı kalmıştır,' o da duâ ile İlâhî ma­
ârifi yaymaktır. Şiasına, İslâm askerine ve müslüman-
lara nasıl duâ etmek gerektiğini, «sınırlardakilere
duâ» adıyla tanınan dualarında telkıyn buyurmak-
ta,dırlar; buyuruyorlar ki: «Allah’ım, Muhammed’e ve
âl-i Muhammed’e salâvat ver. Sen onların (sınırlan
koruyan müslüman, askerlerinin) sayılarını çoğalt,
silâhlarını keskinleştir, bulundukları yerleri koru, top­
luluklarını düzene koy, işlerini düzüp koşarak ihtiyaç-
larmı gider,- onlara yardım ederek güçlendir onları;
onlara sabır ihşân ederek yardım et, hilelerden kpru
onları.» Ve duâ, kâfirlerin bozguna uğramalarını di­
ledikten sonra şöyle devam eder: «Allah’ım, böyleçe
müslümanlann bulunduklan yerleri güçlü bir hâle,
getir, ülkelerini koru; mallarını çoğalt onları^ savaş­
tan kurtanp kulluğuna yönelt; düşmanlarla uğraş­
maktan kurtar da' seninle münâcâta köyult; sonucu,
yeryüzünde senden başkasına kulluk edilmesin, sen­
den başkasına secde edilerek yere baş konulmasın!»
Bundan başka, dualarının en önlerinde, savaşın ama­
cını, faydasını bildirmedeler, savaşta gereken şeyleri
anlatmadalar, düşmandan korunmayı belletmedeler
ve bütün bunlarla beraber Allahu Taâlâ’nın haram­
100 ŞÎA İNANÇLARI

larından sakınmalarım, ancak O ’nun nzâsı için ih-


lâsla savaşa sarılmayı dilemedeler.
Ö bür îm am lar da, zam anlarındaki kudret sahip­
lerinden çeşitli zulümlere uğradıkları halde, kendile­
rine uyanlara dinî hüküm leri bildirmeye çalışmışlar­
dır. Zam anlarında Alevılerin (Alî A.M. soyundan ge­
lenlerin) ve başkalarının kıyamlarında, onların hiç
bir rolleri yoktur; aksine bu ayaklanmalar, emirleri­
ne ve uy anlarına da aykırıdır. Ç ün k ü onlar, ancak
îslâm devletinin bekasını ve korunmasını amaç edin­
mişler ve bunda h erke ste , hattâ Abbâs o ğullan halîfe­
lerinden daha fazla, daha ileri bir gayret göstermiş­
lerdir.

Bu hususta İmam Mûsâ Kâzım’m (A.M.) şîasma


vasıyyetlerini okumak yeter.-
«iktidar sahibi olanınıza itaati terk ederek,
boyunlannızı zillete vermeyin; adalet sâhibiyse, ya­
şaması için duâ edin; cevrediyorsa, A llah ’dan ıslâhını
dileyin. Ç ünk ü sizin de düzeniniz, onun düzeniyledir.
Gerçekten de adaletle hükmeden iktidar sâhibi, mer­
ham etli baba gibidir; kendiniz için neyi seviyor, isti­
yorsanız, onun için de sevin, isteyin; size gelmesini
istemediğiniz şeyi, onun için de istemeyin.» (El-Vesâil;
M ârûfu Buyurmak, Münkerden Nehyetmek bâzı; 27)
İş böyle olmakla beraber çağımızdaki bâzı yazar­
lar, Şia’yı gizli ve yıkıcı bir toplum, isyancı ve öc a h a
bir taife olarak göstermedeler. Evet, Ehlibeytin tâlim ­
lerine uyan m üslüm an, zulüm den ve zâlimlerden nef­
ret eder; kötülükte bu lu n a n la n hoş görmez; onlara
yardım edenleri aşağılık sayar; bu, soydan soya, on­
larda mevcut olan bir haslettir; fakat şîa’nın şiân hiç
bir vakit gadr ve hîle değildir; yollan-yordamlan, hiç
ŞİA İNANÇLARI 101

bir zaman, İslâm admı taşıyan iktidara karşı, gizli-açık


isyân etmeye yönelmemiştir; şîa, hiç bir vakit, yolu,
hareketi ne olursa olsun, müslümana karşı kötülük
düşüncesine kapılmamıştır ve bu gerçek yolu, İmam-
lannm tâlimiyle seçmiştir. Allah’ın birliğine, Rasû-
lullah’ın (S.M.) risâletine inanan müslümanın kam,
malı, ırzı, «müslümanın malı, ancak onun râzılığıyla
helâl olur» hükmünce, müslümana haramdır; müslü-
man, müslümanın kardeşidir; aşağıki bahiste, bu kar­
deşlik haklan izâh edilecektir.

