Professional Documents
Culture Documents
SiNEMANIN. . .
KOKLERI
Anlam Arayışında Sanat ve Sinema
İNS
SİNEMANIN KÖKLERİ
Anlam Arayışında Sanat ve Sinema
ENVER GÜLŞEN
İNSANART 01
SİNEMA 01
İNS�
insanart bir İNSAN YAYINLARI markasıdır.
EDİTÖR
ABDURRAHMAN BADECİ
KAPAK TASARIMI
ÖMER BAL
GÖRSEL YÖNETMEN
ABDURRAHMAN BADECİ
SON OKUMA
ELHAM TERANİ
İÇDÜZEN
MÜRElTiBHANE
İNSAN YAYINLARI
istiklal caddesi no: 96 beyoğlu/istanbul
tel: 0212-249 55 55 faks: 0212-249 55 56
www.insanyayinlari.com.tr
insan@insanyayinlari.com.tr
ENVER GÜLŞEN
İNS�
ENVER
GÜLŞEN
VI İNSANART, sanatın, bir zengin ve tuzu kuru etkinliği değil; hayati bir
SiNE MANIN
KÖKLERİ mesele olduğunu göstermek üzere geldi. insanoğlunun, hakikat yol
culuğunda olmazsa olmaz bineklerinden birisi olduğunu anla (t)mak
üzere...
Sana t, modern ve post-modern çağlarda, genellikle zengin elit
kesim lerin yaptığı ve "anladığı", h alka uzak bir etkinlik ola ra k anlaşıl
dı. Vahye dayalı medeniyetlerin hepsinde, Aliya izzetbegoviç'i n de
diği gibi, din i le sanatın ikiz kardeş olarak a nlaşılması söz konusuy
du halbuki.
İNSANART, insanlığın ortak mirası sanatın her alanını anlama
ya niyetlenmenin bir çıktısı. Pergelin sabit ucunu dayadığımız haki
katin, hareketli ucu ve hareketini de beli rlediği bir anlayışın ... H içbir
sanat birikimini atlamadan, Doğu'yu Batı'yla, Batı'yı da Doğu ile bir
likte; bizi ötekinde ve ötekini kendimizde anlamaya çalışmak İNSA
NART'ın ana şiarı.
İNSANART MANİFESTO
İNSANART MANİFESTO VI
BİRİNCİ BÖLÜM
•Hatırla(t)ma Sineması 15
İKİNCİ BÖLÜM
•Giriş 27
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
•Alegori 1 57
ALTINCI BÖLÜM
YEDİNCİ BÖLÜM
SEKİZİNCİ BÖLÜM
KAYNAKÇA 457
DİZİN 463
mek mi olacak, yoksa "tüm dertler ortak bir derdin tezahürüdür" di
yen ve o ortak dert üzerine giden insanların tevhidiyle mi? Parçalan
manın ve giderek minik hakikatçikler içinde Hakikat'in unutulduğunun
farkına varmak, tevhid yolundaki ilk adımımız ve bütün dertlerin an
cak kendinden sirayet edebileceği ana derdimiz olacak. Kimimiz ede
biyat içinden, kimimiz sinema, felsefe, sanat, bilim, siyaset içinden ses
lenecek; ama hepimiz aynı derdin izini süreceğiz. Yitirilmiş Hakikat'in
ve kayıp şiirin izini sürmenin, bütün kaybettiklerimizin ve bugün neyi
aradığımızın farkına varmanın ilk adımı olacağının farkına varacağız.
VENİ BİR SÖZ SÖYLEMEK
_lu bir sarhoşlukla dalga geçmeye başlamış post-modern insan sö� ko
�us�ydu artık. Hayat, bir işgal etme sevdası, mal mülk kazanma hırsı,
deli gibi koşuşturmacalar arasında, her alanda sonsuz bir diyet "dok
torları" reçetelerinden ibaret hale geliyordu böylece. Önce tıksırın
caya kadar "yiyor"; sonra da türlü diyetisyenler aracılığıyla, o yedikle
rimizi Miyazaki'nin "Yüzsüz"ü gibi nasıl kusacağımızı planlıyorduk. Bu
koşturmaca/kusma döngüsünün adına hayat der olmuştuk yaşadığı
mız zombiler ülkesinde. Gerçekten hayatın ne olduğunu hatırlama
mız, hayatı bize unutturan "geri dönüşüm kutusu"ndaki tüm o şeyle
re yeniden bakmamızı gerektiriyor. Geri dönüşüm kutusundakileri ge
ri kazanmaya yönelik bir çabanın ilk tohumu ancak kutudakileri geri
ye doğru teşhis etmeye başlamakla alakalı.
Evet, neyi kaybetmiştik son olarak? Bilginin ahlakını, irfan ve teva
zuunu; bütün bilgilerin hakiki bir ümmilik için olduğunu ve Hz. Ali'nin
(r.a.) buyurduğu gibi "ilmin bir nokta olduğu ve onu cahillerin çoğalt
tığı" gerçeğini; tevhid anlayışımızı ve o tevhid ülkesinin neşvesini; hı-
XVIII za karşı panzehir olan "hayatın orucunu", yani yavaşlayıp kendimizi ve
alemi temaşaya dalmayı...
S i N EMAN i N
KÖKLERi
tin alıp başını gitmesinden önce tam olarak neredeydik biz? Tarkov
sky'nin Deli Domeniko'sunun çığlık çığlığa duyurduğu gibi\ biz hun
harca "kirletmeden" hemen önce nereye akıyordu o sular? Yaratan'ın
kelimesinin yüzüne dokunmadığı için hiçbir kıymeti kalmamış bu sa
natlardan ve "şiir "adını verdiğimiz kelime oyunları dizisinden önce,
tam olarak neredeydi sanat ve şiirimiz? Dert sahibi olmak, bütün bu
soruların peşinde, "kaybedilen sancıları" yeniden kazanmanın adıysa
şayet, yeni söz söylemek, bu doğum sancılarının sonucunda gerçek
leşecek doğum ve ferahlama anıdır.
Evet, karanlıkta gördüğümüz paramparça yüz, bize "bir zamanlar"
sahip olduğumuz bir birliği hatırlatan bir yedektir aynı zamanda. Sine
ma, o yüzü önce ifşa, sonra da ilga etme ve bu parçalılıktan bir tevhid
çıkarma potansiyeliyle, çağımızın "yeni şiiri" ve en büyük aynası olma
imkanına sahiptir. Dilin, sözün ve kavramların ötesinde, bunlardan ha
yatın kucağına firar eden ve hakikatin soluğundan nasiplenen bir ye
ni söz ... Mevcut sinemanın en az yüzde doksan beşinin profanlığına
inat, sinemanın potansiyel olarak barındırdığı güç tam da buradadır. XIX
Mevcut olanın ötesinde bir "mümkün" ün potansiyeli ...
SiNEMANIN
KÖKLERi
1. "insanoğlu dinle!/Senin içinde su, ateş .../Ve sonra kül. . ./Ve külün içindeki ke
mikler./Kemikler ve küller!/Gerçekliğin içinde veya .. ./Hayalimde değilken,
ben neredeyim?/İşte yeni anlaşmam:/Geceleri güneşli olmalı .../Ve Ağustos
da karlı./Büyük şeyler sona erer.. ./Küçük şeyler baki kalır./Toplum böylesine
parçalanmaktansa .. ./Yeniden bir araya gelmeli./Sadece doğaya bak/Hayatın
ne kadar basit olduğunu göreceksin./Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeli
yiz .../Yanlış tarafa döndüğümüz noktaya./Hayatın ana temellerine geri dön
meliyiz.. ./Suları kirletmeden . . ./Deli bir adam size.. ./Kendinizden utanmanızı
söylüyorsa .../Ne biçim bir dünyadır burası!
Şimdi müzik/Müzik!/Ah . . . Anne!/Başının etrafında dolaşan.../Ve sen güldük
çe berraklaşan .. ./O hafif şey havaymış."
ÖN SÖZ
XXIII
S i N EMAN i N
KÖKLERi
BİRİ NCİ BÖLÜM
FİLMLERE NEDEN İHTİYACIMIZ VAR,
NEDEN FİLM İZLERİZ?
(Fussilet 53) 3
S i N EMAN i N
KÖKLERi
mize, tefekkür, teemmül ve temaşa olarak bir katkıları olmasa da, salt
bir "haber" ya da "propaganda" biçimi olarak hayata bakış açılarımıza
kimi katkılar yapabilir. Mesela Sovyet devrim sineması, genellikle pro
P,aganda filmlerinden oluşmuş olsa da, bize Bolşevik Devrimi öncesi
ve sonrasındaki Rusya hakkında "çarpıtılmış da olsa" kimi bilgiler ve
rir. Bu tür filmleri izlerken, ne izlediğimizin farkına varmaz ve temkin
li olmazsak, aynı Hollywood tipi katarsiste olduğu gibi, "Sovyet kur
gusunun" da, bizi alıp yalan bir hayata hapsetme gücü karşısında eli
miz kolumuz bağlı hale gelebiliriz. Üstelik, bu "katarsisin" ya da izle
yici olarak birer "Pavlov otomatı" haline dönüştürülmemizin, hal dili
yanılsaması olarak iş görmesi de mümkündür.
"Unut(tur)ma sineması" olarak Hollywood'un çeşitli özelliklerine
derinlemesine bakmak, ne demek istediğimizi biraz daha açacaktır.
T�razinin bir yana ya da öteki yana kaymaması için özel bir çabanın is-
1
Fikir ve hayat olarak dünyaya vaat ettiği her şeyi uçurumun kena
KÖKLERi
kisini kuran Allah'ı hatırlatan şey olarak "dur ve kainata ve hayata bir
bak, sonra kendine dön ve e n son da Rabbini tanı!" diyen ve "hayatın
. orucu" olarak adlandırı labilecek olan film sanatına zıt şekilde, "hayatı
öldüren zemberek" işlevi görür Hollywood. Hayatın orucu olan sine
ma "dur, temaşa et, kendini tanı" derken olabildiğince hayatın ruhu
na temas etmeye niyetlenirken; Hollywood, i nsanı perdede izletilen
sanal hayattan çıkarabilecek h içbir boşluk bırakmaz. Her zaman dilimi, .
her mekan parçası diktatörler tarafından tanımlanmış, doldurulmuş
ve a fiyetle yiyip zeh irlenelim d iye bizlere sunulmuştur. Bu yüzden il
ki, oruçlu i nsanın yaptığı gibi azgın h ızdan yavaşlığa doğru kayar ve o
yavaşlık onu "kendine" getirir. Film sanatının hakikatine yolculuk bu
rada başlar. Hollywood ise size "bir adam neden dakikalarca bir yere
bakan birisini izlesin ki?" sorusunu sorarak sizden "aman neden bak
sın ki!" cevabını bekler. Bu cevabı verdiğiniz an, Hollywood'un eşsiz
tuzağına düşmüş, hızın ve hazzın çukurunda debelenmek için yeterli
bir "besinle" donanmışsınız demektir!
12 Modern ve u ltra-modern çağların hızının karşılığıdır Hollywood.
SINEMANIN
KÖKLERi Sizden o hızın ve o hızın bütü n o haz verici, şehvet kışkırtıcı çıktıları-
nın emrine girmenizi ister. Üstelik eğer bu hıza karşı "oruçlu değilse
niz", çabucak da kapıldığınız bir tuzaktır bu. Nefsin en alt kademele
rinin kışkırtıcılığına oltayı atar ve o oltaya yakalanmanızı beklemez bi
le. Zorbaca ve hızla oltayı şehvetinize dayar ve çekmeye başlar. Ba
zen sizi cinselliğin en bayağı çöllerinde önce susatır sonra da susuz
luğunuzu gidermek için olabildiğince "sapkın" yollar seçer; bazen cıi
diyetiniz üzerinden kurduğu "akıllı" bir pornografiyle esir alır. Eğlen
d irmek, "hayatı unutturmak" ve onun yerine koyduğu simülasyonla
rına teslim olmanızı sağlamak için yaptıkları cabasıdır.
Hollywood filmlerinin bütün bu saydıklarımızla birlikte temellen
direbileceğimiz üç tipi vardır: İ lk ve en yaygın modeli, Amerikan/Ba
tı neo-liberaljkapitalist sistemin askerlerinin giremediği, ya da sonra
dan girmeyi planladığı her yere önce kendisi ile girilmesini sağlar. Hol
lywood, Amerikan neo-liberal soysuzluğun hem keşif kolu, hem de al
datma misyonu yüklenmiş yalancısıdır. Amerika'yı en eleştirir görün-
FiLMLERE NEDEN IHTIYACIMIZ VAR, NEDEN FİLM İZLERİZ?
/ığ!' n a kadar yapılan fiilen budur. Ne de olsa dünyanın eri geniş ticari ve
reklam ağlarına, o ü lkeler içinde onlara bilerek ya da dolaylı olarak hiz
met etme karşılığı derin bir prestij ödülüyle palazlandırılan kültür/sanat
mafyalarına sahiptirler. Hele bizim ülkemizdeki Siyad benzeri kuruluş
larda olduğu türden, hem derin bir "kendilik cehaletine", hem de maf
yalıklarını sürdürme karşılığı Batı'nın postacılığına soyunan yerel ama
halkına ve kendine yabancı "aydınlar" türettiniz mi her şey tamamdır!
Artık sizin elinizden satın aldıkları şeyi, size çok daha yüksek bir ücret
karşılığı ve eski haline hiç benzemeyen bir çarpıtmayla sunmaya baş
larlar. Bir İ ngiliz tiyatro ve film yönetmeni olan Peter Brook'un Maha
bharata'da Hindu geleneğine, Meetings with Remarkable Men/Olağa
nüstü Adamlarla Karşılaşmalar filminde tasavvufa "çarpıtılmış" bakışı,
Hollywood'un yaptığı çarpıtmalar yanında çok iyi niyetli bile kalabilir.
Hollywood, bu iki "tür" film d ışında türler sinemasının çeşitli a lan
larında iyi para getirecek üçüncü bir görü nüme daha sahiptir. Eğlendir-
BİRİNCİ BÖLÜM
sa'yı Tanrı ile kapıştırıyor (Hz. Yakub'un (a.s.) Tevrat'ta Yehova ile gü
reşmesi gibi) sonra da Tanrı' dan da "üstün" olan, onun ateşini çalma
ya ebedi olarak yazgılı Batılı insanın prototipi Prometeus olan bir Mu
sa ortaya çıkarıyor.
Aslında yetenekli bir yönetmen olan ve Pi gibi önemli bir film yap
mış olan Darren Aranofsky de Hz. Nuh üzerine yaptığı filmde benzer bir
şey yapıyor. Ortada adeta filmin son saniyesi dahil hep ateist kalmış bir
Nuh vardır. Kahramandır Nuh, Hollywood'un kahraman tipolojisinin en
uç noktasına varmış bir hali gibidir. Adeta Nuh (a.s.) değil Rambo söz
konusudur. Aranofsky'nin Nuh'u da, aynı Scott'un Musa'sı gibi, rasyo
nel, seküler, "vicdansız tanrıya karşı vicdanı temsil eden Prometeus"
karakteridir. Bir peygamber değil bir Yunan miti söz konusudur adeta.
Aranofsky'nin ve Scott'un filmleri, Hollywood'un a lametifarikası
kahraman tipolojisinin en uç örnekleri. Çünkü artık DeMille gibi nis
peten inançlı ve kısmen de olsa saygılı kişiler değil, Amerikan zorbalı
ğının sinema temsilcileri vardır ortada. İyi para getiren, ama daha da
önemlisi dinlerin hak.i katinin a ltını boşaltıp, yüzeysel fantezileri bir 15
S i N EMANIN
oyun gibi kullanan ve dini, "seküler/rasyonel" olanın hizmetine sokan KÖKLERi
Hatırla(t) ma Sineması
demektir. İşte o zaman, insanın, tanrı nın, felsefenin sonunu ilan etti-
ğiniz gibi film sanatının da "sonunu" ilan etmeniz kaçınılmaz olur. Hal
buki film sanatının en önemli imkanı, felsefenin ve diğer sanat biçim
lerinin hepsinin "bittiği" yerde (n) başlamasıdır.
Sinemaya felsefe ile bakmak, olsa olsa, felsefenin yapamadığı/ya
pamayacağı nelerin film sanatıyla başarılabileceğinin tespit edilmesi
olduğunda değerlidir. Akademik disiplinler, alışkanlıkları icabı, sanat
ların "anlaşılması" için, genellikle sistemli ve "rasyonel" düşünme bi
18 çimlerini seferber ettikleri için, bu ilişkiyi tersine çevirirler. Bu yüzden
S I N EM A N I N
KÖKLERi
film deneyimi, felsefenin dil d izgelerinin bir tercümesine çevrilir. Ku
ramlar aracılığıyla o dizgeler yeni filmler için bir şablon oluştururlar.
İşte "sinemanın sonu" bu demektir. Zira zaten "sonlanmış" bir düşün
me biçimini film sanatını "tanımlamak" için yola çıkardığımız anda, o
sanatın o kıyametten "nasibini" a lmasına vesile oluruz.
Film felsefesinin, film deneyimine yaptığı şey, dini tecrübeye i la
hiyatın ve din felsefesinin yaptığı şey ile aşağı yukarı aynı şeydir: Ku
rulaştırıp konserve haline getirmek! Halbuki film tecrübesinin malze
mesi, aynen dini tecrübede olduğu g ibi, ele avuca sığabilecek ve don
durulup saklanabilecek bir mahiyette değildir.
Film sanatını anlamayı amaçlayan bütün düşünme biçimlerinin,
öncelikle film sanatının deneyiminin "yaşanmakla" anlaşılabilecek bir
şey olduğunu tespit etmeleri gerekiyor. Bir mutasavvıfın seyr u sülük
deneyimi, nasıl kelimelere döküldüğünde, o deneyimin a ncak bir kıs
mını anlatabiliyorsa; felsefe veya film eleştirisi ile film deneyiminin an
cak çok az bir kısmını açıklayabiliriz. Film izleriz, çünkü hepimizin ha-
FİLMLERE NEDEN İ HTİYACIMIZ VAR, NEDEN FİLM İZLERİZ?
yat yolculuğunda manevi bir seyr u sülOk'a ihtiyacı vardır ve film izle
me deneyimi, bu maneviyat yolculuğunu "hatırlatır" insana.
Peki, bu durum, film tecrübesinin tamamen öznel olduğunu ve
"nesnel bilgiden yoksun" bir özelliğe sahip olduğunu mu gösterir? Tam
tersi; film tecrübesi, öznelliğin d uvarlarını yıkarak "Mutlak"a ulaşabi
lecek bir "nesnelliğin" kapılarını açar bizlere. Kelimelerle düşünmeye
ve düşü nce i le düşünülen "şey" arasında perdeler koymaya alışmış in
sanoğlunun, hakiki film deneyimi ile karşı karşıya kaldığında, tasavvu
fi bir seyr u sülOk'ta yaşadığına benzer bir "hayret" söz konusudur a r
tık. Bilmek ve görmek deneyimlerinin e pistemolojisine karşılık, onto
lojik bir hayret'tir artık söz kon usu olan. Ancak bu hayret, modern d ü
şüncenin inkar ettiği bir "kesin bilgi" biçimidir aynı zamanda. Aşk ha
li . . . Bir anlamda ilme'l yakin' den ayne'l yakln'e ve belki daha da "yu
karıya" geçiş . . .
Bilmek, görmek, olmak, varolmak, yarolmak . . . Her bir deneyim
basamağı bir alttakini kapsayarak genişletir. En alttaki kata ait ras
yonel bilme yöntemlerinin, en üste kadar çıkabilecek bir "film dene 19
SINEMANIN
yimini" anlamak için seferber edilmesinin sorunları bununla ilgilidir. KÖKLERi
(Haşr 24) 27
SiNEMANi N
KÖKLERi
Giriş
3. http://yenisafak.eom.tr/Yazarlar/?i=20491 &y=YusufKaplan
İMGE, SANAT GELENEKLERİ VE SİNEMAYA GİRİŞ
barındırır.
Şimdi, sinemanın çeşitli biçimlerde "kaçtığını" düşündüğümüz,
çeşitli sanat geleneklerindeki imge kullanım biçimlerine biraz daha
derinlemesine bakalım.
4. Farago, France(2006). Sanat. (Çev. Özcan Doğan). İstanbul: Doğu Batı Yayın
ları. S.32-33
5. Nasr, Seyyid Hüseyin(200 1 ) . Bilgi ve Kutsal. (Çev. Yusuf Yazar). İstanbul: İz
Yayınları. S.270
6. İbnü'l Arabl(2006), FusOsu'l Hikem. (Çev. Ekrem Demirli). İstanbul: Kabalcı
Yayınları. S.30
7. Nasr, Seyyid Hüseyin(200 1 ) . Bilgi ve Kutsal. (Çev. Yusuf Yazar). İstanbul: iz
Yayınları. S.270
İMGE, SANAT GELENEKLERİ VE SiNEMAYA GİRİŞ
tüm modernist sanat akımlarını, aynı "i lkenin" bir devamı olarak gö
rürler. Bu ilke, yukarıda bahsettiğimiz Prometeus haline dönüşmüş
insan fikridir. "Sanatın maneviyat tarafmdan belirlenmediği ve mane
viyatın rehberliğinde yürümediği bir ortamda, sanat, bireyselin ve bire
yin psişik araçlarının bir kullanımı hô.line dönüşür. Yüzeysel kopyalama
uç noktalarına vardırıld!ğ!nda sürrealizm canavarı ortaya çıktı. Sürrea
lizm, sanatın bütünselliğini bozup, onu parçalarına böldüğü için 'infrare
alizm' olarak adlandırılmaya daha uygundur."9
Batılı sanatın, özellikle Pagan Yunan ve Rönesans sonrası natü ra
lizmlerinin dahil olduğu ana akımı, imgeyi, bir değiş tokuş aracılığıy
la nesnenin yerine geçirmekteydi. İmge, temsil ettiğinin bir sembolü
8. Farago, France(2006). Sanat. (Çev. Özcan Doğan). İstanbul: Doğu Batı Yayın
ları. S.50
9. Schuon, Frithjof(2007), Art From the Sacred to the Profane East and West.
World Wisdom ine. S.50
İKİNCİ BÖLÜM
�·
lüğü veya eş zamanlılığı, imgenin bir üst-ilkenin "ikonu" olmasını de-
· ·· ·-· · ·- · �
ğil, onun temaşaı olmasını zorunlu kılar. Ancak Batılı sanatın yaptığı
bu değildir Levinas'a göre. İmge, varlığın yüzündeki
· karikatürün "sak
lanma" çabasıdır; ama aynı'anda�k�rik�tÜ;Ü bi ; i d� l � larak a�ı
�a-ktangerTduymayan bir saklama çabası ... Özellikle kfasTk«'.llarak
adlandıri(an ıtirrrı.�:'�� ��� u nu yapar; karikatürü düzeltir, güzelleş
- gölgesi gibi kendi yüzünden eksik olmayan
tirir ve "güzellik" varlığın,
karikatürünü maskeleme işlevi görür. Ancak Levinas, en mükemmel
imgenin bile varlığın karikatürünü düzeltemediğini söyler. " Karikatür,
kendini aptall!ğı içinde bir idol olarak gösterir. idol olarak imge, bizi ken
di gerçek olmayışının ontolo}ik anlamına götürür. Bu defa, varlık eseri
nin kendisi, varlığın bizzat varolması, bir varolmayı andırışla ikiye katla
36 nır." 13 Son tahlilde imge, "gerçekliğin", kendi yüzünde taşıdığı karika
SINEMANIN
KÖKLERi
tür veya alegori olarak tasarlanır Levinas'ın düşüncesinde.
Levinas'ın sözünü ettiğimiz makalesinde Batılı sanata yönelik "sal
dırısını", sanatın ve imgenin gerçekliği olumsuzlamasına yönelik bir
saldırı olarak görebiliriz. Sanatın, imgenin "gönderisi" olarak anlaşılan
yapısı, gerçeklik ve gölgesi ile kişi ve onun karikatürü arasındaki iliş
ki gibi, gönderiyi yokluk ya da nesnenin bozulmuşluğu üzerine kurar.
Yani sanat, temsil ettiği şeyi bir nesne olmaktan çıkarır.14 Levinas'ın
imgeye yönelik itirazı, Spargo'ya göre, Baudrillard'ın simulakr kavra
mındaki simülasyon ve simülasyon-olmayan arasındaki gerilimin kal
bine doğru gider ve bu noktada sorar Spargo: "O zaman hangisi iko
nun asıl ihlalidir; gerçek bir mevcudiyeti (veya tanrısallığı) kopya edip
sonrasında sanki orijinalinin yeterli bir temsiliymişçesine kendini yok et
mesi mi, yoksa boş olduğunu, ikon tarafından icmal edilen hiçbir şey ol
madığını bile bile gerçek bir mevcudiyetin (veya tanrısallığın) üzerinde
1 3. a.g.e. S.68
1 4. Monokl Dergisi. 201 O Sonbahar. Levinas özel sayısı. 5.528
İMGE, SANAT GELENEKLERi VE SİNEMAYA G İRİS
hak iddia etmesi mi?'15 Spargo'nun bu sorusu, ikon ile ikonoklast tutu
mun ilke olarak benzer noktalardan hareket ettiklerini ifade etmesi
açısından önemlidir. İ mgelerin temel özelliği Levinas'a göre, gerçek
liğe olan göndergesiz ilgisinde ve mevcudiyet a lemiyle temsil alemi
arasındaki boşluğa etki etmesindedir.
Chanter, Levinas üzerine yazdığı bir makalesinde16, Levinas'ın He
idegger'in reddettiği Platoncu anlayışı koruduğunun düşünülebilece
ğini; ancak sanatı çığır açıcı bir olay olarak gören ve taklitçi sanat a n
layışının karşısında duran Heidegger'in tersine Levinas'ın, onu gele
neksel hakikat arayışından koparırken bile taklidi yeniden hayata dön
dürdüğünü söylerken haklıdı r. Zira Levinas, sanatı hakikat arayışının
•!)ı,e<"'• __,,..,,.., .- • < '' , c • •
doğanı n) taklidi olarak bir başka sanatı koyar Klee gibi soyut sanatçı-
38 lar. .�ski sana t b i r "tamamlanmı Şlik'' i ken, yeni sariat bir "oluş" olarak
SINEMANIN
KÖKLERİ
sunar kendini. Bu yeni sanatta artık zaman- da bir boyut olara k var
dır. Klasik sanatın "varlık-merkezliliğine" karşıt şekilde modernist sa
nat, oluşu yüceltir.
Bu noktada Yusuf Kapla n'ın ve Schuon'un tespitlerine bakmak
fayda lı olabilir. Kaplan, Uzakdoğu hikmet geleneklerini tanımlarken,
onların fenomenolojik olduğunu ve eylem ile tanımlanabileceğini.söy
ler. Batı'daki modernist sanatın oluş yönündeki bu eğilimi, klasik şa
natın hakikate ve Varlık'a yönelik tutkusunu bitirip, oluş içinde yüzen
bir müphemliğe, Kaplan'ın deyişiyle eylemin ve fenomenolojinin hü
kümranlığının kıyısına getiriyor, modernist Batı sanatını. Bu eğilimin
büyük sanatçılarının çoğunun, Uzakdoğu hikmet geleneklerinden et
kilenmiş olması sürpriz değildir. Varlık'ı "rasyonel" ve natüralist kalıp
lar içinde dondurmaya çalışan bir sanat anlayışının karşısına, Varlık'ı
varolanın sonsuz dalgalanmasında yok edip silen bir anlayış . . .
1 7. Farago, France(2006). Sanat. (Çev. Özcan Doğan). İstanbul: Doğu Batı Yayın
ları. S. 1 70-1 71
İMGE, SANAT GELENEKLERi VE SİNEMAYA GİRİŞ
1 8. a.g.e. 5.1 67
1 9. a.g.e. S.1 85
i KİNCİ BÖLÜM
i �şki �ine gelir. Farago, bunu rasyÖiıel bir mistisizm olarak adlandırır.
Geleneksel kutsal sanatlarda olduğu gibi Mondrian da bireysellikten
ayrılarak soyut ve evrensel olana hareket etmek ister. Mistik resim,
Mondrian'ın kendi ifadeleriyle, imge yaratımına yönelik yasağı ihlal
etmiş olan Hıristiyan sanatının geleneksel şekline de ters bir nitelik
tedir. Fiziksel gerçekliğin "dolaysızlığına" onu tin aracılığıyla dolaylaş
tırarak karşılık veren sanat, doğanın egemenliğine de karşı durabile
cektir ona göre.22 Bu yaklaşım, Batının trajik tarihine bir karşı durma
dır onun nazarında.
Mondrian'ın fiziksel gerçekliğin "dolaysızlığı" dediği şey, Nasr'ın,
soyut ile somutluk anlayışlarının ters yüz edilmesiyle ilgili son dere
ce doğru tespit ettiği bir "yanlıştan" m uzdarip olduğu için, Mondri
an'ın sanatı, İslam sanatının geldiği noktaya ve amaca yakınlaşamaz.
Zira onda da, somut ile soyut, dolaylı ile dolaysız, madde suretinden
bakarak tanımlanmaya çalışılır hala. Modernist soyut sanat, Newton
ve Galileo'cu bilimden uzaklaşmaya çalışırken bile, o bilimin ön-ka
bullerini kullanmaktan kaçamaz. Bu yüzden, ifrat ile tefrit, mimesis
çi sanat ile ona tepki olarak doğmuş soyut sanatın açmazlarıdır. Ras
yonel olanın karşısına "irrasyonel" olan getirilir basitçe. Ve "irrasyo
nel" olanda, vahiy geleneklerinin "akleden kalbi" ile ilişkisi sadece
belirli boyutlarıyla korunabilir ancak. Zira ortada vahyi ilke veya bir
metot anlayışından çok, yine Batılı "birey anlayışının" belirlediği bir
"uzlaşı" vardır. Mondrian, geleneksel sanatın sanatçısının vahye da-
. . - -·- . · · · - -
rilen hemen tüm akımların benzer bir çıkıştan hareket ettiklerini tes
pit etmek gereklidir. Mimesisçi, natüralist sanatın, biçimin ya da su
retin, özü tüm hakikatiyle t'emsil ettiği ve dolayısıyla özün yerine bir
dÖn ÜşÜ m ol�rak kencHni koymaya çalıştığı anlayışıyla, biçimin redde
�Hdiği ve özün de ancak biçimlerden soyutla-;.)aralulaşılabilecek olan
�iE evrense�lik oldl:!_ğun�_�ade eden sanat anlayışı, aynı madalyonun
i� yüzü gibi okunabilir. Birisi salt teşbihin en kaba formlarını hakika
tin yerine koyarken, diğeri tenzihin, hakikatten bağımsız "bireysel" bir
tutumunu hakikatin bulunması için seferber eder.
Son tahlilde her iki tutum da eksiktir. Eksiklikleri, sadece tenzih ile
teşbihin cem edilmesini beceremiyor olmalarından değil, her iki anla
yışın da, vahiyle ilişkisi daraltılıp giderek yok edilmiş bir hakikat anlayışı
üzerinden hareket etmeleridir. Soyutluk ve somutluk, her iki anlayışta
da aynı ontolojik yaklaşımla, maddi olandan başlayan bir düzeydir. Hal
buki Kandinsky, Mondrian veya Malevitch'in soyutlukla kast ettikleri
şey, hikmet perspektifinden bakınca en yüce "somutluk" olarak ifade
edilir. Ters yüz edilmiş bir hakikat ontolojisinden hareket eden her iki 45
tutum da birbirinin antitezi olarak birbirlerine yönelik algıyı güçlen
S i N EMAN I N
KÖKLERi
"öldürücü" olabilmektedir.
27. Burckhardt, Titus(ZOOS). İslam Sanatı: Dil ve Anlam. (Çev. Turan Koç) İstan
bul: Klasik Yayınları. Sunuş bölümü
İMGE, SANAT GELEN EKLERİ VE SİNEMAYA GİRİŞ
yanıldığı kadar, onu ideal bir dünyanın tasvir ve ifadesi olarak görenle
rin de aynı oranda yanıldığını söyler.29 Bu iki d, avranıştan birincisi Yara
tan'a, ikincisi ise hayatın kendisine hürmetsizlik olarak görünür Asya
s"anatında: Dolayısıyla Asya sanatının, özellikle Hint yarımadasında ya
pılan türlerine bakanların, bu sanatları, ilk bakışta "görünenin en mü
kemmel şekilde temsili" ya da "görünmeyenin idealleştirilmesi" ola
rak değerlendirebileceğini, ama bunun bu sanatları yönlendiren dü
şünceleri bilmemekten kaynaklanan bir yanılgı olduğunu ifade eden
Coomaraswamy, Hint sanatının Tanrı'nın isimlerinin bir tecellisi ola-
rak algılanabileceğini söyler. Hint bilgi teorisi, bilinen ile bilen arasın-
---····'" ···· " -· ,.. -· ...
,.
da, ani bir kıvılcımla birleşmenin olduğu şeye bilgi derken; sanat, bi
len ile bilinen arasındaki bu boşluğun tamamlanmasına hizmet eder.
Coomaraswamy, aynı kitabında Çin sanatından bahsederken,
onun da Hint sanatı gibi temel bazı akidelerden hareket ettiğini ifa 47
de eder. Zaten Coomaraswamy, Schuon, Guenon, Nasr, Burckhardt gi
SI NEMAN I N
KÖKLERİ
Esrarlı; üçüncü katman ise Başarılmış olarak addedilir. ilk katman Çin
�a natı i �in bir ufuk ve insanın hed efi olan bir !"flÜkemmellikken, ikin
cisi mükemmele yaklaşan bir ustalığı, üçüncüsü ise maharetliliği ifa
de eder, Benzer şekilde Hint sanatında da yaratıcı meleke üç şekilde
tarif edilir: Fıtri, edinilmiş ve öğrenilmiş . . . Son tahlilde Hint ve Çin sa-
" ' ., , , ,. .. . . -
teren bir ikon; biryantra (bir ilahm geometrik temsili) veya bir mantra
(bir ilahm işitme yoluyla temsili) ile aym cinstendir. İkonun özelliği ön
celikle bu şartlara bağlldır ve gerçekte resme gerçeklik kazandıran un
48 surun, gözün asli görme melekesi değil, mantra olduğunun farkma var
S I N EM A N I N
KÖKLERi
masak bile, bunu başka türlü izah edemeyiz. Aym şekilde _Hint ikonu bü
tün görüş sahasmı doldurur. Her şey eşit derecede aÇ!k ve zarurid{r. Göz,
ne ampirik görüntüde olcjuğu gibi bir noktadan diğer noktaya dolaşmak
mecburiyetinde birakil�r, ne de mônôyoğunluğu birtakım k1S1mlardan zi
yade bir k1S1mda aranmak durumunda bırakıllr. Bir doku veya et hissi de
ğil, sadece metal veya boya hissi vardır."31
Bu pasajdan da anlaşılacağı gibi, Hint veya Uzakdoğu ikonunun
amacı aldatıcı bir kopya yapmak değil, sanatın malzemelerinden bi
risiyle Tanrı'yı hatırlatmaktır Coomaraswamy'ye göre. ikon bir tem-
•. \
.
sil değil, bir "hatırlatıcı sembol" işlevi görür. Yantra'nın bile ancak bir
' "; '"
33. Burckhardt, Titus(2005). İslam Sanatı: Dil ve Anlam. (Çev. .Turan Koç) İstan
bul: Klasik Yayınları. 5.36
34. a.g.e. 5.36
35. 5chuon, Frithjof(2007), Art From the 5acred to the Profane East and West.
World Wisdom ine. 5.60-61
İMGE, SANAT GELENEKLERİ VE SİNEMAYA GİRİŞ
dan çok daha fazla olacağmm; aksine Allah portresinin yapımmda bü
yük bir benzeyişsizlik olacağmm çok aÇ1k biçimde farkmda ve şuurunda
olunmaktadır ve 'Ruha, Üçlü Allah (Baba, Oğul, Ruhü'l Kudüs) ve Bir Al
lah'm isimlerine dal!p onlarla haşır neşir olmaktan daha ziyade faydal!
olmadığma' inan!lmaktadır. "37
Coomaraswamy'nin Eckhart'tan ilhamla ifade ettiği husus, temel
olarak Hıristiyan ve Uzakdoğu ikonuyla İslam sanatı arasında bariz far
kı ifade eder. i_s lam sanatı daha sonra göreceğimiz gibi, Allah'ın isim
ve sıfatlarının Allah'ın Zat'ına tevdi edilme tehlikesi barındıran suret
lerin hepsinden kaçınır. Kaçınma sebebi, sadece Coomaraswamy'nin
- ;
ifade ettiği, canlılık ve A� h-� �ş koşma tehlikesi değild �:��l2ı. zarrıan
da,·temsil ve suretlerin, Kutsal ile arasındaki benzerlik/benzeyişsizlik
illşkilerfnin her turlüsünO�, All�h' a ulaştırmak bir yana, onu kı �;tlayıp,
?'nun hakikatinin unutulması tehlikesini barındırma.sınd_a n dolayıdır.
- . - . · -- - ·- , ' - --- ...
İ l2:1ge veya ikon, temsil ettiği şey in varlığından çok yokluğunu, çürü
_
müşlüğünü ifade eder. İslam sanatının, Hıristiyan ya da Uzakdoğu kut
sal sanatları gibi, Kutsal olanın madde "düzleminde" ikonografik tem
siline teşebbüs etmek yerine, Varlık'ın, temaşa ve teemmül yoluyla
SINEMANIN
KÖKLERİ
tik "temsili", hem İslam tarihinin gelişimi açısından, ama ondan da çok
ilahi olan bir "diyalektiğe" göre, izafi olanla Mutlak\ yaratılmış olan
la Yar�tılınamış Olan\ birini öteki�i� �9��yin�_iQci,iT�,rek "birleştiren"
bir yanlışın ayırt edici al�meti olmaktadır.38 Panteizmin ya da hulôlün
vahdetÜ'l vücôd ile ilgisizliği bu cümlelerdeki ince ayrımdan da anla
şılabilir. Yaratan ile yaratılan ayrımı, İslam geleneğinde, insan, bu ikisi
arasındaki berzah olarak, ya da İbn Arabl'nin tabiriyle alem aynasının
cilası olarak tanımlansa dahi, Zat'ın bir imgede ya da Hıristiyan teolo
jisinde olduğu gibi bir "insanda" temsilinden, sadece ulôhiyete saygı
sızlık olarak nitelendirilmesiyle değil, aynı zamanda marifetullah'ın da
kaybı tehlikesini de bünyesinde barındırmasıyla uzak durulur.
İslam'ın, vahyin son hali ve İbn Arabl'nin ifadesiyle tenzih ile teş
bihin birlikteliğinin en kamil ifadesi olduğu düşünülürse, İslam sana
tını, mutlak tenzihi tutum izleyen ikonoklastlardan da ayırmak gere
kir. İslam sanatı, tenzih ve teşbihin mükemmel birlikteliği ve her ikisi
nin de tevhid alanını tek başına işgal etmeyişleri üzerine kurulur. Bü
yük oranda teşbih düzleminde kalan Hıristiyan ve Uzakdoğu sanatı da, 53
teşbihin her türlü düzeyine karşı olarak, imgede temsilin silinmesini,
SINEMANIN
KÖKLERİ
38. Burckhardt, Titus(2005). İslam Sanatı: Dil ve Anlam. (Çev. Turan Koç) İstan
bul: Klasik Yayınları. S.33
İKİNCİ BÖLÜM
39. Burckhardt, Titus(2005). İslam Sanatı: Dil ve Anlam. (Çev. Turan Koç) İstan
bul: Klasik Yayınları. S.37
İMGE, SANAT GELENEKLERİ VE SİNEMAYA GİRİŞ
40. İbnü'l Arabt(2006), FusQsu'l Hikem. (Çev. Ekrem Demirli). İstanbul: Kabalcı
Yayınları. 5.65
İKİNCİ BÖLÜM
rak niteliksel olarak dönüştürür. .. Onun nesnesi, her şeyden önce insa
nın çevresidir ve onun niteliği özü itibariyle temôşôcıdır."41
İslam sanatının, plastik sanatlarda, mimaride ve hatta müzikteki
görünümüne baktığımızda temel birkaç şeyle karşılaşırız. Burckhar
dt'ın da belirttiği temaşa, temaşayı mümkün kılan ebediyet, zaman,
an, çöl ve boşluk kavramları . . . Bunlarla birlikte, İslam sanatı, temaşa
cı yapısı içinde bir ritme sahiptir. Temaşa ve ritm, eşyanın tüm görün
tüsünü ve hakikatini iki boyutta "ele geçirme" sevdasından vazgeçi
rerek, hakikatin görünümleriyle birlikte oluş içinde varolmaya niyet
lenen bir üsluba doğru yöneltir sanatçıyı.
Burada önemli bir noktayı da göz ardı etmemek gerekiyor. Batı
da genellikle natüralizmin ve rasyonalizmin bir karşılığı olarak görü
nen "gerçekçilik" ile İslam sanatının, Burckhardt'ın "manevi gerçek
çilik" olarak tanımladığı duruşu arasında da çok temel ayrılıklar mev
cuttur. Aynen soyutluk ya da sembolizm anlayışlarında olduğu gibi,
gerçekçilik düzeyinde de bir ters yüz edilmişlik vardır İslam sanatı ile
Rönesans sonrası Batı sanatı (hatta modernist soyut sanat anlayışı da 57
S I N EM A N I N
dahildir buna) arasında. KÖKLERi
41. Burckhardt, Titus(2005). İslam Sanatı: D i l v e Anlam. (Çev. Turan Koç) İstan
bul: Klasik Yayınları. 5.35
İKİNCİ BÖLÜM
o; her varlığı "genelde nesne" olara k - yani hem bizim için hiçbir
şey değilmiş hem d e yine de yapaylıklarımıza ayrılmış bir şeymiş
gibi - ele alma kararıdır."
Göz ve Ti n/Ma urice Merleau-Ponty
42. Leaman, Oliver (201 2). lslam Estetiğine Giriş 3. Baskı. (Çev. Nuh Yılmaz); Kü
re Yayınları, lstanbul, S.1 9-73
İKİNCİ BÖLÜM
başka bir şeyi ima etmesi, yanlış algıları tespit etmenin önündeki en
gelleri de ifşa eder mahiyette.
Her ne kadar, bir sonraki "yanlış algıyı" tespit ederken örnek ver
diği Grabar'ın, belki de İslam sanatı hakkında muhkem bir "anlam uf
ku" kurmanın "cüretkarlığını" kabul etmemekten kaynaklanan "İslami
estetik diye bir şey yoktur" tezine destek olabilecek tespitlerine kü
çük de olsa bir itiraz geliştirse de, aslında Leaman'ın yaptığı şey, za
ten İslam estetik ilkelerinin reddiyesine yol açtığı için Grabar'ın tes
pitlerinden çok daha yıkıcı bir mahiyet arz ediyor.
Grabar, İslam sanatı üzerine yazdığı yazılarında, temel olarak "an
lam" üzerinde değil de, biçim ve içerikle ilgili tarihi bağlamlara ve sa
natın malzeme ve teknikle ilgili yönelimlerine eğilir. Bu da Grabar'ın
yaklaşımını "dışarıdan" ama yine de samimi bir teknik bakışa ve elbet
te anlamla ilgili hüküm vermeme davranışına yöneltir. Ancak Leaman,
Grabar'ı haklı olarak eleştirirken de, aslında çok temel bir "yanlış so
ruya "zemin hazırlar. İlk kısımda anlattığımız yanlış soru burada da ak
60 tiftir ve o sorunun geldiği zemin, hüküm verme konusunda Leaman'ı
SINEMANIN
KÖKLERi
eleştirdiklerinden çok daha cüretkar kılar. Grabar, pek fazla "anlam
hükmü" vermezken, Leaman'ın yaklaşımı, anlamın yokluğunu/ya da
çokluğunu/uçuculuğunu ilan edecek ya da temel bir bireysel çıktıya
indirgenebilecek bir şekle dönüşme tehlikesini barındırır.
Leaman, sözünü ettiğimiz kitabında, İslam sanatının tasavvufi
olduğu tezine yönelik de kimi itirazlar geliştirir. Elbette İslam saAa
tı tüm ürünleriyle tasavvufi bir mahiyet arz etmez; ancak tasavvufun,
İslam'ın irfan tabakası olması ve o irfanın, ahkam ile marifet arasında
kurduğu ilişkinin aynı zamanda sanattan musikiye, ticarete, siyasete
kadar hemen her alana bir hakikat damgası vurmayı amaçladığı ger
çeğini tespit etmek gerekiyor. Leaman bunu yapmak yerine, tasavvu
fu, belki de "soruyu sorduğu" zaviyenin post-modern doğasından olsa
gerek, bir "ne olsa gider" uçuculuğuna ve içi boş bir hoşgörüye indir
geyerek, İslam sanatının tasavvufi olduğu iddiasının, tasavvufun "ço
ğulculuğu" sebebiyle bizatihi mutasavvıflar tarafından reddedilece
ği hükmüne varıyor.
İMGE, SANAT GELENEKLERi VE SİNEMAYA GİRİŞ
!:J aS[ gibi gelenekten hareketle sanata bakan düşünürler, zaten kut
sal sanat ile dini sanatı birbirinden ayırır ve geleneksel olanın, belir
l! bir "üst-ilke" den hareket ettiğini ve bu yüzden konusunun dini ol
masının gerekmediğini ifade ederler. Bir sanat eseri, mesela Lea
man'ın ele aldığı türden bir "ilkesizlik" üzerinden dini bir konuyu ele
alması hasebiyle dini sanat olarak tanımlanabilir; ancak İslam sana
tı adını verdiğimiz şeyin, böyle bir dini sanattan çok, kutsal bir sanat
olarak belirli bir üst ilkenin ete kemiğe bürünen hali olduğu ayrımı
nı belirlemek, Leaman'ın tam olarak nerede yanlış yaptığını da açık
lar mahiyette ...
Leaman'ın, kitabın giriş bölümündeki "put kırıcı" tezleri, aslında
gerçek putun tam olarak nerelerde olduğu hakkında epey ipucu veri
yor. Özellikle her alanda gördüğümüz bir post-modern "çoğulculuk"
kibrinin, hemen her şeyi sakatlayan bir tekilliğe yol açtığını ifşa eden
bir durum Leaman'ınki. .. Zira özellikle liberal kibrin zehirlediği, "doğru
soruların" sorulacağı zemini ve o soruların içeriklerini belirleme hak-
62 kını kendinde gören bir "modern Batılı" tutum, temel olarak araştır-
dığı her alana bir tanım dayatıyor. üstelik tanımlamalara karşı çıktı-
s ı N EMAN ı N
KÖKLERi
�arlık ve sanatı içjn gerekli ve doğru bir soru olabilir; ama lslam sana-
..,..,..� · �·-"' ' ' -·" --·- - •''
... ....... �-----· -•·,>-�.,. ' .'
tebede ontolojik bir geçiş alanı olarak işlev görür Müslüman sanat
çı için. Onun için sanat, kişisel seyr u sülOk'unun bitiştirdiği bir mey
dan muharebesidir. Nefsiyle muharebe ederek ruhunun/akleden kal
binin/canının mertebesine ve oradan da Hakk'ın isim ve sıfatlarının te
cellilerine "ulaşan" ve oradan da Hakk'ın halk'a hediye ettiği hakikat
perspektifini ifşa eden bir "dolaysızlık sanatçısıdır" o ... Dolayısıyla Ba- .._. � .
tılı modern sanatçı gibi "bireysel" olamaz Müslüman sanatçı. Zira bi-
r�ysel yaklaşımın "hediyeyi kendinden bilmek kibrine" yol açacağını
� ilir. Onu yetiştiren gelenek ve medeniyet iklimlerinin farkındadır. O
iklimleri yeşertenin Ne olduğunun da ... Toplum, medeniyetin bir un
suru olarak onu besler, bireysel seyr u sülOk'u da, sanatçının, onu bes
leyenin yüreğine açacağı iz anlamına gelir. "Fert", "halk" ilişkisinin an
c� k ve ancak Hakk'ın merkezliğinde belirlenebileceği bir besleme ağı
dır bu. Parçalayan modernitenin anlayamayacağı bir bağ ... Aynı şekil
de sosyalist sanatçı gibi "toplumu verili bir kendilik olarak gören" bi
risi de olamaz Müslüman sanatçı. Ferdin de toplumun da ancak Hakk
ile ve O'nun Varlığı ile birlikte var olabileceğini ve tüm sanatların mer 65
keziliğinin, sanat ister ferde, ister topluma yönelsin, O'ndan hareket SiNEMANIN
KÖKLERi
le belirlenmesi gerektiğini bilir...
