You are on page 1of 157

Onur Gökşen > EYVAH, BABAM BİR MANYAK!

OT Kitap
EYVAH, BABAM BİR MANYAK!

Onur Gökçen

© Medu Yayıncılık Tic. Ltd. Şti.


Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya
tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz
Yayınevi Sertifika No: 31126

Birinci Basım: Kasım 2016 (3000 Adet)

Yayın Yönetmeni:
Erdem öztop

Kapak ve İç Fotoğraflar
Onur Gökşen

Baskı ve Cilt:
Ana Basın Yay. Gıda İnş. San. Tic. A.Ş.
B. O. S. B. Mermerciler Sanayi Sitesi 10. Cadde No: 15 Beylikdüzü / İstanbul
Matbaa Sertifika No: 20699
ISBN 978-605-9738-08-8

Medu Yayıncılık ve Kafe Hizmetleri Tic. Ltd.


Bereketzade Mah. Banker Sok. No: 6 Galata Beyoğlu-İstanbul
www.otkitap.com - www.otdergi.com
twitter.com/otdergi ■ facebook.com/otdergi - instagram.com/dergiot
EYVAH, BABAM BİR MANYAK!

Onur Gökşen
ONUR GÖKŞEN 1972 yılında İstanbul'da doğdu. Yazarın ilk kitabı
"Bizim de Renkli Televizyonumuz Vardı" 2011 yılında yayınlandı.
Daha sonra sırasıyla 2012'de "Yedi Kere Sekiz", 2013'de "Allah Be­
lanı Versin Brokoli" ve 2014'te "Muazzam Bey'in Değersiz Hayatı"
okuyucuyla buluştu. Onur Gökşen 2014 yılından bu yana Ot Dergi-
si'nde yazmaktadır.
Sevgili kızım İpek’e, eşim Goncaya
ve can dostum Atilla Cenanın aziz hatırasına...
Bu kitabın oluşmasında fikren büyük katkıları
olan Hande Birsaya teşekkürlerimle...
- GİRİŞ -

Çocuk istemiyorum!
TORUN YOK MU TORUN, NERDE TORUN?

evgili okur,
Bu kitaba bir itirafla başlamam gerek sanırım. Aklıma
geldikçe bana kendimi kötü hissettiren, geçmişte kalmış ama
beni hâlâ “Ben niye o zamanlar böyle düşünüyordum?” diye
rahatsız eden bir düşüncemi sizlerle paylaşmam gerek.
Ben kırk bir yaşında baba oldum. Hayır hayır, yaşlanmak,
ya da daha kibarca ifade etmek gerekirse biraz geç kalmak
beni rahatsız etmiyor. Söylemek istediğim bu değil. İtirafım
şudur ki; ben kırk bir yaşma kadar çocuk istemedim. Bu fi­
kirden yıllarca kaçtım. Çocuğun hayatıma getireceği yük ve
sorumluluklardan korktum. Artık iş o hale gelmişti ki etra­
fımdaki herkes, çocuk yapamadığımızı zannediyordu.
"E artık bir torun ister sizinkiler..."
Bunu duyar duymaz hemen gözlerimi kısıyor, boynumu
biraz büküyor ve karşımdakini sonsuza kadar susturacak
cümleyi en hüzünlü tonlamayla kuruyordum.
"Maalesef, çocuğumuz olmuyor bizim..."
Verdiğim bu cevaba karşın bazıları susuyor, bazıları da ıs­
rarlarına devam ediyorlar, bize doktor ya da kocakarı yöntemi
öneriyorlardı.

15
Yahu size ne?
Benim uçkurumun, hadi daha kitabın başında kabalaşma­
yayım, benim aile planlamamın tasası size mi düştü? Uzak ak­
rabaları, eşi dostu bir kenara bırakalım; onlar el.
Peki ya annem?
İki günde bir “Torun sevmek istiyorum artık” demek de
ne? Sevme torun, beni sev, ben senin oğlun değil miyim, ne­
yim yetmedi sana da torun derdine düştün?
Ama esas bomba itiraf şimdi geliyor. Ben hata yapıyormu-
şum. Çok büyük bir gaflet içindeymişim. Annem haklıymış.
Torun da, çocuk da gayet istenecek varlıklarmış. Bunu da ço­
cuğum olduktan sonra öğrendim.
Kitaba, pişmanlık yasasından faydalanıp susmak bilmeyen
yasadışı örgüt itirafçıları gibi başladım madem, çok küçük bir
itiraf daha size; ben tüm bu anlattıklarım haricinde çok tem­
beldim. Kırkımdan sonra hayatıma çocuk sokup yorulmak
istemiyordum. Doktora götür, altını değiştir, yıka, kurula, ye­
meğini yedir, okula götür, okuldan getir, biraz büyüdüğünde
aptal aptal arkadaşları eve gelsin. Çocuk dediğinin derdi bit­
miyordu ki...
Etrafımda ne kadar çift varsa hemen tamamı, çocukları ol­
duktan sonra en az on yıl yaşlanmıştı. Kadın zaten doğumdan
haşat bir halde çıkıyordu, hamilelikte aldığı kiloları vermesi
büyük meseleydi. Bir de üstüne çocuğun verdiği yorgunluk
eklenince, evlenirken sevdiğin kadınla, çocuğunun annesi
arasında fıziken de ruhen de en az elli yıllık fark oluyordu.
Erkek desen, o da farklı değildi; saçları dökülüyor, sakalları
beyazlıyor, uykusuzluktan göz altları morarıyordu.
Alt tarafı bir çocuk ama ailesinin insanca yaşama hakkını
elinden alıyor; tüm ilgiyi, sevgiyi, eşlerin evlilik sürecinde bir­
birlerine verdiği ne varsa, hepsini kendine korkunç, akıl almaz

16
bir bencillikle sadece kendine istiyordu.
Evliliğimde tam on yıl direnmiştim, hatta ne onu, on iki
koca yılı çocuksuz geçirmiştim. Bundan sonra da böyle de­
vam eder diye düşünüyordum fakat yine de kolay pes etmedi­
ğimi söylemeliyim. Anlaşma yoluna gittim daha İpek doğma­
dan. Her şartımı tek tek kabul ettirdim eşime. Çocuk için asla
benden fazladan bir şey istenmeyecekti. Kimse evde sigarama
karışmayacaktı. Çocuğa sadece sevgimi verecektim, başka da
bir boka karışmazdım, bana neydi sonuçta ben babaydım, an­
nesi ilgilensindi.
Eşime tüm şartlarımı kabul ettirmem hiç de zor olmadı.
Ve 1 Mart 2013’te Naife İpek doğdu.
Ondan sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
Üç buçuk yıldır evde sigara içemiyorum mesela, balkonda
içiyorum. îpek’i çişe ben götürüyorum, annesi olmadığı za­
man yemeğini de yediriyorum, onunla parka da gidiyorum,
arabayla da geziyorum. Ve tüm bunları severek, isteyerek,
içimden gelerek yapıyorum.
Sevgili okur,
Elindeki bu kitap, kırk yaşına kadar kendisini babalığa ha-
zırlayamamış ve bundan sonra da asla hazırlayamayacak za­
vallı bir adamın hikâyesidir.
Kronolojik olmasa da bu zavallı adamın annelerin ve ço­
cuklarının dünyasına nasıl uyum sağlayamadığını, çocuğunu
büyütürken neler düşündüğünü, çaresizliklerini, isyanını ve
maalesef bütün babalar gibi biraz manyak olduğunu okuya­
caksınız.
Ve bir de kızını ne kadar çok sevdiğini...

17
- GELİŞME -

Çocuğum oldu!
BU YEMEK BİTECEK!

pek doğduğunda “Eyvah, ne yapacağız şimdi, bu çocuğa na­


İsıl bakacağız?” diye çok korkmuştum ancak günler geçtikçe
çocuk bakmanın hiç de öyle büyük bir numarası olmadığını
anladım. İpek ağlıyordu, annesi meme veriyordu; ağlıyordu,
annesi altını değiştiriyordu; ağlıyordu, alıp kucağına pışpışlı­
yordu. Babaya düşen hiçbir sorumluluk yoktu. Baba dediğin
işten geldiğinde çocuğun beşiğine gidip agucuk bucucuk diye
salak salak hareketlerle çocuğunu seven gereksiz bir kişiydi.
Sadece Goncanın bir akrabası bizdeyken “Bizim damat çok
öküz” lafı, ailesindeki dedikodu meclisinde arşa yükselmesin
diye arada ev işlerine yardım ediyordum; çamaşır asmak, ye­
mekleri ısıtmak gibi. Ya da Gonca o işlerle ilgilenirken ben
çocuğun başında duruyordum.
Beklediğimden çok daha kolay atlatacaktım ölesiye kork­
tuğum bu süreci galiba.
Ancak işler altıncı aya geldiğinde yavaş yavaş değişecekti
ve ben başıma geleceklerin farkında değildim. İpek, günün on
dört saatinde uyuyup geri kalanında süt emdiği bitkisel haya­
tını geride bırakıyordu. Doktorumuzun talimatıyla diğer gı­
daların da tadına bakmaya başlamıştı. İpek’e ilk ay elma püresi
verdik ve ben ilk defa o anda Goncanın aslında eşim değil, su
katılmamış bir Nazi olduğunu fark ettim. İleriki dönemlerde

21
gözlemlerimi tüm kadınlar üzerinde yoğunlaştıracak ve hep­
sinin çocuk büyütürken bir SS subayına dönüştüğünü dehşet
içinde idrak edecektim.
Elma püresi ile başlayan maceramız diğer katı gıdalarla
devam etti. Elmanın, armudun organiği nereden alınır, kilo­
su kaçadır hepsini eşek gibi öğrendim. Bir süre sonra organik
sebze meyve satan pazarlardaki ahilerle dost oldum. Onlar­
dan, “Abi onu alma, bunu al. Çok taze, biraz önce dalından
kopardım,” şeklinde ipuçları almaya başladım.
Dört beş ay sonra artık ortalama bir ilkokul öğrencisi ka­
dar, hangi mevsim hangi meyve tazedir bilgisine sahiptim ki
zaten organik dedikleri gıdalar da tam böyle bir şeydi, mevsi­
mi değilse tezgahta bulunmuyordu.
Evet, îpek’i doğal gıdalarla besliyor ama yemek yerken
mızmızlanmasın diye eline değeri iki bin lira olan cep tele­
fonunu vermekte sakınca görmüyorduk. Çünkü biz modern
çağın anne babalarıydık, ne yaptığımızın farkında değildik,
şuursuzca bir şeyler yapıyorduk işte. Belki de bu modern çağ
ebeveyni olmakla değil, yeni anne baba olmanın heyecanı ile
ilgiliydi.
Bilmiyordum. Tek bildiğim Gonca'nın İpeke yemek yedi­
rirken Nazi üniforması giydiği ve yemeklerden önce ve sonra
kendi kendine fısıldayarak Alman millî marşını söylemesiydi.
Kendisi bunu inkâr etse de birkaç kez kulaklarımla duymuş­
tum.
Aslında olan şuydu; çocuk bizi delirtiyordu ve biz bunun
farkında bile değildik. Çünkü sağlıklı bir insan rüyasında or­
ganik olduğunu iddia eden bir kerevizle “Yalan söyleme lan,
mevsimin değil,” diye kavga etmez, ona ağız yüz girişmezdi.
İşin delirme kısmını bir kenara bırakırsak; bakınız bu sü­
reçte Gonca sayesinde neler öğrendim: Ispanak yoğurtla yen-

22
mez demiri kaçar; köftenin kıymasını bu kasaptan alma sakın
çünkü orası insan eti satıyormuş; yemekte su içilmez, yemek­
ten önce veya sonra içilmeli; çikolata ve tatlı dört yaşma kadar
yok. Tabii, haklı, dört yaşına kadar o tattan mahrum bıraka­
lım çocuğu ki ileride kendi parasını kazanmaya başladığında,
bilinçaltına işlemiş bu yoksunluk ona maaşını çikolatalara,
şekerlemelere yatırtsın. Sonra dört yaşına kadar sağlıklı bir
şekilde büyüttüğün kızın yirmi üç yaşında obez olsun.
Bu kadar kusursuz çocuk büyütmeyi pek benimsediğim
söylenemezdi çünkü evde bana yük oluyordu bir sürü gereksiz
iş. Kaç kere işten yorgun argın geldiğimde, evde yoğurt olma­
dığı için markete organik yoğurt almaya gittim. -O da yemek
için değil çünkü İpek’in yoğurdu tabii ki evimizde yapılıyor
çünkü evde değil mandırada oturuyorum ben, yakında Gonca
organiğin zirvesine ulaşarak oturma odasında bir inek besler­
se şaşırmam.- Sadece evde yapılan yoğurdu mayalamak için...
E peki sorayım o zaman; madem İpek’in yediğine içtiği­
ne bu kadar dikkat ediyorsun da İpek on beş yaşında sigaraya
başladığı zaman ne yapacaksın sevgili annesi?
Kendini mi yakacaksın?
Çocuğun kontrolü bir yaştan sonra bizde değil ki! Sen iste­
diğin gibi besle. Önemli olan sen yanında yokken ne yaptığı.
Yoksa yanındayken zaten bir şekilde senin istediğin gibi bü­
yüyor ama bu yapılanların onun kişiliğine yansıması nedir, ne
değildir bunları büyüdüğünde görüyoruz.
İpek biraz büyüdüğünde birkaç kez ben yedirdim yemeği­
ni. Evde de kimse yoktu. Gonca evde olsa hayatta yedirmem;
bana ne, annesi ne iş yapıyor? Beş altı kaşık yedikten sonra
“doydum” dedi, biraz zorladım, bu sefer öğürmeye başladı.
Bir düşünün lütfen, kendi evladıma nasıl yemek yedirmeye
devam edeyim kustura kustura. Baba mıyım, manyak mıyım?
“Tamam kızım, yeme,” dedim, o da yemedi. Hiçbir şey de ol­
madı. Allah Allah ya!

24
YALVARIRIM UYU

unu kabul edelim; aslında evde bir çocuk değil, akıl hasta­
Ş nesinden kaçmış bir deli büyütüyoruz.
Bu can sıkıcı tespitin üzerine biraz düşünmenizi istiyorum.
Aklına esen her şeyi yapma yetisini kendinde görebilen bir
varlık yaşıyor evinizde. Canı sıkılır duvarı boyar, canı sıkılır
bütün oyuncakları yere atar, canı ister yemek yer, gecenin kör
vakti uyumak istemez ve tüm bunları yaparken de size man­
tıklı tek bir gerekçe sunamaz.
“Kızım yemeğini neden yemiyorsun?”
“Çünkü... Çünkü... Çünkü sen çok yaramazsın”
Yahu ne alakası var? Canım istemiyor de, çirkin olmuş de,
ne dersen de, benim yaramazlığımla senin yemeği yememe­
nin ne alakası var?
Dediğim gibi, cezai ehliyeti olmayan tehlikeli bir canlı bü­
yütüyoruz evimizde.
Geçen gece annesi geç gelecekti herhalde, uyutma görevi
bendeydi. Bana kalsa yanımda otursun sabaha kadar, uykusu
geldiğinde zaten uyur. Sonuçta uzaylı değil, benim evladım.
Genleri insandan aktarılmış. İlla ki uyuyacak ama telefonu­
ma birer dakika arayla SS tümen komutanından gelen onlarca
“Uyudu mu, yatırdın mı, çişini yaptırmayı unutma, niye hâlâ
yatmadınız?” mesajlarından sonra gel de uyutma.
Ama İpek uyumadı. Bu sefer uyumadı. Aslında hem üzülü­
yordum uyumadığı için hem de annesinin istediği olmadı diye
içten içe seviniyordum. İçimden, “Helal olsun lan İpek sana,
aferin be, bence de uyuma,” falan diyordum.
Tam iki saat süren bir uyutma krizinden sonra pes ettim.
İpek’e “Kızım, uyumayalım, boşver, sabaha kadar oturalım
seninle, bundan sonra da hiç uyumayalım, ne yapacağız uy­
kuyu?” diye sordum. Hemen “Tamam babacım,” dedi. Çünkü
uykusu yok, ne yapsın. Kendinizi düşünün. Uykunuz yoksa
yatağa yatsanız uyuyabilir misiniz? Sağa sola döner durursu­
nuz. Bir de uyumayınca, akla tatsız düşünceler gelir, onlarla
uğraşırsınız. Peki niye üç buçuk yaşındaki bir çocuğu zorla
uyutmaya çalışıyoruz, anlamıyorum. Neyse zaten ben hiçbir
şeyi anlamıyorum, annesi anlıyor her şeyi.
Fakat bir de şu var, çocuk uyuduktan sonra da asla uyan­
masın istiyorsunuz. Uyumaması değil de uyuduktan sonra
uyanması dert. O miniklerin bundan sonraki hayatında size
hep dertler, sorunlar, çözümsüz problemler üretecek kafaları
sanırım şöyle çalışıyor: “Uyudum çok güzel ya, rımrımrım-
rım, rüya görüyorum, oyuncaklar var, bulutların üzerinde
uçuyorum -geçen hafta sonu annesi evde yokken beynimin
etini yemesin diye izlettiğim çizgi film olabilir- rımnmnm,
aaaa o ne, bir saniye bir gürültü duydum, dışarıdan bir ses ge­
liyor, bu ne ya, rüyam da bitti, hemen deliler gibi ağlayarak
uyanayım ve babama hayatı zindan edeyim”
İşte tam da bu yüzden evin içindeki bütün kapıları yağla­
yın, gıcırdamasınlar. Kapı zilini iptal edin, kimseler basmasın
o zile. Fakat ve maalesef tüm bunları yapsanız bile tam o sı­
rada üst komşunuzdan kaynağım kesinlikle açıklayamayaca­
ğınız sesler gelir, gelecektir. Yahu kırk yıllık komşumuz, nasıl

28
böyle bir şey olabilir, demeyin. Pat, pat, pat pat... Düzenli bir
şekilde sizin dairenize, ne sizin dairesi, odasında masum ma­
sum uyuyan çocuğunuzun kulak deliğinin içine kadar giren
akıldışı bir ses...
Ne olabilir?
Daha önce böyle bir ses duymamışsınız, kaynağını da çö­
zemiyorsunuz, evin içinde bir o yana bir bu yana çaresizce
koşuyorsunuz, arada odasına girip bakıyorsunuz uyanmış mı
diye, neyse şimdilik bir hareket yok. Ve kaynağı belirsiz ses
yarım saat daha devam ediyor. Sonunda da susuyor.
Birkaç gün sonra üst komşunuz Recep Amcayı görüyor ve
ve tüm kibarlığınızla soruyorsunuz o sesi. Meğer yetmiş ya­
şındaki Recep Amca bir anda iki yüz yaşına kadar yaşamaya
karar vermiş ve kendine en ucuzundan ve gürültülüsünden
bir yürüyüş bandı almış.
Recep Amca parka git, hafif tempoda yürüyüş yap, ne bi­
leyim, salıncakların oradaki banklarda biraz oturup cıvıl cı­
vıl oynayan çocukları izle, bütün gün sosyal medyada felaket
haberi okumaktan manyağa dönmüş tedirgin anneler seni
sübyancı sapık sanıp polis çağırsınlar, derdini onlara anlat,
hayatına ufak da olsa bir heyecan gelsin; hiçbiri olmadı güver­
cinlere yem at, niye böyle uzun yaşama, sağlıklı beslenme gibi
modern modern kaygıları olan itici tipli beyaz yakalılar gibi
evine yürüyüş bandı alıyorsun Recep Amca?
Şimdi ben ne diyeyim Recep Amcaya?
Koşma mı diyeyim?
Desem ne olacak?
Hadi ortak bir saat belirledik diyelim Recep Amcayla ama
İpek’in her gün aynı saatte uyuyacağının garantisi yok ki. O
kadar zor ki bu uyku işi, insanı o kadar geriyor ki... Anlata­
mam...

29
Henüz çocuk sahibi olmamış bütün çiftleri buradan uya­
rıyorum: Çocuğunuz uyuduğunda huzur bulacağınızı zan­
nediyorsunuz ama aynı zamanda tüm dünyayla -özellikle
komşularınızla- aranızın bozulacağı zaman aralığı da bu uyku
zamanı olacaktır. Şimdiden kendinizi gergin anlara hazırlasa-
nız iyi olur ya da evin duvarlarını içten straforla kaplayın. Bu
önlem dışarıdan gelen sesleri biraz kesiyormuş diye duydum.
Al işte, bunları yazarken uyandı, "ANNEEEEEAAAAA,"
diye ağlıyor yatağında. "ANNNEEAAAAAA" ne demek gü­
zel kızım? Hem yok annen evde, ben varım. Niye ağlıyorsun
yavrum? İnsan niye ağlar uyanınca? Kalktım de, bir şey de,
n’aber baba, n'apıyosun de... Niye ağlıyosun öyle? Ben insan
değil miyim, BABA diye de ağla.
Ya da ağlama, ağlama güzel yavrum geldim, ağlama canı­
mın içi baba burada, ağlama artık, ağlama lütfen.
Ağlama lan, ağlama...

30
BU ARKADAŞI UÇAKTAN HEMEN ALALIM
LÜTFEN

enüz çocuk sahibi olmayan yüz çifte “Uçağa küçük ço­


H cuklarıyla binen aileler hakkında ne düşünüyorsunuz?”
diye sorsak, en az dokuz yüz tanesi o ailelerden tiksindiklerini,
uçağın içindeki elit ortamı bozduklarını, çocukların bağırtıla­
rına dayanamadıklarını söyler ve bundan en ufak bir vicdan
azabı duymazlar.
Ben de çocuğum olana kadar bu gruba dahildim. Mesela
iki saatlik yola gideceğim, arkama çocuklu bir aile otururdu
ve ben bütün yolculuk boyunca kendi kendime sinirlenirdim.
Ama çocuk bu, anne karnında durduğu gibi durmuyor ki...
Uçağın motor sesinden korkuyor, uçak havalanırken içi kal­
kıyor, daha sütten kesilmemiş, hosteslerin göğüsleri dikkatini
çekiyor, bir şey istediğinde kendini sadece ağlayarak ifade et­
meyi bilen çocuk da doğal olarak bağıra bağıra ağlıyor. Ai­
lesi çocuklarını nasıl engellesin böyle bir durumda? En fazla
gözünün önüne bir oyuncak getirip onu sallayarak dikkatini
çekmeye çalışacaklar. O da nereye kadar; iki saat boyunca gu-
gugu gigigi diye gerzekler gibi oyuncak mı sallanır?
Doğal olarak bir yerden sonra illa ki başlıyor çocuk ağla­
maya, işte tam o anda beni görmenizi isterim bir ön sıradaki
koltukta; yedinci kuşaktan Kont Emil Şafhavsın gibi bir ge­
rilmeler, bir Fatih Terim gibi ağzı yüzü sağa sola yamultma-

33
lar, bir afra, bir tafra. Arkamda ağlayan sanki çocuk değil de
uluslararası antlaşmaya istinaden ülkesine iade edilen azılı bir
suçlu var.
Ama Allah’ın sopası yok, insana öyle şeyler yaşatıyor ki za­
manında yaptığın bütün o kibirli hareketleri, kendini beğen­
mişlikleri seve seve yiyorsun. Tükürdüğünü değil yalamak,
gerisin geri yutuyorsun.
Ben de bu görünmeyen sopayla kafasına kafasına vurulan
grubun içindeyim, inkâr etmiyorum. İlk defa İpek’le o sekiz
aylıkken Antalya’ya uçtum. Dün gibi hatırlıyorum. O gün çok
gergindim. Goncaya, İpek uçakta delirerek ağlarsa da diğer
yolcular rahatsız olursa diye mamasına bira katmayı dahi tek­
lif ettim. Bu teklifim kabul görmedi. Gizlice eterli bez alayım
dedim yanıma, kriz ânında işler çığrından çıkarsa cebimden
hızlıca çıkarır, iki saniye koklar bayılırım, olanları görmem en
azından. Ondan da uçağa binerken kapıda yakalanıp terörist
muamelesi görürüm diye korkup vazgeçtim.
Uçak kalkana kadar ortada hiçbir sorun yoktu, sadece al-
nımda boncuk boncuk biriken ter damlaları yavaş yavaş aşa­
ğıya akıp beni huzursuz etmeye başlamıştı. “Ya İpek ağlarsa?”,
“Ya çok ağlarsa, arkalardan biri öfff pöfff derse ve ben onun
ağzını yüzünü kırmak zorunda kalırsam?” sorularını kafam­
dan atamıyordum.
Kavga edecektim, başka çarem yoktu. Yakınlarımda bir
yolcu öflerse, “Öfünü pöfünü sikerim lan, ne öfü pöfü, çocuk
işte, ne yapsın, rahatsız oluyorsan siktir git business class uç,”
diyecektim adama dalarken de... Kafamda her şeyi planlamış­
tım. Kavga çıktığında yolcular çığlıklar atacak, o sırada ben
Goncaya “İpek’i güvenli bir yere götür,” dedikten sonra, uça­
ğın arka kapısını açacak ve çocuğuma söylenen şerefsiz köpeği
paraşütsüz bir şekilde dışarı atacaktım. Çünkü babalık bunu
gerektirirdi.