42 — MÜSLÜMANIN, MÜSLÜM ANDAKİ


HAKKI, BUNA DAİR İNANCIM IZ

İslâm dîninin en güzel ve en yüce çağrısı, rütbe­


leri, mevkileri, nisbetleri, vazife ve dereceleri, birbi­
rinden a y n da olsa, b ütün m üslüm anlan kardeşliğe
çağırmasıdır; m aal’esef m üslüm anların da bugün ve
bundan önceki çağlarda, en fazla önem vermedikleri
şey, bu İslâm kardeşliğidir.
Bu kardeşliğin îcâb ettirdiği şeylerin en basit
özeti, İm am Sâdık’ın (A.M.), «Müslüman, kendisi için
sevdiği, dilediği şey’i, m üslüm an kardeşi için de sever
ve diler; kendisi için istemediği şey’i, onun için de is­
temez» buyruğuyla ifâde edilmiştir.
Ehlibeytin (aleyhimüsselâmi, istediği bu basit görü­
nen huy, ne yazık ki bugün m üslüm anlar için en ağır
bir teklif m âhiyetini almıştır; çünkü m üslüm anlar, b u­
günkü huylarıyla İslâm ruhundan uzaklaşmışlardır.
Bu buyruğa dikkât edilirse, bu sözün anlam ı düşünü­
lürse, m üslüm anlardan hiç birinin, başka bir müslü-
102 ŞÎA I N ^ Ç L A R I

m ana zulmetmesi, kötülükte bulunması, yalan söyle­


mesi, m alını çalması, aleyhinde bulunması, kötülüğü­
nü söylemesi, onu, kötü bir töhmet altına alması, ol­
mayacak şeylerle kınaması, onu alçaltması, ona karşı
ululanması gerekmiyecektir.
Evet, bu kardeşlik huyu, aralan nda bütünleşse,
buna riâyet edilse, yeryüzünden zulüm ve düşm anlık
kalkacak, insanlar, birbirlerini kardeş bilecekler, top­
lum un en yüce ve ku tlu derecelerinde, karşı karşıya
oturacaklar, eski filozofların tahay 3rül ettikleri «Me-
dîne-i fâzıla» yeryüzünde gerçekleşecektir. Bu takdir­
de, aralarındaki sevgi ve esirgeyiş yüzünden, ne h â ­
kimlere, ne mahkemelere, ne polise ihtiyaç duyula­
caktır; ne hapishanelere gerek kalacaktır, ne cezaî ka­
nunlara, ne cezalara ve kısasa. Ne sömürgeciye eğile­
cektir insan, ne zorbaya alçalacaktır; ne de insanlara
azgınlar, diledikleri gibi hükmedebileceklerdir. Yer­
yüzü, başka bir yeryüzüne dönecek, n i’metlerle dolu
bir cennet, bir kutluluk yurdu kesilecektir.
Fazla olarak şunu da söyleyelim;
insanlar arasında sevgi kanunu h ük üm sürse,
dînin bellettiği kardeşlik tekemmül etse, lügatlerimiz­
den «Adi» kelimesini de silmemiz gerekecektir; çün­
kü adalete ve kanunlarına ihtiyaç kalmayacakdır ki
sözüne m uhtaç olalım. H ay n yaymak için sevgi ka­
nunu, kutluluk ve huzur, yetecektir bize. İnsan, an­
cak sevgiyi yitirince adalet sözünü söylemeye, onun
kanununu dilemeye m uhtaç olur. A m a herkes, birbi­
rini baba-oğul ve kardeş gibi sever, birbirine böyle
muamele ederse, bu sevgi yeter-gider, adalete başvur­
maya lüzum kalmaz.
ŞÎA İNANÇLARI 103

