You are on page 1of 194

Anadolu’da Bir Oymağın Kültürel Kodları: KOREŞANLILAR

İÇİNDEKİLER

1. BİRİNCİ BÖLÜM

1.1. Kitabın Hikayesi

1.2. Genel Sorunlar ve Yöntem

2. İKİNCİ BÖLÜM

KÜLTÜREL EROZYONA DİRENEN OCAKlı OYMAK KOREŞAN (KUREYŞAN)

2.1. Koreşan Belgelerinin Peşinde

2.2. Sayın Kılıçdaroğlu’ndan Gelen Belgeler

2.3. Bedri Noyan’ın Yayınladığı Şecere


2.4. Koreşan Ocaklı Oymağı’nın Erzincan Gaziler Kolu
2.5. Koreşan Ocaklı Oymağı’nınErzincan Çayırlı Kolu

2.6. Koreşan Ocaklı Oymağı’nın Gaziantep Kolu

2.6.1. Gaziantap Belgelerinin Çevirisi

2.7. Koreşan Ocaklı Oymağı’nın Adıyaman Kolu


2.7.1. Adıyaman Belgelerinin Çevirisi

3. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

KOREŞANLıLAR ANADOLU’NUN KALBİNDE


3.1. At Çekenler Arasından Koreşan Oymağı
3.2. Boyalı Külliyesi(Koreş Baba Zaviyesi) Koreşan Adı ve Koreşanlar
3.3. Seyyid Mahmud Hayrani, Hayran Adının Kaynağı ve Koreşanlar
3.3.1. Afganistan, İran ve Türkmenistan Ekseninde Hayran
Adı ve Koreşanlar
3.3.2. Menakıpnamelere Göre Seyyid Mahmud Hayrani

3.3.3. Yazılı Belgelere Göre Seyyid Mahmud Hayrani

4. BÖLÜM
SEYYİD MAHMUD HAYRANİ’NİN ÖĞRENCİLERİ VE ARDILLARI
4.1. Bir Bilim Yuvası Olarak Sivrihisar, Seferihisar veya Karahisar
4.1.1. Sivrihisar’ın Bilim ve Kültür Tarihimiz Açısından
Önemi
4.1.2. Sivrihisar’da Selçuklu ve İlhanlı Eserleri

4.1.3. Sivrihisar’da Zaviyeler ve Seyyid Mahmud Zaviyesi

4.1.4. Sivrihisar Köyleri ve Hortu Köyü

4.1.5. Şeyh Celaleddin Emir Arif Bey, Hızır Bey Çelebi ve


Sinan Paşa ile ilgili Belgeler

4.1.6.1. Nasreddin Hoca Şeyh Celaleddin Emir Arif


Bey Akrabalığı
4.1.6.2. Hızır Bey Çelebi
4.1.6.3. Ailenin Son Temsilcisi Sinan Paşa

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

İNDEKS

KAYNAKÇA
I. BÖLÜM

II. Kitabın Hikayesi

Bu kitabın hikayesinin okuyucularımızı doğrudan etkileyeceğine ve anlaşılmasına önemli


katkılarda bulunacağına inanıyoruz. Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli
Araştırma Merkezi’nin müdürlüğüne atandığımız sırada çoğu aydınımız gibi üzerinde
durmadığımız, daha doğrusu göremediğimiz önemli bir hususla karşılaştık. Tıpkı diğer
aydınlarımız ve düşünürlerimiz gibi bizler de ülkemizin tarihi ve kültürel mirasını ve bu
mirasa katkısı olan kişileri yeterince kavrayamamış, tüm boyutları ile ele alıp
inceleyememişiz.

Bunun en önemli sebebi hiç kuşkusuz aldığımız resmi eğitimin halkın tarihine yer vermiyor
oluşu, bununla birlikte halkın tarihini merak etmiyor oluşumuzdur. Bize öğretilen savaşın ve
sarayın tarihidir. Bu tarih önemlidir, ancak savaş ve saray tarihini oluşturan halkın kendisi de
büyük bir önem taşır. Halkın tarihini bilmeden yazılan saray ve savaşlar tarihi, kişisel
yorumlara bağlı kalmakta, yazarına göre farklı farklı okumalara yol açmaktadır. Oysa toplum,
ekonomi ve kültür tarihi değişmez bazı özelliklere sahiptir ve bu sözlü tarih öğeleri içinde
yatmaktadır.

Gazi Üniversitesi’nde kurulan Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi, sözlü
tarih öğelerini önemseyerek derleyen ilk bilimsel araştırma merkeziydi. Bu yüzden kısa
sürede geniş halk kitleleri tarafından yoğun ilgi gördü. Anadolu’nun birçok yöresinden
ellerinde bilgi ve belge bulunan insanlar, başlangıçta ürkek ama sonra merkeze duydukları
güvenle bilgi ve belgelerini paylaşmaya başladılar. Bu bilgi ve belgelerin bilimsel
yöntemlerle ve alanında uzman kişilerce incelenmesi, yorumsuz olarak yayınlanması da bilim
dünyasında ilgi çekti. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi bünyesinde
yayınlanan “Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi”isimli dergi, uluslararası
bilim dünyasında taranan ve okunan bilimsel bir yayın halini aldı. Merkezimizin bir nevi
köprü vazifesi gördüğü bu süreçte, halkın sandıklara veya kasalara gizlenmiş asırlık bilgi ve
belgeleri, bilimsel yol ve yöntemlerle toplumun ve bilim camiasının bilgisiyle buluşmuş oldu.

Bu kitabın konusu itibariyle belirtilmesi gereken şudur ki, elimize ulaşan belgeler arasında
bilhassa Tunceli yöresinde bir oymak olarak varlığından haberdar olduğumuz Koreşan
Oymağı’na ait belgelerdir. Söz konusu belgelerin Koreşan Oymağı’yla alakalı olması,
belgeler üzerinde araştırmalarımızı yoğunlaştırmamızı gerektirdi. Bununla birlikte Türk
Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi bünyesinde yaptığımız çok sayıdaki alan
araştırmasında elde ettiğimiz sözlü geleneğe dair bilgilerle elimize ulaşan belgeleri
karşılaştırma olanağı bulduk. Yaptığımız çalışma ve değerlendirmeler şunu gösterdi ki,
Koreşan Oymağı, sadece Tunceli ve yöresinde değil, başta Gaziantep ve Adıyaman olmak
üzere Bingöl, Muş, Varto, Erzincan ve Erzurum bölgesinde de bulunmaktadır.

1990’lı yılların sonunda başlayan çalışmalarımızda oymağın ileri gelenlerinden birisi bize, o
dönemin CHP Grup Başkanvekili, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun da oymakla ilgili bazı
belgelere sahip olduğunu bildirdi. Sayın Kılıçdaroğlu’na TBMM’de ulaşıp, kendi çektiği
fotoğraflardan oluşan bir albümü alma imkanı bulduk. Albümde padişah fermanları, şecereler
ve nasihatnameleri gösterir fotoğraflar bulunmaktaydı. Yine aynı albümde Koreşan
Oymağı’nın Konya, Akşehir ve Sivrihisar (Karahisar/Seferihisar) yöresinde bulunduğuna dair
bazı emarelere rastlanırken, sözlü gelenekte çoğu kez “bilgin” ve/veya “bey” olarak anılan ve
İstanbul’un ilk kadısı olan Hızır Bey Çelebi ile Koreşan Oymağı arasında bir kanbağının
olduğunu ortaya koyan bilgiler de vardı. Bu bilgiler üzerine, araştırma yönümüzü, Tuz
Gölü’nün güneyine, yani sırtını Sultan Dağlarına dayayan, önünde besicilik yapmaya elverişli
yeşil alanları bulunan Akşehir, Doğanhisar ve Eski il olarak bilinen yöreye çevirdik. Seyyid
Mahmut Hayrani, Koreş Baba Medresesi ve Türbesinin de bulunduğu bu bölgede, ulaştığımız
çok önemli bilgilerle kaleme aldığımız makaleleri, Gazi Üniversitesi Hacı Bektaş Veli
Araştırma Merkezi’nin “Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi” isimli bilimsel
dergide yayınladık.

Bu çalışmalar sırasında sözlü tarih derlemelerinden elde ettiğimiz bilgilerin önemli bir
kısmını yazılı tarih kaynaklarıyla da teyit etme imkanı bulduk. Bu anlamda belgelenmesi
gereken asıl konu ise Seyyid Mahmut Hayrani-Nasreddin Hoca ile Seyyid Mahmut Hayrani-
Hızır Bey arasındaki akrabalık ilişkileridir. Bu ilişkilerle ilgili olarak birinci kaynak özelliği
taşıyan bilgi ve belgeler bulunmamaktadır. Osmanlı Devletinin ilk yılları ile Selçuklu
devletinin son dönemleri ile ilgili bilgi ve belgelerin az olması bilgi ve belge eksiğinin temel
sebebini oluşturmaktadır.

Burada belirtilmesi gereken önemli bir husus, söz konusu belgeler Anadolu’nun erken
dönemlerine ilişkin bilgileri içermektedir. Bu bağlamda kaynaklarla kaynaklardaki bilgiler
arasındaki kopukluğun ortadan kaldırılmasında tarihçilere büyük görevler düşmektedir.

Elde ettiğimiz bilgileri, Avrasya TV’de yayınlanan "48 Perşembe" adlı televizyon
programında yöreden gelen oymağın ileri gelenleriyle konuşma ve kamuoyuna duyurma
imkanı bulduk. Yaptığımız çalışmalar, Sayın Kılıçdaroğlu’nun, peygamberimizin 7. göbekten
torunu olan İmam Musa Kazım’a uzanan bir aile geçmişine sahip olduğu bilgisinin ortaya
koymuş, Sayın başkanın köklü geçmişi, siyasi arenada merak konusu olmasına rağmen
kendisinin konuyu siyasi arenaya taşımaktan kaçınan duruşu üzerine gündeme
getirilmemiştir.

Kılıçdaroğlu'nun Türk siyasal yaşamında etkili olmaya başlaması üzerine Gazeteci Yazar
Soner Yalçın, Avrasya Televizyonu’ndaki yayınımızın deşifresinden haber yaparak Hürriyet
Gazetesi’nin tarih köşesinde tam sayfa olarak yayınlamıştır . (Hürriyet 22 Mayıs, 2010)

Ardahan Milletvekili Sayın Ensar Öğüt’den, konuyla ilgili yaptığımız çalışmadan ve Soner
Yalçın’ın haberinden sonra Sayın Kılıçdaroğlu ile görüşerek “Prof. Dr. Alemdar Yalçın ve
Gazeteci Yazar Soner Yalçın’da ailenizin soyağacıyla ilgili bilgiler var, bu bilgiler
yayınlanırsa, sizin ve ailenizin geçmişini merak edenler de gerçekleri öğrenir” diyerek Sayın
Kılıçdaroğlu'nu ikna etmeye çalıştığını, Sayın Kılıçdaroğlu’nun ise bu öneriye, “Gerek yok
bizi bilen bilir.” karşılığını verdiğini öğreniyoruz.

Sayın Öğüt, Erzurum’da bir basın toplantısı düzenleyerek, konuyla ilgili açıklamalarda
bulunmuş, yaptığı açıklama, basın ve kamuoyunda etki yaratmıştı. Bunun üzerine Sayın Ensar
Öğüt, Sayın Kılıçdaroğlu ile ilgili bilgilerin kitaplaştırılması gerektiği fikrini bizlere iletmiş,
Kılıçdaroğlu ile buluşturmuştur. Sayın Kılıçdaroğlu ile yaptığımız görüşmede, Kılıçdaroğlu
böyle bir kitabın yazılmasından yana olmadığını, insanların soyağaçlarıyla değil, kendi bilgi,
birikim ve nitelikleri ile anılmalarını doğru bulduğunu belirtmiştir. Ancak yukarıda da
belirttiğimiz gibi siyasal yaşamımızda öncü ve etkin roller üstlenen siyasi önderlerin
soyağaçlarının kaynaklara dayandırılarak, eksiksiz şekilde yazılı kaynaklara aktarılması
gerektiği de açık gerçekler arasındadır.

Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşmemizde Sayın Kılıçdaroğlu, mevcut bilgi ve belgelerin,


bilimsel yöntem ve bilimsel bir bakış açısıyla değerlendirilip kayda geçirilmesi koşuluyla
böyle bir çalışmanın yapılabileceğini belirtmiş, ailesinden kendisine ulaşan belgelerin
tamamını, bu çalışmanın mimarı ve girişimcisi Sayın Ensar Öğüt’e teslim etmiştir.

Yaptığımız birçok alan araştırması ile arşiv çalışmaları, konuyla alakalı bir kaç sorunla
karşılaşacağımızı ortaya koymuştur. Bunlardan ilki, peygamberimizin 7. göbekten torunu olan
Kazım’a dek uzanan aileye ilişkin bilgilere ulaşabilme zorluğudur. Söz konusu ailelere, İslam
tarihinde Seyyid adı verilir. Seyyid’lik, İslam dünyasında ister Şii, ister Sünni geleneğinden
olsun, bütün devletlerle İslam kuruluşları tarafından saygıyla anılmış, peygamber soyunun
kayıtları tutulmuştur. Bu kayıtlar başta Mısır olmak üzere, birçok coğrafyada “Seyyid
soyağacı” olarak korunmuştur. İlk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılardan başlayarak
Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devletinde de Seyyidlik belgesi taşıyan ailelere büyük
saygı duyulmuş, bu aileler korunmuş, bazı yükümlülüklerden muaf tutulmuş; bunlara çok
özel görevler verilmiştir.

Osmanlı Devleti de bu geleneği titizlikle sürdürmüştür. Yıldırım Beyazıt döneminde bir


"Nakibü’l-Eşraflık" kurumu ve buna bağlı illerde "Nakibü’l-Eşraflık Kaymakamlığı”
oluşturulmuş ve peygamberimizin soyundan gelenlerin soyağaçlarının doğru tutulması ve bu
şecerelere sahip ailelere özel görevler verilmesi gibi kurumsal yenilikler getirilmiştir. Buna
göre Osmanlı padişahlarına Eyüp Sultan’da padişahlık kılıcının kuşatılması "Nakibü’l-Eşraf"
tarafından yapılmış ve Sultan Mehmet Reşat’a kadar bu geleneğe titizlikle uyulmuştur.

"Nakibü’l-Eşraflık" kayıtları İstanbul Müftülüğü arşivinde bulunmaktadır. Bu belgeleri


inceleyen, Anadolu’nun toplumsal yapısı konusunda araştırmaları olan ve din sosyolojisi
üzerine çalışmalar yürüten Araştırmacı Yazar Müfit Yüksel’le görüştük. Müfit Yüksel, Sayın
Kemal Kılıçdaroğlu’ndaki belgelerin okunması, bu belgelerin kendi elindeki bilgi ve
belgelerle karşılaştırılması ve belgelere dayalı bir metnin oluşturulması konusunda bize katkı
sunmayı ve bizimle çalışmayı kabul etti.

Biz de daha önce yaptığımız araştırmalar sırasında elde ettiğimiz bilgileri bir araya getirip bu
bilgilerin eksik kalan, araştırılması gereken boyutları üzerinde çalışmaya başladık. Söz
konusu oymağın soyağacında eksik olan, özellikle Gaziantep yöresiyle Sivrihisar ve Akşehir
arasındaki bağlantının bulunması konusunda çalışmalara yoğunlaştık. Gaziantep’te bulunan
11 belgenin getirilmesi ve okunarak aile ile ilişkisinin tespiti için girişimlerde bulunduk.

Selçuklular döneminde Alaadin Keykubat II tarafından kurulan Sivrihisar'daki eski adı Hortu
köyü, yeni adı Nasreddin Hoca olan beldeye Sayın Ensar Öğüt’le birlikte gittik. Köyün ileri
gelenlerinden konuyla ilgili bilgi aldık. Beldeye gidişimizin başlıca amacı, hem köy
mezarlığında hem de Nasreddin Hoca’nın evi olarak bilinen ve Kültür Bakanlığı tarafından
onarılan evin yakınında olduğu söylenen mermer alınlıktaki yazıları okumak ve belgelemekti.
Ancak restorasyonu tamamlanan evin kenarına bırakılan mermer alınlığa ulaşamadık.
Beldedeki çalışmalarımızda Nasreddin Hoca’nın soyundan geldiği düşünülen 61 yaşındaki
İhsan Eryılmaz’la görüşme imkanı bulduk. Eryılmaz’dan aileye ait bilgileri öğrenmeye
çalıştık. Görüşmelerde Nasreddin Hoca ile ilgili fıkralar dışında aileyle ilgili bilgilerin önemli
ölçüde unutulduğunu gözlemledik. İhsan Eryılmaz aileye, “Samutlar” denildiğini, ailenin
bilinen en eski temsilcisinin Ahraz (konuşma özürlü) olduğu ve Samut’un Hüseyin diye
anıldığını belirtti. Bununla birlikte belde halkı aileyi, Nasreddin Hoca’nın ailesi olarak
bilmekte, tanımaktadır.

Beldede yaptığımız araştırmalarda, beldenin eski adındaki "Hortu"nun ordu sözcüğünden


bozulduğunu, Hortuluların Sivrihisar’ın bir mahallesinde topluca oturduklarını, bu mahallenin
yine Seyyid Mahmut Zaviyesi, Meydanı ve Mahallesi (diğer adıyla Yenice) adıyla anıldığını
öğrendik. Hortu’nun ordudan geldiği yolundaki bilginin son yıllardaki bir tahminden
kaynaklandığı daha sonra yaptığımız araştırmalarda ortaya çıktı. Hortu kelimesi ağaçlık ve
yeşilliklerin arasından akan su anlamına kullanılmaktadır ve Konye Ereğli ve Mersin’in Mut
ilçesinde de Hortu köyleri bulunmaktadır. Bu köylerde yaptığımız araştırmalarda kendilerinin
Sivrihisar Hortu’dan geldiklerini belirtmektedirler.

Bunun yanı sıra bu köyün geçmişte Babadat köyü üzerinden ve kervan yoluyla Konya’ya
bağlandığına ilişkin bilgilere de ulaştık. Akşehir ve Konya ile Sivrihisar arasındaki sınır
komşuluğu ise başka bir gerçeği görmemizi sağladı. Buna göre, Sivrihisar’ın bazı köyleri,
Osmanlı ve Selçuklular döneminde Karamanoğulları toprağı olarak kabul edilmiş birbirine
birçok açıdan benzer köylerdir.

Araştırmamızın bundan sonraki bölümünde Sivrihisar Belediye Başkanı yardımcısı Sayın


Hüseyin İlhan’la buluştuk. Sayın İlhan, bizi eski belediye başkanları Yaşar Yurttaş ve
Mustafa Altan’la tanıştırdı. Eski başkanlar da araştırdığımız bağlantılara ilişkin hiçbir bilgiye
sahip değildi.

II. Alaaddin Keykubat dönemine kadar bölgedeki köyler de içinde olmak üzere, yöredeki
yerleşim merkezlerinin Tapu Tahrir Defterleri’nde bulunan bilgileri, tarihi eserlerin
alınlıklarındakibilgileri gördük. Bu bilgiler içerisinde bölge vakıfları ile ilgili bilgiler de
bulunmaktadır. Sivrihisar’la ilgili kayıtları incelemek üzere Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne
başvurduk. Arkadaşımız Yard. Doç. Dr. Hacı Yılmaz Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki
kayıtları tek tek gözden geçirdi. Sivrihisar kayıtlarının Seferihisar diye kaydedilmesi
yüzünden, şimdiye dek bilinmeyen birçok belgenin arşivde olduğu, Sivrihisar Hurufat
Kayıtları’nın da Konya Selçuk Üniversitesi’nde Prof. Dr. YAşar Küçükdağ tarafından yüksek
lisans tezi olarak yaptırıldığı bilgisine ulaştık.

Bu kitabın bir fikir olarak ortaya çıkması ve ardından kitabın yazılışı için atılan adımlar,
başka bir ifade ile kitabın yazılış serüveni kısaca böyledir. Eser, tamamen bilimsel kaygılar ön
planda tutularak kaleme alınmıştır. Dileğimiz çalışmamızın, Türk siyasal yaşamına ve bilim
dünyasına katkı sağlaması, siyasi liderlerimiz ve aileleri ile ilgili yapılacak benzer çalışmalara
örnek olmasıdır.

I.II.Genel Sorunlar Ve Yöntem

Alemdar YALÇIN-Hacı YILMAZ

Türkiye’de sosyal ve kültürel konular üzerinde yapılan çalışmalarda bilim adamlarının


karşısına üzülerek belirtmek gerekir ki bazı, siyasi, ideolojik ön yargılar çıkmakta, bu ön
yargılar peşin olarak bulunan yeni bilgilerin değerlendirilmesinde tartışmaları da beraberinde
getirmektedir.

Yapılan çalışma Türkiye’nin sosyal yapısı ile ilgili olduğu zaman bu ön yargıların aşılması,
üretilen bilgilerin bilimsel değerinin herkes tarafından kabul edilecek bir biçimde
yaygınlaşmasının önüne bir takım engeller çıkmaktadır. Hele yapılan bilimsel araştırmalar
bizim çalışma alanımız olan oymaklar ve toplulukların sosyo- kültürel yapısına yönelikse bu
tehlike daha da büyümektedir.

Koreşan Ocaklı Oymağı ile ilgili yaptığımız çalışmalar sırasında elde edilen bulguların ve
belgelerin kalitesi, doğruluk derecesi, güncel siyasal etkiler sebebiyle bazı çevreler tarafından
kuşkulu olarak görülmektedir. Yapılan araştırmalar sırasında elde edilen bulgulara siyasal ön
yargılarla yaklaşanlar, oymağın Türk veya Kürt olması konusun üzerinde durmaktadırlar. Bir
grup bulgu ve belgelerin oymağı Türk olarak nitelemesi, bir grup ise Kürt olarak nitelemesi
konusunda büyük çaba harcamakta, kendilerinin görüşlerine uygun olmayan bilgileri yüzde
yüz doğru da olsa acımasızca eleştirmektedirler.

Aydınlarımızın bu ideolojik ön yargılarının bir çok konuda toplumsal derin yaralar açmasının
yanında, tartışmasız doğrularda bile uzlaşmamızı engellemektedir.

Sorunlardan bir başkası Anadolu oymakları hakkında yapılan araştırmaların tarihsel bir boyut
üzerine oturtulmamış olmasıdır. Bu konuda çalışmalar yürüten yabancı bazı bilim insanlarının
da benzer bir hataya düştükleri görülür. Öncelikle bilinmesi gereken hususlardan birisi,
1580’li yıllardan başlayarak Cumhuriyet dönemine kadar gelen, yüzyıllar boyu süren
gerileme ve Anadolu’nun karanlık günlerinin doğru bilgi elde etme konusunda yarattığı
güçlüklerdir. İsyanlar, oymaklar arasında ve devletle oymaklar arasında meydana gelen
çatışmalar, bir çok şeyi birbirine karıştırmış, bilgi ve belgeler dağılmış, karmakarışık
olmuştur. Bu yüzden bir oymak veya ocağa ait şecere, berat ve belgeler bir başka ocak
mensubu ailede çıkabilmektedir.

Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaptığımız araştırmalar sırasında birçok bilgi ve


belgenin karışmış olduğunu gördük. Geçen yüzlerce yıllık gerileme ve Anadolu’nun karanlık
dönemlerinin eğitime vurduğu darbe sebebiyle olaylarla tarihlerin yazılı kayda geçirilmesi
mümkün olmamıştır. Buna bağlı olarak da bilgi, bulanıklığı ve yanlışları ortaya çıkmıştır. 17.
yüzyıldaki bir olayın Selçuklular döneminde olmuş gibi gösterilmesini bilgi ve belge
karışıklığına tipik bir örnek olarak gösterebiliriz. Benzer şekilde,19. Yüzyılda yazılmış bir
belge, 1200’lü yıllarda yazılmış gibi kabul edilmiş ve yorumlar bunun üzerine kurulmuştur.
Okuma-yazma oranının azalması sebebiyle sadece sözlü tarih önem kazanmıştır. Sözlü tarih
bilgilerini bekleyen en önemli tehlike ise farklı tarihlerde gerçekleşen olayların ya sıra
şaşırması ile öne veya arkaya kayması veya tarihi olayların birbirinin üzerine gelerek anlam
ve olayların tabaka tabaka birbirine bağlanmasıdır. Böylece hangi olayın hangi tarihte
gerçekleştiği konusunda bilgi bulanıklığı ortaya çıkmaktadır.

Aynı durum bütün menakıpname ve velayetname gibi metinlere de yansımış durumdadır.


Buralarda da tarihsel olayların kronolojik bir sıraya uymadıkları görülür. Daha da önemlisi
menakıpname ve velayetnamelerde bulunan bazı kerametler ve olağanüstülüklerin birden
fazla inanç önderinin kerameti gibi gösterilmesi adeta sıradan bir durum olmuştur. Bu da
gerçekte kerametin kime ait olduğunun anlaşılmasını imkansız hale getirmektedir.

Bizde olayların günlük veya yıllık kronikler halinde yazılmaması sebebiyle tarihlerle
isimlerin birbirine karıştırıldığı görülmektedir. Bu da gerçekte bilgi doğru olsa bile tarihlerin
birbirini tutmaması, verilen bilgilerin gerçekliğine kuşku düşürmektedir. Ancak böylesi bir
karışıklık, eski metinlerin önemli bilgiler barındırdığı gerçeğini ortadan kaldırmaz. Burada
önemli olan, söz konusu metin veya belgelerin çok dikkatli ve titiz bir biçimde okunması ve
analiz edilebilmesidir.

Oymaklar ve ocakların bey ve inanç önderi kolları, birbirlerinden kız alıp vererek yakın
akrabalık ilişkileri içine girmişlerdir. Yaptığımız araştırmalar göstermektedir ki, Tunceli
yöresinde bulunan ocakların tamamı birbiri ile yakın akrabalık ilişkisi içindedir. Buna rağmen
tartışmalardan biri, ocaklar arasında yürütülen bir kör döğüşü olarak hangi ocağın hangi
ocağa bağlı olduğu veya hangi ocağın daha büyük olduğu konusunda sonu gelmez
kavgalardır.

Bu kavgaların önlenmesi için bilimsel araştırmaların özellikle ve vakit geçirilmeden bu


noktaya odaklanması, gerektiğinde belgelerin karbon testleri de dahil olmak üzere pozitif
bilimlerin verilerinin uygulanarak somut gerçeklere ulaşılması kaçınılmazdır. Anadolu’daki
varlığımızın tarihi kökleri konusunda yapacağımız bilimsel araştırmaların geciktirilmesi,
ertelenmesi veya yapılmamasının kardeşlik duygularını, birlik, beraberlik ruhunu yok
edeceğinin bütün aydınlarımız tarafından bilinmesi ve vakit geçirilmeden bu konu üzerinde
odaklanılması gerekmektedir.

Koreşan Ocaklı Oymağı ile ilgili olarak yaptığımız bu çalışmada kalıp yargılardan, ön yargı
ve siyasi endişelerden uzak bir biçimde sadece ve sadece gerçeği bulma konusunda büyük bir
titizlik gösterdiğimizi söylemeliyiz.

Yapacağımız çalışmanın metodolojisi üzerinde de kısa bir bilgi vermemiz ileride çıkabilecek
yanlış anlamaları ortadan kaldıracaktır: Oymak ve ocaklarla ilgili olarak yıllardır yapılan
ihmaller sonucu elimizdeki bilgilerin tamamına yakın kısmı sözlü tarih bilgisine
dayanmaktadır. Bu sözlü tarih bilgisi ise her yaşlı kuşağın bu dünyadan göçmesi ile birlikte
ya yok olmakta ya da biçim değiştirerek bozulmaktadır. Koreşan Ocaklı Oymağı ile ilgili
bilgiler de başlangıçta sözlü tarih geleneğinden gelmektedir. Bu yüzden öncelikle analiz
edilmesi gereken bilgiler, bu sözlü tarih bilgileri olmuştur. Yaptığımız alan araştırmaları
sonucunda Türkiye’nin değişik yörelerindeki Koreşan Ocaklı Oymağı yaşlılarının üzerinde
ısrarla durdukları noktalardan biri oymağın kesinlikle Horasan üzerinden geldiği yolundadır.
Bazı yaşlılar ise daha da nokta bilgi vererek Afganistan Horasan’ından geldiklerini
belirtmektedirler. Yaşlıların bir kısmı ise Nişabur üzerinden geldiklerini söylemektedirler ki
Nişabur, Afganistan Horasan’ı ile Anadolu arasındaki önemli uğrak yerlerinden, kültür
merkezlerinden birisidir.

Yine yaşlıların üzerinde birleştikleri, birbirlerinden habersiz anlattıkları şeyler arasında


kendilerinin peygamberimizin 7. göbekten torunu olan İmam Musa Kazım soyundan
geldikleri yolundaki bilgidir. İleride şecereleri incelerken de belirteceğimiz gibi bu bilgi bir
çok kaynakta geçmektedir.

Sözlü tarih verileri, Koreşan’ın Tunceli, Nazımiye, Erzincan, Adıyaman, Gaziantep ve Elazığ
bölgesine gelerek yerleştiklerini ortaya koyar. Bu konuda da bütün sözlü bilgiler birbirini
tamamlamaktadır. Ne var ki, bazı bilgiler öncelikle Elazığ yöresine gelindiğini buradan
Nazimiye bölgesine yerleşildiğini ileri sürerken, bazısında Erzincan, bir başkasında ise
Gaziantep yöresinden gelinip yerleşildiği anlatılmaktadır. Şeyh Hasan ve Şeyh Ahmet
Ocağı’nın belgelerini incelediğimiz zaman bu iki büyük Ocaklı Oymağın Tunceli’ye Elazığ,
Malatya üzerinden geldikleri görüyoruz. Koreşan’ın da Kuzeyden güneye veya güneyden
kuzeye doğru yayılmış olması mümkün görünmektedir. Yaptığımız araştırmalar sonrasında
bu alanlarda bulunan oymak ve oymağa bağlı diğer toplulukların birbiri ile yakın zamana
kadar ilişkili oldukları gözlemlenmektedir.

Koreşan Ocaklı Oymağının bir başka kolu ise Gaziantep’te Yavuzeli Milesis’te (Göçmez)
Zırar, Kayabaşı ve Bülbül köylerinin oluşturduğu eksen içindedir. Bu bölgedeki varlıklarını
kutsal ziyaret yerleri, türbe ve mezarlıklarla kanıtlamamız mümkün olmaktadır. Halen bütün
canlılığı ile bu mezarların ve türbelerin ziyaret edildiği görülmektedir.

Koreşan yaşlıları gibi Bingöl, Adıyaman, Erzurum, Erzincan ve Gaziantep yöresindeki


yaşlıların da üzerinde durdukları bir konu, Alaaddin Keykubat’ın oymak ve ocaklara belge
verdiği veya şecerelerini tasdik ettiği bilgisidir. Bu bilgiler, görüşme yaptığımız, kayda
aldığımız birbirinden habersiz 50’ye yakın inanç önderi tarafından adeta cümle cümle
tekrarlanmıştır. Kitabımızın ilerleyen bölümlerinde bunun tarihi kanıtlarını bulacaksınız.

Sözlü geleneğin üzerinde birleştiği noktalardan bir başkası da Seyyid Mahmut Hayrani’nin bu
ocaklı oymağın ileri gelenlerinden biri olduğu, Alaaddin Keykubat’la Elazığ’da görüşerek
kendilerine başka bir bölgede yer verilmesini istediği, bunun üzerine Alaaddin Keykubat’ın
Koreşan’ın bazı kollarına bugünkü Akşehir ve Sultan Dağı eteklerini verdiği şeklindedir.

Sözlü gelenekte karşımıza çıkan ve kanıtlanması gereken noktalardan bir başkası da


Nasreddin Hoca’nın Koreşan Ocaklı Oymağı mensubu olduğu, Seyyid Mahmud Hayrani ile
birlikte Akşehir’e geldiği, Nasreddin Hoca’nın da İstanbul’un ilk kadısı olan Hızır Bey
Çelebi’nin büyük dedesi olduğu yolundaki bilgidir. Bu bilgilerin kanıtlanması durumunda
Koreşan’ın Selçuklu döneminden başlayarak Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar önemli
bilim ve devlet adamı yetiştirmiş bir aile oldukları ortaya çıkmaktadır.

Sözlü gelenekten gelen, ses ve görüntü kayıtlarına aldığımız bu anlatımlar, daha sonra
ailelerin elinde günümüze kadar gelen şecere, berat, icazetname ve padişah fermanları ile
desteklenmektedir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bu şecere, icazetname ve beratlarda
anlatılan bazı bilgilerle verilen tarihler birbiri ile çelişmekte, bazı ocaklar veya oymaklar bu
bilgilerin kendilerine ait olduğunu söylemektedirler. Biz bu berat, icazet ve şecereleri de
yorumsuz bir biçimde orjinalleri, yeni harflere çevrilmiş, geniş kitlelerin anlayacağı biçimde
sadeleştirilmiş halde kitabımıza almaktayız. Yorumlama sırasında sözlü tarih bilgileri, şecere,
icazetname ve beratlarda bulunan bilgilerle sözlü tarih bilgilerinin birbiriyle örtüşüp
örtüşmediğine dikkat ettik. Eğer bu bilgiler birbiri ile örtüşüyor veya birbirini tamamlıyorsa o
zaman bu bilgilerin tarihi kaynaklar ve arşiv bilgileri ile de desteklenip desteklenmediğini
araştırdık. Böylece sözlü tarih bilgileri, şecere, icazetname ve beratlarla tarih kaynakları ve
arşiv bilgileri birbirini tamamlıyorsa bu bilgileri kanıtlanmış kesin bilgiler olarak kitabımıza
aldık. Ayrıca üzerinde genellikle birleşilen konuları değerlendirerek kesinleştirilmesi için
tarih araştırmacılarına bıraktık.

Bu süreç içinde birbiri ile örtüşmediği görülen diğer bilgileri de bilimsel olarak
kanıtlanmamış bilgiler olarak gösterdik.

II. BÖLÜM: KÜLTÜREL EROZYANA DİRENEN OCAKLI OYMAK


KOREŞAN (KUREYŞAN)

Güney ve Doğu Anadolu’daki önemli topluluklardan birisi de Koreşan Oymaklar Birliği’dir.


Koreşan, kendisine bazı oymakların bağlı olduğu bir ocaklı oymaktır. Türkiye’de ocaklar ve
oymaklar üzerinde yapılan bilimsel araştırmalar, sosyal bilimlerin en zor alanlarından biridir.
Sadece bir bilim dalının verilerine dayanarak bir sonuca varmak ve yargıda bulunmak
neredeyse imkansız gibidir. Biz, ocakları ve oymakları incelerken daha önce de belirttiğimiz
gibi öncelikle sözlü tarih unsurlarından derlediğimiz bilgilerden yola çıktık. Daha sonra
halkın halen elinde bulunan bilgi ve belgeleri topladık, bu bilgi ve belgelerle tarihi bilgiler
arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalıştık. Sözlü tarih derlemeleri için mutlaka alana çıkmak
gerekiyordu. Asıl zorluklardan biri de ocak ve oymakların yaşadıkları alanları dolaşmaktı.
Çünkü Anadolu’nun en sarp coğrafya parçalarını dolaşmak gerekiyordu. Bunun yanında
Osmanlı Arşiv Belgeleri’nin henüz tam olarak yayınlanmamış olması, tasnif edilen bilgi ve
belgelerin sağlıklı bir araştırma sisteminin oluşturulmamış olması da işimizi zorlaştıran
unsurlar arasında yer almaktadır.
Bilim adamlarımız da anlaşılan disiplinler arası yapılması gereken çalışmayı birbirlerine
bırakmış olmalılar ki bir çok bilgi eksikliği ile karşı karşıyayız. Araştırmalar sırasında halk
bilim, sosyoloji, tarih, kültür, sanat tarihi ve arkeoloji bilgilerinin bir araya getirilmesi
gerekmektedir. Yapılan bazı araştırmalarda tarihsel derinliğin eksik olması, bir kısmında halk
bilim alanının verilerinin kullanılmaması, bir kısmında ise sosyolojik yapının göz ardı edilmiş
olması, çalışmaların hep eksik kalmasına sebep olmuştur. Bazı çalışmalardan ise son derece
yanlış değerlendirmeler ortaya çıkarak bilgi bulanıklığı yaratmıştır. Özellikle bazı yabancı
bilim adamlarının yaptıkları çalışmalar bu bakımdan bir çok değerlendirme hataları
taşımaktadır.
Koreşan Oymağı ve bölgedeki diğer oymak ve ocaklarla ilgili araştırma gezilerimiz 1997
yılından 2010 yılına kadar dönem dönem olmuş, adeta iz sürme biçiminde
gerçekleştirilmiştir. Her araştırmaya gidişimizde, olayın bir boyutu çözümlenmiş, adeta bir
yap bozun parçaları birleştirilerek bir sonuca varılmaya çalışılmıştır. Bu araştırmalar
sonucunda Koreşan Ocaklı Oymağı hakkında önemli bilgi ve bulgulara ulaşılmıştır.
2016 yılının başlarında giriştiğimiz bu çalışmamızda da daha önce ulaşamadığımız bir çok
bilgi ve belgeye ulaşılmıştır. Bundan sonra da yapılması gereken daha derin araştırmalar
sonucu başka bilgilere de ulaşılması mümkün olacaktır. Bu yüzden konuya başka bilim
adamlarımızın da çok yönlü olarak girmesi ve çalışması ile daha çok bilginin çıkabileceğini
söylemeliyiz. Oymaklar ve ocaklar üzerinde yapılması gereken çok yönlü araştırmaların
yapılıp tamamlanmaması sebebiyle Anadolu’nun tarihi ile ilgili verilen bilgilerin kesinlikle
eksik olduğunu bir kere daha vurgulamalıyız.
Bu çalışmamızdan önce yaptığımız son çalışma Bingöl, Muş, Varto alan araştırmasıdır. Bu
araştırma sırasında yöreye yaz ve kış aylarında iki kere gidilmiştir. İlk gidişimizde inanç
önderleri ile yapılan görüşmelerden elde edilen belgelere göre bazı çelişkili noktaları ortadan
kaldırmak ve edindiğimiz bilgilerden emin olmak amacı güdülmüştür. 50’ye yakın inanç
önderi ve sözlü tarih bilgisine sahip kimseyle görüşme yapılmış, görüntü kayıtları deşifre
edilerek araştırma raporunun ekinde aynen yayınlanmıştır. (Bingöl, Muş/Varto Yöresinde
Ocaklar, Oymaklar ve Boylarla İlgili Araştırma Sonuçları, 2010)
Oymakların Anadolu’daki son durumları ve tarihsel kökenlerinin bir bütün olarak ele alındığı
sosyal, kültürel, sosyal antropolojik ve halk bilim çalışmaları yok denecek kadar azdır. Bu
çalışmalar bilim dünyası tarafından adeta tamamen ihmal edilerek Türkiye’nin ve dünyanın
geçirdiği hızlı değişim, kentleşme ve küreselleşme sürecinde unutulmaya terk edilmiştir. Bu
unutulmaya terk edilişle bir çok kültürel değerimiz ve tarihi bilgi unutulup gitmiştir.
Kentleşme ve küreselleşmenin yarattığı bu olumsuz ortam batı Anadolu’da daha güçlü bir
biçimde hissedilirken doğu ve güneydoğu Anadolu’da kısmen etkili olmuştur. Bu yüzden
toplumsal hafızamızda geçmişe ve kültürel değerlerimize ait bir çok bilgi halen doğu ve
güneydoğu Anadolu’da varlığını sürdürmektedir. Koreşan Ocaklı Oymağı’nın bilgileri de bu
toplumsal hafızadaki unutulmaya terk edilmiş bilgilerden en önemlileri arasında yer alır.
Daha çok Osmanlı Devleti’nin son dönemleri ile cumhuriyetin başlarında askerler ve kamu
görevlileri tarafından hazırlanarak devlete sunulan güvenlik raporlarında bilgi bulunmaktadır.
Ülkemizin belki de en önemli sorunlarından biri budur: Özellikle sosyal konuların sosyal ve
insani bilimler tarafından titizlikle değerlendirilmesi, güvenlik birimlerinin bu bilgilerden
yola çıkarak güvenlik planlaması yapmaları gerekirken bunun hep aksi olmaktadır. Koreşan
Ocaklı Oymağı’nın durumu ile ilgili bilgileri de Jandarma Umum Kumandanlığı’nın
hazırladığı bir aşayiş raporundan öğreniyoruz:
“Jandarma Umum Kamandanlığı raporuna göre Mazgirt ve Nazimiye bölgesinde önemli bir
aşiret olan Kureyşanlılar, Hınıs, Varto, Kiği, Mazgirt, Nazimiye, Pülümür, Hısn-ı Mansur ve
Sivas’ta yoğunluk doğuda olmak üzere batıya doğru yayılmıştır. Bu aşiret Seyyidleri çok bir
aşiret olan Dersimliler nezdinde manen yüksek bir konuma sahiptir. Özellikle bu Seyyidlerin
etkisiyle kendilerini Kureyş kabilesinden sayarlar ve aşiret isimleri arasındaki ayniyeti bir
delil olarak sunarlar.” (Kılıç, 2005:133)
Yapılan çalışmanın yalnızca siyasi ve idari bir tespit çalışması olması sebebiyle burada doğal
olarak ciddi değerlendirme hataları bulunmaktadır. Arap oymağı olan Kureyş ile Koreş
birbirine karıştırılmıştır. Halbuki hiç bir zaman hiç bir Koreşan inanç önderinin veya ileri
geleninin böyle bir ilişkiyi kurduğunu yaptığımız alan araştırmalarında görmedik. Basit bir
okuma karışıklığı sonucu bir bilginin tarihsel seyri yüzde yüz yön değiştirebilmekte, bilgiler
birine karışmaktadır. Oysa İslam tarihinde çok önemli yeri olan Arap oymaklarından Kureyş
Oymağı’nın coğrafi dağılımı, ekonomik özellikleri, taşıdıkları kentli kültürü ve kavmiyet
asabiyeti ile kendine özgü bir kimliğe sahiptir. Koreşan Ocaklı Oymağı’nın ne kültürü, ne
üretim ilişkisi, ne de coğrafi dağılımı ile aralarında bir benzerlik kurulamaz.
Koreşan Ocaklı Oymağı’nın üzerinde durmamız gereken en önemli noktalarından biri, ismi
üzerindeki kafa karışıklıklarının giderilmesidir. Kitabımızın bir çok bölümüne yayılmış olan
bu isim karışıklığı ile ilgili bilgiler, konunun nirengi noktalarından birini oluşturmaktadır. Bu
yüzden bilgileri bir yerde toplamak yerine kitabın ilgili bölümlerinde tekrarlayarak olayın
önemine vurgu yapmak istedik. Bizim yaptığımız bu değerlendimelerin bizden sonra
araştırma yapacak olan araştırmacıların önünü açacağına inanıyoruz.
“Koreş” kelimesinin “Kureyş” kelimesi ile karıştırılmasının temel sebeplerinden birisi
ikisinin de yazılışının hareke kullanılmadığı zaman bir birine çok yakın olmasıdır. Bu
yakınlıkta Kureyş kelimesinin ve taşıdığı anlamın herkes tarafından bilinen İslam Tarihi’nin
ünlü Kureyş Kabilesi ile yakın olması, kelimenin doğrudan Kureyş olarak algılanmasına
sebep olmaktadır.
Bizim üzerinde durduğumuz Alevi ocaklı oymağı olan Koreş’tir. Nitekim İbnü’l Esir’in El
Kamil isimli kitabını çeviren yazarlarımız da aynı yanılgıya düşmüşlerdir. Öncelikle Kureyş
ve Haşimi toplulukları arasında çıkan kanlı ihtilaf sebebiyle kendisini Seyyid soylu ocaklı
oymak olarak tanımlayan Koreşan’ın isminin Kureyş’ten gelmesi mümkün değildir. Yazar
kitabında bize Koreşanla ilgili şu bilgileri verir:
“Moğollar buradan ayrılıp Tanza üzerine yürümüş ve aynı zulümleri burada da uyguladıktan
sonra Tanza yakınlarında bulunup “el-Kureyşiyye Vadisi” adıyla bilinen bir vadiye
girmişlerdi. Bu bölgenin ve vadinin akarsuları, kaynakları bir hayli bol, bahçeleri yoktu.
Fakat yolları daracık olduğu için el-Kureyşiyye Vadisi halkıyla Moğollar arasında meydana
gelen çatışmalarda buranın yerlileri düşmanı daha da içeri girmekten alıkoymuş, bunlar da
öldürebildiklerini öldürüp oradan arzu ettiklerine ulaşamadan geri dönmüşlerdi.”
(İbnü’l-Esir, 1987: 458) Burada yer adı olan Tanza, Erzincan’dan Tunceli’ye giden Nazımiye
Boğazına yakın bir bölgedir. Bu bölgede Tanz, Tanzik ve Tanzi adıyla birden fazla yerleşim
yeri bulunmaktadır. (Kaya, 2010:281-288)
İbnü’l-Esir yer adını bir harf-i tarifle kullanarak yer adı ile bölgede yaşayan halk arasında bir
fark olduğunu düşünmüştür. Oysa bölgeye adını veren halk Koreşan’lılardır. Tarif ettiği yol
Erzincan, Elazığ, Malatya ekseninde yüzlerce yıl bir geçit olarak kullanılmış olan Nazimiye
Pülümür bölgesidir. Bölgenin suları bol olduğu gibi vahşi bir doğası vardır ve dar bir geçit
oluşturmaktadır. Koreşan Oymağı’nın halen yaşlılarının arasında da sözlü olarak yaşayan
bilgilere göre bu geçidin yol güvenliğinin sağlanması Alaaddin Keykubat tarafından Koreşan
Oymağı’na verilmiştir. Bölgenin tarihi kaynaklarda Vadi-i Koreş olarak geçmesinin sebebi
oymağın adıdır.
İkinci olarak Doğu Anadolu’da yaşlıların tamamının ağzında Koreş ve Koreşan ifadesi
bulunmaktadır. Yörede yaygın olarak belirtildiğine göre Zazaca bir kelime olarak Koreş:
Horasan, Koraşan: Horasanlı anlamına gelmektedir. Koreşan kelimesinin bir başka anlamı ise
Gur veya Kur kelimesinden Gur’lu anlamına Afganistan’ın Gur bölgesinden gelenler anlamı
çıkarılabilir. Çünkü aile içinde Kur ve Kuri ifadesinin sık sık geçtiği bilinmektedir. Bu
kelimenin ilk harfi arka damak konsonantı olarak yörelere göre (g) olarak okunabildiği gibi
gırtlak sesi ile birlikte (Kh) olarak da okunabilmektedir. İlerde bir kere daha belirteceğimiz
gibi Afganistan ve Türkistan bölgesinde etnik yapı çalışmaları yapan Rus ve İsveç’li bilim
adamları kendilerine Horasanlı adı verilen büyük bir oymak grubunun bulunduğunu bize
aktarmaktadırlar. Bunların arasında Koreşan Oymağı’nın da bulunduğunu görüyoruz.
Eski belgelere baktığımız zaman kelimenin Arap harfleriyle yazılış biçimini Koreş olarak
okumamız gerektiğini göstermektedir. Böyle okunması gerektiği konusunda başka tarihçi ve
yazarlar da bizimle birleşmektedir. Bu konuya daha detaylı olarak bir kere daha Konya
yöresini anlatırken değineceğiz. Çünkü özellikle bilimsel olarak kesinlik kazandırmak
istediğimiz yöre Konya yöresidir. Yukarıda ısrarla üzerinde durduğumuz disiplinler arası bilgi
eksikliği sebebiyle Koreşan kelimesi çok farklı anlamlarda kullanılarak yorumlanmış ve
yanlış değerlendirmeler ortaya çıkmıştır. Bir çok bilgi ve belge bize kesinlikle oymağın
adının Koreşan olarak okunması gerektiğini göstermektedir.
Acaba Anadolu’da Kureyş ve Kureyşi ünvanını kullanan ve ünlü Arap Kabılesi’nin olan
Kureyş’ten gelen kimseler yok mudur? Bu sorunun cevabı elbette olabilir. Kureyş ve Kureyşi
unvanlı bu kimseler genellikle büyük şehirlerde yerleşik şehir hayatı içinde yer almaktadırlar.
İslam Tarihi’ndeki ünlü Kureyş Kabilesi’nin İslam tarihlerinde verilen bilgilere dayalı olarak
soyo-kültürel yapılarına baktığımız zaman, tamamına yakın kısmı ticaretle uğraşmakta ve
Mekke’de şehir merkezinde yaşamaktadırlar.
İslam tarihlerinde Kureyş Kabilesi ile ilgili çok detaylı ve tarihin derinliklerine kadar giden
şecere araştırmaları bulunmaktadır. Arap bilim geleneğinde neseb araştırmaları önemli bir yer
tuttuğu için Kureyş kelimesinin tarihi kökenine rahatlıkla inilebilmektedir. Bunlar dikkatle
incelendiği zaman bizim araştırma alanımıza giren Koreşan Oymağı ile Kureyş Kabilesi
arasında sosyo-kültürel ve ekonomik bir benzerlik bulunmadığı görülür. Bu konuda biz
sadece iki kaynaktan söz edeceğiz. Araştırma konumuzun dışına taşacağı için üzerinde fazla
durmayı uygun görmüyoruz. Bunlardan birincisi İbn-i Kesir’in İslam Tarihi’dir. (İbn-i Kesir,
1994:325-327) İkincisi ise ciddi bir kaynak taraması sonucu oluşturulmuş olan Yılmaz
Öztuna’nın devletler ve hanedanlar üzerinde yaptığı çalışmadır. (Öztuna, l. Cilt, 1996:1-85)
Bizim üzerinde araştırma yaptığımız Koreşan Oymaklar Birliği halen varlığını bir topluluk
halinde kırsal alanlarda sürdürmektedir. Anadolu’da büyük şehirlerde değil kırsal alanlarda
yaşamışlar, bir kısmı halen kırsal alanda yaşamaktadır. Horasan üzerinden Anadolu’ya gelen
yüzlerce oymak gibi yakın zamanlara kadar besici üretim ilişkisini sürdürmüşlerdir. Oymağın
tarihine girdiğimiz zaman da açıklıkla görüleceği gibi besici kültürünü binlerce yıldır
sürdürdükleri anlaşılmaktadır. İnanç önderlerinin yaşam biçimleri ve yerleştikleri alanlara
baktığımız zaman yüksek dağ yamaçlarında, derbentlerde Horasan erenlerinin geliştirdiği bir
yaşam biçimini yürüttükleri açıkça görülmektedir. Kendilerine ait şecere, icazetname ve
beratlar bulunduğu gibi ailenin inanç önderleri halen derin saygı görmektedirler.
Arap kabilesi olarak Kureyş Kabilesi ile ilgili bir örnek vermek gerekirse, Urfalı Matteos’un
Vekayinamesi’nde Urfa şehrinin 1069/1070 tarihlerinde Sultan Alp Arslan tarafından
kuşatılması sırasında komutanlarından biriyle ilgili bilgi de :
“Bunun üzerine başlıca bir Arap emiri olan Khoreş, Sultan Alparslan’la bütün İran ordusunu
alıp Halep şehrine karşı yürüdü” (Urfalı Mateos, 1987:140) Selçuklu tarihlerinden bir
kısmında da yer alan ve Kureyş olarak geçen kişi aynı zamanda Sultan Alparslan’ın
kızkardeşi Arslan Hatun’la evlenmiş olan kişidir. Bütün Selçuklu tarihlerinde olmasa da
bazılarında üzerinde durulan Kureyş, sanıldığı gibi Sultan Alparslan’ın yakın
komutanlarından biri değildir. Halep’te beylik yapan Arap kabilelerinden Ukayl
Oğulları’ndan Kureyş’tir. Yani Arap orijinli Kureyş Kabilesi’nin alt kolları, şecereleri ile
birlikte Ukayl Oğulları, Ümeyye Oğulları, Haşim Oğulları veya başka bir adla
anılmaktadırlar. Zamanla Horasan’da Emeviler döneminde kurulan garnizon kentlere
yerleştirilenler de yine Arap orijinlerini titizlikle korumuşlar, tarihi kayıtlara alt kimlikleri ile
geçmişlerdir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta iki kelimenin Ermeni Alfabesi ile yazılışı da Kureyş ve
Koreş’i birbirine çok yakın gösterebilmektedir. Yine Koreş kelimesinin bir çok araştırmacı ve
uzman tarafından birbirinden tamamen farklı biçimlerde okunduğunu görüyoruz. Bilim
adamlarımızın zaman zaman bu tarz okuma yanlışlarına düşmelerinin temel sebeplerinden
birisi de halk bilimi araştırmaları ile tarihi bilgilerin birbiri ile karşılaştırılmamasındandır.
Halk bilim derlemelerinde var olan bilgiler açık bir biçimde Koreşan isimli bir oymağın
olduğunu, halen bütün canlılığı ile kentleşme ve küreselleşmenin getirdiği erozyana karşı
direnerek kırsal alanlarda yaşamaya devam ettiğini göstermektedir.
Anadolu’da Kureyş adıyla okunan ve yazılan yer adlarının tamamına yakın kısmının kesin bir
bilgi ve kayıtla açıklanmıyorsa Koreşan Ocaklı Oymağı’nın mensuplarının yerleştikleri
alanlar olması gerekir. Çünkü Koreşözü, Koreş Mezrası, Koreş Köyü ve kazası olarak geçen
bölgelerin sosyo-kültürel yapısının bunu doğruladığını açık bir biçimde görebiliriz.
Kaynakların çoğunda Kureyş olarak yazılan kelimeyi biz kitabımızda doğru seslendirilişi ile
Koreş ve Koreşan olarak kullanmaya özen göstereceğiz.
Koreşan Ocaklı Oymağı’nın Horasan üzerinden ne zaman geldikleri konusu da son derece
önemlidir. Bazı oymakların ve ocakların 13. yüzyıl öncesi Anadolu’ya geldikleri
bilinmektedir. Buna dayanarak Koreşan Oymağı’nın da 13. yüzyıl öncesi veya sonrası gelip
gelmedikleri konusunda ciddi bir belirsizlik ortaya çıkmıştır.
Konya ve Afyon yöresinde bulduğumuz bazı bilgilerle Seyyid Mahmud Hayrani külliyesinin
yapılışını göz önünde bulundurduğumuz zaman Koreşan Oymağı’nın daha önce gelmiş
olması gerekir. Nitekim yukarda aldığımız Vadi-i Kureyşiyye ifadesi ile burada yaşayan yerli
halk ifadesi ile Koreşan Oymağı’nın kast edildiği açıktır. Cengiz Ordularının Anadolu’ya
girişi 1230’lu yıllara denk gelmektedir. Bu sırada Koreşan’ın bir kolunun Orta Anadolu’ya
kayarak daha önce bölgeye yerleşenlerle birleşmiş olması mümkündür. Bu hem sözlü
gelenekten gelen bilgilerle, hem de Konya yöresinden bulduğumuz bilgilerle örtüştüğü için
güçlü bir iddiadır. Koreşan Oymağı’nın kendisinin inanç önderi olarak gördüğü derin saygı
gösterdiği Seyyid Mahmud Hayrani adına kurulan külliyenin kuruluş tarihlerine baktığımız
zaman bunun kesin bir bilgi olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum Koreşan Oymağı’nın Cengiz
ordularının Horasan ve Anadolu’daki varlıklarından etkilenmemiş olduğunu göstermez.
Aksine hem Horasan’da hem de Anadolu’da derin bir etki altında kaldıkları anlaşılmaktadır.
13. yüz yıldaki göçün büyüklüğü ve sebepleri tam anlaşılmadan Horasan’dan göçlerin sosyal,
kültürel ve ekonomik gerekçesini, sayısal durumunu ve Anadolu’da nüfus yoğunluğunda
ortaya çıkan değişimi anlamak da mümkün değildir. Burada bazı kaynaklardan kısaca göçün
büyüklüğü, gerekçeleri ve Anadolu’ya dağılımı ile ilgili bilgi vereceğiz: Cengiz ordularının
bölgeye gelerek bölgedeki uyguladıkları politikaların Horasan’da ayrı Anadolu’da ayrı ve çok
köklü etkileri olduğunu burada özellikle belirtelim. Bu konudaki önemli kaynaklardan birisi,
yazıldığı tarih ve yazarının dönemindeki siyasal konumu açısından Tarih-i Cihan Güşa’dır.
Cengiz ordularının izlediği temel politikalardan birisi, güçlerini bir dehşet politikası ile
yayarak gittikleri her bölgede sivil halk üzerinde büyük bir korku yaratmaktır. Bu yüzden
teslim de olsa, silah zoruyla da alsalar büyük şehirleri adeta etnik temizliğe tabi
tutmaktadırlar. Bu taktik, kısa zamanda büyük bir korku ortamı oluşturmuştur. Bu dehşet
ortamı ya şehirlerin savaşmadan teslim olmasına ya da geniş kitlelerin Cengiz orduları
önünden kaçarak vatanlarını terk etmelerine sebep olmuştur. Dolayısıyla Cengiz Han’ın işini
kolaylaştırmıştır. Bu yargımızı güçlendiren belgeler arasında Cengiz Han’ın yazdığı bazı
mektupların içeriği ile Hülagu’nun dönemin halifesine yazdığı mektuptaki üslup
gösterilebilir. Bu mektuplar bir çok tarih kitabında yer almaktadır.
Horasan’da da durum böyle olmuş, kırsal alandaki aşiret ve obaların tamamına yakın kısmı ile
şehirlerin ve diğer küçük yerleşim birimlerinin tamamına yakını Nişabur kavşağında buluşup
batıya doğru göç ederek Anadolu’ya sığınmışlardır. Sivil halk, aşiret ve obalarla, bu obaların,
aşiretlerin ve sivil halkın inanç önderleri de onlarla birlikte Anadolu’ya göç etmişlerdir. Bir
çok kaynakta bu konu ile ilgili yüzlerce bilgi bulunmaktadır. Cengiz orduları karşısında
Horasan şehirlerinin başına gelen olaylarla ilgili olarak vereceğimiz bilgi bu gerçeği ve
Anadolu’ya göç eden topluluklarının nüfusu ile ilgili bilgileri gözümüzün önüne serecektir.
Cengiz ordularının Belh şehrini aldıktan sonra burada uyguladıkları mezalime bakalım:
“Derken, Cengiz Han’ın verdiği emir üzerine küçükten büyüğe, gençten yaşlıya kadar herkesi
boş alana çıkardılar. Moğolların adetine göre onları yüzlük ve binlik gruplara ayırarak
hepsini kılıçtan geçirdiler.” (Cüveyni, 2011: 153) bununla da kalmayarak: “İşlerini
bitirdikten sonra bahçeleri ateşe verdiler.” (Cüveyni, 2011: 154)
Cengiz Orduları, canlarını kurtararak dağlara kaçan ve saklananları da şehre tekrar gelerek bir
kere daha toptan öldürmektediler. Bu durum toplu göçlerin en önemli sebepleri arasındadır.
Mevlana Celaleddin Rumi de daha önce başka şehirlere yapılanları duyduktan sonra bir
çaresizlik içinde Anadolu’ya göçmüştür. Bunu Menakıb-ı Sipehsalar ve Menakıb-ı Arifin’den
öğreniyoruz. Her ne kadar Baha Veled’in Celaleddin Harzemşah’la arasının bozulması
sebebiyle göç ettiklerine dair bilgiler olsa da gerçek sebebin çok açık bir biçimde Moğol
tehlikesi ve Celaleddin Harzemşah’ın bu tehlikeye karşı duramayacağının anlaşılması olduğu
açıktır. Eflaki, menakıbının başında Belh şehrinin tahribini şöyle anlatır:
“Moğollar mahallelerde bulunan on iki bin mescidi ateşe verdiler. Mescitlerde bulunan on
dört bin Kur’an metni yandı. Kaleme gelen halkın dışında elli bine yakın bilgin, öğrenci ve
hafızı katlettiler. 200 bin insanı yere gömdüler.” (Eflaki, 1986:18)
Horasan’ın kalbi, büyük bir medeniyet merkezi olan Belh, Merv, Herat’ta yapılanlar ve bu
şehirlerin nüfus yapısı ile ilgili olarak Cihan Güşa bize şu bilgileri vermektedir:
“ Bamyan feth edilince Cengiz Han’ın fermanı üzerine hiç esir almadılar. İnsan, hayvan canlı
ne varsa öldürdüler. Hatta anaların karnındaki çocukların bile canına kıydılar. Daha sonra
Cengiz Han oraya şehir kurmayı yasakladı.” (Cüveyni, 2011:155)
Aynı durum Merv ve Nişabur’da da gerçekleştirilir. Bütün bunlar bölgeden insanların
dalgalar halinde Anadolu’yu bir kurtuluş kapısı olarak görüp kaçmalarının kanıtıdır:
“Din ve devlet büyüklerinden Seyyid İzzeddin Nassabe, yanına aldığı bir grupla onaltı gün
onaltı gece öldürülenleri saydı. Bunların sayısı gizli yerlerde ve şehirlerden uzak bölgelerde
öldürülelerden başka bir milyon üçyüz binden fazlaydı.” (Cüveyni, 2011:173)
Bütün bu bilgiler bize canını kurtarabilenlerin sayısını ve bunların tek kaçış yolu olan
Anadolu’ya dalga dalga gelişlerini göstermesi bakımından önemlidir. Sadece Mevlana
Celaleddin Rumi, babası değil, Akşehir, Seydişehir ve Beyşehir çevresinin bir çok inanç
önderi de bu dönemde bölgeye gelip yerleşmişlerdir. Menkıpnamelerden ve
velayetnamelerden öğrendiğimize göre, bir kısmı bu göç sırasında önce Bağdat, Şam veya
Mekke’ye gittikten sonra Anadolu’ya gelerek yerleşirler. Saltukname, Menakıbü’l-Arifin,
Didiği Sultan Menakıbnamesi ve Velayetname-i Hacı Bektaş Veli’de de bu bilgi açık bir
biçimde vardır.
Saltukname’de, Hacı Bektaş Veli velayetnamesinde yanık köseği hikayesi anlatılırken verilen
bilgiler dikkat çekicidir. Saltukname’de Piran-ı Horasan’ın merkezi olarak Belh şehri
gösterilmekte ve Cengiz ordularının daha Belh’e gelmeden önce onların oradan göçtüklerine
dair bir bilgi verilmektedir. Bu da Belh bölgesindeki inanç önderlerinin kesinlikle üçüncü
dalga olarak Anadolu’ya göçtüklerini göstermektedir. Genellikle makalat ve
menakıpnamelerde bir kutsal görevmiş gibi gösterilen bu gelişin özellikle üçüncü dalga için
zorunlu bir geliş olduğu çok açık bir gerçektir. (Ebu’l Hayr Rumi, 2007:275)
Buradan da anlaşılacağı gibi bir çok oymak, boy ve oba düzenli veya düzensiz olarak
Anadolu’ya girmiş ve yerleşmiştir. Koreşan Oymağı’nın Moğollara karşı bir tutum içinde
olduğunu gösteren en önemli kanıtlardan biri de yukarda sözünü ettiğimiz Nazımiye’de
Moğol ordularının Anadolu’ya girmelerini engellediklerine dair İbnü’l-Esir’den bulduğumuz
bilgilerdir. Ancak batıya doğru kaymalarının temel sebepleri arasında da bu dalgalar halinde
gelen göçün etkisinin olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Elimizdeki verilerden bir kısmına
göre Horasan’da kalan Koreşan Oymağı’nın bir kısmının daha sonra diğer oymaklarla
birleşerek yeni bir oymaklar birliği oluşturduklarını görüyoruz ki bu birliğin adı Arsari
(Ersarı) Oymaklar Birliği’dir. (Ataniyazov, 2010)
Buradan da anlaşılacağı gibi 1230‘lu tarihlerde bölgede Koreşanlılar bulunuyordu ve
yaşadıkları vadiye yazılış benzerliği sebebiyle Vadi-yi Kureyşiyye (Koreşan) deniliyordu.
Bulundukları bölge Erzincan üzerinden Anadolu’ya giren Cumhuriyet dönemine kadar
canlılığını sürdürmüş olan en eski kervan yolunu oluşturuyordu. Daha sonra Kızıldağ
geçidinin yapılması sebebiyle bu yol eski önemini kısmen yitirmiştir. Büyük Selçuklu,
Anadolu Selçuklu ve Beylikler döneminde bu boğazın güvenliğinin sağlanması, üzerinde
güçlü menzillerin ve derbentlerin kurulması en önemli konular arasında yer alıyordu.
Koreşanlıların Horasan üzerinden Anadolu’ya gelişleri ve bunun Afganistan üzerinden
olduğu yolundaki sözlü bilgilerin yanında Ali Kaya’nın Dersim Tarihi isimli kitabında da
bunu destekleyen bazı bilgiler bulunmaktadır:
“Kureyşanlılar’ın Horasan’ın (Khurasan) Hazar Denizi’nin Güneyine ve Doğusuna uzanan
Gur (Afganistan) bölgesinden geldikleri Dersim’e yerleştikleri bilinmektedir. Kureyşliler Ehl-
i Beyt’e bağlı olmaları nedeniyle, bu soydan geldikleri için bu soya benzer özellikler taşırlar.
Kureyşanlıların Hacı Bektaş kanalıyla İbrahim-i Sani ve İmam Musa Kazım’a dayandığını
belirtmektedir.” (Kaya, 2010:151)
Bu bilgilerden yola çıkarak Koreşan kelimesinin Afganistan’dan geldikleri bölge olan
Afganistan Türkistan’ının eski adı olan Gur’dan da geldiği görüşünü bir kere daha öne
sürebiliriz. Eğer bu yorumu kabul edersek Gur bölgesinde yaşayanlar anlamı çıkmaktadır. Bu
yargıya varmamızın temel sebeplerinden birisi ailenin bir kolunun “Kur Koreş”, bazılarının
ise “Seyyid Mustafa-yı Kur” olarak anılmasıdır.
2.1.1. Koreşan Şecere ve Belgelerinin Peşinde
Koreşan’la ilgili olarak elimizde bulunan belgelerden bir kısmı, Tunceli yöresinden elimize
geçenlerdir. Bu belgeler arasında Tunceli Valisi Kenan Güven’in fotokopisini çoğalttığı,
çevrisinin yapılanlar bulunmaktadır. Bir kısmı birbirinin aynı, bir kısmı ise farklı belgelerden
oluşan Sayın Kılıçdaroğlu’dan elimize gelen belgeler yine bu bölgeden toplanmıştır. Bu
belgelerin yanında ilerde tek tek ele alarak değerlendireceğimiz gibi Erzincan bölgesinde bir
belgeden kopya edilmiş olan Şorik belgelerinin bir nüshası olduğu iddia edilen belge, sözlü
gelenekten ve Koreşan’ın Erzincan kolu’nun inanç önderlerinin soyundan gelen artık
aramızda olmayan Paşa Doğan tarafından kaleme alınmış Erzincan Çayırlı belgesi vardır.
Yine Erzincan Gaziler kolunun son temsilcilerinden derlediğimiz Gaziler kolu ile ilgili
bilgiler, Gaziantep Milelis (Göçmez), Zırar, Kayabaşı ve Bülbül köylerindeki Koreş ve Hacı
Koreş ziyaretleri ile ilgili bilgilerdir. Adıyaman bölgesinde bulduğumuz belgelerle sözlü
gelenekteki bilgileri buna eklersek Koreşan Ocaklı Oymağı’nın Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’daki dağılım alanlarını ortaya koymuş oluruz. Bu belgeler Koreşan Ocaklı Oymağı
hakkında bütün bilgileri içermemektedir. Öyle sanıyoruz ki halen ailelerin elinde birçok belge
bulunmaktadır.
Tunceli yöresinde bulunan belgelerle ilgili olarak halen büyük bir tartışma devam etmektedir.
Bingöl’de bulunan Derviş Beyaz veya Derviş Gevr Ocağı ile Koreşan arasındaki bu
tartışmalarda Derviş Gevr Ocağı belgelerin kendilerine ait olduğunu, ancak Koreşan’ın bey
kolu tarafından ele geçirilerek kendilerine mal edildiğini iddia etmektedirler. Belgeleri
gördüğünü söyleyen M. Şerif Fırat ve Nejat Birdoğan’ın kendilerinde bulunan bu belgeyi hiç
bir zaman görmediklerini de öne sürmektedirler. Bingöl, Muş, Varto, alan araştırması
sırasında Varto Ozan Pınarı yaylasında evine konuk olduğumuz Hazır Ali Beyaz Yıldırım
Nejat Biroğan’ın kendilerine hiç uğramadığını söylemiştir. (Bingöl, Muş, Varto Alan
Araştırması, 2010)
Güneydoğu Anadolu’da bir çok ocak ve oymağın şecere ve beratları ile ilgili olarak bu tarz
iddialar öne sürülmektedir. Osmanlı Devleti’nin son üç yüz yılı içindeki yoğun çalkantılar, iç
isyanlar ve karışıklıklar sebebiyle ortaya çıkan otorite boşluğunda bu tarz olayların yaşanmış
olması mümkündür. Ancak bunun kapsam ve sınırlılıkları ile ilgili bilimsel olarak bir şey
söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla bugün bu belgeleri ellerinde bulunduran ailelerle
ilgili olarak ileri sürülenlerin aksini kanıtlamak da neredeyse mümkün değildir.
Bu belgelerin Koreşan Ocağına mı yoksa Derviş Gevr Ocağına mı ait olduğu konusunda
halen Tunceli, Bingöl, Muş ve Varto yöresindeki inanç önderleri arasında tartışmalar devam
etmektedir. Bizim en son Bingöl, Muş ve Varto’da yaptığımız araştırmalar sırasında bu
tartışmaların yarattığı bilgi bulanıklığı ile karşı karşıya kaldık. Bölgedeki her iki ocağın ileri
gelenleri ile iki ayrı tarihte, iki kere toplantı yapmamıza rağmen bir sonuca varmak mümkün
olamadı. Şerif Fırat’ın kızının Ankara’daki evinde Şerif Fırat’tan kalan bir belge veya bilgi
olup olmadığına dair yaptığımız görüşmelerden de bir sonuç alamadık. Yani Şerif Fırat’ın
gördüğünü ve alıntı yaptığını belirttiği şecerenin ailede olmadığı ortaya çıktı. Ne var ki bu
belgenin tarih olarak 12. Yüzyıla ait olduğu iddiası da tam bir kesinlik kazanmamış olmasına
rağmen Bedri Noyan tarafından kopyalanmış bir nüshasının yayınlandığını görüyoruz. Bu
şecere, bir çok soru işaretini beraberinde taşımasına rağmen ona kitabımızda yer vereceğiz.
Belgede Şerif Fırat ve Nejat Birdoğan'ı doğrulayan noktalar arasında Alaaddin Keykubat ve
zaman içinde bazı Osmanlı padişahlarının belgeyi onayladıklarına dair bilgiler bulunmaktadır.
Belgenin tasdik edilmiş olması Selçuklu Devlet adamlarının ve Osmanlı padişahlarının bu
ocağı r esmen tanıdığı ve bağlı olan on iki oymağın ve dikmelerinin sorumluluğunu da bu
ocağa verdiklerini göstermesi bakımından çok önemlidir . Ancak belgenin içinde yer alan on
iki oymağın isimleri arasında bazılarının birbirini tutmadıkları görülmektedir . Her iki
araştırmacının daha önce gördükleri belgedeki isimlerle Erzincan 'dan gelen belgede bulunan
isimler arasındaki farklılık yanında belgenin aşırı yıpranmış olması sebebiyle oymaklarla
ilgili bölüm net okunamamaktadır. Bu yüzden de oymakların isimleri açıkça belli değildir.
Hazır Ali Beyazyıldırım’ın bize verdiği, bizden önce Mehmet Şerif Fırat ve Nejat
Birdoğan’ın da görerek okuduklarını söyledikleri on iki oymakla ilgili belgenin okunmuş
halini buraya aynen alacağız. Ancak adı geçen oymakların Osmanlı Arşiv Belgelerindeki
yerlerini de göstereceğiz:h. 628 (1230) tarihi, Hazır Ali Beyazyıldırım’ın bize belgede
bulunduğunu söylediği tarihtir. Bu tarihte Alaaddin Keykubat’ın Erzincan yöresinde kaldığını
yörede bulunan aşiretlerle toplantı yaptığını ve aşiretlere görevler vererek belgeler dağıttığını
tarih kitapları ayrıntılı ve kesin bir biçimde söylemektedirler.
Baştaki yazı:
“Felemmâ nazara hâzihi şeceretü's-sahîhati'l-hâtiati min râbitati isnâ aşere min aşâir ve
kabail min evlâdi hâzihi silsile bi-i’tâi’l-kemâli delle alâ ennehü bi’l-hücceti'l-katiati ve
bürhâni’s- sâtiati felem yükrim bi-i’tâi Sultân Alâaddin ve Sultân Murâd fe yuvadduhu’l-
lügate aleyhim ene’l- hakirü’l- fakîrü’l Medine-i Şâm-ı şerîf bi-huzûru emîrü'l-hac Yahyâ
Paşa ve humü’l müslimin eş-şeyh Bekir Efendi ufiye anhü 1i’l-baki.
(Bu şecereye baktığımızda bu silsilenin evlatlarının on iki kabile ve aşiret olmak üzere kesin
bir şekilde (Mahmud-ı Kebir’e) bağlı oldukları görülmektedir. Bu şecere Sultan Alaaddin ve
Sultan Murad’a sunulmamış ama onlara sözlü olarak haber verilmiştir. Bu belgeyi yazan ben
fakir bunu Şam-ı Şerif’de Hac Emiri Yahya Paşa’nın ve Şeyh Bekir Efendi’nin ve bir çok
Müslümanın katılımıyla yazdım.)
Ortadaki yazı:
“Felemmâ râe'l-kerâmeti'l-kesîri's-sahîh min Seyyid Şeyh Mahmûd el-Kebîr ve rabatat isnâ
aşere aşâiren ve kabâilen bi-şarti'l-mahfeli’l-hadırin evvelen hâzihi silsileti bi-kemâli'l-iğta
ve hürmeti ve'l-izzeti li-âlâ vechi'l-makârat vallâhü a'lem.
(Seyyid Şeyh Mahmud el-Kebir’in bir çok kerameti görülmüş olup on iki aşiret ve kabile kesin
bir şekilde izzet ve hürmet ile ve hazır bulunanların şahadetleri şartıyla ona bağlanmıştır.)
Okla gösterilen yazılar (sağdan sola)
Ve hâzihi'l-aşâir (Bu aşiretler)
Rabıtai hâzihi's-silsile (Bu silsileye bağlanmıştır.)
Min evlâd-ı hâze’n-nesl (Bu neslin evlatlarındandır)
Fî sâkini Hısn-ı Mansûr (Hısn-ı Mansur ‘Adıyaman’ sakinidirler)
Bi ısbâtı ehli’l-beyt (Ehl-i Beyt’in ısbatı ile)
Ve'l-yakin (Kesin bir bilgiyle)
Ve hâze's-sahîh (Gerçektir)
Muhammed Tâlib min kabîleti Milli el-müsemmâ Pürnur (Milli Aşireti burada Koreşan’a
veya Derviş Beyaz Ocağına bağlı görünürken 18. Yüzyıldan sonra büyük bir oymaklar
kanfederasyonu haline gelmiş ve Kurtuluş Savaşı’na kadar Anadolu’da çok önemli görevler
üstlenmiştir. Kırklareli’nin Bulgarlardan geri alınışında bu oymağın askeri birliklerinin çok
önemli rolü bulunmaktadır. Bu konuda Bingöl, Muş Varto Alan Araştırmasında bu oymak
hakkında geniş bilgi bulunmaktadır.)
Abdullah Tâlib min-kabîleti İzol el-müsemmâ Üç Ayak (Halaçoğlu, Osmanlı Tahrir
Defterlerinde kaynak vermeden Avşar Boyu’nun alt kolu olarak göstermektedir. Malatya
başta olmak üzere, Tunceli, Bingöl, Elazığ ve Kahramanmaraş çevresinde yayılmış çok büyük
bir oymaktır.) (Halaçoğlu, 2009, C.III., 1154).
Ali Tâlib min kabîleti Haydar el-müsemmâ Bedirgün bi-lakabı İki Bölük (Haydaran
Oymağına bağlı olarak görünmektedir.)
Mustafa min-kabîleti Karsan el-müsemma (Fahri) dibekel-müsemmâ Hançeridik bi-lakab
Karavul (Karsandıoğulları, Siirt Eruh, İçel, Maraş, Kilis bölgesinde Türkmen ve Yörük
olarak geçmektedir. (Cevdet Türkay Say; 94, 422/ Ahmet Cevdet Paşa, Tezakir-i Cevdet TTK
Yayınları, Ankara)
İbrahim Tâlib min-kabîleti Lâl el-müsemmâ Yanı Kara bi-lakab Lal (Lala Uşağı, Maraş,
Zulkadiriye, Karahisar-ı Şarki, Salmanlu-yı Sagir (Yozgat), Kemah, Türkman Yörükanı
taifesinden, Mamalı aşiretine bağlı, (Cevdet Türkay, Say: 485)
Mahmud Tâlib min-kabîleti Arap Tâhir bi-lakab el müsemma…….
Mahmud Tâlib min-kabîleti Dada el-müsemmâ Börkü Uzun (İbtida Bucak’tan gelmedirler)
Yusuf Tâlib min-kabîleti Zor-Veliyân el-müsemmâ Duvar Delen, (İbtidâ Bucak’tan
(Ordu’nun ilk adı Bucaktır, ayrıca Urfa, Siverek’te önce Beğdeş olan Bucak nahiyesidir
(Sezen, Osmanlı Yer adları Say: 94) gelmedirler. Büyük bir ihtimalle Siverek Bucak’tan
gelmiş olmalılar.
Abbas min-kabîleti Merdiş el-müsemma Külahı Dik (delik) (Merdiş: konar göçer, Ekrad
(Bozok, Kengiri, Erzurum ve havalisi, Diyarbakır, Rakka, Mardin, Malatya, İçel, Kars
Çerkeş, ve Eskişehir Sultan önü sancağı, Cevdet Türkay: 107-108)
Hasan Tâlib min-kabîleti Bâ[ba] İlyas el-müsemmâ Hâne var (hanedar)
Timur min-kabîleti ‘Ârân el-müsemmâ Börk Yudan (Yürüden)
Câfer Tâlib min-kabîleti Delsinler el-müsemmâ Üksek Dağ bi-lakab Horem Büken
Yakutdan ve kanları gül-hârân
Ve hâzihi's-sahih (Bu gerçektir)
Ala en yekune’s-sahîh (Bunun doğru olması için)
Aslıhu tıbkü'l-'âlî (Aslının aynıdır.)
Kâtu’l-hücce (Kesin bir delildir.)
Isbâti'l-küll (Tamamı ispatlanmıştır.)
Şart-ı tevliyet (Babadan oğula)
Ala Ab-ı Tahûr el müsemma muhibba-yı fahur” Ab-ı Tahur üzerinde Muhibba-yı Fahur)”
Daha sonra Tunceli 'de değişik tarihlerde yaptığımız araştırmalarda başka belgel er bulunup
bulunmadığı konusu üzerinde durduk . Bu araştırmalarımıza sadece Tunceli merkez değil ,
Mazgirt, Hozat ve Pertek de dahildir . Ancak çalışmalarımız sırasında bize getirilen belgeler
yine Erzincan'dan gelen belgenin aynısıydı. Bu belgelerin Vakıflar Genel Müdürlüğü yeminli
mütercimlerinden Süleyman Yaşar'a yeni harflere çevriltilmiş ve Ankara 2. Noteri tarafından
onaylanmıştır. Belgede Varto'da bulunan belgeden farklı noktaların bulunduğu tespit ettik. Bu
belgenin orijinalinin Ankara Etnoğr afya Müzesi’nde bulunduğu söylenmiş olmasına rağmen
yaptığımız araştırmalarda Etnoğrafya Müzesi’nde böyle bir belgenin bulunmadığı , belgenin
belki de Milli Kütüphane’ye gönderildiği bilgisine ulaştık . Milli Kütüphane’ye yaptığımız
başvuruda ise böyle bir belgenin Milli Kütüphane'de de bulunmadığı anlaşılmıştır.
Mehmet Şerif Fırat ve Nejat Birdoğan 'ın gördüklerini söyledikleri Varto 'daki belge için ise
belge sahipleri ile bir ilişki kuramadık.
Elimizdeki belgelerde bulunan oymakların isimleri ile ilgili olarak da Osmanlı Tahrir
defterlerinden sadece Erzincan bölgesine ait olanları tarayabildik ve bu taramalar sırasında
Daha önce Ali Abbas Ocağı içinde yer alan ve belgesini yayınladığımız "Milli Oymağı ",
Malatya yöresindeki İzol Oymağı il e ilgili bilgilere rastladık İzol Oymağı sadece Tunceli ve
çevresinde değil Malatya 'ya kadar çok geniş bir çevreye yayılmış ve Bozulus Türkmenleri
arasında adı geçen oymaklardan biridir . Diğerleri ile ilgili ayrıntılı bir bilgi bulmamız
mümkün olamadı. Bunun sebebi belgelerde isimlerin açık ve net bir biçimde
okunamamasıdır. Varto’da bulunduğu öne sürülen belge ile ilgili olarak ne Şerif Fırat
belgenin orjinali ile ilgili bir kanıt göstermekte, ne de Nejat Birdoğan teknolojinin çok
geliştiği dönemlerde gördüğünü söylemesine rağmen fotokopi veya fotoğrafını
kullanmaktadır. Bu yüzden de verilen bilgilerin güvenilirliği konusunda kuşku uyanmaktadır.
2.2. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’ndan Alınan Belgeler
Belge No:1
Ferman:1
Nişânı-ı Şerif-i sâmi mekân-ı sultanî garra-yı cihansitan-i hakani hükmü oldur ki;
Bismillahi ibtida Sultan Alaaddin sene 641, Sultan Orhan 701, Sultan Murad-ı evvel 730,
Sultan Bâyezid 791, Sultan Mehmed 804, Sultan Murad-ı Sâni meşhurü’d-dünya ve'1-ahire
824, Sultan Mehmed-i Sâni 850, Sultan Bâyezid-i Sâni 886, Sultan Selim-i Evvel 916, Sultan
Süleyman 936, Sultan Selim-i Sâni 948.
Bu şecere-î Mübareke Sultan Alaaddin'den Sultan Selim (-i sani)’ye kadar bütün sultanlar
tarafından imzalanmıştır. Bu mübarek silsile İmam Hüseyin'den bu ana kadar gelmiştir.
Dünya ve ahirette bilinir. Batın tertibi üzerine doğru olarak kaydedilmiştir. Yâ İlahi! bizi
onların zümresinden haşr et Amin, Amin.
Yâ Seyyidü's-Sadât ve mefhar-i mevcudat Server-i enbiyâ ve sertâc-ı evlivâ Muhammedini'l-
Mustafa Sallallahu Teâla aleyhi ve sellem Hazretlerinin nesl-i pâkî't-tahirâtdan es-Seyyid
Şeyh el-Hac Yusuf Hazretleri maal-menşurâ Südde-i Saadetime gelüb, menşuru'1-mübâreki
kıraat eylediğimizde sahihü'1-medlul olan silsile-i mezbureye her kim dahl u taarruz u zulüm
ederse Muhammedi'l-Mustafa sallallahu Teâla aleyhi ve sellemin şefaâtı kübrâsından mahrum
olub efdalu'l-kudat sahib-i silsile-i mezkure her nerede sâkin ve mutavattın olursa her bir gune
dahl u taaruz olursa Allah'ın la'neti ve yer ve göğün la'neti ve melâikelerin la'neti anın üzerine
olub arz u hürmet göstermezse Muhammedi'l-Mustafa'ya ihanet ve hiyanet etmiş olur. Zira
buyurmuştur: "Yenkatı'u kullu hasebin ve nesebin illâ hasebî ve nesebi beyne'1-enâi" –
amme’n-Allahu min berekâtihim i'lâ yevmi'd- din âmin bi hürmeti Taha ve Yâsin- amin.
Silsile-i mezbureye ben ki yer halifesiyim hürmet ve izzet ide ve kim ki evkaf ve rabıtasız
olarak tıbku’l-ameli’l-ali oldukta bir hayır göre bin hasıl olur. (silik)Tahriren el-yevmu’l-
mübarek es sani ve’l- ışrin fi şehr-i Muharrem sene erbaa ve selasin ve mie ve elf. (22
Muharrem 1134) (12 Kasım 1721)

Belge: 2
Nasihatname:
(Sağdan sola doğru beyitler şeklinde düzenlenmiştir)
Ey Cebbâr-ı âlem-i bî-zevâl bî-şerik bî-nazir bî-misal
Aşkla aşikane hu hu hu Sıdkla Sadıkane hu hu hu
Beyân edelim bu kâinatı, mücmelen evvelin ahirin tafsilâtı
Hak Teâla ne yarattı evvelâ cümlesinden evvel ol ola
İbtida yaratdı Nur-ı Muhammed ol Allah Ahad Ferdü's-Samed
Andan sonra yaratdı bir ağaç dört budağı vardır İzdiâc
Koydu ol nuru ağac üstüne tesbih idüb üstünde kırkbin sene
Sırr-ı Ali Şâh-ı Merdan ol veli Seyyidlik Hasan Hüseyin’e ol nurdan olmuşdur beli
Andan sonra dört bahr yaradup kudretinden anları izhar idüb
Adları verdi anda Rabbü'l-İzzet, bahr-ı irfan bahr-ı kudret bahr-ı izzet bahr-ı minnet
Ol vakitde Hasan Hüseyin’e Seyyid olub ikrâr, ikisine sâbit itdi ol perverdigâr
Ol nur dört bahırda (yüründü?) tesbih idüb emr-i Hak ile gezindi
Amma ne kadar meks olur peder ol bahırda Beyan edelim her birinde ey dede
Bahr-ı İrfanda etdi bin yıl ibâdet Seyyidlik Hasan Hüseyin’e oldu ehl-i saadet
Bahr-ı Minnetde durub bin ol(yıl) nur-ı zât gezüb tesbih etdi ibâdet
Bahr-ı İzzetde bin yıl etdi sâkin Rabbini birleyüb durdu mutavattın
Bahr-ı Kudretde durdu yine kırk bin yıl Hasan Hüseyn’e Seyyidliği ol nurdan bil
Haze'n-nur haleka fi’l-ezel nahnu Seyyidü's-Sâdât fi'1-ezel
Andan sonra kudretinden bir kandil-i muallak ol nur kırk bin sene meks olunub bi emr-
i Hak
Andan sonra yarıldı on iki hicâb her biri hoş Münevver der hisâb
Kudret hicâbları didi anları azim yaradub nurdan anları
Her bir hicâb ardında oldu sâkin bin senelik tesbih idüb mutavattın
Ol nurdan Hasan Hüseyn’e Seyyidlik nasib oldu ol hiyne
Fe hazihi'n-nur haleka fi’l ibtida kassemna fi'n-nur minhu kadbedâ
Hak Teâla ol nurdan bir cevher yaratdı ol Hâlık etdi nazar
Heybet ile nazar ettikçe iki bölündü ikisi de dahi su kesildi
Nısf-ı evvel heybet gözine virdi nısf-ı sâni şefkat gözine virdi
Evvelki bahr olub kaynadı korkusundan bir lahza durmadı
Nıfs-ı sâniye rahmedub hoşbil ikrar idüb kerem itdi anda bil
Fehazihi'n-nur haleka fi'l-akdem yuta Seyyidun ile'1-Hasani'l-Hüseyn fi'1-a’dem
İnşaallahu Teâla nasibimiz anda var, sekiz uçmağı andan itdi var
Kaynamakdan hâsıl oldu keff-i duhan keff-i pür olub duhân-ı âsumân
Amma ol duhan yedi tabak (tabaka) bir bir üstünde durdu nizâm verdi ol Hak
Evvelkisi bakıra döndü İkincisi demirden yaradıldı
Üçüncüsi gümüşden oldu yâd dördüncüsi altundan oldu abâd
Beşincisi lü'lü'den oldu icâd, altıncısı yakut-ı ahmerden oldu bünyâd
Yedincisi zümrüd yeşilden dizildi cümlesi ol nurdan
Yedisi birbirinden ıraklığı beşer yüz yıllık oldu aralığı
Kalınlığı yine öyle olmuşdur cümlesi ol duhandan düzülmüşdür
İçlerinde var melekler yaratdı Hak cümlesi Rabb’ini bilübdürler ma sebak
Tesbih idüb daima emr-i Hak’da kimi rüku kimi sücud idüb ma sebakda
Kulluhu haleka fi hazihi’n-nur fi’l-evvel ekarru Seyyidü's-Sâdât İle'1-Hasan ve'1-
Hüseyn fi'1-ezel
Söylendi yedi tabak göklerde Hasan Hüseyin içün “Seyyidi!” cümle meleklerde
Didiol Habib-i Ekrem ve Resul-i Muhterem, yaratıldı ol keffeden yedi tabak yer hem
Yerin karar-ı kebiri kaf dağı, ihata eylemişdir cümle yeri ol dağı
Anın ardında ne var beyân idem yetmiş anberden yaratıldı anı diyem
Andan öte yetmiş yer dahî kâfurdan yaradub ey ahi
Kâfurunla öte yaratdı ol Hâlık demirden yetmiş yer düzdü ol Hâlık
Andan ol yerlerin ardında ne yaratdı ol ulu Sübhan anda
Yetmiş yılda âlem yaratıldı her bir âlemde melâikeler halk olundı
Ol melâikeler adetlerini ancak Allah bilür ne kadar olduğunı
Ol melâikeler ne Şeytan’ı ne Adem’i bilmezler dirler Lailahe illallah Muhammedü'n-
Resulullah her demî
Ol cümle alemlerin çevresi bir ilân (yılan) ihâta eylemişdür küllisü
Küllühâ haleka fehazihi'n-nur fi'1-ezel nahnu Seyyidi's-Sâdât fi'l ezel
Bildürmüşdir cümlesine Seyyid’i Allah, Hasan Hüseyn içündür billâh
Bu kez beyân edelim yerleri bi emr-i Hak, ol keffden tabak tutub yarattı ma sebak
En evvelkisinde olur ne sâkin melâikeler anda iderler mutavattın
İkincisinde olur İblis vatan tutmuşdur anda ol teblis
Üçüncüsünde olur akarib meşârîkle hatta megarib
Dördüncüsünde olur hayat bil anda mutavattın olur eyü bil
Beşincisinde olur Şeyâtin altıncısında cin olur sâkin
İşte yedincisinde olur Beni Adem Allah bir bilin peygamber her-dem
Yedi tabak yerlerde oldı meşhur Hasan Hüseyn içün Seyyidlik oldu mebrur
Bu kez beyan idem yirler ne üstündedir yedi tabak yer öküzün boynuz arasındadır
Sıfatı kırmızı dört bin başlı hub yer etmiş var nakşı
Kulluha haleka fi hazihi'n-nuru'l-ibtida, yuta Seyyidi ile'1-Hasani'l-Hüseyn kad bedâ
Beyan idem her bir başdan bir başa beşer yüzyıllık oldu baştan başa
Dört bin ayağı var idi firkat (?) Hak emrindedir sâkin eder ihtiyât
Cennet-i a'la’dan bir daş öküz altına koydu, karar idüb öküz ol daş üstünde durdu
Hak Teâla bir balık yaradub Kur'an’da adı nun (büyük balık) koyub
Ne kadar büyük olduğunı kimesne bilmez, kudret-i lem yezel suâl olunmaz
Koyub daş altına ol perverdigâr, karar idüb kudretini itdi izhâr
Hak Teâla yaratdı bir bahr balık altına koydu verdi mefer
Beyân idem ol bahrın derinliği dört bin yıl ol anın derinliği
Yaradıldı rüzgârı ol Perverdigâr, bahr altına virüb ol Perverdigâr.
Andan zulumat yaradup mat ruz altına virildi kat
Andan yaradıldı cehennem azabı yedi ikapdan ibarettir anı diyem
zulumât altındadır ânı bil Ya Râb! mü'min kullarını andan saklagıl
Andan yaradıldı tahte's-serâ, cehennem altına verildi kimesne bilmez mavera
Kulluha hulika fi nur-ı Muhammed Seyyidi ile’l-Hasan ve'1-Hüseyin Seyyid fi'1-ebed
Fe hazihi'n-nur meşhurun fi'1-evvelin yuhracu'l-kâinatu kulluha fi'1- âhirin
Câena ile'd-dünya bi emri Rabbinâ yuzheru'd-dinü'l-kâmilu ila zamaninâ
Ve'1-Aliyyu ibnü ammi Muhammed arefna ve'1-Hasanü'l-Hüseyn ibnuhu Seyyiduna
Seyyîdü's-Sadat ehl-i saadet haze'l-ma'sumeyni sâhibü'1-kerâmet
Yaradıldı arş u kürsi levh-i kalem yaradıldı cümle enbiyâ muhteşem
Levhin genişliği yer ile gök kadar kalemin uzunluğu beş yüz yıl yol kadar
Emr olundu kaleme fi'l-hâl Yaz cümle takdirini fi'1-ezel
Muhammed adı yazılanda ol dem, muhabbet ismiyle şakk oldu kalem
Ya kalem yaz! Fatiha Suresi’nçıkar Fatiha’dan dört kitab suresin
İbtida yazdı "El-Hamdu lillahi Rabbi'l-âlemin" bir nur kalemden çıktı arşa degin
Tokundı arşa iki pare oldı bir paresinden cümle feriştehler yaradıldı
O bir paresinden sekiz uçmağı pür-dab hoş müzeyyen idüb durağı
Yazdı "er-Rahmani'r-Rahîm” bilıdkıç-ı nur-ı arşa dokundu bil
Andan yaratdı rahmet denizin mü'minler canını suvarmak andan bilin
Andan "mâliki yevmi'd-din" yazdı bir nur çıkub arşa dokundu
Yaradub adl denizini Hak kâfire adl eylemek içün ma sebak
Andan yazdı "İyyâke na'budü" ol hiyn, "İyyâke nestain"
Bir nur ıtkıç dokundu arşa tevhid denizi yaratdı ta beferşa
Yazdı "ihdinas-sirâte'l-mustakim", ıtkıç bir nur arşa dokundu dilim
"Şarâben tahura" andan yaratdı mümin kullarına anı müyesser itdi
Yazdı "Sirate'llezine en'amte aleyhim" bir nur ıdkıç dokundu arş-ı azim
Rızık denizin yaratdı andan, kullarına erzâk olub âlemden
Yazdı "gayri'l-mağdubi aleyhim", bir nur ıdkıç dokundu arş-ı azim
Çıkdı andan bir karangulık muallak kaldı havada bin yıllık
Kıyamet gününü andan yaratdı kâfir kullarına heybet gösterdi
Yazdı andan "veleddâlin" andan bir pâre od çıkub havada bin yılın
Andan yaratdı yedi tamu bil Yâ Râb! kullarını andan saklagıl
Kulluhu hulika fi nur-ı Muhammed yukarri'ru Seyyidü's-Sâdât ile'1-Hasan ve’l-
Hüseyn fi'1-ebed
Andan yaratdı "Sidretü'l-münteha" adlu ağac cümle Cebrail'in mekanıdır İzdiâc

