You are on page 1of 185

Türk Yazınından Seçilmiş

Hayvan Öyküleri

Derleyen
Semih Gümüş
ADAMYAYINLARI
©
Anadolu Yayıncılık A.Ş.

Birinci Basım: Mayıs 1993


İkinci Basım : Haziran 1995

Kapak Düzeni : Birsen Delemen Güven


Türk Yazınından Seçilmiş
Hayvan Öyküleri

Derleyen
Semih Gümüş
SAFYÜREK BİR DÜNYANIN ÖYKÜLERİ

Hayvanların öykülerimiz içinde bu denli çarpıcı bir yer aldıkları­


nı önceleri bilmiyordum. Hele kedilerin yazınsal dilin neredeyse kış­
kırtıcısı olduklarını görünce kalkıştığım araştırma ve okuma sırasın­
da, öykülerimiz içinde apayrı bir dünyanın soluduğuna tanık olunca,
bu kez gizli bir sevinç duydum. Tabii en başta, aslında evcil hayvan­
ların da kralı olan kediler var ama, ya sonra: köpekler, keçiler, eşek­
ler, inekler, öküzler, güvercinler, kanaryalar, papağanlar, horozlar,
balıklar, sinekler, sümüklüböcekler, karıncalar...
B u öykülerin yaratıcıları düpedüz hayvanlar değil miydi? Onlar­
sız, çağdaş yazınımızın pek çok güzel öyküsü yaratılamayacaktı de­
mek ki.
Kısa Öyküler ile Aşk Öyküleri seçkilerini hazırlarken, alışılmış
bir çaba içinde olduğumu düşünüyordum; gelin görün ki, bu iki çalış­
manın okumaları içinden hayvanlar ansızın çıkageldiler ve başka ça­
lışmaları da bir kıyıya itiverdiler. Başka nasıl olabilirdi ki; okudukça
sökün eden ayrıksı bir dünya canlanıyordu.
Hem sonra, şundan hiç kuşkumuz olmasın ki, hayvanlarla ilişki
kurmuş ve onların yaşantılarını konu etmiş yazarlarda, o hayvanlar
sıradan birer yazınsal gereç, birer süs, herhangi bir öğe olarak anlatı­
ya girmemişlerdir. Hayvanlar başlı başına birer kişiliktir o öyküler­
de. Yaratım sürecinin odağına gelir kurulur kediler sözgelimi. Ger­
çek yaşamlar içinde kedilerle bütünleşilmiş olunmasından ötürü mü­
dür bu kediseverlik, yoksa kedinin bütün hayvanlar dünyasında ken­
disiyle en barışık hayvan oluşundan ya da insanları etkileme gücün­
den ötürü müdür - tam kestirilemez ama, sanırım hepsinin de payı
pek çoktur.
Önceleri başka hayvanlara, sözgelimi köpeklere ya da kuşlara ya­
kın tutarken kendimi, iki kedim olduktan sonra çözdüm kediseverli­
ğin sırrını. Belki de hala çözdüğümü sanıyorum ve tam da açıklaya­
mıyorum doğrusu ama, kediler bambaşkadır, derim ben de. Aldous
Huxley 'nin, yazar olmak için ne yapması gerektiğini soran bir gence,
" Kedi edinin, " öğüdünü verdiğini aktarır Salah Birsel. Heming­
way'in büyük veriminde, evinde dolanan otuzu aşkın kedinin payı
demek ki epeycedir! - Salah Birsel okurları onun da pertavsızını ke-

7
dilerden sakınmadığını iyi bilirler. -
Yazarlar kedilerden insanlar gibi konuşan canlılar olarak söz et­
meye bayılırlarmış. Aslında bunun son bir örneğini de yakınlarda
Oya Baydar Kedi Mektupları 'oda vermedi mi? Okur da Hayvan
Öyküleri ' ni okuduktan sonra nasılsa anlayacaktır bu tuhaflığı. On­
dan sonra da artık hiçbir şey tuhaf gelmemeye başlayacaktır. Gene
de Salah Birsel'in aktardığı şu fanteziye bakalım önce : " Suares 'e gö­
re, " diyor Salah Birsel, "Sokrates, Voltaire, Proust, Melville ve Sha­
kespeare kedilerin karşılaştırmalı edebiyat okumuş ve felsefe öğreni­
mi görmüş kültürlü yaratıklar olduklarına inanırlar " !
Bu arada, insanların hayvanlar üstünde öne sürdükleri egemenlik
haklarını kediler kadar bozup karıştıran başka bir hayvan da buluna­
maz doğrusu. Kötülük eden kişi için yapılan "Hayvanlık ! " benzet­
mesi ise bir anlamda insanın hayvanları çekemeyişini gösterir sanki.
Hayvanların ne suçu varsa!
- Öküz, inek, eşek, köpek! ..
Şu dilimize pelesenk ettiğimiz sözde sıfatlar. Bu öyküleri oku­
duktan sonra artık dikkat! Üstelik bu öykülerde kendimizi de göre­
ceğiz : hem bu yanda, hem karşı yanda, ikisiyle de özdeşleşebilecek
biçimde. Pek çok hayvanın insanoğluna tanrılık ettiği gelebilir sonra
aklımıza - bir zamanlar insanoğlunun tapındığı güzelim varlıkları ne
hallere düşürdüğümüz! Melih Cevdet Anday, " Hayvanlar eskiden
tanrı idi. Nerde o günler! " der, hayıflanarak; aslında insanın iç dün­
yasındaki artık onulmaz yaraları dışavurur böylelikle.
Türk edebiyatının en ünlü kediseveri olan Ataç da bu konuda,
"Hayvan hayvanlığını bilsin, elinden geliyorsa hayvanlığıyla övün­
sün, daha iyi ... " diyor ve tamamlıyor: " Ama övünmek de insanlara
vergidir. " Ataç bir tür 'hayvan bakış açısı' getirirken, insanı kendine
gelmeye zorluyor. Herhalde insanların ne çözebildiği, ne de çözmeye
kalkıştığı sorunlara yaklaşmanın biricik yolu Ataç'm örneklediği
hoşgörüden geçmektedir.
Balina Aydın'a ya da Kuzey Denizinde buzullar arasında sıkışıp
kalan beyaz balinalara gösterilen sevgiye, başlatılan seferberliğe ge­
ne çokları karşı çıkmamış mıydı? Açlık ve savaştan kavrulan dünya
önümüzde dururken, hayvanlara mı geldi sıra, diye. Sıraya büyük so­
runların çözümünü koyarlarmış gibi!
Bu tür hoşgörüsüzlükleri aşmanın yollarından biri, kim ne derse
desin, gene hayvan sevgisidir. Hayvanlar insanlara pekala sevmeyi
öğretebilirler, şu sevgisiz, kötücül dünyamızda. Yalnızlığımızı payla­
şırlar. Unutulmaya yüztutan sorumluluk duygusunu geliştirirler.

8
Enis Batur da, " Kralların yaşadığı ülkelerde, insanların kedilerden
öğrenebilecekleri bir şey vardır, " diyerek, hem tarih boyunca eşitlik­
çi olamamış insanoğlunu ironik bir soyutlamayla eleştirir, hem de
kedileri bilgelikle ödevli kılar.
Bu seçkiyi hazırlarken, hayvandan bir alegori nesnesi olarak ya­
rarlanmayı ve bunu göstermeyi hiç aklıma getirmedim. Hayvanları
yalnızca böyle anlamaya gönül indirenlerin buradaki güzel öykülerle
sıcak bir ilişki kurmaları da güçleşecektir. Buradaki hayvanlar öykü­
lerinin kahramanları, anlatının özneleri, giderek yaratıcıları duru­
mundadırlar - onları anlamak düşer bize.
Üstelik, kediyse sözgelimi konu edilen, tek bir kediden söz açıl­
mamaktadır. Memduh Şevket Esendal'ın kedileri ya tekinsiz ya da
eviçiyle uyumsuz, gözü sokakta hayvanlardır. Cihat B urak'ın sokak
kedisi kendini insanlara zorla kabul ettiren, belli ki anasının gözü­
dür. Onat Kutlar'ın kedileriyse, kediye bile benzemeyen, tuhaf can­
lılardır. Canlı oldukları bile kuşkuludur. Dokununca dağılır, uçar,
kaybolurlar! Yabansı düşlere çekerler okuru ...
Ve çocuklar - bu kitap belki en çok onlar için. Korunmasız, ter­
temiz iç dünyalarını hayvanlara en çok açık tutanlar onlar değil mi?
Nasıl, safyüreklilikle en iyi ilişki kuranlar da hayvanlarsa ... Bu kitabı
likin çocukların okuyacağına inanıyorum ve onu işlevli kılan da bu
olacaktır. Öyleyse, aynı zamanda büyüklerden çocuklara uzanan bir
hoşgörü köprüsüdür bu derleme. Hem de çağdaş Türk yazınında
hayvanlar için yazılmış, yazınsal değeri çok yüksek öyküler okuya-
·

rak.
Bizim payımıza ise, şu soruyu içtenlikle yanıtlamak düşecektir :
- Biz, hayvan sevgisini mi seviyoruz, hayvanları mı?
Şimdi Oktay Rifat'ı okumanın sırasıdır:

KEDİ

Hısım akraba karşıda


gece yatısına gitse ya
gidemiyor
konu komşuya bile zor
kedisi var
kediye bakıyor.

Semih Gümüş
$
ubat 1 993
Halit Ziya Uşaklıgil (1866-1945)

EKMEKÇİNİN BEYGİRİ

İşte beş on yıldan fazla oluyor ki dostuz. Ekmekçinin beygiri ve


ben. Aramızda gizlice alıp verilmiş içtenlikli duyguların, gözlerin an­
lam diliyle birbirimize verilmiş ruh gizlerinin, bir duygulanma anın­
da kaynayışının sıcaklığında canlandırılmış serüven parçalarının kur­
muş olduğu güçlü bir dostluk bağı var.
Kazanacağı içtenliğin rengi önceden belli olmayan bir tanışıklık,
bir gün kaza sonucu bir rastlantının onu kitaplık odamın penceresine
getirivermesiyle başladı. Onun yorgunluklarının derin siyahlıkları al­
tında ışıldayan bakışının ruhunda bir tatlı gönül kanışı gülüşünün fe­
rahlıkları vardı. Gözlerinin o gülen bakışının ruhu ile bana bakarak,
siyah bir kadifenin yumuşak ve ince dokunuşuna benzeyen bir okşa­
yışla beni selamladı :
" - Ben geldim, dedi. Evinin ekmeğini getiren. Ne kadar zaman
oluyor ki her gün sabahleyin gelir, senin kapını çalar, ekmeğini bıra­
kırım. "
Birden her gün sabah kapıma gelerek evimin ekmeğini bırakan
bu dost, bu sevecen ve kutlu dost için ruhumun bütün yeteneği ve
genişliğiyle bir şükran ve dostluk duygusu duydum. Gözlerimin şük­
ran bakışıyla öpüldüğünü sezinleyen o siyah, yorgun gözlerinde be­
nim için, evim için bir mutluluk dileği okudum. Hafifçe başını salla­
yarak beni selamladı ve görevini bilen bir sabırlı kadere boyun eğiş­
le, daha kimbilir ne kadar aile babalarını selamlamak ve nasıl evlerin
ekmeklerini vermek için, acele etmeyerek, ama yorulmamaya karar
vermiş, yavaş yavaş uzaklandı.
İşte o günden beri çoğunlukla karşılaşırız. O artık alışkanlık edin­
di; gelir, ta kitaplık odamın, bu ruhumun en sırdaş yeri olan pencere­
sine başını uzatır ve soluyarak bana kendisini haber verir. O zaman
ben de pencereme geçerek ona gülümserim. Sanki ikimiz de bu ta­
nış selamı ile dinlenir, bir saniye içinde sanki uzun ve rahat bir uyku­
nun dinlenmelerini duyarız.
Böyle birbirimize neler neler söyledik! Birbirimizin ruhunu nasıl
açık seçiklikle okuduk, nasıl bir dostluk ve katıksızlık havası içinde
ısınarak halleşmelerde bulunduk! . .
Çalışma odamın, hayatımın b u özellik köşesinin havasının anla-

11
12 Halit Z�ya Uşaklıgil

mını koklamak isteyen bir dost dikkat ve özeniyle başını uzatışları,


duygulanmalarımın ta en gizli kıyısına sevecen bir avutuculuk yumu­
şaklıklarıyla sokuluşları vardır. Kimi zaman açıkça neler bulduğunu
söyler :
" - Niçin, der, bugün gene bu sessiz köşeciğin solumasında baskı
altında bunalmış bir ruhun gamları var? Susturulamamış ayrılık acı­
larıyla, gerçekleştirilememiş emellerle, anıları silinememiş yaslarla,
bütün bir ağır ortam havasının elemler yağmuru ile ıslanmış, omuz­
ları çökmüş ve bozgun halinde; saçlarından, parmaklarından, giysi­
sinden siyah bir yağmurun iri iri, ağır ağır damlaları dökülerek, san­
ki donmuş gibisin? ..
Yaşama savaşında, bu kahredici didişmenin karmakarışıklıkla­
rında, kötü yumruklarla kaburgalarını kırmışlar, hayın dişlerle pazı­
larını kemirmişler, acımasız ve insafsız ökçelerle seni tepelemişler
sanılacak. O denli perişan ve acılısın. Neyin var? ..
Bir ılgımın yalancı uçuculuğu ile silinmiş umudunun ufukları, bir­
birini izleyerek kabarıp sönen su kabarcıkları boşluğuyla sürekli
umut vererek hayınlık eden mutluluk vaatlarmın yaşı ile kahrolmuş
ve kırılmış bir halin var ki bana dokunuyor. Rica ederim bana öyle
bakma, niçin bana öyle bakıyorsun? Mademki evinin ekmeğini ge­
tirdim ...
"

O zaman avunurum. Mademki evimin ekmeği gelmiştir ve ma­


demki bu ekmek pak ve .kötülüklerden annık, iffetli ve namuslu ter­
lerle yoğurulmuştur; mademki mayası ruhumun bütün katıksızlığı­
dır; yeter, evet yalnız bu yeter. Yetişir ki lokmalar benim ve onların,
onun ve çocuklarımın boğazlarımızdan geçerken tırmalamasın, yır­
tarak zehirlemesin.
Beni böyle avutulmuş, duygularımı rahatlığa dönüşmüş görünce
içi rahatlamış olur ve gülümseyerek, söyleyeceğinin kişisel onurumu
incitmesinden korkan tatlı bir bağışlanma isteği bakışıyla:
"- Bak dostum, der; yavaş yavaş bana, evet bundan hiçbir onur
sorunu doğmasına gerek görmeksizin, sadece bana, yani ekmekçi,nin
beygirine benzeyeceksin ve seni inandırmak isterim ki yaşamanın
felsefesi bunda, yalnız bundadır. "
Şakaya benzeyen bu gerçeğe gülerek selamlaşırız. Ve o gene yü­
künün altında beli çökerek, ne kadar yıllardan beri kaldırımları dö­
ven ayaklarının üstünde sallanarak, yuları sahibinin kolunda, sabırlı
ve katlanmaya alışık başı kendi istek ve dileğine eğemen olan gücün
arkasından yorgun, düşkün ilerleyerek bütün yolu üzerinde bekle­
yen kapılara bırakılacak lokmalara kendi varlığını adayarak, görevi-
Ekmekçinin Beygiri 13

nin kutsallığıyla güçlü ve sağlam; yorulmamaya, düşmemeye karar


vermiş yürür, yürür, sürekli yürür.
Sıcak günlerde, temmuz güneşleri yanı yöreyi kavururken; kışın
karların sokakları örttüğü, evlerin kapılarına birer duvar çektiği za­
man o, yılmadan yorulmadan, yazın cehennemleri altında bunala­
rak, kışın o güzel cenkçi göğsüyle kar yığınlarını yararak; başının üs­
tünde kopan fırtınalardan, sırtını kamçılayan yağmurlardan, soluğu­
nu tıkayan toz kasırgalarından, kadere boyun eğmiş görevseverliğine
en küçük bir sarsılma gelmeyerek, güçlü ve sağlam, oradan oraya, bu
evden şu eve ekmek isteyen aileleri dolaşır, dolaşır, sürekli dolaşır.
Sanırım, beni avutmak için, yaşama öyküsünü de anlattı:
Bu serüvenini anlatışından amacı bana bir uyan, bir ders alma
payı çıkarmak mıydı acaba? Belki ! ..
Onun hayatında da bir umut ve hulya dönemi, daha sonra bir ça­
lışma ve didişme bölümü vardı. Onun da kesilen hayal yolu bütün
emeller yıkıntılarıyla dopdolu olmuŞtu. Önce saçlarını her zaman ta­
ze canlı ve kokulu bir rüzgarın öpüşleriyle dağıtarak, sonsuza değin
yeşil, akar suların tatlı seslerinin cana can katan yakınında sonsuza
değin gençleşen bir ömürle yaşamayı düşünmüştü ...
Bir gün bu düşten ağzında bir gemle çıktı. Onu dişlemek, kırmak,
koparmak istedi. Dişleri incindi, dili parçalandı, dudakları yırtıldı.
Ama gem ağzında kaldı. Onda gene de bir umut vardı: Yüreğinin
içinde uzaktan uzağa hulya ufukları açan bir küçük ses onun
mahkOmluğunu ve esirliğini gizli ninnilerle uyutmaya çalışırdı ve ki­
mi zaman kendisini unuturdu.
O zaman ona yaşamasının gerçeğini daha açık seçik göstermeye
karar verdiler ve bu kez bedenini kayışların, koşumların içinde hap­
settiler, arkasına eskimiş bir araba taktılar ve acımasız bir alay kah­
kahası ile :
"- İşte yaşamak, dediler. Sürükle ! . . "
Sürükledi. B u yaşamayı, b u kağşamış arabayı, kentin bütün so­
kaklarında, bütün yokuşlarında inişlerinde, bozuk kaldırımlarında,
berbat ve kirli pis çirkeflerinde yıllarca sürükledi. Tırnakları söküle­
rek, dizleri yaralanarak, göğsü yırtılarak yıllarla bu kağşamış araba
arkasında (olduğu halde) savaştı, uğraştı, pençeleşti.
Yaşamanın bir amacı, çalışmanın bir sonucu, didişmenin bir ödü­
lü var sanıyor; koşuyor, koşuyor, düştükçe kalkarak, yuvarlandıkça
tırmanarak, yıkıldıkça doğrularak sürekli koşuyordu ...
Bir gün gene acımasız bir alay kahkahası ile :
" - Yeter, dediler; çok sürükledin, ama varılacak bir konaklama
1 4 Halit Ziya Uşaklıgil

yeri bulamadın. "


Kağşamış arabayı, artık kırılmış, paramparça olmuş, tahtaları sö­
külmüş, tekerlekleri kopmuş ... Bir yana attılar ve ona bir yular taktı­
lar. Bundan memnun, istek ve dizgini başkasının kolunda, yalancı
düşlerden sonra yaşamanın gerçeği bunda, bu kendini boyun eğme­
ye bırakmanın felsefesinin ilgisizliğinde bularak, evlerin pencereleri­
ne rahatlık ve mutluluk dilemeleri ve sofralarına ekmek dağıta dağı­
ta, mutlu ve içi rahat, koşmayarak, ama düşmeyerek gidiyor.
Ara sıra şakasını yineler:
" - Değil mi dostum, der. Yavaş yavaş bana, ekmekçinin beygiri­
ne benzeyeceksin ! . . "
Birbirine gücenmemeye alışmış pak yüreklerin içtenlik ve katık­
sızlığıyla bu şakaya gülüşürüz ve iki dost, ekmekçinin beygiri ile ben,
derin bir bakışla selamlaşırız.
Memduh Şevket Esendal (1883-1952)

KEDİ

Bahçenin alçacık duvarı üstünde, üzüntülü bir düşünceye dalmış


gibi pinekleyen, karalı sanlı kedi; köşedeki dört katlı evin tavan ara­
sında, altı yedi yıl sessizce yaşamış bir karı koca, bir de burada doğ­
muş çocuklarıyla üç kişilik bir aileden kalmadır.
Bu ailenin babası Remzi Durmuş, bir eczacı kalfasıydı. Otuz beş
yaşlarında bir adam. Kansı, Basire adında, yirmi yaşlarında, Nevşe­
hirli bir kız. Eczacı Siyami Bey ' in anasının evlatlığıydı. Onlar uygun
görüp evlendirdiler, bu adama verdiler.
Kadın güzel. Kocası iyi bir adam. Fırça gibi sert, gür saçları kırla­
şıyor. Yüzünde, alnında derin buruşuklar var. Bir gün tıraş olmayıp,
usturaları körleten bu sert sakalı bıyığı bırakacak olsa, suratını bir
kara bulut kaplar, gözleri çukura kaçmış gibi olur, görenler korkunç
bir adam sanırlar. Hiç değildir. Sessiz, ağırbaşlı, evcil bir adamdır.
Kan koca arasında coşkun bir sevgi olmadı. İkisi de bu yaşlarına
kadar tutkunluk nedir, denemiş değillerdi. Basire, pek körpe kızken,
kendisini gördükçe takılan bakkal çırağından hoşlanırdı. İşte hepsi
bu kadar. Remzi'nin de aşkınlığı, taşkınlığı, çapkınlığı olmadı. Baba­
sız, yoksul büyüdüler. Kardeşleri dağıldılar. Her biri bir yere, ekmek
parası peşine gittiler. Kendi başlarına da kurtardılar. Kanları, çocuk­
ları var, yaşıyorlar. En büyükleri İstanbul'da boyacıdır. Onun küçü­
ğü Ilgın'da yerleşmişti. Orada Belediye Başkanı olmuş diyorlar. Bel­
ki zengin de olmuştur. Bir kardeşleri de Denizyollan' nda gemi kati­
biymiş. Her biri bir yanda! Bir kız kardeşleri de bir subayla evliydi,
kim bilir nerededir! Remzi de burada . . . Bir kansı var, oturuyor. Ço­
cuğu yok.
Evlendiklerinden ancak beş yıl sonra çocukları oldu. Belki daha
önce de olurdu, ama; Basire kendini göstermedi. Onda, doğuştan bir
günah korkusu vardır. Kendini göstermek günah! Allah isterse
olur. ..
Basire yalnız günahtan değil, cinlerden, perilerden, gizli ruhlar­
dan da korkar. Bu evde, birtakım ruhlarla birlikte yaşadıklarına ina­
nır gibidir. Daha çocuğu olmadığı yıllarda, bu kediyi de öyle bir kor­
ku ile eve almıştı.
Bir geceydi. Fırtınalı, yağmurlu bir gece. Komşudan dönüyorlar-

15
16 Memduh Şevket Esendal

dı. Bu kedi, Basire ' nin ayaklarına dolaştı. Evin kapısından girdiler, o
da girdi. Üstüne basmaktan korkuyorlar. Remzi bir kibrit yaktı. Kü­
çük kedi, merdivenin birkaç basamağını çıkmış, oradan kendilerine
bakıyordu. Bu kadar merdiveni, bu yavru çıkabilir mi? Kocası, kedi­
yi kapıdan dışarı bırakıp savmak istedi. Basire bırakmadı. İki kat
çıktılar, kedi de çıkıyor. Kendi dairelerine geldiler, içeri girip kapıyı
da kapadılar; kedi merdivende kaldı mı, geri gitti mi, bilmiyorlar. Bi­
raz sonra kapı dışından incecik sesini duydular. Basire hem korka­
rak, hem acıyarak kapıyı açtı. Kedi sürtünerek içeri girdi. Islanmış,
sıska bir kedi yavrusu ! .. Açlık da çekmiş olacak. Kuru ekmeğe saldı­
rıyor. Karnını doyurdu, biraz yalandı, temizlendi, sonra da minderin
bir köşesine büzülüp uyudu. Kara suratlı, sarı gözlü bir kedi. Bunun
gibi sarı alacalı kediler vardır; ama, çok değildir.
Basire,
- Ben bu kediden korkarım! diyor.
Kocası da,
- Ben onu götürür, kasap dükkanının önüne bırakırım, dediyse
de Basire,
- Onu da yapamam! diyor.
Ne olacak? Hem korkacak, hem birlikte oturacak! .. Öyle de ol­
du. Birkaç gün sonra kedinin uğurunu denediler Piyangodan iki
yüz lira çıktı. Ancak, kedinin uğurlu olması da kadını korkutuyor;
demek kedi tekin değil...
Aradan birkaç ay geçti, Basire kediyi bir yol daha denedi Evi
kapayıp Ulucanlar'da tanıdıklarından birinin evine gidecekti. Kedi
ayaklarına dolaştı. Gitti yemek kabına, su tasına baktı. Tamam. Su­
yu da var yiyeceği de ! . . " Hiç böyle yaptığı yoktu ! " diye düşündü.
Sonra da dışarı çıkmaktan vazgeçti. Soyundu oturdu. Biraz sonra da
komşularda yangın çıktı. Bütün mahalle ayağa kalktı, bağırış, çağı­
rış. Etrafı korku sardı. Basire sanki bunu bekliyormuş gibi telaş et­
medi, tedbir aldı, bekledi. Yetişenler yangını söndürdüler. B ugün­
den sonra Basire kedinin tekin olmadığına inandığı gibi, kocasını da
inandırdı.
Kedinin tekin olmayacak, korkulacak bir yeri yok. Bilinen kedi­
lerden biri; ancak, adamoğlu inanmak isteyince, inanır. Sonra da
başkalarını inandırmaya çalışır. Yalnız kocası değil, komşulardan,
tanıdıklardan birçokları da kedinin tekin olmadığına kandılar. Bir
yandan da Basire kediye alıştı. Eskiden kedinin sessizce odaya girip
sarı gözleriyle onun yüzüne bakışı yüreğinde bir ürküntü yaparken,
sonraları bunu duymaz oldu. Çocuğu olduktan sonra kedi de basba-
Kedi 17

yağı kedi olmaya başladı. Yalnız Basire kediyle çocuğunu bir odada
bırakmak istemiyor, kendisi mutfağa gidecek olsa kediyi de çağırı­
yordu.

