You are on page 1of 487

YÜZYILLARIN SIRLARI

HAKAN YILMAZ ÇEBİ


YÜZYILLARIN SIRLARI

HAKAN YILMAZ ÇEBİ

genel yayın yönetmeni: Şeref Yılmaz

editörü: Hatice Eğilmez Kaya

kapak tasarımı: Hüseyin Özkan

iç düzeni: Burhan Maden

yayıncılık sertifika numarası: 17463

ısbn: 978-605-4447-67-1

yayın numarası: 25

güncel: 8

Ocak 2013

Erkam Matbaası
İkitelli Organize Sanayi Bölgesi Turgut Özal Cad. 117/4
Küçükçekmece-İstanbul
Tel: 0212 671 07 00

ANATOLİA KİTAP
Alemdar mah. Alayköşkü Cad.
Hasoğlu İşhanı, 2B K: 3
Cağaloğlu/İstanbul
Tel: (0212) 512 88 77 / 526 04 30
www.anatoliakitap.com
facebook//anatolia.kitap

Bu eserin bütün hakları anlaşmalı olarak Anatolia Yayınlarına aittir.


İzinsiz tamamı veya bir kısmı hiçbir ortamda kopyalanamaz,
Kaynak göstermek şartıyla eğitim amaçlı alıntı yapılabilir.

Anatolia Kültür Yayınları, Ferfir yayın grubunun tescilli markasıdır


YÜZYILLARIN SIRLARI
(MASALLAR DÜNYASINDAN UYANIŞ)

HAKAN YILMAZ ÇEBİ

www.anatoliakitap.com
HAKAN YILMAZ ÇEBİ
Halk Bilimi Uzmanı, Gazeteci-Yazar. Aslen Trabzon, Sürmene nüfusuna kayıtlı
olup 31.03.1968 tarihinde Zonguldak’ta doğdu. İlkokulu mistik birçok olaya şahitlik
ettiği Rüzgarlımeşe İlkokulu, ortaokulu ise (orta ikinci sınıfa kadar) Zonguldak Merkez
Ortaokulu’nda okudu. Daha sonra babasının emekliliği nedeniyle ortaöğretimini
Trabzon Araklı Lisesinde tamamladı.
Üniversite tahsilini Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Halk Bilimi Bölümünden
mezun olarak tamamlayan Çebi, daha üniversite tahsilinin ikinci sınıfında Zaman
Gazetesi’nin Ankara’daki merkezinde özel haberci olarak göreve başladı. İlk haberleri;
“Tartışmalı Mescit Açıldı”, “Iraklı Soydaşlarımız Vatandaşlık İstiyor”, “Bu Ocaklar
Bediüzzamanlar’ın İskilipli Atıf Hocaların Yetiştiği Ocaklar olacak!” haberleriyle dikkat
çeken Çebi, Türk basınında milli-stratejik konuları gündeme getiren gazeteciliğin de
öncülerinden oldu. İhlas Haber Ajansı- TGRT, Vakit Gazetesi, Ayyıldız, Sağduyu,
Ortadoğu gibi basın yayın kuruluşlarında özel haberci, haber müdürü, yardımcı yö-
netmen, köşe yazarı gibi vasıflarıyla yaptığı çalışmaları; 133 bölüm süren ve HAZIR
KITA AKADEMİSİ olarak anılan “HAZIR KITA” programıyla taçlandırdı. Yirmiye
yakın eseri yayınlanan Çebi’nin eserlerinden bazıları şöyle sıralanmaktadır:
* Üç İsrail/Altın Buzağı Operasyonları
* Türkiye’de Petrol Kime Saklanıyor?
* Metafizik İstihbarat (Cinler..Şeytanlar..Ruhlar..Medyumlar)
* İsrail’in Şifresi
* Atatürk Mason muydu?
* Devlet İçin Devlete Rağmen
* III. Dünya Savaşı Meciddun Dağı’ndaki Sır Tek Dünya Hâkimiyeti ve İsrail
Stratejileri
* Tek Dünya İmparatorluğu Meciddun Dağındaki Sır
* JudaSofya Ayasofya ve Patrikhane Üzerinden Oynanan Gizli Oyunlar
* Kara Divan Yeraltının Gizli Tarihi (Orkun Uçar’la)
* Şeytan’ın Ayetleri Gizlenen Talmud Yasaları
* İsrail’in A Planı
* Türkiye’nin Petrol Savaşları
* Para - Petrol ve Son Perde
* 21. Yüzyıl Savaşları ve Hedefteki Türkiye
* Bu Topraklarda Petrol Var
* Kutsal Tabut
* İşaret/ Masonluğun Gizli Dili
* Yakaza Adamları/Kader Aynam “O Cilalı Taş” mıydı?
* Amerika’nın Derin Devleti
* Tapınak Kanunları
* Beynimizdeki Yabancı (Ali Selman Demirbağ’la)

www.hakanyilmazcebi.com

4
İçindekiler

NİHAYET “22”NİN SIRRI İLE YÜZLEŞİYORUM................... 17


“22. KATEGORİ 22’NİN SIRRI!”................................................ 18
“OĞLUM ÖTELERE GİTTİ”....................................................... 18
MASALLAR DÜNYASINDAN UYANIŞ........................................ 21
SONSUZLUK ÜLKESİNE VEDA................................................... 25
İnsanlık Tarihi’yle İlgili Düşünceler......................... 35
Karanlık Çağlar Nedir?.................................................................. 35
Yaşamın Başlangıcı....................................................................... 35
65 MİLYON YIL ÖNCE............................................................... 37
YOKTAN YARATILMA............................................................... 37
BİRDEN BİRE ORTAYA ÇIKMA HADİSESİ............................. 38
MİKROMUTASYON .................................................................. 40
RAMAPİTHECUS........................................................................ 43
AUSTRALOPITHECINES........................................................... 44
PEKİN ADAMI............................................................................. 44
JAVA ADAMI................................................................................ 45
NEANGERTHAL ADAMI........................................................... 45
CRO-MAGNON ADAMI:............................................................ 45
NEBRASKA ADAMI................................................................... 45
LUCY TEZGÂHI BOZDU........................................................... 47
TERMODİNAMİĞİN KANUNLARI.......................................... 48
“OL DER OLUVERİR”................................................................ 50

5
YÜZYILLARIN SIRLARI

TORİNO VE MANETO PAPİRÜSLERİ...................................... 51


METAL ERİYOR TAŞ KALIYOR!............................................. 53
PROTO TARİH............................................................................. 54
TEB ŞEHRİ................................................................................... 55
MISIR ATLANTİS’İN KOLONİSİ MİYDİ?................................ 56
RUHLAR KILAVUZU................................................................. 58
HERMES/OSİRİS YA DA İDRİS................................................. 58
ARAP MÜTERCİMLER GREK KLASİKLERİNİ NİYE ÇEVİR-
DİLER?.......................................................................................... 59
PSYCHOPOMPOS /RUHLAR KILAVUZU................................ 59
P3’ÜN ŞİFRESİ............................................................................ 60
İSLÂM KÜLTÜRÜNDE HERMES’İN KİMLİĞİ....................... 61
İLK BABİL HÜKÜMDARI.......................................................... 64
ZEUS ZÜLKARNEYN MİYDİ?.................................................. 65
HERMES BAHSİ (TRİMEGİSTOS)............................................ 66
“ATEŞ” VE “SU” UYGARLIĞI . ................................................ 68
ATLANTİS BİRLİĞİ.................................................................... 70
DZYAN KİTABI........................................................................... 71
ATLANTİS’TEN MISIR ve MAYA UYGARLIĞINA................. 72
KEOPS PİRAMİDİ....................................................................... 73
MUKADDES KULAÇ “52.37” ................................................... 73
93 MİLYON MİL.......................................................................... 74
DÜNYANIN AĞIRLIK MERKEZİNDEKİ PİRAMİD................ 74
DÜNYANIN SONU...................................................................... 74
KARADELİKLER........................................................................ 75
KARADELİK YA DA ÖTE ÂLEM TÜNELİ............................... 77
ASTRONOMİK BİLGİLERE İLAHLIK VASFI YÜKLENDİ….78
FİRAVUNLARIN SAKLADIĞI HAKİKAT................................ 79
ZEMAHŞERİ VE TEFSİR…........................................................ 82
PİRAMİTLERDEKİ KOZMİK ENERJİ...................................... 84
FOTON ENERJİSİ........................................................................ 85
PİRAMİT ENERJİSİ NEDİR?...................................................... 90
PİRAMİTLERİ KİM YAPMIŞTIR?............................................. 91
2045 YILI/PİRAMİTLERDEKİ NÜBÜVVET GERÇEĞİ.......... 92
HZ. YUSUF’UN SİLOLARI........................................................ 93
AMERİKA’DAKİ PİRAMİTLERİ KİM YAPMIŞ OLABİLİR?. 94
KAYIP KITA ‘MU’........................................................................ 94

6
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

ANADOLU’DAKİ KARYONLAR ............................................. 96


ÇATILARDAN GELEN ENERJİ /RA ŞUALARI....................... 97
QUETZİCOATL ZÜLKARNEYN Mİ?........................................ 98
BOURNE TAŞI AMİRAL ANNONE…..................................... 102
“POPOL VUH”........................................................................... 104
TİTONOMAKIA (TANRILAR SAVAŞI)................................... 107
DEVASA SAVAŞ ARAÇLARI (100 KOLLU DEVLER).......... 108
ZAMAN KAPSÜLLERİ PİRAMİTLER.................................... 113
COMMEGENE KRALLIĞI: NEMRUT DAĞI?........................ 116
NEMRUT HÖYÜĞÜNÜN ALTINDA NE VAR?...................... 117
HÖYÜĞÜN SIRRI:..................................................................... 119
19 YILDIZLI ASLAN VE ŞİFRELER....................................... 121
APEX ADLI BİR BÖLGEYE AKMAKTADIR…..................... 123
19 HARF..................................................................................... 124
Mesih Deccal Kimdir?................................................................. 125
TİBET VE GÜNEY AMERİKA PİRAMİTLERİ HÂLÂ SIR….126
“22 ANAHTAR”.......................................................................... 129
23.KATEGORİ (1 + 22).............................................................. 132
23 SAYISIYLA İLGİLİ DERLEMELER................................... 134
KIYAMET SAHNELERİ................................................................ 141
Araştırmaların Işığı Altında Tufan’ın Meydana Geldiği Yerler... 147
İLMİ ARAŞTIRMALAR VE TUFAN GERÇEĞİ...................... 149
VAN GÖLÜ VE TUZ GÖLÜ...................................................... 151
KUTSAL KİTAPLARDA GEMİNİN ÖLÇÜLERİ.................... 151
KUR’ÂN’DA HZ.NUH’UN GEMİSİ......................................... 152
TENNUR/FIRIN......................................................................... 154
KOÇ: ELEMANIM YOK .......................................................... 157
KUR’AN’DA DA VAR! . ........................................................... 157
ASKERLER ARAŞTIRSIN ....................................................... 157
CUDİ DAĞI................................................................................ 158
TAŞ KESİLEN İNSANLAR: POMPEİ................................... 159
SEFAHAT TUTKUSU İÇİN YAŞAYANLAR............................ 161
ZEVK İÇİN YAŞAYAN TOPLUM............................................. 163
TUNGUSKA FELAKETİ........................................................... 165
KATRİNA FELAKETİ . ............................................................. 168
KIYAMET ALAMETLERİ BİRBİRİ ARDINA GERÇEKLEŞİ-
YOR............................................................................................. 170

7
YÜZYILLARIN SIRLARI

DOĞUDAKİ YERE BATIŞ: ENDONEZYA’DAKİ


BÜYÜK TSUNAMİ FELAKETİ................................................ 173
BATIDAKİ YERE BATIŞ: ABD’DEKİ “KATRİNA
FELAKETİ”................................................................................ 174
KATRİNA FELAKETİ’NİN BOYUTLARI............................... 175
NEW ORLEANS ŞEHRİNİN YERE BATIŞI............................ 178
KIYAMET ALAMETLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNMEK............... 181
BUZ ÇAĞI.................................................................................. 183
KUYRUKLU YILDIZLAR NEDEN DÜŞÜYOR? ...................... 185
ÇEKİM KUVVETLERİ.............................................................. 188
HUSBAN..................................................................................... 189
MERKEZKAÇ KUVVETLERİ.................................................. 190
KAYIP GEZEGEN...................................................................... 192
NÜKLEER KIŞ........................................................................... 194
ISINAN DÜNYA......................................................................... 196
JEOMANYETİK DÖNÜŞÜM . ................................................. 197
VE MANYETİK KUTUPLAR................................................... 198
HASFE........................................................................................ 201
AHİR ZAMAN............................................................................ 201
DÜŞÜNEN İNSANLAR ÇAĞI.................................................. 207
EFSANEDEN BİLİME YOL VAR MI?...................................... 209
VELİKOSVSKY’DEN ÖĞRENİLECEK METOD................... 212
Mistik Hurafeler ve Talipleri........................................ 233
Kimler Mistisizm Peşinde Koşuyor?........................................... 233
Batıla meyil ve batılcılık merakı................................................. 234
Aldatmakla para kazanıyorlar...................................................... 235
Dert birken bin oluyor................................................................. 237
İslam’ı bilmiyorlar, Müslümanları da!........................................ 238
KİTAPTA YER ALAN MİTOLOJİK KELİMELER....................... 241
KARA DİVAN................................................................................. 245
YERALTININ GİZLİ TARİHİ........................................................ 245
1. BÖLÜM....................................................................................... 249
BİLİNEN BİLİNMEYENLER........................................................ 249
Söylenmeyen Söylenceler Üzerine Bir Söyleşi... 249
Karanlık Zamanlar Kayıp Uygarlıklar.................. 251

8
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

2. BÖLÜM....................................................................................... 327
GİZ KAPISI..................................................................................... 327
Varlığın Derinliklerine Yolculuk.............................. 327
1 TRUVA.......................................................................................... 329
Roma’yı Truvalılar mı Kurdu?.................................................... 329
Dokuz Kat Kent........................................................................... 329
Türklerin Truvalı Olması............................................................. 329
2 SÜMERLER................................................................................. 332
Medeniyetin Beşiği...................................................................... 332
Zaman Kapsülleri........................................................................ 334
3 TANRILAR SAVAŞI: TİTANOMAKİA...................................... 336
Yüz Kollu Devler........................................................................ 336
Nedir Bu 100 Kollu Devler? ....................................................... 338
Yeryüzüne Bırakılan İşaretler...................................................... 339
4 MU VE ATLANTİS...................................................................... 340
Kıyamet Savaşı............................................................................ 340
ATLANTİS ve MU... . ................................................................ 340
Atatürk ve Mayalar...................................................................... 341
5 BÜYÜK TÜRKİYE STRATEJİSİ VE ÇÖZÜLEN
KRİPTO DEVLETİ......................................................................... 342
Milliyetçi Toplumcu Ana Doktirin.............................................. 342
6 ŞEYTAN....................................................................................... 348
İblis’in İsyanı............................................................................... 348
Şeytan’ın İsyanı........................................................................... 349
Şeytan’ın Hastalığı: Kibir............................................................ 352
7 NUH TUFANI............................................................................... 359
Bir Kıyamet Tekrarı..................................................................... 359
Nuh’un Gemisi............................................................................ 359
8 PİRAMİTLER.............................................................................. 361
Piramitler Kıyamet’in Yaklaştığını mı Haber Veriyor?............... 361
9 HZ. İDRİS..................................................................................... 363
10 CUDİ DAĞI................................................................................ 365
Sırları İçinde Saklı Toprak........................................................... 365
11 HZ. ZULKARNEYN.................................................................. 367

9
YÜZYILLARIN SIRLARI

Zeus Aslında Hz. Zulkarneyn mi?............................................... 367


HYPSİBREMETES (GÖKLERDE GÜRLEYEN): ................... 367
NEPHELE GERETA (BULUTLARI DEVŞİREN):................... 368
OSTIPETES (ŞİMŞEK SAVURAN): ........................................ 368
AİGİOKBOS (KALKAN TAŞIYAN):........................................ 368
ERİGDOOPOS (UZAKLARDA GÜRLEYEN):........................ 368
12 HZ. HIZIR................................................................................... 370
Örtülü Harbin ve Sır İlminin Üstadı............................................ 370
13 NEPHİLİM................................................................................. 374
İnsanları Yöneten Devler............................................................. 374
14 ANTROPOMORFİZM............................................................... 375
Kutsallık Yakıştırması.................................................................. 375
15 ÇİN PİRAMİTLERİ................................................................... 376
Orta Asya’daki Türk Piramitleri.................................................. 376
Beyaz Piramit.............................................................................. 376
Çin’deki Türk Mumyaları............................................................ 377
16 APEX.......................................................................................... 379
Karadelikler’in Bilinmezliği........................................................ 379
17 NEFS........................................................................................... 381
Ruh Kalp ve İçselleşme............................................................... 381
18 KABALA.................................................................................... 387
Şeytan’ın Şifresi.......................................................................... 387
19 CİN.............................................................................................. 389
Cin Uygarlığının Mahiyeti.......................................................... 389
Kur’an-ı Kerim’de Cinler............................................................ 391
Cinni Uygarlıklar......................................................................... 393
20 BABİL KULESİ......................................................................... 395
Sinar Diyarı................................................................................. 395
21 EBU HUREYRE VE GİZ İLMİ................................................. 397
Dualı Bir Zihin............................................................................ 397
22 TEVRAT’I DEĞİŞTİRENLER.................................................. 407
Kimler Tevrat’ı Değiştirdi?......................................................... 407
Tevrat’ın Üstüne Çöken Karanlık................................................ 409
Ezra Dönemi ve Yutturulan Tevrat.............................................. 411
İslâm Bilginlerine Göre Tevrat.................................................... 412

10
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Adonay Üzerinden “Tanrı Olmak”!............................................. 413


“KABBALA Pesahim 112a”....................................................... 414
Filistin Talmudu........................................................................... 415
Babil Talmudu............................................................................. 416
23 İMAM ŞİBLÎ.............................................................................. 418
Bilgi Hazinesinin Efendisi........................................................... 418
24 KABALLO................................................................................. 421
Ölüm Habercisi............................................................................ 421
Siyon Protokolleri........................................................................ 425
25 MASONLUK.............................................................................. 427
Yahudiliğin İman Esasları........................................................... 427
26 “G”NİN ANLAMI...................................................................... 431
İsrail “G Alarmı” “Kripto(G)ram”ın Hâkimiyeti!....................... 431
27 34. DERECE............................................................................... 435
Derecelerin Sırrı.......................................................................... 435
Şeytan Çağırmada Kullanılan Büyü Tılsımları........................... 436
28 144 BİN ALNI MÜHÜRLÜ....................................................... 439
İncil’i de Yahudiler Tahrif Etti..................................................... 439
29 HABİRU (HIRSIZ)..................................................................... 441
İsrailoğullarına Sümerler Hırsız Derlerdi.................................... 441
30 ISAAC ASIMOV........................................................................ 446
“Vakıf”, “Tapınak Şövalyeleri Tarikatı”nın tarihi mi?................ 446
Tapınak Şövalyeleri’nin Kökeni.................................................. 448
İdam edilen tarikatçı sayısı ise 50 idi?........................................ 448
31 İLLUMİNATİ............................................................................. 451
Bir Perde Her Zaman Gereklidir!................................................ 451
32 KIZKULESİ................................................................................ 452
Metafizik Savaşın Şifresi: Kızkulesi........................................... 452
33 22. KATEGORİ........................................................................... 454
Gizli İlimlerin Şifresi................................................................... 454
34 LADİKLİ AHMET AĞA............................................................ 455
Gayb Âleminin Askerleri............................................................. 455
Esrar İlminin Başkumandanı Hz. Hızır....................................... 455
Ledun İlmi................................................................................... 456

11
YÜZYILLARIN SIRLARI

Hz. Hızır Üniversitesi.................................................................. 457


Havasın Teknolojisi..................................................................... 458
Havasın Toplanma Yerleri .......................................................... 458
Havas ve Askeri Hizmet.............................................................. 460
Askeri İstihbarata Hainlik Eden Yanar….................................... 460
Kore Savaşı.................................................................................. 461
Ahmet Ağa ve Pilot Teğmen........................................................ 461
35 YILDIZ İSTİHBARAT TEŞKİLATI.......................................... 465
İsrail’de Metafizik İstihbarat Kuvvetleri .................................... 465
CIA – Yıldız İstihbarat ve Tarihi İhanet!..................................... 465
36 HARUT VE MARUT................................................................. 467
İmtihan İçin Öğretiyorlardı.......................................................... 467
Papaz Büyüsü Propagandası........................................................ 468
Hz. Muhammed’e Büyü Yapılmış mıydı?................................... 469
37 HZ. MUHAMMED TÜRK MÜ?............................................... 470
Türklerdeki Peygamber Kanı ..................................................... 470
Kerbela ....................................................................................... 471
Kızılbaş Türkler........................................................................... 472
UR-“FA”...................................................................................... 476
KANTUR.................................................................................... 477

12

Yunus İnsanlar (başlangıçta tevhid inancına bağ-
19. lı) tek bir ümmet idiler; sonra ayrılığa
Ayet düştüler. Eğer (azabın ertelenmesiyle ilgili
olarak ezelde) Rabb’inden bir söz geçmiş
olmasaydı, ayrılığa düştükleri hususlarda
aralarında derhal hüküm verilir (işleri bi-
tirilir)di.

13
YÜZYILLARIN SIRLARI

14
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Kitabın Hikâyesi…

Eğitimci-Yazar Kemal Çitfçi ağabeyin arabasındayım, yıllardır


Bilim ve Kâinat dergisinin genel yayın yönetmenliğinin yanı sıra,
pek çok ilmi çalışmanın içinde olması sebebiyle de her zaman
olduğu gibi sohbeti ilmi mevzularda kavileştiriyoruz.
Sohbetimizin bir yerinde her zaman alışık olduğum kutuda-
ki küçük sakızlar yerine her gün binlerce kişinin ambalajından
çıkardığı bazen içindeki manileri okuyup, bazen okumadan atıp
çiğnemeye başladığı bildiğimiz şekersiz pek bilinen markalı sakız-
lardan birini ikram edince şaşırıyorum. Lakin sakız elime geldiği
andan itibaren sanki radarların yakaladığı yabancı bir unsur gibi
tüm benliğim nedense bu sakıza dikkat etmemi öneriyordu. Zaten
o günü tekrar hatırladığımda; gün boyu, bugün özel bir şeyler
olacak diye istim üstünde geçirdiğimi de hatırlıyorum…
Kalbime gelen ihbar-ı gaybi ile dikkat edilecek unsurun
manide olduğu hissettiriliyordu.
Dakikalar yol boyu akadursun Kemal ağabeyin tefekküre
dayalı sohbetinin manevi lezzetini yaşayamıyor; söylediklerini
de can kulağıyla dinleyemiyordum.
Kendisinin, yaşadığım bu halet-i ruhiyeyi fark etmemesi
için elimden geleni yapıyordum. Bedenen arabada ruhen farklı
bir paralelde gibiydim ve ruhi bedenimi adeta sefer görev emri
almaya hazırlıyordum.
Yarım kulakla da olsa sohbeti dinlediğim bir anda, sakızı
ambalajından çıkarmaya, maninin yazıldığı o küçücük kâğıdı

15
YÜZYILLARIN SIRLARI

açtım gözlerimle hızlı hızlı okumaya başladım. Tüm dikkatimi


son mısralara vermem gerektiğini de içsel olarak hissediyordum.
Tahmin ettiğim gibi ilk iki mısra “yağdı yağmur çaktı şimşek/sen
de kendini şair mi biliyorsun…” nevindendi. Ancak “üçüncü
mısra” tüm dikkatimi toplamama yetti:
“Hazır ol, yakında başlayacak 22’nin hükmü”
Akabinde, dördüncü mısra ise yine “çakan şimşek ve şair”
muhabbetine has idi.
Lakin “üçüncü mısra” da geçen mesaja dönersek:
“Hazır ol, yakında başlayacak 22’nin hükmü”
Ne demekti şimdi bu?
O küçük ancak benim için âdete “görev kâğıdıyla” günlerce
beraber gezdik. Zihnimin bir oyunu olmasın, bu kelimelerin ne
alakası var burada diye cüzdanımdan çıkarıp çıkarıp okudum.
Okudukça içimi derin bir sessizlik kapladı. Oysa bu tarz sırlı
mevzuları, konuya vakıf olabilecek dostlarıyla sık sık istişare eden
ben, bu defa kimseye “22 ve hükmü” mevzusunu açmadım ya
da açamadım.
Uzun zaman içimde kaldı bu mevzu, hatta sefer görev emrini
kaybetmem gerekir gibi bir hisle o mısraın geçtiği kâğıdı da bile
bile kaybettim.
Zaman zaman o dörtlüğün “3. Mısraının” sadece bana has
bir mesaj olup belki de bu maninin o mısraının o firmanın hiçbir
sakızında olmadığını da düşündüm. Hâlâ da düşünüyorum… Zira
hadiseler yaşandıktan sonra bu tarz düşünmeme sebep olacak
tecrübelerim olmuştu. Tabii bunları o zamanlar fark edemiyor-
sunuz, herkesin sizinle aynı şeyi gördüğünü veya okuduğunu
sanıyorsunuz hayatın içinde ortak paydaların içinde dahi özel
hesaplar var (!) En önemlisi belki de içine bilmeden girmeniz
gereken İLAHİ ÖRTÜLÜ HARPLER var…

16
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Bir defasında defalarca nereye gittiğini dikkatle okuduğum


otobüsün, Eminönü yerine Taksim’e gitmesi üzerine kendime
müthiş derecede kızmış, yahu bari bir tane harf benzer hatta harf
sayısı benzer üstelik o kadar dikkatli nereye gittiğini okudun
deyip kendime hayli kızmıştım. Taksim’e gitmem gereken çok
önemli bir olayı yaşadığımda ise İlahi bir sinyalizasyonun algı-
larımla nasıl oynadığına bir kez daha şahit olmuştum.
Tabii önemli olan bu algılarla Rabb’imizin yed-i kudretinde(kudret
eli) oynanması; maazallah Şeytan ve avenesinin değil tabii.

NİHAYET “22”NİN SIRRI İLE YÜZLEŞİYORUM


Kader bu ya;
22 ile yüzleşme günü gelmiş olacak ki, “Meciddun Dağı’ndaki
Sır Tek Dünya İmparatorluğu” kitap çalışmamın baskı işlemleri
için Kum Saati yayınevinin merdivenlerinden çıkıyorum.
Dosyamı teslim ettiğim yayınevinin sahibi İlhan Ağabeyle
konuşuyoruz,
- “Meciddun Dağı’ndaki Sır -TEK DÜNYA DEVLETİ-”
demişsin bu dosyaya. Dosyaya şöyle bir göz attım, tasavvuf
kitabı mı bu?
İlhan Bahar ağabeyin, dosyayı daha baştan aşağı incelemeden
yaptığı açıklama biraz keyfimi kaçırsa da;
- Tasavvuf nefis terbiye öğretisidir, disiplinidir. MECİDDUN
DAĞINDAKİ SIR isimli çalışmamız, ilk bölümlerde metafizik
istihbarata dayalı bir dosyadır. Bu bilgilerin yanında yer alan di-
ğer bölümler ise AÇIK İSTİHBARAT verileri dediğimiz verilere
dayanıyor, dedim.
Bu açıklama üzerine gözünü aniden her tarafı yamulmuş
ayakkabılık mı kitaplık mı diye karar veremeyeceğim metal bir
rafa dikti ve en altında çöpe atılacakmış gibi duran toz içinde bir
dosyayı bana getirdi.

17
YÜZYILLARIN SIRLARI

Dosya üzerine 1992 tarihi düşülmüş. Daktiloyla yazılmış


sayfaların sonuna gazete ve dergilerden bir sürü resim kesilip
yapıştırılmış. Sayfalardaki yazıları şöyle bir gözden geçirdiğimde
Halk Bilimci olarak bildiğim mitoloji ve efsaneleri ilginç bağlantı-
larla ilahi bir temele bağlıyordu. Ayrıca dünyanın başına gelmiş
tufanlar, İlk insan fosilleri ile ilgili açıklamalar, buz adamlar,
jeomanyetik kutuplar, Hermes- Hz. İdris Peygamber mi, Zeus-
Zülkarney mi bağlantılarının yanısıra, Kıyamet takvimi vb. derken
bir de ne göreyim;

“22. KATEGORİ 22’NİN SIRRI!”


Aha...
22’nin sırrı?
Evet, yanlış anlamadınız “22’nin sırrı” dedim...
Bir solukta okudum...
Elimi terleyen alnıma kavuşturduğumda, Elhamdülillah
22’nin sırrını da çözdük dedim.
3 KARLI GECE...
Sağ olsun İlhan Ağabey hem üzerinde çalıştığım dosyayı
basmaya karar verdi hem de 22’nin sırrını bulduğum bu garip
dosyayı incelemem için bana teslim etti.
Eve girer girmez adeta eve kapanmam istenircesine günlerce
İstanbul’a yoğun kar yağdı. Evimin olduğu Beylikdüzü’nde elekt-
rikler kesildi, neredeyse iki gün boyunca hiç elektrik gelmedi. Ve
ben evde tek başıma mum ışığında sabah akşam notlar ala ala o
dosyayı didik didik okudum.

“OĞLUM ÖTELERE GİTTİ”


Dosyanın sahibi Ahmet Battaloğlu’na ulaşmak için dosyanın
önsözünü adeta iz tarlası gibi kullandım. Önce, numaraları silik
bir telefon numarasını ihtimal hesaplarıyla doğrusunu bulana

18
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

kadar aradım ve annesine ulaştım. O yaşlı, ancak ilahi sese sahip


kadıncağız oğluyla görüşme isteklerime, hep “ Oğlum ötelere
gitti evladım, ben sizlere de çok dua ediyorum,” ifadeleriyle
cevap verdi. Öteler neresi teyzeciğim, dediğimde ise hep “öteler
evladım çok öteler” diyordu da başka bir şey demiyordu...
Daha sonra bu telefon numarasını ve telefon numarasının
olduğu sayfayı da kaybettim, adeta bir süre bu dosyayla ilgili
hafızamı da. Bir yıla yakın uzun bir zaman geçti, sonra dosyayı
tekrar gömdüğüm karanlık dolaptan çıkardım. Ne kadar entere-
sandır ki her okuduğumda kendime göre başka bir şeyler bulur
oldum.
Ahmet Battaloğlu’na yeniden ulaşma trafiğini başlattığımda
bu defa elimde telefon da yoktu, kendisine dilerse bu dosyayı kitap
olarak çıkarmasına yardımcı olacağımı söyleyecektim. Ciddi bir
editasyona ve ek bağlantı yapacak dosyalara ve konu tasnifine
ihtiyaç vardı. Bu haliyle değerli bir derlemeydi.
Önsöz de teşekkür ettiği şahıslardan yola çıkarak kendisine
ulaşmayı düşündüm. Aradan onca yıl geçmişti KİTSAN’dan bazı
kişilere teşekkür ediyordu, buraya ulaştığımda tanımadıklarını
söylediler kala kala en son Yalçın Kaya diye bir ismi araştırmaya
başladım. Tabii Cağaloğlu ve çevresinde aramalıydım, nitekim
öyle yaptım bu şahsın sahaflıkla uğraştığı anlaşılıyordu lakin
onu da bulamadım. Bir ara dosyaya bakarken Kaya soyadının
üstünden silik de olsa bir ok çıkarılarak birkaç satır üstte “sıra”
kelimesinin yazıldığı dikkatimi çekti. Ben bu kelimeyi üsteki
düşük bir cümleye ait sanıyordum. Ani bir uyanışla, Sakın bu
isim Yalçın Sırakaya olmasın dedim...
Daha önce sahaflık yapmış Yalçın diye bir arkadaşım vardı
lakin soy ismini bir türlü hatırlamıyordum. Bu dosyayı aldığım-
dan beri hafızam bir canlanıyor bir de adeta uykuya geçiyordu.
Uykuya geçmesini beklemeden süratle Yalçın’ın sahaflık yaptığı

19
YÜZYILLARIN SIRLARI

eski işyerinin olduğu Özbekler Çarşısı’na gittim, soy ismini


sorduğumda anladım, çok şükür ki aradığım adam oydu.
Ertesi gün Kıraç belediyesindeydim zira Yalçın’ın yeni görevi,
Kıraç Belediye Başkan Danışmanlığı’ydı, hemen durumu anlattım.
“Biz onu meczup görürdük, çoğu zaman bizlere kesik kesik çok
ilginç şeyler anlatır ancak anlattıkları bir bütünlük kurmadığı
için anlayamazdık,” dedi. Bıraktığı dosya da öyle ancak bir edi-
tasyondan geçip, gerekli analizler yapılıp, başlıklarda çıkarılırsa
pek çok hakikat anlaşılacaktır dedim, o da teşvik etti. “Bu pazılı
doldurmak” sana verilmiş, dedi.
Yanından ayrılmadan evvel, Ahmet Battaloğlu’nun nerede
olduğunu araştıracağının sözünü aldım...
Ben, “uzun süre bulamayacaktır, baksana annesiyle görüş-
tüğümde çok ötelere gittiğini söylüyordu,” diye düşünürken
Sevgili Yalçın, kısa süre sonra arayıp, “Hakan, maalesef öleli
bayağı olmuş,” dedi.
O anda beynimde annesinin o sözleri çınlamaya başladı:
“Oğlum, ötelere çok ötelere gitti evladım.”
Mekânın Firdevs-i Ala olsun Ahmed ağabey, ötelerde gö-
rüşmek üzere…

Hakan Yılmaz Çebi


Yeşilışık

20
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

MASALLAR DÜNYASINDAN UYANIŞ

Hava çok güzel, bahar günü, öğretmen; ders zili çalınca, sınıfa
girdi. O gün hayat bilgisinden sonra üçüncü ders tarihti ve derste
de tarih çağları anlatılacaktı. Herkes, bir hafta önceden verilen bu
ödevi en iyi hazırlamanın o çocukça heyecanıyla parmak kaldırıp
tahtaya kalkmak istedi. Fakat öğretmen Ferdi’yi tahtaya kaldırdı.
Ferdi dersine iyi çalışmış olmanın özgüveniyle tarih çağlarını bir
bir saymaya başladı:
“Karanlık çağlar, Taş Devri, Maden Devri. Taş Devri ikiye
ayrılır: A) Yontma Taş Devri, B- Cilalı Taş Devri daha sonra
sırasıyla Maden Devri, Tunç Devri, Bakır Devri, Demir Devri,
derken, milattan önce 4000 yazının icadı, İlkçağ’ın başlangıcı.
Ortaçağ başlangıcı; Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılması M.
Ö. 476, 1453 İstanbul’un fethi ve Yeniçağ’ın başlangıcı, ardından
1789 Fransız İhtilali’yle başlayan Yakınçağ.”
Kocaman bir “Aferin” alıp yerine oturduğunda bir anda
aklına bir soru takıldı. Kendisi de anlam veremedi ama daha
fazla bastıramadı:
- Öğretmenim, KARANLIK ÇAĞLAR nedir? Niye bu çağlardan
bahsedemiyoruz?
Öğretmenin şaşkınlığını fırsat bilip ardından da nefes dahi almadan
diğer soruları sıraladı:
- Peki, bilinen ilk çağlarda insanlık gerçekten mağaralarda hayvanlar
gibi dilsiz ve ilkel bir şekilde mi yaşıyordu? Yoksa bu yaşam tarzı sadece

21
YÜZYILLARIN SIRLARI

bir bölgeyi mi içine alıyordu? Tıpkı günmüzde ilkel yaşayan kavimler


olduğu gibi o zamanda böylesi geri yaşayan bir kavmi mi insanlık tarihi
başlangıcı olarak muhatap alıyoruz?
Ferdi, işte tüm bu soruları küçük aklıyla düşünüp öğretmenine
sordu ve büyük bir dikkatle sorularının cevaplarını bekledi.
Uzun bir sessizlikten sonra;
Öğretmeni bir cevap verememenin telaşıyla; “Oğlum nere-
den çıkartıyorsun bütün bunları, böyle şey olur mu? Elbetteki
bize öğretilen doğrudur, ilk insanlar ilkeldir ve mağara devrinde
yaşamışlardır. M. Ö. 4000 yılında yazı icat edildi.”
“Ama öğretmenim, tahtaya astığımız bir resimde İlk çağlar-
daki (Taş devri) aletlerin yanındaki taş dolmande, daha karakteri
çözülememiş bir yazı çeşidi vardı. Bu nasıl oluyor?”
“Oğlum yazı M. Ö. 4000 yılında icat edildiğini sana söyle-
dim. Ondan sonra medeniyet yavaş yavaş gelişti. Milat olarak
Hz. İsa’nın doğum yılı olarak sıfır tarih denmiştir. Her şey yerli
yerinde sen kalkıp o küçük aklınla büyüklerinin yanlışlığını mı
araştırıyorsun? Bu kötü fikirleri kafandan at sonra bugünkü dü-
zen, 2 bin yıldır biriken bu fikirler ne olur? Bu fikirler bugünkü
muasır medeniyet adı altında Batı medeniyeti altında işlenen bu
kitlesel belleğin hali nice olur? Buna dünyanın gizli efendileri,
belletmenleri müsaade ederler mi sanıyorsun?
— Peki, öğretmenim bu kişiler kim?
— Onlar, “Dünya insanlığının beleğini belirleyen adamlar”
sonra seni yalancılıkla; uçuklukla, kaçıklıkla ve türlü türlü iftira-
larla suçlarlar. Onun için bu fikirleri bu düşünceleri bırakmanı
istiyorum.
— Peki, öğretmenim siz bilirsiniz, siz bizim öğretmenimizsiniz
ve şüphesiz daha iyi bilirsiniz...

22
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

O anda teneffüs zili çaldı ve Ferdi de diğer çocular gibi kabına


sığmaz enerjisiyle arkadaşlarının oyununa katıldı, bir süre sonra
sesi yüzlerce çığlık ve kahkaha arasında kayboldu.
O gün aklına öylesine takılan bu düşünceleri belki Ferdi
unutmuş olabilir ancak sizce bu düşünceler unutulacak fikirler
midir?
Ahmet Battaloğlu

23
YÜZYILLARIN SIRLARI

24
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

SONSUZLUK ÜLKESİNE VEDA

Âdem uyuduğu yerden irkilerek ayağa kalktı. Kar beyazı bir


yaratık hem de başucunda, ayakta ona bakarak duruyordu. Göz-
lerini çevreleyen iri kirpikleri ara ara açılıp kapanıyor, kapanırken
de beyazla pembe karışığı yanaklarına gölgeler veriyordu.
Onca şaşkınlıkla geçen süreden sonra kekeleyerek de olsa,
- Sen, sen nesin? Diyebildi.
Karşısındaki beyez yaratık, gözlerinin içine düşen ipeksi
saçlarını bembeyaz parmaklarıyla geriye doğru çekerek cevap
verdi:
- Ben senin eşinim, hayat arkadaşınım
- Eşim mi; nasıl, niçin?
Beyaz yaratığın kızıl yakut rengi dudakları iki yana geniş-
leyerek aralandı ve yeniden bir dizi beyazlık göründü. Âdem
böylesine bir hâlin gülmek olduğunu henüz bilmiyordu. Beyaz
yaratık böyle bir güzelliği gösterdikten sonra Âdem’in sorusuna
cevap verdi:
- Rabb’imiz beni senin için yarattı. Yalnız kalmayasın,
yanıbaşında hoşlaştığın, kalbinin seviçle dolacağı bir arkadaşın
olsun diye...
Ve melekler de en az Âdem kadar büyük bir merak ve ilgi
ile beyaz yaratığa bakıyorlardı. Âdem onları görünce büyük bir
heyacanla:

25
YÜZYILLARIN SIRLARI

- Ey Melekler söyleyin nedir bu? Diye sordu.


Bir melek:
- Bu bir kadındır, Ey Âdem, diye cevap verdi.
İkinci melek:
- Evet, bir kadındır. Âlemlerin Rabb’i tarafından senin için
takdir edilmiş senin gibi bir insan, diye söze karıştı.
Üçüncü melek daha uzun konuştu:
- Her varlığı tasarlayıp yaratan bunu, yalnız kalmayasın
diye senin için yarattı. Sen insanların erkeğisin. O ise insanla-
rın dişisidir. Korkma, çekinme. Eti senin etinden, kemiği senin
kemiğindendir. Artık Cennet’te bir çift olarak dolaşacaksınız ve
beraber yaşayacaksınız...
Meleklerden bir başkası:
— Ya Âdem, dedi. Bu yaratığın senin eşin olarak yaratıldığını
biliyoruz ancak adının ne olduğunu bilmek hakkı bize verilmedi.
Söyle, bu yaratığın adı nedir?
Âdem, bu soruya şaşırmasına rağmen cevabını belleğinde
hazır buldu ve kolaylıkla cevap verdi:
- Adı, “Havva”dır.
- Peki, Havva ne demektir?
- “Diriden yaratılmış” demektir...
Âdem gözlerini yeniden bu beyaz yaratığa çevirmek istediği
anda Cennet’in altın gövdeli, yeşil yakut yapraklı ağaçları hep
birden secdeye kapılır gibi eğildiler. Her şey ölümcül bir sessizliğe
büründü. Ardından tüm benliği kuşatan sesten öte insanın içinde
ruhunda yürüyen yazı gibi şu sözler işitildi:
- Ya Âdem! Şimdi bir çiftsiniz! İkiniz de dilediğiniz gibi
Cennet’te yaşayınız. Cennet’in nimetleri sizin içindir. Bol bol
faydalanınız. Ben ihsanı çok olan Allah’ım
Ardından da:

26
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

- Sakın, Sakın Ya Âdem, Şeytan’dan sakın! O senin ve


Havva’nın yegâne düşmanıdır. Onun bizim sırrına sonradan vakıf
edileceğiniz/hikmetimize binaen izin verilmiş hilelerine aldanma-
yın ki Cennet’ten kovulmayasınız. Dikkat edin size meyvesini
yemeyi yasak ettiğim ağaca yaklaşmayın. O ağacın meyvesi ki
size iyinin ve kötünün bilgisini öğreten meyvedir. Onu yediğiniz
gün Cennet’teki ömrünüzü kaybedersiniz1

KUKLA BEDENLERDE
KUKLABAZ ŞEYTAN...

Yılan Cennet’in içine doğru ilerlerken Şeytan deli gibi sevi-


niyordu. Cennet’in ne zümrüt gibi yeşilliği ne altın gibi parıltılı
ağaçları, ne elmas ışıklar saçan ırmakları onun gözünde idi. Bütün
aklı Âdem’de ve onun eşi olan Havva’daydı. Bu mayasında olan
aceleciliği iyice kamçılıyordu. Bu yüzden yılanı hızlandırmaya
çalıştı. Cennet’in ortasına yasaklı ağacın yakınlarında Âdem ve
Havva’yı farkettiğinde onların hararetli hararetli bir şeyler konuş-
tuğunu gördü. Hemen kulak kabartıp kendisine malzeme olacak
bir şeyler aradı. Nitekim:
Havva:
—Eğer yenmeyecek meyva veriyorsa yüce Rabbimiz niçin
bu ağacı burada tutuyor, diyordu.
Şeytanın içinde gizlenmiş olduğu yılan kâinatın en önemli
sahnesine süzüldüğünde renk renk pullarının ışıltısı Havva’nın
gözünü almıştı. Âdem’den bir cevap gelmeyince yerinden kalktı,
yılanın yanıbaşında oturdu. Eğilip bu renk renk pullu vücudu
okşadı sonra gözlerini dalgın dalgın yasaklı ağaca dikerek:

1 Bu hitap Kur’anı Kerim’de de, Tevrat’ta da mevcuttur. Ancak Tevrat, bahis konusu
ağacın meyvesinin hayır ve şer bilgisini öğreten meyve olduğuna işaret eder, bir
nevi “idrak ağacı.”

27
YÜZYILLARIN SIRLARI

- Sen söyle ey Cennet kapılarının bekçisi yılan. Sen bu ağacın


yasaklı ağaç olduğunu biliyor musun?
Yılan cevap vermeye hazırlandığı sırada içine girerek yerleşmiş
şeytan aradığı fırsatın doğduğunu bilmenin sevinciyle sözlerin
ve kelimelerin engüzelini mantık oyunlarıyla dizmenin kıvraklığı
içindeydi. Ve hemen söze atıldı:
- Gerçekten Rabb’imiz bu ağacın meyvasını yemeyin, dedi
mi?
- Tabi Âdem’le biz hatta melekler bile duydu ama Cennet’in
diğer bütün ağaçlarının meyvesini yiyoruz...
- Ya bunun meyvesini?
- Bunun meyvesini yemek bize men edildi. Rabb’imiz ondan
yemeyin, dokunmayın, diye katiyetli bizi uyardı.
Yılanın ağzında bulunan Şeytan:
- Demek öyle, demek siz de bilmiyorsunuz. Niye peki bunca
ağacın meyvesini yerken sadece bu ağacın meyvesinden men
edildiniz? Bakın dinleyin, iyi kulak verin: Bu ağacın meyvesini
yerseniz gözleriniz açılır, hayata erersiniz. İyi nedir kötü nedir
bilirsiniz. Veee “Tanrı gibi olursunuz” ve bunu Allah dabiliyor.2
*(2)
Şeytan, tüm lanetliğiyle insanın hissi donanımlarına imtihan
vesilesi olarak koyulan o hassas zirvedeki dürtüye çok ustaca
dokunmuştu: “Tanrı gibi olmak.” Oysa zerreden kürreye, ya-
ratılışından yok oluşuna kadar hiçbir şeyi ve varlığını kontrol
edemeyen her an ve her şeye muhtaç olduğunu bilen insanı kör
eden aklını çalışmaz hale getiren son derece haddini bilmezlere ait
bu dürtü, ilk defa kendisi de bir insan olan Havva’nın egolarında
eyleme hazırlanıyordu.

2 Tevrat’ın kaydına göre.

28
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Havva gözlerini yavaş yavaş o yasak ağacın meyvalarına


çevirmişti. Yasak meyvanın renklerine, görünüşündeki güzel-
liğe içinde tahrik olan bu dürtüyle baktıkça an be an iradesini
kontrol edemeyecek hale geliyordu. Şeytan’ın binbir belagatla/
söz üstadlığıyla üst üste sarfettiği akıl almaz vaatlerle Havva’nın
zihnini bulandırıyor, bulandırdıkça da hipnotize ediyor kendin-
den geçiyordu. Şeytan sözün bu anların birinde Havva’nın en
ihtiraslı olduğu bir anı yakaladığını düşünerek, bu defa yılana
şöyle fısıldadı:
- Şimdi ağlamanı istiyorum. Eğer benim hatırımı sayarsan
ağla... Bunu söylerken şeytansı zekâsından şunları geçirdi: “Se-
nin ağlayışını gören bu kadının bu defa kalbi zayıflayacak. Ben aklını
zayıflattım, şimdi de sen yalanlarımla hayal ettirdiğim durumlarına
ağlayarak kalbini zayıflatacaksın. Hadi, hadiii...”
Yılan, Şeytan’ın bu planını kestiremedi. Zaten o da kendini
Şeytan’ın Havva’ya söylediklerine kaptırmıştı. Ve acı acı ağlamaya
başladı. Onun bu ağlayışını Âdem’de duymuştu. Kalkıp Havva’nın
ve yılanın yanına geldi:
- Ey yılan, neden böyle acı acı ağlıyorsun, diye sordu.
Yılan daha ağzını açamadan yine yılanın içindeki Şeytan
cevap verdi:
- Ben kendime değil size ağlıyorum. Siz bana acımayın
kendi hâlinize acıyın.
- Peki, ama niçin bizim için ağlıyorsun ki?
- Çünkü yakında buradan yani Cennet’ten kovulacaksı-
nız.
Âdem dehşetle Havva’ya baktı. Ne yaptın Havva, diyecek
oldu. Havva hâlâ kendinde değildi. Şeytan’ın sözleri aklını,
yılanın ağlaması ve en son verdiği cevap kalbini zayıflatmıştı.
Üzerlerinde oynayanın Şeytan değil Rableri olduğunu mu dü-
şünüyordu ne!

29
YÜZYILLARIN SIRLARI

Havva kendine göre birtakım kurgular yaparak Âdem’in


koluna yapıştı:
- Ne yapmalıyız, ah ne yapmalıyız, diye aynı soruyu on-
larca kez sordu.
Bu soruya korkudan dili tutulan Âdem yerine, yine yılanın
içindeki şeytan cevap verdi:
- Bir tek çaresi var. Evet, tek bir çare...
Havva da Âdem de panik içinde:
- Nedir o çare, söyle ey yılan... Bulduğun çare nedir, diye
bağırdılar.
Şeytan onların bu kontrolsüz, zihni karışıklık içindeki hâllerini
görünce aceleyle:
- Ey Cennet’in bahtsız sakinleri! Artık günleriniz sayılıdır.
Haliniz ne kadar da acınacak haldir, deyip durumu daha dra-
matik hâle getirdi.
Bu sözler Havva’nın son direncini de kırdı, birdenbire yasak
ağacın meyvasına uzandı ve hırsla çekip kopardı. Âdem çığlık
çığlığa:
- “Havva, ne olur Havva! Yapma!” Haykırışlarını dinlemedi
bile. Ve meyveyi haz almak için değil ölümsüzlüğe kavuşup hep
Cennet’te kalmak arzusuyla üst üste dişledi.
Âdem koluna yapıştığında iş işten geçmişti artık. Havva
kendini Âdem’in kollarından kurtardığında meyveyi birkaç defa
daha ısırdı ve yuttu. Âdem ise perişan haldeydi. Sesi çıkmayacak
kadar fenalaşmıştı. Başını iki ellerini arasına alarak başlarına
felaket üstüne felaket yağmasını bekliyordu.
Yılanın ağzındaki Şeytan da korkmuştu, ummadığı bir başarı
kazanmıştı ve tabana kuvvet kaçmayı düşünüyordu. Çünkü onun
en önemli vasfıydı bu “satan.” Fakat daha işi bitmemişti. Sırada
Âdem vardı, var olmasına ama Allah’ın gazabı çabuk erişir mi,

30
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

diye de endişeleniyordu. Bir süre her şey ve herkes gibi ölümcül


bir sesizliğe büründü...
Âdem, Havva’nın bir anda ağır bir darbeye maruz kalıp
devrilmesini bekliyordu. Hayır... Hatta Havva ayakta ve akıl
almaz kadar da neşeliydi. Ölmemişti, çarpılmamıştı, yere bile
düşmemişti.
Havva, Âdem’in kendisine garip gözlerle baktığını görünce
hemen koştu ve dizlerinin dibine çöküp:
- Bak gördün işte, bir şey oldu mu? Ölümsüzlüğe kavuştum
artık... Ne olur sen de ye! Beni sensiz bırakma ey Âdem!
Yılanın ağzındaki Şeytan bu defa da sanki yılan konuşuyor-
muş gibi seslendi:
- Ey Âdem artık eşin burada, bu Cennet’in güzelliklerinde
sonsuz olarak kalacak. Sen ise kovulacaksın. Ondan ayrı kimbilir
nerelere atılacaksın. Bunu böyle bilmiş ol.
Havva:
- Haydi ye! Ne olursak beraber olalım. Düşünme artık, olan
oldu. Hem bu bu meyva bize ölümsüzlük verecek ve seninle hep
burada kalacağız, dedi.
Âdem’in direnen aklını, Havva’nın “ ne olursak beraber”
olalım sözleri dizginledi. Neticede o da, Havva’nın elinde kalan
yasak meyvenin geri kalanını ısırıp sonsuzluk arzuyla yuttu...
Ve Şeytan insan nefsine bayrağını dikmiş, ateşli varlığıyla yı-
lanın vücudunu bir kırbaç gibi kullanarak akla hayale gelmeyecek
kadar kıvrak dans ediyordu... Şurası muhakak ki o dansözlerin
piriydi!
Ve insan Cennet’ten kovulmuştu artık! Âdem’in o donanımlı
yüzüğü sonradan Süleyman’a verilmek üzere elinden alınmış
eşiyle birlikte bir ölü kadar yalın ve çıplaktı.
İnsanın atası Cennet’ten çıkarılmış lakin yine de esirgeyen ve
bağışlayan Rabb’i tarafından şerefli mahlûk olma hüviyeti elin-

31
YÜZYILLARIN SIRLARI

den alınmayarak yeryüzüne Cennet’ten daha güzel bir makama


erişmesi için indirilmişti.
Ta ki son Âdem’le Havva’nın hikâyesi bitene kadar...
Ta ki “RIZA MAKAMI”na ereceklerin Şeytan ve Şeytanilerle
mücadelesi bitene kadar!

* Yukarıdaki hikâye merhum Ragıp Şevki Yeşim’in 1969


yılında neşredilen “Allah’ın Gazapları” isimli eserinden fayda-
lanılarak uyarlanmıştır.

32
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Yunus Dünya hayatının hâli, ancak gökten indirdiği-


24. miz bir yağmurun hâli gibidir ki, insanların ve
Ayet hayvanların yedikleri yeryüzü bitkileri onunla
yetişip birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü
(o bitkilerle) bütün zinet ve güzelliklerini alıp
süslendiği ve sahipleri de onun üzerine (her
türlü tasarrufa) kadir olduklarını sandıkları bir
sırada, geceleyin veya güpegündüz ansızın ona
emrimiz (afetimiz) geliverir de, bunları, sanki
dün yerinde hiç yokmuş gibi, kökünden yolun-
muş bir hâle getiririz. İşte düşünen bir toplum
için, âyetleri böyle ayrı ayrı açıklıyoruz.

33
YÜZYILLARIN SIRLARI

34
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

İnsanlık Tarihi’yle İlgili Düşünceler

Karanlık Çağlar Nedir?


Dilerseniz, konuya şu soruyla girelim. Neden sadece insanlık
tarihinde bizim bugünkü eriştiğimiz medeniyete “Modern Çağ”
deniyor? Dünyada başka modern çağlar yaşanmış mıdır? İnsanlı-
ğın defteri kaç kez dürülüp, medeniyetler sil baştan bir kez daha
kurulmuştur? En önemlisi dünyamızda gerçekten tarihi sıfırdan
başlatan tufan veya tufanlar oldu mu?
Dünya tarihi hususunda“uluslararası aklı” belirleyen lobi-
lerce, dünya halklarına anlatılan kültür tarihleri kendi aralarında
başlıca şu üç gruba ayrılır:
1- Paleolitik çağ
2- Mezolitik Çağ
3- Neolitik Çağ
Paleolitik çağ da kendi arasında üç kısma ayrılıyor:
1- Alt Paelotik Çağ
2- Orta Paleolotik Çağ
3- Üst Paleolitik Çağ

Yaşamın Başlangıcı
Milyonlarca yıl önce dünyanın kuzey ve güney manyetik
kutupları birçok defa yer değiştirmiş fakat bunun niçin veya nasıl

35
YÜZYILLARIN SIRLARI

olduğunu yakın zamana kadar hiçbir bilim adamı anlayamamış-


tır. Son zamanlarda yapılan araştırmalar sonucunda manyetik
kutupların yer değiştirmesi olayının sırrı çözülmüş ve bu olayın
kraterlerin oluşması, iklimlerin değişmesi ve canlı türlerinin yok
olması gibi olaylarla yakından ilgisinin varlığı anlaşılmıştır.
Günümüz jeofizikçileri, araştırmalar sonunda bu gibi jeo-
manyatik değişimlerin son 170 milyon yılda yaklaşık 300 defa
tekrarladığını ortaya koymuşlardır. Teoriye göre, manyetik alanın
yoğunluğu sıfıra doğru ani bir şekilde düşerek uzun bir süre de-
ğişim göstermeden sabit kalır. On bin yıldan fazla bir süre sonra
alan şiddeti zıt yönde tekrar başlangıç noktasına döner.
1901 yılından itibaren, farklı yaşta ve farklı yerlerdeki kaya-
ların manyetik özellikleri üzerinde çalışmalara başlandı. Bunun
için, eski volkanik artıklarla dolu olan Fransa’nın Avergne böl-
gesi seçildi. Diğer taraftan bu bölgedeki mağaralar da çeşitli av
sahnelerine benzer resimlere rastlanmış fakat neyi ifade ettikleri
açıkça belirlenememiştir.
Araştırmalar sonucunda, bölgenin ve pişmiş hâlde olan kil
tabakasının manyetik alanının dünyanın manyetik alanı ile 180
derece zıt yönde olduğu görüldü. Burada “Kuzey Manyetik Kutbu”
yer almaktaydı. Fakat hayret verici bir şekilde bu bölgedeki kayalar,
güney manyetik kutbunu gösteriyordu. Öyleyse bu nasıl gerçek-
leşiyordu? Olayın arkasında ne gibi fiziksel sebepler vardı?
Bu gizem, bir yıl sonra Fransız fizikçisi ve aynı zamanda
Meteoroloji uzmanı Bernard Brunhes’in ilginç keşfi ile daha da
yoğunluk kazandı. Brunhes’e göre dünyanın manyetik alanı, çok
uzun zaman önce hafifçe sarsılmış ve bunun sonucunda Kuzey
Kutbu ile Güney Kutbu yer değiştirmişti.
Brunhes, araştırmaları sonucunda şu karara vardı: Geçmişte
dünyanın manyetik kutupları bazen şaşırtıcı bir şekilde yer değiş-
tirmiştir. Brunhes’in çalışmaları başlangıçta ilgisizce karşılanmış
fakat daha sonraları jeofizikçiler tarafından kabul edilmişti.

36
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

65 MİLYON YIL ÖNCE


1955 yılında yapılan bir bilim konferansının gündeminde yer
aldı. 1960 yıllarında da birçok bilim adamı tarafından dünyanın
manyetik kutupları geçmişte defalarca yer değiştirdiği kabul
edildi.
Nobel ödüllü Luis W. Alverez ve oğlu, 1979’da yayınladık-
ları teoride dünya üzerinde yaşayan birçok canlı türlerinin yok
olmasının, uzaydan gelen büyük cisimlerin dünyaya çarpması
sonucunda meydana geldiğini açıkladılar.
Bu kraterin 180 kilometrelik bir çapı olduğu ve günümüz-
den 65 milyon yıl önce meydana geldiği söyleniyor. Yaklaşık 20
kilometre çapındaki bir asteroit tarafından oluşturulmuş ve bu
kraterin atmosfere yoğun miktarda toz püskürtülmesine yol açtığı
ve tebeşir (kretas) çağından üçüncü çağa geçiş sırasındaki iklim
değişikliğine katkıda bulunduğu tespit edilmiştir.

YOKTAN YARATILMA
Cornel ve Berkeley üniversitelerinde Biokimya ve Biyotop
üzerinde araştırma yapan Dr. Duane Gish tarafından ele alınan
evrim düşüncesi ve yoktan yaratılmayı aktarmaya çalışalım.
Evrimciler, bütün canlıların tek bir hücrenin zamanla değiş-
mesi sonucunda meydana geldiğini ileri sürerler. Bu tek hücrenin
de cansız maddelerden teşekkül ettiği iddia edilir.
Bir YARATICI’YA inananlar ise kâinatın ve bütün canlıların
bir kudret tarafından meydan getirildiğini kabul ederler.
Evrimciler ise hayatın ve bütün varlıkların tesadüfen ve silsile
ile birbirinden meydana geldiğini ileri sürerler. Bu husustaki de-
lilleri ise birtakım fosillerdir. Evrimci bu fosillere dayanarak basit
organizmalardan karmaşık yapılara doğru kademe kademe bir
gelişmenin olduğu sonucuna varır. Bu iddia için mevcut fosiller

37
YÜZYILLARIN SIRLARI

ortaya konarak “birçok ara formların”ortaya konulması gerekir.


Aksi halde, bu görüşün ilmi olduğu kesinlikle kabul edilemez.
Ara FORM, evrimde açıklanması en zor olan kademelerden
biridir. Esasında iki form arasında gerçek bir geçiş form da buluna-
mamıştır. Paleontolojinin/Fosil biliminin en önemli sorunlarından
birisi, farklı zamanlarda yaşamış yapıları farklı canlıların fosilleri
arasında geçit forumlarının bulunamayışıdır.
Hâlbuki mevcut fosiller, bir Yaratıcı’nın varlığını kabul eden
düşünceyi tasdik eder mahiyettedir. Basit bir canlıdan yüksek ya-
pılı organizmaya doğru gelişmeyi gösteren hiçbir ara fosil yoktur.
Oysa ilahi kitaplarda da belirtildiği gibi yeryüzünde karmaşık
hayat birdenbire ortaya çıkmıştır. Hiçbir karışıklık ve ayarsızlık
yoktur her şey bir plan içersinde seyretmiştir.
Şimdi mevcut fosil delillerine bakalım. En eski fosiller Kamb-
riyon tabakaları arasında bulunmaktadır. Bu tabakalar arasında
milyarlarca fosil vardır ve bunların hepsi de karmaşık bir yapıya
sahiptir.
Evrimcilere göre, karmaşık yapıdaki canlıların teşekkül ede-
bilmeleri için, 1.6 milyar yıllık bir zamana ihtiyaç vardır.

BİRDENBİRE ORTAYA ÇIKMA HADİSESİ


Çok karmaşık milyarlarca hayvan Tribolitler (Bedeninde üç
bölme bulunan soyları tükenmiş deniz böcekleri grubuna dâhil
hayvanlar), Brakiyopodlar, (kabuklu ve ayaksız deniz böcekleri
grubundan hayvanlar, mercanlar, solucanlar, balıklar vs.) hemen
birden yeryüzünde görünüvermişlerdir. Bunların daha basit
canlılardan tedricen meydana geldiğini gösteren hiçbir işaret ve
kayıt bulunamamıştır.
Evrimciler tarafından var olduğu ileri sürülen birçok geçit
formu/Ara form da mevcut fosiller içerisinde yoktur. Evrimcilere
göre bir balığın omurgasızlardan türemesi için 100 milyon yıl

38
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

geçmiş olmalıdır. Fakat bu düşünceyi de doğrulayan tek bir fosil


dahi mevcut değildir.

Yine evrimcilere göre, bir balığın sürüngen hâline gelmesi için


en az 50 milyon yıl geçmiş olması gereklidir. Böyle bir değişimi
gösteren hiçbir geçit formu bulunamamıştır.
Ayrıca diğer canlı varlıklar için de ara formları veya geçit
formları bulunamamıştır.
Omurgasızlar, balıklar, kurbağalar, sürüngenler, kuşlar, ya-
rasalar, memeliler ve insanlar gibi bütün yüksek yapılı canlılar,
yeryüzüne birden bire ortaya çıkmıştır.
Dünya çapında bilinen Evrimcilerden Darwin, bütün canlı-
ların bir tek hücrenin zamanla değişmesiyle hâsıl olduğunu ileri
sürmektedir. Bu teorinin görüşünü destekleyen en önemli faktör
olarak da geçit formları esas alınmaktadır. Onlara göre, yaşayan
ve nesli tükenmiş olan bütün türler arasında bağlantı sağlayan

39
YÜZYILLARIN SIRLARI

fosiller (geçit formları) vardır. Madem öyledir; Yeryüzünde var


olduğu iddia edilen bu fosiller hâlâ niçin bulunamamıştır?
Harvard üniversitesi profesörlerinden George Gaylord
Simpson, “Bilinen bitki ve hayvan grupları ile sınıfları arasındaki
boşluk oldukça fazladır,” demektedir.
Cambridge üniversitesinden Prof. C. S. H. Corner; “Bitki
fosillerinin kayıtları, canlıların hususi bir yaratma ile oluştuğu
düşüncesini bende hâsıl etmiştir,” diyerek işin hakkını teslim
etmiştir.
Tek bir türün dahi başka bir türe dönüştüğüne dair hiçbir delilin
olmadığını irade eden Kalifornia üniversitesi profesörlerinden R.
Gold Schidt de: “Şu hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır ki, mikro-
mutasyonların birikmesiyle hiç kimse yeni bir tür elde edememiştir.“

MİKROMUTASYON
Canlı yapılarında ani olarak meydana gelen küçük değişik-
liklere denir. Evrimciler, yeni türün mikromutasyonlarla ortaya
çıktığını ileri sürerler. Bu şekilde görüş, Neo-Darwiniz olarak
adlandırılır. Neo Darwinizm’in canlılardaki çeşitliliği açıklamakta
yetersiz olduğu kabul edilmektedir.
Şayet evrim doğru ise bugün yaşayan organizmalarda evrimin
bu devrelerini halen niçin görmüyoruz? Yeni yapıların ve yeni
organların ortaya çıkması gerekmez miydi? Örneğin ne maymunlar
insana ne de insanlar başka bir varlığa dönüşüyor.
Gerçekten iddia edildiği gibi evrim geçmişte olsaydı, şüp-
hesiz doğal olarak bu gün de hâlâ benzer bir şekilde değişmeler
olacaktı.
Bir kuş fosili olan ARCHAEPTEERYX (Arkeopteriks) bazıları
tarafından kuşlarla sürüngenler arasında bir geçit formu olarak kabul
edilir. Hâlbuki sürüngenlerle Arkeopteriks arasında dünya kadar
fark vardır. Onun kanatları, tüyleri vardı. Ayrıca uçuyordu.

40
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Bu hayvanların kanatları üzerinde pençeleri olduğu doğru


fakat bu yapı, onun sürüngenlerden geldiğini göstermez. Bugün
artık bütün palaentolojistler (fosiller üzerinde çalışan ilim adamları)
arkeopteriksin gerçek bir kuş olduğunu kabul etmektedirler.
Nitekim bazı sürüngenler dişe sahip iken bazılarının dişi
bulunmamaktadır. Aynı şekilde bazı kurbağlarda diş varken
bazılarında yoktur.
Evrime delil olarak ileri sürülen at sürüleri ise tamamen bir
hayal ürünüdür. At sürüleri için iddia edilen fosiller evrimciler
tarafından ileri sürülen zaman sırası ile bulunmamıştır. Büyük at
tipleri, hiç geçit formu olmadan ve birdenbire orta çıkmışlardır.
Bu serinin iskelet gelişiminde de enteresan tenakuz ve zıt-
lıklar vardır.
eohippus: 18 çift kaburga

Günümüzdeki atların evrimindeki ilk aşamayı simgeleyen


hayvan 55 milyon yıl kadar önce Kuzey Amerika ve Avrupa’da
yaşayan yaklaşık 38 milyon yıl önce soyu tükenen “ilk at” da
denilen Eohippus’un bulunan fosil kalıntılarından küçük köpekler
büyüklüğünde birkaç türü olduğu küçük dişleriyle yumuşak
bitkilerle beslendiği günümüzdeki atların tersine arka ayakla-
rında 3’er ön ayaklarında 4’er parmak bulunduğu anlaşılmıştır
(bu parmakların bataklık alanda yürüme kolaylığı sağlamak
için yanlara doğru açılıp yayılabildiği sanılmaktadır).

41
YÜZYILLARIN SIRLARI

Orohippus: 15 çift kaburga


Thenpliohippus: 19 çift kaburga
Euqus scatti: 16 çift kaburga
Lamark ve Darwin, tabii seleksiyona örnek olarak zürafayı
vermektedir. Onlara göre uzun süren kurak yıllarda otlar kurumuş
ağaçların alçak dallarındaki yapraklarda tükenince kısa boyunlu
zürafalar açlıktan ölmüştür. Uzun boyunlu olanlar ise ağaçların
tepesinde, otlayarak hayatlarını devam ettirmişler ve günümüze
kadar ulaşmışlardır.
Hâlbuki ne fosil olarak ve ne de başka bir şekilde dünyanın
herhangi bir yerinde kısa boyunlu zürafaya rastlanmamıştır. Demek
ki kısa boyunlu zürafa yeryüzünde hiç yaşamamıştır.
Darwin vücut karakterlerinin nesilden nesile geçişinin ebe-
veynlerin/anne ve baba genleri genetik materyallerinin DNA
faktörleri tarafından tayin edildiğini ve programlandığını bilmi-
yor olamazdı. Aslında anne ve babanın özellikleri, kromozomlar
üzerinde bulunan genler vasıtasıyla yavrularına geçmektedir.
Yani, Lamarck ve Darwin’in iddia ettiği gibi, bu özelliklerin
boynun uzatılması veya diğer vücut ekzersizleri ile kazanılması
mümkün değildir.
Science Dergisinin 9 Aralık 1966 tarihli nüshasının kapak
resminde yarasaya ait fosil fotoğrafı neşredilmiş ve bu yarasanın
50 milyon yıl önce yaşamış olduğu ileri sürülmüştür. Oysa en
eski yarasa fosil fotoğrafı neşredilmiş ve bu yarasanın 50 milyon
yıl önce iddia edilen bu fosil, günümüzde yaşayan bir fosil türü
ile aynıdır. 50 milyon yıl sonra bile niçin evrimcilerin iddia ettiği
şekilde herhangi bir değişiklik olmamıştır.
İnsanın evrimini ispat etmek için Darvinci antropolojistler
tarafından ileri sürülen delillere bir göz atalım.

42
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

RAMAPİTHECUS
Bazı evrimciler, Ramapithecus adlı Maymun-İnsan arası bir
varlığın yaşadığını iddia etmekte ve bunun için sadece birkaç diş
ile çeneye ait birkaç fosil parçasını delil olarak göstermektedir.
Son yıllarda Doktor Jolley, eski Habeşistan bugünkü adıyla
Etyopya’da bir Babor (Büyük Cüsseli bir Afrika Maymunu) türü-
nün, diş ve çene yapısının Ramapithecus ile aynı yapıda olduğunu
açıkladı. Bu sebepten adı geçen karakterlerin insana ait olmadığı
anlaşıldı. Antropolojistlerin hemen hepsinde Ramapithecus’un
maymun olduğu hususunda hem fikirdirler.

43
YÜZYILLARIN SIRLARI

AUSTRALOPITHECINES
İnsanın atası olarak ileri sürülen diğer bir fosil de
“Avustralipithecus”tur
Bu varlık, ilk defa 1924 yılında
Raymond Dart tarafından bulundu.
Dart, bulduğu fosilin birçok kafatası
özelliklerinin maymuna fakat dişlerin
insan dişine benzediğini ileri sürdü.
Bunun beyni günümüz bir insanınki-
nin 1/3’ü kadardı ve boyu da 120 cm.
uzunluğunda idi.
Son olarak H. Leakey, yayınladığı
eserinde, Australopithecus’un uzun kol-
lu, kısa bacaklı, parmakları ile yürüyen ve günümüzdeki Afrika
maymunlarına benzeyen bir maymun olduğunu ortaya koydu.
Zira bütün bu yaratıklar, maymundan başka bir şey değildi.

PEKİN ADAMI
1921 yılında Çin’in
Pekin şehri yakınındaki
kalker kayalıklar arasında
bulunan üç azı dişi, iki alt
çene ve kafatası parçaları
“Pekin Adamı” olarak ad-
landırıldı.
Pekin adamına ait oldu-
ğu ileri sürülen fosillerin, günümüz insanı tarafından öldürülüp
yenmiş olan büyük maymunlara ait olduğu ispatlanmıştır. Bü-
yük bir kalça kemiği, bir kafatası parçası ve üç azı dişi bir araya
getirildi ve adına JAVA ADAMI dendi.

44
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

JAVA ADAMI
Bu parçalar, bir yıl içinde ve muhtelif zamanlarda bir sahada
bulunmuştu. Java adamı bulan Dr. Dobois, Bu sahaya yakın bir
mesafede ve aynı seviyede bulduğu insan kafatası kemiklerini ise
bilim dünyasından 30 yıl gizlenmişti. Böylece ortaya çıkan hakikat
şudur ki, bu yaratık zamanında orada insan bulunuyordu. Java
adamına ait olduğu ileri sürülen kalça kemiği muhtemelen insana
kafatası da büyük bir maymuna ait idi. Dr.Dubois ölümünden
önce fikrini değiştirmiş ve Java adamının büyük bir maymun
türü olduğunu ve bunun insana benzer bir tarafın bulunmadığını
bildirmiştir.

NEANGERTHAL ADAMI
Günümüz insanına benzer bir iskelet yapısına sahiptir. Kafatası
hacmi, günümüz insanınkinden büyüktür. (1626 cm3)
Bu yaratığın 100 bin yıl önce yaşadığı iddia edilmiş, daha
sonra ise 25 bin yıl önce yaşadığı ileri sürülmüştür. Fakat şimdi
bütün Antropologlar bunun hepimiz gibi bir insan olduğu ka-
naatindedirler.

CRO-MAGNON ADAMI:
Cro-Magnon adamının bütün iskeleti bulunmuştur. Bunların
kafatası hacmi, günümüz insanınkinden daha fazla idi. Şayet bu
varlık günümüzde yaşamış olsaydı ve bir işe gitmek için cadde
de yürümüş bulunsaydı, bizlerle arasında hiçbir farkın bulun-
madığı görülecekti.

NEBRASKA ADAMI
Evrimciler tarafından insanın atası olarak ileri sürülen fosil-
lerden birisi de Nebraska adamıdır.

45
YÜZYILLARIN SIRLARI

İlim otoritelerinin önderliğinde Dayton’daki meşhur evrim


gösteri sahasında evrime delil olarak NEBRASKA adamı ortaya
atıldı. Delil olarak ileri sürülen şey ise sadece bir azı dişinden
ibaretti. Bu dişin, takriben bir milyon yıl önce yaşadığı farz edilen
Prehistorik/Tarih öncesi insana ait olduğu ileri sürülüyordu.
William J. Bryan, delilin yetersiz olduğunu bir dişe dayanarak
hüküm vermenin uygun olmayacağını bildiriyordu. Neticede
onun bu itirazı alay konusu yapılıp geri kafalılıkla itham edildi.
Lakin yıllar sonra fosillerin yeniden tetkiki ile bu dişin insana ait
olmayıp bir domuzun dişi olduğu anlaşıldı.
1912 yılında Dawson, Piltdown adamını ortaya attı. Dawson’a
göre bu adam, yaklaşık yarım milyon yıl önce yaşamış maymun
insan arası bir yaratıktır. Delil olarak bir çene parçası, azı dişleri
ve bir kafatası gösteriliyordu.
Fakat 1953 yılında detaylı yapılan araştırmalarla Piltdown
adamının bir sahtekârlık eseri olduğu anlaşıldı.” Günümüz
orangutan maymuna ait bir çene kemiği içine insan dişlerinin
eğelenerek yerleştirildiği, kafatasının da insana ait olduğu
tespit edildi.” Kemiklere eskiye ait olduğu görüntüsü vermek
için demir tuzlarıyla lekelendirildiği ortaya çıkarıldı. Dünyanın
en büyük otoritelerinin de katıldığı bu sahtekârlık, evrimciler
arasındaki peşin hükmün kadar kuvvetli olduğunu göstermesi
bakımından da ibret vericidir.
Texas’ta, Glen Rose yakınlarında dinazor ile insanlara ait
ayak izleri, aynı kaya tabakası üzerinde bulunmuştur. Bu izler
birbirlerine birkaç metre mesafede ve bazen de biri diğeriyle
çakışmış vaziyettedir.
*Reader’s Digest’in, Ağustos 1973 tarihli sayısında Afrika’da
ilk büyük keşif yapıldığı hakkında bir rapor vardı. Bu keşifler,
‘antropoloji dünyası’nı sarstı. Zira insanın menşei ile ilgili uzun
süredir takip edilen teorilerin doğruluğuna meydan okuyordu.
Birincisi, bulunmuş olan bir kafatası idi. Evrimcilere göre bu

46
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

takriben 2.8 milyon yaşında idi. Evrimden bahseden kitapların


çoğu, ilk insanın bir milyon yıl önce yeryüzünde göründüğünü
ifade ederler. Bulunmuş olan kemiklerin, insanın atası olarak
anılan Pithecanthropus ’tan bile daha önce olduğu tahmin edil-
mektedir. Açıktır ki bu tahmini ATALAR, insanın gerçek atası
olamaz. Çocuklarından daha genç anne ve babaların olduğu hiç
duyulmuş şey midir?
İkincisi ise, Adis Ababa’nın yakınlarında 3 milyon yıllık insan
kalıntısı bulunan iskelettir.
* Reader’s Digest, 1922’de kurulduğundan bu yana İngiltere,
Fransa ve Almanya’dan Güney Amerika ülkelerine; Avustralya’dan
Rusya’ya 70’i aşkın ülkede faaliyet gösteren dünyanın en büyük
yayın kuruluşlarından biridir.

LUCY TEZGÂHI
BOZDU
BugünedeğinAfrika’da
bulunan en eski ve en
noksansız insan kalıntısı
“LUCY” yirmi yaşlarında
bir kadındır. İskeleti oluş-
turan kemiklerin içinde
bulundukları bazalt tor-
tularına radyoaktif yön-
tem uygulaması sonucu
bunların 3 milyon yıllık
ya da biraz daha eski
olduğu saptanmıştır.
Adis Ababa’nın 600
kilometre kadar kuzey
doğusunda Hadar yöre-
sindeki Hadar çöküntü- Lucy: Bulunan ilk Australopithecus afarensis.

47
YÜZYILLARIN SIRLARI

sünde (Meteor çukuru), Etyopyalı, Fransız, Alman ve Amerikan


uyruklu 17 araştırmacı ve öğrencinin ortak çalışmaları sırasında
bulunan *Lucy’nin en ilginç yönlerinden biri de bulunan kemik
kalıntılarının bir iskeletin yaklaşık yüzde kırkının toparlanmasına
olanak sağlamış olmasıdır.
Bunların daha yetenekli insanlara ait olduğu belirtilmiştir.
Onlar, madencilikten anlayan ve bazı faydalı aletleri geliştirmiş-
lerdi. Aynı zamanda hesap yapıp kayıt tutabiliyorlardı. Fakat
evrimcilere göre böyle yetenekli insanların 65 bin yıl önceye
kadar sahneye çıkmadığı düşünülüyordu.
Şimdi hayatın başlangıcını ele alalım. Evrimcilere göre
hiçlikten tesadüfen madde meydana geldi. Bu cevher oldukça
karmaşık bir organizasyonla evrimleşti yani; ustası, ressamı ve
mimari olmadan.
Ne acıdır ki evrimciler, hayatın veya basit bir hücrenin
tamamıyla tesadüf eseri olarak kendiliğinden ortaya çıktığını
kabul ederler.
*Lucy, 1974 yılında Fransız Maurice Taieb ile Amerikalı pale-
ontolog Donald Johnson’un ekibinin Doğu Afrika’da Etyopya’nın
Hadar bölgesinde bulunan yaklaşık dört milyon yıl yaşındaki 105
cm boyundaki Australopithecus afarensis fosili. İsmi bulunuşunu
kutlamak için bulunduğu akşam verilen yemekte Beatles grubu-
nun bir müzik parçasında adı geçen kızdan esinlenilmiştir. Çünkü
buluntu yetişkin yaşta ölmüş bir dişinin hemen hemen eksiksiz
iskelet kemiklerinin fosiliydi.

TERMODİNAMİĞİN KANUNLARI
Gördüğünüz gibi Darwinciler ilk canlının tesadüfle ortaya
çıktığını ileri sürerler. Mesela bazı amino asitler onlara göre,
kendiliğinden oluşmuşlardır ve buradan gerekli olan protein
teşekkül etmiştir.

48
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Amino asitler gibi nisbeten kimyevi bileşiklerin bile, ultraviole


ışınları ve elektrik deşarjları tesiri altında bozulma hızları, teşekkül
hızlarından kat kat daha fazla olacaktır ve böylesi önemli miktarda
bir bileşik, hiçbir zaman teşekkül edemeyecektir.
Anlaşılmayan diğer bir engel de, tıpkı bir cümledeki harfler
gibi, bu amino asitlerin bir proteini meydana getirmek için doğru
bir sıra içerisinde düzenlenmiş olmalarıdır. Sadece fizik ve kimya
kanunlarına göre bile bunun olması imkânsızdır. Sadece 50 Amino
asidin bir protein teşekkül etmek için tesadüfen, şekillenme
ihtimali, 1/1065 bir ihtimaldir.
En basit bir hücre dahi, birkaç bin farklı proteinlerin her birin-
den milyarlarcasına ihtiva eder. Ayrıca DNA ve RNA’nın bütün
karmaşık molekülleri çok karışık yapılar halinde ve inanılmaz bir
düzen ve intizam içerisinde yer alırlar.
Protein enzimlerini hâsıl etmek için DNA ve RNA’ya ihtiyaç
vardır. Fakat DNA ve RNA’nın da meydana gelebilmeleri için
protein enzimleri gereklidir. O halde hangisi öncedir?
İngiltere’nin Harpenden Araştırma Merkezi’nde Dr. N. Pirie,
Biyogenesis (kendiliğinden oluş) kavramını tümüyle reddetmekte,
“Protein gibi karışık moleküller, bizim pozitif ilim tecrübelerimize
göre kendiliğinden ortaya çıkmaz. Bunun, zaman içinde basamak
basamak olması bile mümkün değildir. Bugün bilinen canlıların
yapısı proteine bağlıdır,” demektedir.
Dr. John Moore, Amerikan ilmi ilerlemeler cemiyetinin yıllık
toplantısı esnasında, evrimciler tarafından ileri sürülen insanın
denizdeki tek hücrelilerden geliştiğini iddia eden teorinin ilim
değil son derece saçma bir şey olduğunu açıkladı.
Dr. D. Moore açıklamasında ayrıca: “Hayvanlardaki kromo-
zom değişikliği, evrim Teorisinin istinat ettiği tahminlere uygun
değildir. Aşağı yapılılardan yüksek yapılılara doğru artış gösteren
bir kromozom düzeni kesinlikle yoktur. Şayet iddia edildiği gibi,

49
YÜZYILLARIN SIRLARI

evrim gerçek olsa idi bu kromozom düzenin olması gerekirdi,”


diyor.
Konuşmasının devamında, “Bundan başka kromozomlar
üzerinde bulunan genlerdeki genetik materyal büyük oranda
değişmekte, kurbağalar insandan daha fazla genetik materyale
sahip olmakla evrim teorisine ters düşmektedir. Yani Darvinizm
hem biyolojiye hem de mantığa aykırıdır,” demektedir.
Prof. Henry Morris ise evrim teorisinin, dünyaca kabul edilen
termodinamiğin kanunlarına ters düştüğüne göstermişti.
Termodinamiğin ikinci kanunu, her şeyin daima karmaşık
yapıdan basit yapıya, organize olmuş şekilden organizesiz şekle
geçmeye meyilli olduklarını ifade eder. Evrim ise bunun tam
tersini savunur, gelişmenin basit yapıdan daha karmaşık yapıya
doğru olduğunu ileri sürer…
Şimdi de yaratmanın dini çerçeve içinde nasıl bir plan halinde
ele alındığına bakalım.

“OL DER OLUVERİR”


1- İBDA (Yoktan yaratma) : Bize Allah’ı tanıttıran üç özel
kaynak vardır: Kur’an, Sünnet ve Kâinattaki eserler. Bunları ma-
nasıyla okuyan, anlayan, tefekkür eden Allah’ın bir şeye “OL”
demesiyle olacağını algılar ve ikna olur.
2- İNŞA (buna tedrici/basmak basamak yapılandırma da
diyebiliriz.): Bu tarz yaratmada zaman denilen müddet rol oynar.
Bunu daha iyi anlamak için gözümüzü bahçeye çevirelim. Gördüğümüz
mesela 20 yaşlarındaki bir ağacı ele alalım. Her bahar tazelenmesi ve
20 senede büyüme şeklini hatırımızda tutalım. Bunu hayalimizde hızlı
çekimli bir filimde oynatalım. Yani 20 senelik ağacın ömrünü 20 saniye
içinde seyredelim, işte aniden yaratmaya örnek. Hem de katı bildiğimiz
maddeyi su gibi akar görürüz. Hatta aynı modeli hareketli bir canlı için
düşünürsek onu ışık hızında seyrederiz.

50
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Yukarıdaki misal ile Yaratmayı “Zaman Şeridi”nde anlama-


ya çalıştık. Eğer bu modeli genişletirsek, bazı değişiklikleri yani
tekâmül örneklerini gözleyebiliriz. Ama önemli olan bunların asıl
değil de vasıta olabildiğinin anlaşılmasıdır. Öte yandan İLKEL
denilen yaratıklara bakıyoruz. Gördüğü işlere baktığımızda son
derece mükemmel bir donanıma sahip. Zira yaratma hadise-
sinin oluşması için lüzumlu safhalar daima tekâmül noktasını
istiyor. Bunu görebilmek için Yaratma’yı anlaşılır hale getirmeye
çalışalım.
1- Bir şeyin ortaya çıkması için ilk iş bir “MÜMEYYİZ”
in olması gerekir: Yani ilminde ihtisas sahibi külli/bütüncül bir
stratejik akıl. O’nun muhteşem ve son derece rikkatli (ince, hassas)
tasavvur ve tasarrufu.
2- İkinci kademede işlem; Mümeyyiz’in “İRADE” sıfatının
işidir. Muhassısa/azami hassasiyet sahibi olup formülleri bilen bu
sıfat/program çeşitli ihtimaller içinden en münasibini seçer.
3- Yaratılacak varlık karar verilip seçilince sıra vücuda gelir.
Bu safhada işi “KUDRET” sıfatı, ele alır. Müreciha formülüyle
faaliyetini sürdürerek, “tercih edilen/tasarlanan hali” meydana
getirir.
İşte böylece yokluktan varlığa bir yaratık çıkmış olur. Bu
işte ayrıca SEMİ, BASAR ve KELAM (işitici, görücü, konuşucu)
sıfatların da emeği vardır.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız mesele, tabiat veya tesadü-
fün işi olamaz. Adı geçen sıfatlar ise tek olması zaruri yaratıcının
“Allah”ın sıfatlarıdır. Lakin kendi açımızdan önemli olan canlıların
nasıl yaratıldığı kadar, niçin ve neden yaratıldığıdır?

TORİNO VE MANETO PAPİRÜSLERİ


Böylece yaradılış bölümünde de gördüklerimizin ışığı altında
insanın birden bire çıktığını kabul edince; bilimsel ve teknolojik

51
YÜZYILLARIN SIRLARI

gelişmelerinde birdenbire daha doğrusu yüklenmiş bir programla


ortaya çıktığını kabul etmemiz gerekir.

1928 yılında Perulu harita uzmanı Toribio Mexta Xesspe,


Nazka bölgesinin üstünde, ekibiyle birlikte keşif uçuşu yapı-
yordu. Birden gözlerine inanamadı. Çünkü uçtukları bölgenin
altında özenle çizildiği belli olan ve dev boyutlu örümcekleri,
sinekkuşlarını, fok balıklarını, balinaları ve maymunları canlan-
dıran şekiller vardı. Bunlardan başka, bölge sanki gökbilimin
çalışma alanıydı. Xesspe’nin buluşundan sonra birçok araştırmacı
Nazka’ya üşüştü. Herkes şu 3 sorunun yanıtını aramaktaydı:
1. Bu düzlükteki şekil ve resimleri kimler çizdi?
2. Ne zaman çizildi?
3. Neden çizildi?
Lima’nın 300 km. güneyindeki Peru çölünde, İnka ve Nazka
vadileri arasında bir ova uzanır. Bu ovanın karşısında 60 km.
uzunluğunda ve 1,6 km. genişliğinde, kimileri paralel kimileri

52
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

de kesişmiş halde olan mükemmel düzlükte uzanan büyük


geometrik formlar bulunur. Bu hatların içinde ve çevresinde
sadece gökyüzünden algılanabilen ikizkenar yamuk şeklindeki
bölgeler, garip semboller ve madenler üzerine oyulmuş kuş ve
hayvan resimleri bulunmaktadır.
Şekillerin yerden görülebilmeleri çok zordur, bu yüzden
ancak 1930’da gerçekleşen bir uçak kazasının incelemeleri es-
nasında keşfedilebilmişlerdir.”
Bunların arasında bugüne kadar gelen insanlık belgelerinden
en bariz olanı Nazca’daki dev şekillerdir. Bu şekil kimler tarafın-
dan ve neden yapıldığına cevap olarak, gök bilimci Maria Reiche,
bölgedeki sayısız gözlemler yapmış ve şu sonuca ulaşmıştır:
Nazca Dünyanın En Büyük Astronomi Kitabı’dır.
Atalarımız bize uzun müddet elimizde kalbilecek birtakım
bilgiler bırakmak istemişlerdir. Kuşaklar boyu bunları dünyanın
dört bir yanına yaymışlardır. Bunların arasında en çok göze batan
da Piramidlerdir.

METAL ERİYOR TAŞ KALIYOR!


“Massachusetts Teknoloji Enstitüsü”nde bir gurup bilim ada-
mı, 10.000 yıl önce bizimkine benzer bir uygarlık olsaydı normal
koşullarda günümüze ulaşıp ulaşmayacağı tezinden hareketle bir
dizi deneyler yapmışlar. Neticede hızlandırılmış zaman odasına
bir piramid taşı bir de metal parçayı koymuşlar. Günümüze
hızlandırılmış zaman odasında yapılan deneyde denemeye tabii
tutlan objelerden geriye sadece piramid taşı kalmıştır. Bu da
şunu göstermiştir ki günümüze teknolojik olarak ait olan metallik
herhangi bir şeyin kalmaması gayet normal ama taş yapıtlarında
dayanıklılık açısından da ayakta kalması da bir o kadar normaldir.
Tıpkı Piramidler gibi.
Egzotik çağların mirası Mısır’dayız. Mısır’ın eski zanlarından
bahseden vesikalardan Torino Papirüsü’nde, Mısır devletinin

53
YÜZYILLARIN SIRLARI

ilahlaştırılan rahip bilim adamları ya da o günkü medeniyete ışık


tutan birçok ilimle donatılmış peygamberler tarafından meydana
getirildiği, bunların Mısır’da bir müddet hüküm sürdükleri ve daha
sonra insan krallar tarafından yönetildikleri bildirilmektedir.
Bu Papiruslerde, “Horosa Tapanlar”dan evvel gelmiş olan
insan kralların saltanat müddetleri tarihi 5550 sene olarak gösteril-
mektedir. Maneto ise insan ilahlar ve yarım ilahlar saltanatından
sonra birtakım insan krallarının geldiğini ve bunların 3957 sene
hüküm sürdüklerini, Horusa tapanların ise 5813 sene Mısır’a,
hâkim oldukları ve hüküm sürdüklerini yazmaktadır.
Böylece kayıtlardan Mısır’ın ve dolayısıyla da Teb’in başka
bir tarihi olduğu meydana çıkmış oluyor.

PROTO TARİH
Bu geleneklerin ortaya koyduğu bir tür “Proto-tarih” içindeki
kültürler ve uygarlıklar, son derece uzun ve çeşitlilik gösteren
bir gelişim süreci içinde sadece birer efsane olmuşlardır. Eğer
bu doğruysa insanlığın geçmişi hakkında bildiğimiz ya da bildi-
ğimizi sandıklarımız, bu geçmişin çok çok küçük bir parçasıdır.
Platon’a bakılırsa Mısırlılar ona, Atlantis kıtasının son kalıntısı
olan (Poseidon Adası’ndan) gelen korsan gemisi ile giriştikleri
savaşta Atinalıların hayranlık uyandıran kahramanlıklar yaptık-
larını anlatmışlar. Platonid onlara, 11800 yıldan biraz fazla bir
süre önce gerçekleştiğini öne sürdükleri bu olaydan, Atinalıların
hiç haberi olmadığını söylemiş, bu bilgisizlik karşısında Mısırlı
rahip yumuşak alaylı bir ifade ile şöyle yanıt vermiş.
“Siz Yunanlılar daima çocuk kalacaksınız.”
Aşağı yukarı buna benzer başka bir olay da, Mısırlı rahipleri
17 bin yıldan beri tutulan arşivlerden bahsettikleri zaman şaşıran
Heredot’un başına gelmiş.
Görülüyor ki bizim şüpheciliğimiz pek yeni bir şey değil…
Bilgisizliğimiz de öyle.

54
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Konumuza dönecek olursak, eski efsaneler bilinen uygarlıklar


ve taş devrinden daha önce yer alan ve iki uygarlık arasında geçiş
dönemi oluşturan bir devirde Atlantis diye bir kıtanın varlığından
söz ederler. 850 bin yıl önce meydana gelen (ve bazı kaynakla-
rın bugün bilinen yönetimin aksine olarak enerjinin maddeye
dönüştürülmesinden elde edilen atom enerjisinin kontrol edi-
lemez kullanımına atfettikleri) bir dizi korkunç afet sonucunda,
gezegenimizin çehresinde ve ekliptik düzlemine göre eğik olan
ekseninden bu yük değişiklikler meydana gelir.
Büyük Atlantis Hindularının (Auta) ve (Daitia) dedikleri iki
kıtaya bölünür ve dünyanın eksenindeki değişiklik nedeniyle
Ant sıradağları, Amerika ve bugün tanıdığımız şekli ile Avrupa
çıkar ortaya.
İnsanlık hemen hemen tamamıyla yok olur. Geriye kalanların
birçoğu barbar bir ilkellik içine düşerler. Pek azı da yükseklerdeki
şehir kıtalarına yerleşirler. Burada bahsetmeye gerek olmayan
uzun bir süre sonra ve zamanımızdan yaklaşık 700 asır önce,
Atlantis’in son kalıntısı, Platon’un da tarif ettiği ve görünüşüne
göre dünyanın başka yerinde de kolonileri bulunan “Podeidoniz
Adası” olarak çıkar karşımıza.

TEB ŞEHRİ
Bu Atlantisliler Teb yöresinde iki büyük odak noktası geliş-
tirdiler: Bunlardan biri, sonradan Yunanların “Teb” adı verdikleri
şehrin bulunduğu yerdeki idari ve dini merkezlerdir. Diğeri de
Abidos’tur. Bugünkü Kahire şehrinin bir kısmının kurulu olduğu
ada da dâhil olmak üzere başka adalardan ve daha güneyden
malzemeler getirerek Gizeh yaylası üzerinde en az bir (başka
söylentilere göre iki) tane piramiti inşa ederler. Bu piramit asla
bir mezar olmayıp ölçüler ve oranların kendi arlarındaki ilişkileri
aracılığıyla ifade edilen yapay bir bilgeler kompleksleridir.

55
YÜZYILLARIN SIRLARI

Aradan bin yıl geçerken, doğal bir kutsal tepeden de kısmen


yararlanarak bir diğer büyük eser daha yarattılar. O zaman ka-
natları da olan bu büyük Sfenks’in alnının ortasına yerleştirilmiş
pırıl pırıl parlayan bir altın disk güneşin ilk ışınlarını pençeleri-
nin arasına aksettirmekte ve sonradan binlerce kez inşa edilen
bu pençelerin tırnakları o zamanlar deniz kenarından yükselen
küçük bir kayığa tutulmaktadır. Bu anıtlar dört elemanı boğa,
aslan, kartal ve insan biçiminde temsil ederler. Bu anıtlarda pek
çok yeraltı labirenti uzanmaktadır. Tüm yaylanın altında pasajlar
ve dehlizler bulunup bu günkü kızıl denize kadar uzanır.
Sfenks’in birçok kez restore edilmiş olan yüzü, o zamanlar
Atlantis’in büyük sihirbaz krallarından birini temsil eder. Yeni
yeni yer sarsıntılarının ve afetlerin oluşmasıyla Sahra Denizi’nin
dibi yükselir ve Avrupa’nın kuzeyinde geniş topraklar su yüzüne
çıkar.
Atlantis’in sürekli olarak bütün kopması ve Kuzey Amerika
kıtasındaki bazı transformasyonlar önceleri birleşik olan birçok
yerin giderek daha da ayrılmasına ve pek çok adanın batmasına
neden olur. Nil nehri barınılamaz bataklıklar arasında kaybolur-
ken Gizeh yaylası da binlerce yıl terk edilir. Fakat zamanla suyun
güçlü akıntısı kendi taşıdığı çamurlarla giderek kuruyup çöl haline
dönüşen bataklıkların arasında kendine bir yatak oluşturur ve
kıyılarına bereket taşımaya başlar.

MISIR ATLANTİS’İN KOLONİSİ MİYDİ?


Bu yüzden en eski zamanlardan beri ona Happy yani mut-
luluk veya mutluluk getiren şey demişlerdir, günümüzden 12
bin yıl veya biraz daha az bir süre önce Atlantis kıtasının bu son
büyük parçası büyük bir afet sonucunda tamamen yok olurken,
kolonisine, yani Mısır’a nakletme olanağı bulur.
Daha sonra Güney Asya’da da sarsıntıya uğramış bazı bölge-
lerde gelen bir göç dalgası, o zamanlar karanlık, yanık kararmış

56
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

anlamında KEM ülkesi denilen Mısır’a vararak, zaten gelişmiş


olan ve sonra da “Vas” ve nihayet “TEB” adını alacak olan 10
şehrine hayatiyet kazandırırlar. Ayrıca tüm civarı mamur bir hâle
sokarak Nil boyunca pek çok şehirler kurarlar. Asya Kobrası bu
şekilde Afrika’ya girerek Ureus veya Uras denilen yeni bir birliğin
simgesi hâline gelir.
Güneş tanrısına (Ra) ve Punanni Işığa (Atom, tapınma
dini, artık bağımsız olan eski Atlantis Kolonisine yayılır ve bir
veya iki piramitle daha başka tapınaklar inşa eder. İlk yapılmış
olan tapınaklar birbirine bağlayan kutsal yollar yaparlar. Bu ilk
tapınaklar daha sonra Teb şehrinde kurulan ve bugünkü adıyla
Luxor tapınağıyla Karnak tapınağını ve Sekmet’e adanmış diğer
tapınakları birbirine bağlayan 11 km. uzunluğundaki komplekse
benzer teoloji merkezlerine dönüşmüşlerdir. Usiris’in (ilerde ge-
çeceği üzere “Usiris” Yunan mitolojisinde “Hermes” Bizim dini
kaynaklarımızda geçtiği adıyla “İdris Peygamber” olup Piramitleri
yaptığı ifade edilmiştir.) Kutsal kabrinin yeraltındaki kısmında
bulunan galerilerde, Allah’ın 99 ismi geçer ki bu da bu işin bir
Peygamber rehberliğinde olduğunu gösterdiği gibi yapılan bu
anıtları daha önceki uygarlıkların teknolojilerinin sergilendiği
tarihi çeyiz sandıkları olarak görebiliriz.
Kral Oxirrincus veya Kral Scorpion gibi bir dizi Mitolojik
hanedanlar, gelip geçer. Böylece, Platon’un açık açık dediği Pose-
idonis adası batıp yok olduğu zaman Kem ülkesinde tüm düzen
kurulmuş ve uygarlık ateşini almaya hazır durumdadır.
Kral Horos’un mitolojik hanedanından sonra İ. Ö. 9 ile 7 bininci
yıllar arasında, Doğu Akdeniz’in dibinin yer yer yükselmesiyle
suların bereketli vadiyi Kızıldeniz’e dönüştürülmesinden sonra
Mısır İmparatorluğuna “modern” şeklini verecek olan Menes ya
da Narmer hanedanı çıkar ortaya. O sıralarda civar yörelerde de-
ğişik kültür düzeylerin de birtakım kavimler yaşamaktadırlar ve
Mısır’ın kökenini oluşturduğu sanılan kavimler yaşamaktadırlar
ve Mısır’ın kökenini oluşturduğu sanılan kavimleri de bu odak

57
YÜZYILLARIN SIRLARI

noktaları arasında bulabiliriz. Bunlar ya imparatorluğa asimile


olmuşlar, ya tamamen yok olmuşlar ya da orta Afrika’ya doğru
göç ederek aynı düzeyde kalmışlar veya ters bir evrime uğramış-
lardır. Kutsal Kuş’a adanan eski bir tapınağın üzerine Kemfis şehri
inşa edilmiştir ancak şu hususa dikkat etmemiz gerekir; Menes’in
ya da Narmer’in ünlü paletteki temsilinde Yukarı Mısır’ın Beyaz
tacını taşıdığı görülmektedir. Zira beyaz surlar kenti denilen
Menfis kendi kırmızı tacını beyaz taçla birleştirerek gelecek bin
yıllar süresince büyük bir üstünlük sağlamış olmasına rağmen
yeni birlik TEB şehrinde doğmuştur.
Mısır’ı ya da TEB şehrini bir de 14. yüzyılda yaşamış İslam
Bilgi’ni tarafından ele alıp inceleyelim.

RUHLAR KILAVUZU
HERMES KİMDİ?
Sırası gelmişken Hermes hakkında çeşitli bilgilere başvu-
ralım.

HERMES/OSİRİS YA DA İDRİS
Hermetizm, Yukarı Mısır’daki Hermopolis magna’da tapınağı
olan eski Mısır Tanrısı Thot, Kıptice Thout’un varlığında düğüm-
lenmiştir. O, ölçünün, sayının, yazının, kitapların ve arşivlerin
babasıdır. O, yazının mucidi, kelimeler mücididir. İbadet ve maji
kitapları onun elinden çıkmadır. O, her gizliliğe vakıfdır.
Kendisi Thot, TEUT, TOUT, TOT, TAT gibi isimleriyle de
ifade edilmiş varlığını Yunanistan’da çok erken dönemlerde
göstermiştir. Hatta Platon da ondan söz etmiştir. Daha sonra
Hermes le aynileştirilmiş olan Thot’un şahsına, ruhlara hükme-
den Mitolojide ruhlar kılavuzu manasında PSYKHOPOMPOS
adı da verilmiştir.

58
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Grek Hermetik yazıları büyük bir sayıya ulaşmışlardır.


Clemens Alexandrinus, Hermes’in “42 adet Panu Anagtaisi
Bibloi”sini zikretmiştir ki, bunların 36’sının tamamı Mısır fel-
sefesi, biri Astronomi, kalan altısı ise tıbbi içeriklidir. Çoğu, ilk
yapıtı olan Poimandres’e göre zikredilmiş 17 veya 18 el yazması
halinde bir Corpus’ta toplanmıştır. Muhteviyatı ise dini felsefik
türdedir. Bunlar, Pestugiere’nin de belirttiği gibi Hermetismi
temsil etmektedir.

ARAP MÜTERCİMLER GREK


KLASİKLERİNİ NİYE ÇEVİRDİLER?
Arap Hermetiği Grek Hermetiğinin geleneklerini sürdür-
müştür. Fakat ikisi arasındaki ilişki, Arap felsefesi ve tıbbi ile
bunlara muvafık Grek şubelerinin aralarındaki ilişkiler nisbetle
daha az anlaşılabilir olmasının yanı sıra, felsefe ve tıp içerikli,
Grekçe eserlerin tercümelerinde mütercimin faaliyet yeri ve
zamanı bilinmektedir. Buna rağmen Arap Hermetizmi’nin Grek
Hermetizm’inden kaynaklandığını ispatlayacak şekli ve içerikli
kriterler mevcuttur.

PSYCHOPOMPOS /RUHLAR KILAVUZU


Birinci kritiğe ait olarak, önceden bahsi geçen yazıların ilha-
mi karakteri, Hermes’in el-müselles bi’l-hikme şeklindeki vasfı,
Grekçe Arkaike ve Ermes Pros Tat başlıklarına muafık olan Arapça
Arhaiki ve “Airmis ilâ veledihi Tat” başlıklı yazılarda olduğu
gibi Hermes ve Asklepios arasındaki münasebet zikredilebilir.
Muhteviyat olarak uygunluklara mesela Işrâsim’in kitabındaki
amuletlerde ve Mısır’daki tufan hikâyesinde rastlanabilir. Arap
Hermetika’nın büyük bölümünün Araplar tarafından yazılması,
yani doğrudan doğruya Grekçeden tercüme edilmiş olması önemli
bir mesele teşkil etmez.

59
YÜZYILLARIN SIRLARI

Hermes’in adı Arapçada Hirmis (Hermes ve Hurmus, Uşhen,


Huşenç-Ahnuh-Hunuh-Tahumert (yukarıda geçmişti TAT-TAH
olmuş. (Bakınız Taberi Tarihi-Hermes Bahsi) bazen de Hirmis,
İrmis ve benzeri şekillerde kullanılmıştır.
Hermes birçok vasıflarda anılmıştır. Mesela Yunan Mitolo-
jisinde Hermes için “PSYCHOPOMPOS” yani Ruhlar kılavuzu
denilmektedir, yani bir anlamda Psikolojinin babası diyebiliriz.

P3’ÜN ŞİFRESİ
İbni Erfa’Ra’s, Hermes’i Ebu’l-Felâsife, “Filozofların Babası”
diye isimlendirmiştir. Ekseriyetle el-musselles bi’l-hikme, “hikmetle
üç kere nimetlenen “el-müuselles bi’n-ni’me “kendini nimetlerle
üç kere doldurmuş olan”, veya kısaca sadece el-muselles isimleri
ile anılmıştır. Bu vasfın eski bir hikâyesi mevcuttur. THOT, hiye-
roglif metinlerinde 3’3’ şeklinde geçmektedir ve ikinci bir lisanda
ise demotik (yani hiyeroglif’in el yazısı şeklinde geçmektedir.)
DHWJT p3 ‘p3’ p3, ERMES O MEGASKAİ MEAS tarzında ter-
cüme edilmiştir. Başka bir anlatımla İSSİS, OSİRİS, HOROS’un
Mukaddes sayısı “3” diye geçmektedir. Devamla bu kelimenin
daha sonraki imparatorluk zamanında Dendera’daki (Arapça
Dandarah) tapınak yazıtlarında TR’S MEGAS’TR’S MEG’STOS
şeklinde geçtiği görülmüştür. Barhebraeus; Tri-megistos ismini,
P3’Varlık, Hikmet, Hayat olmak üzere 3 vücudi vasıfla tanımla-
mış olduğu için, Arap harfleriyle Sülâsî et-talim” Üçlü öğreten”
kelimesi ile transkripte ederek açıklamıştır.
Süleyman A.S. daha sonra Davut A.S. da görülen üçgen P3’
“Görüyor-Biliyor-Duyuyor” olan P3’ Vücudi vasıfla aynileşmiş
hatta Musa Peygamberin bile bu hikmetten faydalandığını zik-
redebiliriz. Zira Tevrat’ın bir yorumu niteliğinde olan Majisyenik
dilde “Süleyman’ın Mührü” yani iki üçgen’in iç içe geçmiş hali
“Kabala ‘yani büyü kitabında sıkça görülmektedir.

60
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

İSLÂM KÜLTÜRÜNDE HERMES’İN KİMLİĞİ


1) Müslümanlar, Greklerin Thot’un varlığını Hermes’le
özdeşleştirerek aynı noktada kendilerine mal ettikleri gibi, He-
noh (Uhnuh-Hunuh-Uşhenç- Huşenç-Ahnuh-Hunuh) ve İdris
adları ile Tahumert-Uşhenç-Huşenç-Ahnuh-Hunuh) ile İdris
adları aynileşmiş ve kendilerine asimile etmişlerdir. İdris, Kur’an
Kerim’de birçok surede yer alan ayette de üstün bir ilim, kerem
sahibi, sabırlı bir peygamber olarak vasıflandırılmıştır. Hermes’in
hüviyeti astrolojik faraziyelerde bir kevkeb/gezegen addedilen
Utarid’e dayandırılmaktadır.
2) Başkaları ise Büzasaf’ın Hermes’in identiği olduğunu isbata
çalışmışlardır. Bûzâsaf (ki Bodhisattva’dan türemiştir.) Bu idendik
(Bivrasp veya Budasp diye anılmıştır. Hatta bazıları hükümdar
Bevrasp’ın İdris Peygamber çağında yaşamış olduğunu söylerler.
Bu hükümdar, Âdem Aleyhisselam’ın sözlerinden bazısını işitmiş
ve bunları kendi zamanında (sihir olarak) kullanmıştı. O (Âdem’in
bu sözleriyle iş görür, gerek umumi memleket işlerinden bir
şey yapmak istese ve gerek bir hayvan yahut (bir kadın hoşuna
giderse altından bunun üzerine istediği her nesne onun katına
gelirdi. Bakınız: Taberi Tarihi – Budasp onun hükümdarlığının
ilk yılında zuhur edip Sabi’iliğe çağırdı. Aynı Tarih.)
3) Son olarak da Hermes’in Agathodaimon ile münasebeti
olduğunu hatırlatalım. Arap biyografların Hermes’le ilgili ver-
diği malumatlar çeşitlilik ve farklılıklar arz eder. Fakat hepsi
de menşe olarak Mısırlı tanrıyı yani Usiris’i zikretmeyi ihmal
etmemişlerdir.
4) Arapça Dorotheus tercümelerinde Dorotheus, Mısır kralı
olarak tanıtılmıştır. O, Astrolojiyi Babil’de yaptığı seyahatler sırasın-
da öğrenmiş ve daha sonra oğlu Hermes’e öğretmiştir. (Kur’an’da
da yeryüzüne bir imtihan olarak getiren, Büyü ve sihir’in mucidi
olduğu zikredilen Harut ve Marut’un da Babil de zuhur ettiği dikkate
alınırsa ilginç bir karşılaşmadır.)

61
YÜZYILLARIN SIRLARI

5) Hermes hakkında diğer bir eski habere Ebu Sehl ibn


Nevbaht’in K. en-Nahmatayn’ında da rastlanır. Burada da anla-
tıldığına göre Kral ed-Dahhak İbn Kayy, “Jüpiter” ismini verdiği
bir şehir bina ettirmiştir, içine hepsi bir burca tekabül eden on iki
kilit yaptırmış içlerini kütüphane ve bilginlerle techiz ettirmiştir.
İlerde görüleceği üzere bu kütüphaneler tahrip edilmiştir. Bun-
lar arsında mükemmel fikirleri, temelli bilgileri ve özel keskin
bakışları ile tanıdığımız bir simayı (ermişlerin çoğunun bakışları
keskindir) Hermes’i görebiliriz. Daha sonra Mısır’a göç edecek,
orada Kral olacak ve öğretilerini yayacaktır.
6) Bu olayları biraz farklı bir uyarlamayla İbn-i En Nedim
de aktarmıştır. Hermes, yedi kevkep tapınağını gözleyip yedi
kale bekçisinden biriydi. Ona Merkür (Utarid) evini gözlemek
vazifesi tevdi edilmişti. Bazı sebeplerden dolayı Mısır’a göçetmek
zorunda kaldı. Orada Kral oldu. Oğulları olarak Ta, Sa, Uşmun,
Atrib ve Koft sayılmıştır. O ve karısı büyük piramidlerin ikisinde
gömülü bulunmaktadır.
7) Ebu Ma’şer, el-Muselles –TİRİMEGİSTOS- vasfını yanlış
anladığı için Hermes’i üç ayrı şahsiyet olarak aktarmıştır. Ona göre:
Birinci, Hermes: Tufan’dan önce yaşamıştır. “Ulvi nesnelerden”
yani yıldızların hareketlerinden ilk söz eden odur. Büyük babası
olan Kayomart (Âdem) ona gece ve gündüz saatlerini öğretmiştir.
Ayrıca ilk tapınağı yapan ve tıb konusunda fikirler öne süren odur.
Dünyevi ve uhrevi nesneler hakkında vezinli şiirler yazmıştır.
Tufan’ı önceden haber veren ilk kişi de o idi. İlimlerin kaybol-
maması için ilerde geçecek olduğu gibi birçok tapınaklar yaptığı
ve duvarlarına ilim, teknik ve sanat sahasında gerçekleştirilmiş
birçok araç ve gereci kazdırdığı düşünülmektedir.
İkinci Hermes; Tufan’dan sonra Babil’de yaşamıştır. Tıp, Fel-
sefe ve Aritmetik sahasında fevkalade bilgilere sahiptir. Pisagor,
onun talebesi idi.

62
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Üçüncü Hermes; Tufan’dan sonra Mısır’da yaşamış ve zehirli


hayvanlar üzerine bir kitap yazmıştır. Çok seyahat etmiş şehirler
kurmuş ve kimya konusunda fikirler beyan etmiştir. Asklepios
(Yunan mitolojisinde Apollon’un oğlu, sağlık ve hekimlik tanrısı.
Ölecek olan hastaları iyi edip tanrılara karşı geldiği için Zeus ta-
rafından öldürülmüştür. Latince adı Esculope’dur.)Talebesi idi.
8) İbn-i Vasıf Şah ise Hermes’i, Mısır’ın Firavunlar döneminde
Kral Budaşir İbn Kuftrim’in rahibi olarak zikretmektir. Yine orada
bahsedildiği üzere Hermes, Nil’in kaynağında Kumr dağlarında
bir tapınak inşa ettirmiştir. (Osiris’in yeri olarak bilinen büyük
Abidos Tapınağı olabilir.)
Hermes’in miracından da söz edilmiştir. İdris’ten, “Verata”
nâhu mekânen alîyan/ve biz onu yüce bir mekâna yükselttik.”
Ayetiyle bahseden bir Kur’ân Suresi’nde (Sure: 19/57.) bu mi’rac
zikredilmiştir. (Bu konuyu ilerde tafsilatlı açıklayacağız.)
Hermes antik dönemde olduğu gibi İslâmiyet dininin geli-
şinden sonra da fonksiyonlarını büyük çapta korumuştur. O, yine
bütün sanat ve bilimlerin mucididir. Yıldızların, sayıların (İbn
Culcu/Tabakat) ve zehir ilimlerinin temellerini atmıştır. İnsan-
lara elbise hazırlamayı öğretmiştir. Kimya ve cam yapma sanatı
yine ona aittir. Her seferinde tıbbın mucidi olarak sayılmıştır. Bu
düşüncenin aslı da Mısır kaynaklıdır şöyle ki, Eber Papirusler’in
de THOT, hekimlerin önderi olarak gösterilmiştir Asklepios’u
Hermes’in tıbla ilgisinden dolayı talebesi olarak zikretmişlerdir.
Ayrıca Corpus Hermeticum’un 14. sayısının başlığı ERMOUP-
ROSASKLEPİON şeklindedir.
9) Fars ensab bilginlerine gelince, İdris Peygamberi Mehla’il
isimli şahısla, daha sonra “Mehâ’ib-uşhenc” ile bazen de “Hu-
şenc” şeklinde aynileştirmişlerdir. Hişam bin Muhammed bin
Sa’ib’den nakledilen şunlardır: İlk önce ağaç keserek yapılar
yapan, (Mısır’daki, Piramit ve tapınaklar olabilir.) Yedi iklime
sahip olmuştur. (Bu inanış İslam dininde sembolik olarak “7”

63
YÜZYILLARIN SIRLARI

sayısının kudsiyetinden gelmektedir. O şekilde düşünülmeli-


dir.) O zamanın ahalisine mabedler binasını emretmiş, iki şehir
kurmuştur. (Memfis veya Usiris’in kabrinin bulunduğu Abidos
olabilir.) Memleketinde ilk önce demir istihsal edip ondan alet
ve edevat yapan, faydalanmak üzere suları ölçen ve hesap eden,
ahaliyi ekinciliğe, ekinleri biçmeye, çalışmaya, zararlı ve yırtıcı
hayvanları öldürmeye, çalışmaya, zararlı ve yırtıcı hayvanları
öldürmeye onların derilerinden faydalanmaya, yasaklar edinme-
ye sığır, koyun ve vahşi hayvanları kesmeye ve onların etlerini
yemeye teşvik eden de odur. Farsça ona Fisdaz denmiş.
Fisdaz/ fiz: İlk demektir.
Daz ise adalet, hüküm demek oluyor.
Yani ilk kanun koyan, manasına gelmektedir. Gene aynı yerde
İdris Peygamber (Ahnuh ile Hanuh diye zikredilmiştir.) Burada
Ahnuh adlı şahıs Nebi olarak zikredilir. Ona Allah tarafından 30
sahife indirilmiştir. Âdem’den sonra ilkyazı yazan odur. Ahnuh
için Ebu Zerr’in naklettiğine göre, Hanuh’un (Ahnuh) Süryani-
lerden olduğu zikredilerek (Hermes’in Uranı yani Ouranios ve
Agotho Daimon ile beraber Harrani’lerin peygamberi kelimesiyle
aynileşmiştir.) Kalem ile ilkyazı yazan tabiri burada da karşımıza
çıkmaktadır. Başka bir yerde İbn-i İshak’ın nakline göre O’nunla
ilgili olarak şunlar yazmaktadır:
“Giyimler biçip diken, Allah rızası için ilk kutsal savaşlar
açan odur. Bu cümleyi birkaç yerde görüyoruz. Bu cümle bize
Yunan Mitolojisinde geçen “Devler ve Tanrılar Savaşı”nı da bu
kategoride düşündürmektedir. Bu savaşa, “Titanomakia” adı
verilmektedir.

İLK BABİL HÜKÜMDARI


Fars bilginleri İdris Peygamberi (Uşhenc-Huşenc) şeklinde
yazarlar. Devamla Hanuh’un göğe kaldırıldığı tabiri burada da
zikredilmektedir. Ebu Zerr’in naklettiğine göre: Allah, İdris’i kendi

64
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

zamanında (Tufan’dan önce) bütün yeryüzü ahalisine Peygamber


olarak göndermiş, geçip giden kavimlerin bütün bilgilerini onun
şahsında toplamış ayrıca 30 sayfalık ilahi emirler de indirmiştir.
El-Kelbi’den Naklen: Memleketler de dolaştı. İblis’in üzerine
sıçrayarak (onu kendisi için binek edindi) ve bu vaziyette uzak ve
yakın yerlerde dolaştı. (Burada dikkat edilirse dolaştı tabiri var
büyük bir ihtimalle ilerde de Mitolojik Hermes bahsinde geçeceği
üzre, “Hermes’in Sandaletleri” bir yönüyle “ayağına taktı binek
edindi” İdris Peygamberin uçtuğunu anlatmaya çalışmaktadır.)

ZEUS ZÜLKARNEYN MİYDİ?


Diğer taraftan, Muhammed İbn-i Abdullah el-Lavati ya da
İbn-i Batuta 14. yüzyılda yaşamış ve 28 yıl boyunca o gün bilinen
dünyayı karış karış dolaşmış İSLAM gezgini bir seyyah. O da
eserinin giriş bölümünün hemen akabinde Mısır’daki piramidleri
tasvir ediyor.
Bunlar, dünyanın meşhur ve hayreti celbeden binaları ol-
duklarından, insanlar bunlar hakkında çok şey söylemişlerdir.
Tufan’dan önce malum olan bütün ilimlerin yukarı Mısır’daki,
Sa’id bölgesinde oturan “Sa’id İbn-i Sarid” veya Hunûh (AHNUH
ayrıca ilerde bahsedeceğimiz Nuh Tufanıyla ilgisi bulunan Nuh
peygambere ait tufan sırasında insanların kurtuluş gemisine
binmedikleri için çağırdıkları nedamet sözü..) diye adlandırılmış
birinci Hermes’ten veya Osiris yani İDRİS Peygamber’den alındığı
zikredilmiştir.
Onlara göre Astronomik hareketlerde bulunan ve ulvi cev-
herlere dair ilk fikir beyan eden de o dur. Ma’bedler (eski dilde
ma/sudan korunak) inşa ederek, orada Cenab-ı Hakk’ı zikreden
ve Tufan ile halkı uyaran yine o dur…”
İlmin ve sanayin kaybolmasından korkarak, Ehram ve Berabi’yi
yapıp üzerlerine ebediyete kadar kalabilmesi için bütün sanayi ve
aletleri tasvir eden ve aynı zamanda ilimleri nakış ve tahrir eden

65
YÜZYILLARIN SIRLARI

de yine HERMES’tir. Yani USIRİS dir. Mısır öğretilerinde Osiris,


mumyacılığın nasıl ortaya çıktığını araştıran herkesin karşısına
çıkar. “Öldükten sonra tekrar dirilmeyi anlatan inanç şekli” tüm
tek yaratıcıya inanılan dinlerde ortak inanç şeklidir. Ancak Mısır’da
somut bir hal almıştır.

HERMES BAHSİ (TRİMEGİSTOS)


Osiris, eski Mısır’ın ünlü “bereket ve yeniden dirilme tanrısı”dır.
Tanrıça Esis ile evlendikten sonra Harus (Horus’a tapanlar devrinin
başlangıcı) isimli bir oğlu dünyaya gelmiş. Sonra kardeşi Seth,
Osiris’ten öc almıştır. Seth, kardeşinin üstün gücünü kıskanmış,
onu parçalayarak öldürmüştür. İki kardeşin çatışması, iyi ile kötü
arasındaki ilk çatışmadır: Hak ile batıl çatışması.
Osiris’in Yunancadaki adı Hermes’dir Yunan Mitolojisi’ne
konu olan kısımlarına bir göz atalım.
ZEUS (ZÜLKİFİL veya ZÜLKARNEYN Peygamber olabilir)
kendine Hermes’i, haberci olarak seçer. Sonradan bu bilgiler tahrif
olmuştur. Bundan böyle bütün buyrukları tanrılara (Yönetici bilge
kişiler) de, insanlara da, halklara da Hermes aracılığıyla ulaştırı-
lacaktır. Ölülerin ruhlarını Hades’e (ahiret yurduna) ulaştırmak
götürmek ve Hermes’in görevi olacaktır.
Bu görevden dolayı Hermes’e “PSYCHOPOMPOS” yani ruhlar
kılavuzu “Peygamber, yol gösterici, öncü kişi” adı verilir.
Homeros’un destanlarında Hermes’ i bu görevinde görürüz.
Odyseia’da, Odysseus’u yıllardan beri mağarasında alıkoyan
Kalypso’ya, Zeus haber ulaştırır. “Güzelim sandallarını bağladı
ve ayaklarına, o altın kakmalı tanrısal sandallar taşırlardı onu
denizin üstünde, ya da sınırsız toprakları üstünde yel gibi hızlı.
Aldı eline değneğini, isterse büyüklerdi onunla gözünü insan-
ların, isterse uyandırırdı, onları derin uykudan, aldığı onu eline
güçlü tanrı uçtu gitti. Pierie’yi geçip indi havadan denize, kaydı
dalgaların üstünde bir martı gibi, balık avlarken ağır kanatlarını

66
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

köpüklere deldirir hani dipsiz kıvrımlarında ekin vermez denizin


Hermeias’da bin bir dalganın üstünde öyle gidiyordu.”
Her devrin özelliğine göre Allah’ın gereği, peygamberler
asırlarında bulunan özelliklere göre donatılmışlardır birçok mu-
cizelerle, örneğin Musa A.S. zamanında sihirbazlık revaçta idi.
Peygamberine mucize olarak özel kuvvetler yüklediği ASA’yı
verdi. Musa Peygamber Asa’yı yere bıraktığı zaman, Asa derhal
ejderha oluyor ve etrafında ne kadar sihir nevi cinsinden ne
varsa yutuyordu. Onu gören sihirbazlar, bizim yaptıklarımız
göz boyamak ama Musa’nın yaptıkları gerçek, bu mucize deyip
iman ediyorlardı.
İşte, İdris A.S.’da o zaman da teknoloji hâkimdi ve onun uça-
ğı denize inişi tasvir ediliyordu. Yani deniz uçağının paletlerini
kontrol etmiş, motoruna bakmış bir pilot’un yapması gereken
kontrolleri yaptıktan sonra denizin üstünden rotasına göre hare-
ket etmiştir. İnsanları gerçeğe döndürmek için gerçeği anlatmaya
başlamış, uçup gitmiş.
HERMEIAS-Hermes’in deniz uçağına verdiği ad. “Pierie’yi
geçip (Yunanistan’da Bir Kara Parçası) indi havadan denize”,
deniz uçağının denize inerken bir martıya benzediğini tasvir eden
HOMEROS, lirik bir anlatım katıyor mitolojiye.
Bir de Hermes’in yollara dikilen tasvirlerini görüyoruz.
Ölümünden sonra çok sevildiği için putlaştırılmıştır. Çok kutsal
sayılan ilk çağın kilometre taşlarıdır. Hermes çobanların bekçisi
olarak omuzlarında bir koyun taşıyarak canlandırılırdı.
Mısır’da da Usiris’in (Hermes) Asasıyla, döveni ile Mısır’da
tarımı başlattığını simgelemektedir.
Bu iki uygarlıkta ortak (Yunan ve Mısır) Hermes ya da Usiris’in
olağan üstü halleri ve kabiliyetleri olduğunu ve öldükten sonra
dirilmenin gerçekliğini dile getiren bir haberci, yani Peygamber
olduğunu ve Tufandan önceki dönemin Teknolojik ve Sanayinin
varlığını kanıtladığını, fakat insanların bunlara güvenip azdıkla-

67
YÜZYILLARIN SIRLARI

rını ifade eden Nuh Tufanını unutmamaları için kalıcı yapıtlar


bırakmıştır.
Evvelce Mısır’ın ilim ve idare merkezi Fustat’tan dört fersah
ötede bulunan Menuf (Menfis) şehri idi.
Mısır’da, Menes’den evvel sülaleler teşkil etmiş birtakım
kralların mevcud olduğu ve Horus’a tapanlardan evvel Menfis,
yani Kuzey Mısır, sülalelerinin mühim bir mevki işgal etmiş ol-
malarıdır. İşte bu husus dahi yukarıda bahsettiğimiz araştırmalar
neticesinde varmış olduğumuz neticeleri teyid edebilecek bir
mahiyettedir. TORİNO papirüsünden daha eski bir vesika olan
PALERMO TAŞINDA, Menes’ten evvel gelmiş olan krallardan
dokuzunun ismi yazılıdır. Bu taşta, Kral Menes’ten evvel “Horusa
tapanlar” gelmektedirler.
Ehram, yontma sert taştan yapılmış olup yüksekliği pek
fazladır. Koni biçiminde (Piramid) aşağısı geniş ve yukarısı dar-
dır. Kapıları yoktur. (İbn-i Batuta’nın zamanında Arkeoloji ilmi
olmadığını unutmayalım.) Ne maksat yapıldığı bilinmemektedir.
Nakleden, yazıcıya göre, Tufandan önce Mısır hükümdarlarından
biri görmüş olduğu rüyanın verdiği dehşet ve korku üzerine, fen-
nin, ilimlerin ve hükümdarlara ait cesetlerin muhafaza edilmesi
için (mumya tekniğini anlatıyor) Nil’in batısında bir Thram’ı
yapmaya mecbur olur.
Ayrıca dünyada buna benzer eserler yaparak bütün sanayi
ve aletleri tasvir eden sığınaklar inşa ederek zamanında var olan
ilimleri çizerek ve yazarak günümüze taşıyan; Said ibn-i Sarid
yani mitolojik tarihi kimliğiyle “Hermes”tir.