43. Tarkovski, Andrey (2000); Mühürlenmiş Zaman 3. Baskı (Çev. Füsun Ant); Afa
Yayınları, İstanbul, 5.204
İKİNCİ BÖLÜM
malıdır" sözü. Bu, sanatı daha önceki bölümlerde ifade ettiğimiz tür
den bir siyasi/toplumsal dikotomiye mahkum etmek anlamına gelir.
Üstelik aynı şeyi, sanatın sadece toplum ve siyasetle ilişkisi açısından
değil, aynı zamanda sanatsal formlar açısından da ele alabiliriz.
Bu soruya hangi tarafa yaklaşarak cevap verirsek verelim, bir tu
zağın içerisine çekildiğimizin Farkına varmayız genellikle. Siyasi/top
lumsal muhalifliğin başlı başına bir "değer" taşıyan özcü bir kavram
olarak ele alındığı soljargonların içi boşluğu bir yana, muhafazakar ta
rafta da benzer bir yaklaşımın olduğunu tespit etmemiz gerekiyor. Bir
yanda "belirlenmiş" Form ve yaklaşımlar dışında herhangi bir şeyi is-
�'
rinden başka bir şey değildir. Bu tür "sanat eseri" ortaya koyan "sa
natçı" için, "aykırı", "deneyci" olmak bir gurur vesilesi, "bağlayıcı ilke
ye sahip olmak" ise "gericiliğin" göste �,g esidir.
Kibrin sanatı ile "ontolojik tevazuun" sanatı birbirlerinden çok
farklı şeylerdir. İlki, kendisine verilen -varsa- "yeteneği" kendinden bi
lir ve sanatın "yukarı" çıkması için mecburen "muhafaza etmesi" ge
reken yönlerini çözerek, mutlak bir sarhoşluk içinde batağa saplanır
ken; diğeri "emaneti Verene" ihanet etmemenin "kurallarını" keşfet
meye çalışır. İkincisinin sanatı, sanatını keşif yolculuğu olurken, aynı
zamanda varlığın gizlerinin de keşfine vesile olur. ,Bu tür sanatçı, "İl
ke"ye bağlanmanın, onu diğer tüm bağlarından çözeceğini fark eder.
İşte "gelenek" olarak tanımladığımız (ki bunun da modern kavramlar-
dan birisi olan ve muhafazakarlık içinde tanımlanan gelenekle çok il
•,
44. Farago, France(2006). Sanat. (Çev. Özcan Doğan). İstanbul: Doğu Batı Yayın
ları. S. 237
IMCiE, SANAT GELENEKLERİ VE SiNEMAYA CilRİŞ
meye" çalışan izleyici gibi değildir. Zira sinema, ama özellikle zama-
,, ·- ,., • "" ·����"·�� , .
'-
nın içinde yüzmeye bırakılan bir sinema, izleyicinin sübjektif bakışına
·
nesini kendinden kaçıran bir işlev görmesi itibariyle, temsili bir sanat
olarak kalmaya mahkumdur.
Sinemanın temaşa ile ilişkisi, onun boşluk, zaman ve ritm ile iliş
kisinden bağımsız değildir. Sinema, zaman içine gömülmüş, zamanla
birlikte bir ritm eşliğinde akan ve oradan ebediyete doğru yükselen
bir temaşa alanı yaratır. "Yakalanan bir imge" yoktur orada artık. Her
an yeniden dönüşen, değişen ve oluş ırmağı içinde ıslanan bir imge
dir sinemanınki. Ancak daha önce belirttiğimiz ve daha sonra "sine
manın katları" meselesinde açıklamaya çalışacağımız gibi, oluş ırma
ğında yıkanmak, o ırmakta ebediyen kalmak anlamına gelmez sine
mada. Sinemanın fena'sı ile sinemanın beka'sı tam burada gözümü
zün önüne gelmelidir.
İMGE, SANAT GELENEKLERİ VE SİNEMAYA GİRİŞ
sanattır. Boşluk denen şeyin, "hiçliğin", ritm ile tümüyle manevi alana
ait olan gönül çırpıntılarımızın ilişkilerini, üzerinden kurabileceğimiz
devasa bir imkan alanı. . . Rasyonel ve "bireysel(ci)" perspektifin karşı
sına çıkarabileceği "tanrı bakışı" ile neredeyse tümüyle manevi bir or
tamdır sinemanın ortamı. "Tanrı bakışının" ikamesi, sinemanın, diğer
sanatların hepsinden kaçışını mümkün kılan bir imkana da sahiptir. Zi
ra bakıştaki rasyonellik yerine çoklu ve çok boyutlu bir bakma ve gör
meye; ve statik imge yerine dinamik ve sabitleştirilmekten kaçan bir
imgeye imkan verir "Tanrı bakışı".
Bu kitabın temel amaçlarından birisi diğer sanatlarla film sanatı
arasındaki ilişkileri anlamak olduğu ve bu ilişkiler, kitap boyunca olabil
diğinde geniş kapsamlı ele alındığı halde, imge meselesi bağlamında
diğer sanatlarla film ilişkisine bu bölümde bir giriş yapmakta fayda var.
İKİNCİ BÖLÜM
ne, hakiki' bir zaman ve o zamanla bağlı ontolojik olarak manevi bir
ritm anlayışı kurar sinema. Ancak simgesellikten kaçışı ve statik ol
mayan imgesiyle sinemayla müzik büyük oranda örtüşürler. Bu yüz
den, sinemada müzik üzerine düşünürken, "filmde müzik"ten çok, fil
min kainat ve insanın müziği olarak düşünülmesi daha değerli bir çı
kış noktası olabilir.
Resmin çerçeve içi dünyası ile tiyatronun çerçeve içi dünyası bü
yük oranda özdeş sayılabilir. Ancak resimde çerçeveden kaçarak dün
yaya ve hayata sığınmak her zaman mümkündür. Resmin, eğer sinema
ve sinema imgesi ile ilişkisi kurulacaksa, bu yönüyle ilişki kurulmalıdır.
Sinema, fotoğrafın zaman-dışılığını ve imge nesne ilişkisindeki yer de
ğiştirme anlayışını da parantez içine alır. Fotoğrafsallık değil zaman
scıllıktır sinemayı sinema yapan. Ölü ve ölmeye devam edecek; ancak
psikolojik olarak zaman ilişkisi kurulabilecek fotoğraf, sinema sanatı
nın sadece teknik altyapısını oluşturur. Yoksa ontolojik olarak tümüy
le farklı iki sanattır fotoğraf ile sinema.
Sinema, sanat dallarının tümünün anlayış ve araçlarını kullanabil SIN E MANIN77
me imkanını haizdir. Ancak sinemayı asıl güçlü yapan, tüm sanat dal KÖKL E Ri
larını bünyesinde taşıma imkanı değil, bütün bu sanat dallarının im
sfe ve anlayışlarının paranteze alınabilme imkanıdır. Sinema, paran
tez içinde kalan o alanın dışına bir sanat kainatı kurar. Kurulan kainat,
parantez içindeki alanı da kapsar; ancak onunla yetinmez, parantez
içindeki "dil araçlarını" ve imgeyi hiçbir zaman birincil aracı olarak an
lamaz ve kullanmaz. Bazin'in tiyatro ve sinema için yaptığı ayrım, as-
.t ında tüm sanat qall.? rıyla sinema arasındaki ayrımı belirler. Bu yüz-
--.. ···-·�-......- - , - � ., � -- - ·- � · , __ � -··
lojik bakış ve dünya görüşlerimiz bir filmin "iyi" ya da "kötü" olarak de-
Q erlendirilmesinde başat kriterimiz oluveriyor. "Dindar" eleştirmen
ler, bir filmde gördükleri iki ayet, birkaç dini mesajla, o filmi neredey
se başyapıt düzeyine çıkarabiliyorlar. Solcu eleştirmenler, sınıf çatış
masına ya da bugünün sıcak konusu Kürt meselesine gördükleri bir
kaç imayla dahi, bir filmi oldukça yüksek düzeylere çıkarabiliyorlar. Ay
nen bir makalede veya edebiyat eserinde olduğu gibi, anlatımın keli
melerin, konuşmaların düzleminde kurulması, bu tür eleştirmenlerin
işini oldukça da kolaylaştırıyor.
Halbuki sinema, parantez içindeki "dilin" ötesine taşabilen bir
özelliği olduğu için önemlidir. Sanatın sinema dışındaki tüm dalları-
78 nın bağ(ım)lı olduğu "dil" den firar etme kapasitesidir sinemayı değer-
sıN����Eı� li kılan. İmgeden firar etme kapasitesi . . . Sinema imgesi olarak kuru
lan ve sinemanın imkanını taşıyabilmek için onun felsefesinin ürettiği
zorunlu görünümler, sanatın diğer dallarının imge ve görünümlerin
den uzak olduğu müddetçe sinemanın imkanlarına yaklaşabilir. Keli
menin, logosun, konuşmanın, jest ve mimiklerin, dekorun, resmin ve
ya da fotoğraf imgesinin ötesine geçebilen, "hayatın bizatihi kendi
sini" taşıyan bir akıma sahiptir sinema. Ve bunu, hayatın "parçalarını"
simgeselleştirmeden yapar.
"Nasll durmakslZln akan ve değişen hayat her insana, her bir ôn1 ken
dince hissetme ve kendince anlaml! k!lma olanağı tamyorsa, birfilm şeri
dinde kusursuz bir şekilde sabitleştirilmiş, ama çekimin sın1rlarından ta
şan bir zaman içeren hakiki bir film de, ancak zaman onun içinde yaşa
yabiliyorsa zaman içinde yaşayabilir. Sinemanm özgünlüğü işte bu karşı
l!kl! etkileşimde yatar."4s
Sinema da, diğer her şeyin yok-oluşunda bile sadece zamanla var
, . .
olabilir.
Örnek vermek gerekirse; Angelopoulos'un birçok filminde oldu
ğu gibi, Ano/O Melissokomos filminde de, zamanın, insanın deneyim
boyutlarını nasıl katman katman açtığına delil olabilecek sahneler var
dır. Filmin girişindeki düğün sahnesinde, gelinin bir "kuşun" peşinden
gitmesiyle gelinin peşine takılan davetlileri takip etmeyi bırakan, ama
onlarla aynı zaman akışı içinde bağlı kalan kamera, kızını kaybetmekte
olan babanın hüzünlü yürüyüşüne odaklanır. Aynı plan-sekans içinde,
yine bir kadın elindeki çay tepsisini düşürür. O sırada,kadrajda görü
len sadece baba kadın ve kırılan çay bardaktarıdır. Ancak, hayat, az ön
ce kameranın bıraktığı yerin dışında; yani çerçeve dışında zamanla ku
rulan bağla devam etmektedir. Bir film katmanı babanın düşünce dü
zeyindeyken, diğeri, öteki yerde ama aynı zaman içinde başka boyut
larıyla akmaktadır. Zaman, sinemayı diğer sanatların tümünün paran-
iKİNCi BÖLÜM
Daha önce belirttiğimiz gibi, sinemanın asıl değeri, diğer tüm sa
nat dallarının imkanlarına sahip olması, ama onların hiçbirinin sahip
olmadığı imkanları da, asıl özelliği olarak bünyesinde barındırmasıdır.
Sinema, bu bakımdan, geleneğimizde "hat dili" olarak tanımladığımız
şeyi aktarabilmek açısından çok değerlidir. Bu "hal dili" ne demektir
diye düşünürsek, sinemanın ne yapabileceği üzerine de yeterli bir fik
re sahip oluruz. "Hal dili" ister insan, ister diğer canlı varlıklar, hatta
80 cansız varlıklarda olsun, bir "dua hali" olarak düşünülebilir. Her varlı
SIN E MANIN ğın, Allah'ı kendi dilinde tesbih ettiği hakikatini, sanatlar içinde sine
KÖKL E Ri
madan daha derin algılayıp aktarabilecek hiçbir sanat dalı yoktur. Si
nema, sanatın duaya bürünmüş hali olma kapasitesine sahiptir. Nasıl
ki insan, duaya bürününce ve o duanın en derin anı olan secde anında
egosunu yerle bir edip ruhunu yüceltiyor ve nefsinin tüm zincirlerin
den kurtulup hakikat yolunda yürümeye başlıyorsa, tüm varlığın düa
haline açılabilen ve bir temaşa haline dönüşebilen sanat da, "varlığın·
duasına" tercüman olabilir.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız "hal dilinin" bir temaşa olarak ve
zaman içinde an üzerinden ebediyetle bağ kurabilmesi sinema sana
tını asıl değerli yapan şey. Sinemanın diğer her türlü "yatay boyutu
nun" dışında asıl düşünülmesi gereken özelliği budur.
Sinema, diğer sanat dallarındaki katmanlı yapılar gibi birkaç ana
katmanda değerlendirilebilir. Ancak o katmanları kısaca ele almadan
önce, büyük mutasavvıf Attar'ın Mantıku't Tayr'da bahsettiği yedi va
diden biraz söz etmek gerekiyor. Zira bu vadiler, insanın "yükselebi-
İMGE, SANAT GELENEKLERİ VE SİNEMAYA GİRİŞ
tek Vadisi'nden önceki duruma bir dönüş vardır ama artık İstek Vadi
si'nin öncesindeki değildir sinema. Sinema burada beka olarak yansır.
Oluş ırmağında çıkarak kurulanan ve Vahdet'in kucağında şefkat bu
larak, öğrendiklerini yine varoluşa dağıtan . . . Ama ne oluş aynı oluş,
ne de istek aynı istektir artık.
Mantıku't Tayr'dan hareketle bir çıkışını oluşturmaya çalıştığımız
sinemanın ilke ve katları meselesini biraz daha derinleştirebiliriz. Or
taçağ Hıristiyan düşüncesinde, İslam geleneğinde, Uzakdoğu hikmet
geleneklerinde ve hatta modern çağdan geleneğe bakmaya çalışan
düşünürlerde, genellikle sanatın birkaç ana katman içinde değerlen
dirildiği görünür. "Yüzeysel gerçeklik" diyebileceğimiz birinci katman,
alegorilerle kurulan ikinci katman ve Farago'nun Dante ve Origen'den
ilhamla "tinsel katman" olarak tanımladığı üçüncü katman . . . Ancak si
nemayı sanatların en büyüğü ve maneviyata ulaşmak açısından kapa
sitesi en yüksek olanı olarak değerlendiriyorsak şayet, bu üç katman
sinemayı anlamaya yetmez. Sinemanın kat(man)larının belirlenmesi
82 için, İslam geleneği ve tasavvufun da öncüllüğünde biraz daha derin
SİNEMAN i N bir düzenleme yapılabilir.
KÖKL E Ri
FusOsu'l-Hikem'de İbn Arabi insanı "berzah" olarak tanımlar.
Adem (a.s.) bazı hadislerde dile getirildiği gibi Rahman'ın suretine gö
re yaratılmıştır. Allah'ın, "iki eliyle" yarattığı Adem'e meleklerin secde
etmesini istemesi bununla ilgilidir. Bu hikmeti İbn Arabi, insanın Al
lah'ın isimlerinin tüm tecellilerini üzerinde barındırma kapasitesiyle,
yani İnsan-ı Kamil olma kapasitesiyle açıklar. "Allah, Adem'in yaratılı-·
şında iki elini yalnızca Adem'i şereflendirmek için birleştirdi. Bu neden
le İblis'e şöyle dedi: İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıko
yan nedir? [38:75) ! ki el ile yaratılmış olmak, Adem'in iki sureti -alemin
suretini
.... ve Hakk'ın suretini- kendinde toplamasının ta kendisidir. Bu
i�i el Hakk'ın elidir. İblis alemin bir parçasıdır ve bu toplayıcılık ôzelliği
>' ,
46. İbnü'l Arabi(2006), FusCısu'l Hikem. {Çev. Ekrem Demirli). İstanbul: Kabalcı
Yayınları. 5.30
İMCiE, SANAT GELENEKLERİ VE SİNEMAYA CiİRİŞ
ladığı bir düzeydir bu. Hem sinema, hem de diğer sanatların gölgesi
vurur bu düzeye. Kimi zaman diğer sanatların imge biçimleri, bu dü
zeyde kalan filmlerin bire bir tanımlanması için yeterli olurken, hare- ,
ket-imge içinde tanımlanan bir imgeler antolojisiyle, anlamlandırma
statik bir şekilde yapılır.
İkinci kat, diğer sanatların çoğunun "simgesel" yapıtaşını oluştu
ran alegorilere yaslanan bir sinema dilinin inşa edildiği kattır. Burada
"ters" ve "yatay" bir sembolizmle siyasi, dini, toplumsal alegoriler ku
rulur. Bu dil, rasyonel aklın sınırları içinde bir tür bilmececiliğe dönü
şür. Yönetmen "mesajını" alegorilerin ��dına gizl�-':12�,: n
_
istenen, yönetmenin "sorduğu" ve "cevapladığı" bilmecenin cevabını
-
�i�a�;ci��--Do�ya·-�1�;;;�-;;, ci��Ç��TeŞti;men ve-kura-m. .c��; "baş-
yapıt" damgası vurduğu epey bir Film ve onların yönetmeni aslında
"'--�·, - · ·-�·· ·- · - ·-· -·' · · - " ��· ----�· "· ·- � . •...,� "�<>- -···,_..,.,, ,,,,
·
klasik sinema ile birlikte büyük oranda modern sinemayı da içerir. Zi
ra modern sinemanın içinde zaman-imgeyi ontolojik işleviyle kullanan
yönetmenler olduğu gibi, hareket-imgeye ve onun semboller üreten
kurgusuna yaslanıp, zaman-imgeyi hareket-imgedeki sembolik düzeyi
güçlendirmek amacıyla aperatif olarak kullanan yönetmenler de var
dır. Temel olarak Deleuze'nin tespitini biraz revize ederek şöyle diye
biliriz: Sinemanın anlamlandırılma ve biçim ilişkisinde ilk iki kat büyük
oranda hareket-imgeye yaslanır ve alegorik, sembolik imge ilişkileri
ni ya da salt nesnesinin yerine geçmeye çalışan bir natüralizm imge
sini kullanır. Genellikle, bu tür filmler, önceki bölümlerde ifade etti
ğimiz gibi, sinemanın "mümkünün parantez dışı evreni" yerine, diğer
sanatların "parantez içi evreninde" yaşarlar ve klasik denen sinema ile
modern sinemanın büyük bir kısmı bu iki düzeyde tanımlanabilirler.
İlk iki kat, İslam sanatı geleneğinin genellikle uzak durmaya ça
lıştığ� bir "Eemsil" ve "Easvır" düzeyini temSl l eder. ArlstOcu mTmesiS;
y·acra·lemST!e.zTE-au�rmaya Ça·rıŞırkenbtteonuyen iden üreten bir es
tetik bu iki katın da ana belirleyicisidir. Ancak eğer bir "hakikat sine 85
ması" tasavvuru mümkünse, bunun bu ilk iki düzeyde kalınarak inşa KÖKL Rİ
SIN E MANIN
E
edilemeyeceği de muhakkaktır. Mimesis, tasvir ve temsilden kaçma
nın nasıl mümkün olduğu sorusu, bizim için bu kattan itibaren başla
yan asıl meseledir. Zaten sinemanın asıl imkanı da, imgeden kaçış ola
rak adlandırdığımız şey de bu kattan sonra başlar. Dolayısıyla katlar
da yukarı doğru çıkmak, hem kurmak istediğimiz İslam sanatı-sinema
bağı açısından, hem de sinemanın manevi bir enstrüman olarak haki
kate giden yolu işaret edebilme imkanı açısından özellikle önemlidir.
Üçüncü kat, "temaşa katı" olarak tanımlayabileceğimiz kattır. Bu
rası aynı zamanda, İslam sanatının ana ritminin başladığı katman ola
rak özellikle değerlidir. Zira temsil ve tasvirin yavaş yavaş silinerek,
temaşa olarak deneyimin başladığı kattır burası. Alem aynası, yavaş
yavaş ebediyetin, içinde dürülü olduğu zamanda kendini temaşa ola
rak açmaya başlar. Ve insan, ebediyeti kendi zaman deneyimiyle ya
şayan berzah-varlık, bu katta kendi ruh uyla sinemanın "oluşunu" bir
leştirmeye başlar. Zaman, ritm ve manevi bir kalp atışı olarak sinema-
İKİNCİ BÖLÜM
- KÖKLERİ
cut" arasında devasa farkın, üzerinden kapanabileceği köprünün ima
edildiği k� bu;asıd�r. B����-�;dj��-;-�·.·9;��5�·n,-SokÜrov"gibi yö
n�;�bCk �t�-;�dabirgirertera-mageneTfikle·b�-k�tt�.k�İ;�; ola-
. ,.. - ., ...,_ . .' . .. ·- ' ' _, ""
mazlar. Bizim sinemamızda Semih Kaplanoğlu'nun film sanatı açısın-
' " ·� .,
ri döndüğü bir üst hali olarak "berzah-imge" (ve hem rüya-imge hem
de berzah-imgeyi kapsayacak imgeyi film tarihi içindeki yeriyle sadece
berzah-imge ya da hayal-imge olarak) olarak tanımlayacağız bundan
böyle. Artık burada "dil" yok, kutsalın ve vahyin kalbine doğru sonsuz
bir yürüyüş vardır. Geleneksel düşünce ve sanatta, "kutsal sanat" ola
rak tanımlanan sanatın işaretlerini verir bu kat. Bu kata Tarkovsky da,
hi ancak birkaç kez girip çıkmıştır; ama bu katta kalıcı olabilen bir yö
netmen henüz yoktur.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BAŞ LANGIÇTA ŞİİR VARDI
ŞİİRİN SİNEMASI, SİNEMANIN ŞİİRİ
Sezai Karakoç
1 .Karakoç, Sezai (201 2). Edebiyat Yazıları (5. baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları. 5. 5 1 )
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3. Kılıç, Mahmut Erol(201 1 ). Sufi ve Şiir (1 O. baskı). İstanbul: İnsan Yayınları. 5.1 7
BAŞLANGIÇTA ŞİİR VARDI ŞİİRİN SİNEMASI, SİNEMANIN ŞİİRİ
amacı güder, gayri ihtiyari de olsa. Hiç'in içerisinden olan şiire, çok' un
içerisinden benzemeye çalışmak! "İlim bir nokta idi; onu cahiller çoğalt
tı " buyuran Hz. Ali'nin (r.a.) işaret ettiği "nokta", ilmin şiirle yoğrulmuş
olduğu o vahdet an'ına denk geli�-;;r;;:;�-ı;�
· · ·
-- --� ···· -
. . ··--· -
yacak olana hediyedir bu yük. Zira, insanın dil öncesi zamanı ile dil za
manına bir köprü kurarak, kainatın ve hayatın daha önce hiç fark edil
memiş, temaşa edilmemiş bir yönünün zevk ve neşve ile hakikatine
şahit eder insanı. Yükü taşımayı hakkıyla becerdiği anda, şairi için "bü
yük sanatçılığa" yürüyüş başlamıştır. Yükü yüklenmeyi beceremezse
ya da kendisine bir yük/sorumluluk olarak gelen yeteneğini kendin
den bilir de kibre düşerse, daha önce şahit olduğu hakikat görünüm
lerinin her birisi tek tek geri alınacaktır kendisinden. İşte yükün lane
ti böyle bir şeydir!
Şiirin ne olduğu meselesinin, en çok da "şiir unutulduğunda" ko
nuşulması normaldir. Şiirin, bizatihi aktif olduğu zamanlarda, ne oldu
ğunu ya da neden kaybolduğunu konuşmaya ihtiyaç yoktur. Bir şey,
kendisini en çok da unutturulduğunda hatırlatır. Behçet Necatigil'den
Kül Eleştiri Dergisi'nin Mart-Nisan 2006 Poetik Metinler Özel Say/Sl nda '
lıyız yoksa?
Şiirin ne olduğu meselesine biraz daha derinlemesine girmeye
çalışalım. Şiiri, İbn Arabi hazretlerinin hayal meselesini oturttuğu on
tolojik konuma benzer bir konuma oturtmayı düşünmeliyiz öncelik
le. Şiir, mademki "dilden-önce"nin "dil-sonrası" dönemde kendini ha
tırlatma biçimidir; o zaman anlamla form arasında hem bir bağlan
tı, hem de uçurum olması mukadderdir. İsmail Süphandağı'nı dinle
yelim:
"Eğer şiir için iki kelime kullanmak şartı olsaydı; "seslerin duası" der
dim. Varolmayana (môsivôya) sahip olmama davası - vahdet-i vücud - as
lında şiirin de davasıdır. Tabii bu anlamda şiirin yalan, mübalağa, iftira;
görmediğini, hissetmediğini, yaşamadığını anlatan yanısıra popülizm ve
entelektüalizm adına yazılan şiirle de bir ilişkisi yoktur. .. Asıl kaynağın
dimağda nükseden tezahürleri olan şiir, göksel varlık olma yönünde bizi
--
- -
bQ_t_
c:
Qn__ üyle mücerrede sevk eder. Nesnel gerçeklik ağının içindeyer alan
"• •• ··--" -�'�' - •_,..,..,,.,, ,,,.,_ ,��-...
�- .. , . � ..,, '"'' " ' ' 'M ...._
._
BAŞLANGIÇTA ŞİİR VARDI ŞİİRİN SİNEMASI, SINEMANIN ŞİİRİ
il veya sözlü bir şey ortaya koyabilecek, edebiyata konu olacak bir metin
vücuda getirebilecektir? Bu durumda ortaya iki mesele ortaya çıkmak
tadır: Birincisi 'sözsüz aktanm'yani hôl diliyle konuşmak ikincisi ise an
cak ehlinin anlayacağı 'şifreli aktanm'. " 5
Mutasavvıf şairlerin benimsediği bu iki yol, aslında dil-şiirinin baş
ladığı o ilk 'an' dan bu yana her daim hazır ve nazır durumdadır. Şiir,
"Cennet"ten sürülüp, dil hapishanesine hapsolduğundan beri, o ha
pishane şartlarını mümkün olabilecek en iyi şekilde kullanmaktan tu
tun da, hapisten firar etmenin türlü yollarını denemek arasında bin
bir çeşit ve biçime büründü. Şiir ve sanat üzerine teorilerin ya da şa
irlerin anlayış ve yöntemlerinin her birisi, firar etmekle hapishanede
rahat etmek arasında gidip gelme mecburiyetiyle ilgili. ..
"Bu dünyada insan, şairane mukimdir'' diyordu Hölderlin. Şairliğin,
insanın yazgısı, yani Cennet'ten dünyaya "düşüşü", ama Cennet'e tek
rar çıkmayı "hatırlamasıyla" ilgili bir yönü var. ismet Özel' in Şiir Okuma
Kilavuzu'nda6 nefis bir dille açıkladığı iki katmanla ... insan, "anmak" ile
98
SIN E MANIN "unutmak" katmanları arasında gerili bir ip gibi. Özel'in dediği gibi, in
KÖKLERİ sanoğlu, kendisine verili olanı olağan saydığı sürece "unutma" katında
hapis kalıyor. Şiir ise anmanın/zikrin katına geçiş. Yani, neden bu "in
sanlık durumunun" bize verilmiş olduğunu sormanın ...
"Bilmenin anmayla de/inişi hem aşağıdan yukan, hem deyukandan
aşağıya gerçekleşir. Yeryüzünde şairane kaldığımızm anlaşilabilmes.i için
iki yönde de bilmenin anmayla delinmesi gereklidir. Yani önce insan_lik
durumumuzun ortaya çıkardığı unsurlarm hiç de maddi ve kültürel dona
tımımızm toplammdan ibaret olmadığmı fark etmek, bunun sonucu ola
rak dayaln1zca insanm varabileceği soyutlamaya varabilmek gerekir. An
ma (zikr) adm anilmasıdır. Bilmenin aşağıdan yukanya anmayla delinme
si insani unutma katmdan kurtani, ama 'büÇ/k.ıŞanmakabnda devarrili
k�lmacağ;�ı� güv���e�l�i s��tamai. insan vardi�/ �;y�tiômayİ da bil�e
Mı1n·��5oi<aral<7ark.fi blrunl:tnı�k.�;�n;J; iç/ne.gireiıi1ii:
�
··· �- ·· - -- · -··- -·
- ··· ·- - · � .
5. Kılıç, Mahmut Erol(201 5). Sufi ve Sanat. İstanbul: Sufi Kitap. S.49
6. Özel, ismet (20 1 4). Şiir Okuma Kılavuzu (2. baskı). İstanbul: Tiyo. S.83
BAŞLANGIÇTA ŞİİR VARDI ŞİİRİN SİNEMASI, SINEMANIN ŞİİRİ
7. Özel, İsmet (201 4). Şiir Okuma Kılavuzu (2. baskı). İstanbul: Tiyo. S.84
8. Özel, İsmet (20 1 4). Şiir Okuma Kılavuzu (2. baskı). İstanbul: Tiyo. S. 75
9. Özel, İsmet (20 1 4). Şiir Okuma Kılavuzu (2. baskı). İstanbul: Tiyo. S.35-37
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
şiir tanımında itiraz edeceğimiz çok yön olacağı muhakkak. Hakiki şi
irin, dilsizliğe, suskunluğa ve insanın dil/tarih - öncesi dönemine ya
ni Cennet'ine bir bakış/dönüş çabası olduğunu düşünürsek, dil-son
rası her "çoğaltma" girişiminin, dolaşıp "başlangıçtaki" o "dilsiz nok
taya" dönme niyetinde olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Ya
ni şiir, bizatihi bu dönüş çabasının adı olarak anlaşıldığı sürece, keli
melerin de ancak ve ancak "azalma" temayülü gösterdiği zaman şii
re dahil olabildiğini. ..
Şiir tarihi diye bir şeyden bahsedilebilirse, zirvesinin o "ilk an" ol
duğunu ve "sonrasının" yükseliş ve düşüşlerle dolu bir döngü olduğu
nu düşünebiliriz. Şiir, ne zaman kaybolmaya başlarsa şiir üzerine dü
şünceler çoğalır. Poetika metinlerinin ve şiirin ne olduğunu, nasıl bir
forma sahip olacağı meselelerini anlamaya çalışan düşünce metinle
rinin en çok da Batı'nın modern çağlarına ait olması bizi şaşırtmama
lıdır. Rasyonalist ve deneyci düşüncelerin büyük sentezcisi Kant'ın,
Yargı Gücünün Eleştirisi'nde, şiir ve sanat estetiği üzerine o kadar ge-
100 niş yazması da şaşırtmamalı bizi. Zira şiirin, küserek kendisini gizlediği
KöKL E Rı ya da hakikatinin unutulup kimi formların ya da sanat biçimlerinin fe-
SINEMANIN
tişizmine kurban edildiği çağlardır modern zamanlar. Felsefenin ras
yonel aklın spekülatif düşünme biçimine indirgendiği yerde, düşün
menin bu yeni konumunun, şiiri ve sanatı bu yeni misyona indirgemek
üzere teoriler üretmesi kaçınılmazdı.
Aynı çağlarda Doğu'da ya da İslam dünyasında, Batı'da olduğu
türden poetika metinlerine ihtiyaç yoktu. Zira bizatihi şiirin canlan
dırdığı medeniyetler hakimdi oralarda. Üstelik yazılan/yapılan şeyle
re şiir bile denmiyordu çoğu zaman. Mesela Hz. Mevlana dünyanın
en nefis şiirlerini veriyorken bile şiir adı vermiyordu yazdıklarına. Onu
ilgilendiren "bizatihi şiirin varlık olarak varlığı" değil, Hakikatin dil ile
nasıl söylenebileceği meselesiydi. Şiir, zorunlu bir çıktı olarak hal di
linden sonraki adımdı Hz. Mevlana için ... Ya da Yunus Emre Hazretleri
veya Niyazi MısrT Hazretlerinin şiirleri tek başına "şiirin kendisi için var
olan" şiirler değildi. Hakikatin acı tatlı meyveleriydi hepsi. Ama her iki
si de kendi şiirleri üzerine poetikalar yazma gereğini hissetmedi. Hat-
BAŞLANGIÇTA ŞİİR VARDI ŞİİRİN SİNEMASI, SİNEMANIN ŞİİRİ
ta devasa bir külliyata sahip olan İbn Arabi Hazretleri bile, Fütühat'ın
"Arzuların Tercümanı'na Şerh" bölümünde kısmen ele aldığı şiirin ma
neviyat ile ilişkisi ve remiz ve mazmunların anlamı üzerine yazdıkları
dışında, Batılı anlayışta olduğu türden bir poetika yazmaya girişmedi.
Tekrar şiire dönelim ve diğer sanatların şiirinin nasıl olabilece
ği üzerine düşünelim. Şiir, anlamdan hale, halden anlama açılan bir
deliktir. O deliği açmayı beceremeyenler -ki açılması hiç de kolay de
ğildir- bir tarafta kalarak "çalışmaya" devam ederler. Ya anlamı ras
yonelleştiren bir "fikir şiiri" inşa eder; ya da "deneysel şiir" yazanla
rın pek çoğunun yaptığı gibi, anlamın yokluğuna delalet eden dene
meler yaparlar. Halbuki anlam ile hal, bir vakum gibidir o delikte. Bi
risi diğerine öyle kenetlenmiştir ki, birbirinden ayırdığınızda ikisinin
de zemini çöker.
Müzik, resim, mimari, film gibi sanatların şiire açıldığı vakum tam
da burasıdır. Bir sanat eseri, hal ile anla mı11 ses ile sessizliğin, mana
-----
- -�-W·L,,,.,.__.,,,. ..____ __,,., ._,,,......,_�" ---- ....
.,�� ' -�-. ' " .��-�
.. , �·-
bildik anlamda kelimelerle yazılan "şeylerde" olsun, ister diğer sa- SIN. E MANIN1 0 1 ,,
'--...,.,. . � -•�v.""> • - •' � �· -·'"...,.._
• · ,=l' ' · O'- -<e,o_ ,.,_,,,,__�.�•'AA�',,.,-"""'''"'fr " · � , ,..,. "·��'""· . _ "' , _..,., �· , ..,,_, , ,. · -
natların ürünlerinde, hakiki şiir çok azınlıktadır. Zira bu dengeyi sağ KOKL E RI
lamak hiç kolay değildir. Bir yandan dilin hapishanesinin bağlayıcılı
ğından kurtulmaya/firar etmeye çalışmak, diğer yandan gelenek üze
rinden başka bağlayıcılıklar kurmak zorundasınızdır. Bu yüzden me
sela divan şiirinin kimi bildik mazmunlarını Fuzuli, Nedim, Baki, Ga
lib farklı şekil ve içeriklerle yenilemişlerdir. Gelenek, şaire verimli bir
toprak bahşeder ama o topraktan yetişen çiçeklerin biricikliğine za
rar vermez. Dolayısıyla şiir, bir yandan dil hapishanesinden firar et
menin yollarını ararken, diğer yandan başka anlam hapishanelerinin
gönüllü tutsağı olur.
"Cennet' ten dile düşen insanın" ürettiği her sanat dalı, bir şekilde
kendi "dilini" üretmeye çalışır. Müzik, resim, heykel, tezhip, hat, mima
ri, sinema vs ... Hepsi, şiirin kaderini paylaşacak ve birlik ile ayrışmanın
ara durağında varolacaktır. Bir taraf, hal diline (dilsizliğine) öyküne
cek ve dilden firar etmeye çalışacak; diğer taraf, dilden firar etmenin
imkansızlığını kabul ederek, dil içinde bir anlam dünyası kurmaya ça-
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
il--
yalı ya da sembolik düzeyleri inşa edilse de, imkan ve uygulama ola-
�, ·--,·--�""� -""'" """-"""�-·· ·-"" " - " - " --- · -"" '" ,.
-
. r�"k. müziğin ruhla ve dolayısıyla in��nın ,;tarih-Ö ncesi" şiiriyle çok .da
ha yakın ve doğrudan bir ilişkisi vardır. Bir müzik eserinin hal'iriden,
hatta "bilgisinden" faydalanmak için, genellikle hiçbir "eğitime" ihti-
..,, '
yacınız yoktur. Hatta çocuk ümmiliğine yaklaştıkça müziğin şiiri ile bağ
kurmanın imkanları artar. Bach'ın, ltri'nin, Zekai Dede'nin, Neşet Er
taş'ın, Leonard Cohen'in, Eteni Karaindrou'nun "anlaşılması" için her
hangi bir "dil" içinde doğmuş olmanızaya da herhangi bir sanat dalının
"özel diline" hakim olmanıza gerek yoktur. Gönlünüzün, elest bezmin
de verilen söze ve o sözün "sarhoşluğuna" özlem duyması yeterlidir.
BAŞLANGIÇTA ŞİİR VARDI ŞİİRİN SİNEMASI, SİNEMANIN ŞİİRİ
"' · - ·�"''-"ı-..,, ,
sanat eserlerine verdiğimiz isimdir şiirsel. Bir türlü şiir olamayan, ama
mış gibi yapan... Halbuki, sanat dallarını her birinde öyle eserler var
dır ki şiirsel değil şiirdirler. Bach'ın bestelerinin pek çoğunu düşünün
ya da Ayasofya Camii'ndeki Bizans ikonalarını... Ya da Süleymaniye'ye
bakın ... Her birinde şiirin en güzel örneklerini görecek, duyacak his
sedeceksiniz. Onları şiir yapan, varlığın, hayatın ve kainatın daha ön
ce bakılmamış, görülmemiş, duyulmamış bir "görüntüsünü" ifşa et
mektir. Allah'ın sonsuz isimlerinden birisinin tecelli etmesini "duyur
mak". Mantığın, rasyonel bilgi edinme yöntemlerinin kutusuna gire
meyecek bir ayne'l yakin biçimi inşa etmek. Bilmek, görmek, olmak,
varolmak ve yaratmak seyr u sülOk'u üzerinde bir noktada olduğunuzu
fark edebilmenizin yolunu açmak... "Lebbeyk" dediğiniz her anda aynı
bezm-i elest'te olduğu gibi Allah'ın "buyur kulum!" hitabı ile "doğru
dan" karşılaşmak! İşte sanat eserlerini bulundukları konumdan zirve
ye, yani şiire taşıyan şey bu yolları açma kapasitesine sahip olmasıdır.
Her sanat dalı, şiir olma kapasitesini az ya da çok yüreğinde ba
rındırır. Malzemesi taş, tahta, beton, çelik olan mimarinin ruha açılma 105
kapasitesi bir şiirdir. Ayasofya'nın mimarı İsidoros ya da Selimiye mi KÖKL E Ri
SiN E MAN i N
marı Sinan şair değilse kim şair? Boya ve tuvalden ibaret resim sana
tı, aynı malzemelerden, hayatın göbeğinde bir hakikat deliği açabilir.
Andrei Rublev şair değil mi? Edebiyat, çifte-dolaylamalı "diliyle" şiirin
genellikle bir dolaylama olduğu yanlışının müsebbibi olsa da, büyük
edebiyat eserleri, o dolaylamadan ruha kazılar yapan direk yollar keş
fedebilmeleriyle şiir olma hakkına sahip olurlar. Kim diyebilir ki Dos
toyevski bir şair değildir?
rak -yani hem bizim için hiçbir şey değilmiş hem deyine de yapayl!klan
mıza aynlmış bir şeymiş gibi - ele alma karandır. " 1 0
Şiiri, M.M Ponty'den alıntıladığımız bu cümlelerde bilimin yaptığı
şeyin tam tersini yapan şey olarak tanımlayabiliriz. Bilim, "şeylerde ol
maktan" vazgeçerken; şiirin asıl amacı şeyleri olmaya bırakmak ve on
larda olmaktır. Heidegger'in Sanat Eserinin Kökeni başlıklı eserinden
şiirle ilgili öğrenebileceğimiz şeyler, şiir ve film meselesinde ufkumu
zu açacaktır. Heidegger, şiiri, hakikatin gerçekleşme biçimi olarak ta-
-- ,
' '
1 O. Merleau-Ponty, Maurice (201 2) Göz ve Tin (3. baskı. Çev. Ahmet Soysal). İs
tanbul: Metis Yayınları. S.27
11. Heidegger, Martin (2004). Sanat Eserinin Kökeni (Çev. Fatih Tepebaşılı). İs
tanbul: Babil Yayınları. S.60
1 2. Heidegger, Martin (2004). Sanat Eserinin Kökeni (Çev. Fatih Tepebaşılı). İs
tanbul: Babil Yayınları. S.61-62
BAŞLANGIÇTA ŞİİR VARDI ŞİİRİN SİNEMASI, SİNEMANIN ŞİİRİ
çekleşir. Bu bize göre, ancak dil-sonrası şiir için geçerlidir. Ancak, şii
rin dilde gerçekleşmeyen ve o ilk "an"a - tarihöncesi insana - gönder
me yapan yönü her zaman varlığını korumuştur.
"Biçim olarak işe koyulan hakikatin şiirsel taslağı asla boşluğa ve
belirsizliğe geçmez. Hakikat, eserde gelen koruyuculara yani tarihsel in
sanlığa fırlatılmıştır. Fırlatılmış olan asla gelişigüzel ve uygunsuzluk de
ğildir. Hakiki şiirleştirici taslak, tarihsel olarak orada oluşun fırlatıldığı
şeyin açılımıdır. Bu yeryüzüdür ve tarihsel bir halka aityeryüzüdür, o bü
tün gizli olanlarla bir arada bulunan kendini kapatan temeldir. Bu, ora
da bulunmanın varlığın açıklığıyla olan ilişkisinden kalan dünyasıdır. .. Şi
irsel taslak hiçbir şeylikten gelir, hatta o hediyesini tanıdık ve şimdiye ka
darki olandan almaz... " 1 3
Heidegger'den ne anlamalıyız? Öncelikle şiirin, ontolojik bir "işe
koyulma" olduğunu. M.M. Ponty'nin bilimler için söylediği şeyin tam
tersinin şiir olduğunu. Modern özne-nesne ikiliğinde hakikatin de, var
lığın da açıklığa gelemeyeceğini, ancak özne-nesne ayrımının anlam
sız olduğu bir durumda ve sanat eseriyle "dile gelen" var-olanlar ara SiN E MAN iN1 07
cılığıyla hakikatin "gerçekleşeceğini" ... Şiir, hakikatin kendini inşa ve if KÖKL E Ri
şa etme yöntemi olarak, eserde kendini gösterir. Hakikat, kendisi dile
atılarak birinci "ayrışmayı" yaşar; ikinci ayrışma ise dilin kendini şiir ola
rak sunup hakikatin gerçekleşmesinin yatağı olmasıdır.
FİLM SANAT! İLE ŞİİR meselesi arasındaki ilişkiyi anlamak için, He
idegger'in "hakikatin kendini gerçekleştirmesi olarak şiirin" görüntü
aracılığıyla nasıl kurulabileceği üzerine düşünmemiz gerekiyor. Önce
likle görüntü nedir ve nasıl şiir olur? Temel sorumuzu soralım: Film sa
natı görüntünün şiiri üzerinden mi hakikati "görünür" kılar?
Hem öyle hem de değil! Film sanatı, temel olarak görsel bir sanat
olarak adlandırılsa da, aslında hem edebiyatın "dil araçlarını" hem de
müziğin ses ve ritmle ilgili araçlarını devralarak onları dönüştürür. Film
sanatı içerisinde, edebiyatın "dili" olduğu gibi kalmaz, müziğin ses ve
1 3. Heidegger, Martin (2004). Sanat Eserinin Kökeni (Çev. Fatih Tepebaşılı). İs
tanbul: Babil Yayınları. S.63
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
alınmalı.
Tarkovsky, "görüntünün" sınıflandırılamaz bir şey olduğunu dü
şünür. Görüntü, kendisini "dile getiren" maddi dünyanın da üstün(d)
e inşa edilmiştir. " Görüntü, bizim, Öklidvari bir mekanla smırlt olan bi
lincimizle hakikat arasmdaki karştlıklı ilişkiyi tantmlayan bir tür denk
lemdir. Biçim, dünyanm yapısmı bütünselliği içerisinde algtlamayı be
1 08 ceremeyişimizi hiç kaale almadan bu bütünselliği ifade edebilir. .. Gö
SINEMANIN
KÖKLERi
rüntü, işte bizim kör gözlerimizle bakmamıza izin verilen hakikatten
bir izlenim. "14
..
ne bir bakış olan filmi önemlidir. Renoir'in Oyunun Kurall filmi, savaş
öncesi burjuvazinin çürümüşlüğünü çoğu zaman mizahi bir dille ak
taran ve sadece konusuyla değil, film biçimine yaptığı önemli katkı
larla son derece önemli bir filmdir. Alan derinliği ve plan sekans kul
lanımı olgunluk haline erişmiş bir film biçiminin emarelerini vermek
tedir. Burjuva içindeki ilişkiler üzerinden hem çürümüşlüğe, hem de
"görüntüdeki muhafazakarlığın" altındaki soysuzlaşma üzerinde çok
derin bir tefekkür Filmi olarak görünebilir. Büyük Aldamş, Birinci Dün
ya Savaşı'nda bir Alman esir kampında esir olan Fransız subaylar üze
rinden, "savaşın saçmalığını" ifşa eden önemli bir filmdir. Savaş ta
rafların "henüz bayağılaşmadığı" ve sadece savaşın saçmalığını de
ğil, aynı zamanda savaş içinde yitirilmemiş bir insanlığı umut etme
si/araması açısından film tarihi içinde savaş karşıtı filmler içinde çok
özel bir yere sahiptir.
Carne'nin Sisler Rıhtımı, ne mekan olarak ne de manevi olarak ka
çacak hiçbir yer olmayan tekinsiz bir dünyayı ifşa eder adeta. Aşkın,
sevginin peşinde koşanların bile, o aşkı sevgiyi kana buladığı, kötülü 111
ğe, tekinsizliğe, umutsuzluğa bulanmamış hiçbir şeyin kalmadığı bir
S I N EM A N I N
KÖKLERi
"karanlık dünya" dır Sisler Rıhtımı dünyası. Bu yüzden hava birçok "şiir
sel gerçekçi" filmde olduğu gibi pusludur ve güneşi görmek neredey
se imkansızdır. Mekan seçimi, ruhsal halin yansıması olarak özel bir an
lama sahiptir bu akım içindeki filmlerde. Mekanlar, ya yalnız rıhtımlar,
ya acayip kıyıda köşede kalmış yerlerdir.
Şiirsel Gerçekçilik içinde değerlendirilen yönetmenler, "şiirsel"
üzerinde düşünen düşünürlerdi aynı zamanda. Şiirselliği, genellikle
görüntüde "dile gelmez" unsurlarla kurmaya çalıştılar. Carne'nin sis
li manzaraları ya da güneşin nadiren görünmesi gibi ... Ruh halini, gö
rüntünün içeriğiyle "düzenleyen" bir biçimdi bu. Yani göğü göstermi
yor, devamlı sisli, soluk, yağmurlu ortamlarla işiniz varsa, hüznü, çıkış
sızlığı anlatıyorsunuzdur gibi ...
Renoir ise görüntünün ve kameranın bizatihi kendisine getirdi
ği kimi yaklaşımlarla Tarkovsky'nin bahsettiği "hayatın tekilliği ve çok
anlamlılığının görüntüdeki inşası" meselesini dert edindiğini gösterdi.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1 8. Pezzella, Mario(2006). Sinemada Estetik (Çev. Fisun Demir). Ankara: Dost Ki
tabevi. S.44
1 9. Pezzella, Mario(2006). Sinemada Estetik (Çev. Fisun Demir). Ankara: Dost Ki
tabevi. S.44
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
derin. akıntı ola.rak alegorik kat eşlik eder. Paradjanov'un film düzeyi
ise ikinci kattan �aşlar. Sayat Nova'nın hemen girişinde, "sembollerim
' . .
20. Pezzella, Mario(2006). Sinemada Estetik (Çev. Fisun Demir). Ankara: Dost Ki
tabevi. S.46
BAŞLANGIÇTA ŞİİR VARDI ŞİİRİN SİNEMASI, SİNEMANIN ŞİİRİ
lik çektiği sahici acı ile gerçekleşir. Yönetmen, Yang'ın hali ile kame
ranın "halini" ortak ederek, Agnes aracılığıyla sinemanın şiirine açılır.
Aylarca tecavüz edildikten sona dayanamayıp intihar eden gence
cik kızın ölümü, Yang'ı, kızın annesinden bile fazla etkiler. Şairdir Yang
ve şair olmak, "o olmak" demektir. Ancak zincirlenmiş şefkat, merha
met ve güzelliği özgürlüğüne kavuşturanlarda rastlanan bir haldir bu
"o olmak" hali. Fakat "o olmak" kolay değildir. "Elmaya bakın ve onun
la konuşun" şablonlarıyla çözülebilecek bir mesele de değildir bu. O
olmak, hayatın sırrına açılabilecek bir gönle sahip olmayı göze almak,
şefkate ve merhamete açılan kapıları geçebilmek demektir. "Fenome
nolojik o olmak" gösterişçi şiiri ortaya koyarken, "ontolojik o olmak"
şair hali anlamına gelir. Yang'a, şiir yazabilmek için (mesela elma üze
rine bir şiir) elma ile konuşması gerektiğini tavsiye eden öğreti feno
menolojik bir şiir öğretisidir. Ontolojik olan ise öğretilemez, sadece
yaşanır. Yang'da olduğu gibi. . .