34
Ben bunları düşünürken huzursuz görünmüş olmalıydım
ki hostes yanıma gelip, “Beyefendi bir sorun mu var?” diye
sordu. Yok bir şey diyerek geçiştirdim durumu.
Sadece birazdan uçağı düşürebilirim, yok bir şey...
Şansıma İpek hiç ağlamadı. Ondan sonraki aylarda da bir
iki defa uçtuk, İpek her defasında çok uslu bir şekilde annesi­
nin kucağında oturdu. Ama bir son uçuşumuz vardı ki evlere
şenlik...
Hafif sağ çaprazımızda dünyanın en iğrenç çocuğu otu­
ruyordu yemin ederim; beş altı yaşlarında bir erkek çocuğu...
Önce ağlarken babasının kafasına elindeki cep telefonunun
köşesiyle vurdu, sonra da kriz geçiren sara hastaları gibi ol­
duğu yerde yamularak “İNDİRİN BENİAAAAAAAA,” diye
feryat etmeye başladı. Buraya kadar hiçbir sorun yoktu aslın­
da. Çocuktur yapar ama çocuk, bu rezil dikkat çekme göste­
risini yaparken annesi ve babasının sanki başkasının çocuğu
delirmiş gibi olayları görmezden gelmesi, onu yok saymaları
beni çok kızdırdı. En azından hafifçe bir kulağını bük ya da

35
evladım bak amca kızıyor diye beni falan göster... “Zaten amca
kızıyor diye beni gösterseydiler, ben onlardan aldığım yetkiyle
çocuğa mini bir Osmanlı tokadı atmayı planlıyordum. Muh­
temelen çıkacak kargaşada da uçağın arka kapısını açacak ve
baba ile çocuğu dışarı atacaktım.
Fakat tüm bunlar yaşanmadan tam “Beyfendi, bakar mısı­
nız, çocuk size veya bize veya pilota bilmiyorum artık kimey-
se, bir şey anlatmaya çalışıyor, dinleyelim isterseniz!” diyecek­
ken, muhtemelen o iğrenç çocuğun ağlamasından etkilenen
İpek hastaneye aşırı acil yetişmesi gereken bir ambulans gibi
bağırmaya ve aynı anda üstünü başını paralayarak ağlamaya
başladı.
En son Goncaya "BİBERONU VERSENE," diye bağırdığı­
mı hatırlıyorum. Sonrasında stres ve gerginlikten bayılmışım.
Gözümü açtığımda uçak Antalya’ya inmiş, İpek annesinin ku­
cağında burnunu çeke çeke sakinleşmeye çalışıyordu.
Bayılmak için eter koklamaya gerek yokmuş, aşırı stresli
ortamlarda da insan oradan kaçıp kurtulma isteğiyle kendi
kendini bayıltabiliyormuş.

36
İPEK BAK, KARDEŞ AYINI ALMIŞ!

erhaba arkadaşlar. Yılın en az üç yüz günü bir köle gibi


M çalışıp kendisine bahşedilen izin günlerinde de yaratı­
cılıktan uzak, süngerleşmiş beyniyle her şey dahil otele günlük
en az beş yüz kağıt gömen bir babanın yazdıklarını okuyorsu­
nuz şu anda.
Baba olduğumda şunu anladım, herkesin çocuğu kendi­
sine güzel, başkasına iğrenç. Hele ki otel gibi bir arada tatil
yapılan yerlerde kimse kimsenin çocuğunun ağlamasını, sız­
lamasını, koşmasını, kusmasını çekmek istemiyor. Haklılar
da... Ama herkes aynı zamanda diğer çocuklarda kınadığının,
belki de kat be katını kendi çocuğu yapsa durumun rezilliği­
ni görmezden geliyor, yok sayıyor. Dışarıdan bakınca resmen
akıl hastalığı bu.
Ben bilmiyor muydum arabanın arkasına çadırı atıp Ege
sahillerini gezmeyi, yolda bulduğumuz otları kaynatarak çor­
ba yapmayı, güneşin batışını ailecek seyredip doğayla içli dışlı
olmayı... Ama tatile çıkarken kafamdaki plan şuydu: Otelde
İpek’i Goncaya kitlerim, onlar kendi başlarına takılır, ben de
o bar senin, bu bar benim, turistlerle kakara kikiri yaparım,
biraz iş stresini atarım, denize girerim. Gonca da bu arada ço­
cuğun yemeğini verir, peşinden koşar.

39
Bana ne! O anne, ben babayım sonuçta. Her yerde çocu­
ğun peşinden koşturamam. Hem bir şey olduğu zaman İpek
anne diye ağlıyor, baba diye ağladığını hiç duymadım bugüne
kadar. Baba diye ağlasa ben de yardımcı olurdum, kendi bilir.
Aslında, annelerin on binlerce yıllık tahakkümünü baba
diye ağlayan çocuklarla kırmak ne kadar zevkli olurdu.
Sevgili babalar, anlatımızın burasında ufak bir parantez
açıp Avrupalı erkeklere bir bela okumak istiyorum izninizle.
Eyy Avrupalı erkekler, Allah sizin bin belanızı versin ki otel­
de hanginizi görsem karınızı sahile güneşlenmeye gönderip
bütün gün çocuğunuzla siz ilgileniyorsunuz. Gonca da haklı
olarak sizi gördükçe daha coşuyor, feminist damarı kabarıyor.
Ben de tatildeyiz, ortalık bulanmasın, iki üç günümüz zehir
olmasın diye sesimi çıkartmıyorum. Gözlerimle görüyorum;
çocuklarının mamalarını hazırlıyorlar, çocuğu uyuması için
pışpışlıyorlar, kumsala indiklerinde kale yapıyorlar... Sanki
adamlar, çocuğun babası değil de ailenin çocuk bakıcısı; ço­
cuklarının peşinden oradan oraya koşturuyorlar.
Ben bir iki gün idare ettim kendi bildiğim şekilde ama bi­
raz zaman geçince sinsi planım Gonca tarafından deşifre edil­
di ve yılların “BEN BU ÇOCUĞU EVDEN Mİ GETİRDİM?”
sorgusuyla üzerime gelindi. Ben de kriz daha fazla büyümesin
diye; Goncaya “Tamam sen ne yaparsan yap, ben ilgilenirim
İpek’le,” diyerek çocuğu otelin çocuk kulübüne götürdüm.
Hem orada diğer çocuklarla oynar sosyalleşirdi, hem de....
Ne hem de? Başka bir hem de falan yoktu. İpek o zamanlar
iki yaşmdaydı. Yürüme işini halletmiş yavaştan koşmaya bile
başlamıştı. Ben kırk üç yaşındaydım ve biraz kilo almıştım.
Peşinden koşamıyordum açık alanda, o yüzden çocuk kulü­
büne gidersek fazla efor sarfetmeden oturur İpek’i izlerdim,
tek sebep buydu.
Ama Allah’ın belası Avrupalı adamlar orada da karşıma

40
çıktı. Köşeme çekilmiş, sakin sakin oynayan İpek’i gözlem­
lerken bu adamlar böyle çocuklarıyla oyun oynayıp, "Oh son!
Great Job son!" falan diye motive edici konuşuyorlardı. Çocu­
ğunun yaptığı bir bok da yoktu ortada! İki tane yastığı üst üste
koyuyordu o kadar. Kardeşim ben îpek’ten o iki yastıkla uçak
yapmasını bekleyen babayım, sizler gibi her şeye great mreat
diyemem.
Kültürlerimiz çok farklıydı. Mümkün değil, ne kadar se­
versem seveyim, İpek’le on dakika oyun oynadıktan sonra
sıkıntıdan geberiyor, hemen gidip annesinin kucağına tutuş­
turuyordum. Zaten o yüzden buraya gelmiştik.
Nereden çıkmıştı bu adamlar? Hepsi de oldukça formdaydı
ayrıca. Sarı saçlı ve mavi gözlü olmaları da ayrıca canımı sıkı­
yordu. Adamların arasında gen fakiri hobbit gibi geziyordum
ayağımdaki koyu lacivert plastik yazlık terliklerle. "Haaaay,"
falan diye sağa sola gülümseyerek yalandan selam veriyordum
bir yandan ama sıkıntıdan patlayacaktım birazdan.
Sıkıntım o kadar dayanılmaz bir raddeye gelmişti ki bi­
raz eğlenmek için; o sırada başka bir çocukla mutlu mutlu
oynayan İpek’in yanına gidip saçlarını düzeltme bahanesiyle
kulağına eğildim ve “Kızım, bak oradaki arkadaş senin sev­
diğin ayıyla oynuyor, alsana o ayıyı, senin ayın o,” dedim.
Benden talimatı alan İpek robot gibi çocuğun üzerine yürü­
yüp elinden ayıyı ayı gibi çekti. Babası olacak evropah kılıbı­
ğın yüzü hafiften değişti ama yine de medeniliğinden taviz
vermedi. İpeke gülümseyerek bir şeyler dedi, İpek anlama­
dı. Ben de anlamadım. İsveççe konuşmuştu herhalde, yoksa
İngilizcem süperdir. Sonra ayıyı elinden aldığı çocuk daha
da sesli, adeta haykırarak ağlamaya başladı ve ayının diğer
ucuna yapıştı. İpek ayıyı bırakmadığı gibi ağlamaya da baş­
ladı ve ortalık birbirine girdi. Oradaki bakıcı kızların hepsi
bizimkilerin başına üşüştü.

41
O sırada ben herkesin duyacağı hafif yüksek ve en eğitmen
sesimle, “Ama İpek, her şeyimizi paylaşmalıyız çünkü Tro Tro
öyle yapıyordu,” dedim ve İpek’e şeytan gibi gülümseyerek göz
kırptım. İpek anlamadı göz kırpmamı, nereden anlasın beni
iki yaşındaki kız. Bu sefer, "TRO TRO İSTEMİYORUUUU-
UM," diye tepinerek ağlamaya başladı.
İşler sarpa sarmıştı. İpek’i hızla kucağıma alıp hemen çık­
tım o lanet yerden. Yolda annesini gördüm. O da dayanama­
yıp bize bakmaya gelmiş. -Annelerin babalara çocuk bakımı
konusunda asla güvenmemesi konusunu ileriki sayfalarda
daha detaylı inceleyeceğiz.- Goncaya, “Ben çok acıktım ye­
meğe gidiyorum, sen götür istersen tekrardan kulübe, çok iyi
vakit geçiriyordu aslında,” dedim.
Yemekte ne vardı acaba?
Dünkü tatlılar zayıftı açık büfede. Bugünküler iyidir umarım.

42
BİN KİŞİLİK PASTA

ekirdek aile sizce ne anlama geliyor? Bence çekirdek aile;


Ç anne, baba, çocuk ve/ya çocuklardan müteşekkil, toplu­
mun temelini oluşturan kan bağı birlikteliği demek.
Peki Türkiye’de çekirdek aile ne demek?
Yukarıda saydıklarıma ek olarak halalar, görümceler, kay­
nana ve kayınpederler, teyzeler, eltiler, dayılar, kuzenler, biraz
daha zorlarsak karşı ve üst komşu demek. îşte o yüzden ben
“İpek’in doğum gününü ailecek kutlarız,” dediğimde sadece
kendimi, Goncayı ve îpek’i kastetmiş oluyorum ama Gonca
bu dediğimden en az yetmiş iki kişiyi doğum gününe çağıra­
cağını anlıyor.
Türkiye’de aile yapısı her ne kadar erkek odaklı gözükse de,
erkeğe hâlâ aile reisi dense de şunu çok net biliyorum; çocukla
ilgili kararların hiçbirine erkek müdahil olamaz. Anne ne der­
se o olur, bunu değiştiremezsiniz. Denemeye bile çalışmayın.
Eşiniz ne derse tamam hayatım, peki hayatım, emret hayatım
diyerek konuyu uzatmadan kapatın. Kazanma imkânınızın ol­
madığı bir oyunu gereksiz yere uzatıp yorulmanın manası yok.
Hatta mümkün olduğunca kısa tutacaksınız bu tip çekişmele­
ri ki evliliğinizin başka alanlarında vereceğiniz mücadeleleri
kazanmak için mücadele gücünüz kalsın. Mesela bütün haf-

45
ta it gibi çalışıp yorulduktan sonra hafta sonu evinizde biraz
dinlenmek isterken bir anda ortaya çıkan akraba ziyaretlerine
gitmeyi reddetmek için müthiş bir enerjiye ihtiyacınız olacak.
Bırakın annesi çocuğu nasıl yetiştirirse yetiştirsin. Baba olarak
sizin tek isteğiniz evde biraz kafa dinlemek. Başka bir amacı­
nız bile yok bu hayatta. O akrabaya gitmemeyi becerebildiniz
mi, tamam, siz en başarılı erkeksiniz, sizden daha başarılı bir
erkek dünya yüzünde yoktur. İnanın Amerika Birleşik Dev­
letleri Başkanı bile bu kadar rahat sıyrılamıyordur misafirliğe
gidip eşinin kuzeninin dıdısının dıdısını görmekten.
Diyeceğim; çok da uzatmayın, çocuğunuzun ilk yaş günü
mü, bırakın eve palyaço gelsin, ne palyaçosu, sirk gelsin hatta
ne olacak çünkü on iki aylık kızınız bunu anlayacak ve ömrü­
nün sonuna kadar onun için tertiplediğiniz bu sevimli partiyi
herkese anlatacaktır. Bırakın yetmiş beş kişilik pastası en iyi
yerden olsun, ne olacak canım, başka çocuğunuz mu var san­
ki? Tabii ki pasta sekiz yüz lira olacak, ne yani, bilinmeyen
bir mahalle pastanesinden ucuza yaptırıp oraya gelen herkesi
zehirlemek mi istiyorsunuz yoksa?
Aslında fena fikir de değil!..
Bırakın bu dünyada çocuğunuzla ilgili ilgisiz kim varsa
herkesi çağırsın eşiniz, sesiniz çıkmasın, yahu kaç kere bir ya­
şına giriyor kızınız lütfen ama. Bunlar ilerisi için hep anı, “Kı­
zım bir yaşma giriyor, ben de gerizekah gibi bunu tanımadı­
ğım kişilerle kutluyorum,” demem en kallavisinden anı tabii.
Bırakın evde oturacak sandalye kalmasın da komşularınız­
dan sandalye dilenin. Çünkü dünyanın bugüne kadar gelmiş
geçmiş en güzel prensesi bir yaşına giriyor. Havai fişek alma
imkânınız varsa lütfen bunu da unutmayın. Kapalı alanda
ateşleyin tüm havai fişekleri ne olacak, hiçbir şey olmaz. Ola­
bilecek en büyük tantanayı çıkarın kızınızın birinci yaşında.
Evi havaya uçurun ya, vallahi bir şey olmaz çünkü hatırlamasa

46
bile ileride hisseder. Der ki; annem ve babam beni ne kadar
önemsiyor, ne kadar şanslı bir çocuğum ben der.
Çocuğunuzun doğum günü pastasıyla fotoğrafını çektirin,
pastayı akıl hastanesinde altına sıçıp bokunu duvara süren de­
lilerin şuursuz hareketleriyle avuçlamasına aldırmayın, dedim
ya bunlar hep hatıra olacak ileride.
İyi ki doğdun İpek. İyi ki doğdun canım kızım, sana pasta
yaptırdım bak, 750 lira fış almayınca. Evet biraz pahalı çün­
kü bin kişilik pasta. Annen “NEIN DAVUD, ŞEKER YOK,
DÖRT YAŞINA KADAR YASAK,” deyip o pastadan bir lokma
bile tatmana izin vermese de ben senin için aldım. Büyüyünce
babam bana ilk doğum günümde bin kişilik pasta aldı diye
böbürlenirsin.

47
MADDE BAĞIMLISI ÇOCUKLAR

evgili şu anda bu satırları okuyan yeni evli ve sonsuza ka­


S dar mutlu yaşayacaklarını sanan aptal çift,
Muhtemelen çocuğunuz yok ve aklınızdan, “Adam ne gü­
zel yazmış ya, keşke bizim de çocuğumuz olsa ve bu dertleri
yaşasak,” düşünceleri geçerken mutlu mutlu gülümseyip bir­
birinizin elini tutuyorsunuz. Şimdi o ellerinizi yavaşça kuca­
ğınıza koyup beni iyi dinleyin. Size çok net ve hap bir bilgi
vereceğim: Çocuğa oynaması için verilen cep telefonu uyuş­
turucudur.
Ve siz -hayır, bunu yazarken zerre utanmıyorum ve pişman
da değilim- çocuğunuzun önündeki yemeğini silip süpürme­
sini istiyorsanız yemeklerde eline o telefonu vereceksiniz. Aksi
takdirde annenizden gördüğünüz, “Aaaa bak uçak oldu,” diye
kaşığı uçak yapma numarasına kalırsınız ki 2016'da o numa­
rayı evinizdeki kedi bile yemez.
Hayır hayır üzülmeyin. Sizi tabii ki anlıyorum. Çocuğunuz
için en iyisini istiyorsunuz. Onun okul zamanı gelince hangisi
en iyisi diye bir manyak gibi okul araştıracaksınız mesela, ya
da siz kendi hayatınızda neyi gerçekleştiremediyseniz hepsi­
ni ondan bekleyeceksiniz, çocuk daha okula başlamadan onu
tiyatro, bale, jimnastik, pin pon, yüzme, yaratıcı yazarlık, ata

49
binme, pilotluk kurslarına göndereceksiniz. Bunların hepsini
anlıyorum. Ama şu an çocuğunuz kursa da, okula da gidecek
yaşta değil...
O halde şu anda kendinizi iyi hissetmek, çocuğunuz için iyi
bir şeyler yaptığınızı kendi kendinize ispatlamak için elinizde
tutunacağınız iki dal kalıyor. Birincisi televizyon izletmemek,
İkincisi de yedireceğiniz yemeklere azami özen göstermek.
Ebeveynliğinizi ispatlayacak yegâne iki branş. Ama daha önce
değindiğim gibi maalesef bütün çocuklar delidir. Tabii ki tele­
vizyon izlemek isteyecek ve yemeklerini yemeyecektir.
Yemekten kastım köfte makarna değil. Üç yıllık babayım.
Evde İpek’in yemeklerinden sorumlu Nazi sayesinde çocuğa
verilebilecek tüm yemekler hakkında bilgi sahibiyim. Hangi
sebzede hangi mineraller var, çocuklar için beyaz ekmeğin
tam buğday ekmeğinden daha faydalı olduğu, her akşam kefir
içmelerinin gerektiği, akşam içilen sütün bazı durumlarda ref-
lüyü tetiklediği bilgilerine sahibim. Beni o kadar da küçüm­
semeyin.
Hatırlatmama izin verin çocuğunuz sebze yemeyecek, ıs­
panağı, lahanayı, patlıcanı (Offfü Pardon, küçük çocuğa pat­
lıcan ve bakla verilmez sakın!) ağzına sürmeyecek. O zaman
sizlere şöyle bir akıl verebilirim pratikte. Sadece yemek yedi­
rirken telefon verirseniz çocuğun eline, vicdanınız da rahat
ediyor. Hem yemeğini güzel güzel yiyor telefonla oyalanırken
hem de yemek harici sizden telefon istemiyor. Telefonun, yi­
yeceği yemeğin ödülü olduğunu biliyor ve sizi fazla rahatsız
etmiyor. Tabii ki bunu okuyan üst düzey bilinçli anne babalar
hemen, “Aaaa olur mu öyle şey, bu çocuğun gelişimi için sa­
kıncalı, çocuğu bıdı bıdı yaparak zıdı zıdıya alıştırıyorsunuz,”
falan diyecekler. Çünkü bu dünyadaki her boku onlar biliyor.
Onlar kraliçe yetiştiriyor biz eşşek yavrusu büyütüyoruz sanki
evde...

50
Ayrıca ben kızımla her akşam Chopin dinliyorum. Hiçbir
şey yapamazsınız. Sosyal Hizmetler çocuğumu elimden ala­
maz. Boşuna şikâyet etmeyin.
Neyse ki şunu biliyorum; ideal bir çocuk yetiştiremiyorum
muhtemelen ama vicdanı olan, hayvanları seven, paylaşmayı
bilen güzel bir insan yetiştirmeye çalışıyorum. Bu da benim
geceleri rahat uyumama yetiyor.
Varsın yemeğini de cep telefonuyla yesin.

51
UYUMAZSAN CÜCE OLURSUN

aalesef modern zaman çocuklarının kendi kendilerine


M uyanma konforu yok. Ben de isterdim İpek uyandığın­
da yataktan “Anneciğiiim, babacığınım, ben uyandım, bakın
ne kadar da güzel bir gün,” diye melodik melodik konuşsun,
yatağında konuşurken evin içinde gül yaprakları, menekşeler,
karanfiller uçuşsun ama hayaller çizgi film senaryosu, gerçek­
ler babaanne.
İşin aslı maalesef şu; sabahın köründe İpek’i uyandırdığım ­
da yatakta üzerini değiştirirken sinirden yüzümü tekmeliyor.
Tam topuğunu burnuma nasıl denk getiriyor anlamakta güç­
lük çekiyorum ama bunu başarıyor. Çocukcağızı altı buçuk­
ta kaldırıyoruz neredeyse. Eşim de ben de çalışıyoruz -Allah
modern zamanların belasını versin- ve mecburen İpek’i an­
neme bırakıyorum işe giderken. Dolayısıyla çocuğun bırakın
kendi kendine uyanmasını, uyandıktan sonra kendi yatağında
oyalanacak fırsatı bile olmuyor.
Hafta sonu ise tüm hafta içi bizi özleyen çocuk, haliyle göz­
lerini kendisi açar açmaz, "ANNNEEAAAAAA," diye bağırı­
yor. Ne yapmasını bekliyorsunuz üç buçuk yaşındaki çocuk­
tan? Uyandıktan sonra gözlerini tavana dikip “Gelecekte hangi
mesleği seçsem acaba,” diye düşünmesini mi?

53
Bence televizyona çıkan çocuk gelişimi uzmanlarının çoğu
manyak. Robot yetiştirmek için gibi öğüt veriyorlar sanki anne
babalara. Ve yine bence çocuklarımızın tek bir şeye ihtiyacı
var: Sevgi. Yok onu yesin, şunu yesin, atkısını kafasına örtsün,
aman sosyalleşsin, televizyon izlemesin, telefonla oynamasın,
uykusunu şu saatte alsın -çünkü o saatte büyümeyi sağlayan
süper bir hormon salgılıyormuş vücut- ve daha elli tane kural.
Hepsi anlamsız geliyor bana.
Cahil cahil anlamsız demeyeyim de, hepsi teorik. Siz önce
çocuğunuza şartsız, koşulsuz, karşılıksız sevginizi verin. Ya­
nında kavga etmeyin. Sevginin ne demek olduğunu öğrenerek
büyüsün ki o da büyüdüğünde başkalarını sevmeyi bilsin.
Bırakın sizin yanınızda mutlu mutlu otururken erkenden
uyumasın da sevginizi biraz daha hissetsin, bırakın boyu üç
santim daha kısa olsun, ne olacak? Niye kendinizi bu kadar
geriyorsunuz? Kendiniz bir tarafa etrafınızı da geriyorsunuz.
Bu gerilme hallerini daha çok annelerde gözlemliyorum, ba­
balar bu konuda biraz daha rahat.
Ancak başta da değindiğim gibi içinde bulunduğumuz bu
modern zamanlar hayatımızda bir çok şeyi kökünden değiş­
tirdi. Bunlardan biri de evlilikler. Artık annemizden baba­
mızdan öğrendiğimiz klasik evliliklerin yerini modern yapıda
evlilikler aldı. Bu tip evliliklerde evin reisi kadın, evin köpeği
de koca oldu.
Dedikodu yapıyoruz burada, yabancı değilsiniz. Bu çiftler
çocuk mu büyütüyorlar, Dubai'ye prens mi yetiştiriyorlar belli
değil. Adam kadının hizmetçisi gibi. Kadının emirlerini der­
hal yerine getirebilmek için üç santim uzağına bile gitmiyor.
Muhtemelen erkeğin ailesi bugünleri önceden görüp gelinden
iğrenmiştir ve erkek de ailesiyle gelin için küsmüştür. Kesin
böyle olmuştur. Çocuğu pışpışlıyor, gerekirse uyutuyor, ma­
masını ısıtıyor, karısının kuaför randevularını organize ediyor.

54
i ? & n

Uyku konusu bir anda nerelere geldi, burada kimseye siz


şöyle olun rahat edersiniz, siz böyle davranın muhteşem ya­
şarsınız demeyeceğim ama ben bu saydıklarımı elimden gel­
diğince yapmamaya çalışıyorum. Böyle şeyler yaptığımda
kendimi iyi hissetmiyorum. Dediğim gibi, İpek benim sevgi­
mi hissetsin yeter, annenin görevlerini de bir yumuşakça gibi
ben yapacak değilim. Bu arada benim görevlerim eşittir hiçbir
şey.
Konudan fazla kopmadan biraz da içimi dökerek şunu di­
yeyim. Çocuğun uykusuydu, yemeğiydi benim için çok önem­
li değil. Ben sevimsiz bir çocuk yetiştirmek istemiyorum. An­
nenin görevleri, babanın görevleri.... Bunların hepsi zamanla
anlaşılır, yerini bulur ve çocuğun yanında kavga edilmediği
sürece önemli detaylar değil. Sizden ricam lütfen ayı gibi ye­
tiştirmeyin çocuğunuzu.
Bazen îpek’i parka götürdüğümde görüyorum dünyanın
en sevimsiz, suratlarından asosyallik, Hursuzluk akan çifti­
nin aynı sevimsizlikte çocuğu olmuş; ne gülmeyi biliyor ne de
iletişim kurmayı. Sanki üç yıl boyunca bir hayvan beslemiş-

55
ler evde ve o ev hayvanı parka çıkınca tüm korkularını, beş
metrekarelik evde annesinden babasından öğrendiklerini yü­
zündeki ifadeye yansıtıyor. Bakışlarından belli olur zaten bir
çocuğun iyi bir çocuk olup olup olmadığı.
Hayır tüm çocuklar iyi falan değildir, ailesi iyiyse iyidir bir
çocuk, kötüyse de kötü. Cimriyse cimridir, bencilse bencildir.
Bu kuralın istisnası çok az. Bizimki tembel olacak mesela. Oh!
Sefası olsun, hayatımız boyunca çalışınca ne oluyor, mezara
mı götürüyoruz paraları?
Sonuç: îpek uykusuzluktan isterse cüce olsun ama onu sev­
diğimi hiçbir zaman unutmasın. Büyüyüp kendini kötü his­
settiğinde, kendini toparlayabilmek için uzun bir boya değil,
içindeki benden öğrendiği olumlu duygulara ihtiyacı olacak.