“ATEŞ” VE “SU” UYGARLIĞI


Tufan’dan sonra bu sığınaklar (piramitler) keşfedilip içinde-
kiler birlikte imha edildiğini anlatıyor. Bunların arasında Sezar’ın
birlikleri tarafından yakılan İskenderiye Kütüphanesi de vardı.

68
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Bir yazıcı bazı belgeleri kurtarmış bunları gizli bir yere


saklamıştır. (Yazıcı el yazmalarını kopya etmekte görevli kişi,
bu yazıları görmek anım oldu. İçindekiler rulo halinde değildi.
Çinlilerinki gibi açılıyordu. Onları kopye eden yazıcı çok düzgün
yazmıştı, sanki eli hiç hata yapmıyordu. Aynı kitaptan iki örnek
gördüm. Yazı karakterleri bir birinin tıpatıp aynısıydı. Neler yazılı
olduğunu anlamadığımdan, bilge kişiler o kitaplarda anlatılanları
bana açıkladılar, önce dünyanın bir harikasını gösterdiler. Deni-
zin ötesinde bilmediğim iki ülke vardı ve bana uçan arabaların
ve “taşlaştıran ışının”, “yüzen kentlerin” ve havadan gelip yok
eden ateşin resimlerini gösterdiler ve Tufan’dan önceki insanların
ve ilk piramidi inşa eden Said-İbn-i Sarid’in hikâyesini anlattılar.
Bana su ile ateşin (Atlantis ve Mu uygarlıkları) kopye edildiğini
ve şimdi denizin dibinde yatan büyük bir kentin planı göster-
diler. Ben bu şekli soy ağacı olarak birçok kitapta görmüştüm.
(Eflatun) Platon(un Kruton ve Timaos adlı eserlerinde rastlanan
bir Kent’in planını tarif etmektedir. (Platon: M.Ö. 428–348 yılları
arasında yaşamış Yunan filozofudur.)
Toprak bir duvarla çevrilmişti. Bunun ardında su dolu bir
hendek vardı. Bir su kanalı kenti enine kesiyordu. (Atom santra-
liyle enerjilerini temin ediyorlardı.) dikine kesen ikinci bir kanal
ise iki havuzu katederek limana ulaşıyordu. İşte bu kent planının
adı ATLANTİS’ti.
Atinalı devlet adamı ve şair Solon’un MISIR’a gidişi anlatılır.
Nil deltasında bulunan Sais (Said) kentinin rahipleriyle konuşur.
Solon, biri ona şöyle der.
—Ey Solon, Solon siz Helenler hep çocuk kalırsınız, yaşlanmış
bir tek Helen yoktur.
—Ne demek istiyorsun?
—Ruhunuz genç hepinizin, çünkü eski bir geleneğe dayanan
ne bir görüşünüz var, ne de zamanla kocalmış bir bilginiz.

69
YÜZYILLARIN SIRLARI

Bu sözün doğruluğu en iyi Mythos’ta görülür, insan gerçek-


lerini yansıtmak, canlandırmak ve Atina devletine ait (9) dokuz
bin yıl öncesi ne kadar uzanan bir tarih yazmaya girişme hevesine
kapılmış olsa gerek.
Atlantis Batı’da Herakles sütunları (Cebelitarık) yoluyla
Akdeniz’den Ukeanos’a çıkıldığı yerde karşılaşılan büyük bir ada
ve çevresindeki takımadalara verilen admış. Korkunç depremler
sonucunda suların altına gömülen bu ada bir zamanlar Libya ile
Asya’nın bir arada kapladıkları alandan daha yaygınmış. Dün-
yanın kuruluşunda tanrılar (bilge kişiler) yeryüzünde aralarında
paylaşırken, Atina tanrılardan (bilge kişi, yönetici)den Athena ve
Hephaistos’ a; Atlantis de Peseidona düşmüş. Poseidon, kelime
anlamı: Olymposlu (Kara egemenliğinin hâkim oldukları bilge
kişiler, tanrılar arasında denizi simgeleyen ve denizi mutlak hâkimi
sayılan Poseidon Homeros destanlarında Posiedaon diye anılır.

ATLANTİS BİRLİĞİ
Poseidon’dan türeme bu ad başta Hint-Avrupa dillerindeki
biçimiyle karşılaştırılacak olursa, “Deniz Efendisi” anlamına gelir.
Poseidon’a Deniz egemenliği verilir. (Deniz Kuvvetleri Komutan-
lığı, Atina: (Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Hermes-Usiris-Idris
Peygambere Mısır, (Hava Kuvvetleri Komutanlığı) verilerek.
Böylece, ATLANTİS BİRLİĞİ kurulmuş olur.
Poseidon’a verilen sıfat “Enosigaios” yani yeri sarsan titreten
denir. Yani bugünkü modern savaş gemilerinde yer alan nükleer
başlıklı donatılmış kıtalar arası (Poseidon füzesi gibi) Blastik
füzelerden bahsedilmektedir.
Atlantis yerlilerinden Euenor’un bir kızı varmış. Posiedon, bu
kızı sevmiş, onu merkez adaya bir kaleye yerleştirmiş ve onunla
birlikte beş kuşak erkek çocuk yetiştirmiş. (Atlantis soyundan
bahsetmektedir.)

70
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Atlanis bitkileri, hayvanları ve özellikle madenleriyle çok zen-


gin bir ülkeymiş altın, bakır, demir ve “Oreikhalkos” yani “dağ
bakırı”, diye ateş gibi parlak bir madeni varmış. Bu madenden
bir çeşit enerji elde edip surlar, köprüler, kanallar ve tünellerle
bezenmiş kentler, limanlar kurarak ülkeyi son derece uygar bir
hale sokmuşlar. Ülkenin sosyal yapısı, askerlik durumu üstünde
durur. Başkentte yılda bir yapılan bir törene ve bu tören sırasında
kesilen boğa kurbanlarına (İspanyada yapılan Boğa güreşlerinin
kökeni Atlantislilere dayanmaktadır.) değindikten sonra, Kritia
diyaloğu birdenbire kesilir. (Nedeni, Nuh tufanı olduğu için)
Ancak Timalos diyaloğunda Mısırlı rahibin ağzından öğrenilen
Atina’nın 9- 10 bin yıl önce bu ülkeyle savaşa giriştiğidir. Bugünkü
tarihe göre 15 bin yıl önce.
Atlantis fazla güç kazanmış ve Akdeniz’in büyük uluslarını
köle durumuna sokacak bir saldırıya geçmiş. (Bugün A.B.D.’nin
yeni Dünya Planında da aynı özlem yatmaktadır.) Atina’da hem
kendi devletini, hem de bütün komşularını tek başına kurtarmış.
(Mitologyada geçen savaş sahneleri, Devler ve Tanrılar Savaşı
(Titanomakia-Dev makineler- hep bu savaşları dile getirmişlerdi.
Ne var ki bir gece deprem Atlantis’i haritadan silince, Atina’nın
oraya gönderdiği ordu da yok olur. Atina’nın bu eski tarihi üstünde
hiçbir bilgisi olmayışı, bu ünlü olayı bir Mısır’lı rahibin ağzından
öğrenmesi bütün öyküyü Platon’un yazdığı kanısını uyandırmakla
beraber, insanda tuhaf bir izlenim bırakmaktadır.

DZYAN KİTABI
Bir de Dzyan kitabı vardır. İçi simgesel işaretler de dolu olan
bu kitabın yaşını kimse bilmemektedir. Kitap geçmişte öylesine
bir mısnatıs gücüne sahipti ki, onu eline alan “seçilmişle anlatılan
olayların gözlerinin önünden geçtiğini görüyor.(Mısır’daki Thout’un
kitabı gibi) aynı zamanda dillerindeki kelimeler yeterliyse, ritmik

71
YÜZYILLARIN SIRLARI

biçimde yayılan itici güçler aracılığıyla kitapta anlatılanları kav-


rayabiliyorlardı.
Dzyan kitabında M.Ö. 9564 yılında bugünkü Küba ve Florida
dolaylarında batan çok geniş toprak parçalarından söz edildiği
söylenir. Bugüne kadar efsanevi Atlantis’in nerede olduğu bulu-
namamıştır. Acaba Atlantis’le; Dzyan kitabında anlatılan batmış
ülkeler aynı mıdır? Yani Yunan mitolojisinde geçen olaylarla bir
beraberliği var mıdır? Bilinmiyor… Bunlar gerçekten olmuş şeyleri
hikâyeleri midir? Bu konuyu Yaradan nasip ederse hakikatiyle
birlikte gösterecektir elbet.
İbn-i Batuta’ya göre ise UÇAN ARABALAR, “Yüzen Kent-
ler” ve havadan gelen yok edici ateşler, üretebilecek düzeyde bir
uygarlık mevcuttu.
Bu kıtanın insanları yaklaşan felaketi sezerek, bir ibret olarak
unutulmaması için gelecek kuşakları aktarmak üzere eski bilimin
delillerini dünyada yaygın olarak yaptıkları “SIĞINAK” larda
yerleştirdiler. Yani PİRAMİDLERİ inşa ettiler.

ATLANTİS’TEN MISIR ve MAYA UYGARLIĞINA


Birçok bilgine göre Atlantis, kendi adını taşıyan Okyanus’un
üzerinde doğal bir köprü teşkil ediyor ve AZOR Adaları’ndan
Bahamalar’a kadar (1972’de burada kökeni bilinmeyen, suya gömülü
duvarlar bulundu) uzanıyordu. Atlantislilerin bu büyük bereketli
topraklara sahip ve ılıman iklimli adada kurdukları uygarlığı,
zamanla eski ve yenidünyalara yayıldığı iddia edilmektedir. Ni-
tekim eski MISIR ve Meksika uygarlıkları (Maya) arasında gözle
görülür benzerlikler vardır ve bu da aynı kökenden geldikleri
varsayımını güçlendirmektedir.
Atlantis’in bir efsane değil de bir gerçek olduğuna inananlar,
bu kıtanın İsa’dan 10 bin yıl önce meydana gelen doğal bir afet,
dünyamıza çarpan büyük bir göktaşı veya tufanla yerlebir oldu-
ğuna inanırlar. İşin en gerçekçi yanı yeryüzündeki tüm ulusların

72
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

ortak bir “Tufan Efsanesi”ne sahip olmalarının nedenini de açık-


layabiliriz. (Not: İlerde Tufan konusunu inceleyeceğiz.)
Gene çağların görkemli yapıları piramitlere dönüyoruz.

KEOPS PİRAMİDİ
Büyük Piramit arzın merkeziyle Kuzey Kutbu’na eşit uzak-
lıktadır. Keops piramidinin dev bir dünya takvim olduğunu
görüyoruz. Piramidin yüksekliğinin çevresiyle çarpılıp sonra
köşe sayısı (yani 5) ile çarpılarak yine ISSIS, OSİRİS-HORUS’un
mukaddes sayısı (3) ile çarpılınca (fit) birimiyle Nil’in uzunluğuna
denk geldiği görülür. Piramitler, birçok geometri kaidelerin ihti-
va etmektedirler. Nitekim Mısırlıların, çemberin hususiyetlerini
bizden önce bildikleri de anlaşılmış olmaktadır. Tabanın yük-
sekliğe oranı, piramitten tabana dik bir kesit alındığında üçgene
benzeyen bölümün alanı, kesitten yüksekliğine eşit bir yarıçapı
olan çemberin ¼’lük alanına eşittir. Yani piramidin yüksekliğinin,
tabanının çevresine oranı, bir çemberin yarıçapının dairesi olan
oranına denktir. “PİRAMİTLERİN Muamması” adlı eserinde Pro
Kurt Mendolsohn Mısırlıların yüksekliği ve uzunluğu değişik
birimlerle ölçtüğünü ileri sürmektedir.

MUKADDES KULAÇ “52.37”


Mukaddes kulaç tabir ettikleri ölçü (52,37 cm.) idi. Yükseklik
birimi iken uzunluklar çapı 1 Mukaddes kulaç olan tahta bir ka-
yışla ölçülebiliyordu. Mendelson’un dediğine göre, döndürülmüş
bir Mukaddes kulaç, yani kayışın tam bir dönüşü Mukaddes
kulaçtan 3,14159 defa daha büyüktür. Bundan Mısırlıların pira-
mitleri yaparken devamlı “Pi” sayısının katlarını kullandıkları
anlaşılmaktadır. Charles Piazzi Smith 1864’te yayınladığı 600
sayfalık “Our Luheritance in the Great Pyramid” (Büyük Pira-
mitteki Mirasımız) isimli kitabında Piramitle dünyamız arasında
düşündürücü birçok münasebeti açıklamıştır.

73
YÜZYILLARIN SIRLARI

93 MİLYON MİL
Keops Piramidi’nin yüksekliğinin bir milyar ile çarpımı Gü-
neşle Dünyamız arasındaki uzaklığı verir. (93 Milyon Mil)
Piramid’in üstünden geçen meridyen karaları ve denizleri iki
eşit parçaya böler. (Sanki aynı zamanda Atlantis ve Mu kıtalarının
ayrılması gibi.)
Taban alanının yüksekliğinin iki katına bölünmesi “Pi”
(3,141159) sayısını verir. Gerçekten de geometri okuyanlar bunun
böyle olduğunu bilirler.

DÜNYANIN AĞIRLIK MERKEZİNDEKİ PİRAMİD


Piramitte dünyanın ağırlığını gösteren hesaplar vardır. Pi-
ramitin kurulduğu saha büyük bir itina ile düzeltilmiştir. (Sanki
Dev makinelerle).
Keops Piramidi yalnız karaları ve denizleri iki eşit parçaya
ayırmakla kalmaz, aynı zamanda dünyanın ağırlık merkezinde
tam ortasında bulunur. Eğer piramitler firavun mezarı olarak
kullanılıyor olsa idi, Firavun Snofru (M. Ö. 2575–2551) neden üç
piramit yaptırmıştır?
Eğer piramitte gömülmek firavun için bu kadar mühim olsaydı,
piramitler devri “6. Mısır Sülalesiyle niçin kapanmıştır. Bu devirden
itibaren firavunlar çok muhteşem hediyelerle kayalık mezarlara
gömülüyordu. Kat’i olan bir şey vardır ki, piramitlerin firavunlara,
yalnız mezar olarak hizmet etmedikleri anlaşılmıştır.
Bazı araştırmacılara göre, Keops Piramidi (ki en büyük olanı
DEV BİR DÜNYA TAKVİMİDİR. Bu takvimden bu günkü insan-
lığın sonunun yaklaştığı okunmaktadır.

DÜNYANIN SONU
Mısırlıların, yaptıkları duvar rölyeflerine dünyanın sonunun
2045 senesinden daha sonra olacağını işlemişlerdir.

74
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Mısırlılar’ın inancına göre, firavunun cesedi öldükten sonra


Kutup Yıldızı’na yükselmektedir. Bu yıldızlar ise kuzeyde bulun-
makta, Keops Piramidi’nin bir kapısı ise Güney’e bakmaktadır. Bu
giriş Orion Yıldızı’nın kuşağındaki yıldızlara doğru yöneliktir.
Yunan mitolojisinde Orion şöyle anlatılır: “Orion’un kör
olması, karanlıktan ansızın güneşe bakmasıyla gözlerinin yeni-
den açılmasıyla sonuçlanır. Şafak tanrıçaya gönül verir. Tanrıça
sevgilisini Delok’a götürür bırakır. Artemis kıskanır, Orion’u da
gökte bir yıldız haline getirir. Orion yıldızının akrep burcundan
her zaman uzaklaşması bundandır.”
Mitolojide görülen anlatılan Orion, bulutumsu Nebuladır.
Mitolojideki Orion takımyıldızına bugünkü astronomi ilmiyle
bir göz atalım. Gayri muntazam nebülözlerin civarında sıcaklığı
yüksek yıldızların bulunduğunu söylemiştik. Böyle bir yıldızın
olmaması halinde, ışının olmayacağından, nabzı gayri muntazam
nebülözlerin karanlık olmaları gerekmektedir. Samanyolu’nun
bazı bol yıldızlı gölgelerinin yanında hemen hemen hiç yıldızsız
gibi görünen bölgeler vardır. Bunlar karanlık nebülözlerdir. Bu
nebölüzlör Samanyolu ile aramızda bulunduklarından yıldızlardan
bize gelen ışığa engel olurlar ve kapladıkları bölge yıldızsız imiş
gibi görülür. Verilen Numara 43 Karanlık Nübülözüdür. Şekil
benzerliğinden özrü, bu nebülöze Atbaşı karanlık nebülözüde
denir.

KARADELİKLER
Karanlık nebülözü bize karadelik konusunu çağrışım yap-
maktadır.
Karadelik konuşunun şöyle bir özelliği vardır. İnsan tam
anlar gibi oluyor, fakat bir anda işin ucunu kaybediyor.
İşte, bir de bir yıldızın doğumundan başlayarak bakmalı. Yıl-
dızlar, dev gaz ve toz bulutlarındaki (NEBULA) maddenin, kendi
çekim kuvvetinin etkisi altında bir araya toplanmasıyla meydana

75
YÜZYILLARIN SIRLARI

gelir. Merkez yakınında, hareketli gaz öyle yoğunlaşır ki, tek tek
parçalara ayrışır. Sonunda, her biri yeni doğmuş çeşitli büyüklükte
çok daha büyük ve kütleli yıldızlar olabilir. Önce, yeni doğmuş
yıldızlar, çevrelerini saran dev bulutu aydınlatırlar bugün Orion
Nebulası’nda gördüğümüz gibi. Daha sonra, gaz buluttaki küme,
tek tek yıldızlara ayrışır. Kaçınılmaz olarak merkezdeki hidrojen
zamanla harcanarak helyum “külü”ne dönüşecektir. Bu evrede
yıldız değişir. Dış katmanları olağan üstü genişlerken, çekirdeği
büzülür. Böylece yıldız önceki büyüklüğünün yaklaşık yüz katına
ulaşır. Güneş’imizin de merkez reaktörü helyumla dolduğunda,
kırmızı bir dev olana kadar genişleyecektir. Bu işlemin başlaması,
Merkür, Venüs ve Dünya’nın sonu demektir.
Yahudi asıllı Alman bilim adamı Albert Einstein, 1916’da
yayınladığı “Genel Relativite Kuramı” adlı kitabında el atarak,
Newton’un çekim yasasını yeniden ele aldı. Bundan, “uzay ve
zamanın bükülmesi” adında hep yeni bir teori ortaya çıkardı.
Bu teori, Einstein tarafından ortaya atılan başka teoriler gibi
kolay anlaşılamadı.
Yıllar sonra, bir başka Alman bilim adamı Kral Schwarzschild,
Einstein’in denklemlerini çözmeyi başardı. Schwarzschild bir gök
bilimciydi. Karadeliklerin oluşturdukları çekim kuvvetin büyük-
lüğünü ve çekim alanının genişliğini ilk kez ortaya atan odur.
1939 yılında ise, atom bombasının babası sayılan Amerikalı
fizikçi J. Robert Oppenheimer ve H. Synder için içine karıştılar.
Onlarda kara deliklerin bir yıldızın merkezinde oluştuğunu
hesapladılar.
Schwarzschild bir karadelik olabilecek yıldızın, uzay zaman
çizgilerini çekimsel bir etkiyle büzdüğünü ve geometrik çekimin
uzayı bozduğunu gösterdi. Örümcek ağına benzetilmiş, uzay
zamanın hayali çizgileri perspektif amacıyla gösterilmiştir.
Fakat bize bu işareti Ankebut süresindeki “Örümcek ağı”
sırrı vermektedir. Bu konik çukur, aynı zamanda “Tek boynuz”

76
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

“Zulkarn” sembolü vermektedir. Göğün çekim etkisiyle eğril-


diğini Zariyat–7 ayeti bildiriyor.
Zig-Zag öğretisinde Corn-Hole (Boynuzlu Tünel) batıda ise
Worm-Hole (Solucan Deliği) adıyla teorik fiziğin konuğu olmuş-
lardır. Bunu ilk akıl eden Rothschild’dir. Birbirinden habersiz
iki uzay düzleminin bir karadeliğin oluşturduğu uzay-zaman
bükülmesi sonucu, kestirme olarak birleşmeleri görülmektedir.
Bu iki düzlem iki ayrı evren kesimini ya da bir çift paralel evreni
temsil etmektedir. Diğer bir deyişle, uzay-zaman yapısı 11 boyuttan
10 boyuta inerken, onlar da temel nesnelerin boyutunu iki (Zar)
dan, bir (sicim)’e indirgiyorlardı.

KARADELİK YA DA ÖTE ÂLEM TÜNELİ


Belirtilerin dolaylı olmasına rağmen, gök bilimcilerin çoğu bu
kaynakların, bazı bilim adamlarının rüyası olmayıp karadeliklere
birer işaret oluşturduğunu savunmaktadır. Gerçekte evrenimizdeki
maddede geçmişe dönüşü olmayan bir noktaya kadar sıkışabilir ve
bir kara delik olarak uzayı yırtabilir. Bu delik belki de evrenimizi
veya bizi tümüyle diğerine götürür. (Öte âleme Bilimsel-Astral
seyahat) Nitekim bu konuyu yani Usiris-Hermes-Idris peygamber
sonsuzluk kapısından, diğer âleme geçişi yüce deliklere birer işaret
oluşturduğunu savunmaktadır.
Gerçekte evrenimizdeki maddede geçmişe dönüşü olmayan
bir noktaya kadar sıkışabilir ve bir kara delik olarak uzayı yırtabilir.
Bu delik belki de evrenimizi veya bizi tümüyle diğerine götürür.
(Öte âleme bizi self-Astral seyahat) nitekim bu konuyu yani Usiris-
Hermes-İdris Peygamberin sonsuzluk kapısından, diğer âleme
geçişi yüce kitabımızda şöyle dile getirilmiştir. “Onlara gökten bir
kapı açsak da o kapıdan çıksalar bile (gene inanmazlar) bunu
görseler de derler ki gözlerimiz bağlanmıştı ve biz büyülenmiş
bir kavimiz.” Hicir Suresi–14/15. Ayeti Kerimeler bize Piramidin
kapısını batıya gösterdiği yani Orion (Bulutumsu Nebula) Osiris’in/

77
YÜZYILLARIN SIRLARI

İdris Peygamber’in oraya gittiği söylenmesi sonsuzluk kapısından


diğer boyuta yani başka âleme geçişini bize hissettirmektedir.
Kalpleri hasta, bilgileri az olan bazı kimseler, bu olay (Yani
Usiris’in-İdris A.S. Peygamberin göğe çekilmesini) ve benzerlerini
işitince, tenasüh sanıyor. Böylece âlemin kadim olduğunu, yoktan
var edilmediğini söylüyorlar ve tekrar yok olacağını, Kıyamet’in
kopacağını inkâr ediyorlar. Kendilerini, Felsefeciler olarak tanıtan
bazı insanlar, tenasüh yolu ile olgunlaşmış olurlar diyor ve tena-
süh ve reankarnasyon ait birçok hikâyeler uyduruyorlar. Hâlbuki
tenasuha, yani dünyaya gelmesine inanmak küfrdür. Tenasüh
vardır diyen din-i İslâma inanmamış olur. Yani Müslümanlıktan
çıkar, kısacası tekrar tekrar bedenlenmek İslâmda yeri yoktur.
Bunu yüce kitabımız şu ayeti kerimelerle yasaklıyor.
“Sonunda onlardan birine ölüm geldi mi Rabb’im der, beni
tekrar dünyaya yolla ki belki iyi işler işlerim ve zayi ettiğim
ömrü telafi ederim. Hayır, onların bu sözleri boş, onların önle-
rinde diriltilecekleri güne kadar bir berzah var. (El-Mümin’un
Suresi, 100.)

ASTRONOMİK BİLGİLERE İLAHLIK VASFI


YÜKLENDİ…
Mısırlarda gökyüzündeki “Gök avcısı” Yunanlardan farklı
bereket tanrısı Osiris’i sembolize ediyordu. Biz burada gerçek
inancın zamanla yozlaştığını yani Astronomik bilgilere ilahlık
vasfı verilmeye başladığını, tahrif edildiğini, hatta müşrikçe/
inkârcı bir anlayışa sürüklendiğini görüyoruz.
Çünkü Meryem Süresi 56-57 ayetlerinde ve Hicr Suresi 14/15
ayetlerin gökyüzüne yükseldiğini bildirilen Hz. İdris (A.S.)’in
Usiris adı ile insanlar tarafından tanrılaştırıldığını seziyoruz.
(İsa Peygambere de yapılan, göğe kaldırıldıktan sonra ilahlık,
oğulluk vasfı verilerek sapkın inançlar türetilmiştir.) Hatta Pre/Dz

78
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Mısırcada, Kopçada bulunan harflerle yazılan ELİS /İSSİS ifadesi


“Ceset halinde göğe geçme” demektir.
Diğer taraftan, Yusuf Peygamber Mısır’da ilahi mesaj olan
vahiy ve ilham ışığı maddi ve manevi yönden birçok mevzular
da rehberlik yapmıştır. Yusuf Peygamber’in mucizevî rehber-
liğiyle Fen ve Teknik açıdan da faydalanmışlar, fakat inkâr ve
nankörlükte kullanmışlardır. Nitekim Musa’ya karşı bu bilgileri
Firavun ters yönde işletmiştir.
Mümin Suresi’nin 36 ve 37. ayetlerinde “Firavun dedi ki, Ya
Haman, bana bir kule yap, belki ben göklerin esbabına, sebeplerin
yollarına ererim Denusa’nın ilahına muttali olurum. Bununla
beraber ben Musa’ya muhakkak yalancı zannediyorum ya…”
Firavun bir rasat kulesi yaptırarak fenni bir teşebbüste bu-
lunmak ve bu surette Hz. Musa’nın güya yalanı çıkarmak için
bir şarlatanlık yapmak istiyordu ki, bunda iki düşünceden biri
vardı. Ya halka diyecekti ki: Bakınız, işte gökleri de tarassud
ettik, oralarda Musa’nın dediği ilahı göremedik, olsa idi görün-
mesi lazım gelirdi. Yahut diyecekti ki: Bakınız, biz bu kadar mali
vasıtalar ve sınai (ağır sanayi ve teknolojiyle) teşebbüslerimizle
göklere çıkmanın yolunu bulamadık, o halde Musa nereden
çıktı da bize Rabb’i tarafından memur olduğunu söylüyor. Buna
benzer bir saçmalamayı da Rus Kozmonotu Yuri Gagarin de
söylemişti, sınırlı nesneleri gören hâkim olamadığı gözüyle dahi
Uzay da Tanrı’yı görmedim,” demişti. Modern firavunlar, biraz
da bu niyetle uzaya Ghalengerlar gönderirken; İngilizce manası
(başkaldırı) demek olan “Ghalenger”, faciaya dönüşürken acaba
kime başkaldırıyordu, bir düşünmek lazım(!)

FİRAVUNLARIN SAKLADIĞI HAKİKAT


Almanca neşredilen P.M. Dergisi ise böyle bir fenni araştırma
yönüne işaret eder. “Piramidin kuzeyinde bir giriş bulunmaktaydı.
İnşa sahasının ortasında yuvarlak bir duvar kurulur. Bu duvar

79
YÜZYILLARIN SIRLARI

öyle yüksek tutulur ki, içinde bulunan “gözlemci” yalnız yıldız-


ları ve göğü görürdü. Bu dairenin ortasındaki “gözlemci rahip”
yıldızları gözlerdi. Yıldızların duvarın üstünde göründükleri doğu
kesiminde, dairenin ortasına bir çizgi çekilirdi Duvarın ardında
kayboldukları kesimden (batı yönü) dairenin ortasına tekrar bir
çizgi çekilirdi. Böylece meydana gelen açı, yarılanarak kuzey
bulurdu. Buradan piramidin cephelerinin gök istikametlerine
göre yönelişi çıkmaktadır.
Piramit, dünyanın içinden dışa doğru yayılmakta olan enerjinin
toplandığı (odaklandığı) bir yapı şeklidir. (Kozmik enerji) Malzeme
olarak umumiyetle büyük yapılarda “Kalker” kullanılmaktadır.
Bununla beraber bilhassa kümbetlerde kalkerin yanı sıra gücü
daha arttıracak şekilde “alüminyum silikatlerde” kullanılmıştır.
Killer potasyum ve kalsiyum elementleri bakımından değişimi
gösterir. Bu yapıları meydana getiren medeniyetlerde malzemenin
kullanılacak gayeye göre seçilmiş olduğu şüphesizdir.
Kassas suresi, ayet 382de şöyle buyurulur: “Ey Hâmân, hay-
di benim için çamurun üzerinde ateş yak (ip tuğla imal et de)
bana bir kule yap, belki Musa’nın ilahına çıkarım. Çünkü ben
onu yalancılardan sanıyorum.” Mümin 36/37. ayetinde de şöyle
buyuruluyor. “Firavun dedi, Ey Hâmân, bana yüksek bir kule
yap ki, o sebeplerle (yollarla) erişeyim. (Yani) göklerin yollarına
(erişeyim) de Musa’nın ilahına çıkıp bakayım.”
İlahlık iddia eden Firavun öldükten sonra koyulması için,
kendine dev boyutlarda bir ‘anıt-mezar’ yaptırmıştır. Cesedinde
bozulmaması için, mumyalanmasını emretmiştir. Bu tapınak mezar-
da, halkı ziyaret ettiği salona sahte bir lahit koyulmuş, Firavun’un
asıl cesedi ise alt katta ayrı bir odada muhafaza edilmiştir.
Çok ilginçtir ki, Atina Akrepolü’nün genel yapısına bakıldı-
ğında, diğerlerinde olduğu gibi dikdörtgen planlı yapıldığı ve
üst kaidesinin sütunlarla taşıtıldığı görülür.

80
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Müminlerin, hak bir dine inanmasına tahammül edemeyen


firavun, yönetimi boyunca, birçok dindarı da hapishanelere
attırmış ve ağır işkenceler uygulatmıştır, Firavun’un kendisini
ilahlaştırması, Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde belirtilmektedir.
Firavun: “Ve firavun: “Ey ileri gelenler! Ben, sizin için
benden başka bir ilâh bilmiyorum. Benim için ıslak toprak
üzerine ateş yak (tuğla pişir). Böylece bana (yüksek) bir kule
yap. Belki ben Musa’nın ilâhına muttali olurum. Ve ben, onun
mutlaka yalancılardan olduğunu zannediyorum.” dedi.” Kasas
Suresi, ayet: 38.
Firavun’un tapınak olarak kullanılan ‘anıt-mezarı’na giderken
Arslanlı Yol’dan geçilirdi. Firavun II. Tutmes için yapılmış Deyr-ül
Bahri Anıt-Mezarı (Kendi cesedi kayıp olduğundan burada karısı
Hatscheput yatmaktadır.) Mezarın inşaatı tamamlandıktan sonra,
çevresinde yabancı ülkelerden getirilmiş pek çok çeşit ağaç, fidanı
dikilmiş, burası ormanlığa dönüştürülmüştür.
Firavun II. Ramses’in ilahlaştırılmasında büyük rolü olan
kendi zamanında yaptırdığı dev heykelleri, ölümünden sonra
da heykellerine tapınma devam etmiş ve saygıda kusur edenler
cezalandırılmıştır.
Firavun II. Tutmes’in dev heykellerini yönetimi boyunca
yaptırmış ve halkının kayıtsız şartsız kendisine bağlanmasını
emrederek, bana uymayanlara ağır cezalar uygulamıştır.
Firavun’un kendisine tapmayıp, Allah’a iman eden müminlere
karşı takındığı tavır, Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde belirtilmekte-
dir.
“Firavun çevresindekilere: “Size gönderilen bu peygamberiniz
mutlaka delidir,” dedi…
“Firavun: (Musa A.S.’a) ise “Yemin olsun ki, eger benden
başkasını ilah edinirsen, seni zindana atılanlardan yaparım,”
dedi.(Şuara suresi: 27–29)

81
YÜZYILLARIN SIRLARI

Londra’daki ünlü British müzesi’ni gezenleri dehşet içinde bı-


rakan ve dikkatle izlenen bir bölüm vardır. Mumyalar Bölümü.
Bu bölümdeki en dikkat çekici cesed ise cam bir fanus içinde
bulunan ve secde vaziyetinde duran bir insana aittir. Bu cesedin
bütün organları dahi rahatlıkla görülebilmektedir.
Cesedin en hayret verici özelliği ise mumyalanmamış oluşudur.
Bilindiği gibi mumyalanmış cesedlerin iç organlarından bazıları
çıkarılmış ve diğer kısımları ilaçlanmış durumdadır. Oysa bu cesede
el sürülmemiş ve hiçbir kimyevi muamele yapılmamıştır.
Acaba cesetlerin birkaç haftada tamamen bozulduğu bilinen
bir gerçek iken, bu cesed nasıl olmuş da tam (üç bin sene) boyunca
çürümemiş ve dağılmamıştır?
Mumyaların dahi zamanla bozulduğu bilinen, dünyada bir
eşi daha bulunmayan bu cesedin bozulmamasındaki sır nedir?
Cesedin bulunduğu yer ve onun diğer özellikleri son dere-
ce dikkat çekici olup, mucizenin isbatı için başlı başına bir delil
hükmündedir. Çünkü ceset, hadisenin meydana geldiği yerde,
Kızıldeniz’in kenarındaki (Cebelein) mevkiinde bulunmuş ve onu
kızgın kumlar arasından çıkaran İngiliz araştırma ekibi tarafından
ülkelerine götürülmüştür.

ZEMAHŞERİ VE TEFSİR…
Cesetlerin yaşını tespit etmek için kullanılan metod (C–14)
metodunun uygulandığı bu cesedin en az üç bin yıllık olduğu,
yani Hz. Musa (A.S.) devrinde yaşadığı bilinmektedir.
Bütün bu delillerin, mucizenin isbatı için yeterli olduğu
ortadadır. Çünkü ayet ve tefsirler, hadiseyi her bakımdan teyid
eder mahiyettedir. Örneğin: 1144 yılında vefat eden Zemahşeri,
Yunus Suresi’nin 92. ayetinin tefsirini aynen şu şekilde yapmakta
ve kendisinden 8 asır sonra bulunacak bu cesedi, adeta görür gibi
tasvir etmektedir.

82
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

“Seni Deniz kenarında bir köşeye atacağız… Cesedini


tam, noksansız ve bozulmamış halde, çıplak ve elbisesiz
olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere
koruyacağız…”
Yine Yunus Suresi’nin, 90 ve 91. ayetlerinde bu hadise şöyle
anlatılıyor.
“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri
haksızlık ve düşmanlıkla artlarına düştüler. Firavun boğulacağı
anda İsrailoğullarının iman ettiğinden başka (Yani Allah’tan
başka) bir ilah olmadığına inandım, artık ben de Müslüman-
lardanım,” dedi.
Fakat Cenab-ı Hak Firavun’un imanını kabul etmemiş ve
ona “Şimdi mi inandın, daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk
etmiştin,” denmişti.
Zulüm ve eziyet inananları yıldırmayacak, Cenab-ı Allah,
hak yolcularına sabırlarının mükâfatı olarak, Hazreti Musa’nın
asasını denize vurmasıyla kupkuru on iki yol açacak. Korkunç
takibe girişen Firavun’a mucizeli yol kapalıydı. Atını sürdürmesiyle
birlikte Allah’ın emri üzere bütün ordusunu yutmak üzere sular
birbirine kavuşur ve zalimler kurtulamayacaktır. Son anda “İman
Ettim” demesinin hiçbir değeri olmayacaktır. Herkesi kendine
secdeye zorlayan Firavun’u Cehennem ateşi bekliyordu.
İşte o anı Hazreti Cebrail, Peygamber Efendimize büyük bir
keyifle anlatacaktı.
“Sen, Firavun’un ağzına balçığı tıkarken bendeki keyfi
görecektin.”
Yunus Suresi’nin 92. ayetinde ise, şöyle buyurulmaktadır:
“Bugün senin gark olan (Suda boğulan) cesedine necat
(Kurtuluş) vereceğim… Ta ki, senden geridekilere bir ibret
olasın ve şüphe yok ki, nastan (insanlardan) birçokları bizim
ayetlerimizden (delillerimizden) elbette gafillerdir.”

83
YÜZYILLARIN SIRLARI

Ayet ve tefsirlerde, Firavun cesedinin “Tam” olacağının


bildirilmesi, onun, mumyalanmamış durumda olacağını da isbat
etmektedir. Çünkü mumyalanmış cesedin iç organları eksiktir. O
halde dünyada bir benzeri daha bulunamayan bu cesed, ayet ve
tefsirlere bu noktadan da uygunluk arz etmektedir.
Evet, bu cesedin 3000 yıl muhafaza edilmesi, mukaddes
kitabımızın sahibi olan Rabb’imizin kudretine, elbette ağır gelme-
yecektir. Ancak bizler o secde vaziyetindeki cesedden ibret almalı
ve Rabb’imizin kudreti karşısında secdeye varmalıyız.
Yaşadığımız yüzyıl, her gün yüzlerce yeni icadın yapıldığı
ve insanın, biyofizik, moleküler biyolojik, gen mühendisliği gibi,
mikro âlemden, gezegen ve yıldızları konu alan makro âleme
kadar, birçok konuya el attığı, bir yüzyıldır. Günümüz insanının
teknolojik seviyesi, bu şekilde hızla yükselirken, bazı toplumlarda
görülen bir özelliği vardır ki bu özellik, o insanları adeta, binlerce
yıl öncesinin dinden uzaklaşmış, azgınlaşmış ve yoldan çıkarak
adeta cezalandırılmış (Nuh tufanı gibi) veya cezalandırılacak
durum arz etmektedir. Çünkü eski kavimler gibi kendi elleriyle
oluşturdukları putlara tapmakta, bazı liderlerini ilahlaştırarak,
batıl inançlara kapılabilmektedir.
Hadis-i Şerif’te mealen şöyle buyurulmaktadır:
“Ümmetimin bir kısım kabile (veya milletleri, biricik Allah’ı
unutup) putlara tapmadıkça Kıyamet kopmayacaktır..”
Buhari Şerif…

PİRAMİTLERDEKİ KOZMİK ENERJİ


Piramitte müessiriyeti ortaya çıkaran, şekildir. Bunu şöylece
açıklayabiliriz: Yer yuvarlağı fezadan çekmiş olduğu enerjiyi
merkezinde sınırsız bir şekilde depolayamaz. Uzay cisimlerinin
çekim şeklinde görülen gravitik enerji çekişleri, kürevî form do-
layısı ile yapının merkezinde toplanır. Zira merkeze yönelik bu
dinamizmin çıkış ucu yoktur.

84
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Yer yuvarlağının dışa aksettirdiği bu enerji bir fonotik enerjidir.


Bilhassa bitkileri toprak içinde tohumdan başlayarak büyümesi-
ne, gelişmesine yani hücre aktivitesinin sürüp gitmesine yardım
eder. Kışın dahi toprağa atılmış olan bir tohum ölüp gitmez.
Tohumların toprağa ekilmesiyle, içten gelen enerji dolayısıyla
çimlenme aktivitesi başlar. Hücrenin muhtaç olduğu bölünme
enerjisi böylece topraktan alınmış olur. Yasin Suresi’nin 36. ayetinde
de “Arzın bitirdiklerinden” ifadesi vardır. Şüphesiz ki, toprağın
üst yüzeyinden gelen güneş enerjisinin de bunca yardımı vardır.
Fakat ister toprağın alt tabakalarından, ister üstten gelsin her iki
enerjide aynı türdendir.
Piramitler, yer kabuğunun içinden gelen bu enerjiyi taban-
dan itibaren yüksekliğin üçte biri noktasında en yoğun şekilde
toparlarlar. Diğer yandan piramidin bu odak noktasında enerjinin
toplanmasında yüzeyi teşkil eden malzemenin ve çekimin tesiri
vardır.
Her atomik yapı, her türlü malzeme, yerden fışkırmakta
olan fonotik güçleri toplamaya elverişlidir. Piramitler kullanılış
gayelerine uygun olarak, kalker ve kilden yapılmıştır.
Buradaki esas mevzu, yerden fışkıran enerjinin piramit malze-
mesinin de yardımı ile güçlü bir şekilde, bir noktada toplanmasıdır.
Uçak noktasında yoğunlaştırılan fotonik güçler, piramidin içine
konan nesneler üzerinde, çeşitli tesirler meydana getirirler.
Benzer biçimde piramide yerleştirilen yumurtalarda, kabuğuna
rağmen içindeki suyunu kaybederler ve içleri katılaşır. Meydana
gelen fiziki olay, doğrudan doğruya, suyun foton yüklenerek
ayrılması ve geriye kalan malzemenin de kuru olarak ortaya
çıkmasından ibarettir.

FOTON ENERJİSİ
Demek ki, piramit içinde toplanan güç, bizim ateş yakmak
suretiyle veya güneşten elde etmeye çalıştığımız gücün aynıdır.

85
YÜZYILLARIN SIRLARI

Yani foton enerjidir. Böylece bir piramidin içinde de hidrate suyunu


kaybetme olayı çok basit bir şekilde açıklanmış olur.
Mağara hakkında verilen teferruattan bazı ipuçları bulmak
mümkün. Piramitlerin hususiyetlerini haiz bir yer, Ashab-ı Kehf’in
uyutuluşuna benzer şekilde kulaklarında perde, gözleri hipnotize
edilmiş gibi açık uyutulmuş olarak mağaranın ortasında olursa,
netice alınabileceği tahmin edilmektedir.
Sırası gelmişken biraz da konumuz gereği olarak, Ashab-ı
Kehf’ten söz edelim. Kelime manası Mağara arkadaşları ancak
âdetimiz olarak gene önce tarihi hakikatlerin efsane hale gelmiş
izlerini bulduğumuz Yunan mitolojisinden 7 uyurlar maddesine
bakalım.
Çok eski zamanlarda İsa’ya gönülden bağlı yedi genç bir
mağaraya kapanmışlar. Efes’te, Yemliha, Mislina (Meslina)
Mürselina, (Mekselina) Mermuş, Tebernuş (Debernuş) Şazanuş,
Kefeştatayuş’muş adları, bir de köpekleri varmış Kıtmir. Ne
yapsınlar ki barınamamışlardı şehirde, yıllar geçmiş, bir zaman-
lar Pauluş’un vaazlarına kulak asmayan Efesliler, güçlü hatibin
şehre ikinci gelişinde dininde bir şeyler var diye düşünmeye
başlamışlar.
Hem yalnız Paulus (Aziz Paol olsa gerek) değil, Yuhanna da
gelmemiş miydi? İsa’nın anası dediği bir hanımefendiyi (Meryem
Anamızı) getirip yerleştirme miydi? Lysimakhos surlarının ötesinde
pınarların yemyeşil çağladığı bir yamaca? (Meryem Ana Manastırı
olabilir) Efes’te, oldum olası böyle anaları görmüştür Efesliler
(Hıristiyanların İsa A.S. tanrı demeleri yunanların ve Romalıla-
rın Putperest adetlerinden geçmiştir.) Şehrin kurucusu Amozon
tanrıçaydı. Artemis’ten doğmuştu, yeryüzüne ne kadar canlı, ne
kadar bitki varsa, Ama Artemis papazları parababası olmuşlar,
tapıaklara habire altın yığıyorlar, tefecilik yapıyorlardı.
Bu yedi genç yoksulların korucuyusu İsa A.S.’dan yanaydı
ama Hıristiyan olduklarını söyleyemiyorlardı. Roma’nın zorbası

86
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

(Decius) (Dakyanus) puta tapmayan kim varsa kafasını uçur-


tuyordu. (Bütün yalancı ilahlık taslayanların başvurduğu ortak
kimlik, tehdit, zorbalık, karalama, işkence, zulüm).
Efes’te İsa A.S.’ya inanan bu yedi genç de Panayır Dağı’nın
(Benelüs) dibine dek inen bir mağara bulmuşlar, oraya sığınmışlardı.
Mağara kapısına Kıtmir’i bekçi dikmişlerdi. (Bir gece derin derin
uyuyorlarmış ki, Decius’un polusleri gelip mağarayı koca kayalarla
örtmüşler. Yedi genç aldırmamışlar karanlığa, uyuyorlarmış nasıl
olsa, aylar, yıllar, yüzyıllar geçmiş, yedi genç uyuyor. Kıtmir de
uyuyormuş. Bir sabah incir ağaçlarının altında keçilerini otlatan
bir çoban mağaranın önündeki kayanın biraz kaydığını görmüş,
var gücüyle yaşlanmış kayaya, onu biraz oynatmış, derken ma-
ğaranın içine bir güneş ışığı sızmış. Kıtmir uyanmış, havlamış,
yedi uyurlar da uyanmışlar ve bakmışlar ki, yiyecek bir şey yok.
Git, demişler Mernus’a fırından bir ekmek al, eline bir de bakır
para vermişler. Mernuş çıkmış, Panayır dağını kıvrılıp, Mermer
caddeye iniyormuş ki, kaldırımların üstünde haçlar görmüş, uyku
sersemi olduğundan pek aldırmamış, Başı öne eğik yürümeye
alışık olduğundan yine başını öne eğerek yürümüş. (Tefekkür ve
edep ehlinin yürüyüş tarzı) Pazar yerine gelip dükkâna girince,
parayı uzatmış, bir ekmek almış.
Fırıncı parayı elinde evirmiş, çevirmiş, Mernuş’un yüzüne
bakmış ve “Hırsız” diye basmış çığlığı; Koşuşmuşlar, sımsıkı
yakalamışlar Mernuş’u. “Nerede basmış bunu?” “Mağaradan
geldi.” “Hırsız yatağı orası.” Mernuş şaşkına dönmüş, Neyse ki
uyanık bir polis paraya daha yakından bakacak olmuş. “Decius
(Dakyanus), ha bildim devletli imparatorumuzun dedesiydi.”
“Yok, canım, Teodiosius’un dedesi de Theodosius’tu,” bir tar-
tışmadır gitmiş, kavgaya son vermek için almışlar Mernuş’u
Yuhanna kilisesine götürmüşler. Oradan Başpapaz da (Rakum,
Kitabeyi yazmış) vermiş. Bu bir mucizeydi ama Ruhülkudüs’ün
yapamayacağı mucize yoktur. O orada İmparator II. Theodosius
nasıl haber almışsa almış, Bizans’tan Efes’e koşa gelmiş, takdis

87
YÜZYILLARIN SIRLARI

etmiş Yemliha’yı, Mislina’yı, Mürselina’yı (Mekselina) Mernuş’u


Tebernuş’u (Demernuş), Sazenuş’u ve Kefeştatayus’u ve Kıtmir’i
de okşamış. Sonra Efesli yedi gençle sadık köpekleri yine uykuya
dalmışlar ve o gün bugün bir daha uyanmamışlar…
İşte mitolojinin bize aktardıkları bunlar. Bu olayı öldükten
sonra dirilmeye bir örnek olması için mucizevî olarak yapıldığını
ve tefekkür etmemiz gerektiğini unutmayalım. Bir de değişik kay-
naklardan yorumlayalım, tabi bilimsel ve dini kaynaklardan.
Bir mağaranın içinde 309 yıl uyuyup, yeniden hayata dönme,
Yedi Uyurların başlarından geçen olay bu. Ancak efsane değil,
değişik kaynaklar olayı doğrulamaktadır.
Çünkü bir mağaranın içinde 309 yıl uyuyup, sonra kalkıp
yürümek öyle aklın alacağı bir şey değil. İşin ilgi çekici yanı, bu
olayın garip bir çekiciliği de var. Hiç inanmayan kişiler bile akıl-
larıyla karşı çıkıyorlar, fakat duygularıyla kabulleniyorlar.
Yedi Uyurlar için anlatılanlar şöyle:
“Ege bölgesindeki, özellikle Efes’te Hıristiyanlar hızla çoğalıyor.
İmparator Decius’ (Dakyanus) ise Hıristiyanlığı kabul etmiyor.
Hıristiyanlar da ibadetlerini gizli olarak yapıyorlar. Decius bir gün
Hıristiyanların 6 liderini huzuruna çağırıyor. Amacı, onları bütün
Hıristiyanlara karşı kullanmak. 6 gence şöyle diyor: (Size üç gün
süre veriyorum. Bu zaman içinde Hıristiyanlığı unutacaksınız. Siz
de herkes gibi putlara tapacaksınız.)
6 genç, Decius’un emrine uymamak için Efes’ten ayrılıyorlar.
Saklanacak bir yer ararken karşılarına bir çoban çıkıyor. Çobanın
Kıtmir adında bir de köpeği var. Sonunda bir mağara bulup
saklanıyorlar. Ancak imparator gençlerin saklandığı yeri buluyor.
Ceza olarak mağaranın girişini bir duvar öldürerek kapatıyor.
Aradan 309 yıl geçiyor, uyanıyorlar.
*Not: Biritanika ansiklopedisinde 7 uyarlar bahsinde UYANIŞ
TARİHLERİ OLARAK 22 EKİM olarak geçmektedir.

88
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Uyandıklarında Yemliha ekmek almak için dışarı çıkıp fırına


gidiyor. Fırıncı Jecius dönemine ait paraları görünce durum an-
laşılıyor. İmparator da Yemliha’yı huzuruna çağırıyor. Sonra hep
birlikte mağaraya gidiyorlar. Fakat Yedi Uyurlar bir daha normal
hayata dönmek istemiyorlar. Tekrar mağaraya dönüp bir daha
uyanmamak üzere uyuyorlar.
Tarihi araştırmalarda M.S. 81 yılında Roma İmparatoru olan
Dimitianus, yönetimi sırasında birçok devrimler yapmış, adalet
işlerinde de kendini göre çeşidli yenilikler getirmiş. Aynı zaman-
da Roma Ordusunun komutanlığını yapmış, Trablus’a giderek
burada büyük savaşlara katılmış. Halkın kendisine duyduğu
minnet ve şükran hislerinden de yararlanarak, geleneksel dinde
değişiklik yapmış ve kendisini “Dominus ve Deus”, “ Efendi ve
Tanrı” ilan etmiştir.
O zamana kadar imparatora tapılmazken getirdiği yeni ka-
nunlarla kendine ve heykellerine taptırma ve Dacius (Dakyüz)
lakabını almıştır kendisine tapmayan Müslümanlara ise aşırı
vergiler koymuş, Roma topraklarından atılmasına çalışmış ve bir
bölümünü de çeşitli işkencelerle öldürtmüştür.
Domitianus’un yaşadığı dönem ve hüküm sürdüğü bölge
dikkate alınacak olursa ve kendine taptırması, Dakyüz, lakabını
alması gibi özellikleri, onun Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen Ashab-ı
Kehf dönemi, zalim kral Dakyanus ile aynı şahıs olma ihtimalini
güçlendirmektedir. Ayrıca kendisinden 309 sene sonra gelen Kral’ın
Domitianus’un tapınak mezarını, heykellerini yıktırmış olması ve
Hıristiyanlığın rahatlıkla yaşnabilmesini sağlaması gibi faaliyetleri
de ayrı bir benzerlik göstermektedir. Bu Kral, I. Theodüsius’tur,
Roma İmparatoru olmuştur. Hüküm sürdüğü dönemde, yıllarca
bakımsız kalan İstanbul’un güzelleştirilmesi için büyük masraflar
yapmış ve burada bir konsil oluşturmuştur.

89
YÜZYILLARIN SIRLARI

Ashab-ı Kehf hadisesinin geçtiği Benelüs dağı, Latincede


“Bene” ;“iyi, güzel” manasında ve “Liüs” ise “ışık” demektir.
Yani ışık saçan bir dağ anlamında kullanılıyor.
Bir başka kaynakta ise Eshab-ı Kehf, “Encülüs” dağı olarak
kullanılmış. Bu kelime Arap tarihçilerinin dilinde değişmiş. Aslı
yine Latince “Enceladüs” kelimesidir. Bunun manası ise Jüpiter’in
ışığını taşıyan devin adı. Tanrı onları Etna yanardağına gömmüş
(haliyle yine ışıklı bir dağ). Yedi Uyurların yattığı Tarsus’daki
Ashab-ı Kehf mağarasının bulunduğu yere uzaktan bakılınca
piramitik veya konik bir dağ olduğu görülür.
Kısaca, Encülüs “Işık saçan dağ” demek olduğuna göre,
ortada bir enerji olmalı. Akla hemen piramit enerjisi geliyor. O
halde Yedi Uyurları yüzyıllardır koruyan enerji bir tür bir enerji
olabilir mi?”

PİRAMİT ENERJİSİ NEDİR?


Dr. Patrick Flanogen, piramitler ve piramit enerjisi konu-
sunda uzman bir araştırmacıdır. Flanogen, bu enerjinin, bütün
hastalıkları iyileştireceğini, havayı ve suyu temizleyeceğini, insan
hayatını yüzlerce yıl uzatabileceğini söylüyor.
Dr. Flanogen, atmosferdeki negatif partiküllerin insanoğlu
için yararlı fiziki etkiler ürettiğini belirtiyor. Yaptığı araştırmalarda
atmosferdeki negatif iyon yükünün arttığı onlarda, piramit form-
larının içinde ve tepesinde enerji artığı olduğunu iddia ediyor.
Öyleyse Yedi Uyurlarla ilgili Kur’an’ı Kerim’in Kehf suresindeki
“Sağa ve sola” çeviririz.” İfadesi çok önemlidir. Yedi Uyurların
309 yıl süreyle böyle bir enerji tarafından korunduklarını kabul
edersek, onların sonsuz uykularına hâlâ devam ettiklerin ve kabul
etmemiz gerekmektedir.
Eğer onlar Tarsus’daki dağın altındaysalar, Encülüs dağı
orasıysa, bunların bozulmadan duruyor olmaları gerekir.

90
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Anlaşılmaz bir enerjinin korumasıyla 309 yıl sonra mağara-


ların kapıları açılınca uyanmış olduğuna göre, bazı araştırmacılar
ilerde teknoloji geliştiğinde hastalıkların tedavi edilmesi amacıyla
dondurulup saklanmaları amacıyla hastalar için hastane bile
kurdukları bildirilmiştir.
Kur’an-ı Kerim, Yedi Uyurlardan Kehf Suresi’nde şöyle
bahsediliyor.
“Hani o yiğitler mağaraya sığınmışlardı. Biz de onların ku-
laklarına nice yıllar perde koyduk. Sana onların hikâyelerini dos-
doğru haber veriyoruz. Onlar mağaranın geniş bir yerindeydiler.
Onlar uykuda oldukları hâlde uyanık sanırsın. Biz onları sağa,
sola döndürürdük. Köpekleri kapı ağzına dirseklerini dayamıştı.
Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri (Ne
kadar kaldınız.) dedi. “Bir gün veya daha az bir zaman,” dediler.
“Ne kadar kaldığımızı Allah bilir.” Paranızla biriniz şehre gitsin
en iyi yiyeceklere baksın ve getirsin. Halk onların hakkında çe-
kişip duruyordu. Onların mağaralarının kenarına bir bina kurun
diyorlardı. Karanlığa taş atar gibi mağaradakiler üçtür, dördün-
cüleri köpektir, derler veya beştir altıncıları köpektir derler veya
yedidir. Sekizincileri köpektir derler. De ki, (onların sayısını en
iyi bilen Rabb’imdir) onlar mağaralarında 309 yıl kaldılar derler.
Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin
gaybı O’na aittir.”

PİRAMİTLERİ KİM YAPMIŞTIR?


İngiliz arkeologlar asrımızın başında KEOPS Piramidi’nin
geçmiş ve geleceği gösteren bir takvim olduğunu ileri sürmek-
tedirler. O zamanlara göre Keops’un koridorları ve odaları öyle-
sine düzenlenmiştir ki, bunlardan geçmişin mühim olaylarını ve
geleceği de okumak mümkündür.
ZOLL = 1 YIL

91
YÜZYILLARIN SIRLARI

Bir İngiliz Zoll’u (sol) bir yıldır. Eğer bu zaman anahtarı


kullanılırsa Keops’ta inşasından önceki vak’alar ve daha sonra
gerçekleşecek vak’alar hakkında özel bilgiler bulunmaktadır.

2045 YILI/PİRAMİTLERDEKİ NÜBÜVVET GERÇEĞİ


Araştırmacılar, piramitlerdeki işaretlerden dünyanın sonunun
2045 senesinden daha sonra olacağını hesaplamışlardır. Mayaların
takvimlerinde de 2045 yılından sonra hiçbir hesap bulunmaması
insanı düşündürüyor.
Çünkü Keops’un koridorları (zoll) hesap birimiyle ölçüldü-
ğünde ve yıllara çevrildiğinde Firavunun odasında son bulmak-
tadır. 1953 senesinden sonra da yeni bir devrin başlayacağının
işareti vardır. Not: Yeni bir devrin başlayacağının, işaretlerini daha
kapsamlı olarak “Uçan Dairelerin Esrarı Nedir?” adlı kitabında
Ahmet Battaloğlu da dile getirmiştir.”
Bunlar gibi piramitlerin yapısında (Pİ) sayısının bulunuşu,
bazı hesapların dünya ile güneş arasında ki mesafeleri vermesi.
Piramitlerin üzerinden geçen meridyenin karaları ve denizleri tam
iki eşit parçaya bölmesi, piramitlerin içindeki bazı uzunlukların
ileride olacak olaylara işaret etmeleri, bir piramitlerdeki nübüvvet
imzası ile alakalı olmalıdır.
Her ne kadar piramitlerin yapılışında muharref kitaplar Hz.
Musa’nın rolü olduğunu, onlara malzeme taşıdığını söyleseler de
bu, Kur’an’ın ifadelerine terstir. Yalnız piramitlerin garip esrarının
peygamberlere gelen vahy ve onlara verilen mucizelerle alakası
olsa gerektir. Örneğin Kur’an, Hz. Nuh’un gemisinin yapılışının
ilahi vahy ve kontrolle olduğunu açıkça söylüyor. Yukarıda
bazı sırlarını ortaya koyduğumuz piramitlerin de Yusuf (A.S)’ın
mucizeleriyle alakadar olduğunu Kur’an’ın bazı ifadelerinden
ima yollu anlıyabiliyoruz. Çünkü Mü’min suresinin 34. ayetinde
Musa (A.S.)’ı Firavun’a ve taraftarlarına karşı müdafaa eden ve

92
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

sarayda ağırlığı olan zat diyor ki, “Daha önce Yusuf da size açık
mucizeler getirmişti.”
Yusuf A.S. ile Hz. Musa A.S. devrine kadar çok uzun bir za-
man geçmesine rağmen (400 veya 500 sene kadar olduğu tahmin
ediliyor. Zihinlerde silinmeyen ve bütün saray mensuplarının
bildiği mucizeler (hem de birkaç tane değil, pek çok harika ne
olabilir?”

HZ. YUSUF’UN SİLOLARI


Muharref kitapların yanlış olarak anlattıkları mesele Musa
A.S. ile alakalı olsa gerektir. Çünkü: Yusuf A.S. Kral’a “Beni ül-
kenin hazineleri üstüne memur koy. Çünkü ben hafız (onları iyi
korur), âlim (idaresini iyi bilir,) dedi. Böylece biz, Yusuf’u ülkede
yerleştirdik. Orada dilediği yerde konaklardı.“ Yusuf 55–56.
Hafiz ve âlim isminin mahzarı olarak Yusuf A.S.’ın muhafaza
kanunlarını çok iyi bildiği anlaşılıyor yani piramitlerin bir nevi
takipçisi veya muhafaza edici. Nitekim rüyanın tabirinde de siz
âdetiniz üzere yedi yıl “mahsül” ekersiniz. Biçtiğinizi “başağında”
bırakırsınız, ancak yiyeceğiniz az bir miktarı alırsınız gerisin depo
edersiniz” demektedir. (Yusuf 1/47)
“Mahsülün başağında” muhafaza edilmesi çok yönlerden
ehemmiyetlidir.
Çünkü en başta çok güzel ambalajdır. Çürümekten, bitlen-
mekten mahsülü muhafaza eder. Böylece bir muhafaza altında
çimleniş bozulma olmaz. Böylece bu mevzu ile alakalı olarak Cevdet
Paşa, şu bilgileri naklediyor. “Hz. Yusuf Mısır’da ziraati çoğalttı
ve yedi sene içinde çok miktarda zahire ambarladı. Sonra kıtlık,
pahalılık seneleri geldi, yedi yıl sürdü. Mısır mıntıkısından başka
Şam’da da kıtlık vardı. Mısır’ın devlet ambarlarından başka bir
yerde zahire bulunmaz oldu. Herkes varını yoğunu verip zahire
aldı. Mısır ve Şam bölgesine yedi senelik kıklık yıllarında yetecek
mahsülü hem de “başak” halinde nerede muhafaza ediyordu.

93
YÜZYILLARIN SIRLARI

Piramitlerin bu gaye ile yapıldığını söyleyebilirsek, şimdilik


bir delilimiz yoktur. Yiyecek maddelerini bozulmadan uzun müddet
koruyan bir dağ gibi büyük binaların sadece Mısır firavunlarını
korumak için yapıldığını söylemek de kâfi değildir.
Yusuf Aleyhisselam’a verilen ilmin ilahi bir kaynaktan oldu-
ğunu ifade için melikin tası ile alakalı mevzu anlatıldıktan sonra
“Her ilim sahibinin üstünde bir bilen “Âlim” vardır.” (Yusuf/76)
buyurulmaktadır. Yani Yusuf A.S. kardeşlerinin arasından Bün-
yamin, Allah tarafından ilham olunmuştur. Bu bakımdan hafiz
ve âlim isminin mahzarı olan Hz. Yusuf’la piramitler asında bir
münasebet kurabiliriz. Organizma ile münasebeti olan şekilleri
yanında piramitlerin güneş ve meridyenlerle de alakaları bir tesadüf
değildir. İşte magara yaranının durumu da düşünüldüğü vakit
piramitler de olduğu gibi onların 309 sene muhafaza edilişlerinin
ilahi bir ayar ayarlamanın neticesi olduğu anlaşılır.

AMERİKA’DAKİ PİRAMİTLERİ KİM YAPMIŞ


OLABİLİR?
Mısır’daki büyük Piramit’in yapılış tarihi M.Ö. 3000 yıllarına
rastlamaktadır.
Meksika başşehrinin 60 mil güneyindeki Cholula piramitinin
taban alanı: Keops piramitininkinden daha geniştir. Mexico City’nin
30 mil kuzeyindeki Teotihıcan piramidi ise ek binaları ile birlikte
1 kilometre karelik bir alanı kaplar. Bütün binalar yıldızlara göre
sıralanmıştır. Bütün piramitlerin de, belirli yıldızların durumuna
göre yapıldıklarını biliyoruz. Mayalar daha o zaman URANÜS
ve NEPTÜN’ün varlığını biliyorlardı.

KAYIP KITA ‘MU’


Maya takviminin başlangıcı M.Ö. 3111 yılıdır. Bu bakımdan
Mısır piramitleri ile arasında sadece bir veya bir buçuk asırlık
bir mesafe vardır. (Not: İlkel piramitizm den sonra oluşan çeşitli

94
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

uygarlıkların tekrar görülmesi süresi içinde ele alırsak, bu zaman


kavramı izafidir.”
İsterseniz Maya uygarlığı ile kayıp kıta Mu arasında bir
beraberlik var mı, yok mu onu araştıralım.
James Churchward’ın iki kitabı 1935’te Türkçeye tercüme
edilmiştir. Bu iki kitap şunlardı; “Kayıp Mu Kıtası” ve “Mu’nun
Çocukları”. Bu iki kitap Anıtkabir kitaplığında 1301 ve 1302 no
ile kayıtlıdır. Kitaplardan çıkarılan, daktilo ile yazılmış çeviri
metinleriyse yine Anıtkabir kitaplığında 4 dosya halinde bulun-
maktadır.
İngiliz albayı James Churchward’ın haricinde Amerikalı Arke-
olog illiam Niven’ın da konuyla ilgilenmiş ve bulduğu tabletlerde
Maya dilinin kökünde bu tabletlerde olduğu anlaşılmıştır.
Amerikalı arkeoloğun ortaya çıkarmış olduğu tabletlerde,
bilinen tarih ve bilim tamamıyla yanılıyor demekti. Çünkü tabletler
okyanusta yer almış olan bir kıtayı haber veriyorlardı. Bu kıtanın
adı da Mu’ydu. Avustralya’dan birkaç misli büyüktü. Yüksek bir
medeniyete ulaştıktan sonra, bir deprem ve tufan sonucu battığı
tespit edilmişti.
“Başka kayıtlarda kaybolmuş kıtanın Jeografik vaziyetini
gösterir. Birçok Amerikan kayıtları MU kıtasının Amerika’nın
duğusunda olduğunu söyler. Bütün Asyetik kayıtlar ise anava-
tan Mu’nun, Asya çarkında “Doğan Güneşin istikametinde”
bulunduğunu yazarlar. Binaaneleyh, beşeriyetin Anayurdu
Amerika ile Asya arasında olduğuna nazaran Büyük Okyanus’ta
bulunması lazım gelir ki biz de adalarda onun büyük hususiyeti
şehirlerinin ve mabetlerinin taştan kalıntılarının yanında bir de
beyaz ırk buluruz.
İlk önce Amerika kayıtlarını ele alıp, Yukatan’da yazılmış bir
eski Maya kitabı olan TRONA el yazısından başlayacağız. Bunun
eskiliği 15000 ile 5000 sene tahmin edilmektedir. Zannımıza göre
15000 ile 3000 arası demek daha doğru olur.

95
YÜZYILLARIN SIRLARI

Bir başka belge ise James Churchward’ın Hindistan’da bul-


dukları söylenebilir.
“Kayıp Kıta Mu’nun insanların anayurda olduğu nüfusunu
64 milyona kadar çıktığı, ilk insanın orada yaratıldığı bildirilmiş-
tir.”

ANADOLU’DAKİ KARYONLAR
Tercümelerde Maya dilinin yeryüzünün anadilinden gelmiş
olduğunu, tüm dillerin orada doğduklarını ve anadilin Mu dili
olduğu ifade edilmektedir. Aynı zamanda Anadolu’daki ilk insan-
lar Karyanların asıl vatanlarının, Büyük Okyanus’daki EASTER
Adası olduğu tercüme de geçmiştir.
Mu’nun batışını anlatan bölümde, Mu halkının “Ya MU, bizi
Kurtar” diye bağırmaları, Nuh Tufanını anımsatmaktadır. Sulara
batan ümmetin nedametten dolayı söylenmiş, daha evvelsır’ın
kurucusunu anlatırken bahsetmiştik. Orada geçen “ah Nuh, Hu
Nuh” ifadeleri bize çaresiz insanların nedametini, pişmanlığını
dile getirmiştir.
Bir yerde Mu’nun güneş enerjisinin aydınlatmada kullanıldığı
dile getirilmiş. Buda bize günümüz teknolojisinin de nasıl güneş
enerjisinden faydalanmaya çalıştığı fikrini anımsatması açısından
bu çalışmalara göz atmadan geçemedim.
Önce tercüme belgesinden bir notu aşağıya aktarıyorum.
Burada Güneş enerjisinden kısmen bahsedilmektedir.
“Kayıtlara, kitabelere ve an’anelere göre, insanın arz üzerinde
zuhur etmesi MU diyarında vuku bulmuş ve bu sebepten dolayı
Mu adına “Kui diyarı” Ruhların Memleketi ismi de ilave edilmişti.
Şehirleri, “Şeffaf Mabetler”le düzenliyor damsız büyük mabetler
inşa ediyorlardı. Dua ve niyaz edenlerin başına, duanın Ulûhiyet
tarafından kabul edildiğine alamet olarak RA şualarının (Mısır’ın Ra
ilahı anımsatılmaktadır.) inebilmesi için dam yapılmıyordu.”

96
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Mu medeniyeti aynı Atlantis’te olduğu gibi binlerce yıl önce


mevcuttu ve bizim gibi hatta daha ileri düzeyde Teknolojileri
vardı.
Günümüzün medeniyetine nasıl bir paralellik arzettiğini
aşağıdaki paragraflar dile getirmektedir. Medeniyetin nasıl ku-
rulduğu değil niçin ve ne amaçla kurulduğudur. Mutluluk, ilahi
huzur ancak buna bağlıdır. Eşyanın görüntüsü değil, manası değer
kazanmaktadır. Salt madde insana mutluluk vermemektedir.

ÇATILARDAN GELEN ENERJİ /RA ŞUALARI


Bütün binalar dikkate alınırsa kaba bir hesapla ortalama olarak
4 kişilik bir aileye 200 m2 (kişibaşına 50 m2)lik yatay çatı yüzeyi
isabet etmektedir. Özellikle şehirler ve yerleşim yerlerindeki bu
yüzeyden yararlanılmaktadır.
Fogelmen ve Montloin’e göre güney yönde 45 derecelik bir
eğilimle konulmuş sabit bir yüzey, Fransa’da m2 başına yılda
1200–1800 Km/Saatlik bir enerji almaktadır. Şu anda fotopillerin
verimi yüzde 10’u geçmektedir. (Teorik incelemeler göre ilerde
yüzde 30’u aşabilir.) Öyleyse 200 m2’lik bir çatı yüzeyi yılda en
az 24000–36000 Kw/Saat enerji verecektir. En kötü durumda bile
kişi başına düşen çatı yüzeyinde fotopillerle elde edilecek elekt-
rik enerjisi kişi başına düşen elektrik tüketimini geçecektir. Aynı
zamanda ev işlerinde kullanılan cihazlar geliştikçe konforda bir
eksilme olmaksızın elektrik tüketiminin azalacağını söyleyebili-
riz. Binaların özel yapı tekniği (şeffaf mabetlerdeki gibi) ısınma
sorununun çözümünde çok büyük katkıda bulunacaktır. Kışın
fotopillerle elektriğe dönüşmeyen yüzde 90 güneş enerjisinden
evi ısıtmak için yararlanılabilir.
Evet bilim adamlarının görüşleri bunlar sanki 10.000 yıl önceki
Mu Medeniyetine ışık tutuyor gibi. İlkel primitizimden kurtulan
insanlık tarihi, belki de dedelerimizin teknolojik düzeyine yeni
yeni geliyor olamaz mı?

97
YÜZYILLARIN SIRLARI

QUETZİCOATL ZÜLKARNEYN Mİ?


Mayaların geleneğinde “Quetzicoatl” diye bir zattan bahse-
dilmektedir. Quetzicoatl, doğan güneşin bilinmeyen ülkesinden
gelmişti, Tercümelerde “doğan güneşin istikametinde” ifadesiyle
Mu’yu anlatırken geçmişti. Beyaz bir elbisesi vardı. Sakallı olduğu
ifade ediliyor. İnsanlara, ilimleri ve sanatları, töreleri öğretmiş,
çok ilmi kanunlar koymuştu. Vazifesi bitince denize dönmüş
yolculuğu sırasında da insanlara öğretmeye, onları terbiye edip
yetiştirmeye devam etmiştir.
Anlatılanlar bize Kehf Suresi’nde adı geçen Zülkarneyn’i
hatırlatmaktadır.
Ancak İskender ve Zülkarneyn arasındaki benzerlik dolayısıyla
bu isimler birbirine çok karışmıştır. Bu konuyu ansiklopedik bir
kitabın 486 nolu maddesinden inceleyelim.
“Üç İskender vardır. 1- Makedonya Kralı Filip’in oğludur.
Milad’dan (356) yıl önce tevellüd (323) yılı önce otuz üç yaşında
vefat etti. On üç yaşında Aristo’nun terbiyesine bırakıldı. Yirmi
yaşında hükümdar oldu. Yunanistan’ı, İran ve Anadolu’yu aldı.
Ayaş yanında Dârâ’yı esir aldı. Suriye ve Mısır’ı aldı. İskenderiye
şehrini yaptı. Erbil’de Dârâ’yı ikinci defa bozguna uğratdı. Dârâ
kaçarken öldü. Horasan, Hırat ve Belhi aldı. Bu zaferleri ahlakını
bozdu. Zulme başladı. Türkistan’a ve Hindistan’a da girdi. İşret
ve sefahetle öldü.
2) İkinci İskender, çok eski Yemen hükümdarı olup, birinci
İskender’den ikibin sene önce yaşadı. Çin’e kadar gitmişti. Adı
Müazir idi.
3) Üçüncü İskender, Kur’an-ı Kerim’de Zülkarneyn adı ile
bildirilen, mübarek bir zattır. Peygamber veya evliya idi. Birinci
ve ikinci İskender’den önce idi. Avrupa ve asya kıtalarına malik
oldu. Hazreti İbrahim ile görüştü. Duasını aldı.

98
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Asya’nın şark şimalindeki, yani kuzeydoğusundaki mümin


Türkleri ricası üzerine, Ye’cüc ve Me’cüc kavminden korunmak
için büyük duvar yaptı. Bu sed, iki dağ arasında, altı kilometre
uzunluğunda, yirmi beş metre genişlik ve yüz metre yükseklikte
idi. Taş ve demirden yapıldı. Bugün bilinen Çin seddi başkadır.
Ye’cüc ve Me’cüc sed arkasında kaldı. Sedden dışarı kalanlar,
Türklerdir. Tarihler, hatta tefsirler, bu üç İskender’i birbiri ile
karıştırmaktadır.
Bu bilgilerin ışığı altında Zülkarneyn’i insanlığın tek ve gerçek
kaynak rehberi Kur’an-ı Kerim’den öğrenelim.
“Ey Muhammed ! Sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki,
size ondan bir hatıra okuyacağım. Biz yeryüzü ve onun için
maddi, manevi kuvvetler, imkânlar ve orada istediği gibi hareket
edeceği yönetim hürriyeti hazırladık ve kendisine her şeyden
bir sebep verdik. (Ulaşmak istediği her şeye ulaşmanın yolunu,
vasıtasını verdik.) O da (kendisini batı ülkelerine ulaştıracak) bir
yol tuttu. Nihayet güneşin battığı yer ulaşınca onu, kara balçıklı
bir göz de (Atlas Okyanusu’nda) batar buldu. Onun yanında
da bir kavim buldu. Dedi ki: “Ey Zülkarneyn, (onlara) ya azab
edersin veya kendilerine güzel davranırsın. Dedi, “Kim haksızık
ederse, ona azap edeceğiz, sonra o Rabbine döndürülecektir. O
da ona görülmemiş bir azap edecektir. Fakat inanıp iyi iş yapan
kimseye de en güzel mükâfat vardır. Ona buyruğumuzdan kolay
olanı söyleriz. Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu
yere ulaşınca onu, öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlara
güneşin önünden (korunacak) bir siper yapmıştık. İşte böyleydi.
Onun yanında nice (hükümranlık) bilgisi (tecrübesi ve vasıtası)
bulunduğunda nice (hükümranlık) bilgisi (tecrübesi ve vasıtası)
bulunduğunu biz biliyorduk. Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet iki
sed arasına ulaşınca onların önünde hemen hiç söz anlamayan
bir kavim buldu. Dediler ki, “Ey Zülkarneyn, Ye’cüc ve Me’cüc
bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Dedi ki, Rabb’imin, beni
içinde bulundurduğu (mal ve mülk, sizin vereceğinizden) daha

99
YÜZYILLARIN SIRLARI

hayırlıdır. Siz bana (insanın) gücüyle yardım edin de sizinle onlar


arasında sağlam bir engel yapacağım. Bana demir kütleleri getirin.
İki dağın arasını aynı seviyeye getirince üfleyin” dedi. Nihayet
(demir kütlelerini bir ateş haline koyduğu zaman, “Getirin bana,
üzerine onu ne aşabildiler, ne de delebildiler. (Zülkarneyn) dedi,
Bu Rabb’imden (kullarına) bir rahmettir. Rabbimin va’di geldiği
zaman onu yerle bir eder, şüphesiz Rabb’imin vadi gerçektir.”(Kehf
suresi: 83–98) 
Zülkarneyn, İslami kaynaklara göre Hz. İbrahim’den ders
almıştır. Sonra vahiy ile teyid edilmiştir. Nitekim Hz. Lut’tan
önce Hz. İbrahim’e iman etti sonra peygamber olarak Sodom’a
gitti (Ankebut–26) (Bugünkü Lut gölünün altında bulunuyor.
Bakınız (Lûtilik maddesi. Hz. İbrahim, Hz. Yusuf’un büyük
dedesidir. Yani Hz. İbrahim’in oğlu İshak, onun oğlu Yakup,
onun oğlu da Yusuf’tur,) Mayaların piramitleri ile Mısırlıların
piramitleri arasında takriben yüz senelik bir aranın bulunuşu
bize Zülkarneyn ile Hz. Yusuf arasında da bu kadar bir zaman
olacağı fikrini vererek (piramitlerdeki benzerlikleri aynı kaynağa)
dayalı olduğu kanaati pekiştirir.
Mayalar eskiden Bering Boğazı’nı geçerek Kuzey Amerika’ya
geldiler ve oradan aşağılara inerek, Guatemala ve Yucatan bölge-
sine yerleştiler veya Mu’nun ayakta kalan Okyanustaki EASTR
adasından gelebilmeleri de akla yakındır.
İspanyol tarihçileri tarafından 16. yüzyılda yazılmış yenidün-
ya hakkındaki eserlerde, Mayaların değişik noktalardan Yucatan
kıyılarına geldiklerini, bunların kayıp İsrail kabilelerinden biri
veya tufandan kurtulanlar olduklarını yazarlar.
Bazı Maya yazılarında Tufan’dan bahsedilir. “Cennet’in kalbi-
nin arzularına göre sular hareket etmeye başladı ve bu insanların
başına büyük bir su baskını geldi… Her tarafı karartan yağmur
yağmaya başladı… Gece yağmur yağıyor, gündüz yağmur yağı-
yordu. Sanki bir ateş tarafından meydana gelmiş gibi başlarının

100
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

üzerinde büyük bir gürültü duyuldu. (Bir göktaşının çarpması


olabilir.) Ondan sonra koşan, birbirini itiştiren, ümitsizlikle dolu
insanlar görüldü. Onlar evlerinin tepesine tırmanmak istediler
ama evler yere yığıldı. Ağaçlara tırmanmak istediler ağaçlar da
onları silkeleyip attı. Bu büyük son felakette, su ve ateş sonsuz
tahribata yardım ediyordu.”
Bilhassa Tufan’dan sonra yapılan Maya ve Mısır medeniyetleri
arasında piramitlerin sergilediği kuvvetli bir benzerlik mevcuttur.
Bir Norveç Kâşifi olan Thor Hayerdahl eski Mısır mezarlarının
duvarlarını süsleyen resimlerdekine benzeyen bir papirüs gemi
inşa etti ve Mısırlıların Atlantiği geçerek Yucatan’a gelebileceklerini
isbat etti. Hayedahl, Mısırlıların yenidünya insanları ile temasa
geçerek, onlara kültür gelişmeleri bakımından tesir edebileceği
fikrini kuvvetlendirdi.

*ThorHeyerdahl, (d. 6 Ekim 1914 Lanvik, Norveç - ö. 18 Nisan


2002 Colla Micheri, İtalya), Norveçli antropolog ve kâşif. Henüz
Oslo Üniversitesi’nde son sınıf öğrencisiyken zooloji çalışmaları

101
YÜZYILLARIN SIRLARI

yapmak üzere Güney Büyük Okyanus’daki Markiz Adaları’na


gitti. Burada Polinezyalıların destanlarını, dillerini ve taş işleme
yöntemlerini inceledi. Adalara ilk insanların İnkalar devrinden
önce deniz yoluyla Peru’dan gelmiş olabileceği sonucuna vardı
ve eski halkların göçlerinde deniz yolculuğunun önemli rol oy-
nadığını ileri süren bir nazariye kurdu. 1947’de beş arkadaşı ile
eskiden Güney Amerika yerlilerinin kullandıkları cinsten, belsem
ağacından bir sal yaparak nazariyesinin doğruluğunu denemek
üzere Peru kıyılarından yola çıktı. Kon-Tiki adı verilen sal 6.600
km yol aldıktan sonra Polinezya kıyılarındaki kayalıklara vardı.
Heyerdahl’ın dünyaca ünlü kitabı Kon-Tiki bu yolculuğu anlatır.
Heyerdahl, daha sonra papirüsten yapılmış bir tekneyle (Ra I)
Fas’tan yola çıkarak Güney Amerika’ya varmak istedi. Böylece
eski devirlerde bu tür bir yolculuğun yapılıp yapılamayacağını
ortaya çıkaracaktı. Fakat teknesi bir süre sonra suya dayanamaz
duruma gelince yolculuğunu yarıda kesmek zorunda kaldı. Fakat
1970’te Ra II adlı teknesiyle yolculuğu tamamladı.

BOURNE TAŞI AMİRAL ANNONE…


Harvard Üniversitesi Profesörlerinden Barry Feele göre
üç yüzyıl önce bulunan “Bourne Taşı” (söz konusu yazıtın adı
buydu.) Sahte değildi ve gerçek Amiral Annone’nin, Kolomb’den
önce Amerika’ya ayak bastığının bir kanıtıdır.
Mitolojik inançlar bilindiği gibi son derece katıdırlar. Bu
inanışların en köklülerinden biri de Kiristof Kolomb’un 30.000
yıl önceki Asyalı kavimlerden sonra yenidünyaya ayak basan
ilk eski dünyalı olduğudur. Neden Kolomb’dan önce kimse
Okyanusu aşmış olmasın? Tarihin yüzbinlerce yıl insanlık tarihi
geçmişi var…
Tarihçiler, insanoğlunun o zaman aşacak güçte tekneler
yapmayı başarabildiğini savunuyorlar. Oysa geçtiğimiz yıllarda,
bazı iddialar yarışmalar ya da bilimsel araştırmalar gibi çeşitli

102
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

nedenlerle en az iki sal, bir birkaç yelkenli kayık, lastik bot, Pa-
pirüstekne, hatta suda yüzen bir yongayla bile okyanusu aşmayı
başarmışlardır.
Amerika gerçekten “en çok keşfedilen kıta” olma rekorunun
da sahibidir. Çeşitli kaynakların anlattıklarına göre, Fenikeliler,
Mısırlılar, İrlandalılar, Vikingler, Galiler, hatta Pasifik kıyılarından
yola çıkan Çinliler ve Japonlar dahi bu kıtaya ayak basmışlardır.
Hatta Araplar ve Türkler de.
Bu keşifler ne zaman olmuştur. Güney Amerika’da, Ekvator
kıyılarının M. Ö. 3000 yıllarına ait, desenleri ve stili o devrin Japon
sanatının damgasını taşıyan vazo kırıklıkları bulunmuştur. Belki
bu kalıntıları bırakanlar, kuvvetli bir fırtınaya yakalanarak, tekne-
leriyle okyanusta 8 bin mil sürüklenen balıkçılardır. Pekin Üniver-
sitesinden bir profesör, 5 Budist rahibin M. S. 459 yılında Pasifik’i
geçerek Meksika kıyılarına çıktıklarını iddia etmektedir.
Arizona’da yaşayan Hopi Kızılderileri, Amerika’ya göç eden
ilk insanlar olduklarını ve atlarının buraya adadan adaya gemiler ile
geçerek geldiklerini iddia ederler. Asya’dan gelmiş olabilirler.
En eski Çin klasiği “Shan Hai King” M. Ö. 2250 de aynen
büyük kanyona benzer bir yer anlatılır.
M. Ö. 500 yıllarında Mısırlıların da Amerika’ya gelmiş ol-
maları bir tesadüf eseri değildir. Efsaneye göre bu yolculuk 5.
Hanedandan Firavun Sahure tarafından tertiplenmiş ve bu iş için
o zamanki Akdeniz’in en usta denizcileri olan Kenan ırkından
yararlanılmıştır.
Esrarengiz Maya Uygarlığı’nın doğuşu da belki bu göçlerle
açıklanabilir. Bazı bilim adamları bu uygarlığın doğuş tarihi olarak
İsa’dan sonraki yüzyılları gösterirken, bazıları da M. Ö. 8494 yılında
karar kılmaktadırlar. Bu tarih yine bazıları tarafından, bilinmeyen
eski bir uygarlığın kozmik bir felaket sonucu yok olduğu yıldır
ve “sıfır yılı” olarak kabul edilir. Sıfır yılını yani 8464 yılı olarak
alırsak, hemen devamında Keops piramidindeki Kral odasında

103
YÜZYILLARIN SIRLARI

biten “zoll” sol hesap birimi akla gelir ki, buradaki tarih 2106
yılını gösterir ki, bu da Mısırlılara göre sıfır yılıdır. Yani bundan
sonra hesap yoktur. Kralın odasında biten ölçülen yıl. Bunların
toplamı da 10.600 yılını verir. Böylece günü 10.000 yıl önce yüksek
bir uygarlık vardı. Kozmik bir felaketle yok oldu.
Mayaların özellikle mimari, sanat, gök bilim ve matematik
alanlarında ulaştıkları düzey, 20. yüzyıl uygarlığı ile hemen
hemen aynıydı. Hatta bazı noktalarda daha da ileriydiler. Fakat
bunun yanı sıra yaşam düzeyleri oldukça ilkeldi. Belki de bu du-
rum, tarıma dayalı yaşamın doğayla iç içe olmanın ve içe dönük
kapalı bir toplum olmalarının doğal sonucuydu. Belki de başka
bir neden olabilir. Bu neden yüksek bir uygarlıktan Tufandan
sonra ilkel bir piramitizm içine giren insanoğlunun teknolojik
kopukluğu olabilir.
* Hopi (Hopitu = “Barışçıllar”) Arizona civarında yaşayan bir
Kızılderili kabilesi. Hopilerin kültürel açıdan Pueblo Kızılderilileri
ile akrabalıkları oldukları düşünülür. Hopiler kiremitler ile inşa
ettikleri çok katlı evler ile dikkati çekerler. M.Ö. 700’de bile çok-
tan iyi gelişmiş bir tarım kültürüne sahip oldukları bilinmektedir.
Adlarının sözcük anlamı “iyi, barışçı” ya da “akıllı” anlamına
gelen Hopi Kızılderilileri, güneybatılı Pueblo adındaki gruptan
gelmektedirler. Black Mesa’nın güneyindeki Arizona bölgesinin
kuzeydoğusunda (Colorado’daki Büyük Kanyon’un doğusunda)
yaşarlar, günümüzde sayıları ancak 8 bini bulmaktadır. Hopi
kültürü metafizik bir görüşe sahiptir; bu görüşte zaman kaybolur;
mekân başkalaşır. Hopi kültüründe evreni tarif eden öyle kavram
ve soyutlamalar vardır ki, Batılı dillerde bunları açıklamaya yeterli
sözcükler yoktur.

“POPOL VUH”
“Popol Vuh” adındaki Maya kitabı; Mayaların kendilerinin
Doğudan denizleri geçerek geldiklerine inandıklarını kaydede-

104
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

rek, Maya piramitlerinin dini maksatlar için kullanıldığı herkes


tarafından kabul edilmektedir.
Şimdiye kadar çözülebilmiş, (fakat ne yazık ki Mayaların
gizemini büyük ölçüde çözeceği sanılan bu kitapların çoğu,
İspanyol istilacılar tarafından ya tahrif edildi ya da yok edildi.
Asrımızın hakikat düşmanlarının çabası da ayrı kuşkusuz aynı
durum, bugün hâlâ layıkıyla çözülemeyen Mayaların o kendilerine
özgü hiyeroglif yazıları içinde söz konusu.) Hiyeroglaflerin hepsi
din, astronomi, astroloji, ilah ve merasimlerden bahsetmektedir.
Mayaların günlük hayatının her sahasını dinin renklendiği bir
gerçektir.

105
YÜZYILLARIN SIRLARI

* Popol-Vuh ya da Pop Wuh Kişe-Mayaların kutsal kitabıdır.


Adı “zamanların kitabı” ya da “olayların kitabı” anlamına gelen
Popol-Vuh, Mayalarda kadim zamanlardan beri aktarılagelmiş
sözlü tradisyonun yazıya geçirilmesiyle oluşmuştur. 18. yy.’da rahip
Francisco Ximenez tarafından İspanyolcaya çevrilmiştir. Kitapta
evren, Tanrı, evrenin oluşumu, dünya çağları, evrendeki ilkeler,
inisiyasyon vs. hakkındaki bilgiler sembolik bir anlatımla sunulur.
Elyazması kitabın birinci kısmı yaratılış konusunu içerir. İkinci
kısımda ise Hunahpú et Ixbalanqué adlarındaki ikiz kardeşlerin
öyküsü bulunur ki, bu öykü inisiyasyon sınavları ve aşamaları
sürecinin sembolik anlatımı olarak yorumlanır.
Kızılderili, Aztek, Maya, Toltek, İnka” medeniyetleri söz birliği
etmişçesine kutsiyet atfettikleri bütün büyük şahsiyetlerini beyaz
ırktan seçmişlerdir. Bu zatlar kendileri gibi Kızılderili değil, (kızıl
sakallı, sarışın ve mavi gözlüdür.) Hâlbuki Kızılderililerin sakal-
ları çıkmaz ve hiç biri beyaz insan görmediklerine göre “Sakal”
tanımazlar. Ama oraya giden ilk beyazlar (İspanyollar)’ Giyimli,
sakallı ve mavi gözlü, sarışın beyaz azizlerin” din liderlerinin
tasvikleri ile karşılaştılar. Bunların başında gelen “Quetzecoatl”
bile Zülkarneyn ismine yakındır. Üstelik Quelzalcoatl, büyük
denizin doğusundan Atlantiğin doğu yakasındaki Avrasya-Afrika
tarafından-Mu diyarından.
Büyük bir kuş araçtaki ekibiyle batıya gelmiştir. Asteklerde
Quetzalcoatl en önemli tanrıdır. Köken olarak “quetzel” ve “coatl
sözcüklerinden oluşur. Coatl, Aztek dilinde yılan demektir. Quetzal
ise, sadece güneydoğu Meksika ile Guetemala’nın bazı yörelerinde
yaşayan, renkli ve parlak tüyleriyle görkemli bir görünüşü olan
nadir bir kuş türüdür. Günün birinde yine kuşuna binerek ileride
dönme vadi ile geldiği yönde kaybolmuştur.
Binlerce yıl sonra ilk İspanyollar Amerika’ya çıktıklarında
Kızılderililer İspanyolların sakallı ve beyaz olması yüzünden
onlara esirce tapınmışlardır. Bir avuç İsyanyol da bu avantajla
milyonlarca kızılderiliyi katletmişlerdi.

106
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Fakat bu hadise bize ileride, yani İslam’ın tekrar Zülkarneyn


döneminde (o döneme benzer dönemde) ahlak ve tekniği birleş-
tirecek muhteşem bir hâkimiyetin müjdesini vermektedir.
İspanyollar başka şeyler de tespit ettiler. Kızılderililer, Amerika’da
hiç yaşamamış olmasına rağmen deveyi de resmetmişlerdir.
Dünyayı bir su tufanının mahvettiğini ve “Da Noa” isimli
Suların Efendisi” (Nuh A.S.) tarafından bir kısmının kurtarıldığını,
onun adına yapılan “ZACUALİ KULESİ”ni (Mısırda’ki Hermes’in
(İdris A.S.) Tufan’ın adına yapılan belleklerden unutmaması için
“Ah-Nuh, Hu-Nuh adı verilen yapıları akla getiriyor) daha sonra
kötü niyetli dev kralların ele geçirdiğini ve Allah’a isyan ettikleri
için cezalandırıldıklarını, (tek dil konuşan insanların başka dilleri
konuşmaya başladıklarını, komşularının bile birbirlerini anlama-
dıklarını, kitabelerine kodekslemişlerdir) bu tıpatıp Babil kulesi
“ZİGGURAT” olayıdır.
Biraz da Ziggurat’a göz atalım. Teras halinde inşa edilmiş
Kule biçiminde tapınaklar tıpkı efsanevi “Babil kulesi” gibi. Bunlar
Sümerler tarafından yapılmıştır. Bu öylesine yüksek bir kuleymiş
ki, yeri gökle birleştirdiği söylenirmiş. Ama Allah onu yıkmış ve
inşa edenlerin dillerini karıştırmış...

TİTONOMAKIA (TANRILAR SAVAŞI)


Binlerce yıl önce iki ayrı uygarlık dünyaya hükmetmek için
savaşıyordu. Atlantik ve Mu tıpkı bugünkü (Amerika ve Rusya
gibi) ayrıca bazı küçük müttefik devletler vardı. Atlantisin etkisinde
olanlar, Mu’nun etkisinde olan bölgeler.
Dünya asırlarca barış nedir bilmemişti. İki bloğun müttefikleri
bu korkunç savaşta her çeşit silahı kullanıyordu. Bu silahlardan
bazılarını yeniden keşfettik, Atom bombası gibi. Bazılarını ise
henüz tanımıyoruz. Hatta bununla ilgili olarak Zeus’un yıldırım
tutan değneği (bir nevi ışın silahı olabilir).

107
YÜZYILLARIN SIRLARI

Atlantisliler, beyni etkileyen silahların uzmanıydı. Bunlar


çeşitli hayaller görmeyi sağlıyordu.
Mu’nun sakinleri Noa caller ise, düşmanı öldüren ya da felce
uğratan türde silahlar yapıyorlardı.Atlantis ve Mu savaşıyorlardı.
Ama nasıl olduysa olaylar kontrollerinden çıktı. Kusursuz silah-
lardan biri bozulmuş ve dünyanın kederi çizilmişti. Birkaç yıl
içinde parçalanıp tüm gezegeni felakete sürükleyecekti.
Bu savaş sahneleri mitolojide bütün çarpıcılığıyla gözler önüne
serilmiştir. Bu tufan öncesi savaş sahneleri “Devler ve Tanrılar
Savaşı (TİTANOMAKIA) adını almaktadır. (Theog. 630 vd.)
“Titan Tanrılarla Kronos oğulları
Ki birileri mağrur Titan’lar, Uthrys’te,
Öbürleri, tüm nimetleri verenler,
Olympos’un tepesinde oturanlar,
Uzun zamandan beri savaşıyorlardı
Güçlü saldırılarla birbirlerine girerek.
Yürekleri hınçla dolup taşarak
Tam o yıl cenkleşti durdular.
Bitip tükenmek bilmiyordu bu kavga
Belli değildi kimin kazanacağı,
Demek ki Zeus, Kronos’u yenmekle egemenliği hemen
ele alamadı.

DEVASA SAVAŞ ARAÇLARI (100 KOLLU DEVLER)


Olymposluların saltanatı ancak kendilerinden önceki kuşakla
on yıl süren bir savaştan sonra kurulabildi. Bu başarının da ancak
Yüz Kollu Devlerin yeraltındaki hapislerden çıkarılmaları ile
sağlanabildiği belirtilir.
Thessalia’nın yüksek doruklarındaki bir savaş sahnesi:
Daha büyük olamazdı gümbürtü.

108
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Biri çökerken öteki üstüne düşse onun.


Böylesine büyüktü gümbürtüsü
Birbiriyle cenkleşen tanrıların.
Rüzgârlar da karışıp Mu kaynaşmaya
Savuruyorlardı sarsılan toprağı
Karıştırıp birbirine tozları
Şimşekleri, yıldırımları, gümbürtüleri,
Büyük Zeus’un bu savaş silahlarını.
Bir yandan öbür yana taşıyorlardı.
Savaşların bağırış çağırışlarını.”
Evet, işte tufandan önceki savaş sahneleri bunlar, modern bir
anlatım tarzında konuyu ele alırsak şöyle bir tablo çıkar orta.
“Devler Tanrılar Savaşı” (Titanomakia)
(Titreyen-Titreten-Makineler)
(Devasa makineler yani Dev Robotlar)
Devasa Makinelerin içindeki akıllı bilge kişiler)
Pilotlar, yani eskiler, ilkel pirimitizm içinde olduklarından
kendi çağlarında bulunmayan ileri düzeydeki. Pilotlara veya Ast-
ronotlara tanrı diyorlardı. Neden? Çünkü bu pilotlar ellerindeki
makinelerin komutluğunu yapıyorlar ve onlar çok güçlü silahlar
kullanıyorlardı. Diğer taraftan, ilkel insan bunu nasıl anlatacak,
etrafındaki oluşmakta olan olağan üstü gücü Antropomorfizm’le
özelleştirecekti. Böylece tabiat olaylarıyla dile getirip yüce tanrısal
yetkilerle kendilerince donatılmış bu insanları ilahlaştıracaklardı.
Ortaya dolayısıyla umacı çıkmış oluyordu. Bu yanılgıya biraz
da günümüze gelinceye kadar ifrit uydurması şiirsel anlatımlar
katılmış olması da etken olmuştur.
Atlantis’e gönderilen bir birlikten bahsetmiştik. Zaman zaman
onlarda gelip Olympos’luları vuruyorlardı. Her iki blokunda
müttefik güçleri vardı. O zamanın beklide Ortadoğusu burasıydı.

109
YÜZYILLARIN SIRLARI

Orada tüm savaş denemeleri yapılıyordu. Örnek verecek olursak


Körfez Savaşı gibi.
Evet, güçlü saldırılarla birbirine girerler, 10 yıl süren, bu
savaşta her iki tarafın durumu da hemen hemen aynı imiş, sonra
Zeus uzun gayretlerle iktidar mücadelesi yapmış. Bu savaşı da
Zeus’un lehine döndürenler şüphesiz “Yüz Kollu Devler” yeraltın-
daki hapislerden (kurganlardan) çıkarılabilmesi ile sağlanabilmiş.
Nedir bu yüz kollular? Bize göre devasa çok gelişmiş silahlarla
donatılmış içinde pilotları olan dev tanklar veya araçlardır. Her
palette hareket ederken oynar başlıklı taretler de ateş ediyordu
çünkü taret aynı bir baş gibi sağa, sola hareket eder. Dolayısıyla
50 başlı, yüz kollu denilmesi, bu çok gelişmiş dev robot makineler
adını alabilir. Yeraltındaki sığınaklarından çıkan bu dev tanklar
veya makineler bu savaşa Tanrılar Savaşı/Titanomakia denecek
kadar korku veriyordu. Dahası Zeus’a verilen isimler incelendiğin-
de görülür ki, Zeus dahi Zülkarneyn Peygamber olabilir. Çünkü
Zeus’un tasvirlerinde sakalı görülmesi, aşağıda sayacağım birçok
özellikleri metafizik veyahut teknolojik benzetmelerle anlattığımız
da bu sonucu en azından ihtimal olarak sorgulamamıza sebep
oluyor. Akıllı bir bilge kişi hatta bir hükümdar komuta özellik-
lerini almaktadır.
a) Hypsibremetes: Göklerde gürleyen
b) Nephele gereta: Bulutları devşiren.
c) Ostıpetes: Şimşek savuran
d) Terpikeraunos: Yıldırım sever
e) Aigokbos: Kalkan taşıyan
f) Erigdoupos: Uzaklarda gürleyen 
A) HYSIBREMETES: Göklerde Gürleyen: Özellikle şunu
belirtleyim ki, Zeus’un bu 6 özelliği iki şekilde ele alınmalıdır.

110
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

a- İlkel Pirimitizm içinde yani başka bir anlatımla Antropo-


morfizim, yüce tanrısal formların insan şeklinde dönüşülmesi
şeklinde ele alınmalı,
b- Modern anlatım tarzında şekillendirilmelidir. Dolayısıyla
biz iki şekli de anlatmaya çalışacağız.
1- Tanrısal bir form düşünülmüş.
2- Sesten hızlı uçulduğunda ki çıkartlan ses anlatılmak isten-
miş. Concord/Konkort uçaklarının çıkarttığı sesten birçok insanlar
rahatsızlık hissettikleri gibi.

B) NEPHELE GERETA: BULUTLARI DEVŞİREN: a) Ant-


ropomorfizm etkisi mevcut. b) Uçaktan bakıldığında bulutlar
devşiriliyormuş gibi görünür.

C) OSTIPETES: ŞİMŞEK SAVURAN:


a) Antropomorfizm etkisi mevcut.
b) Bir çeşit ışın saçan, ışın sıçraması veya “IŞIN SİLAHI”

D) TERPİKERAUNOS: YILDIRIM SEVEN:


a) Antropomorfizim etkisi mevcut.
b) Kozmik enerji gücü, bir çeşit yok edici “mavi ölüm ışını”
bu deyimi de, İbn-i Batuta da kitabında bahsetmiş.

E) AİGİOKBOS: KALKAN TAŞIYAN:


a) Antrpomorfizm etkisi mevcut.
b) Bir nevi enerji kalkanı veya robotların üstündeki koruyucu
zırh. Işığı yansıtan ayna gibi geriye yansıtıcı:

F) ERİGDOUPOS: UZAKLARDA GÜRLEYEN:


a) Antropomorfizm etkisi mevcut.
b) Bir silahın tesir sahasında (hedefte) yaptığı tahribatta
evvelki duyulan ses.

111
YÜZYILLARIN SIRLARI

Modern anlatımlarla, mitolojilerde geçen bu savaş sahneleri


ve Zeus’un (Zülkarneyn) aldığı özellikler açıklandığında, sanıl-
dığı gibi mitolojiler sadece bir efsane değil günümüze ışık tutan
birer belge niteliğinde olduğu tespit edilir. Bu kadar modern bir
yaşantı yaşayan dedelerimiz mağaralardan gelmediği, her ne
kadar tarih kitaplarında bu şekilde anlatılsa da bu anlatım tarzı-
nın değiştirilmesi gerektiği dolayısıyla tarih kitaplarının yeniden
yazılması gerekmektedir. Dünyadaki tek medeniyette 20 yüzyıl
medeniyeti değildi…
Devasa makineler savaşı, atom savaşları ve çeşitli savaşlar
örneğin Amerikalıların Yıldız Savaşları Projesi gibi, birçok pro-
je üretilmiş neticede bu korkunç boyuttaki silahlar bozulmuş.
Dünyanın kaderi çizilmişti. Günümüzde genetik mühendisliği
çok ileri gittiğini ve çeşitli kobaylar yapıldığını, bu arada da silah
türlerinden “zincirleme reaksiyonu” başlatılacak bir formül üze-
rinde duruluyor. Maddenin en küçük parçası atomun zincirleme
reaksiyonla patlaması mümkün olursa, siz tehlikeyi o zaman
seyredin. Tabii bu bir varsayım sadece. Böyle bir şeyin olması
mümkün değil zira atom kâinatın en mükemmel yapılanmış en
küçük maddesidir.
Nükleer kuvvet olmazsa atom olmaz. Zayıf kuvvet olmazsa,
elektron olmaz, çekim kuvveti olmazsa dünya olmaz, güneş olmaz,
biz olamazdık. Bu kuvvetlerden bir tanesinin yokluğu veya bir
tanesi de meydana gelebilecek ufak bir hesap hatası bile kâinatın
yokluğu demektir. Bu ne kadar mahir bir mühendisliktir ki aynı
kutupta elektromanyetik kuvvetlerin birbirini ittiği yerde nükleer
kuvvet görevlendirilmiş ve atom çekirdeği bir arada tutulmama
elektromanyetik kuvvetin bin misli şiddetindeki bu kuvvete, atom
çekirdeğinin dışına taşmaması emredilmiştir. Çekim kuvvetin-
den, neredeyse rakamlara sığmayacak kadar daha fazla şiddete
sahip elektromanyetik kuvvete, ancak atomları ve molekülleri bir
arada tutma vazifesi verilmiş, bu vazifenin dışına taşmaması için

112
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

zıt kutuplar halinde dengelenmiştir. Hangi tesadüf bu dengeyi


sağlar, hangi tabiat bu hesabı yapar?
Âlemlerin Rabb’inden başka kim olabilir…
İş işten geçtikten sonra Dünya insanları bir masaya oturdular.
Ama yapacak bir şey yoktu. Çünkü felaket yaklaşıyordu. Bunun
için Nuh Peygamber bu işe devam etmemeleri için dünyayı
uyarmıştı. Ama onlar dinlemediler. Azgınlıklarına son vermeleri
için uyarılmışlardı.
İlahi vahiy olarak Nuh Peygamber de dev gemiyi inşa edi-
yordu, mahiyetiyle birlikte, inanmayanlar ise alay ediyorlardı.
Derken beklenen son geldi çattı. Onlar da damların tepelerine
çıktılar, ama evler yıkıldı. Ağaçlara çıktılar, ağaçlar sırtlarından
onları savuruyorlardı. İnsanlar her alanda insanlıktan çıkmış bir-
birini öldürmeye başlamış, sapıklık artmış, masum insanların ve
inananların kanını döküyorlardı. Günümüzde ki gibi dünya tam
bir kargaşa içindeydi. İşte tam bu sırada ilahi azap yakalayıverdi
insanları ve kendi çapında adeta dünyanın Kıyamet’i koptu.

ZAMAN KAPSÜLLERİ PİRAMİTLER


Dev gemide yani Nuh’un gemisinde kalanlar bu özel olay-
ları nesiller boyu aktarmak düşüncesini esas almışlardı. Adeta
biz ettik siz etmeyin dercesine geleceğe kendileri, uygarlıkları
ve yaşadıklarıyla ilgili vesikalar bırakmaya çalıştılar. Dünyanın
her yanına dev şekiller, (Nazca Düzlükleri. Ayrıca dünyanın her
yanına “Zaman Kapsülleri” gömüldü. Piramitler ve Koni tepeler.
Bunlar gelecek nesillere Tufan’ı ve o medeniyetten arta kalan bir
nevi kriptolardı. En azından zaman ve yeryüzndeki tabiat şartları
Yüce Allah’ın izniyle nları yeterince gizemli hâle getirdi.
Bu kapsüllerin çoğu asırlarca ayakta kalabilecek dev anıtlar
içine şifreler halinde gömüldü. Bunlar çeşitli türde yapıldı ki kimisi
Pirametler kimisi Zigguratlar olarak inşa edildi.

113
YÜZYILLARIN SIRLARI

Ziggurat, Mezapotamya’ya özgü bir terimdir. Tanrıdağı


anlamındadır. İlkçağ’da Sümerler, Keldanlılar, Babiller ve Asur-
lular tarafından yapılan, tabandan başlayarak tepeye doğru kat
kat yükselen, giderek küçülen teraslardan oluşan, zirvesinde
bir tapınak bulunan ve yanlarında bir merdiven sistemi yer
alan kademeli bir kuledir. Üzeri açık ve dört köşelidirler. Bu
yapılar tarihi metinlerde Ziggurat, Zigura ve Ziggurak gibi
çeşitli yazılışlarla görülür. Zigguratların ilk olarak Sümerlerce
inşa edildiği düşüncesi yaygındır. Mezopotamya halklarının
en önemli faaliyetleri, tapınakları Tanrı’ya ithaf etmeleridir.
Sadece antropolojik değil, edebi içerikli kalıntılara dayanarak
da Sümerler’den önce başlamak kaydıyla Mezapotamya düşünce
tarzına aydınlık getiren tez şudur: Politik açıdan Sümerlerde
şehir devleti söz konusu idi ve her merkezin bir tanrısı oldu-
ğu gibi her tanrının da yeryüzünde kendini temsil eden bir
hükümdarı vardı. Bu hükümdarın birinci görevi, Tanrı’nın
evini inşa ettirmekti. Çünkü böylece Tanrı, onlardan hoşnut
kalacak, bunun karşılığında da onların o bölgedeki yaşamlarını
temin edecek suyu gönderecekti. Bilinen 32 ziggurat vardır.

114
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Bunlardan 4′ü İran’da, gerisi Irak’tadır. En son keşfedilen zig-


gurat İran’ın merkezi Sialk’da bulunmuştur. Günümüzde eski
halini en iyi koruyan zigguratlardan biri de İran’ın batısında
Koka Zanbil’dedir; İran-Irak savaşında birçok arkeolojik yer
kasıtlı olarak tarihin işlerine gelmeyen sırları ortaya çıkmasın
diye yok olsa da burası ayakta kalmıştır. Sialk ise günümüzde
mevcut olan en eski ziggurat olduğu tahmin edilmektedir ve
M.Ö. 3000’li yıllardan kalmaktadır. Ziggurat tasarımları basit
bir tepe üzerine oturulmuş mimariden, matematiği ve inşaatın
mucizesine kadar ulaşabilen birçok çeşittedir. Herodot’a göre,
her zigguratın tepesi bir türbe idi, ancak bu türbelerden hiçbiri
günümüzde mevcut değildir. Buranın pratik bir kullanımı da,
zigguratların yüksek bir yer olması sayesinde rahiplerin yük-
selen sulardan ve sellerden kaçabilmesini sağlıyordu.
Şifreler o şekilde yapıldı ki ancak uygarlık yeniden onların
teknolojik düzeyine ulaştığında çözülebilecekti.
Bu zaman kapsüllerinde ve piramitlerde dünyanın sonunun
yaklaştığını hesaplayan rakamlar (Zoll ölçü birimiyle) hesaplandı-
ğında 2045 ten sonraki yılda takvim firavunun odasında bitiyordu.
İnsanlık yediği ilahi tokadın etksiyle girdiği ilkel primitizmden
zamanla yine gelişim göstererek normal düzeyine ulaştı. Yani uy-
garlığı ayak uyduranlarla uyduramayanlar ayrıldı. Çeşitli yaşam
türleri meydana geldi. Kimi yerlerde atalarının izlerini yani arta
kalan teknolojik bilgilerini sürdürdüler. Kimi yerde sürdüreme-
diler. İşte karanlık çağlar adı bunun için verilmiştir.
Zigguratlar bu zaman kapsüllerinden biri idi ve yerle göğün
birleştiği yerde (Etemenanki/Marduk) de ve diğerleri ne yazık ki
Amerika tarafından körfez harbinde birçoğu özellikle yerle bir
edildi. Böylece atalarımızdan bize kalan miras ne yazık ki tahrip
edilmiş oldu.

115
YÜZYILLARIN SIRLARI

Körfez harbinin yapıldığı anımsanırsa kötülüğün ordusu, Irak


ordusu yok edilmiş. Büyücü Şvarskop (Çöl ayısı) adıyla maruf
komutan savaştan dönünce Sanjorc (en üstün şövalye payesiyle)
ödüllendirilerek karşılandığına göre herhalde bu hikâyeyi ciddiye
almışlar. Konuşmasında, “İslam ordusunu mağlup ettik” demek
gafletinde bulunmuştur.
Bu arada “Sami” dilleriyle büyük benzerlikler ve arkeoloji
bulgular da dikkat çekicidir. Babil Kulesinin “ZİGGURAT” ismi
ile Amerika’daki “zacuali” gibi “Ma Noa” (Suların efendisi) aynı
Arap-Sami kökenlidir. Arapça “Ma” su demektir. Noa ise Nuh
ismi ile eşittir. Ayrıca türbanlı heykeller yanında deve kabart-
maları da bulunmaktadır.

COMMEGENE KRALLIĞI: NEMRUT DAĞI?


Piramitlere benzerliği söz konusu olduğu için şimdi de Nemrut
Dağı üzerindeki koni biçimindeki höyükten söz edilir.
Nemrut Dağı M. Ö. 1. asır ile M. S. 1. asır arasında Comme-
gen Krallığı’nın hudutları dâhilinde yer alıyordu. Commegene
Krallığı antitoroslar ile Fırat nehri arasıdaki bereketli topraklar-
dan müteşekkil idi. Batı’dan Kilikya’ya kuzey hududunda ise
Kapadokya’ya kadar uzanıyordu.
Merkezi şehri, bugün Adıyaman’ın Somsat Kazası olarak
bildiğimiz (Samosata) idi.
2150 metre yüksekliğindeki Nemrut Dağı, Adıyaman yakın-
larında eski Kahta Köyü civarında, Anti-Torosların bir parçasını
meydana getiren Ankara dağları üzerindedir. Nemrut’un tepe-
sine tırmanmak bütün bir günü alır. Çünkü Nemrut’un, katırları
dahi tökezletebilecek ve binicilerinin sakatlanması yol açabilecek
türden bir arazisi vardır. Bu tırmanışın sonunda, aniden ortaya
çıkan zirve, insan elinden çıkmış olan tepe noktası ve yığma taştan
yapılma bir höyüğün eteklerinde duran heykelleri ile seyredenleri
hayrette bırakır.

116
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

İki bin yüz elli (2150) metre yüksekliğindeki Nemrut Dağı,


gündoğumu ve günbatımını en güzel seyredebileceğiniz yer-
lerden biri. Adıyaman şehir merkezine 86 kilometre mesafede.
Antiochos’un tümülüsü ve dev heykelleri, Arsameia (Eskikale),
Yenikale, Karakuş Tepe ve Cendere Köprüsü Nemrut Dağı Milli
Parkı içerisinde kalan kültürel değerler.
Bir yandan, Connecticut’ta Doğu araştırmaları Amerikan
Okulu’nda Bn. Theresu Goell, öte yandan Almanya’daki Münster
Üniversitesi’nden Prof. Friedrich Karl Dörner, Commegene kalıntıları
üzerinde sistemli araştırmalar yürütmüş olan iki arkeologdur. Bu
arada sırası gelmişken bilimsel incelemelere geçmeden evvel bu
konuda hani şu “Tanrıların Arabaları”nın kitabını yazan Daniken’in
yazılarına ve ona verilen cevaplara bir göz atalım.
Daniken; Nemrut Dağı ile ilgili ilginç beyanatlarıyla dünya
kamuoyunun tepkilerini almıştır. İddiasına göre Erich Von Da-
niken Nemrut dağındaki dev heykellerin uzaylılar tarafından
getirildiğini söylüyor. Alman yazar, “Çünkü o dağdaki insanların
3 tonluk bu heykelleri 3000 metre yüksekliğe çıkaracak hiçbir
teknolojik gücü yoktu,” diyor. Daniken’in kitabında, Piri Reisi
haritasının da uzay adamlarına mal edilmesi, bir İngiliz arkeolog
tarafından açıkça “budalalık” olarak belirtilmiştir.

NEMRUT HÖYÜĞÜNÜN ALTINDA NE VAR?


Bn. Güell, 1953 yılı ile 1960’ların ikinci yarısı arasında Nemrut
dağında bir dizi inceleme ve kazı yapmıştır. Araştırma ekibi, dev
heykeller üzerinde zor şartlar altında çalışmalar yaptılar. Sıra hö-
yüğe geldiğinde çalışmalarını durdurdular: Bütün yapabildikleri
höyüğün altındaki kaya tabakasına ulaşacak şekilde hendekleri
kazmak olmuştu. Sanki buranın tabii bekçiliğini yapan dağın
yanısıra, höyük de kendi kendisinin bekçisi gibiydi.
Nemrut kimdi niçin bu ismi aldı? Şimdi ona bir bakalım.

117
YÜZYILLARIN SIRLARI

“Nemrut” adı ile anılan Asur-Nasırpal, M. Ö. 883’den 859’a


kadar hüküm sürmüş bir Asur kralıdır.
Zalimliği bütün yakın çevrelerince bilinen Kral, Asur devletinin
başına geçtikten sonra, yönetim merkezinin yerini değiştirerek,
“Khalah” şehrini başkent yapmıştır. Daha sonra adı “Nemrud
Kenti” olan bu bölgede ilahlığını sembolize eden birçok rölyefi
ve heykelleri bulunmuştur.
İbrahim A.S. döneminde halkın, Nemrud’un heykellerine
tapıyor olması, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde belirtilmek-
te ve düştükleri sapıklık anlatılarak, adeta günümüzdekiler de
uyarılmaktadır.
(İbrahim A.S.) o zaman, babasına ve kavmine “Tapıp dur-
duğunuz bu heykeller de nedir?” demişti.
Onlar da: “Biz atalarınızı bunlara tapıyor bulduk” demişlerdi.
İbrahim A.S. “Doğrusu siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık
içine düşmüşsünüz,” dedi. (Enbiya suresi: 52–53–54)
Nemrud I. Antiakhos, M. Ö. 69–34 yılları arasında Kommagene
krallığını yapmış, yönetimi sırasında, ilahlığını ilan etmiş, halkını
kendine taptırmıştır. Nemrud, Dağı’nın tepsine, kendisi için inşa
ettirdiği anıt mezar, 150 metre çapında 50 metre yüksekliğinde
olup çevresinde de 9 metre boyunda yaptırdığı Tanrı tasvirleri
bulunmaktadır.
“Sakın Allah’la beraber başka ilah edinme aksi halde, kınamış
ve kovulmuş olarak Cehennem’e atılırsın.” (İsra Suresi: 39)
“Kim, hakkında hiçbir delili olmadığı halde, Allah’la beraber
bir başka ilaha taparsa, onun hesabı ancak Rabb’inin nezdindedir.
Kâfirler, elbette kurtuluşa eremezler. “ (Mü’minun Suresi: 117)
I.Antiakhos, krallığı döneminde nutuklarını bir kaya üzerin-
de yazdırarak ölümünden sonra da bu yazıların okunmasını ve
kendisinin sık sık anılarak unutulmasını iştemiştir. Bu kayanın
tercüme edilebilmiş bir bölümünde şunları söylemektedir.

118
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

“Doğum günüm her ay ve yıl kutlanıp bayram günü ola-


cak. Bu törenler de, tanrılar, başrahip ve benim için, benim ve
yasarlarımın cömertçe verdiği yetkilere dayanarak, Pars kılığını
bürünüp, tanrıları ve heykellerinin üzerine altın çelenkler koya-
caklar, meşaleler yanacak sofralar en güzel yemekler ve şaraplarla
donatılacak.”

HÖYÜĞÜN SIRRI:
50 metre yüksekliğinde ve 150 metre çapındaki bu höyük,
batı, kuzey ve doğu yönlerinde yer alan ve kayadan ayrılarak
yapılmış olan kademeli üç teras ile çevrilidir. Çok garip bir ya-
pısı olan bu höyük Mısır piramitlerine benzerse de bir piramit
demek değildir.
Koni şeklindeki bu höyük yumruk biçiminde taş blokların
üst üste yığılmasıyla inşa edilmiştir. Görünüşe göre tabanında bir
temel olmaksızın takriben iki bin yıldır birçok zelzeleye, donma
ve erimeye göğüs germiştir. Bu dahi başlı başına bir hadikedir.
Ne var ki, bu höyüğün insanı en çok hayrete düşüren yanı, sırrını
korumadaki eşsizliğidir.
Taş yığın o şekilde yığılmıştır ki, hiç kimse bu taş öbeğinin
içine girip, altındaki saklı olanı bulamaz. Höyüğe zorla girmeye
kalkışıldığı anda, bir gurup taş yerinden oynayacak ve girmeye
çalışan kişiyi ezecektir.
Taşların aşağı yuvarlanmasını önlemek imkânsız olacaktır.
Hiçbir duvar, çit veya herhangi bir destek, taşların muazzam
ağırlığını dayanmayacaktır.
Bundan başka, sırrın bu yığının neresinde yattığını bilemeye-
ceğimizden, gayretlerin devamlı boşa çıkması da mevzu bahistir.
Sır, bu yığma taştan höyüğün içindeki herhangi bir yerde yerleşik
olabileceği gibi taş yığının dibinde ve hatta yığının altında, zemin-
deki kaya tabakasına oyulmuş olan bir odacığa yerleştirilmiş bir
halde bulunabilir. Böyle olduğunu farz etsek dahi mevzubahis

119
YÜZYILLARIN SIRLARI

oyuğa ulaşmak için dağın zirvesini meydana getiren kayalık


tepede bir tünel açmak gerekecektir ki bu da imkânsız bir iş gibi
görünmektedir. Bazı arkeologlar, elektrikli veya manyetik cihazlar
kullanmak suretiyle yığında sondaj yapmayı teklif etmişlerdir.
Elektrikle sondaj metodunda, toprağa aralarında bir akım geçirilen
iki elektrod sokuluyor. Yeri gömülü her hangi bir gizli yapının
bulunduğu yerde akım daha yüksek bir dirençle karşılaşacaktır.
Bir potansiyometrenin araştırılan bölge dâhilinde tespit ettiği
direnç miktarları grafiğe çevrilir. Böylece, gömülü olan herhangi
bir yapının şekli çizilebilir.
Höyük içinde gömülü duran objeler de, manyetik ensansite
değişmelerine ince olarak ölçen bir prton manyemetresi kulla-
nılarak tespit edilebilir. Herhangi bir metal eşya veya pişirilmiş
topraktan çanak, çömlek, manyetik alanda değişmeler meydana
getirecektir. Böylece, insan eliyle yapılmış olan her ne varsa bu
çeşit eşyaların kendi mahiyeti alanları olduğundan, bu metotla
keşfedilebilir. Ancak, bu çeşit cihazlardan faydalanmak istediği-
miz takdirde, göz önünde bulundurmamız gereken bir husus
vardır. Büyük piramitle alakalı olarak yürütülen araştırmalarda
biliyoruz ki, piramit biçimindeki yapılan mahiyeti bilinmeyen ve
bu çeşit sontaj çalışmalarını tesirsiz kılan enerji desenleri meydana
getirmektedirler.
Böylece, insan eliyle yapılmış olan her ne varsa bu çeşit eşyaların
kedi mahiyeti alanları olduğundan, bu metodla keşfedilebilir.
Ancak, bu çeşit cihazlardan faydalanmak istediğimiz tak-
dirde, göz önünde bulundurmamız gereken bir husus vardır.
Büyük piramitle alakalı olarak yürütülen araştırmalarda biliyo-
ruz ki, piramit biçimindeki yapılar, mahiyeti bilinmeyen ve bu
çeşit sondaj çalışmalarını tesirsiz kılan enerji desenleri meydana
getirmektedirler.
Yüksek enerji ve tesirlerle yüklenmiş olan nesnelerden ışıkların
naşrolunması gayet normaldir.”

120
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

19 YILDIZLI ASLAN VE ŞİFRELER

Nemrud I. Antiokhos’u simgeleyen “19 Yıldızlı Aslan” neyi


ifade etmektedir?
Benzer bir durumda Mısır’daki Firavun IV. Amenofis’i sem-
bolize eden “19 ışınlı küre” neyi ifade etmektedir?

121
YÜZYILLARIN SIRLARI

Nemrud Buhtunasr (Nabukadnetzar)’ın halkı kendisine secde


ettirmesiyle ilgili duvar rölyefleri vardır. Bakınız bununla ilgili
Rabb’imiz ne buyuruyor. “Rabb’in kesinlikle emretti ki, ancak
kendisine ibadet edin.”- İşra Suresi: 23 -
İnsanların güneşe taptıkları bir çağda Kur’an-ı Kerim’de
güneşle ilgili bilgiler verilmesi çok ilginçtir.
“Güneş de kendi yörüngesinde akıp gitmektedir. Bu mut-
lak güç sahibi, hakkıyla bilen Allah’ın takdiri(düzenlemesi)
dir. (Yasin:38.)
Bilim adamları Güneş’in üç ayrı hareketi olduğunu belirti-
yorlar. Kendi çevresinde dönme hareketi, uzaydaki kendine özgü
hareketi ve diğer yıldızlarla beraber ortak hareketi.
Güneş’in, yakın yıldızlara göre, saniyede 19 kilometrelik bir
hızla Herkül Takımyıldızı yönünde kaydığı söyleniyor. Fakat izafi
bir hız. Çünkü Güneş’in hareketi Samanyolu Galaksisinin dış
yüzeyindeki cisimlere göre ölçülerse başka bir sonuç alınıyor. Bu
durumda Güneş, Merkezi Samanyolu’nun merkezinde bulunan,
yaklaşık olarak çember biçiminde bir yörünge üzerinde 250 kilo-
metre hızla hareket ediyor. Samanyolu’nun merkezinden 30.000
ışık yılı uzaklıktaki Güneş, bu yörünge çevresindeki bu turunu
250 milyon yılda tamamlıyor.
Bir diğer deyişle dünyanın oluşumundan bu yana 19 tur
yaptı… Genel olarak küre şeklinde görülen bu tip kümeler bin-
lerce yıldız ihtiva etmektedir. Küresel yıldız kümesinde yıldız
yoğunluğu merkezden çevreye doğru azalmaktadır. 34000 ışık
yılı uzaklığında, 160 ışık yılı genişliğinde olan kümede yaklaşık
olarak 500.000 yıldız vardır.
İşte Güneş’le ilgili bilgiler bunlar kimbilir belki de Mısır
Piramitlerin Güney kapısı nasıl Orion bulutumsu Nebula’yı gös-
teriyorsa, Nemrud ve Dağındaki 19 Yıldızlı aslan da, Güneş’in
en yakın yıldıza (Herkül Takım Yıldızına) saniyede 19 kilometre
hızla yol aldığını göstermiş olamaz mı?