Âlemdeki kötülüklerin s im şu: însan ancak ken­


disini sever, kendisine yarayanı ister, dilediğini el­
de etmeye çalışır; başkasının buna sâhip olmasmı da
istemez. Ama adaletin, ihsanın en güzel tarzı, bütün
insanlar arasında yayılsa, herkes, karşısındakini ken­
disi gibi sever. İnsanda bu gerçek kardeşlik duygusu
meydana gelince din. bu duyguyu yaymayı üstlenir;
îslâmi irşad, insanı bu yöne yöneltir. Bundan, bu duy­
gudan mahrum kalan insan, ancak ad bakımından
müslümandır; gerçekte ise, Allah’dan bir nasıybi yok­
tur onun.
îştis bu yüzdendir ki kardeşlik hakları, dînin, tat­
biki en güç tâlimlerindendir ve bundan dolayıdır ki
Ebû-Abdullah Ca’fer’üs-Sâdık (aleyhisselâm), asha­
bından Muallâ bin Huneys’in sorularına şu suretle ce-
vab vermişlerdir; Muallâ diyor k i :
«îmam’a, müslümanın, müslümandaki hakkı ne­
dir diye sordum. Ebû-AbduUah (A.M.), yedi vâcib
hakkı var; onlardan bir tanesi bile yok ki ona vâcib
olmasın; o haklardan birini yitiren, Allah’ın vilâye­
tinden, itâatinden çıkmıştır; Allah’dan bir nasıybi yok­
tur onun» buyurdular.

— Fedâ olayım sana dedim, onlar nelerdir?


Buyurdular ki; Yâ Muallâ, ben seni esirgedim; yi­
tirirsin, koruyamazsın; belletirim, tutmazsın diye kor­
kuyorum.
— Güç-kuvvet ancak Allah’ın dedim. Bunun üze­
rine İmam, yedi hakkı söylemeye başladılar; önce bi­
rincisini söylediler, buyurdular ki;
— En basit hakkı, kendin için sevdiğini, onun için
104 ŞİA İNANÇLARI

de sevip istemen; kendine istemediğini, hoş görmedi­


ğini, onun için de istememen, hoş görmemen.
Onun öfkesinden çekinmen, râzılığmı elde etmen,
emrine itâat eylemen.
Ona, canınla, malınla, dilinle, elinle, ayağınîa yar­
dım etmen.
Onun, gözü, dili, aynası olman.
O açken doymaman, sususzken su içmemen',' çıp­
lakken giyinmemen.
Senin bir hizmetçin var da onun yoksa, hizmet­
çini, onun elbisesini yıkaması, yemeğini hazırlaması,
döşeğini yayması için ona göndermen.
Ona hayırda bulunman, dâvetine icabet etmen,
hastasını dolaşıp hâtın n ı sorman, cenazesine gitmen.
Bir ihtiyâcı varsa gidermen, onun istemesini bekleme­
men, ondan önce davranman.
Ondan sonra imam, şu cümleyle sözlerini bitirdi­
ler ;
Bunl’a n yaparsan, dostluğunu, onun dostluğuna
ulaştırdm, onun dostluğunu da kendi dostluğuna ka­
vuşturdun.»

Bu hadîsin mazmûnuna uygun olarak imamları­


mızdan bir çok hadîsler rivayet edilmiştir ki bunlar,
«Kitâb’ül-Vesâil» in çeşitli bablannda mevcuttur.
Ehlibeytten (aleyhimüsselâm), gelen hadîslerde­
ki kardeşliğin, onların şîasına malîteus ve münhasır bir
kardeşlik olduğu zannı uyanabilir; fakat gelen rivâ-
SÎA İNANÇLARI 10&