Andan yaratdı Tuba ağacı, cümle Cenneti ihâta eylemişdir budak ucu
Mü'min içün halle? andan çıkar Seyyid Hasan Hüseyin andan çıkar
Andan sonra cümle ümmetler eyû yazıldı, amma ümmet-i Muhammed ehl-i nur
yazıldı
Ümmet-i Muhammed yazıldı ehl-i nur, ümmetun müznibetun ve Rabbun gafur
Andan sonra âdemi yaradub, sekiz köşeden toprak alınub
Anâsır-ı erba'adan âdemi eyledi abâd bir kah berâ-yı bir âteş bir bâd
"Vefi enfusikum efelâ tubsırun" tüfekkir yâ ibne âdem sarihun
Halaka’l-Ademe ala seb'i suretin ve selâse mietin sittine mefâsiletin
Ve maet semâniyetün ve erba'une izama ve selâse miat ve sittin arakan
Ve mie elfin ve erba'ate işrin şa'retü'1 -yedeyni ve'r-ricleyn
Küllühâ ye'işü ve yeduru burucun vâhid, Eyyuhe'l-insanu! tufekkir fi nefsike bi ismi
vâhid
Vele kad kerremnâ Beni Adem dedi Hak müzeyyen itdi âlemi bi emri Hak
Bin sene ömr idüb geçdi Adem Şit geldi yerine ol dem
Adem Şit Seyyidi temennâ itdiler Hak Teâlâ cevâb virüb teselli oldular
Seyyidlik Hasan Hüseyin’indir bildiler ehlen ve sehlen ikisine dediler
Şit geçti geldi İdris Nuh cümle âlemi tufan tutdı, oldu fütuh
Ol ikisi dineldi temennâ etdi bil Hak Teâlâ cevâb verüb dedi bil
Nuh İdris geçdi geldi İbrahim Halil Ka'bei yapmaya emretdi ol Celil
Nârımızda girdi ol Halil, sakladı ol nardan Celil
Seyyidi temennâ etdi Halil dedi Hasan Hüseyin’indir bil
Geçdi İbrahim geldi oğlu İsmail zebih canını Hakk’a kurban idüb ol melih
Seyyidi temennâ idüb ol pâk-ı zât Hasan Hüseyn’e Seyyid oldu sıfât
Geçdi İsmail geldi Yakub-ı Kenani Yusuf itdürüp sonra Mısır’a oldu sultan
Ol ikisi de Seyyidi temennâ itdi Hak’dan Hak Teâlâ Hasan Hüseyn’e ikrâr-ı evvel
sizden
Geçdi Yakub Yusuf geldi Musa Kelim bedi' olub râh-i Hak'da selim
Tur Dağı’na varub Allah Tevrât virdi getürüb halka ahkâmını bildürdi
Musa dedi Ey Tabib! Seyyidi bana eyle nasib

Hak Teâlâ “Yâ Musa bunda bil senden ol Hasan Hüseyn’e İkrâr oldu bil”

Geçdi Musa mühre geldi Süleyman cümle mahlukat emrine oldu fermân
Seyyidi temennâ etdi Süleyman Hüda'dan, Hak Teâlâ dedi Seyyid Hasan Hüseyin'e
ikrâr olundu benden
Geçdi Süleyman geldi Yunus Hüda emri ile balık karnında oldı hapis
Sonra necât bulub sâlimîn tesbihi lâ İlâhe illâllahu inni küntü min’e'z-zâlimin
Ol dahi Seyyidi temennâ etdi Hüda'dan, cevâb verüb senden evvel benden
Ol dahi geçdi geldi Ermiya Belisâ ikisi de Seyyidi temennâ etdi yâ Hüdâ
Hak Teâlâ cevâb verüb teselli oldular Seyyid Hasan Hüseyin’indir andan bildiler
Andan geçdi geldi Eyyüb çok zahmet çeküb oldu ma'yub
Sonra ol dahi selâmet buldıdur Rabbi inni messeni’l-ferri didi Yâ Sabur
Ol dahi Seyyidi temennâ etdi hil'at Hak Teâlâ cevâb virüb Hasan Hüseyin'indir hil'at
Geçdi Eyyüb geldi Cercis, Râh-ı Hak’da dört kerre kafirler öldürüp Cercis
Yine dirülüb hayat buldı ol dahi Seyyidi temennâ etdi
Hak Teâlâ ana da cevab virüb Hasan Hüseynîn'dür andan bilüb
Geçdi Cercis geldi Yahya Zekeriya ol ikisi de Seyyidi etdi hayya
ikisine cevâb verildi Hasan Hüseyn’indir andan bildi
Geçdi anlar geldi İsâ göğe çıkub Melâikeler ile hemsâ
Ol dahi Seyyidi temennâ itdi Hüdâ’dan Hak Teâlâ didi Hasan Hüseyn’e evvel İkrâr
olundu benden
Bunlar cümlesi Seyyidi temennâ etdiler cümlesine cevâb verüb teselli oldılar
Bunlar dediler:“Yârâb! Hasan Hüseyn kimdürler” Hak Teâlâ didi:“Ahir zaman
Peygamberi Muhammed'dendürler”
Muhammed'den bir kız olub, adı Fatıma anâ, Ali'ye virüb nikâh oluna
Hasan Hüseyin anlardan zuhur kılına alemler içinde fuhur oluna
Ol ikisine verilecekdür Seyyidlik. Cümlesi “ehlen ve sehlen dediler lâyık
Zirâ surette Muhammed'dir bizim küçüğümüz. Amma ma'nide cümle oldu ulumuz
Ne'am bildük, bildük Hasan Hüseyn nûr” cümle peygamberler Seyyidi ol ikisine
münâsîb görür
Zirâ nur-ı ayn-ı Muhammed Hasan Hüseyn ancak Seyyid ikisine lâyık oldu ol hiyn
Ocak oğluyuz nasibimiz anda var Seyyidi ol ikisinden mirâs bize var
Geçdi İsa geldi Muhammed, Sâhib-i Furkan nur-ı ayn-ı Muhammed
Şanında didi "levlâke levlâk lemâ halaktü'1-eflâk”
Hazret-i Ali Şâh-i Merdân ol veli Seyyidlik Hasan Hüseyn’e mukadder olup tâ ezeli
Hazret-i Ali Tanrı aslanı Muhammed’e yâr olub bi emri Subhâni
Hâk Teâla virdi Düldül ile Zülfikâr kâfirin kökünü anlar ile keser
Virdi Fatıma'ya üçünü bile ana mahsus idi bi emri Hak ile
Çok hüner gösterüb kal'a yıkar dâima nazar edüb, emri Hakk’a bakar
Hiç Muhammed'den destursuz Ali bir yere gidemezdi ol veli
Cömertdi sehâvetde şan virür hünerde şecâatde
Lâ fetâ illâ Ali deyyâr lâ seyfe illâ Zülfikâr
Lâ ferse illâ Düldül, lâ zevcete illâ Betül
Sırrıdır sırr-ı Ali kerâmettir Kerâmet-i Hacı Bektâş-ı Veli
Hak Teâlâ kuvvet virüb ol Ali’ye Kâfiri feth idüp fırsat verdi ol veliye
Hazret-i Ali cümle âlem pehlivanı Hac-ı Bektaş Veli’dir cümle ocaklar canı?
Hazret-i Ali kâfire kıtal Hacı Bektaş Veli Ocağı tâ ezel
Muhammed’den Fatıma Ana zuhura kılındı Ali’ye virüb nikah olundı
Fatıma Ana’dan Hasan Hüseyin izhâr Hub şirin-lika al-i neseb-i âşikâr
Büyüp bâ terbiye olundu evvelden ikrâr olunan Seyyid ikisine kılındı
Geldi ol sırr-ı Vahdet Hak'dan, ikisine sabit olmuşdı ma sebakdan
Amma ol kadar yaşıyladur berk urunur cümle halâyık hayran olub bakanlar göz
kamaşur
Geldi ol sırr-ı Vahdet-i İlahiden ikisine lâyık olub Teâli’den
Fatıma Ana ikisinin başına sardılar cümle halayık yekdil mübarek dediler
Sarub başına ikisi ba-edeb, nur-ı ayn-ı Muhammed ol âl-i neseb
Efdalü'l-evliyâ olubdur ikisi şehitler başı olubdur ikisi
Muhammed ikisini gece gündüz kendisünden ayırmaz bir lahza şeb-i ruz
Hazret-i Muhammed dünyâsı değişüb irtihalini Hazret-i Ali Şah-ı Merdan Tanrı
Aslanı
Ah Ah bu dünyada etmez vefa eğer kalaydı kalurdı Muhammed Mustafa
Hasan Hüseyin nur-ı aynân kaldılar dünyada bir müddet-i zaman
İkisi de şehîd-i Kerbelâ belâ savuldular? mekân-ı Cennet-i a'lâ
İmam Hüseyin’dir bizim atamız Hacı Bektaş Veli’dir ocağımız
Seyyidlik anlardan oldu nasibimiz ol eşref-ı mübârek oldu sıfatımız
Neslimiz İmam Hüseyin’e dayanubdur ceddimiz Zeyne’l-Abidin olubdur
Ayne’l-yakîn Muhammedü'l-Bâkır'dır atamız, İmam Ca'ferü's-Sadık'dır iki gözümüz
Seyyidlik anlardan oldu nasibimiz ol eşref-i mübârek oldu kisvetimiz
İmam Hüseyin terbiyesinde On iki İmamlar postu serilmişdir belki
Oniki İmam’dır bildügimiz, Onikisini dahi ihya iderüz
Hazret-i Ali âlem bildüği Hasan Hüseyin meşhur didügi
Biridir Zeyne’l-Abidin biridir Muhammedü'l-Bâkır can fedâ-yı din
Biridir Ca'ferü's-Sadık, biri Musa er-Rıza ol abd-ı Hâlık
Biridir Musa'el-Kâzım Râh-ı Hak’da oldu Selim
Biridir Muhammedü'l-Cevâd Hak yolunda galiki itti iycâd
Biridir Muhammedü't-Takî Hüdâ virmişdir hil'at-ı muttaki
Biridir Hasan-ı Askeri Ümmet-i Muhammed’in galib rehberi
Biridir Muhammed Mehdi Sahîbü'z-zaman şimdiki halde Hüdâ etmişdir pinhan
İşte Oniki İmamı beraber söyledik İmam Hüseyin’i Şehîd-i Kerbelâ bildük
Oğlıyuz onların sulbünden Seyyidlik bize kaldı anlardan
Şeceremiz var şeceremiz mahkemeler ortasında var hüccetimiz
Erenler safında var bizim yerimiz evliyalar tâpusunda var bizim isbatımız
İmam Hüseyin'in dinine süzüldüm Muhammedü'1-Bâkır tekkesinde ezildim
Hazret-i Ali ile Fatıma Ana sülbüne düzüldüm ol hiyna
Kisvetimüz gelür Sultan-ı Zülcelâl’den hasebimiz nesebimiz kalur anlardan
Serimi bu tâc içün ezdim Süleyman-ı revân olub bu dünyâyı gezdim
Seyyidliğimizi isbât idüb girdim karar olınub mühür urulub
B’nki (bugünki) donlardan değilim konuban göçüben hanelerden değilim
Kisvetim bugün değil tâ ezel, Nahnu Seyyidü's-sâdât fi’l-ezel
Evlâd-ı Resul oldığı hem elli beş mahkeme mührü basıldı hem
Olub bu macera ta evvel Nahnu Seyyidü's-sâdât fi’l-ezel
Cümle Müslümanlar huzurunda, şeyh oğlu şeyh add olunub İmam Hüseyin'e
deyanında
Asilzâdeyüz bigâne değilüz yabandan gelüb furumâye degilüz
Bu macera olub tâ ezel Nahnu Seyyidü's-sâdât fi'1-ezel
Mekke Medine imzâsı isbatıyla yapılub küllisi
Seksen bin hüccâc arasında cümlesi vukuf-ı nesle oldular anda
Bu macera olubdur tâ ezel Nahnu Seyyidü's-sâdât fi'1-ezel
Olubdur bu asılda bu nesilde Hacı Yusuf Hüdâ rahmetinden eylemesin me'yus
Getirüb bu şecereyi Ravzatü'1-Mübârek’de içeriye virüb müşebbekde
Bir lahza kaldı anda pencere açılub yine yumuldu ol şecere
Yeşilden bir mühür suretinde görünüb gösterdi anda
İçinde yazılıdur bu hat le'ana'llahu hârice ve'd-dahile bir fart
Kütibe bimucib-i kavli'n-nebiyyi'l-muhtar, Lâ yedhul haza neslehu le'anallahü'l-
Cebbâr
Sahihen sâlimen es-Seyyid Şeyh Hacı Yusuf Şad-ı Hürrem koynuna koydu kerâmetle
Seyyid ibni Seyyid tâ bu ana sayılub mirâs kaldı bize bu zamana
İşte bildüniz mi bu halis, Râh- ı Hak’da oldılar haris
Ey karındaşlar! sakın bu nesilden ictinab idesiz müdahale etmeyin olmayın harab
Her kim bu nesl ile olur hâin akıbeti belâya düşüb ola gamgin
Her kim bu nesle ede buğz-ı adâvet âkıbet belâya düşüb ola melâmet
Her kim bu nesle hor baka âkıbet griftâr olsun gazab-ı Hakk’a
Her kim bu nesle daş ata mel'unluk belâsıyla olsun la'nete
Her kim bu nesle ola muâvin Hüdâ her işlerde olsun mu'in
Her kim bu nesle oldu muhib şefaat iylesun ol Habib
Her kim bu nesle ola penâh olsun dest-giri ol İlâh
Şu kim bu nesle oldu refik Hüdâ eylesûn her işlerde Tevfik
Şu kim bu nesle oldu muhabbet Hüdâ eylesûn mekânını Cennet amin
Bu macera olub fi'1-evvel Nahnu Seyyidü's-sâdât fi'1-ezel
Yâ İlâhi! bizleri onların zümresinde haşr et. Bereketleriyle menfaatlendir. Ey
âlemlerin Rabbi olan Allah, bütünümmet-i Muhammed'e rahmet ve mağfiret et. Amin.

Belge: 3
Şecere:1
Haberlerde vârid olmuştur ki; Hz. Ali (Radiyallahu Teâlâ anhu ve keremellahu vechehu),
Hasan ve Hüseyin'e kendinden sonra nesillerinin göbekten göbeğe, batın tertibi üzere hıfz ve
kayd edilmesini vasiyet etmiştir. Bunu Hz. Hüseyin Aliyyü'l-Askar'a, Aliyyü'1-Askar
Muhammed Bakır'a, Muhammed Bakır Ca'ferü'1-Sadık'a, Ca'fer-i Sadık Musa Rıza’ya, Musa
Rıza Musa Kâzım'a, Musa KâzımMuhammed Tâki'ye, Muhammed Tâki Muhammed Cevâd'a,
Muhammed Cevâd Hasanü’l- Askeri'ye olmak üzere on iki imama kadar vasiyet etmişlerdir.
Bu vasiyet on iki imamdan büyük meşayihe kadar gelmiştir. Onların cümlesi, Sâdâtın
Seyyidi, şehitlerin sultanı büyük imam, Kerbela şehidi Hz.Hüseyni'ni neslindendirler. Hz.
Muhammed (S.A.V.) 'in vasiyeti ile bu zamana kadar kaydedilmişlerdir. Bundan sonra da
dünyânın sonuna kadar kaydedileceklerdir. Ya İlâhi! bizi onların zümresinde haşr et amin.
Şeyh Muhibbü't-Taberî, "er-Riyazü'n-Nazare fi Fazâili'1-Aşere" adlı kitabında rivâyet
etmiştir ki; efendimiz Hasan ve Hüseyin'in nesli büyük nesildir. Kim bu nesli hıfz edip,
kaydederse, Allah onun için Cennet'te huriler halk eder. O hurilere verdiyât denilir. Onlarla
ancak Hasan ve Hüseyin (Radiyallahu anhuma neslinden gelenler evlenirler. Aynı eserde; bu
büyük nesil ve insanların hasları meleklerden daha üstündür. İnsanların avâmı ise meleklerin
avâmından efdaldır diye rivâyet edilmektedir.
Abdullah ibni Mes'ud (R.A.) şöyle dedi: "Biz Resulullah (S.A.V.) 'ın yanında otururken,
Cebrail, geldi. Elinde, yeşil sündüsden yapılmış mendille sarılı bir tabak vardı. Onu
Resulullah'ın önüne koydu ve açtı. Otabağın edniçi Seyyid Hasan ve Seyyid Hüseyin ve
Ali'nin neslinden gelen imamlar yazılıydı. Dünya fena, ahiret ise beka evidir. En iyisini Allah
bilir. (Birinci halkadaki mühürler)
1. Mühr-i Ali 2. Mühr-i İmam Hasan 3. Mühr-i İmam Hüseyin 4. Mühr-i İmâm
Muhammedü'l-Bâkır 5. Mühr-i Ca'ferü's-Sâdık 6. Mühr-i Musa'er-Rıza 7. Mühr-i Musa'el-
Kâzım, 8. Mühr-i İmam Muhammedü'l-Cevâd 9.Mühr-i İmâm Muhammedü'1-Nâki l0. Mühr-
i İmam Muhammedü't-Tâkî 11. Mühr-i İmam Muhammedü'l-Askerî 12. Mühr-i İmam
Muhammedü'l-Mehdî.
(İkinci halka sağdan sola)
Hazret-i Ali (Kerrema'llahu vechehu ve Radiyallahu anhu)
İmâm Zeyne’l-Abidin (Aliyyü'l-Asgar) Radıyallahu anhu
İmâm Muhammedü'1-Bâkır Radıyallahu Teâlâ anhu
İmâm Câ'ferü's-Sâdık Radıyallahu Teâlâ anhu
İmam Musa’er- Rıza -Radıyallahu anhu
İmâm Musa'el-Kâzım Radıyallahu Teâlâ anhu
İmam Muhammed’el- Cevad Radiyallahu anhu
İmâm Muhammedü't-Tâki Radıyallahu Teâlâ anhu
İmâm Hasan Askeri Radıyallahu Teâlâ anhu
İmâm Muhammed Mehdi Sahibü'n-nihan Radıyallahu anh
(Daire içindeki kısım silik okunamadı)
Lanetli ve kovulmuş olan Şeytân’ın şerrinden, Allah’ın ve Resulullah'ın gazabından Allah'a
sığınıyorum. Bu On iki İmâm’a ve bu silsileye buğz edene Allah la'net eylesin. Yine bu
silsileye zulüm ve kahir eden, ona rağbet etmeyene Allah la'net eylesin. Biz Allah'ın
gazabından yine Allah'a sığınırız. Yâ İlâhi! Peygamberlerin efendisi olan Muhammed
hürmetine bizleri onların zümresinde haşr et. onların bereketleriyle menfaatlendir. Amin.
Onun bütün âli ve ashabı hürmetine bu duâmızı kabul et. Biz yalnız ondan (Allah’tan) yardım
dileriz.
Sahih haberlerde vârid olmuştur ki; Hızır ile İlyâs Aleyhime's-selam dört bin sene önce
Cenab-ı Allah'dan Fatiha'yı öğrenmek ve kendilerine Seyyidlik verilmesini temenni ettiler.
Bunun üzerine Cenab-ı Allah onlara dedi ki: “Fatiha, Muhammed ve onun ümmetinin azığı,
Seyyidlik ise Hasan ve Hüseyin'indir. Lâkin sizi, kapımdan mahrum olarak eçvirmiyorum.
Siz hayat çeşmesinden için” Bunun üzerine onlar da gidip, hayat eçşmesinden içerek
Muhammed Mustafa (S.A.V.)' nın zamanına kadar yaşadılar. Muhammed (S.A.V.) dünyaya
geldikten sonra, Allahu Teâlâ onlara vahyetti ki: “Muhammed (S.A.V)'e gidin. Fatiha'yı
öğrenin. Hasan ile Hüseyin'i de görün.” Onlar da, Resulullah (S.A.V.)'a gelerek: “Yâ
Muhammed, biz Allah'tan Fatiha'nın bize verilmesini ve Seyyidliği istedik. O ikisi bize
verilmedi. Hayat suyundan içmemiz emredildi. Biz de içip bu zamana kadar yaşadık. Şimdi
senden ricamız Fatiha'yı bize öğretmen ve Seyyid Hasan ve Hüseyin’i göstermendir.” Bunun
için iki gün Resulullah (S.A.V.)'ın yanında kaldılar. Fatiha'yı öğrenip Seyyid Hasan ve
Hüseyin'i de gördüler.
İşte Seyyidlik şerefi kıyamet gününe kadar bu nesilde kalacaktır. Resulullah'ın vefatından
sonra da Hasan ve Hüseyin'e gelirlerdi.
Bu Şecere-i Mübareke Seyyid Şeyh el-Hac Yusuf (k.s) eliyle Medine-i Münevvere (Allah onu
nurlandırsın) ve Ravza-i Mübareke’ye gelince ondan şahit istedik. Ulemadan me’zun es-
Seyyid Mehmed Efendi, Me'zun Ali Efendi, Me'zun Hamza Efendi ile Ravza-i Mübâreke’nin
mücavirleri olan Şeyh Halil, Şeyh Mahmud, Şeyh Hüseyin ve diğer hazır olanlar bu şecerenin
sıhhatine şahitlik ettiler. (Mühür)
Bu mübarek şecere Seyyid Şeyh Hacı Yusuf (k.s) eliyle Mekke-i Mükerreme (Allah onu
kutsasın) Harem-i Kâ'be'ye geldiğinde -biz ondan bu şecere'nin doğruluğuna şahit istedik. Bu
pak neslin sıhhatine, ulemâdan Hasan İbni Mehmed, Ahmed İbni Mahmud, Şeyh Ali İbni
Şeyh Veli, es- Seyyid Veli İbni Seyyid İbrahim şahitlik ettiler. (Mühür)
Sonra (bu şecere) bütün kadın-erkek müminler yanında dünya ve ahirette meşhur ve ma'rûf
oldu. Yâ İlâhi! bizi onların zümresinde haşr et ve hepimizin günâhlarını affet.
Bismillahirrahmanirrahim'in bereketiyle. Yalnız ondan (Allah’tan yardım dileriz. Ya Allah.
Hamd, hamda layık olan Allah'a mahsustur. Salat ve selâm bizim ve bütün alemlerin efendisi'
(S.A.V.)'ne ve onun bütün temiz ve güzel âli üzerine olsun.
Bu neseb-i şerif Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)'in nesline aittir. (Muhammed’in
Çocukları)
1. Kasım, 2.Tahri, 3.İbrahim, 4. Zeyneb, 5. Rukiye, 6. Ümmü Gülsüm, 7. Seyyîdetü'n-nisâ
Fatıma. Bunlardan sonra:
Emirü'l-Mü'minin Allah'ın Aslanı Ebu Talip oğlu Ali (Allah yüzünü ak etsin)'den gelenler:
Emirü'1-müminin Hasan, İbni Seyyidetü'n-nisâ Fatıma, 2. Emirü'l-müminin Hüseyin İbni
Seyyidetü'n-nisâ Fatıma, 3. Zeyneb, 4. Zeyneb-î Kübrâ, Ümmü Gülsüm, 6. Muhammed, 7.
Hüveylid, 8-Hamran, 9. Rukiye, l0. Ca'fer, 11. Abdullah, 12. Muhammed es-Sugra, 13.
Abdullah, 14.Yahya, 15. Ümmü'l-Hasan, 16. Remle, 17. Zeyneb-i Sugra, l8.Ümmü Hâni, 19.
Hammame, 20. Ümmü Seleme, 21. Hatice, 22. Ümmü'l-Kerâme, 23. Zühre, 24. Ümame.
Bunlardan sonra:
Emirü'l-Müminin Ebi Abdullah Hasan bin Ali (Allah ondan razı olsun)'den gelenler:
1. Zeyd İbni'l-Hasan, 2. Ümmü'l-Hasan, 3. Hasan İbni Hasan, 4. Abdullah İbni Hasan, 5.
Abdullah İbni Ahmed ibn-i Hasan,6. Hasan ibn-il-Hasan, 7. Talha, 8. Fatıma, 9. Ümmü
Seleme, l0. Ümmü Abdullah, 11. Fatıma, 12. Rukiye, 13. Hatice, 14. Zeyneb. Resulullah
şöyle buyurdu: "Hasan, Cennet gençlerinin efendisidir." buyurmuştur. Diğer bir Hadis-i
Şerif’inde: "Hasan ile Hüseyin dünyada benim reyhanımdırlar." Diye buyurmuştur. Bu
Hadisler "Mesâbih" adlı kitabdan alınmıştır.
Bunlardan sonra:
Resulullah (S.A.V.)'ın torunu Emirü'l-müminin Ebu Abdullah Hüseyin bin Ali (Allah ondan
razı olsun)dan gelenler:
1. Alîyyü'1-Ekber ibnü'1-Hüseyin, 2. Ali'yyü'l-Asgar İbnü'1-Hüseyin, 3. Ca'fer, 4. Sekîne,
5. Abdullah, 6. Fatıma.
Peygamber şöyle buyurdu: "Hüseyin Cennet gençlerinin efendisidir." buyurmuştur. Mesâbih
adlı eserden nakledilmiştir.
Bu mübâreke şecere ilk defa İmâmü.'l-Hümâm şehidler sultanı İmam Hüseyin (Allah ondan
razı olsun)'nin neslinden başlayarak nesilden nesile, göbekten göbeğe On iki İmam bitinceye
kadar kaydedilmiştir. Sonra yine nesilden nesile, göbekten göbeğe Hısn-ı Mansur'da ikâmet
eden, tekke sahibi, dünya ve ahirette bilinen meşhur seyyid Şeyh Mahmud'a kadar dindar ve
güvenilirbilginler huzurunda sahih eserlere dayanarak kaydedilmiştir.
Adı geçen Seyyid Şeyh Mahmud’un iki kardeşi vardır. Onlar ana ve baba bir olan es-Seyyid
Şeyh Hacı Yusuf ve baba bir Seyyid Şeyh Muhammed olup, bu ikisinden dünya ve ahirette,
kutublar ve gâib ve zahir arasında meşhur olan es-Seyyid Şeyh Hacı Bektâş-i Veli (Allah
sırlarını kutsasın ve bizleri haşır ve mizanda onlarla berâber haşr eylesin ve bereketleriyle
bizleri bereketlendirsin)'ye kadar kaydedilmiştir.
Allah bu silsileye zulüm edene ve kötülükle müdahale edene lanet eylesin. Rağbet gösterip,
bu mübârek silsileyi sevene Allah rahmet eylesin. Bu silsile dua ve kerâmetten hâli değildir.
Bu büyük silsile Resulullah (S.A.V.)'ın torunu Hüseyn’in nesline aittir.
Bunlardan sonra:
Ali Asgar Zeynel Abidin İbni Hüseyin (Allah kendisinden razı olsun)'dan gelenler: 1.
Muhammed, 2- Zeyd oğlu İsa ve binti…… es Sugra 3- Abdullah, 4- Hasan, 5-Hasanü'l-
Kübra, 6- Hüseynü's-Sagir, 7-Abdullah, 8-Selmîn (Süleyman), 9- Ali, 10- Hatice, 11-
Muhammedü’l- Sugra, 12- Fatıma, 13- Ayşe, 14- Ümmü Gülsüm.
Bunlardan sonra:
Emirü'l-Müminin Ebi Ca'fer el-İmâm Muhammedü'l-Bakîr (Allah kendisinden razı olsun)'nun
nesebi ve ondan gelen çocukları:
1. Ca'ferü's-Sâdık, 2- Abdullah, 3- Ebu'1 Kasım, 4-Muhammed, 5-İbrahim, 6- Abdullah’es-
Sugra, 7-Zeyneb, 8-Rukiye, 9-Ümmü Gülsüm.
Bunlardan sonra:
Ebi Abdullah el-İmam Cafer-i Sadık'tan gelenler:
1.İsmail, 2- Abdullah, 3- Eftah, 4- Musa, 5- İshak, 6- Muhammed, 7- Abbas, 8- Fatıma, 9-
Asıme.
Bunlardan sonra:
Ebu Abdullah İmam Musa Kazım'dan gelenler:
1. Ali ibni Abbas, 2- Kasım, 3- İsmail, 4- Cafer, 5- Harun, 6- Hasan, 7- Hüseyin, 8- Ahmed,
9- Muhammed, 10- Abdullah el-Kübra, 11- İshak, l2- Abdullah, 13- Zeyd, 14- Hasan, 15-
Fadıl, 16- Seleyman, 17- Hatice, 18- Ayşe, 19- Emine, 20-Hüsne, 21- İbrahîm, 22- Ayşe, 23-
Ümmü Seleme, 24- Meymune, 25- Ümmü Gülsüm, 26- Aynu Ali, 27- Zeynu Ali, 28-Ali bin
Musa
Burada belgenin bir kısmı çoğaltma sırasında kesilmiştir. Belgeyi Gazi Üniversitesi Türk
Kültür ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezinin Dergisinde yayınlanan bölümden
tamamlıyoruz:
Musa Rıza'nın nesli bir kişi olan Muhammed Taki'den o da Ebu Cafer Muhammed Cevad'dan
gelmiştir. Muhammed Cevad'ın soyu:
1.Aliyyü'l-Hadi, 2- Musa el-A’rec, 3- Caferü's-Sani, 4- Fatıma, 5- Halime, 6- Zeyneb
Bundan sonra gelenler:

Aliyyü'l-Hâdi'nin nesli, Hasenü'1- Askeri ve Ca'fer (Allah ondan razı olsun) ile devam eder.
Abdullah ibni Mes'ud'un rivâyetiyle Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ehl-i beyt’imden, ismi
benim ismim olan bir kimse Araplara hükmetmedikçe kıyamet kopmaz" Diğer bir rivâyette:
"İsmi benim, babasının ismi, benim babamın isminden olan Ehl-i Beyti’mde bir nefer kaldığı
müddetçe dünyânın bir günlük ömrü kalmış olsa, Allah bu ömrü uzatır. Taki o kişinin
geçmişte dünyânın zulüm ile dolması gibi, dünyâyı adaletle doldurmadıkça kıyamet kopmaz."
Ümmü Seleme (Allah ondah razı olsun) da Resulullah 'ın: "Mehdi bendindir ve benim
neslimden Fatıma'nın evlâdındandır." Dediğini İşittiğini söylemiştir. Allah en iyisini bilir.
(Bu hadisler) Mesâbih adlı eserden nakledilmiştir.
Bundan sonra gelenler:
Ebu’l- Haseni'l-Askeri'nin nesli "nihan muhan" sahibi İmam Muhammedü'l-Mehdi ile devâm
eder. İşte bu tahir nesebin sonudur. lAlah onların cümlesinden razı olsun.
Bu (neseb-i şerifin) muhtevasının sahih ve kabule şayan olduğunu, Allah Sübhanehu ve
Teâlâ’ya muhtaç Diyarbakır Kadısı Hüseyin bin Ahmed yazmıştır. Allah onu affetsin.
Bu (neseb-i şerifin) muhtevasının sahih ve kabule şayan olduğunu Diyarbakır Kadısı
Muhammed bin Habil yazmıştır. Allah onu affetsin.
Rivayetlerde şöyle gelmiştir. Salih peygamberin duâsıyla deveyi dağdan ıçkaran Allah, onu
kâfirlerden korumaya kadirdi, lâkin onları serbest bıraktı. Kâfirler de deveyi öldürdüler. Onun
öldürülmesinden dolayı Müslümanlar üzüldüler ve sevaba müstahak oldular. Kâfirler de
sevinip, azaba müstehak oldular. Kezâlik Cenâb-ı Allah, Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'i
kâtillerinden koruyabilirdi. Lâkin hizmetine binâen onları serbest bıraktı. Onlar da Hüseyin'i
katlettiler. Bu yüzden Yezid azaba müstehak oldu. Eğer denilse ki; Ali oğlu Hüseyin deveden
daha üstündü. Halbuki devenin katli ile azab nazil oldu. Hüseyin'in katli ile olmadı. Cevaben
denilir ki; Allah'ın "Biz deveyi onlara (yani Salih kavmine) fitne niçi gönderdik." buyurduğu
gibi deve Salih kavminde fitneye sebep olmuştur. Diğer bir cevap şu olabilir. Peygamber
dünyaya gelince, bütün mahlukattan azab kaldırıldı. Cenâb-ı Allah meâlen: "Sen onların
arasındayken Allah onlara azab vermez." diye buyurmuştur. Hüseyin âlemlere rahmet olarak
gönderilenin oğludur. Salih Peygamber zamanında azap kapısı, Resulullah zamanında ise
rahmet kapıları açıktı. Cenâb-ı Allah meâlen: "Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik." diye buyurmuştur. (Seb'iyyât'dan naklolunmuştur)
Sene 671'de Nara girdiği: Vakta ki Derviş Gevr, ateşe gittiği vakit bir çuhadar maan himmet
idüb ateşe götürdü. Ateşten çıktıktan sonra, Sultan Murad Han suâl eyledi ki:
“Ey Çuhadar sen ne gördün?” Çuhadar: “Benim Sultanım, benim gördüğüm, sen dahi
göreydin vücudun eriyip mahv olurdu. Amma Derviş Gevr himmetiyle bana bir şey olmadı.
Ben dahi ol kadar bir od içinde bir yeşil çimenli bir yerdir. Gül kokusu?, reyhan ve akarsular
ve bir yanda kar ile buz oçktu. Ve kendisi bir a'lâ beyaz köşkün üstünde bir kuş gibi otururdu.
Asla ateş namında bir şeyler görmedim.” deyu sultandan rica idüb, Derviş'den ayrılmadı
vesselâm, ismi Mehmet ağa idi.
Hüve'l-Bâki:
Evvelde Hanefi imamları bu vechiledir. Allahu â'lem. Onların âlimleri, ve Seyyid’ler
bulundukları yerlerde padişah vergisinden muaftılar. Hısn-ı Mansur müftüsü fetvaya yetkili
Muhammed. Allah onu affetsin. (Mühür) Bezzâziye'den nakledilmiştir.
Bu silsile-i şerifin aslı Hısn-ı Mansur'dan gelmedir. Sultan, Derviş Beyaz'ı huzuruna kabul
edip, ondan sahih bir kerâmet isteyince; dağ gibi odunlar toplandı. Derviş Beyaz içine girdi.
Odunlar ateşlendi. Ateş yedi gün devâm etti. Sonra Derviş Beyaz sâlimen bu sahih silsilenin
isnadıyla (ateşten) çıktı. Tıpkı Hz. İbrahim'in ateşten kurtulduğu gibi. Bu kerametinden dolayı
beyaz lakabıyla lakaplandı. Kerameti çoktur Allah onu affetsin.
Bu mübarek şecere Resulullah (S.A.V.)'in ahfadından gelmedir. "Yardım Allah'tandır. Fetih
yakındır. Ya Muhammed sen müminleri müjdele" amin
Belge: 4
Şecere: 2
Bismillahirrahmanirrahim.
El-hamdu lillahi Rabbi'1-âlemîn ve's-salatu ve's-selamu alâ Seyyidina Muhammedin sallallahi
Teâla aleyhi ve sellem.
Hamd, tevhidi hususunda bize emir veren Allah'a mahsustur. Kumlar adedince salat ve selâm
Peygamberlerin eşrefi, onun al ve ashabı üzerine olsun. Bu silsile hak ve yakîni artırır.
Fikrinden küfür ve nifakı kaldırır. Seni Allah yoluna davet eder.Senin üzerine ilk vacib olan,
saygı göstererek bu silsileyi tanımandır.
Peygamberlerin mucizeleri ile Resulullah’ın ilhamı ile verilen velilerin kerâmeti hakdır.
Kitap, Sünnet ve icma'a uygun olmayan olağanüstü haller istidracdır. Peygamber (S.A.V.)'in
ilhamı hüccetdir. Çünkü o ilham Allah tarafından kendisine verilmiştir. Bunun dışındakilerin
ilhamı hüccet değildir. Zira onlar günahdan ma'sum değiller. Gerçek veli derecesinden
düşmez, ismet veliliğin şartlarından değildir. Veli ile nebi şer'i tekliflerin kendilerinden sadık
olacağı dereceye yetişemezler. Hadis-i Kudsi’de vârid olmuştur ki:
"Dördüncü semâda meleklerin büyüklerinden yetmiş bin saf vardır. İmam Hasan için istiğfar
ederler. Beşinci semâda da yetmiş bin saf melek İmam Hüseyin, onu sevenler ve onun
neslinden olanlar için istiğfar ederler." Ya İlâhi! bizi onların, yollarına hidâyet ve irşad et.
(Ayete'1-Kûrsi çerçeve halinde yazılmıştır.)
Hamd Allah'a, salat ve selam Resulullah'a olsun. Alimlerden, Araplardan. Acemlerden,
köylerden, şehirlerden herkesin ma'lumu olsun ki bu tescil edilen şecerede geçen bütün
ebeveynin haseb ve nesebleri aşağıda gelecek kişilerin şehâdeti ile sâbit olmuştur.
Haremeyni'ş-Şerifeyn hacısı Hacı Mustafa oğlu İskenderi Hacı Ali, Hacı Hasanî'ş-Şeybani
oğlu Hacı Yusuf'dan o, Şemdinü'l-Mısri’nin oğlu Zeynü'1- Arab'dan, o, Şeyh Üveysü'l-
Bâküv'inin Oğlu Şeyh Süleyman'dan, o, Ziyaeddin oğlu Seyyid Ali'den, o, Şeyh Abdulgafur
oğlu Şeyh Veli'den, Ali'nın oğlu Hüseyin'e kadar baba ve annelerinin isimlerini zikrederek
rivâyet edip şahitlik etmişlerdir. Şeyh Veli, Şeyh Aliyyü'1-Medeni'nîn oğlu Şeyh Hamza'nın,
o da Şeyh Ahmedü'l-Bağdadî'nîn, o da âdil şahitler huzurunda Şeyh Süleymanü'1-
Bağdadîyü'l-Kureyşi'nin oğlu Şeyh Faris'in, o da Ahmedü'l-Mekkî'nin oğlu Şeyh
Muhammed'in şehâdetiyle bu şecereyi kesin ve doğru delillerle isbat etmişlerdir. Ya İlâhi! sen
bizleri onların zümresinden haşr et ve bereketleriyle bizleri bereketlendir Amin.
Hamd, başlangıcı olmayan evvel, sonu olmayan ahir, ortağı ve benzeri olmayan ve birlikgi ile
tanınan Allah'a mahsustur. Salat ve selâm O'nun peygamberleri ve âl ve ashabına) olsun.
Ey kardeşlerim! Dünya ve ahirette Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Şüphesiz bu silsile gâib ve
zâhir olanlar arasında ma'ruf ve meşhurdur. Onlar Resulullah’ın evlâdındandır. Ey kardeşler!
Gerçekten bu büyük bir nesildir. Ehl-i din ve yakinin tahkikiyle Seyyidü's-Sâdât’ın neslinden
oldukları muhakkakdır. Onlar, Ali'nin sulbünden, Muhammed'in kızı Fatıma'nın batnındandır.
Peygamber(s.a.v.)'den rivayet edilmiştir: “Benim haseb ve nesebimden başka bütün haseb ve
nesebler kesilir. Allah'ın velileri için korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar. Agah olun
benim velilerim kubbelerimin altındadırlar. Benden başka onları tanıyan yoktur.”
İşte bu silsile büyüktür, ma'ruftur, sahih sulbden On iki İmam’a kadar iner. Bu nesil
Muhammed Mustafa'ya racidir. Hazreti Muhammed şecerenin aslıdır. Diğerleri o
ağacındallarıdır. Kim bu nesle kötülükle müdahele eder ve nesle kahır, cebir ve zulüm ederse,
Allahu Teala'nın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine olsun. Bitti.

Bismîllahirrahmanirrahim
Bu neseb-i serif, Hacı Bektâş Velî (k.s.)'i soyunun Resulullah (S.A.V.)'in torunlarına
dayandığını sahih delillerle isbat eder. Bu hadîse Ravza-î Mübareke yanında Müslüman
hacılarla Medine ehlîne komşu olanlar huzurunda sabit olmuştur. Daha sonra önceki ve
sonraki nakiblerle Müslüman kadılarının nâibleri ve din ilimlerinin tâlibleri indinde sabit
olub, İmam Hüseyin'den bu zamana kadar kayd ola gelmiştir. Kötülükle bu silsileye müdahale
edene Allah lanet etsin. (Bu silsileye) dışardan girene ve çıkana ve bu silsile mensublarına
cebr ve kahr edene de lanet etsin. Bu silsileye rağbet edene ise Allah rahmet eylesin. Bu nesil,
evliya arasında büyük bir nesil olup, zâhir ve gâib arasında ma'ruf ve ma'lum. Dünya ve
ahiretde meşhurdur. Ya İlâhi! onların zümresi arasında haşr et onların bereketleriyle bizleri
menfaatlendir. Amin, Ya Muin.
Ben hakir-i fakir Şam-ı Şerif şehri Nâibi, …Bekir. (Mühür)
Bundan sonra, olağanüstü haller ve kerâmet, sahibi tahir haseb ve neseb ehli yani Resulullah
(S.A.V.)'ın evladından Seyyidü's-Sâdât bu sâlîh kişi es- Seyyid Ahmed (ilim sahibi) gelir. Es-
Seyyid Ahmed ilim sahibi Seyyid Muhammed'in, Seyyid Muhammed riyazet sahibi Seyyid
Bolad'ın, Seyyid Bolad riyazet sahibi Seyyid Şeyh Şemdin'in, Seyyid Şeyh Şemdin, Kerâmet
sahibi Seyyid Şeyh Murad'ın, Seyyid Şeyh Murad ilim sahibi Seyyid-Şeyh İbrahim’in,
Seyyid Şeyh İbrahim ilmü'1- münteha sahibi Seyyid Şeyh el-hac Yusuf'un, el-hac Yusuf, ilim
sahibi Seyyid Şeyh Abdullah'ın, Seyyid Şeyh Abdullah, çilehane sahibi Seyyid Şeyh Veli’nin,
Seyyid Şeyh Veli, Kerâmet sahibi Seyyid Şeyh Muhammed'in, Seyyid Şeyh Mulıammed
zahir ve gaib arasında çok kerametler sahibi Şeyhü'l-meşâyih Kutbu'l-aktab Seyyid Şeyh
Mahmud'un, Seyyid Şeyh Mahmud, riyazet sahibi Seyyid Şeyh Ali'nin, Seyyid Şeyh Ali
büyük fazilet sahibi Seyyid Şeyh Hasan'ın, Seyyid Şeyh Hasan bir çok kerametler sahibi
Seyyid Şeyh Aliyyü'1- Kebir'in, Seyyid Şeyh Aliyyü'l-Kebir vera ve takva sahibi Seyyid Şeyh
Hüseyin'in, Seyyid Şeyh Hüseyin birçok kerâmet sahibi Seyyid Şeyh Abdullah el-Kebir’in,
Seyyid Şeyh Abdullan’el-Kebir, Kutbu’l-Aktab Şeyhler şeyhi Mahmud el-Kebir’in Mahmud
el-Kebir Seyyid Şeyh Mikail’in, Seyyid Şeyh Mikail, Seyyid Şeyh Keramet sahibi meşhur
şeyh Hasan’ın Şeyh Hasan, Şeyh Ali’nin Şeyh Ali, Seyyid Şeyh Mustafa’nın, Şeyh Mustafa
büyük şeyh ve bu yolun en ince noktalarına kadar bilen şeyh Sübhan’ın Şeyh Sübhan,Şeyh
Ca’fer’in, Şeyh Ca’fer, keramet sahibi, tekke sahibi şeyh İbrahimü’l Kebir’in Şeyh İbrahim
Kebir, büyük takva sahibi ve kamil MÜslüman Şeyh Hacı Yusufu’l-Kebir’in Şeyh Yusuf,
Şeyh Hacı Halil’in Şeyh Hacı Halil, kerameti zahir olan Hacı Abdülkadir’in Hacı Abdülkadir,
Şeyh Hacı Muhammed’in, Hacı Muhammed Şeyh Hacı Hüseyin’in Şeyh Hacı İsmail’in Şeyh
Hacı İsmail, Şeyh Hacı Yunus’un Hacı Yunus kutbu’l-Aktab Hacı Beiktaş Veli’nin, Hacı
Bektâş-ı Veli, Seyyid Şeyh Musa'nın, Seyyid Şeyh Musa, Seyyid Şeyh İbrahim'in, Seyyid
Şeyh İbrahim, Seyyid İmâmü'l-Hümâm Musa el Kâzım'ın, Musa el-Kâzım Seyyid İmamü'l-
Hümâm Seyyid Ca'ferü's-Sadık'ın, Ca'ferü's-Sadık, Seyyid İmâmü'l-Hümâm Muhamedü'l-
Bâkır (R.A.)'ın, Muhammedü'l-Bakır (R.A.) Seyyid İmamü'l-Hümâm sâhib-kıranü'z-zaman,
zındık, kefere ve Yezid’i katleden Zeyne’l-Abidin (Aliyyü'l-Asgar'dır)'ın, Zeyne’l-Abidin
Seyyidü's-Sultanu'l-evliyâ, Şehidü'1-Kerbelâ (ki Yezid eliyle şehit edilmiştir) Hüseyin'in,
Hüseyin ise Aliyyü'l-Murtaza'nın oğludur. Seyyidü's-Said olan Hüseyin Resulullah
(S.A.V.)'ın torunudur. Hadis-iŞerif’te şöyle buyrulmuştur: "Ben ilmin şehri, Hz. Ali ise o
şehrin kapısıdır." Allahu Teâla'nın rızası cümlesinin üzerine olsun.
(Yuvarlak çerçeve içinde)
Hz. Ali (Allah yüzünü ak etsin) magrip tarafına gazaya çıkmıştı. Orayı feth idüp, askeriyle
deniz kenarına geldiğinde akşam namazı vakti girmişti. Askeriyle akşam namazını kıldıktan
sonra, gecenin ilk dört saatini oturarak geçirdiler. O sırada ansızın denizden bir hayvan çıkıp
kıyıya yanaştı. Onun başı, nuamenin başı(Deve kuşu), yüzü insan yüzü, ayakları deve ayağı
ve kuyruğu balık kuyruğu gibiydi. En yüksek sesle mealen şöyle tesbihe başladı. Sesini bütün
asker işitti: "La ilahe illallahü'l-Azizü'l-Cebbar" (Yani: Aziz ve Cebbar olan Allah'tan başka
ilâh yoktur.) Sadıku'l-Muhtar olan Muhammed onun resulüdür. Şehirlerin fatihi, iyilerin
efendisi ve düşmana karşı defalarca galib gelen ise Hz. Ali'dir. Kim Ali ve nesline buğz
ederse. Cebbar olan Allah'ın laneti onun, üzerine olsun.” diye bağırdı. Gece yarısı olunca
tekrar şöyle tesbihe başladı: "Vaad ve vaidinde sadık olan Allah'tan başka ilah yoktur.
Hidâyet ve irşad eden Muhammed Allah'ın resulüdür. Ali daima gâlib ve muzafferdir. Kim
Ali nesline buğz ederse. Cebbar olan Allah'ın laneti onun, üzerine olsun." seher vakti olunca,
yine meâlen şöyle zikre başladı: “Muhammed Settâr ve Rab olan Allah'ın resulüdür. Ali ise
kûffâr fatihidir. Kim Ali ve nesline buğz ederse, Kahhar olan Allah'ın la'neti ve gazabı onun
üzerine olsun" diyerek denize geri döndü hepsi bu hayvanın sesini işitti. Bu (hikâye)
Akaid’den alınmıştır.
(Dairenin tam ortasındaki ikinci dairede)
"La ilahe illallah Muhammed'ün-Resulullah, Lâ havle ve la kuvvete illa billâh"
Bu neseb-i şerifin içeriği, es-Seyyid Şeyhü'l-islâm Nakib-i müşârûnileyh olan Muhammed
(mühür)
Bu şecerenin içeriği Şam Nakibü’l Eşrafı Mehmed bin İbrahim tarafından tasdik olunur.
(Mühür)
Bu mübarek şecerenin içeriği Halep şehri Nakibü’l Eşrafı Muhammed ibni Mustafa tarfından
tasdık olunur.
Bu mübarek şecerenin içeriği Nakibü’l-Eşraf Seyyid Yunus Hüsameddin el-Kari tarafından
tasdik olunur.
Bu neseb-i şerif, adil hakimlerin imza ve mühürleriyle imzalanarak mühürlenip, Bağdat
nakibleri tarafından da doğru bulunmuştur. Bu silsile-i mübâreke sâdât-ı izâmın silsilesidir.
Şairlerden, kabilelerden, şehirli ve köylülerden, Allah'a ve Ahiret gününe inanan herkes bu
silsileye saygı ve iyi niyetle bakmalıdır. Hakaret, buğz ve düşmanlık gözüyle bakmamalıdır.
Kim bu silsileye öfkeyle bakarsa Peygamber .(S.A.V.)'ın şefaatinden mahrum olur.
Bu mübarek menşurun sahibi es- Seyyid Şeyh Murad yanımıza gelip, bu menşuru bize
göstermesi üzerine, biz de mübarek şecereyi alıp okuduk. Anladık ki; bu şecere nesl-ikiramın,
sâdât-ı izâmın ve seçilmiş Peygamber (S.A.V)'ın şeceresidir. Ben Bağdat şehrinde oturan
fakir Muhammed, Bağdat meşayihinin huzurunda (bu şecereyi) imzaladım. Bu büyük neslin
silsilesine rağbet göstermeyen veya kötülükle ona müdahale edene Allah lanet etsin. Allah
bütün kulların Rabb’idir ve dönüş yine Allah’adır. (mühür)
Bir ayet-i kerime de şöyle buyurulmuştur: "Muhammed sizden herhangi birinin babası
değildir. O, ancak Allah'ın Resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur. Şüphesiz Allah her şeyi
bilendir."(Ahzab Suresi 40. Ayet)
Bu silsile Hısn-ı Mansur'da, tekkelerde ve bir çok Müslüman sultanların hüsn-i kabulüne
mazhar olmuştur. Allah onların mülklerini dünyânın sonuna kadar bu silsilenin bereketiyle ve
Nebiy-yi muhtar 'ın hürmetiyle dâim etsin. Bu büyük neslin Peygamber'in nesli olduğu, din ve
Allah dostları katında da kabul görmüştür.
Bu mübarek menşurun sahibi, es-Seyyid Şeyh Mahmud bu şecere ile Sultan Murad Han
(Allah O’na yardım etsin)'ın yanına gelince Sultan Murad bu menşurun Hz. Mulıammed
Mustafa'nın temiz neslinin şeceresi olduğunu kabul etmiştir ve bu silsilenin sahiplerine zulüm
edene lanet okumuş ve ona rağbet edene rahmet dilemiştir.
Ben peygamberlerin efendisinin ümmetinden İstanbul Nâibi insanların düşüğü Mustafa.
Bâki olan Allah'tır. Bu olay, 15 Şevval 730 senesi Bağdat'ın fethi zamanında vuku bulmuştur.
Bu şecere-i mübâreke sahibi yanımıza gelince ondan şahit istedik. Bunun üzerine Hatib
Mehmed Efendi ve Derviş Ahmed mezkûr şecerenin doğruluğuna şahitlik ettiler. Ben İstanbul
Nâkibü’l-Eşrâfı’nın kâimakamı ve Amid (Diyarbakır) şehri Nâkibi İbrahim oğlu Seyyid
Abdülkadir'im. (Mühür)
Bu mübârek şecere sahibi yanımıza gelince ondan şahit istedik. Bunun üzerine Hatib
Mehmed Efendi ve Derviş Ahmed mezkûr şecerenin doğruluğuna şahitlik ettiler. Ben İstanbul
Nâkibü’l-Eşrâfı’nın kâimakamı ve Diyarbakır şehri Nâkibi Şeyh Said oğlu Seyyid
Zülküf'üm.(Mühür)
Peygamber (S.A.V.) "(Bu silsileye) dışardan giren ve çıkana Allah lanet etsin. Siz benden
sonra neslimi koruyun" diye buyurmuştur. Yâ İlâhi bununla amel edene rahmet ve mağfiret
et.
Ben İstanbul Nâkibü'l-Eşrâfı’nın kâimakamı Seyyid Yusuf oğlu Seyyid Halil’im. Bu şecereye
bakıp imza ettim.
Ben İstanbul Nâkibü'l-Eşrâfı ve kâimakamı Seyyid Mahmud oğlu Seyyid Muhammed'im. Bu.
silsilenin muhtevasının doğruluğuna itibar edip, onunla amel ederek kabul ettim.
Nebiy-yi Muhtar (S.A.V.)'in sözünün mücibince, bu silsileye dışardan giren ve çıkana lanet
edileceğini açık şekilde yazdım. Bu büyük silsile Resulullah'ın evlâtlarının silsilesidir. Ben
Kadı Mustafa'yım, (iki kere yazılı)
Bu menşurun muhtevası doğrudur. Kabule şayandır. Bunu Oltu şehri Nâibi Seyyid Şâkir
yazdı. Allah (Mühür)
Hayır ve bereket için bu silsileye gayb âleminden bir tas geldi. Bu tasın Kutbun himmetiyle
insan ve hayvanların hastalığına şifa olması umulur. Onun faydası sayılmayacak kadar çoktur.
Tasın şekli: Yukarısı küçük, alt tarafı büyük, üzerinde gaybdan bir yazı vardır. Oyazıyı kimse
okuyamıyor. Yâ ilâhi! sen bizi gayb erenler zümresiyle haşret ve bereketleriyle bereketlendir.
Ben İstanbul Nakibü’l-Eşrâfı’nın kaimakamı, Çıldır Eyaleti’nin Nâkibi, Hüseynü'l-
Hasani’yim. Bu (silsileye) bakıp imza ettim. (Mühür).
Bu şecere 1084 Hicrî senesinin Muherrem Ayı’nda Bağdat'da bulunan Şeyh Abdulkadir-i
Geylâni (Rh.a.) Tekkesi’nde alimler, talebeler ve meşâyîh huzurunda ziyâde ve noksansız
olarak nakledilmiştir. (Nisan/Mayıs 1673)
Bu mübarek şecereyi Şeyh Mahmud-ı Kebir, Sultan Murad Han zamanında eski nüshasından
kopya etmiştir. Bu menşur ilk defa 150, sonra Medine-i Münevvere'de 250, sonra Bağdat'da
380, sonra İstanbul'da 540, sonra Sivas'da 670, sonra Gelibolu'da 860, sonra Bağdat'da 940,
sonra İstanbul'da 1000 senelerinde yazılmıştır. Yenisi yazıldığında eskisi padişah hazinesinde
kalırdı. Böylece malum oluna.
Bu şecere Sultan Murad ve cümle padişahlardan evvel var idi. Bu şecerenin sahibi es-Seyyid
Şeyh İbrahim yanımıza gelip şecere okunduktan sonra doğru olduğu tarafımızca da
görülmüştür. Ben Medine-i Münevvere Nâibi Yusuf. (Mühür)
Bu şecerenin tarihine baktığımda eski olduğu ve Seyyidü's-Sâdât’dan geldiğini ve aslına
uygun olduğunu gördüm. Ben Gelibolu Kadısı Salih'im. (Mühür)
ŞÜHÛDU'L-HAL

1-es-Seyyid Muhammed Mezun İstanbul sakini 2- el-Hac Mahmud Talib, sakin-I


Erzincan, 3- Mezun Nâbi Efendi 4- Mezun Tavuskâri Mehmed Efendi, 5- Dağıstanlı
el-Hac Mehmed Efendi, 6- Mezun Girdikli? Şakir Efendi, (mühür)7-Mezun Behtani
Hüseyin Efendi, 8- Kara Mehmed Efendi, 9- Talib Molla Mahmud, 10- Talib Molla
Süleyman, 11- Talib Molla Halil, 12-Talib Molla Abdullah ve Orada bulunan diğer
kişiler.
Belge: 5
Şeyh Mahmudu'l-Kebir'in nasihatnamesi
Evvelâ sırrını sakla, var söyle. Bilâ sebeb kimesne ile husumet etme. Sözünde sadık ol.
Teenni edici ol. Bir kimesneyi zem gıybet etme. Fukarayı tahkir etme. Ululara riâyet eyle.
Mevti her dem fikreyle. Bilmediğin kimesne ile mukarrın olma. Sana düşmanlığı sibkat olana
tiz i'timâd etme. Her nemimelik (dedikoduculuk) eden âdemden hakikat umma. Tevazu ehli
ol. Senden rencide olandan vefa umma. Hizmet ile bir kimesneyi tecrübe etmeyince
istikametine inanma. Bir günlük musibete sabreyle. Senden büyük olan âdemle mücâdele et-
me. Nîce kerre hakikat gördüğün dostundan bir zillet sâdır olmağla terk etme. Müstakim ol.
Sen sana ne sanursan â'leme dahi anı san. Bir nesne ki zâyi olub ayruk ele gelmesi muhal
olandan ötürü gam yeme. (?) el vermek ile mağrur olma. Dostlarına mürüvvet düşmanına
müdâra ile dostu düşmandan fark idüb ânâ göre mukabil ol. Düşman ne kadar hakir ise hor
bakma. Her furu-mâyeyi (mayası bozuğu) getürüb kendüne hemdem itme. Elin gıybetini sana
getüreni dost sanma. Yar-i sâdık anka-yı kimya ma'kulesidir ele getürdükçe pekçe sakla.
Sakın avrat sözüne inanma. Kezzâbdan (yalancıdan) nefret eyle, dahi deli âdemden ve
hasisden kerem umma. Salihlerin duasını almağa sa'y eyle. (Dairenin dışında sol alt) Devletini
düşmandan sakin. Nedâmet-i âlim ve câhili kâr eden niğmeti evine götürme?, iyilik
bilmezlere iyilik itme. Evvel fikr eyle ba'dehu söyle. Bi-emr-i Hûda Rabbi'l-izzete sığınub
ta'ata meşgul ol. Temmet. Nasihatnâme-i Şeyh Mahmudu'1-Kebîr rahmetu'llahi aleyhi
rahmeten vâsiaten.
(Dairenin sol üstünde)
Hazanasihatnameyi es-Seyyid Şeyh Mahmudu'l-kebir, Sultan Murad Hazretlerine getirüb
ziyâdesiyle hazz idüb, hazerde ve seferde berâber getürüb vâfir-i İn'âm ve ihsân itdi. Gece
ve gündüz İsti'mâl idüb amel iderdi. Anın ile koç yer ve koç kerre düşmana zafer buldu.
Nasihatnâme-i evliyâne deyu bekçe saklardı. Sultan Murad’dan her bir sultana mirâs kaldı.
Ziyâdesiyle amel ederlerdi. Bad bi Rabbi'l ibâd fe hüve'l-murad veileyh'-i'l-merci'u ve'l-
meâb.
(Dairenin sağ üst köşesinde)
......... olduğu meşhur olan sefere ala nimet geldügi gibi alâ ibâdet oldıgu halde beşik
elinde ibadet etmiştir. Şevkelu? nam mevzi sakinlerinden etraf ve enkaf cümle bu silsileye
(…..) olduğu padişah emriyledir. Bu ocak kütük de cümle ocaklardan serbesttir.
(Dairenin sağ alt köşesi)
Bu menşur-ı mübarek sahibi es-Seyyid Şeyh el-Hac Yusuf geldi ve bu şecereyi açdı.
Resulullah’ın evladından olduğunu gösteren şecerenin aslını açtım. Bu nasihatname es-Seyyid
Şeyh Mahmud'un Sultan Murad'a nasihatidir. Zikr olunan şeceredeki neslin sıhhatine bu aciz
fakir İstanbul'da bulunan Anadolu kadısı Veli Efendi şahit oldum. (Mühür)

Belge:6
Şecere: 3
Bismillahirrahmanirrahim:

"Zafer Allah'tandır. Ya Muhammed müminlere müjdele, fetih yakındır." Hamd iyilikleri


(bize) bahşeden Allah'a mahsustur.
Selam Allah'ın seçtiği kulları üzerine, tam ve devamlı olan salat ise seçilen Peygamberi
Hazret-i Muhammed (S.A.V.) ve onun hidayeti yıldızları olan ashabına olsun. Bu, Hazret-i
Muhammed Mustafa (S.A.V.)'in neseb-i şerifidir. Bu husus dîn ve yakın ehli olarak bizim
indimizde sabittir. Onlar Peygamberin neslindendirler. Bu neseb-i şerif azizdir. Tarihte ve
selefin katında sahihtir. Sultan Murad ile önce ki ve sonraki sultanlar indinde de sahihtir. Bu
neseb, Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.)'in kızı Fatıma ile Hazret-i Aliyü'l-Murtaza’nın
oğlu İmam Hüseyin'e ulaşır. İşte onlar Sadat-ı İzâm-ı Kirâmın cümlesinden seçilmiş
peygamberin neslindendir. Bu silsileye dahil olup da çıkana ve dışardan girene Allah'ın laneti
olsun. Bu silsileyi bilmeniz lazım. Evvel, âhir ve bâki olan Allah'tır. Olağanüstü kerametler
haseb ve neseb sahibi olan Cenâb-ı Seyyidi'l- Ekber, Sâdâtın Seyyidlerinden ve eimmesi
Peygamber (S.A.V.)'in neslindendir.
Seyyidü's-Sâdât-ı kiramdan olup, beyne'1-evliyâ ve'1-ulemâ ve'ş-şeyh ve'l-meşâyih
huzurunda ve mahkeme huzurunda ve padişah-ı dîni'l-İslâm huzurunda Sultan Murad Han
Tekkesi ile itasıve isbatıyla ma'ruf ve meşhur oldukları halen öteden berü şayeste-i alemdir.
Ene'1-Hakirü'l-Fakir Seyyid İbrahim (ks)
"Seyyid İbrahim Seyyid Halil'in, Seyyid Halil Seyyid Ahmed’in, Seyyid Ahmed Seyyid
Muhammed’in, Seyyid Muhammed Seyyid Mustafa'nın, Seyyid Mustafa Seyyid İbrahim'in,
Seyyid İbrahim Seyyid Şeyh Hüseyin'in, Seyyid Şeyh Hüseyin Seyyid Şeyh Abdullah'ın,
Seyyid Şeyh Abdullah,Şeyhü’l Meşayih ve Kutbu'l-aktâb Ali'nin, Şeyhü’l Meşayih Kutbu'l-
aktâb Ali, Seyyid Şeyh Hasan'ın, Seyyid Şeyh Hasan, Seyyid Şeyh Yusuf'un, Seyyid Şeyh
Yus'uf Seyyid Şeyh Mahmud'un, Seyyid Şeyh Mahmud, Seyyid Şeyh İsmail'in, Seyyid Şeyh
İsmail, Seyyid Şeyh Muhammed, (o zikredilen Seyyid Şeyh Mahmud'un baba bir annesi ayrı
kardeşidir)'in, Seyyid Şeyh Muhammed, Seyyid Şeyh Mikâil'in, Seyyid Şeyh Mikâil kerem ve
kerâmetleri meşhur olan Seyyid Şeyh Hasan'ın, Seyyid Şeyh Hasan, Seyyid Şeyh
Mustafa'nın, Seyyid Şeyh Mustafa Seyyidü'1- fâzıl el-kâmîl (Şeyh Süphan’ın-kaddesallahu
sırrahu'1 aziz'in salikidir), Şeyh Sübhan Seyyidü'l-fazıl el-kâmîl Seyyid Şeyh Ca'fer'în, Seyyid
Şeyh Ca'fer, Tekke sahibi fâzıl, kâmil, zâhid, muttaki ve verâ sahibi Şeyh İbrahim'in, Şeyh
İbrahim Seyyid Şeyh Hacı Halil (K.s.)'in, Seyyid Şeyh Halil Seyyid Şeyh el-hac
Abdulkadir'in, Seyyid Şeyh el-hac Abdulkadir Seyyid Şeyh el-Hac Muhammed’in, Seyyid
Şeyh el-Hac Muhammed Seyyid fazil kâmil el-Hac İsmail'in, el-Hac İsmail Seyyid Şeyh el-
Hac fazıl kâmiI Hacı Yunus'un, Seyyid el-Hacı Yunus, Seyyid Şeyhü'l- Meşâyih, kutbu'l-
aktab el-Hac Bektaş Veli (K.s.)'ın, el-Hac Bektaş Veli Seyyid Şeyh Musa’nın, Seyyid Şeyh
Musa Seyyid Şeyh İbrahim’in, Seyyid Şeyh İbrahim Seyyid İmâmü'1-Hümam Musa'e1-
Kâzım’ın,Seyyid İmâmü'1-Hümam Musa Kazım İmamü'1-Hümam Ca'ferû's-Sadık'ın,
İmamü’l Hümam Ca'ferû's-Sadık, Îmâmü'l-Hümam Muhammedü'l-Bâkır'ın, Îmâmü'l-Hümam
Muhammedü'l-Bâkır İmâmü'l-Hümâm Zeyne’l-Abidin'in, Îmâmü'l-Hümam Zeyne’l-Abidin
Hüseyin-i şehid-i Kerbela’nın oğludur.
Bu büyük nesebe mensub, şerefli, kıymetli, abid, müdekkik, fâzıl, kâmil, zaman ve asrının bir
tanesi es-Seyyid Şeyh Mahmudu'l-Kebir, Gazi Sultan Murad Han zamanında yaşayan sahih
ve meşhur haberlere göre kerâmeti zâhir olan bir zâtdır. Sultan Murad bazen bizzât, bazen
başkasının vasıtasıyla onun kerametlerini görmüştür. Künyesi Derviş Beyaz'dır. Lakabı
kerâmettir. Dünya malına meyletmezdi. Kutubdan Seyyid Şeyh Mahmudu'l-Kebir'e sofra
gelmiştir, onun Seyyid Abdullah ve Seyyid Hânî adlarında iki oğlu vardır. Bu ana kadar
mübarek Şecere Seyyid Abdullah'a ulaştırılıyordu. (Silik ve karışık olduğundan okunamayan
üç satır ve mühür vardır.)
Ben İstanbul'da bulunan Rumeli Kazaskeri aciz ve fakir Ahmed bu şecereye baktım, aslının
sahih olduğunu gördüm.
Vakta ki Seyyid Şeyh Mahmud'dan çok kerâmetler görmüştüm. Bu silsileye kendi
zamanında on iki aşiret ve kabile bağlanmıştır. Silsileye bağlı olan on iki aşiret şunlardır:
1. Pürgör? diyeisimlendirilen Milli Kabilesi’nden Muhammed Tâlib,
2. Üç Ayak diyeisimlendirilen İzol Kabilesi’nden Abdullah Tâlib,
3. Bedirgündiyeisimlendirilen Haydar kabilesinden İki Bölük lakablı Ali Tâlib,
4. Hançeri dikdiyeisimlendirilen Karavul lakablı Kârsan kabilesinden Mustafa Tâlib,
5. Yanı Kara diyeisimlendirilen Lalkabilesinden Şadan lakablı İbrâhim Tâlib,
6. ……. diyeisimlendirilenArab Tahir kabilesinden Emir Ocak lakablı Mahmud Tâlib,
7. Börkü Uzun diyeisimlendirilenDada kabilesinden İri Gözlü lakaplı Fahri Tâlib,
5. Kılan?diyeisimlendirilenZor Veliyan kabilesinden Hayır Geldi lakablı Yusuf Tâlib,
9. Külahı Delik diyeisimlendirilenMerdis kabilesinden Abbas Tâlib,
10. Hanevar (Hanedar)diyeisimlendirilenBa(ba)İlyas kabilesinden Hasan Tâlib,
11. Börek Yudan diyeisimlendirilenŞakak Kabilesinden Timur ,
12 Üksek Dağ diyeisimlendirilen Delsinler Kabilesinden Hurum Büken lakablı Cafer Tâlib
Sîlsile-i mezbure cümle ocakların büyüğü olduğu hasebiyle ger şehir ger köy bu silsile
evlatlarına izzet ve hürmet itmeyenin bir dürlü sevaba kadir olmadığı bila şephedir.
Zira Hacı Bektâş Velî Hazretleri ateş üzere namaz kılub hiç kendine bir keder gelmedi.
Silsile-i Muhammedi kerâmet ve duâdan hâli değildir.
Şuhudu'1-hal (Şahitler)
Seyyid Muhammed bin Yakub mezun, sakin-i Bağdat, Murad Efendi ibni Süleyman Efendi
Mezunsâkin-i Bağdad, Ahmed Efendi ibni Ümran Efendi, MezunSâkin-i Bağdad, Şeyh Ali
ibni İbrahim sâkîn-i Bağdad, Eyyüb Efendi ibni Resul, MezunSâkin-i Bağdad, Abdullah
Efendi bin Mahmud Efendi, MezunSâkin-i Bağdad, Muhruse-i Bağdad en-Nâi'b es-Seyyid
Ahmed ufiye anhu.
Bertemi(?) Kabilesinden Talib Molla Abdullah, Has Kabilesinden Tâlib Molla Ali, Temriş?
Kabilesinden Talib Molla Mahmud, Bâdıllı Kabilesinden Talib Molla Kasım, Calaçak Zir
Kabilesinden Tâlib Molla Ali, Mamalı Kabilesinden Talib Molla Ahmed, Zaza Kabilesinden
Tâlib Molla Nebi, Kaşir Kabilesinden Talib Molla Reso, Çalfar Kabilesinden Tâlib Molla
İbrahim.
Sultan Murad'ın nâibinin halifesi ben zayıf kul aciz, fakir Seyyid Halil, Hz. Muhammed
Mustafa (S.A.V.)ya ulaşan Seyyid Şeyh Mahmud'un şerefli nesebine baktım ve doğru bulup
imza ettim. Allah o ikisini affetsin.
Bu şerefli neseb önceki sâdât ve nakibler (Allah cümlesinden razı olsun) yazıları ile
karşılaştırıldı. Kars Nakiblerinin nakibi fakih Ahmed el-Hüseyni bunu yazdı. Allah onu
affetsin. (Mühür)
Erzurum Kadısı Abdullah el-Amasi bunu aslı ile karşılaştırdı. Allah onu muhafaza eylesin.
Şeyhül-İslâm Abdulceli, oğlu Halil el-Amasî bu silsileyi muvafık bulub imza ettim.
Bağdat'ın fethi zamanındaki (meşhur) tarihi ateş hadisesi sene-730
Derviş Beyaz, Sultan Murad Han'ın tebaasından Muhammed adındaki zât ile büyük bir dağ
gibi yanmakta olan ateşe girib yedi gün kaldı. Ateşin etrafındaki halk korkularından iki fersah
uzaklaştılar. Bu hal Hacı Bektaş Veli'nin himmetiyle meydana gelmiş, onlar yedi gün. sonra
ateşten salimen çıkmışlardır.
Sultan Murad Han, Muhammed'e ne gibi acaib haller gördün diye sordu o da:

“Ey hünkârım ben sahralar, şehirler, dükkânlar, yeşillikler, çiçekler, reyhanlar kar ve buz gibi
şeyler gördüm. Ateşin eserinden bir şey görmedim. Çok yüksek beyaz bir bina ve Derviş
Beyaz'ın da beyaz bir kuş gibi bu binanın üzerinde olduğunu gördüm. Sonra Derviş Beyaz
binadan indi, elimden tutup, huzurunuza getirdi” dedi.
(Bunun üzerine Sultan Murad'ın o Dervişi "Beyaz kuş ve beyaz kubbe" ile lakablandırdığı
doğrudur. selefden rivâyet edilmiştir.)
Ben Erzurum Kaymakamı fakir -Seyyid Muhammed Mümin bu şecerenin aslını alıp baktım,
okudum, mutalaa ettim, aslının sahih olup ziyade ve noksanı olmadığını gördükten sonra imza
ettim. Allah onu affetsin. (Mühür)
Ben Diyarbakır Nakibü'l-Eşrâf’ı Seyyid Halil oğlu fakir Yusuf imza talebinde bulunulması
üzerine bunu imza ettim. Allah onu affetsin. (Mühür)
Sultan oğlu fakir Sabit bunun sahih olduğunu yazmıştır. Allah onu affetsin.
Bu bize arz edilince, şahitler istedik. Onlar geldi. Bu şecere-i mübarekenin doğru olduğuna
şahadet ettiler. Ben, hakir, fakir Aksıka nâibi Hacı Derviş’im. Şark-ı Kostantiniyye.

Bu bize arz edilince şahitleri istedik. Onlar gelip bu mübarek şecerenin doğruluğuna şahadet
ettiler. Ben Palu Kadısı, İstanbul Nakibu'1-Eşrafı hakir-i fakir Hasan'ım. Allah onu affetsin.

Bu bize arz edilince, şahitler istedik. Onlar gelip, bu Şecere-i mübarekenin doğruluğuna
şahadet ettiler Ben Harput Naibi hakir-i fakir Mehmed oğlu Ahmed'im. Allah onu affetein.

Belge:7

Ferman 2

TUĞRA

(Sultan Abdülhamid bin Sultan Mustafa el- muzaffer daima)

Fatihü'1-emlâk ve nâsır-ı din Hazreti Hüdâvendigâr-ı Sultan Murad Haneâna'llanu'1-müste'an


Hazretleri hiyn-iadl-i adaletindeserver-ienbiya ve sertac-ı evliyaHabib Muhammed
MustafaSalla'llahu Teâla aleyhi ve sellem nesl-i pâki't-tahiratdan a’ni Seyyidetü'n-nisâ Fatma
hazretlerinden İmam Hasan ve İmam Hüseyin Hazretlerinin evlâd-ı saadetlerikayd ve
mukayyed karn ba'de karn batın ba'de batnı sahihü’l-istidlal olan silsile-i müşerref-i mezbure
Seyyid-i Sadat Şeyh Mahmud Hazretleri maa menşurü'1-mübârek Südde-i Sâadetime gelüb
kırat eyledüğimüzde nesl-ikibâr ma'lum-ı şevket-makrunum oldukta tıbk-ı asli'1-meâli
olmağın hasebiyle evkaf ve râbıta olunan silsile-imezkûre mahal ve müstehak ve şayeste-i
emr-i Hak olmaları ve ba’da haza silsile-i mezbureden hasıl olan evlad her nerede sakin ve
mutavattın oldkları vüzera ve mir-i miran ve mirliva ağa ve müsellem silsile-i mezkureye
zulüm ve teaddisi olursa La’netu’llahü Teala ve’l melaiketi ve’n-nasi ecmain ve her birerleri
hadise kadimeden Müberra oldukları ceddimiz Sultan Murad’dan ta bultan ibtida sultan
Alaaddin ve Sultan Orhan Hazretlerinden bu ana kadar silsile-i mezbure ma’lum ve ma’ruf
olub külliyatı her nerede olursa serbeste eylediğimiz ve bizden sonra silsile-i mezbure izzet
ve hürmek edesiz. Etmeyenin Lanetu’llah’a kabil ve müstenak oldukları bila şüphedir.
Hususen Ali (Keremallahu vechehu) ve Fatma radiyallahu anha Hazretlerinden oldukları
yarın Yevmi’l-Mahşer-i Kübra’da Habib-i Ekrem Hazretlerinin cevabına kadir olasız. Zira
buyurmuştur: “ Yenktaı’u küllü hasebin ve nesebin illa hasebi ve nesebi” iştihar ve zinhar
silsile-i mezburdan ictinab ve ihtizar idesiz ve şöyle bilesiz alamet-i şerife itimat kılasız, deyu
tahriren fi şehr-i Ramazani’l Mübarek sene mie ve tisin ve elf fi Mahruse-i Kostantiniyye
(Ramazan 1190)/(Ekim-Kasım 1776)

2.3. Bedri Noyan’ın Yayınladığı Şecere


Belgelerin değerlendirilmesine öncelikle Bedri Noyan’ın Şorik belgesi olarak değerlendirdiği,
Erzincan’lı bir genç tarafından belgenin aslından not alındığı belirtilenle başlayalım:
“Miladi 4. Yüz yılda Asya’da kuraklık başlayınca Türkistan’ın Lolan yöresinden batıya ve bu
arada Anadolu’ya göçen bir Türk aşireti olan Lolanlılar, Erzincan ve Tunceli dolaylarında
yerleşmişlerdir. 736 H. (1335 M.) de Alaaddin Eretna tarafından mürşitliği kabul edilen
Horasanlı Hacı Kureyş Baba’ya intisab ile Bektaşi olmuşlardır.”(Noyan, 2006 :179-180)
Bedri Noyan, bu bilginin kendisine sözlü bilgi olarak anlatıldığını ancak 1335 tarihinde
Selçuklu devletinin yıkılması sebebiyle tarih yanlışlığı olabileceğini belirtmektedir. Burada
ilginç olan nokta Eretna beyliğinin Hacı Koreş’i mürşit olarak kabul etmesidir. Noyan
belgedeki tarihi eleştirmesine rağmen bu tarih doğrudur. Çünkü 1335 tarihinde Alaaddin
Eretna Bey sağdır. Eretna beyliğinin beyidir. O dönemde Tunceli yöresi de onun beyliğinin
sınırları içindedir. İbni Batuta’nın belirttiğine göre o tarihte beyliğin başkenti olan Sivas’ta
Nakibü’l -Eşraflık konağı bulunmaktadır ve Seyyidlere hizmet etmektedir. (İbni Batuta, 2010:
286 – 287 ) Ne var ki burada verilen bilgilerdeki Hacı Koreş ile Tunceli yöresinden gelen
bilgilerde yer alan Hacı Koreş arasında yaklaşık yüz yıllık bir tarih farkı bulunmaktadır. Bu
Hacı Koreş başka bir Hacı Koreş midir? Başka bir Seyyid Koreş’in de hacılık sıfatı var mıdır
bilmiyoruz.
Bedri Noyan, Şerif Fırat’ın gördüğünü söylediği H. 582 (M.1186) tarihli bir şecereden
bahseder ve bu belgenin bir nüshasının Erzincanlı aydın bir genç tarafından istinsah edilerek
kendisine verildiğini belirtir.
Böylece Şerif Fırat’ın kitabında tamamına yer vermediği belge ile ilgili daha geniş bilgiye
ulaşmamız mümkün olur. Ne var ki 1186 tarihi Şerif Fırat tarafından da yanlış okunmuş
olmalıdır. (Fırat, 2007: 108 vd) Yine de bilgi son derece önemli olduğu için bir kere daha
burada belirtmekte fayda bulunmaktadır:
“Mazgirt Kazası’nın Kavun Köyü’ndeki Şecerenin suretidir:
Silsile: I Hacı Kureyş (Hacı Kureyş Soyu) nam-ı diğer (öteki adıyla) Seyyid İbrahim Sani’i
evvelce Adem aleyhisselam’dan Abd-ül-Muttalib’e kadar Güruh-ı Naci devam etmiştir. Abd-
ül-Muttalib’in oğullarından Abdullah’tan Muhammed ve Ebu Talib’den Ali doğmuştur.
Devam eden silsile Muhammed A.S. ın kızı Fatıma ile Hz. Ali’nin birleşmesinden zuhura
gelmiştir. (Noyan, 2006:180)
Noyan’ın verdiği bilgiye göre İmam Musa Kazım’dan sonra Hacı Kureyş Baba’nın şeceresi
şöyle devam eder:
“7. Seyyid İbrahim Mükerrem-ül- Mücab.
8. Seyyid Musa-yı Sani.
9. Seyyid Hacı Bektaş,
10. Seyyid Yunus
11. Seyyid Hacı İsmail.
12. Seyyid Hacı Hüseyin
13. Seyyid Hacı Muhammed
14. Seyyid Abdülkadir
15. Seyyid Hacı Halil
16. Seyyid Hacı İbrahim Ekber
17. Seyyid Aziz
18. Seyyid Mustafa
19. Seyyid Hasan Hüseyin
20. Seyyid Mikail
21. Seyyid Mahmud (Fırın kerametinin gerçekleştiği Mahmud-ı Kebir (Derviş Gevr olarak da
bilindiği şecereyi istinsah eden genç tarafından kaydedilmiştir.)
22. Seyyid Muhammed
23. Seyyid İsmail
24. Seyyid Mahmud
25. Seyyit Hacı Yusuf
26. Seyyid Hüseyin
27. Seyyid Ali
28. Seyyid Abdülkesir (diğer adı Abdülkeyir)
29. Seyyid Hüseyin
30. Seyyid İbrahim
31. Seyyid Mustafa
32. Seyyid Mehmed
33. Seyyid Ahmed
34. Seyyid Halil
35. Seyyid İbrahim-i Sani (Namı diğer Hacı Kureyş)
36. Seyyid Mahmud Hayrani
37. Seyyid Eyyüb
38. Seyyid İbrahim
39. Seyyid Hasan
40. Seyyid Yusuf
41. Seyyid Hacı Kureyş (Nam-ı diğer Haydar Baba’dır)
42. Düzgün Baba (Nam-ı diğer Şah İsmail)
Şeceredeki yazı böyle diyor:
Yer gök iken, gök yok iken, kırmızı ağaç üzerinde idim, Yedi derya ardında idim. Bu kadar
malumat.
Haydar Baba üç sefer evlendi. İçlerinden birisi Abdal Musa’nın kızıdır. İkinci eşi Lolan’lıdır.
Üçüncü eşi ile de Adıyaman’da evlenmiştir. Birinci karısından: Zeki, Celi, Haskar, (asker)
Düzgün Baba doğdu. (orta haniye puge) yani: (orta Asya çeşmesi) Batini kılavuzudur. Kubbe-
i Rahman’da Haydar Baba zamanına kadar üç sefer zahiren baş göstermiştir.
Diğer Kureyşliler ikinci karısından doğmuştur. Üçüncü karısından Adıyaman’da şeyh Musur
doğdu. Şeyh Musur’dan Derviş Cemali, Derviş Halil ayrıldılar.
43. Seyyid Gazi
44. Seyyid Kil
45. Seyyid Han ve Kalender
46. Seyyid Ali
47 Seyyid Veli
48 Seyyid Boro (Bıra)
49 Seyyid Hasan
50. Seyyid Ahmed (Divişt)
51. Seyyid İbrahim
52. Seyyid Hüseyin (Baba Şemeni)
53. Seyyid Ali (Elyevm şu anda sağdır).
54. Seyyid Paşa (Elyevm sağdır).
55. Seyyid Musa (elyevm şu anda sağdır.)
Şecerenin kopyası budur. Şecere ve açıklamalar üzerine hiç bir düşünce yürütmüyorum.
İsimlerin yanında bir doğum ve ölüm tarihleri bile yoktur. Başta İmam Ali’den sonra İmam
Hasan yoktur. İmam Cafer’den beş kuşak sonra Hacı Bektaş gösterilmiştir. 36. sırada Seyyid
Mahmud Hayrani .” (Noyan, 2007, C. VII.:181-182)
Burada bilginin sözlü gelenekten aktarıldığı çok açıktır. Eski belgelerden gördüğümüz genel
bir özellik olarak belirtmek gerekir ki bir belge birden farklı tarihte istinsah edilmektedir. Bu
belgede yakın bir tarihte istinsah edilmiş, daha sonra belgenin üzerine “el-yevm sağdır”
kaydının olduğu kısımlar sonradan ilave edilmiştir. Bu yüzden burada belirtilen ve
önemsediğimiz bilgiler arasında Derviş Gevr ile Koreşan Ocağı arasında bir ilginin kurulmuş
olmasıdır ki bu çok önemlidir. İkincisi ise Adıyaman kolunun oluşması ile ilgili olarak bilgi
veriliyor olmasıdır. Belgeyi yazıya geçiren Erzincan’lı gençle ona belgeyi okuyan kişi ciddi
okuma hataları yapmışlardır. Çünkü şecereler öncelikle bir blok halinde hazırlanmaktadır.
Hazırlanan bu blok metinin değiştirilmesi ve ilaveler yapılması çok zor olan, yapılan ilaveleri
kolayca anlaşılan bir tekniğe sahiptir. Bu yüzden yeni ilaveler şecere metninin yanlarına
altına veya ilave olarak alta eklenen yeni kağıtlara yapılmaktadır. Şecerede imzaların
bulunmaması da dikkat çekicidir. Erzincanlı genç buna dikkat etmeksizin yandaki ve alttaki
sonradan eklenen bilgileri de alt alta yazarak belgenin algılanmasını zorlaştırmış hatta
imkansızlaştırmıştır. Hacı Koreş’le Hacı Bektaş Veli arasında 26 kuşağın olması imkansız
olduğu gibi böyle bir şecereye insanların inanması da zordur. Hacı Bektaş Veli’nin babasının
İbrahim-i Sani olduğu kaynakların üzerinde birleştikleri bir noktadır. Ama şecerede
bulunmamaktadır. Bu bilgilere güvenmek mümkün değildir. Ne var ki yukarda belirttiğimiz
gibi sözlü gelenekte var olan ve diğer şecerelerde belirtilen bilgiler tarih ve sıra farklılıkları
ile bazı noktalarda benzeşmektedir. Elimizde bulunan bütün şecerelerden bu bilgileri tek tek
karşılaştırarak benzer ve farklı yönlerini ilerde ortaya koymaya çalışacağız.
Koreşan ile ilgili belgeler üç bölgede bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Tunceli
Nazımiye’de bulunanlardır. Bu belgeler henüz elimize geçmemiştir. Çünkü belgenin elinde
bulunduğu öne sürülen aile, Tunceli’ye on kilometre mesafede bulunan Aktuluk’ta
yaşamaktadırlar. Tunceli yöresinde alan araştırması sırasında iki kere gittiğimiz halde evde
bulamadığımız için kendileriyle görüşemedik. Ancak bize özellikle yaşlılar ısrarla ceylan
derisine yazılmış olan belgenin Aktuluk’ta yaşayan ailede olduğunu söylemişlerdir. Eğer aile
şu anda bu belgeleri saklıyorsa henüz açığa çıkmamış demektir.
Diğer belgeler eski Tunceli Milletvekili Musa Ateş’te bulunan belgelerdir ki, bu belgeler
tarihsel derinliği olmayan yakın zamanda aile içinde anlatılan sözlü tarih bilgilerinden
derlenerek yazıya geçirilmiş bilgilerden oluşmaktadır. Bunun dışında Gazi Üniversitesi Türk
Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Dergisinde yayınlanmış olan ilk belgeler
Tunceli Valisi Kenan Güven tarafından fotokopileri yaptırılarak çoğaltılmış, noter onaylı
olarak okunmuş ancak bazı bilgi ve okuma hataları Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı
Bektaş Veli Araştırma Merkezi tarafından düzeltilerek yeniden yayınlanmıştır.
Dördüncü belge ise bize Adıyaman yöresinden gelen belgelerdir. Bu belgeler bir şecere ve bir
icazetname olarak Kerbela’da hazırlanmıştır. Şu anda Mersin’de yaşayan Zülfikar
Dedeoğlu’nun ailesine verilmiştir. Bu belgelerle birlikte daha sonra Zülfikar Dedeoğlu’nun
hazırladığı, ailesinin bilinen geçmişi ile ilgili bilgileri kitabımızın ilerleyen bölümlerinde
bulacaksınız.
Bir diğer bilgi ise herhangi bir yazılı belgeye dayanmaksızın Erzincan üzerinden gelen
belgelerdir. Bunlardan biri Erzincan Çayırlı ilçesine bağlı eski adı Kara Melik olan mezrada
sözlü olarak anlatılmaktadır. Bu kolun son temsilcisi olan ve şu anda aramızda bulunmayan
Paşa Doğan Dede’nin verdiği bilgilerdir. Paşa Doğan Dede soy şeceresini ezberden okuyordu.
Bu bilgileri daha sonra yazılı hale getirerek bizlere verdi. Bu bilgilerin yazılı belgelerle teyit
edilmesi gerekmektedir.
Koreşan Ocaklı Oymağı’nın şu anda halen bilinen kollarını sırasıyla anlatacağız. Bunlardan
bir kısmından günümüze hiç bir belge gelmemiş sadece sözlü gelenekte var olan bilgilerden
derlenmiştir.

