Professional Documents
Culture Documents
TARİHİ
H I S T O I R E de la PHILOSOPHIE
( L e s P r o b l e m s et les E c o l e s )
1978 Haznedar/İstanbul
METÂLtB
VE
MEZÂHİB
METAFİZİK V E İLÂHİYÂT
Yazanlar :
ESER: NEŞRİYAT ve D A Ğ I T I M
Halil Eser
Çatalçeşme Sokak No. 52
Cağaloğlu — istanbul
Eserin adı ': Histoire de la Philosophie (1886)
(Les Problemes et les Ecoles)
c r .
Kâneilâhû velâ şey'e maahû.»
ESER Y A Y I N E V İ
F İ H R İ S T
— FİHRİST —
_ I _
M E T A F İ Z İ K FELSEFE
BİRİNCİ FASIL
BİLGİ BAHSİ 3
Şüphecilik ve Dogmatizm
SOKRAT'TAN ÖNCE FELSEFE 5
Sofistlerin menşei
SOKRAT 9
Tasavvurlar, İlmin mevzuu, Nefisteki kesin bilgi
EFLÂTUN 9
İdeler Âlemi, Duygular Âlemi
ARİSTO 12
Üniversel delilin imkânsızlığı
Esasların kesin şekilde bilinebilmesi
— X I --
ARİSTO'DAN SONRA 14
Kesin bilgi vazolunuyor.
Nefsi Mi'yâr
Epikür'ün gayri mantıkî Dogmatizmi
PİRON AGNOSTİSİZMİ ( Y E N İ A K A D E M İ ) ... 19
Stoa Dogmatizmini tenkid
İhtimalcilik
KARNEAD
Zahirî Hakkm dereceleri nazariyesi
TELİFÇİLİK ... ... ... 24
Hak ölçüsünün belirleşmesi
A N T İ Y O K Ü S — CİCERON
ŞÜPHECİLİĞİN YENİDEN O R T A Y A Ç I K I Ş I 27
ENEZİDEM — AGRİPA.
ON SEBEB.
Eski şüpheciliğin özetlenmesini tenkid
İlmin sûret olarak imkânı.
Husûle gelen neticeler.
İ K İ N C İ EFLÂTUN B Â T İ N İ Y E S İ 33
İ N S İ L Â H (Fenâ - fil'lâh)
HIRİSTİYANLIK 35
Kesin Bilgi Nazariyesine yeni bir rükün getirmiştir.
ORTA ÇAĞ : Î M Â N İLE A K L I N İLERLEYEN F A R K I 37
Netice — Şüphecilik
Montenyi — Şaron
DEKART 40
Kavramların açıklığa ve belirliliğe kavuşması
İ L Â H Î SADÛKÎYET
Farkların uyuşturulması
MALBRANŞ 44
Sağlam bilgi ve gerçekleri Allah'ta görmek
İSPİNOZA ... 47
İnsan idrâki; Hakikate uygun mânâlar bakımından, İlâhî idrak-
ten farklı değildir.
LAYBNİÇ ... 50
Bedîhî, Delilli, Hissi, Sağlam Bilgi.
BERKLE Y ... 54
Hissî yakîni yükseltmek iddiasında bulunuyor.
DAVİD H İ Y U M 56
Tecrubî Şüpheciliği
İ T İ K A D NAZARİYESİ
— xn — ^
KANT ^^
Hakikat Mi'yân — Sağlam Bilgi
îmân, Zan ve Rey
İlmî Sağlam Bilgi
Metafiziğin İmkânsızlığı
îmân Ahlâkı
POZİTİVİZM
Kant'ın tenkidlerine dayanmadıkça Felsefî bir değeri hâiz değil-
dir.
Herbeıt Spencer ve mantıksızlığı
NETİCE
İ K İ N C İ FASIL
MADDE BAHSİ
İ L K FEYLEZOFLAEIN CANLI MADDE N A Z A R İ Y E S İ 80
Demokrit'in Atom Nazariyesi.
EFLÂTÛN ••• 85
Madde Nazariyesinin karışık hale getirilmesi
ARİSTO 89
Madde, belirgin olmayan kuvvet, Sûretin tamamen dışında bu-
lunmaz.
EPİKÜR VE STOA MADDECİLERİ 92
PİLOTİN •• 96
İkinci Eflâtûn Mezhebi
Maddecilere karşı tepki.
FENLERİN T E K R A R O R T A Y A Ç I K I Ş I ... 98
Yeniden ele alman madde meselesi
GASANDİ ATOMCULUĞU
DEKART 101
Maddenin özü imtidaddir.
Hendesî Mekaniklik
İSPİNOZA 105
İmtidad İlâhî sıfattır.
Cisimler bu sıfatın muhtelif halleridir
MALBRANŞ 109
Makûl imtidad ve Cüz'î cisimler
LAYBNİÇ 112
Metafiziğin muhtelif dereceleri
Maddenin üç hududu
BERKLEY ve H İ Y U M ... 116
'Maddenin varlığını inkâr ederler
— XIII --
18. ASIRDA FRANSIZ MADDECİLERİ 118
KANT 121
Maddenin Mahiyeti
Genişleme ve itme gücü ~
FİTHE, SELLİNG, HEGEL İM
Maneviyatçılara göre madde nedir?
ALMANYA'DA MADDECİLİK ... 127
FÜYERBAH — BÜHNER — MOLEŞOT
— XIV --
AMPİRİSTLER ... 1Ğ5
Hops Maddeciliği
Lok'un Kararsızlığı
: , Hiyum ve Stuart Mil Realizmi
18. ASIR FRANSIZ ve 19. ASIR A L M A N MADDECİLİĞİ 170
KANT 172
MAHIZ A K L I N MÜŞAGABELERİ
METAFİZİĞE DÖNÜŞ ... ... 175
FİHTE, ŞELLÎNG, HEGEL
M U T L A K RUH
İSKOÇYA VE FRANSA RUHÇULARI 179
DÖRDÜNCÜ FASIL
II
İ L Â H İ Y Â T FELSEFESİ
BİRİNCİ FASIL
~ XVI —
İSKENDERİYE İ L Â H İ Y Â T FELSEFESİ 259
E K A N İ M İ SELÂSE
İşrak Flezhebi — İniş ve dönüş
Vecid (Fenâ Fil'lâh)
ORTA ÇAĞDA DİN BAHSİ ... 263
SENT OGÜSTEN ... 264
Eflâtûnculuk ile Hıristiyanlığın birbirine benzeyişleri
Hıristiyanlık İlâhiyâtının husûsî hatları
TESLÎS VE Y O K T A N HALKETME
ORTA ÇAĞDA A L L A H ' I N V A R L I Ğ I DELİLLERİ ... 278
Aşağıdan yukarıya yükselme yolu
Yukarıdan aşağı inme yolu
SÛRÎ M A N T I K BURHANI
SENT ANSELM DELİLİ
GONİLO'NUN İ T İ R A Z L A R I
ALLAH'IN V A R L I Ğ I N A DÂİR DİĞER DELİLLER 287
İlletlerin sonsuz teselsülünün imkânsızlığı
Âlemin mümkün olması delili
İlk harekete getiren delili
Gâye İlletler delili
KEMÂL MEFHÛMU DELİLİ
ORTA ÇAĞDA İ L Â H Î H A K İ K A T N A Z A R İ Y E S İ 292
ALLAH'IN B İ R L İ Ğ İ ve VAHDETİ VÜCÛD
Sen Toma'nm İlâhiyât Felsefesi
ORTA ÇAĞDA BİD'İ İ L Â H İ Y Â T FELSEFESİ ... 300
Vahdeti Vücûd Umdesi
Sahtekâr DENİŞ LAREOPAJİT
JAN SKOT ERÎJEN
Amori Döben, David Dödinan, Ekkâr
İKİNCİ FASIL
— XVII — II
BİRDEN FAZLA DELİLLER 316
İspinoza, Laybniç
Malbranş, Bossue
EZELÎ H A K İ K A T L A R DELÎLt
KANT IN TENKIDI 321
Vücûdî Delil
KIyânî Delil ^
Tabiî İlâhiyât Delili
Bu üç delilin bir tek delile dönüştürülmesi
Kant Delili, Ahlâkî Delil
HEGEL 330
ÜÇÜNCÜ FASIL
— XVIII --
FİHTE VE ŞELLİNG 378
Vahdeti Vücûdun müteaddid şekilleri
IIEGEL'ÎN İ L Â H İ Y Â T FELSEFESİ ... 311
SOPENHAVER ve H A R T M A N 379
ESVEÎYE veya İ N Z Â R İ Y E
İSKOÇYA FELSEFESİ ... 381
Hamilton ve Mansel
Dinî Tenkid
OGÜST K O N T 383
Üç Hâl Kanunu — İnsanlık Dini
HERBERT SPENSER ... 386
Tekâmül Kanunu — Bilinmez Dîni
FRANSIZ RÛHÂNÎ MEKTEBİ 389
Viktor Kuzen — Emil Sese
Rûhânî Teoloji.
ÇAĞIMIZDA DİN FELSEFESİ 397
NETİCE 399
DÖRDÜNCÜ FASIL
— XIX
18. ASIR FELSEFESİ ^^^
Şari Bone, Son doğuş Mezhebi
Jan Jak Ruso, Kant
Zarûrî Müselleme
FRANSIZ FELSEFESİNDE ÂHÎRET H A Y A T I 435
Rûhânîlik Mektebi — İnsanlık Mektebi
HULÂSA - - ••• ••• 437
Kişi adlan Fihristi 441
Felsefî Terimler Sözlüğü 449
— XX --
— HAŞİYELERİN F İ H R İ S T İ —
XXI -
Tavtia ve Spontane ... ... ... 188
Aristo'ya göre varlık ... 192
İbni Sinâ'nm Anatomi ve Fizyolo. hakkın da fikir en ... 200
Ferd, ... 205
Dört. hilt ve mizaçlar ... ... ... 206
Otomat ... 208
Eşyanın hakiki illeti ... 212
Nefîs ve beden ... 223
Kaos ... 230, 266
Îtîkadî hükümler ... ... 231
Manevî ve ahlâkî İlâh ... 237
Misal — İdea ... ... 238
Hareket ve Tasavvur ... 241
Mürcîe Mezhebi ... 244
Eflâtûn'un İlâhîyât Felsefesi ... 245
Hikmet delili ... 254
Arabi'nin Allah (c.c.) hakkında b sozu ... 255
Beş Sifir ... 264
Dinler hakkında ... 267
Yoktan varetme ... 268
Alâ — Ednâ ... ... 279
Kübrâ — Suğra ... ... 281
Allah (c.c.) hakkında 282, 283
Mezhepler ... 285
İlletlerin sonsuzluğu 287, 288
İhtisas delili ... 291
Areopage ... ... 292
Görme ilmi ... ... 295
Allah (c.c.) 'm vücûdu vaciptir ... 296
Sujet — Objet ... 308
Mahmul tasavvuru ... 323
Kant'm itirazı ... 325
Takaddüm hakkı ... 343
Asü gaye illet ... 345
İmam Eş'ârî'nin görüşü ... 355
Eslâh ' 364, 367
Serbest irâde
Temânu
Hıristiyanlıkta Mâbûd
Nlrvana
Âlemin vücûdu
Âhîret hayatı
XXII -
lÂ
S E S L E N İ Ş (HUTBE)
Ey Rabb! Sen bizi böyle, bir taraftan vicdan, bir taraftan vücûd
adında iki olaylar zinciri içinde yüzdürüyorsun, içimde, dışımda, her
an birer hal noktası olarak uçuşup duran olay parıltılannı fırlatıyor,
birbirlerine bağlayıp, taneler, diziler, cüzüler, küller, hey'etler, toplum-
lar, milletler, devletler, hasılı âlemler gösteriyorsun.
- - XXIII —
ve bu düzenden oluşanlar nasıl bulunacaktı? Fikirler ve akıllar nasıl
tutunacaktı? Atom tasavvurunun çıktığı o olaylar noktalarından, ma-
tematiğin adetleri ve boyutları, fiziğin mekanik büyük eserleri, kimya-
mn atom unsurları, hayatın uzvî hücreleri, tabiat tarihinin nebatları,
hayvanlan ve cansızları, tabiatın cisimleri, astronominin yıldızları, yıl-
dızların düzenli âlemi nasıl derlenir toplanır, toparlanıp da zaman için-
de nasıl sürüklenirdi?
— XXIV --
rabbehu - Nefsini bilen rabbini bilir) in ne demek olduğunu bu görme
ile anlıyorıım. Bundan sonra, bütün ruh suretlerini bir tarafa, cisim
suretlerini de bir tarafa diziyorum. Ezellere (başı olmayanlara), lâye-
zallere (sonu olmayanlara) koşuyorum. Nefsim gibi nice nice nefisler
bulunduğunu görüyorum. Aralarmdaki münasebetleri ve kavuşmayı
duyuyorum. Görüşüp konuşuyorum. Kendimdekini onlarda, onlardaki-
ni kendimde tekrar buluyorum. Kendi birliğimi, .^ahid olduğum vic-
dan ile, onlardaki birliği de ksyas vicdanı ile anlıyorum. Aramızdaki
birliği yine vicdanımda idrâk ediyorum. Kıyas eden ile edilenin, gören
ile görülenin, vicdan ile vücudun birleştiği bu üç nokta, artık olayların
Sidrc-i Müntelıası, vücudun (İstiva) noktasıdır. (Errahmanü ale-rars-i'-
stevâ) bUHun belirdiği takta asılmış bir ledün kitabesi. Bu ni.saneyi gö-
rüyorum. Tekliğinin arşına geldiğimi anlıyorum. (Eşhedü en lâilahe İJ-
Jallahü vahdehu lâşerike lehu) deyip bu Teklik dershanesine giriyorum.
— XXV --
rîlîğin bir araya getirilmesi de, Tek oîmana daha uygun görünür. Gö-
rünürdeki ve içteki ismi bu mânâda anlamak evvelki mânâdan daha
fazla akla gelir.
~ XXVI —
yeti esirliğe çeviriyordu. Hak meclisinde j^er bulamayan fânî gönülleri,
ihtiras heykelleri içinde yerleşmek için, şehvetler âleminde boğuşturu-
yordu.
Ey kitap indiren! ve ey bulutlan yürüten! Hâlis sâlevâtıuı ve bol
selâmuiî o büyük peygamberlere ve bilhassa son peygamber ve temiz
kullannuı efendisi olan (MUHAMMED BIUSTAFA) (Sallallahü aleyhi
ve sellem) efendimiz hazretlerine hediye eyle ki birliğine şehâdeti (Ve
eşlicdü enne Muhammedün abdühu ve resulühu) iman vesikasile tekid
ederek, insanlığı, canlı ve cansız putların esirlik boyunduruğundan kur-
tarmış, Firavunların, Kayzerlcrin, kisrâların zorbalık binalarını yıka-
rak, vicdanlara hürriyet zevkini tattırmış ve bu zevkin, karşılıklı tam
bir uyuşmadan doğan faziletli bir toplumculuğa ve bunun da. hakkın
ortaksız hakimiyetini temsil eden, üstün bîr kulluğa dayanabileceğini
anlatmıştır.
8. Haziran. 1923
Elmahh Haindi Y A Z I R
XXVII -
D î BÂ C E (ÖNSÖZ)
— XXVIII --
eemesine koyuldum. Evvela bunu, sonra (Metafizik) kısmını tamamla-
maya muvaffak oldum. Bu iki kısım, bizim en büyük felsefi ihtiyacımı-
zı kavradığı için, diğer kısımları beklemeden, neşredilmesini ve klasik
kitapların yani; (Kütübü Münakkaha-i Müdevvene = Yazılmış veciz
kitaplar) in lisanımıza nakil ve tercemesinden pek ziyade bahsedilen şu
zamanda, bunun bir başlangıç oluvermesini temenni etmekten kendi-
mi alamadım. Senelerden beri devam eden ilmî çalışmaları durdurul-
muş ve o çalışmaların müktesep bir vatan ücreti olan geçim imkânları
kesilmiş ve bu sebeple hususî hayatı yeis verici bir hale gelmiş bulunan
bir kimsenin bu iştigali, bir küstahlık ve bu temennisi bir hayal sayıl-
mak lâzım gelirse de, ilme mübtelâ olmanın böyle bir tecellisini mazur
görmemek ve vazifenin yapümasında Hakkın rızasından başka bir gâye
gütmeyen muztarip bir kalbe Hazreti (IVlüsebbibülesbab) in mutlak
inayetinden ümid kestirmek de doğru değildir.
Filhakika, ilim dostu bazı fâzıl kimselerin, ilâhî sevk ile, kitabın
basılma masraflarını üstlerine almaları bugün bu eserin yayınlanması-
na imkân verdi. İhtimal ki; bu eser, aslının kıymeti ve tercemesinin sâ-
deliği ve açıklığı ile, gerek Şeriye ve gerek Maarif Vekâletlerinin rağ-
betine nâil olabilirdi. Fakat, bu rağbetin sonradan zuhûruna mânı
olmayan ve belki onu daha ziyade kolaylaştıracak olan bu şahsî teşeb-
büsteki fedakârlık, eserin neşrini çabuklaştırmak bakımından, daha uy-
gun görüldü.
Eski bir fıkıh müderrisinin böyle garptan nakledilmiş bir felsefe
eserinin neşrinde Hakkın rızasını gözetmek iddiası bir az garip görü-
nür. Fakat, bugünkü hayat şartları altındaki yeni ihtiyaçlara göre, İs-
lama hizmet ile kendisini mükellef bilen ve başka lisana aşina olmayan
İslâm âlimlerinin kendilerine yabancı bilgileri tamamlayacak, fikir ça-
lışmalarını açarak hedef tayinlerine vesile olacak böyle bir eserin mü-
talâasını kolaylaştırmaktaki iyi niyet dikkat nazarına alınırsa, bu ga-
râbet zâil olmak lâzım gelir.
— XXIX --
islâm Milleti (Vecealnaküm iimmeten vasatan litekûııû şühedâe
alennas) sırrına mazhar olmak için (Ve yekûnürresulü aleyküm şehi-
• den) gereğince, Hazreti Resulullahı örnek ittihaz edebilmeli ve diğer
ümmetlerden istiğna ile tam istiklâle sâhip olmalıdır ki; yalnız Allahın
dergâhı önünde rükû edebilsin. Halbuki, bugünkü ümmet, geçmişlerinin
ilimlerini zayi etmekte bulunduğu gibi, yeni ilimlerde de, her bakım-
dan, noksan olduğu için, İslâmın şevketinden hisse alamamış, garp mil-
letlerine karşı ilmî noksanı ile onlar, Allah korusun, her bakımdan ben-
zemek tehlikesile karsı karşıya gelmiştir.
— XXX --
alacakları bir seviyeye gelecektir. Her halde İslâmm 20 inci asrı Avru-
panm 20 inci asrından pek çok mütekâmil bir mertebede olacaktır.
Burada şöyle bir itiraz ileri sürülebilir : Bir bahis, bir na-
— XXXI —
zariye, bağlı bulunduğu meslek itibarile, bir mânâ ifade ede-
bilir. Ondan ayrıldığı takdirde, uydurma ve manasız bir şey
kalır. Her felsefe bir sanat eserini ihtiva etmektedir ki par-
çalandığı zaman lâtifliğini kaybeder. Evet, şüphesiz böyledir.
Fakat, biz, o nazariyeleri ve halk suretlerini mesleklerin umû-
mî temellerine ve küllî kaidelerine bağlayıp bizzat o meslek-
leri de muhtelit görüş noktalarmdan göstermeğe çalışacağız
ki, bu suretle, meslekler, birliklerini zayi etmeden, gelişmele-
rini arttırmış bulunacaktır.
Malûm olduğu üzere, bir felsefe demek, uınumî veya küMÎ bir mev-
zu dairesinde, felsefî nazariyeleri ve meseleleri, yeni bir buluş veya es-
kisinin devamı olarak, hususî bir meslek şeklinde, bahis ve münakaşa
mevzuu yapmak ve buna muhalif olan meslekleri de tenkid etmektir.
Bir felsefe kitabı deyince, bizce, zihne gelecek olan böyle bahisleri ih-
tiva eden kitaptır. Bütün felsefe zevki de bundadır. (Mekasit ve Meva-
kıf) in bizdeki ehemmiyeti de bu haysiyetteki nakahat ve cemiyetlerin-
den doğmuştur. Felsefe davalarını ilk önce böyle belli bir meslek üze-
rinde tahsil ile ilmî bir meleke kazanmamış olanlar, felsefe kitapları-
nın mütalaasında ekseriya ruh buhranlarına düşerler. Mesleklerin en
büyük faidesi de mütalâada ruh birliğini sağlayabilmektir. Çünkü, bü-
— XXXII --
tünlüğü bozulmuş olan ruhların hakikat ile münasebetleri kesilir. Fi-
kir daima cevelan halinde görülse bile vicdanî (itkan) kalmaz. Her
şeye ayrı bir görüş ile bakmak ve bir şeydeki muhtelif görüşlerin ayırt
edilmesine ehemmiyet vermemek, vicdan ile vücudun hakikî irtibatla-
rının bozulmasından ileri gelir. Bunda şahsiyet bozulur. Neticede (iç-
timaîlik) yara alır. İlimde ve felsefede asıl iş, birbirinden farklı ma-
lûmatı yığmak değil, o malûmat arasındaki münasebetleri tensik ede-
rek, mutlak bir çoğunluğa varmak demektir. Bugün âciz kalemimin
tavassut ettiği bir kitap işidilince, ilk bakışların bu cihete dönük ola-
cağı hatıra gelir. Fakat, bir meslek kitabında bu gayeye ermek için
bütün felsefe tarihini de bilmek iktiza eder. Bütün malûm Felsefe Ta-
rihinin bir meslek kitabma konulması ise, (Şerh-i Mevakıf) eserinde ya-
pıldığı gibi, hem kısır kalmış hem de zorluklara sebep olmuştur. Bu
itibarla, felsefe tarihinin ifrazında, meslekî mütalâa için, büyük bir
tahsil faidesi vardır. Ancak, gerek maruf olan Felsefe Tarihi kitapları
ve gerek felsefe Kamus ve Ansiklopedileri ile iktifa etmek perakende
kalmak demektir. Süleymaniye câmi-i şerifinin her penceresini, her kö-
şesini, hasılı, sanatlı her noktasını ayrı ayrı resimler ve izahlar altında
tafsilâtile anlatmak ve bu tafsilâta sanatın bütün inceliklerini sığdır-
mak, ne kadar mühim bir iş olursa olsun, o camiin umumî şekli hak-
kında bir hayal edinebilmek değildir. Yalnız bunları bilen, her halde
umumî, basit bir resmin vereceği açıklık ve bilgi hakikatından mah-
rumdur. Fakat, o kısımları ile birlikte aralarındaki münasebetler de
tanzim edilir ve neticede küllî bir suret dahi tesbit olunabilirse, bilgi
vazifesi tamamlanmış olur. İşte, meslek bu işi görür. Bunun içindir ki,
felsefe mesleklerinin de her bakımdan münasebetlerini tesbit ve birleş-
tikleri cihetleri ve hal suretlerinin vâsıl olduğu -kendilerine mahsus-
kisveleri anlayabilmek, ayrıca ilmî bir kemaldir ki; bunu işbu kitap
dikkat nazarına almıştır. Bu sebeple bu kitap, müelliflerin dediği gibi,
hem nazariyelerden tam olarak bahsetmiş, hem de bunları tarih olarak
nakletmiştir. Mütalâa edilip geçilecek bir kitap değil, okunup okutula-
cak bir kitaptır.
Malûm ya, her ilmin bir nakilciliği bir de akılcılığı vardır. Ne nakil
ilimleri akü hissesinden müstağni, ne de akıl ilimleri nakilden vareste-
dir. Terakki, geçmişteki kıymetlerden müstağni olmak değil, onları yeni
değişiklikler ve keşiflerle daha mütekâmil kıymetlere ulaştırmaktır.
Başka j3ir deyişle, geçmişlerin servetine geleceklerin servetini zammey-
l^ektJr. Amr İbni As Hazretlerinin dediği gibi, akıl (Zanda isabet et-
n^k ve ohîiıış vasıtasile olacağı bilmek =: Eiisabetü bizzan ve marifetü
mayekûnü bima kadkâne) diye tarif edilebilir. Filhakika, vâkıaların
geçmişteki seyrinden gaflet edilerek vâsıl olunacak fikrî buluşlar, şâi-
— XXXIII —
III
râne olsa da, iptidaîlikten çıkamazlar. Ustasız sanatkâr, hocasız âlim,
ne kadar kabiliyetli olursa olsun, istidatlı bir talebe olmaktan ileri ge-
çemez, meğer ki; doğrudan doğruya: bir mû'cizeye mazhar olsun. Hal-
buki; mûcize devri geçmiştir. İçtihad devri açılmıştır. İlimlerin akılcı
tarafını ve bugünkü rolünü ihmal edip sırf nakilci tarafını tesbit ile
uğraşmak iskolastik denilen taklid mertebesinde sayıp durmak demek-
tir. Bu ise, hakikatin canlılığından ve canlı noktaları bulunduğundan
gaflet eylemektir. Buna mukabil, ilimlerin nakilci tarafını ihmal edip
sadece akılcılığı ile meşgul olmak ölçüsüz, iptidaî ve çocukca bir hare-
ket olur. Bunun yanında, İskolastik reşit bir ilmî mahiyeti hâizdir.
Eşarî'yi bilmeyen Razîlikten dem vuramaz. Nevton'u tanımayan Ayinş-
tayiî'den bir şey anlayamaz. Değişiklikler çabuk olabilir. Fakat, terakki
hayli muhafazakârdır. Kuvvetlerin değişmesi Kanunu, Kuvvetlerin ta-
haffuzu ile birlikte yürür. İşte, Felsefe Tarihi değişiklikleri. Felsefî mes-
lek de tahaffuzu temsil eder. Bu tahavvül ve tahaffuz sayesindedir ki;
insan ruhu terakki eder, fen kemale doğru gider.
— XXXIV --
len içtimaî birlik ve faaliyetin parçalanması demektir. Zaten milliyet,
bir toplumun bir araya gelmesine sebep olan içtimaî bir nefis, bir vic-
dan demektir. Irk ve kan milletin kabiliyeti değil, bu kabiliyetin mey-
dana çıkmasma yarayan vasıtalardır. Her milletin genişleme gücü o
vicdanın şumul derecesi ve küllîliği ile mütenasiptir. Lisan dahi, ırk
ve kandan ziyade bu vicdanın ifadesidir. Din, bu vicdanın en şumullü
temelini, en büyük teminatını teşkil eder. Bir toplumun dini ne ise iç-
timaî vicdanı da o, içtimaî vicdanı ne ise, gerçek dini de odur. Devlet,
milletin hukukî şahsiyeti ve bu hüviyetile faaliyetidir. Her devletin bir
milleti vardır, ve lâkin her milletin bir devleti olmayabilir. Devlet, mil-
letin işlerini görmekte faaliyet unsuru ile ağır basar. Bu devlet idaresi
unsurunun kıymeti de toplumdaki küllî vicdanı iyi temsil ile beraber
dışta ve içte hâiz olduğu amelî kudret ve maddî mukavemetile mütena-
sip olur. Millet, henüz faaliyete geçmeyen ve devlet kavramını henüz
almamış bulunan içtimaî duruma da sâdık olabilir. Fakat, hukukî şah-
siyetini tamamlamış ve faaliyete geçmiş bulunan millet, İslâm Şeria-
tı lisanında (Ümmet) mefhumuna tekabül eder. Emrullah Efendi mer-
hum, (Ümmet) kelimesinin (Ünımi) kelimesile ilgili olduğunu zanne-
derek (Nation) tabirini (Millet) diye ifade etmeği tercih etmişti. O
zamandan beri (Ümmet) mefhumu zayi edilmiş ve istihfaflı bir telâk-
kiye maruz kalmıştır. (İstihalât Encümeninde) sonradan buluştuğu-
muz zaman, bu kelimenin (Ümm) ve (Ümmi) tâbirlerile değil, (İmam)
tabirile alâkalı bulunduğunu izah eylemiş ve kabul ettirmiştim. Maat-
teessüf geçmiş hatayı tashihe fırsat elvermeden Emrullah efendi vefat
etmişti.
İşte, ilim ile hayatın, vicdan ile vücudun bu hususî alâkası, havas
ile avamın içtimaî vicdandaki birbirine uygunluk ve benzerlik derece-
sile mütenasiptir. Havassın hususiyeti avamdan ziyade mâlik olduğu
hassaları itibariledir. Avamın hâiz olduğu vicdan suretine sâhip olma-
yan havas, o avamın içtimaî cinsine değil, zıt cinslere girmiş olur. Bu
noktayı idrâk eden bazı havas, dinde riyakârlığa meylediyor. Fakat,
samimiyetsizlikten ne çıkar? Kaldı ki; riya bir nifaktır. Nifaka alışan
ruhlar, vicdanın hakikata bakan seziş kuvvetini, ferasetini körletir. Ha-
kikat karşısında kendisini bir vesvese istilâ eder. Çok zaman olur ki,
ciddî ve sâf avamın bazı hadiselerden hissettikleri neticeleri münev-
ver sayılan havas, ruhlarındaki nifak vesvesesinden dolayı, hissedemez-
1er. Bu yüzden, havassın dine hakikî bir aşkla sarılması lâzım gelir ki,
bu aşk ve sarılma sayesinde, havas arasındaki zıddiyetler çekici anlaş-
malara dönüşsün ve toplumun selâmet ve saadeti devam edebilsin. Bu
ise, ilim ve fenler ile felsefenin, felsefe ile dinin karşılıklı emniyeti sa-
yesinde husule gelir.
— XXXV --
Bundan dolayıdır ki felsefenin sonu (Din Felsefesi) olmuştur. Bu
itibarla, felsefe (Hikmet) namını alır. Hakikî feylezoflar, hakikî hakim-
lerdir. İlimler insanlar tarafından konulmaz, keşfedilir. Din felsefesi
yapmak da bir din koymak demek değildir. Din, Hak'kı İDulmak ve ta-
nımak demektir. Hak dinini tanıtanlar ise hakimler değil, Peygamber-
ler ve Evliyadır. Feylezoflar, bu babta, Peygamberlerin talimatını, öğ-
rettiklerini izah ve tatbik ile hâkîm ve velî olabilirler. Dine karşı çık-
mağa çalışan feylezoflar, umumiyetle, bu hususta bir hakikati gördük-
leri ve buldukları için değil, aranılan Hakkı göremedikleri için, başka
bir tabirle, noksan idrâklerinden dolayı o mücadeleye girişmişlerdir.
Avrupa'daki 18 inci asır dinsizleri ve bütün maddeci dinsizler bunun
en bâriz misalidirler. Mesela (Bücimer), madde atomlarını ayıran ne-
dir, bunlar arasındaki hareketli ve hareketsiz münasebetler ve bağlan-
tılar hangi temel kavram ile izah olunacaktır gibi meseleleri asla idrâk
edememiştir. Bunu idrâk eden maddeci feylezoflar bile, maddeyi Cena-
bı Hakka istinad ettirmeğe lüzum görmüşlerdir.
— XXXVI --
tesbit etmiş ve (Kibar Dini) namını alan Fransa Devletini bir zaman-
lar (lâikliğe) sevkeclen (Fozitivist Din) in saçmalığuıı ayrıca beyan
eylemiştir. İşte, garp felsefesinde vukua gelen bu değişiklikler, insan
ahlâkında büyük yaralar açmış ve bugünkü sıkıntılı şiddet devrini ha-
zırlamıştır. Fennî terakkilerin nice merhaleler katettiği bir devirde, in-
sanların döktükleri kan, taşıdıkları ihtiras, maruz kaldıkları zulümler,
insafdan uzaklaşma, nefret ve düşmanlıkta şiddet hep maneviyatta vu-
kua gelen sarsıntıların ve karışıklıkların neticesidir.
— XXXVII - -
lik Bahsi) açılamamıştır. Psikolojinin tesbit ettiği bazı ruhî vakıalar do-
laylsile olsun Garp Felsefesinde bir (Vahiy ve Peygamberlik Bahsi)
bulunamaması henüz büyük bir noksandır. (Peygamberlik Bahsi) dinî
akidelere ait ilimlere mahsustur, denilmesin. Dinî akideler Hmine (UIû-
hiyet Bahsi) nin ilgisi ile (Peygamberiik Bahsi) nin ilgisi arasında
esaslı hiç bir fark yoktur. Bunların her ikisi de akıl ve felsefenin ver-
diği selâhiyetlerle bahis konusu yapılabilir. Bu itibarla, İbni Sinâ'nın
gerek (Şifâ) sında ve gerek (İşarât) mda yaptığı gibi, Peygamberlik
mümkün müdür? Mümkün ise vâki olmuş mudur? suallerini sorup ve
nefislerdeki ve ruhlardaki vâkıaları gözden geçirerek (Peygamberlik)
ve (Evliyahk) nazariyelerini de felsefe nazariyeleri meyanında hallet-
mek lâzımdır. Çünkü, (Peygamberlik) vâki olmuştur. Din vakıası da
bununla ilişkilidir.
•Î4-
Halbuki, İslâm Dininde akide, esas itibarile, ilmî kıymeti hâiz ol-
mak lâzım gelir. Aklın burada, hiç olmazsa, (İmkânın isbatı) gibi mü-
him bir vazifesi vardır. Hatta bizde (Taklid akideler) münâkaşa ve ihti-
lâf mevzuu olmuştur. Gerçi, felsefenin Bilgi bahsinde, İslâm Felsefe ve
Kelâm mesleklerinin, bugünkü Felsefî telâkkiye göre, dogmatik olma-
sı ittifakla kabul edilmiş değildir. Mutezile ve feylezoflar gibi Dogma-
tik olanlar varsa da (Eşâire) ve (Matüridiye) gibi (Bazı hallerde sep-
tik, bazı hallerde doğmatik) olanlar da vardır. Çünkü, bunlar (Tedrib)
mesleğinden yürümüşler ve (David Hiımı) şüpheciliğine yakın bir Şüp-
hecilik Felsefesinde ve ondan daha ziyade Dogmatizme mütemayil or-
ta bir mertebede karar kılmışlardır. Bunların esas fikirlerine göre, in-
san ilmi ve bir şeyi doğru ve sağlam bilmek, zarurî değildir. Tam ve
doğru bilgi vâkıaları doğuracak bir kıymeti hâiz olabüip aklın zarure-
tini ve mantıkin zaruretini tazammun etmez. İlmî tasdikler, Kant'ın
(Assetorik) dediği vâki kaziyeler ve umumî mutlaktır. Çünkü, mutla-
kın esası (Fâiü Muhtar) dir. Zaruretler hep amelî bakımdan ileri ge-
lir. Vukuattan, vukuatın devamı demek olan tabiattan, hasılı Allah'-
XXXVIII - -
ırı kanunlarından ileri gelir. (Sünııetülîah). Ben Eşârînin ve Matüri-
dînin, bilgi bahsinde, aidin icap ve lüzumunu inkâr ve tabiî seyri tes-
bit etmelerinden öyle anlıyorum ki; insan ilminde mantıkî mutlak
bir zaruret yoktur. Bu zaruretler hep (Şartın vasfile zaruret) denilen
kısma râci olur. Bunun menşei de, her ilimde ilk başlangıcın zımnî bir
mukaddime olarak bulunduğu faraziyesidir. İlk başlangıç, (Fâil bi-l'-
icap) olsa idi yakın ilim mutlak zatî bir zaruret olurdu. İlk mebde (Fâ-
il-i Muhtar) olunca bu yakın bilgi vâkî ve fiilî bir bilgiden ibaret kahr.
Tecrübe kıymetini geçemez. İslâm feylezoflanmn (İcap) a, Mütekel-
liminin (îhtiyar) a kail olmaları bunu teyid eder. Görülüyor ki, bu iki
n<azariyenin ikisi de hem felsefî hem de dinî kıymeti hâizdir. Daha zi-
yade uDln Felsefesi» sayümak lâzım gelen Mütekellimin Felsefesi bu-
gün Fenler Mesleği sayılan «Tecrübe Mesleği» ile daha çok alâkadar
olarak, bugünkü felsefeye temas etmektedir. Her iki mezhep de bugün-
kü felsefeye dahil bulunmaktadır. Şu halde, «Din Felsefesi» ile «Fel-
sefe Dîni» bize nazaran. Din ile Felsefe arasında küllî bir ihtilâf ve
çatışma değil, iki felsefe arasında meslek farkı demektir. Bu fark, olsa
olsa, Peygamberliğin felsefeye kabul edilmesi veya edilmemesi nokta-
sından başlayabilecektir. Acaba Peygamberlik bir felsefe bahsi teşkil
edecek bir vâkıa değil midir? Allah'ın varlığı bir felsefe bahsi olunca
Peygamberlik neye olmasın?
— XXX.IX —
kuvvet ve zaafda, şiddet ve süratte birbirlerinden farklı olmaları gibi,
vicdanların da kuvvet ve zaafda birbirlerinden farklı olmaları dahi,
tamamen sonradan elde edilmiş bir hal değil, esas itibarile, bir yara-
tılış vergisi olduğu dikkate alınırsa, yaradılışın bazı vicdanlara haki-
kat ile pek kuvvetli ve büyük bir münasebet bahşettiğini inkâra hiç bir
sebep kalmaz.
— XL —
meçhul emir ve nehiylerini nasıl tayin edip de ona göre hareketleri-
mizi uygulandıracağız? Her gönlümüzü aldatan teselliye din kıymeti
mi vereceğiz? Kendimiz için hürriyet ararken yaratıcımız için mec-
buriyet mi yakıştıracağız?'H:akka tapan bir dindarlığa sahip olmak
için vecdî bir aşk taşırken Hakkın rızasını gözetmek mükellefiyetinde
değil miyiz?
Ogüst Kont gibi kadın veya erkek insana tapanlar bile, taptıkları
insanların arzularını dinlemek ve onu icra etmek mecburiyetinde de-
ğil midir? Evet Alla ha kulluk edebilmek için onun emirlerini kati bir
vahiy ve o vahiyden elde edilecek bilgi yolu ile almak ihtiyacındayız.
