Professional Documents
Culture Documents
ARİSTOTELES FELSEFESİ
Kavram Yayınlan
Ata İ�hanı, No: 203, Caialoğlu İstanbul
-
ÖN SÖZ
5
Yunan toplumunun çöküş döneminde sahneye çıkan
üç büyük filozof, Sokrates, Platon ve Aristoteles, yunan
felsefesinin yükseliş dönemini yarattılar. Siyaset ve ah
lak düzeyinde eşsiz çöküntüler yaşayan bir toplum, on
ların felsefelerinde dürüst ve bilgili olmanın en yetkin
anlatımlannı yarattı. Aralarında öğretmen - öğrenci iliş
kisi bulunan bu filozoflar, özellikle Platon ve öğrencisi
Aristoteles, felsefe dediğimiz bilgi alanının tarihsel te
.
melini oluşturan yunan felsefesini doruğuna çıkarırken
İnsan'la ve Evren'le ilgili başlıca sorunları ortaya koy
dular ve tartıştılar. Onlar gelişigüzel düşünmeyi felse.
fenin alanına sokıtıamışlar, felsefeyi İnsan'ın ve Ev
ren'in temel sorunları üzerine düzenli bir biçimde kafa
yorma çabası durumuna getirmişlerdir.
Ülkücü Platon, yaşadığımız dünyanın gerçekliğini
bir başka dünyanın sarsılmaz gerçekliğine oturtmaya
çalışırken, gerçekçi yanı ağır basan Aristoteles bu dün
yayla sınırlandı, bilgilerini bu dünyadan derlemeye ça
lıştı. Aristoteles bugün bize uzak düşüyorsa yer yer, bu
onun insan başarıları bakımından pek erken bir çağda
yaşamış olmasındandır. Dünyayı doğru gözlemleyebil
memiz, gözlemlemede kullandığımız yöntem ve araçla
rın gelişmişliğine bağlıdır büyük ölçüde. Çizdiği doğa
tablosu bu yüzden bize pek çocukça görünse de, mantı
ğıyla, metafiziğiyle, ahlak anlayışıyla bütün bir felsefe
tarihini etkilemiştir Aristoteles.
Dünyanın en kolay işlerinden biri, birkaç yüzyıl ön
ce yaşamış bir filozofu hafife almaktır. Belki dünyanın
en zor işlerinden biri de, yüzyıllar öncesinin filozofları
nı anlamaya çalışmaktır, onlardan yararlanabilmektir.
Böyle bir anlama ve yararlanma çabası doğrudan doğ
ruya metinlere yönelmeyi gerektirir. Biz eski felsefeler
karşısında eleştirici olmaktan çok değerlendirici olmak
durumundayız. Aristoteles zaman zaman yerilmiş, yok
yere yerilmiş bir filozoftur. Ona yöneltilen yergiler ge-
6
nellikle felsefe dışından gelir. İkide birde aşağılanan
mantığı, insan zihninin işleyişini düzenli bir biçimde
saptamaktan öte bir anlam taşımıyordu. Kant'a uyarak
Aristoteles'den sonra mantığın büyük bir gelişme gös
termediğini söylersek pek yanlış bir iş yapmış olmayız
sanırım. Öte yandan, Ortaçağ'ın karanlığını Aristoteles'e
yükleyenler haksızlık etmektedirler: herkes ancak ken
di karanlığını yaratabilir ve kimse henüz yaşamadığı
şeylerden ötürü sorumlu tutulamaz. Ortaçağ yanlışlarını
kanıtlamak için Aristoteles'e başvurduysa, bunda Aris
toteles'in ne payı olabilir! Bir yanlışlar mantığı kurmak
ya da bir başka deyişle sağlam biçimlere yanlış içerik
ler uygulamak her zaman mümkündür.
Ben bu küçük çalışmamda, yarı yarıya tarihin ka
ranlıklarına gömülmüş, yapıtlarının birçoğu yitip git
miş, yazdıklan çok sonra düzene sokulmuş bir filozofun
düşünce dünyasını ondan bize kalan metinlerden yola
çıkarak ana çizgileriyle belirlemeye çalıştım. Bana bu
çabamda büyük yardımlan dokunan yazar - çevirmen ar_
kadaşım Füsun Aynuksa'ya teşekkür ederim.
7
GiRiŞ
ARISTOTELES KiMDiR?
9
Aristoteles, babası Nikomakhos'u yitirdiğinde pek
küçüktü. Nikomakhos, Makedonya kralı Philippos I 'in
hekimbaşısı ve dostuydu. Hekimlikle ilgili bazı eserler
yazmış olduğu sanılıyor. Aristoteles on dokuz yaşında
Atina'ya geldi ve Akademia'ya girdi. Platon'un 387'de,
Atina yakınlarındaki bahçelerde kurmuş olduğu bu okul,
M. ö. 1. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş ve birçok de
ğerli filozof yetiştirmiştir.
Aristoteles öğretmeninin ölümüne (347) kadar Aka
demia'da kaldı, sonra Atarna kralı Herrnias'ın yanına
gitti. Orada, Troas bölgesinde, Assos'ta kaldı; burada
bir de okul kurdu. Hermias Perslerin eline düşüp öldü
rülünce (340), Aristoteles Delphoi'de bir Herrnias hey
keli diktirdi ve Hermias'ın yeğeni (belki de kızkardeşi)
Pyhias'la evlendi.
Makedonya kralı ·Philippos il, 343'te Aristoteles'i
Makedonya'ya çağırdı ve onu oğlu Aleksandros'un (Bü
yük İskender) eğitimiyle görevlendirdi. Aristoteles, siya
setle ilgili görüşlerini Aleksondros'a hiç bir zaman kabul
ettiremedi. Aleksandros'la üç yıl kadar uğraşan Aristote
les, öğrencisi 355'te tahta çıkınca görevini sona erdir
miş oldu. Makedonya'dan Atina'ya döndü. Atina'da ken
di okulunu, Lykeion'u kurdu.
Bu okul, Atina'nın doğusunda, Lykabattos'un etek
lerinde bulunan Lykeion bölgesinde kurulmuştu. Lyke
ion, İllisos kıyılarında bir ovaydı, adını orada bulunan
Apollon Lykeios tapınağından almaktaydı. Lykeion'da
bir de gymnasion (beden eğitimi okulu) vardı. Aristote.
les, Lykeion okulunda, örtülü galeriler altında ders ve
riyordu. O, derslerini Platon gibi oturarak vermez, ge
zinerek verirdi; bu yüzden onun okuluna peripatos (ge
zinenler) okulu da denirdi.
Aristoteles, Lykeion'da on iki yıl felsefe okuttu.
Aleksandros'un ölümünden sonra, yani 323'ten sonra,
Atina'da ünlü hatip Demosthenes'in yönettiği ulusçu
10
parti, Makedonya kökenli olan ve Makedonyalılara ya
kınlığıyla bilinen Aristoteles'i Atina'dan çıkardı. Aristo
teles endişeliydi: Sokrates'in başına gelenler onun başı.
na da gelebilirdi.
Ünlü filozof Khalkis'e çekildi, burada annesinden
kalma küçük bir mülkü vardı. Khalkis'e geldikten bir
yıl sonra da bir mide hastalığından öldü.
11
ederdi.»
Diogenes Laertios'a göre Aristoteles öğretmeni Pla
ton'u bırakıp gitmiştir ve bunun üzerine Platon şöyle
demiştir: «Anasına çifte atan tay gibi tepti beni Aristo
teles.» Yazara göre, Aristoteles, Makedonya kralı Phi
lippos Il'nin yanına Atina elçisi olarak gitmiş, Akade
mia'nın yönetimini da.ha sonra Platon'un en başanlı çö
mezlerinden Ksenokrates almıştır. Aristoteles de yeri
nin Ksenokrates tarafından kapıldığını görünce kendi
okulunu, Lykeion'u açmıştır. Diogenes Laertios, inanç
sızlıkla suçlandırılan Aristoteles'in Khalkis'e kaçtığını
söyler. Onu Atama kralı Hermias için yazdığı bir ağıt
ve Delphoi'deki Hermias heykeline yazdırdığı mısralar
yüzünden suçlandırmışlardır. Yazar, Aristoteles'in bal
dıran içerek yaşamına son verdiğini söyler.
Aristoteles'in vasiyetnamesinden de uzun uzun söz.
eder Diogenes Laertios. Bu vasiyetname Aristoteles'in
hiç de yoksul bir kişi olmadığını, hatta epeyce varlıklı
bir kışi olduğunu ortaya koyuyor. Filozofun evinde pek
çok bakır vazo varmış. Bir söylentiye göre, Aristoteles
zeytinyağı dolu bir banyoda yıkanır, sonra da bu yağları
satarmış. İnanılır gibi değil. Onunla ilgili daha başka
söylentiler de varmış. Bunlara da kolay kolay inanama
yız. Aristoteles göğsüne sıcak zeytinyağı dolu küçük bir
tulum koyarmış. Uykuya yatarken eline bronzdan bir
top alırmış ve topu bir leğenin üstünde tutarmış, top
leğene düşünce gürültü çıkarıp onu uyandırsın diye.
o:Yalan söylemek neye yarar?» diye sormuşlar bir
gün ona. «Doğru söylediğimizde bize inanmamalarına
yarar» demiş. Alçağın birine acırmış, bu yüzden kınar
larmış onu. o:Ben o insan için kaygılanıyorum, huyları
için değil» demiş. Dostlarından, çömezlerinden kime
raslasa şöyle dermiş: «Gözümüz ışığını çevredeki hava
dan, ruhumuz ışığını bilimden alır.» Atinalılara öfkele
nir, şöyle söylermiş: «Atinalılar buğdayı ve yasaları bul-
12
clular. Ama buğdayı kullandıkları zaman yasaları boşlu
yorlar.» «Eğitimin kökleri acı, meyvaları tatlıdır» der
miş. «Umut nedir?» diye soranlara verdiği karşılık şu:
_
«Uyanmış bir insanın düşüdür.» «Sen yokken sana söv
dü» demişler birisi için; «Ben yokken beni bir güzel dö.
vebilir de!» demiş. «Bilgin'le cahili birbirinden ayıran
nedir?» diye sormuşlar, «Yaşayanlarla ölmüşleri birbi
rinden ayıran neyse odur» demiş. Şöyle söylermiş ara
ara: «Bilim iyi durumumuzda süstür, kötü durumumuz
da sığınaktır.» Adamın biri bir büyük kentte doğmuş
olmakl a övünürmüş, «Önemli olan büyük kentte doğmuş
olmak değil, büyük kente yaraşır olmaktır» demiş Aris
toteles de. Sormuşlar: «Dost nedir?» «İki ayrı bedende
tek ruhtur» demiş. İnsanlar iki çeşitmiş onun gözünde:
hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan tutumlular ve az sonra
ölecekmiş gibi yaşayan savurganlar. Adamın biri bir gün
«İnsan neden güzellerle daha çok ilgilenir?» diye sor
muş. «Aman, demiş Aristoteles, bu soruyu körler sorar
ancak!» «Felsefe ne işe yarıyor?» demişler bir gün de.
«Başkalarının yasa korkusuyla yaptığı şeyi hiç zorlan
madan ve kendiliğimizden yapmamıza yarar» demiş.
Gevezenin biri Aristoteles'i iyice tıraş etmiş, sonra da
«Koriuşmalarımla başını ağrıtmadım ya?» demiş. «Yok
canım, demiş Aristoteles, dinlemedim ki.» «Dostlarımıza
nasıl davranalım?» demişler; «Dostlarımız bize nasıl
davransın istiyorsak, öyle! » demiş. Seslenirmiş: uDost
yok, dostlarım!»
Diogenes Laertios bundan sonra Aristoteles'in pek
çok eser yazmış olduğunu söylüyor ve bu eserlerin adla
rını sayıyor. Daha sonra onun felsefesinden kısaca
sözediyor.
13
BAŞLICA ESERLERi
14
Jykeion'daki öğrencileri için yazmış olduğu eserleri ko
rundu. M. Ö. I. yüzyılda romalı general ve siyaset adamı
Sulla, Aristoteles'in elde kalan eserlerini Yunanistan'
dan Roma'ya getirdi. M.Ô. SO'ye doğru, Rodos'lu Andro
nicus, gramerci Tyrannion'un yardımıyla, Aristoteles'in
bütün eserlerinin birinci baskısını düzenledi; bunu ya
parken, birbiriyle ilişkili metinleri yan yana koydu, me
tinlere adlar verdi, yorumlar ekledi. Rodos'lu Androni
cus'un koleksiyonunda Physika'dan sonra yer alan eser
«Fizik'ten sonra gelen» anlamında «Ta meta ta phusika»
diye adlandırılmıştır. Giderek bu eser Metaphysika diye
anıldı; «metaphysika» (metafizik) terimi felsefenin araş
tırma alanlarından biri için kullanılır oldu.
«Metafizik» teriminin doğuşu, demek ki, M.Ö. 1. yüz
yıldan sonra olmuştur. Aristoteles'in bu adı taşıyan bir
eseri olduğuna bakarak, «metafizik» terimini ilk olarak
Aristoteles kullanmıştır diye düşünmek yanlış olur.
«Metafizik» terimine ilk olarak ortaçağ metinlerinde
raslıyoruz. Aristoteles bugün felsefenin «metafizik» diye
belirlediğimiz bölümünü ya da bu bölümle ilgili sorun
ları ele alu:�{en «İlk felsefe» deyimini kullanmıştır. Ya
da şöyle diyelim: Aristoteles'in «ilk felsefe• deyimi, ye
rini giderek «metafizik» terimine bırakmıştır.
«Metafizik» terimini Metaphysika'daki anlamında
sınırlamamız yanlış olur. Bu terim, felsefe tarihi içinde
oldukça değişik anlamlar kazandı. Metafizik'in alanı,
Aristoteles'te, «varlık olarak varlık» araştırmasını kap
sar. Ortaçağ'da, metafizik, dinbilimin doğrulayıcısı oldu.
Malebranche'a göre metafizik, özel bilimlere ilkelerini
kazandıran genel doğruların alanıydı. Auguste Comte,
deneyin, «pozitif•in alanını aşan şeyleri metafizik diye
belirledi. Kant'a göre, metafüik, felsefenin bir bölümü
dür ve bilginin a priori koşullarını belirlemeyi amaç
lar. Çağdaş filozofların bazılarına göre, metafizik, insan
yaşamı üzerine temelli ve bütünlüklü araştırma çabala-
ıs
rımıza karşılıktır. Bu örnekler, «metafizik» terimini kuL
lanırken çok dikkatli olmamız gerektiğini ortaya· koyu
yor.
Metaplıysika'da, Aristoteles, «varlık olarak varlık»
sorununu ele alır, şeyleri vareden nedenleri tartışır,
böylece bir «ilk felsefe» araştırmasına yönelir. Aristote
les, bu araştırma çabası içinde, Thales'ten Platon'a ka
dar birçok filozofun öğretisini konu edinir; bu yüzden
ona ilk felsefe tarihçisi denmiştir. Ancak, onun felsefe
tarihçiliği, değişik öğretileri nesnel bir tutumla ve za
mansal konumlarına göre yan yana koymaya dayanmaz,
ama kendi felsefesini doğrulamak yolunda kendinden
öncekilerle hesaplaşabilmek için onların öğretilerini ana
çizgileriyle ortaya koymaya dayanır.
2. Organon. Aristoteles'in Mantık'la ilgili eserleri
sonradan bu ad altında toplanmıştır. «Ürganon», Yu
nanca'da «alet» demektir. Aristoteles'in Mantık'la ilgili
eserlerinin «Organon» diye belirlenmesi, mantığı felsefi
düşüncenin aleti saymaya dayanır. Aristoteles'in Mantık
üzerine tüm göıiişlerini kapsayan bu eserler topluluğu
altı bölümden oluşmuştur: 1. Kategoriai (kategoriler);
2. Peri hermenias ya da Yorum (önerme üzerine); 3.
Analytika I ya da Birinci Analitikler (tasım üzerine); 4.
Analytika II ya da ikinci Analitikler (tanıtlama, tanım,
sınıflama üzerine); 5. Topika ya da Topikler (diyalektik
tasımlar üzerine); 6. Peri sophistikon elegkhon ya da
Sofistlerin yanlış çıkarımlarına karşı.
3. On kitaplık Ethika Nikomakheia. Ahlak konu
sunda üç eser Aristoteles'e malcdilir: E thika Eudemia
(Eudemos ahlakı), Ethika magala (Büyük ahlak) ve Et
hika Nikomakheia (Nikomakhos ahlakı). Bunlardan yaL
nız sonuncusu Aristoteles'indir. Ethika Eudemia 'nın
Eudemos tarafından yazıldığı sanılır. Aristoteles'in çö
mezi Eudemos, bu kitabı öğretmeninin derslerinde tut
tuğu notları bir araya getirerek oluşturmuştur belki de.
16
Etlıica ınegala'yı kimin kaleme aldığı bilinmiyor.
4. Sekiz kitaplık Physika. Kitabın asıl adı Peri
plıysilces akroaseos e peri physikon aı·khon'dur (Fiziksel
olayların tanıtılması ve fiziksel ilkeler üzerine) . Eser iki
bölümdür; birinci bölümde ilkeler, ikinci bölümde de
vinim incelenir.
5. Politika. Sekiz kitaptan oluşan bu eserde Aristo
teles insan topluluklarını aileden başlayarak inceler. Fi
lozof, üç yönetim biçimi belirler: krallık, aristokrasi, de-
mokrasi. 1
17
çek olanla düşsel olanı birbirinden ayırmak olanaksız
dır. Mitoslar egemendir düşünceye. Her taşın altından
bir tanrısallık, bir olağanüstülük fırlayacaktır.
İnsan, evet, doğaya gönlünce egemen olamamış
tır daha; doğa dinginlik değil ürküntü vermektedir.
Uzaklar korkunç, yüksekler kutsaldır. İnsanın düşünce
dünyası kurgularla dolup taşmaktadır. İmgelemin ölçü
süz çalıştığı yerde yaşam canlı ve sıcaktır her zaman.
Bu canlılık Eskiçağ'da.önce mitolojiyi, sonra da yavaş
yavaş mitolojiden koparak bağımsızlaşmaya doğru giden
felsefeyi beslemiştir.
Mitolojiden doğdu felsefe. Her mitolojide bir felse
fe gücü! olarak bulunur. Ya da her mitoloji felsefedir
biraz, akla yan çizen felsefedir. İnsan için, düş kurma
nın usavurmalar yapmaktan çok daha önemli olduğu
yerler var. Mitoloji denince, daha çok, Eskiçağ'da insan.
ların tanrıları, yarı - tanrıları, kahramanları anlattığı
olağanüstü hikayeler gelmeli aklımıza. Bu hikayelerin en
canlılarını yunan mitolojisinde buluruz, biraz da latin
mitolojisinde. Latin mitolojisi, yunan mitolojisinin kay
nağından alabildiğine beslenmiştir.
Mitolojide insan doğa karşısında durmadan sorular
sorar, bu sorular mitolojinin bütün hikayelerinde örtü
lü ya da açık bir biçimde yer alır. Zaten mitoloji yok
lukta hem bilim, hem felsefe yerine geçmez mi?
Yunan mitolojisinin ne zaman başladığı bilinmiyor.
Ama yunan felsefesini Thales'le başlatıyoruz. Thales'Ie
mitoloji arasında mitoloji - felsefe diye adlandırabilece.
ğimiz bir geçiş yeri var. Bu yeri özellikle Hesiodos dol
duruyor. Kim olduğu bilinmeyen, fakir bir çoban olduğu
sanılan, IX. ya da VIII. yüzyılda yaşamış olan bu ünlü
şair, dünya üzerine, tanrılar üzerine rnrular sormuştur
şiirlerinde. Yedi Bilgeler diye anılan kişiler de (Thales
de bunlardandır) felsefenin insan sorunlarıyla ilgili ya•
nına özdeyişleriyle yaklaşmış olmakla ilk filozoflar ola-
18
rak adlandırılabilirler.
Aristoteles'i anlamaya çalışırken, onun gelişini ha
zırlayan önceki gelişimleri azçok bilmemiz gerekir. Aris_
toteles öncesini kısaca özetleyelim:
Thales'le birlikte felsefi düşünce mitolojik öğelerin
den sıyrılmaya başlar. Artık, evreni vareden ilk ilke
aranmaktadır. Felsefeye duyumcu bir çözüm getirmeye
çalışan ilk yunan filozofları İonia'Iı filozoflardır. İonia,
bilindiği gibi, Ege denizi kıyılarında, Miletos'la (Milet)
Phokaia (Foça) arasında kalan bölgedir. Thales, evreni
oluşturan ilk ilke ya da ilk maddenin su olduğunu söy
lüyordu. Ona göre toprak yoğunlaşmış su, hava da yo
ğunluğu azalmış sudur. Anaximandros, bilinmeyeıı'i,
sonsuz'u ilk ilke olarak belirler. Anaximenes için hava
temel maddedir, açılmayla ateşe, sıkışmayla suya ve
toprağa dönüşür. Herakleitos'a göre her şeyin temeli
ateş'tir. Ateş havaya, hava suya, su toprağa, toprak ate
şe dönüşür; demek ki bu dört öğe arasında dairesel bir
dönüşüm bağı vardır.
Elea'h filozoflar konuya akılcı bir çözüm getirmeye
çalıştılar. Elea, İtalya'da, Leukania bölgesinde bir şe
hirdi. Elea okulunun en önemli filozofu Parmenides her
şeyin temeline Bir'i koydu. Samos'lu Pythagoras da ben.
zer bir çözüm getirerek, sayılar'ı ilk ilke olarak belir
ledi.
Atomcular fiziksel yorumlar ortaya koydular. De
mokritos bu filozofların başlıcasıdır. Ona göre her şeyin
temeli atomlar'dı. Psikolojik yorumlara önem veren
kuşkuculara gelince, onlar insan bilgisini kuşkuyla kar
şıladılar. Nesnel bilgi, kesin bilgi olanaksızdı. Biz her
şeyi kendimize göre yorumlamaktayız. Protagoras "İn
san her şeyin ölçüsüdür» dedi.
Psikolojik yorumlar getiren kuşkucular sofist'Ierdir.
Sofist (yun. sophistes) bilgili kişi anlamına geliyordu,
daha sonraları söz söyleme sanatına önem veren kişi an-
19
lamında kullanıldı. Sofistler, bilgiyi gündelik yaşayışın
yol göstericisi sayıyorlar, felsefede yarar'ı birinci plan
da tutuyorlardı. Ancak, yaptıkları iş, felsefe gibi görü
nen ama felsefe olmayan bir çabaya karşılıktı çok za
man; nitekim, bu filozoflar söz'ü düşüncenin üstünde
tutmuşlar, düşünür yetiştirmekten çok ağzı söz yapan
siyaset adamı yetiştirmeye önem vermişlerdir.
Sofistlerin bu tutumuna karşı koyan Sokrates -as.
lında o da bir sofistti-, insanın kendine kökten eleşti
rici bir tutumla yönelişinin ilk örneğini ortaya koydu.
O, «Bir şey bilmediğimi biliyorum» derken, gelişigüzel
bir yönelimin geııelgeçer bilgiye varmakta yeterli olama.
yacağını söylemek ister. Sağlam bilgiye giden yol, didik
didik eden, durmadan soru soran, yakıştırmalar yap
maktan çekinen filozofun araştırmalarıyla bulunabilirdi.
Aristoteles'in aldığı en büyük mirasın, Platon mira
sının temelinde böyle bir titizlik yatar. Platon üzerine
derinlikli bir araştırma yapmış olan François Chatelet
şöyle der: «Platon, Sokrates'ten şunu öğrendi: söylemek
için değil, karşımızdaki konuşmasının yararsızlığını ve
boşluğunu yavaş yavaş görebilsin diye konuşmalıyız! »1•
Gerçek felsefe, yani insanın temel sorunlarına kök
tenci ve bütünsel bir tutumla yönelen felsefe Platon'la
kurulur. Meta-fizik onunla başlar, siyaset ve ahlak ko
nularını kesin bir biçimde ilk olarak o tartışır, Güzel'le
ilgili ilk araştırmayı o yapar. François Chatelet bize bu
konuda şunları söylüyor: «Elbette, Platon'dan önce, yu
nan uygarlığında ve öbür uygarlıklarda, doğruyu arayan
ve genelgeçer olmak isteyen düşünce vardı; tanrısallık
la, insanla, dünyayla ilgili kavrayışlar gelişmişti; «man
tıkcdar, «ahlak»lar, siyasetler genellikle hayranlık veri
ci bir büyükük ve derinlik içinde tanımlanmıştı. Çok
tandır felsefeler ve filozoflar vardı, bu anlamda... -Bu-
20
nunla birlikte bütün bu yapılar, bütün bu kuramlar
içinde bir öge eksikti, bu ögeyi Platon'culuk getirdi ve
onun önemini hemen gün ışığına koydu. Eksik olan şey
doğrula nıa 'ydı. Bu «dünya görüşleri», bu felsefe öncesi
felsefeler, dogmacı ve lirik bir biçimde, kendilerini ders
gibi, şiir gibi ortaya koyuyorlar ve aynı zamanda doğru
ve iyi şeyler olarak gösteriyorlardı. ( .. ) Platon, -insanı
katılıktan kurtarmak için- konuşmaya başka bir yapı
kazandırmak gerektiğini anladı» 2•
Evet, tam anlamında felsefeyi kuran ve onun başlı
ca sorunlarını belirleyip tartışan Platon'dur. Aristoteles,
felsefe yapmaya yönelirken, elinin altında kurulmuş bir
felsefe, ortaya konmuş çok önemli sorunlar, tartışılmış
olan ve daha da tartışılması gereken konular buldu.
21
bir toplumun, bir çağın özelliklerini en kesin biçimiyle
saptanmış bulacaktır. Ama ne olursa olsun, felsefeciye
düşen, bir felsefede içsel olan toplumsallığı yakalamak
tan daha ileriye giderek, o felsefeyle ilgili bir toplum
araştırması yapmaktır. Burada gene Marx'ı hatırlaya
lım: «Nedir toplum, nasıl oluşur durmadan? Toplum
insanların karşılıklı eylemlerinin ürünüdür. İnsanlar şu
ya da bu toplumsal yapıyı seçmekte özgür müdür? De
ğildir!»4• Bir felsefeyi doğru kavrayabilmek için, o fel
sefenin doğup geliştiği toplumun yapısını, siyasi geli
şimlerini, ahlak ve sanat değerlerini, kısacası «İnsanların
karşılıklı eylemleri»nin tüm özelliklerini iyi öğrenmek
zorundayız.
Böyle bir araştırma her zaman kolay olmaz. Özel
likle Eskiçağ'daki felsefeleri incelerken yapmaya kalka
cağımız her toplum araştırması önümüze epeyce engel
çıkaracaktır. Eski toplumlarla ilgili bilgilerimiz bulanık.
lıklarla örtülüdür yer yer. Olayları bilmek yetmez, on
ların altında yatan kültürel ve ruhsal etkenleri de bil
mek gerekir. Oysa eski toplumlardan bize daha çok
«olaylar» kalmıştır. Olaylar toplumun duygu ve düşün
celerini ancak parçalı ve dolaylı olarak yansıtır. Olay
lar tarihin dış kabuğudur; bu kabuğun altındaki canlı
yapıyı kavrayabilmektir önemli olan. Bir toplum, vaka
nüvislerin yazdığı sayfalardan çok şairlerin yazdığı say.
falarda açınır, ya da savaşlardan çok şarkılarda.
Aristoteles'in yaşamış olduğu toplumu görmeye ça
lışalım.
Yunanistan, bilindiği gibi, engebelidir, toprak tan
ına elvermez. İnsan doğaya ne ölçüde egemen olursa ol
sun, Yunanistan toprağı insana çok şey sözvermeyecek
tir. Yunanistan'da yaşayan insanın gözü denizlerde ol
malıdır. Deniz, pırıl pınl balıklar ve zengin sömürgeler
22
vadeder insana. O zamanın küçücük Yunanistan'ı, güçlü
bir Yunanistan olabilmek için, durmadan kendi dışına
taşmaya çalışıyordu. Yunanlılar bir yandan Trakya'ya,
Ege Adaları'na, Karadeniz'e, Anadolu'ya, bir yandan da
Sicilya'ya, Güney İtalya'ya açıldılar ve sömürgeciliğin
ataları oldular.
Rahat ve kolay bir yaşam, hiç değilse emeğe karşı
lığını verebilecek bir yaşam Yunanistan'da hemen he
men olanaksızdı. Dağlar tarımı engellediği gibi ulaşımı
da engelliyordu. Eskiçağ Yunanistan'ı, yer yer bağlar ve
zeytinliklerle kesilen bir çıplaklık ortaya koyardı. Evet,
Yunanistan'da insan yaşam payını daha çok denizlerden
almalıydı. Küçücük koylar, gemi barındırmaya elveriş
liydi
Eskiçağ Yunanistan'ı küçüktü, bugünkünün yarısı
kadardı. Kısa süre içinde gelişen denizcilik, az önce söy_
lediğimiz gibi, Ytinanlılar'ı başka topraklara taşıdı. Sö
mürgeleştirme dönemi, M.Ö. VIII. - VI. yüzyıllar arasını
kapsar. Bu dönemde Yunanlılar Karadeniz'den İspan
ya'ya kadar uzanan genişlikte birçok koloniye sahip ol
dular.
Sömürgeleştirme hareketi ülkeye büyük zenginlik
sağladı. Bu zenginleşme toplumsal yapıda büyük deği
şikliklere yol açtı ve sarsıntılar getirdi. Sarsıntılar de
mokrasiyi çağrıladı. VI. yüzyıl, Yunanistan'da demokra
si yüzyılıdır.
Yunanistan'da siteler vardı. Siteler, bağımsız şehir
devletleriydiler. Her site bir şehirden ve bu şehri çev
releyen topraklardan oluşurdu. Yunanistan'ın coğrafi ya_
pısı, böylesine aşırı bir parçalanmayı getirmiştir. Şehir
devletlerinin siyasi yapıları da, çıkarları da değişikti.
Bunlar kaynaşmaktan çok, takışmaya yatkındılar. Yu
nanistan giderek iki güçlü sitenin, Atina ile İsparta'nın
çekişmesine sahne oldu.
M.Ö. 479 - 431 arası, Atina'nın üstünlüğüyle geçti.
23
Atina, bir imparatorluk kurmaya, bütün Yunanistan'ı
ele geçirmeye doğru gidiyordu. Ancak, bu dışa açılma
hareketi, bir yerde durmak zorunda kaldı. Kısa süren
bir barış dönemi (446 - 43 1 ) Atina'da yunan uygarlığının
doruğa ulaştığı dönemdir. Atina, 404'ten sonra üstünlü
ğünü yitirerek İsparta'ya bağlandı. İsparta'nın üstünlü
ğü, Perslerin Yunanistan üzerindeki egemenliğine kapı
açtı. İsparta 368'de Perslere Anadolu'daki yunan sitele
rini teslim etti. Bundan sonra Yunanistan pek karanlık
ve pek sarsıntılı bir döneme girdi.
iV. yüzyıl, yunan siteleri için bunalım yüzyılıdır.
Atina demokrasisi artık yoktu. Yoksulluk ve siyasi kar
gaşa alabildiğine artmıştı. Filozoflar «site»yi kurtarmak
için kafa yormaya başladılar. Platon da (428 - 347) bu
bulanık dönemin filozofudur. Platon süregiden oligar
şiye karşıydı. Sokrates'in başına geleni görerek etkin si
yasetin dışında kaldı. Ama hep Atina'yı düşündü; siya
si, iktisadi, toplumsal çalkantılarla sarsılan Atina'yı.
François Chatelet şöyle diyor: «Platon her şeyden
önce bir tanık'tır; tarihte gerçek ya da düşsel olarak te.
melli bir rol oynamış bulunan bir dönemin dahi ve eleş
tirici tanığıdır. Sitenin siyasi çöküşü döneminde yaşa
dı: Yunanistan yüzlerce düşman devlete bölünmüştü, bu
devletlerin çoğu bir komün büyüklüğündeydi, en büyü.
ğünün alanı Saine-et-Marne'ın kapladığı yer kadardı.
Yunanistan ortak bir yönetim ya da federal bir ilke çer.
çevesinde birleşememekle kalmadı, ayrıca iV. yüzyılda
giderek sertleşen ve önemsizleşen çatışmalarda yitip
gitti. Bölünmüş ve zayıflamış Yunanistan, Asya ve Av
nıpa'daki krallar, tiranlar, kumandanlar, barbarlar, ya
rı-barbarlar için çekici ve kolay bir avdı. Şehirlerin en
zengini ve en yaratıcısı Atina, bir önceki yüzyılda büyük
bir imparatorluk elde etmiş, denizlere rakipsiz egemen
olmuş, şairleriyle, konuşmacılarıyla, mimarlarıyla, ta
rihçileriyle aydınlığa ermiş, ne zamandır etkin ve doğru
24
bir örgüt tasarımı ortaya koymuş olan Atina, artık söz
oyunlarının eline düşmüştü ve apaçık bir siyaset uygu
lamaya yeterli olmadığını ortaya koymuştu. Rakibi olan
eski ve erdemli İsparta da göçüyor ve siliniyordu ... »5•
Yunan mucizesi diye adlandırdığımız büyük aydın
lanma dönemi de böylece son bulmuştu. Felsefenin Pla
ton ve Aristoteles'le kurulan sistematik dönemi, bir ay
dınlanma döneminden sonra gelen bir karışıklık döne
miydi. Nedir yunan mucizesi?
«Yunan mucizesi! Özel yetenekleri olan yunan hal
kının insan düşüncesine yaptırdığı büyük ilerlemeleri
anlatmak istediğimiz zaman bu deyimi kullanmalıyız,
ne kadar çok kullanılmış da olsa. Son derece değerli
ilerleme koşullarına yerleşen yunan halkı, insan düşün
cesine etkinliğinin alanlarını ve temel ilkelerini göster
di. İster felsefe, ister tarih sözkonusu olsun, ister bilim
ler; ister çeşitli sanatlar düşünülsün, ister edebiyat tür
leri, bütün bu alanlarda yunan halkı her şeyi bir düze
ne koymayı bildi ve tam deneysel ve uygulamalı bilgi
den uzaklaşarak, tüm bilginin evrensel kaynaklarına
kadar yükselmeyi, büyülerin ve dinlerin tehlikeli koru
yuculuğundan kurtulmayı, tüm somnları akıl düzeyin
de koymayı (..) başardı. -Yunan mucizesinin tüm gö
rüntüleri bütün parlaklığıyla V. yüzyılda ortaya çıktı.
Atina, eşsiz şehir, düzeni hiç bir zaman aşılamamış olan
anıtlarla örtüldü. Tarihçiler Barbarlara karşı ( ..) girişi
len kahramanca mücadeleleri anlattılar. Filozoflar evren
üzerine, insan üzerine kafa yordular, bu sırada tiyatroda
kalabalıklar eski Yunanistan'ın efsanelerini yaşatan tra_
jedileri çılgınca alkışlıyordu. Biraz aşırı bir güven sardı
kafaları. Bu çiçeklenme uzun sürmedi. Ama yansıları
(..) bugün de insanlığı aydınlatıyor»6•
25
Yunanistan çalkalanırken, yunan siteleri sarsılırken,
Makedonya krallığı Philippos II'nin yönetimi altında ge
lişmekteydi. Philippos il, 359 - 336 arasında Yunanis
tan'a müdahale etti. Atina bu müdahaleye yeterince
önem vermedi. Öte yandan Makedonya kralı Atina'yı bir
uygarlık merkezi olarak değerlendiriyor, onu ortadan
silmeyi düşünmüyordu. Atina'nın yapacak çok şeyi de
yoktu zaten. Yunan siteleri Philippos II'nin bu girişi
miyle silindi. Bu karmaşada en az zarar gören Atina ol
du. İskender'in tahta geçmesi çok şeyi değiştirdi. İsken.
der Asya'ya giderken Yunanistan'ı Antipatros'a emanet
etti. İskender'in ölümünden sonra yunan siteleri Anti
patros'a kesinlikle başeğdi.
26
larında Dorlar 1..!ygar Akaların siyasi varlığını ortadan
kaldırdılar.