2.4. Koreşan Ocaklı Oymağı’nın Erzincan Gaziler Kolu


Koreşan’ın Gaziler kolu Erzincan ve Erzurum yöresine dağılmıştır. Bu kolun son
temsilcilerinden olan Zeynel Ertekin, Gaziler Kolu’nun Tunceli’den ayrılışını dedelerinden
duyduğu sözlü bilgilere göre şöyle ifade etmektedir:
Hacı Koreş’in asıl adı Haydar’dır. Abdal Musa’nın kızı ile evlenmiştir. Bundan iki kızı ve
Düzgün Baba doğmuştur. Düzgün Baba’nın çocukları önce Pülümür’e gitmişler, daha sonra
buradan dört kardeş Büklü dergahına yerleşmişlerdir. Verilen bu bilgilerle Bedri Noyan’ın
kitabına aldığı şeceredeki Düzgün Baba ile ilgili bilgiler birbiri ile örtüşmektedir. Kendisiyle
görüştüğümüz bir çok inanç önderi de bu bilgiyi doğrulamaktadır.
Gaziler kolundan gelenlerden bir kısmı Erzurum Aşkale civarına yerleşmiştir. Bu bölgede
başka ocaklar da bulunmakta ve bu ocak mensupları ve taliplerinin de Koreşan’ın Gaziler
koluna saygı gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu bilgiler aileden aldığımız daha sonra şu anda
İstanbul’da yaşamakta olan Koreşan’ın Gaziler kolunun mensuplarından Mühendis Kazım
Büklü tarafından ocağın ileri gelenlerine doğrulatılmıştır. Tarihsel bilgi ve bulgulara
dayanmamaktadır. Bu bilgilerin bölgede yapılacak çok yönlü bir alan araştırması ile yeniden
gözden geçirilmesi gerekmektedir. Çünkü Erzincan ve çevresi maddi olmayan kültürümüzün
çok önemli unsurlarını içinde taşımaktadır. Bu araştırmalar sonucunda yeni bir çok bulguya
rastlanması mümkün görünmektedir.
Üzerinde durulması gereken noktalardan bir başkası ise bu kolun adıdır. Bu günkü ifadesi ile
(Gazi/Kazı) veya arka dudak konsonantı olarak (qazi) kelimesine Farsça çoğul eki eklenerek
Gaziyan/Kaziyan/Qaziyan olarak ifade edildiğini biliyoruz. Bunlardan ilk ikisini ele aldığımız
zaman gazilik kavramının bir kurum olarak İslam geleneğinde Horasan’da 8. yüzyıldan
itibaren var olduğunu ve Anadolu’da da devam ettiğini görüyoruz. Eğer ikinci anlamı esas
almamız gerekirse o zaman da kadılar anlamına gelebilir ki ailenin bir kolunun kadılık yaptığı
bilinmektedir. Ancak Zeynel Ertekin’in bu konudaki değerlendirmesine göre ailenin eğitim
açısından en eğitimsiz kolu gaziler koludur. Dolayısıyla Gazilik ve Kadılık gibi bir kavramla
ifade edilmesi doğru değildir. Kelime doğrudan yetim olarak doğmuş olan Seyyid
Süleyman’ın ağlaması sırasında Zazaca “ ağlama”, “Niçin ağlıyorsun?” anlamına gelen bir
kelimeden gelmektedir. Kazım Büklü’nün yaptığı araştırmada ise Gazi kelimesinin savaşçı
gazi anlamına geldiği yolunda bilgiler vermesine rağmen bu iki kavramdan hangisinin
kelimeyi tam karşıladığını belirlemek mümkün olmamıştır.
Koreşan’ın bu kolunun ziyaret yeri olan Büklü Dergahı yeniden onarılmış ve ziyaret
edilmektedir. Gaziler kolunun dört gücün manevi desteğini üzerinde taşıdıklarına
inanılmaktadır. Bunlardan birisi:
1. Bütün Alevi ve Sünni geleneğinde yaygın olarak bulunan Bozatlı Hızır (Kıratlı Hızır)
2. İki Beyaz kurt’un öncüleri ve emirlerinde olduğu inancı (Zazaca: “Vergi Koreşi Gevri”
“Koreş’in bozkurtları”
3. Yiğitlik ve cesaret
4. Melekler
Yine Zeynel Ertekin’in ifadesine göre Gaziler Kolu, Bağır Dağı, Kızıl Bel, Aşkale, Şıhveren
Dereköy, Tozluca, Erzincan Çayırlı çevresinde sadece Koreşan taliplerine değil Celal Abbas
Ocağı taliplerine de önderlik etmişler fakat talipleri olmamıştır.
Zeynel Ertekin ailesinden duyduğu bilgilere dayalı olarak Koreşan Ocağı’nın Gaziler kolunun
gelişimini ve menkıbelerini bir Azeri ressama çizdirmiş ve Antalya Side’de açtığı kendisine
ait özel bir müzede sergilemektedir.

2.5. Koreşan Ocaklı Oymağının Erzincan Çayırlı Kolu


Belgeler Seyyid Mahmud Hayrani soyunun en son temsilcilerinden olduğunu belirten Paşa
Doğan Bey tarafından getirilmiştir. Belgelerin bir kısmının orjinalinin Tunceli, Mazgirt’te
Seyyit Mahmut Hayrani bağlıları elinde bulunduğu şecerenin ceylan derisi üzerine yazıldığı
öne sürülmektedir ki daha önce de söylediğimiz gibi biz bu belgeyi bulamadık.
Paşa Doğan Bey, Erzincan ili Çayırlı İlçesi’nin Büyükyayla Köyü’ne bağlı sekiz haneli bir
mezra olan Kümbeller Mezrası’nda 1919 yılında dünyaya gelmiştir. Öğreniminin Sivas
Yıldızeli Pamukpınar Köy Enstitüsü (İlk öğretmen okulu)’nü 1942 yılında bitirmiştir.
Getirdiği belgeler yeminli mütercim tarafından çevrilmiş noter tasdikli daha önce belirttiğimiz
belgelerdir. Bunlar birden fazla şeceredir. Yayınlanan belgeler arasında manzum bir erkanın
bulunması da bilim dünyası açısından çok dikkat çekicidir.
SEYYİD MAHMUD SOY SECERESİ
1. İbrahim Peygamber, 2. İsmail Peygamber, 3. Adnan, 4. Muet, 5. Nizam, 6. Muzer, 7. İlyas,
8. Mudrike, 9. Muzeyme, 10. Kenan, 11. Nezer, 12. Malik, 13. Fikri, 14. Galip, 15. Ceviyi,
16. Kaab, 17. Mekki, 18. İzulab, 19. Kusay, 20. Abdulmenaf, Abdulsemes bunlar ikiz ve
yapışık olarak dünyaya geldiler kılıç ile birbirinden ayırdılar.
Abdulsemes’ten Ebu Süfyan, Muaviye dünyaya geldiler. Abdülmenaf’tan Haşim, Haşim’den
Abdulmuttalip dünyaya geldi. 1. Haris, 2. Ebu Talip, 3. Ebu Lehep, 4. Gaydak, 5. Mukavim,
6. Dirar, 7. Zübeyir, 8. Abbas, 9. Hamza, 10. Abdullah, Abdullah’tan 571’de Hz. Muhammed
dünyaya geldi. Ebu Talip’ten Hz. Ali 598’de Kabe’de dünyaya geldi.
Hz. Muhammed’den Hz. Fatıma dünyaya geldi. 624’de Hz. Ali, Hz. Fatma ile evlendi.
Hz. Ali, Hz. Fatıma’dan İmam Hasan ve İmam Hüseyin dünyaya geldiler.
İmam Hasan’dan evlat kalmadı hepsi Kerbela’da şehit oldular.
İmam Hüseyin’den İmam Zeynel Abidin
İmam Zeynel’den İmam Muhammed Bakır
İmam Muhammed Bakır’dan İmam Caferi Sadık
İmam Caferi Sadık’tan İmam Musa-yı Kazım
İmam Musa-yı Kazım’ın 37 evladı dünyaya geldi. 13 kız, 24 erkek.
Birinci oğlu Ali Rıza,
İmam Ali Rıza’dan İmam Naki
İmam Naki’nin oğlu İmam Hasanü’l-Ali Askeri
İmam Askeri’nin oğlu İmam Muhammed Mehdi işte bunlar imamlardır.
Seyyidlere gelince:
İmam Musa-yı Kazım’ın diğer evlatları,
1. Seyyid Mehmet, 2. Seyyid İbrahim Mükerremü’l-Mücab, 3. Seyyid Hasan, 4. Seyyid
Mehmed Sani, 5. Seyyid Mehdi, 6. Seyyid Hüseyin, 7. Seyyid İbrahimü’s- Sani, 8. Seyyid
Mehmed Halis, 9. Seyyid İshak, 10. Seyyid Musa-yı Sani, 11. Seyyid İbrahim-i Sani, 12. Hacı
Bektaş Veli, 13. Seyyid Mahmud-ı Hayrani, 14. Hacı Kureş 15. Haydar Baka. (Haydar Baka,
Abdal Musa’nın kızı ile evleniyor ve dört çocuğu dünyaya geliyor: Zeli, Celi, Aşkar ve
Düzgün Baba bu dördü de Sırr oluyorlar. İkinci hanımı Lolan’lı bir kızı Haydar Baka’ya
veriyorlar. Bundan yedi oğlu dünyaya geliyor: 1. Seyyid Hüseyin, 2. Seyyid Ali, 3. Seyyid
Kali, 4. Seyyid Gazi, 5. Seyyid Kud Ali 6. Seyyid İlyas, 7. Seyyid Mevali. Haydar Baka’nın
üçüncü hanımı Adıyaman’da Şeyh Musur kızı. Bundan da Derviş Cemal oğlu dünyaya
geliyor.)
Dedemiz 1. Seyyid Gazi, 2. Seyyid Ali, 3. Seyyid Han, 4. Seyyid Veli, 5. Seyyid Derviş
Murteza ve kardeşi Seyyid Boro Ahmet. (Seyyid Boro Ahmet’in üç oğlu oluyor: 1. Sadık, 2.
Hasan, 3. Hüseyin ve babaları Boro Ahmet yaylada vefat ediyor. Seyyid Sadık’ın üç oğlu
dünyaya geliyor: 1. Seyyid Ahmet, 2. Seyyid Dursun, 3. Seyyid Keko.) Seyyid Ahmet’ten
Seyyid Dursun. Seyyid Dursun’un dört oğlu: (1. Seyyid Ali, 2. Seyyid Ahmet, 3. Seyyid
Haşim, 4. Seyyid Hüseyin. Seyyid Hasan’ın (? Hüseyin mi) üç oğlu oldu. )
Bu şecerinin dikkat edilmesi gereken noktalarından birisi Hz. Adem’den peygamberimize
kadar gelen bölümündeki isimlerin sıralarında ve bazı isimlerdeki yanlışlardır. Aynı yanlışlar
On İki İmam’ın çocukları ile ilgili olarak verilen bilgilerde de görülmektedir. Bunun temel
sebeplerinden birisi genellikle sözlü geleneğe bağlı kalmak veya bu konuda tutulmuş
kayıtlarda zaman zaman karşılaşılan özensizliklerdir. Bu yüzden Çayırlı’dan gelen soy
şeceresi ile ilgili bilgilere de tam olarak güvenmek mümkün değildir. Ancak burada verilen
bilgilerden bir kısmı Bedri Noyan’ın ve Gaziler kolunun verdiği bilgilerle örtüşmektedir. Bu
yüzden bu bilgilerin doğruluğunu önemsiyor ve üzerinde ciddiyetle durulması gerektiğine
inanıyoruz. Bunlardan ilki İbrahim Mükerrem Mücab ismidir. Bu isim İmam Musa Kazım’ın
oğlu olarak görünmektedir. Elimizdeki Hz. Hüseyin soyunu belirleyen kitap ve şecerelere
baktığımız zaman İmam Musa Kazım’ın İbrahim isimli bir oğlu bulunmaktadır.
Üzerinde durulması gereken ikinci önemli nokta ise İbrahim-i Sani isminin geçmesidir.
İbrahim-i Sani hem Seyyid Mahmud Hayrani’nin hem de Hacı Bektaş Veli’nin babası olarak
gösterilmektedir. Buna göre de Hacı Bektaş Veli ile Seyyid Mahmud Hayrani’nin amca
çocukları olması gerekmektedir. Bu ilişinin doğruluğu üzerinde Seyyid Mahmud Hayrani ile
ilgili bölümde ayrıca duracağız.
Bu şecerede üzerinde durmamız gereken üçüncü nokta ise Düzgün Baba unvanı ile tanınan
Haydar Baka’nın Bursa’nın fethinde bulunan daha sonra Antalya Elmalı’ya yerleşen ünlü
Horasan Ereni Abdal Musa’nın kızı ile evlenmiş olmasıdır. Bu da bir çok kaynakta
anlatıldığı gibi Bedri Noyan’ın kitabına aldığı şecerede de bulunmaktadır. Ayrıca yine iki
şecerede Düzgün Baba’nın Lolan Oymağı’ndan bir hanımla evlenmiş olması, ondan yedi
çocuğunun olması ve üçüncü eşinden de Koreşan’ın Adıyaman kolunun geldiği bilgisidir. Bu
bilgi de bize Adıyaman, Erzincan ve Tunceli arasındaki bağlantıyı göstermesi bakımından
önemlidir.
En büyük sorunlarımızdan birisi bu kitabın yazıldığı döneme kadar Koreşan Ocaklı
Oymağı’nın Anadolu’da yayıldıkları alanların tam olarak ortaya çıkarılmamış olmasıydı.
Bunun sebeplerinden birisi oymak mensuplarının hatta inanç önderlerinin birbirleri ile
bağlantılarının ya tamamen kesilmiş olması veya yok denecek kadar az olmasıdır. İleride
geniş geniş anlatacağımız gibi Batı Anadolu’ya giden kolunun bir çok sebepten kültürel
varlıklarını toptan yitirmiş olmaları ve ancak arşiv bilgilerine dayalı olarak varlıklarının tespit
edilebilmesidir. Koreşan Ocaklı Oymağı’nın ve taliplerinin yoğun olarak yaşadıkları
bölgelerden birisi de Erzincan’ın Çayırlı ilçesidir. Çayırlı ilçesi gerek coğrafi konumu,
gerekse Anadolu geçiş yolları üzerinde önemli bir merkez özelliği taşımaktadır. Besici
toplulukların yaylalarının bulunduğu bu alanda halen kültürel doku bütün canlılığı ile
kendisini korumaktadır. Çayırlı ve çevresindeki 65, Tercan çevresindeki 55 ve Refahiye
çevresindeki 8 köy Koreşan Ocaklı Oymağı’na bağlıdır . Bu da göstermektedir ki Erzincan
kolu geniş bir alana yayılmıştır.
Paşa Doğan daha sonra bize bir başka liste getirmiştir ki bu liste ailenin günümüze kadar
devam ettirilmiş haliydi. Biz bu şecerenin hiç bir yazılı belgeye dayanmaması sebebiyle
spekülasyonlara sebep olabileceği ve tartışma yaratacağı için buraya almadık.
Seyyid Mahmut Hayrani ile ilgili bölümde de belirteceğimiz gibi bölgeye gelen
Koreşanlılardan bir kolu kendilerinin Gaziantep’ten , bir kol ise Tunceli’den geldiğini
söylemektedir. Burada yaptığımız gözlemlerde oymağın bey kolu ile inanç önderleri
arasındaki ilişki de zayıflamış durumdadır . Sözlü gelenekten gelen ve ezberlenmiş bilgilerin
tekrarı şeklinde d üzenlenen bu şecere , büyük oranda elimizdeki yazılı belgelerle
örtüşmektedir. Ancak, tarihsel bir belge olarak değerlendirmek için henüz erkendir.
Bu bilgilerden bir kısmı ile Bedri Noyan’dan aldığımız şeceredeki bilgiler birbiri ile
benzeşmektedir. Ancak gerek tarihleri, gerek sıralamaları bakımından aralarında tam bir
uyuşmanın olmadığını görüyoruz. Özellikle inanç önderlerinin şecereleri ezberden bildikleri
ve şaşırmadan tekrarladıklarını bir çok kere görmüş olmamıza rağmen şecereler arasında tam
benzeşmenin olmaması sebebiyle bilgileri yeterli bulmamız mümkün değildir.

2.1. 6. Koreşan Ocaklı Oymağı’nın Gaziantep Kolu


Hacı Yılmaz
Araştırmalarımız sırasında Koreşan Oymaklı Ocağı’nın Gaziantep kolu ile ilgili bilgilere çok
geç bir zamanda ulaştık. Oysa burada Hacı Koreş yatırı başta Çepni köyleri olmak üzere
çevre illerden gelen çok sayıda insan tarafından ziyaret edilmektedir. Hacı Koreş yatırı geniş
bir mezarlığın içinde yer almaktadır. Zamanla aşırı tahrip olmuş, yöre halkı ise kendilerince
koruma altına almak için beton ve tuğla ile tamir ederek tarihi dokuyu tamamen harap
etmişlerdir. Ancak mezarlıklarda bulunan mezar taşları özgün durumunu halen korumaktadır.
Bu mezar taşları ile ilerde sözünü edeceğimiz gibi Erzincan Çayırlı ilçesine bağlı çoğu
köydeki mezar taşlarının yapılış biçimi, üzerlerindeki desenler birbirinin aynıdır. Bunların
üzerinde sanat tarihçilerimizin ciddi bir çalışma yaparak bütün Doğu ve Güneydoğu’daki
mezar taşlarındaki desenleri ve bu desenlerin anlamları ile ilgili değerlendirmeleri yapmaları
gerekmektedir. Ancak bu değerlendirmeden sonra çok daha sağlıklı bilgilere ulaşılması
mümkün olacaktır. Gerek Malatya’nın Onar köyünde bulunan mezar taşları üzerindeki
desenlerin, gerekse bölgedeki diğer yerleşim yerlerindeki mezar taşlarının dili, mezarda yatan
kişinin kimliği ile ilgili bize bir çok bilgi vermektedir. Bu bilgilere dayalı olarak tarihi bir
takım değerlendirmeler de yapılabilmektedir. Milelis’teki (Göçmez) mezarlığın Kültür ve
Turizm Bakanlığı tarafından koruma altına alınarak restorasyon ve çevre düzenlemesinin
yapılması gerekir.
Bölgeye yaptığımız ilk ziyaret sırasında bize bazı belgeler gösterilmiş ancak inceleyecek
zaman olmadığı için bunların değerlendirmesini tam olarak yapamamıştık. Daha sonra Gazi
üniversitesinden bir bilim heyeti bölgeye giderek Gaziantep ve Adıyaman yöresindeki bilgi
ve belgeleri topladı. Ancak bunların değerlendirilmesi mümkün olmadı. Şu anda Gazi
Üniversitesi’nin Genel kütüphanesindeki arşivde bulunmaktadır. Gaziantep ve Adıyaman
belgeleri ile ilgili olarak bu kitap çalışması sırasında yeniden araştırmalar yapılmış, belgeler
Ankara’ya getirtilerek restorasyonlarına Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın uzmanları tarafından
başlanmıştır. Biz belgeler henüz onarılmadan belgelerden aldığımız görüntüler üzerinden
çalışmalarımızı yaptık. Silik, yırtık ve okunamayan bölümler için belgelerin onarılmasından
sonra tekrar geri dönerek okunamayan bölümleri tamamlayacağız.

Koraşan Ocaklı Oymağının Gaziantep kolunu incelemeye başlarken dilsel açıdan bu Koreşan
kelimesinin kökeni hakkında birkaç ek bilgi vermek gerektiğini düşündük. Öncelikle Kureyş
ve Koreşan kelimeleri arasındaki anlam farklılıklarına bakalım: Kureyş, Arapça bir kelime
olup, ‫( ﻕ ﺭ ﺵ‬K R Ş) kökünden gelmektedir. Kelime esasen fiil ve isim şekilleriyle
kullanıldığında farklı anlamlar taşımaktadır;
َ ‫( ﻗَ َﺮ‬kareşe) şeklinde fiil olarak kullanıldığında “para kazanmak, ailesi için çalışmak” veya
‫ﺵ‬
“ağzında bir şeyi çiğnemek” anlamlarına gelirken, ٌ‫( ﻗِﺮﺵ‬kırşun) şeklinde isim olarak
kullanıldığında ise “köpek balığı” anlamını alır. Nitekim İslam tarihlerinde neseb ilminin yani
ailelerin soy şecerelerini inceleyen bilimin verilerine dayalı olarak yapılan araştırmalarda
Kureyş kelimesinin denizdeki bütün canlıları yiyen bir balık türü olduğu anlatılmaktadır.
İbnü’l-Kesir tarihindeki bu bilgileri yukarda vermiştik.
Tabi bu kelimeler bizim çalışma alanımız olan Koraşan kelimesinden çok farklıdır. Burada
sadece kelimenin kök harflerinin anlamının farklı olduğunu göstermek istedik. Gerek arşiv
belgelerinde gerekse mahkeme kayıtları ve diğer resmi evraklardaki Arapça ve Osmanlıca
yazılarında oldukça önemli ve sık yazım hatalarına rastlamaktayız. Bu durum, o belgeyi
yazan katibin okuma yazma konusundaki bilgisizliğinden ya da hızlı yazmak için bir takım
harfleri veya kelimeleri farklı ve çoğu zaman aslına uygun olmayan bir biçimde yazmasından
kaynaklanmaktadır. Zira, o dönemde katiplik başlıbaşına bir meslek olup, neredeyse okuma
yazma bilen ve eli kalem tutan ancak ilmi derinliği ve eğitimi olmayan bir çok kişi bu işi bir
geçim kapısı olarak görmekteydi.
Tekke ve zaviyelerde ise durum biraz farklıydı. Buralarda yazma işi para karşılığından çok
bir görev bir hizmet olarak yapılıyordu. Dolayısıyla seçilen kişinin aldığı eğitim belgedeki
yazım hatalarının temel sebebini oluşturuyordu. Bu yüzden belgelerde yazım hatalarının
olması da yadırganacak bir durum değildir.
Bizim okuduğumuz Gaziantep belgelerinde de bir takım yazım hatalarını tespit ettik.
Bunlardan önemlilerini Koreşan isminin farklı farklı okunuşunun sebebine ışık tutması için
buraya alacağız. Yayınladığımız belgeler içinde İcazet-1, 4, 7, nolu belgelerde ‫( ﻗُ َﺮﺵ‬kureş)
şeklinde geçer ki bu kelimeyi Arapça’da karşılığı olmayan “o” sesiyle “koraş” şeklinde
okumak da mümkündür. Yine şecere-1 de ‫“ ﻗﺮﻳﺶ‬Kureyş” şeklinde görüyoruz. Bu kelimeyi
“kureyş, kuriş, koriş, koreyş” şekilleriyle okumak mümkündür. Bunu metindeki anlamsal
bağlamdan rahatlıkla çıkarabiliriz. Biz yaptığımız metin okumalarında özellikle anlam
bağlantıları üzerinde titizlikle durmaktayız. Oysa bizden önce yapılan okumalar ilerde
örneklerini göstereceğimiz gibi anlam bağlantılarına bağlı olmaksızın okudukları için bu iki
kelimeyi birbirine karıştırmışlardır.
Koreşan Ocaklı Oymağının ismini aldığı kelimenin yani Koreş kelimesinin arkasına “–an”
Farsça eki getirilerek çoğul yapıldığı “Koreşliler” anlamına getirildiğini görüyoruz ki bu ek
Türkçedeki bir çok Arapça kelimenin çoğul yapılmasında sıkça kullanılmıştır; “mürîdân,
muhibbân, mürşidân” gibi.
Yine okuduğumuz belgelerde karşımıza çikan bazı okuma hatalarının üzerinde de durmak
istiyoruz. Böylece eski metinlerin okunuşunun ne kadar önemli ve titizlikle yapılması
gerektiğini göstereceğiz.
İcazet 2 de “‫ ﺍَﻟﺴ َﱠﻼ ُﻡ‬es-selam” kelimesi “ ‫ ” ﺍَﻟﺴﻠ ُﻢ‬şeklinde yazılmıştır ki bu kelimeyi “es-selam”
şeklinde okuma imkanımız yoktur. Kelimenin okunuşu, “es-sullem=merdiven, es-silm=barış,
es-selem=peşin satış veya akasya ağacı” gibi farklı okunuşlara sahiptir. Ancak okuyan kişi
tecrübesiyle kelimenin bulunduğu yerdeki anlamına göre oradaki doğru okunuşunu bulabilir.
Ayrıca yine icazet-1 nolu belgede” usratihi ‫ ﻋ ُْﺜ َﺮﺗِ ِﻪ‬kelimesi “aile” anlamında kullanılmıştır.
Halbuki bu yazımın gerçek anlamı “tökezlemek” olup, belgelerdeki ilgili cümlenin anlamına
uymamaktadır. Olması gereken kelime “ ‫= ﺃُ ْﺳ َﺮﺗَ ِﻪ‬ailesi” dir. Ancak yukarıda bahsedildiği gibi
okuyan kişi tecrübesiyle bu kelimenin yazım yanlışına rağmen doğru anlamını verebilir.
Kimi zaman da okuduğumuz belgelerde de görünen diğer bir hata daha tespit ettik ki o da
harflerin birleştirilmeden yazılmasıdır. Belgenin genelini kapsamayan bu hata muhtemelen
konu başlığı olarak kullanılsın, bilinsin diye yapılmış olmalıdır. Çünkü “ba’d ‫“ ﺏﻉﺩ‬
kelimesi belgelerdeki dua kısmı bitip asıl konuya ve amaca geçerken kullanılır ve kelimeye
Türkçe karşılık olarak “bundan sonrasına gelince, gelelim asıl konuya” gibi anlamlar
yüklenebilir.
Gaziantep belgeleri genellikle icazetnamelerden oluşmaktadır. 12 belgenin 7’si icazetname,
1’i şecere, 2’si hüccet, 1 dilekçe ve 1 temessük’ten oluşmaktadır. Belgeler yer yer rutubet
izleri ve saklama koşullarından kaynaklanan buruşuklukların olmasına karşın iki belge
dışında genellikle rahat bir şekilde okunabilmektedir.
Belgelerde dikkati çeken başka bir nokta da görünüş itibarıyla sade ve süslemesiz yazılmış
olmalarıdır. Bazılarının serlevhasında (en üst kısım) üçgen şeklinde bir şekil görülmektedir ki
bu o günkü resmi belgelerde belgenin resmiyetini gösteren bir işarettir. Kimilerinde bu üçgen
şekli içinde 12 İmamın isimlerinin yazılı olduğu yuvarlak daireler vardır.
Farklı yazı karekterleriyle yazılan belgelerde, bir ikisi dışında daha çok bu tip belgelerde
kullanılan ve nes-talik denilen Arapça yazı karakteri kullanılmıştır. Bazı belgelerdeki yırtık ve
silik yerlerdeki bilgileri diğer belgelerdeki aynı kelimelerin yer aldığı bölümlerden
tamamlamak suretiyle konu bütünlüğünü bozmamaya çalıştık.
İcazetnamelerin genellikle Kazım Ağa evlatlarından Musa Dede ve Mustafa Ağa üzerinde
yoğunlaştığı ve Hacı Bektaş Veli Dergahı’ndan veya İmam Hüseyin Ziyaretgahı’ndan
(Kerbela) alındığı dikkati çekmektedir. Ayrıca gerek şecere ve gerekse diğer belgelerin büyük
kısmında o günkü Nakibu’l-Eşrafların büyük bir kısmının isim, imza ve mühürlerinin
bulunması belgelerin güvenilirliğini artırmaktadır.
Belgeler tarih olarak, 16-20. Yüzyıl arasındaki zaman dilimlerini kapsamaktadır. En eski
belge………….tarihlidir.
Özellikle icazetnamelerde icazet verilen kişi için; “Şeriat ve tarikat kurallarına bağlı kalması
şartıyla” kendisine uyulması ve arkasınadan gidilmesinin gerekli olduğu belirtilmektedir. Bu
durum, önder konumunda olan kişilerin aynı zamanda sağlam bir inanç, devamlı ibadet ve
erkan üzere olmaları gerektiğini göstermektedir.
Yine bu belgelerde görülen diğer bir farklılık da, Ehl-i Beyt ve ileri gelen Seyyid ve tarikat
ulularından bahsedilirken normalde peygamberler için dua cümlesi olarak kullanılan “selam
onun üzerine olsun” anlamına gelen “aleyhi’s-selam” ibaresi veya peygamber efendimizin
yakın arkadaşları veya daha sonraki asırlarda gelen din büyüklerinin adları geçtiğinde “Allah
ondan razı olsun” anlamına gelen “radiya’l-lahu anhu” ibaresi görülmektedir ki bu diğer
belgelerde pek görülen bir durum değildir.
Tarihi belgelerin tümünde az ya da çok bir bozulma, bir kazıntı ya da silinti olduğu
bilinmektedir. Bu durum yukarıda belirtildiği gibi saklama koşulları ve belgenin yazıldığı
kağıdın ve mürekkebin özelliğinden kaynaklanabileceği gibi bazen de kasden tahrif edildiği
gözlenmektedir. Şecere-2’de dört halifenin isminin bulunduğu bölümde Hazreti Ebu Bekir,
Ömer ve Osman’ın isimlerini silinmeye çalışıldığı tespit edilmiştir. Bu durum bazı dini değer
algılamalırnda zaman içinde meydana gelen değişimi göstermesi bakımından önemlidir. 16.
Yüz yıla kadar yazılmış bütün Alevi Bektaşi metinlerinde dört halife geçmekte ve saygıyla
anılmaktadır. Daha sonra ortaya çıkan anlayış farklılıkları sebebiyle bu tarz tahrifata az da
olsa rastlanmaktadır. Oysa tarihi belgeler bizim gelecek kuşaklara aktardığımız en değerli
hazinelerimizdir.
Tarihi belgelerin güvenilirliği konusu öteden beri tartışıla gelmiş bir konudur. Bu belgelerde
karşımıza çıkan temel sorunlardan birisi belgenin sahte bir mühürle mühürlenmiş olmasıdır.
Bir diğeri ise yazıların birbirinden farklı ve değişik tarihlerde yazılmasıdır. Tarihi belgeye
yaılan sonran eklemeler de belgelerin güvenilirliği konusunda önemli bir unsur olarak
karşımıza çıkar. Bu yüzden biz okumalarımızda elimizdeki bütün belgelere bu noktalardan
yaklaştık ve başka bilgi ve belge ile desteklenmeyen belgelerin güvenilirliği konusunda
titizlik gösterdik. Ancak her ne olursa olsun bu tarihi belgeler bizim için önemlidir. Ondan bir
şekilde yararlanmak durumundayız. Bu bakış açısından bakılınca bütün belgelerin az ya da
çok tarihi bir değerinin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Belgelerdeki yanlış veya
eksik bilgileri başka bir belge ya da bilgilerle tamamlamak mümkünse o yolu, değilse tersi
veya teyidi çıkınca kadar o belge ve içindeki bilgilerin doğruluğunu bilimsel olarak
kesinleştirmeden kullanmalıyız.
Yayınladığımız belgelerdeki eklenmiş yerlerdeki bilgileri bu çerçevede değerlendirmek
gerekir ki 17. Yüzyılda bu sıkça görülen bir durum olmakla beraber bunlardan yukarıda
anlatıldığı şekilde azami ölçüde yararlanmak gerekir. Zira 17. yüzyıl rüşvet, torpil ve
adaletsizliğin başladığı ve menfaatlerin iyice ön plana çıktığı bir yüzyıldır.
Belgelerin muhtelif yerlerinde Nakibu’l-“Eşraflık mühürlerinin olması belgelerin
güvenirliğini artıran unsurlardan birisidir.
Belgelerin 16. Yüzyıllara ait olması ve içeriklerinin benzeşmesi Koreşanlıların o tarihte
Anadolu’nun bir çok yerinde var olduklarını göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca
belgelerin şahitler bölümündeki isim ve imzalardan Koreşanlıların gerek dini gerek siyasi
alanda saygın ve etkin oldukları söylenebilir.
Bunların yanısıra bazı belgelerdeki silsile sayımlarında zaman zaman hata yapıldığı
gözlenmektedir. Örneğin: Huccet -1 de İmam Zeyne’l-abidin’in babası Ali olarak
gösterimiştir. Oysa onun babası İmam Hüseyin’dir.
1.3.1 Gaziantep Belgelerinin Çevirisi
Hüccet 1
Şükür alemlerin Rabb’ine, selam ve dua da efendimiz Muhammed’e onun arkadaşlarına ve
ailesine olsun ki onun soyundan gelenler ve ona tabi olanlar kıyamete kadar kesintisiz devam
edecek ve her zaman var olacaktır. Onun soyundan gelen hem Seyyidlerin hem de Şeriflerin
soy şecereleri gün gibi açıktır ve kökü yerde dalları gökyüzüne kadar uzanan bir ağaç gibidir.
Bu belgenin yazılış sebebi:
Seyyidlerin ve Şeriflerin soyları gün gibi açık olup onların soy kütüklerinde herhangi bir
eksiklik veya kesinti yoktur. Bu durumu büyük kişiler ve nakipler imzaları ile tastik ve beyan
etmektedirler ki bunlar eksiksiz ve fazlasız peygamber soyundan gelen kişilerdir ve halk
arasında bu durum bilinmektedir. Bizler kendilerine soy şecerelerini Nakibü’l-Eşraf’lar olarak
tastik ederek ve imzalayarak verdik. Bundan sonra gerek Seyyidler ve gerekse Eşraflar
içinden hiç kimse bunların şecerelerine itiraz etmesin ve onların işlerine mani olmasın. Bu
Seyyidler şunlardır;
Seyyid Mustafa, onun babası Seyyid Musa İmam Dede, onun babası Muhammet Ali Dede,
onun babası Seyyid Mustafa, Seyyid Şahverdi, Seyyid Koca, Seyyid Dehman, Seyyid Ahmet,
Seyyid İsmail, onun babası Seyyid Murat, onun babası Seyyid Abdi, onun babası Muhammed
Semerkandi’dir ki onun soyu şu silsile ile İmam Ali’ye çıkar; İmam-ı Hümam Musa, onun
babası Cafer, onun babası Muhammet, onun babası Ali, Zeyne’l-Âbidin, onun babası Ali,
onun babası şehit Hüseyin onun babası İmam Ali, onun babası Ebu Talip. Allah hepsinden
razı olsun.
Bundan sonra kim bu şecere sahiplerini görürse dedeleri Muhammed Mustafa’nın hatırı için
onlara hürmet etsin. Çünkü peygamberimiz efendimiz Muhammed aleyhisselam buyurdu ki,
“Kim onlara saygı gösterirse bana saygı göstermiş olur. Beni seven bana saygı gösteren için
de artık cennet bir yurt bir mekan olur. Bu gerçekleri sakın ola değiştirip eğip bükmeyin.
Çünkü, ayette buyuruldu ki “Kim gerçeği duyup anladıktan sonra onu değiştirmeye kalkarsa
onun günahı onu değiştirenlerindir.”
Bu hüccet, muharrem 980/ 14 mayıs 1572 yılının Muharrem ayının ilk günlerinde
verilmiştir.
Aşağıda isimleri yazılı kişiler yukarıda beyan edilen duruma şahittirler:
es-Seyyid Nureddin oğlu es-Seyyid Hüseyin
es-Seyyid Süleyman oğlu es-Seyyid Şehabeddin
es-Seyyid Ahmed oğlu es-Seyyid Ali
es-Seyyid Şehabeddin oğlu es-Seyyid Bahaeddin
es-Seyyid Hasan oğlu es-Seyyid İsmail
es-Seyyid Hoca Şemunu’l-Âli
es-Seyyid Hüseyin oğlu es-Seyyid Bedreddin
Abdullah oğlu es-Seyyid Hacı Süleyman
Şeyh oğlu es-Seyyid Hoca Şehabeddin
Şeyh Ivâd oğlu Fahruddin
es-Seyyid Abbas oğlu es-Seyyid Cafer
Necmeddin oğlu es-Seyyid Hüseyin
eş-Şeyh Abdullah oğlu eş-Şeyh Hamis
es-Seyyid Abdü’l-Kazım oğlu es-Seyyid Abbas
Seyyid Hamza oğlu es-Seyyid Ferec
ve orada bulunan isimlerini yazmak mümkün olamayan diğer kişiler. Hepsinden Allah razı
olsun.
“Yüce Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi hiç kimse yoktur.”

Belgenin sağ üst kısmında yine Nakibü’l-Eşraf’ların tasdik kayıtları bulunmaktadır:


Belgenin sağ yanında:
“Bu belge hiç noksansız aslının aynıdır.”
İbrahim Muhammed Ali el Hasan el Hüseynî Nakibü’l-Eşrâf fi’l-Askerin
..el-Hasan el-Hüseyni Nakîbü’l-Eşrâfi’l-Kazimîn
Sultan oğlu İsmail Nakibü’l-Eşraf türbe-yi Hüseyin kaddese’l-lahu sırrahu’l-aziz
Muhammed el-Hüseyni oğlu Hüseyin Nakibu’l-Eşraf en-Necef
Seyyid Abdü’l-Mümin Baba evlad-ı merhum es-Seyyid Ahmet Seyrek Basan - Mühür-
Nakibu’l-Eşraf Abbas oğlu Muhsin kaddesellahu sırrıhu’l aziz (……..)
Nakibü’l-Eşraf Muhsin el Hüseyni oğlu İsmail oğlu Ali el-Hüseyni (……..)
Seyyid Muhammed ibni Seyyid Mahmud el-Hüseyni el-Hudud-ı Nakibü’l-Eşraf el Memalik
el Osmaniye an Nukebai’l-Eşraf el-Askeri bi-Rumeli (Allah onları bağışlasın)

Hüccet ll. Günümüz Türkçesiyle


Şükür alemlerin Rabb’ine, selam ve dua da efendimiz Muhammed’e onun arkadaşlarına ve
ailesine olsun ki onun soyundan gelenler ve ona tabi olanlar kıyamete kadar kesintisiz devam
edecek ve her zaman var olacaktır. Onun soyundan gelen hem Seyyidlerin hem de Şeriflerin
soy şecereleri gün gibi açıktır ve kökü yerde dalları gökyüzüne kadar uzanan bir ağaç gibidir.
Bu belgenin yazılış sebebi,
Seyyidlerin ve Şeriflerin soyları gün gibi açık olup onların soy kütüklerinde herhangi bir
eksiklik veya kesinti yoktur. Bu durumu büyük kişiler ve nakipler imzaları ile tastik ve beyan
etmektedirler ki bunlar eksiksiz ve fazlasız Peygamber soyundan gelen kişilerdir. Halk
arasında bu durum bilinmektedir. Bizler kendilerine soy şecerelerini Nakibü’l-Eşraf’lar olarak
tasdik ederek ve imzalayarak verdik. Bundan sonra gerek Seyyidler ve gerekse Eşraf içinden
hiç kimse bunların şecerelerine itiraz etmesin ve onların işlerine mani olmasın. Bu Seyyidler
şunlardır;
es-Seyyid Safi, es-Seyyid Şahverdi, es-Seyyid Ferhad, es-Seyyid Dehman ve Seyyid Ahmed
ve Seyyid İsmail evladı Seyyid Murat, onun babası Seyyid Abdi, onun babası Seyyid
Muhammed es-Semerkandi ki onun soyu şu bağlantı ile İmam Ali’ye ulaşır;
el-İmam Ali Zeynel-Âbidîn, İmam Hüseyin eş-Şehid, onun babası İmam Ali, onun babası
Ebu Talib.
Bundan sonra kim bu şecere sahiplerini görürse dedeleri Muhammed Mustafa’nın hatırı için
onlara hürmet etsin. Çünkü peygamberimiz efendimiz Muhammet aleyhisselam buyurdu ki,
“Kim onlara saygı gösterirse bana saygı göstermiş olur. Beni seven bana saygı gösteren için
de artık cennet bir yurt bir mekan olur. Bu gerçekleri sakın ola değiştirip eğip bükmeyin.
Çünkü, ayette buyuruldu ki “Kim gerçeği duyup anladıktan sonra onu değiştirmeye kalkarsa
onun günahı onu değiştirenlerindir.”
Bu hüccet , 980/1572 yılının Muharrem ayının ilk günlerinde verilmiştir.
Aşağıda isimleri yazılı kişiler yukarıda beyan edilen duruma şahittirler:
es-Seyyid Nureddin oğlu es-Seyyid Hüseyin
es-Seyyid Süleyman oğlu es-Seyyid Şehabeddin
es-Seyyid Ahmed oğlu es-Seyyid Ali
es-Seyyid Şehabeddin oğlu es-Seyyid Bahaeddin
es-Seyyid Hasan oğlu es-Seyyid İsmail
es-Seyyid Hoca Şemunu’l-Âli
es-Seyyid Hüseyn oğlu es-Seyyid Bedreddin
Abdullah oğlu es-Seyyid Hacı Süleyman
Şeyh… oğlu es-Seyyid Hoca Şehabeddin
Şeyh Ivâd oğlu Fahruddin
es-Seyyid Abbas oğlu es-Seyyid Cafer
Necmeddin oğlu es-Seyyid Hüseyin
eş-Şeyh Abdullah oğlu eş-Şeyh Hamis
es-Seyyid Abdü’l-Kazım oğlu es-Seyyid Abbas
Seyyid Hamza oğlu es-Seyyid Ferec
ve orada bulunan isimlerini yazmak mümkün olamayan diğer kişiler. Hepsinden Allah razı
olsun.
“Yüce Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi hiç kimse yoktur.”
İCAZETNAME-1
Günümüz Türkçesine Çevirisi
Ariflerin kalplerini, hikmetlerinin hazinesi yapan, kendisine hakkıyla inananların gönüllerini,
hidayetinin çerağı kılan ve kendisine inananları kendilerine bahşettiği yardımıyla doğru yola
ileten Allah’a şükürler, Kureyş’in Haşimi kolundan olan Muhammet Mustafa ve onun ailesine
ve arkadaşlarına selam olsun.
Bu icazetname ve ziyaretnamenin yazılmasının sebebi şudur: Kazım evlatlarından Seyyid
Musa Dede oğlu Seyyid Mustafa’ya, Şah-ı Velayet Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin kabrini
ziyaret ettikten sonra, şeriat hükümlerine, tarikat kurallarına ve geçmiş evliyalara aykırı
muamelede bulunmamak şartıyla, kendilerine bu icazetname verilmiştir. Sen ki Mustafa
Dede’sin şeriat kurallarına ve tarikat erkanına aykırı bir davranışta bulunmayasın. Beş vakit
nazmazlarında ve belirli günlerde tutulan oruçlarda padişah efendimiz hazretlerinin ömrünün
uzun olması ve devletlerinin devamı için duaya devam edesin. Ve sizler ki Seyyid Kazım
Dede Ocağına bağlı müritler ve onu sevenlersiniz. Sizler de Seyyid Mustafa Dede’ye şeriat ve
tarikat kurallarına bağlı kalması ve geçmiş evliyaların yollarını bırakmaması şartıyla itaat
ediniz. Hoş olmayan bir takım davranışlardan sakınınız. Selam doğru yolu bulanların üzerine
olsun. 1296/1879 senesi Safer Ayı’nın 25. günü.
Hacı Bektaş Veli sülalesinden dergahın postnişini
İCAZETNAME-2
Günümüz Türkçesine Çevirisi
Ariflerin kalplerini, hikmetlerinin hazinesi yapan, kendisine hakkıyla inananların gönüllerini,
hidayetinin çerağı kılan ve kendisine inananları, kendilerine bahşettiği yardımıyla doğru yola
ileten Allah’a şükürler, Kureyş’in Haşimi kolundan olan Muahammed Mustafa ve onun
ailesine de selam olsun.
Bu icazetname ve ziyaretnamenin yazılmasının sebebi şudur: Kazım evlatlarından Seyyid
Musa Dede oğlu Seyyid Mustafa, Emirü’l-Mü’min Ebu Talip oğlu Ali ve Ali oğlu Hüseyin
(sırları Allah katında kutsansın) efendimiz hazretlerinin dergah-ı şeriflerini ziyaret ettikten
sonra, bizden bir icazetname talebinde bulunmuşlardır. Biz de şeriat hükümlerine, tarikat
kurallarına ve geçmiş evliyalara aykırı muamelede bulunmamak şartıyla kendilerine bu
icazetnameyi verdik. Bu sene içinde kendilerine bağlı derviş ve müritlerin hepsi ziyarette
bulunabilirler. Ancak şunu da bildirmek isteriz ki, orada bulunan Hokkeş-zâde Muhammed
Ağa ile oturmayasuz. Çünkü onun tarikat erkanı sürmeye hakkı yokdur. Hak Seyyid Kazım
evlatlarından Seyyid Mustafa oğlu Seyyid Halil’in olduğundan, o tarafda bulunan Mehdî-zâde
Muhammed Dede ile beraberce Seyyid Mustafa ve evladı Seyyid Halil’den başka hiçbir
kimse ile oturmak ve durmak doğru değildir. Sizler ki bu tarikat yolunun yolcususunuz
hepiniz emrimizi Hak bilip bu zatlara itaat ediniz. Çünkü onlara itaat eden bizlere itaat etmiş
gibidir. 1330/1912 senesi Muharrem ayının 1. Günü.
Fakirlerin Hizmetçisi Fakirlerin Hizmetçisi
Kazimiye Dergahı Şeyhi Hazreti Hüseyin Dergahı Şeyhi
Mühür Es Seyyid Hüseyin
İcazetname -3
Bismi’l-lahi’r-rahmâni’r-rahîm
Elhamduli’l-lahi’l-lezi ceale kulûbe’l-ârifîn hazâine hikmetihi ve sudûra’l-muhakkikîn
mişkâti hidayetihi ve ehde’l-mü’minîne’l-muvahhidîn bi-mutâbeatihim ma’a inâyeti ve
salla’l-lahu ale’n-nebiyyi’l-ümmiyyi’l-Hâşimîyi’l-Kureşî Muhammed ve âlihi ve sahabetihi
emma ba’d bâis-i tahrîr-i icazet ve bâde-i tasdîri ziyaretname oldur ki Seyyid Kazım
evladından Seyyid Mustafa bin Seyyid Musa Dede bu kerre zübde-i evlad-ı şâh-ı velayet ve
mazhar-ı envar-ı esrarı imamet Hünkar el-Hac Muhammed Bektaş Veli kuddise sırrıhul âli
efendimiz hazretlerinin dergah-ı feyz-i iktinah-ı kudsiyelerini ziyaret niyyet-i halisanesiyle
gelüp makam-ı müteberrike cenab-ı pir-i müşarünileyhi ziyaret ve yedinde bulunan
icazetnamenin usul-i kadimesi veçhile tecdîden mutâlebet itmiş olduğundan ahkâm-ı şeriat-ı
garra ve âdâb-ı tarikat-ı aliyye muktezâ-yı mucibince hareket itmek ve selef-i sâlihînin eser-i
şeriflerince gitmek üzere iş bu bir kıt’a icazetnameyi dervişânemiz yedine i’ta kılınmışdır.
Sen ki mumaileyh Mustafa Dede’sin gerektir ki mantuk-ı icazetname mucibince amel ve
hareket ve mugâyir-i ahkâm-ı şeriat ve muhalif-i erkân-ı tarikat olan hâlâttan mücanebet ve
evkât-ı hamse ve eyyâm-ı mahsûsada padişah-ı İslam-penah efendimiz hazretlerinin tezâyüd-i
ömr ve ikbâl-i şâhâneleri ed’iyesine müdâvemet idesin ve sizler ki mumaileyh Seyyid Kazım
Dede ocağına müteallik mürîdân ve muhibbânsınız gerekdir ki sizler dahi mumaileyh Seyyid
Mustafa Dede’ye ahkâm-ı şeriat ve âdâb-ı tarikat üzere mütâbaat idüb sülehâ-yı ümmet ve
üdebâ-yı eslâf zevi’l-himmet sünen-i seniyyeleri üzere gidüp (silik) ve mugayir bir takım
hâlât-ı nâ-radiyyeden mübâadet idesiz ve’s-selamu alâ meni’t-tebea’l-Hüdâ tahrîran fi
yevmi’l-hâmis ve’l-işrîn şehr-i Rebîu’l-Âhir li sene ihdâ ve selâse mie ve elf an hicreti men
lehu’l-izz ve’ş-şeref
Fi 15 Rebiul ahir sene 1301/1892
Hâdimu’l-fukara es-Seyyid Ahmed Cemalu’d-din an evlad-ı Hacı Bektaş Veli
Günümüz Türkçesine Çevirisi
Ariflerin kalplerini, hikmetlerinin hazinesi yapan, kendisine hakkıyla inananların gönüllerini,
hidayetinin çerağı kılan ve kendisine inananları, kendilerine bahşettiği yardımıyla doğru yola
ileten Allah’a şükürler, Kureyş’in Haşimi kolundan olan Muhammed Mustafa ve onun
ailesine arkadaşlarına selam olsun.
Bu icazetname ve ziyaretnamenin yazılmasının sebebi şudur: Seyyid Kazım evlatlarından
Seyyid Musa Dede oğlu, Seyyit Mustafa, Şah-ı Velayet Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin
kabrini ziyaret ettikten sonra, elinde daha önceden bulunan icazetnamenin aynısının yazılarak
yenilenmesi talebinde bulunmuşlardır. Biz de şeriat hükümlerine, tarikat kurallarına ve
geçmiş evliyalara aykırı muamelede bulunmamak şartıyla kendilerine bu icazetname verdik.
Sen ki Mustafa Dede’sin şeriat kurallarına ve tarikat erkanına aykırı bir davranışta
bulunmayasın, beş vakit nazmazlarında ve belirli günlerde tutulan oruçlarda padişah
efendimiz hazretlerinin ömrünün uzun olması ve devletlerinin devamı için duaya devam
edesin. Ve sizler ki Seyyid Kazım Dede Ocağı’na bağlı müritler ve onu sevenlersiniz, sizler
de Seyyid Mustafa Dede’ye şeriat ve tarikat kurallarına bağlı kalması ve geçmiş evliyaların
yollarını bırakmaması şartıyla itaat ediniz ve hoş olmayan bir takım davranışlardan sakınınız.
Selam doğru yolu bulanların üzerine olsun. 1301/1884 senesi Rebiu’l-Âhir ayının 15’i.
Fakirlerin hizmetçisi, Hacı Bektaş Veli evladından Seyyit Ahmet Cemalettin
İCAZETNAME-4
Elhamdüli’l-lahi’l-lezi ceale kulûbe’l-ârifîn hazâine hikmetihi ve sudûra’l-muhakkikîn
mişkâti hidayetihi ve hede’l-mü’minîne’l-muvahhidîn bi-mutâbeatihim ma’a inâyetihi ve
salla’l-lahu ale’n-nebiyyi’l-ümmiyyi’l-Hâşimîyyi’l-Kureşî Muhammed ve âlihi ve usratihi
emma ba’d bâis-i tahrîr-i icazet ve bâde-i tasdîri ziyaretname oldur ki, Seyyid Kazım
evlatlarından es-Seyyid Mustafa bin Seyyid Musa Dede bu kerre zübde-i Emirü’l-mü’minin
Ali bin Ebi Talib ve Hüseyn bin Ali kuddise sırruhu’l-a’lâ efendimiz hazretlerinin dergah-ı
füyûzat-panâh-ı âlilerini ziyaret niyet-i halisasıyla gelüp makam-ı mübareke-i müşarünileyhi
ziyaret idüb bir kıt’a icazetname-i dervişânemiz mütâlebet itmüş olduğunda ahkâm-ı şeriat-
garra ve âdâb-ı tarikat-ı aliyye muktezâ-yı âliyesince hareket itmek ve selef-i sahisîn 1 eser-i
şeriflerince hareket itmek üzere işbu bir kıt’a icazetname dervişânemiz yedine i’tâ kılınmışdır.

1
sâlihîn
Bu sene-i mübarekede dergâh-ı âliye gelüp yedinde bulunan icazet ve ziyaretname mucibince
cemaat umûmen tâlibân ve mürîdân olarak cümle kendülerinün meâlidür. Halbuki içlerinden
iki aded sâyiriler (...)inhâ olunur ki Hokkeş-zâde Muhammed Ağa ile oturmayasuz bir gûne
hakkı yokdur. Hak Seyyid Kazım evlatlarındandır. Seyyid Mustafa mahdumı Seyyid Halil’in
olduğından ol tarafda bulunan Mehdî-zâde Muhammed Dede ile beraberce Seyyid Mustafa ve
mahdumu Seyyid Halil’den mâada hiçbir kimesne ile oturmak ve durmak erkan değildir ve
sizler ki tâlibân ve mürîdân olanlar cümleniz emrimizi hak bilüp bu zatlara itaat ve riâyet
idesiz. Bizlere itaat ve riâyet itmiş gibidir ves-selam. Fi 1 Muharrem sene 1330/1912
Hâdimü’l-fukarâ Hâdimü’l-fukarâ

Post-nişîn-i Kazimiye post-nişîn-i Şehid-i Kerbela


Mühür

Günümüz Türkçesine Çevirisi


Ariflerin kalplerini, hikmetlerinin hazinesi yapan, kendisine hakkıyla inananların gönüllerini
hidayetinin çerağı kılan ve kendisine inananları kendilerine bahşettiği yardımıyla doğru yola
ileten Allah’a şükürler, Kureyş’in Haşimi kolundan olan Muahammed Mustafa ve onun
ailesine de selam olsun.
Bu icazetname ve ziyaretnamenin yazılmasının sebebi şudur: Seyyid Kazım evlatlarından
Seyyit Musa Dede oğlu ,Seyyit Mustafa, Emiru’l-Mü’min Ebu Talib oğlu Ali ve Ali oğlu
Hüseyin (sırları Allah katında kutsansın) efendimiz hazretlerinin dergah-ı şeriflerini ziyaret
ettikten sonra bizden bir icazetname talebinde bulunmuşlar, şeriat hükümlerine, tarikat
kurallarına ve geçmiş evliyalara aykırı muamelede bulunmamak şartıyla kendilerine bu
icazetname verilmiştir. Bu sene içinde kendilerine bağlı derviş ve müritlerin hepsi ziyarette
bulunabilirler. Ancak şunu da bildirmek isteriz ki, Hokkeş-zâde Muhammed Ağa ile
oturmayınız. Onun tarikat erkanı sürmeye hakkı yoktur. Hak, Seyyid Kazım evlatlarından
Seyyid Mustafa oğlu Seyyid Halil’in olduğundan o tarafda bulunan Mehdî-zâde Muhammed
Dede ile beraberce Seyyid Mustafa ve evladı Seyyid Halil’den başka hiçbir kimse ile oturmak
ve durmak doğru değildir. Sizler ki bu tarikat yolunun yolcususunuz, hepiniz emrimizi hak
bilip bu zatlara itaat ediniz. Çünkü onlara itaat eden bizlere itaat etmiş gibidir. 1330/1912
senesi Muharrem ayının 1. Günü.
Fakirlerin Hizmetçisi Fakirlerin Hizmetçisi
Kazimiye Dergahı Şeyh Hazreti Hüseyin Dergahı Şeyhi
Mühür
İCAZETNAME-5
tuğra :
Elhamduli’l-lahi’l-lezi ceale kulûbe’l-ârifîn hazâine hikmetihi ve sudûra’l-muhakkikîn
mişkâti hidayetihi ve hede’l-mü’minîne’l-muvahhidîn bi-mutâbeatihim ma’a inâyetihi ve
salla’l-lahu ale’n-nebiyyi’l-ümmiyyi’l-Hâşimîyyi’l-Kureşî Muhammed ve âlihi ve ashabihi (
1 kelime yırtık) emma ba’d bâis-i tahrîr-i icazet ve bâde-i tasdîri ziyaretname oldur ki, Seyyid
Kazım-zade es-Seyyid Mustafa bin Seyyid Musa Dede bu kerre zübde-i Şah-ı Velayet ve
mazhar-ı esrar-ı imamet Seyyidü’ş-Şüheda İmam Hüseyn Efendimiz Hazretlerinin merkad-ı
pür-nur-ı âlilerini ve dergah-ı iktinah-ı kudsiyelerini ziyaret niyet-i hâlisasıyla gelüp ol
makam-ı melaik-penah-ı müşarünileyhanın ziyaret ve yedinde bulunan icazetnameler
mucibince bir kıt’a icazetname-i dervişânemizi mütâlebet itmüş olduğundan ahkâm-ı şeriat-ı
garra ve âdâb-ı tarikat-ı aliyye muktezâ-yı (âliyesince hareket) 2
itmek ve selef-i salihinin
eser-i şeriflerince gitmek üzere işbu icazetname-i dervişânemiz yedine i’tâ kılınmışdır. Sen ki
mumaileyh Mustafa Dede’sin gerektir ki mantûk-ı icazetname mucibince amel ve hareket
idesin. Ahkam-ı şeriat ve muhalif-i erkan-ı tarikat olan hâlâttan mücanebet ve sizler ki muma
ileyh Seyyid Kazım Dede Ocağına müteallik müridan ve muhibban ve müntesibansınız.
Gerektir ki sizler dahi mumaileyh Seyyid Mustafa Dede (yırtık) ahkam-ı şeriat ve âdâb-ı
tarikat üzere mütâbaat idüp (silik) ve udebâ-yı eslâf-ı muhtereme-i âli himmet sünen-i
seniyyeleri üzere gidip muhalif ve mugâyir bir takım hâlât-ı nâ-mardiyyeden mücanebet
(yırtık) idüp ve sizler ki (yırtık) ocağı ve Çınarlar(Hınarlar) karyesi ve Mesri karyesi
ahalisisiniz mumaileyhi Seyyid Mustafa (yırtık).ahkam-ı şeriat ve adab-ı tarikat üzere
mütebaat idesüz ve’s-selamu alâ meni’t-tebea’l-Hüdâ tahrîran fi yevmi’l-hâmis ve’l-işrîn
şehr-i Muharremu’l-Haram sene el-hadi ve’s-selâsun bade selase mie ve elf 1331/1912 min
hicreti men lehu’l-izzi ve’ş-şeref salla’l-lahu aleyhi ve sellem
Hadimu’l-fukara Çerağdar-ı Seyyidu’ş-Şüheda Postnişin-i Dergah-ı Musa Baba an evladı
Seyrek Basan –mühür 1 Muharrem el-Haram sene 1331
Günümüz Türkçesine Çevirisi
Ariflerin kalplerini, hikmetlerinin hazinesi yapan, kendisine hakkıyla inananların gönüllerini,
hidayetinin çerağı kılan ve kendisine inananları kendilerine bahşettiği yardımıyla doğru yola
ileten Allah’a şükürler, Kureyş’in Haşimi kolundan olan Muahammed Mustafa ve onun
ailesine arkadaşlarına selam olsun.
Bu icazetname ve ziyaretnamenin yazılmasının sebebi şudur: Seyyid Kazım evlatlarından
Seyyid Musa Dede oğlu, Seyyist Mustafa, şehidlerin efendisi Ali oğlu Hüseyin Efendimiz
Hazretlerinin dergah-ı şeriflerini ziyaret ettikten sonra, bizden elinde daha önceden bulunan
icazetnamenin aynısının yenilenerek verilmesini istemiş olup, biz de şeriat hükümlerine,
tarikat kurallarına ve geçmiş evliyalara aykırı muamelede bulunmamak şartıyla kendilerine bu
icazetnameyi verdik. Sen ki Mustafa Dedesin. Şeriat kurallarına ve tarikat erkanına aykırı bir

2
Diğer belglerden tamamlanmıştır.
davranışta bulunmayasın ve sizler ki bu yolun müritleri ve onun sevenlerisiniz hoş olmayan
bir takım davranışlardan sakınınız. Sizler ki Kazım Dede Ocağına bağlı Sarılar ve
Meseyri(Kuzuyatağı) Köyü halkısınız Seyyid Mustafa Dede’ye şeriat ve tarikat hükümlerine
uyduğu sürece itaat ediniz. Selam doğru yolu bulanların üzerine olsun. 1331/1912 senesi
Muharrem ayının 25. günü.
Fakirlerin hizmetçisi
Evlad-ı Seyrek Basan, şehitlerin şehidinin Çerağdarı, Musa Dede dergahı postnişini -mühür
Dilekçe
Kazimiye Kazası Niyâbet-i Şer’îsine,
Faziletlu Efendim Hazretleri,
Müstakil Urfa Sancağı müdâfâtından ve Rum Kale Kazası ahalisinden Molla Mustafa Dede
Efendi orada bulunan merâkıd-ı mübareke ve makâmât-ı âliyeyi ziyaret itmek kasdıyla İmam
Kazım Efendimizin ziyaretine azimet itmüş ve kendisi şâyân-ı ihtiram zevattan bulunmuş
olduğundan mumaileyh hakkında hürmet ve umûr-ı husûsâtınca müsâade-i fâdilânelerinin
erzân buyurulması temenniyâtıyla tevcih-i mecdiye ibtidâr olundu efendim. Fi 6
Muharremü’l-Haram sene 1331 fi 2 Kanun Evvel sene 1328/1912 Kerbela ……. Muhammed
Fevzi Efendi
Günümüz Türkçesine Çevirisi
Kazimiye Kazası Mahkemesine
Muhterem Efendim ,
Urfa Sancağına bağlı kazalardan Rum Kale Kazası halkından Molla Mustafa Dede Efendi,
orada bulunan mübarek mezar ve makamları ziyaret etmek amacıyla İmam Kazım Efendimizi
ziyaret için yola çıkmıştır. Kendisi saygın kişilerdendir. Her konuda yardımınızı
esirgememeniz için size bu dilekçeyi yazdım efendim. 1331/1912 yılı, Muharrem ayının 6’sı.
Kerbela ……. Muhammed Fevzi Efendi
Temessük
Bu kerre Kazimîn evlatlarından Mustafa Ağa cedd-i âlâmız Hacı Bektaş Veli kuddise
sırruhu’l-âli efendimiz hazretlerinin dergah-ı şerifine gelip ziyaret itmiş evvelce zuhura gelen
yolsuz ve münasebetsiz hallerinden rücu iderek ba’demâ selef-i sâlihînin eserlerine tabiyyet
iderek harekette bulunmak üzere va’d-i ikrarda bulunmuş ol tarafta mumaileyhin icazetine
müteallik bulunan taraflardan hakkında hürmet ve muâvenet-i lâzimenin icrâ-yı tevcihine ve
iş’ârına iş bu bir kıt’a tahrirat yedine i’tâ edilmişdir fi 26 teşrin-i sânî 323/1907
Mühür: Hâdimü’l-fukara Ahmed Cemalu’d-din an evlad-ı Hacı Bektaş Veli

Günümüz Türkçesine Çevirisi:


Kazım evlatlarından Mustafa Ağa, Büyük dedemiz Hacı Bektaş Veli efendimizin dergahına
gelerek ziyarette bulunmuş ve daha önceleri yaptığı bazı uygunsuz hareket ve işlerden geri
döndüğü ve bundan sonra dedelerinin yolundan ayrılmayacağına dair söz vermiştir. O
taraflarda kendisine bağlı olan bağlılarının artık ona hürmet ve yardımlarını esirgememeleri
için kendisine bu belge verilmiştir. 1323/1907 yılı Teşrini Sani ayının 26. günü.
Mühür: Fakirlerin hizmetçisi Hacı Bektaş Veli evladı Ahmet Cemalettin
Şecere – 1
Büyük tuğranın ortasında : Muhammed Rasulu’l-lah Ali veliyu’l-lah
Büyük tuğranın kenarlarında: 12 imamın isimleri yazılıdır.
Sonda Şam Nakibü’l-Eşraflığından Ali ibni Muhammed el-Huseynî el-Hanefî‘nin 10
Ramazan 990 tarihli vakıf kaydı vardır.
Sonda yan yazılan bölüm:
Elhamduli’l-lahi’l-kebir ellezî ……ve nazara halaka’l-eşyâi bi-kudretihi ve huve alâ külli
şey’in kadîr ve’s-salavâtu Muhammedin ve alâ âlihi’t-tâhirîn ve sahbihi ecmaîn emmâ bu
sütûr tahrîrinden murâd oldur ki mü’min-i sâdık ve ihlâs es-Seyyid Kâzım ibni Seyyid (yırtık)
baş açık, yalın ayak, ciğeri püryan gözleri giryan Rakka diyarından azm idüb gelip hâk-ı pâye
yüzler ve gözler sürüp kemâ yenbagî ziyaretler idüp dualar eyledi. Duası kabul, niyazı
makbul oldukda (silik) taksim idüp sual olundukda Seyyid Muhammed evladıyım didikde
deftere nazar olunup Seyyid Muhammed mestur bulunup sual olundu ki senin Seyyid
Muhammed evladı olduğun neden malumdur didikde ol zaman kapıda Kemahlı cemaati Şah
Kulu ve Derviş Ahmed ve Derviş Ali hazır olup dediler ki bizler biliriz ve şehadet-i li’l-lah
ideriz Seyyid Kazım Seyyid (......) evlatlarıdır didikde şehadetleri makbul olup Seyyid
Kazım’ın ismi resmi şecereye kayd olunup baş deftere nazar olunup Seyyid Muhammed’in
üzerinde Çepni ve Oğlaklı cemaati kaydı bulunup ondan sonra Seyyid Kazım’a müteveccih
olunup şecereye kayd olundu Rakka civarında sakin olan Çepni cemaat-i mezbur ve ….
cemaat-i Mezbur ve Bayındır cemaati ve Kadirli cemaati mezbur (silik) cemaat-i
Bekilli(yekilli) (Benli) nakl olundu yine talep olundukda nazar olundu gerektir ki Seyyid
Kazım cenabınız ile müşerref olundukda (silik) Kamil bin Seyyid Muhammed bendelerinin
olup bunun ile edeb-i riayet ve hürmet ile merkuma teslim olunup Çâr-ı Yâr-i İzâm Hazreti
Muhammed Mustafa Aliyyu’l-Murteza İmam Hasan ve Huseyin ……evlatlarından olup iş bu
şecereye kayd ve şerh virilmişdir fi şehri Recep sene hamsen ve sebine ve tisamie (975)
Günümüz Türkçesine Çevirisi
Kudretiyle kullarını besleyen, hikmetiyle onları yetiştiren, kullarının içinden peygamberler,
veliler, temiz nefis sahipleri çıkaran sonra kulları arasından Muhammet Mustafa’yı-en güzel
selam en güzel övgü ve ihtiram ona olsun- Abdulmuttalip’in sülalesinden, Haşim’in neslinden
ve Kureyş’in içinden en şerefli ve en temiz bir soydan peygamber olarak seçen, onu tüm
insanlara bir müjdeci, bir uyarıcı, aydınlatıcı bir lamba gibi Allah’a çağıran bir kul olarak
bizlere gönderen Allah’a şükürler olsun.
O yüce Resul buyurdu ki; “Yüce Allah İsmail Oğullarından Kinane oğullarını, onlardan
Kureyş‘i Kureyş’ten Haşim Oğullarını ve Haşim Oğullarından da beni seçip çıkarmıştır”.
Ondan sonra da âriflerin kıblesi, tüm taliplerin arzuladığı kişi olan Hasan ve Hüseyin’in
babası Ebu Talib’in oğlu Ali’yi –selam ve duaların en güzeli ona olsun- seçmiştir. Bu durumu
peygamber efendimizin şu Hadis-i Şerifi şöyle bildirmektedir; “Allah Teala beni ve Ali’yi
Adem yaratılmadan 2000 yıl önce bir tek nurdan yaratmıştır. O, Adem’i yaratınca bizleri
onun omurgasına yerleştirdi. Sonra bizleri nesilden nesile taşıyarak Abdulmuttalip’in
omurgasına yerleştirdi. Onun üçte biri Abdullah’a geçti ki ben ondan doğdum, üçte biri Ebu
Talip’e geçti ondan da Ali oldu, sonra da benim neslimden Fatıma geldi. Sonra Ali ve
Fatıma’yı Allah bir araya getirerek onlardan Hasan ve Hüseyin doğdu.”
Yine selamların en güzelinin üzerine olduğu yüce Resul şöyle buyurmuştur; “Allahü
Teala her peygamberin neslini yine o peygamberden devam ettirmiş benimkini ise Ebu Talip
oğlu Ali’den devam ettirmiştir”. Ve yine buyurmuştur ki; “dünyadaki bütün nesiller, soylar
tükenir ama benim ki ne kesilir ne de kesintiye uğrar”.
Bütün bu Hadis-i Şeriflerden ve silsile yoluyla gelen haberlerden anlıyoruz ki
soyların en temizi, peygamberlik ağacının dalları, fazilet ve kerem sahibi olan kişiler Ali’nin
soyundan gelen kişilerdir. Onlar hakkında söz söyleyen bir şair şöyle der;

“Sözlerinin en güzellerini
Söz söyleyenler size söyler
Dedeniz Resul, anneniz Betül
Size övünç olarak bu söz yeter

Kur’an size bir hakikat olarak indirildi


Bu, fazilet ve övünç olarak size yeter.”

Yukarıda ifade edilen bu dua ve methiyelerden sonra;


Bu belgenin yazılma sebebi; kerem sahibi, Abdu’l-Menaf Oğullarının en yücelerinden ve
peygamberin kıymetli evlatlarından Seyyid İbrahim Besus oğlu el-Murteza oğlu Şemsu’d-din
oğlu Şehabu’d-din oğlu Seyyid Şemsu’d-din’in –Allah Seyyitliğini ebediyete kadar baki
kılsın- temiz bir soya sahip olduğunun tespitidir. Onun temiz bir soya bağlı olduğu güneş
kadar parlak ve açık bir şekilde bilinmiştir. Alevi Seyyitlerinin soy şecere defteri
incelendiğinde ve gerekli isimlerin kontrolleri yapıldığında, ilgili deliller incelendiğinde
onun soyunun şüphe götürmeyecek bir şekilde Ali –Allah yüzünü daima ak etsin-‘ye
dayandığı görülmüştür. Bu şecere Hazreti Hüseyin Dergahında, 974/1567 yılı Şevval ayının
başlarında yazılmıştır.
Seyyit Şemseddin’in soy şeceresi söyledir;
es-Seyyid Şemseddin’in babası es-Seyyit Şihabu’d-din, onun babası Şemseddin
ibni’l-Murteza, onun babası es-Seyyid İbrahim el-Busûs, onun babası Ali Şerif, onun babası
Hüseyin Şerif, onun babası Cehneşâh, onun babası Muhammed Şerif, onun babası Ali Şerif,
onun babası Ebu Şücâ Şerif, onun babası Ebu’l-Kâsım Şerif, onun babası -Hasan Şerif, onun
babası Musa Şerif, onun babası Ali Şerif, onun babası Muhammed Şerif, onun babası Ahmed
Şerif, onun babası Musa Şerif, onun babası Muhammed Şerif, onun babası Ali Şerif, onun
babası Musa Şerif, onun babası Cafer Şerif, onun babası Muhammed Şerif, onun babası Ali
Şerif, onun babası el-Hüseyin, onun babası el-Murteza Ali, onun babası Ebu Tâlib kerrema’l-
lahu teâla vechehu radiya’l-lahu teâla anhu, onun babası Abdü’l-Muttalib, onun babası
Haşim, onun babası Abdi Menâf, onun babası Kusay, onun babası Kelb, onun babası Murre,
onun babası Ka’b, onun babası Luey, onun babası Gâlib, onun babası Fihr, onun babası
Mâlik, onun babası Nidar, onun babası Kinane onun babası Huzeyme, onun babası Mudrike,
onun babası İlyas, onun babası Mudar, onun babası Nezar, onun babası Ma’d, onun babası
Adnan, onun babası Ud, onun babası Eded, onun babası Elyesa, onun babası el-Humeysa,
onun babası Yeşhab, onun babası Selman, onun babası Nebse, onun babası Kaydar, onun
babası İsmail, onun babası İbrahim, onun babası Azer, onun babası Nahur, onun babası
Nahud, onun, babası sâruh, onun babası Argon, onun babası Kani, onun babası Amir, onun
babası Hud, onun babası Şâlih, onun babası Erfahşd, onun babası Sâm, onun babası Nûh
aleyhisselam, onun babası Müteveşlih, onun babası İdris aleyhisselam, onun babası Perd,
onun babası Mehlâyil onun, babası Kaynân, onun babası Anûş, onun babası Şid aleyhissalatu
vesselam, onun babası Ebu’l-Beşer Adem Allah’ın selamı üzerlerine olsum.
Allah Ehl-i Beyt’ten ve onu sevenlerden razı olsun .
Bu konuda gelen bir şiirde şöyle denilmiştir:
Bir soy ki, sanki güneşin nurları onun üzerinde
Bir soy ki, sanki sabahın süzülen ışıkları onun direkleri
Bir soy ki, Muhammed ve onun ailesiyle tertemiz
Bir soy ki, o tertemiz ve temizlerle sürekli yenilenir
Bir soy ki, nurları inci taneleri gibi parlamakta
Bir soy ki, tüm canlılar arasında övülmüş ve mübarek
Bir soy ki, ey insan! onu kabullen ve onlara tevazu göster
Bir soy ki, yüzünü onlara çeviren mutlu ve huzurlu yaşar
Ey Tâhâ ailesi 3! sizdedir tüm marifet

3
peygamber ailesi. Tâ Hâ peygamberimize verilen isimlerden biridir.(http://www.dinimizislam.com.)
Seyitlik bayrağı asla düşmeyecek yeryüzünde
Dedeniz Mustafa’nın soyundan gelenler oldukça
Allah’ın selamı ve en güzel dua onun üzerine oldukça.
Tüm İslam beldelerinden gerek Nükeba gerek Hakim gerek alim gerek Vezir ve
gerekse de Sultan olsun vicdan sahibi, Allah’tan ve o karşılaşma gününden korkan hiçbir
kimse bu şecereye itiraz etmesin. Bu soy sahiplerine ikram ve izzette bulunanlara Allah da
ikram ve izzette bulunsun. Kim bunlara saygı ve hürmet gösterirse onların baba ve dedelerine
göstermiş gibidir. Kim böyle yaparsa Allah da ona bunun karşılığını ahirette kat kat versin,
onu salih kullarıyla beraber diriltsin. Şükür Allah’a ve selam ve duaların en güzeli de
Muhammet Mustafa’ya ve onun ailesine ve arkadaşlarına olsun. Bu şecerenin yazılması ve
imzalanması 974/1567 yılını Şevval ayının başında olmuştur.
Bu olaya aşağıdaki kişiler şahittir
Abdi’l-Vâhid oğlu Kasım

Muhammed oğlu es-Seyyid Hamza


Muhammed oğlu es-Seyyid Latif
Haşim oğlu es-Seyyid Kasım
Yusuf oğlu es-Seyyid İsa
Mahmud oğlu es-Seyyid İbrahim
Muhammed oğlu es-Seyyid Ahmed
İbrahim oğlu es-Seyyid Vakkas
Ve orada bulunan ismi yazılamayan Şerifler ve diğer insanlar.

Şecere: 2 Günümüz Türkçesine çevirisi


(Belge baştan eksiktir. Bu eksikliğin belgenin daha sonraki bölümlerine bakılarak tahminen
iki sayfa olabileceği düşünülmektedir. Bu bölüm muhtemelen peygamber efendimizin
doğumu, yaşı, sülalesinin yer aldığı bir bölüm olmalıdır. Belge peygamberimizin
çocuklarıyla ilgili bölümle başlamaktadır.)
…..Allah Resulü onu çok severdi. O, Hatice’den olan son evladıydı. Peygamberin bütün
çocukları Hatice’dendi. Sadece İbrahim, Mariya’dandı. peygamber Hatice ile evlendiğinde
yirmi beş yaşındaydı. Önce ondan Kasım doğdu. Daha sonra kızları Rukiyye, Zeynep, Ümmü
Gülsüm ve Fatıma doğdu. Erkek çocuklarının en büyüğü Kasım kızlarının en büyüğü ise
Rukiye idi. Rukiye’nin küçüğü Zeynep, onun küçüğü Ümmü Gülsüm, onun küçüğü ise
Fatıma’dır. Peygamber hayatta iken Fatıma hariç bütün çocukları vefat etmiştir. Fatıma’nın
doğumunun peygamberlik gelmeden beş yıl önce olduğu söylenmektedir. Fatıma, Ali ile
hicretin ikinci yılında evlendi. Zilhicce ayında düğünleri oldu ve Fatıma’dan Hasan ve
Hüseyin doğdu. Diğer çocukları Muhsin doğum esnasında öldü. Kızları Zeynep, Cafer oğlu
Abdullah ile evlendi ve onun yanında öldü. Ümmü Gülsüm ise Hattab oğlu Ömer ile evlendi
ve çocukları oldu. Ömer şehit edilince Cafer oğlu Avn ile evlendi. Ama bu evliliğinden
çocuğu olmadı. Avn ölünce Ümmü Gülsüm, Cafer oğlu Muhammet ile evlendi ve bu
evliliğinden de çocuğu oldu. Muhammet de ölünce Cafer oğlu Abdullah ile evlendi ve kızı
Zeynep öldükten sonra kendisi de Abdullah’ın yanında vefat etti ve evliliğinden de çocuğu
olmamıştır.
Rukiye’ye gelince, onun henüz akıl baliğ olmadan öldüğü söylenir. Allah Rasulü Fatıma ile
Ali’yi evlendirdiğinde Ali 18 yaşındaydı. Daha önce bahsedildiği gibi bu olay hicretin 2.
yılında cereyan etmişti. Fatıma hicretin 3. Yılında Hasan’ı dünyaya getirdi. Ondan hemen
sonrada Hüseyin doğdu. Aralarında sadece 9-10 aylık bir süre vardır. Fatıma akıl ve din
bakımından kadınların en mükemmeliydi. Onun bu derecesine sadece İmran kızı Meryem,
Firavnun karısı Asiye, Huveylid kızı Hadice erişebilir. Çünkü olgunluğun tüm özellikleri
onda mevcuttu. Fatıma, Allah’ın Resulü’nden birkaç ay sonra vefat etmiştir. Ölümü Hicretin
11. Senesi Ramazan ayında henüz 28 yaşında iken olmuştur. Cenazesini bizzat müminlerin
emiri Hazret-i Ali yıkamış ve Hazret-i Abbas cenaze namazını kıldırmıştır. Cenazesi
geceleyin Cennetu’l Bâki’ ye defnedilmiştir. Allah Rasulü 63 yaşında vefat etmiş olup Fatıma
da ondan sonra 28 yaşında vefat etmiştir. Muhammd kelimesinin harfleri beştir, Hatice 5,
torunları Hasan 5, Hüseyn 6 Ali ve Fatıma 8, toplam 28 harftir ki onun ömrü de 28 senedir.
12 İmamın konusu 12 kısımdır :
1. Bölüm: Ali el Murteza, 2. Bölüm: Hasen et-Taki, 3. Bölüm: Hüseyin ez-Zeki, 4.
Bölüm: Zeynul Âbidin, 5. Bölüm: Muhammed Bakır, 6. Bölüm: Cafer-i Sadık, 7.
Bölüm: Musa el-Kazım, 8. Bölüm:Ali er-Rıza, 9. Bölüm: Muhammed el-Kani’, 10.
Bölüm: Ali el-Mütevekkil, 11. Bölüm: Hasan el-Halis, 12. Bölüm: Muhammed el-
Hucce.
Birinci Bölüm: Müminlerin Emiri, Ebu Talip oğlu Ali

Doğumu: Farisi aylara göre 910 yılının Recep ayının 23. günü doğmuştur. Onun
Kabe’nin içinde doğduğu söylenir. Doğumu Allah Rasulü’nün Hatice ile evlenmesinden
üç yıl sonra gerçekleşmiştir ki peygamberin yaşı o sene 28 idi. Allah Resulüne vahiy
indiğinde Ali henüz ergenlik çağına gelmemişti.
Soyu: Baba tarafından soyu : Abdu Menaf oğlu, Haşim oğlu, Abdulmuttalip oğlu, Ebu
Talip oğlu, Ali.
Ali’nin de Muhammed’in de dedesi Abdul Muttalip’tir. Abdullah, Muhammed’in babası,
Ebu Talip de Ali’nin babasıdır. Abdullah ve Ebu Talib’in babası ise Abdulmuttalip’tir.
(Ali’nin) Annesi: Baba tarafından annesinin soyu şöyledir: Âyed el Mahzevi el Kureyşi
oğlu Ömer kızı Fatıma. Anne tarafından ise: Abdu Menaf oğlu Haşim oğlu Esed kızı
Fatıma. Annesi Fatıma ve Ebu Talip, Abdu Menaf oğlu Haşim’de birleşmektedirler.
Annesi Müslüman olduktan sonra hicret etmiştir. Onun, Ali’den başka Cafer ve Akil ve
Talip isminde üç oğlu daha vardı. Bu dört kardeş anne baba bir öz kardeşlerdi.
İsmi, lakabı ve künyesi: İsmi Haydar idi. Allah Rasulü ona Ali ismini vermiştir.
Lakapları ise, el-Murteza, Emiru’l müminin, el-Vasi, ’dir. Künyesi, Ebu’l-Hasen ve Allah
Rasulü’nün kendisine verdiği Ebu Turab’tır. Kendisi Ebu Turab lakabını çok sever ve bu
lakapla çağırıldığı zaman çok mutlu olurdu.
Sıfatları: Ali, yapılı, hafif şişman, iri gözlü, kısaya yakın boylu, hafif göbekli, sık saçlı,
geniş sakallı, ileriki yaşlarında beyaz saçlı ve sakallıydı. Alimlerin içinde İbni
Hanzala’dan başka hiçbir alim onun sakalını boyadığını haber vermemiştir. O (Hanzala)
şöyle demiştir: Ali’yi başka kimsede görmediğim bir tarzda sarı sakallı bir şekilde
gördüm. Konuşması Hazret-i Muhammed’e benziyordu. O sakalını bir kere boyadı daha
sonra bunu bıraktı bir daha boyamadı.
23 kişi Allah Resulü’nün şöyle dediğine şahit olduklarını söylemiştir: “Ben kimin
dostuysam Ali’de onun dostudur.” Peygamberin bu sözü şu ayetle pekişmektedir: “Zâlike
bi-ennellahe mevle’l-lezine âmenû ve enne’l-kafirine la mevlahum4.” Bu ayetin anlamı
şudur: “Allah inananların dostudur, kafirlerin ise bir dostu yoktur.”
Yine Allah Rasulü “Ali benden ve ben de Ali’denim” buyurmuştur. Allah Rasulü
Abdullah ve Amine’den, Ali ise, Ebu Talip ve Esed Kızı Fatıma’dan meydana gelmiştir.
Ve Allah bunları birbirine kardeş kıldı. Bunların kardeşlikleri gibi Ebu Bekir ve Ömer
arasında, Osman ve Abdurrahman bin Avf arasında, Talha bin Ubeydullah ve (…??..) el-
Avam arasında, Ebu Zeri’l-Gıfari ve Mi’dad bin Ömer arasında, Muaviye bin Ebu
Süfyan ve Hanat bin Zeyd el-Mucaşi arasında da böyle kardeşlik vardı. Bu bahsedilen
kardeşlik tamamen yardım ve birbirine musahiplik için olan bir kardeşliktir. Yine
peygamber efendimiz buyurmuştur ki “Ben ilmin şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır.”
Bir gün peygember efendimize onun hakkında ne düşündüğünü sordular. Buyurdu ki :
“Zikir iki zikir arasındadır. İslam iki kılıç arasındadır. Günah iki farz arasındadır.”
Bunun manası şudur: Birincisi, bir kul Allah onu hatırlamadığı sürece o da Allah’ı
hatırlayamaz. Böylece kulun zikri Allah ile kendi arasında yani iki zikir arasında
olmuştur. İkincisi, kafirler kılıç zoruyla Müslüman oluncaya kadar onlarla savaşılır.
Müslüman olduktan sonra da Müslümanlıktan çıkmak isterse de kılıç korkusundan geri
dönemez. İşte böylece İslam iki kılıç arasında olmuş olur. Üçüncü mana ise, kula günah
işlememesi farz kılınmış olmasına rağmen günah işlerse ona tövbe etmesi de farz
kılınmıştır. Yani günah iki farz arasındadır.
Onun çocuklarıyla ilgili bir bölüm:

4
Muhammed Suresi ayet 11.
Gerek alimler gerekse halkdan gelen haberlerde onun erkek ve kız çocuklarının sayısı
hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Bazı çocularının doğmadan öldüğü bazılarının
çok az yaşadığı rivayet edilir. Ancak Kitabu’s-Saf ve diğer güvenilir kitaplarda erkek
çocuklarının sayısının 14, kız çocuklarının sayısının da 19 olduğu olduğu söylenmektedir.
Erkek çocukları: Hasan, Hüseyin, Muhammed el-Ekber, Abdullah, Ebu Bekr, Abbas,
Osman, Cafer, Abdullah, Muhammed el-Asgar, Yahya, Avn, Ömer, Muhammed el-Evsat.
Kız çocukları: Zeynep el-Kübra, Ümmü Gülsüm el-Kübra, Ümmül Hasan, Remletu’l-
Kübra, Ümmü Hânî, Meymune, Zeynep es-Sugra, Remle es Sugra, Ümmü Gülsüm es-
Sugra, Rukiyye, Fatıma, İmame, Hatice, Ümmü’l-Kiram, Ümmü Seleme, Ümmü Cafer,
Cemane, Nefise ve ismi bilinmeyen bir kız çocuğu daha var ki o çok küçük yaşta vefat
etmiştir.
Başka bir rivayette ise, erkeklere bu sayılanlara ek olarak Muhsin isminde bir çocuk daha
eklenir ki bu çocuk Hasan ve Hüseyin’in öz kardeşidir, denilmektedir. Bunlardan Hasan,
Hüseyin, Zeynep, Ümmü Gülsüm Fatıma’dan olmuştur. Muhammed el-Ekber’in annesi Kays
oğlu Cafer kızı Havle’dir. Abdullah ve Ebu Bekir’in annesi Mesud kızı Leyla’dır. Abbas,
Osman, Cafer ve Abdullah’ın annesi Halit oğlu Haram kızı Ümmü’l-Benin’dir. Yahya ve
Avn’ın annesi Umeys kızı Esma’dır. Muhammed el-Evsat’ın annesi, Ebu’l As kızı
Ümame’dir. Bu Ümame, peygamberimizin kızı Zeyneb’in kızıdır. Hasan ve Remle’nin annesi
Urve kızı Saide’dir.
Öldüğünde üzerinde dört nikah bulunmaktaydı. Bunlar: Peygamberimizin Zeynep’ten torunu
Ümame, Mesud kızı Leyla et-Temimi, Umeys kızı Esma ve Ümmü’l-Benin.
Ölümü:
Doğumu ile ilgili bölüm yukarıda geçmişti. Ömrünün süresi ve tam ölüm günü hakkında bir
kaç rivayet vardır. İbni Mülcem’in onu şehit ettiği günün Cuma sabah’ı olduğu söylenmekle
beraber, Ramazan’ın onyedisi, onbiri, yirmisi ve yirmi üçü diyenler de vardır. Onun ölümü
Hicretin kırkıncı yılına denk gelmektedir ki bu durumda öldüğünde yaşı altmış beş
olmaktadır. Bazılarına göre bu altmış üç, bazılarına göre elli sekizdir. Bu söylenenlerden en
doğrusu el-Maruf’un Ali oğlu, Muhammed oğlu, Ebu Cafer’den naklettiği şu bilgidir: Ali,
altmış beş yaşındayken şehit edilmiştir. O, şehit edilince, oğulları Muhammed suyunu
dökmüş, Hasan ve Hüseyin onu yıkamıştır. Daha sonra kefenlenerek gece yarısı
defnedilmiştir. Mezarının, eviyle Mescid-i Azam arasında bir yerde olduğu söylenmektedir.
İkinci Bölüm: Ebu Muhammed, Ali oğlu Hasan, et-Taki
Doğumu:
Hicretin üçüncü yılında Medine’de doğduğu en doğru rivayettir. Doğduğunda peygamber
efendimiz onu kucağına alarak kulağına ezan okumuştur.
Soyu:
Hem kendisi hem de kardeşi peygamber efendimizin torunudur. Ve cennet gençlerinin
efendileridir. Dedeleri Allah’ın Rasulü, babaları ise, Ali’dir. Annesi, Peygamberimizin
kızı Fatıma Betül’dür.
Künyesi ve Lakabı:
Künyesi, Ebu Muhammed, lakabı ise, en çok et-Taki’dir. Peygamberimiz buyurdu ki,
“Allah’ım ben onu seviyorum ve onu seveni de seviyorum.” Ebu Hureyre der ki,
“Peygamber efendimiz bunu söyledikten sonra hiç kimse bana Ali oğlu Hasan kadar
sevimli gelmemiştir.”
Yine onun hakkında meşhur hadisçi Tirmizi Üsame bin Zeyd’den nakille şöyle rivayet
eder: “Rasulullah bir gün bir ihtiyacı için evinden çıkmıştı. Sonra ben ona rastladım.
Hasan ve Hüseyin dizlerine oturmuş olarak onu gördüm. Ve dedi ki: “Bu ikisi kızımın
çocuklarıdır. Ben bunları ve bunları sevenleri seviyorum.”
Yine Tirmizi onun hakkında Enes ibni Malik’ten nakille şöyle rivayet eder: “Hasan
göğüsten başa kadar olan kısımda peygambere benzerdi, Hüseyin ise, göğüsten aşağı
kısmı bakımından peygambere benzerdi.”
Başka bir rivayette ise, Hasan’ın beş kere yürüyerek hacca gittiği söylenmektedir.
Peygamberimiz buyurdu ki: “İnsanların helaki üç şeydendir: Kibir, hırs ve haset. Kibir,
dini mahveder, yok eder. Ve Şeytan onunla lanet eder. Hırs, insanın düşmanıdır. Adem
onun yüzünden Cennet’ten çıkarılmıştır. Haset, kötülüklerin anasıdır. Kabil Habil’i bu
yüzden öldürmüştür.”
Çocukları :
Onun çocuklarının sayısının on beş olduğu söylenmektedir. İsimleri şunlardır: Hasan,
Zeyd, Ömer, Abdullah, Abdurrahman, Ubeydullah, İsmail, Muhammed, Yakup, Cafer,
Talha ve Hamza ve Ebu Bekir ve Kasım.
Yaşı :
Hicretin kırkdokuzuncu yılında vefat etmiş olup vefat ettiğinde yaşı kırk yedi idi. Hazreti
Hasan kırk gün hasta yattı. Bazı günler kendisini evin salonuna çıkarıyorlardı. O,
“Allahım bu çektiğim acıların ve sıkıntıların karşılığını bana nimet olarak ver.” diyordu.
Üçüncü Bölüm: Ali Oğlu Hüseyin, ez-Zeki
Doğumu: Medine’de Şaban Ayının beşinde hicretin dördüncü yılında doğmuştur. Annesi
Fatıma Betül idi. Kardeşi Hasan’ın doğumundan elli gün sonra Fatıma’nın ona hamile
kaldığı rivayet edilir.
Künyesi ve Lakabı:
Hüseyin, Zeki lakabı ile bilinir. Fatıma dedi ki: “Rüyamda Resulullah’ı gördüm. Başı ve
sakalı toz toprak içindeydi ve ağlıyordu. Ne oldu ya Resulallah? diye sorduğumda,
Hüseyin’in şehit edildiğini gördüm. dedi.”
Çocukları:
Hazreti Hüseyin’in on altı erkek, dört kızı vardı. Erkek çocukları: Ali Ekber, Ali Evsat,
Ali Asgar, Muhammed, Abdullah, Cafer 5. Ali Ekber, şehit edildi. Ali Asgar, kendisine
küçükken bir ok isabet etti ve onu öldürdü. Kız çocukları ise, Zeynep, Ümmü Gülsüm,
Sekine ve Fatıma’dır.
Yaşı:
56 yaşında şehit edilmiştir. Hüseyin, kardeşleri ve eşleri susuzluktan ölmüşlerdir. Onun
şehit edildiği günün, Muharrem Ayında, aşure günü, Hicretin altmış birinci yılında, Cuma
gününe denk geldiği söylenmektedir. Irak’ın Kerbela bölgesinde defnedilmiştir.
Dödüncü Bölüm: Ebu Hasan, Hüseyin Oğlu Ali, Zeyne’l-âbidin
Zeynelâbidin, zahitlerin önde gelenlerinden ve Allah’tan hakkıyla korkanların efendisi,
Rasulullah’ın sülalesinden gelenlerin en temizlerin biridir.
Doğumu:
Zeynelâbidin, dedesi Ali’inin vefatından iki yıl önce, Hicretin otuz sekizinci yılında,
Şaban Ayının beşinde, Medine’de doğmuştur.
Soyu:
Babası Hüseyin, annesi Gazale’dir. Annesinin adının Sehzinan (Şehribanu) Yezd-i
Cerd’in kızı olduğunu söyleyenler de vardır.
Künyesi:
Ebu’l-Hasan, Ebu Muhammed ve Ebu Bekir künyeleri ile bilinir.
Lakabı:
Onun bir çok lakabı vardır. En meşhuru Zeynelâbidin’dir. Seyyidulââbidin, Zeki, Emin
lakaplarıyla da bilinir. Zeynelâbidin diye lakap verilmesini sebebi şöyle anlatılır: O, bir
gün gece namaz kılarken ve secdedeyken Şeytan onun ibadetini fesada uğratmak için
yılan şeklinde ona göründü. O, namazını bozmadı, ona aldırmadı ve ondan korkmadı.
Allah’ın onun kalp gözünü açmasıyla onun Şeytan olduğunu anladı. Şeytana lanet etti ve
defol hain melon, dedi. Sonra kalktı ve namazını tamamladı. O sırada arkasından bir ses
duydu. O ses kendisine üç defa, sen Zeynelâbidin6sin, dedi. O günden sonra bu lakapla
bilindi.

