You are on page 1of 160

KAVRAM YAYINLARl: 1

BtLlM VE FELSEFE Dtzıst: 1

Bu kitabın yayın hakkı Kavram Yayınlan'nındır.

Dizildiği ve basıldığı yer : Hllil.1 Matbaacılık Koll. $ti., İstanbul.


Bruıkı tarihi : te111nıuz 1976. Kapak düzeni : Derman Över.
AFŞAR TİMUÇiN

ARİSTOTELES FELSEFESİ

Kavram Yayınlan
Ata İ�hanı, No: 203, Caialoğlu İstanbul
-
ÖN SÖZ

Bazı filozoflar düşünce tarihinin temel taşlarıdır­


lar; onlarda bir çağın, bir toprağın tüm duyguları, dü­
şünceleri, inançları, kuşkulan, doğrulan, yanlışları, ek­
sikleri, yetkinlikleri yansır. Aristoteles de bunlardandı.
Aristoteles, insanı şaşırtacak kadar geniş ve ayrıntılı
bakışıyla, aklımıza gelebilecek sorunlardan pek çoğunu
düşünmüş ve tartışmış olmasıyla felsefe tarihinin en
önemli yerlerinden birine yerleşmiştir.

5
Yunan toplumunun çöküş döneminde sahneye çıkan
üç büyük filozof, Sokrates, Platon ve Aristoteles, yunan
felsefesinin yükseliş dönemini yarattılar. Siyaset ve ah­
lak düzeyinde eşsiz çöküntüler yaşayan bir toplum, on­
ların felsefelerinde dürüst ve bilgili olmanın en yetkin
anlatımlannı yarattı. Aralarında öğretmen - öğrenci iliş­
kisi bulunan bu filozoflar, özellikle Platon ve öğrencisi
Aristoteles, felsefe dediğimiz bilgi alanının tarihsel te­
.
melini oluşturan yunan felsefesini doruğuna çıkarırken
İnsan'la ve Evren'le ilgili başlıca sorunları ortaya koy­
dular ve tartıştılar. Onlar gelişigüzel düşünmeyi felse.
fenin alanına sokıtıamışlar, felsefeyi İnsan'ın ve Ev­
ren'in temel sorunları üzerine düzenli bir biçimde kafa
yorma çabası durumuna getirmişlerdir.
Ülkücü Platon, yaşadığımız dünyanın gerçekliğini
bir başka dünyanın sarsılmaz gerçekliğine oturtmaya
çalışırken, gerçekçi yanı ağır basan Aristoteles bu dün­
yayla sınırlandı, bilgilerini bu dünyadan derlemeye ça­
lıştı. Aristoteles bugün bize uzak düşüyorsa yer yer, bu
onun insan başarıları bakımından pek erken bir çağda
yaşamış olmasındandır. Dünyayı doğru gözlemleyebil­
memiz, gözlemlemede kullandığımız yöntem ve araçla­
rın gelişmişliğine bağlıdır büyük ölçüde. Çizdiği doğa
tablosu bu yüzden bize pek çocukça görünse de, mantı­
ğıyla, metafiziğiyle, ahlak anlayışıyla bütün bir felsefe
tarihini etkilemiştir Aristoteles.
Dünyanın en kolay işlerinden biri, birkaç yüzyıl ön­
ce yaşamış bir filozofu hafife almaktır. Belki dünyanın
en zor işlerinden biri de, yüzyıllar öncesinin filozofları­
nı anlamaya çalışmaktır, onlardan yararlanabilmektir.
Böyle bir anlama ve yararlanma çabası doğrudan doğ­
ruya metinlere yönelmeyi gerektirir. Biz eski felsefeler
karşısında eleştirici olmaktan çok değerlendirici olmak
durumundayız. Aristoteles zaman zaman yerilmiş, yok
yere yerilmiş bir filozoftur. Ona yöneltilen yergiler ge-

6
nellikle felsefe dışından gelir. İkide birde aşağılanan
mantığı, insan zihninin işleyişini düzenli bir biçimde
saptamaktan öte bir anlam taşımıyordu. Kant'a uyarak
Aristoteles'den sonra mantığın büyük bir gelişme gös­
termediğini söylersek pek yanlış bir iş yapmış olmayız
sanırım. Öte yandan, Ortaçağ'ın karanlığını Aristoteles'e
yükleyenler haksızlık etmektedirler: herkes ancak ken­
di karanlığını yaratabilir ve kimse henüz yaşamadığı
şeylerden ötürü sorumlu tutulamaz. Ortaçağ yanlışlarını
kanıtlamak için Aristoteles'e başvurduysa, bunda Aris­
toteles'in ne payı olabilir! Bir yanlışlar mantığı kurmak
ya da bir başka deyişle sağlam biçimlere yanlış içerik­
ler uygulamak her zaman mümkündür.
Ben bu küçük çalışmamda, yarı yarıya tarihin ka­
ranlıklarına gömülmüş, yapıtlarının birçoğu yitip git­
miş, yazdıklan çok sonra düzene sokulmuş bir filozofun
düşünce dünyasını ondan bize kalan metinlerden yola
çıkarak ana çizgileriyle belirlemeye çalıştım. Bana bu
çabamda büyük yardımlan dokunan yazar - çevirmen ar_
kadaşım Füsun Aynuksa'ya teşekkür ederim.

İstanbul, haziran 1976 Afşar TİMUÇİN

7
GiRiŞ

ARISTOTELES KiMDiR?

Ünlü yunan filozofu Aristoteles, M. Ö. 384'te, Sta­


geira'da doğdu. Stageira, Khalkidike'nin batısında, Ege
denizi kıyısındaydı; M. ö. 655'e doğru, Andros'tan gelen
İyonyahlar tarafından kurulmuştu. Khalkidike yarıma­
dası, Makedonya kıyılarından güneydoğuya doğru uza­
nır.

9
Aristoteles, babası Nikomakhos'u yitirdiğinde pek
küçüktü. Nikomakhos, Makedonya kralı Philippos I 'in
hekimbaşısı ve dostuydu. Hekimlikle ilgili bazı eserler
yazmış olduğu sanılıyor. Aristoteles on dokuz yaşında
Atina'ya geldi ve Akademia'ya girdi. Platon'un 387'de,
Atina yakınlarındaki bahçelerde kurmuş olduğu bu okul,
M. ö. 1. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş ve birçok de­
ğerli filozof yetiştirmiştir.
Aristoteles öğretmeninin ölümüne (347) kadar Aka­
demia'da kaldı, sonra Atarna kralı Herrnias'ın yanına
gitti. Orada, Troas bölgesinde, Assos'ta kaldı; burada
bir de okul kurdu. Hermias Perslerin eline düşüp öldü­
rülünce (340), Aristoteles Delphoi'de bir Herrnias hey­
keli diktirdi ve Hermias'ın yeğeni (belki de kızkardeşi)
Pyhias'la evlendi.
Makedonya kralı ·Philippos il, 343'te Aristoteles'i
Makedonya'ya çağırdı ve onu oğlu Aleksandros'un (Bü­
yük İskender) eğitimiyle görevlendirdi. Aristoteles, siya­
setle ilgili görüşlerini Aleksondros'a hiç bir zaman kabul
ettiremedi. Aleksandros'la üç yıl kadar uğraşan Aristote­
les, öğrencisi 355'te tahta çıkınca görevini sona erdir­
miş oldu. Makedonya'dan Atina'ya döndü. Atina'da ken­
di okulunu, Lykeion'u kurdu.
Bu okul, Atina'nın doğusunda, Lykabattos'un etek­
lerinde bulunan Lykeion bölgesinde kurulmuştu. Lyke­
ion, İllisos kıyılarında bir ovaydı, adını orada bulunan
Apollon Lykeios tapınağından almaktaydı. Lykeion'da
bir de gymnasion (beden eğitimi okulu) vardı. Aristote.
les, Lykeion okulunda, örtülü galeriler altında ders ve­
riyordu. O, derslerini Platon gibi oturarak vermez, ge­
zinerek verirdi; bu yüzden onun okuluna peripatos (ge­
zinenler) okulu da denirdi.
Aristoteles, Lykeion'da on iki yıl felsefe okuttu.
Aleksandros'un ölümünden sonra, yani 323'ten sonra,
Atina'da ünlü hatip Demosthenes'in yönettiği ulusçu

10
parti, Makedonya kökenli olan ve Makedonyalılara ya­
kınlığıyla bilinen Aristoteles'i Atina'dan çıkardı. Aristo­
teles endişeliydi: Sokrates'in başına gelenler onun başı.
na da gelebilirdi.
Ünlü filozof Khalkis'e çekildi, burada annesinden
kalma küçük bir mülkü vardı. Khalkis'e geldikten bir
yıl sonra da bir mide hastalığından öldü.

DİOGENES LAERTlOS'UN ANLATTIKLARI

Aristoteles'in yaşamöyküsünü bize taşıyan başlıca


kaynak, yunanlı yazar Diogenes Laertios'un Peri Bion,
Dogmaton Kai Apophthegmaton (Filozofların yaşamları,
görüşleri, hikmetleri üzerine) adlı eseridir.
Diogenes Laertios kimdir? Bu ünlü felsefe tarihçi­
sinin yaşamıyla ilgili bilgilerimiz yok denecek kadar az.
Nerede, nasıl yaşadı, nereliydi, hangi okulda okudu, ne
gibi çalışmalar yaptı? .. Bunları hiç bilmiyoruz. Onunla
ilgili olarak tek bildiğimiz, M. S. III. yüzyılın ilk yan­
sında Kilikya'da yaşadığıdır. Ancak bu bilgimizin deke­
sinliği su götürür. Kitabında ele aldığı filozoflara baka­
rak yaşadığı dönemi kestirmeye çalışmak elbette doğru
bir tutum olmayacaktır. .
Diogenes Laertios'un eseri filozofların yaşamından
sözetmekle kalmaz, onların görüşlerini de ortaya koyar.
Diogencs Laertios'a ikinci felsefe tarihçisi denir. (Me­
taphysika'sında kendinden önceki filozofları ele alan
Aristoteles ilk felsefe tarihçisi sayılır.) Peri B ion, Dog­
ınaton Kai Apophthegmaton on bölümlüktür. Kitabının
V. bölümünde Diogenes Laertios, peripatos okulu filo­
zoflarından üçünü, Aristoteles'i, Theophrastos'u, Stra­
ton'u anlatır; « Platon'un çömezleri içinde en ünlüsü
Aristoteles'tir» der; Aristoteles'in dış görünüşünü şöyle
çizer: « Biraz kekemeydi. Bacakları ipincecikti. Küçü­
cük gözleri vardı. Güzel giyinmeyi severdi. Yüzünü traş

11
ederdi.»
Diogenes Laertios'a göre Aristoteles öğretmeni Pla­
ton'u bırakıp gitmiştir ve bunun üzerine Platon şöyle
demiştir: «Anasına çifte atan tay gibi tepti beni Aristo­
teles.» Yazara göre, Aristoteles, Makedonya kralı Phi­
lippos Il'nin yanına Atina elçisi olarak gitmiş, Akade­
mia'nın yönetimini da.ha sonra Platon'un en başanlı çö­
mezlerinden Ksenokrates almıştır. Aristoteles de yeri­
nin Ksenokrates tarafından kapıldığını görünce kendi
okulunu, Lykeion'u açmıştır. Diogenes Laertios, inanç­
sızlıkla suçlandırılan Aristoteles'in Khalkis'e kaçtığını
söyler. Onu Atama kralı Hermias için yazdığı bir ağıt
ve Delphoi'deki Hermias heykeline yazdırdığı mısralar
yüzünden suçlandırmışlardır. Yazar, Aristoteles'in bal­
dıran içerek yaşamına son verdiğini söyler.
Aristoteles'in vasiyetnamesinden de uzun uzun söz.
eder Diogenes Laertios. Bu vasiyetname Aristoteles'in
hiç de yoksul bir kişi olmadığını, hatta epeyce varlıklı
bir kışi olduğunu ortaya koyuyor. Filozofun evinde pek
çok bakır vazo varmış. Bir söylentiye göre, Aristoteles
zeytinyağı dolu bir banyoda yıkanır, sonra da bu yağları
satarmış. İnanılır gibi değil. Onunla ilgili daha başka
söylentiler de varmış. Bunlara da kolay kolay inanama­
yız. Aristoteles göğsüne sıcak zeytinyağı dolu küçük bir
tulum koyarmış. Uykuya yatarken eline bronzdan bir
top alırmış ve topu bir leğenin üstünde tutarmış, top
leğene düşünce gürültü çıkarıp onu uyandırsın diye.
o:Yalan söylemek neye yarar?» diye sormuşlar bir
gün ona. «Doğru söylediğimizde bize inanmamalarına
yarar» demiş. Alçağın birine acırmış, bu yüzden kınar­
larmış onu. o:Ben o insan için kaygılanıyorum, huyları
için değil» demiş. Dostlarından, çömezlerinden kime
raslasa şöyle dermiş: «Gözümüz ışığını çevredeki hava­
dan, ruhumuz ışığını bilimden alır.» Atinalılara öfkele­
nir, şöyle söylermiş: «Atinalılar buğdayı ve yasaları bul-

12
clular. Ama buğdayı kullandıkları zaman yasaları boşlu­
yorlar.» «Eğitimin kökleri acı, meyvaları tatlıdır» der­
miş. «Umut nedir?» diye soranlara verdiği karşılık şu:
_
«Uyanmış bir insanın düşüdür.» «Sen yokken sana söv­
dü» demişler birisi için; «Ben yokken beni bir güzel dö.
vebilir de!» demiş. «Bilgin'le cahili birbirinden ayıran
nedir?» diye sormuşlar, «Yaşayanlarla ölmüşleri birbi­
rinden ayıran neyse odur» demiş. Şöyle söylermiş ara
ara: «Bilim iyi durumumuzda süstür, kötü durumumuz­
da sığınaktır.» Adamın biri bir büyük kentte doğmuş
olmakl a övünürmüş, «Önemli olan büyük kentte doğmuş
olmak değil, büyük kente yaraşır olmaktır» demiş Aris­
toteles de. Sormuşlar: «Dost nedir?» «İki ayrı bedende
tek ruhtur» demiş. İnsanlar iki çeşitmiş onun gözünde:
hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan tutumlular ve az sonra
ölecekmiş gibi yaşayan savurganlar. Adamın biri bir gün
«İnsan neden güzellerle daha çok ilgilenir?» diye sor­
muş. «Aman, demiş Aristoteles, bu soruyu körler sorar
ancak!» «Felsefe ne işe yarıyor?» demişler bir gün de.
«Başkalarının yasa korkusuyla yaptığı şeyi hiç zorlan­
madan ve kendiliğimizden yapmamıza yarar» demiş.
Gevezenin biri Aristoteles'i iyice tıraş etmiş, sonra da
«Koriuşmalarımla başını ağrıtmadım ya?» demiş. «Yok
canım, demiş Aristoteles, dinlemedim ki.» «Dostlarımıza
nasıl davranalım?» demişler; «Dostlarımız bize nasıl
davransın istiyorsak, öyle! » demiş. Seslenirmiş: uDost
yok, dostlarım!»
Diogenes Laertios bundan sonra Aristoteles'in pek­
çok eser yazmış olduğunu söylüyor ve bu eserlerin adla­
rını sayıyor. Daha sonra onun felsefesinden kısaca
sözediyor.

13
BAŞLICA ESERLERi

Diogenes Laertios, Aristoteles'in felsefesinden söz­


ederken, onun yazdığı kitapları şöyle sınıflandırıyor:
«İşte bu adamın yazdığı bütün kitaplar bunlar. Bu bü­
tünü felsefe açısından ikiye ayırabiliriz: uygulamalı fel­
sefe, kuramsal felsefe. Uygulamalı felsefe, Ahlak'ı ve
Siyaset'i içerir, bunlarda kentleri ve aileleri ilgilendiren
şeyleri buluruz. Kuramsal felsefe, fiziği ve mantığı içe­
rir; bu da öbüründen apayrı bir şey değildir, öbürlerini
anlamak için tamuyar bir araçtır çünkü.»
Diogenes Laertios'un bu sınıflamasını saklı tutarak,
Aristoteles'in iki tür eser yazmış olduğunu söyleyelim:
Birinci türdekiler, Platon'un diyaloglarını andıran
diyaloglardır. Aristoteles, felsefesini halka açık bir bi­
çimde anlatabilmek için yazmış bu diyalogları. Onun yal­
nızca doğru peşinde koşan bir filozof olmadığını, aynı
zamanda dile ve anlatıma büyük önem veren değerli bir
sanatçı olduğunu bu diyaloglar ortaya koyuyormuş; es­
kilerin görüşü bu. Aristoteles'in tüm diyalogları kaybol­
muş, birkaçını saymazsak.
İkinci türdeki eserlerini Lykeion'daki öğrencileri
için yazmış Aristoteles. Oldukça yoğun bir dille yazılmış
olan bu eserlerde üslup kaygısı çok gerilerde kalir; for­
müllere bağlama, kesin belirleme, kısa ve özlü bir bi­
çimde açıklama kaygıları onlarda ağır basar .. Onun bu
türdeki eserlerinin çoğu elimizdedir.
Aristoteles'in başlıca eserlerini, Diogenes Laerti­
os'un yaptığı gibi kuramsal ve uygulamalı diye ikiye
ayırmaya kalkmadan, sayalım.
1. On dört kitaplık Metaphysika. Aristoteles, kağı­
dın olmadığı o dönemlerde, eserlerini parşömenlere ya­
ni yazı yazmak için özel olarak işlenmiş hayvan derile­
rine yazmıştı. Siyasetin rüzgarıyla oradan oraya itilen
bu ünlü filozofun diyalogları yokluğa gömülürken,

14
Jykeion'daki öğrencileri için yazmış olduğu eserleri ko­
rundu. M. Ö. I. yüzyılda romalı general ve siyaset adamı
Sulla, Aristoteles'in elde kalan eserlerini Yunanistan'­
dan Roma'ya getirdi. M.Ô. SO'ye doğru, Rodos'lu Andro­
nicus, gramerci Tyrannion'un yardımıyla, Aristoteles'in
bütün eserlerinin birinci baskısını düzenledi; bunu ya­
parken, birbiriyle ilişkili metinleri yan yana koydu, me­
tinlere adlar verdi, yorumlar ekledi. Rodos'lu Androni­
cus'un koleksiyonunda Physika'dan sonra yer alan eser
«Fizik'ten sonra gelen» anlamında «Ta meta ta phusika»
diye adlandırılmıştır. Giderek bu eser Metaphysika diye
anıldı; «metaphysika» (metafizik) terimi felsefenin araş­
tırma alanlarından biri için kullanılır oldu.
«Metafizik» teriminin doğuşu, demek ki, M.Ö. 1. yüz­
yıldan sonra olmuştur. Aristoteles'in bu adı taşıyan bir
eseri olduğuna bakarak, «metafizik» terimini ilk olarak
Aristoteles kullanmıştır diye düşünmek yanlış olur.
«Metafizik» terimine ilk olarak ortaçağ metinlerinde
raslıyoruz. Aristoteles bugün felsefenin «metafizik» diye
belirlediğimiz bölümünü ya da bu bölümle ilgili sorun­
ları ele alu:�{en «İlk felsefe» deyimini kullanmıştır. Ya
da şöyle diyelim: Aristoteles'in «ilk felsefe• deyimi, ye­
rini giderek «metafizik» terimine bırakmıştır.
«Metafizik» terimini Metaphysika'daki anlamında
sınırlamamız yanlış olur. Bu terim, felsefe tarihi içinde
oldukça değişik anlamlar kazandı. Metafizik'in alanı,
Aristoteles'te, «varlık olarak varlık» araştırmasını kap­
sar. Ortaçağ'da, metafizik, dinbilimin doğrulayıcısı oldu.
Malebranche'a göre metafizik, özel bilimlere ilkelerini
kazandıran genel doğruların alanıydı. Auguste Comte,
deneyin, «pozitif•in alanını aşan şeyleri metafizik diye
belirledi. Kant'a göre, metafüik, felsefenin bir bölümü­
dür ve bilginin a priori koşullarını belirlemeyi amaç­
lar. Çağdaş filozofların bazılarına göre, metafizik, insan
yaşamı üzerine temelli ve bütünlüklü araştırma çabala-

ıs
rımıza karşılıktır. Bu örnekler, «metafizik» terimini kuL
lanırken çok dikkatli olmamız gerektiğini ortaya· koyu­
yor.
Metaplıysika'da, Aristoteles, «varlık olarak varlık»
sorununu ele alır, şeyleri vareden nedenleri tartışır,
böylece bir «ilk felsefe» araştırmasına yönelir. Aristote­
les, bu araştırma çabası içinde, Thales'ten Platon'a ka­
dar birçok filozofun öğretisini konu edinir; bu yüzden
ona ilk felsefe tarihçisi denmiştir. Ancak, onun felsefe
tarihçiliği, değişik öğretileri nesnel bir tutumla ve za­
mansal konumlarına göre yan yana koymaya dayanmaz,
ama kendi felsefesini doğrulamak yolunda kendinden
öncekilerle hesaplaşabilmek için onların öğretilerini ana
çizgileriyle ortaya koymaya dayanır.
2. Organon. Aristoteles'in Mantık'la ilgili eserleri
sonradan bu ad altında toplanmıştır. «Ürganon», Yu­
nanca'da «alet» demektir. Aristoteles'in Mantık'la ilgili
eserlerinin «Organon» diye belirlenmesi, mantığı felsefi
düşüncenin aleti saymaya dayanır. Aristoteles'in Mantık
üzerine tüm göıiişlerini kapsayan bu eserler topluluğu
altı bölümden oluşmuştur: 1. Kategoriai (kategoriler);
2. Peri hermenias ya da Yorum (önerme üzerine); 3.
Analytika I ya da Birinci Analitikler (tasım üzerine); 4.
Analytika II ya da ikinci Analitikler (tanıtlama, tanım,
sınıflama üzerine); 5. Topika ya da Topikler (diyalektik
tasımlar üzerine); 6. Peri sophistikon elegkhon ya da
Sofistlerin yanlış çıkarımlarına karşı.
3. On kitaplık Ethika Nikomakheia. Ahlak konu­
sunda üç eser Aristoteles'e malcdilir: E thika Eudemia
(Eudemos ahlakı), Ethika magala (Büyük ahlak) ve Et­
hika Nikomakheia (Nikomakhos ahlakı). Bunlardan yaL
nız sonuncusu Aristoteles'indir. Ethika Eudemia 'nın
Eudemos tarafından yazıldığı sanılır. Aristoteles'in çö­
mezi Eudemos, bu kitabı öğretmeninin derslerinde tut­
tuğu notları bir araya getirerek oluşturmuştur belki de.

16
Etlıica ınegala'yı kimin kaleme aldığı bilinmiyor.
4. Sekiz kitaplık Physika. Kitabın asıl adı Peri
plıysilces akroaseos e peri physikon aı·khon'dur (Fiziksel
olayların tanıtılması ve fiziksel ilkeler üzerine) . Eser iki
bölümdür; birinci bölümde ilkeler, ikinci bölümde de­
vinim incelenir.
5. Politika. Sekiz kitaptan oluşan bu eserde Aristo­
teles insan topluluklarını aileden başlayarak inceler. Fi­
lozof, üç yönetim biçimi belirler: krallık, aristokrasi, de-
mokrasi. 1

6. Retorike. Üç kitaptan oluşan bu incelemenin ilk


iki kitabında Aristoteles belagatin evrensel ilkelerini
araştırır, bu arada üç tür söylev belirler: tartışma söy­
levleri, tören söylevleri, araştırma söylevleri. Sonuncu
kitapta güzel konuşmanın kurallarını ortaya koyar.
7. Poetika. Bu eserin ancak bazı parçaları elimiz­
dedir. Bu parçalarda özellikle trajedi üzerinde durulur.
8. De Anima. Bu eserde genel olarak canlılar ince­
lenir.
.

ARISTOTELES ÇAGININ DÜŞÜNSEL ÖZELLiKLERi

Eskiçağ denince aklımıza tekniğin pek zayıf, bilim­


sel düşüncenin pek sınırlı olduğu uzun bir dönem gelir.
O zamanlar kentleri birbirine bağlayan uzun ve ge­
niş yollar yoktu. Ulaşım iyice sınırlıydı. Ulaşımın sınır­
lılığı iktisadi etkinliğin zayıflığını ortaya koyar. O çağ­
lar dünyanın çok büyük, başka ülkelerin çok uzak, dağ­
ların çok yüksek, göklerin varılamaz olduğu çağlardır.
İnsanı doğa karşısında bağımsızlaştıran ve dünyayı kü­
çülten şey bilim ve teknik değil mi?
Aklın ve deneysel bilginin baskın olmadığı yerde im­
gelem ölçüsüz çalışır, durmadan yakıştırır. Yakıştırma
bilimsel düşünüşten uzak kişinin alışkanlığı değil mi­
dir? O çağlarda doğru bilgiyle sanı özdeşleşmiştir, ger-

17
çek olanla düşsel olanı birbirinden ayırmak olanaksız­
dır. Mitoslar egemendir düşünceye. Her taşın altından
bir tanrısallık, bir olağanüstülük fırlayacaktır.
İnsan, evet, doğaya gönlünce egemen olamamış­
tır daha; doğa dinginlik değil ürküntü vermektedir.
Uzaklar korkunç, yüksekler kutsaldır. İnsanın düşünce
dünyası kurgularla dolup taşmaktadır. İmgelemin ölçü­
süz çalıştığı yerde yaşam canlı ve sıcaktır her zaman.
Bu canlılık Eskiçağ'da.önce mitolojiyi, sonra da yavaş
yavaş mitolojiden koparak bağımsızlaşmaya doğru giden
felsefeyi beslemiştir.
Mitolojiden doğdu felsefe. Her mitolojide bir felse­
fe gücü! olarak bulunur. Ya da her mitoloji felsefedir
biraz, akla yan çizen felsefedir. İnsan için, düş kurma­
nın usavurmalar yapmaktan çok daha önemli olduğu
yerler var. Mitoloji denince, daha çok, Eskiçağ'da insan.
ların tanrıları, yarı - tanrıları, kahramanları anlattığı
olağanüstü hikayeler gelmeli aklımıza. Bu hikayelerin en
canlılarını yunan mitolojisinde buluruz, biraz da latin
mitolojisinde. Latin mitolojisi, yunan mitolojisinin kay­
nağından alabildiğine beslenmiştir.
Mitolojide insan doğa karşısında durmadan sorular
sorar, bu sorular mitolojinin bütün hikayelerinde örtü­
lü ya da açık bir biçimde yer alır. Zaten mitoloji yok­
lukta hem bilim, hem felsefe yerine geçmez mi?
Yunan mitolojisinin ne zaman başladığı bilinmiyor.
Ama yunan felsefesini Thales'le başlatıyoruz. Thales'Ie
mitoloji arasında mitoloji - felsefe diye adlandırabilece.
ğimiz bir geçiş yeri var. Bu yeri özellikle Hesiodos dol­
duruyor. Kim olduğu bilinmeyen, fakir bir çoban olduğu
sanılan, IX. ya da VIII. yüzyılda yaşamış olan bu ünlü
şair, dünya üzerine, tanrılar üzerine rnrular sormuştur
şiirlerinde. Yedi Bilgeler diye anılan kişiler de (Thales
de bunlardandır) felsefenin insan sorunlarıyla ilgili ya•
nına özdeyişleriyle yaklaşmış olmakla ilk filozoflar ola-

18
rak adlandırılabilirler.
Aristoteles'i anlamaya çalışırken, onun gelişini ha­
zırlayan önceki gelişimleri azçok bilmemiz gerekir. Aris_
toteles öncesini kısaca özetleyelim:
Thales'le birlikte felsefi düşünce mitolojik öğelerin­
den sıyrılmaya başlar. Artık, evreni vareden ilk ilke
aranmaktadır. Felsefeye duyumcu bir çözüm getirmeye
çalışan ilk yunan filozofları İonia'Iı filozoflardır. İonia,
bilindiği gibi, Ege denizi kıyılarında, Miletos'la (Milet)
Phokaia (Foça) arasında kalan bölgedir. Thales, evreni
oluşturan ilk ilke ya da ilk maddenin su olduğunu söy­
lüyordu. Ona göre toprak yoğunlaşmış su, hava da yo­
ğunluğu azalmış sudur. Anaximandros, bilinmeyeıı'i,
sonsuz'u ilk ilke olarak belirler. Anaximenes için hava
temel maddedir, açılmayla ateşe, sıkışmayla suya ve
toprağa dönüşür. Herakleitos'a göre her şeyin temeli
ateş'tir. Ateş havaya, hava suya, su toprağa, toprak ate­
şe dönüşür; demek ki bu dört öğe arasında dairesel bir
dönüşüm bağı vardır.
Elea'h filozoflar konuya akılcı bir çözüm getirmeye
çalıştılar. Elea, İtalya'da, Leukania bölgesinde bir şe­
hirdi. Elea okulunun en önemli filozofu Parmenides her
şeyin temeline Bir'i koydu. Samos'lu Pythagoras da ben.
zer bir çözüm getirerek, sayılar'ı ilk ilke olarak belir­
ledi.
Atomcular fiziksel yorumlar ortaya koydular. De­
mokritos bu filozofların başlıcasıdır. Ona göre her şeyin
temeli atomlar'dı. Psikolojik yorumlara önem veren
kuşkuculara gelince, onlar insan bilgisini kuşkuyla kar­
şıladılar. Nesnel bilgi, kesin bilgi olanaksızdı. Biz her
şeyi kendimize göre yorumlamaktayız. Protagoras "İn­
san her şeyin ölçüsüdür» dedi.
Psikolojik yorumlar getiren kuşkucular sofist'Ierdir.
Sofist (yun. sophistes) bilgili kişi anlamına geliyordu,
daha sonraları söz söyleme sanatına önem veren kişi an-

19
lamında kullanıldı. Sofistler, bilgiyi gündelik yaşayışın
yol göstericisi sayıyorlar, felsefede yarar'ı birinci plan­
da tutuyorlardı. Ancak, yaptıkları iş, felsefe gibi görü­
nen ama felsefe olmayan bir çabaya karşılıktı çok za­
man; nitekim, bu filozoflar söz'ü düşüncenin üstünde
tutmuşlar, düşünür yetiştirmekten çok ağzı söz yapan
siyaset adamı yetiştirmeye önem vermişlerdir.
Sofistlerin bu tutumuna karşı koyan Sokrates -as.
lında o da bir sofistti-, insanın kendine kökten eleşti­
rici bir tutumla yönelişinin ilk örneğini ortaya koydu.
O, «Bir şey bilmediğimi biliyorum» derken, gelişigüzel
bir yönelimin geııelgeçer bilgiye varmakta yeterli olama.
yacağını söylemek ister. Sağlam bilgiye giden yol, didik
didik eden, durmadan soru soran, yakıştırmalar yap­
maktan çekinen filozofun araştırmalarıyla bulunabilirdi.
Aristoteles'in aldığı en büyük mirasın, Platon mira­
sının temelinde böyle bir titizlik yatar. Platon üzerine
derinlikli bir araştırma yapmış olan François Chatelet
şöyle der: «Platon, Sokrates'ten şunu öğrendi: söylemek
için değil, karşımızdaki konuşmasının yararsızlığını ve
boşluğunu yavaş yavaş görebilsin diye konuşmalıyız! »1•
Gerçek felsefe, yani insanın temel sorunlarına kök­
tenci ve bütünsel bir tutumla yönelen felsefe Platon'la
kurulur. Meta-fizik onunla başlar, siyaset ve ahlak ko­
nularını kesin bir biçimde ilk olarak o tartışır, Güzel'le
ilgili ilk araştırmayı o yapar. François Chatelet bize bu
konuda şunları söylüyor: «Elbette, Platon'dan önce, yu­
nan uygarlığında ve öbür uygarlıklarda, doğruyu arayan
ve genelgeçer olmak isteyen düşünce vardı; tanrısallık­
la, insanla, dünyayla ilgili kavrayışlar gelişmişti; «man­
tıkcdar, «ahlak»lar, siyasetler genellikle hayranlık veri­
ci bir büyükük ve derinlik içinde tanımlanmıştı. Çok­
tandır felsefeler ve filozoflar vardı, bu anlamda... -Bu-

(1) Francois CHATELET, rlaton, G11llim:ırı.l, ı965, s. 24.

20
nunla birlikte bütün bu yapılar, bütün bu kuramlar
içinde bir öge eksikti, bu ögeyi Platon'culuk getirdi ve
onun önemini hemen gün ışığına koydu. Eksik olan şey
doğrula nıa 'ydı. Bu «dünya görüşleri», bu felsefe öncesi
felsefeler, dogmacı ve lirik bir biçimde, kendilerini ders
gibi, şiir gibi ortaya koyuyorlar ve aynı zamanda doğru
ve iyi şeyler olarak gösteriyorlardı. ( .. ) Platon, -insanı
katılıktan kurtarmak için- konuşmaya başka bir yapı
kazandırmak gerektiğini anladı» 2•
Evet, tam anlamında felsefeyi kuran ve onun başlı­
ca sorunlarını belirleyip tartışan Platon'dur. Aristoteles,
felsefe yapmaya yönelirken, elinin altında kurulmuş bir
felsefe, ortaya konmuş çok önemli sorunlar, tartışılmış
olan ve daha da tartışılması gereken konular buldu.

ARİSTOTELES ÇAGJNJN'TOPL UMSAL ÖZELLİKLERİ

Marx şöyle der: «Filozoflar mantar gibi bitmez yer­


den,den, onlar çağlarının ve halklarının meyvalarıdırlar;
bu çağların ve halkların en ince, en değerli ve en az be­
lirli güçlülükleri felsefi düşüncede yansır. ( ..) Felsefe
dünyanın dışında değildir»3•
Bir felsefeyi kavramaya çalışırken, onu yetiştiği
toplumun özellikleriyle birlikte kavramaya çalışmalıyız.
O felsefenin ortaya koyduğu doğruları, tartıştığı sorun­
ları, düştüğü açmazları, getirdiği yorumlan ancak o za­
man doğru olarak sezebiliriz; ancak o zaman felsefe in­
san için yararlı bir çaba olur. Toplumundan, çağından
soyutlanarak ele alınan bir felsefe -hele toplumsal so­
runlara apaçık bir biçimde yönelmiyorsa-, çok derin
ve o ölçüde bulanık hikmetler ortaya koyan önemsiz bir
bilgi alanı gibi görünür. Dikkatli bir göz, bir felsefede,

(2) "Ynı eser, s. 22 - 23.


(3) Kari MARX, Oeuvreh choi•ies 1, Gullimar<l, 1963, s. ı7.

21
bir toplumun, bir çağın özelliklerini en kesin biçimiyle
saptanmış bulacaktır. Ama ne olursa olsun, felsefeciye
düşen, bir felsefede içsel olan toplumsallığı yakalamak­
tan daha ileriye giderek, o felsefeyle ilgili bir toplum
araştırması yapmaktır. Burada gene Marx'ı hatırlaya­
lım: «Nedir toplum, nasıl oluşur durmadan? Toplum
insanların karşılıklı eylemlerinin ürünüdür. İnsanlar şu
ya da bu toplumsal yapıyı seçmekte özgür müdür? De­
ğildir!»4• Bir felsefeyi doğru kavrayabilmek için, o fel­
sefenin doğup geliştiği toplumun yapısını, siyasi geli­
şimlerini, ahlak ve sanat değerlerini, kısacası «İnsanların
karşılıklı eylemleri»nin tüm özelliklerini iyi öğrenmek
zorundayız.
Böyle bir araştırma her zaman kolay olmaz. Özel­
likle Eskiçağ'daki felsefeleri incelerken yapmaya kalka­
cağımız her toplum araştırması önümüze epeyce engel
çıkaracaktır. Eski toplumlarla ilgili bilgilerimiz bulanık.
lıklarla örtülüdür yer yer. Olayları bilmek yetmez, on­
ların altında yatan kültürel ve ruhsal etkenleri de bil­
mek gerekir. Oysa eski toplumlardan bize daha çok
«olaylar» kalmıştır. Olaylar toplumun duygu ve düşün­
celerini ancak parçalı ve dolaylı olarak yansıtır. Olay­
lar tarihin dış kabuğudur; bu kabuğun altındaki canlı
yapıyı kavrayabilmektir önemli olan. Bir toplum, vaka­
nüvislerin yazdığı sayfalardan çok şairlerin yazdığı say.
falarda açınır, ya da savaşlardan çok şarkılarda.
Aristoteles'in yaşamış olduğu toplumu görmeye ça­
lışalım.
Yunanistan, bilindiği gibi, engebelidir, toprak tan­
ına elvermez. İnsan doğaya ne ölçüde egemen olursa ol­
sun, Yunanistan toprağı insana çok şey sözvermeyecek­
tir. Yunanistan'da yaşayan insanın gözü denizlerde ol­
malıdır. Deniz, pırıl pınl balıklar ve zengin sömürgeler

( 4) aynı eser, s. ı65.

22
vadeder insana. O zamanın küçücük Yunanistan'ı, güçlü
bir Yunanistan olabilmek için, durmadan kendi dışına
taşmaya çalışıyordu. Yunanlılar bir yandan Trakya'ya,
Ege Adaları'na, Karadeniz'e, Anadolu'ya, bir yandan da
Sicilya'ya, Güney İtalya'ya açıldılar ve sömürgeciliğin
ataları oldular.
Rahat ve kolay bir yaşam, hiç değilse emeğe karşı­
lığını verebilecek bir yaşam Yunanistan'da hemen he­
men olanaksızdı. Dağlar tarımı engellediği gibi ulaşımı
da engelliyordu. Eskiçağ Yunanistan'ı, yer yer bağlar ve
zeytinliklerle kesilen bir çıplaklık ortaya koyardı. Evet,
Yunanistan'da insan yaşam payını daha çok denizlerden
almalıydı. Küçücük koylar, gemi barındırmaya elveriş­
liydi
Eskiçağ Yunanistan'ı küçüktü, bugünkünün yarısı
kadardı. Kısa süre içinde gelişen denizcilik, az önce söy_
lediğimiz gibi, Ytinanlılar'ı başka topraklara taşıdı. Sö­
mürgeleştirme dönemi, M.Ö. VIII. - VI. yüzyıllar arasını
kapsar. Bu dönemde Yunanlılar Karadeniz'den İspan­
ya'ya kadar uzanan genişlikte birçok koloniye sahip ol­
dular.
Sömürgeleştirme hareketi ülkeye büyük zenginlik
sağladı. Bu zenginleşme toplumsal yapıda büyük deği­
şikliklere yol açtı ve sarsıntılar getirdi. Sarsıntılar de­
mokrasiyi çağrıladı. VI. yüzyıl, Yunanistan'da demokra­
si yüzyılıdır.
Yunanistan'da siteler vardı. Siteler, bağımsız şehir
devletleriydiler. Her site bir şehirden ve bu şehri çev­
releyen topraklardan oluşurdu. Yunanistan'ın coğrafi ya_
pısı, böylesine aşırı bir parçalanmayı getirmiştir. Şehir
devletlerinin siyasi yapıları da, çıkarları da değişikti.
Bunlar kaynaşmaktan çok, takışmaya yatkındılar. Yu­
nanistan giderek iki güçlü sitenin, Atina ile İsparta'nın
çekişmesine sahne oldu.
M.Ö. 479 - 431 arası, Atina'nın üstünlüğüyle geçti.

23
Atina, bir imparatorluk kurmaya, bütün Yunanistan'ı
ele geçirmeye doğru gidiyordu. Ancak, bu dışa açılma
hareketi, bir yerde durmak zorunda kaldı. Kısa süren
bir barış dönemi (446 - 43 1 ) Atina'da yunan uygarlığının
doruğa ulaştığı dönemdir. Atina, 404'ten sonra üstünlü­
ğünü yitirerek İsparta'ya bağlandı. İsparta'nın üstünlü­
ğü, Perslerin Yunanistan üzerindeki egemenliğine kapı
açtı. İsparta 368'de Perslere Anadolu'daki yunan sitele­
rini teslim etti. Bundan sonra Yunanistan pek karanlık
ve pek sarsıntılı bir döneme girdi.
iV. yüzyıl, yunan siteleri için bunalım yüzyılıdır.
Atina demokrasisi artık yoktu. Yoksulluk ve siyasi kar­
gaşa alabildiğine artmıştı. Filozoflar «site»yi kurtarmak
için kafa yormaya başladılar. Platon da (428 - 347) bu
bulanık dönemin filozofudur. Platon süregiden oligar­
şiye karşıydı. Sokrates'in başına geleni görerek etkin si­
yasetin dışında kaldı. Ama hep Atina'yı düşündü; siya­
si, iktisadi, toplumsal çalkantılarla sarsılan Atina'yı.
François Chatelet şöyle diyor: «Platon her şeyden
önce bir tanık'tır; tarihte gerçek ya da düşsel olarak te.
melli bir rol oynamış bulunan bir dönemin dahi ve eleş­
tirici tanığıdır. Sitenin siyasi çöküşü döneminde yaşa­
dı: Yunanistan yüzlerce düşman devlete bölünmüştü, bu
devletlerin çoğu bir komün büyüklüğündeydi, en büyü.
ğünün alanı Saine-et-Marne'ın kapladığı yer kadardı.
Yunanistan ortak bir yönetim ya da federal bir ilke çer.
çevesinde birleşememekle kalmadı, ayrıca iV. yüzyılda
giderek sertleşen ve önemsizleşen çatışmalarda yitip
gitti. Bölünmüş ve zayıflamış Yunanistan, Asya ve Av­
nıpa'daki krallar, tiranlar, kumandanlar, barbarlar, ya­
rı-barbarlar için çekici ve kolay bir avdı. Şehirlerin en
zengini ve en yaratıcısı Atina, bir önceki yüzyılda büyük
bir imparatorluk elde etmiş, denizlere rakipsiz egemen
olmuş, şairleriyle, konuşmacılarıyla, mimarlarıyla, ta­
rihçileriyle aydınlığa ermiş, ne zamandır etkin ve doğru

24
bir örgüt tasarımı ortaya koymuş olan Atina, artık söz
oyunlarının eline düşmüştü ve apaçık bir siyaset uygu­
lamaya yeterli olmadığını ortaya koymuştu. Rakibi olan
eski ve erdemli İsparta da göçüyor ve siliniyordu ... »5•
Yunan mucizesi diye adlandırdığımız büyük aydın­
lanma dönemi de böylece son bulmuştu. Felsefenin Pla­
ton ve Aristoteles'le kurulan sistematik dönemi, bir ay­
dınlanma döneminden sonra gelen bir karışıklık döne­
miydi. Nedir yunan mucizesi?
«Yunan mucizesi! Özel yetenekleri olan yunan hal­
kının insan düşüncesine yaptırdığı büyük ilerlemeleri
anlatmak istediğimiz zaman bu deyimi kullanmalıyız,
ne kadar çok kullanılmış da olsa. Son derece değerli
ilerleme koşullarına yerleşen yunan halkı, insan düşün­
cesine etkinliğinin alanlarını ve temel ilkelerini göster­
di. İster felsefe, ister tarih sözkonusu olsun, ister bilim­
ler; ister çeşitli sanatlar düşünülsün, ister edebiyat tür­
leri, bütün bu alanlarda yunan halkı her şeyi bir düze­
ne koymayı bildi ve tam deneysel ve uygulamalı bilgi­
den uzaklaşarak, tüm bilginin evrensel kaynaklarına
kadar yükselmeyi, büyülerin ve dinlerin tehlikeli koru­
yuculuğundan kurtulmayı, tüm somnları akıl düzeyin­
de koymayı (..) başardı. -Yunan mucizesinin tüm gö­
rüntüleri bütün parlaklığıyla V. yüzyılda ortaya çıktı.
Atina, eşsiz şehir, düzeni hiç bir zaman aşılamamış olan
anıtlarla örtüldü. Tarihçiler Barbarlara karşı ( ..) girişi­
len kahramanca mücadeleleri anlattılar. Filozoflar evren
üzerine, insan üzerine kafa yordular, bu sırada tiyatroda
kalabalıklar eski Yunanistan'ın efsanelerini yaşatan tra_
jedileri çılgınca alkışlıyordu. Biraz aşırı bir güven sardı
kafaları. Bu çiçeklenme uzun sürmedi. Ama yansıları
(..) bugün de insanlığı aydınlatıyor»6•

(5) ıın•IDn """'· �- ı:; • lG.