56
MESSİ’YÎ TANIYAN ÜÇ YAŞ KUŞAĞI

edagojik formasyonu sıfırın altında birisi olarak konuşu­


P yorum; muhtemelen bu kitap çıktıktan sonra Türkiye Pe­
dagoglar Derneği Genel Sekreteri beni kınayan bir mesaj ya­
yımlayacak ve benim gibi babaların toplumdan soyutlanması
gerektiğini, sağlıklı bir toplum için çocuğumun elimden alınıp
Sosyal Hizmetlere verilmesini söyleyecekler..
Ama yine de tüm bu ölümcül risklere rağmen fikrimi söy­
lemekten kaçınmayacağım; televizyon bence cep telefonundan
çok daha masum bir cihaz. Artık dünya bizim çocukluğumuz­
daki gibi değil. Mesela yetmişli yıllarda televizyonun sabah
yayını yoktu, zaten tek bir kanal vardı. Akşam olduğunda da
uyuyordun, o yıllar böyleydi. Cep telefonu da yoktu haliyle,
biz de -çok da fazla olmayan- oyuncaklarımızla oynayarak ve
bu kısıtlı imkânların geliştirdiği hayal gücümüzü geliştirerek
büyüdük.
Hatırlıyorum, bizden bir sonraki kuşak, sabahları belki beş
dakika çizgi film gördü ama çoğu Köle îsaura izleyerek büyü­
dü. Kimse kusura bakmasın ama böyle bir ortamda yetişen
çocuğun beyninin kılcal damarları bile iltihaplanır, ruhu ze­
hirlenir. O yüzden 1980-1990 arası doğan çocuklar maalesef
-en hafif tabiriyle- biraz garipler.

59
Fakat günümüzde öyle değil, çocuklar için özel yayın ya­
pan pek çok televizyon kanalı var. Abartıyorum belki ama bir
çocuk altı aylıktan, on yaşma gelinceye kadar televizyon kar­
şısında büyüyebilir. Her yaş aralığı için özel kanallar mevcut.
Tabii ki çocuğunuzun zihinsel gelişimi ve bu kritik süreçte
beyninin muhallebiye dönmemesi için günde on, on beş daki­
ka televizyon izlemesi ideal süre ama evde kimse yoksa, çocuk
uyumuyorsa ve anne o anda çocuğun yemeğini hazırlamak ya
da tuvalete gitmek zorundaysa ne yapsın?
Herkesin kafasında ideal bir aile tanımı var, delireceğim.
“Çocuğunuzla bol bol vakit geçirin, onu televizyon karşısına
hapsetmeyin!” Anneler bilmiyor sanki bunu. Zaten o da çalı­
şıyor. Hepsi gerizekalı mı o annelerin? Baba toz olmuş arka­
daşlarıyla halı sahaya, ortada yok, evde çamaşırlar yıkanacak,
çocuğa taze yemek pişecek, o arada bezi değişecek, pişik ol­
duysa kremi sürülecek, emzirecek, nasıl hapsetmesin televiz­
yon karşısına çocuğu. Herkes dadılı madılı büyütüyor sanki
çocuğunu.
Peki şöyle anlatayım; anne çalışıyor ve doğumdan bir süre
sonra ücretsiz izni bitti, işe başlayacak ve ailesinden çocuğuna
bakacak kimsesi yok yakınında Çocuk da kreş yaşına gelmedi
daha, ne olacak? Mecbur bakıcı gelecek. Peki siz, o bakıcı ço­
cuğunuza muhteşem bir eğitim mi verecek sanıyorsunuz? Ben
size söyleyeyim, açacak televizyonu çocuğa kendisi de inter­
netten Romanya’yı, Gürcistan’ı, artık hangi ülkeden geldiyse
orayı arayıp on saat ailesiyle konuşacak.
Ben boşuna geç yaşta baba olmadım. Evlendiğim günden
beri kafamda felaket senaryoları kurup en uygun şartların
oluşmasını bekledim. Fakat o şartlar hiçbir zaman oluşmuyor
ve insan da kafasında kurduğuyla kalıyor, o da ayrı bir mesele.
Gelelim itiraflar kısmına, benim kız televizyon karşısında
on beş dakikadan daha fazla vakit geçirdi. Aile Bakanlığı ki-

60
tabı toplatmasın diye ne kadar olduğunu yazmayacağım. İpek
şu anda bildiği bir sürü şeyi televizyondan öğrendi; sayıları,
renkleri, şarkıları... Ne konuşmasında zorluk oldu ne de sos­
yalleşmesinde bir eksilme.
Şımarık çocuklara "hiperaktif" denmesinin moda olduğu
bugünlerde, kafası hafif geri çocuklara da çok televizyon iz­
ledi ondan oldu diyorsunuz. Olmuyor, insanlar çocuklarının
sorunlarını görmezden gelip hep başkalarını suçluyor. Sonra
da vay niye bu çocuk böyle oldu? Sen yetiştirmedin. İdeal
çocuk modelinin peşinden koşup televizyonu kısıtlarken
çocuğuna sevgini, ilgini vermeyi unuttun. Ve bunun farkına
bile varmadın.
Kitapta şu cümleye çok rastlayacaksınız: “Çocuğunuza onu
sevdiğinizi belli edin.”
Bence çocuğunuz gerekirse biraz fazla televizyon izlesin
ama sizin öpücüklerinizle büyüsün.
Gerçi ona da bir ukalalık bulunur, eminim bundan. Çocu­
ğunuzu çok öpmeyin, ileride şu olur, bu olur diye. Nasıl uyuz
oluyorum bu zihniyete anlatamam.
Bu arada, tabii ki İpek Messi’nin ismini bilgisayar oyna­
mamı izlerken öğrenmedi. Nereden öğrendiğini bilmiyorum,
bana böyle sorular sormayın lütfen.

61
KALİTELİ BİR İNSAN YETİŞTİREBİLMEK

oktor bir anda elinize sıfır kilometre bir canlı tutuşturu­


D yor ve biliyorsunuz, size içten içe diyor ki, “Bu senin ço­
cuğun, kendi bildiğin gibi büyütebilirsin, ben toplum olarak
arada müdahale edeceğim, ona iki yüzlü ahlak kurallarımızı
öğreteceğim, insanlara baskı aracı olmaktan başka hiçbir işe
yaramayan toplumsal doğrularımızı kafasına zorla tıkacağım
ama sen de boş durma, iyi bir insan yetiştir.”
İşte bu ızdıraplı süreçte anne ve baba belki de en büyük ha­
talarını burada yapıyor. İyi ahlaklı, vatanına milletine faydalı,
vicdanlı bir çocuk yetiştirmeyi sanki bu dünyada tek bir şey
sağlıyormuş gibi davranıyoruz. Ne mi? Tabii ki klasik müzik,
ne sandınız?
Kükreyerek soruyorum tüm anne babalara; üç aylık bebek
ne anlar Schubert’ten, Mozart’tan. Sen önce sütten haber ver,
nasıl süt durumları, yetiyor mu, yetmiyor mu, başka bir derdi
yok o çocuğun şu anda. Besle o minik canavarı, ne Beetho­
ven’i? Sen neden bahsediyorsun arkadaşım? Ve ne alakası var,
iyi bir insan olmalıyla klasik müzik dinlemesinin?
Ama ben biliyorum bu davranışınızın sebebini. Tüm anne
babaların kafasında şu düşünce var alttan alta: Kaliteli insan
klasik müzik dinler çünkü bütün filmlerde, bütün dizilende,

63
görsel ve yazılı medya vasıtasıyla bize bu öğretilir.,
Bu böyledir.
Bir kere bütün filmlerde ve dizileride iyi insanlar değil,
zengin insanlar kaliteli yaşıyor, siz çok yanlış anlamışsınız o
işi. Gerçi şimdi size burada sınıf savaşını anlatacak, İpek’i an­
lattığım kitapta Marksist propaganda malzemesi haline geti­
recek değilim çünkü insan çocuğu olunca sınıf savaşını falan
anında siktir ediyor. Kaç tane solcu arkadaşım var çocuğunu
ayıla bayıla özel okula gönderip, ufaklığın on yedi on sekiz ya­
şma geldiğinde kendileri gibi aktivist bir solcu olma şansını
elinden alan...
Ama konumuz bu değil.
İşte hâl böyle olunca veriyoruz çocuğa senfonileri dakika­
larca. Sanki çocuk seradan satın alıp eve getirdiğin bir bitki de
klasik müziği duyunca çiçek açacak. Yahu çocuk gece uyur­
ken odasında sabaha kadar klasik müzik çalanlar var! Oğlum
manyak mısın? Çocuğun, senin canından bir parça uyuyor
orada ya, rahat uyusun diye yatağına ayrı, mobilyasına ayrı

64
toplamda en az iki teklik saydığın evladın... Niye rahatsız
ediyorsun çocuğu? O uyurken ortamın mutlak sessiz olması
lazım. Niye yavrucağızın bilinçaltına bir şeyler tıkalamaya ça­
lışıyorsun cebren ve hile ile?
Benim de bu konuda zaman zaman hatalar yaptığım oldu.
İpek’e Chopin dinletiyordum bir ara, YouTube’dan buluyor­
dum uzun bir kayıt. Bizimki daha ikinci dakikada sıkılıp ku­
cağımda yılan gibi kıvrılmaya başlıyordu.
“DUR! KIPIRDAMA! ELİT BİR İNSAN YAPACAĞIM
SENİ!” diye sıktıkça sıkıyordum çocuğu kucağımda.
İşte ben İpek’i bu şartlar altında üç buçuk yaşına kadar ge­
tirdim. Her gece muhakkak Chopin dinlettim on saniye bile
olsa fakat geçenlerde odasına girdiğimde annesiyle beraber
bir Serdar Ortaç şarkısında neşeyle dans ederken yakaladı­
ğımdan beri klasik müzik dinletmiyorum kendisine.
İçinde olacak bir çocuğun, içinde olacak, yoksa ne yaparsa­
nız yapın her şey boş!

65
w
UŞAKLAŞMIŞ RUHLARIN YETİŞTİRDİĞİ
ÇOCUKLAR

ocuk büyütürken beraber okunacak kitaplar meselesi de


Ç oldukça önemli ve daha önceki bölümde irdelediğimiz
Klasik müzik sorununun ikiz kardeşi bence.
Hepinizin başına geldi ya da gelecek. Çocuğunuz doğduğu
günden itibaren fırsat buldukça ona aldığınız kitapları okur­
sunuz. Çocuk da yanınızda salon bitkisi gibi durur, en fazla
kitapta gözüne takılan resimlere bakar. Ona kitap okumaya bu
kadar erken başlamanın muhakkak bir takım faydaları vardır,
belki gördüğü resimlerden estetik zevki gelişiyordur ya da çok
küçük yaşta faydalı bir alışkanlık edinip ileriki yıllarda bunun
eksikliğini çekmemek için kendisine kitap alacaktır. Bu teori­
lerin hepsinin gerçekleşme olasılığı var.
Ama ne bileyim, daha “anne” bile diyemeyen dilsiz bir var­
lığı yanına yatırıp ona kitap okumak bana biraz gösteri gibi
geliyor. Gösteri demek vicdansızca oldu, içimizi rahatlatmak
gibi daha çok...
Muhtemelen bu duygu durumunun biraz daha karmaşığını
birkaç sene sonra hepimiz özel okul-devlet okulu ikileminde
yaşayacağız. “Benim çocuğum en iyisine layık” hissiyle para­
mız olsun olmasın her türlü imkânımızı zorlayarak onu özel
okula göndermek isteyeceğiz.
Halbuki özel okuldaki öğretmen de bu ülkenin insanı ki
devlet okulunda çalışan öğretmenden çok daha mutsuz çünkü

67
çok daha fazla çalışıyor. Yıllık izni çok daha az ve biz aileler
sanki bu çok büyük bir işmiş gibi çocuğumuzun öğretmeni
patronu tarafından güzelce sömürülüp, çocuğumuzun hizme­
tine sunulduğu için iki kuruşluk etrafımıza “Aman benim ço­
cuğum özel okula gidiyor, aman şöyle iyi, böyle güzel dersleri
var, İngilizce merhaba demeyi öğrendi, her sene takdir alıyor”
diyebilmek için cebimizden bir sürü para vereceğiz.
Ulan salak ne takdiri? Orası özel okul. Eğer ebleh değilse
hemen hemen herkes teşekkür, takdir alıp pohpohlanıyor ve
bunun karşılığında da her ay sizden belli bir miktar para alı­
yorlar. Gerizekah çocuklara bile takdirname veriliyor. Yiyorsa
gönder bakayım devlet okuluna çocuğunu, oradaki rekabet
ortamını bir görsün, kendisine benzemeyenlerin çocuklarıyla
senin pamuklara sararak büyüttüğün bebeciğini sok aynı sını­
fa, yemiyor mu? Niye? Onlar çocuk değil mi? Onların eğitim
alma hakkı yok mu? Onlar kalitesiz eğitim alabilir ama senin
çocuğun alamaz mı? Ki göndereceğin özel okuldaki eğitimin
ne kadar kaliteli olduğu da muamma.
Bir şey duydum, dedikodu falan değil yani, isim yapmış
bazı özel okullarda başarı ortalaması düşmesin diye çocuğa o
kadar çok ödev veriyorlarmış ki çocuk bunalıma giriyormuş.
Allah belanızı versin!
Yazık değil mi? Nasıl vicdanınız sızlamıyor, çocuk bu. iyi ve
vicdanlı insan olsun, niye yetmiyor size? Neden bile isteye bir
manyak yetiştiriyorsunuz? İnsan yetiştirin! iyi biri olmayı siz­
den öğrenecek çocuğunuz. O kadar ödevden nasıl vakit bulsun
da ahlakı, estetiği, edebiyatı, şiiri öğrensin? Verilen ödevlerle
öğrenemez. Adı üstünde, onlar ödev.
Üç aylıkken yanınıza oturtup zorla okuduğunuz kitapla da
öğrenemez. Çocuk ağırlıklı olarak görerek öğrenen bir varlık­
tır, sizi görecek, farkında olmadan sizi gözlemleyecek, kendi
doğrularını öyle bulacak. Yılda yaklaşık kırk bin lira döktü­
ğünüz okulda hayatı öğrenmeyecek, orada ona verecekleri tek
mesaj “sen farklısın, sen diğer insanlardan öndesin, sen parası-

68
nı verip en iyi okulda okuyorsun” olacak.
Çocuk mu yetiştiriyorsunuz, sisteme uşak mı?
Ne olacak sonunda, oradan bir üniversiteye geçecek, üni­
versite bitecek işe girecek, yöneticilik yapacak. Hayatla ilgili
bir bok öğrenmeden ya da yanlış öğrendikleriyle saçma sapan,
mutsuz bir insan olacak. Sonra psikologa gidecek. Yetmeyecek,
psikiyatriste gidecek. Mutsuz ilişkileri olacak. Sen de o sıra­
da yetmiş yaşında olacaksın ve “Vah vah nerede yanlış yaptım
acaba” diye dövünüp duracaksın. Çocuğuna verdiğin emeği
anlatacaksın çevrendekilere, onlar da sana vah vah diyecek.
Bak, üç aylıkken kitap okuduğun çocuk ne hale geldi? Çün­
kü sen onu yetiştirmedin. Kendi içini rahatlatmak adına, koru­
macı içgüdülerini tatmin etmek için, onu koruma bahanesiyle
en doğru kararları verdiğini zannettin sadece ve bu sistem sana
bir dünya para harcattı.
Enayisin ve salaksın çünkü sen cahilsin aynı zamanda. Et­
raftan gördüğünün en iyisi olduğunu zannediyorsun. Hiçbir
şey bilmiyorsun. Sen uşaklaşmışsın bu sistemin içinde. Çocu­
ğunu da aynı senin gibi uşaklaştırıyorsun farkında olmadan.
Uşak az oldu, yetmedi. Sen sahiplerinin sana taktığı tasma­
dan kurtulamamış bir köpeksin. Bırak bari çocuğun sana ben­
zemesin, senin yaşadıklarını yaşamasın.
Yazıktır.

69
ÇOCUĞUNUZUN İÇİNE CİN KAÇTIĞINDA
YAPMANIZ GEREKENLER

u bölümde kimselerin kendisine bile itiraf edemediği bir


B sırrı ifşa edeceğiz. Şimdiden uyarayım; gerçekten karanlık
bir konu, eğer on sekiz yaşın altında ya da hamileyseniz, lütfen
bu bölümü okumadan diğer bölüme geçiniz.
Konumuz uyuyan çocuğun içine giren cinlerin, çocuk
uyandığında o narin bedeni terk etmemesi ve biricik evladı­
mızın kıpkırmızı olmuş göz aklarıyla bize bakarak korkunç
kahkahalar attığında okuyacağımız dualarla ilgili.
Ama asıl konuşulması gereken, uyuyan çocuğumuzun ya­
nma gittiğimizde yaşadığımız “Ulan nefes almıyor mu acaba?”
korkusuyla baş etme yöntemleri ve onun uyanmadan hareket
etmesini sağlamak için neler yapmalıyız mevzusu.
Ben îpek’i genelde omzundan dürtüyorum. Uyanmıyor. Ne
uyanması, hareket bile etmiyor. O zaman üstündeki yorganı
hafif ağzına doğru götürüyorum, dışarıdan biri görse kızımı
boğduğumu zanneder ama o zaman sıcak nefesi yorgandan
sekip yüzüne yansıyor ve yorganı uykusundayken üzerinden
atıyor. Hareket ettiğini görünce rahatlamış bir şekilde salona
geçip The Walking Dead’i izlemeye devam ediyorum. Dizi
bitip yatma vakti gelince yanına gidip tekrar omzundan dür­
tüyorum, tekrar tepki alamıyorum, tekrar yorganı kafasına
çekiyorum...

71
Bu böyle sürüyor gecelerce, haftalarca, aylarca.
Aslında yeni bir yöntem buldum ama bilmiyorum nasıl
olur. İpek’in bacağından salona kadar ince bir sicim bağlaya­
cağım, tam ortada da bir çıngırak olacak. îpek hareket ettikçe
çıngırak çalacak, böylelikle boş yere endişe etmekten kurtula­
cağım. Çıngıraktan uzun süre ses çıkmazsa ipi sert bir şekilde
çekeceğim, yine tepki alamazsam bu sefer yatağın tepesinde
kurduğum düzeneği harekete geçirecek butona basacağım. O
buton yatağının tepesindeki içi ağzına kadar su dolu kovayı
aktive edecek ve kafasına suyu yiyen îpek de ister istemez ha­
reket edecek.
Bu bölümü okuduktan sonra kafanızda soru işaretleri beli­
recek muhtemelen. Öncelikle soracaksınız “Kamera yok mu?”
diye. Evet kamera var ama her an kameraya bakıp çocuğun
hareket edip etmediğini takip etmek çok verimli değil. Bir de
o zaman kameraya tutuluyorsunuz. Ekranda hareket etmesini
bekledikçe zaman yavaşlıyor, ağda gibi uzuyor, orada geçirdi­
ğiniz otuz saniye yarım saatmiş gibi geliyor ve ondan sonra
psikolojiniz bombok vaziyette odasına doğru gidiyorsunuz.
“Ulan bir şey oldu da geç mi kaldım, ya nefes almıyorsa, be­
nim yüzümden oldu, o kadar beklemeyecektim kameranın
başında” diye. Kamera gerekli elbet. Arada bakıp ağzına yas­
tık mı girmiş, kolu altında mı kalmış diye takip etmek için iyi
ama anlattığım ruh hah için pek sağlıklı sayılmaz.
İkinci sorunuz ise “Tüm bunlar olurken Gonca nerede, niye
sen bu kadar endişeleniyorsun arkadaş, bu çocuğun annesi ne
iş yapar?” olabilir. Evet, bu kitap bir “baba” kitabı. Anneler­
den, onların çocuğu Nazi gibi yetiştirmesinden, bu süreçte
sinirlerinin bozulup etraflarındaki herkese alev kusmasından
bahseden ve -açık konuşuyorum- bu tip annelere beslediğim
düşmanlık hislerinin etkisinde yazdığım bir kitap ama el insaf.
Kadıncağız bütün gün çalışmış, işten geldikten sonra İpek’in

72
çamaşırını yıkamış, yetmemiş, yemeğini taze taze pişirip ye­
dirmiş, yetmemiş, yatma saatine kadar oyunlar oynamış, o da
yetmemiş, İpek yatarken masal okuyup uyutmuş... Sonunda
onunla beraber o da uyumuş. E artık hayvanlığın âlemi yok
değil mi, biraz da bizim ilgilenmemiz lazım çocuğumuzla.
Böyle ilgi mi olur demeyin. Kameraya bakarken gerçekten
çok kötü hissediyorum, put gibi hareketsiz yatıyor İpek, nefes
almıyormuş gibi geliyor bana, delireceğim.
ÇOCUĞUMUN İLK KAKİŞİ

izce sosyal medya niye bu kadar tuttu dünyada ve özellikle


S ülkemizde? Biliyorsunuz neredeyse yapılan tüm araştırma­
larda dünyada ilk üçe giriyoruz Twitter ve Facebook kullanı­
mında. Neden böyle hiç düşündünüz mü?
Ben düşündüm.
Yeni evlenen kadınlar ve yeni doğum yapmış anneler yü­
zünden!
Bunun başka bir açıklaması yok. Ben mesela bütün kadın
arkadaşlarımın ne zaman evlendiğini, kocasının ona kaç taş yü­
zük aldığını, halayına nereye gittiklerini, balayında sabah öğlen
ve akşam ne yediklerini, içtikleri kokteylleri, kocasının balayın­
da açık büfeye at gibi abanıp midesini bozduğunu falan hepsini
biliyorum. Çocuklarının ismi ezberimde.. Bebek daha bir sani­
yelikken bakın aylık haftalık günlük demiyorum, daha kafayı
karanlıktan yeni çıkarmış çocukcağız, çat fotoğrafı çekilip yük­
leniyor. “Bebeğimin ilk kakişi” diye boklu bez paylaşan gördüm,
siz bana neden bahsediyorsunuz. Tabii ki ilk üçte olacağız.
Bir de bu fotoğrafların altına yorum yapan kişiler var. Ar­
kadaş olsun, akraba olsun, pek de samimi olmadığın iş arka­
daşları olsun. Kendi içinde bir takım kategorilere ayrılıyor bu
kişiler.
Öncelikle çiftlerin üreme faaliyetlerine başlama izninin
toplum şahitliğinde resmiyete döküldüğü halayından başlaya­
lım.
Balayı fotoğrafının altına yorum yapanlar üçe ayrılır:
1- Aile mensupları. Genelde sonu aynı harfin tekrarıyla bi­
ten mutluluk dilekleri yazarlar. “Mutluluklarrrrr” ya da “çok
şekersinizzzzz ” gibi.
2- Yakın arkadaşlar. Onlar nispeten daha düzgün bir Türk-
çeyle iyi dileklerini sunarlar, fazla uzatmazlar. Zaten pek kim­
seyi rahatsız ettikleri de görülmemiştir.
3- Geldik en önemli kategoriye. Bu kategoride aşırı kıs­
kanç kadınlar bulunmaktadır. Bu kişiler büyük olasılıkla bin
yıldır bekardır ve evde kalmanın kitabını yazmışlardır. Bu tip
insanlar kıskançlıklarını maskelemek için yorumlar yazar. Fo­
toğrafın altma olumlu bir yorum yazdıklarında duygularının
deşifre olmadığını düşünürler. Ama herkes anlar bu sahtecili­
ği, kendilerini gizlemeyi başaramazlar. Genelde kısa bir “hari­
kasınız” yorumu yaparlar.
Çocuk fotoğraflarının altma yorum yapanlar ise biraz daha
insani duygularla hareket ederler. Bu kişileri kategorize etmek
olmaz çünkü çocuk fotoğrafı, insanlarda gerçekten olumlu
duyguları harekete geçiren bir görseldir.
Bu konuda tek istisna dünyanın en sevimsiz çocuğu yarış­
masında derece alabilecek çocuk fotoğraflarının altma “Ayy-
yyyyyy, ne şirin” yazan kişilerdir. Onların amacının ne oldu­
ğunu inanın bilmiyorum. Belki de gerçekten anne ve babayı
iyi hissettirmek için kendilerine biçtikleri görevi yerine getir­
meye çalışan isimsiz kahramanlardan bahsediyorum burada..
Bu tespitleri rahatlıkla, gözünü kırpmadan yapabilen, fo­
toğrafların altma yorum yapan herkesi acımadan eleştiren,
asan, kesen ben ne yaptım peki? En azından ilk iki yıl uslu

76
durdum, İpek’in hiçbir fotoğrafını hiçbir yerde paylaşmadım.
Ancak çocuk büyüdükçe, onunla kurduğunuz bağ o kadar
kuvvetleniyor ki sanki içinize başka bir varlık girmiş ve davra­
nışlarınızı kontrol ediyormuş gibi, ister istemez siz de fotoğraf
paylaşmaya başlıyorsunuz. Ve -ki bu gerçekten rezalet- her­
kesten takdir bekliyorsunuz. Kim yorum yazmış, kim beğen­
miş, kim görmezden gelmiş, fotoğraf paylaştıkça bunlara dik­
kat etmeye başladığınızı fark ediyorsunuz.
Şu anda ben fotoğraf kısmını geçeli çok oldu, video çek­
meye başladım. Çok hoşuma gidiyor çünkü İpek’i insanlara
göstermek, nedenini niyesini inanın bilmiyorum. Evladıma
bir film yıldızı muamelesi yapıyorum.
Belki de doğrudur; hepimizin hayatı kendimize özel bir
filmdir ve çocuklarımız da bu filmin başrol oyuncularıdır.