«Avrupa Orta Çağı'nda feodalite başgöstermiş, harb
ve yiğitlik destanları ortaya çıkmış, Yunan Orta Çağın
da şehir devletlerini idare eden kıralın yanında bir aris
tokrat sınıfı meydana gelmiş, eski kabile teşkilatının ye..
rini çok daha gelişmiş siyasal ve sosyal teşkilata sahip
şehir devletleri almış, bu şehir devletlerinde büyük bir
rol oynayan asillerin hayatı Homeros'a izafe olunan iki
büyük destanda canlı bir surette anlatılmıştır. Avrupa
Orta Çağı büyük seyahatler ve yeni kontinanlann keş
fiyle sona ermiş, Yunan Orta Çağı'nın sonuna doğruysa
Yunanlılar uzak ülkelere göçmeye ve buralarda koloni
ler kurmaya başlamışlardır»7•
Dorlar Yunanistan'da göçebelikle ilgili alışkanlıkla
rını yavaş yavaş bırakarak föprağa yerleşmeye başladı
lar. Elde ettikleri topraklar kabilenin ortak malı sayı
lıyor, topraklar adçekme yöntemiyle belli bir süre için
ve eşit olarak paylaştırılıyordu. Ancak bu ortak mülki
yet anlayışı gidere& bozuldu ve kişisel mülkiyet ortaya
çıktı, buna bağlı olarak veraset hukuku doğdu. Kişisel
mülkiyetin kuruluşu, bazı kişilerin nüfuzunun artması
na yol açtı. Böylece, sınıflaşma ortaya çıktı.
Her aristokrat ailesi bir tanrıyı ya da bir kahrama
nı ata sayardı. Aristokrat aileleri tahkimli şatolarda
otururlar, topraklarını kölelere işletirlerdi. Bazı asiller
kralın sarayında kalırlar, savaşta onun yanında yer alır.
lardı. «Bu yüksek sınıf ailelerinin yanında işgüç, otur
ma yeri ve sosyal mevkii bakımından birtakım farklar
gösteren halk tabakaları vardır. Bu tabaka insanların
dan bazıları hür olup, muayyen tarlalara sahip bulun
makta, bazıları mültezim olarak zenginlerin topraklarını
!7) Arif Müfid MANSEL. Y.ge ,. .., yunan tarihi, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1947, s. 98.
27
işletmekte, yahut toprağa bağlı olup elde ettikleri mah
sullerin muayyen bir kısmını toprak sahiplerine bırak
mak zorunda bulunmakta, diğerleriyse muayyen bir üc
ret karşılığında amele olarak çalışmakta, yahut zanaatçı
olarak şehirde ekmeğini çıkarmaktadırlar. Bunların
yanında sahiplerinin doğrudan doğruya malı sayılan ve
hiç bir hukuka malik olmayan köleler de vardır»8•
Evet, siteler yavaş yavaş oluşmaktadır. Bağımsız ol
ma ve kendi kendine yetme ilkesine göre kurulan bu şe
hir devletleri genellikle surla çevrili olan genişçe bir
alanı kaplardı; tapınaklar, resmi daireler ve pazar yer
leri şehrin merkezinde toplanırdı. Artık toplumsal yapı
oldukça değişmiştir. Toplum şöyle sınıflanıyordu: 1. Şe
hirde ya da yörede oturan ve siyasi hukuka sahip olan
özgür yurt taşlar; 2. Siyasi hukuk tan yoksun özgür yurt
taşlar; 3. Toprağa bağlı ve her türlü hukuktan yoksun
köylüler; 4. Efendinin malı sayılan köleler. Devlet işle
riyle ilgilenenler siyasi hukuka sahip olan yurttaşlardı.
Şehir devletlerinin kuruluşu, aristokratların şatola
rı bırakıp şehre gelmesiyle sonuçlandı. Aristokratlar
kralın yanında ,.görev alıyorlar, yüksek memurluklara
atanıyorlardı. Kralın yetkileri giderek daralmakta, yük
sek memurların yetkileri artmaktaydı. Birçok yerde
kralların yetkilerini aristokratik hükümetlere bıraktığı
nı görüyoruz. Krallık birçok yerde babadan oğula geçen
bir kurum olmaktan çıkmış, krallar seçimle ve bir süre
için işbaşına getirilir olmuştu. Krallık düzeni yalnız İs
parta'da tüm özelliklerini sonuna kadar korudu; İspar·
ta'da aristokrat sınıfı da yoktu.
İktisadi düzeyde Yunan Ortaçağı tarımla ve hayvan
cılıkla sınırlanmıştır. Kendi kendine yetme ilkesi ağır
bastığı için, ticaret hemen hemen hiç yoktur. Her aile
besin maddelerini olduğu kadar kullanım maddelerini
28
de (giysi, ayakkabı, ev eşyası) kendi olanaklarıyla elde
etmeye çalışmaktadır. Ailenin bütün kişileri yaşam kav
gasına katılırlar.
Bu kapalı düzene bağlı olarak zanaatlar gittikçe ge
lişmekteydi. Yunan Ortaçağı'nın başlarında çok durgun
olan ticaret, ulaşımın ve özellikle deniz ulaşımının ge
lişmesine bağlı olarak canlanmaya başlıyordu. ·Dcğişto
kuş sisteminin yerine bakır eşya karşılığı mal alma sis
temi geçiyordu.
Yunan Ortaçağı, sömürgecilik hareketinin başlama
sıyla, bu hareket içinde kolonilerin kurulmasıyla son
buldu. Sömürgelerde yunanlı göçmenler toprakları pay
laşıyorlar, yerli halkla karışmamaya bakıyorlardı.
Yunan Ortaçağı'nın bitimini izleyen VII. - VI. yüz
yıllarda toplum yapısında büyük değişiklikler oldu. Yu
nanistan artık sınıf çatışması dönemine giriyordu. Aris
tokratlar iyice zenginleşmiş, köylü iyice yoksullaşmıştı.
Gelişmekte olan sanayi ve ticaref de sınıf çatışmasını
körükledi. Üretimin bütün yükünü yunan siteleri kal
dıramadılar, bu yüzden dışarıdan işçi alma yolu tutul
du. Bu tutum, savaş tutsakları çerçevesinde kalan köle
liğin kapsamını ve anlamını geliştirdi: dışarıdan parayla
köle satın alınıyordu artık. Paraya dayalı iktisadi etkin
liğin sanayiyle birlikte gelişmesi ve köleliğin kurumlaş
ması aristokrat sınıfıyla köylü sınıfı arasında etkin bir
orta sınıfın doğmasına yol açtı. Orta sınıfı tüccarlar, sa
nayiciler, bir de onlara her türlü çıkar hesabıyla bağlı
olan gemiciler ve zanaatçılar oluşturuyordu. Ezilen sı
nıflar bazı ayaklanmalardan sonra yazılı haklar elde
ettiler.
Bu olaylar içinde ortaya çıkan yasakoyucuların en
ünlüsü Atina'lı devlet adamı Solon'dur. Solon, Yedi Bil
geler diye adlandırılan filozoflardandır. Aristokrat bir
ailenin çocuğuydu. Orta sınıfı tutuyor, yazdığı şiirlerde
zenginlerin kötülüklerini yeriyordu. Köylünün borçları-
29
nı kaldırdı, tarlaların bölünmesi usulünü getirdi. Baba
lık hakkını sınırladı. Köy yasalarını çıkardı. Aylaklar
için para cezası koydu. Yurttaşları mal, mülk ve geli
lcrine göre dört sınıfa ayırdı, bu sınıfların siyasi hakla
rıııı ve askerlik görevlerini saptadı, vergiyi de bu sınıf
lamaya göre düzenledi. Böylece patlamaları önlemeye,
topluma reformlarla yeni bir düzen getirmeye çalıştı.
Ancak, yasakoyma çalışmaları sınıf çatışmasını önleme
ye yetmedi: toplumda hiç bir sınıf yeni durumdan mem
nun değildi.
Bu dönemler, tiranlığın giderek yerleştiği ve yaygın.
laştığı dönemlerdir. Tiranları krallardan ayıran, iktida
rı çok zaman zorla ele geçirmeleri ve toplumu yasalara
uymadan bildikleri gibi yönetmeleridir.
Halk bu zalim zorbaları tutmuyordu. Bu yüzden, en
köklü tiranlıklar bile uzun zaman dayanamıyordu. Ti
ranların en ünlüsü elbette Atina tiranı Peistratos'tur
(600 - 527). Solon'un muhalefetine rağmen nüfuzunu ar
tıran Pcistratos, 560'ta iktidarı ele geçirdi. Solon'un yap.
tığı reformların korunması için çalıştı. İki kere sürgü
ne gitmek zorunda kalan bu ünlü tiran Atina'ya en par
lak dönemini yaşattı. Köylülere dayanarak yükseldi ve
aristokratların nüfuzunu iyice kırdı. Bütün tiranlıklar
kolayca yıkılırken uzun süre ayakta kalmış olan Peist
ratos tiranlığı gücünü tabandaki insandan almıştır. Pe
istratos'un oğulları aynı başarıyı sürdüremediler ve Ati
na'da tiranlık 5 lO'da yıkıldı.
Bu dönemden sonra Atina'da demokrasi gelişti. Bü
yük karışıklıklardan sonra Kleistenes hükümetin başı
na geçti. Kleistenes hemen reform yapmaya girişti. Bu
reformlar en başta aristokratların nüfuzunu kırmaya yö
nelikti. Bu arada bütün Attika üç bölgeye ayrıldı: «şe
hir bölgesi» (Atina). «kıyı bölgesi•, «İÇ bölge». «Şehir
bölgesi» tüccarlara ve sanayicilere, «kıyı bölgesi» gemi·
cilere ve balıkçılara, «İÇ bölgeıo toprak sahibi köylülere
30
bırakıldı. Şehirlerde, kasabalarda ve köylerde demos
(«halk» anlamında) denen yönetim bölümleri kuruldu.
Solon'un yaptığı dört sınıf örgütlemesi de varlığını sür
dürüyordu. Bu düzende aristokratların ayrıcalı bir yer
almaları olanaksızdı. Yerel işlere bakan demos'ların ku.
rulması yanında en büyük yenilik Beşyüzler Meclisi'nin
kurulmasıydı. Beşyüzler Meclisi'ni demos'lardan gelen
beş yüz üye oluşturmaktaydı. Bu meclis hem bir danış
ma, hem bir yürütme meclisiydi. Yasama işlerini Halk
meclisi yerine getiriyordu.
Kleistenes tiranlık düzeninin Atina'ya geri gelmeme
si için elinden geleni yaptı, bu amaçla bir ostrakismos
(«çanak çömlek mahkemesi») kurdu. Her yıl belli bir
zamanda, Attika'da tiranlık emelleri besleyen kişilerin
bulunup bulunmadığı araştırılırdı; kuşkulu bir durum
varsa, halk agora'da toplanır, çanak çömlek'parçalarıy.
la oy vererek «tiran adayı»nın on yıl için sürgüne gön
derilmesine karar verirdi. Bu kararın alınabilmesi için
altı bin oy gerekirdi.
446 - 431 arası Atina'da parlak bir dönem olarak ya
şandı. Atina demokrasisi bu dönemde Perikles'in nüfu
zuyla gölgelendi. Perikles, Yunanistan'ı birliğe kavuştur.
mak istiyordu. Bu eski bir amaçtı, bu amaca hiç bir za
man varılamadı. Birlik kurma çabaları siteler arasın
daki düşmanlıkların daha da kökleşmesini sağladı. Otuz
yıl kadar süren Peloponnesos savaşı ülkeyi birleştirece
ğine böldü.
İşte bu sallantılı, bu karmaşık, bu umutsuz dönem,
bütün görüşlerinde sistemci, birleştirici, bütünleyici ol
maya çalışan iki büyük filozofu, Platon'u ve Aristoteles'i
getirdi.
31
BİRiNCi BÖLÜM
METAFiZiK VE MANTIK
33
bir ilk kesinlik olarak koyar. Spinoza felsefesi « töz» kav
ramıyla başlar. Leibniz'de, «basit töz» diye belirleyebile
ceğimiz «monad» esastır. Kant eleştiriden yola çıkar. He.
gel, «Geist» kavramını ve «diyalektik»i felsefesinin teme
line yerleştirir. Marx'cılık iki temel kavrama dayanır:
«madde» ve «diyalektik». Bergson, zihni nesneye yönel
gen kılan «sezgi»yi felsefesine çıkış noktası yapar ...
Aristoteles için böyle bir çıkış noktası belirlememiz
olanaksız. Mantıktan metafiziğe, ahlaktan siyasete, özel
bilimlerden sanata kadar her alanda kalem oynatmış
olan bu ünlü filozof, görüşlerini belli bir temele dayan
dırmaz. O ele aldığı bir konuyu enine boyuna işlemekle
yetinir ya da felsefesinin başlıca kavramlarını teker te
ker ve geniş bir biçimde açıklamakla sınırlanır. Konular
arasında bağlantıyı kurmak, kavramların birbiriyle iliş
kisini saptamak bize düşecektir. Eserlerinin sonradan
biraraya getirilişinin ve düzenlenişinin de bu dağınık
görünümde payı olmalı. Ama her konuyu titizlikle ele
alışıyla, insan düşüncesinin yönelebileceği her şeye gö
züpek bir biçimde yönelişiyle, yer yer çelişik ve yer yer
çetrefil sözler etmekle birlikte tutarlı bir görüş ortaya
koyuşuyla Aristoteles'i sistemci bir filozof sayarken, on
daki bu çıkış noktası eksikliğini gözden uzak tutmama
lıyız.
FELSEFE NEDİR?
34
eylem önermediğimiz zaman bile görmeyi öbürlerine
yeğ tutarız. Bunun nedeni, görme duyumunun bütün du
yumlarımız arasında bize en çok bilgi sağlayan ve bir
çok değişikliği bulduran duyum olmasıdır. Hayvanlar,
doğal olarak, duyuma sahiptirler. Ama duyum bazı hay
vanlarda belleği yaratmaz, oysa bazılarında yaratır. Bu
yüzden, duyumun belleği yarattığı hayvanlar, anımsama_
dan yoksun olan hayvanlardan hem daha zeki, hem de
öğrenmeye daha yatkındırlar. Sesleri işitmeye yetenek
li olmayan varlıklar, öğrenme yetisine sahip olmaksızın,
yalnızca zekaya sahiptirler; arılar ya da aynı durumda
olan bütün öbür hayvan cinsleri böyledir. Öğrenme ye
tisi, buna karşılık, bellekten başka işitme duyusuna da
sahip olan varlığa aittir. -Ne olursa olsun, insan dışın
daki hayvanlar imgelere ve anılara indirgenmiş olarak
yaşarlar, deneysel bilgiye yalnızca pek zayıf bir biçimde
katılırlar. Oysa insan cinsi, sanata ve usavurmalara ka
dar yükselir. İnsanlar için deney bellekten gelir. Gerçek_
ten, aynı şeyin çok sayıdaki anıları, sonuç olarak, tek
bir deney oluşturur. Deney hemen hemen bilim ve sa
natla aynı yapıda görünür. Yalnızca şu ayrılık vardır:
bilim ve sanat insanlara deney aracılığıyla ulaşır. Po
los'un 9 haklı olarak söylediği gibi, deney sanatı yarattı,
deney eksikliği raslantıyı yarattı. Bir deneysel kavram
lar çokluğundan, bütün benzer durumlara uygulanabilen
bir tek evrensel yargı ortaya çıktığında s�nat doğar. Ger
çekten, belli bir hastalığa tutulmuş olan Kallias'ı 10 bel
li bir ilacın iyileştirdiği, sonra aynı ilacın Sokrates'i, da
ha sonra tek tek birçok kişiyi iyileştirdiği yargısını or
taya koymak deneyin işidir. Ama şu ya da bu yapıda
bulunan, belli bir sınıflamaya giren ve ( ... ) şu ya da bu
35
hastalığa tutulmuş olan tüm bireyleri şu ya da bu ila·
cm iyileştirdiği yargısında bulunmak sanatın işidir. Uy
gulama açısından, deney sanattan hiç bir yönüyle ay
rılmaz; ve deney yapan kişilerin, bir kavrama deney
yapmadan sahip olan kişilere göre çok daha başarılı ol
duklarını görürüz. Bunun nedeni, deneyin bireysel'in
bilgisi, sanatın da evrensel'in bilgisi olmasıdır. Oysa
tüm uygulama ve tüm üretim bireysel'e yönelir: tedavi
eden hekimin iyileştirdiği insan değildir ya da raslantı
sal olarak insandır, Kallias'tır, Sokrates'tir ya da insan
diye belirlenen bir başka bireydir, raslantısal olarak bir
insandır. Böylece, kavrama deneysiz olarak sahip ol
muşsak ve evrenseli bilirken evrenselde içerilmiş olan
bireyseli bilmezsek, tedavide sık sık yanlışa düşeriz,
çünkü iyileştirilmesi gereken bireydir. Bilginin ve öğren
me yetisinin deneyden çok sanata ait olduğunu düşün
memiz ve bilgeliğin 1 1 bütün insanlarda daha çok bilgiy
le birlikte bulunduğu düşüncesiyle sanat adamlarını de
ney sahibi kişilerden üstün tutmamız çok yanlış değil
dir: bu, birilerinin nedeni tanımasından, öbürlerinin ta
nımamasından gelir. Gerçekten, deney sahibi kişiler bir
şeyin olduğunu iyi bilirler ama nedenini bilmezler, oy
sa sanat adamları bunun nedenini ve niçinini bilirler.
Bu yüzden, şeflerin bütün girişimlerde el işçilerinden
daha büyük bir değer taşıdıklarını, daha bilgin ve daha
bilge olduklarını kabul ederiz: çünkü onlar, olanın ne
denlerini tanıyorlar, oysa el işçileri yaptığını bilmeden
yapan cansız şeylere benzerler, ateşin yanışına örneğin.
Ancak, cansız varlıklar işlevlerinden herbirini doğal bir
eğilimle tamamlarken, el işçileri bunu alışkanlıkla ya
parlar. Böylece, şefleri gözümüzde daha bilge kılan uy
gulamadaki beceri değil, kurama sahip olmaları ve ne
denleri bilmeleridir. Ve genellikle, bilgin'in ayırıcı özel-
36
liği öğretebilme yeteneğidir, sanatın gerçekten deneyden
çok bilim olduğuna bu yüzden inanıyoruz, öğretebilen
kişiler öbürleri değil ama sanat adamları olduğuna göre.
Bundan başka, bireysel şeyler üzerine bize en üstün bil
giyi sağlamalarına rağmen duyumlarımızdan hiç birine
bir bilgelik gözüyle bakmıyoruz genellikle. Çünkü du
yumlarımız hiç bir şeyin niçinini söylemezler, örneğin
ateşin niçin sıcak olduğunu: yalnızca ateşin sıcak oldu
ğunu belirlemekle yetinirler.»
Aristoteles, Metaplzysika'da, 1. kitabın 2. bölümün
de şunları söyler:
«Araştırmamızın konusu bilim olduğuna göre, ince
lememiz gereken şey, Bilgelik'in hangi nedenlerle ve
hangi ilkelerle bilim olduğudur. Genellikle bilgeyle ilgi
li olarak ortaya konan yargılar göz önüne alınırsa bu
sorunun cevabı kuşkusuz daha çok aydınık kazanacak
tır. - Bilge'yi, her şeyin bilimine özel olarak ayrı ayrı
sahip olmadan, elden geldiğince bütün şeylerin bilgisi
n e sahip olan kişi diye anlıyoruz. Ayrıca, güç şeyleri ve
37
özellikler arasında bütün şeylerin bilgisi, evrensel bili
me en yüksek derecede sahip olan kişiye aittir zorunlu
olarak, çünkü o, belli bir biçimde, evrenselde bulunan
bütün özel durumları bilir. Sonra, bu bilgiler, yani en
evrensel bilgiler, insanlarca elde edilmesi en güç bilgiler_
dir, çünkü bunlar duyulur algılardan en uzak olanlar
dır. Bundan başka, en tamuyar bilimler en çok ilke bi
limleridirler, çünkü daha soyut ilkelerden çıkanlar da
ha karmaşık ilkelerden çıkanlardan daha tamuyar bilim
lerdir: örneğin, Aritmetik, Geometri'den daha tamuyar
dır. Bilim, nedenlerin derinine indikçe daha çok öğre
time yaklaşır, çünkü öğretim her şeyin nedenlerini söy
lemektir. Bundan başka, tanımak için tanımak ve bil
mek için bilmek, en yüce tanınabilire yönelen bilimin
başlıca özelliğidir: gerçekten, öğrenmek için öğrenmeyi
yeğleyen kişi her şeyden önce en yüce tanınabiliri seçe
cektir, en yüce tanınabilirin bilimi de budur. Oysa, en
yüce tanınabilir, ilk ilkelerden ve ilk nedenlerden oluş
muştur, çünkü geri kalan her şey ilkeler yardımıyla ve
ilkelerden kalkılarak bilinir, bunun tersi yani ilkelerin
kendilerine bağımlı olan şeylerden çıkması doğru değil
dir. Sonuç olarak, esas olan ve kendisine bağımlı bütün
öbür bilimlerden üstün olan bilim, her şeyin hangi ama.
ca göre yapılması gerektiğini bilen bilimdir. Bu amaç,
her varlıkta, bu varlığın kendi iyiliğidir ve genel bir bi
çimde de Doğa'nın bütününde Yüce İyi'dir. - Bütün bu
belirlemeler sözkonusu adın aynı bilme uygun düştü
ğünü gösteriyor: bu bilim ilk ilkeler ve ilk nedenler üze..
rine kurulan bir bilim olmalıdır. Çünkü iyilik de, yani
amaç da, nedenlerden biridir. Ö te yandan, bilimin şiir
sel bir bilim olmaması gerekir, en eski filozofların 12 hi
kayesi de bunu gösterir. Gerçekten, bugün de olduğu gi
bi, ilk düşünürleri felsefi kurgulara iten şey şaşkınlık
38
olmuştur. Başlangıçta şaşkınlıkları akla ilk gelen güç
lükler üzerinedir; sonra, böylece yavaş yavaş ilerleye
rek, buluşlarını en önemli sorunlara, yani Ay, Güneş,
Yıldızlar'la ilgili olgulara, giderek Evren'in oluşumu gibi
olgulara yaydılar. Oysa, bir güçlüğü sezmek ve şaşırmak,
kendi bilgisizliğini görmek demektir (mitoslardaki aşk
bile, bir bakıma, Bilgelik aşkıdır; çünkü mitos bir eş
sizlikler topluluğudur) . Demek ki, ilk filozoflar bilgisiz
likten kaçmak için felsefeye yönelirken, bilgiye yalnız
ca bilmek için yönelmişlerdir, yararlı bir amaç için yö.
nelmemişlerdir. Gerçeklikte olup bitenler onlara kanıt
sağlamıştır. ( ..) Sonuç olarak şunu söyleyelim : arayışı
mızda hiç bir yabancı çıkar gözetmiyoruz. Ama kendi
kendinin amacı olan ve bir başkası için varolmayan şeyi
özgür diye adlandırıyorsak, bu bilim de bütün bilimler
arasında özgür bir disiplindir, çünkü tek başına kendi
kendinin amacıdır.»
Aristoteles, Metaphysika'nın 2. kitabında, 1. bölüm
de şu belirlemede bulunuyor:
«Doğrunun araştırılması bir bakıma güç, bir bakı
ma kolaydır. Bunu kanıtlayan şey şudur: kimse doğruya
tam olarak erişemez ve kimse doğrudan tam olarak yok
sun kalamaz. Her filozof, Doğa üzerine söylenecek bir
şeyler bulur; kuşkusuz, bu katkı doğru için hiç bir şey
dir ya da az bir şeydir, ama bütün düşünceler bir araya
gelerek verimli sonuçlar ortaya koyarlar. ( ..) Bu açıdan
alınınca bu araştırma kolay bir araştırmadır. Ama bir
doğruya ancak bütünü içinde sahip olabildiğimiz, doğ
runun amaçladığımız belirgin bir bölümüne erişemediği
miz düşünülünce, girişimin ne güç bir girişim olduğu
ortaya çıkar. Belki de, iki çeşit güçlük olduğuna göre 13,
varolan güçlük kaynağını şeylerden değil ama bizden al
makta. Gerçekten, yarasaların gözleri gün ışığında ney-
39
se, ruhumuzun zekası da hepsi doğal olarak apaçık olan
şeylerin karşısında odur. Demek ki, yalnızca görüşlerini
paylaşacağımız kişiler karşısında değil, ama görüşlerini
pek yüzeysel biçimde ortaya koyan kişiler karşısında da
anlayışlı kalmamız doğrudur: yüzeysel görüşler bile bi
ze katkıda bulunmuşlardır, çünkü düşünce yetimizi ge
liştirmişlerdir. ( ..) - Felsefe, haklı olarak, doğrunun
bilimi diye adlandırılır. Gerçekten, kurgu doğruyu, uy
gulama yapıtı amaçlar: çünkü, eylem adamları, bir şe
yin davranışını incelediklerinde bile, o şeyi ölümsüz ya
pısı içinde ele almazlar, belli herhangi bir amaca ve bel
li herhangi bir zamana göre ele alırlar. Ne var ki, ne
denini öğrenmeden doğruyu bilemiyoruz. Birçok şey
içinde bir yapıya geniş bir biçimde sahip olan bir şey,
öbür şeylerin bu yapıya ortak olarak katıldıkları şeydir.
Ö rneğin, Ateş üstün biçimde sıcak olan şeydir, çünkü
öbür varlıklardaki sıcaklığın nedenidir; demek ki, türe
miş varlıklarda bulunan doğrunun nedeni, üstün biçim
de doğrudur. Ö lümsüz varlıklarla ilgili ilkelerin bütün
ilkeler arasında zorunlu olarak en doğru ilkeler oluşu
burdan gelir; çünkü bu ilkeler yalnızca belli bir zaman
için doğru ilkeler değildirler; aynı zamanda bunların
varlıklarının nedeni de yoktur, tersine onlar öbür şey
lerin varlıklarının nedenidirler. Böylece, bir şey ne ka
dar çok varlığa sahipse o kadar çok doğruya sahiptir.»
40
duyuların önemini belirtmemişlerdi. Yalnız, Herakleitos,
Evren'i açıklamaya çalışırken, duyulan bir ölçüde öne!'!'·
ser, ne var ki bu önemseyişini temellendirmez. Bu «ka·
ranlık» filozof, her şey üzerine olduğu gibi duyular üze.
rine de pek kapalı sözler etmiştir. «Her şey dumana dö
nüşseydi burnumuzla tanıyacaktık» der örneğin. Bu
sözde, duyumlarımızı bilginin tek kaynağı gibi gösterme
eğilimi var belki de. Onun şu sözü biraz daha karmaşık:
«Görüyle, kulakla, bilgiyle ilgili olanı yeğ tutarım.» Ne
olursa olsun, belli ki Herakleitos bilgi edinme işinde
duyulara önem vermektedir. Evreni duyu verilerine da·
yanarak açıklamaya çalışan öbür üç İonia'lıda, yani
Thales, Anaximandros, Anaximenes'de bu konuyla ilgili
pek bir şey yok. Belki onların duyular üzerine belirle
meleri oldu da, bu belirlemeler bize ulaşmadı. Her ne
olursa olsun, onlar uzun uzun gözlemledikleri bu dünya·
da bakışlarından çok baktıklarına önem verdiler. İnsa·
nın kendi bakışını sorun haline getirmesi daha gelişmiş
bir düşünceyi gerektiriyor olmalı. İlk filozoflar geniş
bir bilgi kalıtımından yoksundular elbette. Ö te yandan,
Herakleitos'un deyişiyle dersek, Doğa gizlenmeyi sevi
yordu.
Platon'un öğretisi, Duyulur olanı Düşünülür olanın
altına yerleştirmiştir. Düşünülür Dünya ölümsüz gerçek
liklerin, İ dea'ların dünyasıydı. Duyulur Dünya, Düşünü
lür Dünya'nın bir kopyası, bir yansısıdır. Ruh, Duyulur
Dünya'da İdea'ları gözlemleyerek bilgiye sahip olmuş
tur. Duyulur Dünya deneyleri, Düşünülür Dünya'da el
de ettiğimiz bilgileri bize anımsatır. Bilmek, bu dünya
için, anımsamaktır. Böyle bir anlayış, bilgi edinmede
duyu verilerinin önemini elbette en aza indirecekti.
Aristotelcs, Platon'un bu ülkücü öğretisine kökten
karşı çıkarak, bilgi anlayışını gerçekçi bir temele otur
tur, yaşadığımız dünyayı, bu dünyayı tek bilgi alanı ola·
rak belirler. Bilgi ancak bu dünyanın gerçeklikleri ara·
41
sından derlenebilir. Zaten bu dünyayı aşan bir bilgiler
ya da gerçeklikler dünyası yoktur. Platon'un gerçekçilik
peşinde koşan ülkücülüğü (İdea'lar ölümsüz gerçeklik·
Ierdir) yerini böylece bütün bilgiyi madde dünyasından
sağlamaya çalışan bir gerçekçiliğe bırakmıştır.
Aristoteles için önemli olan tek tek şeylerin bilgi
sini birer birer derlemek değil, ama evrensel bilgiye
yükselebilmektir, en evrensel bilgiye sahip olabilmektir.
Burada bir güçlük çıkar karşımıza: Aristoteles, «evren
sel » bilgiyi «en evrensel» bilgiden ayırmak zorunda bı
rakır bizi. Tek tek şeylerin bilgisinden giderek oldukça
evrensel ya da daha evrensel bilgilere varabiliriz, ama
en evrensel bilgi tek tek şeylerin bilgisinden gidilerek
varılan bilgi clcğildir.
Gerçek bilgi çalışması (bu çalışma bilgin'in yani fi
lozofun konusudur) tümevarım yoluyla değil, tümdenge
lim yoluyla yapılır. En önemli iş evrensel bilgiye varmak
değil, daha evrenselden daha özeli çıkarmaktır. Tek tek
şeylerin bilgisi bize evrensel bilginin yolunu açmaz mı?
Açar elbet. Benzer şeylerden ya da benzer durumlardan
giderek evrensel bilgiye doğru yükseliriz. Evrenselin de
evrenseli vardır, önemli olan daha evrensel bilgiye ulaş
maktır. Evrensel bilgi deneyle doğrulanması gereken
bilgidir. Doğrulanmamış bilgi bizi yanıltabilir, yanlış ola_
bilir.
Evrensel bilgiye yönelen kişi, bir şeyi nedenleriyle
kavramak isteyen kişidir. Bu durumda örneğin el işçi
siyle hekim arasında bir yönelim değişikliği sözkonusu
olacaktır. El işçisi evrensel bilgiyi konu edinmez. O, bir
şeyin nedenini düşünmeksizin eylemde bulunur. Oysa
hekim, evrensel bilgiye yönelmek zorundadır. Çünkü he
kimlikte eylem düşünceyi gerektirir. Filozofla hekimi
birbirinden ayıran ne? Hekimlik alanında en evrensel
bilgiler sözkonusu olamaz. En evrenselle özel arasında
sayısız basamaklar olacaktır. En evrensel bilgi filozofu
42
ilgilendirir. Bu bilgi filozofun elde etmek zorunda oldu
ğu bilgidir. Filozof bu en evrenseli tek tek nesnelerden
derlemez. O, bu en evrensel bilgiye sahip'tir. Filozofun
ayrı bir yeteneği, ayrı bir yetkinliği olmalı.
Filozof, «güç şeyleri ve insan bilgisine kolay kolay
açılmayan şeyleri bilme yeteneğine sahip olan» kişidir.
O, «her şeyin bilimine özel olarak ayrı ayrı sahip ol
madan, elden geldiğince bütün şeylerin bilgisine» sahip
olacaktır. Demek ki, filozof, duyulur bilgileri değerlen
direrek en evrensel bilgiye ulaşmayı düşünmeyecek
-böyle bir çaba sonu gelmez bir çaba olurdu-, tersi
ne, sahip o lduğu evrensel bilgiden giderek daha az ev·
rense! olanın bilgisini ortaya koyacaktır.
Filozof yasalara uymayacak, ama yasaları ortaya
koyacaktır. En evrensel bilgiye sahip olan kişinin yasa
lara da sahip olması, yasaları göstermesi, bildirmesi ola.
ğandır. Evrensel bilgisine sahip olduğumuz zaman, bu
bilginin içerdiği tüm özel bilgilere de sahibiz demektir.
En yüce bilgi, bir başka deyişle en evrensel bilgi, ilk il
kelerin ve ilk nedenlerin bilgisidir. «En yüce tanınabi
lir» olan şey «İlk ilkelerden ve ilk nedenlerden oluşmuş.
tur.»
Evrensel bilgiye ulaşma çabası oldukça güç bir ça
badır: zihnimiz tam yetkin değildir çünkü, öte yandan
nesneler bize kendilerini bir çırpıda açmazlar. Bu du
rumda yapılacak şey yalnız kendi kurgularımızla yetin.
mcmek ve en yüzeysel görüşleri bile değerlendirmek ol
malıdır. Demek ki, felsefe, «doğrunun bilimi» diye ta
nımlayabildiğimiz felsefe, değişkenin temelindeki değiş.
mezi, ölümlünün temelindeki ölümsüzü araştıran bir
bilgi alanı olarak, her zaman en kapsamlı bilginin peşin
de olacaktır. Ama bilgi uğrunda her çabamız her zaman
şu gerçeği karşısında bulacak : « kimse doğruya tam ola
rak erişemez ve kimse doğrudan tam olarak yoksun ka
lamaz.»
43
Bilme çabamız, dünyanın bilinmezlikleri karşısında
duyduğumuz şaşkınlıktan doğar. Bu şaşkınlık, bu me
rak, durmadan bilgiye doğru itecektir bizi. Bu çıkış el
bette sonuçlanna ilgisiz bir çıkıştır ve bilmek için bil
mek kaygısını ortaya koyar. Uygulama düzeyinde bilgi
ne ölçüde yarargözetir bilgiyse, felsefi bilgi o ölçüde
yarargözetmez bilgidir. Demek ki filozofun yönelimi
yarargözetmez bir yönelim olacaktır her zaman. Bu an
layış, XVIII. yüzyıla kadarki bütün felsefelerin temel an
layışı oldu. Başta Voltaire ve Diderot olmak üzere
XVIII. yüzyıl filozofları, felsefeyi yaşanan dünyanın ya
rarına kullanmaya çalıştılar. Bundan sonra felsefe yarar
gözetirlik ilkesine bağlandı. Çağımızda felsefe artık hem
dünyayı temelden kavramaya çalışan, hem de değişmesi
gerekeni değiştirmeyi amaçlayan bir bilgi alanı olarak
anlaşılıyor. Marx'ın şu sözünü hatırlayalım : «Filozoflar
dünyayı değişik biçimlerde yorumlamaktan başka bir
şey yapmadılar: bugün önemli olan dünyayı dönüştür
mektir. » Onun şu belirlemesi de pek önemlidir: «İnsan
düşüncesinin nesnel bir doğruya ulaşıp ulaşamayacağı
sorusunun kuramsal bir soru değil, uygulamayla ilgili
bir soru olduğunu bilmeliyiz. İnsan, doğruyu, yani ger
çekliği, güçlülüğü, düşüncesinin apaçıklığını «uygulama»
içinde göstermelidir. »
Felsefenin yarargözetmezlikten yarargözetirliğe ge
çişi, onun bilimle olan ilişkilerine bağlı oldu. Felsefe
başlangıçta bilimle aynı anlama geliyordu. Görüldüğü gi.
bi Aristoteles « felsefe»yi «bilim»le eşanlamlı almakta
dır. Gerçek bilim olan felsefe yarargözetmcz. Kant ve
Spencer felsefeyi bilimin buyruğuna verdiler. Felsefe
bilimin başlıca yardımcısıydı. Bergson felsefeyi bilim
den yüzde yüz ayırmıştır. Marx'da felsefe bilimsel ke
sinlikle yüki.imlendi ve uygulama alanına götürüldü.
44
FELSEFENİN KONUSU: VARLIK
45
ğunu, insanın müzisyen olduğunu ya da müzisyenin in·
san olduğunu söylediğimizde varlık raslantısaldır; mü
zisyen inşa ediyor demek, yani mimarın ras lantısal ola
.
rak müzisyen ya da müzisyenin raslantısal olarak mi
mar olduğunu söylemek hemen hemen aynı şeydir: ger
çekten, bu şudur sözü, bu, şu'nun ranslantısıdır anlamı
na gelir. Üstünde durduğumuz durumla� için de aynı
belirleme sözkonusudur: örneğin insanın müzisyen ve
müzisyenin de bir insan olduğunu ya da beyazın müzis
yen, müzisyenin beyaz olduğunu söylersek, bu iki anla·
tım, niteliklerin biri de öbürü de varolan aynı öznenin
raslantısıdır anlamına gelir; birinci anlatım, niteliğin
varlığın raslantısı olduğunu belirtir, müzisyen bir in
sandır anlatımı da müzisyenin insanın bir raslantısı ol
duğunu belirtir. Bunun gibi, beyaz-olmayan şey vardır
denir, çünkü raslantısı olduğu şey vardır. ( .. ) - Ö z ola·
rak Varlık, kategori biçimlerince belirtilmiş olan bütün
anlamları alır, çünkü Varlık'ın anlamları bu kategori·
lerle eşit sayıdadır. Yüklemler arasında bazıları tözü,
bazıları niteliği, bazıları niceliği, bazıları bağıntıyı, ba
zıları zamanı belirttiğine göre, bu kategorilerden herbiri
Varlık'ın anlamlarından birine karşılık olur.»