Madem ki hepimizin vahiy sahibi olamadığını görüyoruz, o halde Pey-
gambere ihtiyacımızı kabul edeceğiz. Hakikaten Peygambersiz din
mümkün değildir. Bunun içindir ki, Allahı bilmeyenler, mabıırtlanm
k<;iKİi önlerhıe dikmek ve ondan ilham aîmak isterler. İşte Peygamber-
lere dayanmayan bütün bâtıl dinler buradan çıkmıştır. Çünkü, din
hıM~Tnsanm yaradılışında vardır. Felsefe, amiyane bir takım vehim-
ler ve temennilerle karışık, yaygın, bâtü inanışları bile tetkik ederken,
bunların zımnında aksini bulan asıl hakikati araştırmış ve (Felsefî
Din) denilen (Allalısn Biriiği) akidesini tesbit eylemiştir. Kitabın ikin-
ci kısmında, Din bahsinin başında, bir söz var : Bütün felsefe gibi bu
bahsin de efsanelerden ve avam akidelerinden akseden fikirlerden doğ-
duğu söyleniyor. Orada da işaret edeceğimiz gibi, biz bu sözü din bah-
sinin felsefî menşei hakkında tereddütlerle kabul etsek bile, asıl din-
lerin menşei hakkında asla kabul edemeyeceğiz. Çünkü, Hak Dininin
menşei Peygamberliktir. Bütün Peygamberler, Allahın Birliğinde itti-
fak ederler. Ta başından, ve bilhassa Hazreti İbrahim (Aleyhisselânı)
dan, Hazreti Muhammed (Aleyhisselânı) 'a gelinceye kadar vukua ge-
len tekâmül, hep gelişme ve gittikçe artan bir vuzuh ile olmuş ve ek-
seriyetle, akidelerin tatbik şekilleri demek olan şeriatlar bakımından
değişiklikler görülmüştür. Âlemde, her taklidin hakiki bir aslı vardır.
İşte hurafe dinleri, o hakikî aslın taklitlerinden ve saptırmalarından
ibarettir. Bunlar ya bir takım şiirlerden, veya amiyane tahriflerden
veya fesad ehli mütegallibenin saçmalarından doğmuştur. Bir takım
remiz ve efsanelerin, elgaz ve tamiye ( i ) ebedî temsillerden ibaret
olanları da vardır. Bu ihtiyaç, şiddet idarelerinin câri olduğu memle-
ketlerde, din neşrini gizlemek ihtiyacından doğmuştur. Peygamberlerin
mucize kudretine sahip olmayan din velileri, zaman zaman bu ihtiya-
ca düşebilirler. Hatta, mutasavvıfların kitapları ekseriya bir takım is-
tilâhı lugazlar ile doludur. Gerek dinler tarihine ve gerek Felsefe Ta-
( 1 ) E l g a z , l u g a z l a r , y a n i b i l m e c e l e r d e m e k t i r . T a m i y e , b i r .şeyi k a p a l ı anlatmaktır.
— XLI - -
rihine bu fikir, Tekâmül Mczhcbi'nin ıımumîleşmesinden sonra girmiş-
tir. Spencer, Din Nazariyesinin (Bilinen) kısmını izah ederken, Alla-
hm Birliği akidesinin, bir tekâmüi akidesi olduğunu iddia etmiş ve
şirk koşmağı tevhidden evvel gibi göstermiştir. Halbuki, Spencer Fel-
sefesinin mahiyeti icabmca, bu nazariye, Din Nazariyesinin yalnız bir
safhası olduğu unutulmamak lâzım geldiği gibi, burada basiretin mü-
rekkebe, tekin müteaddide tabiî bir takaddümü bııiunduğunda zuhul
edilmiştir. Bir Ma'bûd fikri olmadan iki ve daha ziyade Ma'bûd fikri
nasıl olur? Burada işin doğrusu, şirkle sonuçlanan hurâfe dinlerinin
tekâmülü ile, Allahın birliğine varan Hak Dininin tekâmülünü ayrı
ayrı izah etmektir. Meselâ, tevhidin tekâmülü Hazret! Muhammed'in
Dinine, şirk koşmanın tekâmülü de bugünkü Hıristiyanlığa götürmüş-
tür diyebiliriz. İslâm Dini, tamamen Peygamberler dini olan tevhid
akidesinin gittikçe gelişen bir tekamülüdür. Asıl Hıristiyanlığın men-
şei olan ve Hazret! İsa'nın Peygamberliğine nisbeti bulunan Filistin
taraflarının vahdaniyet akidesi, İznik Rühban Meclisinde akalliyette
kalarak reddedildiği zaman, şirk ve vahdâniyetten mürekkep ve çeli-
şen bir (Teslis Akidesi) kabul edilmiş olduğundan, Protestanlık da
dâhil olmak üzere, bugünkü Hıristiyanlık şirkin bir tekâmülünden
ibaret kalmış ve fakat felsefe bununla barışamayarak, şuurî veya gay-
ri şuurî bir halde, İslâm Akidesine hizmet edip durmuştur.
- X.Ln —
1er. Taciz karşısında vicdan isyan eder, susarsa, fırsat düşünce söy-
lemek için susar. Aklın, tecrübelerden doğan keşifler karşısında vazi-
yeti ne ise dinî keşifler karşısında da vaziyeti odur. Âlemde hiç bir
tecrübe aklen muhal olanı isbat etmediği gibi dinî keşifler de aklen
muhal olanların arasına giremez. Hasılı, aklın idrâkteki kusuru, müm-
kün olmayanlar sahasında değil, mümkün olanlar sahasındadır. Akıl,
bu iki sahayı karıştırmamak için tek miyardır. Akıl, bütün ilimlerin
son kemal mertebelerine eremediğini ve gelecekteki keşiflerden hatır
ve hayale gelmez ne hakikatlara erişebileceğini itiraf ve kabul etmek-
le beraber, hiç bir zaman tevafuk ve tegâyür kanununa ait olan tas-
dikinden vazgeçeceğine kaail değildir. Bu bakımdan, hakikatini tama-
men bilemediği bir Allahı itiraf ve isbat edebilirse de, Ekanimin, üç-
lük haysiyetile birlik haysiyetini birleştirerek hem Üç hem Bir olduğu-
nu ve böyle üç olan bir ilâhın, kullarının günahlarını affedebilmek
için, üçün biri suretinde doğup kendini kurban ettirerek feda eyle-
mesi suretile kullarının selâmetini temin etmiş bulunduğunu esas aki-
de sayan ve buna inanmayı, selâmete çıkmak için biricik teminat ol-
duğu hissile, uygun görmek isteyen Hıristiyanlık akidesi karşısında, ak-
lın kusurundan bahsetmekte hiç bir faide yoktur. (Stuart Mili) in de-
diği gibi, (Ham, Hum) buna inanmak sıtmaya muskadır, teklifi bile
tenakuz ihtiva etmediği için, onun gibi muhâl değildir. Şu halde, Hı-
ristiyanlık, ilimle uyuşamadığı gibi, mutlak cehil ile de müdafaa edi-
lemez. Çünkü, Agnostisizm değil, mutlak Sol'izm bile tenakuzun esa-
sını itirafa mecburdur. Sofizmi sükût ettiren, tek dayanağı olan tena-
kuz esasile çelişmesidir. İşte, Gaı-pte, ilim ve dini esasta birbirine zıt
gösteren ve dini ilme, ilmi dine istihfaf ettirmek suretinde görünen
zihniyet, bilhassa, Hıristiyanlığın bu halinden ileri gelmiştir.
— XLIII —
bunalım denilen felâket bununla başlar. Vicdan Birliği olmadan hayat
olamayacağı için, bu çekişme mutlaka birinin üstünlüğü ile sona erer.
Hislerin irâde ile alâkası fazla olduğundan, ekseriya akıl ve ilim mağ-
lup düşer. Artık insan, hayvan şeklinde ve havaî bir insandır. Her an
değişebilen, her an göçebilen, sebatsız, güvensiz, mecalsizdir. Şayet,
akıl hisleri mağlup eder ve irâdeyi, hislere mağlup olmaktan kurtara-
bilirse, insan, aklını kullanabilen insan olur, sağlam ve değişmez bir
imân hasletine sahip bulunur. Fakat, bunda da, amelî bakımdan bir
soğukluk ve tenbellik hâsıl olur, aşk ve şevk bulunmaz, heyecan ve
irâde sönük kalır. Akide, nazarîlikten amelîliğe geçebilirse, bin müş-
külât ile geçer. Şu halde, ya akıl dış âlemden his yolu üe aldıklarımı-
zın ayni, veya dış âlemden aldıklarımız aklın ayni olmalı ki imân ile
aşk birleşsin. Halbuki, akıl ve dış âlemden his yolu ile aldıklarımız,
ruhun başka başka vazifeler yapan aletleri olduğundan, birbirinin ay-
ni olmaları abes olur. İnsanlık, nefsî vicdan, bunların birbirinin ayni
olmalarında değil, birbirlerile buluşma şeklindedir. Asıl vicdan, bu bu-
luşma noktasındadır. Ruh, nefis, birliğini bununla bulur. Şu halde,
dinî vicdanın da burada bulunması lâzım gelir. Burada nefis, hem
akıl bakımından tatmin edilmiştir, hem de duygu bakımından lezzet
içindedir. Din, ne fen ne de sanattır. Fen ve sanatın hem evveli hem
de sonu olan, doğuşta mevcud bir temeldir. Kur'ân ne bir fen kitabı,
ne de bir şiir divanıdır. Fen ve şiirin üstünde (ledünnî) bir nazımdır.
Bundan dolayı mucizedir. Ona sırf bir fen nazarı ile bakarsanız, sanatı
karşısında, bu bakışınızdan yeise düşersiniz. Bir şiir nazarı ile bakar-
sanız, ilmîliği ve hakikiliği karşısında, hayal kırıklığına uğrarsınız.
Dindâr insan, yalnız âlim değil, yalnız âmir ve sanatkâr da değildir.
İkisinin de üstünde kâmil bir insandır. O ilimlere mevzu, sanatlara
model verir. Bunun böyle olması, nefisteki birlik ile Allahın birliğinin
iktizasıdır. İnsan nefsi, ne yalnız akıllı olmak ne de j^alnız duygulu ol-
maktır. Hatta ne yalnız ruh ne de yalnız cisimdir. Mutlak Hak olan
Cenabı Hak da bütün ihtimal ve hislerin başı ve sonu olan tek varlık-
tır. Yalnız akla veya yalnız hislere bağlı ve mahkûm olan din, insan-
lığın mevcut hakikatına uygun düşemeyeceği için, noksan olur ve ya-
radılışa uyamaz. Böyle bir din, insanları Allaha yükseltecek bir yol de-
ğil, Allahı insanlara indirmeğe ve insanlığı birbirine düşürmeye çalışan
faidesiz ve hatta zararlı bir vasıta olur. Şirk de, zaten hep bundan doğ-
maktadır. Din bir kulluk ve emre itaattir. Fakat, ilmî ciheti olan bir
kulluktur. (Şehidelîahü ennchu lâilahe illâ hüve velmelâiketü ve "lü-
liinii kaaimen bilkısti lâilahe illâ hüvelazizülhakim. İnneddine indella
hilislâm). Din, itidal sahibi ve insaflı ilim adamlarının kabul edebile-
cekleri bir emre uyma, bir kulluktur. Çünkü, Hakka tapmaktır. Yalnız
akla uymaya mâni olan kulluk, yalnız hislere uymaya mâni olan ise
— XLIV —
aklı kullanmaktır. Aklı kullanmak haklılığa, kulluk etmek hayırlılığa,
din ise hakkı ve hayrı toplayan Allahlığa dönüktür.
— XLV —
ile hulâsa edilerek son emel, yüksek ülkü olan Allah Rızasında toplana-
bilir. Kur'ân-ı Kerîm'in Hadid Süresindeki (2) :
«Elem Ye'ni lillezine âmenü entahşaa kulûbühüm iizikrlllâlû vemâ
nezele minelhakkı velâyekûnû kellezîne ûtülkitâbe minkablü fetâle
aleyhimülemedü fekaset kulûbühüm ve kesirün minhüm fâsikûn. Iğ-
lemû ennellâhe yuhyilarda bade mevtihâ kadbeyyennâ lekümülayâti
lealleküm tağkilûn.». âyetlerine bir göz atalım :
«Daha vakti gelmedi mi iman ehlinin kalpleri Allahın zikri ve in-
dirilen hakikatlar karşısında titresin de diğer daha önceki kitap ehli
gibi olmasınlar, onlara zaman aşımı tesir etmiş de kalplerini kasvet
bürümüş ve çoğu fâsik olmuşlardır. Biliniz ki Allah ölü toprağı diril-
tir, belki düşünürsünüz diye size buna dair delilleri beyan ettik.» meâ-
lindeki şu âyetlerden birincisinde dinî hassasiyetin mühim bir nokta-
sma işaret edilmiş, ikinci âyet de bu hassasiyet noktasını yine aklın
muvazene kuvvetine bağlı bırakmıştır. Bu âyetlere muhatap olanlar,
iman ehlinden oldukları halde, hassasiyetten mahrum imanın dinî ga-
yeye kâfi gelmediğini, imana hassasiyet de eklenerek Allah dedikçe gö-
nüllerin başka bir aşk ve huşu ile çarpması ve ilâhî hakikatlara pek
büyük bir bağlılıkla sarümak lâzım geldiğini, bu hassasiyetin zamanla
söndüğünü ve kitap ehlinin bu yüzden kalplerinin katüaşmış ve ço-
ğunun fıska duçar olmuş bulunduğunu ifade eden bu âyet, psikoloji-
nin hassasiyet kanunlarından gayet mühim bir kanunu, ilâhî bir ka-
nunu ihtiva etmektedir :
Eğer akıl ve fikir noksan ise, dış değişiklikle vukua gelen o elem
veya lezzet çabuk söner, geçer. Ve eğer o değişiklik devamlı bir sebebe,
aklî sebebe dayanıyorsa, o sebebin anılması ve hatırlanması elem ve-
— XLVI
ya lezzeti yeniler. Bunun içindir ki; aklî lezzetler ebedî, hissî lezzetler
fânidir derler. Yoksa aklî lezzetler, mahiyet itibarile, hissî lezzetlerden
başka bir şey değildir. Çünkü, her lezzet bir histir. İnsan, kendi kendi-
ne yaptığı bir muhakeme ile halini, geçmişi ve geleceği ile tadil eder.
Bugünkü büyük bir sevince yarınki muhtemel bir kederin, veya bu-,
günkü büyük bir kedere yarınki bir ümidin karşı çıkması ters tesir
yapar. Hayatta tedbir, bu çatışmanın ve tercihin idaresi demektir. Akıl-
cı olmaktan, düşünmek hassasından mahrum olan ruhlar, hassasiye-
tin sebepleri ile değil yanlız o günkü neticeleri ile alâkalanacağından,
zaman geçimi hükümlerine çabuk maruz olurlar. Cüz'î felâketlerde der-
hal ıztıraba düşerler.
İnsanlık, Bakayı büyük bir zevk bilmekle beraber, yenilikten lez-
zet alır. Fakat, sevilen yenilik ölümün yeniliği değil, hayatın yeniliği-
dir. Lebid :
«Her yeninin bir tadı vardır, fakat ben ölümün yenisini tatsız bul-
dum» diye büyük ve basit bir hakikat söylemiştir. İnsanda yeniliğe me-
yil. bir taraftan, ruhun temayüllerindeki sonsuzluktan, diğer taraftan
da, her gün oluşan hayatın, hâdiselerin yenilikleri içinde devam edip
dolayıdır. Beka içinde yenilenme, yenilenme içinde beka,
işte nefsin aradığı budur. Nefsî vicdanın asıl zevki bundadır. Ve bunun
içindir ki, bekaya dönük akıl ile, yeniliğe dönük hissin birleşmesine
bağlı kahr. Yoksa, herhangi bir yenilik sevgisinin manası yoktur. Dış
âlemden aldığımız bütün duygular değişikliğe ve yeniliğe bağlıdır.
Elemler de dıştan aldığımız bir duygudur. Fakat, elem getiren yenilik
sevilmez. Her elem ölüm habercisi gibi göründüğü için elem, her lez-
zet, hayatı teyid edici göründüğü için lezzet olur. Kâmil nefislere bun-
lar oldukları gibi görünürler. Bu nefisler, bazı lezzetleri elemin, bazı
elemleri lezzetlerin takip edeceğini bilirler. Bazı elemleri kabul, bazı
lezzetleri reddederler. Lezzetleri ve elemleri, hissî haysiyetlerile 'değil,
aklî haysiyetlerile muhakeme ederler. Hissiyattan mâkulât, mâkulât-
tan hissiyat çıkarırlar. Çünkü, bunlar, akıl ve hissin buluştukları nok-
tada, nefsî bir vicdana sâhiptirler. (Nefsi Emmare) değil (Nefsi Mut-
mainne) erbabıdırlar. Küçük tecrübelerle aldanmazlar. Tecrübeler ara-
sındaki benzeyiş cihetini gözetirler. Aynı zamanda akıldan sebepler
bulmağa mahkûm kalmayıp yarınki tecrübenin değişik tarafı olabilece-
ğini de bilirler. Ve burada akılcılıklarını ve duyguculuklarını Cenâbı
(Müsebbibülesbab)a raptederek bir kulluk hissile sonsuzluk sahasına
— XLVII —
' a t ü ^ r . Sırf hissî vicdan ile yürüyenler, küçük tecrübelere bağlı kalıp
elem ve lezzetlerin esasından ve neticelerinden gâfil bulundukları gibi
sırf aklî vicdan ile yürüyenler de, küçük tecrübelerin verdiği görme zev-
kinden gâfil ve aklın esasında gizli hissî tecellilerden de mahrum olur-
lar. Çünkü akıl, mücerret bir zihniyetten ibarettir. Zihin ise, bizzat hâ-
diselere şahit olan bir vicdan değil, vicdanın mazi kıymetini hâizdir.
O zihniyetin hal ve istikbal ile münasebetidir ki asıl vicdan zevkini
teşkil eder. Meselâ, akıl bir kere Allah'a götürür.
— XLVIII —
ve Kayyum olan Hakkın birliğine dayanarak bir varlık şekli bulabilir-
ler. Bütün varlığınızla Hakka bağlı değilseniz, aklınıza gelenler ve his-
lerinize -^.arprnlar (Şirk) içinde yüzer. Fâil aklın sonsuz olan (İstin-
taç) ından bile mahrum kalırsınız. Hakka bağlı iseniz, hem akıl ve his-
sinize gelenler çoğalır ve hem de ruh birliğinizi ortadan kaldırmayacak
muntazam bir tarzda, devam eder. Bu sayededir ki yalnız nevinizin
bekasını değil, şahsî bekanızı bile temin etmek saadetine mazhar olur-
sunuz. Cenabı Hak, âlem dediğimiz şu bitmez tükenmez yeniliklerin
birlik nizamını yaratıp idare eden mutlak kudrettir. O kudrete daya-
nan bir dinin sonu yoktur. Böyle bir din, bir tekâmül safhasında du-
rup kalacak iptidaî bir vakıa değil, her tekâmülü ihtiva eden rahmanı
ve rabbani bir hasisedir. İşte (İlemû ennellâhe yuhyilarda bade mevti-
ha ilâ.) âyeti : «Ey müminler, biliniz ki Cenabı Allaha yalnız aklen de-
ğil, aklen ve hissen bağlı olan insanlar için zamanın geçmesi korkusu
yoktur. Onlar, eskidikçe yenilenmek imkânını bilmeli, parça parça ge-
len yeni şevkler içinde ebedî olarak kalabilmelidirler. Bu din, mahdut
bir tekâmül safhasında durulmak için indirilmiş bir din d ğil, sonsuz
tekâmül mertebelerini idare için indirilmiş ve hakkın esaslannı ihti-
va eden, umuma şâmil bir dindir,» gibi bir meâl ifade ve işaret etmek-
tedir.
(Cenabı Allah hiç şüphe yok ki her yüz sene başında, yani her asır-
da, bu ümmete dinini yenileştirecek adam veya adamlar gönderecektir)
diye bir vaadi ifade eden bu hadîsi şerîf aşağıdaki noktaları ihtiva et-
mektedir :
1 _ İbaredeki (Gönderme) sözü dini yenileştirecek olanı vaad edi-
yor.
2 — Dinin yenilenmesi lüzumuna işaret ediliyor ve bu, her asır
olarak zamanla tahdit ediliyor.
— XLIX — IV
5 — Yeniliği yapacak olanın bir şahıs olacağına işaret vardır.
— L —
îşte, peygamberlerin varisleri olan din âlimlerinin vazifeleri budur.
Bu ihtiyaçlar, bazan nazarî bazan da amelî kıymetleri hâiz olur. Na-
zarî ihtiyaçlar ilmî, amelî ihtiyaçlar amelî şahsiyetler ister ki yenilik
yapacak olanlar bu şahsiyetlerden zuhur edecektir. Bu şahsiyetlerin
de ümmetin içtimaî şahsiyetinden yetişmiş olmaları lâzım gelir.
Kelâm ve hikmetin bilcümle ilim ve fenler ve bütün akıl meselele-
rile, fıkhın diğer mevzuat ve içtimaî ilimlerle, hadis ve tefsirin ahlâk
ve edebiyat ve bütün dinî ve insanî meselelerle olan alâkaları bu su-
retle kuvvetlendirilmiş ve nemalandırılmış olur. Bir taraftan hak ve
bâtılın, diğer taraftan güzel ve çirkinin ölçüleri izah ve tamim edilir.
Halden meyus olan gönüller, gelecek için cavidanî bir aşk bahşedecek
olan emel ve mefkûrelerle doyurulur. İlim ve akıl, yeni hâdiseler için-
de, içtimaî vicdanın birlik halinde devamını emniyet altına alarak, di-
ni ve içtimaî zaruretleri takviye eder. Hayat da, bu birlik içinde, iç-
timaî nefsin aşk ve heyecanını gıcıklar. Birbirinden nefret yerine bir-
birine sokulmak gelir. Ruhlar ve kalpler (Livay'i Hamd-i Ahmedî) al-
tında toplanır. Rahmanın Arşının gölgesinde öpüşüp koklaşacak tatlı
bir hayata kavuşur. Artık (Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh ve eşhedü enne
Muhammeden abduhu ve resulühu) kelime-i şehadeti ağızdan çıkıp
havaya karışmaz, bütün manasile gönüllerde ve bütün vazifeli azâ-
mızda, gözle görülecek şekilde, oynar durur. Tekbir gulgulesi en heye-
canlı marş olur. Ebedîlik sevgilisi görünür, yok olup giden şeylerin zev-
ki hiçleşir. Bu sevgili karşısında, insanlık, aşktan aşka, feyizden fejrize
koşarak gelecek asırlarda daha yüksek bir kemale erişmek için hazır-
lanır. (Liilezine ahsenülhüsna ve ziyade - Velayerhaku vücuhehüm ka-
terün velazille Ulaike eshabülcenne - Hüm fiha hâlidûn) sırrı çıkar.
— LI —
iyi barışacağım l^avramış olduğu için olsa gerektir ki, Müslümanla-
rın, bir gün gelip, bu ahengi kurarak ve insan haklarının kudsîliğini
yükselterek, bütün insanlara numune olacağından korkmuş ve bizi, ir-
şat vadisinde, büyük delâletlere sevketmek istemiştir. Avrupa, bizi ilmî
şa'şaasına hayran bırakırken, bizi, kendi his âlemine ve içtimaî değer
hükümlerine benzetmeğe çalışmış ve dinimizdeki yenilik esaslarını ba-
his mevzuu yaparken, İslâm Dini terakiye mâni midir, değil midir? di-
ye ortaya bir mevzu atmıştır ki bundan bütün maksadın, İslâm Dini-
nin kendini korumak hassasını kırmak ve terakkiyi kendileri gibi ol-
mak suretinde tefsir etmek cihetine matuf olduğu yazılan eserlerinden
anlaşılmaktadır. (Koran analyse) namile, Kur'ân âyetlerini, Fransız-
ca tercümelerine göre, bir takım mevzulara ayırıp tahlil eden mühim
eserin hâşiyelerindeki notlara dikkat edilirse, görülür ki Avrupa bi-
zim yaptığımız son yenilikleri ya Protestanlığa veya diğer bir Avrupa
mezhebinin tesirine atfetmekte ve bunları hep kendilerine bende yap-
mak gibi bir gaye ile mütalâa eylemektedir. Fakat, Avrupa, korkma-
sa idi^ bir kendi ilim ve felsefesine bir de dinine bakardı da o ilim ve
felsefe ile taban tabana zıt olan dinini bize aşılamağa çalışmaktan vaz-
geçer, o ilim ile kucaklaşacak olan İslâmiyeti tervice uğraşır ve İslâ-
mm hayatına ıztırap vermekten zevk almazdı.
LII — '
ve (İşrâkiye = Yeni Eflâtuncu) şubelerine ayrılır. Bu mezhep, _ umu-
mî felsefeyi bütün kısımları ile takip eder, ve felsefî bahislerin İslâmî
görüşlerle sıhhate kavuşmasını gösterir. Başka bir tabirle, dinden, sırf
felsefî bakımdan, bahseder. Bu mezhep, Aristo ve Eflâtun mezhepleri-
nin uyuşturulması vadisinde giderek biri Aristo tarafına diğeri de Ef-
lâtun ve İkinci Eflâtun taraflarına meyleder. İkisi de Dogmatik ol-
makla beraber, gerek bilgi bahsinde ve gerek vücud bahsinde, hayli
farkları vardır.
— LIII —
tur. Eski Yunanın başından sonuna, Hıristiyanlığın zuhuruna kadar İ L K
ÇAĞ veya Öndekiler (Mütekaddimîn), Hıristiyanlığın zuhurundan De-
kart'a kadar ORTA ÇAĞ veya Ortadakiler (Mutavassıtîn), Dekart'tan
sonrakine de SON ÇAĞ veya Sonrakiler (Müteahhirîn) Felsefesi adı ve-
rilmiştir. Fakat, okuyucularıma takdim ettiğim kısmın, Metafizik ve
İlahiyat kısımları olduğunu da arz eylemiş idim.
İkinci kitap olan İlâhiyât veya Din Bahsi kısmında ise, ulûhiyet
hakkındaki iptidaî Yunan tasavvurlarından başlayarak Allahın varlığı-
na dair delilleri, Allahın hakikati ve sıfatları bahsile, çağlar sırasile,
ayrı ayrı bahisler olarak, takip edilmiş ve Ahiret Hayatı faslile son
verilmiştir.
— LIV -
fettiğim emek mütalâa erbabmm rağbetile karşılanırsa, belki sevinme-
me vesile olur. Hastalıklı bir vücudun ve muztarip bir hayatın pek ta-
biî olan kusurlarını görmemezliğe gelerek, hizmetimi tamamlayacak
lütufkârlığı esirgememelerini himmet erbâbından ricâ ve her husûsta
sfibhânî tevfîkâtına mazhâr buyurmasını Cenabı Haktan niyâz ede-
rim. (3)
(3) Eser, mütercimin önsöz sonuna ilâve ettiği Mevlânâ'nın Farsça bazı beyitleri ilk bas-
kıda çıkmış ise de zamanımızda, yeni nesillerin bu Farsça beyitleri anlayıp zevkine
varmalarına pek imkân göremediğimizden, bu ikinci baskıda, ayni Farsça beyitler,
önsözün sonuna konulmamıştır.
Bu vesile ile bir noktaya daha işaret etmek gerekiyor. Mütercim, bugün ( f i l o z o f )
denilen kelimeyi, evvelce herkesin söylediği gibi (feylesof) şeklinde söyleyip kullandı-
ğmdan, bu baskıda da, o kelime, aynı şekilde kullanılmıştır. Okuyanların garipseme-
mesi için bu açıklama yararlı görülmüştür.
— LV —
I
METAFİZİK
FELSEFE
BİRiNCÎ FASIL
BİLGİ BAHSİ
HİSBÂNÎYE (Şüphecilik)
ve İ K Â N Î Y E (Doğmatizm)
SOFİSTLERİN MENŞEİ
(1) thni Ebl Usaybia, (üyunü-l'enba) adlı eserinde, Yunan kelimesi (tyoniya) denilen ada
isminden ahnmıştır, diyor ki Avrupalılar bu mânâca (lonien) diyorlar, ve bımu Y u -
nanın ilk mektebi sayıyorlar. Bizim, umumiyetle. Yunan ve Yunanf dediğimize, Avru-
pa (Grece ve Grec) diyor. Demek ki, Yunanı aslında (lyoni) demektir.
(3) SEXTUS., Empricus: (Dog, Brochard İSO? 200? 210. — Öl. 250.) Tarsuslu Heredot'-
un talebesi olan tecrübeci Hefcim ve Feylesof olan bu zatm eserlerinin bir kısmı bize
kadar geldjiliîiiştir. Müellifin burada atıfta bulunduğu eser. « A d r e r s u s Mathematicos»
adlı eseridir.
BILÖÎ BAHSİ ^ 1
Bu ise. Şüphecilik değil daha fazla bir şey idi. Mutlak înkâr-
cıhk (înâdiye) idi.
Sofistlik, çelişme (tenakuz) nin esasına dair müphem bir şu-
urdan doğmuştur. Bu esasın şekillendirilmesi ve düstur haline
getirilmesi ancak Aristo'ya ait olmak lâzım geliyor ise de So-
fistlerin hiç olmazsa bu neticenin çıkarılmasında rolleri oldu. So-
fistler, bununla, hakikatin ölçüsünü çıkardılar. Bu mânâca, meş-
ru ve yararlı bir şey oluyordu. Geçmiş feylezoflarm çelişmeleri-
ni karşılarına dikiyor, gelecek feylezofları da, mesleklerinde da-
ha ziyâde vuzûha ve tabiîliğe sevkediyor ve bilim imkânları hak-
kında tenkidci görüşlerle işe başlamalarına sebep oluyordu. So~
fistlerin var olmalarında, bu noktaya kadar bir hikmet mevcut
idi. Bunun haksız tarafı, hakikata ulaşmanın temelden imkân-
sızlığı neticesini çıkarmağa kalkışmasında idi. Mesleğin kurul-
masına imkân vermiş olan tenakuz esasını yaralayarak kendi
kendini yıktı. Şüphe ve hatta inkâr derecesini geçti, birbirini gâ-
yet nakzeden kaziyeleri toptan tutmağa kalktı ve bu bakımdan,
muâsırlarmın gözünden düştü ve bir tepki davet etti. Müphem
şekilde tasavvur edilmiş olan tenakuz (çelişme) esası Sofistlerin
hakikî kuvveti oluyordu. Yine bu esas, Sokrat'ın Sofistleri peri-
şân etmesine vâsıta oldu.
— TASAVVURLAR
- İLMİN MEVZUU
E F L Â T U N :
D U Y G U L A R Â L E M İ
nin taalluk ettiği şey, şu veya bu şekilde şecaat ile yapılmış bir
fiil değil, belki bütün şeci fiillerin iştiraki bulunan bir kavram-
dır. Şecaat kelimesini kullanan her insanın zihnine o kavram ge-
lir. Suale (mâ hüve bih) «o cevap teşkil eder» (mem., 4, 6, 1 ) . De-
mek ki Sokrat, ilmi. yeniden, tasavvurlar üzerine bina ediyor.
Ona göre, «kesin bilginin esası tasavvurlardadır». (Mem., 4, 6, 13)
Kesin bilginin ölçüsü, Sofistlerin münakaşalarına son veren, be-
ni, hem kendim ve hem de diğerlerile ittifak haline getiren ne
ise, odur (Aynı eser, 4, 6, 15). Sokrat şöyle idrâk ediyordu : «Eş-
yayı oldukları gibi, bizâtihi görerek diğerlerine bilgi vermek
mümkün olacaktır.» (Aynı eser. 4, 6. 1).
(7) Eflatun'un Phaidros adh eserinin Fransızca tercümesine atıfta bulunuyor,. Bu eser
Hamdi Akverdi tarafından Türkçeye çevrilmiş ve Millî Eğ. Bakanlığmca 1943'de
basılmıştır.
A R İ S T O :
- Ü N İ V E R S E L D E L İ L İ N İMKÂNSIZLIĞI
— ESASLARIN KENDİLİĞİNDEN
AŞİKÂR OLARAK
KESİN Ş E K İ L D E B İ L İ N E B İ L M E S İ
(8) Ünlü Yunan felsefecisi Aristo'nun « D e Anima — Hayvanat» adlı eserine atıfta bulu-
nuyor. Birçok baskısı olan bu kitabın hangi mütercimin baskısına atıfta bulunduğunu
bildirmiyor. Ayrıca Mütercim Merhumun «Maabad» diye kısaltarak kaydettiği eser
Aristo'nun Metafizik adlı eseridir.
(9) Kesin bilginin vukuuna inanmak, akim hatâ etmezliğini kabul etmek demek olduğu
teslim edilmiş değildir. Dava (Mucibei Cüziye) olabilir. Halbuki hatâ etmezlik külli-
yete mütevakkıftır. Binaenaleyh, bu sözden maksad, aklın her şeyde değil, bedihiyât-
ta hatâ etmezliği olacaktır. (M.H.Yazır)
ARİSTO'DAN SONRA
(10) Felix R A V A l S S O N ' u n «Essai surla Metaphysique d'Aristote» adh 1837 de Parkte
basılan eserine atıftır.
ARİSTO'DAN SONRA 15
nemez. Lâkin, ihtisas yolu ile bilmek (Duyusal bilgi) mutlak de-
ğildir. O, objenin süje üzerinde yaptığı intibaı takip eder ve on-
dan farklı olur. Bilgi, modeli bir objeye bağlarken verdiğimiz mu-
vafakat ve iz'an ile başlar (Sextus Empricus). Fakat, bu iz'anı
tayin eden nedir? Başka bir tabirle, model hakikatini biz ne su-
retle tanırız? Bunu gelen intihaların kendisi yapar. Bize kendi-
lerini o derece kuvvetle arz ve bizi o şekilde cebir ederler ki iz'-
andan vazgeçmeğe muktedir olamayız. Bunlar realiteye muta-
bıktırlar ve bir nesneyi diğerlerinden ayırmağa imkân verecek,
kendilerine mahsus, nitelikleri haizdirler. (Sextus Empricus).
Filvâki, Stoacılar, sonradan Laybniç'in yapacağı gibi, tabiatta
birbirine tamamen benzer bir şey yoktur diye iddia ederler ve
bundan şu neticeyi alırlar : Her şeyin her halde sâdık ve hakika-
ten toplayıcı yalnız bir modeli vardır ki hakimin iz'an mevzuu
yalnız o olur...] (Raveson, Metafizik, Aristo). «Bu model (temes-
sül) belirliği husule getiren intiba ve sarsıntı ile tanınır. Lâkin,
şâhid olunca nev'î niteliği yerleştiren ve inbisat eseri bulunan bu
çarpmanın (sademe) ölçüsü nedir? Bu ölçü, bâtini kuvvetin gücü
ve şâhit olan nefisin inbisatıdır. Bu şekilde intibaa maruz kalan
nefsin pasif durumdan aktif duruma geçmesini görüyoruz ki ne-
fis, şâhid olduğu objeyi bu aktif halile idrâk eder ( " ) (CIc. Acad.
11, 10)
(12) Müellif, bu fıkra ile, ruhânî mücerretlerin tahakkuku lüzumuna işaret etmi? oluyor.
Lâkin, ben burada bir tenakuz görmüyorum. Çünkü, müsbet ve menfi teklif bir nok-
taya yönelmiyor. Tahakkuk ve halcikatin eismâniliğinden hakkm ve hakikatin da cis-
maniliği neden lâzım gelsin? Tahakkuk, vâkii vücuda mutabakat demek oluyor. Hal-
buki, cismânî şâhitlik zâii ve helâk olan hususî ve münferit vakıalara sâdıktır. Küllî
tasavvurlar ise hudutsuz vâkıalara sadıktır. İnsanın küllî tasavvuru, şu veya bu insa-
nm şâhit olmasmdan ziyade vâkıalara sâdıktır. Bu itibarla, küllî tasavvur, cismânî şâ-
hitlikten ziyade hak olmuş olur. Bundan niçin tenâkûz lâzım gelsin? Tasavvurlar cis-
mâni değilse masadakları (sadık oldukları şeyler) cismânîdir, denilebilir. Tasavvurları,
hakikata uymayanları idrâk değildir. (Müt. E . M . H . Y a z ı r )
ARİSTO'DAN SONRA • 17
zet ve alemi bildirirler ki amelî hikmet buna dayanır. Müşterek hisse ge-
lince : Bununla, iştirâk hâsıl olur, yâni duyurma (İhsas) vukua gelir.
Bu, bir iz ve alâmettir ki, bundan sonra ihsası, defalarca tekerrür ede-
bilir hale koyar. Şu halde, Epikür'e göre, son tahlilde, hakikiliğin miya-
rı ve bütün nazarî hayatın esası duyurma (İhsas) dır, denilebilir. Eğer
bütün duyuları (ihtisas) lan atarsanız, hakkı bâtıldan ayıracak bir
vasıtanız kalmaz...] (Epie, ap. D. L. X. 40). (i-')
(13) Diogenis Laertii. Yunan filozofudur. Müellif burada onun «Dc Vitis Dogm.<)tibu.s et
.\()opehetegmatibus alarorum philosophorum» adlı eserine atıfda bulunuyor.
F. /2
18 METÂLİB - MEZÂHİB
(14) Du hayalî ideler (İdees images) nazariyesi, bizim Tasavvufda da meşhurdur. Buna
(Mescl-i Mufıllâl.a) dahi denir.
PİRON ( P Y R R H O N ) AGNOSTİSİZMİ (LÂEDRİYESİ)
Y E N İ AKADEMİ
- PROBABİLİZM (İHTÎMALCİLTK)
KARNEAT ( K A R N E A D E S )
ZÂHİRİ ( G Ö R Ü N Ü R D E K İ ) HAKKİN
D E R E C E L E R ! NAZARİYESİ ( K U R A M I )
(16) l î R G C H A R D . Victor Charles. Saiiis. (Doğ. 1S48 -- (). 1907 Paris) tanmmış Fransız
felsefe tarihçisidir. «Revue Philosophique» çok kıymetli felsefe tedkikleri yazmış, ay-
rıca f e l s e f e tarihinin bir çok bölümüne müstakil tedkikler yazmıştır.
PIRON AGNOSTİSİZMİ 21
da, ona erişmek asla nasip olmaz. İlk derecede temessül, sadece, haki-
kate benzeyiştir. İkincide, fazla olarak, asılla çelişmeye düşmemek me-
ziyeti vardır. Üçüncüde ise, yalnız tenakuza düşmemekle kalmıyor, te-
nakuzun olmayacağı da isbât ve teyid edilmiş oluyor. Araştırmalarımızı
bu şekilde ne kadar ileri götürür isek, bilgi de o nisbette hakikate daha
ziyade benzemiş ve kesin bilgiye yaklaşmış oluyor. Karneaci, bu nazari-
yeyi ahlâk ilmine tatbik eder. (Hayrın sultası) meselesini hic nazara
almaz ve yalnız, muhtelif hayırların izafî kıymetlerini tayin eyler. (Ha-
kikate benzeyiş - Vraisemblance) nazariyesi, ahlâkta, (Müşevvikat-Tes-
vik ediciler) nazariyesile alâkahdır....] (Sextus Evıpricus).