yetlere müracaat, bu vâhî zannı ortadan kaldırır; Mu-


âviye bin Veheb’in rivâyet ettiği şu haber, bu hususta
yeter:
«Sâdık (aleyhisselâm) a dedim ki: Bizimle toplu-
mum^z arasında, insanlardan bize karışanlarla bizim
inancımızda olmayanlarla nasıl geçinmemiz gerek?
îmam (A.M.) buyurdular ki: Uyduğmıuz İmamla­
ra bakın; onların yaptıklarını yapın. And olsun ki on­
lar (İmamlarınız), onların (kendi inançlarında olma­
yan müslümanlann) hastalarım dolaşıyorlar; cenaze­
lerine gidiyorlar; onların lehinde, aleyhinde tanıklıkta
bulunuyorlar, emânetlerini onlara veriyorlar.» (Usûl”
ül-Kâfi; Kitâb ul-Işra, birinci bab)
Ama İmamlarm (A.M.), kendilerine uyanlardan
diledikleri, bu kardeşlikten de üstün. Şia’nın târif ve
tavsifine dâir bâzı hadîsler naklettik; İmam Sâdık
(aleyhisselâm )ile Eban bin Tağlib’in şu konuşması,
bunu daha da aydınlatır. Eban diyor k i :
«Ebû-Abdullah ile beraber (A.M.) tavaf etme­
deydim; ashabımızdan birisi geldi; bir ih t^âc ı için
gelmemi istedi; bana işâret etti. Ebû-Abdullah (A.M.)
bunu gördüler, yâ Eban, buyurdular, bu zat, seni mi
çağırıyor? Evet dedim. O da senin gibi değil mi dediler
(yâni tavaf etmekte, değil mi diye sordular); evet de­
dim. Git buyurdular, tavâfı kes. Farz tavaf dedim;:
evet buyurdular (farz ise de kes ve git).
Eban, gittim diyor, sonra gelip huzurlarına varın­
ca kendilerine m ü’minin hakkını sordum; buyurdular
ki; Bırak, sorma buna. Isrâr ettim; sonra buyurdular
ki;
106 ŞÎA İNANÇLARI

Y â Eban, malının yansını onunla bölüş. Sonra ba­


na baktılar, ne hâle geldiğimi görmek İstediler ve bu­
yurdular ki: Yâ Eban, ihtiyaçları olduğu halde ihtiyaç
sâhiplerini kendilerinden üstün tutanları Allah’ın an­
dığını biliyorsun değil mi? Evet dedim; malını bölüşür­
sen buyurdular, onu kendinden üstün tutmuş olmaz­
sın; öbür yansını da verirsen, o vakit onu, kendinden
üstün tutmuş olursun.» (Vesâil’üş-Şîa; Kitâb’ül-Hacc;
Ebvâb’ül-Işra, bab: 22; 16. hadîs)
V. BÖLÜM

M E A D
43 — BA’S VE MEAD HAKKINDAKİ
İNANCIM IZ

Allahu Taâlâ’mn, ölümlerinden sonra, insanları,


va’d ettiği günde, yeni bir yaratışla yaratacağına, di­
rilteceğine, itaat etmiş olanlara, va’d ettiği sevabı,
mükâfatı vereceğine, isyan edenleri, gene bildirdiği
gibi cezalandıracağına inanıyoruz. Bu, semavî dinle­
rin ittifak ettikleri inancın, özetle ifâdesidir. Hiç bir
müslümanın, Rasûl-i Ekrem’e (sallâllahu aleyhi ve
âlihi ve sellem), indirilen Kur’ân-ı Kerım’in bu husus­
taki beyanlarına muhalefet etmesine imkân yoktur.
Allahu Taâlâ’ya tam ve gerçek bir inançla inanan,
Hazret-i Muhammed’in (S.M.) hak dinle ve hidâyet
üzere gönderildiğine îman eden kişi, Kur’ân-ı Kerîm’in
tekrar diriliş, sevab, ıkaab, cennet ve cehenneme dâir
verdiği haberlere de inanır. Kur’ân-ı Kerîm’de bin’e
yakın âyet-i kerîme, âhıreti, tekrar dirilmeyi, m ükâ­
fat ve mücâzâtı bildirmektedir, Bu hususta şüphe­
ye düşen, risâlet sahibine, yâhud kâinatın yaratıcısı­
na, onun kudretine, hattâ yalnız bunlara değil, bütün
dinlere ve şeriatlerin tümüne şüphe ediyor demektir.
108 ŞÎA İNANÇLARI