Bu yaşayış böylece iki yıl sürdü. İki yıl sonunda evlerinde bir de­
ğişiklik oldu. Remzi 'nin Ilgın 'daki kardeşinin büyük oğlu, Sabri
adında, on yedi yaşlarında bir çocuk, kendisini hekimlere göstermek
için amcasının yanına geldi.
Yerleri daraşlık; yatakları, yorganları bile kıt ise de, hasta çocu­
ğa " yerimiz yok " diyecek değiller ya; kırdılar, sardılar içerki odaya
bir kerevet uydurup Sabrl' nin yatağını da onun üstüne serdiler. Ol­
du. Basire, her gece bu yatağı sedire sermek, sabah olunca da kaldı­
rıp aralıktaki sandığın üstüne yığmak zahmetine katlandı. Eğer Basi­
re istemezse, evleri elverişli de olsa, bu genç çocuğu, amcası bu evde
sığdıramazdı. Bereket versin ki Sabri çok sevimli, uysal, sokulgan,
melek kadar da güzel bir oğlan. Yengesi de onu seviyor.
Sabri bir akciğer hastalığı geçirmiş. Hekimler, " Hava değişimi iyi
gelir, " demişler. Babası ne yapsın! Kardeşinin yanına yollamış. Kar­
şısına Basire çıkmasaydı, gerisin geriye babasının evine gidebilirdi.
Amcası, Sabri 'yi, hekimlere gösterdi. " İyi yesin, açık havada yatsın,
dinlensin, " dediler. Eh, ne yiyorlarsa ona da yediriyorlar. Sabahtan
akşama kadar yengesiyle evde. Ona yardım ediyor. Çocukla oynu­
yor. Oturup başından geçenleri yengesine anlatıyor. Basire de onun
güzel yüzüne bakıp gülüyor.
Sabri, amcasına hiç benzememiş. Ak benizli; alaca gözlü, ipek
saçlı bir delikanlı. Bir gün yengesi,
- Sabri, saçların uzadı, hadi git kestir. Ama sakın kısa kestirme! . .
Yalnız kenarlarını düzelt:>inler, dedi. Yüzü d e kızardı.
Bu çocuğu da bir erkeği sever gibi sevdiğini anladı, günahtan kor­
kup ağır bir üzüntüye kapıldı. Bu günah, bu eve uğursuzluk getirir.
Kedi, kapının eşiğine oturmuş, ona bakıyordu " Senin her şeyden
haberin var! " diye düşündü. Kedi, gözlerini ayırmayarak ona bakı­
yordu. Yerde oynayan çocuğunu kucağına alıp odalardan birinin
önündeki balkon gibi ufak taraçaya çıktı. Damlar, ağaçlıklar, şehir
görünüyor. Gönlüne izin vermemeli. Sabri'yi bir evlat, yahut ne bi­
leyim, bir kardeş gibi sevmeli. Sabri bu evden gitse! .. Yok, nereye gi­
decek? Hasta çocuk. Bu son günlerde iyidir ama, babasının yanında
ona kim bakacak? Burada oturuyor, gene de otursun ... Yalnız, gider-
se de kalırsa da onu bir kardeş, bir evlat gibi sevmeli .. .
Evine uğursuzluk getireceği korkusuyla Sabri 'den ruhça uzak
18 Memduh Şevket Esendal

kalmak isteyerek birkaç gün geçirdi. Sonra bir gün, gene Sabri 'yle
evde yalnızdılar. Yanyana oturmuş konuşuyorlardı. Çocuk da içeri­
de uyuyordu. Nasıl oldu ise Basire'nin eli Sabri 'nin eline değdi. Ço­
cuğun eli, sanki ateşi varmış gibi sıcak geldi.
- Senin ateşin mi var? diye sorarak elini tuttu.
Sonra çocuğun göğsüne soktu, sonra alnına koyup onun yumu­
şak saçlarını okşadı. Sabri de yengesine bir çocuk gibi sarılıp başını
göğsüne koydu. Yengesi de onu saçlarından öptü.
Basire silkinip ayağa kalktı.
- Bir şeyin yok maşallah ... Hadi sen kalk benim fasulyamı ayık­
la! .. dedi. Kendisi de çocuğunun yattığı odaya girdi.
" İsteyerek yapmadım. Allah biliyor ki içimde bir çürüklük yok­
tu. Bir çocuğu sevmek de günah değildir ya! .. " diye düşünüyordu.
Sabri yengesi gibi düşünmüyor; yengesini ölesiye sevdiğini, yen­
gesinin de onu sevdiğini biliyor. Amcasının karısıyla sevişmenin iyi
olmadığını da anlıyor. Bunun sonu ne olacak?
Bir ay sonra, gene bir öğle üstü, Basire hem korkarak, hem de
kendini alamayarak, geri dönülemeyecek kadar ileri gitmiş olduğu
gün yattığı sedirden doğrulunca, karşısındaki köşede sandalyenin üs­
tünde, onlara bakan kediyle göz göze geldi. Sırtından sanki buzlu su
aktı. Her şeyi bilen bu kediden korkarak odadan kaçtı.
Yaptığı günahtır. Bu eve uğursuzluk getirecektir. Gönlünde bin
bir dua, Allaha sığınışlarla gidip yıkandı. Sonra da mutfakta yumur­
ta salatası yaparken ağladı. Sabri de onun ağladığını gördü, ne diye­
ceğini, bu güzel kadını nasıl avutacağını bilemedi.

Bir buçuk ay sonra Basire 'nin iki yaş beş aylık çocuğu beyin
hummasına tutuldu, öldü. Bundan sonra da Basire 'nin gözyaşları
dinmedi. Çocuğunun acısıyla Sabri'ye açıldı:
- Hiç kimsenin suçu yok, dedi, bu uğursuzluğu evime ben getir­
dim. Çocuğumu elimle öldürdüm. Sen bu evden git. Senin için de
amcan için de korkuyorum. Benim içime gelen olur. Allah seni ba­
ğışlasın.
Sabri ' nin gittiğini sahiden istiyor, onu bir ölümden, bir sakatlık­
tan korumak istiyor. Kocasına da söyledi :
- Bizim evimiz uğursuz oldu. Bu yavrucak bu evden çıksın, git­
sin. Ben korkuyorum, dedi.
Kediyi karşısında gördükçe yüreği titriyor, boğazı kuruyor. Hiç­
bir şeyle kendisini avutamıyor. Bu kedinin her şeyi bildiğine inanı­
yor. Bütün bunlarla beraber, Sabri giderken onu öptü.
Kedi 19

- Hadi Allahın birliğine emanet ol. Sana bir şey olursa, bil ki ben
de ölürüm, dedi.
Sabri gitti. Kadın, kocasına sonsuz bir bağlılık gösteriyor, akşam
üstü biraz geç kalsa sokaklara düşüyor, kocasını arıyor. Sabahları o
evden çıkarken arkasından okuyup üflüyor. Remzi de bunları, çocu­
ğunun acısına verip onu avutmaya çalışıyordu. Bu kadın bir çocuk
doğurursa, belki avunur! ..
Sabri gittikten sonra Basire, ondan gebe kalmış olmaktan korka­
rak bekledi. Böyle bir şey olsaydı, kendini zehirleyecekti. Olmadığı­
na sevindi. Belki bu uğursuzluk çocuğun ölümü ile bitmiş, Basi­
re'nin de günahları bağışlanmıştır. ..
g
Aradan altı ay kadar eçti, bir gün kedi kayboldu. Basire bunu
hayra yordu. Niçin? Bir şey bildiği, düşündüğü için değil. Ona öyle
geldi. Sonra bir akşam kedi, Remzi' nin arkasına takılmış, eve geri
geldi. Yolda onu karşılamış!
- Gelmeseydi daha iyi olurdu, dedi, ben bu kediden korkuyo­
rum!
Aradan bir altı ay daha geçtikten sonra Remzi tifo'ya tutuldu,
kurtaramadılar, o da öldü. Basire dövünüyordu :
- Onları ben öldürdüm. Göreceksiniz ben de öleceğim. Onu bir
ben biliyorum, bir de bu kedi biliyor. İnanınız bu kedi tekin değildir.
Ben eve geldiği gün söyledim.
Kadın o kadar inanarak söylüyordu ki, dinleyenlerin de inana­
cakları geliyordu.
Siyami Bey ona yardım etti.
- Kalk bizim eve gel, bırak bu evi, dedi. Bırakmadı. Aç, tok bu
evde kalmak istiyor. Kocasından kalan biraz parayla, Siyami Bey ' in
anasının yolladıklarıyla, bu evde, kedisiyle kaldılar.
Basire, üzüntüsünden, tasasından zayıfladı, bir deri bir kemik
kaldı. Bir gün Siyami Bey'in anasına gitmişti. Kadın Basire'ye baktı:
- Basire sana ne oluyor, dedi, kızım, ölenle ölünmez, ne oluyor­
sun? Biraz kendine bak! Ne kılığa girmişsin ...
Basire,
- Hanımcığım, dedi, ben de bu yakında öleceğim. Bak görürsü­
nüz. Ben rüyasını gördüm. Benim sizden istediğim, beni kocamla ço­
cuğumun ayakları ucuna gömdürünüz. Belki günahlarım af olmuş­
tur. Yarın ahrette onların yüzlerine bakabilirim.
Siyami Bey'in anası, " Kız, senin ne günahın var, bunu söyler du­
rursun ! " diyecekti, demedi. Kim bilir, söyler mi, söylemez mi?
Aradan iki hafta geçti, geçmedi, Basire hastalandı. Çoktan kan
20 Memduh Şevket Esenda/

kaybediyormuş. Kimseye söylememiş. Hastaneye kaldırdılar. Kar­


nında ur varmış. Yalvardı :
- Bana ameliyat yapmayın. Ben bu dertten öleceğim, bırakın da
kendim öleyim, dedi.
Sonradan nasıl olmuşsa ameliyat etmişler; karaciğeri etere daya­
namamış, ameliyattan iki gün sonra öldü.
Ölmeden bir hafta önce Ilgın'a mektup yazdırmış, Sabri'nin sağ­
lık durumunu sormuş. Bu mektuba karşılık gelmedi. Yahut geldi de
postacı evde kimseyi bulamadı, geri yolladılar!
Ev boşaldı, bu kedi de sokakta kaldı. Olan bitenin farkında mıdır
dersiniz? Acıdır. Duvar üstünde ne düşünüyor? Sürüı;ıecek! Bir yağ­
murlu gecede, tren yolu boyundaki bir hendeğin içine düşüp ölebilir.
Sonra yağmurlar hendeği doldurur. Soğuklar gelir, sular buz olur.
Kedi kaskatı kalır. Ancak gelecek yaza çürümeye başlar, toprağa ka­
rışır.

SOYSUZ KEDİ

Cuma günü, yemekten sonra şöyle uzanayım, dedim. Bir kedi


yavrusu sesidir gidiyor, cızık cızık bağırışıyorlar, biraz sabrettim, ol­
madı. Devam ediyor. Merdiven başından seslendim :
- Yahu, nedir bu kedi yavruları, biz de mi?Niye bağırıyorlar?
Bizim kız cevap verdi :
- Efendi baba, anaları süt vermiyor, onlar da aç bağırışıyorlar,
dedi.
- Kızım bir süt filan ver! Çocuk, tekrar cevap verdi :
- Efendi baba, bunlar küçücük, süt içecek gibi değil.
- E çaresi? .. Çaresi yok. Sonra bizim çocukların anası yukarı çık-
tı, izahat verdi.
- Bizim kedi pek soysuz bir şey, dedi. Doğuruyor, on beş gün ka­
dar süt veriyor, sonra yavrularını bırakıyor. Düşündüm, olur a ... Ser­
de dervişlik var, ahkam çıkardım. Doğuruyor, ala, dedim. On beş
gün bakıyor, bu da iyi ... Sonra bırakıyor. .. Layezel duvarına bir daha
kafamızı vurduk. Çocukların anası ilave etti " Hem yalnız bıraksa
bir şey değil, oturup yavrularını da yiyor. .. Sonra tekrar gebe kalı­
yor."
Ahkam imanım erenler... Söz yok ... Fakat içimden şüphe çıkma­
dı. Yavrular mütemadiyen bağırıyorlar, kalktım; bir bakayım dedim,
Soysuz Kedi 21

mutfağa indim. Yavrular bir sepet içinde, henüz yürüyemiyor, adeta


sürünüyorlar. Kafalarını titreterek, sürünerek sepetin içinde meme
arıyorlar. Anaları da ocağın içine oturmuş, sanki yavrularının bağır­
dıklarını hiç duymuyor, miskin miskin düşünüyordu.
- Yahu, dedim, bu kedinin karnı aç olmasın? Baksana böğrü
böğrüne çökmüş.
Çocukların anası, cevap verdi :
- Aa, nasıl aç, dedi. Hayri onu her gün tıka basa doyuruyor, ken­
disi soysuz kafir...
- Ancak, kedi bana tok kedi gibi görünmüyor. Bir de ben tecrübe
edeyim; dedim. Sütlüce 'ye kadar inip ciğer aldım. Kedi tok değil
imiş. Ciğer verdim yedi, verdim yedi. Sonra gidip yavrularının yanı­
na yattı, ertesi sabaha kadar da kalkmadı. Dedim ki :
- Yahu; insanlıktır yalan söylenir, ancak siz söylerken ölçüsünü
de unutuyorsunuz, kedi zil gibi açmiş ...
Çocukların anası, derhal telaş etti :
- Aa, dedi, dün Hayri tıka basa doyurmadı mı? Kızı da şahit ge-
tirdi.
- İşte, Hayri de içerde, ona da sor. Ve Hayri ... diye seslendi.
- Hayri, sen, dün bu kediyi doyurmadın mı?
- Yook ! . .
- E, hani doyuracağım diyordun?
- Ekmek doğradım, ama yedi mi yemedi mi bilmem?
- Ben ne bileyim, bana doyuracağım dedi idi, ben de onun için
söyledim.
- Ben ciğer aldım, pekala yedi, dedim. Çocukların anası, hiç be­
ğenmedi:
- Hıh, miskin, dedi. Ciğeri biz bulamıyoruz. İşim yok da bir de
ona ciğer alacağım ... Düşündüm, o da haklı. Eh, serde dervişlik var,
bir zamandır bizim yemek içmek de fakirane; derviş evi, ne olacak?
Çocukların anasının da hakkı var. Fakat bu da hayvan.
Ertesi akşam da eve gelirken, yüz paralık ciğer daha aldım ama,
alırken de düşündüm. Yüz para yüz paradır. İki buçuk defa köprü
parası. .. Vereyim, vermeyeyim derken verdim. Kediyi doyurduk.
Aradan bir gün daha geçti. Akşam eve geldim, bizim kız kapıdan de­
di ki :
- Efendi baba, kedi yavrularına gene meme vermiyor.
- Vermiyor mu?
- Vermiyor...
Acaba neden? .. Soysuz hınzır... Mutfağa indim, baktım kendisi
22 Memduh Şevket Esendal

ortada bile yok. Yavrular da birbirine sokulmuş yatıyorlar, sesleri


çıkmıyor.
- Sesleri çıkmıyor, dedim.
- Çıkmıyor. ama bugün sabahtan beri gelmedi, dedi. Sesimi çı-
karmadım, fakat kendi kendime müsterih idim, değil mi yavruların
sesi çıkmıyor, anaları onların açlıklarını, tokluklannı bilir ... Fakat
yatsıda yavrular tekrar bağrışmaya başladılar.
Mutfağa indim, anaları gelmiş; fakat yavrularının yanına gitmi­
yor, yine ocağın içinde miskin miskin oturuyor. Ciğer verdim, yedi;
lakin yine yavrularının yanına gitmedi. Çıkıp ocağın içine oturdu.
Ne dersin? Kedilerle aramızda sual soracak bir vasıta yok ki, sebebi­
ni sorayım. Yüzüne bakıp derdini keşfe uğraşmaktan başka çare
yok.
Ertesi gün, yavrular tekrar aç ... Akşam eve geldim, tekrar aç ...
Ben ciğer getirmekte devam ediyorum; fakat o yavrularına süt ver­
miyor. Bana dervişane ahkam çıkarmaktan başka çare kalmadı. An­
cak bizim Hayri, benden ziyade mütehakkim, o hatayı tashihe kalkı­
şıyor, kediyi tutup zor ile yatırıyor, yavruları emziriyor.
Mademki böylesi de olabiliyor, bu da fena değil, dedim. Birkaç
gün de böyle cebri emzirdik. Sonra bir akşam Hayri, tutmuş anasını
ve yavruları dolaba kapamış. Ancak, ertesi sabah dolaptan anaları
çıkmış, yavrular ise yok ... Çocukların anası, yavrularını yediğini söy­
ledi. Biz, çocuklar ve ben, sıçan çektiğine zahip olup dolabı araştır­
dık, delik deşik de yok. Vakıa, görülüyor ki, yine anaları yemiş ola­
cak. Bizim bildiğimiz, yavruları baba kediler yer. Bu ise baba kedi­
lere bırakmıyor, kendisi yiyor. Düşündüm, ehh, bu da olur ve on­
dan sonra öğrendim, bizim kedi aç tok, yavrularına on beş gün bakı­
yor, sonra bakmıyor ve ölmediklerini görünce oturup güzelce yıyor.

BİR HAYDUT KUŞ

Çocuktum, her ne için ise kırda, kardeşimi bekliyordum.


Bir aralık başımın üstünde şahine, doğana benzer, kartaldan kü­
çük, atmacadan büyük yırtıcı kuşlardan birinin döndüğünü, havada
daireler çizdiğini gördüm.
Kuş ne iyi! İstediği kadar havada gezer, onun mektebi her gün
azat. Yarın gene böyle gezecek. Bizim evdeki köpekler de böyle.
İnekler de böyle, ama inekler her sabah sığırla kıra gidip gelmeye
Bir Haydut Kuş 23

borçlu, onlar benden daha iyi ise de, ineklere bakarak köpekler daha
iyi. Bu kuş hepsinden daha rahat.
Bunlar benim o zamanki düşüncelerimdir.
Arkası üstü yattım, kuşu seyretmeye başladım. Nasıl da kanatla­
rını oynatmadan havada dönüyor ve dönüyor! . .. Bizi, bütün kırları
seyrediyor. Ben bu kuşun yerinde olsam, hiç bu boş kırlarda dolaş­
maz, bütün memleketleri gezerdim. Her gün başka bir ülke seyre­
derdim. Bu boş kırlarda görecek ne var? Halil Kahya'nın koyunları
görünüyor. Sığırlar şehre dönüyor. Daha uzaklarda başka bir şey
yok! Ama belki yüksekten başka şeyler de görünür.
O dakikada kuş için daha neler düşündüğüm hatırımda değil. Ne
kadar zaman ona baktığımı da bilmiyorum. Yalnız bir zaman olup
da kuşun, kanatlarını kısıp bir taş parçası gibi yere süzüldüğü gözü­
mün önündedir.
Kuşa ne oldu? Yerde ne gördü?
Ben, sanki biraz şaşırmış gibi, başımı kaldırıp kuş nereye indi di­
ye baktım. Benden epey uzakta bir yere inmiş. Güzel ·görüyorum.
Yere konmuyor. Konacak gibi oluyor, tekrar havalanıyor. Gene dö­
nüp yere saldırıyor.
Bu kuş neye saldırıyor ki!
Kalktım, o tarafa doğru koştum. Yaklaştıkça gördüm ki bu kuş
bir yılanla pençeleşiyor. Korktum. Yılan, kuşu bırakır da bana saldı­
rırsa ... Olduğum yere sindim. Onlar birbirleriyle o kadar meşgul ki
benim on beş adım ötede yere uzandığıma hiç aldırmadılar, belki
görmediler bile ...
Akşam güneşi vurdukça, sırtı parlayan bir kara yılan! Hemen ya­
n gövdesini yerden kaldırıyor, kuşa saldırmak istiyor. Kuş, nasıl olu­

yor da bu yılandan korkmuyor? Hiç düşünmüyordum ki asıl saldıran


kuştur. İstese bir kanat vuruşta uçar, gider. Yılan ona ne yapacak!
Yılan beni o kadar korkutmuş ki, bakarken kuşun hesabına ondan
ben korkuyorum. Kuşa, " Ne yapacaksın şu pisi! Sen uçmaya, keyfi­
ne bak ! " demek istiyordum. Ama kuş inatçı, gözü kararmış, hiçbir
şey görmüyor. Konup kalkıp saldırıyor.
Birbirlerine vuruyorlar mı? Bilmem, ben görmüyorum. Yalnız,
öyle sanıyorum ki, kuş, kanadıyla çarpıyordu. Böyle bir kavgada ki­
min vurduğunu görmek pek güç. Yalnız çok güzel görünen bir şey
var ki, o da iki tarafın da meydanı bırakıp kaçmamalarıdır. Eğer yı­
lan kendini korumakta görünüyorsa, bu, atlayıp kuşu tutmaya yara­
dılışının elverişli olmamasından. Kuşun kanatları var, istediği gibi
inip kalkıyor. Yılan öyle mi? Yere yapışık.
24 Memduh Şevket Eçendal

İlkin kuş için yılandan korkarken, biraz onların kavgalarını gör­


dükten sonra, yılanın kuşu tutamayacağına inandım. Yılanda kuşu
yakalayacak kadar çeviklik yok. O halde! . . Ne olacak? Kuş mu onu
kaçıracak? Eh ... Aşkolsun kuşa! ... Eve gidip hepsini anlatacağım.
Kuş ... Yaman kuş, yılanı kaçıracak. Ben bunları düşünürken, dedi­
ğim olmaya başladı. Yılanın havada duran başı düştü, gene kendini
topladı ama, fena yerinden gagayı yedi sanırım. Tekrar başı düştü ve
sanki kaçmak istedi. Bunu açıkça gördüm. Ama kaçacak yer yok.
Oldukları yer otsuz, çalısız, kızıl renkli bir toprak. Kuş tepesinde. Bı­
rakmıyor ki yılan kendine kaçacak bir yer bulsun.
Kavganın sonu belli oldu. Kuş artık havalanmıyor. Yalnız kanat­
larını açmış, ileri geri atılıyor, yılanı öldürmeye çalışıyordu.
Çocukluk ... Ben bu kuşun bu yılanı öldüreceğini hiç tahmin et­
memiştim! Öyle ise bu kavga ne için? Onu da güzelce bilmiyorum.
Bir zaman oldu ki, ben, kuşun pençeleri arasında yerde kalan yı­
lanı görmez oldum. Kuş, sanki öfkesini alamamış gibi, gagasıyla yıla­
nı didikliyor sanılırdı. Biraz iyt bakınca gördüm ki, kuş, yılanı parça­
layıp yiyor. Çok güzel hatırımdadır ki, bu yemek beni şaşırttı. Hava­
da güzel güzel dönen bu kuşun, açlıkla, bu yılana saldıracağını hiç
düşünmemiştim. Leyleklerin yılan yediklerini söylerlerdi. Yiyor mu
acaba? Ben mi yanlış görüyorum! Olduğum yerde doğrulup bakmak
istedim, kuş beni duydu, başını çevirdi, göz göze geldik. Korkunç
gözleri var. O kadar ki yılanın gözlerinden daha çirkin, daha kor­
kunç diyeceğim.
Kuş, beni görünce korktu, pençesinde yılanla havalandı. Gülüne­
cek şey! Yılandan korkmuyor da benden korkuyor!
Yılan, pençesinde havada sallandı. Epeyce büyük bir yılanmış.
Bilmem kuş onu taşıyamadığından mı, yoksa tez yemek istediğinden
mi, çok uzak gitmedi, tepenin bir yerine kondu. Ben uzaktan bakı­
yorum.
Tepenin ötesinde koyunlar varmış, çoban çocukları kuşun aya­
ğında yılanla geldiğini görmüş olacaklar ki, kovaladılar. Köpekleri
de saldılar. Kuş, yılanı bıraktığı gibi uçtu, gitti.
Ben kuşun uçtuğunu, biraz sonra çocuklarla köpeklerin geldiğini
görünce yanlarına gittim. Köpekler, yılanın parçalarını kokluyor, ye­
mek istemiyorlardı. Çocuklar, yılanın karnındaki, yansı erimiş ufak
bir kuş bulup bana gösterdiler. Ben buna hiç şaşmadım. Bir yılan el­
bette zavallı kuşları bulunca, yutar. Ben, asıl, bu kuşun yılanı avlayıp
yediğine şaştım.
Kuş, gene havada süzülüp daireler çiziyor. Ama şimdi bu haydu-
Bir Haydut Kuş 25

du biliyorum. Yılan anyor! Onun güzel güzel süzüldüğüne bakma­


yın? Ne hayduttur o! Onu bir yılana saldırırken görünüz...
Eve dönerken kardeşime anlattım.
- İyi ya! dedi. Bizim tavukları kapacağına kırdan yılan toplasın.
Onun bu sözü beni büsbütün kuştan soğuttu. Gözleri gözümün
önüne geldi. Yılanın hiç kalır yeri yok! Sonra tavukların bunun pen­
çesine düştüklerini düşündüm. Tavuklara acıdım.
Akşama babama anlattım.
- Aç kurt, yılana da salar, taşa da! dedi.
Tavuklara acıma bahsine de gelince :
- Sen tavuklara acıma bize acı, dedi. Biz de onları yemek için
besliyoruz. O kaparsa bize kalmaz ! . ..
Doğru. Öldürüp yemek, hak gözüyle bakmak lazım. Bu mesele
beni çocuklukta düşündüren şeylerden biri olmuştur. Yaşamak için
ya otlan, ya hayvanları öldürüp yemek çok adi, çok görülen bir iş­
ken, nedense, o güne kadar benim gözümden kaçmış.
Ömer Seyfettin (1884-1920)

HOROZ

- Bir genç kızın hatıra defterinden


Kopya edilmiştir. -

Yine bugün derin bir ızdırap içinde kıvranıyordum ... Annem,


babam, kardeşlerim, akrabalarım, hepsi, hepsi bana çılgın nazarıyla
bakıyorlar. Çünkü kocaya varmak istemiyorum ! Dün tanımadığım
ihtiyar bir doktora beni uzun uzadıya muayene ettirdiler. Zavallı
adam :
- Kızınızın asabı bozuk. Tebdilhava lazım, dedi.
Halbuki, ben biliyorum, hiçbir şeyim yok. Sıhhatim yerinde. Ak-
lım başımda. Yalnız koca istemiyorum ...
- Niçin? diyenleri,
- Niçinse, niçin ... diye tersliyorum.
Niçin olduğunu söylesem gülecekler. Kaçıklığıma hükmedecek­
ler. Fakat bu kat'i kararımda o kadar haklıyım ki ... Bütün dünya bir
araya gelse fikrimi değiştiremez. Ben, genç kızların, hayallerinde, rü­
ya bulutlarından kurulmuş esiri bir taht üstünde oturttukları " koca "
denen mabudun ruhunu anladım. Yani erkeğin mahiyetini biliyo­
rum. Ondan öyle ürküyorum ki ... Böyle bir isteyen çıktı mı, sanki bir
ejderhanın ağzına atılacakmışım gibi bağırmaya, haykırmaya, kendi­
mi yerlere çarpmaya başlıyorum. İşte bunun için evde bana deli di­
yorlar.
Evet, ben, erkeğin mahiyetini anladım. Benim kadar dünyada
hiçbir kız hiçbir kadın, bu zalimi anlayamamıştır. Onu derin derin
tetkik ettim. Ruhundaki manayı duydum.
İstasyonun uzağındaki tenha köşkümüz, bu " keşf"im için bana
pek müsait bir muhit oldu. Biz ailece merdümgiriziz. Ne misafirliğe
gideriz, ne de bize gelirler. Adeta bir çiftlik hayatı süreriz. Bütün
vaktim babamın verdiği fenni, ahlaki kitapları okumakla, kardeşleri­
min manasız, münasebetsiz iddialarını dinlemekle geçer. Okumadı­
ğım zaman tavukların bahçesindeyim, yemlerini ben veririm. Folluk­
tan yumurtalarını ben toplarım. Kuluçkalara ben bakarım. Ah bu ta-