122
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Yerin bir eksen etrafında dönmesini daha geçen yüzyıllarda


bulunurken, günümüzden 2000 sene önce bir uygarlık tarafında
biliniyor olması (19 Yıldızlı Aslan) ilginçtir.
Yerine dönmesini gözle görülebilir şeklinde, ancak 1851 yılında
Fransız Fizik âlimi Focuault (119–1868) ispat etmiştir.
Faucault Jiroskp ile, yerin döndüğünü ispatlamıştır. Bu ispat,
Jiroskopun bir özelliğine dayanmaktadır. Jiroskop merkezinden
geçen ve kendisine dik dik eksen etrafında serbestçe, sürtünmesiz
dönebilen bronzdan yapılmış kalın bir halkadır. Jiroskop ekseni
etrafında çevrilip kendi halinde bırakıldığı zaman, ekseninin de
gök küresinde sabit bir noktaya “KUTUP YILDIZINA” yönelmiş
olması yerin bir eksen tarafında döndüğünü göstermektedir. Aynı
zamanda da yıldızlarında bir eksen etrafında döndüğünü bulmak
için ayrıca uzay çalışmalarında da kullanılmaktadır.
Mısırlıların inancına göre Firavun öldükten sonra cesedi
kutup yıldızına yükselmektedir. Yani Parimetler ve Koni bir
yapılan Nemrud’taki Höyük yapı, yerin bir eksen etrafında
döndüğünü ifade etmek için daima kuzey kutbunu işaret etmek
istemişlerdi. Bir diğer anlatım tarzıyla şu soru sorulabilir. Bu
Nemrud’taki höyük ve piramitler dev bir jiroskop mudur? Eğer
Jiroskop iseler o zaman yerin bir eksen etrafında, yani dünyanın
yörüngesinin güneşin etrafında döndüğünü bildiklerini kabul
etmemiz gerekmektedir.

APEX ADLI BİR BÖLGEYE AKMAKTADIR…


Düşüncemizde daha da ileri gidecek olursak, bir diğer deyişle
güneşin bir eksen etrafında döndüğünü, astronomik ifadeyle sani-
yede 19 kilometrelik bir hızla Herkül takımyıldızı yönüne doğru
kaydığını söyleyebiliriz. Hem de tüm sistemiyle ve samanyolu
galaksisi ile beraber gene saniyede 19 kilometelik bir hızla APEX
adı verilen bir bölgeye doğru akıp gitmektedir.

123
YÜZYILLARIN SIRLARI

Nitekim ayeti kerimede mealen şöyle buyurulmaktadır. “Güneş


de duracağı yere doğru gitmektedir. Bu, aziz –her şeye- gücü
yeten ve âlim- her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.”(Yasin: 38)

19 HARF
Bu konuyla ilgili son söz olarak Peygamberimizin hadis-i
şerifinin ve ayeti kerimelerin ışığı altında “19”un sırrını nokta-
layalım.
“Veki, A’meş’den, o da Ebi Vail’den o da Abdullah bin
Mesut’dan R.A. rivayet etti.
Kim Allah’ın kendisini Cehennem’in 19 zebanizisinden kur-
tarmasını dilerse “Bismillahirrahmanirrahim”i okusun ki Allah
onun her harfini zebanilerin her birisine karşı birer kalkan yapsın.
Nitekim besmele, Cehennem zebanilerinin sayısına eşit olarak
“19” harftir. Allah onlar hakkında “ÜZERİNDE ON DOKUZ
VARDIR” demiştir. Onlar her işlerinde “Bismillahirrahmanir-
rahim” derler. Zebanilerin güçleri işte bundan kaynaklanır ve
Allah’ın ismiyle galip gelirler.”
Bu haberde Abdullah bin Mesud R.A. hem Besmelenin harf
sayısının 19 olduğunu belirtmekte hem de Müddessir suresi-
nin 30 ayeti (üzerinde 19 vardır) ile Besmele şerifleri arasında
bağlantı kurmaktadır. Gerçekten de ilahlık iddiasında bulunan
Firavun’un zulmünden hicret eden Musa A.S.’ın Asa’sında da
“Bismillahirrahmanirrahim” yazdığı birçok dini kitaplarda ifade
edilmektedir.
Müddessir suresinin otuz ve otuz birinci ayetleri:
“ONUN ÜZERİNDE ON DOKUZ VARDIR”
“Biz Cehennem muhafızlarını hep melekler kıldık. Onların
sayısını da inkâr edenler için bir imtihan kıldık ki kendilerine kitab
verilmiş olanlar (Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna) iyice kanaat
getirsin ve inananların imanını artırsın. Ehl-i Kitap (Hıristiyanlar

124
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

ve Yahudiler) ve müminler şüpheye düşmesinler. Kalplerinde


hastalık bulunanlar ve kâfirler de, “Allah bu misalle ne demek
istedi? Desinler. Böylece Allah, dilediğini sapıklıkta bırakır diledi-
ğini de doğru yola iletir. Rabb’inin ordularını ancak kendisi bilir.
Bu (muhafızların sayısı) insanlara bir tebliğdir.”

Mesih Deccal Kimdir?


Sağ gözü kör yani (bir gözünde sanki sihir edici bir man-
yetizma bulunan “börtlek gözlü” biri) sahip olacağı olağanüstü
güçlerle insanları kendine tapındıracak yüce Rab olduğunu iddia
edecek varlık.
Kütübi Site denilen Peygamberimizin Hadis-i Şerif Külliyatla-
rında (S.Buhari, Müslim, Davut, Tirmizi, İbn-i Mace) gerek Deccal
gerekse Mehdi konusunda önemli hadisler mevcuttur.
Örneğin: Deccal’in kuş gibi uçarak dünyanın bir yerinden
diğer bir yerine gidebileceği, kırk günde bütün dünyayı dolaşa-
cağı görmedik ev kalmayacağı, aynı anda dünyanın her yerinde
görülüp dinlenebileceğine işaret eden öyle anlatımlar vardır ki,
asırlar öncesinin şartları içinde bütün bunlar hayal bile edilmez-
ken, elbette, tren, vapur, uçak gibi ulaşım vasıtaların bolluğundan
bahsedilerek, radyo ve televizyon gibi kitle iletişim vasıtalarından
istifade ederek insanlığı fesada sürükleyebileceğine adeta asırlarca
önceden dikkat çekilmek istenmiştir.
Bunlar Allah’ın ilmi içinde olan hususlardır. Ne var ki, böyle
bir belaya karşı tedbirli, bilgili olup, yeni yetişenleri bu konuda
uyarmada kesinlikle fayda vardır. Çünkü işaretler bu zamanın
çok uzak olmadığını göstermektedir…
Diğer taraftan tarih boyunca çeşitli çaplarda Deccaller olmuş-
tur. Deccal vekillerinden biri de o Nemrut ki, “Rabb’iniz kim”
diye soruyor, istediği cevabı alamayınca ya öldürüyor, ya da ko-
vuyordu. Kıtlık dönemlerinde zahire almak için yanına gelenler
“Rabb’imiz sensin” dediklerinde istediklerine kavuşuyorlardı. Kim

125
YÜZYILLARIN SIRLARI

Nemrud’un hoşuna gidecek laflar ederse onlara başka imkânlar da


sunuyordu. Kendine kul olanları dünya Cennet’inde yaşatıyordu.
Allah’a kulluk edenleri de dünya Cehennem’ine atıyordu, yani
zindanlara atıyordu.
Sonunda korktuğu başına geldi, müneccimler saltanatını
yıkacak çocuğun yakında doğacağını haber verdiler. Bütün erkek
çocuklarını anında öldürmesine rağmen, Puthane bekçisi Azer’in
oğlu Hazreti İbrahim olarak karşısına dikilecekti. Sonunda Nem-
rud Allah’ın elçisini ateşe atacak lakin tüm kâinatın Yaratan’ın ve
sahibinin izniyle ateş İbrahim Peygamberi yakmayacaktı. Ateş,
ilahi emre uymak zorundaydı. “Ey ateş, soğuk ve semaletli ol!”
ayeti hizmete vakıf hâle getirilmişti.
Tüm bu olayların akabinde, Hz. İbrahim’e “Hicret” yolu
görünmüştü. Nemrud’un beldesini terk edince sinekler hücum
edecek, Allah’a karşı gelen ve iman edenlere zulmedenler, “Allah’ın
askerlerini O’ndan başkası bilemez” Müddessir/31. ayetinin
işaret ettiği gibi perişan olacaktı. Ve ayetlerin ifadesiyle de topal,
çelimsiz bir sinek Nemrud’un beynine girip, emanet edilen aklı
kullanmayan beynini kafasını duvarlara vura vura dağıttıracaktı.
Bir karınca Firavun’un sarayını başına yıkacaktı. Kim bilir belki
de bir mektup Deccal’ı bağırta bağırta gebertecektir...
Hepsi ilahlıklarını ilan edecek, kan dökecek ve zulmedecek-
tiler. Yerlere göklere sığmıyorlardı. Zulmün bir sonu vardı, Allah
müddet verir asla ihmal etmez sözü her zaman olduğu gibi yine
tecelli ediyor, edecek de…

TİBET VE GÜNEY AMERİKA PİRAMİTLERİ


HÂLÂ SIR…
Piramitlerle piramit biçimindeki nesnelerin onu çeşit bir
fonksiyonu olduğu, son yıllarda ortaya çıkarılmış ve ilmi olarak
ispatlanmış bulunmaktadır. Dünya üzerinde, Keops Piramitinin
yanı sıra, benzer türden iki büyük piramit daha vardır. Bunlardan

126
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

biri Tibet’te, diğeri Güney Amerika’dadır. Ve her ikisi de hâlâ


daha keşfedilmeyi beklemektedir.
Herkül takımyıldızı onun hemen yanında Orion bulutumsu/
Nebulası Avcı-Burcu yanında da Sirius bulunmaktadır.
Pek çok uygarlık, takviminde güneş, ay gibi kendilerinin
çıplak gözle kolayca gördükleri gök cisimlerini esas alan takvim-
lerde mevcut dünyanın Sirius’ten idare edildiğini kabul eden eski
uygarlıkların birçoğu için bu yıldız aynı zamanda ilahi bir önem
taşır. Eski Mısırlılar Çinliler bu yıldıza özel bir saygı gösterirlerdi.
Bu saygıya Mezopotamya uygarlıklarında da rastlamaktayız.
Sirius’ün önemli ve temel bir işleve sahip olduğu yıldızlar Orion
Takım Yıldızını ve ondan uzakta bulunmayan belli bir sayıdaki
yıldızı kapsar.
Bunlar, Orion’un kemerini oluşturan yıldızları çevreler, Ülker
yıldız kümesi, Küçükköpek ve takımyıldızının Gamma yıldızı
(Çoban Yıldızı) ve nihayet Sirius ve bileşenleri bulunurlar.
Bunlar “efendi-üstad” ve rehber işaretlerinin tanıkları olarak
kabul edilir. (Daha evvel Hermes’i açıklarken, belirtmiştik “Ruhlar
Kılavuzu” “Psykhopompos” deniyordu. “Hermes-İdris Peygamber”
konuları hatırlanırsa burada da aynı kavramları görürüz.)
Bu bilgileri Dagonlardan da öğreniyoruz. Dagonlarla, uygar-
lığımızın tanışması ilk kez 1930 yılında, bölgeye giden Fransız
bilgin Prof. Marcel Griaule vasıtasıyla gerçekleşmiştir. 1931’de Prof.
Marcel Griaule ilk incelemeleri sonucunda keşfettiği, Dagonların
şaşırtıcı bilgileri karşısında pek çok uzmandan oluşan bir ekibin
Etnografik incelemelerde bulunmasına karar verilmiştir. 1931
yılından beri sürdürülen Fransa’daki bilimsel araştırma merkezi
gibi kuruluşun desteklediği bu incelemeler, Prof. Marcel Griau-
le ve Prof. Germeine Dieterlen denetiminde gerçekleştirmiştir.
Dagonların evren bilgisinde birbiriyle ilgili olarak görülen Sirius
sistemi ve Orion takımyıldızı, eski Mısırlılar ve Greklerde de de
birbirleriyle ilişkilendirilmişlerdir. Greklere göre, Orion “Avcı”dır,

127
YÜZYILLARIN SIRLARI

Sirius ise onun “Köpeği”dir, eski Mısırlılar, Sirius”un bulunduğu


Büyükköpek takımyıldızı ile Orion takımyıldızının yan yana
temsil ettikleri bazı kabartmalarda, Büyükköpek takımyıldızını
bir inekle, Orion takımyıldızını ise elinde asa tutan, Osiris’in
eşi ve kız kardeşi olan İSİS’in sembolüdür:
Mısır’daki Piramitler bahsi hatırlanırsa orada Hermes’ten
yani (Osiris) İdris Peygamberden bahsetmiştik. İdris Peygamber
göğe çekilmişti. İsa Peygamber gibi, işte bu bilgiler insanlarda
öldükten sonra dirilmeyi ve (ruhların da göğe çekildiği inancıyla,
insanları mumyacılığa sevketmiş) ve temelin de bu inancı görmüş
oluyoruz.
Şimdi de Dagonlarda “gizli” dil dedikleri “Sigui Dili”nden
bahsedelim.
“Sigui dili (Sigiusu) dedikleri dilde dualar okunur. Yirmi gün
süren Sigui Seremonileri 60 yıllık bir periyoda sahiptir. Her Sigui
kutlaması, 60 yıllık bir devreyi kapsar, diğerini açar. Bu devreler
aslında nazari olarak Sirius-B’nin 50 yıllık dolandırma suresiyle
ilgiliyse de, Dagonlar 50 sayısı yerine gizlemli bir önem verdikleri
60 sayısını kullanmayı tercih etmişlerdir. Bu sayı SX12 ile üretilir.
12 Taban sayısını esas alan 12’li sayı sistemi Dagonlarca geniş
ölçüde kullanılmaktadır.
Dagonların son derece gizli tuttukları Sigui hesaplarıyla
kaydettikleri, Sirius sistemiyle ilgili uzun bir devre daha söz
konusudur. Bu devre 24 taban sayısıyla hesaplanmakta olup,
1440 yılı kapsar ki, bu eski Mısırlıların, 1460 yılı kapsayan Sirius
(SOTHİS devresi süresine çok yakın bir suredir. Son Sigui devresi
1958 kapanmış bir yenisi açılmıştır. Niçin 1958 yılı? Bu yıl neyi
ifade ediyordu?)
Dagonlar o günü yani (Tufan’ı) kendi ifadeleriyle muhafaza
edilen “22 Esas İşaret”ten bahsederler.

128
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Bazı şekillerde Sirius’ün parıldayacağı anlaşılması Tufan


gününde yol gösterdiği düşünülürse, Dünyanın sonuna doğru
parıldayacağı anlamı doğabilir mi bilinmez?
Dagonların, Nommo “Kelam Günü” tekrar ortaya çıkacaktır
sözü bunu mu ifade etmektedir?

“22 ANAHTAR”
Yirmi iki rakamı, yalnızca Dagonlarda değil birçok kültürde
ezoterik bir öneme sahiptir. Bu bilginin dayandığı en önemli
eski eser, Mısır bilgesi Hermes’e atfedilen Thot isimli eserdir.
Bize göre Hermes yani İdris Peygamber’e ait bu gizem bilim “22
Esasi işaretle” insanlığa dünyanın başlangıcından sonuna kadar
olabilecek olayları şifrelemiştir. Diğer taraftan, bu bilginin bu-
günkü Tarot kartlarıyla hiçbir ilgisi olmadığını okuyucularımıza
aktarmak isteriz. Zira 18. yüzyılda bu oyunu keşfeden Antoine
Court de GEBELİN (1725–1784) Monde Primitif” adlı eserinde,
İsrail halkını, Eski Mısır ile Batı âlemi arasında bir köprü olarak
görmüş; Toht’ta “22 “ işaretle sırlanan bilgilerin, İbranicenin 22
harfiyle gizemini korumaya devam ettiğini iddia ederek, bu dü-
şüncelerini bu eseriyle kuvvetlendirmeye çalışmıştır.
“22 Anahtar”a Kabala’da, (Orjinalini 3’lü Haham’ın dışında
kimsenin bilmediği gizli öğreti ve büyü kitabı) “22 daire” ve “22
harf” olarak rastlanır. Çinlilerin Tchenpey (Tehen-pey) kitabı da
Hermes’in kitabı Toht gibi, 22 rakamı üzerine kurulu olup, 22
metinden oluşmuştur.
Öte yandan Dagonlara göre, Dünya beşeriyetine açıklanan
22. Kategorinin sonuncusu “Barış”tır. Dolayısıya, geri kalan
kısmın insanlara açıklanması, bildirilmesi ya da indirilmesi 22.
Kategoriden sonra diğer bir deyişle “Barış”tan sonra gelen
23’üncü kategoriyle başlayacaktır.
23. Kategorinin Altın Çağ olduğu, tüm semavi din bilginle-
rinin malumu bir konudur ancak İsrailoğulları ve Hristiyanlar

129
YÜZYILLARIN SIRLARI

dinlerinin orjinalini koruyup, yaşatamadıklarından dolayı, bu


müjdenin Müslümanların lehine sonuçlanacağı aşikâr. Böylece
dünya beşeriyetinin artık kabul etmesi gereken hususun son
asrın aslında “KUR’AN ÇAĞI” olması gerektiğidir.
Nitekim yüce kitabımız “Kur’an-ı Kerim”de “Âlemlerin Rabbi”
Allah’ımız; Kur’an-ı Kerim’in insanlık için bir kurtarıcı olmasının
yanında “en son ve tamamlayıcı bir rahmet” olarak Peygamberi
ve Resulu Hz. Muhammed aracılığıyla tüm âlemlere indirildiğini
birçok ayette vurgulamıştır.
* Tarot kartlarının kökeni tam olarak bilinmemektedir. Danyal
Peygamber’e değin ulaştığı söylemi dışında 18. yüzyılda Antoine
Court de GEBELİN (1725-1784) tarafından oyun yeniden keşfe-
dilmiştir. GEBELİN, “Monde Primitif adlı zengin eserinde, Mısır
kütüphanesinin yok olan eserlerinden bugüne kadar ulaşabilen
tek kitap olarak tanımlar TAROT kartlarını.
Ancak 13. yüzyılda tüm izler kaybolur. 1240 yılında Worcester’in
sinotunda Kral ve Kraliçe’nin Oyunu adlı bir oyunda söz edilse
de bunun bir kart oyunu olup olmadığı bilinmemektedir. Kartlar
ilk kez isimleri Naibi altında 1299’da “Trattato del governo della
familia di Pipozzo di Sandro” adlı eserde tekrar ortaya çıkar.
14. yüzyılda ise kart oyunlarının yasaklandığını gösteren çeşitli
belgeler mevcuttur.
Akla yatkın bir teoriye göre sadece Büyük Arkana’nın 22
kartı eski tarihlere dayanmaktadır. Küçük Arkana’nın 56 kartının
kökeninin ise Ortaçağ olduğu varsayılmaktadır. Yine bu teoriye
göre Küçük Arkana’nın 4 serisi, Ortaçağ döneminin 4 temel sını-
fını temsil etmektedir: Kılıç = Şövalye, Kupa = Din Adamı, Para
= Tüccar, Değnek = Köylü. Değişen tahminlere göre kartların ya
Haçlılar tarafından (Mısır kökenli), ya da çingeneler tarafından
(Hint kökenli) Avrupa’ya getirildiğidir. Ancak bu iki varsayımı
yukarıdaki tarihlerle desteklemek imkânsızdır.

130
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Kartları sadece 1500 yıllık bir tarihe sahip olmaları ya da belki


daha eskiye dayanmaları o kadar önemli değildir; önemli olan
özellikle Büyük Arkana’daki 22 sembolün insanlık tarihinin ilk
dönemlerinde dahi insanlara tanıdık olması ve efsanevi semboller
olmalarıdır.

Tarot İsmi
Kartların ilk ortaya çıkışı “Naibi” ismi altında olmuştur. Bu-
günkü ismi ise İtalya’da ortaya çıkmıştır ve Tarrachino, Tarocco
veya Tarocchi”den gelmektedir. Bazılarına göre isim Po nehrinin
bir kolu olan Taro nehrinin isminden üretilmiştir. Bazıları ise buna
karşı çıkıp kelimenin 4 harfi kombinasyonları ile oyunun kendi
arasında bir bağlantı bulmaya çalışmıştır. Örneğin Amerikalı
okültist Poul Foster CASE (1884–1945) Taro kelimesinin 4 harfi-
nin kombinasyonlarından Rota, Taro, Orat, Tora, Ato cümlesini
bulmuştur ki tercümesi “Tarot’un Çarkı Athor’un Kanununu
Bildirir” anlamındadır.

Oyunun Kurulması
Eski kart oyunları değişik sayıda kartlardan oluşmaktadır.
Floransa oyununda 41 koz kartı ve 56 koz olmayan kart varken
Bolonya oyunu 62 karttan ve Andre MANTEGNA’nınki 40 karttan
oluşmaktaydı. Bazı oyunlar her biri 12 karttan oluşan 12 seriye
bölünmüşken, bazıları 12 karttan oluşan 8 seriden meydana gel-
mektedir. Bugün bildiğimiz 22 Büyük Arkana kartından oluşan
oyun ilk 1600 senesinde İtalyan Garzoni tarafından ortaya atılmıştır.
Bu şekilde oyunun ismi Marsilya Tarot’u veya Venedik Oyunu
olmuştur. Büyük Arkana 22 kartta (0 = Joker, XXI = Dünya’ya
kadar) bize mitolojik hikâyeler veya diğer efsanelerden tanıdık
gelen resimler vardır. Küçük Arkana’nın 56 kartı ise bugünkü
kart oyunlarından çok iyi tanıdığımız 4 ayrı seriye benzer bir
şekilde bölünmektedir. (Değnek = Maça, Kılıç = Sinek, Kupa =

131
YÜZYILLARIN SIRLARI

Kupa, Para = Karo’dur). Bu serilerin her biri yine kendi arasında


10 sayı kartı (1 = As’dan 10’a kadar) ve 4 saray kartı (Kral, Kraliçe,
Prens, Kupa) olarak ayrılmaktadır.
20. yüzyılın başında Tarot kartlarına olan ilgi birden artar
ve Arthur Edward WAITE (1857-1941) sayesinde oyun bir hayli
tanınır. WAITE 1888’de kurulan bir derneğin üyesi ve sonra baş
ustası olur. Derneğin üyesi sanatçı Pamela Coleman SMITH
tarafından çizilen yeni bir Tarot oyununun fikir babası olur. Bu
kartların üzerlerinde çizerin baş harfleri olan PCS harfleri yer alır.
Diğer Tarot oyunlarında sadece Büyük Arkana’nın kartları, Saray
Kartları ve 4 As kartı resimlidir. WAITE tarafından geliştirilen
oyunda kalan diğer 36 kart da resimlenmiş olup fal açana ilham
verirler. Bu resimler sayesinde Tarot dünyanın en çok bilinen fal
açma yöntemi haline gelmiştir.

23.KATEGORİ (1 + 22)
AYASOFYA KİLİSESİ’nin dış nartekslerini bağlayan bir kapıda
bu bilgi bir devreden bir sıralamayı gösterircesine; bir ÜÇGEN’in
kenarlarına bezenmiş 22 DAİRE ile gösterilmiştir. 23. DAİRE
ise ilahi kaynağı temsil etmek üzere bu 22 dairenin sıralandığı
üçgenin EN TEPESİNE yerleştirilmiştir.
Kozmik Gizli bilgilere göre, ilahi kudret dizimi 3+7+12= 22
şeklindedir. Bu rakamın tepesinde ALLAH’ı tesilen 1 vardır.
Yani;
1+ 22
Canlıların genetik yapısını taşıyan KROMOZONLARIN sayısı
insanlarda 23 çifttir. Bu 23 ÇİFTTEN sadece 1 ÇİFT CİNSİYET
KROMOZONUDUR! Rakam yine;
1 + 22
Yukarıda da dikkati çektiğimiz gibi KUR’AN-I KERİM’in de
“23 YILDA” indirilmiş olması yeterince mesaj vermiyor mu?

132
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

EK BİLGİ:
İbrani Alfabesi: Sami (Semitik) dil grubuna bağlı dillerden
olan, İsrail’in resmi dili İbranicenin yazımında kullanılan bir
alfabe.
Hemen birçok Sami (Semitik) dil gurubuna bağlı dilde olduğu
gibi [İbrani Alfabesi] [1]de sağdan sola doğru yazılan 22 temel
sessiz harften oluşmaktadır. Harfler bitiştirilmez ve ayrı yazılır.
Beş harfin sonda yazılışı farklıdır.
Sesli harfler (Nikkud, Çoğulu: Nikkudot) ana harflerin altına
konulan işaretler ile gösterilir. Ancak bu noktalamalar çoğu zaman
kullanılmaz. Bunlar ancak, dini metinler, sözlükler ve yabancı
kelimelerin doğru okunuşunu göstermek için kullanılır.
İbrani Alfabesi sadece İbranicenin yazılmasında kullanılma-
yıp; aynı zamanda Aşkenaz Yahudilerinin konuştuğu ve Cermen
kökenli bir dil olan Yidiş (Yahudi Almancası) ile Sefarad kökenli
Yahudiler’in dili olan Ladino (Yahudi İspanyolcası) yazımında
(genellikle İsrail’de) da kullanılmaktadır.
Tarih boyunca az çok şekil değişiklikleri geçirmiş olan İbrani
Alfabesi’nin Antik Dönem İbrani Alfabesi, Kare Yazı, El Yazısı,
Raşi ve Solitreo gibi biçimleri de bulunmaktadır.
Her İbranice harfin sayısal bir değeri bulunmaktadır. Örneğin,
alefin sayısal değeri 1 ve yodun sayısal değeri 10’dur; 11 sayısı ise
bu iki harfin kullanımıyla gerçekleşir (‫)יא‬.

İBRANİ ALFABESİ:
Simge Harf adı Ses değeri Sayısal değeri
‫א‬ alef - (1) 1
‫ב‬ bet, vet b, v 2
‫ג‬ gimel g 3

133
YÜZYILLARIN SIRLARI

‫ד‬ dalet d 4
‫ה‬ he h (2) 5
‫ו‬ vav v 6
‫ז‬ zayin z 7
kh (ya da h)
‫ח‬ khet 8
(3)
‫ט‬ tet t 9
‫י‬ yod y (4) 10
‫ *ך‬ve ‫כ‬ kof ve kaf, haf k, kh 20
‫ל‬ lamed l 30
‫ מ‬ve ‫*ם‬ mem m 40
‫ *ן‬ve ‫נ‬ nun n 50
‫ס‬ samek s 60
‫ע‬ ayın - (5) 70
‫ פ‬ve ‫*ף‬ pe ve fe p, f 80
‫ צ‬ve ‫*ץ‬ sadi ts (ya da tz/z) 90
‫ק‬ kuf k ya da q 100
‫ר‬ reş r 200
‫ש‬ şın, sin ş, s 300
‫ת‬ tof, thof t 400

23 SAYISIYLA İLGİLİ DERLEMELER


“23 Numara” filminin esin kaynağı olan 23 sayısı birçok ki-
şiye göre içinde bir gizem barındırıyor. İyiye ya da kötüye işaret
olarak algılanıyor. Başkalarına göre ise 23 sayısı etrafında dönen
olaylar sadece birer tesadüf.

134
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Batıl inançlar arasında en popüler olan şüphesiz 13 sayısının


uğursuzluğuna inanmaktır. Hele bir de 13 sayısı cuma gününe
denk gelirse, birçokları için bu sayının uğursuzluğu katlanarak
artar sanki. Düğün tarihleri değiştirilir, önemli toplantılar ertelenir.
13′ün laneti yetmez gibi şimdi karşımıza bir de 23 sayısı çıktı.
Bugüne kadar belki çoğumuz bu sayıyla ilgili özel bir durum
olduğundan habersizdik.
Ta ki “23 Numara / The Number 23″ filmi çekilene dek.
Bu hafta vizyona giren bu filmde 23 sayısını saplantı haline
getiren Walter Sparrow (Jim Carrey) hayatını kendisinin ve sevdik-
lerinin ölümüne yol açabilecek bir psikolojik işkenceye dönüştürür.
Walter elinden bırakmadığı “23 Numara” adlı gizemli romanın
etkisiyle karısı ve oğluyla beraber hayatını sürdürebilmek için
geçmişteki sırların kapısını aralamak zorunda kalır. Kitabın ana
karakteri dedektif Fingerling’in 23 sayısının gizli gücüne duyduğu
saplantı Walter’ı kontrol etmeye başlar.

William S. Burroughs 23′ün esrarını keşfetti


Filmin esin kaynağı olan 23 sayısı öğrendik ki hayatın birçok
alanında kendini gösteriyor. 23 sayısı birçok gizemli tesadüfte
saklı ancak sadece onu fark edebilen görüyor. “23 muamması”
tüm olayların doğrudan 23 sayısıyla ilişkili olduğu inancını
kapsıyor.
Yazar William S. Burroughs’un keşfettiği bu muamma bazıları
için iyiye işaret, diğerleri için ise bir felaket simgesi.

Hikâye şöyle devam ediyor…


Burroughs, Fas’ın Tanca şehrindeyken İspanya’ya giden bir
geminin kaptanı olan Clark’la tanışır. Bir gün Clark, Burroughs’a
23 yıldır kazasız gidip geldiğini anlatır. Ve o gün gemisi batar…
O gece Burroughs radyoda New York’tan Miami’ye giden 23 sefer

135
YÜZYILLARIN SIRLARI

sayılı uçağın düştüğünü duyar. Pilotun adı da geminin kaptanı


gibi Clark’tır.
Burroughs bu olaylardan sonra 23 sayısıyla ilgili kayıtlar
tutmaya başladı. Dutch Schultz hakkında yazarken fark eder
ki gangster 23 Ekim 1935′te düzenlenen bir suikastin ardından
ölmüştür.
23 Ekim’den söz açılmışken… 16′ncı yüzyılda yaşayan Başpis-
kopos James Ussher dünyanın MÖ 23 Ekim 4004′te yaratıldığını
iddia ederken Mayalıların dünyanın sonu olarak verdiği tarih 23
Aralık 2012 idi.
Eski kehanet yöntemi I Ching’deki 23′üncü altıgen “ayrıl-
mak”, telegraf şifresindeki 23 “hattı kes” anlamına geliyor. İngiliz
astrolog, yazar ve ressam Aleister Crowley 23 sayısının “ayrılık,
neşe ve hayat” anlamına geldiğini söylemişti.

Şüpheyle bakanlar da var


“23 muamması”na şüpheyle bakanlar da yok değil. Onlar bu
tesadüfleri tek bir sayıya odaklanmaya bağlıyor. Bu doğru olabilir
ama bazıları bu 23′lerle eğleniyor, bu uyumdan zevk alıyorlar. Bu
arada diğerleri için 23 sayısı hayatı oldukça zorlaştırıyor.
Genesis P. Orridge (kurduğu müzik grubu Psychic TV 23
ay boyunca her ayın 23′ünde albüm çıkarmaya niyetlendi, 17′inci
nedense sonuncu oldu) başka bir İngiliz müzik grubu olan Cabaret
Voltaire’in elemanlarına bu muammadan bahsetti. İlgilenseler de
şüpheyle yaklaştılar. İki gün sonra Genesis’i aradılar:
“Seni serseri! Üç konser vermek için Hollanda’ya geldik.
Oteldeki oda numaramız 23 ve ayın 23′ündeki konser bir felaketti.
Döndüğümüz her yerde 23′ü görüyoruz. Ne yaptın sen?”
Genesis’in cevabı “Fark etmeye başlayacağınızı söylemiştim”
oldu.

136
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Mantıklı düşünülünce “23 muamması” algıda seçicilikle de


açıklanabilir. Ama bu tür gizemlerden hoşlanıyorsanız hayatınız-
daki 23′leri aramaya başlayın.

Bilim
23 kromozom
Her ebeveyn çocuğunun DNA’sına 23 kromozom verir.
Kanın tüm vücuttaki dolaşımını tamamlaması 23 saniye
sürer.
Dünyanın ekseni yaklaşık 23,5 derecedir.
Neptün gezegeni 23 Eylül 1846′da keşfedildi.

Spor
Uğurlu ve uğursuz formalar
Michael Jordan’ın forma numarası. Birçok sporcu Michael
Jordan’a ithafen ya da onun gibi olmak için 23 numaralı forma
giyiyor. Buna iki örnek İngiliz futbolcular David Beckham ve
Sol Campbell.
Manchester City futbol kulübü 2003 yılından beri hiçbir
oyuncusuna 23 numaralı forma giydirmiyor. Bunun nedeni
26 Haziran 2003′te oynarken ölen Marc-Vivien Foe’nun forma
numarasının 23 olması.
NBA’in Cleveland Cavaliers takımında oynayan LeBron
James’in forma numarası 23′tür.

Televizyon
“Lost”un gizemli şifresi
“Family Guy”ın bir bölümünde Peter’ın bahis kuponunda
23 sayısı yer alır.

137
YÜZYILLARIN SIRLARI

“Lost”ta düşen uçağın kuyruk kısmından kurtulan yolcu


sayısı 23 idi. Rose ve doktor Jack uçakta 23′üncü sırada oturu-
yorlardı. Filmin ana karakterlerinden Kate’i yakalayana 23 bin
dolar ödül vardı. Ve dizide sıklıkla karşımıza çıkan şifrede 23
sayısı yer alır.
“Heroes” dizisindeki karakterlerden biri 23 numaralı otel
odasında kalır.

Film
Matrix’ten seçilen 23 kişi
“Matrix Reloaded”daki açılış şifresinde son ve en önemli sayı
23′tür. Ayrıca Architect, Neo’ya son görevi olan Zion’u yeniden
inşa etmesi için “Matrix’ten 23 kişi seçmesi gerektiğini” söyler.
“Beşinci Güç”te (Fifth Element) hikâye 23′üncü yüzyılda,
2263′te geçiyor.
“Con Air”de 23 tecavüzden suçlanan adam “Johnny 23″
adını alıyor.
Pedro Almodovar’ın “Konuş Onunla” filminde komadaki
kadın Alicia geçmişte yaşadığı binanın kapı numarası 23′tür.
Robbin Williams’ın rol aldığı “Baskı”da (One Hour Photo)
süpermarketteki dijital sayaçta ve bir karakterin tişörtünün üze-
rinde 23 sayısı görülür.
“Büyük Lebowski”de Ahbap ve arkadaşları hep 23′üncü
caddede oynuyor.
“Bıçak Sırtı”nda (Blade Runner) Dünya’ya kaçan 23 kişi
öldürülür.
“Kâbus Gecesi” (Jeepers Creepers) filmlerinde Şeytan karakteri
23 yılda bir 23 günlüğüne insanları yemeğe gelir.
“Prestij”de Christian Bale’in karakteri Alfred Borden hapis-
hanedeyken 23D hücresinde kalır.

138
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Matematik
Olasılık teorisinde 23
Roma rakamlarında 23, XXIII şeklinde yazılır: İki “X” ve üç
“I”.
Eğer 1 sayısı dikkate alınmazsa tam sayılar 2 ve 3 toplama
yoluyla başka bir tam sayı oluşturmak için yeterli en küçük sa-
yılardır. (örn: 13= 2 + 2 + 2 + 2 + 2 + 3)
Pi sayısının (3,14159) ilk altı basamağının toplamı 23′tür.
Olasılık teorisinde, doğum günü paradoksu şöyle geçer:
Rastgele seçilmiş 23 kişi arasında, en azından iki kişinin doğum
günlerinin aynı olma olasılığı yüzde 50′nin üzerindedir.

Doğanlar ve ölenler
Bazı kaynaklara göre William Shakespeare 23 Nisan 1564′te
doğdu ve 23 Nisan 1616′da öldü.
Oyuncu River Phoenix 23 Ağustos 1970′te doğdu. 1993′te
Cadılar Bayramı’nda 23 yaşında öldü.
Jül Sezar suikasta uğradığında 23 kez bıçaklandı.
Alman bilgisayar korsanı ve Trojan virüsünün kâşifi Karl
Koch 23 Mayıs’ta öldü. İntihar ettiği ve bu tarihi bilinçli olarak
seçtiği tahmin ediliyor.

Kültür
Şarkılardaki sayı
Beatles’ın en son kaydedilen albümünün son şarkısı “Her
Majesty” 23 saniye sürüyor.
Prince’in “Gett Off” adlı şarkısında şu sözler yer alıyor:
“Twenty-three positions in a one-night stand” (Tek gecelik ilişkide
yirmi üç pozisyon).

139
YÜZYILLARIN SIRLARI

Alternatif rock grubu Jimmy Eat World’ün 2004 yılında çıkan


albümü “Futures”daki son şarkının adı “23″ ve şarkının süresi
yedi dakika 23 saniye.
Latin alfabesinin 23′üncü harfi olan W’nun iki ucu aşağı, üç
ucu yukarı bakar.
X-23 (Laura X olarak bilinen Laura Kinney) çizgi roman
“X-Men”den hayali bir karakterdir. 23 numaralı deneyden adını
alan X-23 Wolverine’in bir klonudur.

Din
Âdem’le Havva’nın 23 kızı vardı
Kur’an-ı Kerim’in Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e
indirilmesi 23 yıl sürdü.

140
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Fussilet Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz


53. Ayet bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde
onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek
olduğu onlara iyice belli olsun. Rabb’inin,
her şeye şâhit olması yetmez mi?

KIYAMET SAHNELERİ

“Rahmeti” ifade eden, idareci mekanizmadan intişar eden


“tesir” olarak yorumlanabilecek “yağmuru” halkımızda “rahmet”
olarak tabir eder.
Kendisinden “Suyun Efendisi” diye söz edilen “Deniz
Nommo’su (O-Nommo) ele alındığında, “deniz” ya da “sular”
sembolü de açıklık kazanır. Dagon mitolojisinde ifade edilen
sembol, genel olarak Nuh Tufanını ifade etmektedir.
Dagonlarda “O’Nommo” diye tabir edilen “Suyun Efendisi”
yani Hz.Nuh adını çağrıştırmaktadır.
Nommo’nun gemisi tek, eşsiz ve üstündü çünkü doluydu
“Geminin 60 oyuğu karınca oyukları gibidir,” denilirken, şu va-
zifeleri Nommo’nun (Nuh) yaptığını anlıyoruz; organize etmek,
sevk ve idare, denetlemek. Peygamberlerin sıfatlarını incelersek
adalet sıfatıyla bunların izahı doğrulanmış olmaktadır.
Geminin inişi sırasında zincirin, atları sembolize ettiği, zür-
riyetler silsilesini gösteren bir sürü halkanın sıralandığı iki kat
oluşturmaktadır.

141
YÜZYILLARIN SIRLARI

Geminin gerçekten iki katlı olduğu, diğer bir yaklaşım tarzına


göre de, söz konusu bağ ile bugün kullandığımız “Radyoelektrik
irtibat ve sevk etme sistemleri” arasında bir benzerlik bulunduğu
şeklindedir. Bilindiği gibi, bir titreşimli hareket bir karın ve düğüm
dizisi meydana getirir. Diğer hareket biçimlerine kıyasla bu hare-
ket, iki düğümü ayıran mesafenin ikili oluşuyla tanımlanır. Her
halkanın tek başına bütünü temsil etmesini de açıklamış olur.
Geminin salınım yapmasını ilişkin olarak Dagonlar şöyle
diyor:
Üst üste konulmuş (ikili) sandık (gemi) 8 dönem boyuna
salınım yaptı. Sandığın gidiş hattı önce güneye, sonra yine ku-
zeye sarkarak salınım yapıyordu. Dagon mitolojisinin aktardığı,
Nommo: aynı zamanda vahiy kanalıyla “Kelam” nakledecek bir
peygamberdir ibaresi vardır. Bu da bizim Nuh peygamberdir
ifademizi doğrulamaktadır.
Mitoloji şöyle devam eder: Nommo, iniş sırasında gemiye
yerleştirilmiş “başkan kapları” vasıtasıyla zaman ve mekânı tespit
ediyordu. Geminin, nemli topraktan olan bölgeye konması veya
inmesi şöyle ifade ediliyor.
“Toprağa varan gemi, balçık üzerinde kaydı,” denir.
Bir diğer deyişle toprak üzerine varan gemi “bulunan varlıkların
sırasıyla inmesinden sonra” şeklinde bir ifade vardır. Bu da bize
geminin Cudi dağına oturup oradan geminin içindeki varlıkların
sırasıyla yeryüzüne inip dağıldığı gerçeğini hatırlatmaktadır:
Bunun yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şu ayeti kerimeyle
belirtmektedir.
“(Nihayet) “Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!”
denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzeri-
ne yerleşti. Ve: “O zalimler topluluğunun canı Cehennem’e!”
denildi.”(Hûd/44…)

142
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Dünya Mitlerinde Tufan:


Dagonlarda olduğu gibi diğer yeryüzü mitlerinde de Tufan’dan
bahsetmektedir.
Asya’da 13, Avrupa’da 4, Afrika’da 5, Avustralya ve Güney
denizi adalarında 9, Amerika (Kuzey, Güney ve Orta Amerika’da)
37 adet Tufan destanı vardır.
Sümerler, büyük Tufan tarihi realitesinde en ufak bir şüpheye
dahi yer vermeden krallarının listesinde Mezopotamya hâkimlerini,
Tufan’dan önceki ve sonraki krallar diye ikiye ayırmaktadırlar. Bu
durum Vakay-ı Nâme kroniklerinde daima: “Ve sonra büyük tufan
oldu ve tufandan sonra gökten tekrar krallar indi” diye geçer.

Destanlarla İlmi Araştırmalar İç İçe: (Gılgamış Destanı)


1872 yılında Kuyuncik’te yapılan kazılarda Ninova (Asurlu-
ların şehri) Kraliyet kütüphanesinin harabeleri bulundu. Bunlar
arasında çivi yazısıyla yazılmış ve Şark tarihine “Gılgamış Destanı”
olarak geçmiş bir Babil Destanı’nda vardı.
Merkezi resim Uruk Kralı Kahraman Gılgamış idi. Destanda
belirtildiğine göre Gılgamış bir defasında şahidi olduğu büyük
Tufan’dan haber veren büyük babası “Uta-Napishtim”e gitmek
istemişti. Uta-Napishtim, bazı alametlerle ikaz edilmiş, kendisi ile
inananları için sular çekilinceye kadar içinde barınacağı bir gemi
inşa etmiştir. O da bir güvercin, bir kırlangıç ve bir karga salmış,
karga geri gelmeyince ümmeti ile birlikte gemiyi terk etmiştir.
Eski şarkta, bundan birkaç bin yıl önce gerçekten bir tufan
vuku bulduğu şüphe götürmez.
Asurlularda da, Babillilerdekine çok benzeyen bir Tufan
destanı mevcuttur. Kahraman Gılgamış yerine burada Izdubarı
atası Uta-Napishtim yerine de Hasis-Adra veya (Xisuthros) vardır.
Babil Hilla ile Bağdat yolunun ortasında bugünkü Abu-Habba

143
YÜZYILLARIN SIRLARI

tepesindeki eski (Akla Ziggurat bilgisindeki gökle yerin birleştiği


yer kelimesini çağrışım yapmaktadır.)
Şuruppak şehrinin yok olması şeklinde zuhur etmiştir. Babil
metinlerinden anlaşıldığına göre geminin kalıntıları, Ararat (Ağrı)
dağının güney tarafındadır.
Azteklerin bildirdiğine göre tufanın müddeti 5 gün ile 52 yıl
arasındadır. Sebep olarak muazzam miktardaki yağışlar dışında
kar fırtınaları da göstermektedirler. Ayrıca buzul erimesi (Edda)
yağmurlu fırtına, zelzele, girdaplı tayfun fırtınası (Dagonlarda
da Dolambaçlı Nommo, yağmur, suyun efendisi kelimeleriyle
paralellik arzetmektedir.) zelzele ve deniz baskınlarını da bir
arada zikredebiliriz.
Çinliler sebep olarak kötü ruh, Kung-kung’un gazabı esna-
sında gökyüzünü taşıyan direklerden birini, bir kafa darbesiyle
devirmesini gösterirler. Her yeri sular altında bırakmıştır. Ayrıca
Güney Amerika’daki Tiahuanaco bölgesinde de bir tufandan bah-
sedilmektedir:
Sümerler, büyük Tufan tarihi realitesinde en ufak bir şüpheye
dahi yer vermeden krallarının listesinde Mezopotamya hâkimlerini,
Tufan’dan önceki ve sonraki krallar diye ikiye ayırmaktadırlar.
Bunların vakay-ı name (kroniklerinde) daima “Ve sonra büyük
tufan oldu ve tufandan sonra gökten tekrar krallar indi,” Diye
geçer. Akla birinci olarak inananların geminin çok yükselmesini
ve gökten tabiri yapılarak (İnsana göre dağ yücedir. Yüksektir.) yer
sathıyla geminin sularını üstündeki yüksekliği anlatılmasını ifade
ediyor. İkinci olarak da, bizim tarih anlayışımızın artık değişmesi
gerektiğidir, dolayısıyla çağların ikiye ayrıldığı
a) Tufan’dan önceki çağlar, b) Tufan’dan sonraki çağlar diye
belirtmemiz gerektiği vurgulanıyor.
1922den 1929’a kadar İngiliz Arkeolog Wooley tarafından
yapılan Ur’daki kazılarda ancak muazzam bir afatın geride bıra-
kabileceği muhakkak olan 2.5 metre kalınlıkta bir kil tabakasına

144
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

rastlandığıdır. Böylesine kil tabakasının birikebilmesi için, muazzam


yükseklikte bir suyun bu bölgede uzun zaman bulunması gerekli
idi. Bunun da manası, Irak çöllerinden eski Babil’e, İran körfezine
kadar bütün memleketin su altında kalması demekti.
İlim çevrelerince Tufan gerçeğini apayrı iki araştırma dik-
katleri kendine çekmektedir. Bunların birisi 11.600 sene önce
yaşamış küçük bir deniz mahlûkunun kabuklarının jeologlarca
incelenmesi, ikincisi ise 8000 yıl kadar önce bir adamın elinden
çıkan yazıların arkeologlar tarafından araştırılmasıdır.
Asurluların başşehri Ninova harabelerinde 1850 yılında Ama-
tör bir İngiliz arkeologu Sir Austen Henry Layard, bozulmamış
binlerce kil tableti bulmaya muvaffak oldu. Tabletler Londra’daki
British Museum’a gönderildi. Hayatını bu işe adayan ilim adamları,
günümüze kadar gelebilen bu garip kama şeklinde kile basılmış
çivi yazılarının şifrelerini çözmeye başladı. Bunlardan George
Smith, bir gece tam o gün temizlenmiş olan bir tablet parçasını
eline aldı ve gittikçe artan bir şaşkınlık içinde Asurî dilinde su
baskınının bir haberini okumaya başladı. Smith’in okuduğu parça
“Gılgamış Destanı’nda anlatılan tufanın babilce tercümesi idi. O-.
Uta-Napishtim (Nuh A.S.) adında bir kişiden söz ediyor ve cihan
şümul tufandan kurtulanlardan olduğunu anlatıyordu. Nuh’un
kıssası ile bunun benzerliği hayret vericiydi ve tesadüf olmasına
pek ihtimal yoktu…
1877’de Pennsylvania Üniversitesi (ABD) Mezopotamya’da
yapılacak bir kazı için para ayırmaya karar verdi. Sümerlilerin
eski Nippur şehrindeki kazıdan 50.000 tablet çıkarıldı ki, bunlar
ne hikmetse (!) hâlen incelenmektedir. Bunların arasında 3700
yıllık bir tablet parçasında Gılgamış Destanı’nda kaydedilmiş
olan Tufan’ın başka bir haberine rastlandı.
Mezopotamya’daki yapılan bu kazılardaki mikroskobik
analiz temiz milden kalın bir tabakanın eski Sümer Medeniyetini
yok edecek kadar geniş ölçüde, bir tufan tarafından meydana

145
YÜZYILLARIN SIRLARI

getirildiğini ortaya koyuyordu. Burada büyük su baskınının


tarih kitaplarındaki an’ane ile tıpatıp uygun ve tartışılamayacak
kadar gerçek jeolejik delil ortaya çıkıyordu. İlim adamlarına
göre ilahi kitapta (Kur’an’da) yazılı olan tufan artık tamamıyla
gün ışığına çıkıyordu. Gılgamış Destanı ile Nuh’un (A.S.) kıssası
Mezopotamya çölünde kazıların bir kuyuda ortak bir kaynakta
birleşmiş oluyordu. Belki de Körfez Harbi hatırlanırsa Bağdat ve
Basra arası bombalandığı zaman kimbilir bu çalışmalar da tarih’in
derinliklerine gömülmüştür.
Öbür taraftan aynı jeolojik çalışmalar, 1960’lı ve 1970’li yıllarda
iki Amerikalı tarafından Meksika Körfezinin dibinde başlamıştır.
Körfezin dibinden ince uzun silindir şeklinde kaplarla tortuları
yukarı çektiler. Bunların içinde mini mini bir hücreli *foraminifer
adı verilen Planktonik organizmalar buldular. Satıhta yaşarken bu
organizmalar kabukları içinde suyun sıcaklık ve tuzluluğunun
kimyevi “kayıtlarını” tutmuşlardı. Üreme zamanında kabuklar
çıkarılıyor ve denizin dibine düşüyorlardı. Bu durum, zemindeki
tortuyu meydana getiriyordu.
Bir kesiti 100 milyon yıldan fazla eskiye giden iklimlerin kay-
dını yapıyordu. Ler inç (2,5 cm) iki bir tortu silindiri yeryüzünün
geçmişinin 1000 yıl kadarını sergileyebiliyordu.
Bu çökeltiler, Miami Üniversitesi’nden Cesare Emoliani ile
Rohde Island Üniversitesinden James Kennett ve Combridge
Üniversitesinden Nicnola Chacki-kon’dan kurulu iki ayrı ekip
tarafından incelendi. Her iki ekip, tuzlulukta dramatik bir deği-
şiklik tespit ettiler. Bu da Meksika körfezine muazzam bir tatlı su
baskını olduğunu ispatlıyordu. Radyoaktifme kodu kullanılarak
Jeokimyacı jeery stupp (Miami Üniversitesi) bu su baskınının aşağı
yukarı” 11600 sene önce olduğunu tespit etti.
Emiliani, tartışmaya dahi yer vermeden, muazzam suların
Meksika körfezine akmış olduğunu ifade ediyor. “Biz bunu bili-
yoruz,” diyor. Çünkü foraminifer (çoğu denizlerde, çok az türü

146
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

de tatli sularda yasayan sevimli kabuklu canlılar) kabuklarının


oksijen İzotop oranları Meksika körfezinin suyunun tuzluluğunda
geçici bir azalma meydana geldiğini göstermektedir. Bu açıkça,
12000 ile 11600 yılları tufanın esas dönemine rastlamaktadır. Böy-
lece hiçbir şüphe ve tereddüde mahal bırakmadan Tufan hakikati
ilim âlemince de tespit edilmiştir…

Araştırmaların Işığı Altında Tufan’ın Meydana


Geldiği Yerler
1) Kur’an’da zikredilen Cudi, bir dağ silsilesidir. Ancak şim-
diki bulunan gemi kütlesinin bulunduğu yer bir silsile içinde en
çok dikkatleri çeken bir bölgedir. Araştırmalar burada yoğun-
laşmaktadır.
2) Kur’an-ı Kerim’de sefine yerine kullanılan “Fülk” keli-
mesi fark iki kıratı (okunuşu) göre hem cemi, hem de müfret
(tekil) manaya gelmektedir. Cemi manasında (Çoğul olarak) bu
bir donanma filosudur. Dagonları anlatırken geçen ve Atlantis
uygarlığının çöküşünde geçen geminin anlatımlarında her ne
kadar bir adet gemiden bahis varsa birden fazla olabileceği de
belirtilmiş. Böylece müfret manaya alınırsa bir tane gemi olduğu
ortaya çıkıyor. Ancak bu gemi vahye müsned inşa edildiği için
en modern özelliklere sahiptir.
3) Kelime yapısındaki incelikler ve olayın meydana geldiği
yerler o dönemin sosyal hadiseleri mütehassıslar tarafından ye-
niden ele alınmalıdır.
a) Kur’an geçmiş ve hadiseyi şu hususiyetlerle ele alır.
a) Tevrat, İncil ve diğer semavi kitaplardaki peygamberlerin
mühim hadiselerini, o kitapların tasdiki altında kuvvet ve ciddi-
yetle haber veriyor.
b) İttifak ettikleri noktalar da onlara muvaffak ediyor.

147
YÜZYILLARIN SIRLARI

c) İhtilaf ettikleri konularda hatlarını tashih ederek hadisenin


aslını ortaya koyuyor.
Nuh’un Gemisi’nin Bulunduğu Bölgenin Özellikleri:
1) Nuh’un gemisi yakınındaki Mahşer Köyü’nün Tufan kurtu-
lanların kurdukları ilk yerleşin yeri olduğu tahmin edilmektedir.
2) Halk arasında ve çevresinde yaşayanlar bu dağa Cudi
diyorlar.
3) Bir zamanlar bu köyde zeytin yetiştiği söylenmektedir.
4) Gemi kütlesi içinden çıkan örneklerde silisleşmiş ağaç
kırıkları ve bazı örneklerin içerisinde saf demir oksitten ibaret
parçalar gözlenmiştir.
5) Ağrı Dağı külliyesini en iyi bu tepeden görmek müm-
kündür.
6) Ülkemizde ve özellikle Anadolu’da en iyi canlı heyelan
burasıdır. Bu heyelan bilim açısından önemlidir.
7) Bu yörede yapılmakta olan jeolojik araştırmalarda elde
edilen veriler, bölgede bir tufanın meydana geldiğini teyid eder
niteliktedir.
8) Çevresini oluşturan toprak malzemesine kıyasla, gemi küt-
lesinin malzemesi daha yüksek fiziksel mukavemete sahiptir…
9) Temeli oluşturan kaya türleri incelenmiş, 25.000 ölçekli
jeoloji haritaları çıkarılmıştır.
10) Yeraltı radarları ile jeofizik araştırmaları yapılmıştır.
Geminin kütlesinde yüzeyde 1.5 metre ve 6–9 metre kadar de-
rinliklerde iki ayrı seviyede elektromanyetik özellikler farklı olan
malzemeler belirlenmiştir.
11) Her şeyden önce bu kütlenin biçimi insanoğlunun inşa
ettiği ilk gemilerle tamamen benzerlik göstermektedir. Son derece
mükemmel simetriğe sahiptir. Ön kısım geniş arkaya doğru giderek
daraltmaktadır. Ayrıca boyut olarak ölçüsündedir…

148
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

İLMİ ARAŞTIRMALAR VE TUFAN GERÇEĞİ


Jeolojik malzemeler bütün dünyayı saran bir tufanı destekle-
mektedir. İlim adamlarının tahminine göre arz sathının katman-
larının yüzde 75’den fazlası taş yapılıdır. A.B.D. de Kaliforniya
ve Colorado plotosunda büyük tabakalar mevcut olup, en çok
bilinen yığılma tabakaları, 1800 m. Derinlikte Hindistan’dadır.
Jeologlar Tufan’ı ispatlar keyfiyet de ve hemen hemen dünyanın
her yerinde, değişik iklim ve coğrafik bölgelerden taşınmış hay-
van ve bitki fosilleri bulmuşlardır. Bütün bu fosiller, canlıların
taşınarak büyük bir sel neticesinde buralarda fosilleştiğinin açık
bilgesidir.
Kuzey Rocky Dağlarında denizde yaşayan hayvanlardan TRİ-
LOBIT ve yapıları bozulmamış böceklerin fosilleri bulunmuştur.
Yapılarının bozulmayışı bu canlıların yavaş yavaş değil aniden
öldüklerini göstermektedir. Hatta balık fosilleri, tabakalar arası
da hiç bozulmadan kalmıştır. Kılçıkları dahi üzerindedir. Büyük
bölgelerde milyarlarca balıktan müteşekkil balık sürüsü fosilleri
de bulunmaktadır. Jeolog H. Moller, Britanya adalarının büyük bir
kesimini kaplayan çok eski devirlerinden kalma fosiller hakkında
şunları söylemektedir.
Kayalık Dağlar, (İngilizce: Rocky Mountains) Kuzey Amerika’da
uzanan, üzerinde bazı volkanların da bulunduğu sıradağlar.
Kayalık olan bu dağlar, 4500-5000 km boyunca Meksika’dan baş-
layarak ABD üzerinden Kanada ve Alaska’ya kadar uzanırlar.
Tarihin herhangi bir döneminde korkunç bir afet 150 km.lik bir
şeritte balıkların ani ölümüne yol açmıştır. İskoçya’nın kuzeyinde
Orkney adalarında ve Cromarty ’de aynı manzara görülmektedir.
Buradaki balık fosilleri büyük bir ölümün izlerini taşımaktadır.
Vücutları kırılmış ve eğri şekildedir. Kuyrukları bazen kafalarına
kadar kıvrılmış ve eğri şekildedir. Bu sahneye ancak kramptan
ölen balıklarda rastlanır…

149
YÜZYILLARIN SIRLARI

Jeolog Moller’in tasvir ettiği bölge 51.800 km2 lik sahayı


kapsamaktadır. Bölge yok edici bir kuvvetin tahribatının izlerini
taşımaktadır. Jeolog Harry S. Ladd’da, Kaliforniya Santa Barbara’da
15–20 cm. uzunluğunda balıkların kapladığı 10 km2 lik bir sahadan
bahsetmektedir. Soru şudur; Bu balık fosilleri bataklık olan bir
kara parçasına nasıl gelebildiler?
Paleontologların bahsettikleri bir başka yer de A.B.D. ayaleti
Wyoming’dedir. Bu bölge şimdi turistik bir yerdir. Çok çeşitli
balık ve bitki fosilleri bu arada bulunmaktadır. Bölgede 2,5 m
uzunluğunda balıklarla 1.20 m. Uzunluğunda palmiye yaprakları
bulunmuştur. Ayrıca yengeç, kaplumbağa, timsah, sazan, kuşlar,
memeliler hayvanlar ve böceklere ait birçok fosil bulunmuştur.
Çeşitli iklim ve bölgelere ait fosil karışımları en büyük fosil
yataklarındadır. Baltık denizi Bernstern’de bulunan böceklerde
PREHİSTORİK devirdekilerden daha yenidir ve dünyanın çeşitli
bölgelerinden gelmiştir.
Jeolog Heribert Nilson bazı yapraklardan klorofilin, böceklerde
de yumuşak doku kısımlarının ve pigmentlerin yani renk madde-
lerinin korunduğuğunu, bununda bu canlıların ani ölümlerinin
işareti olduğunu bildirmektedir. Aslında bu kısımlar ölümden
hemen sonra birkaç gün içinde yok olmaktadır. Bu da Tufanı
destekleyen bir başka delildir. 1851’de Dorc Hester’de kayalar
dinamitlenirken etrafa uçan taş parçaları arasında işlenmiş bir
metal kap bulmuştur. Üst kısmı gümüş kakma bir çiçek demeti
bulunduruyordu. Alt kısmı da ustaca, çiçeklerle işlenmiştir. Bu
da o dönemde kavimlerin metal işçiliğindeki ustalıklarını gös-
termektedir…
Eğer bir tufan aracılığıyla olmasa bu madeni kap oraya nasıl
girebildi? Bir başka sır da Pennysilvalya’da Norristun’da taş kırma
esnasında 20 metre derinlikteki bir mermer blokta bulunmuştur.
Mermer, fabrikada parçalara ayrıldığında üzerindeki eski yazılar
otaya çıkmıştır. 1889’da İdaho’da bir artezyen kuyusu açılırken
90 m derinlikde bir kadını tasvir eden heykel çıkarılmıştır. (Suva

150
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

pulo olabilir.) bütün dünyanın alakasını çeken bu heykel 90 m.


Derinliğine nasıl inebilmiştir. Şimdi müzede gösterilmektedir.
Astronomik tufan delilleri de vardır. Adelaid Rasathanesi
idarecilerinden George P. Dodwell 1960’larda Prof. Arthur J.
Brandenburger’e gönderdiği mektubunda 26 yıldır güneş yörün-
gesi üzerinde çalıştığını ve geçmiş devirlerde EKLİPLİK eksinin
23,5 den bir ara 26,5 e döndüğünü (tufan esnasında) ve 1850
yıllarında da tekrar yine 23,5 e döndüğünü yazmaktadır.
Tufan’ın en kuvvetli delilerinden biri de dünyanın en yüksek
dağı olan Everest’te bulunan fosillerdir. Burada çok çeşitli sal-
yongoz kabukları, balık yüzgeçleri bulunmuştur. Bundan başka
diğer zirvelerde böyle buluşlar olmuştur.

VAN GÖLÜ VE TUZ GÖLÜ


Jeologlar Ağrı Dağı’ndan deniz hayvanlarının kabuklarını
getirmişlerdir. Ağrı bölgesindeki iki gölde Tufan’ın izlerini taşı-
maktadır. Van gölü deniz sathından 1714 m. Yükseklikte olup,
% 022,4 nisbetinde tuz ihtiva eder. Bu haliyle deniz hususuyeti
göstermektedir. İran’daki Urmiye gölü ise 1489 m yüksekliktedir.
144 km uzunlukta ve 48 km genişliktedir. Hiçbir yeri de 6 m’den
daha derin değildir. Taş nisbeti de % 23’tür.

KUTSAL KİTAPLARDA GEMİNİN ÖLÇÜLERİ


Tevrat’ta Nuh’un gemisi ve Tufan ile alakalı kısımlar, şöyle
belirtilmektedir. “Geminin uzunluğu 300 arşın, genişliği 50 arşın
ve yüksekliği 30 arşın olacaktır. Gemiye ışıklık yapacaksın ve onu
yukarı doğru bir arşın tamamlayacaksın. Ve geminin kapısının yan
tarafına koyacaksın, alt, ikinci ve üçüncü katlı olarak yapacaksın,
“(Genesis s. 6–15–16)
“Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden
sahibi olanlardan her nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin.

151
YÜZYILLARIN SIRLARI

Erkek ve dişi olacaklar. Cinslerine göre kuşlardan ve cinslerine


göre sığırlardan ve cinslerine göre toprakta her sürünenden, her
nev’inden ikişer olarak saklamak için sana gelecekler. Ve sen
yeniden her yemekten kendine al ve yanına topla sana ve onlara
da yiyecek olacaktır. Ve Nuh, Allah’ın kendisine emrettiği her
şeye göre yaptı. Öyle yaptı. (Genesis, 6, 19–22)
“Ve kendisinde hayat nefesi olan her bedenden ikişer ikişer
gemiye Nuh’un yanına girdiler. Ve girenler Allah’ın emrettiği gibi
beden sahiplerinden, erkek ve dişi olarak girdiler ve Rab onun
üzerine kapıyı kapadı. Ve yer üzerinde kırk gün tufan oldu ve
sular çoğalıp gemiyi kaldırdılar ve yerden kalktı. Ve sular yük-
seldiler ve yer üzerinde ziyadesiyle çoğaldılar ve gemi suların
yüzü üstünde yürüdü. Ve yer üzerinde sular çok yükseldiler ve
bütün gökler altında olan bütün yüksek dağlar örtüldüler. Sular
on beş arşın daha yükseldiler ve dağlar örtüldüler. Ve yer üzerinde
hareket eden bütün beden sahipleri, gerek kuşlar, gerek sığır ve
hayvanlar ve yer üzerinde her sürünün ve her adam öldü. Bütün
karada olanlardan burunlarında hayat ruhunun nefesi olanların
hepsi öldüler. Ve adamlar sığırlara kadar, sürünenlere kadar ve
göklerin kuşlarına kadar, yeryüzü üzerinde yaşayan her şey silindi
ve yeryüzünden silindiler ve yalnız Nuh ve kendisiyle beraber
gemide olanlar kaldılar. Ve yüz elli gün sular yeryüzünde yük-
seldiler. (Genesis 7. 15–24)
“Ve gittikçe sular yerden çekildiler ve yüz elli gün bittikten
sonra sular azaldılar. Ve gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gü-
nünde, Ararat dağları üzerine oturdu.” (Genesis 8, 3–4)

KUR’ÂN’DA HZ.NUH’UN GEMİSİ


“Nihayet ‘Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!’ denildi.
Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti.
Ve: ‘O zalimler topluluğunun canı Cehennem’e!’ denildi.” (Hud
Suresi/44)

152
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Nuh Peygamber ve Tufan ile ilgili olarak 15 ayet tespit edil-


miştir. Tefsirleri de çıkartılarak fiziksel verilerle birlikte bu ayetlerin
uygunluğu mukayese edilmektedir. Bu kütlenin Ağrı Dağı yerine
başka bir dağda bulunması ve bu yörede CUDİ isimli bir tepinin
bulunması Kur’ân ayetlerinin sonsuz rahmetten gelen rehberliğini
bir kez daha ispatlamaktadır.
HZ. KATEDE: “Bu Ümmetin İlkleri O’nu Gördü”
Kur’ân-ı Kerim’de Nuh’un Gemisi hakkında şöyle buyurulur.
“Şanım yüce hakkı için biz o gemiyi bir ayet, (alamet, işaret,
ibret) olarak bıraktık. Var mı düşünüp öğüt alan. (Kamer/15)
Katade’den Hz. Nuh’un Gemisi’nin enkazı Cudi Dağı’nda kaldı
hatta bu ümmetin ilkleri onu gördü diye rivayet edilmiştir.
ELVAH: Levhin çoğuludur.
LEVH: Tahta gibi yassı şeye denir veya bu günkü çelik
levhalardır.
DÜSÜR: Disar’ın çoğuludur. Perçin çivileri manalarına
gelir.
DİSAR: Çivi, Perçin çivisi, Dolayısıyla
Akla şöyle bir düşünce geliyor: “Gemi’nin (İskeleti, çelik)
“Levhalarla” “perçinlenerek” tamamlandı. Böyle düşündüğümüz
de kelimeler manalarını buluyor. Aynı Yunus suresinde geçen
“Kevkaben” kelimesi ki aslında Arapça yazılışta orjinaldir, oysa
meal tercümelerde “Yıldız” diye geçmektedir. Oysa “Kevkaben”
gezegen denince doğru bir şekilde yorumlanmış olmaktadır. Do-
layısıyla burada da aynı düşünce hâkim oluyor. Geminin hareket
etme anı şöyle ifade edilmektedir.
“Emrimiz yerine bulup TENNUR FEVARAN etti, Hud/40
TENNUR: Ocak ve fırın manasına gelir.
FEVERAN: Kuvvet ve şiddetle kaynamak, fışkırmak ma-
nasına gelir.

153
YÜZYILLARIN SIRLARI

Isınan suların buharlaşıp, reaktördeki hazneyi doldurup,


jeneratörlerin çalışarak hareket etmesini akla getiriyor. Orjinaline
sadık kalıp cümleyi kurarsak şu mana çıkıyor. “Gemi Levhalarla
perçinlenerek tamamlandı. Emrimiz yerine bulup, emir üzerine
tamamlanan geminin kazan dairesi (veya ocağı, fırını) kuvvet ve
şiddetle kaynayarak, (Reaktör çalışarak, ısınmış suyu tazyikle
fışkırtarak, “motor”) hareket etti.
Veya “Geminin ocağı kaynayarak, fışkırtarak hareket etti.
Kanaatimiz odur ki; “Teknik olarak çok az bir “nükleer yakıt”
(yani füzyon reaksiyonu verebilen bir madde) ile özellikle küçük
boyutlu bir reaktör nükleer denizaltılarda olduğu gibi Nuh A.S.’ın
“iki katlı” gemisinde kullanılmıştır.

TENNUR/FIRIN
Tennur kelimesini Kur’ân-ı Kerim’de gördüğümüz gibi nak-
letmeye çalıştık. Bunu bir İslâm klasiğinde ele almaya çalışalım.
Yüce Rabbimiz, direkt vahiy kanalıyla değil de TENNUR’dan su
fışkırmasını kendisiyle Nuh A.S. arasında bir işaret kılmıştır.
Bu Tennur (fırın) Havva anamıza ait olup taştan yapılmıştır.
“Bu fırın sonradan Hz. Nuh’un mülküne geçti,” ibaresiyle yer
almaktadır. Gene aynı eserde başka bir ravi şöyle naklediyor;
Ebu Muhammed’den naklen: “Bu Tennur (fırın) taştan yapılmış
olup, fışkıran suyun, Yüce Allah tarafından Nuh A.S. için bir
işaret yapılmış olduğu Tennur’un nerede bulunduğu hakkında
türlü rivayetler nakledilmektedir. Bu rivayete göre bu Tennur
(fırın) Hind’de bulunuyordu. Hep batıya gidildiğinde Hindistan’a
varılır fikri İslâm bilginlerince biliniyor olması, dünyanın yuvarlak
olduğunu bildiklerini vurguluyor. Devamla, bu İslâm kaynağın-
dan Mücahid’in naklettiğine göre, “fırında su kaynayıp taştı,”
cümlesi yer almaktadır.
Yukarda ayeti kerimeyi izah ederken geçtiği üzere, tennur
bir taştır, nakli olduğu gibi göz önüne alınırsa, su kaynayıp taştı

154
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

cümlesi bize “Uranyum 235’inde bir maden” yani TAŞ olduğu


çağırışımı yapmakta yani Tennur’un “fırın” ile özdeşleştiğini
ifade etmektedir.
Yukarıda naklettiğimiz ayetin çeviri cümlesiyle “Geminin-
(Ocağı-fırını) kaynayarak-fışkırtarak hareket etti. Ve orjinaline
sadık kalarak Mücahid hazretlerinin naklettiği cümle arasında
anlam birliği kurulmuş oluyor. Böylece “fırında su kaynayıp
taştı “cümlesindeki fırının kelime manasındaki orjinalin muha-
fazasında ki ilginç paralellik meydana çıkmaktadır. Zira “Atomla
çaışan Reaktör için merkezi irade ederken “Reaktör fırını” tabirleri
kullanılmaktadır. Bu basit gibi görülen tabirlerin bile nasıl orijinal
kelimeler arasında irtibatlandığını gözler önüne serilmesi açısından
bize çok enterasan gelmektedir.
Böylece Nuh Aleyhisselam’ın A.S. gemisini, ateşi yanarak,
kazanı kaynayarak hareke ettiği, ısınan suların müterakim bulut
tabakalarının yanı su buharının devir daimi neticesinde, hemen
akla Radyoaktif maddenin ortada durup, kaynar su reaktörlü
çalıştığı Natilüs Atom Denizaltısının varlığının benzerini çağrı-
şım yapıyor. Kur-ân-ı Kerim’in bir mucizesi daha günümüzden
takriben 11.680 sene evvel Nuh A.S.’ın gemisi yüce Kitabımızda
böyle tarif ediliyor. Sanki Modern bir tersanede günümüzdeki
teknolojiyle yapılan –Besleme Sulu- Reaktör Uçaklı- sisteminden
kesitlerv erir gibi gözümüzün önüne serilmektedir.
Bu arada diğer bir manada düşünürsek şöyle bir anlam
ortaya çıkmaktadır.
“O günkü tufanın anı anlatılarak” levhaların fışkırması ısınan
suların buharlaşıp, müterakim bulut tabakalarının çeşitli ve sonra
görülmedik şekilde bardaktan boşanırcasına yağmurun yağması”
şeklinde yorumlanabilir. Fakat bize göre birinci mana daha akla
gelmektedir, zira dikkat edilirse gemiden bahsedilmektedir. Düşü-
nülecek olursa her ikiside doğru ve ayrı ayrı yorumlamalardır.

155
YÜZYILLARIN SIRLARI

“Nuh’un Gemisi Nerede?” Tartışması

AKP’li Şanlıurfa Milletvekili Yahya Akman, “Nuh’un gemisi


Cudi Dağı’nda” iddiasının araştırılmasını istiyor, “Kur’an’da da
böyle bir ayet var” diyor. (10 Ağustos 2006)

TBMM’de “Nuh’un Gemisi” tartışması yaşanıyor. Gencay


Koç adlı vatandaşın Cudi Dağı’nda Nuh’un Gemisi araştırması
istemesi, Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç ile Meclis Dilekçe
Komisyonu Başkanı AKP Şanlıurfa Milletvekili Yahya Akman
arasında krize neden oldu. Olay, Kocaeli’nin Derince ilçesinden,
38 yaşında, malulen emekli olan Gencay Koç adlı bir vatandaşın,
TBMM Dilekçe Komisyonu’na iki ay önce gönderdiği dilekçeyle
başladı. Koç, dilekçesinde Nuh’un gemisinin Cudi Dağı’ndaki
yerini ayrıntılarıyla anlatıp, bir de şema çizerek, “Cudi Dağı’nın
tepesinde ‘örümcek tasviri’ olarak bilinen bir yerin 25–30 metre

156
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

yakınındaki yerde iki farklı kaya görünümündedir. 1-1.5 metre


boyunda granit kaya şeklindedir. Bunların üzerine vurulduğunda
altlarından tunç halkalar çıkacaktır. Oradaki büyük yapı taşlaşmış
gemidir” dedi. Koç’a göre, geminin boyu 45–50 metre, kamarası
da 10–15 metre ve büyük tufanda gemi Cudi Dağı’nda alüvyon-
ların üzerine battı.

KOÇ: ELEMANIM YOK


TBMM Komisyonu, sözkonusu dilekçeyi Kültür ve Turizm
Bakanı Atilla Koç’a gönderdi. Ancak Bakan Koç, dilekçeyi ince-
ledikten sonra TBMM Komisyonu’na gönderdiği cevabi yazıda,
“eleman yetersizliği” gerekçesiyle Cudi’de araştırma yapılama-
yacağını bildirdi.

KUR’AN’DA DA VAR!
Koç’un cevabına tepki gösteren Meclis Dilekçe Komisyonu
Başkanı Yahya Akman ise, araştırmanın yapılması konusunda
ısrarlı davranacağını söyledi. Akman, “Kültür Bakanı ciddiyetle
durmalı. ‘Elemanım yetersiz’ demek yeterli bir gerekçe değil.
Bölgenin kültürel zenginliğini ortaya çıkarak bir iştir bu. Durup
iyice düşünmek lazım. Kur’an’da bile Cudi Dağı adres gösterili-
yor.” Akman’ın sözünü ettiği, Kur’an’daki Hud suresinin 44. ayeti,
Diyanet mealine göre şöyle: Ey yeryüzü! Yut suyunu. Ey gök!
Tut suyunu, denildi. Su çekildi, iş bitirildi. Gemi de Cûdoturdu
ve zalimler topluluğu Allah’ın rahmetinden uzak olsun, denildi”
dedi.

ASKERLER ARAŞTIRSIN
Meclis’e yazdığı dilekçe ile Nuh’un Gemisi’ni gündeme
oturtan vatandaş Gencay Koç, gelişmelerle ilgili soruları ya-
nıtlarken, iddialı konuştu: “Nuh’un gemisi Cudi’de çıkmazsa

157
YÜZYILLARIN SIRLARI

istedikleri cezayı verebilirler. Ben Hz. Âdem’den büyük Tufan’a


kadar olan tüm simge ve sembolleri okuyorum. Gemi, Cudi’nin
tepesindedir,” dedi. Koç, bakanlığın bu işle ilgilenmemesi duru-
munda askerlerin devreye girebileceğini söyledi, “Bölge hassas,
biliyorum. Ama Şırnak’ta görev yapan askerler daha yakından
ilgilenebilirler,” dedi.

CUDİ DAĞI
1977 yılından beri Nuh A.S. gemisinin Doğu Beyazıt’ta Cudi
Dağı üzerinde Amerikalı bilim adamı Ronald Wyatt, geminin
kalıntısını bulduğunu açıkladı.
Wyatt’ın açıklamalarına göre, Nuh’un gemisi muazzam Tufan
fırtınalarına dayanabilecek özelliklerde yapıldığını söylemiştir.
Amerikalı Arkeolog, deniz seviyesi ve dağlar üzerinde yap-
tığı hesaplamalardan sonra, Nuh’un gemisinin CUDİ dağından
başka bir yerde olamayacağını anladığını, nitekim araştırmaları
sonucunda gemi oluşumunu bulduğunu açıkladı.
Böylece Hz. Nuh’un gemisinin aram ettiğinin yani kararlaş-
tırıldığının yerinin Kur’anı Kerim’de geçen CUDİ Dağı olduğu ve
Yüce Kitabımızın bir mucizesinin de ispatlanarak gözler önüne
serildiğidir.
Kur’an-ı Kerim’de Hûd suresinde şöyle buyurulmaktadır:
—Nuh’a şöyle vahyolunmuştu. “Haberin olsun, önceden ima
edenlerden başka, kavminden hiçbirisi asla iman etmeyecek. O
halde yaptıkları şeylerden ötürü kederlenme” Ayet – 36.
—“Nezaretimiz altında ve vahiy gereğince gemi yap. Hem
o zulmeden hakkında, azabın kendilerinden kaldırılması için,
bana dua etme, çünkü onlar, suda boğulacaklardır.” Ayet- 37.
—“Allah’ın emri olarak: ‘Ey arz, suyunu yut ve ey gök,
yağmuru tut,2 denildi. Su çekildi ve iş bitirildi. Gemi de Cudi

158
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Dağı üzerinde kararlaştı ve ‘Zalimler helak olsun.’ denildi.”


Ayet–44.
—Şöyle denildi: “Ey Nuh, sana ve gemide sininle beraber
bulunan mü’minlere (veya soylarına) bizden bir selamet ve
bereketlerle (gemiden) in. Onlardan birtakım kâfir ümmetler
olacak ki, biz onları dünyada rızıklarla faydalandıracağız. Sonra
da ahirette kendilerine, bizden acıklı bir azap dokunacaktır.”
Ayet- 48.

TAŞ KESİLEN İNSANLAR: POMPEİ


Kâinat’ın rehber kitabı Kur’an-ı Kerim’de geçmiş kavimlerin
haberleri ile ilgili pek çok ayet vardır. Kuşkusuz bu haberler,
üzerinde düşünülmesi gereken konulardır. Bu kavimlerin büyük
bölümü, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamış, hatta
onlara düşmanlık göstermişlerdir. Bu taşkınlıklarından dolayı da
Allah’ın azabıyla karşılaşmışlar ve yeryüzünden silinmişlerdir.
Allah Kur’an’da, bu helak olaylarının sonraki insanlara da birer
ibret olması gerektiğini bildirir.

159
YÜZYILLARIN SIRLARI

Vezüv Yanardağı’nın patlaması ile tarihten silinen Pompei


kentinin durumu da bu konuya örnektir. Vezüv Yanardağı,
İtalya’nın, özellikle de Napoli kentinin sembolüdür. Vezüv’ün
batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır.
Yaklaşık 2000 yıldır sessizliğini sürdüren Vezüv Yanardağı’nda
geçmişte yaşanan bir lav ve kül felaketi, bu kentin insanlarını ani bir
biçimde yakalamıştı. Felaket öylesine ani olmuştu ki, her şey 2000
yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.

“İbret Dağı” olarak adlandırılan Vezüv’ün bu şekilde tanım-


lanması boşuna değildir. Ünlü Sodom ve Gomorra kentlerinin
başına gelen felaketle, Pompei’de yaşananlar birbirine çok ben-
zemektedir.
Kur’an’da, Allah’ın kanunlarında hiçbir değişiklik olmadığı
haber verilir. Allah’ın kurallarına aykırı giden, O’na başkaldıran
herkes, aynı ilahi kanunla karşılık görür. Roma İmparatorluğu’nun
yozlaşmasının sembolü olan Pompei kavmi de, aynı Lut kavmi gibi,

160
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

cinsel sapkınlıklara batmıştı. Sonu da Lut kavmiyle benzer oldu.


Allah bu konuyla ilgili olarak Kur’an’da şöyle buyurmuştur:
“Onlara uyarıcı-korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını
arttırmadı. (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülü-
ğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden
başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden
başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle
bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle
bir dönüşüm de bulamazsın.” (Fatır Suresi, 42–43)

SEFAHAT TUTKUSU İÇİN YAŞAYANLAR


Pompei’nin böyle bir felaketle yeryüzünden silinmesinde
elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihi kayıtlar, şehrin
yok olmadan önce tam bir sefahat ve sapkınlık merkezi olduğunu
gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği ise, fuhuşun çok yaygın
olmasıydı.
Pompei faciası öyle ani olmuştu ki, Vezüv’ün lavları bir
anda tüm kenti haritadan sildi. Olayın en ilginç yanı ise, kentin
günlük yaşantısı içinde, Vezüv’ün korkunç patlamasına rağmen,
kimsenin kaçamaması ve adeta büyülenerek felaketin farkına bile
varamamış olmasıydı. Yemek yiyen bir aile, sofradaki halleriyle
aynen taşlaşmıştı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan
cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştı. Cesetlerin
yüzlerinde ise şaşkınlık ifadelerini görmek mümkündür.
İşte facianın en dikkat çekici yönü buradadır. Nasıl olmuş da
binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymadan, adeta ölümün
gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir?
Olayın bu yönü, Pompei kavminin yok oluşunun Kur’an’da
anlatılan helak olaylarına benzediğini gösteriyor. Çünkü Kur’an’da,
helak olayları anlatılırken “birden yok olma” üzerinde durulur.
Örneğin Yasin suresinde anlatılan “şehir halkı”, tek bir anda topluca
ölmüşlerdir. Surenin 29. ayetinde bu durum şöyle anlatılır:

161
YÜZYILLARIN SIRLARI

“Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik;


zaten indirecek de değildik; sadece tek bir çığlık... O kadar, hemen
sönüp gittiler.” (Yasin suresi, 28-29)
Pompei halkının ölümü de ayetlerde anlatıldığı şekilde,
“anında yok olma” tarzında gerçekleşmiştir.
İşte bazıları Kur’an’da bildirilen bu gibi helak olaylarının
önemli bir bölümü, modern çağda yapılan arkeolojik araştırmalar
sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Kur’an’da sözü edilen olayların
delilleri olan bu bulgular, Kur’an kıssalarının “ibret olma” özel-
liğini daha da açık bir biçimde göstermektedir.
AHİR ZAMAN SAHNELERİYLE BENZERLİK…
Pompei, İ.S. 70 yıllarında Vezüv yanardağının patlamasıyla,
birkaç saat içinde lav ve kül tabakasıyla kaplandı. İnsanlar, ne
yapacağını şaşırmış bir durumda devasa lav-kül selinden kaçmaya
çalıştı, ama neredeyse hiçbiri kurtulamadı. Kimisi, o anda kent
içinde bulunduğu yerde, mesela evinin içersinde, o şekilde kala
kaldı. Pompeii’de yaşam bitmişti o andan itibaren.
Pompei’de yaşam, duyguların doruk noktasına ulaşmıştı.
Zenginlik, şehvet, aç gözlülük... İnsanların benliğini ele geçirmişti
bu duygular. Pompei’de yaşam, artık çöküşün son noktasına
kadar yükselerek ilerlemişti. Allah tarafından gazaba uğranmış
bir şehir Pompei...
Pompei, İ.S. 70 yıllarında Vezüv yanardağının patlamasıyla,
birkaç saat içinde lav ve kül tabakasıyla kaplandı. İnsanlar, ne
yapacağını şaşırmış bir durumda devasa lav-kül selinden kaçmaya
çalıştı, ama neredeyse hiçbiri kurtulamadı. Kimisi, o anda kent
içinde bulunduğu yerde, mesela evinin içersinde, o şekilde kala
kaldı. Pompei’de yaşam bitmişti o andan itibaren.

162
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

ZEVK İÇİN YAŞAYAN TOPLUM


Pompei’de yaşam, duyguların doruk noktasına ulaşmıştı.
Zenginlik, şehvet, aç gözlülük... İnsanların benliğini ele geçirmişti
bu duygular. Pompeii’de yaşam, artık çöküşün son noktasına
kadar yükselerek ilerlemişti.
Allah tarafından gazaba uğranmış bir şehir Pompei…
Pompei, İ.S. 70 yıllarında Vezüv yanardağının patlamasıyla,
birkaç saat içinde lav ve kül tabakasıyla kaplandı. İnsanlar, ne
yapacağını şaşırmış bir durumda devasa lav-kül selinden kaçmaya
çalıştı, ama neredeyse hiçbiri kurtulamadı. Kimisi, o anda kent
içinde bulunduğu yerde, mesela evinin içersinde, o şekilde kala
kaldı. Pompei’de yaşam bitmişti o andan itibaren.
Pompei’de yaşam, duyguların doruk noktasına ulaşmıştı.
Zenginlik, şehvet, aç gözlülük... İnsanların benliğini ele geçirmişti

163
YÜZYILLARIN SIRLARI

bu duygular. Pompeii’de yaşam, artık çöküşün son noktasına


kadar yükselerek ilerlemişti.
1790’da bir çiftçinin tarlasını sürerken, rastladığı kalıntılar,
yapılan kazılarla ortaya çıkarıldı. Yanardağ atıklarının şehri tama-
men kaplaması nedeniyle, günümüze dek mükemmel korunmuş
Pompei’de, Roma İmparatorluğu’nun yaşantısını, ulaştığı uygarlık
düzeyini görmek mümkün.. Tiyatro, dükkânlar, fırınlar, zengin
ve fakirlerin evleri neredeyse 2000 yıl önceki haliyle durmakta.
Hatta taşlaşmış insanlar yaşamlarının son anlarında heykel gibi
durmaktalar. İki şehrin üzerini 20–30 metre yüksekliğinde sıcak
küller kaplayınca oldukları yerde havasızlık ve kükürt dioksit
gazı ile ölenler bugüne heykel şeklinde ulaşmıştır.
Vezüv yanardağının patlamasını, insanların sapkınlıklarına
bağlamışlardır. Gayrimeşru ilişkiler sırasında istifini bozmayan
çiftler, taşlaşmış olarak korunmuşlar ve “Allah’ın insanı taş ya-
pacağı” deyimi son yüzyılda ortaya çıkmıştır.

164
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

TUNGUSKA FELAKETİ
California üniversitesinin 12 bilim adamı, dünyanın geçmişi-
ne ışık tutan çok önemli bir buluşa imza attı. 65 milyon yıl önce
Meksika Körfezi’ne düşen 20 kilometre çapındaki bir meteorun
sebep olduğu toz fırtınası başta dinozorlar olmak üzere birçok canlı
neslini ve bitki örtüsünü yakarak bir nevi Kıyamet’e yol açtı.
Yapılan risk hesapları, çapı 10 metreyi aşkın bir kuyruklu ya
da asteroit çekirdeğinin ortalama 10 yılda bir, 100 metreyi aşkın
bir çekirdeğin ise ortalama 500.000 yılda bir kere dünyamıza eri-
şebileceğini göstermiştir. Birinci halde (çapı 10 metreyi aşmışsa)
yeryüzündekiler için bir ölüm tehlikesi yoktur. Cisim yukarı
atmosferde atom bombası patlaması ile parçalanacaktır. İkinci
halde çapı 100 metreyi aşarsa, Tunguska felaketinde görülen
çapta bir yıkıma sebep olacaktır. Bu da büyük bir başkent ve dış
mahallelerini içine alan bir alanı etkileyeceğini anlamına gelir.
Hasarın büyüklüğü düşüş yerine bağlı olacaktır.
30 Haziran1908 sabahı saat 7.15 te Rusya’nın Sibirya bölge-
sinde Tunguska Nehri vadisi semalarında çok büyük bir patla-
ma oldu. Bu patlama aynen bir atom bombasının patlamasına
benziyordu. Nereden geldiği belli olmayan devasa mavi parlak
bir topa benzeyen cisim aniden gökyüzünde yere yükseldi ve
havada infilak etti insanoğlu o güne kadar böyle müthiş bir olaya
tanık olmamıştı.
Çok büyük bir şans eseri, olayın geçtiği kayalık Tunguska
Nehri vadisinde çapı 30 kilometreyi bir daire içinde insanlar ya-
şamıyordu. Çok sık ormanlarla kaplı olan bu bölgedeki ağaçlar
tamamen yandı. Bu alanın hemen kenarında yaşayan ve Moğollara
benzeyen göçebe Tungus insanları patlamayla birlikte adeta etrafa
saçıldılar. Çadırları şiddetli rüzgârla sürüklendi. Çevrelerindeki
ormanda yer yer yangınlar çıktı. Patlamadan kaynaklanan aşırı
sıcaklık Tungus’ların kullandıkları metal eşyaları eritti, Ren geyik-
lerini yaktı. Etkinin yoğun olarak hissedildiği alan içinde tek bir

165
YÜZYILLARIN SIRLARI

canlı hayvan kalmadı. Fakat ne hikmetse patlama hiçbir insanın


ölümüne de yol açmadı.
Patlamanın olduğu yerden 65 kilometre uzaklıkta Venavera
kasabasında oturan çiftçi Semenov patlama sabahı olağan bir
yaz gününe başlamak üzereydi. Evinin kapısında oturmuş o gün
yapacağı işleri planlıyordu. Sonra olayı şöyle anlattı. “Kapının
önünde oturuyordum. Bir yandan da gözüm karşı evde oturan
ve pencere çerçevelerini tamir eden komşum Kosalopov’a takıl-
mıştı. Çok sessiz bir gündü. Birden müthiş bir şey oldu. Ufukta,
gökyüzünün büyük bir bölümünü kaplayan yusyuvarlak ve
çok parlak bir cisim belirdi. Aynı anda bir ekmek fırınının içine
atılıyormuşum gibi bir sıcaklık hissetmeye başladım. Komşum
Kosalapov’un elindeki aletleri fırlatarak ve kulaklarını tutarak
bana doğru koştuğunu fark ettim. Kosalopov’un bulunduğu
yerden gökyüzündeki bu nereden geldiği belli olmayan küresel
cisim gözükemezdi. Sonradan da bana söylediğine göre, kendi
evinin damında yangın çıktığı zannettiği için benim bulunduğum
yere doğru koşmaya başlamış, vücudunun her yerinde yanıklar
peyda olmuştu. Birkaç saniye sonra gözlerimi ayıramadığım o
küresel cisim, altında çok büyük toz bulutu bırakarak yükselmeye
başladı. Belli bir noktaya geldikten sonra da dağıldı. Tam o sırada
kendimi yerde buldum. Çok kısa bir süre baygın yattıktan sonra
ayağa kalktım. Ahır kapısının kırıldığını, pencerelerin tuzla buz
olduğunu gördüm. Evim deprem oluyormuşçasına sarsılmaya
başladı ve gök gürültüsünü andıran bir ses duydum. Hayatımda
hiç bu kadar korktuğum olmamıştı. Sanki Kıyamet kopmuştu.
Ya da ölmüştüm ve Cehennem’e düşmüştüm.”

166
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

167
YÜZYILLARIN SIRLARI

İşte insanın tüylerini ürperten 1908 Tunguska’dan sahneler


sanki bir Kıyamet habercisi adeta şok olmuş insanların gördükleri ve
duydukları sesler insanı derin derin düşüncelere sevk ediyor.
Bir de bu konuyu paralellik arzetmesi bakımından dini ki-
taptan yani hadislerden öğrenelim.
Kıyamet’le İlgili Hadis:
Sahabeden en çok hadis nakledenlerden Ebu Hüreyre (r.a.)
nakl etmiştir.
“İki kişi mallarını satmak için ortaya koyacaklar, daha sonra
toplamadan Kıyamet kopacak. Kişi havuzunu meydana yaparken
kıyamet kopacak, develerini ve hayvanlarını sulamaya vakit bu-
lamayacak… Ağzına koymak için lokmayı kaldıracak, Kıyamet
kopacak ve lokmayı ağzına koymaya vakit bulamayacaktır…
1400 sene önce anlatılanlarla yaşanan ve yaşanacak olan ör-
nekler arasında ne kadar paralellik olduğu böylece bir defa daha
gözler önüne serilmiş olmaktadır.

KATRİNA FELAKETİ
Peygamberimiz (s.a.v.)’in haber verdiği bir Kıyamet alameti
olabilir mi?

“On alamet görülmeden Kıyamet kopmayacaktır; Biri doğuda,


biri batıda, bir diğeri de Arap Yarımadası’nda meydana gelecek
yere batma hadisesi…”
(Müslim, Fiten, 39)

Tüm kâinatın, canlı ve cansız tüm varlıkların mutlaka bir


sonu olduğu Kur’an ayetlerinde bildirilmektedir. Bu son, yani
Kıyamet Günü, dünya hayatının son günü, ama aynı zamanda
ahretteki sonsuz hayatın da bir başlangıcı olacaktır. O gün, Kur’an
ayetlerinde haber verildiği üzere, “İnsanların, alamlerin Rabbi

168
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

için kalkacağı” gündür. (Mutaffifin suresi, 6). Kıyamet gününde,


canlılarla birlikte tüm evren de yok olacak ve bu yok oluş şimdiye
kadar hiçbir yerde görülmemiş olaylar sonucunda gerçekleşecektir.
Rabbimiz Mearic Suresi’nde şöyle buyurmaktadır:
Gökyüzünün erimiş maden gibi olacağı gün; Dağlar da (etrafa
uçuşmuş) rengârenk yün gibi olacak.
(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sor-
maz.
Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu günahkâr, o günün
azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek
ister; Kendi eşini ve kardeşini ve onu barındıran aşiretini de;
Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa.
Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu o (Cehennem), cayır cayır
yanmakta olan ateştir. (Mearic suresi, 8–15)
Kıyamet, Allah’ın yüce kudretinin insanların tümü tarafından
idrak edildiği, inkârcılar için dehşet, korku ve acı dolu bir gündür.
Rabbimiz Kur’an ayetlerinde bu günün hızla yaklaştığını Lokman
Suresi, 34 ve insanların hiç beklemedikleri bir anda, aniden gelece-
ğini (Nahl Suresi, 77 ve Araf Suresi, 187) bildirmektedir. Bir diğer
ayette ise Rabb’imiz kıyamet saatinin öncesinde bazı işaretlerin
belireceğini haber vermiştir:
Artık onlar, kıyamet saatinin kendilerine apansız gelmesin-
den başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri gelmiştir. Fakat
kendilerine geldikten sonra öğüt alıp düşünmeleri onlara neyi
sağlar? (Muhammed Suresi, 18)
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) kıyamet ön-
cesinde gerçekleşecek bu alametleri bizlere hadis-i şeriflerinde
detaylı olarak tasvir etmiştir. Kıyamet alametlerinin yanı sıra,
kıyametin hemen öncesindeki dönemle ilgili detaylı açıklamalarda
da bulunmuştur. Kıyamet alametlerinin ortaya çıkacağı bu devir
“Ahir Zaman”dır.

169
YÜZYILLARIN SIRLARI

Ahir zamanın ilk döneminde dünya maddi ve manevi sorun-


larla doludur; bunun ardından gelecek ikinci devrede ise Allah
Hz. Mehdi’yi vesile kılarak insanları yozlaşmadan, savaşlardan,
adaletsizliklerden kurtaracaktır. Altınçağ olarak da adlandırılan
bu dönemde savaşlar ve çatışmalar son bulacak, dünya bolluk,
bereket ve adaletle dolacak, İslam ahlakı tüm dünyaya yayılacak
ve yaygın olarak yaşanacaktır. Altınçağ’ın sona ermesinin ardın-
dan dünya çok hızlı bir çöküş içine girecek ve ardından kıyamet
saati gelecektir. Ancak belirtmek gerekir ki, her konuda olduğu
gibi kıyamet hakkında da Rabb’imizin bize öğrettiğinden başka
hiçbir bilgimiz yoktur. Kesin olarak gerçekleşecek olan kıyametin
vaktini sadece Allah bilmektedir.
“De ki: ‘Bilmiyorum, size vaat edilen (kıyamet ve azab) ya-
kın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koymuştur?’
O, gaybı bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini)
kimseye açık tutmaz (ona muttali kılmaz) (Cin Suresi, 25–26)

KIYAMET ALAMETLERİ BİRBİRİ ARDINA


GERÇEKLEŞİYOR
Ahir zaman hadiseleri incelendiğinde çok olağanüstü bir du-
rumla karşılaşılır. Peygamberimiz (s.a.v.)’in günümüzden yüzyıllar
önce ayrıntılarıyla açıkladığı işaretleri, “içinde bulunduğumuz
çağda” yeryüzünün hemen her köşesinde, birbiri ardınca ve tam
olarak hadiselerde belirtildiği biçimde yaşanmaktadır. Dünyanın
dört bir yanında yaygın katliamların, savaşların, çatışmaların
gerçekleşmesi, fitnelerin çoğalması, haramların helal sayılması,
ahlaki yozlaşmanın büyük bir hız kazanması, Allah’ın açıkça
inkâr edilmesi, Kur’an ahlakının terk edilmesi, Müslümanların
çok şiddetli zorluklarla karşılaşmaları, masum insanların sebepsiz
yere öldürülmeleri, fakirliğin ve açlığın yaygınlaşması, sahte din
adamlarının ortaya çıkması, büyüye ve falan rağbet edilmesi,
sahtekârlığın, rüşvetin, zinanın artması, sahte Mesihlerin ortaya

170
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

çıkması gibi daha birçok alamet içinde bulunduğumuz ahir


zamanda tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük bir
yaygınlık göstermektedir.
Hadislerde bildirilen bu ahir zaman alametlerinin bir bölümü
İslâm tarihinin farklı dönemlerinde, dünyanın farklı bölümlerinde,
az ya da çok görülmüştür. Ancak böyle bir durum o dönemin
ahir zaman olduğunu göstermez.
Çünkü bir devrin ahir zaman olarak nitelendirilmesi için,
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in haber verdiği alametlerin tümünün
aynı çağda, birbirlerini izleyerek gerçekleşmesi gerekmektedir.
Bu durum hadislerde şöyle ifade edilmiştir.
Kıyamet alametleri birbirini takiben meydana gelir. Bir dizi-
deki boncukların art arda kopması gibi. (Ramuz-El Ehadis, 277/6;
Camiü’s-Sagir, 3/167)
Alametler, bağı koparılıp kaçan balıkların birbirini kovaladığı
gibi kovalar. (Ölüm, Kıyamet ve Diriliş, İmam Şarani, s. 478)
Örneğin hadislerde haer verilen alametlerden biri Ramazan
Ayı’nda ve ay ve güneş tutulmalarının gerçekleşmesidir:
Ramazan’ın birinci gecesinde ay, ortasında güneş tutulacaktır.
(Kıyamet Alametleri, s. 199)
Gerçekten de, 1981 ve 1982 yıllarının Ramazan ayı içinde hem
güneş hem de ay tutulmaları birbiri ardına gerçekleşmiştir. Hiç
şüphesiz güneş ve ay tutulmalarının gerçekleşmesi son derece
doğal ve çok sık rastlanan bir durumdur. Ancak önemli olan bu
tutulmaların Ramazan Ayı’nda ve 15’er gün arayla gerçekleşmesi,
bu durumun iki yıl arka arkaya tekrar etmesidir. Üstelik bu tutul-
maların, yukarıda bazılarını belirttiğimiz diğer alametlerle aynı
dönemde gerçekleşmesi, rivayetlerdeki işaretlerin bu tutulmalar
olabileceği ihtimalini güçlendirmektedir. Bir diğer olağanüstülük
ise Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bu ay ve güneş tutulmalarının
hemen ardından bir kuyruklu yıldızın ortaya çıkacağını haber
vermesidir:

171
YÜZYILLARIN SIRLARI

O yıldızın doğması, güneş ve ay tutulmasından sonra


olacaktır. (Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman,
s. 32)
Hadislerde belirtildiği gibi, 1986 yılında (Hicri 1406’da) yani
14. yüzyıl başlarında “Halley” kuyruklu yıldızı dünyamızın
yakınından geçmiştir. 1981 ve 1982 (Hicri 1401–1402) yıllarında
meydana gelen Ay ve Güneş tutulmaları olayından sorma ortaya
çıkmıştır. Bu yıldızın doğuşunun da diğer çıkış alametleri ile aynı
zamanda meydana gelmesi ve tam Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in
haber verdiği şekilde gerçekleşmesi bu olayların rivayetlerdeki
alametler olabileceğine işaret etmektedir.
Ahir zaman alametlerini incelerken dikkat edilmesi gereken
bir diğer önemli husus ise, söz konusu alametin büyüklüğü, şid-
deti ve meydana getirdiği etkidir. Örneğin Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) depremlerin çoğalmasını bir Kıyamet alameti olarak haber
vermiştir. Hiç şüphesiz tarihin her döneminde çeşitli büyüklük-
lerde depremler gerçekleşmiştir. Ancak içinde bulunduğumuz
ahir zamanda dünyanın dört bir yanında depremlerin sayısı ve
şiddeti çok büyük bir artış göstermiştir. ABD Jeolojik Araştırma
Kurumu (USGS)’nin raporlarına göre 1556–1975 arasındaki
yaklaşık 400yılda meydana gelen 5.0 ve daha büyük şiddetteki
depremlerin sayısı sadece 110’dur. Aynı kurumun açıklamasına
göre, 1980–2003 yılları arasında sadece 23 sene içinde meydana
gelen 6.5 ve daha büyük şiddetteki depremlerin sayısı ise 1685’tir.
Bu bilgi Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in verdiği haberi
teyit etmekte, ahir zaman alametlerinin tarihin diğer dönemlerinde
meydana gelen benzerlerinden çok daha olağanüstü özellikler
taşıdığını göstermektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu ala-
metlerin dışında da birçok kıyamet alameti haber vermiştir. İslam
âlimleri bu alametlerin bazılarını küçük alametler, bazıların ıise
büyük alametler olarak nitelendirirler. Peygamberimiz (s.a.v.)’in on
büyük kıyamet alametlerini haber verdiği bir hadisi şöyledir:

172
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

“On alamet zuhur etmedikçe kıyamet kopmayacaktır.


Doğuda bir yer batması, BATIDA BİR YER BATMASI, Arap
Yarımadası’nda bir yer batması. Duman, Deccal, İsa b. Meryem,
Dabbetü’l-Arz, Ye’cüc ve Me’cüc, Güneş’in battığı yerden doğ-
ması ve aden toprağının sonundan (Yemen’den) bir ateş çıkarak
insanları haşrolacakları yere sürmesi.”
(Müslim, Fiten, 39, 40, 128, 129, Ebu Davud Melahim, 12;
Tirmizi, Fiten, 21: İbni Mace, Fiten, 25, 28).
Bu yazımızda, peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in haber verdiği
“DOĞUDA, BATIDA VE ARAP YARIMADASINDA ÜÇ YERE
BATIŞ” alametlerini, son zamanlarda yaşanan bazı önemli geliş-
meler ışığında inceleyeceğiz.

DOĞUDAKİ YERE BATIŞ: ENDONEZYA’DAKİ


BÜYÜK TSUNAMİ FELAKETİ
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in haber verdiği kıyamet ala-
metlerinden bir tanesi, “doğu tarafında gerçekleşecek olan yere
batma” hadisesidir.
Bu alametin büyük bir kara parçasının ya da insan toplu-
luğunun ortadan kalkması, yeryüzünden yok olması anlamına
gelmesi muhtemeldir. (En doğrusunu Allah bilir) 2004 yılının
son ayında Güney Asya’da gerçekleşen büyük tsunami felaketi
bu alametle çok büyük benzerlikler göstermektedir. Dolayısıyla
Peygamberimiz (s.a.v.)’in haber verdiği “doğudaki yere batış”
alameti, bu büyük tsunami felaketine işaret ediyor olabilir. (Hiç
şüphesiz en doğrusunu Rabb’imiz bilir.)
Tarih boyunca Asya’da, Uzakdoğu’da çeşitli felaketler,
depremler ve kasırgalar yaşanmıştır. Bu felaketlerde çok büyük
yıkımlar gerçekleşmiş, çok yüksek sayılarda insan hayatını
kaybetmiştir. Ancak 26 Aralık 2004 tarihinde Güney Asya’da
gerçekleşen ve 225 binin üzerinde kişinin ölümüyle sonuçlanan
tsunami bu felaketlerin en büyüğü olmuştur. Bu büyük felaket

173
YÜZYILLARIN SIRLARI

sırasında, yeraltındaki büyük levhaların hareketi sonucu oluşan


1000 kilometrekarelik kırılmalar ve kıtaların yer değiştirmesinin
yarattığı büyük enerji, okyanuslarda meydana gelen çok büyük
enerjiyle bir birleşip, Güney Asya ülkelerinden Endonezya, Sri
Lanka, Hindistan, Malezya, Tayland, Bangladeş, Myanmar, Maldiv
Adaları ve Seyşel Adalarını hatta 5 bin km uzaklıktaki bir Afrika
ülkesi olan Somali sahillerini dahi vurmuştur.
Kıyamet alametlerinin birbiri ardına gerçekleştiği ahir za-
manda meydana gelen bu tsunami felaketi, çok geniş bir alanı
etkilemiş, şehirlerin deniz sularının altında kalıp yok olmasına,
dünya haritasının değişmesine neden olmuştur. İşte bu nedenle de
“doğudaki yere batış” ifadesi ile Güney Asya’da gerçekleşmiş olan
bu felakete işaret ediliyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.)

BATIDAKİ YERE BATIŞ: ABD’DEKİ


“KATRİNA FELAKETİ”
Geçtiğimiz ay ABD’nin Meksika Körfezinde yaşanan Katrina
kasırgasının meydana getirdiği büyük yıkım, peygamber Efendimiz
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in haber verdiği bir diğer kıyamet ala-
metini, “Batıdaki Yere atış” akıllara getirmektedir.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in ahir zamanda gerçekleşeceğini
bildirdiği bu “yere batışın”, tarihteki benzerlerinden çok daha
büyük, çok daha etkili olması gerekmektedir. Nitekim Katrina
Kasırgası da geçmişteki benzerlerinden çok daha büyük bir yıkım
meydana getirmiştir.
Tarih boyunca Avrupa ve Amerika kıtalarında çok büyük
felaketler gerçekeşmiştir. Depremler, yanardağ patlamaları,
kasırgalar, terör saldırıları binlerce insanın hayatını yitirmesine
neden olmuştur. Ancak bu felaketlerin hiçbiri Katrina felaketinin
meydana getirdiği gibi bir yıkım meydana getirmemiş, milyonlarca
insanın göç etmesine, on binlerce kişinin hayatını kaybetmesine, üç
büyük eyaletin tahrip olmasına, şehirlerin sular altında kalıp yok

174
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

olmasına neden olmamıştır. Katrina Kasırgası bu yönüyle diğer


felaketlerden ayrılmakta, ABD tarihinin en büyük yıkımlarının
başlarında yer almaktadır. Bu nedenle Katrina felaketi, Peygamber
Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in haber verdiği üç batıştan
biri olabilir. En doğrusunu Allah bilir.

KATRİNA FELAKETİ’NİN BOYUTLARI


Katrina felaketi yaklaşık bir aydan bu yana gazetelerde, tele-
vizyonlarda yoğun olarak ele alınmaktadır. Ancak bu haberlerde
felaketin, gerek ABD gerekse dünya üzerindeki çok yönlü etkisi
gerektiği gibi vurgulanmamaktadır. Felaketin gerçek boyutları
insanlardan gizlenmekte, yaşanan yıkım kamuoyuna hafifletilerek
yansıtılmaktadır.
Oysa Katrina Felaketi; on binden fazla insanın hayatını kay-
betmesine, 3 büyük eyaletin neredeyse tamamında (Alabama,
Lousiana, Missisippi) yaşamın imkânsız hale gelmesine, ABD’nin
en önemli şehirlerinden birinin tamamen boşaltılmasına, ABD
tarihinin en büyük havadan kurtarma operasyonunun gerçek-
leştirilmesine, milyonlarca kişinin evi ve işini kaybetmesine, 100
milyar dolardan fazla maddi zararın oluşmasına sebep olmuş çok
büyük bir yıkımdır. Bu boyutta bir insani felaketin, Amerikan
topraklarında İç Savaş’tan bu yana yaşanmadığı çeşitli yazarlar
tarafından dile getirilmiştir. Bazı devlet yetkilileri tarafından
Hiroşima ile ve Endonezya’daki Tsunami felaketiyle kıyaslanan,
etkisinin uzun yıllar boyunca devam edeceği tahmin edilen bu
felaket, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in de hadis-i
Şerifinde haber verdiği gibi büyük bir bölgenin suyun altına
batmasıyla sonuçlanmıştır.
Katrina felaketinin oluşturduğu yıkım kısaca şu şekilde
özetlenebilir:
* Katrina ismi verilen bu kasırga Safir-Simpson ölçeğine göre
en şiddetil kasırgayı simgeleyen 5. kategori olarak sınıflandırıldı,

175
YÜZYILLARIN SIRLARI

yer yer 4. kategoriye düştü. ABD’de kasırgalar kayda geçmeye


başladığından beri, sadece üç kasırga bu kategoriye ulaşmıştır.
Ancak o kasırgaların hibiri Katrina kasırgası kadar büyük bir
yıkım gerçekleştirmemiştir.
* Felaketin ardından henüz ölü sayısı tam olarak kesinleşmedi,
ancak sayının on binleri aşabileceği yetkililer tarafından dile geti-
rildi. Maddi hasarın ise 100 milyar doların üzerinde olacağı tahmin
ediliyor. Ancak uzun vadeli zararlar (toprak, deniz, canlı hayatı
ve iklim üzerindeki etkiler) bu hesabın dışında tutuluyor.
* Katrina Kasırgası 29 Ağustos Pazartesi günü Meksika
Körfezi’nden Amerika kıtasına girdi ve üç eyaleti etkiledi. Louisiana,
Missisppi ve Alabama neredeyse yaşanamaz hale geldi. Kasırganın
hızı saatte 260 km’ye kadar çıktı. Etkilenen ve ‘milli felaket’ ilan
edilen bölge Türkiye’nin yaklaşık 3/1’i büyüklüğünde.
* Kasırga ilk önce Florida eyaletini etkisi altına aldı. Bu eyalette
13 kişi hayatını yitirdi ve kasırga çok büyük maddi kayba neden
oldu. Daha sonra Louisiana eyaletine yöneldi. Louisiana, Alaba-
ma ve Missisippi kıyılarına çok büyük hasar verdi. Özellikle kıyı
bölgelerindeki binalar harap oldu. Bu üç eyalette on binden fazla
kişinin hayatını yitirdiği tahmin ediliyor. Louisiana eyaletinin en
büyük şehri olan New Orleans’ın yüzde 80’i sular altında kaldı.
• Mississippi eyaletinin Biloxi ve Gulfport şehirleri yer
yer 9 metreye yükselen suyun altında kaldı. Bu bölgedeki evlerin
yüzte 90’ı tamamen yıkıldı. Deniz kenarına kurulan oteller, eğlence
merkezleri tamamen harap oldu. Bu durum Peygamber Efendi-
miz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in haber verdiği bir diğer kıyamet
alametini daha akıllara getirmektedir. Bu hadisi şu şekildedir:
“İnsanlara ölüm gelip evler mezar olduğu zaman halin nice
olur.” (Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahir Zaman Alametleri, s. 392,
no. 726)

176
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

* Katrina kasırgasının ardından yaklaşık 5 milyon kişi elekt-


riksiz kaldı. Oluşan büyük tahribat nedeniyle elektriğin şehir
geneline verilmesinin daha sürebileceği açıklandı.
* Amerika, Meksika Körfezinden petrol ihtiyacının yüzde
25’ini elde ediyordu. Bugün, bu alanın toplam 1.5 milyon varil/
gün üretim kapasitesinin yüzde 91’i kullanılamıyor. Çıkmakta
olan doğalgazın yüzde 83’ü durdu. Deniz petrol platformların-
dan 561 tanesi (toplamı 650 civarında 9 helikopterlerle zamanın-
da boşaltılabildi. 20 platform ya battı ya sürüklendi, bir tanesi
yanmaya devam ediyor. Terk edilenlerde ne arıza olduğu şu an
bilinemiyor, oluşan deniz kirliliği ise felaketin bir başka yönü.
Mississippi Nehri kıyısındaki sekiz rafineri terk edildi. Çalışır
durumda olanlar da kapatıldı. Çünkü Meksika Körfezi’nden
ana karaya petrol getiren boru hattı koptu. Bu bölgedeki petrol
üretiminin neredeyse tamamen durması amerikan ekonomisini
çok olumsuz yönde etkilerken, tüm dünya ekonomisinde de kalıcı
zararlar oluşturacağı tahmin ediliyor.
* Yüz binlerce bina yaşanamayacak duruma geldi, yüz bin-
lercesinde ise çok büyük maddi zarar söz konusu.
* Kayıp sayısı yaklaşık 35.000 olarak hesaplanıyor. Bölgede
300 binden fazla çocuğun evsiz kaldığı tahmin ediliyor.
* Elektrik kesintisi, telefon hatlarının, cep telefonlarının ve
internetin çalışmaması iş hayatını tamamen durdurdu. Tüm
sektörlerde 1 milyona yakın işin kaybolduğu hesap ediliyor.
* Bölgede eğitim kurumları kapatıldı. Çok fazla sayıda okul
kullanılamayacak durumda, diğerlerindeyse çok büyük maddi
hasar söz konusu.
* Yerel gazete ve televizyonlar merkezlerini terk edip, yayın-
larını internet siteleri üzerinden sürdürmek zorunda kaldılar.
* Sel sularının altında kalan şehirlerde salgın hastalıkların
baş göstermesinin an meselesi olduğu ifade ediliyor. Sokakları
dolduran cesetler, suya karışan toksik maddeler, fabrikalardan

177
YÜZYILLARIN SIRLARI

sulara karışan kimyevi atık maddeler, çöpler, petrol atıkları,


pislikler su altındaki şehirler için çok büyük bir tehlike oluştu-
ruyor. ABD ordusu Batı Nil virüsü taşıyıcısı olan ve durgun su
göletlerinde hızla çoğalan sivrisineklere karşı askeri uçaklarla
ilaçlama yapmayı planlıyor.

NEW ORLEANS ŞEHRİNİN YERE BATIŞI


Katrina Kasırgası birçok şehirde çok büyük tahribat oluş-
tururken, New Orleans’ı yaşanamayacak hale getirdi. ABD’nin
turizm ve kültür merkezlerinden biri olarak kabul edilen New-
Orleans’ın yüzde 80’i sular altında kaldı. Bazı yerlerde suyun
yüksekliği 6 metreyi aştı. Dolayısıyla New Orleans suların altına
gömülerek, adeta otadan kalktı. Peygamberimiz (s.a.v.)’in haber
verdiği “Doğudaki yere batma” alameti Endonezya’da yaşanan
tsunami felaketine bir işaret olabileceği gibi, “Batıdaki yere bat-
ma” hadisesi de New Orleans şehrinin ortadan kalkışına bir işaret
olabilir. Hiç şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.
New Orleans Pontchartrain Gölü, Mississippi Nehri ve Meksika
körfeziyle çevrelenmiş bir şehirdir. Şehir, deniz seviyesinin yaklaşık
2 metre aşağısında kurulmuştur. Ancak şehrin bazı yerleri deniz
seviyesinin 6 metre kadar aşağısındadır ve olabilecek sellere karşı
pompalar, kanallar ve bentlerle korunmaktadır. Bu bent sistemi
dünyanın en pahalı selden koruma sistemlerinden biri olarak kabul
edilmektedir ve 1800’li yıllardan itibaren aşama aşama inşa edilmiş,
düzenli olarak da güçlendirilmiştir. Ancak şehrin etrafını yaklaşık
560 kilometre boyunca dolaşan bent, 3. seviyedeki fırtınalara göre
tasarlanmıştır. Katrina gibi 5. seviyedeki (bazı günler 4. seviyede)
bir kasırgaya dayanıklı değildir. Bu nedenle de Katrina kasırgası
şehrin en önemli iki bentini tahrip etmiş, bunun üzerine göl, deniz
ve nehir suları şehrin yüzde 80’ini doldurmuştur. Pontchartrain
Gölü kıyıları ise tamamen su altına gömülmüştür.

178
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Kasırganın ardından bu bentlerin tamir edilmesi ve daha sonra


da şehri dolduran suların pompalanması planlanmaktadır.
Ancak 148 pompadan sadece çok azı çalışmakta, bu nedenle
de şehri dolduran suyun boşaltılmasının aylar alacağı tahmin
edilmektedir. Önemli bir sorun ise kenti temizlemekle görevli
pompalar sellerin altında kaldığı için, kenti kaplayan metrelerce
yüksekliğindeki suların atılabileceği bir yerin bulunmamasıdır.
Bir diğer problme de ceset ve atıklar nedeniyle çok yüksek oran-
da kirlilik gözlenen suların Mississipi Nehri ve Pontchartrain
nehrine pompalanmasının canlı hayatı üzerinde oluşturacağı ve
önümüzdeki yıllarda daha da büyüyeceği tahmin edilen olumsuz
etkidir. ABD balıkçılık sektörünün ana limanlarından sayılan
bölgede atık suyun göle, nehire ve denize boşaltılması denizler-
deki hayata çok büyük zarar verecektir. Ancak yetkililer bunun
dışında bir alternatif olmadığını ve pompalamanın planlandığı
şekilde gerçekleştirileceğini belirtmektedirler.
Bu felaket, New Orleans’ın 1718 yılında kuruluşundan bu
yana gerçekleşmiş en büyük felakettir. Şehirde bugüne kadar
birçok fırtına ve kasırga felaketi yaşanmıştır. Ancak yaklaşık
olarak her 14 yılda bir doğrudan kasırgayla karşılaşan şehir bu
boyutlardaki bir yıkımla tarihi boyunca karşılaşmamıştır. New
Orleans felaketinin sonuçları kısaca şu şekilde özetlenebilir:
* New Orleans’ı kasırga öncesi 1 milyon kişi terk etmişti.
Şehirde kalan on binlerce insan ise Superdome Stadyumu ve Sergi
Sarayı’na sığındı. Bunun dışındaki kişiler is yüksek yerlerde ken-
dilerini sulardan korumaya çalıştılar. Yüksek binların çatılarına ve
üst katlarına sığınıp mahsur kalan binlerce kişi günlerce yardım
gelmesini bekledi. Bu kişilerin arasında açlık, susuzluk ve çeşitli
rahatsızlıklar nedeniyle birçok kişi hayatını yitirdi. Yağmalama,
cinayet, saldırı ve tecavüz olayları da ölü sayısını artırdı. Sığınıla-
cak en güvenli yer olarak nitelendirilen Superdome Stadyumu’nu
tavanının bir kısmı çökünce, burası da sığınanlar için güvenli bir
yer olmaktan çıktı.

179
YÜZYILLARIN SIRLARI

* Superdome Stadyumu’na şehri terk edemeyen 9000 kişi


ve 550 güvenlik görevlisi yerleştirildi. Bu sayı kasırganın çok
şiddetlenmesinin ardından, 1 Eylül tarihinde yaklaşık 60.000’e
çıktı. Elektriğin, havalandırmanın, suyun olmadığı stadyumda
on binlerce insan çok zor şartlar altında hayatını devam ettirme-
ye çalıştı. Şehirdeki tahliye işlemlerinin hız kazanmasıyla New
Orleans “Hayalet Şehir” ifadeleriyle anılmaya başlandı.
* Yağmalama, tecavüz, saldırı, intihar, hırsızlık, uyuşturucu
satışı gibi olayların çok büyük bir hız kazanması şehri ve aynı
zamanda da toplu olarak sığınılan binaları büyük bir karışıklığa
sürükledi.
* New Orleans’taki evlerin yüzde 80’i kullanılamaz durum-
da.
* 10 binlerce kişi yiyecek ve su ihtiyacını karşılayamıyor.
Kentte temiz su ve gıda bulunamıyor.
* Ağaçlar ve elektrik hatlarını yerle bir eden güçlü rüzgârlar
nedeniyle bir milyon kişi elektriksiz kaldı. Elektrik kesintisi ne-
deniyle hastanelerdeki kritik durumlardaki hastaların birer birer
öldüğü bildiriliyor.
* Sel Suları NewOrleans’ın bazı mezarlıklarında tabutları
topraktan sökerek dışarı çıkardı. Televizyonlarda New Orleans’ı
kaplayan sularda yüzen tabutlara yer verildi.
New Orleans şehrinin neredeyse tamamen ortadan kayolması
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’ın haber verdiği bir
diğer ahir zaman alametiyle çok büyük benzerlikler taşımaktadır.
Hadiste şu şekilde bildirilmektedir.
Büyük şehirler dün sanki yokmuş gibi helak olacaktır.
(Kitab-ül Burhan Fi Alametil Mehdiyyil Ahir Zaman, s. 38)
Gerçekten de şehir suların altında kalıp ortadan kalkmış,
yaşanamayacak hale gelmiştir. Nitekim içinde bulunduğumuz
günlerde ABD’de gündemde olan tartışmalardan biri “Yaşanan

180
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

büyük tahribatın ardından New Orleans’ı tamamen terk edip,


şehri başka bir yere kurma” ihtimalidir.

KIYAMET ALAMETLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNMEK


Dünya üzerinde insanların çok büyük bir bölümü kıyamet
saatinin dehşetinden az veya çok haberdardır. Buna göre, insanla-
rın bir kısmı böylesine hayati bir konu üzerinde düşünmek veya
konuşmak istemez. Kıyamet saati geldiğinde yaşanacak korkuyu
akıllarına getirmemek için yoğun bir çaba sarf ederler. Gazetede
okudukları bir afet haberinin veya bir felaketi gösteren bir filmin
kendilerine kıyameti hatırlatmasına dahi tahammül edemezler.
Bu günün mutlaka karşılaşacak olan büyük bir gerçek olduğunu
düşünmekten kaçınırlar.
Katrina Felaketinin ardından da aynı şeyler yaşanmıştır.
İnsanlar genellikle bu büyük felaket olduğundan daha küçük
göstermeye çalışmış, yaşanan büyük felaket insanlara tarafsız bir
şekilde aktarılmamış, insanlar bu büyük yıkıma yönelik ilgilerini
kısa sürede yitirmişlerdir. Yüz binlerce insanın yaşadığı büyük
dehşeti insanlar gerektiği gibi öğrenememişlerdir.
Katrina Felaketinin ardından da aynı şeyler yaşanmıştır.
İnsanlar genellikle bu büyük felaketi olduğundan daha küçük
göstermeye çalışmış, yaşanan büyük felaket insanlara tarafsız bir
şekilde aktarılmamış, insanlar bu büyük yıkıma yönelik ilgilerini
kısa sürede yitirmişlerdir. Yüzbinlerce insanın yaşadığı büyük
dehşeti insanlar gerektiği gibi öğrenememişlerdir.
Oysa tüm bu felaketler Rabb’imizden bir hatırlatma, uyan-
dır.
Bu afetler üzerinde vicdanlarının sesini dinleyerek, samimi
bir şekilde düşünen insanlar dünya hayatının geçiciliğini kolay-
lıkla fark edecek ve Allah’a yönelip döneceklerdir. İslam ahlakını
yaşamak için hâlâ geç kalmadıklarını anlayacak, Kıyamet saatinin
kopacağı gerçeğini görmezden gelen insanlar gibi olmayacaklardır.