77
OYUNLARIMI BEĞENMİYORSAN
ANNENE GİT!

izlere bu bölümde neredeyse tüm babaların bildiği, ancak


S annelere kesinlikle ve kesinlikle söylenmemesi gereken ha­
yati bir sır vereceğim.
Çocukla yatay oynama formülü...
Beni dikkatle dinleyiniz sayın babalar çünkü eşekten düş­
müş birinin halinden yine eşekten düşmüş biri anlar. Sizi tanı­
yorum, sizi seviyorum ve size acıyorum. Ofiste çok yoğun bir
gün geçirdiniz diyelim; toplantı üstüne toplantı. Bazı projeleri
delege ettiğiniz personelin o işleri zamanında teslim edeme­
mesi gibi keyfinizi kaçıran olaylar da cabası. Ve sorumsuz
personeliniz yüzünden müşterileriden işittiğiniz sitem dolu
cümleler...
Nereden girdiniz bu işe, bak arkadaşın Kemal geçen yıl
istifa edip kendi şirketini kurdu, şimdi paraya para demiyor,
müşteri portföyünü de almış yanına istifa ederken. Mis. Ama
siz hâlâ başkalarının yanında çalışıyorsunuz, Kemal Bey kadar
cesur, atak ve gözü pek değilsiniz. (Aslında burada olan biten
Kemal’in yıllarca çalıştığı şirketin müşteri portföyünü çalan
hırsız bir piç olduğu ama bunu görmezden geliyoruz) Ah ço­
cuğunuz olmasa bir gün daha kalır mıydınız o şirkette. Ahhh
siz bilirdiniz yapacağınızı, ahhh!!!

79
Şimdilik bu hiçbir işe yaramayacak içi “keşke” dolu hayal­
lerinizi bırakıp gerçek dünyaya dönelim. Saat 19:30. Dünya­
nın en normal insanını bile akıl hastasına çevirebilecek kadar
yoğun bir trafikten çıktıktan sonra evinize yorgun argın gelip
kapıyı çaldınız. İşten henüz gelmiş eşiniz ve yanında çocuğu­
nuz kapıda sizi gülümseyerek karşıladı. Muhteşem bir an, âde­
ta Hollywood filmlerindeki mutlu aile tablosu. Aman Allah’ım
şu anda dünyanın en mutlu insanı siz olmalısınız. Ayakkabıla­
rınızı çıkarıp içeri girdiniz, üstünüzü değiştirip biraz televiz­
yon izleyeceksiniz ya da salondaki üçlü koltuğa uzanıp on on
beş dakikalık hafif bir uykuyla günün yorgunluğunu üstünüz­
den atacaksınız.
Ama hayır! Bir dakika! Manyak mısınız kardeşim, böyle
bir dünya Barbara Cartland’ın pembe romanlarında bile ola­
maz. Siz daha içeri girdikten bir saniye sonra anne o dünyalar
tatlısı çocuğunuzu size paketlemeye çalışıyor. “Canım çocukla
biraz ilgilensene, ben yemeğini yapacağım,” diyor ve ardına
bile bakmadan mutfağa kaçıyor. Elinizde İpek ve kafanızın
içinde bütün günün yorgunluğu ve üzerinizde durduğu her
saniye sizi rahatsız eden takım elbiselerinizle kapının önünde
tropik ormanlardan kaçırılıp şehre bırakılan zavallı bir may­
mun gibi dikiliyorsunuz.
İyi dinleyin beni, yapmanız gerekenleri söyleyeceğim şimdi.
İlk olarak yatak odasına gidip üstünüze rahat bir şeyler giy­
melisiniz. Bu arada çocuğunuzu “Ceketimi as, pantolonumu
katla” falan diyerek oyalamanız ve takım elbisenizin çocuğu­
nuz tarafından muhteşem ötesi bir şekilde buruşturulmasına
ses çıkarmamanız menfaatinizedir.
Üzerinizi değiştirdikten sonraki on saniyelik zaman dili­
minde elinizi yüzünüzü anti-bakteriyel sabunla yıkamak (evet
dışarıdan gelen herkes pistir ve dezenfekte olmaları gerekmek­
tedir, efendim, zaten kapıdan girdiğimde çocuk kucağıma mı

80
verilmişti? Annesinin hatası, ben asla öyle bir şey yapmam) ve
bu işler bittikten sonra hemen çocuğunuzla birlikte yatağınıza
giderek, yatarak oynayacağınız herhangi bir oyuna başlamak.
Öyle bir oyun bulmalısınız ki hem bir yandan yatarak din­
lenmeye, günün stresini atmaya çalışacaksınız hem de aynı
anda çocuğu oyalayacak, onun canının sıkılmasına fırsat ver­
meyeceksiniz. Bu kısım tamamen sizin yaratıcılığınıza kalmış.
Benim tavsiyem, iki tane yumuşak oyuncak alıp (çocuğun sı­
kıldığında oyuncakları kafanıza atma riskini düşünerek) ya­
takta bu oyuncakların birini çocuğunuza verip birini de ken­
diniz alarak birbirleriyle konuşturmak.
Ben mesela bir tane büyük, bir tane de küçük oyuncak kö­
pek alarak -küçük köpeği îpek’e veriyorum- îpek’le yan yana
uzanıyorum ve konuşmaya başlıyoruz. Benim elimdeki baba
oluyor, İpek’in elindeki de yavru. Ama iki dakika sonra ço­
cuk sıkılmaya başlıyor. O zaman annenin duymamasına dik­
kat ederek hafiften ürpertici bir hikâye anlatmaya başlıyorum.
Bunun dozunu iyi ayarlamanız lazım. Elinizdeki köpek uzay­
dan dünyamıza kaçan küçük köpeğin peşindeki bir canavar
olabilir ya da kuduz bir köpek (Stephen King’in Kujo’su gibi)
olup etrafındaki herkese saldırabilir. Bunlar size kalmış. Ben
genelde uzaylı hikâyesini tercih ediyorum. Bir iki hafta önce­
sine kadar da oldukça başarılıydım. Ta ki İpek annesine koşa
koşa gidip ağlayarak “Anneeeeaaaa, baba bana uzaylı canavar­
ları anlatıyor,” diyene kadar...
Çocuklar gerçekten çok nankör.
Benden başka kim sana bu kadar güzel hikâyeler anlatabi­
lir hain iblis? Dinlenmem lazım benim, anlıyor musun, yor­
gunum ben! Yorgunum lan!!! Beğenmiyorsan, annen oyalasın
o zaman!!!

81
AYDA BİR OYUNCAK NEYİNE YETMİYOR?

slında insan pek de değişebilen bir canlı değildir. Evle­


A nince değişmez, ergenliğe girince değişmez, bir arkadaşı­
nı kaybettiğinde değişmez, sevgilisinden ayrılınca değişmez...
Hepsinde değiştiğini zanneder çünkü yaşadıklarından do­
layı bazı kararlar almıştır hayatıyla ilgili ama o kararları sıkı-
lana kadar uygular sadece. Bir süre sonra da fabrika ayarlarına
geri döner. Yani evet, yedisinde neyse yetmişinde de odur.
Ancak bu değişmez gerçekliğin belki de tek bir istisnası
vardır; insanın bir çocuğunun dünyaya gelmesi.
Büyük konuşmak, konuşurken haddini aşmak, bilmeden
atıp tutmak sadece çocukla ilgili yapıldığında başınıza dert
açabiliyor. Üç yıldır bunu her gün, her dakika, her saniye, an
be an bizzat test ediyorum.
Amerikada yaşarken sevdiğim bir ağabeyin evine gitmiş­
tim misafirliğe. İki kızı vardı; biri beş, diğeri üç yaşlarında.
Evin içinde yürüyememiştik doğru düzgün çünkü her yer
oyuncaktı, her yer ama... Hah gözükmüyordu oyuncaktan.
“Bu kadar oyuncak alınır mı çocuklara, bu kadar şımartmaya
ne gerek var ki?” diye düşünmüştüm. Zaten çocukların gürül­
tüsünden de ne oturduğumu ne konuştuğumu anladım; biraz
oturup kalktım.

83
Çok net hatırlıyorum, o evden çıkıp arabaya kadar yürür­
ken, o kadar oyuncağın çocukları şımartmaktan başka hiçbir
işe yaramadığını, öyle dağınık bir evde çocukların bir deli gibi
büyüyeceğini düşünmüştüm.
Kınadığınla sınanırmışsın, bilmiyordum...
Daha İpek doğmadan ona bir sürü oyuncak almıştım bile.
Çıngıraklar, parmak kuklaları, renkli yumurtalar, aklınıza ge­
lebilecek her şeyden almış, bir köşeye koymuştum. İpek bü­
yüdükçe oyuncaklarını yavaş yavaş çıkarırım, biriyle oynasın,
ondan sıkılınca diğerini veririm, bir süre de onla oynar, o za­
man diğerini koyarım ortaya diye düşünmüştüm.
Ben nereden bileyim çocuğun iki saniyede oyuncaktan
sıkılacağını; ben nereden bileyim, ağlama krizine girdiğinde
evdeki bütün oyuncakları önüne yığacağımızı; ben nereden
bileyim onlar da yetmediğinde televizyon kumandası ve cep
telefonunu eline tutuşturacağımızı?
Maalesef aldığım oyuncaklar İpek’e yetmedi. Hâlâ da yet­
miyor. Büyüdüğünde (Büyüdü dediğim üç buçuk yaşına gel­
di ama büyüdü işte, doğduğu güne nazaran hacmi üç katına,
boyu iki katına çıktı, her üç yılda bir bu tempoda gelişse on
sekizinde beş metreye iki yüz kilo olacağını hesap ettim ge­
çenlerde) oyuncak stilini değiştirdim. Ne kadar yumuşak
bezden yapılmış oyuncak varsa alıp geliyordum eve; kediler,
köpekler, kertenkeleler, bezden toplar (evde iki yüz top olması
lazım her çeşidinden) öyle ki artık oyuncak bulamamaya baş­
lamıştım. Yine de mantığım aynıydı; al, biriktir, yavaş yavaş
verirsin. Ama bu sistemi bir türlü oturtamadım ve evin her
yeri oyuncak doldu.
Şimdi Amerika’daki o ağabeyim gelse benim evime, aynı
onun evi gibi bir ev bulacak karşısında. Bire bir aynısı.
Hiç mi faydası yok peki bu oyuncakların?

84
Kabul ediyorum, var.
En azından oyalanıyor İpek, televizyona bağımlı kalmıyor.
Bir de aldıklarınız hayvan oyuncağıysa hem ister istemez bir
hayvansever yetiştiriyorsunuz ve bunlar kırılacak dökülecek
oyuncaklar olmadığı için de çocuğunuz eline aldığı her şeyi
kırmaya çalışmıyor. Ben bu konuda çok faydasını gördüm bez
oyuncakların.
Arada sıkıntı çıkaran oyuncaklar yok mu peki, olmaz mı?
Büyüklerden birisi plastikten minik bir bebek arabası almış
İpek’e. Allah o arabanın belasını versin! İçine bütün hayvanları
dolduruyor Nuh’un Gemisi gibi, sürmeye başlıyor. O plastik
tekerlekler nasıl çirkin bir ses çıkarıyor arabayı sürdükçe, hem
bize işkence hem alt komşuya... Komşuyu ne zaman görsem
kusura bakmayın gibisinden yüzüne bakıp, konuşmadan göz­
lerimle özür diliyorum.
İpek de aksi gibi o arabayı çok seviyor. Zaten bunu da yaşa­
yarak öğreneceksiniz. Nerede iğrenç, işe yaramaz bir oyuncak
varsa çocuk onun hastası olur.
Şunu da ekleyeyim, ona da zamanla alışacaksınız gerçi ama
ben yine de buradan uyarımı yapayım, başka çocukların ta­
vukları çocuğunuza kaz görünecektir, bunu engelleyemezsi­
niz. Evinize çocuklu misafir geldiğinde, çocukların oynadığı
odadan gelen ağlama seslerinin sebebini öğrenmek istediği­
nizde, misafir çocuğun evden gelirken yanında getirdiği her­
hangi bir oyuncak bebeğin -bu oyuncak Adapazarı patatesi
bile olabilir, fark etmez, sadece mülkiyetinin çocuğunuzda ol­
maması yeterlidir- paylaşılamadığını, daha bir gün önce kredi
kartına dokuz taksit yaptırarak aldığınız beş yüz liralık bebek
evi setinin odanın bir köşesinde öksüzler gibi boynu bükük
durduğunu göreceksiniz.
Benim böyle durumlarda başvurduğum bir yöntem var.
İpek’in oynamadığı tüm oyuncakları topluyorum ve arka bal-

85
kondaki büyük bir şeffaf kutuya koyuyorum. Kutunun içinin
gözükmesi çok önemli. Arada sırada İpek’i balkona çıkarıyo­
rum başka bir bahaneyle, o da hemen köşede duran kutuyu ve
içindeki oyuncaklarını görüyor ve bana masum masum “Baba
oyuncaklarımmmmmm, hepsi oradaymışşş, oyuncaklarımı
istiyorum,” diyor. Ben de en Ivan Dragon suratımla, “Hayır
İpek, alamazsın onları, orası oyuncak çöplüğü, oynamadığın
oyuncakları oraya atıyoruz ve asla bir daha sana vermiyoruz
çünkü orası çöp,” diyorum. Sonra hayatın doğal akışı gereği
İpek deliler gibi ağlamaya başlıyor fakat yine hayatın doğal
akışı gereği benim yumuşamam gerekirken, ben en ufak bir
merhamet belirtisi göstermeden “ÇÖP ORASI İPEK, ÇÖPPP-
PPP, ONLAR OYNAMADIĞIN OYUNCAKLARIN, ARTIK
HİÇBİRİYLE OYNAMAYACAKSIN, HADİ İÇERİÎİİ, ODA­
NA GİTTT, OYUNCAKLARIN BURDA KALACAK,” diye
bağırmaya başlıyorum.
Bu sefer hayat gerçekten olması gerektiği gibi devam edi­
yor ve gürültüye Gonca gelip gözlerimin içine gerçek bir akıl
hastasıyla evlendiğini bildiğini ve asla bundan kurtulamaya­
cağını, hayatını mahvettiğimi, bunun aynısının İpek’e olma­
sına izin vermeyeceğini anlatan bir ifadeyle dik dik bakarak
îpek’in oyuncaklarını geri veriyor.

86
BENLE İNAT GİTME!

ilimize yerleşmiş bir kalıp var; “şunla şu olma, bunla bu


D olma” gibi. Mesela bulunduğunuz yerde hafif bir ger­
ginlik çıkar, biraz uzatsanız kavga kaçınılmazdır, yanınızdaki
arkadaşınız müdahale eder, “Aman Abi, sen serseriyle serseri
olma”, hemen yelkenleri suya indirir, efendiliğinizi elden bı­
rakmaz işinize gücünüze bakarsınız.
Bu kalıbın en çok kullanıldığı durumlardan biri de “çocuk­
la çocuk olma”.
Ama bilmiyorsunuz herhalde, babalar için neredeyse haya­
tının en zevkli anlarından biridir çocukla çocuk olmak. Diğer
bir deyişle onunla inatlaşmak.
Bu konu hakkında çevremdeki annelerden çok şikâyet
duydum. Tamamına yakını babalar için “Delirtiyor çocuğu,
ciyak ciyak bağırtıyor,” diyor.
Kendimden örnek vereyim, hayır, kimseyi delirttiğim falan
yok. Soruyorum size, evinizde gezen deli bir cüce var. Bu öyle
bir cüce ki kafasına estiğini o an yapabileceğini zannediyor. Ve
karşısına çıkan herhangi bir engelde ciyak ciyak çığlık atarak
durmaksızın ağlıyor.
İşte bu cüce, siz bilgisayarınızın başmda sakin sakin bir
şeyler okurken bir anda önünüze gelip gözünüzdeki yakın

89
gözlüğünüzü alıyor ve “O benim, o benim, o benim,” diye ba­
ğırarak son hızla geldiği yere geri gidiyor.
Sevgili kızım, canım evladım, İpekciğim, sen nasıl başka­
sına ait bir şeye mafya gibi el koyuyorsun, sana annen hiç mi
bir şey öğretmedi? (Çocuk yetiştirmede altın kural, çocuğun
iyi davranışları sizden, kötü davranışları da kesinlikle eşinizden
kaynaklı bir durumdur, bu konuda asla taviz vermeyin. İleriki
günlerde eşinizle kavga ederken “Gördün mü bak! Senin yü­
zünden böyle oldu bu çocuk,” derken bu laflarımı hatırlarsınız.)
Geri getir gözlüğümü diye arkasından bağırıyorum, sanki
babası değilim ben, salona bağlanmış bir eşeğim, Türkçe ko­
nuşmuyorum da anırıyormuşum gibi, hiç duymuyor, hiç ama.
Hem cüce, hem deli hem de terbiyesiz! Şimdi siz olsanız böyle
acayip bir çocuğa nasıl bir ders verirsiniz?
Ben kısasa kısas yöntemini tercih ediyorum, böylece
İpekciğimin empati yeteneğini de geliştiriyorum. Bu kadar
ikaza, uyarıya, tatlı dile rağmen gözlüğüm hâlâ gelmediyse
ben de onun odasından, en sevdiği oyuncağı elime alıp -ki
hangi oyuncağını elime alsam o en sevdiği oluyor- “O benim,
o benim, o benim!” diye bağırmaya başlıyorum.
Ben böyle bağırmaya başlayınca İpek daha da manyaklaşıp
“HER ŞEY BENÎM!! BÜTÜN HER ŞEY BENÎM,” diye hem
zıplıyor hem bağırıyor. “Oyuncağı al, gözlüğü ver o zaman,”
diyorum. “Hayır, o benim,” deyip elindeki gözlüğü daha da
sıkı tutuyor, kıracak neredeyse!
Şimdi ben nerede inatlaştım çocukla?
Sakin sakin koltukta oturur bilgisayara bakarken geldi göz­
lüğümü aldı.
Bende mi suç?
Ne inatlaşması?
O BENÎM GÖZLÜĞÜM!!

90
BABAANNE SABRI

pek’i kucağıma ilk aldığımda ellerimin arasından düşece­


I ğini sanmıştım. Gözlerinize bile bakmayı bilmeyen minik
bir canlı buruş buruş suratıyla kucağınızda öylece hareketsiz
duruyordu. Bir baba gibi değil ama çok garip hissettiğimi ha­
tırlıyorum. Annelik bir güdü ama babalık değil, zamanla öğre­
niliyor. Öğrendim ben de mecburen; çocuğumu nasıl tutaca­
ğımı, ağladığında annesi yoksa yanımda, onu sakinleştirmek
için neler yapmam gerektiğini, zamanla hepsini öğrendim.
İşin kötüsü şu; ben öğrendikçe annemin de bir anne oldu­
ğunu ve bundan kırk yıl önce iki çocuk büyüttüğünü unuttum.
Gonca doğumdan sonra ücretsiz izinlerle falan on ay evde kal­
dı, sonra işe başladı, ben de îpek’i on bir aylıkken sabahları
anneme bırakmaya başladım işe giderken.
Her sabah İpek’i anneme teslim ederken elli tane talimat
veriyordum kapıdan. Anne, İpek çok ağlarsa şuna bak, aman
anne oyun parkından çıkarma, anne maması çok sıcak olma­
sın, sütü yirmi sekiz derece olsun çünkü o bir lord çocuğu
anne, anne sen bilmezsin, bu özel bir çocuk tamam mı, o yüz­
den düzgün bak ona. Dalai Lama olma ihtimali var bu çocu­
ğun, seçilmiş bu çocuk, bak nasıl da bakıyor cin gibi ben aptal
aptal konuşurken, diyorum ya özel bu çocuk anne bana inan,
o yüzden dikkatli bak çocuğuma.

93
Bir dedim, iki dedim, beş dedim, yirmi dedim, iki yüz de­
dim... Annemde de nasıl bir sabır varmış arkadaş, hepsinde
de beni “Sizi nasıl büyüttüm?” diyerek karşımda millî irade
gibi dimdik durdu. Yine de, evet her şeye rağmen yine de tam
güvenemiyorsunuz. Anneniz bile olsa, sizi büyütse de, çocuk
büyütmeyi, kırk yıldır bilse de, sizi bu yaşınızda bile hâlâ bü­
yütmeye devam etse de yakınınıza bile güvenemiyorsunuz.
Bu çok korkunç.
“Ben ölmeye İpek doğduktan sonra başladım,” diyorum
herkese. Çünkü bir çocuğun omzunuza yüklediği sorumluluk
duygusu o kadar ağır ki anneler ne hissediyor bilemiyorum
ama bir baba olarak, onun geleceğini düşünmekten kendimi,
tüm dertlerimi unutuyorum ya da benim geleceğim önemsiz
hale geliyor onun yaşayacağı günler aklıma geldikçe. İşte böy-
lesine devasa bir sorumluluk duygusunun pençeleri içinde acı
içinde kıvranırken anneme falan güvenemem ben. Evet ona
bırakırım İpek’i. Bütün gün de orada kalır ama aklımın bir kö­
şesi her zaman İpek’te olur, olacak. O büyüyüp benim yaşıma
gelse de olacak çünkü o benim evladım.
Çocuğum olduktan sonra iki günde bir “Oğlum bırak şu
sigarayı,” diyen annemi daha iyi anlamaya başladım sanırım.
Anne bu çocuğun yanağı niye kızarmış, çok mu öptün?

94
BİZ DİYE KONUŞAN ANNELER

ıllık izne çıktığımda İpek’i tek başıma parka götürüyo­


Y rum, Gonca işte oluyor zaten. Kızımla baş başa vakit ge­
çiriyoruz. Hem öyle mutlu ve örnek Cingılbört ailesi pozları
vermeyi sevmem pek. Görüyorum “BANA TAPAN DÜNYA
TATLISI İKİ ÇOCUĞUM VE DÜNYALAR GÜZELİ BİR
KARIM VAR” havalarında geziyor parkta insanlar. Yok yok,
tam olarak öyle değil. Yaptığım keskin ve yanılmaz gözlemlere
göre bu aileler aslında iki tip.
Birincisi yukarıda bahsettiğim dünyalar mutlusu, hayatın
her türlü zorluğuna beraber göğüs gereceğine inanan, evlenir
evlenmez çocuk doğurup bu çocuklarını kusursuz yetiştirme­
ye çabalayan, tüm motivasyonlarını bu ilkenin peşinden koş­
maya ayırarak takriben on yıl sonra pilleri biterek birbirinden
tiksinecek ve türlü çirkinliklerle (ayrılırken babasmın düğün­
de taktığı seti geri isteyen erkek, televizyonun iki taksidini
ödediği için evdeki bütün elektronik eşyaları annesinin evine
taşıyan kadın vb.) ayrılacak çiftler.
İkinci tip çiftler ise kadının dırdırından manyağa dönen
koca ve kabullenmelerinin getirdiği sarsılmaz, yıkılmaz, ayrı-
hnmaz, sonsuza kadar beraber yaşayacakları açıkça belli olan
aileler. Dikkat ettiyseniz özellikle ikinci tip ailelere toplumu-
muzun muhafazakâr, ayrılmayı pek de kabul etmeyen yapısı

97
nedeniyle daha çok rastlarız etrafta.
Kısaca betimlemeye çalışayım bu ailelerin dışarıdan nasıl
göründüklerini.
İki çocuk doğurmuş, tüm güzelliğini ve gençliğini doğan
çocuklarına verip karşılığında kilo almış, saçları sarıya boyat­
mış -çünkü kendisinden memnun değil ve kısa vadede yapa­
bildiği tek değişiklik saçlarını boyatmak- kadın ve yanında
kadının her dediğine kafa sallayan, sadece boynunda tasması
eksik köpekleşmiş zombi koca.
Birkaç tanesinin konuşmalarına da şahit oldum. Yanlarına
sinsi sinsi yaklaşıp kadınların ne dediklerini dinledim ki evde
kendimle mukayese edeyim, acaba ben de mi o zombi koca­
lardan oldum, bir özeleştiri vereyim kendime.
Duyduklarım şunlar: Kadınlar genelde kocalarının ailesi
hakkında sinirli sinirli konuşuyor. Adamcağız da aynı lafla­
rı yıllardır o kadar işitmiş ve artık alışmış. İtiraz bile etmiyor
denilenlere.
“Ama senin annen bana böyle yaptı, Ayşegül’e öyle yapma­
mıştı.”
Ayşegül, adamın kardeşinin karısı, yüzde yüz hem de.
“Yeter artık, dayanamıyorum, sen de hiç konuşmuyorsun
annenle, ne biçim adamsın sen?” Adam ne konuşacak an­
nesiyle, annesi de karısının bir benzeri sonuçta. Konuşsa ne
değişecek ayrıca. Gerizekalı herif gitmiş annesinin modeli bir
kadınla evlenmiş. Olan ortada. Bu arada adam azarı işitir bir
yandan da Ayşegül’ün ne kadar aşağılık bir yaratık olduğunu
dinlerken çocuklar o sırada birbirleriyle didişmeye başlıyor.
Koşarak başka bir yere gidiyorlar, gözlerimle görüyorum. Ama
adam artık öyle bir hale gelmiş ki hiçbir şey sinirini bozmu­
yor. Sakince çocuklarını yanma çağırıyor. Karısına “Tamam,
ben annemle konuşurum,” diyor.