Hikayesi:
Onunla ilgili pek çok olay anlatılır. O, namaz için abdest almaya kalktığında yüzü sapsarı
kesilirdi. Ailesi ona bu durumun ne olduğunu sorduklarında, namaza kalkarken kimin
huzuruna kalktığımı düşünüce böyle oluyorum, demiştir.
Çocukları:

5
Burada diğer erkek çocuklar sayılmamıştır.
6
İbadet edenelerin en güzeli, süsü
Onun dokuz erkek evladı vardı 7 : Muhammed Bâkır, Zeyd (Kûfe’de şehit edildi),
Abdullah, Ubeydullah, Hasan, Hüseyin, Ali, Ömer.
Yaşı:
Muharrem Ayının sekizinde hicretin doksan dördüncü yılında -ki doksan beş diyenler de
vardır- vefat etmiştir. Hicretin otuz sekizinci yılında doğmuştur. Bu durumda öldüğünde
elli yedi yaşında olmaktadır. Kabri, Hazreti Abbas’ın, Abdulmuttalip’in ve amcası
Hasan’ın da kabirlerinin bulunduğu Cennetu’l-Bakî’ dedir.
Beşinci Bölüm: Ebu Cafer, Ebu Talip oğlu Ali oğlu Hüseyin oğlu Ali oğlu
Muhammed, el-Bâkır
O, ilmi derin olan, temiz kalpli, salih amel sahibi, iyi ahlak sahibi, Allah’a itaatte kusur
etmeyen biriydi.
Doğumu:
Hicretin elli yedinci senesinde Safer Ayının üçünde doğmuştur.
Soyu:
Babası Zeynelâbidin, annesi Fatıma’dır. Annesine Ümmü’l-Hasan ve Ümmü Abdullah
lakapları da verilmiştir.
İsmi Muhammed, künyesi Ebu Cafer, Bâkır, Şakir’dir. Ancak bunların içinden en çok
Bâkıru’l-ilm 8 ve Bâkır lakabıyla meşhur olmuştur.
Hikayesi:
Onun hayatı ile ilgili pek çok menkıbe anlatılır 9.
Çocukları:
Üç oğlu ve Ümmü Seleme isimli bir kızı vardır. Oğulları: Cafer (Sadık), Abdullah, İbrahim.
Oğullarından İbrahim’in oğlu Şeyh Mehdi Hâşim, onun babası Seyyid Yusuf, onun babası
Seyyid Yakup, onun babası Seyyid Nimetullah, onun babası Seyyid Zekeriya, onun babası
Seyyid Hüseyin, onun babası Seyyid Şâzî, onun babası Seyyid Mücahid, onun babası Seyyid
Yakup, onun babası Seyyid Hüseyin, onun babası Seyyid Ahmed ve Seyyid Yakup ve Seyyid
Hüseyin ve Seyyid Hasan.
Peygamberimizin soy kütüğü:
Muhammed aleyhisselam, onun babası Abdullah, onun babası Abdulmuttalib, onun babası
Haşim, onun babası Abdulmenaf, onun babası Kusay, onun babası Kilab, onun babası Ka’b,
onun babası Luey, onun babası Galib, onun babası Fihr, onun babası Malik en Nasr, onun
babası Kinane, onun babası Huzeyme, onun babası Mudrike, onun babası İlyas, onun babası
Mudar, onun babası Nizar, onun babası Ma’den Adnan, onun babası Evs, onun babası
Elyesa’, onun babası El Hemsi’, onun babası Selman, onun babası Haml, onun babası

7
Burada sekiz tanesi sayılmış.
8
Derin bilgi sahibi
9
Burada menkıbeleri anlatılmamıştır.
Elnebet, onun babası Kaydar, onun babası İsmail, onun babası İbrahim, Onun babası Azer,
onun babası Taruh, onun babası Aznahor, onun babası Saruh, onun babası Argon, onun
babası Kâliğ, onun babası Âbir, onun babası Şâlih, onun babası Kinan, onun babası Anuş,
onun babası Erfahş, onun babası Sam, onun babası Nuh, onun babası Mülk, onun babası
Müteveşlih, onun babası İdris, onun babası ?,, onun babası Mehlayil, onun babası Kinan onun
babası Anuş, onun babası Şit, onun babası Adem, onun babası balçık, onun babası toprak.

Yaşı:
O, hicretin 117. senesinde ölmüştür. Babası Zeyne’l-âbidin ile bir süre kalmıştır.
Kabri Medine’de Bakî’ mezarlığındadır.
Altıncı Bölüm: Ebu Abdullah, Ebu Talip oğlu Ali oğlu Hüseyin oğlu Ali oğlu
Muhammed oğlu Cafer es-Sadık
O, Ehl-i Beyt’in ileri gelenlerinden biriydi. İlim sahibi ve Kur’an’ın anlamına hakim
biriydi. Hayatını Allah’a ibadet ve taata ayırmıştı. Peygamberimizin mübarek
sülalesindendi.
Doğumu:
Medine’de Hicret’in sekseninci yılında doğmuştur. Seksen üç yılında doğduğunu
söyleyenler de vardır.
Soyu:
Babası Cafer Muhammed el-Bakır. Annesi, Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’in oğlu
Kasım Ümmü Ferve’dir.
İsmi ve Künyesi:
İsmi Cafer, künyesi Ebu Abdullah olup Ebu İsmail de denilir. Bir çok lakabı vardır.
En meşhuru es-Sadık’tır. Ayrıca el-Fadıl, es-Sabir ve et-Tahir lakaplarıyla da bilinir.
Çocukları:
Altı ya da yedi erkek ve bir kız çocuğu vardır. Erkek çocukları: Musa (el-Kazım),
İsmail, Muhammed, Ali, Abdulllah, İshak ve Ümmü Ferve.
Yaşı:
Hicri 147 senesinde altmış sekiz yaşında vefat etmiştir. Mezarı Medine’de Bakî’
Mezarlığındadır.
Yedinci Bölüm: Ebu Hasan, Ali oğlu Hüseyin oğlu Zeyne’l-âbidin oğlu Ali oğlu
Muhammed Bâkır oğlu Cafer Sadık oğlu Musa Kazım
Ali oğlu, Hüseyin oğlu, Zeyne’l-abidin oğlu, Ali oğlu, Muhammed Bakır oğlu, Cafer
Sadık oğlu, Musa Kazım.
O, büyük bir imam idi. Dinde ictihat ve fikir sahibiydi. Geceyi ibadetle, gündüzü
oruçla geçirirdi. Kazım 10 ismiyle çağırılırdı. Çünkü kendisine zulmeden birini bile
bağışlardı. Öfkesine yenilmezdi.
Doğumu:
Hicretin yüz yirmi sekiz senesinde doğmuştur.
Soyu:
Babası, Muhammed Bakır oğlu Cafer Sadık’tır. Annesi, Hamide el-Berberiye ve
künyesi, Ebu’l-Hasan, lakabı ise el-Kazım’dır.
Hikayesi:
Kendisine ait pek çok dini hikaye vardır. Burada zikretmeye gerek yok.
Çocukları:
Yirmi erkek evladı, on sekiz de kız evladı vardı. Erkek çocukları: Ali Rıza, Zeyd,
İbrahim, Akil, Harun, Hasan, Hüseyin, Abdullah, İsmail, Ubeydullah, Ahmed, Cafer,
Yahya, İshak, Abbas, Hamza, Rahman, Cafer el Asgar, Ömer, Muhammed.
Kız çocukları: Hatice, Ümmü Ferve, İsmailiye, Fatıma, Ümmü Gülsüm, Amine,
Ümmü Abdullah, Zeynep es-Sugra, Ümmü Kasım, Hakime, Esma es-Sugra,
Mahmude, Ümame, Meymune.
Yaşı:
Hicretin yüz seksen üçüncü yılında Recep Ayında vefat etmiştir. Doğumu yüz yirmi
sekiz’dir. Bu durumda elli beş yaşında vefat ettiği anlaşılmaktadır. Kabri Bağdat’ta
Meşhed diye bilenen bir yerindedir.
Sekizinci Bölüm: Ebu Hasan, Cafer-i Sadık oğlu Musa Kazım oğlu, Ali er-Rıza
Allah’ın rızasını kazanmak için ömrünü harcamış, kerametleri açık birisiydi. Ahlakı
ve ciddiyeti nedeniyle Halife Memun halifelikle ilgili bir çok işini ona havale etmişti.
Doğumu:
Hicretin yüz elli üçüncü senesi Zilhicce Ayının on birinci günü doğmuştur.
Soyu:
Babası, Cafer Sadık oğlu, Musa Kazım’dır. Annesi, Hayzran el-Merisiyye’dir.
İsmi:
Adı Ali’dir. O, Emirü’l Mü’mi’nin ve Zeynelâbidin’den sonra üç Ali’den,
üçüncüsüdür.
Künyesi:
Ebu Hasan’dır.
Lakabı:
er-Rıza, es-Sabir. En çok Rıza lakabıyla bilinir.

10
Öfkesini yenen
Çocukları:
Beş veya altı erkek çocuğu ve bir kızı olduğu bilinmektedir. Erkek çocukları:
Muhammed, Kani, Hasan, Cafer, İbrahim, Hasan. Kızının ismi Ayşe’dir.
Yaşı: hicretin iki yüz üçüncü senesinde kırk dokuz yaşında vefat etmiştir. Mezarı
Horasan’ın Tus bölgesindedir.
Dokuzuncu Bölüm: Ebu Cafer, Musa Kazım oğlu, Ali Rıza oğlu, Muhammed, el
Kâni
Küçük yaşta bile manevi mertebesi yüksek, insanların yanında kıymeti olan biriydi.
Doğumu: Hicretin yüz doksan beşinci senesinde Ramazan Ayının on dokuzunda
Cuma günü doğmuştur.
Soyu:
Babası Ali er-Rıza, annesi Sekine’dir.
İsmi ve Künyesi:
İsmi Muhammed, künyesi Ebu Cafer’dir.
Yaşı:
Halife Mutasım zamanında, hicretin iki yüz yirminci senesinde, yirmi beş yaşında
vefat etmiştir. Mezarı Bağdat’ta Kureyş Mezarlığındadır.
Onuncu Bölüm: Ebu Hasan, Cafer-i Sadık oğlu, Musa Kazım oğlu, Ali Rıza
oğlu, Muhammed Kâni oğlu, Ali el-Askerî
Doğumu:
Hicri iki yüz on dört senesi Recep Ayında doğmuştur.
Soyu:
Babası Ebu Cafer Muhammed el-Kani, annesi Sitmâne’ dir.
İsmi:
Ali’dir.
Künye ve lakabı:
Künyesi Ebu Hasan, lakabı Nasih, Mütevekkil, Fettah, Taki, Murteza olup en çok
Mütevekkil lakabıyla tanınmıştır.
Çocukları:
Ebu Muhammed el-Hasan.
Yaşı:
Hicri iki yüz elli dört senesinde kırk yaşında vefat etmiştir. Mezarı Rey’dedir.
On Birinci Bölüm: Ebu Muhammed, Ali Rıza oğlu, Muhammed Kâni oğlu, Ali
Mütevekkil oğlu, Hasan el-Halis
Doğumu:Hicri iki yüz otuz bir.
Soyu:
Babası Ali el-Mütevekkil, annesi Sûsen.
İsmi ve künyesi:
İsmi Hasan, künyesi Ebu Muhammed.
Lakabı:
Halis’dir.
Yaşı:
Hicri iki yüz altmış yılında yirmi dokuz yaşında vefat etmiştir. Mezarı Rey’dedir.
On İkinci Bölüm: Ebu’l-Kasım, Ali Rıza oğlu, Muhammed Kani oğlu, Ali Mütevekkil
oğlu, Halis Oğlu, Muhammed el-Hucce
Şiir:
Allah onun hidayetini güçlendirdi
Hak ve doğru ona geldi
Onun özellikleri üstün
Onun fazileti yüce
Allah Rasulü onu kadrini bildirdi
İlim sahibi ve anlayış timsalidir o
Mehdi hakkında haberler geldi
Onlar açık ve gün gibi parlak
Ona benzerler ortaya çıkarsa
Bil ki onlar hevasından söylerler
O, peygamberin işaret ettiği tüm özellikleri taşır
O, hidayet madenidir.
Doğumu:
Hicri iki yüz elli sekiz yılında Rey’de doğmuştur.
Soyu:
Babası Ali oğlu, Hüseyin oğlu, Zeyne’l-âbidin oğlu, Muhammed Bakır oğlu, Cafer
Sadık oğlu, Musa Kazım oğlu, Ali Rıza oğlu, Muhammed Kâni oğlu, Ali Mütevekkil
oğlu, Muhammed el Halis. Annesi Sakîl’dir ki Halime diyenlerde vardır.
İsmi, Künyesi ve Lakabı:
İsmi Muhammed, künyesi Ebu Kasım, lakabı Hüccet’ tir. Halefü’s-Salih, Muntazır,
Mehdi.
Allah Rasulünden onun hakkında hadisler gelmiştir.
İmamlardan Ebu Davud ve Tirmizi, onlar da Ebu Sâid el-Hudri’den naklederler ki
Said el-Hudri şöyle dedi: “Rasulullah’ın Mehdi bizdendir. O, geniş alınlı, iri burunludur.
Zulüm ve eziyetle dolan yeryüzüne adalet ve eşitliği getirecektir, dediğini duydum.”
Yine Ebu Davud rivayetiyle, Allah Rasulü şöyle buyurdu: “Dünyada bir tek gün bile
kalsa Allah benim Ehl-i Beyt’imden bir adam gönderecek ve o, zulüm ve cefa ile dolu şu
aleme adalet ve huzur getirecektir.”
Ebu Davud’un Ümmü Seleme’den başka bir rivayetinde Allah Rasulü şöyle buyurdu:
“ Mehdi benim ailemdendir. Fatıma’nın çocuğudur.”
Başka bir rivayette, Kadı Hüseyin bin Mesud el-Bağdâdî, Şerhu’s-Sünne isimli
kitabında naklettiği şu hadisi oradan İmam Buhari ve Müslim de alarak Ebu Hureyre’den
nakledilen şu hadisi, kitaplarında nakletmişlerdir: “Allah Rasulü, Meryem oğlu size
geldiğinde ve imamınız olduğunda ne yaparsınız?”
Ebu Davud ve Tirmizî, Abdullah ibni Mesud’dan rivayetle, Allah Rasulü şöyle
buyurmuştur: “Dünyanın batmasına bir gün bile kalsa Allah o günü uzatır ve benim ailemden
bir adam göndrecek ismi ismimden olacak. O, nasıl ki dünya zulüm ve haksızlıkla dolduysa
dünyayı tekrar adalet ve huzurla dolduracak.”
Enes İbni Malik’ten gelen başka bir rivayette Allah Rasulü şöyle buyurur: “Bizler
Abdu’l-Muttalip oğullarıyız ve bizler Cennet’in efendileriyiz. Ben, Hamza, Cafer, Ali, Hasan,
Hüseyin, ve Mehdi.”
Bu ve benzeri hadisler çok olup sağlamlıklarında şüphe yoktur. Çünkü Rasulullah’ın,
“O, benim ailemdendir, ismi ismimdendir.” gibi ifadeleri onun varlığını ispat etmektedir.
Ayrıca bu hadislerde Mehdi’nin özellikleri, geldiği zaman yapacağı işler de bildirilmektedir.
O, Fatıma’nın evladıdır ve ondan kıyamete kadar Rasulullah’ın zürriyeti devam edecektir.
Bütün bu zikredilen hadislerden sonra, hala bu bahsedilen kişinin Fatıma’nın evladı olan Ebu
Kasım olduğundan şüphe etmemek lazımdır. Çünkü Allah Rasulü’nün saydığı özellikler yani,
Onun Abdu’l-Muttalip oğullarından olduğu, kendi ailesinden biri olduğu gibi ifadeler bu
kişinin başka biri olmadığını, Fatıma evladı Ebu Kasım Muhammed olduğu konusunda
şüpheleri ortadan kaldırmaktadır.
Mehdi’nin ortaya çıkışı âhir zaman 11da olacaktır. O, Deccal’in çıkışı ve Meryem oğlu
İsa’nın gökyüzünden inişiyle beraber ortaya çıkacaktır. Hadislerde bahsedilen kişinin farklı
biri olduğunu iddia edenlerin delilleri sağlam ve mantıklı değildir. Şöyle ki, eğer farklı biri
olsaydı hadislerde Allah Rasulü’nün : “O, benim Ehl-i Beyt’imden” sözüne göre farklı bir
ailenin ortaya çıkması gerekir ki bu mantıksız ve imkansızdır. Çünkü Ehl-i Beyt bir tanedir ve
yenisi olmayacaktır. Dolayısıyla bütün deliller, bütün göstergeler ve tarihi gerçekler, gelecek
olan Mehdi’nin bahsi geçen Fatıma evlatlarından ve Ehl-i Beyt’ten olan kişi olduğu üzerinde
şüphe bırakmamaktadır. Ancak nasıl ki Allah Rasulü’nün geleceğine dair bir çok belirti
varken kafirler ona inanmadılarsa Mehdi’nin gelişine de bütün delillere rağmen yine
inanmayacaklardır.
Bir şair şöyle dedi:
Allah Rasulü’nün iki torunu vardı. Ebu Muhammed el-Hasan ve Ebu Abdullah el-
Hüseyin. El-Halef es-Salih (Mehdi) Abdullah el-Hüseyin’in evladı idi. Mehdi’ye peygamber

11
Dünyanın batışına yakın bir zaman
Muhanmmed ismini vermişti. O yüzden ismi ismimdendir, buyurmuştur. Onun üstünlükleri
ve temiz sıfatları saymakla bitmez. Bu kalemin Ehl-i Beyt’in şerefini yazmaya gücü yetmez.
Mustafa’nın yol gösterici ailesi onları doğru yola iletir
İsteyenin isteğini karşılarlar, takvaya ulaştırırlar
Onların yaşamları en kıymetli en hakkaniyetliydi
Onlarla karşılanırdı tüm istekler
Onların Allah katındaki değerleri büyük
Kıymetleri pek yücedir
Sen buna inan ve sakın bundan şüphe etme
Onların yanında kalpler huzur bulur
Diller onların yanında çözülür
Kim onlara saygı duyar ve önem verirse
Kim Allah’tan dileyerek onlara saygı duyarsa
Allah onu her konuda bahtiyar kılar
Allah’a şükür sözlerimiz oldu tamam
Verelim Muhammed’e binlerce selam
Bu şecere dokuz yüz otuz yedi senesinin Zilhicce Ayının ortalarında, Cumartesi günü
yazılmıştır. (16 Temmuz 1531)
Bu mübarekk şecerenin yazılmasına şahit olanlar:
Seyyid Şazeli oğlu, Seyyid Mücahid oğlu, Seyyid Yakup oğlu, Seyyid Muhammed
oğlu, Seyyid Hüseyin oğlu, Seyyid Şemseddin Ahmed.
Abdülhâdi
Kara Hasan
Hacı Müderris (Medü’r-res)
Molla Veli
Kara Katip
Nec(?)mettin Fakih
Hacı Ali Molla
Ahmed Bekir
Cemaat-i (……)
Yavaş Bekir (?)
Ağ Şemseddin
Seyyid Ahmed (?) oğlu, Seyyid Mustafa
Seyyide Zeynep oğlu Seyyid Ali
Seyyide Esma oğlu, Seyyid Halit ve Seyyid Ali
Suhter (?)
2.7. Koreşan Ocaklı Oymağı’nın Adıyaman Kolu
Gazi Üniversitesi Hacı Bektaş Veli Araştırma merkezinde yaptığımız araştırma gezileri
sırasında Koreşan’ın Adıyaman’da bir kolunun olduğunu gördük ve bu kolun inanç
önderlerinin son temsilcilerinden birinin Mersin’de yaşadığını tespit ettik. Kendisi bize bu
kolun iki şeceresini gönderdi ve bu şecereleri de Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı
Bektaş Veli Araştırma Merkezi Dergisinde yayınladık. Bunu kitabın ilerleyen sayfalarında
bulacaksınız. Burada yöntemimiz gereği sözlü gelenekten gelen bilgilere yer vereceğiz.
Ailenin Zülfikar Dedeoğlu’ndan aldığımız bilgileri kendi anlatımı ile değiştirmeden aynen
alıyoruz:
“Seyit Mahmud Hayrani İran’ın Nişabur bölgesinden hicret ederek Dersim Tunceli Nazımiye
Zeve mezrasına yerleşirler. Zat ulema olduğu için Selçuklu İmparatoru Alaaddin Keykubat’ın
isteğiyle Konya Akşehir havalisinde ulema öğretmen olarak görevlendirilir. Öğrencilerinin
başında Nasreddin Hoca gelir. Zat daha sonra da kadı yani hakim olarak görevlendirilir.
Mevlana ve Hacı Bektaş Veli indinde de intiba (itibar) görür. Yürüyen kaya şahittir. Oğlu
Hacı Koreşan (Koreş) bilahare Zeve’den hicret eder. Gaziantep Şehreküstü Mahallesine gelir,
yerleşir. Geçim kaynakları hayvancılık olduğu için beraber gelen zevat da Cingife, Yavuzeli
Zırar Mevkiine yerleşirler. Hayvan otlağının varlığından geçimlerini sürdürmüşler ve uzun
seneler konaklamışlar. Halen evlerimizin yıkık yerleri ile dedelerimizin türbeleri de
Zırar’dadır. Zamanla Seyyid İbrahim dedemiz orayı terk ederek Adıyaman (Samsür)
Mahmud-ı Ensari mekanının bulunduğu, Terman köyünü satın alarak yerleşirler, uzun seneler
sonra keza Adıyaman Yukarı Şeyhler köyüne yerleşirler. Kureyşan dedemiz de Kındırali
köyünü satın alarak yerleşir. Ervahı yezitlenen torunu Hüseyin de dedelerimizin kemikleriyle
birlikte köyü satar.
Seyyid Mahmud-ı Hayrani: Nasreddin Hoca’nın ilerisinde Akşehir’de medfundur.
Seyyid Hacı Koreşan: Yavuzeli Kayabaşı Zırar’da medfundur.
Seyyid Şah Haydar Sadel Koreşan: Yavuzeli Bülbül köyü mevkiinde medfundur
Seyyid İsmail Dedemiz: Kayabaşı Zırar’da medfundur Yok
Seyyid Cafer Dedemiz: Kayabaşı Zırar’da medfundur Var
Seyyid Hızır: İstanbul’da Kadı yani ilk hakim olarak atanır
Seyyid Sinan: İstanbul’da kadı yani hakim olarak görev alır
Seyyid Düzgün Baba Hüseyin Nazimiye Tunceli’de medfundur
Seyyid Mustafa Dedemiz: Kayabaşı Zırar mevkiinde medfundur ?
Seyyid şeyh Abdülkadir dedemiz Adıyaman Zey köyünde medfundur
Seyyid Halil dedemiz Kayabaşı Zırar köyünde medfundur İcazet 1 1330
Seyyid İbrahim dedemiz Adıyaman Terman köyünde medfundur
Seyyid Molla Muhammed dedemiz Adıyaman Şeyhler köyünde medfundur
Seyyid Mustafa dedemiz Adıyaman Şeyhler köyünde medfundur X 1912 Dilekçe İcazet 4
1301 (Seyyid Musa Yok) kardeş
Seyyid Hüseyin Ağa dedemiz: Adıyaman Şeyhler köyünde medfundur
Seyyid Molla dedemiz Adıyaman Şeyhler köyünde medfundur kardeşler
Seyyid Kureşan dedemiz: Adıyaman Kındırali Köyünde medfundur.
Seyyid Kamber dedemiz dedeoğlu: Kındırali köyünde medfundur.”
Zülfikar Dedeoğlu’nun verdiği sözlü bilgiye göre: Adıyaman’da Koreşan Ocağı taliplerinin
bulunduğu köyler de şöyle belirtilmiştir:
Durukaynak, Güneşli, Kındırali, Payamlı, Karagöl, Çamgazi, Börgenek, Dikilcik, Paşa
Mezrası, Karakoç, Ürgüç, Köyşin, Kırgılı, Hurraf (yarısı), Küçük Kırgılı, İpekli, Karahüyük,
Beseri, Sarıçiçek, Gönderme, Hozirin, Pınarbaşı
Yukardaki bilgileri daha sonra Adıyaman yöresinde Koreşan’ın inanç önderlerinden Garip
Dede’yle görüşüp doğrulattık. İsimlerin bir kısmı baba oğul olarak listede yer alırken bir
kısmının birbirinin kardeşi olduğu bilgisine ulaştık. Yine talip köyleri arasında Bulam
köyünün Üryan Hızır ve Ağuiçen Ocaklarının talibi, Çalgan, Mamurek ve Refah’ın
Malatya’da bulunduğunu, ayrıca Maraş’ta 15 köyün halen Koreşan talibi köyler olduğunu
belirttiler.
Burada verilen bilgilerde dikkat çekici noktalardan biri Seyyid Mahmut Hayrani’nin
Nişabur’dan Anadolu’ya geldiği bilgisidir. Aynı zamanda Adıyaman kolunun önce Gaziantep
il merkezindeki Şehreüstü mevkiine, daha sonra hayvancılık sebebiyle Zırar bölgesine
gittikleri, buradan bir grubun ise Adıyaman bölgesine yerleştikleri bilgisi bulunmaktadır.
Bunun yanında Nasreddin Hoca’nın Seyyid Mahmud Hayrani’nin öğrencisi olduğu bilgisi
Erzincan yöresinde Gazeyan kolunun sözlü geleneğinde, Tunceli, Nazimiye ve Pülümür’de ve
Çayırlı ilçesinde Ozanlı köyü ve o bölgedeki köylerin tümünde bulunmaktadır.
2.7.1. Koreşan’ın Adıyaman Kolunun Belgeleri
Koreşan Ocaklı Oymağı’nın Adıyaman kolunun belgeleri Zülfikar Kureyş Dedeoğlu 'ndan
alınmıştır. Kendisi bir icazetname ve bir şecereyi bize ulaştırdı. Bu belgeler daha önce Gazi
Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi’nde tarafımızdan
yayınlanmıştır. Sayın Dedeoğlu 'nda bulunan iki belgeyi buraya alıyoruz. Gaziantep ve
Adıyaman yöresinin birbirinin devamı olduğu ve aralarında akrabalık bağlarının daha kolay
belirlenebileceği ortaya çıktı. Aynı zamanda Erzincan’ın Çayırlı ilçesindeki isimlerini tespit
ederek ilgili yerlerde gösterdiğimiz altı köyün Gaziantep yöresinden gelmiş olması, ilişkilerin
bütün canlılığı ile yaşadığını göstermektedir. Başlangıçta birbirinden kopuk gibi görünen
Gaziantep, Adıyaman ve Erzincan Çayırlı bölgesindeki Koreşanlar arasındaki akrabalık
bağlantısı kanıtlanmış olmaktadır.
Adıyaman'dan gelen iki belge dikkatle incelendiği zaman görülecektir ki birisi bir icazetname,
diğeri ise soy şeceresi olarak düzenlenen belgelerden soy şeceresi üzerindeki tarih "Şevval
35" olarak geçmektedir. Bu Hicri 35'in hangi tarihi anlattığını tam olarak anlamak mümkün
olamamıştır. Ancak yazının karakterinden yakın tarihlerde düzenlendiği anlaşılmaktadır .
Dolayısıyla 1035 hicri olması gerekmektedir . İcazetname üzerinde ise daha açık bir tarih
bulunmaktadır. Buna göre belge Hicri 431'de düzenlenmiş , elimizdeki belgede bu
icazetnameden Hicri 1040 tarihinde çoğaltılmıştır.
Belgelerin üzerinde Hacı Koreş kaydı açıkça bulunmaktadır . Erzincan ve Tunceli 'den bize
gelen belgelerde Hacı Koreş adı geçmemektedir . Ne var ki Koreşan Ocağı’nın ileri
gelenlerinden olan 8. Dönem Tunceli Milletvekili sayın Musa Ateş 'in sözlü gelenekten bize
aktardığı bilgiye göre Seyyid Haydar 'ın diğer adı Hacı Kureyş 'tir. Belgenin bir başka farklı
yönü ise Tacü 'l Arifin Ebu’l -Vefa ile ilgilendirilmiş olmasıdır . Bütün bilgiler ve gelişmeler
Koreşan Ocaklı Oymağı ile ilgili yapılması gere ken araştırmaların henüz tamamlanmış
olamdığını. Bizim kitap çalışması sırasında bulduğumuz bilgiler bir çok bilinmeyeni ortaya
çıkarmış, ancak bu bilgiler daha detaylı ve daha derinde olan başka bilgilerin de ortaya
çıkarılmasını zorunlu hale getirmiştir. Esasen Anadolu’nun bin yıllık tarihi içinde unutulmuş
bir çok bilgi, daha birçok ocak ve oymağın bilgilerinin yok olup gittiğini göstermesi
bakımından dikkat çekicidir. Bu da aydınlar olarak yaşadığımız toprakları tanımakta ne kadar
büyük eksiklik içinde buunduğumuzu göstermektedir.

BELGE- I

Birinci dairenin içinde şu yazılıdır: Nasrun min İkinci dairenin içinde : Allahi ve fethun garîb
ve beşşiril mü’minin Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali

Günümüz Türkçesi̇ ne Çevi̇ ri̇ si̇

Birinci ve ikinci daire içinde Saf Suresi’nin 13. ayeti yazılıdır . Ayet her iki daire içine
bölüştürülmüştür. Manası: “Yardım Allah’tandır ve zafer yakındır.”

Asıl Metin

Esirgeyen ve çok bağışlayan Allah’ın adıyla

Şükür, kulu ve peygamberi Muhammed (A.S.)’a kitap gönderen , tövbeleri kabul eden , çok
bağış sahibi , kulları için nice sebepler yaratan , zorlukları kolaylaştıran , kullarına her türlü
nimeti veren ve kainattaki diğer varlıkları onların emrine sunan, gökyüzünü direksiz durduran
ve onu bir çadır gibi kullarının üzerine koyan , yeryüzünü kullarına bir elbise gibi giydiren
onun nimetlerinden yararlandıran , o şimşek ve gök gürültüsünün korkusunu ve şiddetini
kulları üzerinde azaltarak onları hafifleterek kullarına acıyan, yeryüzünde çeşit çeşit bitkiler
yaratarak onlarla kullarına ikram eden , topraktan türlü türlü meyve ve sebzeleri temiz olarak
çıkarıp ikram eden , yer altında çeşit çeşit altın ve gümüş yaratan , onları kullarına sunan
alemlerin Rabbi ve kıyamet gününün tek hükümranı olan Allah’a olsun.
İşbu belge , gerçekleri tam anlamıyla bilen , büyük şeyh , ariflerin tacı ve dertlilerin ilacı,
peygamber efendimizin mübarek sülalesinden olan Seyyid Ebu’l-Vefa hazretlerinden icazet
almaya hak kazanan, kulluğunu hakkıyla yapan Fahr’ın oğlu olan Şeyh Yusuf için
düzenlenmiştir-Allah hepsinin ruhunu kutsal kılsın -. Bu icazetle Şeyh Yusuf , bu yolun bütün
erkanını yerine getirmeye ve başkalarına bunu yaptırmaya hak kazanmıştır . Kendisine icazet,
seccade, alem, kandil, zenbil ve destur verilmiş olup , verilen bağışları almaya , verilen
bağışları uygun yerlere kullanmaya , isteği ve uygun gördüğü kişileri göreve getirmeye veya
görevden almaya, görevlerini yerine getirmeyen ve bu yolun gereklerine uymayan müritleri
tekkeden uzaklaştırmaya yetkili kılınmıştır . Bu icazeti kendisine iyilerin önde geleni şeyh ,
salih, abid, güzel soy sahibi Ahmed -Allah onun bereketinden sizi ve bizi kısmetlendirsin -
vermiştir. Şeyh Ahmed’e de bu erkanı sürdürme , müritlere ve muhiblere bu yolun gelenek ve
gereklerini öğretme ve tatbik etme işini de büyük şeyh, yüce insan Şeyh Yusuf b. Şeyh Seyyid
Ahmed vermiştir ve ona , bu yolda olan dervişleri eğitme , onları bir görevden diğerine tayin
etme, onları görevden alma, tarikatın dışında olanları bu yola alıştırma ve onların kalplerini
kazanma, yola giren dervişlere diğer insanlardan ayrı olduklarını , onlardan daha fazla
sorumlulukları olduğu işini hatırlatmasını emretmiştir. Ayrıca yine onlara bu büyük düşünceyi
öğretmeyi, güzel edep ve terbiyeyi , bu yolun gerektirdiği en iyi ahlakı , bunu yaparken hırka,
kandil gibi fakirlik yolu olan bu yolun diğer gereklerini ihmal etmemeyi öğretmesini ,
kendisine tekkede kullanılmak üzere verilecek her türlü sadaka ve bağış ları Allah Celle
Celalühunun mübarek kitabımızda buyurduğu şekilde almasını emretti . Bütün bunları yaptığı
zaman Allah’ın kendisinden razı olacağı gibi , mübarek kişi, arifler tacı, gönüller ilacı Seyyid
Ebu’l-Vefa hazretlerinin de ruhaniyyetini memnun edeceğini ve şefaatini kazanacağını işaret
etti. Bu icazet, büyük Şeyh Yusuf’un durumu ve liyakatı göz önüne alınarak yazılmıştır . Daha
sonra bu icazet Seyyid Ahmed tarafından da tastik edilmiştir -Allah her ikisinden de razı
olsun-.
Bu mübarek icazet Şeyh Yusuf b . Fahr’a tarafımızdan mühürlenerek verilmiştir . Ona da bu
icazet Seyyit Ahmet’ten intikal etmiştir -Allah her ikisinin de bereketini üzerimizden eksik
etmesin.-Ona da Seyyit Yusuf’tan , ona da Seyyid İshak’tan , ona da Seyyid Veys’ten, ona da
Seyyid Şerafettin’den, ona da Seyyid Osman’dan , ona da Seyyid Salih’ten , ona da ariflerin
tacı, büyük şeyh Seyyid Ebu’l -Vefa’dan, ona da Şeyh Muhammed Şenbekî’den , ona da Ebu
Bekir el -Hevvari’den, ona da Şeyh Muhammed en -Nahrevarî’den, ona da Şeyh S allî et -
Teskerî’den, ona da Şeyh Hasan el -Basrî’den, ona da marifetin ve yüceliklerin denizi , Hasan
ve Hüseyn’in mübarek babası Hazret -i Ali efendimizden , ona da peygamberlerin en büyüğü ,
Allah’ın en sevgili kulu , tüm mahlukatın kendisi için yaratıldığı Muhammed Mustafa’dan bu
icazet verilmiştir. Bu icazet Şevval ayında yazılmıştır. Sene 35.
İcazetin kendisine verildiği Şeyh Yusuf’un soyu:
Şeyh Yusuf b . Şeyh Fahr b. Şeyh Ali b . Şeyh Hüseyn b. Hacı Kureyş b. Şeyh İmadü’d-din b.
Şeyh Kureyş Kera? . b. İmadü’d-din b. Şeyh Ali b . Şeyh Sa’d el - Kureyş b. Sultan Abdü’s-
Semin b . Sultan İzzettin b . Sultan Abdülaziz b. Sultan Abdullah b. Kays b. Kays b.
Abdülmelik b. Hasan b. Kays b. Abbas –Allah hepsinden razı olsun-. Ki Abbas’ın nesli
Abdülmuttalib b. Haşim b. Abdülmenaf b. Kusay b. Kulab b. Murre b. Ka’b b. Luey b. Galib
b. Fihr b. Malik b. Nadr b. Kunah b. Huzeyme b. Müdrizke b. İlyas b. Müdrike b. Nefer b.
Ma’d b. Adnan b. Ezdiz b. Süleyman b. Hamd b. Kaydar b. İsmail b. İbrahim Halilürrahman
aleyhisselam b. Taruh b. Yahor b. Esra b. Argon b. Faliğ b. Gabir b. Salih Fahşed b . Sam b.
Nuh b. Müteveşşih b. Ahnuh b. ve huve İdris b . Burd b. Mehlayil b. Kusan b. Anuş b. Şit b.
Adem aleyhisselam. Salatü selam Muhammed Mustafa’nın ve onun Ehl-i Beytinin üzerine
olsun.
Bu şecereye göre Şeyh Yusuf’a icazetname Tacü’l Arifin Ebu’l Vefa’nın altıncı kuşak halifesi
tarafından verilmiştir. Her kuşak arasında ortalama 30 yıl olduğu hesap edilerek Tacül Arifin
Ebul Vefa’nın ölümü 1107 miladi olduğuna göre Şeyh Yusuf 1347’un tarihinde yaşadığını
tahmin edebiliriz.
Aynı şekilde Şeyh Yusuf’tan geriye doğru soyu ile ilgili olarak da Hacı Koreş için 1217
tarihine ulaşmamız mümkündür. Şecereye göre Kureyş Kur’un 1157 tarihinde yaşadığı, Sad’d
el Kureyş’in ise 1067 yılında yaşadığını tahmin edebiliriz. Ancak geriye doğru peygambere
bağlanan soy şeceresinde esasen Seyyid soyunun değişmeyen on iki imamına ve Ehl-i beyte
yer verilmediği görülmektedir. Belgenin düzenlenme tarihinin ise 1035 hicri yılı olduğu
düşünülebilir. 1625 yılı milady düzenleme yılı olarak Kabul edilebilir.

BELGE –II Şecere

Günümüz Türkçesi̇ ne Çevi̇ ri̇ si̇

Diyarbakır Eyaleti Nakibü’l Eşrafı Seyyid Halil oğlu, Seyyid Yusuf tarafından Kabul
edilmiştir.

Mühür: Halil oğlu Yusuf

(Yırtılmış olan yerde muhtemelen Allah’ı öven cümleler bulunmaktadır.)

O öyle bir Allah’tır ki yeryüzünün ve onun içindekilerin Rabbi olan yüce yaratıcı O ‘dur.
O’nun nuru yeryüzünü aydınlatır ve isteyenlere bir delil olarak kıyamet gününde o nur yeter.
O ki âlemleri yaratmış ve kullarına şaşırmamaları için kitap ve elçiler göndermiştir .
Gönderdiği elçiler aracılığı ile kullarına doğru yolu göstermiş ve onların doğru yola
gelmediklerinde helak olup , yok olacaklarını haber vermiştir . O Allah ki kainattaki her
nesnede kendi varlığından bizleri haberdar etmiştir.

Selam ve duaların en hası en güzeli de peygamberlerin sonuncusu ve şefaat edenlerin en


büyüğü Muhammed Mustafa aleyhisselam ile gelmiş geçmiş tüm peygamberlere, Muhammed
Mustafa’nın şeref ve yüce Al lah’tan yardıma nail olmuş olan ailesine ve arkasında kalan
ümmete doğru yolu gösteren arkadaşlarına olsun . O arkadaşları ki her zaman doğruluğu ve
adaleti savundular , bir ay gibi ümmetin üzerine doğdular , bir yağmur gibi rahmet olarak
onların üzerine yağdılar.

Şiir:

Sizsiniz tüm ikram ve cömertliklerin sahibi

Çünkü sizin dedeniz büyük Resuldü.

Sizsiniz kavmin en değerli bineklere binenleri

Çünkü anneniz o tertemiz Betül’dü.

Kur’an gerçekten de size indi.

Bu ne büyük bir övünç ve şerefti.

Siz kavmin en övgüye layıklarıydınız bilindi.

Çünkü dedeniz Cebrail’le görüşmek şerefine erişti.

Ey defnedilenlerin en hayırlısı!


 Senin defnedilmenle toprak güzelliklere belendi.

Canım feda olsun bu kabrin sahibine.


 O kabirde cömertlik var, avf var isteyene.

(Ey gönül sahipleri) bundan sonra bilin ki, insanlar cahiliyye döneminde tam bir cehalet
içindeydiler. Ta ki Hak gelip batıl sona erene kadar böyleydiler. “ Zaten Hak gelince batıl ,
boş ve anlamsız olan her şey zail olmaya , yok olup tükenmeye mahkumdur.” Bu da
peygamber efendimizin eliyle olmuştur.
Allah Teala buyurmuşlardır ki , “Biz seni şahid , müjdeleyici ve korkutucu ve de Allah’ın
izniyle yoluna çağıran parlak bir ışık olarak gönderdik .” Yine Allah o insanların kıymet
bakımından en üstünü ve en yücesi için Mirac’taki buluşmaları hakkında şöyle buyurdu :
“İyice yaklaştı neredeyse iki yay boyu hatta daha az mesafe kaldı (araları)” ve buna benzer
nice ayetlerle Resulünü övdü . Ve Allah nice mucizeleriyle onun doğruluğunu ve hak
peygamber olduğunu tüm insanlara göstermiştir. Zaten Kur’an onun büyüklüğünü göstermesi
bakımından herkese yeter . Allah ona itaat edenin kendisine itaat edeceğini bildirerek ,“Kim
peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiştir” buyurmaktadır. Yine peygamberine emir
vererek şöyle demesini emreder “De ki eğer Allah’ı seviyorsanız bana itaat edin ki Allah da
sizi sevsin.” buyurmuştur. Allah yine yüce kitabımızda şöyle buyurur : “Şüphesiz Allah ve
melekleri o şanlı Nebi’nin üzerine selat ü selam getirmektedirler, ey iman edenler siz de onun
üzerine selam ve dua da bulunun.” Yine O’nun diğer peygamber ve nebiler üzerine olan
üstünlüğünü Allah Teala şöyle ifade eder : “Hatırla ki o zaman ki Allah Teala peygamberlere
hitaben –size kitap ve hikmet verdim. Sonra sizin yanınızdakini tastik edici olarak bir Resül
gelecek. O’na elbet iman ve yardım edeceksiniz . – diye peygamberlerden bir söz aldığında
buyurdu ki- ikrar ettiniz mi? ve bunun üzerine benim ahdimi alıp kabul eylediniz mi? Onlar
da ikrar ettik, dediler. Cenab-ı Hak da buyurdu ki –Öyleyse şahit olunuz ben de sizinle
beraber şahitlerdenim.”
Allah’ın yarattıklarının en şereflisinin Muhammed Mustafa olduğundan şüphe yoktur . O
kendi kavmini ve tüm insanlığı doğru yola çağırmış ve onlara A llah’ın ayetlerini okuyarak
kalplerini temizlemiş , gönüllerini tüm kötülüklerden arıtmıştır . Birçok insan da O’nun
çağrısına uydu ve getirdiklerini güzelce aldılar , ona yardım ettiler ve kurtuluşa erdiler .
Buyurulur ki “O kimseler ki ona iman ederler ve ona tazim ve yardımda bulunurlar ve onunla
beraber indirilmiş olan nura tabi olurlar. Kurtuluşa erenler onların ta kendisidir.” Kurtuluşa
erenler, ona yardım hususunda nice mallarını ve evlatlarını hatta babalarını feda etti . Ta ki
İslam gelip küfür yok oluncaya kadar.
Bilin ki, bir kişi Hakk’ın gölgesinde durursa , halkın şerrinden korunur , emin olur. Mutluluk
ve özgürlük o gölgededir . Böylece o kişi o büyük peygamber denizinin içinde bir katre , bir
zerre olur, Muhammedî ağacın sağlam bir yaprağı olur. O Muhammedî ağacının bir ucu yerde
diğer ucu göktedir . O ne yüce bir sultan ne büyük bir Resül’dür . O Muhammed ki babası
Abdullah b. Abdulmuttalib b. Haşim b. Abdülmenaf b. Kusay b. Kulâb b. ....b. Galib b. Kahr
b. Malik b. Nazr b. Azer b. Elyesa b. Hemise b. Süleyman b. ... b. Haml b. Kayzer b. İsmail b.
İbrahim b. Nahır b. Nahor b. Saru’ b. Ezra’ b. Kali’ b. Şali’ b. İrfeşhde? B. Sakır b. Nuh b.
Milel b. Müteveşşah b. Ahnoh b. Badir b. Mihyail b. Mezr’u b. Barzeh b. Kaynân b. Anuş b.
Şit b. Adem’dir. Selam ve dua hepsinin üzerine olsun.
Allah’ım, dosdoğru olan Ebubekir’den, İyiyi kötüden hemence ayıran âdil Ömer’den , iki nur
sahibi Osman’dan ve o tertemiz hanımın kocası ve paygamberin amcasının oğlu Ali’den razı
ol.
Allah’ım, takva ağacının sağlam dallarından olan , Talha’dan, Zübeyr’den, Sa’d b. Malik,
Sa’d b. Ebi Vakkas’tan, Abdurrahman b. Avf’dan, Ebu Ubeyde b. Cerrah’dan, razı ol.
Allah’ım, iki şehitten , Hasan’dan ve Hüseyin’den, peygamberimizin amcası Hamza ve
Abbas’tan, iki temiz nurun annesi , hanımların efendisi Fatıma’dan ve geride sayamadığımız
tüm sahabeden, onlara uyanlardan, onlara uyanlara uyanlardan razı ol.
Şimdi, bilinsin ki bu hakikat yoluna girmek isteyen herkesin soyu ve nesebinin bilinmesi
gerekir. İş bu Seyyid Mustafa’nın nesebinin sırasıdır:
Seyyid Mustafa b . Seyyid Muhammed b . Seyyid Musa b . Seyyid Mahmud b . Seyyid Iyan b .
Seyyid Ali b . Seyyid İsmail b . Seyyid Ahmet b . Seyyid Mustafa b . Seyyid Veli b . Seyyid
İbrahim b . Seyyid Hamza b. Seyyid Hasan b. Seyyid Ya’kub b . Seyyid Nasib b . Seyyid
Haydar b . Seyyid Osman b . Seyyid Ca’fer b . Seyyid İbrahim b . Seyyid Satılmış b . Seyyid
Halil b. Seyyid Ömer b . Seyyid Ali b . Seyyid Kasım b . Seyyid Haşim b . Seyyid Hüseyin b .
Seyyid İsmail b . Seyyid Ebu Bekir b. Seyyid Yahya b . Seyyid Süleyman b . Seyyid
Muhammed b . Seyyid Bedr b . Seyyid Abbas b . Seyyid Zübeyr b . Seyyid İmran b . Seyyid
Aşur b . Seyyid Receb b . Seyyid Abdurrahman b . Seyyid Hıtab b . Seyyid Yakub b . Seyyid
Yusuf el-Kureyşî b. Seyyid Abdullah b. Seyyid Ca’fer b. Seyyid Ebu’l-Berekat b. Seyyid Ebu
Abdullah b . Seyyid Şücaattin b . Seyyid Ya’kub b. Seyyid Mehdi b. Seyyid Abdussamet b.
Seyyid Abdullah el-Vasik b. Seyyid Musa b. Seyyid Muhammed el-Hadî b. Seyyid
Muhammed b. Seyyid Süleyman b. Seyyid Ca’fer evlad-ı Muhammed Bakır evlad -i Zeynel
Abidin b. İmam Hüseyin b. İmam Ali ibni Ebi Talib.
Bu şecere eksiksiz ve noksansız bir şekilde soydan soya , babadan oğula eski aslı bozulmadan
bu güne kadar gelmiştir. Şecerenin tarihi H. 431 olup bu asıl şecerinin tarihidir. Bu eski tarihli
şecereden bu soy şeceresi asıl şecereye bir zarar gelir korkusuyla H . 1040 yılında kopya
edilerek alınmıştır. Selam ve en faziletli dualar ismi geçenlerin üzerine olsun.
Bu şecere aslından uygun olarak nekledilmiş bizzat görüp onayladım.
Kadı Seyyid Ahmet
Bu şecere aslından uygun olarak nakledilmiştir.
Seyyid Yusuf b. Halil Diyarbakır Genel Nakibü’l-Eşrafı
Şecereye sonradan ilave edilen ve şecerenin yazılmasından çok sonraki yıllara denk gelen bir
ek de bulunmaktadır. Bu ek 1966 yılında Kerbela’da düzenlenmiştir.
Bu şecerenin doğruluğunu tastik ederiz : Kerbela’da bulunan Seyyid Bakır , Seyyid Mahmud,
Seyyid İbrahim , Seyyid Mustafa , Bu şecere Kerbela’da Muhammed Cevad tarafından
1385/1966 yazılmıştır.
(Şecerede geçen ayetler): İsra Suresi, 81 Ahzab Suresi, 45-46 Necm Suresi, 8-9 Nisa Suresi,
80 Âl-i İmrân Suresi, 31 Ahzab Suresi, 56 Âl-i İmrân Suresi, 81 A’raf Suresi
Yayınladığımız belgelerden ilki bir icazetname olarak Seyyid Ahmed tarafından
düzenlenmiştir.Belgede İmam Cafer Sadık’tan sonra Seyyid Süleyman’la devam
edilmektedir. Dolayısı ile İmam Musa Kazım ve sonradan gelen diğer imamların isimleri
bulunmamaktadır. İmam Cafer-i Sadık’tan 12 kuşak sonra Seyyid Yusuf el Kureyşi’ye yer
verilmiştir. Onun yaşadığı yıl ortalama olarak 1125 tarihine denk gelmektedir. İcazetname ve
şecerede Seyyid Yusuf bin Kureyş’in yaşadığı dönem birbiri ile örtüşmektedir. Belgenin 431
tarihinde düzenlendiği ve 1040 tarihinde çoğaltıldığı söylenmektedir ki buna göre düzenleniş
tarihi 1040 olmaktadır. Garip bir tesadüf olarak Hicri 1040 tarihinde çoğaltıldığı
söylenilmektedir ki bu tarih de miladi 1629’dur.
İmam Cafer-i Sadık’tan sonra Seyyid Mustafa’ya kadar 51 kuşak sayılmaktadır. Yine
ortalama olarak her kuşak arasında otuz yılın bulunduğu düşünülürse büyük bir tarih yanlışına
düşülecektir. Normal bir kimsenin bile kolayca anlayacağı böyle bir yanlış hesabın
yapılamayacağı düşünülürse o zaman kuşaklar arasında erken ölümler sebebiyle daha az
zaman olduğu düşünülebilir. Aynı zamanda bizim sözlü gelenekten aldığımız bilgilerden de
anlaşıldığına göre kardeşler birbirlerinin yerine ocak önderliğine geçmektedirler. Bu durumda
da bu kadar çok ismin ardarda gelmiş olması mümkün görünmektedir.
Diyarbakır Nakibü’l Eşrafı tarafından şecerenin onaylandığı anlaşılmaktadır. Şecerenin
aslına yapıştırılan eklerde ise 1966 yılında Kerbela’ya gidilerek buradaki yetkililerden yeni
isimler eklendiği görülmektedir. Bir çok şecere, icazetname ve belgenin incelenmesi
sonucunda deneyimlerimize dayanarak şu değerlendirmeyi burada yapmamız gerekmektedir:
16. Yüzyılın sonlarına kadar düzenlenen belgelerin hemen tamamında büyük bir titizlik
gösterildiği anlaşılmaktadır. Bu belgenin düzenleniş biçiminden yazısından ve özellikle
üzerine, arasına veya herhangi bir yerine müdahale edilmesinin önlenmesi için yapılan
biçimsel uygulamalardan anlaşılmaktadır. Aynı titizliğin 16. Yüzyıldan sonra gösterilmediği
de üzülerek görülmektedir. Bu durum belgelerin güvenilirliği konusunda bizim daha dikkatli
davranmamız gerektiğini göstermektedir.

2. BÖLÜM: KOREŞANLILAR ANADOLU’NUN KALBİNDE

Yaptığımız sözlü tarih araştırmaları sırasında daha önce de belirttiğimiz gibi Koreşan
Ocağı’nın inanç önderlerinin ağız birliği etmişçesine söyledikleri konulardan biri de Seyyid
Mahmut Hayrani’nin Konya Akşehir’e yerleştiği yolundaki bilgilerdi. Ses kaydına aldığımız
Koreşan Oymağı’nın ileri gelenlerinden bir kısmı ise Seyyid Mahmud Hayrani’nin Elazığ’da
Alaaddin Keykubat’la görüşerek kendilerine tahsis edilen yerlerin yeterli olmadığını
söylemesi üzerine Selçuklu Sultanı’nın Koreşan Oymağı’nın bir kolunu Akşehir ve çevresine
yerleştirdiğini söylemektedir. Bu konuda bir görüş birliği olmamakla birlikte Alaaddin
Keykubat’ın gittiği her yerde halkla yörenin inanç önderleri ile büyük toplantılar yaptığını
bunun tarih kitaplarında yer aldığını biliyoruz. Alaaddin Keykubat’ın özellikle Yassıçimen
savaşı öncesi ve sonrasında Erzincan yöresinde aylarca kaldığı bilinmektedir. (Bibi, 2014:
404) Aksarayi, (Turan, 2005:394) Burada bulunduğu süre içinde bölgenin yeniden
örgütlenmesine büyük önem verdiğini görüyoruz. Anadolu’nun aydınlık dönemlerini
oluşturan bu tarihi yapılanmanın Seyyid Mahmut Hayrani’nin Akşehir’de bulunduğu
dönemlerle tarihsel olarak örtüştüğünü de söyleyebiliriz.
Sözlü gelenekten gelen bilgiler ne kadar doğru? Bu sözlü tarih bilgisi acaba tarihi belgelerle
kanıtlanabilir mi? Sorularının karşılığı belki de Anadolu’da daha yüzlercesinin yapılmasını
gerekli kılacak tarih araştırmalarının kapısını aralayacaktır. Bu bölümde tarih kayıtlarından
yola çıkarak Koreşan Oymağı’nın Akşehir çevresinde sözlü tarih bilgilerindeki gibi gerçekten
bulunup bulunmadığını ortaya koymaya çalışacağız. Bu araştırmalar sırasında iki temel
kaynağın taranması gerekiyordu. Bu kaynaklardan birincisi hiç kuşkusuz tapu tahrir
defterleridir. Tapu tahrir defterleri içinde en eskileri 1455 Kirmasti Defteri, 1466 ile 1485
tarihli tahrir ve sırasıyla 1500/1501 tarihli tahrirle 1523 tarihli tapu tahrir defterleridir. Bunun
yanında ilk kaynak özelliği taşıyan Hazine-i Evrak Defterleri ve Kuyud-ı Kadime Defterleri
de araştırılması gereken belgeler arasındadır.
Bu resmi kayıtlardan elde ettiğimiz bilgilerle dönemi ele alan tarih kitaplarının verdiği
bilgilerin birbirini desteklemesi halinde Koreşan Oymağı’nın ve inanç önderlerinin sözlü
bilgilerinden günümüze kadar gelenlerin doğrulanması mümkün olacaktır.
Bu defterler bizden önce bilim adamlarımız tarafından taranmış, Hazine-i Evrak Defterleri ise
Başbakanlık tarafından yayınlanmıştır. Bu defterlere baktığımız zaman daha çok Koreşözü,
Koreş adı ile yerleşim yerlerinin başta Ankara ve Konya olmak üzere Anadolu’nun değişik
yörelerinde bulunduğu görülmektedir:
1530 tarihli Hazine-i Evrak Defteri’nde Ankara ilinde Koreş Medresesi’nin ve Koreşözü
köyünün bulunması da burada zikredilmesi gereken noktalardan biridir. Ankara Yörükleri
üzerinde yapılan çalışmada yer adı olarak Koreşözü geçmektedir:
“Kezâ Orta ve Batı Anadolu’da yaşayan bir diğer mühim Yörük topluluğu olan Alayundlu
oymağı da Haymana taifeleri içerisindeydi . Bunlar Konya’nın kuzeyi ile doğu taraflarındaki
bir kısım araziyi ihtiva eden Turgud kazâsında oturmakta idiler . Alayundlu adındaki iki
cemaatden biri 1571 tahririnde Kureyş Özü , bir diğeri ise Musa Çalı mezraasınıek inlik
olarak kullanmaktaydılar.” (Emine Erdoğan, 130)
Ayrıca yapılan iki önemli araştırmada da bu bilgilere yer verildiğini görüyoruz. Bunlardan
biri Cevdet Türkay’ın Osmanlı İmparatorluğu’nda, Oymak, Aşiret ve Cemaatler isimli kitabı,
ikincisi ise Devlet Planlama Teşkilatı Projesi olarak başlatılan ve kısmen tamamlanan daha
sonra Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu tarafından basılan Anadolu'da Aşiretler, Cemaatler,
Oymaklar (1453-1650) isimli kitaplardır. Her iki kitaptan da ilerde geniş geniş söz edeceğiz.
Ancak özellikle ülkemizde Osmanlı arşiv belgelerinin verdiği bilgileri ayrıca yerinde kontrol
ederek, alan araştırmalarına dayalı önemli tarih araştırmaları yapan Prof. Dr. Faruk Sümer’in
Oğuzlar isimli çalışmasında da Koreşan Oymağı ile ilgili bilgiler yer almaktadır.
Osmanlı devletinde aşiretler konusu üzerinde çalışmalar yapan bir başka bilim adamı da
Amerikalı araştırmacı Dr. Rudi Paul Lindner’dir. Onun Osmanlı’da Göçebeler isimli
çalışmasında Koreşan Oymağı’nın Orta Anadolu bölgesindeki varlığı hakkında yine Tahrir
kayıtlarına bağlı olarak değerli bilgiler verdiğini görüyoruz.
Sözlü tarih bilgilerinin doğruluğunu kanıtlayan bir bilgi de Koreşan Ocağı’nın Erzincan
Çayırlı ilçesi ve çevresindeki varlığıdır. İlerde üzerinde tekrar duracağımız bu konunun bizim
için önemini burada açıklamamız gerekmektedir. Çayırlı ilçesi ve çevresi halen sözlü tarih
bilgilerinin bütün canlılığı ile yaşadığı bir yerdir. Bunun sebeplerinden birisi yörede inanç
unsurlarının kentleşme ve küreselleşmenin etkisinde daha az kalması ve canlılığını yitirmemiş
olmasıdır. İkincisi ise maddi kültür unsurlarının tahrip olmaması sebebiyle sosyal
antropolojik değerlendirmelere halen çok uygun mekanların bulunmasıdır. Bu mekanlar
arasında mezralar, yaylalar ve mezarlıklar gelmektedir. Buna bir örnek vermek gerekirse, şu
anda kutsal ziyaret yerlerinden biri Kara Melik adını taşımakta ve çevresinde bulunan
köylerin tamamına yakın kısmı Koreşan Ocağı mensubu ve talibi olduklarını
söylemektedirler. Ayrıca Erzincan iline bağlı eski adı Vasgird olan köyde de Karamelik
Mahallesi’nin bulunması dikkat çekicidir. (Gül, 2013, 59:68) Kara Melik adının bir yer adı
olarak verilmesinin temel sebebi hiç kuşkusuz ki oymak beyinden veya boy beyinden
kaynaklanmasıdır. Burada bulunan Koreşan Ocağı’nın inanç önderinin türbesi onarılmış ve
ziyarete açılmıştır. Konya ve çevresinin tahrirlerinde karşımıza çıkan Melik Koreşan Cemaati
ile bu bölge arasındaki ilişki açık bir biçimde görülmektedir. Sözlü tarih bilgilerine göre
Nişabur üzerinden Anadolu’ya geliş sırasında Kara Melik Şah, Koreşan Oymağı’nın beyi
olarak onların başında bulunuyordu.
Konya yöresindeki Koreşanların bir kısmının “Melikşah Koreyşan” olarak kaydedilmesi
sözlü tarih bilgileri ile bu bilgiler arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermektedir. Melikşah
Koreşan sözünden de anlaşılacağı gibi, melik, komutan, bey anlamına kullanılan çok eski
unvanlardan biridir. Bu unvanın Selçuklular döneminde de yaygın bir şekilde kullanıldığını
biliyoruz.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Koreşan’ın 13. yüzyılda Anadolu’da var olduklarına dair
elimizde kesin bilgiler bulunmaktadır. Bunun İbnü’l-Esir’den aldığımız bir bilgiyle daha önce
göstermiştik. Bu veriler şu kesin sonuca varamamızı sağlamaktadır: Koreşan Oymağı büyük
bir oymaktır. 13. yüzyılda Anadolu’da var oldukları kesindir. Anadolu’da sadece Tunceli,
Nazimiye, Pülümür yöresinde değil, Erzincan, Erzurum, Bingöl, Muş ve Varto bölgesinde de
bulunmaktadırlar. Ayrıca kutsal ziyaret yerleri arasında Tunceli, Adıyaman, Gaziantep ve
Akşehir yer alır. Adıyaman, Tunceli ve Gaziantep çevresinde halen kültürel kimliklerini
korumaya devam etmektedirler. Son olarak kesinlikle Konya, Afyon ve Ankara bölgesinde de
16. Yüzyılın sonlarına kadar Koreşan Oymağı varlığını sürdürmüş, inanç önderlerinin maddi
kültür unsuru olarak önemli eserleri bulunmaktadır.
Koreşan Ocaklı Oymağı kültürel olarak Osmanlı Devleti’nin duraklama ve gerileme
dönemindeki sosyal, siyasi ve ekonomik gelişmelerden derinden etkilenmiştir. Tunceli,
Nazimiye ve Pülümür eksenindeki bölgede kültürel varlığını sürdürmeye çalışmıştır.
Kentleşme ve küreselleşmenin bütün etkilerine rağmen bu var olma savaşı devam etmektedir.
Burada en ilginç noktalardan birisi Tunceli, Erzincan ve Adıyaman yöresindeki söylenceler,
menakıplar ve sözlü tarih unsurlarının birbirine bağlanması ile Koreşan Ocaklı boyunun
Selçuklu ve Osmanlı döneminde Anadolu’da çok önemli işlevler üstlendiği gerçeğinin ortaya
çıkmış olmasıdır.
Koreşan Oymağı’nın Orta Anadolu’daki varlığını tespit edebilmenin en önemli yollarından
birisi bölgede oluşmuş bir oymaklar birliğinin derinlemesine incelemektir. Bu birlik artık
varlığını yitirmiş ve unutulmuş olan At Çekenler Oymaklar Birliği’dir. Çünkü Orta
Anadolu’daki Koreşanlar bu birlik içinde yer almışlar 17. yüzyılın başlarına kadar yine bu
konfederasyon içinde tahrir kayıtlarına geçmişler, daha sonra ise birliğe bağlı diğer cemaat,
oymak ve boylar gibi kültürel varlıklarını yitirmişlerdir.
3.1. At Çekenler ArasındaKoreşan Oymağı