181
YÜZYILLARIN SIRLARI

Kıyamet saati ile ilgili olarak kuşkuya kapılan, şüpheye düşen


inkârcılar hakkında Rabb’imiz şu şekilde buyurmaktadır.
“Gerçekten Allah’ın vaadi haktır, Kıyamet-saatinde hiçbir
kuşku yoktur.” Denildiği zaman siz: “Kıyamet saati de neymiş,
biz bilmiyoruz; biz yalnızca bir zanda (ve tahmin) bulunuz;
zannediyoruz; biz kesin bir bilgiyle inanmakta olanlar değiliz.”
Demiştiniz. (Casiye Suresi, 32)
Bir kısım insanlar da kıyamet saatini bütünüyle inkâr eder-
ler:
Hayır, onlar Kıyamet saatini yalanladılar, Biz Kıyamet saa-
tini yalan sayanlara çılgınca yanan bir ateş hazırladık. (Furkan
Suresi, 11)
Kıyamet hakkında kendini kandıran tüm bu insanlar büyük
bir hata yapmaktadırlar. Çünkü Allah ayetlerinde, kıyame saatinin
yakın olduğunu ve bu konuda hiçbir şüpheye yer olmadığını
haber vermektedir:

Biz gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri hakkında


dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç şüphesiz o
Kıyamet-saati de yaklaşarak gelmektedir…
(Hicr Suresi, 85)

Daha önce de belirttiğimiz gibi, ahir zaman alametlerinin


günümüzden 1400 yıl önce eksiksiz olarak tasvir edilmiş olması ve
birbirini izleyerek gerçekleşmesi son derece önemli bir konudur.
Bu durum, 14 asır önce ahir zamanda meydana gelecek ortamı
detaylı tarif ederken peygamberimiz (s.a.v.)’in bu döneme dikkat
çektiğini anlamamız için kesin bir delildir. Ahir zamanla ilgili
haberler sanki zamanımızın eksiksiz bir tablosunu çizmektedir.
Elbette bu, derin düşünülmesi gereken son derece mucizevî bir
olaydır.

182
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

BUZ ÇAĞI
Devasa bir dağ kütlesini andıran çok büyük bir meteor giderek
dünyamıza yaklaştığını bilim adamları haber vermektedir. Eğer
bu meteor dünyamıza düşecek olursa bir milyondan fazla binlerce
megatonluk atom bombasının yaptığı etkiyi yapacak. Bilginler
bu göktaşının bir çeşit Kıyamet taşı olacağını ve gezegenimizde
hayatın son bulacağını söylüyorlar.
Fransız aylık bilim dergisi Science et Vie (Bilim ve Hayat)
son sayısında, çapı 5 ile 6 kilometre olan dev bir meteorun,
dünyanınkiyle aynı yörüngede dönmekte olduğunu haber ver-
di. Fransız astronomlar tarafından içinde bulunduğumuz yılın
başlarında bir tesadüf eseri keşfedilen “Gökteki Dağ”ın şimdilik
çok uzak mesafede bulunduğu, fakat 2000 yılında dünyamıza
hail yaklaşacağı belirtildi.
Son olarak ortaya çıkarılan dev meteorun dünyaya düşmesi,
60 kilometre çapında geniş bir krater meydana getirecek. Birer
megatonluk bir milyon atom bombasının yaptığı etkiyi yapacak.

183
YÜZYILLARIN SIRLARI

Ayrıca çarpma sonucu yer sarsıntıları uzun süre devam edecek.


Denizler karacak ve 3–4 ay sürecek olan “Nükleer Kış” görülecek,
güneş ışınları nükleer enerji yüzünden engelleneceği için dünya
buzul çağına dönecek.
19 bin, 23 bin, 40 bin, 100 bin yılda bir buzul çağları oluş-
maktadır. Aynı zamanda 100 ya da 400 yılda bir de küçük buzul
çağı oluşmaktadır. En son 1600 yıllarında çok şiddetli kışlar
oluşmuştur.
Buzul çağlarıyla kraterlerin oluşması arasındaki paralelliklere
bir örnek daha vermek gerekirse, bundan tam 25.000 yıl önce
Arizona’ya düşen Borringer krateriyle, 23.000 yılda bir görülen
buzul çağı arasındaki ilginç benzerlik dikkati çekmektedir.

184
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Sebe Onlar, önlerindeki ve arkalarındaki (kendilerini


9. dört bir yandan kuşatan) göğe ve yere bakmadılar
Ayet mı? Eğer dilersek onları yere geçirir veya gökten
üzerlerine parçalar düşürürüz. Bunda, Rabbine
yönelen her kul için bir ibret vardır.

KUYRUKLU YILDIZLAR
NEDEN DÜŞÜYOR?

Güneş sistemi, Samanyolu çevresinde 250 milyon yıl süren
bir dönüşü sırasında yaklaşık 66 milyon yıllık bir devresellikle
galaktik düzlemin bir tarafından diğerine geçer. Madde yoğunluğu
galaktik düzlemin bir tarafından diğerine geçer, madde yoğunlu-
ğu ulaktik düzlem yakınlarında maksimum olduğundan, güneş
sisteminin her 33 milyon yılda bir bu düzlemin içinden geçmesi
gezegen sistemimizin yakınlarında dolanan kuyruklu yıldızların
yörüngesini etkileyebilecek ve dünyaya düşmeleri riskini arttıra-
caktır. Büyük çarpma kraterlerinin yaklaşık 32 milyon yıl arayla
ortaya çıkışı bunu göstermektedir.
Tahmin edildiğine göre dünyaya düşme tehlikesi olan küçük
gök cisimlerinden yüzde 25’inin kuyruklu yıldızlar, yüzde 75’ini
ise astreoidler oluşturmaktadır. Bunlardan 2000 kadarını çapının
100 metre ya da 100 metreden daha büyük olduğu hesaplan-

185
YÜZYILLARIN SIRLARI

mıştır. Cisimlerin sayısı, çaplarının karesi ile ters orantılı olarak


artmaktadır.
Davit Raup ve Sepkoski’nin yaptıkları açıklamada, uzaydan
gelen cisimlerin dünyaya çarpması, biyolojik ve fiziksel döngüye
(cycle) neden olabilirdi. Fakat düzenli çarpışmaların nedeni nasıl
açıklanabilirdi?
Walter Alverez’e göre evrenin başlangıcından bu yana (26
milyon yıllık) zaman periyodunda güneşe bir yıldız eşlik ediyordu.
“NEMESİS” olarak isimlendirilen yıldız, beraberinde milyonlarca
kuyruklu yıldızı da sürükleyecek kadar büyük bir kütleye ve çekim
gücüne sahiptir. Bu yıldız sağnak hâlinde birçok kuyruklu yıldızı
güneş sisteminden de geçen bir yörüngeye bırakıyordu.
Bir milyon yıldan fazla periyotlarla bu cisimler, öldürücü
etkilerle dünyaya çarpıyorlardı. Periyodik olarak dünyaya çarpan
kuyruklu yıldızların yeryüzünde birtakım kraterler meydana
getirmesi gerekirdi. Bunun üzerine Jeolog Walter Alverez, beş
ile iki yüz elli milyon yaşlarında ve aralarında altı milden daha
fazla mesafe bulunan 13 farklı kraterin analizinden sonra 28.4
milyon yıllık periyodlarla bazı nesillerin yok oldukları sonucuna
varmıştır.
Sırası gelmişken Yunanca “Nemesis” kelimesini mitolojiden
araştıralım.
Yunanca “Nemesis” hem soyut bir kavram simgeleri hem
de tanrısal bir varlık olarak canlandırılır. Yenileyici ve cezalan-
dırıcı manalarına gelen mistik bir söz. “NEMESİS” (Ölü Yıldız)
Hesiodos’a göre Gece Tanrıçası Nyks’in kızıdır. Zeus ona tutulur,
ama Nemesis Zeus’tan kaçmak için bin bir biçime girer, sonun-
da bir kız olur, Zeus da kuğu kuşu biçiminde onunla birleşir.
Nemesis’ten doğan yumurtanın Zeda’nın eline geçtiği ve Helen
eile Dioskurların bu yumurtadan çıktıkları anlatılır.
Kavram olarak Memesis tanrısal öcü simgeler, kimi zaman
Erinyslere karşın (öç alma tanrıçasına) ama çokluk insanlarda

186
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

ölçüsüzlüğü kendine ve talibine aşırı güveni cezalandıran varlık


olarak gösterilir.
Edebi anlatımda yazılan bu kavramlar şu şekilde açıklana-
bilir.
Hesiodos-Anlatıcıya göre Nemesis gökte görülebilen ölü bir
yıldızdır. Zeus yani güneş Nemesis’e tutulur. Periyodik olarak
onun çekim kuvvetinin alanına girer.
Kuğu burcundan geçtiği anda, ikizler burcunun zıt çekim
alanı neticesinde veya (Kuğu Burcuyla ikizler burcunun geç-
tiği zaman aralığında) onunla birleşir. (Buluşur) Onun çekim
kuvvetine girer. Bu çekim gücünden kuyruklu yıldız yağmuru
olur. (Spermaların kuyruğu olduğu ve yumurtayı döllemek için
yarıştıklarını unutmayalım.)
Planet veya meteorların ve kuyruklu yıldızların bu çekim gü-
cünden savruldukları uzaya dağıldığı anlatılmaktadır. Dolayısıyla
bu meteorların dünyaya periyodik olarak çarpmalarını mistik bir
anlatımla yüz yıllar boyu kalıcılığını sağlamışlardır.
Nemesis yenileyici ve cezalandırıcı demek oluyor ki, ne kadar
doğru bir anlatım tarzı oluşmaktadır. Gerçekten de Nemesis’in 26
milyon yıllık zaman periyodlarında dünyaya kuyruklu yıldızların
düşmesi bize adeta cezalandırıcı ya da yenileyici biçim verici bir
yaratıcının mevcudiyetini göstermektedir. Ancak mitolojik devir-
lerden sonra (Tufandan sonra bilimin bittiği insanlık karanlığa
gömüldüğü çağlarda). İnsanlar bir şeyi anlatırken veya bir olayı
dile getirirken tabiat varlıklarını adeta tanrı olarak nitelendiriyor-
lardı. Not: İlkel toplumlarda yüce tanrısal güçleri insan şeklinde
düşünülmesi, beşeri niteliklerle nitelendirilmesi demektir.
Oysa cezalandırıcı burada görüldüğü gibi olayları başlatan
Nemesis adlı ölü yıldız değil, bilakis o yıldızın zaman periyodarını
güneşle buluşmasını sağlayan ve koordinatlandıran âlemlerin
yaratıcısından başka kim olabilir?

187
YÜZYILLARIN SIRLARI

Yunan ve Roma mitolojilerindeki tanrıçalar


Yunan
Tanımı Roma
mitolojisi
Güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit Venüs
Av ve vahşi doğa tanrıçası Artemis Diana
Zeka, sanat ve strateji
Athena Minerva
tanrıçası
Tarım ve bereket tanrıçası Demeter Ceres
Umut tanrıçası Elpis Spes
Gençlik ve canlılık tanrıçası Hebe Juventas
Evlilik tanrıçası Hera Juno
Ocak ateşi tanrıçası Hestia Vesta
Zafer tanrıçası Nike Victoria
İnanç, vefa ve sadakatin
Pistis Fides
tanrıçası
Ay tanrıçası Selene Luna
Talih, tesadüf tanrıçası Tyche Fortuna
Anlaşma ve uyum tanrıçası Harmonia Concordia
Hakikat tanrıçası ? Veritas

ÇEKİM KUVVETLERİ
Bu mitolojide geçen kavramlarda anlatılmak istenenlerle (Ne-
mesis) ölü yıldızın çizdiği periyodik yolda geçen kuyruklu yıldız
yağmuru neticesinde öldürücü çarpışmalar tesadüfî midir?
Bütün maddi varlıklar üzerinde geçen ve birbirleriyle karşılıklı
tesirleşmede bulunan kuvvetler 4 maddede toplanmaktadır.
a) Çekim kuvveti (Husban)
b) Zayıf kuvvet
c) Elektromanyetik kuvvet

188
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

d) Nükleer kuvvet
Bunların arasında diğerlerinden küçük olmasına rağmen,
kâinatta tesir sahası en uzaklara erişebilen ve astronomik mesa-
felerde hissedilebilen yegâne kuvvet çekim kuvvetidir.
Çekim kuvveti, bir atom içinde ihmal edilecek kadar azdır
fakat atomlar ve moleküller bir birine ilave edildikçe bu kuvvetin
şiddeti de artar ve sonunda (Kara deliklerde olduğu gibi) dev
yıldızları, ışığı hatta (zamanı) yutacak bir hal alabilir.
Bu konuyu, modern bilim ve Kur’an-ı Kerim ışığı altında
açarak inceleyelim.

HUSBAN
İnsanlar arasında bu bağdaşma ve dayanışma nizamını kuran
Allah kâinat arasında da böyle kılmıştır.
( Falikul ısbah ve cealel leyle sekenev veş şemse vel kamera
husbana zalike takdırul azızil alim. —O, karanlığı yarıp sabahı
çıkarandır. Geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da ince birer
hesap ölçüsü kıldı. Bütün bunlar mutlak güç sahibinin, hakkıyla
bilenin takdiridir. (En’am 96)
Güneş ile Ay; husban ile vazifelerini görürler.” Rahman: 5
Diye buyurup güneş ile ay hüsban ile vazifelerini görürler
iken bunlar aynı vakitte diğer cisimler için birer hüsban olduklarını
ilan etmiştir. Böylece de naziri ve benzeri olmayan Hazreti Samed
yarattığı şeyler arasında bir vahdet tanıdığını ve aralarında bir
bağdaşma ve dayanışma nizamına kurdunu bildirmiştir.
Husban’ın tefsiri ileride takdim edilecektir. Ama bağdaşma ve
dayanışmaya gelince bakın ayetin birinde nasıl buyuruluyor.
İşte göz hayret ve dehşetle çaktığı, ay mahvolup, güneşle bir
araya getirildiği zaman,
O gün insan, kaçış nereye diyecek?
Hayır, hiçbir sığınak yok.

189
YÜZYILLARIN SIRLARI

O gün herkesin varıp duracağı yer ancak Rabb’inin huzuru-


dur. (Kıyame 7–12).
Husban’ın yani dayanışma ve bağdaşmanın (çekim kuvve-
tinin) ortadan kalkması ile denge bozuluyor ve netice olarak da
Kıyamet kopuyor.
Bu ayeti kerime ve hadisi şerif aşağıda bağdaşma ve danış-
manın (çekim kuvvetinin) değerini gösterir.
Husban: Çekim kuvveti!
Husban: Misafirin dayanabilmesi için kendisiyle duvar ara-
sına konulan ufak yastığın adına diyorlar. Ra’d Suresi’nin ikinci
ayetine göre sema cisimlerinin (görünmeyen direk) hükmünde
ad edilen kanunlar dairesinde cereyan edip yörüngelerini ancak
bu şekilde muhafaza ettikleri geçmektedir.
Demek ki Sema cisimlerinin birbirleriyle olan bağlantıları
ve dayanışmaları (çekim kuvvetleri) gözle görünmeyen bir yas-
tık (manyetik set) (destek) vazifesini gören bir kudretle idame
edilmektedir.

MERKEZKAÇ KUVVETLERİ
Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve zikri
(Allah’ın kelâmını) okuyanlara andolsun ki, sizin ilahınız gerçekten
bir tek ilahtır. (Saffat: 1–4)
Dairevi yörüngesini takip eden bir cisim, birbirine zıt iki
kuvvet doğurur.
1) Dışardan içeriye (çemberden merkeze) doğru olanına,
merkezcil kuvvet.
2) İçeriden dışarıya (merkezden çembere) doğru olanına da
Merkezkaç Kuvvet denir.
Bir ipin ucuna bağlı taşı çevirirken, merkezkaç kuvvet, taşı
merkezden dışarıya doğru itmeye çalışır. Merkezcil kuvvet ise

190
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

onu kendine doğru çekmek suretiyle malum yörüngede hare-


ketini sağlar.
Bu iki zıt kuvvetler sebebiyle; dünya, ay ve diğer gezegenler
ve atomlar (çekim kuvveti) kendilerine mahsus yörüngelerde
seyretmelerini muhafaza edegelmektedirler. Bu iki kuvvet böyle
bir ehemmiyet arz ettiğinden Kayyum olan Cenab-ı Hak, Kur’an-ı
Kerim’de yukarıda geçen ayetleri buyurmuştur.
Bu ayeti kerimeler, dönen cisimlerin yörüngelerinde yüzüp
kalmalarını:
—Önce yörünge çemberine (saffına) saf olarak çekip,
—Ve bu çember çizgisinden (saffından) içeriye gitmemesi
için de dışarıya itmekle hâsıl olduğunu bildiriyor.
Böylece, dönen cisimlerin, merkezlerinde kalmalarını sağlayan
kuvvetleri bizlere bildirip onların hakkı için yemin ediyor.
Modern ilim merkezcil ve merkezkaç kuvvetlerinin mevcu-
diyetini isbat etmiştir.
Kur’an-ı Kerim insanların Yaratıcı kudreti ilim yoluyla
gerçekleri arayıp bulmalarını işaret etmiştir. Nitekim sonsuz
kudret ve ilimlerin sahibi, yaratıcısıdır. Her yarattığının bir
ilmi, hikmeti, sırrı, lüzumu vardır.
De ki: “Yeryüzünde dolaşın da Allah’ın başlangıçta yaratmayı
nasıl yaptığına bakın. Sonra Allah (aynı şekilde) sonraki yaratmayı
da yapacaktır. (Kıyamet’ten sonra her şeyi tekrar yaratacaktır)
Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Ankebut/20)
Güneş, Mars ve Jüpiter’in yörüngeleri arasında binlerce meta
ve kaya parçacıkları döner, bunlara asteroit (yıldızımsı) adı verilir.
1000 km. çapında olanları vardır ve tahmini bir yaklaşımla dün-
yanın 1/12 si kadardır. Ağırlığıysa dünyanın 1/1000 de biridir.
Asteroitler keşfedildiğinden bu yana gökbilimcilerin zihinlerini
kurcalayan bir soru var. Bunlar meteor çarpışması neticesinde
parçalanmış bir gezegenin kalıntıları olabilir mi?

191
YÜZYILLARIN SIRLARI

Astereoidlerin öyküsü keşfedilmeden çok daha önce başla-


dı. 1766’da Alman Astronom Johann Daniel Titus gezegenlerle
Güneş’e uzaklıkları arasında belli bir sayısal ilginin olduğunu
buldu. Çok geçmeden onun bu buluşu gökbilimci Johann Elert
Bode tarafından herkesin anlayacağı biçime getirildi. Bu teoriye
Titius-Bode Yasası dendi.
Yasa şöyledir. 0, 3, 6, 12, 18, 96 sayıları alınır. Bu sayılar, 0 ve
3’ün dışında birbirinin iki katıdır. Her sayıya dört eklenir. Sonuçta
4, 7, 10, 16, 28, 52, 100 sayıları bulunur. Dünyanın güneşe olan
uzaklığı 10 birim olarak alınır. Sayı dizisi büyük bir kesinlikle
gezegenlerin güneşe olan uzaklıklarını verir. Böylece Merkür 4,
Venüs 7 sayılarını alır. Mars’ın sayısı 15 dir ki bu da Titius -Bode
Yasasındaki 16’ya çok yakındır. Jüpiter 52 ve Satürn ise 95 sayı-
sındadır. Satürn’ün 95 sayısı ise yasadaki 100’e yakındır.
Bütün bu karmaşık hesaplardan sonra ortaya şu sonuç çıkar.
Titius-Bode Yasası’nda ileri sürülen 28 sayısı Mars ile Jüpiter’in
arasında yer almaktadır. Bu iki gezegenin arasındaysa başka
hiçbir gezegen yoktur.

KAYIP GEZEGEN
1800’de bir grup gökbilimci Kuzey Almanya’da Lilienthal’de
bir araya geldiler. Kaybolan gezegenin izlerini bulabilmek için
gökyüzünü izlemeye karar verdiler. Her biri belirli bir bölgeyi
araştıracak.
Sicilyalı Gökbilimci Giusseppe Piazzi ise kayıp gezegeni bir
rastlantı sonucu 1 Ocak 1804’de bulduğunu açıkladı.
Piazziyeni gezegene *Ceres adını verdi. Öteki gezegenlerden
o kadar küçüktü ki, çıplak gözle bile görülemiyordu. Gökyüzünde,
sürekli değişkenlik gösteren hareketi, onun bir yıldız olmadığını
ortaya koyan tek kanıttı. Gerçekten de Ceres’in yörüngesi daha
önce var olduğu ileri sürülen gezegen ile büyük bir benzerlik
gösteriyordu.

192
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Güneş sisteminde Titius-Bode’un daha önceden varlığını bil-


medikleri gezegenin yerinde yüzlerce Asteoroid’in yer almasının
bir tek nedeni vardı. Geçmişte bu gezegen bir taneydi. Ancak daha
sonraları ömrünü tamamlayarak parçalara ayrılmıştı.
Bugün 2008’i aşkın asteroitin yörüngesi biliniyor. Gök bilim-
ciler, Mars’la Jüpiter’in arasındaki asteroit kuşağında, en azından
100.000 asteroidin bulunması gerektiğini tahmin ediyorlar.
Hanrich Olbers’in de düşündüğü Titius-Bode Yasasına göre,
gezegenin bulunması gereken yerde gök bilimciler sayısız gök cismi
parçacıkları saptadılar. Ancak bu teori doğru mudur? Asteroitler
gerçekten parçalanmış bir gezegenin kalıntıları mıdır?
Bu konudaki iddialar 19. yüzyıl oyunca hareretle tartışıldı.
Gökbilimciler, asteroitlerin herhangi bir gezegenle ilgisi olmadıkları
ve çeşitli nedenlerle oluşmuş gökcisimleri oldukları şeklindeki bir
görüşü pek benimsemediler. Birçok gökbilimci, bunların yeryüzüne
benzeyen bir dünyanın kalıntıları olması gerektiğini ileri sürerek
bu görüşe karşı çıktı.
* Ceres, Güneş Sisteminde en küçük cüce gezegendir. Ana
asteroit kuşağında yer alır, Mars ile Jüpiter arasında en büyük
cisimdir. 1801 yılında İtalyan gökbilimci Giuseppe Piazzi tarafın-
dan bulunmuştur. Asteroitler arasında ilk keşfedilen olduğu için
1 numara ile adlandırılmıştır. Yüzey sıcaklığı yaklaşık -38 C dir.
Bu gezegen büyük bir yıkımla karşılaşmış olmalıydı. Bazı-
ları, bu gezegenin Jüpiter’in bir uydusuyla çarpıştığını ya da bir
kuyruklu yıldızın onu parçaladığını ileri sürdüler.
Eski Sovyet bilim adamları, Yunan Güneş Tanrısı’nın oğ-
lundan esinlenerek kayıp gezegene Phaeton adını verdi. Yunan
mitolojisine göre adı “parlak, parıldayan” anlamına gelir.
Phaeton babasının arabasını öyle dikkatsizce sürmüştü ki,
parlayan atlar, sürücülerinin acemi birisi olduğunu anlamışlar,
iyice azmışlar. Yokuşu öyle hızlı çıkmışlar ki, seyredenlerin ödleri
kopmuştu. Phaethon da korkular içindeydi. Heyecandan dizgin-

193
YÜZYILLARIN SIRLARI

leri bırakıvermiş ve bu sürtünmeden dolayı yeryüzü tutuşmuştu.


Bunun üzerine Tanrılar da, dünyayı korumak için Phaeton’u
öldürmüşlerdi.
“Phaeton güneş ailesinin bir gezegeni olup, yörüngesinden
herhangi bir nedenle sapma olmuş, bu sapma onun çekim gücünü
ters yönde etkilemiş, mevcut kinetik enerjisi potonsiyel enerjiye
son hızla dönüşmüş. Bu dönüşüm sırasında gezegenin termo-
nükleer güç dengeleri alt üst olmuş ve gezegenler arası çekim
kuvvetlerinin etkisiyle infilak etmiştir.

NÜKLEER KIŞ
Astronomi âlimi Alveres’e göre her çarpışma sonucunda
büyük bir toz bulutu oluşarak güneş ışınların dünyaya ulaşması
engellenmiş ve Dünyanın sıcaklığı düşerek, fotosentez olayı
durmuştur. Sonuçta ise dünyanın iklimleri değişerek DİNOZOR
gibi birçok hayvan nesli yeryüzünden silinmiştir. Bu olay bilim
adamları tarafından “NÜKLEER KIŞ” olarak isimlendirilmiştir.
Konuya bir de astrolojik açıdan bakarsak ilk akla gelen kişinin
kim olduğunu tahmin edebilirsiniz herhalde. Nostradamus, bir
noktayı en küçük bir şüphe kırıntısı brakmaksızın açıkça ifade
etmektedir.
“Gökyüzünden bir felaket inecektir ve bu felaket, böylesine
acımasız oluşunda suç insanlarındır. Çünkü öyle bir yaşayış tut-
turmuş ve öyle bir düşüncesizlik içine girmişlerdir ki, bu tür bir
felakete ihtimal bile tanımamışlardır sanki tarih içerisinde oluşan
büyük deprem, tayfun ve tufanları unutmuşçasına yeryüzünü
patlamaya hazır bir barut fıçısına çevirmişlerdir. Körü körüne
dünyaya bağlanmışlar, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi mal ve mülk
yığmaya kalkışmışlardır.
“Seller öylesine yaygınlaşacak ki, üzeri su ile örtülmemiş tek
bir bölge bile kalmayacak ve bu öylesine uzun bir zaman devam

194
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

edecek ki zaman ve mekân belirlenmesine ilişkin hemen (tüm


veriler) yitirilene kadar sürecektir.
Bu olaylardan önce ve hatta dev tufanın ardından çoğu böl-
geye hemen bir damla bile yağmur yağmayacak. Ateş parçaları
ve taşlar düşecek gökyüzünden ve düştükleri yerdeki yaşamı
söndürecekler.
Yeni bir tufandır söz konusu olan, öylesine korkunç bir şey
olmalıdır ki, bir yerden yeryüzünün her yerinden sular karaları
yutarken, diğer yandan gökten taşlar ve kaya parçaları sağanak
halinde inmektedir…
1982 sonbaharında, eğer gökte komşu gezegenlerimizi ara-
yacak olursanız, hepsini güneşin çevresinde toplanmış halde bu-
lacaksınız. Merkür ve Venüs, Güneş ile Dünya arasında, diğerleri
güneşin ardında ve düz bir sicime geçirilmiş inciler gibi hepsi de
bir hizada olacaktır.
Yerküremizden bakıldığında, güneş ve diğer gezegenler be-
lirli bir yönde yer aldıkları için, bu duruma ender rastlanır, bilim
adamlarının ifadesine göre bu zamana değin önemli bir kayma
etkisi meydana gelmiş değildir.
Bochum Gözlemevi müdürü Prof. Heinz Kaminski 1982
sonbaharındaki gezegenlerin durumu ile ilgili olarak şunları
söylemektedir. Olay, Güneş’teki lekelerin doruğa erişmesiyle de
birleşerek, tarihte dönem dönem tezahür etmiş bir durumdur.
Bilinebildiği kadarıyla, her ne kadar bu konuda bilimsel bir
açıklama yapılmış değilse de olayın gerçekleşmesinden 20 ila 25
yıl kadar sonra birtakım bölgesel doğa afetlerin meydana geldiği,
istatistik olarak belirlenmiştir.
Bu açıklama şu anlama gelmektedir. Söz konusu dizilmenin
yol açacağı sonuçlar hemen yaşanmayacak, yani 1983 yılında dünya
bir anda bir birini izleyen bir felaketler dizisi ile karşılaşmayacaktır.
Dünyada yörüngesinden hemen çıkacak değildir. Uzay saatleri bu

195
YÜZYILLARIN SIRLARI

kadar çabuk tepki vermemektedir. Gerçek etkiler ortaya çıkana


kadar epeyce yıl geçmesi gerekmektedir.

ISINAN DÜNYA
Ozon üst stratosferin ekvatorunda yaklaşık 40 kilometre yük-
seklikte oluşur. Buradan kutuplara doğru yayılır. Ozon atmosferde
en az bulunan bileşen olmasına karşın yeryüzünde yaşam için
zorunludur çünkü güneşten gelen mor ötesi ışınımların büyük
bölümünü süzer. Ozon tümüyle yok olursa mor ötesi ışınlar canlı
organizmalara doğrudan ulaşacaklardır. Dolayısıyla gezegenin
çevresi (ekolojik) dengesi önemli ölçüde bozulacak, deri kanser-
leri artacaktır. Ayrıca ozon mor ötesi ısınımı soğutarak sıcaklığı
düşürür ve böylece atmosferin ışıl dengesine de katkıda bulunur.
Gelecek yüz yıl içinde ozonun azalması durmazsa yeryüzünün
iklimi, tüm sonuçları şimdiden kestirilemeyecek biçimde temelden
bozulacaktır.
Havaların dengesi öylesine tersine dönecektir ki, belli bir anda
artık kış ile yaz arasında bir ayırım yapabilme imkânı kalmaya-
caktır. Kuzey Kutbuna yağmur yağacak, Akdeniz yöresi ise karlı
buzlu karakışlarla, çöle bile kar yağışı ile karşılaşacaktır.
Dünyanın giderek ısındığı, havadaki metan oranının her yıl
yüzde 0,1 oranında arttığı bilim adamları tarafından bildirildi.
İklimbilimciler ve meteorolojistler bu konudaki çalışmaların
havadaki oksijen, hidrojen karbondioksit ve metan gazı ölçümleri
ile derecelendirildiğini açıkladılar.
İnsan hareketlerinin çokluğunun ve sanayinin katkısının
havadaki karbonmonoksit oranlarının artmasına neden olduğunu
kaydeden bilim adamları, buzul çağından bu yana dünyanın güne-
şin etkisiyle sınma devrini yaşadığını belirttiler. Yüzyılın başından
beri geliştirilen bir dizi çalışma sonucu hava durumlarının tarihine
bakılarak bütün dünyada havanın ısındığını belirtiyorlar.

196
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Hava hareketlerinin atmosfer, okyanus ve karalarda oluştu-


ğuna dikkat çeken bilim adamları, bu durumun laboratuarlarda
yeniden oluşturulmasının güçlüklerinden söz ediyorlar. Genel
bir hava dolaşım modelinden çok kompütürlerle çalışmaların
yapıldığına işaret eden bilim adamları gelecek yüzyılda tekniklerle
konunun daha iyi gözlenebileceğine dikkat çekiyorlar.
Bu arada dünyanın giderek ısınmasının doğal çevre üzerinde
büyük etkisi olacağı, bitki örtüsü ile canlıların yaşamında farklı-
lıklar oluşturacağı öne sürülmektedir.
Bu bilgilere dayanarak bazı bilim adamları, oluşumu sırasında
çok ısınmış olan dünyanın buharlaşıcı sıvılardan yoksun kaldığını
ve hayat için gerekli olan su, karbon ve diğer elemanları ise kuy-
ruklu yıldız patlamaları, asteroit çarpışmaları ve mikrometeorit
lerin düşüşleri sayesinde giderek sağladığını ileri sürmüşlerdir.

JEOMANYETİK DÖNÜŞÜM
Dünyamızdaki jeomanyetik dönüşüm konusunu araştır-
maya başlayan BİLİMADAMLARI, Dr. DAVİD Raup’un 1985
yılında yaptığı çalışmaları incelendiğinde ilginç bir benzerlikle
karşılaştılar. Raup, geçen “170” milyon yıl içinde manyetik ku-
tupların 296 defa yer değiştirdiğini belirlemiş ve yaptığı grafiksel
analizlerde bu olayın, yaklaşık 30 milyon yılda bir gerçekleştiği
sonucuna varmıştı. Eğer belirli aralıklarla oluştuğu iddia edilen
kraterlerin meydana gelmesi ve canlı türleri yok olması gibi olan
olaylar kanıtlanacak olursa, manyetik kutupların dönüşümünde
çarpışmalardan kaynaklandığı kesinleşecekti.
Bununla birlikte jeomanyetik dönüşüme sebep olan gücün
karşılaştırılmasının yapıldığı bir model epeyden beri tamamlan-
mamıştır. Bu problem Don Morris tarafından çözümlendi. Küçük
etkiler birikerek ısınınca daha büyük bir etki meydana getirebilirler.
Buna göre oluşan kraterler bir miktar kütleyi bulunduğu yerden
diğer bir yere taşırlar.

197
YÜZYILLARIN SIRLARI

Bunun sonucunda da dünyanın dış kabuğunun rotasyonel


(dönüş) hızı değişecek ve uzun yıllar sonra birikerek daha büyük
bir hız değişimi meydana gelecektir.
Jeomanyetik dönüşümler oluştuğu sırada deniz seviyesinde
10 cm veya daha fazla dönüşlerin olduğu ve DİNAZOR gibi bazı
canlı türlerinin de aynı zaman içerisinde yok olduğu daha önceki
araştırmalardan anlaşılmıştır.
Yine Hintli bilim adamlarından Prof. V. Krishnamurthy ve arka-
daşları, Keşmir yakınlarında yaptıkları çalışmalarda Karbon-Nitrojen
ve *Karbon–13 oranının Periyodik olrak değiştiğini belirlediler.
Soğuk iklimin göstergesi bu oranlardaki değişimler, manyetik
kutupların ve değiştirmesi ile aynı zamana rastlamaktadır.
Çarpışmaların ikinci dereceden etkisi ise şiddetli soğuklarla
birlikte karanlığın (NÜKLEER KIŞ) oluşmasıdır. Çarpışmadan
sonra kraterlerden çıkan tozlar, kurumlu parçacıklar, iklimin
yapısını değiştirerek kısa süreli bir buzul çağının başlamasına
neden olurlar. Eğer iklim uzun bir süre soğuk kalırsa, büyük
miktarda su (kar ve buz halinde) sıcak ekvator bölgelerinden
kutuplara doğru transfer edilir.
Evrende gerçekleşen bu olağanüstü olaylar adeta hesaplanmış
şekilde (KOZMİK PLAN GEREĞİ) Âlemlerin Yaratıcısı tarafından
birbiri ardınca getirmesinden başka ne olabilir? Bunlar ilahi bir
plan muacenesinde zamanı geldikçe gerçekleşmiştir.
• Karbon-13 (13C): Karbonun doğal kararlı yerdeşidir ve
kararlı ve radyoaktif izotoplardan biridir. Yeryüzündeki doğal
karbonun yaklaşık % 1.1’ini meydana getirmektedir. Saf Karbon-
13’ün gramı yaklaşık 700 dolar değerindedir.

VE MANYETİK KUTUPLAR
Meşhur Meteoroloji âlimi Alfred Lothar Wegener, “Konti-
nentvershinburg (Kıtaların yer değiştirmesi) teorisini kurmuş

198
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

ve altı kıtanın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş


ayrıldıklarını söylemiştir.
Tefsirlerde belirtildiğine göre bazı ayetlerin birden fazla
manası bulunmaktadır. Bu ayeti kerimenin iki manasından
dünya yaratılma sırasında (ELİPSOİD) biçimi aldıktan sonra yer
sathında düzenlemelerle yaymalar (kıtaların yer değiştirmesi)
vaki olduğunu bildiriyor: Her iki mana muteber eserlerlerde de
beyan edilmiş ve delil olarak gösterilmiştir. Arap dili âlimleri, bu
manaları asırlar boyu böylece telakki etmişler, kabul ile okumuşlar
ve okutmuşlardır.
Hayatımızı tehdit etmekte olan göktaşı bombardımanlarının
aynı zamanda hayatımızın kaynağı (HASFE) olduğu düşüncesi,
gerçekten çok şaşkınlık vericidir.
Bilim adamlarına göre dünyanın hızındaki bir artış söz konusu
olacak ve bu artış iç tabakaların hareketini etkileyecektir.
Gerçekten de birbiri ardınca yer kabuğu (crust) aradaki sıvı
tabaka (Ligwidcore) ve Manto tabaka (mantle) teorik olarak içteki
katı öz (solid core) “MİL” sıvı öz (Liguid Lore) mil yüzeyini kap-
layan yağ tabakası, yer kabuğu ve MANTO tabaka ise “JANT”
olarak değerlendirilir. Jant’ın rotasyonel hızı arttıkça MİL’in hızı
artacaktır. Rotasyon hızları arasındaki bu fark “DİNAMO” modeli
ile açıklanan teorideki etken kuvvet olan konveksiyon akışını
bozar. Bunun sonucunda ise manyetik olan yoğunluğu, sabit bir
değere kadar azalarak 10.000 yıl sonra Dinamo etkisinin yeniden
manyetik alanı oluşturmasına kadar devam eder. Daha sonra
manyetik alan, tekrar aynı yönde veya ters yönde büyüyerek eski
orijinal değerine kavuşur.
Dünya bu orijinal değerine kavuşuncaya kadar zaman peri-
yodları arasında nice medeniyetler yok olmuş ve nice medeniyetler
de insanlık da hemen hemen yok olur. Geriye kalanların birçoğu
barbar bir “Primitizm içine düşerler, pek azı da kültürlerini şehir
kıtalarında korumaya çalışırlar. (Mısır Medeniyeti gibi) yeni baştan

199
YÜZYILLARIN SIRLARI

tekrar medeniyetler oluşmuştur. Bu oluşum takriben 65 milyon


yılda 114 defa tekrarlanmıştır. Kutsal kitabımız KUR’AN’daki sure
sayısında 114 adettir. Bu kadar tesadüf hayret vericidir. Acaba
gerçekten tesadüfî midir? Çünkü 65 milyon yılda insanlığın çıkışı
olarak kabul gören yıl manyetik kutupların yer değiştirmesi 114
defa gerçekleşmiştir. Biz bu yer değiştirmelerin 114. evresinde
bulunuyoruz…
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz belirli aralıklarla oluştuğu
iddia edilen karakterlerin meydana gelmesiyle canlı türleri yok
olmuş, aynı zamanda manyetik kutuplarının dönüşümünde
çarpışmalardan kaynaklandığı kesinleşmiştir…
Görülüyor ki astereoidler ve kuyruklu yıldızlar, hayatımızı
ve medeniyetimizi tehdit eden afetlerden sayılmalıdır. İnsan türü
ortaya çıkmadan önce 4–6 milyar yıla yakın bir süre oluşma halin-
deki gezegenler ve uydular, kuyruklu yıldızların ve asteroitlerin
yoğun bombardımana maruz kalmışlardır. Ay ya da Merkür
yüzeyinde çok iyi görülebilen bu bombardıman izleri, volkanik
ya da tektonik olaylar ve erezyon dolayısıyla yeryüzünden silin-
miştir. Ay’a yapılmış olan seferler, bombardıman sıklığının güneş
sisteminin oluşumu sırasında bugünkü 1 milyar katı olduğunu,
daha sonra devamlı biçimde azalarak günümüzden 3,8 milyar
yıl önce şimdikinin 100 katına kadar indiğini belirlememizi
sağlamıştır. Bunlara bakarak gezegenimizin toplamış olduğu
kuyruklu yıldız kökenli gaz ve toz miktarını tahmin edebiliriz.
Diğer yandan kuyruklu yıldızlara gönderilmiş olan Gietto ve
Vesta uzay araları kuyruklu yıldız buzlarının yüzde 80 oranında
su buzundan oluştuğunu ve buzlarındaki hidrojende rastlanan
döteryum* oranın, dünya okyanuslarının suyundaki döderyum
oranına benzer olduğunu ortaya çıkarmıştır. Uzay araştırmaları,
kuyruklu yıldız tozlarının gözenekli silikatlardan ve karmaşık
organik moleküllerden oluştuğunu da göstermiştir.
* Döteryum veya ağır hidrojen, hidrojenin sabit izotoplarından
biri olup, okyanuslarda büyük miktarda bulunur. Adı döteron

200
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

olan döteryum çekirdeği, bir adet (proton) ve bir de (nötron)


içerir. Diğer yandan hidrojen çekirdeği bu ılıncıktan yoksundur.
Adındakı dö- Yunanca deuteros yani ikinciden gelmektedir ve
çekirdeğindeki iki parçacığın varlığını simgelemektedir.

HASFE
Taberani, Mu’cem’i Kebir’de Abdullah bin Amr’den şöyle rivayet
naklediyor: ”Kâbe-i mükerremenin yeri, Arz’ın yaratılmasından iki
bin sene önce konuldu. O zaman Kâbe’nin yeri beyaz bulut halinde
iken Arz’da altında sanki Hasfe gibi idi. Oradan arz yuvarlatıldı.
Yerküre’nin yaratışlından bahseden birkaç sahabi eseri
bulunmaktadır. Bu eserler, yerkürenin var olmasından önceki
döneminden ve ilk yaratılan kısımlarından bahsetmektedir.
HASFE kelimesi İslâm âlimi Hattabi’ye göre, yerden BİTKİ
gibi biten ya da bitiren taşa (Meteor’un da aynı zamanda bir taş
olduğunu unutmayalım) denilir.”
Bu HASFE kelimesinin Hadis Hafızı El-Haysemi’nin eserinde,
“Hızlı hareket etmek manasında olduğu, bazılarına göre de ses
manasında kabul edildiği” kayıtlıdır. İbn-i Hacer ve Süyûtî İbn-i
Abbas hazretlerinden şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: “Yerden
var edilen ilk parıltı “Kâbe-i Mükerreme”nin mevzidir. Oradan
yerküre uzatılıp yaratıldı. İlk yaratılan dağ ise Mekke’deki “Ebu
Kübeys”dir. O dağdan diğer dağlar uzatılıp var edildi.”
Ebu Kübeys kelimesi Kabes’e, yani “parladı” manasındadır. Ebu
Kübeys ise parlamanın ilk olan yeri ve mevkii manasınadır.
Tabi ki bu hâl yerküre’ye göredir. Kur’an-ı Kerim’de Mekke’ye de
“Ummu’l Kurâ”, diye buyurulmuştur. Bu kelime, başkent manasında
olduğu gibi yerin, köy ve şehirlerin de anası olduğunu hatırlatır.

AHİR ZAMAN
İslâm dini ve kurallarından uzaklaşma…

201
YÜZYILLARIN SIRLARI

Bencillik…
Bereketsizlik…
İşsizlik…
Kıtlık…
Bulaşıcı hastalıklar…
Ebtar/hibrit tohumlar…
Felaketler…
Asimetrik savaş- (örtülü savaş) terör…
Deccal’in yalancı Cenneti/Sefahat tutkusu…
Tefecilik- para karşılığı modern kölelik…
Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyor ki;
İbni Mâce’nin rivayet ettiği hadiste Ziyad bin Lebid (ra)
şöyle demiştir:
Peygamberimiz (sav) birtakım korkunç olayları anlattı ve:
“ O korkunç olaylar, din ilmi giderek eseri belirsiz olduğu
zaman vukua gelir,” buyurdu.
Ben:
—Ya Resulullah din ilmi nasıl gidermiş? Bizler Kur’an’ı okuyoruz,
çocuklarımıza okutuyoruz, Kıyamet gününe kadar da okutmaya
devam edecekler, dedim; bunun üzerine Resulullah (sav);
—Ya Ziyad muhakkak ki ben seni âlim sanırdım, bu Yahudiler
ve Hırıstiyanlar Tevrat ve İncil’i okuyup onunla amel etmezler.
Onlara fayda sağlamaz.” (İbni Mace c. 2/1344)
Yani Peygamber efendimiz (sav) sizde ahir zamanda Kur’an’ı
okuyup onunla amel etmeyeceksiniz. Günümüzde durum aynen
öyle değil mi?
İslâm âlemi cemaat cemaat ayrılmış her cemaatten ayrı
ayrı fikirler oluşmuş. Bu cemaatlerin hâli ya diğer Müslüman
geçinenler?

202
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Kur’an’ı duvarda asılı tutuyorlar, Peygamber efendimizi


yeterince tanımıyorlar, Deccal’in Cennet’inde avunmaya çalışıyor-
lar. Lüks hayat peşinde, futbol peşinde, magazin televizyonların
içinde, eğlence, oyun, müzik ve daha birçok geçici hayal. Şunu
unutmayın ki Resulullah Efendimiz’in (sav) buyurduğu korkunç
olaylar başlamıştır.
Sizlerden magazin basını bu olayları gizliyor. Sizler de çev-
renizde olup bitenleri araştırıp görmüyorsunuz. Bugün felaketler
komşu ülkelerde yakında bizim ülkemizde…
Siyonist kıskaç daralıyor...
Deccal görevine çoktan başladı...

Yukarıdaki haritada İsrail’in abisi Amerika’nın İslâm ül-


kelerindeki askeri üslerinin nasıl yerleştirildiğini gösteriyor bu
hazırlıklar ne için acaba hiç düşündünüz mü?

203
YÜZYILLARIN SIRLARI

Şimdi Afrika’dan başlayıp İslâm âlemine bir bakalım!


Afrika’daki Müslümanlar 1800’lü yıllarda acıyla tanıştılar. Ne
kadar Müslüman kabile halkı varsa tamamı misyoner papazlar
tarafından köle olarak Amerika kıtasına satıldılar. Yıllarca köle
olarak yaşadılar, Afrika’da kalanların ellerindeki maden zengin-
likleri alındı, tarım yok edildi ve açlığa mahkûm edildiler!

 
Şimdi ne acıdır ki inek dışkısı dahi onlar için zor…

 
Bu görüntüler size ilahi bir ikazdır.

204
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Doğu Afrika ülkeleri de bugün korkunç bir iç savaşın içinde-


dir. Ve onların bu hâllerini birileri ellerini ovuşturarak seyrediyor.
Aynı olaylar diğer İslâm ülkeleri için de hazırlandı…
Arap ülkeleri şimdilik Amerika’ya petrolünü peşkeş çekerek
ayakta duruyor.
İran kuşatma altında…
Irak artık ölü bir devlet...
Suriye her an vurulma korkusu içinde…
Afganistan savaş, kıtlık ve açlığın pençesinde...
Irak’ta zulüm...

205
YÜZYILLARIN SIRLARI

Yukarıdaki resim Afganistan’dan…


Pakistan’da iç savaş sürüyor, günde yüzlerce ölü ve kıtlık
olayları…
Ve ahir zaman savaşları büyüyor. Yangın her yeri saracak
2012-2013-2014…
Şiddetli savaşlar...
Siyonların İslâm’ı ve Müslümanları bitirme savaşları...
Buğday bazı ellerde stok ediliyor...
Kıtlık yayılıyor...
İşsizlik...
Hastalıklar...
Kaos...
Hercümerc...
Armegeddon…

206
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Mehdinin İslâm adına ufak bir yenilgiden sonra muzaffe-


riyeti…

Peygamber efendimizin sancağı,


Ukab…
Artık bu sancağın altında birleşmenin zamanı…
El ele…
Gönül gönüle…
Allah’a itaatla…
Peygamberimizi (sav) severek…
Ülkemizi ve birleşecek ülkelerimizi severek…
O gelecek acı günleri mutluluğa çevirmek için…

DÜŞÜNEN İNSANLAR ÇAĞI


Her peygamber bir medeniyetin öncüsüdür. Beşerin buna-
lım geçirdiği bir devirde, bu bunalımı önleyecek bir Peygamberi
Allah göndermiş ve inanan insanlara hidayet vermiştir. Hatem’ül
Enbiya (en son) Peygamber Hz.Muhammed (A.S.) olup, bir daha

207
YÜZYILLARIN SIRLARI

peygamber gelmeyeceği aşikârdır ancak o himmetiyle Kur’ân’ı


rehber öncüler her asırda yetişrirmektedir!
Kur’ân’da dehşet veren manzaraları ile anlatılan Tufan; daha
evvel meteorların ve kuyruklu yıldızların dünyamızla çarpışma
olasılığının çok yüksek olduğunu ve geçmişte de birçok tufanlar
geçirdiğimizi anlatmıştık. Jeomanyetik yer değiştirmelerin çar-
pışmalarla orantılı olduğu ve böylece çarpışmalar neticesinde de
nice tufanlar oluştuğu hatırlanırsa yüce kitabımızın da uyarılarını
daha dikkatli algılayabiliriz.
Hermes veya Osiris (İdris A.S.) bahsi hatırlanırsa, Hermes’in
deniz uçağından bahsetmiştik, yani yüksek bir teknolojiden. İşte
o devirden sonraki devir Nuh’un A.S. devridir. Bu devir de ilahi
mesaj gereği mucizevî gemi vasıtasıyla, inananlar kurtuluyor.
Böylece bu olay bize Nuh peygamberden evvel yüksek bir mede-
niyetin varlığını ortaya koyuyor. Sanıldığı gibi (tarih kitaplarında
yazdığı kadarıyla) insanlığın genelinde TAŞ DEVRİ DİYE BİR
ŞEYİN ASLA OLMADIĞI anlaşılıyor.
Zaman sahillerinden günümüze ibret vesikası olabilecek
şekilde gözlerimiz önüne atılan belgelere geçmeden evvel Yüce
Kitabımızda düşünce dünyamızı güneş gibi aydınlatan ayeti
kerimeleri yazmadan geçemedik. Bakınız yüce kitabımız da bu
ibretli vesikalara nasıl ışık tutuluyor.
“Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda
ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek
olduğu onlara iyice belli olsun. Rabb’inin, her şeye şâhit olması
yetmez mi? “ FUSSİLET/53…
Evet, yeniden Tarih kitaplarının yazılmasını ve Batı mede-
niyetinin yeniden kökenini araştırması gerekiyor. Yani miladi
takvim sıfır (0) İsa A.S.’nın doğumu değil son devir 23. Katagori
devri barıştan sonra gelen çağın sahibinin, yani Kur’ân’ın müj-
decisi Âlemlere Rahmet olarak gelen Muhammed A.S. S.A.V.’in
doğumudur.

208
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Bir başka deyişle Tarih çağları iki ana gruba ayrılmalıdır.


1) Tufan’dan önceki çağlar
2) Tufan’dan sonraki çağlar
Tufan’dan Sonraki çağlar da:
a) Sıfır (0) : Başlangıç- Peygamberimiz’in doğumudur. Do-
layısıyla Nuh A.S. Tufanı’ndan 11.600 yıl-(0) Sıfır ile Peygamber
Efendimiz’in doğumu arasındaki süre - İLK ÇAĞDIR-
b) Peygamberimizin doğumundan, Fatih Sultan Mehmet’in
1453 İst. Fethine kadar olan kısım. (0) 1453 – ORTAÇAĞ -
c) Fatih Sultan Mehmet Han’ın 1453’te İstanbul’un Fethinden,
Robert Fulton’un Buharlı makineyı keşfetmesine kadar olan dönem
(1453–1799) – YENİÇAĞ -
d) Robert Fulton’un buharlı makineyi keşfetmesinden atom
bombasının yapımına kadar geçen dönem (1799–1945) – YAKIN
ÇAĞ -
e) Atom bombasının yapımından, ilk uzay aracının uzaya
atıldığı çağa kadar geçen zaman (1945–1957) – ATOM ÇAĞI-
f) İlk uzay aracının uzaya atıldığı çağdan, günümüze kadar
geçen zaman, (1957–2106) – UZAY ÇAĞI -

EFSANEDEN BİLİME YOL VAR MI?


Efsaneden bilime yol var mı? Bunu bir zamanın melekesin-
den efsanenin olumlu ve olumsuz yanları inceleyerek, bilime
katkısını araştıralım.
Efsaneler, gerçekten bilim öncesi aslı astarı olmayan masallar
mıdır? Bilimle efsaneler, bir daha geri dönülmemek üzere aşılmış
mıdır? Yoksa onlar insanların geçmişinin saklı olduğu, kendilerine
özgü anlatım biçimleri taşıyan, insanı, dünyayı, evreni, tanımamı-
za olanak sağlayabilecek yüzyılların birikimiyle oluşan, gerçeği
kavrayış çabasının ürünleri midir?

209
YÜZYILLARIN SIRLARI

Efsane (fesâne), Farsça kökenli bir sözcüktür, boş, asılsız uy-


durma sözler anlamına geldiği gibi, bir toplumun geleneğinden
kaynaklanan, yaşayışını bir ölçüde belirleyen anlatılan masallara
da verilen bir ad. Türkçede “Söylence” karşılığı oluyor. Yunanca
aslı mitoloji, Arapçada usture (çoğulu esastır).
Efsane sözcüğü, hem olumlu hem de olumsuz anlamıyla
kullanılacağı için, onu, Türkçemizde henüz yeterince çağrışım
yapmayan söylem sözcüğü yerine tercih edilmiştir.
Efsanenin olumsuz görünen anlamı, toplum içindeki söy-
lentilerden, sözlü gelenekten gelen masalımsı dayanıksız sözler.
Neden olumsuzdur efsane? Çünkü bilim çağında yaşıyoruz,
masalları aştık, artık gerçeği biliyoruz.
Bu eleştiri, bilimin ahlak, toplumsal bir yanını da irdeleme
olanağını verecek bizlere. Bilim olanca ciddiliği içinde, gülümseyen
bir bilim olacaksa, bilimin çocuklarına da seslenmelidir. Çocuk-
larına gerektiği gibi seslenemeyen bilim, canlılığını, devingenli-
ğini, yaratıcılığını yitirebilir. Kokuşabilir… Bilim üzerine tekeller
konulduğuna, o herhangi bir topluluğun hiç ödün vermez sıkı
kalıpları içine sıkıştırıldığında, insanlığın geleceği için tehlikeli
olabilir. Bundan dolayı bilim üzerine düşünenler, efsaneler üstüne
de düşünmelidirler. Olumlu anlamıyla efsane, bilimi besleyebilir,
diri tutabilir, geliştirebilir. Her zaman her koşulda değil tabii,
uygun koşullarda.
İnsan, yapısı gereği bilmek ister, düşünce tarihinde Aristoteles’in
saptadığı bir olgu bu. Bilime değişik nedenlerle karşı çıkanlar bile,
onun etkisini yok sayamıyorlar ama istemeye istemeye de olsa
saygı duyuyorlar. Sağlıklı insanlarda bilim tutkusu, çoğu zaman
bilim tutkusuna dönüşüyor. Yüzlerce hatta binlerce insan, evreni
bilmek istiyor. Elde ettiği bilgileri bilimsel bilgiler yumağı içinde
bir yerlere oturtmaya çabalıyor.
Zaman içinde bilimsel bilgilerin öğrenilmesi, kavranılması
yorumlanması, onlara katkıda bulunabilme giderek zahmetli bir

210
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

hale geliyor. Uzmanlaşmalar artıyor. Yıllarca çaba ve çile sonu-


cunda bilimsel bilgilere ulaşılıyor. Tutku, belli bir disiplin içinde
çalışmayı gerektiriyor. Bilgilerin karmaşıklığı elde edilmesinde
ve kavranılmasındaki zorluk, uzmanlık olanlarının doğmasına
yol açıyor. Uzmanlar belli topluluklar oluşturuyorlar. Bu uzman
toplulukları, kendi içlerinde belli denetleme düzenleri geliştiriyor-
lar. Topluluklarda otoriteler, liderler oluşuyor. Bu topluluklara
girmek isteyen gençler, türlü sınavlardan geçirilerek belli unvanlar
alıyorlar, lisans, yüksek lisans, doktora gibi. Bilimsel bilgilerin
yayımlanacağı dergilerde hakemlik yapan otorite bilim adamla-
rınca sıkı bir denetim altında tutuluyor. Amaç, bilimsel bilgilerin
güvenilirliğini korumaktır. Bilimin namusu burada yatıyor. Her
önüne gelenin at koşturacağı alanlar değildir, bilim alanları, böy-
lesi bir denetim yalnızca bilimde değil, sanatta da vardır. Sanat
dergileri, yüzlerce şiirden çok azını yayımlayabiliyor. Yüzlerce
sanatçı adayından çok azı sanatçı sayılıyor.
Buna karşın, özellikle matematiğin kimi alanlarında, örgün
geometri ve sayılar kuramında, fizikte, kozmolojide, kozmogenide
(evrenin oluşumuyla ilgili kuramların geliştirilip tartışıldığı alan)
bilim heveslilerin cirit attığını görüyoruz.
Hemen söyleyelim, bilim heveslilerinin varlığı, bilim için
olumlu bir göstergedir. Bilmek isteyen, düşünmek isteyen amatör
insan, emek harcayarak, yıllarca kafa patlatıp, yanlış ya da doğru
kuramlar üretiyor, buna kim sevinmez ki…
Sağlıklı olarak yapılması gereken, uzmanlar topluluğunun
dilini ve bilgisini öğrenmektir. Bu yapılmadıkça söylenen so-
nuçta haklı bile olsa, büyük bir dirençle karşılaşabilir. Belli bir
tutuculuğunun, sansürün varlığını mı göstermektedir. Böylesi bir
direnç, uzmanların bilimsel bilgi üstünde tekel kurmaya hakları
var mıdır? İşte, bu soruları bir örnek durum üstünde tartışalım.
Sonuçları üstünde düşünelim.

211
YÜZYILLARIN SIRLARI

VELİKOSVSKY’DEN ÖĞRENİLECEK METOD


1950 yılında ABD’de Immanuel Velikovsky, üzerinde on yıl-
dan beri çalıştığı kitabını çıkarır, Çarpışan Dünyalar. Velikovsky,
özellikle Tevrat’taki (Exodus) Çıkış, bölümünden etkilenerek,
kutsal metinlerde, efsanelerde dile getirilen, bugün doğaüstü
gördüğümüz olaylarla, afetlerle, felaketlerle ilgilenmeye başlar.
Musevi, Hıristiyan kaynakların yanı sıra, Mısır, Çin, İran,
Hint, Aztek, Maya kültürlerindeki metinleri gözden geçirerek
şu sonuçları çıkarır:
1) Dünya, geçmişinde şimdilerde unuttuğu büyük afetler,
felaketler yaşadı.
2) Bu felaketlerin kaynağı dünyanın dışındadır.
3) Bunları bilmek, saptamak olanaklıdır.
Dünyanın yaşadığı bu büyük değişimler, insanın belleğinin
derinliklerine yazıldı. Nasıl çok acı verici bir kaza sonucu, bellek
yitiminde uğranıldığı gibi insanlarda bu yaşadıklarını unuttular.
Birtakım eski metinlerde izleri kaldı sadece.
Yüzyıllarca evrenin ve dünyanın yapısı ve oluşumuyla ilgi-
lenen düşünürler, bilim adamları, onu genellikle denge ve uyum
içinde bir sistem olarak yorumladılar. Oysa dünya, müthiş ani
değişiklikler yaşadı. İnsanlar, sanıldığı gibi “huzur ve sükûn”
içinde bir evrim geçirmedi, büyük tufanlar felaketler gördü.
Burada oldukça düşündürücü, yepyeni bir durumla karşı
karşıyayız. Doğa bilimleri alanına girebilecek sorunlara, farklı
bir alandan, efsane alanından yanıtlar getirmeye çalışılıyor oysa
genelde tersine alışmışızdır.
Efsaneden yola çıkılıyor ama teorilerinin hangi koşullarla kar-
şılaştırılabileceği, denetlenebileceği de söyleniyor. Velikovsky’nin
okuduğu metinlerden çıkardığı sonuçların yerinde olup olmadığı
tartışılabilir. Tutumun, titiz bir araştırmacı tutucu olduğunu söy-
leyebiliriz. Efsanelerden yola çıkıp, çalışmalarının bir “efsane”

212
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

olmamasına çalışıyor. Astronomların denetleyeceği teorileri de


vardır.
1) Gezegenler arasında büyük bir elektromanyetik alan
vardır.
2) Güneş, büyük bir elektrik yükü taşır.
3) Venüs gezegeninin yüzeyi sanıldığından daha sıcaktır.
Jüpiter radyo dalgaları yayıyor. (Bu teorilerin 1950 yılında ortaya
atıldığını unutmayalım.)
Peki, bu hevesliye karşı o zamanın bilim adamları toplulu-
ğunun tepkisi ne oldu:
1) Hiç ödün vermez tepkiler aldı. Bilim adamlarının bu saç-
ma sapan teoriler gibi zamanları yok dendi. Hele, “Velikovsky
haklıysa, bizler deliyiz” söyleriyle, son derece saldırgan, tutucu
bir tutum içine girenler oldu.
2) Daha kitap yayınlanmadan önce, birtakım popüler dergi-
lerde, kitaptaki görüşler üstüne tanıtıcı yazılar yazıldı. Kimi bilim
adamları kitabı okuyacaklarına, yalnızca bu yazılardaki sözlerin
etkisinde kalarak, sanki kitabı okumuş gibi tepkide bulundular.
3) Dergilerde kendisine yöneltilen ağır eleştirilere karşı, Ve-
likovsky, iki yıl cevap hakkını kullanamadı.
4) Kendisine takınılan olumsuz tavır, yıllarca sürdü. Ancak
1974’te yapılan bilimsel ve felsefi bir toplantıya konuşmacı olarak
katılabildi ama görüşlerini ciddiye alanların sayısı hep az oldu.
5) Velikovsky’e karşı olumlu tavır takınanlardan en ünlüsü
Einstein oldu. Gezegenler arasındaki elektromanyetik alanın,
gezegenlerin hareketlerine etkisini kabul etmeye yanaşmadı ama
Jüpiter’in Radyo dalgaları yaydığı saptanınca, önem verdi. Diğer
tezlerinin sınanması içinde bilim adamlarına öneriler getirmeyi
kararlaştırmıştı.

213
YÜZYILLARIN SIRLARI

Immanuel Velikovsky

Bu örnekte gördük ki, bilim adamları kendi topluluklarının


dışındaki görüşlere karşı ön yargılı, katı olabiliyorlar. Bu iyimser
bir yorumla, bilimin saygınlığını korumak için gösterilmiş bir tepki
midir, yoksa karamsar bir yorumla bilgiyi kendi tekellerine almak
isteyen, farklı görüşlere kapalı, toplumsal, bireysel bir kıskançlık
mıdır? Bilim adamları, bilgilerin sağladığı gücü kimseye kaptır-
mamak düşüncesini mi yaşıyorlar? Her önüne gelenin görüşleriyle
ilgilenmeye kalksalar? Her önüne gelenin görüşleriyle ilgilenmeye
kalksalar, kendi araştırmaları için zamanları kalmayacaktır. Bun-
dan dolayı ister istemez seçici olacaklar, bu seçimlerinde kendi
topluluklarının üyelerine öncelik vereceklerdir. Böyle bir durum,
bilim adamlarının tutuculuğumu demektir?
“Efsane” sözünü oldukça geniş bir anlamıyla yorumlamayı
öneriyoruz. Bilim adamlarının çalışma, inceleme modellerin dışında
kalıp, insanı, topluma, dünyayı, evreni açıklama iddiası taşıyan

214
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

her türlü folklor, sanat, edebiyat ürünlerine efsane diyebiliriz.


Velikovsky, efsanelerden yola çıkmıştı. Onları bilimle sınanacak,
bilimi besleyecek “güvenilir” kaynaklar olarak gördü, yorumladı.
Efsaneden bilime yol olabileceğine inandı.
Güneş sisteminin tarihiyle ilgili söyledikleri bir yana, efsanelere
karşı takındığı bu tutumunun olumsuz olmadığını söylemekle
başlayayım Efsane gerçeği kavramak da bir olanaktır. Efsane,
çok yüzlü gerçekliğin değişik yüzlerini anlamamızda, insanların
yüzyıllarıca sürmüş serüvenini, kültürünü kavramamızda, bize
geniş bir ufuk sağlayan anlayış zenginliğidir.
Yaşadığımız şu dünyada, gittikçe artan uzmanlığın giderek
köreltici, öldürücü etkileri olan dar, görüşlülüğünün, kalıpları
ve alışkanlıklara bağlı düşünme biçimlerinin dışına çıkabilme
fırsatıdır. Giderek bizim kültürümüze de girmiş bilgisayarların
önünden ayrılmayan test sınavların baskısıyla, bir örnek düşünme
hastalığına yakalanmış, hayal gücünü, düşlerini kullanamayan
bilimle düşüncenin araştırmanın oyuncaklarıdır. Oynayamayan
çocuk elişmez. Efsanelerden geçmemiş masalların engin dünya-
sında korkusuzca dolanmamış bir yürek, beynini nasıl özgünce
kullanabilir?
Bilim, araştırıcı insanların düş güçleriyle gelişmiştir. Düş
gücü, cesur, atak, kalıpları parçalayan kafaların sahip olduğu
güçtür. Elbette sıkı, disiplinli, haddini bilen, eleştiren, eleştiriye
açık, olgulara, deneylere, gözlemlere saygı gösteren, verilerinin
hesabını verebilen kişilerin düşgücünden söz ediyoruz.
Efsanesiz bilim, dardır, yüzeyseldir, kalıpçıdır, kördür ama
efsanede kalmamak koşuluyla. Hızla değişen bir çağda yaşıyo-
ruz. Bilim de hızla değişiyor. Bilime katkı, birtakım düşünme
kalıplarının körükörüne bellemiş onları sorgulayarak aşacak düş
gücüne sahip olmayan, yaratıcılığında efsaneleri (en geniş anla-
mında) kullanamayan insanların işi değildir. Bilim adamlarının
zaman zaman içine düşdükleri dar görüşlülükten, tekelcilikten

215
YÜZYILLARIN SIRLARI

tutuculuktan kurtulabilmeleri efsaneleri, farklı kavrama kalıplarını


kavrayabilmeleri, onları ciddiye almalarıyla olanaklıdır. Bilimsel,
tutuculuğun önlenebilmesinin çaresi olabilir efsane eğitimi.
Efsane eğitimi ne demek? Bilim eğitiminde efsanelerin de
önemini kavrayabilmek demek. Yarışmacı, eleyici, aman vermez
bir koşuşturmada, farklığın önemini anlayabilmek demek. Kül-
türümüz efsaneden uzaklaştıkça, yumuşaklığını, cıvıl cıvıllığını
yitirebilir. Bilimin çocuklarına, kafamızdaki kalıplara bağlanmış
gerçekliği mi öğreteceğiz? Gerçeklik, neden benim kalıplarından
ibaret olsun. Çocuk kalmamış, çocukluğunu yitirmiş bir bilim
adamından tehlikeli ne olabilir? Sürekli olarak çıkarlarını kolla-
yan rakiplerini yok etmeye çabalayan, hoş görüsüz, kültürüyle,
geçmişiyle birleşmemiş bilim adamlarını yetiştirmek istiyoruz.
Yoksa Velikovsky örneğinde olduğu gibi efsanelerden yola
çıkıp, doğanın, gerçekliğin üstünde konuşabilme cesaretini
gösterebilmiş, alışılmış kalıpların dışında, araştırmacı insanların
gereksinimiz olmayacak mıdır?
Bilim ciddi bir uğraştır, kabul. Yıllar süren eğitimi vardır o
da kabul. Bir geleneği, kendine özgü teknik uzmanca dili vardır
ki bu da kabul. Bu dilin sınırlarına tutsak olup, bu dili değiştire-
memekse araştırmacı katkıları engeller. Bunu kabul edemeyiz.
Efsanesiz bilimi kabul edemeyiz, efsaneyi yasaklayan bir bilim
eğitimine karşı çıkmalıyız. Bilimin efsaneye dönüşme tehlikesini
önlemek istiyorsak, paradoksal görünecek ama efsane bilimin
güvenilirliği için gereklidir.
Tehlikesini tekrarlayalım. Bilimin efsane olduğunu söylemi-
yoruz. Efsane, bilimsel düşünme öncesinde de vardır, sonrasında
da, düşünürken de, efsaneyi bilime dönüştürebilmek, işte bilimsel
araştırmacılığın asıl beceresi buradadır.
Bu açıklamalar ışığı altında biz aynı Velikosky olayında olduğu
gibi efsaneden bilime yol olabileceği savımızla yola çıktık.

216
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Kitabımızda mevcut bilgiler, çeşitli kültürlerin metinlerini,


gözden geçirerek özellikle yüce kitabımıza danışarak güveni-
nirliğini araştırdık. Maksadımız sadece gerçeği aramak ve onu
gün yüzüne çıkarmaktı. Nitekim bu teorimizin ışığı altında şu
sonuçları yakaladık.
1) Dünya, geçmişinde bugünkü insanlığın unuttuğu büyük
felaketler yaşadığını tespit ettik. (Nuh Tufanı gibi)
2) Bu felaketlerin kaynağının dünya dışından gerçekleştiğini
saptadık; Meteor ve Kuyruklu Yıldız çarpışmaları gibi.
3) Bilimsel çalışmalarla dünya dışı felaketlerinin saptanma-
sının mümkün olduğu.
4) Dünyanın jeomanyetik yer değiştirmelerinin yani kutupların
yer değiştirmelerinin 65 milyon yılda 114 defa olduğu, böylece
dünyanın 114 evre geçirdiği, bizim bu evrenin en sonunda oldu-
ğumuzu, Kur’an’ın da 114 sureden ibaret olduğu, böylece bilim
ve Kur’an’ın arasındaki paralelliği saptadık.
5) İlk insanın Âdem A.S. olduğu, (ilk örnek) ve aniden 3. ve 4.
zamanın sonuna doğru yaklaşık 65 milyon sene önce ortaya çıktığı
Âdem A.S. medeni bir insan olduğu ve mağarada yaşamadığı,
bina yapmayı, ekin ekmeği, çiftçilik yapmayı bidiğini saptadık.
Cennet gibi bir yerden inen atamızın, ilkel bir yaşamı seçmesi
akla ve mantığa uygun mu tabi inançsızlık batağında aklını kedi
yumağı gibi yapmayanlar için geçerli bu sözümüz (!)
6- İlk Medeniyetin Âdem A.S.’ın medeniyeti olduğu ayrıca bü-
tün medeniyetlerin insan hayatı gibi başlangıcı ve sonu olduğu,
7) Son medeniyetin de (20. yüzyıl) evvelkiler gibi çok yakında
yok olacağı aniden yeryüzüne gelindiği gibi aniden gidileceğini
saptadık.
8) Nuh Tufanı’nı insanların hatırlamaları için birçok gizemli
yapıtlar oluşturulduğu ve bunları birer şifre gibi günümüze mesaj
ulaştırdıklarını (piramitler, höyükler, zigguratlar vs.) saptadık.

217
YÜZYILLARIN SIRLARI

9) Geçmişte modern hatta gelecekteki savaşlardan hipnotik


savaşlar yapıldığı ve insanlığın, insanlık vasıflarını kaybettikleri
ve neticede cezalandırıldıkları.
10) Ve efsaneden bilime ulaştık. Bilimsel gerçeklerden de
Kur’an-ı Kerim’e ulaştık. Evrensel çekim teorisi gibi.
1) Son Çağın tüm kültürlerde ortak olan 22 Kategori’den
oluştuğu, 22. Kategori’den sonra gelen esas çağın 23. Kategori
yani Kur’an Çağı olacağını ifade ettik. Nitekim yüce kitabımızda
Yüce Mevlamız şöyle buyuruyor: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla
mutlu olurlar.”

218
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Röp: Burçin İvren (http://indigodergisi.com)


Konuk: Hakan Yılmaz ÇEBİ (Halk Bilimi Uzmanı/Yazar
www.hakanyilmazcebi.com , haycebi@gmail.com)

HAKAN YILMAZ ÇEBİ’YLE METAFİZİK İSTİHBARAT


Takdim:
Henüz yirmi yaşında Hacettepe Üniversitesi’nde öğrenciyken kaderi
bir cilveyle gazetecilik yaşantısına başlayan Hakan Yılmaz Çebi, başta
Türkiye’nin petrol konusuyla ilgili yaptığı haberler ve konuşmalar yanında
METAFİZİK İSTİHBARAT kitabında anlattığı konularla sıra dışı gün-
demin ilk sıralarında yer alıyor. Yazdığı yirmiye yakın birbirinden ilginç
kitaplar, bir dönem hazırlayıp sunduğu internet ortamında da sürekli
paylaşılan 133“Hazır Kıta” programı ve halen konuk olduğu televizyon
programlarıyla Türk ve dünya gündemine ilginç yorumlar getiriyor.
Hakan Yılmaz Çebi’nin pek az kişinin bildiği ilginç bir yönü daha var
ki Ankara Mamak’ta kapatılan mescitten çıkan gazeteciliği... Çebi’yle
yaşamıyla içiçe geçtiği metafiziği ve kendisinin kamuoyuna kazandırdığı
ismiyle kısmen de olsa “metafizik istihbaratı” konuştuk…

RÖPORTAJ: BURÇİN İVREN


KONUK: HAKAN YILMAZ ÇEBİ (Halk Bilimci/Gazeteci-
Yazar)
Sayın Çebi, sizi yazdıklarınızı anlamak için herhalde
gazeteciliğe nasıl başladığınızı bilmemiz gerekiyor? Zira yaz-

219
YÜZYILLARIN SIRLARI

dıklarınızın hemen hemen hepsi sıradışı. Herhalde gazeteciliğe


başlamanızda öyle oldu?
-Yaz tatili için İstanbul’dan gelmiş bir arkadaşıma, ileride
gazeteci olacağımı söylediğimde 15 yaşında olup; Trabzon’un
Araklı ilçesinde deniz kıyısında geleceğimizle ilgili konuşuyorduk.
Öylesine ağzımdan çıkmış bu sözü niye sarf ettiğime zamanla
daha çok hayret ettiğimden olsa gerek o sözü söylediğim yeri,
havayı, kumu etrafımızdaki insanların çehrelerindeki ifadeyi
hiçbir zaman unutmadım. Albümden çıkarılıp bakılan bir resim
gibi zaman zaman gözlerimi o resmi görmek için belleğime çe-
virdiğim anlar oldu. Hayatta şuna hep dikkat ettim; yaşantımızın
bazı dönemlerinde belleğimiz modifikasyondan geçirilerek, bizler
birtakım önemli istikametlerde yol alabilecek hâle getiriliyoruz.
Bunu müspet açıdan söylüyorum. Bu bir ikram dönemidir. O dö-
nemleri önceleri iltifatla olur ancak sonraları gayretle. Gazetecilik
yaşantımın başlaması da belki de öyle oldu. Yüz metre koşup hayatı
kısa yoldan yaşamak varken bir de bakıyorsunuz maratoncu bile
olabiliyorsunuz. Tabii mesleki gazetecilikten bahsetmiyor misyoner/
alperen gazetecilikten/iletişimcilikten bahsediyorum.

MAMAK’TA BİR ŞAHİN


-Yani hayatını 100 metreciler gibi sprinter olarak düşünmüş
biriyken, kaderin sizi de maratoncu mu yaptığını söylüyorsu-
nuz?
-Bu sorunuzla çok güzel felsefe yapılabilir. Lakin ben nefse
nefes vermeden sorunuzu felsefe yapmayı bırakınız da hele bir
meydana/konuya geliniz anlamıyla algılayayım (Gülüşmeler).
Vallahi bir gün bir arkadaş vasıtasıyla kaldığımız yurda da yakın
olması hasebiyle Zaman Gazetesi Cebeci bürosuna sohbete gittik.
Dünya tatlısı Şahin Ali Şen adındaki gazete temsilcisi ağabeyimle
orada tanıştım. 1990 yılında Körfez savaşı yeni başlamıştı ancak
Şahin ağabeyin savaşı Mamak Belediyesi’yle idi. Zira belediye

220
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

yetkilileri., belediye içindeki mescidi dışarıdan gelenlere kapat-


tığından insanlar civar camilerin de yetersizliğinden hem Cuma
namazı kılamıyorlar; hem de güvenlik sebebi olmadığı halde
dışarıya kapalı mescitte Cuma namazı da kabul olmuyor şek-
lindeki kararı da kaale almıyorlardı. Belediye o dönem malum
merkezlerce harlanan “Ali gibi yaşamayan Alevilik” oyununun
içindeydi. İşte Şahin ağabey de Mamak belediyesinin üzerinde
bu yüzden ismi gibi şahin olmuştu…
-Şimdi hayli meraklandırdınız bizi...
-Ben de bunları duyup, bir de belediye yetkilileriyle telefondaki
tartışmalarına şahit olunca yerimde duramaz oldum. O da kafasına
göre adam bulmuş olacak ki bir anda bana dönerek, “beraber gider
miyiz” dedi? Onun o samimiyetini görünce içimden “ben bu bu
mücahidin küheylanı bile olurum,” dedim. Fakat heyecanımızı
biraz dizginleyince, “ağabey sen gazete temsilcisisin ben ne olarak
geleceğim,” demeyi akıl ettim. O da gülerek eski bir model zenit
fotoğraf makinesini koluma takarak, “işte çakı gibi foto muhabiri,”
dedi. Önce güldük, “sonra gazamız mübarek olsun,” der demez
10 dakika sonra belediyeye fişek gibi daldık. Belediye yetkilileri
ve yanlarında korumalar belediye başkanının odasına ramak kal-
mışken etrafımızı sardılar. Bir ara baktım korumalardan biri Ali
ağabeyi harbi harbi tehdit ediyor, diğeri de benim flaşı çakmaz
Zenit fotoğraf makinemden ha bire çekiştiriyor. Tabii çömezlik, yol
yordam bilmezlik, biraz da Karadenizli yapımız eklenince hışımla
makinemden beni silkeleyen belediye görevlisine dönerek; “Bana
bak ya burada olanlarla ilgili ötersin ya da sana öyle bir yarım
daire döner tekme atarım ki bir daha boynunu tutamazsın,” dedim.
Ali ağabey bu sözümü duyunca üzülecek sandım, çünkü onlar
bulundukları camia itibariyle hep kendilerini incitir başkalarını
kolay kolay incitecek sert hareketlerden kaçınırlardı lakin benim
bu sözüme hem güldü hem de ateşini iyice artırdı. Çok kızarsa
öyle güzel bastıra bastıra “ŞE’REF’SİZ” derdi ki içimden yine bir
şeylere kızsa da bu sözü yine böyle güzel duysam derdim. Tabii

221
YÜZYILLARIN SIRLARI

bu camialardan sürekli mülayim tipler görmeye alışmış bu insan-


lar, karşılarında böylesine delifişek tipler görünce şaşkın şaşkın
yelkenleri suya indirdiler. Başta Halkla İlişkiler Müdürü olmak
üzere daha profesyonelce davranmaya başladılar. Basın ve Halkla
İlişkiler Müdürü isimlerimiz sorup önündeki kâğıda “Hele ben
sizin nasıl kurdunuzu kırdırırım?” mesajıyla not almaya ilk Ali
ağabeyden başlamış; sıra benim ismime geldiğinde sırf mesajına
karşı mesaj olsun diye Hakan Çebi dememiş çünkü sülalede yüz-
lerce Hakan Çebi vardı ancak tek olan Hakan Yılmaz Çebi ismini
vermiştim ki “Aman elini çabuk tut,” demeye getirmiştim işi. Lakin
beklediğim olmadı, sinir savaşı soyadımdan dolayı neredeyse
akrabayız muhabbetine döndü. Adamcağız sülalemi benden daha
iyi tanıyordu. Haliyle buzlar eridi ardından çay kahve, hoşbeşten
sonra bir iki iltifat da edince bizler mescidi açtırdık sanıp büroya
döndük. Şahin ağabey el yazısıyla haberi yazdı en başa da (üstelik
yanyana) ikimizin imzasını adeta çaktı. Ardından da o zamanın
en hızlı iletişim aracı olan faksa, Ya Bismillah deyip kâğıdı verdi.
Verdi ama onlarca kez denemeye rağmen kâğıttaki bilgi bir türlü
karşı tarafa geçemedi kim bilir belki de geçirilmedi.

BİR TÜRLÜ GEÇMEYEN FAKS


-Herhalde gazetecilik trafiğinizde bu noktada başlıyor?
-Bence öyle... Henüz 20 yaşına yeni girmiş yarı profesyonel
futbolculuktan paraşüte kadar sporun birçok dalıyla uğraşan biriy-
dim. “Futbol hariç birçok branşta 3 yıl çok fazla 3 ay hatta bazen 1
ayda biz bu işin bütün tekniğini kaparız,” deyip branştan branşa
geçen biriydim. Kabıma sığamadığımdan gazeteciliğin dışında
oturaklı/önemli teklifleri de red ediyordum. Üstelik belediyede
yeterince oturmuştuk, kanımda kaynıyordu kâğıdı fakstan çıkarıp
“ağabey ben şimdi uçar gibi gider fakstan önce Rüzgârlı Sokağa
bu haberi yetiştiririm,” dedim. Tüm kestirme yolları da iyi bildi-
ğimden temsilciliğin bulunduğu Cebeci’den, Ulus’taki Rüzgârlı

222
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Sokağa vardığımda belki 20 dakika bile geçmemişti. Gazeteye


vardığımda hiç beklemedikleri biriyle karşılaştıklarından hayli
garip baktılar. Zira saçları omuzlarına kadar uzun siyah blucin
üzerine siyah kazak onun üzerine de hayli uzun toprak rengi
bir pardösü giymiş, sarı çizmelerinin altına çaktırdığı demirlerle
de adeta atlı biri geliyor dedirten birisi bu camiaya pek yakın bir
tip değildi.(Ben o dönem ayakkabıların altına çakılan demirleri,
Kur’an’ı Kerim’de geçen “nalları ateş çakan mücahitlerin atlarıyla
irtibatlandırır; at bulamazsak at gibi oluruz der her aldığım kun-
duranın topuklarına çaktırırdım, çömezlik işte...) Bir de , “haber
müdürü kim,” diye selamsız sabahsız sorunca huylandılar tabii.
Ancak kısa bir şaşkınlıktan sonra saçı önden açık, güleç güzel
yüzlü birisi, “adım Nedim Yalçın olup haber müdürü benim,”
deyince ortam bir anda ısınıverdi. Nedim ağabeye yaşananları
anlatıp haber kâğıdını önüne bıraktım daha sonra yine nallarımı
yere vurarak gazeteyi terk edecektim ki; Nedim Ağabey seslen-
di: “Dur bakalım uzun saçlı güzel adam, daha senin ayağını
kaydıracağız,” dedi. Bu argo söz beni anında dizginledi. Zira
bu camiada böyle bir argo kullanılmazdı hoşuma da gitti. Belki
daha yumuşak bir söz söylese durmazdım bile. Hafif efelenerek,
“ne ayağı, ne kaydırılması ağabey ya?” dedim. O da bana dur
bakalım daha seni buraya kaydıracağız deyip konuya kestirmeden
girdi. Ona göre verdiğim elektrik ve özgüvenle gazeteciliğe çok
uygun olduğumu ifade etti. Beni şaşırtan bunu nasıl bu kadar
kısa sürede keşfetmiş üstelik hiçbir kaprise girmeden doğrudan
doğruya söyleyip hatta rica minnet eder dereceye getirmesiydi.
Zira bir kişi gazeteci olmak için ücretsiz çalışmaya, “ne iş olsa
yaparım,” demeye razıydı ve birçok ünlü gazetecinin ilk önceleri
nasıl çay servisi çektiğini, bir fotoğraf makinesinin bile tozunu
almak için kaç ay beklediğini çok dinlemiş ve de okumuştuk.
Tabii gazetecilik bugünkü gibi magazinleşmemiş hayli saygınlığı
olan bir meslekti. Her babayiğidin imzası öyle 5-6 aydan evvel
gazete sayfalarına giremezdi. Her neyse Nedim ağabey daha

223
YÜZYILLARIN SIRLARI

sonra nerelere takıldığım, kimlerle görüştüğümü, nerede kaldı-


ğımla ilgili benden bilgiler aldı. Kendisi de aslında ordudan ihraç
edilmiş bir üsteğmendi ama hayatının her anında vatanı-milleti
ve Büyük Türkiye Stratejisi için üniformasız da hareket edebile-
cek ender askerlerden biriydi ki bunlardan biri de yine o tarihte
tanıdığım Ahmet Ünal ağabeyimdi. Ahmet ağabey, Dünya’daki
Petrol tröstleri ve Türkiye petrolleri ile ilgili çalışmalarıma beni
ilk yönlendiren kişidir. Daha sonra kendisi İstanbul Özel Haber
servisini sırf benim ve birkaç arkadaşım için kurdu, diyebiliriz.
Onun sayesinde Petrol Tekellerinin Son durumu/ Petrolümüzü
Yabancılara Bıraktık başlıklı manşet haberle başlayan ve birçok
kitaba ve çalışmaya da konu olan çalışmalarımız Türkiye’deki
şer odakların birçok planını bozdu Evelallah. Bu arada ilginç bir
hikâyeyi de anlatayım. Sanıyorum röportaja başlarken sorduğu-
nuz soruya da daha açık cevap verecektir. İlginçtir, gazetecilikten
kaçtığım bir dönem memleketim Trabzon’a giderken aynı otobüste
Nedim ağabey ve arkadaşlarıyla karşılaşmış, meğerse onların da
Ortaasya’ya gitmek üzere Trabzon’a gittiklerin öğrenmiş sabaha
kadar beni gazeteciliği bırakmamam konusunda uyarmıştı. Ertesi
gün kendilerini ailemle taştırıp beraberce yemek yemiş bir gün
sonra da Ortaasya Alperenlerinin ilkleri olarak kendilerini Kır-
gızistan, Kazakistan, Özbekistan’a bir başka değerli ağabeyimle
(!) uğurlamıştık.

İKİ ŞEY KONUŞTUK: “MAŞAALLAH-İNŞAALLAH”


- İlginç... Rastlantı mı diyelim trafik içinde trafikler mi var
ortada, kaderi manada gazeteciliğe adeta zorlanmışsınız gibi
geldi bana...
- Öyle mi diyorsunuz... Biz tekrar mescid olayına dönersek,
bir süre bekledik. Neticede mescid açılmadı verilen söz tutul-
madı. Türkiye’de “Ali gibi yaşanmayan Alevilik” pek ciddi bir
kurgudur tabii, Mamak Belediye’si az evvel ifade ettiğimiz gibi

224
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

o dönemler bu kurgunun içindeydi maalesef. Biz bir süre sonra


belediyeye dönemin bakanlarından Barlas Doğu’yu getirdik. Sağ
olsunlar onun da sayesinde açıldı mescid. Tabii Nedim ağabey
notlarını almış, peşimi bırakmıyor beni nerede bulacağını biliyor.
Bir gece yarısı ki sabaha karşı 2 civarlarında iki tane tıp talebesi
(meğerse bütün gün beni aramışlar) benimle görüşmek isteyen
çok değerli bir ağabeyden (!) bahsettiler. Şimdi Profesör olan
o ağabeyle Cebeci’deki büroda buluştuk, kendisiyle o kadar
çok “Maşaallah” o kadar çok “İnşaallah” dedik ki, daha sonra
ne konuştuğumuzu öğrenmek isteyen başta Ali ağabey olmak
üzere tüm dostlara sadece iki şey konuştuk o da : “Maşaallah-
İnşaallah” dediğimde bu durum dost çevrelerde uzun süre hoş
bir konu olarak anlatıldı. Nitekim ertesi gün o değerli ağabeyin
ufak bir saman kâğıdına yazdığı bir notla ben ertesi gün gazete
merkezinde gazetecilik serüvenime başladım. Ancak hayatımda
ilk defa bir gazeteye girdiğim o günün daha ertesinde Şahin Ali
Şen- Hakan Çebi imzalı “Tartışmalı Mescid Açıldı” haberi basıl-
mış, Allah’ıma bin şükür daha ilk günden “gordion düğümlerini”
çözmeye başlamıştık bile.

“YÜRÜYEN MERDİVEN OLMA TEORİSİ”


- Peki o pusula kâğıdını yazan değerli ağabeyiniz kimdi?
- Bu trafikte isimlerin ehemmiyeti sorulmaz... Ashab-ı Kehf’in
peşine takılan çoban da onun köpeği de bu işin içindeyse Ashab-ı
Kehf’i mi başına taç yaparsın; çobanı mı, köpeği mi? Yeter ki bu
yolun yolcusu ol! Yalnız şunu sizinle paylaşmak isterken bir yandan
da sanki bir şeyler ne kadar da kerametvari gidiyormuş havası
vermekten korkuyorum, ancak Allah herkesin samimiyetini biliyor
nasıl olsa O’nu kandıramayız deyip şunu da ilave etmek isterim
ki havaalanında benimle birlikte başta Nedim ağabey olmak üzere
üç Alpereni yolcu eden o ağabey, benim için gazete yönetimine
talimat veren gece 2’de buluştuğumuz ağabeyden başkası değildi.

225
YÜZYILLARIN SIRLARI

Nedim ağabey kendilerini yolcu edeceğini biliyormuş ancak ben


o dakikaya kadar bilmiyordum, benim için hayli güzel bir sürpriz
oldu. Gazete kaçağı olarak hayli özür ve helallik alma borcum
vardı. Hayatımda gazeteciliğe başlamam vesile olan pek değerli
iki insan ve çok ulvi olan bir başlangıçta tevafuklar zinciriyle on-
larla bir yerde bulunuyor olmak, hikmetle bakıldığında “yürüyen
merdiven”de olmanın kadrini bilmek gerekir...
- Ya kitaplar 21. Yüzyıl Savaşları ve Hedefteki Türkiye
ile başlayan 2006’nın en çok satanları listesinin başlarında
olan İsrail’in Şifresi ve onu takip eden takip onlarca eser ve
akabinde Gizli Güçler ve Metafizik İstihbarat’ la devam eden
süreç nedir?
- O süreçte bazen her şeysiniz bazen hiçbir şey sizsiniz. Komplo
teorileriyle gömülmeye çalışılan hakikatleri ortaya çıkarıp, halkıma
anlatmaya çalışıyorum. Kutsal Tabut, Kurtuluş Ordusu, Parap-
sikolojik Savaş, yer altı ve yerüstü kaynakları bunlara ait sırlar,
gizli haritalar, Şeytan ve Şeytansıların savaş metotları kısacası bu
hologramda asılla ilgili pek çok şeyi anlama ve anlatma gibi bir
çabamız var. Bu âlemde inançsızın düşmanlığı, ham sofuların fikir
cellâtlığı olur. Lakin hakikat “değirmentaşı” gibi ezer geçer…
- Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Halk Bi-
limi Bölümünden mezun oldunuz. Bitirdiğiniz bölüm, şu an
araştırmakta olduklarınıza nasıl bir katkı sağladı?
- Liseden sonra üniversite okumak gibi bir hayalim,
planlarım yoktu.. Kaderin üzerimdeki kudret elini çocukluğumdan
beri çok yakın fark edebiliyordum. Haliyle üniversite mevzu-
sunda da dualarımla bu durumu Allah’a havale ettim. “Yolunda
yapabileceğim hizmete en iyi kullanabileceğim bölümü nasip
eyle Ya Rabbi” diye dua ettim. Bölümler listesini açtım, elimle
tuttuğum kalem bir mıknatıs gibi Hacettepe Üniversitesi Halk
Bilimi üzerinde durdu. Bu bölüm, daha önce pek çok kişi gibi
özellikle 80’li yıllarda ismini hiç duymadığım bir bölümdü. Ni-

226
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

yedir bilmem Halk kelimesi hep beni heyecanlandırır, Hak’la çok


içsellik kurarım eser- müessir misali. Neticede içim anında o kadar
kaynadı ki altıncı tercihim olarak işaretledim. Hayatım boyunca
çocukluğumdan itibaren içinde bulunduğum, ilgi alanlarımla
örtüşen böyle bir bölümü okuttuğu için Allah’a sürekli şükredi-
yorum… Bunca konuya girip bir nevi deli gömleği giydirecekleri
bir adamın psikiyatrist, psikolog olarak karşılarına çıkması gibi
enteresan da bir durum yaşanıyor.
- Kitaplarınızda bir yandan manevi düzlemde gizemli bir
hava estirdiğinizi bir yandan da gizemi ülkemizin iç ve dış siya-
seti üzerine yerleştirdiğinizi gördüm. Ve yazılarınızda metafizik
alanı da merkeze alan bir istihbarattan bahsediyorsunuz?
- Bu soru Metafizik İstihbarat kitabımızın da yazılış ga-
yesi. İnsan zahiren/dış görünüş olarak yediği, içtiği, yaşamında
kullandığı eşyalarla ehil tasavvuf büyüklerinin tabiriyle süfli âlem
dediğimiz bir âlem var ve hayat bu süfli âlemin enerjisinde gizli.
Yani bedeninizi ayakta tutan bir Ruh var, altına değer verirken
takı olarak kömüre değer vermeyen bir idrak var. Eşyayı yerine
göre kıymetlendirdiğiniz uğruna savaştığınız hisler var. Haliyle
göremediğiniz bir derunilik tüm kâinatı kuşattığı gibi dünyanızı
ve ferdi dünyaları kuşatıyor. Ve bu ilahi kitaplarla ve ilahi rehberle
tanzim edilerek MENFİ ve MÜSBET dediğimiz ahlak normları
ortaya çıkıyor. Bu normlar sadece bizim için değil yeryüzünde baki
kalan tek ilahi din ve gelen tüm dinlerin davetçileri olduğu son
nokta İSLÂM DİNİYLE ve Yüce peygamberiyle tanzim edilmiş. İşte
bu tanzimi bozmak isteyenler var. Yani Şeytan ve insan yaratılıp
huzurdan kovulduktan sonra verdiği sözü gerçekleştirmek için
oluşturduğu tayfası. Yaradan; insan ve cinleri kendisine kulluk
(ki çok geniş bir kavaramdır insanı hayatının her karesini Allah’ın
sevgisine ve saygısına göre tanzim etmesidir) ve ibadet etmeleri
için yarattığını buyuruyor. İşte burada İlahi düzeni kurucularla,
yaşatıcılarla; bozucular arasında bir mücadele başlıyor. Bunun da
fizik ve metafizik olarak iki cephesi var ki hedef insan aklı, idraki.

227
YÜZYILLARIN SIRLARI

Şeytan insanın aklını almaya çalışmıyor; İMANINI, kişilerin kendi


eliyle, kendi cürümleriyle kendisine teslim etmesine çalışıyor ZİRA
ONUN İSTEDİĞİ İMANSIZ AKIL, YOKSA AKILDAN DÜŞEN
CÜRMÜNDEN DE SORUMLU OLMAZ. Hatta daha da akıllı
olmalarını ister çünkü o akıllı geçinen fakat akılsız icraatlarla
topluma ve keskin sirke misali İNSANLIK ŞEREFİNE zarar ve-
recektir. Bunun için de öncelikle haram dairesinde yaşam, sonra
alkol batağı (ki dinimizin bütün kötülüklerin anasıdır), mükem-
mel işaretiyle irade zayıflığıyla, fuhuş, kul hakkı, hırs kıskançlık
katsayısının ve sağlıklı düşünememenin sonucu binlerce tür
hokkabazlık, ayak oyunları, akabinde uyuşturucular. Ve burada
bu batağa düşürülmüş insanlığın kullanımı ortaya çıkıyor ve
MENFİ METAFİZİK İSTİHBARAT devreye giriyor.
- Metafizik istihbarat derken siz, kimlerle (hangi kay-
naklarla) nasıl gerçekleşen bir istihbaratı kast ediyorsunuz?
- Bunların uzun detayları kitabımızda ve www.hakan-
yilmazcebi.com internet sitemizde hazırlamış olduğumuz veya
konuk olarak gittiğimiz programlarda izah edilmeye çalışıldı.
Nasıl her şeyin (+) ve (-) kutbu varsa bu işinde (+) ve (-) kadroları
var. Tabii artıya geçen de oluyor eksiye düşen de. Burada temel
kullanım fizikötesi güçler olduğunda dolayı METAFİZİK İSTİH-
BARAT yani bilgilendirme hatta bir ileri boyutu operasyonlar
diyoruz. Her iki kutupta olan insanları ve cinlerin yetilerine göre
bulundukları tarafın emelleri doğrultusunda kullandıkları güçler
var. Haliyle bunlardan yararlanmak isteyen ÖRTÜLÜ DEVLET
KURUMLARI da olacaktır. Bu çoğunlukla O DEVLETİN O KU-
RUMUNUN BAŞINA GELEN İNSANLARIN bilgisi, yetişmesi,
donanımıyla ilgili bir şeydir. Siz geminin yönetimini eğlence
mekânlarını seven, Cennet’i dünyada bulmaya çalışan bir kaptana
verirseniz bu gemiyi bu ortamı bulacağı limanlara sürecektir. Ya
da her şeyi zahir planda düşünen ben çocuğuma her istediğini
almaya çalışıyorum ama buna rağmen alamadıklarımı çalmaya
devam ediyor yarın daha çok istediklerini alacam ki çalmasın

228
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

diyen bir anneye veya babaya nasıl ki psikolojiyi, parapsikolojiyi


anlatmanız gerekir DEVLET GEMİSİNİ YÜRÜTECEK ADAMLA-
RIN da bu donanıma sahip olması gerekir. Bunun ölçüsü bizim
ayetlerimizde bir cümleyle özetlenmiştir. “MÜMİN FERASET
SAHİBİDİR.” Hz. Ali’nin de özlü ifadesiyle geniş açı yaparsak
“KÜÇÜK ŞEYLERİ HOR GÖRMEYİN ONLAR BÜTÜNDEN
HABER VERİRLER” akabinde çok verilen örnektir, çivisi çıkan bir
naldan bir atın tökezleyip yön değiştirmesiyle Ordularına Akdeniz
yerine Karadeniz’i işaret etmek zorunda kalan KOMUTANIN
durumuna düşmemek gerekir. Bunun için iki kutuplu müspet
RAHMANİ, menfi ŞEYTANİ fizik ve metafizik yapılanmalar
var. Bunları detaylı adlandırmak açıklamalar yapmak bu küçük
sayfaların değil kitabi çalışmaların işi. Bu kısmını kitaplara tevdi
etmek gerekiyor. RAHMANİ YAPI gayret eder yayıktaki süt mi-
sali halkı iyi işlerse insan cevherine göre ayranını, bir ileri boyutu
yağını alırsın. Şeytani yapılar ise hayatın iki temel sahasını fizik
ve metafiziğe nüfuz ederek “pişmiş aşa su katmak misali” bu
tekâmülü bozmaya hatta sıfırlamaya çalışıyor.

Hakan Yılmaz Çebi, Fatih Sultan Mehmet Han’ın türbesinde dua…

229
YÜZYILLARIN SIRLARI

- Kitabınızda Hz Hızır ve onun gizli ordularından


bahsetmişsiniz. Ve bazı savaşlarda, Hz Hızır’ın yardım ve des-
teği ile galibiyet kazanıldığına kısaca değinmişsiniz. Bu konu
hakkında daha fazlası ile bilmemizi isteyeceğiniz şey nedir?
- Yukarıdaki sorunuzla asıl bilmek istediklerinize de
bu sorunuzda cevap vermeye çalışayım. Zira metafizik derken
çaktırmadan metafiziği anlatıyorsun diyenleri de haklı çıkarmış
oldukJ Sadece kriptolar verecem bu ne yeterince anlatılabilir ne
de anlaşılabilir. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette olduğu gibi şu
mübarek ayetlerde de KEHF SURESİ 65. derken kullarımızdan bir
kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine
tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
66. Mûsâ ona, "Sana öğretilen bilgilerden bana, doğruya iletici
bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?" dedi. 67. Adam şöyle
dedi: "Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin." 68.
"İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?" ve
ayetler devam ediyor… Bakınız burada 65.ayette çok çok ciddi
bir sır veriliyor: Hz. Musa’ya dahi verilmeyen bir ilim türünden
bahsediliyor. Bu ilim Hz. Muhammed Mustafa Efendimize ve
ümmetinden ileri gelenlere verilen bir ilimdir İLM-İ LEDUN/İLM-İ
BATIN veya İLM-İ DERUN isimleriyle makes bulan bir ilimdir.
Bu konuyu anlatmak; “deryada balık” olup neresini anlatayım
ve de “Balık dahi ne kadarının farkındadır” farkındalığıyla bir
mevzudur ki biz de bu kadarla yetinelim izninizle…
- Kitaplarınız içinde halen güncelliğini taşıyan, Türkiye’nin
yer altındaki saklanan petrollerinden, dünyaya egemen güçler-
den ve Siyonist rejimin planlarından bahsediyorsunuz. Oysaki
bunlar yine de duymaya alışık olduğumuz şeyler. Sizin metafizik
istihbarat alanını da kullanarak konuya ekleme getireceğiniz
uyarı veyahut öngörüleriniz nelerdir?
- Belki de bizim farklılığımız son cümlenizde… Duyarlı insan-
larımız, aydınlarımız solcu, sağcı kategorize edilmelerine rağmen

230
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

vatan-millet, milli menfaatler hususunda bu sınıflandırmaların


üstünde hareket ederek toprağına, yetimin hakkına ortak sahip
çıkmışlar. Bu onların doğalarındaki asil yapıyı korumalarından
geliyor. Bu güzel insanlar ve eserleri konuya ele alırken dikkatimi
çeken hep ortak bir durum bu eserlerin fizik verilerle ele alınma-
sıydı. Yani bir petrol meselesi sadece Enerji, Maliye Bakanlığının,
ülke ekonomisinin haliyle o ekonomiyle alınacak ülke ekonomi-
sinin ekmek hesabı olmamalıydı. Bu işin arkasında paraya dayalı
gücün zihni-ahlaki bir hesabı da var. Örneğin Kur’an-ı Kerim’deki
Yusuf Kıssasında Yusuf Aleyhisselam’ın rüyasını yorumladığı
adamın rüyasından alınan istihbaratla; 7 bolluk senesinde buğ-
daylar silolara depolanmış 7 kıtlık senesinde kullanılmışsa birileri
bu bereketi, bolluğu bir Müslüman’ın okuduğu gibi okumuyor.
Yani Hz. Yusuf’un çilesini, sabrının sonunu çok özür dileyeyim
takmayıp önceden kaynaklara hâkim olmanın önemini fark edip
nasıl TEKEL OLUŞTURACAĞININ HESABINI yapıyor. Biz
eserlerimizle işin bir de bu yönünü fark ettirmeye çalıştık. Bugün
savaş masa üstüne gelen raporlarla değil kafalardan geçenleri
okuyan birilerinin raporlarıyla kazanılıyor…
- Siyonist rejiminin, Tevrat’ta yer alan metinlere da-
yandırıldığından bahsediyorsunuz. Ve metinlerde “Fırat Neh-
ri” gibi ülkemizin de sınırlarını ilgilendiren, İsrailoğulları’na
Tanrı’nın vaat ettiği bir alandan/topraktan bahsediliyor. Do-
layısı ile ülkemizin de içinde bulunacağı gelecek dönemlere
ilişkin bir savaş beklentisi içindesiniz. Olası bir savaşın Kur’an
Ayetleri’nde yer alan ipuçları var mı? Bu konu hakkında neler
söylemek istersiniz?
Evet, özelikle İSRAİL’İN ŞİFRESİ, İSRAİL’İN A PLANI
ve 3.DÜNYA SAVAŞI – MECİDDUN DAĞINDAKİ SIR- ki-
taplarımızda bu aşamayı fizik ve metafizik verilere, raporlara,
dokümanlara, beyanatlara, haberlere dayandırarak aktarmaya
çalıştık. Birçok gazete, tv’de anlatmaya çalıştık. Yeri gelmişken
belki de bu gayretlerimizin de sonucu olarak Allah’ın bir lütfu

231
YÜZYILLARIN SIRLARI

olarak oldukça zeki, genç araştırmacı kardeşlerimiz de değerli


analizlerini bizlerle paylaşıyorlar. Sadece okur olarak değil, araş-
tırmaları, bulundukları bölgelerden bilgi taşıyıp analizleriyle pek
güzel birtakım oluşturduk. Sorunuza gelirsek, “3. Dünya Savaşı
Meciddun Dağındaki Sır” kitabımızın yazımı özellikle bu soruy-
la ilgili. Zamanı iyi kullanmak lazım bir parmak bal yerine bal
kavanozlarına yönelmeliyiz. İşaret edilen diye düşündüğümüz
ayetleri, muharref olmasına rağmen birtakım hakikatlerin Allah’ın
izniyle kısmen korunduğu İncil ve Tevrat’tan da yeterince pasajı
da kitabın ilk bölümlerinde bir kompozisyon bütünlüğü içinde
vermeye çalıştık. Bunları detaylarıyla açıklamak kitabın mevzusu
ancak İslam âleminde birçok mütefekkirin ve âleminin kanaatidir
ki; İSRA SURESİ 7. AYETTE İsrailoğulları’na seslenilerek; “Eğer
iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz ve eğer kötü-
lük ederseniz yine kendinizedir. Artık diğer fesadınızın zamanı
gelince, yüzlerinizi üzüntüye sokmaları, kötülük yapmaları ve
ilk kez girdikleri gibi yine Beyt-i Makdis’e girmeleri, ele geçir-
dikleri yerleri mahvetmeleri için onları tekrar göndereceğiz.”
Önümüzdeki günlere işaret edilen karşılıklı RAHMANİ ve Şeytani
“ÖRTÜLÜ” HARPTEN SAHAYA YANSIYACAK nice sahneler
var tabi ki en doğrusunu ve takdirini ebediyen ve daimen Yara-
danımız Cenab-ı Mevla bilir. Biz sadece O’nun rızası için yine
O’nun lütfuyla akletmeye, düşünmeye çalışan kullarıyız (!)
Kalbi teşekkürlerimle selametle kalınız…

232
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Mistik Hurafeler ve Talipleri

İlahi terbiyeye dayalı hiçbir geçerliliği olmayan, doğmatik


Şeytani öğretilerle ilgili değerli bir yazı, sizlerle paylaşıyorum.

Kimler Mistisizm Peşinde Koşuyor?


İbni Haldun’un; “Geçmiş geleceğe, suyun suya benzediğinden
daha fazla benzer” diye bir sözü vardır. Bu söz geçerliliğinden
hiçbir şey kaybetmemiştir aslında…
Her ne kadar biz hayat tarzımızın zahirine bakarak, “Artık
insanlık yeni bir devre girdi, modern çağda her şey yepyeni” diye
düşünerek, bambaşka zannetsek de hiç de öyle değil… Gerçekten
de geçmiş çağlarda meydana gelen hadiseler, günümüzde de
yeni kılıklara bürünerek tekrarlanmaktadır. Mesela, görünüşe
göre hayatımızda internet gibi yepyeni bir iletişim vasıtası var
öyle değil mi? Ama internete girince bakalım ne göreceksiniz.
Ne göreceğinizi size söyleyeyim, geçen gün araştırma yaparken
bir harfi yanlış yazmıştım ki birden karşıma bir sürü, medyum,
falcı, büyücü adresi çıktı. 
Tarihin her döneminde insanlar, sinsice arzuları ve başa
çıkamadıkları ihtirasları sebebiyle, böyle çirkin işlerle meşgul
oldular. Günümüzde de değişen hiçbir şey yok. Hatta aynen geç-
miş çağlarda olduğu gibi günümüzde de bu meşgalelere en fazla

233
YÜZYILLARIN SIRLARI

meraklı olanların, toplumun en cahil, en yoksul, en zavallı kesimi


değil; aksine oldukça kültürlü ve varlıklı kesimi olduğunu göre-
bilirsiniz. Nasıl ki Eski Roma’da halk, Hz. İsa’nın getirdiği dine
inanırken, toplumun zengin tabakası, antik çağların büyü ve ke-
hanet yöntemleriyle meşgul oluyor idiyse günümüzde de aynen
öyle… Bugün de gerek dünyada, gerek ülkemizde, halk kesimi
peygamberlerin getirdiği akaide iman ederken, zengin ve güçlü
kişiler, güçlerine güç katacak kehanet ve büyülerin peşinde... 
Zaten bu gibi uğraşlarla meşgul olanların çoğu, kendini halktan
üstün gören, onlarla aynı dine inanmayı, aynı ibadetleri ifa etmeyi
kendine yakıştıramayan, bilgiç, mağrur ve kendine hayran kişiler.
Bunlarda dikkat çeken özellik, meraklı, çok okuyan, araştıran,
geniş bir malumata sahip kişiler olmaları. Bir başka özellikleri de
bilgiyi güç için bir araç olarak görmeleri… Bu sebeple de ruha ve
metafizik âleme dair bilgilere de iman etmeyi değil, sahip olmayı
ve sahip oldukları bilgiyle güç elde etmeyi istiyorlar. 
Bunların bir kısmı oldukça akıllı ve bilgili kişilerdirler de…
Hatta konuşup tartışacak olursanız, size Kur’an-ı Kerim’den ayet-
ler, Hz. Mevlana’dan beyitler okurlar. Ancak ne yazık ki kendi
fikirlerini besleyecek kısımlarını okur, görüşlerini tasdik edecek
şekilde, aradan cımbızlayarak ve çarpıtarak yorumlarlar. Sufilerin
bir iki satırlık sözünü veya manası kapalı bir şiiri, çarpıtarak ken-
di inançlarını destekliyormuş gibi göstermeye kalkışırlar. Hatta
Kur’an-ı Kerim’deki 6 bin küsur ayetten, sadece birkaçını seçer ve
onlarla güya reenkarnasyonu ispat ettiklerini ileri sürerler. Onlara
apaçık bir şekilde Ahiret gününden, Cennet ve Cehennem’den
bahseden ayetleri okursanız; duymazdan gelir, yüz çevirirler. 

Batıla meyil ve batılcılık merakı


Bu kesimleri, saplandıkları itikattan kurtarmak çok zordur.
Çünkü onlar bu itikatları, kendilerini beğenmek, halktan üstün gör-
mek ve nefislerinin kibrini beslemek için benimsemektedirler. 

234
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Genellikle bu kişiler kendilerini seçilmiş, üstün bir insan,


başkalarının inandığı şeylere inanmayacak kadar akıllı kişi olarak
görürler. Reenkarnasyon inancını da bu amaçla kullandıkları
görülür. Bu kişiler, “Önceki hayatlarında” fevkalade bir şahsiyet-
tirler. Mesela, “Tibet’teki bir manastırda yüksek derecelere ermiş
ve insanları aydınlatmak için tekrar yeryüzüne inmeyi seçmiş ulu
ruhlar”dır haşa… Bazen de “uzaylılar tarafından insanoğluna
gönderilmiş bir elçi”dirler… Zaten bu inanç akımlarında, mo-
dern insanın nefsini şımartan köksüz, boş inançlar çoktur. İşte
bu inançlar, kendine hakiki bir kıymet edinmek yerine, uydurma
bir değer ittihaz etmek isteyenlere fırsat tanır. 
Mesela bu gruplarda, “Ben indigoyum; oğlum kristal çocuk”
diyen tiplere rastlayabilirsiniz. İddiaya göre “indigo” demek,
defalarca dünyaya gelip gitmiş, tecrübeli ruh demekmiş. “İndi-
go çocuklar” dünyaya özel bir görevle gönderiliyormuş. Biraz
araştırdığınızda aslında “indigo” dedikleri çocukların temel
özelliğinin geçimsizlik, uyumsuzluk, kural tanımazlık gibi pek de
hoş olmayan huylar olduğunu görebiliyorsunuz. Anlıyorsunuz ki
birtakım insanlar, kendilerinde veya çocuklarında mevcut bulu-
nan şımarıklığı “üstünlükmüş” gibi görmek için bu boş inançlara
saplanıyorlar. 

Aldatmakla para kazanıyorlar


Ne yazık ki modern insanın ruh hali de binlerce yıl önceki antik
çağ insanından farklı değil. Hatta binlerce yıl önceki atalarıyla aynı
tekniklerden medet umuyorlar. Dünya hayatında tam bir mutluluk
ve tatmine erişmek için çare aramaya çalışıyorlar. Akılcı yöntemler
ve maddi bilimlerin teknikleri yeterince cevap veremediği zaman,
şifacılığa veya büyüye benzer, mistik tekniklere yöneliyorlar. Bu
kesime baktığınızda eşinden boşanmış, hiç evlenmemiş yahut
başından çeşitli hadiseler geçmiş, yalnız, mutsuz kişilerin çoğun-
lukta olduğunu görüyorsunuz. Ekseriyetle, içlerinde hissettikleri

235
YÜZYILLARIN SIRLARI

boşluğu dolduracak bir manevi bir arayış içinde oldukları için


birilerine bağlanmaya ve ne derse inanmaya son derece yatkın
oluyorlar. İşte, onların bu halini kullanarak menfaat sağlamayı
meslek haline getirenler, işlerini sahte bir itikatla birleştirerek,
adeta bir sektöre dönüştürüyorlar. 
Bu işler için açılmış merkezlerden birine giderseniz, size
kendi usullerince teşhis koyuyorlar: “Senin çakraların tıkanmış,
vücudunda enerji dolaşamıyor, bu yüzden hastalık veya psikolojik
rahatsızlıklar hissediyorsun” veya “Doğduğun sırada yükselen
burcunda bulunan yıldızın açıları senin talihsizliklerinin sebebi…”
diyerek aldatıyorlar. 
Bazen de kişinin dertlerinin kaynağının, “Geçmiş hayatların
karması” olduğunu ileri sürüyorlar. Bunun için de yine, hipnoz
seanslarında telkinlerde bulunarak şahsa, güya geçmiş hayatını
hatırlatıyorlar. 
Sonra da, “Sen geçmiş hayatında şöyle şöyle şeyler yaşamışsın,
onların bilinçaltında biriken kalıntıları, senin bu hayatını etkiliyor.
Bunlardan kurtulman için düzenli olarak bize gelmelisin. Seninle
çalışmalar yapacağız, birkaç seanstan sonra hayatın düzelecek…”
diyorlar. Ve daha birçok buna benzer birtakım sözde teşhisler
ortaya koyarak, insanların zihnine soru işaretleri bırakıyorlar.
Ondan sonra, insanlar bu dertlerinden kurtulmak umuduyla,
çare aramaya başlıyorlar.
Artık insanlar “Neden evliliklerimde hep mutsuzluk yaşa-
dım?” sorusunun cevabını, kendi nefsinde veya güzel ahlaklı bir
eş seçme hususunda yaptığı hatada aramıyor da hiçbir şekilde güç
yetiremeyeceği birtakım sebeplere suçu yüklüyor. Elbette bu ara-
yışlara girmenin en büyük sebebi, çoğu zaman, insanların gerçek
problemle, yani kendi nefsiyle yüzleşmekten kaçınması… 
İnsanların çoğu, kendi nefsinin hatasını kabullense kolaylıkla
çözebileceği halde, sorunları çözmek için başkalarına terapi, seans
veya şifa ücreti ödüyor. Ne yazık ki bu çalışmalar, hiçbir dertlerini

236
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

çözmediği gibi yeni yeni dertlere kaynaklık ediyor. Çünkü bu


inançlar, kişinin yaralarına merhem koymak bir yana, en küçük
bir yarayı bile deşip kanatarak büyütüyor. İnsanoğlu kendisine
güzel bir gaye edinip onun için çabalayıp dursa manen tatmin olur
ve ufak tefek dertleri gözünde küçülür. Hem insan maneviyata
olan kabiliyetini değerlendirip ruhi bakımdan inkişaf edince,
dünyevi eksikliklerden ötürü o kadar da acı hissetmez olur. Ancak
bu, “inanç-terapi” merkezlerinde (!) tam tersi yapılmakta. 

Dert birken bin oluyor


Bu merkezlere gelen insanlar, kendilerini dinleyip durduk-
ça dertlerini gözünde büyütmekte, doymak bilmeyen nefsinin
şikâyetlerine kulak verdikçe üzerlerindeki nimetleri değil, ufak
tefek eksiklikleri görüyorlar. Sonra da; “Ben neden hastayım?”,
“Neden yalnızım, mutsuzum?”, “Neden daha başarılı, daha
meşhur, daha popüler değilim?” diye sorgulayarak, acılarını iyice
derinleştiriyorlar.
Nasıl ki bir sivilce, devamlı surette koparılıp kanatılırsa hiçbir
zaman iyileşemez, hatta çıbana dönüşebilir. Bunun gibi ufak tefek
meseleleri kanatıp durmak da derdi büyütüyor, kronikleşmesine
sebep oluyor. Dahası kişinin derdi birken bin oluyor; ibret veren
bir hatıra olarak kalıp gidebilecek hadiseler, ruhunda yara açan,
zihninde saplantılar meydana getiren büyük bir sarsıntı kayna-
ğına dönüşüyor. 
İnsanların çoğu bu merkezlere gidip astrologlara danışarak,
medyumlara seans yaptırarak rahatlamıyor, bilakis onların söz-
leri, insanların kendinde sıkışıp kalmasına sebep oluyor. Hâlbuki
insanlık tarihinde birçok büyük insanın, peygamberlerin, evliyala-
rın, âlimlerin, dünya ve ahiret sultanlarının hayatına baktığımızda,
onların da acılarla dolu yıllar geçirdiğini görüyoruz. Demek ki
sıkıntı çekmek, insanın büyük bir şahsiyet olmasını engellemiyor,
belki tam tersine kişiyi olgunlaştırıyor. 

237
YÜZYILLARIN SIRLARI

İslam’ı bilmiyorlar, Müslümanları da!


Elbette, bu inanç akımlarına kapılanların hepsi kibirli veya
kendini düşünen insanlar değil. Aslında bu inanç çevrelerindeki
pek çok insan, dünyanın gidişatından dolayı endişe duyan, akıllı,
ileri görüşlü kişiler. 
Aşırı maddiyatçılığın sebep olduğu çevre felaketlerine, ta-
biatın yok olmasına üzülüyorlar. İnsanların sırf dünya hırsıyla
hareket ederek, hem mutsuz olduklarını hem de başkalarının
mutsuzluğuna sebep olduklarını görüyorlar. Bunlara bir çare
arıyorlar. Hatta çarenin ancak ve ancak maneviyatta olduğunu
da anlayabiliyorlar. Ancak, ne yazık ki İslam medeniyetinin fet-
ret devrini yaşadığımız bu asırda çözümün İslam tasavvufunda
olabileceğini düşünemiyorlar.
Aslında bu akıllı ve kültürlü insanlara, İslam tasavvufunu
anlatamadığımız ve sevdirerek benimsetemediğimiz için kendimizi
de hesaba çekmemiz gerekiyor. Bu insanların kendi dinlerini küçük
görmemeleri için dinimizi güzelce hayata geçirip doğru temsil et-
memiz gerekiyor. Çünkü bu kesimler, Müslümanlarda gördükleri
en ufak bir kusuru dillerine dolayarak, (hâşâ) “dinler bu çağda in-
sanlara yol göstermekte yetersiz kalıyor” diye düşünebiliyorlar.
Ne yazık ki İslam ahlakına bürünmeyen, ehli dünyayı taklit edip
tasavvufi adap ve incelikten uzak davranışlar sergileyen bazı
kardeşlerimiz de onlara aradıkları bahaneyi veriyor. 
Şunu da söylemek lazım, bu inanç çevrelerindeki kişilerin
çoğu, Müslümanları yeterince tanımıyor. Çoğunun kafalarındaki
“Müslüman imajı” bir kısım medyanın çamur atma siyasetinin de
etkisiyle oldukça çirkin bir fotoğraf… Karısını çocuklarını döven,
sert ve kaba erkekler, cahil bırakılmış, kültür seviyesi düşük,
görgüsü bilgisi kıt kadınlar… Hurafelere inanan, yoksul, cahil,
dar görüşlü, dünyadan habersiz zavallılar olarak görüyorlar
Müslümanları. 

238
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Bir internet sitesinde onlardan bir grupla yazıştığım zaman,


gördüm ki çoğu Müslümanları tanımıyor veya evine temizliğe
gelen yoksul, köy kökenli hanımlar gibi birkaç kişiyle kıyas
ederek, çok yanlış tanıyor. Ne zaman ki Müslümanların da oku-
yan, araştıran, kendi dinlerini de dünyayı da tanıyan insanlar
olduğunu görürlerse o zaman saygı duymaya başlıyorlar. Elbette
alışkanlıklarından vazgeçmek, nefislerine zor gelen bir hayat
tarzına alışmak kolay olmuyor. 
Yine bu çevrelerde dikkat çeken bir başka özellik, kendi din-
daşlarını tanımadıkları kadar kendi dinlerini de tanımamaları…
Bu kesimde İslam’ı çok iyi bildiği halde tatmin olmamış, kendisine
başka dinlerde tatmin aramış bir kimseye rastlamıyorsunuz. Aksine,
İslam dini hakkında çok az ve çoğu kulaktan dolma, karma karışık
bilgi parçalarına sahip olduklarını görüyorsunuz. 
Mesela bunların dergilerini okuyorsunuz; yazılardan bazılarında,
“Mevlana ne güzel demiş; ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ diye…”
gibi satırlara rastlıyorsunuz. İlginçtir, yazıya yapılan yorumlara
baktığınızda da Japonların ritüellerini, Amerikan yerlilerinin
takvimlerini, Eski Yunan ilahlarının adlarını ezbere sayan bu
kadar insandan birinin bile; “O, Mevlana’nın sözü değildir, ayeti
kerimedir” diye uyarmadığına şaşıp kalıyorsunuz. Bu kadar kendi
kültürüne, kendi insanına yabancı ve onlara tepeden bakan, gör-
mek istediği gibi gören insanlarla karşılaşmak, gerçekten insanın
yüreğini burkuyor. Neden bu insanlara ulaşamadık; zihinlerindeki
ön yargıları yıkamadık, diye üzülmemek elde değil. 
Öte yandan, her geçen gün, daha fazla kişinin tasavvufa
ilgi duyduğunu ve araştırmaya yöneldiğini görmek de ümit ve-
rici… Aslında, samimi ve iyi niyetle hakikati arayan her dürüst
insanın karşısına muhakkak bir vesile çıkıyor. İşte, bize de düşen,
her türlü imkânı kullanarak, o vesileleri çoğaltmak ve vesile ol-
maya çabalamak…

239
YÜZYILLARIN SIRLARI

*Hatice Kübra Ergin, http://www.metafizikmerkez.org/detay.


asp?haberID=214

240
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

KİTAPTA YER ALAN


MİTOLOJİK KELİMELER

TİRİTON: Peseidon’un oğlu, hesiodos bu deniz tanrısını


şöyle tanımlar. Toprağı sarsıp gümbürdeten Poseidon Amphitrite
tanrıçayla evlendi ve onların sevişmelerinden büyük Titan doğdu,
o gücü kuvveti sonsuz, o Triton ki dalgaların dibinde anasının
ve soylu babasının yanında altından bir sarayda oturur korkular
saçarak çevreye.
TİTANLAR: Uranos’la Gaia’dan doğan altı erkek evlada
Titan, altı kız evlada da Titanoz, denir. Titan dev anlamına gelir.
Titan sözcüğünde çifte bir etimoloji gösterir. Uzatmak, yayılmak
anlamına elen (titaineni) e öc anlamına gelen (Tisis) Titanlar,
Kykloplar ve Hektaonkheirler gibi doğa dışı, azman yaratıklar
değildir. İnsan eliyle yapılmıştır.
KYKLOPLAR: Türkçeye (Tepegöz) diye çevrilebileceğimiz,
tek yuvarlak gözlü devlerdir. Üç türünden söz edilir. 1) Göksel
Kykloplar, 2) Sicilyalı Kykloplar 3) Lykia’da bulunan duvarcı
Kykloplardır.
HEKATONKHEİRES: Yüz kollular: Yunanca, Hekatonk-
heires diye anılan yüz kollu devleri Hesiodos şöyle tanımlar.
“Başka oğulları da oldu Gaia ile Uranus’un üç yaman oğul ki
korkuyla adları: Kottos, Briareus, byes, başı göklerde çocuklar.
Her birinin yüz kolu vardı. Omuzlarından sarkan, korkunç ve

241
YÜZYILLARIN SIRLARI

elli başı güçlü omuzlarının üstünde korkunçtu koca bedenlerinin


amansız gücü.
Uranos öbür oğulları gibi bunlarda kuşkulanıp, kapatır yüz
kolları yerin dibine ne var ki, Zeus ve Olympos tanrıları bu azman
yaratıkları titanlara karşı savaşlarında ortak olarak Hekatonkheirleri
yeraltından, devlerle Tanrılar arasındaki savaşta Olymposluların
zaferiyle sonuçlanan bu savaşın son bölümünü şöyle anlatır “He-
sidos: Ama ön saftaki Kottos, Briareus, Gyes, savaşa doymayan bu
yüz kollu devler azdırdılar yeni baştan savaşı, üç yüz taş birden
fırladı bu devlerin gülü kollarından, kapkara saldırılarla ezdiler
Titanları, yol yol toprağın o kadar altına gömdüler onları.
Yüz kolluları da Zeus Tartoros kapatılan Titanlara bekçi
olarak diker.
“Durur orada sadık birer bekçi gibi,
Gyes, Kettos ve coşkun yürekli Mriareus.”
STEROPES: Uranos (Gök) Gaia’nın (Toprak) birleşmesinden
doğan tek gözlü devlerden biri Adı “Parlak, Ak, Parıltılı” anlamına
gelen, Steropes, Zeus’a şimşeği armağan etmiş.
ELEKTRA: (Parlak) Işık, Elektrik, anlamına gelen bu ad,
birçok efsanevi kişilerin adı olmuştur.
ELEKTRYON: Perseus’la Andromeda’nın oğlu Alkmene’nin
babası. Elektron, çekirdeğin oğlu,
HYPERION: Adı, “YUKARIDA GİDEN, YANİ DÜNYANIN
ÜSTÜNDE DOLAŞAN” anlamına gelen Hyperion, (Yani SUNİ
PEYK) Uranos’la Gai’nın oğludur. Kız kardeşi Theiaile evlenerek,
Helios, Selene ve Tos’u meydana getirir. Hyperion’un efsanesi
yoktur.
HANNAKOS: Çok eski zamanlarda, Seukalion tufanından
önce (Nuh tufanından önceki tufan) yaşamış bir Phrygia kralıdır.
Tufan olacağını öngörmüş ve olmaması için topluca yakarmalar,
yalvarmalar düzenlenmiş. Bu dualar sırasında da Nanmakos ha

242
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

bire gözyaşı dökermiş. Bu yüzden “Nannakos’un gözyaşları”


diye bir deyim kalmış.
NAOPTOLEMUS: Adı yeni savaşçı anlamına gelen Akhilleus’un
oğludur. Onu kız kılığında Skyros Kralı Lykomedes’in hareminde
bulunduğu sıralarda üretmişti. Akhilleus orada Pyrrha adıyla
saklandığı için, oğluna Pyrrhos (yani kızıl saçlı) adı verilmiş.
POSEIDON: Deniz egemenliğinin sahibi. Peseidon sonra
Amphitrite ile evlenir ve Triton’u üretir. Destanlarda verilen
sıfatı, “Enosigaios” yani yeri sarsan, titretendir. Elinde tuttuğu
üçlü yabayla yalnız dalgaları kabartmak ve denizi alt üst etmekle
kalmaz, çepeçevre sardığı toprakları da sarar.
SEİRENLER/SİRENLER: Kadın gövdeli, kuş kanatlı ve güzel
sesli olarak tanımlanır. Sirenlerin sesinden başka biçimlerine değin
bir şey söylemez. Odysseus, Sirenler efsanesinin bir gerçekle ilişkisi
olup olmadığı zamanımızın bilgin ve gezginlerini ilgilendirmiştir.
“Bir çağrıyı andıran, tiz bir ses, duyduklarını söylerler.
SPARTOS: Ekilen adamlar anlamına gelen Spartoi, Kadmos’un
toprağa ektiği ejder dişlerinden çıkan ve doğar doğmaz da bir-
birlerin öldüren adamlardır.
ANTROPOMORFİZM: İlkel toplumlarda birtakım insanların
tanrılaştırılması.