Ontolojik tevazuu ile tabiattaki her nesneye, yere düşen bir kayı
sıya, kendini nehrin karanlık sularına atan Agnes'e, dalında aşkla şarkı 121
S I NEMANIN
söyleyen bir bülbüle "dönüşebilir" Yang. Bu özelliğin kendisinde oldu K Ö K L ERi
ğunu bilmez; çünkü bilgilenmek ile kaçan bir mucizedir bu "aşk hali".
Aşk, Yang'ın, doğaya ve insana yönelik şefkat ve merhametinin sebe
bi olan bir yükselme halidir. Şairlik ancak Yang'da da olan bu öntolo
jik halden fışkırır.
Şair olmak, ele alınan nesneye ruh ü flemek demektir. Ancak o ru
hu üflemeden önce o nesnenin ruhu olmak gerekir. O olmak . . . Yang,
intihar eden Agnes'in acısını anlayabilen tek insandır. Herkesin hesap
kitap peşinde her şeyin üstünü örtmeye çalıştığı ortamda "Agnes ola
bilen" tek kişi. Filmin sonunda Agnes için yazdığı şiirin bile ne kadar
yüce bir halin çıktısı olduğunun farkında değildir. İki satır "karalamış"
ve o satırları başkasına göstermeye bile utanmıştır.
Şairlik, şefkatin, merhametin, güzelliğin, bu güzelliklerin yitiril
mesine karşı gerçekleştirdiği acılı bir direnişin ismidir. Filmde tek sa
hici acının Yang'ın çektiği acı olması bu yüzden önemlidir. Bu yüzden
şiir yazmayı bir türlü beceremediğini düşünür Yang; her hali bir şair
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
hali olduğu halde . . . Temasta olduğu her insanı en iyi o anladığı, her
kese sevgiyi ve şefkati hiç hesabını tutmadan gösterebildiği halde . . .
Şairlik ile şiir arasında zorunlu bir ilişki yoktur; zira şiir yazmak in
sanı zorunlu olarak şair yapmaz. Yang, Agnes'e yazdığı şiirden önce
de şairdi. Ancak filmde kendini şair olarak tanıtanların hiçbirisi şair
lik makamına erişmiş değillerdi. O yüzden ısrarla kendilerini göster
mek, birilerinden şiirleri konusunda övgü ve alkış almak peşindeydiler.
Gösteriş, şairlik ile şiir arasındaki en keskin engeldir. Şiirden şa
irliğe gösteriş yolundan yapıla n her yolculuk bir uçurumda sonuçla
nır mutlaka. Şairlikten şiire yollar ise çoktur. En yüce şiir sessizlikte ve
ontolojik tevazuda gösterir kendini. Sessizliğin şiiri de sinemada . . .
Lee Chang-Dong, filmin içinde bir izlek olarak ele aldığı şiir-şa
ir ilişkisinde, şiirin sessizlik halini bütün planlarına yedirmesiyle ken
di sanat eserini de bir şiire döndürmüş. Sessiz, usulca akan, sade bir
şiire . . . Ozu'nunkilere benzeyen uzun sessiz planlarıyla, zamanın şiiri
1 22
ne açılırken, kameranın tefekkürle bakan gözüyle mekanın şiirine or
S i N EM A N I N tam hazırlayabilmiş.
KÖKLERİ
Agnes'in boğulduğu nehir, hem bir kurtuluş ve de sığınak; hem
de kaçış ve yok oluşun kaçılması gereken durağı olarak anlam kaza
nıyor filmde. Agnes'in ruhuyla Yang'ın ruhunu birleyen ve Yang'ı, Ag
nes yapan mekandır nehir. Yang'ın kurtuluşu, Agnes'in acısıyla örtü
şür nehir kenarındaki planlarda. Yağmur, aynen Tarkovsky filmlerin
de olduğu gibi kutsal bir hediye, bir sağaltıcı ve temizleyici olarak şi!
rin en önemli unsurlarından birisi olarak dikkat çeker. Yang, yağmur
la temizlenir, Agnes'i anlar ve Agnes olmaya başlar. Yazdığı şiir, artık
kendi dilinden değil Agnes'in dilinden yazılmıştır.
"En iyi film, sağır ve dilsiz kişiler için yapilan filmdir. Çok fazla konu
şuyoruz, çok fazla kelime var. Benim niyetlendiğim konuşmanm ötesine
geçen safgüzelliği bulabilmektir."
BAŞLANGIÇTA ŞİİR VARDI ŞİİRİN SİNEMASI, SİNEMANIN ŞİİRİ
sizliğinde", çocuk kalbiyle, yani henüz kirlenmemiş bir "tarihe" ait bir
ontolojik zamanı imler. Çaresizlik, çarenin işaretidir. Kul sıkışınca Hızır
yetişir; seyirci de filmin şiirini, ancak bu çok sıkıştığı zamanlarda his- '
,-�._-. -�- (
seder. Çocukluk, bir yandan bağımlılığı, ama öte yandan her çıkardan
azade olmayı işaret eder. Film şiiri, bütün çıkarları parantez içerisine
alan fenomenolojik dünyanın dışındaki ontolojiye ancak böyle ulaşır.
Sağır ve dilsizler için yapılacak olan film nasıl olmalıdır peki? Ko
nuşmanın kolaycılığına kaçmayan filmdir her şeyden önce. Zira konuş
ma, en derin, en gizli ve en güzel hallerin önünde perdedir. Konuşma,
şiir ya da yazı ile aktarılmaya çalışıldığında, aşktan çok az şey kalabi
lir ancak. Paradjanov, az olanla değil, konuşmanın perdelerini açarak
geride kalan çok olanla ilgilenmektedir. Güzellik aracılığıyla hakikatin
peşindedir o. Konuşmanın ötesine geçen saf güzellik, bir sOflnin dile
gelemeyen hakikat tecrübesidir; bir aşığın halidir; bir çocuğun masu
miyeti ve sevgisidir, bir kadının kabuk maskelerden sıyrılmış en otan 123
tik ve derin güzelliğidir. . . Paradjanov'un yakalamaya çalıştığı saf gü K Ö K L E R i
S i N EMAN i N
mez. Ne de olsa "söz" ile de ilişkili bir tarafı da vardır hakikatin. Ama
"söz" peşinde koşulan hakikati zedeleyen bir boyuta ve gevezeliğe as
la taşmaz. Bir mutasavvıfın sözü gibidir. . .
İkinci kanat, Dostoyevski'nin dünyayı kurtaracağını söylediği
........ . _.
, , ,, . '
� aki en yetkin temsilini Paradjanov'da bulan anlayıştır. Bu anlayış, za-
mandan sadece anın ebediyetini aktarmak için yararlanır. Ritmden zi
yade, bir hal ve güzelliğin zaman içinde donması önemlidir. Donan an
güzelliktir. Saf ve hakikate ulaşma becerisi olan güzellik . . .
Paradjanov minyatürün çok zamanlı, çok mekanlı ve yüzeyden de
rine ulaşabilen çok katmanlı yapısını sinemasının merkezine almış gi
bidir. Donan güzellik içinde birçok zaman katmanı, birçok mekan kat
manı gömülüdür. Rasyonel/lineer/mekanik perspektifi, kısıtlayıcılığı
yüzünden dışlayan büyük ressam ve minyatür ustalarının anlayışı var
dır Paradjanov'da. Sadece rasyonel mekan ve perspektifi değil, ras
yonel zamanı da reddeder bu anlayış.
124
S i N EM A N I N Paradjanov'un en önemli eseri, dünya sinema tarihinin en önem
li filmlerinden birisi olan Sayat Nova filmidir.
KÖKLERi
lar. Bir kadın oyuncunun, şairin gençlik halini ve aşık olduğu kadın da
hil beş kişiyi daha canlandırıyor olması, filmin "minyatürsel" doğası
na işaret ediyor. Önemli olan bizatihi aşkın kendisidir; aşkın özneleri,
nesneleri değil! Aşık olduğu kişide kendini, kendinde de hakikati bu
lan insan için, artık yüzlerin ne önemi vardır? Yüzler hakikat için birbir
lerinde erir ve bambaşka bir güzelliği açarlar kendilerinde. Film, "aş
kın tekliğini" ve hakiki aşk ile mecazi olanın ancak ve ancak bir basa
mak ve düzey meselesi olduğunun şiiridir.
"Benim meyvem acıdlf" cümlesiyle başlayan film, anlamanın zorlu
ğu için ilk uyarılarını yapar. Filmin daha ilk sahnesinde; narların suyu
nun beyaz örtüye döküldüğü ve balıkların beyaz örtü üzerinde zıpladı
ğı sahnede görünenler, gerçekten değişik bir şeyler göreceğimizin ga
rantisini verir gibidir. Minyatürlere has şekilde, Bresson karakterlerinin
tam karşı açıdan benzerleri olan üzgün ifadeli, birbirlerinden ayrılma
sı zor yüzlerin neyi ifade ettiği sorusu bu noktada özellikle önemlidir.
Tasavvufta ve çoğu hikmet geleneğinde "varolanların" asılları
1 26 nın yer aldığı ve İbn Arabi metafiziğinde "ayan-ı sabite" olarak tanım
SINEMANIN
KÖKLERİ
ladığımız o düzeydir Paradjanov'un şiiriyle kokusunu almaya çalıştı
ğı. . . Tüm yüzlerin ayniliğinin, tüm bireysel ayrılıkları aşan ve "insan"
hakikatinde birlenen bir insan imgesine işaret ettiğini düşünebiliriz.
Şai.r, bir anlamda bu dünyanın yüzeysel gerçekliğini aşıp, hakikat
le doia:Ys'iZ"6aQRürabilen bi� i-n san değil midir ki? Sayat N�v� Filmi de
- -
b öyle bir şairin (Sayat Nova'nın), bir başka şair tarafından (Paradjanoy)
sezilip, günümüze aktarıldığı bir başyapıttır.
Denir ki, şiirler tercüme edilemezler. En azından dilleri, bir başka
dile, anlamın ve derinliğin yitirilmesine razı olunmadan çevrilemezler.
Film sanatı, işte bu yüzden "geldi". Şiirlerin yitirilmeye başlandığı bir
dönemde, hem kaybedilmiş şiiri geri getirmek, hem de tercüme edi
lemez şairleri tercüme edebilmek için!
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ROMAN, HİKAYE, OYU N VE FİLM;
FİLM EDEBİYAT İLİŞ KİSİ ÜZERİNE
vam edebiliriz.
"Film ve roman hayatı tüm doluluğuyla sunmaya meyleder. Bir ro "1
1. Kracauer, Siegfried (201 5). Film Teorisi (Çev. Özge Çelik). İstanbul: Metis Ya
yınları. S.433
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KÖKLERi
-
2. Kracauer, Siegfried (201 5). Film Teorisi (Çev. Özge Çelik). İstanbul: Metis Ya
yınları. S.434
3. Tarkovski, Andrey (2000). Mühürlenmiş Zaman 3. Baskı (Çev. Füsun Ant). İs
tanbul: Afa Yayınları . S.1 24
ROMAN, HİKAYE, OYUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
da, roman ve filmin temel birlikteliği, sözünü ettiğimiz bu "arama" ey- ., ,,.. , ,
le.m indedir. Peki bu arama, önünde sonunda açık uçlu bir nihilizm ır-
��" ·�- ·- · " o "'r.J· ' i > - ' ·, ,.,."-o' "- ._
' ' ' " ·A • •
"'-
mağına mı çıkacaktır? insanın, aradığını asla bulamayacağı, hakikat de-
· .
nen şeyin asla ele gelmeyecek bir hayal olduğu iddiası mıdır bahsetti
ğimiz şey? Mesela Dostoyevski'nin romanları genellikle Batı' da anla
şıldığı şekliyle böyle bir nihilizmin tuzağına düşerek mi anlaşılmalıdır?
Kracauer'in film ile roman arasındaki ikinci benzerlik olarak sun
duğu " roman ve film, ikisi de sonsuzluğu isterler''4 tezinde kastedilen ilk
şey, romanın da filmin de "bitmemiş" olmasıdır. Romancı, eserini tüm
detaylarıyla ve başı sonu belli olan bir şekilde inşa edebileceği gibi,
ucu açık, hayat gücüne ve okuyucunun tamamlamasına ihtiyaç duyan
bir şekilde de kurgulayabilir. Ancak, her roman, bir şekilde bitmemiş
olmaya, sonsuzluğa açılmaya ihtiyaç ve istek duyar.
Sonsuzluk meselesini, roman ya da film içi bir durum olmaktan
. ziyade, anlamın sonsuzluğa akması olarak düşünebiliriz. Roman ya da
film, kurduğu katmanlı yapıda, yüzeyin derinlerine kazıdıkça, mecbu
ren manevi bir yan açığa çıkarmaya başlar. Romandaki her mecaz, me 135
SINEMANIN
tafor, alegori, bir başka şeyi, görünen yüzeyin derinindeki bir şeyi ima KÖKLERi
4. Kracauer, Siegfried (201 S). Film Teorisi (Çev. Özge Çelik). İstanbul: Metis Ya
yınları. S.434
OÖR00NC0 BÖLÜM
ğanüstü, neredeyse tanrısal bir düzenlilik içinde iç içe geçirebilen tek bir
ktinse daha vardır: Aleksander Puşkin."5
Hayatı "gözlemlemek", ama nesneyi temsil etmemek! Nasıl ola
cak peki? Film sanatı söz konusu olduğunda, hayatın titiz gözlemi, Al
lah'ın yaratış biçimini tefekkür etmeye zemin hazırlayacak bir kapı
dır. Hayatın, Tarkovsky'nin deyişiyle "tekilliğinin", tekrarlanamazlığı
nın, film diliyle aktarılması, bizim algılayışımızdaki hayatın daha sanat
sal bir görüntüselliğe ulaşması demek. Film, bu anlamda, "yaşanacak
bir hayat" sunmayı "öğretmesi" itibariyle gözleme dayanır, gözlediği
nesneyi temsil ve taklit etmesiyle değil.
Film sanatı ile "bildik anlamdaki" romanın, yaklaşık elli yıllık bir
arayla ardı ardına ortaya çıkması tesadüf değildir. Her ikisi de, sanat-
5. Tarkovski, Andrey (2000); Mühürlenmiş Zaman 3. Baskı (Çev. Füsun Ant. İs
tanbul: Afa Yayınları . 5.1 1 2
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
6. Kracauer, Siegfried (201 5). Film Teorisi (Çev. Özge Çelik). İstanbul: Metis Ya
yınları. 5.436
ROMAN, HİKAYE, OYUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
guların içine" girerek, nesnel, maddi zamanı tümüyle göz ardı edebi
lir. Bir saniyede tüm romanı bitirebilir hatta.
Bazen de tersi geçerlidir. Romancı, belki yüz yıllık bir olayı, birkaç
satırda anlatabilir. Marquez'in Yüz Yıll!k Yalnızlık romanının, "nesnel"
kronolojik zamanı oldukça geniş bir dilime yayılsa da, o dilim için ro
manda kaplanan yer epey azdır. Romancının dikkat etmesi gereken
tek şey, yapısal bütünlüğe zarar verecek tutarsızlıklardan uzak dur
mak olacaktır sadece.
Özetle roman, zamanı, "soyutlayıp" zihni bir uçuculuğa yerleştir
mesiyle "zaman sanatları" içinde yer almaz. Film sanatı ise tam anla
mıyla bir zaman sanatıdır. Film.sanatında temel zaman, bir planın, baş
layıp bitişi arasında geçen zamandır ve o zaman "hissi" ve "tefekkürü"
film sanatının en nevi şahsına münhasır özelliğidir.
Az önce örneğini verdiğimiz "çağrışım" anına bakalım tekrar. Uya
nan adam, bir nesneye bakıyor ve o sırada dışarıdan kimi sesler geli-
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
nüz, bir rüyadan kesit dahi olsa, bizatihi film zamanının sunduğu "ye
ni hayat" içinde yaşanabilir bir hayattır bu. Resnais ya da özellikle Tar
kovsky'nin yaptığı gibi. ..
Resnais'in ya da Tarkovsky gibi yönetmenlerin yaptığı tam olarak
nedir peki? Mesela sözünü ettiğimiz çağrışım anına benzer anları bu
tür yönetmenler nasıl filme aktarabilmiştir?
Yönetmen, bir yandan belki de birkaç saniyelik bir çağrışım anı
nı, bir hayal anına çevirerek kronolojik zamandan soyutlarken, öte
yandan da, o hayalin/çağrışımın, kendisine has ve "reel" bir zamanda
"akmasını" sağlayarak, o sahneyi bizatihi yaşanabilir bir hale döndü
rür. Proust'un, ancak ve ancak hayali/soyut çağrışımlar yoluyla kısmen
dokunabildiği şeyi, Tarkovsky, tümüyle somut bir malzemeyle kurarak
somut zamanda yaşanabilir kılar. Roman, "yaşamın ele geçmez tekil
liğini" hayal katmanına aktarıp "orada bırakarak" soyutlarken; film, o
tekilliği, hayal katmanında hayal ile yoğurup gerçek hayata döndüre
rek, bizatihi yaşanabilir bir tecrübeye dönüştürür.
141
Bir romanda, hatıraların aktarılma biçimini düşünelim şimdi de ... Si NEMAN i N
Geçmişte bir olay olmuştur ve bir sebep ya da bir başka olayın geçmiş
KÖKLERi
7. Kracauer, Siegfried (201 5). Film Teorisi (Çev. Özge Çelik). İstanbul: Metis Ya
yınları. 5.437
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
noktası kalmamıştır adeta. Hangisi geçmiş, hangisi şimdi, tek bir fil
msel zaman içinde birbirinin içine geçerek "anlamsızlaşmıştır". Ya da
daha geniş bir anlamın, savaş, aşk, acıların oluşturduğu insanlık duru
munun nüvelerine dönüşmüştür.
Tarkovsky Ayna filminde benzer bir şey yapar. Anıların aktarı
mı için film tarihinin ilk dönemlerinden beri kullanılan flash-back'ler
yerine, Resnais'in hem Hiroşima Sevgilim hem de Geçen Yıl Marien
bad'da filminde yaptığını daha radikal uçlara çekmeyi tercih eder. Fil
min "olaylarının" geçtiği bir "merkez zaman" yoktur artık. Film zama
nı, tüm zamanları - geçmiş, gelecek, şimdi, geçmişin içindeki hayal za
manları, katmanlı geçmişler - yutarak kendi zamanını izleyiciye tecrü
be ettirir. Artık tüm zamanların tek bir an içinde yutulduğu bir hakikat
zamanı vardır sadece. Romanın, yapamayacağı şeydir bu.
Zamanla ilgili üçüncü mesele, çok uzun bir zaman diliminin, ro
manda kısacık bir bölümde aktarılabilme imkanının, film sanatında
ROMAN, HİKAYE, OVUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
�arihte" diye ara notlar düŞmek oze'fffk[e ana ak'i'm .sinemada oldukça
popüler yöntemlerden birisidir. Ancak, film sanatının çok önemli yö
·
netmenlerinin böyle bir yola k� l�y t�ve�'sül etmedikleri � i söyleyebili
riz. Onlar için asıl yapılmak istenen şey, tarihsel olanın bire bir aktarıl
masından çok, yaşananların zaman ve hal ile ilişkisini ortaya koyabil
mektir. Bu yüzden genellikle tarihi ya da epik filmler için, film sanatı
nın yeni ve edebi olmayan bir "dil" üretmesi kaçınılmazdı.
Pasolini'nin Matta'ya Göre İncil filmini düşünelim. Pasolini, Hz. 143
S i N EMANIN
isa'nın hayatını, doğumundan "çarmıha gerilişine" kadar anlatmayı KÖKLERi
içinde geçen zamanm yarattlğı gerilim belirler. Yani, eğer kesim kurgusu,
rİtmi belidemeyl başaramamışsa, kurgunun kendisi de biçimsel bir araç
tan başka bir şey olamaz. Dahası: Filmde zaman, kurgu sayesinde değil,
$ ' ' . "'"" ' . -·- - ' ·- ,, , ·• '
Of!a rağmen akıp gider. Bu, planda sabltleştinTen zaman akışıdır ve yö-
netmen işte7Ju zaman1, önündeki kurgu masasmdayaton bölümlerin için
den yeniden çekip çıkarmalldır."8
Romanda tempo, olayların, hikayelerin birbiriyle kurduğu bağ ile
birlikte var olur. Bağlar, zaman bağından çok, anlam ve hikaye ilişki
leri bağıdır. Dünyada film adına yapılan pek çok şeyde, tempoyu ve
ya ritmi edebiyattaki gibi olay ve hikayelerin ilişkisi ile sağlama eğilimi
çok yüksektir. Eisenstein'i düşünelim: Onun filmlerinde ritm, diyalek
tik kurgunun bir çıktısı olarak ortaya çıkar. Tez ile anti-tezin ardı ardı-
8. Tarkovski, Andrey (2000). Mühürlenmiş Zaman 3. Baskı (Çev. Füsun Ant). İs
tanbul: Afa Yayınları. S. 1 36
ROMAN, HİKAYE, OVUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
lÜk hayat kadar saf, sade; am .;� nlamı, elde tutulamayacak kadar kay
gan olan bir ikili dünyadır bu. Bir yanı maddi olanın soğuk yüzüne ba 149
kan, öte yanı ötelere/ruha açılan ... Bizans resmi gibi. ..
SiNEMANi N
KÖKLERİ
9. Bazin, Andre (201 1 ). Sinema Nedir (Çev. İbrahim Şener). İstanbul: Doruk Ya
yınları. S. 1 1 8
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
i. ...
filmini edebi yapan bir yön de değildir bu. Zira Bresson, Bergman'ın
kimi filmlerinde olduğu gibi, diyalog ya da monologları (günlüğe ya
zılanları) Film alanını bastırmak için, yani merkezcil bir kuvvet ola
rak değil; Film alanına kaçıran bir merkezkaç kuvvet olarak kullanır.
Papaz'ın yüzü, aynı Bergman'ın yüzleri gibi, sinematografinin mer
kezi oluverir. Bütün o diğer diyalog.tar, monologlar,
... ..
yüzün sinema- . � ·---- --���U___,._...... -,p"" " " ' ''
,
•....__ ... . - �---- ��-�-.,--�·" -=.,•.....,-
...._,. ,.__
•
1nat olan Film sanatının elinde çok daha güçlü temsil edilebilmekte
dir. izleyicinin kafasında "indirgenebilecek" bir mekan kurgulamak is
teyen romancının anlayışı, film sanatı içinde çok daha rahat bir temsil
zemini bulacaktır böylece. Savaş ve Barış'ı n mekanlarının (karakterle-
-<....
nenin gerçekliği" ile kurduğu ilişkiyi tarif.. ....edemez. Filmin, mekan ala-
�·- �-
KÖKLERi
·-
... - �
n:ıenin eline geçtiğinde, artık "kapalı" bir alanın değil, kainatın sonsuz
� ğunun mekanına geçiş gerçekleşmiştir. Filmin, maddi olana bağımlı
'Bi r maneviyat olması bununla ilgilidir. Yönetmen, bu sahneyi, ne kadar
ROMAN, HİKAYE, OVUN VE FİLM; FiLM EDEBİYAT İLİŞKiSi ÜZERiNE
romana uygun hale getirmeye çalışırsa çalışsın, öyle bir odada, ma
sada oturmakta olan bir adamı temaşa eden bir kamera-gözün, bilgi
nin veya romancının kast ettiği "anlamın" ötesine kaydıran merkezkaç
bir kuvvetin egemenliğinde olduğunu söyleyebiliriz. Bilgiden çok ha
lin, maddi olanın ardından kendini gösteren ruhun egemenliğinde...
Roman ile filmin, mekan bağlamındaki ilişkisinde bir başka durum
düşünelim. Öyle romanlar vardır ki, romanın ruhunu mekanın düzeyi
ne indirgediğiniz an, roman çöker gider. Bu argümanı ileriki sayfala
rında çok daha detaylı ele alacağız, ancak kısa bir örnekle en azından
ne demek istediğimizi anlatalım: Mesela Dostoyevski'nin Budala ro
manını, salt mekan içinde geçen ve bölümleri direk aktarmayı amaç
layan bir yöntemle filme çektiğiniz zaman, filmin içindeki ruhu kaçı
rır ve filmi bir cesede döndürmüş olursunuz. Kimi romanlar mekan- ... ,
--
c;ry, Budala veya Anna Karenina) film sanatına ba Ş ka bir anlayışla ak-
-
tarılmak zorundadır.
ı , - - - - .. ''' """" "" . """�'"''-'-"'-- --�--- ' '""""
1 53
S iN EMAN i N
Mekan meselesinde roman-film ilişkisinde genel anlayış, mekan KÖKLERi
1 O. Kracauer, Siegfried (201 5). Film Teorisi (Çev. Özge Çelik). İstanbul: Metis Ya
yınları. S.438
ROMAN, HİKAYE, OVUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
tezi. dış ile iç arasında kartezyen bir ayrım yapan modern düşüncenin
"'·-··' . ..
kriz çözü�üsü �_ü r: Taşıy ıcısıdır, çünkü ana akım sinema, büyük oranda
SÇ)runları olduğu gibi devralmakla kalmaz, onları görsel düzlemde ye
niden üreterek çoğaltır da ... Ama aynı zamanda kriz çÖzücüsüdür, çün
kü hem temsil krizinin, hem de parçalanma krizinin çözümünü tam da
'"
Maddi dünyanın, manevi alanı ifşa etmekte bir atlama taşı olarak
kullanıldığı bir filmi düşünelim: Tarkovsky'nin Stalkerfilminde Stalker'ı
oynamış Aleksander Kaidanovsky'nin yönettiği bir Tolstoy uyarlaması
olan Simple Death/ivan İlyiç'in Ölümü filmini ... ivan İlyiç'in Ölümü baş
lıklı Tolstoy hikayesinden uyarlanmış filmin başarısı nerededir? Önce
likle, Tolstoy'un meselesini çok iyi kavramış olmasında. Ölüm döşeği
ne düşünceye kadar, zorba, kötü ve acımasız bir hayatı olmuş ivan il
yiç'in, ölüm döşeğindeki dönüşümü söz konusudur. Çevresine, ailesi
ne adeta işkence etmiştir hayatı boyunca. Ama ölümün sınırına gir
diği an, çok derin bir dönüşüm yaşayacaktır. O zamana kadar nefret
ettiği ailesine, birden şefkat ve sevgi duymaya başlar. Kaidanovsky,
1 56 filmde, bu ani dönüşümü, Tolstoy'un cümleleriyle değil, ölümle yüz
yüze gelen birisinin nöbetleriyle anlatır. Film bir iki odadan ibaret ve
S iN EMAN i N
KöKLERt
ilk bakışta teatral görülebilecek olan bir mekanda geçer. Ancak, ölü
mün mekan ötesi varlığı, İvan ilyiç'in bizatihi kendisinin mekanla iliş
kisini sorunlu kılar. Sığamıyordur artık yatağına, odasına ... Bir şey onu
bu tıkıldığı tutsaklıktan çekip çıkarmak istiyordur; ama bunun için ön
ce bir kefarete ihtiyacı vardır. Kaidanovsky, filminde, ivan İlyiç'in, özel
likle ailesine yönelik pişmanlığını, hikayedeki kadar göze batırmasa
da, oldukça etkileyici şekilde anla�ır. Filmin finali, bir "geçişi" anlatır.
Işık için, biraz daha ışık için yanış tutuşan adamın, o ışığı bulmasını ...
Kaidanovsky, hocası Tarkovsky'nin yaptığı gibi, ele aldığı edebi
eserin, öncelikle kendi amaçlarına, yürüyüşe uygun kısmına odakla
narak, hatta o kısımları değiştirerek film düzlemine geçirmeyi bece
rir. Film, 9örünürde ivan İlyiç'in gözünden, bakışından aktarılıyorsa da,
aslında �ikkatli bir bakışla öyle olmadığı görünür. Kamera, hikayede
olanın tersine, ölümü bakışın objesi yapar. Diğer tüm bakışlar ölümün
bakışı yanında silikleşir git gide...
ROMAN, HİKAYE, OYUN VE FİLM: FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
nenin" bakışı söz konusudur. Mektup, bakışlar içinde bir bakıştır; ha
kim ve tek olan yerine, dünyanın ve insa nlığın durumunu, görünümü
nü sunmaktaki yardımcı aktörlerden birisi ... Üstelik pek çok romanda
gördüğümüz gibi, burada da ölü birinin, filmin içerisine bir şekilde ak
tör olarak katılabilmesi söz konusudur. Ancak bunu, edebi yöntemle
yapmak yerine, bizatihi o ölümü oluşturan şartlar üzerine tefekkür ve
temaşa eden bir sinema gözüyle yapar Lopushansky.
Yeni dünyada -ki Lopushansky'nin dünyası apokaliptiktir- özne ol 1 57
S I N EM A N I N
duğunu düşünen insanın silinmesi söz kon usudur. A Visitor of a Mu KÖKLERi
Alegori
Yakın zamanda yapılmış iki filmden bahsedelim bir de. Her ikisi
de Hollywood filmi olan J. Cameron'unAvatar ve C. Nolan'ın lncepti
on/Başlangıç filmlerine ... �yatar, varlı � ın ha_k ikati rrıeselesinde, özel
likle Uzakdoğu dini geleneklerinin ortaya koyduğu fikir ve hikmetleri,
. .
bir örnek. Önemi, bir manevi filmin, alegorinin, film dünyasında nasıl
�- «'- • - --
t� msil edilmemesigerektTg ine çok . önemli bir kanıt olması. Aynı şey, ' • ' .,,,,
hayal meselesine bir bakış atma niyeti taşıyan Başlangıç için de geçer-
____......
.. ,,�,, ......�--µ
... __,,,,_, .� � �-\',"'''" '"� , ., , ,,r . -<>C>, O • > • ---�
li. H er iki filmin yönetmeni de, alegorik manev� ve "ruhi" olanı, mad
_ _
di dünyanın içerisine katarak, maddi gerçekliği bozmadan bir mane- .
- ·
�ilmin-hakikat dÔ�l��i �i; � debi/yat�y bi � s�� bo İi� me · k��ban etme
sidir. Tarkovsky'nin lvan's Childhood/lvan'm Çocukluğu filminde lvan'ın
"uçması" ya da hemen her filminde aşk'ın "uçma" eylemi ile anlatıl-
-· ·
----- ��·- �--�-- --�- --· ·�----- -�--.--,. ,___ ·-�· �--�,, -�·- '·-�· -·-- · ..
-
.
·
mak, o sahnenin, filmin bütünü içinde kapladığı yer ve bütün ile gir
diği ilişkiye bağlıdır.
Dreyer'in Ordet/Söz filminin final sahnesinde, Hz. İsa benzeri bir
karakter ölmüş olan yengesini "Tanrı'nın inayetiyle" diriltir. Hiçbir faz
lalığa, fanteziye, gerçeküstüne açılan hiçbir yöne sahip olmayan film,
finalinde "hiç olmayacak" bir sahne ile biter. Ancak filmi izleyen, fil
min ruhuna ve Hz. isa'nın hakikatiyle ilişkisine vakıf olan birisine, o
ölü diriltme sahnesi asla "fantastik" gelmez. Zira, yönetmenin asıl işa
ret etmek istediği, hakikatin sürekliliği ve "yaşıyor" olmasıdır. Muci
zeler, insanlık tarihinin bir döneminde olmuş bitmiş bir şey değildir.
Yine "yaratma eylemi" başlangıçta gerçekleşmiş ve Yaratıcısı kenara
çekilmiş şeklinde düşünülemez. "Her an bir iş üzeredir" Allah ve mu
cize denen şey bizatihi insanın hakikati i le ilişkili bir oluş biçimidir. Yö
netmen, insanın hakikatini hatırla(t)mak için, görünürde gerçeküstü
öğeler kullanmıştır; ancak bu öğeler asla filmin kendi gerçekliği, ma
neviyatı içinde sentetik bir "fazlalık" olarak görülemez. Tam tersi, fil
min aktığı şelaledir orası. 161
S I N EMANIN
Wenders'in Wings Of Desire/Berlin Üzerinde Gökyüzü filmi için de KÖKLERi
Film tarihi boyunca, roman, hikaye, tiyatro oyunu, hatta şiir uyar
lamaları hiç eksik olmamıştır. Peki nedir uyarlama ve film ile edebiyat
arasında kurulacak bir köprü olarak görüldüğünde, her iki yakanın ve
köprünün özellikleri ne olmalıdır?
"Roman, bize insanla insan, insanla dünya arasmdaki karştlıklı ba
ğımlılığı hissettirirken, bunu konuşma sözcükleri ve hareketleri aracılı
ğıyla hayli soyut biçimdeyapar. Oysa sinema aynı işi kaba algmm olağan
işleyişi ile gerçekleştirir. Sonuç olarak tam bir uyarlama söz konusu ola
maz. Sinemada romanm yapısını tutmak isteyebilirsiniz, ama bunu roma
na ve okuma deneyimine oldukça yabancı araçlarla yapmalısmız. Mitry,
1 62 bu sorunla ilgili özdeyiş gibi bir sonuç yazar: 'Roman, kendisini dünyada
..
�uran bir anlatıdır: sinema ise kendini bir anlatfd;J;�;d�bfr dünyadır. .; ,,
sıN���� 1�
E
Dudley Andrew, yukarıdaki pasajında, kadrajın, kaotik algılama
dünyasını estetik anlam kalıplarına uydurarak sunduğunu i fade eder.
Böylece dünya, estetik bir biçim altında ekranda kurulmuş olurken,
ötesindeki "kurulmamış dünyayı" da göstermiş olur. Kadrajla kadraj
dışının i lişkisi, estetik olarak kurulan dünya ile kurulmayan dünyanın
ilişkisini de belirler. "Filmin estetik süreci derin bir psikolojik gerçekliğe
kattlır, dünyayı ve birbirimiz anlama arzumuzu güçlü olmakla birlikte zo
runlu olarak kısmi biçimde tatmin eder. Sinema estetiği psikolojik yön
den doğruluk ve gereksinim üzerinde temellenmiştir. Sinema bize dün
yanm dönüşüm sürecini göstererek bu ihtiyacı karşıladığı için sanatların
en büyüğüdür. Diğer sanatlar.bizeyalnızca bu dönüşümün sonucunu, in
sanileştirilmiş sanat dünyasını gösterir. Sinemada insanlar birbirlerine
11. Andrew, J. Dudley (201 O). Büyük Sinema Kuramları (Çev. Zahit Atam). İstan
bul: Doruk Yayın,ları. S. 3 1 4
ROMAN, HiKAYE, OYUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSi ÜZERİNE
settiğimiz kimi "uyuşması zor" özellikler, bir yakadan öte yakaya ge
çişi ya zorlaştırmakta, ya da formda ve içerikte kapsamlı değişiklikler
yapılması gereğini ortaya çıkarmaktadır. Edebiyat eserlerinin dünya
sı ile filmin dünyası ne kadar uyuşabilir acaba?
Sinematografik romanlardan bahsediyorduk; halini aynı film gibi,
mekan ve zamanla iç içe kuranlardan ... Proust'un Yitik Zamanın Peşin
de serisi, zaman mefhumu üzerine neredeyse sinematografik bir te
fekkürü mümkün kılar. Kronolojik zamanın değil içsel zamanın varlığı
nın filme uyarlamayı mümkün kılmadığını d üşünebiliriz i lk etapta, an
cak durum hiç de öyle değildir. Proust'un romanları, film tarihinde da
ha çok modernist sinemayla birlikte başlayan yeni bir zaman anlayışı
nın (Deleuze'nin kavramsallaştırdığı 'zaman imge'sinin) i puçlarını ve-
1 2. Andrew, J. Dudley (201 O). Büyük Sinema Kuramları (Çev. Zahit Atam). İstan
bul: Doruk Yayınları. S. 3 1 7
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
rir adeta. Zaman, maddenin hareketine eklenmiş bir kuyruk değil, bi
zatihi insanın iç varlığı ile yürüyen kronolojik olmaktan çok ruhsal bir
duruma işaret eder. Tarkovsky'den Tarr'a, Mizoguchi'den, JansccYdan,
Antonioni'den Resnais'e, Ozu'dan Kaplanoğlu'na kadar zaman, a rtık
salt maddi bir şeye değil, aynı zamanda manevi bir duruma da işaret
ediyordu r. Dolayısıyla, Proust'un romanla rı, zannedildiğinin aksine ol
dukça sinematografik romanla rdır.
Peki sinemaya uygun olmayan romanlarla uygun olanları nasıl bir
birinden ayıracağız? Böyle bir şablon, bir kriter var mıdır? Yoksa uyar
lama, tümüyle yönetmenin yeteneğine bağlı olan bir süzme işlemi
midir?
Elbette film uyarlamasına uygun olan edebiyat eserleri vardır.
Kafka'nın eserleri, daha sonra detaylı tartışacağımız gibi, kafkaesk adı
verilen, insanın, iktidarla, çevresi ve kendisiyle ilişkisinin metaforu ola
rak anlaşılabilecek bir mekan anlayışı ortaya koyması dolayısıyla olduk
ça sinematografiktirler.
1 64
S I N EMAN I N Yirminci yüzyıl, bahsedildiği gibi film sanatının diğer sanatlardan
�--��-....... ' - ...
aşırdığı bir çağ olarak tanımlanırsa oldukça eksik bir tan ım o �acaktır.
KÖKLERi " ..-·-"'""'"'"""' -� . '�- - ,_ ..., ..,., ·· •.· -- . .... . . .�- --···..,,, ....-.,
....,,, ........,,_.� .,
. .
ifra yirminci yüzyıl, hemen bütün sanatların, Film sanatının ortaya çık
tığı şartları ve filmin imkanlarını kullanmaya başladığı çağdır aynı za
m anda. Döbliri"in ro ma n�ı, Musil'in, Kafka'nın, Proust'un, Abe'nin, Bec
kett'in, Faulkner'in romanları, ekspresyonist resim, mimari ve heykel
ler, hatta empresyonizm, sürrealizm bile bu paralelliği görünür kılar
lar. Yani roman, hikaye ve, oyundan filme giden tek yönlü bir yol yok
tur. O yolun dönüş tarafı çok daha yoğundur hatta ...
Çevre ve mekanın insanın hayat ve toplumdaki "konumunu" be
lirlediği romanlardan birisi Alfred Döblin'in Bertin Alexanderplatz/Ber
lin Aleksander Meydanı 'nın Fassbinder tarafından oldukça güçlü şekil
de uyarlanabilmesinin, sadece yönetmenin yeteneğiyle ilgisi yoktur.
Yine Volker Schlöndorff filmlerinin genelde iyi uyarlamalar olması
nın sebebi, sadece yönetmenin yeteneği değil, aynı zamanda çağı
mız edebiyatının sinemayla iç içe olmasıdır. Günter Grass'ın Teneke
Trompeti, Heinrich Böll'ün Katharina Blum'un Yitirilmiş Onuru roma-
ROMAN, HİKAYE, OVUN VE FİLM; FiLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
Mann'ın Venedik 'te Ölüm'ü, her ne kadar "sapkın" bir aşkı anla
tıyorsa da, asla uygulamaya geçirmeyecek kadar da "edepli" bir d u
rum u n tasviridir aslında. Karakterin iç dünyasına, Mahler'in olağa
n üstü müziğinin eşliğinde bir kazı vardır; a ncak bu kazı, genellikle
Venedik'in hüzünlü ve filmin sonlarına doğru iyice acı veren mekan
özellikleri eşliğinde yapılır. Mann'ın mekanla h üzün ve acı arasında
kurduğu ilişki, Visconti'nin filmi için nefis bir sinematografik malze
me demektir aynı zamanda. Ancak bir yanlış anlaşılmaya müsaade
etmemek için bir meselesi açıklamamız lazımdır. Mekanın, ruh hali
nin bir dışavurum u olarak "kurgulanması"/boyanması meselesi de
ğildir söz konusu olan. Daha çok "bakmayı" ve "görmeyi" bilen bir yö
netmenin gözünden, mekanın, sentetiklikten "yaşayan" olana geçi
şinin fark edilmesidir...
Dostoyevski'nin kısa hikayesi Beyaz Geceler için de çok benzer bir
şey söyleyebiliriz. Dostoyevski'nin dehası, Beyaz Gecelerde aşkı, St. Pe-
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
tersburg'un tümüyle kararmayan yaz geceleri ile kuru lan ilişki ile be
lirler adeta. Mekanı çekip aldığınızda, hikayenin en önemli karakteri
eksik kalacak ve konu çökecektir. Visconti, uyarlamasında, en önemli
aktör olarak mekanı seçmesiyle, Dostoyevski'nin "konumuna" olduk
ça yaklaşır. İ lk bakışta, mekanın, dışavurumcu bir yaklaşımla "boyandı
ğı", "gölgelendiği" düşünülebilir. Ancak olan bu değildir. Visconti, ay
nı Dostoyevski'nin yaptığı gibi, mekanı da bir karakter, bir a ktör, figür
haline getirip, bakışımızı mekana, zamana ve insana hep birlikte çeke
bildiği için kıymetli bir iş yap mıştır her iki filmde de.
Japonya'nın Kafka'sı, Beckett'i olarak adlandırılan Kobo Abe' nin
roman ve hikayelerinin, ana a kım sinemada pek bilinmeyen, ama as
lında Japonya'nın en önemli yönetmenlerinden birisi olan Hiroshi Tes
higahara'ya verdiği ilham üzerine d üşünelim biraz da.
Woman on the Dunes/Kumlardaki Kadın ve Face of Another/Baş
kasının Yüzü filmlerinde Teshigahara, Abe ile birlikte çalıştı. Abe'nin
romanlarında ne vardı ki, böyle iki başyapıt ortaya çıkabildi? Bu bölü
1 66 mün a legorilerle ilg ili kısmında bahsettiğimiz gibi, Abe, modern ha
�a
SINEMANIN
yatın çıkmazlarını, batakları n ı ve bu çıkmazların or
.ÇiKaf'.dığiye
KÖKLERİ
:
nfi nsanlık durumunu Kafka'n ı n yaptığına çok benzer şekilde a nlatır.
Mekan, her şeyin üzerinden a nlatılabileceği engin bir metaforlar ku
- ·
y� su haline d önüştürülür. İlk filmde, içinden çıkılma i k�·n;· tepeler,
ikinci sinde ise "insan a sonrada n eklenen takma yüz" çağımızın insan
lık durumuna ayna olur.
Kum tepelerinin altında, başlangıçta "asla çıkılamayan"; ama çık
ma imkanına sahip olunca da "çıkılmak istenmeyen yuva" modern ha
yatın çok iç yakıcı bir metaforudur aslında. "Yaşamak için mi çalışıyo
ruz; çalışmak için mi yaşıyoruz!" Hayatın anlamına, neden yaşadığımı
za dair hikmetin yitirildiği çorak ülkeyi, kum dağları olara k tasarlayan
Abe'nin romanının Teshigahara tarafından filme uyarlanmaya olduk
ça uygun olduğunu söylememiz lazım. Film sanatının en yetkin şekil-
----�·------- - -- -·- ··--�--��--··�·
Abe'de, her eylem, mekan ile sıkı sıkıya bağlıdır ve bu bağ, aynı
kafkaesk mekanda olduğu gibi, kendini, ruh hali ve i nsanlık durumu
nun dışavurumu olarak sunar. Başkasının Yüzü, diğer filmdeki kum te
pelerinin yerine geçmiştir. Kum tepeleri, nasıl bize kimliğimizi, varo
luşumuzu dayatan içinde hapsolduğumuz şey ise, başkasının yüzü de
aynı hapisliğin başka bir görünümüdür. Kendimiz olma hali modern
çağlarda bozunuma uğramış, kendiliğimiz yerine getirdiğimiz her şey,
kendiliğimizin bir simülasyonu, sonra da simulakn olarak kendimizi ar
dında yittiği miz sahte, sentetik organla ra dönmüştür. Başkasının yü
zü bu organlardan birisidir. Kum tepeleri de ...
Ya içine tıkıldığımız hapisten kurtulmak istersek ne olur? Kafka'nın
Davdsında Josef K'nın, Başkasının Yüzilnde Okuyama'nın başına ge
len, başımıza gelir... Ya ölüm, ya öldürme ... Ya fiziki ya da metaforik
olan ... Fark var mı? Bunun yerine, bize, Kumlardaki Kadın'ı n böcekbilim
cisi gibi olmayı önerir modern hayat! İtaat et ve hapsinin keyfini çıkar!
Böcekbilimci de kurtulmak, firar etmek için her şeyi yap mış, ama b u
hapislikten kurtulmanın h iç de kolay olmadığını öğrenip teslim olma 1 67
SINEMANIN
yı ve itaat etmeyi öğrenmiştir! Kurtulma imkanı olduğunda orada kat KÖKLERİ
1 3. Kracauer, Siegfried (201 5). Film Teorisi (Çev. Özge Çelik). İstanbul: Metis Ya
yınları. S.471
ROMAN, HİKAYE, OYUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
kadar kötülüğü, yanlışlığı kabul etmez. Her ikisine de düşen, acı veri
ci bir seyirciliktir...
Pickpocket/Yankesici filminin, bir Suç ve Ceza uyarlaması olduğu
nu d üşünmek için yeterli sebep yok mu elimizde? Bresson, sözünü et
tiğimiz her iki filmde de Dostoyevski'den süzmesi gerekeni süzerek,
bir başka başyapıt oluşturur. Her iki film de film olmalarıyla başyapıt
tırlar; ancak Dostoyevski'nin manevi alana sızan büyük gücünü, ser
best bir şekilde de olsa bir atlama tahtası olarak kullanır Bresson. Mi
chel'in "idealist" hırsızlığını, aynı Raskolnikov'u kurtaran Sonya'da ol
duğu gibi, Jeanne'a aşkı "temizleyecektir". Dostoyevski'nin Bresson'a
sunduğu şey, hakikate/güzelliğe giden yolun genellikle acılardan, aşa
ğılanma ve kötülüklerden geçtiğini kavrama kabiliyetidir. Bu "hediye
yi" aldığı andan itibaren bir yönetmenin edebiyat eseri ile ilişkisi ser
bestleşir. Önemli olan o eserin ruhunu süzebilecek bir "görü"ye sahip
olması ve o ruhu yansıtabileceği bir başka biçim bulabilmektir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Bresson'un, her ayrı filminin, biçim olarak çok benzer olsalar da,
diyalog ve konuşmalarla ilişkileri açısından çok farklı olduğunu söyle
memiz bir fikir verebilir! Mouchette, Balthazar, Yankesici filmlerinde
diyalogları/sözleri asgari düzeycie tütari<e n , mesela air iôŞ;�·;;�-p�zı
.
n7nGOnlüğq sözle rle yÜrüyor g Ö rünür ilk bakışta. Ar:1C:����L! ya�\� şım
hatalıdır. Bresson için önemli olan, kendi yaklaşımını yürürlüğe sok
-
maktır. Bu, bazen sözleri görüntünün paraleli, Ü ncülü, ardı lı (görün-
... . . J•� · · ,.
:.<> "'-·-�· -··- · -�
tüde gösterdiğini birkaç saniye sonra sözle de 'açıklar' Bir Taşra Papa-
zının Günlüğü filminin bazı yerlerinde) yapmakla olur, bazense tümüy
�e ortadan kaldırmakla ... Perdede gördüğümüz, sözlerin ötesine geçi
şin imkanları n ı n araştırılmasıdır büyük oranda. Daha önce de bahset
tiğimiz gibi, papazın ruh haliyle, iç çatışmasıyla ve inancıyla ilişkili en
önemli sahneler, sözlerin ağırlıkta göründüğü, ama tam da o sözlerin
arasındaki derin sessizlik anlarında ortaya çıkan patlamalardadır. Pat
lama, sessizliğin ortasında kıvılcımlanan ruhun patlamasıdır. Bayılan,
güçsüzlükten ayakta duramayan, bir yandan konuşurken, öte yandan
172 konuştuğunun farkında gözükmeyen papazı "gösteren" sözleri değil
S I N EMAN I N
KÖKLE R i bu halleridir. Edebiyatın (ve diğer sanatların çoğunun) ulaşamayaca
ğı gizli hazine de orasıdır zaten ...
Çağımızın Bresson'u olara k tanımlanmayı hak eden Kaurismaki'nin
Suç ve Ceza uyarlaması için biraz daha farklı şeyler söylemeliyiz. Kau
rismaki, Dostoyevski'nin Raskolnikov karakterini ve cinayeti biraz daha
farklı bir perspektifte yeniden ele alır. Konu Helsinki'ye taşınmış, öldür
menin başka "hakları" yürürlüğe sokulmuştur. Ayn ı Kieslowski'nin De
ka1og'undaki Öldürme Üzerine Kısa Bir Film bölümüne benzer şekilde,
buradaki "katilin" de görünürde öldürmek için bir sebebi yoktur. Kau
rismaki sebepleri kazır, ancak kazıma sırasında ortaya çıkan, sistemin,
toplumsal yapının çürükleridir sadece. Ve o çürükler içinde sağlam bir
damar aramaya koyulur, ilk filminden son filmine kadar...
Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'yı manevi bir yönelimin basamağı
yapması ve Raskolnikov'un Sonya ile kurtuluş bulmasına karşın, Rahi
kainen'i kurtaracak pek bir şey görünmemektedir ortada. Kaldı ki ci
nayet sonrası, yakalanmayı bekler gibi cinayet mekanında oturup si-
ROMAN, HİKAYE, OVUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
gara içen, boş vermiş bir karakter vardır ortada. Yaşamak için bir ge
rekçesi kalmayanların, çöl soğuğuna verebildikleri tüm karşılık budur!
Kaurismaki'nin "tersten Bresson" olarak tanımlanabileceğini söy
leyebiliriz. Ayn ı "soğukluğu", sadeliği kullanır her ikisi de. Her i kisin
deki oyunculuklar da hiçbir ajitasyona (ne mutluluk, sevinç, ne de acı
ifadelerinde çok açık bir farklılık görmeyiz oyuncularında) yer bırak
mazlar. Ancak Bresson, bu yaklaşımı, aynı bir Bizans resimde olduğu
gibi, yüzeyin ardındakini imlemek için yaparken; Kau rismaki, yüzeyin
ötesinde beklediğimiz gibi bir şey olmayabileceği üzerine bir ağıt diz
mek için kullanır. Yüzeyin üzerinde biraz daha "insani" olanı aramak
tan başka çaremiz yoktur! Bresson, insani olanın tükenmişliğini, ilahi
olana geçiş için kurarken; Kaurismaki, insani olanın "tüketilemeyecek"
olan versiyonlarına kazı yapmayı sürdürür. Aşk, merhamet, diğerkam
lık, utanma hiç beklemediğimiz kişilerden ve hiç beklemediğimiz za
manlarda aldığımız bir hediye gibidir Kau rismaki'de. Bu yüzden Kau
rismaki'nin Bresson ile aynı kaynaktan içen ama farklı karşılıklar veren
büyük bir şair olarak görülmesi gerekir. 173
S i NEMANIN
KÖKLERi
1 4. Kracauer, Siegfried (201 5). Film Teorisi (Çev. Özge Çelik). İstanbul: Metis Ya
yınları. S.474-475
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
içinde olan bir kozmosu "hayata" davet eder. Hayat aslında öyle bir
şeydi r ve sinema, hayatın bu yönüyle ilgilenir daha çok.
Kurosawa'nın Ran filminde yaptığı şey tam da trajik olanı koz
mosa çekerek oluşuna, hayatın akışına bırakmaktır. Kanlı Taht da öy
ledir büyük oranda. Kapalı bir zarf üretmek yerine, kapanmış bir zar
fı açıp yeniden düzenleyerek havaya atmak ve dağılmasını izlemek...
Welles, o dehası i le bütün Shakespeare uyarlamalarında ( Othel
lo, Macbeth, Falstaf vs.) Kurosawa'nın yaptığına benzer bir şey yapar
aslında. O, özellikle uzun pla n ları ve derin bakışa müsaade eden alan
derinliği ile, aslında Bazin'in bize hatırlattığı "bir tiyatro eserinin ser
gilenmesin i filme çekmek tiyatro eseri değildir" önermesini yeniden
yaşatır. Üstelik sergilenen şey, tiyatro eseri de değildir artık. Zira ti
yatroda asla var olamayacak unsurları, kadraj dışını, diyalogların mer
kezcilliğinin sinematik unsurlarla kısıtlanmasını seferber ederek, film
sanatının en önemli uyarlamalarını "yaratır".
Kracauer'in bahsettiği trajiğin unsurlarının üçüncüsü tesadüfi ola
176
S i N EM A N i N nın tasfiye edilmesi meselesidir. Ona göre trajik, kapalı bir kainat yarat
KÖKLERi
tığı, her şeyiyle belirlenmiş bir çatışma yarattığı için filmin "tesadüfi"
olana vurgusuna uygun değildir. Kracauer'in burada yaptığı analizin,
trajiği "metafizik", filmi ise "maddi/fizik" alana ait görmesi ile ilgili ol
duğunu söylemeliyiz. Zira, her ne kadar tesadüfi olanın, tiyatro alanın
daki tasfiyesi ile film alanında hayata açılmanın gereği olarak yeniden
kurulmasındaki karşıtlık açıksa da, Kracauer'in yorumu bu açıklığı ye
terince açıklamaktan uzak. Kracauer, trajik olanın "kapalılığının" film
alanına asla aktarılamayacağını düşünürken, ancak ve ancak "öyle ka
larak uyarlanamaz" demek istiyorsa haklıdır. Ancak, teatralin "merkez
cil" ve "kadraj içi" dünyasını, hemen hemen aynı malzemeyi kullana
rak, ama tesadüfün dahi tevafuk denen metafizik bir dünyaya işaret
ettiğini u nutmadan film alanına a ktarmak mümkündür. Bresson'un, _
,,,,...., ,...... ,� .,
kısmen
��..
Tarkovsky'nin filmlerindeki küçük tesadüflerin, film dünyası-
•"" -
nuz. Ancak Hamlet'in asıl meselesi olan i ntikam almakla vicdan azabı
arasındaki çatışmayı kullanara k bir hakikat yolculuğu başlangıcı kur
gularsanız durum değişir. Trajik olanı film alanına tercüme edebilir ve
trajik olanın kapalılığını, film dünyasının sonsuzluğuna atabilirsiniz.
Hamlet:i n iç çatışmasının görüntüyle aktarılıp aktarılamayacağı
meselesinden çok, bütün malzemenin film dünyasına nasıl tercüme
edileceği meselesiyle i lgilenmek gerekir. Zira, film malzemesinin için
de görüntü, ses olduğu kadar diyalog ve konuşma da vardır. Daha ön
ce bahsettiğimiz gibi onların nasıl kullanılacağı meselesi, kullanılıp kul
lanılamayacağı tartışmasında n çok daha önemlidir.
Doğrudur, Hamlet'in, vicdan azabı, intikam d uyguları ve bütün
bunların bir arada yaşatıldığı çatışma ortamı daha çok sözlerle ifade
edilmeye yatkındır. Trajik olan sözel olana kayar. Ancak sözel olanın,
dışarıda bıraktığı alanı, üstelik sözü, d iyalog ve monologları da kullan
ma özgürlüğüne sahip olarak, film alanına geçirmek iyi bir şair yönet
men için her zaman mümkündür. Tarkovsky'nin Hamlet'i sahnelediği-
�---·-·----· · · ·--.-· -· .. .... .
178 ni ve gerek günlükleri, gerek söyleşileri, gerekse de Mühürlenmiş
.
Za-
. . ...
S I N EM A N I N .
KÖKLERİ
7;)(ı(lda HÔmlee ten bolca bahsettiğini biliyoruz.
"Hamlet'in öneminin, manen son dereceyüksek bir adamın, çok da
ha düşük düzeydeyaşayan insanlar arasında yaşamak zorunda olmasın
da yattlğına inantyorum. Geleceğin insanı geçmişte yaşamaya zorlanı
yor. Gerçek bir geçmişte, Hamlet'in dramı, ölmeye yazgtlı olması, orta
dan kalkması etrafında değil, kahramantmızın trajik bir biçimde ahlôki
ve manevi bir ölümle tehdit edilmesinde yatıyor. Bu yüzden de manevi
iddialannı reddetmek ve sıradan bir katil haline gelmek zorunda kaltyor.
Yaşamaya son vermesi, başka bir deyişle intihar etmesi gerekiyor. Yani,
ahlôklgöreviniyerine getirmemesi gerekiyor."15
Tarkovsky'nin Hamlet ile i lgili bu tespitleri, Kracauer'in trajik ile si
nematik olan arasındaki i lişkiler babındaki, genellikle şemati k, yüzey
sel tespitlerinden ne kadar "ileride" değil mi! Hamlet:i filme uyarlamak
1 5. Gianvito, John (2009). Şiirsel Sinema Andrey Tarkovsky (Çev. Ebru Kılıç). İs
tanbul. Agora Kitaplığı. 5. 1 70
ROMAN, HİKAYE, OYUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
Dünya devasa bir sınav kağıdı ... Sorular zor, cevaplar meçhul...
Meçhulün içinden malumun izini sürmek daha da zor... Güzelin ve hu
zurun izini sürmek ve hayat denen acı suyu kana kana içebilmek hep
sinden zor.
Zoru kolaylaştıracak, acıyı bal eyleyecek aşk lazım ... Açlığa, susuz
luğa, yoksulluğa, umutsuzluğa, aşağılanmışlığa panzehir olacak aşk...
Pontus, açlıkla gurur arasında olağanüstü bir savaşın mağdur ve
mağruru ... Açlığın, yoksunluk ve yoksulluğun her zaman sefalete dö
nüşmesi gerekmediğini gösteren güzel bir adam. � e.deninin gittikçe
daha da derinine d üştüğü yoksun luğu, asil ruh uyla saklamaya çalışan
bi r ş a ir... Bir adım ötede olduğuna inandığı h uzur ve m utluluğun pe
şinde bir ömür gidebilecek bir yolcu ...
Knut Hamsun'un Açltk başlıklı eserinin uyarlaması Açlık filminde
Henning Carlsen, çok önemli bir iş başarıyor: Bir edebiyat eserini, o
eserin hiç de altında kalmadan, hatta çoğu zaman Hamsun'un asla ula
şamadığı "Dostoyevskiyen" tepelere kadar çıkarabilerek uyarlamayı ...
1 80
Ç��re ve haya� şartlarının hızla dibe çekmeye çalıştığı bir insanın, ru
SINEMANIN
.
h �yla yukarıda kalma çabasının daha etkileyici bir tasvirini bulma k Çok
KÖKLE R İ
insanlığını kaybetmemek için bir sığınma yuvası oluyor onun için. Hız-
....._ _, - �· ,._ ... .
ölecek ... Ölümünü hep bir sonraki "mutluluk anına" kadar erteleyen
bir kurtarıcı ... Bu yüzden yazdıklarını yırttığı an, "direnmekten vazge
çip" ölüme gittiği an demek ... Ölüp ölmediğinin, yaşayıp yaşamadığı
nın artık fark etmeyeceği bir an ... Aşkın kaybedildiği ana denk gelen
bir araf... Geminin güvertesinin ölmekle yaşamak arasındaki araf ol
ması gibi. .. Dostoyevski'nin Yeraltı Adamı gibi, Pontus da, toplumda
gittikçe körelen hassasiyetlerin bir antitezi gibi. .. Bu yüzden yaşadı
ğı en küçük şeyler bile eziyet verici bir aşağıla(n)ma ritüeline dönüşü
yor onun için. Ve bu aşağılanmalardan, ancak deliliğin gururuna sığı
narak kurtulabiliyor.
"İnsantn kendisine saklayacağı hiçbir şey olamaz mı?"
Pontus'un hayatı, saklamak istediği yoksunluğu ile ne olursa ol
sun canlı tutmak istediği incelik ve gururu arasında süren bir savaş
adeta ... Hele tam da bu meydan muharebesinin ortasına aşk bom
bası düşerse, saklamak istedikleri daha da çoğalır Pontus'un ... Ruhu-
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1 82 .
SINEMANIN
liJilmleri arasında yer bulabilecek olanı. .. Açlik, bir edebiyat eserinin
KÖKLERi
sinemaya nasıl uyarlanabileceği üzerine bir ders adeta ... � ekanın, za
.
�anın ve psikolojinin, edebi d üzlemden soyulup sinematogra fik d üz
leme nasıl aktarılabileceğinin ...
Visconti'nin, Beyaz Geceler uyarlamasında Dostoyevski'yi uyarla
ma biçiminde olduğu gibi, Carlsen de öncelikle edebi eserin mekan
lara bağımlı kalmayan ruhunu süzmekle başlıyor işe. Sonra da edebi
� ekanı sinematografik mekana dönüştürüyor. Welles'in Davdda yap-
tlğına benzer bir mekan tasarımı bu. Edebi mek� n ve zaman ile sine
matogra fi k mekan ve zaman arasınd� ki uyu rT\suzluğu çözebilen dahice
bir bakış inşa etmek ... Parçalı/parçalayan zaman ve mekan anlayışı ye
rine, bizatihi ruh halinin içinde büyüdüğü ve sürekliliği olan bir zaman
ve mekan anlayışı ... Büyüklük, küçüklük aynı Visconti'de ve Welles'de
olduğu gibi, sinematografik mekan ve zaman inşası açısından, ede
bi olanın tam tersinden) kurulabilecek mahiyette dönüştürülebiliyor.
Pontus, filmde, Hamsun'un eserinden süzülen ruhun, bir tür Dos
toyevski Yeraltı Adamı' na dönüştürülmüş hali. .. �ontu �'. � n "yolculu-
ROMAN, HİKAYE, OYUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
ara birimde kendisine muhtemel bir kurtarıcı olarak "ürettiği" Ylajali ...
Filmin en güçlü sahnelerinden birisi, Pontus'un Ylajali'nin evine
gittiği o sahne ... Bir yandan aşkını ifade etmek için yanıp tutuşan, öte
yandan g ururu ve yoksulluğu arasındaki çatışmanın Ylajali'ye yansı
masından u tanan Pontus'un o derin uçurumun dibindeki hali, bir si
nema mizanseninin nasıl kurulabileceği üzerine bir ders mahiyetin
de. Bu sahnede, "bakış açıları" sıkça değişir. Pontus'un, Ylajali'nin ve
sonra da ikisinin de olmayan bir "üçüncü" bakışın ... Aşkın iki insanı da
aşan birlikteliği ve o birlikteliğin bazen i m kansızlığını kazıta kazıta an
latan bir sahne ... "Bir insan hassas diye illa ki deli olacak diye bir şeyyok!"
\
Sevdiğinin gözünde, birden, kendisine dair, "deli olabileceği" dü
şüncesinin belirdiğini gören Pontus'u n çaresizliği ve o çaresizliği aş
mak için yaptığı her davranışın, söylediği her sözün acısını katladığı,
sinema tarihinde kısacık bir film sahnesinde bu kadar derin ve güçlü '
anlatan pek az film olduğunu söyleyebiliriz.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Carlsen, Aç/JKta nasıl kısa bir zaman dilimini ele a lıyorsa, Benim
Hüzünlü Orospulanm başlıklı Marquez uyarlamasında tam tersini yapı
yor, doksan yıla dayanan bir hayatı a nlatıyor. Her ne kadar ikincisi Aç
lık kadar başarılı bir film olmasa da, yine de Carlsen'in gösterdiği çok
önemli şeyler var. Film sanatı için, edebi zamanın film zamanına akta
rılmasının ve film zamanının, yapısal olarak maddeye/malzemeye ba-
. .,__ . - . -
Film' sanatının asıl değerini ve her büyük filmi, hayat içinde her
başka zamanda farklı bir deneyim ola rak "yaşanabilecek" bir hayat
olarak a lgılamamızın asıl sebebini düşünelim yeniden. Kadrajın dı
şındaki kocaman bir hayat içinde yaşar film. Ama Uzun Hikaye de gör
düğümüz şey neredeyse bunun tam tersidir. Kadraj içinde ne kadar
"dikteciyse", kadraj-dışında da o kadar "ölüdür" film. Adeta oyuncu
ların "oyunculuklarına" güvenerek suni solunumla yaşatılmaya çalı
şılır her seferinde! Bu da film sanatını tiyatronun a lanı içine hapset
mekle eşdeğerdir.
Uzun Hikaye nin on, on beş yıllık bir zaman dilimin kapsamasına
rağmen "zaman dışı" görünmesi, yönetmenin, film sanatının içinde iç
kin olarak mevcut olan zaman anlayışı yerine, edebiyatın zamanını ter
cih etmesiyle ilgilidir. Neredeyse tümüyle zamandan ibaret olan film
sanatını, o zaman ı rmağından çekip çıka ran Osman Sınav, dünya sine
masındaki yönetmenlerin kahir ekseriyeti gibi zamandan çıkan bir fil
min yaşayamayacağının farkında görünmez . . . Filmde tam olarak his
settiğimiz şey, kelimelerden yapılmış bir binanın, kelime tuğlalarını 1 89
S i N EM A N I N
aynen kullanarak yeniden inşa edildiği gerçeğidir. Zaman, filmin için KOKLERI
ları ile Demirkubuz'un aldıkları taban tabana zıt şeylerdi r. Birisi Dos
toyevski'de "yukarıya çıkaracak" bir manevi katar görür, öteki ise bir
nefs psikologu ve karanlıkların yazarı ...
Edebiyattan "alınacak" olan, yönetmenin şairliği ve hayata bakı
şından süzdükleriyle direk ilişkilidir. Demirkubuz'un asıl meselesi "kö
tülük meselesine" bakışıdır. Dostoyevski'nin "kötülüğü", sonrasında
gelecek olan vicdan azabının sağaltıcı lığı için bir basamak olarak kul
landığını görmezden geliyor ya da göremiyor. Aslında Yeraltı'nın Final
sahnesinde "ben neden iyi olamıyorum" diye ağlayan adamla, Bulantı
filminde hizmetçi kadının önünde diz çöküp ağlayan adam aynı adam:
Demirkubuz... Anlayamadığını, bir sezgiyle de olsa Fark ettiği için ...
De Oliviera'nın İlahi Komedya filmi nde, filmin en çarpıcı sahnele
rinden birisi, Suç ve Cezdnın "ilahi ola na açıldığı" yerdi r aynı zaman
da. Akıl hastanesindeki Sonya, aynı hastanede aşığı olan Raskolnikov' a
"sen toprağı da kirlettin, teslim olmadan önce toprağı öp" der ve iki-
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
yı amaçlayan büyük bir şairin dua biçimi aynı zamanda. Necip Fazıl'ın
d uası, Çile şiirinden alıntıladığımız yukarıdaki mısralarda tasvir edilen
fikir çilesinin sükunete erme çağrısı. Ancak ölümle sükun bulacak bir
şair azabı için, ölmeden önce ölmeyi göze alma duası!
Necip Fazıl'ın tiyatro eserlerinin, kendi geleneği ile hakkaniyetli
ilişki kurmaya niyetlenmiş kesimler dahil olmak üzere, hak ettiği değe
ri bulduğunu söylemek zor. Hele iş sinemaya gelince, neredeyse yok
denecek kadar az bir çaba ile karşılaşıyoruz. Batı' da Hamlef in, Mac
beth'in uyarlamalarının sayısına bakmak ve sonra bizdeki Necip Fazıl
uyarlamalarıyla karşılaştırmak bile acınacak bir umursamazlıkta oldu
ğumuzu yeterince kanıtlıyor.
Film sanatı ile edebiyat ilişkisini tartışırken, hem roman, hikaye,
hem de oyun uyarlamaları bağlamında Necip Fazıl eserlerinin, nasıl
uyarlandığını, eksikleri ve imkanlarıyla bize neler vaat ettiklerini d ü
şünmemiz elzemdir. Elzemdir; zira, gelenek ile film sanatı arasında
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Mefisto, Faust'u, bir an için "hayat öyle güzelsin ki, gitme ne olur
sun!" dediği an teslim alacaktır. Faust, kendisine sunulan ilk tuzağa,
kadın, şehvet ve aşk tuzağına düşer. Siyah Pelerinli Adam'da ki Şair de
güç, kadın ve para ile tuzağa çekilir. Şai r'in Faust'tan farkı, içindeki en
derin şeyin (ki şeytan aslında ona taliptir) onu, tuzağa düşmeyecek
kadar sarıp sarmalamasıdır. "Ben, onu, en ızdıraplı a nlarımda kazan
d ım" diyecektir Şair.
Faust ile Şair'in en önemli farkı "başlangıçlarında" yatar. Faust,
her türlü bilimi öğrenmiş, Fizik, tıp, kimya, matematik, felsefe, mantık,
hatta ilahiyat çalışmış, ama hiçbirisinde huzuru bulamadığı için, "bil
giyi" ve "huzuru" bulacağı başka bir şey a rayışına girmiştir. Mefisto,
Faust'un iç huzursuzluğunun çıkardığı bir üründür. inanacak ve "an'ın 195
S İ N EM A N i N
huzurunu" ancak kendisiyle bulacağı bir şey arayışının sonucu. Şair ise KÖKLERi
inanmış bir adamdır. Faust'a epeyce ken disi tarafından hazırlanmış bir
zemindir Mefisto'yu getiren; Şair'e ise birden ve hiç beklemediği bir
anda gelmiştir. Faust, zaten ihtiyaç duyduğunu "yaratmış"; Şair ise hu
zurunu kaçıracak kovulmuş şeytana maruz kalmıştır.
Şair, inanmış ve inancını türlü cefalarla test etmiş bir mümin ola
rak, yine de çok zorla nır şeytan la sınavında. Türlü yüzlere girmekte ve
onu tam da kendi sözleriyle vurmaktadı r Şeytan. Hayallerinde a radığı
kadın olarak, maddi sefaletine çare olacak bir Yahudi zengin olarak,
güç ve pozisyon sağlayacak birisi olarak ... En çok kadında zorlanır Şa
ir. .. Ancak o sınavların hepsini geçtiğinde, bizatihi kendi yüzüyle tek
rar geri gelecektir Şeytan ... Bu defa, maddiyat, kadın, para ve güç kı
lıklarında değil, hayatını sırrını bulmaya adadığı hakikatleri vaat eden
vehim kılığında .. Lisanın, zamanın ve mekanın sırrını ...
İsmail Güneş tarafından uyarlanmış film, genellikle diyaloglara
dayanıyor. Ancak Filmin çok önemli problemleri olduğunu görmez-
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
den gelemeyiz. Filmin, kaçırılmış bir fırsat olduğunu ve belki İsmail Gü
neş'in, ayn ı filmi bugün çekse çok farklı çekeceğini ifade edelim önce
likle. Tek bir odada geçen ve gücü diyaloglarına dayanan bir oyunun
filme uyarlanmasının hiç kolay olmadığı bir gerçek. İsmail Güneş'in fil
mi, şairi ve odasını son derece güzel bir kaydırmalı çekimle "izleyen"
bir sahne ile başlıyor.
"Boş bir oda düşünün. Odanın ortasında bir masa ve sandalye ve
bir yanında da kapı olsun. Ve o odayı bir kamera ile çektiğinizi d üşü
nün. Sonra o kapalı kapının a rdında ölü bir adam olduğunu söylesinler
size. Oda, masa, sandalye ve kameranız olduğu halde çektiğiniz şeyin
"ruhu" değişiyorsa, işte o zaman büyük bir film yapmışsınız demektir"
manasında şeyler söylemişti bir söyleşisinde Dreyer. Güneş'in kame
rasının filmin girişindeki o "ru hu", Dreyer'in anlayışını hatırlatan ipuç
ları veriyorken, filmin, birden teatrat atana kayışını nasıl açıklamalıyız
peki? Filmde tam olarak ne oluyor da teatral olana kayıyor?
Elektriklerin kesilmesi sonucu mum ışığı ile çalışmaya devam
196 eden Şair'in, kapısına şeytan geliyor. Necip Fazıl'ın oyunundaki şey
SiNEMANIN
KÖKLERi
tanın "tasvir edilemez" bir şey olduğu muhakkak. Bu durum, şeytanı
filme almakla ilgili birkaç seçenek ortaya koyuyor. Ya Batı sanatında,
özellikle resim ve film sanatı nda olduğu türden bir "tasvire" yeltene
cek, ya da şeytanı, bir insan davranışı, bir yaklaşım, bir anlayış olarak
bir insan boyutuna "hayali" bir figür olarak kurgulayacaksınız. Bir baş
ka seçenek, hiç göstermeden sesini duyurmak olabilirdi.
İsmail Güneş, şeytanı, tiyatro oyunla rında (Faust - Mefisto uyar
lamalarında ve onların kimi film versiyonlarında) olan türden plastik
leştirmeyi tercih ediyor. Kafasında boynuzları olan, yüzü ağır makyaj
lı bir karakter.
Tiyatronun, özellikle film-tiyatro bahsinde üzerinde durduğumuz
gibi, seyirci ile kurduğu ilişki bir gerçeklik ilişkisi değildir. Seyirci, otur
duğu yerden sahneye bakmakta, sahnede olan bitenle hemhal olmak
ve bir kendilik ilişkisi kurmak yerine, sahne ile seyircilerin arasında bu
lunan sınır perdesinin aynı zamanda gerçekliğin de sınır perdesi oldu
ğunun farkına vararak, izlediği şeyi ona göre yorumlamak zorundadır.
ROMAN, HİKAYE, OYUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
tiriyor. Zira, şeytanın yüzüne bakan bir film izleyicisinin, o filmle sahi
ci bir hemhal olma bağı kurmak yerine, tiyatroda olduğu türden "ras
yonel" bir anlama bağı kurmaya başlaması söz konusu.
Sokurov'un Faust'unu düşünelim şimdi de ... Sokurov, Mefisto için
oldukça çirkin birisini kullanır. Mefisto, filmin bir yerindeki banyo sah
nesinde, hayal meyal de olsa, kuyruklu tuhaf vücutlu birisi olarak tas
vir edilir. Ancak filmin bütünlüğü içinde, o banyo sahnesinin zaten bir
tür parodi olarak kullanıldığının hissedi lmesi, Mefisto'nun varlığını İs
mail Güneş'in şeytanı kadar problematik yapmıyor. Mefisto, film bo
yunca devamlı vesvese ile uğraşan (filmin arka sesi Nas Suresinin 'se
se dayalı' tasviri gibidir adeta) yaşlı, çirkin ama "gerçekliği" meselesin
de sorun olmayan biridir. Mefisto'nun "gerçeklik" ile "gerçek d ışılık"
arasındaki ilişkisi de "gerçek" malzemelerle kurulur. Eylemin kendisi
ne has gerçek dışılık (mesela delinen bir duvardan devamlı akan şa
rap) "gerçekliğin içinde var olması" dolayısıyla kabul edilebilir bir "aca-
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
rekir. Dolayısıyla atlama taşı kullanmak, bu tür eserler için çok daha
güçlü etki verecektir.
lstvan Szabo'nun Mephisto filminde, bir oyuncu/sanatçı olarak ru
hunu, aklını şeytana satan Faust tipolojisi için Mefisto, oyuncuya o gü
cü veren iktidar ya da güç odağıdır.
Benzer yaklaşım Siyah Pelerinli Adam için de kullanılabilir. Mekanı
ve karakterleri sentetikleştiren bir yaklaşım yerine, karakter ve meka
nın gerçekliğinde "eylemin acayipleştirilmesini" kullanmak ...
Peki d iyaloglar? Film yönetmeni, bir edebiyat uyarlamasının "met
ne sadakatin in", metni kelimesi kelimesine tekrar etmek yerine, met
nin ruhunu çözerek, d iyalogları (olacaksa) o şekle dönüştürmek oldu
ğunu anlamalıdır. Özellikle d iyaloglar içerisine dahil olamayacak ve fil
min ruhunu oluşturan asıl bölümleri "film diline" tercüme etmeyi ön
celiği kabul etmelidir. Bir Taşra Papazmm Günlüğü filminin en önemli
sahnelerinin, Bernanos'un diyaloglarının aynen tekrarlandığı sahne
ler değil, d iyaloglar a rasındaki sinematografik sessizlik sahneleri ol
1 99
ması gibi. .. S i N EM A N I N
KÖKLERi
tısı arasında paralellik onun g eçmişi midir; yoksa eserin kendini "ha
yata sürmesi" dolayısıyla kaderi mi? Babasının kendini bahçedeki in
cir ağacına asması, eserindeki kahramanın da aynı şeyi yapması, Hus
rev'i kaçınılmaz olarak aynı sona mı sürükleyecektir?
Necip Fazıl, bu büyük eserinde sanatçı kimdir sorusunu sorar ade
ta. Ölümle, hele babasının trajik ölümüyle karşı karşıya kalan bir ço
cuğun, içinde büyüttüğü korkunun, şair bünyesinde nasıl bir "mey
ve" verebileceği eserin psikolojik yönüdür. Ancak, Necip Fazıl, eserini
sadece psikolojik zaviyeden kurmaz. Tam tersi, onun derdi hiçbir za
man psikoloji olmamıştır. Ası l mesele "yaratma cesaretinin" ontolo
jik maliyeti meselesidir.
"Alemin maskarası oldum. Zehir yutturulmuş sokak köpeklerinden
farkım yok.
Kaldırımlar üstünde can çekişiyorum. Genç, ihtiyar etrafımda halka
lanmış. Herkes beni seyrediyor. İşte yazdığını yasayan adam! Beni bu gü
lünç kadere insan iradesi sokmamalı. Tepemde başka bir irade var. Onu
200
SINEMANIN bir kanat gölgesigibi, üzerimde duyuyorum. Fakat elimle tutamıyorum..
KÖKLERi
O böyle istiyor. ..
Ben sanatı hayattan başka bir şey sanıyordum. Hürriyetlerin so
nu. Aciz bahtımınulaşamadığı bir yer. Orası irademin bahçesiydi. Ora
da, oyuncaklarıyla oynayan bir çocuk gibi başıboştum. Orada kulluktan
çıkıyor gibiydim...
Ben neyaptım? Bir hududu zorladım. Kendimin dışına çıkmak ister
ken, kendime rastgeldim. Meğer kul olduğumu anlamak için Allahlık tas
lamalıymışım! Meğer nasılyaratıldığımı anlamak için bir adam yaratma
ya kalkmalıymışım! Ben neyaptım? En sağlam basamağı ayağımdan kay
dırdım. Körlüğü zedeledim. Şimdigörünen şeye nasıl bakayım? İnsan ka
derini bir rüya gibi uykuda bulur. Bu rüyayı uyanık nasıl seyredeyim? Al
lah'la kalabalık arasında kaldım. Boşlukta nasıl durayım?
Anlayın bu azabı! Bir azap ki, kul olduğum için çekiyorum, çekme
mek için Allah olmak lazım. İnsana göre değil bu; yok bunu çekecek ô.za
insanda!'
ROMAN, HiKAYE, OYUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERiNE
rideki bahçe, kesilmiş de olsa orada d uran incir ağacı, kadrajın dışın
da olan, ama aslında hem hikayenin hem de son sahnelerin bizati
hi içini belirleyen bir yaklaşımın özneleri haline gelir. İç mekan ile dış
mekan arasında geçişlilik olan ve bu geçişliliğin özellikle havanın d u
rumuyla bağlantılı olarak kurulduğu sinematografik bir dünya söz ko
nusudur artık.
Çakmaklı'nın, iki buçuk saate yaklaşan yorumu, büyük oranda te
atral olanın belirgin olduğu bir yaklaşım da olsa, film tadı veren, üs
telik lezzetli bir film tadı veren kimi sahnelerle "bütünlüğünü" koru
yan bir uyarlama.
Filmin finali, her ne kadar Necip Fazıl'ın oyununun finali de olsa,
artık tıpa tıp aynı final değildir. Oyundaki "kapalılık" açılmış ve sonu
belli olmayan bir "boşalma" anına karşılık gelmiştir. Artık Husrev'i n
kurtuluşu, öyle y a da böyle film izleyicisinin kurtuluşuna d e n k gelir:
"Ne yapayım anne, kestiniz incir ağaomı!'
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ce birkaç saniye süren bu sessizlik anı, Reis Bey'in verdiği karara dair
ilk şüphesini inşa ve ifşa eder... Ve "kırılmasının" bir emaresini daha ...
Bir Adam Yaratmak filminde Çakmaklı'nın film sanatına has ek
lemeleri filmi teatral alandan film alanına kısıtlı da olsa taşıyabiliyor
du. Tümüyle teatral alanda yürüyen film, son bölümünde (perdesin
de) film alanına taşınarak orada hemhal olunabilecek bir çekim alanı
yaratıyordu. Ancak ne olursa olsun, Çakmaklı'nın filmi, Necip Fazıl'ın
eserin i genelde "söyleyen" bir etki yaratıyordu.
Siyah Pelerinli Adam, Necip Fazıl'ın eserinin gücüne rağmen, te
atral alanın inandı rıcı o lmayan kapan ı içinden film alanına geçmeyi
başaramadığı için, çoğu zaman eserin bir parodisine dönüşebiliyor
du. Üstelik kimi zaman çok parlak sinematografi emareleri göster
mesine rağmen.
Ancak, her üç uyarlamaya baktığı mızda, Reis Bejin, başından so
nuna kadar film a lanında "yaratılmış", film alanında yaşayan ve çoğu
zaman Necip Fazıl'ın eserini de aşan emareleri olan çok güçlü bir film
209
olduğunu söyleyebiliriz. S i NEMAN i N
KÖKLERi
Bir edebiyat eserinden, özellikle çok etkileyici edebi özellikler
gösteren bir roman ya da oyundan uyarlamalarda, en önemli şeyin
"eleme" ve "yeniden düzenleme" olduğunu söyleyebiliriz. Uçakan'ın,
filmde yaptığı en önemli şey bu. Orij inal metnin içinden, film alanı
na aktarıldığında "fazlalık" olarak görülebilecekleri eleyip, film alanı
nı "yaşatacak" eklemeler yapabilmek...
Oyunla film arasındaki en önemli mahiyet farklarından birisi, Me
sut Uçakan'ın "tiplerinin", Necip Fazıl'ın oyununun tiyatro gösterimle
rindeki tiplerden çok daha canlı, daha "yaşıyor" olmasıdır... Reis Bey,
Katil, hatta eroin satıcısı bitirim tip ... Haluk Kurdoğlu'nun canlandırdığı
Reis Bey'in, Necip Fazıl'ın oyunundaki Reis Bey ile özdeşleşmesi, tam
da bu "yaşama" özelliğini i fşa etmesindendir. Asla tiyatronun kolaycı
lığına/dışavurumculuğuna kaçmayan (o kolaycılığa kaçan kimi oyun
culuklar yok değil filmde, ama daha azınlıkta) ve film oyunculuğunun
"gerçeklikle" nasıl bir ilişki kurabileceği üzerine ders olabilecek kadar
sağlam bir oyu nculukla karşı karşıyayız.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
sun diye değil, bizim başka türlü yaptığımızı, bazdan bu türlü yapmasın
diye Ç1kanyoruz... "
"Buz çölünde yol alan" insanlığa bir teklif Reis Bey. "Öldürdükle
rimizin" mezarının başında üzerimize geçird iğimiz vicdan azabı göm
leği. .. Zulmün başında ve sonundaki merhameti gösterecek gözlere
ihtiyacımız var. Necip Fazıl'ın olağanüstü eserini, eserden h iç de aşa
ğı kalmadan, hatta çoğu zaman üstüne çıkarak uyarlayan Uçakan'ın
gözünü, en azından bu filmi için takdir etmek boynumuzun borcu.
Affetmeyi unu tmuş olana, ya katilden, ya kötü yola düşmüşten,
ya dolandırıcıdan, hırsızdan düşecek bir affetme emri. Kalbini aklının
kilidiyle sımsıkı kapamışlara acı çekenlerin ruhundan gelen bir çilingir.
"Sen bari beni affet kızım!'
Müslümanlar olarak, kendi geleneğimizden gelen, öyle ya da
böyle, kıt imkanlarla da olsa bir şeyler yapmak isteyenlere olan sa
ğırlığımızın, körlüğümüzün, trajik bi.r ya nsımasıdır Reis Bey e olan yak-
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
..
damarlara kadar yayılan bu iktidarın bir sorumlusu yoktu açtık! Sorum-
� .
Avrupa'da, hem de Japonya gibi Doğu ü lkelerinde, hep aynı soru so
rulacaktı: Tam olarak ne olmuştu da bunlar ortaya çıkmıştı? Bu soru,
beraberinde çok önemli g irişim leri doğuracak bir kaynaktı aslında. Bir
yandan Batı ve Uzakdoğu toplumlarında tam olarak neler olup bitti
ği üzerine denemeler olarak görülebilecek çok önemli eserler orta
ya çıkacak, öte yandan da m odern mekanizmanın neliğini, önce anla
maya sonra da ifşa etmeye çalışan bir yönetmen kuşağı belirecekti.
Bu kuşak, modernist sinema d iye adlandırılan ve Avrupa' dan Japon
ya'ya hatta Türkiye'ye kadar pek çok ülkede belirginleşen yaklaşım ve
üsluplar ortaya koyacaktı. Ö nce modern mekanizmaların i fşası, son
.
ca da "yitirilen" şeylerin ne ;ıd u gÜ nu , kendiliğiyle" b el irginleştirecek
;
yaklaşımlar gerekiyordu. İnsan yalnızlaşmıştı, mekanizma, büyük bir
kötülük ü retirken, kötülüğü ü retenlerin sorumlu luğunu erteleyen bir
süreç ü retiyordu ve bütün bunların film dilinde nasıl yer kaplayacağı
meselesi bütün bu modernist sinemanın ana derdi olacaktı.
Miklos Jancso, sadece Macar sinemasının değil, bütün dünya si-
214 nemasının en önemli yönetmenlerinden birisi olarak, hemen hemen
S I N EM A N I N
KÖKLERi bütün filmlerinde anlatmaya çalıştığımız bu "fay kırığını" araştırmaya/
i fşa etmeye koyulur. Sineması, Macar tarihine güncelin ışığında baka
rak, toplumsal ve politik süreçlerdeki iktidar mekanizmalarını i fşa et
meye çalışır. Üstelik sonradan Bela Tarr gibi önemli isimlere de öncü
lük edecek biçimi ile sineman ı n neler yapabileceği üzerine d üşünen
herkese önemli ipuçları sunar.
Nedir Jansco'nun yaptığı? Jancso, öncelikle mekana yönelik ba
kışı ile tabiatı kendi düşünce ve eylemi yörüngesinde yönlendirme ni
yetiyle ortaya çıkan modern insanın, Macar köylüleri prototipinde ne
hale geldiğini ifşa eder. Mekan, insan tarafından belirlenen değil, in
sanın içinde yitip gittiği ve bizatihi nesneleştiği bir şekilde kurulur. Ge
niş ve parçalarının neredeyse birbiri nden ayrılması imkansız düzlükler,
Jancso'nun filmlerindeki insan la r için, iktidar mekanizmasının bir ara
cı haline dönüşür. "Birey" olma niyetiyle ortaya çıkmış modern insanın
içinde yitip gittiği ve her hareketinin, her türlü eyleminin dahi ne oldu
ğu belirsiz bir üst mertebe tarafından belirlendiği "aynileşme" süreci-
ROMAN, HİKAYE, OYUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
nin bir metaforu olmuştur geniş d üzlükler. Ne zaman, nasıl bir "sürp
riz" ile karşılayacağ ı belli olmayan iktidar mekanizması, Jancsô'nun
mekanlarında, kendisini asla bir kerede ele vermeyen ve her karesi tı
pa tıp birbirine benzeyen parçalarının kafkaesk bir yapıya bürü nme
si i le görünür kılınır. A.B. Kovacs'ı n Modernizmi Seyretmek16 kitabında
belirttiği gibi, bu geniş düzlükler kafkaesk bir ortam inşa eder adeta ...
Kafka romanlarının, film sanatının özellikle iki dünya savaşı a rası
ve sonrasındaki görünümünü ortaya çıka ran şeyle çok benzer dürtü
leri taşıdığını ve bu yüzden de kafkaesk denen şeyin, roman dünyasına
ait bir şey olmaktan çok sinematografik bir mekan anlayışı olduğunun
altı n ı çizmemiz gerekiyor. Kafkaesk, insanın eylem ve sorumlulukları
nın, kaynağı asla belirlenemeyen bir "şato", "mahkeme" bir "üst yargı"
Jwrafından belirlendiği ve bireyin, eylem leriyle kendi yazgısını belirle
me iddiasının akamete uğraması halinin metaforu olarak tan ımlana
bilir. Lamekan olanı ifşa etmekten ziyade, mekanın, tümüyle ruh ha
line/i nsanlık durumuna dela let ettiği d urumun adı. Bu bakımdan, Or
san Welles'in Tr;al/Dava filminde yarattığı biçimin Kafka romanlarında 215
S I N E MAN I N
olana "genellikle" ters olması gibi, Jancsô'nun mekan biçimlemesinin KÖKLERİ
farklı olması da, o mekanların kafkaesk bir biçim yarattığı gerçeğini de
ğiştirmez. Zira kafkaesk bir ya da öteki biçimin seçilmesinden çok, in
sanın, modern mekanizmalar karşısındaki zava llılığını ifşa edecek ge
nel bir görünümün adıdır. Bu durum bazen minicik, daracık, sıkıştıran
mekanlarla; bazense devasa, içinde kaybolduğumuz mekanlarla ken
dini ifşa eder. Kişiler, devasa bir ofiste yapayalnız binlerce çalışandan
biridir bazen; bazen de minicik bir hücreye sıkışmış böceklerdir. Kaf
kaesk, b u yüzden çizili bir mekan anlayışından çok aynı durumu inşa
ve ifşa eden bir dönüşümdür. Sürgit hamamböceği olma halinin ... Bu
durum, Haneke'nin Şato'sunun Kafka'nın Şato'sunun epey benzer şe
kilde tasvir edilmesine (aslında tasvir edilemeyenin edilememesini ka
bule) yol açabilirken, mesela Jancsô ya da Welles filmlerinde bambaş
ka şekillere bürünür. Tarkovsky'de, mesela Stalker'da, manevi bir "böl-
1 6. Kovacs, Andras Balint (201 O). Modernizmi Seyretmek (Çev. Ertan Yılmaz). İs
tanbul. De Ki Basım. 5. 352
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1 7. Kovacs, Andras Balint (201 O). Modernizmi Seyretmek (Çev. Ertan Yılmaz). İs
tanbul. De Ki Basım. S. 352
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
disi, her döngüde, bir önceki dönemeçte olanları siler ve iptal eder.
Komutanların verdiği her karar, belirsiz bir "üst-merci" tarafından bo
zulur. Sözler verilir, ama asla tutulmamak içindir. Önemli olan sözle
rin yerine getirilmesi değil, insanın "ölüm korkusu" adı verilen şey ile
nefsini ateşlemek ve ihaneti yürürlüğe sokmaktır.
Hannah Arendt, Eichmann üzerine yazdığı rapor ve kitabında, Ya
hudilerin, Nazi toplama kamplarında birbirlerine nasıl ihanet ettiğin
den de bahseder. Naziler, Yahudilerin içerisinden seçtikleri "seçilmiş"
kimseler aracılığıyla işkence ederler öteki Yahudilere. Birileri, kendi
sini kurtarmak adına, birçok başka kişinin gaz odasına atılmasına razı
gelmekte, hatta bizatihi o eylemlere katılmaktadır bile ...
Jancsô, Umutsuzlar filminde benzer bir mekanizmayı i fşa eder.
Modern iktidar mekanizması, en çok nefs-i emmarenin cilalanmasıyla
ayakta duran bir şey. Sorumluluk, vicda n ve ahlakın, "bireysel kurtu
luş" adına ebedi bir döngü içerisinde yitir(t)ilmesi ancak böyle müm
kün olabiliyor zira. Umutsuzlar' da Jancsô, modern iktidar mekanizma
larının, nasıl da gözden, merkezden uzaklaşarak kendisini ele verme 219
SINEMAN I N
diğini oldukça tuhaf şekilde ifşa eder. Öyle ilginç planlar yürürlüğe so KÖKLERİ
kulur ki, hemen her "hain" tam kurtulacaklarını sandıklarında, bir "üst
plan" tarafından halledilir! Filmin sonu bambaşka bir trajediyi göste
rir. Aslında askerler Sandor'un o kampta olmadığını ve adamlarının
kimler olduğunu baştan beri bilmektedirler. Ancak, önemli olan bu
bilgi değil, bu bilginin "saklanması" aracılığıyla adamları birbirine d ü
şüren "sefaletin" ifşa edilmesidir. Askerler, en baştan bilinen bir bilgi
yi, mahkumlar tarafından bir tür self-işkenceye döndürü len bir yapı
yı inşa ederek yeniden almaktadır. önemli olan bilginin kendisi değil,
iktidar mekanizmasının aşağılama ve aşağılanma ritüeli döngüsünü
ebediyen yürürlükte tutmaktır. Bu döngü, sistemin bekası için hayati
önemdedir zira ... Aynı Yahudilerin, Nazi toplama kamplarında kendi
kendilerini aşağıladıkları döngünün hem "kurbanı" hem de "zalimi" ol
malarının toplama kamplarının bekası için hayati önemde olması gibi. ..
Modern iktidar mekanizmalarının o lmazsa olmaz özelliği, aşağı
la(n)ma ritüellerine türlü süslü kılıflar uydurmaktır. İşkencenin, psiko-
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
dar mekanizmasını asıl ayakta tutan şey, "zalim" d iye bildiğimiz merke
zi bir güç değil, bizatihi "mazlum" ve "masum" insanın zalimleşme ka
pasitesidir. Asıl kullanılan, cilalanan, aynen Umutsuzlar filmindeki gibi
bir sürü planın muhatabı yapıla rak tuzağa çekilen budur işte.
İkinci Dünya Savaşı sonrası sinemanın, savaşın yarattığ ı travma
dan kaynaklanan ve hem Avrupa'da hem de Japonya gibi ü lkeler
de çok ilginç bir değişimi ifade eden b i r yönelimi olmuştu. Özellik
le Avrupa için konuşursak, başta İta lya ve Fransa olmak üzere, Al
manya'dan Çekoslovakya'ya, Polonya, Macaristan'a, İspanya'ya ka
dar hemen her Avrupa ülkesinin sinemasında görülen bir değişim
d i bu. İkinci Dünya Savaşı, ta modern d üşüncenin başlarına kadar
götürebileceğimiz bir umut ve iyimserliğin yıkımı anlamına geliyor
d u ve bu durum sinemanın biçim ve içe riğinde köklü bir fay kırılma
sı a nlamına geliyordu .
Evet, insan lığa u m u t olabileceği v e i nsanın yetişkinliğini temsil
ettiği iddiasıyla ortaya çıkmıştı modern düşünce. Ama iki dünya sava
şı ve bu savaşların ortaya çıkardığı yeni insanlık d u rumu, modern dü 221
SINEMANIN
şüncenin başlangıç idealleri için kesin bir yeni lgi demekti. Hitler, Mus KÖKLERi
dudur modern çağlarda) bir durum olarak algılayan eserler vardır. Wil
liam Golding'in romanından ünlü tiyatro yönetmen ve yazarı Peter
Brook tara fından uyarlanan Lord of the Flies/Sineklerin TanrfSI filmi,
çocukların iktidar mücadelesini, insanın içinden gelen bir iktidar dür
tüsü olarak algılar ve bizi, insanın "kötülüğünün" fıtrattan gelen bir
durum olduğuna i kna etmeye çalışır. Bu anlamıyla Schlöndorff'un ya
da Arendt'in yaptığından farklı bir yorumdur bu. Genç Törless, iyiliğin
ve kötülüğün oynaklığını ve birbirine dönüşümünün "anlığını" göster
mesi açısından bir post-modern yorumlama olarak okunabilirken, Bro
ok'un filmi, kötücül eğilimli bir modern yorumdur. Birisi kötülüğe ikir
cikli bakarak, ondan sakınmanın yollarının "imkansızlığını" ima etme
siyle nihilist bir post-moderniteye, diğeri ise "kendinin farkında olan"
bir moderniteye yönelir adeta. Ancak her iki filmi, Tarkovsky'nin And
rei Rublev filmi ile birlikte izleyip yoru mlamak, modern ve post-mo
dern çağlara "hikmet" perspektifinden bir bakışı imleyebilir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1 8. Zwieg, Stefan (201 1). Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski(Çev. Ay
da Yörükan) İstanbul: Doğu Batı Yayınları. 5.1 05-280
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
dığı nefesi geri verip veremeyeceğinin belli olacağı saliselik "o an"
dadır. Film zamanı, her şeyden önce, olaydan, eylemden, hareketten
önce, işte bu "ölüm kararının olup olmayacağı meçhul ama meşhur"
zamanla ilgili bir şeydir.
Filipovna'nın a ld ığı ama veremediği nefesi, hem M işkin'in, hem
de Rogojin'in nefesini tam da aynı yerden düğümlemiştir. Zamanın
kalp atışlarını gösterecek, i nşa ve ifşa edecek bir sinematografik za
man, işte bu hali, bu ruhu en güçlü şekilde ortaya koyacaktır. Eyle
me, konuşmaya, dile, kelimeye hiç ihtiyaç d uymadan aktarılacak "saf
zaman".
Yönetmenin en önemli görevi, işte kelimelerin, sözlerin, dilin ara
sına saklanmış bu "ölü(m} zamanını" bulup çıkarmaktır. Şairlik işte tam
da buradadır. Dostoyevski, bu sahneyi, onlarca sayfada ve kelimelerle
anlatırken, yönetmene düşen, süzmek, aradaki nefesi hissetmek ve
oradan Dostoyevski'nin ruhunu ortaya çıkarmaktır.
