You are on page 1of 145

Halil Cibran

KIRIK KANATLAR
Cep Yayın No: 39
Kırık Kanatlar
Halil Cibran

Genel Yayın Yönetmeni / Ahmet İzci


Çevirmen / A. Erkin Köylügil
Editör / Nilüfer Çeken
İç Tasarım / Çelebi Şenel
Kapak / Yunus Karaaslan
Baskı - Cilt / Çalış Ofset
Davutpaşa Cd. Yılanlı Ayazma Sk. No: 8
Topkapı-İstanbul Tel: 0212 482 11 04

1. Baskı Ağustos 2013

İstanbul, Ağustos 2013

ISBN: 978-9944-979-91-7

T. C. Kültür Bakanlığı Sertifika No:14111

© Avrupa Yakası Yayıncılık 2013

Avrupa Yakası Yayınları, İlgi Yayınlarının markasıdır.

Avrupa Yakası Yayıncılık


Çatalçeşme Sokak. No: 27/10
Cağaloğlu / İSTANBUL
Tel: 0212 526 39 75
Belgegeçer: 0212 526 39 76
www.avrupayakasiyayinevi.com
ilgiyayinevi@gmail.com
Halil Cibran

KIRIK KANATLAR
HALİL CİBRAN

HALİL CİBRAN’IN HAYATI VE ESERLERİ

Doğum ve Çocukluk (1883-1895)


Halil Cibran, 6 Ocak 1883’te Kuzey Lübnan’ın
dağlık bir bölgesi olan Bişerri semtinde Hıris-
tiyan Maruni mezhebine bağlı bir ailede doğdu.
Lübnan, Büyük Suriye’nin (Suriye, Lübnan
ve Filistin’i içeren) bir Türk eyaletiydi ve Lüb-
nan Dağı bölgesine özerk idare statüsü tanımış
Osmanlı hâkimiyeti altındaydı. Lübnan Dağı’nın
halkı Osmanlı idaresinden bağımsızlığını kazan-
mak için yıllarca mücadele etmişti. Daha sonra
Cibran da bu davayı benimseyip aktif bir üyesi
olacaktır. Lübnan Dağı; Hıristiyanlar, özellikle
de Maruniler ile Müslümanlar arasında nefreti
körükleyen çeşitli dış müdahelelerden dolayı sı-
kıntı yaşayan bir bölgeydi. Yaşamının sonraki dö-
nemlerinde Cibran şahit olduğu dinsel bağnaz-
lığı, zulmü ve gaddarlıkları ortadan kaldırmak
için değişik mezhepleri birleştirme amacı güde-
cektir. Milattan sonra beşinci yüzyılda Bizans
kilisesindeki bölünme sırasında oluşan Maruni
mezhebi, kendi mezhepsel düşüncelerine önder-
lik etmesi için keşiş St.Marun’a katılmış bir grup

4
HAYATI VE ESERLERİ

Suriyeli Hıristiyandan oluşuyordu ve Cibran ai-


lesi de bu mezhebe bağlıydı.

Bir aile hatırası

Annesi Kamile Rahme, üçüncü kocası Halil


Cibran’dan Cibran’ı dünyaya getirdiğinde otuz
yaşındaydı. Kocası ileride aileyi yoksulluğa terk
edecek sorumsuz bir kocaydı. Cibran kendisinden
altı yaş büyük Peter adında bir üvey ağabeye, Ma-
riana ve Sultana adlarında iki de kız kardeşe sa-
hipti. Cibran annesiyle birlikte kardeşlerine her
zaman derinden bağlı biri olmuştur. Kamile’nin
ailesi itibarlı bir dini geçmişe sahipti ve eğitim
almamış anneye güçlü bir irade aşılamıştı. Nite-
kim ailesinin yardımıyla Kamile ileride kendi ai-
lesine ABD’de tek başına bakacaktır.

5
HALİL CİBRAN

Annesi Kamile, Cibran’ın resmi

Yemyeşil otlarla kaplı Bişerri bölgesinde bü-


yüyen Cibran yalnız, dalgın ve düşünceli bir ço-
cuktu. Çağlayanlar, sarp kayalar ve yeşil çayır-
ların süslediği doğal bir çevre onun yazılarında
ve çizimlerinde dramatik ve sembolik etkiler bı-
raktı. Ailesinin yoksulluğu nedeniyle resmi bir
eğitim alamayan Cibran bir köy papazına dü-
zenli ziyaretlerle eğitim hayatına adım attı. Pa-
paz, öğrencisine Süryanice ve Arapça dillerinin
yanı sıra dinin temel esaslarını ve İncil’i öğre-
tiyordu. Cibran’ın meraklı ve uyanık mizacının
farkına varan Papaz ona alfabenin ve dilin esas-
larını öğretmeye başladı ve tarih, bilim ve dilin
kapılarını açtı. Cibran on yaşındayken bir kaya-
lıktan düşüp sol omuzunu yaraladı. Bu kazadan

6
HAYATI VE ESERLERİ

sonra hayatı boyunca bu omzu hep zayıf kala-


caktır. Ailesi çıkığı düzeltmek için omzunu bir
haça sardı ve kırk gün sargılı bekletti. Hz. İsa’nın
doğadaki gezintilerini andıran bu sembolik ha-
dise Cibran’ın hafızasından hiç silinmeyecektir.

ABD’ye Göç (1895-1898)


Cibran sekiz yaşına geldiğinde, babası vergi ka-
çırmakla suçlanıp hapse atılırken Osmanlı yet-
kilileri Cibranlar’ın mülkiyetine el koyup onları
evsiz bıraktılar. Aile bir süre akrabalarla birlikte
yaşamak zorunda kaldı. Derken güçlü bir ira-
deye sahip olan anne, daha önce ABD’ye göç et-
miş Cibran’ın amcasının izinden giderek daha iyi
bir yaşam sürme gayesiyle ailenin oraya göç et-
mesi gerektiğine karar verdi. Baba 1894’de ser-
best bırakılmasına rağmen ailenin sorumsuz re-
isi olduğu için göç konusunda tereddüte düşüp
Lübnan’da kaldı.
25 Haziran 1895’te Cibranlar New York’un
Amerikan kıyılarına doğru yola çıktılar.
Cibran ailesi Boston’a yerleşti. O zaman Bos-
ton ABD’de New York’tan sonra ikinci büyük Su-
riyeli nüfusa sahipti. Kültürel açıdan çeşitlilik arz
eden bölge, daha önceden Arapça’nın konuşma
diline ve yaygın Arap adetlerine aşina olan Ka-
mile’ye yabancı gelmedi. Artık aileye bakan kişi

7
HALİL CİBRAN

olan Kamile, Boston’un yoksullaşmış caddelerinde


seyyar satıcı olarak çalışmaya başladı. O zaman
seyyar satıcılık, garip Arap adetleri ve güya ay-
laklıklarıyla olumsuz bir izlenim bırakmış çoğu
Suriyeli göçmenin başlıca geçim kaynağıydı.
Yeni bir yoksulluk döneminde büyüyen Cib-
ran’ın burada geçirdiği ilk yılların acısı hayatında
silinmez bir iz bırakacaktır. Ne var ki o, çocuk-
luk anılarını zihninde yeniden canlandırarak, se-
falet ve hakaretlerle dolu olumsuz yaşam koşul-
larından ruhen de olsa bir nebze uzaklaşacaktır.
Bununla birlikte yoksul göçmen bölgelerindeki
hayır kurumları göçmen çocuklarının sokaklar-
dan kurtulup yerel bir okula devam etmelerine
imkân sağlıyordu. Ailenin skolastik eğitim alan
tek üyesi Cibran olacaktır. Zira mali sıkıntılar ve
Ortadoğu gelenekleri nedeniyle kız kardeşleri-
nin okula gitmelerine izin verilmedi. Yaşamının
sonraki evrelerinde Cibran kadınların özgürlüğü
ve eğitimi davasının öncülerinden biri olacak ve
güçlü, iradeli, entelektüel ve bağımsız kadınları
çevresinde toplayacaktır.
Okuldaki bir kayıt hatası nedeniyle ismi Ha-
lil Cibran şeklinde eksik kaydedildi ve sonraları
tam isminin yazılmasına yönelik çabalarına rağ-
men yaşamının sonuna kadar ismi böyle kaldı.
Cibran ABD’ye varmasından sadece iki ay sonra

8
HAYATI VE ESERLERİ

30 Eylül 1895’te okula başladı. Resmi bir eğitim


almadığı için İngilizce öğrenmek zorunda olan
göçmen çocuklarına ayrılmış sınıfa yerleştirildi.
Cibran Lübnan’daki çocukluk yıllarında başla-
dığı bir hobi olan eskiz ve çizim yeteneğiyle öğ-
retmenlerinin dikkatini çekti.

Halil, 13 yaşında

Kamile’nin sıkı çalışması sayesinde ailenin


mali durumu iyileşirken biriken tasarruflar Pe-
ter’in küçük bir dükkân açmasına olanak tanıdı.
Cibran’ın iki kızkardeşi de bu dükkânda çalış-
maya başladı. Mali gerilimler ve vatandan uzak-
lık aile fertlerini birbirlerine sıkıca kenetlenmeye
itti. Kamile çocuklarına, özellikle de içe kapanık
oğlu Cibran’a hem duygusal hem de mali destek
sağladı. Bu zor dönemde Cibran’ın toplumsal

9
HALİL CİBRAN

yaşamdan uzaklığı ve meraklı mizacı derinleşti.


Onun bu ayrıklığını aşmasına yine annesi yar-
dım etti. Annenin serbestliği oğlunun sosyal ya-
şama katılmasına, sanat ve edebiyatın o güzelim
dünyasını keşfetmesine olanak tanıdı.
Cibran’ın merakı tiyatro, opera ve sanat ga-
lerilerinin zengin dünyasının kapılarını ona aça-
cak Boston’ın kültürel ortamıyla tanıştırdı onu.
Çevresindeki kültürel manzaraların yarattığı
heyecanla dolan bu Suriyeli delikanlı sanatsal
çizimleriyle yerel okuldaki öğretmenlerin ilgi-
sini çekti. Öğretmenleri onda sanata adanmış
bir gelecek görüyorlardı. Bu nedenle Bostonlu
fotoğraf sanatçısı ve sanat hamisi Fred Holland
Day ile temasa geçtiler. Bu adam Cibran’ın ile-
ride ünlü bir sanatçı olmaya varacak yola gir-
mesine önayak oldu.
Cibran 1896’da Fred Holland Day ile tanıştı ve
ondan sonra Day’in sıradışı sanatı ve Boston sanat
çevresiyle temasları sayesinde Cibran da çevre-
sinde tanınmaya başlandı. Day, meraklı Suriyeliyi
Yunan mitolojisi, dünya edebiyatı, çağdaş yazın ve
fotoğrafla tanıştırıp, kendi ifadesini bulmaya teş-
vik etti. Day’in özgür eğitimi ve kalıpların dışın-
daki sanatsal keşiflerinden etkilenen Cibran ken-
dini gerçekleştirmek ve özgünlük adına sıra dışı
olanı özgürce savunmayı benimseyecekti. Day,

10
HAYATI VE ESERLERİ

Cibran’ın eğitimiyle ilgilenmenin dışında, o za-


manlarda göçmenlere yapılan muameleyi ve yok-
sulluğu yaşamış olan Cibran’ın özgüveninin yük-
selmesinde de rol oynadı. Tahmin edileceği gibi,
Cibran çabuk öğrenen bir öğrenci olarak, zayıf
Arapçasına ve İngilizcesine rağmen Day’in ken-
dine sunduğu herşeyi hemen öğreniyordu.

Fred Holland Day

Fred Holland Day’in bir sanat sergisi sıra-


sında Cibran, Josephine Peabody adındaki bir
kadının resmini çizdi. Tanınmamış bir şair ve
yazar olan bu kadına sonraları aşık olup evlilik
teklifinde bulunacak ama ne yazık ki reddedile-
cekti. Aşk konusunda yaşayacağı hayal kırıklık-
larının ilki olacaktı bu.

11
HALİL CİBRAN

Cibran’ı eskiz ve çizimlerini geliştirmeye sü-


rekli teşvik eden Day, onun, resimlerini 1898’de
kitap kapakları olarak yayımlamasına da aracı-
lık etti. O zamanlar Cibran, Day’in desteği ve teş-
vikiyle kendi tekniğini ve üslubunu geliştirmeye
başlamıştı. Yavaş yavaş Boston çevrelerine girdi
ve sanatsal yetenekleri sayesinde erken yaşta ta-
nındı. Ne var ki ailesi, erken yaşta gelen bu ba-
şarının gelecekte başına sorunlar açabileceğine
karar verdi. Ailesinin bu kararını onaylayan genç
sanatçı eğitimini tamamlamak ve Arapça öğren-
mek üzere Lübnan’a döndü.

Lübnan’da Eğitim (1898-1902)


Cibran 1898’de Beyrut’a vardı. İngilizcesi za-
yıftı, Arapçayı ise ne okuyabiliyor ne de yaza-
biliyor ama akıcı bir şekilde konuşabiliyordu.
Arapçasını geliştirmek için el-Hikme okuluna
kaydoldu. Marunilerin kurduğu bu okulun milli-
yetçi müfredatı kilise yazılarına, teolojiye ve ta-
rihe yer veriyordu. Asi ve bireyci bir doğaya sa-
hip olan Cibran dar kapsamlı müfredata karşı
çıktı ve kolej düzeyinde kendi eğitim ihtiyaçla-
rına cevap verecek münferit bir müfredat talep
etti. Okul bu talebi kabul etti ve müfredata Cib-
ran’ın isteğine uygun dersler ekledi. Arap ede-
biyatı üzerinde çalıştı. Bu çalışmaları esnasında

12
HAYATI VE ESERLERİ

klasik ve modern Arapça üzerine yoğunlaştı. Cib-


ran üslubundan ve yazımından çok etkilendiği
Arapça İncil’e daldı. Bu etkilenimin yansımaları
ileride eserlerinde görülecektir.

Cibran, Beyrut, 1898

Bir öğrenci olarak Cibran, öğretmenlerin ve


öğrencilerin üzerinde büyük bir etki bıraktı.
Bireyci davranışları, kendine güveni, garip ha-
vası ve sıradışı uzun saçları herkesi etkilemişti.
Arapça öğretmeni onda “sevgi dolu ama kont-
rollü bir kalp, kabına sığmayan bir ruh, asi bir
zihin ve gördüğü herşeyle dalga geçebilen bir
göz” olduğunu söylüyordu. Ne var ki okulun katı

13
HALİL CİBRAN

disiplinli havası, göze batacak şekilde dini veci-


belerini aksatan, dersleri asan ve kitaplara eskiz-
ler çizen Cibran’ın hoşuna gitmedi. Arap dünya-
sındaki edebi hareketlerle de yoğun bir şekilde
ilgilendi. Okulda Yusuf el-Huvayik ile tanıştı ve
onunla el-Manara (Fener) adında bir dergi çı-
kardı. İkili derginin editörlüğünü yaparken Cib-
ran aynı zamanda illüstrasyonlar da yapıyordu.

Josephine Peabody

14
HAYATI VE ESERLERİ

Bu arada yirmi dört yaşındaki Bostonlu gü-


zel kadın olan Josephine Peabody, genç Suriyeli
sanatçıdan etkilenmişti. Day’in bir sergisi sıra-
sında dikkatini çeken bu kadına Cibran bir es-
kizini adamıştı. Lübnan’da kaldığı sırada bu ka-
dınla mektuplaşmaya başladı. Çok geçmeden
aralarında duygusal bir ilişki gelişti ve mektup-
laşmayı sürdürdüler, ta ki Josephine Cibran’ın
evlilik teklifini reddedip 1906’da bir başkasıyla
evlenene değin.
Cibran Arapça ve Fransızca öğrenip çalış-
malarında, özellikle şiirde ustalaşarak 1902’de
kolejini bitirdi. Bu arada babasıyla olan ilişkisi
zenginleşen bilgi dağarcığı nedeniyle gerilince
kuzeninin yanına taşınmak zorunda kaldı. Böy-
lece nefret ettiği ve yaşamı boyunca utandığı yok-
sulluk günleri başladı. Lübnan’daki yoksulluğa,
ailesini sarsan hastalık haberleri eşlik etti. Kız-
kardeşi Sultana bağırsaklarından hastalanmış,
annesinin kanseri azmaya başlamış, üvey ağebeyi
ise ölmüştü. Sultana’nın ağır hastalığı haberini
alması üzerine Mart 1902’de Lübnan’dan ayrıldı.

Ailede Ölümler ve ABD’ye Dönüş (1902-1908)


Ne yazık ki Boston’a geç vardı; Sultana 4 Nisan
1902’de on dört yaşında ölmüştü. Gelecek ay-
larda aile içinde vuku bulacak bir dizi ölümün

15
HALİL CİBRAN

ilkiydi bu. Cibran ailesini çok severdi. Yas dö-


neminde Day ve Josephine sanat gösterileri ve
Boston sanat çevresiyle buluşmalarla onu te-
selli ettiler. Cibran’ın sanatsal becerileri ve eşsiz
davranışları, bu yabancı yeteneği sanat çevrele-
rine memnuniyetle dâhil eden Boston cemiyeti-
nin dikkatini çok önceden çekmişti.
Yavaş yavaş Cibran’ın kalbini fetheden Josep-
hine, onun hayatında etkili biri oldu. Bostonlu bu
şair Cibran’dan hep “genç ermişi” diye söz edi-
yordu. Cibran’ın doğulu geçmişinden çok etki-
lenen Josephine, onun canlı çizimlerle süslediği
mektuplarının ve konuşmalarının büyüsüne ka-
pılmıştı. Josephine’in ilgisi ve sevgisi Ermiş (The
Prophet) adlı kitabına esin kaynağı oldu. Kita-
bın adı Josephine’in Aralık 1902’de yazdığı ve
kendi hayal gücüne göre Cibran’ın Bişerri’deki
yaşamını betimlediği onbir dizelik şiire daya-
nıyordu. Daha sonra Cibran bu kitabı yayımla-
dığında edebiyatta ustalaşmasına yardım eden
Josephine’e adayacaktı.
Annesi Şubat ayında kanserden kurtulmak
için ameliyat geçirdi. Cibran kederini hafiflet-
mek için aile işini eline aldı ve şansını Küba’da
denemeye giden üvey kardeşi Peter’in bıraktığı
dükkânı işletmeye başladı. Bu yeni yük Cibran’ın
ruhuna ağır geldi ve sanatsal çabalara zaman

16
HAYATI VE ESERLERİ

ayırmasını engelledi. Bu zaman diliminde Cibran


yoksulluk, hastalık ve ölüm atmosferinden kaç-
mak için eve pek uğramaz oldu. Ertesi ay Peter,
Küba’dan ağır bir hastalıkla döndü ve çok geç-
meden 12 Mart’ta öldü. Daha kötüsü, annesinin
kanseri ilerlemişti ve kadıncağız aynı yılın 28
Haziran’ında vefat etti. Bu olay üzerine Cibran
bayıldı ve ağzından kan geldi.
Ailedeki bu üç ölümden sonra Cibran dükkânı
sattı ve kendini Arapça ve İngilizce yazımda ge-
liştirmeye adadı. Yaşamı boyunca da bu ikili ça-
basını sürdürecekti. Bu arada Day ve Josephine
onun ilk sanat sergisini açmasına yardım edi-
yordu. Sergi 3 Mayıs 1904’te açıldı ve eleştir-
menlerden övgüler aldı. Sergilediği alegorik ve
sembolik karakalem çizimler Boston cemiyetini
büyüledi. Bununla beraber, serginin önemi başka
bir hususa dayanıyordu; Josephine kocası aracılı-
ğıyla, sahip olduğu okulu yöneten Mary Haskell’i
Cibran’ın çizimlerini görmeye davet etmişti. Ta-
nışmaları Cibran’ın yazarlık kariyerini çok et-
kileyecek bir ömürlük ilişkinin başlangıcı oldu.
Cibran Arapça yazıları konusunda Josephine’in
görüşünü almak için o yazıları İngilizceye çevir-
mişti. Dil engeli yüzünden Josephine, Cibran’ın
sadece fikirleri üzerinde görüş beyan edebili-
yor ve onu dilsel sorunlarla başbaşa bırakmaya

17
HALİL CİBRAN

mecbur kalıyordu. Daha sonra Josephine’in ro-


lünü Mary Haskell üstlenecekti.
Mary Haskell otuz yaşındaydı ve Cibran’dan
on yaş büyüktü. Cibran’ın sanatsal gelişimini fi-
nanse edecek ve onu idealindeki sanatçı olmaya
teşvik edecekti. Okul yöneticisi Haskell; eğitimli,
güçlü iradeli ve özgür bir kadındı ve romantik ya-
pıdaki Josephine’inden farklı olarak kadınların
özgürlüğünün faal bir savunucusuydu. Mary, Cib-
ran’ın İngilizce yazmaya eğilmesinin ardındaki
etkendi. Nitekim onu Arapça eserlerini İngiliz-
ceye çevirmeyi bırakıp doğrudan İngilizce yaz-
maya ikna etmişti. İngilizce eserlerini Mary’nin
edite etmesi ve aralarındaki işbirliği Cibran’ın
çalışmalarını parlattı. Mary, Cibran’la saatlerce
vakit geçiriyor, yazılarının üzerinden geçiyor,
hataları düzeltiyor ve yazması için yeni fikirler
öneriyordu. Hatta Cibran’ın dilini ve düşüncele-
rini daha iyi kavramak için Arapça öğrenmeye
bile kalkıştı.
Mary’nin günlüklerinde Cibran ile ilişkisinin
önemi ve anlamı ortaya çıkmaktadır. Bu günlük-
lere Cibran’ın sanatsal gelişimi, içten düşünceleri
ve aralarındaki şahsi ve entelektüel sohbetler
neredeyse on yedi buçuk yıl boyunca kaydedi-
lecekti. Bu kayıtlar Cibran’ın halktan sakladığı

18
HAYATI VE ESERLERİ

kişisel düşüncelerini ve ideallerini öğrenmek açı-


sından büyük önem taşımaktadır.

Mary ve Cibran

1904’te Cibran Arapça göçmen gazetesi el-Mu-


hacir’e makaleler yazmaya başladı. Bu makaleler
onun yayımlanmış ilk çalışmalarıydı. İlk maka-
lesi “Vizyon” bol sembolizmle kafesteki bir kuşu
betimleyen romantik bir makaleydi. Lübnan’da
dört yıl Arapça öğrenmesine rağmen Cibran’ın
yazılı Arapçası konuşma dilinin havasını taşı-
yordu. Arapçasını ilerletmek için kulağına gü-
venmiş, geleneksel sözcükleri öğrenmiş, mem-
leketi Bişerri’de anlatılan Arapça hikâyeleri
dinlemişti. Arapçası, konuşma dili havasında ol-
duğundan dinleyicilerinin de hoşuna gidiyordu.
Cibran’a göre dilin kurallarının dışına çıkılması

19
HALİL CİBRAN

gerekiyordu. Arap göçmen yazarlarına gelenek-


ten kopup kendi üsluplarını bulmalarını öneri-
yordu. Yaşamı boyunca Cibran’ın Arapça yazı-
ları İngilizce kitaplarının aldığı övgüyü almadı.
Bu da sonradan onu İngilizce yazılara yoğunlaş-
maya ve Arapça üslubunu geliştirme çabasını bir
kenara koymaya itti.
Cibran’ın ilk Arapça yapıtı el-Mûsikî 1905’te
yayımlandı. Bu kitabın esin kaynağı üvey kar-
deşinin ud çalması ve Day’in opera davetleriydi.
Aynı yıl el-Muhacir adlı gazetenin “Gözyaşları ve
Kahkaha” adlı köşesinde yazılar yazmaya baş-
ladı. Bu köşenin adı daha sonra “Bir Gözyaşı Bir
Tebessüm” adlı kitabına esin kaynağı olacaktı.
Cibran el-Muhacir’de yazarken, Emin Rihâni
adındaki bir Arap göçmen yazarın dergiye gön-
derdiği yazı geleneksel yazarları taklit eden ve
para için şiiri kullanan çağdaş Arap yazarlarını
eleştiren Cibran’ın makalesini övüyordu. Rihâni
ileride önemli bir yazar ve Cibran’ın dostu ola-
caktı. Aynı dönemde Cibran birkaç Arapça şiir
yayımladı ve sevgi, hakikat, güzellik, ölüm, iyi-
lik ve kötülük hakkında gazetelere yazılar yazdı.
Yazılarının çoğu keskin ve ironik tonlar taşıyan
romantik bir havaya sahipti.
1906’da Cibran ikinci Arapça kitabını ya-
yımladı: Arâisu’l-Murûc (Vadinin Perileri). Kitap

20
HAYATI VE ESERLERİ

Kuzey Lübnan’da geçen üç alegoriden oluşuyordu.


“Marta”, “Deli Yuhanna” ve “Çağların Külü ve
Ebedi Ateş” adlı alegoriler fahişelik, dinsel zu-
lüm, reenkarnasyon ve mukadder aşk gibi ko-
nuları işliyordu. Alegoriler Bişerri’de dinlediği
hikâyelerin ve İncil’e, mistik şeylere ve sevgi-
nin doğasına duyduğu hayranlığın yoğun etki-
lerini yansıtmaktadır. Cibran ileride “Deli” adlı
kitabında delilik konusuna geri dönecektir. Cib-
ran’ın erken dönem Arapça yazılarının ayırt edici
özellikleri ironizmin ve sembolizmin kullanılışı,
ikinci sınıf vatandaşların betimlenmesi ve ruh-
ban sınıfına karşı söylemdi.
Mart 1908’de Cibran’ın üçüncü Arapça kitabı
el-Ervâhu’l Mütemerrida (Asi Ruhlar) yayımlandı.
Bu kitap el-Muhacir gazetesindeki yazılarına daya-
nan dört anlatıdan oluşuyordu. Söz konusu kitap
Lübnan’daki toplumsal meselelerden söz ediyor,
evli bir kadının kocasından kurtuluşunu anlatı-
yor, özgürlüğe çağrıda bulunuyor, istemediği bir
evlilikten ölümle kurtulan bir gelini betimliyor
ve 19. yüzyılda Lübnan’daki feodal ağaların gad-
darca haksızlıklarını ortaya döküyordu. Bu yazı-
ları cesur fikirlerinden, din adamlarını olumsuz
sunmasından ve kadınların özgürlüğünü teşvik
etmesinden ötürü din adamları tarafından sert
eleştirilerle karşılandı. Cibran daha sonraları

21
HALİL CİBRAN

Mary’e Asi Ruhlar’ı yazdığı dönemin karanlığını,


hastalık, ölüm düşüncesi ve sevgiyi yitirme his-
siyle nasıl boğuştuğunu anlatacaktır. Kitabın din
adamlarına karşı olması nedeniyle Suriye hükü-
metinin sansürüne uğraması ve Cibran’ın aforoz
edilmesi onu endişelendirmişti.