44 — CtSMANÎ MEAD HARKINDAKİ


İNANCIM IZ

Ayrıca, M eâd’ın çismanî olduğuna inanm ak da


İslâmî zarûretlerdendii’. K ur’ân-ı Kerîm, «İnsan, ke­
miklerini hiç toplayamayız mı sanıyor? Evet, değil ke­
miklerini, parm ak uçlan n ı bile düzüp koşmaya gücü
yeteniz» (LXXV; Kıyâme, 34), «Şaşıyorsan, asıl şaşı­
lacak şey, toprak olduktan sonra yeniden m i yaratı­
lacağız diyenlerin sözü. Öyle kişilerdir onlar ki, Rab-
lerine kâfir olmuşlardır» (XIII; R a’d, 5), «îlk yaratış­
ta âciz m i kaldık ki? Hayır,, am a onlar, yeni bir yara-
tışda şüphe içindeler» (L; Kaaf, 15) buyurmakta, A l­
lah ’ın sonsuz kudretini beyân etmekte, insana dünya­
da, bu varlıkla mevcut değilken yaratıldığını hatır­
latmaktadır.
Cismanî meâd, özetle, insanın, çürüyüp giden be­
deniyle, toz olup biten kemikleriyle, kıyâmet günün­
de,, eski şekliyle, eski hey'etiyle diriltilmesidîr; buna,
hesap, sırat, mizan, cehnet, cehennem, sevab ve ıkaa-
ba, yâni K ur’an’da zikredilen hususların hepsine inan­
maktan ibarettir. Bunlar, eski cüz’leriyle mi, yoksa
ona benzer başka bir cesedle mi diriltilecek; ruhlar,
bedenler gibi yok mu olup gider, yoksa meâd’da, be­
denlerine girinciyedek bâkıy mi kalır; meâd, yalnız
insanlara mı mahsustur, yoksa bütün canlılar da mı
diriltilecek; bu diriliş, birden mi olacak, yavaş-yavaş
mı, cennet ve cehennem şimdi de var mı, gökte mi,
yerde mi; mizan, mânevi midir, yoksa iki kefesi olan
cismanî bir terazi mi; sırat, incecik bir cismanî yol mu,
yoksa mânevi doğruluk mu? Bunları inceleyip inan­
maya lüzum yoktur; hepsine icmâlen îman kâfidir.
Esâsen bunları incelemek, kelâmcılara, felsefeci ge­
ŞÎA İNANÇLARI 109

çinenlere âit bir şeydir ve bu da, ne dinî bir zaruret­


tir, ne İçtimaî bir zarûret. Bunlarla uğraşmak, abes
yere sahifeleri karalamak, kitapları doldurdmaktır;
çalışanların vaktini boş yere bitirir, tüketir-gider.
İnsan, gaybe âit, çevresinden hâriç şeyleri idrâk­
te aciz sâhibidir. Ancak biz, A llahu Taâlâ’nın her şey’i
bilen, her şey’e gücü yeten bir m âbûd olduğuna ina­
nıyoruz-, O, bize meâdın olacağını haber vermiştir ve
biz, ölümden, bu duygu, tecrübe ve mübahase âlem in­
den göçtükten sonra bütün bunları göreceğiz, anla­
yacağız. Bu âlemde, duyguya, tahmine kapılıp hayâle
düşerek «Çürüyüp dağılmış kemikleri kim diriltir
(XXXVI; Yâsîn, 78) diyen kişinin sözünü söylemeyiz;
zâti bu şaşkınlığın bir dayanağı da yoktur; çünkü bu
sözü söyleyen, önce nasıl yaratıldığını unutan kişi­
dir. O. yoktu, bedenin bütün cüz’leri darmadağındı;
yeryüzünden derlenip toplandı; sonunda akla, söz söy­
leme kaabiliyetine sahip bir insan oldu. «İnsan, ken­
disini, hiç şüphesiz bir katre sudan yarattığımızı gör­
medi m i de şimdi o, apaçık bir düşman kesilmeye kal­
kışmada. Ve bize bir örnek getirmede ve yaratılışını
d a unutmada.» (ayni; 77-78) Bu sözü söyleyen, ilk ya-
ratıhşını unutan kişiye, «Onu ilk def’a yapıp meyda­
na getiren, diriltir onu ve O, her çeşit yaratmayı bilen­
dir» denir (ayni; 79). Ona, sen, kâinatı bir yaratan ol­
duğunu, ne biçim meydana getirildiğini bile idrâk
edemezken, şuuru, irâdesi, aklı olmayan, birbirinden
apayrı, birbirinden uzak zerrelerin nasıl birleşip nut-
fe olduğunu, sonra da o nutfenin, tedbîr ve şuur sa­
hibi, duygulu bir insan hâline gelişini anlayamazken,
çürümüş, dağılmış kemiklerin nasıl yeniden bir yara­
tılışa erişeceğine, ne diye şaşmaktasın denir.
Bugün, kâinatı tedbîr ve tasarruf eden, her şey’i
110 ŞÎA İNANÇLARI