98
Yıllık izindeyken hafta içi İpek’le parka gittiğimde ise bu
iki tip ailelerin hiçbiri olmaz ortalarda. Anneler çocuklarını
tek başlarına getirmiştir parka. Âdeta bir kadınlar günü gibi­
dir oyun parkının etrafı. Ben de ister istemez bu güne erkek
halimle dahil olurum. Ve orada muhakkak rastlarım çocuğu­
na üçüncü çoğul şahıs olarak hitap eden annelere.
Genelde çocuğun yaşını tahmin etmece oynarız tanıma­
dığım annelerle. Bu yetişkinler arası bir tür gizli flört mü bil­
miyorum. Acaba böyle bir şey var ve ben korkunç duygusal,
içi adrenalinle dolu yasak aşklara yelken açacakken sadece
kızımı salıncakta sallayıp eve mi dönüyorum, onu da bilmiyo­
rum ama diğer annelerle tanışmanın ilk adımı çocukların kaç
yaşında olduğunu tahmin etmece oyunudur bunu biliyorum.
“Maşallah, çok tatlı, kaç yaşında?”
“Üç yaşındayız.”
Nasıl ya? Nasıl üç yaşındasınız, sen basbayağı otuz beş ci­
varısın hanımefendi, ne üç yaşı?
“Sizinki ne kadar?”
“ÜÇ YAŞINDA!”
İkinci çoğul şahıs eki yok. O eki özellikle kullanmam ve
biraz da bağırarak söylerim ki karşı taraf yaptığı deliliği anla­
sın. Ama asla anlamaz ve aynı şekilde konuşmaya devam eder.
“Biz geçen ay kutladık doğum günümüzü.”
Bana ne kardeşim? Ben parka İpek biraz nefes alsın diye
geldim, bana ne geçen ay kutladığın doğum gününden?
“Aaa çok tatlı, aynı günde mi doğdunuz?”
“Yok canım lafın gelişi, bizimkinden bahsediyorum.”
Lafın gelişine bak, çocuğuyla kendini tek bir canlı zannedi­
yor manyak, böyle lafın gelişi mi olur? Demek ki bu kadından

99
uzak duracağım bir sonraki sefer. Sadece benim uzak dur­
mam yetmeyecek, onu da kendimden uzak tutacağım, bana
selam bile veremeyecek.
“Aaa öyle mi, siz ne zaman doğdunuz?”
Bir duraklama... Bu adam acaba benimle flört mü ediyor
kaygısı, akıldan bin bir türlü kötü ihtimali geçirme süreci ve
yavaş yavaş uzaklaşma...
Halbuki öyle bir niyetim yok. Hafif ama kaygılı bir şekilde
gülümseyerek
“Ben Temmuzda doğmuşum.”
“Yengeç burcu? Ne kadar güzel”
Burçlardan bahsettiğimi görüp biraz rahatladı mı acaba,
bilmiyorum, çözemedim, şimdi son soru, final sorusu, düş­
manımın başını gövdesinden ayıracak soru, ayılığın tarihini
yeniden yazan soru geliyor:
“Yetmiiiiiiiş, kaçlısınız, sekiz, dokuz?”
İşte bittiği an çünkü belli, seksen beş sonrası doğumlu, bu
çok belli ama “Biz” demesinin cezasını bir şekilde çekmeliydi,
çekmeli, hemen şu an cezalandırılmalı. Çocuklar da ileride
salıncakların orada oynuyor, arkadaş oldular herhalde. Zoraki
gülümsüyor.
“Ne yaptınız canım siz de, seksen yediliyim ben”
Çocuğunu çağırıyor, îpek’le arkadaş olmuşlardı, oynuyor­
lardı halbuki.
“Aleynaaaaaaa Eliiiif, Aleynaaaaa Eliiiif, hadi annecim gi­
diyoruz.”
Çocuğuna iki isim koymuş ve bunu bütün dünyanın öğ­
renmesini istiyor. Ruhu katmerli hasta demek ki...
Düşes kızı Aleyna Elif ve kendisini kızıyla yekpare gören

100
ruh hastası düşes parkı terkediyor. İşte o an dünya bir dakika­
lığına daha güzel bir yer oluyor.
Ama sadece bir dakikalılığına çünkü hemen yanımdan
başka bir anne elinde yoğurt kasesiyle, biraz ileride koşan oğ­
luna bağırıyor.
“Eymen Aliiiiii, Eymen Aliiiiiiii, gel buraya çabuk, yoğurt
yiyeceğiz!”

101
BABAM, ANNEM, TEYZEM, DAYIM

ocuk parkları benim için çok değerli alanlar. Yazar olarak


Ç birbirinden acayip bin tane gözlem yapabiliyorum çünkü.
Uzaktan tımarhane gibi gözüküyorlar o ayrı; oyuncak kaleler,
salıncak ve tahterevalliler, kum havuzları etrafında küçük kü­
çük binlerce insan var. Hepsi de nefesleri yettiğince bağırıyor.
Akh başında bir uzaylı bizim evin oradaki parka on daki­
kalığına inse soracağı iki soru olur; bu insanlar ne yapıyor ve
niye bu kadar küçükler?
Bu gerçeği sık sık vurguluyorum ama kızım olduktan
sonra anladım çocukların çocuk değil, aslında birer deli ol­
duklarını. Bakın, maalesef bu gerçek ve bu gerçeği kabul et­
meden çocuğunuzla sağlıklı bir ilişki kurmayı aklınıza bile
getirmeyin. Çocuğunuz öyle bir deli ki yemek yerken ortada
hiçbir sebep yokken tabağı ters çevirip kahkahalar atabilir ve
bir saniye sonra hiçbir şey olmamış gibi mama sandalyesinin
üstüne dökülmüş yemeğini elleriyle yer. Öyle bir deli ki eline
aldığı kalemle duvarları boyar, yetmez buzdolabını çizer, par­
keleri çizer, mobilyaların üstünü çizer ve bunları yaparken de
kahkaha atar.
Peki bu delilere onlardan daha deli davranan kimler var
deseniz, verilecek ilk cevabım anneler olur. Annelere herhal-

103
de doğumdan sonra ya da annelik güdüsüyle müthiş bir sa­
bır çöküyor çocuklarıyla ilgilenirlerken. Babaların iki dakika
dayanamayacakları durumlarda belki saatlerce kalıyorlar da
yine sesleri çıkmıyor. O haldeyken bile çocuklarına gülümse­
yebiliyorlar. Uyku saati geldiğinde kakası gelmediği halde her
gece “Kakam var,” diyen İpek mesela. Her gece îpek’i kaka­
ya götürür Gonca ve îpek’in kakası yoktur aslında, biliyordur
bunu da. Öylesine oturağa oturur kalkar İpek çünkü uyumak
istemediği için aklınca vakit geçiriyordun
Bitmez derdi İpek’in. Yattıktan sonra da su ister, her gece.
Yanına bir bardak suyla gelir annesi, ondan da bir yudum alır
kenara bırakır. Aklı başında bir insanın aklını kaçırması lazım
ama anne yüreği herhalde, bu çok normal bir davranışmış gibi
her akşam olmayan kakaya götürüyor çocuğunu ve bardağın
ucundan bir yudum su içecek diye yattığı yerden kalkıyor,
mutfağa kadar gidip geliyor. Bu belki sizlere çok büyük bir iş
gibi gelmeyebilir ama her akşam tekrar ettiğini düşünün, işte
o zaman anlıyorsunuz anneliğin ne demek olduğunu.
Peki kim var annelerden başka çocuğunuza bu kadar iyi
davranabilen? Akrabalar var mesela, onlar annelerden farklı
olarak, çocuğumuzu büyütme cefasını hiç çekmediklerinden,
çocuğu severken ya da onunla oynarken gayet anlayışlı olabi­
liyorlar.
Ama bu akrabaların çok ufak bir kusurları var, bu kusu­
ru da parkta gözlemledim. Bu akrabalar muhtemelen cahil ya
da dünyadan haberleri yok çünkü mesela amcası, yeğeni Ay­
çanı parka getirmiş, Ayçan da dünyanın en yaramaz çocuğu,
oradan oraya koşuyor, atlıyor, bir an bile yerinde durmuyor.
Normal bir amca olarak ne demeniz lazım? “Aycaaaaan, evla­
dınım, çok terleme hasta olursun, koşma,” falan gibisinden bir
şeyler dersiniz değil mi? Ama öyle olmuyor, Ayçanın amcası
Ayçana, “AMCACIM gel buraya,” diyor. Amca manyak mısı-

104
nız? Ne amcacığımı? Ayçan senin yeğenin değil mi? Amca ne­
reden çıktı? Sen onun amcasısın, kafan mı gitti ne oldu?
Ben bunları düşünürken on beş metre ileriden bu sefer
başka bir çığlık duyuyorum “SİMLAAAAA, TEYZECİM
UZAKLAŞMA!” Simla dediği iki buçuk yaşında bir kız, ba­
ğıran kadının mantığına göre kendisi onun yeğeni. Otuz beş
yaşındaki kadın iki buçuk yaşındaki kızın nasıl yeğeni olur?
Nasıl bir sapık ilişkiler yumağından çıktınız arkadaş siz. Bu
nasıl oldu, nasıl başardınız bu işi, Game of Thronesdaki sapık
hanedanlarda bile bu kadar küçük yaşta teyze amca yok, deli
misiniz nesiniz?

Bunları yazarken İpek de oturma odasında resim yapıyor,


sesi de çıkmıyor hiç. Kim bilir ne sinsilikler peşinde yine, bir
çağırayım merak ettim.
“İPEEEEK, BABACIIIIIIM, NEREDESİİİİN?”
Oldu mu?
Olmadı.

105
KENDİNDEN MEMELİ ÇOCUK ARABASI

rkekler hayatları boyunca ruhsal olarak sadece bir kere


E değişim geçiriyorlar, o değişimin haricindekilerin hepsi
yalan ya da abartı. Kim ne diyorsa size inanmayın. Misal, “Abi
âşık oldum, ondan sonra asla eski ben olamadım,” derler. Ya­
lan, kuyruklu yalan. Çevirin kafanızı, tıkayın kulağınızı geçin.
Erkekler, sadece çocuk sahibi olduktan sonra değişiyor.
Daha önce de dediğim gibi bambaşka birisi oluyorlar. Omuz­
larına çöken sorumluluk duygusu, çocuğun geleceğini düşün­
mekten saçlara, sakallara yayılan beyaz teller, erkeklerin sesini
yavaş yavaş kesiyor ve onları yavaş yavaş munis bir canlıya
dönüştürüyor.
Benim îpek’le ilgili gelecek kaygısı yaşadığımı hissettiğim
ilk an bebek arabası aldığım zamandı sanırım. Gonca daha
hamileyken, “Alırım en basitinden bir tane, ne olacak, en faz­
la yarım saat içinde oturacak nasılsa, zaten çoğu da uyuyor
gezdirirken, farkında bile değil nerede olduğunun,” diye dü­
şünürken, mağazaya girdiğimde karşıma çıkan uzay arabaları­
nın çeşitliliği ve fiyatları karşısında resmen afallamıştım.
Mağaza görevlileri öyle güzel anlatıyorlardı ki arabaları;
yok çocuk arabasında uyurken yastığın her iki yanındaki ho­
parlörden ninni söyleyen araba, yok titanyum iskeletli katla-

107
nınca cebe girebilecek kadar küçülen üç yüz gramlık araba,
çocuğun iskelet gelişimine engel olmayan araba (sanki ucuz
arabada gezdirilen çocukların tamamı cüce kaldı, boyları uza­
madı), boyun tutacaklı araba, üç tekerlekli araba, kendinden
memeli emziren araba...
Tamam bu son söylediğim gibi bir araba yok ama olma­
ması için de bir neden yok piyasa böyle gelişmişken. Annenin
sütünü bir gece önceden çocuk arabasındaki gizli bir hazneye
depolayacaksınız, çocuk hem arabada gezecek hem de anne
sütünden mahrum kalmayacak.
Uçuk kaçık modelleri görünce “çocuğum en iyisine layık”
ya da “almışken bir kere alıyoruz zaten, en iyisi olsun” düşün­
celeriyle arabaya binlerce lira vermek pek mantıksız da gelmi­
yordu insana.
Peki hiç düşündünüz mü? Niye çocuğumuz en iyisine layık
olsun ki? Aynı eğitim mevzusu gibi. Özelliği ne çocuklarımı­
zın? Prens evladı mı, kont torunu mu? Bir çocuk arabasına
bu kadar para vermek yerine, daha makul bir araba alamaz
mıyız? Hepimiz bu kadar zengin miyiz? Yoksa kredi kartına
on taksidi duyunca “nasıl olsa öderim” diye düşünüp taksitler
üst üste binince ne bok yediğimizi anlayıp pişmanlıklar içinde
mi kıvranıyoruz?
Size çocuğunuzu önemsemeyin demiyorum, tam aksine,
daha aranızda baba olmamışlar da vardır diye düşünüyorum;
dünyada hiçbir varlık size onların geldiği kadar iyi gelmeye­
cek, hiçbir varlık size onların hissettirdiklerini asla hissettire-
meyecek. Ancak sadece bu yüzden bir çocuk arabasına binler­
ce lira vermeniz de gerekmiyor. Evet bebeğiniz çok ufak, evet
çok şirin, evet ah canım, evet benim kınalı kuzum ama maddi
durumun yoksa o kadar para verme arabaya arkadaş!
Çok zengin olsam da o garip dizaynh çocuk arabalarından
almazdım, sevmiyorum kendimi topluma parayla ispat etme-

108
yi çünkü “Aaaa ne güzel araba, kesin çok pahalıdır. Hımmm
aile evladına çok para harcıyor, demek ki iyi baba, iyi anne”
düşüncesi en başından hastalıklı bir düşünce.
İpek doğduktan sonra bu hayatta benim artık tek bir he­
defim var; İpek beni ileride, ben onun yanında olmadığım
zamanlarda iyi hatırlasın yeter. O da arabasına tonla para dö­
külerek gerçekleştirilebilecek bir durum değil.

109
BEN ŞİMDİ NE YAPACAĞIM?

ocuk istemediğim zamanlarda annem bana hemen, “Bak


Ç Selmalara, onlar nasıl bakıyor, hem de ikizleri var,” diye
başkalarını örnek veriyordu. Selma, annemin yakın bir arka­
daşının kızıydı.
Evet, haklıydı aslında. Ben bütün hayatımı Selma ve koca­
sının aldığı kararlara göre sürdürmeliydim. Selma ve kocası
benim yaşam koçumdu, onlar ne yaparsa ben de aynılarını
yapmalıydım. Selma çocuk doğurduktan sonra benim, evet
bizzat benim doğurmamam için hiçbir sebep yoktu. Selmalara
bakmadığım için Allah benim belamı versindi, ben Selmalara
nasıl bakmazdım. Selma ve eşi bu dünyada her zaman en doğ­
ru kararları alan harika insanlardı.
Bir şekilde kırklı yaşları devirmiştim, diğer yanda ise Sel-
maların çocukları beş yaşına gelmiş, tüm evrenin sevgilisi ol­
muşlardı. Hatta bir reklamda ufak rolleri bile vardı. Selmanın
güzel, harika ve akıllı çocukları da aynı Selma gibi kusursuzdu.
Kırk bir yaşına gireceğim doğum günümden tam bir gün
önce, 1 Mart 2013’te Kadıköyde bir hastanede sabah saat
05:28de kalın bir camın arkasından kırk sekiz santim boyun­
da, üç kilo ağırlığında yeni doğmuş bir canlıyı izliyordum.
Suratı buruş buruş, kolları ve bacakları oldukça cılızdı. Gayet

111
çirkin, bir o kadar korkunç bir görünümü vardı. Karaya vur­
muş ve havasız kalmış bir deniz canlısının can çekişmesi gibi
istemsizce hareket ediyordu. Ve onu izlerken benim aklımda
tek bir düşünce vardı; “Ben şimdi ne yapacağım?”
Tam ben bu düşüncelerle boğuşurken o sırada kapı ara­
landı ve bir hastabakıcı kafasını aradan uzatıp gülümseyerek,
“Gözünüz aydın bir kızınız oldu,” dedi. O an gözümün aydın
olup olmadığından emin değildim, yine kafama saçma sapan
düşünceler doluşmuştu. “Teşekkür ederim,” diye cevap verip
adamı başımdan savdığımı sandım ve derin bir nefes alıp sa­
kinleşmeyi bekledim. Ancak hastabakıcı o koca kafasıyla ka­
pının aralığından gülümsemeye devam ediyordu. Tekrar etti:
“Gözünüz aydın.” Tamam, gözüm aydın, anladım, çocuğum
oldu eyvallah, bin kere ne tekrar ediyorsun? Bu sefer biraz
daha sinirli “Teşekkürler,” dedim ama hastabakıcı gülümse­
mesini bozmadan bir kez daha, “Gözünüz aydın,” deyince, bir
terslik olduğunu anladım. Benim terslik diye tabir ettiğim sı­
kıntının adı bahşişti.
Evden aceleyle çıkmıştık. Cüzdanıma baktım bir tane yüz
lira vardı, bozuk hiç yoktu. Yüz lirayı versem hastane köşele­
rinde beş kuruşsuz kalacaktım, diğer türlü adama ayıp olacak­
tı. Cüzdana sanki içinde hiç para yokmuş gibi üzgün üzgün
baktım, adam da bana bakıyordu o sırada. Biraz daha cüzdana
baktım, cık cık cık dedim kendi kendime, üzülmüş numarası
yaptım, yüz liranın üzerindeki Atatürk o sırada gülümsüyor
gibi geldi bana, gerginlikten halüsinasyon görmeye başlamış­
tım. En sonunda adama dönerek, dünyanın gelmiş geçmiş en
üzgün ses tonuyla, “Abi, evden aceleyle çıktım, para almamı­
şım yanıma, bizimkiler gelsin, hallederiz,” dedim. O da bili­
yordu halletmeyeceğimi o yüzden tek bir kelime etmeden ka­
pıyı kapadı arkasını döndü ve gitti.
Merak ediyorum, acaba İpek yerine Tan Gazetesinin

112
1985’te meşhur ettiği sakallı bebek doğsaydı, doğarken de
“Bayramın üçüncü günü kıyamet kopacak,” deseydi, o adam
yine “Gözünüz aydın” der miydi bana?
Her şey bir yana, artık İpek doğmuştu ve Selma’nın aslında
apaçık gerzek ve oldukça çirkin olan çocuklarının sıkıcı ma­
ceralarını ve ne kadar da tatlı olduklarını dinlememe gerek
kalmamıştı.

Üç buçuk yıl sonra


Bu satırları yazarken kırk dört yaşındayım ve İpek de şu
anda üç buçuk yaşında. Bir çocuğun olabileceği en tatlı yaş­
lardan biri. Benim ilk çocuğum olduğu için tatlılık derecesini
ölçemiyorum, çocuk büyütenler öyle söylüyorlar.
Kırk dört, harika bir yaş. Hayatla ilgili -hafiften bastıran
ölüm korkusu dışında- çok büyük bir probleminiz kalmıyor.
Hemen hemen tüm dertlerinizi çözmüş oluyorsunuz. Belli bir
işiniz, standartların biraz üzerinde bir maaşınız oluyor. Adına
evlilik denen hayat yok edici müesseseye de alışmış oluyor­
sunuz ve evliliğin ilk yıllarındaki birbirini yeme halleri çok
uzaklarda kalıyor. Bir nevi iç huzuru buluyorsunuz bu yaşlar­
da. Düşünecek pek bir şeyiniz olmuyor.
İşte bu duyguları yaşayan bir insanın, bu olgunluğa ulaş­
mış bir erkeğin, üç buçuk yaşında bir kızı olması harika bir
duygu. Bir insana verebileceğiniz bütün sevgiyi ona en güzel
haliyle verebiliyorsunuz.
Düşünüyorum da, ben eğer evlendiğimin ilk yılında baba
olsaydım, şimdi İpek on dört yaşında, sevimsiz ve uğursuz bir
ergen olacaktı. Ben de bu yaşımda eve geldiğimde minnacık
bir kızın “Babacım,” demesini duyup ömrüme ömür katmak
yerine, salak bir ergenin problemleriyle uğraşıyor ve çocuğu­
mun bütün yaşam enerjimi emmesine izin veriyor olacaktım.

113
Peki bunlar ileride olmayacak mı, evet belki de harfi harfine
yaşanacak bütün bunlar ama ner kadar geç yaşarsak o kadar
iyi değil mi? Şimdi durduk yerde yüzünü sivilce basmış, hor­
monlarından ötürü sapığa dönüşmüş bir yarı insan/yarı hay­
van sinirimizi niye bozsun ki?
Sadece çok ufak bir rahatsızlığım var geç baba olmak ile
ilgili, o da çok önemli değil, yani önemli aslında ama görmez­
den gelmeyi ruh sağlığım için tercih ediyorum. Geçen hafta
îpek’le markete çıktık. Yolda güle eğlene yürüyoruz. Karşıdan
da bir mahalle teyzesi her adımında sağa sola otuzar derece
yataraktan geliyor. En az bin beş yüz yaşında. İpek, teyzenin
yanından geçerken el salladı, teyze de gülümseyerek karşılık
verdi îpeke. Ve sanki benle konuşması dünyanın en önemli,
olmazsa olmaz, konuşmazsa dünya patlayacak, evren içeri
doğru göçecek, galaksiler çarpışacakmış gibi “Maşallah,” dedi.
Torun mu?
“Sevgili teyzecim ayıptır, insaf et. Torun değil, ne torunu,
torun olur mu bu yaşta? Ben o kadar genç miyim, torunumun
çocuğunu gezdiriyorum”, diyemedim. Dilimin ucuna kadar
geldi. “Ulan mumya, beni kendin mi zannettin, günlerin değil
saatlerin sayılı neredeyse, yaşma başına bakmadan bana dede
muamelesi yapıyorsun, bunak,” da diyemedim. Onun yerine
kibar kibar gülümseyip “Teşekkür ederim,” dedim.
Evet, yaşlıydım ben, her ne kadar inkâr etsem de yaşlıy­
dım. İpek büyüyüp okula başladığında veli toplantılarında fa­
lan bütün veliler bir sınıfta toplandıklarında benim için neler
diyeceklerdi kim bilir? İşitme cihazıyla mı gidecektim toplan­
tılara, belki de altıma sıçmamak için bez bağlardım!
Çok üzülmüştüm. Ağlıyordum. İpek dönüp bana bak­
tı. Geç baba olmamın bu şekilde yüzüme vurulması açıkçası
gururumu kırmıştı ve hepsi İpek’in yüzündendi, o görürdü!
Markete girdik, o moral bozukluğuyla bir sürü çikolata aldım

114
kendime. İpek de istedi, ama ona “Sana çikolata yok, annen
yasakladı, biliyorsun bunu,” dedim ve marketin ortasında “Çİ-
KOLATAAAAAĞĞGĞ” diye ağlattım kızı.
Ne yani, şımarmasın o kadar, her görülen şey istenmez!
Dedesiyiz diye bu kadar da yüz veremem torunuma.

115
YAŞASIN DEVLET OKULLARI

başladığım gün sınıfta herkes ağlıyordu. O manza­


İlkokula
rayı unutmam mümkün değil. Çok garip gelmişti bana ya­
şadıklarım. Evden ayrılıp değişik bir ortama geldim, her yer­
de yaşıtlarım var diye çok mutluydum. Fakat benim yaşımda
çocuklar sıralara oturmuş, “ANNEEEAAAAAAAAA,” diye
ağlıyorlar, anneleri de yanlarında kafalarını okşayarak, “Ağ­
lama evladım, burası okul, okuma yazma öğreneceksin,” diye
evlatlarını teselli ediyordu. Benim annemse beni sınıfa bırakıp
çoktan gitmişti.
Kaç yıl geçmiş aradan ve yine aynı o günkü gibi zora gir­
diğinde annesine muhtaç olan bir sürü insan tanıdım. Kendi
kendine yetemeyen, annesi olmadan içine düştüğü berbat ruh
halinden kurtulamayan, içinde bir yerlerde hâlâ annesinin ço­
cukken yapışıp kendini güvende hissettiği memesini özleyen
zayıf kişilikli insanlar...
İşte bu yüzden İpek’i annesi ve babası dahil hiç kimseye
muhtaç bırakmadan yetiştirmek istiyorum; başarılı olurum,
olamam bilmiyorum. Tarih büyük büyük laflar edip daha
sonra bu lafları yiyen anne babalarla dolu ama benim isteğim
bu yönde. Bu yüzden mümkün olan en erken yaşta İpek’i aile
büyüklerinin sorumluluğundan çıkarıp okul hayatıyla tanış­
tırmak için işten bir gün izin aldım ve İpek’le evimizin yakı-

117
nındaki anaokullannı dolaşmaya başladık.
Önce evin çok yakınında bulunan belediyeye ait bir ana­
okuluna gideyim dedim çünkü orasının fiyatı özel okullara
göre daha makuldu. Herkesin özel olmayan okullara karşı bir
önyargısı var. Aileler sağdan soldan duydukları gerzek gerzek
bilgilerle, Facebook’ta okudukları yarısı yalan haberlerle bir
fikirleri olduğunu ve çocuğuna bir sürü para döktüğünde o
çocuğun insan olacağını sanıyorlar. Hayır, sen o çocukla il­
gilenmezsen şımarık bir piç olacak çocuğun, bu kadar basit.
Güzelce hazırlanıp evden çıktık İpek’le. Yolda ona okulun
ne kadar güzel bir yer olduğunu, yeni yeni arkadaşlar kazana­
cağını, her gün oyunlar oynayacağını anlatıyordum. İpek de
beni uslu uslu dinleyip arada, “Annem de gelecek mi?” diye
soruyordu. “Annen neden gelsin, biz seni okula bırakacağız,
akşam da alacağız, orası senin ikinci evin olacak,” dedim tüm
sakinliğimle, tüm baba şefkatimle ve kızıma olan sevgimle.
O sırada yanımızdan altmışlarında olduğunu tahmin et­
tiğim yaşlı bir amca geçiyordu. Konuşmalarımızı duymuş
olacak ki îpek’in yanına eğildi, saçını okşayarak, “Benim de
senin yaşında torunum var kızım, bak o da buraya geliyor,
belki arkadaş olursunuz değil mi?” dedikten sonra bana dö­
nüp “Maşallah bayağı gençsiniz siz,” dedi. Açıkçası böyle bir
yaşlı amcadan böylesine bir iltifatı hiç beklemiyordum, biraz
da mahcup bir ifadeyle teşekkür ettim amcaya. Tekrar îpek’in
saçlarını okşadı ve dedi ki, “Çocuğunuz kaç yaşında, siz baya­
ğı genç dede olmuşsunuz...”
O yaşlı teyzeden sonra başıma gelen ikinci dede vakasıydı bu.
İşte o anda İpek koşarak zaten kapısına geldiğimiz okulun
içine girdi, mutfakta çalışan Remziye Teyzeyi buldu, ondan
bir tencere dolusu kaynar suyu aldı ve kafamdan aşağı döktü.
Önce derin bir nefes aldım. Sonra bahçede gördüğüm bir

118
kereste parçasını elime alarak amcanın kafasına vurmaya baş­
ladım. Adam yere düştü, ne olduğunu anlamamıştı bile. Sade­
ce elleriyle yüzünü korumaya çalışıyordu. Ben adama elimde
keresteyle deli gibi vururken uzaklardan bir ses yankılanıyor­
du: “Annem de gelecek miiiiiiüi?” “Annem de gelecek miiiiiii?”
Gözlerimi açtığımda daha bir dakika önce kalasla perişan
ettiğim amca hiçbir şey olmamış gibi iki adım ötemizde başka
biriyle ülkenin durumunu konuşuyor, îpek de elimi hızlı hız­
lı çekiştirip, “Annem de gelecek mi?” diye soruyordu. Sinirle,
“Başlatma lan annenden şimdi,” dedim ve kapıdan içeri girdik.
Devlet okullarının kendine has bir kokusu vardır; elma ka­
buğu ile haşlanmış yumurtanın birbirine karıştığı o koku gel­
di burnuma kapıdan girdiğim anda. Devlet okullarının sami­
miyetini, oradaki öğretmenlerin hayata karşı duruşlarını çok
severim. O yüzden kabul ediyorum, olumlu bir yargım vardı
oraya karşı, okul her ne kadar devlete değil, belediyeye de ait
olsa, yine de özel değildi.
Güleryüzlü bir öğretmen karşıladı bizi. Oturduk konuştuk
ancak okul yarım gün olduğu için bize uymadı. Eşim de, ben
de çalışıyorduk ve etrafımızda tam gün çocukları kabul eden
özel okullar haricinde hiçbir okul yoktu.
Oradan çıkıp başka bir okula gidecektik, orası tam gün ve
haliyle özeldi. Artık çaresiz kaldığımdan özel okul seçeneğini
ciddi ciddi düşünmem gerekiyordu sanırım. “Baba nereye gi­
diyoruz?” diye sordu İpek. “Eve gidiyoruz kızım,” dedim çün­
kü eve gidip sakallarımı kesmem lazımdı, bir dede travması
daha yaşayacak durumda değildim.
Eve geldik. Hemen sakallarımı kestim. Artık sadece bıyı­
ğım vardı, bıyıklarımda da birkaç beyaz vardı ama sakallarım­
daki kadar çok değildi en azından. Dört beş yaş fark etmişti
herhalde. Tekrar geri çıktık ve bu sefer “özel” okula gittik.