26
Horoz 27

vuklar! . .. Dünyada bunlar kadar sevimli, bunlar kadar kendi halle­


rinde, bunlar kadar saf , bunlar kadar masum bir mahlOk var mıdır?
Hayatları bütün bir vazife, bir fedakarlık destanıdır. Bizi beslemek
için muntazam yumurtlarlar. Civciv çıkarmak için haftalarca karan­
lıkta, aç, susuz, uykusuz, güneşsiz, en müthiş hücumlara karşı kanat
açarlar, kendi hararetleriyle yavrularını canlandırırlar. Sonra onları
büyütünceye kadar yerlerde buldukları denelerden - obur oldukları
halde - nefislerini mahrum ederler. Onları korumak için en müthiş
hücumlara karşı kanat açarlar, kendilerinin yüz misli büyük bir düş­
manın üstüne atılırlar. Ama bu ulviyetleri, bu ahlakiyetleri sanki bir
günahmış gibi, Allah, zavallıların başına korkunç bir bela musallat
etmiştir Horoz ... Kümesin bu mağrur kralı zulümden başka hiçbir
şeyden tat almayan müstebit bir Neron'dur. Vazife, fedakarlık, mu­
habbet, şefkat, merhamet nedir bilmez! Dehşetli bir hodgamdır. Yal­
nız tuvaletiyle, kör boğazıyla nefsiyle meşgul bir geveze ... Bizim kü­
mesinkisi ihtimal bu kralların en reziliydi. Geçen hafta onu ... gayri
ihtiyari bir hiddet içinde öldürdüm ! Fakat bu kaç senenin birikmiş
intikamıydı. .. Sırtında sanki kanla, altınla işlenmiş ağır, parıl parıl bir
manto, başında vahşi ruhunun timsali gibi balta şeklinde kıpkırmızı
bir taç ... Hançer gibi keskin bir gaga ... Sonra o ayaklarındaki mah­
muz dediğimiz sivri süngüler. .. Dikkat ederim ... Tavukların hiçbirini
sevmezdi. Aklına gelir gelmez, " gıt, gıt, gıt " diye yerden bir şey bul­
muş da, sözde ikram etmek istiyormuş gibi bağırır, yalanına kanıp
gelen masum tavuğu keyfi için hırpalar, ezer, canını yakar. .. Sonra
dönüp suratına bile bakmazdı. Hele yerde bir şey bulup " gıt, gıt " di­
ye çağırması ... Beni en çok gazaplandıran bu yalandı. Yiyecek şey
buldu mu, kendi yutardı. Yenmeyecek, yutulmayacak bir taş, bir
kum parçası buldu mu, hemen tavuğa ikram :
- Gıt, gıt, gıt!
Yemlerini verirken bakardım, tavukları çağırmak aklına gelmez,
en önde koşar, taneleri acele acele yutar, yanına yaklaşanları hançer
gagasıyla yaralardı. Sabahleyin insanlara bile :
- Uyanınız, uyanınız. Haydi bana hizmet ediniz! der gibi kanat
çarpıp uzun uzun ötmesi. İşte yegane mahareti bu idi. Mütehakkim,
maskara, şarlatan, çirkin bir ses ... Bülbülün feryadında bir şiir, kar­
ganın avazında bir keder, baykuşun o kadar tiksinilen kahkahasında
bile bir matem, bir uğursuzluk lezzeti vardır. Fakat horozun sesinde
küstahlıktan başka ne duyulur? Evet, en temiz, en beyaz tavukların
kanatlarında ayaklarının çamurdan resmi hiç silinmez. Küçük yavru
horozlara hiç göz açtırmaz, hatta zavallıları öttürmez, öttüklerini du-
28 Ömer Seyfettin

yunca koşar, mahmuzlarının altına alır, kan revan içinde bırakırdı.


Gagasının darbesinden civcivler de kurtulmazdı. Kazara önündeki
yeme yaklaştılar mı, onları hançerler, hatta bazılarını öldürürdü bile.
Zalim olduğu kadar korkaktı. Havadan bir çaylak geçse korkudan
tuhaf tuhaf bağırır büzülür, birdenbire küçülür, kanatlarını yukarı
çeker, şaşkınlığı bir müddet devam ederdi. Tavukların tepelerinden
kopmuş tek bir tüy gagasında her vakit sönmüş bir cigara gibi takılı
dururdu. En ziyade musallat olduğu bir Nemse tavuğu idi. Güzel,
bembeyaz, şuh, tatlı, sakin bir hayvancağız ... Onun adını " Pamuk "
koymuştum. Bahçeye ne zaman insem, sanki bu tavuğa olan muhab­
betimi sezmiş gibi, gözümün önünde doğru zavallının üzerine atılır,
tüylerini yolar, hızını alamaz, yatırıp güzel boynunu yerlere sürterdi.
Bir gün baktım, Pamuk'çuğun başından kanlar akıyor. .. Hemen tut­
tum, yıkadım, vazelin sürdüm. Götürüp ahırın avlusuna bıraktım.
Aradan bir ay geçti. Daha yarası iyi olmamıştı, fakat o kadar semiz­
lenmiş, o kadar güzelleşmiş, o kadar irileşmişti ki ... Babam da farkı­
na vardı. Dedi ki :
- Buna taze gübre yaradı.
Hayır. .. Ona gübre yaramamıştı. Horozun zulmünden, horozun
itisafından, horozun dayağından kurtulmak yaramıştı. Çünkü ahırın
bütün gübreleri her hafta tavukların bahçesine nakloluyordu. Pamuk
rahattan, saadetten, fena muamele görmemekten o kadar şişti ki : ar­
tık hızlı yürüyemiyor, ördek gibi sallanıyordu. Babam:
- Bu tavuğu keselim, yüreği yağ bağladı. Çatlayacak ! demeye
başladı.
Rica dinlemek adeti değildi. Yalvarmama, yakarmama aldırma­
dı. Ahırın avlusunda cehennemden cennete düşmüş bir mesut gibi
yaşayan zavallı Pamuk'u kestirdi. Horozun yanındaki tavuklar yine
tüyleri temiz, kanlı canlıydı, mesut olan yalnız horozdu. Hepsine zul­
mederek yalnız kendi safa sürüyordu. Her hareketi küstahça, her ha­
reketi kaba idi. Bütün kümes halkı, sanki onun gaga yarasını almak,
ayaklarının çamurlarına kanatlarını silgi yapmak için yaratılmıştı.
Garezim büyüyor, büyüyor, bütün ruhumu kaplıyordu. Bazı geceler,
bu horoz, bir kabus içinde karyolamın başına konar, dayanılmaz ha­
reket tokatlarının boğuk seslerini andıran kanat çırpmalarıyla acı acı
öterdi :
- Kalkınız, benim keyfime hizmet ediniz! ..

Tavrı, kümese, tavuklara, bütün bahçeye tahakkümü, çekilmez


kurumu, bana o kadar tesir etmişti ki... Yavaş yavaş her vakit sebep-
Horoz 29

siz bir hiddetten köpüren babamı da bir horoza benzetmeye başla­


dım. Oriun da tipinde bir horozluk vardı. Gözleri dikti. Yuvarlaktı.
Kalıpsız kırmızı büyük fesi, tıpkı bir ibik gibi duruyordu. Öfkesiyle
evi tir tir titretirdi ... Annem, otuz senelik kansı olduğu halde, daha
yanında cigara bile içemiyordu. Kardeşlerim, ağabeyim, bahçedeki
yavru horozlar gibi ağız açamazlar, ona cevap veremezlerdi. Dikkat
ettim, babam horoza benzediği gibi, şale tarzında yapılmış evimiz de
büyük bir kümese benziyordu. En iyi tünek, yani yukarıdaki balkon­
lu salon, babamın yatak odasıydı. Biz, bütün ev halkı bir sürü ta­
vuk ... Nazarında hiç ama hiç ehemmiyetimiz yoktu. Hizmetçileri dö­
ver, uşakları kovar, mutfağa karışır, kardeşlerimi azarlar, anneme
gık dedirtmez, bana göz açtırmazdı. Evde münhasıran yalnız o vardı.
Kümeste horozun olması gibi ... yalnız o . . . Biz hep onun esirleri ... Son
posta geldikten sonra bile, o gelmeden sofraya oturamayız, bazen
gece yarılarına kadar beklerdik. Ehemmiyetsiz bir şeye hiddetlendi
mi, küfürleri hepimize birden tevcih ederdi:
- Allah hepinizin belasını versin!
- Benim ekmeğimi yiyen azar. ..
- Hepsini gebertsem öfkemi alamayacağım vallahi ...
Falan filan ...
Evet, horoz kümeste, babam evde hüküm sürüyordu. Mahiyetçe,
tabiatça zihniyetçe, kabalıkça, nezaketsizlikçe aralarında zerre ka­
dar fark yoktu. Kümesteki tavuklar gibi evde de, babama karşı koya­
cak yoktu. Sadası, yakınlara düşen bir yıldırım gibi camlan zangırda­
tırdı. Onun dehşetinden ürken yavru horozlar meydanı boş bolunca
ötmeye özenirlerdi. Belliydi ki, yalnız müstakil bir kümes bekliyor­
lar. Bir gün anneme, babamın bu hallerinden şikayet ettim. Zavallı
kadın :
- Yavrum, dedi, bütün erkekler böyledir.
- Bütün erkekler böyle mi?
- Evet.
- Hepsi böyle sert mi olur?
- Elbet. Kadın yumuşak! Erkek sert!
- Bu olur mu anneciğim ... Biz de insanız ... diye itiraz edecektim.
Lafımı ağzıma tıktı
- Dünyanın nizamı böyle kurulmuş! Kadın, kadın! Erkek efen­
di ! . .. Namuslu insanlar bu kaidenin dışına çıkamazlar.
Bu münakaşadan sonra sinirlerim bozuldu. Son derece meyus,
bahçeye indim. Horoz yine işi azıtmış, tavukların birisini bırakıp biri­
sini altına alıyor, zavallıları kovalıyor, tuttuğunu dövüyor, hasılı orta-
30 Ömer SeJfettin

lığı altüst ediyordu. Eğer o olmasa, bu güzel, bu sevimli, bu haluk,


bu muti tavukcuklar mesut olacaklar, Pamuk'un ahırda semirdiği gi­
bi rahattan, üzüntüsüzlükten şişmanlayıvereceklerdi. Hepsini bir an­
da kurtarmak aklıma geldi. Bu bir şimşekti. Sanki aynı zamanda kü­
mesi bu zalimden kurtarmakla evdeki esirliğimizin hıncını da almış
olacaktım. Kilere koştum. Bir avuç arpa aldım.
- Geh, geh, geh ... diye tavukları çağırdım.
Bermutat önce horoz koşuyordu. Diğer avucumda kocaman bir
taş sakladım. Arpaları ayaklarımın dibine döktüm. Horoz bugün da­
ha ziyade parlıyordu. İbiği daha kırmızıydı. Boynunun tüyleri bir
sorguç gibi esirden kıvılcımlar saçıyordu. Önüne geçmek isteyen ta­
vuklara hiddet sesleri çıkararak zavallıları gagalayıp bağırtarak yak­
laştı. Taneleri birbiri arkasına hırçın bir acelelikle yutuyordu. Yavaş­
ça taşı kaldırdım. O farkına varmadı. Parlak sırtı bir pehlivanın arka­
sı gibi genişti. Omuzlarının, kanat başlarının arkasına baktım. Avu­
cumdaki taşı bütün kuvvetimle baktığım noktaya indirdim. Horoz
acı, sert, keskin, dehşetli bir ses çıkardı. Taş bir tarafa fırladı. Tavuk­
lar kaçıştılar.
Yere uzanmış kanatları, yırtıcı demir çengellere benzeyen çirkin
ayakları titriyordu. Ağzından dili çıkmıştı. Tavuklar, zalimin ölü­
müyle nail oldukları hürriyeti tabii birdenbire anlayamadılar. Ben
içeri girdim. Ertesi günü babam horozun ölüsünü bulunca, küplere
bindi:
- Duvardan çocuklar girmiş, taşla öldürmüşler! diyordu.
Korkudan herkes acıdı, matem tuttu. Yalnız ben sesimi çıkarma­
dım. İşte bir hafta var ki tavuklar mesut... Tepelerindeki kellik, ya­
vaş yavaş çıkan tüylerle kapanıyor. Babam bahçeye her çıkışında :
" Ah zavallı horoz! Benim adamlarım adam değil ki ... Bir bahçeyi
muhafaza edemezler. Horoz değil, mübarek, sülündü, sülün ... " diye
matemini tazeliyor, ben içimden, " Oh! .. " diyordum. Bu horoz, baba-
mın fikrince tavukları o kadar güzel idare edermiş ki ... İdare, yani
dayak, hepsinin tüylerini yolup kafalarını kel etmek! ... Allah için
kendi de bizi güzel idare ediyor!

Zengin olduğumuz için, görücüler, bizim bu uzak köşke gelmek­


ten hiç usanmıyorlar. Ben tabii hiçbirisine çıkmıyorum. Ezberden
beğeniyorlar. Yine istiyorlar. Annem, babam vermeye kalkıyorlar.
Diyorum ki onlara
Horoz 3 1

- Kocaya varmayacağım, kocaya varmayacağİm.


- Niçinse niçin ...
İşte aldıkları cevap! Fakat ben niçin vannayacağımı biliyorum.
Erkeğin bir horozdan başka bir şey olmadığı için! Horozlu kümes ...
Kendi köşkümüzde su mu çıktı? Ben horozsuz bir kümes yani koca­
sız bir ev istiyorum. Efendisiz, kumandansız, amirsiz, emirsiz bir ha­
yat istiyorum. Pamuk'un ahır avlusunda geçirdiği mesut, gamsız, ra­
hat, sakin tatlı hayatı istiyorum. Annem diyor ki:
- Dünyanın nizamını bozamazsın, her kadına mutlaka bir erkek
lazım! ..

Eğer bu doğruysa babamın kahrı kafi değil mi? O ölürse evimiz­


de büyüğün korkusundan ötemeyen kaç tane yavru horoz var! Yeni
kümeslere tıkılmakta, yabancı horozların gagalarını yemekte mana
ne? ..
Halikarnas Balıkçısı (1886-1973)

KANARYA

Sabun ustası diye anılıyordu. Fakat ona, " sabun sanatçısı " ya da
" sabun artisti " dernek daha doğru olurdu. Sabahtan akşama dek sa­
bun kazanlarının karşısında kan ter içinde kalır, uğraşır, çabalardı.
Eşi dostu ona " B u senin hayatın da hayat mı ki? " derlerdi. O, ne
karşılık vereceğini bilemez, yüzlerine ahmak ahmak bakakalırdı.
Onun hayatı sabun yapmaktı. Mutluluğu ve ödülü de yaptığı sabun­
lardı.
Karısı ve iki çocuğu Girit'te ölmüştü. Nüfus değiş tokuşu nede­
niyle Anadolu'ya gelince, sabun fabrikası sahipleri ona övgüde yan­
şa çıktılar. Fabrikanın birinde iş tuttu. Yıllarca uğraştı. Milyonlarca
kilo sabun yaptı. Fabrika sahibi, sabun ustası Süleyman usta sayesin­
de enikonu para topladı. Süleyman usta, eşin dostun derdine der­
man olacağım diye, sağa koşa, sola yardım ede ede, sonunda, gün­
düz terler dökmekten gece de ayazda buz kesmekten hastalandı. So­
nunda ölüm döşeğine düştü. Yolda, sağa sola para savura savura yü­
rüyen bir hovarda gibi, ömrünün bu noktasına, gönüller dolusu sev­
giler saça saça gelmişti.
Evinin alt katında yatıyordu. Bacakları şişti. Üst kata çıkamıyor­
du. Kendine her gün yapılan alkol kanfre enjeksiyonlarını ödeyecek
kadar parası vardı. Doktor her gün evine geliyor ve ona iğne yapı­
yordu.
Süleyman ustanın ölüm döşeğinde bir tesellisi vardı. O da kanar­
yasıydı. Kanaryası iki gözünün bebeğiydi . Kanaryasına vaktiyle pa­
muklar getirmişti. Ayrıca da kuluçkaya yatan kuşa dadılık etmişti.
Yavru yumurtadan çıkınca, ıslık çalarak, ona müzik ve ötüş öğret­
menliği etmişti. Kanaryası ondan hiç ürkmüyor, çağırınca geliyordu.
Hele şu hastalığında, kuşun öteye beriye hoplayışı, gelip de başucu­
na oturuşu ve oradan bir hoplayışta göğsüne konuşu yok mu, onu
bayağı eğlendiriyor ve avutuyordu. Fakat Süleyman ustanın asıl te­
sellisi kanaryanın ötüşüydü. Süleyman ona konuşunca, o hemen bir
ötüşle cevap verirdi.
Çıngırak gibi berrak, çil çil noktalarıyla upuzun bir makara çe­
kince, hastanın bütün gönlü kulaklarına gelirdi. Kapalıyken açılan
pencere kapakları gibi. adamın gönlü açılırdı. Tanyerinin ağarışını,

32
Kanarya 33

yaprakların rüzgarda fısıldayışlarını, güneşin batıda kızıl sönüşünü,


ayın ağartısını, çiçeklerin fışkırışını ve güzel kokuların savruluşunu
görüyor ve duyuyor gibi oluyordu. Önce, kuş sanki bir kuş değil de
kanatlı bir sesti. Süleyman ustanın hayalini uçuruyordu. Yatakta
mıhlı kaldığı o yerde, ona maviliklerin ve bu maviliklerdeki yolcu­
lukların tadını tattırıyordu. Kendi gibi, bu dünyanın taş, toprak ve
havasından yoğrulmuş bu kuş, dünyaya veda edecek bu adama dün­
yanın son türküsü, son ışığı ve son umuduydu. Hiç dönüşü olmayan
eşikten geçip, çukura çökerken o çöküşün acısını, belki de bu tür­
küyle giderecekti.
Günler içinde, ıskartaya çıkarılacak bir gündü. Dün ile bugünü
ayıran bir aydınlık değil, kapkara bir çukur ... Göklerden yağan bir
loşluktu ... Doktor enjeksiyon için tekrar geldi. Fakat artık Süleyman
ustanın parası tükenmişti. Bunu doktora söyledi. Doktorun bakışı­
nın içine birdenbire sanki bir yılan kayıp geldi, orada çöreklendi.
Sokmak için gözbebeklerinden fırsat kolluyordu. Doktor,p zehir g\:­
bi bakışını odaya fırdolayı doladı. Süleyman Usta'ya :
- Sen üzülme. Senden bunca para aldım. Şimdi yapacağım iğneye
karşılık şu odadan ufacık bir hatıra, bir dost hatırası alının, o kadar...
dedi.
Süleyman Usta, doktorun şömine üzerindeki ıvır zıvırdan birini
alacağını sandı. Doktor, iğneyi yaptıktan sonra, kanaryayı kafesiyle
birlikte alıp, " Allahaısmarladık , " diyerek çıkıp gitti.
Süleyman Usta, açık kalan kapıya bakakaldı. Ses çıkarmadı. Ar­
tık Süleyman ustanın sessizliği, ölüm sessizliğine karışmıştı. Alkol
kanfreye artık ne gerek vardı?Yüreği çatlamıştı.
Ölü raporunu vermeye gelen doktor, raporunu yazıp da, faltaşı
gibi açık gözlerle kapıya bakan Süleyman ustayı süzerken, kaygısız
kaygısız ıslık çalıyordu. Müziğe meraklıydı galiba ...
Reşat Nuri Güntekin (1889-1956)

AKREP

Bir arkadaş anlattı:


Karım melek gibi bir kadındı; fakat bir büyük kusuru vardı:
Tembellik. Ben, ne kadar tezcanlı bir adamsam, Semiha, o kadar
ağır ve gevşekti. Daha fenası, ihtiyar dadısının da bu hususta pek on­
dan kalır yeri yoktu. Evin içi kapalı Karacaahmet türbesi gibi toz
toprak içindeydi. Dadı kalfanın birkaç günde bir hamaratlığı tutarak
ortalığı süpürmeye kalkması bir felaketti. Ayak altında itile kakıla
kanepelerin, masaların altına sürülmüş yemiş kabuklan, boş kibrit
kutuları odanın ortasına yığılır, yerin tozları bulut gibi havalanarak
perdelere, minderlere, masa örtülerine konurdu. Dadının pisliğini
temizlemek için bir ayrı hizmetçi tutmaya da halim, vaktim müsait
değil. Kapı çalındığı zaman, " Eyvah, misafir geliyor, pisliğimizi göre­
cek, rezil olacağız! " diye yüreğim çarpmaya başlardı. Arasıra daya­
namayarak avaz avaz bağırmam Semiha'yı ağlatmaktan, dadıyı kor­
kutup hasta etmekten başka bir netice vermezdi. Karım; benim üzül­
düğümü gördükçe, kendisinden çaresiz bir iş istiyormuşum gibi, nev­
midane boynunu büker :
- Ne yapayım, elimde değil... Yoksa ben, senden ziyade üzülüyo­
rum, diye sızıldanırdı.
Karımın uykudan uyanışı görülecek şeydi. Malum ya, en canlı
insanlar bile uykudan az çok uyuşuk uyanırlar. Benim kadıncağız
ise, " Basu badelmevt " sırrını mazhar olmuş bir ölü halini alırdı.
Uyandıktan sonra bir zaman gözlerini açmaya üşenirdi. Bir zaman
da gözünün yalnız birini açar ve epeyce bir müddet yattığı yerden
öyle konuşurdu. Sevgili kadın, insanın böyle derece derece kendini
alıştırmak suretiyle en zahmetli işlere bile tahammül edebileceğini
ne güzel anlamıştı. Fakat, buna rağmen, bir sabah onun, " Aman ! "
diye bağırdığını gördüm. N e oluyordu? Semiha, boynuma sarılıyor,
karışık saçtan dimdik olmuş, gözleri büyümüş, yatak çarşafının üs­
tündeki siyah bir şeyi gösteriyordu :
- Allahaşkına bak, akrep mi o?
Gözlüğümü düzelterek eğildim: bu, köşelerden başlayarak yavaş
yavaş tavanı kaplayan örümcek ağlarından kopmuş bir parçaydı. Fa­
kat, canımın sıkıntısından:

34
Akrep 3 5

- Evet, öyle ... Akrep ölüsü, dedim.


Semiha, bir acı feryat kopararak bayıldı.
- Dadı, yetiş! . .
Dadı, sofadan: " Yetiş ! " feryadını işitince herhalde bir tehlike ol­
duğunu anladı ve mutfağa kaçtı. Semiha, bir zaman kollarımda yat­
tıktan sonra, gözlerini açtı ve sordu:
- Demek o akrepti ha? Ne yaptın?
- Hiç, ne yapacağım, sokağa attım.
- Korkmadın mı?
- Ölmüş, dedim ya ...
- Ya zehri eline bulaştıysa? .. Acaba ölü akrep buraya nasıl geldi?
Benim adamakıllı şirretliğim tutmuştu :
- Akrebin ölüsünü buraya başkası getirecek değil ya ! . . Kıskacını
açmış, ağır ağır, yürüye yürüye gelmiş.
- Sonra?
- Sonrası ne olacak? .. Seni sokmaya vakit bulamadan sen bir ya-
nından öte yanma dönüvermişsin; ezilmiş, gitmiş! ..
Karım bir derin, " Ah! " çekti ve bir nöbet daha bayılacak gibi ol­
du.
Diri akreple yatakta yatmış olmak hayali onu çıldırtıyordu :
- Artık dünyada bu evde oturamam, iyi kötü bir ev bul, nerede
olursa olsun razıyım, buradan kaçalım. Karyolayı, yatakları da sat!..
- İyi amma, akrep oraya da gelir.
- Oraya da mı gelir?
- Öyle ya ... Sende de, dadında da bu müseyyeplik varken akrep
de gelir, yılan da ...
- Refik, beni öldürmek mi istiyorsun?
Ben, facialı bir çehre takınarak:
- Ben değil, fakat seni de, beni de, akrepler öldürecek. Bu
mahlO.klar bir tane de olmazlar. Bir kere ayaklan alıştı mı. ..
- Peki, bunun çaresi?
Ç
- Hi . . . Evi, eşyayı baştan başa temizlemek.
Semiha'nın şimdiye kadar dikkat etmediğim bir tabiatını yakala­
mıştım: Korkaklık, daha doğrusu akrep korkusu. Ben, şimdi bu huyu
ile öteki huyunu, gevşekliğini yenecektim.
Semiha, o gün paçaları sıvadı, dadısı ile beraber evi baştan başa
sildi, süpürdü. Bütün eşyanın gizli yerleri temizlenmişti.
Tılsım bozulmuştu. Semiha da, dadısı da artık acınacak gibi çalışı­
yorlardı. Arasıra gevşeklik yeniden gelecek gibi oluyordu. Fakat, ça­
reyi bulmuştum ... Artık evde örümcek bulmak mümkün olmadığı
36 Reşat Nuri Güntekin

için, kara bir bez parçacığı Semiha 'yı da, dadısını da yeniden gayrete
getiriyordu.
Hikayeyi dinleyenlerden bir arkadaş :
- Benim kadın da perilerden çok korkar ve sırf bu korku ile evde
temizlik yapar, dedi, tahta sildirmek istediğim zaman geceleri usulca
sofaya çıkarak düdük çalarım ...
Sait Faik Abasıyanık (1906-1954)

DÜLGER BALIGININ ÖLÜMÜ

Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbi­


selerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmaya değer. Ne­
dir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar? ..
Mümkünü olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner
renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü
şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, üzülmüş
bebeklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikaye
edeceğim balığın öyle pırıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da
yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balık­
ların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı
vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapan­
maz.
Vücudu kirlice, esmer renkte, demiş miydim? Yamyassıdır, de­
miş miydim? Tam ortalık yerinde, her iki yanda sağlı sollu iki baş
parmak izi diyebileceğimiz koyu lekeler vardır, demiş miydim ...
Rum balıkçıların Hırisopsaros (Hıristos balığı) dedikleri bu ba­
lık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel,
Akdeniz'e dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeyegörsün! Devir­
diği Kartacalı çektirmesinin, Beniisrail balıkçı kayığının sayısı sayıla­
mamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; koparır, atar;
çeker parçalarmış. Akdeniz' in en gözüpek; insandan, hayvandan, fır­
tınadan, yıldırımdan, yağmurdan, beladan, işkenceden yılmaz korsa­
nı; dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.
İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını
büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. " Ne oluyorsu­
nuz? " diye sorunca balıkçılara: " Aman " demişler balıkçılar, " ela­
man! Elaman, bu canavardan! Sandallarımızı kırdı, arkadaşlarımızı
parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız. "
İsa, yalınayak başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kay­
naştığı denize doğru yürümüş. En kocamanım, uzun parmaklı elle­
riyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin baş parmağı arasında sımsıkı
tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...
O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli,
fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde

37
38 Sait Faik Abasıyanık

çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, destereye, eğeye benzer çıkıntıları,


kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı bunlardan
ötürü ona takılmış olmalı.
Bütün bu alat ü edevatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebile­
ceğimiz işlemeli bir zar çevirmektedir. Kuyruğa doğru bu incecik zar
azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.
Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir kor­
ku içine düşer kimbilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan
kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman
gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız
zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kır­
langıç balığı sandalda ölünceye kadar. ikide bir feryada benzer, solu­
ğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vur­
masın, küstüğünün resmidir dülger balığının.
Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki yarısı kırmızı, yansı beyaz
çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi
denizden çıktığı zamanki esmer renkteydi önce. Vücudunda hiçbir
kımıldama yoktu. Taş kadar cansızdı. Yalnız aletlerinin etrafını çe­
viren incecik, ipekten bile yumuşak zarları oynaşıp duruyordu. Böy­
le bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez
iç rüzgarının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu.
Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta
insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikaten
bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgar rüzgar, bu in­
cecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamacasına.
Hani bazı yaz günleri hiç rüzgar yokken, deniz üstünde bir me­
neviş peydahlanır. İşte öyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini
zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu
düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama
insan yine de bu anlam 'a almamaya çalışıyordu. Belki de bu, hariku­
lade tatlı bir ölümdü. Belki de balık, hala suda, derinliklerde bulun­
duğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Deniz
dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, yukarılarda er­
kek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordur. Vücudunu bir
şehvet anı sarmıştır. .. Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tu­
haf bir şekilde, ağır ağır ağarmaya, rengini atmaya, bembeyaz kesil­
meye giden bir hal almaya başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor?
Sahiden rengini mi atıyor? demeye, dikkatli bakmaya lüzum kalma­
dan, yanılmadığımı anladım.
Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmaya; balık da, gitgi-
Dülger Balığının Ölümü 39

de, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlanmaya başladı.


İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, he­
pimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.
Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi alemi bitmişti. Ne akıntı­
lara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosun­
lara gömülmek... Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere
inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ile yeşil oyunları
içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak. . .
N e yosunlara, canlı yosunlara yatmak, n e akıntılarda aletlerini yaka­
mozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti.
Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık şu hava de­
diğimiz gaz suya alışmaya çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alış­
ması bile mümkündür gibime geldi.
Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate,
sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir
işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.
Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar ede­
ceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser
huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak
bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için eli­
mizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küs­
kün, anlaşılmayan birisi yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün
sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükununu kötüleyecek, canından
bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer sö­
küp atacak. Acı acı sırıtarak İsa'nın tuttuğu belinin ortasındaki par­
mak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla
kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.
Bir kere suyumuza alışmayagörsün. Onu canavar haline getirmek
için hiçbir fırsatı kaçırmayacağız.

SON KUŞLAR

Kış, Ada'nın her tarafında yerleşebilmek için rüzgarlarını poyraz,


yıldız poyraz, maystro, dramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel
halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırısını
toplamamış, bir kenara, oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuş­
tur. Gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasa­
port, çıkınında üç beş altın, bekleyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi
40 Sait Faik A hasıyanık

benden başka bu Ada'da seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim.


- Övünmek için değil! -
Herkesin yeni başlayacak olan altı yedi aylık soğuk hayata kendi­
ni şimdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştı­
ğı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalayan huyumla
yazın, o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. Nerede yakalarsam
orada kucaklarım onu. Kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bü­
tün eski ihtişamıyla daha yeni başlamıştır.
Yazın daha parça parça, lime lime, bohça bohça eşyalarıyla git­
mek için fazla telaş etmediği Ada'nın bu yakasında, hiçbir ev yok­
tur. Yalnız bir tek kır kahvesi vardır.
Bir küçük koyun hemen beş on metre yukarısında, bir apartıman
terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde, hiilii ka­
rıncalar gezer. Halii sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. Bü­
tün sesler kesilmiştir. Kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir.
İçindeki, şimdi Yeşilköy'e inecek yolcuları düşündüğüm, yalnız bu
yazıyı yazarken oldu. Ondan evvel de uçaklar geçmişti. Ama, hiç
içindeki yolcuların Yeşilköy'e neredeyse ineceklerini, daha şu iki sa­
tırın sonunda inmiş bile olduklarını düşünmemiştim.
Kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. Kahveciden çok, ters
bir devlet memuru hüviyeti taşır. Hastalıklı olmasa, doktorlar fazla
yorulmamasını salık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı.
Tersine, ben bütün ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için, kahve­
ci olamamışımdır. Bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç beş ge­
diklisi ... bundan güzel bir ömür mü olur, elli altmış senelik yaşama,
bundan güzel başlar ve biter mi?
Ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, gü­
neşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. Bu kedi,
tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak
mı? Sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar. ..
Asmanın yaprakları daha yemyeşil. Bizim bahçedeki kurudu bile.
Deniz, Bozburun ' a doğru başını almış gidiyor. Uzaklarda görü­
nen, İstanbul 'un neresi kim bilir? Sesler neden gelmiyor?
Bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. Bizim Ada, uçakların geç­
tikleri bir yol güzergahı olmalı ki, hep ya üstümden, ya da solumdan
geçip gidiyorlar. Kedi sustu. Köpeğim gözünü kapadı. Karga sesleri
geliyor şimdi de. Vaktiyle bu Ada'ya bu zamanda kuşlar uğrardı. Cı­
vıl cıvıl öterlerdi. Küme küme bir ağaçtan ötekine konarlardı.
İki senedir gelmiyorlar.
Belki geliyor da ben farkına varmıyorum?
Son Kuşlar 4 1

Sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir


kafes, Ada' nın tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. İçim cız
ederdi.
B üyüklerin ellerinde birbirine yapışmış, pislik renginde acayip
çomaklar vardı.
Bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları bir ufacık
ağacın altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalma ökseleri
bağlarlardı. Hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk,
arkadaşlık, yalnızlık sesine doğru bir küme gelirler. Çayırİıkta bir
başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu kocaman herifler,
bir müddet bekleşirler. Sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru, yavaş
yavaş yürürlerdi. Ökselerden kurtulmuş dört beş kuş, bir başka ök­
seye doğru şimdilik uçup giderken, birer damlacık etleriyle birer ta­
biat harikası olan kuşları toplarlar, hemen dişleriyle oracıkta boğar­
lardı. Ve hemen canlı canlı ycilarlardı.
Hele bir tanesi vardı, bir tanesi. Çocukları bu işe seferber eden
de oydu. Ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da ... Konstantin
isminde bir herifti. Galata'da bir yazıhanesi vardı. Zahire tüccarıydı.
Kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü, delikleri kapanıp açılan üstü !<-ara
kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış gibi saçları, kısa kı­
sa bir yürümesi, kalın kalın bir gülmesi.
O esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapa­
cağı pilavın hazzıyla pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı
kuşun imiğini, bir görseydiniz...
Hani sessiz, zenginliğini belli etmez, mütevazi adamdı da. . . Konu
komşusu da severdi hani. Hiçbir şeye, hiçbir dedikoduya karışmazdı.
Sabahleyin işine kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldur­
muş vapurdan çıkarken görseniz; iriliğine, sallapatiliğine, Karamanlı
ağzı konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, iki kadeh atmışsa yi­
ne basit, sevimli şakalarına karşı, hakkında kötü bir hüküm de vere­
mezdiniz. Kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan binbir tanesin­
den bir tanesiydi.
Ama, güz mevsiminde birdenbire böyle canavar kesilirdi. Akşam
beş otuz beş vapurunun arka tarafında yerleştiği iskemlesinde, deni­
zin üstüne oldukça mülayim bakan gözlerini havaya kaldırır, eylül
sonlarına doğru böyle şairane gökyüzüne bakardı. Birden yüzünün
ve gözlerinin parladığını görürdünüz.
Havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde birtakım esmer
damlacıklar görünürdü. Sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tut­
turur, bu esmer lekecikler geçip giderlerdi.
42 Sait Faik A basıyanık

Konstantin Efendi onların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi.


Gözlerini kısardı. Esmer lekelerin Adalar istikametinde gittiklerini
görür, etrafına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gök­
yüzüne bir işaret çakar:
- Bizim pilavlıklar geldi ! derdi.
Kuşlar pek yakından geçmişse, seslerini taklit ederek kalın du­
daklarıyla dişlerinin arasından onlara seslenirdi. Kuşların çoğunca
aldandıklarına, bu sesi duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir
dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur.
Havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün bi­
rinde teşrinlerin sonlarına doğru, ılık, hiç rüzgarsız parça parça oy­
namayan bulutlu, tatlı, sümbüli günlerde, o, en çığırtkan kafes kuşu­
nu nereden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi
250 gram et vermeyen sakaları, isketeleri, floryalan, aralarına karış­
mış serçeleri gökyüzünden birer birer toplardı.
Seneler var ki kuşlar gelmiyor. Daha doğrusu ben göremiyorum.
Güzün o güzel günlerini penceremden görür görmez, Konstantin
Efendinin bulunabileceği sırtlan hesaplayarak yollara çıkıyorum.
Bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. Halbuki
sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutlan, yakmayan güneşi,
durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana, sulh,
şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, se­
vişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor. Her memlekette kıra
çıkan her insan, kuş sesleriyle böyle düşünecektir. Konstantin Efen­
di mani oluyor. Zaten kuşlar da pek gelmiyorlar artık. Belki birkaç
seneye kadar nesilleri de tükenecek. Her memlekett� kaç tane
Konstantin Efendi var kim bilir? Kuşlardan sonra şimdi de milletin
yeşilliğine musallat oldular. Geçen gün yol kenarındaki yeşilliklere
basmaya kıyamayarak yola çıkmıştım. Konstantin Efendinin günle­
rinden bir gündü. Gökte hiç kuş gözükmüyordu. Evden çıkarken is­
ketemin kafesine bir incir yapıştırdım. İsketem tek gözünü verip ba­
na dostlukla bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu.
Onu, ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çık­
mıştım. Kuşlar yoktu şimdi havada ama, yolun kenarında yeşillikler
vardı ya ... Baktım: Bu yeşilliklerin bazı yerleri sökülmüş. Biraz ileri­
de dört çocuğa rastladım. Yürüyorlar. Yeşilliklerin en güzel yerinde
duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar,
bir çuvala dolduruyorlardı:
- Ne yapıyorsunuz , yahu? dedim.
- Sana ne? dediler.
Son Kuşlar 43

Fıkara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı.


- Canım, neden söküyorsunuz? dedim.
- Mühendis Ahmet Bey söktürüyor.
- Na yapacak bunları?
- Yukarıda deri tüccarı Hollandalı var ya hani, onun bahçesini
düzeltiyorlar da ...
- İngiliz çimi alsın, eksin; mademki herif zengin...
- İngiliz çimiyle bu bir mi?
- Bu daha mı iyi?
- İyi de laf mı? Bunun üstüne çimen mi olur? Hollandalı öyle de-
miş.
Karakola koştum. Polislere haber verdim. Güya men ettiler. Giz­
li gizli, gene çimenler yer yer söküldü. Mühendis Ahmet Beye ceza
bile kesilmedi. Belediye talimatnamesinde, yol kenarlarındaki çi­
menleri sökmek cezayı mucip olmuyormuş.
Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.
Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mev­
siminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol
kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyecek­
siniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuş­
ları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikaye­
si.

KARABAŞ'IN HAKKINI YEDİLER

Kasabayı baştan başa dolaşan davulcu yorulmuş; harap bir çeş­


menin başına çökmüştü. Kuru yataktaki bir kemik parçasını çatırda­
tarak yiyen halim bir sokak köpeğine kısık ve kavruk bir sesle :
- Oğlan, dedi, deve güleşi var, deve güleşi. Sen de gelir misin?
Sokak köpeği. arkadaşlarını seçmekte hiç de kılı kırk yaran ta­
kımdan değildi. Bazen kuyruğuna teneke bağlayan yaramaz çocuk­
larla bile senli benli olmuştu . Birçok mahallelerde dostları, arkadaş­
ları vardı. Davulcuyu küçükten tanırdı. İstasyon boyunda az mı güleş
etmişlerdi.
İki arkadaş yola çıktılar. Kasaba haricine söğüt ağaçlan gölgesin­
den isteksiz ve kaygusuz akan sazan ve yayın balıkları dolu çay kena­
rına doğru yürüdüler. Deve güleşinin yapılacağı meydanlık orada idi.
Tarlalarda ses sada yoktu. Ve bu sessiz sadasız tarlalardan sükut
44 Sait Faik Abasıyanık

içinde geçtiler.
Mısırlıktan çıkınca yolları bir soğan tarlasına düşer; sonra bir
bostan geçilir. Ve en nihayet su kenarı.
Bu su, balıklarını uyandırmamak; sazlarında uçan yusufçuklara
birkaç günlük hayatlarında mesut ve sakin saatler geçirtmek için
mümkün olduğu kadar durgun ve telaşsızdır.
Su kenarında davulcu, mendilini ıslayarak tıraşlı kafasına yapış­
tırdı. Ve:
- Karabaş, dedi, ne sıcak hava değil mi?
Karabaş; ezilmiş, kopmuş, teneke bağlanmış kuyruğunu, yelpaze­
sini serinlenmek için değil, tatlı bir söz bulmak için oynatan bir Ja­
pon kızı haliyle oynatarak bakıyordu. Karşısındakinin efendi ve er­
kek olduğunu o kadar duymuştu ki havlayamıyordu.
Yeni yapılmış köprüden, sazları ve yusufçukları seyrederek geçti­
ler.
Meydan ağız ağıza dolmuştu. Kasabanın bütün belli başlı simala­
rı burada idi.
Haylaz mektepliler, haylaz mekteplilerin kışın arkasından kar,
yazın futbol topu attıkları ay çehreli mahalle kızları, bütün bir yeme­
nici esnafı ve çırakları, kasaplar, küçük memur sınıfı meydanı çep­
çevre çevirmişti. Yalnız ilerde, salkım söğütlerin gölgesinde hasırla­
ra serilmiş zengin ve külhanbeyi ağa çocukları ve büyükçe memurlar
vardı.
Davulcu, bir yemenici çırağı ile bir mekteplinin arasına davulunu
koydu. Ve Karabaşı orada davuluna bekçi bırakarak devecilerin ya­
nına koştu.
İhtiyar çingene, parasından beş kuruş kesmek için dört gözle onu
bekliyordu.
- Abe İbram, dedi, geçen senekinden az geldiler be. Hadi al şu
yirmiyi. Beş kuruş için laf etme.
İbrahim,
- Çeribaşı, dedi, ben senden bahşiş beklerken böyle halt karıştı­
rırsan bir daha sefere işi başka türlü tutarız.
İhtiyar çingene, zaten bahşiş vermemek için çeyreği kesmişti. Ke­
sesini ihtiyatla çıkardı. Mesut, mor yüzü değişmiş, kararmıştı. Çadı­
rın kazıklarını çocuklar iyi çakmadıkları zaman da aynı suratı alırdı.
İbrahim 'e hırsla,
- Al... dedi.
Develerden evvel bir kasap çırağı bir yemenici ile ve sonra daha
birçok kişiler bahissiz güleştiler.
Karabaş'ın Hakkını Yediler 45

Ortalık serinlemeye başlamıştı. Köprünün öbür tarafındaki bos­


tanların dolaplarından su, meltem ve eşek sesleri geliyordu.
İşte tam bu sırada iki erkek deve ortaya getirildi. Tüyleri deve tü­
yünden daha koyucaydı. Kafaları dik, gözleri vahşi hayvanlardı.
İhtiyar çingene, meydanın ortasına ilerleyerek.
- Efendiler, ağalar, dedi. Na işte şu kırmızı kurdelelisi Fatuşunki,
na işte yeşillisi de Rızanınki. Allah ikisine de kuvvet versin.
Ve meydanın ortasına ilerleyen bir kadınla erkeği işaret ederek:
- İşte, dedi. Sahipleri de şu iki çingene.
Herkes bahse girişiyordu. Fatuşun iri devesi gözü daha çok tutu­
yordu. Mektepli, yemeniciye davulun üstünden yirmi beş kuruşu
göstererek:
- Var mısın, Ali? dedi.
Küçük yemenici deveden anlamıyordu.
- Ama Rızanınki benim ... dedi.
Mektepli tehalükle kabul etti. Davulun arkasına yerleşmiş. Kara­
başın küçük kafasını sıvazlayan davulcu :
- Fatuşunki benim ... dedi. Anladın mı. Karabaş? Bir manda gözü
bahsine.
Yemenici ve mektepli gülüştüler.
Şimdi develer, beyaz ve kalın dişlerini birbirinin sırtına geçirmiş­
lerdi. Davulcu, bu iskeletleri yumrulu, kanserli iki hayvanın niçin
birbirine bu kadar düşman kesildiğini yanındaki mektepliye, ta iler­
de mesut bir vaziyetle çökmüş dişi bir deveyi işaret ederek anlatma­
ya çalıştı. Mektepli göz kırptı :
- Ha!.. şimdi anladım ... dedi.
Karabaş da anlamak ister gibi mektepliye sokulmuştu. Onun sa­
kız leblebisi ve susam kokan elini yalıyordu.
Ortada güleş gitgide kızışıyor, develer köpürüyor, hörgüçleri sal­
lanıyor, narin ve nasırlı bacakları titriyordu. Kah biri, kah öteki yıkı­
lacak gibi oluyordu. Ahali de boks maçlarında gördükleri komikleri
takliden birbirlerinin kasketlerine vuruyor, yumruklaşıp tekmeleşi­
yorlardı.
Bir an, bütün meydan heyecan içinde durdu. Fatuşun devesi, bü­
tün gayretine, boyuna bosuna rağmen cılız ve kendisine göre ufak
deveye yenilmişti. İnleyerek yere düştü.
Kasabaya giden tozlu yola düzülen kafile arasında birbiriyle ko­
nuşmayan iki arkadaş davulcu ile Karabaş'tılar.
Güleş bittikten sonra İbrahim köpeğe dargın bir hal almıştı. Bir
tek kelime söylemedi ve başını aldı yürüdü.
46 Sait Faik A hasıyan ık

Ta kasabaya kadar bir kere olsun ardına dönüp bakmadı. Ka­


sapların önünden geçerken, yirmi beşliği uzatarak bir okka sığır eti
aldı.
Kasaplar,
- İbrahim, bayramın var galiba ... dediler.
Ancak çeşmenin önüne vardığı zaman arkasına baktı. Karabaş
yoktu. Omuzlarını silkti. Kuşbaşı doğrattığı eti yalağın içine boşalttı.
Dargın halini muhafaza ederek yürüdü gitti.
İşte arkadaşlar, davulcu çekilip gittikten sora, kurumuş yalağa
başka köpekler gelerek Karabaş'ın hakkını yediler.

BİR EŞEK HiKAYESİ

Efendim, Kayseri'de şöyle elli elli beş yaşlarında, doğma büyüme


Kayserili bir posta müvezzii vardı. Seneler senesi müvezzilik etmişti.
Herkes kendisini severdi. İsmi de Abdullah 'tı. Hala sağ mıdır bil­
mem. Günün birinde müvezzi Abdullah'ın kafasına güzel bir fikir
doğdu. Bu fikri de hemen tatbik etti.
Fikir şu: Bir eşek satın almak, mektuplarını onun sırtında taşı­
mak. Abdullah zavallı kimsesiz bir adamcağız, evlenmemiş, evlen­
mek aklına gelince bir de bakmış ki ellisini geçeli seneler var, dostu
yok, arkadaşı yok. Eşeği almış, posta müdürü eşekle mektup taşıt­
mayı doğru bulmamış. Küçücük kulübede Abdullah eşeği doyurur,
besler dururmuş. Eşeği aldıktan birkaç ay sonra Allahtan olacak
posta müdürü de değişmiş, yeni gelen müdür bakmış ki posta ve
telgraf nizamnamesinde, mektuplar yayan olarak götürülür, diye bir
kayıt yok. Abdullah'ı keyfine bırakmış. Hem müdürün de işine el­
vermiş. En uzak yerlerin mektuplarını Abdullah götürür, getirir ol­
muş.
Abdullah 'ın eşeği Kayseri'de bir ün saldı ki sormayın. Önüne ge­
len onun uzun kulaklarını çekerek severdi. Bir de güzel eşekti ! Hele
bir anırması vardı! . .
Hayvanat kitapları eşek için şunları yazar: Eşek tek tırnaklı ve
uzun kulaklı memeli hayvanlardandır. Alimler böyle dedikten sonra
mesele yok! Evet.. Abdullah'ın eşeğinin kulakları alelade eşek ku­
laklarından bile uzundu. Ön ayakları birbirine sürünürcesine rahvan
yürürdü. Koştuğu zaman, vallahi, Kayseri kaldırımlarından ateş çı­
kardı. Böyle eşek sevilmez mi? Gitgide Abdullah'la eşeğinin arasın-
Bir Eşek Hikayesi 47

dan su sızmaz oldu. O kadar birbirlerini severlerdi. Abdullah 'ın ko­


kusunu yüz adımdan duyan eşek anınr, Abdullah ahıra varınca dos­
tunun kulaklarını hafif hafif saatlerce çekerdi. Abdullah'ı anınca Çe­
lebi'yi, Çelebi denince Abdullah ' ı hatırlamayan Kayserili, Kayserili
değildir, diyebilirdiniz. Bu memeli hayvanlardan beş tırnaklı olan in­
sanla yine memeli hayvanlardan tek tırnaklı bulunan eşeğin arasın­
daki dostluğa bütün Kayseri ' nin gözleri yaşarırdı. Konuşacak adam
bulsa bile konuşmayan Abdullah eşeğiyle uzun uzun konuşurdu :
- Ulan Çelebi, derdi. Yakında tekaüt olacağım. Seninle kalkar
Kayseri 'den İstanbul'a yollanırız. Deniz kenarında bir kulübe kura­
rız. Ben tıkır tıkır paracıklarımı alırım .. Sen anırırsın. Akşam üstleri
güneş battıktan sonra beraber denize gireriz. Ha olmaz mı Çelebi?
Çelebi kulaklarını diker, güzel gözleriyle Abdullah'a bakardı.
Sanki kocaman gözleri deniz kenarlarını, İstanbul bayırlarını görür
gibi dalar, giderdi.
Ama nidelim ki bu güzel dostluk fena bir şekilde bitti.
Günün birinde İstanbul'dan Kayseri 'ye bir hatun kişi geldi. Ama
bu hatun kişi mi, erkek çocuk mu pek belli olmadı ilk günler. Kadın
pantolon giyiyor, ayağına üstünde iki tane sicim bağlanmış çıplak,
yalnız altı bulunan bir ayakkabı takıyor, ayaklarının beş tırnağı kır­
mızı turp gibi boyanmış, Kayseri'de dolaşıp duruyordu. Nasıl oldu
da bu İstanbullu hatun, Çelebi'yi tanıdı. Ahbap oldu. Allah-il alem
bissevap! Çelebi hep mezarlıkta otlardı. Kadın da hep kır bayır, Kay­
seri'yi dolaşırdı. Abdullah'ın eşekle kendisine otele mektup getirdiği
gün her halde Çelebi'yle ahbap olmuş olsalar gerek.
Her gün akşam üstü Abdullah'ın işi bittikten sonra İstanbullu ha­
nım koşup Çelebi'yi ya mezarlıkta, yahut da Dağçayırı denen yerde
buluyordu. Eşekle İstanbullu hanım arasında öyle bir dostluk başla­
mıştı ki akşam olmaz mı zavallı Çelebi çılgına döner. Koşa koşa üs­
tündeki eski dostu Abdullah ' ın düşeceğini hiç aklına getirmeden, de­
licesine koşarak Dağçayın'na giderdi. İlk günler bu dostluğa fazla
ehemmiyet vermeyen Abdullah sonra eşeğinin hallerinden fena hal­
de işkillenmeye başladı. Artık Çelebi sabahlan onun ayak sesini işi­
tince sevinmiyor, yani anırmıyordu. İsteksiz isteksiz yola çıkıyor, ga­
yet az saman yiyor, mecalsiz mecalsiz, ayağı sürçe sürçe mektup da­
ğıtıyordu. Ama akşam olunca birdenbire değişiveriyordu. O kadar
mahalle dolaştığı için her zaman yorgun düşen, kulaklarını zevkle
çektiren Çelebi şimdi bir çılgın gibi, sanki randevuya koşar gibi çayı­
ra koşuyordu. İstanbullu hanımın geldiğini görür görmez uzun uzun
anırıyor, kulaklarını ancak Abdullah ' ın anladığı bir dostlukla oynatı-
48 Sait Faik A basıyan ık

yordu. İstanbullu hanım ona ne yoncalar bulup yediriyordu. Bir ke­


se külahı içinde toz şeker getiriyor, ona yediriyordu. Abdullah bir
gün dayanamamış:
- Hanım yenge, demişti, şekere alışırsa Çelebi ben niderim, son­
ra?
Ama bahşişi alınca Abdullah'ın da sesi çıkmaz. Uzaktan eşeğiy­
le İstanbullu hanımın dostluğunu içi sızlayarak seyretmeyi daha mü­
nasip bulurdu.
Eşeğe bir iki defa nasihat etti:
- Çelebi ülen, dedL Garı kısmından hayır gelmez adama. Hele
böylesinden. O garı mı yoksa er mi? Balı bir defa ülen ayıp be! On­
lar erkek kısmının başına bela diye yaratılmış. Çelebi çekerim kula­
ğını ayağını denk al! demişti.
Ama, Çelebi, her zaman her lakırdıyı anlayan Çelebi, bu sefer laf
dinlememişti. Şimdi artık öğleyin bile bağlı olduğu çarşı çınarından
ipini kopardığı gibi nasıl öğrenmişse öğrenmiş otelin önüne koşuyor,
anınyordu.
Yine böyle kafasından yular çıkardığı gibi kaçtığı gün onu İstan­
bullu hanımın altında rahvan şehir dışında yakalayan Abdullah, ha­
nımdan bahşişi aldıktan sonra hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. Çele­
bi'yi, dostu, arkadaşı, on yıllık ahbabı Çelebi'yi dövdü. Bu da kar et­
memişti. Eşek işi azıtmıştı. İşte o zaman büyük facia koptu. Abdul­
lah bir gece eşeğinin kulaklarını kökünden kesti.
Abdullah'ın eşeğinin kulaklarını keseceği kimsenin aklına gelme­
yeceğinden bunu yapsa yapsa İstanbullu hanım yaptı, dediler. Kay­
serili hanımlar: " Ayıp, günah! Deli mi bu İstanbullu garı , " diye de­
dikodular ettiler. Ama olan Çelebi'ye olmuştu. Nalbant Hasan Ça­
vuş, " Yaşamaz artık bu hayvan ölür," dedi, ama, eşek ölmedi. İyi ol­
du. İyi oldu ama İstanbullu hanım da trene binmiş gitmişti. Eşeği bir
derttir aldı. Zavallı Çelebi kimsenin yüzüne bakamaz olmuştu. O gü­
zel, o canım kulaklar meğer ne yakışırmış ona! Miskin, aptal bir şey
olmuştu. Sonunda Çelebi ne yaptı, bilir misiniz?
Tıpkı insanlar gibi; üzülen, şerefi giden insanlar gibi yaptı: Me­
zarlıktaki çayırın bir köşesinde bitmiş baldıranları gidip yedi, karnı
şişmiş dört nalı havada bir öğle üstü mezarlıkta ölü bulundu.
Abdullah eşeğine çok ağladı. Kulaksız da olsa onu seviyordu.
Mektupları yayan götürmeye başladı. Kayseri 'yi mahzun mahzun
dolaşırdı,
Günlerden bir gün posta müdürü onu odasına çağırdı. Eline tu­
runcu bir kağıt tutuşturdu. Bu bir havale kağıdıydı.
Bir Eşek Hikayesi 49