(6) J.,an VOİL,)T.iİN. ı...s r>enRl.'Ur9 ı:-rHs :tvoot Socrat<'., Garnil'r _

Fıaı::unarloıı. 1964,s. li.

25
Yunanistan çalkalanırken, yunan siteleri sarsılırken,
Makedonya krallığı Philippos II'nin yönetimi altında ge­
lişmekteydi. Philippos il, 359 - 336 arasında Yunanis­
tan'a müdahale etti. Atina bu müdahaleye yeterince
önem vermedi. Öte yandan Makedonya kralı Atina'yı bir
uygarlık merkezi olarak değerlendiriyor, onu ortadan
silmeyi düşünmüyordu. Atina'nın yapacak çok şeyi de
yoktu zaten. Yunan siteleri Philippos II'nin bu girişi­
miyle silindi. Bu karmaşada en az zarar gören Atina ol­
du. İskender'in tahta geçmesi çok şeyi değiştirdi. İsken.
der Asya'ya giderken Yunanistan'ı Antipatros'a emanet
etti. İskender'in ölümünden sonra yunan siteleri Anti­
patros'a kesinlikle başeğdi.

ARISTOTELES ÇACINDA SiYASAL OLUŞUMLAR

Dor göçü; yunan tarihinin en önemli olaylarından


biridir. M.Ö. XII. yüzyılda başlayan ve bazı tarihçilerce
« Homeros destanlarında sözü edilmiyor» gerekçesiyle
yok sayılmış olan bu göçün gerçekliği artık tartışılmı­
yor. Darlar (yun. Dorieis ya da Dorioi) bütün Yunanis­
tan'a yayıldılar, aka krallıklannı birer birer ortadan kal­
dırdılar (silahlan Akaların silahlarından çok üstündü) .
Aka krallıklarının ortadan kalkmasından sonra siteler
(şehir devletleri) oluşmaya başladı.
Dor kültürü aka kültürüyle çabucak kaynaşmadı.
Çünkü Darlar kendilerini bu toprakların insanı sayını·
yorlardı. Dor göçü aka kültürüne çok zarar verdi. Aka­
ların çoğu Anadolu kıyılarına geçtil�r. Yunanistan'da
kalan Akaların çoğu toprağa bağlandı: bunlar elde et­
tikleri ürünün bir kısmını Darlara vermek zorundaydı­
lar. Göçlerin yarattığı sarsıntılarla belirgin olan bu dö­
nemi (1 000 - 700) bazı tarihçiler Yunan Ortaçağı diye ad­
landırırlar. Avrupa Ortaçağı'nın başlarında Germenler
uygar Roma İmparatorluğu'nu, Yunan Ortaçağı'nın baş.

26
larında Dorlar 1..!ygar Akaların siyasi varlığını ortadan
kaldırdılar.
«Avrupa Orta Çağı'nda feodalite başgöstermiş, harb
ve yiğitlik destanları ortaya çıkmış, Yunan Orta Çağın­
da şehir devletlerini idare eden kıralın yanında bir aris­
tokrat sınıfı meydana gelmiş, eski kabile teşkilatının ye..
rini çok daha gelişmiş siyasal ve sosyal teşkilata sahip
şehir devletleri almış, bu şehir devletlerinde büyük bir
rol oynayan asillerin hayatı Homeros'a izafe olunan iki
büyük destanda canlı bir surette anlatılmıştır. Avrupa
Orta Çağı büyük seyahatler ve yeni kontinanlann keş­
fiyle sona ermiş, Yunan Orta Çağı'nın sonuna doğruysa
Yunanlılar uzak ülkelere göçmeye ve buralarda koloni­
ler kurmaya başlamışlardır»7•
Dorlar Yunanistan'da göçebelikle ilgili alışkanlıkla­
rını yavaş yavaş bırakarak föprağa yerleşmeye başladı­
lar. Elde ettikleri topraklar kabilenin ortak malı sayı­
lıyor, topraklar adçekme yöntemiyle belli bir süre için
ve eşit olarak paylaştırılıyordu. Ancak bu ortak mülki ­
yet anlayışı gidere& bozuldu ve kişisel mülkiyet ortaya
çıktı, buna bağlı olarak veraset hukuku doğdu. Kişisel
mülkiyetin kuruluşu, bazı kişilerin nüfuzunun artması­
na yol açtı. Böylece, sınıflaşma ortaya çıktı.
Her aristokrat ailesi bir tanrıyı ya da bir kahrama­
nı ata sayardı. Aristokrat aileleri tahkimli şatolarda
otururlar, topraklarını kölelere işletirlerdi. Bazı asiller
kralın sarayında kalırlar, savaşta onun yanında yer alır.
lardı. «Bu yüksek sınıf ailelerinin yanında işgüç, otur­
ma yeri ve sosyal mevkii bakımından birtakım farklar
gösteren halk tabakaları vardır. Bu tabaka insanların­
dan bazıları hür olup, muayyen tarlalara sahip bulun­
makta, bazıları mültezim olarak zenginlerin topraklarını

!7) Arif Müfid MANSEL. Y.ge ,. .., yunan tarihi, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1947, s. 98.

27
işletmekte, yahut toprağa bağlı olup elde ettikleri mah­
sullerin muayyen bir kısmını toprak sahiplerine bırak­
mak zorunda bulunmakta, diğerleriyse muayyen bir üc­
ret karşılığında amele olarak çalışmakta, yahut zanaatçı
olarak şehirde ekmeğini çıkarmaktadırlar. Bunların
yanında sahiplerinin doğrudan doğruya malı sayılan ve
hiç bir hukuka malik olmayan köleler de vardır»8•
Evet, siteler yavaş yavaş oluşmaktadır. Bağımsız ol­
ma ve kendi kendine yetme ilkesine göre kurulan bu şe­
hir devletleri genellikle surla çevrili olan genişçe bir
alanı kaplardı; tapınaklar, resmi daireler ve pazar yer­
leri şehrin merkezinde toplanırdı. Artık toplumsal yapı
oldukça değişmiştir. Toplum şöyle sınıflanıyordu: 1. Şe­
hirde ya da yörede oturan ve siyasi hukuka sahip olan
özgür yurt taşlar; 2. Siyasi hukuk tan yoksun özgür yurt­
taşlar; 3. Toprağa bağlı ve her türlü hukuktan yoksun
köylüler; 4. Efendinin malı sayılan köleler. Devlet işle­
riyle ilgilenenler siyasi hukuka sahip olan yurttaşlardı.
Şehir devletlerinin kuruluşu, aristokratların şatola­
rı bırakıp şehre gelmesiyle sonuçlandı. Aristokratlar
kralın yanında ,.görev alıyorlar, yüksek memurluklara
atanıyorlardı. Kralın yetkileri giderek daralmakta, yük­
sek memurların yetkileri artmaktaydı. Birçok yerde
kralların yetkilerini aristokratik hükümetlere bıraktığı­
nı görüyoruz. Krallık birçok yerde babadan oğula geçen
bir kurum olmaktan çıkmış, krallar seçimle ve bir süre
için işbaşına getirilir olmuştu. Krallık düzeni yalnız İs­
parta'da tüm özelliklerini sonuna kadar korudu; İspar·
ta'da aristokrat sınıfı da yoktu.
İktisadi düzeyde Yunan Ortaçağı tarımla ve hayvan­
cılıkla sınırlanmıştır. Kendi kendine yetme ilkesi ağır
bastığı için, ticaret hemen hemen hiç yoktur. Her aile
besin maddelerini olduğu kadar kullanım maddelerini

(8) ıaynı eHer, s. ıo2.

28
de (giysi, ayakkabı, ev eşyası) kendi olanaklarıyla elde
etmeye çalışmaktadır. Ailenin bütün kişileri yaşam kav­
gasına katılırlar.
Bu kapalı düzene bağlı olarak zanaatlar gittikçe ge­
lişmekteydi. Yunan Ortaçağı'nın başlarında çok durgun
olan ticaret, ulaşımın ve özellikle deniz ulaşımının ge­
lişmesine bağlı olarak canlanmaya başlıyordu. ·Dcğişto­
kuş sisteminin yerine bakır eşya karşılığı mal alma sis­
temi geçiyordu.
Yunan Ortaçağı, sömürgecilik hareketinin başlama­
sıyla, bu hareket içinde kolonilerin kurulmasıyla son
buldu. Sömürgelerde yunanlı göçmenler toprakları pay­
laşıyorlar, yerli halkla karışmamaya bakıyorlardı.
Yunan Ortaçağı'nın bitimini izleyen VII. - VI. yüz­
yıllarda toplum yapısında büyük değişiklikler oldu. Yu­
nanistan artık sınıf çatışması dönemine giriyordu. Aris­
tokratlar iyice zenginleşmiş, köylü iyice yoksullaşmıştı.
Gelişmekte olan sanayi ve ticaref de sınıf çatışmasını
körükledi. Üretimin bütün yükünü yunan siteleri kal­
dıramadılar, bu yüzden dışarıdan işçi alma yolu tutul­
du. Bu tutum, savaş tutsakları çerçevesinde kalan köle­
liğin kapsamını ve anlamını geliştirdi: dışarıdan parayla
köle satın alınıyordu artık. Paraya dayalı iktisadi etkin­
liğin sanayiyle birlikte gelişmesi ve köleliğin kurumlaş­
ması aristokrat sınıfıyla köylü sınıfı arasında etkin bir
orta sınıfın doğmasına yol açtı. Orta sınıfı tüccarlar, sa­
nayiciler, bir de onlara her türlü çıkar hesabıyla bağlı
olan gemiciler ve zanaatçılar oluşturuyordu. Ezilen sı­
nıflar bazı ayaklanmalardan sonra yazılı haklar elde
ettiler.
Bu olaylar içinde ortaya çıkan yasakoyucuların en
ünlüsü Atina'lı devlet adamı Solon'dur. Solon, Yedi Bil­
geler diye adlandırılan filozoflardandır. Aristokrat bir
ailenin çocuğuydu. Orta sınıfı tutuyor, yazdığı şiirlerde
zenginlerin kötülüklerini yeriyordu. Köylünün borçları-

29
nı kaldırdı, tarlaların bölünmesi usulünü getirdi. Baba­
lık hakkını sınırladı. Köy yasalarını çıkardı. Aylaklar
için para cezası koydu. Yurttaşları mal, mülk ve geli­
lcrine göre dört sınıfa ayırdı, bu sınıfların siyasi hakla­
rıııı ve askerlik görevlerini saptadı, vergiyi de bu sınıf­
lamaya göre düzenledi. Böylece patlamaları önlemeye,
topluma reformlarla yeni bir düzen getirmeye çalıştı.
Ancak, yasakoyma çalışmaları sınıf çatışmasını önleme­
ye yetmedi: toplumda hiç bir sınıf yeni durumdan mem­
nun değildi.
Bu dönemler, tiranlığın giderek yerleştiği ve yaygın.
laştığı dönemlerdir. Tiranları krallardan ayıran, iktida­
rı çok zaman zorla ele geçirmeleri ve toplumu yasalara
uymadan bildikleri gibi yönetmeleridir.
Halk bu zalim zorbaları tutmuyordu. Bu yüzden, en
köklü tiranlıklar bile uzun zaman dayanamıyordu. Ti­
ranların en ünlüsü elbette Atina tiranı Peistratos'tur
(600 - 527). Solon'un muhalefetine rağmen nüfuzunu ar­
tıran Pcistratos, 560'ta iktidarı ele geçirdi. Solon'un yap.
tığı reformların korunması için çalıştı. İki kere sürgü­
ne gitmek zorunda kalan bu ünlü tiran Atina'ya en par­
lak dönemini yaşattı. Köylülere dayanarak yükseldi ve
aristokratların nüfuzunu iyice kırdı. Bütün tiranlıklar
kolayca yıkılırken uzun süre ayakta kalmış olan Peist­
ratos tiranlığı gücünü tabandaki insandan almıştır. Pe­
istratos'un oğulları aynı başarıyı sürdüremediler ve Ati­
na'da tiranlık 5 lO'da yıkıldı.
Bu dönemden sonra Atina'da demokrasi gelişti. Bü­
yük karışıklıklardan sonra Kleistenes hükümetin başı­
na geçti. Kleistenes hemen reform yapmaya girişti. Bu
reformlar en başta aristokratların nüfuzunu kırmaya yö­
nelikti. Bu arada bütün Attika üç bölgeye ayrıldı: «şe­
hir bölgesi» (Atina). «kıyı bölgesi•, «İÇ bölge». «Şehir
bölgesi» tüccarlara ve sanayicilere, «kıyı bölgesi» gemi·
cilere ve balıkçılara, «İÇ bölgeıo toprak sahibi köylülere

30
bırakıldı. Şehirlerde, kasabalarda ve köylerde demos
(«halk» anlamında) denen yönetim bölümleri kuruldu.
Solon'un yaptığı dört sınıf örgütlemesi de varlığını sür­
dürüyordu. Bu düzende aristokratların ayrıcalı bir yer
almaları olanaksızdı. Yerel işlere bakan demos'ların ku.
rulması yanında en büyük yenilik Beşyüzler Meclisi'nin
kurulmasıydı. Beşyüzler Meclisi'ni demos'lardan gelen
beş yüz üye oluşturmaktaydı. Bu meclis hem bir danış­
ma, hem bir yürütme meclisiydi. Yasama işlerini Halk
meclisi yerine getiriyordu.
Kleistenes tiranlık düzeninin Atina'ya geri gelmeme­
si için elinden geleni yaptı, bu amaçla bir ostrakismos
(«çanak çömlek mahkemesi») kurdu. Her yıl belli bir
zamanda, Attika'da tiranlık emelleri besleyen kişilerin
bulunup bulunmadığı araştırılırdı; kuşkulu bir durum
varsa, halk agora'da toplanır, çanak çömlek'parçalarıy.
la oy vererek «tiran adayı»nın on yıl için sürgüne gön­
derilmesine karar verirdi. Bu kararın alınabilmesi için
altı bin oy gerekirdi.
446 - 431 arası Atina'da parlak bir dönem olarak ya­
şandı. Atina demokrasisi bu dönemde Perikles'in nüfu­
zuyla gölgelendi. Perikles, Yunanistan'ı birliğe kavuştur.
mak istiyordu. Bu eski bir amaçtı, bu amaca hiç bir za­
man varılamadı. Birlik kurma çabaları siteler arasın­
daki düşmanlıkların daha da kökleşmesini sağladı. Otuz
yıl kadar süren Peloponnesos savaşı ülkeyi birleştirece­
ğine böldü.
İşte bu sallantılı, bu karmaşık, bu umutsuz dönem,
bütün görüşlerinde sistemci, birleştirici, bütünleyici ol­
maya çalışan iki büyük filozofu, Platon'u ve Aristoteles'i
getirdi.

31
BİRiNCi BÖLÜM
METAFiZiK VE MANTIK

Her sistemli felsefe kendisi için bir çıkış noktası


belirler. Bu çıkış noktası aynı zamanda bir dayanak nok­
tasıdır. Bu çıkış noktası bütün bir felsefenin yükünü ta­
şıyacak, ona temel anlamını kazandıracaktır. Bütün ya­
pı bu temel üzerine kurulur. Örneğin, Platon felsefesi­
nin temelinde İdea'lar dünyasını buluruz; İdea'lar, ru­
hun bedene kavuşmadan önce deneyini yapmış olduğu
ölümsüz gerçekliklerdir. Descartes, «Cogito» kavramım

33
bir ilk kesinlik olarak koyar. Spinoza felsefesi « töz» kav­
ramıyla başlar. Leibniz'de, «basit töz» diye belirleyebile­
ceğimiz «monad» esastır. Kant eleştiriden yola çıkar. He.
gel, «Geist» kavramını ve «diyalektik»i felsefesinin teme­
line yerleştirir. Marx'cılık iki temel kavrama dayanır:
«madde» ve «diyalektik». Bergson, zihni nesneye yönel­
gen kılan «sezgi»yi felsefesine çıkış noktası yapar ...
Aristoteles için böyle bir çıkış noktası belirlememiz
olanaksız. Mantıktan metafiziğe, ahlaktan siyasete, özel
bilimlerden sanata kadar her alanda kalem oynatmış
olan bu ünlü filozof, görüşlerini belli bir temele dayan­
dırmaz. O ele aldığı bir konuyu enine boyuna işlemekle
yetinir ya da felsefesinin başlıca kavramlarını teker te­
ker ve geniş bir biçimde açıklamakla sınırlanır. Konular
arasında bağlantıyı kurmak, kavramların birbiriyle iliş­
kisini saptamak bize düşecektir. Eserlerinin sonradan
biraraya getirilişinin ve düzenlenişinin de bu dağınık
görünümde payı olmalı. Ama her konuyu titizlikle ele
alışıyla, insan düşüncesinin yönelebileceği her şeye gö­
züpek bir biçimde yönelişiyle, yer yer çelişik ve yer yer
çetrefil sözler etmekle birlikte tutarlı bir görüş ortaya
koyuşuyla Aristoteles'i sistemci bir filozof sayarken, on­
daki bu çıkış noktası eksikliğini gözden uzak tutmama­
lıyız.

FELSEFE NEDİR?

Aristoteles, Metaphysika'nın 1 . kitabında, 1. bölüm­


de şunları söyler:
«Bütün insanlar doğal olarak öğrenmek isterler. Bu­
nı.ı gösteren şey, duyumların yarattığı hazdır. Çünkü du­
yumlar, yararlılıklarının dışında, kendileri olarak hoşu­
muza giderler. Bütün duyumlar arasında en çok görsel
duyumlar haz verir bize. Gerçekten, yalnızca eylemde
bulunmak için değil, aynı zamanda kendimize hiç bir

34
eylem önermediğimiz zaman bile görmeyi öbürlerine
yeğ tutarız. Bunun nedeni, görme duyumunun bütün du­
yumlarımız arasında bize en çok bilgi sağlayan ve bir­
çok değişikliği bulduran duyum olmasıdır. Hayvanlar,
doğal olarak, duyuma sahiptirler. Ama duyum bazı hay­
vanlarda belleği yaratmaz, oysa bazılarında yaratır. Bu
yüzden, duyumun belleği yarattığı hayvanlar, anımsama_
dan yoksun olan hayvanlardan hem daha zeki, hem de
öğrenmeye daha yatkındırlar. Sesleri işitmeye yetenek­
li olmayan varlıklar, öğrenme yetisine sahip olmaksızın,
yalnızca zekaya sahiptirler; arılar ya da aynı durumda
olan bütün öbür hayvan cinsleri böyledir. Öğrenme ye­
tisi, buna karşılık, bellekten başka işitme duyusuna da
sahip olan varlığa aittir. -Ne olursa olsun, insan dışın­
daki hayvanlar imgelere ve anılara indirgenmiş olarak
yaşarlar, deneysel bilgiye yalnızca pek zayıf bir biçimde
katılırlar. Oysa insan cinsi, sanata ve usavurmalara ka­
dar yükselir. İnsanlar için deney bellekten gelir. Gerçek_
ten, aynı şeyin çok sayıdaki anıları, sonuç olarak, tek
bir deney oluşturur. Deney hemen hemen bilim ve sa­
natla aynı yapıda görünür. Yalnızca şu ayrılık vardır:
bilim ve sanat insanlara deney aracılığıyla ulaşır. Po­
los'un 9 haklı olarak söylediği gibi, deney sanatı yarattı,
deney eksikliği raslantıyı yarattı. Bir deneysel kavram­
lar çokluğundan, bütün benzer durumlara uygulanabilen
bir tek evrensel yargı ortaya çıktığında s�nat doğar. Ger­
çekten, belli bir hastalığa tutulmuş olan Kallias'ı 10 bel­
li bir ilacın iyileştirdiği, sonra aynı ilacın Sokrates'i, da­
ha sonra tek tek birçok kişiyi iyileştirdiği yargısını or­
taya koymak deneyin işidir. Ama şu ya da bu yapıda
bulunan, belli bir sınıflamaya giren ve ( ... ) şu ya da bu

(9) Polos. yunan soflstlt'rlndeııdir. M. ö. V. yUzyıı <ıonlarmda yaşa­


dı. Gorgias"ın öğrencisiydi. Platon, Gorgias diyaloğunda onun
tumturaklı sövleyişiyle a!ay eder.
(10) Kallias, Atina'lı oyun yazarıdır. M. ö. V. yll.zyılda yaşadı.

35
hastalığa tutulmuş olan tüm bireyleri şu ya da bu ila·
cm iyileştirdiği yargısında bulunmak sanatın işidir. Uy­
gulama açısından, deney sanattan hiç bir yönüyle ay­
rılmaz; ve deney yapan kişilerin, bir kavrama deney
yapmadan sahip olan kişilere göre çok daha başarılı ol­
duklarını görürüz. Bunun nedeni, deneyin bireysel'in
bilgisi, sanatın da evrensel'in bilgisi olmasıdır. Oysa
tüm uygulama ve tüm üretim bireysel'e yönelir: tedavi
eden hekimin iyileştirdiği insan değildir ya da raslantı­
sal olarak insandır, Kallias'tır, Sokrates'tir ya da insan
diye belirlenen bir başka bireydir, raslantısal olarak bir
insandır. Böylece, kavrama deneysiz olarak sahip ol­
muşsak ve evrenseli bilirken evrenselde içerilmiş olan
bireyseli bilmezsek, tedavide sık sık yanlışa düşeriz,
çünkü iyileştirilmesi gereken bireydir. Bilginin ve öğren­
me yetisinin deneyden çok sanata ait olduğunu düşün­
memiz ve bilgeliğin 1 1 bütün insanlarda daha çok bilgiy­
le birlikte bulunduğu düşüncesiyle sanat adamlarını de­
ney sahibi kişilerden üstün tutmamız çok yanlış değil­
dir: bu, birilerinin nedeni tanımasından, öbürlerinin ta­
nımamasından gelir. Gerçekten, deney sahibi kişiler bir
şeyin olduğunu iyi bilirler ama nedenini bilmezler, oy­
sa sanat adamları bunun nedenini ve niçinini bilirler.
Bu yüzden, şeflerin bütün girişimlerde el işçilerinden
daha büyük bir değer taşıdıklarını, daha bilgin ve daha
bilge olduklarını kabul ederiz: çünkü onlar, olanın ne­
denlerini tanıyorlar, oysa el işçileri yaptığını bilmeden
yapan cansız şeylere benzerler, ateşin yanışına örneğin.
Ancak, cansız varlıklar işlevlerinden herbirini doğal bir
eğilimle tamamlarken, el işçileri bunu alışkanlıkla ya­
parlar. Böylece, şefleri gözümüzde daha bilge kılan uy­
gulamadaki beceri değil, kurama sahip olmaları ve ne­
denleri bilmeleridir. Ve genellikle, bilgin'in ayırıcı özel-

(11) Bilgelik burada <felsefe� anlamına ıı.lınmal ıdı�.

36
liği öğretebilme yeteneğidir, sanatın gerçekten deneyden
çok bilim olduğuna bu yüzden inanıyoruz, öğretebilen
kişiler öbürleri değil ama sanat adamları olduğuna göre.
Bundan başka, bireysel şeyler üzerine bize en üstün bil­
giyi sağlamalarına rağmen duyumlarımızdan hiç birine
bir bilgelik gözüyle bakmıyoruz genellikle. Çünkü du­
yumlarımız hiç bir şeyin niçinini söylemezler, örneğin
ateşin niçin sıcak olduğunu: yalnızca ateşin sıcak oldu­
ğunu belirlemekle yetinirler.»
Aristoteles, Metaplzysika'da, 1. kitabın 2. bölümün­
de şunları söyler:
«Araştırmamızın konusu bilim olduğuna göre, ince­
lememiz gereken şey, Bilgelik'in hangi nedenlerle ve
hangi ilkelerle bilim olduğudur. Genellikle bilgeyle ilgi­
li olarak ortaya konan yargılar göz önüne alınırsa bu
sorunun cevabı kuşkusuz daha çok aydınık kazanacak­
tır. - Bilge'yi, her şeyin bilimine özel olarak ayrı ayrı
sahip olmadan, elden geldiğince bütün şeylerin bilgisi­
n e sahip olan kişi diye anlıyoruz. Ayrıca, güç şeyleri ve

insan bilgisine kolay kolay açılmayan şeyleri bilme ye­


teneğine sahip olan kişinin bilge kişi olduğu kabul edi­
lir. (Çünkü duyulur bilgi bütün insanlarda ortak Oldu­
ğundan kolaydır ve onun Bilgelik'le hiç ilgisi yoktur).
Bundan başka, nedenleri çok daha doğru bilen ve onla­
rı öğretmekte çok daha yetenekli olan kişi her tür bi­
limde daha bilgedir. Bilim.ler arasında, kendisi için ve
yalnızca bilmek amacıyla yönelinen bilim, sonuçları
gözönünde tutularak yönelinen bilimden daha gerçek
Bilgelik olarak belirlenir. Sonunda, egemen bir bilim,
bizim gözümüzde, bu egemen bilime bağımlı olan bilim­
den daha çok bilgeliktir: gerçekte bilgenin işi yasalara
uymak değildir, yasaları veren odur; başkasına uyması
gereken o değildir, tersine, daha az bilge olan ona uyma­
lıdır. - Demek ki, yapıca ve sayıca, bilgelik ve bilgeler
üzerine varolan yargılar bunlardır. Oysa, gördüğümüz

37
özellikler arasında bütün şeylerin bilgisi, evrensel bili­
me en yüksek derecede sahip olan kişiye aittir zorunlu
olarak, çünkü o, belli bir biçimde, evrenselde bulunan
bütün özel durumları bilir. Sonra, bu bilgiler, yani en
evrensel bilgiler, insanlarca elde edilmesi en güç bilgiler_
dir, çünkü bunlar duyulur algılardan en uzak olanlar­
dır. Bundan başka, en tamuyar bilimler en çok ilke bi­
limleridirler, çünkü daha soyut ilkelerden çıkanlar da­
ha karmaşık ilkelerden çıkanlardan daha tamuyar bilim­
lerdir: örneğin, Aritmetik, Geometri'den daha tamuyar­
dır. Bilim, nedenlerin derinine indikçe daha çok öğre­
time yaklaşır, çünkü öğretim her şeyin nedenlerini söy­
lemektir. Bundan başka, tanımak için tanımak ve bil­
mek için bilmek, en yüce tanınabilire yönelen bilimin
başlıca özelliğidir: gerçekten, öğrenmek için öğrenmeyi
yeğleyen kişi her şeyden önce en yüce tanınabiliri seçe­
cektir, en yüce tanınabilirin bilimi de budur. Oysa, en
yüce tanınabilir, ilk ilkelerden ve ilk nedenlerden oluş­
muştur, çünkü geri kalan her şey ilkeler yardımıyla ve
ilkelerden kalkılarak bilinir, bunun tersi yani ilkelerin
kendilerine bağımlı olan şeylerden çıkması doğru değil­
dir. Sonuç olarak, esas olan ve kendisine bağımlı bütün
öbür bilimlerden üstün olan bilim, her şeyin hangi ama.
ca göre yapılması gerektiğini bilen bilimdir. Bu amaç,
her varlıkta, bu varlığın kendi iyiliğidir ve genel bir bi­
çimde de Doğa'nın bütününde Yüce İyi'dir. - Bütün bu
belirlemeler sözkonusu adın aynı bilme uygun düştü­
ğünü gösteriyor: bu bilim ilk ilkeler ve ilk nedenler üze..
rine kurulan bir bilim olmalıdır. Çünkü iyilik de, yani
amaç da, nedenlerden biridir. Ö te yandan, bilimin şiir­
sel bir bilim olmaması gerekir, en eski filozofların 12 hi­
kayesi de bunu gösterir. Gerçekten, bugün de olduğu gi­
bi, ilk düşünürleri felsefi kurgulara iten şey şaşkınlık

(12) Aristoteles , buradan sorıra, •Bilgelik• ve •Bilge:> yerine, •Fel­


sefe> ve •Filo:.ıob terimlerini kullanmaya başlıyor.

38
olmuştur. Başlangıçta şaşkınlıkları akla ilk gelen güç­
lükler üzerinedir; sonra, böylece yavaş yavaş ilerleye­
rek, buluşlarını en önemli sorunlara, yani Ay, Güneş,
Yıldızlar'la ilgili olgulara, giderek Evren'in oluşumu gibi
olgulara yaydılar. Oysa, bir güçlüğü sezmek ve şaşırmak,
kendi bilgisizliğini görmek demektir (mitoslardaki aşk
bile, bir bakıma, Bilgelik aşkıdır; çünkü mitos bir eş­
sizlikler topluluğudur) . Demek ki, ilk filozoflar bilgisiz­
likten kaçmak için felsefeye yönelirken, bilgiye yalnız­
ca bilmek için yönelmişlerdir, yararlı bir amaç için yö.
nelmemişlerdir. Gerçeklikte olup bitenler onlara kanıt
sağlamıştır. ( ..) Sonuç olarak şunu söyleyelim : arayışı­
mızda hiç bir yabancı çıkar gözetmiyoruz. Ama kendi
kendinin amacı olan ve bir başkası için varolmayan şeyi
özgür diye adlandırıyorsak, bu bilim de bütün bilimler
arasında özgür bir disiplindir, çünkü tek başına kendi
kendinin amacıdır.»
Aristoteles, Metaphysika'nın 2. kitabında, 1. bölüm­
de şu belirlemede bulunuyor:
«Doğrunun araştırılması bir bakıma güç, bir bakı­
ma kolaydır. Bunu kanıtlayan şey şudur: kimse doğruya
tam olarak erişemez ve kimse doğrudan tam olarak yok­
sun kalamaz. Her filozof, Doğa üzerine söylenecek bir
şeyler bulur; kuşkusuz, bu katkı doğru için hiç bir şey­
dir ya da az bir şeydir, ama bütün düşünceler bir araya
gelerek verimli sonuçlar ortaya koyarlar. ( ..) Bu açıdan
alınınca bu araştırma kolay bir araştırmadır. Ama bir
doğruya ancak bütünü içinde sahip olabildiğimiz, doğ­
runun amaçladığımız belirgin bir bölümüne erişemediği­
miz düşünülünce, girişimin ne güç bir girişim olduğu
ortaya çıkar. Belki de, iki çeşit güçlük olduğuna göre 13,
varolan güçlük kaynağını şeylerden değil ama bizden al­
makta. Gerçekten, yarasaların gözleri gün ışığında ney-

(13) Bu gllçıüğlln biri şeylerden, öbllrü zihnimizin znyıflı ğından gel­


mektedir.

39
se, ruhumuzun zekası da hepsi doğal olarak apaçık olan
şeylerin karşısında odur. Demek ki, yalnızca görüşlerini
paylaşacağımız kişiler karşısında değil, ama görüşlerini
pek yüzeysel biçimde ortaya koyan kişiler karşısında da
anlayışlı kalmamız doğrudur: yüzeysel görüşler bile bi­
ze katkıda bulunmuşlardır, çünkü düşünce yetimizi ge­
liştirmişlerdir. ( ..) - Felsefe, haklı olarak, doğrunun
bilimi diye adlandırılır. Gerçekten, kurgu doğruyu, uy­
gulama yapıtı amaçlar: çünkü, eylem adamları, bir şe­
yin davranışını incelediklerinde bile, o şeyi ölümsüz ya­
pısı içinde ele almazlar, belli herhangi bir amaca ve bel­
li herhangi bir zamana göre ele alırlar. Ne var ki, ne­
denini öğrenmeden doğruyu bilemiyoruz. Birçok şey
içinde bir yapıya geniş bir biçimde sahip olan bir şey,
öbür şeylerin bu yapıya ortak olarak katıldıkları şeydir.
Ö rneğin, Ateş üstün biçimde sıcak olan şeydir, çünkü
öbür varlıklardaki sıcaklığın nedenidir; demek ki, türe­
miş varlıklarda bulunan doğrunun nedeni, üstün biçim­
de doğrudur. Ö lümsüz varlıklarla ilgili ilkelerin bütün
ilkeler arasında zorunlu olarak en doğru ilkeler oluşu
burdan gelir; çünkü bu ilkeler yalnızca belli bir zaman
için doğru ilkeler değildirler; aynı zamanda bunların
varlıklarının nedeni de yoktur, tersine onlar öbür şey­
lerin varlıklarının nedenidirler. Böylece, bir şey ne ka­
dar çok varlığa sahipse o kadar çok doğruya sahiptir.»

FELSEFENİN UZANIMI VE ÖNEMİ

Aristoteles'in bilgi edinmede duyulara büyük önem


verdiğini görüyoruz. Ona göre duyularımız iki bakımdan
önemli: bize hem yararlı oluyorlar, hem de haz veriyor­
lar. Aristoteles'in bu tutumu felsefede yeni bir aşama­
nın belirtisidir. Ö nceki felsefe anlayışları duyular üze­
rinde pek durmamışlardı. İonia'lı filozoflar Evren'i du­
yu verilerine dayanarak açıklamaya çalışmışlardı ama,

40
duyuların önemini belirtmemişlerdi. Yalnız, Herakleitos,
Evren'i açıklamaya çalışırken, duyulan bir ölçüde öne!'!'·
ser, ne var ki bu önemseyişini temellendirmez. Bu «ka·
ranlık» filozof, her şey üzerine olduğu gibi duyular üze.
rine de pek kapalı sözler etmiştir. «Her şey dumana dö­
nüşseydi burnumuzla tanıyacaktık» der örneğin. Bu
sözde, duyumlarımızı bilginin tek kaynağı gibi gösterme
eğilimi var belki de. Onun şu sözü biraz daha karmaşık:
«Görüyle, kulakla, bilgiyle ilgili olanı yeğ tutarım.» Ne
olursa olsun, belli ki Herakleitos bilgi edinme işinde
duyulara önem vermektedir. Evreni duyu verilerine da·
yanarak açıklamaya çalışan öbür üç İonia'lıda, yani
Thales, Anaximandros, Anaximenes'de bu konuyla ilgili
pek bir şey yok. Belki onların duyular üzerine belirle­
meleri oldu da, bu belirlemeler bize ulaşmadı. Her ne
olursa olsun, onlar uzun uzun gözlemledikleri bu dünya·
da bakışlarından çok baktıklarına önem verdiler. İnsa·
nın kendi bakışını sorun haline getirmesi daha gelişmiş
bir düşünceyi gerektiriyor olmalı. İlk filozoflar geniş
bir bilgi kalıtımından yoksundular elbette. Ö te yandan,
Herakleitos'un deyişiyle dersek, Doğa gizlenmeyi sevi­
yordu.
Platon'un öğretisi, Duyulur olanı Düşünülür olanın
altına yerleştirmiştir. Düşünülür Dünya ölümsüz gerçek­
liklerin, İ dea'ların dünyasıydı. Duyulur Dünya, Düşünü­
lür Dünya'nın bir kopyası, bir yansısıdır. Ruh, Duyulur
Dünya'da İdea'ları gözlemleyerek bilgiye sahip olmuş­
tur. Duyulur Dünya deneyleri, Düşünülür Dünya'da el­
de ettiğimiz bilgileri bize anımsatır. Bilmek, bu dünya
için, anımsamaktır. Böyle bir anlayış, bilgi edinmede
duyu verilerinin önemini elbette en aza indirecekti.
Aristotelcs, Platon'un bu ülkücü öğretisine kökten
karşı çıkarak, bilgi anlayışını gerçekçi bir temele otur­
tur, yaşadığımız dünyayı, bu dünyayı tek bilgi alanı ola·
rak belirler. Bilgi ancak bu dünyanın gerçeklikleri ara·

41
sından derlenebilir. Zaten bu dünyayı aşan bir bilgiler
ya da gerçeklikler dünyası yoktur. Platon'un gerçekçilik
peşinde koşan ülkücülüğü (İdea'lar ölümsüz gerçeklik·
Ierdir) yerini böylece bütün bilgiyi madde dünyasından
sağlamaya çalışan bir gerçekçiliğe bırakmıştır.
Aristoteles için önemli olan tek tek şeylerin bilgi­
sini birer birer derlemek değil, ama evrensel bilgiye
yükselebilmektir, en evrensel bilgiye sahip olabilmektir.
Burada bir güçlük çıkar karşımıza: Aristoteles, «evren­
sel » bilgiyi «en evrensel» bilgiden ayırmak zorunda bı­
rakır bizi. Tek tek şeylerin bilgisinden giderek oldukça
evrensel ya da daha evrensel bilgilere varabiliriz, ama
en evrensel bilgi tek tek şeylerin bilgisinden gidilerek
varılan bilgi clcğildir.
Gerçek bilgi çalışması (bu çalışma bilgin'in yani fi­
lozofun konusudur) tümevarım yoluyla değil, tümdenge­
lim yoluyla yapılır. En önemli iş evrensel bilgiye varmak
değil, daha evrenselden daha özeli çıkarmaktır. Tek tek
şeylerin bilgisi bize evrensel bilginin yolunu açmaz mı?
Açar elbet. Benzer şeylerden ya da benzer durumlardan
giderek evrensel bilgiye doğru yükseliriz. Evrenselin de
evrenseli vardır, önemli olan daha evrensel bilgiye ulaş­
maktır. Evrensel bilgi deneyle doğrulanması gereken
bilgidir. Doğrulanmamış bilgi bizi yanıltabilir, yanlış ola_
bilir.
Evrensel bilgiye yönelen kişi, bir şeyi nedenleriyle
kavramak isteyen kişidir. Bu durumda örneğin el işçi­
siyle hekim arasında bir yönelim değişikliği sözkonusu
olacaktır. El işçisi evrensel bilgiyi konu edinmez. O, bir
şeyin nedenini düşünmeksizin eylemde bulunur. Oysa
hekim, evrensel bilgiye yönelmek zorundadır. Çünkü he­
kimlikte eylem düşünceyi gerektirir. Filozofla hekimi
birbirinden ayıran ne? Hekimlik alanında en evrensel
bilgiler sözkonusu olamaz. En evrenselle özel arasında
sayısız basamaklar olacaktır. En evrensel bilgi filozofu

42
ilgilendirir. Bu bilgi filozofun elde etmek zorunda oldu­
ğu bilgidir. Filozof bu en evrenseli tek tek nesnelerden
derlemez. O, bu en evrensel bilgiye sahip'tir. Filozofun
ayrı bir yeteneği, ayrı bir yetkinliği olmalı.
Filozof, «güç şeyleri ve insan bilgisine kolay kolay
açılmayan şeyleri bilme yeteneğine sahip olan» kişidir.
O, «her şeyin bilimine özel olarak ayrı ayrı sahip ol­
madan, elden geldiğince bütün şeylerin bilgisine» sahip
olacaktır. Demek ki, filozof, duyulur bilgileri değerlen­
direrek en evrensel bilgiye ulaşmayı düşünmeyecek
-böyle bir çaba sonu gelmez bir çaba olurdu-, tersi­
ne, sahip o lduğu evrensel bilgiden giderek daha az ev·
rense! olanın bilgisini ortaya koyacaktır.
Filozof yasalara uymayacak, ama yasaları ortaya
koyacaktır. En evrensel bilgiye sahip olan kişinin yasa­
lara da sahip olması, yasaları göstermesi, bildirmesi ola.
ğandır. Evrensel bilgisine sahip olduğumuz zaman, bu
bilginin içerdiği tüm özel bilgilere de sahibiz demektir.
En yüce bilgi, bir başka deyişle en evrensel bilgi, ilk il­
kelerin ve ilk nedenlerin bilgisidir. «En yüce tanınabi­
lir» olan şey «İlk ilkelerden ve ilk nedenlerden oluşmuş.
tur.»
Evrensel bilgiye ulaşma çabası oldukça güç bir ça­
badır: zihnimiz tam yetkin değildir çünkü, öte yandan
nesneler bize kendilerini bir çırpıda açmazlar. Bu du­
rumda yapılacak şey yalnız kendi kurgularımızla yetin.
mcmek ve en yüzeysel görüşleri bile değerlendirmek ol­
malıdır. Demek ki, felsefe, «doğrunun bilimi» diye ta­
nımlayabildiğimiz felsefe, değişkenin temelindeki değiş.
mezi, ölümlünün temelindeki ölümsüzü araştıran bir
bilgi alanı olarak, her zaman en kapsamlı bilginin peşin­
de olacaktır. Ama bilgi uğrunda her çabamız her zaman
şu gerçeği karşısında bulacak : « kimse doğruya tam ola­
rak erişemez ve kimse doğrudan tam olarak yoksun ka­
lamaz.»

43
Bilme çabamız, dünyanın bilinmezlikleri karşısında
duyduğumuz şaşkınlıktan doğar. Bu şaşkınlık, bu me­
rak, durmadan bilgiye doğru itecektir bizi. Bu çıkış el­
bette sonuçlanna ilgisiz bir çıkıştır ve bilmek için bil­
mek kaygısını ortaya koyar. Uygulama düzeyinde bilgi
ne ölçüde yarargözetir bilgiyse, felsefi bilgi o ölçüde
yarargözetmez bilgidir. Demek ki filozofun yönelimi
yarargözetmez bir yönelim olacaktır her zaman. Bu an­
layış, XVIII. yüzyıla kadarki bütün felsefelerin temel an­
layışı oldu. Başta Voltaire ve Diderot olmak üzere
XVIII. yüzyıl filozofları, felsefeyi yaşanan dünyanın ya­
rarına kullanmaya çalıştılar. Bundan sonra felsefe yarar­
gözetirlik ilkesine bağlandı. Çağımızda felsefe artık hem
dünyayı temelden kavramaya çalışan, hem de değişmesi
gerekeni değiştirmeyi amaçlayan bir bilgi alanı olarak
anlaşılıyor. Marx'ın şu sözünü hatırlayalım : «Filozoflar
dünyayı değişik biçimlerde yorumlamaktan başka bir
şey yapmadılar: bugün önemli olan dünyayı dönüştür­
mektir. » Onun şu belirlemesi de pek önemlidir: «İnsan
düşüncesinin nesnel bir doğruya ulaşıp ulaşamayacağı
sorusunun kuramsal bir soru değil, uygulamayla ilgili
bir soru olduğunu bilmeliyiz. İnsan, doğruyu, yani ger­
çekliği, güçlülüğü, düşüncesinin apaçıklığını «uygulama»
içinde göstermelidir. »
Felsefenin yarargözetmezlikten yarargözetirliğe ge­
çişi, onun bilimle olan ilişkilerine bağlı oldu. Felsefe
başlangıçta bilimle aynı anlama geliyordu. Görüldüğü gi.
bi Aristoteles « felsefe»yi «bilim»le eşanlamlı almakta­
dır. Gerçek bilim olan felsefe yarargözetmcz. Kant ve
Spencer felsefeyi bilimin buyruğuna verdiler. Felsefe
bilimin başlıca yardımcısıydı. Bergson felsefeyi bilim­
den yüzde yüz ayırmıştır. Marx'da felsefe bilimsel ke­
sinlikle yüki.imlendi ve uygulama alanına götürüldü.