119
Daha okulun kapısından girer girmez canım sıkıldı, okul
kokmuyordu. Hiçbir şey kokmuyordu. Koku önemlidir, bir
nevi kimliktir benim için. Böyle av köpeği gibi yazdığıma bak­
mayın, sizlere geçmişimize saklanmış ve bazılarını hatırladıkça
kendimizi iyi hissettiğimiz birkaç kokudan bahsetmek isterim.
Herkes bilir, anneanne evi kokusu mesela, asla tanımlayamaz-
sınız ama neden bahsettiğimi anlamışsınızdır. Baba kokusu,
hele ki sigara içiyorsa! Sigara içen bir babanız varsa içinde iz­
marit unutulmuş kül tablalarından nefret edemezsiniz.
Çok kibar bir hanımefendi karşıladı bizleri. Şimdi bana
“uyuz, manyak” diyeceksiniz ama abartılmış kibarlıktan her za­
man çekinmişimdir. Sinirli yapısı olan insanların, sinirlerini gö­
rünmez kılmak için kibar göründüklerini düşünmüşümdür hep.
Kibar ve kibirli konuşmasından okulun sahibi olduğunu
anladığım kadın (sadece kibar olsa patron sanmazsım kendi­
sini. Tabi orada çalışan herhangi biri de olabilirdi. Ama hare­
ketlerinin yanına kibirli davranışlar da eklendiğinde anlamış­
tım, çünkü bu tip davranışlar genelde patronların dünyasında
görülen bir özellikti. Mallaesef zavallı kadının böyle biri oldu­
ğundan haberi bile yoktu. Muhtemelen kurduğu bu iş yıllar
itibariyle iyi gitmiş ve büyümüş, büyüdükçe de yavaş yavaş
tüm hayatını ele geçirmiş, kişilik özelliklerini değiştirmiş, ya
da içindeki bastırılmış ikinci kişiliğini uyandırmıştı) ilk olarak
“Randevu ile kabul ediyoruz velileri ama madem gelmişsiniz
buyrun içeri lütfen,” dedi.
Muhtaç olmak, öyle hissetmek, çok sıkıntılı bir duygu. İn­
sanı çaresiz hissettiriyor, içinizden geçen tek bir kelimeyi bile
söyleyemiyorsunuz muhtaç olduğunuz insana karşı. Mesela
normal şartlar altında ben orada, “Teşekkür ederim, madem
randevusuz gelinmiyor, hiç girmeyeyim ben, siz de okulunu­
zu götünüze sokun,” der ve oradan siktir olur giderdim ancak
arada çocuk olduğu için, çocuğunuzun ortada kalmaması için

120
aklınıza, dilinize gelen her kelimeyi yutmak zorundaydınız,
mecburdunuz çünkü, oraya muhtaçtınız...
“Kusura bakmayın, bilmiyordum,” dedim. Nereden bile­
cektim, nasıl bilebilirdim, çocuğumu ilk defa bir okula yaz­
dırmak istiyor ve çevredeki okulları gezip bilgi alıyordum. Alt
tarafı beş dakika bilgi vereceksin. O an anladım, îpek’in bu
okula gelmesini, toplumun kabul ettiği standartlarda iyi ve
sağlıklı bir manyak olmasını istemiyordum. Herkesin çocuğu
gibi olmasını istemiyordum, sosyalleşmesini istemiyordum
çünkü böyle insanların elinde yetişecekti. Bu insanlar çocu­
ğumu yıllarca bir oyun hamuru gibi şekillendirecek, ona pe­
dagojik eğitim adı altında, toplumsal tüm kurallara uymasını,
insanlarla sağlıklı iletişim kurmasını, -en azından bu kadının
öğrettiği biçimde- öğretecekti. Ben çocuğumun bu kadın gibi
olmasından çok korkuyordum. Başarılı ama itici bir kadındı
bana göre, sevmemiştim, içim ısınmamıştı. Bu ülkede “özel”
olan hiçbir şeye içim ısınmıyordu zaten, istisnalar hariç bütün
özel okulların bir kandırmaca olduğunu düşünüyordum.
Hepsi cebimizdeki üç kuruş paraya göz dikmiş, göz bo­
yayan kuramlardı, hepsi sınıf farkını daha üç dört yaşında­
ki çocuklara utanmadan öğreten okullardı. Velilere sorsak
hepsi memnunlardı ama... Çocuğu İngilizce öğreniyordu ve
çocuğunun sınıf arkadaşı asla bir işçinin çocuğu olmayacaktı.
Çocuğu hafta sonu at binmeye gidiyordu ve yanında annesi
temizliğe giden bir çocuk olmayacaktı. Yıllar sonra bu ço­
cuklar büyüdüklerinde apartmandaki kapıcıya bir köpek gibi
davranmayı gayet normal bulacaklardı, evlerine gelen temiz­
likçiyi sadece bir eşyasının yeri değişti diye küçümsemeyi ga-
ripsemeyeceklerdi.
İşte böyle insanlar yetiştiriyordu özel okullar. Şımarık ve
bu şımarıklıklarının farkına bile varamayan küstah bireyler
sunuyorlardı topluma.

121
Ne yapacağımı bilmez bir halde oradan ayrıldım, başka bir
okul bakacaktım. İpek’in gideceği okulun en azından sahibi­
nin biraz bana benzemesini umdum. Sonra bunun ne kadar
imkânsız olduğunu düşünüp daha da üzüldüm.
Hiçbir şey bizim elimizde değildi. Orta gelir insanıysan
toplum sana bir rol biçiyordu ve senin bu rolü kusursuz oyna­
man için hem paranı alıyor hem de bu rolü oynarken mutsuz
olursan bu sefer de seni psikolog ve psikiyatristlere yollayıp
yine paranı alıyordu. Her şekilde cebindeki paraya göz diken
bir sistemin içinde yok olmamaya, soyunu devam ettirmeye
gayret eden böceklerdik. Bunun farkına varmak beni çok üzü­
yordu ama neyse ki İpek vardı.
İpek ileride bu satırları okuduğunda ne düşünecekti acaba,
herkesin birbirine benzediği toplumun sıradan bir ferdi olup,
“Amma gerizekah babam var” mı diyecekti? Yoksa kendini bir
şekilde bu sistemin dışına atıp, “Helal olsun adama, tam da
istediği gibi yetiştirmiş beni,” mi diyecekti?
Bu sorunun cevabı, çocuk sahibi olduktan sonraki hayatı­
mın tek gayesiydi aslında...

122
ÇOCUĞUNUZ ASLINDA ON NUMARA
BİR GERİZEKALI MI?

••
ve çok özür dileyerek şu gerçeği belirtmeme lüt­
Öncelikle
fen izin verin. Çoğumuzun çocuğunun dahi falan oldu­
ğunu düşünmüyorum. Birden ona kadar sayması, resim çiz­
mesi, çizgi filmlerdeki şarkıları ezberleyip söylemesi onların
zekalarıyla ilgili değil. Olsa olsa “normal” bir çocuğumuz var
ve bu kahrolunacak bir durum olmamalı bizler için.
Bunları size anlatıyorum ki sonra üstün zekalı bellediği­
niz çocuğunuz başkalarının yanında gerzek gerzek hareketler
yaptığında utancınızdan yerin dibine girmeyin.
Allah’ım ne kadar zor bir babanın kendi evladı hakkında
böyle cümleler kurması, ne kadar küçültücü. Kızım için kur­
duğum hayallerime ne kadar ters ve bununla yüzleşebilmek
ne kadar da acı.
İpek gayet normal bir çocuk; kendi kendine vakit geçirebi­
len, elinden oyuncağını aldığımda ağlayan, “Oyuncağını çöpe
atacağım,” dediğim zaman daha çok ağlayan ve oyuncağını
dediğim gibi mutfaktaki çöpe attığımda ağlamaktan delirip
haykırmaya başlayan... Gördüğünüz gibi gayet normal, insani
tepkileri var. Çocuğumun zekası hakkında şüpheye düşmemi
gerektirecek en ufak bir veri yok elimde. Yoktu daha doğrusu.
Ta ki halama geçmiş olsun ziyaretine gidinceye kadar...
Halam ufak bir operasyon geçirmişti, evine gidecektim o

125
akşam ziyarete. tpek’e, “Sen de gelmek ister misin?” diye sor­
dum. “Gelirim baba,” dedi. Gonca biraz rahatsızdı o akşam
sanırım, gelemedi bizimle ama İpek’i güzelce giydirdi, saçla­
rını taradı, pembe tacını taktı görseniz bir prenses oldu canım
kızım.
Halamlara gittik. Hani çocuklar yabancısı oldukları bir
ortama girdiklerinde biraz kendilerini geri çekerler, sonra­
dan yaramazlık yapmaya başlarlar ya, aynen öyle oldu. İpek
de yanıma oturdu yetişkin bir insan gibi neredeyse yarım saat
gıkı çıkmadan bizi dinledi. Ta ki halam ona bir hediye verene
kadar. Kendi boyadığı, tahtadan ufak bir maket ev hediye etti
halam, ondan sonra da ne olduysa oldu zaten. Artık yabancı
bir ortamda kendi varlığına halamdan bir tehdit gelmeyeceği­
ne mi ikna oldu, ne olduysa; o uslu, o aklı başında çocuk bir
anda kendi kendine salak sulak hareketler yapmaya başladı.
Dur diyorum anlamıyor, yapma kızım diyorum dinlemi­
yor, ayaklandı, yanımda oturmuyor, hiç anlamadığım lisanda
bir şeyler söyleyip konuşurken eğilip bükülüyor, “çubi çubu”
falan bir şeyler diyor, felçli yaşlıların huzurevinden çıkarılıp
pikniğe götürüldükleri zaman dans ettiklerinde yaptıkları fi­
gürlere benzer hareketlerle dans ediyor, kendi kendine gülü­
yor kahkahalar atıyor...
Ya bu kız gerizekah, aklına bir şeyler oldu bir anda ya da
içine cin kaçtı.
Halamdan ip istedim. İpek’i önce bağlayacak, sonra da yü­
züne doğru üç İhlas bir Fatiha okuyup içindeki cinlerin kaç­
masını sağlayacaktım. Halam beni manyaklıkla suçladı. Ben
asosyal olduğum, kızımla hiçbir yere misafirliğe gitmediğim
için bilmiyormuşum. Çocuklar özellikle misafirliklerde böyle
sapıtırlar, annelerini babalarını utandıracak davranışlar sergi­
lerlermiş. Ancak îpek’in anormal davranışları artarak devam
edince halamın İpek’ten yana kararlı çıkışları yerini bana acı­
yarak bakmasına bıraktı.

126
Ne var hala, ne var? Sanki senin oğlunu dört yaşındayken
Şarköy’de bakkala omzumda götürürken benim boynuma sıç-
mamıştı, bunu mu hatırlatmak lazım illa?
“Hadi kızım, gidiyoruz,” dedim İpeke. îpek o sırada hala­
mın ona verdiği tahta evi başının üzerinde dengeye koymaya
çalışıyordu. Delirecektim artık, hızlıca ayakkabılarını giydir­
dim, arabaya zor attık kendimizi.
Eve geldiğimize Gonca, “Nasılmış halan?” diye sordu.
“Sorma, ne konuştuğumu anlamadım ki, îpek bir dakika ye­
rinde durmadı, saçma sapan hareketler yaptı,” dedim.
İpekse o sırada dünyanın en masum çocuğu gibi maket
evi sehpanın üzerine koymuş, önünde çökmüş bir halde şarkı
söylüyor, araba park ediyordu. Sanki misafirlikte deliren ço­
cuk o değildi. Beni çok utandırmıştı bu akşam ama eve geldi­
ğinde normalleşmesine de bir o kadar sevinmiştim.
Sonra misafirlikte bizim kardeşimle yaptıklarımız aklımıza
geldi. Başkalarının evi her ne kadar annemiz babamız oraya
giderken, “Azmayın, yaramazlık yaparsanız eve gideriz,” dese­
ler bile, özgürlüğümüzü daha rahat yaşadığımız, aile otoritesi­
nin zayıfladığı yerlerdi. İpek de muhtemelen bunu hissetmişti
ve fazla özgürlük zehirlenmesinden biraz aptalca davranmıştı.
Özeleştiri vermek lazım galiba bu kısımda.
Çok “yapma, etme” diyoruz çocuğumuza evde. Aman kol­
tuğun üzerine çıkma düşersin, aman ses sistemini kurcalama
bozarsın. Sıkılıyorlar doğal olarak evlerinde. Çocukta öyle bir
kavram yok ki; bozma ne demek bilmiyor, koltuğa çıkınca
düşerse başına ne geleceğini bilmiyor... Kafasını patlatacağı­
nı söylememiz başka, düşüp kafasını patlatması başka. Hadi
şimdi hep beraber çocuklarımızı koltuklara tırmandıralım ve
oradan yavaşça aşağı itelim, böylelikle hem akıllarına gelen
her yere tırmanmanın kötü bir şey olduğunu öğrensinler hem
de en yakınlarına bile güvenmemeleri gerektiğini.

127
SARI LACİVERT EN BÜYÜK FENER!

016 yılındayız ve hâlâ Türkiye’de iki konunun tartışılması


2 tabu; siyasi partiler ve futbol takımları. Bu iki konuda kim­
seyle tartışamıyorsun, tartışmayı bırak, konuşamıyorsun bile.
Sanki herkesin taraftarı olduğu siyasi görüş ülkeye tama­
men hakim olsa her yer bir anda cennete dönecek ama ah şu
dış güçler ve içerideki işbirlikçileri yok mu bir türlü rahat bı­
rakmıyorlar ve onlara göre ülkemizi büsbütün mahvediyorlar.
“İçimizden vuruyorlar resmen bizi” diyorlar. Demokrasiymiş,
fikirleri yayma özgürlüğüymüş bunlar kimseye hiçbir şey ifa­
de etmiyor.
Takım konusu daha da beter. Kimsenin futbolu, güzel
oyunu, centilmenliği falan umursadığı yok. Zaten maçlardan
sonra sadece hakemleri konuşmamızdan bile bu belli. Herkes
hataları konuşuyor; güzel oyunu destekleyen, teşvik eden bir
tane yorumcuya rastlamadım daha. Herkes ekranlardan öfke
kusuyor. O olmasaydı şampiyonduk, bu olmasaydı UEFAdan
elenmeyecektik diye başarısızlıklarına hep bahaneler buluyor­
lar. Yıllardır aynı muhabbet, bitmek bilmedi, aksine artarak
devam etti.
Dolayısıyla bu kritik iki konuda asla bir mutabakat sağla­
yamayacağınız insanlardan ne kadar kaçarsanız kaçın, çocu-

129
ğunuz olunca illa ki karşı karşıya geliyorsunuz. Çünkü çocuk
biraz dillenmeye başladığı anda hemen bu insanlar çocuğun
beynini yemeye başlıyorlar.
“En büyük Cim Bom desene.”
“Kara kartal oley de.”
Bunlar bir şey değil aslında, yani en azından tolere edile­
bilir takılmalar, şakalar komiklikler. Ama küfürcü tayfa var
bir de. Üç buçuk yaşındaki kıza küfür öğretiyorlar, sanki çok
komikmiş gibi çocukların küfür etmesi. “İBNE FENER!” diye
diye evde çocuk dolaşıyor ya, hem de bu çocuk Kadıköy do­
ğumlu, Fenerbahçe’den başka hiçbir takımı tutmasının sosyo­
lojik olarak bir dayanağı yok, ne ibnesi?
Ama gözümü oyan, koynumda beslediğim karga kim bili­
yorum ben; Gonca...
İpek’i büyütürken çok az konuda ihtilafa düşmüşüzdür
eşimle. İpek’in yemek işlerine o bakar, çocuğu sevme işleri­
ne ben; çamaşır işlerine o bakar, çocuğa televizyon izletme
işlerine ben; çocuğu uyutma işine o bakar, çocuk uyuduktan
sonra onu alıp yatağına yatırma işine ben. Saymakla bitmez.
Çocuğu o yıkar, yıkandıktan sonra havluya sarıp yatağına ben
götürürüm. Yemeğini o yedirir, yemek bittikten sonra İpek’i
mama sandalyesinden ben çıkarırım. Bizim evde gerçek bir iş
bölümü vardır, bunu sizlere gururla söyleyebilirim.
Ancak maalesef Gonca koyu bir GalatasaraylI olmaktan
daha ziyade azılı bir Fenerbahçe düşmanıdır. Mesela ona
göre İpek Beşiktaşlı olabilirdi ama Fenerbahçeli olması kabul
edilemezdi. İnsan ne kadar fanatik olmadığını iddia etse de
-ben- annesi olsa bile böylesine baskıcı bir zihniyetin kendi
çocuğunu etkilemesine dayanamıyor -ki daha dedesinin evin­
de maruz kaldığı Galatasaray propagandalarını saymıyorum
bile- ve inadına çocuğunun kendi desteklediği takımı destek-

130
lemesini istiyor. Bu fanatiklikten ziyade insani bir tepki olarak
tanımlanabilir.
Ben de ne yaptım, gittim aldım güzel bir çubuklu forma
takımı îpek’e. Evde annesi yokken bir güzel giydirdim, fotoğ­
raflarını da çektim, çok da yakıştı kızıma çubuklu. O kadar
yakıştı ki fotoğrafları gören annesi bile, “Ne kadar güzel ol­
muş!” dedi.
İpek çubukluyu giydi artık bir kere, bundan sonra değiş­
mesi imkânsız fakat bu süreçte yaşadığım tek sorun şuydu:
Annesiyle benim takım konusunda çatıştığımızın farkına
vardı, artık ben onu kızdırdığımda “EN BÜYÜK CİM BOM,”
diye bağırıyor, annesi kızdırdığında ise “EN BÜYÜK FENER,”
diyor.
Bizlerin hayatlarının anlamı olan takımlarımız İpek için
sadece bizleri kızdırma, yıpratmaya yarayan kavramlar.
Üç buçuk yaşındaki kıza takım öğretmeye kalkarsan ola­
cağı da en fazla budur zaten, fazla bir şey beklememek lazım.

131
ATEŞİ KAÇ?

ocuk büyütürken karşı karşıya kalabileceğiniz en tatsız

£ durumlardan biridir çocuğunuzun hasta olması. Her şey


ik gülistanlık olması gerektiği gibi devam ederken bir
anda, ortada hiçbir şey yokken hasta olur çocuk. Önce hafif
hafif huysuzlanmaya, daha sonra ağlamaya başlar. Anlamazsı­
nız ne olduğunu. Daha sonra ise korkunç gerçekle yüzleşirsi­
niz; elinizi alnına koyduğunuzda orada bir alev topu hisseder­
siniz ve moraliniz çöker.
Hemen pratik bilgiyi vereyim, o aklınızda kalsın, sonra de­
taylara geçeceğiz.
Bizim dokturumuzun verdiği bilgiye göre ateş, ilaç kullan­
dığınız halde -ateş düşürücü- ilk kırk sekiz saatte düşmezse
endişelenmeniz gerekiyor. Düşerse sıkıntı yok. Genelde diş
çıkarırken de hafif bir ateşlenme durumu olabiliyor.
Bizim evde iki durum hasıl oluyor İpek ateşlendiğinde.
Birincisi teknolojiyi tüm kişi kurum ve kuruluşlarıyla inkar
durumuna geçiyoruz. Evde yirmi beş tane derece var; kızıl öte­
si çalışanından, kulaktan ölçüm yapanına, koltuk altından ateş
ölçen dijitalinden, eski klasik model dereceye kadar. Hiçbiri­
ne inanmıyoruz ailecek, en az on ölçüm yapıyoruz. Hepsi aynı
ölçümü yaparsa o zaman inanıyoruz çocuğun ateşi olduğuna.

133
Şöyle manyaklıklar da oluyor. Bazı dereceler az ölçüyor
ateşi mesela. O zaman içimiz bir umut doluyor, diğer derecey­
le ölçüme geçerken “Allah’ım inşallah ateşi yoktur, bu derece
de ateşini normal gösterir, nolur normal olsun, nolur normal
olsun, nolur nolur nolur...” diye düşünüyoruz ama ekranda
boru gibi 38.5’u görünce yıkılıyoruz.
İkincisi de ateş tescillenip resmiyet kazandığında suçlu ara­
mak ve kavga etmek. Sanki suçluyu bulunca çocuk iyileşecek.
“Bak gördün mü, annen geldiğinde burnu akıyordu hafif,
kesin ondan bulaştı, bu ne ya?”
“Ne alakası var, annem bugün geldi, beş saatte hasta mı
olacak çocuk, virüs vücuda girince hemen hasta olunmuyor
ki, cahil cahil konuşma, kuluçka evresi var bunun!”
“Eeeee?”
“Ne eeee?”
“Nereye getireceksin lafı merak ediyorum?”
“İki gün önce neredeydi İpek?”
“Neredeydi?”
“Kuzenlerine götürmedin mi?”
“Götürdüm?”
“E orada iki tane çocuk var, kesin onlardan kaptı, adım gibi
eminim.”
Çocukların da hasta falan olduğu yok, kim bilir nereden
kaptı hastalığı? Hem suçluyu bulsak ne olacak zaten, çok saç­
ma bir çaba bu. Aslında sebebi de belli, çocuk hastalığı hangi
tarafın ailesinden kaptıysa diğer taraf kendini iyi hissedecek
ve ötekine, “Gördün mü, senin pislik, mikrop yuvası ailenden
kapmış işte hastalığı,” diyerek evlilik müessesesinde psikolojik
üstünlüğü ele geçirecek. Başka bir açıklaması yok çünkü bu

134
akıl hastası diyalogların.
Öyle ya da böyle çocuklar hasta ola ola büyüyor.
Bir yerde okumuştum; çocuk on yaşma gelene kadar tüm
hayatı boyunca karşılaşacağı virüslerin yüzde yetmişiyle ta-
nışıyormuş. Ayrıca hasta olmayan çocuk sağlıklı bir çocuk
demek değil, bunu da biliyorum ama yine de canımın parça­
sı yatakta kıpkırmızı olmuş yanaklarıyla yatıp bana mahzun
mahzun bakıyorken içim parçalanıyor. Elimde değil.
Hepsi annesinin yüzünden, parka o çıkardı geçen gün,
oradaki çocuklardan kapmıştır.