Paris Seyahati ve New York’a Yerleşme


(1908-1914)
1 Temmuz 1908’de Cibran Boston’dan ayrılıp Pa-
ris’e Academie Julien ve Ecoles des Beaux Arts’da
sanat okumaya gitti. Oraya varınca Fransız kül-
türünden çok etkilendi ve günlerini çeşitli sanat
sergilerinde ve müzelerdeki resimleri inceleye-
rek geçirdi. Avrupa edebiyatıyla yoğun bir şekilde
ilgilendi. Çağdaş İngiliz ve Fransız yazarlarının
kitaplarını okudu. Sanatı ve düşüncesi üzerinde
derin bir etki bırakan William Blake’in eserleri
ile özel olarak meşgul oldu. Öte yandan 2 Ekim
1908’de Paris’ten yazdığı şu satırlar Mary’nin
onun için ne ifade ettiğini anlatıyordu: “Umarım
ki uzun yaşarım ve bana bunca şey vermiş olan
senin hakkın olanlardan bazılarını sana verme
şansım olur. Umarım ‘Mary Haskell sayesinde sa-
natçı oldum.’ diyebileceğim günler gelir.”
Öte yandan Cibran’ın Fransa seyahati sanat-
sal eğitiminin eksikliğini açığa vurmuştu. Zaten

22
HAYATI VE ESERLERİ

eleştirmenler de onun resimlerini sırf bu açıdan


eleştiriyorlardı. Daha önceden Cibran, resmi eği-
tim almayı reddetmiş, yalnızca yeteneklerine ve
duyuş kabiliyetine bel bağlamıştı. Çok geçmeden
akademinin resmi eğitiminden soğuyan Cibran
kendi sanatını özgürce keşfetmek için akademi-
den ayrıldı. Cibran’ın Paris’teki asıl hocası Ma-
itre Lawrence idi. Fakat Lawrence’in sanatından
nefret eden Cibran sonunda onun derslerini bı-
raktı ve yalnız çalışmaya devam etti.
Lübnan’daki eski sınıf arkadaşı Yusuf el-Hu-
vayik ile karşılaştı. Bu iki insan çok yakın bir
dostluk kurdular ve birlikte resimdeki modern
eğilimleri tanımaya ve öğrenmeye yöneldiler.
Modern sanattaki yeni eğilimleri incelerken, Kü-
bizmi “çılgın bir devrim” olarak niteleyip antipa-
tik bulurken klasik geleneğe olan bağlılıklarını
pekiştirdiler. Model kullanarak çizim yaptılar
ve sanat sergilerini gezdiler. Bu dönemde Cib-
ran ünlü heykeltıraş Auguste Rodin ile tanıştı ve
bu kısa tanışıklık bile Cibran’ın sanatı üzerinde
çok derin etkiler bıraktı. Bazı kaynaklarda Cib-
ran’ın Rodin’den ders aldığından bahsedilmesine
rağmen, Cibran’la anılarını kitaplaştıran Yusuf
El-Huvayik’in ifadesiyle Cibran Rodin’den hiçbir
zaman ders almamıştır. Fakat El-Huvayik, bahsi
geçen anı kitabında, Cibran’ın da eserlerinin

23
HALİL CİBRAN

sergilendiği bir sergiyi ziyaret eden Rodin’i ve


onun Cibran’la tokalaşma anını detaylarıyla an-
latır. Muhtemelen Cibran-Rodin ilişkisi bundan
çok da öteye gitmemiştir. Bununla birlikte Rodin,
Cibran için şunu demektedir: “Resmin ve şiirin,
onu yeni bir Blake yapacak kadar birbirine bağ-
lantılı olduğu başka bir kimseyi tanımıyorum.”

Cibran 25 yaşında,
Yusuf el-Huvayik’in yağlı boya tablosu

24
HAYATI VE ESERLERİ

Paris döneminde her hafta sonu Louvre Müze-


si’ne gitmeyi ihmal etmeyen Cibran, İngiltere’de
bir müzede saatlerce izlediği bir kadın heykelin-
den sonra müzeden çıkarken; o saatlerce izlediği
kadın heykeline saygısızlık olmaması için kafa-
sını yere eğerek ve gözlerini kısarak çıktığından
bahseder mektuplarının birinde.
Daha sonra Cibran alaycı mizacını ve yazım üs-
lubunu beğendiği Arap yazar dostu Emin Rihâni
ile birlikte Londra’ya gitti. İki yazar Lübnan anı-
ları, Maruni geçmişi ve zamanın toplumsal so-
runlarıyla ilgilenmek gibi ortak noktaları pay-
laşıyorlardı. Birlikte Arap Dünyası’nın kültürel
rönesansı üzerine planlar yaptılar. Bu planlardan
birisi, Hıristiyanlık ve İslam’ın uzlaşmasının bir
sembolü olarak Beyrut’ta çift kubbeli bir opera
binası kurulmasıydı. Haziran 1909’da Cibran ba-
basının ölüm haberini aldı ve onun ölmeden önce
oğlunu kutsadığı ve despotça tutumunu yumu-
şattığı düşüncesiyle kendini teselli etti.
31 Ekim 1910’da Cibran bütün yurtdışı yolcu-
luklarına son verip ABD’ye yerleşti ve yazmaya
ağırlık verdi. Boston’a gelişinin üzerine Lübnan
mahallesinden kurtulmak ve New York’un kültü-
rel atmosferinde daha büyük sanatsal bir mekân
bulmak için Mary’e New York’a taşınmayı önerdi.

25
HALİL CİBRAN

Taşınmaları eğitimsiz ve bekâr bir terzi olan kız


kardeşi Marianna’yı Boston’da yalnız bırakacaktı.
Aralık 1910 Mary’nin günlüğünün başlangıç
tarihiydi. Cibran’ın yaşamına dair kişisel anılara
adanmış bu günlük yaklaşık on yedi yıl boyunca
tutulacaktı. Aynı yılın 10 Aralığında Cibran Mary’e
evlilik teklifinde bulundu ve yine reddedildi. Bu
sefer ki sebep aradaki on yaş farkıydı. Yaş mese-
lesi ikili arasında bir sevgi ilişkisinin gelişmesine
engel teşkil etti. Zira Mary böyle genç biriyle flört
yaşamanın yol açacağı toplumsal tepkiden endi-
şeleniyordu. Yine de bu olay arkadaşlıkla başla-
yıp sevgi ilişkisine ve ardından sanatsal işbirli-
ğine dönüşen ilişkilerini bitirmedi. İlişkilerinin
gelişmemesindeki bir başka etken de paraydı.
Ne de olsa Cibran bir finansör olarak Mary’nin
rolünün aralarındaki manevi bağı gölgelemesin-
den endişeleniyordu. Bu yıpratıcı mesele yüzün-
den sürekli tartışıyorlardı. Nitekim Mary’e New
York’tan yazdığı 1 Mayıs 1911 tarihli ilk mektu-
bunda şunu söyler: “Mary neden bana bu kadar
para yolladın? Bende yeterince var. Bana gel-
meden önce ihtiyacımdan fazlasını verdin.” Öte
yandan Mary’nin yardım eli diğer göçmenlere de
uzanmış, gelecek vaat eden başka öğrencileri de
para yardımında bulunmuştu ama onların hiç-
biri Cibran’ın eline su dökemezdi.

26
HAYATI VE ESERLERİ

Bu arada 1911’de Cibran el-Muhacir gazete-


sinden başka bir göçmen gazetesi olan Mir’aat
el-Garb’e (Doğunun Aynası) geçti ve 1912 yılına
kadar bu gazeteye makaleler yazdı. Mary’nin tak-
dim mektuplarının desteğiyle yeni bir sanat ya-
şamı kurmak için aynı yılın 26 Nisan’ında New
York’a taşındı.
New York’ta yeni kitabı üzerine çalışmaya
başladı. El-Ecnihatü’l-Mütekassira (Kırık Kanat-
lar) 1906’da yazmaya başladığı ve Ocak 1912’de
yayımladığı bir kitaptır. Cibran’a göre bu kitap
ruhsal bir otobiyografiydi, her ne kadar Mary’e
kitapta yaşananların kendi deneyimleri olma-
dığını söylemişse de. En uzun Arapça romanı
olan bu kitap genç bir adamla talihsiz biten bir
aşk ilişkisi yaşayan Selma Karami’nin öyküsünü
anlatmaktadır.
Selma’nın öyküsü Cibran’ın Lübnan’da okur-
ken âşık olduğu Lübnanlı bir dul olan Sultana Ta-
bit’le ilintilidir. Cibran onunla aşkı, şiiri ve kitap-
ları paylaştığı yirmi iki yaşındaki bu genç dulun
öyküsünü Mary’e anlatmıştı. Bazı eleştirmenler
de kitabın öyküsünü yazarın çocukluktaki ho-
cası Selim Dahir aracılığıyla tanıştığı Lübnanlı
bir genç kızla yaşadığı başka bir talihsiz aşkla
ilişkilendirirler. Josephine’nin Cibran ile yakın
ilişkide olduğu 1904’te yazdığı Wings (Kanatlar)

27
HALİL CİBRAN

adlı tek perdelik oyun başka bir etkiyi de açığa


vurulmaktadır.
1911’de Cibran İrlandalı şair W. B. Yeat’in port-
resini çizdi. Sanat Tapınağı diye adlandıracağı bir
portre albümünün ilk portresiydi bu. Bu albüm
Aguste Rodin, Sarah Bernhardt, Gustav Jung ve
Charles Russell gibi ünlü simaların yüzyüze ya-
pılmış portlerini içeriyordu. Arap topraklarının
Osmanlı hâkimiyetinden çıkmasıyla sonuçlanan
yoğun siyasi faaliyetlere sahne olan bu dönemde
Cibran, Suriye, Lübnan, İstanbul, Paris ve New
York gibi pek çok merkezde doğan yarı-siyasi
Arap cemiyetlerinden birisi olan el-Halkatü’z-Ze-
hebiyye’ye (Altın Halka) katıldı. Bir grup Suri-
yeli genç göçmenin kurduğu bu cemiyet nerede
olurlarsa olsunlar Suriyeli vatandaşların yaşam
tarzının iyileştirilmesi için çalışıyordu. Lakin bu
cemiyetin faaliyetleri uzun soluklu olmayacaktı.
Aynı yılda İtalya, Osmanlı’ya savaş açmış ve
bu gelişme liberal Suriyelilerin Osmanlı hâkimi-
yetinden kurtulma umutlarını canlandırmıştı.
Cibran’in bağımsız Suriye düşü İtalyan general
Giuseppe Garibaldi ile tanışmasıyla iyice güç-
lendi. Onunla birlikte Osmanlı idaresini alaşağı
etmek için göçmen Suriyelilerden oluşan bir lej-
yona önderlik yapma fikrini ele aldı. Daha son-
raları 1.Dünya Savaşı sırasında Cibran, Osmanlı

28
HAYATI VE ESERLERİ

yönetimine karşı birleşik Arap askeri hareketle-


rinin büyük bir savunucusu ve kışkırtıcısı oldu.
Özellikle Mary’nin gizli bir gelir kaynağı sağ-
layan mali desteği ve eserlerinin tanıtılmasına
yarayan sanatsal temasları sayesinde Cibran,
New York’ta ilgi görmeye başladı. Ev sahipleri-
nin ilgisini hemen çeken heyecan verici bir ki-
şiliğe sahip olan Cibran kolayca insanlarla ha-
şır neşir olabiliyordu. 1913’te yeni kurulmuş bir
Arap göçmen dergisi olan el-Funun’un yönetim
kadrosuna katıldı. New York’taki Arapça konu-
şan cemiyetin yayınladığı bu dergi yazınsal ve
sanatsal meseleleri işliyordu. Cibran’ın üsluba ve
beğeniye özgürlükçü yaklaşan bu dergiye, daha
sonra yayımlanacak ilk İngilizce kitabı olan De-
li’nin (The Madman) temelini oluşturan birkaç
makale yazdı.
Bu arada Cibran ile Mary arasındaki aşk iliş-
kisi bozulurken aralarında geçen para, cinsellik
ve evlilik konularındaki tartışmalar ilginç bir ge-
lişmeye yol açtı. Çok geçmeden Mary Cibran’ın
akıl hocası ve editörü oldu, İngilizce yazım ye-
teneğini geliştirmesinde ve kültürel eğitiminde
ona yardım etti. Cibran Deli kitabı üzerinde çalış-
maya 1913’te başlamıştı. Lübnan’da delilere ya-
pılan muamelenin tarihini öğrendikten sonra bu
konu onun hep büyülemiştir. Nitekim memleketi

29
HALİL CİBRAN

Bişerri’de delilere cinlerin musallat olduğunu ve


kilisenin cin çarpmış insanların içindeki şeytanı
çıkardığını duymuştu.
Daha 1908’de Asi Ruhlar’ı yazarken Josephi-
ne’nin fikrini almak için Arapça eserlerini İngi-
lizce’ye çevirmeyi denemişti. 1913’te bu sefer
Mary’nin okuyup edite etmesi için eserlerini ter-
cüme etmeye çalıştı. Cibran, yazım yeteneğini ge-
liştirmeye Mary’nin yardım etmesini önleyen ter-
cüme ve dil engelinin zorluklarından yılgınlığa
kapıldı. Çaresiz bir şekilde Arapça öğrenmeye ça-
lışan Mary de İngilizce yazım dilini ve kültürel
eğitimini geliştirmesi için Cibran’a dersler ver-
meye başladı. Aynı zamanda Mary, Cibran’ı Arapça
eserlerini çevirmeyi bırakıp doğrudan İngilizce
yazmaya teşvik etti. Öte yandan Mary göçmen-
leri yabancı dil öğrenirken anadillerini unutma-
maları konusunda uyarıyordu. Mary’nin eğitim
programı işe yaradı. Cibran bir yandan gramer
ve yazım hatalarını düzeltirken diğer yandan
okuma hevesini artırdı. Bu dönemde Nietzsche’nin
üslubundan ve kendi İsa yorumuna ters düşen
güç istenci kavramından etkilendi. Cibran’a göre
İsa, Nietzsche’nin betimlediği gibi zayıf bir kişi
değil, İnsanoğlu İsa’yı yazarak en uzun İngilizce
eserini ona adadığı hayranlık uyandıran bir in-
sandı. Bu kitabında İsa’yı insan olarak farklı bir

30
HAYATI VE ESERLERİ

açıdan ele almış ve kitabın her pasajında farklı


bir insanın ağzından anlatmıştır.
Mary ve Cibran Deli kitabını birlikte gözden
geçirilip hazırladılar. 1914’de Cibran beşinci
Arapça kitabı olan Dem’a ve İbtisâme’yi (Bir Göz-
yaşı Bir Tebessüm) yayımladı. 1904’ten bu yana
değişik dergilerde yayımlanmış mensur şiirleri-
nin bir derlemesiydi bu kitap.

İlahi âlem, Cibran’ın resmi.

Savaş Yılları ve Ermiş’in Yayımlanması


(1914-1923)
Cibran’ın 1914’teki bir sanat sergisinde, Ame-
rikalı Mimar Albert Pinkam Ryder beklenme-
dik şekilde sergiyi ziyaret edip Cibran’ı etki-
ledi. Cibran da ona bir şiirini adamaya karar

31
HALİL CİBRAN

verdi ve yayımladığı ilk İngilizce eseri olan ve


ilkin Mary’nin edite ettiği bu şiir Ocak 1915’de
piyasaya çıktı.
Bu arada Cibran zamanın siyasi gelişmele-
riyle, özellikle 1.Dünya Savaşı’nın başlamasından
itibaren daha faal şekilde ilgileniyordu. Cibran’a
göre bu savaş, genel bir İtilaf saldırısıyla destek-
lenecek birleşik bir Arap askeri cephesi açarak
Osmanlı idaresindeki Suriye’yi bağımsızlığa ka-
vuşturmak ümidini yeşertmişti. Cibran, Osmanlı
idaresine karşı kuvvetlerini bir araya getirmesi
için hem Müslümanlara hem de Hıristiyanlara
çağrıda bulunuyordu. Aslında Cibran ülkesini
kurtuluşa götürecek romantik bir siyasi kah-
raman ve savaşçı olma hayali içindeydi. Savaşçı
olma gayesiyle Lübnan’a dönme fikrini Mary’e
açınca büyük bir tepki aldı.
Çocuklukta geçirdiği kazadan dolayı omzu
yarı felç halinde zayıf kalmıştı. 1915’te omuz
ağrısı tekrar nüksedince sol omzundan elekt-
rik tedavisi gördü. Savaş yılları sırasında Cib-
ran düşüncelerini dağıtan ve sağlığını bozan
bir depresyona girdi. Osmanlılara karşı başkal-
dıran Araplara dair etkin ve yaygın yazılarına
rağmen durumu umutsuz görüyor ve açlık çeken
Suriye’ye para yardımında bulunuyordu. Sava-
şın uyandırdığı düşüncelerden uzaklaşmak için

32
HAYATI VE ESERLERİ

New York’un sosyal yaşamına daldı ve 1916’da


The Seven Arts adlı edebiyat dergisine katıldı.
Cibran’ın edebi üslubunu yansıtan bu derginin
yönetim kuruluna giren ilk göçmen olmaktan
gurur duyuyordu. O zamanlar Cibran’ın eserle-
rinden ezbere parçalar okumasından keyif alan
edebiyat çevrelerinde aranan bir kişi olmuştu.
New York sosyetesi “Halil Cibran Şiir Geceleri”
düzenleyip şampanyalar patlatıyordu.
1917’de Cibran’ın eserlerinin sunulduğu iki
ayrı sergi düzenlendi. Bunlardan biri New York’ta
Knoedler Galerisi’nde, diğeri de Boston’da Doll
and Richards Galerisi’nde gerçekleştirildi.
Cibran, 12 Ocak 1917 tarihli mektubunda
Mary’e şöyle seslenir;
“Sevgili Mary,
Sana başka bir minik mesel yolluyorum. Oku-
man ve İngilizcesini düzeltmen için vaktin oldu-
ğunda. Görüyorsun Mary, ben de senin okuluna
gidiyorum ve sen olmasaydın tek kelime İngilizce
yazamazdım. İngilizcem hala çok kısıtlı. Ama öğ-
renebilirim.”
1918’de Cibran en ünlü kitabı olan Ermiş’in to-
humlarını oluşturan, “Benim Ada İnsanım” dediği
nicedir üzerinde çalışmakta olduğu Arapça bir eser-
den söz eder Mary’e. Promethevâri bir adam olan
El Mustafa adındaki bir kâhinin 12 sene kaldığı

33
HALİL CİBRAN

Orphalese şehrinden ayrılıp evine gitmek üze-


reyken bir grup halk tarafından durdurulması ve
ana kahraman ile halk arasında insanlık ve haya-
tın genel durumu hakkında geçen konuşmalar ki-
tabın içeriğini oluşturur. Günlüğünde Mary, Cib-
ran’ın Ermiş’le ilgili sözlerini aktarır. Sonraları
Cibran bu kitap için “Kariyerimin ilk kitabı, benim
asıl kitabım, olgun meyvem.” diyecektir. Bir başka
yerde de “Ermiş, benim İsa’nın yüzünü yeniden ya-
ratma çabamdır.” diyecektir. Öte yandan Cibran
İngilizce yazım konusunda hâlâ endişeliydi ve sü-
rekli Mary’den öneri bekliyordu. Cibran “evrensel
bir dil” yaratma konusundaki düşüncelerini yan-
sıtan Süryanice İncil’in diline her zaman hayranlık
duymuş ve çeşitli İngilizce yazılarında birleşik ev-
rensel bir üslup oluşturmaya çalışmıştır.

El Mustafa’nın yüzü

34
HAYATI VE ESERLERİ

Mary, Cibran’a Ermiş’i İngilizce yazmasını


önererek bu kitabın tamamlanmasında önemli
bir rol oynadı. Yakında yayımlanacak kitabı De-
li’yi de aynı dille yazmasını salık verdi. Cibran
ile Mary arasında geçen evlilik, ölüm, yaşam,
sevgi ve benzeri konular üzerine konuşmalar
Ermiş’e ve diğer eserlerine sirayet etmiştir. Ne
var ki Mary, Cibran’ın 1919’da karar verdiği Er-
miş adına karşı çıkmış ve onun yerine Counsels
(Tavsiyeler) adını kullanmasını istemişti. Bu sı-
rada Cibran, Mary’e gönderdiği bir mektupta
ona şunları söyler: “Geçen iki hafta boyunca o
kadar çok şey yaptım ki kendimi çok bitkin his-
sediyorum. Suriye’nin çabalarıyla benim kendi
çabalarım arasında o kadar büyük bir girdap var
ki. Her gün bu girdabı aşmak zorundayım ve bu
beni çok yoruyor. Dinlenirken, ‘Tavsiyeler’ üze-
rinde çalışabileceğimi umuyorum. Onları sana
en kısa zamanda göndereceğim.”
1918 sonbaharında Cibran ilk İngilizce kita-
bını ve geleneksel Arapça kafiyesi ve ölçüsüyle
yazdığı bir şiirini, el-Mevâkib’i (Oluşumlar) ya-
yımlamaya hazırlanıyordu.
Cibran’ın ilk İngilizce kitabı Deli (The Mad-
man) 1918’de yayımlandı ve yerel basından
olumlu eleştiriler aldı. Eleştirmenler onu Doğu
ile Batı arasında köprü atması bakımından ünlü

35
HALİL CİBRAN

Hint yazar Tagore ve İngiliz şair William Blake


ile kıyaslıyorlardı. Bizzat kendisinin illüstras-
yonlarını yaptığı mesellerden oluşan bu kitapta
Nietzsche, Jung ve Tagore’un etkileri apaçık gö-
rülmektedir. Deli kitabının başarısının ardın-
dan Cibran’ın popüleritesi artmaya başladı. Ne
var ki Cibran yavaş yavaş eski tanıdıklarıyla,
Day ve Josephine ile temasını koparmaya baş-
lamıştı. Şimdi de Rihâni ile ilişkisi çözülüyordu.
Öte yandan Doğulu geçmişine dair ifşa etmediği
hususlar ve kişisel ihtiyatı göz önüne alındığında
insanlar üzerinde uyandırdığı gizem havası ho-
şuna gidiyordu.
1919’da Cibran kendisinin illüstre ettiği ve
en güzel resimlerinin de yer aldığı, Arapça şiiri
el-Mevâkib’i (Oluşumlar) yayımladı ama Arap ba-
sınında fazla ilgi görmedi. Aynı yıl Fatat-Boston
adlı başka bir yerel derginin yönetim kuruluna
girdi ve çeşitli Arapça makaleler yazdı. Cibran’ın
hayatı boyunca çeşitli cemiyetlere ve dergilere
katılmasının nedeni avangard bir Arapça yazı-
mın sözcülüğünü yapmak ve yabancı diyarlar-
daki Arap edebiyatını birleştirmekti. Ne var ki
Cibran’ın Arapça yazarı olarak başarısı sınırlı
kaldı. İronik bir şekilde, Arapça dil yeteneği
hâlâ standartlara ulaşamıyor ve Arap basınında
pek ilgi görmüyordu. Resimlerinin yer aldığı bir

36
HAYATI VE ESERLERİ

koleksiyonu Alice Raphael’in önsözüyle Twenty


Drawings (Yirmi Çizim) adıyla yayımladı.
Fatat-Boston dergisinde Cibran 1914’te tanış-
tığı Mihail Nuayme adındaki göçmen Arap yazarla
yakın bir ilişki kurdu. Nuayme zamanın önemli
düşünürlerindendi ve Cibran’ın Arap dilini ge-
liştirme ve Arap adetlerini ve geçmişini yerli ye-
rince kullanma çabalarını takdir eden ilk Arap
yazarlar arasındaydı. Nuayme, Cibran’ın Kırık
Kanatlar adlı kitabını evrensel edebiyat dilinin
bir örneği olarak görmüş ve Selma Karami’nin
pekâlâ Ruh, İngiliz veya İtalyan kökenli de ola-
bileceğini belirtmiştir.
1912 ile 1918 yılları arasında çeşitli dergi-
lerde boy göstermiş kısa öykü ve mensur şiir-
lerini bir araya getirdiği el-Avasif’ı (Fırtına) ve
ikinci İngilizce kitabı olan Haberci’yi (The Fo-
rerunner) yayımlayan Cibran, 1920’de er-Râbita-
tü’l-Kalemiyye isimli edebiyat cemiyetinin kurucu
başkanı oldu. On üyeden oluşan bu Arap göçmen
cemiyetinin üyeleri arasında Andülmesih Had-
dâd, Nesîb ‘Arıda, Mihail Nuayme, Reşîd Eyyûb,
Nedre Haddâd, William Catzflis, İliya Ebu Madi
ve Vâdi’ Bahut gibi mümtaz Arap edebiyatçıları
bulunuyordu. Cemiyetin amacı Arapça yazıların
yayımlanmasına ve dünya edebiyatının çevrilme-
sine katkı sunmaktı. Söz konusu cemiyet Arap

37
HALİL CİBRAN

şairleri ve başarılı Arap yazar nesilleri üzerinde


derin bir etki bırakmıştır. Cemiyetin ömrü bo-
yunca Cibran sanatsal özgürlük çağrısında bu-
lunmuş, yazarları kuralların dışına çıkıp kendi
üsluplarını bulmaya yüreklendirmiştir.

Pen Yazarlar Birliği’nin bazı üyeleri, soldan sağa:


Nesib ‘Arıda, Halil Cibran, Abdülmesih Haddâd ve
Mihail Nuayme, 1920.

Bu dönemde Cibran’ın Arapça yazımla meş-


gul olması onu Ermiş kitabını tamamlamaktan
bir süreliğine alıkoydu. Dahası, popüleritesinin
yaygınlaşması daha fazla yerde sanatsal sunum

38
HAYATI VE ESERLERİ

yapmasını gerektirdiğinden Ermiş’i tamamla-


mak ile konuşma gezisi yapmak arasında boca-
ladı. Ne var ki kendini bütün zorluğuyla rağmen
hem Arap dünyasının hem de İngiliz dünyasının
sözcüsü olarak görmeyi sürdürüyordu.
Bu arada Cibran’ın siyasi fikirleri “Sizin kendi
Lübnan’ınız var, benim de kendi Lübnan’ım.” di-
yen makalesine tepki gösteren yerel siyasetçileri
kızdırıyordu. Cibran Sureyi’nin bölgelerinin idare
edilme tarzını onaylamıyordu ve Büyük Suriye
bölgesi Lübnan, Filistin ve Suriye’ye ayrılırken
yeni kurulan Arap ülkelerin kimliği üzerine yazı-
lar yazıyordu. Bu ülkelerin nasıl bir yapıya bürü-
neceği konusunda Cibran, siyasetçilere Batı kül-
türünün olumlu yanlarını benimseme, silah ve
kıyafet gibi yüzeysel şeyleri ithal etmekten sa-
kınma çağrısında bulundu. Cibran’ın siyasi dü-
şüncesi çok geçmeden ülkelerin kültürel yapısı
ve vatandaşların sürmesi gereken yaşam tarzına
dair genel bir fikir verdi.
1920’de Ermiş’in neredeyse dörtte üçü bit-
mişti ve Cibran Arapça yazmaya devam edi-
yordu. Mary’e yazdığı dokunaklı bir mektupta
kimlik sorununu çözdüğünü ve Batı etkileri ile
Doğu etkileri arasında bir denge kurduğunu
söyledi: “Şimdi biliyorum artık, bütünün bir
parçasıyım ben; kürenin bir parçası… Nereye

39
HALİL CİBRAN

uyduğumu artık keşfettim: Ben bir bakıma kü-


reyim ve küre de ben.”
1921’de mistisizm üzerine bir söylev niteliği
taşıyan İrem Zâtü’l-İmâd (Yüsek Sütunlu İrem)
isimli Arapça tematik oyununu yayımladı.
1922’de Cibran sonradan psikolojik durumuna
bağlanacak bir kalp rahatsızlığına yakalanır ve
şu itirafta bulunur: “Fakat benim en büyük acım
bedensel değil. İçimde büyük bir şey var… Onu
öteden beri biliyorum ama dışarı çıkaramıyo-
rum: Bütün bu şeyleri yapan küçük birini oturup
seyreden yüce sessiz bir benlik.” Aynı yılın Ocak
ayında resimlerinin bir araya getirildiği sergi
bu kez Boston Women City Club’ta düzenlendi.
Ermiş’in tamamlanmasına yakın Mary ile
Cibran kitabın üzerinde Nietzsche’nin Böyle Bu-
yurdu Zerdüşt’ünün etkisini fark ettiler. Mary
üslup, büyük harf kullanma, noktalama işaret-
leri ve paragrafların biçimi konularında öneri-
lerde bulundu. Cibran paragraflarının kısa kal-
masında ısrar etti. Mary hep Cibran’ın özlü sözler
adamı olduğunu ve söylemek istediğini olabildi-
ğince kısa ifade ettiğini vurgulamıştır.
Ermiş’in yayımlanmasından birkaç ay önce
Cibran kitabı Mary’e özetledi: “Ermiş tek bir şey
söylüyor: Sen sandığından çok ama çok büyük-
sün ve her şey yerli yerinde.”