243
YÜZYILLARIN SIRLARI

244
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

KARA DİVAN

YERALTININ GİZLİ TARİHİ

Hayatın Birkaç Adım Önünde Yaşamak


Günün birinde tavuğun biri kuluçkaya yatmış etrafa bakı-
nırken bir de ne görsün; ötede kendi yumurtasına benzer bir
yumurta boşta duruyor. Yazık, demiş; kim bilir annesine ne oldu
da üzerine yatamadı! Annelik içgüdüsüyle onu da kanatlarının
altına almış.
Gün gelmiş yumurtalar civciv olmuş. Bu, sonradan kanatla-
rının altına aldığı yumurtadan çıkan civciv kendi yorumlarından
biraz farklıymış. Olsun, demiş; biraz farklı ama ben gene de
kanatlarımın altına alayım.
Anne tavuk civcivleri her gün nerelere gidecekleri, nereden
ne yiyecekleri, nelere dikkat edecekleri konusunda eğitimden
geçiriyormuş. Bütün civcivler pür dikkat kendisini dinleyip itaat
ediyormuş ancak diğer civciv bir türlü kabına sığmıyormuş. Anne
tavuğa sürekli olarak uçmak istediğini, canının et yemek istediğini
söylüyormuş. Bu durum anne tavuğu pek şaşırtmasına rağmen;
yapacak bir şey yok, bu civciv bizimkilerden biraz problemli,
deyip geçiştiriyormuş.
Günler birbirini kovalarken bizim civciv iyice tuhaflaşır ol-
muş. Gagası uzamaya, pençeleri çıkmaya başlamış; ancak anne
tavuk hâlâ uyanamamış, “tavuksal” eğitimlere son sürat devam

245
YÜZYILLARIN SIRLARI

ediyormuş. Bir gün sahada tüm civcivleri gezdirirken gökte


bir kartalın gezdiğini görmüş. “İşte size anlattığım en tehlikeli
düşmanımız, şimdi benimle birlikte son sürat kümese kaçın!”
demiş. Kendisi önde, civcivler arkada, kirişi kırmışlar; ancak
bizimki ortada yokmuş. Bir de bakmışlar dışarıda kartala kafa
tutuyor. Kartal önce bir vuruşta devirip yemeyi düşünmüş ama
bu civcivin tipinden hayli şüphelenmiş.
“Sen ne biçim tavuk yavrususun!” demiş. O bu soruyu an-
layamamış. “Bu nasıl gaga, bu tırnaklar düpedüz ‘pençe’. Senin
ne işin var bu tavukların arasında?” demiş ardından.
O da “Olur mu? Ben düpedüz tavuk yavrusuyum. Bak, o
içerideki de annem, beni o yumurtladı, gözümü onun kuluçkası
altında açtım, günlerdir o bana bakıyor,” deyince kartal soruları
sıralamış:
“Evladım, senin canın hiç et çekmiyor mu?”
“Nasıl çekiyor bir bilseniz! Hem de her gün. Ancak anneme
söylüyorum, o benim bu halimi tuhaf karşılayıp azarlıyor.”
“Peki hiç uçmak istemiyor musun?”
“Ah ah! Hemen hemen her an! Kanatlarımı nasıl kullanmak
istiyorum, ah bir bilseniz! Ancak annem o kuşların işi deyip benim
kanatlarımı adeta bağladı.”
Bunun üzerine kartal iyice ikna olduğunu anlayınca, “Gel,
evladım, gel! Sen düpedüz bir kartal yavrususun, belli ki yuvan-
dan bir kuş çaldı seni, yiyemeden bir yerlerde bıraktı. Bu tavuk
da aldı seni tavuk gibi yetiştirdi,” deyip kendisini alıp dağlara
zirvelere götürmüş.
Aradan yıllar geçmiş, birlikte bir köyün üstünden geçerlerken
kartal yavrusunun gözlerinin dolduğunu görmüş diğeri:
“Ne o, eski tavukluk günlerini hatırlayıp üzüldün mü?”
diye sormuş.
Kartal yavrusu, “Hayır, üzüldüğüm o değil.”

246
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

“Ne peki?”
“Bakın efendim; çok şükür benim karşıma kendim gibi bir
kartal çıktı ve ben kendimi gördüm. Özümü, benliğimi hatırladım.
Ya ömrü boyuncu karşısına bir kartal çıkmayıp kendisini hâlâ
bir tavuk yavrusu olarak görenlere ne demeli? İşte onların halini
düşündüğüm için üzüldüm ve ağladım,” demiş...
Hayatın hep birkaç adım önünde yaşamaya çalışan iki sıra
dışı yazar, Orkun Uçar ve Hakan Yılmaz Çebi; iyi niyetli olmayan
birilerinin sürekli programlamaya çalıştığı dünyamızda neler
olup bittiğiyle ilgili düşüncelerini, yazılarını, analizlerini “kartal
yavrusu” olmak için bir araya getirdiler...
Acaba olabildiler mi?
Ya da siz olabilecek misiniz?
Belki de sizlerin kartal yavrusu olduğunuzu bu kitap hatır-
latacak; ne dersiniz?

Not: 1. bölümde yer alan numaralandırma sistemi ikinci bölümde


yer alan konu başlıklarını işaret etmektedir.

247
YÜZYILLARIN SIRLARI

248
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

1. BÖLÜM

BİLİNEN BİLİNMEYENLER

Söylenmeyen Söylenceler Üzerine


Bir Söyleşi

249
YÜZYILLARIN SIRLARI

250
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Karanlık Zamanlar Kayıp Uygarlıklar

Bu kitabın içeriği geçmişle alakalı. Tek bir geçmiş mi var, geç-


miş sabit mi; hepsini biliyor muyuz? Bize göre geçmişin büyük bir
kısmı kurgu, yani karanlık zamanlar, kayıp uygarlıklar. Bir önceki
yüzyıla kadar Truva’nın(1) bile Atlantis gibi sadece efsane olduğu
düşünülüyordu. 1868’de Alman Heinrich Schliemann tarafından
yapılan kazılar sonucu Truva’nın gerçek olduğu anlaşıldı.
Mısır dili ve tarihi üzerine çalışmalar henüz iki yüz yıllık.
Sümer(2) tabletleri üzerine yapılan çalışmalar da bir yüz yıl ön-
cesinden günümüze kadar ancak yoğunlaştı. Bunları söylüyoruz
çünkü tarihin derinliklerinin aydınlanmış olmamasından dolayı,
‘bu kesin doğru!’ diye kabul etmememiz lazım.
Tarih konusunda şunu bilmeliyiz.
Karanlık zamanlar, kayıp uygarlıklar var; bildiklerimiz veya
bilmemize izin verilenler de çarpıtılmış olabilir…
Gelecek insanları korkutuyor, gelecekte kaos gözüküyor.
Teknoloji hazmedemediğimiz oranda akıl almaz ilerliyor. Bir
düzensizlik ve belirsizlik var... İnsan hem kendinden hem de
doğal felaketlerden korkuyor. Belki de bu korkuların geçmişten
kaynaklanan bir nedeni var; geleceğe dair bazı şeylerin ne olaca-

251
YÜZYILLARIN SIRLARI

ğının izleri var… Genetik hafızamızda uygarlıkları sona erdiren


felaketlerin izleri var!
Orkun Uçar: Günümüzde ağırlıklı olarak şu iki olguyu yaşı-
yoruz: Bir defa inançların yükseldiği çatışmaların inanç doğrultu-
sunda olduğu bir zamandayız. 21. yüzyılda hâlâ bir medeniyetler
çatışmasından bahsediyoruz. Papa 16. Benediktus’un son derece
keskin çizgilerle medeniyetleri birbirine kışkırtan beyanatları var.
Diğer taraftan insanların hayal gücü çalınabiliyor. Oysa insanın
hayal gücü en büyük ekonomik materyallerden biri oldu.
Bütün bunlara baktığımız zaman, “geçmiş” bizim için;
“şimdi”, “gelecek” ve “hayal gücü ülkesi” kadar bakir bir alan.
Geçmişimizin temelini iyi anlamazsak geleceği doğru görmek
mümkün değil. 
Hakan Yılmaz Çebi: Ruhlar âleminden varlık âlemine ki
biz bu âleme bizim boyutumuzda ‘dünya hayatı’ diyoruz; her
nesnenin, varlığın bir kaderi var. Dünyanın da bir kader var.
İçerisinde yaşayan varlıkları baz aldığınızda bulunduğumuz,
içinde yaşadığımız sahanın kaderi bu. Mikro manada insanın bir
kaderi varsa, bir çiçeğin, bir böceğin de bir kaderinden bahsede-
biliyoruz. Bu durumu bugünkü çok çeşitli algılama metotlarıyla
daha değişik kelimelerle karşılayanlar da var… Kimisi kaderle
ilgili salt bir zamanda yaşananlar deyip sadece kader insana ve
nesnelere verilen ‘’müddet’’ diyebiliyor. Hatta daha da ileri gidip,
dünya ve kaderiyle ilgili olarak sınırsız bir müddet de diyebilirler
ama neticede her şeyin başlangıç noktası vardır. Anne karnında
evvela gözle görülemeyecek kadar küçük olan döllenmiş yumur-
tanın nasıl nutfeye, sonra bir çiğnemlik et parçası denilen ‘’alak’’a
çevrilmesi gibi, zamanla yapısındaki şifrelerin ortaya çıkıp -insan
için bir benzetme yaparsak- ete kemiğe dönüşmesi gibi bir hal
var ortada.
Dünyanın geleceğini araştırmaya, birtakım tarihi izlerden
yola çıkarak manalar çıkarmaya çalışacaksak, bir defa ulaşabil-

252
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

diğimiz kadarıyla da olsa dünyayı ve geçmişini tahlil etmeye


çalışmamız gerekiyor. Bunun için tabii ki bilimi, bilimsel verileri
kullanmamız gerekiyor; ancak ‘’entelektüel namus’’, “bilimsel
namus” dediğimiz kavramları maalesef birçok bilim adamında
bulamadığımız için akademik bilginin dışında, yazılmayan veya
yazılsa bile üniversitelerin kütüphanelerinde yer alamayan Halk
Bilimi kaynaklarına başvuruyoruz.
Fransız Devriminden sonra yeryüzünde milliyetçilik akımlarının
kışkırtılmasının ardından kurulan yeni devlet ve devletçiklere yine
bu devletleri parçalayan zihinler şekil vermeye çalıştı. Bir devletin
temeli olan bilgi de bu zihinsel kurgulardan payını aldı. Haliyle
çok iyi bildiğiniz gibi ortaya çıkan iki “izm” yani Komünizm ve
Kapitalizm, insanın geçmişini adeta inkâr edercesine azılı bir yarışa
girdi. Komünizm sözde insanca eşit paylaşımı getirecekti, lakin
ortaya insanın doğasında var olan dini yıkarak çıkınca, ortada
ne insanlık ne de paylaşım kaldı. Kapitalizm ise her şeyi para
olarak gördüğü için insan para ettiği sürece değerli bir varlıktı.
Para etmiyorsa bir insanın geçmişini ve geleceğini kimse dikkate
dahi almaz. Neticede bu boşluğu materyalist düşüncedeki insanlar
doldurdu. Ve bugün 18. yüzyıldan itibaren karmaşık yapılmış
“insanlık tarihi” denilen bir bellekle yaşıyoruz.
21. yüzyılla birlikte, insanlık, bu yanlış temeller üzerinden
kurgulanmış “Enformasyon Çağı”na girdi. Tüm yaşantımızı medya
organları dediğimiz iletişim araçlarıyla şekillendiriyoruz. Bir de
buna iletişim araçlarının maddenin ötesine geçecek kadar adeta
tayy-i mekân yapacak özelliklerle donatılmasını da eklerlersek,
insanın bu derece şekillendirme içersinde asli benliğini bulması
adeta bir sanat çalışması gibi gözüküyor.
“Yeraltı kaynakları” belki de bu açlığı doyurmamıza neden
olacak. Tabii bu yeraltı ilmiyle, yeraltı dünyasına dair kara iliş-
kileri veya maddi yeraltı kaynaklarını kastetmiyoruz. Maalesef
üniversitelerin kütüphanelerinde yer bulamamış veya gizlenmiş
hatta teker teker toplatılmış toplum belleğinden uzak tutulmuş

253
YÜZYILLARIN SIRLARI

kaynak eserlerden bahsediyoruz. Bir de buna hayatın içinde


üniversitelerin vereceği akademik kariyerleri hiçe saymış, kendi
kendini yetiştirmiş, üstelik gizli ilimleri de öğrenmiş birtakım
kaynak kişileri de ekleyelim.
Dünyanın geleceğine dair birtakım varsayımlarda buluna-
bilmek için dünyanın geçmişini, özet bile olsa, genel anlamıyla
bilmek gerekiyor. En azından bilmeye çalışmak gerekiyor diye
düşünüyoruz. Ancak bunu yapmadan evvel kriterimizin, en
azından doğru bulduğumuz kriterin ne olduğunu değerli oku-
yucularımıza hatırlatmamız gerekiyor. Bu konuda insanlardan
bilgi alırken diyorlar ki; “Bu koşuşturma, bu telaş içersinde haliyle
yaşadığım dünyanın geleceğini de merak ediyorum. Hatta bu
düşünceyle ilgili birtakım bilimkurgu romanları, hatta hikâyeler,
masallar da okuyorum. Bir de buna popüler fantezi roman veya
sinema eserlerini de ekliyoruz. Ancak gelecek de geçmiş gibi o
kadar çok boyutlu ve karışık gösteriliyor ki bize…”
Birçok düşünür, bilim adamı, edebiyatçı zaman zaman
Dünya’nın kaderi üzerine düşünmüşler ve bu düşünceyle ilgili
görüşler dile getirmişler. Bunların detaylarına ayrı ayrı girersek
sadece “dünyanın geçmişi ve geleceğiyle ilgili kim ne düşünmüş”
kitabı yazmamız gerekir. Bizim bu eserdeki görevimiz, derleyi-
cilik… Daha doğrusu, derlenenlerin bir analizi. Bu düşünürler-
den bazıları dünyanın kaderini bildiğimiz kalp grafiği şeklinde
düşünmüşler ve yorumlamışlar. Dünyanın kaderinde olumlu ve
olumsuz olaylarda tıpkı bir insanın hayatındaki mutlu ve mutsuz,
başarılı ve başarısız günler gibi bir iniyor bir çıkıyor veya bazen
belli bir süre sabit gidiyor. İnmelerle çıkmalarla çizilen bir grafik
çizgisi. Bizim kendimize göre daha yakın bulduğumuz düşünce
ise, dünyanın kaderinin dairevi olduğu... Bunun içinde dünya
belli bir dönem Altın Çağ’ını yaşadığında, insanlar huzurlu
olduğunda daha adaletli düzenler oluşturduklarında, onun
karşısına bir teğet çizdiğinizde o dönemde de benzer olayların
yaşandığını görürsünüz diyerek konuyu açıklamaya çalışmışlar.

254
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

“Tıpkı mevsimler gibi, dünya dönem dönem kış, yaz bahar ve


sonbaharı yaşıyor; huzur ve saadet açısından da böyle kaderi
dönemler geçiriyor,” diyorlar.
Bu genel plan sadece bir yorum. Bu düşünceyi yakın plana
aldığımızda, dünya; gelir adaletinin olmadığı, depremlerin, tsu-
namilerin gün gün artış gösterdiği, sosyal çalkantıların patlayacak
bir volkan gibi hazırlık devresinden geçtiği bir dönemi yaşıyor...
Buna dikkatimizi verirsek; bu, bize kışı haber veren bir sonbahar
mevsimi gibi görünüyor. Öyleyse dünyanın kaderini de dairevi
olarak düşünürsek, geriye bir teğet çizmek gerekiyor.
Bu teğeti çizdiğimizde bir de bakıyoruz ki; karşımıza, bu
teknolojiyi yaşamış, bu aşamaya gelmiş benzer kavimler veya
uygarlıklar çıkıyor. Tabii ulaşabildiğimiz kaynaklar kadarıyla
bunu söylüyoruz.
Bugün Armageddon dediğimiz bir dünya savaşından
bahsediyoruz, öyle değil mi? Ve bu savaşta kullanılacak ışın
silahlarından, zihin kontrol sistemlerinden, fizik ötesi varlıkların
bu savaşta kullanımını konuşuyoruz. Peki, bunca düşünce bizi
kime, kimlere getiriyor?
Tabii ki Titanomakia(3) denilen, mitolojideki adıyla Tanrıların
veya Devlerin Savaşı’na, küresel bir savaşla yok olmuş MU ve
Atlantis(4) uygarlıklarına…
Orkun Uçar: Belki de birçok okuyucumuz olayı bu bakış
açısıyla kavrayıp Atlantis ve Mu’yu daha dikkatli araştırıldığında
yıllardır mitoloji, efsane olarak görülen bu uygarlıklarda ders
alınması gereken sırlar ortaya çıkmış olacak...
Hakan Yılmaz Çebi: Bir meseleyi incelemeden önce birçok
eserde de geçen üst-ilim diyebileceğimiz kaynakları kullanırız. Bir
dönem “Büyük Türkiye Stratejisi”(5) eserini yazan Emekli Topçu
Kurmay Albay Abdülvahit Erdoğan bile bu eserinin arkasına yer-
leştirdiği oldukça geniş fikri haritanın ön yüzünde, “Büyük Türkiye
Davasının Diyalektiği, Felsefi Yapısı ve İdeolojik Unsurları”na yer

255
YÜZYILLARIN SIRLARI

verirken bu muazzam yapılanmanın başına Osmanlıca “Kevni


Kainat” (Processuce de Cosmos) “Kainat’ın Kuruluşu Teorisi”ni
koyuyor. Ve ardından bu muazzam yapılanmayı üst ve alt yapı
olarak ikiye ayırıyor. Bu üst yapıda Letafet, Numenler-idealar
âlemi gibi çeşitli adlar altında ilimlere yer vererek, büyük bir
devletin ve düşünce sistematiğine dayalı toplumun bu ilimleri
kavramasıyla ortaya çıkacağını ortaya koyuyor.
Kur’an’dan bazı ayetlerle konuyu biraz daha açalım: Bu
ayetlerde insanoğlundan önce birtakım akıllı varlıkların uygarlık
kurduğundan bahsediliyor. Üstelik bu uygarlıklar öyle sıradan,
ilkel uygarlıklar değil. Son derece gelişmiş, fizik ötesi boyutlara
varmış uygarlıklar bunlar. Bu ayetlerin birinde, bu uygarlıklara
gönderme niteliğinde diyaloglar da var. Zira Kâinatın sahibi,
yaratılanların en şereflisi olarak nitelediği insanı yaratacağını söy-
lediğinde melekler kendisine, yeryüzünde fesat çıkaracak, ortalığı
kan deryasına çevirecek, yeni bir varlık mı yaratacağını soruyorlar.
Yüce Yaratıcı da, “Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim,” diyor.
Burada dikkatleri çekmesi gereken, meleklerin sorduğu soru.
Melekler ne biliyorlardı ve ne görmüşlerdi de yaratılacak olan
varlığın aynı çizgiden geçeceğini tahmin edebiliyorlardı?
Meleklerin niyeti Allah’a hesap sormak değil tabii ki! Burada
bir ironi var. Bir şeyler hatırlatılmak isteniyor. Kime? Allah’a mı?
Hayır! Bu diyalogları okuyacak bizlere! Kur’an’da böyle diyaloglar
çok sık bulunur. Demek ki bu dünya denen mekânda bir şeyler
yaşanmış, Allah’ın kurallarının dışına çıkılmış, hatta isyan edilmiş-
tir. Bundan dolayı da bir ceza müessesesi işlemiş ve “bu gelecek
olan varlık da zamanla sana karşı gelecek, biz üzüleceğiz, sen de
cezasını vereceksin,” diye bir anlam da çıkıyor ortaya.
13. yüzyılda yazılmış ve hâlen daha hürmetle okunan “Envar’ül
Aşıkın” günümüz Türkçesiyle “Âşıkların Nuru” adında bir eser
var. Bu eser, sır âşığı iki kardeş tarafından kaleme alınmış. Bu
kardeşler Yazıcıoğlu Ahmet ve Yazıcıoğlu Muhammed Bican.
Biliyorsunuz; “bican”, “cansız” demektir. Bu iki kardeş, ilim ve

256
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

ibadetle o kadar uğraşmışlar ki; sırlar karşısında kendilerinden


geçmiş, yememiş, içmemiş, adeta cansız bir hâl almışlar. Halk da
bunlara bu yüzden “Bican Kardeşler” demiş.
İşte bu iki kardeş yeryüzünde o zamana kadar öğrenmiş
oldukları bütün ilimlerin sırrını özetleyerek bu kitaba aktarmışlar.
Hatta kitabın önsözünde de yer alan, “Biz bunca yıl yemeden içmeden
kesilerek bu ilimleri ve bu ilimlerdeki gizli manaları öğrenmeye çalıştık.
İstedik ki bizden sonra gelenler bizler kadar bu sıkıntıları çekmesinler.
O yüzden kardeşimin daha önce yazdığı ‘Arapça Muhammediye’ isimli
eserle benim yazdığım ‘Âşıkname’ isimli eseri bu eserde birleştirerek
gizli ilimlerin anahtarını, bu ilimleri kovalayan ilim adamlarına teslim
ettik,” cümleleriyle de niyetlerini ortaya koymuşlar.
Bu eser, sadece yukarıda geçen diyalogu bu şekilde irdeleyen,
anlamamızı sağlayan eser olmanın yanında; son yıllarda medyum
adı altında insanları dolandıranlardan çok sık duyduğumuz “cin”
fenomenine de açıklık getiriyor ve Kur’an’da geçen, insandan önce
yeryüzünde medeniyetler kuran Cinni Uygarlıklardan bahsedi-
yor. Bugün “iyi insan” olarak yaşamak isteyen herkesin, ismini
duyduğunda ürperen o çok meşhur varlığın da bu uygarlıktan
insanlık âlemine miras kaldığını deşifre ediyorlar.
Diyeceksiniz ki; “Kimmiş bu Cinni Uygarlıklardan miras kal-
mış, üstelik insandan önce yeryüzü tarihini de pekiyi bilen zat?”
Biz de diyoruz ki; “İblis”, “Satan”, “Şeytan-ı Lani”, “Lucifer”...
Ve dünyada hangi dilde nasıl kullanılıyorsa kullanılsın: “Şeytan”.
(6)
Ancak burada özel bir bilgi var. Yine muharref olmamış ilahi
kaynaklara dayandırılarak izah ediliyor. Deniyor ki, Şeytan o
zaman o isimde değil, bu birbirine giren cinni uygarlıklar içinde
onları uyaran büyük bilge bir varlıktı. Ancak sözünü geçiremedi,
nasihatlerini dinletemedi. Şeytan olmadan önce bu meleğin adı,
Haris olarak da bilinir. Haris’in Şeytan olma olayı insanın yaratıl-
masıyla başlıyor. O bildik ilahi kıssada, “Ben ateşten yaratıldım,

257
YÜZYILLARIN SIRLARI

ona secde etmem,” deniliyor ya; oysa burada insana secde etme-
yecekti. Yaratan’ın eserine, haliyle yine Yaratan’a secde edecekti.
Kibir aklı alınca, ortaya Şeytan çıktı.
Dünyanın kaderine tesir eden bunca donanımlı bir varlığın insan
zekâsı üzerindeki tesirlerini görüyoruz. Daha önceki uygarlıkları,
yıkılışlarını, yıkılış sebeplerini bildiği için müthiş bir bilgi bankasına
sahip ve bunu kendine yakın insanlara aktarabiliyor. Bunu trans
halindeki birtakım Kabalacıların dünyaya şekil verdiklerinde daha
iyi anlayabileceğiz... Yani transa kiminle giriyorlar, bu akış, bu akıl
almaz bilgi nereden geliyor? Daha derin manasıyla bir metafizik
istihbaratın gücü ve kaynağını anlamak gerekiyor...
Konuyu görünen âleme çekerek devam edelim. Yeryüzünden
bu “cinni” uygarlıklar kaldırıldı. Peki, yerlerine gelen “insi” uygar-
lıklar pek mi rahat durdu? Onlar da yeryüzünün ilk meskûnları
gibi zaman zaman gemiyi azıya aldılar ve adları ancak mitoloji-
lerde, efsanelerde anılır hale geldiler.
Mısırlı rahiplerin Yunanlılara şöyle bir ifadeleri var: “Siz,
Yunanlılar, çocuksunuz; geçmişi hatırlamıyorsunuz. Çünkü siz,
Atlantislerin torunları ile önemli bir savaş yaptınız...” Hatta bunun
bir hikâyesi de şöyle anlatılır:
Atinalı devlet adamı ve şair Solon Mısır’a gider. Nil deltasında
bulunan Sais (Said) kentinin rahipleriyle konuşur. Bu rahiplerden
biri ona şöyle der: 
“Ey Solon, siz Helenler hep çocuk kalırsınız, yaşlanmış bir
tek Helen yoktur.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Ruhunuz hep genç hepinizin. Eski bir geleneğe dayanan ne
bir görüşünüz var ne de kocalmış/ermiş bir bilginiz.”
Bu sözün doğruluğu en iyi bir şekilde mitoslarda görülür.
Bu amaçla Atinalılar 9 bin yıl öncesine kadar uzanan bir tarih
yazma hevesine girişirler.

258
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Aşağı yukarı buna benzer bir olay Tarihçi Heredot’un başına


gelmiş. Bunu, Mısırlı rahipler, 17 bin yıldan beri tuttukları arşivler-
den aktarmışlar. O zamanki Yunan medeniyetinin Atlantislilerin
“Teb” adını verdikleri idari ve dini merkezlerin bekası olduğuna
inandıkları için bu uyarıyı yapıyorlardı. Mısırlı rahipler, bu sözlerle
geçmişini unutarak yaşayan bir milletin ileri gelenlerini uyarıyor-
lardı. Yoldan çıkan kavimlerin ne olduğunu daha o dönemlerde
onların bakiyesi olarak gördükleri insanlara anlatıyorlardı.
Mısır’ın da Atlantis’in bir kolonisi olduğu, Tufan sonrası
kurtulan bir kısım kavimlerin buraya gelip medeniyeti yeni
baştan inşa ettikleri bildirilir. Atlantis’in bir efsane değil de bir
gerçek olduğuna inananlar; bu kıtanın 10 bin yıl önce meydana
gelen doğal bir afet, dünyamıza çarpan büyük bir göktaşı veya
tufan sonucu yeryüzünden yok olduğunu savunuyorlar. Nitekim
dünyamızın iklim koşullarının değişmesine de neden olabilecek
böyle bir felaketin gerçekten meydana geldiğini kabul edersek;
yeryüzünde tüm ulusların ortak bir “Tufan Efsanesi”ne sahip
olmalarının da nedenini açıklayabiliriz?
Atlantis, Batı’da Herakles Sütunları (Cebelitarık) yoluyla
Akdeniz’den Okenaos’a çıkılan yerde karşılaşılan büyük ada ve
çevresindeki takımadalara verilen bölgenin adıymış. Korkunç
depremler sonucunda suların altına gömülen bu ada, bugünkü
Avrupa kıtası kadar büyükmüş.
Ayrıca bu uygarlıkla ilgili bir de Atlantis Birliği’nden bah-
sedilir. Atlantis; bitkileri, hayvanları ve özellikle madenleriyle
çok zengin bir ülkeymiş; altın, bakır, demir ve “Oreikhalkos”
yani dağ bakırı denen ateş gibi parlak madenler varmış. Yine bu
uygarlıkla ilgili olarak bugünkü modern savaş gemilerinde yer
alan nükleer başlıkla donatılmış kıtalararası “Poseidon” füzesi
gibi, bu füzeye yeri titreten/sarsan anlamında “Enosigaios” adlı
füzeye sahip oldukları şeklinde rivayetler vardır. Bunların hepsi
mitolojilere Tanrısal özellikler olarak girmiş. Bu uygarlıkla ilgili
yapılan açıklamalarda Arap kâşif/coğrafyacı İbn-i Batuta bile,

259
YÜZYILLARIN SIRLARI

“Uçan arabalar, yüzen kentler ve havadan gelen yok edici ateşler


üretebilecek düzeyde bir uygarlıktı” açıklamalarında bulunmuş.
Diğer taraftan Platon “Kriton” ve “Timaos” isimli eserlerinde bir
kentin planını tarif etmektedir: “…toprak bir duvarla çevrilmişti.
Bunun ardında su dolu bir hendek vardı. Bir su kanalı kenti enine ke-
siyordu. Dikine kesen ikinci bir kanal ise iki havuzu kat ederek limana
ulaşıyordu. İşte bu kent planının adı Atlantis’ti.”
Orkun Uçar: Bir de “Mu” Uygarlığı vardı. Her ikisi de aynı
dönemin üstün uygarlıklarıydı. Atlantis, ateşi temsil ederken; Mu,
suyu temsil edermiş.
Atlantis’le ilgili olarak Atlantik Okyanusu’nda, Amerika ile
Avrupa arasında olduğu düşünülür ki, nitekim denizin dibinde
insan yapımı duvar izleri bulunduğu söylenir. Ünlü kâhin Edgar
Cayce de “Atlantis’in bir parçası yeryüzüne çıkacak” dediği zaman
depremlerle Karayip’de bir ada çıkmıştı ortaya. Mu da Pasifik
Okyanusu’nda yer alıyormuş.
Yani o zamanın ABD ve Sovyetler Birliği gibi süper güçler
arası rekabet…
Mu’nun da aynı Atlantis gibi battığı söyleniyor. Mu uygar-
lığının bir kısmı, Aryan dediğimiz uygarlığın kökeni olduğu; bir
kısmının Güney Amerika’ya, bir kısmının Orta Asya’ya doğru
kaydığı, Atlantis’ten sağ kalanların da Mısır ve diğer yerlerde
kültürlerini paylaştıkları belirtiliyor.
Atlantis ve Mu’dan kalanlar günümüze gizemini de taşıyor.
Masonların meşhur sırlarının bir kısmının, Hz. İdris vasıtasıyla
Mısır’a gelen gizli bilimler, inanışlar olduğu sanılıyor.
Atlantis ve Mu gibi yakın çağı da çok detaylı ve doğru bi-
lemiyoruz. Türkiye’nin yakın tarihi bile sırlar ve gizlenenlerle
doludur.
Atlantis’in bir anlamda Kur’an’da cezalandırılan, çok büyük-
lendiği ifade edilen Ad kavmiyle bazı benzerlikleri var. Kur’an’da
ve dinler tarihi kitaplarında da geçen Ad kavmi birtakım üstün

260
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

donanıma sahip oldular ve büyüklendiler. Kendilerini başkala-


rından üstün gördüler hatta kendilerine Tanrısallık addettiler.
Atlantis’le ilgili anlatılanlarda bu kayıp uygarlığın teknolojik
olarak bazı ilerlemelere sahip olsa bile yönetim ve içişleri ala-
nında mükemmel bir yapıya ulaşamadığı anlatılıyor, büyücü
krallardan bahsediliyor. Bu büyücü krallar çevresine zarar verip
diğer insanları köleleştirebiliyor. Bunun yanında Mu kıtasında
gerçekleşen hadiselere bakıldığında, bazı uçan gemilerle savaş-
lardan bahsediliyor. Atlantis’in zihin kontrol silahları karşısında
Mu’nun ışın silahlarıyla yaptığı tahrifattan söz ediliyor. Neticede
bunca tahribatın insanlığın birbirini yok edercesine kapışmasının
ardından Nuh Tufanı’na mı(7) geliyoruz?
Kurgusal olarak Nuh Tufanı’yla Atlantis ve Mu’yu birleştiri-
yoruz. Şu anlamda bir kere dünya üzerinde en azından birbirine
yakın tufan hadisesinin anlatıldığı yazılı ve sözlü kaynaklar var.
Yakın tarihlerde bildiğimiz kadarıyla bir tufan olmuş, bunun şu
kanıtı gösterebiliriz ki; birbirinden uzak ve bambaşka birçok kül-
türlerde tufan efsanesinden söz edilir. Dünya üzerinde bir tufan,
yeryüzünü karanlığa boğan felaketle ilgili bir efsane var. Hatta
Gılgamış Destanı da Nuh Tufanı’yla büyük benzerlikler gösterir.
Amerika Kızılderililerinde de bir tufan efsanesi vardır.
Atlantis ve Mu bizim bildiğimiz anlamda bir teknoloji ya-
ratmışlar mıydı? Yaratmışlarsa bunu gösteren günümüze kadar
ulaşabilmiş kanıtlar var mı? Varsa kanıtlar nerede? 
Hakan Yılmaz Çebi: Kimyagerlerin de belirttiği gibi, her
maddenin bir ölümü var. Yani o ‘kaya gibi adam’ lafı bile yeterli
değil. Ya da ‘demir gibi sağlam’ sözünün de her zaman geçerli
olmadığı artık biliniyor. Demir, ancak bin yıl kadar uzun bir
süre sonunda toz hale geliyor. Demir, doğada filizler halinde
bulunuyor. Çıkarıldıktan sonra işlenerek bugünkü inşaat demiri
dediğimiz hâle getiriliyor. Bunun dışında bilimsel dergilerde demir
filizlerinin de tıpkı buğday gibi dünya şartlarında oluşamayacağı

261
YÜZYILLARIN SIRLARI

şeklinde açıklamalar vardır. Cennet’ten indiği şeklinde yorumlar


bile getiriliyor.
Niye demiri örnek verdik? Çünkü bir medeniyetin kalıntı-
larında taş, çimento, su kadar demir de çok önemli. Bir binayı
ayakta tutmanın olmazsa olmazı demir... O yüzden demirin
özelliğinin bilinmesi gerekir ki aradığımız meteniyetlerin izlerini
bulabileceğimizi ümit edelim. Diğer taraftan tarihi çalışmalar
sırasında en kalıcı şeyin taş olması da başka bir gerçek. Buradan
şunu anlayabiliriz: Niçin birçok tarihi yapı ve yüzyıllar ötesine
bırakılan çalışmalar taştan yapılmaktadır? Ne altın, ne bronz ne
de demir taş kadar dayanamıyor zamana.
Bu durumu bir de ilmi çalışmalarla destekleyecek olursak,
Massachussets Teknoloji Enstitüsü’nde bir grup bilim adamı,
bundan on bin yıl önce günümüzdekine benzer bir uygarlık
olsaydı günümüze ulaşıp ulaşamayacağı tezinden hareketle bir
dizi deneyler yaptılar. Yaptıkları deneyde önce hızlandırılmış
bir zaman odası ortamı hazırladılar. Daha sonra bu odaya bazı
nesneler, bir piramit taşı, bir de metal parça koydular. Neticede
günümüze “hızlandırılmış zaman odasında” bulunan nesneden
sadece piramit taşı kalmış. Bu da şunu göstermiştir ki; günümüze
teknolojik olarak herhangi bir metalik eşyanın kalmaması ne kadar
doğal bir sonuçsa, taştan yapıların da ayakta kalması bilimsel bir
gerçektir. Tıpkı piramitler gibi.
Atlantis uygarlığına ait taştan yapılan şehir kalıntılarının
olduğuna dair maddeler su yüzüne çıkmaya başlıyor. Hatta bir
dönem dünya gündemini altüst eden bir manyetik alan “Bermuda
Şeytan Üçgeni” fenomeni vardı. Yakın tarihe imzasını vurmuş bir
İslam âlimi, “Bermuda Şeytan Üçgeni”nin Atlantis uygarlığının
üzerine kurulmuş Şeytani güçlerin toplandığı bir merkez oldu-
ğundan bahsetmişti. Hatta bu durum ilahi kitaplarda “Şeytanın
tahtı denizdedir” şeklindeki cümlelerle de anlatılır. Diğer taraftan
Atlantis ve Mu uygarlıkları üzerine yazılmış birtakım Sahabe
eserlerinden bahsedilir. Ne hikmetse, bu eserler bir türlü gün

262
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

yüzüne çıkarılmaz. Hatta gelecekle ilgili sırlarla ilgili olarak


da Ebu Hureyre hazretleri ilmi kurutmamak için birtakım kişilere
aktardığını söyler. Bu konu da Hz. Ali’nin de Kaside-i Celceletuye
ve Kaside-i Ercüze adında bir eseri vardır.
Yeraltı ilmi dediğimiz kaynakları nasıl kullanacağını bilen ve
bu bilgiye sahip olan birtakım kimseler, bu bilgiyi hep toplumdışına
itilmekten korkarak ortaya çıkaramadılar. Tüm bu gizlenmelere
rağmen yeraltı ilmi yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Kim ne
biliyorsa ortaya döküyor son zamanlarda. Ancak bu bilgiyi ehli
dimağlarla ayıklamak gerekiyor. Kimileri bu bilgiye “ledun ilmi”
derken, kimileri “ezoterik”, “okültizm”, “esrarname”, “ihbarat-ı
gaybiye” gibi isimler veriyor. Geçmişin izlerini bilebilen, yeraltı
ilmini kulaktan kulağa taşımış insanları gördükçe daha da çok
şaşırıyoruz. Bu insanların anlattıklarını derlediğimizde üstü kapalı
birçok gerçeği çözebiliyoruz. Bir üniversitede kürsü alabilecek kadar
donanımlı bu insanlar, dışarıdan baktığınızda o kadar iddiasız
bir hayat yaşıyorlar ki! Oysa kendi dar dairelerinde konuştukları
bilgiler dünyayı adeta yerinden oynatacak kadar değerli. 
Mesela Tibet’te zamanında önemli bir Lama olan Lobsang
Rampa, “Üçüncü Göz” isimli kitabında Lhasa isimli bir şehirden
bahseder. Onun verdiği bilgilere göre bu şehirdeki birtakım ma-
ğaralarda dünyanın gizli elli bin yıllık tarihini görmüştür. Yine
bu mağaralarda binlerce yıl evveline ait dev gibi iri insanların
ölülerine rastlamıştır. Lama olacağı için kendisine bu sırlar gös-
terilmiştir. Hatta daha da ileri giderek yer kabuğunun altında bir
yeraltı uygarlığından bahseder.
Şimdi bu tarz bilgiler de artık biliniyor. Üstelik bunlar yazılı
ve bestseller dediğimiz kitaplarda yer alan bilgiler. Ancak burada
dikkat etmemiz gereken bir husus var. Biz her gizemli bilgiye
ulaşalım derken birçok hakikatin mitolojik, efsanevi, masalımsı
özelliklere taşındığı gibi gerçeklikten uzaklaşmasına izin verme-
meliyiz. Dünyanın bir gizli tarihi var; tamam. Bu dünyanın gizli
tarihini kimler biliyor?

263
YÜZYILLARIN SIRLARI

Orkun Uçar: Rasyonalist bakış açısıyla oluşturulmuş biline-


bilen uygarlık tarihimiz bugünkü tarihten geçmişe doğru bakılsa,
yedi bin ile on beş bin yıllık bir tarih. Aslında bu çok kısa bir süre
ve üstelik çarpıtılmış.
Teknoloji, etten kemikten oluşan insanı değiştirecek seviyeye
geldi. Silahlar tüm yaşamı sona erdirecek güçte. Nüfus hızla artıyor,
kaynaklar yetersiz ve dengesiz dağılıyor… Belki de “daha önceki
uygarlıklar nasıl sona erdi” diye düşünüp, hepimizi ilgilendiren
olası bir kötü gelecek için önlem alabilmek adına düşünmeli ve
araştırmalıyız.
Atlantis ve Mu’nun yıkımına neden olan şeyler, yakın bir
gelecekte bizim başımıza gelecek olan olaylarla ilgili mesajlar
içeriyor olabilir ki bizim için öyle. Bilinen tarih yorumlarını da
alternatif bakış açılarıyla değerlendirmeliyiz. Örneğin; Yunan
mitolojisinde Hermes’in seyahatlerinden bahsederken uçağı tarif
ediyor, Ikarus’un kanatlı bir arabasıyla güneşe yükseldiğinden
bahsediliyor olabilir.
Bir Hint efsanesinde pilotun talimatnamesi var; ayrıca zihin
kontrolünden ve nükleer bir savaştan da bahsediliyor.
Keops piramidinin ortasından itibaren geçen çizginin Doğu ve
Batı anlamında Atlantis ve Mu’nun sınırı olduğu söyleniyor... 
Hakan Yılmaz Çebi: Bu bilginin yanında; Keops Piramidi(8),
yalnız karaları ve denizleri iki eşit parçaya ayırmakla kalmaz,
aynı zamanda dünyanın ağırlık merkezinin tam ortasındadır
da. Piramitte dünyanın ağırlığını gösteren hesaplar da bulu-
nuyor. Diğer taraftan kurulduğu saha, sanki dev makinelerle
düzenlenmiş gibi. Bir de dikkati çeken en büyük özelliği, Keops
Piramidi’nin bir kapısının güneye bakmasıdır. Şimdi “ne var
bunda” denilebilir. Bu kapının girişi, Orion Yıldızı kuşağındaki
yıldızlara doğru yöneliktir.
Yunan mitolojisinde Orion şöyle anlatılır:

264
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Orion’un kör olmasının ardından bir süre karanlıklar içindeyken


ansızın Güneş’e bakmasıyla gözleri yeniden açılır. İşte bu şekilde
mitolojide anlatılan Orion aslında bulutumsu bir Nebula’dır.
Birçok rivayette piramitleri; gelecek nesillere işaretler, dersler
olması sebebiyle Hz. İdris’in yaptırdığı ifade edilir. Hz. İdris(9)
mitolojilerde Hermes, Usuris olarak geçen şahıs olarak nitelen-
diriliyor. Burada Orion yıldızını yarım bırakmadan Kur’an’da
geçen, “Onlara gökten bir kapı açsak da o kapıdan çıksalar bile gene
inanmazlar. Bunu görseler de derler ki gözlerimiz bağlanmıştı ve biz
büyülenmiş bir kavmiz…” (Hicir Suresi 14/15).
Kur’an’da Hz. İdris’in göklere çekildiği, hayatın başka bir
boyutuna geçtiği ifade ediliyor. Birtakım araştırmacılar bu kapının
Orion Nebulası olduğunu ifade ediyorlar. Yani piramitlerin mi-
marının gittiği veya çekildiği yer. Ayrıca dünyanın APEX denilen
bir kara deliğe doğru aktığı söyleniyor ki bunun hızı da saniyede
19 kilometre olarak belirtiliyor.
Bu 19 rakamının üstünde bir dönem hem iyi niyetli hem de
kötü niyetli olarak çok duruldu. Konu eğer ilmi boyutta kontrol
edilebilirse hakikaten bu 19 rakamı pek önemli. Eski uygarlıklarda
da bu rakamın gizemini görüyoruz. Ancak bu konumuzu çok
uzatacağından Abdullah bin Mesut’tan rivayet edilen bir hadisle
konuyu kapatalım.
“Kim Allah’ın kendisini Cehennem’in 19 zebanisinden kurtarma-
sını dilerse Besmele’yi okusun ki Allah onun her harfini zebanilerin her
birisine karşı birer kalkan yapsın.”
Nitekim besmele de birçok sırrın yanında her bir harfi adeta
bir Cehennem zebanisine karşılık gelecek şekilde 19 harftir. Burada
asıl söylemek istediğimiz mitoloji, efsane namıyla derlediğimiz
birçok bilginin ilahi/külli akıl kaynaklı olması. Asıl işin sırrı da
burada zaten.
Bunun yanında Müddesir Suresi’nin 31. ayetinde “Onun
üzerinde on dokuz vardır” buyurulmaktadır.

265
YÜZYILLARIN SIRLARI

Keops Piramidi’nin güney kapısı nasıl Orion bulutumsu


Nebula’yı gösteriyorsa, Nemrut Dağı’ndaki 19 yıldızlı aslan da
güneşin en yakın yıldızına (Herkül takımyıldızına) saniyede 19
kilometre hızla yol aldığını göstermiş olamaz mı? Diye bir soru
çıkıyor karşımıza…
Dikkat ederseniz, Atlantis ve Mu’dan yavaş yavaş çıkıp günü-
müzden sinyallerle yolumuza devam ediyoruz. Bir de adeta son
anda sıçrayarak kurulmuş medeniyetlerden örnekler getirmeye
çalışıyoruz. Ancak Mu ve Atlantis’ten çıkabilmek için evvela Tufan
Olayı’nı biraz daha açmamız gerekiyor.
Az evvel ifade ettiğimiz gibi, yüzlerce tufan efsanesinden ve
ilahi kitaplardan edindiğimiz bilgiyle, Tufan’ın yaşandığı gerçeğini
kabul ediyoruz. Asya’da 13, Avrupa’da 4, Afrika’da 5, Avustralya
ve Güney Denizi adalarında 9, Amerika (Kuzey-Güney ve Orta
Amerika’da) 37 adet tufan efsanesi derlenmiş.
Ayrıca Sümerler Büyük Tufan tarihi gerçeğinden yola çıkıp
en ufak bir şüpheye dahi yer vermeden krallarının listesinde
Mezopotamya hâkimlerini; “Tufan’dan önceki ve Tufan’dan son-
raki krallar” diye ikiye ayırmaktadırlar. Bunların “vakayı name”
denilen eserlerinde daima “Ve sonra büyük tufan oldu ve tufandan
sonra gökten tekrar krallar indi,” şeklinde açıklamalar vardır. Bu
bizlere; dünya tarihini aslında;
A) Tufan’dan önce
B) Tufan’dan sonra
Diye ikiye ayrılabileceğimiz fikrini veriyor.
Asurluların başşehri Ninova harabelerinde 1850 yılında ama-
tör bir İngiliz arkeologu Sir Henry Layard, bozulmamış binlerce
kil tableti bulmaya muvaffak oldu. Tabletler Londra’daki British
Museum’a gönderildi. Hayatını bu işe adayan bilim adamları,
günümüze kadar gelebilen bu garip kama şeklinde, kile basılmış
çivi yazılarının şifrelerini çözmeye başladı. Bunlardan George
Smith bir gece tam o gün temizlenmiş olan bir tablet parçasını

266
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

eline aldı ve gittikçe artan bir şaşkınlık içinde Asuri dilinde su


baskınının bir haberini okumaya başladı. Smith’in okuduğu par-
ça Gılgamış Destanı’nda anlatılan tufanın Babilce tercümesi idi.
Tercüme de Uta-Nahistim (Nuh) adında bir kişiden söz ediliyor
ve bu cihanşumul tufandan kurtulanların olduğu anlatılıyordu.
Nuh’un kıssası ile burada anlatılanların benzerliği hayret vericiydi,
tesadüf olmasına ise hiç ihtimal yoktu.
Fakat Tufan’dan kurtulmayla ilgili çalışmalara geldiğimizde
haliyle Hz. Nuh’un gemisiyle ilgili rivayetleri de ele almamız
gerekiyor. Bir yandan Mu ve Atlantis yeryüzündeki bildiğimiz
insanlık adına en modern, en teknolojik uygarlıklar olarak (her
ne kadar kötüye kullansalar da) düşünülse de Nuh’un gemisi
bu uygarlığın gölgesinde kalmamalıdır elbet. Bizler bir uygarlık
yok olduğunda o uygarlığı hep daha sonra kurulan daha ilkel
uygarlıklardan tanıyoruz. Bunlarda kısır, devrik ifadelerin yer
aldığı efsane ve mitolojik edebi eserler. Yani o dönemin kapasi-
tesindeki, tabiri hoş görün, zihinsel ayarı düşürülmüş insanların
yorumlarıyla geçmişi tanımaya çalışıyoruz. Tıpkı Afrika’daki yerli
bir kabilenin dünyayı tarif etmesi gibi, kendi dar zaviyesinden
değerlendirilen birçok olay var ortada. Hz. Nuh’un gemisi de bu
kategori de bizce.
Nuh’a inanan birkaç insanın yanında bütün hayvanların
içine dolduğu geminin, bilinenin aksine, iki-üç katlı ve ahşaptan
olmadığına dair bazı araştırma sonuçları var. Bu yorumlarda, bu
geminin atom reaktörüyle çalıştığından söz edilir. Hz. Nuh ki bu
medeniyetin bir rehberiydi, gemisi de o dönemin teknolojisine uy-
gun olmalıydı. Sadece gemi mi? Gemi en azından bir Kıbrıs adası
kadar olmalıydı ki çifter çifter onca hayvan gemiye sığabilsin.
Kur’an’da bu geminin durduğu yer olarak Cudi Dağı(10)
geçiyor. Bu dağ, Ağrı Dağı silsilesinde yer alıyor. İlginç bir not
daha düşmek gerekirse özellikle İsrailli uzmanlar(!) ve Amerikalı
araştırmacılarla sürekli olarak bu dağda araştırmalar yapıyorlar.
Hatta bir dönem ünlü astronotlar dahi bu bölgeye gelmişti. Diğer

267
YÜZYILLARIN SIRLARI

taraftan bu tarz araştırmalara önemli bütçeler ayırmış gelişmiş


ülkeler arkeolojik kazılar yaparken, bunları sanatsal kazılar olarak
yapmıyorlar elbette. Bunların asıl gayesi, geçmiş uygarlıkların
sırlarını ortaya çıkarmak. Bu sırrın içinde Nuh’un gemisinde
kullanılan enerji de var!
Tevrat’ta Nuh’un gemisi ve Tufan ile ilgili kısımlar şöyle
belirtilmektedir:
“Geminin uzunluğu 300 arşın, genişliği 50 arşın ve yüksekliği
30 arşın olacaktır. Gemiye ışıklık yapacaksın ve onu yukarıya doğru bir
arşın tamamlayacaksın. Ve geminin kapısının yan tarafına koyacaksın.
Alt, ikinci ve üçüncü katlı olarak yapacaksın.” ( Genesis S. 6-15-16)
“Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi
olanlardan her türünden ikişer ikişer gemiye getireceksin. Erkek ve dişi
olarak gemiye getireceksin. Cinslerine göre kuşlardan, cinslerine göre
sığırlardan ve cinslerine göre toprakta her sürünenden, her türünden ikişer
olarak sağ kalmak için sana gelecekler. Ve sen yenilen her yemekten kendine
al ve yanına topla. Sana ve onlara yiyecek olacaktır. Ve Nuh Allah’ın
kendisine emrettiğine göre yaptı. Öyle yaptı.” (Genesis:6,19-22)
“Ve kendisinde hayat nefesi olan her bedenden ikişer ikişer gemiye
Nuh’un yanına girdiler. Ve girenler, Allah’ın emrettiği gibi beden sahip-
lerinden, erkek ve dişi olarak girdiler. Ve Rab onun üzerine kapıyı kapadı.
Ve yer üzerinde 40 gün tufan oldu ve sular çoğalıp gemiyi kaldırdılar ve
yerden kalktı. Ve sular yükseldiler ve yer üzerinde ziyadesiyle çoğaldılar ve
gemi suların yüzü üstünde yürüdü. Ve yeryüzünde sular pek çok yükseldi
ve bütün gökler altında olan bütün yüksek dağlar örtüldüler. Sular on
beş arşın daha yükseldiler ve dağlar örtüldüler. Ve yer üzerinde hareket
eden bütün beden sahipleri gerek kuşlar, gerek sığırlar ve hayvanlar ve
yer üzerinde her sürünen ve her adam öldü. Bütün karada olanlardan
burunlarında hayat nefesi olanların hepsi öldüler. Ve adamlar, sığırlara
kadar sürünenlere kadar ve göklerin kuşlarına kadar yeryüzü üzerinde
yaşayan her şey silindi ve yeryüzünden silindiler ve yalnız Nuh ve ken-

268
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

disiyle beraber gemide olanlar kaldılar. Ve yüz elli gün sular yeryüzünde
yükseldiler.” (Genesis: 7, 15-24)
“Ve gittikçe sular yerden çekildiler ve yüz elli gün bittikten sonra
sular azaldılar. Ve gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde Ararat
dağları üzerine oturdu.” (Genesis:8, 3-4)
Kur’an’da ise şu ifade vardır: “Su çekildi iş bitirildi (ve gemi
gelip) Cudi’ye aram eyledi.” (Hud Suresi)
Diğer taraftan Nuh peygamber ve tufan ile ilgili on beş ayet
tespit edilmiştir. Tefsirleri de çıkartılarak fiziksel verilerle birlikte
bu ayetlerin uygunluğu mukayese edilmektedir. Bu kütlenin
Ağrı Dağı yerine başka bir dağda bulunması ve bu yörede Cudi
isimli bir tepenin bulunması Kur’an ayetlerinin doğruluğunu da
ispatlaması açısından hayli enteresan bulunmuştur.
Kur’an’da Nuh’un gemisi hakkında ayrıca şu ifadeler vardır:
“Şanım yüce hakkı için biz o gemiyi bir ayet (alamet, işaret, ibret) olarak
bıraktık.” (Kamer-15)
Ayrıca Hz. Nuh’un gemisinin enkazı Cudi Dağı’nda kaldı
hatta bu ümmetin ilkleri onu gördü diye rivayet eden sahabelere
bile rastlanmıştır.
Ayrıca gemiyle ilgili olarak yine ayetlerde geçen kelimeler
tahlil edildiğinde:
Elvah: Levhin yani levhanın çoğuludur.
Levh; ise tahta gibi yassı şeye denir veya bugünkü çelik
levhalardır.
Düsür: Disar’ın çoğuludur, “disar” ise çivi, perçin çivisi
dolayısıyla düsür da perçin çivileri manasına geliyor diye açık-
lamalar var.
Bu açıklamalardan yola çıkan birtakım araştırmacılara göre;
geminin iskeleti çelik “levhalarla, perçinlenerek” tamamlandı.
Aynı Yunus Suresi 12. ayette olduğu gibi, “Kevkaben” kelimesi
aslında Arapça yazılışta orijinaldir; oysa meallerde yani tercü-

269
YÜZYILLARIN SIRLARI

melerde “Yıldız” diye geçmektedir. Oysa Kevkaben yalnızca


gezegen olarak açıklandığında doğru olarak tercüme edilmiş
olacaktır. Dolayısıyla da bu gemiyle ilgili yorumlarda da böyle-
sine bir duruma dikkat etmek gerekiyor deniliyor. Açıklamaların
devamında da “Tennür feveran etti” Hud Suresi’nin 40. ayetinde
de Tennür’a dikkat çekiliyor.
Tennür: Fırın ve ocak anlamına gelir.
Feveran: Kuvvet ve şiddetle kaynamak, fışkırmak anlamına
gelir.
Tüm bu açıklamalardan sonra ısınan suların buharlaşıp,
reaktördeki hazineyi doldurup, jeneratörlerin çalışarak hareket
etmesi akla geliyor. Akabinde de aslına sadık kalıp cümle kurul-
duğunda; “Gemi levhalarla perçinlenerek tamamlandı. Emrimiz
yerini bulup, emir üzerine tamamlanan kazan dairesi (veya ocağı,
fırını) kuvvet ve şiddetle kaynayarak, (reaktör çalışarak ısınmış
suyu tazyikle fışkırtarak motor harekete geçti…) veya geminin
ocağı kaynayarak-fışkırarak harekete geçti,” şeklinde yorumlar
da bulunuluyor. Diğer taraftan Uranyum-235’in de bir maden
yani bir yönüyle taş olduğu unutulmamalıdır.
Biz tüm bu çalışmalara geçmişin gecikmiş istihbaratını yapı-
yorlar diyoruz. Kendileri bu durumu kabul ediyorlar ancak halka
kimse bu şekilde anlatmıyor. Halkı, belleği olmayan, günlük maişet
peşinde koşan avam varlıklar olarak görüyorlar.
1977 yılında Amerikalı arkeolog Ronald Wyatt, Doğu
Beyazıt’ta Cudi Dağı üzerinde geminin kalıntısını bulduğunu
açıkladı. Wyatt’ın açıklamalarına göre, Nuh’un gemisi muazzam
tufan fırtınalarına dayanabilecek özelliktedir. Amerikalı arkeolog
deniz seviyesi ve dağlar üzerinde yaptığı hesaplamalardan sonra
Nuh’un gemisinin Cudi Dağı’ndan başka bir yerde olamayacağını
anladığını, nitekim araştırmalar sonucunda geminin kalıntılarını
bulduğunu açıkladı.

270
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Böylece Nuh’un gemisinin kararlaştırıldığı yerde durdurul-


duğu, bu yerin de Cudi Dağı olduğu anlaşılmış oldu.
Gemide kullanılan yakıtın oluşturulması yeraltı ilmi ile ilgilidir.
Bu enerjinin Fırat havzasında olduğu ifade ediliyor. Hatta daha
da ileri gidilerek, bu enerjinin dünyada enerjiye dayalı yeni bir
sistemin kurulmasına vesile olacağı ifade ediliyor. Düşünsenize;
yüzyıldır petrole dayalı bir sistemle tüm dünya halkları nasıl
kontrol altında tutuldu! Nasıl bu petrol denen sermayeyle küçük
bir azınlık 4.5 milyar insanın servetini tartacak hale geldi! Ve
bu servetle nasıl da tüm dünya halklarının gizli liderleri olarak
kendilerini övdürüyorlar!
Kıyamet alametlerinden biri olarak da Fırat havzasında büyük
bir savaş çıkacağı ileri sürülüyor. Ve savaşın sebebinin de Fırat’ın
altından çıkacak altından bir dağ olduğu ifade ediliyor. Hatta bu
konu hadis olarak da aktarılıyor.
Bilim adamları ve siyasi stratejistler, 2015 yılından sonra içinde
suyun çok önemli bir stratejik kaynak olacağını söylüyorlar. Bu
durumda dünyada muhtemel bir su savaşının çıkabileceğinden bile
söz edilebilir. Ancak bizim bu defa üzerinde durmak istediğimiz
konu, Nuh’un gemisinde kullanılan bu yakıtın ne olduğu?
Biz bu enerjinin Atlantis’te kullanıldığını varsayıyoruz.
Bu enerjinin bulunduğu havza Fırat bölgesi olabilir. Hatta Hz.
Muhammed’e atfedilen hadisin de İsrailiyat yani sonradan İsrailli
Hahamlar tarafından ustaca uydurularak hadis diye ortaya atıldığını
düşünebiliriz. Sırf, yeni yaşama sahası olacak bu bölgeden bizim
uzak durmamızı istedikleri için bu hadisi uydurmuş olabilirler.
Belki de bu enerjiden dolayı “bir enerji savaşı”na girilmemesi için
maksatlı bir telkin vardır ortada.
Hadis uzmanlarının da tartışmaları gereken bir konu bu... 
Orkun Uçar: Eski uygarlıklardan söz ederken, Atlantis’in
soyundan gelenlerin kurduğu ve bir gün dünyayı ele geçireceği
söylenen yer altı krallığı Agharta’yı unutmayalım. Bu efsane,

271
YÜZYILLARIN SIRLARI

Ye’cüc ve Me’cüc’e denk düşebilir mi? Belki de felaketten sağ


kalmak için yerin altına kaçanlar olmuştu?
Söz konusu bu verilerden, kadim dönemlerde çeşitli uy-
garlıkların kurulduğu ve felaketlerle yok olduğu varsayımını
çıkarabiliriz.
Bir portakalı düşünelim. Portakalın üzerinde ise ince bir sis
tabakası var. İşte bu kadar ince bir alanda yaşıyoruz. Bu ince ya-
şam aralığındaki uygarlığımızın yok olması için esasında birçok
sebep var: Manyetik alan azalabilir, atmosferimiz uzaya kaçabilir…
Manyetik alan yer değiştirebilir –ki defalarca olmuştur-, volkan
patlamaları artarak yeryüzünü karanlığa boğabilir, buzul devri
başlayabilir, bir meteor çarpabilir…
Dünyanın yaşını 4.5 milyar olarak söyleyenler var, Hz.
Âdem’in de 65 milyon yıl önce dünyaya indirildiği hesaplanıyor.
İlkel dediğimiz insanların aslında bazı dönemlerde mağaralarda
veya dağlarda değil şehirlerde de yaşamış olabileceklerinden
bahsediliyor. Sonradan mı ilkelleştik, felaketlerle geçmişimizi
unutup uygarlığımızı tekrar tekrar mı kurduk?
Geçmişin gerçek yüzü mitoloji ve efsaneler içine sızmış
aslında. Bunların içinden gerçeklerin ayrıştırılması gerekiyor…
Bizler dünyanın kurgulu, sonradan yazılmış tarihini okuyor
olabiliriz?
Mitolojileri ayıkladığınız zaman, bir bakıyorsunuz ki dini
kıssalar çıkıyor. Dini kıssalara baktığınızda, mitolojilerin içinde
buluyorsunuz kendinizi.
Gılgamış’ta Tufan Efsanesi’nden söz edilir, Sümerlerde de tek
tanrılı dinlerin kökenlerini bulmak mümkün. Hıristiyanlık’taki
‘üçlü Tanrı’ (trinite) dediğimiz inanç, Hititlerde de var. Başın
üzerine hale gelmesi, Mısır inancında da bulunuyor.
Pazar günleri Hristiyanlık’ta kutsal gündür; Güneş Tanrısı
inançlarında olduğu gibi. İngilizcesi ‘Sunday’ bile bunun bir
kanıtı. (Sun= Güneş, Day= Gün: Güneş Günü)

272
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Birtakım şeylerin birbirine karıştığı da çok açık. Dağılan bir


bilgiden söz edebiliriz.
Örneğin, piramitler!
Dünyanın birçok yerinde piramitler vardır.
Ejderhalar!
Uzakdoğu’da veya Avrupa Mitlerinde hatta Orta ve Güney
Amerika efsanelerinde de ejderha figürleri bulunmaktadır.
Vampirlik ya da kan emicilik inancı; Japonlarda, Çinlilerde,
Orta Avrupa’da, Azteklerde de var.
Birbirleriyle hiç irtibatta bulunmamış uygarlıkların yarattığı
efsanelerin birbirlerine benzer olmasının altında ne yatıyor olabilir?
Acaba bir felaket sonrası dünyaya dağılıp kültürlerini taşıyan eski
insanlar mı yaptılar bunları?
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki teknoloji çevremizi çerçeve-
lemiş durumda. Son peygamber olarak Hz. Muhammed geldi,
artık Kıyamet alametlerinin tek tek çıkmasını bekliyoruz.
Atlantis ve Mu konusunu şimdilik bitirirken, hem mitoloji,
hem efsaneler hem de dinimizde var olan, üzerinde konuşmamız
gereken üç şahsiyete geliyoruz. Bunlar ayrı ayrı başlıklar altında
incelenmeye değer:
Birincisi, Zülkarneyn(11),
İkincisi, Hz. İdris (Osiris veya Hermes) ve
Üçüncüsü de Hızır(12) aleyhisselam…
Bu üçünün çok ilginç bir şekilde birbirleriyle bağlantıları
var. Bir kere bunların üçü de çok değişik zamanlarda ortaya
çıkıyor. Ölümsüz oldukları bile söylenebiler. Özellikle Hızır ve
Hz. İdris.
Hz. İdris’in, Hz. Zülkarneyn’in baş komutanı olduğu iddia
ediliyor. Kayıp Atlantis’in ilmini Mısır’a getirdiği, Osiris adıyla
anıldığı, Yunan mitolojisine Hermes olarak geçtiği söyleniyor.

273
YÜZYILLARIN SIRLARI

İlk önce Zülkarneyn… Olağanüstü maceraları anlatılıyor.


Mesela Yecüc ile Mecüc yeryüzüne çıkmasın diye bir set oluştur-
duğu (Kehf Suresi). Tarihte anılan üç İskender’den biri olduğu.
İnsan olmayan yaratıklarla savaştığı söyleniyor. Hatta Amerika
yerlilerin Batı’dan gelip, bilgilerini onlara sunan sakallı beyaz
adamın o olduğu iddia ediliyor.
Bu Zülkarneyn kimdir?
Uzaylı yaratıklarla savaştığı söyleniyor, uzayda gezdiği söy-
leniyor, hatta insanlarla yaratıklar arasında çektiği setin uzayda
olduğu… Bu set şimdi yıkıldığı için UFO’ların geldiği bile iddialar
arasında…
Şimdi söylentilerden sıyırıp saf bir bilgiyi alalım...
Atlantis ve Mu’yu bir yerde bırakıp geçiş yapalım.
Bunların savaşları, Tanrılar savaşı olarak geçiyor. Mitolojiye
de böyle girmiş.
Daha sonra bu savaşı felaketten sağ kalan Mısır ve Yunanistan’a
taşımış. Müthiş bir savaş mitolojinin içinde anlatılmış. Devler
savaşını, Tanrılar savaşı olarak anlatmışlar; silahları, yüz kollu
canavarlar olarak çevirmişler. Belki topu her yöne dönen tanklar-
dan söz ediyorlar ya da belki robotları anlatıyorlar.
Japon efsanelerinde içine insanların girdiği dev robotlardan
bahsedilir. Dikkat edilirse birçok Japon çizgi filminde bu temayı
görürüz. Yani insanlar dev robotların içine girer ve savaşır. Acaba
bu kültür nereden geliyor? Japonların, Mu’nun Pasifik’te olduğu
söylenen topraklarına yakın olduğunu hatırlamalıyız.
Belki de Atlantis ve Mu belli bir uygarlık seviyesine erişen
toplumlardı fakat sonra savaştılar ve birbirlerinin felaketine sebep
oldular, bu sırada zaman kapsülleri odaları oluşturdular. Felaket
sonrası tekrar ilkelleşen insanların yeniden medeniyetleşmesi için
bazı bilgiler aktarmaya çalıştılar.

274
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Atlantis ve Mu öyle bir anlatılıyor ki, dünyanın geri kalanı ve


büyük bir insan kitlesi barbarken sanki fazla teknoloji elde etmiş
ülkeler olduğu hissediliyor. Bu fark nereden oluşmuştur? Çünkü
diğer insanlar iki büyük gücün savaşında sadece seyirci, kurban
veya köle gibi anılıyor.
Sanki Atlantis ve Mu diğer insanların inancına Panteon,
Tanrılar ailesi olarak girmiş gibi.
Atlantis uygarlığının gücünü alan karakterler Mısır ve Yunan
Tanrılar ailesini, Mu’nun gücü Hint, Tibet Tanrılar ailesini oluştur-
muş sanki. Aynı şekilde Sümer, Asur, Pers mitolojilerine sızmış
bu büyük savaş ve uygarlıklar.
Tabii bu daha uygar kültürlerin uzaydan geldiğini iddia
edenler de var. Tevrat’ta sözü Nephilimlerle ilgili böyle bir iddia
da var.
Bugün Mars ile Jüpiter arasındaki astreoid kuşağının yerinde
bir kayıp gezegen vardı. Bu gezegen bir nedenle yok oldu. Bu
kayıp gezegendeki ölümsüz yaratıklar; Nephilimler (13) dünyaya
geldiler ve insanlara bilgilerini verdiler.
İşin içine uzaylıları karıştıran sürüyle kurgu var.
Hakan Yılmaz Çebi: Uzaydan gelen tanrılar fenomeni, mese-
leyi daha da karmaşık hâle getirebilir bazen. Çok eski devirlerdeki
insanlar, başlarına gelen doğaüstü olayları o sıradaki bilgilerine göre
doğru algılamamış olabilirler. Ve Antropomorfizm(14) dediğimiz,
yaşanan doğa olaylarını, doğa üstü bir hâle getirip Tanrısal birer
deneyim olarak gelecek kuşaklara aktarmış olabilirler.
Zaten Mu ve Atlantis felaketle yok olmadan önce, Nuh
peygamber kendilerini uyarıyor. Ve Nuh’un gemisine binerek
Tufan’dan kurtulan insanlar daha sonra tekrar yeryüzüne yayıla-
rak başka medeniyetler kuruyorlar. Daha sonra dünya tarihinde
ismi sıkça geçen Mısır, Yunan, Amerika’daki Aztek-Maya-İnka
uygarlıklarını görüyoruz. Bu medeniyetlerin tamamında Mu ve
Atlantislilerin adeta genetik şifrelerini görüyoruz. Tüm bunları

275
YÜZYILLARIN SIRLARI

incelerken dünyanın o zamanki yeraltı ve yerüstü coğrafi du-


rumlarını da dikkate almak gerekiyor. Üstüne üstlük kıtalar hatta
adalar bile bu durumda değildi. Birçok uygarlık birçok defa yok
olurken yeryüzü de şekil değiştirdi.
Dünyadaki kıtaların bir zamanlar günümüzdeki gibi bir
dağılımı olmadığına da dikkat etmek gerekiyor. Kıtalar battı,
hareket etti, sular yükseldi, çekildi, coğrafi şekil değişti. Şimdi
böyle sıçramalı, birbirinin devamı olarak uzayan bir uygarlık
silsilesi var dünya tarihinde.
Bundan bir-iki yüz yıl evveline kadar Truva Savaşı’ndan da bir
masalmış gibi söz ediliyordu. Tabii bunların sonu gelmez. Bizim
burada dikkat etmemiz, bir yönüyle ders almamız gereken husus;
bu uygarlıkların niye yerle bir olduğu. Bunu birtakım sel, rüzgâr,
meteor gibi tabiatta cereyan eden faktörlere bağlamak bir kaçış
metodu olur. O yüzden bu konuları üst ilimle, bunun yanında
Şeytan ve cin (19) kavramlarıyla da ilişkilendirmek gerekiyor.
Bu sırrı çıkarmanın en somut delilleri de bu uygarlıklardan
bizlere kalan yapılar ve bu yapılarda saklanan işaretler, yazılar
olmalıdır. Piramitlerden bahsettik, üstelik Çin’deki beyaz piramitleri
(15) hiç açmadık. Çünkü henüz bir muamma…
Nemrut da en az piramitler kadar ilginç sırlar barındırıyor.
Bn. Goell, 1953 yılı ile 1960’ların ikinci yarısı arasında Nemrut
Dağı’nda bir dizi inceleme ve kazılar yaptı. Araştırma ekibi dev
heykeller üzerinde zor şartlar altında çalışmalar yaptılar. Sıra hö-
yüğe geldiğinde çalışmalarını durdurdular. Bütün yapabildikleri
höyüğün altındaki kaya tabakasına ulaşacak şekilde hendekleri
kazmak olmuştu. Sanki buranın doğal bekçiliğini yapan dağın
yanı sıra höyük de kendi kendisinin bekçisi gibiydi.
Peki Nemrut kimdi, niçin bu ismi almıştı?
Nemrut adı ile anılan Asur-Nasirpal M.Ö. 883’ten 859’a
kadar hüküm sürmüş bir Asur kralıdır. Zalimliği bütün yakın
çevrelerince bilinen kral, Asur devletinin başına geçtikten sonra

276
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

yönetim merkezinin yerini değiştirerek “Khalah” şehrini başkent


yapmıştır. Daha sonra adı “Nemrut” olan bu bölgede, ilahlığını
sembolize eden bir rölyefi ve heykelleri bulunmuştur.
İbrahim peygamber zamanında halkın Nemrut’un hey-
kellerine tapıyor olması Kur’an’ı Kerim’de de çeşitli ayetlerde
belirtilmekte ve düştükleri sapıklık anlatılarak adeta günümüz
insanlığı uyarılmaktadır.
“(İbrahim Peygamber) O zaman babasına ve kavmine, ‘Tapıp
durduğunuz bu heykeller nedir?’ demişti. Onlar da: ‘Biz atalarımızı
bunlara tapıyor bulduk,’ demişlerdi. İbrahim Peygamber, ‘Doğrusu siz
de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz,’ dedi.” (Enbiya
Suresi, 52-54)
Bu arada tartışmalı rakam 19’u, Nemrut 1. Antiokhos’u sim-
geleyen “19 Yıldızlı Aslan” figüründe de görüyoruz. Benzer bir
durumu ise Mısır’daki Firavun IV. Amenofis’i sembolize eden “19
ışınlı küre”de de görüyoruz. Ayrıca insanların Güneş’e taptıkları
bir çağla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de de Güneş’le ilgili bilgiler
verilmesi son derece dikkat çekmektedir.
“Güneş’te kendisi için bir yere doğru seyretmektedir.” (Yasin
Suresi 38).
Daha önce bu seyrin nihai noktasının APEX (16) yani bir
yönüyle kara delik olduğunu söylemiştik.
Geçmişten geleceğe bir mesaj mı var? Biz bu mesajları alabi-
liyor muyuz, diye düşünmemiz gerekiyor sanırız.
Hz. Hızır, Hz. İdris, ve Hz. Zülkarneyn; acaba bu işaretleri
bırakanlar o felsefi metinlerde değişik isimlerle anılan şahıslar mı?
Usuris veya Hermes, İdris peygamber mi? Hz. Hızır başka isimlerle
mi yaşıyor hâlâ aramızda? Şimdi tüm bunları anlayabilmemiz
için konuşmamızın başında geçen üst bilgiye azami derecede
sahip olmamız gerekiyor. İnanan insanlar için değiştirilmemiş,
tahrifata uğramamış ilahi kitaplar külli aklı temsil eder, ortada
bir eser varsa onu en iyi eser sahibi bilir, öyle değil mi? Çünkü

277
YÜZYILLARIN SIRLARI

yaratan o; yoktan var eden o. Hele bu Yaratıcı’nın ezel-ebed bilgisi


de varsa. Yani yarattığı şeyin neye meyl edeceğini de biliyorsa,
haliyle onun eline bir reçete verecektir. Şunu şunu uygula, şunu
şunu yapma diyecektir. Mükâfatını ve cezasını, zararını ve fay-
dasını açıklayacaktır.
Eskiden bilim, iki kategoride ele alınırdı. Diyorlar ki, yeryü-
zündeki ilim naklidir: Yani birbirinden, birilerinden nakil edile
edile gelir. Kitaplar, hocalar, eğitmenler, anne baba… Hepsi “nakli
ilmin” taşıyıcısıdırlar. Fakat yeryüzünde bir de “İlhami ilim” de-
dikleri vahye dayalı bir ilim vardır. İşte sıkça adını andığım üst
ilim de buna deniyor. Biliyorsunuz peygamberlere vahiy, velilere
ise derecesine göre ilham gelir. Bu kâinatın sahibinin insan, insan
idraki üzerinden akıttığı bir ilimdir. Ve bu ilim, peygamberler
vasıtasıyla ilahi kitaplarla gelmiştir.
İşte bu bilgilerin insani boyutu da peygamberler ve onların
varisleri olarak adlandırılan âlimler tarafından yeryüzündeki tüm
insanlara aktarılmıştır.
Konumuzu biraz daha derinleştirmek için, Hazreti İdris
hakkında bazı şeylere açıklık getirelim. Çünkü Mu ve Atlantis’te
hep onun izlerini buluyoruz.
Hazreti İdris; Antik Mısır’da Usuris, Osirus, Antik Yunan’da
ise karşımıza Hermes olarak çıkar. Hz. İdris, yıldızların/felekle-
rin ilmi verilmek üzere göklere çekilen peygamberdir. İnsanlara
birçok sanat ve zanaatı öğreten, “d,r,s” harflerinden oluşan İdris,
“ders veren” anlamındadır. Medrese, müderris gibi kelimeler,
İdris’den türetilmiştir.
Gazali; yıldızlar bir ilim vasıtasıydı fakat sonradan gelen onu
fal amaçlı kullandığından bu ilmi de kendilerini de soytarılaştır-
dılar, diyor. Çünkü birçok yıldızın ve gezegenin kendi aralarında
uzaklaşması ve yakınlaşması hem kâinat hem de insan üzerinde
çeşitli etkiler bırakmaktadır. Bu ilmi layıkıyla kullananlar Allah’ın

278
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

kudretinin ne istikamette seyr ettiğini anlarlar, buna göre tedbir-


lerini alırlardı. Bu ilmin kökleri Hz. İdris’e dayanıyor.
Hermes’in adı Arapçada Hirmis (Hermes ve Hurmus, Uşhen,
Huşenç), bazen de Hirmis, İrmis ve benzeri şekillerde kullanıl-
mıştır. Hermes birçok vasıflarla anılmıştır. Mesela Yunan mito-
lojisinde Hermes için “Pskyhopompos” yani “Ruhlar Kılavuzu”
denilmektedir.
İbn-i Erfa Ra’s onu, Ebu’l Felasife “Felsefenin Babası” olarak
nitelendirmiştir. Ekseriyetle “el-muselles bil hikme”, “hikmetle üç
kere nimetlenen” veya kısaca “el-muselles” isimleriyle anılmıştır.
Bu vasfın eski bir hikâyesi vardır. Thot Hiyeroglif metinlerinde,
“3” şeklinde geçmektedir. Başka bir lisanda ise “P3” olarak ter-
cüme edilmiştir ki, bu “Varlık, Hayat, Hikmet” anlamlarına gelen
3 önemli vasfı nitelendirmektedir.
Davut peygamberden sonra Süleyman peygamberde de
görülen bu üçlü niteleme; “Görüyor, Duyuyor, Biliyor” şeklinde
kullanılmıştır. Hazreti Musa’nın bile bu hikmetli şifreden fayda-
landığını söyleyebiliriz. Zira Tevrat’ın bir yorumu niteliğinde olan
Majikal dilde “Süleyman Mührü” yani iki üçgenin iç içe geçmiş
hali, “Kabala”(18) öğretisinde David Magen-Davut Yıldızı olarak
çok sık kullanılmaktadır. Burada, ilahi olan şifrelerin Şeytani
amaçlar için kullanıldığını görüyoruz.
İslamiyet’te Hermes’in, yani Hz. İdris’in kimliği birkaç madde
altında incelenmiştir. Biz en bilinenine değineceğiz.
Grekler, Thot’un varlığını Hermes’le özdeşleştirmişler.
Müslümanlar da, Henoh (Uhnuh, Hunuh, Uşhenç, Huşenç, Ahnuh),
İdris ve Tahumert adlarıyla aynileştirip kendilerine mâl etmişler-
dir. Hz. İdris, Kur’an’da “Doğru ve sabırlı bir peygamber” olarak
anlatılmıştır. Ayrıca Hermes’in şahsiyeti astrolojik faraziyelerde
bir gezegen olarak addedilen Utarid’e dayandırılmaktadır.
Bunun dışında birden fazla Hermes rivayetleri de vardır.
Bunlardan ikinci Hermes, Tufan’dan sonra Babil’de yaşamıştır.

279
YÜZYILLARIN SIRLARI

Tıp, felsefe ve aritmetik sahasında fevkalade bilgilere sahipti.


Pisagor onun talebesiydi.
Üçüncü Hermes ise Tufan’dan sonra Mısır’da yaşamış ve
zehirli hayvanlar üzerine bir kitap yazmıştır. Çok seyahat etmiş,
şehirler kurmuş ve kimya konusunda fikirler beyan etmiştir.
Asklepios, talebesiydi.
İbn-i Vasıf Şah, efsanevi Firavunların Mısır tarihinde Hermes’i
Kral Badaşir İbn Kuftrim’in rahibi olarak anlatmıştır. Yine orada
bahsedildiği üzere; Hermes, Nil’in kaynağında Kumr dağlarında
bir tapınak inşa etmiştir.
Ayrıca Hermes’in Mirac’ından da söz edilmiştir. İdris’ten, “Ve
biz onu yüce bir mekâna yükselttik” ayetinde (Sure:19/5) bu Miraç’tan
bahsedilmiştir. Hermes, antik dönemde olduğu gibi İslam’i kay-
naklarda da yeteneklerini büyük ve geniş çapta korumuştur. O
yine bütün sanat ve bilimlerin mucididir. O yıldızların, sayıların
(İbn-i Culcu/Tabakat) ve zehir ilimlerinin temellerini atmıştır.
İnsanlara elbise hazırlamayı öğretmiştir. Kimya ve cam yapma
sanatı da yine ona aittir. Tıbbın mucidi olarak sayılmıştır. Bu
düşüncenin aslı da Mısır kaynaklıdır. Eber Papirüslerinde, Thot
hekimlerinin önderi olarak gösterilmiştir. Ve yine Allah adına
kutsal savaşlar açan da odur.
Fars Bilginleri İdris peygamberi Uşhenc/Huşenç şeklinde yazar-
lar. Hermes’le ilgili bir diğer rivayet de Kelbi’den nakledilmiştir:
“Memleketler gezdi. İblis’in üzerine sıçrayarak onu binek edindi ve
bu vaziyette uzak ve yakın yerlerde dolaştı.”
Mitolojik Hermes bahsinin dışında; burada Hermes’in san-
daletleri yani “uçağı” tabiri, ‘binek edindi’ deyimiyle benzerlik
göstermektedir. Yani mitolojide geçen “Hermes sandaletleri
ayağına taktı”, diğerinde ise “iblis’i binek edindi” tabirleri bize
İdris peygamberin uçtuğunu vurgulamaktadır.

280
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Tabii Hermes’le ilgili açıklamaları mitolojilerden ayıklamak


mümkün gözükmüyor; ancak biz, bize en yakın gelenleri anlatarak
kitabımızın konusunun dışına çıkmamaya çalışıyoruz.
Bu konuda en güvenilir kaynaklardan biri olarak yine 14.
yüzyılda yaşamış ve yirmi sekiz yıl boyunca o gün bilinen dün-
yayı karış karış dolaşmış bir İslâm bilgini seyyah İbn-i Batuta’nın
notlarına bakıyoruz. İbn-i Batuta bu notlarının başında, Mısır’daki
piramitleri tasvir ediyor. Dünyanın meşhur ve hayreti celbeden
binaları olduklarından insanlar piramitler hakkında çok şey
söylemişlerdir. Tufandan önce var olan, bütün ilimlerin Yukarı
Mısır’daki Said Bölgesi’nde oturan Said İbn-i Sarid veya Hunuh
(Ahnuh) diye adlandırılmış birinci Hermes’ten Osiris yani İdris
peygamberden aldığı söylenegelmiştir.
Diğer taraftan dini kitaplarda, hükümdar Zülkarneyn peygam-
berin başkomutanı olarak Hz. Hızır veya Hz. İdris peygamberden
söz edildiği sanılmaktadır.
Zülkarneyn’i de biraz açmamız gerekiyor.
Mayaların geleneğinde “Quetzicoatl” adında bir kişiden
bahsedilmektedir. “Quetzicoatl” in doğan güneşin bilinmeyen
ülkesinden gelen, beyaz elbiseli ve sakallı olduğu ifade ediliyor.
İnsanlara ilimleri ve sanatları, töreleri öğretmiş, birçok kanun
koymuş. Vazifesi bitince denize dönmüş, yolculuğu sırasında
insanlara öğretmeye, onları terbiye edip yetiştirmeye devam
etmiştir. Anlatılar bize Kehf Suresi’nde adı geçen Zülkarneyn’i
hatırlatmaktadır.
Ancak İskender ve Zülkarneyn’in hayatlarındaki benzerlik-
ten dolayı bu isimler birbirine çok karışmıştır. Bu konu birtakım
ansiklopedilerde şu şekilde geçmektedir:
“Üç İskender vardır. Birincisi Makedonya Kralı Filip’in
oğludur, Milattan 356 yıl önce 33 yaşında öldü. On üç yaşında
Aristo’nun terbiyesine bırakıldı. Yirmi yaşında hükümdar oldu.
Yunanistan’ı, İran ve Anadolu’yu aldı. İskenderiye şehrini yaptı.

281
YÜZYILLARIN SIRLARI

Erbil’de Dara’yı ikinci şekilde bozguna uğrattı. Dar’a kaçarken


öldü. Horasan, Hırat ve Belhi aldı. Bu zaferleri kendisini şımarttı,
ahlakını bozdu. Zulme başladı. Türkistan ve Hindistan’a girdi.
İşret ve sefahatle öldü.
İkinci İskender çok eski Yemen hükümdarı olup birinci
İskender’den iki bin sene önce yaşadı. Çin’e kadar gitmişti. Adı
Münzir idi.
Üçüncü İskender Kur’an-ı Kerim’de Zülkarneyn adı ile bil-
dirilen önemli bir peygamberdir. Doğu’ya ve Batı’ya gittiği için
Zülkarneyn denildi. Yafes soyundandı. Meşhur Hızır Aleyhisselam
da kumandanlarından olup aynı zamanda teyzesinin oğluydu.
Avrupa ve Asya kıtalarına sahip oldu. Hazreti İbrahim ile görüştü.
Duasını aldı. Asya’nın Kuzeydoğusu’ndaki mümin Türklerin ricası
üzerine Ye’cüc ve Me’cüc kavminden korunmak üzere büyük bir
set yaptı. Bu set, iki dağ arasında altı kilometre uzunluğunda,
yirmi beş metre genişlik ve yüz metre uzunluğundaydı. Taş ve
demirden yapıldı. Bugün bilinen Çin Seddi, bu seddin taklididir.
Ye’cüc ve Me’cüc set arkasında kaldı. Sedden dışarı kalanlar
Türklerdir. Tarihler hatta tefsirler bu üç İskender’i birbiriyle
karıştırmaktadır.
İslami kaynaklara göre Zülkarneyn, Hz. İbrahim’den ders
almıştır. Sonra vahiy ile teyid edilmiştir. Nitekim Hazreti Lut’tan
önce Hazreti İbrahim’e iman etti, sonra peygamber olarak Sodom’a
gitti. Bu arada Hz. İbrahim, Hz. Yusuf’un büyük dedesidir. Yani
Hz. İbrahim’in oğlu İshak, onun oğlu Yakup, onun oğlu da
Yusuf’tur. Mayaların piramitleri ile Mısırlıların pirametleri arasında
takriben yüz senelik bir zamanın bulunuşu bize Zülkarneyn ile
Hz. Yusuf’un arasında da bu kadar bir zamanın olacağı fikrini
vererek piramitlerdeki benzerliklerin aynı kaynaklara delalet ettiği
kanaatimizi pekiştirir.
Diğer taraftan Mayalar eskiden Bering Boğazını geçerek
Kuzey Amerika’ya geldiler ve oradan aşağılara inerek, Guatemala

282
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

ve Yucatan bölgesine yerleştiler. Veya Mu’nun ayakta kalan


Okyanus’taki Eastr adasından gelebilmeleri de akla yakındır.
Bazı Maya yazılarında Tufan’dan bahsedilir. “Cennet’in kalbi-
nin arzularına göre sular hareket etmeye başladı. Ve bu insanların
başına büyük bir su baskını geldi... Her tarafı kabartan yağmur
yağmaya başladı. Gece yağmur yağıyor, gündüz yağmur yağı-
yordu. Sanki bir ateş tarafından meydana gelmiş gibi başlarının
üzerinde büyük bir gürültü duyuldu (Bir göktaşının çarpması
olabilir!) Ondan sonra koşan, birbirini itiştiren ümitsizlikle dolu
insanlar görüldü. Onlar evlerinin tepesine tırmanmak istediler,
ancak evler de yere yıkıldı. Ağaçlara tırmanmak istediler, ağaçlar
da onları silkeleyip attı. Bu büyük son felakette, su ve yangın da
sonsuz tahribata yardım ediyordu.”
Konuyu buraya taşımışken dikkati çeken bir husus da Tufan’dan
sonra yapılan Maya ve Mısır medeniyetleri arasında piramitlerin
sergilediği kuvvetli bir benzerlik mevcuttur. Norveç Kâşifi olan
Thor Heyerdahl, eski Mısır mezarlarının duvarlarını süsleyen
resimlerdekine benzeyen bir papirüs gemi inşa etti ve Atlantik’i
geçerek Yucatan’a gelebileceklerini ispat etti. Heyerdahl, Mısırlıların
yenidünya insanları ile temasa geçerek, onlara kültürel gelişmeleri
bakımından tesir edebilecekleri fikrini kuvvetlendirdi.
Mayaların özellikle mimari, sanat, gökbilim ve matematik
alanlarında ulaştıkları düzey günümüz insanlığının hemen hemen
ulaştığı düzeyle aynıydı. Hatta bazı noktalarda daha da ileriydiler.
Fakat bunun yanında yaşam düzeyleri oldukça ilkeldi. Belki de
bu durum tarıma dayalı yaşamın doğayla iç içe olmanın yanında
içe dönük kapalı bir toplum olmanın da bir sonucuydu. Ayrıca
bunun nedeni Tufan’dan sonra yüksek bir medeniyetten ilkelliğe
düşen insanoğlunun teknolojiden kopukluğu olabilir.
Bunun yanında “Popol Vuh” adındaki Maya kitabı kendilerinin
Doğu’dan denizleri geçerek geldiklerine inandıklarını kaydede-
rek, Maya piramitlerinin dini maksatlar için kullanıldığı herkes

283
YÜZYILLARIN SIRLARI

tarafından kabul edilmektedir. Şimdiye kadar çözülebilmiş fakat


ne yazık ki Mayaların gizemini büyük ölçüde çözeceği düşünülen
bu kitapların çoğu İspanyol istilacılar tarafından tahrif edildi ya
da yok edildi. Kuşkusuz aynı durum bugün hâlâ çözülemeyen
Mayaların o kendilerine özgü hiyeroglif yazıları için de söz ko-
nusu. Hiyerogliflerin hepsi din, astronomi, astroloji, ilâhiler ve
merasimlerden bahsetmektedir.
Sümerler de, en az Mayalar kadar ilginç bir uygarlıktı.
1877 yılında Sümerlere ait 50.000 tablet Amerikalılar tarafın-
dan bulundu ve incelenmek üzere Pensilvanya Üniversitesi’ne
getirildi. Bunların arasında 3700 yıllık bir tablet parçasında
Gılgamış Destanı’nda kaydedilmiş olan Büyük Tufan’dan söz
eden metinlere rastlandı.
Fakat bu tabletlerle ilgili olarak Amerikalı uzmanlar bir şey
söylemedi. Piramitler gibi tarihi gizli bilgi depoları olarak adlan-
dırılan Zigguratlar (teras halinde inşa edilmiş kule biçiminde,
basamaklı tapınaklar), “Babil Kulesi” (20) kadar önemliydi. Körfez
Savaşı sırasında bizzat Amerikan uçakları tarafından bombalandı.
Bunlar Sümerler tarafından yapılmıştı ve zaman kapsülleri olarak
kullanıldığı sanılıyor. Amerika tarafından Körfez Savaşı sırasın-
da yerle bir edilen bu yapılar, tarihten insanlığa kalan önemli
miraslardı; ama ne yazık ki, ağır bir şekilde tahrip edilmiş oldu.
Tarihte iyi ve kötünün savaştığı yer olarak bu bölge gösterildi.
Efsaneye göre sözde Sen Jorc Şövalyeleri iyi taraf, İslam orduları
ise kötü tarafmış. İyiler kötüleri yok etmek için Armageddon
denilen mahalde (Kudüs’ün dışında bir yer) büyük bir savaş
yapılacakmış. Körfez Savaşı’nın yapıldığı hatırlanırsa, kötülük
ordusu yani Irak ordusu yok edilmiş. Büyücü Schwarzkopf (Çöl
Ayısı), Sen Jorc en üstün şövalye madalyasıyla ödüllendirilmiştir.
Bu savaşın ardından dönemin ABD Başkanı Bush da kötüleri
yendiğini söylerken, İslam ordularını kastetmiş olmalı. Ya bugün

284
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

cereyan eden Irak Savaşı’na ne demeli? Sakın bu savaş da Mu ve


Atlantis’i helak eden savaş olmasın? Tabii tüm dünyayı da!
Bombalanan birçok yer, tarihi sırlar içeren izler taşıyordu.
19. yüzyılın başında Pensilvanya Üniversitesi’ne getirilen 50 bin
tabletin bilgileri nedense hâlâ paylaşılmıyor.
Orkun Uçar: Atlantis ve Mu’nun kültürü direkt Yunan’a,
Mısır’a geçiyor. Teknoloji tanrısal karakterler, efsaneler, mitoloji
oluyor.
Bir uzay gemisi düşünün; güneş sistemleri arasında bir
yolculuğa çıkacak… Ne yapar içindeki insanlar? Dondurulur ve
yolculuk bitince uyandırılır.
Antik Mısırlılar piramit şeklinde bir uzay gemisi gelse ve
içindeki insanlar uyansa, bunu nasıl algılar? Ölümden dönmek,
yeniden doğmak gibi, değil mi?
Hakan Yılmaz Çebi: Bu tarzda yüzlerce görüş atılıyor ortaya.
Bunların çoğu uçan araçlarla gelen veya kuşlarla gelen tanrısal
özellikler addedilen insanlarla ilgili. Diğer taraftan, dünyanın
muhtelif yerlerinden hâlâ ilkel kalmış adeta Ortaçağın da gerisinde
yaşayan yerli kabileler var. Onların ilkel inançlarına bakıyorsun,
daha önce bahsedilen inançları görebiliyorsun.
Diğer taraftan tarihi inanışlar hakkında değişik bilgiler
almak için Amerikalı Kızılderili, Aztek, Maya, Toltek, İnka uy-
garlıkları söz birliği etmişçesine kutsiyet atfettikleri bütün büyük
şahsiyetlerini beyaz ırktan seçmişlerdir. Bu zatlar kendileri gibi
neden kızılderili değil? “Kızıl sakallı mavi gözlüdür”. Halbuki
kızılderililerin sakalları çıkmaz ve hiçbiri o zaman için beyaz insan
görmediğine göre “sakal” da tanımazlar. Ama oraya giden ilk
beyazlar yani İspanyollar “kendileri gibi giyimli, sarışın, sakallı
ve mavi gözlü” azizlerin, din liderlerinin tasvirleriyle karşılaştı-
lar. Bunların başında gelen Quetzacoatl bile Zülkarneyn ismine
yakındır. Üstelik Quetzacoatl büyük denizin doğusundan Mu
diyarından gelmiştir.

285
YÜZYILLARIN SIRLARI

Quetzacoatl üzerine bindiği büyük bir kuş ve ekibiyle birlikte


batıya gelmiştir. Köken olarak “quetzal” ve “coatl” kelimelerinin
birleşmesinden oluşur. Quetzal, sadece Güneydoğu Meksika ile
Guatemala’nın bazı yörelerinde renkli ve parlak tüyleriyle gör-
kemli bir görünüşü olan nadir bir kuş türüdür. Coatl ise Aztek
dilinde yılan demektir. Quetzacoatl, günün birinde yine kuşuna
binerek geldiği yönde uçarak gözden uzaklaşmıştır.
John Mitchel gibi bazı araştırmacılar bu kuşun tarifinden
yola çıkarak bunun uçan bir cisim olduğunu söylemişlerdir. Ve
binlerce yıl sonra İspanyollar Amerika’ya çıktıklarında Kızılderililer
İspanyolların sakallı ve beyaz olması yüzünden onlara köle gibi
tapınmışlardır. Bir avuç İspanyol bu özelliklerini kullanarak
milyonlarca kızılderiliyi katletmişlerdir.
Gizli ilimlere biraz daha girmek gerekirse… Konu ettiğimiz
birçok kadim yapılar ve öğretiler, gizli ilimler üzerine yapılan
çalışmalar sonucu elde ediliyor.
Hz. Muhammed’in dostlarından Ebu Hüreyre(21) adında
muhterem bir Sahabe var. O diyor ki; Resûlüllah Efendimiz bize
bir gün mescitte (çok az seçkin bir Sahabe topluluğuna), geçmiş
gelecek bütün ilimleri öğretti... Devamında Resûlüllah bir gün
sabah namazını kıldırdıktan sonra öğle namazına kadar, öğle
namazını kıldırdıktan sonra ikindi namazına kadar, ikindi na-
mazını kıldırdıktan sonra akşam namazına kadar bize birtakım
gelmiş ve gelecek sırları anlattı, diyor. Ve bu Sahabelerin arasında
“ilmin kapısı, anahtarı” Hazreti Ali de vardı.
Hazreti Ali de “ahir zaman”da olacakları, sabretsinler diye
Allah’ın izniyle vuku bulacak bazı olayları şifreli bir şekilde
“Kasideyi Celcelutiye” ve “Kasideyi Ercüze” isimli eserinde
neşretmiştir. Bu iki kaside de aynı kaside olup dilleri farklıdır.
Biri Farsça diğeri ise Süryanice’dir. Süryanice olmasının sebebini
Abdülaziz Debbağ’ın bir eserinden anlıyoruz. Abdülaziz Debbağ
(Debbağ/Derici) diyor ki; Peygamber Efendimiz gelmeden evveline

286
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

kadar ruhlar âleminin dili Süryanice’ydi. Peygamber Efendimiz


geldikten sonra değişti. Süryanice’nin en belirgin özelliği kısa
heceli olmasıdır. Yani konuları öyle uzun uzun cümleler kurarak
anlatmanıza gerek yoktur. Bir iki hecelik kelimeyle tüm meseleyi
izah edebilirsiniz.
Hatta yine Abdülaziz Debbağ’ın eserinde yeni konuşan
çocukların ilk önceleri kısa ve ebeveynlerine göre anlamsız kul-
landıkları sözcüklerin, aslında hepsinin bir anlamı olduğunu ileri
sürer. Debbağ, çocukların ruhlar aleminin daha yeni yeni, taze
taze geldikleri için o âlemin dilini istem dışı olarak yansıttıklarını
söyler. Hatta bununla ilgili olarak da örnekler verir. Ab/su, Ma/
yemek, mama gibi.
Diğer taraftan Debbağ konuyu daha da ileri getirerek Kur’an’da
niye birçok surenin sadece harflerle başladığına dikkat çeker. İşte
Duhan Suresi’ndeki Ha, Mim, hatta sureye ismini veren Yasin
Suresi gibi. Debbağ bu surelerin başında bulunan harflerin, o
surenin şifresi olduğunu söyler. Yani akıllı, kapasiteli bir insanın
sadece bu harflerden tüm surenin neyi anlattığını bilebileceğini
açıklar.
Şimdi bir ara sözünü ettiğin başka “Âdemler var mıdır”
meselesini baz alarak bir yaklaşımda bulunacak olursak; bu tarz
söylentilerle ilahi zekanın, düşüncenin önü kesilip insanların kafası
karıştırılıyor. Her gün bir tarikat, kabalistik bir yoz düşünce ortaya
çıkıyor. İnsanlar dünyevi yaşadıkça saçma sapan düşünceleri inanç
olarak bu genetik ihtiyacın kaplarına zerk ediyorlar.
Bu konu sadece benim çıkarımlarımla anlatılamaz tabii. Bir
dönem, Başbakanlık Osmanlı Araştırmalarında görev yapmış
çok değerli bir bilim adamımız vardı. Muhterem Ziya Uygur,
dünya halklarının belleğinin nasıl bozulduğunu ta Atlantis ve
Mu kavminden başlayarak pek güzel anlatır. Anlattığı eserin adı
“İnkılâplar-İhtilaller ve Siyonizm”. Bu değerli araştırmacı fikir
adamı Tevrat’ı yozlaştıranların(22), bozanların Mısır ve Yunan

287
YÜZYILLARIN SIRLARI

kültürlerini de nasıl bozduklarını ve yönlendirdiklerini anlattığı


gibi İslam dünyası içine, sözde ehil tasavvuf hareketleriymiş gibi
sokulan birtakım şer tasavvufi hareketlerin foyasını da meydana
çıkarır. Kaderilik, Cebrilik gibi onlarca İsrailiyat menşeli tasavvuf
cereyanı sayar ve hak olanlarını bir tarafa ayırır.
Şimdi biraz konuyu toparlamaya çalışırsak; şimdilik bilinen
en eski insani uygarlıklar Atlantis’ten ve Mu’dan düşünce trafiğine
çıktık. Aztek, Maya, İnka, Toltek uygarlıklarına nasıl sıçrama yapıl-
dığını anlatmaya çalıştık. Birinci Hermes’in bize göre Hz. İdris’in
piramitleri ne amaçla yaptırdığını açtık. Aslında bu yapıların salt
firavunlar için mezar yerleri olmadığını silo olarak kullanımdan
çok birçok ilmi emel için kullanıldığını anlatmaya çalıştık. Ve bu
amaçla binlerce yıl geleceği olsun diye taştan yapılma sebeplerine
açıklama getirdik. Hatta piramitlerin pek çoğunun kozmik enerjiyi
çeksin diye kalkerli taştan yapıldığı biliniyor. Öyle ki ilk önceleri
üzerlerinin metal bir alaşımla kaplı olduğu ve ışığı bulutlara yan-
sıtarak suni yağmurlar yağması için araç olarak kullanıldığı da
biliniyor. Tüm bunlar bize bilimsel bir hakikati gösteriyor. Oysa
insanlara bu güne dek anlatılanlar hiç de öyle değil. İlahi verilerle
yapılmış birçok eser sözde gizem tacirlerinin hurafeleri altında
insan zihninde herhangi bir yere oturamadan kalıyor.
Diğer taraftan insanlık medeniyet normlarını artırdıkça bu
eserlerdeki kriptoları, şifreleri çözmeye başladı. Herhangi bir
insanın bu piramitleri 16. yüzyılda gezmesiyle bugün gezmesi
arasında dağlarca fark olacaktır.
Tabii bunları anlamlandırırken birtakım fizik ötesi varlıkların
tesirini de bilmemiz gerekiyor. Çünkü bu konular öyle tek bir
boyuttan ele alınarak açıklanacak konular değil. Olayı bütüncül
bir zekâyla kavramak ve kavratabilmek için biraz bu işin sancısını
çekmek gerekir. Beyninizdeki verilerin sık sık birbirinden dosya
alışverişinde bulunması gerekiyor. Bu açıklamayı yaptıktan sonra
az evvel kullandığımız birtakım fizik ötesi varlıkların tesirine geri
dönebiliriz.

288
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Kur’an’da başlı başına bir “Cin Suresi” vardır. Mahiyetlerinden


bahsedildiği gibi Kıyamet gününde mahşerde “insanların pek
çoğunu yoldan çıkardıkları için hesap vereceklerinden” bahsedi-
liyor. Hatta kendilerini Rab olarak tanıtacak kadar ileri gittikleri
söyleniyor. Meseleyi örnekleriyle tetkik ettiğimizde aynen öyle
olduğunu görüyoruz. Bir kere “cin” dediğimiz varlıklar birer
elektron, ışın ancak programlı varlıklar. Şekil ve suret alabiliyorlar.
Çeşitli boyutta ve nitelikte olanları var. Yani yeryüzüne inen bir
varlık nasıl ki sadece insana bakarak burada “işte iki ayaklı iki
kollu varlıklar” diyemezse, sadece zürafalara bakarak da “uzun
boyunlu, dört ayaklı, ot yiyen varlıklar” da diyemez.
Eski Osmanlıca kaynaklarda özellikle İmam Şibli’nin(23)
üstatlığı bu konuda kabul ediliyor. İmam Şibli, döneminde ve
döneminden önce bu konuda o kadar derleme yapmış ki, hatta
cinlerle insanların bir su kuyusunu paylaşamadıklarından dolayı
kadıya başvurup mahkemeye çıktıklarını bile anlatıyor. Cinlerin
mahkemede görünmeyip sadece seslerini duyurduklarını dahi
teferruatıyla anlatmış. Şimdi cinlerin hayatımız içinde bizzat böyle
yakın temas tasavvurları var. İşte boy abdestsiz, iç ve dış temizliğe
dikkat etmeyen insanların bu varlıkların tesiri altında kalacağını
izah ederiz. Ve bunların da birçok bilimsel nedeni vardır. Yani
insan üzerinde biriken negatif enerjinin suyla nasıl izole edildiği
vb. Zaten hal ve hareketleri, konuşmaları da normal değildir. İnsan
içindekini dışarı çıkarır. Bu konuda Mevlana Hazretleri ufak tefek
sataşmalara izin verir ve “Cevizi kır içini gör” der. Diğer taraftan
bu ferdi arıza bir yandan fert boyutunda kalırsa tedavi edilebilir
ancak toplum boyutunda olursa işte orada dehşet bir durum
ortaya çıkıyor. Hz. Muhammed yüzyıllar evvelinden uyarıyor;
“ahir zamanda insanların hayatlarını ilahi kurallara göre tanzim
etmedikleri için cinlerin kontrolüne gireceği” şeklinde. Şimdi
hayatını kendi belleğinde tutamayan insanlar bir defa geçmiş
tarihleri hep bireylerin mesnetsiz kurguları içinde yorumlarlar.
O yüzden heyetlerini bu yanlış kurgulara göre bina ederler.

289
YÜZYILLARIN SIRLARI

Tabii bir de ışık hareketleriyle yapılan oyunlar var. Eskiden


ışığın havaya dikildiğinde sonsuz bir yolda ilerlediğini görüp
belli bir mesafeden ötesini göremezdik.
Bunun yanında dünyada yaşanan her gelişmeyi teknoloji-
nin yardımıyla yorumlayabiliyoruz. Şimdi Ufolar’ın Kur’an’da
bahsedilen cinlerden gelişmiş bir türü olduğu şeklinde rivayetler
de var. Hatta daha önce ismini zikrettiğimiz Zülkarneyn’in set
çektiği duvarın ‘gök duvarları’ olduğu, Ye’cüc ve Me’cüc’ün de
işte bu cinler olduğu da ifade edilmiş. İnsan düşüncesi sınırsızdır.
Kâinattaki en hızlı şey; ışıktan bile hızlı.
Bir de “sınırsız düşünme girdabı” dediğimiz bir şey var. İnsan
nerede, ne derece düşüneceğini bilmezse evham dediğimiz batağa
düşer. Vesvese dediğimiz ve bir tür his olarak adlandırdığımız
duygunun aslında “El-Vesvas” adında bir cin olduğunu İmam
Şibli eserinde açıklar.
Bugünkü teknolojik aletlere baktığımızda cinlerin hayatımızda
ve düşünme sistematiğimizdeki yerini çok iyi anlayabiliyoruz.
Uzaktan kumanda cihazına dikkat edin. Tuşa basıyorsunuz, kanal
değişiyor. İnsan beyninde adeta bu kanallar gibi programlanmış;
tek sorun, kumanda cihazının sizin elinizde olup olmadığı? Yani
sizi harekete geçirecek “şua”, “ışın”, “hareket enerjisi”ni sizin
emülsiyondan geçirmeniz gerekir. Yoksa her bakış, her nesne,
fiziksel veya fizik ötesi beynimize bir eylem planı düşürüyor.
Ferdi manada kendini kontrol edemeyen insanlardan müteşekkil
bir toplum maalesef işte böyle Nuh Tufanı gibi büyük ve vahim,
akıllara ziyan bir terbiyeden geçiriliyor...
Bunların hepsi eski “ilm-i huruf” denen bilme götürüyor bizi
ki; bunun içinde “ebced” de var “ilm-i cifir” de.
Orkun Uçar: İnsanlığın başına dönersek… Hz. Âdem’in ilk
getirildiği zaman cin ve insan taifesindeki savaşlardan bahsedilmiyor
mu? Kur’an’da cinlerle ilgili özel bir sure olması, onların aslında
insan tekamülü üzerinde önemli bir yeri olduğunu gösteriyor.

290
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Hakan Yılmaz Çebi: Cinler arasında, insansı görünenleri


olduğu gibi, devasa görünümde olanları da var.
Yeraltındaki cin uygarlığının Agharta olduğunu iddia
edenler de var. Bu varlıkların yer altında ve yer üstünde olduğu
gibi, göklerde olanları da var. Bu varlıklar, gök kapılarına kadar
yanaşıp her şeyin yazıldığı Levh-i Mahfuz’dan yani Muhafaza
edilen özel levhadan bilgiler çalıp yeryüzünde kendileriyle te-
masta olan kahin, kohen, şaman gibi birtakım ezoterik ilimleri
kullanan insanlara, günümüz tabiriyle, ‘servis’ ediyorlardı. Bu
da işin bir başka boyutu.
Yeryüzünde yaşayanlar ise insan şekline girebildikleri gibi
çeşitli hayvan suretlerini de kullanarak hareket edebiliyorlar.
Tüm dünyada bu şekilde derlenmiş milyonlarca hatıra vardır.
Bunun yanında ışınsal olarak dalga boyutunda hareket edenleri
de var. Bunların yerleri de insanların beyinleri veya kalpleri. Tıpkı
Şeytan’la münasebete girmiş bir insanın sorduğu şu sorudaki gibi
bir durumları var:
İnsan, Şeytan’a sormuş:
- İnsanın kalbindeki yerin nasıldır?
Şeytan:
- Boynunu dik tutmuş her emmeye hazır kobra yılanı gibidir,
demiş.
- Peki ne zaman kalbini emersin, denildiğinde;
- İnsan ne zaman Allah’ı ve Allah rızası için bir şey yapma-
yı unuttuğunda veya meylettiğinde, işte onun kalbini emmeye
başlarız, demiş.
Yani zihnimizi, kalbimizi böyle kuşatmış madde ötesi var-
lıklar var. Ancak bu varlıkların kontrolü bizim elimizde. İnsanın
da fizik ötesi halleri var…
Beyin dalgaları, aurası, ruhun kılıfı denilen dedublesi... müt-
hiş enerji kaynakları. Hele gözler! Gözler ruhun pencereleridir.

291
YÜZYILLARIN SIRLARI

Yani gözlerimizdeki kozmik enerjinin değerini bilmiyoruz biz. İyi


niyetli bir bakış tüm çevrenin havasını değiştirir. Nefesin gücünü
de bilmiyoruz. Bir vaiz zikrin önemini hatırlatmak için Beyazıd
Bestami’den bahsedip “O’nun günde 24 bin kereden fazla Allah”
dediğini iddia ediyordu. Birkaç yıl sonra bir Bilim ve Teknik der-
gisinde sağlıklı bir insanın günde belli saniye aralıklarıyla 24 bin
küsur kere nefes alıp verdiği yazılıyordu. Envar’ül Aşık’ın kitabı
ise Allah Kelamı’nın aslının ELL-AH olduğunu belirtiyordu.
Yani sırlı/gizemli meselelerle uğraşan eser sahipleri; “He”, “Hu”,
“Ah” gibi nefes sesinin Allah isminin aslı olduğu fakat insanla-
rın bunu dillendirebilmeleri için ELL-AH şekline çevirdiklerini
izah etmişlerdi. İkinci L’nin de neden kullanıldığını insanların
ismindeki tek “L”den farklı olarak El-Ahmet, El-Muhammed
gibi daha saygın olduğunu ifade etmek için kullanıldığına izah
getirmişlerdi. Aslında Beyazid Bestami Hazretleri günde 24 bin
küsur nefes alıp verirken tüm insanlar gibi kendisinin de “E(A)
LL-AH” dediğini ifade etmek istemişti. Şimdi düşünün böyle bir
şuurda yaşayan insanlardan oluşan bir topluma değil madde ötesi
varlıkların nüfuz etmesi kendileri bu varlıklara nüfuz ederler. Ve
böyle arî zekâların, kalbi ve ruhi zekâların açığa çıktığı toplum-
larda muazzam bir tarih, edebiyat, sanat ve bilimsel gelişmelerin
inkişafını görebiliriz.
Şimdi bu tarz insan zekâsına nüfuz eden varlıklardan nasıl
kurtulacağımızı da izah etmiş olduk.
Cinlerle ilgili fenomenlerle insanlar eski çağlardan beri hep
içli dışlı olmuşlardır. Parapsikolojik araştırmalar adı altında 19.
yüzyılda başta Fransa olmak üzere Avrupa’da da bilimsel olarak
incelenmeye başladı. Şimdi birçok ülke bu ilmi, Psişik araştırmalar
merkezlerinde veya ESP (Duyu Dışı Algılama) Enstitüleri’nde
çalışmalar yapmayı sürdürüyorlar.
Ancak gizli devlet ve topluluklar, bu metapsişik kuvvetleri
kendi çıkarları için kullanmaya çalışıyorlar. Bazen istihbarat ça-
lışmalarında, dünyanın çeşitli yerlerinden buldukları üst seviye

292
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

medyumları kullanıyorlar. İsrail bu konuda çok ileri, hatta meta-


fizik istihbaratçı olarak yetiştireceği çocukları daha anne karnında
bile takip ediyorlar. Çocuğun onlar için doğacağı gün ve tarih çok
önemli. Bu tarihlerde doğan çocukları 6 yaşında Şabat’ta vaftiz
ettikten sonra özel bir eğitimden geçiriyorlar. Kabollo(24) denilen
bir teşkilat bu çalışmaları gizli olarak sürdürüyor.
Medyumlarla yapılan psişik deneyler, uzaktan zihin kontrolü
çalışmalarına da ön ayak olmuştur. Atlantis ve Mu uygarlığında
da medyumik istihbarat ve uzaktan zihin kontrolü üzerine çalış-
malar yapıldığı düşünülüyor.
Beyin frekansları tıpkı radyo frekansları gibi tespit edilip zihne
yükleme yapılabiliyor. Tıpkı ışığın bir noktada toplanması gibi ses
de bir noktada toplanıp kalabalıklar içinde dahi sadece bir insana
yönlendirilebiliyor. Düşünsenize, kulağınızın dibinde size sürekli
olarak telkin de bulunan birisiyle geziyormuş gibi oluyorsunuz?
Dünya silah sistemleri artık konvensiyonel silahlardan bu alana
kaydı. Elektronik ve Sinyal istihbarat her geçen gün akıl almaz
teknikler gerçekleştiriyor.
İstihbarat teşkilatları radarlarla tespit edemedikleri birçok
şeyi sürrealist güçleri kullanan insanlarla sağlamaya çalışıyor. Bir
zamanlar 10 bin fitten uçan bir ABD uçağı kaybolunca, Amerika
bu teknolojinin ele geçmemesi için her yolu denedi ancak uçağı
bulamadı. Bu defa Rusya’dan pek meşhur bir medyumu kaçırdı.
Bu şahıs uçağın yerini tespit etti. Ancak iş işten geçmişti, zira
Çin uçağı bulmuş ve şimdiden teknolojisini çözmeye başlamıştı
bile...
Orkun Uçar: Bir yandan da bu ilimlere sahip olduğu söy-
lenen gizli tarikatlardan, bugüne gelmiş bazı bilgileri saklayan
insanlardan bahsediliyor. Bu gizli tarikatlar içinde Masonların(25)
sırlarının esasında Hiram Usta’dan değil, ondan da önce, Atlantis
ilmi olduğu söyleniyor. Aslında güçlü ve kadim sırları olduğuna
inanmak mümkün değil. Mason locaları sadece İngiltere’nin

293
YÜZYILLARIN SIRLARI

dünya hâkimiyeti için 18. yüzyılda kurulmuş ama bunu eski


tarihe dayandırmak istemişler. Belki Masonlar içinde çok küçük
bir kısım bazı sırlara sahiptir.
Tamam; bazı bilgiler var, tarikatlar, gizli örgütler bunları
saklıyor. Öyleyse bu eski bilgiler, İskenderiye kütüphanesinde
yanan bu kitaplar Kleopatra’nın işine niye yaramadı? Mısır’a niye
yaramadı? Mısır medeniyeti o kadar büyüktü de Mısır medeni-
yetinin sonu niye geldi?
Pratik olarak şunu sorgulamak gerek; bir geçmiş var, bazı
bilgiler var insanlık tarihinde… Günümüzde bunun bize faydası
ne? Bunu nasıl kullanacağız, bu tarikatlar niye kuruluyor? Atlantis
ve Mu’yu bu gizli bilgiler yok etmiş. Gizli ilimlere, ökültizme
meraklı olanlar felaket getirmiş; Hitler gibi.
Hitler’in belli bazı ökültist grupları kullandığı veya onlar
tarafından kullanıldığı söylenir.
Şimdi sonuçta bu bilgileri bilmek ya da bu bilgilerin birazına
sahip olmak ne götürür, ne getirir? Acaba bu bilgiler niye bizden
saklanıyor? Bizden saklayan bir tarikat mı?
Komünizm ve kapitalizm eksenli soğuk savaş bittikten sonra
medeniyetle savaşı yaşıyoruz. Haçlı seferi gibi bir tabir kullanılıyor
tekrar. Şimdi geldiğimiz noktada II. Ortaçağı yaşıyoruz. İnanç
bir sektör oldu. Realyanlar, Siencetoloji gibi sahte tarikatlar var.
Bu kakofoni içinde o bilgiye sahip olanları fark etmemiz gerek-
mez mi? Bu bilginin bir kere hayata yansıması alanında bir fark
görmemiz gerekmez mi? O bilgiye sahip olanlar kendi sonlarını
hazırlamışlarken bizim bunları bilmemiz, bu bilgilerin insanlığa
katacağı şeyler nelerdir?
Hakan Yılmaz Çebi: Bu kadar teknolojik gelişmeye, sözde
muasır medeniyeti yakalayan insanoğlunun niye bu felaketleri
hak ettiğini bir nevi analiz etmek gerek.
Önce Allah’ın uyarılarına bakmak gerek. Kitap boyunca
sık sık hatırlatmak istedik; eseri en iyi eser sahibinin bileceğini.

294
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Bu yönüyle kriterleri var; bu kriterlerin dışına çıktığınızda ceza


müessesi çalışmaya başlıyor.
Tüm açıklamaları yapmadan önce içimizde taşıdığımız soyut
varlığı yani “nefs”i(17) çok iyi tanımamız gerekiyor. Bu konuda
yazılmış en ciddi eserleri takip etmeliyiz. Allah, insanı yarattıktan
sonra “nefs”i yarattı ve onu bir imtihandan geçirdi. Tabii bu imti-
han bize aktarılırken, nefsi anlamanın onunla mücadele etmenin
stratejisini bulmamız isteniyor.
Allah nefse sordu: “Elestü bi Rabbüküm, ben Rabbin değil
miyim?”
Nefs cevap verdi: “Sen sensin ben de benim...”
Uzun bir azaptan geçirildi, dağlandı, yakıldı vs. tekrar soruldu
aynı cevap. Yine uzun bir azaptan geçirildi yalnız bırakıldı, her
şeyden tecrit edildi. Yine aynı cevap. Ve sonunda aç bırakıldı. Bu
açlığın sonunda boyu eğdi ve, “Ben aciz, sana muhtaç bir varlığım,
sen kainatın ve benim sahibim Allah’sın,” dedi.
Bu kıssada geçen nefsin açlıkla dizginlenmesini tüm dünya
halkları için bir strateji olarak kullanıyorlar. Diyorlar ki nefis sadece
açlıkla kontrol edilebildiğine göre, bizler de dünya halklarını açlıkla
kontrol edebiliriz. Kimler diyor bunu? Emperyalistler tabi.
İşte bu yüzden açlık ve tokluk denen iki dürtüyü ellerinde
bulunduruyorlar. Bu yüzden yeraltı ve yerüstü para kaynaklarına
histerik derecede sahipler. Bu yüzden savaşlar çıkıyor, insanlar
ölüyor. Bugün domatesinizden tutun buğdayınıza kadar bütün
ürünler modifiye ediliyor. Üç kullanımdan sonra başak vermeyen
tohumlar laboratuar ortamlarında üretiliyor.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Yusuf’un kıssası var. Bu kıssada, Hz.
Yusuf’un bir rüyasından bahsediliyor ve bu rüyanın tevilinde 7 yıl
bolluk ve 7 yıl kıtlık olacağı açıklanıyor. Bunun üzerine 7 bolluk
yılında tüm silolar dolduruluyor. Neticede 7 kıtlık yılında tüm
devletler ve insanlar Mısır’ın kapısında medet dilenir hâle geliyor.
İşte önümüzdeki günler için planlanan da bu. Üstelik bunu Dünya

295
YÜZYILLARIN SIRLARI

Ticaret Örgütü adı altındaki teşkilatla yapıyorlar. Tüm dünya


halklarının elinde geliştirilmiş tarım ürünlerini “Zihinsel Mülkiyet
Hakları” adı altındaki yaptırımlarla ellerinden alıyorlar. O ülkeye
veya bölgeye ait olan tarım ürününün bile patentini aldıkları için
siz kendi ürününüzü bile yetiştiremiyorsunuz.
Akabinde dünya nüfusunun sürekli artması bu kendilerini
Yeryüzü Tanrıları gibi görenleri rahatsız ediyor. Dünya nüfusunu
iki milyara düşürmek için planlar hazırlıyor. Kuş gribi, sars virüsü,
AIDS gibi laboratuar ortamında hazırlanan ölümcül mikroplarla
salgın hastalıklar oluşturuluyor. Biyolojik terör çalışmaları hak-
kında halka yeterince bilgi verilmiyor.
Kur’an’da genel planda en çok iki milletten bahsedilir. İnananlar/
Müminler ve İsrailoğulları. Neden İsrailoğulları denmiş?
Hz. Yakup’a attıkları mitolojik bir iftira bu. Peygamberlerini
bile kendi sapık zihniyetleriyle tasvir etmişler. Tıpkı Hz. Süleyman’ı
büyücü olarak adlandırdıkları gibi. Sözde, Yakup Allah’ın kaderine
karşı geliyor ve bu kaderi yönlendirmek için onunla güreşmek
istiyor. Kazanırsa kaderine hükmetme ayrıcalığını alacaktır.
Neticede güreşiyorlar ve Yakup Tanrı’yla (burası biraz muallâktır)
yenişemeyip berabere kalıyor.
Tanrı ile yenişememek ne demek? “En azından yenilme-
yecek kadar güçlüyüm,” demektir. Burada da Şeytanlık yapıp
belki yandaş bulamazlar, diyerekten bu kısmı ayarda tutmuşlar.
Neticede İbranicede Tanrıyla güreşen manasında kendilerine
Yakup’tan dolayı İsrailoğulları denmiş. Kur’an birçok kavmi ve
peygamberi kimlik isminin dışında halk indinde bilinen ismiyle
anar. Bir insanın isminin ne olduğundan çok namının ne olduğu
önemlidir. Yani ortaya nasıl bir kimlik koyduğu ve toplumda
nasıl tanındığı…
Nuh Tufanı’nı öncesine kadar geri gelelim. Bu zihniyeti çö-
zebilmemiz için bu gemide geçen bir diyaloğu vermenin yararlı
olduğuna inanıyoruz.

296
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Hazreti Nuh, tufanın Tennur’un feveran etmesinden anlamış,


son bir kez gemiyi denetlemek istemişti. Nuh, gemide hiç bilme-
diği, sünepe, üstelik davet etmediği birisini görmüş. Kendisine
sert çıkıp derhal inmesini söylemiş. Bu yaşlı ve mendebur adam
kendisinin Şeytan olduğunu söyleyince Nuh kendisini tepelemek
istemiş. “Hem dünya insanlığını yoldan çıkarıyorsun, felaketlere
sebep oluyorsun hem de utanmadan gemiye binip kurulacak yeni
uygarlıkları zehirlemek için bizimle geliyorsun,” demiş.
Şeytan hiç oralı olmayarak:
- Biliyorsun, ben Allah’tan izinliyim. Hani benim Kıyamet’e
kadar izinli olduğumu söylemişti ya! Ne çabuk unuttun, demiş
Hz. Nuh üzgün; ancak mecburen bu cevap karşısında sus-
muş.
Şeytan:
- Bak, öyle suratını asma, canım! Bizim de yol ücretini verecek
bir şeyimiz vardır elbet, deyince Nuh:
- Senin verecek hayırlı neyin olabilir, pis lani, demiş.
Şeytan da:
- Bak, benim yeryüzünde tüm insanları yoldan çıkardığım
beş silahım (stratejim) vardır. Bunların üçünü sana öğreteceğim
ancak ikisini öğretmeyeceğim. Bunları evlatlarına öğretirsen ve
de uygularlarsa onlara hiçbir zararım dokunmaz, demiş.
Nuh:
- Tamam, Ey Lani (lanetlenen)! Neymiş bu üç şeyin? diye-
cekmiş ki, Cebrail Aleyhisselam’ı görmüş.
Cebrail:
- Ona söyle; sana öğreteceği üç şey kendine kalsın, öğretemem
dediği iki şeyi söylesin...
Nuh hemen Şeytan’a aynen demiş. Şeytan şaşırmış.
- Bunu sen akıl edemezsin, sana kim söyledi? Demiş.