Aristoteles, raslantısal olarak Varlık'la öz olarak
Varlık ayrımını şöyle belirler:
«Varlıklardan bazıları her zaman aynı durumda ka·
lırlar, bunlar zorunlu varlıklardır, burada zorlamayla be
lirgin bir zorunluluk değil, başka türlü olamama diye
tanımladığımız zorunluluk sözkonusudur. Ö bür varlık·
lar, tersine, ne zorunlu olarak vardırlar ne de her za
man vardırlar, ama yalnızca çoğunlukla vardırlar. Ras
lantısal olarak Varlık'ın ilkesi, nedeni budur. Çünkü
her zaman o lmayan ve çoğunlukla olmayan şeye raslan
tı diyoruz. Ö rneğin, en sıcak günlerde fırtına ve soğuk
varsa, bunun bir raslantı oldu ğunu söyleriz, ama sıcak
ve kuru bir hava varsa aynı şeyi söyleyemeyiz, çünkü bu
46
durum her zaman ya da çoğunlukla olur, oysa fırtına
ve soğuk olduğunda bu böyle değildir. İnsanın beyaz ol
ması da bir raslantıdır (çünkü insan ne her zaman ne
de çoğunlukla böyledir), ama insanın hayvan olması
raslantısal değildir. Mimarın sağlık kazandırması da
bir raslantıdır, çünkü sağlık kazandırmak mimarın ya
pısında bulunan bir şey değil, hekimin yapısında bulu
nan bir şeydir ve mimar raslantısal olarak hekimdir.
Aşçı, beğeniden başka bir şey amaçlamadan, sağlığa ya
rarlı bir yemek hazırlayabilir, bu sonuç aşçılık sanatına
çok yabancı bir şey değildir, bu yüzden buna da raslan
tısal diyoruz: aşçı bir anlamda bu sonuca erişebilir ama,
bu mutlak bir biçimde olmaz. ( ..) - Raslantı biliminin
olmadığı kesindir. Gerçekten, her bilim ya her zaman
olanı ya da çoğunlukla olanı ileri sürer. Bu olmadan
kendi kendini eğitmek ya da başkasını eğitmek nasıl
olur?» (Metaphysika, 6. kitap, 2. bölüm).
Aristoteles'de Varlık'ın ne anlama geldiğini çok ke
sin bir biçimde ortaya koymamız olanaksız. Aristote
les'in bu kavramla ilgili belirlemeleri bize çeşitli güçlük
ler getirmekte. Filozof, Metaphysika'mn 6. kitabında, 2.
bölümde Varhk'ın birçok anlamı olduğunu söyler. Var
lık'ın kesin tanımını yapamazsak da, onun durağan bir
öge olduğunu, duyulur gerçeklikler dünyasından soyut
landığını söyleyebiliriz. Aristoteles'de Varlık'ın ne anla
ma gelebileceğini F. J. Thonnard şöyle açıklar:
-
47
duyulur şeylerde somut ve bireysel durumda bulunmak.
tadır. Zekamız, bu biçimleri, kendilerini belirleyen bi
reysel koşullardan sıyırır ve onları arı durumda kavrar;
sonra bir düşünce çabasıyla onların bir bireysellik çok
luğunda varolmaya yatkınlığını, yani evrensellik'ini or
taya koyar. Kısacası, bilimlerde biz, ancak somut, özel
ve olumsal olabilen nesneleri soyut, evrensel ve zorun
lu kavramlarla düşünürüz; çok değişken olan nesneleri
bir ve durağan kavramlarla düşünürüz» 14•
Aristoteles'de Varlık kavramı hemen kategoriler
kavramına bağlanır.
48
neğin, insan, at, tözdür; örneğin, iki kulaç, üç kulaç, nı
celiktir; beyaz, dilbilgici, niteliktir; çift, yarım, daha bü
yük, göreliktir; Lykeion'da, Forum'da, yerdir; dün, ge
çen yıl, zamandır; yatıyor, oturuyor, durumdur; ayakka
bılı, silahlı, iyeliktir; kesiyor, yakıyor, edimdir; kesilmiş,
yanmış, edilimdir. - Bu terimlerden herhangi biri ken
dinde ve kendinden ne bir şeyi varsar ne de bir şeyi
yoksar; ancak, bu terimlerin aralarındaki ilişkiyle, var
sama ya da yoksama oluşur. Gerçekten, her varsama ve
her yoksama ( .. ) doğru ya da yanlıştır, oysa birbiriyle
ilişkisiz anlatımlar için ne doğru, ne yanlış vardır: ör
neğin, insan, beyaz, kısa, galip.»
TÖZ NEDİR?
49
her şeyin tözüdür. - Buradan, tözün iki anlamı olduğu
ortaya çıkar: o hem sonuncu öznedir, hiç bir özneye
bağlı olmayandır, hem de özü içinde alınmış birey ola
rak, ayrılabilir bir şeydir, yani her varlığın görünümü
ya da biçimidir.»
Aristoteles, Metaplıysika'nın 7. kitabında, 1 . bölüm.
de töz kavramını varlık kavramına yaklaştırarak, hatta
bu iki kavramı özdeşleştirerek soruna yeni bir boyut ka
zandırır:
«Varlık ( . . . ), çeşitli anlamlar alır; bir anlamda
şey'in, töz'ün ne olduğunu belirtir; bir başka anlamda,
b ir niteliği ya da bir niceliği ya da bu çeşit öbür yüklem·
lerdcn birini belirtir. Ama, Varlık'ın bütün bu anlamları
arasında, ilk anlamında Varlık'ın, «şey olan»dan, yani
Töz'den başka bir şey belirtmeyen bir kavram olduğu
açıktır. Gerçekten, belli bir şeyin hangi . nitelikte oldu
ğunu söylerken, onun iyi ya da kötü olduğunu söyleriz,
üç kulaç olduğunu ya da tek insan olduğunu söylemeyiz.
Tersine, bu şeyin ne olduğunu belirtirken, ne beyaz ya
da sıcak olduğunu ne de üç kulaç olduğunu söyleriz,
ama bir insan ya da bir tanrı olduğunu söyleriz. Öbür
şeyler, yalnızca, tam anlamında Varlık'ın nicelikleri, ni
telikleri, durumları ya da bu cinsten herhangi başka bir
belirleme olduklarından ötürü varlık diye adlandırılar
lar. Bu yüzden, dolaşma'nın, sağlıklı olma 'nın varlıklar
olup olmadıklarını sorabiliriz; benzer herhangi bir du
nımda da bu böyledir: çünkü bu durumlardan hiç biri
ne kendiliğinden doğal olarak kendine özgü bir varoluşa
sahiptir ne de Töz'den ayrılabilir; burada herhangi bir
varlık varsa, bu varlık, dolaşan, oturmakta olan, sağlık
lı olandır. Ve bu sonuncu şeyler daha çok varlık gibi
görünürler, çünkü herbirinde gerçek ve belirli bir özne
bulunur: bu özne, Töz'dür ve bireyseldir, herhangi bir
kategoride ortaya çıkandır, çünkü iyi ya da oturma hiç
bir zaman onsuz söylenemez. Demek ki, öbür kategori·
50
!erden herbirinin bu kategori aracılığıyla varolduğu
açıktır. Bu yüzden, temel anlamında Varlık, Töz'den baş
ka bir şey olamaz. - İlk terimin birçok anlama sahip
olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte, mutlak olarak ilk
olan Töz'dür, hem mantıksal olarak, hem bilgi düzenine
göre, hem zaman a göre. Gerçekten, öbür kategorilerden
hiç biri ayrı durumda varolmaz, ama yalnızca Töz böy
ledir. Öte yandan, Töz, mantıksal olarak da ilkedir, çün
kü her vahğın tanımında zorunlu olarak tözünün tanımı
da bulunur. Sonunda, bir şeyi, ne olduğunu iyi bildiği
miz zaman yetkin bir biçimde tanıdığımıza inanırız, ör
neğin insanın ya da ateşin ne olduğunu, niteliğini, niceli
ğini ya da yerini bildiğimiz zaman yetkin bir biçimde
tanıdığımıza inanırız; çünkü bu yüklemlerden herbirini
de biz, yalnızca, ne olduklarını, niteliğinin, niceliğinin ne
olduğunu bildiğimiz zaman tanırız. Gerçekten, günü
müzdeki ve geçmişteki bütün araştırmaların sarsılmaz
konusu, her zaman çözümsüz kalan şu sorudur: Varlık
nedir? Bu soru « Töz nedir? » sorusuyla aynı anlama ge
lir. Gerçekten, filozofların, bazılarında birlik, bazıların
da çokluk bulduğu şey Töz'dür. Çokluk bazen sayıyla
sınırlanmış olarak, bazen sonsuz olarak düşünülür. Bu
yüzden, bizim için, incelememizin başlıca, ilk ve tek nes
nesi bu anlamda alınmış Varlık'ın yapısı olmalıdır.»
Aristoteles, töz sorununu, Organon'un birinci kitabı
olan Kategoriai'de daha değişik bir biçimde şöyle ele
alır:
«Terimin en temel, ilk ve başlıca anlamında, töz,
ne bir özneye bağlanan, ne de bir öznede bulunandır:
örneğin, bireysel insan ya da bireysel at. Ama, ilk an
lamda alınan tözlerin içerildiği türlere, ikincil tözler de
nir; bu türlere, bu türlerin cinslerini de eklemek gere
kir: örneğin, bireysel insan, insan türüne girer, bu tü
rün cinsi hayvandır. Demek ki, bu tözleri, yani insanı
ve hayvanı ikincil diye adlandırırız. - Bu söylediğimize
51
göre, yüklemin isim için de tanım için de özneye bağlan
ması gerektiği açıktır. - Örneğin, insan bir özneye bağ
lanmıştır, yani bireysel insana bağlanmıştır: bir yandan,
bireye insan adı verildiğine göre, bireysel insana insan
adı verilmiştir; öte yandan, insanın tanımı bireysel in
sana da bağlanacaktır, çünkü bireysel insan aynı za
manda hem insan hem hayvandır. Buradan, ismin ve
kavramın özneye bağlanacağı sonucu çıkar. Bir öznenin
içinde bulunan varlıklara gelince, bunların çoğunlukla
ne adları ne de tanımları özneye bağlanmıştır. Bununla
birlikte bazı durumlarda ismin bazen özneye bağlanma
sında hiç bir engel yoktur, ama tanım için bu olanaksız
dır: örneğin, bir özneye yani öznenin bedenine bağlı olan
beyaz, bu özneye bağlanmıştır (çünkü bir beden için
beyaz diyebiliriz) ama beyazın tanımı hiç bir zaman be
dene bağlanamaz. Geri kalan her şey ya özne olarak
alınan tözlere bağlanmıştır ya da bu öznelerin kendile
rine.le bulunur. Bize kendini gösteren özel örneklerden
çıkar elbette bu. Örneğin, hayvan terimini alalım; bu
terim insana bağlanmıştır; lıayvan, daha sonra, bireysel
insana bağlanacaktır; çünkü bireysel insanlardan hiçbi
rine bağlanmamış olsaydı, genel olarak insana da bağ
lanmayacaktı. Bir başka örnek: renk bedendedir; renk,
daha sonra, bireysel bedende de bulunur; çünkü renk,
bireysel bedenlerden hiç birine bağlı olmasaydı, genel
olarak bedene de bağlı olmayacaktı. Buradan, geri kalan
her şeyin ya önce özne olarak alınmış tözlere bağlan
dığı ya da bu öznelerin kendilerine bağlı olduğu çıkar.
Bu ilk tözlerden giderek varolmasa, başka hiç bir şey
varolmayacaktır. - İkincil tözlerden, tür, cinsten daha
çok tözdür, çünkü tür ilk töze daha yakındır. Gerçekten,
ilk tözün yapısı üzerine konuşmak istenirse, bu yapıyı
Cinsten çok türle açıklayarak daha kesin ve daha derin
bir bilgi verilecektir: böylece, bireysel insan üzerine ko
nuşmak istendiğinde, onun hayvandan çok insan olduğu
52
söylenerek, onun üzerine daha kesin bir bilgi verilmiş
olur; çünkü ilk özellik daha çok bireysel insana özgü
dür; oysa ikincisi daha geneldir. Ayrıca, herhangi bir
ağacın yapısını anlatabilmek için, onun bitkiden çok
ağaç olduğunu söyleyerek daha öğretici bir açıklama
sağlanmış olacaktır. Bundan başka, ilk tözler, geri ka
fam her şeyin substratum'u olmaları ve geri kalan her
şeyin onlara bağlı olması ya da onlarda bulunması olgu
suyla üstün tözler diye adlandırılırlar. Ve ilk tözlerin
geri kalan her şey karşısındaki davranış biçimi, türün
cins karşısındaki davranış biçiminin aynıdır. Tür, ger
çekten, cins için substratum'dur, cinsler türlere bağlı
olsalar da, türler, buna karşılık, cinslere bağlı değildir
ler. Bu nedenlerden ötürü, tüıün cinsten çok töz olduğu
sonucuna varılır. - Cins olmayan kendiliğine.len türlere
gelince, bunlardan fıiç biri hiç bir bakımdan öbüründen
daha çok töz değildir, çünkü bireysel atın at olduğunu
söyleyecek yerde bireysel insanın insan olduğunu söy
leyerek daha kesin bir biçimde konuşmuş olmayız. İlk
tözler için de bu durum vardır, bu tözlerden biri öbü
ründen daha çok töz değildir, çünkü bireysel insan hiç
bir bakımc.lan bireysel öküzden çok töz değildir. Doğru
olarak, ilk tözler diye adlandırılmışlardır, çünkü bütün
yüklemler arasında ilk tözü anlatan yalnız cinsler \'e
türlerdir. Gerçekten, bireysel insanın yapısı üzerine ko
nuşmak istenirse, bu iş türle ya da cinsle yapılırsa, bu
c.lurumda c.laha kesin bir açıklama verilecektir, bu açık
lama bu bir hayvandır demekten çok bu bir insandır
demekle daha kesin bir duruma getirilecektir. Buna
karşılık, insana insan için daha başka bir bclirlemcc.le
bulunmak açıklamayı yetersiz kılacaktır; örneğin, insa
nın beyaz olduğunu, koşmakta olduğunu, ya da bu çe
şitten başka bir şey söylediğimizde böyle olur. Öbürleri
arasında yalnızca kavramların töz diye adlandırılması
nın doğru olduğu burada kendini gösteriyor. Başka bir
53
kanıt: ilk tözler, geri kalan her şeyin substratum'u olma.
tarından dolayı, tam anlamında töz olarak adlandırılır
lar. Oysa ilk tözlerin bu tözler dışındaki şeylerle ilişki
si, türlerin ve cinslerin geri kalan her şeyle ilişkisinin
aynıdır, çünkü geri kalan her şey türler ve cinslere bağ
lıdır. Gerçekten, bireysel insanın dilbilgici olduğunu söy
lemek, insanın ve hayvanın da dilbilgici olduğu sonucu
nu çıkarmak demektir. Bütün öbür durumlarda da bu
böyledir. - Her tözde ortak olan özellik, bir öznenin
içinde olmamaktır. Gerçekten, ilk töz bir öznede bulun
maz ve bir özneye bağlı da değildir. İkincil tözlere ge
lince, bu tözlerin bir öznede bulunmamaları şu nedenler_
den ötürü kesindir: gerçekten, insan her şeyden önce
bir öznenin, yani bireysel insanın niteliğidir, ama bir
öznenin içinde değildir, çünkü insan, bireysel insanın bir
bölümü değildir. Bir öznenin, yani bireysel insanın
ananiteliği olan, ama bireysel insanın bir bölümü olma
yan hayvan için de aynı şey geçerlidir. Bundan başka,
bir öznede bulunan şeylerle ilgili olanın adını bazı du
rumlarda öznenin kendisine vermeye hiç bir şey engel
değildir, oysa bunların tanımını özneye bağlamak ola
naksızdır. Oysa, ikincil tözlerde, özneye, adlar olduğu
kadar tanımlar da bağlanabilir: insanın tanımı bireysel
insana bağlanmıştır, hayvanın tanımı da bireysel insa
na. Buradan, tözün, bir öznede bulunan şeyler sayısın
da olamayacağı sonucuna varılır. Ama bu özellik töze
özgü bir özellik değildir, çünkü ayrım da bir öznede bu
lunmayan şeylerin bir bölümünü oluşturur. Gerçekten,
ayaklı ve iki ayaklı bir özneye yani insana bağlanmışlar
dır, ama bir öznenin içinde değildirler, çünkü iki ayak
lı ve ayaklı insanın bölümleri değildirler. Bundan baş
ka, ayrımın tanımı da ayrımın bağlandığı şeye bağlan
mıştır: örneğin, ayaklı, insana, bağlanmışsa, ayaklının
tanımı da insana bağlanacaktır, insan ayaklı olduğuna
göre. Demek ki, kendimizi bu parçaların töz olmadığı-
54
nı kabul etme zorunluluğu içinde bulma korkusuyla töz
lerin parçalarının bir öznede bulunduğu kadar her şey·
de de bulunması olgusuna çok şaşmayalım. Şeylerin bir
öznede bulunduğunu söylediğimizde, bununla parçaların
bütünde içerilişine benzer bir içerilme sözkonusu oldu
ğunu söylemedik. İkincil tözlerin olduğu kadar ayrımla
rın da özelliği, bütün durumlarda, aynı anlamda nitelen·
dirilmiş olmalarıdır, çünkü bütün yüklemlerinin özne
leri ya bireylerdir ya da türlerdir. İlk tözden hiç bir
kategori çıkmaz, çünkü bu töz hiç bir özneye bağlı de
ğildir. Ama ikincil tözler arasında, tür, bireye bağlanır,
cins, hem türe hem bireye bağlanır. Ayrımlar için de
aynı şey sözkonusudur; ayrımlar da, türlere ve bireylere
bağlanırlar. Bunlardan başka, türlerin ve cinslerin tanı·
mı ilk tözlere uygulanır ve cinsin tanımı da türe uygu
lanır, çünkü yüklem üzerine söylenilen her şey özne üze·
rine de söylenilecektir. Bunun gibi, ayrımların tanımı
da türlere ve bireylere uygulanır. Ama, adları ortak,
kavramları özdeş olan şeyler eşanlamlıdır. Tözlerin ya
da ayrımların yüklem olduğu bütün durumlarda, nite·
lendirme eşanlamlı olur. - Her töz, belli bir varlığı be
lirtir gibidir. İlk tözler sözkonusu olduğunda, bu tözle·
rin belli bir varlığı belirttikleri tartışılmaz bir gerçeklik·
tir. Çünkü anlatılan şey bir birey ve sayısal bir birliktir.
İkincil tözlerin de, adlandırılışlannın biçiminden dolayı,
belli bir varlığı belirttiklerine inanabiliriz; örneğin, in�
san, ya da hayvan, dediğimiz zaman . Bununla birlikte,
bu tam olarak uyarlı değildir: böyle anlatımlar daha çok
bir nitelendirmeyi belirtirler, çünkü özne ilk tözün du
rumundaki gibi bir tek değildir; gerçekte, insan bir çok
luğa bağlanmıştır, hayvan da. - Bununla birlikte, tür
ve cins, niteliği mutlak bir biçimde belirtmezler; örne
ğin, beyazda olduğu gibi (çünkü, beyaz, nitelikten başka
bir şey belirtmez), ama tür ve cins, niteliği töze göre be.
lirler: belirttiği şey, bu nitelikte bir tözdür. Zaten, be·
55
Iirleme, cinsin durumunda, türün durumundakindcn
çok daha büyük bir uzanıma sahiptir, çünkü hayvan te
rimi insan teriminden daha çok sayıda varlığı kap
sar. - Tözlerin bir başka özelliği de, hiç bir karşıtları
olmamasıdır. Gerçekten, ilk tözü gözönüne alırsak, bi
reysel insan ya da bireysel hayvan için bu tözün karşıtı
ne olabilir? Gerçekten de, hiç bir karşıtı yoktur; ne in
san ne de hayvan için karşıt vardır. Zaten, bu özellik,
töze özgü değildir, ama başka birçok kategoriye de ait
tir, örneğin niceliğe. Gerçekten, iki kulaca ya da üç ku
laca karşıt olan hiç bir şey yoktur, on sayısına da; ne
de bu yapıda bir başka şeye karşıt olan bir şey vardır;
yalnız, çok'un, az'a karşıt ya da büyük'ün küçük'e kar
şıt olduğu ileri sürülebilir. Ama, gerçekte, belirli nice
likler sözkonusu olduğunda, bu niceliklerin hiç biri için
hiç bir zaman bir karşıt yoktur. - Bundan başka, tö
zün çoğa ya da aza yatkın olduğu sanılır. Bununla, bir
tözün bir başka tözden daha çok ya da daha az töz ola
bilmesinin olanaksız olduğunu değil (çünkü bu olgunun
gerçekliğini daha önce göstermiştik) ama her tözün,
kendi kendine olduğundan çok ya da az olduğunun söy
lenemeyeceğini belirtmek istiyorum; örneğin, şu töz, şu
insan, kendinden ya da herhangi bir başka insandan da
ha çok ya da daha az insan olamayacaktır. Gerçekten,
bir insan bir başka insandan daha çok insan değildir,
beyazın bir başka beyazdan daha çok ya da daha az
beyaz olması ve güzelin de bir başka güzelden daha çok
ya da daha az güzel olması gibi. Tek ve aynı olan bir
şeyin kendinden daha çok ya da az bir nitelikte oldu
ğu söylenebilir; örneğin, beden beyazsa, şimdi eskisin
den daha beyaz olduğu söylenebilir, ya da sıcaksa, da
ha çc;>k ya da daha az sıcak olduğu; ama tözün eskisin
den ne daha çok ne de daha az olduğu söylenebilir:
insanın şimdi eskisinden daha çok insan olduğu söylen
mez, töz olan tüm öbür şeylerin hiç biri için de söyle-
56
nemeyeceği gibi. Demek ki, böylece, töz çoğa ya da
aza yatlan değildir. - Tözün öbür özelliklerinden da·
ha belirgin olan özelliği şudur: töz, hep özdeş ve sayı
sal bakımdan bir kalmakla birlikte karşıtları toplama
ya yatkındır. Böylece, töz olmayan bütün öbür şeyler
arasında, sayısal olarak bir kalmakla birlikte karşıtla
nn toplanma yeri olan bir şeyi ortaya koyma yetene
ğinden yoksun olacağız: örneğin, sayısal olarak bir ve
özdeş olan renk, beyaz ve kara olamaz, sayısal olarak
özdeş ve bir olan bir eylem de iyi ve kötü olamaz. Töz
olmayan bütün öbür şeyler için de aynı şey sözkonusu·
dur. Ama, töz, sayısal olarak bir ve özdeş kalmakla bir·
likte, karşıtları kavrama yeteneğinden yoksun değild i r :
örneğin, bireysel insan, b i r v e aynı olmasına rağmen,
bazen beyaz bazen kara, bazen sıcak bazen soğuk, ba
zen iyi bazen kötüdür. Zaten hiç bir yerde böyle bir
şey olmaz; ancak, yargının ve görüşün karşıtları kavra·
maya yatkın olduğunu ileri sürerek bir uyarıda bulu
nabilirler. Bunun nedeni, bir anlatımın aynı zamanda
hem doğru hem yanlış gibi görünebilmesidiı: : örneğin,
şu adam otıırııyor yargısı doğıudur, ama adam bir defa
ayağa kalktı mı, yargı yanlış olacaktır. Görüş için de
aynı şey sözkonusudur: şu adam o turuyor diye doğru
bir görüşe sahipsek, adam ayağa kalktığında, o kişi üze
rinde aynı görüşü koruyarak yanlış bir görüşe sahip
olmuş olacağız. Ama, bu uyarıyı kabul etsek bile, hiç
olmazsa karşıtları kavrama biçiminde bir ayrılık vardır.
Bir yandan, tözler, karşıtları toplama yeteneğine ken di
kendileri içinde değişerek sahip olurlar: soğuk, bir de
ğişikliğe uğrayarak, sıcak olmuştur (gerçekten de bu bir
değişmedir); beyaz, kara olmuştur: kötü, iyi olmuştur.
Bütün öbür tözler için de aynı şey sözkonusudur; bu
tözlerden herbiri bir değişikliğe uğrayarak karşıtları
kavramaya yetenekli bir duruma gelir. Buna karşılık
yargı \'e görüşe gelince, .b u ikisi, kendilerinde mutlak
57
ve değişmemiş olarak kalırlar: yargıda ve görüşte kar
şıtlık, nesnedeki bir değişiklikle ortaya çıkar. Gerçek
ten, şu adam oturuyor yargısı özdeş kalır ve bu yargı
nesnedeki değişikliğe göre bazen doğru bazen yanlıştır,
görüş için de aynı belirlemeyi yapabiliriz. Böylece, tözün
başlıca özelliği, hiç değilse şeylerin oluş biçimine göre,
kendine özgü bir değişimle, karşıtları kavramaya yatkın
lık olacaktır. Yargının ve görüşün karşıtları barındırabi.
Jeceğini düşünmek doğruya zarar vermektir: gerçekten,
yargı ve görüş karşıtları kavramaya yetenekli diye ad
landırılabilirse, bu, kendilerinin bir değişikliğe uğrama
larından ötürü değildir, değişikliğin yabancı bir nesne
de meydana gelmesi olgusundandır. Bu, gerçekten, yar
gıyı doğru ya da yanlış kılan şeyin gerçek oluşu yada
olmayışıdır, yargının karşıtları kavramadaki yeteneği de
ğildir. Kısacası, yargıya ya da görüşe bir değişiklik geti
rebilen hiç bir şey yoktur; demek ki, yargı ve görüş
karşıtların bulunduğu yerler olamazlar, kendilerinde hiç
bir değişiklik olamayacağına göre; ama töz, karşıtları
kendinde barındırdığına göre, karşıtları kavrıyor dene
bilir, hastalığı ve sağlığı beyazlığı ve karalığı da aynı
şekilde sürdürdüğüne göre. Bu çeşit niteliklerin herbi
rini edinmesi olgusundan ötürü töz karşıtları kavrıyor
denebilir. Dernek ki, özdeş ve sayısal olarak bir kal
makla birlikte, kendindeki bir değişikliğe göre karşıtla
rı barındırmak tözün başlıca özelliğidir. »
Töz'ün ne olduğunu bu metinlerden giderek özetle
meye çalışalım:
Töz, Aristoteles'e göre, özne olan şeydir; kategori
ler içinde yalnız odur özne olan, öbür kategoriler ancak
yüklem olabilirler. Töz kendinde ve kendiyle vardır,
varolabilrnek için kendinden başka bir şeyi gereksin
mez; Aristoteles'in deyişiyle, «kendiliğinden, doğal bir
varoluşa sahiptir». O , bütün değişiklikler içinde değiş
meden kalan şeydir, başlıca özelliği durağanlıktır. İki
58
çeşit töz vardır: ilk töz ya da birincil töz, bir de ikincil
töz. İlk töz bireyi, ikincil töz türü ve cinsi karşılar.
Töz'e «ÖZ» de diyebiliriz. Bir yanda değişkenliklerin öz
nesi olan varoluş, bir yanda durağanlığın öznesi olan öz
vardır. Her töz belli bir varlığı belirler gibidir. Tözün
karşıtı olmaz. Töz hep özdeş ve sayısal olarak bir kalır,
buna karşılık karşıtları kendinde barındırabilir.
B ÜTÜN VE PARÇA
59
oluştuğunda, sürekli, sınırlı olan şey bir birliktir, özel
likle bu parç'.l.lar yalnızca gücül olduklarında ya da hat
ta yetkinleşmişlik durumunda bulunduklarında. Bu ikin.
ci bütün çeşitleri içinde, doğal varlıklar yapay nesneler
den daha çok bütündürler ( .. ). - Bundan başka, bir
başlangıcı, bir ortası, bir sonu olan nicelikler, yani par
çaların konumunun düzensiz olduğu nicelikler toplam
diye adlandırılırlar, öbürleri de bütün diye adlandırılır.
lar; iki özelliği de birleştirebilen nicelikler aynı zaman
da hem bütün hem toplanı'dırlar: bölümlerin yer değiş
tirmesinden sonra yapısı aynı kalan ama görünümü de
ğişen nicelikler böyledir, balmumu gibi, giysi gibi. Bu ni
celiklere hem bütün, hem toplam denir, çünkü her iki
özelliğe de sahiptirler. Ama, su, bütün sıvılar ve sayı
yalnızca toplam diye adlandırılırlar; bütün sözcüğü ne
sayıya ne suya uygulanır, değişik anlamda kullanılma
mışsa. Bir birlik oluşturduklarında toplam diye adlan
d ırılan şeyler, bölünmüş olarak alındıklarında bütünlük
diye adlandırılırlar (..) » (Metaplıysika, 5. kitap, 26. bö
lüm) .
« B i rinci anlamında, parça, bir niceliğin herhangi
bir biçimde bölünebileceği şeye denir: gerçekten de, bir
nicelikten nicelik olarak koparılan her şeye bu niceliğin
parçası denir: örneğin, iki, üçün bir parçası olarak alı
nabilir. Başka bir anlamda, parça adı, yalnızca bütünü
ölçen parçalara verilir: böylece, iki, bir görüş açısınn
göre, üçün parçası olacaktır, ama başka bir görüş açı
sına göre olmayacaktır. Bundan başka, biçimin bölüne
bileceği şey, yani nicelikten yapılmış o lan soyutlama, bu
biçimin parçası diye adlandırılır; bu yüzden, türler cin
sin parçalarıdır denir. Bir bütünün bölündüğü şeye ya
da bütünü oluşturan şeye de parça denir; bütün ya bi
çimi ya da biçime sahip olanı belirtebilir: örneğin, tunç,
tunç küresinin ya da tunç kübünün bir parçasıdır, çün
kü biçimin yerleştiği maddedir; açı da bir parçadır.
60
- Ayrıca, her varlığı anlatan tanımın öğeleri de bütü
nün parçalarıdırlar. Bu yüzden, cins türün bir parçası
olarak alınabilir, bir başka anlamda tür cinsin parçası
olarak belirlense de» (Metaphysika, 5. kitap, 25. bölüm).
ÖBÜR KATEGOR!LER
61
sahip olan ya da böyle bir konuma sahip olmayan bö
lümlerden oluşmuştur. Süreksiz nicelik örnekleri: sayı
ve söz; sürekli nicelik örnekleri : çizgi, yüzey, katı mad
de ve bir de zaman ve yer. ( .. ) Nicelik hiç bir karşıt ka
bul etmez. Belirli nicelikler konusunda, bu niceliklerin
karşıtları olmadığı açıktır: üç kulaç ya da iki kulaç
uzunluğun, yüzeyin ya da bu çeşit herhangi bir başka
niceliğin durumu budur ( .. ). Nicelik çokluğa ya da az
lığa yatkın değildir. İki kulaç uzunluğun durumu bu
dur: iki kulaçtan uzun olan bir şey bir başka iki kulaç·
tan daha uzun değildir ( . . ) » .
Aristoteles, daha sonra, Metaphysika'nın 5. kitabın
da, 13. bölümde nicelik için şunları yazmıştır:
« Herbiri doğal olarak tek ve bireysel bir şey olan
iki y a da daha çok tümleyici ögeye bölünebilen şeye
nicelik denir. Bir çokluk, sayılabilirse bir niceliktir, öl
çUlebilirse bir büyüklüktür. Gücül olarak, süreksiz bö
lümlere bölünebilir olana çokluk, sürekli bölümlere bö
lünebilir olana büyüklük denir. Tek boyutlu sürekli bü
yüklük uzunluktur, iki boyutlu sürekli büyüklük ge
nişliktir, üç boyutlu sürekli büyüklük derinliktir. Son
lu bir çokluk, bir sayıdır; sonlu bir uzunluk, bir çiz
gidir; sonlu bir genişlik bir yüzeydir; sonlu bir de
rinlik, bir cisimdir. - Bundan başka, bir kendinden
nicelik, bir de rastlantısal olarak nicelik vardır: ör
neğin, çizgi, kendinden bir niceliktir; müzikçi, raslan
tısal olarak niceliktir. Kendinden niceliklerin bazıları
tözsel olarak böyledirler, örneğin çizgi bir niceliktir
(çünkü, nicelik, çizginin özünü belirten tanıma girer) ;
bazıları da, b u töz türlerinin tanımları ve durumları
olarak kendinden niteliklerdir; örneğin, çok ve az, uzun
ve kısa, geniş ve dar, yüksek ve alçak, ağır ve hafif, ve
bu türden öbür biçimler. Büyük ve küçük, çok ve az,
hem kendi kendilerine hem de karşılıklı ilişkileri içinde,
niceliğin temel biçimleridirler; ama, yaygınlaştırma yo-
62
luyla, bu adlar başka nesnelere de uygulanır. Raslantısal
olarak nicelik, bazen, müzikçi ve beyaz niceliktir dedi
ğimiz anlamda (bağlı oldukları şey bir nicelik olduğun
dan yani), bazen de devinim ve zaman niceliktir dediği
miz anlamda anlaşılır. Gerçekten de, devinimin ve za
manın nicelik oldukları söylenir ve niceliği oldukları şe
yin bölünebilirliğinden ötürü de bunlar sürekli nicelik
lerdir; bölünebilirlikten, devinenin kendisinin değil ama
deviniminin almış olduğu uzanımın bölünebilirliğini an
lıyorum. Gerçekten, uzanım nicelik olduğundan devinim
de niceliktir, devinim nicelik olduğundan zaman da ni
celiktir.»