40
HAYATI VE ESERLERİ

1923’te Cibran çeşitli yerel ve göçmen Arap


dergilerine yazdığı makaleler dolayısıyla Arap
dünyasında sarsılmaz bir üne kavuşmuştu. Bu
dönemde Mary’e olan mali ve editoryal bağlı-
lığı yavaş yavaş azaldı. Para tartışmalarını çö-
züme bağlamak için yaptıkları anlaşma gereği
borçlarının karşılığında resimlerinin bir kıs-
mını Mary’e verdi. Cibran içinde, on yedi yaşın-
dayken çizdiği İbn Sina, Gazzâli, el-Hansa, İbn
Farıd, Ebu Nüvas, İbnü’l Mukaffa ve diğer bü-
yük Arap filozoflarının hayali resimlerinin de
bulunduğu el-Bedâyi’ ve’t-Tarâif’i (Güzellikler ve
İlginçlikler) yayımladı. İngilizce yazım konu-
sunda kendine güveni sağlamlaşınca Mary’nin
fikirlerine müracat etme mecburiyetinden sıy-
rıldı. Bununla beraber Mary’nin yüzü illüstras-
yonları için esin kaynağı olmaya devam etti. Çok
geçmeden Cibran resimlerini kitap illüstrasyon-
larıyla sınırlamaya karar verdi. Ermiş kitabı ni-
hayet 1923 yılının Ekim ayında yayımlandı ve
ABD’de mütevazı bir başarı elde etti.
Ermiş’i en büyük başarısı olarak gören Cibran
şöyle demişti: “Lübnan’da bu kitabı yazmayı ilk
kez tasarladığımdan beri, bir tek günüm bile Er-
miş’siz geçmedi. Kitap benim bir parçam ha-
line gelmiş gibiydi. Metni yayımcıma teslim et-
meden önce tam dört yıl elimde tuttum. Çünkü

41
HALİL CİBRAN

emin olmak istedim, içindeki her sözcüğün ken-


dimden verebileceğim en iyi sözcük olduğundan
emin olmak istedim.”

Ölüm ve Yuvaya Dönüş (1923-1931)


1923’te Cibran Arap yazarı Mey Ziyade ile yakın
bir ilişki kurdu. İkilinin mektuplaşmaları 1912’de
başlamıştı. O yılda Mey yazdığı bir mektupta Kı-
rık Kanatlar’daki Selma Karami’den nasıl etkilen-
diğini Cibran’a anlatmıştı.
Entelektüel bir yazar ve kadınların özgürlü-
ğünün aktif bir savunucusu olan Mey, Filistin’de
doğmuş ve oradaki bir manastır okulunda kla-
sik eğitim almıştı. 1908’de Kahire’ye taşınıp bir
dergiye yazılar yazmaya başladı. Cibran gibi Mey
de Arapça, İngilizce ve Fransızca’da akıcıydı ve
1911’de şiirlerini İsis Copia takma adıyla yayım-
ladı. Mey, Kırık Kanatları çok liberal buluyordu
ama kadın hakları meselesiyle yaşamı boyunca
meşgul oldu. Cibran’ın yazılarını çok beğeni-
yordu ve ilerleyen yıllarda editör ve bilirkişi
olarak Mary’nin rolünü üstlenecekti. 1921’de
Cibran onun resmini almış ve ondan sonra ya-
şamının sonuna kadar onunla mektuplaşmayı
sürdürmüştür. İkilinin mektuplarından anla-
dığımız kadarıyla birbirlerine karşı derin bir
aşk beslemelerine ve bir araya gelme imkânına

42
HAYATI VE ESERLERİ

sahip olmalarına rağmen ne birbirlerinin sesini


duymuşlar ve ne de bir kez olsun bir araya gel-
mişlerdir. Sadece mektuplarla iletişim kurmuş-
lardı. Cibran’ın vefatından sonra Mey Ziyade bir
süre psikolojik tedavi görmüş ve sonrasında da
ruhsal durumu bir türlü eskisi gibi olamamıştır.

Mey Ziyade

1920’lerde Cibran siyasi arenada aktif olmayı


sürdürdü, kültür ve toplum üzerine yazılar yazdı.
Yeni kurulan Arap ülkelerinin Batı kültürünün
olumlu yanlarını alması gerektiğini savundu. Cib-
ran’ın yazıları, özellikle kilise ve din adamlarıyla
ilgili olanlar kendi ülkesinde tartışma yarattı. Ya-
zar olarak Cibran tartışmayı severdi ve yazıları
da bu yanını yansıtmaktadır. Arap dünyasında
sınırlı ölçüde başarı elde etmesi, onu bir Arap

43
HALİL CİBRAN

yazar olarak kabul görme davasını bırakmaya


ve bunun yerine çabalarını İngilizce yazımda
yoğunlaştırmaya itti. Yavaş yavaş yazımda us-
talaştı ve bir dil üslubu yarattı. Mary’e de söyle-
diği gibi, bir oturuşta okunabilecek ve cepte ta-
şınabilecek küçük kitapçıklar yazmak istiyordu.
Mary’nin Cibran’ın yazarlık kariyerindeki
rolü giderek azalıyordu ama Cibran yanlış ya-
tırımlarda bulunduğunda her zaman onun yar-
dımına koşup sorunu hallediyordu. Bu yıllarda
Mary, başarıyla yönettiği Haskell Kız Okulu’nun
sorumluluğunu taşır, tüm zamanını ona verir.
Tam da o sırada, dul kalan kuzeni Savannah Ge-
orgia, Mary’i zengin ve başarılı bir işadamı olan
Florance Minis ile evlenmeye ve sıkıntılı yaşa-
mını değiştirip kendisine eşlik etmeye zorla-
maya başlar. Mary’nin Boston’dan ayrılması da
bu evlenme önerisine denk düşer. 1926’da ev-
lilikle sonuçlanan bu ilişki 3-4 yıl sıkça seya-
hatle geçer. Mary, bu gezilerden birinde New
York’ta Cibran’ı ziyaret ettiğinde artık özgürlü-
ğünden vazgeçmiştir. Halil’le aralarındaki mek-
tuplaşma sürer, satırlarda duygusallık ve saygı
devam eder. Ancak eski mektuplardaki “Sevgili
Yaşlı Fil”, “Sevgili Halil”in yerini “Halil” alır. Ar-
tık mektuplara ister istemez bir “resmiyet” gel-
miştir. Öyle de devam eder..

44
HAYATI VE ESERLERİ

Aralarındaki duygusal ilişki bitse de Cibran


ona güvenmeye ve danışmaya devam etti ve yaz-
maya niyetlendiği Ermiş’in ikinci ve üçüncü bö-
lümlerinden ona söz etti. İkinci bölümün ismi
Ermişin Bahçesi olacaktı ve adadaki bahçede er-
mişin, takipçileriyle yaptığı konuşmaları işleye-
cekti. Üçüncü bölüm ise Ermişin Ölümü adını ala-
caktı ve ermişin adadan dönüp hapse atılarak
orta yerde ölüm cezasına mahkûm edilmesini
anlatacaktı. Ne yazık ki sağlığının kötüye git-
mesi ve en uzun İngilizce kitabı olan İnsanoğlu
İsa’yı yazmakla meşgul olmasından ötürü Ermiş
projesini asla tamamlayamadı.
Ermiş’in 1923’te yayınlanmasıyla ünü iyice
yayılan Cibran sosyal çevresini de genişletir. Bu
arada Cibran’nın yaşamına bir başka kadın, ya-
yınevi sahibi ve öğretmen olan Barbara Young
girer. Barbara, Cibran’ın ölümünden sonra ka-
leme alacağı Lübnan’dan Gelen Bu Adam adlı ki-
tabıyla yaşam öyküsünü anlatacaktır.
Mary’nin yaşamından yavaş yavaş çekilmesi
üzerine Cibran ölümünden sonra önemli bir rol
oynayacak yeni bir yardımcı tuttu: Henrietta Bre-
ckenridge. Bu kadın Cibran’ın eserlerini düzen-
ledi, yazılarını edite etmesine yardımcı oldu ve
stüdyosunu çekip çevirdi. 1926’da Cibran ünlü bir
uluslararası şahsiyet oldu. Kozmopolit bir duruş

45
HALİL CİBRAN

sergilemek için 1926’da dört aylık dergi olan The


New Orient’e yazmaya başladı. Bu dergi Doğu ile
Batı’nın buluşmasını teşvik eden uluslararası bir
yaklaşıma sahipti. Bu dönemde Lazarus ve Sev-
gili adında yeni bir İngilizce eser üzerinde ça-
lışmaya başladı. Daha önceki bir Arapça eserine
dayanan bu kitap İncil’deki Lazarus hikâyesini,
onun ruh arayışını ve sonunda ruh eşini bulu-
şunu işleyen dört şiirden oluşmaktadır.
1926’da Cibran önce Arapça yazdığı daha
sonra İngilizce’ye tercüme edilen aforizmalardan
oluşan Kum ve Köpük’ü (Sand and Foam) yayım-
ladı. Mayıs 1926’da Mary Güneyli toprak sahibi
Florance Minis ile evlendi. Bu sırada Mary’nin
günlükleri Cibran’ın İnsanoğlu İsa algısını açığa
vuruyordu. İsa’nın hikâyesini yazmak, özellikle
daha önce hiç kimsenin yapmadığı şekilde onu
betimlemeye girişmek Cibran’ın içinde bir tutku
olagelmişti. Bu kitabında İsa’nın yaşamının iz-
lerini Suriye’den Filistin’e kadar süren Cibran’a
göre o, doğada yaşam süren bir insandı ve rüya-
larında Bişerri’nin doğal manzaları içinde ideal
karakteriyle sık sık karşılaşmıştı. Cibran’ın im-
gelemi daha sonra Lübnan’da İsa’nın hayatı ve
yaptıklarıyla ilgili duyduğu hikâyelerle iyice can-
landı. Çok geçmeden Ocak 1927’de Mary kitabı
edite etti. Ne de olsa Cibran kitaplarını basıma

46
HAYATI VE ESERLERİ

göndermeden önce Mary’nin edisyonuna sun-


maya hâlâ gerek duyuyordu.
1928’de Cibran’ın sağlığı kötüleşmeye başladı
ve asabi ruh halinden kaynaklanan bedensel ağ-
rısı iyice artıp onu teselliyi alkolde aramaya itti.
Çok geçmeden, Cibran’ın aşırı içmesi ABD’de al-
kol yasağının zirvede olduğu bir zamanda onu al-
kolik yaptı. Aynı yıl ölüm sonrası yaşamı sorgu-
lamaya ve Hıristiyan Karmelitler’in Bişerri’deki
manastırında kendine bir mezar satın almayı dü-
şünmeye başladı. Kasım 1928’de İnsanoğlu İsa
(Jesus, the Son of Man) yayımlandı ve Cibran’ın
İsa’yı yorumlama tarzından hoşlanan yerel ba-
sın tarafından olumlu eleştiriler aldı. Bu sırada
Cibran sanat çevrelerinde büyük ilgi görüyordu.
1929’da onu davet etmeyen cemiyet yok gibiydi.
Er-Râbıtatü’l-Kalemiyye adlı cemiyet onun ilk dö-
nem eserlerinin özel bir antolojisini edebi ba-
şarısının onuruna es-Senabil adıyla yayımladı.
Öte yandan Cibran’ın ruhsal sağlığı ve alkol
bağımlılığı bir akşam ağlama nöbetine tutulup
olgunluk dönemi eserlerinin zayıflığından ya-
kınmasına yol açtı. Bu eserlerden birini bir din-
leyicisine okurken “Özgün yaratıcı gücümü kay-
bettim.” diye yakındı. 1929’da doktorlar onun
fiziksel rahatsızlığının karaciğerlerinin büyü-
mesinden kaynaklandığını teşhis ettiler. Hastalık

47
HALİL CİBRAN

meselesinden uzaklaşmak için tüm tıbbı bakımı


gözardı eden Cibran kendini aşırı içkiye verdi.
Kafasını dağıtmak için 1911’de yazdığı Dünya
Tanrıları (The Earth Gods) hakkındaki eserini
döndü. Bu yeni kitap aşka düşen bir çiftin dra-
masını seyreden üç dünya tanrısının hikâyesini
anlatıyordu.

Cibran, 1920’lerin sonu.

1920’lerin sonlarına doğru, Dünya Tanrıları


isimli eserini yazdığı dönemde, bir gece kar ya-
ğıyorken, dışarıda yazmak ister eserini. Dışarı
çıkar ve Central Park’a gider. Yanına gelen polis-
ler Cibran’a nereli olduğunu sorduktan sonra, po-
lislerden bir tanesi ona şöyle der: “Sizin oradan

48
HAYATI VE ESERLERİ

bir yazar var, ne zaman ki kitapları evime girdi,


eşim bana itaat etmeyi bıraktı, artık benimle
tartışabiliyor. Sanırım o yazarın ismi Halil Cib-
ran’dı. Hiç duydun mu bu adamı?” der. Cibran da
cevap olarak “Evet duymuştum.” der.
Lazarus ve Sevgilisi isimli kitabının, 6 Ocak
1929’da Cibran’ın doğum gününde Ashram’da
okunması bir rastlantı değildir. O gece New
York’un seçkin birçok aydın ve sanatçısı da ora-
dadır. Yalnız Lazarus okunmaz Ermiş ve İnsa-
noğlu İsa’dan da bölümler okunur. Nedense o
akşam Cibran çok hüzünlüdür. Hatta bir odaya
çekilip ağlar da. Yaratıcı gücünü yitirmeye baş-
ladığına inanır. Onu Meksikalı dostu devrimci
ressam Jose Orozco Orozco ve Alma Reed te-
selli eder. Aslında Cibran hastadır. Karaciğer si-
rozu ve tüberküloz olmasına karşın hastaneye
yatmayı kabul etmez.
1930’da Cibran’ın karaciğerindeki ağrıyı unut-
mak için aşırı içki içmesi hastalığını azdırdı ve
Ermiş’in ikinci bölümü olan Ermişin Bahçesi’ni
bitirme ümitlerini söndürmeye başladı. Bişer-
ri’de bir kütüphane kurma planlarını Mary’e
açtı. Mektup arkadaşı Mey Ziyade’ye ölüm kor-
kusunu itiraf etti: “Ben, Mey, ağzı kapalı küçük
bir volkanım.”

49
HALİL CİBRAN

Cibran, 1931.
Mary’nin editörlüğünü yaptığı Dünya Tanrı-
ları 1931 yılının Mart ortasında yayımlanır. Ki-
tabın yayımlanmasından hemen sonra Mary’e
gönderdiği son mektubunda şöyle der: “New
York’tayım ve birkaç hafta daha burada kalaca-
ğım. Dünya Tanrıları iki gün önce çıktı. Sana bir
kopya gönderiyorum. Umarım tüm çizimleri se-
versin. Bir başka kitap hazırlıyorum, Gezgin ve
onların çizimlerini de. Bir mesel kitabı. Dünya
Tanrıları’nın yayımlanmasıyla arasında çok kısa
bir süre olacak ama ellerine geçecek, neredeyse
bitti. Taslağı ve resimleri bir ay içerisinde yetiş-
tirmem gerekiyor. Gören gözlerinle taslağa bak-
mak ve teslim edilmeden önce bilen ellerini ona
dokundurmak ister miydin diye merak ediyo-
rum. Tanrı seni sevsin.”

50
HAYATI VE ESERLERİ

10 Nisan 1931’de kırk sekiz yaşındayken New


York’taki St. Vincent Hastanesi’nde karaciğerine
yayılan siroz ve akciğerinde ilerlemiş tüberküloz
yüzünden şuurunu yitirmiş bir haldeyken öldü.
Ölümü ABD ve Lübnan’da yasla karşılanan Cib-
ran’ın naaşı binlerce hayranının son bir veda zi-
yareti için iki gün bir katafalkta bekletildi. Ül-
kesine büyük miktarda parayı miras bırakan
Cibran, Suriyeli vatandaşların göç etmek yerine
kendi ülkelerinde kalıp vatanlarını geliştirmele-
rini istiyordu. Mary, Marianna ve Henrietta Cib-
ran’ın stüdyosuna gidip eserlerini düzenlediler,
kitaplarını, illüstrasyonlarını ve çizimlerini tas-
nif ettiler. Cibran’ın hayalini gerçekleştirmek, onu
memleketi Bişerri’de defnetmek için 1931 yılının
Temmuz ayında Lübnan’a gittiler.
Cibran’ın naaşı da 21 Ağustos’ta Beyrut’a ge-
tirildi. Ölümüyle birlikte adı iyice duyulan Cib-
ran’ın naşı anavatanında yasla değil de muhte-
şem bir karşılama töreniyle karşılandı. Lübnan
Güzel Sanatlar Bakanı, tabutu açtırıp güzelce de-
kore ettirdi. Bu arada Marianna ve Mary, Kar-
Melit Manastırında bir mezar satın almak için
görüşmelere başladılar. Ocak 1932’de Cibran’ın
naaşı ebedi istirahatgâhına tevdi edilmek üzere
doğum yeri olan Bişerri’ye gönderildi ve Mar
Sarkis Manastırının küçük ve tarihi kilisesinin

51
HALİL CİBRAN

bahçesinde defnedildi. Fakat ömrü boyunca ya-


şadığı sürgünlük öldükten sonra da devam et-
miş olacak ki olacak ki, üzerinde “Gözlerinizi
kapayın ve bakın etrafınıza, beni göreceksiniz,
ben yanınızdayım.” şeklinde, kendisine ait bir
cümlesi bulunan mezarından çalınan kemikleri
şimdi kim bilir nerde sürgünlük hayatını devam
ettirmektedir. Meczuplar lahiti de çalmasınlar
diye, mermer lahit yere zincirlenmiş şekilde tu-
tulmaktadır şimdi. Mary’nin tavsiyesi üzerine
eşyaları, okuduğu kitaplar ve bazı kitapları ve
illüstrasyonları gemiyle manastıra gönderildi.
Manastıra yakın bir yerde Lübnan hükümetinin
destek ve teşvikiyle Bişerri halkı tarafından bir
Cibran müzesi kuruldu.
Cibran vefatından sonra yayımlanabilen iki
eser bıraktı: Cibran tarafından tamamlanmış
olup 1932’de yayımlanan Gezgin (Wanderer) ve
Cibran tarafından tamamlanmamış olup Barbara
Young tarafından tamamlanan ve 1933’te yayım-
lanan Ermişin Bahçesi. (Garden of the Prophet)

52
KIRIK KANATLAR

KIRIK KANATLAR

53
HALİL CİBRAN

GİRİŞ

Büyüleyici nurlarını yüzüme vurup beni derin


uykumdan uyandıran aşk, yakıcı dokunuşlarıyla
ruhumu sardığında daha on sekiz yaşımdaydım.
Nefasetiyle ruhuma can katan ve günlerimin bir
rüya, gecelerimin şölen havasındaymış gibi sürüp
gittiği mucizevî bir aşkın kanatları altına alan ka-
dın: Selma Karami.
Selma Karami, zarafetini ortaya koyarak gü-
zelliğe tapmama sebep olup, aşkıyla ruhuma sev-
ginin sırlarını anlattı; bana hayatın özündeki ha-
kikatin şiirlerini okudu.
Herkes, kendisini tuhaf duygulara sürükleyen
o ilk aşkını unutamaz, kimi zaman kendisinin ke-
derlenmesine sebep olmuş olsa bile o zamanları
tekrar yaşamak ister.
Gençliğini yitirmemiş herkesin hayatında, ya-
şamının baharında bir anda ortaya çıkıp, tek ba-
şınalığını sevince dönüştüren, yalnız geçen ıs-
sız gecelerini ahenkli ezgilerle canlandıran bir
“Selma” olmuştur.
Selma’nın dudaklarından yüreğime akan aşk
fısıltılarını işitmeye başlamamla birlikte kutsal

54
KIRIK KANATLAR

kitapların manasını ve rivayetlerini idrak ede-


bilmek adına derin düşüncelere daldım. Sel-
ma’yı nurdan bir sütun gibi gördüğümde; ruhum,
Adem’in cennetteki hali gibi boşluğa düşmüş, tu-
haf bir hale büründü. Selma yüreğimin Havva’sı
oldu bir anda, düşüncelerimi gizler ve merakla
doldurdu ve onunla birlikte yaşamın özünü kav-
ramaya başladım.
Arzularıyla Adem’in cennetten kovulmasına
sebebiyet veren Havva gibi; Selma da zarafeti ve
sevgisiyle saf aşkın cennetine soktu beni; ama
sonra Adem’in yaşadığı olumsuzluklar benimde
başıma geldi. Adem’i cennetten kesip atan o ateş-
ten bıçak, herhangi bir buyruğa karşı koymadı-
ğım, yasak bir meyve tatmadığım halde, beni kes-
kin ağzıyla ürkütüp, aşkımın cennetinden sürenle
aynı bıçaktı.
Yaşananların üzerinden seneler geçtikten
sonra, o güzel rüyadan geriye kalan; etrafımda
çırpınan bir çift kanat, kalbimi üzüntülere salan,
gözlerimden kanlı yaşlar akıtan hatıralar oldu.
Sevgilim, güzel Selma öldü. Hüsrana uğramış kal-
bim ve etrafı selvi ağaçlarıyla kaplı bir mezardan
başka geriye bir şey kalmadı. Selma’nın varlığına
şahitlik eden kalbim ve bu mezarın dışında hiç-
bir şey kalmadı geride.
Kabrin başında bekçiliğini yapan sükûnet ta-
butun üzerinde ki Tanrısal gizleri açığa vura-
maz, onun bedenini içine çeken köklerin dalları-
nın hışırtısı ölümün gizemini anlatmaz; sadece

55
HALİL CİBRAN

yüreğimin elemli çığlıkları, zarafetin ve ölümün


oynadığı oyunları yaşama haykırabilir.
Hayatımın baharında ki dostlarım; Beyrut’un
dört bir yanına savrulmuş olsanız bile çam orman-
larının yakınındaki bu kabre yolunuz düşerse,
onun yanından geçerken, sessiz ve usul adımlarla
içeriye girip, sevgilimi rahatsız etmeyecek şekilde
yaklaşın ona ve üzerini örten toprağı sevgiyle se-
lamlayın ve benim adımı anın. İçten içe, “Burada,
okyanusların ötesinde bir mahkûm olarak yaşa-
yan Cibran’ın hayalleri gömülüdür. Mutluluğunu
yitirdiği, gözyaşlarını akıttığı ve tebessümü unut-
tuğu yer bu kabirdir.” deyin.
Buradaki selvi ağaçlarıyla birlikte büyüyen Cib-
ran’ın kederi oldu, onun ruhu her gece burada hü-
zünlü yakarışlarını ağaçların dallarına kattı, kısa
süre önce hayatın dudaklarında ahenkli bir melo-
diyken bugün toprağın bağrında ıssız bir sır olan
Selma’nın gidişine burada ağlayıp inledi.
Ey benim hayatımın baharındaki dostlarım!
Yüreğinizin derinliklerinden âşık olduğunuz o
melekler adına haykırıyorum size, sevgilimin terk
edilmiş kabri üzerine çiçekler bırakın, çünkü Sel-
ma’nın mezarına bırakacağınız o çiçekler canlılı-
ğını yitirmek üzere olan bir gülün yapraklarına,
şafağın gözlerinden süzülen ve onu hayata bağ-
layan çiy damlaları gibi olacaktır.

56
KIRIK KANATLAR

SESSİZ ISTIRAP

Arkadaşlarım, sizler gençliğinizin baharını bo-


şuna yaşanmış zevklerle dolu olduğunu düşünür
ve pişmanlıklar hatırlarsınız; oysa ben hapsol-
duğu zindanının demir parmaklıklarını ve zin-
cirlerini düşünen bir mahkûm gibi anarım genç-
liğimi. Erişkinliğiniz ile çocukluğunuz arasındaki
o döneme yasaklardan ve muhtaç durumda ol-
maktan kurtulduğunuz bir altın devir olarak
anımsarsınız; ancak ben o seneleri, aşkın yüre-
ğime bir tohum gibi düşüp gelişmeye başladığı,
yüreğimin kapılarını açıp dört bir yanını nuruyla
doldurduğu zamana kadar yeryüzündeki bilgiye
ve bilgeliğe erişebilmenin yolunu bulamayan ıs-
sız bir hüzün devri olarak görürüm. Aşk bana
bir dil ve gözyaşları bahşetti. Hepiniz, oynadı-
ğınız oyunlara ve masum fısıltılarınıza şahitlik
etmiş köşe başlarını, buluşma yerlerini, bahçe-
leri ve orkideleri anımsarsınız; evet Kuzey Lüb-
nan’daki o harika sokakları bende hatırlıyorum.
Gözlerimi her yumuşumda, o büyülü vadileri,

57
HALİL CİBRAN

gökyüzüne ulaşmaya çalışan o yüce dağları gö-


rüyorum. Kulaklarımı kentin gürültü yaşamına
her tıkadığımda nehirlerin çağıltısını ve dalların
hışırtısını işitirim. Sözünü ettiğim ve en az bir
bebeğin annesinin kucağına özlem duyduğu ka-
dar tekrar görmek istediğim bütün bu güzellikler,
hayatımın baharının karanlığında hapsedilmiş
ruhumu, uçsuz bucaksız göklerde özgürce uçan
bir kuş sürüsü görmenin kafes içindeki bir kar-
talı hüzünlendirmesi gibi acıtmıştı. Lübnan’daki
o vadiler ve tepeler hayallerime can veriyordu,
fakat kederli düşünceler bedenimi sardığında
yüreğimin etrafını bir umutsuzluk ağı örüyordu.
Çayırlara ne zaman baksam yüreğimi bir hü-
zün perdesi sarar. Mavi gökyüzüne her bakışımda
içimin daraldığı hissine kapılırdım. Kuşların cı-
vıltısını ve ırmakların çağıltısını ne zaman işit-
sem derinlerde anlamlandıramadığım bir sıkın-
tıya düşerdi ruhum. Dediklerine göre, nezihlik
insanı boş tutar ve bu boşluk da insanı gamsız
kılarmış. Ölü olarak dünyaya gelmiş olanlarla
donmuş cesetler misali yaşayanlar için bu söz
gerçek olabilir; fakat çok hissedip az bilen has-
sas bir çocuk, güneş altındaki en bahtsız varlık-
tır; çünkü iki güç tarafından parçalanmaktadır.
Birinci güç onu göklere taşır ve varoluşun zara-
fetini ona bu düş bulutunun ardından gösterir,

58
KIRIK KANATLAR

ikinci güç ise onu yeryüzüne bağlayıp gözlerini


perdeler, korku ve karanlıkla onu güçsüz kılar.
Yalnızlık yumuşak, ipeksi bir eldir, ama güçlü
parmaklarıyla yüreği kavrar ve kedere boğar.
Kederin dostu olan yalnızlık aynı zamanda ru-
hun yücelmesinin de yardımcısıdır.
Hayatının baharındaki insanın acılarla hır-
palanan ruhu daha yeni çiçeklenmekte olan bir
zambağa benzer. Rüzgârın önünde titrer, kalbini
güneşe çevirir ve gecenin gölgesi çöktüğünde yap-
raklarını tekrar kapar. Eğer bu gencin oyunları,
eğlencesi, arkadaşları ve yönlendiricileri yoksa
hayatı, içinde örümcek ağlarının dışında hiçbir
şey göremeyeceği ve böceklerin sürünürken çı-
kardıkları sesler dışında hiçbir şey duyamaya-
cağı bir zindan halini alır.
Benim gençliğimde bedenimi saran hüzün
eğlence yoksunluğundan dolayı değildi; çünkü
eğlencelerim vardı; dostlarımın olmayışından
da değildi, dostlarım da vardı. Bu elem beni bir
başınalığa ilgi duyar hale getiren, derinliklerim-
den hissettiğim bir hüzündü. İçimde eğlence ve
onun benzeri arzularımı yok etmişti. Bu keder
omuzlarından gençliğin kanatlarını koparmış
ve beni durgun yüzeyinde hayaletlerin gölge-
leriyle bulutların renklerini yansıtan ama de-
nize doğru ezgiler söyleyerek akacak bir çıkış

59
HALİL CİBRAN

yolu bulamayan, dağların arasında kalmış bir


göle çevirmişti.
Hayatım, on sekiz yaşıma gelene kadar bu şe-
kilde sürdü gitti. O sene hayatımda bir dönüm
noktası yaşadım, çünkü içimde bilgiyi uyandırdı
ve insanlığın öz benliğini idrak etmemi sağladı.
O sene yeniden geldim dünyaya, insan tekrar
doğmadıkça yaşamı varoluşun kitabında boş
bir yaprak olarak kalıyor. Cennetin melekleri-
nin, onun gözünden bana baktığını fark ettim o
sene. Zarafetteki melekleri ve yaşamın karanlı-
ğındaki şeytanları göremeyen insan bilgiye ula-
şamaz ve ruhu duygularını yitirmiş bir şekilde
devam eder hayatı.