Abdullah,
- Kime gidecek bu havale? dedi.
- Karaçayır mahallesinden Abdullah çavuşa .. Aman kaybetme
sakın.
Abdullah:
- Peki beyim ... dedi.
Ama kendi mahallesinde böyle bir adam tanımıyordu. Sersemle­
mişti. Bunun üzerine posta müdürü gülerek,
- Sana be Abdullah, dedi, İstanbullu hanım göndermiş, eşek al­
sın diye.
Abdullah 'ın tam yüz elli kaime verip aldığı bir buçuk yaşındaki
eşek onu görünce, Kayseri sokaklarından sabah sabah geçerken kal­
dırımlardan kıvılcım kıvılcım üstüne çıkarıyordu yine.
Sabahattin Ali (1907-1948)

BAHTİYAR KÖPEK

Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bun­
dan hoşlanmıyorlar. " Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin ? " diyor­
lar. " Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin?
Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış
toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden; cezaevlerinde
ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden; doktor bulamayanlar­
dan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler
kalmadı mı? Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği
kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu? "
Hiç olmaz olur mu? Arayıp, bulup görmek lazım. Bunun için de
kenarı köşeyi araştırmak istemez. Her şey apaçık ortada, göz önün­
de. Sade güleryüzlü, bahtiyar insanlar değil, bahtiyar köpekler bile
va�. Ben de karar verdim, bu sefer açlıktan, ıstıraptan, nefretten de­
ğil... rahattan, tokluktan, sevgiden bahsedeceğim.
Oturduğum semtin sokakları geniş ve asfalt. Her biri bir fakir ço­
cuğun liseyi bitirinceye kadar okumasına yetecek masraflarla yetişti­
rilen bodur çamlar, caddeye gölge vermese bile güzellik veriyor. Sa­
bahları yaya kaldırımında şık giyinmiş genç anneler, renk renk ço­
cuk arabalarında al yanaklı, gürbüz, iyi beslenmekten yüzlerine bön
bir rahatlık ifadesi gelmiş çocukları gezdirirler. Çeşitli oyuncaklarını
ipekli örtülerinin üstüne seren, bir eliyle çıngırağını sallarken ötekiy­
le uzun bir düdüğü ağzına götüren bebeklerin yanında, bukleli saçla­
rını savura savura annelerine bir şeyler anlatan biraz daha büyücek
çocuklar yürür. Ara sıra genç annelerin birkaçı yan yana gelir, tatlı
tatlı konuşur ve çocuklara bakalak olmak işini, dört beş adım geri­
lerden gelen temiz kıyafetli beslemeye bırakırlar. Yolun kenarında­
ki küçük parkın kum bahçesinde miniminiler kovaları, kürekleri ile
saraylar, nehirler halkeder, sonra bir yumrukta yıkarlar. Bir kenar­
daki kanepede beyaz başlıklı bir mürebbiye yabancı dille bir kitap
okur. Başörtülü bir hanım, ağlayan torununu avutur, başka bir kane­
pede üç dört şirin anne yün örüp ahbap çekiştirir. Her şey aydınlık.
her şey rahattır. Yalnız hepsinin yüzünde garip bir can sıkıntısı ifa­
desi vardır. Elle tutulamayacak kadar ince, asla yırtılmayacak kadar
sağlam bir ağ halinde onları saran bu can sıkıntısı, biraz dikkat edin-

50
Bahtiyar Köpek 51

ce, kahkahalarda boş bir çınlama, gözlerde soğuk bir alakasızlık ha­
linde kendini gösterir. Söyleyen de, dinleyen de o anda başka bir şey
düşünüyor gibidir, halbuki hiçbir şey düşünmezler. Ama bundan şi­
kayetçi değildirler; hatta canları sıkıldığının bile farkında değildirler.
Boş da olsa gülerler ve hallerinden memnun olmasalar da, hayatla­
rında bir değişiklik istemezler.
Yakası kapalı kahverengi çuha elbisesinden bir odacı, bir kavas,
yahut kibar bir evde uşak olduğu anlaşılan genç, iriyarı, yakışıklı bir
adam bu caddede her sabah küçük bir köpek gezdirir. Açık kahve­
rengi tüyleriyle uzun kulakları yerlere kadar sarkan ve yüksekliği bir
karıştan fazla olmayan köpek, meşin tasmasına bağlı yine meşinden
örme bir yuların arkasından tıpış tıpış gider. Adam yürüyüşünü kö­
peğinkine uydurmuştur. O biraz duraklayacak olsa kendisi de bek­
ler. Köpeğin keyfi yerine gelip tekrar yürümeye başlayınca o da yü­
rür.
Serince havalarda köpeğin üzerinde kenarları lacivert şeritli kah­
verengi çuhadan güzel bir hırka vardır. Hayvanın dört bacağından
geçip karnında düğmelenen ve sırtında kalıp gibi yapışmasına bakın­
ca usta bir terzi elinden çıktığı anlaşılan bu hırka pırıl pırıl fırçalan­
mıştır. Köpeğin tüyleri de güneşte tertemiz parlar.
Hayvan, masum bir ihtiyacını gidermek için yolun kenarındaki
ağaçlardan birinin dibine sokulunca, on dönüm tarlayı bir günde yo­
rulmadan çapalayacak kadar kuvvetli görünen uşak, yahut odacı, ya­
hut kavas, efendisinin köpeği işini bitirinceye kadar hürmetle bekler.
Sonra yine ağır ağır yollarına giderler. Bu hırkalı köpek, yoldan ge­
çen başka köpeklerin hırlamasına cevap vermez; hatta sahibi tarafın­
dan tasması çözülmüş irice bir köpek dövüşmek için bağıra bağıra
yanına sokulsa, üstüne atılmaya kalksa bile, o aldırmadan yoluna gi­
der. Onun yerine uşak işe karışır bağırır, tekme savurur. Saldıran
köpekler birkaç tane olursa efendisinin köpeğini kucağına alır, hır­
kasında, tüylerinde tozlanmış, kirlenmiş yerleri siler. Bu sırada göz­
lerinde hiç saklayamadığı bir korku vardır köpek her tehlikeden
uzak olduğuna emin, aşağıya doğru bakar, yalanır; uzun tüylü kuyru­
ğunu oynatırken, uşak acaba hayvana bir şey oldu mu, diye telaş
içinde onun her tarafını yoklar.
Köpeği gezdiren bu adamı bir gün kasapta gördüm. Sıra sıra asıl­
mış kuzuların içine bakıyordu. N,ihayet bir ciğer takımı beğendi
" Şunu tart ! " dedi. Parayı sayarken kasapla ahbaplığa başladı
" Ne diye kuzunun karaciğerini ayrı satmazsınız, aklım ermez? Bizim
köpek akciğer, yürek filan yemiyor. Karaciğeri de güzelce pişiririz
52 Sabahattin Ali

de ondan sonra önüne koruz. İçine bir lokma akciğer katsak ağzını
sürmez, olduğu gibi bırakır. Midesine dokunuyormuş. Geçende mu­
ayeneye gelen baytar söyledi .. Hayvan ama, aklı eriyor; köftesine bi­
raz sığır eti karışsa onu bile anlıyor. Allahın işine akıl ermez ki ... "
Sonra bütün takımı sarmak üzere oları çırağa döndü:
" Duymadın mı be! Hepsini sarma. Karaciğeri ayır, ver... Öbürle­
rini at bir kenara ! "
Paketini alıp çıktı ...
Başka bir gün bu uşağı geniş, çiçekli bir bahçenin kapısı önünde,
kucağında sıcak, yumuşak bir battaniye tutarken gördüm. Kocaman
bir otomobile binmek üzereydi. Kucağındaki şeyin kımıldadığını,
içinden sesler geldiğini fark edince dayanamadım, sokulup sordum :
" Ne o? Köpeğe bir şey mi oldu ? "
Uşak beni şöyle bir süzdü :
" Yok, elhamdülillah bir şeysi yok! .. Bugün üç beş kere öksürdü.
Baharları hep olur, ama hanım telaş etti. Hayvan hastanesine götü­
rüp bir baktıracağım, " dedi.
Sonra hayvanı bir yere çarptırmamak için dikkat ederek otomo�
bile bindi. Koskocaman araba hızla uzaklaştı ...
Geçen gün bu uşağı aynı geniş bahçeye girerken gördüm. Bu se­
fer ince burunlu, uzun beyaz tüylü bir köpeğin ipini tutmuştu. Ya­
nında kıyafeti kendine benzeyen başka biri daha vardı. Yine merak
ettim :
" Ne oldu? .. Köpeği değiştirdiniz mi? " diye sordum.
Adam beni süzdü; geçenlerde köpeğin hastalığını soran meraklı
olduğumu hatırlamadı ama, cevapsız bırakmadı :
" Hiç değiştirilir mi? " dedi. " İçerde, kulübesinde; bak, sesi geli­
yor! "
Büyük köşkün biraz ötesinde, bahçıvan odası büyüklüğünde, fili­
zi boyalı şık bir kulübeden sahiden kesik kesik havlamalar geliyor­
du.
" Nasıl oldu," dedim, " sizin köpek havlamazdı! "
" Eh, şimdi kızgınlık zamanı... Dişi istiyor! " diye cevap verdi.
Sonra yanındakinin yüzüne bakıp gülümsedi " Nefis bu, isteyince
hayvan da olsa kendine hükmedemiyor. İyice huysuzlandı. Hanıme­
fendi hemen otomobili baytara koşturdu. Ama dedim ya, derdi buy­
muş ... Hani bizimkine layığını bulmak da kolay olmadı. Hanımefen­
di soysuz köpekle istemem, huyu bozulur, dedi. Bütün köşkleri do­
laştım, ona göresini buluncaya kadar canım çıktı ... " İpini elinde tut­
tuğu uzun beyaz tüylü, ince burunlu köpeği yanına çekerek devam
Bahtiyar Köpek 53

etti " Ama bak! Kendisine layık, soylu bir hayvan. Duruşu bile ki­
bar. Bizim beyefendi arkadaşın beyefendisiyle konuştular, münasip
gördüler. Bir ben oraya götüreceğim, bir o bize getirecek. "
Parmaklıklı bahçe kapısını dirseğiyle itti, arkadaşına :
" Gel bakalım, birbirlerinden hazedecekler mi? " dedi. Nazlı bir
gelin gibi süzüle süzüle yürüyen saçaklı, beyaz köpekle beraber içeri
girdiler.
Ah, ben hayvanlan çok severim. Bütün canlı mahlukları, hayatı,
güzelliği, saadeti severim. Bahtiyar bir köpek bile benim içimi se­
vinçle dolduruyor. Ben karanlık şeylerden bahsetmek için dünyaya
gelmemiş. İçim tatlı, sıcak, neşeli şeyler anlatmak isteğiyle yanıyor.
Hele cümle alem bu köpeğin onda biri kadar rahata kavuşsun,
bakın ben bir daha acı şeylerden söz açar mıyım!
Orhan Kemal (1914-1970)

KÖPEK YAVRUSU

Şehrin ana caddesindeki kuyumcu dükkanlarından birinin kaldı­


rımı önünde bir köpek yavrusu ön ayaklan üzerine uzanmış, acı acı
sızlanıyor, arada başını iki yana çevirip, etrafını alan mahalle çocuk­
larına bakıyordu.
Köpek yavrusunun iki art ayağını az evvel, demir tekerlekli bir
yük arabası ezmişti. Şimdi mafsallardan aşağısı pestile dönmüş,
ayaklar yalnız bir deriyle bağlı, sarkıyor, ezikten boyuna kan sızıyor­
du. Arada boynunu büküyor, sesini yükselterek bir şeyler anlatmak
istiyor, sesi ağırlaşıyor, yükseliyor, sonra yavaşçacık tükeniyordu.
Etrafını alan mahalle çocuklarıysa yaramaz ve haşindiler. .. Bun­
lardan Tatara benzeyen, basık burunlu birinin elinde bir değnek var­
dı. Şakıldaklı entarisinin parçalanmış sırtından eti görünüyordu. Ya­
nında, paslı bir çember tutan çok zayıf oğlana :
- Ağlıyor ha! dedi.
Çok zayıf oğlan başını salladı.
- Heye .. Ver hele lan ...
Tatara benzeyen oğlanın elinden sopayı aldı:
- N 'apacan?
Çok zayıf oğlan cevap vermedi.
Çektiği acıyı İNSAN'lara bir türlü anlatamayan köpek yavrusu­
nun ezilmiş, kanlı etine dürttü. Köpek yavrusunun vücudu birden
müthiş bir sarsıntı geçirdi ve acı acı bağırdı. Başta zayıf oğlan, bütün
çocuklar bir zafer çığlığı attılar.
- Bi daha dürt hele lan!
Deynek tekrar dürtüldü, sonra tekrar, tekrar. .. Köpek yavrusu
her seferde de öyle müthiş, öyle ondan beklenilmeyen sesler çıkardı
ki, sanki bütün kudretini bu olağanüstü gayretlerle kaybetti ve tü­
kendi gitti ... Köpeğin çaresiz bir teslimlikle yan yatan, gözler kapalı,
elleri düşmüş, acı duyan, fakat artık inlemeye mecali kalmayan
sükutu evvela çocukların, sonra onları çevreleyen daha büyük, daha,
daha büyüklerin neşesini kaçırdı.
Tatara benzeyen oğlan:
- Vay ibne vay, dedi, bağırmıyor be!
Kırpık bıyıklı biri :

54
Köpek Yavrusu 55

- Ayağınnan bas da bak! dedi.


Kısa, lacivert pantolonunun kıçı iri siyah bir bezle yamalı, yandan
biri kargaya benzeyen, kesik benizli bir başka oğlan, ayağında taşıdı­
ğı -babasının- battal, sarı kunduralannin topuğuyla köpek yavrusu­
nun ezilmiş iki arka ayağına bastı. Bayılmış, daha doğrusu ölmüşe
benzeyen köpek yavrusu, ondan beklenmeyen yepyeni bir hamleyle
şahlanarak öyle vahşi bir ses çıkardı ki ...
Köpeğin etrafında ilk halkayı çeviren çocuklar, onları çeviren bü­
yükler, daha büyükler birden ürktüler. Sonra köpek yavrusunun iki
ön ayağı arasına sakladığı başıyla tepeüstü, acayip devrilişini görün­
ce korkacak bir şey olmadığını anlayarak, tekrar toplandılar ve neşe­
li çığlıklar yükseldi.
Seyirci büyüklerden biri:
- Ulan eferim be! dedi.
" Eferim " i kazanan karga suratlı oğlan yumruklarını göğsüne vu­
rarak, gururla:
- Alloooöoş ! dedi, eden gazi. Nasıl?
Bütün çocuklar karga yüzlü oğlana kıskançlıkla baktılar. " Daha
yeni bir şeyler bulup, kendileri de eferim'i kazanmak için " arandılar
Köpek yavrusunun ölümü yaklaşıyordu. Tatara benzeyen, yassı
burunlu oğlanın ela gözleri, birden sarı san parladı.. Karşı kaldırımın
önünde sökülmüş bir parke taşı duruyordu. Koştu, taşı yerinden zor­
la kaldırarak köpek yavrusuna doğru geliyordu ki, " Hamına! Memet
bey " neredense zuhur etti. Tatara benzeyen oğlanın niyetini anlıya­
rak onu kolundan yakaladı:
- Hele ha, hele ha ... Yazık ...
Tatara benzeyen oğlan muvazenesini kaybetti, parke taşı da yere
düştü. Oğlan bunu bir yenilgi saydığı için, müthiş hırslanarak dikildi:
- Sana ne? Oğlun mu da karışıyon?
Herkes kahkahalarla güldü. Oğlan şımardı:
- Atarım atarım ... Senin babayın iti değil ya!
" Hamına! Memet bey " :
- Yazık oğlum, günah. . diyecek oldu. Fakat yassı burunlu oğlan
yumruklarını beline dayamış " Hamına! Memet bey " e öyle bir aza­
metle bakıyordu ki ...
Sen bir hambal adamsın, dedi, get yükünü taşı .. senden akıl ala­
cak deelük a!
Herkes kasıklarını bastıra bastıra gülüyordu.
Bacağı kadar bir oğlanın karşısında, kulaklarına geçmiş soluk
kurşuni fötrü, paçaları diz kapaklarına kadar çemirli kara donu, ya-
56 Orhan Kemal

im ayaklarıyla " Hamına! Memet bey " i bir soytarıya benzeten karnı
tok bezirganlar, öteki çocukları da kışkırtmaya başladılar. Derken iş
azıttı.. " Ehey " ler, " zort" lar, karpuz kabukları ve avuç avuç toza tu­
tulan " Hamına! Mehmet bey" şaşkına çevrildi. Sağa, sola saldırırken
kafasına bir taş, geri dönüyor, dönerken beraber alnına koca bir
karpuz kabuğu yiyerek sersemliyordu.
Etraf gittikçe kalabalıklaşıyordu .. Güneşin altında boyuna çoğa­
lan bir kalabalık sesli sesli gülüyor, daha çok gülebilmek için kendi­
lerini zorluyorlardı.
Bir ara, karga yüzlü oğlanın kuru bileği " Memet bey " in eline
geçti. Öteki çocukların " Ana avrat " küfürleri arasında, dönmüş göz­
leri, gerilmiş sinirleriyle, çocuğu tokatlamaya başladı. Çocuğun avaz
avaz haykırışı, etrafın yaygarası üzerine bir polisle iki bekçi koşarak
geldiler. Esnafın da işbirliğiyle karga yüzlü oğlan " Hamına! Memet
bey " in elinden kurtarıldı ve " Bir çocuğu cadde ortasında tokatla­
mak suçlusu " adam, karakola sevkedildi.
Köpek yavrusuna gelince. . O kendinden geçmişti. Küçücük başı,
.

iki ön ayağı üstüne düşmüş, kenarlarında yaşlar kurumuş, yumuk


gözleriyle sessiz yatıyor, arada ağzı açılıyor, fakat hiçbir ses çıkma­
dan kapanıyordu.
Az sonra ihtiyar çöpçü, güneşin altında büsbütün kurumuşa ben­
zeyen ve dünyasından memnun olmadığını belli eden bezgin haliyle,
hayvanın başını çekerek geldi. Arabayı köpek yavrusunun yanında
durdurdu. Alışkın bir kürek hareketiyle köpek yavrusunu yerden al­
dı, arabaya attı, sonra gene hep o bezgin, tatsız, kupkuru haliyle ve
hayvanının başını çekerek uzaklaştı.
Haldun Taner (1915-1986)

SANCHO'NUN SABAH YÜRÜYÜŞÜ

tiki tiki praf


tiki tiki praf

Bir uyuşuma varmanın tadını çıkara çıkara güneşli kaldırımda


yürüyor, arada bir etrafa bakıyordu. Mutluluğunun tam olması için
bunu yabancı başlıklarda okuması gerekli idi.
Yanlarından güle oynaya üç kız geçti. Onları kokularından tanı­
yordu. Devlet Konservatuvarının bale öğrencileri idiler. Hülya burs
alıp Londra'ya gitmeden önce sık sık eve gelir, birlikte çalışırlardı.
Uzaklaşan kızların ayak bileklerine baktı. Geceleri bu ayaklar da
Hülya ' nınkiler gibi bale figürü şeklinde mi uyur acaba?

tiki tiki praf


tiki tiki praf

Alman Büyükelçiliğinin kapısında Graf'la selamlaştılar. Graf,


son kaniş modasına göre gür kıvırcık tüylerini belden aşağı tıraş etti­
rip belden yukarısını aslan yelesi gibi kabartmış, feldmareşal Von
Mackenzen'i hatırlatan beyaz bıyıkları ile sanki hiç de fena olmamış.
Kaldırımın yanında Büyükelçiliğin Mercedes'i duruyordu. Şoförle
bahçıvan arabanın ön sol lastiğini pompalıyorlar. Şişire şişire lastiğin
moralini yerine getirdiler. Graf'la konsolos arkaya kuruldular. Dört
lastik özel arabalara has şatafatlı bir hışırtı ile asfaltta uzaklaştı.

tiki tiki praf


tiki tiki praf

Yağışsız bir havada yürümekten güzel şey var mı dünyada. Gel


gör ki, kaldırımlar kaldırım değil. İnsanlar gibi köpeklerin de kültü­
rü, görgüsü, düşünüş tarzı, hayat üslubu, sıkı sıkıya kaldırımlarla
orantılı.
Bir müteahhit malzemeden çalarsa.

tiki tiki praf

57
58 Haldun Taner

Önce yollar bozulur,

tiki tiki pı'af

Sonra topuklar çarpılır,

tiki tiki praf

Sonra kafalar yamulur.


Düzenler eciş bücüş olur.
Sonra müteahhitler malzemeden çalmaya başlar.

tiki tiki praf

Büyük Millet Meclisi 'ne giden yolun önündeki açıklıkta Hedi ile
gözgöze geldiler. Bu mahzun gözlü beyaz pekinuva her zaman oldu­
ğu gibi yine başına mavi bir rüban sarmıştı. Hedi'nin hanımı kışı Sa­
int Moritz'de yazı Biarritz'de geçirmesine rağmen kibrit çöpü gibi
ince bacaklı, isterik bir kadındı. Zürich' li bir psikiyatr kadına " Canı­
nız sıkılınca, bir şeye üzülünce bağırın, çağırın içinizi köpeğinize bo­
şaltın " diye salık vermiş, kadın bu tedavi ile iyileşmiş ama şimdi de
zavallı Hedi sinir hastası olmuştu. Hedi'nin bu talihsiz serüvenini bil­
meyen sokak köpekleri onun olur olmaz göz kırpmak, poposunu
hoplatmak gibi tiklerini yanlış yorumlayıp peşine takılıyorlardı.

tiki tiki praf


tiki tiki praf
tiki tiki
tiki tiki ???