At Çekenlerle ilgili olarak ilk genel değerlendirmeyi, Prof. Dr. Faruk Sümer’den alıyoruz.
Sümer, elindeki tarihi bilgi ve belgelerin yanı sıra At Çekenler Oymaklar Birliği’nin
yaşadıkları bölgeye giderek folklorik unsurları da derlemiş ve kuru tarih bilgisi ile
yetinmemiştir:
“Marco Polo’nun dediği gibi Türkmenler Orta Anadolu’da soylu at yetiştiriyorlardı. Bilhassa
Konya yöresindeki Türk oymakları, Karamanoğulları ve Osmanlılar devrinde de her yerde
aranan atlar yetiştirmekte devam etmişlerdir. Bunlar önceleri vergilerini yetiştirdikleri
atlardan verdiklerinden kendilerine At-Çeken denilmiştir. Osmanlı Devletinde at vergisi
nakden verilmeye başlanmıştır. At Çekenler Basilica Larenda (Karaman) Ak-Şehir ve Koç
Hisar Gölü arasındaki bölgede yaşıyorlardı. Bu bölge üç yöreye yahut idari mıntıkaya (kaza)
ayrılmıştı. Eski-il, Turgud ve Bayburd. Eski İl Koçhisar gölünden başlayıp güney doğuya
doğru Ereğli’nin batısındaki Akça Şehir’e kadar uzanan topraklara deniliyordu. Bu yörenin
merkezi Koç Hisar Gölü kıyısına yakın yerdeki Eski İl köyü olup bugün de mevcuttur. Konya-
Aksaray arasındaki eski Selçuklu ana yolu üzerinde bulunan Eşme Kaya Köyü de At Çeken
beylerinin oturduğu yerlerden biri idi ki, bu beylerin nesli zamanımıza kadar gelmiştir. Konya
bölgesindeki meşhur “Eşme Kaya’nın kavakları gölgeli” de son beylerden biri için
yazılmıştır.” (Sümer,1994: 198)
Sümer, Koreşanları daha çok Eski il’de göstermektedir. Bu bölgede Koreş Melikşah cemaati
kaydına Davutlar Oymağı ile birlikte yer vermektedir. Ayrıca yine çok kesin bir tarihsel bilgi
olarak Koreşan Melikşah cemaati ile Tuz Gölü’nün Güneyinde At Çeken, Bayburtlu ve
Turgutlu oymakları, Osmanlı resmi kayıtlarında yer almaktadırlar.
At Çekenler Oymaklar Birliği’nin bölgedeki hikayesi bizim çalışmamızın bir boyutunun daha
açık bir biçimde anlaşılması için önemlidir. Doğu ve Güneydoğu’da kısmen de olsa kültürel
kimliklerinin izlerini bulduğumuz oymağın Orta Anadolu’da sadece tarih kayıtlarında
kalmasının sebepleri At Çekenlerin zaman içinde geçirdikleri sosyal, kültürel ve ekonomik
değişime bağlıdır. Çünkü birliğe bağlı bütün topluluklar ki sayıları 30 civarındadır, kültürel
kimliklerini yitirmişlerdir. Bu yüzden 17. yüzyıl sonlarına kadar At Çekenlerin durumları ile
ilgili bilgilere göz atmamız gerekmektedir. Anadolu’da sosyal ve ekonomik ilişkiler siyasi
gelişmelere bağlı olarak değiştiği zaman kültürel kimlikler de top yekün bir değişime
uğramaktadır. Bunun örneklerine çok sık rastladığımızı söylemeliyiz.
Tuz Gölü’nün etrafındaki büyük düzlük merkez olarak alınarak Kapadokya, Bozkır ve
Lykonia’nın bazı bölümlerini kapsayan bölge Karaman Vilayetini oluşturmaktadır. Bu
bölgenin özelliklerinden birisi Hititler döneminden beri bölgede at yetiştirilmesidir. Romalı
tarihçi ve coğrafyacıların gözlem ve anlatımlarına baktığımız zaman bu bölgenin Kuzey
cephesinin at yetiştirmeye uygun bölgeler olduğu, bu bölgelerde tarihin değişik dönemlerinde
at, eşek ve katır yetiştirildiğine dair bilgilere rastlıyoruz. Strabon bölgeden söz ederken koyun
yetiştiriciliğinin olduğunu ve yeşilliklerin üzerinde yabani eşek sürülerinin otladığını söyler.
(Strabon, 2011:11-12)
Özellikle Selçuklu ve İlhanlı döneminde de bölgenin hayvancılık için önemi ile ilgili bilgilere
rastlıyoruz. Osmanlı tarihçilerinden İdris-i Bitlisi’nin yöredeki beş şehir arasında gösterdiği
Akşehir’le ilgili olarak verdiği bilgilerde de bu durum doğrulanmaktadır: “Beşinci Beldesi
temiz ve hoş havalı bir mahalde olan Akşehir’dir. Otlak ve meraları gayetle hasılatlı ve
semereli olup, nihayet derecede rana ve havasının latifliği ile cana can katan bir şehirdir.
Çok sayıda nehirleri ise insan vücudundaki damarlar gibidir”(İdris-i Bitlisi, 2013:64)
Aynı bilgilerin biraz daha farklı boyutlarına 1830’lu yıllarda bölgeyi gezmiş olan Hamilton ve
Texier’de rastlarız. (KTexier, 2000: c. ll., 422) Texier, bize yörede özellikle bir tür dayanıklı
ve güzel katır türlerinin yetiştiğine dair bilgiler verir. Aynı bilgiler İbni Bibi’nin tarihinde
vergi, hediye, fidye ve ticari konuların anlatıldığı bölümlerde de sık sık geçmektedir. Yine
İbn-i Bibi, Yassı Çimen Savaşı sırasında Alaaddin Keykubat’ın askerlerini cesaretlendirmek
ve geri çekilmeyeceğini göstermek amacıyla beyaz bir katıra bindiğini belirtir. (Bibi, 2014:
398) Yörede yetiştirilen katır türü Anadolu’da taşımacılıktaki fonksiyonu ve işlevi
bakımından son derece önemlidir. Bu yüzden katır yetiştiriciliğinin at yetiştiriciliği kadar
önemli bir ticari sektör olduğu görülmektedir. Nitekim Marko Polo Anadolu’da “Olağan üstü
katırlardan” söz eder. (Feet,2012: 287) Katırların Anadolu’da taşımacılık ve üretim
ilişkilerinde yoğun olarak kullanımı günümüze kadar gelmiştir.
Burada günümüzde anlaşılması çok zor olan noktalardan biri de at yetiştiriciliğinin o
dönemdeki önemidir. O dönemin en önemli ticari ve askeri varlığı atlardır. Anadolu’da
yetiştirilen atlar, hem Bizans atlarından hem de Avrupa atlarından farklı olarak daha çevik,
askeri manevralar için çok uygundur. Ayrıca savaşın kanlı ve en şiddetli çatışma ortamında
yüksek bir dayanıklılığa sahiptir.
Bu gün yine unutulmuş çok önemli noktalardan birisi de atların bu nitelikleri kazanması
genetik yapıları yanında aldıkları eğitimin kalitesinden gelmektedir. Yani at yetiştiriciliği
görevi tarihte askeri bakımdan yakın zamanlarda ulaşım araçları ve zırhlı birliklerin
oluşmasına kadar son derece önemli ve statüsü yüksek bir meslektir. Bugün itibariyle modern
ordularda zırhlı birliklerin önemi ne ise o dönemde atlı birliklerin önemi de odur. Koreşan
Oymağı’nın At Çekenler arasında bulunması ve at yetiştiriciliği yapmaları Selçuklu, Anadolu
Beylikleri ve Osmanlı Devleti’nin yükseliş dönemlerinde önemli bir yere sahip olduklarını
göstermektedir.
Türkmen atları üzerinde yazılanlara göz attığımız zaman At Çekenlerin çok uzun bir sure
vergiden muaf tutulmalarının sebeplerini daha iyi anlarız:
“Türkmen atları son derece revaçtaydı ve yüksek gelir getiriyordu. Marco Polo “Türki” diye
adlandırdığı at soyunun mükemmelliği ile Anadolu’da bulunan olağanüstü katırlara değinir.
Atların soy ağaçları tutuluyor, Germiyan halkı atlarının ana babasını “gayet iyi”
biliyordu.Bu atlar en azından el-Umari’nin Ceneviz haber kaynağı Balaban’a ( Domenco
Doria) göre Anadolu’nun en iyileriydi çevik ve yörüklerdi ve onları geçmek imkansızdı.”
(Fleet, 2012:287) Fleet yine el-Umariye dayalı olarak bir atın bin altına kadar satılabildiğini
söylemektedir.
Ticari bakımdan at yetiştiriciliğinin önemine gelince yetiştirilen atlar yüksek bedellerle
Bizans’a ve diğer Avrupa ülkelerine pazarlanıyor ve bundan da gelir elde ediliyordu.
Bu konuda Prof. Dr. Tuncer Baykara bize şu bilgiyi vermektedir:
“Koyun, yiyecek ve giyecek gereklidir. Fakat at beslenmesi hem bir askeri gereklilik, aynı
zamanda en önemli kazançlardan birisidir. Çünkü gerek Akdeniz’de gerekse daha batıdaki
ülkelerde at talebi bir hayli çok idi. Böylece at yetiştirilmesi, en büyük hayvancılık meşgalesi
kabul edilebilir.” (Baykara,1990: 74-75) Baykara, at ticaretinin önemini gösteren bir başka
bilgiyi daha sonra verir: “ Ancak at ve ehli hayvanların ihracaatı daha büyük önem
taşımaktadır. Atlar hayli kıymetli olup, 1300’lerde Girit’te bir at 65-70 hyperpyra idi.”
(Baykara 1990:78) bilgisini vermektedir. Bizans altın sikkesi olan bu para biriminin değişik
dönemlerde içindeki altın oranı değişmesine rağmen her para 4,5 gram olarak düşünüldüğü
zaman, günümüz parası ile bir at 35.000 Türk lirasına denk gelmektedir. Bu da atın o
dönemdeki değerini göstermesi bakımından dikkat çekici bir bilgidir.
Avrupa’nın büyük kentlerinde yapılmış olan at heykellerinin tamamına yakın kısmının Türk
atları olarak tanınması, atlı bale gösterilerinde Türk atları ile büyük meydanlarda gösterilerin
yapılması türk atlarına verilen değeri gösteren örnekler arasındadır. (And, 1958:10)
At, katır, özellikle keçi ve koyun, At Çekenlerin önemli ekonomik girdisi olduğu gibi
Selçuklular döneminden başlayarak 17. Yüz yıla kadar devletin de önemli gelir kaynakları
arasında bulunmaktadır. Hamilton, 1830’lu yıllarda halen At Çeken Yörüklerinin yörede at
yetiştirdiklerine dair bazı bilgilere de yer vermektedir. (Hamilton, 1842, 476/478)
Hamilton’un gözlemlerine göre At Çekenlerin çadırları bile 19. yüzyılın birinci yarısında
geleneksel oval ve keçe çadırlardır. Birliğe bağlı topluluklar üretim ilişkilerinin doğal bir
gerçeği olarak yayla ve kışla arasında sürekli bir hareket halinde bulunuyorlardı.
Bu alan tam olarak tanımlandığı zaman Sivrihisar’la Akşehir arasında da At Çekenlerin
sürekli hareket halinde olduklarını, ancak daha çok Sultan Dağları eteklerini tercih ettiklerini
söyleyebiliriz. Dolayısıyla Koreşan Oymağı’nın Akşehir kolunun da Sivrihisar’la Akşehir
arasındaki düzlüklerde daha çok Akşehir’e yakın yörelerde varlıklarını sürdürdükleri
anlaşılmaktadır. At Çekenler, Sultan Dağı’nın Kuzey Batı yamaçları esas olmak üzere
Ankara, Sakarya Irmağı’na doğru ve Eskişehir Sultanönü ekseninde hareket halinde
bulunuyor, kışlakları ise Sultan Dağı ve Toros dağlarının yamaçları ile Doğanhisar ve Akşehir
çevresinde yer alıyordu. Sivrihisar nahiye sınırları içinde Ak Çekenlere ait bir kayıt
bulunmamaktadır. Bunun sebebi yayla ve kışla sistemine uygun olmaması ve daha çok nehir
ve çay yataklarının bulunduğu yerlerde yerleşim yapılabilmesidir.
Eski İl, Tuz Gölü’nün güneyine düşmekte, özellikle Turgut ve Bayburt oymakları ile Koreşan
Oymağı’nın bu bölgede tahrir kayıtlarına girdikleri görülmektedir. Bu bölgede ayrıca
yerleşim yeri olarak Koreşözü ve Koreş adıyla kazaların bulunması da önemli bilgiler
arasında yer almaktadır.
Osmanlı Tahrir kayıtları, Kuyud-ı Kadime Defterleri ve Hazine-i Evrak Defterlerinde yer alan
Koreşan Oymağı’nın durumuna göz atalım:
1500/1501tarihli tahriri yapan kişi Hatipoğlu olarak bilinen Haydar İbni Nasuh’dur. Bölgede
ikinci bir tahrir de 1523 tarihinde Mustafa Çelebi ve Katib-i Ruşeni ibni Hacı Hüseyin
tarafından yapılmıştır. Bu tahrirle ilgili bilgi veren Lindner önce şu yorumu yaparken At
Çekenler arasında Koreşan Oymağı’nın yerini ve önemini dile getirir:
“Bununla birlikte 1500-1501’de At Çekenlere ait bölgeler oldukça büyüktü ve halk
çoğunlukla göçebe idi. Mahmudlar ve Toros’un kuzey yamacında, Fisandan’ın (bugün Dere)
yukarısında, Larende’nin güney doğusundaki alan olan Kureyşözü’nü de içine alan Turgud
en büyük bölgeydi. Larende’nin oldukça güneyine uzanan bir hatla, Kureyş’in parçalarını ve
şimdiki Eski İl köyü ile Tuzgölü’nün güney kıyılarını kapsayan Eski İl ikinci bölge idi.
Larende’nin güney doğusundaki daha küçük Bayburd, modern toponomide hiçbir iz
bırakmayan tek göçebe aşiret güzergah bölgesiydi.” (Lindner, 2000:129)
Lindner 1500-1501 ve 1523 tarihli tahrir defterlerini birbiri ile karşılaştırarak şu bilgileri bize
vermektedir:
Birinci tahrirde Korayş Melik Şah 169 yetişkin erkek, 71 çiftçi, 63 hane, 10.000 koyun, 1523
tarihli tahrirde ise 190 yetişkin erkek, 168 çiftçi, 148 hane, 17.400 koyun, 1523 tarihli
defterde ayrıca sadece Korayş kısmı okunan listede 262 erkek, 217 çiftçi, 176 hane 13.400
koyun sayılmıştır. (Lindner, 2000:180)
Bu durumu değerlendirdiğimiz zaman ilk yapılan tahrirdeki hane sayısını Ömer Lütfi
Barkan’ın belirlediği beş rakamı ile çarparsak 670 kişinin tahrire girdiğini söyleyebiliriz.
1523 tarihli ikinci tahrirde ise gözle görülür bir artış olmuş ve hem Korayş Melikşah hem
Korayş toplandığı zaman toplam nüfusun 3545 kişi olarak hesaplanması mümkündür. Bu
bilgilere dayalı olarak Koreş Oymağı’nın bölgedeki kısmının sadece hayvancılıkla
geçinmedikleri, yarısına yakın kısmının çiftçilik yaptığı anlaşılmaktadır. Bölgede Koreşan’a
ait ailelerin bir kısmının yerleşik hayata geçtiğini göstermektedir.
387 numaralı Vilayet-i Karaman ve Rum Defteri’nde Konya livasında Koreşan’ın cemaat olarak kayıdedildikleri
görülmektedir. Bu kayda göre: “Koreş Cemaati Esb-i Keşan Eski il Kazası” (1993: 233) aynı yerde Koreyş Melikşah
olarak “Koreş Melikşah Cemaati, Esb-i Keşan Eski İl” (1993:235) kaydı bulunmaktadır. Bu kayıtlardan anlaşıldığına
göre 1501-1523 tarihli tahrirlerdeki gibi Koreşan ve Koreşan Melikşah birbirinden ayrı kaydedilmiştir.
Bunun dışında Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde bulunan 636 sayılı Tahrir Defteri’nde Konya livasının idari birimleri
arasında Turgud, Bayburd, Eski İl, İnsuyu ve Koreşözü kaza olarak geçmektedir. Bu da kışlaklarının kaza merkezi
büyüklüğünde olduğunu göstermektedir.
Burada tam olarak anlaşılamayan noktalardan biri de Koreşan’la, Koreşan Melikşah’ın neden ayrı ayrı cemaat veya
topluluk olarak kaydedildiğidir. Bunun cevabı, tahrir görevlilerinin cemaat ileri gelenlerine, kendilerinin nasıl
adlandırıldıklarını sorup hiç yorumsuz olarak bu adlandırmayı kayda geçirmiş olmaları olabilir. Anadolu’da değişik
tarihlerde yapılan tahrir defterlerinin incelenmesinde böyle bir yoruma varmak mümkündür.
Yine 149 sayılı Tapu Kadastro Kuyud-ı Kadime Defteri’nde Konya livasında kaza merkezleri arasında Turgud, Koreş
ve Eski il kaydı bulunmaktadır. Bu iki defterin dökümü yapılmadığı için daha sonra Koreş ve Koreşözü’nün kaza
dökümleri arasında yer almadığı görülmektedir. Koreş ve Koreşözü kazalarının bağımsız bir dökümünün olmaması da
bir soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. Eski İl’de toplu olarak sayıldıkları ve ayrıca bu kazalar da sayıma gerek
kalmadığı düşünülebilir veya bu kayıtların tekrar gözden geçirilmesi gerekir. Çünkü genellikle tahrir kayıtları il, kaza,
nahiye ve köy sayımları olarak ayrı ayrı yapılmaktadır.
Bizim bu görüşümüzü haklı çıkaracak bir bilgi de Osmanlı Devleti’nin sefere çıkacağı sırada her liva ve sancaktan
levazım tedariki yapılmaktadır. Buna göre 1623/24 tarihi ile 1633/34 tarihlerinde un ve arpa talep edilen kazalar arasında
Konya Koreş kazası da bulunmaktadır. Buna göre 1623 yılında Koreş Kazası’ndan istenen un miktarı 100 kile, arpa
miktarı 400 kiledir. Aynı şekilde Koreş kazasında 1633 yılında da aynı miktarlarda un ve arpa talep edilmiştir. (Faruki,
2000: 660)
Bu bilgiler bize Koreş Kazası’nın büyükçe bir kaza olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Osmanlı
Devleti’nde kazanın konumu köylerden oluşmuş 40-60 kilometre çapında bir alanı kapsayan ve 20-30’dan 100-150’ye
kadar çıkabilen köylerden oluşan bir idari yapı olarak tanımlanabilir. (Genç, 2003:61)
Burada dikkati çeken bir başka nokta da defterlerde, Karaman ili ve çevresinde Didiği Sultan’ın hiç de ihmal edilmemesi
gereken bir inanç önderi olarak geniş vakıf ve emlakinin kayda geçirilmiş olmasıdır. Didiği Sultan, Ahmet Yesevi
müritlerinden olup Anadolu’ya gelerek At Çeken Oymaklar bBrliği içinde yer alan Turgut ve Bayburt Cemaatlerinin
inanç önderidir. Turgud ve Bayburt oymakları At Çekenler içinde Koreşan’la birlikte bulunan oymaklardan olması
bakımından Koreşan’ın bölgedeki mensuplarının da saygı duyduğu inanç önderleri arasında bulunduğunu
söyleyebiliriz. Sadece Turgud ve Bayburt değil aynı zamanda Eşrefoğlu ve Hamidoğulları Beyliği’nin de kendisine
derin saygı beslediği tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır. Günümüzde Didiği Sultan’ın yeterince tanınmadığını
görmekteyiz. Oysa Orta ve Güneybatı Anadolu’ya yerleşen toplulukların tamamına yakın kısmının Horasan üzerinden
Anadolu’ya birbirlerine yakın dönemlerde geldikleri, hatta birbirlerini tanıdıkları ve iş birliği içinde oldukları görülür. Bu,
menakıpnamelerin okunmasıyla açıkça ortaya çıkmaktadır. Didiği Sultan, bu bakımdan bilim adamlarının üzerinde
titizlikle durması gereken önemli inanç önderleri arasında yer almaktadır. (Oral, 1956 :31)
387 numaralı Hazine-i Evrak Defterleri’nde Didiği Sultan’a ait geniş bir dökümün bulunduğunu görüyoruz. İleride
yapacağımız değerlendirmelerde Didiği Sultan, Yatağan Sultan, Seyyit Mahmut Hayrani, Hacı Koreş gibi inanç
önderlerinin tıpkı Hacı Bektaş Veli ve Mevlana Celaleddin Rumi gibi Horasan’dan birbirine çok yakın yerlerden aynı
tarihlerde göç ettikleri ve birbirlerinden haberleri olduğu görülmektedir. (Hazine-i Evrak, 1996: 44).
Koreşan’la ilgili kayıtların bir kısmına ise Yusuf Halaçoğlu ve arkadaşlarının yaptıkları çalışmada rastlıyoruz:
(Halaçoğlu, 1V. Cilt, 2009:1547-48)
Bir Devlet Planlama Teşkilatı projesi olarak hazırlanan çalışmada 1500/1501 ve 1523 tarihli Tapu Tahrir Defterleri’nden
başka daha önce aktardığımız bilgiler yanında 1518-19, 1584-85 tarihli Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyudat-ı
Kadime Defterleri’nin de tarandığı görülmektedir. Bu defterlerde iki farklı bilgiyle karşı karşıyayız: Bunlardan birincisi
oymak, aşiret ve cemaatlerin bir üst örgütü olarak boylara da yer verilmiş olmasıdır. Koreş Oymağı burada Beydili
Boyuna bağlı olarak gösterilmektedir. Ancak bunun hangi bilgiye dayandığı belirtilmemektedir. Çünkü bizim
gördüğümüz hiç bir tapu tahrir kaydında cemaat, aşiret veya obanın hangi üst boya bağlı olduğu yolunda bir kayıt
bulunmamaktadır. Sadece çok özel durumlar, yer değiştirmeler olmuşsa bir önceki duruma atıf yapılarak bağlantıdan
söz edilmektedir.
İkinci farklı bilgi ise mezra ve köylerin de verilmesidir. Köy ve mezraların detaylı olarak verilmesi çalışmanın bize
geçmişe ait daha detaylı bilginin aktarılmasını sağlamaktadır.
1584 tarihinde yapılmış olan tahrirde Akşehir, İshaklı’da Koreşan Cemaatine rastlıyoruz. Tarihi bilgilerimizle bu bilgileri
karşılaştırırsak 1584 tarihi Anadolu’da Celali ve Suhte ayaklanmalarının baş gösterdiği, bu sebeple yayla ve kışla
arasında dolaşan cemaat ve toplulukların toprağa yerleştirilmeye başlandığı yıllara denk gelmektedir. Bu yüzden
İshaklı’daki Koreşan varlığının sonradan toprağa yerleştirildiğini düşünebiliriz. İlerde üzerinde duracağımız gibi Seyyid
Mahmud Hayrani Vakfı’na ait İshaklı’da vakıf emlakinin bulunması da araştırma konumuz açısından ayrıca dikkat
edilmesi gereken noktalardan biridir.
Asıl önemli olan 1500-1501 tarihli defterde verilen bilgilerdir. Çünkü bu bilgilere dayalı olarak Koreşan’ın henüz oymak
olarak özelliklerini koruduğu anlaşılmaktadır. Bu tarihte Koreşan’ın yerleşim yeri olarak Devran köy gösterilmektedir.
1521-22 tarihli defterde Koreşan Oymağı’nın Tavas Mezrası (eski yurd ekinlik) aynı defterde Alırık, Düden ve Karaca
mezrasında Kureyş Marakak Cemaati olarak kayıtlıdır.
1518-1519 tarihli Bab-ı Asafi Defterhane-i Amire de Karaman Vilayeti, Pürnar ve Tavas Mezrası’nda Kureyş Melikşah
olarak kayda girdikleri anlaşılmaktadır. 1518-1519 tarihli aynı defterde Düden, Çavdar, Alırık Mezrası’nda yine Kureyş
Marakak olarak kaydedilmişlerdir.
1584-1585 tarihli defterlerde ise Marakak köyünde Kureyş Marakak Cemaati, Koreşözü Kazasında, Çukur Viran
köyünde Koreş Marakak Cemaati, aynı kazada İne Gazi köyünde aynı adla geçmektedir. Ayrıca yine aynı defterde ve
aynı adla Karakedi köyü, Mandem Köyü, Bilülüce Mezrası, Kızlıpınar Mezrasında Koreş Marakak Cemaati olarak
kayıtları bulunmaktadır.
Bu bilgilerden anlaşılacağı gibi bugünkü il sınırlarına göre Koreşanlar Konya, Afyon, Ankara ve Aksaray illerinin
bulunduğu bölgede at yetiştiren oymaklar arasında yer aldıkları kesindir. Halaçoğlu’nun çalışmasında diğer çalışmalarda
bulunmayan bir kayıt Marakak ifadesidir. Bu ifadede Marakak bir köy adı mı? Koreşan Oymağı için verilmiş tıpkı
Melikşah adı gibi bir unvan mı olduğunu bilmiyoruz. Unvan olup olmadığı konusunda yaptığımız araştırmalar
sonucunda eğer bir yer adı değilse, kelimenin yanlış okunmuş olması olasılığı yüksek görünmektedir. Türkiye’de köy
adları ile ilgili olarak yaptığımız tarama sırasında Tunceli’de Marankek adıyla iki Müslüman köyü vardır (Kaya, Saltık).
Tunceli yöresinde yaptığımız alan araştırmalarında Marakak veya Marankek adının ne anlama geldiğini bilen kimseye
rastlamadık. Tunceli’de eski kayıtlara göre iki Müslüman köyünün kaydını Ali Kaya ve Veli Saltık kitaplarında
nüfusları ile birlikte vermektedirler. Yine Tunceli’de şu anda Pilvenk Aşireti mensuplarının oturduğu Margek köyü
bulunmaktadır. Bu köy Çarsançaklar beylerinden Kulu Beylerin oturduğu bir köydür. Köyü Kulu beyler Pilvenklere
satmıştır. Elbette yazılışları birbirine yakın olmasına rağmen bu bilgilerden bir sonuca varmamız mümkün
görünmemektedir. Marakak kelimesinin Osmanlıca’da hareke kullanılmadan yapılan yazımlarda yanlış okunması
ihtimali göz önünde bulundurulmalıdır.
At Çeken Oymaklar birliği ile ilgili olarak Süreyya Faruki de Osmanlı’da Kent ve Kentliler
isimli eserinde önemli bilgiler vermektedir. Bu bilgiler bize yöredeki bazı kültürel bilgilerin
kaybolmasının sebeplerini göstermesi bakımından önemlidir:
“Tahrir kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla, Akşehir kazasında 18. ve 19. Yüz yıllardakine
benzer sürekli bir iç kolonizasyon hareketi yaşanmamıştır. Konya’da ise Atçeken göçerlerinin
yerleşik hayata geçirilmesi, bir dizi yeni köy kurulmasına neden olmuşa benzemektedir. Bu
süreci, Atçekenlerin hepsinin sıradan vergi mükellefi köylü konumuna getirmeyi isteyen
Osmanlı merkezi idaresi de var gücüyle hızlandırmıştır. Ancak, merkezi idare bu çabasında
kısmi bir başarı kazanabildi, bazı Atçeken grupları 17. Yüz yılda göçer hayatını
sürdürüyorlardı. 1584 tahriri hazırlanırken bu yerleştirme sürecinin henüz pek ileri bir
aşamaya ulaşmamış olduğu anlaşılıyor. Yeni kurulan köylerin çoğundaki yerleşik vergi
mükellefi sayısı tam olarak saptanamamış ve yerleşimde Atçekenlerin yaşadığının
belirtilmesiyle yetinilmişti. Tahrir defterinin derlenmesini izleyen çalkantı yıllarında ise bu
yeni kurulmuş köylerin pek çoğunun kısa zamanda dağılarak yok olduğu varsayılabilir.
(Faruki, 1993:249)
Faruki’nin belirttiği 1581 tarihli tahrirden sonra lll. Murat döneminde yapılan 1591 tarihli
tahrirde Atçekenlerin olduğu kadar onların arasında olan Koreşan’ların durumu ile ilgili
olarak da önemli bilgiler verilmektedir:
“1591’de At Çekenler artık üç dolaşım alanında hayvan otlatamıyorlardı ama daha küçük
yedi bölgeye yerleştirilmişlerdi: bunlar artık Akçeşehir’in kuzeyinde bir yerleşime dönüşen
Turgud, eskiden Turgud’un Mahmudlar adlı bir parçası iken Konya’nın yaklaşık 30 Km
güney doğusunda Müneccimöreni adını alan kasaba, şimdiki Cihanbeyli’nin batısında bir köy
olan İnsuyu, Turgud’un eski parçası Kureyşözü, Bayburd’un eski parçası Kureyş, Kureyş’ten
kalan parçalarla Eski İl ve Bayburd’dur.” (Lindner, 2000:128)
Buradan da anlaşılacağı gibi gittikçe artan bir tempoda Atçekenlerin toprağa yerleştirilmesine
gayret edilmiştir. Bunun temel sebeplerinden birisi de Anadolu’daki siyasal istikrarın
kaybolması buna bağlı olarak da iç isyanlar ve ayaklanmaların çıkmasıdır. Eski İl’de Koreşan,
Melikşah Koreşan’ın da birlikte bulunduğu oymaklar topluluğu içindeki Davutlar
Oymağı’ndan çıkan bir kişi 1595 tarihinde bir ayaklanma başlatmıştı:
“İsyancı başı mevcut genel havadan yararlanarak daha büyük iddialara kalktı. Osmanlıların,
adaletten sapıp, “ Zulüm yoluna gittiklerini, bu hale göre, hanedan ve hükümetlerinin
yıkılmasının lazım geldiğini, kendisi Selçukilerin son hükümdarı Alaaddin soyundan olduğu
için, saltanata geçeceğini ileri sürdü. Hükümdar olduğu takdirde “adalet ve hakkaniyet
üzere’ idare edeceğine dair de söz vermekte idi.” (Akdağ,1995:345)
İsyanın bastırılması ve özellikle devlet davasının takip edilmiş olması Osmanlı Devleti’nin At
Çeken oymaklar Birliği’ne bakış açısını kökünden değiştirmiştir.
Bu konuda Faruk Sümer’in yaptığı değerlendirmeler At Çekenlerin dolayısıyla Koreşan’ın
Konya yöresinde sadece adının resmi kayıtlarda kalmasına sebep olmuştur:
“Celali hareketleri Ulu Yörük (başlıca Sivas Amasya bölgesi) Bozok oymakları, Ankara
yörükleri, Konya bölgesinde yaşayan At-Çekenler gibi Orta Anadolu’da yaşayan
toplulukların da dağılmasına sebep oldu.” (Sümer, 1995:208)
Osmanlı Devleti’nin duraklama ve gerileme dönemindeki en büyük yanlışlarından birisi
besici toplulukları sistematik olarak toprağa yerleştirerek kayıt altına alma çabalarıdır. Bu
çabalar hem toprak sisteminin ve zirai üretimin, hem de çok önemli gelir kaynaklarından
birisi olan besiciliğin yok olmasına sebep olmuştur. Asayişi bağlamayı sadece tek amaç
olarak gören bu politikaların bedelini At Çeken Oymaklar Birliği’nin de ödediği, bunların
arasında yer alan Koreşan’ın da sayıları 30’u aşan cemaat, oymak ve obanın kültürel kimliğini
yitirmesine sebep olmuştur.
Sözlü tarih bilgilerine yeterince önem vermediğimizin en önemli kanıtlarından birine de
burada değinmemiz gerekmektedir. Eğer Anadolu’nun gerçekte kültürel, sosyal- antropolojik
yapısını tam olarak bilseydik kolayca açıklayabileceğimiz bir noktayı nasıl uzun okuma ve
tahminlerle tartıştığımızı da gösteren bu bölümde bir külliyenin durumu ile bir oymağın
geçmişi üzerinde duracağız:
3.2. Boyalıköy Külliyesi (Koreş Baba Zaviyesi) , Koreşan Adı ve Koreşanlar
Boyalıköy külliyesi, sadece bizim konumuz açısından değil Türk kültürü açısından da büyük
önem taşımaktadır. Ne yazık ki bu özgün kültür mirasımız yerli ve yabancı bilim adamlarının
o kadar dikkat çekmelerine rağmen kaderine terk edilmiş durumdadır. Öncelikle üzerinde
yapılan araştırmalardan söz edelim:
Külliyeden ilk söz eden bilim adamlarından birisi Alman Prof. Kurt Erdmann’dır. Özellikle
halılar üzerinde yoğun çalışmaları olan Erdmann, Anadolu’daki arkeolojik buluntular
konusunda yaptığı araştırmalarla ismini duyurmuş birisidir. İstanbul Üniversitesi’nde sekiz yıl
öğretim üyesi olarak çalıştığı zaman zarfında Anadolu’da çok sayıda gezi ve gözlem
çalışmasına katılmış. Bu çalışmalar sırasında aynı geziyi Prof. K- Erdmann ile birlikte yapan
Prof. Dr. Oktay Aslanapa da aynı yıl basılan bir yazısında, Boyalıköy Külliyesine kısaca ve
dolaylı olarak temas etmiş ve bir plânına makalesinde yer vermiştir . Prof. Aslanapa'nın
yazısında, Boyalıköy külliyesi , doğrudan doğruya bir Selçuklu medresesi olarak tanıtılarak ,
bunun, avlusu olan kubbeli bir medrese olduğu ileri sürmüştür.
Bu konu üzerinde çalışan diğer bir bilim insanı da KaterinOtto-Dorn’dur. 1954’te Ankara
Üniversitesi’nin davetiyle Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Sanat Tarihi ve Türk Sanatı
Kürsüsü’nü kurdu. Anadolu Türk-İslâm sanatı alanına yeni bilgiler kazandıran
araştırmalarının sonuçlarını yayımladı.
Prof. K. Otto-Dorn, Boyalı Külliyesi çevresinde bugün maalesef elimizde bulunmayan
alışılmamış görünüşlerdeki bir takım mezar taşlarına dikkat çekiyordu . Bulgularıyla ilgili
görüşlerini İstanbul Üniversitesi’nde verdiği konferansta değerlendirdikten sonra makale
halinde yayınlamıştır.
Daha sonra Prof. Dr. Metin Sözen 1968 yılında Boyalıköy Külliyesi ile ilgili olarak detaylı bir
çalışma yapmıştır. Külliye ile ilgili değerlendirmelerinde Eyice’nin ifadessiyle şu yorumlara
yer vermektedir:
“M. Sözen de , etrafında iki türbe ile mezarlığın toplandığı esas binayı bir medrese olarak
görerek, " bu yapıların içinde medrese, plânının gösterdiği özel durumdan dolayı, Anadolu'da
kapalı medreseler içinde belirli bir yer almaktadır," demek suretiyle , bu binanın bir
medreseye benzemekle beraber , alışılmamış bir biçimi olduğunu da kabul etmiştir .” (Eyice,
1971:39-56)
Bilim adamlarının bu tespitlerinden sonra Prof. Dr. Semavi Eyice, başta 1968 yılı olmak
üzere yöreye iki kere gitmiş ve bulgularını İstanbul Üniversitesi, Türkiyat Enstitüsü
Mecmuası’nda yayınlamıştır. Değerlendirmeleri birçok bakımdan olduğu gibi bizim asıl
konumuz olan Koreşan Oymağı açısından da büyük önem taşımaktadır:
“Bir inceleme gezisi sırasında , 1968 sonbaharında görüp incelediğimiz Boyalıköy
manzumesinin Selçuklu devrinde Ortaasya 'dan Anadolu’ya akan Horasan Erenleri (Gazi
veya Alp Erenler ) için kurulmuş bir hanıkah olduğunu anladık . Boyalıköy'ü ilk defa olarak,
12 Eylül 1968 günü ziyaret ettiğimizde , köyün kenarında bir harabe halinde duran bu
topluluğun, değişik karakteri dikkatimizi çekti . Her şeyden önce , bu manzumenin ücra bir
köyde bulunuşu, bunun bir medrese olması ihtimalini çok zayıflatıyordu.” (Eyice, 1971: 43)
Eyice, bu ön yargısını belirttikten sonra sırasıyla önce hankahı, daha sonra eyvan içindeki
türbeyi ve binanın tamamen dışında olan künbeti tek tek değerlendirir ve çizim planlarını
Metin Sözen’in çalışmalarından bize aktarır. Binanın içinde toprak ve hafriyatın
çıkarılmasından sonra daha önceki araştırmacıların sandığı gibi binanın iki katlı değil tek katlı
olduğunu, iç avlusunu ve misafirhane olarak düşünüldüğü için hücrelerin özelliklerini aktarır.
Daha sonra eyvan türbe ile ilgili şu bilgileri verir:
“Çok eski Orta Asya sanat geleneğinin bir örneği olan bu eyvan türbe, diğer benzerlerinde de
görüldüğü gibi her cephesinde üçgen şeklinde dışarı taşkın , âdeta mahmuz biçiminde birer
destekleme payandasına sahiptir . Türbe mekânını , eyvanını örten beşik t onozun duvarları
zorlayan baş kısımı karşılamak üzere bu payandaların yapıldığı anlaşılır .” (Eyice, 1971:47-
48)
Daha sonra Türkiye’deki benzeri hankahlarla karşılaştırırken özellikle Kayseri’de Eretna
Beyliği tarafından yaptırılan Köşk Dağı Hankahı ve Diyarbakır Tekke Köy Hankahı ile
benzerliklerini göstererek buranın kesinlikle bir medrese değil bir hankah olduğu hükmüne
varır ve daha sonra şu kesin yargılarını belirtir:
“Bütün bu hususların bir defa tekrar gözden geçirilmesi şunu açıkça ortaya koyar ki :
1. Boyalıköy manzumesinin bugün hiçbir tarafında ve görünürde bir kitâbesi yoktur . Evvelce
mevcut olan taş kitabe kayıptır . Türbenin içindeki çini kaplı sandukada olduğu söylenen
mozaik çini yazıdan da hiç bir iz yoktur. Böylece bina üzerinde açık bir karara varmak imkânı
kalmamıştır.
2. Buradaki velînin adı Seyyid Kureyşî olarak Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nden
öğrenilmektedir.
3. Boyalıköy manzumesinin, Afyon'daki köprü ve Kütahya'daki ribat kitabesinde adları geçen,
Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında yaşamış , İbnü'l mülük ve -s-selâtin Hacı
Mehmed bin İlyas bin Oğuz ve kardeşi Karataş (veya Kurşî) bin İlyas bin Oğuz ile , bugünkü
durumda ilgisi olup olmıyacağını sarih surette söylemeğe imkân yoktur.
4. Böyle bir ilişkiyi destekliyecek bir bilgi olmadığına göre, köprü ve Akviran ribatı kitabeleri
tarihi olan 1210 rakkamını, Boyalıköy manzûmesine de yakıştırmak yanlış olur .” (Eyice,
1971: 50)
Yazar, Afyonkarahisar müze müdürü Süleyman Göçer’in yaptığı tamamen sözlü bilgiye
dayanan ve doğrulanmamış yargıları ele alarak eleştirir. Bu haklı eleştirileri önemli olduğu
için Abdülhalim Durma’nın Evliyalar Şehri Afyonkarahisar, isimli çalışmasındaki
değerlendirmelerden yola çıkarak ele alacağız. Çünkü Durma Süleyman Göçer’in yaptığı
değerlendirmelere kitabında yer vermiştir:
“Şehir merkezine 25 km uzaklıktaki Sinanpaşa ile Afyonkarahisar arasında bulunan
Boyalıköy’de iki türbeden oluşan küçük bir yapı topluluğu vardır. Sanat tarihi kaynaklarında
uzun süre medrese olarak tanımlanan bu eserin yapılan araştırmalardan sonra bir zaviye ve
iki türbeden meydana geldiği anlaşılmıştır. Yapıldığı tarih kesin olarak bilinmemekle
beraber, bazı kaynaklarda 1210 tarihine rastlanmıştır. Bu durumda 13. Yüzyıl eseri olan bu
iki türbe ile zaviyenin mimar Kureyş bin Oğuz tarafından yapıldığı ileri sürülmüşse de bu
iddia da kesinlik kazanmamıştır. Evliya Çelebi bu yapı topluluğunun Bektaşi tekkesi olarak
kullanıldığını öne sürmüştür.” (Durma, 2009:174-175)
Durma’nın bu çalışması bir boyutu ile halk arasından kültür ve sözlü tarih derlemesine de
dayanması bakımından önemlidir. Evliya Çelebi’nin verdiği bilgiye dayalı olarak Boyalıköy
Külliyesinin bir zaviye olduğunu dile getirmektedir. Verdiği bilgiler arasında kesin
olmamakla birlikte binanın mimarının Kureyş bin Oğuz olduğu da bulunmaktadır.
Han ve kervansaraylarda da türbeler bulunmasına rağmen yapının işlevi, genel durumu daha
çok bir zaviye olduğunu göstermektedir. Ancak mimarının veya inşa edilmesine hizmet eden
kişinin Kureyş bin Oğuz veya Ebü’l-Vefa Kureyş bin Oğuz olması, yapılış tarihinin 1210
yılına kadar indirilmiş olması ciddi bir bilimsel araştırmaya dayanmamaktadır. Zaten kendisi
de iddianın kesinlik kazanmadığını belirtmektedir.
Eyice’nin de yukarıda belirttiği gibi Afyon’da bulunan bir köprü kitabesine dayanarak böyle
bir yorumu yapmak doğru değildir. Ne var ki 1210 yılında Kureyş bin Oğuz adını taşıyan bir
beyin bu civarda bulunması bizim araştırmalarımızın seyrini değiştirmesi bakımından son
derece önemlidir. Kitabımızın ilerleyen bölümlerinde de görüleceği gibi Karacadağ veya
Sultan Dağları’nda Koreş beylerinin oturduğuna dair elimizde kesin bulgular vardır. Bu tarih
ve Kureyş bin Oğuz’la ilgili bilgiler Koreşanların Anadolu’ya gelişlerini ve Orta Anadolu’da
bulundukları tarihi daha da eskiye taşımaktadır.
Koreş bin Oğuz’un Gıyasettin Keykavus döneminde Haçlılara karşı savaşan emirlerden biri
olduğu yolundaki iddia vardır ki bu da tam olarak kanıtlanamamaktadır. Çünkü bu adda bir
bey dönemin Selçuklu tarihlerinde yer almamaktadır. Bir başka iddia ise Kureyş bin Oğuz’un
Otluk Beli savaşından sonra yöreye gelen Akkoyunlu beylerinden birisi olduğu iddiasıdır. Bu
konuda da Akkoyunlularla ilgili tarihlerin hiç birinde böyle bir bey adına rastlanmamaktadır.
Ne var ki yörede bir Akkoyunlu topluluğunun Afyon yöresinde bulunduğu da kesindir. Hangi
tarihte geldikleri ve dönem içinde Afyon yöresindeki etki ve nüfuzları ile ilgili olarak da bir
bilgi bulunmamaktadır. Otluk Beli savaşının 15. Yüzyılda olması köprü ve Boyalı
külliyesinin yapılış tarihi ve mimari özelliklerinin daha eski dönemleri işaret etmesi sebebiyle
bu bilginin doğruluğu da mümkün görünmemektedir.
Burada bir başka nokta da kümbette yatan kişinin bir inanç önderinden çok bir Selçuklu veya
Karamanlı beyi olduğu izlenimi yaratması ve henüz kimliğinin bilinmemesidir. Sonuç olarak
külliyede bir kümbet, bir de türbe olmak üzere iki kişinin mezarı bulunmaktadır. Külliyede
bir inanç önderinin türbesinin olduğu kesindir. 17. Yüzyılda Evliya Çelebi bunun Seyyid
Kureyşi olduğunu belirtmektedir. Anadolu’daki bütün zaviyelerde olduğu gibi yaşanılan
çevre ile türbe iç içe bulunmaktadır.
Kümbet ise külliyenin uzağında bir noktada yer almakta ve kesinlikle belirtilmesi mümkün
olmamakla birlikte külliyeden daha eski bir mimari özelliğe sahip görünmektedir. Dolayısıyla
kümbette kimin yattığı bilinmemektedir.
Prof. Dr. Semavi Eyice’nin araştırma ve eleştirilerinden yola çıkarak Kureyş bin İlyas bin
Oğuz’la ilgili değerlendirmeler üzerinde duralım:
" Akkoyunlu kabilesi beylerinden İlyas oğlu Kureyş ve Hacı Mehmed beylerin yaptırdığı
künbedler ve medrese denilmektedir. K. Otto Dorn ve M . Sözen'in yazılarında , bu
manzumenin Kureyş bin İlyas bin Oğuz tarafından yapılmış olabileceği ifade edilmiştir .
Afyonkarahisar Şehri’nin hemen kenarında plan Altıgöz köprüsü kitabesinde adları geçen
Ebu'l-vefa İlyas bin Oğuz ile oğlu Bedreddin Ebu -hâmd Hacı Mehmed, bu manzûme ile ilgili
görülmek istenmiştir. Halbuki H . 606 (1210) tarihli bu çok çapraşık ve okunması zor olan
kitabenin Boyalıköy manzumesi sahipleri ile ilgisini destekleyecek bir şey yoktur .” (Eyice,
1971: 51)
Prof. Dr. Katerin Otto Dorn ve Prof. Dr. Metin Sözen buranın Kureyş bin İlyas bin Oğuz
tarafından yaptırılmış olabileceğini söylerken gerekçelerini Afyon’da bulunan Altıngöz
köprüsünün kitabesine dayandırmaktadırlar. O halde köprünün üzerindeki kitabedeki yazıya
da göz atmamız gerekecektir:
“Kitabe metninin Türkçesi :
"Ulu Emir, âlim, âbid, zahid, muvakkar, muhterem devlet ve din hadimi , Ebul Vefâ İlyas ibn
Oğuz-Allah ona geniş rahmetler ihsan etsün - bu köprüyü hayatta iken bina etti . Vefatından
sonra köprü harap oldu . Onun oğlu ulu Emir , Sipâhsâlâr, el-mü'eyyed Bedrüddevle ve'd-din
rüknü’l İslam ve 'l-müslimîn ibn el -mülûk ve 's-selâtîn Ebu Hâmid Hacı Mehmed bin İlyas ,
babasının vakfının geliri ile onun yeniden yapılmasını emretti . Allah ahirette ona pek çok
sevap ve fâhir nimetler bağışlasun. Sene 606. Bu kitabeyi Mehmet bin ……. yazdı . " (Eyice,
1971: 51-52)
Buradan anlaşıldığına göre köprünü ne zaman yapıldığı belli değildir. Ancak köprünün tamir
ediliş tarihi 1210 tarihini taşımaktadır. Bu da köprünün yapılışını daha eski bir tarihe
götürmektedir. Ebu’l-Vefa İlyas ibni Oğuz için emir, alim, abid ve zahid adlandırmasının
yapılması, tıpkı Hızır Bey Çelebi ve babası gibi beyliği yanında aynı zamanda bilgin ve
tasavvufi özelliklere sahip olduğunu da göstermektedir. Eyice bu bilgiden yola çıkarak şu
yorumları yapmaya devam etmektedir:
“Evliya Çelebi 'nin verdiği Seyyid Kureyşî adı , geç bir devirde İslâmlaştırılmış bir ad gibi
görünür. Yâni burada türbede yatan velî aslında buna benzer bir yer adına sahipken (meselâ
Orta Asya'da Karşı'dan Karşı'î ) zamanla daha İslâm tarihine uygun Kureyşî (Kureyşî' den)
ye çevrilmiş olmalıdır . Anadolu'nun Selçuklu devrinde Oğuz aşiretleri tarafından , bilhassa
uçlarda iskânı sırasında Boyalıköy'de bu ribat-hanıkahı kuran Kureyşî veya Karşı-î'nin tarihî
hüviyeti ise belki bir gün bir menâkıbname veya vakfiyenin yardımı ile aydınlığa
çıkarılabilir.” (Eyice, 1971: 52)
Eyice’ni halk kültürü içindeki menakıplardan yola çıkarak bunun açıklığa kavuşturulacağını
söylemesi dikkat çekicidir. Bizim bu alanda yaptığımız yaklaşık 20 yılı bulan
araştırmalarımız sırasında belirttiğimiz gibi halk kültürü unsurlarını tam olarak bilmediğimiz
zaman Evliye Çelebi’nin verdiği bir bilgiye dayanarak yanlış bir yorum yapabiliriz. Evliya
Çelebi burada yatan kişinin ismini Kureyş olarak okuduktan sonra, doğrudan İslam tarihine
gitmekte ve burada yatan kişinin peygamberimizin sahabelerinden biri olduğu yorumunu
yapmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken noktalardan birincisi tarihsel olarak
peygamberimiz döneminden bir sahabenin Boyalıköy’e kadar gelebilmesi ve burada vefat
etmesi mümkün değildir. İkincisi türbede yatan velinin isminin başında Seyyid unvanı
bulunmaktadır ve Hz. Hüseyin soyundan geldiği açıktır. Seyyid unvanının Hz. Hüseyin’in
vefatından çok sonra onun soyundan gelenlere verildiği kesindir. O halde peygamberimizin
çağdaşı olması bir kere daha mümkün değildir.
Üzerinde durulması gereken bizim çalışmamızın giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi tarihsel
bir trajedinin doğal sonucu olarak Hz. Hüseyin soyundan gelen Seyyid’in Kureyş adını aldığı
görülmemiştir. Bunun temel sebeplerinden birisi peygamberimizin vefatından hemen sonra
çok önceden beri var olan bir Kureyş asabiyeti hortlamış, Haşimi ve diğer Arap oymaklarını
küçük görmüştür. Haşimi-Kureyş çatışmasının temel sebeplerinden birisi de budur. Bu
yüzden Kureyş, Eyice’nin de belirttiği ve daha sonra haklı olarak Uzunçarşılı’nın da farklı bir
biçimde okuduğu gibi birçok biçimde okunabilir. Nitekim okunmuştur da.. Oysa Anadolu’da
yaşayan oymaklarla ilgili bilgilerin, kültür ve sözlü tarih unsurlarının, tarihi bilgilerle
birleştirilmesi gerekmektedir. Çalışmamızın başından beri Koreş adı üzerine verdiğimiz
bilgileri bir kere daha gözden geçirirsek açık bir şekilde görülecektir ki bu kelime bizim
belirttiğimiz Koreş ve Koreşan olarak okunmalıdır. Nitekim bizim başından beri birçok bilgi
ve belgeye dayanarak yaptığımız açıklamalar bunu kesin olarak ortaya koyar. Yine Eyice
Orta Asya’da Karşi adında bir topluluğun adının daha sonra İslami kimlik almış olabileceğini
belirtirken yer adı olarak Orta Asya’da bulunan Kuray yer adını kanıt göstermek ister. Ne var
ki kendisinin aşağıda verdiği bilgiler Karşi kelimesinin değil Kureyşi kelimesinin varlığına
kanıttır:
“Ankara civarında Oğuz boylarının iskân edildikleri yerlerde bir Kureyşözü adlı yer vardır.
(kşl. F. Sümer, Oğuzlar - Türkmenler, Ankara 1967, s. 342). Orta Asya’daki Karşı yer adı bir
kaç tanedir. Eski bir hikâyede Karşı yer adına rastlandığı gibi ( bk. A. İnan, Makaleler ve
incelemeler, Ankara 1968, s. 208, 209 ve 216) , Timur'un mezar kitabesinde de Karşı yer adı
olarak bulunmaktadır (kşl. A. inan, ay. eser. s. 601 ) Orta Asya'da ayrıca Kuray olarak da yer
adı vardır. Bir Karamanoğulları tarihi yazan Şikârı de, Toroslarda Kureyş dağlarının hâkimi
olan Kureyş beylerinden bahsetmektedir , (kşl. Karamanoğulları tarihî , yay. M. Koman,
Konya 1946, s. 198.) İkinci defa Karaman valisi olan Cem Sultan 'ın avlanmaya çıktığı bu
Kureyş dağları, Karaman'nın doğusunda Bulgar Dağları’nın bir kısmıdır . Bugün de 1:800-
000 lik Türkiye haritasında İbrala doğusunda Büyük Kuraş ve Küçük Kuraş köylerinin
adlarına rastlanır.”( Eyice, 1971:53)
Hocamızın burada verdiği bilgiler bizim yaptığımız çalışmanın tam da kalbine oturmakta ve
çalışmamız için yaşamsal bir kanıt ortaya koymaktadır. Bunlardan birincisi Şikari’nin
Karamanoğulları tarihinden yola çıkarak Koreş dağlarında bir Koreş Bey’in yaşadığını, bunun
Toros dağ silsilesinin bir kısmının adını oluşturduğunu belirtmektedir. Ayrıca yazar Şehzade
Cem’in Karaman Valiliği sırasında bu dağlarda avlanmaya çıktığına dair kanıtlar üzerinde
durmaktadır. Şikari’nin Karamanoğlu tarihinden ilgili bölümü aynen alıyoruz:
“Birgün Cem Sultan şikara binüb Kureyş Tağına çıkdı. Yanında üç yüz ademi ancak var idi.
Av ederek yaylak’a erişdi. Gördü ki bir azim cemiyyet var. Bildi ki Karamanoğlu’dur. Havf
eyledi.”
Meğer Kureyş Beyleri Karaman’ı ziyafete çağırmışlar idi.” (Şikari, 2016, 224)
Kitapta çok büyük tashih ve okuma hataları bulunmaktadır. Yayına hazırlayan kişi burada
diğer yazarlardan bir kısmı gibi kelimeyi Kureyş olarak okumuştur. Oysa Kuyud-ı Kadime
Defterleri’nde çok açık bir şekilde Kureyş okumaya sebep olması gereken (y) harfi
bulunmamaktadır. Yani kelimenin açık bir biçimde Koreş olarak okunması gerekir. Ancak
bundan da önemlisi, Koreş topluluğunun Bulgar Dağları’nda yer alan Koreş Dağı’nda oymak
düzenini 15. Yüzyılın sonlarına kadar sürdürmeleri, oymağın yöneticisinin bey olarak
adlandırılmasıdır.
Eyice, günümüz haritalarından söz ederken Büyük Kuraş ve Küçük Kuraş köylerinin adlarını
belge olarak göstermektedir. Bu okuma tereddütleri ile ilgili bazı kanıtları ilerde kullanacağız
ama buradaki iki köy çok açık bir biçimde Kuraş değil Koraş’tır. Bu konuda Başbakanlık
Devlet Arşivlerinin yaptığı iki açıklama konuya bir açıklık getirecektir.Bugün bütün
kaynakların Kureyş olarak okuduğu yer adı ile ilgili olarak verilen bilgiler şöyledir:
“Deyula maa Koriş kaza (16. Yy) Köy (1928’de Kureyş şeklinde yazılmış) Konya Karaman
Eyaletinde, şimdi ise Konya Ereğli Ayrancı mevkiinde büyük Koraş ve Küçük Koraş var.”
(Sezen,2006 : 148)
Aynı değerlendirme Abdülkadir Gül tarafından Erzincan ilinin 16-20. yüzyıllardaki durumu
ile ilgili olarak yaptığı çalışmada da belirtilmektedir:
“Bunlara ilave olarak yanlış bir tercüme ile Kureşanlı köyünün ismi yıllıklara Kureyşli
olarak geçmiştir.” (Gül, 2013:75)
Çalışmamızın başından beri söylediğimiz gibi Arap alfabesinin oluşturduğu bir okuma
zorluğu sebebiyle birçok kişi veya değişik tarihlerde birçok bölgede kelime yanlış
okunmuştur. Aynı kelime “Koreş, Koriş, Kuraş, Kurşi, Karşı, Koraşı, Karataş, Kuruş,
Kureyş” şeklinde okunabilmektedir. Günümüzde kelime bir galat-ı meşhur haline gelerek
Kureyş olmuştur. Oysa hem anlam bilim, hem Anadolu halk kültürü, hem de sözlü tarih
bilgilerinden yola çıkarak bu kelimenin doğru okunuşunun Koreş ve çoğulunun Koreşan
olarak okunması gerekmektedir. Böyle okunduğu zaman Horasan üzerinden gelen çok büyük
bir ocaklı oymağın Anadolu’nun birçok yöresini adeta bir dantela gibi süslediğini görmemiz
mümkündür.
Bilim adamlarımızı haklı olarak yanıltan nokta, halk kültürü ve Anadolu’daki oymak, cemaat
ve topluluklarla ilgili yeterli bilgi birikiminin olmamasıdır. Bu konu üzerinde sosyolog,
sosyal antropolog ve halk bilim uzmanlarının çalışmamış olmaları, bilgilerin disiplinler arası
çalışma sonucu birleştirilmesini zorlaştırmaktadır. Eyice, burada bizim araştırma konumuzu
tamamen destekleyen ve güçlendiren bir başka yaşamsal bilgiyi vermektedir:
“Seyyid Karşı-î'nin veya Kureyşî'nin Akkoyunlulardan olduğu yolundaki rivayeti ise kontrole
imkân göremiyoruz. M. H. Yinanç, Akkoyunlular mad. İslâm Ansiklopedisi, I, s. 251-270. de,
bu adda kimse anılmamıştır . Konya'da Musalla Mezarlığı ’ndan 1929 da müzeye götürülen
bir mezar sandukası üzerinde 20 Muharrem 617 (1220) de ölen Türkistanlı Hacı Hüseyin
oğlu Kureyşi'nin adına rastlanması bu adın Orta Asyalı Türkler arasında mevcut olduğunun
en kuvvetli delilidir, bk. Z. Oral, Konya’da Tarihî Mezar Taşları , " Anıt Dergisi ", sayı 10,
1949, s. 19.)” (Eyice, 1971:53)
Zeki Oral’ın Anıt Dergisi’nde yayınladığı Konya Mezar Taşları isimli yazı serisini tek tek
inceledik. Söz konusu edilen mezar taşı ile ilgili bilgileri buraya aynen alıyoruz:
“ Türkistanlı Kureyş’in Mezar Taşı, Tarihi 20 Muharrem 617 Pazartesi, 27 Mart 1220.
Kurşuni renkte mermerden sanduka şeklinde yapılmış olan bu mezar taşı, 19/VIII/1929 da
Musalla Mezarlığı’ndan Konya Müzesine nakl edilerek 950 numaraya kayıt olunmuştur.
Uzunluğu 1.40, yüksekliği 0,30 metredir. Üzerinde şu yazılar vardır:
1. “Haza kabrü’l merhum es’sa’id el garib Koreş bin el hac Hüseyin et Türkistani Tufi,
2. Leylete
3. İla saniyen fi el işrin min muharrem sene seb’a işrin ve sitmayete gaferallahu lehu ve’l
Validiye mağfirete”
Türkçesi:
Bu kabir Tanrı’nın rahmetine ulaşmış, mübarek ve garib olan Türkistan’lı Hacı Hüseyin oğlu
Koreş’indir. O 617 Muharrem ayının 20’sinde Pazartesi gecesi öldü. Allah onu af buyursun.
Anasını ve babasını geniş rahmetlere ulaştırsın.” Demektedir.” (Anıt Dergisi, yıl: 1, Kasım
1949, sayı:10.)
Oral, mezar taşındaki bazı noktalarda okuma hatası yapmıştır. Bunlardan ilke “ila saniyen”
kelimesi, ikinciye anlamına gelmektedir. Oysa kelimeyi “el-isneyn” yanı Pazartesi anlamına
gelecek şekilde okumalıydı. Bir diğeri ise “validiye” şeklinde okuduğu kelimenin ana-baba
anlamına gelebilmesi için “valideyni” okunması gerekirdi. Yaptığı bir başka yanlışlık da ölüm
tarihi ile ilgilidir. Muharrem ayının 20’si olarak gösterilen kayıt aslında Muharrem ayının
27’si olarak yazılıdır. Zeki Oral’ın yazının dipnotunda yaptığı açıklama Eyice Hocamızın da
kafasını karıştıran ilginç bir açıklamadır:

“ Kureyş (Karış) tan meydana gelmiştir. Karış toplamak devşirmek yani ticaret etmek. Bir
şeyler toplamak sonra satmak manasındadır. Sure-i Nebe Tefsiri, Müze kitaplığı, 2288, say:
391” (Anıt Dergisi, yıl: 1, Kasım 1949, sayı:10.)
Oral buradan yola çıkarak bu kişinin kimsesiz bir tüccar olabileceğini söylemektedir. Oysa
hemen anlaşılacağı gibi adı açık bir biçimde Koreş veya Kureyş olarak okunmaktadır. Ticari
bir unvan değildir. Nebe Suresi’nde de Karşı veya Kureyşi kelimesi geçmemekle birlikte
tefsirinin içinde bulunan tamamen yazarın maişet kelimesi ile bağlantılı olarak kurduğu
kelime ilgisinin belge gösterilmesi de doğru değildir.
Diğer taraftan Abdülkadir İnan’dan alınan bilgiye dayalı olarak Karşi kelimesinin
Türkistan’da bir şehir olabileceği yolundaki yorum da bütünüyle doğru değildir. Türkistan’da
Karşi adıyla bir kent bulunmaktadır. Ancak bu kentin adı 13. Yüzyıldaki adı (Nakşab)
Saray’dır. Karşi adını alışı 14. yüz yıla isabet etmektedir. Dolayısıyla böyle bir adlandırma da
doğru değildir. Bu konuda Jean Paul Roux, Çağatay Devletini anlatırken Duva oğlu Kebek’le
ilgili bölümde şu bilgileri vermektedir:
“Kebek daha da ileri gider, Bozkırları terk eder ve Maveraünnehir’e yerleşir. 1220 yılından
beri Moğolların yaz kampı olarak kullandıkları, Baktra-Buhara yolu üzerindeki Nakşab’a bir
saray inşa ettirir. Saraya Karşi adı verilir. Bu saray sonradan aynı adı taşıyacak şehrin
temelini oluşturur.” (Roux, 2006:325) Buradan da anlaşılacağı gibi Karşi şehrinin kuruluşu,
bu mezar taşının dikilmesinden 150 yıl sonraki bir iştir.
Uzunçarşılı hocamızın Kütahya’da bir ribatla ilgili olarak verdiği bilgi de bizim için oldukça
önemlidir. Burada yapılmış olan tekkenin alınlığından çıkan bilgi, Afyon’da köprüyü yapan
ve onaran ailenin aynı aile olduğunu göstermektedir. Hocamız buradaki tekkenin adını benzer
bir okuma yanlışı ile ele almıştır. Oysa Kütahya yöresinde Arslanapa’ya bağlı ismi
değiştirilmemiş olan Koreşler ve Akşehir Yunak karayolunun Kuzey Doğusunda Akşehir
gölü yakınlarındaki Koraşi köyleri (1928’den sonraki okumayla Kureyş) yerleşim yeri
(Köylerimiz, 386 )ve yer adının bulunduğunu bilmekteyiz. Yine Uşak Sivaslı’da Ağaçbeyli
olarak ismi değiştirilmiş olan köyün 1676 tarihli Avarız Defteri’ndeki kaydı Kureyş olarak
geçmektedir. (Çakır, 2010:28):
“Aşıkpaşazade’nin “Tevarih-i âli Osman” adlı eserinde beraber sefere katıldığını anlatarak
zikrettiği kuruluş döneminin önemli dervişlerinden olan Kıdvetü’s-salikin ve’l-arifin
Akbıyık’ın -nevverallahü merkadehu-, Yarhisar tevabiinde Kureyş dağında bulunan
zaviyesine vakfedilen akarlar arasında Yarhisar’a bağlı 8 nefer vakf-ı gulaman ile meskûn
olup, 1588 akça hasılı bulan Akbıyık Karyesi, 20 nefer ile meskûn olup, 700 akça hasılı
bulunan Karakiçe mezrası, 8 nefer ile meskûn mezra ve çiftlikler, 42 nefer ile meskûn olup
1010 akça hasılı mukayyed olan Ayvacık Karyesi vakfedilmiştir. Yine vakıf için Yenişehir’e
tabi 20 nefer gebran ile mütemekkin olup, 4835 akça hasılı bulunan İmad köyü vakfedilmiştir.
Vakfa şeyh Akbıyık’tan sonra oğlu Habibullah oğlu Abdullah mütevelli, şeyh Emirullah ise
nazır olmuşlardır. Habibullah oğlu Zayfullah oğlu, Nasrullah Çelebi son olarak vakfa
tasarruf etmişlerdir. Mezraa ve çiftlikler kısmında bahsi geçen 8 nefer dervişin daha sonra
Samrı nam karyeye göç ederek on yıldan fazla orada kaldıklarından Samrı köyünü
şenlendirdikleri belirtilmiştir.” (Turgut,2011: Cilt: 4 Sayı: 19 Volume: 4 Issue: 19)
Dikkat edildiği zaman Horasan erenlerinin Anadolu’daki yerleşme stratejilerine uygun bir
yerleşme şekli gösterilmekte, dağların derbentlerin ve boğazların geçiş yerlerinden birine de
Koreş adının verildiği açık bir biçimde görülmektedir. Akbıyık Sultan’ın Koreş Dağlarında
zaviye kurmuş olaması da bizim için ayrıca önem taşımaktadır. Çünkü Koreş dağı’nın olduğu
yerde Koreş oymağından da kimselerin yerleşmiş olması gerekir. Eğer bu durum doğruysa
Akbıyık Sultan’la Koreşler arasında bir ilginin olduğu düşünülebilir. Ayrıca makeleyi yazan
Vedat Turgut Akbıyık Sultan’ın torunu olan Dayfullah’ın ismini yanlış okuyarak Zayfullah
olarak belirtmiştir. Bilindiği gibi Dayfullah kelimesi Allah’ın misafiri anlamına gelmektedir.
Boyalıköy Külliyesine tekrar dönersek, Semavi Eyice, bölgeye iki kere gitmiş, bina ile ilgili
olarak uzun bir inceleme yapmıştır. Biz 2000 yılı içinde Eskişehir, Afyon ve Türkmendağ’ı
çevresi yerleşim birimlerinde yaptığımız alan araştırması sırasında Boyalıköy’e uğradık.
Üzülerek belirtmek gerekir ki bilim adamlarının ısrarla üzerinde durdukları bu özgün yapının
2000 yılında 1968 yılından daha kötü bir durumda olduğunu, içinin 1969 düzenlemesinden
sonra yine toprak yığını ile doldurulduğunu, belki de bir çok mermer ve taşın buradan
alınarak çevre köylerde evler için kullanılmış olabileceği izlenimi edindik. Kümbet onarılmış,
o dönem Konya ve çevresinin kümbet mimarisine dayalı olarak kesinlikle mermer olduğunu
düşündüğümüz sandukasının yerine beton döküldüğünü üzüntüyle gözlemledik. Ancak bu
kitabın hazırlandığı sırada yeniden restorasyonunun yapılmaya başladığını öğreniyoruz.
Buradaki bilgileri değerlendirdiğimiz zaman şunu görüyoruz: Anadolu’da halen yaşamakta
olan oymaklar ve bu oymakların sözlü kültür unsurlarının bilinmemesi birçok tarihi gerçeğin
açıklanmasına engel olmaktadır. Değerli sanat tarihçisi hocalarımızın verdikleri bu değerli
bilgilerin tamamlanamamasının temel sebebi budur. Osmanlıca kelimelerin harekesiz
yazılması sebebiyle birçok anlama gelecek şekilde okunması mümkündür. Aynı zamanda
özellikle yazılı belgelerde kullanılan birbirinden tamamen farklı stillerdeki yazıların
okunuşundaki güçlük ve son olarak bu yazıları okuyan günümüz uzmanlarının tarihi ve
kültürel geçmişin detayları hakkında yeterli bilgiye sahip olmaması da bu birbirinden farklı
okumaları ortaya çıkarmaktadır. Bu tarz hataları eski kültüre bizden daha çok yakın olan çok
tanınmış bilim adamlarımız düştüğü gibi biz de her an düşebiliriz.
Bunun üzerinde daha önce de durduk. Burada Koreş kelimesi yaygın bir biçimde Kureyş
olarak okunacağı gibi Eyice, Uzunçarşılı hocalarımızın da okuyacağı üzere Karşi, Karataş
şeklinde de yorumlanarak okunması mümkündür. Ancak bizim yukardan beri anlattığımız
gibi burada yoğun bir Koreşan topluluğu olduğu resmi kayıtlardan ortaya çıkmaktadır. Buna
bağlı ve bizim bulgularımızı destekleyen bilgilerden bir başkası da bölgedeki dağlara verilen
Büyük ve Küçük Koreş Dağları adı ile Kütahya Akbıyık Baba yatırını bulunduğu derbentteki
dağlara verilmiş olan Kureş Dağı adıdır. Bunları da destekleyerek kelimenin bir ocaklı oymak
olan Koreşan’ı kastettiğini gösteren belgelerden biri de Çanakkale bölgesinde bizim
okuyuşumuzla kayda geçirilmiş olan Yenice’ye bağlı Koreş köyünün yeni adı Ballıçay olarak
değiştirilmiştir. (Köylerimiz, 706)
Koreşanların Anadolu’nun kalbinde yer alışları ile ilgili olarak yukardan itibaren bütün
bilgileri bir kere daha toparlayarak özetlersek hiç tartışmasız bir biçimde Koreşan Ocaklı
Oymağı’nın dev bir çınarın köklerini yaydığı gibi Anadolu topraklarına yayıldığını ve bütün
olumsuzluklara rağmen varlığını sürdürme çabası içinde olduğunu görürüz:
Konya bölgesinde Koreşan topluluğunun varlığı, üstelik bizim okuduğumuz biçimde yerleşim
yerleri ile bir kere daha kesinlik kazanmaktadır. Konya’nın Ereğli ilçesinin Ayrancı
kasabasına bağlı Küçük Koraş, yeni adı Küçük Konak Görmez ve aynı yerde Büyük Koraş
yeni adı Büyük Konak Görmez köylerinin varlığı bu konunun artık tartışılmaz doğrulardan
olduğunu ortaya koymaktadır. (Köylerimiz, 397-111)
Ayrıca Konya sancağında Koreş kazasının, yine aynı yerde Koreşözü yerleşim yerinin
bulunması, Koreşan’ın, Anadolu’da etkin bir oymak ve aynı zamanda ocak olarak varlığını
sürdürdüğünü gösterir. (Türkay, 2005: 137, 223, 265, 467, 488, 601. Koreş özü: 218, 324,
632, 670). Oymak olarak Akşehir sancağında (Türkay, 2005:102) Sadece yer adı olarak değil
daha önce de üzerinde durduğumuz gibi cemaat olarak da Koreşan’ın Anadolu’nun birçok
yöresine yayıldığını görüyoruz. Ankara ilinde olduğu gibi Kızılcahamam’ın Kazan’a yakın
bölgesinden Cemaat olarak Koreşan Oymağı’nın bir kolunun 16. yüz yıla kadar varlığını
sürdürdüğünü görmek mümkündür. (Osmanlı’da Köy Adları, 659)
Sonuç olarak bir kere daha belirtmek gerekirse Anadolu’nun değişik yörelerinde özellikle
1928 de yeni harflere geçişle birlikte Kureyş olarak okunan Koreş ve Koreşan yer adlarının
tamamı bir büyük ocaklı oymağına işaret etmektedir.
İç İşleri Bakanlığı’nın yayınladığı Köylerimiz isimli kitapta Koreş ve Kureyş olarak kayıtlı
olan ve sonradan adları değiştirilen köylerin bir kısmı şöyledir: Sivas’ta Kureyş (Köylerimiz
t.y. : 10) Çanakkale ilinde Yenice’ye Bağlı Koreş köyü, yeni adı Ballıçay (Köylerimiz, t.y.
706), Kütahya’ya merkeze bağlı Arslanapa Kureyşler köyü, (Köylerimiz t.y. 386), Uşak iline
bağlı Sivaslı ilçesinde Kureyş, yeni adı Ağaçbeyli (Köylerimiz, t.y., 710)
Boyalıköy Külliyesi’nin kültürel dokusunun Horasan kültür dairesi içinde olması, yakın
zamanlara kadar işlevini Hanıkah ve Bektaşi dergahı olarak yürütmüş olması, doğrudan
Seyyid Mahmud Hayrani ve Hacı Koreş etrafında gelişen bir inanç dünyasının etkilerini
taşıdığını kesin olarak göstermektedir.
Üzerinde titizlikle durulması gereken noktalardan bir başkası ise 1210 yılında Afyon’daki
köprüyü yapan Ebu’l-Vefa İlyas bin Oğuz bin Kureyş’le ilgili eksik tarih bilgilerinin mutlaka
tamamlanması gerekmektedir. Bizim kanaatimiz, İlyas bin Oğuz bin Kureyş’in de Horasan
üzerinden Anadolu’ya gelen Koreş Ocaklı Oymağı’nın oymak beyi olması ihtimalidir. İkinci
olarak üzerinde durulması gereken nokta da Akkoyunlu beyleri arasında bu adda birine yine
tarihlerde rastlanmamış olmasıdır. Biz de özellikle Otlukbeli Savaş’ı eksenli olarak yazılmış,
dilimize çevrilmiş, tarih kitaplarının tamamına yakın kısmını taradık. Uzun Hasan Bey’in
komutanları ve beyleri arasında bu adda bir kişi bulunmamaktadır.
Bu durum böyle bir ismin olmadığını anlamına gelemez. Ancak Fatih dönemine rastlayan bu
bey isminin de yapılacak daha derin araştırmalarla ortaya konula bilmesi mümkündür. Çünkü
bugün önemli bir kısmı Güney Azerbaycan’da kalan Mugan Çayırlığı sayıları milyonları
bulan oymak mensupları tarafından yaylak olarak kullanılan büyük bir yayladır. Teke yöresi
Türkmenleri’nin Antalya yöresinden yola çıkarak gittikleri önemli bir toplantı alanıdır. Bu
alanın uzun bir süre Akkoyunlu ve Karakoyunlu egemenliğinde kaldığını biliyoruz. İran’da
yapılacak bilimsel araştırmalarda bu döneme ait daha detaylı bilgilerin olabileceği ve 1210
yılında Anadolu’da bulunan veya Akkoyunlu beylerinden olup 15. Yüzyılda Afyon yöresine
gelen Kureyş bin Oğuz’u belirlemek mümkün olacaktır.
Koreşan Ocaklı Oymağının, önemli inanç önderleri, bilginler yetiştirdiğini kesinlikle
söylememiz mümkündür. (1993:75) Bu bilgi bizim sözlü tarih derlemeleri sırasında
karşılaştığımız ilk İstanbul kadısı Hızır Bey’in Koreşan aşireti mensubu olduğu yolundaki
bilgiyi önemsememiz ve ciddiyetle araştırmamız için yeterli bir veridir. Yine sözlü tarih
derlemeleri sırasında elde ettiğimiz bilgilerde yer alan Nasrettin Hoca, Şeyh Celalettin Emir
Arif ve Seyyid Mahmut Hayrani ilişkisinin ortaya çıkarılması daha dikkatli bir tarih
araştırması yapılmasının gerekliliğini ortaya koymuştur.
Burada üzerinde durduğumuz noktalardan biri de Sivrihisar’la Akşehir arasındaki ilişkilerdir.
Eğer iki ilçe arasında Selçuklu ve Karamanoğlular’ı döneminden bir bağlantı kurulabilirse şu
sonuç ortaya çıkacaktır: Sivrihisar’da yaşayanlar zaman zaman Akşehir’e, Akşehir’de
yaşayanlar da zaman zaman Sivrihisar’a gidip gelmişlerdir. Bu yargı ile Koreşan Oymağı
arasındaki ilgiye gelince, eğer Sivrihisar İlçesi’nde At çekenler’e ait bir bilgi bulursak bu bilgi
Sultan Dağları ile Sivrihisar arasında Koreşanların da varlığını kesin olarak ortaya
çıkaracaktır.
At çekenlerin Sivrihisar yöresinde bulunup bulunmadığı yolundaki araştırmalarımız sırasında
At çekenlerin vergiden muaf tutulmuş topluluklar içinde olduğunu, Dr. Halime Doğru’dan
öğreniyoruz. Bu yüzden yapılan tahrirlerde özellikle adlarının kaydedildiği bilinmektedir.
Tahrir defterlerinde Sivrihisar yöresinde derbentçi, bazdar, yörük ve At çekenlerin
bulunmadığı görülmektedir. (Doğru, 1997:117) bunun sebebi açıktır. Çünkü yörede derbent
olmadığı gibi yaylak ve kışlak da bulunmamakta ve atların beslenebileceği geniş otlaklar yer
almamaktadır. Bununla birlikte Turgud ve Bayburd Oymakları ile Sivrihisar arasında
bağlantıyı gösteren bilgilere de rastlamaktayız.
Turgut oğullarının haslar reayası ile ilgili tasarrufları sebebiyle yapılan bir şikayet sebebiyle
Bayburt, Turgut ve Seferihisar (Sivrihisar) kadısına gönderilen arizadan anlaşıldığına göre
Turgud, Bayburd ve Seferihisar haslarıyla Turgudoğullarının ilişkisi olduğu ortaya
çıkmaktadır. Bizim Turgud, Bayburd ve Koreşan Oymakları’nın at yetiştirdikleri alanla ilgili
yukarda yaptığımız coğrafi tanımın kaynağını teşkil etmektedir. (6 Numaralı Mühimme
Defteri 8972, 1995, (1564-1565) c.1, 252.)
Bu bilgi yanında daha bir çok tarihi bilgiden anlaşıldığına göre Sivrihisar, Akşehir ve zaman
zaman Beypazarı Karamanoğlu Beyliği ile Osmanlı Devleti arasında el değiştirmiş zaman
zaman Osmanlı Devleti, zaman zaman da Karamanoğulları yönetimi bu iki ilçenin yönetimini
üstlenmiştir. Fatih Sultan Mehmet’ten sonra ise kesinlikle Osmanlı toprakları içinde yer
almıştır.
Fatih Sultan Mehmet döneminden sonra Koreşan’la ilgili olarak elimizde fazla bilgi
bulunmamaktadır. Bunun sebepleri arasında ailenin İstanbul’un fethinden sonra veziriazamlık
makamına kadar yüksek mevkilere devlet adamı yetiştirmesi, daha sonra da gözden düşmesi
sonucu olabilir. Bu bilgi sözlü gelenekten gelen bilgilerle bizim araştırmalarımız sonucu elde
ettiğimiz bilgilerle yaptığımız bir yorumdur. Bu yorumu çok önemsediğimizi belirtmek
isterim. Burada yorumumuza yer vermemizin amacı tarihçilerin Fatih dönemine ait belgeleri
incelerken olayı bu açıdan da değerlendirmeleri ve özellikle Tazarruname yazarı Sinan
Paşa’nın soy şecerelerini daha dikkatli incelemeleri içindir. Bu da Doğu Anadolu’da halen
varlığını sürdüren bir ocaklı oymağın Selçuklu Devleti’nin son yılları ile Osmanlı Devleti’nin
parlak dönemlerinde çok önemli görevleri üstlendiğini göstermektedir.
Yaptığımız durum tespiti, iki bakımdan belirsizliği ortadan kaldırmaktadır. Bunlardan
birincisi Koreşan kesinlikle büyük bir oymaktır ve Selçuklular dönemine kadar geriye
gitmektedir. İkincisi Tuz Gölü çevresinde bulunan kolunun bir kısmı Konya’da “Koreş
Melikşah”, “Koreş”, “Koreşan Marakak” olarak geçmektedir. Ayrıca bir kolları Gaziantep’te
olduğu gibi dikkatle araştırıldığı takdirde Gaziantep ve Balıkesir Gönen bölgesinde de
1500’lü yıllar öncesi varlıklarını sürdürdükleri görülecektir. (373 numaralı Ayntab Livası
Mufassal Tahrir Defteri, 2000: 21) Böylece Tunceli, Muş, Bingöl ve Erzincan yöresinden
gelen sözlü tarih bilgilerinde yer alan Koreşan Ocaklı Oymağı’nın Konya’ya geldiği
yolundaki bilgi ve Akşehir bağlantısı bilimsel olarak kanıtlanmış olmaktadır.
Sözlü tarihin belirttiği bir başka nokta ise Seyyid Mahmut Hayrani’nin de Tunceli yöresinden
Elazığ’a oradan da Konya’ya geldiği yolundadır. Bu yüzden Seyyid Mahmut Hayrani ile ilgili
tarihi bilgileri bir kere daha gözden geçirmek gerekmektedir.
3.3. Seyyid Mahmud Hayrani, Hayran Adı ve Koreşanlar

Koreşan Oymağı mensupları, kendilerinin en eski inanç önderleri arasında iki kişiyi
göstermektedirler. Bunlardan biri Hacı Koreş, diğeri ise Seyyid Mahmud Hayrani’dir. Doğu
ve Güneydoğu Anadolu yöresinde hangi ocaktan olursa olsun bütün yaşlılar ağız birliği
etmişçesine aynı şeyleri söylemekte ve şimdiye kadar hiçbir kitapta yazılı olmadığı halde
Akşehir ve Konya yöresi ile ilgilerini ve Seyyid Mahmud Hayrani’yle akrabalıklarını dile
getirmektedirler. Bu bilgileri bazı şecere, icazetname ve berattaki bilgiler de desteklemekte,
ikinci derece kaynak özelliği taşıyan çok sayıda kitap ve makalede bu konu kesin bir bilgi
gibi yer almaktadır. Bu sözlü bilgilere bağlı olarak Seyyid Mahmud Hayrani ile ilgili bir çok
kitap yazılmıştır. Bu kitapların tamamına yakın kısmı bir belge göstermeksizin sözlü geleneği
tekrarladığı için ikinci derece kaynak niteliği taşımaları sebebiyle buraya almıyoruz. Bir
bilimsel çalışmada bu bilgilerin özeti niteliğinde sözlü gelenek şöyle toparlanmaktadır:
“Tunceli-Dersim bölgesindeki Zaza Alevi ocaklarındaki inanışa göre 13. Yüzyılda bölgeyi
iskana açan Seyyid Mahmud Hayrani Ocağı mürşit ocağıdır, Onun yakınlarından olan Baba
Mansur ve Kureyş Ocakları pir ocaklarıdır.” (Kılıç, 2005:130)
Rüya Kılıç’ın bu bilgileri halktan derlediğini anlıyoruz. Ancak “Koreşan Ocağı ayrı Seyyid
Mahmud Hayrani Ocağı ayrı” değerlendirmesini, kendisine kim yapmışsa yanlış bir
değerlendirmedir. Seyyid Mahmud Hayrani bir ocak değil, Koreşan Ocağı’nın mensubu bir
inanç önderidir. Verdiği bilgide “Pir”, “Mürşid” kavramlarının da doğru ve yerli yerinde
kullanılmadığı görülmektedir. “Pir, Mürşid ve Rehber” kavramları bir inanç örgütlenmesinin
iş bölümünü gösteren kavramlardır. Bu kavramların açıklanmasına girmemizin kitabımızın
asıl amacının dışına çıkmamıza sebep olacağı için üzerinde detaylı olarak durmuyoruz.
Koreşan’ın ikinci önemli inanç önderi olan Hacı Koreş’e gelince: Elimize geçen ve Koreşan
belgesi olarak gösterilen belgelerden Adıyaman’dan gelen belgeler dışındaki hiçbir belgede
Hacı Koreş ismine rastlanmamaktadır. Buna karşılık Tunceli yöresinden gelen belgelerde
Derviş Beyaz adı geçmektedir (Demir, 2003-25: 133). Bu da Koreşan’a ait belgelerin henüz
belirlenemeyen bazı ailelerin elinde bulunduğunu ve açığa çıkarılmadığını göstermektedir.
Hacı Koreş’le ilgili olarak elimizdeki sözlü gelenekten gelen ve bazı yazılı belgelerden
aktarıldığı belirtilen bilgiler dışında arşiv kayıtlarında ve başta Boyalıköy Külliyesi olmak
üzere bazı kutsal ziyaret yerlerinde Seyyid Koreş olarak birden fazla yere rastlıyoruz. Bu da
bize başta Hacı Koreş olmak üzere bu aileden çok sayıda inanç önderinin Anadolu’nun
bilinen bazı bölgeleri ile Balkanlarda inanç önderliği yaptıklarını göstermektedir.
Seyyid Mahmut Hayrani ile Koreşan’ın olduğu iddia edilen ve inceleyerek yayınladığımız
belgelerde yer alan Mahmud-ı Kebir’in aynı kişiler olup olmadığını kanıtlayacak elimizde
sözlü tarih bilgileri dışında bir bilgi bulunmamaktadır. Yine daha önceki bölümlerde aynen
yayınladığımız Bedri Noyan’ın kitabından alınan Koreşan belgelerinde Seyyid Mahmud
Hayrani ismi geçmektedir. Ancak bir türlü orijinalini bulamadığımız Şorik belgelerinden
notlar şeklinde alınan belge ile ilgili düşüncelerimizi daha önce belirtmiştik. Bu belgeyi Şerif
Fırat, Nejat Birdoğan gördüğünü, Dr. Bedri Noyan ise bu belgeden yazılan bir metin
bulunduğunu belirtmekte ancak orijinal belgeye ulaşılamamaktadır. Bizim 2012 yılında
yaptığımız Bingöl, Muş, Varto alan araştırması sırasında belge ellerinde olduğu belirtilen
Bingöl Kargapınar’daki aileye gidilmiş, ancak bir cenaze dolayısıyla başka yerde olan aileye
ulaşılamamıştır.
Seyyid Mahmud Hayrani’nin hayatı ile ilgili bazı karanlık noktaların açığa kavuşması ve
kişiliği üzerinde yeterince bilgi sahibi olmamız gerekmektedir. İsminden başlayarak
söylenceler ve tarihi belgelerden Seyyid Mahmud Hayrani ile ilgili bilgileri bir kere daha
gözden geçirelim. Bunun için de öncelikle isminde yer alan Hayrani kelimesi üzerinde
duracağız.
3.3.1.Afganistan, İran ve Türkmenistan Ekseninde Hayran Adı ve Koreşanlar

Seyyid Mahmud Hayrani’nin isminde bulunan “Hayrani” kelimesi halk arasında “hayran”
kelimesinden gelen “şaşma”, “aşırı beğenme” olarak algılanmaktadır. Menakıbü’l-Arifin ve
Saltukname’nin anlattıkları da bu algıyı desteklemektedir.
Hayranlık makamını, tasavvufi bir deyim olarak ele alırsak Tanrı’ya giden yolda en kritik
aşamalardan biri olarak kabul edilmektedir. Bu aşamada insan inanç bunalımına kapılmakta,
Tanrı dahil, gittiği yolun doğruluğu dahil, her şeyden kuşku duymaya başlamaktadır.
Hayranlık hali, psikolojik olarak büyük bir iç çatışmayı beraberinde getiren zorlu bir süreç
olarak kabul edilmektedir. Tasavvufta Tanrı yolunun yolcusu, bu zor sınavı geçerse Tanrı’ya
daha yakın hale gelmektedir. Seyyid Mahmud Hayrani’deki “hayran” kelimesini bu biçimde
yorumlayacağımız hiç bir belirti, tarihi kaynaklarda ve menakıpnamelerde bulunmamaktadır.
Bize bilgi aktaran iki menakıptan birincisinde, saçı sakalı dağılmış vaziyette şehir merkezinde
uyuduğu, diğerinde ise dalgın dalgın baktığı ifade edilmektedir. Buradan belki bir yorumla
hayranlık halindeki bir tasavvuf mensubu olarak değerlendirilebilir. Sanki her iki
menakıpname de bize aynı algıyı yaptırmak ister gibidir. Seyyid Mahmud Hayrani’nin kişiliği
ile ilgili belgeler böyle bir algının doğru olamdığını gösterecek durumdadır.
Hayran kelimesinin bu şekilde yorumlanmasının temel sebebi, bazı kelimelerin zaman içinde
gerçek anlamlarının unutulmasıdır. Zaman içinde bazı kelimelerin etimolojik gelişimle anlam
değiştirdiklerini görürüz. Hayran kelimesinde ise anlam tamamen unutulmuş, yeniden
anlamlandırılmıştır. Anadolu’da il, ilçe ve köy isimlerinde bu durumla çok sık karşı karşıya
kalmaktayız.
Hayrani kelimesinin çok açık bir biçimde bugünkü Afganistan’ın, “Afganistan Türkistan’ı”
olarak bilinen bölgenin bir kısmını oluşturan Hayran bölgesinden geldiği görülmektedir.
“Hayrani”, Hayran’lı anlamında kullanılmaktadır. Afganistan Türkistan’ı, İran’ın Meşhed
kentinin Güney-Doğusu ile bugünkü Türkistan’ın Güneyindeki bölge da dahil olmak üzere
Afganistan’da bir bölge adı olarak kullanılmaktadır. Hace Hayran bölgesine baktığımız
zaman, iki büyük kültür kentinin burada olduğunu görüyoruz. Bu kentlerden biri Hz. Ali’nin
makam mezarının bulunduğu düşünülen “Mezar-ı Şerif”, ikincisi ise tarihin çok eski
dönemlerinden beri Horasan’ın en önemli kültür kentlerinden biri olan “Belh” şehridir.
Hayrani kelimesinin yer adı olarak bir kişinin geldiği yeri ifade etmesi tarihimizde ve
kültürümüzde örneğine çok sık rastladığımız bir durumdur. Hayrani kelimesinin taşıdığı
gerçek anlam aynı zamanda Koreşan Oymağı ile Seyyid Mahmud Hayrani ilişkisini de
açıklayıcı özellik taşımaktadır. Sözlü tarih bilgileri ile ikinci kaynak özelliği taşıyan
çalışmaların tamamında Koreşan Oymağı’nın geldiği yer de Afganistan’ın bu bölgesi olaak
gösterilir:
“Kureyşanlılar’ın Horasan’ın (Khurasan) Hazar Denizi’nin Güneyine ve Doğusuna uzanan
Gur (Afganistan) bölgesinden geldikleri Dersim’e yerleştikleri bilinmektedir. Kureyşliler Ehl-
i Beyt’e bağlı olmaları nedeniyle, bu soydan geldikleri için bu soya benzer özellikler taşırlar.
Kureyşanlıların Hacı Bektaş kanalıyla İbrahim-i Sani ve İmam Musa Kazım’a dayandığını
belirtmektedir.” (Kaya, 2010:151)
Yine yaptığımız araştırmalar sırasında çıkan bir başka bilgi de sözlü tarih verilerinde yer alan
Koreşan kelimesinin taşıdığı “Horansanlılık” anlamına açıklık getirmektedir. Aralarında
Koreşan’ın da bulunduğu geniş bir oymaklar topluluğu “Horasanlı” olarak adlandırılmaktadır.
Bunlar:
“Arsarı (Ersarı), Sakar, Salır, Sarık. Nohurlu ve Hoca boyları, Horasanlı adını taşıyan uruk
oymaklarına eski devirde oturdukları ülkelerin adını vermişlerdir.” (Ataniyazov, 2010:213)
Aynı bilgiler Jarring tarafından da doğrulanmaktadır. (Jarring, 1939: 42-44)
Koreşan bu oymaklar arasında Arsarılar’ın alt kolu olarak gösterilmektedir. Sözlü tarih
bilgilerinde yer alan Koreşan’ın Horasanlı anlamına geldiği görüşünün de açıklamasını
yapabilmek mümkün görünmektedir.
Bu bilgilerin tamamı Koreşan Ocaklı Oymağı’nın kökeni ile ilgili olarak üç bölgede ciddi bir
alan araştırmasını zorunlu kılmaktadır. Bunlardan birincisi Türkmenistan’ın Afganistan
sınırına yakın bölgelerinde, ikincisi Afganistan’ın Güneyinde, üçüncüsü ise Afganistan, İran
ve Türkmenistan sınırlarının birbirine yakın bölgelerinde. Çünkü bu bögelerdeki oymakların
etnik yapısı üzerinde yapılan çalışmalarda birbirinin içinde bir çok oymağın bir arada
yaşadıkları görülmektedir. Güney Afganistan’da araştırmalar yapan İsveçli diplomat Gunnar
Jarring, kendisinden önce yapılan çalışmalara ve kendi araştırmalarına dayanarak sistematik
bir liste oluşturmuştur. Bu listede yer alan bilgiler 1939 yılında yayınladığı Afganistan’daki
Türk Göçebeler isimli kitabında yer almıştır. (Jarring, 1939)
Rus ve Türkmen bilim adamları da Türkmenistan’ın etnik yapısı üzerinde yaptıkları
araştırmalarda sayısal olarak çok yüksek nüfusa bağlı Koreşan oymağından söz etmektedirler.
Bunlar arasında Wambery, Tumanoviç, Barthold, L. Klimoviç, Y. R. Vinnikov, G. İ. Karpov,
S. Ataniyazov bulunmaktadır. Oymakların birbirine bağlantılarını ayrıntılı şemalar halinde
bildiren bu bilim adamlarının verdikleri bilgileri buraya aynen alıyoruz:
“Gurayş, Garabekevül bölgesindeki bir köyler birliğine, Hocambaz bölgesinin Gultag
köyünde de küçük bir köye buralarda yaşayan Gurayş Uruğunun adı verilmiştir. Bu uruk,
Arsarıların Gara bölümüne aittir, onların bir kısmı Kaşkaderya ile Müsarek yakınlarındaki
Köhneşeher köylerinde çoğunluğu ise Afganistan’da yaşamaktadır.” (Ataniyazov, 2010:126)
Yazar burada yukarda isimlerini belirttiği Rus bilim adamlarının yaptıkları oymak ve topluluk
bağlantı şemalarına dayalı olarak bir çok köyde Koreş oymağının yaşadığını belirtmektedir.
Verilen bilgilerde dikkat edilmesi gereken noktalardan bir başkası da açık bir k/g
değişmesinin olmasıdır. Yazar kitabında Karakoyunlu’yu Garakoyunlu, Kargın’ı Gargın
olarak Türkmen diyalektine göre yazmıştır. Diğer yazarların derlemelerinde de durum
aynıdır. Burada açıkça belirtildiği gibi büyük çoğunluğu Güney Afganistan’da yaşamakta,
ama Türkmenistan ve İran’da da Koreşan Oymağı’nın bazı kolları bulunmaktadır. Karpov’un
hazırladığı ve Vinnikov tarafından da doğrulanan Ersarı Boy Birliğinin şemasını aşağıya
alıyoruz:

İran’da yaşayan Ersarı Türkmenleri ile ilgili olarak Dermerdem Şinasi’nin İraniye
Türkmeniye, 1995, Tahran isimli kitabının 65. sayfasında bir soy şeceresi bulunmaktadır. Bu
soy şeceresini buraya aynen alıyoruz:
Şemada açıkça görüldüğü gibi Ataniyazov’un Türkmenistan’daki Koreşanlar için belirttiği
Ersarı Boyunun Kara koluna bağlı oymaklar topluluğu olduğu bilgisi ile tamamen
örtüşmektedir.
Burada Türkmen ve Rus kaynaklarından farklı olarak yazar k/g/kh değişimini Q harfi ile ifade
etmiştir. Ancak Türkmenistan’da yapılan çalışma ile bu çalışma, Gurayış yerine tam da
gerçek telaffuzuna uygun olarak “Koreş” diye yazmaktadır. (İlliyev, 2010:64-104)
Koreşan’ın bağlı bulunduğu Gara (Kara) üst oymağının da Türkmenistan’da Arsarı (Ersari)
bir oymaklar birliğine bağlı olarak gösterildiğini anlıyoruz. G.İ. Karpov ve Ya. R. Vinikov’un
çizdiği oymaklar birliği şemasında Koreşan Oymağına bağlı kollar şu alt oymaklardan
oluşmaktadır:
“Gurayş-Ahmetli, Deli, Ellesli, Goyuncı, Gızılcar, Köke, Köce, Sarı, Şahlar, Çalış, Çınaklar.
Gurayş uruğundan Afganistanlı Türkmenlerin verdiği bilgilere göre, bu uruk altı büyük
bölümden veya üç cabdık (çift) oymaktan ibarettir. Köce, Ellesli, Şahahmedanlı, Bay-
Mamaş” (Ataniyazov, 2010:252)
Yukarda verdiğimiz bilgilere Murat İlliyev’in doktora tezinde Vinnikov’a atıfla yapılmış
olması oymağın geldiği yerle ilgili olarak bize kesin bir kanaatin oluşmasına sebep
olmaktadır. Koreşanlıların soy şeceresi ile ilgili şimdiye kadar ülkemizde bilinmeyen bir
gerçeğin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır:
“XIX. yüzyılda Ersarılar, Türkmenler arasında nüfus bakımından yoğun , coğrafi olarak da
dağınık bir konuma sahiplerdi. Ya. R. Vinnikov’un düzenlediği bir şecereye göre, bu dönemde
Ersarı boyları dört kola ayrılmıştı : Ulutepe, Güneş, Kara ve Bekevül (Beyevil). Bunlardan
Ulutepe; Gurama, Garaca, Surhı, Çatrak, Surh, Esenmenli, Akderi, Acı, Gızılayak,
Müsürgarabagşıh, Etbaş, Gabırdı, Danacı boylarına ; Güneş: Kabasakal, Çekir, Süleyman,
Çakır, Omar ve Gurama; Kara: Gurayış, Bay, Çekiç, İslam, Tagan, Yabanı, Kazan, Mamaş;
Bekevül ise Sarılı , Lamma, Uşagon, Yerli, Gültak ve Togaçı boylarına ayrılmış lardı.”
(İlliyev, 2010:259/Ekber Necef-Ahmet Annaberdiyev, 2003:245)
Jarring kitabında Ersarılarla ilgili olarak bilgi verirken onları Uluk, Güneş, Karaağul Beyağul
olmak üzere ayırmakta altı kolları üzerinde detaylı olarak bilgi vermemektedir.
(Jarring,1939:39) Çalışmasının 45. Sayfasında Ersarılara bağlı olarak bağımsız bir Kara
boyundan söz etmekte ve bunların 12 ayrı gruba ayrıldığını söylemektedir. Jarrihg’in bu
konuda yaptığı çalışmanın notları İsveç’te bağımsız olarak korunmaktadır. Burada verdiği
bilgilere göre Koreşan’ın bağlı olduğu Koreşanlar Ceyhun nehrini sol kıyısında “su kıyısında
yaşayanlar” olarak adlandırılmaktadır. Yate’in Kuzel Afganistan isimli çalışmasına atfen de
Afganistan’daki Karalar’ın nüfusu hakkında da bize değerli bilgiler vermektedir. Buna göre
Mezar-ı Şerif çevresinde 30-40.000 ailenin yaşadığı, ayrıca 4. 282 ailenin kuzey batı
Afganistan’da yaşadığını belirtmektedirler. Ayrıca ilginç bir değerlendirme ile Kuzey
Afganistan’da Komarov’un yaptığı bir gözleme dayalı olarak Saltık oymağının da aynı
bölgede yaşadığını belirtmektedir. (Jarring, 1939:47) Bu bilgiler Saltukların Erzincan ve
Tunceli yöresinde yoğun bulunmalarının da bir açıklaması olmakta ve Koreşan’la içiçe
olduklarını göstermektedir.
burada verilen aile sayısının ortalama ile beşle çarpılması sonucu 1939 yılında Afganistan’da
yaşayan Koreşan’ın da dahil olduğu boy birliğinin sayısının 200.000 civarında olduğu
görülmektedir. (Jarring, 1939:46-47) Türkmenistan’da ise 19. Yüzyılda sayılarının 100.000
aile olduğu belirtildiğine göre Türkmenistan’da 500.000 kişinin yaşadığı görülmektedir.
İran’daki nüfusla ilgili olara elimizde yeterli bilgi bulunmamaktadır.
Afganistan’daki toplulukların dil araştırmaları üzerinde çalışan bir bilim adamımız da
Afganistan bölgesinde yer adı olarak Kureyş (Koreş) yer adından söz etmektedir. Dr. Savaş
Şahin’in Afganistan Türkistan’ı ve Hace Hayran bölgesi olarak bilinen bölgedeki topluluklar
üzerinde yaptığı ağız araştırmalarında burada bulunan toplulukların yaşadığı ilçe ve köyler
arasında Koreş ilçesini de sayması önemlidir:
“Bizim tespitlerimize göre, Afganistan Türkmenleri, Mezar-ı Şerif’e bağlı Balkh (Belh),
Şordepe, Kelder, Hulm, Çarbölek, Nehr-i Şahi, Çimtal, Şölgere, Hayratan, Zari, Kişindi;
Faryab’a bağlı Andkhoy, Hançar bağ, Karamkul, Devletabad, Almar, Kaysar, Cumabazar;
Cevizcan iline bağlı Hocaduku, Karkın, Hamiyap, Murdiyan, Hanaka, Mengecik, Kureyş,
Akça, Şibirgan, Karkın; Kunduz’a bağlı İmamsahib, Akdepe, Kaleizar; Helmend’e bağlı Nad
Ali; Bağlan’a bağlı Çeşme-i Şir ilçelerinde ve bu ilçelere bağlı köylerde, bunlardan başka
Semangan’da, Herat’ta, Bağlan’da, Kâbil’de ve Mervçak’ta yaşamaktadır.” (Şahin, 9/3,
2014:1328)
Sonuç olarak Koreşan’ın Afganistan’ın Hace Hayran Bölgesi’nden Anadolu’yu geldiğini
söyleyebiliriz. Seyyid Mahmud Hayrani’nin de isminde bulunan ve geldiği yeri ifade eden
tıpkı Tokadi, Aksarayi, Amasyavi gibi Hayrani açık bir biçimde Hace Hayran Bölgesini ifade
etmektedir. Bu değerlendirmemizin tahmir veya yorumdan öte bir gerçek olduğunu
gösterebilmek için öncelikle Afganistan’da bulunan bölge ile ilgili İslam Ansiklopedisi’nin
Mezar-ı Şerif maddesine de göz atmamız gerekecektir:
“Amu Derya ırmağının cenubunda Efganistan’ın bir şehri orta çağda Balh (b.bk.) şehrinin
aş, yk, 22 km Şarkında Hayr köyü bulunuyordu ve buraya daha sonra Hvace Hayran denildi.
Biri VI. (XII.) asırda 1135-1136 senesinden sonra Sultan Sencer devrinde diğeri 885 (1480-
1481) tarihinde Timur hanedanından Sultan Hüseyin zamanında burada halife Ali’nin
türbesinin bulunduğu keşfedildi.” (Bartold, C. 8: 201)
Bölgenin Sultan Sencer döneminden beri kutsal kabul edildiği ve her yıl milyonlarca kişinin
bu bölgeyi ziyaret ettiği batılı birçok seyyah tarafından anlatılmaktadır. Büyük Selçuklu
Devleti döneminde özellikle Tuğrul Bey’in birçok oymağın bu bölgeden Anadolu’ya
gelmesini özendirdiği de tarihlerde yer almaktadır. Biz buna Anadolu’ya gelen ikinci dalga
adını veriyoruz. Konya yöresinde Koreşanlıları anlatığımız zaman da yarıca belirteceğimiz
gibioymağın bir kolunun Cengiz ordularından çok önce Anadolu’ya geldikleri
anlaşılmaktadır.
Diğer bir kısmının ise inanç önderlerinin, oymakların ve çok sayıda din bilgininin Cengiz
orduları bölgeye gelmeden önce burayı terk ederek Anadolu’ya göç etmek üzere Nişabur’a
hareket ettiklerini ve buradan da dalgalar halinde Anadolu’nun değişik yörelerine yerleştikleri
de sık sık tekrarladığımız gerçekler arasında bulunmaktadır. Koreşan Oymağının orada kalan
kısımlarının ise Cengiz ordularının soy kırımından güçlükle kurtuldukları ve Ersarı
Beyadındaki inanç önderi ve bey sıfatını taşıyan bir önder tarafından bir araya getirildikleri
anlaşılmaktadır.
Hayran kelimesinin Anadolu’da taşıdığı anlamların üzerinde bir kere daha durarak Seyyid
Mahmud Hayrani’nin doğduğu ve büyüdüğü yeri ifade eden Hace Hayran bölgesini
nitelendirdiğini açık bir biçimde ortaya koymamız gerekir. Bunun tartışmasız bir biçimde
ortaya konulması bizim yaptığımız çalışmanın boyutları açısından önem taşımaktadır.
Anadolu’nun birçok yerinde Hayran kelimesi bir yer adı olarak kullanılmıştır. Bazı
cemaatlerin de “Cemaat-i Hayran” ve “Hayranlu Cemaati” olarak da anıldığını eski
kayıtlarda görüyoruz. Burada çok açık bir biçimde “lı, lu” Türkçe katılma eki oymağın
nereden geldiğinin ifadesidir. “Hayranlı” adıyla Sivas, Muş ve Tatar Pazarı kazasın
yerleştirilmiş cemaatlere rastlıyoruz. (Türkay, 2005:355) Kütahya ilinde de “Cemaat-i
Hayran” adıyla kayıtlı bir cemaatin bulunduğunu 438 sayılı Hazine-i Evrak Defterleri’nde
görüyoruz. (1993:14) Aynı ilde Kureyşler köyünün bulunduğunu daha önce belirtmiştik.
Nerede Hayran, yer ve cemaat adı olarak varsa, orada Koreşan’la ilgili bir yer adı veya halen
veya geçmişte yaşamış Koreşan topluluğundan kimselerin bulunduklarını görüyoruz.
Trabzon ili Araklı ilçesine bağlı Hayran, Yozgad ili Akdağmadeni’ne bağlı Hayran, Erzurum
ili Hınıs merkeze bağlı Hayran köyü (artık Hınıs’ın mahallesi durumundadır), Bolu ili
Mengen İlçesi Gökçesu’ya bağlı Hayranlar, Samsun ili Vezirköprü ilçesine bağlı Hayranlı
Sivas ili merkeze bağlı Hayranlı köyleri bulunmaktadır. (Köylerimiz t.y. , 273) Bu köylerin
yanında internetten baktığımız zaman Giresun İli, Alucra İlçesine bağlı Aktepe Köyünde
Hayran Kaplıcası bulunmaktadır. Kaplıcanın bulunduğu yerde şu anda terk edilmiş durumda
Heyran adlı yerleşim yerinin kalıntıları vardır. (www.kültür.portalı.gov.tr) (28 Mart 2016)
Hayrani ve Seyyid Mahmud Hayrani arasındaki bağlantıyı ortaya koyacak bir başka önemli
bilgi ise Erzincan Çayırlı’da bulunmaktadır. Çayırlı da Karamelik Köyü ve buradaki kutsal
ziyaret yerinden daha önce söz etmiştik. Koreşan’ın Erzincan kolunun yoğun olarak yerleştiği
bölgelerden birisi burasıdır. Bunun dışında Çayırlı’da bir Hayrani Köyü bulunmaktadır.
(Köylerimiz t.y., 673) Bu Hayrani Köyü, Çayırlı İlçesi’nde, Başköy’ye bağlı görünmektedir.
Maalesef Ermenice olduğu düşünülerek ismi Ozanlı olarak değiştirilmiştir. Köyde yeni
yapılan Seyyid Mahmud Hayrani Cemevi bulunmaktadır. Yine Çayırlı’da Gaziantep’ten
gelerek yerleşmiş olan Altı köy Koreşan topluluğuna mensuptur. Bu köylerden birinin adı da
tıpkı Ozanlı’nın eski adı gibi Hayrani (Heyrani) köyüdür. Kendisini Koreşan olarak
tanımlayan yörede 20’ye yakın köy ve mezra bulunmaktadır. Gaziantep’ten gelenler Koreşan
Oymağı’nın Gaziantep kolundan geldiklerini söylemektedirler. Bu köyler Sarı Güney, Yayla
Kent, Esperek, Verinka, Bozağa, Savurdere’dir. Yine bölgede bulunan bir başka kol ise
Boro’lar olarak adlandırılmakta, Hoşmuşat mezrasında bulunmaktadırlar. Şecerelerde Boro
adının geçtiğini burada bir kere daha belirtmemiz gerekecektir. Aynı zamanda Tunceli’de
Büklü köyü mezarlığında Boro ünvanı taşıyan kişilerin yattığı mezar taşlarının bulunması
Erzincan ,Tunceli ilişkisini göstermektedir.
Ayrıca “Kur Koreşan” adı verilen bir kol daha bulunmaktadır. İsimde bulunan Kur ağız
farklılıkları sebebiyle “Gur” olarak da geçmektedir. Aile içinde Seyyid Mustafa Gur adında
bir inanç önderinin 18. yüzyılın ikinci yarısında Adana bölgesine yerleştiğini biliyoruz.
Buradaki “Gur” kelimesinin “Guri” şeklinde de telaffuz edilebileceğini düşünerek
Afganistan’daki Gur bölgesini ifade etmiş olabileceğini söyleyebiliriz. Ne var ki tıpkı hayran
kelimesinin anlam değiştirmesi gibi Kur/gur kelimesinin de Gaziantep, Adıyaman ve
Erzincan’da anlam değiştirdiğini görmekteyiz.
Erzincan’da sadece Çayırlı’da değil, Kargı yolu üzerinde de bir başka Hayrani adıyla
yerleşim yeri bulunmaktadır. Bütün bu bilgiler üç önemli bulgunun ortaya çıkmasına sebep
olmaktadır: Birincisi, Koreşan’ın Tunceli Nazimiye kolu ile Erzincan Çayırlı kolu arasında
ilişkilerin yakın zamanlara kadar devam ettiği ve birbirlerinin akrabası oldukları kesinlik
kazanmaktadır. Aynı şekilde Koreşan’ın Erzincan Çayırlı kolu ile Gaziantep kolu arasındaki
bağlantı da kesinleşmektedir. Yani aynı oymağın mensupları oldukları bilimsel olarak
kanıtlanabilmektedir.
İkinci önemli nokta ise Ozanlı Köyü mezarlığında bulunan mezar taşları ve bu mezar taşı
süslemeleri ve yapısal özelliklerinin birbirinin aynı olmasıdır. Yörede daha önce yapılan alan
araştırmalarında daha çok koç başlı mezar taşları üzerinde durulmuş, şu ana kadar diğer anıt
tipi mezar taşları üzerinde hiç durulmamıştır. Oysa Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’da
köylerin bazılarında yüksek sanat değeri taşıyan yamaçlar üzerinde veya tepe üzerinde kesme
taşlarla yapılmış mezarlar bulunmaktadır. Bu mezarlıklardan birisi de Ozanlı’da (Hayran) yer
almaktadır.
Yöre çok eski dönemlerden beri bir yerleşim yeridir. Bu konu üzerinde Atatürk
Üniversitesi’nden Haldun Özkan’ın yaptığı bir araştırma bulunmaktadır. Burada araştırmacı:
“Çayırlı’nın batısındaki Ozanlı Köyü de (Eski adı Hırani-Heyrani) geleneksel mezar
taşlarının çokça bulunduğu bir yerleşim yeridir.” dedikten sonra buradaki mezar taşlarının
üzerindeki süslemeleri ve bunların anlamlarını incelemektedir. Mezar taşlarında gördüğü
desenleri şöyle sıralar: İbrik, ayna, kandil, güneş, ay, tüfek, tabanca, ok, yay, eğerli at ve koç
başlarıdır. (Özkan, Sayı 15, 2000:31) Aynı süslemelerin ve yapısal özelliklerin Gaziantep,
Yavuzeli, Milelis (Göçmez), Zırar, Kayabaşı ve Bülbül köyleri çevresindeki mezarlıklarda ve
Tunceli Büklü Köyü’nde bulunması da benzerliğin sadece bir tesadüf olmadığını
göstermektedir.
Üçüncüsü, Erzincan Çayırlı, Tunceli Nazımiye, Adıyaman, Gaziantep bölgesindeki
Koreşanlıların tamamının Seyyid Mahmud Hayrani’yi mürşit olarak görmeleridir. Ayrıca
Varto, Kiği, Hınıs, Bingöl yöresindeki Koreşanlar ve Koreşan taliplerinin de bu sözlü
geleneğe bağlı olarak Seyyid Mahmud Hayrani’yi mürşit olarak gördükleri yaptığımız
araştırmalarda ortaya çıkmıştır.
Bütün bu bilgiler birleştirildiği zaman tartışmasız olarak şu yargıya varabiliriz: Hayrani adı
tesadüfen verilmiş değildir. Hayran, Hayrani, Hayranlı ve Hayranlar Anadolu’daki
Horasan’dan göç eden oymakların geldikleri yerin adıdır. Seyyid Mahmud Hayrani ile
Koreşan arasındaki ilişkinin şecerelerde yarattığı bazı boşlukları bu bilgiler doldurmaktadır.
16. yüzyıl Hınıs Livası Mufassal Tahrir Defteri’nde bulunan bir bilgi de bu ilişkinin farklı bir
boyutunu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Bu bilgiye göre Koreşanlar tımarlı sipahi
olarak Hınıs Livası’nda tahrir kayıtlarına girmişlerdir. O dönemde Hınıs Livası’na
günümüzde Muş’un ilçesi olan Varto Nahiyesi’nin Üç Budak Köyü’nün Koreşanların tımarı
olarak kayda geçirildiği görülmektedir:
“Karye-i Üç-Budak, tabi-i nahiye-i mezbur (Varto), tımar, Hankulu bin Alaaddin, sipahizade,
Kureyş bin Cebrail, sipahizade, Şeyhi birader-i O (Kureyş) sipahizade, Neferan 20, Hasıl-ı
mine’s-südus M’a rüsum 7.000 (Akçe)” (294 numaralı Hınıs Livası Mufassal Tahrir Defteri
(963/1556), 2000, 54-55) Köyün isminin 16. Yüzyıldan beri değişmemiş olmasına özellikle
dikkat edilmelidir.
Buradan da anlaşılacağı gibi Varto nahiyesinde bir köy sipahioğulları olarak gösterilen
Koreşanlılara tımar olarak verilmiştir. Osmanlı Devleti’nde sipahilerin bozulmadan önceki
durumlarını Koçi Bey şu cümlelerle açıklarken Koreşan Oymağı’nın en azından bir kolunun
çok eski dönemlerden beri sipahi olduğunu kanıtlar:
“Devletin iyiliğini isteyen temiz ve inzibatlı bir taife idi. Aralarında bir tek yabancı yoktu.
Hepsi ocak ve ocak-zadeler, baba ve dedelerinden kalma padişah dirliğine sahip kimselerdi.
Hatta tımar erbabı arasına yabancı girmesin diye ilk zamanlarda tımar emir kimseye
verilmezdi. Eskiden sipahi-oğlu, kul-oğlu olanlara istihkak emir verildiği zaman, hakikaten
sipahi ve kul-oğlu olduğuna zeamet erbabından iki tımar erbabından on nefer şahitlik
etmedikçe verilmezdi.” (Koçi Bey, 1972, 12) 1556 tarihli tahrirde bulunan bilgilerin tımarlı
sipahilerin düzeninin titizlikle korunduğu ve henüz bozulmadığı dönemlere rastladığına göre
Varto’da bulunan Koreşan’ların bir kısmının sipahi ve sipahi oğulları olarak babadan oğula
geleneği sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Bu bilgiler, onların sipahi beyi olduklarını gösterir.
Daha önce Şikari’nin Bulgar Dağı’nda Cem Sultan ve Karamanlı Kasım Bey’i buluşturan
Koreşan beylerinin bey adını bir kere daha hatırlamalıyız. Kitabımızda ilerde ayrıca söz
edeceğimiz Hızır Bey Çelebi’nin, Fatih Sultan Mehmet’in huzuruna sipahi beyi kılığı ile
girmesi, ama bilim adamı kimliği ile davet edilmesi de üzerinde dikkatle durulması gereken
tarihi kanıtlar arasında yer almaktadır.
Hayran, hayrani, hayranlı kelimelerinin Anadolu’da kullanılış şekilleri ve anlamları ile ilgili
bilgi vermeye devam edelim: Sarıhan Sancağında yeni adı Yatağan eski adı Karapavli
köyünde yatan Yatağan Baba ile ilgili olarak verilen 1766 (1180) tarihli arzuhalde
belirtildiğine göre Yatağan Baba’nın unvanı da Hayran’dır:
“ Arzuhal-ı kulları oldur ki Saruhan sancağında Gördük nahiyesinde Yatağan karyesinde
(Hayran Mahmud Sultan) zaviyesi demekle maruf ba an ceddin….’
(Yatağan oğlu Alimcan, 1997:75)
Ayrıca Afyon Karahisar’da bulunan bir başka Horasan ereninin adında Hayran kelimesinin
bulunması verdiğimiz bilgilere kesinlik kazandırmaktadır:
“Kırhisar nahiyesinin Kayırviran köyünde Hayran Baba Zaviyesi bulunmaktadır. Bu köyde
43 kişi kayıtlı olup, bunların yanındaki kayıtta:
“ Karye-i mezburede sakin olan kimesneler Hayran Baba neslinden zaviyedar ve zaviyeder
oğullarıdır. Şeklinde bir ifade bulunmaktadır.” (Durma, 2009: 137-138)
Çalışmamızın başından beri birçok kaynaktan doğruladığımız özellikle Anadolu’ya gelen
üçüncü dalganın yoğunlukla Afganistan Türkistan’ı olarak adlandırılan bu bölgeden gelmiş
olmaları, konuya kesin bir açıklık getirmektedir. Böylece Koreşan Oymağı ile Seyyid
Mahmud Hayrani arasındaki bağlantıyı ortaya çıkaran temel noktaya ulaştığımızı kesinlikle
ifade etmemiz mümkündür.
Yukarıdan beri Seyyid Mahmud Hayrani, Hayrani kelimesi, bu kelimenin Koreşan Ocağı ile
ilişkisi üzerindeki değerlendirmelerimiz açık bir ilişkinin varlığını inkar edilmez bir biçimde
ortaya koymaktadır.
Bu zorunlu ön girişten sonra Seyyid Mahmud Hayrani ile ilgili bilgileri vermeye
başlayabiliriz. Bu bilgileri daha iyi anlaşılabilmesi için iki aşamalı olarak vermeye özen
göstereceğiz. Öncelikle menakıpname ve velayetnamelerde anlatılan Seyyid Mahmud
Hayrani ile ilgili bilgileri aktarıp yorumladıktan sonra ikinci aşama olarak tarihsel
kaynakların verdiği bilgilerin değerlendirmesini yapacağız:

3.3.2. Menakıpnamelere Göre Seyyid Mahmut Hayrani:

Seyyid Mahmud Hayrani ile ilgili bilgilerin bir kısmına menakıpnamelerde rastlamaktayız. Şu
ana kadar yaygın olarak bilinen ve yayınlanan menakıpnameler dışında başka
menakıpnamelerde de Seyyid Mahmud Hayrani ile ilgili bilgilerin bulunması gerekir.
Nitekim bugüne kadar kayıtlarda bulunan fakat elimize henüz geçmemiş olan çok sayıda
menakıpnamenin yanında, halen kütüphanelerde bulunan fakat incelenmemiş olan
menakıpnamelerin de bulunduğunu biliyoruz. Bu menakıpnamelerden biri de Seyyid
Mahmud Hayrani Menakıpnamesi’dir. Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın Menakıpnameler
üzerinde yaptığı bir çalışmadan öğrendiğimize göre henüz elimize geçmemiş bir Seyyid
Mahmud Hayrani Menakıpnamesi bulunmaktadır. (Ocak, 1997)
Henüz bu menakıpnamelerin tamamı ne derlenmiş ne de bir bütün halinde yayınlanmıştır. Bu
bakımdan bütün menakıbname ve velayetnameleri değerlendirmek mümkün
görünmemektedir. Seyyid Mahmud Hayrani’den söz eden iki menakıpname ve bir
velayetnameyi burada ele alarak değerlendireceğiz. Daha sonra Seyyid Mahmut Hayrani
Külliyesi ile ilgili bilgilerle bu söylenceleri karşılaştırdığımız zaman sağlıklı bir sonuca
varmamız mümkün olacaktır.
Bu menakıpnamelerden ilki, özellikle Anadolu Selçuklu döneminin kültür, sanat ve tarihi
konusunda çok önemli bir kaynak özelliği taşıyan Menakıbü’l-Arifin’dir. Bu kaynakta Seyyid
Mahmud Hayrani’den söz edildiği görülmektedir. Akşehir’li Sinaneddin–i Külahduz
Konya’da Mevlana’yı ziyareti sırasında Mevlana ona sorar: “Bu seyahatlerinde hiç bir Tanrı
erine ulaştın mı? Seyyid Mahmud’u ne halde buldun? Ne ile meşguldür? Diye sordu. Şeyh
Sinan baş koyup: “Onu tüyleri birbirine karışmış bir tilki gibi, bir köşede oturmuş ve sizin
aleminize karşı tamamen gözlerini kapatmış bir halde buldum.” dedi. Mevlana gülümsedi,
fakat hiç bir şey söylemedi. Şeyh Sinan, Akşehir’e döndüğünde Seyyid Mahmud’u çarşıda
uyumuş gördü. Seyyid Mahmud gözünü açıp:”Ey Şeyh Sinaneddin! Eğer biz başların başı ve
hür insanların reislerinin sultanı zamanında bir tilki olursak canımıza minnet” diye bağırdı.
Bunun üzerine Şeyh Sinaneddin Seyyid Mahmud’un elini ayağını öperek gönlünü aldı.”
(Eflaki, C.1. , 1986:26)
Menakıpta anlatılan bu bilgilerden Mevlana ile Seyyid Mahmud’un birbirlerini tanıdığı ve
birbirlerine değer verdikleri anlamı çıkmaktadır. Bununla birlikte Seyyid Mahmud
Hayrani’nin tıpkı Ahilerde ve Melami meşreb kimselerde olduğu gibi dış görünüşüne önem
vermeyen birisi olarak da gösterilmektedir.
Günümüzde hiç bir bilimsel veriye belgeye dayanmaksınızın Mevlana Celaleddin Rumi ile
Seyyid Mahmud Hayrani arasında derin bir ilişki bulunduğu yolunda değerlendirmeler
görülmektedir. Eflaki’nin verdiği bilgiye ve sandukalar üzerinde Mesnevi’den alınan beyitlere
dayanarak Seyyid Mahmud Hayrani’nin Mevlana’ya bağlı olduğu görüşünü savunmak
gerçekçi bir yaklaşım değildir. Eflaki’nin verdiği bilgiye göre Seyyid Mahmud Hayrani
Akşehir çarşısında dış görünüşü ile neredeyse bir mecnun izlenimi vermekte, Mevlana ise
onun dış görünüşüne bakılarak küçümsenmesini eleştirmektedir.
Menakıpnameleri okurken dikkat etmemiz gereken noktalardan birisi bu menakıpnnamelerin
adına yazıldığı kişiyi tanıtmak yanında. onun büyüklüğünü ve üstünlüğünü göstermek kaygısı
da taşımasıdır. Bilgilerin önemli bir kısmı bu bakış açısı üzerine oturtulmuştur. Bakış açısı
göz önünde bulundurulmadığı takdirde yanıltıcı değerlendirmeler yapılması mümkündür.
Seyyid Mahmud Hayrani’nin dış görünüşü ile ilgili olarak verilen bilgiler de tam olarak
doğruyu yansıtmamaktadır. Bu dış görünüş bilgisi ile Mevlana, sanki Mevlana Sinaneddin
Külahduz’a bir manevi ders vermek istemiş olmalıdır. Eflaki, Mevlana’nın yüceliğini
göstermek amacıyla Seyyid Mahmud Hayrani’yi tüyleri darmadağınık bir tilki olmayı bir
şeref olarak kabul eder biçimde göstermektedir.
Döneminin önemli menakıpnamelerinden biri de Saltukname’dir. Saltukname de dikkatli ve
eleştirel bir bakış açısı ile okunduğu zaman bize çok önemli bilgiler vermektedir. Seyyid
Mahmud Hayrani ile ilgili olarak Saltukname’de birbirine bağlı iki önemli bilgi
bulunmaktadır. Bunlardan ilkinde Sarı Saltuk, hem Hacı Bektaş Veli hem de Mevlana ile
sohbet etmekte, arkasından Seyyid Mahmud Hayrani’nin türbesini ziyaret ederek onunla
manevi dünyada görüşmektedir:
“Andan dönüp azm idüp Kırşehri’ne geldi. Andan ol şehirde olan velilerle bulışdı. Fakih
Ahmed Sultan vefat eylemişdi, varup kabrini ziyaret kıldı. Hacı Bekdaş ve Ahi Evran ve
Seyyid Yusuf Kaşgari ve Üryan Togan ve hem dahi niçe veliler gelüp anda cem olup sohbet
eylediler.
Server andan girü anları veda idüp azm-i Konya eyledi. Andan dahi varup Mevlana ile ve
Şems-i Tebrizi ile ve Hüsameddin ve Baki Ehlullah gelip musahib oldular. Bir niçe gün
sohbet kılub andan azmi ider. Akyanos şehrine gitdi. Varup Seyyid Mahmud Hayran’un
mezarın ziyaret eyledi.
Raviler şöyle rivayet eylerler kim Seyyid Mahmud ile Şerif kabri içinde söyleşdiler, çok
kimesne işitdiler ve nakildür kim Seyyid Burhaneddin Şerif Musli’den okurdı. Bu Şerif Musli
fevt oldı. Pes yidi yıl Seyyid Burhanettin’e dersin kabrinden diyürdi. Erenler ölmezdi, heman
bir yirden bir yire nakl iderler. “ (Demir, 2007:360)
Buradan anlaşıldığını göre Seyyid Mahmud Hayrani vefat etmiştir. Sarı Saltuk, Seyyid
Mahmud Hayrani’nin mezarında ondan tıpkı Seyyid Burhaneddin’in Şerif Musli’den ders
aldığı gibi ders aldığını söylemektedir. Bu da bize Seyyid Mahmud Hayrani ile Sarı Saltuk
arasında bir manevi bağın olduğunu göstermektedir. Nitekim Saltukname’den ilerde
alacağımız bir bölümde bu durum daha açık bir biçimde ortaya konulmaktadır.
Verilen bilgilerde açıkça Seyyid Mahmud Hayrani’nin vefat etmiş olduğu tarihte Mevlana’nın
hayatta olduğu anlaşılmaktadır. Her ikisinin de ölüm tarihlerini biliyoruz. Buradan ve
türbenin yapılış tarihinden hareketle Seyyid Mahmud Hayrani’nin Mevlana’dan daha önce
Anadolu’ya geldiği ve daha önce vefat ettiği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Mevlana’nın
Anadolu’ya gelişi 1230’lu yıllardadır. Seyyid Mahmud Hayrani ondan daha önce Anadolu’ya
gelmiştir. Menakıbü’l-Arifin’de verilen bilgilerden anlaşıldığına göre Mevlana, Seyyid
Mahmud Hayrani’den kesinlikle haberdardır ve onun manevi bir derinliği olduğunu kabul
etmektedir.
Saltukname’deki bilgileri değerlendirirken çok dikkatli olmak gerekmektedir. Diğer
menakıpnamelerde olduğu gibi Saltukname’de de iki ayrı metin tabakası bulunmaktadır.
Bunun sebebi menakıbname’nin daha sonra kaleme alınmasıdır. Bu yüzden tarihler dikkatli
okunmadığı takdirde birbirine karışmakta ve verilen bilgileri değerlendirmek mümkün
olmamaktadır. Anlam tabakalarından birincisi, menakıpnamenin yazılmasına sebeb olan ana
kahramanın başından geçen olayların anlatıldığı kısımdır. Buradaki olayların tarihi
çoğunlukla ana kahramanın yaşadığı döneme aittir. İkinci anlam tabakası ise, menakıpname
yazarının devreye girdiği bölümlerdir. Bu kısımların bazısında “Ravilere göre” kaydı
bulunmaktadır. Bu iki tabaka dikkatle okunmadığı takdirde bilgiler birbiri ile çelişmekte ve
bilgi bulanıklığı yaratmaktadır. Kitabın yazıldığı dönem 17. yüzyıl, olayların geçtiği tarih ise
13. yüzyıldan başlayarak 16. yüzyıla kadar gitmektedir. Eğer bu farklı anlam tabakalarına
dikkat edilirse Saltukname’den çok önemli bilgilere ulaşmak ve bunu tarihi gerçeklerle
birleştirerek yorumlamak mümkündür.

Bu bakış açısından hareket ederek Saltukname’de verilen bilgilere baktığımız zaman Hacı
Bektaş Veli ile Seyyid Mahmud Hayrani hakkında da önemli bilgilerin bulunduğunu görürüz:
“Çün Hacı Bektaş girü Rum’a geldi. Rum’da olan erenler karşu çıkdılar. Alup ol yire
getürdiler. Şimdi anda yatur, anda karar tutdı. Hacı anun-çün diler kim yidi kerre hacc
eyledi. Ahir yidi haccın bir içim suya satup bir susıza su virdi. Çünkim anda karar tutdı, bir
kişi dahi vardı, Seyyid idi, yidi yıl idi kim hayran olup dururdı. Gözin ayırmazdı, adına
Mahmud Hayran diler-idi, Kıravan ilinde Akyanos şehrinde bir zaviyede oturırdı.” (Demir
2007:276)
Saltukname bize burada kesinlikle Seyyid Mahmud Hayrani’ye ait bir zaviyenin bulunduğu
bilgisini vermektedir. Seyyid olduğunu özellikle belirtmekte ve bir diğer özellik olarak da
gözünü bir noktaya dikerek baktığı söylenmektedir. Hacı Bektaş Veli ile birlikte sayılmakta,
Hacı Bektaş Veli’nin yerleştiği yeri özellikle bugünki Hacı Bektaş ilçesini “Susuzlara su
verilen yer” olarak nitelemektedir. Bu bilgilerin devamında Sarı Saltuk, Seyyid Mahmud
Hayrani ile yüz yüze görüştüğünü de söyler:
“Server! Siz Mahmud Hayran’a ve Mevlana Celal’e dahi varup kim bu kim bu meclislerde
anlar hazır değillerdür. Şerif eyitdi:
-Niçün gelmediler? Ahmed eyitdi.
-Biri aşıkdur, biri hayrandur. Anun-çün akıl meclisinde cem olmadılar. Andan Şerif
desturlanup azm-i Mevlana eyledi. Geldi, bir niçe gün Mevlana ile oldı. Andan dahi veda
idüp azm-i Seyyid Mahmud Hayran idüp katına geldi. Mahmud, Şerif’i göricek aklı başına
gelüp Şerif birle müsahabet itdiler. Andan Şerif, Mahmud’dan Dest-i tövbe idüp kisvet-i Çar-
terk çar-yar adına giydi. Mahmud girü Şerif’e eyitdi:
-Var yöri gazada ol sana fetih andandur.” (Demir, 2007:277)
Yukarıdaki bilgilere göz attığımız zaman 13. yüzyıla ait bilgiler olduğunu kesin olarak
söyleyebiliriz. Çünkü bu bilgilerde Akşehir’in ismi 13. yüzyıldan önceki şekliyle Akyanos
olarak geçmektedir. Saltukname’yi yazan kişinin bu bölüme kendi yorumunu katmadığını
görmekteyiz. Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya gelişinden söz ettiğine göre, Seyyid Mahmud
Hayrani ondan önce de Anadolu’da bulunmaktadır. Bu bilgiler tarihi bilgilerle örtüşmektedir.
Burada “hayran” ifadesinin “dalgın” kelimesinin karşılığı olarak kullanıldığı anlaşılmakta,
Mevlana “aşık”, Seyyid Mahmud Hayrani “hayran”, Hacı Bektaş Veli ise “akil” olarak
gösterilmektedir. Bu döneminde tasavvuf kolları arasındaki anlayış farkını göstermesi
bakımından dikkat çekicidir. Bu tanımlama ve İslami algı farklılıkları günümüzde bile tam
olarak yapılamamaktadır.
Aynı bilgilerde, Sarı Saltuk’la karşılaşınca Seyyid Mahmud Hayrani’nin aklı başına gelmekte,
ancak Sarı Saltuk’a kisve giydirerek görev vermektedir. Bu durum açıkça Sarı Saltuk’un
Seyyid Mahmud Hayrani’ye bağlı olduğunu gösterir. Sarı Saltuk’un savaşçı kimliği ile burada
verilen bilgiler birleştirildiği zaman Seyyid Mahmud Hayrani’nin Alp Erenler tarafından da
mürşit olarak kabul edildiği anlamı çıkmaktadır. Menakıpnamelerden çıkan bu yorumu
destekleyen bilgiler arasında dönemin tarihlerinde Sarı Saltuk’la ilgili olarak verilen bilgiler
de bulunmaktadır. Michael Kiel’in Sarı Saltuk’la ilgili olarak Diyanet İslam Ansiklopedisine
yazdığı maddede Sarı Saltuk’un hocasının Şeyh Mahmud olduğu bilgisini verdiğini
görüyoruz. Kiel bu bilgiyi İbnü’s-Serrac’ın Tuffâhu’l-Ervah isimli kitabına dayandırmaktadır.
Tuffâhü’l-Ervah, hem dilimize çevrilmiş, hem de Sarı Saltuk’la ilgili bölümleri üzerinde üç
ilahiyatçı bilim adamımız tarafından bir TÜBİTAK projesi çerçevesinde çalışma yapılmıştır.
Buradan Seyyid Mahmud Hayrani ile ilgili bilgileri aynen alıyoruz:
“Bil ki , Şeyh Mahmud, Ümmü Abîde’ye gitti. Efendimiz Sultanu’l-Arifîn Seyyidü’s-Sıddıkîn
Ahmed b. Ebi’l-Hasen er-Rifâî (Allah nurunu takdis etsin , mezarını nurlandırsın )’nin
türbesinin karşısında durdu. Bu bekleyiş, kendisine seçkin bir hal açılıncaya, bol nasip ve pak
talih gelinceye kadar ikisinin arasında vasıtasız bir şekilde sürdü . Ahmed er-Rifâî’nin
(hasetçilerin ve muhaliflerin öfkesine rağmen Allah onun şanını yüceltsin ) şerefli revakında
vaktin sahibi de vardı . Şurası aşikârdır ki , Efendimiz Şemsuddin Ahmed el -Musta’cil (ra)
zamanının gavsıydı. Şeyh Mahmud’un velîliğe ulaştığı ve keramet nurlarının yayıldığı zaman
Şeyh el -Musta’cil ona bir adam gönderdi . Adam şeyhe şöyle dedi : “Nasibinden bize ne
bıraktın?” Şeyh cevaben : “Dörtte bir” veya bu anlamda bir söz söyledi . Denilir ki; “Şayet
böyle demeseydi nasibinin hepsi gidecekti”. Şeyh Mahmud onun halini kesin olarak kabul etti
ve Şeyh’te iyi tesirler bıraktı . Sonra Şeyh Saltuk onun yoldaşı oldu , ondan nasibini aldı ve
zamanının seçkinlerinden oldu . Küffar diyarında büyük yol kat etti . Orada çeşitli gruplar
kendisine teslim oldu. Allah onun sayesinde pek çok insana hidayet verdi . rabbani gücü
ortaya çıktı ; ilahi ve rabbani burhanı şöhret buldu” . (Sarikaya, Bardakçı, Gürkan110K317
numaralı TUBİTAK projesi. (1315: 198b-199a)
Bu bilgilere dayanarak Şeyh Mahmud’un Rifai tarikatına intisap ettiği yorumu yapılmakta ve
yazarlar Şeyh Mahmud’u Seyyid Mahmud Hayrani olarak tanımlamaktadırlar. Şeyh
Mahmud’un Seyyid Mahmud Hayrani olduğunu biz bu bilgiyi destekleyen Tevarih-i Ali
Selçuk’taki bilgiden anlıyoruz. Tevarih-i Al-i Selçuk’taki bilgilerle birleştirildiği zaman
görülmektedir ki bu Şeyh Mahmud kesinlikle Seyyid Mahmud Hayrani’dir ve böylelikle
tartışmasız Sarı Saltuk’un mürşidi olduğu anlaşılmaktadır:
“Bu esnada Sultan Mes’ud’un Tekur katında kardaşı bir kaç Türk ile kaçmağa yeltenmişti.
Fasilyus bunu duydu ve onu yakalayarak haps etti. O zamanın Patriği yani kafirlerin halifesi
sultanın kardeşini Fasilyus’tan aldı ve vaftiz ederek onu bir keşiş olarak yetiştirdi. Bir müddet
Ayasofya’da patriğin hizmetinde kaldı. Saru Saltuk onu patrikten istedi. Patriğe, Saru
Saltuk’un velayeti malum olmuşdı. Bu yüzden sultanın kardaşını ona gönderdi. Bir süre Saru
Saltuk’un yanında kalarak dini bilgilerini yenileyip hırka giydi. Saru Saltuk bu emaneti ki
kutbu’l evliya ve’l muhakkikin olan Akşehir’deki Seydi Mahmud –rahmetullah- Saru Saltuk
çobanın Seydi Mahmud ana uğrayup yogurt ile bir lokma ağzına vermiş idi. Ol lokma bir
bakille mikdarı biz gibi olup damağına yapışıp dururdu. Saru Saltuk kusmak vaki olduğunda
lokma düştü. Şehzade’ye Saru Saltuk’un sohbetinde abdallık vaki olmuş idi. Bu yüzden o Saru
Saltuk’un kusuntusunu yedi. Saru Saltuk onu “Baragum” diyip okşadı. Ve Sultaniye tarafına
gönderdi. Barak Çelebisinin ziyareti şimdi Sultaniye’dedir ve Barakiyeler onun
müridleridirler.” (Bakır, 2008:727-728)
Yukarda aldığımız bilgilerden iki önemli nokta kesinlik kazanmaktadır. Bunlardan birincisi
Seyyid Mahmud Hayrani’nin Akşehir’e gelmeden önceki hayatı ile ilgili olarak ciddi bir bilgi
bulunmakta, ikincisi de Sarı Saltuk’la Seyyid Mahmud Hayrani arasındaki ilişki kesinlik
kazanmaktadır.
Ne var ki ilahiyatçı hocalarımız, es-Serrac’ın verdiği bilgiye dayanarak Seyyid Mahmud
Hayrani’yi Rufai tarikatından el almış olarak göstermektedirler. Aynı bilgi Prof. Dr. Necdet
Tosun tarafından da torunun sandukasındaki bilgiye dayanarak doğrulanmak istenmektedir.
Oysa metin dikkatle okunduğu zaman görülmektedir ki Ahmed er Rufai’nin doğduğu köydeki
dergahında Seyyid Mahmud Hayrani ile buluşması zamanca mümkün değildir. Burada Şeyh
Mahmud, Ahmed er Rufai’nin doğduğu köydeki dergahına gidiyor ve burada dergahın şeyhi
zamanının manevi olarak en yüksek mertebesinde olan Şeyh el-Müsta’cil’in üzerinde iyi tesir
bırakıyor, fakat kendisi Sarı Saltuk’a nasib veriyor. Bu açık bir biçimde Rufai tarikatına
bağlandığı ve onun erkanını yürüttüğü anlamına gelmez. Torununun Rufai Tarikatı mensubu
olarak gösterilmesi ise dedesinin Rufai tarikatı mensubu olduğu anlamına gelmez. Eğer öyle
olsaydı Seydi Mahmud ve Ağabeyi Necmeddin Ahmed içinde aynı kaydın düşülmesinde hiç
bir sakınca yoktu. Oysa onların sandukalarında böyle bir kayıt bulunmamaktadır. (Tosun,
Vol. 31, 2013.1) Bunun sebeplerini kitabımızın ilerleyen bölümlerinde açıklayacağız.
Seyyid Mahmud Hayrani üzerine bağımsız bir çalışma yapan Ali Kozan’ın Müneccimbaşı
tarihinden alarak yaptığı değerlendirme, döneminin şartları ile ilgili kesin olarak şu yorumu
haklı çıkarmaktadır:
“Bazı kaynaklarda, Seyyid Mahmud’un, Gaziyan-ı Rûm taifesinden olan Saru Saltuk’a izhâr
ettiği kerametle onu tasavvuf yoluna sevk ettiği belirtilmektedir . Rivayete göre, Sarı Saltuk
Akşehir’de çobanlık ederken , erenlerden Mahmud Hayrânî’a rastladı. Mahmud Hayrânî
ondan biraz süt istedi . Sarı Saltuk’un verdiği sütü içip kalanını ona uzattı . Saltuk, bu sütü
içtikten sonra erenlere karıştı (Müneccimbaşı 2001: 110). Yine bu rivayetin bir uzantısı
olarak bazı araştırmacılar Kırım’da ve Rumeli’de Tatarları Müslüman yapan Akşehirli bir
gazi mürşid/alp eren olarak kabul edilen Sarı Saltuk’u, Seyyid Mahmud Hayrânî’ın halifesi
olarak zikrederler” (Gölpınarlı 1971: 24; Togan 1981: 269; Gölpınarlı 1982: 27-41).
(Kozan, sayı: 38, 2012: 48)
Sarı Saltuk’un çoban olması, Seyyid Mahmud Hayrani’nin türbe karşısında ayakta durarak
vefat etmiş olan bir evliyadan nasib alması gibi söylencelerin gerçekliği konusu, Sarı Saltuk
ve Seyyid Mahmud Hayrani ile ilgili bilgiler bir bütün halinde değerlendirildiği zaman
inanılması imkansızdır. Benzer durumlar birden fazla evliya için anlatılmaktadır. Örnek
vermek gerekirse Mevlana’nın Hocası Seyyid Burhaneddin de hocasının mezarında yedi yıl
ondan ders almıştır. Onu bu yüzden Üveysi olarak kabul etmiyoruz. Aynı şekilde Sarı
Saltuk’da Seyyid Mahmud Hayrani ile mezarında görüşmüştür. Onun da bu sebepten Üveysi
olduğu yorumlanamaz.
Saltıkname’den aldığımız bu bilgilerin tarihi gerçeklerle zaman bakımında örtüştüğünü
görüyoruz. Aynı zamanda bize o dönemle ilgili önemli bilgileri de vermektedir. Tarihi kişiliği
hakkında yazılan bilimsel çalışmalarda genellikle bir tek Sarı Saltuk’dan söz edilmektedir. Bu
Sarı Saltuk ise İzzeddin Keykavus döneminde yaşamış, bir kayda göre 1293 bir diğer kayda
göre ise 1297-98 yılında kesinlikle vefat ettiğine dair elimizde belge bulunan Sarı Saltuk’tur.
(Ocak, 2002: 63)
Konumuz Sarı Saltuk olmadığı için üzerinde detaylı olarak durmayacağımız bu bilgiler Sarı
Saltuk’un Anadolu’da daha 11. yüzyıldan itibaren başlayan ve 16. yüzyıla kadar süren 500
yıllık macerasını ve üç kıtadaki 40’ın üzerindeki makam mezarını açıklamamız için yetmez.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta Selçuklu ve Osmanlı dönemi ordu yapısı ve
düzenlerinin, gaza ve gazilik kavramlarının detaylı bir biçimde bilinmesi gerekmektedir.
Bunun sonucunda görülecektir ki birçok aile hem Selçuklu hem de Osmanlı döneminde
Anadolu ve Balkanlarda babadan oğula geçen bir kurumsal kimlikle fetih çalışmalarına
katılmıştır. Bu yüzden Saltukname’de anlatılan bazı olayların açıklamasının bu bilgilerin
üzerine kurulması halinde sağlıklı bir değerlendirme yapılabileceğine inanıyoruz. Umarız
tarih araştırmacıları bu bakış açısını önemseyerek Osmanlı Arşiv kayıtlarından birden fazla
Sarı Saltuk’la ilgili bilgi ve belgeleri toparlayabilirler.
Velayetname-i Hacı Bektaş Veli’de de Seyyid Mahmud Hayrani ile ilgili bazı bilgiler
bulunmaktadır. Bu bilgilere göre Seyyid Mahmud Hayrani 300 öğrencisi ile birlikte Hacı
Bektaş Veli’yi ziyarete gelmiş ve bir hafta süren sohbet ve sema olmuştur. Bu sohbet ve
semaya Hacı Bektaş Veli’nin çok sayıda muhibbi de katılmış, daha sonra Seyyid Mahmud
Hayrani Akşehir’e geri dönmüştür. (Duran, Gümüşoğlu, 2010: 465 vd)
Orada verilen bilgilerden Seyyid Mahmud Hayrani’nin öğrencilerinin “monla” (molla)
sıfatını taşımaları medrese öğrencileri olduğunu göstermektedir. Diğer iki bilgiden tamamen
farklı olarak –arslana ve kayaya binme kerametleri dışında- burada bilim adamı kimliği olan
bir Seyyid Mahmud Hayrani görmekteyiz. Bu da Seyyid Mahmud Külliyesi’nin amaç ve
çalışmalarını ortaya koyan önemli bir bilgidir. Yani açık bir şekilde Seyyid Mahmud Hayrani
yalnızca kendi başına dalgın, aşık ve sadece “melami meşrep” bir kişi olarak değil, 300
öğrencisi olan bir hoca olarak görünmektedir. Bu da Akşehir’deki külliyenin işlevleri ile
örtüşmektedir. Velayetname-i Hacı Bektaş Veli’de de diğer bütün menakıp ve
velayetnamelerde olduğu gibi Hacı Bektaş Veli’nin Seyyid Mahmud Hayrani’den üstün
olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır. Bunun sebeplerini daha önce belirttik.

Velayetnamenin bize verdiği bir başka önemli bilgi ise Hacı Bektaş Veli ile Seyyid Mahmud
Hayrani’nin birbirlerini tanımamaları, sadece isimlerini duymuş olmalarıdır. Oysa sözlü tarih
bilgilerinin tamamında Hacı Bektaş Veli ve Seyyid Mahmud Hayrani akraba olarak
gösterilmektedir. Hacı Bektaş Veli ve Seyyid Mahmud Hayrani arasında bir akrabalık ve
tanışıklığın olmaması ve bilimde birbirleri ile yarışır gibi gösterilmesi önemli bir durumdur.
Bazı şecerelerde ve sözlü gelenekteki Hacı Bektaş Veli ile Seyyid Mahmut Hayrani’nin
akrabalığına kuşkuyla bakmak gerektiğini düşünüyoruz.
Anladığımız kadarıyla Mevlana, Hacı Bektaş Veli ve Seyyid Mahmud Hayrani 13. yüzyılda
Belh ve Mezar-ı Şerif, biri inanç, diğeri kültür ve bilim hayatı bakımından önemli iki şehri
içine alan Hace Hayran Bölgesi’nden yola çıkarak Nişabur üzerinden Anadolu’ya
gelmişlerdir. Seyyid Mahmud Hayrani onlardan daha önce gelmiş ve onlardan yaş olarak da
daha büyüktür. Her üçü de birbirlerinden haberlidirler. Değişik kaynaklarda yer alan Seyyid
Mahmud Hayrani’nin Mevlana’ya veya Hacı Bektaş Veli’ye bağlandığı yolunda verilen
bilgilerin bilimsel olarak kanıtlanması mümkün olmayan menakıpnamelerden ve sözlü
yorumlardan kaynaklanan bilgi olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda alıntı yaptığımız
kaynakların verdikleri bilgilere göre Mevlana ailesi, Hacı Bektaş Veli gibi önce Suriye ve
Irak’a gittikten sonra Anadolu’ya geldiği anlaşılmaktadır.
Seyyid Mahmud Hayrani’nin Mevlana veya Hacı Bektaş Veli’ye bağlı olduğu yönündeki
bilgiler zaman içinde bir çok kitapta birbirine bağlı olarak yer almaktadır. Yalnız ilerde
belgesini yayınlayacağımız gibi 18. Yüzyılda İstanbul’a gönderilen bir arizada Hacı Bektaş
Çelebisi, Seyyid Mahmud Hayrani Külliyesi’nin kendisinin gösterdiği bir kişi tarafından
amacına uygun olarak yürütülmesini talep etmektedir ki bu belge tek başına zaviyenin Hacı
Bektaş Veli’ye bağlı olduğu anlamına gelmemektedir.
Bundan sonra vereceğimiz bilgiler Seyyid Mahmud Hayrani ile ilgili belgelere dayalı
bilgilerdir. Bu bilgiler Seyyid Mahmud Hayrani’nin yaşadığı dönemlere ait bilgiler değildir.
Kendisi, kardeşi ve babası ile ilgili bilgiler sadece mezar taşlarındaki yazılardan ortaya
çıkmaktadır. Yalnız bazı bilim adamları Seyyid Mahmut Hayrani’nin babasının Mesut Paşa
isimli bir Selçuklu kumandanı olduğunu söylemektedir ki bu bilgiyi doğrulayacak bir kayıt
bulunmamaktadır. Seyyid Mahmud Hayrani ile ilgili olarak önemli bir çalışmayı yapmış olan
Yrd. Doç. Dr. Ali Kozan, Vakıflar Dergisi’nin 12. sayısı’nda yayınladığı araştırmasında bu
görüşü belirtmekte ama bir kaynakla desteklememektedir. Yine Diyanet Vakfı’nın çıkardığı
İslam Ansiklopedisi’nde Mahmud Hayrani maddesini yazan Ethem Cebecioğlu aynı bilgiyi
vermekte ancak o da kaynak göstermemektedir. Yine dedesinin isminin Mahmud olduğu
yolundaki bir bilgi kaynak gösterilmemeksizin yer almaktadır. (Kozan, 2012/ Cebeci) Her ne
kadar Seyyid Mahmud Hayrani, ailesi, özellikle büyük kardeşi hakkında halen çok bilgimiz
bulunmamakla birlikte, Seyyid Mahmud Hayrani Külliyesi ile ilgili çok önemli bilgilere
ulaştığımızı belirtebiliriz. Mezar taşları, türbe ve zaviyelerin mimari yapısı ve alınlıklarındaki
bilgilerle Devlet Arşivleri’nden bulduğumuz yeni bilgiler birleştiği zaman Seyyid Mahmud
Hayrani’yi daha açık bir biçimde anlamamız mümkün olmaktadır. Seyyid Mahmud
Hayrani’nin Külliyesi ile ilgili elimizdeki bilgileri gözden geçirelim:

3.3.3.2. Yazılı Belgelere Göre Seyyid Mahmud Hayrani

Daha önceki bölümlerde ele alarak incelediğimiz belgeler ve sözlü tarih bilgileri birbirini
doğrulamıştır. İbrahim Hakkı Konyalı 'nın Akşehir Tarihi isimli eserinde Seyy id Mahmud
Hayrani'nin bir soy şeceresinin çıkarıldığı görülmektedir . Buna göre Seyyid Mahmud
Hayrani'nin babasının adı Mesut’tur. Tunceli, Adıyaman’dan gelen belgelerle sözlü gelenekte
ise babasının adı İbrahim olarak geçmektedir.
Seyyid Mahmud Hayrani Külliyesinde yapılan restorasyon çalışması sırasında Güneydeki
kemer ayağının , binanın Güney -Batı kemeri içindeki yüzünde orijinal kıtıklı sıva üstüne
kamış, kalem ve siyah mürekkeple yazılmış altı satır halindeki yazılardan birinde:
"Derviş Hayran bin İbrahim dua güft-i reft" (Derviş İbrahim bin Hayran dua etti ve gitti)kaydı
bulunmaktadır. (Önge, sayı: 2, 1975) Bu nottan anlaşıldığına göre , Seyyid Mahmud
Hayrani’nin babasının İbrahim olması gerekmektedir . Ancak sanduka üzerindeki yazıda
babasının adı kesin olarak Mesut olarak kaydedilmiştir . Bu durumda " İbrahim oğlu
Hayran'ın" aynı aileye mensup ikinci bir kişi olması ihtimali de göz önünde
bulundurulmalıdır. Elimizde bulunan şecere ve icazetnamelerin bir kısmında Mesut ismi
bulunmaktadır. Ancak bilindiği gibi bu belgelerin düzenlenişi sırasında özellikle günümüze
yakın tarihlerde yapılan düzenlemelerde şeceredeki isimler ciddi sıra ve tarih yanlışlıkları
taşımaktadır. Ne var ki sözlü tarihle ilgili olarak ulaştığımız bilgilerin önemli bir kısmının
tarihi belgelerle örtüşmesi, Seyyid Mahmud Hayrani’nin Anadolu’nun birbirinden çok farklı
yörelerinde adeta ağız birliği edilmiş gibi Koreşan’ın inanç önderi olduğunun vurgulanması
üzerinde yoğun bir şekilde durulması, yaptığımız alan araştırmaları sırasında bulduğumuz
bilgi ve gözlenen unsurlar, Seyyid Mahmud Hayrani ile Koreşan arasındaki ilişkiyi güçlü bir
biçimde ortaya çıkarmaktadır.
Akşehir ve yöresinin mimari özellikleri üzerine çalışan sayın Yekta Demiralp’in görüşüne
göre türbenin bulunduğu yeri bir külliye olarak değerlendirmek gerekir:
« Çevresinde zaviye, hamam, mescit ve bir çeşme vardı. Ancak bunlardan mescit dışında bina
kalmamıştır.» (Demiralp,1996: 67) Külliyenin türbe kısmının restorasyonuna ilk olarak 1964
yılında başlanmış, yakın zamanlara kadar bu restorasyon aralıklarla devam etmiş ve şu anda
ziyaretçilere açılmıştır. Öncelikle türbenin mimari özellikleri, Seyyid Mahmud Hayrani’nin
günümüz açısında önemi ile ilgili bilgiler vermektedir. Anadolu’da bu tarz yapılmış üç türbe
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, bazı temel farklılıklarına rağmen Amasya’daki Torumtay
Türbesi, İkincisi, Mevlana Celaleddin Rumi’nin Türbesi ve üçüncüsü ise, Seyyid Mahmut
Hayrani’nin türbesidir. Mimari bakımından türbenin benzeştiği bir başka kümbet de Sivas
Güdük Minare Kümbeti’dir (1347) (Öney, 1989:22)
Mevlana Türbesi, maalesef tarihi dokusunu koruyamamış ve bir çok kere yapılan restorasyon
çalışması ile adeta yeniden inşa edilerek ilk şekli bozulmuştur. Seyyid Mahmud Hayrani
Türbesi’nin 13. yüzyıldaki aslına sadık kalınarak restore edilmeye çalışılması önemini
artırmaktadır. Taş, tuğla, mermer işçiliği ve çini süslemeleri bakımında ele alındığı zaman
döneminin en büyük mimarları tarafından özenilerek yapıldığı anlaşılmaktadır. Türbedeki
sandukalardan birinin hörgücü ise bizim tarihimize verdiğimiz değerin acı bir örneği olarak
yurt dışına kaçırılmış, ahşap oymacılığın en nadide örnekleri arasında yer almaktadır.
Sandukaların ahşap malzemesinin Hindistan’dan getirildiğine dair ilerde sunacağımız bilgiler
de Seyyid Mahmud Hayrani Türbesi’ne döneminde verilen değeri göstermesi bakımından
dikkat çekicidir.
Türbede üç sanduka bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Seyyid Mahmud Hayrani’nin kardeşi
Necmeddin Ahmet’e aittir. Sandukanın ustası Rüstem bin Halil el-Neccar’dır:
“Bu türbe Tanrı’ya erişenlerin kutbu, dünyayı hiçe sayarak önceki ve sonraki alimlerin
bilgilerini birleştiren dinin, Hakk’ın ve milletin yıldızı, Mesut oğlu Ahmed’indir. Tanrı onu
bağışlamasıyla kucaklasın. Sene tıs’a ve erbain ve set’mae.” (H. 649/M.1251) (Konyalı,
1945: 430 )
Burada bulunan “Kendinden önceki ve sonraki alimlerin bilgilerini birleştiren” ifadesinden
anlaşıldığına göre Necmeddin Ahmet’in bilgin olma özelliği öne çıkarılmaktadır. Ölüm tarihi
olarak 1251 tarihinin yazılı olması zaviye, mescit ve hamamın tarihini daha eski dönemlere
götürmektedir. Seyyid Mahmud Hayrani ailesinin Akşehir’de bulunuşu da bu bilgilere
dayanarak daha eski tarihlere indirilebilmektedir. Mevlana ve Hacı Bektaş Veli’den daha
önce Anadolu’ya geldikleri yolundaki Saltukname’de bulunan bilgilere kesinlik
kazandırmaktadır. Çünkü bir bilginin Akşehir’e gelmesi, kendisini kabul ettirmesi, zaviye
kurması ve burada öğrenci yetiştirmesi, ancak belirli bir zaman geçmesini gerektirir.
Sandukanın çevresi tasavvufi şiirlerle bezenmiştir:
“Aşıklar için korku yok. Öldükten sonra mezarda dirilmek de yok. Ölümün suretleri
koyunların ayaklarını bağlayıp yatırma haline benzer. Ölüm aşıkları sevdiklerine kavuşturur.
Aşık olmayanlar fasıktırlar. Ölüm onlar için geçerlidir.” (Konyalı, 1945:431)
İkinci sanduka ise Seyyid Mahmud Hayrani’ye aittir. Onun için ise kardeşinden farklı olarak:
«Velilerin kutbu, şehitlerin şanslısı, mağfur ve merhum, seydi ve senedi Seydi Mahmut bin
Mesut (Allah’ın rahmeti üzerine olsun sene fi seb’a ve sittiyn ve sitm’aiye (667/1273)
(Konyalı, 1945: 431) Velilerin kutbu ve şehitlerin şanslısı olarak değerlendirilmektedir.
Kardeşinin sandukasındaki bilgilerden daha çok kendisinden önceki alimlerin bilgilerini
birleştiren bir bilim adamı, Seyyid Mahmud Hayrani’nin sandukasındaki bilgilerden ise
tasavvufta en yüksek mertebeye sahip, manevi olarak şehit kabul edilen bir kimse olduğu
ortaya çıkmaktadır. Burada dikkati çeken noktalardan bir başkası ise genellikle peygamber
soyundan olanlar için sık sık kullanılan eceli ile ölmüş olsa bile “şehit” ifadesi ile diğer
sandukada bulunmayan “seydi ve senedi, Seydi Mahmud” ifadesi dikkat çekicidir. Aynı
ifadelerin Necmeddin Ahmed için kullanılmaması da ayrıca dikkat çekicidir. Sandukanın
ahşap oymalarında ise: “Dünya ahiret ehline; ahiret de dünya ehline haramdır. Dünya yokluk
evidir, ahiret ölümsüzlük kapısı, dünya bir leştir. Onu ancak köpekler ister.” (Konyalı, 1945:
434) ibaresi bulunmaktadır.
Sandukalardan üçüncüsü Seyyid Ali bin Muhammed bin Mahmud’undur.
Sanduka’nın hörgücünün Anadolu-Bağdat Demir Yolları Müdürü Hügnen tarafından
kandırılan bir Akşehir’li Ermeni’ye çaldırılarak götürüldüğü iddia edilmektedir. Sandukanın
üzerinde ölüm tarihi ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır. Diğer yazılarda: «Haza türbete el
mutahharete li’l-s’said Seydi Ali bin Mehmed bin Mahmud er-Rufai» kaydı vardır. Diğer
yüzünde ise Hz. Ali’nin:
« İnsanlar uyumaktadırlar. Öldükleri zaman uyanırlar. Ölümün hükmü bütün halka şamildir.
Bu dünya durulacak yer değildir. » sözleri yer almaktadır. Buradan anlaşıldığına göre Seyyid
Mahmud Hayrani’nin torunu olan Ali, Rufai Tarikatı mensubudur. Daha önceki bölümlerde
belirttiğimiz gibi Adıyaman Koreşan kolunun inanç önderi olan Hacı Koreş, altıncı kuşaktan
Tacü’l Arifin Ebü’l-Vefa’dan el almış olarak görünmektedir. Tacü’l-Arifin Ebü’l-Vefa
Menakıpnameleri’nden Ayasofya yazma nüshasında gördüğümüz bir kayıtta Tacü’l-Arifin
Ebü’l-Vefa 17 öğrencisine kendisinin vefatından sonra Ahmed Er-Rufai’ye bağlanmalarını
istemektedir. (Yalçın-Yılmaz, Sayı 21, 2002:24) Sarı Saltuk, Seyyid Mahmud Hayrani
arasındaki ilişki kısmında da belirttiğimiz gibi kaynaklar Seyyid Mahmud Hayrani’nin
Ahmed er-Rufai’nin Ümmü Ubeyde veya Ümmü Abide olarak bilinen köyünde kurduğu
dergahtan feyz aldığı yolunda bilgiler bulunmaktadır. Bu durum günümüzde bilim
adamlarının bile gözönünde bulundurmadığı çok önemli tasavvuf kolları arasındaki
geçişliliğin boyutunu göstermektedir. Prof. Dr. N. Tosun Yunus Emre ve Hacı Bektaş Veli ile
ilgili olarak yaptığı bir değerlendirmede şu kesin yargıyı belirtmektedir:
“Buna göre Şeyh Mahmud’un (Hayrânî) tasavvufi eğitimini Ahmed Rifâî’den Üveysî yolla
aldığı anlaşılmaktadır . Hayranî’nin Ümmü Abîde’ye gittiğinde postnişîn muhtemelen
Şemsuddin Ahmed el -Musta’cil b . Muhammed’dir. Şeyh el -Musta’cil Rifâî tarikatının
dördüncü postnişini Şemsuddin Muhammed b. Abdurrahim’in oğlu (Tosun, 2013: 112) İbnü’s-
Serrâc’ın silsilesinde ise tarikatın yedinci postnişinidir (İbnü’s-Serrâc, 1315b: 147b). bu
pasajdan Hayrânî’nin Şemsuddin Ahmed el-Musta’cil’den zahiren istifade etmiş olabileceğini
ve manevi halini ona onaylattığının anlaşıldığını ifade etmektedi r. Dolayısıyla Akşehir’de
yerleşen Seyyid Mahmud Hayrânî bir Rifâî şeyhi olarak faaliyet göstermiştir .”N. Tosun,
(2013: 112)
Bu tarz iddialar bir çok tartışmayı da beraberinde getirmektedir. Nitekim 13. yüzyıl tasavvuf
kollarını kesin çizgileri ile birbirinden ayırarak her birinin mensubunu ısrarla bir tasavvuf
koluna mensup gibi göstermek son derece önemli yorum yanlışları arasındadır. Anadolu’nun
bir çok yöresinde Bektaşi, Alevi kültürünün yaygın olduğu bölgelerde dedelerden
zamanımıza gelen şecere, nasihatname ve telkinnamelerde Ahmed Er-Rufai, Abdülkadir
Geylani, Sadreddin Konevi ve Sühreverdi ile ilgili bilgilerin bulunduğunu görüyoruz. Bunlar
arasında Malatya’nın Mezirme Köyü’nden çıkan bir telkinnamede açıkça Sadrettin
Konevi’den saygıyla söz edilmesi, Eşrefoğlu Rumi’ye atıflar yapılması, Hacı Bektaş Veli’nin
Abdülkadir Geylani’nin Makalat-ı Gaybiyye isimli eserinde “Gavsiyetü’l-Gavsiyye” isimli
eserinden saygıyla söz etmesi, göstereceğimiz bir çok örnek tasavvuf kolları arasında yakın
zamanlara kadar geçişlilik olduğunu göstermektedir. Bu yüzden Seyyid Mahmud Hayrani’nin
Ahmed er-Rufai’nin dergahının önünde beklemesi onun Rufai Tarikatı mensubu olduğunu
göstermez.
Saltukname’den de anlaşıldığına göre Horasan üzerinden Anadolu’ya gelen eren ve evliyalar
arasında bazı bakış açısı farklılıkları bulunmaktadır. Ancak bu ayrım geniş halk kitleleri
arasında önemsenmemekte, hepsine birden saygı duyulduğu anlaşılmaktadır. Seyyid Mahmud
Hayrani’nin torununun Rufai tarikatına mensup olması, hatta orda önemli bir mevki edinmiş
olması, anlaşılmayacak bir durum değildir. Bir tasavvuf kolundan diğerine geçişlerle ilgili
olarak elimizde bir çok belge bulunmaktadır. Bu yüzden Yunus Emre, Taptuk Emre,
Akşemsettin, Somuncu Baba, Hacı Bayram Veli gibi topluma ve tarihe mal olmuş kimselerin
tasavvufun bir koluna mensup olduğu gibi kesin bulguya dayanmayan yorumlar doğru
değildir. Tasavvuf kollarının bir kısmının ve Ahiliğin bir çok gülbank ve dualarının birbirinin
neredeyse aynı olduğunu erkannamelerin incelenmesi sonucu kolayca görülecektir.
Burada her ne kadar bazı bilim adamları tarafından günümüzde eleştiriliyor olsa da bir kere
daha İbrahim Hakkı Konyalı’yı saygıyla anmamız gerekmektedir. Eğer o, zamanında bu
yıkıntılar arasında Seyyid Mahmud Hayrani Külliyesine girerek bütün bu bilgileri toplamamış
olsaydı, bugün elimizde külliyeye, bu külliyenin Anadolu’da yarattığı yüksek kültür
seviyesine dair hiç bir bilgi bulunmayacaktı. Geçmişimize karşı yaptığımız vefasızlıklardan
birine daha üzülecektik.
İbrahim Hakkı Konyalı, Fatih döneminde 1476 (881) Karaman ilinin vakıflarını tespit eden
Mevlana Muslihiddin’in geçmişe ait bütün vakıf kayıtlarını göz önünde bulundurarak Akşehir
Vakıflarının kaydını tuttuğunu bildirmektedir. Buna göre:
“Vakf-ı Zaviye-i Kutbü’l Budala-i fiz’z-zaman Seyyid Mahmud Hayran der nefs-i Akşehir
tagammedallahu melikü’l menan fi ealli garfu’l- cennan der nefs-i Akşehir meşihatı der
tasarruf-ı Necmüddin innel evlad Seyyid Mahmud Hayran bi hükmi vacibü’z- züan. Vakf-ı
kadim”
Bu bilgilere göre zaviyenin eski bir vakıf (vakf-ı kadim) olduğu belirtilmektedir. Seyyid
Mahmud evlatlarından Necmiddün isimli birinin vakfın yürütülmesinde sorumlu olduğu
görülmektedir. Bilindiği gibi bu kayıtların tutulmasının bir başka amacı ise Fatih Sultan
Mehmed’in vakıfları tımar haline dönüştürme kararının uygulanması öncesi yapılan tespitlere
dayanmaktadır. Daha sonra ise ll. Beyazıd Döneminde yapılan 1500/1501tarihli tespitlerde ise
tımar olarak devlet kontrolüne alınan vakıf mallarının yeniden iadesi için yapılan tespitlerdir.
Bu ikisinin değerlendirilmesinde Orhan Gazi döneminden beri tespit edilmiş olan bazı
vakıflar “Müstesna vakıflar” kabul edilmiştir. Akşehir vakıfları üzerinde araştırma yapan
bilim adamlarımızın yaptıkları tespitlere göre Seyyid Mahmud Hayrani Vakf’ı Akşehir’in mal
varlığı ve geliri en yüksek iki vakfından biridir:
“Akşehir zaviyelerinden Seydi Mahmud Hayran ve Şeyh Hasan oğlu Hacı İbrahim Zaviyeleri
hariç diğerlerinin gelirleri oldukça düşüktür.” (Ertürk, t. y., 231-248)
Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş Veli, Karaca Ahmet ve benzeri bazı vakıflar
müstesna vakıf olarak kabul edilmiş ve bunlara müdahale edilmemiştir. ll. Beyazit döneminde
1500 tarihindeki İl Yazıcı defterinden anlaşıldığına göre Seyyid Mahmud Hayrani Vakfı da
müstesna vakıflar arasında görülmektedir:
“Vakf-ı zaviye-i kutbu’l budala-i Seydi Mahmud Hayran der nefs-i Akşehir meşihat-ı der
tasarruf Mevlana Kasım Çelebi ve mütevelli-i mezkur ma berat-ı padişah-ı alempenah izze
nusre”
kaydı bulunmaktadır. Buradan anlaşıldığına göre her iki belgede de Seydi Mahmud Hayran
“abdalların kutbu” olarak adlandırılmakta, birincisinde evladı sadece Necmüddin olarak
belirlenirken ikincisinde evladı kaydı bulunmaksızın Mevlana Çelebi Kasım mütevelli olarak
gösterilmektedir. Buradan çok açık bir biçimde Mevlana Kasım Çelebi’nin çelebi sıfatı ile
bilgin, Mevlana sıfatı ile kadı olduğu görülmektedir. Bu durum bize ailenin elinden vakıf
mütevellisinin alınmış olabileceği gibi ailenin aynı şekilde bilgin ve kadılık görevleri
yaptığını gösterir. Ancak burada evladı kaydının olmaması Kasım Çelebi’nin kadı olarak
mütevelli tayin edildiği izlenimini yaratmaktadır.
lll. Murat dönemindeki 1584 (992) tarihli kaydı yapan Mevlana Mustafa İbni Ahmed şu notu
düşmüştür:
“ Vakf-ı Zaviye-i Seydi Mahmud Hayran der nefs-i Akşehir” Burada dikkat edilirse vakfın
mütevellisi ve mutasarrıfı bulunmamaktadır. Bu çok önemlidir vakfın ailenin devam
etmemesi sebebiyle mi, yoksa başka bir sebeple mi el değiştirdiği anlaşılamamaktadır.
Zaviyeye ait emlak ve akar ise kayıtlarda şöyle sıralanmaktadır:
1. Akşehir’e bağlı Bayındır (Seydi köyü). İbrahim Hakkı Konyalı bu köyün Seydi Mahmud
Hayran tarafından kurulduğunu, eskiden kendi adıyla anıldığını belirtmektedir. 1583 tarihli
İcmal Defterleri’nde böyle bir kayıt bulunmamaktadır. İbrahim Hakkı Konyalı’nın bunu
hangi kayıttan çıkardığını bilmiyoruz. Ancak zaviyenin bulunduğu kale içindeki mahalleye
mahalleye Seydi Mahmud Mahallesi denildiği bu mahallenin günümüzde Anıt MAhallesi
olarak anıldığı bilinmektedir. (Kozan, 2012)

2. Üyük (Karahöyük köyü) . 1583 tarihli ve işlevini 1752 tarihine kadar sürdürdüğü anlaşılan
Akşehir Sancağı İcmal Defterleri’nde köyün tamamı Akşehir’e bağlı Mustafa tımarı olarak
geçmektedir.
3. Akşehir’deki bir hamamın hisseleri, Dizdar Hamamı, hamamın gelirinin bir kısmının
Mevlana Celaleddin Rumi evlatlarına vakfedildiği, günümüze kadar gelmediği bilinmektedir.
4. Engili köyündeki değirmenin yarısı. Karye-i Engillü Tabi-i Akşehir, Dergah-ı Ali Çavuş
Zeameti olarak geçmektedir.
5. Bürcek (Yaka) köyündeki tarla (İbrahim Hakkı Konyalı bu köyü Sultan Dağı eteklerinde
göstermektedir. İcmal defterinde böyle bir kayıt bulunmamaktadır. Burçak köyü Ilgın’ın bir
köyü olarak gösterilmiştir. Akşehir Sancağına bağlı Yaka guz (Kuz okunmalıdır) ve Karye-i
Yaka Hasnik bulunmaktadır. Bunlardan hangisinin kastedildiği belli değildir.
6. Kadı Zeyneddin Tarlası
7. Hafız Pınarı yanındaki tarla
8. Kara Aslan köyündeki Hacı Bali tarlası. Böyle bir köy İcmal Defterleri’nde
bulunmamaktadır.
9. Yahşihan köyündeki tarla, Bu köy Karye-i yazı Yağsıyan (Yağı-sıyan) olmalıdır. Hassa-yı
hümayun olarak kaydedilmiştir.
10. Akşehir Debbağlar çarşısındaki dükkanlar(Erdoğru,t.y.,: 127 vd.)
İbrahim Hakkı Konyalı ve diğer kaynakların verdiği bu bilgilerden anladığımıza göre Seyyid
Mahmud Hayrani Külliyesi döneminde kutsal ziyaret yerlerinden biri kabul edilmekte ve
zaviye olarak yaya veya atlı (ayende ve revende) Akşehir’e gelen yolculara hizmet
etmektedir. Buradan da Seyyid Mahmud Hayrani’nin döneminin önemli inanç önderlerinden
birisi olduğunu göstermektedir.
Üzerinde durulması gereken önemli noktalardan bir başkası da Timur döneminde Seyyid
Mahmud Hayrani külliyesinin işlevini sürdürmesidir. Bunun en önemli belgelerinden birisi de
Timur, Yıldırım Beyazit’i esir aldıktan sonra onu Akşehir’de tutmuş ve kendisi Eğridir
kalesinin fethine gitmiştir. (Bazı çalışmalarda torunu Muhammed Mirza’nın ölümü üzerine
Akşehir’e gittiği söylense de Osmanlı tarihlerinde bu bilgi bulunmamaktadır.) Bu sırada
esasen hasta olan Yıldırım Beyazıt vefat etmiş, cenazesi Bursa’ya taşınıncaya kadar Seyyid
Mahmud Hayrani Türbesi’ne defnedilmiştir. Hoca Saadeddin Efendi, Tacü’t Tevarih’te bu
konuda şu bilgileri vermektedir:
“Üzüntüsünü bu sözlerle belirttikten sonra, durağı cennet olan sultanın Akşehir’de Şeyh
Mahmud-ı Hayrani türbesinde geçici olarak defnedilmesini buyurdu.” (Hoca Saadeddin
Efendi, 1974, 332)
Aynı bilgiler Müneccimbaşı Tarihi’nde de yer almaktadır:
“Bu sırada Timur Eğridir kasabasını almış Akşehir’e dönüyordu. Akşehir’e yaklaştığında
Yıldırım Han’ın vefat haberini alınca çok üzüldü ve ağladı. Naaşlarının Akşehir’de Şeyh
Mahmudu’l Hayran’ın merkadine konulmasını emretti.” (Müneccimbaşı Ahmed Dede, t.y..
Say: 149) Döneminde Akşehir’de güçlü bir Mevlevi tekkesi ile başka zaviyelerinde
bulunduğu bir dönemde Yıldırım Beyazid’in naaşının geçici olarak Seyyid Mahmud Hayrani
türbesinde tutulması, ona verilen önemin Timur tarafından da benimsendiğini ortaya
koymaktadır. İlerde yayınlayacağımız bilgilerden de anlaşılacağı gibi Yıldırım Beyazid’in
daha sonra yine burada tahnit edildiğini iç organlarının buraya defnedildiğini ve naaşının
Bursa’ya gönderildiğini anlıyoruz.
1895 yılında Anadolu’ya bir gezi yaparak gözlem ve hatıralarını Küçük Asya’ya Seyahat adlı
kitapta toplayan Fredrich Sarre, Akşehir’e gelerek Seyyid Mahmud Hayrani Türbesini
gezmiştir. Bu gezisi sırasında türbe ile ilgili verdiği bilgiler bizim daha önce belirttiğimiz
Seyyid Mahmud Hayrani’nin Mevlana ve Hacı Bektaş Veli’den daha önce Akşehir’de
olduğunu göstermesi bakımından önemlidir:
“Seyyid Mahmud’un türbesindeki kitabenin bildirdiğine göre bu türbe Keykubat l.
Zamanında 1224 tarihinde yaptırılmıştır. Aynı türbenin üstünde sırlı tuğlalar üzerinde
(Musullu Abdullah’ın oğlu Ahmed’in eseri) yazısının bulunması insanda büyük bir ilgi
uyandırıyor. Bu sanatkar kitabesi, üçüncü bir kitabeye göre 1409/1410 Seyyid Mahmud’un
torununun oğlu tarafından türbede yaptırılan bir tamiratla alakalı olsa gerektir.” (Sarre,
1949, sayı: 8,: 22-23)
Türbenin 1224 yılında yapılmış olması, Seyyid Mahmud Hayrani ailesinin Akşehir’e
yerleşmelerinin mevcut kayıtlara göre 1200 yılı başlarında olmalıdır. Türbenin 1224 yılında
yapıldığına dair bir kayıt daha sonra 1910 tarihinde Konya Valisi’nin İstanbul’a yazdığı ve
arkasından peşpeşe yazışmaların olduğu belgelerde de geçmektedir. Türbenin 620 yılında
yapılmış olması üzerinde şu ana kadar hiç bir bilim adamı durmamıştır. Türbenin kitabesinin
varlığından ise İbrahim Hakkı Konyalı hiç söz etmemektedir.
Bu durumda karşımıza iki ihtimal çıkmaktadır. Fredrich Sarre ve diğer resmi görevliler bu
kitabeyi yanlış okumuştur. Veya kitabe daha sonra okunamamıştır. İkinci ihtimal ortaya
çıkarsa o zaman türbenin 1224 yılında yapılmış olmasının sebebini araştırmamız
gerekmektedir. Ancak belgelerde özellikle 1. Alaaddin Keykubat döneminde yaptırıldığı
kaydının bulunması oldukça dikkat çekicidir. Unutmamak gerekir ki türbe daha sonra 1409
yılında onarılmıştır:
“Ayrıca, Seyyid Mahmud Hayranî’nin torunu Seyyid-i Muhiddin, aslı Selçuklu dönemine geri
giden Akşehir’deki Seyyid Mahmud Hayranî Türbesi’nin 812/1409-10 tarihli onarımını
Ahmed adlı sanatçıya yaptırmıştır.” (Durukan: 2014: 398)
Fredrich Sarre binanın Musul’lu Ahmed isimli bir mimar tarafından yapıldığını belirtirken,
İbrahim Hakkı Konyalı’nın mimarın adının Ahmed Asli olduğu yolundaki ısrarı da dikkat
çekicidir. Çünkü türbenin mimarisi üzerinde araştırma yapan sanat tarihçileri, türbedeki bazı
desenlerin Mısır, Suriye, Irak ve Anadolu coğrafyasındaki çok geniş bir alanda kullanıldığını
göstermektedirler. Sandukaların Hindistan’da yetişen özel saç ağacından yapılmış olması da
mimarın geniş bir coğrafyadaki mimari bilgisine sahip birisi olması gerektiğini gösterir.
Sanatçıların doğdukları şehirlerle birlikte anılması ve diğer meslektaşlarından ayrılması
geleneğimizde çok sık rastladığımız durumlardan biridir.
Akşehir tarihi ile ilgili bazı bilgileri Balkanlar ve Batı Anadolu’dan Hacca giden seyyahların
seyahatnamelerinden alıyoruz. Bunun sebebi Akşehir’in hacıların önemli durak yerlerinden
biri olmasıdır. Bu yüzden yaptığımız kaynak taramaları sırasında bazı hac
seyahatnamelerinde Seyyid Mahmud Hayrani zaviye ve türbesinden söz edildiğini gördük.
Bunlardan başlıcalarını aşağıya alıyoruz:
1090 Hicri, 1679 Miladi tarihinde hac yolculuğu sırasında Akşehir’e uğrayan ünlü divan şairi
Nabi, Akşehir’i anlatırken Şeyh Mahmud Hayrani, Nimetullah Nahcivani ve Nasreddin Hoca
türbelerinden söz etmektedir:
“Şair Nâbî de , irfan dairesinin kutbu olarak gördüğü Şeyh Mahmud Hayrânî için nazım
şeklinde, “Bâkıyâ hankâh-ı âlem-i hayretde hemân/Her gelen kimse bu esrâr ile Hayrânî
ancak” (Yusuf Nabi 1996: 16; Coşkun 2002: 166) diyerek dönemin Akşehir kasabasına
türbeyi ziyarete gelenlerin Hayrânî olacaklarını edebî bir dille belirtir.” (Kozan, 2012:46)
Bir başka hac gezi kitabı olan Nehcetü’l Menazil’de Akşehir anlatılırken hem Akşehir’in
özellikleri hem de Seyyid Mahmut Hayrani ile ilgili bilgi verilmektedir:
“Bir vasi sahrada akarsuyu bağ bağçeli cevamii ve hanat ve sevvak ve mahallatı havi bir
kasabadır. Üç camii vardır. Biri Sultan Süleyman, Biri Sultan Alaaddin ve biri Hasan
Paşa’nındır ve beş hamamı vardır ve Baştekke nam mahalli bi-nazir mesiregahtır nice sedler
üstleri ve her seddin kenarında mizablar (oluklar) vaz olunub her birilerinden sular cereyan
eder. Tekke-yi mezburede Mevlevi dervişanı ayin-i Mevlevi icra ederler. Sekiz yüz onyedi
tarihinde Sultan Muhammed Han feth etmiştir. Hoca Nasreddin ve Şeyh Mahmud Hayran ve
Neccari Dede ve Nimetullah Veliye’n- Nahcivani ve Ahi Evran ve Kürd Emir merkadi
ziyaretgahtır.” ( Staatsbibliothek München, Varak 26b/27b) (Kitabın birden fazla nüshasını
çeşitli kütü phanelerde bulmak mümkündür. Bu nüshalar için bkz . Mehmed Edîb b .
Muhammed Derviş , Nehcetü’l-Menâzil, Süleymaniye Ktp ., Esad Efendi , No.1339; Daru’l-
Mesnevi, No.134; Halet Efendi , No.408; İstanbul Üniversitesi Merkez Ktp., 195; Konya
Bölge Yazmalar Ktp. No.7770.) (XVll. Ve XVlll. Yüzyıllarda Osmanlı Devletinde Menziller
Fonksiyonları, Akşehir Menzilleri Örneği, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü
Araştırmaları Dergisi, Sayı: 16, 2004 219-220)
Osmanlı tarihleri ve belgelerinde Mahmut Hayrani’nin “Seyyid” olarak değil “Şeyh” olarak
gösterilmesi dikkat çekicidir. Hoca Saadettin Efendi ve Müneccimbaşı da Şeyh olarak
göstermektedir. Yine yukarıda verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi büyük bir Mevlevi
Tekkesi, yanında çok sayıda zaviye ve kutsal ziyaret yeri arasında Seyyid Mahmud Hayrani
Zaviyesi de sayılmaktadır. Zaviyenin Mevlevi dergahı olduğu yolunda bir bilgi verilmiyor.
Bu durum Seyyid Mahmud Hayrani’nin Mevlevi olmadığını gösteren önemli bir bilgidir.
Elimizde bulunan ve ilk defa kitabımızda yer alacak bilgilerden bir kısmı da Osmanlı Devlet
arşivlerinden bulduğumuz belgelerdir. Bu belgelerden bir kısmı Ali Kozan tarafından
yorumlanmıştır. Bizim olabildiği kadar yorumlardan kaçınmak için belgelerin orijinallerini ve
sadeleştirilmiş hallerini kitabımıza almayı uygun görüyoruz. Bu belgelere dayalı olarak
Seyyid Mahmud Hayrani Külliyesinin 20. Yüzyılın birinci çeyreğine kadar durumu hakkında
bilgi vermesi bakımından dikkat çekecidir. Bu bilgilere burada yer veriyoruz.
Belge:1
“Der devlet-i mekine arz-ı bend-i kemine budur ki
Akşehir ve İshaklu’da vaki merhum Seyyid Mahmud Hayrani Sultan kuddise sırrıhul aziz
vakfının vazife-i muayyene ile tevliyeti işbu bais-i arz-ı ubudiyet İbrahim Halife dailerine
babası Hacı Halil mahlulünden talim-i Kur’an-ı azimüşşan itmek şartıyla tevcih olunup
şurut-ı berat-ı şerif üzere münhemin-i* mücedded sai ve selim … kendi halinde ……….talim-
i Kur’an-ı azimüşşan ile müştegil ve tevliyeti mezkure henüz mutasarrıf olmadan bir dürlü azl
icap eder hali yoğiken aherden Seyyid Nurullah hilaf-ı inha “sahib-i evvelim” deyu bir takrib
ile tevliyet olup gadr etmekle mumaileyh İbrahim Halife dailerinin babası …….olmağla
……refinden kemakan sahib-i evvel İbrahim Halife dailerine tevcih ve inayet buyurulmak
recasıyla ….arz olundu. Baki emr u ferman fi 7 muharrem sene 135/ 1135/171
etmeği* … maaşı buna münhasır ve ziyade … olmakla mezid-i merahim aliye-i cihan …
tevliyet-i mezkure hilaf-ı inha olup gadr eden Seyyid Nurullah … kemakan mürehhib evvel
İbrahim Halife dailerine tevcih ve inayet buyurulmak ricasıyla paye-i serir … arz olundu emr
u ferman … fi 7 muharrem sene 1135” (18 Ekim 1722)
Bende-i Seyyid Mahmud Hayrani??
Günümüz Türkçesiyle:
“Akşehir ve İshaklu’da bulunan merhum Seyyid Mahmut Hayrani Sultan–sırları Allah
yanında kutsansın-vakfının, babası Hacı Halil’in ölümüyle boşalan göreve, oğlu ve bu
dilekçenin yazımına sebep olan İbrahim Halife’nin Kur’an okutmak ve öğretmek şartıyla
vakıfta talim ederken ve kendisinin azline herhangi bir sebep yok iken Seyyid Nurullah elinde
herhangi bir belge olmamasına karşın “ilk sahibi benim” diye İbrahim efendiye baskı
yapmaktadır. İbrahim efendinin babasından boşalan bu görevin kendisine verildiğine dair
tekrar bir berat verilmesi ve görevine devam etmesi için bu dilekçe arz olundu. Son söz siz
efendimizindir. 7 Muharrem, sene 135/ 1135 (18 Ekim 1722)
Bu belgeden anladığımıza göre vakfın emlakinin gelirlerinin kullanımı üzerindeki bir
anlaşmazlık düzeltilmek istenmektedir. Seyyid Nureddin’in kim olduğu bilinmemektedir. İlk
mütevellisinin olduğunu iddia ederken ailenin devamı olup olmadığı bilinmemektedir. Kur’an
öğretimi şartıyla hizmeti yürüten Hacı Halil ve oğlu İbrahim Halifenin de ailenin devamı olup
olmadığı anlaşılamamaktadır. Yine bu kimselerin mensup oldukları tarikat ve inanç kolu
hakkında da bir bilgi bulunmamaktadır. Ali Kozan makalesinde Hacı Halil’I şeyh olarak
göstermektedir. Oysa belgede ne Hwacı Halil’e ilgili bir unvan kullanılmakta, need
mütevellisi elinden alınan İbrahim Halife ile ilgili bir unvan kullanılmaktadır. Oysa Nureddin
için Seyyid Nureddin unvanı kullanılmaktadır. Yine Kozan Arşiv belgelerinin incelenmesi
sürecinde Seyyid Mahmud Hayrani’ya ait Akşeri ve İshaklı’da iki ayrı vakıf olduğu
yorumunu yapmaktadır. Bu da doğru değildir. Vakıf Akşehir’dedir. (Kozan 2012:38)
Ancak Vakfa gelir getiren emlak bir çok köy ve nahiyeye yayılmıştır. Seyyid Mahmud
Hayrani Vakfının vakfiyesi maalesef elimize geçmemiştir. Ancak dönemindeki bütün zaviye
vakıflarının kuruluş amaçları arasında öğrenci yetiştirme, atlı ve yaya olarak (ayende ve
revende) zaviyenin bulunduğu yere gelenlere üç gün yeme içme ve barınmaları konusunda
hizmet etme görevi verilmektedir. Oysa bu belgeden anlaşıldığına göre sadece görev “Kur’an
eğitimi” olarak tanımlanmıştır. Bu belgenin hemen altına aldığımız belge Hacı Bektaş
Çelebisi’nin İstanbul’a yazdığı arizadır. Bu arıza Seyyid Mahmud Hayrani Külliyesine ait
vakfın yürütülmesi işinin sorumluluğunun Hacı Bektaş Dergahına verilmiş olduğunu
göstermektedir:
Belge: 2
Ceddi azizim kutbü’l arifin ve zuhru’l vasilin el Hac Bektaş Veli kudise sırrıhul hafi ve’l celi
hazretlerinin memalik-i mahrusetü’l mesalik-i padişahide tarikat-ı aliyelerine meşrut
tekayadan olup medine-i Akşehir’de vaki eizze-i kiramdan kutbu’l arifin Seyyid Mahmud
Hayran Sultan zaviyedarlığına mütevelliye mutasarrıf olan Abdullah nam kimesne ecanibden
asitane-i saadette hizmetkarlık idüp ber takrib üzerine berat ittirilüb vakf-ı mezkuru tımar ve
zeamet missal-i iltizama virüp ayende ve revendeye itam-ı taam ettirmediğinden gayri vakf-ı
şerif ve zaviye harabe müşrif olduğuna ve tamir ve termime eşed ihtiyaç ile muhtaç olup hala
medine-i mezbure sakinlerinden her vechiyle layık-ı mahal ve müstehak olan Mehmet efendi
dailerine mezbur Abdullah’ın ref’inden tevcih olunmasına vakıa mihri mutabık Medine-i
Akşehir’de hakimü’l vakt olan Es Seyyid Hüseyin Efendi daileri ilam idüp ancak bu makule
zevaya ceddi azizim tarikine meşrut zevayadan olmakla………… sudur-ı hutut-ı hümayun-ı
şevket – makrunda olan evamir-i aliyyeye inkıyaden bu dailerinden dahi arz-ı iltimas etmeyi
inayetlü sultanım hazretlerinden mercu ve mutazarrıdır ki Mevlana-yı mumaileyhin arz-ı
natık olduğu minval-i meşruh üzere zaviyedarlık mezkuru mütevelliye ecanibden olan
Abdullah’ın terk-i hizmet ve ref’inden iş bu bais-i arz-ı rukiyet ve şayeste-i merhamet her
vechile layık ve mahal ve müstehak olan Mehmet efendi dailerine ayende ve revendeye itam-ı
taam eylemek şartıyla tevcih ve yed’ine berat-ı serif–i alişan sadaka ve ihsan buyrulmak
babında olan vakiü’l haldir. Bi’l-iltimas paye-i serir-i alaya arz olundu. Baki emr ü ferman
lutf u ihsan der adalet penahinin dir. Hurrire fi yevmü’l hamis aşer min şehrin zilhicce sene
erbaa mieteyn ve elif 1204 (26 Ağustos 1790)
Efkarü’l vera hadimü’l fukara eşşeyh Abdüllatif min evlad-ı Hacı Bektaş Veli secca-denişin-i
halen
Birinci belgeden 78 yıl sonra yazılmış olan bu belgede verilen bilgilerde vakıf mütevellisini
yürüten kişinin yabancı birisi olduğu, vakıf mallarını bir tımar zeamet sistemine göre
yürüttüğü, oysa dergahın İstanbul’da Hacı Bektaş Dergahına şartı olarak bağlı olduğu
belirtilmektedir. Bu şartlardan biri de bizim yukarda belirttiğimiz gibi Akşehir ve İshaklı’ya
gelen atlı ve yaya misafirlerin ağırlanması da bulunmaktadır.
1204 tarihini taşıyan bu arizadan sonra yine Osmanlı arşivinden çıkan bir başka belgede
Seyyid Mahmud Hayrani külliyesinin vakıf mütevellisinin sürekli tartışmalı bir şekilde el
değiştirdiği görülmektedir. Bu arizanın da sonuçlarını tam olarak bilemiyoruz. Arizadan
açıkça anlaşıldığına göre zaviye asıl amaçlarından birisi olan Akşehir’e gelen yolculara
hizmet veremediği gibi harabe haline gelmiştir. Elimizdeki belgelere göre bu el değiştirme ve
gereği gibi yürütülmemesi sonucu külliyenin, ona ait emlakin doğru kullanılmadığı, birçok
bilgi ve belgenin kaybolduğu ve dergahın bir harabeye dönüştüğü anlaşılmaktadır. Kitabımıza
aldığımız üçüncü belgede bunu açık bir biçimde görmemiz mümkün olmaktadır:
Belge: 3
“Devletlu, atifetlu, merhametlü, efendim hazretleri sağ olsun
Arzuhal-i kullarıdır ki Akşehir ve İshaklu’da vaki Seyyid Mahmud Hayrani Sultan Zaviyesi
vakfının vazife-i muayyene ile zaviyedar ve mütevellisi olan pederim Nasreddin El Hac İsmail
ibn-i Ali fevt olub zaviyedarlık ve tevliyet-i mezkur müteveffa pederim mahlulünden ba-berat-ı
alişan bu kullarına ve karındaşım Ali halife nam kullarına ber vech-i iştirak tevcih olunup
aharın müdahalesi icab etmez iken hademe-i vakf-ı mezburdan ve asitane sakinlerinden taife-
i müzevverinden Mehmed Safter nam kulları kemal-i hilesinden naaşi bu kullarını fevt oldu
öldüm diyerek mahlulen kendi üzerine tevcih ve ad etmekle merahim-i aliyyelerinden…….
Kıyam-ı tafsilat der kenar olunup malum-ı devletleri buyuruldukta elyevm hayatta sahib-i
evveli ve halen……. Olduğum…….. merkumda şer’an zahire ihrac merkumun bu gune hilaf-ı
şer’i hareketi şayan oldukda ceza-yı layıkası……… ve yedime bir kıta berat-ı alişan sar u
ihsan buyurulmak babında emr ü ferman……..
Muhammed 1214 senesi Şaban-ı Şerifin 15. Günü” (2 Ocak 1800)
Hacı Bektaş Çelebisinin verdiği arizanın olumlu sonuçlanmadığı veya sonradan tekrar
eldeğiştirdiği anlaşılmaktadır. Belgeden anlaşıldığına göre zaviyedarlık tamamen ailenin
elinden çıkarak bazı kimseler arasında çıkar çatışması haline dönüşmüştür. Dilekçeyi veren
kişinin isminin sonunda halife ünvanının bulunması, bize yukarda yer verdiğimiz 1722 tarihli
dilekçeyi veren ailenin bu dilekçeyi de verdiği izlenimi oluşmaktadır.
Burada yer verdiğimiz bir başka belge Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait şahsiyet kayıt
örneğidir:
"Ali ve Mehmet rikab-ı hümayunumdan divan -ı hümayunuma arz -ı hal sunup medine -i
Akşehir ve İshaklu da Seyyit Mahmud Hayrani 'nin vakfiyesinin berat-ı alişanımla sabit olan
mütevelliği ve zaviyedarlığına ahardan kimesnelerin dahl u taarruzu bu ecanible bazı
kimesneler cihetiyle mezburları ber-takrib üzerimizden ettiler denildikte, mezbur vakıfta sual
olunup ahara bırakılması arz-ı hallerinde mülhak olarak anlaşılmış olup ehli olan kimesneler
üzerine gidilerek bu vakfın harap olmasına bais ve hadi olmalarıyla fima ba'd ciheteyn-i
mezbureteyn ba arz -ı hal vakf -ı mezburda fariğ ve intikal ve mülhak vukuunda mütevelli -i
vakfın inhası olmadıkça cihat-ı mezkurların kararı derkar olmayıp ve kalemine dahi
mühürlerimiz hıfz olunup ve ba arz-ı hal inha olunup zaviyedarlık kararı derkar olmamak
cihetiyle bu konuya şerh ve mütevelli -i vakfa inha olmadıkça cihat -ı mezbureteyn derkar
olmamak babında bir kıta emr -i şerifime muhtaç oldukları cihetle vakıflar defterinde kayıtlı
vakf-ı şerifin vazife-i muinesinin nısf hisse-i zaviyedarlığını mezkur Ali veledeşin, nısf hissesi
dahi mezkur Mehmet veledeşin ba -berat-ı aliyye ile üzerlerine mukayyed ettiği derkar
olmağın imdi mühr ile memhur kılınmış ve bu hukuklar berat ile sabit kılınsın deyu 1222
tarihinde sadır olunan mer-i şerifle verilme üzere ilam olundu."
Bu begle bir önceki belgeden 6 yıl sonra düzenlenmiştir. Dolayısıyla o belgede açı geçen Ali
ve kardeşi dilekçeyi yazan Mehmed’le buradaki Ali ve Mehmed’in aynı kişiler oldukları
anlaşılmaktadır. Vakıf mütevelliği onların hakkı olarak gösterilmektedir. Belgedeki
bilgilerden vakıf mallarının ve zaviyenin harabeye dönüştüğü yolundaki bilgi de yine vakfın
son durumunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. 1806 tarihinde vakfın işlevlerinin
yürütemeyecek durumda olduğu ve başkaları tarafından yine bir bahane ile vakıf mallarının
ele geçirildiği ve vakfın atıl duruma düşürüldüğü anlaşılmaktadır. Yine bu yazıya göre vakfın
amacına uygun hizmet edebilmesi için yarısının Ali, diğer yarısının Mehmet adlı kişiye
verilmesi istenmektedir.
Bu bilgiler19. Yüzyılda vakfın gerçek mütevellilerinin ortaya çıktığını gösterse de daha
sonraki gelişmelerle ilgili elimizde yine Osmanlı Arşivlerinden arkadaşlarımız tarafından bize
gönderilen, dönemin Konya valisi tarafından Dahiliye Nezareti’ne gönderilmiş belge ve bu
belge üzerine yapılan resmi yazışmalar bulunmaktadır. Birbirine bağlı olan bu belgeleri
peşpeşe yayınlıyoruz. Belgelerden Seyyid Mahmud Hayrani ve külliyesine büyük önem
verilmesine rağmen ihmal yüzünden bir yıkıntı haline dönüştüğü de anlaşılmaktadır:
Belge:4
Konya Vilayeti
Mektubi Kalemi
288
Dahiliye Nezaret-i Celilesi’ne Hülasa:
Akşehir Kazasında Vakı’ Taş Medrese ve Seyyid
Mahmud Hayrani Hazretleri’nin Türbesiyle Mescid-i Şerif’e dair

Atıfetlu Efendim Hazretleri


Akşehir Kazasına aid teftişat-ı acizanemin asar-ı atikeye ve şuun-ı tarihiye taalluk eden
dördüncü kısmını iş bu layihayla arz ederim.
Servet-i fenniye ve kıymet-i tarihiyyeleriyle mülk-ı vasi-i Osmanimizi tezyin eden nefais-i
asar-ı İslamiye’den bu vilayetin hissesine düşen Selçuki ve Osmani eserleridir. Akşehir’de
vakı olup Selçuki devrine aid nefais-i mimariyesiyle her bir nazar-ı zairi cezb ü celb eden Taş
Medrese hemen külliyen harab olmak derecesine gelmiş ise de pek musanna olan kapısıyla
dilara minaresiyle ciddiyce bir tamir ile minaresi ile’l maşaallah muhafaza-yı mevcudiyet
edeceğinden bunun tamiri defaatle ve en son defa olarak /24 Haziran 326 tarih ve 828
numaralı tahrirat-ı acizi ile te’kiden Evkaf Nezareti’ne yazılmış iken maateessüf bir cevab
bile alınamamıştır. Müluk-ı Selçukiyye’den Keykavus bin Keyhüsrev zamanında ve altıyüz elli
yedi tarihinde vezir Ali bin Hüseyin tarafından yapılmış olan bu müessese-yi nefiseye Evkaf
Nezareti’nden ziyade Müze-yi Hümayun İdaresi’nin takdir ve muhafazasına arz-ı taalluk
ettiğinden bu medresenin kapısıyla minaresi heyet-i sabıkası üzere tamir ve zaten ve dahiye-i
endarese uğramış olan aksam-ı dahiliyesi fenn-i hazır mimarı vechile inşa ettirilip tedrisat-ı
tazammunen min cedide hükmüne tevfiken tertip olunsa Akşehir için bir menba-ı ilm-i reha
ihzar eylemiş olur. Medresenin şimdiki manzara-i hüzn-averini gösteren (1) bir numaralı bir
kıt’a fotoğraf iş bu layihamla ma’an takdim kılınmıştır. Akşehir’deki asarın ikincisi altıyüz
yirmi tarihinde ve Selçuki padişahlarından Alaaddin Keykubad bin Keyhüsrev devrinde
yapılmış olan Sadat-ı Seniyyeden Seyyid Mahmud Hayrani Hazretleri’nin türbesiyle
karşısındaki mesciddir. Türbeyle müştemilatının (2) numaralı fotoğrafı ma’an takdim kılındı.
Bu türbenin mahruti kubbesi serepa nadide çinilerle müzeyyen imişse de bir takım eydie-i
mel’unenin duçar-ı ihrası olduğundan üzerinde şimdi pek az çini ve yekpare kat’an
haşebiyeden yapılmış ve üzerleri ebyat-ı Arabiyye ve Farisiye ile tezyin kılınmış olan kapı
kenarları ile pencere kenarları hüsn-i muhafazadan mahrum kılındığından adeta
yıpranmıştır. Hind’in Saç ağacından ma’mul ve mezkur türbedeki dört mezar üzerinde mevzu’
dört kıt’a sandukadan ikisinin (3 ve 4) numaralı iki kıt’a fotoğrafı kezalik takdim kılındı.
Bunların hiç bir suretle tevahhun etmemiş olan tahtalarıyla üzerinde nakr suretiyle vücuda
getirilmiş olan nükuş ve hutut erbab-ı ihtisası hayretlere gark edecek rikkat ve nefasettedir.
Bunlardan yalnız birisinin kapağı bir yad el marifetiyle ve para kuvvetiyle çaldırılmış
olduğundan diğerleri bera-yı muhafaza Akşehir’in taş ve muhkem bir bedesteninde bir mevki-
i ihtiramda hıfz edilmektedir ki bu tedbir-i musib taraf-ı çakeriden dahi tasvib ve teyid
edilmiştir. Zann-ı acizaneme göre beher sanduka beşyüz lira kıymetindedir. Salifü’z-zikir
mescid cebinde- vakıa Timur esnasında Akşehir’de azim-i gülşensera-yı cennet olan Sultan
Yıldırım Beyazıd hazretlerinin ahşa-yı batınası medfun olduğundan tarih-i Osmanimiz
nazarında orası da bir kıymet-ı mahsusayı haizdir. Şu daire-yi tafsilatı elyevm bir türbedarın
yed-i aczinde olduğundan müze idaresince oraya muhafız tayin ve mezkur kubbe ile mescid
tamir ettirilerek sandukalar yine yerli yerine konulsa pek musib olur. Bundan başka
Akşehir’de Sultan Süleyman Kanuni hazretleri vüzerasından Hasan Paşa’nın pek ma’mur ve
dil-nişin camii varsa da musanna olan şadırvanı yıkılmış olduğundan bunun da evkaf
nezaretince tamiri lazım gelir ol babda emr ü ferman hazret-I men lehul emrindir.
9 Haziran 328/2 (18 Haziran 1912) Temmuz 326 Konya Valisi Arifi
Belge: 5
Dahileye Nezareti Muhaberat-ı Umumiye Dairesi Şube 3 evrak No: 440
Müsvedde Hasan
Kaleme Vürudu tarihi: 9 Temmuz 326
Mübeyyiz
Tahrih-i Tebyiz
Maarif Nezaret-I Celilesine 2309
Müluk-ı Selçukiyyeden Keykavus bin Keyhüsrev zamanında ve 657 tarihinde vezir Ali bin
Hüseyin tarafından Akşehir Kazasında inşa edilmiş olan Taş Medrese’nin ve 620 (1223)
tarihinde Alaaddin Keykubat bin Keyhüsrev devrinde yapılan Sadat-ı Senniyyeden Seyyid
Mahmud Hayrani hazretlerinin türbesi kapısıyla karşısındaki mescidin hemen külliyen harab
olmak derecesine geldiği türbe derunundaki 4 sandukanın 500 lira kıymetinde bulunduğu
cihetle ……. Sultan Yıldırım Beyzid hazretlerinin Ahza-yı Batiniyesi medfun bulunan mescidin
malli temin-i hüsnü muhafazası çin müze idaresince oraya bir muhafız tayini………. Konya
Vilayetinden alınan tahriratın suret asar-ı tezkireye Müteallik olarak Gönderilen
fotoğraflarla ma’an suret-i aliyelerine irsal kılınmış olduğundan iktizasının ifa ve enbası
mezku-ı aliye- nezaret penahilerine verilen

Evkaf-ı Hümayun Nezaret-i Celilesine


Belge: 6
Evkaf Nezaret-I Celilesine
Tamiri hakkında nezaret-i Celilelerine son defa olarak 24 Haziran 326 tarihinde yazılmış
tahrirata henüz cevap alınamadığından……… ve Akşehir Sultan Sultan Süleyman-ı Kanuni
hazretlerinin vüzerasından Hasan Paşa camiinin Şadırvanı yıkılmış olan musanna şadırvanın
tamirat-ı lazimesinin için Konya Vilayetinden alınan tahriratta………. Icabının icra
edilmesine ….
(Yan tarfındaki özet):
Hülasa
Akşehir’deki medrese ve türbenin temin-i muhafazası hakkında kıymet-i tarihiyyeyi haiz
olmasına nazaran Evkaf-ı Hümayun Nezareti’ne yazılan Müze-yi Hümayun İdaresi’nin takrir
ve muhafazasına taalluk eylediğinden tamiri ile tedrisatın nizamname-i cedid hükmüne
tevfiken tertibini

Belge:7
Dahiliye Nezaret-i Celilesine
Devletlu efendim hazretleri
13 Temmuz 326 tarihli ve seksen altı numaralı tezkere-i aliyeye-i nezaret penahilerine Müze-
yi Hümayun Müdüriyeti ifadesiyle cevabdır.
Akşehir’de bulunan mebani-i kadime hakkında Konya Vilayetinin layihası münderecatı
tamamıyla mekarim-i hakikat olup hatta bu babda Evkaf-ı Hümayun Nezaret-i Celilesi’ne
yazılan tezkerede mahall-i mezkuredeki Taş Medrese’nin cebhe-i nefisesinin ala halihi tamiri
kabil iken adem-i vukufsuzluk saikasıyla mucib-i tehlikedir zannolunarak çent sene
mukaddem hiç bir tarafa müracaat edilmeksizin o bi adil Eserin hedm edildiği ve yeniden
inşaasında suhulet olmak üzere taşlara numara vazı olunduğu mervi ise de bizzat vukuu
bulan müşahade ve teftiş neticesinde bu numaralardan eser görülmediği ve taşlardan bir
kısmının inşaat-ı sairede kullanıldığı ve cebhe-i mezkurenin teferruat-ı mimarisine dair hiç
bir plan ve murtesimat yapılmamış olduğundan bu binanın tarz-ı mimarisine infaz-ı fikr ü
nazarla yeniden inşaası oraca mümkün olmayıp behemehal buradan erbab-ı vukuf ve
maarifetten mimar iğzamı icab edeceği mufassalan ve muvazzıhan bildirilmiş ve vilayetin
layiha-yı mebhusun anhasına nazaran bu kerre de taraf-ı ali-i asafhanelerinden nezaret-i
müşarenileyhaya işar-ı keyfiyet edilmesi menut-ı rey-i ali-i nezaret penahileri olarak mürsel
resimler takımıyla leffen iade kılınmıştır. Ol Babda emr u ferman hazret-i men lehül emrindir.
15 Ramazan 328(28 Kasım 1912) / 6 Eylül 326
İmza
Maarif-i umumiye nazırı namına müsteşar”
Bu belgelerdeki bilgiler dikkatle incelendiği zaman Seyyid Mahmud Hayrani külleyise ile
ilgili önemli bilgiler elde etmemiz mümkün görünmektedir. Valiliğin Akşehir’deki tarihi
eserlerin korunması için önce Evkaf Nezareti’ne bir yazı yazdığı ancak bir cevap alamadığı,
arkasından Dahiliye Nezareti’ne yazdığı ve arkasından Maarif Vekaleti MÜsteşarından gelen
yazıya göre konunun okul haline dönüştürülmesi istenen bir bina sebebiyle onlara intikal
ettiği anlaşılmaktadır. Maarif Nezareti Müsteşarı ise türbenin MÜze-yi Hümayun İdaresi’nin
muhafazasına verilmesini uygun gördüğü anlaşılmaktadır.
Konya Valısının yazısından anladığımıza göre göre ise türbede türbedardan başka kimsenin
kalmadığı, dolayısıyla vakf “metruk vakıf” halini almıştır. Sanduka hörgücünün çalındığı
bilgisinin bu raporla tespit edildiği anlaşılmaktadır. Türbenin sanat tarihi açısından olduğu
gibi Yıldırım Beyzıd’ın iç organlarının gömülü olması sebebiyle Osmanlı TArihi açısından da
önemi vurgulanmakta ve sandukaların antika değeri ile ilgili olarak bir değer biçilmektedir.
Son olarak yazışmalardan ortaya çıkan ve bizden önceki araştırmacıların dikkatini çekmeyen
noktalardan bir başkası ise türbenin Alaadin Keykubat bin İzzeddin Keykavus zamanında
yapıldığına dair bilgi ve bu bilginin 620 Hicri 1223 miladi olarak belgelerde tekrar edilmiş
olmasıdır. Daha önce Alman Gezgin Fredrich Sarre’nın gezi raporunda da Türbe kapısındaki
yazıda 620 tarihinin yazıldığı bildirilmektedir.
Türbe 1409 yılında Seyyid Mahmud Hayrani’nin torunu tarafından yeniden inşa edildiği
kesin bir bilgidir. Bu sırada eski türbe kitabesinin korunduğu, fakat daha sonra bu kitabenin
kaybolduğu yargısına varabiliriz. O zaman daha da karmaşık bir durum ortaya çıkmaktadır.
Türbe 1223 tarihinde kimin için yapılmıştır? Bu sorunun cevabının kesin olarak bulunması
gerekmektedir. Bizim düşüncemize göre bu kitabe zaviyenin kitabesidir ve külliye’nin
kaderine terk edildiği dönemde türbeye getirilmiş olmalıdır. Korumasız olduğu Konya Valisi
tarafından belirtilen türbeden de daha sonra çalınmış olmalıdır. Bu durumda Zaviye’nin
yapılış tarihini 1223 olarak düşünmek mümkündür.
Selçuklu döneminde bu derece büyük önem verilmiş , adeta bir sanat eseri haline getirilmiş
külliyenin adına kurulduğu Seyyid Mahmut Hayrani hakkında da elimizde yeterince bilgi
bulunmaması dikkat çekicidir. Duvar süslemeleri, ahşap oyma kapısı, duvar resimleri ve çiçek
süslemeleri ile döneminin en büyük sanat eserlerinden biri olan külliye bugün bakımsız ve
terk edilmiş bir durumdadır.
Seyyid Mahmud Hayrani ile ilgili olarak elimizde bulunan bilgilerden yola çıkarsak, Horasan
üzerinden Anadolu’ya geldiği bilgisi bütün diğer Anadolu inanç önderlerinde olduğu gibi
kesin bir bilgidir. Geldiği bölge Afganistan Türkistan’ı Gur veya Hace Hayran bölgesi olduğu
kesindir. Horasan üzerinden geliş yollarının bilinmesi sebebiyle Önce Erzincan Çayırlı’ya,
oradan Tunceli Nazimiye bölgesine yerleşmiş olması, kendisine bağlı Koreşan aşiretlerinin
bir kısmının kışlak olarak kullanılmaya uygun olan Gaziantep ve Adıyaman’da kalması alan
araştırmaları ve yöredeki üretim ilişkilerinin değerlendirilmesinden mümkün görünmektedir.
Daha sonra Akşehir yöresine Koreşan aşiretinin bazı kolları ile yerleşmiş olması sözlü tarih
bilgileri ile örtüştüğü gibi bazı tarihi bilgilerle de örtüşmektedir.
Bulduğumuz bilgi ve belgeler sözlü gelenekte var olan diğer bilgilerin de tarihi kaynaklardan
araştırılmasını zorunlu kılmaktadır. Sözlü gelenekten gelen zincirin halkalarını birbirine
bağlayarak bizi 15. Yüzyılın sonlarına kadar getiren Seyyid Mahmud Hayrani’nin
Sivrihisar’la ilişkisi özellikle Şeyh Celaleddin Emir Arif ve Hızır Bey Çelebi ile akrabalığı
konusunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bu akrabalığın önemli bağlantılarından
birisinin de Nasreddin Hoca olduğu söylenmektedir. Bu bağlantıların açığa çıkarılabilmesi
için öncelikle Sivrihisar’ın Selçuklular döneminden başlayarak Fatih Sultan Mehmet
dönemine kadar dini, sosyal ve kültürel tarihine bir göz atmak gerekecektir.
Bunun için de çalışmamızda önce Sivrihisar, diğer adıylarıyla Karahisar veya Seferihisar’la
ilgili tarihi bilgilere göz atmamız gerekmektedir. Çünkü zincirin halkalarını oluşturan
noktalardan ilki Nasreddin Hoca ile Sivrihisar arasında bir ilişki olduğu gibi Nasreddin Hoca
ile Şeyh Celaleddin Emir Arif’in dedesi İbrahim arasında bir akrabalık ilişkisi olduğu Hızır
Bey Çelebi ve Sinan Paşa’nın bu soydan geldiği söylenmektedir. Önce Sivrihisar, daha sonra
Nasreddin Hoca ve daha sonra da Şeyh Celaleddin Emir Arif, Hızır Bey Çelebi ve Sinan
Paşa’nın hayatı üzerinde duracağız.
Nasreddin Hoca ile Seyyid Mahmud Hayrani arasındaki ilişkiye sadece sözlü tarih
bilgilerinde rastlamıyoruz. Nasreddin Hoca üzerinde yapılmış hemen hemen kaynakların
tamamına yakın kısmında bu bilgi verilmektedir. Bunlardan en önemlisi hiç kuşkusuz
Köprülünün değerlendirmeleridir. Bu değerlendirmelere dayanarak bir çok yazar
çalışmalarında Nasreddin Hoca Seyyid Mahmud Hayrani ilişkisine atıf yapmıştır:
“Mahmud Hayrânî ile Nasreddin Hoca (Ö.H.683/ M.1284) arasındaki münasebet daha çok ,
Nasreddin Hoca’nın Akşehir’i vatan edinmesi hadisesi ile il gilidir. Nitekim, Köprülüzâde
Mehmed Fuad’a göre Nasreddin Hoca H .635/M.1237-38’de, Akşehir’de büyük şöhret
kazanan Seyyid Mahmud Hayrânî ve Seyyid Hacı İbrahim Sultan’a intisab etmek için , ba-
basından devraldığı karye imamlığını Mehmed adlı bir halifesine terk ederek Akşehir’e hicret
eder (Köprülüzâde Mehmed Fuad 1918: 9; Sakaoğlu 2009: 33). Dolayısıyla yaşadıkları
dönem aynı olan her iki düşünürün Akşehir’de görüşmemiş olduklarının imkansız olmasından
hareketle, aralarında bir mürşidlik -müridlik ilişkisinin olduğu tahmin edilebilir .” (Kozan,
2012:47)
Bu bilgilerle Seyyid Mahmud Hayrani ile ilgili yukarda verdiğimiz bilgiler arasında
kanıtlanmış kesin bir bağlantı bulunmaktadır. Burada temel ve açıklanması gereken sorun
Seyyid Mahmud Hayrani ile Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’la ilişkisinin ortaya konulmasıdır.
Bu da Sivrihisar’la ilgili olarak yapılmış çalışmalara göz atmamızı gerektirmektedir.