44
FELSEFENİN KONUSU: VARLIK

Platon'da felsefenin nesnesi İdea'lardı. Aristoteles'te


felsefenin nesnesi Varlık'tır. Varlık nedir? Varlık'ın ne
olduğunu ke�inlikle ortaya koyabilmemiz olanaksız. Ge­
ne de varlık kavramına dikkatle yaklaşmak zorundayız.
Aristoteles'in bu kavramla ilgili açıklamaları da bizim
için çeşitli güçlükler ortaya koyuyor. «Varlık nedir?»
sorusu şu sorunun özeti gibidir: « Bir şeyi kendisi yapan
şey nedir?» Aristoteles'in varlık'tan ne anladığını kav­
rayabilmek için onun bazı metinlerini okumamız gere­
kiyor
Filozof, Metaplıysika'da, 4. kitabın 1 . bölümünde
şöyle der:
«Varlık olarak Varlık'ı ve ona temelden bağlı olan
nitelikleri inceleyen bir bilim vardır. Bu bilim özel bi­
limler denen bilimlerin hiç biriyle karışmaz, çünkü özel
bilimlerden hiç biri genellikle Varlık olarak Varlık'a
yönelmez, ama Varlık'ın belli bir bölümünü ayırarak,
yalnızca bu bölümün niteliğini inceler: matematik bilim­
lerin durumu budur. İlk ilkeleri ve en yüksek nedenle­
ri aradığımıza göre, bu ilkelerin ve bu nedenlerin zorun­
lu olarak bağlı olduğu bir gerçekliğin varolacağı kesin­
dir; bu gerçekliğin özyapısı gereğince, bu ilkeler ve ne­
denler bu gerçekliğe bağlıdırlar. Demek ki, varlıkların
ögelerini arayanlar, temelde, mutlak olarak ilk olan il­
keleri arıyorlardı, aradıkları bu ögeler zorunlulukla Var­
lık olarak Varlık'ın öğeleriydi, raslantısal olarak Var­
lık'ın değil. Bu yüzden, biz de Varlık o larak Varlık'ın
ilk ilkelerini kavramalıyız.»
Bu konuda önemli bir belirlemesi Metaphysika'da,
5. kitabın 7. bölümünü kapsar. Bu bölümde şöyle diyor
Aristoteles:
«Raslantısal olarak varlığa ya da öz olarak varlığa
Varlık denir. -Örneğin, dürüst kişinin müzisyen oldu-

45
ğunu, insanın müzisyen olduğunu ya da müzisyenin in·
san olduğunu söylediğimizde varlık raslantısaldır; mü­
zisyen inşa ediyor demek, yani mimarın ras lantısal ola­
.
rak müzisyen ya da müzisyenin raslantısal olarak mi­
mar olduğunu söylemek hemen hemen aynı şeydir: ger­
çekten, bu şudur sözü, bu, şu'nun ranslantısıdır anlamı­
na gelir. Üstünde durduğumuz durumla� için de aynı
belirleme sözkonusudur: örneğin insanın müzisyen ve
müzisyenin de bir insan olduğunu ya da beyazın müzis­
yen, müzisyenin beyaz olduğunu söylersek, bu iki anla·
tım, niteliklerin biri de öbürü de varolan aynı öznenin
raslantısıdır anlamına gelir; birinci anlatım, niteliğin
varlığın raslantısı olduğunu belirtir, müzisyen bir in­
sandır anlatımı da müzisyenin insanın bir raslantısı ol­
duğunu belirtir. Bunun gibi, beyaz-olmayan şey vardır
denir, çünkü raslantısı olduğu şey vardır. ( .. ) - Ö z ola·
rak Varlık, kategori biçimlerince belirtilmiş olan bütün
anlamları alır, çünkü Varlık'ın anlamları bu kategori·
lerle eşit sayıdadır. Yüklemler arasında bazıları tözü,
bazıları niteliği, bazıları niceliği, bazıları bağıntıyı, ba­
zıları zamanı belirttiğine göre, bu kategorilerden herbiri
Varlık'ın anlamlarından birine karşılık olur.»
Aristoteles, raslantısal olarak Varlık'la öz olarak
Varlık ayrımını şöyle belirler:
«Varlıklardan bazıları her zaman aynı durumda ka·
lırlar, bunlar zorunlu varlıklardır, burada zorlamayla be­
lirgin bir zorunluluk değil, başka türlü olamama diye
tanımladığımız zorunluluk sözkonusudur. Ö bür varlık·
lar, tersine, ne zorunlu olarak vardırlar ne de her za­
man vardırlar, ama yalnızca çoğunlukla vardırlar. Ras­
lantısal olarak Varlık'ın ilkesi, nedeni budur. Çünkü
her zaman o lmayan ve çoğunlukla olmayan şeye raslan­
tı diyoruz. Ö rneğin, en sıcak günlerde fırtına ve soğuk
varsa, bunun bir raslantı oldu ğunu söyleriz, ama sıcak
ve kuru bir hava varsa aynı şeyi söyleyemeyiz, çünkü bu

46
durum her zaman ya da çoğunlukla olur, oysa fırtına
ve soğuk olduğunda bu böyle değildir. İnsanın beyaz ol­
ması da bir raslantıdır (çünkü insan ne her zaman ne
de çoğunlukla böyledir), ama insanın hayvan olması
raslantısal değildir. Mimarın sağlık kazandırması da
bir raslantıdır, çünkü sağlık kazandırmak mimarın ya­
pısında bulunan bir şey değil, hekimin yapısında bulu­
nan bir şeydir ve mimar raslantısal olarak hekimdir.
Aşçı, beğeniden başka bir şey amaçlamadan, sağlığa ya­
rarlı bir yemek hazırlayabilir, bu sonuç aşçılık sanatına
çok yabancı bir şey değildir, bu yüzden buna da raslan­
tısal diyoruz: aşçı bir anlamda bu sonuca erişebilir ama,
bu mutlak bir biçimde olmaz. ( ..) - Raslantı biliminin
olmadığı kesindir. Gerçekten, her bilim ya her zaman
olanı ya da çoğunlukla olanı ileri sürer. Bu olmadan
kendi kendini eğitmek ya da başkasını eğitmek nasıl
olur?» (Metaphysika, 6. kitap, 2. bölüm).
Aristoteles'de Varlık'ın ne anlama geldiğini çok ke­
sin bir biçimde ortaya koymamız olanaksız. Aristote­
les'in bu kavramla ilgili belirlemeleri bize çeşitli güçlük­
ler getirmekte. Filozof, Metaphysika'mn 6. kitabında, 2.
bölümde Varhk'ın birçok anlamı olduğunu söyler. Var­
lık'ın kesin tanımını yapamazsak da, onun durağan bir
öge olduğunu, duyulur gerçeklikler dünyasından soyut­
landığını söyleyebiliriz. Aristoteles'de Varlık'ın ne anla­
ma gelebileceğini F. J. Thonnard şöyle açıklar:
-

«Ona göre, bilimin nesnesi varlık'tır; ama bu var­


lık, sezgiyle görülen evrensel ve ruhsal bir gerçeklik de­
ğildir, çünkü yalnız somut bileşim vardır; varlık, somut
ve bireysel de değildir, öyle olsaydı durağanlıktan yok­
sun olurdu. Varlık, durağan ve bir olan ögedir, duyulur
gerçek'ten soyutlama yoluyla elde edilmiştir. - Aristo­
teles, böylece, Platon'un yanlış olarak «tözleştirmiş» ol­
duğu İdea'ları madde dünyasına geri getirir: İdea'lar,
duyulur şeylerin biçimler'i haline gelirler, bu biçimler

47
duyulur şeylerde somut ve bireysel durumda bulunmak.
tadır. Zekamız, bu biçimleri, kendilerini belirleyen bi­
reysel koşullardan sıyırır ve onları arı durumda kavrar;
sonra bir düşünce çabasıyla onların bir bireysellik çok­
luğunda varolmaya yatkınlığını, yani evrensellik'ini or­
taya koyar. Kısacası, bilimlerde biz, ancak somut, özel
ve olumsal olabilen nesneleri soyut, evrensel ve zorun­
lu kavramlarla düşünürüz; çok değişken olan nesneleri
bir ve durağan kavramlarla düşünürüz» 14•
Aristoteles'de Varlık kavramı hemen kategoriler
kavramına bağlanır.

KATEGORiLER: VARLIK'IN EN GENEL CiNSLERi

Kategoriler, Varlık'ın en genel cinsleridir. Bunlar


bireylerde ortak olan bir ögeyi ortaya koyarlar. Katego­
rileri, terimlerin, yani öznelerin ve yüklemlerin alabile­
ceği çeşitli anlamlar olarak da tanımlayabiliriz. Bunlar
düşüncenin ve varlığın çeşitli biçimleridir. Aristoteles,
bir soyut kavramın bir özneye bağlanma biçimlerini ele
alırken, önce beş evrensel belirler: cins, tür, özgül ayı­
rım, özgü, raslantı. Sonra da kavramları, varlığın en ge­
nel biçimleri olan ve birbirlerine indirgenemeyen on ka.
tegoriye ayırır: töz, nicelik, nitelik, görelik, yer, zaman,
durum, iyelik, edim, edilim. Aristoteles en çok töz üze­
rinde durur. Evrenseller hiç bir zaman töz değildir,
her zaman yüklemdir, çünkü onlar özne değildir. Töz
her zaman öznedir.
Aristoteles, Organon'un 1. kitabı olan Kategoriai'de
şöyle der:
«Aralarında hiç bir ilişki bulunmayan anlatımlar
tözü, niceliği, niteliği, bağıntıyı, yeri, zamanı, durumu,
iyeliği, edimi, edilimi belirtirler. - Kısaca söylersek, ör-

(14) F.- J. THONNARD, Precls d'histolre de 13, phllosophlc, Soci�t�


de St. J can L' Evangeliste, Paris, 1963. s . 88.

48
neğin, insan, at, tözdür; örneğin, iki kulaç, üç kulaç, nı­
celiktir; beyaz, dilbilgici, niteliktir; çift, yarım, daha bü­
yük, göreliktir; Lykeion'da, Forum'da, yerdir; dün, ge­
çen yıl, zamandır; yatıyor, oturuyor, durumdur; ayakka­
bılı, silahlı, iyeliktir; kesiyor, yakıyor, edimdir; kesilmiş,
yanmış, edilimdir. - Bu terimlerden herhangi biri ken­
dinde ve kendinden ne bir şeyi varsar ne de bir şeyi
yoksar; ancak, bu terimlerin aralarındaki ilişkiyle, var­
sama ya da yoksama oluşur. Gerçekten, her varsama ve
her yoksama ( .. ) doğru ya da yanlıştır, oysa birbiriyle
ilişkisiz anlatımlar için ne doğru, ne yanlış vardır: ör­
neğin, insan, beyaz, kısa, galip.»

TÖZ NEDİR?

Metaphysika'nın 5. kitabında, 8. bölümde Aristote­


les töz üzerine şunları söyler:
«Dünya, Ateş, Su gibi basit cisimlere ve benzer bü­
tün şeylere; genel olarak cisimlere ve onların bileşikle­
rine; hayvanlara olduğu kadar tanrısal varlıklara da töz
denir; ayrıca, cisimlerin parçalarına da töz denir. Bü­
tün bu şeylere töz denir, çünkü onlar bir öznenin yük­
lemleri değildirler ama tersine öbür şeyler bunların yük_
lemleridirler. Bir başka anlamda, yapısı gereği bir özne­
ye bağlı olmayan varlıkların varoluşunun içkin nedeni
olan her şey tözdür; örneğin, hayvan için ruh böyledir.
Bunlar aynı zamanda varlıkların içkin parçalarıdır, var­
lıkları sınırlayan ve onların bireyselliğini belirten par­
çalardır, bu parçaların yokoluşu bütünün yokoluşunu
getirir. Bazı filozofların deyişiyle, cisim için yüzeyin ve
yüzey için çizginin durumu böyledir; ve daha genel dü­
zeyde, sayıyı bu filozoflar bu yapıda bir töz olarak belir_
!erler, çünkü sayı bir kere ortadan kalktı mı artık hiç
bir şey kalmayacaktır, çünkü her şeyi sınırlandıracak
olan odur. Ayrıca, tanımda ortaya konan özclliklilik de

49
her şeyin tözüdür. - Buradan, tözün iki anlamı olduğu
ortaya çıkar: o hem sonuncu öznedir, hiç bir özneye
bağlı olmayandır, hem de özü içinde alınmış birey ola­
rak, ayrılabilir bir şeydir, yani her varlığın görünümü
ya da biçimidir.»
Aristoteles, Metaplıysika'nın 7. kitabında, 1 . bölüm.
de töz kavramını varlık kavramına yaklaştırarak, hatta
bu iki kavramı özdeşleştirerek soruna yeni bir boyut ka­
zandırır:
«Varlık ( . . . ), çeşitli anlamlar alır; bir anlamda
şey'in, töz'ün ne olduğunu belirtir; bir başka anlamda,
b ir niteliği ya da bir niceliği ya da bu çeşit öbür yüklem·
lerdcn birini belirtir. Ama, Varlık'ın bütün bu anlamları
arasında, ilk anlamında Varlık'ın, «şey olan»dan, yani
Töz'den başka bir şey belirtmeyen bir kavram olduğu
açıktır. Gerçekten, belli bir şeyin hangi . nitelikte oldu­
ğunu söylerken, onun iyi ya da kötü olduğunu söyleriz,
üç kulaç olduğunu ya da tek insan olduğunu söylemeyiz.
Tersine, bu şeyin ne olduğunu belirtirken, ne beyaz ya
da sıcak olduğunu ne de üç kulaç olduğunu söyleriz,
ama bir insan ya da bir tanrı olduğunu söyleriz. Öbür
şeyler, yalnızca, tam anlamında Varlık'ın nicelikleri, ni­
telikleri, durumları ya da bu cinsten herhangi başka bir
belirleme olduklarından ötürü varlık diye adlandırılar­
lar. Bu yüzden, dolaşma'nın, sağlıklı olma 'nın varlıklar
olup olmadıklarını sorabiliriz; benzer herhangi bir du­
nımda da bu böyledir: çünkü bu durumlardan hiç biri
ne kendiliğinden doğal olarak kendine özgü bir varoluşa
sahiptir ne de Töz'den ayrılabilir; burada herhangi bir
varlık varsa, bu varlık, dolaşan, oturmakta olan, sağlık­
lı olandır. Ve bu sonuncu şeyler daha çok varlık gibi
görünürler, çünkü herbirinde gerçek ve belirli bir özne
bulunur: bu özne, Töz'dür ve bireyseldir, herhangi bir
kategoride ortaya çıkandır, çünkü iyi ya da oturma hiç
bir zaman onsuz söylenemez. Demek ki, öbür kategori·

50
!erden herbirinin bu kategori aracılığıyla varolduğu
açıktır. Bu yüzden, temel anlamında Varlık, Töz'den baş­
ka bir şey olamaz. - İlk terimin birçok anlama sahip
olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte, mutlak olarak ilk
olan Töz'dür, hem mantıksal olarak, hem bilgi düzenine
göre, hem zaman a göre. Gerçekten, öbür kategorilerden
hiç biri ayrı durumda varolmaz, ama yalnızca Töz böy­
ledir. Öte yandan, Töz, mantıksal olarak da ilkedir, çün­
kü her vahğın tanımında zorunlu olarak tözünün tanımı
da bulunur. Sonunda, bir şeyi, ne olduğunu iyi bildiği­
miz zaman yetkin bir biçimde tanıdığımıza inanırız, ör­
neğin insanın ya da ateşin ne olduğunu, niteliğini, niceli­
ğini ya da yerini bildiğimiz zaman yetkin bir biçimde
tanıdığımıza inanırız; çünkü bu yüklemlerden herbirini
de biz, yalnızca, ne olduklarını, niteliğinin, niceliğinin ne
olduğunu bildiğimiz zaman tanırız. Gerçekten, günü­
müzdeki ve geçmişteki bütün araştırmaların sarsılmaz
konusu, her zaman çözümsüz kalan şu sorudur: Varlık
nedir? Bu soru « Töz nedir? » sorusuyla aynı anlama ge­
lir. Gerçekten, filozofların, bazılarında birlik, bazıların­
da çokluk bulduğu şey Töz'dür. Çokluk bazen sayıyla
sınırlanmış olarak, bazen sonsuz olarak düşünülür. Bu
yüzden, bizim için, incelememizin başlıca, ilk ve tek nes­
nesi bu anlamda alınmış Varlık'ın yapısı olmalıdır.»
Aristoteles, töz sorununu, Organon'un birinci kitabı
olan Kategoriai'de daha değişik bir biçimde şöyle ele
alır:
«Terimin en temel, ilk ve başlıca anlamında, töz,
ne bir özneye bağlanan, ne de bir öznede bulunandır:
örneğin, bireysel insan ya da bireysel at. Ama, ilk an­
lamda alınan tözlerin içerildiği türlere, ikincil tözler de­
nir; bu türlere, bu türlerin cinslerini de eklemek gere­
kir: örneğin, bireysel insan, insan türüne girer, bu tü­
rün cinsi hayvandır. Demek ki, bu tözleri, yani insanı
ve hayvanı ikincil diye adlandırırız. - Bu söylediğimize

51
göre, yüklemin isim için de tanım için de özneye bağlan­
ması gerektiği açıktır. - Örneğin, insan bir özneye bağ­
lanmıştır, yani bireysel insana bağlanmıştır: bir yandan,
bireye insan adı verildiğine göre, bireysel insana insan
adı verilmiştir; öte yandan, insanın tanımı bireysel in­
sana da bağlanacaktır, çünkü bireysel insan aynı za­
manda hem insan hem hayvandır. Buradan, ismin ve
kavramın özneye bağlanacağı sonucu çıkar. Bir öznenin
içinde bulunan varlıklara gelince, bunların çoğunlukla
ne adları ne de tanımları özneye bağlanmıştır. Bununla
birlikte bazı durumlarda ismin bazen özneye bağlanma­
sında hiç bir engel yoktur, ama tanım için bu olanaksız­
dır: örneğin, bir özneye yani öznenin bedenine bağlı olan
beyaz, bu özneye bağlanmıştır (çünkü bir beden için
beyaz diyebiliriz) ama beyazın tanımı hiç bir zaman be­
dene bağlanamaz. Geri kalan her şey ya özne olarak
alınan tözlere bağlanmıştır ya da bu öznelerin kendile­
rine.le bulunur. Bize kendini gösteren özel örneklerden
çıkar elbette bu. Örneğin, hayvan terimini alalım; bu
terim insana bağlanmıştır; lıayvan, daha sonra, bireysel
insana bağlanacaktır; çünkü bireysel insanlardan hiçbi­
rine bağlanmamış olsaydı, genel olarak insana da bağ­
lanmayacaktı. Bir başka örnek: renk bedendedir; renk,
daha sonra, bireysel bedende de bulunur; çünkü renk,
bireysel bedenlerden hiç birine bağlı olmasaydı, genel
olarak bedene de bağlı olmayacaktı. Buradan, geri kalan
her şeyin ya önce özne olarak alınmış tözlere bağlan­
dığı ya da bu öznelerin kendilerine bağlı olduğu çıkar.
Bu ilk tözlerden giderek varolmasa, başka hiç bir şey
varolmayacaktır. - İkincil tözlerden, tür, cinsten daha
çok tözdür, çünkü tür ilk töze daha yakındır. Gerçekten,
ilk tözün yapısı üzerine konuşmak istenirse, bu yapıyı
Cinsten çok türle açıklayarak daha kesin ve daha derin
bir bilgi verilecektir: böylece, bireysel insan üzerine ko­
nuşmak istendiğinde, onun hayvandan çok insan olduğu

52
söylenerek, onun üzerine daha kesin bir bilgi verilmiş
olur; çünkü ilk özellik daha çok bireysel insana özgü­
dür; oysa ikincisi daha geneldir. Ayrıca, herhangi bir
ağacın yapısını anlatabilmek için, onun bitkiden çok
ağaç olduğunu söyleyerek daha öğretici bir açıklama
sağlanmış olacaktır. Bundan başka, ilk tözler, geri ka­
fam her şeyin substratum'u olmaları ve geri kalan her
şeyin onlara bağlı olması ya da onlarda bulunması olgu­
suyla üstün tözler diye adlandırılırlar. Ve ilk tözlerin
geri kalan her şey karşısındaki davranış biçimi, türün
cins karşısındaki davranış biçiminin aynıdır. Tür, ger­
çekten, cins için substratum'dur, cinsler türlere bağlı
olsalar da, türler, buna karşılık, cinslere bağlı değildir­
ler. Bu nedenlerden ötürü, tüıün cinsten çok töz olduğu
sonucuna varılır. - Cins olmayan kendiliğine.len türlere
gelince, bunlardan fıiç biri hiç bir bakımdan öbüründen
daha çok töz değildir, çünkü bireysel atın at olduğunu
söyleyecek yerde bireysel insanın insan olduğunu söy­
leyerek daha kesin bir biçimde konuşmuş olmayız. İlk
tözler için de bu durum vardır, bu tözlerden biri öbü­
ründen daha çok töz değildir, çünkü bireysel insan hiç
bir bakımc.lan bireysel öküzden çok töz değildir. Doğru
olarak, ilk tözler diye adlandırılmışlardır, çünkü bütün
yüklemler arasında ilk tözü anlatan yalnız cinsler \'e
türlerdir. Gerçekten, bireysel insanın yapısı üzerine ko­
nuşmak istenirse, bu iş türle ya da cinsle yapılırsa, bu
c.lurumda c.laha kesin bir açıklama verilecektir, bu açık­
lama bu bir hayvandır demekten çok bu bir insandır
demekle daha kesin bir duruma getirilecektir. Buna
karşılık, insana insan için daha başka bir bclirlemcc.le
bulunmak açıklamayı yetersiz kılacaktır; örneğin, insa­
nın beyaz olduğunu, koşmakta olduğunu, ya da bu çe­
şitten başka bir şey söylediğimizde böyle olur. Öbürleri
arasında yalnızca kavramların töz diye adlandırılması­
nın doğru olduğu burada kendini gösteriyor. Başka bir

53
kanıt: ilk tözler, geri kalan her şeyin substratum'u olma.
tarından dolayı, tam anlamında töz olarak adlandırılır­
lar. Oysa ilk tözlerin bu tözler dışındaki şeylerle ilişki­
si, türlerin ve cinslerin geri kalan her şeyle ilişkisinin
aynıdır, çünkü geri kalan her şey türler ve cinslere bağ­
lıdır. Gerçekten, bireysel insanın dilbilgici olduğunu söy­
lemek, insanın ve hayvanın da dilbilgici olduğu sonucu­
nu çıkarmak demektir. Bütün öbür durumlarda da bu
böyledir. - Her tözde ortak olan özellik, bir öznenin
içinde olmamaktır. Gerçekten, ilk töz bir öznede bulun­
maz ve bir özneye bağlı da değildir. İkincil tözlere ge­
lince, bu tözlerin bir öznede bulunmamaları şu nedenler_
den ötürü kesindir: gerçekten, insan her şeyden önce
bir öznenin, yani bireysel insanın niteliğidir, ama bir
öznenin içinde değildir, çünkü insan, bireysel insanın bir
bölümü değildir. Bir öznenin, yani bireysel insanın
ananiteliği olan, ama bireysel insanın bir bölümü olma­
yan hayvan için de aynı şey geçerlidir. Bundan başka,
bir öznede bulunan şeylerle ilgili olanın adını bazı du­
rumlarda öznenin kendisine vermeye hiç bir şey engel
değildir, oysa bunların tanımını özneye bağlamak ola­
naksızdır. Oysa, ikincil tözlerde, özneye, adlar olduğu
kadar tanımlar da bağlanabilir: insanın tanımı bireysel
insana bağlanmıştır, hayvanın tanımı da bireysel insa­
na. Buradan, tözün, bir öznede bulunan şeyler sayısın­
da olamayacağı sonucuna varılır. Ama bu özellik töze
özgü bir özellik değildir, çünkü ayrım da bir öznede bu­
lunmayan şeylerin bir bölümünü oluşturur. Gerçekten,
ayaklı ve iki ayaklı bir özneye yani insana bağlanmışlar­
dır, ama bir öznenin içinde değildirler, çünkü iki ayak­
lı ve ayaklı insanın bölümleri değildirler. Bundan baş­
ka, ayrımın tanımı da ayrımın bağlandığı şeye bağlan­
mıştır: örneğin, ayaklı, insana, bağlanmışsa, ayaklının
tanımı da insana bağlanacaktır, insan ayaklı olduğuna
göre. Demek ki, kendimizi bu parçaların töz olmadığı-

54
nı kabul etme zorunluluğu içinde bulma korkusuyla töz­
lerin parçalarının bir öznede bulunduğu kadar her şey·
de de bulunması olgusuna çok şaşmayalım. Şeylerin bir
öznede bulunduğunu söylediğimizde, bununla parçaların
bütünde içerilişine benzer bir içerilme sözkonusu oldu­
ğunu söylemedik. İkincil tözlerin olduğu kadar ayrımla­
rın da özelliği, bütün durumlarda, aynı anlamda nitelen·
dirilmiş olmalarıdır, çünkü bütün yüklemlerinin özne­
leri ya bireylerdir ya da türlerdir. İlk tözden hiç bir
kategori çıkmaz, çünkü bu töz hiç bir özneye bağlı de­
ğildir. Ama ikincil tözler arasında, tür, bireye bağlanır,
cins, hem türe hem bireye bağlanır. Ayrımlar için de
aynı şey sözkonusudur; ayrımlar da, türlere ve bireylere
bağlanırlar. Bunlardan başka, türlerin ve cinslerin tanı·
mı ilk tözlere uygulanır ve cinsin tanımı da türe uygu­
lanır, çünkü yüklem üzerine söylenilen her şey özne üze·
rine de söylenilecektir. Bunun gibi, ayrımların tanımı
da türlere ve bireylere uygulanır. Ama, adları ortak,
kavramları özdeş olan şeyler eşanlamlıdır. Tözlerin ya
da ayrımların yüklem olduğu bütün durumlarda, nite·
lendirme eşanlamlı olur. - Her töz, belli bir varlığı be­
lirtir gibidir. İlk tözler sözkonusu olduğunda, bu tözle·
rin belli bir varlığı belirttikleri tartışılmaz bir gerçeklik·
tir. Çünkü anlatılan şey bir birey ve sayısal bir birliktir.
İkincil tözlerin de, adlandırılışlannın biçiminden dolayı,
belli bir varlığı belirttiklerine inanabiliriz; örneğin, in�
san, ya da hayvan, dediğimiz zaman . Bununla birlikte,
bu tam olarak uyarlı değildir: böyle anlatımlar daha çok
bir nitelendirmeyi belirtirler, çünkü özne ilk tözün du­
rumundaki gibi bir tek değildir; gerçekte, insan bir çok­
luğa bağlanmıştır, hayvan da. - Bununla birlikte, tür
ve cins, niteliği mutlak bir biçimde belirtmezler; örne­
ğin, beyazda olduğu gibi (çünkü, beyaz, nitelikten başka
bir şey belirtmez), ama tür ve cins, niteliği töze göre be.
lirler: belirttiği şey, bu nitelikte bir tözdür. Zaten, be·

55
Iirleme, cinsin durumunda, türün durumundakindcn
çok daha büyük bir uzanıma sahiptir, çünkü hayvan te­
rimi insan teriminden daha çok sayıda varlığı kap­
sar. - Tözlerin bir başka özelliği de, hiç bir karşıtları
olmamasıdır. Gerçekten, ilk tözü gözönüne alırsak, bi­
reysel insan ya da bireysel hayvan için bu tözün karşıtı
ne olabilir? Gerçekten de, hiç bir karşıtı yoktur; ne in­
san ne de hayvan için karşıt vardır. Zaten, bu özellik,
töze özgü değildir, ama başka birçok kategoriye de ait­
tir, örneğin niceliğe. Gerçekten, iki kulaca ya da üç ku­
laca karşıt olan hiç bir şey yoktur, on sayısına da; ne
de bu yapıda bir başka şeye karşıt olan bir şey vardır;
yalnız, çok'un, az'a karşıt ya da büyük'ün küçük'e kar­
şıt olduğu ileri sürülebilir. Ama, gerçekte, belirli nice­
likler sözkonusu olduğunda, bu niceliklerin hiç biri için
hiç bir zaman bir karşıt yoktur. - Bundan başka, tö­
zün çoğa ya da aza yatkın olduğu sanılır. Bununla, bir
tözün bir başka tözden daha çok ya da daha az töz ola­
bilmesinin olanaksız olduğunu değil (çünkü bu olgunun
gerçekliğini daha önce göstermiştik) ama her tözün,
kendi kendine olduğundan çok ya da az olduğunun söy­
lenemeyeceğini belirtmek istiyorum; örneğin, şu töz, şu
insan, kendinden ya da herhangi bir başka insandan da­
ha çok ya da daha az insan olamayacaktır. Gerçekten,
bir insan bir başka insandan daha çok insan değildir,
beyazın bir başka beyazdan daha çok ya da daha az
beyaz olması ve güzelin de bir başka güzelden daha çok
ya da daha az güzel olması gibi. Tek ve aynı olan bir
şeyin kendinden daha çok ya da az bir nitelikte oldu­
ğu söylenebilir; örneğin, beden beyazsa, şimdi eskisin­
den daha beyaz olduğu söylenebilir, ya da sıcaksa, da­
ha çc;>k ya da daha az sıcak olduğu; ama tözün eskisin­
den ne daha çok ne de daha az olduğu söylenebilir:
insanın şimdi eskisinden daha çok insan olduğu söylen­
mez, töz olan tüm öbür şeylerin hiç biri için de söyle-

56
nemeyeceği gibi. Demek ki, böylece, töz çoğa ya da
aza yatlan değildir. - Tözün öbür özelliklerinden da·
ha belirgin olan özelliği şudur: töz, hep özdeş ve sayı­
sal bakımdan bir kalmakla birlikte karşıtları toplama­
ya yatkındır. Böylece, töz olmayan bütün öbür şeyler
arasında, sayısal olarak bir kalmakla birlikte karşıtla­
nn toplanma yeri olan bir şeyi ortaya koyma yetene­
ğinden yoksun olacağız: örneğin, sayısal olarak bir ve
özdeş olan renk, beyaz ve kara olamaz, sayısal olarak
özdeş ve bir olan bir eylem de iyi ve kötü olamaz. Töz
olmayan bütün öbür şeyler için de aynı şey sözkonusu·
dur. Ama, töz, sayısal olarak bir ve özdeş kalmakla bir·
likte, karşıtları kavrama yeteneğinden yoksun değild i r :
örneğin, bireysel insan, b i r v e aynı olmasına rağmen,
bazen beyaz bazen kara, bazen sıcak bazen soğuk, ba­
zen iyi bazen kötüdür. Zaten hiç bir yerde böyle bir
şey olmaz; ancak, yargının ve görüşün karşıtları kavra·
maya yatkın olduğunu ileri sürerek bir uyarıda bulu­
nabilirler. Bunun nedeni, bir anlatımın aynı zamanda
hem doğru hem yanlış gibi görünebilmesidiı: : örneğin,
şu adam otıırııyor yargısı doğıudur, ama adam bir defa
ayağa kalktı mı, yargı yanlış olacaktır. Görüş için de
aynı şey sözkonusudur: şu adam o turuyor diye doğru
bir görüşe sahipsek, adam ayağa kalktığında, o kişi üze­
rinde aynı görüşü koruyarak yanlış bir görüşe sahip
olmuş olacağız. Ama, bu uyarıyı kabul etsek bile, hiç
olmazsa karşıtları kavrama biçiminde bir ayrılık vardır.
Bir yandan, tözler, karşıtları toplama yeteneğine ken di
kendileri içinde değişerek sahip olurlar: soğuk, bir de­
ğişikliğe uğrayarak, sıcak olmuştur (gerçekten de bu bir
değişmedir); beyaz, kara olmuştur: kötü, iyi olmuştur.
Bütün öbür tözler için de aynı şey sözkonusudur; bu
tözlerden herbiri bir değişikliğe uğrayarak karşıtları
kavramaya yetenekli bir duruma gelir. Buna karşılık
yargı \'e görüşe gelince, .b u ikisi, kendilerinde mutlak

57
ve değişmemiş olarak kalırlar: yargıda ve görüşte kar­
şıtlık, nesnedeki bir değişiklikle ortaya çıkar. Gerçek­
ten, şu adam oturuyor yargısı özdeş kalır ve bu yargı
nesnedeki değişikliğe göre bazen doğru bazen yanlıştır,
görüş için de aynı belirlemeyi yapabiliriz. Böylece, tözün
başlıca özelliği, hiç değilse şeylerin oluş biçimine göre,
kendine özgü bir değişimle, karşıtları kavramaya yatkın­
lık olacaktır. Yargının ve görüşün karşıtları barındırabi.
Jeceğini düşünmek doğruya zarar vermektir: gerçekten,
yargı ve görüş karşıtları kavramaya yetenekli diye ad­
landırılabilirse, bu, kendilerinin bir değişikliğe uğrama­
larından ötürü değildir, değişikliğin yabancı bir nesne­
de meydana gelmesi olgusundandır. Bu, gerçekten, yar­
gıyı doğru ya da yanlış kılan şeyin gerçek oluşu yada
olmayışıdır, yargının karşıtları kavramadaki yeteneği de­
ğildir. Kısacası, yargıya ya da görüşe bir değişiklik geti­
rebilen hiç bir şey yoktur; demek ki, yargı ve görüş
karşıtların bulunduğu yerler olamazlar, kendilerinde hiç
bir değişiklik olamayacağına göre; ama töz, karşıtları
kendinde barındırdığına göre, karşıtları kavrıyor dene­
bilir, hastalığı ve sağlığı beyazlığı ve karalığı da aynı
şekilde sürdürdüğüne göre. Bu çeşit niteliklerin herbi­
rini edinmesi olgusundan ötürü töz karşıtları kavrıyor
denebilir. Dernek ki, özdeş ve sayısal olarak bir kal­
makla birlikte, kendindeki bir değişikliğe göre karşıtla­
rı barındırmak tözün başlıca özelliğidir. »
Töz'ün ne olduğunu bu metinlerden giderek özetle­
meye çalışalım:
Töz, Aristoteles'e göre, özne olan şeydir; kategori­
ler içinde yalnız odur özne olan, öbür kategoriler ancak
yüklem olabilirler. Töz kendinde ve kendiyle vardır,
varolabilrnek için kendinden başka bir şeyi gereksin­
mez; Aristoteles'in deyişiyle, «kendiliğinden, doğal bir
varoluşa sahiptir». O , bütün değişiklikler içinde değiş­
meden kalan şeydir, başlıca özelliği durağanlıktır. İki

58
çeşit töz vardır: ilk töz ya da birincil töz, bir de ikincil
töz. İlk töz bireyi, ikincil töz türü ve cinsi karşılar.
Töz'e «ÖZ» de diyebiliriz. Bir yanda değişkenliklerin öz­
nesi olan varoluş, bir yanda durağanlığın öznesi olan öz
vardır. Her töz belli bir varlığı belirler gibidir. Tözün
karşıtı olmaz. Töz hep özdeş ve sayısal olarak bir kalır,
buna karşılık karşıtları kendinde barındırabilir.

Şöyle bir tablo çizebiliriz:


--

t ık Bir öznede bulunmaz, bir


Bir
Birey özneye bağlanmaz ( yük-
tözler insan
lem olmaz)
Tö� -- - -

İ kincil Cins Hayvan Bir öznede bulunmaz, bir


özneye bağlanır (yüklem
j
-----
tözler
Tür İ nsan olur)
-

B ÜTÜN VE PARÇA

Aristoteles, töz konusunu işlerken de yaptığı gibi,


sık sık «bütün» ve «parça» kavramlarından sözeder.
Onun bu iki kavramdan ne anladığını iki ayrı metnine
dayanarak açıklamaya çalışalım:
« Bir bütün, doğal olarak, bir bütünü oluşturan bö­
lümlerden hiç birinin eksik olmamasıyla belirlenir. Bü­
tün, aynı zamanda, içerilen şeyleri içerendir, öyle ki bu
şeyler bir birlik oluştururlar. Bu birlik iki çeşittir: ya
içerilen şeylerin her biri bir birliğe sahiptir ya da bu
şeylerin tümünden bir birlik doğar. Birinci durumda,
genel olarak, evrensel, bir varlıklar çokluğunu kapsadı­
ğı ölçüde evrenseldir; öyle ki, evrensel, bu varlıklardan
herbirinin yüklemidir ve bu varlıkların tümü, içlerin­
den herbiri bir birlik olduğu ölçüde birliktir: örneğin,
insan, at, tanrı birdir, çünkü tümü canlı varlıklardır.
İkinci durumda, bir birlik birçok tümleyici parçadan

59
oluştuğunda, sürekli, sınırlı olan şey bir birliktir, özel­
likle bu parç'.l.lar yalnızca gücül olduklarında ya da hat­
ta yetkinleşmişlik durumunda bulunduklarında. Bu ikin.
ci bütün çeşitleri içinde, doğal varlıklar yapay nesneler­
den daha çok bütündürler ( .. ). - Bundan başka, bir
başlangıcı, bir ortası, bir sonu olan nicelikler, yani par­
çaların konumunun düzensiz olduğu nicelikler toplam
diye adlandırılırlar, öbürleri de bütün diye adlandırılır.
lar; iki özelliği de birleştirebilen nicelikler aynı zaman­
da hem bütün hem toplanı'dırlar: bölümlerin yer değiş­
tirmesinden sonra yapısı aynı kalan ama görünümü de­
ğişen nicelikler böyledir, balmumu gibi, giysi gibi. Bu ni­
celiklere hem bütün, hem toplam denir, çünkü her iki
özelliğe de sahiptirler. Ama, su, bütün sıvılar ve sayı
yalnızca toplam diye adlandırılırlar; bütün sözcüğü ne
sayıya ne suya uygulanır, değişik anlamda kullanılma­
mışsa. Bir birlik oluşturduklarında toplam diye adlan­
d ırılan şeyler, bölünmüş olarak alındıklarında bütünlük
diye adlandırılırlar (..) » (Metaplıysika, 5. kitap, 26. bö­
lüm) .
« B i rinci anlamında, parça, bir niceliğin herhangi
bir biçimde bölünebileceği şeye denir: gerçekten de, bir
nicelikten nicelik olarak koparılan her şeye bu niceliğin
parçası denir: örneğin, iki, üçün bir parçası olarak alı­
nabilir. Başka bir anlamda, parça adı, yalnızca bütünü
ölçen parçalara verilir: böylece, iki, bir görüş açısınn
göre, üçün parçası olacaktır, ama başka bir görüş açı­
sına göre olmayacaktır. Bundan başka, biçimin bölüne­
bileceği şey, yani nicelikten yapılmış o lan soyutlama, bu
biçimin parçası diye adlandırılır; bu yüzden, türler cin­
sin parçalarıdır denir. Bir bütünün bölündüğü şeye ya
da bütünü oluşturan şeye de parça denir; bütün ya bi­
çimi ya da biçime sahip olanı belirtebilir: örneğin, tunç,
tunç küresinin ya da tunç kübünün bir parçasıdır, çün­
kü biçimin yerleştiği maddedir; açı da bir parçadır.

60
- Ayrıca, her varlığı anlatan tanımın öğeleri de bütü­
nün parçalarıdırlar. Bu yüzden, cins türün bir parçası
olarak alınabilir, bir başka anlamda tür cinsin parçası
olarak belirlense de» (Metaphysika, 5. kitap, 25. bölüm).