297
YÜZYILLARIN SIRLARI

Nuh:
- Cebrail, diye cevap vermiş.
Şeytan, kendi kendine “demek ki bu Allah’ın istediği bir şey,”
diyerek ve devam etmiş:
- Bak, benim bu iki silahımla yoldan çıkaramadığım pek
nadir insan olmuştur. Tüm uygarlıkları perişan eden, toplumları
birbirine düşürdüğüm şu iki şeydir.
Nuh, daha fazla dayanamamış:
- Haydi, söyle, söyle artık, demiş.
Şeytan, kibirli bir sesle:
- Hırs ve kıskançlık, demiş.
Nuh, henüz bu iki silahın ne kadar güçlü olduğunu anla-
yamadığından:
- Nasıl yani, demiş.
Şeytan sormuş:
- Hz. Âdem’i Cennet’ten ne çıkardı?
Nuh:
- Ne çıkardı?
Şeytan:
- Hırsı değil mi? Allah ona o kadar güzellikler, mekânlar,
sonsuz imkânlar bahşetti; sadece ve sadece tek bir şeye dokun-
mamasını istedi. Buna rağmen gözü doymadı, uzanamayacağı,
haddi olmadığı şeye uzandı. Üstelik o kadar akıl almaz nimetler
içindeyken.
Nuh atası Âdem adına üzülmüş. Çünkü bu hırsın çok pahalıya
mal olduğunu anlamış. Ancak yine soramadan edememiş:
- Peki ya kıskançlık?
Şeytan kısa bir cevap vermiş:
- BEEEEEN!

298
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Nuh yine şaşırmış:


- Nasıl?
Şeytan:
- Ben Allah’ın indinde değerli, âlim bir varlık değil miydim?
Üstelik yeryüzünde daha önce yaşamış ve yoldan çıkmış kavimlerin
hâlini görmüştüm. Onların arasından seçilmiştim. Buna rağmen
Allah’ın eşrefi mahlûkat dediği, insana sırf onun sanatına yoktan
var etmesine hürmet etmek yerine; çamurdan yaratılmış diye ter-
biyesizlik ettim. Oysa biliyordum ki Allah en adi şeyden bile en
değerli şeyi yaratabilir. Buna rağmen aklımı kontrol edemedim,
kıskandım ve sanatına hürmetsizlik ettim. Gördün mü kıskançlık
beni ne hâle getirdi? İnanan herkesin lanet ettiği, Allah’ın katından
kovulmuş adi bir varlık, deyip oradan uzaklaşmış.
Bir de insanları ve devletleri yoldan çıkaran hâkimiyet dür-
tüsü var. Bu konuyu araştırdığımızda bu hâkimiyet dürtüsünün
hem adalet, birlik, eşit paylaşım, hakça idare olduğu gibi insanları
sömürmek için de kurulabildiğini görüyoruz. Hak ve batıl burada
da karşı karşıya. 
Araştırmacılar yeryüzünde 4 kişinin dünyaya hâkimiyeti
kurduğunu söylerler. Bunların ikisi ilahi menşeli olup Hazreti
Süleyman ve Zülkarneyn. Diğer ikisi de Nebukadnezar ve
Bühtünnasr. Bazı rivayetler bunların aynı kişiler olduğunu da
söyler. Bu iki isim ise hegomonik, zulmeden Nemrut krallarını
temsil ediyor.
Buradan, az evvel değindiğimiz masonik yapılanmanın ku-
rucusu Hiram Usta’ya gelmek mümkün. Hiram Usta’yı çözmek
için önce Kral Süleyman dedikleri Hz. Süleyman’ı teferruatıyla
anlamak gerekiyor. Ondan sonra da bu bilge kralı dünyaya nasıl
tanıttıklarına da değinmek. Böylelikle dünya tarihinin nasıl yanlış
bilgilendirildiği bir kez daha örneklenmiş olur.
Hz. Süleyman iktidar olduğunda, insanlar bütün işlerini adeta
büyüyle görmeye çalışıyordu. Süleyman öncelikli olarak kullan-

299
YÜZYILLARIN SIRLARI

dığı metafizik güçlerle yeryüzündeki büyü reçetelerini toplatıyor,


pek çoğunu yaktırıyor, bir kısmını ise tahtının altında saklıyordu.
Demek ki bu ilmin yeryüzünden tamamen kalkması istenmiyordu.
İnsanlığın büyüyle imtihanı henüz bitmemişti demek?
Hz. Süleyman öldüğünde, kavminin ileri gelen birtakım
hahamları bu büyüleri tahtın altından çıkardılar ve Resullüğünü
bilmelerine karşın ona iftira atmaya başladılar. Süleyman’ın bu
ihtişamlı saltanatını büyüye dayandırıyorlardı. Büyü reçeteleriyle
tüm dünyaya hâkim olduğunu sanıyorlardı. Öyleyse “biz de
olabiliriz” niyetiyle hareket etmeye başladılar. Her şey o zaman
değişiyor ve ortaya Kabala değimiz bir büyü, büyücülük ilmi
çıkıyor. O günden bu yana dünya bu büyülerle idare edilmeye
çalışılıyor.
Orkun Uçar: Bakara suresinde; yeryüzünde iki ilim var, biz
bu iki ilmi Harut ve Marut(36) ismiyle indirdik, diye bu gizli ilmin
bir imtihan vesilesi olduğundan söz edilir.
Yasak Elma’nın yenilmesini de, Yunan ve Roma mitolojisin-
deki Pandora’nın Kutusu’na, Ikarus’un güneşe yaklaştığı zaman
kanatlarının yanıp düşmesine, Prometheus’un ateşi çalıp insanlara
vermesine benzetebiliriz.
Nasıl bir ateş çalıp insanlara verildi, acaba burada üstün bir
gökyüzü kenti mi vardı ve ilkel insanlara bir bilgi mi indi? Veya
Pandora’nın Kutusu açıldı da laboratuarda üretilen hastalıklar
mı yayıldı yeryüzüne? Ikarus gökyüzünde gezen bir uçan araç
mı kullanıyordu? Bunlar da gizli ilimler ve maji içerikli olaylar
olabilir.
Harut ve Marut’un yeryüzüne büyüleri getirmesi üzerinde
pek durulmuyor. Araştırmacı yazar Murat Bardakçı şunları
yazmıştı:
“İsimleri Bakara suresinde geçen Harut ve Marut adındaki iki
meleğin öyküsü zamanla efsane hâlini almış, söylentiler dini konulardan

300
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

edebiyata kadar uzanmıştır. Kur’an’ın dışında kalan bütün bu rivayetler


aslında İsrailoğulları’ndan alınmadır.
Harut ile Marut hikâyesi efsanelere girmiş, haklarında birçok söz
edilmiş iki meleğin öyküsüdür.
Rivayete göre; Harut ve Marut, İdris yahut Süleyman peygamber
zamanında insanoğlunun kötülüklerine dayanamamışlar ve Tanrı’ya
şikâyette bulunmuşlar. Tanrı, ‘Ben onlara şehvet verdim. Size de versem,
onlardan kötü olursunuz!’ demiş. Melekler kötülük etmeyeceklerine dair
söz vermişler. Tanrı her ikisine de şehvet vermiş ve Babil’e inmişler.
Kur’an’da ikinci sure olan Bakara suresinin 102. ayetinde bunlar-
dan bahsedilmektedir: Harut ile Marut, Babil’de halka sihir öğretmeye
başlarlar. Öğrenmek isteyenlere önce ‘Biz, Tanrı tarafından imtihan için
gönderildik. Sihir öğrenen kâfir olur,’ derler ama gelenler ısrar ederse
sihir yapmayı öğretirler.
Kur’an dışındaki bir rivayete göre ise; Harut ile Marut, Babil’de bir
kadına âşık olurlar. Kadın bunlara teslim olmak için şarap içmelerini
yahut putlara secde etmelerini şart koşar. Şarabı seçerler ama içtikten
sonra putlara da secde ederler. Tanrı, kadını bir yıldız yapar, her iki
melekten de dünya azabıyla ahret azabı arasında seçim yapmalarını ister.
Dünya azabını seçtikleri için hâlen ayaklarından başaşağı olarak Babil
kuyusunda asılı durmaktadırlar. Halk, güya bu kuyunun kenarına gidip
sihir öğrenmeye devam etmektedir.
Başka bir rivayete göre ise hadisenin kahramanı Harut yahut ‘Aza’,
Marut yani ‘Azaba’ ve ‘Azriyail’ adlı üç melektir ve insanları kınadıkları
için Babil’e gönderilmişlerdir. Üçüncü melek gelişinin daha ilk günü
zayıflığını anlayıp Tanrı’dan af diler ve tekrar göğe çıkar. Diğer ikisi,
âşık oldukları kadına ism-i azamı öğretirler, kadın göğe çıkar ama Tanrı
onu bir yıldız yapar, iki meleği de Babil kuyusunda asılı bırakır.
Bütün bu rivayetler İsrailoğulları’ndan alınmadır. Tevrat’ın ‘Tekvin’
kısmında adları Şamhazay ve Azael olarak geçer. Sözü edilen Kadın ise
Zühre yani Nahid’dir. Ermenilerin de eski devirlerde Horut ve Morut
adında iki mabudları vardır.”

301
YÜZYILLARIN SIRLARI

İnsanlığın toplu hafızasında kalan korkutucu birçok unsur,


kurt adamlar, vampirler, ecinniler, büyücüler esasında karanlık
dönemden insanların hafızasında kaldı. Belki de “Dr. Monroe’nun
Adası” adlı filmdeki gibi eski çağlarda bilim veya büyü yoluyla
deneyler yapıldı. Karanlık çağlarda efsaneleri doğuran, insanlığa
büyük acı veren güçlü krallar veya planlar oluştu. Böyle kayıp
çağlar var.
Geleceğe bağlı korkularımız da acaba geçmiş dönemdeki
korkularımızdan kaynaklanıyor, geçmiş korkularımız genetik
olarak insanlık hafızamızı etkiliyor olabilir mi? Mesela birçok
insan, robotlar tarafından ele geçirilmiş veya insanlığın köle
edilmiş olduğu bir gelecekten korkuyor…
Hakan Yılmaz Çebi: Bu “giz” ilmi, daha doğrusu “giz
imtihanı” Harut ve Marut denilen melek şeklinde iki melek-
le yeryüzüne indi ancak bu ilmin bir imtihan vesilesi olacağı
kendilerinden bu ilmi talep eden herkese öğretildi. Bugün de
bu tarz ilmi veren iyi insanlar, seçtikleri insanlara bu ilmi kötü
niyetle kullanmayacaklarına dair kaç defa yemin ettirirler; ancak
insanoğlu ihtirasların varlığı. Akıbetini bile bile bu ilmi azami
derecede suistimal edebiliyor.
“Geçiş formu” denilen varlıklardan bahsetmek mümkün elbet.
Ciddi ilim adamları mütekâmil insan yani Âdem oluşana kadar
oluşmuş geçiş formlarının olmadığından bahseder. Yani balıktan
sürüngene, sürüngenden maymuna, maymundan ilkel insana,
ilkel insandan da bugünkü görünümündeki insana geçebilmek
için arada birtakım geçiş formlarının olması gerekir. Bir balık bir
anda sürüngen olamaz. Haliyle hayal mahsulü karışık zihinlerin
tezleri bunlar. İkincisi; bir geçiş formu olduğunda, o ara varlıkla
asıl varlık arasında bir çatışma çıkmaz mı?
Şimdi bugünlerde birtakım insanlar çıkıp “İnsansı” dedikleri
varlıklardan bahsediyorlar. İnsanın evvelinde bu gelişmemiş var-
lıklar varmış. Bu tarz insanların kendilerine dikkat! Çoğunlukla

302
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

cinlerle uğraşan insanlardır bunlar. Bunlar bir süre bu varlıkları


kullanırlar; ancak kullandıkları cinler hep tetiktedirler, zira kul-
lanılmayı kendilerine yediremezler. Ama şifreleri başkalarının
elindedir. Günü geldiğinde kendilerini kullanan insanları yanlış
yapmalarını beklerler ve aradıkları fırsat ellerine geçtiğinde bu
defa onlar bu insanı sezdirmeden kullanmaya başlarlar. Ona öyle
bir yükleme yaparlar ki adeta ayaklarını yerden keserler. Adam
“ben neymişim,” demeye başlar. İşte bu tarz iddiaların ardında
“ben neymişim,” diyen adamlar vardır. İnsanlık tarihi ve öncesi
ilahi eserlerde açıkça anlatılmış. Âdem yeryüzüne indirilmiş ve
bir batında doğan kardeşler diğer batında doğan diğer kardeşlerin
farklı cinste olanlarıyla evlenerek çoğalmış.
Tamamen İsrailiyat kokuyor bu tarz çıkışlar. Halihazırda
İslâm dinine format atmak gibi bir gündem var ortada. Protestan
Müslümanlık çalışmaları tüm hızıyla sürüyor. Bu modeli taşıyacak,
yaşatacak, kullanılmaya müsait tiplere ihtiyaç var.
Az önce masonların simgesi olan Hiram Usta’dan bahsetmiş-
tik. Hiram Usta, “zihin işleyen usta”yı simgeler! Hiram Usta’nın
elindeki örs, insanların zihinlerinin masonik lobilerde dövüleceği
yerleri; çekiç de telkin araçlarını, yani medyayı temsil eder.
Orkun Uçar: “G”nin de Geometri değil Gaia olduğu söyle-
nir. Bir de Hiram Usta niye çırakları tarafından öldürülmüştür,
bu da muallâk.
Hakan Yılmaz Çebi: Şer de olsa elde ettikleri ilmi reddedeme-
yiz. Bir kere çok profesyonel organize oluyorlar. Şimdi bunların 33
dereceli masonik bir yapılanma modelinden bahsediyoruz. Hiçbir
ülkede bu 33 basamak tamamen sırlarıyla birlikte öğretilmez.
Birtakım derecelendirmeler her ülkeye göre eksik bırakılır. Diyelim
7 ile 13 arası derecelendirme ve sırları Türkiye’de “es” geçilirken,
Fransa’da 5 ile 9 arası “es” geçilir. Bu her ülkede farklı farklıdır.
Niye tamamen sırlarının anlaşılmasını istemiyorlar? Çünkü siste-

303
YÜZYILLARIN SIRLARI

min çözülmemesi gerekiyor. Hep bir gizem içinde kendi kendine


karizmatik dünyalar kuran bir varlık olarak yaşasın diye?
Bunun yanında tüm bu derecelerin üstünde bir de 34. Derece
(26) var. Bu makama geçmiş bir insan Şeytan’la trans yapabiliyor
ve bu trans sırasında sol elini 3, sağ elini ise 4 yaparak 34. dere-
ceye ulaştığını ifade eder. Bu, şu anda Şeytan içimde, ağzımdan
çıkan her şeyi not edin demektir. Bu durumda üstad mason tıpkı
saralı bir insan gibi sürekli titrer, dişlerini sıkar ve ağzı köpükler
içindedir.
Ayrıca “G”nin anlamı(27) Siyonistlerce çok önemli. “Şeytan’ın
Hâkimiyeti”nin harfsel anlatımıdır.
“GRAM” en büyük Şeytanlarının adıdır. Onun için birçok
markanın veya deyimin içinde bu ismi hâkimiyet kurmak için
sinsice yerleştirirler. İnsanlar da bu ismi bilmeden kullanırlar.
Ayrıca mason localarındaki gönye ambleminin içinde hep bu
“G” harfi vardır. Üstelik A.B.D.’nin İran’ı vurmak için geçtikleri
alarm durumu da “G” alarmıdır!
Şimdi bu açıklamadan sonra geniş açı değerlendirdiğimiz
konuya dönecek olursak, işte Mu’nun da Atlantis’in de sonunu bu
insansı Şeytanlar getirdi. Diğerleri ise korkaklıklarının, teslimiyet-
lerinin bedelini onlarla birlikte ödedi. Bir avuç seçilmiş hariç.
Genelleme yaparsak, yeryüzünde belli başlı belirgin iki ka-
rakter var. Çakallar ve Arslanlar. 18. yüzyıl emperyalizm çağının
başlamasıyla birlikte yeryüzünün iklimi çakallara uygun hal aldı
ve o günden bu yana yeryüzüne çakallar hâkim oldu. Şimdi
konjonktür arslanlardan yana dönmeye başladı. Ve çakallar yer-
yüzünden ya silinecek ya da dağlara çekilecekler. Zira Arslanlar
mağaralarından çıkıyor. Bu açıklama birçok felsefeci tarafından
bu şekilde yapılıyor. Herkes dünyada yeni bir dönemin, güzel bir
dönemin başlayacağında iddialı. Şahsen bu konuda sır kitabımızın
Metafizik İstihbarat verilerine ait bölümünde 144 Bin Alnı(28)

304
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Mühürden bahsettik. Bu bir yönüyle bir müjde. Zira dünyayı


dönüştürecek adamlar bunlar.
Orkun Uçar: İsrail’in yenidünya düzenindeki yeri, sırları
nedir? Birçok şeyi yönlendiriyor, yönlendirmek istiyor.
Öte taraftan dünyaya hâkim olan iki kötüden biri olarak
saydığımız Nebukadnezzar, İsrail’in en azılı düşmanlarından
biri sayılıyor…
Bu isim Kudüs’ü ele geçiren, tapınağı yıkan, Yahudilerin
bir kısmını da sürgün olarak Babil’e götüren adam… Derler ki,
bugünkü Yahudi milletinin dünyaya yayılmasında, kültürleri-
nin kaybolmamasını sağlayan Talmut kanunları Torah Babil’de
oluşturuluyor ve orada büyük kötülük örgütü Babil Kardeşliği
kuruluyor.
Yahudilerin bugünkü kültürlerinin temelini oluşturan kin ve
insanlık düşmanlığı oradan mı kök buluyor acaba?
İsrail tarihi çalışılmış, kurgulanmış, ustaca yontulmuş bir iş
gibi gözüküyor…
Peki, İsrailoğullarının Atlantis ve Mu gibi eski efsanelerde
yeri var mı? Çünkü görece yeni bir ulus bu. Hz. İbrahim oğlu
Hz. Yakup, İsrail adını alıyor, oradan çıkıyor, ondan önce bir şey
var mıydı? Bu soruların cevabını bulmak gerek.
Hakan Yılmaz Çebi: Milis General Cevat Rıfat Atilhan, Hitler’le
birlikte dünyada en büyük Yahudi düşmanı olarak kabul edilir.
Cevat Rıfat Atilhan’ın bir istihbarat subayı olmasının yanında,
Yahudiler ve gizli çalışmalarıyla ilgili 72 eseri vardır. Kendisi tam
donanımlı bir İsrail uzmanıdır.
“İsrailoğlu” kelimesinden yola çıkarsak, birtakım açıklamalar
yapılabilir. Atilhan, “İnsanlığın Katili Siyonizm” adlı eserinin ilk
bölümünü, Beni İsrail Kabilesi’ne ayırır. Bunların tarihin göçebe
ve bedevi bir kavmi olduğundan dolayı doğru dürüst tarihle-
rinin yazılamadığını söyler. Hatta Sümer tarihinde adlarının
“Habiru”(29) yani “Hırsız” olarak geçtiğine vurgu yapar. Ve bu

305
YÜZYILLARIN SIRLARI

kavmin en belirgin özelliğinin, üretmeden kazanmak yani baş-


kalarının emeğini pazarlayarak, sömürerek kazanmak olduğuna
örnekler getirir. Zaten Avrupa’ya yayıldıklarında feodal döne-
min ağalarının yanında yine bu tarz parayla iştigal eden işlerde
çalıştıklarını görüyoruz. Feodal Avrupalı ailelerin vekilharçları
olan bu adamlar, aynı zamanda da tüm Avrupa’ya büyücülüğü
yaymalarından dolayı birçok defa giyotinle cezalandırılmışlardır.
Avrupa’da milliyetçilik akımı altında bölücülük yaparak devletleri
parçalayanlar da bunlardır.
Orkun Uçar: Aslında “İsrailoğlu” diye bir kavmin olmadığı
da söyleniyor. Akhenaton adlı bir Mısır firavunu M.Ö. 1372-1354
yılları arasında tek tanrılı bir din kuruyor. Bazı teorilere göre Hz.
İbrahim’in Akhenaton olduğu, Musa’nın da bunun prensi olduğu
söyleniyor. Hatta birkaç tane Musa var. Yaptıkları Tevrat’taki
Musa’ya çok uyan Mısırlı bir generalden bahsediliyor.
Mısırlılar, Akhenaton öldükten sonra eski dinlerine döner-
ken, rahipler tarafından bu firavun neredeyse lanetleniyor. Onun
inancında kalanlar sürülüyor. İşte bir görüş bunların İsrailoğlu
olduğunu söylüyor. Bu bir görüş, fakat terslik şu: Akhenaton’un
dini Yahudi dinine benziyor ve kaynaklık edebilir ama tersten
baktığınızda Kenan ilinden gelen Hz. İbrahim’in soyunun tek
tanrılı Akhenaton dinine kaynaklık ettiği daha akla uygun.
Daha sonra Babil kralının oluşturduğu bir askeri birlikten,
bu birliğin adının “İsrail Efendinin Savaşçıları” anlamını taşıdı-
ğından bahsediliyor. Komutanlarının adının Musa olduğu bir tür
askeri birliğin, İsrailoğlu kabilesini oluşturduğu söyleniyor. Hatta
“Mısır’dan çıkış” adı verilen olayın Mısır’da değil, Babil’de gerçek-
leştiği ama hahamların Babil kısımlarının, Babil’de esaret altında
olduklarından dolayı Mısır diye değiştirildiği söyleniyor.
Hakan Yılmaz Çebi: Bir Türk tarihi, bir Çin tarihi gibi otur-
muş yerli yerinde bir kültür bulamıyoruz karşımızda. Cevat Rıfat
Atilhan’ın eserleri bu konuda hayli yeterli açıklamalarla doludur.

306
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

1950-70 yılları arasında yazılmış bu eserlerde o zamanlardan ön-


görülmüş birçok konu hayret verecek derecede gerçekleşmektedir.
Bir insan, Musevi olarak doğabilir ancak Siyonist bir Yahudi olmak
ayrı bir şey. Bu bir tercih meselesi. Bir insanın Musevi olmasını
kınayamazsınız ancak Siyonist olmasını da hoş göremezsiniz.
Siyonizm, şovenist bir yapılanmadır. Ve dünyayı felakete sürük-
leyen gizli güçleri kullanan ezoterik bir yapısı vardır.
Karşımızda tam bir emperyalist zihin var. Avrupa’da kralların
ve feodal derebeylerinin vekilharçları bunlar. Osmanlı dönemin-
de, özellikle Kanuni döneminde saraya sızmalarına rağmen yine
de toplumu sömürmeyi maharet bildiler. Zaten gizlenen Tevrat
yasaları kendileri dışında her insanı sömürebileceklerini söylüyor.
Nitekim onlar da Osmanlı İmparatorluğu tebaasıyken altın paraları
dahi sağından solundan tel makaslarıyla kırpıp biriktirecek kadar
aç gözlü ve hırsızdılar. Dünya tarihinde medeniyet kurdukları
tek bir tarih var. O da yaklaşık 70 yıl süren Hz. Süleyman devri.
Ancak, Süleyman öldüğünde ona dahi büyücü diyecek kadar
nankördüler. Bunun yanında eski kaynaklarında Süleyman’la
Hiram Usta’yı sinsice karşı karşıya getiren kıssalardan bahsederler.
Bu kıssalardan birinde, Hiram’ın yüz binlerce amele alayını idare
edip tek bir bakışta kontrol edip yönetmesini “Süleyman’ın adeta
nutku tutuldu” diye keyifle tasvir ederler. Kendi peygamberlerine
dahi böylesi bir nankörlüğü sergileyen Siyonist düşünceye karşı
tüm insanlığı uyarmak kutsi bir vazife olsa gerek.
Orkun Uçar: Tapınak Şövalyeleri de aslında bir tür masonik
yapılanma şeklinde varlığını ortaya koyuyor.
Bilim kurgu yazarı Isaac Asimov’un(30) “Vakıf” adlı ünlü bir
serisi vardır. Vakıf serisinde şöyle bir hikâye anlatılır:
10 bin yıllık bir galaksi imparatorluğu çökmek üzeredir. Hari
Seldon adlı bir bilim adamı çıkar, “psikotarih”le yani matematik
yoluyla galaksi imparatorluğunun çökeceğini görünce bir ansik-
lopedi yazılması gerektiğini düşünür ve çok uzak bir ortamda

307
YÜZYILLARIN SIRLARI

kaynakları yetersiz bir gezegen kullanır. Birinci vakıf kaynakları


yetersizdir ama bilim gücü vardır, etrafındaki krallıkları yavaş
yavaş ele geçirir. Bu sırada gizli olarak ikinci vakıf da kurulur.
O da zihinleri kontrol eden bir vakıftır.
Çok güçlü bir düşmana karşı birinci vakfa yardım eder ikinci
vakıf… Fakat birinci vakfı yönetenler zamanla “bunlar bize niye
yardım ediyor?” derler, herhalde kendi çıkarları için. Orada elli
kişinin asıldığı bir olay olur.
Şimdi dünya masonlarının liderliğini yapmış Isaac Asimov
bu seriyi gençken yazmış ve bazı insanlardan yardım almış.
Astounding Magazines editörü John W. Campbell’ın himayesinde
yazdığı belirtiliyor bunları.
Tapınak şövalyelerinin yok edilmesi sırasında 50 kişi kurban
seçilir, bunların başı Jacques De Molay. Yüzyıllar sonra Fransız
ihtilalinde kralın başı giyotine giderken kalabalıktan birinin,
“Jacques De Molay, öcün alındı!” diye bağırmış.
Masonların veya Tapınak şövalyelerinin amacı, yeni tek dünya
imparatorluğunu kurmak, Roma imparatorluğundan sonra tek
dünyayı yönetecek yeni Roma imparatorluğunu kurmak; bütün
plan bu. İskoçya’da Masonluk kuruluyor, Almanya’da Gül Haç,
Portekiz’de Katharlar… Bunların hepsi Tapınak Şövalyeleri’nin
devamı olan planın parçaları ve planı gerçekleştirmek için hareket
eden kimseler.
İlluminati(31) kuruluş noktasında, aslında Luther ayaklanma-
sıyla ilgili. Yani “aydınlanma” adını alıyorlar. Bunlar için Lucifer
yani Şeytan da ışık getirendir. Buradaki esas amaç, kilisenin
baskısını, enginizasyonu yıkmak.
İlluminati, Almanya’da 1776’da kuruluyor. Fakat öncesi
İtalya’ya dayanıyor. Daha sonra Masonlarla birleşmeden bahse-
diliyor, fakat esasında hiçbiri değişmiyor, İlluminati’nin bir bilim
tarikatı gibi algılanması, ışık getiren nispetinde, bu bilimi dinle

308
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

çatıştırma noktasında bir örgüt olduğunu düşünebiliriz. Vatikan’a


ve Papa’ya karşı çıkan bilim adamları yani.
Günümüze gelirsek, II. Ortaçağ yaşanıyor artık. Bu kez
Kuantum şifresiyle bilimin altına inanç, daha doğrusu Katolik
dinini ve çıkarlarını koymaya çalışıyorlar.
II. Ortaçağ’dayız ve bu sefer, din bilimle barışık hale getirilecek.
Batı’da Doğu’ya karşı bir güç birliği karşımıza çıkıyor. 
Çatışmalar için zaman zaman milliyetçilik, ekonomik savaş
çıkıyor, ardından tekrar din çıkıyor, bu üçü dönüşüp duruyor…
Fransız İhtilali’nden sonra milliyetçilik çıktı, ardından SSCB ile
komünizm ve ABD ile kapitalizm çatıştı… Sonra ABD ve Japonya
ekonomik bir savaş yaptı.
Şimdi sıra Medeniyetler Çatışması, yani Yeni Haçlı Seferi‘ne
geldi. Ama altını çizelim: Din, bu sefer çok donanımlı ve geçmişten
ders alarak geldi.
II. Ortaçağ’ın temeli şu: Bu sefer bilimi de arkasına alarak
insanlığa tamamen hâkim olmak…
Dikkat edin, Batı’daki politikacıların söylemlerinde dini
mesajlar ön plana çıkmaya başladı. Amaç, teokratik bir dünya
düzeni altında belki de sonsuza kadar insan suratının bir çizme
altında ezilmesi. Bu açıdan çok önemli bir noktaya geldik fakat
bir soru akla takılıyor. Bu güçler çatışması içinde İsrail çıkarları
ile Batı çıkarları çatışmıyor mu?
Biz Batı’nın İsrail’i kullandığını düşünüyoruz…
Envanjelikler şuna inanır: Kader engellenemez ama hızlan-
dırılabilir.
Onların mantığına göre, Ortadoğu’da büyük bir İsrail devleti
kurulması gerekiyor. Mesih gelsin diye… Armageddon savaşı
yapılacak. Bunu bile bile İsrail’e yardım ediyorlar.
Hakan Yılmaz Çebi: Bugün İsrail’de, Meciddun Dağlarında
bir bölge var. Bu bölgede özel bir mezarlık var. Bu mezarlık-

309
YÜZYILLARIN SIRLARI

ta yatabilmek için 1995 yılında ödenen para 100 bin dolardı.


Düşünebiliyor musunuz; bir Amerikan Yahudisi’nin küçük bir
toprağa, üstelik mezara ödediği para bu. Bunlar yeryüzünde bir
Kıyamet savaşı yaşanacağını bilen insanlar. Haliyle de insanlığın
yeniden dirileceğini, ancak ahirette ilk dirilecekleri yerin Kudüs
yakınlarındaki Meciddun Dağlarındaki mezarlık olduğuna inandık-
ları için bu parayı veriyorlar. Üstelik burası Armageddon denilen
büyük savaşın çıkacağı yer. Diğer taraftan, Türkiye’de de birçok
iş adamının öldükten sonra mezarlarındaki kemiklerinin ortadan
kaybolmasının arkasında bu neden vardır. Yani asli gördükleri
topraklarına rücu etmiştir namzetler.
Orkun Uçar: Kutsal mekânlar, şehirler her zaman çok önem-
lidir. Bizim için Kâbe sadece Hac mahalli olması nedeniyle önemli
değildir. Kur’an-ı Kerim’de, ‘biz dünyayı Kabe’nin altından uzattık,’
deniyor. İlk ibadethane. Kudüs var, İstanbul var, önemli şehirler
var; Şam var, Semerkant var, Buhara var.
Hakan Yılmaz Çebi: Bir yerin kutsal olmasının yanında jeost-
ratejik, jeopolitik bir önemi de olabilir. Uluslararası ilişkilerde ve
askeri terminolojide “Hinterland”, kalp sahaları denilen merkezler
var. Dünya hâkimiyeti için önemli merkezler buraları. Bu konuda
Prof. Dr. Ramazan Özey’in ve Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun
gerçekten pek değerli çalışmaları var. Bu kalp sahaları, dönem
dönem değişebiliyor; ancak Türkiye, üç aşağı beş yukarı her zaman
bu kalp sahasının içerisinde olmuş bir ülke. Özellikle İstanbul’uyla.
Jeostratejik ve jeopolitik çalışmalar da bunu gösteriyor.
Dünya tarihine baktığımızda dünyanın özellikle 30. ve 45.
paralelleri arasında şekillendiğini görüyoruz. Neden? Çünkü
dünya ikliminin en uygun olduğu kuşak burasıdır. Dünya’nın
en önemli ülkeleri ve birçok başkent de bu paraleller arasında
sıralanır. Hatta birbirini teğet olarak kesen onlarca başkentin bir
ipe dizilmiş gibi sıralanması da hayli ilginçtir. Bu arada dünyanın
gelmiş geçmiş mistik bölgeleri de yine bu sahada. Mu ve Atlantis
Uygarlıkları da bu paralellerde yer alıyordu. Bugün Bermuda

310
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Şeytan Üçgeni dediğimiz bölgenin yanı sıra Tibet’teki gizem


şehri LHASA da bu paralelde yer alır. LHASA şehrinin gizemi
ve eski dünya tarihiyle ilgili bilgiler Lobsang Rampa’nın “3. Göz”
kitabında detaylarıyla anlatılır.
Bu arada tarihi eserlerde yeryüzünün kaderinde etkin rol
almış 8 şehirden bahsedilir. Bu sekiz şehir; Mekke, Medine, Kudüs,
Bağdat, Şam, Semerkand, Buhara ve İstanbul… Bu 8 şehrin,
dünyanın kaderini belirlediği ifade edilir. Ayrıca bu eserlerde bu
8 şehrin dördünün Cennet’te de bulunduğu ifade edilir. Bunlar;
Mekke, Medine, Şam ve Bağdat’tır.
Orkun Uçar: Mesela Mekke’nin diğer şehirlerden farkını da
belirtmek gerek. Dünyada kurulan ilk şehir olduğu iddia edilir.
Hakan Yılmaz Çebi: Dünya’nın, Güneş’ten kopan bir parçayla
oluştuğu kabul edilmiştir. Güneşten kopan ve dünyayı oluşturan
ilk kopma noktasının Kabe’nin bulunduğu yerden olduğu iddia
edilir. Yani sadece Allah’ı hatırlatan, Hz. İbrahim’in inşa ettiği,
Hac mahalli değil. Bir de dünya hayatının başlangıç noktası. Yani
dünyanın kodlarının çözüldüğü yer. Tersi de olabilir, dünyanın
kodlarının bulunduğu yer de diyebiliriz. 
Orkun Uçar: Kudüs’te de Hz. Muhammed’in Mirac’a çıktığı
mekânda ayak izleri var. Ayrıca Hz. Süleyman’ın yaptırdığı Mabed
var. Kudüs’te Kur’an’ın da kutsiyet atfettiği özellikler var. Ancak
Kız Kulesi’yle(32) ilgili iddialar da var.
Hakan Yılmaz Çebi: 1800’lü yılların sonlarında yayınlanmış
eski bir kitap var: “Enternasyonal Kavga ve Kızıl Yahudi Kadrolar.”
Bu eserin yanında Barış Pirzade imzalı ince bir kitap da az sonra
aktaracağımız bilgiler yer alıyor. Hatta Barış Pirzade, eserinde
YAHUDİ KAREASI diye bir başlık atmış. Bu “kareası” oluşturan
4 şehirden bahsederken İstanbul’a da yer veriyor.
Diyor ki Pirzade:
Dünya hâkimiyeti şu dört şehirden idare edilir:
Londra - Altın borsasının kontrol edildiği şehir.

311
YÜZYILLARIN SIRLARI

New York - Dünyanın sosyal ve iktisadi yaşamının belirlen-


diği şehir.
İstanbul - Balkanlar, Avrasya ve Ortadoğu kontrol merkezi.
Ve bu üçünün oluşturduğu Hâkimiyet sahası, Kudüs
Merkezi.
Diğer taraftan eski tarihlerde İstanbul’un adlarından biri-
nin “Dasitan” yani “İlahların Şehri” olduğu söylenir. Neticede,
İstanbul üzerine hep bir kutsiyet atfedilmiş. Üstelik bu şehir Hz.
Muhammed tarafından da övülmüş ve O’nu fetheden Türk-İslam
hakanı ve ordusu yüceltilmiştir.
Az evvel 8 hususi şehirden bahsederken Kudüs ve İstanbul’u
da saymıştık. Eski tarihi kitaplarda İstanbul ve Kudüs arasında
geçen tarihi bir hadiseden bahsedilir. Her eşyanın olduğu gibi
şehirlerin de ruhu vardır. Eskiler bu tarz varlıkların şahıs planında
değerlendirilmelerini “şahsı manevi” olarak nitelendirirler. Yani
cansız sanılan varlığın şahıslaşması…
İstanbul’un da böyle şahıs planına geçtiği bir andır ve fethedilen
acılar içinde olan Kudüs’le alay eder. O’na kendisinin üç tarafının
denizlerle kaplı olduğunu hatırlatıp fethedilemeyeceğini söyler.
Kudüs’ün yaralı kalbi bu sözler üzerine iyice kanar. Bu kibirlen-
mesi üzerine Hakk’ın gazabını çeker İstanbul. Ve ahir zamanda
iki zillet yaşayacağı söylenir. Bu bilgiyi aktaranlar bu zilletlerden
birinin İstanbul’un gemilerle karadan fethedilmesiyle boyunun
ölçüsünü pek acı aldığını söylerlerken, ikinci zilletin de bugün
yaşadığımız İstanbul’u İstanbul yapan değerlerden sıyrılıp, şehri
‘kötü yola düşmüş bir kadın’ gibi kullanmamızı gösterirler.
İstanbul, Hz. Muhammed’in övdüğü bir İstanbul değildir
artık. Sürekli taciz edilen namuslu bir kadın gibidir.
İstanbul, 21. yüzyılın metafizik savaşının yaşandığı çok önemli
bir şehir. Bu şehre giren de çıkan da sanki üçüncü bir göz tarafından
izlenir! Ve İstanbul’un insanlık tarihinin 23. kategorisine başkentlik
edeceği söylenir. Nedir bu kategoriler, diyeceksiniz. İnsanlık tarihi

312
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

boyunca insanların yaşadığı dönemleri kategorilere ayırmışlar. Ve


günümüzde yaşanan kategorinin 23. Kategori olduğu şeklinde
görüşler var ortada. Daha önceki 22. Kategori’nin(33) İsrailiyat
olduğu ki bu rakam onlarda “Sevginin Birliği” manasında gizemli
bir rakamdır. Şimdi yaşanacak olanın 23. Kategori olmasıyla
dünyada yeni bir dönem başlayacağı ifade ediliyor.
Kur’an yeryüzüne 23 yılda indi. Bu 23. Kategori, Kur’an’ın
yeryüzünde ilmen yaşanacağı bir dönem olacak deniyor. Buna ek
olarak bir bilgi daha eklemek gerek. İnsanlık tarihi boyunca (ki
biz Hz. Adem’i 65 milyon yıl önce dünyaya gelmiş olarak kabul
ediyoruz) jeomanyetik kutuplar 114 defa yer değiştirmiştir. Yine
bu rakamla ilgili olarak Kur’an 114 ayettir denilerek birtakım
tevafuklara işaret ediliyor.
Bu arada jeomanyetik kutupların değişmesiyle birlikte dün-
yadaki yaşam sahaları Ortadoğu’ya kayıyor. İskandinavya ülkeleri
dediğimiz, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerin yıllar geçtikçe ya-
şanmaz hâle geleceği ifade ediliyor. Hatta Türkiye’nin de kısmen
biraz daha soğuyacağı bu bilgiler arasında. Yeni yaşam sahalarının
Ortadoğu’ya kayacağı, buraların daha çok yağış alacağını duyunca
aklımıza Hz. Muhammed’in bir hadisi geldi:
“Çöller vaha olmadan Kıyamet kopmaz.”
Bu yüzden Kıyamet’e yakın İstanbul ve Ortadoğu’nun değeri
artacak tabi bu bölgelerdeki metafizik gelişmeler ve efsaneler de
anlam kazanacak. Aynen Kızkulesi için olduğu gibi. Klasik olarak
Kız Kulesi ile ilgili bilinen iki üç rivayet var. En bilineni, Kral Baba
çok sevdiği prenses kızının rüyada öleceğini görmesi üzerine onu
ölüm meleğinden kaçırıyor. Kız Kulesi’ne adeta hapsediyor. Ancak
yılan her tedbire rağmen üzüm sepeti içinde gelip, kızı sokup
öldürüyor. Yani bir yönüyle ölümden kaçılmıyor.
Diğer taraftan, Kız Kulesi’nin bilinen 2500 yıllık bir tarihi var.
Bir dönem karakol olmuş, bir dönem fener görevi görmüş, bir
dönem zindan. Bunun dışında efsanelere bile girmeyen bir söylenti

313
YÜZYILLARIN SIRLARI

daha vardır. Bu kız kulesinin aslında 2500 yıllık tarihinden daha


eski bir hatırasıdır belki de.
Bu kulenin bir anıt taşı olduğu söyleniyor. İki deniz, Karadeniz’in
ve Marmara’nın birleştiği yerde ne arar bu kule? Bilmediğimiz
başka bir mesajı var. İki denizin birleştiği yer... Bu iki denizin bir-
leştiği yerde, kritik buluşmalar yapılır. İki deniz iki derya adamın
buluşma yeridir burası.
Hz. Musa dememiş miydi Allah’a “benim gibi bir derya
yarattın mı” diye? “Yarattım ancak onun ilmi senin ilmin gibi
değil” denmiş ve Hz. Hızır’dan bahsedilmişti. Musa, “bu nasıl
ilimdir,” diye bu ilmi temsil eden adamı bulmak için yanındaki
Yuşa’yla birlikte yollara düşmüştü. Sözde yanında getirdiği ölü
balığın canlanmasını işaret kabul edecek, öyle bulacaktı onu.
Uyudu, balık canlandı ve suya karıştı. Yolda akılları başına geldi,
geri döndüler ve Hızır’la buluştular. Nerde mi? Kız Kulesi’nin
olduğu yerde. O yüzden de Hz. Yuşa, bu kuleye tepeden bakan
Beykoz sırtlarında yatmaktadır.
Buranın hikâyesi, yani yazılmayan hikâyesi sadece böyle bit-
miyor. Bir de bu kulenin altında pek değerli hazinelerin olduğu,
yitik bir şehirden bahsediliyor. Adalar civarında tespit edilen
yitik bir şehrin, bu şehrin uzantıları olduğu birileri tarafından
ifade ediliyordu. Hz. Hızır’ın, Kız Kulesi ve Beyazıt Cami’yi sık
sık ziyaret ettiği de verilen bilgiler arasında.
İstanbul’un çeşitli yerlerinde çeşitli amaçlarla dikilmiş taşlar
vardır. Teşvikiye’de, Sultanahmet’te dikilen bu taşların yanında
Karaköy’de Ziraat Bankası’nın limana bakan ön yüzünde Hiram
Usta’nın heykeli vardır. Üstelik elinde zihin yonttuğu çekici de
vardı. Bu taşlar süs olsun diye dikilmediler elbette. Hepsinin de-
rin bir anlamı vardır. Taşların zamana çok iyi direnebildiklerini
daha önce belirtmiştik. İşte bu taşlar yüzyıllar evvelinden belli bir
gayeyi gerçekleştirmek için yollanan insanların buluşma ve stra-
teji geliştirme taşları olmuştur. Bir yönüyle de koloni oluşturma,

314
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

çoğalma yerleri. Eğer bir taş sivri ve süngü şeklindeyse, üremeyi


temsil eder. İstanbul’da, Tuzla’da özel bir kamu kurumunun
bahçesinde bile bu tarz taşlar vardı. Bu taş, “burada üreyeceksin,
hâkimiyet kuracaksın,” anlamındadır. Diğerlerinin daha farklı
anlamları vardır.
Yahudilik’te dik, uzunlamasına dikilen iki sütün çok önemlidir.
Dişilik ve erkekliği temsil eder ve “J” ve “B” adlarıyla temsil edilir.
Bugün bu simgeleri bir içki markası olarak görebiliriz.
Orkun Uçar: Bu topraklarda birkaç açıdan büyük bir zenginlik
var. Fırat ve Dicle arasında yer alan ve ‘Kıyamet savaşı’na sahne
olacak büyük bir zenginlik var. Daha önce de söz ettiğimiz gibi,
geleceğin enerji kaynağı olan Hidrojen için ‘Bor’ gerekiyor. Dünya
Bor rezervinin yüzde 85’i bu topraklarda. Su’yun nasıl bir değer
olduğunu ise “Su Savaşları” senaryolarından anlayabiliriz.
İşte böyle bir gerçeği insanlara iletmek gerekiyor. Neden bu
topraklar üzerinde bu kadar gizli planlar var ve niye bu kadar
komplo teorisinden bahsediliyor? Bunların altında bir gerçek
olmadığına inandırılmaya çalışılıyoruz. Burada çok büyük bir
düzen var, yani siyasi olarak da bunun etkilerini gördüğümüz
entrikalar söz konusu.
Hakan Yılmaz Çebi: Şeytan, tahakküm kurduğu insanlara
kendini inkâr ettirir. Çünkü açığa çıkmaması gerekir. Hiç kimse
alkolik olduğunu kolay kolay kabul etmez, çünkü tedaviyi red-
dedecektir. Eskiler bu varlıklara “habis-i ervaha” diyorlar. Habis;
pis, kirli ruhlar.
Habisi ervaha ile iç içe geçmiş insanlara bakın, hayatlarında
sözde pek realist pek materyalist tavır içindedirler. Cin, ruh de-
diğinizde gülerler; hatta onlar Ortaçağ’da kaldı diye düşünürler.
Ancak özel dünyalarına çekildiklerinde hepsinin bir astrologu,
yıldız yükselticisi, medyumu, büyücüsü vardır. En ufak yatırım-
ları bile onlara danışmadan hareket edemiyorlar. Bu kadar habis

315
YÜZYILLARIN SIRLARI

ruhlarla iç içe geçmelerine karşı dışarıda son derece pozitif bilime


inanır gibi görünürler.
Yıllarca masonluk adı altında dünyada örgütlenen Siyonist
çobanların tornadan geçirdikleri adamların hepsi kariyerli, aka-
demik lisanlı adamlar değil mi? Niye 33. derecelik bir şifreleme
kullanıyorlar? Niye önlük takarlar, niye bu önlüklerin önünde örs ve
çekiç vardır? Niye hep yeraltı faaliyetlerine yeltenirler. Ritüellerinde
karanlık odalarda tütsüler, insanların boynuna geçirilen ipler vb.
argümanlar vardır. Niye ellerini, göğüs ceplerine atarlar?
Kullandıkları hipnoz ve telkinlerden olsa gerek, insanlar
bugün uykudalar. Rabb’i sınıfından bir haham, “Biz hiç kimseyi
Yahudi yapmayız, çünkü seçkin olan biziz; ancak Yahudi gibi
düşündürürüz,” demişti. “Biz adamı zihinde Yahudi yaparız”
der gibi bugünkü toplumun zihinsel haritasını çizmişti. 
Orkun Uçar: Hz. Musa, Hz. Hızır der ki; biz senin ne yap-
tığını anlamak için senle seyahat etmek istiyorum. Hızır benim
neyi neden yaptığımı bilemezsin, sabredemezsin diyor ama Hz.
Musa ısrar ediyor.
Seyahate başlarlar. Bir nehir kıyısına gelirler. Karşıya geçme-
leri gerekiyordur. Orada Nemrut karısı olan bir balıkçı vardır.
Karısının itirazlarına rağmen bu yolcuları karşıya geçirir. O sırada
oğluyla beraber geçmişlerdir.
Karşı kıyıya geçince hava kararmıştır. Balıkçı burada kalalım,
der. Gece sabaha karşı kalkan Hızır, Hz. Musa’yı uyandırır. Hadi gel
gideceğiz, der ve eline aldığı taşla kayığın dibine zarar verir.
Hz. Musa; balıkçı bize iyilik etti, sen ne yaptın adama? Malına
zarar verdin, diye tepki verir.
Hızır o zaman yolculuk için söz verdiği sabrı hatırlatır.
Bir köyden geçerken, köylüler buna çok kötü davranır. Peşlerine
askerler düşünce kaçmaya başlarlar ama bu sırada Hızır tehlikeye
rağmen durup, yıkılmakta olan bir duvarı tamir eder.

316
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Bir deniz kıyısına gelirler, çok güzel bir çocuğa onu çok
şımartacak şekilde davranan bir ailesi vardır. Hızır gelir, o güzel
çocuğu herkes sevecek zannederken sert bir tokat vurarak öldürür.
Artık Hz. Musa dayanamamaktadır,
“Sen ne yaptın?” der. “Artık ayrılacaksak ayrılalım, bak!”
der, “bize iyilik etti balıkçı, kayığını mahvettin, bize kötü dav-
ranan köyden geçiyorduk, duvarlarını yaptın, bu güzel çocuğu
öldürdün. Niye yaptın?”
Hz. Hızır, “Tamam anlatayım,” der.
“O balıkçının kayığına zarar verdim, çünkü öbür kıyıda sa-
vaşa hazırlanan bir kralın askerleri buldukları her sağlam kayığı
alıyorlardı. O yüzden ona bıraktım. Duvarı tamir ettim, çünkü
duvarın altında iki öksüzün, annesi babası tarafından çocuklara
bırakılan hazinesi vardı. Duvar zamanından önce yıkılıp, hazi-
ne ortaya çıksaydı, o hazineye köylüler el koyacaklardı, İşte bu
nedenle tamir ettim. Ve bu güzel çocuk, herkese zulmedecekti.
Güzelliğini bozdum ki, zalim olmasın.”
Hızır Aleyhisselam’la ilgili en güzel hikâyelerden biri bu-
dur.
Hakan Yılmaz Çebi: Hızır’ı, Kehf Suresi’nde layıkıyla tanıyo-
ruz. Ancak Anadolu’da sıkışanların derdine koşan, Noel Baba gibi
biri olarak düşünülmüştür. Hızır, Hz. Zülkarneyn’in teyzesinin
oğlu ve bir harp sanatı uzmanı, başkomutandır. Türk askeri ta-
rihinde pek çok hatırası vardır. Türk tarihi bir yönüyle Hz. Hızır
ve kuvvetleriyle yazılmıştır. Üstelik bu konuda “Lâdikli Ahmet
Ağa” diye yeni bir kitap çıktı. Konya Lâdik’te yaşayan bu Ümmi
Gayb Askeri’nin bu ilmi nasıl aldığı ve askeri operasyonlarda nasıl
kullandığının onlarca hatırası vardır. Bu âlemde bir Tayy-i mekân
hadisesi vardır. Adeta bir ışınlanma. Konya Lâdik-Washington
arası dört dakikadır Lâdikli Ahmet Ağa(34) için. Üstelik gittiği
yerlerden ufak tefek hediyeler de getirir.

317
YÜZYILLARIN SIRLARI

Zira onlar günahlarının ağırlığından toprağa çakılmış in-


sanlar değildir. Onlar akıllara gitmiş bir şekilde kuma, kirece,
çimentoya çalışan insanlar olmadıkları için hayatın tüm boyutları
kendilerine açılmıştır. İttihatçıların üstelik iman sahibi ittihatçıların
anlayamadığı Abdülhamit Han Hazretleri de bu ilme sahiptir.
Lakin anlatamaz. 31 Mart vakasını bastıracak gücü olmasına
rağmen bastıramamasının sebebini açıklayamaz. Yanında bir
Ebül Hüda vardır. Herkes onu bir tasavvuf velisi sanır. Oysa
başka bir boyuttur o.
O boyuttan Teşkilatı Mahsusa çıkar. Birilerini işine gelmediği
için Yıldız İstihbaratı (35) hep herkes jurnalci oldu diye lekelen-
meye çalışılır.
Yeryüzünde metafizik savaş sanatının öğreticisi. O yüzden
Ricali Gayb dediğimiz âlemin Genel Kurmay Başkanı, Hz. Hızır’dır.
Hz. Hızır, ilmiyle yeryüzündeki negatif gizli ilimlere karşı kontr-
savaş stratejilerini öğretir. Kimisi bu savaşı bilerek oynar, kimisi
bilmeyerek; kimisi zaman zaman bilir, zaman zaman bilmez.
Metafizik Kontr-savaşın da bir ilmi ve bu ilminin ritüelleri vardır.
Bu ritüeller içerisinde bazı insanlar ruhlar âleminden desteklen-
dikleri, “Melami birlikleri” denilen yeryüzü birlikleri de vardır.
Bu “Melamilik” meselesi “Melami Tarikatı”yla karıştırılmamalıdır.
Bu “Melami birliği”, fizik bedende yaşayan insanlardan oluşur.
Hz. Hızır Aleyhisselam ve onun onay verdiği insanlar tarafından
seçilir. Seçildikten sonra bu gizli ilimlerle iştigal eden insanlar
tıpkı bir askeri birlikteki sınıflara ayrılır gibi sınıflara ayrılarak
hizmet ederler...
Karşılarındaki negatif, “habisi ervaha” kuvvetlerinin de
metafizik savaşçıları vardır.
Daha önce İsrail’de bir metafizik istihbaratçının daha doğ-
madan evvel nasıl tespit edildiğini ve 6 yaşından itibaren nasıl
yetiştirildiğini söylemiştik. Bu çocukların hayatı, gün gün, saat
saat rapor edilir. Dönemin en önemli, üstün ilimleri kendilerine

318
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

verildiği gibi, son derece yeterli bir vücuda, fikri ve zihni ve


fiziki gelişime sahip olmaları için sportif faaliyetler düzenlenir.
Yiyeceklerine çok dikkat edilir. Eğilimleri araştırılır. Eğer kana
eğilimliyse bu çocuk, ileride iyi bir suikastçı ve tertipçi olur. Bu
çocuk bilime, elektroniğe eğilimliyse elektronik istihbaratçı veya
stratejist-akademisyen istihbaratçı olarak değerlendirilir. Hiçbir
işte başarılı olamıyorsa, bunları da popüler kültür ikonu yaparlar.
Kimilerini de muhbir olarak kullanırlar.
Muharref Tevrat’ta ajanlığın kutsal bir meslek olduğuna
vurgu yapılmıştır. Fahişelik, bu meslek için önemlidir. Bu yüzden
Muharref Tevrat’ta bu vazifeyi ifa eden birtakım kadın isimleri
vardır; Ester, Hanna gibi... Reklamlarda, kadın cinsel obje olarak
kullanılır. Bu dünya emperyalizminin zihinleri güdüleme meto-
dudur. 19. yüzyılın sonlarından itibaren “zaaf ilmi” diye bir ilim
ortaya çıkardılar. İnsanların zaaflarını ortaya çıkarmak ve bu
zaaflar üzerinden iş yapmak bilimsel bir çalışma oldu.
Tekrar Hz. Hızır konusuna dönecek olursak; bu ilim, in-
sanlara rüyada da verilebilir, el verme şeklinde de olabilir. Bir
yiyecek verilip yenilmesiyle birlikte seçilen kişinin vücudunda
çeşitli hareketlerin, çeşitli animasyonların husule getirilmesiyle
de açığa çıkarılabilir.
Bu ilmi kullanmaya salahiyet verilmiş insanlar her türlü şekil
ve şemal altında çalışabilir. Son derece şık takım elbiseli kravatlı
bir adam olduğu gibi, çaycı da olabilir, Belgrad ormanlarında ağaç
kavuğunda yaşayan bir şimşirci, tahtakaşık oyucusu da olabilir.
Bu adamlar bazen Pentagon’daki ‘yuvarlak masa’ toplantılarını
Edirnekapı mezarlığında da kurabilir. Kutsal gecelerde Davos
zirvesi gibi Mekke’de Zemzem Kuyusu’nun başında da olabilir-
ler. Yeri gelmişken bu konuda yaşanmış bir hadiseyle mevzuyu
özetlemek istersek, velilerden Mesnevi Han Rıza Efendi’ye ait
bir vakayı Milliyet gazetesinin 11 Nisan 1975 tarihli nüshasından

319
YÜZYILLARIN SIRLARI

alarak nakletmek yeterlidir sanırız. Bu vakada adı geçen Binbaşı


ileride ordumuzun tanınmış generallerinden olmuştur.
“Rıza Efendi bazı meczuplar gibi harap kıyafetli bir adam imiş.
Aklı nereye eserse oraya gider, nerede isterse orada otururmuş. O sı-
rada bilardo oyunu İstanbul’a yeni gelmiş, bazı gazinolar kahveler bu
masalardan edinerek müşterilerinin eğlenmesini sağlarlarmış. Tabii bu
arada bayağı müşteri çekerlermiş.
Beyazıd’da Kahveci Ali Efendi de bu bilardo masasından bir tane
edindiği için o zaman ‘Serasker Kapısı’ olan şimdiki İstanbul Üniversitesi
binasındaki subaylar fırsat buldukça gelir, burada bilardo oynarlarmış.
Rıza Efendi her gün öğleden sonra bu kahveye gelir, bir kenara
oturur, kendi âlemini yaşarmış. Bilardo meraklısı Binbaşı onun kılık
kıyafetini harabatlığın tenkit ederek kahveciye:
- Böyle pis herifleri buraya ne diye sokuyorsun? Defet şunu, de-
miş.
Kahveci:
- Efendim, bu adamı buraya ben çağırmıyorum. Kendi geliyor, ona
buradan git, diyemem. Bir kenarda oturur, bir kahve içer. Çubuğuna
tütün basar, çubuğuna bir ateş koyarım, bu benim borcumdur. Kâh
erken bırakır gider, kâh kahve kapanıncaya kadar kalır. Bazen gitmez,
üstüne kahveyi kilitler giderim. Sabah gelir, kilidi açar, içeri girerim ki
ortalıktan kaybolmuş.
Binbaşı bu cevaptan pirelenir. Bir akşam geç vakte kadar kalarak Rıza
Efendi’yi takibe karar verir. Kahve kapanacağı zaman Rıza Efendi kalkar,
Binbaşı da arkasına düşer. Şehzadebaşı yolu ile Edirnekapı’yı boylar...
Rıza Efendi önde, Binbaşı arkada Edirnekapı’dan kale dışına çıkarlar.
Zifiri karanlık bir gece, hafif bir rüzgârla sallanan selviler çatırdıyor.
Rıza Efendi mezarlığa girer, karanlığa dalar; Binbaşı, eli tabancasında
takip eder. O sessizlik içinde Rıza Efendi’nin sesi duyulur:
- Esselamunaleyküm.
Mezarlarda bir hareket olur, beş on ses selama karşılık verir.

320
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

- Ve Aleykümselam...
Binbaşı bulunduğu yerde titremeye başlar, fakat merak korkuya
galebe çalar. Bir kenara sinerek bu ölüler âleminin (Berzah Âlemi) ne
konuşacaklarını dinlemeye başlar.
Bir ses:
- Ey ihvan! der, bu gece Moskof keferesinin Müslümanlara olan
tecavüzlerinden bahsedelim. Bu kâfire bir ders vermek gerekti, ne çare
ki devlet onu cezalandıracak kudrette değildir.
O zaman başka bir ses:
- Öyleyse der, ona Japon kavmini musallat edelim.
Binbaşı daha fazla dayanamaz. Oradan evvela yavaş yavaş uzaklaşır
ve bulvara çıkınca koşarak evine varır.
Ertesi gün tabiatıyla tüm olanları asker arkadaşlarına anlatır. Subaylar
ve diğer memurlar ertesi gün Ali Efendi’nin kahvesine dolarlar. Kimse
bilardo oynamaz, herkesin gözü yine bir kenarda çubuğunu tüttüren
Rıza Efendi’dedir. Ondan olağanüstü bir hareket beklerler...
Rıza Efendi çubuğunu bitirir, ayağa kalkar, gözleri kalabalığın
içinde Binbaşıyı arar. Onu görünce eli ile işaret eder:
- Gel, gel... Buraya gel Paşa, der; Rus-Japon harbine hazır ol!
Ve kapıdan çıkar gider. Sene 1904... Rus-Japon Harbi vuku bulmuş
ve Rusya mağlup olmuş, Binbaşı da Paşa olmuştur.”
Orkun Uçar: Tüm bu gelişmeler ışığında medeniyetlerin
ve uygarlıkların dayanaklarından ve güç aldığı noktalardan da
bahsetmek gerek. Özellikle uzun yıllar İslamiyet’in bayraktarlığını
yapan Türklerin manevi olarak üstlendikleri veya üstlendirildik-
leri(!) bir misyonu dile getirmek de mümkün. Türklerin manevi
besin kaynaklarından bahsederken son yıllarda ortaya atılan İslam
peygamberi Hz. Muhammed’in Türk(37) olma iddiaları da bizce
tartışılmaya değer.
Hakan Yılmaz Çebi: Şimdi bu konu peygamberlik müessesinin
evrenselliğini bilerek ele alınması gereken bir konu. Zaten başka

321
YÜZYILLARIN SIRLARI

türlüsü akıllı bir insanın işi olmaz. Üstellik Hz. Muhammed tüm
insanlığa gönderilmiş bir rehberdir. Bütünleyici ve kuşatıcıdır. O
yüzden o zamana kadar gelen tüm peygamberleri ve getirdikleri
O’nun muhteşem şahsında muazzam bir eser haline gelmiştir. Bu
yönüyle bizler Hz. Muhammed’in etnik kimliğiyle ilgili söylenti-
leri ancak bir Halk Bilimi Kültürü olarak ele alırız, yoksa bunun
dışında evrensel bir Peygamber olma özelliğinin dışında başka
bir mana cüreti kimse göstermez, gösteremez de.
Hepimiz Hz. Âdem’in soyundan geliyoruz, ancak birtakım
söylentilerin ilmi gerçekliği medenice tartışılabilmeli elbet.
Hz. Muhammed’in Hz. Nuh’un oğlu Yafes, onun da oğlu
Türk’ten ve yine Hz. İbrahim’e kadar gelen silsileyle olan bağın-
dan bahsedilir. Bu konu zaman zaman birtakım araştırmacılar,
tasavvuf büyükleri hatta siyasiler tarafından dillendirilir. Ancak
kimse detaylar üzerinde ilmi bir araştırma yapmak istemez. Bunun
en önemli sebebi tüm kâinatın O’nun yüzü suyu hürmetine inşa
edilmesi, bu yönüyle yeryüzüne ait beşeri aidiyetinin çok ehem-
miyete alınmaması. Ancak bilinse ne olur? Haşimoğullarından,
Adnanoğullarından daha aşağılara inilip soyu şeceresi tam ifade
edilse; ha keza Hz. Muhammed, Hz. Nuh’un oğlu Türk’e kadar
şeceresi dayandırılsa Kıyamet mi kopar? Maksadı aşmadan tar-
tışılmasında hiçbir zarar olduğunu düşünmüyorum.
O yüzden bu tarz bilgiler halkın içinde hep binlerce yıl yaşar
ancak kitaplarda ciddiyetle ve genişçe yer almaz. Bu konuyu ilk defa
Beyazıt Camisi’nin avlusundaki Tarihi Çınaraltı çay bahçelerinin
birinde bir yazardan dinlemiştim. Eski bir yayınevi sahibi olan
yazar arkadaşım, beni değerli tarihçi ve yazar Dursun Gürlek ile
tanıştırmıştı. Dursun Gürlek, Hz. Muhammed ve sülalesinin ve
bölge insanlarının “Arabi müteharabi” olarak adlandırıldığını hem
anlatmış hem de bir kitabında yazdığını söylemişti. Bu konuyu
daha önce Türk Mitolojileri dersi aldığım öğretmenlerimden de
duymuştum.

322
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Daha sonra bu konuyu kendisi bir halk bilgesi ve bir dönem


Erzurum eşrafının en tanınmış âlimlerinden birinin de oğlu olan
Nurullah Bilgin’e sordum. Nurullah Bilgin, ilmi göstermemekte
çok dirense de; konuyu açtığımda, güldü. Muhyiddin İbni Arabi
Hazretleri’nin Türkçeye şerh edilmemiş Osmanlıdan da bahsetti-
ği bir eserinde bu konuyu şu şekilde irdelediğini söyledi. Hatta
Miraç’taki birçok sırlara da yine bu kitaba dayanarak genişçe
değindi. Bu sırlar arasında bugün kullanılan Türkiye Cumhuriyeti
bayrağı da vardı. Bu kutsal bayrak, günü geldiğinde ortaya çıkacak
bir milleti temsil ettiği için gösterilmişti. Ve yine Nurullah Bilgin,
Allah’ın Resulüne, Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet gibi Türk
ulularının ruhlarının gösterildiğini de sözlerine eklemişti. Tabii
bunların hepsini Muhyiddin İbn-i Arabi Hazretleri’nin eski yazma
eserlerine dayanarak söylüyordu.
Türk tarihiyle ilgili bilgileri mitoloji, efsane olmaktan çıkaran
analiz eden çok güzel bir çalışma yapıldı. Bu eser, araştırmacı-
yazar Nihat Çetinkaya’ya ait; “Kızılbaş Türkler.” Bu kitapta da
ve eski siyer eserlerde, zaten Hz. Muhammed’in tebliğe başladığı
ilk dönemlerde Türk yurtlarına yönlendirildiği ifade edilir. Niye
Allah’ın Resûlünü sürekli olarak Türk yurtlarına gönderip uzak-
laştırmak istediler? Niye İran, Irak, Suriye diyarlarına değil de
Türk yurtlarına, Orta Asya’ya. Neyi ima ediyordu bu insanlar?
Niye sürekli olarak kendisine Türk yurtları gösterilerek Etrak;
Etrak deniliyordu?
Bunların hepsi çok önemli işaretler. Tabii bu konuda çalış-
malar da var
Araştırmacı Nihat Çetinkaya’nın, aynı eserinde kaynakları
da göstererek verdiği önemli bir bilgi var. Bu bilgide, Hz. Ali’nin
oğlu Hz. Hüseyin efendimizin evladı Zeynel Abidin hazretlerinin
Türklerle birlikte daha 6 aylık bir bebekken Türk yurtlarına ema-
net edildiğinden bahsedilir. Hz. Hüseyin kendisi için Altaylardan
gelen 7 “Kıyat Borçıgın”ın -Eski Türklerde kırmızı yüzlü, ela gözlü
savaşçılara verilen isim. Eski Türk inanışında bu fiziksel özellik

323
YÜZYILLARIN SIRLARI

onların iyi bir savaşçı olduğunun göstergesiydi- teklifini kaderde


şahadetini gördüğü için reddetmiştir ama oğlunu onlarla birlikte
bu yedi Türk bahadırına emanet etmiştir. Neden?
Kıyat Borçıgınlar’la İlgili şöyle söylenir:
Fizyolojilerine bakıldığında kızılımtrak yüzlü ve ela gözlü
insanlardır. Eski Türkler, yıllarca sahada mücadele ederek edin-
dikleri savaş sanatında bu insan tipinin en iyi savaşçı tipi oldu-
ğunu tespit etmişler. Onların çok iyi savaştıklarını bildiklerinden
savaşın en kızıştığı anlarda insanlar bunların arkasına saklanarak
savaşırlarmış. Kıyat, bugün kullandığımız “Kıyak” anlamında.
Borçıgın ise Bahadır, yiğit demek.
Türkler, bu fizyolojide bir çocuk dünyaya geldiğinde onu
özel savaşçı olarak yetiştirirlerdi. Osmanlı’da da Akıncıların en
önemli kolu olan ‘Deliler’ de bu tip insanlardan seçilirdi. Bugün
bir benzetme yaparsak, bu birlikleri kamuoyunda bilinen adıyla
“Bordo Bereliler” olarak nitelendirebiliriz.
İşte bu 7 genç böyle. Elit bahadır yani bir anlamda özel kuvvet-
ler Hz. Hüseyin efendimize gelerek, kendisini Altaylara getirmek
için “ulularından” emir aldıklarını söylüyorlar. Sanki arada bir
metafizik istihbarat var gibi. Nitekim binlerce kilometre uzaklık
bugünkü gibi ne İnternet var ne de telefon. “Biz bilgilendirildik
senin başına böyle bir olay gelecekmiş, ya imam, gel misafirimiz
ol, toprağına dön, yani başımızın tacı ol” deniyor kendilerine.
Fakat Hz. Hüseyin Efendimiz gözlerini kaderlerin yazıldığı levh-i
mahfuza çeviriyor; bilmeyenler için bu semalara nazar etmektir,
başına geleceklerin “kazay- ı mübrem” yani tehir edilemez kader
dairesinde olduğunu söylüyor ve kendilerinden oğlu Zeynel
Abidin’i almalarını rica ediyor. Üstelik Hazreti Zeynel Abidin de
çok hasta. Ve sevgili İmam emaneti teslim ettikten sonra gönlü
müsterih olarak Allah’ın Resûlünün torunu olduğunu ispatlayarak
kahramanca şahadet şerbetini içiyor.

324
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Akabinde Allah’ın Resûlünün o pak kanı torunu üzerinden bir


kez daha Türk kanıyla birleşiyor. Bu kandan ortaya çıkan Horasan
Erenleri birer “Derviş istihbaratçı” olarak Hoca Ahmet Yesevi’nin
işaret ettiği her yerde hakkın ve hakikatin bal arısı oluyor. Neticede
ahilik teşkilatı gibi özel harpte “beyaz propaganda” kolonileri
dedikleri birçok teşkilat bu işçi bal arılarıyla kuruluyor. Bu yapı
koskoca Osmanlı Devlet-i Âlisini husule getiriyor. Ve bugün bu
kan Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşıyor.
Halkın içerisinde halkın profesyonelleri var, halk adam-
ları var. Ve bunlar bir Üniversitenin belki önünden geçmemiş
insanlardır ve belki bunlar kütüphanelerde olan kitaplar değil,
kütüphanelerin üstünde olan kitaplardan beslenmiş insanlardır.
Bu insanlarla konuşturduğunuzda, dünyayı bütüncül bir zekâyla
algıladıklarına tanık olursunuz. Bunlar bir milletin gerçek tarihini
bilirler. Ve bizlerin bu insanlara ulaşıp tarihi efsaneden, mitoloji-
den temizleyerek ilmi verilerle kontrol ederek yeniden yazmamız
gerektiğine inanıyorum. Bakın ilahi kitaplarda “Ad Kavmi, Semut
Kavmi, Lut Kavmi, Nuh Kavmi, Medyen” halkı adında helak
edilen birçok kavimden bahsediliyor.
Ve bunlara mürebbilik yapsın diye gönderilen Peygamberlerin
isimleri. Yeryüzüne bizlerden daha yüksek teknolojilere sahip
uygarlıklar getirildiği ifade ediliyor ve kâinatın sahibi söylüyor
bunları. Akabinde de, sonumuzun onlarınkinden farklı olmayabi-
leceği konusunda uyarılıyoruz. Bu defa en azından bizler, kendi
yavrularından dönemde bu filmi kötü bitirmemeliyiz.
1975 yılının Mart ayında “İnsan ve Mucizeler” adı altında
Türkçemize çevrilmiş bir kitap yayımlandı. Kitapta, insanların
hayatlarındaki mucizevi olayları ve metafizik kuvvetlerle bağlan-
tılarını örnekler vererek anlatıyordu. Yazar Werner Keller, kitabın
sonunda şöyle diyor:
“2000 yıl önce güneş ilkbahar noktasında balık burcuna girmişti. O
zaman simgesi balık olan Hıristiyanlık kültürü dönemi başlamıştı. 2000

325
YÜZYILLARIN SIRLARI

yıl önce de Tevrat’ın bildirdiğine göre Yahudilerde en değerli kurban


hayvanı olan koç egemenliğini yürütüyordu. Ondan da 2000 yıl önce
her şey Boğa simgesine bağlıydı, o zamanların en saygın varlığı boğa
olan Mısır kültürü mutluluğa erişmiş durumdaydı. Uzak Doğu’nun
bu geleneğini izleyerek şimdi sıra yeni bir döneme gelinmiştir. İlkbahar
noktası Balık Burcundan başka bir simgeye doğru kaymaya hazırlanıyor.
Kova simgesine, bu Kova Burcu Çağı insanların kendilerini yenileyerek
ruhsal temellerin üzerine görkemli yapısını yükselttiğini görecektir.
Önümüzde insanlığın yıldızının parlayacağı bir dönem var!”
Olayı kendi bakışımızdan ya da kendi ideolojimizden değil,
kendi dini düşüncemizden değil, insanlık ilmi açısından değer-
lendiriyoruz. Yıllar önce bir bilim adamı bunları derlemiş, topar-
lamış. Bugün insanlar aynı şeyleri söylüyor. “Önümüzde insanlığın
yıldızının parlayacağı bir dönem var!” diyor. İnsanlık bu ilmi artık
ilmi enstitülerde değerlendirmelidir ve yaşatmalıdır.
Herhalde insanlığın yeni tarihi bu ilimlerin sahaya indirilme-
siyle yeniden derlenmeye başlayacak ve bunu güneşin doğmadan
evvel dağlara vuran şavkı gibi görebileceğiz.

326
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

2. BÖLÜM

GİZ KAPISI

Varlığın Derinliklerine Yolculuk

Konular

1.Truva
2.Sümerler
3.Tanrılar Savaşı (Titanomakia)
4.Mu ve Atlantis
5.Büyük Türkiye Stratejisi
6.Şeytan
7.Nuh Tufanı
8.Piramitler
9.Hz. İdris
10.Cudi Dağı
11.Hz. Zulkarneyn
12.Hz. Hızır
13.Nephilim
14.Antropomorfizm

327
YÜZYILLARIN SIRLARI

15.Çin Piramitleri
16.APEX
17.Nefs
18.Kabala
19.Cin
20.Babil Kulesi
21.Ebu Hureyre ve Giz İlmi
22.Tevrat’ı Değiştirenler
23.İmam Şiblî
24.Kabollo
25.Masonluk
26.“G”nin Anlamı
27.34. Derece
28.144 Bin Alnı Mühürlü
29. Habiru (Hırsız)
30. Isaac Asimov
31. İlluminati
32. Kız Kulesi
33. 22. Kategori
34. Lâdikli Ahmet Ağa
35. (İsrail Metafizik) Yıldız İstihbaratı
36. Harut ve Marut
37. Hz. Muhammed Türk mü?

328
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

TRUVA

Roma’yı Truvalılar mı Kurdu?


Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarında anlatılan Truva
savaşı hakkındaki en meşhur hikâye, Truva Atı hilesidir. Ayrıca
Paris’in Helen’i kaçırması sonucu savaşın başladığı, ünlü savaşçı
Achilles’in topuğundan aldığı bir yara sonucu ölmesi de öne çıkan
bilgilerdir. Çok bilinmeyen bazı konular ise şunlardır:
Kent düştükten sonra gemiyle yeni topraklar arayan bir
grup Truvalı İtalya topraklarına gelir ve burada sonradan Roma
İmparatorluğu olacak koloninin temelini atar. Daha çok erkek
ağırlıklı olan bu grup, yerleşik kavimlerden Sabinlerin eşlerini
bir hileyle kaçırır.

Dokuz Kat Kent


Truva kazılarında üst üste binmiş dokuz kat yerleşim bulun-
muştur ve Truva’nın bir savaş sonucu değil, bir deprem sonucu
yıkıldığı daha kabul edilen bir yaklaşımdır.

Türklerin Truvalı Olması


“Batı’ya giden ve Roma’yı kuran Truvalılar varsa Doğu’ya
giden ve Türklerin atası olan Truvalılar vardı…” denir.

329
YÜZYILLARIN SIRLARI

Konuyla ilgili olarak Haluk Şahin’in Radikal gazetesinde 16


Mayıs 2004 yayınlanan yazısından bir alıntı: 
“Troyalılar Türk müydü? Hadi canım, bu saçma soru da nereden
çıktı, demeyin. Bu soru Ortaçağ’dan bu yana yerli yabancı pek çok kişi
tarafından sorulmuş ve tartışılmıştır. Osmanlı Devleti’nin yükseliş
döneminde, özellikle Osmanlı donanmasının tüm Akdeniz’de üstünlük
sağlamasından sonra, Rönesans Avrupa’sı ‘Bu Türkler de nereden çıktı?’
diye sormaya başlamış. O dönemde pek çok kişi tarafından “Türkler aslında
Troyalı”dır diye bir teori ortaya atılmıştı. Adları, Troya düştükten sonra
Asya’nın içlerine kaçan Troyalı generallerinden Turkus’tan geliyormuş.
Binlerce yıl Asya’da kalan Türkler, Troya yenilgisinin öcünü almak için
geri gelmişler.
İstanbul’u almışlar ve Avrupa’ya yönelmişler. (Kaynak: James
Harper, ‘Rome vs. İstanbul: Competing Claims and the Moral Value
of Trojan Heritage’)
Ünlü tarihçi Gibbon’un bile Roma İmparatorluğu’yla ilgili dev
eserinde değindiği gibi, bir başka açıklamaya göre; Türklerin soyu,
Homeros’un değilse bile Virgil’in sözünü ettiği cengâver ‘Teucri’den
geliyormuş.
‘Türk’ anlamına gelen Latince ‘Turci’ ve İtalyanca ‘Turchi’ sözcükleri
buradan esinlenilmiş... 1453’te İstanbul’un muhasarası sırasında kentte
bulunan Kardinal İsidore yazdığı bir mektupta Sultan İkinci Mehmet’ten
‘Troyalıların Prensi’ şeklinde söz etmiş. (Kaynak: Terence Spencer, ‘Turks
and Trojans in the Renaissance’)
Deneme türünün babası sayılan Montaigne, Fatih Sultan Mehmet’in
Papa İkinci Pius’a yazdığı mektupta “İtalyanlarla aynı kökten oldu-
ğumuz ve onlar gibi Hektor’un öcünü almak hakkımız olduğu halde,
İtalyanların bize düşmanca davranmalarına ve Rumları korumalarına
şaşıyorum…” yazmış.
Gerçekten Roma İmparatorluğu’nu kuranlar ve yönetenler de
kökenlerinin Troya’da bulunduğunu öne sürüyorlardı. Virgil dev eseri
Aenid’te Troyalı Aenas’ın Roma’ya gidiş öyküsünü anlatır.

330
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden birkaç yıl sonra


Çanakkale’ye Troya’nın bulunduğu bölgeye gelerek o büyük savaşın
kahramanlarına övgüler düzdüğü ve Yunanlılardan Hektor’un öcü-
nü aldığını söylediği tarihçi İmrozlu Kritopulos tarafından anlatılır.
Türklerin Troyalı olup olmadığı Rönesans döneminin önemli tarihsel
tartışmalarından birisini oluşturmuş. Özellikle başlangıç dönemlerinde
Katolik Avrupa’nın, Troya kökenli Türklerin ‘yoldan çıkmış’ Yunanlıları
yenmesine sempatiyle baktığı anlaşılıyor. Hatta bir şair ‘Yunanlılar
antikçağlarda kendilerinden başka herkesi barbar saymalarının cezasını
çekiyorlar,’ diye yazmış.
Ne var ki, Türklerin Avrupa’daki ilerleyişi Katolikleri de korkutmaya
başlayınca bu kez tam tersi savlar ön plana çıkmış. ‘Kâfir’ Türklerin asalet
sembolü Troyalıların torunları olamayacağı, gerçek Troyalılığın Kutsal
Roma İmparatorluğu’na ait olduğu vurgulanmış. Katolik Kilisesi ve
Papa, Türklere yönelik bu dışlama kampanyasında başrolü oynamışlar.
Türk tekrar ‘öteki’, ‘yabancı’, ‘dışarıdaki’ rolüne itilmiş.
Sabahattin Eyüboğlu ‘Mavi ve Kara’ adlı denemeler kitabında Mustafa
Kemal Atatürk’ün yanındaki bir subaya, ‘Dumlupınar’da Troyalıların
öcünü aldık’ dediğini yazar. Bu gerçek midir, yakıştırma mıdır, bile-
mem. Yakıştırma olsa bile, yakışan bir yakıştırma olduğuna kuşku yok.
Tarihçi Reşit Saffet Atabinen’in ‘Türklerin Avrupalılarla Müşterek Troya
Menşeleri Efsanesi Üzerine Araştırma’ adlı ve 1951 tarihli bir kitabı
olduğunu değerli düşünür Arslan Kaynardağ’ın ‘Troyalıların Türklüğü
Konusunda Düşünceler’ başlıklı yazısında okumuştum (Cumhuriyet, 6
Mayıs 1994). Ne yazık ki, o kitabı bulabilmiş değilim...”
Gördüğünüz gibi ‘Troyalılar Türk müydü?’ sorusu o kadar
da uydurma bir soru değil. Günümüz Türklerinin tarihsel rol
olarak Troyalı oldukları ihtimali var! 

331
YÜZYILLARIN SIRLARI

SÜMERLER

Medeniyetin Beşiği
Mezopotamya, Yunancada “nehirler arasında” anlamına
gelir. Bu bölge, dünyadaki en verimli topraklardan biridir ve bu
özelliğiyle büyük medeniyetlerin geliştiği bir bölge olmuştur.
Bu toprakların güneyinde bulunan ve bugün Kuveyt ve
Kuzey Suudi Arabistan olarak bilinen bölgeden çıkan bir grup
insan, diğer topluluklardan farklı bir dil konuşuyor, şehirlerde
oturuyor, hukuki düzene dayalı bir monarşi ile yönetiliyor ve
yazıyı kullanıyorlardı. Bu toplum, Sümerlerdi. M.Ö. 3000’den
itibaren büyük şehir devletleri kurarak gittikçe genişlemiş, geniş
kitleleri kontrol altına almışlardı.
Sümerler, ilerleyen tarihlerde, Akad toplumu tarafından
yenilgiye uğratılarak kontrol altına alınmışlardır. Ancak Akadlar,
Sümerlerin kültürünü, dinini, sanatını, hukukunu, yazısını, devlet
yapısını ve edebiyatını benimseyerek, Mezopotamya uygarlığının
devam etmesini sağlamışlardır.
Sümerler döneminde teknolojiden sanata, hukuktan edebiyata
kadar tüm alanlarda önemli gelişmeler yaşanmıştır. Sümerlerin
gelişmiş ticaretleri ve güçlü bir ekonomileri vardı. Tunç metalürjisi,
tekerlekli araçlar, tekneler, heykeller ve anıtsal yapılar bu dönem-
deki hızlı gelişimin günümüze ulaşan kanıtlarından birkaçıdır.

332
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Ayrıca Sümerlerin, günümüze kadar ulaşamamış olan birçok el


sanatına da sahip olduğu bilinmektedir. Mezopotamya kentleri
için önemli bir dış satım malı olan yün dokumaların dokunup
boyanması da, gelişmiş yan sanatlara örnek olarak verilebilir.
Sümerlerin toplumsal alanda da gelişmiş bir yapılanması var-
dı. Sümer devleti monarşik bir yapıya sahipti. İktidarda bulunan
rahip-kral, devleti bir dizi bürokratlar yardımıyla yönetiyordu.
Yardımcıları, hasattan sonra, ürünleri halk arasında paylaştırır,
toprakları gezip gözlem yaparlardı. Sümerlerin sahip olduğu
yönetim sisteminin temelini bürokrasi oluşturmaktaydı. Her
bölgedeki rahip, orada yaşayan halkın sorumluluğunu üstüne
alır ve özellikle büyük şehirlerde gıda paylaşımının dikkatli bir
şekilde yapılmasını sağlardı. Rahiplerin bu çalışmaları kaydedi-
lerek saklanırdı.
Günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce yaşamış olan Sümerlerin
sosyal, sanatsal, bilimsel ve ekonomik alandaki yaşantıları, evrim-
cilerin öne sürdükleri sözde “ilkelden gelişmişe doğru ilerleyen
insan” modeliyle tamamen çelişmektedir. Sümerlerin inşa etmiş
olduğu büyük medeniyet hem kendi devrinde son derece ileri-
dir hem de günümüzde dahi pek çok toplumla kıyaslandığında
oldukça gelişmiş bir medeniyettir.
Sümerler, matematikte sayı sistemini uygulamışlardır.
Günümüzde kullanılan 10 sayısına dayalı matematik sistemi ye-
rine, 60 sayısına dayalı bir matematik sistemi kullanmışlardır. 60
sayısı, halen bazı hesaplamalarda önemli bir yer tutar, bir saatin
60 dakikadan, bir dakikanın 60 saniyeden oluşması ya da dairede
360 derece olması gibi... Bu nedenledir ki, geometri ve cebirin
de ilk formüllerini ortaya koyan Sümerlerin matematik bilgileri,
günümüz matematiğinin temeli olarak kabul edilir.
Ayrıca Sümerler, astronomide oldukça ileri bir düzeye ulaş-
mış; ay, yıl, gün hesaplarını günümüzle neredeyse aynı şekilde
yapmışlardır. 12 aydan oluşan bir takvime sahip olan Sümerlerin

333
YÜZYILLARIN SIRLARI

takvimini, Antik Mısırlılar, Yunanlılar ve bazı Semitik toplumlar


da kullanmıştır. Bu takvime göre, bir yıl kış ve yaz olmak üzere
iki mevsimden oluşmaktaydı. Yaz mevsimi ilkbahardaki gün
dönümünde, kış mevsimi ise sonbahardaki gün dönümünde
başlıyordu.

Zaman Kapsülleri
Sümerler, “Ziggurat” adını verdikleri kulelerde uzayı incele-
mişlerdir. Güneş ve Ay tutulmalarını önceden saptayabildikleri,
çeşitli kayıtlarda açıkça görülmektedir. Sümerlerin bir diğer
astronomik bulgusu da, pek çok takımyıldızın haritasını çıkar-
mış olmalarıdır. Güneş ve Ay’ın yanı sıra; Merkür, Venüs, Mars,
Jüpiter ve Satürn’ün de hareketlerini takip edip kaydetmişlerdir.
Bundan 5000 yıl önce Sümerlerin uzayla ilgili yaptıkları bilimsel
saptamalar, bugün uzay araçlarından gönderilen görüntülerle
doğrulanmaktadır.
Hiç şüphesiz bu durum, tarihin evrimi iddialarıyla tamamen
çelişmektedir. Ortada, günümüzün dev teleskopları, gelişmiş
bilgisayarları, her türlü teknik alt yapıya sahip gözlem merkez-
leri sayesinde ancak yeni elde edilmiş bilgileri, bundan 5000 yıl
önce keşfetmiş bir topluluk vardır. Bu durumda evrimci bilim
adamlarının yapması gereken, ön yargılarını bir kenara bıra-
karak, bilimsel ve tarihsel bulguların onlara gösterdiği gerçeğe
göre hareket etmektir. Ve bu gerçek, Darwinistlerin iddia ettiği
gibi, medeniyetlerin sürekli ilkelden gelişmişe doğru ilerlediği,
toplumların ve kültürlerin evrim geçirdiği tezinin bilimsel ve
tarihsel bir geçerliliği olmadığını göstermektedir. Medeniyetler
kuran, besteler yapan, sanat eserleri meydana getiren, görkemli
yapılar inşa eden, uzayla ilgili araştırmalar yapıp önemli veriler
elde eden, bilimsel gelişmelere imza atan, teknolojik buluşlar or-
taya koyan insanın tarihini sözde evrimsel bir süreçle açıklamaya
çalışmanın temelinde yatan neden, birtakım ideolojik kaygılardır.

334
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Bilim adamlarına yakışan tavır ise ideolojik kaygılara göre değil;


deneylere, bulgulara, gözlemlere kısaca bilimsel verilerin ortaya
koyduğu delillere göre davranmaktır.

335
YÜZYILLARIN SIRLARI

TANRILAR SAVAŞI: TİTANOMAKİA

Yüz Kollu Devler


“Titan tanrılarla Kronos oğulları
Ki birileri mağdur Titanlar, Uthrys’te,
Öbürleri, tüm nimetleri verenler,
Olimpos’un tepesinde oturanlar,
Uzun zamandan beri savaşıyorlardı
Güçlü saldırılarla birbirlerine girerek.
Yürekleri hınçla dolup taşarak
Tam on yıl cenkleşti durdular
Bitip tükenmek bilmiyordu bu kavga
Belli değildi kimin kazanacağı...” 
Zeus, Kronos’u yenmekle egemenliği ele alamadı. Olimposluların
saltanatı ancak kendilerinden önceki kuşakla on yıl süren bir
savaştan sonra kurulabildi. Bu başarının da ancak “Yüz Kollu
Devlerin” yeraltındaki korunaklardan çıkarılmaları ile sağlana-
bildiği belirtilir. 
“Thessalia’nın yüksek doruklarındaki bir savaş sahnesi
Daha büyük olmazdı gümbürtü
Biri çökerken öteki düşse üstüne onun

336
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Böylesine büyüktü gümbürtüsü birbiriyle cenkleşen Tanrıların.


Rüzgârlarda karışıp bu kaynaşmaya
Savuruyorlardı sarsılan toprağı
Şimşekleri, yıldırımları, gümbürtüleri
Büyük Zeus’un bu savaş silahlarını
Bir yandan öbür yana taşıyorlardı
Savaşların bağırış çağırışlarını”. 

Tasvir edildiği gibi, Büyük Tufan’dan önceki savaş sahneleri


bunlar... Konuyu yeniden modern bir anlatım tarzıyla ele alırsak
ortaya şöyle bir tablo çıkarabiliriz: 

“Devler, Tanrılar Savaşı (TİTANOMAKİA)


Devasa makineler (ROBOTLAR)
Devasa makinelerin içindeki akıllı bilge kişiler,
(PİLOTLAR)...”

Eskiler Tufan’dan sonra ilkel bir duruma düştükleri için


kendi çağlarında bulunmayan ileri teknolojiyi kullanan insanları
olağanüstü addediyorlardı. İnsanlığın hafızası adeta silinmişti.
Sistemi çökmüş bir hard disk gibiydi. Bir de buna kapasitesizlik
eklenince, o döneme has kilobayt problemli insanlar da yeryüzü-
ne gelince; kendilerini aşan her konuyu, objeyi Tanrı gibi tasvir
ediyorlardı.
Doğal olarak bugün de olduğu gibi; her olay, zihni kapasite-
sizliğiyle veya art niyetle yorumlamaya açık bir Antropomorfizm’e
dönüşüyor.
Kur’an’da Hz. İbrahim kıssası çok önemlidir. Hz. İbrahim
önce Ay’ı, sonra yıldızları, sonra da Güneş’i ulaşılamaz kudretli
varlıklar olarak görmüş, algılamış tam tapmaya meyletmişti ki

337
YÜZYILLARIN SIRLARI

bunların yerinde kalmadığını, değiştiğini, kudretlerinin sınırlı


olduğunu; bu varlıkların ancak eser olabileceğini kavrayarak “Eser
Sahibi”ni anlayabilmişti. Buna mantıki olarak “tikelden tümele
varma” yöntemini kullanarak; “Eserden müessire ulaşmak” de-
nir. Bu defa kendisini müessir’in idraki kapladı. Ve her şey onun
iradesiyle ayan beyan görmeye başladı. Mudrik (Allah’ın iradesi)
cüzzi iradeyi (kulun iradesini) kuşattığı için onun “ben”den,
“ego”dan sıyrılmasını sevdi ve yanına aldı.
Atlantis’e gönderilen bir birlikten söz etmiştik daha önce. Bu
birlik zaman zaman Olimposluları vuruyordu. Her iki bloğun da
müttefik güçleri vardı. O zamanın belki de bugünkü cadı kazanı
gibi yanan Ortadoğu’su da burasıydı. Orada tüm savaş araçlarının
denemeleri yapılıyordu. Irak’ta yapıldığı gibi…
Her iki taraf kuvvetleri de amansız, güçlü saldırılarla birbirlerine
girerler. 10 yıl süren bu savaşta her iki tarafında da durumu hemen
hemen aynıdır. Zeus uzun gayretlerle iktidar mücadelesi yapmış.
Bu savaşı da Zeus’un lehine döndürenler “100 kollu devler”i,
kamufle edilmiş yeraltı sığınaklarından çıkaranlar olmuş.

Nedir Bu 100 Kollu Devler? 


Bize göre bu devasa çok gelişmiş silahlarla donatılmış içinde
pilotları olan Dev Tanklar ve bir nevi yap-boz gibi bir araya gelip
dağılabilen yer ve hava taarruz sistemleridir. Diğer taraftan bu
savaş araçlarının oynar başlıklı olması, “ahtapot gibi birçok kolu
vardı, her yere yetişiyordu” benzetmesine de sebep olmuştur
diye düşünülebilir.
Bu dev Robot makineler yer altındaki özel sığınaklardan çıka-
rıldılar. Sonra savaş korkunç bir seyir alınca Tufan gerçekleşiyor.
Tufan’dan öncesi bu savaşa, mitolojide, akıllara ziyan bir görüntü
verdiği için, “TİTANOMAKİA” deniyordu: Tanrılar Savaşı!
ABD-İsrail İttifakının Yıldız Savaşları Projesi: Titanomakia
mı?

338
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Devasa makineler savaşı, atom savaşları ve çeşitli savaşlar,


örneğin “İsrail-ABD Yıldız Savaşları Projesi” gibi birçok proje
üretmiş; neticede bu korkunç boyutta ve tahribatı olan silahlar
bozulmuş, Dünyanın kaderi korkunç bir geleceğe doğru sürük-
lenmişti. (Günümüzde olduğu gibi bu uygarlıklarda da genetik
mühendisliği pek ileri gitmiş ve insansı kobaylar yapılmıştı. Bu
arada silah türlerinden “tüm kâinatta aksiyon başlatabilecek”
bütün maddenin atım yapısını bozarak adeta kendi kendini yok
etmesini sağlayacak sistemler üzerinde Şeytani bir hırs ve düş-
manlıkla çalışılmıştı.)
Nükleer kuvvet olmazsa atom olmaz. Zayıf kuvvet olmazsa
elektron olmaz. Çekim kuvveti olmazsa Dünya olmaz, Güneş
olmaz... Kâinat olmazdı...
Bu kuvvetlerden bir tanesinin yokluğu veya bir tanesinde
meydana gelebilecek ufak bir hesap hatası tüm kâinatın tuz-buz
olması demektir. Adeta hard diskin çökmesi gibi... 
İş işten geçtikten sonra dönemin uygarlıklarının önde gelenleri
bir araya toplandılar, lakin yapacak bir şey yoktu artık. Çünkü
bela istenmişti, davet edilmişti, o da yola çıkmıştı artık... 
İşte bu dönemde Hz. Nuh insanlığın bu dehşet anında onları
sürekli uyarmıştı. Onlar alay ediyor, Hz. Nuh’a ise dev gemiyi
emrolunduğu gibi inşa ediyordu... 

Yeryüzüne Bırakılan İşaretler


Nuh’un dev gemisinde kalanlar bu özel olayları nesillere ak-
tarmak için şifreler düşündüler. Çocuklarına aktardılar. Onlar da
kendi çocuklarına aktardılar. Dünyanın her tarafına, yoldan çıkan
uygarlıkların akıbetlerini anlatmak için devasa eserler yaptılar. 

339
YÜZYILLARIN SIRLARI

MU VE ATLANTİS

Kıyamet Savaşı
Binlerce yıl önce iki ayrı uygarlık, dünyaya hükmetmek için
savaşıyordu.

ATLANTİS ve MU...
Bir de Atlantis’in ve Mu’nun hükmünde olan tıpkı bugünkü
gibi devletler vardı ortada. 
Dünya asırlarca barış nedir bilmemişti, iki bloğun mütte-
fikleri bu korkunç savaşta her çeşit silahı kullanıyorlardı. Bu
silahlardan bazılarını insanlık her geçen gün yeniden keşfedip
ortaya çıkarmaktadır.
Atlantisliler, beyni etkileyen silahların uzmanıydı. Bunlar
çeşitli hayaller görmeyi sağlıyorlardı. 
MU’nun sakinleri NOA CALLER ise, ayarına göre düşmanı
felce uğratan ve öldürebilen türde silahlar yapıyorlardı. 
ATLANTİS ve MU, savaşıyorlardı... 
Ama nasıl olduysa olaylar kontrolden çıktı.
Kusursuz silahlardan biri bozulmuş ve dünyanın kaderi
çizilmişti. Birkaç yıl içinde parçalanıp tüm gezegeni felakete
sürükleyeceğinden korkuluyordu. 
Ve bu savaş sahneleri tüm çıplaklığıyla Mitolojik üslupla
anlatılmaya çalışılmıştı. 

340
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Atatürk ve Mayalar
James Churchward’ın dört ciltlik “Batık Kıta Mu Uygarlığı”
adlı eserlerinde, 12.000 yıl önce Asya ve Avrupa’yı Uygur
İmparatorluğu’nun yönetmiş olduğu görüşünü savunmuştur.
Uygurlar, Mu İmparatorluğu’nun devamıydı... Mu’lar ise
insanlığa uygarlığı öğreten millet...
Mayalar ise Mu’ların devamı...
Atatürk’ün Mu ve Mayalarla ilgilendiğini hepimiz biliyo-
ruz...
Mayaların dillerinde çok Türkçe söz olduğunu Atatürk
biliyordu. Bir meraklı emekli paşayı Meksika’ya maslahatgüzar
olarak gönderdi. Ona Mayaları inceleme görevi verilmişti. Tahsin
Paşa’nın sonra Mayatepek soyadını aldı. “Tepek” Mayacada
“tepe” demek...
Mu ilk uygarlık... Devamı Uygurlar...
Kazım Mirşan “Ön-Türkler” diyerek ve yazıtları okuyarak
boşluğu dolduruyor... Sümerler yedi bin yıl önce... “Tarih Sümer’le
başlar” diyenler var. Belki Atatürk de Muazzez İlmiye Çığ gibi,
Sümerlerin de Türk olduğunu düşünüyordu...
Sonra Sakalar, Hunlar, Göktürkler ve devamı...
Bilge Kağan şöyle demiş:
“Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında ortasından insa-
noğlu yaratılmış. İnsanoğlunu yönetsin diye Atam Bumin İstemi Kağan
yaratılmış.”

341
YÜZYILLARIN SIRLARI

BÜYÜK TÜRKİYE STRATEJİSİ


VE ÇÖZÜLEN KRİPTO DEVLETİ

Milliyetçi Toplumcu Ana Doktirin


Merhum Kurmay Albay Abdülvahit Erdoğan, yıllar önce ne-
rede basıldığı ve yayımlanma tarihi olmayan “BÜYÜK TÜRKİYE
STRATEJİSİ” isimli eserini, bu stratejiyi ”hayata geçirecek” gele-
ceğin dava adamlarına miras bırakmıştı. Çünkü biliyordu ki kitap
günü geldiğinde, üzerine yakıştığında “o adamları” bulacaktı.
“Kara Vahit” mahlasıyla ve teşkilatçılığıyla meşhur Abdülvahit
Erdoğan, bu stratejinin temellerini atarken şu duayla çıkmıştı
yola:

“YARABBİ
- Biz Türkleri ilminle zengin eyle!
- Güler yüz ve iyi huylarla lütuflandır!
- Öfkelerimizi tutacak sabır ve tahammülü üzerimizden eksik
etme!
- Sağlıkla güzelleştir!
- Memleketimizi mamur eyle!

342
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

- Devletimizi ebediyete kadar hür ve müstakil olarak muhafaza


eyle!
- Bütün dünyaya hidayet nurunu saçma imkân ve fırsatını bizden
esirgeme!
ÂMİN”
(s. 211)

Eserinde, “Türk ve İslâm olan milletimizin sosyal ve iktisadi


bünyesini esas almak suretiyle doktrinimizi geliştirdik…” diyen
Abdülvahit Erdoğan, bu konuda yazdığı marşın son kıtasında
da:
“(…)
Büyük Türkiye davan ilk hedefin olacak. Sonunda Türk Birliği
elbette kurulacak. İslamiyet nurunu saçınca bu birliğe Bütün emellerimiz
ufuklarda doğacak!” diyordu.
Mısralarıyla “MİTAD” ın yani “MİLLİYETÇİ-TOPLUMCU
ANA DOKTİRİN”i ve çalışmaları da hayata geçmiş oldu.
Kurmay Albay, “KARA VAHİT”in bu “BÜYÜK TÜRKİYE
STRATEJİ”si isimli eserinde birtakım ülkelerin analizleri yapılır.
Askeri “jeopolitik, jeostratejik” bir analizdir bu!
Eserinde, İsrail’e özel dikkat çekmiş ve bu devleti analiz
ettikten sonra yakın milli hedeflerini belirlemiş ve bu yakın milli
hedefler içinde “İsrail’in Yahova Krallığı” için ilk çözülmesi
gereken “Öncelikli Devletlerin” Israel/İsrail devletinin isminde
kriptolandığını deşifre etmiş!
Daha 1960’lı yıllardan itibaren azami dikkat çekilen İsrail’in
şifre ülkelerle başlatacağı “Ahir Zaman Savaşları” serisi bugün
yakından müşahede ettiğimiz gibi çeşitli bahanelerle teker teker
yürütülüyor.
Peki hedef ne?

343
YÜZYILLARIN SIRLARI

Bu meyanda, yaptığımız araştırmaların neticesinde; tarihi


vesikalar arasına gömülen bilgileri ve şifreleri çözdüğümüzde
ortaya şunlar çıkıyor:
• “Büyük” veya “Genişletilmiş Ortadoğu Stratejisi” isimle-
riyle kamufle edilen ve ABD Dışişleri Bakanı Condaleza Rice’ın
“22 ülkenin sınırları değişecek” açıklamasının ardından Irak’ın
işgaliyle başlayan savaş, aslında Tevrat’ta bahsedilen (MEGİDDO)
3. Dünya Savaşı mı?
• Bu savaşta vurulacak kilit ülkeler, “İ, S, R, A, İ, L” harfle-
rinde mi gizli?
• Kilit ülkelerin ardından oluşacak “TEK DÜNYA İMPARATORLUĞU
KONSEYİ” nihai “ZAFER VURUŞU”nu hangi ülkeye yapacak?
• ABD, İsrail planları gereği, Balkan-Kafkas ve Ortadoğu
ülkelerini “YAKIN DOĞU DEVLETİ” adı altında mı yapılandırılıp
kontrol edecek?
• “TÜRKİYE” ve “KRİPTO ÜLKELER” bu plan dâhilinde
eyaletlere nasıl bölünecek?
• Dönemin ABD Dışişleri Bakanı James Baker’ın Özal’a teklif
ettiği “ÜÇ İSRAİL PLANI” nedir?
• ABD savaş sonrası Ortadoğu’da kurulacak Kürdistan’a
“ikinci”, onu himaye edecek TÜRKİYE’ye ise “ÜÇÜNCÜ İSRAİL”
rolünü mü verdi?
• Tevrat’ta İsrail Tanrısı YEHOVA’nın ahid aldığı; “Petrollü
Topraklar (Oily lands), Sulu topraklar (Watery Lands), Kutsal
topraklar (Holly Lands)” ülkesi neresi?
• İbrani Havra literatüründe İSRAİL, gerçekten de “Tanrıyla
güreşen, onunla mücadele eden” mi demek?
• M. Tevrat ayetlerine göre Hz. Yakup Tanrı ile mi güreşti?
Kendilerine bundan dolayı mı “İsrailoğulları” dendi?
• Uzay çağında Kabala Merkezi’nde insanlar çöplerden yemek
yerken, “Piramidin Tepesindekiler” nasıl bir hayat sürüyor?

344
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

• Kabala kaynaklı ritüellerle çözülen “Şeytanların Şifreleri”,


“Liderlerin ve Toplumların” Zihinlerini kontrol altına almak için
mi kullanılıyor?
• “Markalar”, “Logolar” birer “DAVİD MEGAN MUSKASI”
mı?
• İstihbarat kaynakları Güneydoğu’daki “turist” görüntüsü
altında ajan trafiğinin yoğunlaştığına dikkat çekiyor… GAP’a
gösterilen bu İsrail ve MOSSAD ilgisinin stratejik anlamı nedir?
• Türkiye, İran’ın nükleer tesislerine saldırılmasına seyirci
kalırsa, GAP’ın bombalanmasına açık kapı mı bırakır?
• “Sevseniz de sevmeseniz de, fetihle veya anlaşmayla biz
‘Dünya Hükümetine’” kavuşacağız!” (James Warburg, 17 Şubat
1957 ABD Senato Komisyonu) derken neyi kastetmişti?
• İsrail Toprakları’nın Tevrat’a göre sınırları:
Güneyde tüm Sina Yarımadası ve buna ek olarak Kuzey
Mısır’ın Kahire’ye kadar uzanan bir parçası; doğuda, Ürdün’ün
tamamı ve Suudi Arabistan’ın kuzey bölgesi; Kuveyt’in tümü ve
Irak’ın çok büyük bir bölümü; kuzeyde Lübnan’ın ve Suriye’nin
tamamı ve buna ek olarak Türkiye’nin Van Gölü’ne kadar uza-
nan büyük bir parçası; ve batıda KIBRIS!” (Israel Shahak, Jewish
History, Jewish Religion, s. 9) şeklinde mi çizilmişti?
Abdülvahit Erdoğan’ın, “BÜYÜK TÜRKİYE STRATEJİSİ”
adlı çalışmasından, önemli olduğunu düşündüğümüz birkaç
alıntı daha yapmak istiyoruz:
“1940 yılından itibaren memleketimizin içinde bocaladığı sosyal ve
iktisadi zaruretler karşısında 1946 ihtilali komitesinde vazife almış ancak
1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidarı kazanması üzerine bu ihtilalin
yapılmasına lüzum kalmamıştı. (Lakin Demokrat partinin lağvıyla) 1960
yılında durumu düzeltmek ve memleketi hal yoluna koymak hevesiyle
hayatımı, çoluk çocuğumu, istikbalimi tehlikeye atmada bir an tereddüt
etmedim. Fakat pek çok üzüntüyle memleket hesabına beslediğim emel
ve arzuların tahakkuku şöyle dursun, ihtilalin Cumhuriyet Halk Partisi

345
YÜZYILLARIN SIRLARI

ve birkaç profesörün el ele vermesiyle sabote edilmesi sonunda Türkiye


evvelkinden daha beter bir duruma düşürüldü. Her unsuru ile başarılmış
ihtilal, içeride belirli bir zümrenin çıkarına işleyen bir mekanizma, dışarıda
ise başka milletlere ibret, ders, bir deney haline getirildi.” (s.9)
“Türk ve İslâm olan milletimizin sosyal ve iktisadi bünyesini esas
almak suretiyle doktrinimizi (MİTAD) geliştirdik…”(s.11)
“Kuzey’de, Rusya-Bulgaristan; Batı’da Yunanistan ve Güney’de
muhtemel gelişimini de hesap ederek, İsrail gibi amansız düşmanların fiili
sıcak bir taarruzuna karşı koyabilecek yine bu düşmanların ve bunlara
ilaveten Müslüman Türk’ün bekasına kastetmiş olan diğer gayri müslim
alemin sinsi, soğuk taarruzlarına dayanabilecek kudrette maddi ve manevi
yönden her çeşit silahla teçhiz edilmiş, dünyanın hiçbir devletine hiçbir
şekil ve surette muhtaç olmayan, kendi kendi kendine yeterli bir ‘Büyük
Türkiye’nin inşası’ milli hedefimiz olmalıdır.”(s. 41)
“MİLLİ İMKÂN VE KABİLİYETLER
1- Manevi imkân ve kabiliyetler
2- Maddi imkân ve kabiliyetler

BÜYÜK TÜRKİYE’NİN DAYANDIĞI PRENSİPLER


* İçersinde bulunduğu jeopolitik zorunluluklar
* Sınırdaşı ve yakın komşu devletlerin milli gayeleri (Muhtemel
tehlikeler)
* Dünya jeopolitiği içindeki durumu
* İktisadi zorunluluklar
* Tarihi haklar
* Zaman etkisi
* Sosyal etkiler
* Memleketin imkân ve kabiliyetleri Milli hedefleri olmayan bütün
devletler ‘Bitkisel hayat’tadırlar.” (s.18)

346
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

“YAPISI İTİBARİYLE HALKIMIZ:


1. İSLÂMİ GRUPLAR
2. MİLLİYETÇİLER
a. MÜSLÜMAN MİLLİYETÇİLER
b. ŞAMAN MİLLİYETÇİLER
3. SOLCU GRUPLAR
a. GİZLİ SOLCULAR
b. DEŞİFRE OLMUŞ SOLCULAR
c. İKTİSADİ GÖRÜŞÜ SOL OLANLAR olarak tanımlanabi-
lir.”

347
YÜZYILLARIN SIRLARI

ŞEYTAN

İblis’in İsyanı
Her kim olursanız olun, sonsuz bir azap çekmenizi isteyen,
bütün varlığını buna adamış olan, son derece tehlikeli bir düş-
manınız var: Şeytan. Bir başka deyişle, Allah’ın lanetlediği ve
huzurundan kovduğu İblis ve onun takipçileri.
O en büyük düşmanımız. Bir efsane ya da bir masal değil,
gerçeğin ta kendisi.
İnsanlık tarihinin her aşamasında var oldu.
Yaşamış ve ölmüş milyarlarca insanı ateşin içine çekti ve
hâlen çekiyor.
Hiçbir zaman ayırım yapmaz.
Genç, yaşlı, kadın, erkek, devlet başkanı veya dilenci fark
etmez. Her insan bu düşmanın hedefidir.
Bu yazıyı okurken de sizi gözlüyor ve planlar yapıyor.
Tek arzusu var; olabildiği kadar çok insanı kendisiyle beraber
Cehennem’e sürüklemek. Zafer kazanması için insanların kendi-
sine tapınması veya çok uç sapkınlıklar yapmaları gerekmiyor.
İnsanlardan mutlaka Allah’ı inkâr etmelerini de istemiyor. Zaten
Allah’ı kendisi inkâr etmiyor ki, insanlardan özellikle bunu istesin!
Onun tek isteği insanları Allah’ın dininden ve Kur’an’dan uzak

348
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

tutmak, halis olarak Allah’a ibadet etmelerini engellemek, bunun


sonucunda sonsuz azap çekmelerini sağlamak. Hatta kimi zaman
dindarlık maskesi altında, Allah’ın adını kullanarak insanları
gerçek dinden uzaklaştırıp saptırıyor. Bu da insanları kendisiyle
beraber Cehennem çukurunun içine çekmek için yeterli. Hangi
vesileyle olursa olsun, onu takip edenlerin sonu hiç değişmiyor:
“Kim onu veli edinirse, şüphesiz o (Şeytan) onu şaşırtıp saptırır ve onu
çılgın ateşin azabına yöneltir.” (Hac Suresi, 4)

Şeytan’ın İsyanı
Kur’an’a göre Şeytan, ilk insan olan Hz. Âdem’den bu yana
insan neslini Allah yolundan saptırmak için çaba harcayan ve
Kıyamet’e kadar da harcayacak olan varlıkların genel adıdır. Tüm
Şeytanların atası ise, Hz. Âdem’in yaratılmasıyla birlikte Allah’a
isyan eden İblis’tir.
Kur’an’dan öğrendiğimize göre, Allah Hz. Âdem’i yaratmış
ve meleklerden ona secde etmelerini istemişti. Melekler Allah’ın
emrini yerine getirirken, cinlerden olan İblis Hz. Âdem’e secde
etmedi. Kendisinin insandan daha üstün bir yaratık olduğunu
öne sürdü. Bu itaatsizliği ve küstahlığı yüzünden Allah’ın huzu-
rundan kovuldu.
Allah’ın huzurundan ayrılmadan önce, insanları da kendisi gibi
saptırmak için Allah’tan süre istedi. Allah da ona Kıyamet gününe
kadar süre tanıdı. Böylece İblis’in insana karşı verdiği mücadele
başladı. Allah İblis’i ve ona uyanları Cehennem’e dolduracağına
hükmetti. Allah, Kur’an’da bu olayı şöyle haber vermiştir:
“Andolsun, biz sizi yarattık, sonra size suret (biçim-şekil) verdik,
sonra meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dedik. Onlar da İblis’in dışında
secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı.
(Allah) dedi: ‘Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan
neydi? (İblis) dedi ki: ‘Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu
ise çamurdan yarattın.’

349
YÜZYILLARIN SIRLARI

(Allah:) ‘Öyleyse oradan in, orada büyüklenmen senin (hakkın)


olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin.’
O da: ‘(İnsanların) dirilecekleri güne kadar beni gözle(yip ertele)’
dedi.
(Allah:) ‘Sen gözlenip-ertelenenlerdensin’ dedi.
Dedi ki: ‘Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları (insanları
saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) otura-
cağım.’
‘Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve solla-
rından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.’
(Allah) Dedi: ‘Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak oradan çık.
And olsun, onlardan kim seni izlerse, Cehennem’i sizlerle dolduracağım.’”
(Araf Suresi, 11-18)
İblis böylece Allah’ın huzurundan kovulduktan sonra,
Kıyamet’e kadar sürecek olan mücadelesine başladı. İnsanları al-
datarak saptırmak için onlara sokuldu. İlk büyük tuzağı, Cennet’te
yaşamakta olan Hz. Âdem’i ve eşini kandırarak onları Allah’ın
emrine isyana sürüklemesiydi. İnsanlık tarihinin başlangıcındaki
bu olay Kur’an’da şöyle anlatılır:
“Ve ey Âdem, sen ve eşin Cennet’e yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden
yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.
Şeytan, kendilerinden ‘örtülüp gizlenen çirkin yerlerini’ açığa
çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabb’inizin size bu ağacı
yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan
kılınmamanız içindir.’
Ve: ‘Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim’ diye yemin de etti.
Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp
yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini Cennet yapraklarından ört-
meye başladılar. (O zaman) Rableri kendilerine seslendi: ‘Ben sizi bu
ağaçtan menetmemiş miydim? Ve Şeytan’ın sizin gerçekten apaçık bir
düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?’

350
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Dediler ki: ‘Rabb’imiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışla-


mazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız.’
(Allah) Dedi ki: ‘Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde
belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta (geçim) vardır.’
Dedi ki: ‘Orda yaşayacak, orda ölecek ve ordan çıkarılacaksınız.’”
(Araf Suresi, 19-25)
Hz. Âdem Allah’a tövbe etti ve Allah onu bağışladı. Ancak
İblis’in insanların aleyhine yürüttüğü mücadelesi bu olayla son
bulmadı. Kur’an’ın Maide Suresi’nde bildirildiği gibi Şeytan Hz.
Âdem’in iki oğlundan birini aldattı ve onu kardeşini öldürmeye
sürükledi. (Maide Suresi,27)
O tarihten sonra da İblis insan neslinden pek çok kişiyi
kandırdı ve kendi safına çekti. Öte yandan diğer cinlerden de
pek çok yandaşı oldu. İblis’in yolunu izleyen bu cinler, aynı
onun gibi insanları saptırmak için onlara sokulmaya, onların
“kalplerine gizlice vesvese vermeye” (Nas Suresi, 4) başladılar.
İblis’in yandaşı olan bu cinler ve insanlar da onun sahip olduğu
“Şeytan” sıfatını kazandılar.
Şeytan, “uzak olmak” kökünden gelen bir kelimedir ve Allah’ın
rahmetinden kovulup uzaklaştırılmış her azgın ve isyankâr ku-
lun sıfatıdır. Dolayısıyla insanoğlunun karşı karşıya olduğu en
büyük tehlike olan Şeytan, liderliğini İblis’in yaptığı bir grup cin
ve insandır. Bu cin ve insanlar, İblis’in yolunu izlerler, kendileri
saptıkları gibi diğer insanları da saptırmaya çalışırlar. “Cinni”
(cinlerden olan) Şeytanlar, insanlar tarafından görülmedikleri için
kendilerini onlara fark ettirmeden yanaşır, zihinlerine saptırıcı
düşünceler sokarlar. “İnsi” (insanlardan olan) Şeytanlar ise diğer
insanlara açıkça sokulur, onları Allah’ın yolundan alıkoymak
için telkinde bulunurlar. Bu, insanın yakın dostu gibi görünen
bir insan olabileceği gibi, toplumda kabul gören bir “fikir ada-
mı” da olabilir. Kur’an’da, bu tehlikeye karşı müminlere şu dua
öğretilmektedir:

351
YÜZYILLARIN SIRLARI

“De ki: İnsanların Rabb’ine sığınırım.


İnsanların malikine,
İnsanların (gerçek) ilahına;
‘Sinsice, kalplere vesvese ve şüphe düşürüp duran’ vesvesecinin
şerrinden.
Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu
fısıldar);
Gerek cinlerden, gerekse insanlardan.”(Nas Suresi, 1-6)
Şeytan insana bu denli sinsice yaklaşabilen bir düşman oldu-
ğuna göre, ondan sakınmak için azami dikkat göstermek gerekir.
Bunun en başta gelen şartı, Şeytan’ı tanımaktır. Şeytan’ı tanımak
için ona baktığımızda ise, oldukça garip, oldukça esrarengiz bir
mantığa sahip olduğunu görürüz. Önce İblis tarafından kullanı-
lan ve sonra da onun tüm takipçileri tarafından devralınan bu
mantığın temelinde, kibir ve büyüklenme yatmaktadır.

Şeytan’ın Hastalığı: Kibir


Kur’an’daki Şeytan kıssasında, İblis’in Allah’a isyanının sebebi
şöyle bildirilir:
“(Allah) Dedi: ‘Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan
neydi?’ (İblis) Dedi ki: ‘Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın,
onu ise çamurdan yarattın.’” (Araf Suresi, 12)
İblis kendisinin daha üstün bir varlık olduğunu öne sürerek,
insana secde etmeyi reddeder. Ancak isyanını dayandırdığı temel
oldukça zahiri ve çürüktür. Kendisinin ateşten, insanın çamurdan
yaratıldığını belirtir ve ateşin çamura göre daha üstün bir mad-
de olduğunu öne sürer. Yani kibirlenmesinin bütün nedeni, iki
madde arasındaki fiziksel yapı farkıdır. Ancak yapıları ister çamur
ister ateş olsun, İblisi de insanı da Allah yaratmıştır. Yaratılmış
bir varlığın, kendisini yaratanın emrine, yaratıldığı maddeyi öne
sürerek isyan etmesi, hem büyük bir akılsızlık hem de büyük bir

352
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

nankörlüktür. Ancak İblis’in insana karşı duyduğu kıskançlık


ve içindeki büyüklük hissi bunu kavramasını engeller, fiziksel
bir farklılığa takılır ve kendisini yaratan Allah’ın emrine isyan
eder. İblis’in şuurunun, kendisini üstün ve farklı gördüğü için
kapandığı diğer ifadelerinden de anlaşılır:
“Dedi ki: Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın
beşere secde etmek için var değilim.” (Hicr Suresi, 33)
İblis kendisini Allah’ın yarattığını inkâr etmez. İsyanının
nedeni bu değildir. Aksine kendisini yaratanın Allah olduğunu
bizzat söyler. Ancak “ben ondan (insan) daha hayırlıyım, beni ateşten
yarattın, onu ise çamurdan yarattın,” der.
İblis’in bir diğer ifadesi ise şöyledir:
“Hani, meleklere: Âdem’e secde edin, demiştik. İblis’in dışında
(hepsi) secde etmişlerdi. Demişti ki: Bir çamur olarak yarattığın kimseye
ben secde eder miyim?”(İsra Suresi, 61)
Buradaki son ifade, İblis’in ne kadar büyük bir gaflet ve
yanılgı içinde olduğunu çok açık gösterir. Hz. Âdem’in yüceltil-
mesi, kendisinin ise geri planda kalması, hatta o kimseye secde
etmesinin istenmesi onu korkunç bir kıskançlığa sürükler. Bu ruh
hali içinde, Allah’a karşı itaatsiz bir tavır takınır:
“(Allah) Dedi ki: ‘Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde et-
mekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan
mı oldun?
Dedi ki: ‘Ben ondan daha hayırlıyım; sen beni ateşten yarattın, onu
ise çamurdan yarattın.” (Sad Suresi, 75-76)
İblis’in Hz. Âdem’e secde etmeyi reddetmesindeki Şeytani
zihniyet, Allah’ın elçisini kabul etmeyen, ona itaat etmeyi redde-
den kişilerde -bir başka deyişle insi Şeytanlarda da- görülmüştür.
Bu kişiler görünüşte kendileri gibi bir insan olan peygamberleri
Allah’ın elçisi olarak kabul etmeyi reddetmişlerdir. Allah’ın elçisi
olarak kabul edecekleri kimsede çok büyük bir üstünlük görmek
istediklerini söylemiş, bu üstünlüğün siyasi veya maddi bir güce

353
YÜZYILLARIN SIRLARI

dayanması gerektiğini iddia etmişlerdir. Hz. Muhammed (sav)


dönemindeki inkârcıların ifadeleri buna bir örnektir:
“Ve dediler ki: ‘Bu Ku’ran, iki şehirden birinin büyük bir adamına
indirilmeli değil miydi?’” (Zuhruf Suresi, 31)
Ya da inkârcılar elçiye iman etmek için, doğaüstü bir güç
veya başka boyuttan bir delil görmek isterler. Kur’an’ın birçok
ayetinde bu kişilerin isteklerine örnekler verilmiştir:
“Dediler ki: ‘Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle
inanmayız. Ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden bir bahçe olup
aralarından şarıl şarıl akan ırmaklar fışkırtmalısın. Veya öne sürdüğün
gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da Allah’ı ve
melekleri karşımıza (şahit olarak) getirmelisin. Yahut altından bir evin
olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim okuyabileceğimiz
bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız.’
De ki: ‘Rabb’imi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası
mıyım?’”(İsra Suresi, 90-93)
Elçilere muhalefet eden, onlara karşı savaşan insanların ka-
bullenemedikleri noktalardan biri işte budur. İnkârcılar kendileri
gibi normal bir insana elçilik verilmesini ve bu insana itaat etmeyi
gururlarına yediremezler. Bu haset ve kibir dolu isyan, İblis’in
Hz. Âdem’e secde etmeyi reddetmesiyle aynı temel üzerine ku-
rulmuştur. Ayetin devamında insanların çoğunun sırf bu yüzden
hidayete eremediklerinden bahsedilir:
“Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan
şey, onların: ‘Allah, elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?’ demelerinden
başkası değildir.”(İsra Suresi, 94)
İblis’in isyanına bir esrarengizlik hâkimdir. İblis ilim sahibi
bir varlıktır, Allah’ın varlığına bizzat şahittir. Etrafında melekler
vardır, insanın yaratılışından haberdardır. Allah’ın izzetini, gücünü
ve sonsuz Cehennem azabını da bilmektedir.
İblis’in ve onu izleyen tüm Şeytanların esrarengiz mantığı
burada gizlidir:

354
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Allah’ın varlığını ve birliğini bildiği halde onun hükmüne


karşı gelebilmek ve kâfirlerden olmak...
Bu son derece mucizevi bir olaydır. Çünkü bu bilgilere ve
ilme sahip olan İblis’in, çok üstün bir imana sahip olması gerekir.
Şuur seviyesi de aynı oranda yüksek olmalı, Allah’a son derece
itaatli ve saygılı olmalıdır. Oysa İblis en şuursuz kişinin bile cesaret
edemeyeceği bir işe kalkışmıştır.
İblis’in yapısındaki esrarengizlik bununla da kalmaz. İnsanlara
inkârı telkin etmek gibi çok büyük bir günah işlediği halde aslında
Allah’tan korktuğunu söyler:
“Şeytan’ın durumu gibi; çünkü insana ‘inkâr et’ dedi, inkâr edince
de: ‘Gerçek şu ki ben senden uzağım, doğrusu ben âlemlerin Rabb’i olan
Allah’tan korkarım’ dedi.”(Haşr Suresi, 16)
Bir başka ayette Şeytan’ın kâfirleri müminler aleyhine kışkırt-
tıktan sonra, onları yüz üstü bıraktığı ve Allah’tan korktuğunu
itiraf ettiği bildirilir:
“O zaman Şeytan onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara:
‘Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin
yardımcınızım’ demişti. Ne zaman ki, iki topluluk birbirini görür oldu
(karşılaştı) o, iki topuğu üstünde geri döndü ve: ‘Şüphesiz ben sizden
uzağım. Çünkü ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah’tan da
korkuyorum’ dedi. Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.”
(Enfal Suresi, 48)
İblis’in bir yandan Allah’ın varlığını, O’nun sonsuz gücünü
ve ilmini kabul edip, bir yandan da O’na bile bile isyan etmesi
son derece çelişkili bir durumdur.
Aynı şekilde, Allah’ın Kur’an’da bildirdiği emirleri yargıla-
maya, reddetmeye, Allah’ın hüküm verdiği bir konu hakkında
kendi kafasına göre muhakemeler yapıp, ilahi hükmü geçersiz
göstermeye çalışan herkesin durumu, İblisin hali gibidir. Bu kim-
seler de Allah’ın varlığını tıpkı İblis gibi bilirler, ancak kendilerini
bilmez tavırlarıyla onun konumuna düşerler.