Aristoteles, Kategoriai'de, nitelikle ilgili olarak özet
le şunlan söyler:
« Bir şeyi şöyle ya da böyle yapan şeye nitelik de
nir. - Ama, nitelik, birçok anlamda alınabilen terim
lerin sayısı kadardır. Durum, daha çok süreye ve daha
çok durağanlığa sahip oluşuyla konumdan ayrılır: bi
limler ve erdemler durumdur; çünkü, bilim, durağan
kalan ve güç hareket eden şeylerin sayısıncadır. ( ..) Bu
nun gibi, erdem de, kolay devinir, kolay değişir bir şey
değildir. ( .. ) Daha dayanıklı olan ve daha güç devinen ni
telikler durumlar adı altında belirtiliyor. ( ..) Durumlar
aynı zamanda konumlardır, ama konumlar zorunlu ola
rak durumlar değillerdir: gerçekten, durumlara sahip ol
mak, onların karşısında belli bir konumda bulunmak
demektir, oysa konumlara sahip olmak, her durumda
konumlara karşılık olan bir duruma sahip olmak değil
dir. ( .. ) - Bir başka tür nitelik, iyi güreşçiler ya da iyi
koşucular, sağlıklılar ya da hastalar üzerine konuşur
ken kullandığımız bir niteliktir, yani kısacası doğal
yatkmoluş ya da yatkmolmayış denen her şeydir. Çün
kü bu belirlemelerden herbiri bireyin belli bir konumu
sayesinde varsanmış değildir, ama herhangi bir şeyi ko
layca yapmaya ve güçlüğe uğramadan -yapmaya doğal
63
bir biçimde yatkınoluşla ya da yatkınolmayışla var
sanmıştır. Örneğin, iyi güreşçiler ya da iyi koşucular,
belli bir konumda bulunduklarından değil, bazı işleri
kolayca yapmakta doğal bir yatkınlığa sahip oldukla
rından iyi güreşçi ya da iyi koşucu diye adlandırılmış
lardır; sağlıklılar, başlarına gelebilecek her şeye ra
hatlıkla dayanabilınede doğal bir yatkınlığa sahip ol
duklarından sağlıklı diye adlandırılırlar; hastalar, tersi
ne, başlarına gelebilecek her şeyi rahatlıkla karşılama
ya doğal olarak yatkın olmadıklarından hasta diye ad
landırılırlar. Katı ve yumuşak için de aynı şey sözkonu
sudur: katı, kolaylıkla bölünmeye doğal olarak yatkın
olmadığından katı diye adlandırılır; yumuşak, buna kar
şılık, bu konuda belli bir yatkınlığa sahiptir. - Üçüncü
tür nitelik, duyumsal niteliklerden ve duyumlardan oluş_
muştur. Örneğin, tatlılık, acılık, burukluk, ya da buna
benzer öbür belirlemeler; bunlara sıcaklığı, soğukluğu,
beyazlığı, karalığı da ekleyelim. Bunların nitelikler ol
duğu açıktır, çünkü bunlara sahip olan varlıklar, bun
ların kendilerinde varoluşuyla, şu ya da bu nitelikte di
ye belirlenirler. Böylece, varlığında tatlılığı bulundur
duğundan ötürü, bal tatlıdır; bedene, beyazlığından ötü
rü beyaz denir. Öbür durumlarda da aynı şey sözkonusu_
dur. ( .. ) Gerçekte, sözünü ettiğimiz bu niteliklerden her
biri duyumlar üzerinde bir değişiklik meydana getirme
ye yatkın olduklarından duyumsal nitelikler diye adlar,ı.
dırılırlar. (..) - Dördüncü tür nitelik, her varlıkta bulu
nan görünüm'ü ya da biçinı'i içerir; bundan başka, düz
lüğü ve eğriliği, ayrıca benzer öbür nitelikleri içerir. ( .. )
Nitelikte de karşıtlık bulunur: örneğin, adalet, adalet
sizliğin karşıtıdır, karalık beyazlığın, v.b. Bu belirleme
lere göre nitelendirilmiş şeyler için de durum aynıdır:
adaletsiz, adaletlinin karşıtı, beyaz da karanın karşıtı
dır. Bununla birlikte bu her zaman böyle değildir: kır
mızı, sarı ve bu çeşit renkler, nitelik olmakla birlikte,
64
karşıtlara sahip değildirler. Bundan başka, iki karşıt
tan biri bir nitelikse, öbürü de nitelik olacaktır. ( ..) Ni
telikler çokluk ve azlık kabul ederler. ( ..) Bununla bir
likte, bu özellik, niteliklerin tümüne değil, ama çoğuna
uyar. Adaletin çok'u ve az'ı kabul ettiğini benimsemek
gerçekten kolay değil. ( ..) Sözünü ettiğimiz özelliklerden
hiç biri niteliğe özgü değildir, oysa benzer ve benzemez
yalnızca niteliklere özgüdür.»
Aristoteles, daha sonra, Metaphysika'da, 5. kitabın
15. bölümünde nitelikle ilgili olarak şunları söyleyecek
tir:
«Birinci anlamında, nitelik, tözün ayrılığına denir:
örneğin, insan belli bir nitelikte olan bir hayvandır, çün
kü iki ayaklıdır; atın niteliği dört ayaklılıktır; daire,
açısız olma niteliğine sahip olan bir biçimdir. ( ..) Niteli
ğin ilk anlamı budur: tözün ayrılığı. Bir başka anlam
da, devinimsiz olan matematiksel şeylere nitelik denir;
sayılara belli bir nitelik veren anlam budur. ( .. ) Genel
olarak, sayının özünde, nicelikdışı olan şey niteliktir,
çünkü her sayının tözü kendi olduğu şeydir: örneğin,
altı, herhangi bir sayının iki ya da üç katı değil, ama
bir kere olan bir şeydir, çünkü altı bir kere altıdır.
- Nitelik, devinimli olan tözlerin özelliklerine de de
nir; sıcaklık ve soğukluk, beyazlık ve karalık, ağırlık ve
hafiflik ve bu cinsten öbür belirlemeler. Bunlar değiş
tiklerinde cisimlerin bir değişime uğradıkları söyle
nir. ( ..) Demek ki, niteliğin başlıca anlamları, biri temel
anlam olan başlıca iki anlama götürülebilir. İlk nitelik,
gerçekten, tözün ayrılığıdır ve sayılardaki nitelik tözün
bir çeşididir, çünkü bu bir töz ayrılığıdır, ama ya de
vingen olmayan, ya devingen olarak alınmamış tözlerin
bir ayrılığıdır. İkinci anlam, devingen olarak devingen
varlıkların belirlemelerini ve devinimlerin ayrılıklarım
kapsar.»
Aristoteles, görelik için Organon 'un Kategoriai adlı
65
birinci kitabında şunları söyler:
« Tüm varlığı başka şeylere bağımlı olmakla belir
gin olan ya da bir başka biçimde başka bir şeyle iliş
kili olmakla belirgin olan şeylere göreli denir: örneğin,
en büyük, varlığı bir başka şey tarafından ortaya konan
dır, çünkü o ancak başka bir şeye göre çok büyüktür. ( .. )
Görelilerin karşıtları olabilir: örneğin, erdem, kötülü
ğün karşıtıdır, her ikisi de göreli olduklarından ( ..)
Bununla birlikte, bütün görelilerin karşıtları yoktur:
çiftin hiç bir karşıtı yoktur, üçlü'nün de, bu çeşitten
başka bir terimin de. ( .. ) Göreliler çoğa ve aza yatkın
gibidirler. Gerçekten, benzer olan ve benzer olmayan,
çoğa ve aza göre anlaşılırlar, eşit olan ve eşit olmayan da
çoğa ve aza göre anlaşılır; bunlar göreli şeylerdir; çün
kü, benzer olan, herhangi bir şeye benzeyendir, benzer
olmayan da herhangi bir şeye benzemeyendir. ( .. ) Bü
tün göreli şeylerin bağlaşıkları vardır: örneğin, tutsak
efendinin tutsağıdır, efendi de tutsağın efendisidir. ( ..)
lıörece şeyler arasında doğal bir zamandaşlık var gibi
dir. Birçok durumda bu doğrudur: çiftin ve yarımın za
mandaşlığı sözkonusudur ve yarım varsa çift de vardır;
bunun gib i, efendi varsa tutsak vardır, tutsak varsa
efendi vardır.»
Aristoteles, Metaphysika'nın 5. kitabında, 1 6 . bölüm
de şunları söyler:
«Göreli, bir yandan çiftin yarımla, üçlünün üçte
birle, genel olarak da bir çokluğun askatlarıyla ve aşırı
nın yanlışla ilişkisine denir; öte yandan, ısıtabilenle ısı
tılabilen, kesebilenle kesilebilen, genel olarak da etkin
olanla edilgin olan arasındaki ilişkiye denir. Göreli, ay
nı zamanda, ölçülenin ölçüyle, tanınabilenin bilgiyle, du
yulurun duyumla olan ilişkisidir. - İlk tür ilişkiler, sa
yısal, belirsiz ilişkilerdir, ya da sayıların kendine göre
ya da birime göre belirlenmiş ilişkileridir. Örneğin, çift,
birimle belirlenmiş sayısal bir ilişki içindedir; oysa çok-
66
luk, birimle sayısal bir ilişki içindedir, ama bu ilişki be
lirlenmemiştir. ( ..) Aşırılıkla yanlışlık arasındaki ilişki
tam tamına belirsiz olan sayısal bir ilişkidir; gerçekten
de, her bütünsel sayı ortakölçenlidir; ortakölçenli olma.
yan büyüklüklere gelince, bunları hiç bir sayı anlata
maz. ( ..) - Bütün bu ilişkiler sayısal ilişkilerdir ve sayı
nın belirlemeleridir, daha değişik bir biçimde Eşit, Ben.
zer ve Aynı'da olduğu gibi. Gerçekten, bütün bu biçim
lerin altında Bir vardır. Aynı, tözü bir olan şeydir;
Benzer, niteliği bir olan şeydir; Eşit, niceliği bir olan
şeydir. Oysa, Bir, sayının ilkesi ve ölçüsüdür, öyle ki
bütün bu ilişkilerin sayısal ilişkiler olduğu söylenebilir,
aynı anlamda olmasa da. - Etkinle edilgin arasındaki
ilişki, etkin gücüllükle edilgin gücüllük arasındaki iliş
kidir ve bu gücüllüklerin edimlerinin ilişkisidir: örne
ğin, ısıtabilenle ısıtılabilen arasında ilişki vardır; bu iliş
ki gücül durumdaki varlıkların ilişkisidir; bundan baş
ka, ısıtılanla ısıtılan, kesenle kesilen arasındaki ilişkiler
vardır, bu da edimli varlıkların ilişkisidir. Buna karşı
lık, sayılar, edime göre olan ilişkilerden kaçarlar, ( .. )
ama o zaman devinimin dışındaki edimler sözkonusu
dur. Gücüllüğe göre olan ilişkilere gelince, burada bazı
zaman evrelerinin kavramı işe karışır: örneğin, bu, ya
panla yapılan, yapacak olanla yapılacak olan arasında
ki ilişkidir. Böylece, baba, oğul'un babasıdır, çünkü geç
mişte biri eylemde bulunmuş, öbürü belli bir biçimde
eyleme uğramıştır. Bir de gücüllük yoksunluğuyla ilgili
ilişkiler vardır: olanaksız ve aynı yapıda öbür kavram
lar; örneğin, görülmeyen. - Sayısal olarak göreli olan
ya da gücüllüğe göre göreli olan her şey şu anlamda gö
relidir: onun tüm varlığı bir başka şeyle tam olarak
ilişki içindec::ır, ama bir başka şey onunla ilişki içinde
değildir. Buna karşılık, ölçülebilir olan, tanınabilir olan,
düşünülebilir olan şeyler bir başka şey kendileriyle ilişki
içinde olduğu için görelidirler. ( ..) Kendinden göreli diye
67
adlandınlan şeyler, bazen az önce sözünü ettiğimiz şey
ler gibi görelidirler, bazen de cinsleri bu biçimde göreli
olduğundan görelidirler: örneğin, Tıp, göreliler arasına
girer; çünkü cinsi, yani bilim, genel görüşe göre, göre
liler arasında yer alır. Varlıkları göreli kılan nitelikler
de kendinden görelidir. Sonra, raslantısal olarak göreli
gelir: buna göre, bir insan, raslantısal olarak bir şeyin
çifti olmakla görelidir ve çift de bir görelidir; beyaz
olan da göreli olabilir, aynı varlık raslantısal olarak çift
ve beyazsa.»
Böylece Varlık'ın genel cinsleri olan kategorileri bL
tirmiş oluyoruz. Şimdi Aristoteles'ci bilgi anlayışının
can alıcı noktasına, (<bilgi nedir?» sorusuna çok yaklaş
mış bulunuyoruz. Ancak, bu soruya karşılık vermeye ça
lışmadan önce, Aristoteles'ci bilgi anlayışı için önemli
olan bazı kavranılan Aristoteles'in metinlerinden gide
rek açıklamaya çalışalım, o zaman Aristoteles felsefe
sinde bilginin ne olduğu, nasıl elde edildiği, bilginin de
ğerinin ne olduğu gibi sorunları daha rahatlıkla karşıla
yabiliriz. Daha rahatlıkla, diyoruz, çünkü daha çalışma
mızın başında da belirttiğimiz gibi, bu sorunlar Aristo
teles'de tam açıklıkla konmuş değildir. Bize düşen, da
ğınık ama tutarlı bir sistemin aydınlık ve elden geldi
ğince yalın bir görünüşünü ortaya koymaya çalışmak
tır. Evet, bilgi konusuna geçmeden önce, (<ilke», (<öge»,
«Öncesellik», «Zamandaşlık», «aynı», «başka», «ayrı»,
(<benzer», (< raslant1» gibi kavramların Aristoteles'de ne
anlama geldiğini görememiz gerekiyor.
1LKE NEDiR?
68
böyle bir ilkeye öbür uçta bir başka ilke karşılık olur.
İ lke aynı zamanda her şeyin en iyi çıkış noktasıdır: ör·
neğin, bilimde bile, bazen nesnenin başlangıcıyla ve ilk
kavramıyla değil, ama incelemeyi en iyi kolaylaştırabi·
lenle başlamalıdır. - İ lke hem de oluşumun ilk ve iç·
kin öğesidir, bir geminin omurgası ve bir evin temeli
gibi. ( ..) İ lke, aynı zamanda, oluşumun ilkel olan, ama
içkin olmayan nedenidir, devinimin ya da değişimin do
ğal çıkış noktasıdır: örneğin, çocuk, ana ve babadan ge·
lir; kavga da hakaretten. - Düşünülmüş istemiyle ha·
karette bulunanı harekete geçiren ve değişeni değişti·
ren varlık da ilke diye adlandırılır. - Bundan başka, bir
şeyin bilgisinin çıkış noktası, bu şeyin ilkesi olarak ad·
landırılır: öncüller göstermelerin ilkeleridir. - Neden·
ler de ilkeler sayısınca anlam alır, çünkü bütün neden
ler ilkedir. Dernek ki, bütün ilkelerin ortak özelliği, var·
lığın, oluşumun ya da bilginin türemiş olduğu kaynak
olmaktır. Ama bu ilkelerden bazıları içkindir, bazılan
dışsaldır: bu yüzden, bir varlığın yapısı bir ilkedir; öge,
düşünce, seçim ve biçimsel töz de ilkedir; sonuçsal ne
deni de buna eklemek gerekir, çünkü birçok şey için,
bilginin ve devinimin ilkesi, iyi ve Güzel'dir.»
ÖGE NEDiR?
69
şik türdeki başka cisimlere bölünemezler; ve bu yapıda
olan şeyler, bir olsun birçok olsun, filozoflarca öğe diye
adlandırılırlar. - Matematik önermelerin öğeleri ve ge.
nel olarak göstermenin öğeleri de böyledir. Birçok gös
termenin temelinde bulunan ilk göstermeler de göster
melerin öğeleri diye adlandırılırlar: ( .. ) üç terimden
oluşmuş olan ilk tasımlann yapısı da böyledir. - Anla
mı daha yaygınlaştırdığımızda, bir ve küçük olmakla
birlikte, birçok şeyi oluşturan şeye de öğe deriz. Bu yüz
den, küçük, basit ve bölünmez olan da öğe diye adlan
dılır. Demek ki, en evrensel kavramlar öğelerdir, çün
kü herbiri, bir ve basit olmakla, birçok varlıkta bulu
nur, ya tümünde, ya çoğunda. ( .. ) Bir şeyin öğesi, o şe
yin kurucu ve içkin ilkesidir» (Metaphysika, 5. kitap, 3.
bölüm).
ÖNCESELLİK VE ZAMANDAŞLIK
70
oluşumları aynı zamanda olan, içlerinden biri öbürüne
göre öncesel ya da sonrasal olmayan şeylere denir. ( ..)
Biri hiç bir biçimde öbürünün varoluşunun nedeni ol
madan varoluşsal sıralanışta birbirini karşılayan şeyler
doğal olarak zamandaştırlar. ( .. ) Aynı cinsin bölünmesin
den ortaya çıkan ve birbirlerine karşıt olan türler de do.
ğal olarak zamandaştırlar. ( .. ) Sonuç olarak, en basit
anlamda, oluşumları aynı zamanda yer alan varlıklar
zamandaş varlıklardır.»
ÖB ÜR KAVRAMLAR
71
lam varsa, bir o kadar anlam da kendinden Aynı için
vardır. Gerçekten, tür bakımından olsun, sayı bakımın
dan olsun, maddesi bir tek olan varlıklara olduğu ka
dar tözü de bir tek olan varlıklara kendinden Aynı de
nir. Demek ki, özdeşliğin bir varlık birliği, bir varlıklar
çokluğunun birliği ya da birçok olarak ele alınan bir
tek'in birliği olduğu açıktır ( .. ). Tür ya da madde çok
luğuna sahip olan ya da birçok töz tanımı olan varlıkla
ra Başka denir; genel olarak Başka, Aynı'nın anlamla
rına karşıt olan anlamlar ortaya koyar. Başka olması
na rağmen, sayıya göre değil ama türe ya da cinse göre
ya da benzerlikten ötürü bazı özdeşliklere sahip olan
şeylere Ayrı denir. Bir terim, cins bakımından başka
olan için, karşıtlar için ya da özünde başkalık bulunan
için kullanılır. Benzer, bütün açılardan aynı niteliklere
sahip şeylere, ayrılıklardan çok benzerliklere sahip olan
lara ve niteliği bir olanlara denir.»
Aristoteles, Metaphysika'da, 5. kitabın 30. bölümün.
de «raslantı» üzerine şunları söylüyor:
« Bir varlığa bağlı olan ve bu varlık tarafından doğ
rulukla benimsenebilen ama bununla birlikte ne zorun
lu ne de süregen olan şey raslantı'dır: örneğin, bir ağaç
dikmek için çukur kazarken bir hazine bulduğumuzda
bu böyledir. Çukur kazan kişi, raslantı sonucu hazineyi
bulur, çünkü bu olgulardan biri öbürünün ne zorunlu
izleyicisi ne de sonucudur; ağaç dikerken hazine bulmak
süreğen bir şey değildir. Bir müzikçinin beyaz olduğu
nu düşünelim: bu nitelik ne zorunlu ne de süreğen ol
duğundan, bunun bir raslantı olduğunu söylüyoruz. So
nuç olarak, yüklemler varolduğundan ve bunlar öznele
re bağlı olduğundan ve bunlardan bazıları bu öznelere
yalnızca belli bir yere ve belli bir zamana göre bağlı ol
duğundan, bir özneye bağlı olan her yüklem bir raslan
tı olacaktır, ama özne tam tamına bu özne, zaman tam
tamına bu zaman, yer tam tamına bu yer olduğu için
72
değil. - Demek ki, raslantının belirli nedeni de yoktur,
yalnızca gelişigüzel bir nedeni, bir başka deyişle belirsiz
bir nedeni vardır. ( ..) Raslantı başka bir biçimde de söy
lenir: bir nesnede öz olarak temellenmiş olan, bununla
birlikte o nesnenin tözüne girmeyen şeye raslantı denir:
örneğin, bir üçgende üç açının iki dik açıya eşit olması.
Bu çeşit raslantı kalıcı olabilir, ama öbür çeşit raslan
tı hiç bir zaman kalıcı değildir.»
73
«Çelişkili önermeler arasında bir arayer'in bulunma
sı olanaksızdır: bir tek öznenin bir tek yüklemini zorun
lu olarak ya varsamak ya da yoksamak gerekir. Bu, ön
ce doğrunun ve yanlışın yapısını tanımlayan için apa
çıktır. Varlık'ın olmadığını ya da Yokluk'un olduğunu
söylemek yanlıştır; Varlık'ın olduğunu ve Yokluk'un ol
madığını söylemek doğrudur; öyle ki, bir varlığın ol
duğunu ya da olmadığını söyleyen, doğru ya da yanlış
olanı söyleyecektir; ama çelişkili önermelerin arasında
bir arayer'in bulunduğunu söylemek ne Varlık'ı, ne Yok
luk'u bildirmektir, bunlar varolsa da olmasa da.»
Demek ki yargı bir şeyin varolduğunu ya da varol
madığını, bir başka deyişle kendisine özdeş olup olma
dığını gösteriyor. Pekiyi, bu durumda karşıtların duru
munu nasıl açıklayacağız. Bu noktada oldukça dikkatli
olmamız ve karşıt olanla çelişkili olanı birbirine karış
tırmamamız gerekiyor. Çelişkililik bir özne - yüklem
ilişkisini ortaya koyar. Oysa karşıtlıkta birbirine karşı
konmuş iki ayrı terimin varlığı sözkonusudur. Bir kapı
nın aynı anda hem açık hem kapalı olması çelişkili bir
durumdur, oysa İyi'nin karşısına Kötü'nün konması bir
karşıtlığın belirlenmesidir.
Aristoteles, karşıtlar konusunu Kategoriai'de uzun
uzun inceler. Biz bu uzun incelemeyi özetlemekle yeti
neceğiz.
«Bir terimin bir başka terime karşıtlığı dört biçim
de olur: görelilerin karşıtlığı; karşıtların karşıtlığı; yok
sunluğun iyeliğe karşıtlığı; varsamanın yoksamaya kar
şıtlığı. Bu durumların herbiri için karşıtlık şematik ola
rak şöyle açıklanabilir: görecelerin karşıtlığı, çiftin ya
rıma karşıtlığında olduğu gibidir; karşıtların karşıtlığı,
kötünün iyiye karşıtlığında olduğu gibidir; yoksunluğun
iyeliğe karşıtlığı, körlüğün görmeye karşıtlığında olduğu
gibidir; varsamanın yoksamaya karşıtlığı, o oturuyor'un
o oturmuyor'a karşıtlığında olduğu gibidir. - Göreli ola.
74
rak karşıt olan terimler, tüm varlıkları karşıtlanyla be
lirlenen ve şu ya da bu biçimde karşıtlanna bağlanan
terimlerdir. Ö rneğin, çift olan, özünde de başka bir şey
olandır, çünkü bu başka şey yüzünden çift diye ad
landırılır. Bilgi ve bilinen de göreli şeyler olarak birbir
lerine karşıttırlar: bilgi, kendi özünde de, bilinenin bil
gisidir: bilinen de, kendi özünde, karşıtının, yani bilgi
nin bilinenidir, çünkü bilinen şey bir şeye göre, yani bil
giye göre bilinen diye adlandırılır. ( .. ) - Karşıt şeyler
olarak birbirine karşıt olan terimlere gelince, bunların
özü birbirlerine karşılıklı dayanmalarından oluşan iliş
kide değildir, ama bu terimler yalnızca birbirlerinin kar.
şıtı olarak belirlenirler. İyiye, kötünün iyisi diyemeyiz,
kötünün karşıtı deriz. ( ..) _;_Yoksunluk ve iyelik aynı
özneyle ilgilidir: örneğin, görme ve körlük göz için .söz
konusudur. ( .. ) - Yoksamanın ve varsamanın karşıtlığı
varsama ve yoksama değildir; çünkü varsama olumlu
bir önerme'dir, yoksama da olumsuz bir önerme'dir.»
Bilgi, biçimsel olarak, iki yoldan elde edilir: tüme
varımla ve tümdengelimle. Hemen ardından şunu söyle
yelim: Tümevarım için de tümdengelim için de, kesin
bilgi niteliği taşıyan bir çıkış noktasının, bir temel bil
ginin varolması gerekir. Bu çıkış noktasını sağlayama
dığımız zaman bilgiye yönelemeyiz.
Bu noktada sezgisel öğe işe karışır. Bir yandan iç
ve dış deneylerin doğrudan doğruya verileri, öte yan
dan evrensel doğrular dediğimiz ilk ilkeler bizim için
bilgi edinme girişiminde çıkış noktaları olurlar. Bu çı
kış noktalarını bir kere sağladık mı, bize, bu çıkış nok
talarından giderek, usavurma yoluyla bilgi edinmek ka
lır. Demek ki, bilgi edinme çabasında olan kişi, sürek
li olarak hem sezgisel doğrulara varmaya çalışacak, hem
de pekçok olmayan bu doğrulardan yeni bilgiler türet
meye girişecektir.
Usavurmalar yapmak, bir bilgiden bir bilgiye gidim.
75
li olarak çıkarmak ya da Aristoteles'in deyişiyle bir bi
linenden bir bilinmeyene geçmektir. Bir bilinenden bir
bilinmeyene geçmek demek, bir bilinmeyeni bir bilinen
yardımıyla bilinir kılmak demektir. Bunu da, az önce
belirttiğimiz gibi, tümevanmla ve tümdengelimle sağla
rız.
Tümevanm zihnin bir eylemidir, bu eylemiyle zihin
somutun alanından soyutun alanına geçer, bir başka de
yişle somuttan soyuta yükselir,· tek tek şeylerin bilgi
sinden evrensel bilgiye, bir bakıma da daha az evren
sel bilgiden daha evrensel bilgiye geçer. Demek ki, tü
mevarım, zihnin aşağıdan yukanya hareketini belirler.
Tümevanm yapan zihin, gözlemlenebilir nesnelerin ve
olgulann dünyasından kavramlara ve evrensel bilgiye
doğru çıkar. Aristoteles tümevarımı enine boyuna ince
lememiş, ayrıca bu yönteme çok önem vermemiştir,
çünkü bilgi edinme yolunda asıl yöntem, evrenselden
daha az evrensele geçişi sağlayan tümdengelim yöntemi�
dir. Bilgi edinmede önemli olan, ona göre, somuttan so
yuta yöneliş değil, ama soyuttan somuta yöneliştir.
Tümevarım yapan kişi kendini deney dünyasında
bir gözlemci, bir araştırıcı olarak belirler. Deney olgu
larını ikiye ayınr Aristoteles : çağın deneyleri (halkın
görüşlerinde ya da daha belirgin olarak filozofların gö
rüşlerinde yansır) , bir de kişisel deneyler. Demek ki biz,
bilgi edinme yolunda hem başkalannın görüşlerine
önem vermeliyiz, hem de yaşadığımız ortamda inceden
inceye deneyler yapmalıyız, yani olguları gözlemlemeli
yiz. (Aristoteles'in «gözlem» ve « deney» kavramlarını ay
rı kavramlar olarak alabileceğini düşünmeyelim.)
Zihnin somuttan soyuta yükselme çabası bir yorum
lama çabasıdır. Bu çabada ortak öğe araştınhr. Bunca
olan bitenin içinde ortak olan nedir? Bu araştırmayı sağ.
lamak için en önemli girişimimiz karşılaştınna'lar yap
mak olacaktır. Böyle bir çaba bizim yalnızca olan bite-
76
nin alanında sınırlanmamamızı, tarihin alanına da geç.
memizi gerektirir.
Metafizik ya da matematik tümevarımda çok basit
deney verilerinden, buna karşılık bilimsel tümevanm
da çok sayıda olguların deneylerinden yola çıkarız.
Tümdengelim, zihnin evrensel bir doğrudan yola çı
karak daha az evrensel bir doğruyu ortaya koyması iş
lemidir. Burada, bir bilinenden giderek bir bilinmeye
ni bilinir kılarız. Aristoteles'de tümdengelim denilince
tasım anlaşılır. Bir tasım, üç öğeden oluşur: büyük
önerme, küçük önerme, sonuç ya da vargı. Tasımda,
küçük önerme aracılığıyla büyük önermeden vargıyı çı
karırız. Bir tasım örneği verelim:
77
yük terimin öznesi ve küçük terimin yiklemidir. İ kinci
tasım biçiminde, orta terim büyük terimin ve küçük
terimin yüklemidir. Üçüncü tasım biçiminde, orta te
rim büyük . terimin ve küçük terimin öznesidir. Her ta
sım biçiminde bulunan kipler önermelerin olumlu, olum
suz, evrensel (tümel), özel (tekil) oluşuna göre biçimle
nir. Her tasım biçiminde on altışar kip belirlenir, ancak
bunlardan bazılarında geçerli vargılara ulaşılır. Biz bu
rada başlıca kipleri vereceğiz.
Evrensel olumluyu A, özel olumluyu I, evrensel
olumsuzu E, özel olumsuzu O harfiyle gösterelim. Aris
totelP.s'in yaptığı gibi, birinci biçimde orta terimi B, bü
yük terimi A, küçük terimi C; ikinci biçimde orta terimi
M, büyük terimi N, küçük terimi X; üçüncü biçimde
orta terimi S, büyük terimi P, küçük terimi R harfiyle
gösterelim.
A Her B, A'dır
A Her C, B'dir
A Her C, A'dır
A Her B, A'dır
I Bazı C, B'dir
I Bazı C, A'dır
78
Birinci biçim, dördüncü kip: EIO
A Her N, M'dir
E Hiç bir X, M değildir
E Hiç bir X, N değildir
A Her N, M'dir
O Bazı X, M değildir
O Bazı X, N değildir
A Her S, P'dir
A Her S, R'dir
1 Bazı R, P'dir
79
Üçüncü biçim, ikinci kip: EAO
1 Bazı S, P'dir
A Her S, R'dir
1 Bazı R, P'dir
A Her S, P'dir
1 Bazı S, R'dir
1 Bazı R, P'dir
O Bazı S, P değildir
A Her S, R'dir
O Bazı R, P değildir
80
taşır.
Şimdi bu ikisinin başlıca özelliklerini gözden geçi
relim:
Görüş'te zihin bir önermeye sakınık bir tutumla
yönelir. Diyalektiğin alanında olası bilgi sözkonusudur.
Diyalektik tasımın ikinci derecede önem taşıması bura
dan gelir. Bilimin alanındaki kesinliği diyalektiğin ala
nında bulamayız. Diyalektiğin alanı, doğru olması müm.
kün bilgilerin alanıdır. Bilimde her türlü yanılma kor
kusundan uzak kalırız, oysa diyalektikte her zaman ya
nılma korkusu içindeyizdir. Bilimin alanı oldukça dar
dır, kesin ve apaçık bilgi azdır çünkü; oysa diyalektiğin
alanı oldukça geniştir. Diyalektik, gösterme'den biçi
miyle değil, içeriğiyle ayrılır. Diyalektikte zorunlu doğ
rulardan değil, olası ilkelerden sonuç çıkarırız. Diyalek
tiğin olası ilkeleri çok genel ilkelerdir, bununla birlikte
bunlar hiç bir özel bilime bağlı ilkeler değildirler, yani
bunlar örneğin hekimliğin, fiziğin, matematiğin ilkeleri
değildirler. Diyalektiğin olası ilkelerini halkın görüşün.
den derleriz, bunları ortaya koyan halkın kendisidir. Bu
ilkeler bilimsel bir değer taşısalar da, bilimle uzaktan
yakından bağlantılı değildirler.
Buna karşılık, gösterme, şeyleri kesin ve apaçık bir
biçimde nedenleriyle ortaya koymaya dayanır; bu yüz
den birinci derecede önem taşır ve bilimi sağlar. Önemli
olan bir şeyin olduğunu bildirmek değil, bir şeyin olu
şunun nedenini ortaya koymaktır. Bilimde biz her za
man niçin sorusunu sorarız. Kesin ve apaçık öncüller
den giderek kesin ve apaçık sonuçlar çıkarırız göster
meci tasımda. Göstermeci tasımda kullanılan tasım bi
çimi birinci tasım biçimidir.
Görüldüğü gibi, Aristoteles'ci diyalektik, Platon'cu
diyalektikten çok değişik bir anlam taşıyor. Platon'da
diyalektik, her türlü doğru bilgiye ulaşmanın tek yoluy
du. Aristoteles bilgi alanını ikiye ayırdı, diyalektiği ola-
81
sı bilgiyle, gösterme'yi kesin ve apaçık bilgiyle yüküm
ledi.
Aristoteles, ikinci Analitikler'in· 1. kitabında, 2. bö·
lümde özetle şunları söyler:
« Bir şeyin bilimine Sofistler gibi rasgele değil ama
mutlak bir biçimde sahip olduğumuza inanıyoruz, bir
şeyi vareden nedeni tanıdığımıza, bu nedenin o şeyin
nedeni olduğunu . bildiğimize, ayrıca o şeyin olduğundan
başka şey olmasının olanaksız olduğuna inandığımız za.
man. Bilimsel bilginin yapısı budur işte. ( ..) - Göster·
m e 'den, bilimsel tasımı anlıyorum ve bize bilimi sağla
yan bir tasıma bilimsel diyorum. - Demek ki, bilimsel
bilgi bizim ortaya koyduğumuz şeye dayanıyorsa, gös
termeci bilimin de doğru, ilk ve dolaysız öncüllerden,
yani sonuçtan daha çok bilinen, sonucu önceleyen, so
nucun nedenleri olan öncüllerden çıkması zorunludur.
Gerçekten, gösterilmiş olanın ilkeleri, sonuca da bu ko
şullar altında uyarlı olacaktır. Bir tasım bu koşullar ol
madan da varolabilir elbet, ama o zaman tasım bir gös
terme olmayacaktır, çünkü bilimi ortaya koymayacak
tır. Öncüller doğru olmalıdır, çünkü olmayan, bir şey ta
nınamaz ( .. ) . Öncüller ilk ve gösterilemez olmalıdırlar,
çünkü o zaman gösterme de olamayacağı için tanınamaz.
lar, çünkü gösterilebilir şeylerin bilimi, eğer raslantısal
bir bilim sözkonusu değilse, onları göstermenin dışında
bir şey değildir. Öncüller sonucun nedenleri olmalıdır
lar, sonuçtan daha tanınmış ve sonuçtan önce olmalıdır
lar: bir şeyin bilimine yalnızca o şeyin nedenini öğrendi
ğimiz zaman sahip olduğumuza göre öncüller sonucun
nedenleridirler; neden olduklarına göre de önceseldir
ler; bilgi açısından da önceseldirler ( .. ). - Ayrıca, önce
sel ve daha tanınmış çift anlamlıdır, çünkü ne doğal ola
rak öncesel olanla bizim için öncesel olan arasında, ne
doğal olarak daha tanınmış olanla bizim için daha ta
nınmış olan arasından özdeşlik vardır. Duyuma en çok
82
yakın olan nesnelere bizim için daha tanınmış ve önce
sel diyorum ve duyulardan en uzak nesnelere mutlak bi
çimde öncesel ve daha tanınmış diyorum. En evrensel
nedenler duyularımızdan en uzak olanlardır, oysa özel
nedenler duyularımıza en yakın olanlardır (..) . - Öncül
ler ilk olmalıdırlar, yani kendilerine özgü ilkeler olma
lıdırlar, çünkü ilk öncülle ilkeyi özdeşleştiriyorum. Bir
gösterme ilkesi dolaysız bir önermedir. Bir başka öner
menin öncelemediği önerme dolaysızdır.»
Aristoteles, gösterme üzerinde uzun uzun durur.
İkinci Analitikler'in birinci kitabı tümüyle bu konuya
ayrılmıştır. Filozof, bu kitabın 6. bölümünde şöyle der:
«Göstermeci bilim zorunlu ilkelerden hareket edi
yorsa (bilimin nesnesi, olduğundan başka bir şey olama
yacağına göre) ve temel nitelikler şeylere zorunlu olarak
bağlıysalar ( .. ) göstermeci tasımın bu cinsten bazı öncül
lerden giderek oluşturulacağı açıktır: gerçekten de, her
nitelik ya bu biçimde ya da raslantısal olarak ilkesine
bağlıdır, ama raslantılar zorunlu değildirler. -Göster
menin nesnesinin zorunlu bir sonuç olduğunu ve göste
rilmiş bir sonucun olduğundan başka bir şey olamaya
cağını ilke olarak koyabiliriz; bundan da, tasımın zorun.
lu öncüllerden hareket etmesi gerektiği sonucu çıkar.»
Aristoteles, aynı kitabın 7. bölümünde de şu belir
lemeyi yapar:
«Göstermede, bir cinsten öbürüne geçilemez: örne
-
ğin, geometrik bir önerme Aritmetikle doğrulanamaz.
Gerçekten, göstermede üç öge vardır: ilkin, kanıtlanan,
yani sonuç, yani herhangi bir cinse kendiliğinden bağlı
olan bir nitelik; ikinci olarak, aksiyomlar, göstermenin
kendileriyle yapıldığı aksiyomlar; üçüncü olarak, cins,
yani gösteriL:iğinde temel özellikleri ve nitelikleri orta
ya koyan özne. Kendileriyle gösterme yapılan aksiyom
lar ayrı olabilirler. Ama değişik cinslerin du:ıumu başka
dır, Aritmetikte olduğu kadar Geometride de; aritmetik.
83
sel gösterme büyüklüklerin özelliklerine uygulanamaz,
büyüklükleri sayı olarak düşünmüyorsak en azından.
( ..) - Cins zorunlu olarak aynı olmalıdır.»
Aynı kitabın 8. bölümünde de şu belirlemeyi bulu
yoruz:
«Tasımın çıkmış olduğu öncüller evrenselseler, böyle
bir göstermenin sonucu, yani mutlak anlamda alınmış
göstermenin sonucu zorunlu olarak kalıcıdır. Demek ki,
yok olabilen şeyler için, mutlak anlamda ne gösterme
ne de bilim vardır, ama yalnız raslantısal olarak göster
me ve bilim vardır, çünkü niteliğin öznesiyle olan iliş
kisi bu durumda evrensel değildir ama geçicidir ve bel
li bir biçimdedir.»
Şöyle bir soru sorulabilir: Raslantısal şeyler üzeri
ne gösterme yapılabiliyor mu?