4. BÖLÜM
SEYYİD MAHMUD HAYRANİ’NİN ÖĞRENCİLERİ
Seyyid Mahmud Hayrani’nin döneminde bir çok bakımdan büyük bir önem taşıdığı
hem yazılı belgeler hem menakıpnameler hem de sözlü tarih bilgileri ile
desteklenmektedir. Anadolu Selçuklu Devletinden Osmanlı Devletinin kuruluş
yıllarına kadar olan dönemdeki geçiş yıllarında askeri, siyasi ve bilimsel olarak
isminin büyük bir ağırlık taşıdığı anlaşılmaktadır. Etkisinin Nasreddin Hoca ile
birlikte ondan sonra gelenler üzerinde de kalıcı bir etki yarattığını kesinlikle
söyleyebiliriz. Bunun yanında henüz hakkında yeni yeni ortaya çıkan bilgilerin
birleştirilmesi sonucunda bu etkinin döha da geniş bir alana yayılmış olması şaşılacak
bir durum olmayacaktır. Özellikle Hızır Bey Çelebi, Sinan Paşa ve onun derin
etkisinde kaldığı üzerinde maalesef yeterince durulmayan Ebu’l-Vefa Konevi’nin
doğrudan Seyyid Mahmud Hayrani’nin öğretisinin bir devamı olduğunu rahatlıkla
öne sürebiliriz. Bu yüzden Sivrihisar ve Akşehir’deki bilim ve kültür ortamı Türk
tarihi açısından da büyük bir önem taşımaktadır.

4.1. Bir Bilim Yuvası Olarak Sivrihisar, Seferihisar veya Karahisar :

4.1.1.Sivrihisar’ın Bilim ve Kültür Tarihi Açısından Önemi:

Araştırmamızın en önemli noktalarından birisi de Sivrihisar’dır. Sivrihisar bizim yaptığımız


çalışmanın tam da odak noktasında oturmaktadır. Çünkü tarihsel olarak Selçuklu ve Anadolu
Selçuklu Devletleri’nden Osmanlı Devleti’ne kadar geçen zaman diliminin tam ortasında
etkin bir rol oynamaktadır. Bu yüzden Sivrihisar’da neyi arayacağımızın sınırlarını çok iyi
çizmemiz gerekmektedir. Bu sınırlılıkların başında Selçuklular döneminde Sivrihisar ne kadar
önemliydi? Sivrihisar’la başkent Konya arasındaki ilişkinin boyutları nelerdi? Bu iki soruya
bulacağımız cevaplar Sivrihisar’la Konya arasında bir ilişkinin varlığını gösterirse, Nasreddin
Hoca ve Seyyid Mahmud Hayrani’nin Sivrihisar’dan Akşehir’e gitmesine sebep olan sosyal
ve kültürel ortamı ortaya çıkarmamız mümkün olacaktır.
İkinci temel nokta, Sivrihisar’ın Akşehir, Karaman ve Ereğli gibi il ve ilçelerimizle bilimsel
ve kültürel ilişkisini ortaya çıkarmak. Bu ortaya çıktığı andan itibaren yine Seyyid Mahmud
Hayrani ve Nasreddin Hoca’nın Akşehir’e yerleşmelerinin mümkün olduğu görülecektir.
Bölgedeki kültürel doku, akrabalık bağlantıları, oymaklar ve toplulukların birbirinin devamı
olabileceği açıklığa kavuşacak ve son olarak da araştırma konumuzu oluşturan Koreşan
Ocaklı Oymağı’nın bu bölge içinde hareket halinde olduğu yolundaki bulgularımızı
tamamlayacaktır.
Sivrihisar’ı bir bütün olarak değerlendirmeye alış sebeplerimizden bir başkası ise hiç
kuşkusuz ki Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçişte devlet adamı, asker ve bilim adamı olarak önemli
etkileri olan Celaleddin Emir Arif, Hızır Bey Çelebi, Sinan Paşa ve Molla Lütfi’nin
Sivrihisar’la ilişkilerini ortaya çıkarmaktır. Böylelikle 14. Yüzyıla kadar yüzünü Konya ve
Akşehir’e çevirmiş olan Sivrihisar’ın, bu tarihten sonra yüzünü Bursa, Edirne ve İstanbul’a
çevirişinin çok yönlü sebepleri ortaya çıkacaktır. Bilgilerin birbirini tamamlaması sonucunda
ise Koreşan Ocaklı Oymağı, Seyyid Mahmud Hayrani, Nasreddin Hoca ve Hızır Bey Çelebi
ailesi arasındaki bağlantıya ulaşacağız.
Sivrihisar, ilk bakışta, tarihi bakımdan Anadolu genelinde önemsiz bir yerleşim birimi gibi
görünmektedir. Tarih kitaplarında neredeyse sadece siyasi ve askeri olaylarda şehirlerin toplu
el değiştirmesi sırasında adına rastlamaktayız. Oysa arşiv kayıtları ve ilçedeki tarihi eserler,
ilçenin kültür ve bilim tarihimiz açısından büyük bir önem taşıdığını göstermektedir.
Üzülerek belirtmek gerekir ki Yunus Emre ve Nasreddin Hoca gibi kültürümüzün iki önemli
siması ile arasındaki sıkı ilişkiye rağmen hiç bir araştırmacı bir bütün halinde Sivrihisar’la
ilgili bilimsel bir çalışma yapmamıştır.
Sivrihisar’la ilgili arşiv kayıtlarının günümüze kadar tam olarak ortaya çıkarılamamasında en
önemli etkenler arasında ilçenin birden fazla adla anılmış olması gelmektedir. Bunlardan ilki
yukarıda da belirttiğimiz gibi Selçuklular tarafından ilk fethinden sonra isminin Karahisar
olarak anılmasıdır. Karahisar adı, genellikle bir bölgeyi askeri ve startejik bakımdan kontrol
eden savunulması kolay, lojistik destek sağlamak için uygun özelliklere sahip yerlere
verilmektedir. Sivrihisar da bu yüzden başlangıçta Karahisar olarak adlandırılmış ve kayıtlara
böyle geçmiştir.
Selçuklu döneminde kentte , diğer Karahisar yerleşmelerine benzer , sarnıçlar, yiyecek
ambarları ve cephaneliklerle mahzenlerin bulunduğuna ilişkin tespitler (Tevhit 1929: 129–
130), kentin uç bölgesindeki askerî –stratejik niteliğinin, mekânsal yapısı üzerinde belirleyici
olduğunu ortaya koymaktadır. Selçuklu döneminde kentin ekonomik etkinlik düzeyine iliş kin
tek kayıt , İlhanlılar tarafından yönetildiği sırada 25. 000 dinar vergi ödediğine ilişkindir
(Togan 1931: 22–35). Bu kayıt, ilçenin Bizans, Selçulu, Anadolu Selçuklu, İlhanlı ve
Osmanlı Devleti zamanında ticari ve kültürel ağırlıklı bir yerleşim yeri olduğunu
göstermektedir. ( Anadolu’da Selçuklu Dönemi̇ Yerleşme Tipolojileri : Karahisarlar, ÖZCAN
(http://www.millifolklor.com)
Aynı dönemde İlhanlılara Bayburt ve Erzurum ili 21.300 dinar vergi ödemektedir. Özellikle
Erzurum ilinin nüfus yoğunluğu ile Sivrihisar’ın dönemindeki nüfus yoğunluğu
karşılaştırıldığı zaman Sivrihisar’ın ekonomik gücü hakkında bir bilgi sahibi olmamız
mümkündür. Sivrihisar, hem askeri bakımdan hem de ticari bakımdan önem taşıması
sebebiyle Karahisar olarak adlandırıldığı için kendisine çok yakın olan Afyon Karahisar,
Niğde Develi-Karahisar’la karıştırılmış, bu karıştırma Sivrihisar’la ilgili bazı tarihi bilgilerin
tam olarak anlaşılmasını engellemiştir.
İlçenin 16. Yüz yıldaki nüfus yapısınagöz attığımız zamanda bu önem dikkat çekecektir:
“XVI. Yüzyılın birinci çeyreğinde İstanbul (1521-35) 400.000, Manisa 6436, Eskişehir 3034
kişi nüfusa sahipti. Bu açıklamaya göre Sivrihisar’ın günün koşullarına göre büyükçe bir
kasaba olduğu görülmektedir.” (Doğru, 1997:34) Doğru’nun büyükçe bir kasaba
değerlendirmesinin aksine Sivrihisar 3734 kişilik bir nüfusla Eskişehir’den daha kalabalık bir
yerleşim yeridir. Sivrihisar’ın Selçuklular dönemindeki önemini gösteren bilgilerden bir
başkası da Ahi zaviyelerinin bölgedeki etkinliğidir:
Yine Selçuklulardan kaldığı anlaşılan mülk kayıtları ve Ahi zaviyeleri de XIII. yy’ın
yarısından sonra bölgenin önemini artırdığının kanıtıdır. Bu tür mülk ve Ahi zaviyelerinin
vakıflarının “Sultan Alaaddin zamanından vakfiyet ve mülk üzere tasarruf olunduğu
belirtilmiştir.” Adı geçen sultan, ll. Alaaddin Keykubat (1246-1254) dır. (Doğru, 1997:9)
Sivrihisar’a oymak ve toplulukların yerleşmesi 12. Yüzyıl gibi erken bir dönemde başlamıştır.
Kitabımızın önceki bölümlerinde üzerinde durduğumuz üçüncü dalga da, Sivrihisar’ın
dolayısıyla Orta ve Batı Anadolu’nun yeniden yapılanmasında büyük önem taşımaktadır.
Cengiz ordularının önünden Batı’ya kayan Türkmen Oymaklarının ve özellikle Horasan
yöresindeki il merkezlerinde yaşayan şehirlilerin Anadolu’nun güvenli yerleri olarak bilinen
Batı ve Orta Anadolu’ya yerleştikleri görülmektedir.
Bu nüfus göçü ve yerleşimi ile araştırdığımız konu arasında yakın bir ilgi bulunmaktadır.
Doğru, Batı’daki bu yerleşimi özellikle vurgulamakta bölgeye gelen göçmenlerin yerleşimi
hakkında bilgi vermektedir: “Türklerin yerleşmesi ile kentlerde yeni mahallelerin kurulmuş
olduğu kaynaklardan tespit edilebilmektedir. Mesela Cacaoğlu Nureddin Bey, 1261 de
Eskişehir’de vali iken yaptırdığı camiin etrafında kısa zamanda doğudan gelen göçmenler
yerleşmişler ve Türkmenler mahallesi adı ile sur dışında yepyeni bir mahalle
oluşturmuşlardır.” (Doğru, 1997: 18)
Araştırmamızın temel varsayımlarından birisi, Horasan üzerinde gelen göçlerin bir domino
etkisi göstererek il ve ilçe merkezlerinin nüfus yapısını değiştirmesidir. Cemaat oymak veya
topluluklar, göçün etkisiyle bulundukları yerlerden koparak başka illere doğru yayılmıştır. Bu
durumda Sivrihisar’a Malazgirt Savaşı sonrası yerleşmiş olan oymak ve toplulukların bu
üçüncü dalga ile birlikte buradan ayrılarak Karaman, Akşehir, Eğridir gibi Sivrihisar’ın
Güney-Batısındaki illere dağılmış olduklarını görüyoruz. Bu yüzden buradaki bazı zaviyeler,
yer ve topluluk adlarının de Akşehir ve Eğridir, hatta daha sonra Hortu ile ilgili vereceğimiz
bilgilerden de anlaşılacağı gibi Mut’a kadar yayılmıştır.
Bu tespitlerimizin tarihçilerimiz tarafından kesin olarak doğrulandığını gösteren bir çok bilgi
vardır. Bunlardan Prof. Dr. Osman Turan’ın verdiği şu bilgileri buraya alıyoruz:
“Bununla beraber Moğol istilası önünden kaçan, Azerbaycan ve Karabağ ovalarında
‘çekirgeler gibi kaynaşan’ büyük göçebe kitleleri, aynı tazyik ile, oraları da terk edince ilk
geldikleri yerler, Erzurum, İspir, Bayburt ve Erzincan havalisi olduğu için bu Türkmenler bir
yandan Türk nüfusunu artırırken, öte yandan da bu bölgelerin yağma ve tahribine de sebep
oluyorlardı.” (Turan, 2001:57)
Bu bilgiden de anlaşılacağı gibi, toplulukların sayıları çok fazla olduğundan Moğol
ordularının önünden düzensiz olarak Batı’ya doğru kaymaları, geldikleri iller ve çevresindeki
yerleşim yerlerindeki düzeni bozuyor, istikrarsız bir ortam yaratıyordu. Büyük bir olasılıkla
kendilerinden önce gelenleri de önlerine katarak Batı’ya doğru sürüklüyorlardı. Yine yazar
kitabının ilerleyen bölümlerinde Doğu Anadolu’ya gelen Türkmen Oymaklarının daha batıya
kaymalarının sebebine değinir:
“Moğollar nihayet Toku Noyan kumandasında bir ordu göndererek bu Türkmenleri
püskürtmelerine ve Garbi Anadolu’ya göçmelerine sebep oldular.” (Turan, 2001:58)
Batı Anadolu’ya gelen toplulukların düzenli bir biçimde gelmedikleri açıktır. Bu yüzden daha
önceki gelenleri de önlerine katarak başka bölgelere yerleşmeleri son derece doğal bir
durumdur. Bu da Sivrihisar’a yeni gelen Türkmenler’in kendilerinden önce gelenleri de
aralarına alarak daha batıya gitmeleri anlamına gelir.
Sivrihisar’ın Güney-Batısı ise, Akşehir, Doğanhisar, Ilgın, Ermenek, Beyşehir, Mut, Afyon
Karahisar ve Burdur bölgesidir. Bu bölgelerdeki Türkmen Oymakları ile Sivrihisar’daki
Türkmen Oymakları’nı birbiri ile karşılaştırdığımız zaman bunların kültürel ve akrabalık
açısından birbirlerinin devamı oldukları açıkça görülmektedir. Dolayısıyla Seyyid Mahmud
Hayrani, Nasreddin Hoca, Yunus Emre gibi bir çok inanç önderi aydının, Akşehir ve
Karaman illeri çevresiyle sıkı ilişki içinde olması, buralardaki geniş kitleler tarafından
tanınması ve sahiplenilmesi olağan bir durumdur. Bu duruma Karamanoğlu Beyliği’nin
Sivrihisar’ı yönetimi altına alması, bölgedeki zaviye, vakıf ve dergahları yönetmeleri
Sivrihisar’ın eski adıyla Larende ili ile bağını oluşturur:
“Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılması üzerine kurulan Karamanoğlu Beyliği Bahadır
Han’ın ölümünden sonra, İran-Moğol İlhanlılarının fiilen parçalanmış olması üzerine
Sivrihisar’ı kendi sınırları içerisine dahil etti. Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarındaki
olaylarda da Sivrihisar ve Beypazarı hep Karamanlı mülkü sayıldı.” (Doğru, 1997:10)
Bu yüzden Selçuklu, Karamanoğulları ve Osmanlı Beyliği’nin Sivrihisar’la ilgili gelişmeleri
yakından izledikleri, Sivrihisar’daki bilim adamı ve sipahilerinin ise bölgedeki siyasi ve
askeri gelişmeler üzerinde etkili olduklarını gösterir.
Arşiv kayıtlarına baktığımız zaman Sivrihisar’ın gerek Selçuklu gerekse Osmanlı döneminde
çok önemli bir askeri toplanma merkezi olduğu tahrir kayıtlarının incelenmesi ile ortaya
çıkmaktadır. Sipahi, Cebelü ve Eşkincilerin özellikle Sivrihisar çevresinde toplandıkları ve
sefere buradan çıktıklarına dair elimizde kesin bilgiler bulunmaktadır. (Doğru, 1994, Keskin,
2001:53) Belki de vakıf ve arşiv kayıtlarında ilk zamanlar Sivrihisar olarak değil, Seferihisar
olarak anılmasının gerçek sebebi bu olmalıdır.
Bu bilgilere ulaştığımız andan itibaren arşiv kayıtlarında Sivrihisar’la ilgili olarak çok sayıda
bilginin çıktığını görüyoruz. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde yaptığımız çalışma
sırasında Sivrihisar’la Seferihisar’ın ayrı ayrı, ancak bir okuma hatası yüzünden böyle
kaydedildiği izlenimine kapıldık. Oysa Sivrihisar’a yukarıda söylediğimiz gerekçelerle aynı
zamanda Seferihisar denildiğini gördük. Böylece çok sayıda arşiv kaydına ulaşmamız
mümkün oldu.
Sivrihisar’la ilgili olarak bağımsız çalışmalar çok fazla değildir. Sivrihisar, daha çok bilim
adamlarının Yunus Emre ve Nasreddin Hoca ile ilgili yapılan çalışmaları sırasında gündeme
gelmiştir. İlçe ile ilgili bağımsız çalışmalar arasında Tahsin Özalp’in 1960 yılında
Eskişehir’de basılan Sivrihisar Tarihi isimli kitabı, ilk çalışmalar arasında sayılabilir. (Tahsin
Özalp, Sivrihisar Tarihi, Tam-İş Matbaası, Eskişehir, 1960) İkinci önemli çalışma ise,
tamamen tahrir defterlerinin taraması sonucu, yorucu ve titiz bir emek mahsulü olduğu
anlaşılan Dr. Halime Doğru’nun çalışmasıdır. (Doğru, 1997) Arkasından Orhan Keskin’in
2001 yılında çıkardığı Bütün Yönleriyle Sivrihisar kitabı Sivrihisar’la ilgili derlenmiş bütün
bilgilerin bir araya getirildiği çalışmalar arasındadır. Kendisinden önce yapılan çalışmaların
önemli bir kısmını kapsamaktadır.

4.1.2. Sivrihisar’da Selçuklu ve İlhanlı Eserleri:

Araştırdığımız noktalardan ilki Selçuklular döneminde Sivrihisar ne kadar önemli bir


yerleşim yeriydi ve Konya ile Sivrihisar arasında sıkı bir ilişki var mıydı? Sorusunun
karşılığıdır. Sivrihisar’daki tarihi eserlere baktığımız zaman, dönemin Selçuklu devlet
adamlarının ilçede özgün ve kalıcı eserler bıraktıklarını görüyoruz. Bu eserlerin Selçuklu
sultanlarının bilgisi dahilinde yapılmış olması, bazı zaviye vakıflarının yine onlar tarafından
teşvik edilmesi ve kayda geçirilmesi Sivrihisar’a Selçuklu devletinin verdiğini önemi
göstermektedir.
Sivrihisar’da yapılan binalırın zaman içinde onarımlarının takibi bile bize önemli bilgiler
vermektedir. Bunlar içinde en önemlisi Sivrihisar Ulu Camii’dir. Sivrihisar Ulu Camii’nin
yapılış ve onarımları ile mimari özellikleri kültür ve sanat tarihimiz açısından dikkat
çekicidir. Sivrihisar Ulucamii’nin giriş kitabelerinden birinde:
“Bu mübarek imaret büyük Emir Cemalettin Ali Bey tarafından yapıldı (Allah onun ömrünü
uzatsın) vefat eden babası Merhumü’l-mağfur Akçebey oğlu Cemaleddin İsmail için Allah her
ikisini de yargılasın”H. 629/ M. 1231-1232 camii yaptıran kişinin l. Alaaddin Keykubatın
vezirlerinden Cemaleddin Ali Bey olduğu anlaşılmaktadır. (Keskin 2001:139) Camiinin
taşıdığı mimari özelliklerin Kaşgar ve Fergana’da yapılan ahşap cami mimarisinin benzeri
olması, Anadolu’da Seydişehir, Beyşehir’de Eşrefoğlu camii ve bir kaç cami ile aynı
özellikleri taşıması sanat tarihi açısından değerini artırmaktadır. Cami’nin giriş kapılarında ki
yazılardan anlaşıldığına göre tamiri ve ilavelerle düzenlenmesinin de Selçuklu devlet
adamları tarafından yapıldığını görüyoruz:
“Sultan adına bu ulu imaret mescidi Allah’ın aciz kulu (Allah akıbetini hayretsin)
Abdullahoğlu Mikail’in görevi sırasında 673/1274 tarihinde yenilenmiştir.” Kaydı
bulunmaktadır. Mescidin yenilenmesinin Selçuklu Sultanı tarafından istenmiş olması ve
Selçuklular döneminin önemli devlet adamlarından birisi olan Emineddin Mikail tarafından
işlemin gerçekleştirilmesi de Selçuklu’larla Sivrihisar arasındaki ilişkinin kanıtlarıdır.
(Keskin, 2001:135)
Yine Bayındır Boyu’ndan Emir Seyfettin Kızıl isimli Ankara Beyi tarafından 1259 tarihinde
yaptırılan Karahisar Camii, Selçuklu eserleri arasında İzzeddin Keykavus döneminin izlerini
taşımaktadır. (Keskin 2001:153) Sivrihisar’ın önemli mimari eserleri arasında yer alan
Haznedar Camii de Selçuklu Haznedarı Necmiddün Mustafa tarafından 1274 tarihinde
yaptırılmıştır. Caminin mezarlığında hem kendisi hem de kızı Esma Sultan’ın yatıyor olması
Necimüddün Mustafa’nın Sivrihisar’la ilişkili olduğunu göstermektedir.
Örneklerimizi çoğaltabiliriz: Sivrihisar’daki Hazinedar Mescidi’ni de dönemin en çok sevilen
ve dürüstlüğü ile tanınan devlet adamlarından biri olan Emineddin Mikail’in haznedarının
yaptırmış olması, ya Emineddin Mikail’in Sivrihisar kökenli olduğunu veya haznedarın bu
ilçe ile arasında bir ilişkinin olduğunu gösterir.
Sivrihisar’daki tarihi eserleri ve bunların İlhanlı, Karahanlı ve Osmanlı devleti ile ilişkileri
uzun bir liste oluşturacaktır. Ancak özet olarak verirsek Şemsettin Sami’nin Kamusü’l
Alam’ında 108 Cami ve mescid 1326 tarihli Ankara Salnamesinde ise 128 Cami ve
mescidden söz edilmektedir. Zaviye, medrese ve benzeri eğitiim ve kültür varlıklarının
çokluğu Sivrihisar’ın eğitim seviyesi ile ilgili bir kanaate varmamızı sağlamaktadır. Bu
bilgilerin değerlendirilmesi sonucunda Sivrihisar’da yetişin devlet adamı, din adamı ve
askerlerin Selçuklu Devleti içinde yüksek mevkilerde görev aldıklarını ortaya koyar.
Sonuç olarak belirtmek gerekir ki Sivrihisar kültür ve bilim tarihimiz itibarıyle ihmal
edilmemesi gereken önemli yerleşim birimlerinden biridir. Selçuklu Devletinin başkenti olan
Konya ve Karamnoğullarının kontrolünde bulunan Akşehir, Karaman ve Ereğli gibi kültür
merkezleri ile yakın ilişkisi bulunmaktadır.

4.1.3. Sivrihisar’da Zaviyeler ve Seyyid Mahmud Zaviyesi:

Sivrihisar’da bizim araştırma konumuzu ilgilendiren erken dönemlerle ilgili iki önemli nokta
bulunmaktadır. Bunlardan. Birincisi burada bir zaviye, mescid, mahalle ve külliyesi bulunan
Seyyid Mahmud’dur. İkincisi ise Sivrihisar’ın fethi ve buraya ilk yerleşen Türkmen boylarıdır
Bu iki konunun açıklığa kavuşabilmesi için Sivrihisar’ın fethinden başlayarak 15. Yüzyıla
kadar bölge ile ilgili bilgileri değerlendirmeliyiz.
Sivrihisar’ın ne zaman feth edildiği konusunda çelişkili tarihler verilmektedir. Bir bilgiye
göre, 1073 yılında Süleyman Şah’ın komutanlarından Ahmet Şah tarafından alınmıştır.
(Keskin, 2001:17) Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nin Sivrihisar Maddesi’nde ise
ilçenin 1074 tarihinde feth edildiğine dair bilgi bulunmaktadır. Orhan Keskin tarafından
kitabının 184. Sayfasında Sivrihisar’ın 1072 tarihinde fethedildiğine dair de bir bilgi
bulunmaktadır. Buna göre fethe katılan gazilerden binbaşı rütbesindeki Ali Dede, Seyyid
Mahmud zaviyesini yaptırmıştır. Eğer bu bilgi doğru ise o zaman Seyid Mahmud
Zaviyesi’nin tarihi çok eski dönemlere kadar gitmektedir. Bu durumda zaviyenin Sivrihisar
zaman zaman el değiştirmiş olmasına rağmen Büyük Selçuklu dönemine kadar giden bir
tarihe sahip olduğu anlaşılmaktadır. (Keskin, 2001:184) (Bütün Yönleriyle Sivri Hisar, Orhan
Keskin, Bayrak Matbaası, İstanbul) Ne var ki bu eserlerin değişik zamanlarda yapılan
tamirlerinde bir çok bilginin kaybolduğu anlaşılmaktadır. Kılıç Camii yanındaki 1100’lü
yıllara tarihlenen bir mezar taşında “ El İmam Sadrü’l-Kebir Horasan meşayihinden Şeyh
Mehmet Efendi.” kaydının bulunması bizim bu yargımızı destekler niteliktedir. (Tahsin
Özalp’ten aktaran, Keskin, 2001:162)
Yenice Camii veya Seydi Mahmud mescidinin yapılışını Orhan Keskin kaynak
göstermeksizin Sivrihisar’ı fetheden gazilerden binbaşı rütbesindeki Ali Dede tarafından
yaptırıldığını belirtmektedir. Keskin, binanın Mes’ud Paşa karafından 300 yıl sonra tamir
ettirildiğini ve bu günkü cami haline Kara Zaim Süleyman Bey’in getirdiğini söylemektedir.
(Keskin, 2001:184)
Daha önce de belirttiğimiz gibi Sivrihisar’ın alınışı ve bu caminin inşaası ile ilgili olarak ciddi
bir bilgi eksikliği bulunmaktadır. Bu yüzden eğer cami 1072 yılında yapılmış ise Sivrihisar’ın
alınışının daha eski bir tarihe kadar gitmesi gerekir. Mescidin yapılışı ile ilgili bir kitabenin
var olup olmadığı üzerinde yaptığımız araştırmada kitabenin okunamayacak kadar yıpranmış
olduğunu gördük. Bu durumda eğer mescidin kitabesinde 1072 tarihi varsa o zaman
Sivrihisar’ın fethinin de o tarihlerde olması gerekirdi. Bu durumun mantıklı bir açıklaması
ancak şu şekilde olabilir: Caminin yapısal büyüklüğüne baktığımız zaman ancak bir mescid
büyüklüğünde olduğu, kubbesinin ise 16. yüzyıldan sonraki yılların mimari özelliğini taşıdığı
görülmekte ve zaviyenin hemen bitişiğinde bulunmaktadır. İlçede Seyyid Mahmud
Zaviyesi’nin bulunması, burada bir mescidin de bulunduğu anlamına gelmektedir. O halde
önce zaviye ve mescid yapılmış daha sonra çevresi bir mahalle haline dönüştükçe burası bir
külliye olmuştur.
Sivrihisar’daki bir çok cami ve mescid gibi bu mescid’de daha sonra genişletilerek bir cami
haline getirilmiştir. Bu durumda ilçenin en eski yapıları arasında yer alan Seyyid Mahmud
Zaviye mescidi de onarım sırasında bir cami mimarisi ile yeniden yapılmış olmalıdır. Fetihten
hemen sonra zaviyeye bağlı bir mescid, daha sonra da cami haline dönüştürülmüştür.
Bu düşüncemizin haklılığını gösterecek önemli ölçüde bilgi ve belge elimizde bulunmaktadır.
Seyyid Mahmud Mescid’i ve bu mescid çevresinde kurulan mahalle, pazar ve zaviye
çalışmamızı doğrudan ilgilendirdiği için üzerinde dikkatle durmamız gerekmektedir. Çünkü
Prof. Dr. Yekta Demirel, Seyyid Mahmud Hayrani’nin Akşehir’deki türbesini incelerken
Seyyid Mahmud Hayrani ve Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’dan gelerek Akşehir’e
yerleştiklerini söyler. Bu Seyyid Mahmud ile Seyyid Mahmud Hayrani arasında bir ilişki
kurulabilir mi? Eğer böyle bir ilişki kurulabilirse Nasreddin Hoca’nın hocasıyla birlikte
Akşehir’e gidip yerleşmiş olabileceği düşünülebilir.
Bu mahalle bugün de Yenice Mahallesi olarak bilinmektedir. Mahallenin diğer adının Seyyid
Mahmud mahallesi olarak olduğu günümüzde tamamen unutulmuştur. Bizim Sivrihisar’da
yaptığımız araştırma sırasında Sivrihisar üzerinde çalışmalar yapan konu ile ilgili kimseler
bile Yenice Mahallesi’nin eski adının Seyyid Mahmud Mahallesi olduğunu bilememişlerdir.
Oysa tahrir kayıtlarında Seyyid Mahmud Mahallesi, Yenice Mahallesi adıyla aynı anda veya
birbirinin yerine kullanılmaktadır. Prof. Dr. Yekta Demirel’in bize verdiği bilgiler doğru ise
Sivrihisar’daki Seyyid Mahmud Mescid’i ve zaviyesi sözlü tarih verilerinin birleştirilmesinde
ve kanıtlanmasında önemli bir yere sahiptir.
Yani Seyyid Mahmud Hayrani, Salur Boyu içinde Sivrihisar’a gelen inanç önderi bir aileye
mensuptur. İlk çalışmalarını Sivrihisar’da yapmış, daha sonra buradan Akşehir’e giderek
yerleşmiştir. Seyyid Mahmud’la ilgili tahrir kayıtları dışında fazla bilgi bulunmamaktadır. Bu
konuda çalışma yapan Halime Doğru hakkında sadece genel bir bilgi vermektedir:
“Yenice nam-ı diğer Seyyid Mahmud mahallesine gelince, burası Selçuklular zamanında
kurulmuştur. Mahallede bulunan Seyyid Mahmud Zaviyesi’nin II. Alaaddin Keykubat (1246-
1254) zamanında kurulmuş olduğu kanaati güçlüdür. Seyyid Mahmud’un kişiliği hakkında
bilgi sahibi değiliz. Ancak genellikle Hz. Muhammed’in torunu Hüseyin neslinden gelenlere
Seyyid denildiğini biliyoruz. Seyyid Mahmud batı Anadolu’ya gelen ve kentlere yerleşen halk
arasında oldukça yüksek saygınlığı olan bir yüce kimse idi. Uç kentlere yerleşenler onun
adına zaviye kurmuş, kentler arasında iletişim ve misafirperverliği arttırmışlardır.” (Doğru,
1997:25)
Doğru ile Keskin’in verdiği bilgiler ve Seydi Mahmud’un ölüm tarihi ile ilgili bilgiler
birbirine karışmaktadır. Çünkü Keskin’e göre Seydi Mahmud 630 H. 1232 M.’de vefat
etmiştir. (Keskin 2001:58) Bu durumda Doğru’nun verdiği bilgilerde bir yanlışlık vardır.
Çünkü Seydi Mahmud’un ölüm tarihi olan 1232, l. Alaaddin Keykubat dönemidir. Bir başka
çelişkili nokta ise Seydi Mahmud Zaviyesi’nin kuruluşunun Seydi Mahmud’un vefatında
yaklaşık otuz yıl sonraya denk gelmesidir. Bu da mantık dışıdır. O halde zaviyenin kuruluşu
daha eski bir tarihtedir. Bu durumda vakıfnamesi ll. Alaaddin Keykubat döneminde
düzenlenmiş olmalıdır.
Buradaki ll. Alaaddin Keykubat bilgisi dışındaki bilgiler, Seyyid Mahmud ile Seyyid
Mahmud Hayrani arasında bir ilgi kurulabileceğini göstermektedir. II. Alaaddin Keykubat
döneminde Sivrihisar’la ilgili olarak elimizde tatmin edici bir bilgi bulunmamaktadır.
Doğru’nun ifadesine göre bu bağlantı güçlü bir tahminden ibarettir. Dolayısıyla zaviyenin o
tarihte yapılmış olmasına kuşkuyla bakmamız gerekmektedir. Anadolu’daki bütün zaviye ve
mescid yapımının stratejisine baktığımız zaman zaviye ve mescidlerin aynı veya birbirine
yakın zamanlarda yapıldığını görürüz. Eğer mescidin yapımı 1072’den sonra ise zaviyenin de
o tarihlerde olması gerekir. Halime Doğru, bu Seyyid Mahmud Zaviyesi ile ilgili olarak tahrir
defterlerinden daha da ayrıntılı bilgiler vermektedir:
“Seyyid Mahmud Zaviyesi XIII. yüzyıldan itibaren bir tarikat zaviyesi olarak hizmet ettiği
halde tahrir ve vakıf defterlerinde hangi tarikatla ilgili olduğu hakkında her hangi bir
açıklama yapılmamıştır.” (Doğru, 1997:25) 1521 tarihli tahrirde burada 14 hane Seyyid ve
dervişin bulunması, önünde Çarşamba Pazarı kurulması, adının Seyyid Mahmud Pazarı,
Seydi Hamamı’nın olması, medresesinin olduğuna dair bazı kayıtlara rastlanması, Seyyid
Mahmud’un geçmişi, en azından künyesi üzerinde bazı yeni bilgiler bulmamızı zorunlu hale
getirmektedir.
Sivrihisar’da Seyyid kelimesi çok yaygın olarak kullanıldığı gibi ilçedeki bazı tarihi yerlerin
tahrir kayıtlarındaki bilgilerine baktığımız zaman da dini ve tasavvufi çok köklü bir geleneğe
sahip olduğu görülmektedir.

Yine 1521 tarihli tahrirde mahallede 13 dervişin adının yazılmış olması, bu dervişlerin adları
ve ünvanları tarikatın niteliği hakkında bilgi verebilir:
“Elhatip Mevlana Hasan veledi Emre, Seferi Fakih veledi İbrahim, Hacı Mustafa Veledi Hacı
Mehmed, Veli veledi Salih, Seydi Baba veledi Mustafa, Mehmed Fakih veledi Nasuh Fakih,
Hayreddin veledi O, Ramazan Fakih veledi Mustafa, Seferi dede veledi Halil, Derviş Yusuf
veledi Turgud, Hacı Musa veledi Eymür, Abdullah Dede veledi Ahmed, Hacı Bali veledi
Yusuf” (Doğru 1997:50) Seyyid Mahmud Mahallesi’nde 16. Yüzyılın ilk yarısında dini ve
tasavvufi hizmet veren kimseler arasında hatip, fakih, Seydi, dede, derviş sıfatlı kimselerin
bulunması mahallenin önemini gösterir. Vakıflar Genel Müdürlüğü kayıtlarından
anlaşıldığına göre: “Seydi Mahmud Zaviyesi 11 oda, 1 dersane, bodrum, tahtalı iki oda ve iki
heladan ibarettir.” (Keskin, 2001:208) bu bilgilerden anlaşıldığına göre zaviyeden daha
büyük bir eğitim kurumu yapısındadır.
Kanuni döneminde yapılan tahrirde avarız vergilerinden bu zaviye mensuplarının muaf
tutuldukları anlaşılmaktadır. Zaviyelerin bir kısmı sadece misafir ağırlama ve toplanma yeri
olarak görev yaparken bir kısmı aynı zamanda inanç eğitimi veren merkezlerdir. Seyyid
Mahmud Zaviyesi’nin eğitim veren bir zaviye olduğu ve medrese-zaviye görevi yaptığı
söylenilebilir. Aynı durum Akşehir’de Seyyid Mahmud Hayrani Zaviyesi için de geçerlidir.
Sivrihisar’da bir çok zaviye de bulunmaktadır. Bu zaviyeler içinde ikisinin Seyyid unvanlı
kimseler adına kurulmuş olması önemlidir. Bunlardan ilki bizim için çok önemli olan Seyyid
Mahmud Zaviyesi’dir. Daha önce de belirtildiği gibi bu zaviye bir tarikat zaviyesidir.
Zaviyeye ait vakıfların ll. Alaeddin Keykubat zamanına kadar inmesi eskiliğini
göstermektedir. Aynı zamanda Seyyid Mahmud adına yapılmış olan caminin de Sivrihisar’ın
fethine yakın dönemlere götürülmesi mahallenin, mahalledeki zaviye ve mescidin bir külliye
gibi düşünüldüğünü göstermektedir. Bu zaviyeye ait vakıf malları ile ilgili olarak yine Halime
Doğru şu bilgileri vermektedir:
“1486 tarihli kayda göre 64 hanelik Dumluca köyü, II. Alaaddin Keykubat (1246/1254)
zamanından beri mülk iken Mevlana Veli tarafından vakıf haline getirildi. Köyün yarısı Seydi
Mahmud Zaviyesi’ne vakfedilmiştir. Diğer yarısı muhassılın tasarrufuna bırakılmıştır. 1486
da burası Seydi Mehmed oğlu Seydi Mahmud’un tasarrufuna bırakılmıştır.” (Doğru,
1997:50)
Bu bilgiden de anlaşılacağı gibi Seydi Mahmud’un ailesinin 1486 yılına kadar devam ettiği
ve vakıf tasarrufunu yürüttükleri anlaşılmaktadır. Ancak bu derece önemli bir kişinin geçmişi
ile ilgili olarak elimizde bilgi olmaması tarihin bir dönemindeki bağlantıları açıklamamızı
engellemektedir. Seydi Mahmud Zaviyesi’ne sadece bir köy değil, birden fazla köy
bağlanmıştır. Bunlardan biri de Gügüm (Güvem) köyüdür. Bu köyün gelirleri daha sonra
Fatih tarafından tamamen tımara çevrilmiş, II. Beyazid ise babasının kararını değiştirerek
diğer vakıfların tamamının mallarının tasarrufunu geri verirken bu vakfın mallarının yarısını
vakfa iade etmiş kalan yarısını ise tımar olarak tutmuştur.
Zaviyenin büyüklüğünü ve önemini göstermesi bakımındant diğer vakfedilmiş mallara da
burada yer veriyoruz: Günyüzü ve Mercan’da birer parça, Kepen’de iki parça yerin geliri olan
310 akçe, Doğrek Köyü’ndeki üç parça yer de Seydi Mahmud Zaviyesi’ne vakıfken tımara
dönüştürülmüştür.
Daha önce de belirttiğimiz gibi sadece Hızır Bey Çelebi vakıfları ile Seydi Mahmud Zaviyesi
vakıflarının tımardan tekrar vakfa dönüştürülmemesi, bunun ilçede sadece iki vakıf için
yapılmış olması dikkat çekicidir. Üzerinde durulması gereken noktalardan bir başkası da Hızır
Bey Çelebi ile Seyyid Mahmud arasında bir akrabalık bağlantısının bulunup bulunmadığıdır.
Ne yazıkki bu bağlantıyı kanıtlayacak elimizde yeteri kadar bilgi bulunmamaktadır.
Sivrihisar’da bulunan bir başka zaviye ise Seydi Nureddin Zaviyesi’dir. Bu zaviyenin kuruluş
tarihi ile ilgili bir bilgi bulunmamakla birlikte Seydi adının verildiği Anadolu’daki hemen
hemen bütün yerleşim yerlerinde bir inanç önderinin bulunduğunu, bunların da bir ilişki ile
peygamber soyuna bağlandığını biliyoruz. Seydi Nureddin’in Anadolu’ya gelen erenler
arasında Karaca Ahmet Sultan’ın Türbe-kerde (türbedar) ve damadı olduğu yolunda bir inanç
bulunmaktadır. Ona ait olduğu kabul edilen türbede:
“Hırkanı görenler seni yoksul perişan
Bilmez ki dü cihanda rütbe-i Zişan
Yed’i icazından şifa buldu nice bin hakan
Anın için dergahın bizlere dar el aman”

dörtlüğünün bulunduğu belirtilmektedir. (Keskin, 2001:267)


Bu dörtlükten de anlaşılacağı gibi süs ve gösterişe önem vermemenin gerekliliği üzerinde
durulmakta, gerçek değerin insanlara şifa dağıtacak bir ehliyette olmak olduğunu
söylemektedir. Bu melami meşrep yaklaşım, döneminde hem Nasreddin Hoca’da hem de
Seyyid Mahmud Hayrani’de bulunmaktadır. Daha sonra Hızır Bey Çelebi’nin de İstanbul
kadılığı sırasında görevini yaparken şaka ve espriden hoşlandığını gösteren bilgilere yer
vereceğiz. Ancak Lamii’nin Letaifnamesi’nde Hızır Bey Çelebi ve Sinan Paşa’nın
daşakalaşmaktan hoşlandıklarına dair bilgiler bulunmaktadır. (Letaifname) Aynı özelliğin
Sinan Paşa’nın, onun öğrencisi olan ünlü bilgin Molla Lutfi-i Tokadi’nin özellikleri arasında
yer aldığını görüyoruz. Özellikle Molla Lutfi’nin Fatih Sultan Mehmet’le konuşurken bile
esprili ve eleştirel bir dille konuştuğunu göstermektedir. Bu da ortak kültür çevresinden
etkilenmelerden kaynaklanmaktadır. (Adıvar, 1970:53)
Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi’nde Seyyid Nureddin ve Kara Ahmed (Karaca Ahmed) le
ilgili olarak bilgi veriliyor olması Hacı Bektaş Veli ve Seyyid Nureddin’in birbirlerini
tanıdıklarını göstermektedir:
“Rum’un gözcisi Karaca Ahmed idi Hünkar ululığı selam verdüği Fatıma Bacı’ya malum
oldu ki Sivrihisar diyarında Seyyid Nureddin kızıdur henüz bikr idi ol meclisdeki erenlerün
taamların kaydın iderlerdi ve Kara Ahmed, Seyyid Nureddin mürididir pes Fatıma Bacı ayak
üstine kalkup Hünkar ululuğun yana teveccüh idüp…” ( Duran- Gümüş, 2010:201)
Bu bilgilerden Seyyid Nureddin’in Hacı Bektaş Veli ve Karaca Ahmed Sultan’dan daha önce
Anadolu’ya geldiği ve Sivrihisar’da öğretisini yaydığı anlaşılmaktadır. Sivrihisar’ın kültür ve
bilim merkezi olarak Anadolu’nun fethine kadar gittiğini gösteren önemli bir kanıttır.
Seyyid Nureddin ve Seyyid Mahmud Zaviyeleri bize özellikle bugün maalesef unutulmuş
olan Nakibü’l-Eşraflık kurumu ile ilgili olarak bazı bilgileri göz önüne getirmeyi zorunlu
kılmaktadır.
Buradaki önemli noktalardan biri Selçuklular döneminde de tıpkı Osmanlı döneminde olduğu
gibi Seyyid soyluların özel bir koruma altına alındıkları gerçeğidir. Seyyidlerin halkın büyük
bir saygısını gördüklerini anlatan yazılı belgeler günümüze kadar gelmiştir. Bu bilgiler, hem
Seyyid Mahmud Hayrani vakıfları hem de diğer Seyyid soylulara ait vakfıyelerin tam olarak
anlaşılmasında önemli bir yere sahiptir. Bu konuda günümüze kadar gelmiş olan bir Selçuklu
dönemi menşuru belge olarak gösterilebilir. “Menşur-ı Nükabet-i Seyyadat” bize Selçuklu
devletinin Seyyid soylulara gösterdiği saygıyı anlatması bakımından önemlidir:
Bu belge, Sadreddin Yusuf’un Anadolu’da bulunan Seyyid ve Şeriflerin sorumlusu olduğuna
dair olan belgedir. Daha sonra Osmanlı Devleti’nde de uygulamalarını gördüğümüz Nakibü’l-
Eşraflık kurumunun bir benzeri olarak gerçek Seyyidlerin ve Şeriflerin belirlenmesi, bunlara
ait devletin vergi muafiyetini ve bazı kolaylıklarını ele almaktadır. (Turan, 2014:54)

4.1.4. Sivrihisar Köyleri ve Hortu Köyü

Tahrir defterlerindeki Sivrihisar köyleri ile ilgili bilgilere göz attığımız zaman 143 köyün
bulunduğu tespit edilmektedir. Bu bilgiler doğal olarak 15. Yüzyıldaki idari yapılanma ile
ilgilidir. Günümüzdeki idari yapılanma daha farklı olduğu için bu köylerden ne kadarının
günümüz Sivrihisar ilçesine bağlı olduğunu tam olarak kestirmek mümkün değildir. Bu
köylerden 88’inin ismi günümüze kadar kullanılagelmiştir. Bu kullanılan isimlerden ve tahrir
kayıtlarındaki bilgilerden Sivrihisarın yekleşim özelliklerini anlayabilmemiz mümkün
görünmektedir. Köylerin önemli bir kısmı boy, cemaat ve topluluk adı taşırken bir kısmıda
yerleşim yerlerinin özelliklerine göre adlandırılmışlardır. Köy gelirlerinin üç ana grupta
dağıldığı görülmektedir. Bunlardan ilki vakıf eserlerinin yaşatılması için vakıflara tahsis
edilmiş olması, özellikle eşkinci, cebelü ve sipahi ağırlıklı bir askeri özellik taşıdığı için
tımarlı mülk olarak tahsis edilmiş olması, üçüncü olarak da zaviyelerin sürdürülmesi için
gelirlerinin zaviyelere tahsis edilmiş olmasıdır.
Sivrihisar’a bağlı köylerin kuruluşu ile ilgili olarak da elimizde aydınlatıcı bazı bilgiler
bulunmaktadır. Sivrihisar bölgesine yerleşim, iki kademeli olarak ele alınmalıdır. Bunlardan
ilki Tuğrul Bey zamanında özellikle cemaat ve toplulukların Horasan üzerinden Anadolu’ya
gidişlerinin özendirildiği dönemde gelenler ve bunların kurdukları köylerdir. İkincisi ise
başından beri belirttiğimiz gibi Cengiz ordularının önünden Anadolu’ya gelen oymaklar,
obalar ve cemaatler Batı-Anadolu’ya yani Bizans sınırına uçlara yerleştirilmektedirler. Bugün
Sivrihisar’daki köy adlarından bile hangi köye hangi boyun hangi oymaklarının yerleştiğini
bilebilmek mümkündür. Bu yerleşimlerin Sivrihisar’la ilgili olan kısmını Doğru şöyle dile
getirmektedir:
“Bir uç vilayeti olan Eskişehir’de Türk nüfusun yerleşmesi büyük boyutlara ulaştı. Coğrafi
olarak Konya’ya yakınlığı nedeniyle Sivrihisar Nahiyesi de kalabalık bir nüfus yerleşmesine
sahne oldu.” (Doğru, 1997: 55)
Sivrihisar’ın köylerindeki eski eserler incelendiği zaman 32 zaviyenin çalışmalar yaptığı
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1947 tarihli yazısından evkaf kayıtlarından anlaşılmaktadır.
Bunların bir kısmı doğrudan Sultan Alaaddin adına kayıtlı zaviyeler olarak dikkat çekerken
bir kısmı da Selçuklu Devlet adamları adına kayıtlı görünmektedir. (Vakıflar Umum
Müdürlüğü Mülahaza Müdürlüğü, 2. Kısım, 12.7. 1947 tarih ve 28645/196 sayılı yazısı ve
Vakıflar Umum Müdürlüğü Evkaf Yoklama Defteri, mevki: 72-403 numaralı kayıt, Aktaran:
Keskin, 2001:79)
Nasreddin Hoca’nın doğduğu köy olarak kabul edilen Hortu’da da Aşık Paşa
Zaviyedarlığı’nın bulunduğunu görüyoruz. Zaviyeye ismini veren Aşık Paşa üzerinde ayrıca
durmak gerekir. Bizim asıl konumuzu ilgilendiren Nasreddin Hoca’nın köyünün eğitim ve
kültür yapısı olarak yüksek bir düzeyde olduğu görülmektedir.
Nasreddin Hoca ile ilgili olarak bizim Hortu köyünde yaptığımız alan araştırması sırasında
Hoca’nın Hortu’dan çıkarak Sivrihisar’a gittiği, burada ilk eğitimini aldığı, hocasının Seyyid
Mahmud Hayrani olduğu, daha sonra Konya üzerinden Akşehir’e geçerek burada din adamı
ve kadı olarak görev yaptığı söylenmektedir. Nasreddin Hoca üzerine araştırma yapan bilim
adamlarının bir kısmı da bu bilgiyi doğrulamaktadırlar. Sözlü gelenekten gelen bir başka
bilgiye göre ise Seyyid Mahmud Hayrani ile birlikte Akşehir’e gittikleri yolundadır. Bu
yüzden tahrir kayıtlarındaki bilgiler tarihi bir bağlantının açıklanması bakımından büyük
önem taşımaktadır. Hızır Bey Çelebi ailesinin Sivrihisar’daki geçmişi, ile ilgili elimizde en
azından şimdilik sınırlı bir bilgi bulunmaktadır. Seyyid Mahmud hakkında da ise vakıf
kayıtları dışında hiç bir bilgi bulunmamaktadır.
Sivrihisar Vakıf Hurufat kayıtları üzerinde yüksek lisans tezi yaptıran Prof. Dr. Yusuf
Küçükdağ’dan aldığımız bilgiye göre hurufat kayıtlarında Seyyid Mahmud’un en azında
künyesi ile ilgili bir bilgi yoktur. Bizim Vakıflar Genel Müdürlüğü Hurufat Defterleri’nde
yaptığımız araştırmalardaki 70 belgenin tamamına yakın kısmı 16. Yüzyıl sonrasına denk
gelmekte ve genellikle zaviye vakıflarına yapılan müdderris atamalarını içine almaktadır. Bu
yüzden hurufat kayıtlarında önemli bir bilgi bulabilmek mümkün olmamıştır. İleride de
görüleceği gibi bir çok kaynakta Nasreddin Hoca’nın kızı ile Hızır Bey’in büyük dedesinin
evlendirildiği yolunda bilgi bulunmaktadır. Bu bilgilerin birden fazla kaynakta ve 16. Yüzyıla
kadar inen kaynaklarda bulunması sebebiyle bu bilgi artık bilim dünyasında kesin bir bilgi
olarak görülmektedir. Nasreddin Hoca’nın doğduğu ve büyüdüğüne inanılan köyün de çok
eski tarihlerde kurulmuş olması, tarih bakımından Nasreddin Hoca’nın yaşadığı dönemle
köyün kuruluşunun birbiri ile örtüştüğünü göstermektedir.
Seydi Mahmud Mahallesi’nin Hortu Köyü ile ilişkisi halen bütün canlılığı ile devam
etmektedir. Sivrihisar’da yaptığımız araştırmalar sırasında Hortu Köyü’nün yaşlıları,
Sivrihisar’a Çarşamba Pazarı’na gittiklerini, Sivrihisar’da oturan Hortuluların geçmişte
Yenice yani Seydi Mahmud Mahallesi’nde yerleştiklerini söylemişlerdir. Bu durum
kendiliğinden Nasreddin Hoca ile Seydi Mahmud Zaviyesi arasında bir ilişki olabileceğini
gündeme getirmektedir. Söylenildiğine göre ilk öğrenimini Sivrihisar’da yapan Nasreddin
Hoca, oradan Akşehir’e gitmiş, bir başka bilgiye göre hocası Seyyid Mahmud Hayrani ile
birlikte gitmiştir. Bu görüşümüzü destekleyecek bulgular arasında Nasreddin Hocanın kızına
ait olduğu kabul edilen mezar taşının Seydi Mahmud Zaviyesi’nin yakınında olmasıdır.
(Keskin, 2001:209)
Nasreddin Hoca’nın kızı Fatıma Hatun bizim araştırma konumuz için hayati öneme sahip
isimlerden biridir. Bu yüzden üzerinde durulması gerekmektedir. İlerde anlatacağımız gibi
İstanbul Kadısı Hızır Bey Çelebi’nin anne tarafından Nasreddin Hoca ile akrabalığını
kanıtlayacak zincirin önemli halkalarından birini oluşturmaktadır. Sivrihisar’ın Sesi
gazetesinin sahibi Ahmet Atmaca’dan aldığımız bir bilgiye göre Nasreddin Hoca’nın kızının
mezarı, Eskişehir’den gelen bilim adamları tarafından bulunmuş ve mezar taşı Seyyid
Mahmud Zaviyesi’ne konulmuştur. Mezar taşının ilgili bilim adamları tarafından okunduğu
ve bilimsel kongrelerde sunularak poparize edildiği için üzerinde durmuyoruz. Asıl önemli
olan Nasreddin Hoca’nın kızının mezarı ile ilgili bilginin Ankara Salnamelerinde yer
almasıdır. Bu salnamede yer alan bilgiler sonucunda yapılan kazı sonucunda bulunması da
salnamede verilen bilgilerin doğruluğunu göstermektedir. 1906 tarihli Ankara
Salnamesi’ndeki kaydı buraya alıyoruz:
“Kasabaya Şark cihetinden dahil olan yolun sol cihetinde Hoca Nasreddin rahmetullahı
aleyhin kerimelerinin kabri bulunmaktadır.” (Ankara Salnamesi, 1322:1771)
Bu mezar taşının daha sonra Eskişehir’e götürüldüğü, yeniden getirilerek Seyyid Mahmud
Zaviyesinin içine konulduğunu öğreniyoruz. Mükrimin Halil Yinanç’ın okuduğu şekliyle
Fatıma Hatun’un mezar taşında:
“Fatıma Hatun binti Hoca Nasreddin (nusrat) Naimen Allahü bimağfire leh (gaffare leh)” H.
726 1325kaydı bulunmaktadır. (Keskin, 2001: 269) Taşın bulunduğu yerin yüz metre
ilerisinde Hızır Bey Çelebi’nin medreseye dönüştürdüğü bir evi bulunması dikkat çekicidir.
Bu bilgileri değerlendirdiğimiz zaman görülmektedir ki Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’la
ilişkısı kanıtlanmaktadır. Bunu destekleyen diğer bilgileri Nasreddin Hoca ile ilgili bölümde
ayrıca vereceğiz. İkincisi ise Nasreddin Hoca’nın kızının Sivrihisar’da yaşadığı burada
evlendiği ve kendisinden sonra ailesinin burada devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu durumda
kaynaklarda yer alan bilgilere göre Hızır Bey Çelebi kesin olarak Nasreddin Hoca’nın
soyundan gelmektedir.
13. yüzyılda dalgalar halinde gelen ve büyük bir nüfus değişimine sebep olan göçün sonucu
olarak Nasreddin Hoca ve Seyyid Mahmud Hayrani’nin Sivrihisar’dan Akşehir’e giderek
yerleşmiş olmaları mümkün görünmektedir. İleride Nasreddin Hoca ile ilgili daha geniş bilgi
vereceğiz. Bu bölümde anlatacağımız gibi Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’la ilişkisini gösteren
tarihi kayıtlar bulunmaktadır.
Bu arada Hortu yeni adıyla Nasreddin Hoca Beldesi’nde yaptığımız alan araştırması sırasında
Hortu kelimesinin Moğolca’dan gelme ordu anlamını taşıyan bir kelime olduğu söylenmiştir.
Ancak daha sonra yaptığımız araştırmalarda Konya Ereğli’de bir Hortu Köyü bulunduğunu ve
adının Sazgeçit olarak değiştirildiğini, İçel Gülnar’a bağlı bir başka Hortu Köyü’nün
olduğunu ve bunun adının da Demirözü olarak değiştirildiğini gördük. (Köylerimiz, 470-174)
Bu köylerden Konya Ereğli Sazgeçit köyü bugün bir belde olmuştur. Belde ismini
değiştirerek yeniden Hortu adını almıştır.
(http://www.yerelnet.org.tr/belediyeler/belediye.php?belediyeid=127920) (23 Nisan 2016)
Her iki köyle ilgili olarak ilişki kurduğumuz emekli matematik öğretmeni Osman Kezban’ın
Hortu Köyleri ile ilgili olarak bir araştırma yaptığı bilgisini aldık. Kendisiyle görüştük.
Osman Kezban’ın verdiği bilgiye göre İçel Gülnar’daki Hortu Köyü’nün Konya Ereğli’deki
Sazgeçit (Hortu) köyünden gelen Hortulu Halil Bey tarafından kurulduğu ve tıpkı Sivrihisar
Hortu Köyü gibi sulak bir alan olduğu bilgisine ulaştık. Yine Osman Kezban’ın kitap haline
getireceğini söylediği araştırmalarına göre Ereğli’deki Hortu Köyü’nün de Sivrihisar
Hortu’dan gelenler tarafında çok eski dönemlerde kurulduğu bilgisini aldık. Bu bilgilere
dayanarak Sivrihisar’la Konya, Akşehir ve Ereğli arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğunu
görüyoruz.
Sivrihisar araştırmaları sırasında izlememiz gereken noktalardan bir başkası da Akşehir,
Konya, Ilgın, Ermenek ve Sivrihisar arasındaki bağlantı ile ilgili kayıtlara bakmaktır. Böyle
bir ilişkinin ortaya çıkması Nasreddin Hoca, Seyyid Mahmud Hayrani ve Hızır Bey Çelebi
ailesi arasındaki bağlantının mümkün olup olmadığını ortaya koyacaktır. Aynı zamanda
Yunus Emre ve Nasreddin Hoca’yı paylaşamayan iki kentin, aslında tarihsel olarak birbiriyle
çok yakın sosyal kültürel bağlantı içinde olması sebebiyle her ikisinin de Sivrihisar ve
Karaman’la yakın ilişkili olduklarını gösterecektir.

4.1.5. Şeyh Celaleddin Emir Arif, Hızır Bey Çelebi, Sinan Paşa ile İlgili Belgeler

Sivrihisar’la ilgili olarak burada vereceğimiz bilgiler, yalnızca Seyyid Mahmud Hayrani,
Nasreddin Hoca ilişkisi ile sınırlı kalmayacaktır. Çünkü araştırmamızın son aşamasını
oluşturan Şeyh Celaleddin Emir Arif, Hızır Bey Çelebi ve Sinan Paşa, Sivrihisar’da doğmuş,
burada yaşamış ve buradan sırasıyla Osmanlı başkentlerinden Bursa, Edirne ve İstanbul’da
önemli görevlerde bulunmuşlardır. Osmanlı ve Türk tarihi açısından önemli olan bu ailenin
yakından tanınmasında dikkat çekici noktalardan bir başkası da bilim adamı, kadılık ve
sipahilik vasıflarını üzerinde taşımış olmalarıdır. Osmanlı tarihinde bu üç özelliğin bir kişi
üzerinde toplanmış olması pek sık rastlanan durumlar arasında yer almamaktadır. Her ne
kadar tarihi kayıtlarda ailenin sipahi olarak görev yaptığı, tımarlı arazilerle ilgili olarak bir
kayıt yoksa da aile büyüklerinin sipahi kıyafeti ile gezdiklerine dair açık bilgiler
bulunmaktadır.İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı başkentinin ilk belediye başkanının bir
sipahi, bilim adamı ve kadı kimliği ile yine Sivrihisar’lı Hızır Bey Çelebi’ye verilmesi
Sivrihisar’ın tarihimiz açısından değerini gösterir. Bunun yanında Yeni Çağ’ı açan Fatih
Sultan Mehmed’in hocasının bu ilçeden çıkması da yetiştirdiği insanların kalitesini
göstermesi bakımından üzerinde durulması gereken noktalardan bir başkasıdır.
Çalışmamızın bundan sonraki kısmında Hızır Bey Çelebi ve Sinan Paşa’nın Sivrihisar’la
ilişkisinin ortaya koyan tahrir defterleri ve vakıf kayıtlarındaki bilgiler üzerinde duracağız. Bu
konuda bir tartışma bulunmamaktadır. Ancak ailenin Osmanlı tarihi açısında büyük önem
taşımasına rağmen Hızır Bey Çelebi’nin babası Şeyh Celaleddin Emir Arif adına hiç bir resmi
kayda rastlanmamış olması dikkat çekicidir. Şeyh Celaleddin Emir Arif’in yaşadığı dönemle
ilgili kayıtların Karaman’da bulunması ve Karamanoğulları Devleti’nin yıkılması ile birlikte
bu evrakın elimize ulaşmaması sebebiyle hakkında yeterli bilgi sahibi olamadığımız
düşünülebilir.
Hızır Bey Çelebi ve Sinan Paşa ile ilgili bilgileri iki bölümde değerlendirmek gerekir.
Bunlardan birincisi Sivrihisar’da bulanan mescid, Cami, zaviye ve mahallelerin inşasına
yaptıkları katkı sebebiyle bu eserlerin maddi kalıntılarındaki bilgiler, ikincisi ise tahrir
kayıtları, tarihi eserler ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kayıtlarıdır. Bu bilgileri gözden
geçirelim. Halime Doğru, kitabında Hızır Bey Çelebi ile ilgili olarak bize şu bilgiyi aktarır:
“H. 810/1407 yılında Sivrihisar’da doğan İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey de eğitimine
Sivrihisar medresesinde başlamıştır. Sivrihisar Kadısı Celaleddin’in oğludur. Atalarının,
Hortu köyünde doğduğu iddia edilen Nasreddin Hoca’ya kadar çıktığı söylenmektedir.”
(Doğru, 1997:12) Yazar burada haklı olarak Nasreddin Hoca ile ilgili dikkatli bir üslup
kullanmaktadır. Bunun sebebi, ünü topluma mal olmuş olan kimselerin birden fazla yerleşim
birimi tarafından paylaşılmaya çalışılmasının yarattığı rekabettir. Biz ileride ailenin
Nasreddin Hoca ile ilişkisi üzerine daha geniş bilgiler vereceğiz. Bu bilgiler Nasreddin Hoca
ile Şeyh Celaleddin arasındaki akrabalık ilişkisini kesinleştirmektedir.
Doğrunun verdiği bilgilere dayalı olarak Hızır Bey Çelebi ve Sinan Paşa ailesine kayıtlıvakıf
arazilerinin bulunduğunu görüyoruz. Bu kayıtlar sebebiyle ne Seyyid Mahmud, ne Nasreddin
hoca ile ilgili bilgi bulanıklığına rastlamadan kesin bilgiler verme imkanımız bulunmaktadır:
“Sivrihisar civarında Akçabey ve Söğütönü köylerinde Hızır Bey Çelebi, Sinan Paşa, Yakup
Çelebi, ve Ahmet Çelebi’ye ait mülk topraklarının varlığı kayıtlı ise de bunlar tımara
çevrilmiş, daha sonra da bir kısmı tımarda bırakılmış geri kalan kısmı cebelü eşdiren mülk
haline getirilmiştir. Söğüdönü köyünde Hızır Bey Çelebi’ye ait olan hisse daha sonra
Mevlana Lütfullah Veledi Kutbeddin ve Kardeşi Seferşah’ın mülkiyetine bırakılmış, Hızır Bey
Çelebi ailesinin elinde mülk arazisi kalmamıştır.” (Doğru, 1997: 24)
Aile, Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminin en güçlü ailelerinden biridir. Bir dönem Fatih
Sultan Mehmet’le Sinan Paşa arasında bir sorun yaşanmış olsa bile ll. Beyazid döneminde bu
sorun aşılmış ve aile gücünü korumuştur. Buna rağmen Sivrihisar’da bulunan mülk ve vakıf
arazilerinin tasarrufunun ailenin elinden özellikle alındığı görülmektedir. Aynı durumun
sadece Seyyid Mahmud vakıf arazileri için de geçerli olduğunu burada bir kere daha
hatırlatalım.
Bölgede Fatih dönemindeki tımara çevrilen bütün vakıf arazilerinin yeniden vakıf sahiplerine
iade edilmesine rağmen yalnız Hızır Bey Çelebi ailesininkilerin tımar olarak bırakılması veya
mülk olarak başkalarının kullanımına verilmesi, ister istemez Osmanlı Devleti’nin II. Beyazid
döneminde de aileye karşı sert tutumunu devam ettirdiği izlenimi vermektedir. Bu konuda
bilim adamlarımızın değerlendirmeleri bir tahminden öteye gidecek bilgi ve belgeye
dayanmamaktadır. Biz ilerde çatışmanın sebepleri ile ilgili bazı ihtimaller üzerinde toplu
olarak duracağız.
Hızır Bey Çelebi’nin Sivrihisar’da bulunduğu yıllarda ilçenin imarı ile ilgili çalışmalar
yaptığını görüyoruz. Bunlar arasında en önemlisi daha önce sözünü ettiğimiz. Ulu caminin
genişletilerek yeniden imarı çalışmasıdır. Hızır Bey Çelebi’nin camiye katkılarını doğu giriş
kapısı üzerindeki kitabeden anlıyoruz:
“Hizmete giren bu camii Müslümanların Sultanı devletin iftiharı nimetleri devam eden
adaletli melik Al-i Osman’dan Sultan Murad’ın satanatı esnasında (Allah lütfunu devam
ettirsin) zamanın övüncü Celaloğlu Hızır’ın üstün gayretleri ile imar edildi.” (Keskin
2001:137) (Doğru, 1997:41) Bu tarih, Hızır Bey’in ll. Murat dönemine isabet etmekte henüz
Fatih’le tanışmadığı dönemlere aittir. Kadılık unvanı sebebiyle aynı zamanda belediye
başkanı sıfatıyla binayı yeniden imar yetkisinin onda olduğu açıktır. Hızır Bey Çelebi’nin
Bursa’da eğitim gördükten sonra Sivrihisar’a döndüğü zamanı göstermesi bakımından da
önemlidir. Ulu Caminin halen kullanılmakta olan mihrabının da Hızır Bey Çelebi tarafından
yaptırıldığı anlaşılmaktadır. (Öney,1989:38) Hızır Bey Çelebi H. 847/M.1438-1439 tarihinde
kendi mescidini de inşaa ettirmiştir. Bugün Kubbeli Mescid veya Hızır Bey Çelebi Mescidi
olarak anılmaktadır. (Keskin, 2001: 169) Aynı yerdeki evinin medrese haline getirildiği ve
adına zengin bir kütüphanenin kurulduğu bilinmektedir.

Tahrir Defterleri ve vakıf kayıtlarına göre Hızır Bey Çelebi Vakfı’na ait olan Söğüdönü
karyesi ile ilgili olarak 1486 tarihli tahrirde şu kayıt bulunmaktadır:
“Karye-i Söğüdönü-Karye-i mezburenin nısfına Hızır Bey Çelebi Mutasarrıftır, ve nısf-ı
ahırına Mevlana Lütfullah ve karındaşı Seferşah mülkiyet üzere mutasarrıftır deyu kayd
olunmuş der defter-i köhne, el halet-i hazihi mezkür Hızır Bey Çelebi sadakası timar olub,
Hacı Hamid tımar tarikiyle mutasarrıftır.” (Doğru, 1997:94)
Buradan anlaşıldığına göre defter-i köhne yani eski defterlerde bulunan Hızır Bey Çelebi
tasarrufu, Bayin isteği ile tımar haline dönüştürülmüştür. Burada devletin bir tasarrufu
olmadığı Hızır Bey tarafında sadaka olarak tımara dönüştürüldüğü görülmektedir. Bir başka
kayıtta:
“Karye-i Sadıksağı- Karye-i mezburenin nısfı Kayalu Mescidine vakıf imiş ve nısf-ı aharını
Hızır Bey Çelebi oğulları tasarruf iderlermiş. Tımara emrolundu, deyu kayıd olunmuş der
defter-i köhne. El-Halet-i hazihi tımaran üzere tasarruf olunurmuş.” (Doğru, 1997:94) Bu
kayda göre ise doğrudan devlet tasarrufu olarak vakıf malı tımara dönüştürülmüştür. Yine
tahrir kayıtlarında bulunan bir bilgiye göre:
“ Akça Bey Köyü, İstanbul kadısı Hızır Bey Çelebi’ye eşküncülü mülk olarak tahsis edilmiştir.
13 hanenin 2612 akçelik geliri ile iki cebelü eşdirmesi şart koşulmuştur. Hızır Bey’in
ölümünden sonra burası oğulları Sinan Paşa, Yakup Çelebi ve Ahmet Çelebi’ye miras kalmış
onlar da iki cebeli eşdirmeye devam etmişlerdir. Fatih, adı geçen mülkü tımara çevirmiş II.
Beyazid zamanında da sahiplerine iade edilmemiştir.” (Doğru, 1997:99)
Buradan anlaşılacağı gibi ailenin askeri kimliği ve sorumlulukları devam etmektedir.
Sefersırasında iki cebelü eşdirmesi şartıyla mülkün tahsisi vakıf malları dışındaki
tasarruflarındaki emlaki göstermesi bakımından önemlidir. Bu emlak vakıf emlaki olmadığı
için yeniden sahiplerine döndürülmesi söz konusu değildir. Eşkincü ve Cebeli Osmanlı askeri
sisteminde sipahi örgütlenmesine yakın bir örgütlenmedir. Bu yüzden vakımalı olarak bir
mülkün devlet tarafından tımara dönüştürüldüğü anlaşılmaktadır.
Bütün tımara çevrilmiş olan vakıf mallarının yeniden sahiplerine iade edilmesine rağmen
Hızır Bey Çelebi ailesinin vakıf mülkünün iade edilmemesi Dr. Halime Doğru’nun da
dikkatini çekmiştir. Bu konuda şu yorumu yapar:
“Vakıfların tımara transferi sırasında ilginç bir görüntü ise, Fatih’in çok değer verdiği
İstanbul Kadısı Hızır Bey Çelebi ve oğullarına ait vakıfların da tımara çevrilmiş olmasıdır.
Fatih belki bu sırada Sivrihisar’da sürgünde bulunan Sinan Paşa ile olan anlaşmazlığını bu
uygulamaya aksettirmiştir.” (Doğru, 1997:118) Yazarın yanıldığı bir nokta bulunmaktadır.
Fatih müstesna vakıflar olarak bilinen bazı temel vakıflar dışındaki bütün vakıf emlakini
tımara çevirmiş ve bu konudaki tepkilerin hepsini de göğüslemiştir. İlginç olan nokta, yerine
geçen II. Beyazid’in bu malların iadesi sırasında özellikle Hızır Bey Çelebi’ye ait olan vakıf
mallarının hiç birini iade etmemiş olmasıdır. Burada devlet tarafından el konulan vakıf mülkü
sadece Sadıksağı köyüdür. Bu köyün ll. Beyazıd döneminde neden tekrar vakfa
dönüştürülmediği bilinmemektedir. Hızır Beyen Sivrihisar’daki emlaki ile ilgili bilgimiz bu
kadardır.
Hızır Bey Çelebi’nin oğlu Sinan Paşa’nın Sivrihisar’da bir mahalle kurduğunu ve bu
mahalleye kendi adının verildiğini görüyoruz. Sinan Paşa’nın Sivrihisar’a sürgün edildiği
yıllara denk gelen bu mahallenin kurulması dikkat çekicidir.
Sinan Paşa’nın Sivrihisar’da kurduğu mahalleye Kazzaz Sinan Mahallesi adı verilmiştir.
Kazzaz kelimesi kadıların en büyüğü anlamına Arapça bir kelimedir. Sinan Paşa’nın
Sivrihsar’a sürgün edilmesinden sonra sadece müderris olarak değil aynı zamanda kadı olarak
da görev yaptığını göstermektedir. Kazzaz Arapça’da kadılığın güçlendirilmiş halini ifade
eder. Buradan hareketle Sinan Paşa’ya ilçede verilen değeri gösterebileceği gibi aynı zamanda
ilçenin belediye başkanlığı görevini de üstlendiğini düşündürebilir.
Sonuç olarak Hızır Bey Çelebi ve Sinan Paşa’nın resmi kayıtlara göre Sivrihisar’da çok
büyük bir emlaki kalmamış, olanları ise medrese, cami ve kütüphane haline çevirmişler, bir
tek köy geliri ise devlet tarafından tımara çevrilmiştir. Ailenin Osmanlı bilim hayatı
üzerindeki etkisi hiç kuşkusuz çok büyüktür. Bunun üzerinde ilerde ayrıca duracağız. Ancak
anlaşıldığı kadarıyla Şeyh Celaleddin Emir Arif’le ilgili olarak “zamanının övüncü”
adınınkullanılması ve Ulu Cami’nin ll. Murad’ın isteği ile yenilmiş olması ailenin durunu
ortaya koyması bakımından önemlidir.
4.1.6.Nasreddin Hoca, Şeyh Celaleddin Emir Arif Bey, Hızır Bey Çelebi ve Sinan Paşa