Tiki tiki'lerini prafsız bırakan bu aksamanın farkına - dalmış dü­


şündüğü için - Sancho hayli geç vardı. Olduğu yerde iki kere dönen­
dikten sonra başı yerde hızlı hızlı geri döndü. Hülya 'nın babası dur­
muş biriyle konuşuyordu! . . Bu da kim ola? İyi bir terziden çıktığı
halde çakışır gibi inen bu pantolonu, Avrupa malı olduğu halde
mest hissi veren bu ayakkabıları ilk defa görüyordu. Başını kaldırıp
baktı. Devetüyü palto ile siyah rölöve şapkayı görünce anladı. Bu
adam kasaba avukatı yeni mebuslardan biri olmalı. Böyle tükrük
saçtığına bakılırsa ya politikadan konuşuyor ya birini batırıyordu.
Sancbo'nun Sabah Yürüyüşü 59

Hülya ' nın babasının bir şey söylediği yoktu. Adamın sözleri arasında
bir delik bulup Hülya'nın döviz işini açmak için pusuda bekler bir'
hali vardı. Sancho kaldırımın kenarı ile iki adamın dört bacağı ara­
sında çişi gelmiş gibi mekik dokumaya başladı. Hülya'nın babasının
görüş alanı içinde bir sabırsızlık havası yaratmaya çalışıyordu. Gitti,
adamın ayakları dibinde hırladı. Kasaba avukatı mebus o kadar dal­
mıştı ki, korkmak aklına gelmiyordu. Ne çene, ne çene. Bu dünyada
telepati diye bir şey var galiba. Altes'i tam aklından geçiriyordu ki
onunla karşılaştı. Ama bu telepati değil de, daha çok Hikmet Beyin
bir kilometre öteden duyulan pipo kokusundan gelen bir çağrışım da
olabilirdi. Hikmet Beyin bu saf kan Pakistan tazısı, elektrik prizini
yalayıp cereyana kapıldığı günden beri, kuyruk sokumu ile uylukları
arasında sürekli bir sızıdan yakınıyordu. Ne kadar da zayıflamış za­
vallı. Feri kaçmış gözleri, büsbütün sarkmış uzun tüyleri ile babası­
nın bol ceketini giymiş istiska bir oğlana benziyor. Yine hastaneden
geliyor olmalı. Sen, Londra'da özel bir klinikte sezaryenle dünyaya
gel, sonra Hacettepe Baytar Okulu polikliniğinde sokak köpekleri­
nin peşinde saatlerce sıra bekle. Altes'i hastalıktan çok bu durum üz­
müş gibi idi. Akla bak akla. İyi ol da nerde olursan ol baba.

tiki tiki praf


tiki tiki praf
tak

Dövizi uzatma işi görüşülmüş olmalı ki, Hülya' nın babasının bir
keyfi gelmişti. Islık çalıyor ve evden çıktığından beri oklava tahtası
gibi orta yerinden tuttuğu şemsiyesini şimdi iki adımda bir havada
sallayıp yere dayıyordu. Tiki tiki praf'lara, dört mezürde bir şemsiye­
nin tak sesi katıldığından yürüyüş uyuşumu böylece senkope bir ritm
kazanıvermişti.

tiki tiki praf


tiki ti ki praf
tak
tiki tiki praf
tiki tiki praf
tak

Güvenparkı ' nın önünde Belçika Büyükelçiliğinin Greyhound' ları


ile karşılaştı. . Her zaman olduğu gibi arkalarında üniformalı kavas.
60 Haldun Taner

İsabella ile Mirella, bu iki kız kardeş sade kordiplomatiğin değil, An­
kara köpek sosyetesinin en rüzgarlı güzelleri idiler. İkisinin de karşı
konmaz bir kok-benisi vardı. Ankara kalesini, Gençlik parkının köp­
rüsünü, Ulus alanındaki anıtı, yahut Operayı arka fon olarak alan
birçok portreleri, uluslararası köpek dergilerine dört renkli kapak
resmi olmuştu. Sancho'nun yanından geçerken belli belirsiz selam
verdiler. Süzgün gözleri, çekik karınları ve upuzun bacakları ile san­
ki yürümüyor, vücutlarına allegro moderato bir şarkı söyletiyorlardı.
Sancho onları uzaktan görür görmez heyecanlanmıştı. Ama dalmış
başka yere bakıyor da şimdi birden yanından geçerken fark etmiş gi-
bi, ısrarsız, doygun bir selamla karşılık verdi. İki kız kardeş, köpek
losyonu ile karışık dişi rüzgarlarını arkada bırakıp uzaklaşınca Sanc­
ho bir ağacın dibine yürümek ihtiyacını duydu. Ne var ki, bu hareke­
ti deminki güngörmüş selamının üslubu ile bağdaştıramadı. Daha
doğrusu bir tanıdık görse beni, ağaç diplerini koklaya koklaya giden
şehvet düşkünü köpeklerden sanabilir düşüncesi onu alıkoydu.

tiki tiki praf


tak

Başka şeyler düşünmeli. Başka şeyler düşünmeli.

tiki tiki praf


tak

Sancho bu tak sesini vurgulamak için şemsiye yere değince ıslak


burnunu sert bir baş hareketi ile havaya kaldırmaya başladı. Daha
sonra bu vurgulamaya düğüm şeklindeki muzip kuyruğu da katıldı.
İlk tak'da kuyruğunu sağa, ikincide sola büküp tempo tutuyordu.
Sonra sonra başka varyantlar keşfetti. İki defa üst üste sol. İki defa
üst üste sağ.
Gelip geçen ona bakmaya başlamıştı. Sancho onları şaşırtmak
için bu acayip vurgulamaya aşırı bir ciddilikle devam ediyor ama
kendini deli sanan bu bakışlardaki şaşkınlık ifadesini çok iyi kestire­
bildiğinden gülmesini zor tutuyordu. Bir ara gözü Semiramis'e ilişti.
Müsteşar beyin bu kahverengi buldoğu dilini çıkarıp kendi burnu­
nun ucunu yaladı. Aklı sıra onunla alay ediyordu. Oysa kendi tüyleri
ile hiç asorti olmayan ekose bir yelek giymiş, hava yağmurlu olmadı­
ğı halde ayaklarına gri şosonlar geçirmişti. Sen kendinle alay et rü­
küş.
Sancbo'nun Sabah Yürnyüşü 61

tiki tiki praf


tak

Gündoğusuna benzer acayip bir rüzgar çıkmıştı. Güneş şimdi bir


kapıyor, bir açıyordu.
Kızılay'ın önünde Kastor' u fark etti. Kastor ona önce hayretle,
sonra ayıplayarak baktı. Başını iki yana salladı. Gözlerini yumdu yi­
ne açtı. Bunun bir rüya olmasını tercih ediyor gibi bir hali vardı. Kas­
tor protokol kurallarını çocuk yaştan sindire sindire değil de, belirli
bir çağdan sonra kitaptan ezberleyen yeni vekiller, senatörler, ya da
taşralı hariciyeciler gibi sivri derecede nazik bir Chow Chow'du.
Ama buna rağmen, yine de, daldığı, ya da heyecanlı olduğu zaman­
lar, anasının çoban köpeği diyalektini anlar oluyordu. Sancho, Kas­
tor'un önünden geçerken onu daha çok şoke etmek için vurgulama­
sına bir de hırlama kattı.

tiki tiki praf


tiki tiki praf
hırrrrr tak
tiki tiki praf
tiki tiki praf
hırrrrr tak

Sabah taliminden dönen Polis Koleji'nin stajyer köpekleri tam


bu sırada karşıdan göründüler. Hepsi de kanlı canlı, iyi besili idiler.
Sancho onları fark etmesine etmişti ama bu oyuna birden son verme­
yi kendine yediremedi. Taburun önünde giden iki polis köpeği bir­
den durdular. Bu işte bir iş var diye şüpheli şüpheli bakındılar. Son
günlerde her şeyden daha kolay işkillenir olmuşlardı. Onlar durunca
bütün tabur durdu. Hepsi başlarında giden iriyarı, siyah bıyıklı poli­
se bakıyor, ondan emir bekliyorlardı.
Sancho bütün köpekleri severdi. Bekçi köpeklerinin mitolojik
atası Cerberos'tan, misyoner Saint Bernard'lara, örnek sadakati ile
klasik okuma kitaplarının unutulmaz köpeği Yorkshire'li Lassi­
e'den, Anafartalar caddesindeki ahçı dükkanlarının dilenci köpekle­
rine kadar her köpeğin bir sevilecek yanını bulurdu. Ancak ve ancak
illet olduğu iki cins köpek vardı. Av köpekleri bir, polis köpekleri
iki. Kurbanlarını efendilerinin ayağına atıp, susta duran; ihsan bekle­
yen bu çanak yalayıcı, bu jurnalcı, bu siftinik yaratıklar onca köpek-
62 Haldun Taner

lik tarihinin yüzkarası idiler. Bu küçümsemeyi bakışlarından gizleye­


mediği, daha doğrusu bilerek gizlemediği için, av ve polis köpekleri
ile arası her zaman hırıltılı olmuştu.

tiki tiki praf


tiki tiki praf
hırrrrr tak
tiki tiki praf
tiki tiki praf
hırrrrr tak

Polis köpekleri ön ayaklarını germiş duruyorlardı. Sekizi bir tek


koro halinde hırlamaya başladılar.
Sancho gittikçe yanlarına yaklaşıyordu. Önsezisi " kes artık bu
oyunu" dediği halde erkeklik gururu " devam et aldırma " diyordu.
Gözlerini kapadı. Ne olursa olsun. Değil mi ki, bir kere başlamış,
ölürdü de tiki tiki praf hırrrr tak 'ı kesmezdi.
Nitekim kesmedi. Köpeklerin öğretmeni iriyan, siyah bıyıklı po­
lis birden tabura marş emri verdi. Polis köpekleri kurulu kaldılar.
Homurdana homurdana yollarına devam ettiler. Yalnız taburun en
arkasındaki abraş yüzlü, kanlı gözlü bir kurt köpeği dönüp dönüp
Sancho'ya bakıyor, sanki tenhada görünce öcünü almak için yüzünü
mimlemeye çalışıyordu.
Onlar uzaklaşınca Sancho rahat bir nefes aldı. Atatürk Bulvarı­
nın en kalabalık yerinde sosyete köpeklerinin piyasaya çıktığı bu sa­
atte, polis köpekleri ile bir hırlaşma ve sonunda hırpalanma ayrıca
prestijini de çok sarsabilirdi. Kalbi biraz önceki heyecandan boynun­
da atıyor, bu yüzden Hülya 'nın babasının praf'larına ayak uydurabil­
mek için tıknefes oluyordu. Bereket Hülya'nın babası gazetecinin
önünde durdu.
Sabah yürüyüşünün ilk aşaması Göreme sokaktan .Sıhhiye' nin
köşesindeki bu gazetecinin önüne kadar uzanırdı.
Hülya'nın babası bir dergi, iki de gazete aldı. Sonra ayakkabıları­
nı çingene bir boyacının önüne uzattı. Fırçalar gidip gelmeye başla­
dı. Hülya'nın babası gazetesini açmış okuyordu. O sırada karşı so­
kaktaki kebapçı dükkanlarını sıyırıp gelen piyaz kokulu bir rüzgar
gazeteyi uçurdu. Sancho koşup gazetenin üzerine bastı. Tam ayağını
bastığı yerde Maliye Vekilinin resmi vardı. Adam yüzünü sanki
Amerikan yardımının yetersizliğinden değil de Sancho 'nun yüzüne
basıp canını acıttığından ötürü ekşitmişti.
Sancho'nun Sabah Yürüyüşü 63

Çingene oğlan, Hülya'nın babasının ayakkabılarını kadife ile gı­


cırdata gıcırdata parlatıyordu. Bu iş bitince karşı kaldırıma geçip Ka­
vaklıdere'ye doğru yürüyüşe koyuldular.
Barikan otelinin sokağının önünde tesadüfen - Sancho'nun se­
zisi bu tesadüfü pek yutmamıştı ya - Selmin Hanımla onun kahve­
rengi danuvası Diojen kaldırımda belirdiler. Selmin Hanım yürüyüş
için, pantolonunun üzerine kalın bir dağ süveteri giymiş, ayaklarına
ökçesiz spor iskarpinler geçirmişti. Birlikte yürümeye başladılar. Di­
ojen, bütün danuvalar gibi sakin, uysal ve aşırı derecede sabırlı bir
köpekti. Sancho onunla ilk defa Selmin Hanımların verdiği bir ziya­
fette masanın altında tanışmıştı. Selmin Hanım masanın altında sol
iskarpinini çıkarmış, zarif ayağına biraz nefes aldırıyordu. Hülya 'nın
babası birden ayağını usulca onunkinin yanına kaydırdı. Kadın ço­
raplı ayağını kaçırdı. Ama adam öbür ayağını yakaladı. İki ayağının
arasına adeta hapsetti. Kadının dizi ürperdi. Diojen'le Sancho birbir­
lerine bakmışlardı. Hülya'nın babası iki diziyle kadının dizini kıstır­
mış, onu adeta yatıştırmıştı. Masanın üzerinde konuşuluyordu. Sanc­
ho, Selmin Hanımın çıkardığı iskarpini yakalamıştı, tokası ile oyna­
maya başlamıştı. Ama gözü kadının hapsedilmiş bacağında idi. Dio­
jen bacaklara sırtını çevirip ön ayaklarını uzattı, başını onlara daya­
yıp gözlerini kapadı. Uşak kuşkonmaz servisini bitirdiği sırada Hül­
ya'nın babası, peşkirini düşürdü, eğilip alırken Selmin Hanımın ince
ayak bileğini yumuşak bir el hareketiyle okşadı... İşte o anda Sancho
ömründe yapmadığı bir şey yaptı. Hülya'nın babasının elini ısırdı.
Adam canı yanmaktan çok, olmayacak bir şeyle, mesela yağmurun
aşağıdan yukarıya yağması ile karşılaşmış gibi bir çığlık attı.
Eğildi, masanın altına baktı. Ama Sancho ordan - hem de kadı­
nın iskarpinini de alıp - çoktan sıvışmıştı. Selmin Hanım bunlar olur­
ken ayak yordamı ile iskarpinini arıyor ama masanın altına eğilip
bakmayı nedense uygun bulmuyordu. Sancho saklandığı kanepenin
altında bunu seyrederken ensesinde ılık bir nefes duydu. Diojen bir
ayağı ile onun sırtını okşuyor, ağzı ile iskarpini çekiyordu. Sancho di­
renmek istedi. Sonra onun ıslak ve yalvaran bakışlarına dayanamadı.
İskarpini bıraktı. Ve iri danuva dört ayaklı bir hoşgörü sembolü gibi
götürdü, tam krem şantiyeli çilek yenilip de kalkılacakken hanımının
ayağının ucuna bırakıverdi. Sancho kadının heyecandan ne kadar
terlediğini gidip değişmesinden çok önce, yine kokusundan anladı,
gülümsedi. İşte şimdi Diojen'le yan yana yürürlerken bunları hatır­
lamıştı. Diojen'in bu hareketi, onun filozofluğuna olduğu gibi, kim
bilir belki de buna benzer durumlara çok düşmüş olmanın alışkanlı-
64 Haldun Taner

ğına da verilebilirdi. Bu mesele kafasını çok kurcalamıştı. Arkaların­


da yine o dört bacağın yan yana yürüdüğü bu ortamda Diojen'e bu­
nu soracaktı ki - ama sorsa da Diojen'in açık bir cevap vereceği çok
su götürür bir şeydi - evet tam bunu soracaktı ki Hülya'nın babası
ile Diojen ' in hanımı el sıkışıp ayrıldılar.

tiki tiki praf


tiki tiki praf

hani tak?

Selmin Hanımla beş yüz metre beraber yürümüş olmak Hülya'ya


iki yıl daha döviz sağlamaktan daha mı az sevindirici?

hani tak?
hani tak?

Diojen kadar alçakgönüllülük gösterebilen, onun kadar alçakgö­


nüllülük gösterebildiği halde bu kadar yapmacıksız kalabilen bir baş-
'
ka köpek tanımıyordu.
tak'dan umudu kesince tiki tiki praf'la yetindi.
Gerekirse praf'sız bile olabilirdi ama Hülya ' nın babası tiki tiki'siz
kalabilir mi acaba? Hiç sanmam. Dünyanın en nankör yaratığı insan­
la en sadık yaratığı köpek arasındaki, dünya tarihi kadar eski bu çö­
zülmez sıkıfıkılık, aslında köpeğin insana değil, insanın köpeğe muh­
taç oluşundan geliyor.

tiki tiki praf

Bütün mesele bu.

tiki tiki praf

Bütün mesele bu.


Peki insan bu sadakate değer mi? O bambaşka bir konu. Dio­
jen'in Selmin Hanıma bağlılığı sanır mısınız ki, sadakatin vaazlarda,
okullarda bunca övülmesinden ötürüdür. Hahay. Güleyim bari.

tiki tiki praf


Sancho'nun Sabah Yürüyüşü 65

Güleyim bari.
Sadakat, biz köpeklere moral bir tümlük sağladığı için, kendi içi­
mizde bizi çekişmelerden koruyan bir tutamak olduğu için, dengesi
hiç bozulmayan bir ruh huzuru yarattığı için.
İnsan sadece bir araç.

tiki tiki praf

İnsan sadece bir araç.


İşte hepsi bu kadar.
Oysa insanlar çoğu zaman yaptıkları gibi, işi nasıl ters yorumlar­
lar. Köpeklerine kendi kişiliklerinin damgasını vurduklarını sanacak
kadar. Oysa bir hariciyecinin köpeği hiç de snop olmayabilir. Bir as­
kerinki pekala filozof olabildiği gibi. Bir profesörün köpeği kütüp­
hanenin yolunu bilmediği için ne kadar utandığını bizzat itiraf etmiş­
ti. Köpeklerin efendilerinden ayrı, hatta bazen onların tam zıddı bir
kişiliği olamayacağını savunmak köpekleri insan derecesine indir­
mek değil de ne?
Gökte siyah bulutlar kümeleniyordu. Çankaya tarafı gece gibi
kararmıştı. Rüzar birden çoğaldı.
Rüzgar birden çoğaldı.
Şimşek çaktı. B üyük bir gümbürtü ile gök gürledi.
Hülya'nın babası adımlarını sıklaştırmıştı.

tiki tiki tiki praf


tiki tiki tiki praf

Hızlı yürümek Sancho'nun zihnine küşayiş vermişti. Bir şimşek


daha çaktı. Bu havada bir ormanda olacaksın, sarı, kahverengi, kızıl,
bakır rengi, açık yeşil, nefti, kuru kupkuru yaprakları çıtırdata çıtır­
data yürüyüşe çıkacaksın. Tek başına. İhtişamlı yalnızlığın içinde her
adımda daha yücelerek.

tiki tiki tiki praf

Hülya'nın babası yağmura tutulmamak için kaçıyor. Nerde biraz


önceki kendine güvenli-, güleryüzlü, yere sağlam basan hali.
Yağmur yağmayacak halbuki, öyle olsa kokusu Sancho'nun bur­
nuna gelirdi. Sonra bu rüzgar bulutları dağıtır, bu da besbelli. Ne var
ki arka ayakları üzerinde ayağa kalktığından beri içgüdüsünü kaybe-
66 Haldun Taner

dip akla özenen insan, bunu bile fark etmez olmuş işte. Akla tam va­
ramamış, sezisinin köprülerini de yıkmış. Lök gibi ortada kalmış.
Tehlike yokken kasıla kasıla yürür. İki şimşek çakıp bir gök gür-
lemeye görsün, o zaman selameti kaçışta bulur.
Sıkıştı mı kaçar insan.
Kaç babam kaç
kaç babam kaç
Pancurları sımsıkı kapayış. Hayallere, anılara sığınış. Ya da haya-
tını iki ucundan yakan bir orji içinde tüketiş.
koş babam koş.
kaç babam kaç.
Bahçe kapısına ilk varan Hülya 'nın babası oldu. Bahçeyi aşıp
merdivenleri çıktılar. Adam anahtarla kapıyı açtı.
İçerde radyo çalıyordu. Sıcağı iyice içine sindirmiş Hereke halısı­
nın üzerinde ilerlediler. Hülya 'nın annesi geldiklerini duymamıştı.
Telefonda biriyle gevrek gevrek konuşuyordu. Onları birden fark
edince nedense çok korktu. Yine nedense telefonu hemen kapadı.
Geldi kocasını öptü.
Adam her sokaktan gelişte bunu adet edinmişlerdi. Sevgileri gü­
ya böylece perçinleşmiş oluyordu.
Sancho yere çömeldi. Sol arka bacağı ile boynunu kaşımaya baş­
ladı. Sonra Hülya' nın annesi ile babasına uzun uzun baktı. Dilinin
ucuna bir şey geldi ama ... Havlamadı. Sıçradı, köşedeki kanepenin
üzerine çıktı. Pencereden dışarı bir göz attı. Vakit öğle olduğu hal­
de, her yer hüzünlü bir akşam loşluğu içinde. Çankaya tarafında şim­
şeklerin bini bir para ...
Sanki bir dev, bu tepelerin ardında durmadan çakmağını çakıyor
ama bir türlü sigarasını yakamıyordu . . .
Cihat Burak (1915)

KEDİ

Lauriston Sokağı'ndaki lokantaya giderim öğleleri bazen, ucuz


lokantadır, yemeği de iyidir üstelik, mahalledeki yapı işçileri , karşı­
daki P.T.T. memurları, bazı da benim gibi yııbancılar gelirler, ben
epeydir gidiyorsam da yabancı sayılırım ne de olsa! .. Öğle yemekle­
rinde ara sıra gördüğüm iki yüz kiloluk kadın için patron geçen gün:
- Yirmi bir yıldır tanının diyordu, o zamanlar kaç yaşındaydı bil­
mem ama şimdi olsa olsa kırk beşinde! .. Son zamanlar zayıfladı za­
vallıcık hem de adamakıllı, fazla zayıfladı diyemem ama zayıfladı iş­
te ! .. O gün yine cumartesi, gündelik ekmeğimi çıkarmak için çalıştı­
ğım bürodan çıkıp lokantaya gittim, yer vardı, hemen oturdum, biraz
sonra bir siyah geİdi tezgaha; aslında lokanta bistro lokantalardan,
ayakta içilecek tezgahı da var... Kedi diye anlatıyordu arap, pek an­
layamadım, kedi mi kaybolmuş, yoksa kedi mi bulunmuş, biraz uzak­
çalar benden, biraz ilerde diyordu, tekir bir kedi, herhalde kayıp ...
Çıktı, biraz sonra kucağında bir kedi; geldi, patronla kocası ye­
meğe oturmuşlardı, kedi ortalığa bırakıldı, önümdeki masada bir kız
var pek güzel değil ama taze, güneş vurduğu zaman yanağındaki tüy­
ler kelebeğin kanadındaki toz gibi parlıyor ... Kedi kuyruğu havada
bütün masaları birer birer dolaşıp ortalığı bir kokladıktan sonra hop
diye kızın kucağına zıpladı; bıyıklarını yanağına sürüp iki elini omuz­
larına koymuş adeta sulanıyor kıza kendi diliyle! .. Patron içeriden
biraz çiğ kıyma getirdi yere koydu; kedi kızın kucağından atladı bir
solukta yedi kıymayı ... Qu'il a faim (amma da aç), dedi müşteriler­
den biri: Sokak kedisi galiba? Yanaklarında altın tüyler olan kız: -
Değil, dedi! Sokak kedisi (le ebat de gouttiere) böyle olur dedi, bu
kadar olur, kocaman olur; bu ev kedisi! Ne işi var öyleyse, dedi ma­
dam, sokakta? .. Üstü başı da kirli, baksanıza ... Patronun kansı söze
karıştı. Bazıları, dedi, bırakıyorlar kedilerini, kimi vakanse giderken
bırakıyor, kimi de unutuyor, mahsustan unutuyor işte, ne bileyim
ben! .. Est-il coupe? .. Değil dedi arap, hadım değil, ben baktım ... Ya­
zık dedi kız, kedileri hadım ediyorlar yazık! . Ama güzel oluyorlar,
dedi patronun kansı, ne güzel oluyorlar, bu kadar böyle, tosun gibi.. .
Gene d e yazık, dedi kız, yapmamalı. Evet evet seslen yükseldi ortalı­
ğa ... Kedi yalana yalana ortalıkta dolaşmaya başlamıştı, patron içer-

67
68 Cihat Burak

den biraz daha kıyma getirdi, kedi bir solukta onu da yedi, Aç, dedi
servöz (garson), bu kedi aç; patronlarla beraber aynı masada yemek
yiyordu; çok aç bu kedi, belki de susuz da ! . . Patron kalktı buz dola­
bından bir kaseye süt koydu, kedi başını daldırıp solumadan yala­
maya başladı sütü ... Ev kedisi muhakkak, dedi patron, bu kedi çok
insancıl, baksanıza herkesle ahbap oldu, sokak kedisi olsa bu kadar
sokulmaz! . . İnsan ya hayvan almamalı, yahut da alırsa sokağa bırak­
mamalı, dedi servöz, ikisinden biri ... Alsanıza, dedi arap, evinize gö­
türün! . . Yok yok dedi kadın, çalışan insanların hayvanları çok baht­
sız oluyor, sabahtan akşama kadar evde kapalı hayvan; almamak da­
ha iyi! .. Benim bir köpeğim var, dedi patron, un berger Allemand
(Alman çoban) ama kayınpedere bırakıyorum, o Paris'in dışında,
hayvan bahçede dolaşıyor, kocaman bahçe, her taraf kır, orman !..
Öyle olunca anlarım bak, dedi müşterilerden biri ... Kedi sütünü iç­
miş yalana yalana ortalıkta dolaşmaya başlamıştı, kuyruğu bir döviz
gibi havada, herkesin yüzüne ayn ayrı bakıyor, titrek titrek miyavla­
yıp bir şeyler mırıldanıyordu, altın sarısı gözlerini ara sıra kırpıyor,
yalanıyor, herkesi tekrar tekrar kokluyordu!.. Alacak mısınız alma­
yacak mısınız! dedi tezgahtaki şarabını içen sarhoş; sevimli hayvan,
dedi patron, ama dükkanda nasıl olur? .. Zaman oluyor iki gün üst
üste kapalıyız, kırk sekiz saat ne yapar hayvan yalnız başına? .. Öy­
leyse geldiği yere gönderin, dedi sarhoş, kedi casaniedir (evcil) yere
bağlıdır, alıştı mı alıştı bir kere, zaten alıştı bile, baksanıza dükkanı
dolaştı, herkesi ayrı ayrı kokladı, beğendi burasını, gönderemezsiniz
artık! .. Halinden belli, iş işten geçti, gönderemezsiniz artık ... Alın,
dedi kediyi getiren arap, böyle güzel kediyi Quais'lerde onbin bal­
le'e (on bin papele) bulamazsınız . . . Güzel kedi doğrusu, dedi kız! ..
Yerim olsaydı ben alırdım, yatağına da girerdi, dedi patron; baksana
kucağından inmek istemiyor, kız çapkın çapkın güldü ... Ne isim
koymalı? dedi kız, " Lauriston, " dedi birisi, " Yok yok canım, ç'est
pas un nom de chat (bir kedi adı değil bu). Öyleyse şey olsun, dedi
kız, Mimi olsun ! . . " Mimi, Zizi, Kiki lafları dolaştı bir müddet hava­
da, nihayet Minet'ye karar verildi ... Şimdi her gidişimde Minet'yi gö­
rüyorum; artık adamakıllı yerleşmiş, kendine ait şeylere resmen el
koymuş, tezgahın arkasında para çekmecesine yakın minderinde
mırlaya mırlaya uyuyor, bazen ortaya çıkıp her masayı teker teker
dolaşıp herkesi kokladıktan sonra kapının açılışını kollayıp sokağa
ffrlıyor, gözü yine sokakta, sokak kedisiydi galiba, öyle anlaşılıyor! . .
Necati Cumalı (1921)

GÜVERCİNLER
1

Orhan' ların evinden iki üç ev ötede, belediye temizlik işleri tavla­


sı yanındaki arsada, Orhan 'la odacı Murat Çavuş'un oğlu Osman,
gardiyan Recep Efendi'nin oğlu Sami'yle mahalle muhtarının oğlu
Selim, eş eşine çelik çomak oynuyorlar, Sami'nin kardeşi Nuri, kü­
çük olduğu için oynayamıyor, kıyıya çekilmiş onları seyrediyordu.
Tavlanın sabah temizliğini bitiren çöpçü Yaşar Efendi, çift kanat­
lı sokak kapısında göründü. Elindeki çalı süpürgeyi duvara dayadı.
Kapının her iki kanadını ardına kadar açıp, ayağıyla taşlarını sürdü.
Karşı kaldınma geçti. Duvarın dibine çömelip yüzünü güneşe verdi.
Tütün kesesini çıkardı. Cigara sarmaya başladı.
Beş çocuk, birden bire çamaşır silkinmesini andıran kuvvetli ka­
nat sesleriyle oyunlarını yarıda bıraktılar. Temizlik işleri tavlasının
avlu tarafından havalanan bir güvercin sürüsü, önce kuzeye doğru
uçtu, kuzeyden geçen derenin öte yakasında kalan tepeden döndü,
kasabanın batısı dışından geniş bir yarı çember çizerek güney sırtla­
rındaki yel değirmenlerine doğru uzaklaştı.
Çocuklar, beşi de başları havada, bir araya kümelendiler, güver­
cin sürüsünün uçuşunu ilgiyle izlediler. Orhan, hayran hayran söy­
lendi :
- Amma da uzak gittiler! ..
Küçük Nuri dudağının kıyısına kadar inen sümüğünü ceketinin
yeniyle sildi. Ağabeysine sokuldu:
- Dönerler değil mi ağabey?
Yel değirmenlerinin üstünde sağa sola bir iki eğmeç çizen suru
gittiği hızla geri döndü. Arsaya yaklaşınca, bir bölüğü alçaktan, bir
bölüğü yüksekten uçarak, ikiye ayrıldı. Alçaktan uçanlar cadde üs­
tündeki fırının önüne indi. Yüksekten uçanlar, ikişer, üçer değişik
yönlere dağılarak, arsanın üstünde, güneşe, ışığa kavuşmanın verdi­
ği sevinçle dönmeye başladılar.
Osman'la Selim, Orhan'ın hayranlığına katıldılar:
- Amma da gittiler! ..
Sami, kurumlanarak Orhan'a karşılık verdi:
- Bu da ne ki oğlum? Sen bir de hapishanenin güvercinlerini gör.