60
KIRIK KANATLAR

KADERİN AĞI

Harika bir baharın yaşandığı o yıl ben Beyrut’ta


bulunuyordum. Sanki toprağın cennete açıkla-
nan bir gizemi gibi Nisan çiçekleri tüm bahçe-
leri donatmıştı ve toprak her noktasıyla yeşillik-
lere teslim olmuştu. Sanki tabiat ana tarafından
tüm şairlere ilham kaynağı olması ve düşleri can-
landırması için armağan edilmiş melekler veya
hurileri andıran portakal ve elma ağaçları, ıtırlı
tomurcuklardan hayat bulmuş beyaz elbiseler
giyinmiş gibiydiler.
İlkbahar her yerde güzel olabilir ancak Lüb-
nan’da bir zarafet sembolüdür. Bahar, yeryüzü-
nün etrafında çağlayan, fakat her daim Lübnan
üzerinde dönüp duran, imparatorlar ve ermiş-
lerle sohbet eden, Süleyman’ın ezgilerini ırmak-
larla birlikte dile getiren ve mukaddes Lübnan
sedirleri ile eski utkuların hatırasını yâd eden
bir ruhtur. Beyrut, kışın çamurundan, yazın to-
zundan uzak, baharda evlenen bir gelin gibi ya

61
HALİL CİBRAN

da nehrin kıyısında oturmuş, pürüzsüz tenini


güneşin ışıkları altında kurutan bir denizkı-
zına benzer.
Nisan ayının bir günü görkemli şehrin biraz
dışarısında hayatını sürdüren bir dostumu ziya-
rete gittim. Dostumla sohbet ettiğimiz sırada eve
altmış beş yaşlarında bir adam geldi. Adamı se-
lamlamak üzere ayağa kalkacağım vakit dostum
adamı Faris Efendi diye tanıttı bana, daha sonra
benim adımın önüne methiyeler dizerek adama
söyledi. Yaşlı adam bir şeyler anımsamaya çalı-
şırmış gibi parmaklarını alnında gezdirerek bir
an bana baktı. Sonra yüzünü bir tebessüm sardı
ve “Benim çok değer verdiğim bir dostumun oğ-
lusun sen, şahsında dostumu tekrar görebilmek
beni çok mutlu etti.” dedi.
Söylediklerinden çok etkilenmiş olmalıyım ki,
kuvvetli bir fırtına öncesi içgüdüleri aracılığıyla
yuvasına doğru yönlendirilen bir kuş gibi yaşlı
adama doğru çekildiğimi hissettim. Daha sonra
oturduk ve geçmişte babamla birlikte geçirdiği
zamanlardan bahsetti bana. Gurbette uzun za-
man geçirmiş insanların anavatanına dönmesi
gibi yaşlı insanlarda gençlik hatıralarına dönmek-
ten büyük mutluluk duyarlar. Bir şairin en sev-
diği şiirini okumaktan hoşnutluk duyması gibi,
geçmişin öykülerini anlatmaktan sevinç duyarlar.

62
KIRIK KANATLAR

Yaşadığı günün çok hızlı aktığına şahit olduğun-


dan ve geleceğin mezarın belirsiz gizemini ha-
tırlattığından dolayı yaşlı insanların ruhları geç-
mişe sıkı sıkıya bağlıdır. Geçmişteki hatıralarla
dolu bir saat, ağaçların çimenler üstündeki göl-
geleri gibi geçip gitti. Faris Efendi, yanımızdan
ayrılmak için kalktığında sol elini omzuma ko-
yup sağ elimi sıkarak, “Neredeyse yirmi yıl oldu
babanı görmeyeli. Umut ediyorum ki benim zi-
yaretime de sık sık gelirsin.” dedi. Babamın de-
ğerli dostunu ziyaret etmekten büyük onur du-
yacağımı söyledim.
Aramızdan ayrılmasının ardından dostum-
dan yaşlı adam hakkında bildiklerini anlatma-
sını istedim. “Zenginliğiyle erdemli ve erdemli-
liğiyle zengin olabilen onun dışında hiç kimseyi
tanımadım Beyrut’ta.” dedi. “Yeryüzüne gelip de
kimseye zararı dokunmadan gidecek olan na-
dir insanlardan biridir; ancak bu karakterdeki
insanlar çevresindeki kara duygulu insanların
kötülüklerini görebilecek kadar gözü açık de-
ğillerdir, etrafındakilerin baskısı altında kalır-
lar. Faris Efendi’nin her şeyiyle kendisine ben-
zeyen, kelimelerle dile getirilemeyecek zarafete
sahip bir kızı var, ancak babasının sahip olduğu
zenginliği kızını büyük bir tehlikeye sürüklüyor

63
HALİL CİBRAN

uçurumun dibindeymişçesine, bu korku da onu


mutsuz olmasına sebep oluyor.”
Bunları anlatırken yüzünün asıldığını fark et-
tim. Daha sonra şöyle devam etti: “Faris Efendi
asil bir kalbe sahip olan, iyi huylu, yaşlı bir in-
san, ancak yeterli kuvvete sahip değil. Çevresin-
deki kötü huylu insanlar onu gözleri görmeyen
biriymişçesine ellerinde oynatıyorlar. Faris Efen-
di’nin kızı onuruna ve zekâsına rağmen, babası-
nın bir dediğini iki etmez, Faris Efendi’nin kızıyla
birlikte olan yaşamın sırları bunlardan ibaret-
tir. Faris Efendi’nin bu özelliklerini, kötülüklerini
elindeki İncil’in arkasına gizleyen bir piskopos
öğrenmiş. Bu piskopos insanları kendisinin güzel
huylu ve asil bir ruha sahip olduğuna inandıra-
rak kandırmış. Bu piskopos ülkedeki kutsal sa-
yılan dinin başındaki adamdır. Herkes ona itaat
edip, adeta tapıyor. Bu piskopos da etrafındaki-
leri bir koyun sürüsü gibi kasaba doğru sürük-
lüyor. Piskoposun yüreği kararmış, kötü bir ah-
laka sahip bir yeğeni var. Sağ yanına yeğeni, sol
yanına Faris Efendi’nin kızını alıp kötü eliyle baş-
ları üstünde evlilik çelengini tutacağı, saf bir ba-
kireyi pis yozluğa bağlayıp günün yüreğini ka-
ranlığın bağrına atacağı gün er geç gelecektir.”

64
KIRIK KANATLAR

“Faris Efendi ve kızı hakkında anlatabilecek-


lerim bu kadar, bu konuyla alakalı başka bir şey
lütfen sorma bana.”
Bunları söyleyip, insan varlığının problemle-
rini kâinatın zarafetine dalarak çözmeye çalışır-
mış gibi, başını pencereye doğru çevirdi.
Dostumun evinden ayrılacağım sırada ona,
babamla dostluğunun hatırına sözümü yerine ge-
tirmiş olmak için kısa bir süre sonra Faris Efen-
di’yi ziyaret edeceğimi söyledim. Bana baktı bir
an, söylediğimin sadeliği aklında yeni bir şey-
ler ifade etmişçesine yüzünde bir değişiklik ol-
duğunu fark ettim. Daha sonra garip bir acıma
duygusunu içinde barındıran bir tavırla baktı
gözlerime, başka kimsenin sezemeyeceği şeyleri
gören bir ermişin bakışıyla. Daha sonra dudak-
ları kıpırdadı ancak beni geçirmek üzere kapıya
doğru yöneldiğimizde hiçbir şey söylemedi. Kalp-
lerin birbirlerini önsezileriyle idrak ettiği, ruh-
ların bilgiyle olgunlaştığı tecrübe evreninde ge-
lişinceye kadar manasına akıl erdiremediğim o
bakışları da benimle birlikte geldi kapıya kadar.

65
HALİL CİBRAN

TÜRBEYE GİRİŞ

Birkaç gün geçmişti ve bir başınalığım ruhuma


üstün geldi, ekşi yüzlere sahip kitaplar ruhumu
bunalttı ve bir atlı araba kiralayıp Faris Efendi’nin
evine gittim. Bahar aylarında insanların piknik
yapmak için gittiği çam ağaçlarıyla bezenmiş or-
mana vardıktan sonra sürücü iki yanı söğüt ağaç-
larıyla gölgelenmiş küçük bir yola saptı. Bu yol-
dan ilerlediğimiz sırada nisan çiçeklerini, üzüm
bağlarını ve yemyeşil çayırları izleyebiliyordum.
Kısa bir süre geçtikten sonra güzel bir bah-
çenin ortasına inşa edilmiş bir evin önünde dur-
duk. Bahçedeki hava; güllerin, gardenyaların, ya-
seminlerin kokusuyla doluydu. Arabadan inip
avluya doğru yöneldiğim sırada Faris Efendi’nin
bana doğru geldiğini gördüm. Kalpten gelen bir
istekle beni evine davet etti, sanki uzun bir za-
man geçtikten sonra tekrar gördüğü öz oğluy-
muşum gibi baktı bana ve yanıma oturdu, bana
hayatım, geleceğim ve eğitimimle alakalı bir-
çok soru sordu. İstekli ve coşkun bir ses tonuyla

66
KIRIK KANATLAR

yanıtladım bütün sorularını; çünkü kulaklarımda


utku ezgileri yankılanıyordu, umut dolu rüya-
ların dingin denizinde ilerliyordum. İşte tam o
esnada, ipekten yapılmış, beyaz, uzun bir elbise
giymiş genç ve güzel bir kadın, kapının kadife
perdeleri arasında belirdi ve bana doğru yürü-
meye başladı. Faris Efendiyle birlikte oturduğu-
muz yerden ayağa kalktık.
“Bu, benim kızım Selma.” dedi yaşlı adam.
Sonra da beni ona, “Kader, değerli eski dostumu
oğlunun şahsında bana geri getirdi.” diyerek ta-
nıştırdı. Selma evlerine bir misafir gelmesinden
şüphelenmişçesine bir bakış attı bana. Eline do-
kunduğumda beyaz bir zambağa dokunuyormuş
gibi hissettim kendimi… İşte o an yüreğimde ta-
rifi imkânsız bir acı hissettim.
Selma, odaya beraberinde, sessiz bir saygıya
layık cennetlik bir ruh getirmişçesine, hepimiz
sessizce oturduk. Selma sükûnetten rahatsız ol-
muş gibi bana gülümsedi ve şöyle dedi: “Hayatı-
nın baharında babanızla birlikte geçirdiği hatır-
ları anlatmak babamın en mutlu olduğu anlardır.
Eğer sizin babanızda aynı şeylerden hoşnutluk
duyuyorsa bu ilk karşılaşmamız değil demektir.”
Kızının söyledikleri Faris Efendi’yi mutlu etti
ve “Çok hassastır benim kızım ve her şeyi kalp
gözüyle görür.” dedi.

67
HALİL CİBRAN

Sonrasında sanki bende, kendisini hatırların


kanatlarında geçmiş günlere götüren büyülü bir
taraf hissetmişçesine büyük bir özen ve neza-
ketle konuşmasını sürdürdü.
Kendi yaşlılığımda nasıl bir insan olacağımı
düşündüğüm sırada, bana fırtınaların gücüne
ve güneşin kavurucu ışınlarına dayanan, sabah
esintisi önünde titreyen küçük bir fidana gölge-
sini düşüren yaşlı, mağrur bir ağaç gibi gözüktü.
Ancak Selma sükûnetini korudu. Ara sıra,
yaşam oyununun ilk ve son perdelerini okumak
istermişçesine, önce bana sonra babasına göz
atıyordu. Gün bahçeden hızla geçmişti ve pen-
cereden Lübnan dağları üstünde günbatımının
hayaletimsi sarı öpücüğünü görebiliyordum. Fa-
ris Efendi deneyimlerinden bahsetmeyi sürdürü-
yordu, ben de hayranlıkla onu dinleyip kederini
mutluluğa döndüren bir coşkuyla karşılık verdim.
Pencerenin önünde oturan Selma dışarıyı iz-
liyordu, her ne kadar zarafetin, dilin ve dudakla-
rın sesinden daha etkili kendi ilahi dili varsa da,
konuşmuyordu. İlahi dil herhangi bir devre ait
değildir, tüm insanlık tarihinde ortaktır, şarkı
söyleyen dereleri derinlerine çekip sessizliğe sü-
rükleyen dingin bir göldür.
Yalnızca ruhlarımız idrak edebilir zarafeti ve
onunla yaşayıp gelişebilir. Kafalarımızı kurcalar;

68
KIRIK KANATLAR

sözcüklerle tarif edemeyiz; o gözlerimizin göre-


mediği, hem bakan kişinin hem de bakılan ki-
şinin derinliklerinden çıkıp bir çiçeğe renk ve
ıtır veren hayat gibi mukaddes ruhların en mu-
kaddesinden yayılan ve bedeni nurla kaplayan
bir ışıktır o.
Gerçek zarafet; bir kadınla, bir erkeğin ruh-
ları arasındaki ahenkten ortaya çıkan aşktır.
Benim ruhum ve Selma’nınki tanıştığımız o
gün birbirlerine doğru mu çekilmişlerdi yoksa
içimdeki bu hasret mi benim onu dünyanın en
güzel kadınıymışçasına görmeme neden olmuştu?
Yoksa aslında hiç var olmayan bir şeyden hoş-
lanmama sebep olan gençlik şarabından mı ze-
hirlenmiştim?
Ya da gençliğim gözlerimi kör etmiş ve gözle-
rinde parlaklık, dudaklarında tatlılık, biçiminde
zarafet hayal etmeme mi neden olmuştu? Yoksa
parlaklığı, tatlılığı ve zarafeti gözlerimi açıp aşkın
mutluluğunu ve hüznünü görmemi mi sağlamıştı?
Bu soruları cevaplamak zor, ama şunu tüm
samimiyetimle söyleyebilirim ki, tam o anda yü-
reğimde, daha önce hiç tatmadığım bir duyguyu,
dünya yaratıldığında suyun üstünde dolanan ruh
gibi dingin dinlenen bir sevgiyi hissettim ve bu
sevgiden sevincim ve hüznüm meydana geldi.

69
HALİL CİBRAN

Tanıştığımızda hissettiğim bunlardı Selma’ya


karşı, böylece cennetin arzusu beni gençliğimin
ve bir başınalığımın tutsaklığından çekip aldı ve
aşkın tören alayına kattı.
Dünyadaki tek özgürlük aşktır, çünkü ruhu o
kadar yüceltir ki, insanlığın kanunları da, doğa-
nın harikaları da artık onun gidişini değiştiremez.
Evden ayrılmak için ayağa kalktım sırada Fa-
ris Efendi yanıma yaklaştı ve “Bu evin yolunu öğ-
rendin artık, bundan sonra sık sık buraya gelmeni
ve kendini babanın evine geliyormuşçasına his-
setmeni umut ediyorum. Beni bir baba, Selma’yı
bir kız kardeş olarak kabul et.” dedi. Bunları söy-
lediği sırada onaylanmayı bekler bir tavırla Sel-
ma’ya doğru döndü. Sonrasında Selma olumlu
anlamda başını salladı ve bana, eski bir arka-
daşına yeniden kavuşmuşçasına bir bakış attı.
Faris Karami tarafından söylenen bu sözler
kızıyla beni aşkın mihrabında yan yana getir-
mişti. Bu sözler coşkuyla başlayıp kederle biten
göksel bir şarkıydı; ruhlarımızı ışığın diyarına
ve yakıcı alevlere yükseltmişti, ruhlarımız mut-
luluğu ve kederi içtiğimiz birer kadehti.
Faris Efendi beni bahçeye kadar geçirmek
için geldiği sırada yüreğim susuzluktan ölmek
üzere olan bir adamın dudaklarının titremesi
gibi atıyordu.

70
KIRIK KANATLAR

BEYAZ MEŞALE

Nisan ayının sonralarına yaklaştığımız bir ba-


har günü Faris Efendi’nin evine ziyarete gittim
ve zarafetini izleyip, zekâsıyla kendimden geçip,
hüznünün sükûnetine kulak vererek o güzel bah-
çede Selma ile buluşmaya devam ettim. Sanki gö-
rünmez bir elin varlığını hissediyordum, beni ona
doğru sürükleyen.
Yapmış olduğum her ziyarette, Selma, sayfa-
larını idrak edebileceğim, tanrısal ezgilerini oku-
yabileceğim, ama okumayı asla bitiremeyeceğim
bir kitap halini alıncaya kadar, güzelliğine yeni bir
anlam katıyor, bana tatlı ruhunun yeni bir yönünü
gösteriyordu. Takdir-i İlahi’nin ruh ve vücut güzel-
liğini bir arada verdiği bir kadın gerçektir, sadece
aşkla anlayabileceğimiz ve sadece erdemle doku-
nabileceğimiz şekilde, aynı zamanda hem açık,
hem gizlidir; böyle bir kadını açıklamaya kalkış-
tığımızda buhar olur, kaybolur gider.
Selma Karami, beden ve ruh güzelliğine sa-
hipti, ama onu hiç tanımamış birine nasıl anla-
tabilirim ki? Bir ölü, bülbülün şakımasını, gülün

71
HALİL CİBRAN

ıtırını, nehrin çağlayışını hatırlayabilir mi? Çelik-


ten zincirlerle bağlı bir mahkûm sabah esintisini
izleyebilir mi? Sessizlik ölümden daha yakıcı de-
ğil mi? Onu parlak renklerle tam olarak çizeme-
diğimden gururum Selma’yı yalın sözlerle anlat-
mama engel mi oluyor? Çöldeki aç adam göklerden
kudret helvasıyla bıldırcın yağmadı diye kuru ek-
meği geri çevirmez.
Selma, ipekten yapılmış beyaz giysisiyle, pen-
cereden içeri sızan ay ışığına benziyordu. Ahenkli
ve güzel bir şekilde yürürdü. Ses tonu az ama et-
kileyiciydi; kelimeler dudaklarından, rüzgârla bir-
likte çiçeklerin yapraklarından dökülen çiy tane-
leri gibi çıkardı.
Peki ya Selma’nın yüzüne ne demeli! İçindeki
hüzünle birlikte tinsel coşkunluk ifadesini yansıtan
yüzünü tanımlamaya hiçbir sözcük yeterli gelmez.
Selma’nın yüz güzelliği sıradan değildi; bir res-
samın fırçasıyla ya da heykeltıraşın keskisiyle öl-
çülüp çizilemeyecek, kopyalanamayacak bir va-
hiy hayaline benziyordu. Selma’nın zarafeti altın
sarısı saçlarda değil, onu ruhunu saran güzel ah-
lakında ve saflıkta; iri gözlerinde değil, onlardan
yayılan nurda; kızıl dudaklarında değil, sözlerinin
tatlılığında; mermer boynunda değil, başının ha-
fifçe öne eğilmesindeydi. Kusursuz görünüşünde
de değildi, ama yerle gök arasında beyaz bir me-
şale gibi yanan ruhunun asaletindeydi. Zarafeti

72
KIRIK KANATLAR

Tanrı’nın şiirsel bir hediye sunması gibiydi. Ama


şairler kederli insanlardır, çünkü ruhları ne ka-
dar yükselirse yükselsin gözyaşlarından bir zarf
içinde kapalı kalırlar.
Selma, çok konuşmaktan pek hoşlanmaz ve
derin düşüncelere salardı ruhunu; sükûneti in-
sanı rüyalar âlemine sürükleyen, kendi yüreğinin
ahenkli ezgilerini dinleten, önünde durup gözle-
rinin içine bakan düşünce ve duygularının haya-
letlerini görür hale getiren bir ilahiyi andırıyordu.
Çiçek açan bir ağacı şafağın sisinde görmek ne
kadar güzelse, Selma’yı da giymiş olduğu keder
pelerinin ardından görmek güzeldi.
Hüzün onun ruhuyla benimkini, sanki ikimiz
de diğerinin yüzünde yüreğin hissettiklerini gör-
müş ve gizli bir sesin yankılarını işitmiş gibi birbi-
rine bağlanmıştı. Tanrı iki vücudu tek hale getir-
mişti, ayrılık artık acıdan başka bir şey getirmezdi.
Aynı duyguyu paylaşan kederli ruhlar birbir-
leriyle karşılaştıklarında huzur bulurlar. Kendi
vatanından uzakta olan bir yabancının başka bir
yabancıyla karşılaştığında sevinçten el çırpış-
ları gibi, şefkatle bir araya gelirler. Üzüntüyle bir
araya gelen eller mutluluğun zaferiyle coşkun bir
sel gibi akarlar birbirlerinin yüreğine. Aşk; eğer
gözyaşlarıyla yıkanmışsa, saflığını ve zarafetini
sonsuza kadar koruyacaktır.

73
HALİL CİBRAN

FIRTINA

Günün birinde Faris Efendi akşam yemeğine katıl-


mam için beni evine davet etti. Büyük bir sevinçle
kabul ettim, ruhum Tanrı’nın Selma’nın ellerine
teslim ettiği o kutsal ekmeğe, ne kadar fazla yer-
sek yüreğimizin ona karşı daha fazla açlık du-
yacağı o ruhsal ekmeğe açtı. Kais’in, Dante’nin,
Sappho’nun tattığı ve yüreklerini tutuşturan da
bu ekmekti; Tanrıça’nın öpüşlerin tatlılığından
ve gözyaşlarının acılığından yoğurduğu ekmek.
Faris Efendi’nin evine vardığımda Selma’yı ba-
şını bir ağaca yaslamış, bir bankın üstünde otu-
rur buldum, ipekten yapılmış beyaz elbisesi içinde
bir gelin veya bu evin bekçisi gibi görünüyordu.
Sessizce yaklaştım ve saygıyla yanına otur-
dum. Konuşamadım; bu nedenle kalbin tek dili
olan sükûnete sığındım ancak Selma’nın kelime-
lerle ifade edemediğim davetimi yüreğiyle duya-
bildiğini ve gözlerimden ruhumun hayaletini iz-
lediğini hissettim.

74
KIRIK KANATLAR

Kısa bir süre sonra yaşlı adam evden çıkıp


yanımıza geldi ve beni her zaman ki gibi şef-
katle selamladı. Elini uzattığında sanki Selma’yla
aramdaki bağı kutsar gibiydi. Daha sonra, “Gelin
çocuklarım, yemekler hazır.” dedi. Ayağa kalktık
ve yaşlı adamın peşinden eve doğru yürüdük, ba-
basının ikimizi “çocuklarım” diyerek çağırması
Selma’nın gözlerinin parlamasına neden olmuş,
beslediği sevgiye sevgi katmıştı.
Masanın başında, yemekleri büyük bir zevkle
bitirdikten sonra yıllanmış şaraplarımızdan yu-
dumluyorduk, ancak ruhlarımız bu masadan çok
daha uzak yerlerdeydi. Geleceği ve geleceğin bi-
zim için hazırladığı zorlukları düşünüyorduk.
Sevgilerinde birleşmiş ama düşüncelerinde
ayrı üç insandık biz; çok hisli, ancak bilgisi az
üç masum insan; kızına büyük bir sevgiyle bağlı
olan ve onun mutluluğu için elinden gelen her
şeyi yapmaya hazır yaşlı bir adam, gelecekle il-
gili düşüncelerinde kaygılar taşıyan genç bir ka-
dın ve hayaller kurup telaşlanan, hayatın ne kö-
tülüğünden, ne iyiliğinden tadabilmiş, aşkın ve
bilginin zirvesine ulaşmaya çalışan ancak bunu
henüz başaramayan genç bir adam arasında tu-
haf ama şirin bir oyun yaşanıyordu adeta. Nere-
deyse akşam çökmüştü artık ancak biz yiyip iç-
meye devam ediyorduk bu cennetin gözleriyle

75
HALİL CİBRAN

koruduğu evde, ancak kadehlerimizin dibinde


üzüntü ve kederin tortularını vardı.
Yemeği bitirdiğimiz sırada hizmetçilerden
biri kapıda Faris Efendi’yi görmek isteyen bir
adam olduğunu söyledi. “Kimmiş o?” diye sordu
yaşlı adam. “Piskoposun habercisiymiş.” diye ce-
vapladı hizmetçi. Kısa bir sessizlik anında, Faris
Efendi cennetin kapılarına dayanarak onun gi-
zemlerini çözmek isteyen bir ermişçesine döndü
ve kızına bir bakış attı. Sonra hizmetçiye, “Bu-
yursun gelsin.” dedi.
Hizmetçinin odadan çıktıktan sonra, şarki
bir resmi kıyafet taşıyan, ucu kıvrık gür bıyık-
lara sahip bir adam içeri girip yaşlı adamı say-
gıyla selamladı ve “Aziz piskopos özel arabasıyla
beni size gönderdi, sizinle önemli bir konu hak-
kında görüşmek istiyor.” dedi. Faris Efendi’nin
yüzü düştü ve yüzündeki tebessüm kayboldu.
Derin düşüncelerle dolu bir andan sonra yanıma
gelip dostça bir sesle, “Geri döndüğümde sizi bu-
rada bulabilmeyi umut ediyorum, bu ıssız evde
Selma’yla birlikte kalmanız kendisini de mutlu
edecektir.” dedi.
Bunları söylediği vakit yavaşça Selma’ya dö-
nerek, söylediklerinin onaylanmasını istermiş-
çesine tebessüm etti. Selma usulca başını sal-
ladı, ama yanakları kızarmıştı, lirin tınısından

76
KIRIK KANATLAR

daha tatlı bir sesle, “Misafirimizi rahat ettirmek


için elimden geleni yapacağım, babacığım.” dedi.
Selma babasını yolcu etmek üzere kapıya ka-
dar eşlik etti ve babasıyla birlikte piskoposun
habercisinin bindiği arabayı gözden kaybolana
kadar arkalarından izledi. Daha sonra içeri ge-
lerek tam karşımdaki yeşil ipek kumaşla kap-
lanmış bir divana oturdu. Şafak esintisiyle yeşil
çimenden bir halıya eğilmiş beyaz bir zambak
gibi görünüyordu. Gece vakti, ağaçlarla çevrili,
sessizliğin, aşkın, güzelliğin ve erdemin birlikte
oturduğu güzel evinde Selma ile yalnız kalmam
Tanrı’nın arzusu olmalıydı.
Her ikimizde diğerinin konuşmasını umut
ederek sükûnetimizi koruyorduk, fakat bu iki
ruh anlaşabilmesi için konuşmaya ihtiyaç duy-
muyordu. Gönülleri bir araya getiren şey sadece
dudaklardan ve dilden dökülen kelimeler değildir.
Yüreğin söyledikleri dilin söylediklerinden
daha ulu ve daha saftır. Sükûnet ruhlarımızı nur
ile doldurur, gönüllerimize fısıldayıp bir araya
getirir. Sükûnet ruhu bedenden alır, ruhlar âle-
mine uçurur ve Tanrı’ya yaklaştırır; bedenleri-
mizin birer zindandan başka bir şey olmadığını
ve bu dünyanın aslında bir sürgün yeri olduğu-
nun farkına varmamızı sağlar.