TELİFÇİLİK (TELFÎKİYE)
HAK ÖLÇÜSÜNÜN B E L Î R L E Ş M E S İ
ANTİYOKÜS - - CİCERON
(•20) Eski b i r m a n t ı k t â b i r i d i r . İ d d i â y ı isbat e t m e k i^in b i r şeyi nİ-ic kendisi ile delii .göster-
meğe kalkışmak.
30 METÂLİB - MEZÂHİB
değildir, der. Çünkü, bu karar kime ait olacak? Bir insana nnı,
yoksa bütün insanlara mı? Birinci halde, o bir tek insan nasıl
keşfolunacak? îkinci halde, insanların ittifakı nasıl kararlaştı-
rılacak? Bir şeyin hakikat olup olmadığına karar vermenin in-
sana ait olduğu iddiasını kabul edelim. Bu kararı hangi kuvve
ile verecek? Havas (duyular) ile mi? Havas, insandan insana,
hatta, bir insanda, vakitten vakite değişir. Bundan başka, duyu-
larımız bize yalnız nefsimizdeki değişiklikleri gösterir ve eşyanın
tabiatına dâir bir hüküm vermemize müsaid değildir. Şu halde,
bahsi geçen karar akıl ile mi verilecek? İçimizdeki akıl, insan-
dan dış âleme nasıl varacak? Bu son delil, Kant'm vazettiği (İn-
san ruhunun söylediklerinin objektifliğini ( a y n i l i ğ i n i ) isbat eden
nedir ? ) meselesinden önce gelmiş bir his gibidir. Bundan sonra,
Sekstus Ampriküs hakikat tasavvurunu tetkik ediyor ve burada,
miyâra dair söylediklerine büyük bir şey ilâve etmiyor.»
manda, ve tıpkı onların tarzında malûm olmayan hiç bir şeyi bize ma-
lûm^ kılamazlar.»... ]
- rr^SÎLÂH (FENÂ-B-^ÎL'LÂH)
Her şeyden önce, varhğı isbâta muhtaç olan bir (Ailahı bil-
me), kesin olarak, nasıl elde edilir? İkinci Eflâtuncular (Plotin)
mesleği bu suale cevap verir : Allah, bizim içimiz (bâtınımız)
dır. Hakikatte, biz ondan ayrı değiliz. Açık söylemek lâzım gelir-
se, felsefenin bütün işi, bizi hakikî varhğımıza geri döndürerek
ilâhî varlıkla buluşup anlaşma zevkini vicdanımıza vermek, bizi
yüksek birlik içinde gömen vecid ve istiğrak halinde kendimi? •
den geçirmektir (Fenâ-Fil'lâh). Bu suretle. İkinci Eflâtuncula'
Mezhebi de, Telifciler (Eklektistler) gibi, doğrudan doğruya ke-
sin bilgiye, ilk kesin bilgiye başvuruyor. Fakat, kalbin yalnız
kendini düşünmesinden böyle dış âleme kesin bilgi nasıl çıkanla-
P./3
34 METÂLİB - MEZÂHİB
ÎMÂN :
[Bu suretle, îmân, yani tasavvura râzı olan irâde fiil, bilgiye ilk adım
olur. Hissi müşahedelerin, sübjektif olarak, hakikate uyduklarında şüp-
he yoksa da, bu müşahedelere hakikî bir âlemin masadak (tasdik eden
şey) olması hususunun kesin olarak bilinmesi ancak imân ile olur. Şim-
di, bu hissedilen âlemde, hislerin üstünde bir hakikatin da mevcut gibi
olması, tasavvurdan daha evvel, bir imânm eseridir. Demek ki, ilim bu-
lunmadan imânm bulunması mümkündür. Fakat, imân olmadan ilmin
bulunmasma imkân yoktur. Son maksad, ne ilimsiz itikaddır, ne de iti-
kadsız ilimdir, belki ilim ile sonuçlanan imân veya imâna uygun bir
ilimdir.,.] (Utîlite^Credendi, 2, 25).
time asıl mevzuunu veren bu ilmî imâna, dinî imânın iki şe-
kilde benzeyişi vardır : Dinî imân bir irâde işidir ve ancak, aşk
ile mümkün olur. Hayrı bilmek için, onu sevmek ve istemek lâ-
zımdır.. Dinî imân dahi, mevzuunu ve tâalluk ettiği şeyi kendi dı-
şında bulur ki; bunlar ilham ile verilen metafizik hakikatlerdir.
ORTA ÇAĞ ;
NETİCE :
ŞÜPHECİLİK
- MONTENYİ (MONTAİGNE)
— ŞARON (CHARON)
(22) Bu devrin Hıristiyan âlimleri, bu fikri, tslâm (Mütekelliminin) den duymuş gibidirler.
Gerçekten, Islâmda, dinî hakikatlar, meselâ Âhîret şâire gibi akideler, tarihi vak'-
alar gibidir. Aklen bulunamaz ve nakle ve vahye ihtiyaç görülür. Bu mânâda bunlara,
.akıltistü demek mümkün ise de bunlar aklen imkânsız ve birbirini nakzedici değildir-
ler. tfidince akıl inkâra mecbur kalmaz. Halbuki, Hıristiyanlıktaki Teslis böyle d e P -
dir. Akla ters düşer. Aklî îmân, her şeyden önce, teslisi reddeder. Bu bakımdan, zikrî
geçen kaidenin Hıristiyanlığa tatbiki lafdan ibaret kalır.
38 METÂLİB - MEZÂHİB
(26) Bu hileyi, son zamanlarda, bir takım çocuklar ve yazarlar, memleketimizde, tslâm. Dinî
meseleleri hakkmda kullanmağa başladılar ve o zamandan beri edebiyatımıza bir Hı-
ristiyanlık üslübu karıştı. Halbuki, İslâmda, imân ile aklın çatışması görülmemiştir. Is-
lâmi hakikatların ya zarurî (zorunlu) ya mümkün, makûl şeylerden ibaret bulundu-
ğu hesaba katılmamaktadır. Bu, fena bir sükuttur.
DEKÂRT (DESCARTES) :
— KAVRAMLARIN AÇIKLIĞA V E
B E L İ R L İ L İ Ğ E KAVUŞMASI; —
™ FARKLARIN UYUŞTURULMASI
Burada bâtıl bir devir yok mu? Akıl Allahı isbat ediyor, hal-
buki aklı teyid eden Allah oluyor. Bu, eğer Allah isbat olunursa,
Allahm varlığı delilimizin kıymeti olur, demektir. Tabiî nur Al
(27) Buradaki idrâki, ilim ve bilgiden daha umumî olarak, bildiğimiz tasavvur, daha doğru-
su, duygu ve mutlak şuur diye anlamalı.
42 METÂLİB - MEZÂHİB
lahı isbat ediyor ve fakat, Allah var olmazsa, bu, gaflet (yanıltı-
cı) bir başlangıçtan ibaret kalabilecek.
Hulâsa etmek icap ederse, Allah, hem ilmin hem varlığın baş-
langıcıdır. Sağlam bilginin dayandığı nazarı temel de odur. Mâ-
nâların açıklanması ve belirlenmesi amelî bir miyârdan ibaret-
tir. Biz, idrâkin mevcudiyetini ve bundan doğrudan doğruya is-
tintaç (netice çıkarmak) olunan Allahın varhğını, şüpheye hiç ma-
hal bırakmayan bir bedahat (apaçıkhk) ile biliyoruz. Âlemin var-
lığına gelince : O. ancak, Allahın varlığının tasdikile teyid olu-
nur. Yine, bu âlem hakkında ilim sâhibi olmak da, Allahm varlığı
sayesinde mümkündür. Zira, belli ve belirU manaların, belirli
hakikatlar tarafından teyid ve tasdik edilmesi, ancak, Allahm
mevcut ve en»mükemmel olmasından dolayıdır.
MALBRANŞ (MALBRANCHE)
S A Ğ L A M BİLGİ ( Y A K Î N ) VE
(28) Entretiens sur la Metaphysique et la religion : Metafizik ve Din üzerine göri.işmeler. Çe-
viren. Bedia Akarsu. M.E.B. 1946.
SAĞLAM BİLGİ 45
[...imân, bizim için öyle bir delil olur ki, kendisine mukavemet
imkânı 'yoktur. Ortada bir cisim, ister var olsun ister olmasın, şura.sı
bellidir ki; biz onu görmekteyiz. Buna dair ihtisasları (duyuları) da
bize ancak Allah verebilir. Demek ki, beraber yaşadığım insanları, mü-
talâa eylediğim kitapları, dinlediğim nasihatları, müşahedelerime ya-
rayan görüntüleri, ruhuma ancak Cenabı Hak hazırlar. Allahm yeri
ve gökü yarattığını ve indirdiği kitabın ilâhî bir kitap olduğunu bana
imân öğretir. Bu kitap da, ortaya çıkınca, bana, müsbet olarak, bin-
lerce yaratığın varlığını söyler. İşte bunlar, hep, benim değişik maz-
hariyetlerimdir. Cisimler vardır. Bu delille isbat edilmiştir ve imânın
icabıdır...] (Ayni eser, 6,8,).
İNSAN İ D R Â K İ ,
İLÂHÎ İ D R Â K T E N F A R K L I DEĞİLDİR
(29) Ethica. Etika. Çeviren Prof. Hilmi Ziya tJlken. M.E.B. 1965.
(30) Emill Sasset: R e f o r m s de l'Entendement.
48 METÂLİB - MEZÂHİB
bir mânâ, sadece insan nefsinin künhünü teşkil ettiği için değil, aynı
zamanda, başka bir şeyin mânâsı olduğu için ele alınmış olursa, bu mâ-
nâ, bizde, noksan bir şekilde, yani Tam olmayarak bulunur. İşte, mâ-
nâların bâtıl oluşu ve kara cahillik demek olan bir şey bilmemek, bu
noksan bilgiler demektir. Bütün mânâ ve sûretler, Allahta, hakikî ve
tamdırlar. Biz de, tam olan mânâları, açıklık ve belirliliklerinden, tam
olmayan mânâları da, noksan olmalarından, bir çok mânâya gelen hal-
lerinden tanırız,..] (Ethique - İspinoza - 2. Sahife 35 - 36). Tâm olan
mânâlar mahiyetleri itibarile, hakikat (gerçek) olduklarından, mânâ-
ların gerçeklik miyarı (kriteri), bir had tayini icap ederse, açıklıkları
ve belirlikleridir. Açık (celî) ve belirli (mütemayiz) olan mânâlar hiç
bir zaman bâtıl olamazlar. (Bak. Rs.forme de l'Entendement Sahife 399).
Lâkin, bu takdirde, insan ilmile ilâhî ilim arasında fark da kalmıyor.
Celî ve mütemayiz olan mânâ, bâtıl olamayacağı gibi vehim ve şüphe-
den de âri olur.
F./4
LAYBNİÇ ( L E Î B N Î T Z ) :
— BEDİHÎ ( A P A Ç I K ) , DELİLLİ ( K A N I T L I ) ,
(31) Bu taksim, islâm Mutasavvıfiarmm, timi Yakîn, A y n î Yakîn, Hakkı Yakîn taksimini
hayli andırıyor. Bununla beraber, aralarındaki fark büyüktür. Seyyid Şerif, Tarifa-
tında der k i : « H e r akıllının öleceğini bilmesi sağlam bilgidir. (İlmî yakîn). Ölümün
yaklaşması ile ölümü görüp öleceğini bilmesi ( A y n î yakîn) dir; Ölümü bilfiil tatması
(Hakkî yakîn) dir. Buna rağmen, bedâhet (Hakkî yakîn), burhan (timî yakîn), his de
( A y n î yakîn) diye tefsir olunabilecektir, (timi yakîn) ve ( A y n î yakîn) tabirleri, Kur*-
ân-ı Kerîm tâbirlerindejıdirler.
SAĞLAM B İ L G Î 51
(32) Şu hale göre, (ûlâ) dernejs (evvelâ ve bizzat), yani (bilâvasıta) demek oluyor.
52 M E T Â L İ B - MEZÂHİB
HİSSÎ YAKÎNİ ( D U Y U S A L S A Ğ L A M B İ L G İ Y İ )
Y Ü K S E L T M E K İDDİÂSINDA BULUNUYOR :
(33) Beşeri Bilginin ilkeleri hakkında bir Eser ve Hylas ile Filanos arasında üç konuşma.
M.E.B, 1935 fet. M.S. Engin.
DUYUSAL SAĞLAM B İ L G İ . 55
İkincisi, delilli yakîn (sağlam bilgi) dir ki; dolayisile olur ve ev-
velki sağlam bilgiye dayanır. Demek oluyor ki, Berkley, kendisinin
(maddeyi red) mezhebini, hâsselerimizin (duyularımızın) tasdik ve te-
yid ettiklerine tam bir inanış ile telif eylemiştir : Hatta, ona göre, mad-
denin reddedilmesi, hâsselerimizin doğruyu verdiklerini teyid etmek
içindir. Cismanî cevherin (öz varlığın) bu suretle ortadan kaldırılması,
eşya gerçeklerinin manalarda tesbiti, aksi düşüncenin Şüpheciliğe gö-
türmesi, güvercinin boynunda değişik renkler, sudaki sırıkta kırıklar
göründüğü için bir takım itirazlara sebep olması yüzündendir...] (2
Dial.).
DAVİD HİYUM (DAVÎT H U M E ) :
TECRÜBİ ( D E N E Y C İ ) ŞÜPHECİLİĞİ ( A M P İ R İ Z M ) :
İTİKAD ( D O Ğ M A ) NAZARİYESİ :
1 — Mânâların münasebetleri,
[...Bir itikad, bir mânâdan fazla bir şey değildir. Bunun itibardan
farkı, tabiatta, yani unsurlarının teşekkül tarzında değil, belki tasav-
vur tarzındadır. Ben, bu tarzı izah etmek istediğim zaman, buna ta-
mamen uygun bir kelime bulmakta müşkülâta uğradım. İz'an husule
getiren bir mânâ, sırf itibarî ve farazi olan ve yalnız hayal gücünün
(muhayyilenin) telkin ettiği mânâdan farkh olarak hissediliyor. Ben,
bu fark, hissî yüksek bir kuvvet, veya bir şiddet, bir selâbet, bir metâ-
net, bir istikrar diyerek izah etmek isterim. Böyle muhtelif tabirler kul-
lanılması o kadar felsefî değilse de, ben, bûnlarla, hakikatları, veya ha-
kikat sayılanları bize, faraziyelerden (itibarlardan) daha kuvvetli ola-
rak, arzeden ve zihinde daha ağır basan ruhun bir işini ifâde etmek is-
tedim (Recherches, sur l'enterdement Humain 2 - 5 ; Traite de la na-
tura h u m a i n e ) . »
[...Aklımız, hakikiliğin kendi tabiî eseri olduğu bir nevi illet (se-
bep) gibi düşünülmek icap ederse de, diğer bir illetin çıkarabileceği
güçlükler ve sübjektif melekelerimizin sebatsizliği yüzünden, çok defa
hüküm veremiyebilir. Bundan dolayı, her ilme ihtimal karışır ve bu ih-
timal, müdrikemizin aldatmaması veya yanılması hakkındaki tecrübe-
mize ve bu meselenin basitlik ve muğlaklık derecesine göre, az çok fark-
lı olur»...] (Ayni eser)
(37) Istikrâî mantıkta beyân olunduğu gibi, istikrârın temeli, birbirine benzeyiştir. O halde,
, istikrâ ilmine göre yapılmca, istidlâlli istikra bu esastan başlar ki bu da tabiattaki de-
vamlı birbirine benzeyiş başlangıcına dayatılıyor. Bu bahsi iyi anlamak için, terceme
eserim (Mantıkî tstintâcî ve tstikrâi) ya ve bilhassa lâhikalarma bakılmalı.
(38) Bu bakımdan, bu meslek bir (llhâm) başlangıcını kabule sebep olur.
KANT ( E M M A N U E L K A N T ) :
— SAĞLAM BİLGİ,
— Î M Â N , ZAN V E REY,
— İLMÎ S A Ğ L A M B İ L G İ ;
— METAFİZİĞİN İMKÂNSIZLIĞI;
— ÎMÂN AHLÂKI
b — İmân, vâki (olgu) bir hüküm ile. Î3İr mutlak önerme ile,
(42) Seyyid Şerif Cürcânî (Tarifat) adh eserinde, yakîni (sağlam bilgiyi) şöyle tarif eder :
«Yakîn, liigatta, şüphe edilmeyen ilimdir. İstılâhda (terim olarak) ise: Bir şeye, bu
böyledir diye inanmakla beraber, ancak böyle olabileceğine, vâkia (olguya) mutabık
(uyarlı) ve zâil olması (geçip gitmesi) imkânsız şekilde İnanmaktır.» Birinci şekildeki
tarifte, inanış (itikad) ism-i cins olduğundan, zanna dahi şumüiU vardır.
îkinei şekilde ise, yani terim olarak, inanış, zannı dışarıda bırakır. Vâkıa
(olguya) mutabık olmak kaydi, mürekkep cehil denilen, bilmediğin! de bilmemezliği,
zâil olmak imkânsızlığı ise, İsabetli karar veren bir kimseyi taklid eden şahsm inanı-
şmı tarif dışı bırakır.
GörüUiyor ki, bu lürif, Kant'uı tarifini tarnamilc ihîiva ettikleri mâda, daha der-
li loplu, daha açık ve daha ayrıntılıdır. Kant'm îmân dediği ikinci mertebe, Seyyid
Şerif Cüreânî'de (Mürekkep Cehil) ve (Taklid) adlarile iki mertebeye daha aynhyor
ki, üçüncüsü Tahkik (doğru olup olmadığını araştırmak, gerçekleştirmek) olacak ve
yakîn (Sağlam bilgi) i!e birleşecektir. Bu sebepten, burada', Seyyid Şerifin îmânı zik-
retmemesi dikkati çekmelidir. îslâm âlimlerinin fikrince, itlâk üzere imân, yakînin
(Sağlam bilginin) bir başka şeklidir. İmân da itikad gibi, İkandan daha geniş ve şu-
müllüdür. ikanın şumulüne giren, tmâmn Mürekkep Cehil veya Taklid olan kısımla-
rıdır. Esasında, İkan, îmânın nevilerinden biridir.
F./5
6G METÂLİB - MEZÂHİB
(45) Mütercim, eseri naklinde, Biliümmiye ve Bilinniye tabirlerini kullanmıştır, Bunlar, Sû-
ri Mantık ve Tecrübe ve ihsas usulleridir.
(47) Kant'ın, Şüphecileri zor duruma düşürdüğü bu deliline dikkat edilsin. Tamamile doğ-
rudur. Fakat, Bu delil, mutlak ilme sahip olamayacağımıza dair kendi mezhebine karşı
da ileri sürülebilir. Çünkü, Numeni bilmenin mümkün olamayacağını iddia etmek,
İLMÎ SAĞLAM BİLGİ 69
~ H E R B E R T SPENCER (SPENSER) VE
MANTIKSIZLIĞİ —
1 — Metafizik,
POZİTİVİZM 131
2 — Tenkid,
3 — Müsbet ilimler.
lemez gösterip dururken, nasıl olur da Fen, bir Mutlakın C^^) yar-
lığını doğrulamağa kadar gidebilir. Kant gibi (Mantık - Giriş, 5)
Spenser de, sınırlı vicdan ile sınırsız vicdan, mantıki vicdan ile
Psikolojik vicdan arasını iyice farkedi,yor ise de, bunda, küçük
görülemeyecek bir çelişme vardır. Bunu farketmeyi, sınırlı vic-
dana mı yoksa sınırsız vicdana mı isnad etmeli? Bu tereddüt yü-
zünden. Spenser'in miyârı bütün değerini kaybetmektedir. Bu
miyâr ile, Mutlakın, hem mantık ile tasavvur edilemezliği, hem
de tasavvurunun zorunlu olduğu isbat edilebilecektir. Mutlak
hem tasavvur edilemez olacak, hem de biz onu doğrulamadan
inkâr edemeyeceğiz. Pek derin olmak istediği için olsa gerektir
ki, Spenser'in Pozitivizmi de. Ampirizmi gibi, çelişmelere düşü-
yor. Bu ise, aslında. Dogmatizme dönmek demektir.
(49) Felsefede Mutlak, varlığı için başka bir şeye muhtaç olmayan, gerek varolmasında,
gerek tasavvur edilmesinde başkasına ihtiyacı olmayan, kendiliğinden (bizâtihi) varolan
varlığm illeti de kendisi olan varlık demektir.
76 M E T Â L İ B - MEZÂHİB
kendi kendine sürehilen zayıf intibalar muzdan başka bir şey olmuyor:
Geleceğin sırrını geçmişin kuru Jıayallerinden ibaret olan şeylerde ara-
mak, uyanıklıkta bulunması gereken şeyi rüyada keşfe kalkışmak de-
mektir»...(Jules Lachelier (50) Fendoments de l'induction - Sahife 29-
30). Halbuki, Ampiristler, bu en sondaki gerekleri kabul etmiyorlar,
bunları reddetmek için, Felsefede kendilerinin biricik yetkili temsil-
cisi olmakla ögündükleri fennin yıkılması gerektiğini ileri sürüyorlar.
MADDE BAHSt
MADDE BAHSİ
(2) Heinrtcl! lUTTER, (1791. Zerbst' — 1869 Göriingen) Almandır. Fehefe tarihçisidir.
Burada bahsedilen kitabı. «Geschichte der lonischen Philosophe» adlı eserinin Tissot
tarafından Fransızeaya yapılan tercümesidir.
ATOM NAZARİYESİ 81
(3) Marcus Tııllius Ç İ Ç E R O N : ( M . Ö . 106 — M.S. 43) Romalı Hatip, devlet adamı ve filo-
zoftur.
Eserleri: -
1. De Diviııilatione et de Fato.
2. D e Natura Deorum.
3. De Officiis.
4. De Finibus
5. Tuscutanes. . ,
6. Akademici.
7. Opera Omnia.
Burada sözü edilen kitabı 2 Nolu kitabıdır.
(4) tbni Sinâ (Şifâ) adlı eserinin (Faslı iktisası mezhebi-l hükemâ) kısmında şöyle diyor :
( V e kavtnün caalûha mebâdîce ve leknyecalûha miifarikaten ve hüm ashabii Fi-
sagores. Rekkebû külle şey'in minelvahdeti vessenâiyeti ve cealûlvahdete f i hayrilha-
yır velhasri ve cealûsscnâiyete f i hayri gayrilhasri ve^erri.)
Türkçesi:
(Bazıları onları mebde yaptılar ve birbirinden ayırmadılar. Bunlar Pitagoreulardır.
Her şeyi tekten ve çiftten oluşturdular ve Tekliği yanlız Hayırda vc münhasıran onda,
Çiftliği de Hayır ve Serde mebde yaptılar.)
F./fi
82 METÂLİB - MEZÂHİB
1 — Su,
I — Hava,
3 — Toprak,
4 — Ateş.
M A D D E N A Z A R İ Y E S İ N İ N KARIŞIK (MUĞLAK)
HÂLE GETİRİLMESİ
«Sofcmi tabiî ilme dair hiç hir bahis yapmadığı halde bu fenne
öyle bir çığır açtı ki, sonraları bu fen, bu yolda tam bir metanetle yü-
rümeğe mecbur oldu. Âlemi izah için insandan yürüdü, insanı izah için
tabiat kanunlarından yürümedi. Tasavvurlar ile fiiller, tedbir ile mad-
deten vukua getirmek arasında, vicdanımızda bulduğumuz karşılaştır-
mayı tabiî hadiselerde de varsaydı. İşte, Aristonun, suret ve mad.de tak-
simi ve gaye illetlerini tutmasile, Sokrat'a ne kadar tarafdar olduğu
bu suretle anlaşılır.)) (Terceme fr. T. 1. Sahife 57).
(6) Friedrich Albcrt L A N G E . (1828 de Solingen - Wald ~ 1875 Malburg) Alnıaııdır. Ma-
teryalizmin tarihini yazmıştır. Burada sözü edilen eseri; «Gcschicte des Materialis-
mus. 1866» adlı kitabıdır. Eserin B. Pommerol (2 cilt halinde. 1910. Paris) tercümesi ba-
sılmıştır. Ayrıca Nolen tarafından da Fransızoaya tercüme edilmiştir.
86 METÂLİB •• MEZÂHİB
nin şekli ve belli nitelikleri olmayan bir mebde kabul ediyor ki,
ne mânâ gibi zihne, ne mahsus (duyulan) gibi ihsasa (duyuma)
yanaşır. Biz, onu, ancak bir duman içinde, bir nevi rüya halinde
kendimize mal edebiliriz. Eflâtun, bu maddeye, (mahal - heu) dc
der. Bu müphem, bu anamadde, Time'ye nazaran, mânâ karşısm-
da ve ona ircâı imkansız başka bir hakikat olarak, mânâ ile reka-
bet halinde, âlemi teşkil eder.
(S) Teınessül; misal haline gelme, yani bir şekil ve surete girme, cisimlenme.
(9) (Şerhi M e v a k i f ) eserinde de yazıldığı gibi, İslâm Feylesofları, Eflâtun'u budu mücer-
rede (soyut boyuta) kaail addederler. İşte Zeller'in beyanına göre, Eflâtun için canlı
madde (Hylos), maddenin aslı miicerred buuddan. yani hayyiz ve mekândan ve. fezâ
dahi denilen, halâ (boşluk) dan ibaret kalıyor. Bu mücerret buud, aslında müphem
bir mânâ olmakla beraber, (Halâ) mânâsı bakımından, sclbî (gerektirmeyen) bir
mânâ. bir lâvücud oluyor, İslâm ulemasının anlayışına bakılırsa bahsi geçen zorluk-
lan şu şekilde ortadan kaldırmak lâzım gelir: (Celâl Devvanî) ve (Gelenbevî) mer-
humların (Vücud) risalelerinde beyan ettiklerine göre, Eflâtun için üç nevi vücud
vardır:
(10) Buna, Hylos, (Heyula), mevzu, unsur, estaks adları verilir. Bilkuvvc olup bir veya
bir çok suretleri kaabil olması bakımından (Heyula) denilir. Bilfiil sureti hâiz olması
itibarile (mevzu) denilir. (Mantıkdaki mevzu değil.) Bütün suretler arasında müşte-
rek olduğu için (madde - tiynet) denilir. Mürekkep bir sistemde, en son tahlilde, ta-
savvuru kabil basit cüzüler olması yönünden de (Estaks) namı verilir. Terkibin baş-
ladığı basit cüzü olduğu için de (Unsur) denilir. Bunun gibi olanlara da bu ad veri-
lir. Hâsılı, terkibin mebdei olduğundan dolayı (Unsur) ve tahlilin de sonucu olduğtı
için (Estaks) olur. (İbn-i Sinâ - Şif â - Fasıl 2 - M a k a l e 1).
90 METÂLİB •• MEZÂHİB
tecrit ile (soyutlama ile) mümkün oluyor. Böyle müstakil \-e mü-
cerret olarak ele alman madde nedir? Her mevcut, yani ayn
(obje), müşahhas (somut) olmadan evvel, bu obje veya bunun
nakzedeni olabilirdi. Tercihan bu olmadan önce bu veya şu ola-
bilmesi ayni derecede mümkün idi. îşte, nakizinin (nakzedenin)
çıktığı bu iyice belli olmayan kuvvet, maddenin ta kendisidir
(20, 412, A 6),
(11) Demek ki, ölen bir insan, belli olmayan bir enerjide eriyecek ki, enerji olduğu için,
yine hayat imkâmna sâhip olacak. İşte, öldükten sonra dirilmek imkânı.
(12) Mollien Jean - Gaspard - Feiix R A V A İ S S O N . (1813. jNamur Paris) Fransız
Fclscfecisidir. Burada sözü edilen eseri. (Essaisurla VIetaphysique ıl'Arislotc Paris
1837) adlı ünlü eseridir.
(13) Burada hareket, bildiğimiz manadan daha umumîdir. Bunlar, bildiğimiz cismani ha-
reketlere (Nukle) derler. Meselâ, bir armudun sararması, üzümün kararması hare-
ket sayıhr. tbn-i Sinâ (Hudut) risalesinde, hareketi (Hurucun minelkuvve ilelfiil lâ fi
anm vâhidin) diye tarif etmiştir. (Kuvveden fiile bir anda olmayan çıkış.)
ARİSTO 91
(14) ibn-i Sinâ, harekelin ası! larifiude, (Kemalüıı cvveUiıı iiıııa bilkıı\\cti min cilu'li ma-
hüve bilkuvve) demiştir. Yani kuvvedeki şeyin kuvve olması bakmımdan kemâldir.
Demek ki, hareket, sona götüren kemâl değildir. Şu halde, asıl madde lakeınâldir,
başka tabirle bilkuvve kemâldir. .
EPİKÜR (EPÎKUROS)
V E STOA M A D D E C İ L E R İ :
(15) Diogenis Lacztii: ( - M . S. 220) Yunan filozofudur. Meşhur eseri: J><' ^ i Üs. «!<ıçnın.
tibus et apophetegmatibus darorum philosophorum. lib X adlı kitabdır. I'aul - lancl
burada ( D . L . 10) kısaltmasıyla ona atıfta bulunmaktadır.
(16) Halbuki hareketleri caiz görülüyor. Bu bir (tagayyür) değil midir ?
EPİKÜR 98
bir de, düz çizgiden ayrılarak, zaman ve mekânın belirsiz bir nok-
tasında, sebepsiz olarak, ayrılmak kudretini yakıştırmak lüzumu-
nu kabul eder. (Lükres-2, 223). Cüzüferdlerin rastgele buluş-
malarile, kâinât bir kere teşekkül edince, bundan sonra artık de-
ğişmez kanunlarla idare olunur. İdrâkin ve gâyeciliğin işe karış-
masına ihtiyaç göstermeden, her şey, cüzüferdlerin buluşmala-
rile, mekanik şekilde izah edilir. C®).
(18)Demek ki: Demokrit'in Tabiat Kanunları ezelî. Epikür'ün Tabiat , Kanunları ise son-
radan husule gelmiş oluyorlar. Cüzüferdlerin (müstakil en küçük parçalar) ezelî ka-
nunları ve küllî alâkaları olsa idi, âlem, ya hiç teşekkül etmezdi veya hiç bir yeni hâ-
dise vukua gelmezdi. İşte, Epikür bunu görüyor. Demokrit maddeciliğinin bu noktadan
kifayetsizliğini anlıyor. Buna çare bulmak için de, kanunları, rastgele buluşmaktan
sonraya bırakıyor. Bir Tesadüf kaidesi koyuyor ve bunu koyabilmek için de cüzü-
ferdlere, bir belli istikametten ayrılabilme kudreti tanıyor. Lâkin, böyle bir kudre-
tin ancak irâdî bir kudret olabileceğinden gaflet ediyor. Şu hale göre, âlemin teşek-
külü mebdeinin bir tabiat kudreti değil, bir irâde kudreti olduğunu şuursuzca kabul
etmiş ve bunu kaide olarak koymuş oluyor. Bu bakımdan, îslâm Mütekellimleri, cü-
züferd ve maddecilik nazariyesi ile, Vacibülvücûdun ve Allah'ın isbatının daha kolay
ve belirgin olduğunu anlamışlar ve öyle yapmışlardır.
İKİNCİ E F L Â T U N M E Z H E B İ ( Î Ş R Â K Î Y E ) :
M A D D E C İ L E R E KARŞI T E P K İ
(iEğer bir çok mânâ varsa, bunlarda müşterek bir şey ve bir de,
birbirlerinden ayırt ettirecek, kendine hâs (özgü) bir şey bulunması
zarurî (zorunlu) olur. Bu hususiyeti olan şey, bu belirletici ve hususi-
yet verici olan ayırıcı şey, surettir. Lâkin, sûret denilince, bu sureti
alan ve ayırıcı vasıf kendisine nisbet edilen bir şey de söylenmiş olur.
îşte bu sureti alan şey maddedir. (Plotin - înneades. 2, 4, 4).»
Plotin der kî :
[...Cisimlerin maddesi, belli bir şey olduğu zaman, canlı ve idrâk
sahibi değildir, güzel görünüşüne rağmen ölüdür. Akıldaki madde ise,
F./7
— F E N L E R I N T E K R A R ORTAYA ÇIKIŞI —
— GASANDİ ( G A S S E N D İ ) ;
CÜZÜFERDCİLİĞI (ATOMCULUĞU)
(21) Hakikî cüzüler dediği şeyler acaba nasıl belli oluyorlar? Bu seçiklik, halâsiz müm-
kün değildir. Meğer ki sırf zihni addedilsin. O zamanda cüzü olmazlar. O halde, cü-
zülerden imtidada geçmek Madde Nazariyesi için kaçınılmaz olur. Gerçekten, De-
kart'da öyle yapacaktır.
(22) Pierre Gassendi. (1592 Provane — 1655 Paris) Fransız felsefecisidir. Dekarta itiraz-
larını Objections ve İnstances adlı ki»,ablarmda yazmıçdır.
100 METÂLİB •• MEZÂHİB
M A D D E N İ N ÖZÜ İMTİDADDİR.
i-. A'iHakıkat ile vücud tek şey olduklarından her hakiki olanın
bir şey olduğu pek aşikârdır. Açık ve belirgin olarak bildiğim her şeyin
hakikî olduğunu da isbat ettimy>...'\ (Medit. 5) (23).
(23)Rene des Cartes. Fransız felsefecisidir. (Tourainc'de La Ilaye 1596 Ö. İsveç 1650)
tarihlea-inde yaşamışdır. Eserleri Türkçeye çevrilmiştir.
1 — Discours de la Methode : ( A k l ı n ı iyi kullanmak)
2 — Meditationes de Prima Philosophia (ilk felsefe üzerinde Metafizik Düşün-
celer. M . E. Bakanlığı.
102 M E T Â L Î B - MEZÂHİB
(24) Fransızca (Etendue) kelimesi bizde (buud, imlidât ve bazan da ittisal) keîimelerile
ifade olunagelmiştir.
MADDENİN ÖZÜ 103
[...«Şu taşı muayene ettikten sonra anlarız ki; bir cismin mahiye-
tini, yâni ne olduğunu, bize anlatan mânâ, onu uzunluğuna, genişliği-
ne ve derinliğine boyutları olan bir cevher olarak idrâk etmemizden
başka bir şey değildir. Halbuki, bu mânâ, fezadan, ve hem yalnız ci-
simler ile dolu olan fezadan değil, (Halâ) denilen fezadan da edindiği-
miz mânâya dahildir...] (Felsefenin başlangıçları, 2, 3).»
(25) Fakat, buradan (Halâ) nin yokluğu değil varlığı anlaşılıyor. Feza dahi nihayet bir ci-
sim olmuş oluyor. Çünkü (Halâ) yi kabul etmemek mutlak olarak inkâr ile değil, ge>-
nişleme ve yayılmasının, yani büyüklüğünün cismin büyüklüğünden farklı olması ile
oluf. Şu hale göre, feza bir cisimdir, fakat bu cismin diğer cisimlerden boş kalmış
yerleri vardır denilebilir. Bir de bu cismi, hareket halinde ve ağırlığı olan cisimden
iyice ayrı görmek lâzım gelir. Nitekim, ispinoza, imtidat (boyut) ile cismin büyük-
lük ve küçüklüğünü farklı görecektir.
104 METÂLİB •• MEZÂHİB
h^TİDAT ( B O Y U T ) İLÂHÎ S I F A T T I R
C İ S İ M L E R BU SSFATIN
MUHTELİF HALLERİDİR
«Cisim denilince ben, ilâhî cevheri, imtidatli bir şey gibi düşünül-
mesi bakımından, belli bir taraftan ifade eden bir araz anlarım.» (Etik,
2, def. 1). «Cisimlerin hepsinde müşterek olan bir şey vardır : Cümlesi
bir sıfat, yani imtidat tasavvurunu gerektirir.» (Ayni eser. 2. lem. 2).
a — Basit clsimSer,
(26) İlletler bu şekilde sonsuz olarak gidince, mekanik hakikî illet, tabiatile, herkes için
bilinmez olur. Bu bakımdan, yukarıda Ispinozanm Septiklere karşı iddia ettiği Dog-
matizme imkân kalmaz. Bir ilk illete irca edilemeyen malûller ve malûmlar silsilesi
nasıl belliliğe kavuşabilir? İlletler silsilesi, biç olmazsa, mutlak cev-here dayatılmalı.
idi. Bu takdirde ise, araz illetleri ve hâdiseler silsilesi, mebdeleri dolayisile, bir sona
varır.
108 METÂLİB •• MEZÂHİB
— M A D D E N İ N ÜÇ H U D U D U —
(28) Bu tarife nazaran, (Antitypie) mukavemet değil, (tahayyüz) demek oluyor. Sonra
pasif mukavemet tabiri de tenakuz gibidir. Çünkü mukavemet aktif olur. Halbuki,
Laybniç aktifliği elastikilikte görüyor. Demek ki, ona göre mukavemet bir mekân-
da bulunmaktadır.
MADDENİN ÜÇ HUDUDU 113
F./8
114 İMETÂLİB - MEZÂHİB
sürüsü, bir balık alayı gibi bir çok cevherlerden husule gelen bir top-
lamdır. (Ayni eser, 736). Maddenin her kısmı, nebatlar ile örtülü bir
bahçe, bahklarla dolu bir havuz gibi düşünülebilir." Lâkin, nebatının
her dalı, hayvanının her uzvu, ahlatının her clarniası dahi böyle
bir t)ahçe, l)öyle bir havuzdur...J (iVlonadoloji, (i7)-
(29) Ahlat tabiri, insan vücudunda varlığı kabul edilen, kan, salya, s a f r a v e balgam gibi
dört usareyi ifade etmektedir.
MADDENİN ÜÇ HUDUDU 115
VE HİYUM ( H U M E )
M A D D E N İ N V A R L I Ğ I N I İNKÂR E D E R L E R -
(30) Yani imtidad dahi bir sıfattır. Onun zımnında b ^ k a bir imtid»t vardır deyip i » n u
gelmeyene gitmek lâzım gelir.
BERKLEY VE H İ Y U M 117
FRANSIZ M A D D E C İ L E R İ :
MADDENİN MÂHİYETİ :
— G E N İ Ş L E M E V E İTME GÜCÜ —
(FÎCHTE, SHELLİNG, H E G E L )
— MANEVİYATÇILARA GÖRE
MADDE N E D İ R ? —
— FÖYERBAH ( F E U E R B A C H ) ,
— BÜHNER ( B Ü C H N E R ) .