355
YÜZYILLARIN SIRLARI

İblis itaatsizliği yüzünden küçük düşürülür, aşağılanır ve


Allah katındaki konumundan horlanarak kovulur. Gururu ve
kibri yüzünden isyan eden İblis, bu karakterine en ağır gelecek
muameleyle, aşağılanmayla kovulur. Allah’ın huzurundan ayrıl-
madan önce Allah’tan süre ve izin ister. Ancak bu süreyi Allah’tan
bağışlanma dilemek, O’na tekrar yönelmek ve pişmanlığını dile
getirmek için istemez. Amacı insanı da aynı aşağılık konuma
düşürebilmektir.
İşte Şeytan’ın insana karşı düşmanlığı ve mücadelesi böyle
başlamıştır. Ancak unutulmamalıdır ki Şeytan’ı da bütün özel-
likleriyle birlikte Allah yaratmıştır, o da Rabb’imizin kontrolünde
olan bir güçtür. Yani Şeytan’ın Allah’a karşı hiçbir müstakil gücü
yoktur. Ancak cahiliye toplumunda yaygın olan sapkın inanca
göre, Şeytan’la Allah arasında bir mücadele mevcuttur. Yine bu
insanlara göre şeytan, insanları saptırmayı başardığı zaman Allah’a
karşı zafer kazanmaktadır.
Oysa Şeytan bütün faaliyetlerini Allah’ın izni ve dilemesiyle
gerçekleştirebilmektedir. Ancak bu sayede insanların büyük bir
kısmı üzerinde etkili olabilir. Allah’ın izni dışında bir şey yapa-
maz. Kur’an’da Şeytan’ın istediği süre ve Allah’ın verdiği izin
şöyle bildirilmiştir.
“(Şeytan) Dedi ki: ‘Rabbim, öyleyse onların dirileceği güne kadar
bana süre tanı.’
(Allah) Dedi ki: ‘Öyleyse, sen (kendisine) süre tanınanlardansın.’”(Hicr
Suresi, 36-37)
Bir başka ayette Şeytan’ın aldığı izin şöyle belirtilmiştir:
“(Şeytan) Demişti ki: ‘Şu bana karşı yücelttiğine bir bak; and olsun,
eğer bana Kıyamet gününe kadar süre tanırsan, onun soyunu -pek az
dışında- kuşkusuz kendime bağlı kılacağım.’
(Allah) Demişti ki: ‘Git, onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz sizin
cezanız Cehennem’dir; eksiksiz bir ceza.’ (İsra Suresi, 62-63)

356
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Ayetlerden de anlaşıldığı gibi Şeytan Allah’ın irade ve takdiri


içinde faaliyet gösterir. Faaliyetleri insana zarar vermek içindir.
Zaten şeytan Allah’ın âlemlerin Rabbi olduğunun bilincindedir.
Hatta İblis, insanları azdıracağını belirtirken, Allah’ın büyüklüğü
adına yemin eder:
“Dedi ki: Senin izzetin adına and olsun, ben, onların tümünü
mutlaka azdırıp kışkırtacağım.” (Sad Suresi, 82)
Şeytan’ın insanları saptırmak için kullanacağı taktikler bile
yine Allah tarafından belirlenmiştir. Allah şeytanı huzurundan
kovmadan önce bunları ona bildirir:
“Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve
yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda on-
lara ortak ol ve onlara çeşitli vaatlerde bulun. Şeytan, onlara aldatmadan
başka bir şey vaat etmez.”(İsra Suresi, 64)
Burada unutulmaması gereken çok önemli bir nokta vardır:
Şeytan’ın Allah’ın kendisine tanıdığı imkân dışında bir gücü
yoktur. Şeytan’ın görevi, Cehennem için yaratılmış insanların,
ait oldukları yere gitmelerine vesile olmaktır. Şeytan’a uyanlar,
Allah’ın Cennet’ine layık olmayan, ahlak olarak hayvandan daha
aşağılık olan varlıklardır. Allah bunu ayetlerinde şöyle açıklar:
“And olsun, Cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda
kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar,
gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler.
Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil
olanlardır.” (Araf Suresi, 179)
Bunun yanı sıra şeytanın Allah’ın muhlis kulları üzerinde
hiçbir etkisi yoktur. Allah izin vermediği için, şeytan, müminleri
saptırmaya güç yetiremez. Allah, kendisini Allah’a adayan ve
O’na ortak koşmayan ihlaslı kullarını şeytanın saptırıcı etkisinden
korumuştur.
“Gerçek şu ki, iman edenler ve Rab’lerine tevekkül edenler üzerinde
onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı gücü yoktur.”(Nahl Suresi, 99)

357
YÜZYILLARIN SIRLARI

Sonuç olarak şeytanı da tüm diğer varlıklar gibi, Allah gö-


revlendirmiştir. Görevi, Allah’ın Cennet için yarattığı müminlerle
Cehennem için yarattığı diğer insanların birbirlerinden ayrılmala-
rına vesile olmaktır. Bu bir nevi temizlik anlamına gelir. Kalbinde
hastalık ve pislik bulunanlar, şeytan sayesinde müminlerden
uzaklaşır, ayrılırlar. Ayette şeytanın etkisinin yalnızca bu kimseler
üzerinde olacağı bildirilmiştir:
“Şeytan’ın (bu tür) katıp bırakmaları, kalplerinde hastalık olanlara
ve kalpleri (her türlü) duyarlılıktan yoksun bulunanlara (Allah’ın) bir
deneme kılması içindir. Şüphesiz zalimler, (gerçeğin kendisinden) uzak
bir ayrılık içindedirler.” (Hac Suresi, 53)
Dahası Şeytan’ın müminlere vermeye çalıştığı sıkıntılar,
müminlerin dünyada Allah’a yakınlaşmalarına, Allah’a daha sıkı
sarılmalarına ve hidayetlerinin artmasına vesile olur:
“(Bir de) Kendilerine ilim verilenlerin, bunun (Kur’an’ın) hiç tartış-
masız Rab’lerinden olan bir gerçek olduğunu bilmeleri için; böylelikle ona
iman etsinler ve kalpleri ona tatmin bulmuş olarak bağlansın. Şüphesiz
Allah, iman edenleri dosdoğru yola yöneltir.”(Hac Suresi, 54)

358
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

NUH TUFANI

Bir Kıyamet Tekrarı


Nuh’a şöyle vahyolunmuştu:
“Haberin olsun önceden iman edenlerden başka, kavminden hiçbirisi
asla iman etmeyecek. O halde yaptıkları işlerden dolayı kederlenme.”
(Hud Suresi, 36)
“Nezaretimiz altında ve vahye uygun olarak gemi yap. Hem o
zulmeden hakkında, azabın kendilerinden kaldırılması için bana (daha
fazla) dua etme çünkü onlar suda boğulacaklardır.”(Hud Suresi, 37)
”Allah’ın emri olarak; ‘Ey arz suyunu tut’ denildi. Su çekildi ve
iş bitirildi. Gemi de Cudi Dağı üzerinde kararlaştı. Ve ‘Zalimler helak
olsun’ denildi.” (Hud Suresi, 44)
“Şöyle denildi: ‘Ey Nuh, sana ve gemide seninle beraber bulunan
müminlere (veya soylarına) bizden bir selamet ve bereketlerle (gemiden)
in. Onlardan birtakım kâfir ümmetler olacak ki; biz onları dünyada
rızklarla faydalandıracağız. Sonra da ahrette kendilerine bizden acıklı
bir azap dokunacaktır.”(Hud Suresi, 48)

Nuh’un Gemisi
Kur’an’da zikredilen Cudi, bir dağ silsilesidir. Ancak şimdiki
bulunan gemi kütlesinin bulunduğu yer bir silsile içinde en çok

359
YÜZYILLARIN SIRLARI

dikkatleri çeken bölgedir. Araştırmalar burada yoğunlaşmakta-


dır.
Kur’an-ı Kerim’de “sefine” yerine kullanılan “Fülk” kelimesi
farklı iki kıraata (okunuşa) göre hem çoğul hem de tekil manaya
gelmektedir. Çoğul olduğunda bu bir donanma filosudur. Böylece
müfret yani tekil manaya alınırsa geminin bir tane olduğu ortaya
çıkıyor. Ancak bu gemi vahye uygun olarak inşa edildiği için en
modern özelliklere sahiptir. 
Bu konu; kelime yapısındaki incelikler ve olayın meydana
geldiği yerle o dönemin sosyal hadiseleri mütehassıslar, hassas
uzmanlar tarafından yeniden ele alınmalıdır. 
KUR’AN BU VE BU GİBİ KONULARDA;
a) Tevrat, İncil ve diğer semavi kitaplardaki peygamberlerin
mühim hadiselerini o kitabın tasdiki altında kuvvet ve ciddiyetle
haber veriyor. 
b) İttifak ettikleri noktalarda onları onaylıyor. Konuyu ve
olayı genişletiyor. 
c) İhtilaf ettikleri konularda hatalarını tashih ederek hadisenin
aslını ortaya koyuyor. 

360
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

PİRAMİTLER

Piramitler Kıyamet’in Yaklaştığını mı Haber Veriyor?


USURİS, Yunan Mitolojisinde HERMES, bizim dini literatürü-
müzde geçtiği adıyla İDRİS (a.s)’in piramitleri yaptığı ifade edilmiştir.
O bu piramitleri ibret maksadıyla sanayi ve teknolojik gelişmeleri
yansıtmak için yaptırmıştır. Bu piramitlerdeki galerilerde Allah’ın
99 ismi geçer ki bu da bu piramitlerin yapımına bir peygamberin
rehberlik ettiğini göstermektedir. Yunan Mitolojilerinde sıkça
ismi HERMES olarak geçen şahıs aslında, Hz. İdris’tir. Bugünkü
gibi insanlıktan çıkmış uygarlıkları uyaran, aynı zamanda bu
uyarılarını çağlar ötesine ulaştıran ayın zamanda eserler yaparak
o günkü bütün sanayi ve aletleri tasvir eden “Naska Düzlükleri”
ve “Piramitler” inşa ederek zamanında var olan ilimleri çizerek
ve yazarak günümüze taşıyan odur.
Yani Hermes, ‘İdris Aleyhisselam’dır,’ denilebilir.
Ebu Zerr’in anlattığına göre Cenab-ı Allah Hz. İdris’i kendi
zamanında; Tufan’dan önce bütün yeryüzü ahalisine uyarıcı
peygamber olarak göndermiş, geçip giden kavimlerin bütün
bilgilerini onun şahsında toplamıştır. Bu ilimleri ona 30 sahifede
indirmiştir. 
O yine bütün sanayi ve bilimlerin mucididir. O yıldızların sayı-
larını (İBN-İ CULCUL / TABAKAT) ve zehir ilimlerinin temellerin

361
YÜZYILLARIN SIRLARI

atmıştır. Kimya ve cam yapma sanatı yine ona aittir. Tıp ilminin
mucididir. Bu düşüncenin aslı da Mısır kaynaklıdır. Şöyle ki Eber
Papürüsleri’nde, Thot ilminin önderi olarak kabul edilir.
Piramitlerdeki Tarih 2045’te bitiyor
Bazı araştırmalara göre Keops Piramidi ki en büyük olanı,
Dev Bir Dünya Takvimi’dir. Bugünkü insanlığın sonunun yak-
laştığı okunmaktadır. 
MISIRLILAR, yaptıkları duvar rölyeflerinde; Dünyanın sonu-
nun 2045 senesinden daha sonra olacağını hesaplamışlardır. 
Dünya orijinal değerine kavuşuncaya kadar zaman periyotları
arasında nice medeniyetler yok olmuş ve nice medeniyetler de
yok olacaktır (!) Geriye kalanların birçoğu barbar bir Pirimitizm
içine düşerler. Pek azı da kültürlerini şehir kıtalarında korumaya
çalışırlar. Mısır medeniyeti gibi. Yeni baştan yeni medeniyetler
oluşmuştur.
Bu oluşum takriben 65 Milyon yılda, yani ilk insan Hz. Âdem
yeryüzüne indirilişinden bu yana 114 defa gerçekleşmiştir. Biz bu
yer değiştirmenin 114. evresinde bulunuyoruz. 
Dünyanın jeomanyetik yer değiştirmeleri yani Güneş’e göre
kutupların yer değiştirmesinin 65 milyon yılda 114 defa olduğu,
böylece dünyanın 114 evre geçirdiği, bizim bu evrenin sonunda
olduğumuz, Kur’an’ın 114 sureden ibaret olduğu hakikatine
dikkat çekmek gerek.
Ayrıca ilk insan Âdem Aleyhisselam’ın 3. zamanın sonu 4.
zamanın başına doğru aniden ortaya çıktığı (65 Milyon yıl önce),
mağarada yaşamadığı, bina yapmayı, ekin ekmeği, çiftçilik yap-
masını bildiği iddiası var.
Ayrıca kendisine 10 suhuf verildiği de mevzu bahistir. 
Ayrıca son medeniyetin de 21. Yüzyıl medeniyeti olduğu
evvelkiler gibi yakında yok olacağını, aniden yeryüzüne gelindiği
gibi aniden gidileceğini düşünenler fazla.

362
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

HZ. İDRİS
İlim Kapılarının Çilingiri Hz. İdris
Hz. İdris, Hz. Şit’in torunlarından bir peygamberdir. Kendisine
30 suhuf kitap verildi. Asıl adı Ahnuh (Hanuh)’dur. Kur’an-ı
Kerim’de, çok kitap okuduğu için ona İdris lakabı verilmiştir.
Ayrıca, kendisine peygamberlik, hikmet ve sultanlık verildiği için
‘müselles bin ni’me’ (kendisine 3 nimet verilen) de denilmiştir.
İdris Aleyhisselam’ın Babil veya Mısır’da Münif’de doğup yaşadığı
rivayet edilmiştir. Babasının ismi Yerd’dir. Annesinin ismi Berre
veya Esvet’tir. Kendisi Âdem Aleyhisselamın altıncı göbekten
torunudur. Âdem (a.s) kadar olan nesebi şöyledir: İdris (a.s) -
Yerd - Mehlail - Kinan - Enus - Şit (a.s) - Âdem (a.s).
Hz. İdris’in pek çok evladı olmuştur. Bunlardan en meşhuru
Metüselah’dır, çünkü Hz. Muhammed’in nuru Hz. İdris’den sonra
ona geçmiştir. Hz. Âdem’in oğlu Kabil’in evladından olan bir
topluma peygamber gönderilmiştir. Cebrail Aleyhisselam 4 defa
gelip ona Allah’ın emir ve yasaklarını bildirmiştir. Hz. İdris’in
bunları insanlara 105 veya 120 sene bildirdiği rivayet edilmiştir.
Kendisine verilen birçok mucizelerden bazıları, ağaçlarda ne kadar
yaprak olduğunu bilmesi, havadaki bulutlara ‘çekilmeleri’ için
emir verebilmesi ve kendisinden sonra gelecek olan peygamber-
leri haber vermesi idi. İnsanlara Hz. Muhammed’in vasıflarını ve

363
YÜZYILLARIN SIRLARI

kendisinden sonra vukuu bulacak olan Nuh Tufanı’nı anlatmıştır.


Ama ne yazık ki kendisine çok az kişi itaat etmiştir.
Hz. İdris, “72 Dil” konuşurdu ve her kavmi hak dine kendi
diliyle davet etmiştir. Kendisi 100 şehir kurmuştur. İnsanlara çok
ilimler öğretmiştir. Bunlardan bazıları fen, tıp ve astronomidir.
Kendisi kalemle yazan ve iğneyle diken (bunun için ona terzilerin
pîri de denilmiştir) ilk insandır. Bunlar tabii ki Allah’ın ona bir
ihsanıdır. Yeryüzünün meskûn (yerleşilmiş) yerlerini 4 bölgeye
ayırıp her birisine bir vekil tayin etmiştir ve bir müddet sonra
Aşure gününde göğe kaldırılmıştır.
“Kitapta İdris’i de an. Hakikaten o, pek doğru bir insan, bir pey-
gamberdi. Onu üstün bir makama yücelttik.”(El-Meryem, 56-57)
Bir rivayete göre eski Yunanlılar ve daha sonra gelen filo-
zoflar, fizik, kimya ve tıp ilimlerini Hz. İdris’in kitaplarından
almıştır. Hz. İdris hakkında 4 ayet (Meryem; 56-57/Enbiya 85-
86) inmiştir. Allahü Teala mübarek Kur’an-ı Kerim’de; “İsmail’i,
İdris’i ve Zülkif’i de (yad et). Hepsi de sabreden kimselerdendi. Onları
rahmetimize kabul ettik. Onlar hakikaten iyi kimselerdi.” (El-Enbiya,
85-86) buyurmuştur.
Hz. Muhammed de bir hadis-i şerifinde:
“Ben (Mirac gecesinde) dördüncü kat semada (gökte) İdris (pey-
gamber) ile karşılaştım. Cibril bana:
- Bu gördüğün İdris’dir. Ona selam ver, dedi.
Ben de ona selam verdim. O da benim selamıma cevap verdi. Sonra
bana:
- Merhaba, salih kardeş, salih peygamber, dedi” buyurmuştur.
(Buhari, Müslim)

364
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

10

CUDİ DAĞI

Sırları İçinde Saklı Toprak


Nuh’un gemisinin ve bulunduğu bölgenin özelliklerini dik-
katli incelemek gerek.
Nuh’un gemisi yakınındaki Mahşer Köyü’nün Tufan’dan
kurtulanların kurdukları ilk yerleşim yeri olduğu tahmin edil-
mektedir.
Halk arasında ve çevresinde yaşayanlar bu dağa niye “CUDİ”
diyorlar?
Tarihi birikim nereden geliyor?
Bir zamanlar bu köyde zeytin yetiştiği söylenmektedir.
Gemi kütlesi içinden çıkan örneklerde “Silisleşmiş Ağaç
Kırıntıları” bazı örneklerin içersinde “Saf Demir Oksit”ten ibaret
parçalar gözlenmiştir.
Ağrı Dağı külliyesinin en iyi bu tepeden görmek mümkün-
dür.
Türkiye’de ve özellikle Anadolu’da en canlı heyelan burada
olur. Bu heyelan bilim açısından önemli veriler içerir.
Bu yörede yapılan jeolojik araştırmalarda elde edinilen veriler,
bölgede bir tufanın meydana geldiğini teyit eder niteliktedir.

365
YÜZYILLARIN SIRLARI

Çevresini oluşturan toprak malzemesine kıyasla gemi kütle-


sinin malzemesi daha yüksek bir dirence sahiptir.
Temeli oluşturan kaya türleri incelenmiş, 25.000 ölçekli jeoloji
haritaları çıkarılmıştır.
Yer altı radarları ile jeofizik araştırmaları yapılmıştır. Geminin
kütlesinde yüzeyde 1.5 metre ve 6-9 metre kadar derinliklerde iki
ayrı seviyede elektromanyetik özellikler farklı olan malzemeler
belirlenmiştir.
Her şeyden önce bu kütlenin biçimi insanoğlunun inşa etti-
ği ilk gemilerle tamamen benzerlik göstermektedir. Son derece
mükemmel bir simetriğe sahiptir. Ön kısım geniş arkaya doğru
giderek daralmaktadır.
Ayrıca boyut olarak (165x50x13) metre ölçüsündedir...

366
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

11

HZ. ZULKARNEYN

Zeus Aslında Hz. Zulkarneyn mi?


Zeus’a verilen isimler incelendiğinde görülür ki; Zeus,
Zülkarneyn Peygamber olabilir mi soruları akla takılabilir.
Aşağıda sayacağımız birçok özellikleri metafizik veya tek-
nolojik benzetmelerle anlattığımızda bu sonuca şu nedenlerden
dolayı ulaşmak mümkün:
1. Hypsibremetes: Göklerde Gürleyen
2. Nephele gereta: Bulutları Devşiren
3. Ostipetes: Şimşek Savuran
4. Terpikeraunos: Yıldırım Seven
5. Aigiokbos: Kalkan Taşıyan
6. Erigdoupos: Uzaklarda Gürleyen

HYPSİBREMETES (GÖKLERDE GÜRLEYEN): 


Özellikle şunu belirtmeliyiz ki, Zeus’un bu üstün 6 özelliği
iki şekilde ele alınmalıdır. 
a.Antropomorfizm, yani Tanrısal özelliklerin insan şeklinde
düşünülmesi...

367
YÜZYILLARIN SIRLARI

b.Modern anlatım tarzında yeniden günümüz insanın yeterli


aklıyla şekillendirilmeleridir. Çünkü o gün algılanamayanlar ve
bu yüzden çarpıtılarak mitolojiye dönüştürülen bilgiler bugün bu
teknolojiye tekrar gelindiğinden rahatlıkla kavranabilmektedir.
Bu tasniften yola çıkarak o günkü mevcut gelişmeler:

NEPHELE GERETA (BULUTLARI DEVŞİREN):


a.Algıda Yanılgı: Olayları Tanrısal görme, gösterme ve bu
tesir altında kalmanın kullanılan teknolojiyi ve kullananları tan-
rısallaştırıyor…
b.Algıda Seçicilik:
Aslında bir çeşit ışın saçan, ışın sıçraması yapabilen “lazer
silahı.”

OSTIPETES (ŞİMŞEK SAVURAN): 


a.Kudret Eli: Yine Tanrısal görme ve göstermenin tesiri var.
b.Kozmik Enerji gücü, bir çeşit yok edici “Mavi Ölüm”. Bu
deyimden, İbn-i Batuta da kitabında bahsetmiştir.

AİGİOKBOS (KALKAN TAŞIYAN):


a.Yine Tanrısal görme ve algılama var. Erişilemeyen, hiçbir
tesir altında kalmayan.
b.Oysa bu mavi ışın bir enerji kalkanı. Aynı zamanda ro-
botların üstündeki koruyucu zırh, ışığı ayna gibi geriye yansıtan
manyetik rezorans...

ERİGDOOPOS (UZAKLARDA GÜRLEYEN):


a.Nida: Tanrısal ses, Gazabın sesi. Antropomorfizm yine
etkisi mevcut.

368
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

b.Oysa bir silahın tesir sahasından, hedeften evvel mekaniz-


madan çıktığı anda havada sürtünerek meydana getirdiği gücüne
göre heybetli ses.
Modern anlatımlarla, mitolojilerde geçen bu savaş sahneleri
ve Zeus’un (Zülkarneyn’in) özellikleri analiz edildiğinde sanıldığı
gibi mitolojiler sadece bir efsane değil; günümüze ışık tutan birer
yazılı belgelerdir. 
Görünen o ki dünyadaki tek medeniyet 20. ve 21. yüzyıl
Medeniyeti değildir... 
 

369
YÜZYILLARIN SIRLARI

12

HZ. HIZIR

Örtülü Harbin ve Sır İlminin Üstadı


Hz. Musa döneminde yaşamış ve peygamber olması kuvvetle
muhtemel, hikmet ve ilim sahibi bir şahsiyettir.
Kur’ân-ı Kerim’de, Hızır (a.s.)’ın isminden açıkça bahsedilmez.
Ancak Kehf Sûresi’nin 60-82. ayetlerinde yer alan Hz. Musa ile ilgili
kıssadan, “Katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine
ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul...” (18/65) diye sözü edilen
şahsın Hz. Hızır (a.s.) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bizzat Hz.
Muhammed’den gelen sahîh hadislerde bu şahsın Hızır olduğu
açıkça belirtilmiştir (bk. Buhârî, ilm 16, 44, Tefsîru’l-Kur’ân, Tefsîru
Sûrati’l-Kehf 2-4; Müslim, Fedâil 170-174).
Bu rivayetlere göre bir gün Hz. Musa, İsrailoğulları arasında
vaaz ederken ona kendisinden daha hikmet ve ilim sahibi kimse-
nin olup olmadığı sorulmuştu. Hz. Musa: “Hayır, yoktur!” diye
cevap verince Cenâb-ı Hak bir vahiyle Hz. Musa’ya Mecme’u’l-
Bahreyn’de (iki denizin kavuşum yerinde) kullarından salih bir
kul olan el-Hadir (Hızır)’in kendisinden daha âlim olduğunu
bildirir. Bunun üzerine Hz. Musa hizmetinde bulunan genç bir
delikanlı ile Hızır’ı bulmak üzere uzun bir yolculuğa çıkar. İkisi,
iki denizin birleştiği yere ulaşınca, yolculukta yemek üzere azık

370
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

olarak yanlarına aldıkları balıklarını unutmuşlardır ve balık


bir delikten kayıp denize akmıştır. Hz. Musa oradan bir süre
uzaklaştıktan sonra yemek için delikanlıdan balığı çıkarmasını
istediği zaman balığın denize dalıp kaybolduğunu fark ederler.
Hz. Musa’nın Hızır’ı bulmasının alameti, bu balığın kaybolması
olduğundan derhal oraya geri dönerler ve orada Hızır (a.s.)’ı
bulurlar. Bundan sonra Hz. Musa’nın Hızır ile Kehf Suresi 66-82.
ayetlerinde anlatılan yolculuğu başlar.
Hz. Musa’nın yolculuğunda azık olarak taşıdığı balığın
Mecme’u’l-Bahreyn’de denize dalıp kaybolması, bazı rivayetlerde
ve çeşitli İslâm milletlerinin folklorunda (Türk folklorunda da) bu
suyun âb-ı hayat olduğu, ölüleri bile canlandıran, içenleri ölüm-
süzleştiren bir hayat iksiri olduğu şeklinde izah olunmuş, burada
balığın canlanıp denize dalması meselesinde bir peygamberin
hayatının ve Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin söz konusu olduğu
unutulmuştur. Buna bağlı olarak, Mecme’u’l-Bahreyn bölgesinde
yaşayan birisi olarak Hızır (a.s.)’a da ölümsüzlük isnâd edilmiş
ve kendisine beşer üstü güçler ve yetkiler verilmiştir.
Hızır Aleyhisselâm’a verilen ilmin mahiyetini anlayabilmek
için Musa (a.s.) ile olan yolculuğunu Kur’an-ı Kerim kısaca şöyle
anlatır:
“Hızır (a.s.), yolculukta karşılaşacakları olaylara Musa peygam-
berin sabredemeyeceğini kendisine hatırlatmış ve O’ndan sabır için söz
almıştır.” (Kehf, 66-70)
Önce deniz sahilinde, yolculuk için bir gemiye binmişlerdi.
Hızır (a.s.) bir balta ile gemiyi delince kaptan tamir için geri dönmek
zorunda kalmıştır. Musa (a.s.) sabredemeyip söyle demiştir:
“Gemiyi, yolcularını boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü
bir iş yaptın.” (Kehf; 71)
Yolculuğun sonunda, ilk bakışta görünmeyen ve perde arkası
bilgi niteliğindeki sebebi Hızır (a.s.) şöyle belirtir:

371
YÜZYILLARIN SIRLARI

“O, deldiğim gemi, denizde çalışan birkaç yoksulundu. Onu kusurlu


yapmak istedim. Çünkü gemi yolculuğa devam ederse, ileride her sağlam
gemiye el koyan bir kral (deniz korsanları) vardır.” (Kehf, 79)
Hz. Hızır, yolculuk sırasında, diğer çocuklarla oynamakta
olan bir çocuğu öldürdü. Musa (a.s.):
“Kısas olmadan, masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu çok kötü
bir iş yaptın, dedi.”(Kehf, 74).
Küçük çocuğun bu erken yaşta vefat ettirilme sebebi Hızır
(a.s.) tarafından şöyle açıklandı:
“Öldürdüğüm erkek çocuğa gelince; onun anne ve babası mü’min
kimselerdi. İleride onları isyan ve inkâra sürüklemesinden korktuk istedik
ki, Rableri bu ölen çocuk yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha
merhametli birini versin.” (Kehf, 80-81)
Burada Cenâbı Hakk’ın, anne-babanın hayırlı kimseler olması
sebebiyle, ileride kendilerini üzecek, büyük sıkıntılara sokacak
bir çocuğu erken yaşta vefat ettirip, onun yerine daha hayırlı
bir evlâdın verilmesinin, gerçekte o aile için “hayır” olduğuna
işaret ediliyor.
Yolculuğun üçüncü merhalesi Kur’an’da şöyle anlatılır:
“Musa ve salih kul yollarına devam ettiler. Sonunda bir köye va-
rıp, halkından yiyecek istediler. Halk ise onları misafir etmek istemedi.
Musa ve salih kul, orada yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler, Salih
kul hemen onu doğrultuverdi. Bunun üzerine Musa: ‘isteseydin buna
karşılık bir ücret alırdın,’ dedi. Salih kul şöyle dedi: İşte bu seninle benim
aramızın ayrılması demektir. Sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana
anlatacağım.”(Kehf, 77-78)
Evi, ücretsiz tamir etmesini salih kul (Hızır) söyle açıklar:
“Bu ev, şehirde iki yetim çocuğun idi. Duvarın altında kendileri-
ne ait bir hazine vardı. Bunların babaları salih bir kimseydi. Rabb’in,
onların rüştlerine erip, hazinelerini bizzat kendilerinin çıkarmalarını
istedi. Bu Rabb’inden bir rahmettir. Ben bunları kendiliğimden değil,

372
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Allah’ın emriyle yaptım. İşte, sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.”


(Kehf, 82)
Bu hikmetlerle dolu yolculuktan, insanların günlük hayatta
karşılaştıkları birtakım olayların, bazen büyük felaketlerin bir
görünen yüzünün bir de asıl perde arkasının bulunduğu anlaşıl-
maktadır. Bazen şer olarak görülen olayların arkasından büyük
hayırların ortaya çıktığı görülmektedir. Âyet-i Kerîmelerde söyle
buyrulur:
“Hoşumuza gitmediği halde, savaşmak size farz kılındı. Belki de
hoşumuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza
giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz ise bilmezsiniz.”
(Bakara, 216).
“... Eğer karılarınızdan hoşlanmıyorsanız. Olabilir ki, hoşunuza git-
meyen bir şeyde Allah, sizin için çok hayır takdir etmiştir.” (Nisâ, 19)
Hz. Muhammed (s.a.s.), Hızır (a.s.)’in ilmiyle ilgili olarak,
gemi yolculuğu sırasındaki bir konuşmayı söyle nakleder:
“Bir serçe, denizden gagasıyla su alıp, gemiye konmuştu. Hızır
(a.s.) bunu Hz. Musa’ya göstererek şöyle dedi: Allah’ın ilmi yanında,
benim ve senin ilmin, su serçenin denizden eksilttiği su kadar bir şeydir.”
(Buhârî, ilm, 44, (el-Enbiyâ, 27, Tefsîru Sûre 18/2; Müslim, Fezâil,
180; Ahmet b. Hanbel, Müsned, II, 311, V, 118; bilgi için bk. Ibn
Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, İstanbul 1985, V,172-185).

373
YÜZYILLARIN SIRLARI

13

NEPHİLİM

İnsanları Yöneten Devler


Nephilim Louvre Müzesi’nde, Mezopotamya Uygarlıkları
Bölümü’nde kabartma ve resimleri olan tasvirleri olan, yaratık,
tanrı, devler. Kelime anlamıyla “göklerden gelen” veya “yukarı-
dan gelen” demektir. 
Bir görüşe göre Hz. Âdem Cennet’ten kovulmadan önce
yeryüzünde yaşayan devler, akıllı yaratıklardır. 
Erich Von Daniken veya “12. Gezegen” adlı kitabın yazarı
Zecharia Sitchin bunları “artık olmayan başka bir gezegenden
gelen uzaylılar olduğunu,” iddia eder. Hatta “insanın” genetik
mühendislikle işgücü için bu yaratıklar tarafından üretildiği bile
bir görüştür. 
İncil’e göre Tanrı’nın insanı gözetmesi için insan görünümü
verdiği meleklerdir. Bu iri melekler Hz. Âdem’in kızlarına âşık
olmuş, onlardan çocukları doğmuştur.
Bazı görüşlere göre de Nephilim şu anda yok olan bir geze-
genden dünyaya gelmiştir İndikleri Mezopotamya’da insanları
eğitmiş, bilgilerini vermiş, onların yöneticileri olmuşlardır. Hâlâ
yeryüzünde ölümsüz olarak gezdikleri söylenir. Vampir inancının
temelinde cinler veya Nephilimlerin olduğu da söylenir.

374
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

14

ANTROPOMORFİZM

Kutsallık Yakıştırması
Antropomorfizm Yunanca; “insan biçiminde” anlamına gelir.
Anthropos “insan” ve morphe “biçim”dir.
Dinde tanrı ya da tanrılara, insana özgü niteliklerin yakıştırılması
anlamı taşır. Tanrısal varlıklardan, insan bedenine ya da bunun
bir parçasına sahipmişçesine söz edilmesi bir antropomorfizm
örneğidir. Tanrı’nın eli, Tanrı’nın gözü, Tanrı’nın ağzı gibi.
Aynı biçimde, insana özgü düşünsel özelliklerin tanrılara
yakıştırılmasına da antropomorfizm denir: Tanrı’nın iradesi,
Tanrı’nın şefkati, hatta Tanrı’nın sevgisi gibi.

375
YÜZYILLARIN SIRLARI

15

ÇİN PİRAMİTLERİ

Orta Asya’daki Türk Piramitleri


Bugün Çin Halk Cumhuriyeti’nin sınırları içerisinde yer
alan, Xian şehrine 100 km uzaklıkta Qin Ling Shan dağlarında
Ön-Türk uygarlıklarından birisi tarafından inşa edilmiş, etrafında
irili ufaklı 100 adet piramitle beraber, 300 metre yüksekliğinde bir
piramit bulunmaktadır.

Beyaz Piramit
Beyaz Piramit’in İkinci Dünya Savaşı sırasında Çin’e yardım
malzemesi götüren bir C-54 uçağından çekilen fotoğrafı, 1957
yılında ilk kez “Life” dergisinde yayınlanmıştır.
Bu piramitleri araştırmak üzere 1994 yılında Şensi bölgesinde
bir araştırma gezisi yapan Alman bilim adamı Hartwig Hausdof
kendi koleksiyonundan birkaç resmin halka açılmasına izin
vermiştir. Hausdorf’a göre piramitlerin yapım tarihi en az M.Ö.
2500’ler civarındadır.
Bölge Çin Halk Cumhuriyeti tarafından ‘yasak bölge’ ilan
edilmiş olduğundan dolayı piramitler içerisinde bulunan Mısır
medeniyetinden çok ileri bir teknikle mumyalanmış olan cesetler
ve Ön-Türkçe yazıtlar üzerinde araştırma yapılamamaktadır.

376
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Türk Bilim adamı Kazım Mirşan yaptığı araştırmalarda


Ön-Türk uygarlıkları tarafından OT-OĞ olarak isimlendirilen
Ön-Mısır’a M.Ö. 3000 yıllarında Doğu Anadolu’dan Isub-Ög
yazısının gittiğini tespit etmiştir. Kazım Mirşan’ın bugüne kadar
anlamı çözülemeyen 184 adet Mısır hiyeroglifini Ön-Türkçe olarak
okumuş olduğu ve mumyalama tekniklerinin yine M.Ö. 3000’li
yıllarda Altaylarda geliştirildiği düşünülürse piramit inşa tekno-
lojisinin Eski Mısır’a Ön-Türk Uygarlıkları tarafından öğretildiği
sonucuna ulaşılmaktadır.
Tüm İnsanlık tarihini değiştirerek; medeniyetin asıl kurucu-
larının Türkler olduğu sonucunu doğuran bu olağanüstü keşif,
Batılı bilim adamları(!) tarafından ısrarla görmezlikten gelinmekte
ve insanlığın bilgisinden daha uzun süre saklanması mümkün
olmayan bu piramitleri başka bir uygarlığa mal etmeyi amaçlayan
maksatlı çalışmalar yapılmaktadır.

Çin’deki Türk Mumyaları


Bu konuda bir televizyon programına katılan Sağlık eski
Bakanı Halil Şıvgın’ın verdiği bilgi ise şöyledir:
“1984 yılında ben Çin’i ziyaret ettim, Çin’i ziyaretim sırasında
Turfan’a götürdüler. İlk defa Turfan’a giden Türk heyetinin mensubu
olmakla da gerçekten gurur duyuyorum. Orada bizi gezdirirken mumya
bulduklarını söylediler ve biz mumyaları gördük. O gördüğümüz mum-
yaların Mısır’daki mumyalardan çok farklı olduğunu ifade ettiler, yani
teknoloji olarak, yapımı olarak Mısır’daki mumyaların önünde olduğunu.
Daha sonra aradan yıllar geçti, bir televizyon kanalında bu konunun
tartışılmakta olduğunu gördüm. Gerçekten bilimsel olarak, gidilmiş, Mısır
mumyalarıyla Turfan’daki mumyalar arasında bir kıyaslama yapılıyor.
Ben orada kadın mumyaları gördüm, çocuk mumyaları gördüm, erkek
mumyaları gördüm. Ve o sırada, hatta bir tanesinde yeterince koruma
yapılmamış, bozulmaya başlamıştı.

377
YÜZYILLARIN SIRLARI

Bu mumyalardaki üstünlüğü bilim adamları ortaya koymaya


başladılar. Bilim adamlarının ortaya koydukları bir gerçek var ki, ilk
defa mumya kültürünün Türklerden geliştiği ortaya çıkıyor. Bundan
dolayı da ben şimdi iştirak ediyorum. Yani ben bilim adamı değilim,
ama bizim bilim adamlarımızın bu olayın üzerine ciddiyetle eğilmeleri
gerekiyor. Eğer Mısır’daki mumya kültürü olduysa, var idiyse geçmişte,
onun etrafında da bir kültürün olması lazım. Mısır’ın etrafında mumya
kültürüyle ilgili herhangi bir şey yok. Afrika öbür taraf, bu tarafta da
yine böyle bir kültür yok. Dolayısıyla, Orta Asya’dan o bölgeye giden
Türklerin varlığı söz konusu olabilir...”

378
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

16

APEX

Karadelikler’in Bilinmezliği
İnsanlar, kendilerine yön gösteren Kutup Yıldızı’nın bir gün
yerinde olmadığını görseler buna ne anlam yüklerlerdi? Oluşumu
milyonlarca yıl süren bir yıldız bir gecede nasıl kaybolabilir?
Günümüz bilimi bu şaşırtıcı fenomeni açıklayabilmek için uzay-
zamanın sınırlarında dolaşıyor ve bilimcilerin karşısına her şeyin
içinde kaybolduğu kara delikler çıkıyor.
Kara delik, son derece yoğun bir kütle çekimine sahip olan
ve bu nedenle çekim alanına giren hiçbir şeyi, hatta ışığı bile bı-
rakmayan varsayımsal bir gök oluşumudur. Kara delikler, yıldız
evriminin erişebileceği son nokta olarak düşünülmektedir.
Herhangi bir yıldızı dengede tutan iki kuvvet vardır: Merkeze,
içeriye doğru olan kütle çekimi ve dışarıya doğru olan füzyon
patlamaları. Kütlesi Güneş’in en az üç katı olan yıldızlar çekir-
deklerindeki hidrojen yakıtlarının yüzde 10’unu tükettiklerinde
yıldızın merkezi içe doğru çöker; dış yüzeyi ise genişler ve soğur.
Böylece yıldız bir kırmızı deve dönüşür. Bunu izleyen evrede
helyum atomlarının karbona dönüştüğü tepkimeler sonucu enerji
açığa çıkar. Bu tepkimeler sonucunda yıldızın çekirdeği demire
dönüşür. Demir radyoaktif dönüşümlere elverişli bir atom olma-
dığı için çekirdek aldığı bu son hâli korur. Ancak, kendi kütle

379
YÜZYILLARIN SIRLARI

çekimini dengeleyemeyen yıldız içeri doğru çöker. Sonuçta yıldız


ya sönük bir beyaz cüceye ya da daha yoğun ve soğuk bir nötron
yıldızına dönüşür. Yıldızın kütlesine bağlı olarak, yıldız çökmeye
devam ederse çok yoğun bir noktacık halinde olağanüstü bir hızla
dönecek ve çekim alanına giren hiçbir şey, ışık da dâhil olmak
üzere yıldızdan kaçamayacaktır. İşte bu tür yıldızlara “kara delik”
adı verilmektedir.
Kara deliklerin gözlemlenmesi, kara deliğe dönüşen yıl-
dızların bir “an”da gözden kaybolmaları nedeniyle oldukça
zordur. Öncelikle yapılması gereken, gök cisimlerinin hareket
sistematiğinin incelenmesidir. Kara delikleri üç yöntemle tespit
etmek mümkündür. İlk olarak, Einstein fiziğinin öngördüğü
evren modelinden yola çıkılabilir. Buna göre, uzay gergince bir
örtüye benzer. Gök cisimleri kütleleriyle orantılı olarak bu ör-
tüyü “çökertirler.” Kara delik, yoğun kütlesi ve çekim gücüyle
bu örtüyü vakumlayarak uzayda çok derin bir çukur oluşturur.
Uzak yıldızlardan kaynaklanan ışığı gözlediğimizde, eğer ışığın
geçtiği doğrultuda bir kara delik varsa, ışık bu bükümlü yapıya
uyarak doğrultusundan sapacaktır.
Bir diğer yöntem ise, evrende birbiri etrafında dönen çift
yıldızlı yıldız sistemlerinin incelenmesidir. Birbiri etrafında dönen
yıldızlardan biri kara deliğe dönüşmüş ise; diğer yıldızın ışığı kara
deliğe dönüşmüş olanın çekim alanına girerek belli aralıklarla
kaybolup belirecektir. Son yöntem, dünyada duyarlı aygıtlarla
galaksi merkezinden geldiği düşünülen radyasyonun ölçülmesidir.
Bu radyasyonun galaksinin merkezinde olduğu savlanan bir kara
deliğe düşen yıldızlardan geldiği düşünülmektedir.

380
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

17

NEFS

Ruh Kalp ve İçselleşme


Cahiliye dönemi Arap şiirinde daha çok bir şeyin özünü
belirtmek için zamir olarak kullanılan ‘nefs’ kelimesi zamanla
yirmiyi aşkın anlamı dile getirecek biçimde kullanılmaya başlandı.
Ruh, can, kan, benlik, kalp, iç, kimse, büyüklük, yücelik, cevher,
nefret, irade, kem göz, ego…
Kur’an’da zamir biçiminden başka; ruh, can, iç ve kalp an-
lamlarında kullanıldığı da görülür. Felsefi düşüncenin yaygın-
laşmaya başlamasından sonra kelime daha çok ‘ruh’ karşılığında
kullanılmaya başlandı; tasavvufi ve felsefi nazariyelerin konusu
durumuna geldi.
Kur’an’da ‘nefs’ kelimesi çoğulu olan ‘enfüs’ ve ‘nüfûs’ biçim-
leriyle birlikte, genellikle çeşitli varlıkların kendilerini belirtmek
üzere kullanılır. Ama zaman zaman hayat ilkesi anlamında ruh,
kalp ve iç anlamların da kullanıldığı görülür.
Sözgelimi; “Gelin... Kendimizi (enfüsena) ve kendinizi (enfüse-
küm) çağıralım...” (Âli İmran, 61) ayetinde “kendimiz=lenfüsena”
Hz. Muhammed’i, “kendiniz=lenfüseküm” ise Hz. İsa hakkında
tartışmaya kalkışan Hıristiyanları dile getirilmektedir.

381
YÜZYILLARIN SIRLARI

Kelime, “...sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde


(nefsike) olanı bilmem...” (Maide, 16) örneğinde olduğu gibi altı
ayette Allah’ı, bir ayette (Furkan, 3) ilahları, bir ayette de (En’am,
130) insan ve cin topluluğunu belirtmek üzere kullanılır.
“Haydi, canlarınızı, ruhlarınızı (enfüseküm) çıkarın...” (En’am,
93) ayetinde insan ruhunu karşılayan ‘nefs’ kelimesi, diğer bazı
ayetlerde “kötülüğü emreden” (emmâre) (Yusuf, 53), “kınayan/
levvame” (Kıyamet, 2) ve “huzura eren/mutmainne” (Fecr, 27)
nitelikleriyle kullanılır.
“ ... Yusuf bunu içinde (nefsihi) sakladı...” (Yusuf, 77) ve “...
Allah içinizden (enfüseküm) geçeni bilir...” (Bakara, 235) örneklerin-
deki gibi kelime iç ve kalp anlamlarını karşılayacak biçimde de
kullanılmaktadır.
Kur’an’daki kullanılışının da etkisiyle Emeviler döneminden
itibaren ‘nefs’ kelimesi yaygın biçimde ‘ruh’ anlamında kulla-
nılmaya başlandı. Ama ashab, tabiun ve bunların izleyicisi olan
selef bilginleri nefsin mahiyeti, nitelikleri gibi konularda Kur’an
ve sünnette verilenle yetinerek susmayı yeğliyorlardı.
Kur’an ve sünnette geçtiği kadarına inanmayı ilke edinen
selefe göre nefsin mahiyetinin kavranması imkânsızdı ve bu
konuda tartışmaya girmek gereksizdi.
Hicrî ikinci yüzyıldan itibaren Müslüman bilgin ve düşünür-
ler, özellikle Yunan felsefe metinlerinin Arapçaya çevrilmesinden
sonra ‘nefs’ konusunda tartışmaya ve çeşitli düşünceler ileri
sürmeye başladılar.
Aristo felsefesinin Yeni Eflatuncular tarafından yorumlanan
biçiminin ağır etkisini taşıyan bu tartışmalar sırasında nefsin ma-
hiyeti, nitelikleri, kadim olup olmadığı, ölümden sonraki durumu
gibi konularda çok sayıda düşünce ve nazariyeler ortaya çıktı.
‘Nefs’ konusuyla uğraşan bilgin ve düşünürler, insan gerçek-
liğinin belirlenmesinde, o zamanlar başlıca yöntem olan mantıki
ihtimalleri göz önünde bulundurarak, düşüncelerini bu ihtimal-

382
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

lerden birisine dayandırmışlardır. Buna göre, sözgelimi bir insan


“düşündüm”, “yaptım” dediğinde, buradaki “ben”le anlatılmak
istenilen ya cisim (beden), ya cisimsel bir şey (araz ya da kuvvet)
ya da cisimle cisimsel olanın toplamından oluşabilir. Diğer bir
seçenek de bu şeyin ne cisim ne de cisimsel olmamasıdır.
Düşüncelerini bu ihtimaller üzerine kuran Müslüman düşü-
nürler öncelikle iki ana fırkaya ayrıldılar.
Birinci fırkaya göre; nefs, cisim ya da cisimsel olmayan soyut
bir varlıktır.
İkinci fırka ise, nefsin soyutluğunu kabul etmeyerek cisim
ya da cisimsel bir varlık olduğunu savunmuştur.
Nefsin soyut bir varlık olmadığını savunan düşünürler,
nefsin mahiyeti konusunda birbirinden farklı çeşitli görüşler öne
sürmüşlerdir.
Bunların başlıcaları şöyle özetlenebilir:

1. Nefs, bir atomdur.


İbn el-Ravendi’nin savunduğu bu görüşe göre soyut müm-
künlerin olması imkânsızdır. Nefs ya da ruh, kendi özüyle var
olan bir cevherdir. Bu cevher basit varlıkları kavrar. Yeri kalptir.
Bu nefs insanın özünü oluşturur.

2. Nefs, bedenle birlikte ortaya çıkan canlılıktır.


Nazzam tarafından savunulan bu görüşe göre; insan, bedenle
birlikte var olan bu hayattan ibarettir. İnsanda, beden dışında bir
şey yoktur.

3. Nefs, beyinde; güç, kalpte fiildir.


Beyni ve kalbi yönlendirmesi açısından nefs ciddi bir güce
sahiptir.

383
YÜZYILLARIN SIRLARI

4. Nefs, üç ayrı cisimden oluşan bir bileşiktir.


Eski Müslüman hekimlerin savunduğu bu görüşe göre nefsi
oluşturan bileşiklerden birisi buhar gibi sıcak ve latif bir cisim-
dir. Yeri kalptir. Hayvan, bu nefsle varlık kazandığı için “nefs-i
hayvani” ya da “ruh-i hayvani” adı verilir.
İkincisi; yine latif, buhar gibi bir cisimdir. Bunun yeri kara-
ciğerdir. Buna da “nefs-i tabî” ya da “ruh-i tabî” denir.
Üçüncüsü de yine buhar gibi latif bir cisimdir. Yeri beyindir.
Buna da nefs-i insani ya da ruh-ı insani adı verilir.

5. İnsanın gerçekliğini oluşturan nefs, insanın maddi


bedenidir.
Bazı kelamcılar bu görüşü benimsemişlerdir.

6. Nefs, kemiyet ve keyfiyet bakımından dört sıvının mu-


tedil ölçüdeki bileşiminden oluşur.
Bu görüş de eski hekimler arasında yayılmıştır.

7. Nefs, mutedil ölçüdeki kandır.


Kan vücudda her şeydir.

8. Nefs, mahiyet bakımından maddi bedene muhalif, ama


gül suyunun gülde, zeytin yağının zeytinde yayılması gibi be-
dene yayılan nurani, yüce, diri ve hareketli bir cisimdir.
Bu cisim ayrışmaz, değişmez, parçalanmaz. Maddi beden
oluşarak kendisine yetenek kazandığı zaman, bu nurani latif cisim
bedene nüfuz eder, yayılır. Beden bu yayılmaya uygun olduğu
sürece canlı kalır; yayılmaya engel olan bir durum belirirse, nefsin
yayılması sona erer ve ölüm ortaya çıkar. Birçok büyük kelamcı bu
görüşü benimsemiş, İbn Kayyim el-Cevzî ve İmam Şarânî nefse

384
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

ilişkin olarak yazdıkları müstakil eserlerde bu görüşü savunmuş,


Fahreddin er-Râzî bu görüşün güçlülüğünü belirtmiştir.
Araştırmacı Ahmet Özalp nefisle ilgili bakın ne diyor;
“Muhakkik kelamcılarla İslâm filozofları ve mutasavvıflarının bir
bölümü de nefsin soyut bir cevher olduğunu savunmuşlardır. Bunlara
göre insanın mahiyeti ne cisimdir ne de cisimseldir.
Nefs, maddeden ayrık bir cevherdir. Ne var ki bunlar da kendi
içlerinde iki fırkaya ayrılmışlardır. Muhakkik kelamcılara göre insan, bu
nefs cevheriyle bedenin birleşmesinden oluşur. İkinci fırkayı oluşturan
filozoflarla mutasavvıflara göre ise, nefs bedene iliştiğinde onunla bir-
leşir. Nefs bedenin, beden de nefsin aynısı olur. Birleşmelerinden sonra
ikisinin toplamı insanı oluşturur. Ölümle bu birlik bozulur. Nefs kalır,
beden ise yok olur.
Tüm İslâm fırkaları nefsin kadim olmadığında, sonradan yaratıl-
dığında görüş birliği içindedirler. Buna karşılık nefsin bedenden önce
yaratılıp yaratılmadığı konusu görüş ayrılıklarına neden olmuştur. İslâm
filozofları olarak bilinen Meşşâîler, nefsin bedenden sonra, yani ceninin
ana rahmindeki oluşumundan sonra yaratıldığını savunmuşlardır. Bazı
ifadeleri Gazalî’nin de bu görüşü benimsediğini göstermektedir. Ne var
ki, Gazalî’nin nefsin bedenden önce yaratıldığını kabul ettiğini gösteren
ifadeleri de bulunmaktadır. Kelamcılarla mutasavvıfların büyük çoğunluğu
ise nefsin bedenden önce yaratıldığını kabul etmektedir.
Nefsin mahiyeti konusundaki düşüncelerinde Yunan felsefesinin
yoğun etkisinde kalan Müslüman düşünürler, özellikle Aristoteles’in
izinden giderek nefsin üç türü, derecesi ya da durumu olduğunu kabul
etmişlerdir.
Buna göre nefs nebatî, hayvani ve insani ‘nefs’ olmak üzere üçe
ayrılır.
Tüm bitki, hayvan ve insanlarda ortak olan ‘nebatî nefsin’ üç gücü
vardır:
el-Kuvvetü’t-tegazziye (beslenme gücü),

385
YÜZYILLARIN SIRLARI

el-kuvvetü’t-tenmiye (büyüme gücü) ve


el-kuvvetü’t-tevellüdiyye (üreme gücü)
denilen bu güçler yardımıyla canlılar, varlıklarını ve türlerinin
devamını sağlar. Hayvan ve insanlarda ortak olan hayvani nefsin de
kendine özgü güçleri vardır. Bunlar hareket ve algı güçleridir.
Hareket gücü, el-kuvvetül-baise (harekete geçiren güç) ve el-
kuvvetül-fâile (etkin güç) olmak üzere ikiye ayrılır. el-Kuvvetül-baise,
yararlı şeyleri çeker, zararlı şeyleri defeder. el-Kuvvetül-fâile ise çeşitli
hareketleri meydana getirmek üzere sinir ve kaslara yayılmıştır; görevi,
sinir ve kasları gerip gevşeterek hareketi sağlamaktır.
Algı güçleri de el-havasul-zahire (dış algı güçleri) ve el-havasul-
batınıye (iç algı güçleri) olarak ikiye ayrılır. el-Havasul-zahire beş
duyudan oluşur. el-Havasul-batınıye de hiss-i müşterek (ortak duyu),
musavvıra (tasarlama gücü), mütehayyile (hayal gücü), vehim (sezgi
gücü) ve hafızadan (hatırlama gücü) meydana gelir. Yalnız insanlara
özgü olan insani nefsin de kendine özgü güçleri vardır. Bunlar el-kuvvetül
atime (bilici güç) ve el-kuvvetül-amile (yapıcı güç) adlarını taşır. Nefs-i
natıka (düşünen, konuşan nefs) ya da nefs-i akli (akli nefs) denen insani
nefs bedenin düşünceye ait fiilleri akletmesi ve genel işleri algılaması
bakımından ilk olgunluğudur.
Hemen hemen tüm kelamcılar, mutasavvıflar ve filozoflarca benim-
senen bu nefs nazariyesi İslâm dünyasında gelişen psikolojinin (ilmü’n-
nefs) temellerini oluşturur. Ama bu nazariye kelamcılar, mutasavvıflar
ve filozoflarca farklı biçimde ifade edilmiş, özellikle İbn Sina, Gazalî,
İbnül-Arabî ve er-Râzî gibi doktrin sahibi büyük düşünürlerce farklı
biçimlerde yorumlanarak kendi sistemleri içine yerleştirilmiştir.”

386
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

18

KABALA

Şeytan’ın Şifresi
Kabala, Tevrat inmeden çok daha önceleri Yahudi ruhban
sınıfının geliştirdiği bir öğretidir. “Negatif Güçlerin Öğretisi”
olarak tanımlanan Kabbalizm temelde Şeytan’ın dininin tüm
özelliklerini içerir. Masonluk tamamen kabalist öğretiye daya-
nır: “Modern masonluk kabalist esasları kabul etmiştir. Bundan başka,
mason sistemleri tamamıyla kabalist fikirlere ve ilme dayandırılır.” (Çırak
Kardeşlik Kolu, no.3 sf.13-14)
“’Gelenek’ veya ‘Ağızdan Kulağa’ anlamına gelen Kabala ‘sır’ esa-
sına dayalıdır. Bu sırların tamamı, Jerusalem Lodge (Kudüs Locası)’nın
üç kabalisti tarafından ezberde tutulur. Kabalistlerden biri öldüğünde
İsrail’in 70’ler meclisinden (Sanhedrin) en iyisi seçilir, diğer ikisi tara-
fından sırlara vakıf edilir.” (Türk Mason Dergisi, s.21, sf. 1095)
“Sanhedrin üyelerinin hepsi büyü bilmek zorundadır.”
(Das Reich Satans, Karl R.H Frick, sf:85)
Fal, kara büyü ve Şeytanlarla ilişki kurma ile ilgili bilgileri
kapsayan Kabala, Masonik öğrenimin temelini oluşturur. Bu ne-
denle kabalanın teorik ve pratik uygulamalarıyla ilgili bilgiler 33
kademeye ayrılmıştır. Kabala’nın vermeye çalıştığı eğitimin özü ise,

387
YÜZYILLARIN SIRLARI

metafizik güçlerle irtibat kurarak Evrenin sözde Ulu mimarı, yani


Şeytan’ın sırrının tüm manalarını içeren bilgiye ulaşmaktır.
“Kabala, büyücülüğün anlamını kavrar. Kabala sayesinde kara
büyü dünya çapında itibar görmüştür.” (Das Reich Satans, Karl R.H.
Frick, sf.101)
“Kabala, bilinçaltının kapılarını açan ve ruhu saran manevi değerlerin
dışa çıkmasını sağlayan anahtardır. Masonluk onu insanın yaşamı anla-
ması için gerekli görür.” (New Age Mason dergisi, sayı.77, sf.31)
“Pratikte Kabala, kötülüklerle ilgilenmenin yolu ve semboller yoluyla
psikolojik olarak dünya üzerinde güç kazanmanın tehlikeli bir sanatı
ve büyüye dayalı bir formudur.” (Kabbalah, Tradition of Hidden
Knowlodge, Z’ev Ben Shimon Halevi, sf.12) 
Kabalist eğitimle yetiştirilecek adaylar, Mason üstadı azamlar
tarafından dikkatle seçilir ve aday, ancak bir kademenin bilgilerini
tam anlamıyla hazmedince diğer kademeye geçebilir. Buna, masonik
dilde “Uykulu gözlere ışığı yavaş yavaş vereceksin” denir.

388
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

19

CİN

Cin Uygarlığının Mahiyeti


Kur’an-ı Kerim’de “cin” kelimesiyle tanımlanan; halk arasın-
da “peri”, “dev”, “hayalet”, “cin”, “cinnî”, “ecinni”, “iyi saatte
olsunlar” diye bilinen; görüntülerine göre çeşitli isimler takılan;
ruhçuların, ölmüş kişilerin “ruh”u sanarak çağırma yoluyla ile-
tişim kurdukları; son olarak da anlattıkları masallara inanacak
düzeydeki kişilere kendilerini “uzaylı varlıklar” olarak tanıtan
görünmeyen “bilinç varlıklar”dır!
Cinlerin kendi varlığını bilebilmesi, perisperiye (dalga bedene)
bürünmesinden itibaren olmaktadır ki, bu da cinlerin bir nevi
doğumu olmaktadır...
Ölümleri, kendilerine tâyin edilmiş ömürleri sonunda peris-
perilerinden (dalga bedenden) soyutlanmaları tarzında olmakta-
dır... Cinler kendilerinden birisinin ölümlerini, onun aralarından
kaybolmalarıyla anlarlar...
Yaşama süreleri yani ömürleri hakikatte insanlarla aynı süre
almasına rağmen, yapı taşları ve özellikleri dolayısıyla, bu süre
bazen bize göre 700-1000 yaşını bile bulmaktadır...

389
YÜZYILLARIN SIRLARI

Gerçekte, kendi öz zamanlarına göre 60-70 senelik ömürleri,


bizim zaman birimimizle kıyaslandığı takdirde, karşımıza 1000
seneye yakın bir ömür süresi çıkabilmektedir...
Karakter olarak insandan daha zayıf bir yapıya sahiptir-
ler...
Olumsuz olarak adlandırılan davranışları çokça ortaya koy-
maya yatkındırlar; genellikle kötü ve karanlık işlerle uğraşırlar.
Ancak buna rağmen içlerinde, iyileri, dine bağlı olanları ve hatta
ender de olsa evliyaları vardır...
En büyük özellikleri ve eğlenceleri, insanların zayıf tarafların-
dan faydalanarak, müsait olan yapıları dolayısı ve sebebiyle, onları
kendilerine bağlı kılmak, istediklerini yaptırmak, adeta kulları
olarak kendilerine hizmet vermelerini sağlamak, taptırtmaktır...
Geleceğe ait bilgileri, yine yapıları dolayısıyla bir ölçüde
bilmeleri mümkün olsa da, detaya inememektedirler... Pek çok
kere de geleceğe ait verdikleri bilgileri yanlış çıkmaktadır.
İnsanın yapısı için, genel anlamda, görünüşünden yani be-
deninin yapısından dolayı, nasıl ki “topraktan halk olunmuştur”
denilmekte iken; cinin yapısı izah edilirken, yine aynı usulle,
“dumansız ateşten” yani “ışınlardan - radyasyondan - dalgadan”
yaratılmıştır şeklinde târif edilmektedir.
Nitekim Muhammed Hamdi Yazır bu konuda şöyle demiştir:
“Hâsılı demek oluyor ki, insan yaratılmazdan evvel, güneşte
ve arzın başlangıcında olduğu gibi, çalkalanıp duran (dalgalanan)
muzdarip ve mütehayyiç bir halde bulunan hâlis bir ateş veya
elektrik halinde olduğu gibi, her şeye karışabilen veyahut eşyayı
birbirine karıştırmak ihtilat ettirmek hassasına haiz bir ateşten
(yani ışınlardan) biz insanların gözlerine bermutat görünmeyen
gizli birtakım hayat kuvvetleri, hayati unsurlar yaratılmıştır ki
bunlara ‘can’ tesmiye olunur.”
(M.H.Yazır, cilt: 6/ sayfa: 4670)

390
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Allah-u Teâlâ, “cin” adıyla tanınan varlıkların çok büyük bir


özelliğini açıklamaktadır ki bu özellik “cinlerin insanları kendileri-
ne tâbi kılma, insanları baştan çıkartma, kendi hükümleri altında
yaşatma” olarak gözlemlenmektedir.
Ayrıca bir kısım ayetlerde Cinlerin de aynen insanlar gibi
yaratıcılarına karşı kulluk görevi yerine getirmekle yükümlü
olduklarını açıklamakta, yaratılma sebeplerinin de bu olduğunu
kesin bir şekilde belirtmektedir...
“Cinlerin”in çok önemli birkaç özelliği vardır ki, bu hususlar
konuyu dikkatle tetkik edenlerin asla gözünden kaçmaz.
1. CİNLER’de mantıksal bütünlük yoktur.
2. CİNLER’de büyüklük duygusu aşırı gelişmiştir.
3. CİNLERde kendini kontrol mekanizması çok zayıftır.
4. CİNLER’de sürekli tekrarlar mevcuttur.
Hangi isim altında, dünyanın neresinde olursa olsun; verdik-
leri tebliğlerde daima yukarıda saydığımız bu dört esası derhal
müşahede edebiliriz.

Kur’an-ı Kerim’de Cinler


Kur’an-ı Kerim’de 32 yerde cinden bahsedilmektedir. Bunlardan
22’si cinn, 5’i cânn, 5’i de cinnet olarak geçmektedir:
Cinn:
İsra (88), Kehf (50), Zariyat (56), Rahman (33), Araf (38,179),
Neml (17, 39), Fussilet (25, 29), Ahkaaf (28, 29), Sebe (12, 14, 41),
Cinn (1, 5, 6), En’am (100, 112, 128, 130)
Cânn:
Hicr (27), Rahman (15, 39, 56, 74)
Cinnet:
Hûd (119), Secde (13), Saffat (158) 2kez, Nâs (6)

391
YÜZYILLARIN SIRLARI

“De ki: Cinlerden bir topluluğun dinleyip de şöyle söyledikleri


bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, hârikulâde güzel bir Kur’an
dinledik. Doğru yola iletiyor, ona iman ettik. Kimseyi Rabbimize asla
ortak koşmayacağız. Hakikat şu ki, Rabbimizin şânı çok yücedir. O,
ne eş ne de çocuk edinmiştir. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız, Allah
hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş. Hâlbuki biz, gerek insanlar
gerekse cinler Allah hakkında asla yalan söylemezler, sanmıştık. Şu da
gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı
da, onların taşkınlıklarını arttırırlardı. Onlar da sizin sandığınız gibi,
Allah’ın hiç kimseyi tekrar diriltmeyeceğini sanmışlardı. Doğrusu biz,
göğü yokladık, fakat onu sert bekçilerle, alev huzmeleriyle doldurulmuş
bulduk. Hâlbuki biz onun bazı kısımlarında dinlemek için oturacak yerler
(bulup) oturuyorduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözet-
leyen bir alev huzmesi buluyor. Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük
mü murat edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi? Gerçekten biz,
-kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda olmak üzere- türlü
türlü yollar tutmuştuk. Şu gerçeği şüphesiz anladık ki, biz yeryüzünde
bulunsak da Allah’ı âciz bırakamayacağız, başka yere kaçmakla da elin-
den kurtulamayacağız. Doğrusu biz, o hidayeti işitince ona iman ettik.
Kim Rabbine iman ederse, artık ne bir eksikliğe uğratılmasından ne de
haksızlık edilmesinden korkar. İçimizde, teslimiyet gösterenler de var,
hak yoldan sapanlar da var. Teslimiyet gösteren kimseler, doğru yolu
arayanlardır. Hak yoldan sapanlara gelince; onlar Cehennem’e odun
olmuşlardır.” (Cinn Suresi 1-15)

“Aldatmak için birbirlerine cazip sözler fısıldayan cin ve insan


Şeytanlarını her peygambere düşman yaptık. Bu Şeytanlar ahrete
inanmayanların kalplerinin o sözlere yönelmesi, ondan hoşnut olması
ve kendilerinin işledikleri suçları işlemeleri için böyle yaparlar. Rabbin
dileseydi bunu yapamazlardı, sen onları iftiraları ile baş başa bırak.”
(En’am Suresi 112-113)

392
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

“Allah hepsini toplayacağı gün, ‘Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu


yoldan çıkardınız’ der, insanlardan onlara uymuş olanlar, ‘Rabbimiz!
Bir kısmımız bir kısmımızdan faydalandık ve bize tayin ettiğin sürenin
sonuna ulaştık’ derler. ‘Cehennem, Allah’ın dilemesine bağlı olarak,
temelli kalacağınız durağınız’ der. Doğrusu Rabb’in hâkimdir, bilen-
dir. Zalimlerin bir kısmını, kazandıklarından ötürü diğer bir kısmına
böylece musallat ederiz. ‘Ey cin ve insan topluluğu! Size ayetlerimi
anlatan, bugünle karşılaşmamızdan sizi uyaran peygamberler gelmedi
mi?’ ‘Kendi hakkımızda şahidiz’ derler. Dünya hayatı onları aldattı da
inkârcı olduklarına, kendi aleyhlerinde şahitlik ettiler.”
(En’am Suresi 128-130)

“Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesinden


çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa geçin. Ancak büyük bir güçle çıkıp
gidebilirsiniz.” (Rahman Suresi 33)

“Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü yine bir aylık mesafe
olan rüzgârı da Süleyman’a (onun emrine) verdik ve onun için erimiş
bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı,
onun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azabı
tattırırdık. Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar
(geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davud
ailesi! Şükredin! Kullarımdan şükreden azdır! Süleyman’ın ölümüne
hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç
kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi,
o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” (Sebe Suresi 12-14)”

Cinni Uygarlıklar
Bediüzzaman Said Nursi Kamer’de Cin Sultanlığı olduğunu
belirtir. Buradaki Ervahı Habise’nin (Karanlık Ruhsal Varlıkların)
güneşin etrafında dönen peyk ve bazı taş parçalarının üzerinde
taht kurmuştur.

393
YÜZYILLARIN SIRLARI

UFO olarak adlandırılan birtakım cisimlerin, Şeytanların ve


cinlerin yer altı ve yerüstü türlerinin dışında, “uzay” dediğimiz
‘sırlar derinliğinde’ yaşayabilmeye programlı nesneler olduğu
ihtimalinden söz eder.
Dünyada da bu tarz uygarlık mekânları vardır ki bunların en
meşhuru 30. Paralel’de yer alan, muhtemelen Atlantis kavminin
kalıntıları üzerinde manyetik bir saha oluşturan Bermudo Şeytan
Üçgeni’dir.
Bir de kalplerdeki Şeytanlar ve musallat olan cinler vardır
ki bunun en meşhuru günlük hayatta vesvese dediğimiz EL-
VESVAS’dır.

394
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

20

BABİL KULESİ

Sinar Diyarı
Babil Kulesi adına ilk kez kutsal kitaplarda Tevrat’ın tekvin
kısmının ikinci bölümünde rastlarız.
“Ve bütün dünyanın dili bir ve sözü birdi. Ve vaki oldu ki, Doğu’ya
göçtükleri zaman Sinar Diyarı’nda (SÜMER) bir ova buldular. Ve
birbirlerine dediler: Gelin, kerpiç yapalım ve onları iyice pişirelim ve
onların taş yerine kerpiçleri ve harç yerine ziftleri vardı. Ve dediler:
Bütün yeryüzü üzerine dağıtmayalım diye gelin kendimize bir şehir ve
başı göklere erişecek bir kule inşa edelim ve kendimize nam yapalım.”
Tarihte kaydı geçmemekle birlikte ancak halk efsanelerinde
nesilden nesle aktarılana göre, Babil şehri meşhur avcı Nemrut’un
krallığını kurmuş olduğu bir yerdir. Müslüman geleneklerine göre
Hz. İbrahim ile uğraşan ve onu ateşe fırlatıp öldürmek isteyen
hain ve müstebit kral budur. Kutsal kitabın ikinci ve sonraki fa-
sıllarında anlatılmış olduğu üzere Babil adı dillerdeki karışıklığın
simgesidir. Kutsal kitaba göre kule tuğla ve katran (bitüm)’dan
yapıldı. ‘Babil’ kelimesinin İbranice, kökü ‘Balal’ olup ‘karışıklık’
anlamına gelir. Eski Akad diline göre ise Babil, ‘Babili’, ‘Tanrı
Kapısı’, ‘Tanrı Şehri’ demektir.
Anlatıldığına göre bu kule eski Şinar (Sümer) diyarında ka-
vimlerin bir araya gelerek inşa ettikleri ve insanoğlunun tanrıları

395
YÜZYILLARIN SIRLARI

bulmak için gökyüzüne çıkmak iddiası içinde bir nevi merdiven,


sütun inşası amacını taşır. Kutsal kitaba göre bu küstahlığa kızan
Tanrı, birlik halinde olan, tek dili konuşan ve aralarında anlaşan
bu meraklı kullarının dil birliğini bozmuş, aralarına nifak ve
bölücülüğü sokmuştur.
Kutsal kitaptaki bu kulenin aslında bir Sümer Ziggurat’ı olduğu
genel olarak kabul edilmiştir. Arkeolog/Sümerolog Benjamin de
Tudala, bu kulenin bugün Irak’ta bulunan Borsippa şehri (şimdiki
adı Hillal) yakınında bulunan Birs Nemrut harabelerinin kendisi
olduğunu söyler.
Diğer bir bilgin Niccolo de Conti, bu kulenin Bağdat yakınında
Akuarkuf denilen bir yerde bulunan dev bir Ziggurat’ın kendisi
olduğunu iddia eder.

396
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

21

EBU HUREYRE VE GİZ İLMİ

Dualı Bir Zihin


Adı, Abdurrahman b. Sahr; künyesi, Ebû Hureyre’dir. Hz.
Muhammed onu, Abdurrahman (bazı rivayetlere göre Abdullah,
hatta başka isimler de ileri sürülmektedir) diye adlandırdı. Ne
sebeple Ebu Hureyre diye künye edindiğini kendisi söyle açık-
lamıştır:
“Bir kedi bulmuştum, onu elbisemin yeninde taşırdım; bundan
dolayı Ebû Hureyre (kedicik babası) künyesiyle çağrılır oldum.”
Hayber gazvesi sıralarında Yemen’den Medine’ye gelip
Müslüman olmuştur. O tarihten itibaren Hz. Muhammed’in vefâtına
kadar ondan ayrılmayan bir sahabesi olmuş, kendisini onun hiz-
metine adamıştır. Hizmet süresi yaklaşık dört yılı buluyordu. Hz.
Muhammed’in misafirperverliği ve cömertliği sayesinde yasayan
Ebu Hureyre, Resûlüllah (s.a.v.)’ın mescidinde sadece ibadet ve
ilimle meşgul olan Ehli Suffe’nin en ileri gelen simasıydı. Hz.
Peygamberi büyük bir muhabbetle sevmiş, onun sünnetine uygun
olarak yasamış ve manevî yüce mertebelere erişmiştir.
İffet sahibiydi, eli açık ve cömertti. Hz. Osman’ın şehit edil-
mesinden sonraki fitne olaylarında köşesine çekildi. Halk onun
bu halinden kendisine söz ettiklerinde Resûlüllah (s.a.v.)’ın şu
hadisini rivâyet ediyordu:

397
YÜZYILLARIN SIRLARI

“Fitneler çıkacak. O zamanda, oturanlar ayakta durandan, ayakta


duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim dönüp bak-
maya yönelirse, o da ona yönelir. Kim bir sığınak veya korunak bulursa
onunla korunsun.” (Buhâri, Menâkib, 25; Müslim, Fiten, I0).
İmam Şâfii gibi büyük âlimlerin bildirdiğine göre, Ebû Hureyre
kendi dönemindeki hadis nakledenlerin içinde hafızası en sağlam
olanıdır. Hz. Peygamber ile nispeten kısa sayılabilecek bir süre
birlikte olmasına rağmen, onun hadislerini bu kadar büyük bir
sayıda elde edebilmesinin sırrı ve sebepleri şöyle açıklanabilir:
a) Birinci Sebep:
Hz. Peygamber ile sık sık görüşmesi ve ona hiç çekinmeden
her çeşit sorular sormasıdır (ibn Hacer, a.g.e., IV, 206). Nitekim
Buhâri ve Müslim’in naklettiklerine göre Ebû Hureyre şöyle
demiştir:
“Siz, Ebû Hureyre’nin çok hadis rivâyet ettiğini söyleyip duru-
yorsunuz. Ben fakir bir kimseydim. Karın tokluğuna Hz. Peygambere
hizmet ediyordum. Muhâcirler çarşıda, pazarda alışverişle, Ensâr da
kendi malları, mülkleriyle uğraşırken, ben Hz. Peygamberin meclislerinin
birinde bulunmuştum. Buyurdu ki:
- İçinizden kim cübbesini yere serer de ben sözümü bitirdikten sonra
toplarsa benden duyduğunu bir daha unutmaz.
Bunun üzerine ben üzerimdeki hırkayı yere serdim, Hz. Peygamber de
sözünü bitirince, onu topladım. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin
ederim ki, o andan sonra ondan duyduğum hiçbir sözü unutmadım.”
(Müslim, Fadâilü’s-Sahâbe, 159; Buhâri, ilim, 42).
b) İkinci Sebep:
İlme olan tutkunluğu ve Hz. Peygamberin ona bildiğini
unutmaması için dua buyurmasıdır. El-Hâkim en-Nisâbûrî,
Müstedrek’te (111, 508) şu haberi vermektedir:
“Bir adam Zeyd b. Sâbit’e gelerek ona bir mesele sordu. O da Ebû
Hureyre’ye gitmesini söyledi ve şöyle devam etti; çünkü bir gün ben,

398
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Ebû Hureyre ve bir başka sahabe Mescid’de oturuyorduk, dua ve zikirle


meşgul idik. O sırada Hz. Peygamber geldi, yanımıza oturdu; biz de dua
ve zikri bıraktık. Buyurdu ki:
- Her biriniz Allah’tan bir dilekte bulunsun.
Ben ve arkadaşım, Ebû Hureyre’den önce dua ettik, Hz. Peygamber de
bizim duamıza âmin dedi. Sıra Ebû Hureyre’ye geldi ve söyle dua etti:
- Allah’ım, senden iki arkadaşımın istediklerini ve de unutulmayan
bir ilim dilerim.
Hz. Peygamber bu duaya da âmin dedi. Biz de:
- Ey Allah’ın Resûlü! Biz de Allah’tan unutulmayan bir ilim
isteriz, dedik.
Hz. Peygamber:
- Devsli genç sizden önce davrandı, buyurdu.”
Buhâri, ilim bahsinde, hadise olan tutku bâbında (nr. 33) Ebû
Hureyre’nin şöyle dediğini nakletmiştir:
“Ey Allah’ın Resûlü, Kıyâmet gününde senin şefâatine nâil olacak
en mutlu kişi kimdir?’ diye sordum. Resûlüllah buyurdu ki:
- Ey Ebû Hureyre! Senin hadise olan aşırı tutkunluğunu bildiğim
için, böyle bir soruyu senden önce hiç kimsenin sormayacağını tahmin
etmiştim. Kıyamet gününde benim şefâatime nâil olacak en mutlu kişi
‘Lâilâhe illallah’ diyen kimsedir.’”
c) Üçüncü Sebep:
“Ebû Hureyre’nin büyük sahabelerle görüşmesi, onlardan birçok
hadis alması ve bu sayede ilminin artıp ufkunun genişlemesidir”
(ibn Hacer el-Askalâni, el-isâbe, IV, 204).
d) Dördüncü Sebep:
Hz. Peygamber’in vefâtından sonra uzun süre yaşamış ol-
masıdır. Nitekim Hz. Peygamberden sonra kırk yedi yıl yasamış,
hadisleri halk arasında yaymakla meşgul olmuştur (Muhammed
Ebû Zehv, el-Hadis, ve’l-Muhaddisûn, Kahire 1958, 134).

399
YÜZYILLARIN SIRLARI

Bütün bunların neticesinde Ebû Hureyre, Sahabe içerisinde


hadisi en iyi bilen, hadis almada ve rivâyet etme hususunda
diğerlerinden daha üstün bir duruma gelmiştir. Onun rivâyet
ettiği hadisler, diğer sahabelerde veya birçoğunda dağınık halde
bulunuyordu. Bu yüzden onlar Ebû Hureyre’ye başvuruyor, hadis
rivâyetinde ona dayanıyorlardı.
İbn Ömer, onun cenaze namazında, ona Allah’tan rahmet
dileyerek, “Hz. Peygamberin hadisini Müslümanlar adına muhâfaza
ediyordu,” demiştir (ibn Sa’d, Tabakât, IV, 340). Buhâri, ‘Ebû
Hureyre’den 800 kadar sahâbe ve tâbiîn âlimleri hadis rivâyet
etmişlerdir’ diyor (ibn Hacer, a.g.e., IV, 205).
Kendisinden 5374 hadis gelmiş, bunlardan 325 tanesini
Buhâri ve Müslim müştereken, 93 tanesini yalnız Buhâri, 189
hadisini de yalnız Müslim Sahîhlerine almışlardır (Muhammed
Ebû Zehv, a.g.e. 134).
Ebu Hureyre, asırlar boyunca tetkik ve tenkit konusu olmuş-
tur. Gerek Doğu dünyasında gerek Batı dünyasında Ebû Hureyre
hakkında ileri geri konuşulmuştur. Bunun sebebi, keyif ve arzulara
karşı gelen dine yönelik hile ve tuzakları sonuçsuz bırakan bir
kısım bildiği hadislerden kurtulmak istenmesidir. Bu hücumlar
ya yalan ve zayıf rivâyetlere ya da bazı sahîh hadislere dayanır.
Fakat bu tür sahîh hadisleri de doğru-dürüst anlayamazlar, bu
yüzden de kendi arzuları doğrultusunda yanlış yorumlara başvu-
rurlar. (Muhammed Ebû Zehv, a.g.e., 153; el-Hâkim en-Nisâbûrî,
a.g.e., III, 5 1 3).
Bu hadislerden bir kısmını ve cevaplarını özet olarak vere-
lim:
Ebû Hureyre’nin hadis konusundaki güvenilirliğine gölge
düşürecek şüphe kaynaklarından biri, onun Resûlüllah (s.a.v.)’dan,
“Bir kimse Ramazan ayında cünüp olarak sabahlarsa, o gün oruç tut-
masın” hadisini nakletmesi ve halka bu yolda fetvâ vermesidir.

400
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Onun böyle rivâyet ettiğini Âişe ve Ümmü Seleme haber alınca,


onun bu rivâyetini kabul etmemişler, söyle demişlerdir:
“Hz. Peygamber ailesiyle birlikte olması neticesinde cünüp olarak
sabahlar, sonra da boy abdesti alıp orucunu tutardı.”
Bunun üzerine Ebû Hureyre onların dediklerini kabul etmiş
ve demiştir ki:
“Bu hadisi bana Fadl b. Abbâs ile Üsâme b. Zeyd Hz. Peygamber’den
nakletmişlerdi. Müminlerin anneleri ise bu gibi konuları erkeklerden
daha iyi bilirler.”
(Buhâri; Savm, 23; ibn Hacer, Fethu’l-Bâri, Misir 1300, IV,
123-124; Muhammed Ebû Zehv, a.g.e., 155).
Buna şu cevap verilmiştir:
Ebû Hureyre söz konusu hadisi Resûlüllah (s.a.v.)’dan
kendisi işitmemiştir. Hadisi Fadl ve Üsâme vasıtasıyla rivâyet
etmiştir. Bu iki sahabe ise doğru ve güvenilir kişilerdir. Âişe ile
Ümmü Seleme’nin hadisi, onun yanında ağırlık kazanınca, onların
rivâyetine dönmüş, hakka uyarak önceki fetvâsından vazgeçmiştir
(ibn Hacer, a.g.e., IV, 126; M. Eba Zehv, a.g.e, 155).
Fadl ve Üsâme’nin naklettiği hadise gelince, âlimler bu ko-
nuda şunları söylediler:
Birincisi, bu hadis kendisinden daha kuvvetli hadisle çeliş-
mektedir; dolayısıyla onunla değil kuvvetli olanla amel edilir.
İkincisi, bu iki sahabenin hadisi orucun farz kılındığı dönemin
başlarına aittir. O sırada oruçlunun uyuduktan sonra yemesi,
içmesi, cinsel münasebette bulunması haramdı. Daha sonra Allah
tanyeri ağarıncaya kadar bütün bunları mubah kıldı. Onun için
karı-koca ilişkisi sabaha kadar devam ederdi. Fecrin doğuşundan
sonra da yıkanması gerekmekteydi. Bu da gösteriyor ki Âişe ile
Ümmü Seleme’nin naklettiği hadisin hükmünü neşhetmiştir.
Ne Fadl ile Üsame’nin ne de Ebû Hureyre’nin bu son hükmü
bildiren hadisten haberleri vardı. Bu yüzden Ebû Hureyre hâlâ

401
YÜZYILLARIN SIRLARI

önceki hadise göre fetvâ vermeye devam ediyordu. Kendisine bu


haber ulaşınca da bu fetvâsından dönmüştür (ibn Hacer, a.g.e.,
IV, 127-128).
İbn Hacer şöyle der:
“Ebû Hureyre’nin hakkı teslim edip ona dönmesi onun faziletini
gösterir.”
(a.g.e. ve yer; Kastallâni, irsâdü’s-Sâri, Misir 1326. IV, 443; M.
Ebû Zehv, a.g.e., 155).
Bir başka itiraz da şudur:
Ebû Hureyre hadis rivâyet ederken tedlis yapardı (Hz.
Peygamber’den duymadığı bir hadisi kendisine rivâyet eden
şahsın ismini vermeyerek, Hz. Peygamber’den rivâyet ederdi).
Meselâ, yukarıda geçen “cünüp olarak sabahlayan kimseye oruç
tutmak yoktur” hadisinde durum böyledir. Tedlis yapmak ise
yalan söylemenin kardeşidir (ibn Kesir, el-Bidâye, VIII, 109).
Bu itiraza şöyle cevap verilir:
Ebû Hureyre’nin İslâm’a girişinin hicretin 7. yılına kadar
geciktiği dikkate alınırsa, Hz. Peygamberin pek çok hadisini
ondan duymadığı ortaya çıkar. Bu durum, onun hadis bilgi-
sini tamamlayabilmesi için, Hz. Peygamber’den duymuş olan
Sahabelerden almasını gerektiriyordu. Onun bu hâli, ya dünyevi
meşguliyetlerinden dolayı ya da yaşlarının küçük olması, yahut
da sonradan Müslüman olmaları gibi sebeplerle Hz. Peygamber’in
meclislerinde bulunmayan diğer sahabelerin durumuyla aynıdır.
Humeyd’den gelen şu haber de bunu teyit eder:
“Biz Enes b. Mâlik’in yanında idik. Bize şöyle dedi: Vallahi size
Hz. Peygamber’den naklettiğimiz hadislerin hepsini bizzat kendisinden
duymuş değiliz. Fakat (hadisi duyan duymayana naklederdi) biz de
birbirimizi yalanlamazdık.”
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, Misir 1313, IV, 283; M. Ebû
Zehv, a.g.e., 157).

402
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Hadisi duyan ve diğerlerine nakleden sahâbînin isminin


zikredilmemesini tedlis saymak uygun değildir. Zira ehli sünnet
âlimlerinin ittifakıyla sahâbenin hepsi âdildir. Âlimlerin, mürsel
hadisi delil kabul etmek hususundaki ihtilâfı, ismi zikredilmeyen
râvinin durumunun bilinmeyişi sebebiyledir. İbnu’s-Salâh bu
hususta söyle der:
“İbn Abbâs ve benzeri yasça küçük sahabelerin Hz. Peygamber’den
işitmedikleri halde ondan rivâyet ettikleri mürsel hadisler, mevsûl ve
müsned hükmündedir. Çünkü onlar bu hadisleri sahabelerden almışlar-
dır. Bir sahabenin kim olduğunun bilinmemesi, hadisin sıhhatine zarar
vermez. Çünkü sahabelerin tamamı âdildir.”
(İbnu’s-Salâh, Mukaddime, Misir 1326, 22)
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Ebû Hureyre’den hiçbir ya-
lan çıkmış değildir. Zira bu tür mürsel hadislerde Ebû Hureyre,
“Resûlüllah’ın şöyle dediğini işittim ya da şöyle yaptığını gördüm,”
demiyor; aksine, “Resûlüllah şöyle buyurdu veya şöyle yapmıştır”
gibi ifadeler kullanıyordu. Burada onun tedlis yaptığı da söylene-
mez. Çünkü adını zikretmediği sahâbeden biridir ve sahabenin
âdil olduğuna dair icmâ vardır (M. Ebû Zehv, a.g.e., s.158).
Bir başka itiraz:
Hz. Ömer, Ebû Hureyre’yi hadis rivâyetinden alıkoymuş ve
ona, “Ya Hz. Peygamberden hadis rivâyetini bırakırsın ya da seni Devs
topraklarına sürerim!” demiştir (ibn Kesir, el-Bidâye, VIII, 106; M.
Ebû Zehv, a.g.e. 159).
Buna şöyle cevap verilmiştir:
Ebû Hureyre, Hz. Peygamber’den naklettiği hadisleri halka
öğretmeyi, ilmi gizlemenin günahından kurtulmak için, kendisine
bir görev sayıyordu (Buhâri, ilim, 43). Bu anlayış onu çok hadis
rivâyet etmeye sevk etti. Bir tek mecliste bile Hz. Peygamber’in
birçok hadisini naklederdi. Fakat Hz. Ömer, halkın her şeyden önce
Kur’an ile meşgul olmasını, amelle ilgili olanların dışında kalan
hadisleri az rivâyet etmelerini, halkı yersiz bir tevekküle götürecek

403
YÜZYILLARIN SIRLARI

ruhsat hadisleriyle, halkın anlayamayacağı müşkil hadisleri halka


rivâyet etmeyi uygun görmüyordu. Bu arada, çok hadis rivâyet
edenlerin, rivâyet sırasında hata yapabileceklerinden ve benzeri
şeylerden de endişe ediyordu. Bütün bu sebeplerle, Hz. Ömer sa-
habeleri çokça hadis rivâyet etmekten alıkoymuş, Ebû Hureyre’ye
de ağır konuşmuş ve onu Devs’e sürmekle tehdit etmiştir. Çünkü
Sahâbe içerisinde en çok hadis rivâyet eden oydu.
İbn Kesir bunu naklettikten sonra söyle der:
“Bildirildiğine göre Hz. Ömer (r.a.) daha sonra Ebû Hureyre’nin
hadis nakletmesine izin vermiştir.”
(ibn Kesir, a.g.e., VIII, 106; M. Ebu Zehv, a.g.e., 159).
Bir başka menfî tenkid:
Ebû Hureyre’nin diğer sahabelerden daha çok hadis rivâyet
etmesini sağlayan şey, Hz. Peygamber söylesin veya söylemesin,
helâl ve haramla ilgili olmayan, fakat güzel ahlâka teşvik, Cennet
ve Cehennem haberleri gibi bütün güzel sözleri ona isnat etmeyi
kendine câiz görmesidir. Onun bu konudaki dayanağı şu ha-
dislerdir:
“Benden size hakka uygun bir söz ulaştığında, ben onu ister söylemiş
olayım isterse olmayayım, onu alınız. Benim söylemediğim fakat benden
size ulaştırılan güzel bir sözü, ben söylemişimdir.”
(M. Ebû Zehv, a.g.e., 160).
Buna verilen cevap şudur:
Geç Müslüman olmasına rağmen Ebû Hureyre’nin çok hadis
rivâyet etmesi, onların ileri sürdükleri sebeplere bağlanamaz. Bunun
asıl sebebi, dünyadan el etek çekip Hz. Peygamber’in toplantılarına
katılması, savaşta ve savaş dışında onun yanından ayrılmaması,
hadisleri unutmaması için Hz. Peygamberin duasını alması, Hz.
Peygamberin vefâtından sonra elli yıl kadar daha yasaması ve
duymadığı hadisleri diğer sahabelerden alarak insanlara rivâyet
etmesidir. Helâl ve haram dışındaki konularda Hz. Peygambere

404
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

yalan isnat etmesini kendisi için câiz görmesi iddiası da geçersizdir.


Çünkü o, “Kim bilerek bana yalan isnat ederse Cehennem’deki
yerine hazırlansın” hâdisinin râvîlerinden biridir.
Birçok toplantılarında hadis rivâyet etmek istediğinde bu
hadisi zikrettiği sâbittir.
Sahabeler, onun hadis rivâyetindeki üstünlüğünü kabul ettiler
ve ondan hadis naklettiler. Hz. Ömer, Osman, Talha, İbn Abbâs,
Âise, Abdullah b. Ömer ve diğerleri bunlardandır.
Ebû Hureyre’nin dayandığını ileri sürdükleri hadislere gelince,
bu hadisleri Ebû Hureyre rivâyet etmemiştir. Aksine bunlar onun
adına uydurulmuş sözlerdir.
Bu hususta İbn Hazm şöyle demiştir:
“Allah’tan korkmaz bazı insanlar birtakım hadisler rivâyet ettiler.
Bunların bazısı İslâm’ın temel prensiplerini geçersiz kılmakta, bazıları
da Hz. Peygamber’e yalan isnat etmeyi mubah saymaktadır.”
İbn Hazm bu iki hadisi de, râvîlerinin çok zayıf olmasından
ötürü geçersiz saymaktadır (ibn Hazm, el-ihkâm fî Usûli’l-Ahkâm,
Mısır 1345, II, 76, 78, 80; M. Ebû Zehv, a.g.e., 161, 162).
Macar asıllı ünlü müsteşrik Yahudi Ignaz Goldziher de Ebû
Hureyre’nin hadis uydurduğunu ve bunda hayli ileri gittiğini ileri
sürmüştür. Böyle bir tenkit tümüyle bâtıldır, geçersizdir ve hiçbir
haklı tarafı yoktur. Buhâri’nin söylediği gibi Ebû Hureyre’den
sekiz yüz âlim hadis rivâyet etmiştir.
O, sahâbe ve muhaddisler nazarında son derece güvenilir
yüce bir şahsiyettir.
İbn Ömer şöyle demiştir:
“Ebu Hureyre benden daha hayırlı ve naklettiğini daha iyi bilen-
dir.”
Cennet’le müjdelenenlerden biri olan Talha b. Ubeydullah
da:

405
YÜZYILLARIN SIRLARI

“Şüphe yok ki Ebû Hureyre Hz. Peygamber’den bizim işitmediğimiz


hadisleri işitmiştir.” demiştir.
(el-Hâkim en-Nisâbûrî, a.g.e, III, 511, 512)
Mervan’in sekreteri Ebû Zualza’a da Ebû Hureyre’nin ha-
dis rivâyetinde ne derece güçlü olduğunu gösteren şu haberi
nakleder:
“Mervan, Ebû Hureyre’yi Saray’da hadis rivâyet etmek için
dâvet etmişti. Mervan beni divanın arkasına oturtmuştu ve ben
de Ebû Hureyre’nin naklettiklerini gizlice yazıyordum. Ertesi
yıl yine onu dâvet etti ve ondan hadis rivâyet etmesini istedi.
Bana da bir yıl önceki yazdıklarımdan takip etmemi tembih etti.
Neticede, onun bir tek kelime bile değişiklik yapmadan rivâyet
ettiğini gördüm.
(İbn Kesir, a.g.e., III, 106; M. Ebû Zehv, a.g.e., 162-164).
Ebû Hureyre 78 yıl yaşadıktan sonra Hicrî 57/676 yılında
Medine’de vefât etmiştir.

406
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

22

TEVRAT’I DEĞİŞTİRENLER

Kimler Tevrat’ı Değiştirdi?


Tevrat’ın büyük bir kısmını değiştirerek “kirli ruhlarla trans”
halindeyken kendi dogmalarını yazanlar; Yahudilerin üzerinde
tarih boyunca kontrollerini sürdürmüş hahamlardır.
Yahudilerin sapkın görüş ve geleneklerine sık sıkı bağlı ha-
hamlar, orijinal Tevrat’ın getirdiği gerçek dini arzularına uygun
bulmamış, kendi zevkleri ve hırsları doğrultusunda değiştirmiş-
lerdir.
Mason Üstadı Hayrullah Örs bu konuda da şunları ifade
etmiştir:
“Kahinler yazısı denen kısımlarda, Yahudi şeriatı artık son ve kesin
şeklini alır. Bunların bir hahamlar topluluğunun eseri olduğu anlaşıl-
maktadır. Bu topluluğun da bütün Musa kitaplarını (Tevrat’ı) yeniden
elden geçirmiş oldukları bellidir. Ama kendi koydukları kuralları, hep
Musa’nınmış gibi göstermişlerdir.”
(Hayrulah Örs, “Musa ve Yahudilik” sf.36-37)
Hahamlar, Tevrat’ı kendi inançları doğrultusunda bozarken,
kendi otoritelerini de kuvvetlendirecek, kendilerine “peygamber”
hatta “Tanrı” gibi ulûhiyet verecek metinleri eklemeyi unutma-
mışlardır. Tevrat’ta hahamlara kayıtsız şartsız itaat edilmesine

407
YÜZYILLARIN SIRLARI

ilişkin pek çok ayet vardır. Tevrat’ın çoğu yerinde kâhin olarak
hahamlar şu şekilde anlatılmaktadır: “Levi oğullarına Kâhinler
yaklaşacaklar, Rabb’in onları seçti ve her davada, her dövüşde onların
sözlerine göre olacaktır.”
(Tesniye Bölümü, 22/5)

“Ve her kim, Allah’ın Rabb’e hizmet etmek üzere orada duran kâhini
ve hâkimi dinlamayarak küstahlıkta davranırsa, o adam ölecektir.”
(Tensiye, 17/2)

Bu şekilde Tevrat’ı kendi inanç ve çıkarları doğrultusunda


değiştiren hahamlar, tarih boyunca Yahudi toplumu idare etmiş-
lerdir. Bugün hâlâ İsrail devletinde her iş hahamların emirlerine
göre yapılmaktadır.
Hahamların Tevrat üzerinde yaptıkları ekleme ve değiştir-
meler, tek değiştirilmemiş ilahi kitap olan Kur’an da şu şekilde
ifade edilmektedir:
“Oysa Onlardan (Yahudilerden) bir bölümü Allah’ın sözünü işitiyor,
akıl erdirdikten sonra (dahi bile) bile değiştiriyorlardı.”
(Bakara Suresi, 75).

“Artık vay hallerine! Kitabı kendi elleriyle yazıp sonra az bir değer
karşılığında satmak için: Bu Allah katındandır diyenlere artık yazıklar
olsun, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara, yazıklar olsun kazandık-
larına.”
(Bakara Suresi 79).

Netice olarak Muharref Tevrat; hahamların kin ve hırsları ne-


ticesinde Şeytan’ın kontrolüne girerek ırkçı düşüncelerle ördükleri
“sapkın ve dogmatik” bir ideoloji kitabıdır. Fanatik hahamlar eski

408
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

dinlerdeki bu sapkın inançları Tevrat’a bir “fikir mimarı ustalı-


ğıyla” ustaca yerleştirip, bu ideolojiye “din” görüntüsü ve işlevi
vererek hem insanlığa hem de kendilerine Kur’an’da uyarıldığı
gibi “yazık” etmişlerdir.

Tevrat’ın Üstüne Çöken Karanlık


Tevrat’ın İbranice karşılığı olan “Torah” kelimesi, Yahudi
kültüründe ve Eski Ahit’te genel bir anlama sahip bulunmakta-
dır. Bu kelimenin “Musa Kitabı”nın özel adı olduğuna dair Eski
Ahit’te kesin bir ifadeye rastlanmamaktadır. “Musa Kitabı”na
özel isim olarak “Torah” ismi, daha sonra Yahudiler tarafından
verilmiştir. Bu isim, zamanla, bütün Eski Ahit’i kapsayan bir isim
haline gelmiştir.
Kur’an’daki “Tevrat” kelimesi de, İbranice aslı “Torah” gibi
genel bir anlam ifade etmektedir. Kur’an’da, bu kelimenin “Musa
Kitabı”nın adı olduğunu belirten açık bir ifade bulunmamakta-
dır. Kur’an’a göre Tevrat, “Allah’ın Beni İsrail peygamberlerine
gönderdiği vahiylerin genel adıdır.”
Tevrat’ta anlatılan vahiy sürecinin incelenmesinden, Musa’ya
gelen vahyin kapsamının bugünkü Tevrat’ın hacmi kadar olma-
dığı anlaşılmaktadır. Eski Ahit’te ve Rabbanî kaynaklarda, bunu
doğrulayan haberler bulunmaktadır. Yeşu Kitabı’nda, Musa’nın
kitabının tümünün bir “mezbah” üzerine yazıldığı belirtilmektedir.
Rabbilerin açıklamasına göre bu mezbah, “on iki taştan” yapılmış-
tır. Bu haberler doğru kabul edilirse, “Spinoza”nın da belirttiği
gibi, “Tevrat’ın bütün sözlerinin bu on iki taş üzerine sığması
mümkün değildir”. Bundan da, “Musa Kitabı”nın muhtevasının,
en azından, on iki taş üzerine sığacak kadar, bugünkünden kısa
olduğu ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle, bugünkü Tevrat’ın
muhtevası, tamamen Musa’ya ait değildir.
Musa’nın, kendisine gelen vahiyleri yazıp yazmadığı tam
olarak bilinmemektedir. Tesniye’nin 31. Babı’nın 9 ile 25 ve 26.

409
YÜZYILLARIN SIRLARI

cümlelerinde, Musa’nın, “Torah”ın sözlerini bir kitaba yazdığı


ve bu kitabı, Ahit Sandığı’nın yanına koyması için Levioğulları,
Kohenlere teslim ettiği belirtilmektedir. Tesniye’deki bu cüm-
lelere dayanılarak, Divarim Rabah’da ve Maimonides’in Mişne
Torah’ında, Musa’nın on üç Tevrat nüshası yazdığı, bunların on
ikisini on iki kabileye dağıttığı, birini de Ahit Sandığı’nın içine
koyduğu zikredilmektedir. Divarim Rabah’da ve Mişne Torah’da
yer alan bu haber, Eski Ahit’in I.Krallar ve II.Tarihler kitapları
tarafından doğrulanmamaktadır.
I.Krallar ve II.Tarihler kitaplarında, Süleyman zamanında
“Ahit Sandığı”nın açıldığı ve içinden “İki Taş Levha”dan başka
bir şeyin çıkmadığı açıklanmaktadır. Buna göre; ya bu nüsha
kaybolmuştur veya Divarîm Rabah’da ve Mişne Torah’da anlatı-
lanların tarihî gerçekliği bulunmamaktadır.
Yahudi araştırmacı Hava Lazarus-Yafeh son düşünceyi
desteklemektedir. Müslümanlarla Yahudiler arasındaki tahrif
polemiğini kapsamlı olarak inceleyen Lazarus-Yafeh, on üç
nüsha teorisinin Müslüman polemikçilere karşı uydurulduğu
kanaatindedir. Tesniye’de, Musa’nın Tevrat’ı yazdığını ifade eden
cümlelerden sonra Tevrat’ın muhtevasının daha üç bâp devam
etmesi ve Rabbani kaynaklardaki tek nüshayla ilgili rivayetler bu
kanaati teyit etmektedir.
Bütün bunlar, Tevrat’ın, Musa’dan çok sonra, tedricen ortaya
çıktığını göstermektedir. Muhtemelen, Musa’ya gelen vahiy, belli
bir döneme kadar hafızalarda sözlü olarak korunmuş, daha sonra
birileri tarafından bütün kaynaklar derlenerek yazıya geçirilmiştir.
Bu metne, Musa’ya gelen vahiyle ilgisi olmayan ilaveler de katıl-
mıştır. Böylece, metnin muhtevası kabarmış ve neticede Musa’ya
verildiğine inanılan “Tevrat” ortaya çıkmıştır.
Musa’dan çok sonra tespit edilmiş olan bu Tevrat, Rabbanî
kaynaklarda anlatıldığına göre, aslî yapısını koruyamamış,
devamlı değişikliğe ve tahrifata maruz kalmıştır. Yehuda Kralı

410
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Yoşiya’nın Mabed’deki “katakompa” gizlemesinden sonra da


bir daha ele geçirilememiş ve tamamen ortadan yok olmuştur.
Kudüs Talmudu’nda belirtildiğine göre, bu Tevrat, halen orada
bulunmaktadır.
Bugün mevcut olan Tevrat, II. Mabed Dönemi’nde Ezra tara-
fından tespit edilmiştir. Ezra, bu Tevrat’ta birtakım değişiklikler
yapmıştır. Ondan sonra Knesset Ha-Gadol ve Soferim, Tevrat
üzerinde çalışmaya devam etmiştir. Özellikle Soferîm, bu yeni
Tevrat’ın teşekkülünde önemli rol oynamıştır. Bazı Rabbiler, onları,
Tevrat’ta bazı kasıtlı değişiklikler yapmakla da suçlamışlardır.

Ezra Dönemi ve Yutturulan Tevrat


Ezra’nın tespit ettiği Tevrat’ın Makkabiler Dönemi’ne kadar
birçok versiyonu kullanılmıştır. Makkabiler Dönemi’nde, Yahuda
Makkabi’nin önderliğinde bu versiyonlar ortadan kaldırılarak
tek standart Tevrat metni oluşturulmuştur. Bu metin, bütün
Yahudi cemaatlerine dağıtılmış ve ellerindeki eski nüshalarla
değiştirtilmiştir. Böylece, bütün Yahudi dünyasında Tevrat’ın tek
versiyonunun kullanımı yaygınlaşmıştır. Bu yüzden, Maimonides
ve Abraham İbn Davud gibi Yahudi savunmacılar, zamanların-
daki bütün Tevrat nüshalarının aynı versiyona dayandığını iddia
edebilmişlerdir. Daha sonra ortaya çıkan Massoraistler, Tevrat’ın
bugünkü metninin “kıraat şekli”ni tespit etmişlerdir.
Yahudilikte Tevrat’a olan bakış, tarih boyunca, farklılık
göstermiştir. Rabbanî Yahudiliğin ve onun günümüzdeki uzan-
tısı Ortodoksluğun temelini oluşturan Rabbanî kaynaklarda, bir
taraftan, “Bugünkü Tevrat’ın Musa’ya verilen Tevrat olduğu ve
hiç değişikliğe uğramadığı” vurgulanırken, diğer taraftan, onun
değiştirildiği, tahrif edildiği, içinde bilgi yanlışlıklarının ve çeliş-
kilerin bulunduğu belirtilmiştir. Ayrıca, Tevrat’ın Musa’ya, yazılı
ve sözlü olarak verildiği iddia edilmiş; Rabbilerin yorumunu

411
YÜZYILLARIN SIRLARI

ihtiva eden “Sözlü Tevrat” (Torah Şebaalpeh), onların yanında


daha değerli sayılmıştır.
Yukarıda belirtilen bütün bu hususlar, Tevrat hakkında
Yahudilerde de şüpheler uyandırmıştır. Klasik dönemde de
hissedilen bu şüpheler, Modern dönemde daha da artmıştır.
Modern Yahudi, “Tanrı bize, gözetmemiz için emirlerde bulundu
mu?” sorusunu sormuştur. O, bu sorunun cevabını araştırma
neticesinde, Rabbanî kaynaklarda yer alan ve Ortodoks inancın
esasını oluşturan, “Tanrı, yorumlarıyla birlikte, Tevrat’ı, harf ve
kelimeleriyle, Musa’ya yazdırmıştır” anlayışını terk etmiştir. Ona
göre Tevrat; Tanrı’nın yazdırdığı bir kutsal kitap değil, asırlar bo-
yunca tedricen gelişen, içinde ilahî unsur bulunduğu gibi beşerî
unsur da bulunan bir kitaplar koleksiyonudur.

İslâm Bilginlerine Göre Tevrat


Müslümanlarca polemik konusu yapılan Tevrat’ın ve di-
ğer kutsal kitapların tahrifi konusu hâlâ tartışmaya açıktır. Din
bilginleri Tevrat’ı Kur’an-ı Kerim ile karşılaştırdığı zaman, iki
kutsal kitabın yaklaşık yüzde 50 oranında birbiriyle uyuştuğunda
hemfikirler. Ancak, Tevrat ve diğer Yahudi kutsal metinleri uzun
zaman diliminde derlenmiş ve bu metinlere dışarıdan birtakım
şeylerin girdiği konusu ise ayrı bir uzmanlık!
Kur’an-ı Kerim açısından baktığımızda, Tevrat’taki birçok
bölümün Allah kelamı olduğunu açıkça görebiliriz. Bunların
dışında kalan kısımların, vahyin yerelliği ve nesih gibi hususlar
dolayısıyla ne kadarının Allah kelamı olup olmadığı işin bu
konunun uzmanı bilginler tarafından anlatılmış ve şaşmaz bir
kanaat olarak da bu kitaplar hakkındaki bakışın temelini Kur’an-ı
Kerim oluşturmuştur.
Tevrat’ın önemli bir özelliği, onun, kendinden sonraki
iki büyük, evrensel nitelikli din olan Hıristiyanlık ve İslâm’ın
kutsal kitapları İncil ve Kur’an’da anılmasıdır. Tevrat’tan sonra

412
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

ilahi mesajlar halinde gönderilen İncil ve Kur’an, zaman zaman


onu tasdik etmiş, ona atıflarda bulunmuştur. İncillerde Hz. İsa,
Tevrat’ı tamamen ortadan kaldırmak için değil, onu ıslah etmek
ve tamamlamak için gönderildiğini söylemiştir. Aynı şekilde,
Kur’an’da da Tevrat’ın aslı tasdik edilmiş (Ahkaf, 12; Maide, 48;
Bakara, 40), onun nur ve hidayete sevk eden bir kitap olduğu
vurgulanmıştır (Maide, 44; En’am, 91).

Adonay Üzerinden “Tanrı Olmak”!


Tanrı; kendi adı “SABAOTH”, yahut “ADONAY” veyahut
“ELOAİ” adlarından birinin harflerini başka türlü karıştırarak
kâinat ve dünyayı meydana getirmiştir. Eğer bir insan bu adlardan
birini yalnız “Tanrı tarafından bilinen bir zamanda ve gene onun
tarafından bilinen muayyen bir yerde karıştırıp tesadüfen aynı adı
meydana çıkartırsa; dünya ve kâinatın tek efendisi olacaktır” ve
Tanrı buna müsaade etmiştir hem de memnun olacaktır!”
“Şeytan’ın İlmi” veya “Ölüler İlmi” ya da “Karanlıklar İlmi”
adlarıyla meşhur Kabala aslında iki kitaptan ibarettir.
Biri Zohar (ışık), diğeri ise Sepher Yezirah (Kâinat Kitabı).
SEPHER YEZİRAH; isimli sözde bu kâinat kitabında yer-
yüzünde mevcut büyülerin en özgün türlerini bulabilirsiniz. Bu
kitabın aslında başka anlamları da vardır. Kâinat kitabı dendiği
gibi “Yaratıcı Kitap” da denir.
Bu kitap sahipleri tüm insanlığı büyü ve hipnozla yönetme
iddiasındadır. Bu amaçla Hz. Süleyman’ın bile Cenab-ı Allah ta-
rafından verilen kudretini inkâr ederek; “O tüm dünyayı büyüyle
yönetiyordu” iftirasında bulunmuşlardır.
“Şimdi de sıra bizde” diyerek Hz. Süleyman’ın vefatından bu
yana tüm dünyayı eski ve yeni büyü teknikleriyle (Zihin kontrol
operasyonları ile) idare etme gayretiyle hareket etmektedirler…

413
YÜZYILLARIN SIRLARI

Bu kitaba göre Allah kendi adı ile yani SABAOTH, yahut


ELOAİ veyahut ADONAY adlarından birinin harflerini insanlara
vermediği bir sırla karıştırarak – ancak sözde Rabbi sınıfından üç
haham’a vermiş- kainat ve dünyayı meydana getirmiştir…

“KABBALA Pesahim 112a”


Bu kısımda SHABRİRİ BÜYÜSÜ hakkında tafsilatlı bilgi
verilir.
Shabriri, gücü yapıldıkça artan bir büyüdür. İstenildiği zaman
türlü usullerle türlü vaziyetlerde istimal edilebilinir.
Büyü (amületleri) madalyonları yahut muskalar üzerinde
huni şeklinde yazılmıştır ve “Rİ” olarak nihayet bulur.

SHABRİRİ
ABRİRİ
RİRİ
RİR

’Shabriri’, ibranice “kör” demektir. Fakat “Rİ” en tehlikeli


Yahudi Şeytanlarından birinin adıdır. Bu Şeytan uzun seneler önce
korkunç bir şekilde ölmüş fakat ruhu serseri bir şekilde etraflar-
da dolaşmakta ve bugünlerde (Onların aralarında konuştukları
fısıltıları aktarıyorum)
Asrımızda hokkabazların kullandığı ABRAKADABRA
tekerlemesi bu SHABRİRİ’nin tüm insanlığa sokuşturulmuş
halidir. Bu isimde o meşhur Yahudi muskalarında “A” Harfine
kadar küçülür…
Bu muskalar en çoğu “Magen David” yani Yahudi “altı köşeli
yıldız” şeklindedir. Hexagram adı ile de tanınan bu şeklin boş

414
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

taraflarına Karanlık âlimlerin şifreleri yazılır ve bu madalyon


insanlığın efendileri olarak kendilerini gören erkek ve kadın
tarafından taşınır.
Kabala’dan Alıntılar:
“Yeryüzünde Tanrı, Yahudi’nin yüz hatlarında kendini aşikâr
kılar.” 
“Yahudi yaşayan, şahıslaşmış Tanrıdır. O dünyevileşmiş
ulûhiyettir.”
“Diğer insanlar tamamıyla dünyevi ve aşağı ırktandır. Onlar
sadece Yahudilere hizmet etmek için yaşamaktadırlar. Onlar (Yahudi
olmayanlar) küçük hayvanlardır.” 
“Hahamların sözlerini hor görenler ölüme müstahaktırlar, Hahamların
sözlerini peygamberlerinkinden üstün tutmak gerekir. Hahamların
sözleri ‘canlı’ Tanrının sözleridir. Dünya yüzünde Hahamların verdiği
her karar Allah için bir kanundur.”
“Hahamların hepsi de ‘Allah olacak ve onlara Yehova’ denecektir.” 

Filistin Talmudu
Filistin’de Tiberias, Sephoris ve Cesarea İbrani Akademileri
geniş bir şekilde Talmud üzerinde çalışıyorlardı. Aynı zamanda
da Babil etrafındaki İbrani akademileriyle sıkı bir şekilde temas
ediyorlardı. Fakat Filistin sık sık harp ve işgal tehlikesiyle karşı-
laştığından ve daha sonra da Hıristiyanlığın manevi bir kuvvet
olarak Yahudiliğe galebe çalması üzerine Filistin akademilerindeki
malumat biraz acele denecek bir şekilde bir araya getirilmiş ve
Filistin Talmudu meydana getirilmiştir.
Her ne kadar bu Talmud, Babil Talmudu gibi dev cüsseli
değilse de gene oldukça büyük bir eserdir. Aynı zamanda ha-
tırı sayılacak kadar da zengin bir içeriği vardır. Bu Talmud’ta,
“Haggadah” adı altında son derece ilgi çekici “büyü bilgisi”
mevcuttur. Babil Talmudu’nda bu “Haggadahlar” şiir halindedir

415
YÜZYILLARIN SIRLARI

fakat Filistin Talmudu’nda Haggadahlar düz yazı halinde daha


anlaşılır bir şekildedir. 

Babil Talmudu
Filistin Talmudu’na; Babil Talmudu’nun baş kısmının bir özeti
de denilebilir. Çünkü bu Talmud aşağı yukarı Filistin Talmudu’ndan
bir süre sonra incelenmeye başlanmış olmakla birlikte, Filistin
Talmudu’nun bitirilmesinden çok daha sonra bitirilmiştir. Bu
Talmud, gayet kalın; on iki cilt halindedir.
Babil’in Nehardea, Sura ve Pumpedita Yüksek İbrani
Akademileri’nin diğer Yahudi araştırma merkezlerine yaptığı
kolektif çalışmanın mahsulüdür. 
Babil Talmudu’yla ilgili en iyi araştırmayı ABBA ARECHA
yahut etrafındakiler tarafından RAV (bugün bu ismi bir araba
modelinde yaşatmaktadırlar) adı takılan bir Amorium denilen
Talmud araştırmacısı yapmıştır. Fakat her nedense Babil Talmudu,
Filistin Talmudu kadar edebi bir eser sayılamaz; çünkü içersinde
nokta ve virgül hatasını adeta saymanız mümkün değildir. Bu
Talmudları inceleyen yabancı birinin zihni onca imla hatası yü-
zünden allak bullak olur. Talmud’u incelemek isteyen bazı gayri
Yahudiler bu imla hatalarının kasten yapıldığı ve bu yüzden
cümlelerin birkaç türlü mana ifade ettiğini tespit etmişler fakat
çoğu kısımların asıl manalarını şimdiye kadar bulamamışlardır.
Bu Babil Talmudu’nun insanı güldürecek kadar acayip tarafları
da mevcuttur. Bilhassa “Pumbedite Akademisi” âlimleri tarafın-
dan etüt edilen bu Talmudlar da bu kitaba çok bağlı insanların
neredeyse bir fili dahi iğnenin deliğinden geçirebilecekleri ima
edilmektedir. 
Talmud tamamıyla incelendiğinde; bir sürü keşmekeş, karışık-
lık meydana gelir ve anlaşılır bir konu bulmakta zorlanırsınız. Bu
sebeple Talmud’un elle tutulacak ve okuyucuyu alakadar edecek
kısımlarını vermek daha doğru bir yol olacaktır.

416
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Tarih gösterir ki, Beynelminel Yahudi Talmud’un araştırıl-


masına katiyen izin vermez. Yabancılar tarafından Talmud’un
incelenmesi yüzünden Babil’de olsun, Filistin ve eski Mısır’da
olsun çok kanlı kargaşalıklar aylarca sürmüştür.
Sanhedrin sayfa 400; “emir 59 a” da; Rabbi Johanan emirleri
şöyledir:
“Talmud, Torah’ı tetkik eden bir gayri Yahudi’nin hak ettiği şey
ölümdür. Çünkü bu onun için değil bizim için yazılmıştır. Bu bize
bırakılan mirastır.”

417
YÜZYILLARIN SIRLARI

23

İMAM ŞİBLÎ

Bilgi Hazinesinin Efendisi


Hindistanlı Edebiyatçı ve tarihçi olan Muhammed Şiblî
Nu’manî, 1857 yılında A’zamgarh şehrine yaklaşık 13 km. uzaklıkta
bulunan bir köyde doğmuştur. Babası Şeyh Habibullah varlıklı
bir avukattı. Şiblî, babasının evinde meşhur âlim Çirayîyakut’lu
Muhammed Faruk’un nezaretinde İslamî ilimleri öğrendikten
sonra, Rampur’da Mevlevî İrşad Hüseyin’in yanında fıkıh araş-
tırmalarını daha ileriye götürdü.
1872’de Lahor’a giderek burada Arapça uzmanı olan Prof.
Feyz el-Hasan’ın yanında kendisini Arap Edebiyatına vakfetti.
Lahor’dan dönüşünde Sabarapur’lu Mevlevi Ahmed Ali’nin ya-
nında hadis ilmi tahsil etti ve sonra Deoband’a döndü.
1880’de avukatlık imtihanına girerek bir süre Azamgarh ve
Basti’de avukatlık yaptı. Kısa bir süre Azamgarh idari bölgesinde
kâtiplik ve Eminlik görevi yaptıktan sonra ticaretle meşgul oldu.
Ancak bu işlerin hiçbiri onun ideallerine uymuyordu. Şiblî, eğiti-
mine devam etmekte olan kardeşinin yanında Aligarh’ta bulun-
duğu sırada Sir Seyyid Ahmed’e takdim edildi, o da kendisine
Collegiate School’da bir hocalık verdi ve az zaman sonra onu
Arapça ve Farsça profesörü tayin etti. (1 Şubat 1882)

418
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Sir Seyyid ile kurduğu bu temasın genç adamın edebî faaliyeti


üzerinde çok önemli etkisi oldu ve hayatının geçmiş yıllarında
toplamış olduğu bilgi hazinesini faydalı kılmayı öğrendi. 1892’de
edebî ve kültürel durumu incelemek için bir seyahate çıktı ve
İstanbul, Beyrut, Kudüs, Kahire ve diğer bazı şehirleri ziyaret
etti. 1896’da Haydarabad Nizamından bir tahsisat aldı ve 1898’de
profesörlükten istifa etti.
Haydarabad’da Ulum-u Fünun kısmının müdürü (Nisan 1901),
sonra da Lahnau’da Nedvetü’l-Ulema’nın Darü’l-Ulum’unun kâtibi
(1805-1913) oldu, daha sonra bir süre için Encümen-i Terakki-i
Urdu’nun kâtibi oldu.
1914’te vefat etti. Vefatından hemen sonra talebesi A’zamgarh’ta
onun hatırasına bir kütüphane ve bir yayınevi ile donatılmış
Darü’l-Musannifin’i kurdular. Bu kurum aylık olarak Maarif adlı
bir dergi çıkardı.

Şiblî’nin Eserleri:
Urduca Eserleri;
Musalmanon ki Guzaşta Ta’lim (Agra, 1887);
El- Me’mun; halife el-Me’mun’un hayatı (Agra, 1887);
Siretü’n-Numan, Ebu Hanife’nin hayatı (Agra, 1891);
El-Cizye, (Agra, 1891, İngilizce tercümesi Aligarh);
Kütüphane-i İskenderiye (Agra, 1891, ingilizce tercümesi
Haydarabad);
Sefernâme, (Agra 1893);
El-Faruk, Hz. Ömer’in hayatı (Kanpur 1899);
El-Gazali, İmam El-Gazali’nin hayatı (Kanpur 1903);
İlmü’l-Kelam (Aligarh 1903);
El-Kelam (Kanpur 1903);

419
YÜZYILLARIN SIRLARI

Sevanih-i Mevlana Rumi (Lahnau 1902), Mevlana Rumi’nin


Fikirleri;
Muvazene-i Enis-ü Dabir (Agra 1906), İki Pakistanlı Şair
hakkında bir inceleme;
Şiirü’l-Acem I-IV (Aligarh 1909-1912);
Şiirü’l-Acem V, (Azamgarh 1919) tamamlanmamıştır;
Siretü’n-Nebi I-II (Kanpur 1919-20);
Siretü’n-Nebi III, tamamlanmamıştır;
Külliyat-ı Urdu, Şiirler;
Resail-i Şiblî, Makalat-ı Şiblî, Mekatib-i Şiblî (Şiblî’nin Risale,
Makale ve Mektupları); 2cilt
hepsi Azamgarh’ta yayınlanmıştır;

Farsça Eserleri;
Külliyat (Şiirler);

Arapça Eserleri;
El-Cizye (Aligarh), El-İtikadü’l-Ala’t-Temeddünü’l-İslami Li
Corci Zeydan (Lahnau).

420
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

24

KABALLO

Ölüm Habercisi
Yıllar önce Yahudi milyarder Serge Rubinstein polis tarafından
ölü bulundu. Hükümet bu hadiseyi sıradan bir cinayet olayı gibi
kapatmak zorunda kaldı.
Ancak, Amerikalı Polis Müfettişi Robert Lloyd, ölü Yahudi
milyarderin cesedinin etrafında hiçbir delil bulunmadığı için
öfkeyle söyleniyordu. Ölünün dehşetle açılmış gözleri muazzam
bir korku seansından sonra katledildiğini gösteriyordu. Katiller
yalnızca tek bir ipucu unutmuşlar yahut bilerek emsaline ibret
olsun diye kasten bırakmışlardı. Bu da maktulün kapanmış olan
sağ elinin avucunun içinde bulunan, üzerinde Şeytan ve alev
işaretleri ve arkasında da İbranice bir yazı bulunan platin bir
madalyon…
Bu madalyonu üniversite tarih kürsüsüne götüren polis mü-
fettişi orada İbrani kısmı Profesörü olan Allen H. God Bridge’i
bulmuş ve madalyonun üzerindeki yazı hakkında malumat
istemiştir. Yazıyı gören Profesör sapsarı kesilmiş ve kısaca şu
cevabı vermiştir:
Bunun üzerinde İbranice “HEREM” yazılıdır. Bu kelime
KABALLO tarafından idam edilecek olan şahıslara gönderilir.

421
YÜZYILLARIN SIRLARI

Mesele anlaşılmıştı. Demek Yahudi Milyarder Rubinstein’i


öldüren KABALLO idi… 
Oysa, Sergei Rubinstein aslen Rusya’da doğmuş bir Yahudi’ydi.
Anlaşılan KABALLO bu adamı yetiştirip kullanmak istemişti ve
türlü vesilelerle muhtelif memleketlere hep başarılı seyahatler
yapmış, her defasında KABALLO’nun karar vericilerinin gözüne
biraz daha girmişti. Fakat KABALLO’nun aklından geçmeyen bir
durum vardı ki o da; Rubinstein’ın kendi nam ve hesabına birtakım
planları vardı. Son günlerinde iyiden iyiye kendisini beğenmeye
başlayan bu milyarder Yahudi, sahip olduğu muazzam servete
güvenerek artık KABALLO’dan emir almamaya karar vermişti.
Netice meydanda, bu gizemli örgüt var ettiği sonra da kendisine
kafa tutan hatta isyan eden bu şahsı bir ölüme mahkûm etmiş
ve onu bir tavuk gibi boğazlatmıştır. Colorado Polis Karakolu,
milyarder işadamının dağ köşkünde bir araştırma yapmış, köşkün
ocağında bir sürü yakılmış evrak izleri bulmuştu. Bu evraklar ara-
sında yarısı yanmış hatıra defteri de vardı. Kurtarılan sayfalarda
neler yazıyordu acaba? 
“… her şeyin üzerinde KABALLO, Kaballo’nun üzerinde Serge
Rubinstein, yani Ben… Artık her şeyin başında ben olacağım. Peki bana
yapabilirler ki? Bütün sırları ifşa ederim…”
“… Akıllarından bile geçmiyor. Hâlbuki en büyük esrarı yakında
bana ifşa edecekler, ne olur ne olmaz dikkat etmeliyim.”
“… Kendi emniyetimi tamamen sağlamadıktan sonra harekete geç-
memeliyim. Üç temsilciden biri benden şüphe etti. Fakat kısa zamanda
şüphesini izole ettim.” 
“… Şark’taki dostumdan haber gelmemesi fena, fakat nasıl olsa
işler yoluna girecek…” 
“… Jack, ‘Vaziyet müstaceldi’ diyor. Herhalde fazla ürkmüş olsa
gerek. Kim benden şüphe eder ki? Yarın plaja Margarete ile gideceğim.
Daha sonra belki öbür gün, Jack’e müteveccihen hareket ederim. Tek mühim
nokta NIXON’ın zamanında harekete geçmesidir. Fakat Nixon…” 

422
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

“…İşte bu da iyi bir sürpriz oldu. Acaba Nixon neden şaşaladı?