135
YOĞURDUN EKŞİ Mİ?

irmi sene önce işe başladığımda eski müdürüm söylerdi


Y bu lafı, yıllık performans notunu vermek için odasına gö­
rüşmeye çağırdığında önce o yıl yaptığın hataları yüzüne bir
güzel söyler, sen savunmaya geçtiğinde ise koltuğunda şöyle
bir gerilerek “Kimse yoğurdum ekşi demez,” derdi.
İki sene sonra yolsuzluk nedeniyle işten atıldı. Artık kimse
onu ve aptal yoğurdunu hatırlamıyor. Hepimizin sonu buna
benzeyecek aslında. Emekli olduktan, öldükten sonra muhak­
kak unutulacağız. İşte bu gerçeği hazmedemeyen insan o yüz­
den geride her zaman bir iz bırakmak istiyor. Bu izin adı da
belki de tüm canlılar için on binlerce yıldır “çocuk”.
Bundan dolayı çocuk istiyoruz, hiç kendimizi kandırma­
yalım, öldükten sonra birisi mezarımıza çiçek bıraksın, kuru­
muş toprağa bir şişe su döksün diye. Bir adım geriye geleyim,
daha da kötüsü yaşlılığımızda bize baksın diye çocuk istiyo­
ruz. Devletin Allahlık olduğu bugünün Türkiyesi’nde çocuk­
larımız bizim gerçek emeklilik sigortalarımız.
Seksenime geldiğimde felçli bir halde kızımın evinde altım
bezliyken yatağımda televizyon izlemek istemiyorum. Dama­
dım olacak şerefsizin benden rahatsız olduğunu hissederek,
kızımın, kocasıyla benim aramda kaldığını görerek ölümü

137
beklemek istemiyorum.
Buraya kadar okuduysanız muhtemelen içiniz daralmış,
bir sonraki bölüme geçmek için can atıyorsunuzdur eminim
ama bunlar hayatın gerçekleri ve gün gelecek hepimizin su­
ratına çarpacak ama her gerçek bu kadar iç karartıcı olmak
zorunda değil.
Mesela şöyle sorayım; sizin yoğurdunuz ekşi mi? Pardon
pardon, sizin çocuğunuz çirkin mi diyecektim. Muhtemelen
bu soruya tamamınız, “Hayır, benim çocuğum dünyalar tatlı­
sı, bugüne kadar ondan daha güzel bir çocuk görmedim,” diye
cevap vereceksiniz.
İşte bu bir gerçek değil, hatta dünyanın en büyük yalanla­
rından biri. Şuna inanıyorum; çocuğu olan anne ve babaların
gözlerine bir perde iniyor ve çocuklarının hiçbir kusurunu
görmüyorlar. Bu tanımlamaya ben ve eşim de dahiliz.
Gerçi ne yapsınlar ya da ne yapalım?
Çirkin doğmuş çocuk, anneden babadan çirkin olan ne ka­
dar gen varsa onun varlığında buluşmuş hepsi. İnsan çirkin
diye kendi çocuğunu sevmekten vazgeçer mi?
Hayır...
Vazgeçmez ama o çocuğu da herkesin ortasında Prens
Henry’nin çocuğu gibi şımartmaz, biraz kendini geri çeker,
mütevazı olur. Sonra bu çocuklar büyüyor, hem çirkin hem
de şımarık, küstah bireyler olarak toplumun temeline dinamit
koyuyor.
Çünkü belli bir yaşa geldiğinde o çocuk da farkına varıyor
aslında tipsizin teki olduğunu ve en azından biriyle ilişki ku­
rabilmek için fazladan bir efor sarfetmesi gerektiğini ama o
güne kadar ailesi tarafından ona hiç öyle davranılmadığı için
yalnız kaldığında toplum içinde ne yapacağım bilemiyor. İşte
o anne kuzusu erkekler, baba köpeği kızlar hep böyle yetiş-

138
tirmelerin sonucu. Herkes eteğine saklanacak bir aile büyüğü
arıyor başı sıkışınca. Çirkinlere çok verdim veriştirdim ama
güzel çocukların da kaderi farklı değil. Onlar da çok şımarık
oluyor ve bir vakitten sonra çekilmiyor.
Benim yoğurdum ekşi diyebilirsek eğer, çok daha sağlıklı
bireyler yetiştireceğimizi düşünüyorum. Gerçeklerden kaç­
mayalım, onları yok saymayalım. Sadece çirkinlik için de
söylemiyorum bunu. Ne yapalım, içi güzel binlerce insan var;
gözlerinize baktığınızda ruhunuz hafifliyor. Nice güzel insan
var, gözleri gazı bitmiş katalitik soba gibi bakıyor.
Hem güzeli çirkini boşverin. Elbette çocuğumuz bu dün­
yadaki en güzel çocuk çünkü o bize ait... Ama bunu unutup
hemen şimdi güzel bir insan yetiştirmeye başlamamız lazım.
Bu da çocuğu kurslara göndererek, derslerine çalış diye baskı
yaparak değil, ona sevginizi vererek, hatta okumayı söktüğü
gün Pal Sokağı Çocukları’nı, Şeker Portakalı'nı, Tom Sawyeri
okutarak olur.
Çocuk Kalbi’ni okumayan bir çocuk en pahalı kolejlerde
okusa ne olur, mühendis olsa ne olur?
Ben söyleyeyim, belki vardır çevrenizde öyle bir tanıdığı­
nız; sıkıcı, aptal, bencil hayvanın teki olur, ne olacak!

139
BABALAR İÇİN SIKICI GÖREVLERDEN
KAÇMA KILAVUZU

evgili erkekler öncelikle şunu kabullenin, çocuk olduktan


S sonra siz kimsenin eşi falan değilsiniz, siz o ailenin resmî
uşağısınız. Evlenirken kurduğunuz tüm romantik hayallerini­
zi çöpe atabilirsiniz çünkü işten yorgun argın gelip çamaşır
asmanızı, bulaşık makinesi yerleştirmenizi, pazar sabahı evde
süt olmadığı anlaşıldığında markete tıpış tıpış gönderilmenizi
hayal ettiğinizi hiç sanmıyorum.
Evet, eşinizin de muhakkak zor bir hayatı var; o da çalışı­
yor muhtemelen, çalışmasa da bütün gün evde çocukla uğraşı­
yor, her iki türlü de en az sizin kadar yoruluyor, peki niye ona
yardımcı olmak istemiyoruz, niye her işi yaparken ona ortak
olup yorgunluğunu da paylaşmıyoruz, evlilik bu demek değil
mi? Bir hayatı paylaşmak, zorluklara göğüs germek, dünyaya
getirdiğiniz o minik yavruya sevginizi vererek büyütmek değil
mi?
Bir erkek ve bir ayı olarak cevap veriyorum; DEĞÎL!
Değil kardeşim, bende annelik güdüsü falan yok. Gonca
îpek’in sabah kahvaltısının kaç kalori olduğunu bilirken ben
zeytinli poğaça verebilirim kızıma. Gonca İpek’in yoğurdunu
evde yaparken ben pekala marketten alır yediririm, ne var?
Yurtdışında bütün çocuklar her sabah mısır gevreği yiyor, ye­
dikleri abur cuburun haddi hesabı yok ama hem boy ortala-

141
maları bizden uzun hem de yaş ortalamaları bizden fazla. Peki
niye? Çünkü spor yapıyorlar, ayrıca ailelerinde cüce genleri de
yok. Bizde var, biz maalesef kısa boylu bir ırkız. Son yıllarda
ortalama biraz yükseldi diye tahmin ediyorum ama Türkler
uzun boylarıyla gündeme gelen bir ırk olmadı hiçbir zaman.
Doğruları konuşalım; hiçbir erkek evde eşine yardım et­
meye hevesli değildir, erkeğin yapmak istediği tek şey işten
eve geldikten sonra ayaklarını uzatıp hödük gibi televizyona
bakmaktır, bu iş böyledir, bunun başka tarifi yoktur. Bir sene
olmazsa iki sene, iki sene olmazsa beş sene sonra evinizde o
hödükle beraber yaşamaya hazır mısınız sevgili kadınlar? Bir
de üstüne çocuk yapıp onunla uğraşacaksınız. Hazır mısınız?
Hiç sanmıyorum. Belki bir ara sizin için de, “Hödüklerle Bir
Arada Yaşama Kılavuzu” yazarım ama şu anda konumuz sev­
gili babalarımıza evde zoraki iş kakıldığında bu işlerden kim­
seyi kırmadan etmeden nasıl kurtulacakları.
Devam edelim.
îğrenç bir pazartesi günü, bütün gün çalışmışsınız, akşam
The Walking Dead’m son bölümünü izleyeceksiniz ve biraz ol­
sun o günün pazartesi olduğunu, haftanın bitmesine daha dört
iş günü olduğunu unutmak istiyorsunuz. Ağzınıza iki lokma
yemek atıp koltuğa uzanmış bilgisayarı açmak üzeresiniz, iki
dakika sonra her şeyi unutacaksınız. Ta ki içeriden gelen eşi­
nizin çığlığını duyana kadar. Aslında biliyorsunuz o çığlık sa­
mimi bir çığlık değil, hesaplı bir çığlık, siz “Ne oluyor?” diye
içeri koşacaksınız ve eşiniz size görev emrini yapıştıracak.
Hiç sesinizi çıkarmayın arkadaşlar. Duymazlığa gelin ama
bu yetmeyecek biliyorum, on saniye sonra “Offff yaaaa!” diye
bir yakınma duyacaksınız. Yine hiçbir şey olmamış gibi ha­
yatınıza devam edin, mutfaktan salona doğru yaklaşan ayak
seslerini duyacaksınız, bakmayın o tarafa, sanki evde kimse
yaşamıyormuş gibi dizinizi izlemeye devam edin.

142
“Onur! Sana diyorum, niye cevap vermiyorsun?” diye ba­
ğırarak bir kadın girecek salona, onu hiç tanımıyormuş gibi
suratına bakın, “Pardon ya, duymamışım,” deyin.
“Yumurta bitmiş, yarına yumurtası yok îpek’in.”
“Bunun için mi çığlık attın? Yemesin o zaman yarın yu­
murta.”
“Proteini nereden alacak?”
“Peynirden?”
“Olmaz öyle, hadi iki dakikada gidip al gel.”
“Param yok ya, çekmeyi unutmuşum.”
“Kartın da mı yok?”
“Cüzdan iş yerinde kaldı. Sen versene kartım.”
“Al! Hadi çabuk ol biraz. Saat sekiz buçuk, birazdan market
kapanacak.”
“Çıkıyorum tamam ya. Aa benim de birkaç ihtiyacım vardı
alayım mı senin karttan?”
“Al al bir şey olmaz, ne alacaksın?”
“Yeni bir tıraş bıçağı çıkmış, on bıçaklı, ondan alacağım.”
“Ne kadar o?”
“Ne o kartını verince sormaya başladın hemen o ne kadar
bu ne kadar?”
“Boğma konuyu, ne kadar onu söyle?”
“Seksen üç lira.”
“Yuh ya, on kuruşluk yumurta için yüz lira mı vereceğim
?n

“Yüz değil, seksen üç.”


“Almayacaksın.”

143
“Sen bilirsin, gitmem o zaman.”
“Ya ne demek gitmem, çocuğun yumurtası yok!”
“Benim de tıraş bıçağım yok, onun yumurtası gündem olu­
yor da benim tıraş bıçağım niye önemsenmiyor?”
“Allah kahretsin seni, ben giderim bırak, bırak.”
“Valla sen bilirsin, bu cimriliğinle sen uzaya bile gidersin
üşenmeden, git o zaman, sen git.”
Gece-îç-Salon
Gonca kapıyı açar ve dışarı çıktıktan sonra çok sert kapatır,
kamera o anda Onurun yüzüne yakın plan yapar.
ONUR: “îpeeeeek, İpeeeek gel gel. Anne gitti. Şenle dizi
izleyeceğiz. Gel hemen. Süper dizi, bak bu Rick Amca, bunlar
da zombiler.”
Yıpratmak çok önemli; yıldırarak yıpratmak. Unutmayın
karşınızda size her zaman iş buyurmaya meraklı bir insan var.
Siz hiç kimsenin uşağı değilsiniz, bir babasınız, elbette ki on
iki bıçaklı tıraş bıçağıyla tıraş olmak hakkınız, bu hakkı eliniz­
den kimse alamaz, almak isteyen olursa da çocuğuna yumur­
tayı kendi alır.

144
ÇOCUK DOĞURUNCA DELİREN KADINLAR

elirmek deyince aklınıza hemen lohusalık gelmesin. O


D dönemden bahsetmeyeceğim size çünkü o süreç orta­
lama olarak kırk günü alıyor ve bitiyor. Lohusalık biraz kri­
tik bir süreç, misal bir gece uyandığımda Goncayı boğazıma
makası dayamış, “Çocuğumuza bakamazsan seni öldürürüm,
anlıyor musun, öldürürüm,” diye kulağıma fısıldar halde bul­
muştum ama bir şekilde o delilik halinin biteceğini bildiğiniz
için olanlardan fazla etkilenmiyorsunuz.
Konuyu fazla evli kalmaktan ruh hastasına dönüşmüş bir
kocanın yalanlarıyla abartmadan anlatmayı deneyecek olur­
sam, çocuk olduktan sonra erkeklerin derdi lohusalık krizinin
nasıl yönetileceği değil, annelik payesini hayatında ilk defa al­
mış olan çocuk buldumcuğu eşinin hal ve hareketlerine nasıl
tahammül edeceği olmalıdır.
Eskisi gibi değil artık, çocuğun cinsiyetini doğumdan beş
altı ay önce öğrenebiliyorsunuz ve o günden itibaren bir renk
fetişi başlıyor kadınlarda. “Ay kızımız olacak, odasını pembeye
boyayalım, hayır hayır yetmez, apartmanın da dış cephesi de
aynı renk olsun, ilk battaniyesini de pembe alalım, arabayı de­
ğiştireceğiz, tabii ki pembe almalısın, kızımız dünyaya geliyor,
doğduğumda hastanedeki odaya koyulacak çikolata kutusu­
nun dantelini al bugün, ne renk mi, niye aptal aptal sorular so-

147
ruyorsun ki, herhalde pembe olacak. Pembe lens alıp doğuma
onlarla girsem olur mu acaba, doktora sorayım mı bu hafta?”
Böyle bir pembe -veya mavi- deliliği içerisinde geçiriyorsunuz
doğuma kadarki son beş altı ayınızı.
Sonrası dediğim gibi kırk gün lohusalık ve o dönemden
sonra esas çekilecek çileniz başlıyor ama ne çile, yoktur böyle
bir ızdırap. Abarttığımı düşünüyorsanız emin olun abartmı­
yorum. Gonca için de yazmıyorum bunları. Sonuçta ben bir
yazarım, etrafımda gözlemlediğim bir sürü evlilik var. Gelip
size burada özel hayatımı anlatacağımı düşünmüyorsunuz
herhalde, ben bu kitabı yazabilmek için otuz yıldır sinsi sinsi
gözlem yapıyorum etrafımda.
Fark etmediniz mi, kadınlar gerine gerine geziyorlar böyle
çocukları olduğu için sokakta, sanki üremek sadece kendi­
lerine bahşedilmiş tanrısal bir özellik. Sanki erkek olmadan
o çocuğu doğurabilecekler, dokuz ay karınlarında taşıdıkları
için kendilerini çocuğun sahibi görüyorlar. Baba ise bu sü­
reçte sadece anne ve toplum tarafından kendisine biçilen rolü
oynayan bir ezik, bir hiç, bir yokluklar abidesi, bir bakteri...
O kadar değersiz bir varlık baba. Bakın çevrenize. Siz hiç yere
düşüp dizini kanattığında “BABAAAAAA,” diye ağlayan bir
tek çocuk gördünüz mü? Hepsi “ANNNNEEEAAA,” diye ağ­
lar. Niye peki? İçgüdüsel bir davranış mı, hayır değil... Çocuk
bile bizlerin bir hiç olduğunun farkında. Başı derde girdiğinde
babasının kendisine yardım edebileceğine inanmıyor. Benden
size bir tavsiye, öyle yere düşüp ağladığında hemen yanına
oksijenli suyla gidin ve acımadan basın yarasına. Evet belki
sizden nefret edecek canını acıttığınız için ama nefret bile bir
duygudur ve çocuğunuz tarafından yok sayılmaktan çok daha
onurludur nefret edilmek.
Ben size bununla ilgili ufak bir örnek vereyim.
İpek’i doktora götürdük geçen gün, evde de klima var ve

148
özellikle sordum doktorumuz Arzu Hanıma, “Arzu Hanım,
evde klima var, çocuk için sakıncası olur mu, hasta eder mi?”
diye. Tam altı yıl boyunca tıp öğrenimi görmüş, ondan sonra
TUS’tu, bilmem neydi en az dört yıl daha branş ihtisası yap­
mış Arzu Hanım harfi harfine şunları dedi bana “Hayır, bizi
hasta yapan soğuk değil, havadan kaptığımız virüslerdir. So­
ğuk havanın çocuğa zararı yoktur. Sadece klimanın temizli­
ğine dikkat edelim. Filtrelerinin temizliklerini düzenli olarak
yaptıralım ki oralarda bakteri üremesin.”
Bunları Gonca da duydu çünkü tam yanımdaydı.
Temmuzdayız...
Hava en az kırk beş derece, bir de nem var, onunla birlikte
beş bin derece hissediyorum evde. Neredeyse boğulacak gi­
biyim. İpek’in saçları yapış yapış terden. Güneş, salonun ca­
mından darbeci bir vatan haini gibi girmeye çalışıyor. Klimayı
açtım. Beş dakika içinde serinledi salon. Tam bu sırada İpek
geldi yanıma; bir şeyler sordu, kucağıma çıktı o arada da. Tatlı
tatlı sohbet ediyoruz kızımla. İçerden bir ses: “ÎPEEEEEEEE-
EKKKKK, NEREDESİN SEN???” Halbuki biliyor salonda ol­
duğunu, zaten bu soru İpeke değil bana. Hiç cevap vermedim.
İpek, “Babamın yanındayım anne,” dedi.
“Gel hemen buraya, orada klima açık hasta olursun...”
Gonca etme eyleme, klimanın hasta etmeyeceğini söyledi
işte Arzu Hanım. Daha geçen hafta bakımını yaptırdım, terte­
miz filtreler. Hâlâ niye ısrar ediyorsun? Senin bildiğinin yanlış
olabileceğini niye kabul etmiyorsun?
Niye etmiyor biliyor musunuz? Çünkü çocuğun sahibi o.
Bildikleri doğru da olsa, yanlış da olsa o bir anne, onun dediği
olur, olacak, olmalı. Babanın çocuğunun üzerinde herhangi
bir tasarrufu olamaz. Klima örneğini boşverin, özel okul ör­
neğini vereyim size. Mesela -daha bizde o dönemler gelmediği

149
için- başka bir baba, “Ben devlet okuluna vermek istiyorum
çocuğumu, şımarık çocuklar gibi büyümesin, onun yerine
üniversite parasını biriktirelim, yurtdışına gönderelim,” diye­
mez. Der ama kabul görmez dedikleri çünkü karısının saçma
sapan bir arkadaşı özel okula vermiştir çocuklarını ve çocuk­
larının orada bir bok öğreneceğini zannetmektedir. Aaaaa o
okul çok iyidir, herkes özel okula veriyordur, sen ne biçim ba-
basındır. Böyle dırdır yapa yapa adamın başının etini yer ve en
sonunda adam biraz sükûnet için çocuğunu özel okula verir.
Diğer bir deyişle yaklaşık olarak aylık iki bin liraya kendisine
biraz huzur satın alır.
Bu dolduruşu sadece arkadaşından da almasına gerek yok.
Aslında çok daha büyük bir bela var erkeklerin başında: Anne
blogları...
Aralarında muhakkak çok iyi bloglar var. Onları dikkat­
le ve özenle tenzih ediyorum fakat bir iki tanesini okudum
dünden beri, tiksintimi ve mide bulantımı saklayamayacağım.
Sanki hepsi tek bir sakat ruhun cüzamlı beyninden çıkmış
gibi duruyorlar. İlk defa göz gezdirince çok güzeller, harika
faydalı bilgiler veriyorlar ama biraz dikkatli okuyup üstlerini
kazıyınca bloglardaki yazıların alt metninin annelikle kafayı
yemiş mutlak ruh hastalarının hazırladığı sayfalar olduğunu
anlıyorsunuz.
Okul tavsiyeleri, bugün şu okulun sahibiyle görüştük, ya­
rın şu okula da gideceğiz, bebeğiniz için en iyi oturak hangisi,
bebeğinizin kakalarını biriktirin, AB ülkelerine gübre olarak
ihraç edebilirsiniz, doğumdan sonra ilgisizleşen kocanızı nasıl
düzeltebilirsiniz, bebeğiniz için en yumuşak bez gibi aslında
son derece ticari ve kurnazca hazırlanmış, anne adaylarını
bilinçlendirirken asıl amaçları olan ürün tüketimini de sinsi
sinsi pompayalan, hiç de samimi bulmadığım internet sayfa­
ları hepsi.

150
Çoğunluğu samimiyetsiz ve “nasıl daha fazla tık alırırn’ın
peşinde. Yaptım istihbaratlarını, bu işlerle ilgili bir arkada­
şımla lafladık biraz. Böyle ürün tanıtımı etkinliği falan oldu
mu markaların, anne blogcularm hepsi oraya çağrılmak için
kendilerini paralıyor ve hepsi birbirinin arkasmdan konuşu­
yormuş. “O nasıl bir blog, ne biçim konular yazıyor, şekerim
bir reklam için üç yüz liraya kadar düşmüş, ayol ben üç yüz
liraya kıçımı silmem, bu kadar basitlik mi olur, çocuğu da çok
çirkin, o ne öyle Allah affetsin maymun gibi, utanmadan fo­
tolarını paylaşıyor, büyüyünce ne yapacak, blogdan gelen pa­
radan vazgeçmemek için İkinciyi de doğurur bu,” diye konu­
şuyorlarmış.
Daha neler neler...
Sevgili okurlar, elbette biliyorum, çocuğunuzu çok sevi­
yorsunuz. kim sevmez evladını? Bunu yazmak bile aptallık.
Onun için en iyisini istiyorsunuz ve çocuğunuz için her türlü
fedakarlığı da yapmaya hazırsınız ama inanın her şey çocuğa
avuç dolusu para harcamak değil, onu özel okula göndermek
değil, kakasını hangi oturağa yapacağını bloglardan okuyup
her yerde o oturağı aramak değil, iki günde bir ona oyuncak
almak değil, acaba psikolojisi mi bozuldu diye yaramazlık ya­
pan çocuğu psikologlara taşımak değil.
Kusursuz bir çocuk yetiştirmeye çalışmayın çünkü hiçbi­
rimiz kusursuz değiliz ve asla olamayacağız. Biraz kendinize
güvenin, anneliğinize babalığınıza güvenin. Oradan burdan
gördüklerinizi, okuduklarınızı dikkate almayın. Size cahil
kalın hiçbir şey okumayın demiyorum ama ticari kaygılı bir
metni, çocuğunuza olan sevginizi sömüren bir metni, bilimsel
değeri olan bir yazıdan ayırmayı öğrenin.
İnsanlar yaklaşık yüz bin yıldır çocuklarını büyütüyor ve
hiçbirisi harika çocuklar yetiştirmedi. Artık kitabın sonlarına
geliyoruz, bir defa daha tekrarlamakta sakınca görmüyorum;

151
vicdanı olan çocuklar yetiştirin. Hırsızlık yapmasın, kaba saba
olmasın, kırmızı ışıkta önündeki arabaya korna çalmasın, sev­
gilisini aldatmasın, yalan söylemesin, yaptıklarından hiçbir
zaman pişmanlık duymasın, kendini kendine ve topluma ifa­
de edebilecek kadar zekası olsun, hayattan keyif almayı bilsin,
en azından çabası bu yönde olsun.
Çocuğumun hayvan ruhlu bir mühendis, doktor ya da ne
bileyim avukat olmasındansa yukarıda saydığım özelliklere
sahip bir işçi, bahçıvan ya da sekreter olmasını tercih ederim.
İçinizdeki güç manyağından sıyrılın. Para değil kişilik zen­
ginliktir ve bunu göremeyen kördür. Anne bloğu okumaktan
manyağa dönmüştür, ruhi dengesi yerinde değildir.
Çocuğunuz o sizin, kafese tıktığınız hayvanınız değil.
Yazıktır, yapmayın...