— MOLEŞOT ( M O L E S C H O T T ) .
( l ) (Pol Jıınc - Faule Junct) nin (Sur le Materialisme Centeınporain) adlı eserinde daha
güzel fenkidler vardır. (4 üncü baskısı)
( » ) Du Bois Reymond'un Ueber die Grenzender Naturerkenntniss. 1872. adlı eseridir.
A L M A N Y A ' D A MADDECİLİK 129
F./9
ÜÇÜNCÜ FASIL
„ NEFİS
VEYA
RTJH
N E F İ S V E Y A RUH
CİSMÂNÎ V E RÛHÂNÎ A R A S I N D A G E L İ Ş E N F A R K :
(1) «Nefisler bedenden çıktıktan sonra havada dalgalanmak zorundadırlar» denilmiş ki.
bu hal ile şüphesiz bahsi geçen mütalâanın (rayin) ilgisi var. Buna göre, güneşin cü-
züleri nefis olmuş oluyorlar. Fakat bu, bir felsefe mezhebi değil, bir Pitagorcu hu-
rafe telâkki olunmak gerekir. (Zeller).
136 METÂLİB - MEZÂHİB
N E F İ S V E CİSMİN SÛRÎ, A K T İ F V E G Â Y E C İ İ L L E T L E R İ :
(1) Tekevvün (oluş), vücud (Varolmak) demek olsa idi, bu karşılıklı lüzum doğru olur-
du. N e var ki, burada tekevvünden maksad, yalnız hudus, yani dıştan bir sebeple
meydana gelmektir. Çünkü, hareketin başlangıcı ve sonu, ancak hâdis, yani kendi-
liğinden olmayandır. Buna göre, karşılıklı gerekliliğin her mevcuda şâmil olması ka-
bul edilmiş değildir. Her mevcuddan maksat, tekevvün etmiş (oluşmuş) mevcud de-
mek olacaktır ve bundan (Vacibülvücud = kendiliğinden ve kendi kendine varlığı
zarurî olan) hâriç kalacaktır.
(2) İlk kemâlin sonraki kemâle nisbeti, ilmin gerçekten idrâke nisbeti gibidir. Mühen-
dis, her zaman ölçmez. Göz. bir canh olsa idi, görmek onun nefsi olacaktı. L.ikin
görme gücü ile filan veya filan şeyi gerçekten görmek arasında fark vardır. G ö z ka-
palı iken a e görmek kabiliyetini hâizdir. Birinci kemal, gücün son ve fiilin ilk hu-
dududur. Bu bakımdan, ilk fiil veya fiilin başlangıcıdır.
A K T İ F VE GAYECİ İLLETLER 141
EPİKÜRCÜLER :
- NEFSİN UNSURLARI —
STOACILAR : ( N E S İ M Î RUH)
- İBRÂNÎ İ L Â H Î Y Â T I N I N ( T E O L O J İ S İ N İ N ) T E S İ R İ ;
- AHDİ CEDÎD.
( D Pnevma dediklerini, İbn-i Sinâ (Şifa) adlı eserinde, daima (ruh) kelimesiJe ifade eyle-
miş ve asıl ruhu (Nefsanî R u h ) tabirile bundan ayırmıştır. Bu mevzuda, ekseriya,
(Nefsi Nâtika) istilahı (terimi) kullanılmıştır. Şah Veliyyu-llah DcJdevî, bu maddi ruha
(Pnevma), (Neşeme = Havaî ruh) der.
F./ıO
146 METÂLİB - MEZÂHİB
(2) Fransızca harflerle (Ruach) şeklinde yazılan bu İbranî kelimenin İbranî dilinde na-
sıl söylendiğini bilmiyorum. Fakat Arabca Ruh kelimesi ile aynı cinsten olduğu an-
laşılıyor. Hatta hemen, hemen, aynı kelimediî, denilebilir. Arap dilinde bu kelime
(R) harfinin (ötre) veya (Üstün) okunması ile iki şekilde söyleniyor. Arapça (Ka-
mus) da, ( R ) harfinin (Ötre) okunması ile (Erruh) şu mânâlara geliyor: 1 — Nefis-
lere hayat veren, 2 — Vahy, 3 -— Cibril (Aleyhisselâm), 4 ~ Isa (Aleyhisselâm),
5 — Nefih (soluk), 6 — Peygamberlik emri, 7 — Allah'ın hükmü, 8 — Allah'ın
emri, 9 — İnsan suretinde bir melek. ( R ) harfinin (Üstün) okunması ile de (Er-
revh): 1 — Rahat, 2 — Rahmet, 3 - - Rüzgâr mânâlarına gelir. Görülüyor ki,
Arapçada bu kelimenin maddî mânâya tahsisi yoktur, fakat iştirâki vardır. Kelime-
nin ( R ) harfinin (Ötre) ile ( R u h ) şeklinde okunması halinde, asıl mânâsı, (Nefislere
hayat sağlayan şey) dır. Fakat, bu hayat sağlayan şeyin, nefes almak, kan, veya
maddi ve manevî diğer bir şeyle tefsiri, dile değil, felsefeye ait bir meseledir. Bura-
da bahis mevzuu olan Pnevma işte bu (Nefislere hayat sağlayan şey) demek olan
( R u h ) dur.
NEFİS VE RUH 147
(3) Türkçeye çevrilmiş Inciilerde evvelki fıkraları az farklarla bulmuş isem de bu fıkra-
yı bulamaditn.
(4) Bu izaha göre, ruh, yalmz (ahlâkî nıh) olarak ta&avvur edilmiştir. Hakikaten, ahlâk
meselelerine ait ihtisaslar ve idrâkler diğer ihtisaslar ve idraklerden çok farklıdır,
Meselâ, Suriye'yi Mısır'ı, İran'ı fethedip ganimetlere el koyan Hazreti Ömer'in bir
yamalı gömlekle hayatını geçirmesi ve bütün zevkini hak ve adaletin tamim ve te-
sisinde görmesi halindeki ihtisas (duyum) ile, kadmlar gibi süslenmekten zevk alan
Roma Kayserinin ve engizisiyonlar tertib ederek faaliyet gösteren Papaların ahlâki
ihtisasları arasmda ne derin fark vardır. Bu fark, ruhlann mahiyeti arasındaki fark
mıdır, yoksa hastalık âlemetleri midir? Esasta seçkinlik pek bellidir. Bu bakımdan,
ruh, hayat, idrâk, söz ve ahlâk tecellilerinin müşterek mebdei olmakla beraber, onun
en mühim hususiyetini idrâk ve ahlâkta aramak da uygun olacaktır.
YENİ EFLÂTÛNCULAR (tŞRÂKÎYE)
 L E M İ N N E F S İ V E İNSANIN N E F S İ NAZARİYELERİNDE
Y İ N E (RÛHÂNİ) M E F H Û M U (KA\^AMI)
RÛHÂNÎLİK ÇATIŞMASI
(1) Evet, nefis, eriyip yok olamaz, olur. Fakat bununla yok olamaması da gerekir mi ?
Oluş mebdeinde (Halk = yaratma) Nazariyesini kabul edenlere göre, bu yok olma-
nın mümkün olması lâzım geliyor, O halde, nefsin ruhanîliği ve basitliği doğrudan
doğruya bekasını (ölmezliğini) gerektirmez. Kendi kendine ölmez olmak ezelî olma-
nın şartlarındandır. Nefis, sonradan olmuş ise, ezelî değildir. Demek oluyor ki, be-
kanın (ölmezliğin) mebdei, varlığı için başka bir şeye muhtaç olmamaktır ve varlı-
ğmın zarurî olmasıdır.
152 METÂLİB - MEZÂHİB
(2) Yukarıda mevzu ve mahmul kelimeleri geçmiştir. Yeni nesiller bunları bilmezler,
Mev2iu, Fransızca (sujet), mahmul (attribut) karşılığıdır. Osmanlı gramerinde mev-
zua (müpteda), mahmule (haber) derlerdi,
ORTA ÇAĞ
UYANIŞ D E V R İ (RENAÎSSANCE)
Orta Çağda yeni bir meslek ve yeni bir hal sekli yoktur. Ba-
zan Eflâtun'un bazan da Aristo'nun Nazariyeleri, nöbet ile, üs-
tün gelir. Hakikati tetkik ve mütalâa, vakıaları müşahede cihe-
tine hiç bakılmaz. Âlemin (külli) Nefsi Faraziyesini (varsayımı-
nı), bazıları tutmuşlarsa da Kâinâtın, her şeyin tedbirini alan bir
Allah tarafından yaratıldığı kabul edildiği için; faraziyelerin pek
faidesi yok demektir.
eden, inkârı anında bile idrâk etmekte olduğunu ve idrâk eden bir var-
lık bulunmadan idrâkin bulunamayacağını bilir. Bundan başka, biz
nefsimizi doğrudan doğruya müşahede etmekteyiz. Bunun dışında,
başkalarının nefislerini ancak cisimleri vasıtasile, yani bir takım işa-
retler ve belirtilerle biliriz. O halde, nefsin inkâr olunabilmesi neden
ileri geliyor? Mekân ve şekil şartları altında idrâke alışmış olmamız-
dan ileri geliyor. Hava boşluğunda, hâsselerinden (duyularından) hiç
birini kullanmayan örtülü bir insan hayal edelim : Bu insanın idrâki
ve şuuru olur. O halde, kendi kendini idrâk eder ve cismini duymaz,
var olduğunu doğrular ve liissettiğinin farkına varır. Bu durum, ci-
simden tamamen farklı nefsin varlığını gerektirir...]
( • ) Petrus Pomponatius (Pomponazzi) Doğum - Mantoue 1462. Ölüm 1525.' Eseri: Trac-
tatus de tamortafitate Anima (Jluhun ölmezliği).
DEKART (DESCARTES)
dolayı, nefis ile bedenin hakikî farklarını isbat için altıncı me-
ditasyonu bekler. İkinci meditasyon, idrâkin, (Edrekü feene mev-
cutun- İdrâk ediyorum, onun için varım) düsturu ile, başkasına
ircaı imkânsız bir mefhum (kavram) olduğunu göstermiş, Dör-
düncü Meditasiyon Allah'm Sadûkiyet (hakikata bağlılık) ve
tam kudretini tesbit etmiş, Altıncı Meditasiyonda §u neticeyi al-
mıştır :
tın küllî (üniversel) yüzü, birinci dereceden bir arazdan ( ' ) ileri
gelir, (Lettres al. Meyer 31, Sese tercemesi). Kâinâtın bu görü-
nüşü, bu yüzü, birbirini takip eden sonsuz arazlar ile nevileşir
ise de, zatı (asıl kendisi) bâkî kalır. Zirâ, hareket ile hareket-
sizliğin birbirine nisbeti değişmez.
(1)~ ( A r a z ) tâbiri, işaret, alâmet demek ise de, f e k j f e dilinde, kendi kendine var olama-
yıp başka bir cevherle (ezvarlıkîa) meydana gelebilen haller ve nitelikler demektir.
Buna (sıfat) da deniliyor.
160 METÂLİB - MEZÂHİB
MONADLAR NAZARİYESİ, ( Â H E N G İ E Z E L Î )
F./LL
162 METÂLİB - MEZÂHİB
1 — Basit canlılar,
2 — Hayvanlar,
3 — İnsanlar.
«Basit canlı, belli bir cisim ile birleşmiş olan (Monad) dır.
Bunun intibaları hissî değildir, kendini devam ettiremez. îkin-
ci mertebe, daha belirgin bir intiba, yani hissî olan (Monad) dır.
Buna (nefis) denilebilir. Üçüncü mertebe akıl ve fikir (raison
et reflexion) vasıflarını hâiz olan nefisler (Des âmes), yahut
(Ruhlar des esprits) mertebesidir. Ruhların ayırıcı vasıfları,
husûsî mânâsile ilim, kendini düşünme, üniversel hakikatlan id-
râk, yeni bir delile dayanan ilim ve netice çıkarmak gücüdür.»
(Bizde bu mânâ (Nâtıkhk = Mantıklılık) şeklinde ifade edilegel-
miştir.
( 2 ) Bu izâha göre, âlemin küllî ( Ü n i v e r s a l ) n i z â m ı m i?ah için de, insan bedenine naza-
ran, M o n a d nefsi gibi bir âlem nefsi Monadı kabul etmek lâzım gelmiyor mü"? De-
mek oluyor ki Laybniç, hepsini ihtiva etmesi icap eden bu Monadı, âlemin içinde
mevcut saymıyor. Buradan âlemin nefsi nazariyesini değil, Allah'ın varlığı neticesi-
ni çıkarıyor ki, bu bakımdan maddeci (Atom) nazariyesinden Allah'ın varlığı neti-
cesini çıkaran İslâm (MiiSekellimîn) nin m a n t ı ğ ı n ı kabul etmiş o l u y o r . Şu kadar ki,
Laybniç'in Monadlan kuvvet, İslâm (Mütekellimin) in Monadlan maddedir: Y^i,
aradaki benzerlik, âlemdeki Monadlardan âlemin nefsini değil, Allah'ın varlığı neti-
cesini çıkartmaktır. Her iki takdirde, âlemin cisminde, Felekteki gibi, birlik yoktur.
 l e m d e k i birlik ancak, AUaha intisap bakımındandır demek olur. ( M . Hamdi Yazır)
A M P İ R I S T L E R (Deneyciler) :
^ LOK' ( L O C K E ) UN KARARSIZLIĞI
Ix)k. Dekart gibi, «Sübjektif bir his bana, benî, kendi vicdanı
nı veriyor.» diyordu.
[ . . . « ( B e n ) kendine mahsus işleri sübjektif olarak idrâk eden şey-
166 METÂLİB - MEZÂHİB
(1) N e gariptir ki, (Ben) i inkâr edenler bile ( B i z ) ve saire gibi tabirlerle (Ben) den
müstağni kalamayarak, şuursuz şekilde nefsi itiraf ederler.
168 METÂLİB - MEZÂHİB
[•..."illiyet, meflıımıumı hafıza ile bir lîerc elde ettik rni, artık bu
illetler silsilesini ve buna dayanarak şahsî birleşmemizi, hâfızanııznı
ötesine kadar uzatmağa kudret buluruz, ve tamamen unuttuğumuz ve
fakat, umumî bir şekilde mevcut farzcttiğimiz zamanlan, birbirine ka-
rışmış münasebetleri, fiilleri bile kavrayabiliriz. Geçmiş işlerimizden
hatırladıklarımız ne kadar azdır? Meselâ, 1715 senesi Ocak ayının bi-
rinde, 1719 Martının onbirinde, 1723 Ağustosunun üçünde yaptığı ta-
savvurların ve işlerin neler olduğunu kim söyleyebilir? Bir kimse, n
günlerdeki halini tamamile unuttuğu için, şimdiki (Ben) inin o za-
manki kendisi olmadığına hükmedecek de şahsuiın birleşikliği hak-
kındaki mefhumları altüstmü edecek? Bunda, hafıza, şahsın birleşik-
liğini keşfetmiyorsa da, illet ve malûl alâkasını göstererek, onu bizde
husule getiriyor...] (Lok - Nature humalne — İnsan Tabiatı).
F İ H T E , ŞELLİNG, H E G E L
MUTLAK RUH
1 — Nefsi ruh,
2 — Objektif ruh,
(1) Burada tslâmm esasını düşünecek olursak, akli değil, hakkı gâye yapmış olan irâde
diyeceğiz.
(2). Bu izah farzı tslâmm ruhuna aykırıdır. Bu tanıyış, ancak mutlak manada, ve mut-
lak ruhta mümkün olur. Bu bakımdan, mutlak muhtar ancak odur.
. • F./12
178 METÂLİB - MEZÂIIİB
Mutlak ruh da, san'at, din, felsefedir. San'at belli bir su-
rette ortaya çıkan mânâ; din, Mutlakm hayal gücüne ve ihtisasa
(duygulanmaya) çıktığı suret; felsefe ise, kendini tasavvur eden
mânâdır. Hasıh, ilâhî ruh, Hegel'in ve talebelerinin ruhunda bu-
lunmakta imiş. Hakikat nefis olmuş ve Allah işte bu imiş. C-^).
«Her fiil ve amel onu yapana, her sıfat da onu taşıyan birine
bağlıdır. Biz bu ruhî ismini, tasavvura, aklı kullanmaya, şevke
vermeyiz de şevki, tasavvuru ve aklı olan kimseye veririz.» ( A y -
ni eser) Nefsin mahiyetini tayin etmek için realitelerden cevhe-
ri çıkarır :
NETİCE :
MADDE VE NP:FİS
CEVHEREERİIV
MÜNASEBETLERİ
MADDE V E N E F İ S
CEVHERLERİN MÜNÂSEBETLERİ
A K T İ F VE PASİF M E B D E L E R İ N BİRBİRLERİNE
KARIŞMASI
N E F S İ N G A Y E L E R İ N E TÂBİ
seksis) nasıl oluyor? Nasıl olabiliyor? Tek ile çok. hareket etme-
yenle oluş, vücud ile lâvücud, fezadaki ile feza dışındaki, bütün
bu birbirini nakzeden şeyler, nasıl oluyor da birleşiyor ve görü
nüşte bir birlik teşkil ediyorlar? Bu birleşiklikteki alâkalar, na
sil oluyor da tasavvur olunabiliyorlar? (Zeüer).
1 — Nus,
2 — Ümos,
3 — İpsomiya.
(1) Tavtia: (anlatılacak maksadı destekleyecek şekilde ftnccden bazı sözler söylemek)
demektir. -
(2) (Spontane) kelimesini, sclîki mürsile, istirsalî. inbiasî tabirlerile tercemc ettim. Ba-
zılarının (tav'î) dediklerini de görüyorum. Burada, eflâkin hareketine ait olan tabi-
ri görünce, Eskilerimizin, bu hususta (iradî hareket) tabirini kullandıklarını hatır-
ladım ve burada öyle kullandım.
CİSİMDEKİ M E K A N İ K L İ K 189
(3) Eflâtun'un bu sözleri, kanun koymanın, bizim Mutezile Mezhebinin kabul ettiği gi-
bi, sırf akıl ve ilim işi olduğunu anlatıyor. Halbuki, bunun sırf bir akıl işi olmadığı,
akim üstünlüğü varsa da, aklın şeriata hâkim olmadığı bugün kabul ediliyor. Bu
da bizim Hanefî Mezhebinin görüşüdür.
ARİSTO ( A R İ S T O T E L E S )
N E F İ S İ L E B E D E N İ N M Ü N Â S E B E T İ ; RÛH.
[...«Madde her zaman belli bir suretle idrâk olunur. Bir şey, bir
mânâca madde, bir mânâca da suret olabilir. Mermer, heykele naza-
ran madde ve mermer olduğu için de surettir. Demek ki madde, daima
ilerleyen bir şekil değiştirme ile, suretten surete yükselir. Belli olma-
yan ve ancak temsil yolu ile bilinebilen ilk madde (ilk heyula) son
tahlilde, bütün hakikatların aslında yine bulunacaksa da, her şeyin
bir de en son ve kendine mahsus maddesi vardır, ki, ilk madde, bu en
yüksek suret ile doğrudan doğruya birleşen son madde olmak için, bü-
tün bu aradaki suretlere birbiri ardına girip çıkmıştır.»
192 METALİB - MEZAHIB
e n Bizim kitapların tefsirine göre, Aristo'ya nazaran varlık iki türlüdür. Biri zihnî, di-
ğeri zihnin haricindedir. Bunun ikisi de gerçektir. Küllinin dış varlığı ferdle birlik-
tedir, fakat zihnî varlığı müstakildir. Bu itibarla, iki cümle arasında yıkışma kalmaz,
Çünkü, hakikî gerçekleşme, dış varlık değildir. Lâkin, hakiki gerçekleşme, hem
de zihni vücud mânâsına olmak daha muvafık olacağını ve bunun da her iki varlık-
ta istiklâl ile olmasının akla gelebileceğini dikkate alan îslâm Mütekellimini, Aristo'-
nun Mâhiyatına iyi gözle bakmamışlardır, ve ona tarafdar olan tslâm feylozofları ile
pek çok mücadele etmişlerdir. Bazı cihetten de, bu noktayı halletmek için, külli olan-
ların en sonunda, hem küllî hem de ferd olabilmesi nazariyesi ile, (Vahdeti Vücud)
bahsi açılmıştır. Ve, yine bundan dolayı (Vacibülvucud) - (var olması gereken) in-
vâhid ( T e k ) ve ferd (küllî olmayan) - (Cüzülerden oluşmayan) olduğu feylozoflarca
da ittifakla kabul edilmiştir.
MADDE, SÛRET ' 193
[...«Nefis, bir cisim değilse, cisimsiz de olamaz. Zira, nefis bir ci-
sim değildir amma, bir cisim ile mütezayiftir. Bu sebeple, tabiatta, şöy-
le veya böyle, bir cisimde bulunur. (Hayvanlar - 2, 3). Bu da, nefis bir
muhassala (bileşke) dir demek değildir, belki uzviyetin mebde ve se-
bebi, ve surî ve gâî (gayesi) olan) bir illeti demektir. (Hay. 2, 4). Nefis,
bedende bilkuvve (tasavvur halinde) mevcut olan şeyin bilfiil (fiil ha-
linde) gerçekleşmesidir.»
F./13
194 M E T A L İ B - MEZAHIB
STOACILARA G Ö R E R U H NAZARİYESİ.
TABİÎ İHTİLÂT ( K A R I Ş M A , K A T I Ş M A ) .
kan ile birlikte deveran eder ve bütün bedene dağılır. Hem me-
kanik olarak kendi mukadderat ve hareketlerine ve hem dina-
mik olarak uzuvlaşmanın mebdei ve hayat gücü halinde, tesirini
gösterir. (Ana karnında çocuğun teşekkülü). «Ruh, havadan gelip
damarlara dağılır, oradan beden içindeki uzuvlara ve bilhassa
beyine ulaşır. Oradan da tasavvuru ve âzânm hareketlerini vu-
kua getirir.» (Hipp., de Marb., S a c r . ) . İskender zamanında, he
kim Paraksagoras, kırmızı kan damarları ile siyah kan damar-
larını birbirinden ayırt etti. Veridler (siyah kan damarları) kan
ile dolu, şiryanlar (kırmızı kan damarları) ölü üzerinde boştur-
lar. Bunlar ancak havanın ve ruhun deveranına (dönmesine) hiz-
met ederler, ihsaslarda (duyularda) bizce sinirlerin gördüğü işi
görürler. Veridler ile şiryanlar arasında bir çok mültekalar (ka-
vuşaklar - Anastomases) bulunduğuna işaret edilmiş ve şiryan-
lara kan hücumu hakkında tam bir (Hastalıklar Nazariyesi) bile
ortaya atılmıştı.
sini l<abul etmek lâzım geliyor. (Plut. Kom.. No,, 2, 37), Stoacı-
lar, bu suretle, cisimlerin birbirlerine girememe hassalarmi in-
kâra varıncaya kadar gitmişler ve hatta, gayet küçük bir cisim,
gayet büyük bir cisme karışıp onun kadar genişleyebilir, bile de-^
mislerdir. Demek ki, bir damla şarap deryayı kızartabilecek (D.
L., 7, 31). Bu tedahül (birbirine girebilme) bütün cüzülerin teda-
hülü oluyormuş ki kuvvetin maddeye. Allahın âleme (hâşa) hu-
lulü böyle imiş. Kâinatın bütün cüzülerindeki âhenk, böyle lâ-
hûtî bir nefhanın açılıp kapanmasile izah olunmuş. (Çiçeron De
nat. Dehors. 7, 11, 19). Stoacılar, kâinatı bir hayvan telâkki ettik-
lerinden, onun nefsinin makarrım (bulunduğu yeri), aktif kuv-
vetlerinin hükmettiği ve tâbi bulunduğu merkezini arıyorlardı.
Çoğu, hegemonikonu (kürsüyü) yüksek yerlerde, esir (eter) de
Kleant ise güneşte kuruyordu. (Çiçeron. Academi., 41, 136). İn-
sanın nefsi, küllî nefisten bir kesilmiş parçadır. Âleme nazaran
Allah ne ise, bedene nazaran insan nefsi de odur. Onunla geniş-
leyip bütün unsurları, karşılıklı dostluk içinde tutar. Nefis ile
cismin rabıtaları, kendisinin cismaniliğim isbata yeter. Ortada,
bir cisme tesir edebilen bir diğer cisimden başka bir şey yok-
tur. Şu hale göre, cismin nefis ile birleşmesi bir fizik karışım-
dan ibarettir. Nefis bir ruh, yani tutuşmuş bir rüzgârdır ki, yıl-
dızların dünyadan yükselen buharlarla beslenmeleri gibi, o da ka-
nın buharları ile beslenir. Durduğu yer, beyinde değil kalptedir.
Zira, alınan hava göğüse giriyor, idrâkin ilk görünüşleri olan
•sesler hep göğüsten çıkıyorlar. Tenasülde, ana ve babanın ne
fişlerinden bir cüzü, ana karnındaki yavru haline gelir. Ana kar
nmdaki yavru nebatî bir nefisten ibarettir. Hayvani nefsin vü-
cuda gelmesi, doğumdan sonra, dışarıdaki havanın tesiri ve bir
nevi yoğunlaşma ile olur. (Plutarq De Stoic. Rep. Repvini, 1, 8,
41). Nefsin yedi cüzü (beş duyumuz, konuşma ve doğurma kuv-
vetleri) cisimde Hegemonikondan, yani yüksek merkez kuvveti
demek olan (kürsü) den başlayarak bir çok ayaklının ayakları
gibi, yayılıp genişler. (Plulargos deplac. ph., 17, 44).
111. 61. ag.). Nefis, ateş, hava ve ruh ile, duyularımızın başlan-
gıcı olan ve en hareketlisi ve incesi bulunan dördüncü bir un-
surdan meydana gelir. (Lükres - 3, 231). Âkile olmayan ve Lük-
res'in dediği gibi, hayat veren nefis, hayat gücünün bulunduğu
bedenin her tarafına dağılmıştır. Âkile nefsin bulunduğu yer ise
göğüstür. Duyum ve hareket hep buna aittir. (D. L . 10, 66). Bu
iki nefis, ayni vücudu teşkil ederlerse de, muhtelif hallerde bulu^
nabilirler. Meselâ, hayvani nefis kederli iken ruh sükûnet içinde
olabilir.
CALİNOS (GALENOS)
RÛH ( P N E V M A ) FİZİYOLOJİSİNE
S E R B E S T ŞEKLİNİ VERMİŞ
B E Y İ N İ N , İLİĞİN V E SİNİRLERİN
YAPTIKLARI İ Ş L E R :
beyin oyuklarında, nefse aid ruh ( ' ) (Pnevma pisikon), nefse aid
nefha (nefes) (Pnevma psychique) teşekkül eder ki bu hepsin-
den incedir.
(1) Bu tabirleri, tbn-i Sina'nın (Şifâ) adlı eserinde, anatomi ve fiziyoloji bahislerinde ay-
nen buluyoruz. Meselâ «İnsan bedeni, beyine benzemek bakımından, hayvanlann en
büyüğüdür. Bu da, onun, diğer hayvanlarda bulunmayan, düşünen nefse aid ruh
âletine çokça ihtiyacı bulunmasındandır, deriz. Beyinin soğuk olması, hayal, düşün-
ce ve hâfıza güçlerinin muhtelif hal değiştirmelerinde, ruh hareketlerinin, duyulan-
dan ve sinirlerin hareket güçlerinden kendisine gelenlerin çokluğu neticesinde par-
lamaması ve, kalpten çıkan iki ter içinde kendine nüfuz eden ve pek sıcak olan ru-
hun ölçülü hale gelmesi içindir.» (Tabiîyyâtüşşifâ-Makalei ûlâ-Fası! 618).
«Bu şekilde, cumhurun hayat ile anladığı manayı kasdedersek, hayat vc nefis
kavramları aynı olamaz. Eğer hayattan, birinci derecede kemâle delâlette, nefis ile
aynı mânâda bir deyiş mânâsı kasdedersek, tenâkuz olmaz.» (Aynı eser faslı evvel)
«Uzuvların mizacı bakımından,, bedende en sıcak olan, ruh ve onun menşei bu-
lunan kalptir, bundan sonra da kandır. Zira, her ne kadar hekimler kanın karaci-
ğerde meydana geldiğini kabul etmişlerse de, kalbe de bitişikliği yüzünden, kan, ka-
raciğerde bulunmayan bir hararetten faydalanır. Daha sonra karaciğer... ilâ (Ayni
eser — Fasıl 3 - 435),
CALİNOS 201
(2) Bizim kitaplar, bu mânâyı ifade ederken, nefsin bedene taalluku, tedbir ve tasarruf
taallukudur, (Taallukulhal bilmahal =: Halin mahal ile taalluku) değildir derler.
KİLİSE A D A M L A R ! V E İ S K O L A S T İ K L E R :
Birincisine göre, Allah, nefsi bir hususi fiil ile halkedip (ya-
ratıp) cisme zammeyler.
(1) Ferd kelimesi üzerinde bir az durmak icap ediyor. Lügat manası, tek, yalnız olan
şey, çift olmayan, eşi bulunmayan demektir. Bu bakımdan Cenab-ı Hakkın isimle-
rinden (Esmai Hüsna) biridir. Aslında, ondan başka hiç bir şeyin ferd olmaması lâ-
zım "gelir. Yukarıda geçen muhtelif yerlerde (ferd) kelimesi küllinin karjıhğında
kullanılmaktadır. Cüzü kelimesinden ayrı bir manası vardır. Onun için cüzüferd de-
nilmiştir. Yani her cüzün ferd olmadığı anlaşılıyor.
206 METALİB - MEZAHIB
(2) (Dört hilt ve mizaçlar) nazariyesine göre, insan mî/acuıda : 1 - Kan. 2 - Safra, 3 - Sev-
da, 4 - Balgam gibi vücuddaki dört unsurun tesiri vardır. Bunlara (Ahlatı erbaa = Dört
ahlat) deniliyordu. Her birine de (hilt) derlerdi.
İSKOLASTİKLER 207
İ M T İ D A T ( B O Y U T ) İ L E İ D R Â K İ N KARŞI KARŞIYA
KARŞILIKLI TESİRLERİ
Demek ki, beden tam ve mükemmel bir şeydir. Kendi zoru ik;
hareket eden bir makinedir ki; çarklarının dışarıdan itilmeye ih-
tiyacı yoktur. İnsan da, cisim olması bakımından, hayvan gibi
(2) (Animizm) her şeyde ruh bulunduğuna kaail olan bir mezheptir ki, dinler tarihinde
kullanılan terimlerdendir.
NEFİS İLE BEDEN 209
Demek ki, nefis ile bedenin birleşmesi böyledir. Bunu iyi an~
lamak için, ne idrâk ne de imtidat mefhumlarından yürümeli, ha-
yatın kendisinden, (açlık, susuzluk, elem ilâ.) gibi mefhumlar-
dan yürümelidir. Bu birleşme pek sıkı bir birleşmedir. Dekart,
«Beden nefis ile cevher olarak birleşmiştir» d e m e ğ e k a d a r v a r ı r .
(Repaux des obj.) Bedenden ruhun ayrı görülmesi, bütün beden-
den, kolun ayrı görünmesi gibidir. Yani, onun gibi ondan ayrıla-
bilir ve külden cüzüdür.
[...Tabiat, elem, açlık, susuzluk gibi hislerle bana anlatıyor ki, ben be-
denimde, gemisindeki kaptan gibi durmuyorum. Belki, ona sımsıkı bağ-
landıktan sonra, ayrıca, öyle karışıyor ve kaynaşıyorum ki, onunla an-
cak bir tek kül halinde oluşuyorum. Çünkü, böyle olmasa idi, ben, id-
râk sahibi bir şeyden ibâret olduğum halde, bedenim yaralandığı za-
man, bundan dolayı bir elem duymazdım, o yarayı, bir kaptanın ge-
misinde dikkatle bakınca gördüğü gedik gibi, ilimle idrâk ederdim.»
(Dekart - 6 Meditations).
CEVHERLERİN MÜNÂSEBETLERİ
(1) fslânı âlimleri, eşyanın hakikî illetinin Cenabı Hak olduğunda birleştikleri için, fey-
lezof olanlar, meydana gelen illetlerin (Takdir edilmiş = Madde) illetler olduğuna,
Mutekellimin ise, normal illet ve şartlar olduğuna kaail olmuşlar, Mutasavvıflar,
yalnız evvelden takdir edilmiş illetleri kabul etmişlerdir. Malbranş gibi.
MUADDE İLLETLER 213
CEVHER B İ R L İ Ğ I İ M T İ D A T VE İ D R Â K İ N BİRBİRİNE
recede gösteriyor ki, insan bedeni, kendisine bağlı olan.nefis için hay-
ret verecek bir çok işleri, yalnız kendi tabiatının kanunlarile yapma-
ğa istidatlıdır.» (İspinoza - Etik 3).
E Z E L İ ÂHENK ( M U K A D D E R V Î F Â K ) NAZARİYESİ
[...«Buna şöyle demeli : Allah, nefsi veya diğer hakikî Monadı ilk
önce yaratırken, her biri kendi kendinden, tam bir inbiâs (gönderil-
me) ile doğacak ve bununla beraber kendi dışındakilere de tamamen
uygun düşecek bir halde yaratmıştır. İşte, bu cevherlerden her biri,
kendi tarzında ve belli bir görüşü takip ederek, bütün kâinâtı doğru
olarak temsil ettiğinden, ve bu sırada, nefse mahsus kanunlar saye-
EZELÎ ÂHENK 221
Laybniç, nefsin bir beden ile daha hususî bir birleşmesi var-
dır, dediği zaman, Allahü Teâlâ, bedeni teşkil eden Monadların
gelecekteki fiillerini tanzim ederken bu, nefsi, ve bu nefsin fiil^
lerinin cereyanını tanzim ederken de, o bedeni nazara almıştır
demek ister. Ve yine, nefis ve bedenin karşılıklı fiillerini iyi an-
lamak" için de, hakikî olan tesiri ve tesir almayı hatırlamak lâ-
zım gelir,
222 METALİB - MEZAHIB
(1) Burada bir lâfzî tenkir (nekre yapmak, umumîleştirmek) için yapıldığından gaflet
olunmamahdır.
N E T İ C E
D E K A R T T A R A F D A R L A R I N D A N SONRA, Ç A L I Ş M A L A R
ASIL D A V A N I N R E D D İ N E Y Ö N E L İ Y O R
(1) Nefis ile bedenin birleşmesine dair faraziyelere ait olan şu tarih bahsinde (Mediateur
plastique = Hamir-î vasıta) nazariyesi diye iddia olunan ve ortada dolaşan felsefe-
lerde, (systeme intellectuel) in meşhur sahibi (Ködövurs) admdaki yazara (Laromig-
yer = Laremiguiere'in tesiri ile) isnad edilen nazariyeden bahse lüzum görmedim.
Zira, Lâtince olan tezimizde isbat ettiğimiz gibi, (Ködövurs) da böyle bir nazariye
yoktur. Onun vasıta demeyip (nature plastique — Hamirî tabiat) adını verdiği şeyin
vazifesi, nefis ile bedenin birleşmesini izah değil, uzviyeti ve- hayatı elde etmektir,
O, bir neyi fıt-rat, tabiatta plastique bir hayattır ki bugün (Laşuurî = Inconscient)
denilen şey kabilindendir. Ködövurs, bunu, Allah'ın emirleri altında eşyanın uzvileş-
tirilmesile vazifeli ve tabiatın intizamsızlıklarından ve galatlarından mesûl bir küllî
nefis mesabesinde kullanır. Şu halde, bu mebde, zannedildiği gibi, maddî ile ruha-
nînin birleşmesini izah edecek, yan ruhanî ve yarı maddî bir mebde değildir. Bu
nazariye hem tenakuz içindedir, hem de tehlikelidir. (Pol Janc — Paul Janet.)
224 METALİB - MEZAHIB
tektir. Sübjektif olarak birden fazlalığı yoktur. Her şeyde aynı hayat,
aynı kudret, mânâlar ile aynı karışma vardır. Hiç bir şeyde, yalnız
cismani bir varlık yoktur. Her yerde, remsi (gizli ve kapalı şekilde)
bir halde, cisimden nefis haline gelmektedir. Psikoloji, nefis ile cismin
karşılaşması (karşı karşıya bulunduğu) faraziyesine dayanır. Cismin
karşısında bir nefis gibi, mevcut olmayan bir şey hakkında yayılan
araştırmalardan ne çıkabileceğini kestirmek ise çok kolaydır. İnsanın,
hakikî olan bir ilmi, ancak nefis ile bedenin asıllarmdaki mutlak bir-
liklerinde, yani insanın mânâsında araştırılabilir. Bu sebeple, onun
izâfı bir tecellisinden (belirli olarak görünme) ibaret olan gerçek (re-
el) ve ampirik insanda bu ilim, umumiyetle, aranmaz. Gerçek fizik il-
mi de, bütün varlıklarda nefis ile bedenin birbirini doğruladığı nok-
tasından yürümen ve fizik ile psikoloji arasında gerçekten karşı kar-
şıya gelme (tekabül) tasavvur olunmamalıdır .»...] (Akademi müta-
lâalarına dair dersler: 6 ve 11 dersler.)
F./15
II
tLÂHİYÂT
FELSEFESİ
BİRİNCİ FASIL
(1) Burada, dinlerin felsefeden değil, felsefede din bahsinin dinlerden çıktığı ve Dinler
Tarihi'nin, bu hususta. Felsefe Tarihin'den önce geldiği iddiası doğru olmakla be-
raber, bir dinin esası olan, halk arasında yayılmış inanışları (croyances populaires)
yalnız efsanelere icrâ eder gibi olması bahsedilmeğe tartışmağa değer. Evvelâ, müş-
terek itikadlan, yalnız halk arasında yaygın inanışlar gibi anlatmak doğru olmadığı
gibi, bu itikadlar için hususî bir menşe aramamak da doğru değildir. Çünkü, hak
dini, kalkın inanışlarile mücadele edegelmiş ve havâssm en hâssı olan Peygamberle-
re dayanarak umumileşmiştir. Bu sebeple, felsefenin en büyük işinin, peygamberlik
Tâkıasını tasavrur ve izaha yönelmek oiması lâzım gelirdi,
ESKİ Y U N A N İLÂHİYÂTJ.