Bu soruyu Aristoteles şöyle yanıtlayacaktır:
« Raslantıdan gelen şey için, gösterme yoluyla bilim
yoktur. Gerçekten de, raslantıya bağlı olan şey, ne zo
runlulukla ne de genellikle olur, ama bu iki olgu düze
ninin dışında oluşur. Oysa, gösterme bu ikisinden biri
ne uygulanır, çünkü her tasım zorunlu ya da yalnızca
durağan öncüllerden yola çıkar; öncüller zorunlu oldu
ğunda sonuç zorunlu, öncüller yalnızca durağan oldu
ğunda sonuç durağandır. Raslantı olgusu ne durağan ne
de zorunlu olduğundan, gösterme raslantıda uygulan
maz» (ikinci Analitikler, 1 . kitap, 30. bölüm) .
Şöyle bir soru da sorulabilir: Duyumlardan giderek
gösterme yapabiliyor muyuz ?
Bu soruyu da gene Aristoteles'in bir metnine baş
vurarak yanıtlayalım:
« Bilimsel bir bilginin duyumla elde edilmesi olanak
sızdır. Gerçekten, duyumun nesnesi yalnızca bireysel bir
şey değil ama herhangi nitelikte bir şeyse de, bunun için
hiç değilse belli bir yerde ve belli bir zamanda belirlen
miş herhangi bir şeyi algılamamız gerekecektir zorunlu
84
olarak. Ama evrenseli yani bütün durumlara uygulana
nı algılama olanağımız yoktur, çünkü o ne belli bir şey
dir ne de belli bir zamandır; öyle olsaydı evrensel ol
mazdı, her zaman ve her yerde olana evrensel dediğimi
ze göre. Demek ki, göstermeler evrensel olduğuna ve ev
sel kavramlar algılanamaz olduğuna göre, duyumdan ge_
len bilim olmayacağı açıktır. ( ..) Duyum zorunlu olarak
bireyseli ilgilendirir, oysa bilim evrensel bilgiye daya
nır» (ikinci Analitikler, 1 . kitap, 3 1 . bölüm).
Aristoteles bilim'i görüşten nasıl ayırıyor ?
« B ilim ve nesnesi, görüş ve nesnesinden şu nokta
da ayrılır: bilim evrenseldir ve zorunlu önermeleri kul
lanır; zorunlu olan da olduğundan başka türlü olamaz.
Böylece doğru olan ve gerçekten varolan ama başka tür
lü olabilen şeyler bulunsa da bilimin bu şeylerle ilgilen
mediği kesindir, yoksa başka türlü olabilen şeyler baş
ka türlü olamazlardı. Bu şeyler ne sezginin nesnesidir
ler ( ..) ne de dolaysız öncülün kavranmasına dayanan
göstermesiz bilimin nesnesidirler. Akıl, bilim, görüş ve
bunların ortaya koydukları şeyler doğru olabilecekleri
ne göre, bundan, görüşün, doğru ya da yanlış olarak ol
duğundan başka türlü olabilen şeye uygun düştüğü so
nucu çıkar: sonuç olarak, görüş, dolaysız olan ve zorun
lu olmayan bir öncülün kavranışıdır. Bu bakış biçimi
gözlemlenen olgularla uyumludur, çünkü görüş durağan
olmayan şeydir ve nesnesinde tanıdığımız yapı böyledir.
Bundan başka, şeyin başka türlü olamayacağım düşün
düğümüzde basit bir görüşe sahip olduğumuzu hiç bir
zaman düşünmeyiz: tersine, o zaman bilime sahip ol
duğumuzu düşünürüz. Şeyin yalnızca böyle olduğunu,
ama hiç bir şeyin onun başka türlü olabilmesine engel
olmadığını düşündüğümüzde, basit bir görüşe sahip ol
duğumuzu düşünürüz, çünkü görüşün nesnesinin böyle
olduğuna inanılır, oysa bilimin nesnesi zorunlu'dur»
(ikinci Analitikler, 1. kitap, 33. bölüm).
85
iKiNCi BÖLÜM
ÖZEL BiLiMLER
86
Aristoteles'de ? Daha basitçe söylersek, Aristoteles'de bu.
gün bizim anladığımız anlamda bilim kavrayışı yok mu?
Elbette var. Ama daha önce de yer yer değindiğimiz
gibi, dış dünya deneylerinden giderek elde ettiğimiz bil
giler, uygulamadaki değerleri ne olursa olsun, metafizi
ğin alanında elde ettiğimiz bilgiler kadar değerli değil
dir. En değerli bilgi en temel ve en kapsamlt bilgidir, bu
tür bilgileri de ancak metafiziğin alanında elde ederiz.
Soruna tarihsel açıdan bakmamız yararlı olacak.
Mitolojiden yavaş yavaş sıyrılan insan düşüncesi,
insan ve evren için son açıklamaları getirme çabasına
girerek felsefede ilk adımları atmıştı. Hesiodos'un M.Ö.
VIII. yüzyılda ortaya koyduğu Khaos kavramı felsefede
ilk adım sayılahilir. Eskiçağ felsefesinin doğuş dönemi
olan M. Ö. VI V. yüzyıllarda filozoflar insan için son
-
87
le insanın sorunlarını bir yana bırakıyor, insanla ilgili
sorunlara yönelen de evrenin sorunlarına ilgi duymu
yordu.
M.Ö. VI - V. yüzyılları kapsayan dönemde, Eskiçağ
felsefesinin gelişim döneminde iki büyük filozof, Pla·
ton ve Aristoteles, akıl almaz bir konu genişliğiyle ve
sorun çeşitliliğiyle çıktılar sahneye. Özellikle Aristote
les insanla ve evrenle ilgili tüm sorunları ele alır. Bu
gün bizim felsefede konuşup tartıştığımız sorunların ço
ğunu bu iki filozof ortaya koymuştur. Eskiçağ felsefe
sinin yükseliş dönemi bu açıdan pek ilgi çekicidir. Fel
sefe artık konularını genişletmiş, ahlakın, toplumbili
min, psikolojinin, mantığın, fiziğin, astronominin, din
bilimin ... ilk ve temel sorunlarını ortaya koymuştur. Pla.
ton'un ve Aristoteles'in çabası, her konuda evrensel bi
leşimler getirmeye yöneliktir. Bu amacı en çok gerçek
leştiren de Aristoteles olmuştur. O, «Özel bilimler» de
diği bilimlerin herbirini konusuyla, yöntemiyle ayrı ay
rı ele aldı, üstelik herbirinin alanında bilgiler ortaya
koymaya çalıştı. Onun incelemekle bitiremeyeceğimiz
genişlikteki ürünü, metafiziğin sorunlarıyla olduğu ka
dar «Özel bilimler»in sorunlarıyla doludur.
Aristoteles özel bilimler için bir sınıflama getirmez,
ama aralarından üçüne, fizik, matematik ve dinbilime
ayrı bir yer verir. İçlerinde en önemlileri de dinbilim
dir. Filozof, Metaplıysika'nın 6. kitabında, 1. bölümde
şunları söyler:
« Varlıkların ilkeleri ve nedenleri araştırmamızın ko
nusudur, ama elbette varlık olarak varlıklar sözkonusu
dur. Gerçekten, sağlığın ve esenliğin bir nedeni vardır;
matematiğin nesnelerinin de ilkeleri, ögeleri ve neden
leri vardır; ve genel olarak, her gidimli bilim ya da bazı
noktalarda usavurmaya katılan bir bilim az ya da çok
kesin nedenleri ve ilkeleri inceler. Ama bütün bu bilim
leP, çabalarım belli bir nesne üzerine, belli bir cins üze-
88
rine yoğunlaştırarak bu nesneyle ilgilenirler, mutlak ola
rak alınan Varlık'la ve varlık olarak Varlık'la ilgilen
mezler; ve bu bilimler özle ilgili hiç bir kanıt getirmez
ler. Ama bu özü çıkış noktası alarak, bazı bilimler bu
özü duyular için erişilir kılarlar, bazdan da onu bir
varsayım olarak ortaya koyarlar; sonra az ya da çok bir
güçle, nesne olarak benimsedikleri cinsin temel özellik
lerini gösterirler. Aynca, böyle bir tümevanmdan çıka
bilecek şeyin tözün ya da özün bir göstermesi olamaya
cağı ama başka bir bilgi biçimi olacağı kesindir. Aynca,
bu bilimler inceledikleri şeyin varoluşu ya da varolma
yışı konusunda hiç bir şey demezler, çünkü şeyin hem
özünü hem varoluşunu apaçık bir biçimde göstermek
zihnin aynı işlemine bağlıdır. Fizik de gerçekte belli bir
varlık cinsinin bilimi olduğu için (yani, kendinde, ken
di deviniminin ve devinimsizliğinin ilkesine sahip olan
bir töz çeşidinden olduğu için) ne uygulamalı bir bi
limdir ne de şiirsel bir bilimdir. Gerçekten, bir yan
dan her liretinin ilkesi sanatçıda bulunur: bu ilke ya
zihindir ya sanattır ya da herhangi bir yetenektir; ve,
öte yandan, her uygulamanın ilkesi etken'dedir; bu dü
şünülmüş bir seçimdir, çünkü eylemin nesnesiyle seçi
min nesnesi arasında özdeşlik vardır. Böylece, her dü
şünce ya uygulamalı ya şiirsel ya da görümcü olduğun
dan, Fizik ancak görümcü bir bilim olacaktır, ama o
devinime yatkın bir varlık çeşidinin görümcü bilimidir,
tözle ilgili ve genellikle biçimsel ama maddeden aynl
mamış tözle ilgili bir görümcü bilimdir. Niteliğin ve ta
nımın varoluş biçimini gözden uzak tutmamalıyız, çün
kü bu bilgi olmadan her araştırma boş olacaktır. ( ..) Ma.
tematik de görümcüdür; ama devinimsiz ve ayn varlık
ların bilimi olduğu için, apaçık olmaktan uzaktır; apaçık
olan bir şey varsa o da matematiğin bazı dallarının bu
varlıkları devinimsiz olduğu kadar da ayn varlıklar ola
rak incelediğidir. - Ama kalıcı, devinimsiz ve ayrı olan
89
bazı şeyler varsa, bunların bilgisi elbette görümcü bir
bilimin işi olacaktır. Gene de bu bilim ne Fizik olacak
tır (çünkü Fizik'in konusu devinimsiz bazı varlıklardır)
ne matematik olacaktır, ama bu ikisini önceleyen bir
bilim olacaktır. Gerçekten de, Fizik, ayrı olan ama ha
reketsiz olmayan varlıkları inceler ve matematiğin bazı
dalları gerçekten devinimsiz olan ama belki de madde
den ayrılmayan ve maddeye bağlı görünenen varlıkları
inceler; oysa İlk Bilim'in konusu hem ayrı ve hem de
devinimsiz varlıklardır. Ama bütün ilk nedenler ve özel
likle devinimsiz ve ayn nedenler zorunlu olarak kalıcı
dırlar, çünkü bunlar tanrısal şeyler arasından duyuları
mızın alabileceği nedenlerdir. Sonuç olarak, üç görüm
cü bilim alanı olacaktır: Matematik, Fizik ve Dinbilim.
(Dinbilim : ) Gerçekten, herhangi bir yerde tanrısal var
sa, devinimsiz ve ayn yapısıyla vardır ve bu en yüksek
bilimin konusu en yüksek cins olmak gerekir. Böylece,
görümcü bilimler bilimlerin en yüksekleri olarak değer
lendirilirler ve Dinbilim de görümcü bilimlerin en yük
seği olarak değerlendirilir. Gerçekten de, İlk Felsefe'nin
evrensel olup olmadığını ya da özel bir· cinsi ve özel bir
gerçekliği (..) matematik bilimlerde raslanılan bir ayrı
lığı izleyerek inceleyip incelemediğini sorabiliriz. Buna
şöyle karşılık veriyoruz: doğanın koyduğu tözlerden
başka tör olmasaydı, Fizik ilk bilim olacaktı. Ama devi
vinimsiz bir töz varsa, bu tözün bilimi öncesel olmalı
dır; ve bu bilim böylece evrenseldir, çünkü ilktir.»
Aristoteles, Metaphysika'nın 1 1 . kitabında, 4. bölüm_
de şunları söyler:
«Matematikçi aksiyomları matematiğin kendi nes
nesine uygun bir biçimde uygulayarak aksiyomlardan
yararlandığı için matematiğin ilkelerinin incelenmesi de
İlk Felsefe'yi gerektirir. Gerçekten, eşit şeylerden eşit
şeyler çıkarılırsa geriye eşit şeyler kalır aksiyomu, bü
tün niceliklerde ortaktır; ama Matematik, kendisine öz-
90
gü olan konunun belli bir bölümünü ayrı belirleyerek,
incelemesini bu bölüm üzerine yapar: bu, örneğin, çiz
giler, açılar, sayılar ya da başka tür bazı nicelikler ola
caktır; bu kavramlar varlıklar olarak değil, ama herbiri
bir, iki ya da üç boyutlu olan bir sürekli olarak alın
mıştır. Ama, Felsefe, tersine, araştırmasını, herbiri bazı
raslantısal özelliklere sahip olan özel nesneler üzerine
yapmaz, ama bu özel nesnelerden her biri bir varlık ol
duğu ölçüde Varlık'ı inceler. Fizik bilimi Matematik bi
limiyle aynı biçimde hareket eder: gerçekten, Fizik, var
lık olarak varlıkların değil ama devinimli olarak varlık
ların raslantılarını ve ilkelerini inceler; oysa İlk Bi
lim (..) şeyleri yalnızca substratum'lar varlık olduğu öl
çüde inceler, başka herhangi bir şey oldukları ölçüde
değil. Bu yüzden, hem Fizik bilimi hem Matematik bili
mi Bilgelik'in bölümleri olarak alınmalıdırlar.»
91
giden ve her an değişen şeyin bilimine ulaşılamaz. Bil
ginin olabilmesi için, durağan olan, değişmeden kalan
bir şeyin olabilmesi gerekir. İonia'nın Herakleitos'dan
önceki üç filozofu, Thales, Anaximandros ve Anaximenes
değişmeden kalanı aramışlar, Evren'i vareden, daha
doğrusu Evren'in dayandığı ve kendisinden türediği bir
ilk ilke'nin, bir anamadde'nin varlığını göstermeye ça
lışmışlardı. İonia'nın dördüncü büyük filozofu Herak
leitos, değişmeden kalan'dan çok akıp giden'le ilgilene
cek, «Aynı ırmağa iki kere girilemez» diyecektir. Ama
onu ilgilendiren bir şey daha vardır: her şeyin bir birlik
içinde kalmasını sağlayan logos. Herakleitos, ayrıca,
öbür İonia'lı filozofların yaptığı gibi, bir ilk ilke, bir
anamadde belirleyecektir: ateş. Felsefenin kolay kolay
aşamayacağı ikilem böylece belirginleşmiş oluyordu:
değişmeden kalanla akıp gidenin çelişkisi. Elea'lı Par
menides'in Bir Varlık kavramı devinimi olanaksızlaştır
mıştı : Atomcular Bir Varlık'ı parçaladılar ve birçok bir
varlık yani atom kavramını getirdiler. Atomların arasın
da boşluk vardı. Devinim böylece sağlanmış oluyordu
ama, temel çelişki çözümlenmiş olmuyordu. Platon bu
ikilemi « Duyulur Dünya» ile « Düşünülür Dünya» ayırı
mını getirerek aşmak istedi.
Aristoteles değişen - değişmeyen ikilemini, felsefeye
İlk Devindirici . kavramını getirerek aşmaya çalıştı. İlk
Devindirici, bir başka deyişle Varlık olarak Varlık, yani
Tanrı, Aristoteles'e göre, varlıkları edimiyle devindirir.
Hiç bir yaratıcılığı olmayan bu Tanrı (yaratma kavramı
Aristoteles'e yabancıdır) , devinimsiz bir varlıktır, devin
dirir ama devinmez. O, Evren'in bilgisine de sahip de
ğildir. Aristoteles'e göre devinim süreklidir, daha doğ
rusu kalıcıdır, ölümsüzdür. İlk devindirici de ölüm
süzdür. İlk Devindirici, göklerin en dışında bulunan
« İlk Gök»ü devindirir, Evren'in öbür parçalan, yani
göksel varlıklar ve yersel varlıklar « İlk Gök» aracılığıy-
92
la devinirler.
Tanrı, Arı Edim'dir. Madde kavramının tümüyle dı
şında kalır. Tanrı, aynı zamanda, en iyiye, en yetkine
eğilimlidir. O, Evren'i durmadan devindirir. Varlığını
şöyle gösterebiliriz: Devinen her şeyi bir devindirici de
vindirir; devinen bir şey, edimde bulunulmuş bir şey
dir. Bu durumda, Evren'i devindiren bir İlk Devindiri
ci'nin varolması gerekir. Bu İlk Devindirici devinen bir
şey olsaydı, onu da devindiren bir şeyin bulunması ge
rekirdi. Ama, devinen şeyler zincirinde geriye doğru
gidersek, devindiren ama devinmeyen bir varlık buluruz.
Demek ki bu İlk Devindirici herhangi bir şeyden devi
nim almayan bir şeydir. O, devinmeyen devindiricidir.
Tanrı, maddi olmayan bir varlıktır; demek ki, du
yularımıza kapalıdır. Tanrı, devinmeyen varlıktır; o yaL
nızca edimdir, onun gücüllükle hiç bir ilgisi yoktur; her
devinim bir gücüllüğün bir edimlilik durumuna geçme
sidir. Tanrı basit bir varlıktır, daha doğrusu yalın bir
varlıktır; büyüklüğü ve niteliği yoktur; bileşik varlık
lar, maddi varlıklardır. Tanrı tektir ve her şeyden ayrı
dır: kendi yetkinliği ve kendi yüceliği içinde yapayal
nızdır. Tanrı ölümsüzdür, Evren'i sonsuza kadar devin
direcektir. Tanrı, mutlak yetkinliktir: Arı Edim olmak,
mutlak yetkinliğe sahip olmak demektir. Bu mutlak yet_
kinlik, iyiye eğilimlidir, Yüce İyi'dir. Tanrı, Ruh'tur, Ze
ka'dır.
Aristoteles böylece tek Tanrı kavrayışına yöneliyor.
Oysa onun yaşadığı toplumda çoktanrıcılık geçerliydi.
Bunu nasıl açıklayacağız?
Yunan çoktanrıcılığı, yumuşak bir geçişle, yavaş ya
vaş tektanrıcılığa dönüşecektir. Tektanrıcılığa geçiş eği
limi Aristoteles'ten çok önce başladı. Elea okulunun ku
rucusu olarak bilinen gezgin şair-filozof Ksenophanes
(M.Ö. 570-478) Sicilya'da ve İtalya'da şehir şehir dolaşı
yor, insanbiçimci yunan düşüncesini açıkça alaya alıyor_
93
du. Ksenophanes, Tanrı'nın bir olduğunu söylemiş böy
lece tektanrıcılığa geçişte ilk önemli adımı atmıştır.
Onun tektanrıcılığı heptanrıcılığa eğilimli bir tektanrı
cılıktı.
Aristoteles'i getirdiği bu İlk Devindirici kavramıyla
tam bir tektanrıcı saymamız yanlış olur. Aristoteles, pa
gan çoktanrıcılığını tümüyle bırakmış değildi. O, birçok
tanrının varlığına inanır. Bu tanrılar ya da ruhlar gök
teki küreleri devindirmekle yükümlüdürler. Onun tan
rıları arı biçimlerdir, gözle görülmezler. Gök devindirici
leri diyebileceğimiz bu tanrılar İlk Devindirici'nin kop
yaları gibidirler. Herbiri bir arı edimdir sanki. Bu gök
devindiricileri, kürelerin sayısına göre, kırk yedi tane
dirlcr.
Aristoteles, Metaphysika'nın 12. kitabında, 9. bölüm
de şunları söyler:
«Tanrısal Zeka'nın yapısı bazı sorunlar ortaya ko
yar. Bu Zeka, tanrısal görünen şeylerin en tanrısalı gi
bidir; ama bu özelliği ortaya koyabilmek için "'.aroluş bi
çimi ne olmalıdır? Burada bazı güçlükler var. Ya bu Ze
ka hiç bir şey düşünmüyordur. Ama o zaman büyüklüğü
nerede kalır? Uyku durumuna benzer bir durumdadır o
zaman. Ya da düşünüyordur, ama düşüncesi başka bir
ilkenin bağımlılığı altındadır. O zaman onun tözü basit
bir gücüllük olacağına göre, bu Zeka, Yüce Töz olamaya.
caktır, çünkü onun büyüklüğü düşünmeye dayanır. Bun
dan başka, özü Zeka olsun düşünme edimi olsun, bu Ze
ka ne düşünür? Ya kendini düşünür y a da bazı başka
şeyler düşünür; bir başka şey düşünüyorsa, düşündü
ğü ya her zaman aynı şeydir ya da bazen bir şey
bazen bir başka şeydir. Öyleyse, düşüncesinin nes
nesinin İyi olması ya da ilk gelen şey olması önem
li mi değil mi ? Ya da düşüncesinin bazı şeylere yönelme_
si saçma olmayacak mı? Demek ki, onun en tanrısalı ve
en büyüğü düşündüğü, nesnesini değiştirmediği kesin-
94
dir, yoksa bu en kötüye doğru bir değişme olacaktır ve
böyle bir şey bir devinim olacaktır. - Demek ki, önce,
tanrısal Zeka düşünme edimi değil de basit gücüllükse,
düşüncenin sürekliliğinin Zeka için güç bir yük olduğu
nu ileri sürmek mantıksaldır. Sonra, bu durumda Zeka'.
dan daha soylu bazı şeylerin, yani düşüncenin nesnesi
nin olacağı açıktır. Gerçekten de, düşünme, düşünme e
dimi, en kötüyü düşünenin de işi olacaktır ( .. ) ; öyle ki,
bu kaçınılası bir şeyse, düşünme edimi en iyi olan şey
olmayacaktır. - Yüce Zeka, demek ki, kendini düşünür,
çünkü o eşsizdir, Düşünce'si de düşüncenin düşüncesi
dir. Bununla birlikte, bilimin, duyumun, görüşün ve gi
dimli düşüncenin her zaman kendilerinden ayrı olan bir
nesneye sahip olduğunu ve kendi kendileriyle yalnızca
ikinci derecede ilgilendiklerini söyleyebiliriz. Bundan
başka, düşünme olgusuyla düşünülme olgusu ayrı yapı
dansalar, düşüncenin eşsizliği ikisinden hangisiyle ilgi
lenir? Çünkü, düşünce edimi olmayla düşünülmüş olan
olma arasında özdeşlik yoktur. Ama, şunu söyleyelim,
bazı durumlarda bilim düşüncenin nesnesi değil midir?
Şiirsel bilimlerde, bu, nesnenin tözü ve niteliğidir, mad
deden yapılmış soyutlamadır; görümcü bilimlerde, bili
min gerçek nesnesi düşüncenin tanımı ve edimidir. De
mek ki, düşünülmüş olanla maddi olmayan nesnelerin
durumundaki düşünce arasında ayrılık olmadığına gö
re, tanrısal Düşünce ve nesnesi özdeş olacaklardır ve dü
şünce de düşüncenin nesnesiyle bir olacaktır. - Bir güÇ.
lük daha kalıyor: tanrısal Düşünce'nin nesnesi bileşik
midir değil midir? Bu durumda, tanrısal Zeka, bütünün
bir parçasından bir başka parçasına geçerek değişecek
ti. Maddeye sahip olmayan her şeyin bölünmez olduğu
nu söylememiz gerekir mi? Bu durum tanrısal Düşün
ce için böyledir, nasıl bazı geldigeçti anlarda insan ze
kası için de böyleyse (daha doğrusu, bileşik her varlığın
anlığı için böyleyse): bu anlık iyiliğine şu ya da bu za-
95
manda sahip olmaz, ama Yüce İyi'yi bölünmez bir bü
tün içinde sezer; bu Yüce İyi, anlık için dıştaki bir şey
dir: tanrısal Düşünce bu biçimde düşünür, ama kendi
ni bütün bir ölümsüzlük boyunca düşünür.»
EVREN TABLOSU
96
hklardır ve tümü esir'den yapılmıştır. Esir cisimseldir,
ama hiç bozulmaz, hep olduğu gibi kalır. Esir, ilk yunan
filozoflarının ortaya koyduğu ilk ilke ya da anamadde
kavramına yakındır. Örneğin Thales'in su, Herakleitos'
un ateş dediği şeye Aristoteles esir der gibidir. Ayüstü
dünya yıldızlar dünyasıdır. Yıldızlar kürelere bağlıdır
lar. Küreleri devindiren devindirici güç, devinmeyen
güçtür.
Şimdi burada çözümsüz bir sorunla karşı karşıya
yız. Daha önce iki şeyi belirtmiştik. Birincisi, Tanrı, İlk
Devindirici olarak, « İlk Gök»ü devindiriyordu; öbür gök
ler bu devinime bağlı olarak deviniyorlardı. İkincisi, ö
bür gökleri devindiren ilk devindiriciler vardı. Burada
aşılması güç bir durumla, hatta bir çelişkiyle karşı kar
şıyayız: İlk Devindirici'den ayrı olarak ilk devindiriciler
varsa, İlk Devindirici'nin işi yalnızca « İlk Gök»ü devin
dirmekte sınırlanacaktır; bu durumda bu İlk Devindiri
ci öbür ilk devindiricilerden yalnızca biri olacaktır; ay
rıca bu onun bir Tanrı olarak önemini çok azaltacak
tır.
Evren, kürelerden yapılmıştır. En dışta, İlk Devin
dirici'nin devindirdiği sabit yıldızlar küresi yani « İlk
Gök » vardır. En içte bulunan Yer, devinmeyen bir kü
redir, Evren'in merkezini meydana getirir.
İçinde bulunduğumuz Ayaltı dünya, değişimin var
olduğu, oluşumun ve bozulmanın varolduğu, ölümlü var
lıkların bulunduğu dünyadır. Ayüstü dünyadaki gerekir_
liği Ayaltı dünyada bulamayız. Ayaltı dünya yetkinlikle
rin olmadığı dünyadır. Ayüstü dünyadaki dairesel devi
nimin yerini Ayaltı dünyada doğru çizgi boyunca devi
nim almıştır. Ayaltı dünyada bütün şeyler bu çizgisel
devinimle, kendilerine en uygun yerleri alırlar; Ağır şey
merkeze doğru inmek ister, hafif şey merkezden uzak
laşmak ister: taşın düştüğünü, alevin yükseldiğini gö
rüriiz. Böylece, Ayaltı dünyada her şey, kendi « doğal
97
yer»ine çizgisel devinimle ulaşır.
Aristoteles, Evren'in yapısını açıklarken, ilk yunan
filozoflarından Empedokles'in koymuş olduğu dört öge
kuramına başvurur. Bu dört öge toprak, su, hava ve a
tcş'tir. «Doğal yer» kavramı da böylece açıklığa kavu
şur. Bu dört öge birçok değişik özelliğe sahip olmalarıy
la birbirlerinden ayrılırlar; bu özelliklerden başlıcası
herbirinin ayrı bir «doğal yer»e sahip olmasıdır. Şimdi
Aristoteles'in çizdiği evren tablosunu düşünelim: Yer
küre, Evren'in ortasında devinimsiz durmaktaydı. Öbür
küreler onun çevresinde içiçeydilcr. En dıştaki küre « İlk
Gök»tü. Yer'den « İlk Gök»e kadar şöyle bir sıralanma
vardır: en ortada en ağır Yer, en dışta en hafif Ateş;
Atcş'le Yer arasında dıştan içe doğru önce Hava, son
ra Su. Ateş, sıcak ve kurudur. Hava, sıcak ve nemlidir.
Su, soğuk ve nemlidir. Toprak, soğuk ve kurudur. Bü
tün bu ögeler birbirlerine dönüşebilirler. Karışık yapılı
cisimler bu dört ögenin bileşikleridirler. Oluşum, bu
dört ögenin bileşmesidir, yani bir tözün bir başka töze
dönüşmesidir. Demek ki, bir şeyin oluşması, bir başka
şeyin bozulmasıyla olur. Oluşum ve bozulma bir değiş
medir. Yalnızca maddeden ve biçimden bileşik olan şey_
lcr oluşur ve bozulur.
Az önce şunu söylemiştik: Ayaltı dünya, değişimin
varolduğu ( .. ) dünyadır. Demek ki, değişim denince ak
lımıza yalnızca Ayaltı dünyanın, madde dünyasının, du
yulur dünyanın olgularını getireceğiz. Öyleyse düşüne
lim: değişim nedir? Bu soruya karşılık verebilmek için,
«madde» ve «gücüllük», «biçim» ve «edim » kavramları
na açıklık getirmemiz gerekir. Önce şunu soralım: macL
de nedir? Aristoteles, Metaphysika'nın 8. kitabında, 1 .
bölümde «duyulur tözlerin tümü maddeye sahiptir» der.
Madde, edim durumunda bulunan bir varlık değildir,
gücüllük durumunda bulunan bir varlıktır. Madde, de
ğişen şeyin kendisidir. Biçim nedir? Biçim edim duru-
98
munda bulunan şeydir ve değişimin ilkesidir. Demek
ki, madde denince gücüllüğü, biçim denince edimliliği
düşüneceğiz.
Bir şeyin bir maddesi bir de biçimi vardır. Herhan
gi bir duyulur varlık, bir madde-biçim bileşiminden
başka bir şey değildir. Şöyle düşünelim : Denizin dingin
olması nedir? Denizde düzey eşitliğinin olmasıdır. Bura
da a deniz» madde, «düzey eşitliği» de biçim ve edimdir.
Ev dediğimiz şey, taştan, tuğladan, tahtadan yapılmış
tır. Taş, tuğla, tahta bir araya gelerek ev biçimi almış
tır. Burada gücül durumda bir evin varlığı sözkonusu
dur. Ancak bu evi «canlıları ve eşyaları ve bu türden
bazı şeyleri koruyan barınak» diye tanımladığımız za
man durum değişecektir. Bu durumda ev edimlilik ka
zanacaktır. Mimar ev için edimdir. Ev mimara göre gü
cüllüktür. Ev koruyuculuk yüklediğimizde edimlilik de
yüklenir. Tuğla eve göre gücüllük ev tuğlaya göre edim
dir. Ev kente göre gücüllük, kent eve göre edimdir. De
mek ki bir durumda gücüllük olan, bir başka durumda
edim olabiliyor. Gücüllük bir yetenektir, bir başka var
lık üzerinde edimli olabilme yeteneğidir. Bir şeyde macL
de olanın bir başka şeyde biçim olması belli bir sıralan
ma düzeni ortaya koyar. Böylece, geriye doğru giderek,
• salt biçim» ve • ilk madde» kavramlarına vardır. Salt
biçim dediğimiz şey Tanrı'dır. Salt biçim önceseldir,
her şeyden önce gelir. Biçim, bir edim olarak, maddeyi
yani gücül olanı önceler. İlk madde her varlıkta aynı
kalır ve tözsel değişmelerin öznesidir. O her niteliği edi
nebilir. İlk maddeyi salt gücüllük olarak tanımlayabili
riz.
Değişim nedir? Değişim, bir durumdan bir başka
duruma gcç:nektir. Devinim de bir çeşit değişmedir.
Aristoteles, «yer'e göre değişim» der buna. Yere göre
değişim, bir şeyin « şimdi burada, biraz sonra uzaktaı>
olmasıdır. Bir de niceliksel değişim vardır: Şimdi şu
99
uzunlukta olan, biraz sonra daha kısa ya da daha uzun
olabilir. Bir de niteliksel değişim vardır: Şimdi sağlık
lı olan biraz sonra hasta olabilir. En önemli değişim,
duyulur dünyanın başlıca özelliklerinden birini meyda
na getiren oluşma ve bozulma'dır. Bu değişim tözsel de_
ğişimdir, böyle olmakla kökel bir değişimdir, daha ön
ce saydığımız değişimleri içerir, onların üstüne çıkar.
Oluşma ve bozulma süreklidir. Değişimin belli bir dü
zeni, belli zorunlulukları vardır. Çünkü değişim bir şe
yin yerine başka bir şeyin geçmesi değil, ama bir şeyin
bir durumdan bir başka duruma geçmesidir. Aristoteles
bir cinsten başka bir cinse doğru değişim olamayacağını
söyler. Yani bir çiçek tohumundan biz ancak bir çiçek
bekleyebiliriz, bir tay bekleyemeyiz. « İnsan insanı doğu
rur» der Aristotelcs.
Öyleyse, değişim hem bir şeyin kendi kendine de
ğişmesi hem de bir şey tarafından değiştirilmesi ola
rak mı düşünülüyor?
Evet. Aristoteles'in deyişiyle, bazı durumlarda gü
cüllük etkenin içindedir, bazı durumlarda da edilgenin
içindedir. Aristoteles, Metaphysika'nın 9. kitabında, 1 .
bölümde şöyle der:
« Etkin gücüllük ve edilgin gücüllük, bir anlamda,
tek bir gücüllüktür (çünkü bir varlık ya kendinde de
ğişme gücüllüğüne sahip olduğundan ya da bir başka
varlık bu varlık tarafından değiştirilme gücüllüğüne sa
hip olduğundan güçlüdür), oysa bir başka anlamda bu
iki gücüllük ayrıdırlar. Gerçekten, biri edilgenin için
dedir: bu, edilgenin belli bir ilkeyi kapsamasından ve
maddenin de bir ilke olmasından, şu edilgenin şu etken
tarafından, bu edilgenin bu etken tarafından değiştiril
miş olmasından ötürüdür. (..) Öbür gücüllük etkenin
içindedir: sıcaklığı ve yapı sanatını alalım; biri, ısıtabi
len cisimde bulunur; öbürü, yapı yapabilen insanda bu
lunur.»
100
Şimdi, gücüllükler canlılarda da cansızlarda da ay
nı durumda mı? diye sorabiliriz.
Hayır. Gücüllük bakımından canlılarla cansızlar
arasında bir ayırım var. Cansız varlıklarda, yani ruhu
olmayan varlıklarda gücüllükler akıldışı; canlı varlık
larda, yani ruhu olan varlıklarda gücüllük akılsaldır.
Aristoteles, Metaphysika'nın 9. kitabında, 2. bölümde
şunları söyler:
«Bu yapıda olan ilkelerin bazıları cansız varlıklar
da, bazıları canlı varlıklarda, yani ruhta, ruhun akılsal
bölümünde bulunduğuna göre, gücüllüklerden bazıları
nın akıldışı, bazılarının akılsal olacağı açıktır. ( ..) Akıl
sal gi.icüllüklerin tümü aynı zamanda karşıtların gücül
li.ikleridir, ama akıldışı gücüllüklerin herbiri yalnızca
tek bir etkenin gücüllükleridir. Örneğin sıcaklık yalnız
ca ısıtmanın gücüllüğüdür, oysa Tıp hem hastalığın,
hem sağlığın gücüllüğüdür. »
Aristoteles, aynı kitabın 5. bölümünde de şu belir
lemede bulunur: «Gücüllüklerden bazıları doğuştandır,
duyular gibi; bazıları da alışkanlıktan gelirler, flüt çal
ma ustalığı gibi; bazıları çalışmayla elde edilmişlerdir,
sanatla ilgili yetiler gibi. Alışkanlıktan ve usavurmadan
gelen gücüllükler için öncesel bir uygulamanın olması
zorunludur, oysa başka çeşit olan ve edilginliği içeren
gücüllükler bu uygulamayı gerektirmezler. Ve güçlü
olan, belli bir zamanda ve belli bir biçimde bir şeyler ya
pabilen olduğuna göre, bazı varlıklar akılsal olarak ha
reket edebilirler ve gücüllüklcri akılsaldır. Oysa bazıla
rı abldışıdır ve gücüllükleri de akıldışıdır. Birincisi tür
gücüllükler zonınlu olarak bir canlı varlıkta bulunurlar,
öbürleri ilgisiz olarak bir canlı varlıkta bulunurlar ya
da bir cansız varlıkta bulunurlar: bu koşullarda, ikinci
tür gücüllükler için şu durum vardır: etken ve edilgen
sözkonusu gücüllüğe uygun biçimde karşılaştıklarında,
birinin eyleme geçmesi ve öbürünün katlanması zorun-
101
ludur, oysa birinci tür gücüllükler için bu zorunluluk
yoktur. Gerçekten de, her akıldışı gücüllük tek etkinin
üreticisidir, oysa her akılsal gücüllük karşıtların üreti
cisidir.»