69
70 Necati Cumalı

Babam bir salınca ta Akpınar'a kadar gidiyorlar...


Her tartışmada Yaşar Efendi ' nin güvercinlerinden yana olan Or­
han, kıskanmaktan kendini alamadığı için Sami'nin dediklerinin
doğruluğuna inanmak istemedi:
- Hapishanenin güvercinlerini salmazlar ki...
- Her gün salıyorlar, neden salmasınlar?
İnanmak zorundaydı Sami'ye. Güvercinlerin değil hükümJülerin
hapis olduğuna aklı eriyordu ne de olsa. Yine de savından dönemi­
yordu:
- Birlikte salsınlar da görelim! Yaşar Efendi 'nin güvercinleri on­
ları avlayınca geri dönerler mi, dönmezler mi? ..
- Hava al sen! Hapishanenin güvercinleri Yaşar Efendi 'ninkileri
avlarsa görürsün gününü ...
- Zor avlar! Hangisi çoksa o avlar oğlum! Ben bilmez miyim? İs-
tersen gel Yaşar Efendi 'ye soralım. Hapishanenin kaç güvercini var?
Sami biraz tutuldu:
- Otuz.
- Nerde otuz? Hele yirmi de bakalım sen. Yaşar Efendi'nin elli.
Hangisi çok?
Şu güvercin sürülerinin birbirini avlama işini Yaşar Efendi'ye so­
racaklardı ama, araya Osman'ın karışmasıyla çekişmelerini unuttu­
lar. Osman, bütün güvercinlerden yüksekte, birbirine doğru uçan, bi­
ri bakıra çalan öbürü boz iki güvercini gösterdi :
- Yanar dönerlere bakın, yanar dönerlere ...
Tartışmaları kesildi. Bakışları havaya döndü yeniden. Beşi de,
merakla yanar döner dedikleri, göğüsleri parlak yeşil tüylü güvercin­
lerin ne zaman takla ata ata inişe•geçeceklerini beklemeye başladı­
lar. Ama bekledikleri olmadı. Yanar dönerler yan yana süzülerek al­
çaldılar, tavlanın duvarına kondular. Dişi önde erkek arkada duvarın
üstünde bir süre pençelerini gere gere gezindiler. Tavlanın damına,
damdan yine duvara, duvardan arsaya konmakla kesilen kısa uçuş­
larla birbirlerini kovalamaya başladılar.
Çocukların sözü bitmişken Osman yeni bir konu açtı:
- Güvercinler savaşta haber götürüp getirirmiş, .babam söyledi.
Savaşta yer almaları çocukların güvercinlere ilgisini, güvenini
haklı çıkarıyordu sanki. Güvercinlere duydukları sevgi doğrultusun­
da işliyordu imgelemleri. Aralarında güvercinlerin düşman sınırları­
nı aşması, yararlıkları, bağlılıkları üstüne yanlış doğru bir yığın olası­
lıklar yürüttüler. Bir türlü bir anlaşmaya varamadıkları bir nokta
varsa o da güvercinlerin haber taşıma biçimiydi. Haber güvercinleri-
Güvercinler 7 1

ni, posta dağıtıcıları gibi, boynuna asılı küçük bir çanta, y a d a gaga­
sında kapalı bir zarfla düşünüyorlar. Olur, diyorlar, olmaz diyorlar,
sonunda güvercinin bileğindeki küçük bir halkaya cigara kağıdı ka­
dar hafif bir pusulanın iliştirildiğini akıllarına getiremiyorlardı.
Tartışmaları uzayıp giderken arsanın karşısında oturan Sa­
mi'lerin kapısı açıldı. Sami'nin annesi elinde ekmek tepsisi, kapıya
çıktı. Ekmeği fırına götürmesi için Sami 'yi çağırdı. Kadın tam eve
girecekken, ceketinin yeniyle yine burnunu silen Nuri 'yi gördü. Fır­
ladığı gibi Nuri'yi kolundan yakaladı. Ellerine iki tokat indirip, bur­
nunu temizlemek için arsanın önündeki çeşmeye sürükledi. Arsada
üç çocuk kaldılar.
Yaşar Efendi, o yılın yavrularından Orhan'a iki güvercin verece­
ğini söylemişti. Onun yerinden kalktığını, tavlayı kapamaya hazır­
landığını gören çocuklar, hem Orhan'ın güvercinlerini görmek, hem
de savaşta güvercinlerin nasıl haber götürüp getirdiklerini anlamak
için adamın yöresini sardılar ... Orhan hemen Yaşar Efendi 'nin eline
asıldı. " Yaşar Amca ... " diye başlayıp Sami ile tartışmalarını anlattı.
Yanar dönerlerin niye takla atmadıklarını sordu. Güvercinlerin sa­
vaştaki postacılık işini açtı. Yaşar Efendi, Orhan'ın sorularına kendi­
ne göre karşılıklar verdi. Altmışlık, saçı sakalı ağarmış, hafif kam­
burlaşmış bir adamdı. Çevresini saran çocukların sevincini görmek
canlandırıyordu onu. " Eee, gel bakalım, senin güvercinler ne alem­
de? " dedi. Orhan ' a. O önde, çocuklar arkada tavlaya daldılar. Tavla­
yı boydan boya geçip gerideki avluya çıktılar. Yaşar Efendi güver­
cinleri toplamak için bir çanak yem serpti. Duvarın üstünde, damda
gezinen güvercinler uçuşarak avluya indiler. Yemleri gagalamaya
başladılar.
Çocuklar, Yaşar Efendi 'nin Orhan'a vereceği güvercinleri he­
men tanıdılar. Boyun, kanat, kuyruklarıyla gri lekeleriyle, ak, hünka­
ri türü, iki yavru güvercindi ikisi de. Orhan, Yaşar Efendi'ye hemen
her gün sorduğu sorularını yineledi:
- Bunlar eş değil mi Yaşar Amca?
Yaşar Efendi 'nin öksürüğü tuttu. İki öksürük arasında elini ağzı-
na götürerek:
- Eş, dedi.
- Güvercinler yalnız yaşamazlar, değil mi?
- Yaşamazlar.
- Peki eşi ölürse, arkadaşları ölürse kalan güvercin ne yapar?
Yaşar Efendi �arşılık vermedi. Güvercinleri tavlaya kapamak
için kışkışlamaya girişti. Çocuklar Yaşar Efendi ' ye· yardımda yarışı-
72 Necati Cumalı

yorlardı. Güvercinlerin gireni tavlaya girdi. Girmeyenler yine duva­


rın üstüne, dama kondular. Tavlanın kapıları kapatıldı. Kapıda açıl­
mış bir delikten canları istediği zaman öbür güvercinlerin de içeriye
gireceğini biliyorlardı hepsi. Çalı süpürge kaldırıldı. Yem çanağı ile
torbası tavlanın penceresi içine yerleştirildi. Tavladaki eşeklerin
önüne saman döküldü. Bütün bu işler yapılırken Yaşar Efendi 'ye an­
cak küçük yardımcılarına görev bölüştürmek düştü.

il

Orhan ile arkadaşları, Orhan'ların bahçesinde kalmış, eski, teker­


lekleri alınmış tek atlı bir yük arabası kasasını günlerce uğraşıp, gü­
vercinlik olarak hazırladılar. Arabanın içini temizleyip yıkadılar. Üs­
tünü, bulup buluşturdukları kümes artığı tellerle kapattılar. Tel ör­
günün bir köşesinden bir kapak açıldı. Arabanın içine ayrıca yuva
olarak içi kuru ot döşeli bir gaz sandığı yerleştirildi. Orhan, Osman,
Selim, Sami, Yaşar Efendi'den söz verdiği güvercinleri hep birlikte
aldılar. Getirip hazırladıkları güvercinliğe saldılar.
Dört çocuk, okuldan çıkar çıkmaz, soluğu güvercinlerin başında
alıyorlar, onların arabanın içinde gezinmelerini seyretmeye doyamı­
yorlardı. Güvercinler, Orhan'ın değil, dördünün güvercinleriydi san­
ki. Kasabada Arpacı Halil Dede, Yaşar Efendi, Mahpuslar, Baytar
Nazif Bey'den sonra, beşinci güvercinci olarak kendilerini görüyor­
lardı artık. Ama bir türlü tam sevinemiyorlardı. Telin kapağını açıp
güvercinlerini uçuramıyorlardı çünkü. Uçuracak olsalar, güvercinle­
rinin başka güvercinlere karışıp bir daha geri dönmeyeceklerinden
korkuyorlardı. Oysa, güvercinlerini uçurup onları havada görmek,
dönüp yuvaya dönüşlerini beklemek ne kadar güzel olurdu. Orhan,
babasına, eve gidip gelen dayılarına sabah akşam yalvarıyor, türlü
diller dökerek birer çift güvercin getirmelerini istiyordu.
Yavru güvercinlerin gelişinden on gün sonra, kasabaya yakın bir
çiftlikte yaşayan Naci Dayısı, kasabaya inerken Arpacı Halil De­
de'ye bir tavuk getirip yerine iki çift güvercin aldı. Orhan okulday­
ken, güvercinleri arabanın içine saldı. Orhan öğle paydosunda okul­
dan yemeğe gelip güvercinlerinin altıya çıktığını görünce uçtu se­
vinçten. Hep söylerdi, bilirdi zaten, yoktu işte! Akrabaları arasında,
kasabada, dünyada Naci dayısının bir eşi daha yoktu! Kimse onun
kadar iyi ata binemez,,ondan keskin nişancı olamazdı. Öğleden son­
ra okulda arkadaşlarına haberi yetiştirdi. Uzun uzun Naci Dayısını
övdü. Okul çıkışını dördü de sabırsızlıkla beklediler. Okuldan çıkar
Güvercinler 73

çıkmaz hep birden yeni güvercinleri görmek için bir koşu Orhan'lara
geldiler, arabanın yöresini sardılar. Bunlar basbayağı güvercinlerdi
işte! İri, paçalı, koca koca güvercinler. .. Yaşar Efendi 'nin yavru gü­
vercinleri, onların yanında çelimsiz, ufacık kalıyorlardı ama, onlar da
büyüyecekler, dişisi önlerindeki bahar kuluçkaya bile yatacaktı. Er­
tesi gün, Sami de babasını kandırıp hapishaneden bir çift güvercin
getirince güvercinlikleri neredeyse doldu. Sekiz güvercinin dem çe­
kerek arabalarının içinde gezindiklerini gördükçe coşuyorlardı. Ge­
lecek yıla çıkaracakları yavrularla on altıyı, belki de yirmiyi bulacak­
tı güvercinlerinin sayısı. Hele o günler gelsin, onlar da uçuracaklardı
artık güvercinlerini. Gelecek için, şimdiden tel, tahta, ne geçerse el­
lerine saklayacaklar, bahçedeki kümesin yanına yeni bir güvercinlik
yapacaklardı. Şimdilik arabanın içine dört bölmeli daha geniş bir
sandık yerleştirdiler. Güvercinler çift çift kendi bölmelerini seçti. Bir
arada, kavgasız, gürültüsüz o kadar iyi geçiniyorlardı ki, çocuklar da
kendi aralarında onlara daha iyi bakmak için yarışıyorlardı.

III

Güz ayları böyle geçti. Onların güvercinleriyle dostlukları sürüp


giderken bir yandan da başka olaylar gelişiyordu kendi akışları için­
de. Bin dokuz yüz otuzların bütün dünyayı sarsan buhranı elbet Or­
han ' ların kasabasında da gösteriyordu etkisini. O buhranın sarsıntısı
sürüp giderken o yıl çiçek zamanı yağan şiddetli bir dolu bağların
bütün ürününü yok etmişti. Bağlarının uğradığı zarardan sonra bü­
tün umudunu tütüne bağlayan bölge halkı, tütün piyasası açıldığı za­
man neredeyse alıcı bulamayacak duruma düştü. Tütününü yok fiya­
tına elinden çıkarmak zorunda kaldı. Geçim koşulları çekilmez duru­
ma gelen halk çaresizlikler içinde, öfkeli, şaşkındı. Evlerde karı koca
kavgaları bitmiyor, çocuklar babalarına karşı geliyorlar, yetişkin de­
likanlılar, yoksul aileler, yıllardır çalıştıkları topraklardan kopup ek­
meklerini kazanmak için büyük kentlere göç ediyorlardı. Kasabanın
üstünde esen uğursuz hava geçmek bilmiyordu bir türlü.
Orhan olan bitenlere akıl erdiremiyor, yalnız sekiz yaşında bir
çocuğun sezgileriyle evde eskisi kadar çok konuşmamak, çok soru
sormamak gerektiğini anlıyordu. Eve et girmez, ocakta patates, kuru
fasulye, tarhana çorbasından başka bir şey pişmez olmuştu. Ama o
kuru fasulyeyi de, tarhana çorbasını da çok severdi. Evde her gün bu
yemeklerin pişmesi ile babasının çektiği geçim zorluğu arasında bir
bağlantı kuramayan Orhan 'ın küçük dünyasına bu sıkıntılar pek de-
74 Necati Cumalı

ğişiklik getirmedi. Güvercinlerine bir şey olmamıştı ya, o yine delik­


siz uyuyabilir, aklı hiçbir şeye takılmadan okuluna gidip gelebilirdi.
Kış ortalarıydı. Bir gün oturma odasında, Orhan dizlerinin üs­
tünde okul çantası, sobanın yakınında oturmuş, öğretmeninin verdi­
ği yazı ödevini hazırlıyor, annesi konuklarıyla konuşuyordu. Sanki
ölüden, hastadan söz ediyor gibi sıkıntılıydı konuşmaları. Annesinin
" B ağları işletemedik" dediği çalındı kulağına. Konuk iki kadından
biri dikiş makineleri karşılığı borç aldıklarını söyledi. Orhan 'a da
geçti onların sıkıntıları. Başına bir şeyler gelecekmiş gibi bir daralma
duymaya başladı yüreğinde. Derken korktuğu başına geldi. Öbür ko­
nuklan annesine: " Kardeş, dedi, evde güvercin beslemek uğursuz­
dur. Hiç durmadan güvercinleri azat edin ... "

Orhan'ın kalemi durdu. Ta boğazına bir şey gelip düğümlendi.


Ne diyecek diye beklediği annesi sözü değiştirdi. Kadına, Orhan'ın
üzüleceğini, bu konuyu kapatmasını el yüz işaretleriyle anlatmaya
çalıştı.
O günden sonra güvercinlerinden ayrılmak korkusu yer etti Or­
han 'ın içinde. Aklının erdiği kadarıyla, güvercinlerinin eve yük ol­
mamasına çalışıyor, annesi ile babasının ağzından çıkacak güvercin­
lerle ilgili her sözü yüreği çarparak dinliyordu.
Şeker, kurban bayramları geçti. Her iki bayramda da yeni bir şey
yapamadıkları çocuklarını güvercinlerinden olsun ayırmak isteme­
yen annesi ile babası, güvercinlerini azat etmesi için ona tek söz söy­
lemediler. Ama ah bu gelen gidenler! Onlara ne oluyordu? Ne acı­
masız şeylerdi bunlar? Güvercin beslemenin uğursuzluğu her gelen
komşu kadının ağzındaydı. Eski bir yük arabası içinde, kursakları bir
avuç mısır tanesi, sofranın artıklarıyla doyan, bu tertemiz, gürültüsüz
kuşların ne zararını görmüştü bu kadınlar?
Bu üzüntülerle okula gitmek için evden çıktığı bir sabah, yolda
elişi ödevini çantasına koymayı unuttuğunu hatırladı. Bir koşu geri
döndü. Sokak kapısı açıktı. İçeri girdi. Koridoru geçti. Oturma odası
kapısı önünde tam " anne " diye seslenecekken, kapının hemen ar­
dında, annesi ile babasının ayakta konuştuklarını duyunca durdu.
Cam kapının perdesi arkasından annesinin kolundan bileziklerini çı­
karıp babasına uzattığını gördü. Babası üzgündü:
- Başımı vurmadığım yer kalmadı. Yok, yok, ' yok ...
Annesi avutmaya çalışıyordu onu:
- Sen aldın, yine sen yerine koyarsın. Zaten bunca yıl, gün gelir
bir sıkıntımıza yarar diye, taşıdım kolumda ...
Orhan, gürültüsüz kapının önünden döndü. Okulda elişi ödevini
Güvercinler 75

getirmeyi unuttuğunu söyledi öğretmenine. Öğleye kadar üç saat öğ­


retmenini tek kelime dinlemeden güvercinlerini ne yapacağını dü­
şündü. Sami'ye, hapishaneden getirdiği çifti geri verecekti. Babalan
çoktandır güvercinlerle oynamamalarını söylüyordu Osman'la Se­
lim'e.
Öğleyin Sami ile birlikte çıktılar okuldan. Tavlanın önünden ge­
çerken Yaşar Efendi'yi gördü.
- Yaşar Amca, dedi, bizim güvercinleri sana getirsem olur mu?
Evde hep kapalı duruyorlar. Hiç salamıyoruz ...
Yaşar Efendi, onun bir tuhaf çıkan sesinden, alt dudağının titre­
mesinden üzüntüsünü anladı.
- Getir, dedi. Yabancı mıyız? Burada yine senin sayılır...
Eve girince, Sami ile doğru bahçeye çıktılar. Sami'ye güvercinle­
rini verdi. Öbürlerini evdekilere hiçbir şey söylemeden götürüp Ya­
şar Efendiye bıraktı.
Dönüşte, yemeğin sonuna kadar sofrada kendini tuttu. Yemek­
ten kalkınca üst kata çıktı. Göz yaşlarını kimseye göstermeden, için­
de taş gibi sertliğini duyduğu bir şey eriyip hafifleyinceye kadar ağla­
dı.

KURT

Gün doğmak üzereydi. Karanlık hafifledikçe palamut ağaçlan,


çalılar, kıyı, birbiri üzerine yığılmış koyu gölgeler yığını olmaktan çı­
kıyor, günün ışığında, kendi renklerini, uzaklıklarını kazanıyordu.
Yerine atandığım arkadaşımı uğurladığım yaylı, tırısla yola çıktı.
Palamut ağaçlarının dallarında uyuklayan iri kuşlar, atların zillerin­
den ürkerek havalandılar. Yaylı, ağaçlar arasında ilerleyen yolda
uzaklaşıp kayboluncaya kadar olduğum yerde kaldım. O, bir iki kez
yaylının gerisinden el salladı. Bana bıraktığı köpeği Kurt, her el sal­
layışında arkasından atılmak istedi. Bırakmadığımı görünce yatıştı.
Kurtla beraber odaya döndük. Masanın üstünde hala yanan gaz
lambasını üfleyerek söndürdüm. Odanın eşyası alacakaranlıkta ya­
bansı bir görünüşe büründü. Bu oda eskiden onundu. Tahtadan bir
karyola, duvarlarda solmuş, Yedigün kapaklan, mayolu kadın resim­
leri, bir şarap bir de su testisi, masası, sandalyesi bir de pencere için­
de duran bir deste yıpranmış elliikilik iskambil kağıdı ... Eşyasına ba­
karak onun için ne düşünebilirseniz ben de onu düşündüm: Elliikilik
76 Necati Cumalı

iskambillerle fal açar, yahut birini bulabilirse pastıra oynardı. Öğle


akşam ikişer bardak şarap içer, bu duvarlardaki resimlerle içindeki
kadın özlemini dindirirdi.
Odaya girince, Kurt yatağı alınmış karyolaya doğru atıldı. Dön­
dü, masayı, odanın dört bir yanını koklayarak dolaştı. Kapının solun­
daki boş elbise askısına baktı. Kapının önünde durdu. Çıkmak istedi.
Kapıyı kapatmıştım. Yüzüme baktı. Ön ayağı ile kapıyı açmaya çalış­
tı. Çekil, diye işaret ettim. Umut kalmadığını anlayınca, gitti, başını
ön ayaklarının arasına alarak boş karyolanın üzerine uzandı.
Çalıştığım ortaklığın küçük bir işletmesiydi burası. Palamut ağaç­
larıyla deniz arasında bomboş uzanan kıyıda sıralanmış, üç dört ba­
raka. Tek katlı ortaklık yapısı. Önüne çardak eklenmiş küçük kahve.
Ortaklığın önünde motorların yanaştığı küçük iskele. Yerlilerin öte­
ye beriye dağılmış damları . . .
O da, ben d e ortaklığın adamlarıydık. O iki yıl b u odada yatmış
kalkmıştı. Şimdi ben iki yıl bu odada kalacaktım. Dün gece benim
geldiğim yaylıyla o bu sabah dönüyordu.
Dün geceyi bu odada onunla beraber geçirdik. Beraber yemek
yedik, şarap içtik . . . Gece yarısına kadar konuştuk. Onun benden öğ­
renmek istediği şeylerle benim ona sorduklarım birbirini hiç tutmu­
yordu. O iki yıl benim geleceğim günü beklemiş, atandığımı duyunca
sevinmişti. DÜll gece karşılıklı konuştukça bu sevinci söndü. Alıştığı
şeylerden ayrılacağı için adeta hüzünlendi. Arkadaşsızlıktan, kimse­
sizliktendi bütün sıkıntısı. Durmadan bardağıma şarap doldurdu.
Ben içmek istemedikçe :
- İç, dedi, iç! Nasıl olsa alışacaksın! İlk günlerimde ben de içmez­
dim.
Odaya bir iki kişi geldi. Bizimle beraber içtiler. Biraz oturduktan
sora onunla vedalaşarak ayrıldılar.
İki yıl kaldığı bu yerde onu yaylıya kadar uğurlayan yalnız ben
oldum, bir de Kurt ...
Uzun uzun Kurt'tan söz etti. Hikayelerini, iyiliklerini sayıp dök­
tü. Kurt ona iki yıl önce yerine atandığı arkadaşından kalmıştı. O da
Kurt'u bana bırakıyor, beraberinde götüremeyeceği için üzülüyordu.
Gaz lambasını söndürdükten sonra, pencereye yaklaştım. Deniz,
lacivert, yeşil, soluk mavi, pembe. türlü renklerle ağarıyor, iskeleye
bağlı küçük bir kayık, dalgaların hafif çırpıntısına uyarak sallanıyor­
du. Uzun uzun pencerenin önünde kaldım. İki yılım burada geçecek
diye düşündüm. Alıştığım kentlerden, insanlardan uzakta, bu ıssız
kıyıda, bu kocaman denizin karşısında iki uzun yıl canım sıkıldıkça
Kurt 77

küçük kahveden başka gidecek yerim olmayacak. Fal açacağım, ya


da birini bulabilirsem pastıra oynayacağım. Şaraba alışacağım.
Kıyıdan geçen ilk adamı görünce pencereden ayrıldım. Karyola­
nın kıyısına oturdum. Kurt hala kımıldamadan yatıyordu.
- Kurt, dedim, kalk bakalım!
Hareketsiz, gözlerini yüzüme kaldırdı. Ağlıyordu. Göz kapakları­
nı yeniden indirdi. Çenesini avucuma aldım, başını okşadım:
- Birbirimize alışmamız gerek, Kurt, dedim. Hadi bakalım böyle
durma ... Ne yaparsın? Bu odayı, bu kıyıyı benim de sevmem gerek.
Yoksa iki yıl başka türlü geçmez...
O gün üzerlerindeki resimleri sökerek sararmış, islenmiş duvarla­
rı badanalattım. Akşama doğru kitaplarım, iki parça eşyamla biraz
yerleştim. Cumartesi gelince, kasabaya indim. O zamana kadar duy­
madığım bir hevesle pencerelere yeni perdeler, kendim için gerekli
saydığım ufak tefek bazı şeyler satın aldım.
Bir iki ay odamın temizliği, eksiklerimin tamamlanması ile oya­
landım. Ucuza alınmış, önemsiz eşyalarıma bir yakın sevgisi, bir tür­
lü dostluk duydum. Zamanla bu da geçti. Günümün dolmasından,
posta günlerinden başka bir şey beklemez oldum ... Odamın badanası
kirlendi. Perdelerim sarardılar. .. Aldığım ufak tefek eşya ya kırıldı,
ya da dağıldı. Gideceğim gün gelinceye kadar hep kendimi aldata­
rak, hiçbir şeye yeniden el sürmeye cesaret edemedim.
İki yıl Kurt o kıyıda bana can yoldaşlığı etti. Nereye gitsem ya­
nımdan ayrılmadı. Beraber iki yaz iki kış geçirdik. Gündüzleri be­
nimle kahveye geldi. Köylere gittiğim zaman atımın yanında koştu.
Kıyıda, koruda benimle gezdi. İşçileri dolaştığım barakalara benimle
beraber girdi çıktı. Yaz günleri kumsalda güneşlenirdim. Denize gi­
rince arkamdan atılır, çabalayarak yüzer, bana yetişmeye çalışırdı.
Geceleri güneş batıp da herkes yorgun damına çekilince ikimiz
yalnız kalırdık. Dışarda yalnız ağaçların, denizin uğultusu işitilirken,
çoğu cızırdayarak yanan lambamın ışığında kitap okur, ayaklarımın
dibine uzanan Kurt' un düzgün soluk alışlarını duyardım. Uykum ge­
lip de yatağıma girinceye kadar bekler, sonra da ayak ucumda, ya da
beğendiği başka bir yerde, çöreklenir, o da uyurdu.
Hafta başlarında atla kasabaya inerken çoğu işletmede bıraktı­
ğım Kurt' u döneceğim saate kadar adamakıllı özlerdim. Dönüşte iş­
letmeye üç dört kilometre kala, korunun başladığı yerde Kurt beni
ayaklarıma atılarak karşılardı. Birden atımı dörtnala sürer Kurt'a
seslenirdim :
- Haydi bakalım Kurt, kim geçecek! Yarışa var mısın?
78 Necati Cumalı

Dili bir karış dışarda atımın sağında solunda sevinçle koşar, işlet­
menin önünde yere inince arka ayakları üzerinde doğrularak, üze­
rinme atılır, benimle güreşmeye başlardı.
Sonunda bir akşam yerime atanan arkadaşım geldi. O geceyi be­
raber geçirdik. Şarap içtik, geç saatlere kadar konuştuk. Kurt'u bera­
ber götüremeyeceğim için üzgündüm. O da ayrılacağımızı anlamış,
toparlanmış eşyalarıma bakarak, odanın içinde üzgün üzgün dolaştı.
Verdiğim yemeği yemedi. Ertesi sabah yaylıya binerken beni arka­
daşımla beraber uğurladılar. Arkadaşımla kucaklaştım:
- Kurt sana emanet, dedim, iyi bak.
Sonra eğildim Kurt 'u öptüm, son kez okşadım.
- Ağlamaca yok, Kurt, dedim. Allahaısmarladık! ..
Yaylıya bindim. Uzaklaşırken bir iki kez ikisine de el salladım.
Kurt her el sallayışımda arkamdan atılmak istedi. Arkadaşım bırak­
madı.
Yaşar Kemal (1922)

SİNEK

Hasan, ellerini bileklerine kadar, serin buğday yığınının içine


soktu. Bir zaman öyle tuttu. Sonra da çıkardı.
Sıcak, boğucu bir Haziran gecesiydi. Yıldızlar iri iri... İkide bir,
arka arkaya, karanlığı bir kılıç gibi keserek, yıldızlar akıyordu.
Hasan, harman yerinin serin toprağına ağzı aşağı yatmış, çıplak
göğsünü de iyicene toprağa dayamış, soluyan karısının başına gelip
durdu. Kadın, körük gibi habire soluyordu.
Elli adım ötelerinde, ta karşıki tepenin dibine kadar, kapkara,
karanlık bir pirinç tarlası uzanıyor, tarladan fışkırırcasına, yapış ya­
pış, ağır bir bataklık kokusu geliyordu.
Acı, çürümüş ot kokusu ... Sıcak ...
Yere uzanmış kadın, harman yerinin toprağında dönüyor. Az ön-
ce, harmanın öte ucunda iken, şimdi bu köşede.
Ağzını açmış, kesik kesik, güçlükle soluk alıyor.
Hasan, gelip karısının başucuna oturdu.
Sivrisinekler, kara bir bulut misali başlarında dönüyor. Kadın çır­
pına çırpına yorulmuş, elleri kalkmaz olmuş ... Bütün bedeni şiş için­
de. Sivrisinek elbise falan dinlemiyor.
Hasanın elleri, boyuna havada, göğsünde, bacaklarında.
Kadın :
" Hasan " dedi, " Hasan ... Elim kolum tutmaz oldu sinek kovmak-
tan ... Bedenim tüm parça parça. "
Toprakta geniş geniş döndü .. gerindi.
Sonra : " Uy, uy" dedi. " Öldüm gayri. "
Yırtarcasına bacaklarını, kalçasını göğsünü kaşımağa başladı.
" Soyka kalsın böyle dirlik. Bu ne? Gel, eve gidek. "
Hasan :
" Gidek ya, ev daha iyi mi sanki? Sinek orada daha çok. "
Kadın :
" Öldüm. Bu ne? " dedi.
Hasan göğsünü kadının omuzuna dayayarak :
" Buğdayı çalarlar... Tüm kaldırırlar. "
Kadın :
" Nedek ya? " dedi.