ÖBÜR KATEGOR!LER

Aristoteles, öbür kategorilerden, yani yüklem olan


kategorilerden yalnızca «nicelik», «nitelik» ve «görelik»
üzerinde durur. Nicelik, ona göre, ya süreklidir ya da
süreksizdir. Çizgi, yüzey, katı, zaman, yer gibi nicelikler
sürekli niceliklerdir; çünkü, bunların parçalarından her.
biri bir öııceki ve bir sonraki parçaya bağlıdır. Oysa,
sayı ve söz süreksizdir, bunların parçaları birbirine sü­
rekli n iceliklerde olduğu gibi bağlı değildir. Niceliğin
karşıtı yoktur. Nicelik, azlığa ve çokluğa yatkın değil­
dir. Nitelik, bir şeye şöyle ya da böyle oluşunu kazandı­
ran şeydir. Nitelikler dört türlüdür: birincisi,
durum ve
konum; ikincisi, yatkınoluş ve yatkınolmayış; üçüncüsü,
duyumsal nitelikler; dördüncüsü, görüniinı ya da biçim.
Nitelikler karşıtlığı barındırabilir; aynca, çokluğa ve
azlığa genellikle yatkındır. Görelik, bir varlığın bir baş­
ka varlıkla ya da başka varlıklarla ilişkisini ortaya ko­
yar. Görelik karşıtları barındırabilir, çokluğa ve azlığa
yatkındır.
Aristoteles, edim'in ve edilim'in karşıtları barındır.
dıklarını, azlığa ve çokluğa yatkın olduklarını söyler
(ısıtma, soğutmanın karşıtıdır; bir şey çok ya da az ısı­
tılabilir). Filozof, «yı.>. pılarının çok bilinir olması» nede­
niyle öbür kategoriler üzerine derinlikli bir araştırma
yapmayacağını bildirir.
Aristoteles, Kategoriai'de, nicelik üzerine özetle
şunları söylüyor:
«Nicelik ya süreksiz ya da süreklidir. Bundan baş­
ka, r:.icclik ya aralarında birbirlerine karşı bir konuma

61
sahip olan ya da böyle bir konuma sahip olmayan bö­
lümlerden oluşmuştur. Süreksiz nicelik örnekleri: sayı
ve söz; sürekli nicelik örnekleri : çizgi, yüzey, katı mad­
de ve bir de zaman ve yer. ( .. ) Nicelik hiç bir karşıt ka­
bul etmez. Belirli nicelikler konusunda, bu niceliklerin
karşıtları olmadığı açıktır: üç kulaç ya da iki kulaç
uzunluğun, yüzeyin ya da bu çeşit herhangi bir başka
niceliğin durumu budur ( .. ). Nicelik çokluğa ya da az­
lığa yatkın değildir. İki kulaç uzunluğun durumu bu­
dur: iki kulaçtan uzun olan bir şey bir başka iki kulaç·
tan daha uzun değildir ( . . ) » .
Aristoteles, daha sonra, Metaphysika'nın 5. kitabın­
da, 13. bölümde nicelik için şunları yazmıştır:
« Herbiri doğal olarak tek ve bireysel bir şey olan
iki y a da daha çok tümleyici ögeye bölünebilen şeye
nicelik denir. Bir çokluk, sayılabilirse bir niceliktir, öl­
çUlebilirse bir büyüklüktür. Gücül olarak, süreksiz bö­
lümlere bölünebilir olana çokluk, sürekli bölümlere bö­
lünebilir olana büyüklük denir. Tek boyutlu sürekli bü­
yüklük uzunluktur, iki boyutlu sürekli büyüklük ge­
nişliktir, üç boyutlu sürekli büyüklük derinliktir. Son­
lu bir çokluk, bir sayıdır; sonlu bir uzunluk, bir çiz­
gidir; sonlu bir genişlik bir yüzeydir; sonlu bir de­
rinlik, bir cisimdir. - Bundan başka, bir kendinden
nicelik, bir de rastlantısal olarak nicelik vardır: ör­
neğin, çizgi, kendinden bir niceliktir; müzikçi, raslan­
tısal olarak niceliktir. Kendinden niceliklerin bazıları
tözsel olarak böyledirler, örneğin çizgi bir niceliktir
(çünkü, nicelik, çizginin özünü belirten tanıma girer) ;
bazıları da, b u töz türlerinin tanımları ve durumları
olarak kendinden niteliklerdir; örneğin, çok ve az, uzun
ve kısa, geniş ve dar, yüksek ve alçak, ağır ve hafif, ve
bu türden öbür biçimler. Büyük ve küçük, çok ve az,
hem kendi kendilerine hem de karşılıklı ilişkileri içinde,
niceliğin temel biçimleridirler; ama, yaygınlaştırma yo-

62
luyla, bu adlar başka nesnelere de uygulanır. Raslantısal
olarak nicelik, bazen, müzikçi ve beyaz niceliktir dedi­
ğimiz anlamda (bağlı oldukları şey bir nicelik olduğun­
dan yani), bazen de devinim ve zaman niceliktir dediği­
miz anlamda anlaşılır. Gerçekten de, devinimin ve za­
manın nicelik oldukları söylenir ve niceliği oldukları şe­
yin bölünebilirliğinden ötürü de bunlar sürekli nicelik­
lerdir; bölünebilirlikten, devinenin kendisinin değil ama
deviniminin almış olduğu uzanımın bölünebilirliğini an­
lıyorum. Gerçekten, uzanım nicelik olduğundan devinim
de niceliktir, devinim nicelik olduğundan zaman da ni­
celiktir.»
Aristoteles, Kategoriai'de, nitelikle ilgili olarak özet­
le şunlan söyler:
« Bir şeyi şöyle ya da böyle yapan şeye nitelik de­
nir. - Ama, nitelik, birçok anlamda alınabilen terim­
lerin sayısı kadardır. Durum, daha çok süreye ve daha
çok durağanlığa sahip oluşuyla konumdan ayrılır: bi­
limler ve erdemler durumdur; çünkü, bilim, durağan
kalan ve güç hareket eden şeylerin sayısıncadır. ( ..) Bu­
nun gibi, erdem de, kolay devinir, kolay değişir bir şey
değildir. ( .. ) Daha dayanıklı olan ve daha güç devinen ni­
telikler durumlar adı altında belirtiliyor. ( ..) Durumlar
aynı zamanda konumlardır, ama konumlar zorunlu ola­
rak durumlar değillerdir: gerçekten, durumlara sahip ol­
mak, onların karşısında belli bir konumda bulunmak
demektir, oysa konumlara sahip olmak, her durumda
konumlara karşılık olan bir duruma sahip olmak değil­
dir. ( .. ) - Bir başka tür nitelik, iyi güreşçiler ya da iyi
koşucular, sağlıklılar ya da hastalar üzerine konuşur­
ken kullandığımız bir niteliktir, yani kısacası doğal
yatkmoluş ya da yatkmolmayış denen her şeydir. Çün­
kü bu belirlemelerden herbiri bireyin belli bir konumu
sayesinde varsanmış değildir, ama herhangi bir şeyi ko­
layca yapmaya ve güçlüğe uğramadan -yapmaya doğal

63
bir biçimde yatkınoluşla ya da yatkınolmayışla var­
sanmıştır. Örneğin, iyi güreşçiler ya da iyi koşucular,
belli bir konumda bulunduklarından değil, bazı işleri
kolayca yapmakta doğal bir yatkınlığa sahip oldukla­
rından iyi güreşçi ya da iyi koşucu diye adlandırılmış­
lardır; sağlıklılar, başlarına gelebilecek her şeye ra­
hatlıkla dayanabilınede doğal bir yatkınlığa sahip ol­
duklarından sağlıklı diye adlandırılırlar; hastalar, tersi­
ne, başlarına gelebilecek her şeyi rahatlıkla karşılama­
ya doğal olarak yatkın olmadıklarından hasta diye ad­
landırılırlar. Katı ve yumuşak için de aynı şey sözkonu­
sudur: katı, kolaylıkla bölünmeye doğal olarak yatkın
olmadığından katı diye adlandırılır; yumuşak, buna kar­
şılık, bu konuda belli bir yatkınlığa sahiptir. - Üçüncü
tür nitelik, duyumsal niteliklerden ve duyumlardan oluş_
muştur. Örneğin, tatlılık, acılık, burukluk, ya da buna
benzer öbür belirlemeler; bunlara sıcaklığı, soğukluğu,
beyazlığı, karalığı da ekleyelim. Bunların nitelikler ol­
duğu açıktır, çünkü bunlara sahip olan varlıklar, bun­
ların kendilerinde varoluşuyla, şu ya da bu nitelikte di­
ye belirlenirler. Böylece, varlığında tatlılığı bulundur­
duğundan ötürü, bal tatlıdır; bedene, beyazlığından ötü­
rü beyaz denir. Öbür durumlarda da aynı şey sözkonusu_
dur. ( .. ) Gerçekte, sözünü ettiğimiz bu niteliklerden her­
biri duyumlar üzerinde bir değişiklik meydana getirme­
ye yatkın olduklarından duyumsal nitelikler diye adlar,ı.­
dırılırlar. (..) - Dördüncü tür nitelik, her varlıkta bulu­
nan görünüm'ü ya da biçinı'i içerir; bundan başka, düz­
lüğü ve eğriliği, ayrıca benzer öbür nitelikleri içerir. ( .. )
Nitelikte de karşıtlık bulunur: örneğin, adalet, adalet­
sizliğin karşıtıdır, karalık beyazlığın, v.b. Bu belirleme­
lere göre nitelendirilmiş şeyler için de durum aynıdır:
adaletsiz, adaletlinin karşıtı, beyaz da karanın karşıtı­
dır. Bununla birlikte bu her zaman böyle değildir: kır­
mızı, sarı ve bu çeşit renkler, nitelik olmakla birlikte,

64
karşıtlara sahip değildirler. Bundan başka, iki karşıt­
tan biri bir nitelikse, öbürü de nitelik olacaktır. ( ..) Ni­
telikler çokluk ve azlık kabul ederler. ( ..) Bununla bir­
likte, bu özellik, niteliklerin tümüne değil, ama çoğuna
uyar. Adaletin çok'u ve az'ı kabul ettiğini benimsemek
gerçekten kolay değil. ( ..) Sözünü ettiğimiz özelliklerden
hiç biri niteliğe özgü değildir, oysa benzer ve benzemez
yalnızca niteliklere özgüdür.»
Aristoteles, daha sonra, Metaphysika'da, 5. kitabın
15. bölümünde nitelikle ilgili olarak şunları söyleyecek­
tir:
«Birinci anlamında, nitelik, tözün ayrılığına denir:
örneğin, insan belli bir nitelikte olan bir hayvandır, çün­
kü iki ayaklıdır; atın niteliği dört ayaklılıktır; daire,
açısız olma niteliğine sahip olan bir biçimdir. ( ..) Niteli­
ğin ilk anlamı budur: tözün ayrılığı. Bir başka anlam­
da, devinimsiz olan matematiksel şeylere nitelik denir;
sayılara belli bir nitelik veren anlam budur. ( .. ) Genel
olarak, sayının özünde, nicelikdışı olan şey niteliktir,
çünkü her sayının tözü kendi olduğu şeydir: örneğin,
altı, herhangi bir sayının iki ya da üç katı değil, ama
bir kere olan bir şeydir, çünkü altı bir kere altıdır.
- Nitelik, devinimli olan tözlerin özelliklerine de de­
nir; sıcaklık ve soğukluk, beyazlık ve karalık, ağırlık ve
hafiflik ve bu cinsten öbür belirlemeler. Bunlar değiş­
tiklerinde cisimlerin bir değişime uğradıkları söyle­
nir. ( ..) Demek ki, niteliğin başlıca anlamları, biri temel
anlam olan başlıca iki anlama götürülebilir. İlk nitelik,
gerçekten, tözün ayrılığıdır ve sayılardaki nitelik tözün
bir çeşididir, çünkü bu bir töz ayrılığıdır, ama ya de­
vingen olmayan, ya devingen olarak alınmamış tözlerin
bir ayrılığıdır. İkinci anlam, devingen olarak devingen
varlıkların belirlemelerini ve devinimlerin ayrılıklarım
kapsar.»
Aristoteles, görelik için Organon 'un Kategoriai adlı

65
birinci kitabında şunları söyler:
« Tüm varlığı başka şeylere bağımlı olmakla belir­
gin olan ya da bir başka biçimde başka bir şeyle iliş­
kili olmakla belirgin olan şeylere göreli denir: örneğin,
en büyük, varlığı bir başka şey tarafından ortaya konan­
dır, çünkü o ancak başka bir şeye göre çok büyüktür. ( .. )
Görelilerin karşıtları olabilir: örneğin, erdem, kötülü­
ğün karşıtıdır, her ikisi de göreli olduklarından ( ..)
Bununla birlikte, bütün görelilerin karşıtları yoktur:
çiftin hiç bir karşıtı yoktur, üçlü'nün de, bu çeşitten
başka bir terimin de. ( .. ) Göreliler çoğa ve aza yatkın
gibidirler. Gerçekten, benzer olan ve benzer olmayan,
çoğa ve aza göre anlaşılırlar, eşit olan ve eşit olmayan da
çoğa ve aza göre anlaşılır; bunlar göreli şeylerdir; çün­
kü, benzer olan, herhangi bir şeye benzeyendir, benzer
olmayan da herhangi bir şeye benzemeyendir. ( .. ) Bü­
tün göreli şeylerin bağlaşıkları vardır: örneğin, tutsak
efendinin tutsağıdır, efendi de tutsağın efendisidir. ( ..)
lıörece şeyler arasında doğal bir zamandaşlık var gibi­
dir. Birçok durumda bu doğrudur: çiftin ve yarımın za­
mandaşlığı sözkonusudur ve yarım varsa çift de vardır;
bunun gib i, efendi varsa tutsak vardır, tutsak varsa
efendi vardır.»
Aristoteles, Metaphysika'nın 5. kitabında, 1 6 . bölüm­
de şunları söyler:
«Göreli, bir yandan çiftin yarımla, üçlünün üçte
birle, genel olarak da bir çokluğun askatlarıyla ve aşırı­
nın yanlışla ilişkisine denir; öte yandan, ısıtabilenle ısı­
tılabilen, kesebilenle kesilebilen, genel olarak da etkin
olanla edilgin olan arasındaki ilişkiye denir. Göreli, ay­
nı zamanda, ölçülenin ölçüyle, tanınabilenin bilgiyle, du­
yulurun duyumla olan ilişkisidir. - İlk tür ilişkiler, sa­
yısal, belirsiz ilişkilerdir, ya da sayıların kendine göre
ya da birime göre belirlenmiş ilişkileridir. Örneğin, çift,
birimle belirlenmiş sayısal bir ilişki içindedir; oysa çok-

66
luk, birimle sayısal bir ilişki içindedir, ama bu ilişki be­
lirlenmemiştir. ( ..) Aşırılıkla yanlışlık arasındaki ilişki
tam tamına belirsiz olan sayısal bir ilişkidir; gerçekten
de, her bütünsel sayı ortakölçenlidir; ortakölçenli olma.
yan büyüklüklere gelince, bunları hiç bir sayı anlata­
maz. ( ..) - Bütün bu ilişkiler sayısal ilişkilerdir ve sayı­
nın belirlemeleridir, daha değişik bir biçimde Eşit, Ben.
zer ve Aynı'da olduğu gibi. Gerçekten, bütün bu biçim­
lerin altında Bir vardır. Aynı, tözü bir olan şeydir;
Benzer, niteliği bir olan şeydir; Eşit, niceliği bir olan
şeydir. Oysa, Bir, sayının ilkesi ve ölçüsüdür, öyle ki
bütün bu ilişkilerin sayısal ilişkiler olduğu söylenebilir,
aynı anlamda olmasa da. - Etkinle edilgin arasındaki
ilişki, etkin gücüllükle edilgin gücüllük arasındaki iliş­
kidir ve bu gücüllüklerin edimlerinin ilişkisidir: örne­
ğin, ısıtabilenle ısıtılabilen arasında ilişki vardır; bu iliş­
ki gücül durumdaki varlıkların ilişkisidir; bundan baş­
ka, ısıtılanla ısıtılan, kesenle kesilen arasındaki ilişkiler
vardır, bu da edimli varlıkların ilişkisidir. Buna karşı­
lık, sayılar, edime göre olan ilişkilerden kaçarlar, ( .. )
ama o zaman devinimin dışındaki edimler sözkonusu­
dur. Gücüllüğe göre olan ilişkilere gelince, burada bazı
zaman evrelerinin kavramı işe karışır: örneğin, bu, ya­
panla yapılan, yapacak olanla yapılacak olan arasında­
ki ilişkidir. Böylece, baba, oğul'un babasıdır, çünkü geç­
mişte biri eylemde bulunmuş, öbürü belli bir biçimde
eyleme uğramıştır. Bir de gücüllük yoksunluğuyla ilgili
ilişkiler vardır: olanaksız ve aynı yapıda öbür kavram­
lar; örneğin, görülmeyen. - Sayısal olarak göreli olan
ya da gücüllüğe göre göreli olan her şey şu anlamda gö­
relidir: onun tüm varlığı bir başka şeyle tam olarak
ilişki içindec::ır, ama bir başka şey onunla ilişki içinde
değildir. Buna karşılık, ölçülebilir olan, tanınabilir olan,
düşünülebilir olan şeyler bir başka şey kendileriyle ilişki
içinde olduğu için görelidirler. ( ..) Kendinden göreli diye

67
adlandınlan şeyler, bazen az önce sözünü ettiğimiz şey­
ler gibi görelidirler, bazen de cinsleri bu biçimde göreli
olduğundan görelidirler: örneğin, Tıp, göreliler arasına
girer; çünkü cinsi, yani bilim, genel görüşe göre, göre­
liler arasında yer alır. Varlıkları göreli kılan nitelikler
de kendinden görelidir. Sonra, raslantısal olarak göreli
gelir: buna göre, bir insan, raslantısal olarak bir şeyin
çifti olmakla görelidir ve çift de bir görelidir; beyaz
olan da göreli olabilir, aynı varlık raslantısal olarak çift
ve beyazsa.»
Böylece Varlık'ın genel cinsleri olan kategorileri bL
tirmiş oluyoruz. Şimdi Aristoteles'ci bilgi anlayışının
can alıcı noktasına, (<bilgi nedir?» sorusuna çok yaklaş­
mış bulunuyoruz. Ancak, bu soruya karşılık vermeye ça­
lışmadan önce, Aristoteles'ci bilgi anlayışı için önemli
olan bazı kavranılan Aristoteles'in metinlerinden gide­
rek açıklamaya çalışalım, o zaman Aristoteles felsefe­
sinde bilginin ne olduğu, nasıl elde edildiği, bilginin de­
ğerinin ne olduğu gibi sorunları daha rahatlıkla karşıla­
yabiliriz. Daha rahatlıkla, diyoruz, çünkü daha çalışma­
mızın başında da belirttiğimiz gibi, bu sorunlar Aristo­
teles'de tam açıklıkla konmuş değildir. Bize düşen, da­
ğınık ama tutarlı bir sistemin aydınlık ve elden geldi­
ğince yalın bir görünüşünü ortaya koymaya çalışmak­
tır. Evet, bilgi konusuna geçmeden önce, (<ilke», (<öge»,
«Öncesellik», «Zamandaşlık», «aynı», «başka», «ayrı»,
(<benzer», (< raslant1» gibi kavramların Aristoteles'de ne
anlama geldiğini görememiz gerekiyor.

1LKE NEDiR?

Aristoteles, Metaphysika'da, 5. kitabın 1 . bölümün­


de ilkeyle ilgili olarak şunları söylüyor:
«ilke, önce, şeyin deviniminin çıkış noktasıdır; ör­
neğin, çizginin ilkesi, yolun ilkesi bu çeşit ilkelerdir;

68
böyle bir ilkeye öbür uçta bir başka ilke karşılık olur.
İ lke aynı zamanda her şeyin en iyi çıkış noktasıdır: ör·
neğin, bilimde bile, bazen nesnenin başlangıcıyla ve ilk
kavramıyla değil, ama incelemeyi en iyi kolaylaştırabi·
lenle başlamalıdır. - İ lke hem de oluşumun ilk ve iç·
kin öğesidir, bir geminin omurgası ve bir evin temeli
gibi. ( ..) İ lke, aynı zamanda, oluşumun ilkel olan, ama
içkin olmayan nedenidir, devinimin ya da değişimin do­
ğal çıkış noktasıdır: örneğin, çocuk, ana ve babadan ge·
lir; kavga da hakaretten. - Düşünülmüş istemiyle ha·
karette bulunanı harekete geçiren ve değişeni değişti·
ren varlık da ilke diye adlandırılır. - Bundan başka, bir
şeyin bilgisinin çıkış noktası, bu şeyin ilkesi olarak ad·
landırılır: öncüller göstermelerin ilkeleridir. - Neden·
ler de ilkeler sayısınca anlam alır, çünkü bütün neden­
ler ilkedir. Dernek ki, bütün ilkelerin ortak özelliği, var·
lığın, oluşumun ya da bilginin türemiş olduğu kaynak
olmaktır. Ama bu ilkelerden bazıları içkindir, bazılan
dışsaldır: bu yüzden, bir varlığın yapısı bir ilkedir; öge,
düşünce, seçim ve biçimsel töz de ilkedir; sonuçsal ne­
deni de buna eklemek gerekir, çünkü birçok şey için,
bilginin ve devinimin ilkesi, iyi ve Güzel'dir.»

ÖGE NEDiR?

« Ö ğe bir varlığın özgül olarak başka türlere bölüne·


rneyen ilk içkin bileşenidir: örneğin, sözcüğün öğeleri
sözcüğü oluşturan parçalardır, sözcüğü son olarak bu
parçalara ayırabiliriz, bu parçalar kendi türlerinden de­
ğişik olan bir türün öğelerine bölünernezler; bölünebil·
selerdi, nasıl suyun en küçük parçası da suysa, böylece
ortaya çıkan parçalar da aynı türden olacaklardı; oysa
hecenin bir parçası hece değildir. Bunun gibi, cisimlerin
öğelerini inceleyen filozoflar, cisimlerin bölündüğü en
son parçaları öğe diye adlandınrlar, bu parçalar deği·

69
şik türdeki başka cisimlere bölünemezler; ve bu yapıda
olan şeyler, bir olsun birçok olsun, filozoflarca öğe diye
adlandırılırlar. - Matematik önermelerin öğeleri ve ge.
nel olarak göstermenin öğeleri de böyledir. Birçok gös­
termenin temelinde bulunan ilk göstermeler de göster­
melerin öğeleri diye adlandırılırlar: ( .. ) üç terimden
oluşmuş olan ilk tasımlann yapısı da böyledir. - Anla­
mı daha yaygınlaştırdığımızda, bir ve küçük olmakla
birlikte, birçok şeyi oluşturan şeye de öğe deriz. Bu yüz­
den, küçük, basit ve bölünmez olan da öğe diye adlan­
dılır. Demek ki, en evrensel kavramlar öğelerdir, çün­
kü herbiri, bir ve basit olmakla, birçok varlıkta bulu­
nur, ya tümünde, ya çoğunda. ( .. ) Bir şeyin öğesi, o şe­
yin kurucu ve içkin ilkesidir» (Metaphysika, 5. kitap, 3.
bölüm).

ÖNCESELLİK VE ZAMANDAŞLIK

Kategoriai'de Aristoteles öncesellik üzerine özetle


şunları söyler:
« Bir şey dört biçimde öncesel diye adlandırılır.
- İ lk ve temel anlamında, bir şeyin bir başka şeyden da
ha yaşlı ve daha eski oluşunu belirleyen zaman açısın­
dan. ( ..) İ kinci olarak, varoluşsal sıralanma konusunda
karşılıklılık kabul etmeyen şey önceseldir 14• ( ) Üçüncü ••

olarak, öncesel, bilimlerdeki ve söylevlerdeki gibi, belli


bir düzene göre olur. ( ..) Söylediğimiz anlamlardan baş­
ka bir anlam daha vardır: daha iyi ve daha değerli olan,
doğal olarak öncesel gibidir.»
Aynı kitapta, Aristoteles, zamandaşlık için de şu be.
lirlemede bulunur:
«Terimin basit ve en temel anlamında, zamandaş,

(14) Aristoteles burada oldukça bulanık bir anlatım ortaya koyar.


Varoluşsal sıralanmanın karşıtlık kabul etmeyişini şöyle anla­
malıyız : bir sayısı iki sayısından önce gelir, birin varlığı ikinin
varlığını, ikinin varlığı birin varlığını zorunlu kılar.

70
oluşumları aynı zamanda olan, içlerinden biri öbürüne
göre öncesel ya da sonrasal olmayan şeylere denir. ( ..)
Biri hiç bir biçimde öbürünün varoluşunun nedeni ol­
madan varoluşsal sıralanışta birbirini karşılayan şeyler
doğal olarak zamandaştırlar. ( .. ) Aynı cinsin bölünmesin­
den ortaya çıkan ve birbirlerine karşıt olan türler de do.
ğal olarak zamandaştırlar. ( .. ) Sonuç olarak, en basit
anlamda, oluşumları aynı zamanda yer alan varlıklar
zamandaş varlıklardır.»

ÖB ÜR KAVRAMLAR

Şimdi «aynı», «başka», « ayrı», «benzer» kavramları­


nı birarada ele alacağız. Aristoteles, Metaphysika'nın 5.
kitabında, 9. bölümde bu kavramlarla ilgili olarak şun­
ları söyler:
«Önce, raslantısal olarak aynı olana Aynı, Özdeş de­
nir: örneğin, beyaz ve müzikçi özdeştirler, çünkü bunlar
aynı öznenin raslantılarıdırlar; insan ve müzikçi için de
aynı şey sözkonusudur, çünkü biri öbürünün raslantısı­
dır; ve müzikçi bir insandır, çünkü müzikçi insanın ras­
lantısıdır. Karmaşık anlatım, basit iki terimin herbiri­
ne özdeştir ve bu terimlerden herbiri de karmaşık an­
latıma özdeştir; çünkü hem insan hem müzikçi, müzik­
çi insan'a özdeştirler ve müzikçi insan da müzikçi ve
insana özdeştir. Bütün bu özdeşliklerin raslantısal özel­
liği, onları evrensel olarak varsaymayışımızın nedenini
oluşturur: gerçekten de, her insanın müzikçiyle aynı ol­
duğunu söylemek doğru değildir; çünkü evrensel, ken­
dinden bir niteliktir, oysa raslantı kendinden değildir
ama bireylere basit bir şekilde bağlanmıştır, genel an­
layışta Sokrates ve müzikçi Sokrates özdeş olduğuna gö­
re. Sokrates bir çokluk olarak varsanmadığına göre, her
insan dediğimiz gibi her Sokrates diyemeyiz. - Raslan­
tısal olan Aynı'nın dışında, kendinden Bir için kaç an-

71
lam varsa, bir o kadar anlam da kendinden Aynı için
vardır. Gerçekten, tür bakımından olsun, sayı bakımın­
dan olsun, maddesi bir tek olan varlıklara olduğu ka­
dar tözü de bir tek olan varlıklara kendinden Aynı de­
nir. Demek ki, özdeşliğin bir varlık birliği, bir varlıklar
çokluğunun birliği ya da birçok olarak ele alınan bir
tek'in birliği olduğu açıktır ( .. ). Tür ya da madde çok­
luğuna sahip olan ya da birçok töz tanımı olan varlıkla­
ra Başka denir; genel olarak Başka, Aynı'nın anlamla­
rına karşıt olan anlamlar ortaya koyar. Başka olması­
na rağmen, sayıya göre değil ama türe ya da cinse göre
ya da benzerlikten ötürü bazı özdeşliklere sahip olan
şeylere Ayrı denir. Bir terim, cins bakımından başka
olan için, karşıtlar için ya da özünde başkalık bulunan
için kullanılır. Benzer, bütün açılardan aynı niteliklere
sahip şeylere, ayrılıklardan çok benzerliklere sahip olan­
lara ve niteliği bir olanlara denir.»
Aristoteles, Metaphysika'da, 5. kitabın 30. bölümün.
de «raslantı» üzerine şunları söylüyor:
« Bir varlığa bağlı olan ve bu varlık tarafından doğ­
rulukla benimsenebilen ama bununla birlikte ne zorun­
lu ne de süregen olan şey raslantı'dır: örneğin, bir ağaç
dikmek için çukur kazarken bir hazine bulduğumuzda
bu böyledir. Çukur kazan kişi, raslantı sonucu hazineyi
bulur, çünkü bu olgulardan biri öbürünün ne zorunlu
izleyicisi ne de sonucudur; ağaç dikerken hazine bulmak
süreğen bir şey değildir. Bir müzikçinin beyaz olduğu­
nu düşünelim: bu nitelik ne zorunlu ne de süreğen ol­
duğundan, bunun bir raslantı olduğunu söylüyoruz. So­
nuç olarak, yüklemler varolduğundan ve bunlar öznele­
re bağlı olduğundan ve bunlardan bazıları bu öznelere
yalnızca belli bir yere ve belli bir zamana göre bağlı ol­
duğundan, bir özneye bağlı olan her yüklem bir raslan­
tı olacaktır, ama özne tam tamına bu özne, zaman tam
tamına bu zaman, yer tam tamına bu yer olduğu için

72
değil. - Demek ki, raslantının belirli nedeni de yoktur,
yalnızca gelişigüzel bir nedeni, bir başka deyişle belirsiz
bir nedeni vardır. ( ..) Raslantı başka bir biçimde de söy­
lenir: bir nesnede öz olarak temellenmiş olan, bununla
birlikte o nesnenin tözüne girmeyen şeye raslantı denir:
örneğin, bir üçgende üç açının iki dik açıya eşit olması.
Bu çeşit raslantı kalıcı olabilir, ama öbür çeşit raslan­
tı hiç bir zaman kalıcı değildir.»

BiLGİ NEDiR? NASIL ELDE EDiLiR?

Şimdiye kadar, Aristoteles'de bilginin nesnesini ko­


nu edindik. Artık bilginin ne olduğunu, elde edilişini, de.
ğerini görelim. Demek ki, Aristoteles metafiziğinden
Aristoteles mantığına geçiyoruz. Bunun için, önce yargı
konusunu ele alalım.
Bir bilginin ortaya konabilmesi için bir yargı gere­
kir. Yargıda biz iki kavramın özdeş olduğunu (ya da ol­
madığını) gösteririz, bir başka deyişle bir şeyin kendine
özdeş olduğunu (ya da olmadığını) gösteririz. Çünkü bir
şey kendinden başka bir şey değildir. Yargı, varolanın
varolduğunu, varolmayanın varolmadığını gösterir. Ka­
pı ya açıktır, ya kapalıdır, üçüncü bir olasılık yoktur.
Yargılamak bir şeyi varsamak ya da yoksamaktır.
Aristoteles, Metaphysika'da, 4. kitabın 4. bölümün­
de şu belirlemeleri yapar: «Aynı şeyin aynı anda hem in­
san olduğunu hem insan olmadığını söylemek mümkün
değildir.» «Varsama doğruysa yoksama yanlıştır, yoksa­
ma doğruysa varsama yanlıştır, aynı şeyin aynı anda
doğru olarak hem varsanması hem yoksanması müm­
kün değildir.»
Burada, «aynı anda» sözüne dikkat etmemiz gerekir.
Aristoteles, Metaphysika nın 4. kitabında, 7. bölüm­
'

de üçüncü olasılığın yokluğunu açıklarken şunları söy­


ler:

73
«Çelişkili önermeler arasında bir arayer'in bulunma­
sı olanaksızdır: bir tek öznenin bir tek yüklemini zorun­
lu olarak ya varsamak ya da yoksamak gerekir. Bu, ön­
ce doğrunun ve yanlışın yapısını tanımlayan için apa­
çıktır. Varlık'ın olmadığını ya da Yokluk'un olduğunu
söylemek yanlıştır; Varlık'ın olduğunu ve Yokluk'un ol­
madığını söylemek doğrudur; öyle ki, bir varlığın ol­
duğunu ya da olmadığını söyleyen, doğru ya da yanlış
olanı söyleyecektir; ama çelişkili önermelerin arasında
bir arayer'in bulunduğunu söylemek ne Varlık'ı, ne Yok­
luk'u bildirmektir, bunlar varolsa da olmasa da.»
Demek ki yargı bir şeyin varolduğunu ya da varol­
madığını, bir başka deyişle kendisine özdeş olup olma­
dığını gösteriyor. Pekiyi, bu durumda karşıtların duru­
munu nasıl açıklayacağız. Bu noktada oldukça dikkatli
olmamız ve karşıt olanla çelişkili olanı birbirine karış­
tırmamamız gerekiyor. Çelişkililik bir özne - yüklem
ilişkisini ortaya koyar. Oysa karşıtlıkta birbirine karşı
konmuş iki ayrı terimin varlığı sözkonusudur. Bir kapı­
nın aynı anda hem açık hem kapalı olması çelişkili bir
durumdur, oysa İyi'nin karşısına Kötü'nün konması bir
karşıtlığın belirlenmesidir.
Aristoteles, karşıtlar konusunu Kategoriai'de uzun
uzun inceler. Biz bu uzun incelemeyi özetlemekle yeti­
neceğiz.
«Bir terimin bir başka terime karşıtlığı dört biçim­
de olur: görelilerin karşıtlığı; karşıtların karşıtlığı; yok­
sunluğun iyeliğe karşıtlığı; varsamanın yoksamaya kar­
şıtlığı. Bu durumların herbiri için karşıtlık şematik ola­
rak şöyle açıklanabilir: görecelerin karşıtlığı, çiftin ya­
rıma karşıtlığında olduğu gibidir; karşıtların karşıtlığı,
kötünün iyiye karşıtlığında olduğu gibidir; yoksunluğun
iyeliğe karşıtlığı, körlüğün görmeye karşıtlığında olduğu
gibidir; varsamanın yoksamaya karşıtlığı, o oturuyor'un
o oturmuyor'a karşıtlığında olduğu gibidir. - Göreli ola.

74
rak karşıt olan terimler, tüm varlıkları karşıtlanyla be­
lirlenen ve şu ya da bu biçimde karşıtlanna bağlanan
terimlerdir. Ö rneğin, çift olan, özünde de başka bir şey
olandır, çünkü bu başka şey yüzünden çift diye ad­
landırılır. Bilgi ve bilinen de göreli şeyler olarak birbir­
lerine karşıttırlar: bilgi, kendi özünde de, bilinenin bil­
gisidir: bilinen de, kendi özünde, karşıtının, yani bilgi­
nin bilinenidir, çünkü bilinen şey bir şeye göre, yani bil­
giye göre bilinen diye adlandırılır. ( .. ) - Karşıt şeyler
olarak birbirine karşıt olan terimlere gelince, bunların
özü birbirlerine karşılıklı dayanmalarından oluşan iliş­
kide değildir, ama bu terimler yalnızca birbirlerinin kar.
şıtı olarak belirlenirler. İyiye, kötünün iyisi diyemeyiz,
kötünün karşıtı deriz. ( ..) _;_Yoksunluk ve iyelik aynı
özneyle ilgilidir: örneğin, görme ve körlük göz için .söz­
konusudur. ( .. ) - Yoksamanın ve varsamanın karşıtlığı
varsama ve yoksama değildir; çünkü varsama olumlu
bir önerme'dir, yoksama da olumsuz bir önerme'dir.»
Bilgi, biçimsel olarak, iki yoldan elde edilir: tüme­
varımla ve tümdengelimle. Hemen ardından şunu söyle­
yelim: Tümevarım için de tümdengelim için de, kesin
bilgi niteliği taşıyan bir çıkış noktasının, bir temel bil­
ginin varolması gerekir. Bu çıkış noktasını sağlayama­
dığımız zaman bilgiye yönelemeyiz.
Bu noktada sezgisel öğe işe karışır. Bir yandan iç
ve dış deneylerin doğrudan doğruya verileri, öte yan­
dan evrensel doğrular dediğimiz ilk ilkeler bizim için
bilgi edinme girişiminde çıkış noktaları olurlar. Bu çı­
kış noktalarını bir kere sağladık mı, bize, bu çıkış nok­
talarından giderek, usavurma yoluyla bilgi edinmek ka­
lır. Demek ki, bilgi edinme çabasında olan kişi, sürek­
li olarak hem sezgisel doğrulara varmaya çalışacak, hem
de pekçok olmayan bu doğrulardan yeni bilgiler türet­
meye girişecektir.
Usavurmalar yapmak, bir bilgiden bir bilgiye gidim.

75
li olarak çıkarmak ya da Aristoteles'in deyişiyle bir bi­
linenden bir bilinmeyene geçmektir. Bir bilinenden bir
bilinmeyene geçmek demek, bir bilinmeyeni bir bilinen
yardımıyla bilinir kılmak demektir. Bunu da, az önce
belirttiğimiz gibi, tümevanmla ve tümdengelimle sağla­
rız.
Tümevanm zihnin bir eylemidir, bu eylemiyle zihin
somutun alanından soyutun alanına geçer, bir başka de­
yişle somuttan soyuta yükselir,· tek tek şeylerin bilgi­
sinden evrensel bilgiye, bir bakıma da daha az evren­
sel bilgiden daha evrensel bilgiye geçer. Demek ki, tü­
mevarım, zihnin aşağıdan yukanya hareketini belirler.
Tümevanm yapan zihin, gözlemlenebilir nesnelerin ve
olgulann dünyasından kavramlara ve evrensel bilgiye
doğru çıkar. Aristoteles tümevarımı enine boyuna ince­
lememiş, ayrıca bu yönteme çok önem vermemiştir,
çünkü bilgi edinme yolunda asıl yöntem, evrenselden
daha az evrensele geçişi sağlayan tümdengelim yöntemi�
dir. Bilgi edinmede önemli olan, ona göre, somuttan so­
yuta yöneliş değil, ama soyuttan somuta yöneliştir.
Tümevarım yapan kişi kendini deney dünyasında
bir gözlemci, bir araştırıcı olarak belirler. Deney olgu­
larını ikiye ayınr Aristoteles : çağın deneyleri (halkın
görüşlerinde ya da daha belirgin olarak filozofların gö­
rüşlerinde yansır) , bir de kişisel deneyler. Demek ki biz,
bilgi edinme yolunda hem başkalannın görüşlerine
önem vermeliyiz, hem de yaşadığımız ortamda inceden
inceye deneyler yapmalıyız, yani olguları gözlemlemeli­
yiz. (Aristoteles'in «gözlem» ve « deney» kavramlarını ay­
rı kavramlar olarak alabileceğini düşünmeyelim.)
Zihnin somuttan soyuta yükselme çabası bir yorum­
lama çabasıdır. Bu çabada ortak öğe araştınhr. Bunca
olan bitenin içinde ortak olan nedir? Bu araştırmayı sağ.
lamak için en önemli girişimimiz karşılaştınna'lar yap­
mak olacaktır. Böyle bir çaba bizim yalnızca olan bite-

76
nin alanında sınırlanmamamızı, tarihin alanına da geç.
memizi gerektirir.
Metafizik ya da matematik tümevarımda çok basit
deney verilerinden, buna karşılık bilimsel tümevanm­
da çok sayıda olguların deneylerinden yola çıkarız.
Tümdengelim, zihnin evrensel bir doğrudan yola çı­
karak daha az evrensel bir doğruyu ortaya koyması iş­
lemidir. Burada, bir bilinenden giderek bir bilinmeye­
ni bilinir kılarız. Aristoteles'de tümdengelim denilince
tasım anlaşılır. Bir tasım, üç öğeden oluşur: büyük
önerme, küçük önerme, sonuç ya da vargı. Tasımda,
küçük önerme aracılığıyla büyük önermeden vargıyı çı­
karırız. Bir tasım örneği verelim:

Bütün insanlar ölümlüdür


Sokrates insandır
Sokrates ölümlüdür

Burada, «Bütün insanlar ölümlüdür» büyük öner­


me, «Sokrates insandır» küçük önerme, «Sokrates ölüm­
lüdür» vargıdır. Büyük önerme ve küçük önermeye ön­
cüller denir. Tasımda bir büyük terim, bir orta terim,
bir de küçük terim vardır. Tasımda en önemli rolü or­
ta terim oynar. Tasımın değişik biçimleri vardır. Tasım­
da değişik biçimleri orta terimin işlevi belirler. Yuka­
rıda verdiğimiz tasım örneğinde «Ölümlü» büyük terim,
«insanlar» orta terim, « Sokrates» küçük terimdir. Bü­
yük terim, vargının yüklemidir. Küçük terim vargının
konusudur. Orta terim bu iki terim arasında ilişki ku­
ran öğedir. Demek ki, tasımda büyük önerme orta te­
rim ve büyük terimden, küçük önerme küçük terimden
ve orta terimden, vargı da küçük terimden ve büyük te.
rimden meydana gelir.
Tasımın üç ayrı biçimi :vardır. Her biçim, değişik
kiplere ayrılır. Birinci tasım biçiminde, orta terim bü-

77
yük terimin öznesi ve küçük terimin yiklemidir. İ kinci
tasım biçiminde, orta terim büyük terimin ve küçük
terimin yüklemidir. Üçüncü tasım biçiminde, orta te­
rim büyük . terimin ve küçük terimin öznesidir. Her ta­
sım biçiminde bulunan kipler önermelerin olumlu, olum­
suz, evrensel (tümel), özel (tekil) oluşuna göre biçimle­
nir. Her tasım biçiminde on altışar kip belirlenir, ancak
bunlardan bazılarında geçerli vargılara ulaşılır. Biz bu­
rada başlıca kipleri vereceğiz.
Evrensel olumluyu A, özel olumluyu I, evrensel
olumsuzu E, özel olumsuzu O harfiyle gösterelim. Aris­
totelP.s'in yaptığı gibi, birinci biçimde orta terimi B, bü­
yük terimi A, küçük terimi C; ikinci biçimde orta terimi
M, büyük terimi N, küçük terimi X; üçüncü biçimde
orta terimi S, büyük terimi P, küçük terimi R harfiyle
gösterelim.

Birinci biçim, birinci kip: AAA

A Her B, A'dır
A Her C, B'dir
A Her C, A'dır

Birinci biçim, ikinci kip: EAE

E Hiç bir B, A değildir


A Her C, B'dir
E Hiç bir C, A değildir

Birinci biçim, üçüncü kip: Ali

A Her B, A'dır
I Bazı C, B'dir
I Bazı C, A'dır

78
Birinci biçim, dördüncü kip: EIO

E Hiç bir B, A değildir


1 Bazı C, B'dir
O Bazı C, A değildir

İkinci biçim, birinci kip: EAE

E Hiç bir N, M değildir


A Her X, M değildir
E Hiç bir X, N değildir

İ kinci biçim, ikinci kip: AEE

A Her N, M'dir
E Hiç bir X, M değildir
E Hiç bir X, N değildir

İ kinci biçim, üçüncü kip: EIO

E Hiç bir N, M değildir


1 Bazı X, M'dir
O Bazı X, N değildir

İ kinci biçim, dördüncü kip: AOO

A Her N, M'dir
O Bazı X, M değildir
O Bazı X, N değildir

Ü çüncü biçim, birinci kip: AAI

A Her S, P'dir
A Her S, R'dir
1 Bazı R, P'dir

79
Üçüncü biçim, ikinci kip: EAO

E Hiç bir S, P değildir


A Her S, R'dir
O Bazı R, P değildir

Üçüncü biçim, üçüncü kip: IAI

1 Bazı S, P'dir
A Her S, R'dir
1 Bazı R, P'dir

Üçüncü biçim, dördüncü kip: AII

A Her S, P'dir
1 Bazı S, R'dir
1 Bazı R, P'dir

Üçüncü biçim, beşinci kip: OAO

O Bazı S, P değildir
A Her S, R'dir
O Bazı R, P değildir

Üçüncü biçim, altıncı kip: EIO

E Hiç bir S, P değildir


1 Bazı S, R'dir
O Bazı R, P değildir

Öncüllerin ve öncüllerden çıkarılan sonucun değeri


bakımından Aristoteles tasımı ikiye ayırır: diyalektik
tasım, görüşü sağlar; öbürü, göstermeci tasım, bilimi
sağlar. Bilimi sağlayan göstermeci tasıma Aristoteles
baş yeri verir; oysa, diyalektik tasım ikincil bir önem

80
taşır.
Şimdi bu ikisinin başlıca özelliklerini gözden geçi­
relim:
Görüş'te zihin bir önermeye sakınık bir tutumla
yönelir. Diyalektiğin alanında olası bilgi sözkonusudur.
Diyalektik tasımın ikinci derecede önem taşıması bura­
dan gelir. Bilimin alanındaki kesinliği diyalektiğin ala­
nında bulamayız. Diyalektiğin alanı, doğru olması müm.
kün bilgilerin alanıdır. Bilimde her türlü yanılma kor­
kusundan uzak kalırız, oysa diyalektikte her zaman ya­
nılma korkusu içindeyizdir. Bilimin alanı oldukça dar­
dır, kesin ve apaçık bilgi azdır çünkü; oysa diyalektiğin
alanı oldukça geniştir. Diyalektik, gösterme'den biçi­
miyle değil, içeriğiyle ayrılır. Diyalektikte zorunlu doğ­
rulardan değil, olası ilkelerden sonuç çıkarırız. Diyalek­
tiğin olası ilkeleri çok genel ilkelerdir, bununla birlikte
bunlar hiç bir özel bilime bağlı ilkeler değildirler, yani
bunlar örneğin hekimliğin, fiziğin, matematiğin ilkeleri
değildirler. Diyalektiğin olası ilkelerini halkın görüşün.
den derleriz, bunları ortaya koyan halkın kendisidir. Bu
ilkeler bilimsel bir değer taşısalar da, bilimle uzaktan
yakından bağlantılı değildirler.
Buna karşılık, gösterme, şeyleri kesin ve apaçık bir
biçimde nedenleriyle ortaya koymaya dayanır; bu yüz­
den birinci derecede önem taşır ve bilimi sağlar. Önemli
olan bir şeyin olduğunu bildirmek değil, bir şeyin olu­
şunun nedenini ortaya koymaktır. Bilimde biz her za­
man niçin sorusunu sorarız. Kesin ve apaçık öncüller­
den giderek kesin ve apaçık sonuçlar çıkarırız göster­
meci tasımda. Göstermeci tasımda kullanılan tasım bi­
çimi birinci tasım biçimidir.
Görüldüğü gibi, Aristoteles'ci diyalektik, Platon'cu
diyalektikten çok değişik bir anlam taşıyor. Platon'da
diyalektik, her türlü doğru bilgiye ulaşmanın tek yoluy­
du. Aristoteles bilgi alanını ikiye ayırdı, diyalektiği ola-

81
sı bilgiyle, gösterme'yi kesin ve apaçık bilgiyle yüküm­
ledi.
Aristoteles, ikinci Analitikler'in· 1. kitabında, 2. bö·
lümde özetle şunları söyler:
« Bir şeyin bilimine Sofistler gibi rasgele değil ama
mutlak bir biçimde sahip olduğumuza inanıyoruz, bir
şeyi vareden nedeni tanıdığımıza, bu nedenin o şeyin
nedeni olduğunu . bildiğimize, ayrıca o şeyin olduğundan
başka şey olmasının olanaksız olduğuna inandığımız za.
man. Bilimsel bilginin yapısı budur işte. ( ..) - Göster·
m e 'den, bilimsel tasımı anlıyorum ve bize bilimi sağla­
yan bir tasıma bilimsel diyorum. - Demek ki, bilimsel
bilgi bizim ortaya koyduğumuz şeye dayanıyorsa, gös­
termeci bilimin de doğru, ilk ve dolaysız öncüllerden,
yani sonuçtan daha çok bilinen, sonucu önceleyen, so­
nucun nedenleri olan öncüllerden çıkması zorunludur.
Gerçekten, gösterilmiş olanın ilkeleri, sonuca da bu ko­
şullar altında uyarlı olacaktır. Bir tasım bu koşullar ol­
madan da varolabilir elbet, ama o zaman tasım bir gös­
terme olmayacaktır, çünkü bilimi ortaya koymayacak­
tır. Öncüller doğru olmalıdır, çünkü olmayan, bir şey ta­
nınamaz ( .. ) . Öncüller ilk ve gösterilemez olmalıdırlar,
çünkü o zaman gösterme de olamayacağı için tanınamaz.
lar, çünkü gösterilebilir şeylerin bilimi, eğer raslantısal
bir bilim sözkonusu değilse, onları göstermenin dışında
bir şey değildir. Öncüller sonucun nedenleri olmalıdır­
lar, sonuçtan daha tanınmış ve sonuçtan önce olmalıdır­
lar: bir şeyin bilimine yalnızca o şeyin nedenini öğrendi­
ğimiz zaman sahip olduğumuza göre öncüller sonucun
nedenleridirler; neden olduklarına göre de önceseldir­
ler; bilgi açısından da önceseldirler ( .. ). - Ayrıca, önce­
sel ve daha tanınmış çift anlamlıdır, çünkü ne doğal ola­
rak öncesel olanla bizim için öncesel olan arasında, ne
doğal olarak daha tanınmış olanla bizim için daha ta­
nınmış olan arasından özdeşlik vardır. Duyuma en çok

82
yakın olan nesnelere bizim için daha tanınmış ve önce­
sel diyorum ve duyulardan en uzak nesnelere mutlak bi­
çimde öncesel ve daha tanınmış diyorum. En evrensel
nedenler duyularımızdan en uzak olanlardır, oysa özel
nedenler duyularımıza en yakın olanlardır (..) . - Öncül­
ler ilk olmalıdırlar, yani kendilerine özgü ilkeler olma­
lıdırlar, çünkü ilk öncülle ilkeyi özdeşleştiriyorum. Bir
gösterme ilkesi dolaysız bir önermedir. Bir başka öner­
menin öncelemediği önerme dolaysızdır.»
Aristoteles, gösterme üzerinde uzun uzun durur.
İkinci Analitikler'in birinci kitabı tümüyle bu konuya
ayrılmıştır. Filozof, bu kitabın 6. bölümünde şöyle der:
«Göstermeci bilim zorunlu ilkelerden hareket edi­
yorsa (bilimin nesnesi, olduğundan başka bir şey olama­
yacağına göre) ve temel nitelikler şeylere zorunlu olarak
bağlıysalar ( .. ) göstermeci tasımın bu cinsten bazı öncül­
lerden giderek oluşturulacağı açıktır: gerçekten de, her
nitelik ya bu biçimde ya da raslantısal olarak ilkesine
bağlıdır, ama raslantılar zorunlu değildirler. -Göster­
menin nesnesinin zorunlu bir sonuç olduğunu ve göste­
rilmiş bir sonucun olduğundan başka bir şey olamaya­
cağını ilke olarak koyabiliriz; bundan da, tasımın zorun.
lu öncüllerden hareket etmesi gerektiği sonucu çıkar.»
Aristoteles, aynı kitabın 7. bölümünde de şu belir­
lemeyi yapar:
«Göstermede, bir cinsten öbürüne geçilemez: örne­
-
ğin, geometrik bir önerme Aritmetikle doğrulanamaz.
Gerçekten, göstermede üç öge vardır: ilkin, kanıtlanan,
yani sonuç, yani herhangi bir cinse kendiliğinden bağlı
olan bir nitelik; ikinci olarak, aksiyomlar, göstermenin
kendileriyle yapıldığı aksiyomlar; üçüncü olarak, cins,
yani gösteriL:iğinde temel özellikleri ve nitelikleri orta­
ya koyan özne. Kendileriyle gösterme yapılan aksiyom­
lar ayrı olabilirler. Ama değişik cinslerin du:ıumu başka­
dır, Aritmetikte olduğu kadar Geometride de; aritmetik.