Aristoteles, aynı kitabın 8. bölümünde de şöyle der:
« Demek ki bozulmaz olan her şey edim olarak var
dır. Hiç bir zorunlu varlık gücül olarak varolmaz. Oy
sa zorunlu varlıklar ilk varlıklardır, çünkü bu varlıklar
olmasaydı hiç bir şey olmayacaktı. Kalıcı devinim için
de aynı şey sözkonusudur. Kalıcı bir devinim varsa, bu
devinim gücül olarak varolmaz. Ve kalıcı devinimli her
hangi bir şey varsa, bu şey bir gücüllüğe göre devinimli
değildir, yoksa bu kalıcı devinimli bir yerden öbür ye
re geçerken hiç bir şey onun maddeye bağlı olmasını
engellemeyecektir. Bu yüzden, Güneş, yıldızlar, bütün
Gök her zaman edimdedir ve bazı fizikçiler�n korktuğu
gibi bunların duracağı düşünülemez. Bu varlıklar devin
mekten hiç yorulmazlar; çünkü, devinim, onlar için, bo_
zulur varlıklarda olduğu gibi karşıtların gücüllüğü de
ğildir; karşıtlar gücüllüğünün işi, bozulur varlıklarda
devinimin sürekiliğini verimli kılmaktır, çünkü yorgun
luğun nedeni, bozulur varlıkların tözünün edim değil de
madde ve gücüllük oluşudur. Bozulmaz varlıklar, Dünya
ve Ateş gibi sürekli değişimde olan varlıklarca taklit
edilmişlerdir; Dünya ve Ateş de ölümsüz olarak edimde_
dirler, çünkü devinimleri kendileriyle ve kendilerinden
dir. Ama öbür gücüllüklerin ( ..) tümü karşıt gücüllük
lerdir, çünkü belli herhangi yapıda bir devinimi meyda
na getirme gücüllüğüne sahip olan şey, bu yapıdan ol
mayan bir devinimi de oluşturabilir, örneğin akılsal gü
cüllükler için durum budur. Akıldışı gücüllüklere gelin
ce, bu gücüllükler o anda var ya da yok olma durumla
rına göre karşıt gücüllükler olacaklardır. »
1 02
NEDENLER
1 03
kolay olacak: çünkü bunlar Ateş'e devindirici bir yapı,
Su'ya, Toprak'a ve öbür ögelere de karşıt bir edilginlik
yuklemişlerdir. »
Devinimi ya da değişimi, yani edimi ve gücüllüğü
gerçekleştiren dört neden belirler Aristoteles. Şimdi bu
nedenleri birer birer görelim :
1 . Bir değişimin olabilmesi için, değişebilir bir öz
nenin, yani edime açık bir gücüllüğün olabilmesi gere
kir; bu, maddi neden'dir.
2. Bir değişimin olabilmesi için, bu değişimi belir
leyen bir örnek'in olabilmesi gerekir; bir başka deyişle,
değişimin kendisine göre gerçekleştirildiği bir biçimin
olabilmesi gerekir; bu, biçimsel neden'dir.
3. Bir değişimin olabilmesi için, bu değişimi sağla
yacak bir etkinliğin olabilmesi gerekir; bu, etkin neden'.
dir.
4. Her değişim belli bir düzen içinde, belli bir ere- .
ğe göre gerçekleşir, gelişigüzel olmaz; bu, sonuçsal ııe
den dir.
'
1 04
« Birinci anlamında neden bir şeyin yapılmış oldu
ğu içkin maddeye denir: tunç, heykelin nedeni, gümüş,
kadehin ·nedenidir; tuncun ve gümüşün cinsi de neden
dir. Bir başka anlamda neden, biçim ve örnektir, yani
özellikliliğin ve türlerin tanımıdır: örneğin, oktav için,
ikiyle bir arasındaki ilişki ve genel olarak, sayı. Neden
aynı zamanda tanımın bölümleridir. Neden, bir de de
ğişimin ya da dinginliğin birinci ilkesidir: bir kararın
sahibi, eylemin nedenidir; baba da çocuğun nedenidir;
ve genel olarak, etken, yapılmış olanın nedenidir ve de
ğiştiren de değişikliğe uğrayanın nedenidir. Neden aynı
zamanda sondur, yani sonuçsal nedendir. Örneğin, sağ
lık, gezintinin nedenidir. Gerçekten, niçin gezinilir? Kar
şılık veriyoruz: sağlıklı olmak için; ve böyle diyerek ne
deni belirtmiş olduğumuzu düşünüyoruz. Kendinden
başka bir şeyle devindirilmiş ve devindiriciyle son ara
sında aracı olan her şey için durum budur: böylece, za
yıflama, iç sürdürme, ilaçlar, gereçler sağlığın nedenle
riclirler, çünkü bütün bu yollar bir sonuç gözetilerek
kullanılmışlardır: bu nedenler aralarında bazılarının ge
reç, bazılarının eylem olması yönünden ayrılırlar yalnız
ca. - Elbette neden sözcüğünün çeşitli anlamları bun
lardır. Nedenlerin bu anlam çeşitliliği, aynı nesne için
nasıl birçok neden olabileceğini açıklar ve bu raslantı
sal değildir: örneğin, heykelin nedeni heykelcinin sana
tıyla tunçtur; başka bir ilişki içinde değil ama heykel
olduğu durumda. Ama bu nedenler aynı yapıda değildir
ler: birisi maddesel neden, öteki devindirici nedendir.
Nedenler karşılıklı da olabilirler: yorgunluk sağlıklılığın
nedenidir, sağlıklılık da yorgunluğun, ama aynı biçim
de değil: birisi sondur, öbürü devinimin ilkesi. Sonun
da aynı neden bazen karşıtları ortaya çıkarabilir. Ger
çekten, varlığıyla herhangi bir şeyin nedeni olan, bazen
yokluğuyla karşıt şeyin nedeni olur: örneğin, kaptanın
)Okluğu geminin batmasının nedenidir, çünkü kaptanın
105
varlığı bir güvenlik nedeni olacaktı; o zaman iki neden,
var olma ve eksik olma, her ikisi de devinim nedenleri
dirler. - Saymış olduğumuz bütün nedenler açık olarak
dört sınıfa ayrılırlar. Harfler, heceler, için; madde, ya
pay nesneler için; Ateş, Toprak ve benzer bütün öğeler
bedenler için, parçalar bütün için, öncüller sonuç için,
şeylerin geldiği yer olarak kaldıkları sürece, neden sa
yılırlar; ve bu nedenlerden bazıları özne olarak neden
sayılırlar, parçalar gibi; öbürleri özelliklilik olarak ne
den sayılırlar, bütün, bileşim ve biçim gibi. Tohum için,
hekim için, bir karar sahibi için ve genel olarak etken
için bütün bu nedenler değişiklik ya da duraklama il
keleri gibidirler. Öbür nedenler öbür şeylerin sonu ve
iyiliği gibidirler: sonuçsal neden, gerçekten en yüksek
iyidir ve öbür varlıkların amacıdır; sonunda bu ama
cın kendinde İyi olması ya da görünür iyi olması pek
önemli değildir. - Demek ki, nedenler bunlardır ve
türlerinin sayısı da budur. Nedenler birçok belli biçim
ler altında kendilerini gösterirler, ama bu belli biçim
lerin sayısını çok aza indirgeyebiliriz. Nedenler çeşitli
ilişkiler açısından seçilebilirler: böylece, bir türün ne
denlerinden birisi öncesel, öbürü sonrasaldır: örneğin,
sağlık için hekim ve sanat adamı; oktav için çift ve sa
yı böyledir; ve özel bir neden içeren sınıflar her zaman
özel etkinin nedenleridirler. Raslantısal nedenler ve on
ların türleri de vardır: örneğin, Polykleitos 15 heykelin
nedenidir bir bakıma, bir bakıma da heykelin nedeni
heykelcidir, çünkü heykelcinin Polykleitos olması
raslantıdır. Sonra, raslantıyı içeren sınıflar vardır: böy
lece, insan ya da genel olarak hayvan, heykelin nedeni
dir, çünkü Polykleitos bir insandır ve insan da bir hay
vandır. Kendi kendine raslantısal olan bu nedenler ara-
1 06
sından bazıları daha uzak ve bazıları daha yakındır:
örneğin, heykelin nedeninin Polykleitos ya da insan de
ğil de beyaz ve müzisyen olduğu söylenirse. Tam anla
mında neden ya da raslantısal olarak neden olan bütün
bu nedenler gücüllük ya da edimlilik yönünden anlaşı
lırlar: örneğin ev yapan mimar ve bir ev yapan mimar.
Nedenleri nedenler olan şeyler için de aynı belirlemeyi
yapmalıyız: örneğin, bir şey herhangi bir heykelin ya
da heykel'in, ya da genel olarak imgenin nedeni diye
adlandırılabilir; herhangi bir tuncun, ya da tuncun, ya
da genel olarak maddenin. Raslantılar için de aynı şey.
Sonunda, raslantısal nedenler ve tam anlamında neden
ler aynı kavramda biraraya gelmiş olabilirler: örneğin,
bir yandan Polykleitos ve öte yandan heykelci denildi
ğinde değil, ama heykelci Polykleitos denildiğinde.»
HAYVANLAR DÜNYASI
107
pan da Aristotcles'tir. Bitkiler üzerine yazdığı inceleme
kitabı kaybolmuş olmasaydı, belki bu alanda onun çok
daha büyük bir ilerleme yapmış olduğunu görecektik.
Aristotelcs hayvanlarla bitkiler arasında kesin bir
ayrım yapar. İnsanla hayvanın ortak yanı olan duyum
özelliği hayvanı bitkiden ayırır ve hayvana bitki karşı
sında daha önemli bir yer kazandırır. Aristoteles duyum
konusunu pek önemsemiş ve onu enine boyuna araştır
mıştır. Aristoteles'e göre duyum dediğimiz bilgi alma
yetisi iki evreli çalışır. Duyum önce edilgindir, sonra
etkindir. Bu ne anlama geliyor? Duyu organı, her şey
den önce, nesnenin etkisiyle karşı karşıya kalır, bir baş
ka deyişle nesneden bir etki alır. Bu durumda o edilgin
bir gücüllüktür. Edilginlik evresinde, duyum alan, nes
nesinin biçimini edinir. Bu evre, bilinen'in, daha do�
rusu bilinecek olan'ın bilen'c, daha doğrusu bilecek
olan'a gelmesi evresidir. Edilginlik evresini etkinlik ev
resi izler. Bu evre duyumun tepki vermesi evresidir. Bu
evrede, bilecek olan, nesneyi kendine alır, nesneyi
özümler. Ama elbette burada maddi bir özümleme söz
konusu değildir, ruhsal bir özümleme sözkonusudur.
Bu evre, bilen'in nesneyle özdeşleşmesi evresidir. Aris
toteles dört iç duyum belirler: ortak duyu, imgelem,
bellek, değerlendirici. Bu dört iç duyum, dış duyumları
derler, toplar, saklar ve tümler.
Aristoteles pek ilgi çekici bir hayvanlar sınıflaması
yapmıştır. Bu sınıflamayı ana çizgileriyle belirleyelim:
Hayvanlar ikiye ayrılır: Omurgalılm·, Omurgasızlar.
Omurgalılar kırmızı kanlı hayvanlardır. Bunlar ya
Doğuran ya da yumurtlayan hayvanlardır.
Doğuranların başında insan gelir.
İnsanı Balinalar izler. Balinalardan sonra Dörtayak
lılar vardır.
Dörtayaklılar üçe ayrılır: Yarık ayaklı gevişgeti'rici
ler (koyun, öküz), Ayağı yarık olmayanlar (at, eşek),
108
Öbiir doğurgan dörtayaklılar.
Yumurtlayanlar ikiye ayrılır: Yetkin yumurtalılar,
Eksik yunıurtalılar.
Kuşlar, Dört ayaklı yumurtlayanlar, Hem karada
hem suda yaşayanlar, Sürüngenlerin çoğu, Yılanlar yet
kin yumurtalılardır.
Eksik yumurtalıları Balıklar meydana getirir.
Omurgasızlar kırmızı kandan yoksun hayvanlardır.
Omurgasızların başında Yetkin yumurtalı omurga-
sızlar gelir. Bunlar ikiye ayrılır: Kafadanbacaklılar ve
Kabuklular.
Yetkin yumurtalı omurgasızların altında Özel yu
murtalı omurgasızlar vardır: Böcekler, Örümcekler, Ak
repler.
Daha altta Tomurcuklanmayla çoğalanlar ya da
kendiliğinden çoğalanlar vardır. Bunlar Yumuşakçalar
,-e Derisidikenliler'dir.
En altta Kendiliğinden çoğalanlar bulunur: Sün
gerler ve Selentereler.
ANATOMİ
1 09
tomi cerrahlıktan daha geç ve daha yavaş gelişti: in
sanlık bir insan bedeninin -ölü de olsa- bıçakla delik
deşik edilmesine uzun zaman karşı olmuştur. Ortaçağ'
da kilise, insan anatomisi konusunda yapılacak çalışma
lar karşısında kesin bir yasaklayıcı tutum almıştır. Ve
sale'nin başına gelenler kilisenin bu tutumunu doğrulu
yor. Am a giderek kilise de anatomi bilimine daha hoş
görülü davranmaya başladı, çünkü anatomi ilerlemeden
cerrahlık ilerlemiyordu. Bu bilgiler önühde biz Aristo
teles'in anatomi bilimiyle ilgili önemli belirlemelerde
bulunmuş olmasını zaten düşünemeyiz. Filozof bu alan
da da bazı kurgusal bilgiler öne sürdü, bugün bu bil
giler geçerliğini yitirmiştir.
Aristoteles dokular, iskelet, saçlar, kıllar, dazlaklık,
damarlar, bağırsaklar, böbrek üzerine bazı şeyler yaz
mıştır. K;ıs kavramından uzak olan filozof, rahim üze
rine, mide üzerine bazı ilgi çekici belirlemelerde bulun
muştur. Ona göre beyin yüreği soğutmaya yarayan bir
organdı.
Kısacası, Aristoteles anatomi biliminin ancak kuru
cusudur.
PS!KOLOJJ
1 10
sallıkla ilgili bu ayrım yatar: ruhgöçüne inanan ülkücü
Platon'da ruh bilgiyle ilgili deneylerini düşünülür Dün
ya'da yapmakta, bu dünyaya bilgiyle yüklü olarak gel
mektedir; oysa Aristoteles'de bilgi ancak ve ancak bu
dünyanın bilgisidir. Nesnesye verdiği bu aşırı ağırlıkla
Aristoteles gerçekçi bir filozoftur.
Platon ilk filozofların, özellikle de Herakleitos'un
getirdiği değişen - değişmeyen ikilemini aşabilmek için
dünyayı ikiye ayırmış, böylece ruhu bedenden çıkan,
İdea'lar dünyasına giden, sonra yeniden bu dünyaya dö
nen bir gezgin olarak belirlemişti. Aristoteles bu ruh -
beden ayrılığını ortadan kaldırır, ruhla bedeni bir tözün
iki ayrı ögesi olarak gösterir. Sonradan hıristiyanlık bu
görüşe dört elle sarılacak, insanı her zaman ruh - beden
diye alacaktır. Bu ruh - beden birliği Descartes'la yeni
den parçalanacak, Descartes hiç de tutarlı görünmeyen
bir düşünceyle ruhu bedenden ayıracak, onların birbiri
ne kavuşma yeri olarak kozalaksı bezi gösterecektir.
Ruhun başlıca işlevleri, Aristoteles'e göre, bitkisel
lik işlevi, duyum işlevi ve düşünme işlevidir. Bu üç iş
lev arasında bir sıradüzeni vardır. Aşağıdan yukarıya
doğru sıralama yaparsak, önce bitkisellik işlevi gelir.
Bitkisellik işlevi, besini özümlemeyle sınırlamıştır.
Bitkiler yalnızca bu işleve sahiptirler. Türün korunması
bununla olur. Bitkisellik işlevinden sonra, hayvanların
ve insanın sahip olduğu duyum işlevi gelir. En üst sıra
da düşünme işlevi yer alır.
Duyum konusunu daha önceki sayfalarda ele
almıştık. Şimdi yalnızca insanın sahip olduğıı işlevi, dü
şünme işlevini görelim. Böylece Aristoteles felsefesinin
gerçekçi, deneyçi, doğalcı oluşunun temel özelliklerini
de görmliş olacağız.
Aristoteles bize soyut şeyleri sezdiren ve bizi bilime
yükselten anlığımız için iki karşıt özellik belirler: edil
ginlik ve etkinlik. Bilgi edinme yolunda anlığımız önce
111
tam anlamında edilgin, sonra da tam anlamında etkin
olur. Edilgin anlık tam bir gücüllüktür. İnsan, dünyaya,
her şeyi almaya hazır ama üstünde en küçük bir iz bu
lunmayan bir zihnin taşıyıcısı olarak gelir. İlkin Aris
toteles'ci felsefede kendini gösteren bu eldeğmemişliği
latinler «Tabula rasa in qııa nihil est scriptum» yani üs
tiindc hiç bir şey yazılı olmayan düz bir levha olarak
belirlerler.
Aristoteles'te bilgi duyumla başlar, bir başka deyiş
le duyum bilgi edinmenin en alt ya da ilk basamağıdır.
Zihnimiz, demek ki, herhangi bir bilgiye sahip olabil
mek için, nesneden etki almak zorundadır. Duyulur
dünya nesneleri bizim bilgi kaynağımızı oluştururlar ve
biz bilgiye duyu organlarımızın sağlıklılığı ölçüsünde
varırız. Bilgi edinmeyi bir anımsama olarak gören Pla
ton için duyu organları pek büyük bir anlam taşımıyor
du. Oysa Aristoteles'de duyu organları, özellikle göz, çok
önemli bir yere yerleştirilir. Aristoteles'ci anlayışa gö
re duyu organları iyi çalışmayan ya da hiç çalışmayan
kişilerin düşünsel etkinlikleri çok zayıf ya da yok ola
caktır. Çünkü insan doğuştan fikirlere sahip değildir
ve her fikri, her kavramı duyu organları araci.lığıyla
yaptığı dünya deneylerinden sağlayacaktır. Özneyle nes
ne arasındaki bu ilişki maddedışı bir ilişkidir. Zihin her
şeyi edinir, ama maddesini almadan. Edilgin anlık, ci
simsel olmayan bir yapıya sahiptir. O, aynı zamanda,
ayrı bir şeydir, yani herhangi bir organa bağlı değildir
duyular gibi.
Etkin anlık bizi evrensel bilgilere, bilime ulaştırır.
O da maddedışıdır, bedenden ayrıdır; görevi, duyulur
dünya deneyleriyle elde edilen bilgileri evrenselleştir
mektir. Duyulur dünya deneyleri imgelemde görüntü'
Ier halinde toplanırlar. Etkin anlık bu görüntüleri ev
renselleştirir. Aristoteles bilgi edinme serüvenini bura
da, bu etkinlik evresinin sonunda noktalar. Hıristiyanlı.
1 12
ğı Aristoteles'ci bilgilere dayandırmaya çalışacak olan
aziz Tommaso daha sonra bu iki evreye yeni bir evre
ekleyecektir. Şöyle: Evrenselleştirme deneyi içinde sa
hip olunan bilgiler yeni bir edilginlik evresinde zihne
yerleşirler; edilgin anlık, elde edilen bilgileri kendine
alır. Bu Tommaso'cu yorumun Arstoteles'ci anlayışa
ters düşmeyeceği kesindir.
1 13
Ü ÇÜNCÜ BÖLÜM
SiYASET VE SiYASET AHLAKI
1 14
tirmiş olan Bias, « Demokrasi tiranlıktan daha iyidir»
diyen Korinthos tiranı Periandros ve getirdiği evren
açıklamasıyla ilk filozof sıfatını kazanmış olan Thales
düşünce tarihinin ilk büyük ahlakçılarıdırlar.
Ahlak alanı, o zamanlar, özlü · sözlerin, güzel sözle
rin alanıydı. Ahlaklı olmanın temellerini araştırma işini
Sokrates gerçekleştirdi. Bazı kişiler ahlaklılıklarıyla, ba
zı kişiler ahlakçılıklarıyla örnek olurlar. S�krates her
iki anlamda da örnek kişiydi. Demon'unu, yani yüreği
nin sesini dinliyor, bunun dışında pek bir şeye aldırmı
yordu. Yaşamına kurallar koymuştu, bu kurallardan bi
ri de edepsizliğiyle ünlü karısı Ksanthippe'ye tahammül
etmekti. Paradan tiksiniyor, verdiği derslerden para al
mıyordu. Atina sokaklarında dolaşarak konuşmalara,
tartışmalara katılıyordu. Ahlak alanının başlıca sorusu
nu o temellendirdi ve o yanıtladı: Erdemli olmak bilgili
olmayı zorunlu kılar mı? Kılar, diyecektir Sokrates,
çünkü bilgiyle erdem özdeştirler. Öyleyse, ancak bilgili
kişi erdemli kişi olabilecektir ve erdemli kişi de zorun
lu olarak bilgili kişidir. İnsanları erdemli kılmak için
onlara erdemin n e olduğunu öğretmek yetecekti. Sokra
tes yurttaşlarını ahlaki çöküntüye iten şeyin bilgisizlik
olduğuna inanıyor, insanların içindeki iyi'yi, her insanın
derinlerinde yatan iyilik tohumunu yeşertmeye, canlan
dırmaya, etkinleştirmeye bakıyordu. Bilgi merdivenin
den bir kere derine inip iyi'yi yakaladınız mı kurtardı
nız demektir.
Sokrates'in öğrencisi ve hayranı Platon'a gelince,
onun ahlak anlayışı da bilgi anlayışı gibi ayaklan yer
den kesik bir anlayıştır. Platon her şeyi bu dünyayı aşan
bir ülküsellik çerçevesinde ele alıyordu; ahlakta da tam
anlamında f'. !(ÜCÜ, hatta ütopyacıdır. Tutsak pazarında
satılacak kadar siyaset tutkulusu ve siyaset hayalcisi
olan Platon, pratiğin alanında bile olmazlığın kapısını
zorlamıştır. Onun ahlak anlayışı siyaset anlayışına ya
1 15
c..l a daha doğrusu devlet anlayışına bağlanır. Bireye, bi
reyselliğe tümüyle gözlerini kapayan bu toplumsal ah
lak insanı yalnızca toplum için bir varlık olarak belir
ler. Bireyselliğin çarpıtılması, yok edilmesi pahasına el
de edilecek bir toplum düzeni, başlıca niteliği düzenli
lik ve saat gibi işlerlik olan bir toplum düzeni her tür.
lü ahlaklı davranışın güvencesi ve kaynağı gibidir.
Aristoteles'de ahlak da bilgi kuramı gibi ayaklarını
sıkı sıkıya yere basar. Aristoteles ahlakın alanını meta
fiziğin alanından ayırır: Metafiziğin alanı kesinliklerin
alanıydı, kesin bilgilerin alanıydı, metafiziğin alanında
gösterme geçerliydi, bu alanda ilk ilkeler'den yola çıkılı
yordu ve sürekli olarak tümdengelim yöntemi kullanılı
yordu. Oysa, ahlakın alanı kesinliklerin, kesin bilgilerin
alanı değil, olasılıkların, olası bilgilerin alanıdır, ahlak
alanında görüş egemendir, bu alanda ilk ilkelerden çıka.
rak tümdengelim yoluyla bilgi türetmek olmaz; tersine,
tek tek görüşlerden kalkarak ilkeler, bütün insanlar
için gerekli kurallar ortaya koymak gerekecektir. De
mek ki, sıradan kişiler olası'nın alanında da söz sahibi
olamayacaklarına göre, ahlakın alanı üstün kişilerin,
bilge kişilerin ortaya koyacağı görüşlerle kurulacaktır.
Aristoteles insanda iki yeti ayırır: anlık ve arzu. Ey
lemi sağlayan bu iki yetidir. Anlık iki çeşittir: kurgusal
anlık, pratik anlık. Devinimi yani eylemi sağlayan anlık
pratfk anlıktır. Ama tam anlamında devindirici olan
arzudur. Aristoteles bu konuda şunları söyler:
«Devindirici iki yetinin varolduğu bellidir: anlık ve
arzu. (..) Bu iki yeti, anlık ve arzu, yerine göre devindi
ricidirler: burada, bir amaca göre çalışan anlık, yani
pratik anlık sözkonusudur: pratik anlık, amacı açısın
dan, kurgusal anlıktan ayrılır. Arzu da her zaman bir
amaca yöneliktir, çünkü arzunun nesnesi pratik anlığın
çıkış noktasıdır ve pratik anlığın vardığı en son nokta,
eylemin çıkış noktasıdır. Bu iki yetiyi, arzuyu ve pratik
116
anlığı devindirici saymakta haklıyız. Gerçekten, arzula
nır olan devinir önce, sonra düşünce devinime geçer,
çünkü düşüncenin çıkış noktası arzulanır olandır. İm
gelem de, devindiği zaman, arzu olmadan devinmez.
- Tam anlamında devindirici olan tek ilke vardır: arzu.
lama yetisi. Çünkü iki yeti de -anlık ve arzu- devin
dirici olsaydı, bunlar bazı ortak özelliklere göre devin
dirici olacaklardı. Ama gerçekte anlık arzu olmadan tam
anlamında devinemez. ( ..) Arzu, tersine, usavurmaya
karşı çıkarak devinebilir. ( .. ) Anlık her zaman doğru
olur, oysa arzu ve imgelem doğru olurlar ya da olmaz
lar» (De Anima, 3. kitap, 9. bölüm).
Demek ki insanda eylemin iki ayrı dayanağı vardır.
Bu dayanaklardan biri bilinçli, öbürü bilinçsizdir. B u
durumda insan hem bilinçli eyleme, hem bilinçsiz eyle
me açık oluyor. Anlık her zaman doğruyu söyleyecek,
doğru yolu gösterecek, ama arzu ve imgelem doğruya
da yanlışa da kayabileceklerdir. İnsan, eylemlerini se
çimleriyle düzenler. Yalnızca akıllı varlık olan insanda
seçim yapabileme yeteneği vardır. Seçim yapabilmek
için bir şeyi bir şeyden ayırabilmek, yani yargılayabil
mek gerekirdi. Ahlak alanında filozoflar öteden beri in
sanın akıllı yanıyla tutkulu yanını birbirinden ayırmış
lar, aklı iyiye, tutkuları kötüye eğilimli göstermişler, ah.
laklı bir yaşayışın sağlanabilmesi için tutkuların akılla
dengelenmesi gerektiğini öne sürmüşlerdir. Kısacası, ah
laklı yaşamak akla uygun yaşamaktır (ahlak alanında
aklın önemini daha çok Stoa'cılar belirteceklerdir), tut
kuların akılla denetlendiği yerde ahlak egemendir. Aris.
toteles de ahlakta aklın payını önemser. Seçim yapabil
me gücüne sahip olan insan iyi'yi kötü'den ayırabilecek
tir.
« Seçim istemli bir şeydir, ama daha uzanımlı olan
istemli'yle özdeşleşmez: çocuklar ve hayvanlar istemli
edimde bulunabilirler, seçim yapamazlar. ( .. ) Gerçekten,
1 17
seçim akıldan yoksun varlıklara özgü değildir; açgözlü
lük ve taşkınlık bu varlıklarda ve insanda ortaktır. ( .. )
Sonunda, açgözlülük hazza ve sıkıntıya bağlıdır, seçim
ne sıkıntı verene, ne hazza bağlıdır. - Seçim az ölçüde
taşkınlık sayılabilir: hiç bir şey seçimle yapılan eylem
lere taşkınlıktan doğan şey kadar az benzemez. - Ama
seçim bir dilek değildir, ona yakın görünse de. Olanak
sız görünen şeylerle ilgili seçim yoktur. Olanaksızı seç
tiğini söyleyen kişiye ahmak denir. Buna karşılık, insan
olanaksızı, örneğin ölümsüz olmayı dileyebilir. ( ..) Se
çim, görüş'le özdeşleştirilemez, çünkü görüş açıkça her
şeye yönelebilir, ölümsüz ve olanaksız şeylere olduğu ka
dar gücümüzün yettiğine de. Ayrıca, görüşler doğru ve
yanlış diye ayrılırlar ama iyi ve kötü diye ayrılmazlar.
Ama seçimler için bunun tersi sözkonusudur ( ..) Bazı
ları en doğru fikirlere sahiptirler ama kötülüklerinden
gerekmeyeni seçerler. (..) Gerçekten, seçim, hesapla ve
düşünceyle birlikte olur» (Ethika Nikomakheia, 3. ki
tap, 2. bölüm).
Burada Aristoteles ahlakının Sokrates'ci çizgiden
ayrıldığını ve erdemle bilgeliğin özdeşleştiği görüşünü
benimsemediğini görüyoruz. Aristoteles'e göre, insan
iyi'nin ne olduğunu bildiği halde kötü'yü seçebilir. Oy
sa Sokrates için böyle bir şey olanaksızdı.
1 18
güç. Çünkü her kişinin mutluluktan anladığı başka baş
ka. Aristoteles, mutluluk üzerine şunları söyler:
« Edimlerimizden doğan iyilikler arasında en yüce
iyi hangisidir? Bunun mutluluk olduğu üzerinde insan
ların çoğu hemen hemen anlaşmışlardır. Kalabalıklar da
seçkinler de buna «mutluluk» derler; «İyi yaşamak» ve
«başarmak» mutlu olmak demektir diye düşünürler.
Mutluluğun ne olduğunu bilmeye gelince, bu tartışmalı
bir sorundur ve kalabalıklar bu sorunu bilgelerin çö
zümlediği gibi çözümlemez. Bazılarına göre mutluluk
görünür ve duyulur şeylerle ilgilidir: beğeni, zenginlik,
şeref; bazılarına göre başka bir şeydir, öbürlerine göre
daha başka; çok zaman aynı kişi mutluluğu değişik ola
rak görür. (Hasta mı? O zaman mutluluk sağlıktır. Yok
sul mu? O zaman mutluluk zenginliktir.) Bilgisizlikleri
nin bilincinde olanlar kendilerini aşan tumturaklı söy
levleri hayranlıkla dinlerler. - İnsanlar iyiliği ve mutlu.
luğu sürdürdükleri yaşama göre anlarlar, bu da şaşır
tıcı bir şey değildir. Kalabalıklar, en kaba insanlar mut.
luluğu zevkte bulurlar. Bu insanların seçtiği yaşam zevk
yaşamıdır. ( ..) Kalabalıklar bir tutsak ruhu taşır ve bir
hayvan yaşamı seçer. ( .. ) Seçkinler, eylemci kişiler şe
refi seçerler, çünkü genellikle siyasal yaşamın amacı bu.
dur» (Ethika Nikomakheia, 1. kitap, 3. bölüm).
Her şey kendi doğal yerini arzular ilkesi burada da
geçerli gibidir. Karmaşık bir biçimde sınıflaşmış ve te
mel iktisadi etkinliğini kölelik düzenine oturtmuş olan
toplumun filozofu, sınıflaşmanın temel taslağı gibi gö
rünen bir ayrımı, seçkinler ve seçkin olmayanlar ayrı
mını rahatlıkla yapacaktır. Ona göre bazı insanlar ah
lak planında yetkinleşmeye çalışacak, bazıları da kesin
likle çok alt bir düzeyde, hayvan düzeyinde kalacaktır.
Gene de, insan, beğenilerinin seçkinliğiyle hayvandan
ayrılır. Her canlı türün kendine göre işlevi ve bu işleve
bağlı olarak da kendine göre hazzı vardır. Bu haz ayn-
1 19
mını daha önce Herakleitos göstermişti. «Deniz en arı
ve en kirli sudur: balıklar için içilebilir ve kurtarıcı, in
sanlar için içilemez ve öldürücüdür» diyordu Heraklei
tos. İnsanla hayvan arasında büyük bir ayrılık vardı ona
göre: « En güzel maymun bile çirkindir: insanla karşı
laştır da bak.» Ve eşeğin samanı altına yeğ tuttuğu ke
sindir. İnsan elbette hayvan karşısında ayrıcalı olacak
tır. Bütün bu belirlemeler, insanın bir kesiminin yücel
tildiğini, bir başka kesiminin hayvana yaklaştırıldığını
duyurur. « Kalabalıklar» insanla hayvan arasında bir
arayer oluşturmaktadır. Herakleitos'un «altın arayan
lar» dediği seçkinlerle « İşittikleri sözü anlamayanlar»
dediği öbürleri, hemen bütün yunan düşüncesinde, ev
renin bir yazgısı gibi gösterilen bir ayrımla, birbirlerin
den ayrı tutulurlar.
Aristoteles şunları söyler:
« Her canlı türün kendine özgü işlevi olduğu kadar
kendine özg:ü hazzı vardır. Her tür kendi etkinliğine uy
gun hazza sahiptir; türleri gözden geçirdiğimizde bu he.
men göze çarpar. Ata, köpeğe, insana özgü zevkler bir
birinden ayrıdır ve Herakleitos'un dediği gibi, bir eşek
samanı altına yeğ tutar. ( ..) Ama özdeş varlıkların bir
birinden ayrı olmayan zevkler duymaları olağan görü
nür. Oysa, hiç değilse insanda bu zevkler çeşitlidir: aynı
nesneler bazılarını büyüler, bazılarını incitir; bazılarına
rahatsızlık verenden ya da ağır gelenden bazıları haz du
yarlar ya da yararlanırlar, hele işe zevk karışırsa: sağ
lıklının tatlı bulduğunu hasta acı bulur. Oysa, bütün bu
durumlarda şeylerin gerçekliğini sağlıklı kişinin ortaya
koyduğu düşünülür. ( .. ) Hoş olmayan nesneleri hoş bul
mak hastalık ve anormal durum belirtisidir. Şerefli
zevklere gelince, insanda bulunması gereken zevk han
gi türdendir ve hangi yapıdadır? Her etkinliğin bir zevk
le bir arada olduğu doğruysa, bunu insanın etkinlikle
rinin belirlenmesinden ortaya çıkaramaz mıyız? - De-
1 20
mek ki, yetkin ve mutlu bir insanın bir ya da birçok
etkinliği olsa bile, bu etkinliği süsleyen zevkler yüksek
bir biçimde insancıl zevkler olarak adlandırılmaya ya
raşır olacaklardır. Öbürleri, ikincil olarak ve türemiş
olarak yardımcı zevkler olacaklardır» (Ethika Niko
nıakheia, 10. kitap, 5. bölüm).
ERDEM
121
dana getirendir, onun dışarıdan alacağı, dışarıya kata
cağı bir şey yoktur. İyi davranış, kendisine bir şey ka
tamayacağımız, kendisinden bir şey çıkaramayacağımız
davranıştır; bir başka deyişle, eksiği fazlası olmayan
davranıştır. Böyle bir davranış doğru orta'yı tutar. Bu
doğru orta, bize göre en güzel orta yer'dir. Erdemli dav
ranış, demek ki, yetkinliğinde aşırı, özünde ılımlı ola
caktır. Daha doğrusu yetkinliğe varmakta aşırı bir atı
lımı ortaya koyacak, ama ılımlı olanı gerçekleştirmek
isteyecektir. Erdemli bir kişi örneğin ne pısırık ne gözü..
pek olacaktır, ama yürekli olacaktır ve yürekliliğe var
ma yolunda elinden geleni yapacaktır. Erdemli kişi, en
güzel orta yer'i her davranışında tutturan kişidir. De
mek ki erdemlerimiz istemle gerçekleştirdiğimiz yetkin
ama ılımlı davranışlarımızı karşılar.
Aristoteles iki çeşit erdem belirler: ethik erdemler
ve dianoethik erdemler. Ethik erdemler, özyapı erdem
leridirler; öbürleri, dianoethik erdemler seçme erdem
leridirler. Ethik erdemler, insanın özyapısıyla ilgili er
demler olarak, kimimizin şu ya da bu erdeme, kimimi
zin bir başka erdeme yatkınlığını belirler. Bunlar he
men tümüyle doğuştan gelen erdemlerdir, yürekli olma
yatkınlığı, adaletli olma yatkınlığı gibi. Dianoethik er
demler, bilinçle, düşünceyle ilgili erdemlerdir. Bunların
kazanılması, uzun süren bir eğitim dönemini, istem eği
timi dönemini gerektirir. İnsanın sakınıklık ve kavrayış
lılık kazanması uzun süren bir çabanın sonucu olabilir
ve doğuştanlıkla hiç ilgili değildir. Belirlenmesi gereken
bir nokta daha var: ethik erdemler aynı zamanda gö
renekten gelen erdemlerdir.
Aristoteles, Etlıika Nikomakheia'nın 2. kitabında, 1 .
bölümde şöyle der:
« İnsan erdemi dediğimiz şey bedenle ilgili erdem de
ğildir, ruhla ilgili erdemdir, mutluluk dediğimiz şey ru
hun bir etkinliğidir. İki çeşit erdem vardır: biri seçme
1 22
erdemi, öbürü özyapı erdemi. Seçme erdemi büyük öl
çüde eğitimden gelir ve eğitimle gelişir, deneyi ve za
manı gerektirir. Özyapı erdemi alışkanlıktan doğar. (..)