Film sanatı, saf zamanın sanatıdır. Mişkin ile Rogojin'in Filipov
231
na'nın cesedi başında geçirdikleri o gece, tümüyle sinemadır. Henüz SiNEMANiN
KÖKLERi
hakkıyla çevrilmemiş, ruhu hakikatiyle kavranamamış olsa da ... Waj
da'nın, Nastazja filmi, katedralde Mişkin ile Filipovna'nın olmayan ev
lilik töreni ile başlar ve sözünü ettiği m iz o son sahne ile devam eder.
Mişkin, Filipovna'yı a rıyordu r. Rogojin ile kaçmıştır. M işkin, Rogojin'in
evine g ider. Wajda, Filipovna'nın ölü bedeninin bir perde i le odadan
ayrıldığı o sahneyi çıkış noktası yapar. Film, o sahne i le Mişkin ile Ro
gojin'in geçmişteki birliktelikleri, diyalogları üzerine doğrusal olma
yan bir geri dönüşle i lişki kurar.
Nastazja filminin en büyük dezavan tajı, filmin, başından i ti baren
bir tiyatro oyunu olarak tasarlanmış bir şeyin kameraya çekilmesinin
zorluklarını barındırmasıdır. Filmde başlangıçtaki katedral sahnesi dı
şında sadece iki karakter vardır. Filipovna ile Mişkin'i aynı aktör oy
nar. Tek bir mekanda geçen filmin, zaman aralıklarının dahi sahneye
gidiş gelişlerle belirlenmesi, Mişkin'den Filipovna'ya geçişlerin, ancak
tiyatroda kabul edilebilecek bir sentetikliğe sahip olması, Budaldnın
en önemli i mkanlarını kırpmış görünüyor.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
seslenişte bile çok daha yüksek bir şeylerin içten içe duyulan bir tını
sı vardı r. Filipovna'nın Mişkin'e olan sevgisi manevidi r evet. Ama Miş
kin'in Filipovna'ya olan sevgisi bambaşka bir şeydir. Aglaya'ya olan aş
kı i le Filipovna'ya sevgisi farklıdır Mişkin'in.
Zweig'in sözünü ettiğimiz incelemesinde ifade ettiği gibi, Dos
toyevski, sevgiyi ve aşkı, diğer tüm duygular gibi parçalarına böler ve
her parça yeniden bölünür. H içbir duygu tek parçalı halde herhangi
bir karakterde tümüyle temsil edilmez. Aynen Kracauer'in Flaubert
analizinde söylediği şeydir bu. Parçalar bütünün içinde yer bulmak ve
orada kaybolmak için vardırlar. Küçük hikayeler de. Ancak hem Kraca
uer'in Flaubert özelinde, hem de Zweig'in Dostoyevski meselesinde,
bu parçalanmadan bir birleşme çıkarmadığını belirtmeliyiz. Tam tersi
bir şekilde Dostoyevski eserlerinin, tümüyle çılgınca bölünme, parça
lanma ve arafta salınmasından ibaret olduğunu iddia eder Zweig. İyi
nin, yücenin içinde bayağılık, kötülük; kötülüğün içinde iyinin ve yüce
nin bulunmasıdır Dostoyevski'yi diğer tüm romancılardan ayıran. An
cak Zweig, diğer Batılı Dostoyevski eleştirmenlerinden bariz ayrılma 233
Si NEMAN i N
sına rağmen, bir noktada onlarla benzeşir. Dostoyevski'yi aynı zemin KOKLERI
farklı bir mekan tasarlamış. Oldukça büyük bir salonun ortasında bir
masa vardı r. Masanın bir yanında oturacak büyük bir kanepe ... Bir iki
de sandalye. Rogojin, genelde o büyük kanepededir. Mişkin ise masa
nın karşı tarafındaki sandalyede ... Filipovna'nın cesedi salonun olduk
ça uzak bir köşesinde bulunan bir perdenin ardındadır. Kurosawa ise,
Wajda'nın mekanındaki büyüklüğün tam tersi sıkışık, Mişkin ile Rogo
jin'in diz diye ancak sığabildikleri soğuk, ısıtmakta zorlandığı hissi ve
ren bir mekan tasarlar. Dostoyevski'nin o son sahnede, "birbirlerinin
dizleri birbirine değecek kadar yakın oturan" iki aşığı tasvirine Kuro
sawa'nın yaklaşımı çok daha uygun. O son sahnenin ruh haline de öy
le ... Wajda'nın mekanı, ayn ı tiyatroda olduğu gibi, genellikle sözle "ka
ranlık" olduğu söylenen bir mekan ... Ama film izleyicisi için hiç de ka
ranlık değil. .. Hakuchlde ise mum ışığının aydınlattığ ı küçük bölgeler
dışında odada hiçbir şey görünmez adeta.
Budaldda karanlık, soğuk, sıkışık mekan, ölüm soğuğu ile, ölümün
aracılı k edeceği dönüşümün "sıcağı" a rasındaki tezadı ifşa etmek için
236 kurulur adeta ... Wajda'nın mekanının Budalddaki ruha asla uygun ol-
s ı N E MA N ı N
KOKLERI madığını, hele mekandaki o Roma/Yunan sütunlarına benzeyen yapı-
ların o ruhu iyice bozduğunu söyleyebiliriz.
Zweig, Budaldda, "psikopatça ayrıntılar" verdiğini ifade ediyordu
Dostoyevski'nin ... Ancak o ayrı ntıların, bir korku filmi atmosferi yarat
mak için değil, öldürme/ölüm tecrübesi ile karşı karşıya kalmış ve ora
dan başka bir boyuta atlamaları mukadder olan iki aşığın ruh durumu
na işaret etmek için olduğunu söyleyebiliriz. Wajda, o psikopatça ay
rıntıları, cesedin kokması, çiçeklerin cesedin kokmaması için alınma
sı gibi, bir korku filmi atmosferine çeker. Mişkin'de ve Rogojin'de söz
konusu olan korkudur ona göre. Ve bu korkusunun gölgesi, o sahne
yi ve geriye doğru bütün filmi etkisi altına alır.
Ancak Kurosawa, b u sahnedeki duyguyu çok daha isabetli ve de
rin tespit edebiliyor. Korku vardır; ancak bu, en sevgilisini kaybetmiş
ve sonrasındaki dünyanın nasıl katlanılır olacağını bilememenin kor
kusudur. Rogojin için, vicdan azabı, Mişkin için de Rogojin'e olan acı
ması, korkunun derinindeki asıl nüvelerdir.
ROMAN, HiKAYE, OVUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
manevi ilham gibi Mişkin'in gözünde açığa çıkması; ama aynı zaman
da, roman ile ilgili tüm gizlerin, anahta rı okyanusa atılmış bir kapı
nın ardında saklanmasıdır. Yönetmen için önemli olan, mesela Kuro
sawa'nın Budala uyarlaması Hakuchifilmindeki gibi, sahneleri bire bir
tekrar etmek değil, romanın ruhunun dürüldüğü o hazine sandıkla
rını açığa çıkarıp, başka bir hazine sandığı içerisine kilitlemektir. Miş
kin'in Filipovna'nın ruhunu çırı lçıplak kıldığı bu sahne, aynı zamanda
romanın birçok kapısının kilidini bünyesinde barındırır. Gerçi, Haku
ch! de, bu sahnenin hemen hemen aynı güçle aktarılabildiğini tespit
etmemiz önemlidir. Hakuch!yi film ala n ı nda zayıflatan şey, "o şimşek
anları" ile sıradan anları, seçme sürecinde göz a rdı etmesidi r. Bir ro
man uyarlamasındaki e n önemli şey, seçme ve yeniden d üzenleme
ise şayet, Kurosawa'nın bu uyarlamadaki en büyük sorunu, birden ve
20. Zwieg, Stefan (201 1 ) . Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski(Çev. Ay
da Yörükan) İstanbul: Doğu Batı Yayınları. S.1 1 7
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
gökten bir ilham gibi gelen o "an ları" tespit edip film diline tercüme
etmedeki n ispi zayıflığıdır.
Deleuze, bir söyleşisinde, Kurosawa'nın Dostoyevski ya da Sha
kespeare uyarlamalarına yönelmesini ilginç bir şekilde açıklar. Kuro
sawa, hayata bakış ve karakterleri ele alış biçimi açısından Dostoyev
ski'ye benziyordur çünkü. Dostoyevski karakterleri, Deleuze'ye göre,
bir şeyler yapar, bazı sözler verirken, hep daha acil başka bir şey için
mevcut d urumu ertelerler. Acil bir durum vardır, ona karşılık verilmesi
gerekiyordur; ama bu acil durumun ne olduğunu bir türlü bilemezler.
Deleuze bu durumu "budalalık kavramı" olarak tanımlar. Budalalık tam
da bu "arka plandaki daha acil şeyin, ön planda yapılması gerekeni er
teleyip durdurmasındadır" ona göre. Bu yüzden de yapılması gereken
şeyleri sıraya koymak yerine, bir türlü tespit edilemeyen bir acil durum
için mevcut olanı durdurmak ve atıl kalmak... Bu bir rüya durumudur
ve hem Kurosawa'da hem de Dostoyevski'de ortaktır gerçekten de ...
Kurosawa'nın lkirweya Yedi Samurayfilmleri bu duruma en önemli
238 örneklerdendir. Hayatında bir sınırla karşılaşmış ve "olanı durdurmuş"
SiNEMANIN
KÖKLERi
bürokratta da, bir köyü savunmak üzere gelmiş ama savunmadan da
ha acil bir şeyi, anlamı, aramaya koyulmuş samuraylarda da görünen
şey, Deleuze'nin bahsettiği bu acil durumun çağrısıdır. Ne olduğunu
tespit edemedikleri bir duru m ... Ama tespit edilemese de bütün ha
yatın üzerine kurulduğu bir saflığı ima eder bu. Maddi ertelenmele
rin ardında görünmez olanın acil çağrısına yönelme ... Yöneleceği şe
yi bilmeyen bir yönelmedir ama bu!
Deleuze bu acil durum üzerine fazla ipucu vermez; ancak hem
Dostoyevski'nin hem de Kurosawa'nın karakterlerinde rastlanan ve
onla rı bir şeyleri yapmaktan alıkoyan şey, hayatın anlamı üzerine bitip
tükenmek bilmez labirentlere olan -belirsiz- tutkularıdır. lkiru filmin
de bir otomat gibi yaşamış bürokrat birden bir sınır tecrübesiyle kar
şılaşır ve her şeyi unutarak başka bir şeye yönelir. Yöneldiği şeyi bilmi
yordur belki ama pusulası onu "şu an" yapageldiği şeye karşı kilitler.
Dostoyevski kahramanları, adeta mistik bir ilhamla aydınlanmış
gibi, an içinde sonsuza yaklaşırlar. Kracauer'in "roman ve film, sonsuz-
ROMAN, HİKAYE, OYUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
idam mahkumu bir adamın son anları ndaki hisleriyle yazar. Ölümle
yüzleşmeden hayatın farkına varılamayacağını bilen hakimler gibidir.
Hz. İlyas'ın (a.s.) indiği cehennemlerden Hz. İdris'in (a.s.) çıktığı yücele
re doğru yollar olduğunu adeta m istik bir ilhamla bilir. Hz. İlyas'la, Hz.
İdris'in "birlikteliğinin" hikmetini buluruz Dostoyevski'de. Mişkin'in Fi
lipovna'ya söylediği sözler, kadının içindeki İdris'i ortaya çıkarır. O ana
kadar İlyas gibidir ve Hızır'ını arıyordur Filipovna. Mişkin'in Hızır'ı oldu
ğunun farkına varmasıdır onu tepeden tırnağa değiştiren . . . Bu sahne
o değişimin, ruhunda hissettiği o çalkantının en güçlü dalgalanmasıdır.
Benzer bir sahnenin Necip Fazıl uyarlaması Mesut Uçakan'ın Re
is Bey filminde olduğunu hatırlayalım ve iki sahneyi beraberce düşü
nelim. Reis Bey, verdiği yan lış kararın birisini haksız yere idama götür
düğünü fark ettiği an yıkılır. Her şeyi, d ünyası altüst olmuştur. Otele
girer. Filmin başından beri, bir kararıyla hayatını kararttığı bir başka
gencin annesi ondan yardım istemektedir. H içbirine karşılık vermez,
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
den ele alırsa, yere çakılacaktır. Tam da o an' da "beliren" bir Filipovna
portesi çizmek zorundadır.
An, Dostoyevski'de ebediyeti yüreğinde barındırır. Kelimelerin
ve duymanın da ötesinde bir şeyler vardır an içinde. Çer çöpün için
den ayıklanacak bir şeyler... Samanlar i çinde aranan mücevher gibidir
"duyulacak" olanın seçilmesi. Bu seçme işlemi, Dostoyevski romanla
rını asıl zor yapan şeydir. Zira birkaç boyutu ve perspektifi olan ve de
vamlı değişen bir yapıya bakmak gibidir onun romanları. Nerden, ne
zaman ve nasıl bir ruh haliyle baktığımıza ve medeniyet birikimimize
göre şekillendirir kendini. Budaldyı ilk okumaları mızda, Zweig'in yap
tığı gibi, Rogojin'i şehvet düşkünü ve nefsinin kurbanı bir insan ola
rak görebiliriz. Ancak sonraki okumalarımız, Rogojin'in daha önce gö
remediğimiz yönlerini açığa çıkarır. O da, aynı Filipovna gibi, sonunun
ölme/öldürme olacağını bile bile aşkı ve tutkusu için kendini kurban
edenlerdendir aslında. O son a nda, gözyaşları içinde teslim olduğu
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Rogojin sorusunu unutmuş gibi susup bir süre resme baktıktan son-
ra 'Bu tabloyu seyretmeyi severim. ' diye mırıldandı.
Prens sanki ani bir ilhamın etkisiyle:
'O tablo . . . O tablo insanı dinden çıkarabilir' dedi.
Rogojin de hemen onayladı onu:
'Çıkardı bile' '21
Tablo Hz. İsa'yı çarmıhtan hemen indirildikten sonra elleri ve yü
zü mora rmış halde, adeta sefi l bir şekilde gösteren bir tablodur. Se
filliğin, çöplüğün içinde "tanrısal" olanı arayan Dostoyevski, bu tablo
aracılığıyla insan olarak Hz. isa'yı "Tanrısal olanla i lgili olan Hz. isa"nın
karşısına koyar ve i ki seçenek koyar insanın karşısına. Ya Rogojin gibi
imanını kaybedecek, ya da Mişkin gibi insa ni olan içinde tanrısal olanı
bulacaktır i nsan. "Nefsini bilen Rabbini bilir!"
"İnsanların ve meleklerin diliyle konuşsam, ama sevgim olmasa, ses
çıkaran bakırdan ya da çınlayan zilden farkım kalmaz.
Peygamberlikte bulunabilsem, bütün sırları bilsem, her bilgiye sahip 24 3
S İ N EMAN i N
olsam, dağları yerinden oynatacak kadar büyük imanım olsa, ama sev KÖKLERi
21. Dostoyevski, Fyodor (2003). Budala (Çev. Mazlum Beyhan). İstanbul: iletişim
Yayınları. s. 269-270
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
22. Korintliler, 1 3
23. Nisa Suresi, 1 36
ROMAN, HİKAYE, OVUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
bilir. iman, tek bir katman ve ölçekte sonlandırılabilen bir şey değil,
aynen helezon gibi yükselen bir duru m a rz eder. Bu helezon her bir
d üzeyinde bir a lt düzeyin imanından yüksek bir takva mertebesi taşır
ken, bir yuka rıdakine ulaşmak yönünde bir susuzluk barındırır içinde.
Hz. İbn Arab1"nin İbn Rüşd'e verdiği cevabındaki "evet ve hayır birlik
teliği" gibidir Dostoyevski'nin çıktığı helezonlar. Hem "evet" hem "ha
yır" . . . Bu helezonda "evet" ile "hayır" her zaman iç içedi r. Bir düzey
deki "evet", öteki düzeyin "hayır"ını b ünyesinde barındırır. O "hayır"a
bir üst düzeyde verilen "evet" cevabı o d üzeyin de üstünde bir başka
"hayır"ı doğurur. İnsan, imanını asla tam göremez. Tam göremediği ve
hakikati tüm u nsurlarıyla elinde tutamadığı için bulunduğu konumda
ki durumuna şüpheyle bakar. Bu sonsuz bir yükseliş a rzusudu r. Dos
toyevski'nin inanan karakterlerinin, kimi zaman inanç krizine g irme
si, onların bulundukları düzeydeki "kefeni yırtıp" bir üst düzeyde ye
niden doğmaya yönelik bitmek tükenmek bilmez iştiyaklarından kay
naklanır. İmanı olmayanlarının içindeyse, bir a n içinde filizlenip koca
man bir ağaç olabilecek inanma potansiyeli vardır. 245
SiNEMANi N
Zweig'in manevi atmosferin gitmesi olarak yorumladığı o son ge KÖKLERi
cede olan, Zweig'in iddia ettiğini tam tersidir. Rogojin, o son noktada
Mişkin'in imanına ve aşkının hakikatine yöneldiği için gözyaşı döker ve
Mişkin bu sebeple onun gözyaşlarını şefkatle öper. . .
"Sarhoş ve zayıf kalplerin neler gizlediğini bir Tanrı bilir!'
Evet belki de tüm Dostoyevski poetikasında en önemli sinema
tografik "söz"lerden birisi budur. Dostoyevski kainatını dürüp, tek bir
noktaya sıkıştıran sinematografik söz... Roman uyarlamalarında, evet,
bir edebi "sözler" vardı r, bir de sinematografik olanlar... Edebi olan,
mühürlenmiş sözdü r... Ötesini çağrıştırsa da bunu yine söz aracılığıy
la yapar roman ! Sinematografik olansa, sözü, mekan, zaman ve insa
na iletir önce ve sonra oradan geri alarak yeniden sözün sahibine bir
sır olarak geri gönderir. Söz, mekan ve zamanın içinde sonsuzca yan
kılanan, ama hiçbir yan kısı bir önceki ile aynı olmayan "sonsuz bir an"a
dönüşür. Yönetmenin en büyük görevlerinden birisi de, işte bu sine
matografik sözleri bulmaktır. Sonya'nın söylediği "sen toprağı kirlet-
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
tin", Reis Bey' deki bar kızının söylediği " ... b u halini gördüm ya .. affe
derim ... " sözü hep bu tip sözlerdendir. Önce seste bir fısıltı gibi u ta n
gaçça beliren, sonra mekanda büyüyen, zamanda yaşayan, sonra da
tekrar çıktığı yere, ama b u defa ilk halinden oldukça farklı şekilde d ö
nen ... Bir rezonans gibi sonsuzca tekrarlanan bir sestir artık bu. Kal
bin titreşiminin bir yansıması ...
"ilk kez çocuğunun kendisine gülümsediğini gören bir ananın sevin
ci, gökyüzündenyere baktığında bir günahkôrın bütün içtenliğiyle kendi
sine duaya durduğunu gören Tanrı'nın sevincine benzer''24
Günahları yüzünden acı çeken ve kefaretini ödemeye razı olan in
sanlardır Dostoyevski'nin kah ramanları. Onlar, derin uçurumlar üze
rinden atlar, d üşer, tekrar çıkar ve tekrar b üyük bir tutkuyla atlarlar.
Her günah, acı ve kefaretin bir üst boyutuyla tan ıştırır insanı. Rogo
jin'in Nastasya Filipovna'yı öldürmesi ve bu en büyük günahı sonra
sı en derin acılarla yüzleşip, en yüce duyguları keşfetmesi bundandır.
Uçurumun derinliği, çıkılacak yüksekliği de belirler. Ama bu, Zweig'in
246 iddia ettiği gibi kesintisiz bir süreç ve "birliğin" hiçbir zaman yeğlen
S I N EM A N I N
KÖKLERİ
memesi değil, çıkılacak yüksekliğin çok olmasından kaynaklanan bir
titreşim halidir. Mişkin, Alyoşa, Zosima Dede bu titreşim halinden bir
liğin sükutuna varabilmeleriyle, Dostoyevski'nin, sükuta olan bitmek
tükenmek bilmez a rayışını temsil ederler.
" Bunun gerçekten 'güzellik ve ibadet: gerçekten 'yaşamın en yük
sek sentezi' olduğundan en küçük bir kuşkusu yoktu, olamazdı da. O an
da, esrar, afyon ve şarap gibi bilinci bulandıran, ruhu çarpıtan şeyler alın
dığında görülebilecek türden gerçek dışı, anormal hayaller değildi gör
düğü. Hastalık hôli geçtikten sonra son derece sağlıklı değerlendirmede
bulunabiliyordu o ana dair. Şiddetle kendini fark etme, kendini şiddet
le algılama süreci olarak tanımlanabilirdi belki o an. . . 'Bu an bütün bir
hayata değer' diyebildiğine göre, bunun doğru olduğuna, o anın tek ba
şına bir hayata değdiğine kuşku yoktu. Yine de çıkarsamasını diyalektik
24. Dostoyevski, Fyodor (2003). Budala (Çev. Mazlum Beyhan). İstanbul: İletişim
Yayınları. S. 272
ROMAN, HİKAYE, OYUN VE FiLM; FiLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
25. Dostoyevski, Fyodor (2003). Budala (Çev. Mazlum Beyhan). İstanbul: iletişim
Yayınları. S. 278
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
kunluk kaplamaktadır benliğini. Aym anda inkar etme ihtiyaCJ onu tek
raryere vurmaktadır." 26
Zweig'in yukarıdaki yorumları bir perspektiften bakınca doğru,
ama bir başka açıdan yanlıştır. Onun "kutsal sara krizine" d ışarıdan ba
kan ve krizini "budalalık" ve "geçici sarhoşluk" olarak gören bir bakışın
daha derin bir versiyonudur b u bakış. Halbuki nefs bilgisinden haber
dar olan bir kişi, onun bu salınımla rını, yukarı tırmanan ve her durak
ta vardığı yerden mutmain olmayıp biraz daha tırmanmaya d uyduğu
aşkla, acılar içinde tekrar tırmanmaya başlayan olan birisi olarak ta
nımlardı Dostoyevski'yi. Ama mutmain olunan mevkie doğru helezo
nik bir yürüyüş vardır her halükarda.
Zweig, Dostoyevski'yi ve onun eserini Sisyphos'u n macerası gibi
görür. Tepeye kadar bin bir zorlukla taşıdığı kocaman kayayla tekrar
aşağı düşen ve tekrar en baştan başlayan Sisyphos'un . . . Halbuki Dos
toyevski ve onun eseri Sisyphos değil, Mantık-ut Tayfı n kuşları gibidir.
Her vadide farklı bir düşme ve yükselme mevcuttur. Ama artık eski va
248 dinin d üşmeleri söz konusu değildir erişilen yeni menzilde. Her d üş
S I N EM A N I N
KOKLERI
me ve yükselme o vadinin mahiyetini de bünyesinde taşır. Görünüm
leri, a maçları ve erişebilecekleri menziller de farklıdır.
Aglaya ile Nastasya, Filipovna, yukarıda sözün ü ettiğimiz yürüyü
şün değişik mertebeleri olarak Mantık-ut Tayf ın aşk yolundaki kuşla
rındandır. Üstelik birbirine çok benzeyen iki kuş . . . Farkları, ikisinin fark
lı vadilerde olmalarından kaynaklanır. Ama yönelişleri aynı yöne doğ
rudur. Bu yüzden, g ü nahlarından büyük acı duyan ve kendisin i Miş
kin' e layık görmeyen Filipovna, Mişkin'i adeta Aglaya'ya doğru iter. Zi
ra Mişkin'in aşkına layık görüyordur onu. Kendisini olanca acımasızlı
ğıyla aşağılarken, Aglaya'yı, günah larına karşılık fedakarlık yapabilece
ği bir i nsan olarak kutsar. Gururla fedakarlık, kendini aşağılamayla ma
nevi bir sığınak arayışından ibarettir adeta Nastasya Filipovna . Delice
sine ruh hallerinde salınımla rıyla Rogojin'e benzer. Aşkı için fedakar-
26. Zwieg, Stefan (201 1 ). Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski(Çev. Ay
da Yörükan) İstanbul: Doğu Batı Yayınları. S.206
ROMAN, HİKAYE, OVUN VE FİLM; FİLM EDEBİYAT İLİŞKiSİ ÜZERİNE
27. Dostoyevski, Fyodor (2003). Budala (Çev. Mazlum Beyhan). İstanbul: İletişim
Yayınları. 5. 504
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Hz. İsa gibi ve Dostoyevski'nin ilhamına benzer bir i lhamla yeni bir ne�
Fes üflemek gerekir. Artık eski dil ölmüş, yerine yönetmenin n�fesini
taşıyan yeni bir dil "yaratılmıştır". Hakuchlde Kurosawa, o son müthiş
sahne hariç buna çok Fazla yaklaşabilmiş gözükmez. Dostoyevski'nin
"diline" sadakat, sinemada, Dostoyevski'ye ve onun ilhamına sadakat
anlamına gelmez. Hakuchi, forma olabildiğince sadık kalarak, ama ru
hu ve ilhamı bir nebze de olsa kurutarak, an içinde sonsuzluğu taşı
yan Dostoyevski ilhamına sadık kalmış görünmez.
Belki de Budaldyı filme uyarlamak için, Dostoyevski'nin "kutsal
sara" hastalığına içerden bakabilecek bir ilham ve gönle sahip olmak
gerekiyor kim bilir. . . Suç ve Cezddan bir sahneyi düşünelim:
Raskolnikov'un "dirilişi" öncesi gördüğü kimi rüyalar vardır. O'nun
gördüğü bazı rüyaların, karakterini, acılarını ve kişiliğindeki derin çatış
maları anlayabilmek için bir çıkış olabileceği muhakkak. Romanın bir
yerinde, Raskolnikov kendisini küçük bir çocuk olarak görür rüyasında.
Babasıyla, mezarlığa, bebekken ölmüş kardeşini ziyarete gidiyorlardır.
254 Mezarlık yolunda bir olaya şa hit olurlar. Yaşlı bir arabacı, arabaya ko
SiNEMANiN
KÖKLERi
şulu zayıf bir kısrağa eziyet ediyordur. Bir meyhaneden çıkan adamla
rın hepsini arabaya bindirmiş ve kısrağı, arabayı dörtnala çekm esi için
öldüresiye kamçılıyordur. Kısrak birkaç defa arabayı çekmeyi denese
de en sonunda beceremeyip yere yığılır. Arabacı, demir bir sopayla kıs
rağı n gözünün tam ortasına vurarak öldürür hayvanı. Çocuk Raskolni
kov buna çok üzülür. Hayvanın kanlar akan yüzüne kendi yüzünü dayar
ve hayvanı öper. Rüyadan uyandığında Raskolnikov ilk defa kendisin
de yaşlı tefeci kadını öldürmek için bu kadar büyük bir cesaret bulur.
Çok benzer bir şeyin Nietzsche'nin başına geldiğini ve Bela Tarr'ın
bunu nasıl filme aktardığını hatırlayalım. Turin Horse/TorinoAtı ruhun
da, hem Nietzsche'nin, hem d e Dostoyevski'nin ilhamını barındırma
saydı bu kadar güçlü bir eser olabilir miydi hakikaten? Demek ki, kü
çücük ama çarpıcı, kuşatıcı bir sahne, bir başka büyük esere çıkış nok
tası olabiliyor. Dostoyevski'nin tüm eserleri için, onun eserlerini fil
me uyarlayacak yönetmenin böyle "çıkış noktaları" tespit etmesi ge
rekiyor.
ROMAN, HİKAYE, OYUN VE FİLM; FiLM EDEBİYAT İLİŞKİSİ ÜZERİNE
1. Braudy, Leo; Cohen, Marshall (2009). Film Theory and Criticism: lntroduc
tory Readings, 7th. New York: Oxford University Press. 5. 249
BEŞİNCİ BÖLÜM
'- - ' , ,,
·- �. � .. " --- - - �
· .
h
tutm;klakalma�y�-�;;;� �cia olaylar ve kTş i lerl€' �-� b �l��� ını j}
.._ _
- ·-·�-- _
2. Braudy, Leo; Cohen, Marshall (2009). Film Theory and Criticism: lntroduc
tory Readings, 4th. New York: Oxford University Press. S. 362
FİLM SANATI TİYATRODAN MI DOGDU?
İster büyük bir katedral olsun, isterse de küçük bir şapel, her kili
se çok temel bir mekan düzenlemesine sahiptir. Kiliseden içeri girdi
ğiniz zaman, mekan, kapıdan itibaren bir yere doğru yönlendirir sizi.
Papazın, ritüelini yapacağı yerin karşısında oturacağınız sandalyeler
vardı r. Her kilise, sizi, papazın "sahnesine" bakmaya, ve papazın öncü
lüğündeki ibadetin "ardılı" olmaya zorlar. Papaz olmazsa, oturduğu-.
..._
nuz yerde bulunmanızın da, ibadetinizin de yeri yoktur. Tiyatroda na-
�---.._,,..,,,-..- -�----·--- �-·-..., -�··
«·" -•� 4''"""'--
. ....�..., ., ... ,....,, ._ ,�,, ,, .
FİLM SANAT! TİYATRODAN MI DOCDU?
gibi, her şeyi "merkezde" toplamak yerine, "merkezi" Kabe olan, ama
yeryüzünün her noktasına: dağılma anlayışının tezahürü olarak minya
türleştirilmiş kainattır cami. Bu yüzden merkezcil değil merkezkaçtır.
Kilise duvarları, içeridekini "içeride", dışarıdakini de "dışarıda" tut
mak, içeri ile d ışarısı arasında keskin sınırlar çizmek üzere vardırlar. is
ter Romanesk kiliselerin kalın duvarları için, isterse Gotik katedral
lerin, genellikle devasa büyüklükteki pemııe reler ile "açıklaştırılmış"
d uvarları olsun, anlayış aynı yaklaşımın tezahürüdür. Kainat ile kilise
arasında, Hıristiyan tabiat anlayışının da bir çıktısı olan ayrışma var
dır. Tabiat, uzak duru lması gereken, çoğ u zaman da "kirli" olan şey
dir. Bu yüzden kilisenin merkeziliği, tabiat ve kilise arasında net ayrış
tırmalar ortaya koyar.
Camilerde duvar, Nasreddin Hoca'nın kapısı gibidir. Metaforik ola
rak dışarı i le içeri arasında bir ayrım oluşturmak için değil, içerinin de
vamını d ışarıda, d ışarının izdüşümünü i se içeride kurmak için vardır.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Bu yüzden her cami, tabiat ile insan arasındaki uyumun, birliğin ve iş
birliğinin, Allah'ın merkeziliğinde yeniden kuru lması anlamına gelir.
Merkezkaçlığı, Kabe'nin merkeziliğinde, tüm kainatı, her noktasını her
noktası ile bağlantılı hale g etirme iştiyakının tanımıdır.
Tiyatro sahnesi ve sahne ile seyirci a rasındaki ilişki, bir kilise içeri
sindeki ritüel gibidir. Seyircinin gördüğü ve oyuncunun merkeziliğinde
"katıldığı" merkez, gerçek merkez olmaktan çok hemhal olmayı yasak
layan ve kesin hiyerarşisi olan bir kurallar zinciri demektir. Kilise duvar
ları nasıl dışarısı ile içerisi arasında kesin sınırlar çiziyorsa, tiyatro da,
sahne ile sahne dışı (ki buna seyircilerin bulunduğu kısım da dahildir)
arasında kesin çizgiler çizer. Tiyatro, sahne içinde/kadrajda vardır ve
sahne/kadraj dışı, ya seyircileri "akli" bir katılıma zorlayan sentetikli
ğin, ya da kadraj dışı gibi, ölümün/var olmamanın yeridir.
Film sanatında kadrajlar, potansiyel olarak cami duvarlarına ben
zerler. İç ile dış, kadraj içi ile kadraj dışı arasında kesin d uvarlar çizmek
için değil, biri olmadan diğerinin varlığının mümkün olmadığı geçişli
264 lik imkanları kurmak için vardırlar. Film sanatının, belki de diğer tüm
SI NEMANIN
KÖKLERİ
sanatlardan farkı ve üstünlüğü budur. Her kadraj, ister geniş açılı bir
uzak planın, isterse aşırı bir close-up yüz sahnesinin olsun, yetenekli/
film şuuruna sahip bir yönetmenin gözünde/elinde/kalbinde, kaina
tın bir hiyeroglifi, okyanusun minicik bir su damlasında yansıyan ha
kikatidir.
Bir tiyatro sahnesinde, "sürprizlere" yer yoktur. Mekan, seyirciye,
geçişliliği olan bir imkanlar ambarı değil, başı sonu önümüzde belirle
nen bir sınırla(n)ma verir. Bu durum sadece görünürdeki mekanik im
kanlarla ilgili değildir. Mesela bir filmde yüz katlı bir binada, binanın
alt ve üst katları arasında mekik dokuyan birisini gösterebilir, meka
nı eylemin bir parçası, aktörü haline getirebilirsiniz. Tiyatroda bunun,
pratik olarak mümkün olmadığı açıktır. Ancak, bu durum, tiyatronun
asıl kısıtlamasının bu mekanizmadan olduğu düşüncesini doğurmama
lı. Tiyatronun, asıl kısıtlaması, zorunlu "kadraj" anlayışından dolayıdır.
Bazin, Sinema Nedir başlıklı eserinde Henri Gouhler'in The Essence
of Theater kitabında tiyatroya has şeyin ne olduğu ile ilgili bir alı ntısı-
FiLM SANATI TiYATRODAN MI DOGDU?
na yer verir:3 " Tiyatro, oyuncu ile hareketin birbiriyle ayrılmaz bir bütün
oluşturduğu sanattJr." Tiyatroda karşımızda gördüğümüz insan, kan
lı canlı oradadır ve oyununu oynamaktadır. Ancak, paradoksal biçim
de, tiyatronun kanlı canlı oyuncusu, izleyicinin o karakterle hemhal ol
masına engel olur. İzlediğimiz koltuk ile sahne arasındaki "mesafe"
yi engeller, film sanatındaki hemhal olma kapasitesini tiyatro için ne
redeyse sıfırlar.
Bazin, tiyatrodan sinemaya geçişin fiziksel gerçeklikten soyutla
maya geçiŞ �ld��unu"sö.Y'lerke'n''i(IS men yanılıyor.4 Tiyatronun fiziksel
���çekligi yanıltıcı bir gerçekliktir: Sah nede kanlı ��Td����u-gör
düğümüzoyuncZıla�;;�;.aiterTeriyle kurdukları ilişki dahi gerçek de-
ğirseıitetiktir. · - · · .. · · -· - --· ·-·· --- -
leyici, sahneyi izler, ancak izlediği şeyin gerçekliği meselesini asla dü
şOr1mez. öJ.E:? n oyuncu�un �-�il��a �lf!ie.�I9föÇal<a:n·laiiıl1 gerçekle il-
' -w·-��-�--- •
3. Bazin, Andre (201 1 ). Sinema Nedir (Çev. İbrahim Şener). İstanbul: Doruk Ya
yınları. S.99
4. Bazin, Andre (201 1 ). Sinema Nedir (Çev. İbrahim Şener). İstanbul: Doruk Ya
yınları. S. 1 02
BEŞİNCİ BÖLÜM
5. Bazin, Andre (20 1 1 ). Sinema Nedir (Çev. İbrahim Şener). İstanbul: Doruk Ya
yınları. S.1 04
FİLM SANATI TİYATRODAN MI OOGOU?
el Snow'un Wavelenght filmi gibi. .. Bazı filmlerde ise, filmin asıl gücü,
hiç görünmeyen insanlardadır. Tarkovsky'nin Ayndsındaki en önemli
karakter, perdede hiç görmediğimiz, arada sırada sesini duyduğumuz
adamdır. Diğer tüm insanlar, aynen diğer unsurlar gibi, görünmeyen
adamın anlamını oluşturan yapı taşlarıdırlar sadece ...
Sartre'nin sözüne gelelim tekrar. Film sanatı dekor sanatı mıdır?
Ya da biraz daha açarak söylersek, mekanı olmayan, en azından görü
nür bir dekorda/mekanda inşa edilmeyen filmlerin en önemli unsuru
nedir. Derek Jarman'ın Blue/Mavi filmi, bir buçuk saate yakın bir sü
re mavi ekrana (arka planda çeşitli konuşmalar ve sesler vardır) baktı
rır seyirciyi. Mekan ile bildik anlamda bir ilişki kurmadığı halde önemli
bir filmdir bu. Önemi, film zamanı denen şeyi, olağanüstü gücüyle if
şa edebilmesindedir. Aynı şeyi, Semih Kaplanoğlu'nun kısa filmi Dev
ran' da da görmek mümkün. Bir buçuk dakika kadar süren filmde, çok
karanlık bir ortamda belli belirsiz görünen bir ağaç ve ateşböcekleri
nin kıvılcımları seçilir sadece. Ancak film, "hakiki film nedir?" sorusu
na, cevabı, tam da film zamanını bizatihi tecrübe ettirerek verir. Sart 267
re'ye vereceğimiz nihai cevap, �ilm sanatı, mekanla bir ilişki kurmak
S I N EM A N I N
KÖKLERi
hol'un Sleep/Uyku filminde olduğu gibi, izleyiciye, beş buçuk saat bo
yunca birinin uyuma halini izlettirebilir ve seyirciyi, uyanma anının "şo
kuna" şahit kılabilirsiniz.
Film zamanı, film şeridine kaydedilmiş zamandır ve o zaman, se
yircinin tecrübe zamanı ile denk getirildiğinde film-hal oluşur. Bu za
man, en azından imkanları açısından eylem zamanı ile aynı şey değil
dir. Rüya zamanı, anı zamanı, temaşa zamanı, berzah zamanı gibi, kro
nolojik, ölçülebilir, lineer zamanın dışında bir zamanı aktarma imka
nını haizdir sinema. Zaman, ne kadar mekanik üretim araçlarıyla (film
şeridine kaydedilen zaman mekanik bir süreçtir çünkü. Kamera başla
komutundan stop komutuna kadar kaydeder o zamanı) oluşturulur
sa oluşturulsun, temelinde manevi zamana açılma imkanını barındı
rır. Tiyatro zamanı, oyuncunun, sahne ve eylemin ilişkisinin belirledi
ği bir zaman olduğu için, görünürdeki "gerçekliğine" rağmen sente
tik, maddi ve kronolojik bir zamanı işaret eder.
FiLM SANATI TİYATRODAN MI DOGDU?
" Tabii ki sinemada, tiyatroyu çok etkileyici kılan oyuncu seyirci ara
sındaki dolaysız ilişkinin çekiciliği kaybolmaktadır. Bu yüzden de sine
ma hiçbir zaman tiyatronun yerini alamayacaktır. Buna karşın sinema
sanatını da ayakta tutan, aynı olayı beyaz perdede istenildiği kadarye
niden yaşatma olanağıdır. Sinema, doğası gereği nostaljiktir. Tiyatroda
ise hareket vardır, gelişir, iletişim kurar. Yaratıcı dehanın bambaşka bir
ifade biçimidir." 6
Film sanatı ile tiyatro arasında, en azından başka türlüsünü uy
gulamanın zorluğundan dolayı, en sık kurulan ilişki oyunculuklar me
selesindedir. Tarkovsky, tiyatro oyuncusunu Kleist'tan alıntıyla "kar
dan heykel yapan birine" benzetir. İlham geldiğinde seyirciyle kurdu
ğu bütünlükten huzur ve mutluluk duyan birisi. "Bir tiyatro gösterimi,
oyuncu yaratıcı gibi davrandığı, orada olduğu, maddi manevi orada ya
şadığı sürece vardır. Oyuncusuz tiyatro olmaz."7
Tarkovsky'nin tespiti çok önemlidir. · Tiyatro, oyuncu sanatıdır.
Oyuncunun lokomotifliğinde, "yaratıcılığında" var olabilir ancak. Film
sanatı ise yönetmenin, Ulvi Alacakaptan'ın deyişiyle "açık denizdeki fır 269
SINEMANIN
tınada kaptan" gibi tek hakim olduğu bir sanattır. Film oyuncusu, tiyat K OK L E R I
6. Tarkovski, Andrey (2000). Mühürlenmiş Zaman 3. Baskı (Çev. Füsun Ant). İs
tanbul: Afa Yayınları. 5.1 63
7. Tarkovski, Andrey (2000). Mühürlenmiş Zaman 3. Baskı (Çev. Füsun Ant). İs
tanbul: Afa Yayınları. 5. 1 63
BEŞİNCİ BÖLÜM
8. Tarkovski, Andrey (2000). Mühürlenmiş Zaman 3. Baskı (Çev. Füsun Ant). İs
tanbul: Afa Yayınları. S.1 65
FiLM SANATI TİYATRODAN MI DOGDU?
ti altına -almak istemiştir. Hayat yerine, sunulan şey bir emir mektu 271
budur. Kimi zaman duygusal, kimi zaman epey iç gıcıklayıcı cinsel, ki-
SINEMANIN
KÖKLERi
9. Kovacs, Andras Balint (201 O). Modernizmi Seyretmek (Çev. Ertan Yılmaz). İs
tanbul. De Ki Basım. S. 203
FİLM SANATI TİYATRODAN MI DOGDU?
daki her şeyi "epoche" parantezine alıp, zamanın neliğini, bizatihi bir
zaman sanatı olan sinema ile anla(t)maya çalışmak içindir. Dolayısıy
la saf sinemaya oldukça yaklaşmış bu filmin, tiyatronun modern ver
siyonlarıyla ilgisi, aynen roman meselesinde gördüğümüz gibi, hem
modern tiyatro hem de modern romanın film sanatıyla ilişkisindeki
ikili gidiş gelişlerin mümkün olması ile ilgilidir. Etkilenme, modernist
sinemanın modern tiyatrodan etkilenmesiyle kısıtlı değildir. Tam ter
si, özellikle Fransız, Alman, Japon ve Rus sinemalarının İkinci Dünya
Savaşı öncesi ve sırasındaki kimi yönelimleri ile iç içe geçmiş bir etki
lenme döngüsü söz konusudur. Dolayısıyla, modern tiyatro, abartı
lı oyunculukları, seyirciyi katarsisten kurtarıp "dışarıdan düşünmeye
"sevk etme amacıyla kullanabilirken, bir film yönetmeni, bambaşka
bir amaç için kullanabilir.
Fellini'nin kariyeri boyunca "abartılı oyunculukları" (ama Res
nais'in yaptığı türden değil, tam tersi bir coşkuyla) kulla nmasının
da tiyatro ile ilgisini kurmak zordur. 81/2 filmi ndeki abartılı oyuncu
luklar, Fellini'nin filmlerini bir "sirk rüyası" olarak kurmaya çalışma 27 3
sıyla ilgili. Fellini, gerçek ile hayal arasındaki bulanıklığı aktarma ve S i N EM A N iN
KÖKLERi
1 O. Kovacs, Andras Balint (201 O). Moderniz mi Seyretmek (Çev. Ertan Yılmaz). İs
tanbul. De Ki Basım. S. 206
BEŞİNCİ BÖLÜM
11. Kovacs, Andras Balint (201 O). Modernizmi Seyretmek (Çev. Ertan Yılmaz). İs
tanbul. De Ki Basım. S. 208
FİLM SANATI TİYATRODAN MI DOGDU?
na kadar film sanatının içinde kalan bir yaklaşımdır bu. Bu yüzden ilk
filmleri dahil hiçbir filmi, sırf yüzeydeki kimi özelliklerdeki benzerlik
ler yüzünden teatral olarak adlandırılamaz Angelopoulos'un. Teatral
olanın ontolojik zıddıdır onun yaptığı...
Angelopoulos'un ilk filmlerinden son filmlerine kadar üslup fark
lılıkları olsa da hep uzun planlar ve plan-sekanslar kullanması bu "si
nematik" duyarlılıkla ilgilidir. İlk zamanlarda, yabancılaştırmanın yuva
sı olarak kullanılan bu uzun planlar, son radan "bu dünyada garipliğin,
göçmenliğin" yürek çırpıntıları olarak kazınır gönlümüze ...
Deleuze bir seminerinde, tiyatro ile sinema arasındaki en çarpı
cı farklardan birisinin, sesle görüntü arasındaki uyumsuzluğun inşa
sı olduğunu söyler. özellikle modernist sinemada, ister Resnais, Du-
ras, Grillet gibi Fransız Yeni roma �ının beslediği yönetmenlerde ol
- ·-'�" � - �-·-- ..-·-�- ' --� - ' . '
benzer bir şeyi yapmak için gelmiş ve şiirin zirvesine ulaşma niyetiyle
yolculuğuna devam etmiştir. Film sanatı ise, zaten şiirin zirvesine in
miş ve bütün diğer şiir biçimlerine şiirliklerini hatırlatmak için sefer
ber olmuştur. Film adına yapılan çoğu şeyin film sanatının bu özelli
ğini deşifre etmek bir yana, çok adi çöplükler olması, film sanatının
imkan ve hakikatini değiştirmez. Diğer her sanat veya düşünme bi
çimiyle film sanatı arasında kurulacak ilişki, ancak bu hakikatin şuu
ruyla inşa edilebilir.
277
S I N EM A N I N
KÖKLERi
ALTI NCI BÖLÜM
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
28 1
Giriş S i N E MAN i N
KÖKLERi
1. Merleau-Ponty, Maurice (201 2. Göz ve Tin (3. baskı. Çev. Ahmet Soysal). İs
tanbul: Metis Yayınları. S. 4 1
ALTINCI BÖLÜM
2. Berger, John (1 999). Görme Biçimleri (Çev. Yurdanur Salman). İstanbul: Me
tis Yayınları. S. 1 O
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
le tasvir edilirken, bebek Hz. İsa, başını yukarı kaldırıp annesine bakı
yordur. İkincisinde ise bebek Hz. İsa elinde bir şeyle oynuyorken, Hz.
Meryem bebeğinin oyununa gülümsüyordur.
Aynı dönemlerde yapılan eserlerin İtalyan Rönesansı versiyon
larında bebek Hz. İsa ile Hz. Meryem'in başları üstündeki haleler du
ruyorken, Kuzey Rönesansı ressamlarından hem Weyden'in hem de
Memling'in tablolarında haleler tümüyle kalkmıştır.
Caravaggio'nun 1 7. yüzyıl başlarındaki Madonna di Loretto başlıklı
tablosu, Barok dönemin alametifarikası karanlık bir arka plana sahip
ken, "akışkan" teatral hikaye anlatımının baskın olduğu bir kompozis
yondadır. Aynı yıllardaki Artemisia Gentileschi'nin The Madonna and
the Child tablosu için de benzer bir şey söz konusudur. Arka plan, Bi
zans'taki gibi olmasa da başka türlü bir homojenliğe dönüşmüş; ka
ranlığın önünde, bir tiyatro sahnesinde rolünü oynayan oyuncunun
ışıklandırıldığı gibi ışıklandırılmıştır tablodakiler. İlk dönemlerdeki "du
rağanlık" gittikçe hikaye anlatan bir eyleme dönüşmüş ve hem Cara
vaggio hem de Gentileschi'yi bir hikaye anlatıcıya dönüştürmüştür. 285
S I N EMANIN
sohn Becker 'in tablolarında Hz. Meryem, Hz. İsa ile birlikte çıplak tas
vir edilmekte, Nicholas Roerich'in tablosunda bir "uzaylıya", Frida Kah
lo'da, bebeğini emziren maskeli tuhaf bir "yaratığa" dönüştürülmek
tedir. Salvador Dali, The Madonna of Port Lligat tablosunda hem Hz.
Meryem'i hem de Hz. İsa'yı hayali bir mekan içinde bir sürü parçaya
ayrılmış olarak gösterir. Dali'nin Madonna with a Mystical Rosetablo
su ise, Bizans ikonaları na farklı bir yoldan dönüş gibidir adeta. İfadesi
olmayan, mekanın iki boyuta indirgendiği, ama mekanın kapsayama
dığı bir başka boyutu imleyen bir tablodur bu.3
Peki belirli bir meselede bu değişim bize neyi anlatıyor? Tema ay
nı; ama yaklaşımlarda aşamalı olarak görülen ve giderek radikal bo-
yutlara giden farklıklar var. Bizans ve Rus ikonalarında, mekanın iki bo
yutlu olarak tasavvur edilmesi söz konusu. Resimde "temsil edilenle
rin" kişiselleştirilmesi yerine, ortak bir anlama yönelmek için "aynileş
tirme" önemseniyor.