77
HALİL CİBRAN

Selma bana baktı, gözleri yüreğinin gizem-


lerini açığa vurdu. Sonra sessizce, “Hadi bah-
çeye çıkıp ağaçların altında oturalım, dağların
ardından ayın doğuşunu seyredelim.” dedi. Söz
dinler bir şekilde yerimden kalktım, ama bir an
duraksadım.
“Ay tamamen yükselip bahçeyi aydınlatana
kadar burada kalsak daha iyi yapmış olmaz mı-
yız?” diye sordum. Ve “Gecenin karanlığı yal-
nızca ağaçların ve çiçeklerin üzerini örtmüştür.
Hiçbir şey göremeyiz.” diye ekledim.
Söylediklerimin üzerine, “Gecenin karan-
lığı ağaçlarla çiçekleri gözlerimizden gizlese de
kalplerimizdeki aşkı saklayamayacaktır.” dedi.
Tuhaf bir ses tonuyla bu sözlerini söylediği
sırada gözlerini çevirip pencereden dışarı baktı.
Sözlerini düşünüp her hecesinin gerçek anlamını
kavramaya çalışarak sessizliğimi korudum. Daha
söylediklerinden pişman olmuşçasına gözlerinin
büyüsüyle sözcükleri kulaklarımdan silmek is-
termiş gibi bana baktı. Oysa o gözler, söyledik-
lerini unutturmak yerine, zaten sonsuza kadar
belleğime kazınmış olan o tatlı sözleri daha açık
ve daha etkili bir biçimde kalbimin derinlikle-
rinde tekrarladı.
Kâinattaki büyük ve zarafetli olan her şey
tek bir düşünceden ya da duygudan meydana

78
KIRIK KANATLAR

gelmiştir. Günümüzde gördüğümüz ve geçmiş ku-


şakların yaptığı her şey, ortaya çıkmadan önce
bir erkeğin aklında bir düşünce ya da bir kadının
yüreğinde bir dürtüydü. O kadar çok kan dökül-
mesine neden olan ve insanların aklına özgürlük
fikrini sokan devrimler binlerce insanın içinde
yaşamış tek bir insanın düşüncüsünden ortaya
çıkmıştı. Büyük krallıkların yıkılmasına sebep
olan büyük savaşlar bir kişinin aklında ortaya
çıkan bir fikirdi. İnsanlığın gidişini değiştiren
üstün öğretiler, çevresinden dehasıyla ayrılan
bir insanın düşüncesiydi. Tek bir düşünce Pira-
mitleri inşa ettirdi, İslamiyeti kurdu, İskenderiye
kütüphanesinin yanıp kül olmasına neden oldu.
Günün birinde sizi utkuya götürecek ya da
sürgüne gönderecek bir fikir meydana gelecek-
tir birinin düşüncelerinde. Bir kadının gözle-
rindeki tek bakış, sizi dünyadaki erkeklerin en
mutlusu yapacaktır. Bir adamın dudaklarından
çıkacak tek bir söz, sizi servet sahibi ya da yok-
sul kılacaktı.
Selma’nın o gece sarf ettiği o sözler beni, ok-
yanusun ortasında kala kalmış bir gemi gibi, geç-
mişimle geleceğim arasında bir yere demirlemişti.
Söyledikleri beni gençlik uykumdan ve yalnızlı-
ğımdan uyandırmış ve adeta yaşamın ve ölümün
kendi rollerini oynadığı bir sahneye çıkarmıştı.

79
HALİL CİBRAN

Biz bahçeye çıkıp, yasemin ağacının yanın-


daki bir banka sessizce oturup, uyuyan doğa-
nın nefes alış verişlerini dinler ve mavi göğün
gözleri oyunumuza şahitlik ederken, bahçedeki
çiçeklerin eşsiz ıtırları da esen yele karışmıştı.
Sunnin Dağı’nın ardından ay kendini gösterdi
ve kıyının, tepelerin, dağların üstünde parladı;
artık boşlukta belirivermiş hayaletler gibi vadiyi
çevreleyen köyleri görebiliyorduk. Ayın gümüş
ışınlarının vurmasıyla Lübnan’ın tüm zarafeti
gözlerimizin önündeydi artık.
Batılı şairler Lübnan’ı Davut’tan, Süleyman’dan
ve peygamberlerden sonra unutulmuş efsanevi
bir yer, Adem ile Havva’nın kovulmasından sonra
kaybolmuş bir cennet bahçesi olarak düşünür.
Bu Batılı şairlere göre, “Lübnan” sözcüğü etek-
leri Kutsal Sedirlerin kokusuyla tütsülenmiş bir
dağla ilgili şiirsel bir ifadedir. Onlara vahşi, ele
geçirilemez bir edayla yükselen bakır ve mer-
mer tapınakları, vadilerinde otlayan geyik sürü-
lerini hatırlatır. O gece Lübnan’ı bir şairin gözün-
den, yarı düş yarı gerçek bir şekilde seyrettim.
Bir şeyin görüntüsü, duygular doğrultusunda
değişir; böylece bizi nesnelerin içlerindeki zara-
feti ve büyüyü görebiliriz; işte o anda bu sihir
ve zarafet aslında bizim kendi içimizdekilerdir.

80
KIRIK KANATLAR

Ay ışıklarını Selma’nın yüzüne, boynuna, kol-


larına düşürdükçe İştar’ın, zarafet ve aşk tanrı-
çasının, tapınanlarından birinin elleri tarafından
biçimlendirilmiş fildişinden yapılmış bir heykel
gibi görünüyordu. Bana bakarken, “Bu kadar ses-
siz olmanın nedeni ne? Neden bana geçmişte ya-
şadıklarından bahsetmiyorsun?” diye sordu. Ona
bakarken sükûnetimi yitirdim, dudaklarımı açıp,
“Bahçeye geldiğimizde sana söylediklerimi duy-
madın mı?” diye sordum. “Sükûnetin ezgilerini
ve çiçeklerin fısıltılarını işitebilen ruh, ruhumun
ve yüreğimin derinliklerinden yapmış olduğu
haykırışını da duyabilir.” diyerek devam etim.
Utanır bir şekilde elleriyle yüzünü kapattı ve
titreyen bir sesle, “Evet, haykırışlarını duydum,
gecenin bağrından gelen bir feryadı ve günün yü-
reğinde yakınan bir yakarışı duydum.”
Tüm geçmiş yaşantımı, bütün varlığımı -Selma
dışında ki her şeyi- aklımdan silip atarak yanıt
verdim, “Ben de seni duydum, Selma. Havada tit-
reşen ve bütün evreni titreten o cana can katan
ezgiyi duydum.”
Söylediklerimi duyunca gözlerini kapattı, du-
daklarında hüzünle karışık bir mutluluk tebes-
sümü gördüm. Sessizce fısıldadı, “Artık gökler-
den daha yüksek, okyanuslardan daha derin,
yaşamdan, ölümden ve zamandan daha garip bir

81
HALİL CİBRAN

şey olduğunu biliyorum. Şu andan önce bileme-


diğim birçok şeyin artık farkına varabiliyorum.”
İşte o anda Selma bir arkadaştan daha kıy-
metli, bir kız kardeşten daha sıcak, bir sevgili-
den daha sevgili hale geldi. Olağanüstü bir fikir,
mucizevî bir rüya, ruhumda yaşayan etkileyici
bir duyguya büründü.
Aşkın uzun süren arkadaşlıktan ve sabırla
icra edilen kurlardan sonra yaşanacağı fikri
doğru değildir. Aşk ruhsal bir yakınlaşmanın
mahsulüdür ve o yakınlık bir anda kurulmazsa,
yıllar hatta devirler sonra bile kurulması müm-
kün olamayabilir.
Daha sonra Selma başını kaldırdı ve Sunnin
Dağı’nın gökle birleştiği yerde ufka bakarak,
“Daha dün benim için birlikte yaşadığım ve ba-
bamın himayesi altında usulca yanında oturdu-
ğum bir erkek kardeş gibiydin. Şimdi kardeşçe
sevgiden daha farklı ve daha hoş şeyler, yüreğimi
hem keder, hem sevinçle dolduran daha önce tat-
madığım bir sevgi ve korku karışımı bir duygu
hissediyorum.”
Şöyle yanıtladım, “Ürktüğümüz ve kalbimizde
hissettiğimizde bizi sarsan bu duygu, ayın dün-
yanın etrafında dönmesini sağlayan doğanın ka-
nunu gibidir.”

82
KIRIK KANATLAR

Başımın üzerine de ellerini koydu ve parmak-


larıyla saçlarımı okşadı. Yüzü aydınlandı, gözlerin-
den zambak yaprakları üstündeki çiy tanelerine
benzeyen yaşlar süzüldü ve “Bizim hikâyemize
kim inanır ki, şu anda şüphelerimizden arındı-
ğımıza? Bizi ilk defa bir araya getiren ay olan
Nisan’ın bizi hayatın yüceliklerinin en yücesine
ulaştıran ay olduğuna kim inanır?” dedi. Bunları
söylediği sırada eli hala başımdaydı, parmakları
saçlarımda bükülmüş bu güzel, düzgün elin ye-
rine, ne bir krallık tacını ne de bir utku çiçekle-
rinden bir buket isterdim.
Daha sonra karşılık verdim: “İnsanlar hikâ-
yemize inanmayacaktır, çünkü onlar mevsimle-
rin yardımı olmadan gelişip açan tek çiçeğin aşk
olduğunu bilmezler, ama bizi ilk kez bir araya
getiren Nisan mıydı? Yaşamın yüceliklerinin
yüceliğine ulaştıran bu an mıydı? Biz daha doğ-
madan önce ruhlarımızı bir araya getiren Tan-
rı’nın eli, bizi günler ve geceler geçerken birbi-
rimize mahkûm etmedi mi? İnsanın yaşamı ne
ana rahminde başlar, ne de mezarda son bulur;
âşık ve sezgili ruhlar ay ışığıyla ve yıldızlarla be-
zenmiş bu gökyüzünü terk etmezler.”
Saçlarımda ellerini gezindirdiği sırada saç dip-
lerimde gece esintisine karışan elektrikli bir tit-
reşim hissettim. Bir türbenin mihrabını öpmekle

83
HALİL CİBRAN

kutsanan sofu bir inançlı gibi, Selma’nın elini tut-


tum, yanan dudaklarıma götürdüm ve anısı yü-
reğimi eriten, tatlılığı ruhumun bütün erdemle-
rini uyandıran uzun bir öpüş kondurdum.
Yaklaşık bir saati birlikte geçirdik orada, sanki
her dakikası bir aşk yılıydı. Tam o esnada dört-
nala koşan atları ve araba tekerleklerinin gürül-
tülerini duyduğumuz sırada, gecenin sükûneti,
ay ışığı, çiçekler ve ağaçlar bize aşkın dışındaki
tüm hakikatleri unutturmuştu. Mayhoş baygın-
lığımızdan uyanıp düş dünyasından karmaşa ve
keder dünyasına geçtiğimizde yaşlı adamın pis-
koposun yanından dönmüş olduğunu gördük. Ye-
rimizden kalkıp onu karşılamak üzere meyve
bahçesine doğru ilerledik.
Araba bahçe girişine vardığında Faris Efendi
indi ve omuzlarında ağır bir yük taşıyormuşça-
sına hafifçe öne eğilerek yavaşça bize doğru yü-
rüdü. Selma’ya yaklaştı, ellerini omuzlarına ko-
yup ona baktı. Gözlerinden yanaklarına yaşlar
süzülüyordu ve dudakları hüzünlü bir tebessümle
titriyor haldeydi. Boğuk bir sesle, “Sevgili kızım
Selma, kısa bir süre sonra babanın kollarından
ayrılıp başka bir adamın kollarına gideceksin.
Pek yakında kader seni bu ıssız evden alıp dün-
yanın en büyük sarayına götürecek, bu bahçe
senin adımlarına hasret kalacak, baban sana bir

84
KIRIK KANATLAR

yabancı gibi olacak. Söyleyeceklerim işte bu ka-


dar, Tanrı seninle olsun kızım.” dedi.
Babasının söylediklerini duyan Selma’nın
yüzü ecel vaktinin geldiğini hissetmişçesine bu-
lutlandı, gözleri donup kaldı. Daha sonra vuru-
lan bir kuş gibi acı içinde titreyerek bir çığlık attı
ve boğulurcasına bir sesle, “Ne demek diyorsun?
Bu söylediklerinin anlamı nedir? Nereye gönde-
riyorsun beni?” diye sordu.
Sonrasında gizlediği bir sırrı anlamak ister-
cesine yüzüne baktı babasının. Kısa bir sessiz-
liğin ardından, “Anlıyorum. Her şeyi anlıyorum.
Piskopos senden beni istedi ve bu kırık kanatlı
kuş için büyük bir kafes hazırladı. İstediğin bu
mu, baba?” dedi.
Faris Efendi kızına verdiği cevap derin bir iç
çekişin dışında bir şey değildi. Babası Selma’yı
şefkatle eve götürdüğü sırada ben, sonbahar
yapraklarını sağa sola savuran bir rüzgâr gibi
bana vuran bir şaşkınlık dalgası içinde bahçede
olduğum yerde donup kaldım. Kendime geldik-
ten sonra bende arkalarından oturma odasına
gittim, sıkıntılı durumlarını daha da sıkıntılı
hale getirmemek adına yaşlı adamın elini sık-
tım. Selma’ya, benim güzel yıldızıma baktım ve
evden ayrıldım.

85
HALİL CİBRAN

Evden bahçe kapısına yaklaştığım sırada Fa-


ris Efendi’nin bana seslendiğini duydum ve dö-
nüp yanıma gelmesini bekledim. Mahcup bir ifa-
deyle elimi sıktı ve şöyle dedi: “Beni affet, oğlum.
Bu güzel akşamı gözyaşlarım berbat etti; ama
senden rica ediyorum evim ıssız, ben yalnız ve
ümitsiz kaldığımda beni görmeye yine gel. Nasıl
ki, geceyle sabah bir araya gelemezse, gençlik de
yaşlılıkla birleşemez, sevgili çocuğum; ama sen
beni ziyarete gelecek, bana babanla geçirdiğimiz
gençlik günlerinin hatıralarını ve artık beni oğul-
larından biri olarak kabul etmeyen yaşamın ha-
berlerini getireceksin. Selma buradan ayrıldığı
ve bu ıssız evde yalnız bıraktığında beni ziyaret
etmeyecek misin?”
Faris Karami Efendi, hüzün dolu bu sözleri
söyler ve ben sessizce elini sıkarken, gözlerin-
den elime sıcak yaşlar döküldüğünü hissettim.
Acıyla ve bir elvedaya yakışır samimiyetle sık-
tım elini, yüreğimin kederle boğulur gibi oldu-
ğunu hissettim. Kafamı kaldırıp gözlerindeki
yaşları gördüğüm sırada bana doğru eğildi ve
alnıma ıslak bir buse kondurdu. “Güle güle, ço-
cuğum, güle güle.” dedi.
Bir gencinkinden daha güçlüdür yaşlı bir ada-
mın gözyaşları; çünkü onlar güçsüz bir beden-
deki yaşamdan kalan kalıntılardır. Bir gencin

86
KIRIK KANATLAR

gözyaşları bir gül yaprağının üstündeki çiy dam-


laları gibiyken, yaşlı bir adamın gözyaşları kı-
şın gelmesine yakın rüzgârla dökülen sarı yap-
raklar gibidir.
Faris Karami Efendi’nin evinden ayrılırken
Selma’nın sesi hala kulaklarımda çınlıyor, hayali
bir melek gibi beni izliyor, babasının gözyaşları
yavaşça elimde kuruyordu.
Evden ayrılışım Adem’in cennetten kovulması
gibiydi, ama gönlümün bütün kainatı cennete çe-
virecek olan Havva’sı yanımda değildi. Dünyaya
tekrar geldiğim o gece ensemde ölümün nefesini
ilk kez hissettim.
Güneş bir yandan iliklerimi ısıtırken diğer
yandan bedenimi kavurmaya başlamıştı.

87
HALİL CİBRAN

ALEV GÖLÜ

Gecenin zifiri karanlığında gizlilikle yapılan bü-


tün her şey gün ışığıyla birlikte ortaya çıkacak-
tır. Büyük bir sırmışçasına fısıldadığı özel söz-
ler hiç umulmadık bir şekilde genel konuşmalara
dönecektir. Yarın her tarafta açıklanan sözler as-
lında bugün odamızın en ücra köşelerinde söy-
lediğimiz şeyler olacaktır.
Piskopos Bulos Galib’in Faris Karami Efen-
di’yle buluşmasının amacı da kötü huylu hayalet-
ler tarafından şehrin dört bir yanında işte böyle
açıklandı ve dedikodular kulaklarıma ulaşana
kadar her yerde yeniden tekrar edildi.
Buluştukları gece Piskopos Bulos Galib ile
Faris Efendi arasında geçen konuşma fakirlerin,
dul kalmış insanların ya da yetimlerin sorunla-
rıyla alakalı değildi. Piskopos’un özel arabasını
gönderip Faris Efendi’yi evine getirtmesinin asıl
amacı Selma’yı yeğeni Mansur Galib Bey’le ni-
şanlamaktı.

88
KIRIK KANATLAR

Zengin Faris Efendi’nin tek çocuğu Selma’ydı.


Piskopos’un Selma’yı yeğenine istemesinin ne-
deni sadece zarafeti ve asil ruhu değil, Mansur
Bey için iyi ve başarılı bir geleceği garantileyip
önemli biri haline gelmesini sağlayacak olan Fa-
ris Efendi’nin servetiydi.
Doğu’daki dini liderler cömertliklerini kendi
varlıklarından vererek göstermezler, tüm uğ-
raşları akrabalarını ve dostlarını güçlü insan-
lar haline getirmek ve onlara baskıcı bir kimlik
kazandırmak içindir. Bir hükümdarın onuru sa-
dece en büyük oğluna miras kalır, oysa dini bir
liderin yüceliği kardeşlerine ve yeğenlerine de
ulaşır. Bu yüzden Hıristiyanların piskoposları,
Müslümanların imamları ve Brahmanların ra-
hipleri avını bir sürü dokunacıyla yakalayıp bir
sürü ağzıyla kanını emen deniz canavarı gibidir.
Piskopos, yeğeniyle evlendirmek için Selma’yı
istediğinde Faris Efendi’den aldığı tek cevap derin
bir sükûnet ve gözlerinden süzülen yaşlar oldu,
çünkü Faris Efendi tek çocuğunu kaybetmek is-
temiyordu. Genç kızlığına kadar yetiştirdiği tek
kızından ayrılmak her erkeğin ruhunun hüzün
kaplamasına sebep olur.
Erkek evlatların düşünündeki anne ve ba-
banın duyduğu mutluluk, kız evlatların düğü-
nünde hissedilen hüzünle aynıdır; çünkü erkek

89
HALİL CİBRAN

evlat aileye yeni bir üye kazandırırken kız ev-


lenmekle aileden kopar.
Faris Efendi Piskopos’un isteğine arzu et-
mese de olumlu cevap vermek zorunda kaldı,
Piskopos’un yeğenini iyi tanıyordu, tehlikeli,
nefret dolu, kötü ve erdem yoksunu biri oldu-
ğunu biliyordu.
Piskopos’un isteğini yerine getirmeyen hiç
kimse Lübnan’da rahat yaşamı aynı şekilde sür-
düremezdi. Hiç kimse dini liderine itaatsizlik et-
tikten sonra itibarını koruyamazdı. Göz delinme-
den kargıya karşı koyamaz, el kesilmeden kılıcı
yakalayamaz.
Faris Efendi’nin Piskopos’un isteğine olum-
suz cevap verişini düşünsenize; o zaman Sel-
ma’nın tüm itibarı yok olur, adı kirli ağızlarda
dilden dile dolaşırdı. Kedi için ulaşamadığı ci-
ğer mundardır.
Selma için kader işte böyle ördü ağlarını ve
onu da aşağılık bir köle gibi, doğunun zavallı ka-
dınlarının arasına sürükledi; o asil ruh çiçek ko-
kularıyla ıtırlı bir gökte aşkın beyaz kanatlarıyla
özgürce uçtuktan sonra tuzağa işte böyle düştü.
Ailenin zengin oluşu bazı ülkelerdeki çocuklar
için adeta bir hüzün kaynağı haline gelir. Ana-ba-
banın, servetlerinin güvenliği için kullandıkları
büyük kasa, çocuklarının ruhlarını boğar, karanlık

90
KIRIK KANATLAR

bir zindan halini alır. İnsanların adeta tapın-


dığı Kutsal Dinar, ruhları cezalandıran ve kalp-
leri kara duygularla dolduran bir şeytan haline
döner. Selma ailesinin sahip olduğu zenginliğin
ve damat adayının hırsına kurban olan masum
genç kızlardan biriydi. Faris Efendi eğer böyle
zengin bir insan olmamış olsaydı kızı Selma şu
an mutlu bir hayat sürüyor olurdu.
Aradan bir hafta geçti. Selma’nın aşkı tek
neşemdi, geceleri benim için mutluluk şarkıları
söylüyor, hayatın manasını ve doğanın gizemle-
rini açıklamak için şafak vakti uyandırıyordu.
Kıskançlıktan uzak, zengin ve asla ruha zarar
vermeyen ilahi bir aşktı o. İşte bu, ruhu mutlu-
luk sihriyle temizleyen derin bir aşk; öylesine
derin sevgiye açlıktı ki, doyurulduğunda ruhu
cömertçe dolduran bir sevgiye duyulan açlıktı;
ruhu sıkıntıya sokmadan umutlandıran, dün-
yayı cennete, yaşamı tatlı ve güzel bir düşe çe-
viren bir duyarlılıktı. Sabahları kırlarda yürür-
ken doğanın uyanışında sonsuzluğun şarkısını
söyleyen dalgaları işitirdim. Sokaklarda yürü-
düğümde gelip geçenlerin görüntüsünde ve ça-
lışanların hareketlerinde yaşamın güzelliğini ve
insanlığın görkemine şahit olurdum.
O günler, güzel bir hayal gibi geldi ve geçti.
Bulutlar gibi yok oldu ve kısa bir zaman geçtikten

91
HALİL CİBRAN

sonra bana acılarla yüklü hatıralar dışında hiç-


bir şey kalmadı. Bana baharın güzelliğini ve do-
ğanın uyanışını seyrettiğim gözlerim, fırtına-
nın öfkesinden ve kışın sefaletinden başka bir
şey göremez oldu. Daha önce sevinçli bir şekilde
dalgaların ezgilerini dinleyen kulaklarım artık
sadece rüzgârın ulumasını ve denizin uçurum-
lara nefretini duyabilir hale geldi. Hayal kırık-
lığı ve başarısızlık insanlığın yorulmak bilmez
gücünü ve evrenin şanını gözleyen ruha eziyet
etmeye başladı. Hayatımda başıma gelen hiç-
bir şey o aşk dolu günlerden daha güzel ve hiç-
bir şey o ürpertici acı ve elem dolu o gecelerden
daha fazla can yakıcı değildi.
İçimden gelen sese daha fazla karşı koyama-
dığım bir hafta sonu bir kez daha Selma’nın evine
-güzelliğin inşa edip aşkın kutsandığı, içinde ru-
hun tapınıp yüreğin alçakgönüllülükle diz çöke-
rek dua ettiği o mabede- gittim. Bahçeye girdiğim
zaman beni bu dünyadan uzaklaştırıp uğraşılar-
dan ve zorluklardan uzak doğaüstü bir gezegene
çeken bir güç hissettim. Adeta cennetten vahiy
gelmiş bir ermişçesine kendimi ağaçlar ve çiçek-
ler arasında buldum, evin kapısına yaklaşırken
Selma’yı geçen hafta Takdir-i İlahi’nin mutlulu-
ğun ve kederin başlangıcı olarak seçtiği o gece

92
KIRIK KANATLAR

ikimizin birlikte oturduğu yasemin ağacının göl-


gesindeki o bankta oturur halde buldum.
Selma’ya yaklaştığım esnada ne hareket etti
ne de herhangi bir şey söyledi. Yanına yaklaştı-
ğımı sezgisiyle biliyor gibiydi, yanına oturdu-
ğumda bir an bana baktı ve derin derin iç çekti,
sonra başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Ve büyülü
bir sessizlikle kaplanan kısa bir süre geçtikten
sonra tekrar bana döndü, titreyerek elimi tutup
güçsüz bir sesle, “Arkadaşım, bak bana; yüzüme
bak ve öğrenmek istediğin ama benim söyleye-
meyeceğim şeyleri oku! Bana bak, sevdiğim…
Bana bak, kardeşim.” dedi.
Gözlerimi ona çevirdim ve dikkatle baktım
ve birkaç gün önce bir çift dudak gibi gülümse-
yen ve bir bülbülün kanatları gibi hareket eden
o gözlerin artık içe battığını ve keder ve acıyla
yoğrulduğunu gördüm. Güneşin öptüğü açılmış
leylak yapraklarına benzeyen yüzü solmuştu, he-
men hemen renksizdi. Tatlı dudakları, sonbaha-
rın gelişiyle köklerinden ayrılan solmuş güller
gibiydi. Fildişinden bir sütun olan boynu başın-
daki keder yükünü artık taşıyamıyormuşçasına
öne eğilmişti.
Yüzüne baktığımda Selma’da gördüğüm tüm
bu değişimler bana ayın yüzünü örten ve onu
daha da güzel gösteren bir bulut gibi göründü.