83
sel gösterme büyüklüklerin özelliklerine uygulanamaz,
büyüklükleri sayı olarak düşünmüyorsak en azından.
( ..) - Cins zorunlu olarak aynı olmalıdır.»
Aynı kitabın 8. bölümünde de şu belirlemeyi bulu­
yoruz:
«Tasımın çıkmış olduğu öncüller evrenselseler, böyle
bir göstermenin sonucu, yani mutlak anlamda alınmış
göstermenin sonucu zorunlu olarak kalıcıdır. Demek ki,
yok olabilen şeyler için, mutlak anlamda ne gösterme
ne de bilim vardır, ama yalnız raslantısal olarak göster­
me ve bilim vardır, çünkü niteliğin öznesiyle olan iliş­
kisi bu durumda evrensel değildir ama geçicidir ve bel­
li bir biçimdedir.»
Şöyle bir soru sorulabilir: Raslantısal şeyler üzeri­
ne gösterme yapılabiliyor mu?
Bu soruyu Aristoteles şöyle yanıtlayacaktır:
« Raslantıdan gelen şey için, gösterme yoluyla bilim
yoktur. Gerçekten de, raslantıya bağlı olan şey, ne zo­
runlulukla ne de genellikle olur, ama bu iki olgu düze­
ninin dışında oluşur. Oysa, gösterme bu ikisinden biri­
ne uygulanır, çünkü her tasım zorunlu ya da yalnızca
durağan öncüllerden yola çıkar; öncüller zorunlu oldu­
ğunda sonuç zorunlu, öncüller yalnızca durağan oldu­
ğunda sonuç durağandır. Raslantı olgusu ne durağan ne
de zorunlu olduğundan, gösterme raslantıda uygulan­
maz» (ikinci Analitikler, 1 . kitap, 30. bölüm) .
Şöyle bir soru da sorulabilir: Duyumlardan giderek
gösterme yapabiliyor muyuz ?
Bu soruyu da gene Aristoteles'in bir metnine baş­
vurarak yanıtlayalım:
« Bilimsel bir bilginin duyumla elde edilmesi olanak­
sızdır. Gerçekten, duyumun nesnesi yalnızca bireysel bir
şey değil ama herhangi nitelikte bir şeyse de, bunun için
hiç değilse belli bir yerde ve belli bir zamanda belirlen­
miş herhangi bir şeyi algılamamız gerekecektir zorunlu

84
olarak. Ama evrenseli yani bütün durumlara uygulana­
nı algılama olanağımız yoktur, çünkü o ne belli bir şey­
dir ne de belli bir zamandır; öyle olsaydı evrensel ol­
mazdı, her zaman ve her yerde olana evrensel dediğimi­
ze göre. Demek ki, göstermeler evrensel olduğuna ve ev­
sel kavramlar algılanamaz olduğuna göre, duyumdan ge_
len bilim olmayacağı açıktır. ( ..) Duyum zorunlu olarak
bireyseli ilgilendirir, oysa bilim evrensel bilgiye daya­
nır» (ikinci Analitikler, 1 . kitap, 3 1 . bölüm).
Aristoteles bilim'i görüşten nasıl ayırıyor ?
« B ilim ve nesnesi, görüş ve nesnesinden şu nokta­
da ayrılır: bilim evrenseldir ve zorunlu önermeleri kul­
lanır; zorunlu olan da olduğundan başka türlü olamaz.
Böylece doğru olan ve gerçekten varolan ama başka tür­
lü olabilen şeyler bulunsa da bilimin bu şeylerle ilgilen­
mediği kesindir, yoksa başka türlü olabilen şeyler baş­
ka türlü olamazlardı. Bu şeyler ne sezginin nesnesidir­
ler ( ..) ne de dolaysız öncülün kavranmasına dayanan
göstermesiz bilimin nesnesidirler. Akıl, bilim, görüş ve
bunların ortaya koydukları şeyler doğru olabilecekleri­
ne göre, bundan, görüşün, doğru ya da yanlış olarak ol­
duğundan başka türlü olabilen şeye uygun düştüğü so­
nucu çıkar: sonuç olarak, görüş, dolaysız olan ve zorun­
lu olmayan bir öncülün kavranışıdır. Bu bakış biçimi
gözlemlenen olgularla uyumludur, çünkü görüş durağan
olmayan şeydir ve nesnesinde tanıdığımız yapı böyledir.
Bundan başka, şeyin başka türlü olamayacağım düşün­
düğümüzde basit bir görüşe sahip olduğumuzu hiç bir
zaman düşünmeyiz: tersine, o zaman bilime sahip ol­
duğumuzu düşünürüz. Şeyin yalnızca böyle olduğunu,
ama hiç bir şeyin onun başka türlü olabilmesine engel
olmadığını düşündüğümüzde, basit bir görüşe sahip ol­
duğumuzu düşünürüz, çünkü görüşün nesnesinin böyle
olduğuna inanılır, oysa bilimin nesnesi zorunlu'dur»
(ikinci Analitikler, 1. kitap, 33. bölüm).

85
iKiNCi BÖLÜM

ÖZEL BiLiMLER

Aristoteles'de «bilim» kavramının neyi karşıladığını


öğrendik. Aristoteles'de «bilim» kavramı « metafizik »
kavramıyla özdeşleşiyordu. B u anlayış, bilimlerin dene­
ye ve gözleme yöneldiği, ayrı ayrı uygulama alanlarına
açıldığı, yararcı bir nitelik kazandığı XVIII. yüzyıla ka­
dar sürecektir. Şimdi şu soruyu soralım: Bazı olgu sı­
nıflarıyla ilgili göreli bilgilerin oluşturduğu bağımsız
araştırm a alanları kavrayışına hiç raslamıyor muyuz

86
Aristoteles'de ? Daha basitçe söylersek, Aristoteles'de bu.
gün bizim anladığımız anlamda bilim kavrayışı yok mu?
Elbette var. Ama daha önce de yer yer değindiğimiz
gibi, dış dünya deneylerinden giderek elde ettiğimiz bil­
giler, uygulamadaki değerleri ne olursa olsun, metafizi­
ğin alanında elde ettiğimiz bilgiler kadar değerli değil­
dir. En değerli bilgi en temel ve en kapsamlt bilgidir, bu
tür bilgileri de ancak metafiziğin alanında elde ederiz.
Soruna tarihsel açıdan bakmamız yararlı olacak.
Mitolojiden yavaş yavaş sıyrılan insan düşüncesi,
insan ve evren için son açıklamaları getirme çabasına
girerek felsefede ilk adımları atmıştı. Hesiodos'un M.Ö.
VIII. yüzyılda ortaya koyduğu Khaos kavramı felsefede
ilk adım sayılahilir. Eskiçağ felsefesinin doğuş dönemi
olan M. Ö. VI V. yüzyıllarda filozoflar insan için son
-

açıklamaları getirmeye çalışırken oldukça dar alanlarda


sıkışıp kaldılar: sorunları çok azdı, başlıca sorunları ev­
reni vareden ilk ilkeyi ortaya koymaktı. Evreni vareden
(yaratan değil) ilk ilke için ve evrenin yapısı için du­
yumcu çözümler arayan İonia okulu filozofları da, Elea
okulunun akılcı filozofları da, Atomcular da bu sınır­
lanmışlığı aşamadılar. Felsefeyi çıkar için kullanan So­
fistlerin konu çeşitliliği bir yana, bu dönem filozofların­
da tam anlamında bir konu darlığıyla karşılaşıyoruz.
(Sofistlerin konu çeşitliliği yalnızca onların felsefeyi çı­
kar için kullanmalarından ve onu gerçek amacından sap­
tırmalarından gelmez, aynı zamanda dünyaya dar açılar­
dan bakan ve değişik ortamlarda gelişmiş olan felsefe
okullarının Perikles zamanında (494 - 429) Atina'da bulu­
şup tanışmalarından ve birbirlerine ilgisiz oluşlarıyla So.
fistleri etkilemelerinden, doğru bilgiye varma yolunda
umutsuzluğa düşürmelerinden gelir.) Bu dönem filozof­
ları insan ve evren sorunlarına aynı ağırlığı vermiyor­
lar, evreni insandan, insanı evrenden soyutlarcasına fel­
sefe yapıyorlardı. Evrenin sorunlarını ele alan genellik-

87
le insanın sorunlarını bir yana bırakıyor, insanla ilgili
sorunlara yönelen de evrenin sorunlarına ilgi duymu­
yordu.
M.Ö. VI - V. yüzyılları kapsayan dönemde, Eskiçağ
felsefesinin gelişim döneminde iki büyük filozof, Pla·
ton ve Aristoteles, akıl almaz bir konu genişliğiyle ve
sorun çeşitliliğiyle çıktılar sahneye. Özellikle Aristote­
les insanla ve evrenle ilgili tüm sorunları ele alır. Bu­
gün bizim felsefede konuşup tartıştığımız sorunların ço­
ğunu bu iki filozof ortaya koymuştur. Eskiçağ felsefe­
sinin yükseliş dönemi bu açıdan pek ilgi çekicidir. Fel­
sefe artık konularını genişletmiş, ahlakın, toplumbili­
min, psikolojinin, mantığın, fiziğin, astronominin, din­
bilimin ... ilk ve temel sorunlarını ortaya koymuştur. Pla.
ton'un ve Aristoteles'in çabası, her konuda evrensel bi­
leşimler getirmeye yöneliktir. Bu amacı en çok gerçek­
leştiren de Aristoteles olmuştur. O, «Özel bilimler» de­
diği bilimlerin herbirini konusuyla, yöntemiyle ayrı ay­
rı ele aldı, üstelik herbirinin alanında bilgiler ortaya
koymaya çalıştı. Onun incelemekle bitiremeyeceğimiz
genişlikteki ürünü, metafiziğin sorunlarıyla olduğu ka­
dar «Özel bilimler»in sorunlarıyla doludur.
Aristoteles özel bilimler için bir sınıflama getirmez,
ama aralarından üçüne, fizik, matematik ve dinbilime
ayrı bir yer verir. İçlerinde en önemlileri de dinbilim­
dir. Filozof, Metaplıysika'nın 6. kitabında, 1. bölümde
şunları söyler:
« Varlıkların ilkeleri ve nedenleri araştırmamızın ko­
nusudur, ama elbette varlık olarak varlıklar sözkonusu­
dur. Gerçekten, sağlığın ve esenliğin bir nedeni vardır;
matematiğin nesnelerinin de ilkeleri, ögeleri ve neden­
leri vardır; ve genel olarak, her gidimli bilim ya da bazı
noktalarda usavurmaya katılan bir bilim az ya da çok
kesin nedenleri ve ilkeleri inceler. Ama bütün bu bilim­
leP, çabalarım belli bir nesne üzerine, belli bir cins üze-

88
rine yoğunlaştırarak bu nesneyle ilgilenirler, mutlak ola
rak alınan Varlık'la ve varlık olarak Varlık'la ilgilen­
mezler; ve bu bilimler özle ilgili hiç bir kanıt getirmez­
ler. Ama bu özü çıkış noktası alarak, bazı bilimler bu
özü duyular için erişilir kılarlar, bazdan da onu bir
varsayım olarak ortaya koyarlar; sonra az ya da çok bir
güçle, nesne olarak benimsedikleri cinsin temel özellik­
lerini gösterirler. Aynca, böyle bir tümevanmdan çıka­
bilecek şeyin tözün ya da özün bir göstermesi olamaya­
cağı ama başka bir bilgi biçimi olacağı kesindir. Aynca,
bu bilimler inceledikleri şeyin varoluşu ya da varolma­
yışı konusunda hiç bir şey demezler, çünkü şeyin hem
özünü hem varoluşunu apaçık bir biçimde göstermek
zihnin aynı işlemine bağlıdır. Fizik de gerçekte belli bir
varlık cinsinin bilimi olduğu için (yani, kendinde, ken­
di deviniminin ve devinimsizliğinin ilkesine sahip olan
bir töz çeşidinden olduğu için) ne uygulamalı bir bi­
limdir ne de şiirsel bir bilimdir. Gerçekten, bir yan­
dan her liretinin ilkesi sanatçıda bulunur: bu ilke ya
zihindir ya sanattır ya da herhangi bir yetenektir; ve,
öte yandan, her uygulamanın ilkesi etken'dedir; bu dü­
şünülmüş bir seçimdir, çünkü eylemin nesnesiyle seçi­
min nesnesi arasında özdeşlik vardır. Böylece, her dü­
şünce ya uygulamalı ya şiirsel ya da görümcü olduğun­
dan, Fizik ancak görümcü bir bilim olacaktır, ama o
devinime yatkın bir varlık çeşidinin görümcü bilimidir,
tözle ilgili ve genellikle biçimsel ama maddeden aynl­
mamış tözle ilgili bir görümcü bilimdir. Niteliğin ve ta­
nımın varoluş biçimini gözden uzak tutmamalıyız, çün­
kü bu bilgi olmadan her araştırma boş olacaktır. ( ..) Ma.
tematik de görümcüdür; ama devinimsiz ve ayn varlık­
ların bilimi olduğu için, apaçık olmaktan uzaktır; apaçık
olan bir şey varsa o da matematiğin bazı dallarının bu
varlıkları devinimsiz olduğu kadar da ayn varlıklar ola­
rak incelediğidir. - Ama kalıcı, devinimsiz ve ayrı olan

89
bazı şeyler varsa, bunların bilgisi elbette görümcü bir
bilimin işi olacaktır. Gene de bu bilim ne Fizik olacak­
tır (çünkü Fizik'in konusu devinimsiz bazı varlıklardır)
ne matematik olacaktır, ama bu ikisini önceleyen bir
bilim olacaktır. Gerçekten de, Fizik, ayrı olan ama ha­
reketsiz olmayan varlıkları inceler ve matematiğin bazı
dalları gerçekten devinimsiz olan ama belki de madde­
den ayrılmayan ve maddeye bağlı görünenen varlıkları
inceler; oysa İlk Bilim'in konusu hem ayrı ve hem de
devinimsiz varlıklardır. Ama bütün ilk nedenler ve özel­
likle devinimsiz ve ayn nedenler zorunlu olarak kalıcı­
dırlar, çünkü bunlar tanrısal şeyler arasından duyuları­
mızın alabileceği nedenlerdir. Sonuç olarak, üç görüm­
cü bilim alanı olacaktır: Matematik, Fizik ve Dinbilim.
(Dinbilim : ) Gerçekten, herhangi bir yerde tanrısal var­
sa, devinimsiz ve ayn yapısıyla vardır ve bu en yüksek
bilimin konusu en yüksek cins olmak gerekir. Böylece,
görümcü bilimler bilimlerin en yüksekleri olarak değer­
lendirilirler ve Dinbilim de görümcü bilimlerin en yük­
seği olarak değerlendirilir. Gerçekten de, İlk Felsefe'nin
evrensel olup olmadığını ya da özel bir· cinsi ve özel bir
gerçekliği (..) matematik bilimlerde raslanılan bir ayrı­
lığı izleyerek inceleyip incelemediğini sorabiliriz. Buna
şöyle karşılık veriyoruz: doğanın koyduğu tözlerden
başka tör olmasaydı, Fizik ilk bilim olacaktı. Ama devi­
vinimsiz bir töz varsa, bu tözün bilimi öncesel olmalı­
dır; ve bu bilim böylece evrenseldir, çünkü ilktir.»
Aristoteles, Metaphysika'nın 1 1 . kitabında, 4. bölüm_
de şunları söyler:
«Matematikçi aksiyomları matematiğin kendi nes­
nesine uygun bir biçimde uygulayarak aksiyomlardan
yararlandığı için matematiğin ilkelerinin incelenmesi de
İlk Felsefe'yi gerektirir. Gerçekten, eşit şeylerden eşit
şeyler çıkarılırsa geriye eşit şeyler kalır aksiyomu, bü­
tün niceliklerde ortaktır; ama Matematik, kendisine öz-

90
gü olan konunun belli bir bölümünü ayrı belirleyerek,
incelemesini bu bölüm üzerine yapar: bu, örneğin, çiz­
giler, açılar, sayılar ya da başka tür bazı nicelikler ola­
caktır; bu kavramlar varlıklar olarak değil, ama herbiri
bir, iki ya da üç boyutlu olan bir sürekli olarak alın­
mıştır. Ama, Felsefe, tersine, araştırmasını, herbiri bazı
raslantısal özelliklere sahip olan özel nesneler üzerine
yapmaz, ama bu özel nesnelerden her biri bir varlık ol­
duğu ölçüde Varlık'ı inceler. Fizik bilimi Matematik bi­
limiyle aynı biçimde hareket eder: gerçekten, Fizik, var­
lık olarak varlıkların değil ama devinimli olarak varlık­
ların raslantılarını ve ilkelerini inceler; oysa İlk Bi­
lim (..) şeyleri yalnızca substratum'lar varlık olduğu öl­
çüde inceler, başka herhangi bir şey oldukları ölçüde
değil. Bu yüzden, hem Fizik bilimi hem Matematik bili­
mi Bilgelik'in bölümleri olarak alınmalıdırlar.»

FİZiK DÜNYA VE TANRI

Aristoteles'ci Fizik'in özelliklerini anlatmadan önce


bir noktayı belirtelim: Aristotelcs'in Fizik kavrayışını,
XVI I. yüzyıldan sonra Galilei ve Descartes'la gelişen Fi­
zik kavrayışıyla karıştırmamalıyız. Aristoteles'ci Fizik,
Metafizik'in bir yüzü gibidir ve metafizik araştırmalar­
la temellendirilir. Bilimlerin nasıl sorusunu sorarak
olumlu bir yola girmeleri ve ölçmeyi kullanmaya başla­
maları XVI I. yüzyılla başlar. Aristoteles'de bilimsel
açıklamalar niçin sorusuna verilen karşılıklarla ortaya
konmaktadır. Bir Yeniçağ fizikçisi taşın niçin düştüğü­
nü değil de nasıl düştüğünü konu edinecektir. Oysa Aris­
toteles için önemli olan, taşın niçin düştüğünü araştır­
maktır.
Şimdi, Aristoteles'ci Fizik'in özelliklerini görmeye
başlayalım.
Her şeyin akıp geçtiği bir dünyada yaşıyoruz . Akıp

91
giden ve her an değişen şeyin bilimine ulaşılamaz. Bil­
ginin olabilmesi için, durağan olan, değişmeden kalan
bir şeyin olabilmesi gerekir. İonia'nın Herakleitos'dan
önceki üç filozofu, Thales, Anaximandros ve Anaximenes
değişmeden kalanı aramışlar, Evren'i vareden, daha
doğrusu Evren'in dayandığı ve kendisinden türediği bir
ilk ilke'nin, bir anamadde'nin varlığını göstermeye ça­
lışmışlardı. İonia'nın dördüncü büyük filozofu Herak­
leitos, değişmeden kalan'dan çok akıp giden'le ilgilene­
cek, «Aynı ırmağa iki kere girilemez» diyecektir. Ama
onu ilgilendiren bir şey daha vardır: her şeyin bir birlik
içinde kalmasını sağlayan logos. Herakleitos, ayrıca,
öbür İonia'lı filozofların yaptığı gibi, bir ilk ilke, bir
anamadde belirleyecektir: ateş. Felsefenin kolay kolay
aşamayacağı ikilem böylece belirginleşmiş oluyordu:
değişmeden kalanla akıp gidenin çelişkisi. Elea'lı Par­
menides'in Bir Varlık kavramı devinimi olanaksızlaştır­
mıştı : Atomcular Bir Varlık'ı parçaladılar ve birçok bir
varlık yani atom kavramını getirdiler. Atomların arasın­
da boşluk vardı. Devinim böylece sağlanmış oluyordu
ama, temel çelişki çözümlenmiş olmuyordu. Platon bu
ikilemi « Duyulur Dünya» ile « Düşünülür Dünya» ayırı­
mını getirerek aşmak istedi.
Aristoteles değişen - değişmeyen ikilemini, felsefeye
İlk Devindirici . kavramını getirerek aşmaya çalıştı. İlk
Devindirici, bir başka deyişle Varlık olarak Varlık, yani
Tanrı, Aristoteles'e göre, varlıkları edimiyle devindirir.
Hiç bir yaratıcılığı olmayan bu Tanrı (yaratma kavramı
Aristoteles'e yabancıdır) , devinimsiz bir varlıktır, devin­
dirir ama devinmez. O, Evren'in bilgisine de sahip de­
ğildir. Aristoteles'e göre devinim süreklidir, daha doğ­
rusu kalıcıdır, ölümsüzdür. İlk devindirici de ölüm­
süzdür. İlk Devindirici, göklerin en dışında bulunan
« İlk Gök»ü devindirir, Evren'in öbür parçalan, yani
göksel varlıklar ve yersel varlıklar « İlk Gök» aracılığıy-

92
la devinirler.
Tanrı, Arı Edim'dir. Madde kavramının tümüyle dı­
şında kalır. Tanrı, aynı zamanda, en iyiye, en yetkine
eğilimlidir. O, Evren'i durmadan devindirir. Varlığını
şöyle gösterebiliriz: Devinen her şeyi bir devindirici de­
vindirir; devinen bir şey, edimde bulunulmuş bir şey­
dir. Bu durumda, Evren'i devindiren bir İlk Devindiri­
ci'nin varolması gerekir. Bu İlk Devindirici devinen bir
şey olsaydı, onu da devindiren bir şeyin bulunması ge­
rekirdi. Ama, devinen şeyler zincirinde geriye doğru
gidersek, devindiren ama devinmeyen bir varlık buluruz.
Demek ki bu İlk Devindirici herhangi bir şeyden devi­
nim almayan bir şeydir. O, devinmeyen devindiricidir.
Tanrı, maddi olmayan bir varlıktır; demek ki, du­
yularımıza kapalıdır. Tanrı, devinmeyen varlıktır; o yaL
nızca edimdir, onun gücüllükle hiç bir ilgisi yoktur; her
devinim bir gücüllüğün bir edimlilik durumuna geçme­
sidir. Tanrı basit bir varlıktır, daha doğrusu yalın bir
varlıktır; büyüklüğü ve niteliği yoktur; bileşik varlık­
lar, maddi varlıklardır. Tanrı tektir ve her şeyden ayrı­
dır: kendi yetkinliği ve kendi yüceliği içinde yapayal­
nızdır. Tanrı ölümsüzdür, Evren'i sonsuza kadar devin­
direcektir. Tanrı, mutlak yetkinliktir: Arı Edim olmak,
mutlak yetkinliğe sahip olmak demektir. Bu mutlak yet_
kinlik, iyiye eğilimlidir, Yüce İyi'dir. Tanrı, Ruh'tur, Ze­
ka'dır.
Aristoteles böylece tek Tanrı kavrayışına yöneliyor.
Oysa onun yaşadığı toplumda çoktanrıcılık geçerliydi.
Bunu nasıl açıklayacağız?
Yunan çoktanrıcılığı, yumuşak bir geçişle, yavaş ya­
vaş tektanrıcılığa dönüşecektir. Tektanrıcılığa geçiş eği­
limi Aristoteles'ten çok önce başladı. Elea okulunun ku­
rucusu olarak bilinen gezgin şair-filozof Ksenophanes
(M.Ö. 570-478) Sicilya'da ve İtalya'da şehir şehir dolaşı­
yor, insanbiçimci yunan düşüncesini açıkça alaya alıyor_

93
du. Ksenophanes, Tanrı'nın bir olduğunu söylemiş böy­
lece tektanrıcılığa geçişte ilk önemli adımı atmıştır.
Onun tektanrıcılığı heptanrıcılığa eğilimli bir tektanrı­
cılıktı.
Aristoteles'i getirdiği bu İlk Devindirici kavramıyla
tam bir tektanrıcı saymamız yanlış olur. Aristoteles, pa­
gan çoktanrıcılığını tümüyle bırakmış değildi. O, birçok
tanrının varlığına inanır. Bu tanrılar ya da ruhlar gök­
teki küreleri devindirmekle yükümlüdürler. Onun tan­
rıları arı biçimlerdir, gözle görülmezler. Gök devindirici­
leri diyebileceğimiz bu tanrılar İlk Devindirici'nin kop­
yaları gibidirler. Herbiri bir arı edimdir sanki. Bu gök
devindiricileri, kürelerin sayısına göre, kırk yedi tane­
dirlcr.
Aristoteles, Metaphysika'nın 12. kitabında, 9. bölüm­
de şunları söyler:
«Tanrısal Zeka'nın yapısı bazı sorunlar ortaya ko­
yar. Bu Zeka, tanrısal görünen şeylerin en tanrısalı gi­
bidir; ama bu özelliği ortaya koyabilmek için "'.aroluş bi­
çimi ne olmalıdır? Burada bazı güçlükler var. Ya bu Ze­
ka hiç bir şey düşünmüyordur. Ama o zaman büyüklüğü
nerede kalır? Uyku durumuna benzer bir durumdadır o
zaman. Ya da düşünüyordur, ama düşüncesi başka bir
ilkenin bağımlılığı altındadır. O zaman onun tözü basit
bir gücüllük olacağına göre, bu Zeka, Yüce Töz olamaya.
caktır, çünkü onun büyüklüğü düşünmeye dayanır. Bun­
dan başka, özü Zeka olsun düşünme edimi olsun, bu Ze­
ka ne düşünür? Ya kendini düşünür y a da bazı başka
şeyler düşünür; bir başka şey düşünüyorsa, düşündü­
ğü ya her zaman aynı şeydir ya da bazen bir şey
bazen bir başka şeydir. Öyleyse, düşüncesinin nes­
nesinin İyi olması ya da ilk gelen şey olması önem­
li mi değil mi ? Ya da düşüncesinin bazı şeylere yönelme_
si saçma olmayacak mı? Demek ki, onun en tanrısalı ve
en büyüğü düşündüğü, nesnesini değiştirmediği kesin-

94
dir, yoksa bu en kötüye doğru bir değişme olacaktır ve
böyle bir şey bir devinim olacaktır. - Demek ki, önce,
tanrısal Zeka düşünme edimi değil de basit gücüllükse,
düşüncenin sürekliliğinin Zeka için güç bir yük olduğu­
nu ileri sürmek mantıksaldır. Sonra, bu durumda Zeka'.
dan daha soylu bazı şeylerin, yani düşüncenin nesnesi­
nin olacağı açıktır. Gerçekten de, düşünme, düşünme e­
dimi, en kötüyü düşünenin de işi olacaktır ( .. ) ; öyle ki,
bu kaçınılası bir şeyse, düşünme edimi en iyi olan şey
olmayacaktır. - Yüce Zeka, demek ki, kendini düşünür,
çünkü o eşsizdir, Düşünce'si de düşüncenin düşüncesi­
dir. Bununla birlikte, bilimin, duyumun, görüşün ve gi­
dimli düşüncenin her zaman kendilerinden ayrı olan bir
nesneye sahip olduğunu ve kendi kendileriyle yalnızca
ikinci derecede ilgilendiklerini söyleyebiliriz. Bundan
başka, düşünme olgusuyla düşünülme olgusu ayrı yapı­
dansalar, düşüncenin eşsizliği ikisinden hangisiyle ilgi­
lenir? Çünkü, düşünce edimi olmayla düşünülmüş olan
olma arasında özdeşlik yoktur. Ama, şunu söyleyelim,
bazı durumlarda bilim düşüncenin nesnesi değil midir?
Şiirsel bilimlerde, bu, nesnenin tözü ve niteliğidir, mad­
deden yapılmış soyutlamadır; görümcü bilimlerde, bili­
min gerçek nesnesi düşüncenin tanımı ve edimidir. De­
mek ki, düşünülmüş olanla maddi olmayan nesnelerin
durumundaki düşünce arasında ayrılık olmadığına gö­
re, tanrısal Düşünce ve nesnesi özdeş olacaklardır ve dü­
şünce de düşüncenin nesnesiyle bir olacaktır. - Bir güÇ.
lük daha kalıyor: tanrısal Düşünce'nin nesnesi bileşik
midir değil midir? Bu durumda, tanrısal Zeka, bütünün
bir parçasından bir başka parçasına geçerek değişecek­
ti. Maddeye sahip olmayan her şeyin bölünmez olduğu­
nu söylememiz gerekir mi? Bu durum tanrısal Düşün­
ce için böyledir, nasıl bazı geldigeçti anlarda insan ze­
kası için de böyleyse (daha doğrusu, bileşik her varlığın
anlığı için böyleyse): bu anlık iyiliğine şu ya da bu za-

95
manda sahip olmaz, ama Yüce İyi'yi bölünmez bir bü­
tün içinde sezer; bu Yüce İyi, anlık için dıştaki bir şey­
dir: tanrısal Düşünce bu biçimde düşünür, ama kendi­
ni bütün bir ölümsüzlük boyunca düşünür.»

EVREN TABLOSU

İnsanlık uyarlı bir evren tablosuna sahip olabilmek


için XVI. yüzyıla, polonyalı bilim adamı Kopernik'in
( 1473-1543) yeni görüşler ortaya koyuşuna kadar bekle­
miştir. Yer'i Evren'in merkezi olmaktan çıkaran Koper­
nik, Yer de öbür gezegenlerle birlikte Güneş'in çevre­
sinde dönmektedir görüşünü ortaya koyuyordu. Gerçek.
te Kopernik'in sistemi hiç de yeni değildi. Çok öncele­
ri Pythagoras'çılar Yer'in kendi ekseni etrafında döndü­
ğünü, Evren'in merkezinde Güneş'in bulunduğunu, ge­
zegenlerin de Güneş çevresinde döndüğünü bildirmişler­
di. Kopernik bu Pythagoras'çı görüşü geliştirmiştir.
Yer'i Evren'in merkezine yerleştiren görüş Aristoteles'­
ci görüştür. Bütün Ortaçağ'a egemen olan bu Aristote­
les'ci görüşü Gelileo Galilei (1564-1643), Kopernik'in gö­
rüşlerine dayanarak sarsacaktır.
Aristoteles, Evren'de iki bölge ayırıyordu: Ayüstü
dünya ve Ayaltı dünya. Ayüstü dünyada olup bitenler,
bizim de içinde bulunduğumuz Ayaltı dünyada olup bi­
tenlerden çok değişiktir. Ayüstü dünya, oluşumun ve
bozulmanın olmadığı yerdir. Burada bütün varlıklar hiç­
bir engele uğramadan, hiçbir gelişigüzelliğe düşmeden,
tam bir gerekirlilik içinçle, düzenli bir biçimde devinir­
ler; onların devinimi en yetkin devinim olan dairesel de­
vinimdir. (Aristoteles, başladığı yerde biten devinimi en
yetkin devinim sayıyordu. Yunan düşünceşinin belirgin
özelliklerinden b irini ortaya koyan bu görüşü hıristiyan­
lık dünyası bütün Ortaçağ boyunca benimsedi.) Ayüstü
dünyada bulunan varlıklar hem canlı hem ölümsüz var-

96
hklardır ve tümü esir'den yapılmıştır. Esir cisimseldir,
ama hiç bozulmaz, hep olduğu gibi kalır. Esir, ilk yunan
filozoflarının ortaya koyduğu ilk ilke ya da anamadde
kavramına yakındır. Örneğin Thales'in su, Herakleitos'­
un ateş dediği şeye Aristoteles esir der gibidir. Ayüstü
dünya yıldızlar dünyasıdır. Yıldızlar kürelere bağlıdır­
lar. Küreleri devindiren devindirici güç, devinmeyen
güçtür.
Şimdi burada çözümsüz bir sorunla karşı karşıya­
yız. Daha önce iki şeyi belirtmiştik. Birincisi, Tanrı, İlk
Devindirici olarak, « İlk Gök»ü devindiriyordu; öbür gök­
ler bu devinime bağlı olarak deviniyorlardı. İkincisi, ö­
bür gökleri devindiren ilk devindiriciler vardı. Burada
aşılması güç bir durumla, hatta bir çelişkiyle karşı kar­
şıyayız: İlk Devindirici'den ayrı olarak ilk devindiriciler
varsa, İlk Devindirici'nin işi yalnızca « İlk Gök»ü devin­
dirmekte sınırlanacaktır; bu durumda bu İlk Devindiri­
ci öbür ilk devindiricilerden yalnızca biri olacaktır; ay­
rıca bu onun bir Tanrı olarak önemini çok azaltacak­
tır.
Evren, kürelerden yapılmıştır. En dışta, İlk Devin­
dirici'nin devindirdiği sabit yıldızlar küresi yani « İlk
Gök » vardır. En içte bulunan Yer, devinmeyen bir kü­
redir, Evren'in merkezini meydana getirir.
İçinde bulunduğumuz Ayaltı dünya, değişimin var­
olduğu, oluşumun ve bozulmanın varolduğu, ölümlü var­
lıkların bulunduğu dünyadır. Ayüstü dünyadaki gerekir_
liği Ayaltı dünyada bulamayız. Ayaltı dünya yetkinlikle­
rin olmadığı dünyadır. Ayüstü dünyadaki dairesel devi­
nimin yerini Ayaltı dünyada doğru çizgi boyunca devi­
nim almıştır. Ayaltı dünyada bütün şeyler bu çizgisel
devinimle, kendilerine en uygun yerleri alırlar; Ağır şey
merkeze doğru inmek ister, hafif şey merkezden uzak­
laşmak ister: taşın düştüğünü, alevin yükseldiğini gö­
rüriiz. Böylece, Ayaltı dünyada her şey, kendi « doğal

97
yer»ine çizgisel devinimle ulaşır.
Aristoteles, Evren'in yapısını açıklarken, ilk yunan
filozoflarından Empedokles'in koymuş olduğu dört öge
kuramına başvurur. Bu dört öge toprak, su, hava ve a­
tcş'tir. «Doğal yer» kavramı da böylece açıklığa kavu­
şur. Bu dört öge birçok değişik özelliğe sahip olmalarıy­
la birbirlerinden ayrılırlar; bu özelliklerden başlıcası
herbirinin ayrı bir «doğal yer»e sahip olmasıdır. Şimdi
Aristoteles'in çizdiği evren tablosunu düşünelim: Yer
küre, Evren'in ortasında devinimsiz durmaktaydı. Öbür
küreler onun çevresinde içiçeydilcr. En dıştaki küre « İlk
Gök»tü. Yer'den « İlk Gök»e kadar şöyle bir sıralanma
vardır: en ortada en ağır Yer, en dışta en hafif Ateş;
Atcş'le Yer arasında dıştan içe doğru önce Hava, son­
ra Su. Ateş, sıcak ve kurudur. Hava, sıcak ve nemlidir.
Su, soğuk ve nemlidir. Toprak, soğuk ve kurudur. Bü­
tün bu ögeler birbirlerine dönüşebilirler. Karışık yapılı
cisimler bu dört ögenin bileşikleridirler. Oluşum, bu
dört ögenin bileşmesidir, yani bir tözün bir başka töze
dönüşmesidir. Demek ki, bir şeyin oluşması, bir başka
şeyin bozulmasıyla olur. Oluşum ve bozulma bir değiş­
medir. Yalnızca maddeden ve biçimden bileşik olan şey_
lcr oluşur ve bozulur.
Az önce şunu söylemiştik: Ayaltı dünya, değişimin
varolduğu ( .. ) dünyadır. Demek ki, değişim denince ak­
lımıza yalnızca Ayaltı dünyanın, madde dünyasının, du­
yulur dünyanın olgularını getireceğiz. Öyleyse düşüne­
lim: değişim nedir? Bu soruya karşılık verebilmek için,
«madde» ve «gücüllük», «biçim» ve «edim » kavramları­
na açıklık getirmemiz gerekir. Önce şunu soralım: macL
de nedir? Aristoteles, Metaphysika'nın 8. kitabında, 1 .
bölümde «duyulur tözlerin tümü maddeye sahiptir» der.
Madde, edim durumunda bulunan bir varlık değildir,
gücüllük durumunda bulunan bir varlıktır. Madde, de­
ğişen şeyin kendisidir. Biçim nedir? Biçim edim duru-

98
munda bulunan şeydir ve değişimin ilkesidir. Demek
ki, madde denince gücüllüğü, biçim denince edimliliği
düşüneceğiz.
Bir şeyin bir maddesi bir de biçimi vardır. Herhan­
gi bir duyulur varlık, bir madde-biçim bileşiminden
başka bir şey değildir. Şöyle düşünelim : Denizin dingin
olması nedir? Denizde düzey eşitliğinin olmasıdır. Bura­
da a deniz» madde, «düzey eşitliği» de biçim ve edimdir.
Ev dediğimiz şey, taştan, tuğladan, tahtadan yapılmış­
tır. Taş, tuğla, tahta bir araya gelerek ev biçimi almış­
tır. Burada gücül durumda bir evin varlığı sözkonusu­
dur. Ancak bu evi «canlıları ve eşyaları ve bu türden
bazı şeyleri koruyan barınak» diye tanımladığımız za­
man durum değişecektir. Bu durumda ev edimlilik ka­
zanacaktır. Mimar ev için edimdir. Ev mimara göre gü­
cüllüktür. Ev koruyuculuk yüklediğimizde edimlilik de
yüklenir. Tuğla eve göre gücüllük ev tuğlaya göre edim­
dir. Ev kente göre gücüllük, kent eve göre edimdir. De­
mek ki bir durumda gücüllük olan, bir başka durumda
edim olabiliyor. Gücüllük bir yetenektir, bir başka var­
lık üzerinde edimli olabilme yeteneğidir. Bir şeyde macL
de olanın bir başka şeyde biçim olması belli bir sıralan­
ma düzeni ortaya koyar. Böylece, geriye doğru giderek,
• salt biçim» ve • ilk madde» kavramlarına vardır. Salt
biçim dediğimiz şey Tanrı'dır. Salt biçim önceseldir,
her şeyden önce gelir. Biçim, bir edim olarak, maddeyi
yani gücül olanı önceler. İlk madde her varlıkta aynı
kalır ve tözsel değişmelerin öznesidir. O her niteliği edi­
nebilir. İlk maddeyi salt gücüllük olarak tanımlayabili­
riz.
Değişim nedir? Değişim, bir durumdan bir başka
duruma gcç:nektir. Devinim de bir çeşit değişmedir.
Aristoteles, «yer'e göre değişim» der buna. Yere göre
değişim, bir şeyin « şimdi burada, biraz sonra uzaktaı>
olmasıdır. Bir de niceliksel değişim vardır: Şimdi şu

99
uzunlukta olan, biraz sonra daha kısa ya da daha uzun
olabilir. Bir de niteliksel değişim vardır: Şimdi sağlık­
lı olan biraz sonra hasta olabilir. En önemli değişim,
duyulur dünyanın başlıca özelliklerinden birini meyda­
na getiren oluşma ve bozulma'dır. Bu değişim tözsel de_
ğişimdir, böyle olmakla kökel bir değişimdir, daha ön­
ce saydığımız değişimleri içerir, onların üstüne çıkar.
Oluşma ve bozulma süreklidir. Değişimin belli bir dü­
zeni, belli zorunlulukları vardır. Çünkü değişim bir şe­
yin yerine başka bir şeyin geçmesi değil, ama bir şeyin
bir durumdan bir başka duruma geçmesidir. Aristoteles
bir cinsten başka bir cinse doğru değişim olamayacağını
söyler. Yani bir çiçek tohumundan biz ancak bir çiçek
bekleyebiliriz, bir tay bekleyemeyiz. « İnsan insanı doğu­
rur» der Aristotelcs.
Öyleyse, değişim hem bir şeyin kendi kendine de­
ğişmesi hem de bir şey tarafından değiştirilmesi ola­
rak mı düşünülüyor?
Evet. Aristoteles'in deyişiyle, bazı durumlarda gü­
cüllük etkenin içindedir, bazı durumlarda da edilgenin
içindedir. Aristoteles, Metaphysika'nın 9. kitabında, 1 .
bölümde şöyle der:
« Etkin gücüllük ve edilgin gücüllük, bir anlamda,
tek bir gücüllüktür (çünkü bir varlık ya kendinde de­
ğişme gücüllüğüne sahip olduğundan ya da bir başka
varlık bu varlık tarafından değiştirilme gücüllüğüne sa­
hip olduğundan güçlüdür), oysa bir başka anlamda bu
iki gücüllük ayrıdırlar. Gerçekten, biri edilgenin için­
dedir: bu, edilgenin belli bir ilkeyi kapsamasından ve
maddenin de bir ilke olmasından, şu edilgenin şu etken
tarafından, bu edilgenin bu etken tarafından değiştiril­
miş olmasından ötürüdür. (..) Öbür gücüllük etkenin
içindedir: sıcaklığı ve yapı sanatını alalım; biri, ısıtabi­
len cisimde bulunur; öbürü, yapı yapabilen insanda bu­
lunur.»