"Sanki görüntü, görülmesine izin verdiğinin ötesinde bir niteliğe sa
hip olmadığı hôlde, buyokluğu bir varlıkmışçasına ortaya koymakta, ken
di dışında bir şeyi temsil etmediğini söylediği hôlde, kendini olanca oy
lumluluğuyla dışavurmakta, kendine gösterilen saygıyı doğal bir hak ola
rak dayatmaktadır. Oysa Lacan'aya da Cezanne hakkında yazan Merle
au-Ponty'ye göre imgeyi haysiyetli kılan, Bizans ikonalarında olduğu gi
bi, imgenin içindeki kurucu boşluk öğesidir: İmgeyi görünmezleştiren bu
boşluk, imge içinde açılan bir oyuktur, görünenden görünmeyene uzanır
ve bakışın ardında saklanan gözbebeğiniyerinden oynatır."4
Bizans ikonalarının iki boyutlu ve duygusallıktan uzak olması,
ruhsal alana geçebilmeyi mümkün kılan oyuklar açarlar gözlerimiz
de. Adeta "Elsiz yapılmış" resimlerdir onlar.5 Böylelikle onlar, sana
286 ta Doğu hikmeti getiren bir yaklaşımı ifade eder. İkonaya bakmakta
Si N EMAN i N
KOKLERI
olan kişi, zihnini daha yüksek bir izlemeye yöneltsin diye tasarlanmış
tır. Hürmetinde bir karışıklık yoktur artık.6
Bizans. mozaiklerinin, Batı sanatında, sonradan Rus ikonaları na,
hatta geç Gotik, erken Rönesans'a kadar uzanan etkilerinin, ifadesiz
ve "bireyselleşmem iş" yüzlerde belirginleşmesi, "Tanrı'nın tüm ifade
lerin ötesinde olması" ile ilgisinin olduğunu söyler Schrader. Hz. Mer
yem ile bebek Hz. İsa'nın Bizans ikonalarında ifadesiz, "bireyselleşme
miş" tasviri, Zeynep Sayın'ın İmgenin Pornografisi başlıklı kitabında ifa
de ettiği "kurucu boşluk" öğesi ile yakından ilgilidir. Bakış, "doyurul
mak" yerine, bakışın ortasına açılan bir vakumdan resmin arkasına,
7. Glaspey, Terry (201 S). 75 Masterpieces of Every Christian Should Know Kind
le Edition. Baker Books. S. 1 1 4
8. Steuber, Jason (2007). The Art of China 3000 Years of Art and Literature.
Landon: Scriptum. S. 1 30-1 3 1
ALTINCI BÖLÜM
lik, Nasr'ın St. Thomas'tan aktardığı "her bir meleğin biricik olduğu ve
kendi türünü kapsadığı"11 yaklaşımı ile ilgilidir. Bu yaklaşım Bizans'ta
biraz daha farklı, Çin ve Japon resimlerinde daha da farklı çıktılar ver
miş olsa da, temel olarak fiziksel mekan ile hayal alemleri arasındaki
süreksizliğe işaret etmeleri ve resimlerin göbeğinde, ebediyete açılan
bir oyuk, bir vakum inşa etmeleri dolayısıyla sözünü ettiğimiz sanat
biçimleri "aynı anadan süt emen farklı yavrular" olarak tanımlanabilir.
Rönesans'a yaklaştıkça, resimlerde, önce "kişiselleştirme" sonra
da mekanik perspektif/derinlik görünmeye başlar. Artık bebek Hz. İsa,
Hz. Meryem, "örneklerine" sonsuzda benzeyen, hürmet amaçlı ve ulO
hiyeti hatırlatan tasvirler olmaktan çıkıp, Ferdi, biricik, bireysel şahıs-
arasındaki çift yönlü bir yolu ima eder. Bu yol, bitmeyen bir sonsuzluk
döngüsüdür. Tanımla(n)mak yerine helezonik bir yükselmeyi mümkün
kılan atlama taşları inşa ederek, temsil edilen şeyle, sanatın imgesi ara
sındaki hem benzerliği hem de benzemezliği görünür kılar. Benzer
ken benzemeyen, ama benzemezken de benzeyen bir imge "tasarlar".
UlCıhiyetle/Allah'la ilişki kuracakken, varolanları Varlık'la, insanı Allah' la
bir ve aynı şeymiş gibi tasarlamayı reddeden İslam anlayışına yakınlaş
mak demektir bu. Tenzih ederken teşbih etmek; teşbihte ise tenzihi
bulmak ... Bütün hikemi sanatlar ufuk olarak bunu belirlerler. Sayın'ın
"benzeşmeyen benzeşim" ya da Coomaraswamy'nin "sonsuzda ben
zemek" dediği şey budur! Ayrımın farkında olmak, ama çift yönlü bir
ilişki ile o ayrımı tevazu, edep ve hürmetle kapatmaya çalışmak... Hiç
bir zaman tam olarak kapanamayacağını bilerek elbette!
olduğu gibi bir çerçeve ile "kapatılmak" yerine, diğer resimler ve gide
rek mekanın kendisiyle ilişki kuran sonsuz bir döngü oluşturuyorlardı.
Bir resim diğerine bitişik, ona çağıran, onunla karışan ve giderek onda
anlaşılan bir ilişki kuruyordu mekan ve diğer resimlerle. Minyatürler,
kitaplar içinde yazıların tamamlayıcısı veya Zeynep Sayın'ın ifadesiyle
"çifte uzaklığı" sağlayıcı öğelerdi. Bu durum resmi, kendi içine kapata
rak bir hakikat iddiasıyla var etmek yerine, kainatla ve kainatın ardında
yatan hakikatin sonsuzluğu ile edep ve tevazulu bir ilişkiye sokuyordu.
Resimlerin tablolarda olduğu gibi çerçeve ile kapatılmaya başlan
ması, sadece içerik açısından değil, biçim ve mekanla bağlantısı açısın
dan da milat oldu sanat için. Perspektif, nasıl öznenin gözünden bir
dünya "tanımlıyor" ve resme bakanda "kendisi görüyormuş" hissi veri
yor ve bakanı boyunduruğu altına alıyorsa; çerçeve de resmi, "hakikati
belirlenmiş ve mühürlenmiş" bir zarf içerisine yerleştiriyordu. Resmin
arkasında, önünde, göbeğinde "resmin arkasına" saklanan bir ebedi-
ALTINCI BÖLÜM
yet aramak yerine, mekan ve anlamı, tek bir çerçevenin içerisine sıkış
tırmak söz konusuydu artık. Diğer bölümlerde özellikle kadraj mese
lesini tartışırken, resmin çerçevesinin "merkezcil" bir kadraj oluştur
maya başlamasının miladının "neresi" olduğunu fark etmek önemli
dir. Evet "bireyselleşme" çağında, resimler de, kadrajlar da ve giderek
mekanın kendisi de bireyselleşiyordu. Mekan ve zaman ötesi ilişkile
ri ve mekanın kendi içindeki/sonsuzluğundaki bağıntılarını göz önü
ne almak yerine, her şeyiyle belirlenmiş, merkezde toparlayan bir ha
kikat iddiası vardı yeni dönem resimlerinin.
Resim sanatındaki bu "değişim", giderek, bireyin gözünden belir
lenen ve izleyiciye despotik bir anlam ve mekan dayatan bir yaklaşım
üretiyordu. Altında tali yollar olsa da, ana akım 1 9. yüzyılın ortalarına
kadar öyle ya da böyle kendi hükümranlığını devam ettirecekti. Birey
selliği ve gittikçe natüralistleşen yaklaşımlarıyla yeni sanatçılar, res
min odağında "arkaya açılan" bir kör nokta yaratmak yerine, kör nok
tası olmayan, tümüyle tanımlanmış yüzeyler oluşturmayı önemseye-
294 cekti. "Dünya resimleri çağı", dünyayı bir resme dönüştürmeye başla-
sıN���� ı� yacaktı böylece. Dünya ve hayat, kendi gizini ve Allah ile bağını yüre
E
ğinde barındıran şeyler olmak yerine, ressamın tuvalinde pornogra
fik bir imgeye dönüşecekti giderek ... Sayın'ın isabetle ifade ettiği gi
bi, pornografi bakışı tatmin etmeyi amaçlıyordu.
"Simgeselliğin ezberine kurban olmak anlamına gelir pornografi; im
gelerin simgesel düzeni, öznenin bakışını kendininkiyle birleştirmek iste
mekte, özneyi bu türden bir denetim doğrultusunda nesneleştirmektedir.
Oysa bakışım alamm koruyan bir görüntünün, özünde hiçbir içtenlik ol
maksızın tümüyle dışanda, amayine de en içteki varliğın düşüncesinden
daha ulaşilmaz ve gizemli olmayı arzuladlğ! söylenebilir; imge, ancak bu
türden bir mesafe ve mesafesizlik sayesinde, göstergesiz, ama her olası
anlamın derinliklerini çağmr biçimde, Deniz Perisi'nin çekiciliğini ve bü
yüsünü oluşturan o varlik olarakyokluğa sahip, örtülü ama yine de apa
Çlk olan bir görüyle gözü diriltebilecektir."1 6
Ve Fotoğraf
1 7. Berger, John (1 999). Görme Biçimleri (Çev. Yurdanur Salman). İstanbul: Me
tis Yayınları. S. 1 8
1 8. Sayın, Zeynep (2009). İmgenin Pornografisi 2, basım: İstanbul: Metis Yayın
ları. S. 78
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
tüsüne" yol açar. Korku, daima ölmüş, geçmişte kalmış bir görüntüye
maruz kalmanın ürküntüsüdür. Fotoğrafın geçmiş ve gelecekteki an
larının hepsi donmuş, ölü anlardır ve hep geçmişle ilgilidirler. Mekan
ve zaman Fotoğrafta bir karede dondurulmuş haldedir. Film sanatı ile
ontolojik farklılığı da burada yatar. Fotoğrafın yüzü ölüme bakarken,
film sanatı yüzünü hayatın göbeğine çevirir... Fotoğraf şüphe götür
mez şekilde geçmişle ilişkiliyken, film sanatı her zaman "şimdiyi" verir.
Resmin Rönesans'tan beri süregelen yolculuğunun Fotoğraf ve
sonra da sinemada son bulması, film sanatını yanlış şekilde "görsel
sanatlar" kategorisine almaya sebep oldu. Film sanatı, resimden Fo
toğrafa geçişin son durağı olarak anlaşıldı ve genellikle yanlış şekilde
temsilin en uç biçimi olarak tanımlandı. Fotoğraf üzerine tartışmala
rımızda da değindiğimiz gibi, Fotoğrafın dahi "gerçeklik" ve "temsil"
ile ilişkisi çetrefilliyken, sinemanın bu çetrefilleşmeyi birkaç kat daha
artırdığını söyleyebiliriz.
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
Fotoğraf ve Sinema
yan bir zaman bağlacı işlevi görür. En kısa planlardan oluşmuş (Eisens
tein'in Ekim, Potemkin Zırhlısı ya da Grev filmlerini düşünün) filmler
de dahi, ses, bir zaman bağlacı olarak mekanı, en kesintili verildiği za
manda, hatta sadece fotoğraf karelerinden oluştuğunda dahi, son
suzluğa açar... Üstelik zamanı, harekete bağımlı kılan film planların
da dahi sesin varlığı, filmin doğal kapasitelerine açılma anlamına gelir.
Bir fotoğrafı filmde görmekle, direk olarak o fotoğrafa bakmak
birbirlerinden çok farklı şeylerdir. Camera Lucida kitabında Barthes
fotoğrafın özü üzerine önemli şeyler söyler ve fotoğraf materyalinin
zaman ve iz ile ilişkisini sorgular. Bir fotoğraf, bir kişinin, bir şeyin, bir
yerin belirli bir zamanda orada olmuş olduğunu belgeler. Travma ve
ölümle ilişkili bir durumdur bu. O kişi/şey oradaydı, ama şimdi yok!
Fotoğrafın tespit ettiği iz başka şeylerle örtülmüş veya yüzeyin altına
gömülmüştür (mesela yiyecek ya da moda fotoğraflarına baktığımız
da aklımıza ölüm gelmez der Barthes) ama fotoğrafın kurucu öğesi
hep oradadır. Fotoğraf, genellikle yanlış anlaşılır. Yıkıcılığı, korkutucu
luğu, ürkütücülüğü, küçük düşürücülüğünde sanılır. Halbuki fotoğra 301
fın asıl yıkıcılığı dalgın ve "düşünceli" olduğundadır der Barthes. Film
S I N EM A N I N
KÖKLERi
2Ö. Campany, David (2008). Photography and Cinema. Landon: Reaktion Bo
oks. 5. 96
ALTINCI BÖLÜM
21. Nancy, Jean-Luc (201 3). Filmin Apaçıklığı Abbas Kiyarüstemi (Çev. Tacettin
Ertuğrul). İstanbul: Küre Yayınları. S. 88
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
da" görünür. Çok kısa planlar, genellikle bir "fikri" ortaya koymak için
ve özelde Eisenstein'in amaçladığı türden "şoklar" yaratmak üzere
kullanılır. Sovyet montajı, diyalektik materyalizmin tez, anti-tez, sen
tez üçlemesinin film dilindeki yansıması olarak anlaşılabilir. Biraz da
ha detaylı bakalım:
Sovyet kurgusu (montajı) dediğimiz şey materyalist diyalekti
ğin bir çıktısı olarak görülebilir. Sovyet Devrim sineması dediğimiz
de belli başlı yönetmenler olarak, bu sinemanın kurucu babası dene
bilecek olan Lev Kuleshov, onun öğrencileri Vsevolod Pudovkin, Ser
gei Eisenstein, Aleksandr Dovzhenko ve Dziga Vertov sayılabilir. Sov
yet kurgusu ya da "çatışma montajı" olarak tanımlayabileceğimiz bu
"şey" tam olarak neyin nesidir ve fotoğrafla nasıl bir ilişkisi olabilir?
Kuleshov'un, filmin, Pavlov'un deneylerinde olduğu türden psi
ko-robotik bir etkiyi nasıl yaratabileceği meselesi, Sovyet kurgusunun
ana çıkış noktası olacaktır. Pavlov'un köpek deneylerinde anlamaya ça
lıştığı şartlı refleksler oluşturma meselesinin, film dilinde nasıl bir kar
şılığının olabileceği onun ana derdi oluyordu. Filmi nasıl "programla 303
S i N EM A N I N
malıydık" ki, seyirci aynen Pavlov'un köpeklerinde olduğu türden, yö KÖKLERİ
ondan kurtulduğunu anlarız. Ancak mutlu yüzü ilk plan, saplanan bı
çağı ikinci plan ve dehşet içindeki yüzü de son plan yaparsak anlam
tamamen değişir ve artık adamın bıçaklandığını anlarız.
Sovyet Devrim Sineması, temel olarak, "nötrleştirilmiş" (fotog
rafikleştirilmiş?), kendi içerisinde bir anlamı ve "canı" olmayan planla
rın dizilmesi aracılığıyla anlam üretmeyi mümkün kılacak bir sinema
düşlüyordu. Bu yüzden onlar için film, montaj masasında üretilen bir
şeydi. Nötr ve cansız planlar, montaj masasında verilmek istenen me
saja göre düzenlenecek ve buradan film cümleleri inşa edilecekti. Bu
durum, arada Dovzhenko ve kısmen Vertov gibi istisnaları olsa da, bu
akıma dahil olan yönetmenlerin, filmlerini çok kısa planlardan oluş
turmalarına sebep oluyordu. Planlar, kendi içinde bir anlam veya can
lılık taşımamalı, anlam ve canlılık onların diyalektik montajı sayesinde
edinilecek bir sonuç olmalıydı!
Eisenstein'in Griffith'i eleştirirken, "paralel" ya da "yakınsak" mon
tajın, -Deleuze'nin aktardığı gibi-22 organizmaya, doğuş ve büyüme ya
304 saları olmayan, bütünüyle ampirik bir anlayış getirdiğini, organizma
S i N EMAN I N
KOKLERI
nın ve üretimin birliğini göz ardı ettiğini ifade etmesi ve Griffith'in or
ganizmayı tümüyle dışarıdan "belirlenmiş" bir verili küme olarak ele
almasının sorunlarını aktarması, Sovyet montajının çıkış noktası hak
kında önemli ipuçları verir.
Deleuze'ye göre, Eisenstein dışındaki Sovyet yönetmenler
"tez-antitez-sentez" diyalektik yasasını sonuna kadar götürebilmiş
değillerdir. Kimisi, sadece tez ve antitezin oluşturduğu planların, di
yalektik yasaları dahilinde dizilmeleri sonucunda oluşan çatışmayı or
taya koymak isterken, Eisenstein, buradan bir sentez üretme çabası
içine girmesiyle diğer yönetmenlerden ayrılır.
Diyalektiğin yasalarından birisi olan "niceliğin niteliğe sıçraması"
yasası, Eisenstein'in "çarpıcı montaj"ında kendisini gösterir. Grev fil
minin finalinde, grevcileri basıp katliamlar yapan askerlerin eylemleri
23. Deleuze, Gilles (201 4). Hareket-İmge Sinema-1 (Çev. S. Özdemir). İstanbul:
Norgunk Yayıncılık. S. 60
ALTINCI BÖLÜM
24. Schrader, Paul (2008). Kutsalın Görüntüsü (Çev. Z. Hepkon, O.Ş. Aydın). İs
tanbul: Es Yayınları. S. 41
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
ye önce çekilmiş olsun, çekilen fotoğraf şimdiye değil geçmişe ait ola
KÖKLERi
25. Schrader, Paul (2008). Kutsalın Görüntüsü (Çev. Z. Hepkon, O.Ş. Aydın). İs
tanbul: Es Yayınları. 5. 43
ALTINCI BÖLÜM
bir mumla bir havuzu baştan başa geçecektir. Rüzgar vardır ve mum,
rüzgar yüzünden ikide bir sönmektedir. Tarkovsky bu sahneyi, "ger
çek zamanda" ve tek bir planda çekerek sinemanın hakikati adına çok
önemli bir şey yapar. Eğer mum iki defa yerine yirmi iki defa sönseydi,
Gorchakov, yolu her seferinde baştan yirmi iki defa kat etmek zorun
da kalacaktı. Yönetmen ya da oyuncu tarafından belirlenmiş başlangıç,
son ya da yörünge değil, "elimizde. olmayan" ve manevi yönelimi/kade
ri ima edecek şartlar altındayızdır artık. Film sanatının eşsiz gücü işte
tam da buradadır. Zamanın dolayımsız aktarımı, bir yandan hayatın bi
zatihi kendisine kapı açacak, öte yandan da hayatı belirleyen ilkelerin,
izleyicinin "bakışının ardında" harekete geçirildiği, zaman ve mekanda
olduğu kadar, her ikisinin de üstünde bir kadraj-dışılık inşa edecektir.
Andy Warhol'un Sleep filmi fotoğraf ile film arasında temel farkı
en fazla fotoğrafa benzerken göstermesi açısından önemlidir. Yakla
şık beş buçuk saatlik filmde Warhol, uyuyan birisini kameraya çeker.
ALTINCI BÖLÜM
314
SINEMANIN
KÖKLE R İ Sinema Görsel Sanat M ı dı r, Yoksa Göksel Mi?
Resi m-Film İlişkisi
Bir film ile başlayalım: Wavelenghfte Michael Snow, bir oda için
de bulunan bir tabloyu çeker filminde. Tablo denizi tasvir eden bir re
simdir. Kamera, tabloya kırk beş dakika boyunca çok yavaş zum yapar.
Tablo bir denizin temsilidir; ama onu kırk beş dakika boyunca kesintisiz
bir zaman sürecinde "izleyen" kamera denizi mi temsil ediyordur? Re
simdeki temsil ile, film sanatı ndaki "deneyimin" arasındaki temel far
kı, bir orta metraj filmde ima etmesi açısından Wavelenght gibi film
lerin önemi büyüktür. Filmi izleyen seyirci, filmi izleme süreci içinde,
ama onu da aşan ve ebediyete bağlayan bir zaman deneyimi ile karşı
daki denizin temsil/tasvir edildiği tabloyu "izler". Ama artık nesne re
sim sanatında olduğu gibi deniz ya da tablo ya da oda değildir. Nes
ne ele avuca gelmez, bizatihi manevi olan zamanın kendisidir. Film iz
leyicisi, şu ya da bu nesneyi, ya da Wevelenght özelinde olduğu gibi,
denizi ya da onu tasvir eden tabloyu da izler elbette; ama onun de-
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
neyi mini şekillendiren asıl şey deniz ya da tablo nesnesi değil, bizatihi
deneyimin içinde şekillendiği zamandır. Artık tablo tablo değil, tablo
nun izlenme tecrübesidir. İmge-nesne ilişkisi filmi izleyen kişi için her
an, bir daha tekrarlanamaz bir biçime bürünür. Üstelik seyircinin ken
di zaman deneyimi ile filmin zamanının ebedi şimdide örtüşmesi so
nucu, bizatihi manevi bir deneyim haline dönüşür, seyretme deneyimi.
Zeynep Sayın, İmgenin Pornografisi başlıklı kitabında bir soru so
rar: "Hayôl gücünü aşan, temsil ilişkilerini öteleyen ve göze geldiği an gö
rünürlüğünü gizleyen bir imge nasıl üretilir? Böyle bir imge mümkün mü
dür? Farklı zamanlarda ve mekônlarda nasıl üretilmiştirya da üretilebil
miş midir? Temsil edilemeyen salt varlığın ya da salt yokluğun kendi bi
le, temsil biçimlerine özgü bir göze getirmenin sonucu değil midir? Hayôl
gücünü aşan bir görünmezliğin izini süreceğiyerde göze geldiği an ken
dini bakışa sunan bir beden kazanmaz mı her imge, bakışı kışkırtmak ve
bakışı çağırmak istediği için kendini bakışa göre örgütlemekten feragat
edebilir mi?' 27 Kitabı boyunca Bizans ikonalarından fotoğrafa kadar bu
imgenin/imge olmayanın izini sürer Sayın. Ancak sorduğu soruya tam 315
ve tatmin edici bir cevap veremez. Zira ister ikonalarda olsun isterse
S i N EMANIN
KÖKLERi
27. Sayın, Zeynep (2009). İmgenin Pornografisi 2. basım: İstanbul: Metis Yayın
ları. S. 7
ALTINCI BÖLÜM
rak manevi bir sanat olma hüviyetine kavuşur. Sayın'ın izini sürdüğü
imge, manevi alanın ve Var olanın varlığıyla ilişki kurmanın ele avu
ca gelmez doğal bir seyr u sülOk'u mümkün kılan sinema imgesidir.
Bir farkla: Sayın, peşine düştüğü imgeyi genellikle "dolaylama" ya da
"çifte mesafe koyma" ile bulacağını düşünürken, sinema tam tersi
yoldan, dolaylamayı aradan çeken ve direk hayatın kendisiyle karşı
karşıya bırakarak becerir bunu. Hayatın her veçhesinde "Allah'ın adı
nı tesbih eden" varolanların, Varlık ile ilişkisini ara(la)yan bir gözdür
sinema. Ama "gözün düzeyine" indirgenen kartezyen bir göz değil;
"tanrı bakışını" insan hayatı için bir nebze mümkün kılabilecek çok
merkezli/merkezsiz göz ...
Film sanatı, diğer sanatları ama özellikle "görsel sanatlar" ve ede
biyatı kullanma biçimleri yüzünden çoğunlukla görsel sanat olarak
adlandırılır. Ancak film sanatının sözünü ettiğimiz görsel/işitsel/sö
zel sanatların hiçbirisine indirgenemez varlığı, onu daha çok "göksel
sanat" olarak tanımlamaya uygundur. Manevi sanatların tekamülü
nün ve şiirin "dilden önceki" hakiki varoluşunun, modern çağlardaki 317
sonu(cu)dur sinema.
S I N EMANIN
KÖKLERi
28. Schrader, Paul (2008). Kutsalın Görüntüsü (Çev. Z. Hepkon, O.Ş. Aydın). İs
tanbul: Es Yayınları. S. 1 1 S-1 1 6
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
29. Schrader, Paul (2008). Kutsalın Görüntüsü (Çev. Z. Hepkon, O.Ş. Aydın). İs
tanbul: Es Yayınları. S. 1 37
30. Schrader, Paul (2008). Kutsalın Görüntüsü (Çev. Z. Hepkon, O.Ş. Aydın). İs
tanbul: Es Yayınları. S. 1 40
ALTINCI BÖLÜM
31. Schrader, Paul (2008). Kutsalın Görüntüsü (Çev. Z . Hepkon, O.Ş. Aydın). İs
tanbul: Es Yayınları. S. 1 57
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
düzensizliği gibi düzensizdir. Günlük olanın içinden açılan bir tünel gi
bidir maneviyat Dreyer'de.
Kendi sinemasını bir söyleşisinde şöyle açıklar Dreyer: "Bir oda
düşünün, odada bir masa, sandalye ve sandalyenin başında oturan
bir adam vardır. Odanın bir yanında da kapalı bir kapı vardır. Orayı çe
ken kamera için eldeki malzemeler bellidir. Ve size kapalı kapının ar
dında bir ölü olduğunu söylediklerini farz edin. Mekan aynı, adam ay
nı, sahne ve kamera aynıdır; ama artık oradaki ruh hali farklıdır. İşte si
nema bu değişen ruh halini herhangi bir şeyi değiştirmeden aynı güç
te yapabilen bir şeydir" Jeanne D'arc'ın Tutkusunda ve Ordet:te özel
likle mekan düzenlemesiyle ve Jeanne D arc ta yüzleri, Ordet:te de ka
'
palı mekan ile ruh durumu arasında ilişkiyi kuran zaman ve mekan ke
sintisizliğini kullanmasının ne anlama geldiğini anlatır gibidir Dreyer.
Ordet, Hz. İsa benzeri bir "abdal"ın kendi ailesiyle ilişkisi üzeri
ne bir dini denemedir aslında. Ailesi onu deli sanmakta ve bu yüzden
çok da ciddiye almamaktadır. Ancak ailenin gelininin ölümü ve filmin
sonunda o "deli" tarafından diril(til)mesi (Lazarus) Dreyer'in amaçla 323
S I N EMANIN
dığı şeyin ipuçlarını verir. Dreyer, Schrader'in ifade edeceği gibi, Go KÖKLERİ
tik'in Ortaçağ ile Rönesans arasında arabirim olması gibi, manevi olan
la dünyevi olan, bireysel olanla tanrısal olan arasındaki bir arabirimde
ve "bugünün dünyasında" inancın imkanını araştırır. Bu yüzden çatış
ma, Dreyer'in filminin ana üslubudur. Bu yüzden Schrader onun film
lerini Bizans ikonlarından çok, uyum isterken uyumsuzluğa, dinginlik
isterken kargaşaya yol açan Gotik katedrallere benzetir.
Evet Bizans ikonları, empati kanallarını, ikonanın yüzeyini tüm em
pati ve bireysel bakış kanallarına tıkamasıyla daha çok Bresson filmle
rine benzerler. Zira Dreyer, bütün o "yükselme" arayışlarının ardında
empatiyi, duygusal katılımı önemser. Günlük olanın ardındaki mane
viyatı ararken, manevi olanın günlük olanda temsili ve duygusu ile de
ilgilenir. Bu yüzden onun kadrajlarındaki iki boyutluluk, Bizans ikona
sından çok geçiş dönemi sanatı olarak gotik sanata benzer.
Dreyer'in kamera "bakışı", Jeanne D arc taki düzensiz.hareketler
'
ama asla tam olarak ifşa etmeyen uzun planlar oluşturan yatay hare
ketlere dönüşür. Çeşitli referans noktaları arasında hareket eden ve
bu hareketi mekan ve yüz çekimleriyle bütünleştiren bir harekettir
bu. Bir yanıyla duygusal em patiye izin verirken, öte yandan o em pati
yi tıkamaya çalışan başka bir çelişik hareketi inşa eder. Aynı Gotik sa
nat gibi. .. Ancak bu dönüşüm önemlidir. Jeanne D'arc'ta mekanı yüz
ler dışında her şeye kapatan Dreyer, özellikle Ordet ve Gertrud'da,
mekanın kadraj-dışını Jeanne D'arc filminin amacına benzer amaçlar
için inşa eder. İlkinde kadraj-dışı soyut ve manevi iken, ikinci yaklaşım
da soyut ve manevi kadraj-dışını somut ve maddi olanın üzerine bitiş
tirir. Böylece her yönüyle çok boyutlu bir "vakum alanı" oluşur. Hem
maddi/mekansal, hem de manevi/ruhsal olan, zamanın avutuculuğu/
kavuşturuculuğu üzerinden birbiriyle ilişir.
Son tahlilde Dreyer'in filmlerindeki kadrajlar, kamera hareketleri
gibi biçime ait unsurların, bir yanıyla Bizans sanatına, öte yanıyla Gotik
katedrallere benzetilmesi, Dreyer filmlerinin manevi alana nasıl açıldı-
324 ğı üzerine ciddi ipuçları verir. Gotik sanat, bir "ara form" oluşturmuş-
tur. Bir ucuyla "hümanist sanatın" Rönesans'ına, öte yanıyla, bireysel
s i NEMAN ı N
KOKLrnı
olanı tanrısal olan içinde eriten Ortaçağ Hıristiyan sanatına bakar. Bir
yandan "tanrısal" olana ulaşmak ister ve bu yüzden kadrajları adeta
bir Bizans ikonasının iki boyutluluğunda tasarlar; öte yandan tanrısal
inayeti "insani" olanın düzeyinde tanımlar/o düzeye indirger. Bu ba
kımdan Schrader'in önemli bir metafor olarak Gotik katedralleri ör
nek göstermesi ilham vericidir. Özellikle geç dönem Gotik katedral
ler, dengeyi ararken dengesizliği, tanrısal olana ulaşmak isterken de
dünyevi/bireysel olanı ima eden, mimarisinde özellikle kendine has ta
van yapıları ve duvarları tam ortasından kocaman yaran devasa pence
releriyle dünyevi/bireysel olanla tanrısal olan arasında çözülmesi zor
bir çatışmayı inşa eder. Ne Romaneskin devasa kalın duvarlarının içe
riyi dışarıdan, tanrısalı dünyeviden kesin çizgilerle ayıran duvarları var
dır Gotik katedralde, ne de duygusal katılımı önleyen tevazuu. Göğe
uzanan oldukça görkemli kulelerinin, manevi bir görkemle maddi gü
cü, içinde çözülmesi zor bir karışıklık olarak barındırması bundandır.
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
ger'in de kast ettiği şey aşağı yukarı aynıdır. Düşünmek belirli bir ala
na, rasyonel bileşenine indirgenmiş akla, verilen bir yeti iken, "güzel
lik" ve "duygu" sanata verilen bir görevdi modern zamanlarda. Ancak
bu ikisi arasında, en son Kant'ın Yargı Gücünün Eleştirisi'nde vuracağı
balta darbesiyle son kalan bağlar da koparılacaktı. Sanat yerini bilme
liydi! insanları "duygulandırmalı", insanların "güzellik" ihtiyacını gider
meli, ama düşünmeyi felsefe gibi disiplinlere bırakmalıydı! Aynen di
nin, salt inançla ilgilenirken; toplumsal ya da ahlaki yönelimlerinin iğ
diş edilerek, pratik aklın egemenliğine terk edilmesi gibi...
Bu durum, doğrusal ve mantıksal çıkarımlarla işleyen rasyonel ak
lın her bilgi ve eylem iddiasının merkezi ve egemeni haline dönüşmesi
demekti. Halbuki sanat, rasyonel aklın yaptığından bambaşka bir "dü
şünmeyi", "şiirin düşünmesini" önerir. Bu düşünme, rasyonel düşün
me gibi doğrusal değil, "doğrusal olmayan", "eş-zamanlı" ve "eş-ba
kışlı" bir görünüm arz eder. Bu bakımdan, özellikle "entelektüel sez
gi" adı verilen düşünme biçimine daha uygundur. Sanat ile birlikte, il-
326 me'lyakln daha derinlerdeki ayne'lyakln'e teslim eder kendini ve böy-
lece düşünmenin ve halin Hakka'/ yak/de giden yolları açılır. İşte sa-
sıNEMANıN
KOKLERI
uğraşan bir hattat gibidir. Evet, görünürde hep aynı harfi çiziyor gibi
dir; ancak o harfler birbiri ile tıpa tıp aynı değildir.
Ozu, bu yönüyle, bir medeniyet geleneğini, film sanatında istikrar
ve inatçılıkla kullanan en önemli yönetmenlerin başında gelir. Sadece
içinde bulunduğu, ancak yavaş yavaş yok olmaya yüz tutan Zen-Bu
dizm'in gelenek ve sanatını film sanatının biçimine aktarmakla kal
maz; aynı zamanda, film sanatı ile medeniyet ve diğer sanatların iliş
kisi üzerine düşünen ve film yapan ne kadar insan varsa hepsine bitip
tükenmek bilmeyen bir hazine bahşeder.
Ozu'nun, Zen Budizm'in ve Zen sanatının yansımaları üzerinden
bir film dili geliştirmesi, yine bize çok şey ifade etmesi gereken bir yak
laşımdır. Schrader'in Kutsalm Görüntüsünde Ayfre'den aktardığı gibi,
Ozu'nun kamerası, oyuncularına misafirlermiş gibi davranır. Oyuncu
lar da misafir olduklarının farkındadırlar. Çekingenlik, bir edep yansı
ması olarak hemen hemen tüm sahnelerde temel karakterdir. Ne ko-
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
nuşulursa konuşulsun, ister sevg .iyi, ister kavgayı ifade etsin, Ozu'nun
karakterleri bunu bile belirli bir edep ve çekingenlikle ifade ederler.
Yerden bir metreden az bir yüksekliğe yerleştirilen ve çok az istis
nası hariç, hemen hemen hiç hareket etmeyen kamera, aynı Zen çay
törenlerinde olduğu gibi, "tatami" pozisyonunda bir tekrarı n, kuralla
ra bağlı bir ritüelin ve edebin bir görüntüsünü almaktadır. Kamera ta
tami pozisyonunda oturan ve adeta bir ritüel olarak ilişkileri ikame et
meye çalışan karakterlere saygılı ve edepli bir mesafede durur. Bazen
Zen öğrencisine bakan Zen Efendisi'nin, bazen de Zen Efendisi önün
de oturan öğrencinin "bakışı" hakim olur kameraya. Ama her durum
da edepli, ahlaklı bir bakıştır bu! Tokyo Story/Tokyo Hikôyesıb aşlıklı fil
minde, aile fertlerinin konuştuğu iç mekanlarda da aynı görünüm ha
kimdir. Kamera, "nesnesinin mahremiyetine" saygı gösteren bir uzak
lık ve açıda durur. Ozu'nun sinematografisi, nesneye (ve insana) say
gısız bir müdahalecilikle, adeta pornografik bir biçim oluşturan Holl
ywood'un antitezinin inşasıdır bu anlamıyla.
Ozu'nun film yapma dürtüsünün en önemli bileşeni, onun "yit 329
S iNEMANiN
mekte olan" bir geleneğe ağıtıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ge KÖKLERi
32. Schrader, Paul (2008). Kutsalın Görüntüsü (Çev. Z. Hepkon, O.Ş. Aydın). İs
tanbul: Es Yayınları. S. 38
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
dir. Nasıl Bizans resmi ve geç Gotik sanat Bresson ve Dreyer için bi
rer çıkış noktası olarak tanımlanabilirse, Zen sanatı da Ozu için önem
li bir çıkış noktasıdır. Hatta çıkıştan da çok, film sanatında, Zen sana
tının yeni bir görünümünün inşası ...
Zen resimlerinde olduğuna benzer bir "boşluk" kullanımı ve Çin
Taocu resimlerde ve İslam süsleme sanatlarından Arabesk'in ritmine
benzer bir "doluluk/boşluk" ritmi oluşturma çabası, Ozu'nun kadraj
larında, boşluk/yokluk/ebedilik ile hareketlilik/geçicilik/yüzeysel ola
nı birleştirme çabasını görünür kılar. Ozu, Hollywood'un ve hatta boş
alanları sıkça kullanan modernist Avrupa sanat filmlerinin pek çoğu
nun yaptığından farklı olarak, boşluğu harekete/doluluğa tabi kılmak
yerine, hareketi sessizliğin/ebediyetin alanına irca eder. Bresson'un
kadrajları, bireysel alanı "tanrısal olan" içinde eritme amacı güderken;
Ozu, Zen Budizm'e hatta Taocu sanata uygun olarak, bu iki alan ara
sında herhangi bir ayrım gözetmeyen bir anlayışı ifşa eder. Nesne/öz
ne, dünyevi/tanrısal olan arasında ayrımın kalmadığı bir durumdur bu.
Ananda Coomaraswamy'nin Dogen'den aktardığı "Zen çal!şmaya baş 331
S I N EMANIN
ladığımda dağlar dağdı; Zen'i anladığımı düşündüğümde dağlar dağ de KÖKLERİ
ğildi; Zen'e hôkim olduğumda dağlar yine dağd/' cümlesini Zen sanatı
ile Ozu sineması arasında kurduğu ilişkiyi açıklamak için kullanan Sch
rader farkında olmadan çok önemli bir meseleyi dışa vuruyordur as
lında: Tasavvufta, seyr u süluk tecrübesinde fena ve beka makamları
nın sinemasal olarak ne anlama gelebileceğini ...
Ozu, doluluğu boşluğa nasıl tabi kılar peki? Tokyo Hikôyesi'nde ve
diğer bütün filmlerinde bunun çok açık ipuçları mevcuttur. Hollywo
od'un ve dünya sinemasının kahir ekseriyetinin yaptığı şey, hikayeyi
her şeyin odağına yerleştirip, diğer her şeyi, -boşluk, .sessizlik, uzaklık
vs.- hikayenin içerisindeki süsleme öğeleri olarak kullanıp ana hikaye
ye dahil etmektir. Halbuki Ozu, bu durumu tersine çevirir. Evet, film
lerinin hepsinde bir hikaye vardır. Genellikle son derece "sıradan" bir
aile mevzu unun "edeple" konuşulduğu iç mekanlar, aynı Zen resmin
de olduğu gibi iki "anlam boşluğunun" arasına yerleştirilir. Tokyo Hika
yesi'nin girişinde, önce Fuji Dağı gösterilir. Sonra bir iç mekan çeki-
A LTINCI BÖLÜM
33. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. S. 284
ALTINCI BÖLÜM
34. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. 5. 288
35. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. 5. 290
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
söz konusudur.
Tokyo Hikô.yesi'nin final sahnesinde, tüm Ozu filmlerinde olduğu
türden bir "boşalma anı" sözü konusudur. Bu "an" duygusal olanın,
duygunun ötesindekine geçişini sağlayan bir andır. Adeta filmin iki
li ilişkilerinin kurduğu her bir yapı, bu son sahnelerde çözülür ve külli
olana irca eder. Schrader'in "stasis" dediği şeydir bu. Filmin son sah
nesine kadar hemen her sahnesi, bir Zen sanatçısının yaptığına benzer
bir "manzara" kullanımıyla sessizce temaşa ettirilir. Sonda ise o temaşa
edilen manzaranın, nereye irca ed(il)eceği ifşa olur. Filmin epistemo
lojik alanı ontolojiye irca eder. Etiğin, estetiğin ve epistemolojinin bir
"var/yar olmaya" hizmet edeceği ontolojik alana ...
Japon sinema ve sanat düşünürü Tadao Sato, Cinematic Lands
capes başlıklı kitaptaki yazısında, Çin ve Japon sanatlarında özellik
le dağ manzaralarının sıkça kullanılmasının, Taoist geleneğin mistik
(hakikat) alanına açılma amaçlı olduğunu; nehir ve göllerin ise Bu-
ALTINCI BÖLÜM
36. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. S. 1 65
37. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. S. 1 70
GÖRSEL SANATLAR VE SiNEMA
38. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. S. 1 S8
ALTINCI BÖLÜM
39. Nasr, 5. Hüseyin (1 999). İslam Sanatı ve Maneviyatı (Çev. A. Demirhan). İs
tanbul: insan Yayınları. 5. 234
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
40. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. S. 1 60
41. Ehrlich. C , Dasses, D . (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. S. 64
ALTINCI BÖLÜM
pektife sahip Japon (ve Çin) manzara resimlerinden çok farkltdır. İkinci
ler, iki-katmanlt sistemin görüntüsünden ibaret değillerdir."42
Zhen, Çin resminin mekan boyutlarının Taoist ve Budist anlayışlar
dan hareketle düzenlendiğini ifade eder. Mekan için "çokluk" ve "bü
yük boşluk" diye iki şeyin varlığı önemlidir. Büyük boşluk, Çin resmi
nin sonsuzca açıldığı "arka planı" sağlar. Çin ve Japon resimleri boş
luk mefhumunu, kadraj dışına açılmak için binek olarak kullanır. Ancak
kadraj dışı sadece mekanın sonsuzluğuna değil, tüm zamanları kapsa
yan ve giderek Tao'ya işaret eden "hiçliğe" de yönelir. "Dağlar ve va
diler, nehirler, dereler, ağaçlar ve ormanlar, dağların zirvelerinin dalga
lanması resmin 'metnini' oluşturur. Boşluk ve açıkltk ise metinde belirsiz
semboller oluşturur. Fırça, mürekkep, boş alan, çizgiler, çizgilerle boşlu
ğun ilişkisi adeta yarı-soyut resim ortaya çıkarır."43
Tao düşüncesinde, YD (sonsuz mekan) ve zhOu (bütün zamanlar)
dünyayı her tarafından sarmış devasa bir küre olarak düşünülür. Resim,
varlıkla boşluk arasında ama daima boşluğun egemenliğinde Tao'ya ça
340 ğırmak/götürmek üzere çizilir. Mekanı göreceli olarak "sonsuzlaştıran"
SiNEMANIN
KÖKLERi
Çin resmi, yatay ve dikey boyutta uzar da uzar. Mekanın bizatihi ken
disi, mekanın ardındakinin, taşıyamadığının sembolüne dönüştürülür.
Figüratif görünüm, soyut yaklaşımla hamur haline getirilir. Meka
nı zamanın sonsuzluğu lehine soyutlamaktır söz konusu olan. Bu yüz
den kasvetli sarımtırak arka planlar, resmin alanı içinde "hiçbir şey için"
bırakılmış devasa boşluklar, Çin Taoist ya da Budist resimlerinde ol
duğu kadar Zen-Budist resimlerde de başat aktörleridir resmin. Asıl
aktör boşluktur ve diğer her şey ancak onunla ilişkisi ya da ona çağır
maları durumunda vardırlar.
Çin ve Japon resminin özellikle Taoist ya da Budist gelenekleri,
bir başka bölümde ayrıntısıyla bahsettiğimiz "tenzih" meselesine ör-
42. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. 5. 65
43. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. 5. 69
GÖRSEL SANATLAR VE SiNEMA
nekle yakından ilişkisi vardır. Bizans ikonası nasıl ki görmeyi "tekil gö
zün" kontrolünden çıkarmak istiyorsa, Çin resmi de benzer bir şey ya
par. Ancak farklı şekilde...
"Bakış açısı" meselesini biraz daha derinleştirmek, özellikle Çin ve
Japon sinemalarının çeşitli dönemlerindeki yaklaşımları anlamak için
çıkış noktası olabilir. Hao Dazheng, geleneksel Çin manzara resimle
rinin (shanshui hua) çoklu perspektife sahip olduğunu söyler.44 Röne
sans ile birlikte ortaya çıkan ve göze ayrıcalık taşıyan perspektif, öz
nenin gözünü merkez kılıyordu. Çin resminde ise Dazheng'in paralel
perspektif dediği bir yaklaşım hakimdir. Bu durum, resme teorik ola
rak sonsuz açıdan ve sonsuz "merkezden" bakışı mümkün kılar. Elbet
te pratikte sonsuz değildir merkez sayısı. Bu şu demektir: Teorideki
44. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. S. 46
ALTINCI BÖLÜM
45. Ehrlich. C, Dasses, O. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. S. 46
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
46. Ehrlich. C, Dasses, O. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. S. 47
47. Ehrlich. C, Dasses, O. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. S. 50
ALTINCI BÖLÜM
mak için değil, tabiatın sonsuzluğunu, hem mekan hem de arka plan
daki metafizik alanla birlikte ima eden bir "çerçevelememe" demek
tir aslında. Yani, en baştan beri kullandığımız tabirle, Çin resmi, kad
rajı, kadraja almak için değil, kadraj-dışına göndermek için kullanır.
Dazheng, Kuzey Song Hanedanı ressamlarından Zhang Zeduan'ın
Qing-ming Festival in the Canal başlıklı resmini örnek verir.48 Bu resim
yirmi beş buçuk santimetreye, beş buçuk metre boyutlarındadır. Ön
celikle Batılı gözün alışkın olduğu bir şey değildir bu resim boyutları.
Çin resminde 1 O metreden uzun ya da geniş resimler bulunur. Bu du
rum, resme bakan kişiyi, resmin üzerinde, sinemada "kaydırmalı çe
kim" denen bir bakışa sevk eder. Resmin üzerindeki figürler ve özellik
le insanlar tek başına "seçilecek" durumda değildir. Önemli olan res
min içinde "ifadesini bulan" olaylardır. Olaylar, sabit ve tek merkez
li bir bakışı değil, neredeyse hiç bitmeyecek merkez değiştirme hare
ketini zorunlu kılar.
Bu durum Çin ve Tayvan sinemalarında, Japon sinemasında Ozu
344 ve Mizoguchi'nin yaptığına benzer karşılıklar bulur. Yakın planın çok
S I N EM A N I N
KÖKLERi
nadir kullanılması; mekanı, derinliğine değil de enlemesine ya da boy
lamasına ele alma iştiyakı; mizansende "bireysel çatışmalar" ve tekil
kahramanların ağır bastığı tipolojilerin değil, olayların önemsenme
si. .. Klasik Çin sinemasında Fei Mu'nun Spring in a Small Town/Küçük
Bir Kasabada Bahar gibi eserlerinde uzun planların özellikle kaydırma
lı yatay çekimlerle kullanılması gibi. ..
Beşinci nesil Çin sinemasının en önemli isimleri olan Chen Ke
ige ve Zhang Yimou'nun filmlerinde de benzer yaklaşımlar bulmak
olasıdır. Tayvan sinemasından Hou Hsiao Hsien'in sabit çekimlerinin
Ozu'yu, kaydırmalı çekimleri ya da manzaraları kullanımlarının Mi
zoguchi'yi andırmasının sebebi, hem Ozu ve Mizoguchi'nin, hem de
Hsien'in, benzer "görme biçimine" sahip geleneklerden besleniyor ol
malarıdır.
48. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. S. 52
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
ve "bakış" sabit gibi görünür; ama aslında, Çin resminde olduğu gibi,
bitmeyen bir "göz yolculuğunun" hiç bitmeyen alanı gibi işlev görür
manzara. Renk, Çin resimlerindekinden oldukça farklı görünse de as
lında benzer amaçlıdır. Ortalığı saran sapsarılık ile geleneksel resim
lerde derinliği kapatmak için kullanılan sarı/kahverengi "boşluk" tabi
at ile insanın kaynağının aynılığına işaret eder. Boşluk, her şeyi sarıp
kendi anlamını ve metafizik yönelimini doğuruyordur bir anlamda ...
Zhang Yimou'nun Raise the Red Lantern/Kırmızı Fenerlerya da Kei
ge'nin Farewell My Concubine/Elveda Cariyem gibi filmlerindeki mekan,
bu defa gözü "yukarıya" doğru hareket ettirecek ve asla "doyurmaya
cak" şekilde kullanılır. Mekanın, iç içe geçmiş kadrajlarla "derinliğine
sonsuzluğu", Batı resmindeki lineer perspektifin derinliğini değil, Çin
resminin "yukarıya sonsuzca açılan" ve gözü aşağı yukarı hareket etti-
49. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. 5. 54
ALTINCI BÖLÜM
ren merkezsizlik ilkesini film diliyle inşa eder. Bu filmler, Yellow Earth
filmindeki boşluğun etkisini, bu defa mekanı bir tür boşluk olarak kul
lanmak suretiyle elde ederler. Çin ve Japon resminde olduğu gibi, bu
filmlerde de mekan, sonsuz boşluk içinden seçilmiş bir parçanın dol
durulması ile inşa edilmiştir adeta. Ana unsur boşluktur. Mekanın boş
luk ile girdiği ilişki, filmin içindeki olay ve karakterlerin mekan ile iliş
kisine benzer. Bireyin merkezliğinde bir hikaye anlatılıyor gözüktü
ğü zamanda dahi, Ozu'nun yaptığına benzer bir "dışarlama" ile hakiki
olan gözümüze getirilir.