93
HALİL CİBRAN

İçerideki gerilimi açığa vuran bir bakış, ne kadar


acı ve keder anlatırsa anlatsın, yüze daha bir gü-
zellik katar; oysa gizli sırlarını açığa vurmayan
sessiz bir yüz görünüşü ne kadar orantılı olursa
olsun güzel değildir. Saydam kristalden şarabın
rengi görülmedikçe kadeh dudaklarımızı baş-
tan çıkartamaz.
Selma o gece hayatın acı ve tatlı taraflarını
içerisinde barındıran ilahi şarapla dolu bir kadehe
benziyordu. Farkında olmadan, boynunu kocası-
nın ağır boyunduruğu altına sokana kadar aile-
sinden asla ayrılmayan, kocasının annesinin ka-
balığına tahammül edecek bir köle haline gelene
dek annesinin şefkatli kollarından asla uzaklaş-
mayan doğu kadınını temsil ediyordu.
Dünyanın gözden kaybolduğuna ve zamanın
durduğuna şahit olana kadar Selma’ya bakmaya,
hüzünlü ruhunu dinlemeye ve onunla birlikte acı
çekmeye devam ettim. Sadece onun sabit bir şe-
kilde bana bakan iri gözlerini görebiliyor ve sa-
dece elimin içinde titreyen soğuk elini hissede-
biliyordum.
Bu karmaşık ruh halimden Selma’nın, “Sev-
diğim, gel seninle kendi gelmeden önce korkunç
gelecekten bahsedelim.” diyen sesiyle uyan-
dım. “Babam, ölene kadar eşim olarak kalacak
olan adamı görmek için biraz önce evden çıktı.

94
KIRIK KANATLAR

Varlığımın nedeni olarak Tanrı’nın seçtiği babam,


evrendeki hayatımın geri kalanında efendim ol-
ması için uygun gördüğü ya da buna mecbur kal-
dığı adamla buluşacak. Tüm gençliğimi birlikte
geçirdiğim yaşlı adam, ömrümün geriye kalan
senelerinde eşim olacak genç adamla bu kentin
meydanında bir araya gelecek. İki aile bu gece
düğün tarihini belirleyecek! Çok tuhaf ve etki-
leyici bir an! Geçen hafta bu saatte, bu yasemin
ağacının altında Aşk ruhumu hayatımda ilk kez
sararken, kader Piskopos’un konağında yaşam
öykümün ilk sözünü yazıyordu. Şimdi, babam
ve talibim düğün gününü belirlerken, ben, aç bir
yılanın koruduğu pınarın üstünde uçuşan susa-
mış bir kuş gibi etrafımda titreyen ruhunu görü-
yorum. Ah, bu gece ne büyük! Ve ne kadar derin
bir gizeme sahip!”
Bu sözleri duyduğum sırada, sevgimizi daha
bebekliğinde boğmak için yakalamaya çalışan
kara bir umutsuzluğun karanlık hayaletini hisset-
tim. Ve cevap verdim: “O kuş susuzluktan ölene
ya da yılanın eline düşüp avı olana dek o pına-
rın üstünde uçuşmaya devam edecek.”
Bana karşılık olarak şunları söyledi: “Hayır,
sevdiğim, bu bülbül hayatta kalmalı ve gece olana,
bahar geçene, dünyanın sonu gelene kadar şarkı
söylemeye devam etmeli, sonsuza kadar şakımalı.

95
HALİL CİBRAN

Sesi sükûnete dönmemeli, çünkü yüreğime ya-


şam veriyor, kanatları kırılmamalı, çünkü hare-
ketleri yüreğimdeki bulutu yok ediyor.”
Bunun üzerine, “Selma, sevdiğim, susuzlukla
tükenecek ve korkudan ölecek.” diye fısıldadım.
Ardından dudakları titreyerek hemen cevap
verdi: “Ruhun açlığı madde dünyasının şarabın-
dan daha tatlıdır ve korkusu bedenin güvenliğin-
den daha değerlidir. Ama dinle, sevdiğim, iyice
dinle, bugün hakkında hiçbir şey bilmediğim yeni
bir yaşamın kapısında duruyorum. Yolunu his-
leriyle bulup ayakta kalabilen bir kör gibiyim.
Köle pazarına sürüklenmeme babamın zengin-
liği sebep oldu ve bu adam beni satın aldı. Onu
ne tanıyor, ne de seviyorum ama onu sevmeyi
öğreneceğim. Ona itaat ve hizmet edeceğim ve
onu mutlu edeceğim. Güçsüz bir kadının güçlü
bir erkeğe verebileceği her şeyi ona vereceğim.”
“Fakat sen, sevgilim, hala yaşamının baş tacı-
sın. Yaşamın çiçeklerle döşediği geniş yollarında
özgürce yürüyebilirsin. Yüreğini yolunu aydın-
latacak bir meşale yaparak dünyayı dolaşmakta
özgürsün. Düşünebilir, konuşabilir, özgürce dav-
ranabilirsin; yaşama adını kazıyabilirsin, çünkü
erkeksin; bir efendi olarak yaşayabilirsin, çünkü
babanın serveti seni alınıp satılacağın bir köle
pazarına götüremeyecek; kendi arzu ettiğin bir

96
KIRIK KANATLAR

kadınla evlenebilir ve evinde yaşamaya başlama-


dan önce yüreğinin başköşesine oturmasına izin
verebilirsin, ortada herhangi bir mani olmadan
birbirinize karşı sonsuz güven besleyebilirsiniz.
Kısa bir sükûnet havası sardı ortamı, sonra
Selma şöyle devam etti:
“Sen bir erkeğin onurunu elde edebilecek ve
ben bir kadının işlerini yapacakken, bizi şimdi
böyle ayıracak olan bu şey hayat mı? Bütün bun-
lar, vadi bülbülün şarkılarını derinliklerinde boğ-
sun, rüzgâr gülün yapraklarını dağıtsın ve ayak-
lar kadehlerin üstünde tepinsin diye mi? Yasemin
ağacının altında ay ışığında geçirdiğimiz, ruh-
larımızın birleştiği o geceler boşuna mıydı? Ka-
natlarımız yorulana dek hızla yıldızlara uçma-
dık mı, şimdi uçurumlara mı düşeceğiz? Yoksa
aşk bize geldiğinde uyuyordu da, uyandığı za-
man kızıp bizi cezalandırmaya mı karar verdi?
Yoksa ruhlarımız gece esintisini, bizi parçalayıp
toz zerreleri gibi vadinin derinliklerine sürükle-
yerek bir rüzgâra mı dönüştürdü? Ne emirlere
itaatsizlik ettik, ne yasak meyveden yedik, öy-
leyse bizi bu cennetten ayıran ne? Ne entrika çe-
virdik, ne isyan ettik, o halde neden cehenneme
atıldık? Hayır, hayır, birleştiğimiz anlar yüzyıl-
lardan daha yüce, ruhlarımızı aydınlatan nur
karanlıktan daha güçlü; eğer fırtına bu dalgalı

97
HALİL CİBRAN

okyanusta bizi ayırırsa, dalgalar sakin kıyılarda


tekrar birleşecektir; bu yaşam öldürürse ölüm
bir araya getirecektir. Kadının yüreği zamanla
ya da mevsimle değişmez; sonsuza kadar ölse
bile asla yok olmaz. Kadının yüreği savaş yerine
dönen bir kır gibidir; ağaçlar kökünden sökül-
dükten, çimenler yandıktan, taşla kanla kızıla
boyandıktan ve toprağa kemik ve kafatası ekil-
dikten sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi sa-
kinleşir ve sessizlik çöker; çünkü belli aralarla
bahar ve güz gelir ve işlerinin başına geçerler.”
“Peki ya şimdi, sevgilim, ne yapacağız? Nasıl
ayrılacağız ve ne zaman buluşacağız? Aşkı ak-
şam gelip sabah giden yabancı bir misafir olarak
mı sayacağız? Yoksa bu sevgiyi, uykumuzdayken
gelip uyandığımızda bizi bırakan bir düş olarak
mı kabul edeceğiz?”
“Birlikte geçirdiğimiz bu harika haftayı ye-
rini ayıklığa terk eden bir sarhoşluk olarak mı
düşüneceğiz? Başını kaldır da bana bak, sevdi-
ğim; ağzını aç da sesini duyayım. Konuş benimle!
Bu fırtına aşk gemisini batırdıktan sonra da beni
hatırlayacak mısın? Gecenin sessizliğinde kanat-
larımın fısıltısını duyacak mısın? Üstünde dola-
nan ruhumu işitecek misin? İç çekişlerimi dinle-
yecek misin? Alacakaranlığın gölgelerine karışan
ve şafağın ışımasıyla kaybolan gölgemi görecek

98
KIRIK KANATLAR

misin? Söyle, sevdiğim, gözlerime büyülü bir ışık,


kulaklarıma tatlı bir ezgi, ruhuma kanat olduk-
tan sonra, ne yapacaksın? Ne olacaksın?”
Selma’nın söylediklerini dinlerken ruhum
eridi sanki ve şöyle yanıt verdim: “Nasıl olmamı
istiyorsan öyle olacağım, sevgilim.”
Konuşmamı bitirdikten sonra şunları söy-
ledi: “Beni hüzünlü düşüncelerini seven bir şair
gibi sevmeni istiyorum. Beni, yolcunun su içer-
ken içinde görüntüsünün yansıdığı durgun bir
gölü hatırlaması gibi hatırlamanı istiyorum. Beni
annenin daha ışığı görmeden ölen çocuğunu ha-
tırlaması gibi hatırlamanı istiyorum, merhametli
bir hükümdarın onu bağışladığını öğrenmeden
önce ölen bir mahkûmu hatırlaması gibi hatır-
lamanı istiyorum. Bana eşlik etmeni istiyorum,
babamı ziyaret edip yalnızlığında teselli etmeni
istiyorum, çünkü yakında onu yalnız bırakıp bir
yabancı haline geleceğim.”
Şöyle cevap verdim: “Söylediklerinin hep-
sini yapacağım, ruhum seninkine bir zarf, yü-
reğim güzelliğine bir yuva, bağrım kederlerine
mezar olacak. Seni kırların baharı sevmesi gibi
seveceğim, sende gün ışığındaki bir çiçeğin ya-
şamını süreceğim. Köy kiliselerinin çan seslerini
yankılayan vadiler gibi adını şakıyacağım; dal-
gaların öyküsünü dinleyen kıyılar gibi ruhunu

99
HALİL CİBRAN

dinleyeceğim. Bir yabancının sevgili yurdunu, aç


bir adamın ziyafeti, tahttan düşmüş bir hüküm-
darın şanlı günleri, bir mahkûmun özgür olduğu
anları hatırlaması gibi hatırlayacağım seni. Seni
tohumun harman yerinde bağlı olduğu buğday
başağını ve çobanın yeşil kırları ve tatlı dereleri
hatırlaması gibi hatırlayacağım.”
Selma sözlerimi yüreği çarparak dinledi ve
“Yarın gerçek bir hayal gibi gelecek ve uyanış bir
düş gibi olacak. Aşık bir hayale sarılarak doyuma
ulaşabilecek mi, susuz adam susuzluğunu bir düş
pınarından giderebilecek mi?” dedi.
Cevap verdim: “Yarın, kader seni huzurlu
bir aileye sokacak, ama beni bir çatışma ve sa-
vaş dünyasına gönderecek. Sen, güzelliğin ve er-
demin sayesinde dünyanın en şanslı insanı ha-
line gelen birinin evindeyken, ben acı ve korku
içinde yaşıyor olacağım. Sen yaşamın kapısından
girerken ben ölümünkinden gireceğim. Sen hoş-
nutlukla karşılaşırken ben yalnızlıkta var olaca-
ğım, ama aşkın heykelini dikip ölüm vadisinde
ona tapınacağım. Tek teselli edenim aşk olacak,
şarap yerine aşkı içeceğim, elbise diye onu gi-
yeceğim. Şafakta beni aşk uyandıracak ve uzak
kırlara götürecek, öğlenleri kuşlarla birlikte gü-
neşin sıcağından kaçıp sığınacağım ağaç gölgele-
rine sürükleyecek. Akşam çökünce doğanın gün

100
KIRIK KANATLAR

ışığına veda şarkısını duymam için beni günba-


tımı önünde durduracak ve gökyüzünde sürük-
lenen hayaletlere benzeyen bulutları gösterecek.
Gece karanlık çöktüğünde beni aşk kucaklaya-
cak. Âşıkların ve şairlerin ruhlarının yaşadığı
göksel dünyayı düşleyerek uyuyacağım. Baharda
menekşeler ve leylak kadehlerinde kalmış kış
damlalarını içeceğiz. Yazın saman balyalarını
yastık, çimenleri döşek yapacağız. Yıldızlara ve
aya bakarken üstümüze mavi göğü örtüneceğiz.”
“Sonbaharda aşk ve ben, renkli süslerinden
soyunan asmaları ve üstümüzde uçan kuşları
seyredeceğiz. Kışın eski zamanların öykülerini
ve uzak diyarların tarihlerini anlatarak ateş ba-
şında oturacağız. Aşk gençliğimde öğretmenim,
orta yaşlarımda yardımcım, yaşlılığımda sevin-
cim olacak ve ölümden sonra Tanrı’nın eli ikimizi
tekrar bir araya getirecek.”
Tüm bu sözler yüreğimin derinliklerinden,
ocaktan sıçrayıp küllerin arasında kaybolan kı-
vılcımlar gibi çıkmıştı. Selma, gözleri bana yaş-
larla cevap veren birer ağızmış gibi ağlıyordu.
Aşkın kanatlandıramadığı insanlar Selma’nın
ruhunun ve benimkinin kederle dolu o mutlu
anda birlikte var olduğu o büyülü dünyayı gör-
mek üzere görüntü bulutunun ardına uçamaz-
lar. Aşkın, takipçisi olarak seçmediği kişileri aşk

101
HALİL CİBRAN

seslendiğinde duymazlar. Bu öykü onlar için de-


ğil. Bu sayfaları anlamaları gerekse bile sözcük-
lerle giydirilmemiş ve kâğıda dökülmemiş gizli
anlamları kavrayamazlar, ama aşk kadehinden
şarap içmemiş biri nasıl bir insandır ve döşe-
mesi kadın ve erkek yüreklerinden, tavanı düş-
lerin gizli çardağından oluşan o tapınağın nurlu
mihrabının önünde saygıyla dikilmemiş bir ruh
nasıl bir ruhtur? Şafağın, taç yapraklarına hiç
çiy damlası düşürmediği bir çiçek nasıl bir çi-
çektir; denize ulaşamadan yolunu yitirmiş bir
dere nasıl bir deredir?
Selma yüzünü göğe doğru kaldırdı ve gök-
yüzüne çivilenmiş yıldızlara baktı. Ellerini kal-
dırdı, gözleri açıldı ve dudakları titredi. Soluk
yüzünde kederin, baskının, umutsuzluğun ve
acının izlerini görebiliyordum. Sonra haykırdı,
“Ah Tanrım! Bir kadın sana karşı gelmek için ne
yapmış olabilir? Böyle bir cezayı hak etmek için
ne suç işledi? Hangi günahın ödülü sonsuz bir
cezadır? Ah Tanrım! Sen güçlüsün, ben güçsü-
züm. Neden bana acı çektiriyorsun? Yücesin ve
kudretlisin, oysa ben senin tahtının önünde sü-
rünen zavallı bir yaratığım. Neden beni ayakla-
rının altında eziyorsun? Sen bir fırtınasın, ben
bir toz gibiyim; neden, Tanrım, beni soğuk top-
rağa fırlattın? Sen güçlüsün, ben acizim, neden

102
KIRIK KANATLAR

benimle savaşıyorsun? Sen düşüncelisin, ben sağ-


duyuluyum, neden beni mahvediyorsun? Kadını
sevgiyle yarattın, neden sevgiyle yıkıyorsun? Sağ
elinle yükseltirken, sol elinle uçurumlara atıyor-
sun, kadın bunun nedenini bilmek istiyor. Ağzına
yaşam nefesini üflüyor, yüreğine ölüm tohum-
ları ekiyorsun. Mutluluğun yolunu gösteriyor,
ama keder yoluna sürüyorsun; diline mutluluk
şarkısını doluyor, ama sonra ağzını kederle ka-
patıp dilini acıyla bağlıyorsun. Gizemli parmak-
larınla yaralarını sarıyor, ama sevinçlerinin et-
rafına acı dehşetini çekiyorsun. Ona yatağında
hazları ve huzuru gösteriyor, karşısına engelleri
ve korkuyu dikiyorsun. Kendi iradenle sevgisini
coşturuyor ve sevgisinden utanç çıkarıyorsun.
Kendi iradenle onu yaratmanın güzelliğini gös-
teriyorsun, ama güzelliğe sevgisi korkunç bir aç-
lığa dönüşüyor. Ona ölüm kadehinden yaşamı,
yaşam kadehinden ölümü içiriyorsun. Onu göz-
yaşlarıyla temizliyorsun, ama yaşamı akıp gi-
diyor. Ah Tanrım! Gözlerimi aşka açtın ve beni
aşkla kör ettin. Beni dudaklarımdan öptün ve
sonra güçlü ellerinle vurdun. Yüreğime beyaz
bir gül diktin, ama gülün çevresine dikenlerle
engel koydun. Bugünümü sevdiğim bir genç ada-
mın ruhuna, ama yaşamımı tanımadığım birinin
bedenine bağladın. Öyleyse bu ölümcül kavgada

103
HALİL CİBRAN

güçlü olmam için yardım et bana, Tanrım, ölün-


ceye kadar dürüst ve erdemli kalmama yardım
et. Sen ne istersen o olur. Ah Tanrım!”
Sessizlik sürdü. Selma çökmüş, solgun ve güç-
süz görünüyordu; kolları düştü, başı bir yana
eğildi, bana, sanki fırtına bir ağacın dalını ko-
parmış da kuruyup ölsün diye bir kenara atmış
gibi göründü.
Soğuk elini tutup öptüm, ama onu teselli et-
meye gelince, ondan çok benim teselliye ihtiya-
cım vardı. Kötü durumumuzu düşünüp, yürek
çarpıntılarımı dinleyerek sessiz kaldım. İkimi-
zin de söyleyecek başka sözü yoktu.
Aşırı ıstırap sessizdir, öylece, sessiz, taşlaş-
mışçasına, bir depremle kumlara gömülmüş mer-
mer heykeller gibi oturduk. Birbirimizi duymak
da istemiyorduk, çünkü kalp adalelerimiz o ka-
dar güçsüzleşmişti ki, bir nefes bile kopmalarına
neden olabilirdi.
Gece yarısı olmuştu, Sunnin Dağı’nın ardın-
dan yükselen hilal şeklindeki ayı görebiliyor-
duk; yıldızların ortasında, mum ışıklarıyla çev-
rili bir tabuttaki cesedin yüzü gibi görünüyordu.
Ve Lübnan, yıllarla beli bükülmüş, gözleri uyku-
suzluğun sığınağı haline gelmiş, karanlığa ba-
karak şafağı bekleyen yaşlı bir adam, sarayının

104
KIRIK KANATLAR

yıkıntılarında tahtının küllerinin üstüne çök-


müş bir hükümdar gibi duruyordu.
Dağlar, ağaçlar, nehirler zamanın ve mevsim-
lerin değişiklikleriyle, deneyimleri ve duyguları
değişen bir insan gibi görünüm değiştirir. Gün
ışığında bir gelin gibi görünen yüksek kavaklar,
akşamleyin bir sis kolonu gibidir; öğlenleri ele
geçmez bir şekilde dikilen kayalar, geceleri ya-
tağı yer, yorganı gök olan zavallı yoksullar ha-
line gelecektir; sabahları parlak gördüğümüz
ve sonsuzluk ilahisini söylediğini duyduğumuz
dere, akşam olunca çocuğumdan uzak kalmış
bir anne gibi feryat eden bir gözyaşı seline dö-
nüşür. Bir hafta önce dolunay varken ve ruhla-
rımız mutluyken şeref dolu görünen Lübnan o
gece kederli ve yalnız görünüyordu.
Kalktık, birbirimize veda ettik, ama aşk ve
umutsuzluk, biri parmakları boğazlarımızda,
kanatları üstümüze gerili, biri ağlayan, diğeri iğ-
renç şekilde kahkahalarla gülen iki hayalet gibi
aramızda duruyordu.
Selma’nın elini tutup dudaklarıma götürür-
ken bana yaklaştı ve alnımı öptü, sonra tahta sı-
raya yıkıldı. Gözlerini kapatıp yavaşça fısıldadı:
“Ah Tanrım! Bana merhamet et ve kırık kanat-
larımı iyileştir.”

105
HALİL CİBRAN

Selma’yı bahçede bırakıp ayrılırken yüzeyi


sisle örtülmüş bir göl gibi, duygularımı kalın bir
perdenin örttüğünü hissettim.
Ağaçların, ay ışığının, derin sessizliğin güzel-
liği, her şey, yabancı korkunç ve çirkin göründü.
Güzelliği ve evrenin harikalarını gösteren gerçek
ışık yüreğimi kurutan büyük bir ateşe döndü; bir
zamanlar işittiğim sonsuz müzik aslan kükreme-
sinden daha korkutucu bir gürültü haline geldi.
Odama vardım, Selma’nın şu sözlerini tek-
rarlayarak, avcının vurduğu yaralı bir kuş gibi
yatağıma düştüm: “Ah, Tanrım, bana merhamet
et ve kırık kanatlarımı iyileştir.”

106
KIRIK KANATLAR

ÖLÜMÜN TAHTININ HUZURUNDA


Yaşadığımız şu günlerde artık evlilikler, dene-


timi erkek eşlerin ve onların ailelerinin elinde
olan bir oyun halini aldı. Birçok ülkede genç er-
kekler kazanırken aileler kaybediyor. Kadına
adeta alınıp satılan ve bir evden diğerine götü-
rülen bir meta gözüyle bakılıyor. Ücra bir köşeye
terk edilmiş mobilyaymışçasına kadının güzel-
liği de zamanla solgunlaşıyor.
Uygar toplumlarda kadın biraz daha bilinç-
lendi, ama erkeğin hırsları nedeniyle kederleri
arttı. Geçmiş zamanların kadını mutlu bir eşti,
oysa günümüzün kadını zavallı bir metres ol-
maktan daha ileri gidemiyor. Kadın eskiden
ışıkta bir kör gibi yürürdü, oysa şimdi karan-
lıkta gözü açık yürüyor. Eskiden cehaleti içinde
güzeldi, yalnızlığında erdemli ve güçsüzlüğünde
güçlüydü. Bugün becerileriyle çirkin, bilgisiyle
yüzeysel ve kalpsiz. Bir kadında güzellikle bil-
ginin, beceriyle erdemin, bedensel güçsüzlükle
ruhsal gücün birleştiği günü görebilecek miyiz?

107
HALİL CİBRAN

İnsan yaşamının kuralları arasında ruhsal


ilerlemenin de olduğuna inananlardan biriyim,
ama kusursuza ulaşmak yavaş ve sancılı süreç.
Bir kadın kendini bir yönüyle yükseltir ve diğer
yönlerinde herhangi bir ilerleme kaydedemezse
bunun nedeni dağın doruğuna çıkan bu zorlu
yolda, haydutların tuzaklarından ve çakalların
inlerinden temizlenmemiş olmasıdır.
İçinde bulunduğumuz bu tuhaf kuşak uykuyla
uyanıklık arasında var oluyor. Elinde geçmişin
toprağını ve geleceğin tohumlarını tutuyor. Fa-
kat her ne olursa olsun her kentte geleceği sim-
geleyen bir kadın görebiliyoruz.
Beyrut kentinde geleceğin doğulu kadınının
simgesi Selma Karami idi; ama çağının ilerisinde
yaşayanların çoğu gibi o da bugünün kurbanı oldu
ve kökünden yolunup bir nehrin akıntısıyla uzak-
lara taşınan bir çiçek gibi, yenilmişlerin oluştur-
dukları kederli gruba dâhil oldu.
Mansur Galip Bey ve Selma evlenmişti. Bü-
tün zenginlerin oturduğu Beyrut’ta güzel bir
evde birlikte yaşıyorlardı. Faris Karami Efendi,
sürüsünün ortasındaki yalnız bir çoban gibi,
bahçesi ve meyve ağaçlarının ortasında ki ıssız
evinde kalmıştı.
Düğünün neşeli günleri ve geceleri geçmişti,
ama balayı, savaş yerinde kafatası ve kemikleri

108
KIRIK KANATLAR

bırakan bir savaş gibi, ardında kederli anıla-


rını bırakmıştı. Doğudaki düğünlerin saygın-
lığı genç kadınlarla genç erkeklerin yüreklerine
ilham verir, ama evliliğin sonlanması onları bi-
rer taş parçası gibi denizin dibine gönderebilir.
Keyifleri kumdaki ayak izleri gibidir, ancak dal-
galar onları silene kadar varlığını sürdürebilir.
İlkbahar geçti, yaz ve güz de öyle, ama Sel-
ma’ya olan aşkım, bir çeşit sükûnetle icra edilen
bir ibadete, öksüz bir çocuğun cennetteki an-
nesine karşı duygularına dönene kadar giderek
arttı. Hasretim kendinden başka gözü hiçbir şeyi
görmeyen kör bir kedere, gözlerimden yaş dök-
türen tutku, yüreğimden kanımı çeken bir şaş-
kınlığa dönüştü, aşk iniltilerim Selma ve kocası
için mutluluk, babası için huzur duası haline geldi.
Dualarım ve ümitlerim boş yereydi; çünkü
Selma’nın kederi ancak ölümün iyileştireceği
amansız bir iç hastalığıydı.
Selma’nın eşi Mansur Bey yaşamın bütün lüks-
lerini kolayca elde eden bir adamdı; ama buna
rağmen gözü doymazdı. Selma’yla evlendikten
sonra Selma’nın babasını yalnızlığına terk etti
ve yaşlı adamın servetinin geri kalanına da sa-
hip olabilmek için ölsün diye içten içe dua et-
meye başladı.