Bu, özyapı erdemlerinden hiç birinin bizde doğadan gel·
mediğini açıkça ortaya koyar. Gerçekten, doğadan gelen
hiç bir şey alışkanlıkla değiştirilemez. Böylece, doğal
eğilimiyle aşağıya doğru yönelen taş yukarıya doğru yö
nelme alışkanlığını kazanamayacaktır; gene de biz ona
bu alışkanlığı kazandırmak için onu bir kere havaya
fırlatırız; ateş aşağıya doğru yönelmeyi bilmez; kısacası,
hiç bir doğal durum alışkanlıktan giderek değiştirilmez.
Demek ki, erdemlerimiz ne doğadan gelir ne de doğaya
karşıttır, ama doğa bu erdemleri alabilmemizi sağlar ve
biz alışkanlık yoluyla onlara en yetkin gelişimini kazan
dırırız.»
123
demli bir kişinin kendisi için duyduğu bir duygudur. (..)
Erdemli kişi yaşamını yalnız başına geçirmek ister, bun
dan haz duyar; yaptıklarının anıları kendisini büyüler;
gelecekte yapacağı eylemler ona iyilikle ilgili umutlar
verir, bu umutlar da hoş şeylerdir. ( ..) Erdemli kişi, her
şeyin ötesinde kendi zevkleriyle ve kendi acılarıyla ilgi
lenir. O, hazzı ve acıyı aynı nesnelerde bulur, bir onda
bir bunda değil. Çünkü, o, deyim yerindeyse, pişmanlık
duymayan kişidir. Erdemli kişinin kendisi için duyduğu
duygular bunlar olduğuna göre, erdemli kişi kendisi için
duyduğu duyguyu dostu için de duyduğuna göre, (çün
kü dost demek bir başka biz demektir), dostluk denen
şey sözünü ettiğimiz duygulardan ya biri ya öbürüdür,
dostlar da kendilerini bu duygularda bulan kişilerdir»
(Ethika Nikomakheia, 9. kitap, 4. bölüm).
Aristoteles, böylece, bireyi başkasına adanmış bir
varlık olarak belirler. Bu adanmışlığın temelinde, ona
göre, bencillik yatmaktadır. Bencillik, her zaman yapıl·
dığı gibi, aşağılanması gereken bir duygu değildir. Ter
sine, bencillik, başkasına adanmışlığın temelinde yatan
itkidir. Erdemli kişinin bencil olması gerekir.
«Bencil sözcüğünü bir kınama terimi olarak gören·
ler, zenginlikler, şerefler, bedensel zevkler sözkonusu oL
duğunda bütün bunlardan en büyük payı alanları ben
ci ( diye adlandırırlar; gerçekten, insanların çoğu arzu
larını ve çabalarını bu nesnelere yöneltir, çünkü onlar
bunların büyük iyilikler olduğunu düşünürler; bu yüz
den, bu şeyler, üzerinde en çok çekişilen şeylerdir. Oy
sa, insan atılımını bu yönde kullanırsa kendini açgözlü
lüklerinin ve genel olarak tutkularının, yani ruhun akıl
dışı bölümünün eline bırakır. İnsanların çoğu bu du
rumda olduğundan, bencil sözcüğünün anlamı, kötü olan
bu kalabalığın ortaya çıkardığı «bencillik»ten geli r. De·
mek ki, böylesine bencil olanlardan haklı olarak nefret
ediyoruz. Genel olarak bu çeşit iyilikleri elde etmeye ça.
124
lışanları bencil diye adlandırıyoruz, bu kesin. Çünkü,
sürekli olarak başkasından daha çok adalet, ölçülülük
ya da erdem edimlerinde bulunmaya çalışan, kısacası
her zaman kendine güzel'i ayıran biri varsa, kimse onu
bencil diye nitelendiremez ve ayıplayamaz. ( ..) Böylece,
herkes, güzel eylemde bulunmada gösterdikleri istekle
ayrılan kişileri beğenir ve över; bütün insanlar güzel
için aşkla yarışsalardı ve en güzel eylemleri gerçekleş
tirmek için çab a gösterselerdi, toplumun kendisine ge
reken her şeye sahip olduğunu ve özellikle herkesin en
büyük iyilikleri elde ettiğini görürdük, erdem en büyük
iyilik olduğuna göre. - Böylece şu sonuçlara vanyoruz:
erdemli kişinin bencil olması gerekir (çünkü güzel ey
lemlerde bulunarak kendisine yarar sağlayacak . ve baş
kalarını da bundan yararlandıracaktır) . Kötü, tersine,
bencil olmamalıdır (çünkü aşağılık tutkulara kendini
kaptırarak, kesinlikle hem kendine, hem de başkalanna
zarar verecektir). Kötü kişi, yaptığı şeyle yapmak zorun
da bulunduğu şey arasında uyarsızlık bulunan kişidir;
erdemli kişi, tersine, yapmak zorunda olduğu şeyi ya
pan kişidir: çünkü, akıl kendisi içın en iyi olan şeyi se
çer her zaman, erdemli kişi de akla başeğer» (Ethika Ni
komakheia, 9. kitap, 8. bölüm).
Aristoteles, ayrıca, insanlar arasındaki bağlılıkların
çeşitlerini ele alır, dostluğun nedenlerini tartışır. Sevgi
nin iyilikçi yanını konu edinir: sevmek, iyiliğini istemek
tir. Birbirlerini sevenler birbirlerinin iyiliğini isterler:
sağlıklı sevgide zorunludur bu. Bu arada ahlakın temel
sorunlarından biriyle karşılaşınz: karşımızdakini bazen
kendimiz için, bazen kendisi için seviyoruz. Gerçek sev
gi iyilikçi sevgidir, karşımızdakini kendisi için sevdiği
miz zaman gerçekleşir. Aristoteles üç dostluk çeşidi be
lirler: yarar dostluğu, zevk dostluğu, yetkin dostluk.
«Genel olarak her şeyin sevilmeye değer olmadığı,
yalnızca sevilesi olanın sevilmeye değer olduğu kabul
125
edilir; sevilesi olan da, iyi, hoş ya da yararlı olandır. ( ..)
Dostluğun nedenleri türleri bakımından birbirlerinden
ayrılırlar; böylece çeşitli bağlılık ve dostluk türleri var
dır; demek ki, sevilesi nesne sayısı kadar, yani üç tür
dostluk vardır. Her türe bir bağlanma biçimi karşılık
tır ( .. ). Oysa, birbirlerini sevenler, bağlılıklarını belirle
yen görüş açısından, birbirlerinin iyiliklerini isterler.
Böylece, karşılıklı dostlukları yararlılık üzerine kurul
muş olanlar birbirlerini kendileri için sevmezler ama,
birine öbüründen gelebilecek iyilik açısından severler.
Dostlukları zevk üzerine kurulmuş olanlar için de du·
rum aynıdır; çünkü bunlar akıllı kişileri akıllılıkların
dan ötürü değil, yalnızca onlardan sağladıkları kişisel
hoşnutluktan ötürü severler. Demek ki, yararlılık için
sevmek, kendi iyiliği için sevmektir, zevk için sevmek
de kendi zevki için sevmektir. ( ..) Demek ki, bu çeşit
dostluklar raslantısal bir şeylere sahiptir, çünkü dost te
melde kendinden ötürü değil, sağladığı şeyden, sağladı
ğı iyilikten ötürü sevilir. Bu dostlukları esinleyenler ay
nı durumda kalmadıkları zaman, bu dostluklar kolayca
bozulurlar. ( ..) Dostluğun nedeni ortadan kalkınca dost
luk d a biter, bu nedenden başka temeli olmadığına gö
re. ( ..) Ama yetkin ·dostluk erdem yönünden birbirine
benzeyen iyi insanların dostluğudur; çünkü onlar, iyi in
sanlar olarak, kendiliklerinden iyi insanlar olarak, bir
birlerinin aynı biçimde iyiliğini isterler. Dostunun iyili
ğini dostu için isteyenler en iyi dostlardır, çünkü onlar
kendi yapılarından ötürü dostturlar, raslantısal olarak
değil. (..) Erdemli kaldıkları sürece dostlukları sürer gi
der; erdem de kalıcı bir şeydir. (..) Elbette bu tür yetkin
dostluklar çok az bulunur, çünkü böyle kişiler oldukça
azdır. Bundan başka, böyle bir dostluk zaman ve alış
kanlık gerektirir» (Etlıika Nikomakheia, 8. kitap, 2., 3.,
4. bölüm).
«Zevk üzerine kurulmuş olan dostlukla yetkin dost-
1 26
luk arasında azçok benzerlik vardır (çünkü iyi kişiler
birbirlerine hoş görünürler) ; aynı şey yararlılık üzerine
kurulmuş dostluk için de geçerlidir (çünkü iyi kişiler
birbirleri için yararlıdırlar) . Bu iki kategoride de, dost
lukların birbirine sağladığı yarar -örneğin zevk- ay
nıysa, -yalnızca aynı değil, düşünce adamlarında görül.
düğü gibi aynı kaynaktansa- dostluk çok uzun sürer;
ama sevgiliyle sevilen arasında aynı durum yoktur. Çün
kü her ikisi de zevklerini aynı kaynaktan almazlar: biri
sevdiğini görmekten zevk alır, öbürü sevdiğinin yakınlık
larından zevk alır. Bununla birlikte, gençlik çiçeği sol
duğu zaman bazen dostluk da onunla birlikte solar:
sevdiğinin görünümü seveni büyülemez olur, sevilen ay
nı yakınlıkların nesnesi değildir. Bununla birlikte, ço
ğunlukla, alışkanlık birbirinin özyapısını öbürüne değer.
li kıldığından, dostlukları sürer, o zaman özyapıları ben
zer olur. - Aşkt a karşılıklı zevk değil de yararlılık gö
zetenlere gelince, bunların dostlukları daha zayıf ve da
ha az süreklidir. Yalnızca yararlılık üzerine kurulmuş
dostluklarda, bu yararlılık ortadan kalkınca, dostluk bo
zuluverir: bu kişiler birbirlerinin değil, karşılıklı çıkar
larının dostlarıdırlar. ( .. ) Yalnızca erdemli kişilerin dost.
luğu yalandan uzaktır: çünkü uzun zaman denenmiş bir
dost için herhangi bir kişinin söyleyeceği söze inanmak
güçtür; tersine, bunlarda güvene, birbirlerine haksızlık
etmemeye, kısacası gerçek dostluğun gerektirdiği her
ş_eye raslanır» (Ethika Nikomakheia, 8. kitap, 9. bölüm).
Aristoteles, ailedeki dostluk duygusunu da inceler:
«Aile içindeki dostluk, tümü anababalarla çocukla
rı birleştiren dostluktan türemiş olan çeşitli biçimler al
tında kendini gösterir. - Gerçekten de, anababalar ço
cuklarını kendilerinin bir parçası olarak severler ve ço
cuklar da anababalarını kendilerinden gelen bir şey ola
rak severler. ( ..) - Demek ki, anababalar çocuklarını
kendileriymiş gibi severler, çünkü çocukları kendilerin-
127
den olmuştur ( .. ), onlar bir başka kendileri'dirler, oysa
çocuklar anababalarını varoluşlarının kaynağı olarak se
verler. - Kardeşler aynı anababalardan dünyaya geldik
leri için sevişirler ( .. ). Bu dostluğa büyük ölçüde katkı
sı olan etkenler ortak eğitim ve yaşça yakınlıktır: « genç
ler gençlerle, yaşlılar yaşlılarla dost olur» ve «birlikte
yaşayanlar birbirleriyle dost olurlar»; böylelikle kar
deşlerin dostluğu okul arkadaşlığına benzer. ( ..) - Ger
çekte çocukların anababalarıyla dostluğu (ve insanların
tanrılarla dostluğu) iyi ve yüce bir varlığa yönelen bir
dostluktur: çocuklar anababalarından en büyük iyilik
leri almışlardır, varoluşlarının, yaşamlarının ve daha
sonra eğitimlerinin nedeni hep anababaları olduğuna gö
re. ( ..) - Karıkoca arasındaki dostluğa gelince, bu dost
luğun doğal kökenli olduğu düşünülür: çünkü insan do
ğal olarak sitede yaşamaktan daha çok çift olarak ya
şamaya eğilimli bir varlıktır; (..) çoğalma bütün canlı
varlıklarda ortak bir yasadır. Ama bu birleşme öbür tür_
lerde yalnızca çoğalma eylemiyle sınırlanır; oysa insa
nın birlikte yaşamasında yalnızca dünyaya getirme ama
cı yoktur, yaşam için zorunlu olan her şeyi sağlamak
amacı da vardır: çünkü, başlangıçtan beri, görevler bö
lünmüştür ve erkeğinki kadınınkinden ayrıdır. Böyle
likle, kadın ve erkek, herbirine özgü yetenekleri ortak
kullanarak, durmadan yardımlaşırlar. Bu yüzden, bu çe
şit dostluğun yararlı olanla hoş olanı birleştirdiği söyle
nir. Karı ve koca şerefli kişilerse,• herbirinin kendine öz
gü erdemi olacağından, bu çeşit dostluk erdem üzerine
temellenebilir, herbiri karşısındakinin erdeminde se
vinci bulabilir. - Çocukların yardımcı bir bağ olduğu
söylenir; bu yüzden, çocuksuz çiftler birbirlerinden da
ha kolay koparlar: çünkü çocuklar her ikisinde de or
taktır ve ortak olan her şey bir birleşme aracıdır» (Et
hika Nikomakheia, 8. kitap, 14. bölüm).
128
ADALET KAVRAMI
1 29
tirler.»
Ethika Nikoma klıeia'nın 5. kitabında, 2. bölümde
Aristoteles «adaletli» ve «adaletsiz» kavramlarını ele
alır:
«Adaletsiz sözcüğünün kaç anlamda kullanılabilece
ğini inceleyelim. Yasaları çiğneyen kişiye, payından ço
ğunu alan kişiye, eşitliği tanımayan kişiye adaletsiz de
nir: buna göre, yasaya uyan ve eşitliğe saygı gösteren
kişi adaletli kişidir ( .. ). - Adaletsiz kişi, payından ço
ğunu alan kişi olduğuna göre, elbette iyiliklere karşı
adaletsiz olacaktır; elbette bütün iyiliklere karşı değil;
çünkü o, yalnızca iyi ya da kötü zenginliklere düşkün
olanlar karşısında böyle olacaktır; bu iyilikler her za
man kendinde iyidirler, ama her zaman şu ya da bu bi
rey için kendinde iyi değildirler. Bununla birlikte onlar
insanların dualarında diledikleri ve eylemlerinde izle
dikleri iyiliklerdir; ama bu doğru iş değildir: insan, ter
sine, yalnızca kendinde iyi olan iyilikleri istemeli ve bi
zim için iyi olan şeyi seçmelidir. - Ama adaletsiz kişi
her zaman en büyük payı seçmez; kendinde kötü olan
şeyler sözkonusu olduğunda, tersine, en küçük parçayı
seçer; ama en küçük kötülük bir çeşit iyilik yerine geç
tiğine ve payından çoğuna sahip olmak her zaman iyi
lik sayıldığına göre, adaletsiz kişinin her zaman payın
dan çoğuna sahip olmak istediği kesindir».
Aristoteles, aynı kitabın 5. bölümünde «adalet» kav
ramını «yasa» ve «erdem» kavramlarıyla bir arada ele
alır:
«Yasaları çiğneyen adaletsiz ve yasalara saygı gös
teren adaletliyse, tüm yasal şeylerin bir anlamda ada
letli olduğu kesindir. Çünkü yasamanın belirlediği tüm
şeyler yasaldır; her birinin adaletli olduğu kabul edile
bilir. - Oysa, yasalar her şeye yönelirler ve ortak çıkarı
amaçlarlar, hem halkın çıkarını hem yönetenlerin çıka
rını (yönetenler erdemleriyle ya da aynı türden başka
130
ölçütle ayrılırlar). Öyle ki, bir siyasal topluluğa ( ..) mut
luluğu sağlamakta ya da sürdürmekte katkısı olan şeye
adaletli denir. - Yasa yürekli kişiye edimlerini yerine
getirmesini buyurur (örneğin görevini bırakmamasını,
kaçmamasını, silahını atmamasını); ölçülü kişiye edim
lerini yerine getirmesini de buyurur (zina yapmamasını,
kimseyi lekelememesini); uysal kişiye edimlerini yerine
getirmesini de buyurur (kimseye vurmamasını, kimseye
hakaret etmemesini); böylece tüm öbür erdemlere ve
bayağılıklara da egemen olur; bazı eylemlerin yapılma
sını buyurur, bazılarını da yasaklar: yasa uygun biçimde
yapılmışsa, uygun olarak, aceleyle yapılmışsa, kötü ola
rak yapar bunu. - Bu anlamda adalet, mutlak olarak
değil ama erdem başkası'yla ilişkileri ilgilendirdiği ölçü
de yetkin erdemdir. Bu durumda adalet genel görünü
şüyle erdemlerin en önemlisidir.»
Aristoteles, aynı bölümde, iki tür adalet belirler:
« Özel adalet için ve onu karşılayan adaletli kavra
m ı için bir ilk tür adalet vardır, bu adalet şereflerin,
zenginliklerin ya da bir topluluğun üyeleri arasında bö
lüştürülen her şeyin dağıtımına uygulanır (çünkü bü
tün bu iyilikler eşit olan ya da eşit olmayan bir bölüş
menin konusu olabilir) ; bir ikinci tür adalet vardır ki
bu da uzlaşmaların doğruluğunu sağlar. - Bu ikinci tür
adalet de ikiye ayrılır, çünkü uzlaşmaların bazıları öz
gürce benimsenmiş, bazıları benimsetilmiştir. ( .. ) - Be
nimsetilmiş uzlaşmaların bazıları yasadışıdır, soygun,
zina, zehirleme, fahişelik, kölelerin ahlaksızlaşması, ci
nayet, yalancı tanıklık gibi; öbürleri sertlikle gerçekleş
tirilmiştir, buyruğundakilere sert davranma, tutsaklaş
tırma, adam öldürme, silahlı soygun, sakatlama, lekele
me, hakaret gibi.»
Aristoteles, ayrıca, üç tür adalet belirler: paylaştır
ma adaleti, onarma adaleti, alışveriş adaleti. Paylaştır
ma adaleti, toplumda her şeyin insan değerine göre pay-
131
Jaştınlmasını sağlar. Onarma adaleti, insanlar arasında
ki ilişkileri düzenler, bunu yaparken insan değerine il
gisiz kalır, yani bu tür adalet uygulanırken kişinin değe
ri göz önünde tutulmaz. Alışveriş adaleti, ticaret ilişki
lerini düzenler. Burada adaletin toplumsal uzanımının
özellikleri ortaya çıkar. Toplumun elde ettiği yararlar
kişiler arasında paylaştırılacak, ama bu paylaştırma hiç
bir zaman eşit bölme anlamı taşımayacaktır, tersine bu
paylaştırmada bazıları büyük, bazıları daha büyük, ba
zıları küçük pay alacaklardır. Böylesi bir değerlendir
meyi yükümlenen adalet, bazı durumlarda kişilere tam
anlamında eşit davranacaktır: adam öldürmek suçuyla
yargıç karşısına getirilen bütün yurttaşlar değerileri dı
şında tartılacaklardır. Toplumda adaletin amacı, insan
lararası bağın güçlü olmasını sağlamaktır. Bunun için
insanlara insanlar değil, insanlara yasalar hükmetmeli
dir. Yasaların başlıca amacı, herkesin payına düşeni al
masını güvence altında tutmaktır, aynca toplum düze
nini korumaktır. Ethika Nikomakheia'nın 5. kitabında,
10. bölümde Aristoteles adaletin toplumdaki görünümle
rini ele alır, bu arada bir toplumda adaletin gerçekleş
tiricisi olarak yargıçları, yokedicisi olarak da zorba hü
kümdarları, yani tiranları görür:
« Siyasal adalet ( ..) özgür ve eşit insanlar arasında ( ..)
egemen olan adalettir. Öyle ki, bu koşulların gerçekleş
mediği yerlerde kişilerin karşılıklı ilişkilerini düzenle
yen siyasal adalet yoktur, ancak bazı yönlerden siyasal
adalete benzeyen bir çeşit adalet vardır. - Gerçekten,
adalet. ilişkileri yasa tarafından belirlenmiş kişilerin
varlığını gerektirir, yasa da kendilerinde adaletsizliğin
bulunabileceği kişilerin varlığını gerektirir: çünkü ada
let (mahkemece yerine getirilir), adaletlinin ve adalet
sizin belirlenmesidir. Adaletsizliğin bulunduğu her yer
de adaletsiz edimler de bulunur (ama adaletsiz edimle
rin gerçekleştirildiği her yerde adaletsizlik kesinlikle
132
vardır denilemez) . Adaletsizce eylemde bulunmak ne
dir? - Kendinde iyi olan şeylerden kendine aşırı bir
pay, kendinde kötü olan şeylerden kendine çok az bir
pay almaktır. Bu yüzden, bir insanın hükmetmesinden
acı duyarız, ama yasanın hükmetmesini isteriz. Çünkü
bir insan yalnızca kendi çıkarını gözeterek hükmeder
ve tiran olur. - Yargıç da, tersine, adaletin bekçisidir,
adaletin bekçisi olduğu için eşitliğin de bekçisidir. Oy
sa, bir kişi adaletliyse, payına düşenden çoğunu almıyor
demektir (çünkü kendinde iyi olan şeylerden büyük öl
çüde pay almaz, hiç değilse kendine yaraşır ölçüde pay
alır, adaletli kişi aynı zamanda başkaları için çalışır; bu
nedenle ( .. ), adaletin «başkasının iyiliği» olduğu söyle
nir). Demek ki, ona bir ücret, onuruna yaraşır bir üc
ret vermek gerekir. Kendi payı kendine yetmeyenlere
gelince bunlar tiran olurlar.»
SİTE NEDİR?
1 33
şama olgusu değil. - Bu yüzden bu anlamdaki birliğe
en çok katkıda bulunanlar, devlette, özgürlük yönünden
ve doğuştan kendilerine eşit ya da kendilerinden üstün,
siyasal erdem bakımından aşağı olanlardan, zenginlik
bakımından üstün ve erdem bakımından aşağı olanlar
dan daha büyük paya sahiptirler» (Politika, 3. kitap, 5.
bölüm).
İyi bir sitede neler bulunmalıdır? İyi bir site, Aris
toteles'e göre, kendi kendine yeten sitedir. Bu durum
sitenin kapalı iktisadi yapısını ortaya koyar. İyi bir si
te ürettiği kadarını tüketecek, tükettiği kadarını ürete
cektir. Kapalı iktisadi yapının sağlamlığında sitenin bü
yüklüğü önemli bir rol oynar. Site ne büyüklükte olma
lıdır ve onda neler bulunmalıdır. Politika'nın 7. kitabın
da, 8. bölümde Aristoteles şunları söyler:
« Uygar bir topluluğun varolabilmesi için neler ge-
rekir, onu inceleyelim. ( .. ) Sitede şunlar bulunmalıdır:
l . Yiyecekler;
2. Teknik (yaşamak için çok araç gerekir);
3. Silahlar (çünkü toplumun üyelerine silahlar ge
reklidir, içte otoriteye başkaldıranlara karşı otoriteyi
elde tutabilmek için ve dıştaki adaletsiz girişimlere kar
ş ı) ;
4. İç gereksinmeler için olduğu kadar savaş harca
maları için yeterli para;
5. Tanrıya tapınış ya da ruhani işlev denilen şey;
6. En zorunlu olanı da, karşılıklı çıkarlarla ve hak
larla ilgili yargı düzeni.
« Her sitenin gereksindiği işlevlerin neler olduğu gö
rülüyor. Çünkü ( .. ) site raslantıyla bir araya gelmiş bir
topluluk değildir, kendi kendine yetmeye yetenekli bir
topluluktur; oysa, saydığımız şeylerden biri eksikse,
böyle bir topluluğun mutlak olarak kendi kendine yeter
olması olanaksızdır. Demek ki, zorunlu olarak bir site
yi oluşturan çeşitli görevler vardır: ( ..) çiftçiler, zanaat-
1 34
çılar, ordu, zengin sınıf, rahipler ve her kişiye zorunlu
ve yararlı olanı söylemekle görevlendirilmiş yargıçlar ge.
rckir.»
Aynı kitabın 14. bölümünde de şu belirlemeyi bulu.
ruz:
<<Uygar bir toplum için zorunlu olan ilk temel bir
yanda sayı ve nitelik bakımından uygun bir insan top
luluğu, öte yanda belli genişlikte ve belli nitelikte bir
toprak parçasıdır. - Genellikle, sitenin mutlu olması
için büyük olması gerektiği düşünülür. Ama, buna doğ
ru derken, bir sitenin büyüklüğü ya da küçüklüğü nedir,
biliyor muyuz? Site, nüfusun önemine göre büyük diye
belirlenir, bununla birlikte, sayıdan çok güce bakmak
gerekir. Çünkü site bir bakıma bir işleve sahiptir, bu iş
levi en iyi biçimde yerine getirme gücü taşıyan siteyi
en büyük site olarak belirlemek gerekir. - ( ..) Sitelerin
çok sayıda tutsakları, yerleşmiş yabancıları ve yabancı
ları kapsaması belki de zorunludur; (..) bu ögelerin bol
luğu bir sitenin büyüklüğünü ortaya koyar, oysa çok sa
yıda işçinin ve az sayıda askerin bulunduğu bir site
«büyük» olamaz. Büyük bir devletle kalabalık bir devlet
aynı şey değildir. - Ayrıca, olaylar, çok kalabalık bir
sitenin iyi bir biçimde yönetilmesinin güç ve belki de
olanaksız olduğunu gösterir. Sonuç olarak, genellikle iyi
kurumlara sahip sayılan siteler arasında nüfusu oluru
na bırakan bir tane site göremeyiz. Akıl şunu açıkça or
taya koyar: yasa bir çeşit düzendir, iyi yasalara sahip
olmak da bir site için zorunlu olarak iyi düzende ol
maktır, oysa büyük kalabalık düzene girmeyi bilmez.;,
Aynı kitabın 4. bölümünde Aristoteles toprak bü
yüklüğü konusunu ele alır:
«Toprak parçasının niteliği ne olmalıdır? En yetkin
biçimde kendi kendine yetmeyi sağlayanın evrensel de
ğerde olacağı apaçıktır. (Her şeyi sağlayan zorunlu ola
rak böyledir, kendi kendine yetmek dediğimiz şey her
1 35
şeye sahip olmak ve hiç bir şeyden yoksun olmamak ol
duğuna göre.) Uzanıma ve büyüklüğe gelince, toprak,
üzerinde oturanlara, özgür ve çalışmaya zorlanmayan
insanlar olarak ölçülü bir yaşam sağlamalıdır.»
YURTTAŞLAR VE KÖLELER
136
riyle yaşamın gereksinmeleri için yararlı olan bedenler
veriyor, öbürlerine ince yapıları yüzünden bu tür etkin
liklere uygun olmayan, ama siyasal yaşamda yararlı
olan ( ..) bedenler veriyor. Ama çok zaman bunun tersi
de görülür. ( ..) - Bu bedensel ayrılık tanrıların beden
yapılarında gözlemlenen ayrılık kadar büyük olsaydı,
herkes küçük kimselerin öbürlerine köle olması gerek
tiğini kabul edecekti. Ayrılık beden için doğru olunca
ruh için de doğru olmayacak mı? Ama, ruh güzelliğini
seçebilmek beden güzelliğini seçebilmek kadar kolay de
ğildir. - Ne olursa olsun, doğa, özgür ve köle olmak
üzere ikiye ayırır insanları ( .. ), köleler için kölelik hem
yararlı hem doğrudur» (Politika, 1 . kitap, 2. bölüm) .
Köleliği böylece yasallaştırdıktan sonra, Aristotelcs,
kölenin bir gereç olmaktan öte bir değeri olmadığını be-
1 irlemeye çalışır:
« İki çeşit gereç vardır: bazıları cansızdır, bazıları
canlı. Ö rnek: kaptan için dümen cansız gereçtir, tayfa
canlı gereçtir; çünkü, teknikte, yardımcı kişi, gereç ola
rak, gereçlerin ilkidir. ( .. ) Demek ki, köle, yaşamın pra
tiğiyle ilgili şeylerde bir yardımcıdır» (Politika, 1 . kitap,
2. bölüm).
Aristoteles, bundan sonra, aynı bölümde, kölenin er
demli bir kişi olup olamayacağını tartışır. Köle dediği
miz gereç, gereç olmanın dışında, daha başka niteliklere
sahip olabilir mi? Yani köle örneğin ölçülü, yürekli, ada
letli bir kişi olabilir mi? O yalnızca bedensel yetenekle
riyle mi sınırlanmıştır? Burası Aristoteles'e göre biraz
cık tartışma götürür. Gerçekte her insan ahlaklı olma
lıdır. Ahlaki nitelikler herkese paylaştırılmıştır, ama el
bette eşit paylaştırılmamıştır. Her kişi kendi işinin,
kendi toplumsal bağımlılığının yükünü karşılayacak öl
çüde bir erdemliliğe sahip olmalıdır. Demek ki, hükme
den kişi en yetkin ahlaklılığa sahip olması gereken ki
şidir. Ama, «öbürleri kendi paylarına düşenden daha
137
çok erdeme sahip olmamalıdır.» Bu tartışmada şu so
nuca varacaktır Aristoteles: Köleye birazcık erdem ye
ter, işinde saygılı ve yürekli olabilecek kadar.
iKTİDAR VE SJNIFL.4.R
138
mak için, her sınıfa hakkı olanı vermek ve adaleti böy
lece gerçekleştirmek zorundadır; yoksa, despotluğa yö
nelmiş, özgür insanların yararına işleyen sitenin top
lumsal - siyasal durumunu tehlikeye düşürmüş olacaktır.
Bunu daha iyi kavrayabilmek için o dönem Yunanista
nı'nın toplumsal yapısını Aristotelcs'ten dinlemekte ya
rar var. O dönemin yunan toplumunda hangi sınıflar
vardı ve bunlar ne gibi işlevleri yerine getirmekteydiler.
« Önce, besin işiyle uğraşan kalabalık sınıf gelir: bu
sınıfa çiftçiler diyoruz. - İkinci olarak, işçi denilen sı
n ıf gelir (bu, tekniklerle uğraşan sınıftır; teknikler ol
madan bir site varolamaz; tekniklerden bazıları mutlak
olarak zorunludur, bazıları lüksü amaçlar ve iyi yaşa
maya katkıda bulunur) . - Üçüncü sınıf tüccar sınıfıdır
(yaşamını satışlarla ve alışlarla geçiren tüccarları ya da
perakendecileri böyle adlandınnz). - Dördüncü sınıf
aylıklı kişiler sınıfıdır. - Beşincisi, ulusal savunmayla
uğraşanlar sınıfıdır ve beklenmedik saldırganlarca tut
saklaştırılma tehlikesi göze alınmak istenmiyorsa bu sı
nıf öbürleri kadar zorunludur. (.. ) Kaçınılmaz bir biçim
de adaleti yerine getiren ve hakları belirleyen sınıf var.
dır (altıncı sınıf). - Yedinci sınıf zengin dediğimiz sı
nıftır ve servetleriyle toplum işlerine katkıda bulunan
lardan oluşmuştur. - Sekizinci sınıf toplumsal işlevle
ve yüksek memurluklarla görevlendirilmiştir: bir site
başkansız varolamaz. Demek ki, yaşam boyu olsun nö
betle olsun, hükmedebilen ve siteye bu yardımı yapma
yı kabul eden kişilerin olması gereklidir. Az önce açık
ladığımız işlevleri unutmayalım : yurttaşlar arasındaki
anlaşmazlıklar sırasında hakları belirleyen görüşme ve
yargı gücü. Demek ki, bütün bu işlevlerin sitede yerine
getirilmesi gerekiyorsa, o zaman özellikle bunları yapa
bilmek için bazı yurttaşların erdemli olmaları gerekir.
- Çok kimse bu yeteneklerin birbirine uygun olduğunu
düşünür: aynı bireyler, örneğin, savaşçı, çiftçi, işçi ola-
1 39
bilirler ya da aynı bireyler görüşmelere katılabilirler ve
yargılayabilirler; hepsi erdemli olduklarını ileri sürerler
ve yüksek memurlukların çoğunu yapabileceklerini dü
şünürler. Yalnız, aynı bireylerin hem zengin, hem yok
sul olmaları olanaksızdır. Sitenin yoksul ve zengin ol
mak üzere böylece bölünmesinin en çok dikkati çeken
bölünme olması buradan gelir. Bundan başka, hemen
her zaman birileri az sayıda öbürleri çok sayıda olduk
larından, bunlar sitenin ögeleri arasında karşıtlığı göze
batan bölümlerdir. Öyle ki, hükümet biçimleri birinin
öbürü üzerindeki üstünlüğünden çıktığı için, genellik
le iki çeşit hükümet biçimi olduğu düşünülür: demokra
si ve oligarşi» (Politika, 4. kitap, 3. bölüm).
Sınıfların işlevleri böylece belirlenmiş oldu. Ger
çekte, her kişi her işi yapabilmeli midir, yoksa her işte
uzmanlaşmış sınıflar mı olmalıdır? Bu konuyu Aristo
teles Politika'nın 7. kitabında, 8. bölümde tartışır. Aslın
da bu sorun hükümet biçimleri çerçevesinde çözümlene
bilir. Daha doğrusu, hükümet biçimleri bu soruna kendi
anlayışlarına göre çözüm getirirler. Demokrasilerde her_
kesin bütün işlevlerde payı vardır, oligarşilerde bunun
tam tersidir. Aristoteles, Politika'nın 4. kitabında, 2. bö
lümde şunları söyler:
«Monarşiler arasında ortak çıkarı gözönünde tutana
genel olarak krallık denir; az kişinin hükümetine de
(ama tek kişinin değil) aristokrasi denir (en iyilerin hü
küm sürmesinden ötürü olsun, devletin ve bütün toplum
üyelerinin en yüce iyiliği için hüküm sürdüklerinden ol
sun). Sonunda, çoğunluk ortak çıkarı gözeterek hüküm
sürerse buna bütün hükümet biçimlerinde ortak olan
adı veririz: cumhuriyet ( .. ) - Bu saydığımız hükümet
biçimlerinin sapmış biçimleri şunlardır: krallığınki ti
ranlık, aristokrasininki oligarşi, cumhuriyetinki demok
rasi. Gerçekten, tiranlık mutlak yöneticinin çıkarı için
sürdürülen bir monarşidir; oligarşi zenginlerin çıkarı
140
için, demokrasi yoksulların çıkarı için sürdürülür, ama
bu rej imlerden hiç biri ortak yararla uğraşmaz. - Hü
kümetin sapmış biçimleri arasında en kötüsünün ve on
dan sonra ikinci gelenin hangileri olduğunu görmek ko
laydır. Mutlak olarak en kötüsü, ilk ve en kutsal biçi
min sapmasıyla ortaya çıkan biçimdir. ( .. ) Tiranlık en
kötü ve en bozulmuş hükümet biçimidir. İ kinci olarak
oligarşi gelir (çünkü aristokrasi oligarşiden çok uzaktır) .
Sapması en az olan demokrasidir» (Politika, 4. kitap, 2.
bölüm).
Siyasal ayrılıkları belirleyen başlıca öge insanların
özyapısıdır. İnsanların özyapısını belirleyen başlıca öge
de iklim koşullarıdır. Politika'nın 7. kitabında, 6. bölüm
de Aristoteles soğuk bölge halklarının, özellikle Avrupa
halklarının yüreklilik yönünden zengin, zekadan ve tek
nikten yoksun olduğunu, bu yüzden özgürlüklerini iyi
koruduğunu, ancak uygarlaşamadığını ve komşularına
egemen olacak durumda bulunmadığını söyler. Asya
halkları, tersine, incelikli ve ustadırlar, ama yüreklilik
ten yoksundurlar, yaşamlarını kölelikle ve bağımlılıkla
geçirirler. «Oturduğu bölge açısından ortada bulunan
helen ırkına gelince, her ikisinden de almıştır: her şeye
sahiptir, hem yürekliliğe, hem inceliğe. Bu yüzden öz
gür kalıyor; hayranlık uyandıracak bir biçimde uygar
laşmıştır; siyasal olarak bir kere birleştirildi mi evren
sel egemenliği ele geçirebilir.»