ŞÂİRLER :
(2) Bu (Kaos) tabiri, bizdeki ( K a f ) , (Kaf Dağı) tabirleriie alâkalı olmalıdır. Bazı eser-
lerde de (amâ) tabiri ortaya atılmıştır. Kaos remzinin Yunana nasıl geldiği bilinmi-
yor. Ancak, bunun daha eski bir manâdan inikâs ettiği (yansıdığı) ve bütün dinler-
de hâkim olan, âlemin meydana gelmesi fikrile alâkalı olduğu iddia edilebilir. Bu-
nunla beraber, Aristo, bunu fizik ve cismanî bir manâda telâkki ederek (Küllün ha-
litası = Âlemin karışımı) Mezhebile izah etmiş gibidir.
ESKİ YUNAN İ L Â H İ Y Â T I 231
(4) Biz, mcbdee ve takdire dair itikad hükümleri ile işlerin faziletine dair amelî hüküm-
ler için başka tabirler kullanır ve asıl itikadı hükümler ve fer'i şer'i hükümler deriz.
İtikada dair hükümlerin, herkesçe bilinen mânâsı ile, Metafizik olması .şart değildir.
Müellif, burada, dinin asıl mahiyetine temas ederek Peygamberleri nazara almıştır.
Fakat, bir az ileri gitmiş ve mezheplerin imamlannı da Peygamberler gibi, mu'cizc
mevkiine koymuştur. Bizde, şahısların ihtiyarî tetkikleri üstüne çıkmış bir İmam
sözü yoktur, imamların dedikleri, âlimler tarafından daima tetkik mevzuu yapılabi-
lir. Bunla beraber. Mezheplere göre akideler de yok değildir. Bu mezheplerin
değeri, ilmî kıymettir, kitap ve sünnete göre hüküm çıkarmak kıymetidir ve ancak
bu bakımdan şer'î bir değeri vardır. Her peygamberin ayrı bir kitabı olması lâzım
değildir. Bir Peygamber, kendinden önce gelen kitabı takip edebilir. Bundan dola-
yıdır ki, Hazreti tsa amelî hükümlerde, Tevrat'ı takip etmiş ve bu bakımdan, Kur'-
an, Tevrat ve İncil'in mecmuuna eşit değerdedir. Hazreti Muhammed de, Hazreli
Musa ve İsa Peygamberliklerinin kemâl mecmuunu hâiz olmuştur. Bugünkü İncillcr,
bizzat Hazreti İsa'nın kitabı olmayıp onun bazı talimatına dair başkaları tarafından
yazılmış kitabİardır.
232 METALİB - MEZAHIB
1 — Bir Peygamber,
3 — Metafizik ve ahlâktır.
ÂLEMİN OLUŞU F E L S E F E S İ
B İ R D E N FAZLA İLÂH M E Z H E B İ N İ T E N K İ D
KSENOFANIN P A N T E İ Z M İ
DÎNÎ ŞÜPHECİLİK
SOFİSTLER :
[...«Eğer Allah en kudretli olan ise tek olması lâzım gelir. Zira.
iki veya daha ziyade olsa idi en kudretli olamazdı. Çünkü, her diledi-
ğini yapamazdı.»...]
Aristo der ki :
SOKRAT
VEYA RUBÛBÎYET ( R A B L I K ) :
(1) Sokrat'ta bazı peygamberlik hususiyetleri olduğu rivayet edilmektedir. Ona, bir
peygamber gibi bakmakta bir mahzur da yoktur. Sokratm istidlâl yolu ile netice çı-
karan bir feylezof olması, onun ayrıca ilhâm almasına mâni değildir.
(2) Madem ki Filistin taraflarının tabiata tapmadığı biliniyor, o halde medenî kavim-
lerce tanınan Allah'ı, ilk bildiren Sokrat olmuştur demek doğru olmaz. Hakkile ma-
bud olan Allah, Sokrat'tan çok önce, bir çok Peygamber tarafından bildirilmiştir.
Bu hususta, Hazreti İbrahim bilhassa büyük bir imtiyaza sahiptir. Bu imtiyaz. Haz-
ret! Âdem'den beri tekâmül ederek gelmiştir. Biz, Cenabı Allah hakkında (Manevi
ve ahlâki ilâh) tabirinin kullanılmasını da uygun bulmayız. Bundan maksad, cismanî
tabiat mukabili (İlâh) demek ise de, bizim dinimizce Allah, cismanîliğin ve manevî-
liğin üstünde bir vahdanîlik (Teklik) mabdeidir. Bu itibarla, Sokrat'a bir nevi Pey-
gamberlik kıymeti verirken, onu bütün Peygamberlerden önce gelmiş göstermek ve
öne geçirmek gibi bir mânâ ifade eden bu ifade, islâha muhtaçtır. Bununla beraber,
müellif, ancak felsefede böyledir demek istiyor.
DİNÎ E F L Â T U N M E Z H E B İ :
(1) Misâl kelimesi hakkında, bilhassa Eflâtun'uıı dilinde bazı bilgiler vermek faideli olur.
Eflâtun'a göre (Misâl), his ile bildiklerimizin ezelde mevcut mahiyetidir ki onu an-
cak akıl ile idrâk edebiliriz, ve âlemdeki eşyanın realitesi de bunlardan gelir.
(2) Vıuuınca (İdea, İdeus), Fransızca (İdee) denilen bu tabiri, (İbnürrüşt) Metafiziğinde,
(Suret) diye terceme etmiştir. İslâm âlimleri ise, daima (misâl) kelimesini kullan-
mışlardır. Misâl, bir şeyin numunesi ve, timsal gibi, resim ve sureti manâlarına gel-
diği için. timsal, put gibi cisimli suretlere misal de manevî suretlere denilmişlir.
Şu hale göre, misâl, Fransızca (Type, architype) kelimelerinin mânâlarını ifade el-
' mekle beraber, ( î d e e ) kelimesinin delâlet ettiği mânâya da uygundur. Bunun için,
bizde, bazan Eflâtun misalleri, bazan da, (Mânâların misalleri) tabirleri kullanılmak-
t a d ı r . F r a n s ı z l a r da, E f l â t u n ' u n ( İ d e e ) sini ( İ s m i H a s ) gibi b ü y ü k harfle yazarak, ma-
HAYIR MÎSÂLÎ 239
na ve tasavvur manasına gelen (İdec) den ayırırlar. Bazan ila (type ideal) diye. ifade
ediyorlar ki biz de, tam buna kar.şıiık olarak. (Manevi misaller) veya (Misâlî suret-
ler), yahut (Manâların misalleri) deriz. Bu eser müellifinin mizacına bakılırsa, bura-
dakine, ideal, menîvî, gâye, mefkûre (ilke) yapmağa değer suret diye terceme et-
mek de mümkündür.
240 METALİB - MEZAHIB
Eflâtun der ki :
«Bu misâli bir de ilmin mebdei olarak ele alahm. Bazı güzellikler-
de meselâ ilim ile hakda, hayır misâli, kendiliğinden belirgin ve gü-
zellik bakımından onlara üstündür. Bunda şüphe yoktur.» (Cumhu-
riyet - 6, 508, h).
(3) Hareket ve tasavvur, cismanî ve ilmî bir ihtiyacın eseridir. Halbuki, mutlak kemâl
olan mutlak varlık, ihtiyaçtan münezzehtir (uzak, an). O halde, hareket ve tasav-
vurdan da uzak olması lâzım gelir diye, bu suale cevap verebiliriz. Bununla beraber,
Cenabı Allah'ın (hay ve alîm) olduğuna da imân ederiz. Çünkü, hayat ve ilim, cansız-
lığa ve ölüme nazaran bir kemâl ifade eder. Lâkin, ilâhî, hayat ve ilmin alâkadar
olacağı hareket, Allah'ın kendinde değil, eserlerindedir. İlâhî hayat, ilmin mebdei
olmak mânâsına gelir. Çünkü, hemen geleceği için, illetin eserinde manâ vardır. Bir
de, Eflâtun (Allah başkalaşmaz = Layetegayyer) diyecek, ve kemâl ile buna vara-
caktır. Halbuki, hareket başkalaşmadır.
(4)) Fuyyp'nin (Fouillee) (Felsefe Tarihi) adlı eserinde (EfMtun Felsefesi) bahsine mü-
racaat.
F./IG
242 METÂLÎB - MEZÂHİB
[...«Cenabı Allah, suyu ve havayı, ateş ile toprak arasında bir ye-
re koymuştur. Ta ki, cisimler muvazeneli ve tenasüp ile dolu olsunlar
(Time 32) Allah âleme yuvarlak bir şekil vermiştir, çünkü şekillerin
en güzeli odur. (Aynı eser, 33); Gökleri görmemiz için bize göz ver-
miş, güzel sesler ve nağmelerle ruhumuzun perişanlığını gidermek için,
ses ve kulak vermiştir; âlemin şekline benzemek için baş yuvarlak ol-
muş ve, rahatça gezinilen araba gibi, buna bir de beden verilmiştir,»...]
(Time 44).
Bu da, yalnız bir sıfatı olduğu için değil, bütün sıfatlara mâlik
olduğu içindir. Allah Lâyetegayyer (başkalaşmaz) dır.,Çünkü,
bir varlık ne kadar mükemmel ise o kadar az değişikliğe uğrar.
Allah öncesi bilinmeyendir (Ezelî). Zira, geçmiş ve gelecek, var-
lığın gelip geçici suretleridir. Ezelî olan bir cevher böyle olamaz.
Allahm manevî sıfatlarına gelince, bunların hepsi onun tarafın-
da bulunur. Allah Hayırdır. Alemi Hayır ile yapmıştır.
[...«Kâinâtta, hayır üst şer alt olsun diye, âlemin Sultanı, her kıs-
mı tertip ve tevzi ederken, en kolay ve en hayırlı olduğuna hükmet-
tiği sistemi tasavvur etmiştir.»...] (904).
(6) Efiâtun'un llâhiyat Felsefesinin, Sokrat gibi, lîakikaten dinî bir esas ihtiva ettiğin-
de Te, bu itibarla, indirilmiş olan kitaplardaki esaslar ile alâkası bulunduğunda şüp-
he yoktur. Mukaddes Kitaplar Tarihi bunlardan çok eski ve Yunan memleketi, mu-
kaddes Araziye hayli komşu olmasa idi. Mukaddes kitaplar ve büyük Peygamber
talimat ve tebligatmm, Sokrat ve Eflâtun'a, dolayisi ile olsun, vâsıl olduğu iddia
edilemezdi. Fakat, Akdeniz sahillerinin bir tarafmdan bir tarafına, asırlarca süren
münasebetler içinde, gökten gelmiş hakiki bir din akidesinin az ç o k yakılmış olma-
masını akıl kabul edemeyecektir. Bu bakımdan, Pitagor, Sokrat \e Eflâtun ile Pey-
gamberler arasında hiç bir alâka yoktur demek çok ileri giden felsefî bir iddia olur.
Bundan dolayı, işin en makulü, bunlarm, felsefelerine hâkim olan Allah'ın birliği
246 METALİB - MEZAHIB
tun'un ilâhî, yaratıcı bir ilâh değil, biçim verici ve tanzim edici
bir ilâhdır. Başlangıcı bilinmeyen bir zamandan beri mevcud ol-
ması zarurî bir madde üzerinde işleyen bir sanatkârdır. Hıristi-
yanlık ilâhiyâtmdan bahsederken bu noktaya tekrar döneceğiz.
fikrini, geçmiş Peygamberlere b o r ç l u iseler de, bunun fcisefi gelişmesi kendi hizmet-
leri ve çalışmaları eseridir, demektir. Eflâtun'un ilâhiyat Felsefesinde, Hıristiyan
ilâhiyatına her şeyden önce benzeyen nokta, Hayır, Güzellik v e Adalet üçlü misa-
linden çıkan Teslistir. Lâkin, bunlann, Hıristiyanlıktaki Teslise hiç benzemediği de
aşikârdır. Bunda bir Baba, bir Oğul isnadı görülmüyor. Hele, Allah, hem birdir, hem
de üçtür gibi tenakuza (Çelişkiye, yıkışmaya) hiç tesadüf edilmiyor. Ancak, Allah
Tektir deniliyor. Bu bakımdan Hıristiyanlıktan ziyade Mâma benziyor. A n c a k , Ef-
lâtun'un ilâhi, Hâlik mi, Sâniğ mi meselesine gelince, burada büsbütün aynlıyoruz.
Bununla beraber, burası bakılmağa değer. Çünkü, Eflâtun, Allah'ın illet olduğunu
v e illetin bir şeyi meydana getirici demek olduğunu tasrih ediyor. Meydana getirici
demek ise, yaratıcı demektir. Sâniğ, meydana getirici değil, aktiftir. Gerçekten. Ef-
lâtun, maddeye Lâvücud demiştir. Lâvücud denilen madde ise, imtidatdan (boyut-
tan) v e bitişikliğin kendisi denilen ( f e z a ) dan v e mücerret boyuttan ibarettir. Bu ise,
nefsinde yokluk olup eşyanın v e cisimlerin meydana gelmesinden ayrı olarak tasav-
vur olunabilir. Bu bakımdan, Eflâtun'un ilâhi yaratıcıdır (Hâlik), denilebilir. Bunun-
la beraber, bu nokta, İslâm Felsefesinde meşhur olan (Hudusü zâtı ve hudusü zama-
nî = kendiliğinden meydana gelme ve zamanla meydana gelme) gibi bilgiye dair
ihtilâfa da tatbik edilebilir.
ARİSTO'NUN I L Â H İ Y Â T F E L S E F E S İ :
K U V V E V E F İ İ L - M A N I Z F İ İ L - MAHIZ İ D R Â K -
İLK H A R E K E T E G E T İ R E N D E L İ L İ :
1 — Harekete getiren,
2 — Hareket eden,
3 Vasıta.
STOACILARIN DİNDARLIĞI
şekilde yavrular. (D. L. 12, 516). Stoacılar işte böyle açıkça bir
İttihâdiye (Panteizm) Mezhebi, daha doğrusu, âleme tapan, ya-
ni âlemin ilâhlığına kaail olan bir mezhep, hem de Maddeci İtti-
hediye (Maddeci Panteizm) Mezhebidirler. Stoacılara göre, her
şey cisimdir, cisimlerden başka bir şey yoktur. (Ploî. Corumun.
3,30).
(1) Bu delile, bİ7, gâye illetleri demeyiz. Biz buna, âlemin düzeni delili yani, eserden
müessire delil çıkarmak dediğimiz gibi Hikmet delili de deriz. Eserden müessire,
(eseri yapana) geçerek, âlemden Allah'ın varlığı delilini çıkarmak, tslâm Mütekel-
l i m l e r i n e g ö r e , başlıca iki şekilde olur :
d a y a n d ı ğ ı v â k ı a l a r ı n b a ş l ı c a l a r ı n ı v e bu m e z h e b e k a r ş ı y a p ı l a b i -
len m ü f r i t ( a ş ı r ı ) i t i r a z l a r ı k a r ş ı l a y a n l a r da y i n e bunlar olmuş-
lardır. Çiçeron şöyle der :
B u n l a r bir t a k ı m m i s â l l e r d e b u l m u ş l a r d ı r ki i n t i z a m l ı v e ter-
üpli olan her şeyin, b i r i d r â k e s e r i b u l u n d u ğ u n u i s b â t a çok i y i
yararlar :
ifade etse bile, bu, illetin fâil (aktif) ve meydana getirdiği şeye İcarşı olmasını ge-
rektirmez. Nihayet, sıralanma, daha evvel ve daha sonra gelme, bir nevi vasıta ol-
ma manası kâfi gelir ki biz buna (Hikmet) ve (Maslahat) deriz. Hasılı, İslâm üle-
mâsı, Cenabı Hakkın (Alîm), (Hakim) olduğunda birleşmekle beraber, ona garaz
ve gâye illeti isnadında ihtilâfa düşmüşlerdir. Eğer ,gâye illetinde, fâili zorlamak ve
tamamlamak manası tasavvur edilmiş ise ,bu manada gaye illeti ve garaz (maksat),
Allah'm fiilinde bulunmaz. Yok, gâye illeti, irâde ile, fâilin fiiline diğer bir fii-
lini, yine irâdesi ile, bağlanmasından ibaret ise, bu manada gâye illeti bulunabilir.
Fakat, ilk manayı müphemlikten kurtarmak için biz buna Hikmet ve Maslahat de-
meyi tercih ederiz. Buna (Nizami  l e m ) veya (Hikmet ve İtkan delili) deriz.
(2) Bunun en güzelini bir Arâbî söylemiştir ki, meşhurdur: Arâbîye, Allah'ı nereden bi-
liyorsun demişler. Önündeki devenin gübresini göstererek:
« B u bir devenin varlığına delâlet eder m i ? » demiş. Evet cevabını almca:
« E l buğretü tedülîii alclhâiri lîfesemâii s:aUi ebrâcm ve ardu zatü fücâcin lâte-
düllü alelalimilkadir» deyivermiş.
Türkçesi: «Şu gübre deveye delâlet eder de o türlü burçlarile gök, güzel nehir-
leri ve vâdilerUe dünya, âiîm ve kâdir olan yaratanına delâlet etmez m i ? » demek ise
de ifadenin bütün zevkile tercemesi kaabil değildir.
256 METALİB - MEZAHIB
E K Â N İ M İ SELÂSE (TESLÎS)
VECİD ( F E N Â F i L L A H )
(1) Yukarıda geçen ve herkesçe bilinmeyen bazı kdimeler ve tabirler hakkında bilgi
vermek faideli olacak:
Her şey Allahtan geldiği gibi, yine Allaha döner, İlâhın ha-
reketinin kanunları şu iki kanundur : İniş ve dönüş. Bu iki hare-
ket her şeyi izaha yeter. Haddi zatında, bu iki hareket de, mut-
lak Bir'in sonsuz çokluğa ve çokluğun yine Bire, sıra ile açılıp
kapanmasından başka bir şey değildir. Bu Allaha dönüş, nefiste
Allah ile birleşmek suretile, yani kendinden geçip Allaha dalmak
demek olan însilâh (Vecid hâli = Extase) ve başka bir tabirle
(Fena fillah) ile vukua gelir.
r liy •
Eskilerin ilâhiyât Felsefesinin sonu işte budur. Önce bir
âlemden başlamış ki (Kül) imiş, yani ilk önce her şey birlikte o
imiş. Nihayet, bir Allaha erişmiş ki o da (Kül) imiş, yani her
şey ondan ibaret imiş, îyonlularm kozmogonik (Evren doğuş)
Vahdeti vücudundan yürümüş. Eflâtun'un manevî Vahdeti vücu-
duna yükselmiş, sonra Stoacıların hayvani Heyulasına dönmüş,
nihayet, İkinci Eflâtunun Batınî (mistik) Vahdeti Vücudunun
uçurumuna düşmüştür. Bu sıralarda, Hıristiyanlık îlâhiyâtı (yok-
262 METÂLÎB - MEZÂHİB
BİRBİRİNE BENZEYİŞLERİ :
H I R İ S T İ Y A N L I K İ L Â H İ Y Â T I N I N HUSUSÎ HATLARI
TESLİS V E Y O K T A N HALK E T M E :
Birinci Sîfir, halkın başlaması ve, Hazreti Yusuf'a kadar, tarih beyanındadır.
Yukarıda bahsi geçen Tekvin (genese) işte budur.
İkinci Sifir, Mısırlıların Benî İsrâili hizmette kullanmaları, Hazreti Musa'nın zu-
huru, Firavun ve kavminin mahvolması, Evâmiri Aşere ( O n E m i r ) nin nuzülü. M u -
sa kavminin, Allah'ın konuşmasını dinlemesidir.
iyi olmasını irâde etti. Allah her şeyi sözü ile yaptı ve hayırlı oldukla-
rı için yaptı.» nassım tekrar eder. (Cites de Dîeu - 9, 30)
(2) Kaos kelimesinin, karanlık ve gece mânâsına geldiği yukarıda geçmişti. Bu mezhe-
bin. İlâhlar Mezîhebi, ve tek Karışım Mezhebinin de Tabiatcılar Mezhebi olduğunu
Aristo söylemişti. Halbuki, bu (Karanlık) Nazariyesi, temsilî olduğu için, her şekilde
tefsir ve izah edilebilirse de, bundan bilhassa anlaşılan (Yokluk) dur. Her varlıkta
bir parlak görünüş ve bir aydınlık mutlaka bulunur. T a m bir karanhk yokluk de-
mektir. Şu halde, âlem karanlıktan çıktı demek, âlem yokluktan çıktı demektir. An-
cak, bunda iki mânâ bulunabilir. Biri, kendi kendine çıkmak, diğeri de bir başkası
tarafmdan çıkarılmaktır. Yunan efsâneleri, birinci hale aid gibi görünüyor. Fakat,
çıkışın (aşk) sayesinde olması kaydile de, ikinci hali hatırlatıyor. Şüphe yok ki, birin-
ci hal, yani karanlıktan kendi kendine çıkmak, muhâldir. Çünkü, meydana gelmek,
meydana getirensiz olmaz. İkinci hal ise, bütün semâvi dinlerin mezhebidir.
Hiç YOKTAN YARATILMA 267
«Şu göğü ve şu dünyayı nasıl yaptınız? Bu, bir cismi yapmak için
diğer cismi kullanan insanm sanatı gibi değildir. Göğü ve dünyayı
yapmak için bir maddeniz yok idi ki, onu kullanmış olmanız ihtimali
bulunsun. Zaten, henüz bir şey yapmamış olduğunuz için, o maddeyi
nereden bulacaktınız? O vaziyette hiç bir yer yok idi, yalnız siz var-
dınız. Lâkin «eşya olsun» dediniz, eşya var oldu. Bu eşyayı kelâmmız-
la yaptınız. II (Confessions 5, 10).
Felsefî cereyan belki böyledir amma, vukua gelmekte olan cereyânm böyle olduğu
belli değildir. Asıl dinler, birliklerini daima korumuşlardır. Bâtıl dinler ve efsâne
dinleri ise, indirilmiş dinin aslından sapıtmalarıdır. Gelmiş geçmiş semavî dinlerin
hepsi, Allah'ı, hem Tek hem de Yaratıcı olarak tanımışlardır. Bu bakımdan, Yarat-
ma Nazariyesi, gerçekte o kadar eski demektir. Hıristiyanlık da, Halk Nazariyesini,
fdsefenin bu akışından değil, mukaddes kitaplardan, ilâhî vahiyden almıştır. Tev-
rat'ın (Allah, gökleri altı günde yarattı) ayeti bile, bu hususta yeterlidir. Gün, han-
gi ölçü ile ölçülürse ölçülsün, yaratma yaratmadır. Ancak, şuna işaret etmek lâzım
gelir ki, Hıristiyanlığın sonraki telâkkileri bakımından, bu Yaratma Nazariyesi dik-
katle tartışmağa değer. Çünkü, Hıristiyanlık, (Baba) ve Oğul görüşünü kabul etmek-
tedir." Bu ise. Yaratma hakkında verilen izahları (Doğurtma) kaidesine bağlayarak
tevil etmek demek olur. Bundan dolayı, Hıristiyanlığın ilâhî Tek İlâh olmadığı gibi
tam Yaratıcı da olmamif oluyor. Yaratma prensipi, bugünkü dinler arasında, yalnız
Islâmda kesin olarak bulunmaktadır,
268 METALİB - MEZAHIB
(4) Burada, aşağıdaki şekilde, bazı mütalâalar beyan etmeğe lüzum gördüm. Çünkü, bu
meselenin ortaya konulurunda ve hallinde, İslâmiyet aynî şekilde ve belki de, yuka-
rıdaki işaretim veçhile, daha ziyade alâkalıdır. Yukarıda zikredilen sualler ve buna
Hiç YOKTAN YARATILMA 269
dair zorluklar Kelâm (İslâm Felsefesi) kitaplarında ve tefsirlerde bahis konusu ol-
muştur. SentogUsten'in nakledilen cevabmjn hayli kestirme bir cevap olduğunda şüp-
he yoktur. İslâm ülemasmdan bu şekilde düşünenler çoktur. Meselâ, Fahrettin Râasi,
tefsirinde, bir çok defa bunu söyler. Bundan dolayı da, kelâm kitaplarında. Takad-
düm ve Teahhür (daha evvel ve daha sonra gelme) kısımları hakkında bir balıis de
açılmıştır. Lâkin, Sentogüsten'in cevabı, bahsedilen zorluklarm hepsini halletmez.
Çünkü, mahlûkların umûmî itibarile, birinci ve ikinci suallere cevap teşkil etse bile,
her birindeki halk (yaratış) bakımından, ne derecede bir cevap alacağı üzerinde du-
rulacak bir meseledir. Bu yönden, üçüncü suale hiç cevap vermiş olmaz. Çünkü, Ef-
lâtun, OgUsten'den evvelki bir zaman niçin yaratılmış, o önce gelen zamanın son-
raki Zamana göre ne hususiyeti var? denilirse, Sent Ogiisten'in yaratılmasından ev-
vel zaman yoktu ki bu sual sorulabilsin denemez. Bir de, zaman hareketin kendisi
değil, hareketten aimmış bir tecrid (soyutlama), başka tabirle, bir kuruntu işidir.
Hatta, zaman, hareket ile değil, o tecridi yapabilen ruhun varlığı ile başlar deme-
nin daha uygun olacağı söylenebilir. Lâkin, zaman tasavvuru bir kere hâsıl olup da
mukayese başladıktan sonra, bu mukayese, îabii olarak, geçmişe ve geleceğe doğru
uzayıp gider. Ben zamanı tasavvur ettiğim andan itibaren, mebdee doğru, geriye
dönük bir zihin hareketi yapabiliyorum. Geçmişi tasavvuruma işte bu zihni hareke-
tim kâfi geliyor. Şimdi benim gibi, kırk senelik bir mahlûk, kendisinden binlerce se-
ne evvel gelen vakaları tasavvur edip düsünebilirsc, âlemin bütün ruhları, âlemden
daha önce olan bir .şeyi niçin tasavvur edemesin? Eğer bu tasavvur veya tevehhüm
(kuruntu) mümkün olmasa idi, (Yoktan var etme) Nazariyesi, tasavvur edilemez ol-
duğu gibi, (Yaratıcı) nazariyesi de tasavvur edilemezdi. Âlem, yoktan yaratılmıştır
demek, yokluk, âlemin varlığından daha evvel vardır demek değil midir? O halde,
zamanm âlem ile birlikte yaratılması bu zorluklara nasıl cevap teşkil eder? Mesele-
nin bize göre arzettiği bu ehemmiyete binaen, aşağıdaki cevaplarımızı hülâsa olarak,
kaydetmeği münasip gördüm:
Cevap: 1 — Lâzım gelir. Fakat yaratılanın ezelî olması lâzım gelmez. Yaratılış
ezelî ve ânî olmakla beraber, mahlûk başkası tarafından meydana getirilebilir ve
zaman içinde yaratılabilir. Çünkü, ezelî yaradılış, mahlûkun zamanla ilgisi şartile
vukua gelmiş olur. Halk mefhumu ile çelişen, halkın ezelî olması değil, mahlûkun
ezelî olmasıdır.
2 — Lâzım gelmez. Çünkü, Allah'ın varlığı, kendisi ve sıfatları ezelî iseler de,
onun eseri demek olan fiil ezelî olmayabilir. Çünkü ,hâriçteki fiilin ifâde ettiği ta-
gayyür (başkalaşma), Allah'ın kendisinde ve sıfatlarında değil, yapılan işte ve yara-
tılanda olur. Bu hârici fiilin bağlı bulunduğu şart olan irâde fiili ise, ezelde yapıl-
mış olur. Bu suretle, Allah, öncesi bilinmeyen ve lâyetegayyer (başkalaşmaz) olduğu
halde, kendisinde bir başkalaşma ifâde etmeyen yaratma fiili, yarattığı ile birlikte
meydana gelebilir.
270 • METÂLİB - MEZÂHİB
Birinci cevabın hulâsası: Yaratma fiilînin öncesi bilinmez. Lâkin, yaratılan bel-
li bir zamanda sonradan meydana gelmiştir.
Dördüncü suâl; Allah âlemi 3'aratmadan önce ne yapıyordu? İşte Sent Ogüstcn
(Zamanın yaratılması) meseiesile asıl buna cevap vermiş oluyor.
Âlemden evvel zaman yok ki, orada Allah'ın ne yaptığı sorul-
sun diyor. Eğer âlemden evvelki zamanda Allah ne yapıyordu
denilse, bu cevap kâfi gelebilirdi. Lâkin, âlem ezelde yok idi.
Ezelde yalnız Allah var idi ve başka bir şey yok idi, diyorsunuz.
O halde, o bahsettiğiniz ezelde Allah ne yapıyordu? denilirse,
yukarıdaki cevabın kâfi gelmeyeceği aşikârdır. Onun için biz,
buna başka bir cevap bulmak mecburiyetindeyiz.
Cevap Bir şey yapmıyordu desek ne lâzım gelir? Demişler ki, Sâniin
hareketsiz hale gelmesi lâzım gelir. Bu iddia bâtıldır. Fakat, Sâ-
niin çalışmayı durdurması tabiri üç raanây.ı gelir:
F./18
274 METALİB - MEZAHIB
«Allahın eseri olan yaratıkların hepsi, bir birlik, bir suret, bir ni-
zam göstermektedirler. Gerçekten, cisimlerde tabiat, nefislerde ruh
gibi, her yaratığın bir nevi birliği vardır. Bundan başka, her yaratık
bir suret ile, meselâ cisimler bir takım niteliklerle, nefisler ilim ve sa-
nat ile nitelenirler. Hepsi, nihayet bir nizam ararlar, veya gözetirler.
Meselâ, cisimlerin ağırlıkları, nefislerin sevgileri ve sevinçleri olduğu
görülür. Hiç bir tabiat, hiç bir cevher yoktur ki, kendilerinde, ilk ön-
ce, şu üç şeye tesadüf edilmesin : 1 — Var olmak, 2 — Filân veya
şey olmak, 3 — Bulunduğu halde hayli müddet durabilmek. Bunlar-
dan birincisinde, o şeyin tabiatının, kendisinin illeti olduğu ve ondan
çıktığı görülür. İkincisi, her şeyin kendisi ile bulunduğu ve şekillen-
me sebebi olan surettir. Üçüncüsü de zamandır ki, her şey bunun si-
nesindedir. îşte, varolmak (Baba) dan, suret (Oğul) dan ve devam da
(Ruhülkudüs) den gelir.» (5).
(5) Teslisin esasen bir sır ve muammadan ibaret bulunduğunu ve buna dâir açıklamala-
nn sırf aklı buna yaklaştırmak için yapıldığını söylemekle beraber. Teslis bilmecesi-
nin akıl ve felsefe ile münasebeti olmayacağım kabul etmiş oluyorlarsa da, yapılan
açıklamalarm, aklı buna yatkın hale getirmek değil, ondan uzaklaştırmak ve ürküt<
mek neticesini verdiğini itiraf etmek de lâzımgelecektir .Zira, kabul edelim ki, her
şeyde vücûd, sûret ve devamlıhk diye bir timsal (simge) ve Teslis (Üçleme) hayali
var. Bunlar, yani vücud, suret ve devamlılık, asıl Hıristiyanlığın Teslisi olmayıp on-
ların eserleri, yani vücud Babanın, suret oğlunun ve devamlılık da Ruhülkudüsün
eseri oluyor. Demek ki, Hıristiyanlığın ilâhi, Baba - Oğul - Ruhulkudüs denilen üç
kişiden kurulu bir ilâh âilesi oluyor. Sonra, yukarıda zikrolunduğu gibi, bu üç kişi
birbirine müsâvi ve her biri müstakil bir varlık ve her biri bir şeye delâlet eden ola-
rak somutlaştırıldıkları için, üçü birlikte bir tek müstakil varlık ( Z a t ) olamamak ve
nihayet, bir Üçler Meclisi halinde biraraya gelebilmeleri icap ederken, böyle olmu-
yor da, yine üçü, bir tek varlık olabiliyor. Her biri bir ilâh ve üçü birden yine bir
ilâh sayılabiliyor. Hâsılı, ortada, üçü basit ve biri bunlardan oluşmuş dört somut
ilâh bulunduğuna inandıyor da, buna rağmen Allah'ın birliğinden bahsediliyor. Şim-
di, bu anlaşılmaz şeyi akla yakın yapabilmek için, her birinin âlemde bir eseri bu-
lunduğu ve cümle ve cümlesinin bir tek şey teşkil ettiği iddia edilebiliyor. Halbuki,
gösterilen misallerde, üç, zata mahsus, sıfatı hâiz olan bir tek asıl varlıktan başka
bir şey yoktur. Bu sıfatlar, belki daha fazla da gösterilebilir. Eğer Teslis, üç zata
mahsus sıfatı olan bir tek Zat diye izah edilse idi, mühim ve makûl olur ve îslâ-
mın esaslanna da aykırı düşmeyebilirdi. Sonra, eserlerinden ibaret olduğu söyleni-
len biri olan tsa Aleyhisselâm Sureti, (Oğul) diye. Teslisin ekanimi (rükünleri) ara-
sına giriyor. Kendisi hâdis (dıştan bir sebeple sonradan meydana getirilrnij) iken,
ilâh sayılıyor ve üç Uknum den biri oluyor. Demek ki, Hazreti Mesih'in zuhuruna
kadar üç ilâh tam değilmiş. Yalnız (Baba) olan ilâh varmış. Uknumun ilâhlığı, (Oğul)
olan Hazreti Mesih ile tekemmül etmiş. Bunlar, artık ne sırdır, ne de muammadır,
ne de akla yakın hale getirilebilirler. Bunlar, bâtıl oldukları için, aklın şüphe etme-
yeceği tenakuzlardır.
TESLİS 277
(6) Yani bu üç şeyin kendilerine aid hakikat birlejik olduğu halde, aralarında, zihin
bakımından, birbirinden farklıhk var. O halde, bunlar Teslis değil iseler Tesliste id-
dia olunan üç belirgin uknumun (rüknün) birleşmesini anlatırlar. Teslis ile bunla-
rın gösterdikleri ilk fark, bunların sıfat, Uknumların işe zat olmasıdır. Lâkin, me-
selenin asıl ruhu da burasıdır. Filvâki, böyle üç şeyde değil, yüzlerce şeyde zihnî te-
mayüz ve haricî birleşme bulunabilir. Fakat, bu harici birleşme hüviyetteki ve zat-
taki birlik sayesindedir. Ü ç şeyde bir hüviyet, başka tabirle, bir zatta üç sıfat bulu-
nabildiği şüphesizdir. Asıl mesele, üç zattan, aynı hüviyette bir zat tasavvurundadır
ki, aklen muhal olmak işte buradadır. Görülüyor ki, Hıristiyanlığın husur
siyeti « H a l k = Y a r a t m a » umdesinde değil bu Teslistedir. Biz, buna karşı, yalnız ki-
tabımız Kur'anı Azimüşşanm «Velâtekûlû selâstün intehû hayren leküm» nasihatini
tekrar ederiz. «Üçtür demeyiniz. Bundan vazgeçerseniz daha iyi olur» deriz. Haki-
katen, bu Teslis yerine Tevhid konulup mebdeler, akıl bakımından isbatlandığı şe-
kilde kabul edilirse, o zaman hakikî bir ilâhî akide ve ilmî ve burhanı olan bir din
kabul edilmiş olacaktır. İşte, İslâm dininin yaptığı bu olmuştur. Onun için, bu mev-
zudaki ilâhiyât Felsefesi bahislerinin hakkile teyidine mazhar olabilecek olan din
îslâm dinidir. (tnneddine indelIâM tslâm = Allah indinde din tslâmdır).
ORTA ÇAĞDA A L L A H ' I N V A R L I Ğ I D E L İ L L E R İ
AŞAĞIDAN Y U K A R I Y A Y Ü K S E L M E YOLU
Y U K A R I D A N AŞAĞI İ N M E YOLU
LİMMÎ ( S Û R İ M A N T I K ) BURHANI
V E Y A SENT A N S E L M ( S A Î N T A N S E L M ) DELİLİ
«Adaletli şeyler, adaletin sübûtu ile (sabit olması ile) böyle ol-
dukları gibi, hayırlı şeyler de hayrın sâbit olmasile hayırlı olabilirler.
Halbuki, eşyanın hayırlı olmasına yardım eden bu hayrın, (Hayrı âlâ)
en yüksek hayır olmadığmdan kimse şüphe etmez. O halde, en büyük
ve en hayırlı yani bütün varlıkların üstünde bir mevcudun var olma-
sı zarurîdir.» (Monolojiyom - Bap 1).
«Eşyada, az çok hayır, az çok hak, az çok asıl olanlar var. Lâkin,
bu az veya çok tasdikleri, bunların mutlak olan bir şeye yakınlık ve
uzaklıklarına göre ölçülür, ve yapılabilir. O halde, bütün eşyadaki ha-
jnr ve kemâlin illeti olan bir mevcudun bulunması lâzım gelir ki, biz
ona Allah deriz.» (Saint Thomas - Sommatheologie - 1, 2). ( i ) .
«Eğer Âlâ Hayır, Mutlak mevcud olmasa idi, beyaz ve siyah bu-
lunabildiği halde, hayrın bulunamaması lâzım gelirdi.» (Summathe-
ologie 1, S. 3. A. 9).
(1) Şurası hatırlatmağa değer ki, üstün sıfatlarda vâhidi kıyasînin (âlâ) olması lâzım
değildir. (Edna = pek aşağı) olan da vâhidi kıyası, yani miyân tafdil (üstünlük öl-
çüsü) olabilir. Ve hata, üstünlükte ölçü, daima pek aşağı ve pek bayağı olandır de-
nilebilir. Meselâ, şu güzeldir, filân daha güzeldir, öteki hepsinden güzeldir dediği-
mizde, mukayesenin miyân en aşağı güzel olan birincisidir. Sonra, filân güzel, filân
ondan daha aşağı, filân da hepsinden aşağıdır, dediğimizde (âlâ) miyâr yapılmış gi-
bi göründüğü halde, yine değildir. Çünkü, miyâr yaptığımız güzel, güzellikte diğer-
lerinden (âlâ) oluyor, ise de, mukayesemiz, aşağılık bakımından olduğu için, o gü-
zel, aşağıhkta, hepsinden aşağı, yani hayli ülvîliği hâiz demektir. Nihayet, bunlar-
daki âlâ ve ednâ mertebeleri mutlak hakikî değil, mutlak nisbî ve itibaridir. Onun
için, zikredilen delil mutlak âlâyı isbât edemez, etse etse mutlak ednâyı isbât eder,
veya biri ednâ biri âlâ iki mutlak isbat eder. Bundan başka, eşya içinde, yani âlem-
de, en g ü z e l n e ise o n a A l l a h d e m e k lâzım gelir. B u deliller güyâ « H e r noksanı olan
bir kâmil şartına bağlıdır» kaidesinin tatbikatı gibi oluyor. Kaide doğru ve zarurî
ise de, bu tarz tatbik, üzerinde durulacak bir meseledir. Bu kaideyi evvelâ varlık ba-
kımından düşünmeık lâzım gelir. O halde, sonradan meydana getirilmiş (hâdis) mev-
cuttan evvel, öncesi bilinmeyecek kadar eski bir mevcud, mümkün mevcuddan ev-
vel var olması zorunlu bir mevcudu isbat etmeli de sıfatları ona göre tevzi etmelidir.