109
HALİL CİBRAN

Mansur Bey’in kişiliği amcasınınki gibiydi;


ikisi arasındaki tek fark Piskopos’un istediği her
şeye papaz cüppesinin ve göğsüne taktığı altın
haçın koruması altında gizlice sahip olması, oysa
yeğeninin her şeyi gözler önünde yapmasıydı.
Piskopos sabahları kiliseye gider ve günün geri
kalanını duaları, yetimleri ve saf insanları soya-
rak geçirirdi. Ama Mansur Bey günlerini cinsel
hazlar arayarak harcardı. Pazar günleri Pisko-
pos Bulos Galib, İncil’ini vaaz ederdi; ama hafta
içinde vazettiklerini asla yapmaz, bölgenin poli-
tik entrikalarıyla uğraşırdı. Ve Mansur Bey am-
casının saygınlığı ve etkinliği sayesinde, yeterli
bir rüşvet vermeye gücü yetenlerin politik istek-
lerini takip etmeyi iş edinmişti.
Piskopos Bulos kendini gecenin örtüsü al-
tında gizleyen bir hırsızdı, oysa yeğeni Mansur
Bey gün ışığında kibirle yürüyen bir dolandırı-
cıydı. Ancak doğulu ulusların insanları bunlar
gibilere, açgözlülükle kendi ülkelerini yıkıma
sürükleyen ve demirden elleriyle komşularını
ezen çakallara ve kasaplara güvenir.
Bu sayfaları neden gönlü kırık zavallı bir ka-
dının öyküsüne ayıracağım yerde, zavallı ulus-
lara ihanet edenlerle ilgili sözlerle dolduruyo-
rum? Neden bütün gözyaşlarımı yaşamı ölümün

110
KIRIK KANATLAR

dişleriyle sökülmüş aciz bir kadının anısına sak-


lamak yerine ezilen toplumlar için ağlıyorum?
Fakat benim sevgili okuyucum, sence de böyle
bir kadın, rahipler ve yöneticiler tarafından ezi-
len bir ulusa benzemiyor mu? Bir kadını mezara
sürükleyen engellenmiş bir aşkın dünyadaki bü-
tün insanlara yayılmış bir umutsuzluğa benze-
diğini düşünmüyor musun? Bir ulus için kadın,
lambanın yağı gibidir. Lambadaki yağ azalınca
ışık azalmaz mı?
Sonbahar geçmişti, rüzgâr gelen kışa yol aç-
mak için ağlayıp uluyarak ağaçların sararmış
yapraklarını uçurmuştu. Ruhumu göklere yük-
seltecek, sonra da yerin dibine gömecek hayal-
lerimin dışında bir yoldaşım olmaksızın hala
Beyrut’taydım.
Hüzünlü bir ruh yalnızlıkta teselli bulur. Ya-
ralı bir geyiğin sürüsünden ayrılıp iyileşene ya
da ölene kadar bir kovukta kalması gibi, insan-
lardan kaçar.
Günün birinde Faris Efendi’nin hastalandığını
duydum. Issız evimden çıktım ve araba tekerlek-
lerinin tıkırdadığı ana yoldan kaçınarak kendime
zeytin ağaçlarının arasından geçen ıssız bir pa-
tika bulup yeni bir yoldan evine doğru ilerledim.
Yaşlı adamın evine vardığımda içeri girdim,
Faris Efendi’yi güçsüz ve soluk, yatağında yatar

111
HALİL CİBRAN

buldum. Gözleri çökmüş, acılı hayaletlerin cirit


attığı derin, karanlık iki vadiye dönmüştü. Her
zaman yüzünü aydınlatan gülümsemesi acıya ve
kedere boğulmuştu; zarif elinin kemikleri fırtı-
nanın önünde titreyen çıplak ağaç dalları gibi gö-
rünüyordu. Ona yaklaşırken ve sağlık durumunu
anlamaya çalışırken solgun yüzünü bana döndü,
titreyen dudaklarında bir gülümseme belirdi ve
güçsüz bir sesle, “Git, oğlum, diğer odaya git ve
Selma’yı teselli edip yatağımın yanında oturması
için buraya getir.” dedi.
Salonun yanındaki odaya gittim ve bir divana
uzanmış, başını kollarıyla örtüp babası hıçkırık-
larını duymasın diye yüzünü yastığa gömmüş
olan Selma’yı gördüm. Yavaşça yaklaşarak, fısıl-
tıdan çok iniltiye benzer bir sesle adını seslen-
dim. Korkunç bir kâbustan uyanmış gibi korkuyla
sıçradı, oturdu ve yaşayan birinin mi yoksa bir
hayaletin mi olduğunu anlayamadığım gözlerle
bana baktı. Bizi aşk şarabıyla sarhoş olduğumuz
o anın anısının kanatlarına taşıyan derin bir ses-
sizlikten sonra Selma gözyaşı dökmeye başladı
ve “Bak zaman bizi ne kadar değiştirdi! Zaman
yaşamamızın gidişini ne kadar değiştirdi ve biz-
den geriye bu artıkları bıraktı. Bahar bizi aşk
bağıyla burada bağlamıştı ve ölümün tahtının

112
KIRIK KANATLAR

önüne burada getirildik. Bahar ne güzeldi, kış


ise ne kadar ürkütücü!” dedi.
Bunları söylediği sırada gözlerini önünde di-
kilen geçmişin hayaletinden korumak istermiş
gibi yine yüzünü elleriyle kapadı. Elimi başına
koydum ve “Gel, Selma, gel de fırtınanın önünde
kaleler kadar güçlü olalım. Düşman önünde ce-
sur askerler gibi dikilelim ve silahlarıyla yüz yüze
gelelim. Ölürsek şehit olacağız; kazanırsak kah-
raman olarak yaşayacağız. Engellere ve zorluk-
lara karşı gelmek sessizliğe çekilmekten daha
asil bir davranıştır. Ölene kadar ışığın etrafında
dönen pervane karanlık bir dehlize yaşayan kös-
tebekten daha takdire değer. Gel, Selma, bu zorlu
yolda kayalar ve dikenler arasındaki kafatasla-
rını ve yılanları görmemek için gözlerimizi gü-
neşe kaldırarak yürüyelim. Eğer korku bizi yolun
ortasında durduracak olursa sadece gecenin ses-
lerinin alaylarını işiteceğiz, ama eğer cesaretle
dağın doruğuna çıkabilirsek zafer ve neşe şar-
kılarında göksel ruhlarla buluşacağız. Neşelen,
Selma, gözyaşlarını sil, yüzünden kederi uzaklaş-
tır. Kalk, babanın yatağı başında yan yana otu-
ralım; çünkü yaşamı seninkine bağlı, onu sadece
senin yüzündeki bir tebessüm sağlığına kavuş-
turabilir.” dedim.

113
HALİL CİBRAN

Bana şefkat ve sevgi dolu bir bakışla baktı


ve “Buna aslında senin ihtiyacın varken benden
sabırlı olmamı mı bekliyorsun? Aç bir insan ek-
meğini başka bir aça verecek mi? Hasta biri ken-
disinin çok ihtiyacı varken ilacını başkasına ve-
rir mi?” dedi.
Ayağa kalktı, başı hafifçe öne eğilmişti, yaşlı
adamın odasına gittik ve yatağının yanına otur-
duk. Selma zorla gülümsüyor ve metin görün-
meye çalışıyor, babası da onu kendini daha iyi
hissettiğine ve gücünün yerine geldiğine inan-
dırmaya uğraşıyordu; ama baba da, kızı da, di-
ğerinin kederinden haberdardı ve sessiz hıçkı-
rıklarını duyuyordu. Sessizce birbirini yok eden
iki eşit kuvvet gibiydiler. Babanın yüreği kızının
içine düştüğü çıkmaz yüzünden eriyordu. Biri
gitmek üzere olan, diğeri acı çeken, sevgiyle ve
ölümle sarılan iki saf ruhtular; ben de yaralı yü-
reğimle ikisinin arasında duruyordum. Kaderin
eliyle bir araya gelip yaralanmış üç kişiydik; se-
lin yıktığı bir eve dönmüş yaşlı bir adam, orağın
keskin kenarıyla başı kesilmiş bir zambağa ben-
zeyen genç bir kadın ve yağan kar altında eğil-
miş güçsüz bir fidan olan genç bir adam; hepi-
miz kaderin elinde birer kuklaydık.
Faris Efendi yavaşça kıpırdadı, güçsüz elini
Selma’ya uzattı ve sevgi dolu, duyarlı bir sesle,

114
KIRIK KANATLAR

“Sevgili kızım, tut elimi.” dedi. Selma elini tuttu;


sonra yaşlı adam şöyle dedi, “Yeteri kadar yaşa-
dım, yaşamın mevsimlerinin meyvelerini tat-
tım. Her dönemini vakarla karşıladım. Sen daha
üç yaşındayken anneni kaybettim, bana değerli
bir hazine olarak seni bıraktı. Büyümeni seyret-
tim, yıldızların durgun bir suda yansıması gibi,
yüzün annenin görüntüsünü yansıttı. Kişiliğin,
zekân, güzelliğin, hatta konuşman ve hareket-
lerin bile annenindi. Her işinde ve her sözünde
annenin kopyası olduğundan hayatta tek tesel-
lim sen oldun. Artık yaşlandım, dinlenebileceğim
tek yer ölümün yumuşak kanatları. İçin rahat
olsun, sevgili kızım; çünkü genç bir kadın oldu-
ğunu görene kadar yaşadım. Mutlu ol, çünkü öl-
dükten sonra sende yaşayacağım. Bugün gitmem
yarın ya da öbür gün gitmemden farklı olmaya-
cak, günlerimiz güz yaprakları gibi yitip gidiyor
çünkü. Ölüm saatim yaklaşıyor, ruhum artık an-
neninkiyle buluşma arzusu içinde.”
Faris Efendi bu sözleri hoşlukla ve sevgiyle
söylediği sırada yüzü ışıldıyordu. Sonra elini
yastığının altına soktu ve altın çerçeveli küçük
bir resim çıkardı. Gözleri küçük fotoğraftay-
ken, “Gel çocuğum, Selma, gel de annenin res-
mine bak.” dedi.

115
HALİL CİBRAN

Selma ağlıyordu, uzun uzun annesinin res-


mine baktıktan sonra resmi tekrar tekrar öptü
ve haykırdı, “Ah, sevgili annem! Ah, anne!” Sonra
ruhunu o görüntüye dökmek istermişçesine tit-
reyen dudaklarını resme bastırdı.
İnsanlığın dilindeki en güzel sözcük “Anne”dir,
en güzel hitap şekli “Annem”dir. Umut ve sevgi
dolu, yüreğin derinliklerinden gelen tatlı ve şef-
katli bir sözcüktür. Anne her şeydir, kederde te-
sellimiz, umutsuzlukta umudumuz, güçsüzlükte
gücümüzdür. Anne sevginin, merhametin, sem-
patinin, bağışlamanın kaynağıdır. Annesini kay-
beden kişi, onu devamlı yüceltip koruyan temiz
bir ruhu kaybetmiştir.
Kâinatta bulunan her canlı bir anne ister. Gü-
neş yerin anasıdır ve ısısıyla onu besler; geceleri
onu denizin şarkısı, kuşların ve ırmakların ilahi-
siyle uyumaya bırakmadan evrenden asla ayrıl-
maz. Yer ağaçların ve çiçeklerin anasıdır. Onları
doğurur, besler ve sonra sütten keser. Ağaçlar
ve çiçekler meyvelerinin ve tohumlarının şef-
katli analarıdır. Anne, bütün varoluşun ilk ör-
neği, güzellik ve aşkla dolu olan sonsuz ruhtur.
Selma Karami, annesi o daha bebekken öl-
düğü için onu hiçbir zaman tanıyamamıştı; ama
resmini gördüğünde ağlayıp, “Ah, annem!” diye
haykırıyordu. Anne sözü yüreklerimizde gizlidir.

116
KIRIK KANATLAR

Keder ve mutluluk anlarımızda, gülün yüreği-


mizden çıkıp temiz ve bulutlu havaya karışan
ıtırı gibi dudaklarımızdan dökülür. Selma baba-
sının yatağına yığılana kadar tekrar tekrar öpe-
rek annesinin resmine baktı durdu.
Faris Efendi iki elini de kızının başına koydu
ve “Sana annenin kağıt üstündeki bir fotoğra-
fını gösterdim, sevgili çocuğum. Şimdi de dinle,
sana onun söylediklerinden bahsedeceğim.” dedi.
Selma, yuvasında anasının kanat seslerini
duymuş yavru bir kuş gibi, başını kaldırdı ve
dikkatle babasına baktı.
Faris Efendi ağzını açtı ve şunları söyledi:
“Babasını kaybettiğini öğrendiği sırada annen
seni emziriyordu; haykırdı ve babasının ölü-
müne ağladı, ama aklı başında ve sabırlıydı. Ba-
basının cenaze töreni bitene kadar bu odada ya-
nımda oturdu ve elimi tutup, ‘Faris, artık babam
öldü, bu dünyadaki tek tesellim sensin. Yüreğin
sevgisi sedir ağacının dalları gibidir; ağaç bir da-
lını kaybederse acı çeker, ama ölmez. Bütün can-
lılığını sonraki dala aktarır, böylece o dal geli-
şip açılan boşluğu doldurur,’ dedi. Babası ölünce
annenin bana söyledikleri bunlardı, ölüm bede-
nimi alıp ruhum Tanrı’ya ulaşınca sende bun-
ları söylemelisin.”

117
HALİL CİBRAN

Selma gözyaşları ve kırık bir gönülle cevap


verdi, “Annem babasını kaybettiğinde onun ye-
rini sen almışsın; peki ya sen gidince yerini kim
alacak? O sevgi dolu ve içten bir kocanın koruma-
sına kalmış; küçük kızında teselli bulmuş, sen git-
tiğinde beni kim teselli edecek? Sen hem babam,
hem annem, hem de gençliğimde yoldaşımdın.”
Bu sözleri söylerken dönüp bana baktı ve giy-
simin eteğini tutarak şunları söyledi: “Sen git-
tikten sonra tek dostum o olacak, ama kendi de
acı çekerken beni nasıl teselli edecek? Kırık bir
gönül hayal kırıklığına uğramış bir ruhta na-
sıl teselli bulur? Kederli bir kadın komşusunun
kederiyle rahatlayamaz, bir kuş kırık kanat-
larla uçamaz. Ruhumun tek dostu o, ama zaten
daha şimdiden onun omuzlarına büyük bir ke-
der yükledim ve gözlerini gözyaşlarımla karart-
tım, artık karanlıktan başka bir şey göremez. O
çok sevdiğim kardeşim, ama bütün kardeşler
gibi kederimi paylaşıyor ve yüreğimin acılığını
ve yangınını arttıran gözyaşlarımı dökmememe
yardım etmiyor.”
Selma’nın sözleri yüreğime bir hançer gibi
saplandı, daha fazla dayanamayacağımı hisset-
tim. Yaşlı adam rüzgâr önünde titreyen bir lamba
ışığı gibiydi, solgun ruhuyla onu dinledi. Sonra
elini uzatıp şöyle dedi: “Bırak da huzur içinde

118
KIRIK KANATLAR

gideyim, çocuğum. Bu kafesin çubuklarını kırdım,


bırak da uçayım, durdurma beni, annen çağırı-
yor. Gökyüzü açık, deniz sakin, kıyıda tekne ha-
zır; yolculuğu engelleme. Bırak da bedenim din-
lenenlerle dinlensin; düşlerim sona ersin, ruhum
şafakla uyansın; bırak da ruhun ruhumu kucak-
layıp bir umut öpücüğü versin; bedenimin üs-
tüne tek damla bile keder ve acı yaşı düşmesin
ki çiçeklerle çimenler ondan beslenmeyi reddet-
mesinler. Keder yaşlarını ellerime dökme, yoksa
mezarımda dikenler bitebilir. Alnıma acı çizgile-
rini çekme, çünkü rüzgâr eserken onları okursa
kemiklerimin tozlarını yeşil çayırlara taşımak
istemeyebilir… Yaşadığım sürece seni sevdim,
çocuğum, öldükten sonra da seveceğim, ruhum
her zaman seni gözetip koruyacak.”
Daha sonra Faris Efendi yarı kapalı gözleriyle
bana baktı ve şunları söyledi: “Çocuğum, baba-
nın bana olduğu gibi, sen de Selma’ya gerçek bir
kardeş ol. İhtiyacı olduğunda ona yardım et, ar-
kadaşlık göster, yas tutmasına izin verme, çünkü
ölünün ardından yas tutmak bir yanlış bir davra-
nıştır. Ona güzel öyküler anlatıp, yaşamın şarkı-
larını söyle ki, üzüntülerini unutabilsin. Babana
beni hatırlat; ondan gençlik öykülerimizi anlat-
masını iste ve yaşamının son saatlerinde oğlu-
nun şahsında onu sevdiğimi söyle.”

119
HALİL CİBRAN

Gittikçe uzayan bir sessizlik anında yaşlı ada-


mın yüzünde ölümün nefes alış verişlerini göre-
biliyordum artık. Sonra gözlerini çevirdi ve bize
bakarak fısıldadı, “Doktor çağırmayın, ilaçlarıyla
bu zindandaki cezamı uzatabilir. Kölelik günleri
bitti, ruhum göklerin özgürlüğünü istiyor. Yata-
ğımın başına rahip de getirmeyin, çünkü eğer
günahkârsam duaları beni korumayacak, gü-
nahsızsam cennete daha hızlı ulaşmamı sağla-
mayacaktır. Nasıl ki gökbilimci yıldızların kayı-
şını değiştiremezse insanlığın isteği Tanrı’nın
istediğini değiştirmez. Ama ben öldükten sonra
bırakın da doktorlar ve rahipler ne istiyorlarsa
yapsınlar, çünkü gemim kaderine varana kadar
gidecektir.”
Gece yarısı çökmüştü, Faris Efendi yorgun
gözlerini son kez açtı ve yatağının başında diz
çökmüş olan Selma’ya baktı. Konuşmaya çalıştı,
ama başaramadı, çünkü ölüm sesini boğmuştu;
Ah! Selma… Ah! Selma… Ah! Selma…” Sonra ba-
şını eğdi, yüzü soldu, son nefsini verirken yü-
zünde bir tebessümün belirdiğine şahit oldum.
Selma babasının elinden anladı. Soğumuştu.
Sonra başını kaldırdı ve yüzüne baktı. Yüzü ölü-
mün peçesiyle örtülmüştü. Selma o kadar tıkan-
mıştı ki, ne gözyaşı dökebiliyor, ne hıçkırabiliyor,
ne de kımıldayabiliyordu. Bir an bir heykelinkine

120
KIRIK KANATLAR

benzeyen sabit bakışlarla babasına baktı; sonra


alnı yere değene kadar başını eğdi ve “Ah, Tan-
rım, merhamet et de, kırık kanatlarımızı iyileş-
tir.” dedi.
Faris Karami Efendi ölmüş; ruhu sonsuzlukla
kucaklaşmış, bedeni toprağa dönüşmüştü. Man-
sur Galip Bey servetine tutkundu ve Selma ya-
şamın –hüzünlü ve acılı yaşamının- esiri haline
geldi artık.
Kederin ve dalgınlıkların içinde kaybolmuş
gibiydim o günlerde. Kartalın kurbanını parça-
laması gibi, günler ve gecelerle parçalanıyor-
dum. Çoğu zaman kendimi eskilerin kitaplarına
ve yazılarına gömerek talihsizliğimi unutmaya
çalışıyordum, ama bu, yangını yağla söndürmek
gibiydi, çünkü geçmişin tören alayında trajedi-
den başka bir şey duyamıyordum. Eyüb’ün Ki-
tabı benim için Mezmurlar’dan daha çekiciydi ve
Jeremiah’ın Mersiyelerini Süleyman’ın Şarkısına
tercih ediyordum. Hamlet ruhuma diğer bütün
Batı oyunlarından daha çekici geliyordu. Umut-
suzluk görüş alanımızı böyle daraltır ve kulak-
larımızı böyle kapatır dış dünyaya. Kara talihli
kaderimizin hayaletlerinden başka bir şey göre-
mez ve kederli yüreklerin atışları dışında başka
hiçbir şey duyamayız.

121
HALİL CİBRAN

İSA İLE İŞTAR’IN HUZURUNDA


Beyrut’ta çok eski küçük bir tapınak vardı. Bu


tapınak kenti Lübnan’a bağlayan bahçelerin ve
tepelerin arasında bulunuyordu. Bu tapınak ana
yoldan sadece yarım mil kadar içerdeyse de, öy-
kümün geçtiği sıralarda kalıntılara ve eski yı-
kıntılara meraklı çok az insan tarafından ziya-
ret edilirdi. Lübnan’daki gizli ve unutulmuş pek
çok ilginç yerden biriydi. İnzivaya uygun olması
nedeniyle tapınanlar için bir cennet, yalnız âşık-
lar için bir türbeydi.
Bu tapınağa girdiğiniz sırada doğu tarafın-
daki duvarda kayaya kazınmış, aşk ve güzellik
tanrıçası İştar’ın tahtı üstünde ve çevresinde çıp-
lak, değişik pozlarda yedi bakireyle çevrili ola-
rak gösteren bir Fenike kabartması görür. Baki-
relerin ilki bir meşale taşımaktadır, ikincisi bir
gitar, üçüncüsü buhurdanlık, dördüncüsü bir
sürahi şarap, beşincisi bir gül dalı, altıncısı bir
defne çelengi ve yedincisi bir yay ve ok; hepsi
saygıyla İştar’a bakmaktadır.

122
KIRIK KANATLAR

Duvarlardan ikincisinde çarmıha gerilmiş İsa


ile yanında ayakta duran annesini, Maria Mag-
dalena’yı ve ağlayan iki kadını daha gösteren, il-
kinden daha yeni bir kabartma vardır. Bu Bizans
resmi on beş-on altıncı yüzyıllarda yapılmıştır.
Batı tarafındaki duvarda güneş ışınlarının ta-
pınağa girmesini sağlayan ve freskleri altın ren-
ginde boyanmış gibi gösteren iki açıklık bulu-
nur. Tapınağın ortasında, kenarlarında bazıları,
taşlanmış kan damlalarından zor görünür halde
eski resimler olan dört köşe bir mermer taş var-
dır, bu kan damlaları eski insanların bu taşın üs-
tünde kurban kestiklerini ve taşı parfüm, şarap
ve yağla yıkadıklarını gösterir.
Bu küçük tapınakta, yaşayanlara tanrıçanın
sırlarını açıklayan ve eski kuşakları ve dinin
gelişimini sözsüz anlatan derin bir sessizlikten
başka bir şey yoktur. Böyle bir manzara bir şa-
iri bu dünyadan çok uzaklara taşır ve bir düşü-
nürü insanların dindar olarak doğduğuna ikna
eder; şair ve düşünürler göremedikleri şeye ih-
tiyaç duymuşlar, açıklanan gizli sırlarının, ölüm-
deki ve yaşamdaki arzularının anlamlarını gös-
teren simgeleri çizmişlerdir.
Pek az kimsenin varlığından haberi olduğu o
tapınakta ayda bir kez Selma ile buluşuyor, o ga-
rip kabartmalara bakarak, çarmıha gerili İsa’yı

123
HALİL CİBRAN

ve yaşayan, seven, heykelin önünde tütsüler ya-


kıp, parfümler saçarak İştar’ın kişiliğinde güzel-
liğe tapınan, sonsuzluğun önünde akıp giden za-
manla İştar’ın adını tekrarlamaktan başka bir
şey yapmayan Fenikeli genç kadınlarla erkek-
leri düşünerek saatler geçiriyorduk.
Selma ile o tapınakta ilahi, acı, mutluluk, hü-
zün, umut ve keder yüklü birlikte geçirdiğimiz
o saatler kelimelerle ifade edilemeyecek kadar
güzeldi benim için.
Gözlerden uzak o eski tapınakta gizlice bulu-
şup eski günleri yâd ediyor, bugünümüzü tartı-
şıyor, geleceğimizden korkuyor ve yüreğimizin
derinliklerindeki sırları azar azar açığa vuruyor,
birbirimize acımızdan ve çektiğimiz eziyetlerden
yakınıyor, hayali umutlar ve hüzünlü düşlerle ken-
dimizi avutuyorduk. Arada sakinleşiyor, gözyaşı
döküyor, aşk dışında her şeyi unutarak gülmeye
başlıyorduk; yüreklerimiz eriyene kadar birbi-
rimize sarılıyorduk; sonra Selma alnıma saf bir
öpücük konduruyor, yüreğimi coşkuyla dolduru-
yordu; fildişi boynunu öne eğip yanakları kıza-
rınca öpücüğü geri veriyordum. Sessizce, günba-
tımının turuncu ışınlarıyla renklenen bulutların
olduğu ufka bakıyorduk.
Sohbetlerimiz yalnızca aşk üzerine değildi; ara
sıra güncel konulara sürüklenip fikir alışverişi

124
KIRIK KANATLAR

yapıyorduk. Konuşmalarımız esnasında Selma


kadının toplumdaki yerinden, eski kuşakların
kadının kişiliğine olan etkilerinden, karı koca
arasındaki ilişkiden, evlilik yaşamını kâbusa çe-
viren ruhsal bozukluklardan ve ahlaksızlıklar-
dan bahsediyordu. “Kadın hakikatini anlamaya
çalışan sadece yazarlar ve şairlerdir, ama bu-
güne kadar kadının yüreğinde gizli olanları an-
layamadılar, çünkü ona cinsiyet perdesinin ar-
dından bakıyor ve dışarıda olanlardan başka bir
şey göremiyorlar; ona bir nefret büyüteciyle ba-
kıyor, güçsüzlük ve boyun eğme dışında bir şey
görmüyorlar.” dediğini anımsıyorum.
Başka bir gün tapınağın duvarlarındaki ka-
bartmaları gösterip şöyle demişti: “Bu taşın yü-
reğinde kadının arzularının özünü açıklayan ve
ruhundaki gizleri gösteren, aşkla hüzün, sev-
giyle fedakârlık, tahtında oturan İştar ile haçın
arkasında dikilen Meryem arasında gidip gelen
iki simge var. Erkek onuru ve şöhreti satın alır,
ama bedelini ödeyen kadın olur.”
Gizli buluşmalarımızı Tanrı’dan ve tapınağın
üstünden geçen kuş sürülerinden başka kimse
bilmiyordu. Selma arabasıyla Paşa Parkı denen
yere kadar gelir, oradan heyecan içinde onu bek-
lediğim tapınağa yürürdü.

125
HALİL CİBRAN

Bizi görenlerden herhangi bir çekingenliğimiz


yoktu, korkmuyorduk onlardan, vicdanımız da
rahatsız olmuyordu; ateşle temizlenen, gözyaş-
larıyla yıkanan ruh insanların ayıp ve yüz karası
dedikleri şeylerden daha yücedir; kölelik yasa-
larından ve insan yüreğinin sevgisine karşı olan
eski adetlerden bağımsızdır. O ruh Tanrı’nın tahtı
önünde utanmadan, gururla durabilir.
Yedi asır boyunca toplum, artık üstün ve
ölümsüz kanunlarının anlamını kavrayamaya-
cak hale gelinceye kadar, ahlaksızlık yasaları
üretmiştir. İnsanın gözleri mumların karanlık
ışığına alışmıştır, gün ışığını göremez. Ruhsal
bozukluklar, onu artık bir hastalık olarak değil,
Tanrı’nın Adem’e bahşettiği doğal bir ödül ola-
rak gören insanların bir parçası haline gelene
dek kuşaktan kuşağa aktarılır. O insanlar bu bo-
zukluğun tohumlarını taşımayan birini gördük-
lerinde onu ayıplarlar.
Kocasının evini bırakıp tapınakta benimle bu-
luştuğu için Selma Karami’yi kötüleyenler erdem
yoksunu ve zayıf iradeli insanlardır, onlar sağ-
lıklı olanlara asi gözüyle bakar. Yolcuların ayak-
ları altında ezilme korkusuyla karanlıkta bağı-
ran böcekler gibidirler.
İçerisine atıldığı zindanının parmaklıklarını
kırabilecek gücü varken bunu yapmayan baskı

126
KIRIK KANATLAR

altındaki mahkûm korkaktır. Masum ve ezilen


bir mahkûm olan Selma kendini kölelikten kur-
taramıyordu. Zindanının penceresinden yeşil kır-
lara ve sonsuz gökyüzüne bakması ayıp mıydı?
Evinden çıkıp İsa ile İştar’ın arasında benimle
buluştuğu için insanlar onu kocasına ihanet et-
miş mi sayacaktı? Bırakın ne derlerse desinler;
Selma başka ruhların battığı bataklıklardan kur-
tuldu ve uluyan kurtların ve çıngıraklı yılan-
ların ulaşamadığı bir dünyaya vardı. İnsanlar,
hakkımda istediklerini söyleyebilir, çünkü ölü-
mün bıçak darbeleriyle hırpalanmış bir ruh, hır-
sızların yüzlerinden korkmaz; başının üstünde
parlayan kılıcı ve ayaklarının altında akan kanı
görmüş bir asker sokaklarda çocukların attığı
taşlardan kaçmaz.