Demek ki, bütün rejimler içinde en iyisi ve en önem
lisi aristokrasidir. Aristoteles aristokrasinin özelliklerin
den sözederken şöyle der:
«Yalnızca erdem bakımından en iyi kişilerin oluştur_
duğu hükümete sahip olan rejim aristokrasi adına ya
raşır. Elbette «en iyi» sözünü mutlak anlamında alıyo
ruz, herhangi bir koşula bağlı olan iyi kişi anlamında
değil: yalnızca aristokraside iyi kişi tam anlamında iyi
yurttaşla özdeştir; öbür rejimlerde iyi kişiler kendileri-
141
ni yöneten kuruluşa bağımlı olarak böyledirler. Bununla
birlikte, aristokrasi denilen ama oligarşik hükümetlerle
olduğu kadar tam anlamında cumhuriyetle de bazı ay
rılıklar gösteren hükümet biçimleri vardır. Gerçekten
yüksek memurlukların yalnızca servete göre değil, ama
hakkıyla verildiği yerde rejim öbür ikisinden ayrılır ve
aristokrasi diye adlandırılır. Erdemin ortak ilgi konusu
olmadığı rejimlerde bile, iyi bir üne sahip olan ve şeref
li bilinen kişiler vardır. Böylece, Kartaca'da olduğu gi
bi, hükümetin yapısı aynı zamanda halkın hem zengin
liğini, hem erdemini, hem de istemini gözönünde tutu
yorsa, bu aristokrat bir hükümettir; İspartalılarda oldu.
ğu gibi, bunlardan yalnızca ikisini, halkın erdemini ve
istemini gözönünde tutuyorsa, iki ögenin, demokrasinin
ve erdemin bir bileşimi ortaya çıkar» (Politika, 4. kitap,
5. bölüm).
Aristoteles oligarşi ve demokrasi üzerinde de uzun
uzun durur:
«Bazılarının yapmaya alıştığı gibi, demokrasiyi
çoğunluğun egemenliği olarak tanımlamamak gerekir
(çünkü, her yerde, oligarşilerde egemenlik çoğunluğun
elindedir). Hükümetin küçük bir azınlığın elinde olduğu
yerlerde oligarşinin varolduğuna da inanmamak gere
kir. 1300 yurttaşlı bir site düşünelim, bu sitenin 1000
zengini olsun, zenginler özgür olan ve öbür açılardan da
kendilerine benzeyen 300 yoksulu iktidardan uzaklaştır
mış olsun: kim bunun demokratik bir rejim olduğunu
ileri sürebilir? Şimdi yoksulların az sayıda ama zengin
lerden daha güçlü olduğunu düşünelim, geriye kalan
yurttaşlar, yani zenginler şereflerden hiç pay almıyorlar
sa kim burada oligarşi olduğunu söyleyebilir? - Özgür
insanlar hükümdar olduğunda demokrasinin, zenginler
hükümdar olduğunda oligarşinin varolduğunu söyleye
lim ; yalnız, gerçekten, bazıları çoğunluktur öbürleri
azınlık; ve gerçekten, özgür insanlar çoktur, zenginler
142
daha azdır. İktidara geçmeyi, Ethiopia'da olduğu gibi,
boylu olmanın ya da güzelliğin sağladığını düşünelim,
o zaman oligarşi olacaktır: güzellikten ve büyüklükten
çoğunluk pay almaz. Ama bunlar hükümet biçimlerini
belirlemek için yeterli ayrılıklar c:!eğildir. -Ama demok
ratik devlet de, oligarşik devlet gibi, birçok bölümden
oluştuğuna göre, daha kesin belirleme yapmak gerekir:
özgtir insanlar azınlığı, özgür olmayan insanlar çoğunlu
ğuna egemense demokrasi yoktur. ( ..) Ama zenginler yal
nızca çoğunlukta oldukları için hükümeti ele geçirmiş
lerse, bu oligarşidir. ( .. ) Buna karşılık, en büyük çoğun
luğu meydana getiren özgür ve yoksul insanlar iktidara
sahipseler, bu durumda demokrasi vardır: zengin ve
asil doğmuş kişiler azınlığı iktidardaysa, oligarşi vardır»
(Politika, 4. kitap, 3. bölüm).
« Birinci olarak, eşitliğe dayanan rej im demokrasi
diye adlandırılır. Böyle bir demokrasinin yalnızca eşit
lik diye adlandırdığı durum, yoksulların hiç bir biçim
de zenginlere bağlı olmaması, iktidarın iki sınıftan bi
rinde değil ama eşit olarak her ikisinin elinde olmasıdır.
Bazılarının düşündüğü gibi, özgürlüğün ve eşitliğin en
yüksek derecede demokraside bulunduğu doğruysa, hü
kümete olan genel ve eşit katkı da en yüksek derecesin
deyse, bu durumda en yüksek demokrasi elde edilecek
tir. Ve halk çoğunlukta olduğuna ve çoğunluğun görü
şü egemen olduğuna göre, demokrasiyi bu durumun be
lirlemesi zorunludur. İşte bir tür demokrasi. - İkinci
tür demokraside yüksek memurluklara giriş paralıdır,
zaten pek önemli de değildir; bu yeteneği ele geçiren
iktidara katılır, elden kaçıran da iktidardan uzak kalır.
- Üçüncü tür demokrasi, bütün yurttaşların eleştiriden
uzak kalma koşuluyla iktidara katıldığı ama yasanın ege
men olduğu demokrasidir. - Bir başka tür demokrasi
de her birey yüksek memurluklara girebilir, yalnızca
yurttaş olma koşuluyla, ama egemen olan yasadır. Bir
143
beşinci türde, her şey zaten eşit olduğundan, egemen
olan sayıdır yasa değil. Bu, otorite yasanın değil de buy
rultuların elinde olduğu zaman gerçekleşir. Bu, dema
gogların işidir. Çünkü yasanın egemen olduğu demokra
silerde demagoglar yoktur: en iyi yurttaşlar birinci yeri
alırlar. Ama yasaların egemen olmadığı her yerde de
magoglar görürüz. Çünkü halk o zaman çoğunluğun
oluşturduğu tek bir birey olarak mutlak yönetici olur.
Gerçekten, çoğunluğun iktidarı tek tek kişilerin iktidarı
değil ama bütünü içinde kitlenin iktidarıdır. ( .. ) Böyle
bir halk, mutlak yönetici olarak, yasayı aşıp bir monar
şi hükümeti uygulama peşindedir, despot olur, dalka
vuklar bu hükümette şerefli kişilerdir, tiranlık öbür mo_
narşilere göre neyse böyle bir demokrasi de kendi cins
leri arasında odur: töreler burada aynıdır, en iyiler bu
rada köledir, tiranın buyrultuları neyse halkın buyrul
tuları da odur. Dernagogla saray adamı arasında ne ay
rılık vardır? Aynı rolü oynuyorlar: her ikisi de kendi
yönlerinden büyük etkiye sahiptirler; saray adamları ti
ranları etkiler, demagoglar da böyle bir durumda halkı
etkiler» (Politika, 4. kitap, 4. bölüm).
Aristoteles cumhuriyetin özelliklerini de şöyle belir_
!er:
«Oligarşinin ve demokrasinin değerini belirlediğimi
ze göre, cumhuriyetin değerini görmek daha kolaydır.
Çünkü cumhuriyet tam anlamında oligarşi ve demokra
si karışımıdır. Ama cumhuriyet adını demokrasiye eği
limli hükümetlere vermek ve oligarşiye eğilimli hükü
metlere aristokrasi dernek gelenek olmuştur. Bu, eğiti
min ve doğuştan hakların daha çok zenginler eline düş
mesindendir. Ayrıca, adaletsizlerin adaletsizlikle elde
etmek istediklerine zenginlerin sahip oldukları dfü,;ünü
Iür ve hemen zenginler şerefE ve ayrıcalıklı kimseler
olarak belirlenir. - Hükürnette üç durum eşit öncelik
lere sahiptir: özgürlük, zenginlik, erdem (dördüncüsü
144
asillik, son ikisinin bir devamıdır ancak: zenginliğin ve
erdemin öncesel biçimidir). Demek ki, buna göre bu
iki ögenin, zenginlerin ve yoksulların karışımını cumhu.
riyet diye adlandırmalıyız. - Demokrasi ve oligarşinin
yetkin karışımını belirleyen şey, bu hükümet biçimini
demokrasi ya da oligarşi diye adlandırabilme olanağının
bulunmasıdır. Nitelendirmekteki kararsızlığın gerçekte
karışımın yetkinliğinden geldiği bellidir. ( .. ) - Demokra
sinin ve oligarşinin yetkin bir karışımından doğan cum
huriyette, biri ya da öbürü öne geçmeden, her ikisinin
de görünmesi gerekir. Cumhuriyetin bir dış etkiyle de
ğil, kendi kendine korunması gerekir. Kendi kendine,
yani, korunmasını isteyenlerin çoğunlukta olması olgu
suyla değil (..) ama bir kişinin bile bir yapı değişikliği
istemeyeceği biçimde bütün site üyelerinin ortak anlaş
masıyla. Demek cumhuriyetin yapısı böyle olmalıdır,
«aristokratik» denilen biçimininki de» (Politika, 4. ki·
tap, 8. bölüm) .
Şimdi şunu düşünelim: Bu hükümet biçimlerinde
birtakım uyarsızlıklar, hatta siyasal karışıklıklar baş
gösteriyor, giderek rej imler yıkılıyor. Nereden geliyor
bu? Aristoteles bu soruyu Politika'nın 5. kitabında tar
tışır. Ona göre, hükümet edenlerden çoğu adaletin ve
eşitliğin ne olduğunu bilen insanlar olmakla birlikte, za·
man zaman yanlış yollara sapıyorlar. O zaman devrimler
oluyor, « yurttaşlar kurulu düzeni bir başka düzenle de
ğiştirebilmek için rejime karşı ayaklanıyorlar», bir re
j im yerini bir başka rejime bırakıyor. O zaman örneğin
demokrasi oligarşiyle, oligarşi demokrasiyle yer değişi.
yor. Bazen kurulu düzenin daha da kökleşmesi için
ayaklanmalar oluyor; örneğin oligarşinin daha da oligar·
şi, demokrasinin daha da demokrasi olması için.
Cumhuriyetleri ve aristokrasileri yıkan, adaletin
bozulmuş olmasıdır, rejimin yapısı içinde bile bozulmuş
olmasıdır. Bu yıkılış, cumhuriyette, uygun bir demok·
1 45
rasi - oligarşi karışımının bulunmamasından gelir. Ve
bu yıkılış, aristokrasilerde, demokrasi ve oligarşi ögele
rinin erdemle uygun bir karışım meydana getirmemesi
ne dayanır. Ama rej imlerinin yıkılışının temelinde yatan
başlıca etken sınıf kavgasıdır.
«Genellikle rejim hangi yöne eğilimli olursa olsun,
değişiklikler şu yönde olur: sınıflardan her biri payını
çoğaltmaya bakar; böylece cumhuriyet bozularak de
mokrasiye, aristokrasi bozularak oligarşiye dönüşür. Ya
da değişiklik ters yönde olur: örneğin aristokrasi · de
mokrasiye ( ..) ve cumhuriyetler oligarşiye ( ..) dönüşür»
(Politika, 5. kitap, 6. bölüm).
Siyasal durağanlığı sağlamak için ne yapmak gere
kiyor? Aristoteles bu sorunun karşılığını aynı kitabın 7.
bölümünde arar. Siyasal durağanlığın sağlanabilmesi
için yasaların egemen kılınması, yasaların en küçük saL
dınlardan bile korunması gerekmektedir. Yoksa, «eşit
sizlik sessizce gelip yerleşir, sık sık yapılan harcamala
rın çoğunlukla büyük servetleri eritmesi gibi; harcama
farkedilmez, çünkü birden yapılmamıştır.» Sessiz bir
bozulma içinde durağanlık yavaş yavaş karmaşaya bıra
kır yerini. Ancak, tehlikelerden uzak olmak durağanlığı
güvence altında tutmaz her zaman. « Rejimler yalnızca
kendilerini bozabilecek nedenlerin uzaklaşmasıyla değil,
bazen bu nedenlerin yakın olmasıyla korunur. Çünkü
korku devletle daha yakından ilgilenilmesini sağlar.•
Ayrıca devlet adamlarının her durumda uyanık olmala
rı, hatırlı kişilerin rekabetlerine ve ayaklanmalarına kar
şı tedbirli bulunmaları gerekir. « Henüz eyleme katılma
mış olanların» eyleme katılmalarını önlemekte büyük
yarar vardır. « Kötülüğü tohumundan tanımak her kışl
nin değil, gerçek siyaset adamının harcıdır. • Her reji
min ortak kuralı şu olmalıdır: İnsanların aşırı derecede
serpilmesinin önüne geçmek. Yani herkes belli bir öl
çüye kadar geliştirilirse rejimin temelleri sağlam kala-
146
caktır.
Şimdi biraz da krallığın ve onun bozulmuş biçimi
olan tiranlığın özelliklerini görelim.
Genel görüş şudur: İ ktidan yasaların değil de bir
kişinin eline bırakmak hiç de doğru değildir, çünkü in
san ne de olsa duygusaldır ve duygulannın elinden ko
lay kolay kurtulamaz. Ancak, iktidarın yasa temeline
oturmuş olması da yüzde yüz sağlam sonuç vermiyor.
Çünkü yasalar ancak genel durumlar için belirlemeler
ortaya koyarlar, özel durumlar için yapacakları pek bir
şey yoktur. Demek ki, en iyi hükümet biçimleri yasa
temeline dayanan hükümet biçimleridir diyemiyoruz.
Ne var ki, iktidarda olanlar insanın özel durumlarından
çok genel dununlarıyla ilgilenmek zorunda değiller mi?
Öyle durumlara yasalar yetişemez ama, hükümetler de
özel durumlar karşısında yetersiz kalacaktır. Aristote
les bu sorunları Politika'nın 3. kitabında ele alır. Onu
düşündüren başlıca konu, kralların çocukları konusu..
dur. Krallar ölünce çocukları krallık üzerinde hak öne
süreceklerdir. Bundan kaçılabilir mi? Kolay kolay kaçı
lamaz. Babasının yerine geçmek istemeyecek bir kral
çocuğu son derece erdemli bir kişi demektir. Buna da
kolay kolay raslanamaz. Aristoteles bu yüzden krallık
tan yana değildir pek. Şöyle der 3. kitabın 1 1 . bölümün
de: «Yasanın egemenliğini isteyen, yalnızca Tanrı'nın ve
zekanın egemenliğini ister; ama bir insanın egemenliği
ni isteyen, aynı zamanda hayvanın egemenliğini de kur
muş olur. Çünkü açgözlülüğün hayvansal bir yönü var
dır ve coşkunluk iktidardaki en iyi insanları bile bozar.
Bu yüzden, yasa, tutkusuz zeka demektir.»
Krallığın bozulmuş biçimi olan tiranlık nedir ve
nasıl doğmı.:�tur?
«Eskiden, bir kişinin hem halk şefi, hem askeri şef
olduğu zamanlarda, devrimler tiranlığı getirirdi : eski ti.
ranların çoğu ünce halk şefleri olmuşlardı. Bunun eski
147
zamanlarda olmasının ve şimdi olmamasının nedeni, o
zamanlar halk şeflerinin askeri otoriteye sahip olanlar
arasından seçilmesidir (çünkü henüz belagatta o kadar
ileriye gidilmemişti). Bugün, tersine, belagatta görülen
ilerlemeyle, iyi konuşmasını bilenler halk şefleri olur
lar; ama hiç bir savaş deneyine sahip olmadıklarından
hiç saldırmazlar, saldırıya geçseler de uzun sürmez.
- Eskiden, şimdi olduğundan daha çok tiranlık vardı,
çünkü bazı kişilere çok önemli memurluklar veriliyor
du. ( .. ) Ö te yandan, şehirler büyük olmadığı için ve iş
ler halka hiç boş vakit bırakmadığı için halk kırda otu
ruyordu, halk yöneticileri de asker olduklarından tiran
lığı istiyorlardı. Ve tümü, halkın kendilerine gösterdiği
güvenle -bu güven her zaman zenginlerden nefret et
me üzerine kurulmuştu- bunu başarıyorlardı» (Politi
ka, 5, kitap, 4. bölüm).
Tiranlık, demokrasinin kötülüklerini oligarşinin kö
tülükleriyle birleştiren bir ahlaksızlık ve zorbalık reji
midir. Bu rejim rejimlerin en kötüsüdür. Tiranların ço
ğu, önemli kişilere iftira ederek halkın güvenini kazan
mış olan halk şefleridir. Bunlar gerçekte halkın yararı
nı düşünen insanlar değillerdir. Aristoteles, aynı kitabın
8. bölümünde tiranlığın çeşitlerini sayar. Biraz önce be
lirlediğimiz eski tip tiranlıklar vardır; bir de, «yurtları
nın yasalarını çiğneyen ve daha despotça bir otorite is
teyen kralların kurduğu» tiranlıklar; bir çeşit tiranlık
da «başlıca yüksek memurluklara seçilmiş olan yurttaş
larca» kurulmuştur; bir başkası, oligarşi düzeninde
yüksek işlevler için seçilmiş olan ve üstün bir güce sa
hip bulunan kişilerin kurduğu tiranlıklardır. Tiranların
iktidara geçiş yolları, görüldüğü gibi, başka başkadır,
ama iktidardaki eylemleri hemen hemen aynıdır.
Tiranlıkların yerleşmemesi için krallara büyük iş
düşmektedir: «kral bekçi olmalıqır», mülk sahiplerinin
mülkünü korumalıdır, halka kötü söz getirmemelidir.
148
Yoksa, hiç bir zaman halkın iyiliğini göz önünde tutma
yan, yalnızca kendi zevkini ve çıkannı amaçlayan tiran
lıklar gelecektir. Kralı tirandan ayıran başlıca özellik
şudur: tiran zengin olmayı, kralsa şerefini düşünür. İl
gi çekici bir başka özellik daha var: kralın koruyucuları
yurttaşlar arasından, tiranınkiler yabancılar arasından
seçilmiştir. Tiranlık oligarşiden iki şey almıştır: zengin
lik istemi ve halka karşı güvensizlik. Zenginlik tirana
zevk ve güvence sağlayacaktır. Tiran halka güvenemez,
çünkü halk silfilılanıverir. «Halkı mahvetmek, yurttaşla
rı siteden sürmek oligarşide ve tiranlıkta ortak olan bir
yöntemdir.» Tiranlığın demokrasiden aldığı şey de önem
li kişilerle savaşmaktır, «onların gizli ya da açık yıkım
larını, sürülmelerini» sağlamaktır. Çünkü komplolar bu
sınıftan çıkabilir.
Tiranlar nasıl ayakta kalır? Bunu da aynı kitabın 9.
bölümünde inceler Aristoteles. Tiranlar ölçüyü kaçıran
herkesin kafasını keserek ayakta kalır. İyi insanları
yokeder tiran. Varlığını sürdürebilmek için elinden ge
leni yapar: insanların birlikte yemek yemesine bile izin
vermez, arkadaş toplantılarını yasaklar, özgür öğretimi
engeller, kısacası « İnsanların birbirine iyice yabancı ol
ması için» her çareye başvurur. « Uyumsuzluk tohumları
ekmek, dostlarla dostların, halkla önemli kişilerin, zen
ginlerle zenginlerin arasını açmak gerekir.» Tiran aynı
zamanda halkın boş zamanı kalmasın diye çırpınır, za
manı kalmasın ki tiran için kötülük düşünemesin.
«Mutlak hükümdar dostlarının sevgisiyle ayakta du
rabilir; ama tiranlığın temeli her şeyden önce dostlar
dan sakınmaktır: tiran herkesin kendisini yoketmek is
tediğini, özellikle dostlarının bu güce sahip olduğunu
bilir. ( .. ) - Tiranlık üç amaç gözetir: Önce, kişilerin ruh
larını alçaltmak (çünkü aşağılık bir ruh komplo yapa
maz). İkinci olarak, kişiler arasına güvensizlik tohumla
rı ekmek (çünkü birbirine güvenen insanlar bulunma-
1 49
dıkça tiranlık devrilemez; bu yüzden tiranlar, otoritele
ri için zararlı gördükleri şerefli kişilere karşı savaşmak
durumundadırlar: şerefli kişiler yalnız despotça yönetil
mek istememekle kalmazlar, aynca kendilerine güven
leri vardır, başkalarına da güven aşılarlar, kendilerini
de başkalarını da açığa vuracak yapıda değillerdir).
Üçüncü olarak, eylemde bulunma güçsüzlüğü yaratmak
(çünkü kimse olanaksıza yönelmez; bu yüzden, gücü ol
madığı sürece tiranİığı devirmeye girişmeyecektir). - Ti
ranlığın öngördüğü üç amaç bunlardır. Çünkü tiranlı
ğın yöntemlerini şu üç ilkeye indirgeyebiliriz: yurttaş
lar arasında güvensizlik, güçsüzlük, ruh sefilliği.»
150
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ESTETiK
151
vardı, ancak ahlakçı Sokrates'de «güzel» kavramı «iyi»
kavramıyla özdeşleşiyordu. Güzel araştırmasını başlatan
Platon, duyulur dünyadaki bütün güzel şeylerin « Ken
dinde Güzel»den pay aldığını söylüyordu.
Aristoteles bugün bize bir parçası kalmış olan Poe
tika'da bir güzel araştırmasına yönelmez. Güzel üzerine
araştırma adlı yapıtı elimize geçmiş olsaydı, belki bu
gün Aristoteles'i Estetik'in başlıca temellendiricileri ara
sında sayacaktık. Aristoteles, Poetika'da özellikle traje
di, biraz da komedi üzerinde durur. Ona göre sanat
«taklit»tir (mimesis). Sanatçı devineni taklit eder. Devi
nen şeyler de ya iyi ya da kötüdür. Burada sanatın ah
lakla ilgili yönü ortaya çıkar: insanlar iyi ya da kötü
olmalarıyla birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Sanatçının
işi hem iyi, hem de kötü insanı anlatmaktır, sanatçı ay
rıca orta yerdeki insanı, yani ne iyi ne kötü insanı da
anlatacaktır.
«Tragedya» daha çok « iyi» insanları, « komedya» da
daha çok « kötü» insanları taklit eder. Komedi kötü ola
nı taklit ettiği gibi gülünç olanı da taklit eder. Onun gü
lünç olanı taklit etmesi demek, soylu olmayanı taklit
etmesi demektir. Oysa trajedi soylunun taklidine yönel
miştir. Trajedinin yapısı komedininkinden çok daha de
ğişik, çok daha belirgindir. Trajedide bir olay güneşin
doğuşuyla batışı arasında geçer. Trajedi, ahlak yönün
den ağırlık taşıyan, başı sonu belli olan bir devinimin
taklididir. Trajedinin görevi, uyandırdığı korku ve acı
ma duygusuyla insanların ruhunu arındırmaktır (kat
harsis).
Trajedinin altı ögesi vardır: olay (mythos), karak
terler, dil, düşünceler, dekorasyon, müzik. Bu altı öge
nin altısı da çok önemlidir. Trajedide tek tek kişilerin
taklidi önemli değildir, kişilerin hep birlikte sürdürdü
ğü yaşamın taklidi önemlidir. Yani belli bir olay örgüsü
üze_9.ne kurulacaktır trajedi. Trajedi, belli bir büyüklü-
152
ğü (uzunluğu) olan bir bütündür. Bir bütün olmakla,
başı, ortası ve sonu vardır. Ancak böyle bir trajediye gü
zel deriz. Öyleyse güzel nedir? Aristoteles, Platon'un
güzel tanımlamasından daha gerçekçi, daha basit bir ta.
nımlama getirir. Güzel varlık, ister canlı ister cansız
olsun, hem içerdiği parçalarla uygun bir düzen ortaya
koyan, hem de belli bir büyüklüğe sahip olan varlıktır.
Demek ki, güzel dediğimiz şey, düzenden ve büyüklük
ten başka bir şey değildir. Gerçekte, bir şeyin güzel ola
bilmesi için belli bir büyüklükte olması kaçınılmaz olu
yor, çünkü biz çok küçüğü de çok büyüğü de kavraya
mayız, çok küçük de çok büyük de duyu organlarımız
dan kaçar.
Trajedi yazarının işi olanı değil, olası olanı, olabilir
olanı anlatmaktır. Tarih yazarı nasıl olanı anlatmakla
yükümlüyse, olasının alanında iş göremezse, söz sanat
çısı da, tersine, olanın alanında iş göremez, olasıya, ola
bilire yönelir. Trajedi felsefeye daha yakındır, çünkü ev
rensele yönelir, oysa tarih tek tek olayların anlatılma
sıyla sınırlıdır. Trajedinin etkinliğini sağlayan başlıca
öge olağanüstülüktür. Korku ve acıma duygusu ancak
birdenbire olan şeyler karşısında, beklenmedik olaylar
karşısında duyulur. Olağanüstülük raslantıya dayandı
rılırsa etki daha büyük olacaktır.
Trajedinin yapısı yalın değil karmaşıktır. Trajedi
yazarı korku ve acıma yaratan şeyleri taklit ederken ne
erdemli kişileri mutluluktan mutsuzluğa düşürmeli, ne
de kötü kişileri mutsuzluktan mutluluğa geçirmelidir.
Trajedi yazan bu kurala uymazsa korku ve acıma duy
guları yaratamaz, ahlaki etkinliğe ulaşamaz. Aynca çok
kötü bir kişinin mutluluktan mutsuzluğa düşmüş gös
terilmesi de yanlıştır, çünkü böyle bir durum adalet
duygusunu karşılasa da korku ve acıma duyguları uyan
dırmaktan uzak kalacaktır.
153
S ONU Ç
154
genişliğine, bir sorun çeşitliliğine ulaşmış, belki de o
günkü olanakları içinde başa çıkamayacağı bir büyük
lüğe açılmış, ahlakı, toplumbilimi, dinbilimi, psikoloji
yi, fiziği, mantığı, biyoloj iyi değişik bilgi alanlan olarak
kendi içinde geliştirmiştir. Bize iki büyük felsefe okulu
nu, Platon'un Akademia'sıyla Aristoteles'in Lykeion'unu
getirmiş olan bu dönem, etkisini felsefede bugün de sür
dürmekte olan bir dönemdir.
Platon'cu bilgi kuramı insanın kendini duyulur dün
ya dışında, yani bugünkü anlayışımıza göre Evren dışın.
da aramasına dayanıyordu. Bu mistik ve çileci anlayış
tam anlamında gerici bir anlayıştı: bilmek anımsamak
tır ilkesine dayanıyordu. Bilmek anımsamaktır, geriye,
yaşanmış a dönmektir. İnsanın bu dünyaya bilgiyle do
natılmış durumda geldiğini bildiren ve böylece katı bir
ülkücülük anlamı taşıyan bu felsefe, ne garip, dönüşü
münü Aristoteles'le, tam karşıt bir görüş açısı içinde ya
pacaktır. Platon'u Sokrates'e hayran bırakan şey, yani
insanda önceden varolan şey, Aristoteles'i Platon'dan
uzaklaştıran şey olmuştur.
Aristoteles'cilik insanın kendine ve Evren'e ilk dü
zenli bakışıdır. Evren'i İnsan kadar, İnsan'ı Evren ka
dar önemseyen bu bakış, bugünkü tüm bilimlerin teme
lini oluşturan ilk sorunların pek çoğunu kendinde top
larken yirmi beş yüzyıllık felsefe tarihinin başlıca so·
runlannı ortaya koymuştur. Elbette bugünkü etkinliği
dünkü etkinliğinden azdır. Bugün nasıl Marx'cı olma
mak olanaksızsa, bir zamanlar Descartes'cı olmamaya
çalışanlar bile Descartes'cı olmaktan nasıl kurtulamadı
larsa (Pascal başlıcalarıdır) , bir dönemde de düşünen
adam için Aristoteles'ci olmamak diye bir şey yoktu.
Aristoteles felsefesi o zamana kadar eşine raslanmamış
bir genişliğe uzanırken tartışmayı daha basit sorunlar
dan daha karmaşık sorunlara doğru yüreklilikle götür
müştür. Böylesine uzanımlı ve böylesine korkusuz bir
155
tutumun elbette büyük bulanıklıkları, büyük yanılgıları,
aşılmaz gibi duran açmazları olacaktır. Olumlu düşün
ceye sahip çıkmak demek olumlu düşünceyi gerçekleş
tirmek demek değildir her zaman. Olumlu düşüncenin
ateşli yandaşı Descartes bile bilgiden boş kalan yeri yo
rumla doldurmuştur, örneğin havada dolaşan tozları ha.
va atomları sanmıştır. Çünkü felsefe yapmak hiç bir za
man kolay bir iş olmadı. Felsefe yapmak, elde olandan
daha çoğuna yönelmek demektir her zaman. Bu da an
cak bazı yanıgıları baştan göze almakla olur. Bugün he
pimiz için en kolay işlerden biri, örneğin Aristoteles'in
çizdiği Evren tablosuna gülmektir. Felsefede sorunları
doğru olarak çözmekten çok doğru olarak koymak
önemlidir. Felsefeyi çözümlerden çok sorunlar, yanıtlar
dan çok sorular kurar.
Eskiçağ düşüncesi içinde en yetkin düşünce elbette
Aristoteles düşüncesidir. Onun yetkinliği hemen her so
ruya azçok uyarlı bir yanıt getirmiş olmasından, hemen
her konuda azçok doğru bir bileşime varmış olmasın
dan, bunun yanında insan aklını birinci planda önem
semesinden ve bilgi kuramını gerçekçi bir anlayışla te
mellendirmesinden gelir. Bugünkü bilgilerimiz bize zih
nin ne doğuştan tıklım tıklım dolu bir çanta ne de üs
tünde en küçük bir toz parçası bile bulunmayan bir ta
bula rasa olduğunu söyleyecektir. Aristoteles'i çağımıza
yakınlaştıran, bilgi edinmede akla ve duygulara ayrı ay
rı önem vermiş olması, salt zihne öncelik tanıyan aşırı
bir ülkücülüğe de, salt duyulara bel bağlayan aşırı bir
gerçekçiliğe de saplanıp kalmamasıdır. Aklı mutlak'a
erecek kadar güçlü sayan Aristoteles bir bakıma ülkücü
Aristoteles'tir, ama bu ülkücülük hemen dış dünyaya
açık bir bakışın getirdiği bir gerçekçilikle, bir doğalcı
lıkla dengeleniverir. Anlık hem etkin, hem edilgindir ve
duyu organlarından gelen bilgiyi işler. Zihnin bilgi yap
ması, arının bal yapmasını andırır. Aklımıza onca gü-
156
vcnen Aristoteles, yalnız soyut düzeyde bilgi türetmenin
yetmeyeceğini görmüş, deneysel bilgiyi de önemsemiş·
tir.
Bununla birlikte, temeldeki bir tutarsızlık bizi her
zaman rahatsız edecektir. Platon'un ayakları yerden ke
sik bilgi anlayışı Aristoteles'inkine göre daha tutarlı, da.
ha anlaşılır çizilmiştir. Platon'un bilgi anlayışı iyi çalı
şan bir imgelemin boşluk taşımayan bir ürünü gibi gö
rünür. Platon'dan Aristoteles'e geçtiğimiz zaman bizi
hava boşlukları karşılayacaktır. Varlık kavramının bu
lanıklığı, Varlık'ın en genel cinsleri diye belirlenen ka·
tegorilerin Varlık'la ilişkilerinin ve kendi aralarındaki
ilişkilerinin yanyarıya belirsizliği Aristoteles'ci bilgi ku
ramının temelinde yatan, hiç bir zaman giderilememiş
olan ve kolay kolay giderilemeyecek olan bir tutarsızlı
ğı ortaya koyar. Bu tutarsızlık, bize göre, somuttan so
yuta geçmek üzere düzenlenmiş bir bilgi anlayışında so
yuttan somuta doğru bir geçiş tasarlama tersliğinin so
nucudur. Akıl önce tümevarıma yönelse, tümevarımla el
de ettiği bilgileri tümdengelimle değerlendirse -bugün
kü bilimlerin kullandığı gözlem ve deney yöntemlerinde
tutulan yol kabaca budur- akla ve deneye, soyuta ve
somuta verdiği değeri tam anlamıntl.a dengelemiş ola·
caktı. Yazık ki, Aristoteles, köle toplumunun bu ayrı·
calı insanı, kendini filozof denen üstün insana ayrı bir
yer vermek zorunluluğunu duyduğundan olacak, işi ters
ten almış, bardağı olmadık bir biçimde ters çevirmiş,
tümdengelimi tümevarım.dan önceye koymuştur. Filozo.
fun bu durumda yükseklerden haber alan bir sezgici du
rumuna düşmesi olağandır.
Evet, Aristoteles çok önem verdiği metafizik alanın
sorunlarına tam olarak açıklık getirememiştir, bu alan
da onun ele almış olduğu her şey bir yarım kalmışlık
anlamı taşır. Ne « ruh», ne «Varlık», ne «Tanrı» son
açıklamalarını kazanmışlardır. Bu yüzden metafizikçi
157
Aristoteles'i daha çok fizikçi yanıyla önemsemek gereke_
cektir. Fizikçi Aristoteles doğaya açılır, doğanın gizleri
ni anlamaya, çözmeye yönelir, doğadaki her şeye tutarlı
açıklamalar getirmek için çaba gösterir; bunu yapar
ken yeni bilim alanlarının ilk taslaklarını çizer, ilk so
nınlarını ortaya koyar.
Aristoteles kendinden sonrakileri büyük ölçüde etki
lemiştir. Mantığı ve metafiziği, ama daha çok mantığı,
koca bir skolastik döneminin, Avrupa'da M. S. VIII -
XII. yüzyılları kapsayan dönemin konusunu ve yöntemi_
ni hazırlar. Aristoteles'cilik bu dönemde hıristiyan dü
şüncesinin temellendirilmesinde kullanılan başlıca kay
naktır ve Aquino'lu Tommaso'da (1225 - 1274) en yetkin
anlatımına ulaşır. Bu etki skolastik anlayış içinde sıkı
şıp kalmaz, felsefede geçici bir çiçeklenme dönemi yaşa
mış olan doğu dünyasına ulaşır.. Doğu'da bu etki daha
önce başlamıştır. Ayrıca, Aristoteles'in Batı'da yenidcn
doğuşu, Doğu'daki yenidendoğuşunun Batı'ya yansıma
ları üzerine kurulmuştur.
Doğu'da Aristoteles'i kavrayıp yorumlamaya çalışan
ların başında İbni Sina (980 - 1306) gelir. « Doğru, Bir'
dir» anlayışından yola çıkan Buhara'lı İbni Sina'nın fel
sefesinde Aristoteles'ci kavrayışın hemen bütün temel
ögelerini buluruz: edim, gücüllük, madde, biçim, dört
neden vb. İbni Sina, ayrıca, Aristoteles'in bütün mantık
anlayışını benimser, ortak merkezli kürelere dayanan
Evren anlayışını da. İbni Sina'da da Tanrı «Arı Edim»
dir,« İlk Devindirici»dir. Ancak, İbni Sina, Tanrı ile ya
ratık arasında zorunlu bir bağ görecektir. Bu da onun
müslüman oluşunun getirdiği bir bağdır. Nişabur oku
lunun öğretmeni Gazali de ( 1 058 - 1 1 1 1) Aristoteles'i ör
nek alacaktır. Ve Aristoteles Doğu'daki en önemli anla
tımlarından birini İbni Rüşd'le (1 126 - 1 198) kazanacak,
İbni Rüşd bir Aristoteles yorumcusu olarak felsefe tari
hine geçecektir.
158
Afşar Timuçin, 1939'da Akhisar'da doğdu. Fevzipaşa İlkokulu'nu,
Adana Tepebağ Ortaokulu'nu, İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdi. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı ile Felsefe
bölümlerinde okudu. Kanada'ya gitti. Yüksek öğrenimini orada Mont
real Üniversitesi Felsefe Fakültesi'nde tamamladı (1%7). Erzurum Ata
türk Üniversitesi'nde fransızca okutmanlığı yaptı (1967 - 1970). Descar
tes'cı bllgl kuramının temellendlrlllşi adlı çalışmasıyla, İstanbul Üni
versitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde doktorasını verdi (1970).
İstanbul'a döndü, çeşitli yayınevlerinde redaktörlük yaptı. Şimdi İs
tanbul Devlet Konservatuarı'nda felsefe ve estetik okutuyor.