4.1.6.1 Nasreddin Hoca, Şeyh Celaleddin Emir Arif Bey Akrabalığı:

Bu bölümde özellikle altını çizerek belirtmemiz gereken nokta bizim bağımsız bir Nasreddin
Hoca kitabı yazmadığımızın bilinmesidir. Çünkü Cumhuriyet döneminde üzerinde ençok
kitap ve makale yazılmış tarihi şahsiyetlerden biri de Nasreddin Hoca’dır. Hoca hakkında
yazılan kitap, makale, ulusal ve uluslararası bildirilere baktığımız zaman, her birinin
Nasreddin Hoca ile ilgili birbirinden farklı bilgiler verdiği görülür. Bütün bu çalışmaların tek
tek değerlendirilmesi hiç kuşkusuz çalışmamızın konusudeğildir. Üzerinde durduğumuz nokta
Nasreddin Hoca, Seyyid Mahmud Hayrani ve Nasreddin Hoca Şeyh Celaleddin Emir Arif
ailesi arasındaki ilişkiyi bulmak ve ortaya çıkarmaktır. Bu yüzden çalışmamızın sınırları
içinde kalarak sadece bu ilişkiyi ortaya koyacak Nasreddin Hoca ile ilgili artık kesinlik
kazanmış bilgiler üzerinde çalışmamızı sürdüreceğiz.
Nasreddin Hoca ile ilgili olarak Sivrihisar’da bulunan bilgilerden önce Akşehir’de türbesi ve
hayatı ile ilgili bilgilere yer vermenin daha doğru bir başlangıç olacağına inanıyoruz. Çünkü
türbesindeki mezar taşı ve türbesinin bulunduğu bölgedeki mezar taşlarındaki bilgiler
Nasreddin Hoca ile ilgili bazı kesin bilgileri ortaya koymaktadır.
Burada bizim üzerinde durduğumuz ve anlaşılmadığı takdirde bir çok tarihi olayı tam olarak
kavrayamayacağımız bir gerçeği bir kere daha vurgulamalıyız. 16. yüzyıldan sonra
Anadolu’da ortaya çıkan iç karışıklıklar, ayaklanmalar sebebiyle geçmişe, kültürel değerlere
verilen önem gittikçe yok olmuş, Celali ve Suhte ayaklanmaları ile geçmişin özellikle
Selçuklu’ya ait değerlerin tamamı yok olmuş, yağmalanmıştır. Bunlar ancak yavaş yavaş
Cumhuriyet dönemindeki uzun süren barış ve istikrar içinde yeniden bir bir ortaya
çıkarılmaya başlanmıştır. Ne yazık ki büyük bir kısmı ise yok olup gitmiştir. Nasreddin
Hoca’nın Türbesi ona ait kültür varlıklarının tamamına yakın kısmı da yok olmuş, vakıf ve
medresesi ile ilgili olarak çok az bilgi kalmıştır.
Karamanoğulları ile Selçuklular, daha sonra yine Karamanoğulları ile Osmanlılar arasındaki
savaşlar sırasında sık sık el değiştiren Akşehir, Osmanlı Devleti’nin kesin egemenliğine
girdiği tarihten 9 yıl sonra umumi emlak ve evkaf yazımına gidilmiştir. Bu tarihte verilen
bilgilere göre Nasreddin Hoca Türbesi ve Medresesi haraptı. (Konyalı,1945:460)
İbrahim Hakkı Konyalı’nın Kuyud-ı Kadime Defterleri’nden çıkardığı Fatih dönemine ait
kayıtlarda şu bilgilere yer verilmektedir:
“Mevlana Nasreddin rahmetullah’ı aleyh vasi’a ravza-i mübarek haraba müteveccih ve
medresesi için vaz’ olunan yerlere Hacı İbrahim nam kimesne mutasarrıf 33 bahçe Tur Ali
dönüm 10, Bağ Hacı Bibi (nebi) 10. Musa oğlu 10, zemin-i medrese derdest birader Yakup
lenk 3” (Konyalı, 1945 :461)
Bu bilgiden anlaşıldığına göre vakıf tamamen işlevini yitirerek başkalarının tasarrufunda
kalmış durumdadır.
Daha sonra yapılan 1500/1501 tarihli tahrirde Nasreddin Hoca’nın medresesine ve türbesine
ait bir vakfiyeye rastlanmamaktadır. Türbe asıl yapısından çok farklı olarak iki kere daha
tamir görmüş ve son olarak ll. Sultan Abdülhamid dönemi Konya Valisi Faik Bey tarafından
bir kere daha tamir edilmiştir. Bu tamirler sırasında restorasyon bilgisinin olmadığı
gerçeğinden hareket edersek özgün Nasreddin Hoca türbesi ile zamanımızdaki türbe arasında
çok büyük bir fark olduğunu görürüz. Türbede mezar kitabesi olarak bulunan taşta şu bilgiler
bulunmaktadır:
“ Haza et-Türbet el- merhum
el mağruf ila abede
el gafur Nasreddin
Efendi ruhuna fatiha sene 386” (Konyalı, 1945:470)
İbrahim Hakkı Konyalı, kitabenin ve kitabedeki yazının 100 yıllık bir geçmişi olduğunu ve
yazanın ilkel bir mizah anlayışı ile tarihi ters yazarak espri yaptığını zannettiğini söyler. Yani
gerçekte Nasreddin Hoca’nın vefat tarihi 683 tarihidir. İbrahim Hakkı Konyalı yine
Nasreddin Hoca’nın sandukasının üzerinde gördüğü bir tahta parçası üzerinde tenekeden
oyulmuş bir yazıda : “ Hoca Nasreddin-i Veli 683” diğer yüzünde ise Fetih Suresi’nin giriş
ayetinin yazıldığını söylemektedir. Her iki bilgiden de hocanın vefat tarihinin 1284/85
tarihlerine denk geldiği anlaşılmaktadır.
Bu bilgiler ışığında baktığımız zaman Nasreddin Hoca’nın Timur döneminde yaşamış olması
mümkün görünmemektedir. Nasreddin Hoca ile ilgili değerlendirmelerde en yanıltıcı
noktalardan birini Timur-Nasreddin Hoca ihkayeleri oluşturmaktadır. Doğduğu köy olarak
kabul edilen Hortu ve Sivrihisar’da verilen bilgilerle bu bilgilerin tarih olarak birbiri ile
örtüştüğünü söyleyebiliriz.
Nasreddin Hoca ile ilgili bilgilerden bir kısmına da 16. yüzyılda hacıların önemli
duraklarından biri olan Akşehir’le ilgili hacıların gözlemlerinden ulaşıyoruz. Bu bilgilere göre
Nasreddin Hoca bugün tanıdığımız kimliği ile bilinmekte ve hacılar tarafından ziyaret
edilmektedir. Akşehir’in seyahatnamelerin yazıldığı dönemdeki durmunu ve bu ortam içinde
Nasreddin Hoca’nın yerini göstermeye yardımcı olacağı düşüncesiyle Akşehir’i anlatan
kısımlarla birlikte alıyoruz:
Bu bilgilerden ilki Gazzi’nin kitabında Akşehir’i anlattığı kısımdır: “...Sürekli yolculuktan
sonra ayın 19. Çarşamba günü kuşluk vakti Akşehir’e vardık.
Akşehir; güzel, şirin bir şehirdir . Burası Karamaniye ülkesinin sonu ve en iyi bir yerdir .
Osmanoğulları ile hudut olan bu şehrin , karı andırır beyaz, dama taşı gibi muntazam evleri
vardır. Bol sulu ve yeşil bahçelerinde çeşitli, güzel ve pek bol meyve yetişir. Bu meyvelerin bir
kısmı mücavir Türk şehirlerine ve İstanbul’a gönderilmektedir . Hoş, tatlı ve güzel göz yaşı
gibi berrak ve temiz suları süzüle süzüle akıyor ve etrafa hayat saçıyordu . Bu şehrin zengin
çarşıları, büyük mescidleri ve kadim hamamları ve şehrin yakınında büyük bir çimenlik
vardır. Cuma namazını kılmağa mahsus veziri âzam Hüseyin Paşa’nınyaptırdığı büyük
camiden başka misafirlerin inmesine mahsus , bir de imaret vardır ki onu ilimle meşgul
fakihler süslemektedir. Ne bir hisarı ve ne de bir suru yoktur . Bolluk içinde olan bu şehrin
halkı cidden temiz ve âlicenaptır.
Şehirden bir merhale uzak mesafede , içinde ufak mikyasta gemilerin ve kayıkların yüzdüğü
büyük bir gölü vardır . Bu gölde balık da avlanır . Bu avlanan balıkların bir kısmı civar
şehirlere götürülerek satılır ... Dört tarafı bahçelerle çevrilmiş ve çemenle örtülmüş olan bu
şehir, yıldızların ortasındaki aya benzemektedir . Meşhur Nasreddin Hoca’nın mezarı
buradadır... Burada öğleyi geçirdikten sonra yolumuza koyulduk.”(Çaycı, t. y., S. 21: 117)
Burada verilen 16.Yüzyıl Akşehir’i hakkındakı bilgilerle 18.-20. yüzyıldaki Akşehir arasında
huzur, istikrar ve kalkınmışlık bakımından büyük bir fark vardır. Bu büyük yıkımdan
Nasreddin Hoca vakıfları gibi Akşehir’deki bir çok eser etkilenmiştir. Seyyid Mahmud
Hayrani ile ilgili Osmanlı Arşivleri’nden bularak yayınladığımız belgeler bunu açıkça ortaya
koymaktadır.
Hac yolculuğunu anlatan bir başka kitap da Mekki’nin hac yolculuğu gözlemlerini anlatan
eseridir.Anadolu ile ilgili bilgilerin verildiği kısım 124. ve 169. sayfalarda bulunmaktadır.
Yazar Akşehir ve Nasreddin Hoca ile ilgili olarak şu bilgileri vermektedir:
“... Ayın 23. Pazartesi günü ikindi üzeri Akşehir’e vardık . Soğukların şiddetiyle geceyi ve
ertesi günü burada geçirmek zorunda kaldık .Akşehir hoş , temiz, binaları güzel bir yerdir .
Burada Hasan Paşa’nın imaretine indik . Bu Hasan Paşa , Sultan Bâyezid İbni Mehmed
Han’ın kölesi idi. 920/1514 de Sultan Selimi’n Şah İsmail ile yaptığı Çaldıran muharebesinde
şehid düşmüştür. Burada minberi ihtiva eden bir camii var . Bunun hatibi Abdurrahman İbn
Mahmud’dur. Burada bir de medrese vardır ki müderrisi 14 Osmanî alan İsmail Çelebi’dir .
Bu zat Tâcü’l-Halvetînin torunlarındandır.
Bu şehrin kadısı Hacı Ali Efendi idi, ki bununla geçen sene hacca geldiği zaman tanışmıştık...
Bunun bir de âlim oğlu vardır ki Sahib Medresesi’nde30 Osmanî ile müderristir.” “Ertesi
Akşehir nâm kasaba –ki İshaklı ile mâbeyni altı saatlik yoldur - nuzûl olundu . Bunda üç
câmi’-i şerîf ve üç han vardır. Câmi’in biri Hasan Paşa’nındır ki Sultân Bâyezîd Hân asrının
evâhırında 916 tarihinde binâ olunmuştur . Tarihi bu mısradır: ‘ve hiye beyti umrî li’l-
hâmidîn’ yanında tabâkhânesi dahi vardır. Nasreddin Hoca bu câmi’in kurbündeki
mezâristanda medfûndur.”
“Günümüzde bu türbe Nasreddin Hoca Mahallesi’nde bulunmaktadır. Kuzey’den Tekke
Deresi güney-Doğu ve Batıda Yalvaç ve Konya yollar ile çevrili türbe, kendi adı ile anılan bir
mezarlık içinde bulunmaktadır.” (Çaycı, sayı: 21: 117 vd.)
Evliyâ Çelebi, Akşehir’e uğradığında Nasreddin Hoca’nn türbesini ziyaret etmiştir. Bu
meyanda Evliyâ Çelebi’nin tespitleri şu şekildedir: “Şehrin kıble yönünde, dış kısmındaki
bahçeler içinde, büyük din adam ve değerli zat el-mevlâ hayretü’-şeyh hoca Nasreddin’in
kabri var. Fazilet sahibi olup, hazır cevap, kerâmet sahibi, filozof, din ve dünya işlerini
birlikte ve eksiksiz yürüten büyük bir zât idi. Akşehir dışındaki kubbeli türbesinde
defnolunmuştur”. Dört tarafı parmaklıkla çevrilidir.”(Ertürk, 2 (2):231-248)
Nasreddin Hoca ile ilgili olarak Saltukname’de de bazı bilgiler bulunmaktadır. Aşağıya
aldığımız bilgiye bu açıdan baktığımız zaman Nasreddin Hoca ve Sarı Saltuk’un birbirleriyle
karşılaşmaları tarihsel olarak mümkün görünmektedir. Burada yaptığı değerlendirmeler ise
dikkat çekicidir:
“Server girü gözin açdı. Kendüyi Fırat Irmağı üzerinde gördi. Hızır gayb olmış. Server Hızır
Aleyhisselam’a dua ve sena idüp girü azm-i Rum eyledi. Andan Konya Şehri’ne geldi,
uğramayub dahi azm-i şehr-i Akyanos idüp gitdi. Çünkim şehre gelüp yitişdi, bir bağ
kenarında kondı, biraz dinlendi. Nagah bir kişi çıkageldi, Seyyid’e selam virdi. Server
selamın aldı, ilerü gelüp Serverün öninde bir taze salkım üzüm kodı dahi eyitti:
- Kadem rencide idüb bende-haneye buyrun gidelim. Server sordu kim:
-Sultanum, muhibbinüz duacı Hace Nasreddin’dür, eğer ki işiddüğiniz varısa.
Pes Server tebessüm eyledi. Zira bu Nasriddün’ün halk içinde nedametinden latifelerin
söylerlerdi, kitabında malumdır, yazmışlardur. Anlar hatırına hutur etti, dahi güldi. Anda
turup Molla Nasreddin birle görişdi, eyitdi:
-Mevlana, sizlere çokdan iştiyakım varıdı görmege, bi-hamdillah müyesser oldı.” (Demir,
2007: 335)
Bu bilgiyi menakıpnamelerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği ile ilgili bakış açısı ile dikkatle
değerlendirdiğimiz zaman, Nasreddin Hoca fıkraları kitabının olduğunun söylenmesi, hocanın
yaşadığı dönemde fıkralarının yazılarak okunduğunun kabul edilmesi oldukça güçtür.
Anlaşılan bu kısım Saltukname’yi yazan Ebu’l-Hayr Rumi’nin ilavesidir. Ne var ki burada
dikkat çeken nokta Saltukname’de Akşehir’in Bizans dönemindeki Rumca adının
söylenmesidir. Henüz Akşehir adının kullanılmadığı bir dönemde olayın geçmesi de
buluşmanın en azından bir bölümünün gerçek olduğunu, Hocanın o dönemde Akşehir’de
yaşadığını göstermektedir.
İkinci temel nokta, bilim adamlarının da üzerinde durdukları Nasreddin Hoca’nın kadılık
yapıyor olmasıdır. Bu da Sarı Saltuk’un Nasreddin Hoca’ya hitap ederken “Mevlana” hitabı
ile konuşmasıdır. Bilindiği gibi bu tabir bir il veya ilçede kadılara verilen unvandır.
Saltukname’deki Nasreddin Hoca ile ilgili olarak verilen bu bilgilerden çıkaracağımız bir
başka önemli gerçek ise Sarı Saltuk’un düşüncesi olması mümkün olmasa da Nasreddin
Hoca’nın latifelerinin tümünün mecazi bir anlamı olduğu, her birinin İslam dininin bir
gerçeğini yansıttığı, eren ve evliyaların bu yolu bir teknik olarak kullandıkları şeklindeki
yorumdur.
Bu yorumu aynı şekilde bir gelenek olarak Hızır Bey, Sinan Paşa ve öğrenci Molla Lütfi-i
Tokadi’nin de sürdürüyor olması, Halvetilik başta olmak üzere bazı tasavvuf kollarında
latifenin bir eğitim aracı olarak kullanılması son derece olağan bir tarz olarak karışımıza
çıkmaktadır.
Saltukname’deki bir başka bilgi ise Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’la ilişkisini kesin olarak
ortaya koyması bakımından önemlidir:

“Pes Server andan durdı. Hace Nasreddin evine geldi. Kapu kakdı hanum kapı ardından
gelüp:
-Kimsiniz siz didi. Şerif eyitdi:
- Ben Şerif Saltıham. Kanı Hace kandadur? Pes hatun eyitdi:
- Server, Hace Sivrihisar’a ve Karahisar’a gitdi. Server eyitdi.
- Ol yirler kafirlikdü, anda neyler? Hatun eyitdi:
-Sivrihisar’un musarrıfları(?) haber gönderdiler dahi eyitdiler: Gelsün bize akıl koysun. Biz
dahi iller gibi uslanalum.” (Demir, 2007: 360)
Saltukname’de geçen yukardaki konuşmada önemli olan iki nokta bulunmaktadır. Bunlardan
birincisi Sivrihisar ve Karahisar’dan kasıt, ilçenin kaleye yakın kısmıdır ki burada bir Ermeni
mahallesi bulunmaktadır. İkincisi ise Nasreddin Hoca’nın davet üzerine Sivrihisar’a gitmiş
olmasıdır. Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’la ilgili olduğu buradan kesinlikle anlaşılmaktadır.
İlerde ele alacağımız Hızır Bey Çelebi ve Sinan Paşa ile ilgili bilgilerin karşılaştırılması
sırasında her ne kadar elimizde birinci derece kaynaklar bulunmasa da bilim adamlarımızın
üzerinde birleştikleri nokta Hızır Bey’in büyük annesinin Nasreddin Hoca’nın kızı
olduğudur. Yani bütün kaynaklar Hızır Bey Çelebi’nin anne tarafından Nasreddin Hoca’nın
torunu olduğu üzerinde birleşmektedirler. Bu da Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’la yakın
ilişkisinin bulunduğunu göstermektedir. Bu yüzden doğum yeri olarak Sivrihisar’ın Nasreddin
Hocanın doğum yeri olarak kabul edilmesinde hem sözlü tarih açısından hem de genel
kabuller açısından tutarsızlık olmadığı görülmektedir. Nasreddin Hoca ile ilgili olarak yazılan
yüzlerce makale ve bildiride de Sivrihisar konusu gündeme getirilmektedir. Ne varki bütün bu
bilgiler birinci kaynak nitelikli bir belge ile ortaya konulamamaktadır. Aynı dönemlerde
Nasreddin ve Nasreddin Hoca unvanı ile yaşamış bir çok tanınmış kimsenin de olması bilgi
bulanıklığını gidermeye yetmemektedir. Bu yüzden yukarıda gösterdiğimiz elimizdeki iki
kesin bilgi Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar bağlantısına kesinlik kazandırır.
Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’la ilgisini ortaya koyan belgelere baktığımız zaman bu
bilgilerin ilk kaynağının Prof. Dr. Fuat Köprülü olduğunu görüyoruz. Bu bilgiye göre
Sivrihisar Müftüsü merhum Hasan Efendi’nin vakıf kayıtları ve şerriye sicillerine dayalı
olarak 1861 tarihinde yazmaya başladığı ancak yayınlanmamış ve sadece ismini bildiğimiz
Mecmua-i Maarif isimli eserinde babasının adının Abdullah olduğu, Hortu Köyü’nde imamlık
yaptığı, annesinin adının Sıdıka olduğu kaydı bulunmaktadır. Yine günümüze kadar
gelmemiş ve Köprülü’nün nerede ve hasıl gördüğünü bilmediğimiz kaydına göre Sivrihisar
Medreselerinde okuduğu hocasının Seyyid Mahmud Hayrani olduğu, daha sonra ona intisap
ederek Akşehir’e gittiği kaydı bulunmaktadır. Hatta aynı kaynağa dayılı olarak H.
635/M.1237-1238 de köydeki imamlığı Mehmet isimli birine bırakarak Akşehir’e yerleştiği
bilgisi bulunmaktadır. (Köprülü, 1918/Keskin. 2001:267)
Sivrihisar’da bulunan bir başka belge ise daha önce Hızır Bey Çelebi ile ilgili bölümde de
değindiğimiz Ankara Salnamesi’nde yer alan Nasreddin Hoca’nın kızı Fatıma Hanım’ın
mezar taşına burada bir kere daha temas edeceğiz. Bu mezar taşına göre Fatıma Hanım H.
726 M. 1325 tarihinde ölmüştür. Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç’ın mezartaşındaki bilgileri
“Fatıma binti Hoca Nasreddin (nusrat?) Naimen Allahü bi mağfire leh (gaffare leh)”
şeklinde okuduğu ifade edilmektedir. (Keskin 2001:169)

Buradan hareketle genellikle üzerinde birleşilen fakat birinci kaynak özelliği taşıyan
Nasreddin Hoca’nın doğumu ve ilişkileri ile ilgili bilgiler, Seyyid Mahmut Hayrani ve
Nasreddin Hoca arasındaki bağlantıyı kesin olarak ortaya koymaktadır:
“Nasreddin Hoca 1208-9 yılında (605) Sivrihisar’ın Hortu köyünde doğmuştur. Sivrihisar ve
Konya medreselerinde okumuştur. Seyit Mahmut Hayran’dan ders aldığı ve Hayran’ın
Akşehir’e göç etmesi ile H.635 (1237-1238)’de Akşehir’e göçtüğü söylenmektedir.»
(Demiralp, 1996:82)
Sinan Paşa’nın Tazarruname’sini yayınlayan Prof. Dr. Mertol Tulum’un hem Tazarruname ve
sonrasında yayınladığı Maarifname’sinin giriş bölümlerinde verdiği bilgilerde birbiri ile
örtüşmektedir: “Sinan Paşa’nın babası, İstanbul’un ilk İstanbul Kadısı Hızır Bey’dir.
Sivrihisar’da 810 (1407) de doğmuş olan Hızır Bey’in babası ise, o sırada Sivrihisar kadısı
bulunan Celaleddin Efendi’dir. Bu durum, Sinan Paşa’nın el yazısı ile olan bir fetvası
altındaki imzasından da anlaşılmaktadır. Bahsettiğimiz fetva altındaki imza “Yusuf bin Hızır
bin Celaleddin” şeklindedir. Celalüddin Efendi’nin asıl isminin Emir Arif olduğu, torunu
Sultan Hatun (Hacı Kadın’ın Fatih kkb. 437 numaradaki Mealimü’t tenzil adlı tefsirin 3.
cüzündeki vakfiyesinden anlaşılmaktadır. Kaynaklarda Hızır Bey’in cedleri Nasreddin
Hoca’ya bağlanmakta, bu ise annesinin Nasreddin Hoca’nın kızı olduğu rivayetine
dayanmaktadır.” (Tulum, 1971:12)
Tulum. Nasreddin Hoca’nın kızı rivayeti ile kesin yargıya varmaktan kaçınıyor olsa da aynı
bilgiler İsmail Hakkı Uzunçarşılı tarafından da öne sürülmektedir:
“Zamanının mütefekkir alimlerinden olan Sinan Paşa, İstanbul’un ilk kadısı olan Sivrihisar’lı
Nasrettin Hoca ahfadından Hızır bin Celal’in oğludur. Babasının 863 h 1458 miladide
vefatında yirmi yaşında bulunduğuna göre 16 Recep 844 ve 1440 Aralıkta Sivrihisar veya
Bursa’da doğmuştur. İsmi Yusuf mahlası Sinan’dır.” (Uzunçarşılı, 1963:41) Prof. Dr. Mertol
Tulum’un verdiği bilgide Nasreddin Hoca’nın kızının Şeyh Celaleddin Emir Arif’le evli gibi
gösterilmesi tarihi olarak mümkün değildir. Oysa Uzunçarşılı daha dikkatli bir üslup
kullanarak “Nasreddin Hoca soyundan” ifadesine yer vermektedir. Aynı bilgiler Franz
Babinger tarafından da tekrarlanmaktadır:
“Cedleri Nasreddin Hoca’ya kadar çıkan meşhur bir aileden gelir.” (Babinger, 1977, C.5.,
471)
Bu bağlantılar ışığında Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’la ilişkisi, Seyyid Mahmud Hayrani ile
ilişkisi ve bu ilişkinin Akşehir’de devam etmiş olması, Koreşan Ocaklı Oymağı’nın
şecerelerinde ve sözlü geleneğinde ileri sürülen bilgilerin tarihi olarak gerçekliğini de ortaya
koymuştur. Bu da şimdiye kadar bilinmeyen veya üzerinde durulmayan bir bilgi silsilesi
arasındaki bağlantının kurulmasında, sözlü tarihteki bilgilerin hiç de yabana atılmaması
gerektiğini göstermektedir. Sözlü tarih çalışmaları hiç kuşkusuz halkın tarihinin gerçek
yansımalarıdır. Önemsenmeli, titizlikle değerlendirilmeli ve yazılı kaynaklarla
doğrulanmalıdır. Böylece yazılı tarihin açıklayamadığı, boşluk bıraktığı bir çok alan
kendiliğinden aydınlatılmış olacaktır.
Mertol Tulum’un da Tazarruname ve Maarifname’ye yazdığı giriş yazılarında önemli bir
kısmını Prof. Dr. Süheyl Ünver’den aldığını görmekteyiz. Süheyl Ünver’in ve onun atıf
yaptığı kaynakların bir kısımını da görerek Hızır Bey Çelebi, dolayısıyla Nasreddin Hoca,
Celaleddin Emir Arif ve Sinan Paşa hakkında verilen bilgileri derledik. Prof. Dr. Süheyl
Ünver bir tıp tarihçisi olarak sadece kendi alanında değil, kültürümüzün bir çok alanında
önemli bilgileri gün ışığına çıkarmıştır. Hızır Bey Çelebi ile ilgili araştırmalarını nasıl
yaptığını bize şu bilgilerle aktarmaktadır:
“İstanbul Üniversitesi’nin Fatih zamanı tarihini şu dört sene zarfında hazırlarken o devre aid
bütün tarihi kaynaklarımızı ve mümkün olabilen arşiv vesikalarını ve İstanbul’umuzun 10
kütüphanesinde yirmi bine yakın kitabın boş yerlerindeki kayıtları birer birer gözden
geçirdik. Bir kaynaktan bizim Kadıköyü’nün Fatih tarafından İstanbul’a ilk defa kadı tayin
edilen Hızır Bey Çelebi’nin arpalığı olduğunu tespit ettik.” (Ünver, 1944:10)
Ünver devamla:
“Kendisinin ve kendisine atfedilen fıkralarıyla meşhur olan zamanın cidden alimi ve fadılı ve
nüktedanlığı ile tanılan ve Akşehir’de oturan Hoca Nasreddin Efendi’nin kızını Akşehir’e
yakın olan Sivrihisar Kadısı (Emir Arif) Celaleddin Efendi’ye verdiler (1) işte Nasreddin
Efendi’nin güveyisinin 810 (6 Ağustos 1407) senesi Rebiülevveli ilk günlerde bir oğlu oldu.(2)
Adını Hızır koydular. Hızır’ı evvela babası okuttu. Sonra Bursa’ya gönderdi. Orada Molla
Yegan’dan okudu. Molla Yegan bu çok müstait talebesini pek beğendi ve yetişmesine itina
etti. Hızır Beyi o kadar beğendi ki kendisini pek genç yaşlarda iken damat edindi ve Sivrihisar
medresesine tayin olundu.” (Ünver, 1944:11-12) demektedir.
Prof. Dr. Süheyl Ünver’in verdiği bu bilgi, bir çok yazarı da etkilemiştir. Nasreddin Hoca ile
Celaleddin Emir Arif arasında yaklaşık doksan yıllık zaman farkı bulunmaktadır. Dolayısıyla
Nasreddin Hoca’nın kızı ile evlenmesi mümkün değildir. Ünver, Şeyh Celaleddin ile ilgili
bilgiyi Bağdatlı İsmail Paşa’nın Esmaü’l-Müellifin isimli kitabından aldığını belirtmektedir ki
bu konuda Bağdatlı İsmail Paşa’nın da yanıldığı veya detaylı bir tarih araştırması yapmadan
yazdığı anlaşılmaktadır. Süheyl Ünver devamla bize Celaleddin Emir Arif’le ilgili olarak
daha önemli bir bilgiyi aktarmaktadır:
“İbnil Kadı Celal maddesinde (halen kıymetli eser Keşfüzzunun komisyonu adına bay Kilisli
Rif’at’tedir) Celaleddin Efendi’nin künyesi böyle yazılıdır:
“Hızır Bey binel kadı (Celal bin Sadrüddin bin İbrahim min ahfad-ı Nasrüddini’-r
Rumiyyülhanefi) Hızır beyin babası isminin Emir Arif olduğunu Fatih Kütüphanesinde 437 N.
kayıtlı tefsirden Mealemü’t- Tenzil’in üçüncü cüz’ünde kızı Sultan Hatun (Hacı Kadın) un
vakfiyesi üzerinde bulunmuştur. Hızır Bey’in beyliği de babası olan Emir Arif’den mevrus
olarak geliyor. Hakikaten kendisi beydir ve künyelerinde daima Hızır Bey olarak meşhur
olmuştur. Celalüddin ismi ise o devirde kendisine verilmiş Selçuklu elkabındandır. Babası
Sadrüddin”in de böyle bir lakabı olması ihtimali fazladır.” (Ünver, 1944:12)
Ünver, burada Şeyh Celaleddin Emir Arif’in babasını Sadreddin olarak gösterirken,
Mecellet’ün-Nisab’da: “Hızır Bey bin Celal bin Nasreddin el-Karamani” kaydı
bulunmaktadır. (Mecelle’tü’n-Nisab 2000:199)
Bu durumda Şeyh Celaleddin Emir Arif’in babasının Nasreddin el:Karamani olması
gerekmektedir. Burada ortaya çıkan bir yanlışlık veya isim atlamasından söz edilebileceği
gibi okuma yanlışı olabileceğinden de söz edebiliriz. Şeyh Celaleddin’in dedesinin
Mecelletü’n-Nisab da Nasrüddini’-r-Rumiyyü’l-Hanefi ile karıştırılmış olması olasılığı da
bulunmaktadır. Ne var ki Şeyh Celaleddin’in babasının adı Sadreddin, dedesinin adı İbrahim
ve onun da babasının adı Nasreddin olarak kızının vakıf kaydında geçtiğine görekesin bilgi
karışmasından söz etmemiz mümkündür. Bu durumda İbrahim ve Nasreddin ismi ile birlikte
Şeyh Celaleddin’in soyunu kendisi de dahil olmak üzere 90 yıl geriye götürmemiz mümkün
olmaktadır. Hızır Bey Çelebi’nin 1407 yılında doğduğunu biliyoruz. Bundan her kuşak
arasında ortalama 30 yıl olduğunu hesap ederek doksan yıl geriye doğru gittiğimiz zaman
ortalama 1317 yılına kadar inilebilmektedir. Nasreddin Hocanın 1284/5 yılında vefat ettiği
düşünülürse kızı Fatma’nın Celaleddin Emir Arif değil onun dedesi olan İbrahim’le
evlenmesi gerekmektedir.
Kaynakların bir kısmı, bir dönem Akşehir Müzesi Müdürlüğü de yapmış olan Abdülkadir
Erdoğan’ın değerlendirmelerini esas olarak almaktadır. Prof. Dr. Ünver onun bu konuda
yazdığı makalesini esas alarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
(Erdoğan, 1943 57- N.) “İlk kısmı neşredilen tetkikde Hızır Bey’in doğduğu yer şimdiki
Sivrihisar olarak kabul edilmiyor. Akşehir’e yakın eskiden mevcut ufak Sivrihisar
kasabasında doğmuştur, diyor. Bu tetkik kendisinin Selçuk ümerasından olmayıp Timur’la
muasır meşhur Nasreddin Hoca’nın kızı, oğlu olduğunu gösteriyor. Lakin Bağdatlı İsmail
Paşa’nın (Esmaül Müellifin) eserindeki künyesinde (mih ahfadı Nasriddinirrumiyyül hanefi)
olarak yazıldığına göre acaba şeceresi bir taraftan pederinin, yani asıldan Selçuk
ümerasından Nasriddünil Müstevfiye kadar varıyor mu? Eğer bu doğru ise meşhur Nasreddin
Hoca annesinin babası oluyor, yani onun hafididir. Lakin aslen Nasreddinürrumiy’ye kadar
varıyor demektir. Babası Celalüddin’in ismi de Emir Arif olduğuna göre emirlik silsilesi bu
Nasruddini rumiden gelmiş olmalıdır.” (Ünver, 1944:12)
Buradan da anlaşılacağı gibi Ünver, Nasreddin Hoca’nın Timur döneminde yaşadığını
düşünerek Şeyh Celaleddin Emir Arif’le ilişkilendirmektedir. Oysa artık kesin ve tartışmasız
olarak biz Nasreddin Hoca’nın Timur döneminden çok eski bir dönemde yaşadığını
biliyoruz.Elbette 1940’lı yılların bilgileri ile yapılan değerlendirmeler de ortaya çıkan bilgi
bulanıklığını saygıyla karşılamak gerekmektedir.
Abdülkadir Erdoğan’ın Konya Dergisinde 1943 tarihli 57. sayısında çıkan bir yazısında
Nasreddin Hoca’nın dolayısıyla Hızır Bey’in Sivrihisar’lı olmasının kesin belgelere
dayanmadığı yolundaki kanaati bugün bilimsel olarak çürütülmüştür. Vakıf kayıtları ve
Sivrihisar’daki cami, medrese ve zaviyelerin okunan alınlıkları bize Hızır Bey’in kesinlikle
Sivrihisar’lı olduğunu ortaya koymaktadır. (Erdoğan, 1943:22)
Kültür tarihimizdeki önemli isimlerin hayatları hakkındaki bilgi bulanıklığının sebeplerinden
biri de bilim adamlarının doğdukları il veya ilçenin taassubunu taşımış olmalarıdır. Üzülerek
belirtmek gerekir ki Nasreddin Hoca ve Yunus Emre ile ilgili bilgilerin şiddetle
tartışılmasının sebeplerinden biri de budur. Gerek İbrahim Hakkı Konyalı gerekse Abdülkadir
Erdoğan, Nasreddin Hoca’nın gerçekte hangi il veya ilçeden olduğu konusunda zaman zaman
bilgileri zorladıkları gibi, Sivrihisar üzerinde araştırma yapanlar da aynı biçimde bilgileri
zorlayarak hemşehrilik duygularını tatmin etmek için tarihi bilgileri değiştirmekten veya
zorlamaktan çekinmemektedirler.
Erdoğan’ın yazısındaki bazı bilgiler eskimiş olmasına rağmen halen önemini yitirmemiştir:
“Öteden beri tarihçilerin üzerinde birleştikleri bir hakikat vardır ki o da babasının Sivrihisar
kadısı olduğu ve adının ise Celalüddin olduğudur. Anası da meşhur Nasreddin Hoca’nın kızı
olmasına göre..” (Erdoğan 1943:23) ifadesini kullanırken yine Nasreddin Hoca ile ilgili
olarak tarihsel bir hataya da düşmektedir. Ölüm tarihi ile ilgili bilgi olmaksızın bir kere daha
belirtmek gerekir ki Şeyh Celaleddin Emir Arif ile Nasreddin Hoca’nın kayınpeder ve damat
olmaları tarihsel olarak mümkün değildir.
Abdülkadir Erdoğan’ın çalışmalarını tanınmış bir müzeci olarak dikkatle değerlendirmek
gerekmektedir. Hızır Bey’le ilgili verdiği bilgilerin bir kısmı bizim asıl konumuz olan
Koreşan’la ilgili bilgilere açıklık getirmesi bakımından önemlidir:
“Hızır Bey kadızade olması dolayısıyla memleketinde sipahi kıyafetinde yaşamakta ve yüksek
bir bilgin olan babasından tahsil-i kemalat eylemekteydi.” (Erdoğan, 1943: 24) Bu bilgi bir
çok bakımdan önemlidir. Çünkü aile inanç önderliği ile beyliği, yani oymak beyliği ile ocak
önderliğini birlikte yürütmek gibi bir görev yapmaktadırlar. Kitabımızın önceki bölümlerinde
Koreşanların hem oymak beyliği hem de ocak önderliği olduğu üzerinde bilgiler vermiştik.
Bu bilgiler içinde onların bir kolunun açık bilgilerle sipahizade olduklarına dair kayıtlara yer
vermiştik. Yine Sultan Dağları eteklerinde Koreşan Beyleri’nin yaşadığına dair bilgilerle bu
bilgiler de birbiri ile tamamen örtüşmektedir.
Hızır Bey Çelebi ile ilgili olarak verilen bilgilerden bir başkası da Rakım Ziyaoğlu’nun
aktardığı bilgilerdir. Ziyaoğlu genellikle Ünver ve Erdoğan’ın verdiği bilgileri
tekrarlamaktadır:
“Hızır Bey’in soyu Akşehir Kadısı, ünlü halk düşünürü ve büyük Türk nüktecisi, spritüel’I
Nasreddin Hoca’ya kadar dayanır. Hızır Bey’in büyük dedesi ünlü Nasreddin Hoca,
Sivrihisar’ın (Hortu) köyünde doğmuştur. İlk öğrenimini babasından yapmış, Sivrihisar’da da
medreseye devam etmiştir. Babasının ölümünden sonra Nasreddin Hoca imamlığını köyde
bırakmış, gidip geldikçe alıştığı, sevdiği dostlar edindiği Akşehir’e taşınmış ve burada
kadılığa kadar yükselmiştir.” (Ziyaoğlu, 1992:32)
Ziyaoğlu’nun daha dikkatli davranarak Nasreddin Hoca ile ilgili olarak Hızır Bey Çelebi’nin
büyük dedesi ifadesini kullanmaktadır. Bu durumda Şeyh Celaleddin Emir Arif’in dedesi olan
İbrahim kastedilmektedir. Kuşaklar arasında ortalama 30 yıl hesabı ile geriye doğru gittiğimiz
zaman 1287 yılına kadar gidilebilmektedir. Dikkat edilirse böyle bir akrabalığın mümkün
olduğunu söyleyebiliriz.
Ziyaoğlu hangi kaynaktan yararlandığını belirtmemekle birlikte yaptığı değerlendirmede bu
nokta üzerinde durmaktadır. Ziyaoğlu’nun söylediklerini kaynaklarıyla değerlendirilebilirse o
zaman Nasreddin Hoca’nın kızı ile Şeyh Celaleddin Emir Arif’in dedesi İbrahim’in evlenmesi
gerekmektedir:
“ Nasreddin hoca Akşehir’de evlendirilmiş. Eşi Akşehir’e yakın Koza köyündendir. Hoca’nın
birinci kuşağı İbrahim’den sonra gelen Sadrüddin Hızır Bey’in büyük babasıdır.” (Ziyaoğlu,
199:33). Ziyaoğlu’nun verdiği bilgi, Mehmet Önder (1974:66), Ümit Sinan Topçuoğlu
(Topçuoğlu, 1980), ve Orhan Keskin’in (Keskin, 2001:271) tarafından da doğrulanmaktadır.
Bu durumda Nasreddin Hoca ile Hızır Bey Çelebi ailesi arasındaki akrabalık bağının şelası şu
şekildedir:
Bu arada karşılaştığımız temel sorunlardan birisi ne Şeyh Celaleddin Emir Arif, ne Babası
İbrahim Bey Çelebi, ne de Sadrüddin Bey Çelebi hakkında elimizde bir bilginin
bulunmamasıdır. Sadrüddin Bey Çelebi dönemine denk gelen kayıtlarda iki bilgi
bulunmaktadır. Bunlardan ilki Sadreddin Yakup’tur. Sadreddin Yakup, Sivrihisar’ı anlatırken
belirttiğimiz gibi lll. Gıyasettin Keyhüsrev’in Bahriyye Emiri’dir. Nasreddin Hoca ile çağdaş
görünmektedir. Sivrihisar’da yaptırdığı eserden anladığımıza göre bu ilçede yaşamıştır. Bir
diğeri ise aynı dönemin Nakibü’l-Eşraf’ı Seyyid Sadreddin Yunus’dur. Bunlardan Sadreddin
Yunus’un Sivrihisar’la ilişkisini gösteren bir kayıt bulunmamakla birlikte Sadreddin
Yakub’un Sivrihisar’la bağlantısı vardır. Seyyid Sadreddin Yunus’un Sivrihisar’da bulunan
çok sayıda Seyyid ve özellikle Seyyid Mahmud ve Seyyid Nureddin sebebiyle en azında
Sivrihsar’la ilgili olarak bilgi sahibi olduğundan kuşku yoktur.
Eğer Şeyh Celaleddin Emir Arif’in baba tarafından Nasreddine’r-Rumi’ye anne tarafından
Nasreddin Hoca’ya bağlı olduğu düşünülürse, tarihsel ve mantıki bir bağlantının kurulması
mümkün görünmekte, kendilerine hem bey hem de çelebi ünvanlarının verilmesinin
açıklaması bu şekilde de yapılabilmektedir.
Sonuç olarak Nasreddin Hoca’nın Sivrihisar’ın Hortu Köyü’nde doğmuş olması tarihi
bilgilerle örtüşmektedir. Yekta Demiralp’in belirttiğine göre Sivrihisar’da Seyyid Mahmud
Hayrani’den ders almış, daha sonra ikisi birden Akşehir’e göç etmişlerdir. Bu bilgilerle bizim
Sivrihisar’da bulunan Seyyid Mahmud Külliyesi ile ilgili olarak öne sürdüğümüz varsayım
güçlenmektedir. Yine verilen bilgilerin derlenmesi sonucu Nasreddin Hoca kızı Fatma
Hatun’u, Hızır Bey Çelebi’nin büyük dedesi İbrahim’e vermiştir. Böylece Nasreddin Hoca ile
İstanbul’un ilk kadısı olan Hızır Bey Çelebi Nasreddin anne tarafından akrabası olmaktadır.
Aynı zamanda Hızır Bey Çelebi’nin baba tarafından Selçuklu kumandanı Nasreddin er-Rumi
(Nasreddin Müstevfi) soyundan gelmiş olması ihtimali bulunmaktadır. Bir başka kaynak ise
dedesinin Nasreddin el-Karamanı olduğunu belirtmektedir. Sözlü geleneğe tekrar dönesek
Özellikle Erzincan, Tunceli, Adıyaman ve Gaziantep’te yaygın olarak belirtilen Hızır Bey
Çelebi’nin Nasreddin Hoca vasıtasıyla Seyyid Mahmud Hayrani ile akrabalığı ve Koreşan
Ocaklı Oymağı’ndan geldiği düşüncesini kanıtlayacak zincirin bir halkası sadece talip mürşid
ilişkisi olarak kesinlik kazanmaktadır. Sözlü tarih bilgilerinin önemli bir kısmının
kanıtlanabildiğini gördüğümüze göre Seyyid Mahmud Hayrani ve Nasreddin Hoca arasında
kesin bir akrabalık ilişkisi için daha derin bir araştırma yapmak gerekmektedir. En azından
Saltukname’de Nasreddin Hoca’nın eşinin Sarı Saltuk’a öğüt vermesinden yola çıkarak eşinin
bilgi bir kişiliğe sahip bulunduğu ve Seyyid Mahmud Hayrani’nin kızı olup olmadığını göz
önünde bulundurmamız gerikur. Böyle bir bilgi ortaya çıktığı anda sözlü tarih bilgilerinde yer
alan Seyyid Mahmud Hayrani, Nasreddin Hoca akrabalığı ortaya çıkabilecektir. Yine Yekta
Demiralp’in verdiği bilgiye göre Seyyid Mahmud Hayrani ile Nasreddin Hoca birlikte
Akşehir’e gitmişlerse o zaman akrabalığın doğrudan Sivrihisar ve Hortu köyünde aranması
gerekir.
4.1.6.2. Hızır Bey Çelebi
Çalışmamızın konusunu oluşturan önemli bölümlerinden birisi de Hızır Bey Çelebi’dir. Sözlü
tarih bilgileri içinde Hızır Bey Çelebi’nin de Koreşan Ocaklı Oymağı’na mensup olduğu ve
Seyyid Mahmud Hayrani ile akrabalıklarının olduğu iddiası yer almaktadır. Hızır Bey
Çelebi’nin ailesi ile ilgili kesin bilgileri yukarıda belirttik. Nasreddin Hoca ile ilişkisi,
Nasreddin Hoca’nın bir din adamı, kadı ve bilgin olması, Seyyid Mahmud Hayrani’den
eğitim alması gibi bu kesin bilgilere dayanarak Hızır Bey Çelebi’nin kendisinde ve ailesinde
Seyyid Mahmud Hayrani’nin etkisi olduğu açıktır.
Bu tezimizi güçlendirecek bilgilerin önemli bir kısmı Hızır Bey Çelebi’nin eserlerinde
özellikle Kaside-i Nuniye’sinde bulunmaktadır. Bununla birlikte tasavvufi ve dini anlayış
biriğini gösteren bilgiler Sinan Paşa, Molla Lütfi ve onların bağlı bulundukları Ebu’l Vefa’da
aranmalıdır.
Sinan Paşa’nın Şeyh Vefa’ya bağlı olması, Şeyh Vefa’nın tasavvufi görüşlerinin Ahmed er-
Rifai, Hacı Bektaş Veli ve Tacü’l-Arifin Ebu’l-Vefa gibi öncülerinin görüşleri ile yakınlığı
ayrıca elimizdeki bilgileri destekleyen unsurlar arasında yer almaktadır. Hızır Bey’in önce
babasından daha sonra döneminin ünlü bilim adamlarından ders alması, Molla Yegan gibi
Bursa’nın tanınmış bir bilim adamının damadı olması dönemin bilim hayatındaki yerini
ortaya koymaktadır. Ancak onun Fatih Sultan Mehmed tarafından tanınması ile ilgili bilgiler
oldukça ilginçtir:
Bildiğimiz kadarıyla Osmanlı Padişahlarının saraylarında bilim, sanat ve edebiyat sohbetleri
geleneksel bir özellik taşımaktadır. Bu konuda elimizdeki bilgiler Orhan Gazi zamanına kadar
gitmektedir. Orhan Gazi’nin İznik’teki evinde yapılan bir dini toplantıya katılan katolik din
adamı oradaki özgür çartışma ortamını anlatır. (Balivet, İstanbul 1997: 2)
Daha sonra bu geleneğin sürdüğünü düşünebiliriz. Ama ll. Murad’ın bu toplantıları bir
gelenek haline getirdiği ve Anadolu’nun her tarafında bulunan dini ve tasavvufi konulardaki
değerli isimleri Edirne’deki sarayında ağırladığı bir çok kaynakta anlatılmaktadır.
Akşemşettin, Hoca Hacı Bayram Veli bu toplantılara Ankara’dan giderek defalarca katılmış
bilim ve tasavvuf ileri gelenleri olduğunu biliyoruz. Aynı geleneği genişleterek ve
zenginleştirerek Fatih Sultan Mehmed de yürütmüştür. Bu sohbetlerden birinde bir Arap
bilgini Edirne’ye gelmiş ve Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu bir bilimsel tartışma
toplantısında sorduğu sorularla bilim adamlarını çok zor duruma düşürmüştür. Kendi bilim
adamlarının dini konularda yetersiz kalması Fatih’i çok üzmüş, bunun üzerine kendisine Hızır
Bey Çelebi tavsiye edilmiştir. Hızır Bey Çelebi o sırada Sivrihisar medresesinde görevlidir.
Padişahın isteği üzerine Edirne’ye getirtilir:
“Hızır Bey ulemadan ve müderris olmakla beraber sipahi taifesine mahsus kıyafet giymiş ve
huzura böyle girmiştir. (Faik Reşat-Eslaf, 1311 s. 20) Çünkü kendisi büyük bir sülaleden
gelmektedir. Babası da Emir Arif diye meşhur, binaenaleyh oğlu da beydir. Bu beylikleri ile
gerek kendisinin ilm ve fazilette de ilerlemiş bulunmaları kıymetlerini artırmıştır.” (Ünver,
1944:14)
Arap bilginin sorduğu soruların tamamına cevap verdikten sonra kendisi ARap bilgine 18
soru yöneltir ve buna cevap alamaz. Bunun üzerine Arap bilgin padişahın önünde Hızır Bey
Çelebiyi derin bilgisinden dolayı över. Zaten Hızır Bey Çelebi’nin bilim adamları arasındaki
unvanı ‘Bilim Dağarcığıdır.” Fatih Sultan Mehmet’le aile arasındaki ilişiki bu şekilde
başlamıştır.
Hızır Bey’i , Fatih Sultan Mehmet 1453 yılında İstanbul fethedilince davet etmiş ve kadılık
görevini vermiştir. O dönemde kadılık aynı zamanda ilin belediye başkanlığını da içine alan
geniş kapsamlı bir görevdir. Aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet, döneminde Ortadoks
kilisesinin en kutsal yerlerinden birisi kabul edilen Chalkedon’u Hızır Bey’e arpalık olarak
vermiş ve Hızır Bey Çelebi’nin kadılığı sebebiyle Kadıköyü olarak anılmaya başlamış ve
günümüze semtin adı Kadıköy olarak gelmiştir. Bu konuda yine Süheyl Ünver’in verdiği
bilgiye dönersek:
“Bunu Osman Nuri Ergin, Abdülkadir Erdoğan, Zeki Pakalın, Raif Yelkenci gibi tarih
bilginlerimiz de teyid ettiler ve Hammer’in bunu kaydettiğini de ilave ettiler. Nitekim
Abdülkadir Erdoğan da 12. Sayfada bibliyografisini verdiğimiz makalesinde mehaz
göstermeyerek Kadıköyü’nü Fatih, arpalık olarak vermiştir. Demek ki bizim köyün Kadıköy’ü
olması bundan ileri geliyor.” (Ünver, 1944:10)
Hızır Bey’in İstanbul’daki çalışmaları ve bıraktığı eserlerle ilgili olarak bilgilerin büyük bir
kısmı günümüze kadar gelmiştir. İstanbul’daki Hacı Kadın Vakfiyesi’nin Hızır Bey
Çelebi’nin Kızı adına Hızır Bey tarafından yaptırıldığı bilinmektedir. (Hadika, l , s. 85;)
Hacıkadın Mescidi aslında Hızır Bey tarafından yaptırılmıştır. Prof. Dr. Semavi Eyice’nin bir
makalesinde Hızır Bey Çelebi ile ilgili bilgilere yer verilmektedir:
“Bugün Voynuk Şücaeddin Mescidi adını taşıyan mabed ufak ve tek katlı bir binadır, halbuki,
Hadika'da burasının «fevkani» olduğu tasrih edilmiştir . Diğer taraftan , Hızır Bey 'in neden
yabancı bir hayratın haziresine gömüldüğü de tetkike değer ;” (Eyice, 1952: 7) Voynuk
Şücaeddin mescidi ile ilgili daha detaylı bilgi verir:
“Hadika, I, s. 126; eski bir Bizans kilisesi olan ve Fatih 'in Sekbanbaşılarından İbrahim
Ağa'nın adını taşıyan bu mescid, 1838 de Valide Pertevniyal Sultan tarafından ihya ettirilmiş,
fakat sonraları tekrar harap olarak , arsasının satışından gelir temini gayesiy le 1943 de
yıktırılmıştır” (Eyice, 1950: 365)

Prof. Dr. Semavi Eyice’den aldığımız bu bilgileri Fatih döneminin devlet yöneticilerinin
mezar taşları üzerinde bir çalışma yapmış olan Ayanoğlu’nun verdiği aşağıdaki bilgiler de
pekiştirmektedir:
“Hızır Bey, Nasreddin Hoca’nın torunu, Sivrihisar kadısı Molla Celaleddin’in oğludur.
Tahsilini babasından ve damadı olduğu Molla Yegan’dan gördü. Bir Arap alimini Fatih’in
huzurunda mağlup ve mahcup etmesi üzerine Bursa’da sultan müdderrisliği verildi.
Yetiştirdiği bir çok alimler arasında Molla Hayati, Molla Kestelli (Kastalani), Ali Arabi ve
Fatih’in hocası Hocazade gibi kimseler vardır. Türkçe, Arapça, Farsça nazım ve nesre
muktedirdi. Kaside-i Nuniye sahibidir. Camilerin kapılarında manzum yapılış tarihini ilk
önce bu zat söylemiştir. Taşı 51x1.57 ebadında olan mezarı Unkapanı’nda Voynuk Şüca
Camii mezarlığındadır ve camiin civarında bir camii daha vardır.
Hayru halki’llah ustazu’l- verâ
Müfti-i İran zemin müşkil küşad
Hızır Bek ân âb-ı rû-yı memleket
Rûh-ı pâkeş kerd azm-i ân serây
Beher bâşed ez zebâni kudsiyân
Kutfe şod târih-i û (dâr-ı rahmet-i ây)
Alemu’l-ilm Hızır Bek Çelebi
Efdalu’l- asr hayru’l-ümme
Kad kadâ’ n- nuhab fe fi tarihihi
Kultu la zâle aleyhi’r-rahme 863
Çevirisi:
Allah’ın yarattıklarının içinde en hayırlısı
İran toprağında tüm meseleleri çözen müftü
Bu toprakların can damarı Hızır Bey
Bu türbeyi ziyaret edenler temizlensin
Ve her birisi mübarek kişilerden olsun
İlmin kaynağı Hızır Bey Çelebi
Ümmetin en hayırlısı zamanın en üstünü
En seçkini bu tarihte vefat etti
Ben derim ki daima Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun. 863/1458/9
Bu mezar taşının taç kısmında Rumiler bulunup diğer kısımlarında tezyinat yoktur. Yapılış
tarzı ve yapısı bakımından Fatih zamanına ait olmayıp Kanuni döneminde yenilendiği
zannedilmektedir.”
Mezar kitabesindeki yazıda Hızır Bey Çelebi’nin özellikleri belirtilirken altı çizilen noktalar
arasında dikkat çeken bölümler arasında İran toprağındaki tüm müşkilleri çözen müftü, bu
toprakların can damarı ve ilmin kaynağı ifadeleri Hızır Beyin devri açısında önemini
göstermesi bakımından çok önemlidir.
Tarihi kayıtlara geçmeyen Fatih Sultan Mehmed’in hocalarından birinin de Hızır Bey’in
öğrencisi olduğunu yine mezar kitabesinden öğreniyoruz:
“Hoca Hayreddin Efendi, Hızır Beyin talebesi ve Fatih’in hocalarından olan Hayriddin’in
mezarı Unkapanında, banisi bulunduğu üç mihraplı camiin mezarlığındadır.” Mezar taşının
yaklaşık yüz yıl sonra dikildiği sanılmaktadır. Taşta:
Ebu’l feth Sultan Muhammed Han hazretlerinin üztadlarından sahibü’l Hayrat ve’l hasenat
merhum ve mağfur Hoca Hayreddin Hazretlerinin ruhuna el Fatiha sene 880” kaydı
bulunmaktadır.(Ayanoğlu, 1958:196)
Bu bilgiler toplu olarak değerlendirildiği zaman ailenin yeni bir çağın açılmasıyla ne kadar
önemli bir yere sahip olduklarını göstermeleri bakımından dikkat çekicidir. Bu önemli
konumlarına rağmen uzun bir süre unutulmuş olmaları da yine bilim dünyası açısından üzücü
bir durum olarak karışımıza çıkmaktadır. Hızır Bey’in engine bir dini ve tasavvufi bilgisinin
olduğu, Arap bilginin sorduğu sorulara verdiği cevap ve hemen arkasından kendisinin
sorduğu sorulara Arap bilginin cevap verememesinden de anlaşılmaktadır. Aynı zamanda
Hızır Bey, Divan Edebiyatında tarih düşme geleneğinin başlatıcısı ve ünlü Kaside-i Nuniye
yazarı olarak döneminde çok tanınan birisidir.
3.1.4.3. Aile’nin Bilinen Son Bilgini Sinan Paşa
Fatih Sultan Mehmet döneminin önemli sîmalarından olan Sinan Paşa , ilim âleminde bir
yıldız gibi kabul edilmektedir . Asıl adı Sinâeddîn Yusuf’tur . Babası İstanbul’un ilk kadısı
Hızır Bey, dedesi ise Osmanlı âlimlerinden Molla Yegân’dır. Annesi bu âlimin kızıdır (Koç
2009: 229). Ailesinin ilim çevresinden olması hasebiyle kendisi küçük yaş tan itibaren ilim
muhitlerinde bulunmuş ve iyi bir şekilde yetişmiştir . Babası Hızır Bey’in hocası da olan
dedesi Molla Yegân, babasının iyi yetişmesi için özel çaba göstermiştir (Tulum 2001: 1).
Türk kültür hayatında çok önemli bir Sinan Paşa 12-13 yaşlarında babası ile birlikte
İstanbul’a gelmiş ve dedesi Molla Yegân’ın ilim meclislerine katılan o devrin büyük
ulemâsından Molla Güranî , Molla Hüsrev , Kestelî ve Hocazâde Muslihiddîn ile tanışma
imkânı bulmuştur . Fatih’in Orta Asya’dan İstanbul ’a davet ettiği Ali Kuşçu’nun da talebesi
olmuştur. Babasının 1459’ta ölümü üzerine Fatih tarafından Edirne’ye bir medreseye
müderris olarak tayin edilmiş , Fatih’in kendisine çok önem vermesinin ardından “hace-i
sultânî” lakabıyla Fatih’in hocası olmuş ve Sahn-ı Seman müderrisliğine getirilmiştir . Devlet
işlerinde de ondan yararlanmak isteyen Fatih onu 1470 senesinde vezirliğe getirmiştir . Paşa
unvanını da bu tarihten sonra elde etmiştir . 1477 yılında Gedik Ahmed Paşa’nın azledilmesi
üzerine vezîr-i azamlığa getirilmiş , aynı yıl ise bu vazifeden el çektirilmiştir . II. Bayezid
1481’de tahta geçince yeniden vezirliğe yükseltilmiş ve 1486 yılında İstanbul’da vefat
etmiştir (Koç 2009: 1-2). (Gümüşkılıç, 2015: 449-456)
yere sahip olduğu halde ailenin unutulmuş bilginlerinden birisi de Sinan Paşa’dır. Hiç
kuşkusuz Sinan Paşa dini konularda olduğu gibi yönetim bilimi ve felsefe alanında da
tarihimizin en büyük isimlerinden birisidir. Onun Arapça ve Farsça eserleri dışında yazdığı
Türkçe eserlerinden Tazarruname ve Maarifname dikkatle incelendiği zaman döneminin doğu
ve batı düşüncesinin önde gelen isimlerini okuduğunu, yorumladığını ve kendisine ait özgün
düşünceleri geliştirdiğini göstermektedir. Sinan Paşa’nın bir başka dikkatle incelenmesi
gereken özelliklerinden birisi de dönemindeki pozitif bilimlere hakimiyetidir. Bunu
Tazarruname’de valık yokluk sorunları, yaratılış ve dünya konularında kullandığı bilgi ve
belgelerde görmekteyiz. Yazar Tazarrunamede matematik, biyoloji, astronomi gibi bilimlerin
verilerini kullanarak yaratıcının eşsiz özelliklerini övmekte ve ona yakarmaktadır. Yine
Maarifname isimle çalışmasında günümüzde kişisel gelişim adını verdiğimiz insanın gittikçe
artan bir tempoda kendisini geliştirmesi ve olğgunlaştırması ile ilgili çok önemli bilgiler verir.
Bu bilgileri günümüzde bile tam olarak benimseyerek uygulamak başarı için önemlidir. Aynı
zamanda yine Maarifname isimli eserinde devlet adamının özellikleri, devlet adamının
çevresinde bulunan yöneticiler ve hizmetlilerin yetki ve sorumlulukları konusunda getirdiği
öneriler son derece dikkat çekicidir.
13-14 yaşlarında bilimde çok ileri bir noktaya geldiği anlaşılan Sinan Paşa Latifi ve
Kınalızade tezkirelerinde belirtildiğine göre: “henüz baliğ olmadın beliğ olup ve minber-i
Va’za çıkıp, halka emr-i maruf ve nehy-i münker ider idi.” Cümleleriyle anlatılmaktadır. 14
yaşındaki bir ilk ergenin vaiz olarak kürsüye çıkması onun bu konudaki yeterliliğini
göstermektedir. Sinan Paşa Maarifname adlı eserinde kendisini anlatırken:
“Evan-ı Şebabda bir tatil günü yarenler ile sohbete vardum. Her ne kadar ibram ittiler-ise
uymadum. Ahşam geldiler eyittüm: İşte lezzet geçmekte, sizin ile beraber olduk. Sizde taam
sıkleti var, bizde ol da yok”(Ertaylan, 1961:48)
Önce Edirne’de sonra İstanbul’da medrese hocalığına başladı. Daha sonra Hace-i Sultani
lakabı ile padişah hocalığı yaptı. Daha sonra da Sadrazam olarak görev aldı. Bu görevinden
de bir yıl içinde azledildi. İslam Ansiklopedisi’nde Hızır Bey Maddesini yazan Franz
Babinger Sinan Paşa ve kardeşleri için şu yorumu yapmaktadır:
“Bursa Müftüsü Ahmed Paşa,Sinan Paşa ve Bursa Kadısı Yakup Paşalar Hızır Bey’in
oğullarıdır, üçü de zekaları ilim ve irfanları ile dikkate şayandır.” (Babinger, 1977, C.5.471)
Böyle bir babanın oğlu olan Sinan Paşa’nın doğumu hakkında çeşitli tarihler ortaya atılmıştır.
Bu tarihler 1437-1441 yılları arasındadır . Ağır basan görüş , Sinan Paşa’nın 1441 yılında
doğduğudur. Bütün bu bilgilerin bir araya getirilmesinden sonra üzerinde durmamız gereken
temel noktalar şunlardır:
Bilim adamları arasında bazı noktalarda görüş birliği bulunmakta ama bazı noktalarda görüş
birliği bulunmamaktadır. Bu durum daha çok Nasreddin Hoca’nın doğduğu ve vefat ettiği yer
hakkındadır. İki farklı kentimizin Nasreddin Hoca’ya sahip çıkma düşüncesi de bu görüş
ayrılığında egemen olmaktadır. Bu yüzden bazı tarihi bilgilerin zorlanmaya çalışıldığı
anlaşılmaktadır. Bizim bu çalışmamızda bu zorlamalardan uzak olarak sadece durum tespiti
ve görüş birlikteliğinin oluştuğu noktaların bulunması gerekmektedir.
Sinan Paşa’nın bu duruma karşı çıkmış olması da ailenin vakıflarının iade edilmemesinin
sebebi olarak kabul edilebilir. Vakıf arazilerinin tımara çevrilmesine en çok hangi kesimlerin
itiraz ettiğine baktığımız zaman bunun özellikle Hızır Bey Çelebi aile çevresi olduğu
kolaylıkla anlaşılacaktır. İnalcık bu konuda şu önemli tespiti yapmaktadır:
“Fatih’in emlak ve evkafı neshetmesi bilhassa ulema sınıfını şeyhleri ve eski Türk Müslüman
bey ailelerini rencide etmiş,..”(İnalcık, 532)
Sinan Paşa ile ilgili olarak Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu şu bilgileri vermektedir:
“Sinan Paşa. Hoca Sinan el din Yusuf B. Hızr B. Kazi Celal Al din (1440-1486) Türk
Edebiyatının tanınmış nasirlerinden biri olup, İstanbul’un ilk kadısı alim, şair Hızır Bey’in
oğludur. Sivrihisarlı olan Hızır Bey’in cedleri Nasreddin Hoca’ya kadar çıkartıldığı gibi
(Aşık Paşazade, Tarih. S. 203- Beliğ, Güldeste-i Riyaz-ı İrfan, s. 278. Bursalı Mehmed Tahir,
Osmanlı müellifleri, C.I 162, C.II. 290, Sefine-i Nefise-i Mevleviyan II. 119) da Mevlana
soyundan gelmiş gösterilir.”(Mazıoğlu, 666)
Hemen hemen bütün kaynaklarda Hızır Bey Çelebi ve Sinan Paşa’dan söz ederken üzerinde
birleşilen noktalardan birisi de ailenin Nasreddin Hoca soyundan geldiği yolundaki bilgilerin
tekrarlanmasıdır. Hızır Bey ailesi ile ilgili bilgileri Franz Babinger de tekrarlamaktadır:
“Hızır Bey için İstanbul’un fethinden sonra ilk İstanbul Kadısı (1407-1459)
Sivrihisar Kadısı Celaleddin’in oğludur. Üç oğlu vardır. Bunlar: Sinan Paşa (1440/1486)
Yakup Paşa, Ahmet Paşa”(Babinger, 471)
Sivrihisar’ın genellikle olayların dışında ve siyasi çalkantılardan çok fazla etkilenmeden
yaşayan, bilim, sanat ve kültür açısından da gelişmiş ve insan kaynaklarını daha çok nitelikli
bir eğitimle geliştirmiş bir yerleşim birimi olduğu anlaşılmaktadır. Gerek zaviyeler ve
hamam, çeşme, mescid, cami ve medreselerinin sayısal durumu da bir üniversiteler kenti
olduğunu göstermektedir. Anadolu’da gerileme dönemlerinde ilk öğrenci ayaklanmalarının
olduğu yerler arasında bulunması da bu eğitim ve kültür ağırlıklı yapısını göstermektedir.
(Akdağ, 1995: 189/190)
“Sinan Paşa, daha önce açıklandığı gibi, İstanbul’un ilk kadısı Hızır Çelebi’nin oğludur.
1440 doğumlu olan Sinan Paşa 1476’da Gedik Ahmet Paşa’nın azl ve haps olunması üzerine
bir sene sadrazamlık yapmıştır. Bilinmeyen bir sebepten dolayı padişahın gazabına
uğrayarak haps olmuştur. Fatih’in çok saydığı hocasının oğlunu hangi sebepten azl ve haps
ettirdiği anlaşılamamıştır. Dini ve felsefi konularda asla tutucu olmayan Sinan Paşa’nın
sadrazamlıktan azlinde tutucu din adamlarının sultanı etkilemiş olması kuvvetli ihtimaldir.”
(Doğru, 1997:24)
Yukardaki bilgilerin değerlendirilmesi sonucunda mahallenin Sinan Paşa tarafından
Sivrihisar’a sürgün edildiği sırada kurulduğu anlaşılmaktadır. Çünkü kesin olmamakla birlikte
küçüklüğü Sivrihisar’da geçen Sinan Paşa, öğrenim için daha sonra Bursa’ya oradan Edirne
ve İstanbul’a gitmiş, gençlik yıllarında Sivrihisar’da bir süre kalmıştır. İkinci değerlendirme
ise henüz tam olarak açıklanamamış olan Sinan Paşa’nın Fatih’le arasındaki ihtilaftır. Bu
ihtilaf konusunda İsmail Hakkı Uzunçarşılı, dönemin billim adamları arasındaki anlayış
farklılığından doğan bir kıskançlığa bağlamaktadır. (Uzunçarşılı, 1963:105)

Biz ileride bu konuda kendi değerlendirmemizi yapacağız ancak Doğru, burada tıpkı diğer
araştırmacıların düştüğü bir çelişkiye düşerek:
“ Sinan Paşa haps olunca İstanbul uleması ayaklanmış, topluca padişaha başvurarak Sinan
Paşa hapisten çıkarılmazsa bütün kitaplarını yakarak Osmanlı ülkesini terk edeceklerini
bildirmişlerdir. Paşa hapisten çıkarılmış, fakat Sivrihisar kadılığı ve müderrisliği görevi ile
derhal başkentten uzaklaştırılmıştır. Burada öğrencisi Molla Lütfi ile birlikte görev
yapmıştır.” (Doğru, 1997:24)
Burada verilen iki bilgi birbiri ile çelişmektedir. Çünkü ulemadan bir grup Sinan Paşa’nın
azledilmesine sebep olacak kadar güçlü gösterilmektedir. Daha sonra İstanbul ulemasının
tamamı denilerek bütün ulema ağız birliği ederek Sinan Paşa’nın haps edilmesi sebebiyle
İstanbul’u terk edecek kadar fedakar gösterilmektedir.
Bilim adamları arasında derin görüş ayrılıklarının başlangıcının Bursa’nın fethiyle birlikte
özellikle başta Şam, Kahire ve Bağdat olmak üzere Arap ülkelerinden gelen bilim adamları ile
olduğunu biliyoruz. Tarihi bilgilere göz attığımız zaman başlangıçta büyük bir hoş görü ile
her türlü inancın serbestçe tartışıldığı bir ortamdan gittikçe hoşgörülerin yok olduğu ve
sonucu iftira ve bilim adamı idamlarına kadar giden bir sürecin başladığını göstermektedir.
Bu görüş ayrılıkları ll. Murat döneminde daha da keskinleşmiş olarak karşımıza çıkmakta:
“Bu arada Şehzade Mehmed babasının naibliğini yaparken ciddi bir problemle uğraşmak
zorunda kaldı. Mesel İran’dan gelen ve sapkın vaazlarıyla Edirne’de büyük taraftar bulan bir
Bektaşi Dervişiydi. Mehmet dervişin düşüncelerini ilginç buldu,onu ve müritlerini dini
otoritelere karşı korudu. Bu durum müftü Fahreddin’I kızdırdı ve Mehmed yobaz bir
kalabalık tarafından kazıkta yakılan dervişi yalnız bırakmak zorunda kaldı.” (Freely,
2011:33)
ll. Beyazid döneminde ise açıkça iftira ile aynı görüşü paylaşmayan bilim adamlarının yok
edilmesine kadar gitmektedir. Bunun en önemli örneği Molla Lütfi’nin idam edilmesidir.
Sinan Paşa’nın bilim adamları arasındaki bu görüş ayrılıklarının yarattığı bir kıskançlığa
dayanabileceği gibi başka sebeplere de dayanmaktadır.
İleride açıklayacağımız gibi Sinan Paşa’nın cezalandırılmasının birden fazla sebebi olmalıdır.
Bunlardan ilki, Sinan Paşa’nın azlinin arkasından öğrencisi Molla Lütfi’nin ll. Beyazid
Döneminde bir kısım ulemanın iftirası ile haksız yere idam edildiği anlaşılmaktadır. Burada
asıl sert bir direnişi beklenenlerin Anadolu sipahileri olması gerekmektedir. Çünkü Sinan
Paşa tıpkı babası gibi bir sipahi ailesinden gelmekte, beylik unvanını, hocalığı birlikte
üzerinde taşımaktadır. Şu kadarı kesindir ki Sinan Paşa İstanbul’un fethinden sonra başkentte
oluşan yeni yapılanmadan riyakar, dirayetsiz, bilgisiz ve iki yüzlü insanların devlet
yönetiminde yükselmelerinden şikayetçidir. Bu yüzden eleştiri ve şüpheci tutumları ile babası
ile bile çatışmaktadır. Özellikle saray çevresinde bu gibi insanların düşmanlıklarını kazanmış
olması çok muhtemeldir.
Doğru’nun kitabında belirttiği gibi Hızır Bey değil, Sinan Paşa padişahın hocasıdır. Padişah
hocalığı ise Veziriazamlıktan sonra çok saygın bir mevkidir. Dolayısıyla bütün bu mevkileri
feda etmeye kadar varan bir davranışın sebeplerinin ne olduğunu bilmek gerekmektedir.
Sivrihisar’dan affedilerek İstanbul’a II. Beyazid döneminde dönmüş ve medrese hocalığına
devam etmiştir.
Ancak Fatih’le çatışmasının asıl sebebi olan şeylerden birinin Maarifname’de söylediği gibi
padişahın çevresini ehliyetsiz, ikiyüzlü kimselerin almasına gösterdiği sert tavır olabileceği
gibi döneminde şiddetle eleştirilen vakıf mallarının tımara devredilmesine karşı çıkması da
olabilir. Bir kısım devlet ricalinin bunu teşvik etmesi, Fatih’in merkezi otoriteyi güçlendirmek
amacıyla yapmak istediği bu uygulamaya sadece Sinan Paşa’nın karşı çıkmış olması kuvvetle
muhtemeldir. Çünkü II. Beyazıd döneminde Fatih’in bu haksız uygulamasından vazgeçilerek
vakıf mallarının yeniden vakıf mütevellilerine devredilmesi sırasında Sivrihisar’da bulunan
Hızır Bey ve Sinan Paşa’ya ait vakıf mallarının devredilmediği görülmektedir. Bu
uygulamanın sadece Seyyid Mahmud, Sinan Paşa ve Hızır Bey Çelebi’ye ait vakıf mallarına
uygulanması oldukça dikkat çekicidir.
Ne var ki Sinan Paşa’nın başına gelen azil hadisesinin daha da acısı öğrencisi ve devrinin
sosyal ve pozitif bilimler alanında en büyük alimlerinden biri olan Fatih Sultan Mehmet’in
kütüphanesini düzenleyecek kadar ona yakın olan öğrencisi Molla Lütfi’nin başına gelmiştir.
Devrindeki inanmadıkları halde inanmış gibi görünerek mevki ve makam sahibi olan riyakar
din adamlarının ve devlet yöneticilerinin artması üzerine eleştirilerini sertleştiren Molla Lütfi,
hocası Sinan Paşa gibi kısa zamanda öfkeleri üzerine çekmiş ve bir iftira ile idam edilmiştir.
Bu konuda Katip Çelebi’nin verdiği şu bilgi ibret verici ve olayı aydınlatıcı özellik
taşımaktadır:
“‘Bir gün demiş ki Ali bin Ebu Talip-Allah ondan Razı olsun- bir okla yaralandı ve bu okun
temreni vücudunda kaldı. Namaz budur. Bizim namazımıza gelince bu eğilip kalkmaktan
ibaret, bir yararı yok’”. Bunu söylerken ağlıyordu. Kendisini bununla suçladılar. Güya demiş
ki ‘namaz yatıp kalkmadır, yararı yoktur’. Çölmekçioğlu Kemal, böyle dediğine tanıklık
etmiş, Molla Arap ile Hatipoğlu da öldürülmesine fetva vermiştir.’”(Gökyay, 322, 323)
Burada eksik bir aktarma olduğuna dikkat çekmemiz gerekmektedir. O da Hz. Ali’nin
ayağına saplanan okun temreninin çıkarılması sırasında acıyı duymamak için Hz. Ali namaza
durmuş ve o namaz sırasında temren oradan çıkarılmıştır. Molla Lütfi, aslında gerçekten
inanan insanlara örnek vermek istenmiş ama bu kasten değiştirilerek saygın bir bilim
adamının idamına sebeb olmuştur. Molla Lütfi’nin dönemin en büyük matematik
alimlerinden biri olan ve Fatih’in İstanbul’a getirtmek için büyük çaba harcadığı Ali
Kuşçu’dan Sinan Paşa’nın isteği üzerine ders almış ve aldığı derslerdeki bilgileri Sinan Paşa
ile paylaşmış olan büyük bir bilgindir.
Sinan Paşa’nın durumunun da gerçekler karşısında susmaması ve cesaretle doğruları
söylemekten kaynaklanmış olması mümkündür.

Sonuç ve Değerlendirme
İndeks

Kaynaklar

, (2000) 294 Numaralı Hınıs Livası Mufassal Tahrir Defteri, (963/1556),


Ankara, Başbakanlık Devlet Arşivleri Yayınları.

(1993) 438 sayılı Hazine-i Evrak Defterleri, Ankara, Başbakanlık Devlet Arşivleri Yayınları.

(1994) 387 Numaralı Vilayet-i Karaman ve Rum Defteri, Ankara, Başbakanlık Devlet Arşivleri Yayınları

(1995) 6 Numaralı Mühimme Defteri 8972, Ankara Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü Yayınları, (1564-1565)

(2000) 373 numaralı Ayntab Livası Mufassal Tahrir defteri, Ankara, Başbakanlık Devlet
Arşivleri Yayınları.

(2007) Konya Vilayet Salnamesi, çev. Mehmet Eminoğlu, c. 1-14, Konya Konya Büyükşehir
Belediyesi.

(2007) Konya Vilayet Salnamesi, çev. Mehmet Eminoğlu, Konya c. 1-14, Konya Büyükşehir
Belediyesi.

(2010), Bingöl, Muş/Varto Yöresinde Ocaklar, Oymaklar ve Boylarla İlgili Araştırma


Sonuçları, Gazi Üniversitesi, Ankara, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi
Yayınları.

Adıvar, Adnan, (1970) Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul, Remzi Kitapevi. 53

Akdağ, Mustafa, (1995) Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, Celali İsyanları, İstanbul
Cem Tarih.

Aksarayi, Kerimüddin Mahmud, (2000), Müsameretü’l-Ahbar, Çev- Mürsel Öztürk, Ankara,


Türk Tarih Kurumu Yayınları.

And, Metin, (1958), Gönlü Yüce Türk 50 adet numaralı özel baskı, 12.
Ayanoğlu, İsmail, F., (1958) Fatih Devri Ricali Mezar Taşları ve Kitabeleri, Vakıflar Dergisi
IV. Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları.

Ayanoğlu, İsmail, F., (1958), Fatih Devri Ricali Mezar Taşları ve Kitabeleri, Ankara, Vakıflar
Dergisi IV. Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları.

Azimi Tarihi, (2006) (Selçuklular Dönemi ile İlgili Bölümler) Çev: Prof. Dr. Ali Sevim,
Ankara, TTK Yayınları.

Babinger, Franz, İslam Ansiklopedisi, cilt: 5, İstanbul, MEB Yayınları.

Babinger, Franz, İslam Ansiklopedisi, cilt: 5, say. 471, İstanbul, MEB Yayınları.

Bakır, Abdullah, Y. (2008) Tevarih-i Al-i Selçuk Oğuznamesi, Marmara Üniversitesi


Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, Türk Tarihi Anabilim Dalı Yayınlanmamış
Doktora tezi,

Balivet, Michel, (1997) Osmanlı Beyliği 1300-1389, Açık Kültür ve 14. yüzyıl Osmanlı
Türklerinde Dinler arası ilişkiler, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Barkan, Ömer Lütfi, (1942) “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan v e Kolonizasyon Metodu
Olarak Vakıflar ve Temlikler İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler” ,
Vakıflar Dergisi, C.2. Ankara, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları.

Barkan, Ömer Lütfi, (1942) “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu
Olarak Vakıflar ve Temlikler İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler” ,
Ankara, Vakıflar Dergisi, C.2, , s. 279-365.

Baykara, Tuncer, (1990) Aydınoğlu Gazi Umur Bey, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.

Çaycı, Ahmet, Osmanlı Seyyahlarının İzlenimleriyle Konya ve Çevresi, SÜİFD /sayı: 21,
117

Çaycı, Ahmet, Osmanlı Seyyahlarının İzlenimleriyle Konya ve Çevresi, SÜİFD /sayı: 21,
117.

Cebecioğlu, Ethem, (2003) “Mahmûd-ı Hayrânî”, Ankara, TDVİA, C. 27,.

Cebecioğlu, Ethem, (2003) “Mahmûd-ı Hayrânî”, Ankara, TDVİA, C. 27, , s. 367-368.

Çetin, Cemal, (2004) XVll. ve XVlll. Yüzyıllarda Osmanlı Devletinde Menziller


Fonksiyonları, Akşehir Menzilleri Örneği, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü
Araştırmaları Dergisi, Sayı: 16.

Cüveyni, (2011) Tarih-i Cihangüşa, Çev.: Mürsel Öztürk, Ankara, TTK Yayınları, : 153

Demiralp, Yekta, (1996) Akşehir ve Köylerinde Türk Anıtları, Ankara, Kültür Bakanlığı
Yayınları.
Dermerdem Şinasi, (1995) İraniye Türkmeniye, Tahran.

Dr. Halime Doğru, (1997) XV-XVI. Yüzyıllarda Sivrihisar Nahiyesi, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Yayınları.

Duran, Hamiye, Yard. Doç. Dr.- Gümüşoğlu, Dursun, (2010) Hacı Bektaş Veli
Velayetnamesi, Ankara, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma
Merkezi Yayınları.

Durukan, Aynur, (2014) Beylikler Dönemi Kültür Ortamından Bir Kesit, Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 9/10 Fall.

Durukan, Aynur, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and
History of Turkish or Turkic Volume 9/10 Fall Beylikler Dönemi Kültür Ortamından Bir
Kesit

Ebu Bekr-i Tihrani, (2014) Kitab-ı Diyarbekriyye, Çev: Prof. Dr. Mürsel Öztürk, TTK
Yayınları, Ankara.

Ebu’l-Hayr Rumi, (2007) Saltuk-name, I., II., III., Yayına Haz.: Prof. Dr. Necati Demir, Yard.
Doç. Dr. Mehmet Dursun Erdem, Ankara, Destan Yayınları.

Eflaki Ahmed Dede, (1986) , Ariflerin Menkıbeleri l, Çev.: Tahsin Yazıcı, İstanbul, MEB
Yayınları.

Erdoğan, Abdülkadir, (1943) Onbeşinci Asır Ortalarında İstanbul’da Bir Türk Bilgini Hızır
Bey Hayatı eserleri, Konya, Konya Dergisi 57- N

Erdoğan, Emine, (2005) Ankara Yörükleri, (1463, 1523/30 ve 1571 Tahrirlerine Göre),
Osmanlı Üarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi OTAM, sayı: 18.

Erdoğru, Akif, M., Prof. Dr., (1990) Akşehir Sancağındaki Dirliklerin lll. Murad Devrindeki
Durumu ve 1583/991 Tarihli Akşehir Sancağı İcmal Defteri, Osmanlı Tarihi Araştırma
Uygulama Dergisi OTAM.

Ertaylan, İsmail Hikmet, (1958) Maarifname, İstanbul Üniversitesi Yayınları.

Ertürk, Volkan, (2011) Osmanlı Devri Akşehir Vakıflarına Genel Bir Bakış, Çankırı
Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2(2).

Eyice, S., (1950) Demirciler ve Fatih Darüş-Şifası İmaretleri, İstanbul, 'Tarih Dergisi', I, s.
365 ve not 27, 29.
Eyice, Semavi, (1952) İstanbul’da Bazı Cami ve Mescid Minareleri, N. Köseoğlu, İstanbul'un
ilk Kadısı Hızır Bey ve oğlu Müfti Ahmed Paşa , Türkiye Turing ve Otomobil Kurum
Belleteni', İstanbul, sayı 120.

Faruki, Süreyya, (2000) Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi C. ll. , 1600-1914, Editör: Halil
İnalcık- Donald Quataert, İstanbul, Eren Yayınları.

Faruki, Süreyya, (1993) Osmanlı’da Kent ve Kentliler, İstanbul:Tarih Yurt Vakfı Yayınları.

Feet, Kate, (2012), Türkiye Tarihi 1071-1453, Bizans’tan Türkiye’ye, Editör: Kate Fleet,
Çev: Ali Özdamar, İstanbul, Kitap Yayınevi.

Fırat, Şerif, (2007) Doğu İlleri ve Varto Tarihi, İstanbul, lQ Kültür Sanat Yayıncılık.

Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi, (1997) Kitâbü’t-Târîh-i Künhü’l-Ahbâr, haz. Ahmet Uğur ve
diğerleri, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları.

Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi, (1997) Kitâbü’t-Târîh-i Künhü’l-Ahbâr, haz. Ahmet Uğur ve
diğerleri, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları.

Genç, Mehmet , (2003) Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, İstanbul, Ötüken Neşriyat Yayınları.

Gökyay, Orhan Şaik, Katip Çelebi, Ankara, Türkiye İş Bankası Yayınları, sayfa: 322, 323

Gül, Abdülkadir, (2013) Erzincan Kazasının Yerleşme Özellikleri (XIV-XX Yüzyıllar Arası),
Erzincan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi EÜSBED, , Vl., 1. Say: 59:68


Gümüşkılıç, Mehmet, (2015) Sı̇ nan Paşa’nın Tazarru’nâme’sı̇ nı̇ n Vatı̇ kan Nüshası ,
Turkish Studies, International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic Volume 10/12 Summer.


Gümüşkılıç, Mehmet, (2015) Sı̇ nan Paşa’nın Tazarru’nâme’sı̇ nı̇ n Vatı̇ kan Nüshası,
Turkish Studies, International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic Volume 10/12 Summer, p. 449-456)

Hamilton, William J., (1842) Researches in Asia Minor, Pontus, and Armenia: With, Some
Account of Their Antiquities and Geology, In Two Volumes VOL. I, London, John Murray,
Albemarle Street, 476/78 Property of The University of Michigan Libraries DS 48.3,H22,V.1.

Hasan-ı Rumlu, (2006) Ahsenü’t-Tevarih, çev: Mürsel Öztürk, Ankara, TTK Yayınıları.
(Sivrihisarın el değiştirmesi 93, 225, 298)

Hoca Saadeddin Efendi, (1974) Tacü’t Tevarih Yay: İsmet Parmaksızoğlu, C. l, İstanbul
Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yayınları. 332.
İbn Bibi (2014) El-Evamirü’l- Alaiyye Fi’l- Umuri’l- Alaiyye, Selçukname, Çev: Mürsel
Öztürk, Ankara, Türk Trih Kurumu Yayınları.

İbn-i Kesir, (1994) el-Bidaye ve’n-Nihaye, Çev: Mehmet Keskin, Büyük İslam Tarihi,
İstanbul, Çağrı Yayınları, C. ll.,:325-327)

İbnü’l-Esir, (1987) El Kamil, Çev. Ahmet Ağırakça-Abdülkerim Özaydın, İstanbul, Bahar


Yayınları, c.12,: 458)

İdris-i Bitlisi, (2013) Heşt Behişt, Çev.: Muhammed İbrahim Yıldırım, Ankara, TTK
Yayınları.

İdris-i Bitlisi, (2013) Heşt Behişt, Fatih Sultan Mehmet Devri, (1451-1481) Çev: Muhammed
İbrahim Yıldırım, Ankara, TTK Yayınları.

İlliev, Murat, (2010) Türk Tarihinde Şecere Geleneği, Türkmen Şecereleri Örneği, Doktora
Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitiüsü.

İnalcık, Halil, Mehmed II Maddesi, İslam Ansiklopedisi, İstanbul, MEB Yayınları, C.7
Say:532

İnalcık, Mehmed II Maddesi, İslam Ansiklopedisi, İstanbul, MEB Yayınları, C.7.

Jarring, Gunnar, (1939) On The Distribution Of Turk Tribes In Afghanistan: An Attempt At


A Preliminary Classification, Leipzig, Lund Printed By Hakan Ohlsson.

Karpov G.İ. (1925) Plemennoy i Rodovoy Sostav Turkmen Poltoraks (Ashabad).

Karpov G.İ. (1942) Etniçeskiy Sostav Turkmen Doktora tezi MGU,

Kaya, Ali, (2010) Başlangıcından Günümüze Dersim Tarihi, İstanbul, Demos Yayınları.

Keskin, Orhan, (2001) Bütün Yönleriyle Sivri Hisar, İstanbul, Bayrak Matbaası,

Kiel, Machiel, (2009) “Sarı Saltuk”, İstanbul, TDVİA, C. 36.

Kiel, Machiel, (2009) Sarı Saltuk, TDVİA, İstanbul, C. 36, , s. 147-150.

Kılıç, Rüya, (2005) Osmanlı’da Seyyidler ve Şerifler, İstanbul, Kitap Yayınevi.

Koç, Aylin (2009), “Sinan Paşa”, (Ansiklopedisi Maddesi), TDV İslâm Ansiklopedisi , Cilt:
37, s.229-231, İstanbul.

Koç, Aylin (2009), “Sinan Paşa”, (Ansiklopedisi Maddesi), TDVİA, Cilt: 37, s.229-231,

Koçi Bey, (1972) Koçi Bey Risalesi, Yayına Hazırlayan: Zuhuri Danışman, İstanbul, MEB
Devlet Kitapları.

Konyalı, İbrahim Hakkı, (1945) Akşehir Tarihi, İstanbul, Nümune Matbaası.


Köprülü, Fuad, (1987) Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar , Ankara, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları. 


Köprülü, Fuad, (1987) Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları. 


Köprülü, Fuad, (1991) Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara, TTK Yayınları. 


Köprülü, Fuad, (1991) Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara, TTK, Yayınları. 


Köprülüzâde Mehmed Fuad, (1918) Nasreddin Hoca, İstanbul, Kanaat Kütüphanesi.

Köprülüzâde Mehmed Fuad, (1918) Nasreddin Hoca, İstanbul, Kanaat Kütüphanesi,.

Kozan, Ali, (2012) Türki̇ ye Selçukluları Dönemi̇ nde Akşehi̇ r’de Bi̇ r Sufi̇ : Seyyi̇ d Mahmud
Hayrânî ve Zâvi̇ yesi̇ , Vakıflar Dergi̇ si̇ , Ankara Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Aralık
Sayı: 38

Küçükdağ, Yusuf, (2005) Seyyid Mahmud -ı Hayrânî ve Akşehir’de Seyyid Mahmud -ı


Hayrânî Manzumesi, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya, Çizgi Kitabevi.

Küçükdağ, Yusuf, (2005) Seyyid Mahmud -ı Hayrânî ve Akşehir’de Seyyid Mahmud -ı


Hayrânî Manzumesi”, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya,Çizgi Kitabevi, s. 311-322.

Lindner, Rudi Paul, (2000) Ortaçağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar, Ankara, İmge
Yayınları.

Mazıoğlu, Hasibe, Sinan Paşa Maddesi, İslam Ansiklopedisi, c. 10, Say: 666, İstanbul, MEB
Yayınları.

Mazıoğlu, İslam Ansiklopedisi, c. 10, Say: 666, İstanbul, MEB Yayınları.

Müneccimbaşı Ahmed Dede, (t.y.) Müneccimbaşı Tarihi, Çev: İsmail Erünsal, Tercüman
1001 Temel Eser, C. 1

Müstakim-zade Süleyman Saadeddin Efendi, (2000) Mecelletü’n-Nisab, İstanbul, Kültür


Bakanlığı Yazma Eserler Dairesi Başkanlığı, 199, Halet Efendi Kütüphanesi, No: 628

Necef, Ekber, N.,- Annaberdiyev, Ahmet, (2001) Hazar Ötesi Türkmenleri, İstanbul, Kaknüs
Yayınları.

Nehcetü’l-Menâzil, Staatsbibliothek München, Varak 26b/27b, Münih, (Kitabın birden fazla


nüshasını çeşitli kütüphanelerde bulmak mümkündür. Bu nüshalar için bkz. Mehmed Edîb b.
Muhammed Derviş, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, No.1339; Daru’l-Mesnevi, No.134;
Halet Efendi, No.408; İstanbul Üniversitesi Merkez Ktp., 195; Konya Bölge Yazmalar Ktp.
No.7770.)
Noyan, Bedri, Doç. Dr., (2006) Bütün Yönleriyle Bektaşilik Alevilik, Vll. Cilt, Ankara,
Ardıç Yayınları.

Ocak, A. Y. -S. Farûkî, (1986) “Zâviye”, İslam Ansiklopedisi, c. 13, Milli Eğitim Basımevi ,
İstanbul. 


Ocak, A. Y. -S. Farûkî, (1986) “Zâviye”, İslam Ansiklopedisi, c. 13, Milli Eğitim Basımevi ,
İstanbul, s. 468-476. 


Ocak, A. Y., (1992) “Barak Baba”, TDVİA, c. 5, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul. 


Ocak, A. Y., (1992) Barak Baba”, TDVİA, İstanbul c. 5, Milli Eğitim Basımevi, , s. 61-62. 


Ocak, Ahmet Yaşar , (1983) Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri ,
Ankara, Başbakanlık Basımevi. 


Ocak, Ahmet Yaşar , (1983) Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri ,
Ankara, Başbakanlık Basımevi,. 


Ocak, Ahmet Yaşar, (1997) Kültür Tarihi Olarak Menâkıbnâmeler, Ankara,TTK Yayınları. 


Ocak, Ahmet Yaşar, (1997) Kültür Tarihi Olarak Menâkıbnâmeler, Ankara, TTK,. 


Ocak, Ahmet Yaşar, (2002), Sarı Saltık, Ankara, TTK Yayınları.

Öney, Gönül, (1989) Beylikler Devri Sanatı XIV. -XV. Yüzyıl (1300-1453), Ankara, Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu - Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Önge, Yılmaz, (1975) Konya Akşehir, Seyyid Mahmud Hayrani Türbesinin Restorasyonu,
Röleve ve Restorasyon Dergisi, Ankara, Vakıflar Genel Müdürlüğü, sayı: 2,

Oral, M. Zeki, (1956) Turgut Oğulları, Eserleri Vakfiyeleri, Vakıflar Dergisi, sayı lll., Ankara, TTK Basımevi.

Oruç Beğ Tarihi, (2008) Haz.: Necdet Öztürk, İstanbul, Çamlıca Basım Yayın.

Oruç Bey, (2008) Oruç Beğ Tarihi, haz. Necdet Öztürk, İstanbul, Çamlıca Basım Yayın,.

Özalp, Tahsin, (1960) Sivrihisar Tarihi, Eskişehir, Tam-İş Matbaası.

Özcan, Koray, Yrd. Doç. Dr. Anadolu’da Selçuklu Dönemi̇ Yerleşme Tipolojileri:
Karahisarlar, (http://www.millifolklor.com)

Özkan, Haldun, (2000) Erzi̇ ncan ve Çevresi̇ nde Orta Asya Türk Geleneği̇ ni̇ Sürdüren
Bezemeli̇ Mezar Taşları, Atatürk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı
15,:31)

Öztuna, Yılmaz, (1996) Devletler ve Hanedanlar, İslam Devletleri, l. Cilt, Ankara, Kültür
Bakanlığı Yayınları, :1-85)
Roux, Jean Paul, (2006) Orta Asya Tarih ve Uygarlık, Çev: Lale Arslan, İstanbul, Kabalcı
Yayınları.

Sak, İzzet, (2004) XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti'nde Menziller Ve


Fonksiyonları : Akşehir Menzilleri Örneği ", Konya, Selçuk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 16, , 179-221

Şahin, Savaş (2014) Afganistan ve Stavropol Türkmenlerinin Kullandıkları Şimdiki Zaman


Ekleri, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature And History
Of Turkish Or Turkic S, 9/3 Winter:1328, Ankara-Turkey.

Sarıkaya, Mehmet Saffet, Prof. Dr. Bardakçı, Necmettin M., Prof. Dr., Gürkan, Nejdet, Prof.
Dr., 715/1315’de Yazılan Tuffâhü’l-Ervah’a Göre Sarı Saltuk, “İbnu’s-Serrâc’ın Eserleri
Çerçevesinde XIII. Yüz yıl’da Güneydoğu Anadolu’da Dinî-Tasavvufî Hayat”adlı 110K317
numaralı TUBİTAK projesi.

Sarre, Fredrich, (1949) Anadolu’da Seyahat, çev.: Aziz Sayhan, Konya, Anıt Mecmuası,
yıl:1, Eylül, sayı:8.

Sezen, Tahir, (2006) Osmanlı Yer Adları (Alfabetik Sırayla) Ankara, T.C. 
 B aşbakanlık

Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları Nu: 21

Sezen, Tahir, Osmanlı Yer Adları, Ankara, Başbakanlık Devlet Arşivleri Say: 94

Şikari, (2016) Şikari’nin Dilinden Karamanoğulları Tarihi, Yayına haz: Şerafettin Güç,
Ankara, Berikan yayınevi.

Soltansa, Ataniyazov, (2010) Türkmen Soyağacı, İstanbul, Ötüken Yayınları.

Strabon, (2011) Geographika, Çev: Adnan Pekman, İstanbul, Arkeoloji ve Sanat Yayınları.

Sümer, Faruk, (1994) Oğuzlar, İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları.

Texier, Charles, (2002), Küçük Asya, Çev.: Ali Suat, Ankara, Enformasyon ve
Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı Yayınları.

Tosun, Necdet, (2013) Yûnus Emre Rifâî, Hacı Bektaş Vefâî Tasavvuf Dergisi, Sufi Journal
of Scientific, Academic Research, Vol. 31, Issue.1

Tulum, Mertol, (1971), Tazarruname, İstanbul, MEB Yayınları.

Turan, O., Prof. Dr. (2005) Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, Ötüken Neşriyat.

Turan, Osman, (2001) Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, Ötüken Neşriyat,

Turan, Osman, (2014) Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Yayınları.
Turgut, Vedat, (2010) XVI. Yüzyılda Tahrir Defterlerine Göre Hüdavendigar ve Sultanönü
Sancaklarında Abdalân-I Rum (1676 Tarihli Avarız Defterine Göre), Ankara Üniversitesi
Osmanlı Araştırmaları Dergisi.

Ünver, Süheyl, Prof. Dr., (1944) Kadıköyüne Unvanı Verilen Hızır Bey Çelebi, Hayatı ve
Eserleri, 810-863 (1407-1459), İstanbul Üniversitesi Tıb Tarihi Enstitüsü Müdürü, (2 Mart
1944 de verilen konferansın metnidir), İstanbul, Nümune Matbaası,

Urfalı Mateos, (1987) Urfalı Mateos Vekayinamesi, çev: Hrant D. Andreasyan, Ankara, TTK.
Yayınları, ,:140)

Uzunçarşılı, İ. H., (1963) Hızır Beyoğlu Sinan Paşa’nın Vezir-i azamlığına Dair Çok Kıymetli
Bir Vesika, Ankara, T.T.K. Belleten, Sayı:105. Say: 41

Vinnikov Ya.R., (1962) Rodoplomennoy i Etniçeskiy Sostav Naseleniya Çarducouskoy


Oblasti Turkmensoy SSRi Rasseleniye, Ashabad,.

Vinnikov, Ya. R., (1959) in Sovyetskaya Etnografiya,.

Yalçın, Alemdar- Yılmaz, Hacı, (2002) Kargın Ocaklı Boyu ile İlgili Belgeler, Ankara, Gazi
Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Dergisi, yıl 8, sayı 21

Yatağan oğlu Alimcan, (1997) Oğuzlardan Yatağan Mahmud Sultan, Uyum Yayınları.

Yusuf Halaçoğlu, (2009) Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler Oymaklar (1453- 1650) Ankara, Türk Tarih Kurumu
Basımevi.

Ziyaoğlu, Rakım, (1992) Hızır Bey Çelebi, İlk İstanbul Kadısı ve Belediye Başkanı, 1453-
1458, genişletilmiş üçüncü baskı, İstanbul, Aksüt Matbaası.

You might also like