127
HALİL CİBRAN

KURBAN

Yaz sıcaklarından bunalıp insanların yaylara kaç-


tığı zamanlarda, Haziran sonunda bir gün, ya-
nımda Endülüs şiirleri bulunan ince bir kitapla,
her zaman olduğu gibi Selma ile buluşmak için
tapınağa gittim. Tapınağa vardığımda Selma’yı
beklemek için oturup kitabımın sayfalarını ka-
rıştırmaya, yüreğimi coşkuyla dolduran ve gözle-
rimde yaş, yüreklerinde kederle Granada’ya veda
edip saraylarını, kurumlarını, umutlarını arkala-
rında bırakan kralların, şairlerin, soyluların anı-
larını ruhuma getiren o dizeleri okumaya başla-
dım. O sırada bahçenin ortasında adeta dünyanın
bütün kederlerini omuzlarında taşıyormuş gibi,
şemsiyesine yaslanarak yürüyen ve tapınağa yak-
laşan Selma’yı gördüm. Tapınağa girip yanıma
otururken gözlerinde değişiklik olduğunu fark
edip ne olduğunu anlamaya çalıştım.
Aklımdan geçenleri hisseden Selma elini ba-
şıma koydu ve şöyle dedi: “Yanıma yaklaş, gel

128
KIRIK KANATLAR

sevgilim, gel de susuzluğumu gidereyim, çünkü


vakit ayrılık vaktidir.”
“Yoksa burada gizlice buluştuğumuzdan ko-
canın haberi mi oldu?” diye sordum. Cevap verdi:
“Kocamın umurunda değilim ben, zamanımı na-
sıl harcadığımı öğrenmek içinde yormaz kendini;
çünkü yoksulluk yüzünden o kötü evlere düşen,
kanla ve gözyaşıyla yoğurdukları ekmek için vü-
cutlarını satan zavallı kadınlarla çok meşgul.”
Merakım daha da arttı ve “Peki o zaman seni
buraya gelmekten ve Tanrı’nın huzurunda onurla
yanımda oturmaktan alıkoyan ne? Yoksa ayrıl-
mamızı isteyen senin ruhun mu?”
Selma’nı gözleri yaşlarla dolmuştu ve şöyle
cevap verdi: “Hayır, sevdiğim, ruhum ayrılığı is-
temez, çünkü sen benim diğer yarımsın. Gözle-
rim sana bakmaktan asla yorulmaz, nuru sen-
sin; ama kader bana yaşamın engebeli yolunda
zincirlerimle yürümemi emretmişse senin ka-
derinin de benimki gibi olmasını nasıl isteye-
bilirim?” Sonra ekledi: “Her şeyi söyleyemem,
çünkü dil acıyla tutulur, konuşamaz; dudaklar
kederle mühürlenir, kıpırdayamaz; sana söyle-
yebileceğim tek şey senin de benim yakalandı-
ğım tuzağa düşmenden korkmamdır.”
Söylediklerinin üzerine, “Söylemek istedi-
ğin nedir, Selma, kimden korkuyorsun?” diye

129
HALİL CİBRAN

sordum. Elleriyle yüzünü örtüp, “Piskopos, beni


gömdüğü mezardan ayda bir gün çıktığımın far-
kına varmış.” dedi.
“Piskopos burada buluştuğumuzu anlamış
mı?” diye sordum. “Burada buluştuğumuzu öğ-
renseydi, burada yanında oturduğumu göremez-
din; ama kuşkulanmış ve emrindeki herkese beni
yakından izlemelerini söylemiş. Yaşadığım evin,
geçtiğim yolların beni izleyen gözlerle, gösteren
parmaklarla, düşüncelerimin fısıltılarını dinleyen
kulaklarla dolu olduğunu hissediyorum.” dedi.
Bir an sessiz kaldıktan sonra yanaklarından
yaşlar süzülerek ekledi: “Piskopos’tan korkmu-
yorum, çünkü suda boğulanı ıslaklık korkutmaz,
ama tuzağa düşmenden, av olmandan korkuyo-
rum; daha gençsin, gün ışığı kadar özgürsün.
Bütün oklarını zaten bağrıma saplamış olan ka-
derden korkmuyorum, korktuğum, yılanın senin
ayaklarını sokması ve seni şan ve şerefle gelece-
ğin beklediği doruklara çıkmana engel olması.”
“Işığın yılanları tarafından sokulmamış ve
karanlığın çakalları tarafından ısırılmamış biri
daima günlerle ve gecelerle aldatılacaktır. Ama
dinle, Selma, iyi dinle; insanlığın kötülüklerin-
den ve adiliklerinden korunmanın tek yolu ayrı-
lık mıdır? Aşk ve özgürlük yolu kapalı mı, geriye

130
KIRIK KANATLAR

ölümün kölelerinin arzularına boyun eğmekten


başka bir şey kalmadı mı?” dedim.
Şöyle karşılık verdi: “Ayrılmaktan ve birbiri-
mize veda etmekten başka hiçbir çaremiz kalmadı.”
Baş kaldıran ruhumun asiliğiyle elini tut-
tum ve heyecanla konuştum, “Pek uzun zaman-
dır insanların isteklerine göre davrandık; tanış-
tığımızdan beri körler tarafından yönlendirildik
ve onlarla beraber putlarına tapındık. Seni ta-
nıdığımdan beri Piskopos’un elinde canı iste-
diğinde fırlatıp attığı iki top gibiyiz. Ölüm bizi
alana kadar onun isteklerine boyun mu eğece-
ğiz? Tanrı yaşamın nefesini bize ölümün ayak-
ları altına getirelim diye mi verdi? Özgürlüğü
köleliğin gölgesi haline getirelim diye mi verdi?
Ruhunun ateşini kendi elleriyle söndüren insan
Tanrı’nın gözünde kâfirdir, çünkü ruhlarımız-
daki ateşi Tanrı yaktı. Zulme baş kaldırmayan,
kendisi zulmetmiş olur. Seni seviyorum, Selma,
sen de beni seviyorsun; aşk değerli bir hazine-
dir, duyarlı ve büyük ruhlara Tanrı’nın bir arma-
ğanıdır. Bu hazineyi domuzlar parçalayıp ayak-
ları altında çiğnesin diye fırlatıp atacak mıyız?
Bu dünya harikalarla ve güzelliklerle dolu. Ne-
den Piskopos ile avenesinin bizim için kazdığı bu
dar tünelde yaşıyoruz? Yaşam mutluluk ve özgür-
lükle dolu; neden bu ağır yükü omuzlarımızdan

131
HALİL CİBRAN

atmıyor, ayaklarımızı bağlayan zincirleri kırıp


özgürce huzura doğru yürümüyoruz? Kalkıp,
Tanrı’nın yüce tapınağına gitmek için bu küçük
tapınaktan çıkalım. Bu ülkeden, bu ülkenin kö-
leliğinden ve cehaletinden kaçıp uzaklara gide-
lim. Gecenin örtüsü altında sahile gidip bizi ok-
yanuslardan aşıracak, mutluluk ve anlayış dolu
yeni bir yaşam kuracağımız yerlere götürecek bir
gemi bulalım. Durma, Selma, şu dakikalar bize
kralların tacından daha değerli, meleklerin tah-
tından daha yüce. Bizi bu kurak çölden çiçekle-
rin ve ıtırlı otların bittiği yeşil kırlara sürükle-
yen bu ışığı izleyelim.”
Yavaşça başını salladı ve tapınağın bir köşe-
sinde görünmeyen bir şeylere dikti gözünü; du-
daklarında hüzünlü bir tebessüm belirdi; sonra
şunları söyledi: “Hayır, hayır, sevdiğim. Tanrı
elime sirke ve safrayla dolu bir kadeh tutuşturdu;
geride sabırla içeceğim birkaç damla dışında bir
şey kalmayana kadar acılığını bile bile içmeye
zorladım kendimi. Aşk ve huzur dolu yeni bir
yaşama layık değilim; yaşamın keyifleri ve tatlı-
lığı için yeterince güçlü değilim, çünkü kanatları
kırılan bir kuş sonsuz göklerde uçamaz. Mum-
ların karanlık ışığına alışan gözler güneşe bak-
mak için yeterince güçlü olamaz. Bana mutluluk-
tan söz etme; anıları beni yaralıyor. Hatırlatma

132
KIRIK KANATLAR

huzuru; gölgesi beni korkutuyor; sadece bana


bak, sana Tanrı’nın yüreğimin küllerinden yak-
tığı kutsal meşaleyi göstereceğim, biliyorsun,
seni bir annenin tek çocuğunu sevmesi gibi se-
viyorum, aşk bana seni kendimden bile koru-
mayı öğretti. Seni en uzak diyarlara kadar izle-
meme engel olan şey ateşiyle temizleyen aşktır.
Aşk arzularımı öldürüyor ki sen özgürce ve er-
demli olarak yaşayabilesin. Sınırlı aşk sevgilinin
tutkusunu ister, ama sınırsız olan yalnız kendi-
sini arzular. Toylukla gençliğin uyanışı arasında
gelen aşk kendisini tutkuyla doyurur ve kucak-
laşmalarla gelişir. Ama göklerin koynundan do-
ğan ve gecenin sırlarıyla indirilen aşk sonsuzluk
ve ölümsüzlükten başka bir şey içermez; tanrı-
dan başka bir şeyin önünde eğilmez.”
“Piskopos’un, yeğeninin evinden ayrılmana
engel olmak ve tek mutluluğumu elimden al-
mak istediğini anladığımda odamın penceresi-
nin önünde durdum ve denize bakıp ardındaki
uzak ülkeleri ve oralarda bulunabilecek gerçek
özgürlüğü ve kişisel bağımsızlığı düşündüm. Se-
nin ruhunun gölgesiyle çevrili olarak, sevginin
okyanusuna dalmış bir halde sana yakın yaşa-
dığımı hissettim. Ama kadının yüreğini aydın-
latan, eski adetlere ve özgürlüğün ve adaletin
gölgesinde yaşamaya başkaldırtan bütün bu

133
HALİL CİBRAN

düşünceler beni güçsüz olduğuma, aşkımızın sı-


nırlı ve dermansız olduğuna ve güneşe karşı di-
kilemeyeceğime inandırdı. Krallığı istila edilip
hazineleri çalınan bir kral gibi haykırdım, ama
o anda gözyaşlarımın ardından yüzünü, bana
bakan gözlerini gördüm ve bir defasında bana
şöyle dediğini hatırladım:
‘Gel, Selma, gel de fırtınanın önünde kaleler
kadar güçlü olalım. Düşman önünde cesur as-
kerler gibi dikilelim ve silahlarıyla yüz yüze ge-
lelim. Ölürsek şehit olacağız; kazanırsak kahra-
man olarak yaşayacağız. Bize mani olanlara ve
zorluklara karşı gelmek sükûnete kapılmaktan
çok daha asil bir davranıştır.’
Senden bu sözleri duyduğumda ölüm baba-
mın yatağı üzerinde geziniyordu, sevgilim; dün
umutsuzluk başımın üstünde dolanırken onları
hatırladım. Gücümü topladım ve zindanımın
karanlığında, içimde sıkıntılarımızı kolaylaştı-
ran ve kederlerimiz azaltan değerli bir özgür-
lük hissettim. Aşkımızın okyanuslar kadar de-
rin, yıldızlar kadar yüksek, gökler kadar geniş
olduğunu anladım. Buraya seni görmeye gel-
dim, güçsüz ruhumda yeni bir güç var, bu güç
büyük bir şeyi daha büyük bir şeye ulaştırmak
için kurban edebilir; insanların gözünde erdemli
kalman ve onurunu yitirmemen, hainliklerinden

134
KIRIK KANATLAR

zalimliklerinden kurtulabilmen için mutluluğumu


kurban ediyorum senin yoluna…
Önceden buraya geldiğimde sanki ağır zincir-
ler beni aşağı çekiyor gibi hissederdim, ama bu-
gün buraya zincirlerle alay eden ve yolu kısaltan
yeni bir karanlıkla geldim. Bu tapınağa korkmuş
bir hayalet gibi gelirdim, ama bugün fedakârlı-
ğın gerekliliğini hisseden, acıyı çekmenin değe-
rini bilen, sevdiğini cahil insanlardan ve kendi aç
ruhundan korumak isteyen cesur bir kadın ola-
rak geldim. Yanında titreyen bir gölge gibi otu-
rurdum, ama bugün buraya İştar’ın ve İsa’nın
önünde, gerçek benliğimi sana göstermeye geldim.
“Buralarda yetişmiş bir ağacım ben, ama bu-
gün bir an olsun gün ışığında titresinler diye dal-
larımı uzattım. Buraya sana hoşça kal demeye
geldim, sevdiğim, umarım vedamız da aşkımız
gibi yüce ve onurlu olacak. İzin ver de vedamız
altını büken ama onu daha da görkemli hale ge-
tiren bir ateş gibi olsun.”
Selma bana baktı, konuşmama ve söyledik-
lerine karşı koymama izin vermedi, gözleri par-
lıyordu, yüzü sessizliğe ve saygıya layık bir me-
leğin onurunu taşıyordu. Sonra, daha önce hiç
yapmadığı bir şekilde kendini kollarıma attı, düz-
gün kollarını vücuduma doladı ve dudaklarıma
uzun, derin, ateşli bir öpüş kondurdu.

135
HALİL CİBRAN

Güneş gökyüzünden yitip, ışınlarını bahçe-


lerden ve meyveliklerden çekerken Selma ta-
pınağın ortasına gitti, gözlerinin ışığını o re-
simlere ve simgelere dökmek istermişçesine,
duvarlara ve köşelere uzun uzun baktı. Sonra
ilerledi, İsa’nın resmi önünde saygıyla diz çöktü,
ayaklarını öptü ve fısıldadı: “Ah İsa, İştar’ın zevk
ve mutluluk dünyasından vazgeçip senin haçını
seçtim; defne çelengi çıkarıp dikenli çelengi tak-
tım, kendimi parfümler ve ıtırlar yerine kan ve
gözyaşıyla yıkadım; şarap ve nektar yerine sirke
ve safra içtim; beni senin yolunda izleyenlerin-
den kabul et, Tanrım, ve acılarıyla huzurlu, ke-
derlerinden memnun olan diğerleriyle birlikte
Galilee’ye götür.”
Daha sonra ayağa kalktı ve bana bakarak
konuşmaya devam etti: “Bu günden sonra kor-
kunç hayaletlerin yaşadığı karanlık inime huzur
içinde döneceğim. Bana acıma, sevdiğim, benim
için üzülme, çünkü Tanrı’nın gölgesini bir kez gö-
ren ruh bir daha asla şeytanların hayaletlerin-
den korkmaz. Bir kez cennete bakan gözler ar-
tık dünyanın acılarıyla kapanmaz.”
Bu sözleri söylediği sırada Selma ibadet yerin-
den uzaklaştı, ben oradan, derin bir düşünce de-
nizinde boğulmuş, Tanrı’nın tahtında oturduğu,
meleklerin insanların işlerini yazdıkları, ruhların

136
KIRIK KANATLAR

yaşam trajedisini oynadığı, cennetin gelinleri-


nin aşk, hüzün ve ölümsüzlük ilahileri söylediği
o vahiy dünyasına dalmış bir halde kala kaldım.
Baygınlığımdan uyandığımda neredeyse gece
olmuştu, kendimi bahçelerin arasında, vedanın
anlamını ve yalnızlığın acısını anlayana kadar
Selma’nın söylediği her sözü yineler, sessizliğini,
hareketlerini, her kıpırdanışını, her ifadesini,
elinin dokunuşunu hatırlar bir halde, şaşkın bir
halde buldum. Çökmüştüm, gönlüm kırıktı. İn-
sanların özgür doğsalar bile atalarının koyduğu
sıkı kuralların köleleri olacağını, değişmediğini
hayal ettiğimiz gök kubbelerinin yarının istek-
lerine bugünden teslim olduğunu, bugünün is-
teğine dünden boyun eğdiğini ilk o zaman keş-
fettim. O geceden beri Selma’nın yaşam yerine
ölümü tercih etmesine neden olan ruhsal ya-
sayı çok düşündüm ve hangisinin daha soylu
olduğunu anlayabilmek için fedakârlığın soylu-
luğuyla başkaldırmanın mutluluğunu çok karşı-
laştırdım; ama şimdiye kadar sadece bir gerçeği
özümseyebildim, o da yapmış olduğumuz bütün
davranışlarımı zarafetli ve şerefli kılan sadakat-
tir. Selma Karami bu içtenliğe sahipti.

137
HALİL CİBRAN

KURTARICI

Selma’nın evliliğinin ilk beş senesi, kendisi ve ko-


cası arasındaki duygusal bağları güçlü kılacak ve
karşıt ruhları birbirlerine bağlayacak bir bebeği
dünyaya getiremeden geçmişti.
Kocasına bir bebek veremeyen kadın her yerde
aşağılanır ve küçük görülürdü, çünkü erkeklerin
birçoğunun isteği dünyaya gelecek çocuklarıyla
kendilerini gelecek kuşaklara aktararak ölüm-
süzleştirmek arzusuna sahiptirler.
Zengin bir erkek, çocuksuz karısını düşman
olarak görür; ondan nefret eder, yalnız bırakır,
ölmesini ister. Mansur Galib Bey bu tarz bir in-
sandı; maddi açıdan toprak gibiydi, çelik kadar
katı ve mezar kadar da açgözlüydü. Adını ve
ününü taşıyacak bir çocuğa sahip olma arzusu,
Selma’nın güzelliğine ve tatlılığına rağmen, on-
dan nefret etmesine neden olmuştu.
Karanlık yerlerde büyüyen bir ağaç meyve
veremez; yaşamın gölgesinde yaşayan Selma da
çocuk doğuramadı…

138
KIRIK KANATLAR

Bülbül, yavruları köle olmasın diye, yuvasını


kafes içine kurmaz… Selma bir yoksulluk mahkû-
muydu ve Tanrı’nın isteği yaşamını başka biriyle
paylaşmamasıydı. Kırların çiçekleri, güneşin sev-
gisiyle doğanın aşkının çocuklarıdır ve insan-
ların çocukları aşkın ve şefkatin çiçekleridir…
Sevginin ve şefkatin ruhu Selma’nın Bey-
rut’taki güzel konağında hiçbir zaman hüküm
sürmedi; yine de her gece Tanrı’nın önünde diz
çöktü, huzur ve teselli bulacağı bir çocuk için
yalvardı… Tanrı dualarına karşılık verene ka-
dar dua etmeyi unutma hiçbir zaman…
En sonunda karanlığın ağacı meyve vermek
üzere çiçeklendi. Kafesteki bülbül kendi kanat-
larının telekleriyle yuvasını kurmaya başladı.
Selma zincirli ellerini Tanrı’nın değerli arma-
ğanını almak için uzattı, dünyada anne olmaktan
başka hiçbir şey onu bu kadar mutlu edemezdi…
Heyecan içinde günleri sayarak, o tatlı tan-
rısal ezginin, bir çocuğun sesinin kulaklarında
çınlayacağı anı bekledi…
Parlak bir geleceğin şafağını görmeye baş-
ladı gözyaşlarının ardından…
Selma doğum sancılarıyla yaşamla ölümün
çarpıştığı yatağa uzandığında aylardan Nisan’dı.
Doktor ve ebe kadın dünyaya yeni bir misafir ge-
tirmek üzere hazırdı. Selma gece geç vakit birbiri

139
HALİL CİBRAN

ardına çığlıklar atmaya başladı… Yaşamdan ya-


şamın kopuşunun çığlığı... Yaşamla ölümün ayak-
ları altında ezilen zavallı Selma’nın haykırışla-
rıydı bunlar.
Selma şafak vakti bir erkek bebek doğurdu.
Gözlerini açtığında bütün odada gülümseyen
gözler gördü, sonra tekrar baktı ve yatağında
yaşamla ölümün hala çarpıştığını gördü. Gözle-
rini kapadı ve ilk kez, “Ah, oğlum!” diyerek ba-
ğırdı. Ebe kadın bebeği ipek kundaktan sarmış
ve annesinin yanına uzatmıştı, ama doktor Sel-
ma’ya bakmaya devam ediyor ve üzüntüyle ba-
şını sallıyordu.
Mutluluk naralarıyla uyanan komşular vari-
sinin doğumu için babayı tebrik etmek üzere eve
geliyordu, ama doktor hala ümitsiz gözlerle Sel-
ma’ya ve bebeğe bakıyor ve başını sallıyordu…
Hizmetkârlar iyi haberleri Mansur Bey’e ye-
tiştirmek için acele ediyordu, ama doktor yüzün-
den düş kırıklığıyla dolu bir ifadeyle Selma’ya ve
çocuğuna bakıyordu.
Güneş doğduğunda Selma bebeği koynuna aldı;
bebek gözlerini ilk kez açtı ve annesine baktı;
sonra titredi ve gözlerini son kez kapattı. Dok-
tor çocuğu Selma’nın kollarından aldı, yanakla-
rından yaşlar süzülüyordu; sonra kendi kendine
fısıldadı: “Ziyareti kısa sürecek bir misafirdi.”

140
KIRIK KANATLAR

Komşular evin büyük salonunda babayı kut-


lar ve varisinin sağlığına içerken bebek ölmüştü;
Selma doktora baktı ve Doktor bey çocuğumu
verin bana da kucaklayayım.” diye yalvardı.
Çocuk ölmüştü ama salonda kadeh sesleri gi-
derek artıyordu…
Bebek şafak vakti doğmuş güneşin batışıyla
ölmüştü…
Bir düşünce gibi doğmuş ve bir hıçkırık gibi
ölüp bir gölge gibi kaybolmuştu.
Selma’yı teselli etmek ve huzura erdirmek
için yaşamamıştı.
Hayatı, karanlığın gözlerinden damlayan ve
ışığın dokunmasıyla kuruyan bir çiy damlası
gibi, gecenin sonunda başlamış ve günün ba-
şında bitmişti.
Dalgaların kıyıya getirdiği ve denizin çekil-
mesiyle derinliklere dönen bir inciydi…
Bir zambaktı o; yaşam tomurcuğundan he-
nüz çiçeklenmiş ve ölümün ayakları altında ezil-
miş olan.
Dünyaya gelişi Selma’nın yüreğini aydınlat-
mış, ama gidişi ruhunu karanlığa gömmüş de-
ğerli bir misafirdi.
Bu, insan yaşamıdır, ulusların yaşamıdır, gü-
neşlerin, ayların ve yıldızların yaşamıdır.

141
HALİL CİBRAN

Ve Selma gözlerini doktora dikip haykırdı,


“Çocuğumu verin de kucaklayayım, çocuğumu
verin de emzireyim.”
O zaman doktor başını öne eğdi. Sesi boğuktu
ve “Maalesef çocuğunuz öldü, hanımefendi, me-
tanetinizi kaybetmeyin.” dedi.
Doktorun söylediklerini işiten Selma’nın du-
daklarından büyük bir çığlık koptu. Sonra bir an
sessiz kaldı ve mutluluktan gülümsedi. Yeni bir
şey keşfetmiş gibi yüzü aydınlandı ve sakin bir
şekilde, “Verin bana çocuğumu; yaklaştırın, ölü-
sünü gösterin.” dedi.
Doktor ölü çocuğu Selma’nın yanına götürdü
ve kollarına verdi. Selma çocuğa sarıldı, sonra
yüzünü duvara doğru çevirdi ve ölü bebeğe ko-
nuşmaya başladı : “Sen beni uzaklara götürmeye
geldin, çocuğum; kıyıya giden yolu göstermeye
geldin. Buradayım, çocuğum; al beni, bu karan-
lık zindanın içinden çıkalım buradan.”
Ve işte tam o anda kudretin nuru perdeleri
aşıp yatağın uzanmış halde olan, sükûnetin de-
rin onuruyla korunan ve ölümün kanatlarının
gölgelediği iki dingin beden üstüne çöktü. Dok-
tor odadan gözlerinde yaşlarla çıktı, büyük sa-
lona vardığında kutlama bir cenaze törenine dön-
müştü, ama Mansur Galib Bey ne bir söz söyledi,

142
KIRIK KANATLAR

ne de bir damla yaş döktü. Sağ elinde bir kadeh


içkiyle heykel gibi hareketsiz kala kaldı.
İkinci gün Selma beyaz gelinliğiyle kefenlen-
miş ve bir tabuta yatırılmıştı; bebek bir kundağa
sarılmıştı; onun tabutu annesinin kolları; mezarı
dingin göğsüydü. İki ceset tek tabutta taşındı,
ben de saygıyla, Selma’ya ve bebeğine son isti-
rahatgahlarına kadar eşlik eden kalabalığın ar-
dından yürüdüm.
Mezarlığa varınca diğer rahipler dua eder
ve kederli yüzlerinde cehaletin ve boşluğun ör-
tüsü izlenirken Piskopos Galib ilahiler söyle-
meye başladı.
Tabutun mezarlığa indirildiği sırada kalaba-
lıktan biri kendi kendine fısıldadı: “Hayatımda
ilk defa bir tabut içinde iki ceset görüyorum.”
Başka biri, “Bebek annesini zalim kocasından
kurtarmış gibi görünüyor.” dedi.
Bir üçüncüsü, “Mansur Bey’e bak: Gökyüzüne
gözleri camdan yapılıymış gibi bakıyor. Aynı gün
içerisinde hem karısını hem de çocuğunu kaybet-
miş gibi birine benzemiyor hiç.” dedi. Dördün-
cüsü ekledi: “Nasıl olsa Piskopos amcası onu ya-
rın daha zengin ve daha soylu biriyle evlendirir.”
Mezar kazıcısı çukuru doldurana kadar Pis-
kopos ve rahipler ilahi söylemeye devam etti.
Sonra insanlar birer birer Piskopos’a ve yeğenine

143
HALİL CİBRAN

yaklaşıp tatlı sözlerle saygılarını ifade ettiler,


ama ben yanımda beni teselli edecek tek ruh ol-
madan, Selma ve çocuğu benim için hiçbir şey
ifade etmiyormuş gibi, dikildim durdum orada.
Cenazeyi uğurlayanlar mezarlıktan ayrılmıştı,
mezar kazıcı elinde küreğiyle yeni bir mezarın
başında duruyordu.
Adama biraz yaklaştıktan sonra, “Faris Ka-
rami Efendi’nin hangi mezara gömüldüğünü
anımsıyor musun?” diye sordum.
Şaşkınlık ifadesiyle kısa bir süre yüzüme baktı
ve sonra Selma’nın mezarını gösterip, “İşte tam
buraya; kızını babasının üstüne ve çocuğunu da
onun göğsüne yerleştirdim, hepsinin üzerini de
toprakla kapattım.” dedi.
Söylediklerini dinledikten sonra, “Benim kal-
bimi de bu mezara gömdün sen.” dedim.
Arkasını dönüp giden mezar kazıcı adam
kavak ağaçlarının arasında gözden kaybolduk-
tan sonra artık daha fazla dayanamadı ruhum;
Selma’nın mezarına eğilip hıçkıra hıçkıra ağla-
maya başladım.

144

You might also like