152
PSİKOLOJİK ÜSTÜNLÜK

yaşadığımız, nefes aldığımız, yemek yediğimiz, çocuk


İçinde
büyüttüğümüz bir düzen var. İlahi ve evrensel bir düzenden
bahsetmek için bu kitabın ticari kaygılarla ve samimiyetsiz
bir dille yazılıp isminin de “Umudunu kesme, evrene enerji­
ni gönder” “Dûa et -inceltmek u- gerisini düşünme” gibi bir
şeyler olması ve en az iki yüz hafta listelerde kalıp yayıncısını
ayrı, yazarını ayrı ihya etmesi lazımdı ama bu kitap böyle bir
kitap değil. Bu kitap gerçekleri ayı gibi bağıran, maalesef çok
da satmayacak ama yayıncısına da, yazarına da üst düzey keyif
verecek bir kitap.
Dolayısıyla ben de sizlere evrendeki muazzam düzen yeri­
ne, hepimizi manyağa çeviren kapitalist sistemden bahsetmek
zorundayım. Aslında benim kapitalizmle hiçbir derdim yok,
istediğim her türlü elektronik cihazı alabilecek gücüm var ki
bence zenginlik budur. Bir erkek istediği herhangi bir elektro­
nik cihazı o an alabiliyorsa o erkek zengindir. Zengin olmak
insanın evinin, arabasının, döviz mevduatının olması demek
değildir. Çocuğumun yuva parasını şimdilik, çalışabildiğim
sürece ödeyebiliyorum. Benim kapitalizm ile ilgili tek rahat­
sızlığım insanlık dışı bir rekabet içerisinde olmamız. Ofiste,
pide kuyruğunda, trafikte, aklınıza gelebilecek her yerde in­
sanlar korkunç bir yarış içinde. Ve kimse bundan rahatsız ol-

155
muyor ya da rahatsız olduğunun farkında bile değil. Ben da­
hil, herkes kişisel menfaatlerini önde tutuyor, küçük hesaplar
peşinde koşuyor.
Misal mağazadaki kasa kuyruğunda bir adamın önün­
desin. Bunu göre göre önüne geçiyor sanki arkasında kimse
yokmuş gibi dik dik suratına bakıyorsun, umrunda bile değil.
Trafik deseniz keza öyle, her gün delirecek gibi oluyorum eve
gelene kadar. Herkes birbirinin önüne geçmeye çalışıyor. Bu
davranış bozuklukları yıllar yılı maruz kaldığımız kapitalist
sistemin ruhumuzda bıraktığı izlerden başka bir şey değil.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bir de evlilik içinde rekabet
yaşıyorsunuz. Aslında erkeklere kalsa eve biraz kafa dinlemek
huzur bulmak için geliyorlar ama sanırım kadınların reka­
betçi tarafları erkeklerden daha güçlü. Çünkü sen niye öyle
yaptın, geçen gün böyle yapmamıştın, amcanlar niye bize
gelmiyor, benim amcalar bize geliyor, ne biçim amcanlar var,
başkalarının kocalarına bakıyorum, her yere karısıyla beraber
gidiyor, sen niye bir yere çıkmıyorsun. -Allah’ı var, bu son söy­
lediğinde kesinlikle haklı.- Bir bir bir, zır zır zır, vır vır bitmi­
yor dertleri. Tek isteğim eve geldiğimde müşteriden işittiğim
azarı, trafikte yolumu çalan hayvanı, yeni yılda terfi edip ede­
meyeceğimi unutmakken hiç sevmediğim vahşi bir dünyaya
adım atmış oluyorum.
Erkekler, erkeklerle çekişmeyi, yarışmayı severler, kadın­
lara pek fazla bulaşmazlar çünkü galip gelme ihtimallerinin
olmadığını bilirler fakat kadınlar, cinsiyet ayrımı yapmaksızın
etraflarındaki herkesle rekabet etme özelliğine sahiptir. Bir er­
keğin bir kadını alt etmesi mümkün değildir.
Bu gerçeği bile bile, yine de îpek üzerinden rekabete girdim
Gonca ile ve bu savaş ilanımı açıkça deklare ettim evde. Tek
isteğim İpek’in babasını gördüğünde annesini gördüğünden
daha fazla sevinmesi, evde annesinin yanındayken dışarıdan

156
babası geldiğinde “Babacımmm," diye bana da sarılmasıydı.
Böylelikle çocuğun kontrolünü ele geçirip, evdeki psikolojik
üstünlüğü de lehime çevirecektim.
İpek’in oyuncaklarına en büyük parayı ben harcıyordum,
benim de hakkımdı birazcık sevilmek. Sırf çocuğumu iki yıl
emzirmedim diye bu ayrımcılığa maruz kalamazdım. Aylarca
uğraştım evde İpek’in gözdesi olabilmek için ama olmadı, ya­
pamadım, beceremedim. Hani kızlar babalarına âşıktı. Anne­
si dışarıdayken yanımda melek gibi olan kız annesini kapıda
gördüğü anda beni unutuyor, annesinin yanında bana nere­
deyse tiksinerek bakıyordu.
Fakat umudumu yitirmedim, nasıl olsa büyüyecek bu
cüce. Büyüdüğünde annesinin karşı çıktığı ne varsa -yurtdışı
seyahati olabilir, okulda istediği bölümü seçmek olabilir, bazı
akşamlar erkek arkadaşında kalmak olabilir; bu olamaz, ağzı­
na sıçarım- gizlice kabul eder, annesinin yanında reddediyor
gibi görünsem de sonuçta İpek’in istediğinin olmasını sağlar
ve çocuğumu annesinden koparıp kendime bağlayabilirim.
Göreceksiniz, seksenimde de olsa bu evlilikte psikolojik
üstünlük bana geçecek, sonunda kazanan ben olacağım, gö­
receksiniz...

157
DUYGUSUZ BİR CANAVAR MİSALİ ÇOCUĞU
ANNEDEN AYIRMAK!

oncanın bana İpek konusunda güvenmesi en az bir yılını


G aldı. Ondan önce gözü hep üzerimdeydi, hissediyordum.
Evde İpek’le ilgili ne yaparsam yapayım beni hiç yalnız bırak­
mıyordu. İpek’in bezini mi değiştiriyorum, arkamdan sinsi
beni izlediğini hissedebiliyordum, elma püresi mi yapıyorum,
elmayı iyi yıkayıp yıkamadığımı kontrol etmek için kafasın­
dan mutfakta bir iş uydurup yanıma geliyordu.
Muhtemelen çocuğunu yanlışlıkla zehirleyeceğimi ya da
altına bez yerine zımpara bağlayacağımı düşünüyordu. Yeni
anne olmuş bir kadının düşüncelerini asla anlayamazsınız,
bunu aklınızdan sakın geçirmeyin.
Ancak aylar geçtikçe Goncanın bu şüpheci yaklaşımı kay­
boldu. Artık İpek’le evde tek başıma kalabiliyor, onun yeme­
ğini yediriyor, uykuya yatırabiliyordum.
Kitabın sonunda böyle itiraf mı olur diyeceksiniz ama
bunu yazmam lazım, ben aile kavramını sevmiyorum. Yani
böyle eşim ve çocuğumla parka gidip gezeyim, her beraber el
ele ve gülümseyerek dünya turuna çıkalım, akşamları ben iş­
ten geldiğimde sofraya oturup yemek duasını yaptıktan sonra
birbirimize günümüzün nasıl geçtiğini anlatalım gibi durum­
lar bana hiçbir zaman cazip gelmedi.

159
Parklarda, restoranlarda gözünün feri kaçmış adamları
görüyorum. İki doğumdan sonra şekli şemaili kaçmış kadın­
larla birlikte çocuk arabası sürüyorlar, kadının saçlarının dibi
gelmiş, adam kendini salmış, üzerinde soluk bir tişört, ayak­
larını sürüye sürüye yürüyor. O kadar belli ki mutsuz olduğu,
acıyorum böyle insanlara bakınca. O kadar mutsuzsan orada
işin ne, ailenin yanında kukla gibi gelmişsin. İşte birisiyle bu
kadar sene göt göte yaşarsan sonun bu olur. Mümkün değil
bu kadar zamanı beraber geçirdiğin birinden tiksinmemen. O
yüzden ben ailemle mümkün olduğunca beraber vakit geçir­
mem, kendimi dışarıda tutarım. Gonca İpek’i parka götürür,
bir güzel oynar, eğlenir gelirler. Ben İpek’i başka bir yere götü­
rürüm, yine eğlenir geliriz. Arada hep beraber de bir yerlere
gideriz, güzel de vakit geçer ama her an ve her yerde ailecek
beraber olma fikri midemi bulandırıyor.
Durum böyleyken ben yavaştan İpek’le beraber tatil plan­
ları yapmaya başlamıştım. Üç buçuk yaşına gelmişti sonuçta,
bir hafta babasıyla tatile çıksa ne olurdu? Gayet güzel eğle­
nirdik. Şarköy’e annemin yanına götürecektim onu; sabahtan
denize girer, daha sonra bisiklete biner, akşama doğru da ara­
bayla gezmeye çıkardık.
Ancak aşmam gereken bir engel vardı; Gonca...
Çocuğun dört yaşına kadar annesinden dört günden faz­
la ayrılmaması gerektiğini söylüyordu. Ki ona göre İpek dört
güne bile dayanamazdı. En iyisi gitmememizdi. O gelemiyor-
du çünkü izinlerimiz çakışmıyordu.
Gonca bunları söylerken benim haftalar önce planladığım
sinsilikten haberi yoktu: İzinleri bilerek çakıştırmamış, bir ak­
şam işten eve geldiğimde üzgün bir suratla “Hayatım kusura
bakma, izinleri ancak böyle ayarlayabildik, Temmuz iznimi
değiştiremiyorum,” demiştim.
O da tatile çıkmayacağımı, İstanbul’da kalacağımı zanne-

160
diyordu. Ancak o kadar çok ısrar ettim ki İpek’le beraber Şar­
köy’e gitmek için en sonunda o da bunun İpek’e iyi geleceğine
ikna oldu ve çocuğumla beraber tatile çıkmama izin verdi.
Haksızlık etmeyeyim, onun için de çok zordu, ilk defa çocu­
ğundan ayrı kalacaktı.
Ama bana ne, her gün işe gidiyor da ayrı kalmıyor mu?
Çok meraklıysa çocuğuna işe de gitmesin o zaman, Allah
Allah...

161
SON MUHTEŞEM MACERA TATİL ZAMANI

aklaşık on iki saat sonra İpek’le beraber yola çıkacaktık.


Y Ben çantamı on dakikada toplamış Goncaya saf saf yar­
dım ediyordum. Saf saf diyorum çünkü Gonca, İpek’e yaklaşık
olarak iki yüz elli litre hacmindeki kendi bavulunu tahsis etti­
ğinde başıma geleceklerden henüz haberdar değildim.
Ancak bavula üç günlük kıçı kırık tatil için tam olarak on
iki elbise, sekiz çift çorap, altı ayakkabı, iki sandalet, bir deniz
ayakkabısı, iki mont (geceleri serin oluyormuş), plastik çiz­
me (Temmuz ayında da olsak Şarköy’de yağmur yağabilirmiş,
oranın havası hiç belli olmazmış), bir eczanenin rafını doldu­
racak kadar ilaç (alerji ilacı, birisi kuvvetli birisi hafif iki ateş
düşürücü, pişik kremi, kaşıntıyı alan krem, burun spreyi), yir­
mi atlet, on beş toka, altı oyuncak (bunları İpek istedi) ve por­
tatif tuvalet koyup ağzına kadar doldurunca, bunların gelecek
yıllarda yaşayacağım bütün problemlerin habercisi olduğunu,
îpek’in de büyüdükçe Goncaya benzeyeceğini ve iki kadının
ben yaşadığım müddetçe bütün hayat enerjimi emerek beni
yok edeceklerini anlamıştım.
Arabaya indireceklerim bavulla sınırlı değildi; bebek ara­
bası, îpek’in evdeki oturağı (portatif tuvaletten farklı, portatif
olanı dışarıda kullanıyoruz, ev oturağı evde kullanılıyor adı
üstünde çünkü bizim kızımız prenses, bilmediği yere pembiş

163
kakasını yapamaz) ve üç tekerlekli bisikletini de bagaja koy­
dum. Arabanın bagajı ağzına kadar İpeke ait eşyayla doluydu.
Benimse sadece ufak bir sırt çantam vardı. Babalık bu demek
değil miydi zaten; fedakarlık. Kendi hayatından vazgeçip ço­
cukları için kendini feda etmek.
Yok yok...
Bir dakika...
Ne fedakarlığıymış bu?
Kardeşim tamam fedakarlık yapalım o ayrı da kendi ha­
yatından vazgeçmekle bagajın tamamını üç buçuk yaşındaki
bebenin eşyasıyla doldurmasını nasıl aynı sepete koyacaktık?
Böyle ezbere fedakarlık mı olurdu?
İnsanlar, konforlarının bozulmasına ses çıkarmamayı feda­
karlık olarak görüyor. Bu dünyaya çocuk getirmek başlı başına
bir fedakarlık zaten, bunun üzerine bir de rahatımızı kaçırır­
sak deliririz. Ve deli insanların da deli çocukları olur. Bakın
etrafınıza; mutsuz evlilik mahsullerinin hepsi abuk sabuk ço­
cuklar olmuş bin tane psikolojik sorunları var. Çoğu kendisini
bu kronik mutsuzluktan kurtaramıyor. Çocuğunuz böyle birisi
mi olsun istiyorsunuz, o zaman memnun mu olacaksınız?
Çocuklarımız hayatımızın aynasıdır. İleride evladınız bir
bok yediği zaman, ona bağırmadan önce dönün bir aynaya
bakın. Siz ne yaptınız onun için, nasıl yetiştirdiniz, hayata
nasıl hazırladınız onu? Bagajınızın tamamını çocuğunuzun
eşyası ile doldurarak çocuk yetiştirdiğinizi, iyi bir ebeveyn ol­
duğunuzu sanıyorsanız çok fena yanılıyorsunuz.
Ama tüm bu düşüncelerime rağmen bagajıma İpek el koy­
muştu ve yola çıkmıştık bile. On dakika sonra da İpek arka­
daki bebek koltuğunda benim sıkışık trafikte araba sürmemi
hiç önemsemeden, “BABAAAAAAA, KARNIM ÇOK AĞRI­
YOR BABAAAAAAA, ” diye bağırarak ağlıyordu. Bezden yeni

164
kurtulduğu için altına bez bağlamamıştım ve yakınlarda hiç
benzinci gözükmüyordu. Gözüm bir yandan trafikteydi, diğer
yandan da İpek’i konuşturarak karın ağrısını unutmasını sağ­
lamaya çalışıyordum. Çünkü karın ağrısının gerçek mi yoksa
dikkat çekmek için mi yaptığını ya da annesini özlediği için mi
ağladığını bilemiyordum. Hepsi olabilirdi. O yaştaki çocuklar
bizim gibi düşünmüyor, bunu zamanla anlıyorsunuz. Ama o
an hiçbir şey anlayacak durumda değildim. Yola çıkalı beri çok
az süre geçmişti ve henüz yolculuğun başında biricik kızımın
arabama sıçmasına izin vermeyecektim, o kadar da değildi...
Tam o sırada uzakta bir benzinlik gördüm. Birkaç dakika
içinde de arabayı benzinliğin marketinin önünde durdurdum,
îpek’i hızlı hareketlerle marketin içindeki tuvalete götürdüm.
O sırada raflardaki çikolatalardan istedi İpek.
“Kızım hani senin karnın ağrıyordu, şimdi ne çikolatası?”
diye sordum.
“Ağrımıyor karnım,” dedi.
“Nasıl ağrımıyor kızım? Arabaya bindiğinden beri ağlıyor­
sun, tuvalete gideceğim diyorsun, nasıl ağrımıyor?”
“Çikolata.”
“Tamam alacağım çikolata, tuvalete bir girelim, çıkınca
alacağım.”
“Hayır, çikolata!”
“Kızım delirtme insanı, ne çikolatası, yürü tuvalete!”
“ÇİKOLATAAAAAAAAAAA,” diye ağlamaya başladı
İpek. Tuvaleti falan unutmuştu. “Almıyorum, yok çikolata fa­
lan, kakanı etmeyeceksen yürü arabaya gidiyoruz!”
“Yok kakam, çikolata!”
Açıkçası -en azından kendimi referans alarak- çocuğumun

165
bu kadar zeki olacağını tahmin etmiyordum, hâlâ da etmiyo­
rum, üç buçuk yaşındaki bir velet yolda canı çikolata çekti diye
size numara yaparak benzinlik marketine sokmaz değil mi?
Tekirdağ’a kadar benimle konuşmadı İpek. Sadece kraliçe
gibi kurulduğu koltuğundan müzik isterim diye buyurdu. Be­
nim AC/DC CD’lerimi beğenmedi, kendi sevdiği şarkıları iste­
di. Şarköy sapağından sonra arabayı on kere durdurup su istedi,
evet tam on kere ve hepsinde sadece tek bir yudum aldı şişeden.
Şarköy’e gelmiştik sonunda. 1982’den beri geliyorduk Şar­
köy’e. Ben de o sitede büyümüştüm, şimdi aynı yollarda, aynı
basket sahasında ve aynı kumsalda, anılarımın sağında solun­
da, önünde arkasında İpek büyüyecekti. Dizimi parçaladığım
basket sahasındaydı, bisikletten düştüğüm B Blok’un önün­
deydi, âşık olduğum kızı ilk kez mayolu gördüğüm kumsal­
daydı. Sitenin içinde İpek’le beraber gezerken kendi çocuklu­
ğumu, gençliğimi de ziyaret ediyordum.
Tam altı gün kaldık Şarköy’de baba, kız ve babaanne. İpek’le
top oynarken topunu ağaca kaçırmam ve topu oradan düşür­
mek isterken ağaca attığım ayağımdaki iki terliğin de dallara
takılması haricinde pek bir sıkıntı yaşamadık.
İpek çok eğlendi, arkadaş buldu, arkadaş oldu, annesini
özledi, başı derde girince “Anneme gitmek istiyorum,” dedi.
Top oynarken düştü dizini kanattı, simidiyle yüzerken kendi
kendini gaza getirip “Baba simidimi çıkar, yüzmek istiyorum,”
dedi. Simidini çıkarınca yüzemedi. Benimle uyudu, benimle
yemek yedi, benimle arkadaş oldu.
Sadece son iki gün annesini çok özledi ve biraz huysuzlan-
dı. Altı gün annesinden ayrı kalması biraz fazla geldi çünkü ilk
defa uzaklaşıyordu annesinden. Biraz mızmızlandı, zor geçti o
iki günümüz ama o kadar da olur.
Sonunda başarmıştım.

166
Kızımla baş başa tatile çıkmış, nazi annesinin yasakları,
dakik yemekleri, aman üşütürsün hırkaları olmadan ve en
önemlisi İpek’i hiç hasta etmeden annesine teslim etmiştim.
Benim için, kızımla şimdi ve ileride kuracağım ilişki için
harika bir başlangıç olmuştu.
Bu harika başlangıç kitabın da sonu olsun istedim.
Ben bir babayım, bir erkeğim. Biliyorum asla annesi gibi
sevemeyeceğim kızımı, muhtemelen o da beni annesini sev­
diği gibi sevmeyecek. Kızlar babalarına âşık olur derler ama
annelerini de çok sever diye eklerler ardından. Sevgi aşkı her
zaman yener. Aşk ölür, sevgi sonsuza kadar devam eder.
Buna üzülmüyorum, bunu fazla düşünmüyorum, çocuk
fikrine onlarca ışık yılı uzaklığında olan ben, çocuğumla çok
güzel bir üç buçuk sene geçirdim, anı biriktirdim, Allah ömür
verirse bundan sonra da aynı şekilde, ona olan sevgim hiç ek­
silmeden, her gün daha da artarak devam edecek, bunların
farkında olmak çok güzel.
Sevgili okur, şimdi sizden bir şey rica edeceğim.
Bu satırları iş yerinde yazıyorum. Mesaimin bitmesine
daha çok var ve kızımı özledim. Keşke yanımda olsa. Kendimi
bu mecburiyetlere hapsetmediğim bir hayatım olsa ve onunla
beraber büyüsem diye içimden geçirdim. Eğer siz bu satırla­
rı okurken çocuğunuz yakınınızdaysa lütfen yanına gidin ve
gözlerinin içine bakın.
Göz bebeklerinde kendinizi göreceksiniz.
Sizin, ruhunuzun, eşinizin, evliliğinizin, sevginizin en ma­
sum parçasını göreceksiniz onda. Şimdi sıkıca sarılın evladı­
nıza ve ondan kocaman bir öpücük alın.
Ve babalar, siz de annelerle olan mücadelenizi ömrünüzün
sonuna kadar sürdüreceğinize dair kendinize söz verin.

167
- SONUÇ -

Veda...
SEN BENİM KIZIMSIN

anım kızım,
v—7 Üç buçuk yaşındaki sen bunları henüz bilmiyorsun
ama ben kelimelerle cambaz gibi oynar, cümlelerimi canımın
istediğim gibi esnetebilirim. Yazdıklarımla herhangi birini
istediğim an güldürebilir, istediğim an ağlatabilirim fakat bu
kitabın sonuna senin için ne yazacağımı bilemedim.
Ama bu kitabın sonunda senin olman gerektiğini düşünü­
yorum. Ben bu kadar sayfayı sana yazdım. Çünkü sen olma-
san, bu kitap da olmayacaktı.
Minik sevgilim,
Az çok tahmin edebiliyorum; yıllar sonra sen büyüyecek­
sin ve uzaklaşacağız birbirimizden. Ben yaşlandıkça senin ço­
cukluğunu özleyeceğim. Sen büyüyeceksin ve sen, seni yetiş­
tiren, büyüten ailenden bağımsız bambaşka bir insan, kendin
olacaksın. İşten geldiğimde kapının önüne dikilip “Babacım
hoşgeldin, bana ne aldın?” diye sormayacaksın. Ben FIFA oy­
narken yanıma gelip, “Sıra ben, sıra ben,” demeyeceksin. Bü­
yüyeceksin ve muhtemelen birilerini seveceksin, kendi aileni
kuracaksın. Karşıma hıyarın tekini erkek arkadaşım diye ge­
tirecek, bir de üstüne benden anlayış bekleyeceksin. Ve yavaş
yavaş birbirimizi unutacağız. Ben senin çocukluğunu, sen be-

171
nim babalığımı... Bambaşka iki insan olacağız sen büyüdü­
ğünde ve bugünleri çok arayacağız.
İpek,
Sen nasıl yaşarsan yaşa, gıkım çıkmayacak, senin tercihle­
rine her zaman saygı duyacağım, benim için ölene dek çocuk
kalsan da büyüdüğünü eşek gibi kabulleneceğim.
Kim bilir, belki de o günleri göremeyeceğim. Aslında yaza­
caklarım bununla ilgili biraz da, kitabın sonu, benim sana veda
mektubum olsun istiyorum. Yanında olamadığım zamanlarda
beni özlersen eğer, açar okursun sana yazdıklarımı. Sanki tam
yambaşmdaymışım gibi, sanki benim kucağımda oturuyor ve
sana o an uydurduğum bir masalı anlatıyormuşum gibi...
Canım kızım, küçük perim, iyilik meleğim,
Ben bu satırları yazarken sen henüz bu dünyada kırk dört
aydır varsın. Şunu bilmeni istiyorum; seninle geçirdiğim bu
vakit hayatımda geçirdiğim en güzel üç buçuk yıldı. Bu kısa
süre içinde sana neler öğretip öğretemediğimi pek bilmiyo­
rum aslında. Umarım güzel bir hayat yaşaman için sağlam
kişiliğin gerekleri olan, vicdanlı ve merhameti biri olayı öğre-
tebilmişimdir.
Senden başarılı bir işkadım olmanı beklemiyorum. Dünya­
nın en iyi piyanisti ya da oyuncusu olmanı, sınıflarını takdirle
geçmeni de... Çarpım tablosunu bilmemen benim için sorun
olmaz, okumayı geç öğrenmen de... Sınıfta kalırsan eğer bu
seni üzmesin çünkü beni üzmez. Hayata bir kere geliyoruz,
bunların hiçbirini kusursuz bir şekilde yapmak, öğrenmek zo­
runda değilsin ama hiç unutmamacasına öğrenmek zorunda
olduğun bazı doğrular var; merhametli, vicdanlı ve dürüst bir
insan olmak. Bunun haricinde hiçbir şey önemli değil. Senin
vicdansız, yalancı ve zalim bir insan olman haricinde hiçbir
şey beni üzemez.

172
Benim rengarenk kelebeğim,
Daha şu yaşında, hata yapmayı bile bilmediğin bir yaşta,
yanında olmadığım zamanlarda bile, sanki hep yanlış bir şey­
ler yapacakmışsın gibime geliyor, baba yüreği işte... O yüzden
gelecekteki günleri düşündüğümde bir babaya yakışmayacak
derecede korkuyorum aslında, çok korkuyorum. Bensiz ne ya­
par tek başına diyorum ama biliyorum ayaklarının üstünde
duracaksın.
Beni özlediğinde sana yazdığım bu satırları oku. Seni ne
kadar çok sevdiğimi iyi anlatamasam da elimden geldiğince,
seni kucağıma aldığımda içime dolan coşkun sevgiyi yazmaya
çalıştım. Seni öptüğümde, kokunu içime çektiğimde, dünyada
başka hiçbir canlıyı böyle sevemeyeceğimden adım gibi emin
olduğumu, seninle çok güzel vakit geçirdiğimizi, yanında ca­
nımın hiç sıkılmadığını, beni hayata bağlayan yegane insanın
sen olduğunu yazdım.
Umarım birlikte uzun yıllar geçiririz, umarım senin me­
zun olduğun okulları, üstesinden geldiğin zorlukları, çocuk­
larını, eşini -bu yalan, hiç meraklı değilim o herife- hepsini
görebilirim.
Baba olduğunda bunları ister istemez düşünüyorsun ama
görmesem de önemli değil. Ben biliyorum başaracaksın, hayat
seni yenemeyecek çünkü beni yenemedi. Ne yaparsa yapsın
yenemedi. En zor durumlarda bile her zaman bir çıkış yolu
buldum. Sen de bulacaksın, asla pes etmeyeceksin zorluklar
karşısında. Etsen bile, bir süre dinlenip daha sonra yoluna es­
kisinden daha karakterli bir şekilde devam edeceksin.
Çünkü sen benim kızımsın.
Annen seni kendi kızı zannediyor ama bırak o öyle zan­
netsin.
Sen benim kızımsın.

173
Kitap burada sona eriyor sevgili okur. Kızıma vedamı şim­
diden kendimce ettim. Yazacağım bir sürü cümleyi de unut-
muşumdur eminim, olsun. Yaptıklarım ya da yapamadık­
larım, söylediklerim ya da söyleyemediklerim, sevdiklerim,
sevemediklerim, hiçbiri ondan kıymetli değil.
İpek’in üçüncü yaş günün için sözlerini yazdığım, Sercan
Candemir’in de hem besteleyip hem de söylediği “Minik İpek”
şarkısındaki gibi:

174
“Pamuk yüzlüm, ilkbahar gözlüm,
İçimde seninle bir neşe
Pembe bulutlara sardık seni biz annenle

İyi ki doğdun minik İpek


Hayatımın neşesi
Kainatın en güzeli
Annesinin bi'tanesi

Her ağladığında kalbimden öpücükler verdim sana


Nefeslerini saydım uyurken yanında
Babacım deyişine dünyalar feda

İyi ki doğdun minik İpek


Hayatımın neşesi
Kainatın en güzeli
Babasının kelebeği”

Hoşçakal,

Baban...

175

You might also like