Yoksa hepsi varlıkları mümkün olan şeylerin en âlâsı da Allah olamaz. Bundan do-
layı İslâm felsefesinde, ilk önce, varlığı zarurî olanın isbatı yapılır.
280 METÂLÎB - MEZÂHİB
(2) Biz, Allah'ı şöyle tarif ederiz: «EzzatUl vâcibiil viicudil müstecmiu licemîis sıfatıl
kemâüye» yani «Bütün kemâl sıfatları toplamış ve varlığı zarurî olanın kendisidir»
deriz. Buradalci «bütün kemâl sıfatlarını toplamış» kaydı, tavzih eden, açıklayan sı-
fat kabilindendir. (Vâcibülvücud = Var olması zarurî) vasfından da bu açıkça anla-
şılabilir. Bu bakımdan, bu kayıd, açıklamayı arttırmak içindir. Sent Anselm'in «da-
ha büyüğünü tasavvur mümkün değil» kaydı da bu manayı ifade etmek içindir. Fa-
kat, onda, (Vâcip = Zarurî) kaydı bulunmadığı için, sıfatın değil, tarifin tavzihidir.
Bu suretle yapılan tarifler, birbirlerine hayli yakın sayıhrlarsa da aralarındaki vu-
zuh ve kemâl farkını da unutmak lâzımdır. Şimdi, bu mefhum (kavram) üzerine
aynı delili kullanabiliriz: Bu varlığı zarurî olan (Vâcibülvücud) hakikaten mevcud
olmasa idi, var olma kemâl sıfatını hâiz olmaması gerekirdi. Lâkin, mantık bakı-
mından, tâli (sonurtu) bâtıldır. Çünkü, kaziyedeki (önermedeki) mevzuun tasavvu-
runa ters düşer. O halde, mukaddem (önerti) de bâtıldır. (Vâcibülvücudun = Var
olması zarurî olanın) kendisi, bu itibarla, meveuddur. İşte Sent Anselm delili bu de-
mek oluyor ki, bizim tarife göre daha basit bir tariftir.
SÛRÎ MANTIK 281
Evvelâ, bizde Allahın zihnî sureti var mı? Yani. Allah zihin-
de mevcud mu? Bunu tetkik ediyor ki delilin kübrâsı (mantık
bakımından) dır. (3). Sonra, bizde Allah tasavvuru bulununca,
bundan, hakikaten ve aslında, Allahın varlığı lâzım gelir mi? Bu-
nu araştırıyor.
( • ) Saint Anselm'in Proslogium sive fides quoerens intellectum adlı eserinin kısaltılmış
adıdır.
( • • ) Saint Anselm'in fikrine karşı tenkidte bulunan Touraine'de Marmontiers Rahibi olan
Gaunilon'un, Liberpre insipiente odversus Anselmi in Prosologio ratiocinatiomen
adlı eserin kısaltılmış adıdır.
(3) Zikredilen delilin asıl mantıkî ifadesi şu oluyor: Allah: daha büyüğü tasavvur olu-
namayan mevcuddur. Daha büyüğü tasavvur olunamayan mevcud, hakikatte mev-
cuddur. O halde, Allah hakikatte mevcuddur.
(4) Bu ifade, delilde bir şart mukaddimesi tasavvurunu gösteriyor. Şöyle ki: Allah, daha
büyüğü tasavvur edilemez mevcud olarak tasavvur edilmiş ise, kendiliğmden mev-
cud olması lâzım gelir. Halbuki, Allah böyle tasavvur edilmiştir. O halde, Allah mev-
cuddur. îşte birinci imkânsızlık, bize göre, mukaddemin hakikiliğine, ikinci imkân-
sızlık da mülâzemeye (gerekliliğe) karşı yapılmıştır. Bu formülde, batı istilahmca
(terimince) Şart Mukaddimesine (Kübra), İstisna Mukaddimesine de (Suğra) denil-
diğine göre, yine birinci imkânsızlığın Suğrâya, İkincisinin Kübrâ'ya ait olması lâ-
zım gelir. Ancak, kitabın yazan şöyle ifade etmiş: Allah, daha büyüğü tasavvur edi-
lemeyen mevcuddur. Böyle olunca, Allah'ın mevcud olması lâzım gelir. O halde,
Allah vardır. Hakikaten istidlâlin akışı böyledir. Lâkin, burada, birinci mukaddi-
me kübrâ değil, daha önce gelmiş bir istisnaî mukaddimedir. Zira, Allah, kaziye-
282 METALİB - MEZAHIB
deki mevzu netice olduğu için, en büyük değildir. İkinci mukaddime neticeyi ay-
nen ihtiva eder. Yalnız büyüklük hududu, en küçüğün tekrar edilmesi ile, kalma-
mıştır. Hâsılı, burada Kübrâ denilen şey, şart kaziyesinin mukaddemi, Suğrâ da
(Tâli) si oluyor. Zira, mebde fikri o mukaddimedir.
(5) Bu söz, pek ziyade kötü tefsire müsâiddir. Bunu, şöyle anlamak lâzım gelir. Allah
mefhumu (kavramı) dediğimiz tasavvur. Allahın hakikî mahiyeti değil, lâfız ve isim
olarak mahiyeti olan bir mefhumdur. Onun için, biz bununla, Allahın kendisine ait
bir şey tasavvur edemeyiz. Ancak, bu ismin lügat manâsını veya bu mananın ken-
dine mahsus hususiyetlerini tasavvur ederiz. Hakikî mahiyet (had) müşahedeye veya
tecrübeye dayanan zatı tasavvurlardan ibaret bir mefhum demektir. Allah'ta ise
böyle olmuyor. Lâfızdaki mahiyet, bir lâfzın tercemesi veya tefsiri demektir, isim-
deki mahiyet, bir ismin, vâkide mevcud olduğu henüz bilinmeyen, tecrübe edilmeyen
tasavvurdaki müsemmasmı (o ismi alanı) kendi hususiyetlerile tarif demektir ki var-
lığı gerçekleşirse hakikî mahiyeti olur .Anka kuşunu tarif, bir isimle mahiyet tayi-
nidir. Mantık yolu ile netice ise, hakikî mahiyetinden çıkarılabilir.
GONİLON'UN İTİRAZLARI 283
(6) Görünüşte, bu cevapta bir hakikati kabul izi var. Çünkü, nâkıstan (noksanı olan-
dan) kâmile (kemâl sahibine) delâletten bahsediliyor. Bu -ise bahis mevzuu olan lim-
raî (surî mantık) delili bırakıp, daha evvelce zikredilen innî (ihsas ve tecrübe yolu
ile) delile, yani âlemden Allahı istidlâle kalkışmak demek oluyor. İtiraz edenin mak-
sadı da Allahm varlığı iddiasını inkâr değil, limmî delilin isabetini inkârdır. Şu hal-
de, bu cevap ile, limmî delilin bir mukaddimesi bile tashih edilemiyor. Bununla be-
raber, şöyle bir tevil mümkündür: Allah tasavvuru, eşyanın suretlerini benzetmek
yolu ile husule gelebilir. Çünkü, benzetmekte mutlak bir benzeyiş, yani her bakım-
dan eşidlik şart değildir. Âlemdeki mevcudlar her ne kadar nâkıs (noksanı olan)
iseler de, o nâkıs olan, tecrid yolu ile (soyutlayarak) onun kâmiline (kemâl sahibine)
delâlet eder. Ben bir güzeli görerek tasavvur ettim, ondan daha güzelini tasavvur
etmem yalnız isinaden ibaret bir mefhum değildir. Oldukça hakikî bir tasavvurdur.
Belki bu tasavvur o şeyin aslına göre noksan mahiyettedir. Onun esası değildir. Fa-
kat, limmî (surî mantık yolu ile) usul ile netice çıkarmak için, noksanı olan mahi-
yet de kâfi gelir. Çünkü mantık yolu iie, onun bütün hususiyetlerine dair netice çı-
karamam. Bazılarını ve meselâ bu meselede, Allah'ın varlığı neticesini çıkarırım. Bu
da, tetkikin mevzuuna göre yeterli olur. Bizim âlemimizde, güneşin de benzeri yok-
tur. Ben oaa tamamen bakamam da. Bu yüzden, noksan olarak edindiğim müşahe-
deye dayanan tasavvur güneşin yalnız isimine dair bir tasavvur mudur? Bu nok-
san müşahede ve tasavvurla bile güneşin ismini değil varlığını tasavvur edebiliyo-
mm. îşte vücud tasavvuru da böyledir. Ben bu tasavvuru, hâdiselerin varlığından
ediniyorum. Hâdiseyi yok edip ona öncesi bilinmeyen vasfını ilâve edersem, isim
olarak bir tasavvur değil, hakikî bir tasavvur edinmiş olurum. Demek ki, vücudun
284 METÂLÎB - MEZÂHÎB
bir araz (görünürdeki sıfat), bir varsayma değil, küllün cinsi olduğuna kaail olursak,
mesele bir az daha aydmlanır. O zaman Gonilo'nun ada misali ile yaptığı ince iti-
raz da ortadan kalkar. Zira, bahsedilen ada, var olanlardan biri olabileceği gibi yok
olanlardan biri de olabilir. Lâkin, var olan her zaman vardır, yok denilmez. Hülâsa
edersek, vücud bir varsayım ve ikinci derecede makûl işlerden değildir. Hakkın ve
hakikatin aslı, külli ve mutlak bir hüviyet olarak telâkki edilirse ki, bizdeki tasav-
vuf ehli böyle kabul eder, vücud tasavvuru diğer tasavvurlara benzemez. Bunda yok
olmak ihtimali bulunamaz. Bu şekilde, Mukassim Kıyas (İkilem) in ikinci şıkkını
alırız ve müsadere alelmatlup zorluğuna karşı da deriz ki, bu, müsadere değil bir
netice çıkarmak olduğu gibi mukaddimenin neticeyi ihtiva etmesi ve gerektirmesidir.
Burada, Kant'a da bir cevap çıkabilecektir. Lâkin, Sent Anselm bunları hissetmiş
ise de görememiş olmalı ki o kadarla iktifa etmiş. Buradan anlaşıldığına göre, bu
delil, bizim Mutasavvıflara ve İşrâkiye Mezhebine göre bir delildirr İbni Sinâ da
(Işârât) ında, vâcip (zarurî) vücudu, vücud mefhumundan, mantık yolu ile çıkar-
mıştır. Fakat, Sent A n ^ I m gibi değil, Mukassim Kıyas ile.
( 7 ) (Müsadere alelmatlup) tabiri, mantıkta, bir şeyi yine kendisile delil göstermeğe kal-
kışma manasına gelmektedir.
GONİLON'UN İTİRAZLARI 285
( 8 ) Bizim Felsefe ve Kelâm kitaplarımızda, (vücud) hakkında başlıca dört mezhep var-
dır:
1 — Vücud, var olması vâcip (zarurî) olanda, zatın aynı, var olması mümkün
olanda ise zatın gayri (ondan başka) dır. Vücud, mahiyet imkânları üzerine ilâve
edilmiş ve cümlesinde müşterek umumî bir vasıfdır, ve ikinci derecede makûl sayı-
lanlardandır. Bu Mezhep, başlıca feylezoflar koludur.
3 — Her şeyin vücudu kendisi, kendi hakikati, hatta hüviyeti demektir. Bun-
dan dolayı, eşyanın hakikatleri kadar da vücud vardır. Bu, Mütekelliminden (Eş'arî)
Mezhebidir.
Don Skot (Don Scott) dahi bu delile karşı idi - (Don Skot -
Opera. - 1. Quest - Supera Metaphi - 1, 1.). F a k a t , buna mukabil,
Senbonavantür Hanri Dögan (Saint Bonaventure Henri de Gand)
bu delilden yana idi - (Emil Sese - Emile Saisset - S. 6).
ALLAH'IN VARLIĞINA D Â İ R DİĞER D E L İ L L E R :
İ L L E T L E R İ N SONSUZ T E S E L S Ü L Ü N Ü N İMKANSİZLİĞI
 L E M İ N M Ü M K Ü N OLMASI DELİLİ
İLK H A R E K E T E G E T İ R E N D E L İ L İ
(1) illetlerin sonsuz teselsülündeki imkânsızlık, bizde, ekseriya, Vâcibin (Varolması zo-
runlu olanın) vücûdu (varlığı) için tek başına bir delil değil, delil mukaddimelerin-
den biri sayılır. Gerek hudûs (başka bir sebeple sonradan meydana gelme) ve gerek
imkân yolu ile yaptığımız istidlallerde Kübrâ yaptığımız, İlliyet Kanununun sonsuz
teseleülünü önlemek içindir. Bununla beraber ihtiyacı olmayan usuller de vardır. O
da sonsuz silsile toplamının dahi, hâdis ve mümkün olduğu için, hâdis olmayan ve
vâcip olan bir illete bağlı olduğu görüşüdür ki, ince ve önemlidir. Bunu, tbni Sina'-
ya borçluyuz. Burada zikrolunan bu delil de, İbni Sinâ'nın (Şifa) adlı eserindeki
(Burhani Vasat) dır. Bunda, yalnız bir hâdisin (sonradan meydana gelenin) varlığı
ile yetiniliyor, bütün âlemin meydana gelmesi davasına lüzum kalmıyor. Bu bakım-
dan, vâcibin isbatma dair daha basit bir delil oluyor ki, İbn-i Sinâ, bunu, asıl fiili
husule getiren illetin birliğine delil göstermiştir ve bununla teselsülü ortadan kaldır-
mıştır.
Kendisinden meydana gelmesi de böyledir. Çünkü, hiç bir şey kendi ken-
dini icad edemez veya doğuramaz. Öyle ise bu, diğer bir şey ile olmuştur.
Şimdi, bu şeye ( A ) diyelim. Eğer bu (A) ilk fâil değilse, ikinci dere-
cede bir fâil demektir. Yani, diğer bir şey sayesinde tesiri olan ve ken-
disinin de illeti bulunan bir fâildir. Bu diğer faile de (B) diyelim. Şim-
di, (B) yi tıpkı ( A ) gibi düşüneceğiz ve bu suretle, sonsuzluğa kadar
gidilecektir. Fakat, geriye doğru, sonsuz şekilde, teselsül (zincirleme
gidiş) mümkün değildir. (2). O halde. Vacip (varlığı zorunlu) olan bir
(2) Bu imkânsızlığın şekline hiç işaret edilmiyor. Bunu bir delile dayatıyorlar mı idi,
dayatmıyorlar mı idi? Pek anlaşılamıyor. Görünüşe bakılırsa, teselsül imkânsızlığın
apaçık ve kendi kendini isbat eder olduğunu kabul ettikleri anlaşılıyor. Halbuki, bu
incelenmeğe ve tartışılmağa değer. Bizce de, illetlerin sonsuz olarak teselsülü bâtıl
ise de, bu istidlâl yolu iledir. Bunun için de, başlıca iki delil vardır:
Birisi Tatbik delilidir ki, illetler silsilesinde oybirliği ile geçerlidir. Fakat, ma-
lûller (bir illetten husule gelenler) silsilesinde ihtilaflıdır. İyi tasavvur olunabilirse,
bu delil kabul edilir. Şekillendirilmesini buraya sığdıramayacağım. Kelâm ve Felse-
f e kitaplarımızda anlatılmıştır. Biz, Tatbik delilini de. Yunan Felsefesinden gelmiş
gibi sayarsak da, bu eserde buna dair hiç bir sözün geçmemesi, bunun, aksini gös-
teriyor.
Diğer delil de Tezayüf (Connoter = Birlikte bulunma) veya Tekâfû (Birbirine
yetme) delili denilen delildir ki; gayet basittir. Şöyle ki: Sonsuz illetlerin teselsül
halinde olduğunu farzedelim. Lâkin, elimizde bir en sonuncu illet vardır. En sonun-
cu ise kendisinden önce gelen ile birlikte olur. Eğer, zincirleme gidiş sürerse, bu
son olanın kendisinden önce gelensiz olması lâzım gelecektir. Bu ise bâtıldır. Çün-
kü, eseri olmayan illeti, illeti olmayan eseri düşünmek gibi, iki birlikte buluşandan
birini diğersiz düşünmek olacaktır ki, bu tenakuzdur .Elimizde bir son illet bulun-
masa idi bu delil geçerli olamazdı. Fakat, en son illet dediğimiz zaman, kendisinden
önce başka bir illet gelmiş ve kendisinden sonra da başka bir illet gelmemiş demiş
oluyoruz. Şimdi, bununla birlikte bulunan ve onu belli eden bir (kendisinden öncesi
olmayan ve bir sonrası olan) bulunmayacaksa, birlikte olması gerekenin birlikte ol-
maması icap edecektir ki; tam bir tenakuzdur. Böyle bir tenakuz asla bulunamaz.
Tûsî, (Şerhi Işârât) adlı eserinde bu meseleye temas etmiş. Sonradan gördüm.
ÂLEMİN MÜMKÜN OLMASI 289
ilk fail vardır ki, kendisinden önce gelen olmadığından, aslında, hiç
bir zaman, başkasından sonra gelmiş ve onun eseri olamaz. Çünkü,
illetlerin, silsile halinde, birbirinden sonra gelmesinde görülen devir
(dönme) tenakuz demektir.» (Don Skot (Duns Scotus) in Magistrum
Sententiarum Procmiurm - 1 - Fasıl 2).
(3) Çünkü zamanın, illiyet olan hudûs zamanında bulunması lâzım gelir. Halbuki, hu-
dus zamanı geçmiş farzedildiğine göre, beka sırasında, o hudus illetlerinin kısmen
veya tamamen zâil olduğunu farzetmek mümkün olduğu için, sonsuzun bilfiil var-
olması mahzuru ortaya çıkmaz. Anlaşılıyor ki, hudûs o sırada var farzolunursai o
mahzur yine bulunmayacak. Halbuki, âlemde her an oluş ve fesad cereyan etmek-
tedir. ~
F./19
290 METÂLÎB - MEZÂHİB
[...«Her hareket eden, bir şey ile harekete getirilir. Harekete ge-
tirmek ise, bir şeyi kuvveden fiile çıkarmak demektir. Bir şeyin kuv-
veden fiile hal değiştirebilmesi de ancak fiildeki bir şey ile olur. Bu ise,
sonsuz gider. Çünkü bastonun hareketi, elin hareketi ile olduğu gibi,
ikinci derecedeki hareket ettiricilerin hareketleri de, ancak ilk hare-
kete getirenin harekete getirmesile olur.»...]
(4) Pek iyi amma Teslis nereden çıkıyor? Demek ki bu deliller hep İslâm lehine oluyor.
 L E M İ N M Ü M K Ü N OLMASI 291
(5) İhtisas delili, bizim (Vicdâniyât Delilleri) dediğimiz, yani sübjektif delillerdir. Kur'-
am Azimüşsan'da (Şeniirîhim ayatına filâfâki ve fi enfüsihim) âyetinde, Allahm bir-
liğine deliller afakî (objektif) ve enfüsî (sübjektif) diye iki kısma ayrılmıştır. Mu-
tasavvıf kitapları (Enfüsî delilleri). Kelâm kitapları da ( A f a k î delilleri) izah ile, di-
ğerinden fazla, meşgul olmuşlardır.
(6) Bundan da anlaşılacağı gibi, Sent Anselm Tasavvuf ve Işrâkiye ehlinden imiş. Onun
delili hakkında yukarıda vermiş olduğum izahlar bununla da doğrulanıyor.
ORTA ÇAĞDA ( Î L Â H Î H A K İ K A T ) NAZARİYESİ
İLÂHÎYÂT FELSEFESİ :
(1) (Areopage) eski Atina'da, 31 hâkimden kurulu bir cinayet mahkemesi imiş ki işbu
(Denys) bu mahkemenin azasmdan biri bulunuyormuş. Ona nisbetleri olanlara (areo-
pagite) denilmiş. Meşhur Pavlus (Saint Paule) elile Hıristiyan olmuş. Atina'da Pat-
riklik de yapmış. Birinci milâdî asırda öldürülmüş.
VAHDETİ VÜCÛD 293
mistir. Bu iki kalem sahibinden biri Jan Skot Erijen (Jean Scot
Erigene) (2), öteki de Ekkâr'dır. İste, bu iki îlâhiyât Felsefesin-
den ilki, onj^edinci asnn Din Felsefesini, ikincisi de, ondokuzun-
cu asırda. Alman Din Felsefesinin esası olmuşlardır.
(2) Jan Skot Erijen (Jean Scot Erigene) Milâdnı 833 üncü senesinde Iskoçya'da veya
İrlanda da doğmuş, feylezof ve İlâhiyât âlimi olup fikirlerini cesaretle açıklamıştır.
(Kel Şari) denilen Fransa kralı tkinci Şari kendisini davet etmiştir, tbni Sina'dan ön-
ce ve Fârâbi'ye yakın bir devirde yaşamıştır. 880 de ölmüştür.
294 METÂLÎB - MEZÂHİB
(3) Burada, Sen Toma'nın, Görme ilminden malcsadı, mevcud olan veya fiilden mev-
cud değil de, gelecekte var olacak cüz'i eşyaya dair ilimdir, tdrâk ilminden maksa-
dı ise, asla mevcud olmayacak ve fakat varolmaları mümkün farzcdilebilecek şey-
lere dair ilimdir. Sen Toma'nın, Allah'ın cüz'î şeyleri bildiğini söylemesi İslâma da
uygun düşer. Zira, Allah (Ve hüve bikülli şeyin âlîm)dir. Aristo'nun Felsefesinden,
Allahın cüz'î olanları bilmediği anlaşılıyormuş. Bundan dolayı, bir vakitler bizde de
Feylezoflar Mezhebinin böyle olduğu meşhur olmuş ve tmam Gazali, feylezofların
usullerini değil, o usullerle çıkarılan felsefî neticeleri tenkid için yazdığı (Nihayetül-
felâsife) adir eserinde, bunu şiddetle eleştirmiştir. Lâkin, ondan sonra gelen mezhep
âlimleri, feylezofların, Allahın cüzülere ilmini inkâr etmediklerini, ancak, o cüzüle-
re ilmin cüz'î suretlerle değil, yine küllî suretlerle olduğunu, iddialarını isbat için,
ileri sürmüşlerdir. Muhyiddin-i Arabî bu izahı kabul etmiş, İbnü-r Rüşt ise, Gazâli-
yi, bu meseleyi, anlamamakla itham etmek istemiştir. Halbuki, Aristo Mezhebinde,
Gazâlî'nin anlayıp işaret ettiği müphemliğin bu suretle ortaya çıktığı söylenebilir.
Nitekim, buna Sen Toma da râzı olmamış ve Müslümanlara uymuştur.
(4) Bizim mantıklarda buna (Mahmulün şartıyla zaruret = Zaruret bişartılmahmül) der-
ler- ki (Zaruret bişartilvasıf) dan daha hususi mahiyettedir. Bununla beraber, (Bişar-
tilvasıf) zaruret dediğimiz zaman, bunda herkesçe bilinen, (Mahmulün vasfı) değil,
(Mevzuun vasfı) dır. Bu bakımdan, birbirine karşıdırlar. Mutlak zaruret ise, mevzu-
un kendisi bakımından olan zarurettir. (Allah, mutlaka Allah olmak bakımından,
zarurî olarak, âlîm) dir deriz ki, Allah, zâtının ismi okluğundan, kaziye (önerme)
296 METALİB - MEZAHIB
mutlak zarurîdir (zorunludur). (Allah, filân şeyi yaratmış olmasj bakımından, zaru-
rî şekilde irâde sahibi) dir desek, burada, zat itibarile değil, yaratıcının vasfı itibari-
le, zaruret olduğundan (Meşrutai âmme) kaziyesi yapılmış olur. Görülüyor ki, bun-
lar (Bişartilmahmül = Mahmulün şartile) kaziyeler değildir.
(5) Bunun manası, Allah zatını irâde eder, demektir. Hatta asıl ibare öyledir. Sen To-
ma'ya göre, Allahın kendisinin esası, vücudunun aynı idi. Şu halde. Hayır demek
de Vücud demektir. Demek ki Allah vücudunu irâde ediyor. İrâde ile olan ise, vâ-
cip (zarurî) olamaz. O zaman, Allahın Vacibülvücud (var olması zarurî) olmaması
lâzım gelir. Bundan dolayı, İslâm nazarında, Allah zatını irâde etmiş değildir. Bu-
nun sebebini irâdenin manasında aramalıdır. Sen Toma, irâdeyi şevk ve arzudan
ibaret saydı. Sonra da, bunun zarurî ve ihtiyarî kısımlarını kabul ediyor. Neticede,
irâde dediği sevgiye dönüşüyor. Haydi öyle olsun diyelim. Lâkin, eşyaya ilâhî irâde-
nin taalluku, kendini irâde etmesi dolayısı ile olunca, bunların ya ikisinin de zarurî
veya ikisinin de ihtiyarî olması lâzım gelecektir. İkisi de zarurî ise, ilâhî irâdenin eş-
yada ihtiyarî olmaması, ve onun tabirince, kâmil olmaması icap eder. İkisi de ihti-
yarî ise, Allahın varhğının ve hayırlı olmasının zarurî bulunmaması mahzuru orta-
ya çıkacaktır. Bu itibarla. Sen Toma'nın ilâhî irâde nazariyesi pek çürüktür. İslâm
Mütekellimlerine göre ise, irâde demek, ihtiyar demek, serbestçe tercih yapmak de
mektir. Müsâvi şekilde takdir edilmiş olan iki şeyden, yani yapmaktan ve yapma-
maktan birini, zaruret olmaksızın, tercih edebilmek kudreti demektir. Yoksa, irâde,
şevk ve arzu, sevgi ve rızâ demek değildir. Halbuki, varlık ve yokluk, Allahm esa-
sına nazaran, müsâvi değildir. Çünkü, Allahm vücudu vâciptir (zarurîdir). O halde,
Allah zatını irâde edemez. K i m kimi irâde edecek?
VAHDETİ VÜCÛD 297
( 6 ) Sen Toma'ya göre, beş emâre veya delil varmış: Bunlar: 1 — Nehiy (menetmek),
2 — îknağ (inandırma), 3 — Emir, 4 — Nasihat, 5 — Tekvin (oluşturmak).
(7) Yani, mahız fiil olduğu için, küllün fiilidir. Küllün fiili olunca, küllün kuvvesinin
fiili demektir. Hem küllün kuvvesi olunca, Allahta, fiil ve kuvvenin tam bir kavuş-
ması bulunacaktır ki, bundan dolayı, Sen Torna, kuvvesi zat'ı ile karışmıştır, diyor.
Lâkin,, kuvve, fiilin mukabili ve, surete nazaran da, madde demek olduğundan, bu-
rada bir (iki zıddın bir araya gelmesi) kusuru buluyor. Bunu ortadan kaldırmak
için de, Allahın kuvvesi pasif değil aktifdir, diyor. Yani, bahsedilen sıfat kuvve de-
ğil, kudret oluyor. Esasen kuvve bu demek olduğu halde, kabiliyet manasında kul-
lanılagelmiştir.
298 METALİB - MEZAHIB
(8) Nitekim bizde, Kaza ve Kader tabirleri birlikte kullanılır. Kader, ilim, Kaza Tek-
vin (oluşturmak) manasma gelir. Kelâm ilmimizde kullanılmayan ve İslâm feylezof-
larmca (Ezelî İnâyet) denilen Fransızca (Providence) kelimesinin karşılığı, bizce, (Ru-
bubiyet =: Rab'lık) olmalıdır.
VAHDETİ VÜCÛD 299
Hulâsa, Cenabı Hak, her şeyin aktif ve suret olarak gâye il-
c i d i r . îşte, Sen Toma îlâhiyât Felsefesinin tamamını toplayıp
ifâde eden derleme budur.
ORTA ÇAĞDA BİD'Î ( S A P I K ) İLÂHİYÂT F E L S E F E S İ
J E A N SCOT E R İ G E N E ( J A N S K O T E R Î J E N )
A M O R İ D Ö B E N , D A V İ D DÖDİNAN, EKKÂR
(1) Avrupalılarca (Averroes) diye anılan İbnü-r Rüşt'ün Felsefesi maddî bir Vahdeti
Vücud Felsefesi diye meşhur olmuş ve bunun için İbnü-r Rüşt bu kısımda zikredil-
miştir. Halbuki, İbnü-r Rüşt'ün, Aristo Felsefesini şerhedenlerden olduğu onlarca
bilinmektedir. Şu hale göre, İbnü-r Rüşt gibi Arap ve İslâm feylezofları yolu ile A v -
pa âlemine yapılan tesiri bilhassa Aristo Felsefesi bakımmdan mütalâa etmek ve
neticede Hıristiyanlık Felsefesini ve meselâ Sen Toma'yı ve onun gibileri bununla
ilgili bulmak daha uygun olacaktır. Gerçekten, İbnü-r Rüşt'ün elimizde bulunan
Metafiziği, Vahdeti Viicud nazariyesile değil, Allahin birliği nazariyesile doludur.
İbnü-r Rüşt Felsefesi denilen ve zikri geçen Metafiziğine aykın bulunan küçük bir
VAHDETİ VÜCÛD 301
kitabı dahi varsa da, bunun onun olup olmadığı bilinmiyor. A r a p uyanışında büyük
tesiri olan îbnü-r Rüşt ve ona uyanları sapıklardan göstermek için, onun asıl tesirli
olan yönü inkâr edilmiş ve Paris'te, Sensiyeli tesiri ile (aforozlanmasına) bu yolda
teşebbüs edilmiş gibi görünüyor. Vahdeti Vücud meselesi, esasen, Hıristiyanlığın Tes-
lis davasına, bir bakımdan, daha uygun olmakla beraber, Eflâtun Mezhebinin de
esasını teşkil ediyordu. Hele İskenderye Mektebi üslübu, Hıristiyanlığa, Eflâtun ve
Aristo'dan daha yakın bulunuyordu. Avrupa Orta Çağını Aristo'ya yaklaştıran Sen
Toma'nın, İbnü-r Rüşt'ten sonra geldiği ve onun tesiri altında kaldığı inkâr edilme-
se daha iyi olur. Bununla beraber, İşrâk Felsefesi ve tasavvuf bakımından da, batı-
nın Araplardan faydalandığı da inkâr edilmemiştir. N e var ki, bunu Avrupaya ak-
settiren İslâm Feylozofunun İbnü-r Rüşt değil onun muasırı gibi olan İbni Arabî
olması lâzım gelir. Çünkü, Vahdeti Vücud Mezhebinin en büyük temsilcisi odur.
Gerçekten, (Averroes) ismi, İbnü-r Rüşt'ten ziyade İbni Arabî isminin bozulmuş
şekli gibi görünüyor. Pek muhtemeldir kİ, bu hususta iki isim birbirine karıştırılmış
ve İbni Arabî Mezhebi İbnü-r Rüşt'e atfedilmiştir.
(2) Felsefe dilinde mâhiyet (essence), bir şeyi o şey yapan ve onu diğerlerinden ayırt
ettiren şey, bir şeyin asimi teşkil eden şey, demektir.
(3) Yukarıda geçen diğer bahislerde de işaret edildiği gibi, (işrâk) kedimesi, Fransızca
(Emanation) kelimesi karşılığmda kullanılmaktadır. Lügat manası, uçucu cevherle-
rin, onlarm tutan cisimlerden kopup ayrılmaları, demektir.
[...«Her şey Allahtır ve Allah her şeydir. Allah hem yaratıcı hem
de yaratıktır. Allah ilk başlangıç ve kaynak olduğu gibi, başkalaşma-
dan kalmağa ve bölünmez bir varlık olarak kendisine dönmeğe mec-
bur bulunan bütün varlıkların Âhiri (En sonu) yine Allahtır. Kül
(Tüm) birdir, yani kül Allahtır. Büyük Alber'e (Albert Le Grand) gö-
re, David Dödinan (Tomis) adh eserinde, şunu isbat etmek istemiş :
Nous, yani akıl ile ilk madde birbirlerini doğrularlar, yani birbirleri-
nin aynıdırlar. Bu aynı olmak, ruhun en yüksek tasavvuru ile karşı
karşıyadır. Eğer, bunlar belirgin iseler, bunların toplanacakları daha
yüksek, müşterek bir tasavvur farzetmek ve bu tasavvurun, her hal-
de, Allahın ve ilk maddenin aynı olması lâzım gelecektir.»...] (Sum-
matheologie - 1, 4, 20).
( • • ) Amaury de Bene ve David de Dinant hakkında bilgi veren en eski kaynak. Ch.
Schimidt'in Hlstoire et doctrine de la secte des Catheres. 0,2 Paris. 1849 eseridir.
304 METALİB - MEZAHIB
(6) Güyâ, bununla, kâinatı Lâhuta fedâ etmek, bütün alâkalardan sıyrılıp mutlak Tek
Varlıkta vecde ulaşmak istiyor. Buna da (FetealâllabU anma yasifûn) diyorum.
İKİNCİ FASIL
SON DEVİRLERDE
DİN BAHSİ
F./20
SON D E V İ R L E R D E DİN BAHSİ
(1) D e k a n Felsefesinde, «Pensçe» kelimesi., his, tasavvur, irâde gibi bütün ruh hâdisele-
rine şumulü olan bir mânâ ifade eder. Bunun için, bu kelimeyi, mutlak şuur, bir
dereceye kadar, buna yakîn demek olan, Sâzeç (yalm) idrâk veya ruh manasile ayni
manaya gelen zihin tabiri île ifade edebileceğiz.
(2) Subjectif, objectif, sujet ve objet gibi Fransızca tabirlere karşılık bizde, başlıca üç
istilâh (terim) vardır:
1 — A K L E N İMKÂN DELİLİ,
3 — LEMMİ (SÛRÎ M A N T I K Y O L U İ L E ) D E L İ L :
duğu için, müsavi ve akıllı bir şey olan ruhumuzun tabiatına bağ-
lı iseler de, bir takım müteallâkların (tasavvurun) alâkalandık-
ları) mümessilleri olmaları bakımından, başkaca bir gerçekleş
meyi, yani mevzuları ve müteallakları olan şeylere izafe edi-
len bir gerçekleşmeyi hâizdirler ki, Dekart, işte buna, mânânın
aslına göre gerçekleşmesi, demiştir. Mânâ ve tasavvurların ta-
alluk (ilgilendikleri) ettikleri şeylerin, surette ve kendilerinde
gerçekleşmeleri nisbetinde, mânâların da, az veya çok, aynen
tahakkukları vardır. Meselâ, nebat mânâsının aynî tahakkuku,
taşın mânâsından daha ziyadedir : Çünkü, nebatın vasıfları ta-
şın vasıflarından fazladır.
1 — Selb (menfileştirme),
İkinci Delil : Dekart'ın. ikinci delil adını alan delili de, ha-
kikatta birincinin bir cüzü ve birinci delilin geliştirilmesi de-
mektir. Fakat, bu delili tek başına ele almak da mümkündür.
[...«Allahta, zat (kendisi) ile illet (sebep), yani, surî illet ile fâil
illet karışır. Bundan dolayı, Allah, kendisine nazaran fiili yapan illet
gibidir. Demek oluyor ki, Allahın mahiyeti, varlığı kendiliğinden olan
Allaha nisbetle, sanki, husule getirdiği varlığa nisbetle onu husule ge-
tiren illet gibidir. İmdi, böyle kendiliğinden var olmak yüksek kudre-
tini hâiz olacak olan vücud yine böylece, yani kendiliğinden, bütün
kemâller ile vasıflandırılmış olmak kudretini de hâizdir. Bu da, mut-
lak vücud, mutlak kemâli tazammum (bir şeyi de ihtiva etmek) eder,
demeğe varır.»...]
«iyice bilinir ki. Ben bende onun mefhumunu, yani son derece
mükemmel bir varlık mefhumunu, bir şekil veya miktarın o şekil ve-
ya miktar olması mefhumundan daha az bulmuyorum. Ve bu mahi-
yete dair ezelde ve halde bir varlığı bilişim, bir şekille isbat edebildi-
ğim şeylerin bu şekle aid olduğunu bilişimden daha az açık ve daha
az belirgin değildir.» (Meditations 5)
[...«Var olmak bir kemâl değildir, bir suret veya bir fiildir ki bun-
suz hiç bir şey olamaz. Hiç mevcud olmayanm ne kemali olur ne de
noksanı. Hiç mevcud olmayana nakıs (noksana olan) denilmez, yok
denilir.»...] (S. Objets. Cousin. 2. S. 202). Bakınız buna Dekart nasıl
cevap veriyor :
MALBRANŞ ( M A L B R A N C H E ) . BOSSUE ( B O S S U E T ) :
EZELÎ HAKİKATLAR D E L İ L İ
L a y b n i ç der ki :
(2) Laybniç (Limmî Delil)in boşluğu olmak üzere ileri sürdüğü zorlukların vaktile (Les
daisiemes usrobjections meditations) da ileri sürüldüğünü ve burada Dekart'ın tıp-
kı kendisi gibi, ve belki de daha ince bir şekilde, cevap verdiğini bilmiyormuş gibi
görünüyor. (Müellif Paul Janet hâşiyesi)
318 METALÎB - MEZÂHİB
( • ) Clark.
320 METALÎB - MEZÂHİB
VÜCÛDÎ ( G E R E K İ R C İ , O L U M L U , A F F Î R M A T Î F ) DELİL
KİYÂNÎ ( E V R E N E Â İ D , K O Z M O G O N İ K ) D E L İ L
TABİÎ İ L Â H İ Y Â T D E L İ L İ
BU ÜÇ D E L İ L İ N BİR T E K D E L İ L E DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
KANT D E L İ L İ , A H L Â K Î D E L İ L
F./21
322 METÂLÎB - MEZÂHİB
(1) Yukarıda gördüğümüz gibi. Kant bu mefhumu (kavramı) da ıslâh eylemiş idi.
(2) Mahmûl tasavvurunun mevzu tasavvurunda veya her ikisinin tasavvurunun birbirin-
de dahil bulundukları kaziyelerde, K m t , bunlara (Tahlilî kaziyeler) der. Bedîhî (apa-
çık) olanların çoğunu bu kabilden sayar. Bunlara, bizim tanınmış İstılahlarımızda (te-
rimlerimizde) ( L a f z î kaziyeler) denilir. Meselâ, tarif ile tarif edilenden yapılmış bir
kaziye lâfzî kaziyedir. Burada, asıl tahlilî kaziyenin, «Allah Ekmelin kendisidir»
Kübrâsı olması lâzım geliyor. Dekart da, bu Kübrâya «Viicûd bir kemâldir» Suğ-
râsı ilâve ederek bir kıyas yani bir istintaç (netice çıkarma) yapıyor. O halde, Kant'm
bu itirazı Sent Anselm'in iddiası için geçerli olsa bile Dekart'ın iddiasma karşı ge-
çerh olmayacaktır. Bundan dolayıdır ki, Kant, ikinci ve üçüncü itirazlara da lüzum
görmüştür.