100
Şimdi, gücüllükler canlılarda da cansızlarda da ay­
nı durumda mı? diye sorabiliriz.
Hayır. Gücüllük bakımından canlılarla cansızlar
arasında bir ayırım var. Cansız varlıklarda, yani ruhu
olmayan varlıklarda gücüllükler akıldışı; canlı varlık­
larda, yani ruhu olan varlıklarda gücüllük akılsaldır.
Aristoteles, Metaphysika'nın 9. kitabında, 2. bölümde
şunları söyler:
«Bu yapıda olan ilkelerin bazıları cansız varlıklar­
da, bazıları canlı varlıklarda, yani ruhta, ruhun akılsal
bölümünde bulunduğuna göre, gücüllüklerden bazıları­
nın akıldışı, bazılarının akılsal olacağı açıktır. ( ..) Akıl­
sal gi.icüllüklerin tümü aynı zamanda karşıtların gücül­
li.ikleridir, ama akıldışı gücüllüklerin herbiri yalnızca
tek bir etkenin gücüllükleridir. Örneğin sıcaklık yalnız­
ca ısıtmanın gücüllüğüdür, oysa Tıp hem hastalığın,
hem sağlığın gücüllüğüdür. »
Aristoteles, aynı kitabın 5. bölümünde de şu belir­
lemede bulunur: «Gücüllüklerden bazıları doğuştandır,
duyular gibi; bazıları da alışkanlıktan gelirler, flüt çal­
ma ustalığı gibi; bazıları çalışmayla elde edilmişlerdir,
sanatla ilgili yetiler gibi. Alışkanlıktan ve usavurmadan
gelen gücüllükler için öncesel bir uygulamanın olması
zorunludur, oysa başka çeşit olan ve edilginliği içeren
gücüllükler bu uygulamayı gerektirmezler. Ve güçlü
olan, belli bir zamanda ve belli bir biçimde bir şeyler ya­
pabilen olduğuna göre, bazı varlıklar akılsal olarak ha­
reket edebilirler ve gücüllüklcri akılsaldır. Oysa bazıla­
rı abldışıdır ve gücüllükleri de akıldışıdır. Birincisi tür
gücüllükler zonınlu olarak bir canlı varlıkta bulunurlar,
öbürleri ilgisiz olarak bir canlı varlıkta bulunurlar ya
da bir cansız varlıkta bulunurlar: bu koşullarda, ikinci
tür gücüllükler için şu durum vardır: etken ve edilgen
sözkonusu gücüllüğe uygun biçimde karşılaştıklarında,
birinin eyleme geçmesi ve öbürünün katlanması zorun-

101
ludur, oysa birinci tür gücüllükler için bu zorunluluk
yoktur. Gerçekten de, her akıldışı gücüllük tek etkinin
üreticisidir, oysa her akılsal gücüllük karşıtların üreti­
cisidir.»
Aristoteles, aynı kitabın 8. bölümünde de şöyle der:
« Demek ki bozulmaz olan her şey edim olarak var­
dır. Hiç bir zorunlu varlık gücül olarak varolmaz. Oy­
sa zorunlu varlıklar ilk varlıklardır, çünkü bu varlıklar
olmasaydı hiç bir şey olmayacaktı. Kalıcı devinim için
de aynı şey sözkonusudur. Kalıcı bir devinim varsa, bu
devinim gücül olarak varolmaz. Ve kalıcı devinimli her­
hangi bir şey varsa, bu şey bir gücüllüğe göre devinimli
değildir, yoksa bu kalıcı devinimli bir yerden öbür ye­
re geçerken hiç bir şey onun maddeye bağlı olmasını
engellemeyecektir. Bu yüzden, Güneş, yıldızlar, bütün
Gök her zaman edimdedir ve bazı fizikçiler�n korktuğu
gibi bunların duracağı düşünülemez. Bu varlıklar devin­
mekten hiç yorulmazlar; çünkü, devinim, onlar için, bo_
zulur varlıklarda olduğu gibi karşıtların gücüllüğü de­
ğildir; karşıtlar gücüllüğünün işi, bozulur varlıklarda
devinimin sürekiliğini verimli kılmaktır, çünkü yorgun­
luğun nedeni, bozulur varlıkların tözünün edim değil de
madde ve gücüllük oluşudur. Bozulmaz varlıklar, Dünya
ve Ateş gibi sürekli değişimde olan varlıklarca taklit
edilmişlerdir; Dünya ve Ateş de ölümsüz olarak edimde_
dirler, çünkü devinimleri kendileriyle ve kendilerinden­
dir. Ama öbür gücüllüklerin ( ..) tümü karşıt gücüllük­
lerdir, çünkü belli herhangi yapıda bir devinimi meyda­
na getirme gücüllüğüne sahip olan şey, bu yapıdan ol­
mayan bir devinimi de oluşturabilir, örneğin akılsal gü­
cüllükler için durum budur. Akıldışı gücüllüklere gelin­
ce, bu gücüllükler o anda var ya da yok olma durumla­
rına göre karşıt gücüllükler olacaklardır. »

1 02
NEDENLER

Neden kavramı Aristoteles felsefesinde çok önemli­


dir. Daha önceleri de gördüğümüz gibi, Aristoteles'e gö­
re bir şeyi bilmek demek, o şeyin nedenlerini tanımak
demektir. Herhangi bir olgu nedenleri anlaşıldığı zaman
anlaşılmış olur. Aristoteles'den önceki felsefe okulları
da bu neden konusuyla ilgilendiler. Aristoteles kendin­
den önceki felsefe okullannın neden anlayışını Metaphy­
sika'nın 1 . kitabında, 3. bölümde eleştirir: bu okullar,
neden olarak yalnızca maddi nedeni kabul etmiştir, bi­
raz da etkin nedeni. « İlk filozofların çoğu, her şeyin il­
kesi olarak yalnızca maddi yapılı ilkeleri gösteriyorlar­
dı.» Bu filozoflara göre, her şeyin temelinde bulunan
madde her zaman varolan bir şeydi, öncesiz - sonrasız­
dı; buna göre, oluşma da bozulma da olanaksızdı. Aris­
toteles eleştirisini şöyle sürdürüyor: « Bu cins ilkelerin
sayısı ve doğası konusunda filozoflar anlaşmış değildir.
Bu tür. felsefenin kurucusu olan Thales, suyun ilke ol­
duğunu söyler (Yer'in Su'da yüzdüğünü söyler buna da­
yanarak) . Thales, her şeyin ıslaklıktan beslendiğini, sı­
caklığın bile ıslaklıktan yararlandığını, ıslaklıkta yaşa­
dığını görerek böyle bir inanca kapılmış olmalı. ( .. ) Ba­
zıları ( .. ) Doğa üzerine aynı yanılgıya düştüler. Onlar
Okeanos ve Tethys'i Dünya'nın oluşturucusu olarak be­
lirlediler. ( .. ) Anaximenes ve Diogenes, Hava'yı Su'dan
önceye aldılar ve basit cisimler arasında onu ilke olarak
göstermeyi yeğ tuttular, oysa Metapontion'lu Hippas­
sos'a ve Ephesos'lu Herakleitos'a göre ilke Ateş'ti. Em­
pedokles öge olarak dört basit cisim sayar. (..) Klazo­
ınenai'li Anaxagoras ( ..) bu ilkelerin sonsuz sayıda oldu­
ğunu kabul eder. ( ..) Bütün bu filozoflar bir tek neden
olduğunu, bu nedenin de maddi yapılı olduğunu düşü­
nürler. (..) Ama, sıcak ve soğuk, Ateş ve Toprpk gibi bir­
çok öge kabul eden filozoflarda etkin nedeni bulmak

1 03
kolay olacak: çünkü bunlar Ateş'e devindirici bir yapı,
Su'ya, Toprak'a ve öbür ögelere de karşıt bir edilginlik
yuklemişlerdir. »
Devinimi ya da değişimi, yani edimi ve gücüllüğü
gerçekleştiren dört neden belirler Aristoteles. Şimdi bu
nedenleri birer birer görelim :
1 . Bir değişimin olabilmesi için, değişebilir bir öz­
nenin, yani edime açık bir gücüllüğün olabilmesi gere­
kir; bu, maddi neden'dir.
2. Bir değişimin olabilmesi için, bu değişimi belir­
leyen bir örnek'in olabilmesi gerekir; bir başka deyişle,
değişimin kendisine göre gerçekleştirildiği bir biçimin
olabilmesi gerekir; bu, biçimsel neden'dir.
3. Bir değişimin olabilmesi için, bu değişimi sağla­
yacak bir etkinliğin olabilmesi gerekir; bu, etkin neden'.
dir.
4. Her değişim belli bir düzen içinde, belli bir ere- .
ğe göre gerçekleşir, gelişigüzel olmaz; bu, sonuçsal ııe­
den dir.
'

Bunları bir örnekle açıklayalım.


Sokaktan geçerken bir köşede yarısı _bitmiş yarısı
bitmemiş bir heykel görüyorum. Merak ediyorum, yakla...
şıyorum. Orada bulunanlara önce heykelin neyle yapıl­
dığını soruyorum. Alçıyla yapıldığını söylüyorlar (mad­
di neden). Heykeli pek bir şeye benzetemiyorum. Bu de_
fa bunun ne heykeli olduğunu öğrenmek istiyorum. Uyu­
yan adam heykeli, diyorlar (biçimsel neden) . Kim yapı­
yor bunu? diye bir soru yöneltiyorum o zaman. Heykeli
yapanın heykelci X olduğunu bildiriyorlar (etkin neden).
Merakımı yenemiyorum: heykelci X bu heykeli niçin ya.
pıyor, herhangi birini anmak için mi? Hayır, diyorlar,
heykeli Belediye Başkanı ısmarladı, heykelci X bunu yal­
nızca para kazanmak için yapıyor (sonuçsal neden).
Aristot�les, Metaphysika'da, 5. kitabın 2. bölümün­
de şöyle söyler:

1 04
« Birinci anlamında neden bir şeyin yapılmış oldu­
ğu içkin maddeye denir: tunç, heykelin nedeni, gümüş,
kadehin ·nedenidir; tuncun ve gümüşün cinsi de neden­
dir. Bir başka anlamda neden, biçim ve örnektir, yani
özellikliliğin ve türlerin tanımıdır: örneğin, oktav için,
ikiyle bir arasındaki ilişki ve genel olarak, sayı. Neden
aynı zamanda tanımın bölümleridir. Neden, bir de de­
ğişimin ya da dinginliğin birinci ilkesidir: bir kararın
sahibi, eylemin nedenidir; baba da çocuğun nedenidir;
ve genel olarak, etken, yapılmış olanın nedenidir ve de­
ğiştiren de değişikliğe uğrayanın nedenidir. Neden aynı
zamanda sondur, yani sonuçsal nedendir. Örneğin, sağ­
lık, gezintinin nedenidir. Gerçekten, niçin gezinilir? Kar­
şılık veriyoruz: sağlıklı olmak için; ve böyle diyerek ne­
deni belirtmiş olduğumuzu düşünüyoruz. Kendinden
başka bir şeyle devindirilmiş ve devindiriciyle son ara­
sında aracı olan her şey için durum budur: böylece, za­
yıflama, iç sürdürme, ilaçlar, gereçler sağlığın nedenle­
riclirler, çünkü bütün bu yollar bir sonuç gözetilerek
kullanılmışlardır: bu nedenler aralarında bazılarının ge­
reç, bazılarının eylem olması yönünden ayrılırlar yalnız­
ca. - Elbette neden sözcüğünün çeşitli anlamları bun­
lardır. Nedenlerin bu anlam çeşitliliği, aynı nesne için
nasıl birçok neden olabileceğini açıklar ve bu raslantı­
sal değildir: örneğin, heykelin nedeni heykelcinin sana­
tıyla tunçtur; başka bir ilişki içinde değil ama heykel
olduğu durumda. Ama bu nedenler aynı yapıda değildir­
ler: birisi maddesel neden, öteki devindirici nedendir.
Nedenler karşılıklı da olabilirler: yorgunluk sağlıklılığın
nedenidir, sağlıklılık da yorgunluğun, ama aynı biçim­
de değil: birisi sondur, öbürü devinimin ilkesi. Sonun ­
da aynı neden bazen karşıtları ortaya çıkarabilir. Ger­
çekten, varlığıyla herhangi bir şeyin nedeni olan, bazen
yokluğuyla karşıt şeyin nedeni olur: örneğin, kaptanın
)Okluğu geminin batmasının nedenidir, çünkü kaptanın

105
varlığı bir güvenlik nedeni olacaktı; o zaman iki neden,
var olma ve eksik olma, her ikisi de devinim nedenleri­
dirler. - Saymış olduğumuz bütün nedenler açık olarak
dört sınıfa ayrılırlar. Harfler, heceler, için; madde, ya­
pay nesneler için; Ateş, Toprak ve benzer bütün öğeler
bedenler için, parçalar bütün için, öncüller sonuç için,
şeylerin geldiği yer olarak kaldıkları sürece, neden sa­
yılırlar; ve bu nedenlerden bazıları özne olarak neden
sayılırlar, parçalar gibi; öbürleri özelliklilik olarak ne­
den sayılırlar, bütün, bileşim ve biçim gibi. Tohum için,
hekim için, bir karar sahibi için ve genel olarak etken
için bütün bu nedenler değişiklik ya da duraklama il­
keleri gibidirler. Öbür nedenler öbür şeylerin sonu ve
iyiliği gibidirler: sonuçsal neden, gerçekten en yüksek
iyidir ve öbür varlıkların amacıdır; sonunda bu ama­
cın kendinde İyi olması ya da görünür iyi olması pek
önemli değildir. - Demek ki, nedenler bunlardır ve
türlerinin sayısı da budur. Nedenler birçok belli biçim­
ler altında kendilerini gösterirler, ama bu belli biçim­
lerin sayısını çok aza indirgeyebiliriz. Nedenler çeşitli
ilişkiler açısından seçilebilirler: böylece, bir türün ne­
denlerinden birisi öncesel, öbürü sonrasaldır: örneğin,
sağlık için hekim ve sanat adamı; oktav için çift ve sa­
yı böyledir; ve özel bir neden içeren sınıflar her zaman
özel etkinin nedenleridirler. Raslantısal nedenler ve on­
ların türleri de vardır: örneğin, Polykleitos 15 heykelin
nedenidir bir bakıma, bir bakıma da heykelin nedeni
heykelcidir, çünkü heykelcinin Polykleitos olması
raslantıdır. Sonra, raslantıyı içeren sınıflar vardır: böy­
lece, insan ya da genel olarak hayvan, heykelin nedeni­
dir, çünkü Polykleitos bir insandır ve insan da bir hay­
vandır. Kendi kendine raslantısal olan bu nedenler ara-

(15) Polykleitos ünlU bir yunan heykelcisidlr. 480'e doğru Argos'da


doğdul!;u sanılır. Bronz heykeller yaptı. Heykelcllikıe ilgili ku­
ramları heykelciliğin gelişmesinde önemli oldu.

1 06
sından bazıları daha uzak ve bazıları daha yakındır:
örneğin, heykelin nedeninin Polykleitos ya da insan de­
ğil de beyaz ve müzisyen olduğu söylenirse. Tam anla­
mında neden ya da raslantısal olarak neden olan bütün
bu nedenler gücüllük ya da edimlilik yönünden anlaşı­
lırlar: örneğin ev yapan mimar ve bir ev yapan mimar.
Nedenleri nedenler olan şeyler için de aynı belirlemeyi
yapmalıyız: örneğin, bir şey herhangi bir heykelin ya
da heykel'in, ya da genel olarak imgenin nedeni diye
adlandırılabilir; herhangi bir tuncun, ya da tuncun, ya
da genel olarak maddenin. Raslantılar için de aynı şey.
Sonunda, raslantısal nedenler ve tam anlamında neden­
ler aynı kavramda biraraya gelmiş olabilirler: örneğin,
bir yandan Polykleitos ve öte yandan heykelci denildi­
ğinde değil, ama heykelci Polykleitos denildiğinde.»

HAYVANLAR DÜNYASI

Bugün bilim denildiği zaman her şeyden önce göz­


lem 'c ve deney'e dayanan bir araştırma alanı gelir ak­
lımıza. Aristoteles her alanda olduğu gibi özel bilimler
alanında da gözlemden ve deneyden çok kurguya yas­
lanmıştır. Bazı önbilgilere ve belirgin yöntemlere dayan­
mayan her gözlem ve her deney çıkarsız bir çaba ola­
rak belirlenebilir. Ayrıca, deney, gelişmiş bir laboratu­
var düzeninin varlığını gerektirir. Aristoteles'in yaşadı­
ğı dönemler, bilimde ileri yöntemlerin, bazı kesin ön­
bilgilerin, gelişmiş laboratuvarların bulunmadığı dönem­
lerdir. O zamanlar bilim, felsefeyle özdeşleşmiş olarak,
çocukluk dönemini yaşıyordu. Bununla birlikte, Aristo­
teles'in sıradan bir gözlemci, dikkatsiz bir araştırmacı
olduğunu düşünmek doğru olmaz. Ünlü filozof, dar ola­
naklar içinde, bilim alanında ilk tutarlı gözlemleri yap­
mıştır. Aristoteles'c bugünkü bilimlerin kurucusu gö­
züyle bakabiliriz. Canlı varlıkların ilk sınıflamasını ya-

107
pan da Aristotcles'tir. Bitkiler üzerine yazdığı inceleme
kitabı kaybolmuş olmasaydı, belki bu alanda onun çok
daha büyük bir ilerleme yapmış olduğunu görecektik.
Aristotelcs hayvanlarla bitkiler arasında kesin bir
ayrım yapar. İnsanla hayvanın ortak yanı olan duyum
özelliği hayvanı bitkiden ayırır ve hayvana bitki karşı­
sında daha önemli bir yer kazandırır. Aristoteles duyum
konusunu pek önemsemiş ve onu enine boyuna araştır­
mıştır. Aristoteles'e göre duyum dediğimiz bilgi alma
yetisi iki evreli çalışır. Duyum önce edilgindir, sonra
etkindir. Bu ne anlama geliyor? Duyu organı, her şey­
den önce, nesnenin etkisiyle karşı karşıya kalır, bir baş­
ka deyişle nesneden bir etki alır. Bu durumda o edilgin
bir gücüllüktür. Edilginlik evresinde, duyum alan, nes­
nesinin biçimini edinir. Bu evre, bilinen'in, daha do�­
rusu bilinecek olan'ın bilen'c, daha doğrusu bilecek
olan'a gelmesi evresidir. Edilginlik evresini etkinlik ev­
resi izler. Bu evre duyumun tepki vermesi evresidir. Bu
evrede, bilecek olan, nesneyi kendine alır, nesneyi
özümler. Ama elbette burada maddi bir özümleme söz­
konusu değildir, ruhsal bir özümleme sözkonusudur.
Bu evre, bilen'in nesneyle özdeşleşmesi evresidir. Aris­
toteles dört iç duyum belirler: ortak duyu, imgelem,
bellek, değerlendirici. Bu dört iç duyum, dış duyumları
derler, toplar, saklar ve tümler.
Aristoteles pek ilgi çekici bir hayvanlar sınıflaması
yapmıştır. Bu sınıflamayı ana çizgileriyle belirleyelim:
Hayvanlar ikiye ayrılır: Omurgalılm·, Omurgasızlar.
Omurgalılar kırmızı kanlı hayvanlardır. Bunlar ya
Doğuran ya da yumurtlayan hayvanlardır.
Doğuranların başında insan gelir.
İnsanı Balinalar izler. Balinalardan sonra Dörtayak­
lılar vardır.
Dörtayaklılar üçe ayrılır: Yarık ayaklı gevişgeti'rici­
ler (koyun, öküz), Ayağı yarık olmayanlar (at, eşek),

108
Öbiir doğurgan dörtayaklılar.
Yumurtlayanlar ikiye ayrılır: Yetkin yumurtalılar,
Eksik yunıurtalılar.
Kuşlar, Dört ayaklı yumurtlayanlar, Hem karada
hem suda yaşayanlar, Sürüngenlerin çoğu, Yılanlar yet­
kin yumurtalılardır.
Eksik yumurtalıları Balıklar meydana getirir.
Omurgasızlar kırmızı kandan yoksun hayvanlardır.
Omurgasızların başında Yetkin yumurtalı omurga-
sızlar gelir. Bunlar ikiye ayrılır: Kafadanbacaklılar ve
Kabuklular.
Yetkin yumurtalı omurgasızların altında Özel yu­
murtalı omurgasızlar vardır: Böcekler, Örümcekler, Ak­
repler.
Daha altta Tomurcuklanmayla çoğalanlar ya da
kendiliğinden çoğalanlar vardır. Bunlar Yumuşakçalar
,-e Derisidikenliler'dir.
En altta Kendiliğinden çoğalanlar bulunur: Sün­
gerler ve Selentereler.

ANATOMİ

Aristoteles ölükesmenin (dissection) ve canhkesme­


nin (vivisection) pek düşünülmediği bir çağda yaşamış­
tır. İnsan bedeninin her yanıyla tanınması, bu işlemle­
rin önem kazanmasından sonra oldu. Anatomi biliminin
temellerini de Aristoteles'dc buluyoruz, ama bu bilimin
gerçek bir aşama göstermesi XVI. yüzyılın ilk yarısın­
da, ünlü flaman anatomicisi A. Vesale'nin ( 1 5 1 4 - 1 564)
çalışmalarıyla oldu . Vesale, canlıkesme yaptığı savıyla
Engizisyon tarafından ölüme mahkum edildi. Felipe I I
imdadına yetişmeseydi, Vesale bilimsel çalışmalarının
karşılığını pek ağır ödeyecekti.
Cerrahlık insanın pek eski bir uğraşıdır. Cerrahlık­
la ilgili ilk imgeler M. Ö. 2500 yıllarından kalmadır. Ana-

1 09
tomi cerrahlıktan daha geç ve daha yavaş gelişti: in­
sanlık bir insan bedeninin -ölü de olsa- bıçakla delik
deşik edilmesine uzun zaman karşı olmuştur. Ortaçağ'­
da kilise, insan anatomisi konusunda yapılacak çalışma­
lar karşısında kesin bir yasaklayıcı tutum almıştır. Ve­
sale'nin başına gelenler kilisenin bu tutumunu doğrulu­
yor. Am a giderek kilise de anatomi bilimine daha hoş­
görülü davranmaya başladı, çünkü anatomi ilerlemeden
cerrahlık ilerlemiyordu. Bu bilgiler önühde biz Aristo­
teles'in anatomi bilimiyle ilgili önemli belirlemelerde
bulunmuş olmasını zaten düşünemeyiz. Filozof bu alan­
da da bazı kurgusal bilgiler öne sürdü, bugün bu bil­
giler geçerliğini yitirmiştir.
Aristoteles dokular, iskelet, saçlar, kıllar, dazlaklık,
damarlar, bağırsaklar, böbrek üzerine bazı şeyler yaz­
mıştır. K;ıs kavramından uzak olan filozof, rahim üze­
rine, mide üzerine bazı ilgi çekici belirlemelerde bulun­
muştur. Ona göre beyin yüreği soğutmaya yarayan bir
organdı.
Kısacası, Aristoteles anatomi biliminin ancak kuru­
cusudur.

PS!KOLOJJ

Evet, özel bilimlerin başlıcalarını, daha doğrusu


Aristoteles'in çalışmaları içinde önem kazanmış olanları.
nı gördük. Şimdi sıra psikolojiye geldi. Bu kesimde,
Aristoteles'in öne sürdüğü bilgilerden giderek, ruhun
yapısını ele alacağız.
Aristoteles, De Anima (Ruh üzerine) diye adlandırı­
lan eserinde ruhsallığı inceler. Bu incelemesinde, Aris­
toteles, kendinden önceki filozofların, özellikle Orphe­
us'cu - Pythagoras'cı geleneğe dayanan Platon'un ruh an­
layışından çok ayrı bir ruh anlayışı geliştirir. İki filozo­
fun bilgi anlayışları arasındaki ayrılığın temelinde ruh-

1 10
sallıkla ilgili bu ayrım yatar: ruhgöçüne inanan ülkücü
Platon'da ruh bilgiyle ilgili deneylerini düşünülür Dün­
ya'da yapmakta, bu dünyaya bilgiyle yüklü olarak gel­
mektedir; oysa Aristoteles'de bilgi ancak ve ancak bu
dünyanın bilgisidir. Nesnesye verdiği bu aşırı ağırlıkla
Aristoteles gerçekçi bir filozoftur.
Platon ilk filozofların, özellikle de Herakleitos'un
getirdiği değişen - değişmeyen ikilemini aşabilmek için
dünyayı ikiye ayırmış, böylece ruhu bedenden çıkan,
İdea'lar dünyasına giden, sonra yeniden bu dünyaya dö­
nen bir gezgin olarak belirlemişti. Aristoteles bu ruh -
beden ayrılığını ortadan kaldırır, ruhla bedeni bir tözün
iki ayrı ögesi olarak gösterir. Sonradan hıristiyanlık bu
görüşe dört elle sarılacak, insanı her zaman ruh - beden
diye alacaktır. Bu ruh - beden birliği Descartes'la yeni­
den parçalanacak, Descartes hiç de tutarlı görünmeyen
bir düşünceyle ruhu bedenden ayıracak, onların birbiri­
ne kavuşma yeri olarak kozalaksı bezi gösterecektir.
Ruhun başlıca işlevleri, Aristoteles'e göre, bitkisel­
lik işlevi, duyum işlevi ve düşünme işlevidir. Bu üç iş­
lev arasında bir sıradüzeni vardır. Aşağıdan yukarıya
doğru sıralama yaparsak, önce bitkisellik işlevi gelir.
Bitkisellik işlevi, besini özümlemeyle sınırlamıştır.
Bitkiler yalnızca bu işleve sahiptirler. Türün korunması
bununla olur. Bitkisellik işlevinden sonra, hayvanların
ve insanın sahip olduğu duyum işlevi gelir. En üst sıra­
da düşünme işlevi yer alır.
Duyum konusunu daha önceki sayfalarda ele
almıştık. Şimdi yalnızca insanın sahip olduğıı işlevi, dü­
şünme işlevini görelim. Böylece Aristoteles felsefesinin
gerçekçi, deneyçi, doğalcı oluşunun temel özelliklerini
de görmliş olacağız.
Aristoteles bize soyut şeyleri sezdiren ve bizi bilime
yükselten anlığımız için iki karşıt özellik belirler: edil­
ginlik ve etkinlik. Bilgi edinme yolunda anlığımız önce

111
tam anlamında edilgin, sonra da tam anlamında etkin
olur. Edilgin anlık tam bir gücüllüktür. İnsan, dünyaya,
her şeyi almaya hazır ama üstünde en küçük bir iz bu­
lunmayan bir zihnin taşıyıcısı olarak gelir. İlkin Aris­
toteles'ci felsefede kendini gösteren bu eldeğmemişliği
latinler «Tabula rasa in qııa nihil est scriptum» yani üs­
tiindc hiç bir şey yazılı olmayan düz bir levha olarak
belirlerler.
Aristoteles'te bilgi duyumla başlar, bir başka deyiş­
le duyum bilgi edinmenin en alt ya da ilk basamağıdır.
Zihnimiz, demek ki, herhangi bir bilgiye sahip olabil­
mek için, nesneden etki almak zorundadır. Duyulur
dünya nesneleri bizim bilgi kaynağımızı oluştururlar ve
biz bilgiye duyu organlarımızın sağlıklılığı ölçüsünde
varırız. Bilgi edinmeyi bir anımsama olarak gören Pla­
ton için duyu organları pek büyük bir anlam taşımıyor­
du. Oysa Aristoteles'de duyu organları, özellikle göz, çok
önemli bir yere yerleştirilir. Aristoteles'ci anlayışa gö­
re duyu organları iyi çalışmayan ya da hiç çalışmayan
kişilerin düşünsel etkinlikleri çok zayıf ya da yok ola­
caktır. Çünkü insan doğuştan fikirlere sahip değildir
ve her fikri, her kavramı duyu organları araci.lığıyla
yaptığı dünya deneylerinden sağlayacaktır. Özneyle nes­
ne arasındaki bu ilişki maddedışı bir ilişkidir. Zihin her
şeyi edinir, ama maddesini almadan. Edilgin anlık, ci­
simsel olmayan bir yapıya sahiptir. O, aynı zamanda,
ayrı bir şeydir, yani herhangi bir organa bağlı değildir
duyular gibi.
Etkin anlık bizi evrensel bilgilere, bilime ulaştırır.
O da maddedışıdır, bedenden ayrıdır; görevi, duyulur
dünya deneyleriyle elde edilen bilgileri evrenselleştir­
mektir. Duyulur dünya deneyleri imgelemde görüntü'­
Ier halinde toplanırlar. Etkin anlık bu görüntüleri ev­
renselleştirir. Aristoteles bilgi edinme serüvenini bura­
da, bu etkinlik evresinin sonunda noktalar. Hıristiyanlı.

1 12
ğı Aristoteles'ci bilgilere dayandırmaya çalışacak olan
aziz Tommaso daha sonra bu iki evreye yeni bir evre
ekleyecektir. Şöyle: Evrenselleştirme deneyi içinde sa­
hip olunan bilgiler yeni bir edilginlik evresinde zihne
yerleşirler; edilgin anlık, elde edilen bilgileri kendine
alır. Bu Tommaso'cu yorumun Arstoteles'ci anlayışa
ters düşmeyeceği kesindir.

1 13
Ü ÇÜNCÜ BÖLÜM
SiYASET VE SiYASET AHLAKI

Bize felsefi düşüncenin ilk atılımlarını, başlıca so­


runlarını kazandıran yunan düşüncesinde tartışmalı bir
bilgi alanı olarak ahlak Yedi Bilgeler'le başlar. « Ölçü
her şeyin en iyisidir» diyen Kleobulos, ünlü siyaset ada­
mı ve yasakoyucu Solon, « Kendi kendini tanı» diyerek
pratiğin temeline ben araştırmasını koymuş olan Khi­
lon, Trakya asıllı Midilli tiranı Pittakos, « İnsanların ço­
ğu ahlaksızdır» sözüyle ahlak alanına karamsarlığı ge-

1 14
tirmiş olan Bias, « Demokrasi tiranlıktan daha iyidir»
diyen Korinthos tiranı Periandros ve getirdiği evren
açıklamasıyla ilk filozof sıfatını kazanmış olan Thales
düşünce tarihinin ilk büyük ahlakçılarıdırlar.
Ahlak alanı, o zamanlar, özlü · sözlerin, güzel sözle­
rin alanıydı. Ahlaklı olmanın temellerini araştırma işini
Sokrates gerçekleştirdi. Bazı kişiler ahlaklılıklarıyla, ba­
zı kişiler ahlakçılıklarıyla örnek olurlar. S�krates her
iki anlamda da örnek kişiydi. Demon'unu, yani yüreği­
nin sesini dinliyor, bunun dışında pek bir şeye aldırmı­
yordu. Yaşamına kurallar koymuştu, bu kurallardan bi­
ri de edepsizliğiyle ünlü karısı Ksanthippe'ye tahammül
etmekti. Paradan tiksiniyor, verdiği derslerden para al­
mıyordu. Atina sokaklarında dolaşarak konuşmalara,
tartışmalara katılıyordu. Ahlak alanının başlıca sorusu­
nu o temellendirdi ve o yanıtladı: Erdemli olmak bilgili
olmayı zorunlu kılar mı? Kılar, diyecektir Sokrates,
çünkü bilgiyle erdem özdeştirler. Öyleyse, ancak bilgili
kişi erdemli kişi olabilecektir ve erdemli kişi de zorun­
lu olarak bilgili kişidir. İnsanları erdemli kılmak için
onlara erdemin n e olduğunu öğretmek yetecekti. Sokra­
tes yurttaşlarını ahlaki çöküntüye iten şeyin bilgisizlik
olduğuna inanıyor, insanların içindeki iyi'yi, her insanın
derinlerinde yatan iyilik tohumunu yeşertmeye, canlan­
dırmaya, etkinleştirmeye bakıyordu. Bilgi merdivenin­
den bir kere derine inip iyi'yi yakaladınız mı kurtardı­
nız demektir.
Sokrates'in öğrencisi ve hayranı Platon'a gelince,
onun ahlak anlayışı da bilgi anlayışı gibi ayaklan yer­
den kesik bir anlayıştır. Platon her şeyi bu dünyayı aşan
bir ülküsellik çerçevesinde ele alıyordu; ahlakta da tam
anlamında f'. !(ÜCÜ, hatta ütopyacıdır. Tutsak pazarında
satılacak kadar siyaset tutkulusu ve siyaset hayalcisi
olan Platon, pratiğin alanında bile olmazlığın kapısını
zorlamıştır. Onun ahlak anlayışı siyaset anlayışına ya

1 15
c..l a daha doğrusu devlet anlayışına bağlanır. Bireye, bi­
reyselliğe tümüyle gözlerini kapayan bu toplumsal ah­
lak insanı yalnızca toplum için bir varlık olarak belir­
ler. Bireyselliğin çarpıtılması, yok edilmesi pahasına el­
de edilecek bir toplum düzeni, başlıca niteliği düzenli­
lik ve saat gibi işlerlik olan bir toplum düzeni her tür.
lü ahlaklı davranışın güvencesi ve kaynağı gibidir.
Aristoteles'de ahlak da bilgi kuramı gibi ayaklarını
sıkı sıkıya yere basar. Aristoteles ahlakın alanını meta­
fiziğin alanından ayırır: Metafiziğin alanı kesinliklerin
alanıydı, kesin bilgilerin alanıydı, metafiziğin alanında
gösterme geçerliydi, bu alanda ilk ilkeler'den yola çıkılı­
yordu ve sürekli olarak tümdengelim yöntemi kullanılı­
yordu. Oysa, ahlakın alanı kesinliklerin, kesin bilgilerin
alanı değil, olasılıkların, olası bilgilerin alanıdır, ahlak
alanında görüş egemendir, bu alanda ilk ilkelerden çıka.
rak tümdengelim yoluyla bilgi türetmek olmaz; tersine,
tek tek görüşlerden kalkarak ilkeler, bütün insanlar
için gerekli kurallar ortaya koymak gerekecektir. De­
mek ki, sıradan kişiler olası'nın alanında da söz sahibi
olamayacaklarına göre, ahlakın alanı üstün kişilerin,
bilge kişilerin ortaya koyacağı görüşlerle kurulacaktır.
Aristoteles insanda iki yeti ayırır: anlık ve arzu. Ey­
lemi sağlayan bu iki yetidir. Anlık iki çeşittir: kurgusal
anlık, pratik anlık. Devinimi yani eylemi sağlayan anlık
pratfk anlıktır. Ama tam anlamında devindirici olan
arzudur. Aristoteles bu konuda şunları söyler:
«Devindirici iki yetinin varolduğu bellidir: anlık ve
arzu. (..) Bu iki yeti, anlık ve arzu, yerine göre devindi­
ricidirler: burada, bir amaca göre çalışan anlık, yani
pratik anlık sözkonusudur: pratik anlık, amacı açısın­
dan, kurgusal anlıktan ayrılır. Arzu da her zaman bir
amaca yöneliktir, çünkü arzunun nesnesi pratik anlığın
çıkış noktasıdır ve pratik anlığın vardığı en son nokta,
eylemin çıkış noktasıdır. Bu iki yetiyi, arzuyu ve pratik

116
anlığı devindirici saymakta haklıyız. Gerçekten, arzula­
nır olan devinir önce, sonra düşünce devinime geçer,
çünkü düşüncenin çıkış noktası arzulanır olandır. İm­
gelem de, devindiği zaman, arzu olmadan devinmez.
- Tam anlamında devindirici olan tek ilke vardır: arzu.
lama yetisi. Çünkü iki yeti de -anlık ve arzu- devin­
dirici olsaydı, bunlar bazı ortak özelliklere göre devin­
dirici olacaklardı. Ama gerçekte anlık arzu olmadan tam
anlamında devinemez. ( ..) Arzu, tersine, usavurmaya
karşı çıkarak devinebilir. ( .. ) Anlık her zaman doğru
olur, oysa arzu ve imgelem doğru olurlar ya da olmaz­
lar» (De Anima, 3. kitap, 9. bölüm).
Demek ki insanda eylemin iki ayrı dayanağı vardır.
Bu dayanaklardan biri bilinçli, öbürü bilinçsizdir. B u
durumda insan hem bilinçli eyleme, hem bilinçsiz eyle­
me açık oluyor. Anlık her zaman doğruyu söyleyecek,
doğru yolu gösterecek, ama arzu ve imgelem doğruya
da yanlışa da kayabileceklerdir. İnsan, eylemlerini se­
çimleriyle düzenler. Yalnızca akıllı varlık olan insanda
seçim yapabileme yeteneği vardır. Seçim yapabilmek
için bir şeyi bir şeyden ayırabilmek, yani yargılayabil­
mek gerekirdi. Ahlak alanında filozoflar öteden beri in­
sanın akıllı yanıyla tutkulu yanını birbirinden ayırmış­
lar, aklı iyiye, tutkuları kötüye eğilimli göstermişler, ah.
laklı bir yaşayışın sağlanabilmesi için tutkuların akılla
dengelenmesi gerektiğini öne sürmüşlerdir. Kısacası, ah­
laklı yaşamak akla uygun yaşamaktır (ahlak alanında
aklın önemini daha çok Stoa'cılar belirteceklerdir), tut­
kuların akılla denetlendiği yerde ahlak egemendir. Aris.
toteles de ahlakta aklın payını önemser. Seçim yapabil­
me gücüne sahip olan insan iyi'yi kötü'den ayırabilecek­
tir.
« Seçim istemli bir şeydir, ama daha uzanımlı olan
istemli'yle özdeşleşmez: çocuklar ve hayvanlar istemli
edimde bulunabilirler, seçim yapamazlar. ( .. ) Gerçekten,

1 17
seçim akıldan yoksun varlıklara özgü değildir; açgözlü­
lük ve taşkınlık bu varlıklarda ve insanda ortaktır. ( .. )
Sonunda, açgözlülük hazza ve sıkıntıya bağlıdır, seçim
ne sıkıntı verene, ne hazza bağlıdır. - Seçim az ölçüde
taşkınlık sayılabilir: hiç bir şey seçimle yapılan eylem­
lere taşkınlıktan doğan şey kadar az benzemez. - Ama
seçim bir dilek değildir, ona yakın görünse de. Olanak­
sız görünen şeylerle ilgili seçim yoktur. Olanaksızı seç­
tiğini söyleyen kişiye ahmak denir. Buna karşılık, insan
olanaksızı, örneğin ölümsüz olmayı dileyebilir. ( ..) Se­
çim, görüş'le özdeşleştirilemez, çünkü görüş açıkça her
şeye yönelebilir, ölümsüz ve olanaksız şeylere olduğu ka­
dar gücümüzün yettiğine de. Ayrıca, görüşler doğru ve
yanlış diye ayrılırlar ama iyi ve kötü diye ayrılmazlar.
Ama seçimler için bunun tersi sözkonusudur ( ..) Bazı­
ları en doğru fikirlere sahiptirler ama kötülüklerinden
gerekmeyeni seçerler. (..) Gerçekten, seçim, hesapla ve
düşünceyle birlikte olur» (Ethika Nikomakheia, 3. ki­
tap, 2. bölüm).
Burada Aristoteles ahlakının Sokrates'ci çizgiden
ayrıldığını ve erdemle bilgeliğin özdeşleştiği görüşünü
benimsemediğini görüyoruz. Aristoteles'e göre, insan
iyi'nin ne olduğunu bildiği halde kötü'yü seçebilir. Oy­
sa Sokrates için böyle bir şey olanaksızdı.

MUTLULUK VE iNSAN BEGENlSİ

Ahlaklı olmaktan bir çıkarımız olmalı. Şöyle sora­


biliriz: Ahlaklı olmak neye yarar? Ahlaklı olmak için m i
ahlaklı oluyoruz, yoksa ahlaklı olmanın bize sağladığı
iyilikler mi var? Her kişi, Aristoteles'e göre, mutlu ol­
mak için ahlfıklı olur. Ahlakın ereği mutluluktur. Ah­
laklı davranmaya çalışan kişi mutluluğu aramakta olan
kişidir, mutluluğu gözüne kestirmiş olan kişidir. Öyley.
se, mutluluk nedir? Bu soruya karşılık verebilmek pek

1 18
güç. Çünkü her kişinin mutluluktan anladığı başka baş­
ka. Aristoteles, mutluluk üzerine şunları söyler:
« Edimlerimizden doğan iyilikler arasında en yüce
iyi hangisidir? Bunun mutluluk olduğu üzerinde insan­
ların çoğu hemen hemen anlaşmışlardır. Kalabalıklar da
seçkinler de buna «mutluluk» derler; «İyi yaşamak» ve
«başarmak» mutlu olmak demektir diye düşünürler.
Mutluluğun ne olduğunu bilmeye gelince, bu tartışmalı
bir sorundur ve kalabalıklar bu sorunu bilgelerin çö­
zümlediği gibi çözümlemez. Bazılarına göre mutluluk
görünür ve duyulur şeylerle ilgilidir: beğeni, zenginlik,
şeref; bazılarına göre başka bir şeydir, öbürlerine göre
daha başka; çok zaman aynı kişi mutluluğu değişik ola­
rak görür. (Hasta mı? O zaman mutluluk sağlıktır. Yok­
sul mu? O zaman mutluluk zenginliktir.) Bilgisizlikleri­
nin bilincinde olanlar kendilerini aşan tumturaklı söy­
levleri hayranlıkla dinlerler. - İnsanlar iyiliği ve mutlu.
luğu sürdürdükleri yaşama göre anlarlar, bu da şaşır­
tıcı bir şey değildir. Kalabalıklar, en kaba insanlar mut.
luluğu zevkte bulurlar. Bu insanların seçtiği yaşam zevk
yaşamıdır. ( ..) Kalabalıklar bir tutsak ruhu taşır ve bir
hayvan yaşamı seçer. ( .. ) Seçkinler, eylemci kişiler şe­
refi seçerler, çünkü genellikle siyasal yaşamın amacı bu.
dur» (Ethika Nikomakheia, 1. kitap, 3. bölüm).
Her şey kendi doğal yerini arzular ilkesi burada da
geçerli gibidir. Karmaşık bir biçimde sınıflaşmış ve te­
mel iktisadi etkinliğini kölelik düzenine oturtmuş olan
toplumun filozofu, sınıflaşmanın temel taslağı gibi gö­
rünen bir ayrımı, seçkinler ve seçkin olmayanlar ayrı­
mını rahatlıkla yapacaktır. Ona göre bazı insanlar ah­
lak planında yetkinleşmeye çalışacak, bazıları da kesin­
likle çok alt bir düzeyde, hayvan düzeyinde kalacaktır.
Gene de, insan, beğenilerinin seçkinliğiyle hayvandan
ayrılır. Her canlı türün kendine göre işlevi ve bu işleve
bağlı olarak da kendine göre hazzı vardır. Bu haz ayn-

1 19
mını daha önce Herakleitos göstermişti. «Deniz en arı
ve en kirli sudur: balıklar için içilebilir ve kurtarıcı, in­
sanlar için içilemez ve öldürücüdür» diyordu Heraklei­
tos. İnsanla hayvan arasında büyük bir ayrılık vardı ona
göre: « En güzel maymun bile çirkindir: insanla karşı­
laştır da bak.» Ve eşeğin samanı altına yeğ tuttuğu ke­
sindir. İnsan elbette hayvan karşısında ayrıcalı olacak­
tır. Bütün bu belirlemeler, insanın bir kesiminin yücel­
tildiğini, bir başka kesiminin hayvana yaklaştırıldığını
duyurur. « Kalabalıklar» insanla hayvan arasında bir
arayer oluşturmaktadır. Herakleitos'un «altın arayan­
lar» dediği seçkinlerle « İşittikleri sözü anlamayanlar»
dediği öbürleri, hemen bütün yunan düşüncesinde, ev­
renin bir yazgısı gibi gösterilen bir ayrımla, birbirlerin­
den ayrı tutulurlar.
Aristoteles şunları söyler:
« Her canlı türün kendine özgü işlevi olduğu kadar
kendine özg:ü hazzı vardır. Her tür kendi etkinliğine uy­
gun hazza sahiptir; türleri gözden geçirdiğimizde bu he.
men göze çarpar. Ata, köpeğe, insana özgü zevkler bir­
birinden ayrıdır ve Herakleitos'un dediği gibi, bir eşek
samanı altına yeğ tutar. ( ..) Ama özdeş varlıkların bir­
birinden ayrı olmayan zevkler duymaları olağan görü­
nür. Oysa, hiç değilse insanda bu zevkler çeşitlidir: aynı
nesneler bazılarını büyüler, bazılarını incitir; bazılarına
rahatsızlık verenden ya da ağır gelenden bazıları haz du­
yarlar ya da yararlanırlar, hele işe zevk karışırsa: sağ­
lıklının tatlı bulduğunu hasta acı bulur. Oysa, bütün bu
durumlarda şeylerin gerçekliğini sağlıklı kişinin ortaya
koyduğu düşünülür. ( .. ) Hoş olmayan nesneleri hoş bul­
mak hastalık ve anormal durum belirtisidir. Şerefli
zevklere gelince, insanda bulunması gereken zevk han­
gi türdendir ve hangi yapıdadır? Her etkinliğin bir zevk­
le bir arada olduğu doğruysa, bunu insanın etkinlikle­
rinin belirlenmesinden ortaya çıkaramaz mıyız? - De-

1 20
mek ki, yetkin ve mutlu bir insanın bir ya da birçok
etkinliği olsa bile, bu etkinliği süsleyen zevkler yüksek
bir biçimde insancıl zevkler olarak adlandırılmaya ya­
raşır olacaklardır. Öbürleri, ikincil olarak ve türemiş
olarak yardımcı zevkler olacaklardır» (Ethika Niko­
nıakheia, 10. kitap, 5. bölüm).