Her şeyden evvel bu işin…” 
Maktul Yahudi Milyarderin ocaktaki ateşe atılan evrakından
yanmamış bazı parçaları Amerikan Emniyet Teşkilatı elde etti.
Yukarıdaki cümlelerden anlaşılacağı gibi milyarder Yahudi nüfuzu
ve parasına güvenerek KABALLO’nun üstüne çıkmak sevdasına
düşmüştür. Hâlbuki bu, o kadar katı kuralları olan bir teşkilatta
en ağır cezayı gerektirecek bir suçtur ki; Rubinstein’in akıbeti de
diğer biraderlere ders oldu.
Wall Street Büyücüsünün Esrarlı Ölümü
Rubinstein’ın ölümü bile kendisine, ruhuna huzur vermedi.
Bilakis, mazisinin kirli çamaşırlarını ve foyalarını meydana dök-
meye sebep oldu. 
“Observation” isimli Amerikan gazetesinin, yatağında feci
bir şekilde ölü bulunan, maliyeci milyarder Serge Rubinstein’ın
esrarlı ölümü ve kirli mazisi hakkındaki yazılar ise hayli ibret
alınacak türden:
“Şimdiye kadar görülmemiş derecede büyük olan bu sahtekâr,
milyonlar değerinde bir alçaktır. İngiltere ve Fransa’dan kovulan
bu rezil adam, Amerika’ya gitmek için para vaddederek fakir ve
zavallı bir Portekiz asilzadesinin manevi evladı sıfatıyla Portekiz
vatandaşı olarak Amerika’ya girmiş, fakat babalığına vaat ettiği
yardımı yapmadığı gibi kızına da tecavüz etmiştir. Bu kadar al-
çaklığa dayanamayan Portekizli asilzade hemen intihar etmiştir.
Portekizli asilzadeden sonra intihar eden asilzadenin kızının bı-
raktığı bir mektup üzerine, Birleşik Amerika Göçmen Bürosu ve
polisi, Rubinstein’ı hudut harici etmek istemişler fakat gizli ellerin
yok ettiği itham mektubu ortadan kaybolunca ve Rubinstein,
Portekizli asilzadenin gayrimeşru bir şekilde bir Yahudi kadından
meydana getirdiği gayrimeşru biri olduğunu ileri sürüp, gene
Yahudi şahitlerle ispat etmesi üzerine Birleşik Amerika Göçmen

423
YÜZYILLARIN SIRLARI

Bürosu ve Polisi ikna olmuş, kendisine Amerika’da yerleşme izni


verilmiştir. 
Birkaç sene sonra Birleşik Amerika Yüksek Mahkemelerinden
Mac Gokey Rubinstein’ın, çok karanlık bir şahıs olduğunu, kendi
kendisinin gayrimeşru olduğunu iddia ederek, annesine bile leke
sürmekten çekinmediğini söylemiş fakat yukarıdan gelen emirlere
itaat eden gazeteler bundan hiç bahsetmemişlerdi. Rubinstein
bildiği yoldan katiyen şaşmadan şaşılacak bir şekilde zengin
olmaya devam ediyordu. 
Rusya’da doğmuş olan Rubinstein, İngiltere’de bir müddet
bulunmuş; daha 24 yaşında iken, Fransa’da muazzam işlerde
başarılı olmuş, kısa zamanda Fransa’nın en büyük bankası olan
Fransa Asya Bankası’nın başına geçmiştir. Fakat İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra, müttefikler tarafından idam edilen vatansever
Fransız Başkan vekili Pierre Layal, bu adamın hareketlerini şüpheli
görmüş ve tam tutuklatacağı zaman İngiltere’ye kaçmıştır. 
İngiltere’de, Chosan Ltd. Bankası’nın idaresini eline alan
Rubinstein, sistemli olarak bu bankayı iflas ettirmiştir. Kendisi
de milyonlara konmuştur. İngiltere hükümeti hiçbir şey ispat
edemediği için kendisine dokunamamış fakat sınır dışı etmiştir. 
Amerika’da şaşılacak kadar kısa bir zamanda günün adamı
olan Rubinstein, bizzat Cumhurbaşkanı Roosevelt tarafından
Beyaz Saray’da kabul edilmiş ve kendisinden, iktisadi bazı fikirler
sorulmuş bundan sonra da Rubinstein aşağı yukarı Roosevelt’in
ekonomiyle ilgili konularda danışmanı olmuştur. 
Alçaklık, kötülük, entrika, şantaj, namussuzluk gibi şeylerde
hakikaten üstün zekâya sahip olan Rubinstein, Amerikan iktisadını
bu vesileyle de bütün dünya iktisadını eline almış adeta allak bul-
lak etmişti. Aynı zamanda bakire kızları kirletmek zevkine haiz
olan bu rezil adam, özel yatında bir kıza işkence yaptıktan sonra
ırzına geçmiş fakat çevresi çok olduğu için iş kapatılmış, yaptığı

424
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

her çirkefliğin ardından büsbütün şımaran Rubinstein, bundan


sonraki boş vaktini bakire bozmakla geçirmeye başlamıştır.
Rezaletleri tahammül edilmez bir dereceye gelen Rubinstein’ı
Amerikan Polis Teşkilatı sınırdışı etmek istediği halde bir türlü ba-
şarılı olamamıştır. Bazı milliyetçi senatörlerin gayreti ile Lewisburg
hapishanesine atılan Rubinstein, gene kısa bir zaman sonra elini
kolunu sallaya sallaya hapisten çıkmıştır. Gayet korkunç ve mistik
bir şekilde öldürülen Rubinstein’ın sonu da bütün hayatı gibi
muammalı olmuştur. 

Siyon Protokolleri
Bir gün Çarlık Rusyası’nda bazı kişiler “Siyon Liderlerinin
Protokolleri”ni ellerine geçirdiler. Fakat insanlar bu protokolle-
rin gerçek olduğuna inanmadı. Talmud’ta hahamlarının söylediği
gibi “Gayri Yahudileri hayvanlarımız gibi idare ederiz.” 
“Görünüz ve iftihar ediniz; gazeteler, kitaplar, dergiler, radyo, sine-
ma, televizyon hepsi elimizde gayri Yahudi sürülerini hoşlanmadığımız
her şeyden nefret ettiriyoruz. Millet, vatan, din sevgisi işimize gelmeyen
her mali sistem kapitalist sistem diyerek kitleleri bu sisteme düşman kı-
lıyoruz. İnsan yığınları bu fikirlerden başka fikirleri düşünmeyi kabahat
saymaktadır. Ne zaman işimize gelmeyen milli bir lideri çamurlamak
istesek ne zaman onları istediğimiz zaman yola sokmak istesek bütün
etraflarını bizim gördüğümüz gibi görmelerini arzu etsek, önümüzdeki
zile basar ve merimizdeki matbuata lazım gelen talimat veririz. Kısa çok
kısa bir zamanda bütün memleketi hatta bütün kıtaları çalkalayan bir
propaganda kampanyası başlar ve istenildiği zaman hedefe ulaşılır. 
Genç nesil tamamıyla elimizdedir. Onlar için tek yüksek fikir şahsi
aşarıdır. Başka bir şey onlar için mühim değildir. Mektep kitapları tam
istediğimiz şekilde çıkmaya başlamıştır. Budala veliler çocuklarının 12
sene veyahut 16 sene mektep binasının içinde oturmasıyla son derece
iftihar edilecek bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Bütün bu seneler içinde
çocuğun karakteri tamamıyla değiştirilir. Ve realist bir şekilde düşün-

425
YÜZYILLARIN SIRLARI

mesine ders kitapları vasıtasıyla engel olunur. Senelerce hayattan ayrı


kalmış talebe yalnız mektepte kendisine öğretilen marifetler ve düşünce
sistematiği ile tamamen materyalist bir kimliğe bürünür. Bunun için
aptal veliler ellerinden gelen parayı verirler, sırf çocukları adam olsun
diye… Hâlbuki hayvandan insan çıkar mı? Kısaca, talebe bilmesi icap
eden şeylerden fazla hiçbir şey öğrenmez ve kafasını ne kadar saçma ve
komik şey varsa bunlarla doldurulur. 
Herkesi rey sandığının başına toplamalıyız. Çünkü rey verenlerin
çoğu bizlere bilmeden rey verirler. İstersek kundaktaki çocuklara bile rey
verdirebiliriz. Halk başındakileri hep kendisinin seçtiğini zannetmelidir.
Mesela Roosevelt (aslen Hollandalı Yahudi ailesine mensup olup gerçek
adı Rozenfet) hâlâ hayatta olsa idi onu Cumhurbaşkanı seçerdik. 
Şimdiye kadar bütün bültenlerimizi “Yidiş” diliyle bastırdık. Fakat
maalesef çoğumuzun bu Yahudi dilini okuyamadığını göz önüne alarak
bu bülteni İngilizce neşrettik. Hususi bildirimizin başka ellere geçmemesi
için gerekir. Başka ellere geçtiği zaman hemen bu bültenin yalan olduğunu
ilan etmek lazımdır. Zaten gayri Yahudi halk yığınları o kadar iyi terbiye
edilmişlerdir ki; çok azı bu bildirinin doğruluğuna inanır. 
İsralloğulları, sevininiz!
Yakında bu hayvan kitlelerini mensup oldukları ahırlara dolduracağız.
Onlar da bir daha bizleri rahatsız etmeyeceklerdir. Ondan sonra bütün
insanlara taalluk eden işleri biz yapacağız. Birleşik Amerika’da yaşayan
millet bize itaatte zorluk gösterir. Onlara tek dünya tek millet prensibini
aşılamalıdır. Şüphesiz bu millete Siyon milleti olacaktır. Eloi tarafından
bize vaat edilmiş olan ülke “DÜNYA” pek yakında bizim olacaktır. Bu
hâkimiyetten sonra Yahudi sulh, saadet ve neşe içinde yaşayacaktır. 
Yaşasın milletimiz! Siyon’a mağlup dünya kralı!” 

426
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

25

MASONLUK

Yahudiliğin İman Esasları


“La Verite Israielite” adını taşıyan Fransızca bir Yahudi
Gazetesinin 12 Mart 1912 tarihli sayısında şu yazı vardır:
“Farmasonluğun ruhu, Yahudiliğin iman esaslarındaki başlıca
temeller:
Yahudiliğin fikirleri, Yahudilik dili ve hemen hemen teşkilatıdır.
Farmasonluğa mesnet olan ve onu besleyen ümit ve emel, İsrael’in
dikenli yollarını aydınlatan ve ona o yolda yürümek için daima taze
kuvvet vererek istikbalin emin zaferini gösteren aynı ümit ve emeldir.
‘Mesih Devri’nin başlangıcı, esasen ezelden beri süregelen kardeşlik ve
sevgi esaslarının nihai bir tebarüzü, yüreklerin ve gayretlerin fert ve
camia için birleşmesi, merkezi ve sembolü KUDÜS olacak olan mabedin,
bütün milletin mabedinin taç giymesi değil midir?”
Başlı başına bir kitap konusu olan bu konuyu kitabımıza
destek vermesi ve meramımızın daha iyi anlaşılması için aşağıda
vereceğimiz bilgilerle şimdilik kâfi görmekteyiz.
Farmasonluğun 33 Derecesi
1-Çırak
2-Kalfa
3-Usta

427
YÜZYILLARIN SIRLARI

4-Gizli (Hafi) Usta


5-Kamil Usta
6-Sır Kâtibi
7-Nazır Hâkim
8-Bina Emini
9-Dokuzlar Müntahibi
10-Onbeşler Müntahibi
11-Onikiler Müntahibi
12-Usta Mimarlar
13-Royal Architekt de Salodon
14-Müntahibi Kamil
15-Şark Şövalyesi
16-Kudüs Prensi
17-Şark ve Garp Şövalyesi
18-Salib Verdi Şövalyesi
19-Ali İskoçyalı
20-Mehafili Muhtereme Üstadı
21-Prusya Şövalyesi
22-Lübnan Prensi
23-Sanduka-i Esrar Reisi
24-Sanduka-i Esrar Prensi
25-Tunç Yılan Şövalyesi
26-İskoçyalı Papaz
27-Mabed Şövalyesi
28-Güneş Şövalyesi
29-Sent Andre İskoç Şövalyesi
30-Kadüsen Şövalyesi
31-Müfettişi Azam

428
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

32-Sırrı Hafi Prensi


33- Hâkim Müfettiş Umumi Azamı

Bu dereceleri kazanırken takip edilen zaman:


1 : 2 Beş Ay
2 : 3 Yedi Ay
3 : 4 Dokuz Ay
4 : 5 Üç ay
5 : 9 Üç Ay
9 : 14 Beş Ay
14 : 15 Üç Ay
15 : 17 Üç Ay
17 : 18 Yedi Ay
18 : 22 Beş Ay
22 : 27 Yedi Ay
27 : 29 Beş Ay
29 : 30 Yedi Ay
30 : 31 beş Ay
31 : 32 Yedi Ay ki,
Toplam 7 Sene (81 Ay).
Oysa Farmasonlar gizli cemiyet olmadıklarını iddia ederler.
Pek çoğu bulundukları mahfilleri savunarak dine ve bulundukları
toplumun milli örf ve adetlerine saygılı oldukların savunurlar.
“33”e kadar, Mason derecelerinin ne olduğunu bizzat masonlar
da bilmezler. Her alt dereceden üst derecenin sırlarını sakladıkları
gibi; bu, bütün dünya için meçhul ve karanlıktır. Bu derecenin
taksimatını ancak o derecede bulunanlar bilebilir.
Ayrıca masonlukta sır yoktur demelerine rağmen, dördüncü
derecenin adı bizzat Hafi (Gizli) Usta, 6. derecenin adı “Sır Katibi”,

429
YÜZYILLARIN SIRLARI

23. derecenin adı “Sandukai Esrar Reisi”, 32. Derecenin adı “Sırrı
Hafi Prensi”… Olması da gösteriyor ki, tamamen şifreli bir yapı-
lanma içerisindedirler. Bu kriptogram yapılanma çözüldüğünde
ise, haliyle “Kara Büyü Krallığı”na götürüyor bizleri.
Masonluk mademki, çağdaş, modern, açık-şeffaf toplum,
özgür ve hür irade sloganlarını kimseye bırakmaz; bu yukarıdaki
isimler ve dereceler nedir ki?
Bir de derecelenmenin sıralamasına bakarsak; bu 33. derece
(Amblemi iki başlı kartaldır) arasında Türkiye’de sadece “15” de-
rece olduğunu görürüz. 6’dan 9’a, 9’dan 14’e kadar derece yoktur,
boş bırakılmıştır! 14, 19, 20 ve 21 yoktur. 22’den 27.’ye kadar da
yoktur. 28, 29 da yoktur. Acaba bu kumpasa, bu “Lucifer/Şeytan
Kapanı”na düşenler bu boşlukların neden ileri geldiğini bilmiyor-
lar mı, sorgulamıyorlar mı? Yoksa bir şeyleri soramayacak kadar
düşüncesiz veya aciz mi bırakılmışlardır?
Görülüyor ki, Masonlukta gizlilik bütün derecelendirmenin
toptan memleketlere verilmemesiyle de sabittir. Her ülkeye ayrı
bir şifreleme yapılmıştır. Ve bu şifrelemeler önemli bir dolabın
(Kıyamet Sandukası) içinde tıpkı tohumluk fasülyeler gibi ayrı
ayrı muskalar üzerine devletlerin ismi üzerlerine işlenerek sak-
lanmıştır. Bu Kara Büyü Krallığı’nın Toplum liderleri eliyle bütün
devletler kontrol altında tutulmaktadır(!)

430
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

26

“G”NİN ANLAMI

İsrail “G Alarmı” “Kripto(G)ram”ın Hâkimiyeti!


İsrail Savunma Bakanlığı kaynakları; “İsrail yönlendiricileri-
nin”, “İsrail, nükleer bir İran’ı kabul edemez” başlıklı raporlarını
en azami derecede ciddiye alarak, eski başbakanlardan Şaron’un
“kaplamalı dişleri” arasından çıkan şu sözlerle; “Bu sorunla baş
edebilme yeteneğine sahibiz ve böyle bir durumla karşı karşıya kala-
bileceğimiz ihtimalini göz önünde bulundurarak her türlü hazırlığı
yapmaktayız” mesajını “Ramada Borusu”ndan çıkmışcasına tüm
dünyaya duyurdular. Bu borunun sesiyle bu mesajdan sonra
ne yapılacağı “KRİPTOGRAM” (Şeytan’ın şifresi ki Gram- “çok
güçlü ve özel bir Şeytan’ın” adıdır.) olarak biraderlere aktarıldı.
Tüm dünyadaki “Özel Ağ” çalışmaya başladı.
Muhtemel bir saldırı için hazırlık emri, İsrail Savunma Bakanlığı
aracılığı ile Genel Kurmay Başkanlığı’na iletilmiş durumda. Özel
Kuvvetler Komutanlığı içerisindeki kaynaklar bir saldırı hazırlığı
için -en yüksek düzey olan- “G” hazırlık düzeyine geçilmesi
emrinin kendilerine ulaştığını doğruladılar.
ABD’deki Büyükelçimiz Faruk Loğoğlu; 20 Aralık 2005 Günü
ABD’de “Potomac Enstitüsü” adlı düşünce kuruluşunda yaptığı
konuşma sırasında sarf ettiği, “Bana göre İran, geri dönülmez şekilde
nükleer silah elde etme yönünde ilerliyor” ifadelerini kullanırken “geri

431
YÜZYILLARIN SIRLARI

dönülmez” lafzını sarf edebilirken; İsrail’in yıllardır tek tabanca


Ortadoğu’da yürüttüğü Nükleer silahlanmaya ve savunma amaçlı
gerçekleştirdiği uluslararası tecavüz ve katliamlara bir “GRAM”
(İsrail’in gram’ını tanıyorsunuz artık) değinmedi.
Ayrıca 30 Kasım’da (2005) Kuzey Irak’ta Türk-Amerikan-
İsrail ve Kürt yetkililerin yaptığı toplantılar ve MİT Müsteşarı’nın
bölgeye yaptığı ziyareti, yukarıda izah etmeye çalıştığımız açıdan
anlamlı. Ya İsrail Genel Kurmay Başkanı Dan Halutz (arkadaşları
arasındaki lakabıyla Şeytan Dan)’in Genel Kurmay Başkanı Hilmi
Özkök’ü Karagah’taki ziyareti?
Merkezi ABD’de bulunan Araştırma Kuruluşu Stratford’a göre
İsrail, İran’a karşı Askeri harekâta karar verirse, hava koridorunun
üç seçeneği bulunuyor:
1- Irak Hava Sahası:
(İslâm dünyasından gelecek tepki ve bu sahanın güvensizliği;
gerilla operasyonlarına açık olması bu seçeneği azaltıyor.)
2- Suudi Arabistan Hava Sahası:
(Bu aralar Laden çizgisinde olduğu sık sık ima edilen Suudiler’in
bu teklifi red edeceği biliniyor)
3- Türkiye Hava Sahası:
En akılcı seçenek bu. İlk tezkerelerde olmadı ama bu defa
olsun, diyebilirler.
“G”nin Anlamı
Mason çalışmalarında beş adet’in sembolik değeri üzerinde
durulması gerekir.
“5 adet, 5 kollu yıldız olarak da localarımızda görülmektedir.”
(Mimar Sinan Dergisi, 1983, sayı 49, sf.23)
“5 kollu yıldız, yani ışık saçan yıldıza ‘pentagrama’ dikkat edelim.
İçinde doğuda yer alan Evren’in Ulu Mimarı’nın remzi olan ‘G’ harfi
ile. Bu yıldız yükselen insanımızın sembolüdür.”

432
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

(Mason Dergisi, sayı 37-38,sf.41)


“5 köşeli yıldızın ortasındaki ‘G’ harfi masonluğun en gizli ve
en önemli sembollerinden biridir. ‘G’ harfi İbranicedeki ‘Yod’ harfinin
karşılığıdır.”
(Dariel ligou, Le Dictionnaire la Franc-maçonerei, sf.57)
“İbranicede YOD harfi Yehova’nın baş harfidir ve Şeytan’ı remze-
der, Yunan alfebesindeki ‘GAMA’ harfidir. Bu şekilde, ‘G’ harfi, aynı
zamanda Gama’yı da temsil eder. Gama harfi gönyedir ve Şeytan’ın
bayrağını yani hâkimiyetini temsil eder.”
(la Symboligue Maçonnigue, sf.56)
Şeytan Yıldızı: Beşgen Yıldız
Kabalistik ve Masonik büyü ritüellerinde beşgen yıldıza
“Şeytan Yıldızı” adı verilir.
Bu yıldız, düz ve ters olarak iki şekilde kullanılır. Düz olan
pentagram insanı, ters olanı ise Şeytan’ı temsil eder ve normal
kullanımda yıldız, bu ikisinin birleşmesi anlamına gelir. 
Yıldız’ın ters kullanımında, keçi kafatasıyla sembolize edilen
Şeytan’ın, iki boynuzu yıldızın iki üst koluna doğru, iki kulağı da
yıldızın iki üst koluna doğru, iki kulağı da yıldızın iki köşesine
doğru yerleştirilir. Mason localarında yapılan tüm törenlerde, bu
beş köşeli yıldız önemli bir yer tutar. 
“Mason çalışmalarında “beş adedin” sembolik değeri üzerinde
durulması gerekir. 5 adet 5 kolu yıldız olarak da localarımızda görül-
mektedir.”
(Mimar Sinan Dergisi, 1983, sayı 49, sf.23). 
Kabalistik büyüde Şeytan’ın (Lucifer) ışık kaynağı olarak
inanılır. Bu nedenle tüm kaynaklarda Güneş’in doğudan doğması
sebebiyle Şeytan’ın Doğu’da yer aldığı belirtilir. Masonik ritüel-
lerde, Şeytan Yıldızı olarak adlandırılan “ışıksaçan pentagram”ın
içine Doğu’da yer aldığına inanılan Evren’in Ulu Mimarı’nın
(Şeytan’ın) simgesi “G” harfi yerleştirilir. Locaların doğuya doğru

433
YÜZYILLARIN SIRLARI

inşa edilmesinin sebebi de, ışık kaynağı olarak Şeytan’ın doğuda


yer almasıdır.
“Yehova”yı oluşturan dört harf Yod, heh, Vav, heh tetragram adını
alır. Yıldız, bu dört harfin şifreli yazılmış şeklidir. ‘yod, heh, vav, heh’
harflerinden müteşekkil tetragram, söylenmesi ancak büyük rahiplerce
caiz olar ilahi addır ki; İbranilerde ancak senede bir ekere ağza alınır.”
(Çırak, Kalfa, Usta, Sf.59) 

434
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

27

34. DERECE

Derecelerin Sırrı
Uzaktan da olsa, Siyonizm, Yahudilik, Kabbala vs. konuların-
da bir şeyler okumuş, duymuş her insanın 33. dereceli Masonik
yapılanmadan haberi olagelmiştir. Ancak 34. derece hakkında
hiçbir yerde doğru dürüst yazılmış, derlenmiş bir bilgiye rastlaya-
mazsınız. Hatta kamuoyu bu 34. dereceyi hiç duymamıştır. Oysa
çok önemli bir derecedir ve Sanhedrin (70’lere) ne seçilebilecek
kıvama gelmiş üstadların derecesidir. 
Bu dereceye ulaşma ritüeli sırasında hazırlanan ortamda, mum
ışığı (kısık derecede), tuz, kükürt, özel hazırlanmış tütsü (Şeytan’ı
çeken en sevdiği koku...) , kafatası, kılıç ve ip bulunur.
Locada yapılan duadan sonra Lucifer (Şeytan) gelir. Haham
“lanetli varlıkla” olan bağlantısını uzatabilmek için büyü argü-
manlarını takviye eder. Bu sırada şiddetli bir trans halinde haham
sol eliyle “3”ü, sağ eliyle “4”ü gösterir. Bu o anda oluşan “34.”
dereceyi gösterir. 
Bu derecedeki Yahudi’ye “34. Derece”deki Kral Büyü Krallığı’nın
üstadı olarak; “Yücelerin Yücesi” adı verilir. 

435
YÜZYILLARIN SIRLARI

34. derecedeki Yahudi üstadı, Kabalistik bir sembol olan “Beş


Köşeli” gizli adıyla “Şeytan Yıldızı” açık adıyla “David Magen”
ile temsil edilir. 
Tuz-tütsü ve kükürt karışımı, Şeytan ve habis cinleri acilen
çekmektedir. O yüzden birçok kiliseye sokuşturulmuş bu ritüel
araçlarına karşı dikkat ediniz... 

Şeytan Çağırmada Kullanılan Büyü Tılsımları


Mason localarında Şeytan’la bağlantı kurmak amacıyla yapılan
büyü ayinlerinin en önemli kısmı, tılsımların kullanıldığı bölümdür.
Bunun nedeni, büyüde kullanılan tılsımların Şeytan’la bağlantı
kurmayı kolaylaştırdığı inancıdır. Bunların bir kısmı, tuz, kükürt
ve tütsü gibi değişik kimyasal karışımlardan oluşur ve hahamlar
tarafından tören öncesinde hazırlanır. Kabala’ya göre Şeytanlarla
fiziksel bağlantı kurmaya yaradığına inanılan asalar, ateş saçan
kılıf, kafatası, mum, tokmak en sık kullanılanlardandır.
Bütün Yahudi ibadetleri ve sembolleri, Yahudi ırkının üstün-
lüğü ve Yahudi geleneklerinin korunması mantığına dayalıdır.
Temel olarak bütün ibadetlerde yüceltilen Yüce Allah değil; aslında
Şeytan’dır. Masonluk, Şeytan’ı ilah olarak kabul eder. Şeytan,
Masonluk’ta kainatın ulu mimarı rumuzuyla yaşatılmaktadır.
Kabalistik Masonluk’ta Tanrı yani Şeytan, güneş ile özdeş-
leştirilmiştir.
“Kâinatın Ulu Mimarı”, “Nur-u Ziya”, “Mutlak Işık” ya da
“Ortak Ruh” olarak tanımlanan tanrı (Şeytan), güneşle sembolize
edilir. 
“Güneş’in Kabala’daki gizli anlamı, karanlığa her yerde hâkim
olması, kötülük ve günahtır.”
(A Dictionary of symbols, sf.320) 

436
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Muharref Tevrat’ta Tanrı’nın en kutsal ismi olarak geçen


Yehova, Kabala’da alev olarak remzedilir. Kur’an’da Şeytanların
üstadı olan İblis, ateşin dumansız tarafından yaratılmış ve bu
sebeple kibirlenip başkaldırmıştır. 

“(Allah) dedi: Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen


neydi? (İblis) dedi ki: Ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın,
onu ise çamurdan yarattın.”
(Araf Suresi, 12) 

Şeytani öğretide ateş kutsaldır. Bu nedenle kabalistler ve


masonlar da dumansız ateş olarak kabul edilen “Güneş, Ay ve
Yıldızı” Şeytan’ı sembolize etmek için kullanırlar. Güneş ve ışığın
her mekâna girmesi ve ışığın dünyayı sarması, Şeytan’ın dünya
üzerindeki hâkimiyetini işaret eder. 
Masonik felsefede Şeytan’ın bir ruh olduğuna ve bu ruhi
kudreti tüm masonlar arasında dağıttığına inanılır. Bu mantığa
göre, her mason Şeytan’ın ruhundan bir parça taşır. Üstad ma-
sonlar ise Şeytanlaşmış insan olarak kabul edilir, yani tamamen
iblisin etkisi ve kontrolü altındadır. 

“O halde mabedimizi araştırırsak, kendimizi tetkik edersek ‘Kâinatın


Ulu Mimarı’na gideriz. Ve görürüz ki, Kâinatın Ulu Mimarı kendi
içimiz içindedir.”
(Mason Dergisi, yıl 25, sayı 27-28, sf.40) 

Ayrıca, Yehova’nın 72 ismi güneş çiçeğinin taç yapraklarına


yazılmıştır. Daire’nin üzerinde İbrani Kabalası’na göre Şeytan’ın
“72 gücü” yazılıdır. Kutsal Güneş Ağacı, Kabalistler için çok önemli
bir semboldür. Güneşten çıkan her ışın masonların “Erdem” olarak
adlandırdıkları “33. dereceye” ulaşmak için öğrenilmesi gereken

437
YÜZYILLARIN SIRLARI

bilgileri sembolize eder. Güneş’in en parlak, en etkili konumdaki


hali “Şeytan’ınoğlu Aslan” olarak adlandırılır.
Aslan, kuvvetin ve yırtıcılığın simgesidir. Aslanın diğer
hayvanlar üzerindeki hâkimiyeti, Şeytan’ın yeryüzü hâkimiyetini
temsil eder. Aslan yırtıcılığı da Şeytan’ın bu hâkimiyetinin kan
dökerek olacağını belirtir. Masonlukta önemli bir yer tutan bu
inanç da Muharref Tevrat kökenlidir. 

“Mason ışık kaynağına yaklaştıkça nurlanır, fakat yanar. Hedef


güneşe varmak değil; güneş olmaktır.”
(Doğuş Kolu Mason Yıllığı, sf.41) 
Zenith (Güneş’in Tepe Noktası)
Güneş tam tepe noktasına (Zenith) gelince dünyayı gören
karanlık göz olur.

“Güneş ilahın gözüdür, her şeyi görür, daire, disk, ve tekerlek ile
bağlantılıdır.”
(Mimar Sinan Dergisi, sayı 55-57, sf.26)

Muharref Tevrat’ta aynı inanç şu şekilde ifade edilmiştir:


“Onlar Rabb’inin gözleridir, o gözler ki bütün yeryüzünde gezin-
mektedir.”
(Zekerya, 4/9) 

438
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

28

144 BİN ALNI MÜHÜRLÜ

İncil’i de Yahudiler Tahrif Etti


Yine bu Doğu’daki mücahid grup hakkında 7. Bab’ın 1. - 4.
ayetlerinde şöyle denmektedir:
“Ve bu şeylerden sonra kara üzerine ve deniz üzerine ve hiçbir ağaç
üzerine rüzgâr esmemesi için zeminin dört köşesinde durup, zeminin
dört rüzgârlarını tutmakta olan dört melek gördüm. Ve Hayy Allah’ın
mührünü hamil olarak şark tarafından çıkmakta olan başka bir melek
gördüm. Bu dahi karaya ve denize ziyan vermeğe memur bulunan o dört
meleğe yüksek sesle çağırarak, ‘tâ biz Allah’ımızın kullarının alınları
üzerine mühür vuruncaya değin siz, karaya ve denize ve ağaçlara ziyan
vermeyiniz’ dedi. Ve mühr olunan kimselerin miktarını işittim, Benî
İsrailoğullarından yüz kırk dört bin kimse mühürlendi.”
Burada alınları mühürlenen Allah’ın kullarının, Doğu tara-
fından çıkacağına işaret edildiği halde, İncil’i tefsir eden Yahudi
âlimleri, yine bu ifadeyi kendilerine çekerek, onların Beni İsrail’den
olacağını söyleyerek tahrif etmişlerdir. Acaba Hz. İsa’ya hâşâ
veledi zina diyen ve onu öldürmeye teşebbüs eden Yahudilerin,
üstelik Hz. İsa hayatı boyunca onlarla mücadele etmişken İncil’de
övülmeleri mümkün mü?
Bundan da anlaşılıyor ki, Yahudiler Tevrat gibi İncil’i dahi
tahrif etmişlerdir. Hem bu ayetlerin devamında 9. - 17. ayetlerin-

439
YÜZYILLARIN SIRLARI

de bu Şark’tan -Doğu’dan gelen 144 bin kimse hakkında şöyle


söylenmektedir:
“Bu şeylerden sonra gördüm ki; cümle milletler ve kabileler ve
kavimler ve lisanları (kullanan insanlar) olarak, kimsenin sayamadığı
büyük bir cemaat, beyaz elbiseler giymiş ve ellerinde hurma dalları
bulunduğu halde tahtın önünde ve kuzunun huzurunda durup yüksek
sesle, ‘Kurtuluşumuz tahtta oturan Allah’ımıza ve kuzuya mahsustur’
diye nida ediyorlar idi. Ve meleklerin cümlesi tahtın, ihtiyarların ve
dört canlı ruhun etrafında duruyorlar idi. Ve tahtın önünde yüzüstü
kapanarak Allah’a secde kılıp, ‘âmin! Bereket ve hamd ve hikmet ve
şükür ve izzet ve kudret ve kuvvet, Sonsuz kudret sahibi Allah’ımıza
mahsustur. Âmin!’ dediler.
Ve ihtiyarlardan biri bana hitaben; ‘Bu beyaz elbiseler giymiş kim-
seler kimlerdir ve nereden geldiler?’ dedi. Ben dahi ona; ‘Ey efendim sen
bilirsin,’ dedim. Ve bana dedi ki; ‘Bunlar o büyük harpten gelenlerdir’. Ve
elbiselerini yıkayıp kuzunun kanında beyaz ettiler. Bu sebepten Allah’ın
tahtı önündedirler ve heykelinde (mabedinde) gece gündüz ona ibadet
ederler. Tahtta oturanın meskeni dahi üzerlerinde gölgelik olacaktır. Artık
ne acıkacaklar, ne de susayacaklardır. Onları ne güneş ne de bir nevi
hararet vuracaktır. Zira tahtın ortasında olan kuzu onları güdüp, diri
su pınarlarına götürecektir (yani Hz. Mehdi ve İsa onları hakikat yoluna
sevk edecektir.) Allah dahi gözlerinden her gözyaşını silecektir.”

440
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

29

HABİRU (HIRSIZ)

İsrailoğullarına Sümerler Hırsız Derlerdi


Bu mevzuda en ilmi güvenilir kaynak olarak İngiliz tarih-
çisi W. N. Weech’in yazmış olduğu ve Londra’da Arhams Prens
Matbaası’nda basılmış olan “Dünya Tarihi” isimli kitabın 82. ve 84.
sayfalarında Amerika’da basılmış olan N. Platt ve J. Drumond adla-
rındaki tarihçiler tarafından yazılan “Devirler Boyunca Dünyamız”
isimli kitabın 37 ve 38. sayfalarından şunlar alıntılanmış:
“İbraniler dünyanın en eski kavimlerinden biridir. Bunlar had-
dizatında bir memleketin köklü ahalisi olmayıp, Arabistan çöllerinin
göçebe kavmidir.
Sürüleriyle bu çöllerde tam bir göçebe hayatı yaşamışlardır. Babil
kitabelerinde ve Akhaton’a yazılan mektuplarda Mezopotamya ve Filistin’i
yağma eden ve buralara akın yapan “HABİRU” adlı bir kabileden bah-
sedilir. Bu Habirular, İbraniler’in (Habrew) cedleri olduğu anlaşılıyor.
Bunlar çölden çöle gezerlerdi. Miladın 1208’inci senesinde Filistin’e gir-
diler. Kendilerinden evvel bu topraklara yerleşmiş olan yerli halkı sürgün
ederek önlerine gelen yere yerleştirdiler. O zamanlar Filistin’de meskun
yerli ahali sahillerde Fenikeliler ve Filistinliler, Şark’ta ise Kenaniler idi.
Yahudiler bu memleketin şark tarafını istila ettikleri halde uzun seneler
Filistinliler ve Fenikeliler cenup ve sahil kısmını elinde bulundurmaya ve

441
YÜZYILLARIN SIRLARI

yerli halk arasında olan muharebeler seneler boyunca devam etti. Kenan
adı verilen Şarki Filistin’deki halk için Yahudiler harp ettiler…”
Devletsiz Yahudiler
Müstevli Yahudiler’in tarih boyunca istikrarlı bir devlet
halinde oldukları görülmemiştir. Uzun seneler boyu 12 kabile
halinde yaşamışlar ve hükümet halinde değil göçebe kabile ha-
linde günlerini geçirmişlerdir.
Bu hal Hz. Süleyman zamanına kadar böyle devam etti. Bu
kavmin, toplu ve nizamlı halde yaşadığı bir Hz. Süleyman devri
vardır ki, ondan bu yana günümüze kadar bu tufeyli kavmi bütün
milletlerin içine sokulmuş kanlarını emer halde buluruz. Onlar
ne Hz. Süleyman devrinin şaşalı devrini idame ettirmişler ne de
mukadderatlarına boyun eğerek içinde yaşadıkları milletlerle
namiskerane bir hayat sürmeye rıza göstermişlerdir.
Hz. Süleyman’ın her şeyden evvel en büyük başarısı, kavmini
vifak ve sükûnet içinde yaşatmış olmasıdır. Hz. Süleyman babası
Hz. Davud’dan miras kalan servetle Kudüs’ün imarına gayret etti.
Üstelik orasını bir ticaret merkezi haline getirdi. Körfez bir yerde
olmasına rağmen ticaret kervanlarını oradan geçirmeye mecbur
etti. Elde edilen muazzam servet ve dillere destan Hz. Süleyman
hazinesi sahibine gayet parlak bir hayat sürme imkânı vermekle
beraber Kudüs’ün imarına da yaradı. O müddet zarfında Yahudi
ülkesinde sulh ve sükûn hüküm sürüyordu. O güne kadar 12
kabile halinde yaşayan İsrailoğulları, kabile yerine on iki valiliğe
ve mıntıkaya ayrılarak ve devlet haline getirilmiş ise de bu da Hz.
Süleyman yaşadığı müddete münhasır kalmış Hz. Süleyman’ın
güçlü eli ölüm dolayısıyla idareden çekilince devletleri yıkılmış
mahvı nabud olmuştur. İşte Yahudi devletinin tarih boyunca
saltanatı bundan ibarettir.
Neticede 430 sene Mısır’da esaret hayatı geçiren ve Firavunların
vücuda getirdiği gayet büyük inşaatlarda köle olarak çalıştırılan
Yahudiler, ne garip ki zulüm ve tazyik gördükleri nispette çoğal-

442
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

mışlardır. Elde mevcut muharref Tevrat; İsrailoğullarının Mısır’ı


terk etmelerini “huruç” adı altında kırk fasılda izah eder. Bu faslın
9. Bab’ına bir bakalım:
“Ve Rab Musa’ya dedi: Firavun yanına gir ve ona söyle İbranilerin
Allah’ı Rab şöyle diyor: Kavmini salıver ki; bana ibadet etsinler. Yoksa eğer
sen onları salıvermek istemezsen ve onları daha tutarsan, İşte Rabb’ın eli
kırda olan hayvanların üzerinde, eşeklerin üzerinde, develerin üzerinde,
sığırların üzerinde ve koyunların üzerinde olacak, çok ağır kırgın olacak ve
Rab İsrail’in hayvanlarıyla Mısırlıların hayvanları arasında fark koyacak.
Ve İsrailoğullarına ait olanların hepsinden bir şey ölmeyecektir ve Rab
muayyen vakit tayin edip dedi: Rab memleket bu şeyi yarın yapacaktır.
Ve Rab bu şeyi ertesi günü yaptı ve Mısırlıların bütün hayvanları öldü;
fakat İsrailoğullarının hayvanlarından bir tane ölmedi. Ve Firavun adam
gönderdi ve işte, İsrail hayvanlarından bir tane bile ölmemişti. Fakat
Firavun’un yüreği inatçı idi ve kavmi salıvermedi.”
Yahudilerin isyanları ve Asya istikametine kaçışları hep gör-
dükleri bu tazyik neticesinde husule gelmiştir.
Yahudiler, Mısır’dan kovulduktan sonra kırk yıl Sina çöllerin-
de perişan bir hayat sürmüşlerdir. Kırk yıl, o susuz ve verimsiz
çöllerde dolaşmak…
Çölün yabani ve yoksul sinesinde, kırk uzun yıl geçirdikten
sonra daha da vahşileşmiş ve kinleri dinleri haline gelmiştir.
Hz. Musa tahammüllü ve sabırlı bir insandı. Peşine taktığı
emir dinlemez ve itaat nedir bilmez bu insanlar için birçok defalar
Allah’a niyazlarda bulunmuş ve onlara “Arz-ı mevud”u Anayurt
olarak göstermiştir. Kur’an-ı Kerim bu fikre iştirak etmez, onlara
dünyada “rüsvalık ve ahrette azabı müjdeler”.
Eski tarihçilerden Manetho der ki:
“İsrailoğulları Mısır’da esir ve ziyadesiyle sefil bir hâlde idiler.
Ortalıkta (veba) hastalığı vardı. Halk bunların pislik ve sefaletini göz
önüne getirerek onları zorla memleketten kovdu.”

443
YÜZYILLARIN SIRLARI

Bu fikir akla da uygundur. Çünkü onlar kene gibi kanını


emdikleri zengin bir memleketten gönül rızasıyla çıkıp gitmezler.
Arz-ı Mevud ve Yahudi’nin Mısır’dan çıkış hikâyesi birer efsanedir.
Onlar bütün hayallerin ve istikballerini bu efsaneler üzerine bina
etmişlerdir. Romalı tarihçi Ward huruç dediğimiz Yahudilerin
Mısır’dan çıkış keyfiyetini gördükleri tazyik ve çalıştırıldıkları
ağır işlere karşı bir grev şeklinde tavsif eder.
Yahudiler Mısır’a girdikleri vakit, ahlaklı kanun ve nizam
tanır insanlar halinde hareket etmediler. Hariçten bakıldığında
müstebit bir idare gibi görülen Firavunlar hükümeti, zamanın
diğer müstebit ve zalim hükümdarlarıyla kıyas edilince ideal
ve muntazaman hükümet sayılırdı. Kralların yani Firavunların
hükümdarlık nüfuzları sanıldığı gibi sonsuz olmayıp bir kanunla
belirlenmişti. İsrailoğulları ise disiplin, kanun ve nizam düşma-
nıdırlar. Akla yakındır ki, müstakar bir nizam ile işleyen mem-
leketlerde serazat ve serkeş insanlar uzun zaman tutunamazlar,
kovulurlar. İsrailoğulları bu yüzden Mısır’dan kovuldular. Beni
İsrail’in Mısır’ı terk etmesi hep kendi amellerin cezası olarak vuku
bulmuştur. Bu öyle bir kovuluş terki diyar olmuştur ki; onu kendi
kitaplarından şöyle okuyoruz:
“Fakat her kadın komşusunda evinde olan misafirden gümüş şey-
ler ve altın şeyler esvaplar isteyecek ve oğullarınızı kızlarınızı onlarla
süslüyeceksiniz ve Mısırlılar’ı soyacaksınız.”
(Huruç, 3. 22)
Kutsal dinlerin eşsiz, nazirsiz, büyük ve kudretli Allah’ına
karşı Yahudilerin Yahova adını verdikleri Tanrıları vardır. Bugünün
ilmi, aklı ve mantığını asla kabul etmediği bu Yahova hakkında
yine Huruç faslından bir parça alıyoruz ki bu, bize karşılaştırmalı
bir fikir verebilir.
5 Bap:
“Ve sonra Musa ile Harun gidip Firavun’a dediler: İsrail’in Allah’ı
Rab böyle diyor. Kulumu salıver ki çöllerde bana bayram etsinler. Ve

444
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Firavun dedi: Yehova kimdir ki; İsrail’i salıvermek için onun sözünü
dinleyeyim? Yehova’yı tanımam ve İsrail’i de salıvermem. Ve dediler
İbranilerin Allah’ı bize rast geldi, rica ederiz, çölde üç günlük yol gidelim
ve bizi veba ile veyahut kılıçla vurmasın diye…”
Yahudilere göre Yahova ile Hz. Musa arasındaki münase-
bet, Kur’an-ı Kerim’de belirtilen peygamber Hazreti Musa’dan
bambaşkadır.

445
YÜZYILLARIN SIRLARI

30

ISAAC ASIMOV

“Vakıf”, “Tapınak Şövalyeleri Tarikatı”nın tarihi mi?


2000’li yıllara girilmesiyle birlikte Tapınak Şövalyeleri tarika-
tıyla ilgili kitaplar çok okunuyor. Takdir edeceğiniz gibi ilginç ve
derin bir konu… Yüzyılları aşan, kökü Haçlı Seferlerine uzanan,
Gül Haç, Masonluk gibi uzantıları olan, ABD’yi kurduğu söylenen
bir oluşum.
Isaac Asimov’un Vakıf trilojisi tüm zamanların en iyi bilimkur-
gu eseri unvanıyla taçlandırıldı. Vakıf kitapları, bir imparatorluk
kurma tarihini ortaya çıkartıyor.
On bin yıllık Galaksi İmparatorluğu yıkılmak üzeredir.
Başlarında Hari Seldon’un bulunduğu bir grup matematikçi psi-
ko tarih adlı bilim ile matematik denklemleri sayesinde geleceği
hesaplama yöntemini bulur. Ama geleceği belirlemek yetmez;
imparatorluğun yıkılışını engelleyemezler. Uzun sürecek bir
barbarlık ve kaos dönemini kısaltıp bin yıl içinde İkinci Galaksi
İmparatorluğu’nu kurabileceklerdir.
Bir plan oluştururlar…
Bu plan gereği galaksinin ucunda, küçük ve kaynakları
yetersiz Terminus adlı gezegende Birinci Vakıf kurulur. Birinci
Vakıf’takiler görevlerinin bir Galaksi Ansiklopedisi hazırlamak
olduğunu sanmaktadırlar. Oysa kısa sürede krizler Vakıf’ı önce

446
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

çevre krallıklara hâkim, ardından büyük bir bölgeye yayılan bir


güç haline getirir.
İlk kitapta Vakıf’ın kuruluşu ve karşısına çıkan krizler anlatı-
lır. Hari Seldon belli aralıklarla ölmeden önce yapılan kayıtlarda
başlarına gelenleri anlatmaktadır.
İkinci kitapta önce Vakıf’ın karşısına artık galaksinin ortasına
çekilmiş ama hâlâ büyük bir güç olan Eski İmparatorluk çıkar.
İmparatorluk güçlüdür ama kendi iç dengeleri Vakıf’ı yok etmeye
yetmez. Komutanının hırslı yapısından korkan İmparator onu geri
çağırıp idam eder. Ardından Vakıf’ın tarihindeki en büyük tehlike
belirir… Planın göremediği bir faktör, bir mutant: Katır!
Katır, insan düşüncelerini şekillendiren bir değişkendir.
Yeteneğiyle kısa sürede Vakıf’ı hâkimiyeti altına alır. Ama yok
etmesi gereken ikinci bir Vakıf daha vardır.
Hari Seldon’un sözleri arasında iki vakıf kurulduğu belirtil-
miştir. İkinci Vakıf gizli bir yerdedir. İkinci Vakıf, birinci Vakıf’ın
plandan uzaklaşmaması için onu rayında tutan bir örgüttür.
Üyelerinde tıpkı Katır gibi düşünceleri şekillendirme gücü vardır
ama onun kadar güçlü değillerdir. Hepsinin toplam gücü Katır’a
erişemez bile; ayrıca onları plan kısıtlamaktadır.
Üçüncü kitapta, İkinci Vakıf yapılan ince bir planla Katır’ı ye-
ner. Ama bu mücadele sırasında üzerlerindeki tül çekilmiş Birinci
Vakıf yetkilileri onları fark etmiştir. Halk onları Katır’dan kurtaran
İkinci Vakfı gizemli kurtarıcılar olarak kabul ederken, yöneticiler
planın tek sahiplerinin kendileri olmadığını, İkinci Vakfı plan için
onları kullanan kukla efendileri olduğunu düşünürler.
Bir harekâtla İkinci Vakfın üyesi olduğu saptanan 50 kişi
yakalanır ve idam edilir (bu rakam önemli). Böylece İkinci Vakfı
yok ettiklerini düşünürler.
Oysa İkinci Vakıf, Birinci Vakfın yöneticilerinin böyle bir
düşünceye kapılacağını bildikleri için, yakalanma olayını ken-

447
YÜZYILLARIN SIRLARI

dileri planlarlar. Seçilen 50 kişi kendilerini plan için kurban et-


mişlerdir.

Tapınak Şövalyelerinin Kökeni


Tapınak Şövalyelerinin kökeni Haçlı Seferlerine uzanıyor.
Zamanla bazı sırlara sahip olan bu tarikat, ticarete yatkınlıklarıyla
Avrupa’nın en güçlü ve zengin gücü haline dönüşüyor. Krallara
bile borç veren bu oluşum zamanla dikkatleri üzerine çekiyor tabii.
Dönemin Fransa kralı bazı danışmanlarının da teşvikiyle örgüte
bir entrika kuruyor. Belli başları tutuklanıp işkence ile itiraflar
alınıyor ve politik bir mahkeme sonucu idam ediliyorlar.

İdam edilen tarikatçı sayısı ise 50 idi?


Tarihi inceleyenlerin en çok şaşırdığı ise böylesine güçlü bir
örgütün kurulan entrikaya ve tutuklamalara hiç karşı koyma-
ması?
Oysa sonraki gerçekler Tapınakçıların bir planı olduğunu
ortaya koyuyor.
Ellerindeki kutsal emanetler ve plan Province gönderiliyor.
Tarikat mensupları; İskoçya, Portekiz, Almanya, Rusya gibi ülkelere
gidiyor. Hepsine planın bir parçası veriliyor.
Almanya’daki tarikat mensuplarının Protestanlık ve Gül
Haç Tarikatı, İskoçya’dakilerin Masonluk kurucuları olduğu dü-
şünülüyor. Hatta Gül Haç’ın bağlantısı yitirilen tarikat üyelerini
toparlamak için bir organizasyon olduğu bile söyleniyor.
Fransa Devrimi’nin bu tarikatın organizasyonu olduğu,
Fransa kralının başı kesilirken, kalabalıktan birinin, “Jacques de
Molay’in intikamı alındı!” diye bağırdığı söyleniyor. De Molay bu
tasfiye harekatı sırasında yakalanıp idam edilen tarikat lideriydi.
Tapınakçıların ABD’yi kurduğu söyleniyor. 

448
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Asimov’un bir dönem dünya masonları liderliğini yaptığını


düşünürsek, bazı gerçekleri daha belirgin hâle getirebiliriz.
Isaac Asimov, Vakıf serisini yazarken yirmili yaşlarında idi…
Yani birçok sırra vakıf olması imkânsız. Buradaki kayıp halka ise
efsanevi bir isimle tamamlanıyor. John W. Campbell Astounding
Magazines adlı pulp derginin editörü yazar yetiştiriyor. Isaac
Asimov da onun ortaya çıkardığı bir isim…
Asimov’un Vakıf’ı yazarken John W. Campbell’ın ona çok
yardımcı olduğu belirtilir. Sanırız bu efsanevi isimin burada
ilginç katkıları olmuş.
Asimov, Vakıf serisinde Roma tarihinden esinlendiğini be-
lirtir, eğer bunu temel kabul edersek Tapınakçıların sırrı, planı
konusunda bir fikir jimnastiği yapılabilir…
Roma, bir dünya imparatorluğuydu. Ona ilk kitapta yıkı-
lan Galaksi İmparatorluğu olarak kabul edersek Tapınakçıların
hedefinin İkinci Dünya İmparatorluğu olduğunu söyleyebiliriz.
Kitaptaki diğer faktörleri de oturtursak Tapınakçıların İkinci Vakıf,
onların görünüşteki uzantıları ABD’nin Birinci Vakıf olduğu
söylenebilir.
2005’te gösterime giren “Ulusal Hazine” adlı filimde zaten
ABD’yi Tapınak Şövalyelerinin kurduğu söyleniyordu.
ABD’nin kuruluşundan itibaren birçok Roma simgesi kul-
lanılır.
Özetle şunu diyebiliriz:
Isaac Asimov, Vakıf serisinde gizli olarak Tapınak Şövalyelerinin
tarihini ve planını anlatmıştır. Tapınakçılar ABD’yi kurmuş ve
onun dünya imparatorluğu olmasını planlamışlardır.
Isaac Asimov’un ilk üç kitaba yıllar sonra eklediği eserlerde
bir başka seçenek ortaya çıkar “Gaia”…
Dünya Masonluğu liderliği yapan Asimov, Birinci ve İkinci
Vakıf’ın karşısına yaşayan bir dünya, yaşadığı dünyayla uyumlu

449
YÜZYILLARIN SIRLARI

bir insan seçeneğini koyar. Asimov, yıllar içinde kapitalist Protestan


görüşüyle acımasızca dünyayı kontrole çalışan düşüncenin yaşadı-
ğımız dünyayı yok oluşa götürdüğünü düşünmüş olabilir mi?

450
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

31

İLLUMİNATİ

Bir Perde Her Zaman Gereklidir!


İllimünati (1776), adını ve üyelerini sır gibi saklayan, özel eğitim
ve törenleriyle, alt kültürlerden gelenlerden oluşan gizli bir kardeşlik
örgütüdür. “Aydınlanmışlar” anlamındaki İllümanite’nin 1794’teki
bir loca toplantısından alınan bir metinde şöyle deniyor:
“Bir perde her zaman gereklidir. Gücümüzün büyük bölümü
gizlenmekten kaynaklanır. Bu yüzden de her zaman bir başka derneğin
adı altında gizlenmeliyiz.”

451
YÜZYILLARIN SIRLARI

32

KIZKULESİ

Metafizik Savaşın Şifresi: Kızkulesi


Üsküdar’ın tarihi değerlerinden 2.500 yıllık Kızkulesi,
İstanbul’un da en önemli simgelerinden biridir. Battal Gazi’den
Afrodit’e kadar uzanan pek çok efsanesi anlatılır. Bu yüzden
gizemini hâlâ korumaktadır.
Kızkulesi, Marmara ve Karadeniz’in sularının birleştiği yer-
de bulunuyor. Bu açıdan Hz. Hızır ve Hz. Musa’nın buluştuğu
mekân olma ihtimali de çok yüksek. 
Klasik hikâyeyi herkes bilir. Kendisine, çok sevdiği kızının
on sekiz yaşına geldiğinde bir yılan tarafından sokularak öleceği
söylenen kral, çareyi yılanlardan uzak, denizin ortasındaki kuleyi
onarmakta bulur ve kızını da oraya kapatır. Ama kehanete engel
olunmaz. Kuleye gönderilen üzüm sepetinden çıkan yılan prensesi
zehirler. Prensese demirden bir tabut yaptırılır. Ayasofya’nın girişine
defnedilir. Bugün, hâlâ daha bu tabutun üstünde iki delik vardır.
Yılanın, prensesi ölümünden sonra da onu rahat bırakmadığına
dair rivayetler de vardır.
Kur’anı Kerim’de, Kehf (Mağara) Suresi’nde Hz. Hızır’la
Musa’nın buluşmasından ve yol arkadaşlığına ait sırlardan bah-
sedilir. Hz. Hızır mahlûkatın sırrına eşyanın görünmeyen ilmine
vakıftır. Hz. Musa ise dış âleminin rehberi ve bilgesidir.

452
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Bu ayetlerde Hz. Hızır’la, Musa Aleyhisselam’ın buluştuğu


iki denizin birleştiği yerden bahsedilir. Ancak coğrafya, açık bir
şekilde belirtilmez. Bu ayetlerden yola çıkarak Musa Peygamberin
daha çok yaşadığı coğrafyayı hesaba katarak bu iki denizin bir-
leştiği yer olarak daha çok Kızıldeniz’in ismi geçiyor.
İsrail Kohenlerinin de bildiği bir sır şu ki Hz. Musa ile Hz.
Hızır bu Kızkulesi’nin bulunduğu bölgede buluşuyor. Karadeniz
ve Marmara’nın buluştuğu; yani iki denizin birleştiği yer burası.
Ayrıca Hz. Hızır Batın ilimde bir denizdi, Hz. Musa ise zahir
ilimde. “İlmin deryası iki adam ve iki deniz” iki sır bir noktada
cem oldular.
Bir de bu birleşmenin mührü gerekiyordu. Zamanla kulpuna
oturtturulup bu mühür, Boğaz’ın bu mutena yerine dikildi. Hikâyesi
ne olursa olsun Kızkulesi de işte bu mühürdür, Kızkulesi onun
bahanesidir. (Hz. Musa’nın yardımcısı askeri deha Hz. Yuşa’nın
makam kabri, kulenin teğetini alan tepededir.)
Kız Kulesi ile ilgili tarih, antik çağa yani M.Ö 341’e kadar
dayandırılıyor. Kim neden yaptırdı bilinmiyor.

453
YÜZYILLARIN SIRLARI

33

22. KATEGORİ

Gizli İlimlerin Şifresi


22 rakamı “Nommo Kelam Günü Ortaya Çıkacaktır…”
diyen ve gizli “Sigiu Sa” dilini kullanan Dogonların değil, Okült
(Gizli) ilimlerle ilgili eser bırakan her kavim için özel bir öneme
sahiptir. 
Mitolojilerde Eski Mısır Bilgesi Hermes (Hz. İdris) TOHT
adı verilen kitabında, 22 Hususi İşaretlerle insanlığa dünyanın
başlangıcından sonuna kadar olabilecek olayları şifreleyerek
bildirmiştir.
“22 anahtar” hem İbranice harflerinin hem de Yahudilerin
sırrıdır. Bu 22 rakamına Yahudilerin Kabala denilen Gizli Büyü
kitabında 22 daire olarak rastlanır. 
Çinlilerin TCHENPEY kitabı da Hermes (Hz. İdris)’in ki-
tabı gibi (TOHT) 22 rakamı üzerine kurulu olup 22 metinden
oluşmuştur:
Eski uygarlıklardan DAGONLARA göre Dünya insanlarına
açıklanan bu 22 harfle işaret edilen, 22 kategoriyi kriptolayan
dönencenin sonu, yani 23. kategori “Barış”tır. Dolayısıyla 22.
kategoriden sonra gelen diğer bir ifadeyle Dünya Barışı-Sulh ve
Adalet-Birlik-- dönemi diye belirtilen bu 23. Kategori; 23 23 yılda
indirilen Kur’an’ın kategorisidir!

454
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

34

LADİKLİ AHMET AĞA

Gayb Âleminin Askerleri


Gayb; göz önünde olmayan; alamet ve emmare ile bilineme-
yen, hakkında delil bulunmayan, gizli olan manalarının yanında;
his ve aklın ötesinde kalan, insan tarafından kavranamayan ve
manevi âlem manalarında açıklanır.
Bir de Gayb Erenleri vardır ki Cenab-ı Hakk’ın kudretinden
ikrama layık görülmüş bu kişiler; özel bir ordu disipliniyle hareket
ederler. Anadolu kültüründe adları Çarıklı Erkan-ı Harp’tir.
Bu Çarıklı Erkânı Harb’in kurucusu ve başkumandanı Hz.
Hızır Alehisselam’dır.
“Hızır Gibi Yetişmek’ deyimi halk kültürümüzde önemli bir
yer tutar. Çok sıkıntılı bir zamanımızda geliveren, sıkışık-darlık
zamanlarında yardımda bulunan insanlar için bu nitelemeyi
kullanırız.
Deyimin aslı ise tabi yine Hz. Hızır’ın misyonuna dayanı-
yor…

Esrar İlminin Başkumandanı Hz. Hızır


Biz Hz. Hızır’ı Kur’an’daki ayetlerden tanıyoruz. Bu ilmin
sırrı da çilingiri de Kehf Suresi’nde. 60 ve 82. ayetlerde anlatılan

455
YÜZYILLARIN SIRLARI

Hz. Musa ve Hızır arasında geçen seyahat esnasında yaşananlar


bu ilmi – İlm-i Ledun, İlm-i Batın, Havas’ül Havas - tarif eder.
Yaşananlar bu ilmi; yaşatan (HZ. HIZIR) bu ilmin adamlarının
vazifesini ve maiyetini bizlere açıklamaya kâfidir.

Ledun İlmi
Bu ilmin lütfedildiği kişiler Muradlardır. Yani bir irşad edici-
nin talebesi olmakla bu ilim elde edilemez. Âlim olmak, Mürşid
olmak ayrı bir san’attır.
Mürit, Allah’ı arayan ve bulan kişidir. Murad ise Cenabı
Mevla’nın bulduğu/seçtiği. Mürit iradesine bağlı olarak gevşek
davranabilir, yapamayacağım diyebilir; ancak Murad’ın böyle bir
hakkı yoktur. Zira vazifelendirme padişahtan geliyor, reddedile-
mez. Son derece Zahir ve Batın ilimlerde yüksek derece yetişmiş
birisi bu ilmin mümessili olduğu gibi, hiç okumamış, hatta birkaç
surenin dışında sure bilmeyen insanlar bile bu Gayb Ordusu’nun
neferi olarak vazifelendirilebilir.
Muhyiddin-i Arabi gibi bir ilim zirvesi yanında az sonra
değineceğimiz Lâdikli Ahmet Ağa gibi bir ümmi zat-ı muhterem
de olabilir. Bu lütuf sahibinin tasarrufu cevahirini yaratanı bilir.
Bu ilim çoğunlukla tanımadığınız bir Pir-i Fani’nin sekerat ha-
lindeyken size içirdiği bir tas su’yla bazen de yedirdiği herhangi
bir yiyecekle açığa çıkar. (Nitekim Lâdikli Ahmet Ağa da Birinci
Dünya Savaşı’nda Kanal Harekâtı sırasında vurulup öldü diye
bırakıldığı bir sırada bir atlı tarafından “su içirilerek” tayyi mekân
yaptırılır.)
Bu suyu içtikten sonra gelenin rüyada mı yaşadığını hayatta
mı olduğunu analiz etmeniz ne kadar zamanınızı alıyorsa; içtiğiniz
suyun su mu başka bir şey mi, somut mu soyut mu olduğunu da
anlamanız o kadar vaktinizi alacaktır. Ancak susuzluktan çatladığınız
bir anda suya kandığınızı bilmeniz işin bu maiyetini daha fazla
kurcalamanıza gerek olmadığını cevaplamanıza yetecektir.

456
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Size yedirilen şeyle bu ilim verilecekse; bu yiyecek bazen en


bilinen meyve hatta markalı bir çubuk kraker, bisküvi de olabilir.
Nitekim Lâdikli Ahmet Ağa rahmeti Rahman’a kavuştuktan son-
ra bu ilmi oğluna devretmek isteyen Gayb Âleminden gelen üç
kişinin verdiği yiyeceği onların yanında önce bir lokmacık yemiş
olan Zekeriya; daha sonra tadını beğenmediğinden bu yiyeceği
sözde onlara çaktırmadan hasıraltı etmiştir. Ancak bu yiyeceği
yemesinin akabinde ne olacağını öğrenince bu yiyeceği hasıral-
tından çıkarmak istemiş lakin yiyeceğin ortadan yok olmasıyla
ancak ısırdığı kadar bir miktar Gayb İlmine vakıf olabilmiştir.
Ancak bu yolun yolcusu olmak bile en yüce payedir. Bu yolun
yolcusunun gözünde dünya hayatının makamları üç-beş yaşındaki
çocukların oyuncaklarıyla oynarken kendilerine verdikleri payeler
gibi ‘’komik ve çocukça’’ kalmaktadır ki işin aslı da budur!

Hz. Hızır Üniversitesi


Kendisi de Hz. Hızır’ın talebelerinden olan Bediüzzaman
Said Nursi’nin -hatta bir defasında ellerinde kelepçe olduğu halde
Lâdik’e tayyi mekân yaparak Ahmet Ağa’ya Hz. Hızır’a çok sıkıntı
çektiğini iletmesini söylemiş daha sonra sabretmesi söylenmesi
üzerine çıkardığı kelepçelerini bizzat yeniden bileklerine takarak
geri dönmüştür ki- Hızır Aleyhisselam ve ondan ders alanlar için
güzel bir izahı vardır:
Hızır Aleyhisselam hayatta mıdır? Eğer hayattaysa niye bazı
âlimler hayatta olduğunu kabul etmiyorlar? Sorusuna şu cevabı
veriyor.
“Hayatın 5 Mertebesi vardır ve her mertebenin farklı şarları bu-
lunmaktadır.
Birinci Mertebesi; bildiğimiz, şu içinde bulunduğumuz hayattır
ki pek çok kayıtla mukayyettir. Hızır Aleyhisselam hayatın ikinci mer-
tebesinde yer aldığı için, bazı âlimler hayatta olup olmadığı konusunda
şüpheye düşmüşlerdir.

457
YÜZYILLARIN SIRLARI

İkinci Mertebe; Hazreti Hızır ve İlyas Aleyhisselam’ın hayatlarıdır ki


bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim
gibi beşeriyet levazımatıyla daimi mukayyet değillerdir. Bazen istedikleri
vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir.
Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın, Hz. Hızır
ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hatta makamı
velayette bir makam vardır ki; Makam-ı Hızır tabir edilir. O makama
gelen bir Veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazen o
makam sahibi yanlış olarak ayn-ı Hızır telakki edilir olunur.’’(Birinci
Mektup)

Havasın Teknolojisi
Havasın teknolojisi, Esmayı İlahiye’ye bağlı sırlar!
Onlar kendilerine verilen, kendilerine bildirilen ESMA’yı
üç/beş defa ya da her ne kadar tekrarlanması gerekiyorsa, onu
söyleyip sır olup gidiyorlar. Bize garip gelen, imkânsız görünen
şeyler maddeden beri o âlemde öylesine sıradan ki…
O muazzam görünmeyen mücerret teknolojiden geriye sadece
avam olan bizlere kalan miras sadece şu üçüdür:
Şecere (Soyağacı)
Hırka
Mühür
Lakin Lâdikli Ahmet Ağa vefat ettikten sonra oğlu Zekeriya’ya
gelen Gayb Âlemi’nin Üç Atlısı da bu görünür mirası istiyorlar
kendilerinden. Zira Zekeriya daha işin başında hikmeti anlaya-
mamış, mirastan olmuştur. Bunların da artık ehline verilmesi
gerekiyordur…

Havasın Toplanma Yerleri


Kutsi gecelerde MEKKE – MEDİNE – KUDÜS – SEMERKANT
– BUHARA – ŞAM - ROMA VE İSTANBUL’daki muhtelif yerler

458
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

buluşma noktalarıdır ki –aynı zamanda- dünya hayatında tarihten


bu yana azami ehemmiyete sahip yukarıdaki 8 şehrin 4’ünün
Cennet’te bu mekâna yakışır tezahürlerinin olduğu ifade edilir.
Ancak tabiri uygunsa bir de içtima merkezleri vardır bu
Uluların.
Nitekim Lâdikli Ahmet Ağamız da bir Berat gecesi evinde
toplanan misafirlerinin ‘’Eee Ahmet Ağa bugün nereye gidecek-
siniz sorusu üzerine; Bu gece Mekke-i Mükerreme’de bir toplantı
olacak. Harem-i Şerif’te Zemzem kuyusunun başında Her sene
bu gece Zemzem kuyusunun suyu coşar kabarır, ağzına kadar
gelir. Resûlüllah Efendimizin ruhaniyeti ve bütün peygamberler,
evliyaullah orada toplanırlar. Orada hep birlikte dua yapılır. Sonra
o kuyudan bir su içilir, artanı da oraya dökülür, ondan sonra su
normale çekilir. Zemzem kuyusunun suyunun bitmeyişinin hik-
meti bu… Her sene bu merasim yapılır’’ şeklinde verdiği cevapla
bu durumu açıklamaktan çekinmemiştir.
Havas Mücadelesinin Yetki Sınırı
Avamdan zaman zaman çok kişi sormuştur. Cenabı Allah’ın
kudretinden nüveler taşıyan bu seçkinler o halde niye nükleer
başlıklı füzeleri kilitlemiyor, süpersonik uçakları düşürmüyor,
zalim başbakanları, komutanları merdivenden yuvarlayarak
zulmün önünü kesmiyorlar vs…
Bu durumu da bu tarz bir sorularla karşılaşan Lâdikli Ahmet
Ağa’nın verdiği cevapla açıklayalım:
“Şahıs soruyor:
- Hacı Baba, ne olacak bu dünyanın hali? Nasıl düzelir?
‘Evlat,’ dedi şöyle sakin sakin, ‘bu Çoban Ahmed var ya (kendisine
hitabı öyle idi)…
‘Eğer müsaade etseler, iki üç saatte dünyayı düzeltirim amma,
hikmeti ilahidir onu biz düzeltemeyiz… Emirsiz hareket edemeyiz…
Bu hadiseler böyle olacak, herkesin iman ölçüsü, cihad ölçüsü ortaya

459
YÜZYILLARIN SIRLARI

çıkacak! Mümini, münafığı; müşriği kâfiri ortaya çıkacak! Ve hadisler


gelişe gelişe ortaya çıkacak.”
Milyonlarca adamı kendisini korumaları için besleyen Firavun’u
bir üfürüklük canı olan sivrisinekle telef eden Cenab’ı Allah; dilese
bütün insanlığı secde vaziyetinde toplamaz mı?

Havas ve Askeri Hizmet


Lâdikli Ahmet Ağa’da da güçlü bir ordu ve asker sevgisi
vardır. Bu yüzden dışarıdan kendisini ziyarete gelenlerin ve
istişare edenlerin çoğu askerdir. Zira yukarıda da değindiğimiz
gibi o Türk Ordusu’nun çarıklı erkânı harbindendir.
Bu yüzden adı çevresinde “Gayb Ricali’nin Askeriye Kolunda
Görevli” şeklinde çıkmıştır. Mesela Albay Necmi Sami, Ladikli
Ahmet Ağa’nın en sevdiği dostudur.
O her an göreve hazır diplomat bir asker gibi Küba –Amerika
arasında Küba’ya konuşlandırılan Rus füzelerinin Amerikan
casus uyduları tarafından tespit edilmesi üzerine 3. Dünya sava-
şını engellemek için Cezayir dağlarında toplantıya tayyi mekân
yaparken; bir gün aldığı emrin pusula kâğıdını dostlarına göster-
dikten sonra Ladik’ten Washington’a 4 dakikada gidecek kadar
hızlı görev adamıdır.

Askeri İstihbarata Hainlik Eden Yanar…


Bir Ziyaretçisine anlatıyor:
“Edirne’de askerlik yapan bir Türk çavuşu, iki Bulgar subayına,
Edirne’nin Askeriye’ye ait planlarını ağır bir para karşılığı satmış, kim-
senin haberi yok. Manevi emir aldık, yine iki arkadaş görevlendirildik.
Bulgar subayları planları alıp kumandanlarına teslim etmek üzere
merdivenlerden çıkarlarken bir anda arkalarından yetişerek birini ben,
birini arkadaşım tepelerine vurduk. İkisi de merdivenlerden aşağı yuvar-
landılar. Hemen ceplerinden planları alarak yerlerimize döndük.

460
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Sıra Çavuş’a geldi; Vatan haini olduğundan, o da öldürülecekti.


Terhis oluncaya kadar dokunmadık, manevi emir öyle idi. Nihayet terhis
oldu, külfetli bir parayla sevinerek binmiş, memleketine dönüyordu.
Memleketine gelip, tam trenden inerken; Onun da tepesine vurduk,
sanki trenden düşüp ölmüştü. Böylece vazife yapılmış oldu.”

Kore Savaşı
“Kore Savaşı’nın olduğu yıllarda, yine bir ziyaretimde; Hacı Baba’yı
ziyaret için Lâdik’e gitmiştim, gece odasında kalıp odasında misafir olduk.
Yatsı namazına kadar beraber kaldıktan sonra, Hacı Baba namazı kıldı
ve sonra bizden müsaade alıp gitti. Sabah namazında geldi ve bize:
- Bugün Kore’de idik; Türk askeri çember içine girmiş, imha edilmek
üzere idi. Kurtarılmak için Mevla’dan izin çıktı, manevi arkadaşlarımla
Kore’ye yetiştik. Bizim askerin önüne düştük. Kâfir askerleri bizi görürler;
lakin bizim askerler göremezler. Kılıçları çektik, küffar askerini kılıçtan
geçirerek bizim askere yol verdik. Bakın sabah radyo haberleri verirken
duyacaksınız, dedi.
Sabahleyin bir radyo getirdiler, ilk haberleri açtılar:
‘Kore’de bulunan, Albay Tahsin Yazıcıoğlu komutasındaki Türk
çember içine alınmış. İnanılmaz bir kahramanlık örneği vererek çemberi
yarmış, kafirleri perişan etmişler...’ diye radyo haber veriyordu!’
Çemberi yaranın kimler olduğundan onların haberleri yoktu. İşte
Allah’ın manevi ordularının vazifeleri!”

Ahmet Ağa ve Pilot Teğmen


“Bir gün, pilot Teğmen uçağı ile eğitim uçuşu sırasında, uçağı
arıza yapıyor ve bir tarlaya mecburi iniş yapmak durumunda kalıyor.
Her ne kadar yerde arızayı gidermiş ise de, uçağın bu tarla üzerinden
kalkmasının imkânı yok. Bulunduğu yer öyle ıssız ki çevrede canlı yok.
Hocam emir verdi:
- Ahmed, git şu pilot Teğmen’e yardım et, uçağını kaldır! dedi.

461
YÜZYILLARIN SIRLARI

Hemen geldim, pilot çaresizlik içerisinde bocalamakta, ne yapacağını


bilememekteydi. Selam verdim:
- Ne yapıyorsun, delikanlı? dedim.
O da durumunu anlattı. Ben dedim ki:
- Oğlum sen uçağı çalıştır, kalkış için ben sana yardım edeyim!
Şaşırmış bir halde:
- Nasıl yardım edeceksin? dedi.
- Sen çalıştır. Ben uçağı kaldırayım! dedim.
- Hacı Baba, kaç tonluk dört motorlu bir uçak. Nasıl kaldıracaksın?
dedi.
- Yavrum! Sen çalıştır bakalım! dedim.
- Neyse çalıştırayım bakalım, dedi ve uçağı çalıştırdı.
Allah’ın izniyle:
-Bismillah! Ya Allah! deyip yardım edip uçağı kaldırdık ve uçup
gitti.”
Pilot der ki:
“Hacı Baba uçağı kaldırıp da uçak havalanınca; uçağın kuyruk
tarafına oturduğunu gördüm ve ‘Eyvah, Hacı Baba düşecek!’ dedim.
Bir müddet sonra, Hacı Baba bulunduğu yerden kayboldu.
Ben yine:
- Eyvah, Hacı Baba düştü! diye müteessir olmuştum.
Mensup olduğum karargâha varıp durumu ve başımdan geçenleri
kumandanıma anlattım. Kumandanım bana:
- Maneviyat adamlarından biri sana yardım etmiş, dedi.”
Pilot Teğmen bu maneviyat adamları nerede bulunur acaba,
diye araştırma yapıyor. Şarkta filan yerde var diyorlar, tarif edilen
kimseyi buluyor; fakat aradığı ve gördüğü değil. Böyle birçok
yerleri geziyor. Nihayet bir gün Konya’da Ladikli Hacı Ahmed
Ağa’yı haber veriyorlar.

462
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Konya’ya gelip Hacı Ahmed Ağa’yı soruşturuyor, kendisine


Ladik kasabasını tarif ediyorlar. Bir arkadaşıyla taksiye binip Ladik’e
geliyorlar. Hacı Ahmed Ağa’yı sorarak odasını öğreniyorlar. Pilot,
Hacı Baba’nın odasına girip de kendisini görünce.
‘Hah! İşte bu amca!’ deyip, eline ayağına sarılıyor.
Hacı Ahmed Ağa:
- Oğlum, benzetmiş olabilirsin, diye gizlenmeye çalışırsa da
Pilot:
- Hayır, yanılmıyorum, o sendin, diyor.
Beraberce camiye gidip geldikten sonra, o gün orada misafir
kalıyorlar. Ertesi gün veda ederek yerlerine dönüyorlar.
Genelde bedenen Lâdik’in dışına çıkmayan bu zatı muhterem,
iş vazifelendirilmeye gelince tayyi mekânla Avrupa-Amerika-Asya
demeden kaşla göz arasında yok oluyordu. Bu yüzden döndü-
ğünde üzerine bazen kar bazen çöl toprağı bulanmış olmasına
kimse şaşırmıyordu. Hatta gideceği yeri önceden öğrenenler
gittiği yerlerden özel masum siparişler bile veriyorlardı kendisine.
Hurma, muz gibi.
(Lâdikli Ahmet Ağa hakkında detaylı bilgileri, ilgilenenler araştırmacı-
yazar Mustafa Özdamar’ın kaleme aldığı, Kırk Kandil yayınlarından
çıkan “Ladikli Ahmet Ağa” kitabını okuyabilirler.)

463
YÜZYILLARIN SIRLARI

464
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

35

YILDIZ İSTİHBARAT TEŞKİLATI

İsrail’de Metafizik İstihbarat Kuvvetleri


Kaballo teşkilatı İsrail Kohenleri tarafından binlerce sene
evvel teşekkül ettirilmiştir.
Şimdi bu teşkilatın nasıl istihbaratçı yetiştirdiğini okuyacak-
sınız... 
Kaballo teşkilatına girecek Yahudiler daha annesinin karnın-
da iken tespit edilir; yıldızlarla, cifir hesabıyla çocuğun doğacağı
gün ve saat onlar için çok önemlidir. Onların hesaplarına göre
bu sırlı hesaplamalar vaktinde gelen çocuklar kendileri için adeta
Yehova’nın özel menüsüdür.

CIA – Yıldız İstihbarat ve Tarihi İhanet!


İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan İstihbaratının yapı-
lanma döneminde, Türkiye’nin en ciddi kurumuna Amerikalı bir
akademisyen gelir. Bu Akademisyen bu kurum yetkililerinden
Osmanlı İstihbaratıyla (Yıldız İstihbaratı) ilgili özel bilgileri ister.
Kendisine çok müşfik ve cömert davranılır.
Namzet Osmanlı İstihbaratı ve yapılanması hakkında tüm
detaylı bilgileri alıp Amerika’ya gider. Ve Amerikan istihbaratı
için yeni bir dönem başlar.

465
YÜZYILLARIN SIRLARI

Amerikalı namzede verilen dosyaların arasında Osmanlı


İstihbaratının yetiştirdiği ve Osmanlının İstanbul’da payitahtta
yetiştirdiği dünya liderlerinin de listesi vardır ve bu liderlerin
pek çoğu iş başındadır.
Osmanlıya bağlı 22 ülkenin lideri de İstanbul Yıldız orijinli
ve bu adamlar Osmanlıyı Osmanlı yapan özel donanımlı kişiler.
Hepsi teker teker alaşağı ediliyor ve yerlerine İsrail’in Siyonist
politikalarını yürütecek güdülü beyinler yerleştiriliyor...
Ve dünya da CIA-MOSSAD işbirliğiyle yeni bir siyaset hâliyle
ekonomi dönemi başlıyor!

466
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

36

HARUT VE MARUT

İmtihan İçin Öğretiyorlardı


Kur’an’da Bakara Suresi’nde (102.) geçen bir ayet, bu ilmin
menşei hakkında bize bilgi vermektedir. Bu ayet, Harut ve Marut
kıssasının özünü ve içyüzünü de açıklamaktadır. Bazı tefsirciler
ise, onların birer sembol ve mecazi ifadeler olduğunu söyleseler
bile; genel kanaate göre, Harut ve Marut, Süleyman Peygamber’in
döneminde Babil’de insan şeklinde ortaya çıkan, kötülük için kul-
lanmamaları şartıyla insanlara sihir ilmini öğreten ve insanlar için
iyilik ve kötülükle imtihan olacakları fizik ötesi güçleri harekete
geçirecek ilmi öğreten iki melektir.
Bu ilmi kötülük ve histerik istekleri doğrultusunda kullanan
insanların aksine, Harut ve Marut “Biz imtihan vesilesiyiz, biz
hem kaybettiririz hem de kazandırırız, bu öğreteceğimiz şeyler
dizginlenemeyecek duygular için kullanılabilir ve kötüye kul-
lanılması da büyük suçtur; aklınızı başınıza alın ve bu imtihanı
kaybetmeyin,” demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyor ve
muhataplarını suistimale karşı uyarıyorlardı.
Oysa Şeytan’ı çağrıştıran objelerle, güya Evren’e hükmeden
kötü ruhlardan yardım almaya çalışan insanlar, garip ritüellerle
cinlerin ve Şeytanların maskarası olmaktadır.

467
YÜZYILLARIN SIRLARI

Papaz Büyüsü Propagandası


Kimisi büyüyü meslek edinmiş, sihir yapıyor ve büyük bir
suça giriyor. Kimisi de Allah’ın gücü ve kuvvetine dayanmak
yerine farklı güçler ve kuvvetlerden medet umarak kapı kapı
dolaşarak ömrünü berbat ediyor. Oysa kaderin önüne hiçbir
kuvvet geçemez. Sihir ve büyü kader o istikamette olduğu için
tutar, yoksa başlı başına bir etken değillerdirler. Nasıl ki bir suça
ve suçluya karşı korunma tedbirleri alıyorsak, bu ilmi kötü kul-
lanan, kullanabilecek insanlara ve güçlere karşı da öyle tedbirli
ve korunmalı yaşamalıyız.
Maalesef günümüzden asırlar önce Firavunlar’ın müracaat
ettiği ve Kabalistlerin de çokça kullandığı büyü ilmine karşı ko-
runaksız, adeta kuş olup avlanmaya müsait insanların idrakleri
tamamen kuşatılmaktadır. Her türlü sapkın yaşantı, arzular ve
bu arzuları gerçekleştirmek için yapılan hareketler bu güçlerin
avı olmamıza müsaade ediyor.
Bu av olmayı kolaylaştırmak için toplumun önüne sundukları
alışkanlıkla, sigara, içki, uyuşturucu, fuhuş ve materyalleri insan
zihninin rahatlıkla kuşatılmasına ve onu dilediği gibi kullanılmasına
imkân sağlıyor. Kabalistlerin pek çok kullandığı bu materyallerle
adeta iradeler felç edilmekte, insanlar bunlarla uğraştırılarak
yapmaları gereken asıl işlerden uzak tutulmaktadırlar.
Aynı zamanda “Papaz Büyüsü” olarak halk arasında bilinen
meşhur büyü bir nevi psikolojik Harp ve propaganda malzeme-
sidir. En tehlikeli büyü çeşidi olarak anlatılan, sonu gelmeyen
mübalağalarla çok korkunç gösterilen ve çoğu zaman anacak
bir papaz tarafından çözülebileceği iddia edilen “Papaz Büyüsü”
günümüzde de cahil insanları psikolojik baskı altına alan korku
faktörlerinden biridir.
Dilden dile aktarılırken bir huyulaya dönüştürülen “Aman ha
o adamlarla iyi geçinin, sakın onları kızdırmayın; papaz büyüsü

468
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

yaparlarsa bir daha kolunuzu kıpırdatamazsınız” manasına da


gelen söylentiler sinsi bir oyunun parçasıdır.

Hz. Muhammed’e Büyü Yapılmış mıydı?


Âlimlere göre de sihir ve büyü gerçektir. İnkârı aptallıktır.
Zaten inkâr edenlerin hemen hepsi klinik deneylerden geçirildi-
ğinde bunların etkisi altında oldukları ispatlanmıştır. Şeytan nasıl
ki kendisinde hâkimiyet kurduğu birtakım insanlar kendilerini
inkâr ederler. Birtakım kötü cinler de kendi kontrolüne aldıkları
cahil insanlara kendilerini inkâr ettirirler.
Kendiyle hesaplaşmaktan korkan her insan bu gibi inkâr
yollarını psikolojik bir kaçış yolu olarak kullanmaktadır.
Sihir ve büyünün fizik dünyaya tesirleri de söz konusudur.
Ancak bu tesir sihirbazın, büyücünün değil; onun sebepleri ye-
rine getirmesi neticesinde -yani iyilik ve kötülük yapma gücünü
iradesiyle kullanabilme izni- Allah’ın yarattığı bir tesirdir.
Hz. Muhammed’e büyü yapıldığından bazı eski eserlerde
bahsedilir. Bazı âlimler (mutezile âlimleri) ve birtakım günümüz
din bilginleri bu anlatılan hadiseyi kabul etmeseler de ancak itibar
edilen kaynaklarda bu hadise anlatılmakta ve Allah’ın bir hikmete
binaen izin verdiği bu büyü sebebiyle vuku bulacak bu tesirden
yine Allah’ın uyarmasıyla kurtulduğu anlatılmaktadır.
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus bu insanların
bu ilmi bir peygambere uygulayacak kadar akıldan uzak; ancak
hırs ve kıskançlığa ne kadar yakın oldukları anlaşılıyor. Yani Hz.
Muhammed’i bile gözü görmeyen bu insanların bizlere neler
yapmak istedikleri ve yapabilecekleri açıkça anlaşılıyor.
Bunun içindir ki;
Fiziki ve metafizik olarak tam donanımlı bir hayat yaşamanın,
Allah’a fiili ve sözlü olarak yaklaşmanın, her türlü kötülüğün
önüne geçeceği yakinen bilinmektedir.

469
YÜZYILLARIN SIRLARI

37

HZ. MUHAMMED TÜRK MÜ?

Türklerdeki Peygamber Kanı


Hz. Muhammed’in Türk olmasıyla ilgili eski kültür bakan-
larından Namık Kemal Zeybek’in bir açıklaması oldu ve üzerine
gidildi. Hz. Muhammed, Hz. İbrahim’in soyundan geliyor. Hz.
İbrahim’in babasının adının Azer olması onun bir Türk olduğu
tezini doğrular gibi.
Peygamber Efendimizin soyundan gelenlere şerif ve seyid
denilir. Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere seyit, Hz. Hasan
Efendimizin soyundan gelenlere şerif denir. Osmanlıların son
dönemlerinde dahi bu milletin değer yargılarını keşfetmek için
bu tarz müesseselerin önlerine geçtiler. Seyidleri ve şerifleri ka-
rıştırdılar. Birbirlerinin bilinmesini istemediler. Bunların bir top-
lumda olması, manevi dinamiklerin bilinmesi ve hürmet edilmesi,
insanların sürekli olarak kendi manevi geçmişlerini hatırlaması
için çok önemli kaynaklardır.
Seyid ailelerinden bir tanesi Abdülhakim Arvasi Hazretleridir.
Abdülhakim Arvasi Hazretleri şöyle söylüyor:
“Türklük bir içtimai ırktır. Biyolojik bir ırksal olay değildir.
Sosyal bir ırktır. Türklük, Müslüman’ın mücadele etmiş işte
kendisini Allah’a vakfetmiş kimliğidir.” Hatta onlarla ilgili son
dönem âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de

470
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

“Dünyanın neresine giderseniz gidin, Türk demek Müslüman


demektir,” diyor.
O dönemlerde Arap kabilelerinde sürekli Peygamber Efendimizin
ve bulunmuş olduğu Haşimoğullarını dışlama politikası göz-
lemlenmekteydi. Onlara, Arabi mütarabi diyorlardı. Sonradan
Araplaştıklarını belirtiyorlardı.
Yaşam şekillerine ve fizyololojilerine baktığınızda da bölgeyle
uyuşmuyorlar. Peygamber Efendimiz peygamberliğini ilan etti-
ğinde, onu ‘Etrak’ Etrak diye kovuyorlar, “Sen Türk’e git! Türk’e
git!” şeklinde Resûlüllah’tan uzaklaşmak istiyorlarmış.
Fakat aslında ortada bir Vehhabizm tehlikesi var. Vehhabizm,
bu konunun Türkiye’de duyulmasını istemiyor. Türkiye’de
Vehhabiler çok ciddi çalışıyorlar. Ama Peygamber Efendimizin
Türk soyuna yakınlığının öğrenilmesinin önünü kesmek istiyorlar.
Peygamberlerin etnik kimliği yoktur ve etnik kimlikten ziyade
evrenseldirler. Ama yine de bir gerçeği kapamak ya da saklamak
çabasındadırlar. Neticede “Peygamber Efendimiz bir Arap kav-
minden gelmiştir” deyip Arap milliyetçiliği yapıp dışlayanlar da
var. “Arab’ın Peygamberi” diyenler de var.
Peygamber Efendimizin sureti ile ilgili çeşitli betimlemeler
vardır. Dalgalı saçlı, kızılımtrak benizli, badem gözlü, kalın kaşlı,
çekme burunlu, orta boylu, kaslı olduğu rivayet edilir. Ama bu-
lunduğu coğrafyanın kimliğiyle ya da oradaki Arap kabilelerinin
kimliğiyle hiçbir şekilde uyuşmayan bir yapıdır bu.

Kerbela
“Kızılbaş Kürtler” adlı kitapta çok ciddi bir analize yer veriliyor.
Türklerdeki Hz. Ali sevgisinin gerçek Ali sevgisi olan mezhepsel
bir Ali sevgisi olmadığını, sadece Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in
oğlu Zeynel Abidin’den dolayı Türklerle Peygamber sülalesinin
nasıl karıştırıldığını ve Türklerin kanının çoğunda Sahabe kanı
olduğunu savunan derin bir araştırma.

471
YÜZYILLARIN SIRLARI

Nihat Çetinkaya’nın “Kızılbaş Türkler” adlı kitabında; Hz.


Hasan ve Hz. Hüseyin’in Kerbela olayı olmadan önce Yezif
Kuvvetleri tarafından sıkıştırıldığından, Altaylardan 7 tane gencin
geldiğinden söz ediyor;
Hz. Hüseyin Efendimiz Yeliz kuvvetleri tarafından sıkıştı-
rıldığında Kerbela mevkiinde Altaylardan bir gece yarısı 7 tane.
Türk Bahadırı geliyor. Onlara Kıyak Borçugun derler. Kıyak
Borçugun ela gözlü, kızılımtrak yüzlü savaşçı demektir. Çok iyi
savaştıklarından dolayı bunlar seçilmiş özel kuvvetlerdir. Bu 7
genç hatta bu kızıl Kıyak Borçugunlarla ilgili şöyle söylenir: Bizim
bordo bereli dediğimiz gibi özel eğitimli yiğitler, Hz. Hüseyin
efendimize kendisini Altaylar’a getirmek için emir aldıklarını
söylüyorlar; “senin başına böyle bir olay gelecekmiş, ya imam!
Gel misafirimiz ol, toprağına dön, başımızın tacı ol!”. Fakat Hz.
Hüseyin Efendimiz, “Şehadetim kesinleşmiş,” diyor ve kahramanca
ertesi gün yaptığı büyük mücadelede şehit ediliyor.
Fakat oğlu Zeynel Abidin hazretleri Türk diyarına azmet-
tirilerek orada yetiştiriliyor, evlendiriliyor; Türk kanıyla sahabe
kanı Anadolu’ya geliyor.

Kızılbaş Türkler
Şimdi, Hz. Muhammed’in Türk kanı taşıyıp taşımadığı üzerine
tartışma yaratacak, Nihat Çetinkaya’nın “Kızılbaş Türkler” adlı
kitabından önemli bir alıntı yapıyoruz. Böylelikle aslında nelere
dikkat çekmek istediğimiz daha net olarak anlaşılacaktır:
“… İslam’ın ilk yıllarında, Sasaniler ile Bizanslılar arasındaki
mücadelelerde önemli roller oynayan Göktürkler, Hazarlar ve
Avarlar hakkında Araplar bilgi sahibiydiler. Bu mücadelelerde
“Kur’an’da belirtildiği üzere, Müslüman Bizans, Mekke müşrikleri
İran”[1] yanlısıydı. Türkler, Emeviler dönemi Müslüman Arap
ordularının Türkistan istilası sırasında Arapları daha yakından
tanımışlardı.

472
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Bu dönemde, Arapların fetih hareketinin kanlı bir şekilde


yağmaya dönüşmesi, Türklerde, Emevi yönetimine karşı düşman-
ca tepkileri oluşturmuştu. Bu nedenle, Emevi yönetimine karşı
çıkan Ehlibeyt’e mensup ihtilalci şahsiyetlerin Türklere sığınması,
“düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı doğrultusunda,
Peygamber’in nesline karşı kuvvetli bir sempati oluşturmuştu.
Emevilere karşı isyan eden Ebu Müslim’in ordusunda, daha
Müslüman olmamış Türklerin çok sayıda yer alması bunun
neticesi olmalıdır. Ehlibeyt’e karşı oluşan bu yakınlık, Türklerin
Müslümanlığı kabulünden sonra daha da gelişmiş, bu konuda
birçok destan ve menkıbenin meydana gelmesine vesile olmuştur.
Sonraki zamanlarda bu durum, Ehl-i Beyt soyunun Araplardan çok
Türklere yakın olduğu hatta Türklerin bir kesiminin hafızasında,
Hz. Peygamber’in ve mensup bulunduğu toplumun kendileriyle
aynı kökene mensup olduğu düşüncesi yaygın hale gelmiştir.
Bu konu, Türkler arasında anlatılan birçok menkıbelerin
oluşmasına sebep olurken, bilim adamlarının da araştırma konusu
olmuştur. Genel olarak Türklerde, özellikle de Şii/Alevi kesimde,
Ehlibeyt nesline karşı gösterilen aşırı bağlılığın sebeplerine ışık
tutacağını düşündüğümüz bu konuya genişçe yer verdik.
Prof. İsmail Hakkı İzmirli, şark kaynaklarına dayanarak, Hz.
Peygamberin Adnan oğullarından geldiğini,[2] Arab-ı Müstaribe[3]
yani yabancı Arap, aslında Arap olmayıp sonradan Araplaşmış
olanlardan olduğuna işaretle, kavim itibariyle Arap olmadığını
ifade ederek, “Peygamber, kuvvetli bir ihtimal ile Uruk tabiriyle
Türk’tür” iddiasında bulunmaktadır.[4]
Cahiz, Türklerin Faziletleri adlı eserinde bu konuda, “Türklerin
Kahtaniler’e ve Adnaniler’e karşı verdikleri cevaplar” başlığıyla
Araplarla Türkler arasında rivayet edilen bir tartışmadan şunları
aktarır:
‘Siz (…) dediniz. Eğer yakınlık bir kimseye hizmetle elde
edilirse biz itaat, sevgi ve sadakat bakımından sizden daha eskiyiz.

473
YÜZYILLARIN SIRLARI

Eğer bu yakınlık akrabalıkla elde edilirse halifeye akrabalığımız


sizden daha yakındır.’
Türkler şunu da ilave ettiler: “Ayrıca, Arablar iki kısma ayrılır.
Adnaniler, Kahtaniler. Kahtaniler’e gelince, bizim halifelere akra-
balığımız onlarınkinden daha yakındır. Biz, halifelerle onlardan
daha sıkı kan bağına sahibiz. Zira halife, Kahtan b. Abar’ın değil,
İsmail b. İbrahim’in çocuklarındandır. İbrahim’in Kıpti olan cariyesi
Hacar’dan İsmail adındaki oğlu, Süryani olan karısı Sara’dan İshak
adındaki oğlu dünyaya gelmiştir. Geri kalan altı oğlunun anası
ise asıl Arablardan Kantura bint Maftun’dur.[5] Kahtaniler’den
olan kimsenin ‘Anamızın soyu sizin ananızın soyundan daha
şereflidir’ demesinin sebebi, Kantura’nın asıl Araplardan olması-
dır. İbrahim’in altı oğlundan dördü Horasan’da yerleşip Horasan
Türklerini meydana getirdiler. Bizim, Kahtanilerden olan kimseye
cevabımız budur.
“Adnaniler’den olan kimseye verilecek cevabımız ise, ‘Babamız
İbrahim, amcamız İsmail’dir. İsmail’e yakınlığımız sizinki gibidir’
şeklindedir.”[6] Kantura adı, Arap rivayetlerindeki gibi verilmiş
olmasının yanında, kaynaklarda, aşağıda verileceği üzere Türk
kökeninden geldiği ifade edilmektedir.
Hz. Peygamber’in mensup olduğu kabilenin “Arab-ı Müstaribe”den
olduğu iddiası ile Hz. Peygamberin “Arap benden ben Arap’tan
değilim” ifadeleri dikkat celbetmektedir. İslâm Ansiklopedisi,
Adnan’ı, Hz. İsmail’e dayayarak, “Arap şeceresine göre, en son
(Yemen’den Hicaz’a) göç etmiş Arab-ı müsta’ribe’nin ceddi,”[7]
olarak verir. Aynı eserin başka bir yerinde de “İsmaili kabilele-
rinin Araplaşmış Arap (al-Arab al-muta’ribe veya al-musta’riba)
oldukları” ifade edilir.[8]
Hz. Peygamberin, asıl Araplardan farklı bir kavme mensup
olduğu, O’nun vefatı sırasında, halifenin kim olacağı konusun-
da yapılan Sakife toplantısında, Sa’d b. Ubade ve Hz. Ebu Bekir
tarafından yapılan konuşmalarda da vurgulanır. Sa’d b. Ubade,

474
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

Kureyşlilerin Hz. Peygambere eziyet ettiklerini, hilafetin Ensar’da


bulunması gerektiğini ileri sürer. Toplantıya sonradan katılan
Hz. Ebu Bekir’in, toplantıdaki konuşmasında; “Putperestlik
Araplarca benimsendiği için atalarının dinini bırakmanın onlara
zor geldiğini; Resulullah’ın kavminden olan ilk muhacirlerin ona
iman ettiklerini ve maddi manevi yardımlarda bulunduklarını;
onunla birlikte kavminin şiddetli eza ve cefalarına dayandıklarını;
kendileriyle alay edilmesine aldırış etmediklerini; düşmanları
sayıca çok, kendilerini az olduğu halde eziyetlere tahammül
edip korkmadıklarını; yeryüzünde Allah’a ilk ibadet edenlerin
Muhacirler olduğunu ve Hz. Peygamberin dostları, akraba ve
kavmi oldukları için ‘Emirlik’in onların hakkı olduğunu; bu konuda
kendileriyle ancak zalimlerin mücadele edeceğini; oysa Ensarin
meziyet ve faziletlerinin inkâr edilemeyeceğini”[9] ifade etmiştir.
Bu beyanlardan da, asıl yerli Araplarla muhacirlerin (Haşimi) ayrı
kökten kavimler olduğunun anlaşılması icab eder.
Cahiz, anılan eserinde, Hz. İsmail’in Arap olmadığı, ana
dilinin başka olduğu ve Arapçayı sonradan öğrendiği anlatımları
da konu ile ilgili önemli ilgilerdir. “İsmail iki yabancının çocuğu
olduğu hâlde Araplardan sayıldı. Zira Allah, telkin ve terbiye
edilmeden İsmail’i fasih Arapça ile konuşturdu. Bundan başka
onu terbiye ve temrin yapmada hayret edilecek derecede fasih
yarattı. Onun tabiatını yabancıların tabiatından çıkardı. Arablar’a
ait konulan onun bedenine yerleştirdi. Onu, bu tertip üzere yara-
tıp bu şekilde tasviye etti. Bu kalıba döktü. Sonra ona, Arabların
tabiatını, ahlakını ve kılığını bağışladı. İsmail’i, Arapların cömert-
liğinin, onurluğunun, gayretliliğinin en iyisine, en şereflisine, en
parlağına, en üstününe sahip olarak yarattı. Bu meziyetleri, onun
risaletinin ve nübüvvetinin delili kıldı. O böylece, bu nesebe, bu
hasebin şerefine en layık kimse oldu. İbrahim’in kendi neslinden
gelmeyenlerin babası olduğu gibi.”[10]
Cahiz, Horasanlılar hakkında bilgi verdikten sonra da şunları
yazar: “Buna göre, Türkler Horasanlı ve halifelerin (Abbasiler) pek

475
YÜZYILLARIN SIRLARI

yakın akrabaları olan mevtalarıdır. Bunun neticesi Türk, bunların


hepsinin sahip olduğu üstünlüklere sahip, onların hepsinden
daha şereflidir.”[11]
Cahiz, yukarıda naklettiklerimizin yanında, menkıbelerden
naklettiği daha birçok örneğe dayanarak, Hz. Peygamberin
mensup olduğu topluluğun (Haşimiler’in)Türklerle akrabalığını
anlatmak istemektedir.
İsmail Hakkı İzmirli de aynı görüşü, başka açılardan de-
ğerlendirir. İzmirli, Hz. Peygamber’in büyük atası ibrahim’in
adının Azer ile Tarekh adları etrafında döndüğünü, asıl adının
Tarekh olup; Azer’in vasfı olduğunu veya Tarekh adının Arapçası
olduğunu yahut Azer’in İbrahim’in amcası olduğunu söyler.[12]
İbn Kesir de şu bilgiyi verir: “Lut, Haran’ın oğludur. Haran ise,
önce de belirttiğimiz gibi diğer adı azer olan Tarekh’in oğludur.
Lut, İbrahim’in kardeşi oğludur. Daha önce de söylediğimiz gibi
İbrahim, Haran ve Nahor kardeş idiler.”[13]
İzmirli, İbrahim’in neslinin, “Abir/Abur (Avarlardan olup
İbn Haldun’un bütün Türk kabilelerinin mensup olduğunu ileri
sürdüğü, Yafes oğullarından (Kömer/Kimer) geldiğini yazar.
Kömer, Tevrat’ta “Cömer”, Ebulgazi Bahadır Han’ın eserinde
“Kümari” olarak geçer.[14] Bu ad, Yunan Latin kaynaklarında da
Türk boyları arasında “Comar=Komar” olarak kaydedilir.[15]
Hanname’de de, Kimer(Gimer) şahıs adı olarak geçmekdedir:
“Tohtamış-Han beylerini toplar ve iyi fikirlere ihtiyacı olduğunu ifade
eder… Beylerden Pir-Arslan’a biri, Benan şehrinde Kimeri adlı bir
vezir oturduğunu ve bunun Ozgan-Han’a da vezirlik ettiğini, ancak
iyi öğütlerin ondan alınabileceğini söyler. Tohtamış-Han hemen
adamlar göndererek Kimeri’yi getirir ve ondan öğütler alır.”[16]

UR-“FA”
Bu “Cömer” ve “Kümari” adlarıyla, M. Ö. VII. Yüzyılda Saka
Türkleri’nin önünden, Kafkaslardan, Azerbaycan ve Anadolu’ya

476
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

yayılan Türk kavmi Kimerler de hatırlanmalıdır. İzmirli, İbrahim’in


neslinin Sümerlerin merkez şehri olan “Ur” şehrinde yaşadığı ve
İbrahim’in bu Türk şehri olan “Ur”da doğduğunu ve buradan
Suriye’ye geldiklerini, İran’ın Batı vilayetlerinden Urmiye ve
Türkiye’nin Urfa vilayetlerinin adlarının da “Ur” şehri adı ile
alakalı olduğunu ileri sürer.[17]
Ur adı Türkçede yaygın olarak kullanılır. Boy ve kişi anla-
mında kullanıldığı gibi anılan “Ur” şehrinin bulunduğu bölgede
de yaygın rastlanır.
Mezopotamya ve Doğu Anadolu’da, art arda görülen Sümer,
Sub-ar, H-ur-i, Ur-ar-tu adlarındaki er, ar, ur seslenmeleri tesadüfî
olmamalıdır. Türk kavim adlarında (Haz-ar, Avş-ar, Ken-ger,
Çavund-ur, Sal-ur, Bulg-ar, gibi) gördüğümüz ar, er, ur, iz-ir ekleri
kişi anlamına geldiği gibi ar, ur, hur, ör sözlerinde de, burç, kale,
tümsek ve yüksek yer anlamları vardır. Türkçede büyük askeri
birlik anlamında kullandığımız ordu kelimesi “ör” kaynaklıdır.
Eski Türkçede “orda”, merkez, üs devletin yönetildiği yer anlam-
larını taşırdı. (Altın-Orda ya da Altın-Ordu adları gibi.)
İzmirli’ye göre, müverrih İbnil İbri’nin “Muhtasarüddüvel”
tarihinde Hz. İbrahim, Türk hakanının kızı “Kantura”yı almış,
Türk hakanına damat olmuştur. Eski şark kitaplarında Türklerden
Kantura oğulları diye bahsedilmiştir. “Kantura” adı, Türk hakanı
anlamına gelen “Kantur”un Arapça söylenişidir.[18]

KANTUR
Türklerin ulu destanı “Dede Korkut Kitabı”nda geçen 12
hikâyeden 6. hikâyenin adı “Kanglı Koca oğlu Kanturalı boyu”
olup, destan kahramanının adı da Kanturalı’dır.
Hz. İbahim’in babasının adı olarak geçen Tarek, “Türk”
adıyla alakalıdır. Araplar “Türkler” adını “Etrak”, “Türkmenler”
ise “Terakime” şeklinde telaffuz ederler. İbrahim’in babasının

477
YÜZYILLARIN SIRLARI

adı olan Tarekh/Tarek adının “Terakime” adıyla ilgili olduğu


görülür.[19]
Hz. İbrahim’in babasının diğer adı olarak ifade edilen “Azer”e
gelince, bu kelime Farsça ateş anlamına gelen “Azer” sözü değildir.
“Azer” kelimesinin aslının Hazer, Haser, As-er (As eri, As kişisi)
[20] Türkçe sözlerinin Arapça söylenişi olduğu birçok bilim adamı
tarafından ileri sürülür.[21]
İbrahim neslinin, eski kaynaklarda daha çok “Adnan oğulları”
olarak geçtiği ileri sürülür ki, İ. H. İzmirli, bu adın, Yemen’de,
Sümer medeniyetine ait bir şehirde yaşayan “Ad” kavmi adından
geldiğine işaret eder[22] ve bu topluluktan ilk Arapça söyleyenin
Fahtan oğlu Yarüb olduğunu belirtir.
Anılan kaynakta, Medine’de yaşamış olan Evs ve Hazreç
kabilelerinin Fahtan neslinden geldiği ve onların Türklüğü üze-
rinde durulur. Evs ile Huzaa’nın s ve özün, Hazreç de Hazer’in
Arapçalaşmış olabileceği belirtilerek şu bilgiler verilir:
“Arapçada Hazreç arşlar, manasına gelir. Bu mananın Hazer
ile bir münasebeti vardır. Türk hükümetleri arasında Hazerliler’in
kuvvet ve şevketleri dolayısıyla, tecavüzlerinden korunmak eme-
liyle İraniler tarafından onlara karşı bir sed olmak üzere “Demir
Kapı” yapılmıştı. Arapçada Evs de kurt manasınadır. Filvaki Uz,
us, öküz manasına gelen Oğuz’un muhaffefi (hafifletilmişi) ise
de, onun iştikakını düşünmeyen veya ondan haberdar olmayan
Arapların, şayi olan kurt ananesini hatırlayarak Evs’e kurt ma-
nası vermesi, bariz bir ihtimal ile anlaşılabilir. Evs ile Hazrec’in
kardeş çocukları olmaları da şüphe yok ki aynı oruktan olmaları
demektir.”[23]
Diyarbakırlı Kadı Hüseyin’in “Tarihülhamis fi ahvali enfesi
nefis” adlı eserinde üç Türk sahabeden bahsedilir. Mısır Kralı
Mükavkis, Peygambere dört asil Türk kızı gönderir, bu kızlardan
kardeş olan ikisinin adı, Mariye ve Şirin’dir. Bunlarla beraber gelen
Mebur adlı bir erkeğin de adı zikredilir. Mebur için “Mebur (bu)

478
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

iki kardeşin ya kardeşi veya amca çocuğudur” denilmektedir.


İbn Kesir, Mariye’nin yanındaki erkeğin amcası oğlu olduğunu
kaydediyor.[24] Hz. Peygamber bu kızlardan Mariye[25] ile ev-
lenmiş ve bu evlilikten yegâne oğlu İbrahim doğmuş; 18 ile 22
ay arasında yaşadıktan sonra[26] vefat etmiştir ki, bundan dolayı
Hz. Peygamber’in fevkalade üzüldükleri de bilinmektedir. Bu
kaynağa göre Hz. Peygamber’in bir eşi, bundan dolayı baldızı ve
kayınbiraderi Türk idi. Mariye ve kardeşlerinin geldikleri bölgede
yaşayan Berberilerin eski zamanlarda Türk diyarından geldik-
lerinin tarihi ile sabit olduğunu ileri süren İzmirli, Berberilerde
– İbrahim Peygamber’in asıl adı olarak verilen “Tarekh” ile aynı
kökten olduğunu düşündüğümüz “Tevarik” (Tevarek) adlı bir
kabilenin varlığını, Türkçe “baba” sözünün bunlarda da bu-
lunduğunu belirtir.[27] Günümüzde, Kuzey Afrika’da, özellikle
Büyük Sahra’nın Kuzey kesimlerinde bedevi bir hayat yaşayan
“Tuarekler”, İzmirli’nin işaret ettiği kabileler olmalıdır.
Hendek Savaşı sırasında, Hz. Peygamber’in, kazı işlerini ve
şehrin müdafaasını kontrol etmek için seçtiği yer olan Seyhan
denilen tepede kurdurduğu çadır, kendi ifadesiyle “Kubbe-i
Türkiye” (Türk Çadırı) idi.[28]
Bu konuda, et-Taberi de, Amr b. Avf’dan naklen malumat
verilmektedir. Medine etrafına hendek kazılması sırasında büyük
bir kaya çıkması üzerine şunlar nakledilir: “Selman hendekten
çıkarak (haber vermek için) Hz. Peygamber’in bulunduğu yere
geldi. Bu sırada Hz. Peygamber Türk çadırını (Kubbe-i Türkiye)
kurmakla meşgul idi.”[29] Bugün bu yere, Hz. Peygamber’in
ikamet ettikleri “Kubbe-i Türkiye”nin hatırasına Zübâb Camii
inşa edilmiştir.[30] Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra,
burada kaldığı 15 gün müddetinde, Ebu Talib ve Hz. Hatice’nin
kabirleri yakınında kurdurduğu “Kubbe-i Türkiye” de ikamet
etmişlerdir.[31] Araplar buna “qubba Türkiya”, yani “Türk Çadırı”
demişlerdir.[32]

479
YÜZYILLARIN SIRLARI

Aynı konuda, İzmirli de değerli bilgiler verir: “Müslim’in


Sahih’inde Kadir gecesinin fazileti babında İstanbul’da olan Ebu
Şeybeti Hudri’nin kardeşi Ebu Saidi Hudri’den tahriç (çıkartma)
ettiği üzere, peygamber, bir ramazan ortalarında, bir Türk çadırında
itikâf[33] etmiştir. Şarih[34] Nevevi bunu küçük geçe (keçe) çadırı
diye tefsir ediyor ki tamamıyla bir Türk çadırıdır.”[35]
İzmirli bir başka makalesinde, Hz. Peygamber’in bu çadırda,
ramazan ayında “tam on gün on gece Tanrısına ibadette bulun-
muştur” demektedir.[36] İzmirli, “Peygamber ve Türkler” adlı
makalesinde, Kazan’ın tanınmış bilgini Şehabettin Mercani’nin
(öl. H. 1306) “Müstefadülahbar” adlı eserinde, İbnü’l Esir’in
“Üstüdülgabe fi Marifetissahabe”sine dayanarak, Hz. Peygamber’in
Türk hakanına, Türkçe bir mektup yazmış olduğu belirtilmektedir,
İzmirli o devirde Hz. Peygamberin çevresinde Türkçe bilenlerin
bulunduğunu –bilgiler vererek- ifade eder.[37]
…”

[1] Şeşen, Prof. Dr. Ramazan, age, s. 190.


[2] A. Fischer, Şimal Araplarının da, Kur’an ve mukaddes
kitaplara dayanarak “Adnan’ın” İbrahim Peygamberin oğlu Hz.
İsmail’den geldiğine inandıklarını yazar; A. Fischer, Kahtan Mad.,
İslam Ans., C. 6, s. 93; M. J. De Goeje de, İsmail’den gelen kabilele-
rin Araplaşmış Arap (al’-Arab al-muta’arriba veya al-musta’riba)
olduklarını, “Hakiki Arap” adının bedevilere verildiğini; Şimal
Arapların İsmaili olup bunların “Marib” şeddinin yıkılması ile
alakalı olarak şimale göç ettiklerini ifade eder. Bkz. Brockelmann,
Xarabistan Mad., İslam Ans. C. I, s. 481.
[3] İslâm Ansikolepidisi’nde (C. VIII, s. 831.) Mustari kelime-
sinin anlamı şöyle verilir: “Araplaşmış” Arap şecere âlimlerinin
Arabistan nüfusunu taksim ettikleri zümrelerden biri. Birinci zümre
Arab Ariba, safkan Araplardır, bunlar Aram b. Sam b. Nuh’un
soyundan gelme 9 (bazılarına göre 7) kabile olup, Arabistan’ın

480
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

ilk sakinleri sayılmaktadır, bu kabileler şunlardır: Ad, Samud,


Umayyim, Abil, Tasm, Cadis, İmlik, Curhum ve Vabar. Ancak
başka kabileler içinde erimiş olan cüz’i kabileler dışında bu kabileler
tamamıyla kaybolmuştur. İkinci zümre, muta’riba’ler olup, saf kan
Arap değildi. Bunlar Kahlan (Takvin X, 25 vyd.’ Da sayılan Yoktan)
neslinden sayılır ve cenubi Arabistan’da yaşarlar. Üçüncü zümreye
(mustariba) adı verilmektedir. İsim aynı zamanda, aslen Arap ol-
mayan kabileler için de kullanılır, menşeleri İsmail’in ahfadından
biri olan Ma’aad b. Adnan’a bağlanmaktadır. Şimali Arabistan’ın
bütün kabileleri ve dolayısı ile Peygamber’in mensup olduğu
Kureyş-oğulları mustariba sayılmaktadır; Peygamber’in şeceresi
bunlarca İbrahim’e kadar çıkarılır ve onun Kitab-ı Mukaddes’teki
Peygamberler ile akrabalıkları ispat edilmiş olur. Aslında Arap
olmayan kabile için kullanılan mustariba tabiri İspanya’nın
Müslümanlar tarafından fethinden sonra, burada yeni bir mana
aldı. Kelime Hıristiyan kalan İspanyollar için kullanıldı, mozarebe
kelimesi Mustariba’nın bozulmuş bir şeklidir.
İspanya’daki Endülüs Emevileri devrinde Arap tesirinde
kuvvetli bir şekilde kalan ve Arapçayı konuşan Hıristiyan
İspanyollara “Mozarabes=Mozaraplar” denilmiştir ki, bu söz
Arapça “mustarib” sözünden gelmektedir ve Araplaşmaya yüz
tutmuş Hıristiyan İspanyol anlamına gelmektedir. Bu kelime
İspanyolcada “mozarebe” olarak geçer. (Bkz. E. Levi-Provençal,
Mozaraplar Mad., İslam Ans., C. VIII, s. 431.)
[4] İzmirli, Prof. İsmail Hakkı, Peygamber ve Türkler, II.
Türk tarih Kongre Zabıtları, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara
1943, s. 1013.
[5] İbn Habib şöyle der: “İbrahim Peygamber’in çocukları
şunlardır. Umm elvalad olan Hacer’den doğan İsmail Laban
b. Başvil’in kızı Sara’dan doğan İshak, diğerleri yani Madyan,
Madun, Yakşan, Zimrun, Aşbuk, Şubh ise asıl Araplardan olan
Kantura bin Maftun’dan doğmuşlardır. İbrahim bunlardan Madun,
Aşbuk, Şuhh’u diğerlerini de ilave ederek doğuya gönderdi. Bu

481
YÜZYILLARIN SIRLARI

üçü Horasan’a yerleştiler. Orada evlat edindiler. Horasan Türkleri


bunlardandır. İbn el-İbri ise “İbrahim, Türk hükümdarının kızı
Kantura ile evlendi” der. El-Muhrasar. Beyrut 1890, s. 23, nak.
Ramazan Şesen, el-Cahiz, Hilafet Onlusunun Menkıbeleri ve
Türklerin Faziletleri, 2. Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü
Yay., Ankara, 1988, s. 83.
[6] El-Cahiz, age, s. 84; İbn Kesir, Büyük İslâm Tarihi, c. 2,
s..
[7] Adnan Mad., İslam Ans. C. 1, s. 142.
[8] Brockelmann, Arabistan Mad., İslâm Ans. .c. 1, s. 481.
[9] Fığlalı, Prof. Dr. Ethem Ruhi, age, s. 30-31.
[10] El-Cahız, age,s. 59.
[11] El-Cahiz, age, s. 59.
[12] İzmirli, Prof. İsmali Hakkı, Peygamber ve Türkler, s.
1014.
[13] İbn Kesir, age, c. I, s. 255.
[14] Anılan eserdeki bölüm şöyle geçer: “Ondan sonra Nuh
Peygamber üç oğlunun her birini bir yere gönderdi. Ham adlı
oğlunu Hindistan ülkesine gönderdi, Sam adlı oğlunu İran
memleketine gönderdi ve Yafes adlı oğlunu Kuzey Kutbu israfına
gönderdi. Ve üçüne dedi ki: İnsanoğullarından siz üçünüzden
başka kimse kalmadı. Şimdi üçünüz üç yurtta durun. Ne zaman
çoluk çocuğunuz çoğalırsa, o yerleri yurt kılıp oturun.
Yafes’e bazıları Peygamber idi demişlerdir ve bazıları peygamber
değil demişlerdir. Yafes babasının emri ile Cudi dağından gidip
İtil ve Yayık suyunun yakasına vardı. İki yüz elli yıl orada durdu,
sonra vefat etti. Sekiz oğlu var idi. Çocukları pek çok olmuştu.
Çocuklarının adları şunlardır: Türk, Hazar, Saklap, Rus, Ming,
Çin, Kimeri”. (Bkz. Ebulgazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime,
Tercüman Yay. Tarihsiz, s.23.)

482
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

[15] Togan, Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidi, Umumi Türk tarihine
Giriş, 3. Baskı, Enderun kitabevi, İstanbul 1981, s. 41.
[16] Ögel, Prof. Dr. Bahaeddin, Türk Mitolojisi, c. 1, Türktarih
Kurumu Yay., Ankara 1971, s. 398.
[17] İzmirli, Prof. İsmali Hakkı, a.g.m., s. 1014.
[18] İzmirli, Prof. İ. Hakkı, a.g.m., s. 1014; Kantura hk. Bkz.
İbn Kesir, a.g.e., c.1,s. 254.
[19] Türk tarih ve kütürünün önemli eserlerinden biri olan
Türk hakanı Ebulgazi Bahadır Han’ın yazdığı Arapça ifadesiyle
“Şecere-i Terakime” adlı eserin Türkçe söylenişi “Türkmenlerin
Soykütüğü”dür.
[20] As’lar, Saka Türklerine mensup Şamani inançlı göçebe-
lerdi. Bak, Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 34.
[21] Günümüzde, İran, Azerbaycan ve Doğu Anadolu’da bir
kısım Oğuz Türklerine verilen “Azeri” adı, anlam “Azer” adıyla
alakalı olmayıp Azerbaycan adındaki, Farsça ateş anlamında
olan “azer” den türetilmiştir. Bu adın, Doğu Oğuz boyları için
“Azeri Türkleri” olarak kullanılması esasen yanlıştır. İran ve
Azerbaycan Türkleri, kendileri için “Azeri” demezler. Hele İran
Oğuzları arasında tepkiyle karşılanır. Şöyle ki; Azerbaycan adı iki
sözden oluşur. Azer ve Baycan; “Azer/ateş”, baycan = yer, top-
rak, ülke” anlamında olup “Azerbaycan=Ateşler ülkesi” veyahut
“Odlar Yurdu” anlamındadır. Anılan bölge eskiden ateşe tapan
Zerdüştlerin yaygın olduğu bir bölge idi. Her tarafta “ateşgede”ler
olmakla buraya “ateşler ülkesi” yahut ateşe tapanların yurdu
anlamında “Azerbaycan” denilmiştir. Azeri ise “Ateşi” yani ateşe
tapan anlamındadır.
Bu söz daha çok Azerbaycan Türkleri kastedilerek Türkiye’de
kullanılır. İlk defa, Ord. Prof. Dr. F. Köprülü tarafından 1991
yılında çıkan Türk Yurdu mecmuasında yazdığı “Azeri Lehçesi”
adlı makalesiyle ifade edildi. Bu makale daha sonra Avrupa’da
çıkmaya başlayan İslam Ansiklopedisinde genişletilerek “Azeri

483
YÜZYILLARIN SIRLARI

Lehçesi” maddesi olarak yayınlanmış, İslâm Ansiklopedisi’nin


Türkçe baskısında da yer almıştır. Esasen Azeri sözü Doğu Oğuz
grubu için boy adı olarak, 1950’den sonra yaygın şekilde kulla-
nılmaya başlamıştır.
[22] İzmirli, Prof. İsmail Hakkı, agm, s. 1015.
[23] İzmirli, Prof. İsmail Hakkı, agm, s. 1016.
[24] İbn Kesir, age, c. V, s. 504.
[25] İbn Kesir de, Mariye hakkında aynı bilgileri kaydeder:
“Resulullah’ın iki cariyesi vardı. Bunlardan biri Mariye binli
Şem’un el Kıbtiye idi. Bunu ona İskenderiye sahibi (valisi) Cüreyc
b. Mina hediye etmişti. Bununla birlikte Mariye’nin kız kardeşi
Şirin’i de hediye etmişti. Ebu Nüaym’ın anlattığına göre Cüreyc,
Mariye ile birlikte dört cariyeyi daha Resulullah’a hediye etmiştir.
Doğrusunu Allah bilir.
“ İskenderiye sahibi Cüreyc, Mariye ile birlikte Me’bir adında
iğdiş edilmiş bir köle ile Düldül adındaki bir kadın da hediye
etmişti. Resulullah, onun hediyesini kabul etmiş, Mariye’yi ken-
dine ayırmıştı. Mariye, Mısır’ın Ensina bölgesine bağlı Hafen
köyündendi. Emirliği zamanında Muaviye b. Ebu Süfyan, bu
belde ahalisini haraç ödemekten affetmişti. Bunu da onlara bir
ikram olsun diye yapmıştı. Çünkü Mariye, Rasulullah’tan İbrahim
adında bir çocuk doğurmuştu.
“ Dediler ki: Mariye, beyaz tenli güzel bir kadındı. Rasulullah,
onu beğenip sevmiş ve kendi payına ayırmıştı. Özellikle oğlu
İbrahim’i doğurduktan sonra daha çok sevmişti.” Bkz. İbn Kesir,
age, s. V, s. 502.
[26] İzmirli, İ. H., Şark Kaynaklarına Göre Müslümanlık’tan
Evvel Türk Kültürünün Arap Yarımadasındaki İzleri, Türk Tarih
Kongresi Zabıtları, Ankara 1943, s. 281.
[27] İzmirli, İ. H., agm, s. 284.
[28] Kitapçı, Yeni İslâm Tarihi ve Türkler, s. 154.

484
HAKAN YILMAZ ÇEBİ

[29] Kitapçı, Prof. Dr. Zekeriya, Hz. Peygamber’in Hadislerinde


Türk Varlığı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay., İstanbul,
Tarihsiz, s. 58.
[30] Hamidullah, M., Çin ile İlk Devir Müslüman Ülkelerinin
Temasları, İ.T.E.D. İstanbul, 1975, s. 104 nak. Prof. Dr. Zekeriya
Kitapçı, Yeni İslam Tarihi ve Türkler, s. 182.
[31] Kitapçı, Prof. Dr. Zekeriyya, age, s. 196.
[32] Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 34. Türk çadırları
kubbe şeklinde oluyordu. Ortaçağ’da Türk çadırları sadece Türkler
tarafından değil, diğer komşuları tarafından da kullanılmaktaydı.
Hatta Peygamber devrinde Arabistan’da Türk çadırlarının kulla-
nıldığına dair kayıtlara sahip bulunmaktayız.” Dipnot, Prof. Dr.
Ramazan Şeşen, İbn Fazlan Seyahatnamesi, s. 41.
[33] İtikâf: İbadetle vakit geçirme.
[34] Şarih: Bir kitabı şerheden, bir kitaba açıklama getiren.
[35] İzmirli, Prof. İsmail Hakkı, Peygamber ve Türkler, s.
1017.
[36] İzmirli, Şark Kaynaklarına Göre Müslümanlık’tan Evvel
Türk Kültürünün Arap Yarımadasındaki İzleri, s. 281.
[37] İzmirli, Peygamber ve Türkler, s. 1017.

KAYNAKÇA:
Dünya Tarihi: Firizan Kınal: sf. 12.
Mitoloji: Azra Erhat. Atlantis Bahsi-Nemesis-Hermes Bahsi,
Atom: Ümit Şimşek, sf. 11.
Bugün gazetesi sf. 5 30.1.1992
Nostradamus ve Düşündürdükleri, sf. 48.
Kur’an Çağında Göklerin Fethi, sf. 33.
12. Sayı Bilim ve Teknik Ozon makalesi.
Evilasyon sf. 3–4.

485
YÜZYILLARIN SIRLARI

Tekâmül Vardır. Sf. 11.


Mektubat-Rabbani, f. 375.
Mısır ve Ege Notları, sf. 375.
İbn-i Batuta: Mısır Gezisi Notları: sf. 31.
Hak Dini Kur’an Dili Cilt, 5. sf. 4159.
Medeniyet Tarihi Doğan Kardeş Yayınları cilt, 1. sh. 79.
Ömer N. Bilmen Yunus Suresi, sf. 1425.
Bilinmeyen sayı, 1. sf. 22-23.
Bilim Teknik: sayı: 23, sf. 31.
Gerçeğe Doğru: 32/3 Zafer Dergisi.
Uçan Dairelerin Esrarı Nedir? A. Battaloğlu, sf. 19-20.
Anadolu Medeniyetleri Kitabı cilt: 3, sf. 126.
Astrnomi Lise 3. sf. 161.
Sirius Gizemi Dagonlar, sf. 36-38.
Mektubatı Rabbani: 2. cilt: 58. Mektup.
Bilim ve Teknik, sy. 298-Eylül: 1992.
Kamus-ül-Arabî. Sf. 98, sf. 113.
Kur’an En Büyük Mucize, sf. 90.
Meydan Larousse: Cilt 1. Atlanis Md.
İslâm Kültürü Tarihinde Maj. Sf. 281-Hermes’in Kimliği.
Taberi Tarihi: Cilt 1, sf. 243. Hermes Mad.
Aynı Tarih: Cilt 1, sf. 266. Nuh A.S. Mad. (Tennur: 0-235)
Ultra Sayı: 17/93, (Mısır Tarihi) 
İlgili internet sitesi
www.hakanyilmazcebi.com

486

You might also like