" Çin filmlerinde çekimler genellikle 'orta-çekimlerin' merkeziliğin
de kurulur. Mekôndaki katı cisimler, derinliğin ortasına yerleştirilir. Bu
da, derinliğin orta noktasını çekimlerin dayanağı yapar ve kompozisyo
nu, 'imgeyi uzaktan oluşturmak' şekliyle inşa eder. Bu durum bütün yön
lerde simetriyi oluşturmak anlamına gelir. Simetri ve uyum. . ."50
Zhang Yimou'nun, Chen Keige'nin ya da Tayvan ve Hong Kong
sinemalarının en önemli isimleri Hou Hsiao Hsien ile kısmen de ol
346 sa Tsai Ming Liang'ın filmlerinde gördüğümüz şey tam olarak bu ilke
S i N EMAN i N
KÖKLE Ri lerden hareketle ortaya çıkan simetridir. Bu simetri, mekanın her yö
nüne yayılan bir sonsuzluğu ima ederken, bakışı "zamanda" yürüyü
şe çıkarır. A City of Sadness filminde Hsien'in kadrajları, iç içe geçen
ama yukarıda alıntıladığımız ilkeye bağımlı bir referans noktasına sa
hip bakışa imkan verir. Bu bakış, dramatik anlamda bir çatışmanın de
ğil ilişkinin ifadesine imkan verir. Genellikle Aristo'dan hareketle be
lirlenmiş Batılı dramatik kodları/yapıyı ters yüz eder. İlişki tamamla(n)
ma ve yansıtma ilişkisidir, çatışma yerine ... Sadece tabiat ile insanın ya
da insanlar arasındaki "çatışmaya dayanmayan" ilişkilerin değil, an ile
ebediyetin, mekan ile zamanın ve geçici olan ile sonsuzluğun ilişkisi
nin .. . "Zamanın sonsuz akışını yansıtırken, insanın zamandaki varoluşu
nun geçiciliğini vurgular."51
50. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. 5. 76
51. Ehrlich. C, Dasses, D. (ed) (1 994). Cinematic Landscapes. Austin: Texas Uni
versity Press. S. 77
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
52. Vacche, Angela D. (1 996). Cinema and Painting. Austin. Texas University
Press. S. 1 36
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
53. Vacche, Angela D. (1 996). Cinema and Painting. Austin: Texas University
Press. S. 1 37
ALTINCI BÖLÜM
luğuyla. Ancak su, hem geçmişin tüm anlarının şahidi, hem geleceğin
doğumunu bünyesinde barındıran ebe, hem de anı her zerresiyle ya
şatan büyücüdür. Zaman akışı suda belirir, suyla görünür.
Su gibi havayı hissettiren rüzgar da sinematografik bir unsur
dur, resim ya da Fotoğrafa ait olmaktan çok. Fotoğraf havayı "vere
mez", rüzgarı ise sadece dolaylamalarıyla ... Resim, havayı sembolize
eder, rüzgarı diğer nesnelerdeki etkileriyle verebilir ancak. Edward
Hopper'ın resimlerinde, rüzgar ve havayı uçuşan şeylerdeki ifadesi
her ne kadar sinematografik bir ifadeye yaklaşsa da sinema değil
dir. Bela Tarr'ın TorinoAtlnda hiç bitmeyecek gibi görünen o rüzgar
la aktarmaya çalıştığı hayatın bizatihi kendisinin ele avuca gelmez
akışıdır. Rüzgar hayatın hiyeroglifi olur. Bazen zor, bazen kolay, ba
zen acı verici bir hayatın ... Ama mutlaka "yaşanan/yaşayan" bir haya
tın ... Tarkovsky'nin filmlerinde rüzgar, manevi bir havayı yüreklerimi
ze kadar doldurur. İçimize çektiğimiz şey hava olduğu kadar hayattır
da.
350 Bir film sahnesinde suyun akışının, rüzgarın esişinin aktarılması
S i N EM A N I N
KÖKLERİ
nın, fotoğraf ve resimden farklı bir yönü daha vardır. Ele avuca gel
meyen, belirlenimlerin hepsinden azade ve hayatın kendisi kadar açık
uçlu olan su ve rüzgar, filmin planlarını "yaşar" hale getirir. Bütün dra
matik kuralların ötesinde bir yaşama vardır burada. Kurguya değil ha
yatın bizatihi kendisine işaret eden bir yaşama ... Zaman, temsil olarak
değil, bizatihi olarak suda, rüzgarda, havada "yaşar" hale gelir.
Yağmurun akışında, toprakla buluştuğu anda toprakta bulduğu
karşılıkta tanımlamaya gelemeyecek bir hayat bulur Tarkovsky. Ha
yatın hakikatine yönelmeyi amaçlayan bir yönetmenin, kendi canlılığı
içinde, ama fotografik ya da resimsel olarak değil de sinematografik
olarak aktardığı su, hava ve toprak, film sanatını diğer bütün sanat
lardan ayrı kılan öğeleri de ifşa eder.
Ateşi düşünelim: Kurban' da final sahnesinde, Tanrı'ya verdiği sö
zü tutmak üzere evini yakan Aleksander'ın manevi yükselişine tanık
lık eder ateş. Onun da "kontrol edilemeyen", "dram ilkelerine ters dü
şen" başkaldırıcı lığına hayrandır Tarkovsky. Ateş, her zerresiyle, yakar-
GÖRSEL SANATLAR VE SiNEMA
ması gibi, bölümler halinde "inşa" eder. Her bölüm, Andrei Rublev'in KÖKLERi
nek verir Vacche. İkon resimlerinde, özellikle maddi olanı, mesela in
san yüzünü, manevi alana taşımak amacıyla kimi teknikler kullanılır.
Yüzü natüralist bir şekilde temsil etmek yerine, yüzle beden arasında
ya da yüzün kendi organları arasında "dengesizlik" yaratmak bunlar
dan birisidir. Aynı şey bedenin uzuvları için de geçerlidir. Önemli olan
"temsil edilen" bir beden değil, bakışın ardına açılan yarıktır. O yarık
bakışımızı bedene ya da yüze değil, ardındaki asla çevirir. Bitmeyen bir
bakış yolculuğudur bu. Florenski'nin tersten perspektif dediği şeyin,
İlahi ışığın bakışının, gözün ele geçiren bakışına üstün gelmesidir bu
durum. İkonlarda, çoğu zaman bedenin "bakılan açıdan" görünmeye
cek kısımlarının görünmesi, başla gövde, gövdeyle eller veya yüzün ya
da bedenin uzuvları arasındaki "uyumsuzluklar", burnun karşıdan de
ğil de tepeden bakılıyormuş hissi verecek şekilde resmedilmesi, Vac-
54. Vacche, Angela D. (1 996). Cinema and Painting. Austin: Texas University
Press. S. 1 41
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
dir sahneye. Hz. İsa yorulduğu zaman çarmıhı başkası devralır. Zorla
götürüldüğü yönünde bir emareye yer vermez Tarkovsky. Bilerek, is
teyerek mi gidiyordur çarmıha? Hz. İsa'nın çarmıha kendi isteğiyle yat
ması ve yatmadan önce kar yemesi ne "anlama" gelir?
Tarkovsky, bütün bu sorulara cevap vermez. Onun yerine Hz.
İsa'nın çarmıha gerilmeden az Önce manevi olarak neler olduğunu
adeta bir Çin resmi "belirsizliğinde" resmeder. Figürler, kişiler, ardın
daki manevi alana yönelik bir çağrı için oradadırlar. İkon resimlerinde
yüzü "bozmayı" deneyen yaklaşımlara benzer olarak, Tarkovsky de
olağan kabul görmüş çarmıha gerilme sahnelerini bozunuma uğra
tır. Sıcak, kurak bir iklim yerine her yerde kar vardır. Acı çeken, hatta
çarmıhtayken Allah'a "beni neden terk ettin" diyen Hz. İsa yerine, hu
zur ve sükunetle çarmıha kendisi yatan Hz. İsa vardır artık. Çok ilginç
tir; Tarkovsky filmdeki bu yorumla, Hıristiyan bir gelenekten gelmesi
ne rağmen, çarmıha gerilmenin "Müslüman yorumuna" epey yaklaşır.
ALTINCI BÖLÜM
55. Vacche, Angela D. (1 996). Cinema and Painting. Austin: Texas University
Press. S. 1 4 7
56. Vacche, Angela D. (1 996). Cinema and Painting. Austin: Texas University
Press. S. 1 48
GÖRSEL SANATLAR VE SiNEMA
la çeker. Mum iki defa söner; ama yüz defa sönse, sahne aynı şekilde
devam edecekmiş ve Tarkovsky, Gorchakov mumu döndürmeden geç
meyi becerinceye kadar sahneyi devam ettirecekmiş izlenimi alırız. iz
leyici için bu sahne bazen acı ve sıkıntı verici olabilse de, olağanüstü
güçlü bir sahnedir. Bu sahneyi güçlü yapan şey, belirlenemezliği ve ha
yatın tam göbeğinden, hayatın kaynağına, "öteye" olan yürüyüşüdür.
Çin resimlerine ve müziğine epey bir gönderme vardır filmde.
Bu göndermelerin, genişlikleri on metreyi geçebilen Çin resimleri
nin "dünya ötesine" yönelme biçimlerinin sinematik bir versiyonunun
Tarkovsky tarafından kullanılmasına hizmet etmesi şaşırtmamalı. Tar
kovsky, sözünü ettiğimiz havuz sahnesini, enine adeta sonsuzcasına
genişleyen ve sonunda la mekana açılacakmış izlenimi veren bir yak
laşımla çeker. Göz, temsil mekanizmalarının asla mühürleyemeyece
ği sonsuz bir yolculuğa çıkar. Zamanın sürekliliği içinde mekanda son
suzluğa götüren yolculuk, gözü, sahnenin/eylemin iz bıraktığı yüzey-
ALTINCI BÖLÜM
almış insan yerine, tabiata kendi gücünü dayatacak despot insan var
dı. Mekan, merkeze koyduğumuz gözümüzle "gördüğümüzden" iba
retti ve ötelerde bir şey aramaya, mekanın lamekan ile kopmaz ba
ğını tefekkür etmeye ihtiyaç yoktu. Her şey kullanım ve fayda değe
ri açısından ele alındığında , faydalı olmayan her şey hızlıca ufkumuz
dan kaybedilmeliydi. Hayalin, insanın fantezi araçlarına indirgenme
si ve ontolojik hakikatini yitirmesi, sanatı, sadece "görüneni" aktaran
temsil ve tasvir boyutuna indirgemişti.
Minyatür ise bambaşka bir şey yapar. Minyatür mekanı, merke
ze insan gözünü koyan yaklaşımın tanımladığı bir şey olmaktan çok
uzaktır. Minyatürün yüzeyini dolduran nesneler ve insanlar için de ay
nı şeyi söyleyebiliriz. Rönesans sonrası kimi minyatürlerde Rönesans
anlayışına uygun "benzeme" iştiyakı önem kazanmaya başlasa da, te
mel olarak minyatürlerde gördüğümüz nesne, hayvan, bitki ya da in
sanlarda önemli olan modeline benzemek değildir. Minyatür, yazı ile
resim arasındaki ilişki neticesinde ortaya çıkar. Bu da minyatürün, ki
mi zaman Çin resmine benzetilmesine sebep olur. Ancak, Çin resmi ile 357
özellikle İran minyatürlerinin farklı anlayışların ürünü olduğunu tes
S İ N EMAN i N
KÖKLERi
57. Burckhardt, Titus(2005). İslam Sanatı: Dil ve Anlam. (Çev. Turan Koç) İstan
bul: Klasik Yayınları. S.39
58. Burckhardt, Titus(2005). İslam Sanatı: Dil ve Anlam. (Çev. Turan Koç) İstan'
bul: Klasik Yayınları. S.39
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
59. Burckhardt, Titus(2005). İslam Sanatı: Dil ve Anlam. (Çev. Turan Koç) İstan
bul: Klasik Yayınları. 5.39
ALTINCI BÖLÜM
60. Burckhardt, Titus(ZOOS). İslam Sanatı: Dil ve Anlam. (Çev. Turan Koç) İstan
bul: Klasik Yayınları. S.44
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
olarak görür ve plan ile film zamanı arasında kopmayan bağ kurar. Her
planın içinde yaşayan bir zaman önemsenir bu tür filmlerde. Parad
janov'un yaptığı ise başka bir şeydir. Mekan, tümüyle "verilidir" Sayat
Novdda. Her ne kadar Shadows ofForgotten Ancestors/Unutulmuş Ata
/arm Gölgeleri gibi filmlerinde, Sayat Novd daki mekan anlayışı ile sö
zünü ettiğimiz lamekan anlayışı cem edilmiş gözüküyorsa da, Paradja
nov'un temel arzusu, "tanımlı" mekanın içinde yarık açmaktır. Bu, bir
yanıyla Bresson/Bizans ikonası bağlantısında gördüğümüze benzer bir
yakınlıktır İran minyatürüyle. Nesneler, iki boyutluluğa çeken bir an
layışla, arka planından/derinliğinden yüzeye çıkarılır. Ancak yüzeyde
gördüğümüz şey, Bresson'un filmlerine ters şekilde, günlük gerçek
likle örtüştürülmesi zor görüntülerdir. Etnik semboller, bir yandan o
etnik kültüre ait olmayanı "dışlar" gözükürken, perdede patlayan ren
garenk ahenk, başka bir şeyleri haber verir. Hiçbir etnik kültüre indir
genemeyecek olanı ... Ancak gerçeküstücü filmlerde gördüğümüz tür
den "sürrealizm" de değildir bu. Mekanı ve nesneleri "hayalin" incelti
362 ci örtüsüyle örtmektir. Örtüyü kaldırıp nesnenin hakikatine temas et
S i N EMAN i N
KÖKLERi
mek isteyenin yüz görümlüğü vermesi gerekir.
Paradjanov'un izleyiciden istediği yüz görümlüğü, saf bir çocuk
bakışıdır. Göstergebilimci bir oku(t)maya hitap etmez Paradjanov'un
sembolleri. Nesnenin hakikatine mekanın içinde açılan yarıktan süzü
len ışığa hizmet eder semboller. Sadık rüyada görülen ve ancak "tabir
edilince" gerçeklik alanına çıkacak olan anlam düzeyleri ... Tabir etmek
demek, yüz görümlüğünü verip gözümüzü öteye dikmek demektir;
"buradan" hareket eden ve "burada" kalmaya niyetlenmiş bir kibirle
mekanik çıkarımlar yapmak değil...
Paradjanov, Sayat Novd da kadrajına aldığı mekanı kendi bütün
,
lüğü içinde kullanırken, filmin içinde mekanlar arasında pek fazla bir
hikaye bağlantısı görülmez. Kadraj içi mekanın "tanımlanmış bir bü
tünlük" olmasına inat, filmin tümü içinde mekan bütünlüğü yoktur.
Babür minyatürlerinin en önemli kitaplarından birisi olan Hamzanô
me nasıl ilk bakışta Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) amcası Hz. Ham
za'nın (r.a.) hikayesini anlatıyor görünse de, daha çok hayal alemlerin-
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
den ödünç alınmış bir tasavvuru ifşa eder. Paradjanov'un filmi de öy
ledir. Hamzanôme'deki tekil minyatürlerin mekanları arasındaki bağ,
nasıl ancak lamekana çağıran cennette mümkün olabiliyorsa, Sayat
Nova için de benzer bir şey söz konusudur. Paradjanov, dramatik zin
ciri ve hikaye anlatmanın film sanatında kullanılan "şablonlarını" kırar
ken, film mekanlarını hayal imgelerine dönüştürür. Her imge diğeriy
le ancak şairin tasavvuru nispetinde birleşebilir. Ancak, belirli bir ku
ral değil, gözü/kulağı/zihni sürekli bir yürüyüşe çıkaracak tefekküre
zemin hazırlayan "açıklık" vardır bu birleşimlerde. Paradjanov, temsi
le dayanan sanat anlayışlarıyla bağını tam da buradan koparır. Haki
kat ele avuca sığacak, mühürlenecek ve cebe atılacak bir şey değildir
zira ... Feridüddin Attar'ın (k.s.) Mantıku't Tayr başlıklı eserinde söyle
diği gibi, " Göz, yukanda olsun, aşağıda olsun, var olan her şeye dikkat
le bakarsa görür ki, her zerre ayn bir Yakub'tur, kaybolmuş Yusuf'undan
haber sormaktadır. "
Sayat Nova, Yakup'un (a.s.) Yusuf'u (a.s.) arama macerasıdır bir
anlamda. Yusuf'u bulmak, "dünya gözüyle" mümkün değildir. Bu yüz 363
den Paradjanov, yüz görümlüğü isterken dünya gözünü terk etme
SINEMANIN
KÖKLERİ
61. Burckhardt, Titus(ZOOS). İslam Sanatı: Dil ve Anlam. (Çev. Turan Koç) İstan
bul: Klasik Yayınları. S.60
62. Burckhardt, Titus(ZOOS). İslam Sanatı: Dil ve Anlam. (Çev. Turan Koç) İstan
bul: Klasik Yayınları. S.60
GÖRSEL SANATLAR VE SİNEMA
mez ... " ayetini "tefsir ediyor" ve "harflerin bitmeyen kadraj dışına"
işaret ediyorsa; kamera da, yatay hareketinde, mekanın kadraj dışına
yürüyerek ve "gözle sabitlenen" ve bireyi merkeze alan bakışı parantez
içerisine alarak, Allah'ın tükenmez kelimelerine işaret eder. Hüsnühat,
nasıl yatay süreklilikle, zamanın soyut bir formunu üretiyorsa, sürekli
liği olan kamera hareketi de zamanın somut bir "yaşantısını" inşa eder.
Hüsnühat, İslam sanatının, figüratif temsili önemsemeyen yak
laşımının en önemli sanatı olarak, gözü, "Allah'ın sonsuz harf ve keli
melerinin" yüzeyinde asla doyurmadan dolaştırarak, temsil edileme
yen dikey boyuta açar. Dikey çizgiler sadece sembolik olarak değil,
aynı zamanda işlevsel olarak da temsil edilemeyecek olanın Birliğine
işaret eder. Göz, yatay boyutta sürekli bir yürüyüşe çıkarılırken, ara
da şoka uğratılarak dikey eksene baktırılır. Hattın dikey çizgileri, bo
yut olarak sınırlı gözükse de, "boyutsuz" olanın varlığına telmih ola
rak, gözün ve ruhun yücelere yönelmesine imkan verir. Zaman, bir
ALTINCI BÖLÜM
yaklaşımın, aynı Cabbeh'te olduğu gibi, film sanatını nasıl yüzeye hap
settiğine örnek; diğeriyse, film sanatının hakiki sadeliğinin tam olarak
nerede ve nasıl inşa edileceğine ...
(Rahman 1 9-20)
38 1
HAYAL Hz. İbn Arabi'nin ontolojisinde özel bir öneme sahiptir. SI NEMANIN
KÖKLERi
Varlık hiyerarşisinde bir arabirim, makOlat ile mahsOsat arasında, her
iki alemin birbiriyle geçişliliğini sağlayan bir berzah olarak hayal, sa
dece ontoloji veya metafiziğin değil, sanatın her alanı için de sonsuz
bir depo işlevi görür.
İbn Arabi FütOhô.t-ı Mekkiyye de berzahın ne olduğunu açıklarken,
gölge ve güneşi ayıran çizgiyi örnek verir. Duyularımız, ikisinin arasın
daki ayrımı ayırt etmeyi başaramasa bile, akıl bunların arasında bir
engel olduğuna hükmeder. İbn Arabi'ye göre bilinen-bilinmeyen, var
olan-olmayan, olumlarian-olumsuzlanan, akledilir olan-olmayan şey
ler arasındaki bir ayrımdır berzah.1 İbn Arabi, insanın, o atemin bir par
çası olduğu halde, varlığın mahiyetiyle ilgili cehaletinin ancak uykuda
ve ölümden sonra giderilebileceğini ifade eder. Sıradan insana, bitişik
hayal'in bir türü olan rüyada, arazların mahiyeti açılır ve onunla konu-
şur. Keşf sahibi ise, uyuyan insanın uykusunda veya ölen insanın öldük
ten sonra gördüğü şeyleri uyanıkken görür. Arazlar, rüyalarda suret
lere bürünür ve insanla konuşurlar. Duyusal alemde hakikatini kavra
yamadığımız şeylerin rüya aracılığıyla varlığının hakikatini keşfetmek;
hayalin bir cüzü olan rüyanın, Allah tarafından insana verilmiş bir he
diye olduğunu gösterir.
Hayat, hayal gözüyle mi yoksa duyu gözüyle mi görülüyordur? İbn
Arabi hayalin hayat gözüyle veya baş gözüyle görülebileceğini ifade
ederken, hayalin birkaç veçhesine dikkat çekmektedir. Keşf ehlinin
uyanıkken gördüğü ile sıradan insanın rüyada gördüğü şeylerin baş
gözü ya da hayal gözü aracılığ ıyla olması, hayali bir yanıyla duyu ale
mine bağ lar, öte yanıyla ise o a temden çok yukarıya taşır. Hayal, "gör
me biçimi" bakımından duyuya benzer, ama onun üstündedir.
Hayal, ontolojik ve epistemolojik bir gerçekliğe işaret etmesiyle
ve "iki denizin karşılaştığı ama birbirine karışmadığı" nokta olmasıy
la belirsiz bir özellik taşır. Hem vard ır, hem yok; hem bilinendir, hem
382 bilinmez; hem karanlıktır, hem aydınlık ... Her iki tarafın özelliklerini
S I N E MAN I N
KOKLERI
hem taşır hem taşımaz. Ruhi olan ile cismani olan arasında bir geçiş
özelliği barındırır.
Büyü k alemde hayal dünyası, tek başına ya da soyut olarak bulu
nan, nurani, basit ve bir olan ruhlarla, karanlık, birleşik ve çok sayıda
olan cismani varlıklar arasında bulunur. Ervah ile ecsam arasında . . . Kü
çük alemde ise hayal, bedenle bağımsız ruh arasında bir aracı olarak iş
görecek hayatiyet veren ruha (en-nefsü'l hayvani) tekabül eder ki bu,
insani gerçekliğe Allah tarafından nefhedilmiştir.2 Bedenle bağımsız
ruh arasındaki berzah, nefstir. Nefs, hayalden yapılmıştır. insan kendi
nefsinde, hayalden başka bir şey olmayan makro-kozmosun bir cüzü
ne şahit olur. Bu yüzden nefsini bilen, alemi bildiği için, Rabb'ını bilir!
Chittick, İbn Arabl'nin hayal üzerine yazdıklarına yönelik açıklama
larında, hayalin son derece önemli bir özelliğini vurgula r. Hayal, cisim-
la yokluk arasında bir berzah . . . Varlık tektir ve Hakk'tır. "Diğer her şey"
•
" Oluş (kevn}, hakikatte Hakk ise de, hayôlden başka bir şey değildir.
Bunu kim anlarsa Yolun sımnı kavramış olur."5 Chittick, İbn Arabi'nin
lı ise "bitişik" tir. Bu bakımdan bitişik hayal, hayal kuranın ortadan kay
bolmasıyla yok olur; ama ayrık hayal asli bir ontolojik düzeydir.6 Ayrık
hayal İbn Arabl'ye göre bir yere kadar insan tarafından da algılanabilir.
Rahman'ın Nefesi ruhi, cismani ve hayali olarak tanımlanabile
cek üç düzeyi varlık alanına çıkarır; berzah ise varlık ve yokluk arasın
da her iki tarafın özelliklerini tezahür ettirir. Chittick'in büyük alemin
üç ontolojik düzeyi olarak varlık, hayal ve yokluk mertebelerine yöne
lik tespiti, meselemizin özetidir. Ruhi dünya
- Varlık ışığını yansıtır; cis
mani dünya yokluğun karanlığın�i ler:h�Ç�[iciÜ�ya i;�-bu.ii<Tdün-
yanın özelliklerini kucaklar.
...... .....--.--
. ,.,, �
��.u�. beden ile ruh arası � da b:r.zah vazifesi gören nefs ile ben
_
zerliği bulunduğunu ifade etmiştik. Nefs de hayal gibi hem tek, hem
çiminin" bir tezahürü olarak dikkat çeker. O zaman bir sanatçı için
hayalin mahiyetinin anlaşılması, Allah'ın yaratma biçiminin anlaşıl
ması anlamına gelir.
Hayalin, cismani alem ile ruhi
- �' "' . . alem
�'" ....... . arasında
. bir berzah olmasıy-
-� . -,�·�''""""''''""' '·'" ' ' � " �
sa, her iki alemi sinemasına yar etmeye niyetlenmiş bir yönetmen için
. . . ' _,,
bÜyük bir imkanlar ambarına giriş izni alrıı ;;ı k demektir. Cismani alemi
-- · - -
aktarmak isteyen yönetmen, bunu, o alemin Aristocu bir mimesisle
· ·
��. �_lidi y_Q!.IJilcı�a p��-��-�i�i-�fr�e!. fil� inin _ku�� b;-c:�-;t"�]i�� dÖ�üş
�E!.�i1J�.�.!J.9.�L9lamaz. Ay�ı _şekilge _ruhi. ol91)Cl l�D..1?.lı:rı!ş_2ir.�.2D.etmen,
... ..
Sinemasını manevi olana ulaşmak için bir araç olarak gören "ha
kikat sanatçısı", hayali tüm boyutlarıyla kullanabilir. Birinci düzeyde,
dünyevi olanın maneviyatına ulaşmak veya dünyevi olanı ruhileştir
mek için bir basamak olarak hayat önemlidir.
Peki, yönetmen cismani olanı manevi düzeye nasıl taşıyacaktır? Ya
da "filmlerin rüyalaştırılması" nasıl bir süreçle gerçekleştirilebilir. ön
celikle böyle bir yönetmenin, hayalin hem epistemolojik, hem de on-
. tolojik düzey ve imkanlarına hakim olması gerekiyor. Bir yandan "ken
di gördüğü rüyayı" maneviyatıyla anlamlandırabilecek bir bakışa, öte
yandan da bitişik hayal ile ayrık hayalin arabiriminin keşfedilmesine
yönelik bir çabaya sahip olmak gerekiyor.
Rüyalarda gördüğümüz şeyler, kalbe ve 33,klçı yönelmeleri bakımın-
'---------·-···�··· ·-· ·
�an nasıl bu kadar etkili olabiliyorlar? Bu, bir yandan psikoloji ve psi-
·--- -- .... .. . .
tılaşmış, ruhu ile rabıtasını yitirmeye yüz tutmuş insana, kendi varlı
''
"
lamak üzere kullandığı sembollerin cirit attığı bir alan değil, her kişi
de farklı bir deneyim alanına imkan veren ve ruha aitolanla bütünle
şen bir alan olur. Gerçeklik katmanı ise ilk andaki görünürlüğünü ya
vaş yavaş yitirip, hakikate açılan bir kapıya dönüşmeye başlar.
Sözünü ettiğimiz bu üçüncü katman, film deneyiminde Deleu
ze'nin kavramsallaştırdığı haliyle "zaman-imge"ye karşılık gelen bir şey
dir. Film sanatı, zamanı ele alış biçimiyle bile, bu üçüncü katmana ulaş
ma k°;paSitesfn-esaFifpfü. ·za'm anın manev,iyat;: fıı;;;i'� r�·ha açılması için
g eÇfŞ riokEafarl oluşturur. Niyeti "manevi alana'; ulaş�mak olmayan bir
yÖnetmen.da't1f, fümlerindeki üslubuyla bu alana rafiafül<la 'geçe6H1r.
Bela Tarr'ın, Angelopoulos'un, hatta Antonioni'nin uzun plan se-
kansları, konusu, hikayesi ne olursa olsun zaman algısının açtığı kapıy-
_,.,,,_,.,,,,,, .. : ....,�.
"
l� man'evi �iana açarlar kendilerini. Bazen tersten de olsa maneviyat
la ilişki kurmanın yollarından birisi, filmi "yaşanabilir" bir temaşa or
tamına çevirmektir. Rüzgarı, suyu, yağmuru, toprağı, ateşi "temaşa"
ettiren bir yönetmen, zaman duygusunu adeta manevi bir haz olarak
yansıtır. Hat ve sinema ilişkisini ele aldığımız bölümde ifade ettiğimiz 391
SINEMANIN
gibi, yönetmen "oluşun" .yatay ekseniyle, Öz' ün dikey eksenini karşı KÖKLERİ
zeyi" açısından neredeyse tümüyle birinci katta yer alan bir film gibi
görünür. Berzah-imgenin sadelikten açığa çıkacağının kanıtı gibidir
pu anlamda. Bu defa Aynddaki gibi, geçmiş, şimdi, gelecek, anı, rü
ya karışımının hayal potasında eriyip hayalin zamanına açılması değil
dir söz konusu olan. Tümüyle "maddi dünyada" geçiyor görünen şey,
maddi dünyanın bizatihi kendisinin "Allah'ın hayali" olduğunun anla
şıldığı bir basamağa çekiliyor. Ayndda, Chittick'in bahsettiği yönler-
� en, genellikle "maddi olanın i nceltilmesi" yönü söz konusuyken, iz-
�- .._
riden ibaret değil. Tarkovsky, rasyonel aklın kurallarına tabi olan ale
gorik biçimlerin hepsinden sıyırıyor filmini. Onun yerine bizatihi ma
nevi tecrübeyi öne alarak, ama yine de maddi "gerçekliğin" kendisi
nin kullanıldığı minik bir "mirac'' oluşturuyor.
Filmde, "güncel gerçeklik" ile örtüşmeyen hiçbir şey yoktur. Böl
ge' de bir şeyler oluyor ya da olmuyordur; ama bu durum, iman mese
lesinin problemidir ve "dış gerçekliğin" hükmüne teslim edilmez. Üs
telik dış gerçeklik kendi hükmünü sürdürüyor gözükürken bu böyle
dir. Tarkovsky, bizatihi maddi gerçekliğin "varlığını'', onu manevi ala
nın bTr-meta'Förü ya pmak ,su retiyt�-�sorg utafo< su sorgulama rasyo
nel aklın sorgulaması değildir artık! İnsan, kendi varlığını hayal ayna
sında temaşa ediyordur izSürücü Filminde ...
Dinlenme sahnelerinde Stalker'ın rüyasını düşünelim. Bu sahne
bir yanıyla, hayatın ve kainatın rüya oluşuna dair bir imgeler manzu
mesi iken, diğer yanıyla tümüyle "gerçek" materyallerle kurulan bir rü
yadır. Bir başka çalışmada çok daha detaylı incelemeye niyetlendiği
miz "hayal-imge" ve "berzah-imge" kavramlarına, tüm dünya sinema 395
SİN EMANIN
sında gösterilebilecek kamil örneklerden olması, bu sahneleri, dünya KÖKLERİ
si, "rüyalaştırma" için de, "cisimleştirmek" için de, hayati bir önem arz
eder ve Tarkovsky adeta Allah vergisi bir "keşifle" bunu fark etmiş ve
uygulamaya yönelik bir içgörüye sahip görünmektedir.
Semih Kaplanoğlu, Yusuf Üçlemesi nin ilk filmi Yumurtddan bu ya
na, hayal meselesini filmlerinin merkezine yerleştirmişti. Yumurtdda,
çoban köpeği ile geçirilen gece ve sonrası, Süt'te, motosiklet kazasın
dan sonraki bölümler ve Bal'ın babanın ortadan kaybolduktan sonraki
kısımları, nerdeyse tümüyle hayal "inceliği" ile iç içe geçmiştir. Gittik
çe "berzah katına" dahil olan kısımlarının filmin içindeki yeri artmak
tadır Kaplanoğlu sinemasında. Hayal ile "gerçek" bir muhakkik gözün
de nasıl bilinen anlamda değil de ontolojik hakikate yönelik bir çağrı
nın temaşa ve tefekkürü oluyorsa, Kaplanoğlu sineması da benzer bir
yaklaşım ve güce sahip. "Babasının kaybının" tüm hayata sirayet et
tireceği biçim, bir şairin "suretlendirmesi" gibi ete kemiğe büründü
rür hayali. Aynı Erice'in filmindeki gibi, Bal için de, şairin şairliğini be-
HAYAL VE SİNEMA: KISA BİR GİRİŞ
398
S i NEMANIN
KÖKLERi
SEKİZİ NCİ BÖLÜM
DÜNYA S İ NEMASINDA DİNİ KİŞİLİKLERİN
TEMSİLİ İLE İLG İ Lİ FİLMLERE GENEL B İR BAKIŞ
SİNEMANIN İCADINDAN BERİ, din ile sinema ilişkisi bir şekilde KÖKLERi
Kieslowski. Göstermediği Hz. Musa, Hz. İsa, on saatlik filmin her satr
rında, her sahnesinde fiilen mevcuttur. DeMille'in filminde, yukarıdan
aşağıya sarkıtılan ip, "yukarıyı" aşağının şartlarına dönüştürüp etkisiz
hale getirirken, Kieslowski, tam tersi şekilde sarkıtılan ipe tutunmak
ve o ipten yukarı tırmanmak ister. On Emir ile girdiği diyalektik ilişki,
hiçbir emri salt olduğu haliyle aktarmayı denemez. Onun yerine, in
san hayatında her gün karşılaştığımız soruların anlaşılmasında bir ka
talizördür on emir. M ucize, Kızıldeniz'in özel efektlerle ortadan yarıl
masında değil, mesela oğlunu tam da kendi kibri yüzünden kaybeden
babanın döktüğü gözyaşlarındadır. Mucize, nedamette, merhamette,
On Emir'in, binlerce yıl sonra giyindiği bu yeni giysilerinin yarattığı ma
nevi titreşimdedir. Maneviyatı ortaya koymak için hiçbir özel efekte,
hiçbir "olağanüstülüğe" hiçbir fanteziye sığınmaz Kieslowski. Zira bi
lir ki maneviyat, insanın kalbinin tam göbeğinde, hayatın sırrını açmak
için, kulak kabartan birini arayan kainatın sesindedir.
409
SiNEMANIN
Berg ma n'ı n Kış ışığı ve Kieslowski'nin Deka log'u KÖKLERİ
Birinci bölüm Allah'ın Hz. Musa'ya (a.s.) ilk emri olan "Benden baş
ka hiçbir şeye tapmayacaksın!" kelamının bir yorumu ... Modern çağ
ların tek "hakikat merkezi" haline gelmiş bilimin insanın hayatına ait
her alanda söz sahibi olabileceğini düşünen bir bilim adamıdır filmde
söz konusu olan. Aslında insanlığın iyiliği için çalışan, çocuğunu güzel
bir şekilde yetiştiren güzel bir insandır o. Ancak bilimin her şeye ce
vap olabileceği iddia ve "kibri" büyük bir sertlikle yüzüne çarpılacak
tır onun. Allah'tan başka bir şeye tapmayacaksın emrinin muhatap
ları, bilim başta olmak üzere Allah'tan başka her şeye tapar hale gel
mişlerdir. Bu da, hayatın kendisini sakatlayan bir mahiyet arz eder.
Tekrar soralım: Bilgi imana öncül müdür, yoksa iman mı bilgiden
önce gelir? Dekalog'un birinci bölümü, biraz da bilginin imana götüren
bir süreç yürütmediğini, hatta tam tersi, bilim denen kilisenin, kibriy
le, imandan uzaklaştıran bir mahiyet arz ettiğini ima eder. Özünde iyi
ve akıllı birisinin tüm iddiaları, tam da bilimsel bilgi denen şeyin kib-
DÜNYA SİNEMASINDA DİNİ KİŞİLİKLERİN TEMSİLİ İLE iLGİLİ FİLMLERE GENEL BİR BAKIŞ
Hz. İsa (a.s.) üzerine yapılmış filmlerin tarihi, film tarihi kadar es
kiye dayanır. Dini filmlere baktığımızda çok büyük bir çoğunluğunun
Hz. İsa veya Hıristiyanlık üzerine olduğunu tespit etmek güç değildir.
Bunun temel birkaç sebebi vardır. Öncelikle Hıristiyanlıkta -Protestan
ilahiyatçıların reddiyelerini göz ardı edersek- en azından bir konvansi
yon olarak Hz. İsa'nın temsil ve tasvirinde bir problem görülmemesi,
Hz. İsa hakkında her türlü filmin çekilmesine önayak olmuştur. Hz. İsa
kimi zaman bir devrimci, kimi zaman bir meczup, kimi zaman bir pey
gamber ama çoğu zaman Allah'ın yeryüzündeki imgesi olarak tasvir
edilmiş, film sanatı ile Hıristiyanlık arasında kurulan ilişkinin başat çı
karımları bu "imge" üzerinden inşa edilmiştir. Hz. Meryem (a.s.) (Kut
sal Bakire) ve Hz. İsa (Oğul}, Allah'ın (Baba) yeryüzündeki imgeleridir.
Nasıl ki Hıristiyan sanatı Hz. İsa üzerinden yürüyen bir dini sanat inşa
ettiyse, dini filmler de Hz. İsa imgesi üzerinden inşa edilir. Hz. İsa, Ba
ba'ya ulaşmak için bir atlama taşı, bir aracı, olmazsa olmaz bir imgedir.
414
SiNEMANIN Hıristiyan teolojisindeki bu anlayış, Hz. İsa'nın tasviri ile sadece te
KÖKLERİ
oloji veya sanatı değil, politikayı da beraberinde sürükler. Varlığın ken
disinden imgeye yolculuk tersyüz edildiğinde, bu defa imgenin "ya
ratılması" üzerinden bir varlık tanımlanır. Hz. İsa tasvirleri, Hz. İsa'nın
otantik varlığının çok ötesinde kimi fantezilere, hatta propagandanın
veya ideolojik kullanımların basitliğine indirgenebilmektedir. Marksist
Hz. İsa, günahkar Hz. İsa, beyaz sarı saçlı renkli gözlü Hz. İsa, hatta son
dönem ki "an ti" kullanımlarıyla siyah Hz. İsa . . .
Hz. İsa ile ilgili yapılan filmler neredeyse günahkarlık-ilahlık ara
lığının tümünü dolaşan filmlerdir ve film araçları bunların inşası için
genellikle despotça kullanılır. Melies'in 1 899 yapımı kısa filmi Christ
Walking On the Waters su üzerinden yürüyen "mucizevi" bir Hz. İsa'yı
o günün şartlarında kullanılabilecek özel efektle tanımlar. Bir dakika
dan bile kısa olan bu film, Hz. İsa ile ilgili filmlerin bir kanadının ilk pro
totiplerinden sayılabilir.
Hz. İsa hakkında yapılan en ünlü ve önemli filmlerden birisi yine
Cecil DeMille'in 1 927 yapımı King of Kings (sonradan Nicholas Ray de
DÜNYA SİNEMASINDA DİNİ KİŞİLİKLERİN TEMSİLİ İLE İLGİLİ FİLMLERE GENEL BİR BAKIS
aynı başlıkta yine Hz. İsa ile ilgili bir film çekmiştir) filmidir. Bu film, On
Emirde Hz. Musa için olduğu gibi, Hz. İsa'yı da Eski ve Yeni Ahit'lerin kı
lavuzluğunda kurgular. Kitab-ı Mukaddes'te söz edilen mucizeler, ko
nuşmalar ve İncil' den pasajlar bu sessiz filmi "seslendiren" şeylerdir.
Her ne kadar sessiz film döneminde yapılmış olsa da, kutsal kitaptan
sözlerin açıklayıcı unsur olarak kullanıldığı klasik tarzda bir Filmdir bu.
Hz. İsa'nın "yükselişi" ve modern dönemde bir koronun eşliğinde söy
lenen bir ilahi ile biter Film.
1 960'ların başında Nicholas Ray'in çektiği King of Kings filmi ise,
ilkinin Hz. İsa'nın "mesajına" odaklanması karşısında, genellikle tarihi
olayların eşliğinde bir Hz. İsa portresi çizer. Romalılarla Musevilerin iliş
kisi ve Barabbas'ın Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesindeki yeri üzerine İncil
lerden çeşitli pasajlarla desteklenen bir filmdir Ray'in filmi. Ray, son
raki Hollywood İsa'larına prototip olacak bir İsa tasviri yapar. Hz. İsa
iyidir, Barabbas kötü; Hz. İsa bir ermiştir, ne olup bittiğinin pek farkın
da olmayan bir "abdal". Sarı saçlı renkli gözlü Amerikalı bir İsa' dır artık
söz konusu olan. Hz. İsa'nın filme aktarılması üzerine kapsamlı bir ki 415
tap yazmış olan Freek Bakker'in Challenge of the Silver Screenki tabın
SIN EMAN I N
KÖKLERi
le tüm eleştiriler gibi, yapılan ilk eleştiri, filmin İncillere uygun olup
olmadığı üzerine oldu. Tarihi ya da dini metinlerle uyumluluk/uyum
suzluk meselesi, asıl meseleyi genellikle göz ardı etti. Hz İsa'yı bir fi
gür olarak tasvir etmek, onu hakikaten "şimdi"ye taşıyan ve "şimdi
nin" insanını onun düzeyine çıkarabilecek bir manevi ortam yaratıyor
muydu? Zira Nazaretli İsa neredeyse bütü n klasik/konvansiyonel tari
hi filmlerde olduğu türden bir dramatik yapıya sahipti. "Tasarlanan"
İsa, hakikaten Hz. İsa mıydı, yoksa o oyuncu kimse o muydu? Zeffirel
li, Hz. İsa'nın çöldeki acıları diğer filmler gibi göstermediği için, kimi
eleştirmenlerce Hz. İsa'yı "insan-ötesi" bir figür olarak tasvir etmekle
suçlanmıştı. Halbuki Batı sanatının genel tavrı o i nsanüstülükten bes
leniyordu zaten. Oğul değil miydi İsa son tahlilde? Ancak Hz. İsa üze
rine yapılan filmlerin bir kısmının Hz. İsa'yı dünyaya çekmek için kafa
göz yardığını da gözden kaçırmamak lazım.
Martin Scorsese'nin Nikos Kazancakis'in aynı isimli romanından
uyarladığı Last Temptation of Christ/isa'nm Son Günahı Hz. İsa'yı "şimdi
ye" getirmek amacını güderken, burada "yok etmeye" niyet etmiş gö 417
rünür. Hz. İsa artık bir peygamber ya da Hıristiyan ilahiyatındaki Oğul
S i N EMAN i N
KÖKLERi
değil, acı çeken, zaafları, şehveti, korkuları olan düpedüz bir "insan"dır.
Seyirci, yönetmenin yarattığı İsa karakterine "duygusal" olarak katılır
klasik Hollywood filmlerinde olduğu gibi. Ancak bu defa duygusallık,
İsa'nın acıları, korkuları hatta şüpheleri yoluyla direk dinin ve Allah'ın
kendisine yönelik bir şüpheye dönüşür. Katarsis, mesela DeMille'de
olduğundan çok farklı işlemez ama katarsisin yönü değişiktir bu de
fa. İki uçtan birine doğru atılan Hz. İsa'nın durumuna manevi bir katı
lım az, duygusal hissetme çoktur.
Denys Arcand'ın Jesus ofMontreal filmi ilginç bir filmdir. Yönet
men, Hz, İsa'yı, onu bir tiyatro eserinde "canlandırmak" isteyen bir ti
yatro oyuncusu yoluyla "şimdi"ye taşımayı dener. Aktörün, Hz. İsa ile
ilgili araştırmaların ı geliştirdikçe Hz, İsa'ya "dönüşmesinin" merhale
lerine odaklanan film, Hz. isa'yı "şimdi"nin meselesi yapmakla elbet
te önemli bir iş yapmıştır. Ancak filmin manevi düzleme akma konu
sunda h ızlı tarzından dolayı ciddi problemleri vardır.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
kurtarmak için kendini feda etmeye razı olan birisidir. Bu yüzden çev
resinde herkes onun bir "deli", bir "meczup" olduğunu düşünür. Hz.
İsa'nın karşılaştığı acı ve yıkımların bir kısmı İzSürücü'nün macerasın
da da belirgin kılınır. İzSürücü'nün Hz. İsa ile bağı salt masumiyet ve
meşakkatli bir kendini kurban etme eyleminde değil, aynı zamanda
bitip tükenmek bilmez bir arayış aşkındadır.
Hz. İsa ile seyirci arasında kurulacak bağda ikinci mesele, filmin
yapısının nasıl kurulacağı meselesidir. Edebiyatın, resmin, tiyatronun
veya plastik sanatlar ya da müziğin kullanılması ve filmin o alanların
alanına sıkıştırılması, genellikle dünya sinemasının kahir ekseriyetine
hakim olan ve bu yüzden dini filmlerde de etkili olan bir biçim yara
tır. Bu biçim genellikle edebiyatın dilinin ve sembolizminin hakimiye
ti ile kurulan ve plastik sanatların temsili yapılarının peygamberlerin
tasvirinde başat rol oynadığı bir dramatik yapıyı zorunlu kılar. Hz. İsa
filmleri özelinde, İnciller eksik kalan gedikleri kapatan bir harç işlevi
SEKİZİNCİ BÖLÜM
420 Dünya sinemasında Hz. Peygamberin (a.s.) hayatı ile ilgili çok faz
SiNEMAN i N
KÖKLERi la film olmadığını tespit etmek ve bunun sebepleri üzerine biraz dü
şünmek, siyer-film ilişkisi meselesindeki konumumuz ve yapabilecek
lerimizi anlamak için önemli bir çıkış noktası olabilir.
Efendimiz'in (s.a.) plastik temsili ile ilgili genel anlayış ve filmler
deki temsilinin nasıl olabileceği üzerine henüz bir uzlaşmaya varıla
maması, fıkhın çeşitli biçimlerdeki kısıtlayıcı engelleri, film sanatının
hakikatine yönelik derinleşmek yerine, sinemanın kabaca Müslüman
hayatı içinde geri plana atılması, Müslümanların kendi peygamberle
rinin hayatı üzerine dahi çok fazla film yapma şansı bulamadığı bir so
nucu doğurdu. Bugüne kadar bu konuda hata sadece Çağr/yı örnek
gösteriyor olmamızın temel sebepleri bunlardır. Müslüman dünyası
nın, film sanatının kapasite, imkan ve gücü hakkında -İran dışında- çok
fazla ikna olmaması da bu sonucu doğuran ana etmenlerden birisi.
Mustafa Akad'ın 1 976 yapımı The Message/Çağrı filmi, her şeyden
önce duygusal bir bağ ile tüm Müslümanların kabul ettiği ve sonraki
yapılacak filmlere bir şablon olarak dahil olan bir film olarak elbette
DÜNYA SİNEMASINDA DİNİ KİŞİLİKLERİN TEMSİLİ İLE İLGİLİ FİLMLERE GENEL BİR BAKIŞ
Öncelikle bir filmin, eğer kamil bir manevi ortam oluşturma ni
KÖKLERi
424
SIN E MANIN
KÖ KLERi
DOKUZU N CU BÖLÜM
SONS ÖZ:
Y İTİ K H İ KMETİ N PEŞ İ NDE; TAS AVV U F, SANAT VE
GELENEK ARAYIŞINDAKİ TÜRK S İ NEMASI
(Nar 35)
mile'ye kadar uzun bir yolculuktur nefs. Bir yanıyla esfel-i safilin'e ba
kar, öte yanı ahsen-i takvTm'e yükselmek ister.
Modern düşünce, nefsin bu "yapısını" bozunuma uğratmasıyla
bir fıtrat katliamı olarak da değerlendirilebilir. Artık nefs, sadece be
denle ilişkisi olan, ama ruhu unutan ya da onu bir takım psiko-soma
tik etkilerin alanına indirgeyen ve bodrum katlarında debelenmenin
özgürlük olarak kutsandığı bir şekle bürünür. İplerin kesilmesi, nefsi
kendi yolculuğunda yetim bırakır. İnsanın balçık ucu ile Rahman ucu
arasındaki bağın kopuşu, insanı bir arada tutan tüm bağların kopuşu
anlamına geliyordu bir anlamıyla. Modernitenin, insanlık tarihindeki
en büyük fıtrat katliamı olması bundandır!
Özgürlük, modern düşünce, insanın "akletme yetilerini" iğdiş et
meden önce, insanda mündemiç olan "yükselme" imkanlarının keş
fedilmesinin adıydı. Evet, bazen günah da vardı bu yolda; ama töv
be imkanları ile birlikte "günahtan kurtulma" özgürlüğü de bu gü-
SONSÖZ: YİTİK HİKMETİN PEŞİNDE; TASAVVUF, SANATVE GELENEKARAVIŞINDAKİ TÜRK Sİ NEMASI
nahlara eşlik ediyordu. Aşağı çeken her ipe karşılık, yukarıya çeken
çok daha güçlü bir ip görünür haldeydi. Özgürleşme, insanın, balçı
ğın, yani "maddi olanın" tutsağı olmaktan kurtulup, ruha yelken aç
maya uğraşmasının adıydı. Bu yüzden külfetli ve zor bir yolculuk ol
duğu inkar edilemezdi.