ERDEM

Ahlak alanında amaç mutluluk, bu amaca ulaştıra­


cak araç da erdemdir. İnsanın erdemli bir yaşam sür­
dürerek mutluluğa ulaşması, onun her anlamda uyumlu
bir durumda bulunmasıyla mümkündür; bir başka de­
yişle, erdemli yaşayışın sürdürülebilmesi için hem be­
densel hem ruhsal yetkinlik gereklidir. Her şeyden önce
bedenimizin rahatsızlıklardan uzak kalması önemlidir.
Çünkü bedensel rahatsızlıklar zorunlu olarak ruhsal ra­
hatsızlıkları doğururlar. Demek ki, bedensel yetkinlik
mutlu yaşayışımızı sağlayan etkenlerden başlıcasıdır.
Bedensel işlevlerin yerli yerinde yürümesi mutluluk için
gerekliyse de yeterli değildir. Öte yandan, bilinçli yanı­
mızın da düzgün bir işleyiş içinde olması gerekir. Ah­
lakla ilgili erdemlerimizi, durağan yatkınlıklarımız ola­
rak belirleyebiliriz. Yatkınlıklanmız ya da alışkanlıkla­
rımız. Ruhun üç ayrı durumu vardır: tutku, yeti, yat­
kınlık ya da alışkanlık. Erdem ne tutkudur ne de yeti;
erdem, yatkınlıktır. Erdem tutku olsaydı, örneğin öfke
de erdemli bir davranış olacaktı. Yeti 'ye gelince, yeti
İyi'ye de Kötü'ye de eğilimlidir. Erdem yatkınlıktır ama
her yatkınlık erdem değildir. Erdem istemli oluşumu­
zun sağladığı bir yatkınlıktır. İnsan ne yaptığını bilen
bir varlıktır, ahlaklı davranış da bilinçli davranıştır, bi­
linçle gerçekleştirilen iyi davranıştır. Her iyi davranış
bir yetkin davranıştır. Ahlakta iyilik yetkinlikle koşul­
lanmıştır. Yetkin olan, kendi kendisiyle bir bütün mey-

121
dana getirendir, onun dışarıdan alacağı, dışarıya kata­
cağı bir şey yoktur. İyi davranış, kendisine bir şey ka­
tamayacağımız, kendisinden bir şey çıkaramayacağımız
davranıştır; bir başka deyişle, eksiği fazlası olmayan
davranıştır. Böyle bir davranış doğru orta'yı tutar. Bu
doğru orta, bize göre en güzel orta yer'dir. Erdemli dav­
ranış, demek ki, yetkinliğinde aşırı, özünde ılımlı ola­
caktır. Daha doğrusu yetkinliğe varmakta aşırı bir atı­
lımı ortaya koyacak, ama ılımlı olanı gerçekleştirmek
isteyecektir. Erdemli bir kişi örneğin ne pısırık ne gözü..
pek olacaktır, ama yürekli olacaktır ve yürekliliğe var­
ma yolunda elinden geleni yapacaktır. Erdemli kişi, en
güzel orta yer'i her davranışında tutturan kişidir. De­
mek ki erdemlerimiz istemle gerçekleştirdiğimiz yetkin
ama ılımlı davranışlarımızı karşılar.
Aristoteles iki çeşit erdem belirler: ethik erdemler
ve dianoethik erdemler. Ethik erdemler, özyapı erdem­
leridirler; öbürleri, dianoethik erdemler seçme erdem­
leridirler. Ethik erdemler, insanın özyapısıyla ilgili er­
demler olarak, kimimizin şu ya da bu erdeme, kimimi­
zin bir başka erdeme yatkınlığını belirler. Bunlar he­
men tümüyle doğuştan gelen erdemlerdir, yürekli olma
yatkınlığı, adaletli olma yatkınlığı gibi. Dianoethik er­
demler, bilinçle, düşünceyle ilgili erdemlerdir. Bunların
kazanılması, uzun süren bir eğitim dönemini, istem eği­
timi dönemini gerektirir. İnsanın sakınıklık ve kavrayış­
lılık kazanması uzun süren bir çabanın sonucu olabilir
ve doğuştanlıkla hiç ilgili değildir. Belirlenmesi gereken
bir nokta daha var: ethik erdemler aynı zamanda gö­
renekten gelen erdemlerdir.
Aristoteles, Etlıika Nikomakheia'nın 2. kitabında, 1 .
bölümde şöyle der:
« İnsan erdemi dediğimiz şey bedenle ilgili erdem de­
ğildir, ruhla ilgili erdemdir, mutluluk dediğimiz şey ru­
hun bir etkinliğidir. İki çeşit erdem vardır: biri seçme

1 22
erdemi, öbürü özyapı erdemi. Seçme erdemi büyük öl­
çüde eğitimden gelir ve eğitimle gelişir, deneyi ve za­
manı gerektirir. Özyapı erdemi alışkanlıktan doğar. (..)
Bu, özyapı erdemlerinden hiç birinin bizde doğadan gel·
mediğini açıkça ortaya koyar. Gerçekten, doğadan gelen
hiç bir şey alışkanlıkla değiştirilemez. Böylece, doğal
eğilimiyle aşağıya doğru yönelen taş yukarıya doğru yö­
nelme alışkanlığını kazanamayacaktır; gene de biz ona
bu alışkanlığı kazandırmak için onu bir kere havaya
fırlatırız; ateş aşağıya doğru yönelmeyi bilmez; kısacası,
hiç bir doğal durum alışkanlıktan giderek değiştirilmez.
Demek ki, erdemlerimiz ne doğadan gelir ne de doğaya
karşıttır, ama doğa bu erdemleri alabilmemizi sağlar ve
biz alışkanlık yoluyla onlara en yetkin gelişimini kazan­
dırırız.»

İNSAN VE TOPLUM, «BEN» VE «BAŞKALARI»

İnsan toplumsal bir varlıktır, Aristoteles'in deyişiy­


le bir «zoon politikon»dur; öyleyse, amaçladığı mutlu­
luğa, başkalarıyla ilişkisi içinde ulaşabilecektir. İnsan
kendini toplumdan soyutlayamaz. Bu bakımdan dost
ilişkisi, dostluk duygusu, dostça yöneliş Aristoteles ah­
lakında önemli bir yer tutar. Şöyle der Aristoteles :
« İnsanın dostlarına karşı duyduğu v e çeşitli dost­
lukları tanımlamaya yarayan dostça duygular, sanırım
insanın kendisine karşı duyduğu duygulardan çıkmıştır.
- Gerçekten, yalnızca sevdiği kişinin yararı için iyilik
isteyeni ya da iyilik yapanı ( .. ) dost diye tanımlayabili­
riz; ya da yalnızca dostunu sevdiği için dostunun yaşa­
masını ve iyi durumda olmasını isteyen kişiyi dost diye
tanımlarız. ( .. ) Bazılarına göre dost, sevdiği kişiyle -ve
kendisiyle aynı zevkleri duyan kişiyle- yaşamını geçi­
ren kişidir, ya da sıkıntıları ve sevinçleri paylaşan kişi.
dir. ( .. ) Oysa, bu duygulardan her biri, aynı zamanda, er·

123
demli bir kişinin kendisi için duyduğu bir duygudur. (..)
Erdemli kişi yaşamını yalnız başına geçirmek ister, bun­
dan haz duyar; yaptıklarının anıları kendisini büyüler;
gelecekte yapacağı eylemler ona iyilikle ilgili umutlar
verir, bu umutlar da hoş şeylerdir. ( ..) Erdemli kişi, her
şeyin ötesinde kendi zevkleriyle ve kendi acılarıyla ilgi­
lenir. O, hazzı ve acıyı aynı nesnelerde bulur, bir onda
bir bunda değil. Çünkü, o, deyim yerindeyse, pişmanlık
duymayan kişidir. Erdemli kişinin kendisi için duyduğu
duygular bunlar olduğuna göre, erdemli kişi kendisi için
duyduğu duyguyu dostu için de duyduğuna göre, (çün­
kü dost demek bir başka biz demektir), dostluk denen
şey sözünü ettiğimiz duygulardan ya biri ya öbürüdür,
dostlar da kendilerini bu duygularda bulan kişilerdir»
(Ethika Nikomakheia, 9. kitap, 4. bölüm).
Aristoteles, böylece, bireyi başkasına adanmış bir
varlık olarak belirler. Bu adanmışlığın temelinde, ona
göre, bencillik yatmaktadır. Bencillik, her zaman yapıl·
dığı gibi, aşağılanması gereken bir duygu değildir. Ter­
sine, bencillik, başkasına adanmışlığın temelinde yatan
itkidir. Erdemli kişinin bencil olması gerekir.
«Bencil sözcüğünü bir kınama terimi olarak gören·
ler, zenginlikler, şerefler, bedensel zevkler sözkonusu oL
duğunda bütün bunlardan en büyük payı alanları ben­
ci ( diye adlandırırlar; gerçekten, insanların çoğu arzu­
larını ve çabalarını bu nesnelere yöneltir, çünkü onlar
bunların büyük iyilikler olduğunu düşünürler; bu yüz­
den, bu şeyler, üzerinde en çok çekişilen şeylerdir. Oy­
sa, insan atılımını bu yönde kullanırsa kendini açgözlü­
lüklerinin ve genel olarak tutkularının, yani ruhun akıl­
dışı bölümünün eline bırakır. İnsanların çoğu bu du­
rumda olduğundan, bencil sözcüğünün anlamı, kötü olan
bu kalabalığın ortaya çıkardığı «bencillik»ten geli r. De·
mek ki, böylesine bencil olanlardan haklı olarak nefret
ediyoruz. Genel olarak bu çeşit iyilikleri elde etmeye ça.

124
lışanları bencil diye adlandırıyoruz, bu kesin. Çünkü,
sürekli olarak başkasından daha çok adalet, ölçülülük
ya da erdem edimlerinde bulunmaya çalışan, kısacası
her zaman kendine güzel'i ayıran biri varsa, kimse onu
bencil diye nitelendiremez ve ayıplayamaz. ( ..) Böylece,
herkes, güzel eylemde bulunmada gösterdikleri istekle
ayrılan kişileri beğenir ve över; bütün insanlar güzel
için aşkla yarışsalardı ve en güzel eylemleri gerçekleş­
tirmek için çab a gösterselerdi, toplumun kendisine ge­
reken her şeye sahip olduğunu ve özellikle herkesin en
büyük iyilikleri elde ettiğini görürdük, erdem en büyük
iyilik olduğuna göre. - Böylece şu sonuçlara vanyoruz:
erdemli kişinin bencil olması gerekir (çünkü güzel ey­
lemlerde bulunarak kendisine yarar sağlayacak . ve baş­
kalarını da bundan yararlandıracaktır) . Kötü, tersine,
bencil olmamalıdır (çünkü aşağılık tutkulara kendini
kaptırarak, kesinlikle hem kendine, hem de başkalanna
zarar verecektir). Kötü kişi, yaptığı şeyle yapmak zorun­
da bulunduğu şey arasında uyarsızlık bulunan kişidir;
erdemli kişi, tersine, yapmak zorunda olduğu şeyi ya­
pan kişidir: çünkü, akıl kendisi içın en iyi olan şeyi se­
çer her zaman, erdemli kişi de akla başeğer» (Ethika Ni­
komakheia, 9. kitap, 8. bölüm).
Aristoteles, ayrıca, insanlar arasındaki bağlılıkların
çeşitlerini ele alır, dostluğun nedenlerini tartışır. Sevgi­
nin iyilikçi yanını konu edinir: sevmek, iyiliğini istemek­
tir. Birbirlerini sevenler birbirlerinin iyiliğini isterler:
sağlıklı sevgide zorunludur bu. Bu arada ahlakın temel
sorunlarından biriyle karşılaşınz: karşımızdakini bazen
kendimiz için, bazen kendisi için seviyoruz. Gerçek sev­
gi iyilikçi sevgidir, karşımızdakini kendisi için sevdiği­
miz zaman gerçekleşir. Aristoteles üç dostluk çeşidi be­
lirler: yarar dostluğu, zevk dostluğu, yetkin dostluk.
«Genel olarak her şeyin sevilmeye değer olmadığı,
yalnızca sevilesi olanın sevilmeye değer olduğu kabul

125
edilir; sevilesi olan da, iyi, hoş ya da yararlı olandır. ( ..)
Dostluğun nedenleri türleri bakımından birbirlerinden
ayrılırlar; böylece çeşitli bağlılık ve dostluk türleri var­
dır; demek ki, sevilesi nesne sayısı kadar, yani üç tür
dostluk vardır. Her türe bir bağlanma biçimi karşılık­
tır ( .. ). Oysa, birbirlerini sevenler, bağlılıklarını belirle­
yen görüş açısından, birbirlerinin iyiliklerini isterler.
Böylece, karşılıklı dostlukları yararlılık üzerine kurul­
muş olanlar birbirlerini kendileri için sevmezler ama,
birine öbüründen gelebilecek iyilik açısından severler.
Dostlukları zevk üzerine kurulmuş olanlar için de du·
rum aynıdır; çünkü bunlar akıllı kişileri akıllılıkların­
dan ötürü değil, yalnızca onlardan sağladıkları kişisel
hoşnutluktan ötürü severler. Demek ki, yararlılık için
sevmek, kendi iyiliği için sevmektir, zevk için sevmek
de kendi zevki için sevmektir. ( ..) Demek ki, bu çeşit
dostluklar raslantısal bir şeylere sahiptir, çünkü dost te­
melde kendinden ötürü değil, sağladığı şeyden, sağladı­
ğı iyilikten ötürü sevilir. Bu dostlukları esinleyenler ay­
nı durumda kalmadıkları zaman, bu dostluklar kolayca
bozulurlar. ( ..) Dostluğun nedeni ortadan kalkınca dost­
luk d a biter, bu nedenden başka temeli olmadığına gö­
re. ( ..) Ama yetkin ·dostluk erdem yönünden birbirine
benzeyen iyi insanların dostluğudur; çünkü onlar, iyi in­
sanlar olarak, kendiliklerinden iyi insanlar olarak, bir­
birlerinin aynı biçimde iyiliğini isterler. Dostunun iyili­
ğini dostu için isteyenler en iyi dostlardır, çünkü onlar
kendi yapılarından ötürü dostturlar, raslantısal olarak
değil. (..) Erdemli kaldıkları sürece dostlukları sürer gi­
der; erdem de kalıcı bir şeydir. (..) Elbette bu tür yetkin
dostluklar çok az bulunur, çünkü böyle kişiler oldukça
azdır. Bundan başka, böyle bir dostluk zaman ve alış­
kanlık gerektirir» (Etlıika Nikomakheia, 8. kitap, 2., 3.,
4. bölüm).
«Zevk üzerine kurulmuş olan dostlukla yetkin dost-

1 26
luk arasında azçok benzerlik vardır (çünkü iyi kişiler
birbirlerine hoş görünürler) ; aynı şey yararlılık üzerine
kurulmuş dostluk için de geçerlidir (çünkü iyi kişiler
birbirleri için yararlıdırlar) . Bu iki kategoride de, dost­
lukların birbirine sağladığı yarar -örneğin zevk- ay­
nıysa, -yalnızca aynı değil, düşünce adamlarında görül.
düğü gibi aynı kaynaktansa- dostluk çok uzun sürer;
ama sevgiliyle sevilen arasında aynı durum yoktur. Çün­
kü her ikisi de zevklerini aynı kaynaktan almazlar: biri
sevdiğini görmekten zevk alır, öbürü sevdiğinin yakınlık­
larından zevk alır. Bununla birlikte, gençlik çiçeği sol­
duğu zaman bazen dostluk da onunla birlikte solar:
sevdiğinin görünümü seveni büyülemez olur, sevilen ay­
nı yakınlıkların nesnesi değildir. Bununla birlikte, ço­
ğunlukla, alışkanlık birbirinin özyapısını öbürüne değer.
li kıldığından, dostlukları sürer, o zaman özyapıları ben­
zer olur. - Aşkt a karşılıklı zevk değil de yararlılık gö­
zetenlere gelince, bunların dostlukları daha zayıf ve da­
ha az süreklidir. Yalnızca yararlılık üzerine kurulmuş
dostluklarda, bu yararlılık ortadan kalkınca, dostluk bo­
zuluverir: bu kişiler birbirlerinin değil, karşılıklı çıkar­
larının dostlarıdırlar. ( .. ) Yalnızca erdemli kişilerin dost.
luğu yalandan uzaktır: çünkü uzun zaman denenmiş bir
dost için herhangi bir kişinin söyleyeceği söze inanmak
güçtür; tersine, bunlarda güvene, birbirlerine haksızlık
etmemeye, kısacası gerçek dostluğun gerektirdiği her
ş_eye raslanır» (Ethika Nikomakheia, 8. kitap, 9. bölüm).
Aristoteles, ailedeki dostluk duygusunu da inceler:
«Aile içindeki dostluk, tümü anababalarla çocukla­
rı birleştiren dostluktan türemiş olan çeşitli biçimler al­
tında kendini gösterir. - Gerçekten de, anababalar ço­
cuklarını kendilerinin bir parçası olarak severler ve ço­
cuklar da anababalarını kendilerinden gelen bir şey ola­
rak severler. ( ..) - Demek ki, anababalar çocuklarını
kendileriymiş gibi severler, çünkü çocukları kendilerin-

127
den olmuştur ( .. ), onlar bir başka kendileri'dirler, oysa
çocuklar anababalarını varoluşlarının kaynağı olarak se­
verler. - Kardeşler aynı anababalardan dünyaya geldik­
leri için sevişirler ( .. ). Bu dostluğa büyük ölçüde katkı­
sı olan etkenler ortak eğitim ve yaşça yakınlıktır: « genç­
ler gençlerle, yaşlılar yaşlılarla dost olur» ve «birlikte
yaşayanlar birbirleriyle dost olurlar»; böylelikle kar­
deşlerin dostluğu okul arkadaşlığına benzer. ( ..) - Ger­
çekte çocukların anababalarıyla dostluğu (ve insanların
tanrılarla dostluğu) iyi ve yüce bir varlığa yönelen bir
dostluktur: çocuklar anababalarından en büyük iyilik­
leri almışlardır, varoluşlarının, yaşamlarının ve daha
sonra eğitimlerinin nedeni hep anababaları olduğuna gö­
re. ( ..) - Karıkoca arasındaki dostluğa gelince, bu dost­
luğun doğal kökenli olduğu düşünülür: çünkü insan do­
ğal olarak sitede yaşamaktan daha çok çift olarak ya­
şamaya eğilimli bir varlıktır; (..) çoğalma bütün canlı
varlıklarda ortak bir yasadır. Ama bu birleşme öbür tür_
lerde yalnızca çoğalma eylemiyle sınırlanır; oysa insa­
nın birlikte yaşamasında yalnızca dünyaya getirme ama­
cı yoktur, yaşam için zorunlu olan her şeyi sağlamak
amacı da vardır: çünkü, başlangıçtan beri, görevler bö­
lünmüştür ve erkeğinki kadınınkinden ayrıdır. Böyle­
likle, kadın ve erkek, herbirine özgü yetenekleri ortak
kullanarak, durmadan yardımlaşırlar. Bu yüzden, bu çe­
şit dostluğun yararlı olanla hoş olanı birleştirdiği söyle­
nir. Karı ve koca şerefli kişilerse,• herbirinin kendine öz­
gü erdemi olacağından, bu çeşit dostluk erdem üzerine
temellenebilir, herbiri karşısındakinin erdeminde se­
vinci bulabilir. - Çocukların yardımcı bir bağ olduğu
söylenir; bu yüzden, çocuksuz çiftler birbirlerinden da­
ha kolay koparlar: çünkü çocuklar her ikisinde de or­
taktır ve ortak olan her şey bir birleşme aracıdır» (Et­
hika Nikomakheia, 8. kitap, 14. bölüm).

128
ADALET KAVRAMI

« Dostluk» kavramı « adalet» kavramına bağlanır.


Dostluk ve adalet her insan topluluğunda zorunlu ola­
rak varolan kavramlardır ve insan ilişkilerinin düzenli­
liğini sağlarlar. Sevmek, paylaşmayı bilmektir. Sevdiği­
miz insan, haklarını elde etsin isteriz. Sevgi duygusun­
dan başlayarak beliren adalet duygusu her toplumda in­
san ilişkilerini, oldukça karmaşık olan insan ilişkilerini
düzenleyen bir kurum olmaya doğru gelişir ve sevgi duy­
gusunu çok aşan bir uzanıma ulaşır: adalet artık bütün
insanlarla, sevdiğimiz ve sevmediğimiz bütün kişilerle
ilişkimizi düzenleyen, yasalara göre düzenleyen bir ku­
rumdur. Aristoteles, Ethika Nikomakheia'nın 8. kitabın­
da, 2. bölümde « dostluk» kavramıyla «adalet» kavramı­
nı bir arada ele alır:
« Dostluk ve adalet aynı nesnelerle ilgili ve aynı ki­
şilere bağlı gibidirler; çi.inkü her toplulukta adalet var­
dır, dostluk da. ( .. ) Dostluk, birlikte sahip olunan şeyle
ölçülür, adaleti ölçen de budur. « Dostlar arasında her
şey ortaktır» diyen atasözü çok doğru: dostluk ortak­
laşmada yatar. Kardeşler ve arkadaşlar arasında her şey
ortaktır, ama öbür dostlar için bu ortaklığın sınırları
vardır: bazı durumlarda daha çok ortak şeyler vardır,
bazılarında daha az. ( ..) Bunun gibi, adalet ilişkileri de
ayrılıklar gösterir; çünkü haklar ne anababalarla çocuk.
lar arasında, ne kardeşler arasında ne de arkadaşlar ve
yurttaşlar arasında aynıdır; başka tür dostluklar için
de bu böyledir. Bun a göre, adaletsizlik edimleri de her
toplulukta değişik olacaktır; bu edimler dostlara yönel­
tildikleri ölçüde ciddi edimler olacaklardır. Örneğin, bir
dostun parasını çaldığımız zaman, bir yurttaşın parası­
nı çaldığımız zamankine göre kendimizi daha suçlu du­
yarız ( .. ). Doğal olarak, adalet dostlukla birlikte gelişir:
bunlar aynı kişilerde bulunurlar ve aynı uzanıma sahip-

1 29
tirler.»
Ethika Nikoma klıeia'nın 5. kitabında, 2. bölümde
Aristoteles «adaletli» ve «adaletsiz» kavramlarını ele
alır:
«Adaletsiz sözcüğünün kaç anlamda kullanılabilece­
ğini inceleyelim. Yasaları çiğneyen kişiye, payından ço­
ğunu alan kişiye, eşitliği tanımayan kişiye adaletsiz de­
nir: buna göre, yasaya uyan ve eşitliğe saygı gösteren
kişi adaletli kişidir ( .. ). - Adaletsiz kişi, payından ço­
ğunu alan kişi olduğuna göre, elbette iyiliklere karşı
adaletsiz olacaktır; elbette bütün iyiliklere karşı değil;
çünkü o, yalnızca iyi ya da kötü zenginliklere düşkün
olanlar karşısında böyle olacaktır; bu iyilikler her za­
man kendinde iyidirler, ama her zaman şu ya da bu bi­
rey için kendinde iyi değildirler. Bununla birlikte onlar
insanların dualarında diledikleri ve eylemlerinde izle­
dikleri iyiliklerdir; ama bu doğru iş değildir: insan, ter­
sine, yalnızca kendinde iyi olan iyilikleri istemeli ve bi­
zim için iyi olan şeyi seçmelidir. - Ama adaletsiz kişi
her zaman en büyük payı seçmez; kendinde kötü olan
şeyler sözkonusu olduğunda, tersine, en küçük parçayı
seçer; ama en küçük kötülük bir çeşit iyilik yerine geç­
tiğine ve payından çoğuna sahip olmak her zaman iyi­
lik sayıldığına göre, adaletsiz kişinin her zaman payın­
dan çoğuna sahip olmak istediği kesindir».
Aristoteles, aynı kitabın 5. bölümünde «adalet» kav­
ramını «yasa» ve «erdem» kavramlarıyla bir arada ele
alır:
«Yasaları çiğneyen adaletsiz ve yasalara saygı gös­
teren adaletliyse, tüm yasal şeylerin bir anlamda ada­
letli olduğu kesindir. Çünkü yasamanın belirlediği tüm
şeyler yasaldır; her birinin adaletli olduğu kabul edile­
bilir. - Oysa, yasalar her şeye yönelirler ve ortak çıkarı
amaçlarlar, hem halkın çıkarını hem yönetenlerin çıka­
rını (yönetenler erdemleriyle ya da aynı türden başka

130
ölçütle ayrılırlar). Öyle ki, bir siyasal topluluğa ( ..) mut­
luluğu sağlamakta ya da sürdürmekte katkısı olan şeye
adaletli denir. - Yasa yürekli kişiye edimlerini yerine
getirmesini buyurur (örneğin görevini bırakmamasını,
kaçmamasını, silahını atmamasını); ölçülü kişiye edim­
lerini yerine getirmesini de buyurur (zina yapmamasını,
kimseyi lekelememesini); uysal kişiye edimlerini yerine
getirmesini de buyurur (kimseye vurmamasını, kimseye
hakaret etmemesini); böylece tüm öbür erdemlere ve
bayağılıklara da egemen olur; bazı eylemlerin yapılma­
sını buyurur, bazılarını da yasaklar: yasa uygun biçimde
yapılmışsa, uygun olarak, aceleyle yapılmışsa, kötü ola­
rak yapar bunu. - Bu anlamda adalet, mutlak olarak
değil ama erdem başkası'yla ilişkileri ilgilendirdiği ölçü­
de yetkin erdemdir. Bu durumda adalet genel görünü­
şüyle erdemlerin en önemlisidir.»
Aristoteles, aynı bölümde, iki tür adalet belirler:
« Özel adalet için ve onu karşılayan adaletli kavra­
m ı için bir ilk tür adalet vardır, bu adalet şereflerin,
zenginliklerin ya da bir topluluğun üyeleri arasında bö­
lüştürülen her şeyin dağıtımına uygulanır (çünkü bü­
tün bu iyilikler eşit olan ya da eşit olmayan bir bölüş­
menin konusu olabilir) ; bir ikinci tür adalet vardır ki
bu da uzlaşmaların doğruluğunu sağlar. - Bu ikinci tür
adalet de ikiye ayrılır, çünkü uzlaşmaların bazıları öz­
gürce benimsenmiş, bazıları benimsetilmiştir. ( .. ) - Be­
nimsetilmiş uzlaşmaların bazıları yasadışıdır, soygun,
zina, zehirleme, fahişelik, kölelerin ahlaksızlaşması, ci­
nayet, yalancı tanıklık gibi; öbürleri sertlikle gerçekleş­
tirilmiştir, buyruğundakilere sert davranma, tutsaklaş­
tırma, adam öldürme, silahlı soygun, sakatlama, lekele­
me, hakaret gibi.»
Aristoteles, ayrıca, üç tür adalet belirler: paylaştır­
ma adaleti, onarma adaleti, alışveriş adaleti. Paylaştır­
ma adaleti, toplumda her şeyin insan değerine göre pay-

131
Jaştınlmasını sağlar. Onarma adaleti, insanlar arasında­
ki ilişkileri düzenler, bunu yaparken insan değerine il­
gisiz kalır, yani bu tür adalet uygulanırken kişinin değe­
ri göz önünde tutulmaz. Alışveriş adaleti, ticaret ilişki­
lerini düzenler. Burada adaletin toplumsal uzanımının
özellikleri ortaya çıkar. Toplumun elde ettiği yararlar
kişiler arasında paylaştırılacak, ama bu paylaştırma hiç
bir zaman eşit bölme anlamı taşımayacaktır, tersine bu
paylaştırmada bazıları büyük, bazıları daha büyük, ba­
zıları küçük pay alacaklardır. Böylesi bir değerlendir­
meyi yükümlenen adalet, bazı durumlarda kişilere tam
anlamında eşit davranacaktır: adam öldürmek suçuyla
yargıç karşısına getirilen bütün yurttaşlar değerileri dı­
şında tartılacaklardır. Toplumda adaletin amacı, insan­
lararası bağın güçlü olmasını sağlamaktır. Bunun için
insanlara insanlar değil, insanlara yasalar hükmetmeli­
dir. Yasaların başlıca amacı, herkesin payına düşeni al­
masını güvence altında tutmaktır, aynca toplum düze­
nini korumaktır. Ethika Nikomakheia'nın 5. kitabında,
10. bölümde Aristoteles adaletin toplumdaki görünümle­
rini ele alır, bu arada bir toplumda adaletin gerçekleş­
tiricisi olarak yargıçları, yokedicisi olarak da zorba hü­
kümdarları, yani tiranları görür:
« Siyasal adalet ( ..) özgür ve eşit insanlar arasında ( ..)
egemen olan adalettir. Öyle ki, bu koşulların gerçekleş­
mediği yerlerde kişilerin karşılıklı ilişkilerini düzenle­
yen siyasal adalet yoktur, ancak bazı yönlerden siyasal
adalete benzeyen bir çeşit adalet vardır. - Gerçekten,
adalet. ilişkileri yasa tarafından belirlenmiş kişilerin
varlığını gerektirir, yasa da kendilerinde adaletsizliğin
bulunabileceği kişilerin varlığını gerektirir: çünkü ada­
let (mahkemece yerine getirilir), adaletlinin ve adalet­
sizin belirlenmesidir. Adaletsizliğin bulunduğu her yer­
de adaletsiz edimler de bulunur (ama adaletsiz edimle­
rin gerçekleştirildiği her yerde adaletsizlik kesinlikle

132
vardır denilemez) . Adaletsizce eylemde bulunmak ne­
dir? - Kendinde iyi olan şeylerden kendine aşırı bir
pay, kendinde kötü olan şeylerden kendine çok az bir
pay almaktır. Bu yüzden, bir insanın hükmetmesinden
acı duyarız, ama yasanın hükmetmesini isteriz. Çünkü
bir insan yalnızca kendi çıkarını gözeterek hükmeder
ve tiran olur. - Yargıç da, tersine, adaletin bekçisidir,
adaletin bekçisi olduğu için eşitliğin de bekçisidir. Oy­
sa, bir kişi adaletliyse, payına düşenden çoğunu almıyor
demektir (çünkü kendinde iyi olan şeylerden büyük öl­
çüde pay almaz, hiç değilse kendine yaraşır ölçüde pay
alır, adaletli kişi aynı zamanda başkaları için çalışır; bu
nedenle ( .. ), adaletin «başkasının iyiliği» olduğu söyle­
nir). Demek ki, ona bir ücret, onuruna yaraşır bir üc­
ret vermek gerekir. Kendi payı kendine yetmeyenlere
gelince bunlar tiran olurlar.»

SİTE NEDİR?

Şimdi artık kişinin ahlaki sorumlulukları düzeyin­


den yavaş yavaş toplum düzenine, devlet düzenine ge­
çiyoruz. Eskiçağ Yunanistanı'nda devlet site'dir, yani
dar olanaklı ve iktisadi bakımdan kendine kapalı şehir
devletidir. Evet, eski Yunanistan'da siteler vardı. Eski
Yunanistan birçok sitenin oluşturduğu bir ülkeydi. Pla­
ton'un çizdiği « İ'deal devlet» tasarısına yakın bir biçim­
de Aristoteles bir «iyi site» tasarısı çizmeye çalışır. An­
cak, Platon gerçekleştirilmesi hemen hemen olanaksız
bir devlet düzeni tasarlarken, Aristoteles daha gerçekçi
bir tutumla «iyi site»nin nasıl olması gerektiğini düşü­
nür ve tartışır. Site nedir?
« Site, bütünsel ve bağımsız olarak varlığını sürdür­
mek için toplanmış aileler ve köylükler birliğidir. Bura­
da ( ..) mutlu ve güzel bir yaşam sözkonusudur. Siyasal
birliğin amacı güzel eylemlerdir, yalnızca birlikte ya-

1 33
şama olgusu değil. - Bu yüzden bu anlamdaki birliğe
en çok katkıda bulunanlar, devlette, özgürlük yönünden
ve doğuştan kendilerine eşit ya da kendilerinden üstün,
siyasal erdem bakımından aşağı olanlardan, zenginlik
bakımından üstün ve erdem bakımından aşağı olanlar­
dan daha büyük paya sahiptirler» (Politika, 3. kitap, 5.
bölüm).
İyi bir sitede neler bulunmalıdır? İyi bir site, Aris­
toteles'e göre, kendi kendine yeten sitedir. Bu durum
sitenin kapalı iktisadi yapısını ortaya koyar. İyi bir si­
te ürettiği kadarını tüketecek, tükettiği kadarını ürete­
cektir. Kapalı iktisadi yapının sağlamlığında sitenin bü­
yüklüğü önemli bir rol oynar. Site ne büyüklükte olma­
lıdır ve onda neler bulunmalıdır. Politika'nın 7. kitabın­
da, 8. bölümde Aristoteles şunları söyler:
« Uygar bir topluluğun varolabilmesi için neler ge-
rekir, onu inceleyelim. ( .. ) Sitede şunlar bulunmalıdır:
l . Yiyecekler;
2. Teknik (yaşamak için çok araç gerekir);
3. Silahlar (çünkü toplumun üyelerine silahlar ge­
reklidir, içte otoriteye başkaldıranlara karşı otoriteyi
elde tutabilmek için ve dıştaki adaletsiz girişimlere kar­
ş ı) ;
4. İç gereksinmeler için olduğu kadar savaş harca­
maları için yeterli para;
5. Tanrıya tapınış ya da ruhani işlev denilen şey;
6. En zorunlu olanı da, karşılıklı çıkarlarla ve hak­
larla ilgili yargı düzeni.
« Her sitenin gereksindiği işlevlerin neler olduğu gö­
rülüyor. Çünkü ( .. ) site raslantıyla bir araya gelmiş bir
topluluk değildir, kendi kendine yetmeye yetenekli bir
topluluktur; oysa, saydığımız şeylerden biri eksikse,
böyle bir topluluğun mutlak olarak kendi kendine yeter
olması olanaksızdır. Demek ki, zorunlu olarak bir site­
yi oluşturan çeşitli görevler vardır: ( ..) çiftçiler, zanaat-

1 34
çılar, ordu, zengin sınıf, rahipler ve her kişiye zorunlu
ve yararlı olanı söylemekle görevlendirilmiş yargıçlar ge.
rckir.»
Aynı kitabın 14. bölümünde de şu belirlemeyi bulu.
ruz:
<<Uygar bir toplum için zorunlu olan ilk temel bir
yanda sayı ve nitelik bakımından uygun bir insan top­
luluğu, öte yanda belli genişlikte ve belli nitelikte bir
toprak parçasıdır. - Genellikle, sitenin mutlu olması
için büyük olması gerektiği düşünülür. Ama, buna doğ­
ru derken, bir sitenin büyüklüğü ya da küçüklüğü nedir,
biliyor muyuz? Site, nüfusun önemine göre büyük diye
belirlenir, bununla birlikte, sayıdan çok güce bakmak
gerekir. Çünkü site bir bakıma bir işleve sahiptir, bu iş­
levi en iyi biçimde yerine getirme gücü taşıyan siteyi
en büyük site olarak belirlemek gerekir. - ( ..) Sitelerin
çok sayıda tutsakları, yerleşmiş yabancıları ve yabancı­
ları kapsaması belki de zorunludur; (..) bu ögelerin bol­
luğu bir sitenin büyüklüğünü ortaya koyar, oysa çok sa­
yıda işçinin ve az sayıda askerin bulunduğu bir site
«büyük» olamaz. Büyük bir devletle kalabalık bir devlet
aynı şey değildir. - Ayrıca, olaylar, çok kalabalık bir
sitenin iyi bir biçimde yönetilmesinin güç ve belki de
olanaksız olduğunu gösterir. Sonuç olarak, genellikle iyi
kurumlara sahip sayılan siteler arasında nüfusu oluru­
na bırakan bir tane site göremeyiz. Akıl şunu açıkça or­
taya koyar: yasa bir çeşit düzendir, iyi yasalara sahip
olmak da bir site için zorunlu olarak iyi düzende ol­
maktır, oysa büyük kalabalık düzene girmeyi bilmez.;,
Aynı kitabın 4. bölümünde Aristoteles toprak bü­
yüklüğü konusunu ele alır:
«Toprak parçasının niteliği ne olmalıdır? En yetkin
biçimde kendi kendine yetmeyi sağlayanın evrensel de­
ğerde olacağı apaçıktır. (Her şeyi sağlayan zorunlu ola­
rak böyledir, kendi kendine yetmek dediğimiz şey her

1 35
şeye sahip olmak ve hiç bir şeyden yoksun olmamak ol­
duğuna göre.) Uzanıma ve büyüklüğe gelince, toprak,
üzerinde oturanlara, özgür ve çalışmaya zorlanmayan
insanlar olarak ölçülü bir yaşam sağlamalıdır.»

YURTTAŞLAR VE KÖLELER

Yurttaş tanımını Aristoteles Politika'nın 3. kitabın­


da, 1 . bölümde yapar:
«Yurttaşı yurttaş yapan şey yerleşme değildir : ya­
bancılar ve köleler de yerleşmiş kişilerdir. ( ..) Yaşları
gözönünde tutularak, yurttaşlık göreviyle yükümlenmc­
m iş çocuklar, büyük yükümlülüklerin dışında kalan ihtL
yarlar bir ölçüye kadar yurttaş sayılmalıdırlar, ama mut­
lak anlamda değil. ( ..) Bizim aradığımız, kendinde dü­
zeltilmesi gereken hiç bir şey bulunmayan arı yurttaşlık.
tır. ( ..) Bu arı yurttaşlığı hiç bir şey oy kullanma ve hal­
kın gücüne katılma hakkı kadar iyi belirleyemez. Sonuç­
ta, iktidara katılanlara yurttaş diyoruz.»
Aristoteles, kölelik için şu belirlemelerde bulunur:
«Hükmetmek ve hükmedilmek yalnızca kaçınılmaz
değil, ama oldukça yararlı şeylerdir. Doğdukları andan
başlayarak, varlıklar, bazılarının hükmedilmek, bazıları.
nın hükmetmek için yaratılmış olmaları yönünden bir­
birlerinden ayrılırlar. ( .. ) - Başka birine ait olabilen (ve
böylece gerçekten ona ait olan) ve akla tam olarak sahip
olan değil de bir şeyi algılamak için akla katılan kişi
köledir; çünkü öbür hayvanlar akla uymazlar, ama ken­
dilerine dıştan gelen etkilere uyarlar. - Sonunda, köle­
lerin kullanılışıyla hayvanların kullanılışı birbirin­
den çok az değişiktir. Kölelerden ve evcil hayvan­
lardan beklediğimiz, yaşamın gereksinmelerini karşı.
layabilmemiz için bize bedensel güçleriyle yardım etme.
teridir. - Bunun için, doğa, özgür insanlarla köleleri
bedenlerine kadar ayırt etmek istiyor: birilerine güçle-

136
riyle yaşamın gereksinmeleri için yararlı olan bedenler
veriyor, öbürlerine ince yapıları yüzünden bu tür etkin­
liklere uygun olmayan, ama siyasal yaşamda yararlı
olan ( ..) bedenler veriyor. Ama çok zaman bunun tersi
de görülür. ( ..) - Bu bedensel ayrılık tanrıların beden
yapılarında gözlemlenen ayrılık kadar büyük olsaydı,
herkes küçük kimselerin öbürlerine köle olması gerek­
tiğini kabul edecekti. Ayrılık beden için doğru olunca
ruh için de doğru olmayacak mı? Ama, ruh güzelliğini
seçebilmek beden güzelliğini seçebilmek kadar kolay de­
ğildir. - Ne olursa olsun, doğa, özgür ve köle olmak
üzere ikiye ayırır insanları ( .. ), köleler için kölelik hem
yararlı hem doğrudur» (Politika, 1 . kitap, 2. bölüm) .
Köleliği böylece yasallaştırdıktan sonra, Aristotelcs,
kölenin bir gereç olmaktan öte bir değeri olmadığını be-
1 irlemeye çalışır:
« İki çeşit gereç vardır: bazıları cansızdır, bazıları
canlı. Ö rnek: kaptan için dümen cansız gereçtir, tayfa
canlı gereçtir; çünkü, teknikte, yardımcı kişi, gereç ola­
rak, gereçlerin ilkidir. ( .. ) Demek ki, köle, yaşamın pra­
tiğiyle ilgili şeylerde bir yardımcıdır» (Politika, 1 . kitap,
2. bölüm).
Aristoteles, bundan sonra, aynı bölümde, kölenin er­
demli bir kişi olup olamayacağını tartışır. Köle dediği­
miz gereç, gereç olmanın dışında, daha başka niteliklere
sahip olabilir mi? Yani köle örneğin ölçülü, yürekli, ada­
letli bir kişi olabilir mi? O yalnızca bedensel yetenekle­
riyle mi sınırlanmıştır? Burası Aristoteles'e göre biraz­
cık tartışma götürür. Gerçekte her insan ahlaklı olma­
lıdır. Ahlaki nitelikler herkese paylaştırılmıştır, ama el­
bette eşit paylaştırılmamıştır. Her kişi kendi işinin,
kendi toplumsal bağımlılığının yükünü karşılayacak öl­
çüde bir erdemliliğe sahip olmalıdır. Demek ki, hükme­
den kişi en yetkin ahlaklılığa sahip olması gereken ki­
şidir. Ama, «öbürleri kendi paylarına düşenden daha

137
çok erdeme sahip olmamalıdır.» Bu tartışmada şu so­
nuca varacaktır Aristoteles: Köleye birazcık erdem ye­
ter, işinde saygılı ve yürekli olabilecek kadar.

iKTİDAR VE SJNIFL.4.R

Siyasal iktidar despotluk üzerine mi kurulur? Ha­


yır. Hiç değilse kurulmamalıdır. Siyasal iktidar özgür in.
sanların yararına kurulmalıdır. « Özgür insanlara uygu­
lanan iktidarla kölelere uygulanan iktidar arasındaki ay­
rılık, özgür insanın yapısıyla kölenin yapısı arasındaki
ayrılıktan daha az değildir» (Politika, 7. kitap, 3. bölüm)
İktidara yönelmiş kişi en iyiyi gerçekleştirmeye yönel­
miş kişidir. Bu yüzden, bu iyiyi gerçekleştirme yolunda,
hükümdar ya da hükümdar adayı, tek tek kişilerin du­
rumlarına ilgisiz kalacaktır. «Hükümeti eline alan kişi
onu komşusuna bırakmaz, daha çok komşusunun elin­
den alır, ne babayla çocuk, ne çocukla baba, ne de genel
olarak dostla dost arasındaki bağlan gözönünde tutar»
(Politika, 7. kitap, 3. bölüm).
Siyasal iktidar özgür kişiyi kollarken köleyi de kol­
lamalıdır, çünkü « doğanın köle yaptığı kişi »nin çıkarı
efendinin çıkarıyla özdeştir. Despotluk genellikle efendi­
nin çıkarını gözetir, kölenin çıkarını gözetmez. Onun
uyarsızlığı buradadır. Oysa köle yokolduğu yerde efendi
de bütün otoritesiyle birlikte çökecektir. Rejimler, ger-.
çekte, hükmedenin çıkarını gözettiği kadar hükmedile­
nin de çıkarını gözetecektir. Ancak ortak çıkarı gözeten
rejimler doğru yolda olan rejimlerdir. Ancak bu rejim­
ler adaleti gerçekleştirmektedir. «Yalnızca hükümeden­
lcrin çıkarını gözönünde tutanların hepsi her zaman yan­
lış yoldadırlar ve iyi hükümetleri belirleyen sınırları aş­
mışlardır: onlar despotturlar, oysa site özgür insanlar
topluluğudur» (Politika, 3. kitap, 4. bölüm).
Demek ki, siyasal iktidar, sitenin düzenini bozma-

138
mak için, her sınıfa hakkı olanı vermek ve adaleti böy­
lece gerçekleştirmek zorundadır; yoksa, despotluğa yö­
nelmiş, özgür insanların yararına işleyen sitenin top­
lumsal - siyasal durumunu tehlikeye düşürmüş olacaktır.
Bunu daha iyi kavrayabilmek için o dönem Yunanista­
nı'nın toplumsal yapısını Aristotelcs'ten dinlemekte ya­
rar var. O dönemin yunan toplumunda hangi sınıflar
vardı ve bunlar ne gibi işlevleri yerine getirmekteydiler.
« Önce, besin işiyle uğraşan kalabalık sınıf gelir: bu
sınıfa çiftçiler diyoruz. - İkinci olarak, işçi denilen sı­
n ıf gelir (bu, tekniklerle uğraşan sınıftır; teknikler ol­
madan bir site varolamaz; tekniklerden bazıları mutlak
olarak zorunludur, bazıları lüksü amaçlar ve iyi yaşa­
maya katkıda bulunur) . - Üçüncü sınıf tüccar sınıfıdır
(yaşamını satışlarla ve alışlarla geçiren tüccarları ya da
perakendecileri böyle adlandınnz). - Dördüncü sınıf
aylıklı kişiler sınıfıdır. - Beşincisi, ulusal savunmayla
uğraşanlar sınıfıdır ve beklenmedik saldırganlarca tut­
saklaştırılma tehlikesi göze alınmak istenmiyorsa bu sı­
nıf öbürleri kadar zorunludur. (.. ) Kaçınılmaz bir biçim­
de adaleti yerine getiren ve hakları belirleyen sınıf var.
dır (altıncı sınıf). - Yedinci sınıf zengin dediğimiz sı­
nıftır ve servetleriyle toplum işlerine katkıda bulunan­
lardan oluşmuştur. - Sekizinci sınıf toplumsal işlevle
ve yüksek memurluklarla görevlendirilmiştir: bir site
başkansız varolamaz. Demek ki, yaşam boyu olsun nö­
betle olsun, hükmedebilen ve siteye bu yardımı yapma­
yı kabul eden kişilerin olması gereklidir. Az önce açık­
ladığımız işlevleri unutmayalım : yurttaşlar arasındaki
anlaşmazlıklar sırasında hakları belirleyen görüşme ve
yargı gücü. Demek ki, bütün bu işlevlerin sitede yerine
getirilmesi gerekiyorsa, o zaman özellikle bunları yapa­
bilmek için bazı yurttaşların erdemli olmaları gerekir.
- Çok kimse bu yeteneklerin birbirine uygun olduğunu
düşünür: aynı bireyler, örneğin, savaşçı, çiftçi, işçi ola-