bilen, her şey’e gücü yeten ve seni yoktan var eden,


sana, yeniden seni yaratacağını haber vermede, bunu,
bugünkü bilginle, bugünkü duygunla anlamana, keş­
fetmene im kân yok; bu hususta konuşm ak da boş;
çölde koşmaya, karanlıkta görmeye çalışmaya benzi­
yor.
İnsan, son zamanlarda elektriği, atomu keşfetti;
evvelce bunlardan bahsedilseydi, yâhud biri, bunları
gösterseydi, gören bunlara yâ hayâl derdi, yâ büyü.
Böyle olmakla beraber gene de hâlâ, ne elektriğin sır­
rı bilindi, ne atomun sim ; hattâ bu ikisinin; özellikle­
rinden biri bile anlatılamadi; yaratışm, vâr edişin
sırrı nasıl anlaşılabilir ki? Sonra da meâdın, yenideıi
dirilişin sırrından bahse, bunu anlatmaya kalkışıyo­
ruz!
Evet, insana, İslam a inandıktan sonra, nefsine uy­
maması, bunun aksine, âhıretini ve dünyasını düzene
sokacak şeylerle uğraşması, kadrini, derecesini, A l­
lah katında yüceltecek şeyleri düşünüp nefsini ıslâh
etmesi, ölümden sonra kabir ve hesap çetinliğini mii-
teâkıp, her şey’i iyiden iyiye bilen A llahu Taâlâ’nın
mânevi huzûruna nasıl çıkacağını teemmül etmesi,
«Kimseden bir karşılık kabûl edilmez, kimsenin kim ­
seye şefâati fayda vermez; onlara yardım da edilmez»
âyet-i kerîmesiyle (II; Bakara, 123) anlatılan günden
çekinmesi gerektir.
ip 1398
KAYNAKLARIN EN ÖNEMLİLERİ

KUR’AN-I MECÎD

1 - Nehc’ül-Belâga
2 -E’s-Sahîfet’üs-Seccâ-
diyye
3 - Usûl’ül-K âfî Muhammed b. Ya’kuub’il-Küleynî
vefât; 328 H.
4 - Tuhâf’ül-ükuul Haşan b. Alî IV. yüzyıl. H.
5 -K âm il’üz-Ziyârât Ca’fer b. Kuulûyeh 369. H.
6 -El-l’tikaadât Şeyh Saduuk 369. H.
7 -Evâil’ül-Makaalât Şeyh Müfîd 413. H.
8 - Şerhu Akaaid’is-Saduuk » » »
9 -E’t-Tecrid Hâce Nasîr’üddîn-i Tûsî 672. H.
10 - Şerh’ut-Tecrîd Allâme-i Hıllt 762 H.
11 - Şerh’ul-Bâb’ü-Hâdî
aşer Fâdıl’ül-Mıkdâd 326 H.
12 -El-Vesâil Hurr’ül-Amilî 1104 H.
13 - I ’tikaadât Meclisi 1110 H.
14 -Usûl'ül-Akaaid Min
Kitâbu Keşf’il-Gıta’ Şeyh Ca’fer’ül-Kebîr 1227 H.
15 - Asl’uş-Şîati ve Usûlihâ Şeyh Muhammed Huseyn
Kşâif’ül-Gıtâ’ 1373 H.
16 - Delâü’us-Sıdk Muhammed Hasan'il-
Muzaffer 1375 H.

You might also like