İnsanı, "görünürdeki" en "kolaya", "dar kapıya", "sarp yokuşa" de
ğil, uçuruma giden geniş yollara mahkum eden modernite ise, insa
nın insan olmasını sağlayan "iplerin" salıverilmesini buyuruyordu tüm
insanlığa. İpleri salınca, "bağlarından" kurtulacak" ve "özgür" olacaktı
insan! Ancak bağlarından "kurtulması" insanı bambaşka bağların esiri
yapacaktı. Yusuf Kaplan'ın isabetle söylediği gibi, ontolojik güvenini
kaybetmiş insan, epistemolojik güvenlik alanlarını çoğaltmakta bula
caktı çözümü. Böylece insan, bataklığı "fethetmeye" koyulacaktı hız
la. Bilim ve teknolojinin tarihin hiçbir döneminde ve medeniyetinde
olmadığı kadar "çarpık" gelişmesinin sebebi, epistemolojik güvenlik
alanlarına duyulan trajik ihtiyaçtır. Ama insan, "fethetmeye çalıştığı"
balçığın içinde bir bataklık yaratığına dönüşüyordu hızla! Bataklığa 429
saplandıkça, kendini daha "özgür" olarak sunuyor ve bataklığın ma
S i NEMAN i N
KÖKLERİ
Yedikçe şişer, şiştikçe daha fazla yeme ihtiyacı duyar, aynen modern
insan gibi.
Modern düşüncenin, "balçığı fethinin" sonuçlarından birisiydi, iş
galcilere sonsuzca yeme hakkı verirken, mazlumu her şeyden mah
rum etmesi. Yiyor yiyor, sonra da post-modern uzmanlık alanlarının
en trajikomiği olan türlü cinsten "diyetisyenlere" başvuruyordu insan.
En "makbul" diyet, yemeyi içmeyi hiç azaltmadan "gösteriş" imkanı
nı ortadan kaybetmeyendi! Akademi, türlü cinslerden diyetisyenliğin
bir sürümü oluyordu böylece. Sosyoloji, psikoloji, tıp, psikiyatri, fel
sefe . . . Bunlar bilim ve teknolojilerin ürettiği "ürünleri" yiyen insanla
rın, "diyet politikalarını" belirliyorlardı. Her birisi, modern ve ultra-mo
dern özgürlük politikalarının bir başka yönden "onayına" ve o onay
üzerinden inşa edilen fıtratı bozulmuş hormonlu insanın "propagan
dasına" girişiyordu.
Ancak, nefs-i emmare'nin doymamak gibi bir özelliği vardır ve in
sanı kendi içinde yok edinceye kadar aynı döngü içinde döndürür. Glo
430 bal bir nefs-i emmare olarak adlandırılabilecek olan bilimsel ve tek
S i N EM A N i N
KÖKLERİ
nolojik "ilerleme" saplantısının, tüm dünyayı, çevre ve insanlığın ge
leceği açısından yok edecek raddeye gelmesi ve ortamı insan için ya
şanılmaz kılan bir global uçuruma dönüştürmesi modern çarpıklıkla
rın en trajik sonuçlarındandır.
Yeme içme şehveti, kariyer şehveti, para, mal mülk şehveti, "iler
leme" şehveti, cinsellik şehveti . . . Bunların hepsinde sonsuzca açılan
"özgürlük" alanları, her birinin kendi "bodrumuna" ve "sapkınlığına"
düşmesiyle sonuçlanacaktı doğal olarak! Yaratıcısı ile bağlarını kopa
ran insan, O büyük boşluğa türlü tanrıcıklar doldurmaya başlayacak
tı. Mesleğine, egosunu, kariyerine, arabasına, siyasi partisine, evine,
parasına, gücüne, iktidarına ve bunlar gibi yüzlerce başka şeye tapan
bir insan modeli ortaya çıkacaktı. Özgürlük olarak dayatılan şey, insa
nın bataklık içine daha da gömülme özgürlüğü olacaktı en fazla! Ve bu
bataklık özgürlüğüne karşı "hatırlatılan" bir başka "özgurlüğü", Rah
man isminin tecellisiyle şereflenme özgürlüğünü, "özgürlük karşıtlı
ğı" olarak damgalayacaktı liberal özgürlük politikaları!
SONSÖZ:VİTİKHİKMETİ NPEŞİNDE;TASAVVUF,SANATVEGELENEKARAVIŞINDAKİTÜRKSİNEMASI
1. Nasr, Seyyid Hüseyin (2001 ). Bilgi ve Kutsal {Çev. Yusuf Yazar). İstanbul: İz
Yayıncılık. S.1 4
DOKUZUNCU BÖLÜM
2. Nasr, Seyyid Hüseyin (200 1 ) . Bilgi ve Kutsal (Çev. Yusuf Yazar). İstanbul: iz
Yayıncılık. 5.67
DOKUZUNCU BÖLÜM
4. Nasr, Seyyid Hüseyin (2001). Bilgi ve Kutsal (Çev. Yusuf Yazar). İstanbul: iz
Yayıncılık. S.75
5. Nasr, Seyyid Hüseyin (2001). Bilgi ve Kutsal (Çev. Yusuf Yazar). İstanbul: iz
Yayıncılık. S.86
SONSÖZ: YİTİK HİKMETİN PEŞİNDE; TASAVVUF, SANAT VE GELENEK ARAYIŞINDAKİ TÜRK SINEMASI
birinin içine geçmiş halde bir kesret-vahdet ilişkisi içinde kurulur. Za
man ile ebediyet arasında, birlik ile çokluk arasında, mimari ya da di
ğer İslam sanatlarında genellikle mekan üzerinden bir "ritm" yarat
mak üzerinden yürütülen ilişki, sinemada a-priori olarak vardır. Bu an
lamıyla sinema, İslam sanatının ilk kurucu ilkesi olan "Vahdet-kesret"
ilişkisini bünyesinde barındırmasıyla, bütünüyle manevi bir sanat ola
rak görülebilir.
Neyi kaybettik meselesinde cevabını aradığımız meselelerden bir
diğeri, ahlak ile vahyin bağının koparılması meselesidir. Muhakkikler,
"Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak" tabiriyle, ahlakın, diğer her şey gibi
kaynağını işaret ederler. İslam sanatı, bu ahlakın zorunlu ve a-prio-
6. Burckhardt, Titus(2005). İslam Sanatı: Dil ve Anlam. (Çev. Turan Koç) İstan
bul: Klasik Yayınları. 5.84-88
7. Grabar, Oleg(2006). Constracting the Study of lslamic Art, Volume 3; lsla
mic Art and Beyond. Hampshire: Ashgate Publishing. 5. 2 5 1 -252
DOKUZUNCU BÖLÜM
olarak, adeta Allah vergisi bir "görü" ile yanlış olanın tespitini yapar ve
doğruya yönelik çıkarım ve eylemlerde bulunur. Bu durum, hangi ge
lenekten olursa olsun, "Allah'ın ipine" tutunmaya yardım edecek bir
merdiven atma çabası anlamına gelir. Bu yüzden, özellikle Müslüman
dünyada sıkça denk geldiğimiz, mesela "neden bir Budist ya da Hıristi
yan sanatçıyı izlemek bizim için elzem olsun ki?" türü soruların bizi Fa
kirleştirmekle kalmadığını, aynı zamanda bizi yüzyıllardır düşünmenin
düşmanı olagelmiş rasyonel(leştirilmiş} aklın kölesi haline getirdiğini
anlamak zorundayız. Tam tersi; bu şairlerin/yönetmenlerin, rasyonel
aklın kapanından nasıl kurtulduğunu anlamak, bizi de akademik/ras
yonel tuzaklara karşı uyaracak ve kendi "düşünme" maceramızda uya
nık kılacaktır. Son tahlilde, sanatın ve özelde de sinemanın şiirinin "dü
şünme" potansiyeli üzerinde biraz daha detaylı durmak zorundayız.
Bu noktada sinemanın "potansiyeli" meselesi, üzerinde dikkatle
düşünmemiz gereken bir alan olarak ortaya çıkıyor. Sinemanın "mev
cudu", onun potansiyelini, ama özellikle Müslüman gelenek içindeki
potansiyelini tam olarak gerçekleştirmiş bir şey olmadığı için, genel 447
de sinema ve maneviyat ilişkisi, özelde de sinema ile İslam medeniye
SiN E M A N i N
KÖKLERi
mamız için bir soluk olduğudu r. İlk uzun metrajlı filmi Vurun Kahpeye
ve sonrasındaki Kanun Namma ile Türk sinemasının sonraki yönetmen
leri için bir öncü figür olmayı hak eder Akad. Yusuf Kaplan, bu yüzden
Akad'ı, "Türk sinemasının Griffith'i" olarak taltif eder. Zira Akad olma
saydı, ne Atıf Yılmaz, ne Metin Erksan ortaya çıkabilirdi.
K1Z1lırmak Karakoyun, Vesikalı Yô.rim gibi önemli filmlerinin ardın
dan Gelin, Düğün ve Diyet: ten oluşan üçlemesiyle Akad, toplumsal so
run larla, o sorun ların bireyde yarattığ ı yarılmaların psikoloji k araştır
masına koyulur. Bu yüzden özellikle üçlemede ki Akad, bir yanıyla top
lumsal olanın makro araştırmasına koyulurken, bireysel olanın mikro
dünyasını, o makro d ünya içindeki çalkantılarıyla ele alır. İ nsan, onun
filmlerinde toplumsallığı içinde oluşur. Bu anlayışın, elbette "gele
nek" meselesinde olumlu ve olumsuz yönleri vardır. İnsanı, toplum
sal mekanizma ve hareketlerin bir türevi, çıktısı, esiri olarak görmek,
hakiki otantik olanın keşfine yönelik yönelimlere ket vurma tehlike
si barındırır. Gelenek ve otanti klik tartışmalarında açıklamaya çalıştı
450 ğımız gibi, gelenek-in bir yön ü topluma, tarihe bakıyorsa, ondan çok
S i N E M A N iN
KÖKLERi daha önemli bir yönü, tarih ve toplumun dışında, onlardan çok daha
derinlerde(n) kuruluyor. Bu bakımdan Akad' dan bahsederken, onun,
bizim bahsettiğimiz anlamıyla bir "gelenek kurmak" açısından öne
mi, Ayşe Şasa'nın Yeşilçam Günlüğilnde kendisinden alın tıladığı söz
lerinde gizlidir: "Bugüne dek yaptıklarımız, ne yapılmaması gerektiği
nin göstergesidir."
Yine Şasa'nın tespit ettiği gibi, Akad, Erksan, Refiğ ve Yılmaz, yap
tıkları kimi filmlerde geleneksel bir sinematografinin i puçların ı ver
mişlerdi. Ancak Yusuf Kaplan'ın Oxford Dünya Sinema Tarihi ne yazdı
ğı Türk sinemasıyla i lgili makalede belirttiği gibi9 sinemamızın iki nci
büyük kırılması Akad' dan sonra Yılmaz Güney i le yaşanacaktı. Nasıl ki
Akad'ın yaptıkları, ama özellikle yapamadıkları, ondan sonra gelen yö
netmenler için bir i pucu olduysa, Güney'in Umut i le başlayan önem
li filmler serüveninde, sonraki yönetmenlere -Şerif Gören' den, Erden
dursalar da, epistemoloj i ile ontoloji ve sinema dilinin g üçlü bir onto
loj i ile yeniden inşası açısından, aynı onlar gibi çok önemli ilerlemeler
kaydedemediler. Elbette bu yönetmenlerin filmleri Batılı d ram gele
neğinden sıyrılmaya çalışan başka yönetmenlerin filmleri için de bir
çıkış noktası olabilirdi. Ancak gölge oyununu, doğuya ait epik anlayı
şı ve lirizmi kullanmaya çalışan birçok yönetmen, üstüne yerleşecek
leri derin bir gelenek bilgisi ve oradan ü retilecek film geleneği olma
yınca, çoğu zaman çok zayıf eserler verebildiler ancak. Dolayısıyla bu
çabalar, çok büyük eserler vermek durumunda değillerdi. Kendi top
raklarının kültüründen faydalanmaya çalışırken, çoğu zaman, "sosya
list gerçekçiliğin" "yeşil" versiyonlarını ortaya koyan propaganda film
leri olarak kaldı bu filmler de.
Türk sineması, 60 ve 70'lerde yapıla n filmlerde büyük oranda Ba
tılı anlamda bir dram anlayışından yola çıkmıştı. Ancak bu dram anlayı
şının, bu ülkenin kültüründe bir çıkış noktası ve kökü olmadığı için, Ay
şe Şasa'nın ifade ettiği gibi, dram yapılma niyetiyle ortaya çıkılan eser
ler kendilerini çoğunlukla melodramda bulmuşlardı. 80'lerden sonra 453
SINEMANIN
Türk sineması başka bir yöne doğru evirilmişti. Melodramdan drama KÖKLERi
Sonuç
457
S i N EMAN i N
KÖKLERi
KAYNAKÇA
458
SINEMANIN
KÖKLERi
KAYNAKÇA
459
Alpyağıl, Recep (201 O). Türkiye' de Ota ntik Felsefe Yapabilmenin im
SINEMANIN
KÖKLERi
Goethe, Johann Wolfgang. Faust Cilt 2 . Çev. Genç Osman Yavaş. İs
tan bu l: Bordo Siyah
Grabar, Oleg (2006). Constracting the Study of lslamic Art, Volume
3; lslamic Art and Beyond. Hampshire: Ashgate Publishing
Graham-Dixon, Andrew (2008). Art: Definitive Visual Guide. Dk Pub
lishing
Heidegger, Martin (2004}. Sanat Eserinin Kökeni (Çev. Fatih Tepeba
şılı). İstanbul: Babil Yayınları
Heidegger, Martin (2008). Varlık ve Zaman. Çev. Kaan K. Ökten. İstan
bul: Agora Kitaplığı
İbnü'l Arabi (2006}, FusGsu'l Hikem. (Çev. Ekrem Demirli). İstanbul:
Kabalcı Yayın ları
İbnü'l Arabi (2007). FütGhat-ı Mekkiyye. 2. Baskı (Çev. Ekrem Demir
li). İstanbul: Litera Yayıncılık
Karakoç, Sezai (201 2). Edebiyat Yazıları (5. baskı). İstanbul: Diri liş Ya
461
yınları S I N EM A N I N
KÖKLERi
Kılıç, Mahmut Erol (20 1 5). Sufi ve Sanat. İstanbul: Sufi Kitap
Kılıç, Mahmut Erol (20 1 1 ). Sufi ve Şiir ( 1 0. baskı). İstanbul: İnsan Ya
yınları
Kovacs, Andras Balint (201 O}. Modernizmi Seyretmek (Çev. Ertan Yıl
maz). İstanbul. De Ki Basım
Kracauer, Siegfried (201 5). Film Teorisi (Çev. Özge Çelik). İstanbul:
Metis Yayın ları
Leaman, Oliver (201 2). İslam Estetiğine Giriş 3. Baskı. (Çev. Nuh Yıl
maz); Küre Yayın ları, İstanbul
Levinas, Emmanuel (2002), Sonsuza Tanıklık. İsta nbul: Metis Yayın
ları
Merleau-Ponty, Maurice (201 2) Göz ve Tin (3. baskı. Çev. Ahmet Soy
sal). İstanbul: Metis Yayınları
Monokl Dergisi. 201 O Sonbahar. Levinas özel sayısı
KAYNAKÇA
Na ney, Jean-Luc (201 3). Filmin Apaçıklığı Abbas Kiyarüstemi (Çev. Ta
cettin Ertuğrul). İstanbul: Küre Yayınları
Nasr, Seyyid H üseyin (2001 ). Bilgi ve Kutsal. (Çev. Yusuf Yazar). İstan
bul: iz Yayınları
Nasr, S. Hüseyin (1 999). İslam Sanatı ve Maneviyatı {Çev. A. Demirhan).
İstanbul: insan Yayınları
Nowell-Smith, Geoffrey (2003). Oxford Dünya Sinema Tarihi (Çev. Ah
met Fethi). İstanbul: Kabalcı Yayınevi
Özel, İsmet (201 4). Şiir Okuma Kılavuzu (2. baskı). İstanbul: Tiyo
Pezzella, Mario (2006}. Sinemada Estetik (Çev. Fisun Demir). Anka
ra: Dost Kitabevi
Sayın, Zeynep (2009). imgenin Pornografisi 2. basım: İstanbul: Me
tis Yayınları
Schrader, Paul (2008). Kutsalın Görüntüsü (Çev. Z. Hepkon, O.Ş. Ay
d ın). İstanbul: Es Yayınları
462
SINEMANIN
KÖKLERi
Schuon, Frithjof (2007), Art From the Sacred to the Profane East and
West. World Wisdom ine.
Steuber, Jason (2007). The Art of China 3000 Years of Art and Litera
ture. Landon: Scriptum
Süphandağı, İsmail (1 999}. Şiir ve Mutlak. İstanbul: iz Yayınları
Şasa, Ayşe (2003). Yeşilçam G ünlüğü (3. baskı). İstanbul. Gelenek Ya
yınları
Tarkovski, Andrey (2000); Mühürlenmiş Zaman 3. Baskı (Çev. Füsun
Ant); Afa Yayınları, İstanbul
Toman, Rolf (201 O). Ars Sacra. U llmann Publications
Vacche, Angela D. (1 996). Cinema and Painting. Austin. Texas Uni
versity Press
Virgin Portraits (Mega Square): Claus Cari: Parkstone
Zwieg, Stefan (201 1 ). Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski
(Çev. Ayda Yörükan) İstanbul: Doğu Batı Yayınları
DİZİN
465
A alegori 36, 1 02, 1 1 5, 1 1 6, 1 35, SINEMANIN
KÖ KLERi
Abe, Kobo 1 53, 1 64, 1 66, 1 67, 1 57, 1 59, 394
2 1 2, 2 1 3, 2 1 6, 2 1 8 alegorik anlam katmanı 389
Abuladze, Tengiz 389, 390 alegorik kat/alegorik katman
acayipleştirmek 2 71 , 387, 388, 1 1 4, 1 1 6, 390
393 alem-i melekOt 97
Adem, Hz. 82, 92, 93, 94 alem-i şahadet 97
afak 3 Ali, Hz. XVlll, 95, 422
Aglaya 233, 235, 240, 242, 248, Allah'ın ipi 1 O
250, 2 5 1 Allah'ın isim ve sıfatları 28, 43,
Agnostisizm 5 5 , 435 52, 55, 92, 1 1 0
ahlaki soru mluluk 223 Ailen, Woody 34 7, 3 77
Ahmetova, Anna 349 Alpyağıl, Recep 433, 436, 439,
Akad, Mustafa 420, 421 , 423 459
Akad, Ömer Lütfi 449, 450, 45 1 , A'mak-ı Hayal 1 58
454, 455 Andrew, Dudley 1 62, 1 63, 459,
Akl 433, 434, 436, 437, 438 46 1
Akutagawa 1 41 , 1 42 Angelopoulos, Theo 79, 1 44,
1 45, 1 47, 1 55, 274, 275,
Alacakaptan, Ulvi 269
3 1 1 , 391
DiZiN
Biri nci Dünya Savaşı 23, 1 1 1 , Bruegel 347, 348, 353, 354,
221 374, 375, 376, 377
bitişik hayal 381 , 384, 386, 388 Budizm/Budist 49, 305, 328,
Bizans 1 05, 1 1 5, 1 49, 1 73, 1 88, 330, 33 1 , 332, 335, 340,
279, 282, 283, 285, 286, 402, 425, 444, 446, 447
287, 288, 289, 290, 291 , Burckhardt, Titus 45, 46, 47,
292, 293, 295, 296, 297, 50, 52, 53, 54, 57, 59,
3 1 5, 3 1 6, 3 1 9, 322, 323, 6 1 , 357, 358, 359, 360,
324, 33 1 , 333, 335, 35 1 , 36 1 , 368, 442, 443, 460
353, 359 bütün zaman lar 340
Bizans i ko n u/ikonası 297, 298, büyük boşluk 340
3 1 6, 3 1 8, 320, 322, 323,
32� 34 1 , 348, 362, 36�
376 c
Blavatsky 41 cam i 263, 2 64
Bolşevik Devrimi 6 Cami, Abdurrahman 92
Bondarchuk, Sergey 1 5 1 Camus, Albert 1 90, 1 9 1
Bordwell, D. 333 Caravaggio 285
boşluk XVll, 1 2, 44, 55, 57, 74, Carlsen, Henning 1 79, 1 80, 1 82,
8 1 , 1 1 � 1 75, 1 9� 28� 1 84 467
290, 33 1 , 332, 333, 334, Carne, Marcel 1 1 O, 1 1 1 , 1 1 2 SINEMANIN
KÖKLERi
338, 339, 340, 341 , 345, Carriere, Jean Claude 1 82
346, 41 1 , 423, 424, 444 Celal 9 1 , 92, 93, 351
Boticelli 284 Cemal 9 1 , 92, 9 3, 351
Botz-Bornstein, Thorsten 388, Ceylan, Nuri Bilge 1 84, 1 85, 1 86,
393, 460 1 87, 1 92, 3 1 2, 454, 455
Böll, Heinrich 1 64 Chang-Dong, Lee 1 20, 1 2 2
Brecht 1 55, 1 97, 2 1 7, 271 , 274 Chanter 37
Brechtyen tiyatro 274 Chittick, W. 92, 382, 383, 384,
Bresson, Robert 87, 1 1 4, 1 1 5, 393, 394, 460
1 1 6, 1 26, 1 37, 1 48, 1 49, Cimabue 283
1 50, 1 5 1 , 1 57, 1 70, 1 7 1 , cisim lendirmek/cisimleştirmek
1 72, 1 73, 1 76, 1 88, 2 1 0, 383, 395, 396
2 6 1 , 270, 2 71 , 272, 275, cismani alem 385
2 76, 3 1 0, 3 1 7, 3 1 8, 3 1 9, Clair, Rene 1 1 O
320, 322, 323, 325, 327, cogi to 7, 58, 63, 376, 439, 448
33 1 , 334, 353, 362, 366, Cohen, Leonard 1 02, 259, 260,
404, 405, 4 1 9 460
Brook, Peter 1 3, 227 Coomaraswamy, Ananda 47,
Brooks, Mel 407 48, 49, 5 1 , 52, 287, 292,
DiZiN
2 38, 239, 240, 241 , 242, 73, 1 63, 282, 335, 339,
243, 244, 245, 246, 247, 382, 386, 429, 437, 44 1 ,
248, 249, 250, 251 , 252, 444, 448, 4 5 1 , 452, 453,
253, 254, 255, 460, 462 454, 455
Dovzhenko, Aleksandr 303, Erdem, Reha 454, 455
304, 306 Erice, Victor 1 55, 37 1 , 372, 373,
Döblin, Alfred 1 64 374, 39 1 , 392, 396
dört unsur 349, 35 1 , 372 Erksan, Metin 450, 45 1 , 455
d ramaturji 1 79 Ertaş, N eşet 1 02
Dreyer, C.Theodo r 1 1 5, 1 6 1 , esfel-i safi li n 3, 70, 94, 235, 428
1 88, 1 92, 1 96, 262, 3 1 7, Eskimo 266
3 1 8, 320, 32 1 , 322, 323, eşref-i mahlukat xvı ıı, 8, 9, 70,
324, 327, 33 1 , 334, 403, 9 1 , 1 1 0, 335
404, 405, 408, 41 9 Eşyanın değişmez özleri 358
Duccio 283 eylem zamanı 268
Dura� M. 1 53, 2 1 8, 275, 276
Duvivier, Julien 1 1 O
F
d uygusal pornografi 271
Dünya resim leri çağı 294 Falstaf 1 76
fan tezi 66, 1 59, 1 60, 2 1 6, 265, 469
273, 325, 357, 385, 393, S i N EM A N I N
E 394, 395, 408, 449
KÖKLERi
hayal alemi 289, 3 58, 361 , 383, Hsien, Hou Hsiao 344, 346
394 H ume 434
hayal gözü 382 Husrev 1 99, 2 00, 2 01 , 202, 203,
hayal-imge 88, 395 2 04, 205, 206
hayal katmanı 392 Huszarik, Zoltan 375
hayatın tekilliği 1 1 1 hümanist 56
Hayret Vadisi 81 h ü ma nist sanat 324
hedonist 6 9 Hüsn ü Aşk 1 58
Heidegger, Martin 22, 3 7 , 1 06, hüsnühat 368, 370
1 07, 1 08, 1 1 0, 1 30, 1 3 1 ,
325, 390, 434, 438, 439,
448, 461
helezonik 248, 25 1 , 292, 293 !mamura, Shoei 336
Hemingway, E. 1 53 Irmak, Çağan 1 88, 270
Herzog, Werner 222 Itri 70, 1 02
Heston, Charlton 42 1 lvanov, Vyaçeslav 1 08
H ıristiyan sanatı 49, 50, 5 1 , 2 62,
41 4
Hıristiyan teolojisi 32
Hızır, Hz. 1 23, 239 İ blis 32, 82, 92, 93 471
hiçlik 44, 1 1 6, 1 88, 333 İbn Arabi 1 0, 29, 43, 53, 73, 82, S I N EM A N I N
KOKLERI
Hindu geleneği 1 3 83, 87, 92, 96, 1 0 1 , 1 26,
Hint resmi 341 245, 381 , 382, 383, 384,
Hint sanatı 47, 341 385, 388, 393, 396, 435,
Hira Mağarası 4, 1 7, 20, 2 1 449
Hiroshige 334 İbn Rüşd 245, 435
Hitchcock, Alfred 1 54, 322 İbn Sina 1 0
Hitler 2 2 1 , 225, 2 2 6 İbrahim, Hz. 287, 355
hiyeroglif 7 2 , 1 1 0, 2 61 , 2 64, içkinlik düzlemi 2 7
3 1 4, 3 1 6, 350, 356, 406 id o l 36
Holbein, Hans 242 İdris, Hz. 2 39, 252
Hollywood 5, 6, 9, 1 O, 1 1 , 1 2, 1 3, İkbal, Muhammed XVI
1 4, 1 5, 20, 84, 1 1 7, 1 43, ikinci akıl 43
1 47, 1 5 1 , 1 59, 1 85, 1 88, İkinci Dünya Savaşı 1 47, 2 1 3,
1 90, 2 66, 2 7 1 , 307, 3 1 9, 2 2 1 , 222, 223, 224, 273,
329, 33 1 , 353, 3 6 1 , 388, 329
393, 401 , 407, 41 5, 4 1 7 ikon/ikona 28, 30, 3 1 , 36, 37,
Holy Trinity 287 46, 48, 49, 52, 53, 54,
Hopper 350 6 1 , 1 43, 1 55, 283, 287,
Hölderlin, F. 98 296, 322, 347, 348, 35 1 ,
DiZiN
kapitalist/kapitalizm 1 1 , 1 2, 63 Konfuçyanizm 6
Kaplanoğlu, Semih 70, 87, 1 1 8, Kovacs, A.B. 2 1 5, 2 1 6, 2 1 7, 272,
1 64, 2 61 , 2 67, 376, 391 , 273, 274
396, 3 97, 398, 454, 455 Kozmos 1 75
Kaplan, Yusuf 29, 30, 38, 429, kör nokta 294, 333
450 Kötülüğün Sıradanlığı 222
Karaindrou, Eleni 1 02 kötülük 1 84, 1 90, 1 91 , 207, 2 1 3,
Karakoç, Sezai 89, 9 1 , 95, 96, 2 1 4, 222, 227, 233, 244,
253, 461 252
karikatür 36 Kracauer, Siegfried 1 33, 1 34,
kartezyen 1 5 5, 290, 3 1 7, 370, 1 35, 1 38, 1 40, 1 41 , 1 44,
437, 448 1 46, 1 47, 1 48, 1 54, 1 68,
katarsis 388, 407, 408, 420 1 73, 1 74, 1 75, 1 76, 1 77,
katedral 23 1 , 262 1 78, 1 81 , 233, 238, 461
Kaurismaki, Aki 1 72, 1 73, 1 79, Kra l lear 1 75, 2 74
270 Kral Oidipus 267
kavşak noktası 1 6, 23, 24 Kuleshov, Lev 303
Kavur, Ömer 451 Kur'an-ı Kerim XV, 93, 1 30, 397,
Keige, Chen 344, 345, 346 423, 451
kendilik 1 3, 49, 65, 83, 1 96, 438, Ku rosawa, Akira 1 41 , 1 42, 1 55, 473
439, 440 1 74, 1 75, 1 76, 1 79, 232, S i N EMAN i N
KÖKLERi
kesret 432, 441 , 443, 449 236, 237, 238, 252, 253,
kevn 383 254
Khemir, Nacer 1 59, 397 kurucu boşluk 286
Kılıç, Mahmut Erol 94, 97, 98, Kurzel, Justin 1 75
1 78, 460, 461 Kutsal Bakire 49, 50, 4 1 4
Kıral, Erden 451 kutsal sanat 62, 88, 435
Kısakürek, Necip Fazıl 1 92 , 1 9 3,
1 94, 1 99, 206
L
Kiarostami, Abbas 302, 3 1 2
Kieslowski, Krzysztof 1 69, 1 72, Lacan 286, 294, 295
2 1 2, 301 , 35 1 , 408, 409, lamekan 1 5 1 , 293, 357, 36 1 ,
4 1 1 , 41 2, 41 3 362
kilise 262, 263, 264, 306, 3 5 1 Lazarus 1 43, 253, 323, 405
Kinoshita, Keisuke 336, 338 Leaman, Oliver 59, 60, 6 1 , 62,
kişiselleştirme 289, 292 461
Klee, Paul 38, 39, 44, 327, 448 Leigh, Mike 1 55, 1 69
Kleist 257, 2 69 Levh-i Mahfuz 40
Kluge, Alexander 222 Levinas, Emmanuel 30, 34, 35,
Kobayashi, Masaki 1 67 36, 37, 39, 72, 75, 461
DiZiN
65, 68, 86, 1 05, 1 43, soyut sa nat 42, 44, 57, 1 1 7, 295
293, 3 1 7, 33 1 , 358, 3 76, soyut tiyatro 274
398, 445 sömü rgeleştirme 58
sezgisel akıl 43 Spargo 36, 37
sezgisel duygu 43 Steiner, Rudolph 41
Sha kespeare, W 1 74, 1 76, 238, Stil 1 50, 2 1 7, 272, 274, 320,
265 322, 407, 422
Sınav, Osman 1 87, 1 88, 1 89, Straub, Jean- Mari 222, 274,
1 90 275, 276
simge 22, 35, 72, 1 08, 1 09, 1 1 O, sub-realizm 1 1 7, 1 60
1 24, 296 suretlendirmek 352, 361 , 387,
sim ulakr XX, 36 394
simü lasyon 28, 36 suret yasağı 44, 5 1 , 7 1
Sine-göz 306 suskunluk 1 02
sinema nın mümkünü 77 Süleyman iye 1 05, 1 1 8
sinemanın tevhidi 73 Sünnet 29, 61
sinemasal edep 335 sünnet-i seniyye 29
Sisti ne Şapeli 290 süreklilik 302, 308, 368, 436
Sisyphos 248 sü rrealist/sürrealizm 33, 44,
478 Sjöberg, Alf 1 83 1 60, 1 64, 362, 396
SiNEMANIN skolastik 390 Syberberg, Hans Jurgen 222,
KÖKLERi
Snow, Michael 267, 3 1 4 274, 275, 276
Sokurov, Aleksandr 87, 1 97, Sydow, Max Von 270
1 98, 460 Szabo, lstvan 1 99
somutluk 40, 4 1 , 45, 1 1 7, 1 37
sonsuzda benzemek/sonsuzda
benzeyen 50, 287, 289, ş
292, 293 şahadet alemi 73, 1 03
sonsuz mekan 1 5 2, 340, 361 Şasa, Ayşe XXll, XXlll, 444, 445,
sonsuz şimdi 308 446, 450, 45 1 , 453, 462
Sontag, Susan 260, 2 6 1 , 262 şeriat 69
Sonya 1 7 1 , 1 72, 1 9 1 , 1 92, 237, şeytan 1 94, 1 95, 1 96, 1 97, 1 98
240, 245 şiirsel 99, 1 04, 1 05, 1 07, 1 09,
Sovyet Devrim Sineması 304, 1 1 1 , 1 1 2, 1 1 3, 1 1 4, 22 1 ,
305, 307 357, 365
Sovyet montajı 303, 306 Şiirsel Gerçekçilik 1 1 O, 1 1 1 , 1 1 2
soyutlama 40, 42, 75, 1 32, 1 33, Şiva-Şakti 48
1 36, 1 37
soyutlaştırma 40, 274
T
soyutluk 57, 1 1 7, 295
DiZiN
A
A City of Sad ness/Bei qing cheng shi (1 989) Hou Hsiao Hsien 346
-
B
Ba bam ve Oğlum (2005} - Çağan I rmak 1 88, 270
Babaziz (2005} - Nacer Khemir 1 59, 1 60, 397
Bal (20 1 O) - Sem ih Kaplanoğlu 396, 397
Başkasının Yüzü/Tanin no Kao (1 966) - Hiroshi Teshigahara 1 66, 1 67
Başlangıç/lnception (201 O) - Christopher Nolan 1 O, 1 59
Bekleme Odası (2003} - Zeki Demirkubuz 1 90, 1 9 1
Benim Ad ım Carmen/Prenom Carmen (1 983} - Jean-Luc Godard
274
Benim Hüzünlü Orospularım/Memoria de mis putas tristas (201 1 )
Henning Carlsen 1 84
486 Berlin Aleksander Meydanı/Berlin Alexa nderplatz (1 980) - R.W. Fass
S İ N EMAN i N binder 1 64
KÖKLERi
Berlin Üzerinde Gökyüzü/De r Himmel Über Bertin (1 987} - Wim
Wenders 1 6 1
Beyaz Geceler/Le Notti Bianche (1 957} - Luchino Visconti 1 65, 1 82
Bir Adam Yaratmak (1 977) - Yücel Çakmaklı 1 93, 1 94, 1 99, 201 , 203,
204, 209, 2 1 2, 232
Bir Evlilikten Manzara lar/Scener Ur Ett Aktenskap (1 973) - lngmar
Bergman 1 85
Birleşen Yollar (1 970) - Yücel Çakmaklı 452
Bir Müze Ziyaretçisi/Posetitel Muzeya (1 989) - Konstantin, Lopus
hansky 1 57
Bir Taşra Papazının Günlüğü/Journal d'un cure de campagne (1 9 5 1 )
- Robert Bresson 1 48, 1 49, 1 50, 1 70, 1 72, 1 99, 320, 405,
41 9
Bir Zamanlar Anadolu'da (201 1 ) - Nuri Bilge Ceylan 1 84, 3 1 2
Bulantı (201 5} - Zeki Demirkubuz 1 90, 1 9 1 , 1 92
Büyük Aldanış/Le Grande Jllusion (1 937} - Jean Renoir 1 1 O, 1 1 1
Büyük İskender/O Megalexandros (1 980) - Theo Angelopoulos 1 55
FİLM DİZİNİ
c
Cenneti Beklerken (2006) - Derviş Zaim 365, 3 66, 367, 369, 370
Cezayir Savaşı/La Battaglia d i Algeri {1 9 66) - Gillo Pontecorvo 220
Ch rist Walking On the Waters (1 899) - G. Melies 4 1 4
Cinayeti Gördü m/Blow-up (1 966) - Michelangelo Antonioni 1 54
Csontvary {1 980) - Zoltan H uszarik 375
ç
ÇağrıjThe Message {1 976) - Mustafa Akad 420, 42 1 , 422, 423, 424
Çılgın Pierro/Pierrot le fou (1 965) - Jean-Luc Godard 2 74, 276
Çıplak/Naked (1 993) - Mike Leigh 1 5 5, 1 69, 1 70
Çöl GezginlerijEl-haimoune {1 984) - Nace r Khemir 397
D
Dalgakıran/La Jetee (1 962) - Chris Marker 299, 300
Değirmen ve Haç/Mlyn i krzyz - Lech Majewski 374, 375
Dekalog (1 989) - Kieslowski, Krzysztof 1 69, 1 70, 1 72, 2 1 2, 301 , 35 1 ,
408, 409, 41 1 , 41 2, 4 1 3 487
Devran (20 1 3) - Semih Kaplanoğlu 267, 3 9 1 SINEMANIN
KÖKlERI
Dilek Ağacı/Natvris khe (1 977) - Tengiz Abuladze 390
Diyet (1 97 4) Ö. Lütfi Akad 450
-
E
Ekim/Oktyabr (1 928) - Sergei M. Eisenstein 301
Elveda Cariyem/Sa wang bie ji (1 993) - Chen Keige 345
Exodus: Tan rı lar ve Krallar/Exodus: Gods and Kings (201 4) - Ridley
Scott 1 4
F
Faust (20 1 1 ) - Aleksandr Sokurov 1 94, 1 9 5, 1 96, 1 97, 1 98, 1 99,
460, 461
FiLM DiZiNİ
G
Gabbeh (1 996) - Muhsin Makmalbaf 363, 364, 365, 3 7 1
Gece/La Notte (1 96 1 ) - M. Antonioni 1 1 5, 1 1 6, 309
Gecelerin Ötesi (1 960) - Metin Erksan 4 51
Geçen Yı l Marienbad'da/Last Year in Marienbad (1961) - Alain Res-
nais 1 42, 272
Geç Gelen Bahar/Banshun ( 1 949) - Yasujiro Ozu 309, 3 1 O
Gelin (1 973) - Ö. Lütfi Akad XXlll, 450
Genç Törless/Der junge Törless (1 966) - Volker Schlöndorff 1 65,
220, 223, 2 24, 227, 2 28
Genroku Chushingura (1 941 ) - Kenji Mizoguchi 337
Gertrud (1 964) - C.T. Dreyer 322, 323, 324
Gezgin Oyuncular/O Thiasos (1 975) - Theo Angelopoulos 1 55, 27 4
Grev/Stachka (1 925) - Sergei M. Eisenstein 30 1 , 304, 305
Gurbet Kuşları (1 964) - Halit Refiğ 452
Güney/El Sur (1 983) - Victor Erice 1 55, 391 , 450, 451 , 452, 454, 455
Gü rültücü Güzel/La Belle Noiseuse (1 99 1 ) - Jacques Rivette 374
488 H
sıN����Eı�
Hakuchi (1 9 5 1 ) - Akira Ku rosawa 232, 235, 236, 237, 252, 253, 254
Hal ve Gidiş Sıfır/Zero de Conduite (1 933) - Jean Vigo 1 1 O
Hamlet (1 948) - Laurence Olivier 1 77, 1 78, 1 79, 1 93, 201 , 267
Hamlet Goes to Business (1 987) - Aki Kaurismaki 1 79
Haremde Dört Kad ı n (1 965) - Halit Refiğ 452
Hayat Devam Ediyor/Zendegi va Digar Hich ( 1 992) - Abbas Kiaros
tami 3 1 2
Hiroşima Sevgilim/L.'.annee Derniere a Marienbad (1 959)- Alain Res
nais 1 40, 1 42
Histoire(s) du cinema (1 988-1 998) - Jean-Luc Godard 4
Homo Faber (1 99 1 ) - Volker Schlöndorff 1 65, 223
bayashi 1 67
isa'nın Son Günahı/Last Temptation of Christ ( 1 988) - Martin Scor
sese 4 1 7
İskilipli Atıf Hoca (1 993) - Mesut Uçakan 452
İvan İlyiç'in Ölümü/Prostaya Smert {1 985) - Aleksander Kaidanov
sky 1 56
izSürücü/Stalker (1 979) - Andrei Tarkovsky XXll, 1 04, 394, 395, 405,
419
J
Jean D' arc'ın Tutkusu/La Passion de Jeanne d'Arc (1 928) - C. Theo
dor Dreyer 1 88, 262
Jean D'arc'ın Yargılanması/Proces de Jeanne d'Arc (1 962) - Robert
Bresson 320
Jesus of Montreal (1 989) Denys Arcand 4 1 7
-
K
Kanlı Saltanat/The Tragedy of Macbeth (1 97 1 ) Roman Polanski
-
1 74
Kanlı Taht/Kumonosu-jo (1 957) - Akira Kurosawa 1 74, 1 7 6
Kanun Namına (1 952) ö. Lütfi Akad 450
-
mou 345
Kış lşığı/Nattvardsgasterna (1 963) - lngmar Bergman 1 70, 1 85, 409,
41 0, 41 1
Kış Uykusu (20 1 4) - Nuri Bilge Ceylan 1 84, 1 85, 1 86
Kızılırmak Karakoyun (1 967) ö. Lütfi Akad 450
-
L
490
SINEMANIN L'Atalante (1 934) Jean Vigo 1 1 O
-
KÖ KLERi
M
Macbeth (1 948) - Orson Welles 1 7 4, 1 76
Macbeth (20 1 5) - J ustin Ku rzel 1 75
Macera/L'aventura (1 960) - M. Antonioni 1 1 6
Marketa Lazarova (1 967) - Vlacil, Frantisek 1 7 1 , 1 84
Matta'ya Göre İncil/il Vangelo Secondo Matteo (1 964) - P.P. Pasoli-
ni 1 1 4, 1 43, 4 1 5, 4 1 6, 4 1 8
Mavi/Blue (1 993) Derek Jarman 267
-
N
Narayama Türküsü/Narayama Bushikô (1 958) - Keisuke Kinoshita
338
FiLM DİZİNi
o
Oedipus Rex/Edipo Re (1 967) - P.P. Pasolini 1 1 4
Ogre/Der Unhold (1 996) - Volker Sch löndorff 1 65
Olağanüstü Adamlarla Karşılaşmalar/Meetings with Remarkable
Men {1 979) - Peter Brook 1 3
On Emir/Ten Commandments {1 923) - Cecille DeMille 1 4, 407, 408,
409, 4 1 2, 41 5, 467
On Emir/Ten Commandments {1 956) - Cecille DeMille 1 4, 407, 408,
409, 41 2, 41 5, 467
Ordet (1 955) - Cari Theodor Dreyer 1 61 , 1 92, 32 1 , 322, 323, 324,
404, 405, 408, 4 1 9 491
Oyunun Kuralı/La Regle du Jeu (1 939) - Jean Renoir 1 1 O, 1 1 1 s ı N EMAN ı N
KÖKLERi
ö
Ölü Adamın Mektubu/Pisma myortvogo cheloveka {1 986) - Kons
tantin, Lopushansky 1 57
Ölümcül Tuzak/Hurt Locker (2008) - Kathryn Bigelow 9
Ölümsüz Karanfiller {1 995) - Mesut Uçakan 452
p
Palermo'da Yüzleşme/Palermo Shooting (2008) - Wim Wenders XX,
431
Pather Panchali (1 955) - Satyajit Ray 1 40
Persona (1 966) - lngmar Bergman 1 85
Petra von Kant'ın Acı Gözyaşları/Die Bitteren tranen der Petra Von
Ka nt (1 972) - R.W. Fassbinder 27 4
Pi (1 998) - Darren Aranofsky 1 5
Potemkin Zırhlısı/Bronenosets Potemkin (1 925) - Sergei M. Eisens
tein 301
FiLM DİZiNi
R
Ran (1 985) - Akira Kurosawa 1 75, 1 76
Rashomon (1 950) - Akira Kurosawa 1 41 , 1 55
Rastgele Balthazar/Au Hasard Balthazar (1 966) - Robert Bresson
1 71
Reis Bey (1 988) - Mesut Uçakan 1 93, 1 94, 206, 207, 208, 209, 2 1 O,
2 1 1 , 2 1 2, 239, 240, 246, 25 1 , 452
Ruhların Kaçışı/Spirited Away (2001 ) - Hayao Miyazaki 429
Rüzgar Bizi Sürükleyecek/Bad ma ra khahad bord (1 999) - Abbas Ki
arostami 3 1 2
s
Saraband (2003} - lngmar Bergman 1 85
Satantango (1 994} - Bela Tarr 1 1 6
Satıcının Ölümü/Death of a Salesman (1 985) - Volker Schlöndorff
1 65
Savaş ve Barış/Voyna i Mir (1 966) - Sergey Bondarchuk 1 5 1 , 1 5 2,
1 53
492 Sayat Nova (1 969) - Sergei Paradjanov 1 1 4, 1 24, 1 2 5, 1 26, 1 45, 360,
S i N E MA N i N
KÖKLERi 361 , 362, 363, 364, 3 66, 375
Sessizlik/Tysnadan (1 963) - lngmar Bergman 42, 1 7 5, 4 1 1
Sevmek Zamanı (1 965) - Metin Erksan 451
Sineklerin Tanrısı/Lord of the Flies (1 963) - Peter Brook 227
Sisler Rıhtımı/Le Quai Des Brumes (1 938) - Marcel Carne 1 1 O, 1 1 1
Siyah Pelerinli Ada m (1 992} - İsmail Güneş 1 93, 1 94, 1 9 5, 1 99, 209,
2 1 2, 232
Solaris (1 972) - Andrei Tarkovsky 347, 348, 349
Sonsuzluk ve Bir Gün/Mia aioniotita kai mia mera (1 998) - Theo An
gelopoulos 1 45
Söz/Ordet (1 955) - Cari Theodor Dreyer 1 6 1 , 322
Stalker (1 979} - Andrei Tarkovsky 4, 1 9, 1 04, 1 56, 1 57, 1 58, 1 98,
2 1 5, 348, 394, 395, 397, 41 9
Suç ve Ceza/Rikos Ja Rangaistus (1 983) - Aki Kaurismaki 1 33, 1 39,
1 7 1 , 1 72, 1 9 1 , 237, 240, 254
Susuz Yaz (1 963) - Metin Erksan 451
Sükut/Sokout (1 998) - Muhsin Makmalbaf 364, 365
Süt (2008} - Semih Kaplanoğlu 2 6 1 , 396, 397
Swann'ın Aşkı/Un Amour de Swann (1 984) - Volker Schlöndorff 1 65,
223
FiLM DİZiNi
ş
Şiir/Shi (20 1 O) - Lee Chang-Dong 1 20
T
Teneke Trompet/Die Blechtrommel (1 979) - Volker Schlöndorff
1 64, 1 65, 2 2 3
Tokyo H ikayesi/Tokyo Monogatari (1 9 53) - Yasujiro Ozu 261 , 309,
3 1 0, 329, 3 30, 33 1 , 332, 335
Torino Atı/A Torinôi lô (20 1 1 ) - Bela Tarr 1 1 6, 254, 350, 373
u
U lis'in Bakışı/Ta vlemma tou Odyssea (1 995) - Theo Angelopoulos
1 45
Umberto D (1 952) - Vittorio de Sica 1 77
Umut (1 970) - Şerif Gören, Yılmaz Güney 450
Umutsuzlar/Szegenylegenyek (1 966) - Jancs6, Miklôs 2 1 7, 2 1 8, 2 1 9,
220, 2 2 1
Unutulmuş Ataların Gölgeleri/Ti ni zabutykh predkiv (1 965) - Sergei 493
Paradjanov 362, 363, 364 S i N EMAN iN
KÖKLERi
Utanç/Skammen (1 968) - lngmar Bergman 270, 4 1 1
Uyku/Sleep (1 9 64) - Andy Warhol 1 93, 268
Uzun Hikaye (20 1 2) - 0sman Sınav 1 8 7, 1 88, 1 89, 1 90
Ü
Üç Maymun (2008) - Nuri Bilge Ceylan 1 86
v
Vampir/Vampyr (1 932) - C.T. Dreyer 3 2 1
Venedik'te Ölü m/Morte a Venezia (1 9 7 1 ) - Luchino Visconti 1 65
Vesikalı Yarim (1 968) - ö. Lütfi Akad 450
Vurun Kahpeye (1 949) - Ö. Lütfi Akad 450
w
Wavelenght (1 967) - Michael Snow 267, 3 1 4
Werckmeister Armonileri/Werckmeister Harmôniak (2000) - Bela
FiLM DiZİNİ
Tarr 1 1 6, 390
y
Yaban Çilekleri/Smultronstallet (1 957) - lngmar Bergman 1 44, 1 45
Yalnız Değrtsiniz (1 990) - Mesut Uçakan 452
Yankesici/Pickpocket (1 959) - Robert Bresson 1 71
Yazgı (200 1 ) - Zeki Demirkubuz 1 90, 1 9 1
Yaz Sonu/Kohayagawa-ke n o a ki (1 96 1 ) - Yasujiro Ozu 333
Yedi nci Mühür/Det sjunde i nseglet (1 957) - l ngmar Bergman 4 1 O,
41 1
Yedi Samuray/Shichinin no samurai (1 954) - Akira Kurosawa 238
Yellow Earth/Huang tu di(1 984) - Chen Keige 345, 346
Yeraltı (201 2) - Zeki Demirkubuz 1 8 1 , 1 82, 1 90, 1 9 1 , 1 92
Yılanların Öcü (1 962) - Metin Erksan 451
Yumu rta (2007) - Semih Kaplanoğlu 396, 397
494
S i N EMAN i N
KÖKLERi
S İ N EMAN I N KÖ K L E Rİ, temel derdi eskimeyende yeni bir söz
söylemek olan bir yürüyüşün ara duraklarından birisidir. Film
sanatının imkanlarını, diğer sanatlardan da alınan ilhamla
keşfedip, hem diğer sanatların, hem de film sanatının
hakikatini anlama çabasıdır.
11 1
9 7897 5 5 7 4 8 1 4 6
t 30,00