1 39
bilirler ya da aynı bireyler görüşmelere katılabilirler ve
yargılayabilirler; hepsi erdemli olduklarını ileri sürerler
ve yüksek memurlukların çoğunu yapabileceklerini dü­
şünürler. Yalnız, aynı bireylerin hem zengin, hem yok­
sul olmaları olanaksızdır. Sitenin yoksul ve zengin ol­
mak üzere böylece bölünmesinin en çok dikkati çeken
bölünme olması buradan gelir. Bundan başka, hemen
her zaman birileri az sayıda öbürleri çok sayıda olduk­
larından, bunlar sitenin ögeleri arasında karşıtlığı göze
batan bölümlerdir. Öyle ki, hükümet biçimleri birinin
öbürü üzerindeki üstünlüğünden çıktığı için, genellik­
le iki çeşit hükümet biçimi olduğu düşünülür: demokra­
si ve oligarşi» (Politika, 4. kitap, 3. bölüm).
Sınıfların işlevleri böylece belirlenmiş oldu. Ger­
çekte, her kişi her işi yapabilmeli midir, yoksa her işte
uzmanlaşmış sınıflar mı olmalıdır? Bu konuyu Aristo­
teles Politika'nın 7. kitabında, 8. bölümde tartışır. Aslın­
da bu sorun hükümet biçimleri çerçevesinde çözümlene­
bilir. Daha doğrusu, hükümet biçimleri bu soruna kendi
anlayışlarına göre çözüm getirirler. Demokrasilerde her_
kesin bütün işlevlerde payı vardır, oligarşilerde bunun
tam tersidir. Aristoteles, Politika'nın 4. kitabında, 2. bö­
lümde şunları söyler:
«Monarşiler arasında ortak çıkarı gözönünde tutana
genel olarak krallık denir; az kişinin hükümetine de
(ama tek kişinin değil) aristokrasi denir (en iyilerin hü­
küm sürmesinden ötürü olsun, devletin ve bütün toplum
üyelerinin en yüce iyiliği için hüküm sürdüklerinden ol­
sun). Sonunda, çoğunluk ortak çıkarı gözeterek hüküm
sürerse buna bütün hükümet biçimlerinde ortak olan
adı veririz: cumhuriyet ( .. ) - Bu saydığımız hükümet
biçimlerinin sapmış biçimleri şunlardır: krallığınki ti­
ranlık, aristokrasininki oligarşi, cumhuriyetinki demok­
rasi. Gerçekten, tiranlık mutlak yöneticinin çıkarı için
sürdürülen bir monarşidir; oligarşi zenginlerin çıkarı

140
için, demokrasi yoksulların çıkarı için sürdürülür, ama
bu rej imlerden hiç biri ortak yararla uğraşmaz. - Hü­
kümetin sapmış biçimleri arasında en kötüsünün ve on­
dan sonra ikinci gelenin hangileri olduğunu görmek ko­
laydır. Mutlak olarak en kötüsü, ilk ve en kutsal biçi­
min sapmasıyla ortaya çıkan biçimdir. ( .. ) Tiranlık en
kötü ve en bozulmuş hükümet biçimidir. İ kinci olarak
oligarşi gelir (çünkü aristokrasi oligarşiden çok uzaktır) .
Sapması en az olan demokrasidir» (Politika, 4. kitap, 2.
bölüm).
Siyasal ayrılıkları belirleyen başlıca öge insanların
özyapısıdır. İnsanların özyapısını belirleyen başlıca öge
de iklim koşullarıdır. Politika'nın 7. kitabında, 6. bölüm­
de Aristoteles soğuk bölge halklarının, özellikle Avrupa
halklarının yüreklilik yönünden zengin, zekadan ve tek­
nikten yoksun olduğunu, bu yüzden özgürlüklerini iyi
koruduğunu, ancak uygarlaşamadığını ve komşularına
egemen olacak durumda bulunmadığını söyler. Asya
halkları, tersine, incelikli ve ustadırlar, ama yüreklilik­
ten yoksundurlar, yaşamlarını kölelikle ve bağımlılıkla
geçirirler. «Oturduğu bölge açısından ortada bulunan
helen ırkına gelince, her ikisinden de almıştır: her şeye
sahiptir, hem yürekliliğe, hem inceliğe. Bu yüzden öz­
gür kalıyor; hayranlık uyandıracak bir biçimde uygar­
laşmıştır; siyasal olarak bir kere birleştirildi mi evren­
sel egemenliği ele geçirebilir.»
Demek ki, bütün rejimler içinde en iyisi ve en önem­
lisi aristokrasidir. Aristoteles aristokrasinin özelliklerin­
den sözederken şöyle der:
«Yalnızca erdem bakımından en iyi kişilerin oluştur_
duğu hükümete sahip olan rejim aristokrasi adına ya­
raşır. Elbette «en iyi» sözünü mutlak anlamında alıyo­
ruz, herhangi bir koşula bağlı olan iyi kişi anlamında
değil: yalnızca aristokraside iyi kişi tam anlamında iyi
yurttaşla özdeştir; öbür rejimlerde iyi kişiler kendileri-

141
ni yöneten kuruluşa bağımlı olarak böyledirler. Bununla
birlikte, aristokrasi denilen ama oligarşik hükümetlerle
olduğu kadar tam anlamında cumhuriyetle de bazı ay­
rılıklar gösteren hükümet biçimleri vardır. Gerçekten
yüksek memurlukların yalnızca servete göre değil, ama
hakkıyla verildiği yerde rejim öbür ikisinden ayrılır ve
aristokrasi diye adlandırılır. Erdemin ortak ilgi konusu
olmadığı rejimlerde bile, iyi bir üne sahip olan ve şeref­
li bilinen kişiler vardır. Böylece, Kartaca'da olduğu gi­
bi, hükümetin yapısı aynı zamanda halkın hem zengin­
liğini, hem erdemini, hem de istemini gözönünde tutu­
yorsa, bu aristokrat bir hükümettir; İspartalılarda oldu.
ğu gibi, bunlardan yalnızca ikisini, halkın erdemini ve
istemini gözönünde tutuyorsa, iki ögenin, demokrasinin
ve erdemin bir bileşimi ortaya çıkar» (Politika, 4. kitap,
5. bölüm).
Aristoteles oligarşi ve demokrasi üzerinde de uzun
uzun durur:
«Bazılarının yapmaya alıştığı gibi, demokrasiyi
çoğunluğun egemenliği olarak tanımlamamak gerekir
(çünkü, her yerde, oligarşilerde egemenlik çoğunluğun
elindedir). Hükümetin küçük bir azınlığın elinde olduğu
yerlerde oligarşinin varolduğuna da inanmamak gere­
kir. 1300 yurttaşlı bir site düşünelim, bu sitenin 1000
zengini olsun, zenginler özgür olan ve öbür açılardan da
kendilerine benzeyen 300 yoksulu iktidardan uzaklaştır­
mış olsun: kim bunun demokratik bir rejim olduğunu
ileri sürebilir? Şimdi yoksulların az sayıda ama zengin­
lerden daha güçlü olduğunu düşünelim, geriye kalan
yurttaşlar, yani zenginler şereflerden hiç pay almıyorlar­
sa kim burada oligarşi olduğunu söyleyebilir? - Özgür
insanlar hükümdar olduğunda demokrasinin, zenginler
hükümdar olduğunda oligarşinin varolduğunu söyleye­
lim ; yalnız, gerçekten, bazıları çoğunluktur öbürleri
azınlık; ve gerçekten, özgür insanlar çoktur, zenginler

142
daha azdır. İktidara geçmeyi, Ethiopia'da olduğu gibi,
boylu olmanın ya da güzelliğin sağladığını düşünelim,
o zaman oligarşi olacaktır: güzellikten ve büyüklükten
çoğunluk pay almaz. Ama bunlar hükümet biçimlerini
belirlemek için yeterli ayrılıklar c:!eğildir. -Ama demok­
ratik devlet de, oligarşik devlet gibi, birçok bölümden
oluştuğuna göre, daha kesin belirleme yapmak gerekir:
özgtir insanlar azınlığı, özgür olmayan insanlar çoğunlu­
ğuna egemense demokrasi yoktur. ( ..) Ama zenginler yal­
nızca çoğunlukta oldukları için hükümeti ele geçirmiş­
lerse, bu oligarşidir. ( .. ) Buna karşılık, en büyük çoğun­
luğu meydana getiren özgür ve yoksul insanlar iktidara
sahipseler, bu durumda demokrasi vardır: zengin ve
asil doğmuş kişiler azınlığı iktidardaysa, oligarşi vardır»
(Politika, 4. kitap, 3. bölüm).
« Birinci olarak, eşitliğe dayanan rej im demokrasi
diye adlandırılır. Böyle bir demokrasinin yalnızca eşit­
lik diye adlandırdığı durum, yoksulların hiç bir biçim­
de zenginlere bağlı olmaması, iktidarın iki sınıftan bi­
rinde değil ama eşit olarak her ikisinin elinde olmasıdır.
Bazılarının düşündüğü gibi, özgürlüğün ve eşitliğin en
yüksek derecede demokraside bulunduğu doğruysa, hü­
kümete olan genel ve eşit katkı da en yüksek derecesin­
deyse, bu durumda en yüksek demokrasi elde edilecek­
tir. Ve halk çoğunlukta olduğuna ve çoğunluğun görü­
şü egemen olduğuna göre, demokrasiyi bu durumun be­
lirlemesi zorunludur. İşte bir tür demokrasi. - İkinci
tür demokraside yüksek memurluklara giriş paralıdır,
zaten pek önemli de değildir; bu yeteneği ele geçiren
iktidara katılır, elden kaçıran da iktidardan uzak kalır.
- Üçüncü tür demokrasi, bütün yurttaşların eleştiriden
uzak kalma koşuluyla iktidara katıldığı ama yasanın ege­
men olduğu demokrasidir. - Bir başka tür demokrasi­
de her birey yüksek memurluklara girebilir, yalnızca
yurttaş olma koşuluyla, ama egemen olan yasadır. Bir

143
beşinci türde, her şey zaten eşit olduğundan, egemen
olan sayıdır yasa değil. Bu, otorite yasanın değil de buy­
rultuların elinde olduğu zaman gerçekleşir. Bu, dema­
gogların işidir. Çünkü yasanın egemen olduğu demokra­
silerde demagoglar yoktur: en iyi yurttaşlar birinci yeri
alırlar. Ama yasaların egemen olmadığı her yerde de­
magoglar görürüz. Çünkü halk o zaman çoğunluğun
oluşturduğu tek bir birey olarak mutlak yönetici olur.
Gerçekten, çoğunluğun iktidarı tek tek kişilerin iktidarı
değil ama bütünü içinde kitlenin iktidarıdır. ( .. ) Böyle
bir halk, mutlak yönetici olarak, yasayı aşıp bir monar­
şi hükümeti uygulama peşindedir, despot olur, dalka­
vuklar bu hükümette şerefli kişilerdir, tiranlık öbür mo_
narşilere göre neyse böyle bir demokrasi de kendi cins­
leri arasında odur: töreler burada aynıdır, en iyiler bu­
rada köledir, tiranın buyrultuları neyse halkın buyrul­
tuları da odur. Dernagogla saray adamı arasında ne ay­
rılık vardır? Aynı rolü oynuyorlar: her ikisi de kendi
yönlerinden büyük etkiye sahiptirler; saray adamları ti­
ranları etkiler, demagoglar da böyle bir durumda halkı
etkiler» (Politika, 4. kitap, 4. bölüm).
Aristoteles cumhuriyetin özelliklerini de şöyle belir_
!er:
«Oligarşinin ve demokrasinin değerini belirlediğimi­
ze göre, cumhuriyetin değerini görmek daha kolaydır.
Çünkü cumhuriyet tam anlamında oligarşi ve demokra­
si karışımıdır. Ama cumhuriyet adını demokrasiye eği­
limli hükümetlere vermek ve oligarşiye eğilimli hükü­
metlere aristokrasi dernek gelenek olmuştur. Bu, eğiti­
min ve doğuştan hakların daha çok zenginler eline düş­
mesindendir. Ayrıca, adaletsizlerin adaletsizlikle elde
etmek istediklerine zenginlerin sahip oldukları dfü,;ünü­
Iür ve hemen zenginler şerefE ve ayrıcalıklı kimseler
olarak belirlenir. - Hükürnette üç durum eşit öncelik­
lere sahiptir: özgürlük, zenginlik, erdem (dördüncüsü

144
asillik, son ikisinin bir devamıdır ancak: zenginliğin ve
erdemin öncesel biçimidir). Demek ki, buna göre bu
iki ögenin, zenginlerin ve yoksulların karışımını cumhu.
riyet diye adlandırmalıyız. - Demokrasi ve oligarşinin
yetkin karışımını belirleyen şey, bu hükümet biçimini
demokrasi ya da oligarşi diye adlandırabilme olanağının
bulunmasıdır. Nitelendirmekteki kararsızlığın gerçekte
karışımın yetkinliğinden geldiği bellidir. ( .. ) - Demokra­
sinin ve oligarşinin yetkin bir karışımından doğan cum­
huriyette, biri ya da öbürü öne geçmeden, her ikisinin
de görünmesi gerekir. Cumhuriyetin bir dış etkiyle de­
ğil, kendi kendine korunması gerekir. Kendi kendine,
yani, korunmasını isteyenlerin çoğunlukta olması olgu­
suyla değil (..) ama bir kişinin bile bir yapı değişikliği
istemeyeceği biçimde bütün site üyelerinin ortak anlaş­
masıyla. Demek cumhuriyetin yapısı böyle olmalıdır,
«aristokratik» denilen biçimininki de» (Politika, 4. ki·
tap, 8. bölüm) .
Şimdi şunu düşünelim: Bu hükümet biçimlerinde
birtakım uyarsızlıklar, hatta siyasal karışıklıklar baş­
gösteriyor, giderek rej imler yıkılıyor. Nereden geliyor
bu? Aristoteles bu soruyu Politika'nın 5. kitabında tar­
tışır. Ona göre, hükümet edenlerden çoğu adaletin ve
eşitliğin ne olduğunu bilen insanlar olmakla birlikte, za·
man zaman yanlış yollara sapıyorlar. O zaman devrimler
oluyor, « yurttaşlar kurulu düzeni bir başka düzenle de­
ğiştirebilmek için rejime karşı ayaklanıyorlar», bir re­
j im yerini bir başka rejime bırakıyor. O zaman örneğin
demokrasi oligarşiyle, oligarşi demokrasiyle yer değişi.
yor. Bazen kurulu düzenin daha da kökleşmesi için
ayaklanmalar oluyor; örneğin oligarşinin daha da oligar·
şi, demokrasinin daha da demokrasi olması için.
Cumhuriyetleri ve aristokrasileri yıkan, adaletin
bozulmuş olmasıdır, rejimin yapısı içinde bile bozulmuş
olmasıdır. Bu yıkılış, cumhuriyette, uygun bir demok·

1 45
rasi - oligarşi karışımının bulunmamasından gelir. Ve
bu yıkılış, aristokrasilerde, demokrasi ve oligarşi ögele­
rinin erdemle uygun bir karışım meydana getirmemesi­
ne dayanır. Ama rej imlerinin yıkılışının temelinde yatan
başlıca etken sınıf kavgasıdır.
«Genellikle rejim hangi yöne eğilimli olursa olsun,
değişiklikler şu yönde olur: sınıflardan her biri payını
çoğaltmaya bakar; böylece cumhuriyet bozularak de­
mokrasiye, aristokrasi bozularak oligarşiye dönüşür. Ya
da değişiklik ters yönde olur: örneğin aristokrasi · de­
mokrasiye ( ..) ve cumhuriyetler oligarşiye ( ..) dönüşür»
(Politika, 5. kitap, 6. bölüm).
Siyasal durağanlığı sağlamak için ne yapmak gere­
kiyor? Aristoteles bu sorunun karşılığını aynı kitabın 7.
bölümünde arar. Siyasal durağanlığın sağlanabilmesi
için yasaların egemen kılınması, yasaların en küçük saL
dınlardan bile korunması gerekmektedir. Yoksa, «eşit­
sizlik sessizce gelip yerleşir, sık sık yapılan harcamala­
rın çoğunlukla büyük servetleri eritmesi gibi; harcama
farkedilmez, çünkü birden yapılmamıştır.» Sessiz bir
bozulma içinde durağanlık yavaş yavaş karmaşaya bıra­
kır yerini. Ancak, tehlikelerden uzak olmak durağanlığı
güvence altında tutmaz her zaman. « Rejimler yalnızca
kendilerini bozabilecek nedenlerin uzaklaşmasıyla değil,
bazen bu nedenlerin yakın olmasıyla korunur. Çünkü
korku devletle daha yakından ilgilenilmesini sağlar.•
Ayrıca devlet adamlarının her durumda uyanık olmala­
rı, hatırlı kişilerin rekabetlerine ve ayaklanmalarına kar­
şı tedbirli bulunmaları gerekir. « Henüz eyleme katılma­
mış olanların» eyleme katılmalarını önlemekte büyük
yarar vardır. « Kötülüğü tohumundan tanımak her kışl­
nin değil, gerçek siyaset adamının harcıdır. • Her reji­
min ortak kuralı şu olmalıdır: İnsanların aşırı derecede
serpilmesinin önüne geçmek. Yani herkes belli bir öl­
çüye kadar geliştirilirse rejimin temelleri sağlam kala-

146
caktır.
Şimdi biraz da krallığın ve onun bozulmuş biçimi
olan tiranlığın özelliklerini görelim.
Genel görüş şudur: İ ktidan yasaların değil de bir
kişinin eline bırakmak hiç de doğru değildir, çünkü in­
san ne de olsa duygusaldır ve duygulannın elinden ko­
lay kolay kurtulamaz. Ancak, iktidarın yasa temeline
oturmuş olması da yüzde yüz sağlam sonuç vermiyor.
Çünkü yasalar ancak genel durumlar için belirlemeler
ortaya koyarlar, özel durumlar için yapacakları pek bir
şey yoktur. Demek ki, en iyi hükümet biçimleri yasa
temeline dayanan hükümet biçimleridir diyemiyoruz.
Ne var ki, iktidarda olanlar insanın özel durumlarından
çok genel dununlarıyla ilgilenmek zorunda değiller mi?
Öyle durumlara yasalar yetişemez ama, hükümetler de
özel durumlar karşısında yetersiz kalacaktır. Aristote­
les bu sorunları Politika'nın 3. kitabında ele alır. Onu
düşündüren başlıca konu, kralların çocukları konusu..
dur. Krallar ölünce çocukları krallık üzerinde hak öne
süreceklerdir. Bundan kaçılabilir mi? Kolay kolay kaçı­
lamaz. Babasının yerine geçmek istemeyecek bir kral
çocuğu son derece erdemli bir kişi demektir. Buna da
kolay kolay raslanamaz. Aristoteles bu yüzden krallık­
tan yana değildir pek. Şöyle der 3. kitabın 1 1 . bölümün­
de: «Yasanın egemenliğini isteyen, yalnızca Tanrı'nın ve
zekanın egemenliğini ister; ama bir insanın egemenliği­
ni isteyen, aynı zamanda hayvanın egemenliğini de kur­
muş olur. Çünkü açgözlülüğün hayvansal bir yönü var­
dır ve coşkunluk iktidardaki en iyi insanları bile bozar.
Bu yüzden, yasa, tutkusuz zeka demektir.»
Krallığın bozulmuş biçimi olan tiranlık nedir ve
nasıl doğmı.:�tur?
«Eskiden, bir kişinin hem halk şefi, hem askeri şef
olduğu zamanlarda, devrimler tiranlığı getirirdi : eski ti.
ranların çoğu ünce halk şefleri olmuşlardı. Bunun eski

147
zamanlarda olmasının ve şimdi olmamasının nedeni, o
zamanlar halk şeflerinin askeri otoriteye sahip olanlar
arasından seçilmesidir (çünkü henüz belagatta o kadar
ileriye gidilmemişti). Bugün, tersine, belagatta görülen
ilerlemeyle, iyi konuşmasını bilenler halk şefleri olur­
lar; ama hiç bir savaş deneyine sahip olmadıklarından
hiç saldırmazlar, saldırıya geçseler de uzun sürmez.
- Eskiden, şimdi olduğundan daha çok tiranlık vardı,
çünkü bazı kişilere çok önemli memurluklar veriliyor­
du. ( .. ) Ö te yandan, şehirler büyük olmadığı için ve iş­
ler halka hiç boş vakit bırakmadığı için halk kırda otu­
ruyordu, halk yöneticileri de asker olduklarından tiran­
lığı istiyorlardı. Ve tümü, halkın kendilerine gösterdiği
güvenle -bu güven her zaman zenginlerden nefret et­
me üzerine kurulmuştu- bunu başarıyorlardı» (Politi­
ka, 5, kitap, 4. bölüm).
Tiranlık, demokrasinin kötülüklerini oligarşinin kö­
tülükleriyle birleştiren bir ahlaksızlık ve zorbalık reji­
midir. Bu rejim rejimlerin en kötüsüdür. Tiranların ço­
ğu, önemli kişilere iftira ederek halkın güvenini kazan­
mış olan halk şefleridir. Bunlar gerçekte halkın yararı­
nı düşünen insanlar değillerdir. Aristoteles, aynı kitabın
8. bölümünde tiranlığın çeşitlerini sayar. Biraz önce be­
lirlediğimiz eski tip tiranlıklar vardır; bir de, «yurtları­
nın yasalarını çiğneyen ve daha despotça bir otorite is­
teyen kralların kurduğu» tiranlıklar; bir çeşit tiranlık
da «başlıca yüksek memurluklara seçilmiş olan yurttaş­
larca» kurulmuştur; bir başkası, oligarşi düzeninde
yüksek işlevler için seçilmiş olan ve üstün bir güce sa­
hip bulunan kişilerin kurduğu tiranlıklardır. Tiranların
iktidara geçiş yolları, görüldüğü gibi, başka başkadır,
ama iktidardaki eylemleri hemen hemen aynıdır.
Tiranlıkların yerleşmemesi için krallara büyük iş
düşmektedir: «kral bekçi olmalıqır», mülk sahiplerinin
mülkünü korumalıdır, halka kötü söz getirmemelidir.

148
Yoksa, hiç bir zaman halkın iyiliğini göz önünde tutma­
yan, yalnızca kendi zevkini ve çıkannı amaçlayan tiran­
lıklar gelecektir. Kralı tirandan ayıran başlıca özellik
şudur: tiran zengin olmayı, kralsa şerefini düşünür. İl­
gi çekici bir başka özellik daha var: kralın koruyucuları
yurttaşlar arasından, tiranınkiler yabancılar arasından
seçilmiştir. Tiranlık oligarşiden iki şey almıştır: zengin­
lik istemi ve halka karşı güvensizlik. Zenginlik tirana
zevk ve güvence sağlayacaktır. Tiran halka güvenemez,
çünkü halk silfilılanıverir. «Halkı mahvetmek, yurttaşla­
rı siteden sürmek oligarşide ve tiranlıkta ortak olan bir
yöntemdir.» Tiranlığın demokrasiden aldığı şey de önem­
li kişilerle savaşmaktır, «onların gizli ya da açık yıkım­
larını, sürülmelerini» sağlamaktır. Çünkü komplolar bu
sınıftan çıkabilir.
Tiranlar nasıl ayakta kalır? Bunu da aynı kitabın 9.
bölümünde inceler Aristoteles. Tiranlar ölçüyü kaçıran
herkesin kafasını keserek ayakta kalır. İyi insanları
yokeder tiran. Varlığını sürdürebilmek için elinden ge­
leni yapar: insanların birlikte yemek yemesine bile izin
vermez, arkadaş toplantılarını yasaklar, özgür öğretimi
engeller, kısacası « İnsanların birbirine iyice yabancı ol­
ması için» her çareye başvurur. « Uyumsuzluk tohumları
ekmek, dostlarla dostların, halkla önemli kişilerin, zen­
ginlerle zenginlerin arasını açmak gerekir.» Tiran aynı
zamanda halkın boş zamanı kalmasın diye çırpınır, za­
manı kalmasın ki tiran için kötülük düşünemesin.
«Mutlak hükümdar dostlarının sevgisiyle ayakta du­
rabilir; ama tiranlığın temeli her şeyden önce dostlar­
dan sakınmaktır: tiran herkesin kendisini yoketmek is­
tediğini, özellikle dostlarının bu güce sahip olduğunu
bilir. ( .. ) - Tiranlık üç amaç gözetir: Önce, kişilerin ruh­
larını alçaltmak (çünkü aşağılık bir ruh komplo yapa­
maz). İkinci olarak, kişiler arasına güvensizlik tohumla­
rı ekmek (çünkü birbirine güvenen insanlar bulunma-

1 49
dıkça tiranlık devrilemez; bu yüzden tiranlar, otoritele­
ri için zararlı gördükleri şerefli kişilere karşı savaşmak
durumundadırlar: şerefli kişiler yalnız despotça yönetil­
mek istememekle kalmazlar, aynca kendilerine güven­
leri vardır, başkalarına da güven aşılarlar, kendilerini
de başkalarını da açığa vuracak yapıda değillerdir).
Üçüncü olarak, eylemde bulunma güçsüzlüğü yaratmak
(çünkü kimse olanaksıza yönelmez; bu yüzden, gücü ol­
madığı sürece tiranİığı devirmeye girişmeyecektir). - Ti­
ranlığın öngördüğü üç amaç bunlardır. Çünkü tiranlı­
ğın yöntemlerini şu üç ilkeye indirgeyebiliriz: yurttaş­
lar arasında güvensizlik, güçsüzlük, ruh sefilliği.»

150
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ESTETiK

Tarihöncesinde de sanat vardı, ama bir bilgi alanı


olarak Estetik'in gelişimi çok sonraya raslar. Bugünkü
anlamında Estetik, Aesthetica adlı kitabında « Estetik
duyulardan gelen bilginin bilimidir» diyen alman filozo­
fu Baumgarten'la (1714 - 1762) kurulacaktır. Eskiçağ Es­
tetik'i bir arayış Estetik'idir. Estetik'in başlıca kaygıla­
rından biri olan « Güzel nedir?» konusunu ilk olarak
Platon tartışacaktır. "Güzel» kavramı Sokratcs'de de

151
vardı, ancak ahlakçı Sokrates'de «güzel» kavramı «iyi»
kavramıyla özdeşleşiyordu. Güzel araştırmasını başlatan
Platon, duyulur dünyadaki bütün güzel şeylerin « Ken­
dinde Güzel»den pay aldığını söylüyordu.
Aristoteles bugün bize bir parçası kalmış olan Poe­
tika'da bir güzel araştırmasına yönelmez. Güzel üzerine
araştırma adlı yapıtı elimize geçmiş olsaydı, belki bu­
gün Aristoteles'i Estetik'in başlıca temellendiricileri ara­
sında sayacaktık. Aristoteles, Poetika'da özellikle traje­
di, biraz da komedi üzerinde durur. Ona göre sanat
«taklit»tir (mimesis). Sanatçı devineni taklit eder. Devi­
nen şeyler de ya iyi ya da kötüdür. Burada sanatın ah­
lakla ilgili yönü ortaya çıkar: insanlar iyi ya da kötü
olmalarıyla birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Sanatçının
işi hem iyi, hem de kötü insanı anlatmaktır, sanatçı ay­
rıca orta yerdeki insanı, yani ne iyi ne kötü insanı da
anlatacaktır.
«Tragedya» daha çok « iyi» insanları, « komedya» da
daha çok « kötü» insanları taklit eder. Komedi kötü ola­
nı taklit ettiği gibi gülünç olanı da taklit eder. Onun gü­
lünç olanı taklit etmesi demek, soylu olmayanı taklit
etmesi demektir. Oysa trajedi soylunun taklidine yönel­
miştir. Trajedinin yapısı komedininkinden çok daha de­
ğişik, çok daha belirgindir. Trajedide bir olay güneşin
doğuşuyla batışı arasında geçer. Trajedi, ahlak yönün­
den ağırlık taşıyan, başı sonu belli olan bir devinimin
taklididir. Trajedinin görevi, uyandırdığı korku ve acı­
ma duygusuyla insanların ruhunu arındırmaktır (kat­
harsis).
Trajedinin altı ögesi vardır: olay (mythos), karak­
terler, dil, düşünceler, dekorasyon, müzik. Bu altı öge­
nin altısı da çok önemlidir. Trajedide tek tek kişilerin
taklidi önemli değildir, kişilerin hep birlikte sürdürdü­
ğü yaşamın taklidi önemlidir. Yani belli bir olay örgüsü
üze_9.ne kurulacaktır trajedi. Trajedi, belli bir büyüklü-

152
ğü (uzunluğu) olan bir bütündür. Bir bütün olmakla,
başı, ortası ve sonu vardır. Ancak böyle bir trajediye gü­
zel deriz. Öyleyse güzel nedir? Aristoteles, Platon'un
güzel tanımlamasından daha gerçekçi, daha basit bir ta.
nımlama getirir. Güzel varlık, ister canlı ister cansız
olsun, hem içerdiği parçalarla uygun bir düzen ortaya
koyan, hem de belli bir büyüklüğe sahip olan varlıktır.
Demek ki, güzel dediğimiz şey, düzenden ve büyüklük­
ten başka bir şey değildir. Gerçekte, bir şeyin güzel ola­
bilmesi için belli bir büyüklükte olması kaçınılmaz olu­
yor, çünkü biz çok küçüğü de çok büyüğü de kavraya­
mayız, çok küçük de çok büyük de duyu organlarımız­
dan kaçar.
Trajedi yazarının işi olanı değil, olası olanı, olabilir
olanı anlatmaktır. Tarih yazarı nasıl olanı anlatmakla
yükümlüyse, olasının alanında iş göremezse, söz sanat­
çısı da, tersine, olanın alanında iş göremez, olasıya, ola­
bilire yönelir. Trajedi felsefeye daha yakındır, çünkü ev­
rensele yönelir, oysa tarih tek tek olayların anlatılma­
sıyla sınırlıdır. Trajedinin etkinliğini sağlayan başlıca
öge olağanüstülüktür. Korku ve acıma duygusu ancak
birdenbire olan şeyler karşısında, beklenmedik olaylar
karşısında duyulur. Olağanüstülük raslantıya dayandı­
rılırsa etki daha büyük olacaktır.
Trajedinin yapısı yalın değil karmaşıktır. Trajedi
yazarı korku ve acıma yaratan şeyleri taklit ederken ne
erdemli kişileri mutluluktan mutsuzluğa düşürmeli, ne
de kötü kişileri mutsuzluktan mutluluğa geçirmelidir.
Trajedi yazan bu kurala uymazsa korku ve acıma duy­
guları yaratamaz, ahlaki etkinliğe ulaşamaz. Aynca çok
kötü bir kişinin mutluluktan mutsuzluğa düşmüş gös­
terilmesi de yanlıştır, çünkü böyle bir durum adalet
duygusunu karşılasa da korku ve acıma duyguları uyan­
dırmaktan uzak kalacaktır.

153
S ONU Ç

Aristoteles yunan felsefesinde yükseliş döneminin


doruğu ve son noktasıdır. M. Ö. V. - iV. yüzyılları kap­
sayan ve daha ince bir hesapla Sokrates'in doğumundan
(470) Aristoteles'in ölümüne (322) kadar sürmüş olan bu
dönem sistemli ve tutarlı felsefenin kuruluş dönemi ola­
rak büyük önem taşır. Bu iki yüzyıl insan sorunlarının
ve evren sorunlarının bütün derinliğiyle ve bütün ge­
nişliğiyle ele alındığı yüzyıldır. Felsefe artık bir konu

154
genişliğine, bir sorun çeşitliliğine ulaşmış, belki de o
günkü olanakları içinde başa çıkamayacağı bir büyük­
lüğe açılmış, ahlakı, toplumbilimi, dinbilimi, psikoloji­
yi, fiziği, mantığı, biyoloj iyi değişik bilgi alanlan olarak
kendi içinde geliştirmiştir. Bize iki büyük felsefe okulu­
nu, Platon'un Akademia'sıyla Aristoteles'in Lykeion'unu
getirmiş olan bu dönem, etkisini felsefede bugün de sür­
dürmekte olan bir dönemdir.
Platon'cu bilgi kuramı insanın kendini duyulur dün­
ya dışında, yani bugünkü anlayışımıza göre Evren dışın.
da aramasına dayanıyordu. Bu mistik ve çileci anlayış
tam anlamında gerici bir anlayıştı: bilmek anımsamak­
tır ilkesine dayanıyordu. Bilmek anımsamaktır, geriye,
yaşanmış a dönmektir. İnsanın bu dünyaya bilgiyle do­
natılmış durumda geldiğini bildiren ve böylece katı bir
ülkücülük anlamı taşıyan bu felsefe, ne garip, dönüşü­
münü Aristoteles'le, tam karşıt bir görüş açısı içinde ya­
pacaktır. Platon'u Sokrates'e hayran bırakan şey, yani
insanda önceden varolan şey, Aristoteles'i Platon'dan
uzaklaştıran şey olmuştur.
Aristoteles'cilik insanın kendine ve Evren'e ilk dü­
zenli bakışıdır. Evren'i İnsan kadar, İnsan'ı Evren ka­
dar önemseyen bu bakış, bugünkü tüm bilimlerin teme­
lini oluşturan ilk sorunların pek çoğunu kendinde top­
larken yirmi beş yüzyıllık felsefe tarihinin başlıca so·
runlannı ortaya koymuştur. Elbette bugünkü etkinliği
dünkü etkinliğinden azdır. Bugün nasıl Marx'cı olma­
mak olanaksızsa, bir zamanlar Descartes'cı olmamaya
çalışanlar bile Descartes'cı olmaktan nasıl kurtulamadı­
larsa (Pascal başlıcalarıdır) , bir dönemde de düşünen
adam için Aristoteles'ci olmamak diye bir şey yoktu.
Aristoteles felsefesi o zamana kadar eşine raslanmamış
bir genişliğe uzanırken tartışmayı daha basit sorunlar­
dan daha karmaşık sorunlara doğru yüreklilikle götür­
müştür. Böylesine uzanımlı ve böylesine korkusuz bir

155
tutumun elbette büyük bulanıklıkları, büyük yanılgıları,
aşılmaz gibi duran açmazları olacaktır. Olumlu düşün­
ceye sahip çıkmak demek olumlu düşünceyi gerçekleş­
tirmek demek değildir her zaman. Olumlu düşüncenin
ateşli yandaşı Descartes bile bilgiden boş kalan yeri yo­
rumla doldurmuştur, örneğin havada dolaşan tozları ha.
va atomları sanmıştır. Çünkü felsefe yapmak hiç bir za­
man kolay bir iş olmadı. Felsefe yapmak, elde olandan
daha çoğuna yönelmek demektir her zaman. Bu da an­
cak bazı yanıgıları baştan göze almakla olur. Bugün he­
pimiz için en kolay işlerden biri, örneğin Aristoteles'in
çizdiği Evren tablosuna gülmektir. Felsefede sorunları
doğru olarak çözmekten çok doğru olarak koymak
önemlidir. Felsefeyi çözümlerden çok sorunlar, yanıtlar­
dan çok sorular kurar.
Eskiçağ düşüncesi içinde en yetkin düşünce elbette
Aristoteles düşüncesidir. Onun yetkinliği hemen her so­
ruya azçok uyarlı bir yanıt getirmiş olmasından, hemen
her konuda azçok doğru bir bileşime varmış olmasın­
dan, bunun yanında insan aklını birinci planda önem­
semesinden ve bilgi kuramını gerçekçi bir anlayışla te­
mellendirmesinden gelir. Bugünkü bilgilerimiz bize zih­
nin ne doğuştan tıklım tıklım dolu bir çanta ne de üs­
tünde en küçük bir toz parçası bile bulunmayan bir ta­
bula rasa olduğunu söyleyecektir. Aristoteles'i çağımıza
yakınlaştıran, bilgi edinmede akla ve duygulara ayrı ay­
rı önem vermiş olması, salt zihne öncelik tanıyan aşırı
bir ülkücülüğe de, salt duyulara bel bağlayan aşırı bir
gerçekçiliğe de saplanıp kalmamasıdır. Aklı mutlak'a
erecek kadar güçlü sayan Aristoteles bir bakıma ülkücü
Aristoteles'tir, ama bu ülkücülük hemen dış dünyaya
açık bir bakışın getirdiği bir gerçekçilikle, bir doğalcı­
lıkla dengeleniverir. Anlık hem etkin, hem edilgindir ve
duyu organlarından gelen bilgiyi işler. Zihnin bilgi yap­
ması, arının bal yapmasını andırır. Aklımıza onca gü-

156
vcnen Aristoteles, yalnız soyut düzeyde bilgi türetmenin
yetmeyeceğini görmüş, deneysel bilgiyi de önemsemiş·
tir.
Bununla birlikte, temeldeki bir tutarsızlık bizi her
zaman rahatsız edecektir. Platon'un ayakları yerden ke­
sik bilgi anlayışı Aristoteles'inkine göre daha tutarlı, da.
ha anlaşılır çizilmiştir. Platon'un bilgi anlayışı iyi çalı­
şan bir imgelemin boşluk taşımayan bir ürünü gibi gö­
rünür. Platon'dan Aristoteles'e geçtiğimiz zaman bizi
hava boşlukları karşılayacaktır. Varlık kavramının bu­
lanıklığı, Varlık'ın en genel cinsleri diye belirlenen ka·
tegorilerin Varlık'la ilişkilerinin ve kendi aralarındaki
ilişkilerinin yanyarıya belirsizliği Aristoteles'ci bilgi ku­
ramının temelinde yatan, hiç bir zaman giderilememiş
olan ve kolay kolay giderilemeyecek olan bir tutarsızlı­
ğı ortaya koyar. Bu tutarsızlık, bize göre, somuttan so­
yuta geçmek üzere düzenlenmiş bir bilgi anlayışında so­
yuttan somuta doğru bir geçiş tasarlama tersliğinin so­
nucudur. Akıl önce tümevarıma yönelse, tümevarımla el­
de ettiği bilgileri tümdengelimle değerlendirse -bugün­
kü bilimlerin kullandığı gözlem ve deney yöntemlerinde
tutulan yol kabaca budur- akla ve deneye, soyuta ve
somuta verdiği değeri tam anlamıntl.a dengelemiş ola·
caktı. Yazık ki, Aristoteles, köle toplumunun bu ayrı·
calı insanı, kendini filozof denen üstün insana ayrı bir
yer vermek zorunluluğunu duyduğundan olacak, işi ters­
ten almış, bardağı olmadık bir biçimde ters çevirmiş,
tümdengelimi tümevarım.dan önceye koymuştur. Filozo.
fun bu durumda yükseklerden haber alan bir sezgici du­
rumuna düşmesi olağandır.
Evet, Aristoteles çok önem verdiği metafizik alanın
sorunlarına tam olarak açıklık getirememiştir, bu alan­
da onun ele almış olduğu her şey bir yarım kalmışlık
anlamı taşır. Ne « ruh», ne «Varlık», ne «Tanrı» son
açıklamalarını kazanmışlardır. Bu yüzden metafizikçi

157
Aristoteles'i daha çok fizikçi yanıyla önemsemek gereke_
cektir. Fizikçi Aristoteles doğaya açılır, doğanın gizleri­
ni anlamaya, çözmeye yönelir, doğadaki her şeye tutarlı
açıklamalar getirmek için çaba gösterir; bunu yapar­
ken yeni bilim alanlarının ilk taslaklarını çizer, ilk so­
nınlarını ortaya koyar.
Aristoteles kendinden sonrakileri büyük ölçüde etki­
lemiştir. Mantığı ve metafiziği, ama daha çok mantığı,
koca bir skolastik döneminin, Avrupa'da M. S. VIII -
XII. yüzyılları kapsayan dönemin konusunu ve yöntemi_
ni hazırlar. Aristoteles'cilik bu dönemde hıristiyan dü­
şüncesinin temellendirilmesinde kullanılan başlıca kay­
naktır ve Aquino'lu Tommaso'da (1225 - 1274) en yetkin
anlatımına ulaşır. Bu etki skolastik anlayış içinde sıkı­
şıp kalmaz, felsefede geçici bir çiçeklenme dönemi yaşa­
mış olan doğu dünyasına ulaşır.. Doğu'da bu etki daha
önce başlamıştır. Ayrıca, Aristoteles'in Batı'da yenidcn­
doğuşu, Doğu'daki yenidendoğuşunun Batı'ya yansıma­
ları üzerine kurulmuştur.
Doğu'da Aristoteles'i kavrayıp yorumlamaya çalışan­
ların başında İbni Sina (980 - 1306) gelir. « Doğru, Bir'­
dir» anlayışından yola çıkan Buhara'lı İbni Sina'nın fel­
sefesinde Aristoteles'ci kavrayışın hemen bütün temel
ögelerini buluruz: edim, gücüllük, madde, biçim, dört
neden vb. İbni Sina, ayrıca, Aristoteles'in bütün mantık
anlayışını benimser, ortak merkezli kürelere dayanan
Evren anlayışını da. İbni Sina'da da Tanrı «Arı Edim»­
dir,« İlk Devindirici»dir. Ancak, İbni Sina, Tanrı ile ya­
ratık arasında zorunlu bir bağ görecektir. Bu da onun
müslüman oluşunun getirdiği bir bağdır. Nişabur oku­
lunun öğretmeni Gazali de ( 1 058 - 1 1 1 1) Aristoteles'i ör­
nek alacaktır. Ve Aristoteles Doğu'daki en önemli anla­
tımlarından birini İbni Rüşd'le (1 126 - 1 198) kazanacak,
İbni Rüşd bir Aristoteles yorumcusu olarak felsefe tari­
hine geçecektir.

158
Afşar Timuçin, 1939'da Akhisar'da doğdu. Fevzipaşa İlkokulu'nu,
Adana Tepebağ Ortaokulu'nu, İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdi. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı ile Felsefe
bölümlerinde okudu. Kanada'ya gitti. Yüksek öğrenimini orada Mont­
real Üniversitesi Felsefe Fakültesi'nde tamamladı (1%7). Erzurum Ata­
türk Üniversitesi'nde fransızca okutmanlığı yaptı (1967 - 1970). Descar­
tes'cı bllgl kuramının temellendlrlllşi adlı çalışmasıyla, İstanbul Üni­
versitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde doktorasını verdi (1970).
İstanbul'a döndü, çeşitli yayınevlerinde redaktörlük yaptı. Şimdi İs­
tanbul Devlet Konservatuarı'nda felsefe ve estetik okutuyor.

Afşar Timuçin edebiyat alanına on dokuz yaşında şiirle girdi. Da­


ha sonra denemeler, öyküler, çeviriler yayımladı. İlk kitabı Çöl'ü (şiir·
ler) 1968'de çıkardı. Bu kitabı Destanlar izledi (1969) . Afşar Timuçin,
Destanlar'da beş halk hikayesini, aşk ve kahramanlık ögelerini vurgu­
layarak şiirleştirdi. Doktora tezini 1972'de Descartes adıyla yayımladı.
1974'de ikinci şiir kitabını çıkardı: Böyle söylenmeli bWm türkümüz.
Bu arada birçok kitap çevirdi. A. Kadir'le, Vietnam şürl (1973), Filis­
tin şiiri (1974), Portekiz sömürgeleri şiiri (1975) adlı antolojileri hazır­
ladı. 1972'de Cumhuriyet gazetesinde Yağmur inceden yağar adıyla tef­
rika edilmiş olan ilk romanını 1975'te Yarına başlamak adıyla yayım·
ladL

Afşar Timuçin bu çalışmasında Eskiçağ'ın en önemli iki filozofun­


dan birini, Aristoteles'i, bütün yönleriyle ve ayrıntılı bir biçimde ele
alıyor, bunu yaparken sık sık kaynağa başvuruyor. Birçok eser yaz­
mış, eserlerinden birçoğu yitip gitmiş, ne olursa olsun felsefe tarihi­
nin en önemli yerlerinden birine yerleşmiş ve hem çağdaşlarını hem
ardıllarını büyük ölçüde etkilemiş olan Aristoteles'i yurdumuzda enine
boyuna inceleyen ilk çalışmadır bu.

You might also like