(3) Öyle ise, zengin olmak için, tasavvurun kâfi gelmesi lâzım gelmez mi? Deımek kt.
var olan dolarda, zihindekinden fazla bir şey var. O fazla olan şey, gerçekleşmektir.
Tasavvurun, vukua gelene uygun düşmesi, bu var olmaktan maadası bakımmdan-
dır. Sonra, şeyin durumu ne demektir? Acaba, durumun farkh olması uygun düş-
meğe mâni değil midir?
324 METÂLÎB - MEZÂHİB
(4) Bu iki imkândan bunu tercih edip seçmek suretile, buna bir cevap vermek kaabildir
ki bunu, aşağida, daha ileride, Hegel yapacaktır. Öyle sanıyorum ki bu, Dekart'm
da zevkine uygun düşecektir. Hülâsa edilirse, bunun, ashnda bir delil değil, bir ten-
bih (uyarma) den ibaret olduğu söylenebilir. Çünkü, Allahm varlığı, istidlâl yolu ile
değil, zorunlu ve apaçık olarak sâbittir. Mutlakın kendisi, mutlak varlık, bizim bü-
tün tasavvurlarımızın ve varlığımızın zorunlu şartıdır. Biz, buna delil kullanarak va-
ramayız, ancak uyarma yapabiliriz, demeğe gelmektedir,
(5) Bunu kabul edemeyeceğiz. Çünkü, tenakuz (çelişme, yıkaşma), tahlilî önermelerde
doğrudan doğruya, terkibi önermelerde ise dolayısı ile görünür. Bir kıyas ve istin-
taç (dedüksiyon) ile alınan netice, terkibi önexme olabildiği halde, o neticeyi nak-
zeden, mahmulü (yüklemi) olumsuzlaştıran mukaddimelerle çelişir ve dolayisile de.
kendi kendisile ters düşer. Yoksa, hiç bir sona varılamaz. Gerçek ve terkibi öner-
melerin ancak istikra (endüksiyon = Özelden genele) yolu ile isbat olunabileceği id-
diasını Stuai-t M i l pek güzel şekilde çürütmüş ve Aleksandır Bayn de bunu izah ey-
lemi|tir. Terceme ettiğim (Mantık kitabı) nm birinci cildinde, kıyas nazariyesi elcin-
de, ilgi çekici izahlar vardır.
KİYÂNÎ DELİL 325
(6) Kant'm bu delile yaptığı şu itiraz yanıltıcıdır. Çünkü, kendi izahına göre düşündü-
ğümüz takdirde bile, bu delilin birinci delile bağlı olmadığı aşikârdır. Zira, bu birin-
ci delil, yalnız zihinde sâbit ve sırf vaz'î (zihince mevzu yapılmış) bulunana, Ekmel
olan varlık mefhumundan, varlığı neticcsini, tahlil yolu ile, çıkarmak demek idi.
Halbuki, ikinci delilin buna asla bağlılığı yoktur. Çünkü, ikinci delilde, varlığı zo-
runlu olan birinin sâbit olması, ilk öncc bir delil ile oluyor, lîundan doLıyı, vücudu
vâcip (varlığı zorunlu) kavramı, sırf itibarî değil, müsbet ve gerçek bir kavram, bir
tasavvur olmuş oluyor. Bu kavramı bu şekilde, delil ile tcsbit ettikten sonr.T, vücûb,
(zorunluk) kavramından kemal neticesi çıkarılmış bulunuyor ki, bundan daha kuv-
vetli bir istidlal tasavvur edilemez. Tahlil ve istintaç usulünün araya girmesinden do-
layı, iki delilin birleştiğine hükmetmek, her ikisindeki tahlilin yerini ve kullanma
şartlarını bilıncnıek dcmckiir. Kanf «Allah mevcudf!iir>> önermesinde, bcm mahmu-
lü (yüklemi) hem de mevzuu (konuyu) atarsam tenakuz olmaz, diyordu. Gerçekten,
burada mevzu, sırf vaz'î (zihinde mevzu yapılmış) bir tasavvur olduğu takdirde, atı-
labilir, diyelim. Fakat «Vücudu zorunlu olan eknıeldir» tahlili kaziyesine gelince,
burada mevzuu atabilmenin imkânı yoktur. Çünkü, mevzu, kabul edildiği şekilde,
delille sâbittir. Bu sebeple, «A'arlığı zorunlu olan ekmel değildir» kaziyesini, tena-
kuzu ile birlikte kabul etmek gerekecektir.
Hâsılı; iki delildeki tahliller arasında mevcud mühim farktan, Kant gaflete düş-
müştür. Eğer, Kant'm. Vücûdî Delil'den maksadı, eski delilin aynı olmayıp da, umu-
mî olarak, tahlil yolu demek ise. bunu kabul ederiz. N e var ki, tahlil yolunun bâ-
tıl olduğunu iddia etmiş bir feylezof hemen hemen hiç yoktur. Yoksa, bütün istik-
raî (endüksiyonlu) kaziyelerden (önermelerden), tahlil yolu ile çıkardan fennî neti-
celeri inkâr etmek lâzım gelecektir. Varlığın zorunluğu kavramı, varlığın mümkün
olması kavramına mukabil olmasına ve varlığın imkânı demenin de, var olması içüı
kendisinin yetersiz ve dıştan başka bir illete bağlı bulunması demek olduğuna göre,
varlığı zorunlu demek, varlığı için kendisinin yeterli olması ve başkaca dıştan bir il-
lete ihtiyacı bulunmaması demektir. Şu halde, böyle bir varlık son derecede gerçek
olmaz da ne olur? tşte, bu bakımdandır ki, varlığı zorunlu olanın ekmel olduğunda
şüphe yoktur. Vacibülvücud (varlığı zorunlu) mevzuu olumsuz hale getirilmeden,
Ekmel yüklemi olumsuz yapılamaz. Ve, burada, daha önceki delile bağhlık da yok-
tur. Bununla beraber, i.şbu âlemin imkânı delilinin esası, bizdeki şekline göre Kant'm
izahı kadar değildir. Bizce zikredilen delilde, maddenin ve bütün âlemin vacibülvü-
cud (variiğı zorunlu) olamayacağı da isbat edilmiştir. Bunlar olmadan, bahsedilen
delil, tam olamaz. Evvelâ, âlem, mümkün olanların tümü demektir. Mümkünlerin
tümü zorunludur demek ise, tenakuzdur. Âlemden maksad, mümkünlerin tümü de-
mek değilse, âlem o halde nedir? Mümkün olanların ötesinde bir şey farzedilirse, o
şey, âlemin ötesi değil midir? Sonra, madde nedir? Maddecilerin vâcibülvücudu (var-
lığı zorunlu olanı), başka tabirle, ilâhî olan maddenin isbatı, acaba, Yaratanın işba-
326 METÂI.İB - MEZÂHİB
tından daha kolay mıdır? Madde dahi Mümkünler cümlesinden değil mitür? Mad-
denin en mühim hassası (özgüsü) hareketsizlik olduğuna göre, onun- varlığının zo-
runluğunu kabul etmek tenakuz olmaz mı? Maddenin bekası (yok olması) nazariyesi
de olsa olsa, maddenin kıdemini (öncesi bilinemeyecek kadar eski olmasmı) gerek-
tirir, yoksa onun varlığının zorunluğunu değil. Halbuki, bu nazariye, Kant'm (Aser-
torik) dediği, vâkiî önermeler veya başka bir deyişle, müşterek mutlaklık halindedir,
delile dayanan, zorunlu bir hüküm değildir. Bu bakımdan, maddenin kıdemini ge-
rektirmez. O halde, âlem bütün cüzüleri ve maddesile mümkündür. Mümkünün var-
lığı ise, Vâcibülvücuda (varlığı zorunlu olana) bağlıdır. Vâcibülvücud Allahtır. Vâci-
bülvücudun en mükemmel (Ekmel) olduğu, tam şekilde gerçekliği, ( Z a t ) kavramın-
dan anlaşılmakla beraber, âlemin nizam ve intizamı delili ile de doğrulanmıştır. Bu
sebeple, îslâm âlimleri, âlemin mümkün olması veya âlemin hudûsu (sonradan mey-
dana gelme&i) ile Allahın kendisinin varlığını, âlemin nizam ve intizamı veya Hik-
met delili ile de Allahın sıfatlarını isbat ederler. Allahın sıfatlarım, yalnız Vâcibül-
vücud (varlığı zorunlu) kavramından çıkarmakla yetinmezler.
(7) Bu, her şeyden önce, bir tahakkümdür. Hissedilen âlemin dışında, delilin delâlet et-
tiği bir şey bulunmadığını nereden biliyorsun? His âlemindeki kıymeti bize, bu ba-
kımdan, yeter, İlliyet Kanununun his âlemine tam şumulünü kabul etmek, mesele-
nin halline kifayet eder. Halbuki, bu kanunun değeri, sırf tecrübelere dayanmaktan
ibaret olamaz. Aksi takdirde, fennî tecrübelerden istikralar yapılamazdı.
(8) İlletler silsilesinin sonsu/Kığa kadar sürebilmesi, Arirto zamanından beri bâtıl sayı-
lagdmiş, Dekart da bunu. Beka ile kolaylaştırmış idi. İslâm âlimleri, bunu yukarıda
ijaret ettiğim gibi, (Tatbik) ve (Tezayüf = Birlikte bulunmak) delili ile isbat ediyor-
lar. Yine, yukarıda işaret eylediğim gibi, en son malûlde (illetin en son eserinde)
bütün geçmiş illetlerin tesirini görebilmek için bir geçmiş delilin bekası zorunluğu
vardır. Daha sonra, îslâm âlimleri, bu delili, teselsülü redde ihtiyaç göstermeden de,
ileri sürebiliyorlar. Çünkü, bir mümkünün illete ihtiyacı zorunlu olunca, bütün müm-
künlerin, toplam bakımından, yine illete ihtiyacını kabul etmek gerekir. Zira, müm-
künlerin toplamı da mümkündür. Bunun, kendi dışındaki illeti ise, ancak vâcip (zo-
runlu) olabilir. Bu suretle, silsile mümkün, fakat bir vâcibe muhtaç olur,
TABİÎ İLİM 327
(9) Bu itiraz, buradaki zorunluluğun zata aid olduğunu unutmaktan ileri geliyor. Şarta
bağlı olan zorunluluk (vücup) kendinden başkasile olan vücuptur.
(10) Vâcibülvücud (varlığı zorunlu olan), imkânla değil, zorunluluk İle sâbit oluyor. Z o -
runluluk olduğu zaman, imkândan bahsedilemez. Kendiliğinden değil, başkasile vü-
cup (zörunluk) olsa İdi, mâniğin olmadığım aramak İcap ederdi. Fakat, zata mah-
sus mâniğ kabul etmez. Onun için, imkânı isbata lüzum kalmaz.
328 METÂLİB - MEZÂHİB
(11) Âlemin sâni'inin varlığını kesin olarak kabul ve ifiraf ettikten sonra, iş, âlemin mad-
desi, âlemin sureti kavramlarının tetkikine kalır. Kant, eşyanm suretlerini, ruhumu-
zun kanunlarına atfetmiş ve maddenin, ancak tecrübe ile bilinebileceğini söylemiştir.
Biz de deriz ki, Kant, acaba, suretsiz bir maddeyi hangi tecrübe ile bilebilmiştir ?
Suretsiz bir âlem, madde varmıdır? Her varlık bir suret ile tecelli etmiyor mu? O
halde, Kant'm, Kuvvânîliğe (Dinamizme) dayanan madde nazariyesinin burada ru-
hftnilige dönüşmesi lâzım gelmiyor mu? Bunun içindir ki, Kant'ı, Hegel'in Manevi-
yât (İdealizm) Felsefesi takip etmiştir.
(12) Evvelâ, tecrübe bize mutlakı doğrudan doğruya verebilse idi, ayrıca sonuçlandırma-
ya mahal kalmazdı. Onun için, tecrübe, Mutlakı, kapalı şekilde ve, istintaç ve istid-
lâl ile tahlil ederek bildirir, diye Kant'a karşı çıkacağız. Binlerce sene önceki bir
asıl ile bugünkü feri arasındaki münasebeti sürdüren kudretin, alelâde bir kudret
olduğunu kabul etmek garip olur. Sonra, hikmet alâmetleri karşısında göze çarpan
ve intizamsız görünen şeyleı;, aslında, diğer bir kemâlin alâmetleridir ki o da irâde-
dir. Bunlardan, Vacibülvücudun irâde ve ihtiyarının illet ve sebeplerin şevkleri al-
tmda muztar kalmadığım anlıyoruz,
ALLAH'IN VARLIĞI 329
VÜCÛDÎ D E L İ L İ MÜDAFAA
tLÂHÎ HAKİKAT
BAHSİ
D E K A R r i N İLÂHİYÂT FELSEFESİ
A L L A H , E Z E L Î H A K İ K A T L A R I N DA Y A R A T I C I S I D I R
SÜREKLİ YARATIŞ
İLÂHÎ G E R Ç E K L İ K
F./22
338 METÂLİB - MEZÂHİB
A L L A H I VASITASIZ G Ö R M E K
ALLAHTA GÖRMEK
ESLÂHİYET (OPTİMİZM).
Y A R A T I L I Ş I N SONSUZ G E R E Ğ İ
(2) Burada, Malbranş'm failden kasdı, hakikî fâillik illeti demektir ki, fiili yaratan de-
mek olur. Bu itibar ile, İslâmın (Mutezile) sine karşı ve (Ehli Sünnete) uygun ola-
bilir. Yoksa, biz mahlûka da fâil diyebiliriz. Zira, faîl, fiil sahibi demektir, fiil ya-
ratan demek değildir. İnsan, kendi fiilinin fâilidir, hâliki değildir, deriz. Aksi takdirde,
sırf (Cebriye) olur. Halbuki Malbranş'm Muadde (hazırlanmış) İlletleri sırf cebre ay-
kırı düşeceğinden, burasını bizimki gibi anlamak uygun olacaktır.
344 METÂLİB - MEZÂHİB
1 — E s l a h i y e t (nikbinlik, iyigörürlük, o p t i m i z m )
3 — Y a r a t ı l ı ş m sonsuzluktaki g e r e ğ i .
(3) Demek oluyor ki, asıl gâye illet, Hazreti Mesih imiş. Malbranş, bu mesele ile, fel-
sefeye, Hıristiyanlığın (İlâhın cesedleşmesi) akidesini sokmuş, makûl olmayanı, ma-
kul yapmağa çalışmıştır. Fakat, burada, İslâm Mutasavvıflarının bir nazariyesinden
faydalanmışa benziyor. Çünkü, Mutasavvıflarımız (Levlâke Levlâke Lcmâ Halak-
tüleflâk) meâli gereğince, Hazreti Muhammed Mustafa Efendimizin, âlemin yara-
tılmasına sebep olduğunu ve âlemin, bunun için, Muhammed Nuru ile yaratıldığını
izah etmişlerdi. Sırf dinî olan bu bahsi, ayrı bir bahiste yazmak daha uygun ise de,
burada bir az buna işaret etmek lâzım geldi.
ekmeli olduğu için, bir nevi ihtisas ifade eden bir izafetle (Evvelü ma halakallâhü
nuri) buyurulmuş ve bu mânada, âlemin, Hazreti Muhammed'in nurundan yaratıl-
ması ve onun vücudunun, yaratılışm gâye illeti olması doğru olmuştur.
Hazreti tsâ, Allahm kelimesidir. Fakat, bütün eşya da Allahm kelimeleridir.
Hepsi, en yüksek kalem ve ilk akıl ile yazılmıştır. Kelime, adeta bir zarftır. Mânâ
onun içindedir. Halbuki, Hazreti İsa'daki mânâ, Hazreti Muhammed idi. Hıristiyan-
lık da îslâmın başlangıcı idi. Demek ki, yaratılışın gayesi, en son Peygamberin ve
Tevhid Dini olan İslâmın zuhurudur.
İSPİNOZA ( S P İ N O Z A ) NIN İLAHİYAT F E L S E F E S İ :
C E V H E R BİRLİĞİ
ALLAHIN SIFATLARI :
İDRÂK V E İMTİDÂT ( B O Y U T ) .
KÜLLİ ( Ü N İ V E R S E L , T Ü M E L ) ZORUNLUK :
(1) Hatırlanmalıdır ki, İspinoza, tarifinde «Cevher, tamamen lizatihi mevcuddur» deme-
miş, «Bizatihi mevcud, lizâtihi makûl» demiştir. Bunlann arasında ise. çok fai'k
vardır. Cevherin, mevcud lizatihi olduğunu ve bu sebeple ( T e k ) olduğunu, istidlal
yolu ile isbat etmiştir. (Müellif Paule Janet).
CEVHER BİRLÎĞÎ 349
(2) Bizce, bu tefsir doğrudur. Biz Müslümanlar, Allaha ilim isnad ederiz ki akıl, fikir,
zihin isnad etmeyiz. Çünkü, bunlarda başkalaşmak ve sonradan başkası tarafından
vücuda getirilmiş olmak ihtimali vardır. Allahı kusursuz saymamıza mâni olur. Fa-
kat, bu delil, imtidat hakkında da geçerlidir. Çünkü, imtidat, cisimlerin hassalarırı-
dandır. Ancak, Allah cisimdir amma diğer cisimler gibi değildir (Cismün lâ kelecsâm)
diyen, Mücessime bu boyutu kabul edebilir.
İLÂHÎ İHTİYÂR 351
dan sonsuzdur. O halde, sonsuz idrâk hir sıfattır, yani Allahm bir sıfa-
tıdır.)) Bir de, İspinoza der ki, Allah kendini anlar. Halbuki, bilmek ol-
madan anlamak olur mu? Demek ki, Allahm idrâki, mahız ve mutlak
mâhiyeti ile, ilim fiilidir.
fatlar ile, mânâ bakımından, arazlar arasında, bir orta hal ka-
bul eder. Bu haller, sıfat değilseler de arazdırlar. Lâkin, asıl
mânâsile arazlar gibi, sonsuz olan değildirler. Emil Sese (Emile
Saisset) der ki :
F./23
354 METÂLİB - MEZÂHİB
dan başkasını yapabilir olsa idi, başka bilfiil aklı, bir irâdeyi,
bir mâhiyeti hâiz olması gerekirdi. Bu münakaşada, îspinoza'nın,
Allahın mutlak ihtiyârına kaail olan Dekart Mezhebini nazara
aldığı açıkça görülüyor. Bununla beraber, İspinoza, akıl gücü-
nü irâdeye bağlı kılan mezhebi irâdeyi akla tâbi tutan mezhe-
be tercih ettiğini de ilâve eder. Hüsnü Rıza (tam irâde) akidesini
Eslâhiyet (Kayırın üstünlüğü, İyigörürlük, Optimizm) akidesi-
ne çok tercih eder. Allah Hayır (Eslâh) misâline uymağa mec-
burdur, demek, Allahın dışında ve üstünde, onun bakıp örnek
alacağı ve tatbik edeceği bir örnek koymak demektir. Bu ise, Al-
lahı bir kadere bağlı tutmak ve başka şeyler de yapabilmesini
önlemek, bu imkânı ortadan kaldırmak demek olur. (2, 33 - Ha-
şiye 2).
(3) Bu zorluklar kabul edilirse, yalnız Allah hakkında değil, umumî olarak, Gâye il-
letleri inkâr etmek lâzım gelecektir. Meselâ, tspinoza'nın şu münakaşasının Gâye İl-
letleri iptal için olduğunu inkâr etmeli. Çünkü, iptal münakaşadan sonra gelir. Bizim
kitaplarda, (Gâî İllet), fiilin değil, fâilin fâilliğinin illetidir. Ve, idrâk bakımından
daha önce, vücud bakımından daha sonradır, diye izah edilir. Hakikatte, Rûyet
(Görme), Basar (Görme Gücü) in malûlüdür (eseridir). Fakat, tasavvur (görmek
tasavvuru), Basarı (Görme Gücünü) yaratan illetin fâilliğine, yani. Görme Gücünü
yaratma fiilini icra mevkiine koymasına illettir. O halde. Basar (Görme Gücü), gör-
meğe illet olmak üzere yaratılmış ve görmeği tasavvur da bu yaratışa sebep ol-
muştur. Bu takdirde, gösterilen zorlukların ikisi de boşunadır. Yalnız, tmam Ejarî,
Cenabı Allahta Gâye İlleti inkâr etmiş, fakat Allaha mahsus bir mahzur ileri sür-
müştür. Eş'arî der ki:
«AUahın fiillerinde Gâye lUet oba idi, onları başka bir şeyle tamamlama ge-
rekirdi Allalun fiili kendinden değil, gâye ile tekemmül etmiş olurdu ki, bu câiz de-
ğildir. Şunu da diyebiliriz İd, illet yine Allahm irâdesidir. Gâyenin burada durumu,
bir miilâbeseden (birbirine karıştırmaktan) ibarettir. Yani aradaki nizamm, tesir edici
değil, tesir altmda kalıcı olmasından başka bir şey değildir. Biz buna (Mesâlihi Mü-
rettebe = Tertip edilmiş işler) deriz.
İlletin illet olmasını irâde etmek, malulü o illete gâye yapmak demektir. Gâye
illet bundan başka bir mânâ ifade etmeyerek, Allahın fiillerinde cereyan ediyor.
Her nerede bir illiyet (sebeplilik) varsa, orada malûlün (husule gelen eserin) gâye
olması vardır. Onun için, bizce, Allahın fiillerinde gâye, nizam ve intizam olduğu
muhakkaktır. Ancak, o gâyenin Allah üzerinde tesirini ve rolünü kabul edemeyiz.
LAYBNİÇ ( L E İ B N İ T Z ) :
ESLÂHİYET ( A L L A H ' I N D Â Î M A E N H A Y I R L I Y I Y A P T I Ğ I
BAYL ( P İ E R R E B A Y L E ) İN İTİRAZLARI.
(1) Halbuki, asıl sebep (en yüksek sebep) Allahın ihtiyarlarının kendisidir. Onun için,
Cenabı Allah birini seçebilir ve fakat, seçtiği, O seçtiği için, Eslâh (En iyi, en Ha-
yırlı) olabilirdi.
ESLÂHÎYET 357
«Allah varsa Şer ne? Yoksa Hayır ne?». Ona göre, bunun asıl se-
bebi, mahlûkun kendi mahiyetindedir. Yani, ilâhî ilimdeki ezelî haki-
katlar ile çevrili olması bakımından yaratığın dölündeki tabiattadır.
Bu manada. Eflâtun ile beraber, şerrin menşei maddededir, denilebilir.
Şu şartla ki, bundan, ezelde, ilâhî misalleşmiş olmak bakımından, mah-
lûklar ile durabilen şartlar kasdedilmiş olsun. Şer, bir sondan, bir
kendi kendine yok olmadan (intifa) ibaret olduğu için, bunun fâil
358 METÂLİB - MEZÂHİB
Şer üç türlüdür :
Fakat, Allah şerre nasıl müsaade eder? Allahın iki türlü irâ-
desi vardır : Biri fiilden önceki irâdedir ki, her hayıra yönelir.
Bu i r â d e ile «Allah her hayın, hayır olduğu için, murad eder».
Bir de sonradan gelen nihai (sonuncu) irâde vardır ki, Allah ha-
yırları birbirile kıyaslayıp bunları, ancak mütelâyim (birbirine
mülâyim) olmaları ve birleşme halinde en büyük hayırı husule
getirebilmeleri bakımından irâde eder. îşte. Şer, bu en büyük
Kayırın gerekli şartlarından biri olur. Bu sebeple, Allah Hayırı
daha önce, Şerri de daha sonra olarak irâde eder. (§ 23).
icMuhtelif, yüklü bir çok gemiyi, akıntısile götüren bir nehir farse-
dilsin. Bu nehîrin akıp gitmesi, g&milerin hareketine illettir. Fakat, ge-
milerdeki yükler birbirinden farklı olduğu için, yüklerine ve kendi
ağırlıklarına göre, gemilerin süratleri de birbirinden farklı olur. Ne-
hirdeki akıntı gemilerin hareketine illet olduğu halde, sürat derece-
lerine illet olamaz.y
B a y i şöyle der :
(2) Yani, ezelî hakikatlar tabirinden, vukua gelen ve gelmeyen mânâsmdaki hükümler
anlaşılır iken, Dekart, bunlardan, vukua getirmek ve getirmemek şeklindeki süb-
jektif hükmü kasdetmiş oluyor ki, bu anlaşmamazhk, ezeli hakikatlann ifade tar-
zmda bir ihtilâf dernek oluyor.
364 METÂLİB - MEZÂHİB
(3) Bu cevabın hülâsası şöyle olmalıdır: En iyi ve en hayırlı olmak izafî ve nisbîdir.
Külle ve sonsuz akıp gidişe nazaran mümkün olan Eslâh (En iyi) demektir. Şu
halde, her zaman için. Eslâh külle göre olur. Sonsuz zamanda, Eslâhiyet kemal
derecesine gelir ve bu suretle, âlem Eslâhtan Eslâha doğru gider. Lâkin, bunun,
yapılan itiraza bir cevap olup olamayacağı, üzerinde durulması gereken bir mese-
ledir. Çünkü, iddia, yaratıkların hiç biri mutlak Ekmel değildir ve onun için de,
mutlak Eslâh değildir, tarzında iken, burada (sonsuz geleceğe) göre Eslâh diye ce-
vap verilmiş oluyor. Ve, sonsuz gelecekte, eşyanın daha mükemmel olabileceği de
kabul edilmiş bulunuyor. Meğer ki; iddia şöyle ileri sürülmüş bulunsun : Sonsuz za-
manda gerçekleşmeleri bakımından, bütün eşya, Allah gibi mutlak sonsuzdur. Onun
için. sonsuz akıp gidişe nazaran (Mümkün Eslâh) demek (Mutlak Eslâh) demek olu-
yor. Vukua geldiği zamanda her vâki, sonsuz vaziyete nazaran Eslâh da, mümkün
olan şekillerin mutlak eslâhıdır. Fakat, metinde de söylendiği gibi, âlem, herhangi
bakımdan olursa olsun, Allah gibi mutlak olamaz. Buna karşı da denilebilir ki, ma-
dem ki olmaz, âlemin toplamına göre Eslâh da, mümkün olan sûretlerin Ekmeli olur.
Bundan daha mükemmeli yaratılamaz. O halde, burada Mutlak Eslâhdan maksad,
mümkün olanlar içinde, Eslâhın (En hayırlının) en büyüğü demek olur. Allahın
âlemden ekmel olması buna ters düşmez.
Benim âciz fikrime kalırsa, burada teııâhi (sonu olmak) ve adem (yokluk) im-
kân şekillerinin sonu olması bakımından, düşünülmelidir-, tîor yaratık, yaratılma-
İTİRAZLAR ' 365
dan önce, sonsuz surette, ihtimaller içindedir. Zeyd'in oğlu Amir. yaratılmadan ön-
ce, sonsuz surette olabilirdi ve onun her kıhnda bile binlerce imkân şekli vardı. Her
sıfatı mutlak kemâl ve bu sebeple, her hâdisedeki kudreti ve sonsuz olan Allahın,
bir hâdisedeki sonsuz imkân suretlerini, bir anda, fiil mevkiine koyması da muhâl-
dir. Bu suretler içinde Eslâh, yalnız bir tanesidir denilemez. Bir çoğunun birbirile
müsâvi olmaları da imkân dahilindedir. O halde, Allahm bunlardan birini, mutlak
ihtiyarı ile, tercih etmesi lâzım gelir. Eslâhın mutlak lüzumunu kabul eden Eslâhi-
yet taraftarları, hâdisede ilâhî kudretin mutlak kemâlini unutuyorlar ve herhangi bir
mertebeyi, bir haddi, yani sonu olanı, sonsuzlukta Ekmel farzediyorlar. Her hâdi-
sede, bütün ilâhî kudretin mutlak kemâli ile fiile çıkması, Allaha ortak yaratmak
gibi, imkânsız olduğu halde, vukua gelenin, Eslâh ve Ekmel olarak mümkün oldu-
ğu nasıl iddia edilebilir? Şimdi, bir nokta kalıyor. Sonsuz zaman içinde, sonsuz müm-
künün meydana getirilmesi ve her varlığın, istidadı olan bir çok imkân şeklinden
her birinin, sonsuz zamanlarda, sonsuz meydana gelmelere uğraması mümkündür.
Bu şekilde, ilâhî kudret, bütün kemâlile, sonsuz zamanda, fiil sahasına çıkmış olmaz
mı? Burada, sonsuz mümkünlerin, sonsuz zamanda, biraraya gelmeleri değil, bir-
birlerini nöbetleşe takip etmeleri, birbirlerinin yerini almaları vukua gelir. Jler vu-
ku mertebesinin üstündeki, yine imkân sahasında kalıp fâilliğini muhafaza edemez.
(4) Nöbetleşe yer değiştirmede, birbirlerile eşit mertebelerin, vukua geldikleri zajnan
parçasına tahsisi, yine mutlak ihtiyar (serbest irade) ile olmuş olur. Hâsılı, Allah
bütün sıfatlarile, ezelde ve ebedde, fiil halindedir. Fakat, âlemde her şey fiil ha-
linde değildir, kuvve halindedir. Onun için, mümkün olan Eslâh daima kuvvededir.
Yapılan itirazdaki «Daha mükemmelini husule getirmek her zaman mümkündür»
sözü doğrudur. Netice olarak denilebilir ki, Allahm fiilinde ilim ve irâde biriikte
olmakla beraber,, yaratışın illeti, ilimde değil, irâdededir. Cenabı Allah Mutlak Muh-
tar'dır. Mutlak Hikmet onun mutlak ihtiyândır (seçip yaptığıdır). İslâm Mütekellim-
leri, ilmin irâdeden önce olduğunu kabul etmekle beraber,, ilim ve aklın fiili icap
ettirdiğini reddederler. Fiili gerekli yapan, irâde ve ihtiyardır, derler. Allahm tercih
etmediği hikmetin ne değeri olabilir ki ?
366 METÂLİB - MEZÂHİB
birden fazla Allahı hâvi olamaz. (5). Her zaman, bir cisimler
topluluğu, yani zaman ve mekâna göre tertiplenmiş eşya ve ruh-
lar olacak ve o cisimler, bu ruhlarla temsil edilip müşâhede olu-
narak, ona göre, Sâlih (hayırh) cüzü halinde idare edilecektir.
(200)
(5) Bu söz bizim Temânu (birbirini engelleme) delili (Bürhan-ı Temanu) dediğimiz Vah-
det (Allahm birliği) delilidir k i : (Levkâne fîhimâ AUhetiin iUâllâhe lefesedetâ) âyeti
celîlesinden alınmıştır. (Onlarda Allahtan bajka HâMar bulunsa idi elbette fesada uğ-
rarlardı) demektir. Bu sözlerde, insanların toplum düzeni için gâyet önemli olan bir
esas vardır. Bir toplumda, bir memlekette, birbirine eşit selâhiyet ve kemâlde olan-
lann veya bu iddiada bulunanların çok olması, toplumculuğa aykırıdır. Toplumculuk,
kül halindeki ruhun hâkim olmasına bağlıdır ki, ferdleri bir tek cisim halinde ha-
rekete getirebilsin. İnsan topluluklarında, ferdîliği (bireyciliği) büsbütün ihmale yö-
nelen mutlak toplumculuk fikri, bir takım tepkilerle, bireycilik (ferdiyet) fikrinin
yayılmasına sebep olduğu gibi, aşırı ferdiyetçiliğin (bireyciliğin) çoğalması da, top-
lumun yıkılması demektir. Onun için, toplumda, hukuk eşitliği esas olmakla bera-
ber, birbirinden farklı mertebeler de bulunması ve tabiatile, bütün mertebeleri temsil
eden yüksek mertebedeki birlik de zarurîdir. Bundan dolayıdır ki, herhangi şekilde
olursa olsun, her devletin, her hükümetin, her meclisin bir başkanı bulunagelmiş-
tir. Ve, her ordunun en yüksek kumandanı bir tane olmuştur. Başkan olan, kendi
şahsiyetini, kendi emellerini temsil ve tatbik etmek ve hükümetin asıl kendine aid
olduğunu iddia eylemek hevesinde ise, buna şahsî hükümet, veya müstebid hükü-
met, veya Firavun hükümeti denilir ki, İslâm bunun karşısındadır. tslâmda, hükü-
met reisi, halkın hakları ve işleri hesabına vekil sıfatile, başka bir deyişle, onun
halifesi olarak,, hüküm yürütmeğe vasıta olur. Vaktile, Hâriciler, halifeye, hükümet
reisine lüzum yoktur, hüküm Allaha mahsustur, dediler, fakat hiç bir zaman baj-
kansız kalmadılar. Bu suretle tenakuza düştüler.
(7) Bu, pek doğrudur. Fakat, (Mutlak ihtiyar) M e ^ e b i n i doğrular. Gerçekten, Allahın
ihtiyarı Eslâha tâbi değil, Eslâh Allahın ihtiyarına bağlıdır. Allah, neyi dilerse,
hikmet ve Eslâh o olur. Allahın ihtiyarı, tek icap ettirici illettir. O, her şeyin illeti
olduğu için, Eslâhın da illetidir. Yoksa, Allahın, ihtiyarından vazgeçerek, bir Eslâh
var da onu ihtiyar etmesi, ahlâk bakımmdan, zorunlu değildir. Belki, Allah neyi
ihtiyar ederse (tercih edip seçerse) Eslâh (en hayırlı), hikmet odur. Çünkü, mahlûkun
yaratığın) kemâli kendisinde değil, Allahın ihtiyarına uygunluğundadır. Onun için
(Elhayrü mâ ahtârahûUalıü =: Hayır Allah'ın ihtiyar ettiğidir) demek olan fıkra doğ-
rudur. Lâkin, vücûdu tazammun etmesi doğru değildir, denilebilir. Bu ifade, bizim
Eşarî Mezhebine uygundur.
368 METÂLİB - MEZÂHİB
F./24
ONDOKUZUNCU ASIR :
KANT'IN İLÂHİYÂT F E L S E F E S İ :
ÎTİKADÎN ( İ N A N I Ş I N ) İ L İ M Y E R İ N E KONULMASI.
e — İlâhî şahsiyet,
1 — Allahm varlığı,
(1) Ruhun bekası yerine Ahiret dese idi daha doğru ve umumî olurdu. Çünkü, Ahireı,
ruhun bekası şartına bağh değildir. Burada mevzua (postüla) denilen de isbat ve
inkâr edilemeyen ve kabul edilmesi zaruri olan mebde demektir.
372 METÂLİB - MEZÂHİB
olan yüksek mutluluk ile kâmil (eksiksiz) bir irâdeyi birleştiren zihnin
bir tasavvuru demektir. Şu halde üstüıı âlemi, yani en yüksek hayırın
hüküm sürdüğü makûl ve mânevi âlemi, bu âlemdeki çalışmalarımı-
zın meyvalannı toplayacağımız bir âhiret âlemimiz diye kabul etmek
mecburiyetindeyiz. O halde, Allah, âhiret hayatı, aklî mebdelere na-
zaran, mükellef olmanın vazgeçilmez bir şartıdır.n. (Mahız aklın ten-
kidi, " Fasıl 2 - Durak 2 - Amelî akıl bahsine müracaat S. 332). uBir
isbat edici delil değil, bir imândır. Lâkin sırf aklı ve fiilî bir imândır...»
(Amelî akıl - Barti tercemesi - S. 332).
R a h m e t arşı ( r o y a u m e de g r a c e , ou r e g n e de g r a c e ) denilen
işte bu f a z i l e t v e saadetin ahengidir. Kant, bu tabiri kabul edi-
y o r . G â y e l e r arşı (Sidre-i Müntehâ) dahi dediği bu Rahman A r -
şı, şu hissedilen âlemin karşısında olan, aklın e r d i ğ i (makûl)
âlemden ibarettir.
Şunu unutmayalım ki, burada maksad, akıl için bir burhan de-
ğildir. Amelî bir zaruretin icabı olan bir mevzuadır (postülâdır), bir
imândır, fakat (sırf aklî) bir imândır...'] (Ameli akıl - Barni terceme-
si. S. 235) Bu, bir ihtiyaç, bir menfaat neticesidir. Sırf nazarî bir ba-
şarı ancak nazariyelere, bir amelî akıl, ihtiyacı da, bir mevzuaya götü-
rür. Bu bir vazife icâbıdır. Bir hayır adamı, başka şey bulamaz ve
«İsterim ki bir Allah bulunsun der». (S. 463). «Bu, benim menfaatimin,
karşı durulması imkânsız bir hüküm vermemi icap ettirdiği bir makam-
dır» . (Ayni eser, ayni sahife).
FİHTE ( F İ C H T E ) V E ŞELLİNG ( S C H E L L İ N G )
VAHDETİ VÜCUDUN M Ü T E A D D Î D Ş E K İ L L E R İ
(1) Şunu iyi anlamak lâzım gelir ki, maksad, Mutlakın kendisinin düşmesi değildir. Zirâ,
Almanca olan asıl ifade, Mutlakın, düşmeğe müzafünileyh (belirten) olmasına, kaide
müsaid değil. O halde, bu, Mutlaktan onun dışına bir atlama ve sıçrama oluyor.
Fakat, o zaman sıçrayan ve düşen kim oluyor? Çünkü, bu, mutlak değil. Halbuki
var olan ancak mutlak. Galiba bu, öbürüne bir gölge, bir hayal olarak bağlı olup
hiç bir gerçekleşmesi olmayan bir mutlak olacak. Şelling der ki, düşüşün misâli,
Fihte'yi tasavvur ettiğim sıradaki benim. Bu yalnız bir vâkıa değil, bir fiildir.
(2) Bu şekilde düşüncenin mebdei, zannederim, meseleyi doğuş yoiu ile halletmek ola-
cak. Bir babadan nüzul, anadan sukut ve ayrılma tekevvün (oluşma) mebdeine mi-
. sâl verilmiş. Burada sıçrayan,, düşen çocuk insan, ana ve baba da insandır. O hal-
de, mutlak insan, oradan oraya indiği, düştüğü halde yine insandır. N e doğuran
insandan bir şey eksilmiş, ne doğan insan, insandan başka bir şey olmuştur. Küllî
olan cüzülerine tamamen sadıktır. Mutlak, ferdlerinde gerçekleşmiştir. Şimdi, me-
seleyi mutlak mevcuda tatbik ettiğimiz zaman, mevcuddan yine mevcud doğmuş,
mutlak yine mutlaktan doğmuş. Bu doğuşta aslından bir şey eksilmemiş, yine ken-
disi, başka bir göi'ünüşle, ortaya çıkmış, kendisinden yine kendisine inmiş ve düş-
müş ve araya başka bir vasıta girmemiş oluyor. Buna karşı biz (Lemyelid ve fcmyuîed
ve kmyekün lehu küfüvcn uhad) demekle iktifa edelim.
376 METÂLİB - MEZÂHİB
Âlemde şer varsa, onun kendi hatasıdır. Kendisi için fena ol-
duğu halde o niçin bu âlem olmak istemiş? Allahta niçin kalma-
mış? Bu mezhep, esas itibarile eski (Seneviye Mezhebi) ne (3)
dönüştür. Zira, âlem Allahtan ayrılmış ise, şüphesiz, daha evvel
onun Allahta müstakü bir varhğı var imiş, demektir. (4). Yoksa,
Allahın kendi kendine bir zelzele yapması ve kendi vücudundan
bir parçanın müstakil bir hayat yaşamak ve mutlaka hatalar
yapmak istemesi v e aslî cüzü bulunduğu hakikat ile birlikte kal-
maması nasıl tasavvur olunur?
(3) Seneviye Mezhebi, âlemin nizamını biri Hayır, diğeri Şer ilâhî olmak üzere, iki ilâ-
hın yaratıp koruduğuna inanan mezhep.
(4) Bu şekilde ise, düşüşün azalma vc mevcuddan çıkarılma yolu ile olması zarurî olur.
Evvel yok idi, ayrılma sırasında mevcud oldu, denilir ise, bu şekilde de halk (ya-
ratma) kabul edilmiş ve ayrılma, düşüj gibi faraziyelere hacet kalmamış olur.
H E G E L ' İ N İLÂHİYÂT F E L S E F E S İ :
nız ruh değil, mutlak ruhtur. (O- Küllü bilen mânâdır, mahız
(arı) vicdan, mutlak vicdandır.
VE HARTMAN ( H A R T M A N N ) .
E S V E Î Y E V E Y A İNZÂRİYE
(PESÎMÎZM - BEDBİNLİK)
lama ise bir elemdir. îrâde etmek, elem duymaktır. Halbuki, vü-
cud irâdeden ibarettir. O halde, her hayat bir elemdir.
HAMİLTON V E MANSEL
DİNÎ T E N K İ D .
ÜÇ H Â L K A N U N U - İNSANLIK D İ N İ :
(1) Ogüst Kont'un malûm olan diğer mebdeine göre, en önce olan en basit ve en basit
olan en umumîdir. O halde, insanlığm bu birinci devrinin, en umumî hal olması icap
eder. Bu ise, aşağıda vereceği diğer hükümlere ters düşer.
(2) Öbürlerinin, gelip geçici, ârizî haller olduğunu söylemek istiyor. Halbuki, ilimlerin
tasnifindeki mebdeine bakılırsa, yukarıda işaret ettiğim gibi, en önce olan en basit
ye en umumî olur. O halde, ilk halin ikinci halde ve her ikisinin de üçüncü halde
bulunmaları, yani araz olarak değil, mâhiyetinden bir cüz, kendisine aid bir cüz ol-
ması lâzım gelir.
384 METÂLİB - MEZÂHİB
(3) Zamanımızda çıkarılan fen kitaplarının çoğunda (Besmele) ve sair dinî şekillere aid
merasimin terkedilmesi gibi dinsizlik alâmetlerine ve lâik denilen cereyana, bu ya-
nıltıcı fikrin de tesiri olmuştur. Halbuki, teolojik devir ilk hal ise, basit ve umumî
olması ve bunun için de ilim ve fenlerin hepsinin bu mânâyı haiz olması lâzım ge-
lirdi. Ogüst Kont, ileride yapacağı tenakuzdan başka, burada da bir tenakuz yapmış
ve kendisine aid (İlimlerin tasnifi) mebdeini nakzetmiştir. Denilebilir ki, teolojik de-
vir, ilimlerin mevzualarmm (postülalarmın) değil, insanlığın üç hâlinin en umumîsi
olmahdır. Fakat, insan halinin bütün ilimlerde alâkası bulunduğu nazara alınmasa
da, hiç olmazsa insana dair hâdiselerle ilgili ilimlerde ve bu arada toplum ilimlerin-
de, bu mesele vardır ve sonradan, üçüncü hali bütün ilimlere tatbik ettiren birinci
halin illetini zarurî (zorunlu) olarak nazara aldırır.
İNSANLIK DÎNİ 385
dini feda etmiştir. Buna karşı biz, şükranımızı ifade etmek için,
ona tapmak borcu altındayız. Fakat, asıl en yüksek kemâli tem-
sil eden insanlıktır. İnsanlıkta da kadın, tapınılacak şey olma-
lıdır. İbadet, ölülerin hatırasını anmaktır. Sadakat ve aşk üm-
niyelerini (şiddetli arzularını) gerçekleştirenler de bilhassa ka-
dınlardır. Ölümsüzlük, işte bu hatırada hüküm sürer. Hıristiyan-
lıktan alınmış olan kadınlara tapmak istisna edilirse, böyle
bir din (Fetişizme) yani putperestliğe dönmekten başka bir şey
değildir. Bununla beraber, az kaba da az felsefî de olsa. Ogüst
Kont'un, dini ve din fikrini insan gelişmelerinin en alt safhası
sayan kendi Kanununu, yani, felsefesine temel yaptığı Üç Hal
Kanununu nakzetmek için fazlasile kâfi gelir. (•'').
(5) Müellif Pol Jane (Paule Janeî) b u r a d a , Ogüst Kont'u pek b ü y ü k bir n e z a k e t l e , öyle
çarpıyor ki, ona bütün mesleğini, kendi kendine, kökünden yıktırıyor. Gerçekten,
bu hücıuna dayanmak imkânı yoktur, işle, bilhassa, 1909 İnkılâbından sonra, mem-
leketimize de sirayete başlayan ve- t o p l u m c u inkılâplar iddialarlle, bilhassa kadın
meselelerini pek çok karıştırmağa ve sonunda kadını oynatmağa sebep olan ve (Po-
zitivistler Dini) denilen Kibarlar Dininin mâhiyeti bundan ibarettir. Burada, dik-
kate değer bir kaç n o k t a daha göze çarpıyor.
Evvelâ, insanların artık puta tapma devrine geri dönmeleri ihtimali kalmadığın-
dan bahsederek, Islâmda tasvirin menolunmasınm kaldınimasını isteyenlerin bu id-
dialarını nakzetmek için en b ü y ü k bir m i s â l teşkil ediyor. Ç ü n k ü , koca bir feylezof,
p u t p e r e s t l i k icad ediyor, k a d ı n l a r a t.apıyor vc b u n a da P o z i l i v i z m diyor.
Sonra, Allah tarafından indirilen h a k i k î dinlar ve insiinlar tarafı.adan uydurulmuş
bâtıl dinler jeklinde herkesçe bilinen taksim,, bir hakikat oluyor. Çünkü, ilim ve
f e n n i n en ziyade il.jrlediği b i r z a m a n d a , en b ü y ü k f c y l c z o f l a r d a n b i r i n i n k o y d u ğ u di-
nin, ümrnî ( o k u m a yazma bilmeyen) bir P e y g a m b e r i n getirdiği dine k a r ş ı âdıiiği pek
çabuk meydana çıkıyor. Allahı olmayan ve fakat mabudu kadın olan bir din ne
dernektir? İnsanlarda, Firavunluk, Nemrudluk davalarının yeniden ortaya çıkmasına
çalışmak değil midir? Şu kadar ki, eski Firavunlar erkek imiş. Bunlar kadın
olac.ık. Bir de, dinler tarihi kitaplarında tatbik edilmek istenilen. Fetişizmi esas ve
Tevhidi onun tekâmülü göstermekten ibaret olan iddianm bu surstle tenakuza düş-
tüğü görülüyor. D e m e k ki, T c v h i d D i n i esas i k e n , sonradan, şehvetlerin çojalmasile,
putperestUk icad olunuyormuş.
F./23
H E R B E R T SPENCER (HERBERT SPENSER)
T E K Â M Ü L KANUNU - B İ L İ N M E Z DÎNİ
Biri Bilinen,
Bu ruh, ilk önce en yüksek ilâh, sonra da tek ilâh, bir ilâh
olur. Bu, ruhânî Allahın birliği akidesi, sâf bir bedevi Allah on-
layışmm inceltilmiş bir şeklidir.
(-^AMın ötesinde bir şeıji her yerde hazır olduğu inanışı, tnamşla-
rın en mücerredi (soyutu) olup, hütiin dinlerde vardır. Bınm şüpİLcye
düşürecek insafsız bir mantık yoktur. Demek ki, ne kadar müvıkiin
ise o kadar büyük bir hakikat tasavvuru vardır ki, hmıda bütün din-
ler gibi, ilim ve fen de birleşir. Bütün kâinâtın kendisinin tecellisi de-
mek olan bu kudrete nufuz etmek mümkün değildir.»
Şimdi, dini, biri bir hurafe, öteki de, insan ruhunun asıl va-
racağı yer yapan bu iki nazariyeyi nasıl uzlaştırmah? Bir hurâ-
fenin, yani bâtılın gelişmesi, bir hakikat olan asıl dine, en sonun-
da nasıl ulaşabilir?
uEn son elde edilen ve hak sayılan bir şuurla, (Bilinmez) nasıl olur
da, sürekli şekilde değişikliklere uğramış, bâtıl dediğimiz bir anlayı-
şın eseri olur? Bedevi Ruh nazariyesi hiç bir temele dayanmıyorsa, son
hadde elde edilen ileri ve yaldızlı tasavvurun, bir kuruntudan ibaret
olmaması mümkün müdür?i)
İhtiyar ile yapılan iş isbat eder ki, kuvvenin bir kaynağı var-
dır. Halbuki, içteki bu kudret, iptidai (ilkel) insanın vicdanında,
tabiatta olduğu gibi, ona, bütün fiillerinin sunucusu gibi görü-
nür. İçteki bu kudret, bütün insan ilişkilerinden tecrid edilince
(ayrı tutulunca), dıştaki hâdiselerin de böylece illeti olur. Son
merhale (aşama), vicdan dışındaki kuvvetin, vicdanda bildiği-
miz kuvvete benzeyemeyeceğini, bununla beraber, bunların iki-
sinin de, ayni bir şeyin muhtelif görünüşleri olması lâzım geldi-
ğini itiraf etmekten ibarettir. Netice bakımından, din nazariyele-
rinin son eseri şu oluyor : Madde âleminde tecelli eden kudret,
bizde, vicdan sur etile ortaya çıkan kudretin aynidir.
FRANSIZ RÛHÂNİ ( S P Î R Î T Ü A L Î S T ) M E K T E B İ :
VİKTOR KUZEN ( V İ C T O R C O U S Î N )
E M İ L SESE ( E M İ L E SAÎSSET)
RÛHÂNÎ ( S P Î R Î T Ü A L Î S T ) TEOLOJİ
Bununla beraber, Vlktor Kuıen, bir meslek ve, tam bii' kül
teşkil edecek derecede, Spritüalist bir Teoloji vücuda getirmeğe
vakit bulamadı. Bu da, onun talebesi olan Emil Sese (Emile Sa-
isset) ye, «Dsn feSsefesi üzerinde kalem denemesi» adlı kitabın-
da nasip oldu. Bu kitabın başlıca hedefi, x'\lmaiTİarın Vahdeti Vü
cud fikirlerine karşı. Allahhk tasavvurunu, yani müşahhas (so
mut) olmayan ilâh mezhebine karşı, Allahın şahsiyeti mezhebini
müdafaa etmektir. Emii Sese de, Allahm varlığını, Dekarî gibi,
Ekmef Mevcud kavramı üzerine dayatır. Kâmil olmayan, ken-
diliğinden mevcud olamaz, der. Kemâlin bulunmaması, varlıkta
bir noksan olduğu halde, kendisinin varlığına sebep olabilir mi?
Bu sebep olma, hiç noksanı olmayan bir mevcudda, yani Ekmel
Mevcudda olabilir. Lâkin, bu Ekmel Mevcud kavramı, yalnr/.
zihinde tasavvur edilen bir hayal olmaz mı? Hayır, olmaz. Çün-
kü, zihin, sonu olan bu hayalin maddesini nereden alacak? O hal-
de, Ekmel Mevcud. yani Allah, sonu olan ve olmayan. Ekmel
olan ve olmayan gibi, iki mâhiyeti birden kavrayan, doğrudan
doğruya bir aşikâıiığm (apaçıklığın) taalluk ettiği şeydir. Alla-
hın varlığına dair deliller, bu apaçıklığın tahlilinden başka bir
şey değildir.
Burada bir mesele daha vardır : Niçin bir Allah var? Bunu
sorduk. Bir de niçin bir âlem var? Bunu sormalıyız. Allah, tek
başına, yalnız kalamaz mı idi? Buna dair faraziyelerin ikisi, ya-
ni :
(1) Nirvana. Budistlcrin kullandıkları terimlerdendir. Şahsî varlifrın yok dlm.ıs! v.ıv.i
asıl varlığın değil, (Ben) in dağılıp yok oIma';ı dcıjıck olup, cn yiık^ck lıavır. fazilet
sevabı saydırmış. Ölüm (Don) i yok edcmezmiş. Ölüm, başka şahsi bir varlığa geç-
mek imiş. (Ben) yalnız kendisi tarafından yok eddirmiş. (Geblo'nıın felsefe Lügati).
Mistisiîm denilen Bâtıniye veya Sırrîye Mezhebinde, hep bu esas. fcnâ veya insilâh
umdesi vardır. Bâtıniye tabirinden, yalnız Hasan Sabbah ve Karamıta mezheplerini
anlamamalıdır. Bunların hepsi, eski Hindlilerden, Brahma dininden veya Budistlerden
esinlenmişlerdir, o n l a r ı n tesiri ali nida kalmışlardır. İşrâkiyc dcdi.çiıııi/ İ s k e n d o r y c Mek-
tebi de böyledir. Bunlar, İslâm tasavvufuna da sokulmuşlardır. Bundan dolayı. Alevi
larikatlar, zehir karışmsş h a y a t sııjuna benzerler. Bu b.Tknndan, Misli.siî-mi, Tasavvuf
diye terceme e t m e k de m ü m k ü n d ü r . Fakat. İslâm Vahdeü Vücııdçulan, daima İtlihâ-
diyecilikten çekinegclmişler, (Büâ iliihad ve vclâ huk'ü iaiha,i vc hulul olmadan)
sözü ile de. Revâkiye (Stoaeılar) dan u/ak kalmr^lardır. Bunun için, b i z i m Vahdet-i
Vücud tabiri (Panteizm) tabirinin tcrccmesi değildir, f'antei/m lîtih.'ıdiyc demektir.
Vahdeti Vücud karşdığı olarak, B,âtı!ılar da (Immatıvüce) kelimesini bulmuşlardır.
Bundan dolayı, tslâm Vahdeti Vücudculan, ikinci şekli tercih ed-rler ve (Utiha-
diyecilik yoktur, bu hususta. Mutasavvıf, Mistik, Bâtıniye veya Nirvâniye olmakla
bir mahzur yokturl diyebilirler. Bu surellc, Ittihâdiyc bâtıl, Vahdcı-i Viicu,d hak
(doğru) olabilir. (Lâmevcûdc illâhii = Ondan başka nıcyeuıl yoktur) dcnilcbilu. J'.T-
kat ( K i i î l ü şeyîn hüve = Her şey o d u r ) denilemez.
(2) Doğrusu, ben de, hayal, misâl v e akis ile g ö l g e y i birbirinden pek aynamıyorurn. Se-
se, âlem Allahm hayâli, aksi, teeellisidir, diyordu. Gökjesidir demek de buna ben-
zemez mi? Benzemez.se, önce zikrettiği üç faraziyeyi dörde çıkarmak lâzım gelmiyor
mu? Buna cevap olarak denilir ki, âlem. keJidi vücudu baknnından. cerçek, All.ı-
hm vücudu bakımından hayâldir. ")'ani, âlemin vücudunda, Allahm vücudu hayaldir.
Çünkü, âlem, delâlet eden, O da delâlet edilendir. İyi amma, gölge de böyle değil
midir ?
RÛHÂNÎ MEKTEB 393
(3) Bizim Tasavvuf Mezhebinde, âlemin mâhiyeti Allahın mahiyetine TOkulmayıp. âle-
min vücudu Allahın vücuduna dayalılır. jMuhUtiîii Arabi Haxi'cllerinin (Fusu^) da
ve daha başka yerlerde beyanına göre. mahiyetler yapılmış değildir. Cenahı Allaiı,
eşyaya, asıllarını vc mâhiyetlerini verme;'. Onlara vücud verir, onları icnd eder.
Bundan dolayıdır ki. eşyanın mâhiyetleri icabı olan nctieeie.r ve fiiller. AHaha isn.ıd
olunamaz. Onların kendilerine ve nıâhiyeth.-rine isnad olunur. Onun için. Kader
vardır, Cebir yoktur. Allah, onlara, o mâlıiyetleri ve o mâhijetlerin gerektirdiklerini
kendi.sinden vermemiş, onlara yahıız varhklanm vermiş'ir. Eşyanın mâhiyetleri vc
özellikleri kendilerine aid olup, \ücudlan gelip gcı;icidır, ve, esasında, Allahın vü-
cundan bir kelimedir. Demek ki, eşya, aslında, mevcud değildir, sabittir. Sâbit ayın-
1ar ( o b j e l e r ) ise, v ü c u d u n kokusunu koklamamıştırlar. Vücud AlLahındır. o verir. Bu
- ifâdeye gorc, ejyanm mâhiyeti. Allahın mahiyetine dayatılmış olmuyor. Ancak, on-
ların vücudlan Allahın vücuduna atfedilmiş oluyor. Zira, Allahın vücudu, mâhiye-
tinin aynidir. Lâkin, eşyanın vücudlan, mâhiyetlerinin ayni olmadığından, vücudla-
nmn Allaha isnadından, mâhiyetlerinin de ona isnadı gerekmiyor.
394 METÂLÎB MEZAHTB
(5) Mümkün olan varlık bakımından bu doğrudur. Fakat, vâcip olan vücudtia (varlıkta)
kuvve olamaz. Her şey fiildir. Sonra, vücudun kuvvesi tamamile vücud olama?. Onun
için üç şahıslar yoktur. Bunlar, olsa olsa. Bir olanm üç sıfatı olabilir.
39 ü METÂLİB - MEZÂHİB
(1) Deizm (İlâhiye Mezhebi), hrr türlü vahyi vc: ilhiîraı i;abü! etmeyerek, yalnız akıl va-
sıtasile idrâk edilen bir Allahı ve tabiî dini kabul eden Mezhebe, denir.
398 METÂLİB - MEZÂHİB
(1) Kitabın vazarı Pol Jane( Paule Janet) bütün îlâhiyâl Felsefecilerini kendi mezhebi
olan Ruhâniye Mesleğine davet etmiş vs bunu, mevcud anlaşmazlıklar içinde, müş~
NETİCE 401
terek bir kader gibi göstermiş oluyor. Ona göre, Allah, küllün ruhu oluyor, ve, A l -
lah ile tabiatın, yani âlemin münasebeti ruh ile bedenin münasebeti gibi kabul edi-
liyor. Bu münasebetin izah tarzı hesaba katılmamak şartile, Vahdet-i Vücûd Mezhebini
de tazammun ettiği ileri sürülüyor. Fakat, bu nüfuz ne suretle oluyor? Hukuk ile olu-
yorsa Hulûliye Vahdeti, ittihad ile oluyorsa Ittihadiye Mezhebi olacak, hulûl da ittihad
da olmayıp tedbir ve tasarruf taalluku dedikleri ise, temayüz (belirgin olma) berta-
raf edilmeyecek ve vahdetivücud iddiası ortadan kalkacaktır. Bu suretle, Pol Jane,
ya âlemin nefsi davasını bırakıp onun yerine Allahı koymuş oluyor, veya ruhu, ne-
fis ile bedenin müşterek mebdei, birleşme sebebi sayıyor. Halbuki, ruh, küllî kud-
retin vicdanla tecellisi olduğu için, vicdan dışındaki tecellîsi olan maddenin muka-
bilidir. O halde, en yüksek mebde zaten ne o ne de budur. Bunların ikisi de hâdisenin
suretidir, bu bakımdan bir sondur. Allah ise sonu olmaktan beridir. Biz, Cenabı
Allahı, hakkın kendisi ve Mutlak Hak olmaktan başka bir surette belirleyip tasav-
vur edemeyiz. Kant, bunu pek güzel anlamıştır. Vahdet-i Vücud Mezhebi ile Tek
İlâh Mezhebini uzlaştırabilmek. Mutlak ile niteliği belli olanm (müteayyin), küllî
ile şahsiyetin umumiyetle birbirinden uzak olmadıklarını ve şahsî bir küllî vahdet
imkânını bulmakla kaabil olabilecektir, ki İslâm Vahdeti Vücudculan bu fikirdedir.
Merhum Gelenbevî «Vahdeti Vücud» risalesinde, Ebherî'den naklen, meselenin bu
noktaya, yani şahsî bir küllî vahdet tasavvurunun imkânına vardığını beyanla, bu
imkâna aklının ermediğini ve erse Vahdeti Vücudu kabul edebileceğini söyler. Buna
dair islâmın fikrini şimdilik bir tarafa bırakarak diyelim ki, Pol Jane de, gösterdiği
uzlaşma tarzından pek ümidli olmamalı ki, son fıkrasına geçiyor. Burada, evvelâ
usul bakımından halledilmesi lâzım gelen bir mesele vardır. İltizamı delâlet ile ta-
zammûnî delâletin farkını bilmek lâzımdır. Garblılar, çok zaman, iltizam! delaleti
tazammunî delâlete irca ederek düşünürler. Malûl, illeti tazammun eder diyorlar.
Halbuki biz. malûl illeti istilzam eder, (lüzumlu görür) deriz. Âlemin, her halde,
bir Allaha, delâleti var. Fakat, bu delâlet, îttihâdiyenin dediği gibi, bir mutabakat
mıdır? Hulûliyenin dediği gibi, bir tazammun mudur? Yoksa, Allahı ayrı görenlerin
dediği gibi, bir istilzam mıdır? Bizce bu sonuncusudur, bir istilzamdır.
F./26
D Ö R D Ü N C Ü FASIL
AHÎRET HAYATI
BAHSt
 H İ R E T HAYATI BAHSİ
FEDON DELİLLERİ
(1) Bunun içindir ki, İslâm feylezofiarmdan (Nefsi Nâtıka) lun ebediliğine kaail olan-
lar, daima Natık nefislerin sonsuzluğuna da kaail olmuşlardır. Mütekellimin ise ( N e f -
si Nâtıka) nin ebedîliğine kaail olmadıklarından, onun sonsuz olmadığını iddia et-
mişlerdir.
FEDON DELİLLERİ 411
ŞAHSİ O L M A Y A N E B E D Î L İ K :
yalnız insanca olan şeyleri, fânî (geçip gidecek) varlıklara, ancak fâ-
ni olanların sevdasını tavsiye eden bir mebde sanmamalıdır. Böyle bir
zandan uzak durarak, onda, mümkün olduğu kadar, ebedîleşmeğe bak-
malı ve kendini oluşturan şeylerin hepsinden asil olan bu mebdee gö-
re yaşamak için her şeyi yapmalıdır. Bu mebde, kudret ve şerefçe,
öbürlerinden çok yüksektir. Bizim her birimiz bununla dururuz.». (Ah-
lâk. Nika. 10, 70, 36).
Bu, iki sıra, birbirine zıt rivâyetlerden kendi kendine bir ne-
vi netice çıkar. Aristo, ebedîliğin bir nevini kabul etmiyor. Bu
inkâr edilemez. Fakat, hâfızasız, hissiz, düşünce gücü olmayan
ve bu sebepten ferdi de olmayan bir yokolma kabul ediyor. Bu
ölmez olan şey, bütün insanlarda birleşik olan mahız akıldır. Ba-
zıları, bu aklın insandan bir cüz olmayıp inşanda tecelli eden ve
insan helâk olunca, kendine dönen Allah olduğuna kaail oldular.
Bu takdirde, nefsin bekâsı demek, Allahın ezelîligi demektir.
Lâkin bu söz, çok ileri giden tefsirler cümlesindendir, ve metni
çok tecavüz etmiştir. Doğrusu Noûs (akıl) pek âlâ insanca bir
güçtür, nefsin bir cüzü ve bir başka nefistir. (Nefsi Nâtıka) dır.
Bunun ilâhî âleme bitişik olmasında şüphe yok ise de, bundan do-
layı insan tabiatının bir cüzü olmaması lâzım gelmez. Aristo, in-
sana, görünce hayata girişmesini ve mümkün olduğu kadar öl-
mez olmağa çalışmasını pek âlâ tavsiye etmiştir. Hatta, Aristo,
bu (Noûs) bizim herbirimizdir, demeğe kadar gitmiştir. Demek
ki, şahsiyetin kaynağı ve çıkış yeri budur. O halde, Aristo'nun
şahsî ebedîliği tamamen ve ıtlâk üzere inkârı, münakaşa mevzuu
yapılabilir. Nefsin, beden ile beraber helâk olan cüzüleri bulun-
duğu, nefsin ebedîliğine kaail olan mezheplerin cümlesince ka-
bul edilmiştir. Çünkü, nefislerin üşüyüp ısınmakta devam ede-
ceklerini, iştihayı, tiksinmeyi ve sâireyi muhafaza edecekleri-
ni kimse iddia etmemiştir. Hatta, nefsin, müçerred akh bile, ha-
yal gücü, hisler ve konuşma ile bağlantısı olduğu için, kaybede-
ÂHÎRET HAYATI 415
Hâsılı, yukarıda gördük ki, Eflâtun da, An'sto gibi, bir fâni
(yok olacak) nefis, bir de fâni olmayan nefis kabul etmiş ve en
büyük hisseyi şahsiyete ayırmış idi. Burası muhakkaktır. Fakat,
ölüm denilen o büyük devrimde, ferdin nesi kaldığını söyleyebil-
mek her felsefede daima zor olacaktır.
EPÎKÜRCÜLER :
LÜKRES (LUCRECE)
N E F S İ N E B E D İ L İ Ğ İ N E KARŞI D E L İ L L E R :
F./27
STOACILAR :
«ITer şeyi böyle güzel güzel ve insanlara o kadar sevgi ile tan-
zim eden ilâhlar, nasıl olur da faziletli insanların öldMkten sonra yine
yaşamalarına müsaade ederler? Madem ki iş böyle idi, o halde bunun
böyle olması lâzım geldiğini bilirlerdi. Yoksa, başka türlü gerekse idi,
onlar da öyle yaparlardı. Bu şekilde bir sual sormak, ilâhlar ile mü-
nakaşa etmek olur.yy.
TATAVVUR MEZHEBİ :
M Â N Â V E A L L A H SEVGİSİ
ŞARL BONE ( C H A R L E S B O N N E T ) :
SON DOĞUŞ M E Z H E B İ
KANT ( E M M A N U E L K A N T )
ZARÛRÎ MÜSELLEME ( Z A R Û R E T İ N K A B Û L E T T Î R D Î Ğ Î )
F./28
434 METÂLİB - MEZÂHİB
(1) Islâmda Ehli Sünnetin (Kuldan kisp Allahtan halk) düsturu, dönüp dolaşıp K a n f t a
da tesirini yapmış oluyor.
FRANSIZ F E L S E F E S İ N D E Â H İ R E T H A Y A T I :
RÜHÂNÎLİK M E K T E B İ İNSANLIK M E K T E B İ :
da boş bir hayal olur. Bu nevi yokolmama sırf zihnî bir şey do değildir.
Zira, akıl gibi kalpde de, mutlak olan ve yok olmayan bir şey vardır.
(Ahlâkın son kısmına bakınız), ( i ) .
( t ) Islâram kesin hükümlerine göre, Âhîret Hayat!, ölümü değil, büyük Kivâmeti takip
eder. Ölüm küllî yokolma değildir. Ondan sonra bir kabir âlemi, ölülerin ruhlannm
kıyamete kadar bulunacakları yerde (Berzah) geçirecekleri hayat vardır. Büyük -Kı-
, yamet ise, kesin hükümlerin görünüşüne göre. küllî helaktir. Aliiret günü, bu külli
helakten sonra vukua gelecek yeni bir yaratılış, bir ölümıitn sonra dirilmedir. Bunun
için, Islâmda ebedîlik ümidi vc Ahiret Hayatı, ruhun ebediliğine değil, Allalını ebe-
di oluşuna dayanır. (Küllü nefsin zâikatüînıcvti .süı«n3c ile,-.n;! türı-;:ün). R u h u n i-.ckası
denilince, biz, bundan iki mânâ anlarız.
__ A — _ B —
Ebherî : 400
— D — Echart (Ekkar) : 293, 300
Eflâtun (Platon) : 10, 11, 12, 14,
Danyal (A.S.) : 265
62, 85, 86, 88,
Davît H u m e : 24, 56, 60, 61, 62, 89, 91, 98, 138,
68, 73, 116, 121, 153, 187, 188,
156, 166, 170, 176, 189, 192, 202,
343 236, 238, 239,
Davit, Dinnanlı : 300, 303 240, 241, 242,
Dâvûd (A.Ş.) : 265 243, 245, 246,
Dehlevî: 145 247, 253, 259,
Dcmokritos : 5, 6, 7, 80, 83, 84, 92, 263, 264, 265,
103, 104, 136, 185, 266, 267, 279,
186, 298. 301, 302, 395,
407, 409, 411,
Dcııys Lareopagite : 292, 300, 301
435
Descartcs. Rene : 35. 39, 40, 41,
Empedokles : 5, 6, 82, 84, 185,
73, 101, 103,
186
104, 105, 109,
156, 158, 160, Empricus, Sextus : 6, 15, 27, 30,
31
161, 162, 165,
195, 207, 208, Enesidemos : 27, 28, 29, 30
209, 210, 211, Epictetos : 254, 419
212, 215, 219, Epiciırus : 16, 17, 18, 92, 170, 298,
223, 224, 289. 380, 432
307, 308, 309, Erdeşir: 265
310, 311, 312, Ermiya (A.S.) : 265
313, 314, 316, Eş'ari, İmam : 355
317, 318, 321, Eııkleides : 57
323, 324, 326, Enler, Leonlıard : 223
335. 336, 337, Eyyüp (A.S.) : 265
338, 339, 340,
347, 348, 349, __ F —
351, 363, 368,
Farâbî: 293
389, 390, 391,
397, 399, 400, Fenelon: 253, 256, 344
424, 425 Feuerbach : 127
METÂLİB - MEZÂHİB 445
F i c h l e : 124, 125, 126, 127, 175, İbni Sinâ : 81, 89, 145, 200, 293
176, 224, 373, 374, 375, İbrahim (A.S.) : 237
377, 389 İsâ (A.S.) : 231, 345, 346
Filon: 146, 147 İskender, Atrodiash : 155
Fouillee : 241, 243, 409 İşaya (A.S.) : 265
Jean Scot Erigene : 293, 300, 301,
__ G _ 302, 303
— N --
™ S — '
Newton : 118
Nicolas, d'Aııtricvıria: 98 Saint Anselme : 37, 154, 278, 280,
Nicolas, Lachelier : 76 281, 283, 284,
Nicole : 40 291, 316, 322
METÂLÎB - MEZÂHÎB 447
F./29
F E L S E F Î T E R İ M L E R S Ö Z L Ü Ğ Ü
Anıklık : (Os. Isti'dâd, Fr. Aptitu- Ayniyet: (Os. Ayniyyet, Fr. Iden-
de, Al. Eigung, îng. Abi- tite, AL Identiaet, tng.
lity) Identity)
Doğal yetenek, Kabiliyet.
Bir şeyin kendisiyle aynı
Anlık : (Os. Müdrike, Fr. Enten- olması ve kendisinden
başka bir şey olamaması.
Nesnelerin kendilerinin
—- B —
hiçbir zaman bilineme-
yeceğini ileri süren anla-
Batınî: (Os. Derunî, Fr. Esoteri-
que, Al. Esoterisch, îng. yış-
Esoteric) Bircilik: (Os. Vahdetiyye, Fr.
İçerde olan, içrek Monisme, AL Monismus,
îng. Monism)
Belit: (Os. Mütearife, Fr. Axiome,
AL, İng. Axiom) Her alandaki çoklukları
Kendiliğinden apaçık olan birliğe indirgeyen öğreti-
ve böyle olduğu için öte- lere verilen ad.
ki önermelerin temeli ve
Birlik : (Os. Vahdet, Fr., İng. Uni-
öndayanağı olan temel
on, AL Vereinigung)
önerme.
Yalnızlık, teklik, birlik.
Ben : (Os. Ene, Fr. Moi, Al. Selbst Teolojiye göre, Allah
İng. Self) (C.C.)'ın adıdır.
Bireyin öznel bütünlüğü.
Boşluk: (Os. Halâ', Fr. Vide, AL
Bencillik: (Os. Hodkâmlık, Fr. Das Leere, İng. Void)
Egoisme, Al. Egoismus, Uzay, boşluk.
tng. Egoism)
Büyük Evren : (Os. Âlem-i Küb-
İnsanın bütün çevresini
râ, Fr. Macrocosme)
kendi yararma uydurma
isteği, bencillik İnsan anlamındaki küçük
evren karşılığı olarak ev-
Biçimsel: (Os. Sûrî, Fr. Formel,
ren.
AL, İng. Formal)
Dışsal görünüş, Platon'-
da; genel olanı, değişmez — C —
olanı ve kendinden var Can ve Tin : (Os. Nefis - Ruh, Fr.
olanı gösterir. Âme - Esprit, AL Seele -
Bilgi K u r a m ı : (Os. Mephası ma- Geist, İng. Soul-Spirit)
rifet, Fr. Epistemologie, Madde karşıtı olan cevher.
Al. Gnoseologie, İng. Epi- Genel olarak (ruh) deyi-
temology) miyle dile getirilir.
Bilenle bilinen arasında-
ki ilişkileri inceleyen bi- Canlı Özdekçilik: (Os. Heyulâ-yi
lim dalı. hasrvaniyye, Fr. Hylozo-
isme, AL Hylozoismus,
Bilinemezcilik: (Os. Lâedriyye, İng. Hylozoism)
Fr. Agnosticisme, AL Ag-
nosticismus, İng. Agnos- Maddeyi kendiliğinden
ticism) canlı sayan öğreti.
SÖZLÜK 453 ,
Monad : (Os. Evhad, İng., Fr. Al. mayan akılcı din öğreti-
Monade) si.
Ruhsal atom. Bölünmez Nesnel Gerçek : (Os. Âfâki haki-
birlik. kat, Fr. Realite objecti-
Monadçılık: (Os. Evhadiyye, Fr. ve)
Monadisme, İng. Mona - İnsan bilincinden ve bil-
dism) gisinden bağımsız ger-
Alman düşünürü Leib- çek.
niz'in bölünmez güç öğ- N u m e n : (Os. Bizatihi şey, Fr.
retisi. Noumâne, İng. Noume-
non)
Mûtezile: (Os. Mûtezile, Fr. Mo-
Ancak akılla kavranabi-
tazalites)
len.
İslâm akılcılığı. Dinî
meseleleri çözmek için
- O, ö -
akıl yoluna başvuranla-
rm mensub olduğu mez- Oluş: (Os. Tekevvün, Fr. Gene-
heb. se, İng. Genesis)
Bir varlığın gelişme sü-
— N — reci.
Neden : (Os. İllet, Fr., İng. Cau- Önerme : (Os. Kaziyye, Fr., Al.,
İng. Proposition)
se)
Doğru ya da yanlış ola-
Herhangi bir olguyu
bilen her yargıyı anlatan
meydana getiren sebeb.
söz.
Nedensel: (Os. İllî, Fr., İng., Al.
Öz : (Os. Künh, Fr., İng. Essen-
Causal)
ce)
Sebeble ilgili
Görünen'in altındaki ken-
Nedenselcilik: (Os. İllîyye, Fr.
dilik.
Causalisme)
Özdek : (Os. Madde, Fr. Matiere,
Nedenselliğe dayanan öğ- İng. Matter)
retilerin genel adı. Bilinçten bağımsız ola-
Nedensellik: (Os. İlliyyet, Fr. rak var olan her şey.
Causalite, İng. Causa- Özdeksizcilik: (Os. Lâmaddiyye,
lity) Fr. Immaterialisme, İng.
Nedeni sonuca bağlayan Immaterialism)
bağ. Maddenin var olmadığını
Neden tanrıcılık : (Os. İlâhiyye, savunan Berkley'in öğ-
Fr. Deisme, İng. Deism) retisi.
Allah' (C.C.) 1 sadece bir Özgecilik: (Os. Digergâmlık, Fr.
ilk neden olarak ileri sü- Altruisme, İng. Altruism)
ren ve O'na başkaca hiç- Hiç bir çıkar düşüncesi-
bir nitelik ve güç tanı- ne dayanmayan duygu.
458 METÂLİB - MEZÂHİB
— Y — — Z —
' Hâfız, mûsikîşinâs ve aynı zamanda usta bir Hattat olan Elmalılı
HAMDİ Y A Z I R 27 Mayıs 1942 günü İstanbul Erenköyünde Allah'ın
Rahmetine kavuşmuştur.
462 METÂLİB - MEZÂHİB
Mütercimin eserleri:
Basılmış olanlar:
1) Hak Dini - Kur'ân Dili (Kur'ân-ı Kerîm'in 9 ciltlik Türkçe
Tefsiri)
2) İrşâd'ül Ahkâf Fi Ahkâm'il Evkaf (Mülkiye Mektebinde verdiği
derslerin notları)
3) Metâlib ve Mezâhib (Paul Janet ile Gabriel Seailles tarafından
yazılan Felsefe Tarihinin hâşiyeli tercümesi)
4) Sırât-ı Müstakim, SebîFül Reşad ve Beyân'ül Hak isimli mec-
mualardaki ilmî makaleleri.
Basılmamış olanlar :
1 — Usûl-i Fıkıh.
2 — Sûrî Mantık.
3 — İslâm Hukuku Kâmusu (Tamamlanmamış)
4 — Dîvan (Bir kısmı eksik)
5 — Sefer Bahsini ihtiva eden küçük bir kitap.