79
80 Yaşar Kemal

Hasan
" Netmeli? "
Hasan, bu sırada, tam alnının ortasına " şırrak " diye bir tokat
kondurdu.
" Of" dedi. " İğne gibi sokuyordu. Bir de içmiş ki kanı. Elim kızıl
kanda kaldı. "
Elini şalvarına iyice sildi.
" Hasan " dedi kadın, " ne dersin? Şu samanı yarıp içine gömül-
sek. "
Hasan :
" Sıcaktan çatlarık, " dedi.
Kadın :
" Böyle de sinek parçalayacak. "
Hasan :
" Netmeli, "
Kadın kızdı. Açtı ağzını yumdu gözünü:
" Bu sineği icat eden kör olsun. Sürüm sürüm sürünsün inşallah. "
Hasan :
" Çektiğimiz ellerinden ... "
Kadın :
" Bir çare, Hasan? Ben sabaha dek dayanamam. Yüzüm gözüm
şişti. "
Elleri hiç durmuyor, bütün bedenini durmadan tokatlıyor.
" Şu tarlayı kurutmalı. Ne kadar pirinç tarlası varsa kurutmalı. "
Çabuk çabuk saman yığınını açıp içine gömüldü. Girer girmez sa-
manın serinliği dört bir yanını sarıverdi. Ürperdi.
Hasanı çağırdı :
" Gel ulan gel! Bir serin ki ... Gel de gir içine. "
Hasan yaklaştı :
" Yakar, " dedi.
" Ya sinek? "
" Şimdi görürsün ... çık oradan . . . "
Kadın, boğazına kadar samanın içinde ... Elleri başının etrafında ...
" Başıma da sineği yaklaştırmam . "
" Şimdi görürsün ..
"

Derken kadından bir ter boşanmaya, etlerine yapışmış saman


çöpleri batmaya, yakmaya başladı.
" Bir serin ki samanın içi. "
Hasan :
" Şimdi görürsün ...
"
Sinek 81

Kadın dikleşti :
" Teh, " dedi, " bu köyde de erkek var sanki ... Hepiniz de erkek
deyi geçinirsiniz. Bir Maraşh geldi koca ovayı göl etti . "
Hasan :
" Etti " dedi. " Parası var. "
Samanın içi yanıyordu. Kadın boğulacak gibi oldu. Kendini kal­
dırıp dışarı atacak, dişlerini sıkıyor. Hasan, önünde, gidip geliyor,
çırpınıyor.
" Gel Hasan, buz gibi samanın içi . . . Gel gir. Sinek parçalayacak
seni. "
" Böyle iyi . "
" Gel diyorum sana. "
" Böyle daha iyi . "
" Gel! .. Bir koca köyün erkeği ... Köyde çocuk kalmadı sıtma tut­
madık. Sıtmadan millet dökülü dökülüverdi. Tüh! Sizin erkekliğiniz
batsın. Gel de gir içeri. "
Hasan düşündü. Birden samanları açıp içeri girdi. Önce bir serin­
lik . . . sonra ...
Kadın yan baygın gelmiş, ağzını açmış, zorla soluk alıyor.
" Sizin erkekliğiniz batsın. Siz erkek olsaydınız, o buraya pirinç
ekebilir miydi?"
Hasan :
" Ekerdi " dedi. " Arkasında dayısı var. "
" Hükümete bile gitmediniz. Çoluk çocuğumuz ısıtmadan kırılı­
yor demediniz. Cibinlik versin demediniz. Sizin gibi erkek olmaz ol­
sun. Şimdi bir cibinliğimiz olsaydı. "
Hasan, birden samandan fırladı.
" Öldüm " dedi. " Yandım. Sen nasıl dayanıyorsun? "
Kadında ses yok ...
" Samanın içi cehennem. Varsın sinek parçalasın. "
Kadın son haldeydi. Ekşi, acı ter, batak, taze saman kokusu bir­
birine karışmış. Tenine yapışan, batan, sineklerin kabarttığı yerleri
köz gibi yakan saman çöpleri.
" Bu köyün erkekleri batsın. Gel beni buradan çıkar öyle duraca-
ğına. "
Samandan çıkar çıkmaz toprağa seriliverdi.
" Toprak bir serin ki. "
Ama az sonra sivrisinekler başında ötmeye, yakmaya başladılar.
" Uuy, aman, köpek gibi dalıyorlar. Köpek gibi . . . Kuduz köpek
gibi her biri . "
82 Yaşar Kemal

Bir uçtan bir uca, harman yerinin toprağında, yuvarlanıyordu.


" Sizin erkekliğiniz batsın. Hükümete gideydiniz, hiç olmazsa bi­
rer cibinlik alırdınız Maraşlıdan. Bir karış boylu Maraşlıdan hep
korktunuz. "
Hasan :
" Biz korkmadık. Muhtar para yedi. "
" Korktunuz. "
" Maraşlının sözü geçgil.. Hükümette adamı var. "
Hasan, çıplak bacaklannı boyuna toprağa sürüp kaşınıyordu.
Kadın toparlanıp, harmanın içinde koşmaya başladı. Hem koşu-
yor, hem de " Nereye gitsem geliyor sinek .. Nereye gitsem, nereye
gitsem ... " diye bağırıyordu.
Yorulup toprağa oturdu. Elleri yanlarına düştü :
" Varsın parçalasın " dedi.
Bir zaman ne sinek kovdu, ne de kımıldadı.
" Elifi kaçıranı o kurtardı hükümetten. Kapıyı bacayı kırmış, Deli
Şükrü. Atmış terkisine Elifi .. Ver elini Sıyrıngaç yaylası.. Maraşlı
kurtardı onu ...
"

Hasan :
" Deli Şükrü işine yarar da. "
" Hiçbiriniz hükümete gitmediniz. Zorla tarlalannızı.. çoluk ço­
cuk sıtma... "
Yatmış kadının kalçaları karanlıkta, kapkara, koyu, yusyuvarlak-
tı.
Hasan, daha, çıplak şişmiş bacaklarını toprağa sürtüyordu. Sürt­
meyi hızlandırdı. Gözü yuvarlak kalçada .. Sıcak toprağı bir zaman
kucakladı. Sonra usulcana kadına yaklaşıp elini kalçasında gezdirdi.
Kadın huylandı. Öte köşeye doğru yuvarlandı.
Hasan : " Kız... " dedi.
Kadın : " Sen deli mi oldun herif" dedi.
Hasan, sürüne sürüne yanaştı. Toprak elindeydi ve sıcaktı. İçin­
den bir fırtına geçti ..
Kadın " Sen deli misin? " dedi. Yuvarlandı. " Be n " dedi, " uyku-
suzluktan ölüyorum. "
Hasan aldırmadı. Ona doğru süründü.
" Parçaladı sinekler. "
Elleri kalçadaydı. Boyuna okşuyordu.
Kadın : " Uuuy " dedi.
Hasan yakaladı.
Kadın kaçmaya çalışmadı.
Sinek 83

" Deli Şükrü alınca Elifi yaylaya götürmüş... Serin. "


Ter içindeydiler.
Harman yerinde, tepelerinde, bir sivrisinek bulutu uğultuyla dö­
nüyordu. Hava ağır yapış yapış .. Gece koyu karanlık. Pirinç tarlasın­
dan kurbağaların gürültülü sesleri geliyor.
Neden sonra, Hasan kadının elinden tutup kaldırdı. Yattıkları
toprak terden ıpıslak, çamur olmuştu.
Hasan: " Ben yarın giderim hükümete" dedi. " Veririm bir istida.
Bu pirinç tarlalarının tümünü kuruturlar. "
Oktay Akbal (1923)

KEÇİ

Hem de ne kadar çirkin bir keçiydi ! Başımıza açtığı bunca dertle­


re göre, bari biraz sevimli olsa! .. Üstelik bir de armağan olarak getir­
mişlerdi onu bana. Eve geldiği zaman küçücük bir şeydi, acı acı meli­
yor, boyuna koşuşup duruyor, bir şeyler arıyordu. İlk defa bir keçi
yavrusuna sahip olduğum için çocukluk heyecanıyla onu nasıl sev­
miştim! Büyük bahçenin bir köşesinde ürkek, çekingen, önüne ko­
nan otları yiyor, boyuna sıçrayıp duruyordu olduğu yerde. Rengi süt
gibi beyazdı, sesi de kendisi gibi çirkin mi çirkin! Ama ben o zaman
bunları göremezdim, o benim için her şeydi . . . Bir keçim vardı ya,
meleyen, sıçrayan, ot yiyen bir keçim ... Okuldan döner dönmez he­
men yanına koşar, onu seyrederek saatler geçirirdim. Nedense evde
yavruyu kimse sevmemişti. Babam bile bütün iyi niyetine rağmen,
keçiyi getiren arkadaşı için " Ondan, bundan daha üstün bir şey
beklenemezdi ya ! " demişti. Annem ev işlerine öylesine kendini kap­
tırmıştı ki! Ağabeyleriminse bin bir serüvenleri vardı. Kiminin sınav­
ları yaklaşıyordu, kiminin başka işleri ...
Yavru, gözle görülecek bir hızla büyüyordu. Büyüdükçe de çir­
kinliği artıyor, hırçınlaşıyor, yerinde durmuyor, önüne konulanları
beğenmiyor, iple sıkı sıkı bağlamak gerekiyordu. Bahçede meyve
ağaçları, çiçek tarhları, fasulye sırıkları falan vardı, her pazar günü
öğleye kadar çapaladığı, suladığı bahçesinin en ufak bir köşesine bi­
raz zarar gelirse babam kıyametleri koparırdı. Ama bizim keçi de ye­
rinde durur şey değil ki! . . Ne ip dayanıyordu, ne başka şey ... Gözü­
nün kestirdiği ağaçlara tırmanmaya kalkıyor, o güzelim şebboyları,
krizantemleri, karanfilleri altüst ediyor, fasulyeleri, domatesleri yi­
yordu afiyetle! Sıkı sıkı sağlam iplerle bağlıyorduk, ama ertesi gün
bir de bakıyorduk, ipi sürükleyerek girmiş domateslerin içine ...
Kocaman bir şey olmuştu artık. Boynuzlan bile çıktı. Yanma ge­
lene bir tos vurup kaçıyordu. Ama benimle arası iyiydi. Dizlerimde
yatar uyurdu kedi gibi . . . Ne çok severdim onu, alıp birine verecekler,
satacaklar diye ödüm kopardı. Ağabeylerim bazen onu keseceklerini
söylerlerdi, geceleri uykum kaçardı. .. Fakat her gün bahçede ağaçla­
ra, çiçeklere verdiği zarar yüzünden keçimin durumu bana karanlık
görünmeye başlamıştı. .. Sonunda bir akşamüstü babamın sevgili dut

84
Keçi 85

ağacına tırmanmaya, yapraklarını kemirmeye kalkışınca artık kesin


karar verildi: Keçi akşama kadar odunlukta kapalı duracak, akşa­
müstleri de benim tarafımdan cami avlusunda ve sur dibindeki çi­
menlikte gezdirilip, otlatılacaktı .. Bu bende hem sevinç, hem de kor­
ku uyandırdı. .. Cami avlusu, sur dibi, hele akşamüstleri hayli kor­
kunç yerler haline girerdi ... Mahallenin haşarı çocukları, serseriler,
işsiz güçsüzler, ne aradığı bilinmeyen avare adamlar dolaşır durur­
lardı.
Daha ilk akşam başıma gelmedik kalmadı. Keçimi çeke çeke ca­
mi avlusuna geldiğim zaman, orada çift kale oynayan çocuklar yavaş
yavaş çevremde toplanmaya başlamışlardı. Nereden çıktığı belli ol­
mayan bir adam öteden tuhaf bir şekilde bana bakıyor, çocuklar da
oyunu bırakıp aralarında fısıldaşıyor, sanki bana karşı bir plan hazır­
lıyorlardı. Bizim keçi yavrusuysa otların, ağaçların arasında dolaş­
mak için elimdeki ipi boyuna zorluyordu. Ama ben kötü niyetli ha­
vayı sezmiş, ipe sıkı sıkı yapışmıştım. Fakat uzaktan beliren bir ma­
halle arkadaşımın eliyle " Hemen kaç, " işaretini verdiğini görünce,
inatçı keçiyi çeke çeke bizim sokağa doğru önce yavaş adımlarla,
sonra hızlı bir koşuşla ilerlemeye koyuldum. Bu davranışım onları
şaşırtmıştı. Neden sonra bir ikisi ardımdan atılmak istedi, birkaç kü­
für savurdular, bir de irice taş ... Ben soluk soluğa kendimi sokağımı­
za atmıştım ... Sanki ardımdan atlı haydutlar geliyordu. Kovboy film­
lerindeki gibi her an bir kurşunla beni yere serebilir, elimden sevgili­
mi alabilirlerdi. Bahçe kapısından içeri nasıl daldım bilmiyorum. Ke­
çi elimden ipini kurtarmış, dosdoğru domateslerin içine dalmıştı.
Ağabeylerim kahkahayı basmışlardı. Annem bir daha tek başıma
beni yangın yerine göndermeyeceğini söylüyordu... Zaten kim gider.
Ama ertesi akşamüstü güneş minarenin gölgesini avluya bütün
uzunluğunca düşürdüğü sırada, benim elimde keçinin ipi, ağabeyi­
min elinde bir ders kitabı küçük kapıdan içeri giriyorduk. Bu kez
kimseden korkum yoktu, mağrur ve pervasızdım. Hatta çimenliğe
varınca keçiyi salıverdim. Gene o çocuklar top oynuyor, arada bir
bize bakıyorlardı. Ama bir şey yapsınlar bakalım, hadleri miydi! Ya­
nımda uzun boylu ağabeyim; başına bir de keçi çobanlığı çıkmasın­
dan ötürü kızgın kızgın bir şeyler söylenip duruyordu. Beraber bir
ağaç altına çöktük. Bir sigara yakmış, çevresini seyrediyordu, galiba
biraz da akşamüstleri evden kaçabilmenin yolunu bulduğu için
memnundu. Rahat rahat, babam görmeden sigara içebilir, karşı evin
tahtaboşunda çamaşır asan kadınları seyredebilirdi. Ben ağabeyimin
yanında ıslık çalıyor, dolaşıyor, hatta top oynayan çocukların yanı-
86 Oktay Akbal

na kadar gidip, bana doğru gelen topa bir şut çekerek onu daha
uzaklara atıyordum. Keçi ise ağaçların altında koşuşup duruyor, ço­
cuklar onu seviyor, okşuyorlardı. .. Yangın yerinde öteye beriye otur­
muş, uzanmış işsiz güçsüzler bir keçiye, bir de uzun boylu ağabeyi­
min efe haliyle sigara tüttürüşüne bakıyorlardı. Hani ağabeyim uzak­
tan ne yamandı! Karşısına çıkana, biraz kafa tutana dersini verecek
bir kabadayı sanki ... Oysa keçinin serbest serbest koşuştuğu şu anlar­
da onun içindeki korkuyu kim bilebilirdi ... O zaman ben de bilmi­
yordum, ama sonraları anladım ki, o sıralarda biri keçiyi alıp götürse
sesini çıkaracak değilmiş!.. Herhalde sigara tüttürmesi, etrafa tükür­
mesi, cakalı yürüyüşü kendine yüreklilik vermek içinmiş ... Hem za­
ten biz daha hava kararmadan cami avlusunu terk ederdik. Karanlık­
tan korkardık ikimiz de ... Keçiyi yakalar, avluyu kaplayan caminin
gölgesi boyunca evin yolunu tutardık. Sokak dönemecinde, cami av­
lusunun uzun karanlık kapısı önünde hani biri sert sert öksürse, iki­
miz de keçiyi bıraktığımız gibi en yakın sığınak olan bozacının dük­
kanında soluğu alırdık ya ! . . Neyse ki, ağabeyimin uzun bir boyu ve
dudaklarında sigarası vardı.
Gün geçtikçe keçi irileştikçe irileşti. Zor zapt edilir olduğun­
dan sokak ortasında kaçıvermesin diye ipin ucunu artık ağabeyim tu­
tuyordu. O ortaokuldan döner dönmez, uzun bir kahvaltıdan sonra
ikimiz görevimiz başına geçerdik. O da alışmıştı. Biraz da hoşlanı'­
yordu bu işten ... Ben söylemeden, annem hatırlatmadan keçiyi odun­
luktan çıkarır, yola koyulurduk ... O geniş çayırda, ağaçların altında
çocuklar oynar, pencerelerden kadınlar bakar, ben kim bilir nelere
dalıp giderken, bizim ağabey elindeki geometri kitabı üzerinde bir
şeyler karalardı. Sonra parmaklarıyla bir şeyler hesaplar, gene yazar­
dı. İşte, her akşamüstü keçimiz çayır boyunca koşup oynarken biz
de kendi evrenimizde kaybolur giderdik. Bizden başka da koyunları­
nı, kuzularını otlatanlar vardı. Onlar bir yanda, bizler bir yanda ...
Bazen o hayvanların sahipleriyle konuştuğumuz olurdu. Ben kısa za­
manda hepsiyle ahbaplık kurmuştum. Hele günün birinde cami avlu­
suna bir küçük kuzuyla iki kız çıkageldikten sonra, gözüm o kuzu­
dan ve sahiplerinden başkasını görmez olmuştu. Kuzu, uzun saçlı
genç kızla küçük kardeşi, ağabeyimle beni bütün vakit geçirtme ko­
nularından uzaklaştırıvermişlerdi birdenbire. Küçük kızı tanıyor­
dum, mahalledeki ilkokula gidiyordu, ara sıra görürdüm... Ama bi­
zim evin yakınlarında oturmuyorlardı herhalde ... Daha gerilerdeydi­
ler . . . Arka sokaklarda . . . Her akşamüstü kuzularıyla çayırın en tenha
köşesi olan bizim bulunduğumuz yere gelirlerdi. Bir ağaç dibine otu-
Keçi 87

rur, kuzuyu serbest bırakırlardı. Ağabeyimin birkaç gün içinde hali,


kılığı kıyafeti, tavırları değişivermişti. Saçlarını muntazam tarayıp
briyantin sürmeye, kravatını itinayla bağlamaya başladı. Biz her ak­
şamüstü evden çıkarken sanki keçi otlatmaya değil de baloya gidi­
yorduk! . . Ayakkabısı boyalı, eli yüzü temiz ... Ben o yaşların saflığı
içinde ağabeyimdeki bu değişikliğe bir anlam veremiyor, yalnız o
kuzu sahibi genç kumral kızla kardeşinin belirmesiyle yaşantımızda
hoş bir değişiklik olduğunu seziyordum.
Önce keçiyle kuzu dost oldu, sonra küçük kızla ben. Onlar bir
yanda beraberce otlar, biz de bir ağaç altında üç taş oynardık. Ağa­
beyimle kumral kız, ağaç diplerinden birbirlerine bakışır dururlardı.
Kumral kızın saçları kah örtülü olurdu, kah dağınık ... Hep düz renk­
te basma bir entari giyerdi. Küçük kızla üç taş, seksek, top oynamak
en büyük eğlencemdi. Ağabeyimin de karşıdan kıza bakıp içini çek­
mek, bir kağıda bir şeyler yazmak ... İki üç gün içinde küçük kızla
kırk yıllık ahbaplara döndük. Surların dibine kadar koşuşuyor, yal­
nız üstüne çıkmaktan korkuyorduk. Bizim birader günler geçtiği hal­
de, hala iç çekip, eliyle saçını taramaktan, kıza uzaktan bakıp ah et­
mekten başka bir şey beceremiyordu. Sigara üstüne sigara içiyor, ak­
şam karanlığında keçimiz önümüzde eve dönerken, öte kapıdan çık­
makta olan kumral kızla kuzunun alaca karanlıkta kaybolan gölgele­
rine bakıp kalıyordu ... Sonra beni sorguya çekiyordu Neler konuş­
muştum o küçük kızla, nerede oturuyorlardı, o kızın adı neydi? Söy­
lediklerim onu tatmin etmiyordu. Sokağımıza varınca günlerdir sü­
ren tereddüdüne kızıyormuşçasına ani bir kararla durup, sanki geri­
sin geriye koşmak, o uzun saçlı kızı saçlarından tutup çevirmek isti­
yormuş gibi bir hal alıyordu. Köşe fenerinin ışığı altında geçip dönen
insanların, akşam satıcılarının, evlerinin kapılarına vuran gölgeleri­
ni görünce kim bilir ne düşünüp ürkerek beni kolumdan çeker yü­
rürdü.
Bilmem kaç gün böyle geçti. İyiden iyiye sıcaklar basmıştı. Farkı­
na varmadan, keçi otlatmalarımızın alışkanlığı içinde çocukluğumun
en güzel anlarını yaşıyordum. Fakat bir gün bilmem ne oldu, fazla
mı koşup terlemiştim, üşütmüş müydüm, yapışkan bir nezleyle bir­
kaç gün evden çıkamadım. Ateşim de vardı. Annem babam bir hayli
korkmuşlardı. Birkaç gün sonra bir şeyim kalmadı. Ama tam iyileş­
meden yataktan çıkmama izin vermiyorlardı, ben de yatağımda gü­
neş yavaş yavaş odanın eşyaları üzerinden atlayarak pencereden ka­
yıp gitmeye hazırlanırken, o anlarda cami avlusunda veya ardındaki
yangın yerinde keçi otlatmakta olan ağabeyimi düşünürdüm. Kim
88 Oktay Akbal

bilir yalnız başına nasıl sıkılırdı! O küçük kız belki onunla konuşur,
benden haber sorardı. Ablası birkaç adım ötede elinde şiş örgüsü,
uzun kumral saçlarıyla dururdu. Ağabeyim her an onun yanına yak­
laşmak, bir şeyler söylemek, kaç akşamdır içinde biriktirdiği duygu­
ları birden boşaltıvermek ister, ama yerinden kıpırdayamazdı. Yine
sigara, sigara ... Kim bilir dönüşte asi keçiyi nasıl çekiştirir, hıncını
ondan nasıl çıkarırdı.
Yeniden keçiyi önüme katıp, ağabeyimin elini tutarak çayıra çık­
tığımızda ne kadar sevinçliydim ! Ağabeyim ceketsizdi, hava da öyle­
sine sıcaktı ki ! . . Bir şey söylemiyordu bana. Hasta yattığım günlerde
de, yatağımın yanına geldiği zamanlarda da hiçbir şey söylememişti,
ben de ortak serüvenimiz konusunda hiçbir şey sormamıştım ... O
gün ağabeyim eski günlerdeki gibi değildi. Islık çalıyordu, bir Viyana
valsi ... Elindeki zinciri keyifle havada döndürüyor, yüzü gülümsüyor­
du. Ben kaç gündür özlemini çektiğim cami avlusuna, sur dibine, o
koca çayıra, küçük kıza ve keçisine, yanına hiç yaklaşmadığım, hep
uzaktan bir resim gibi seyre daldığım kumral ablasına kavuşmak için
heyecanlanıyordum. Keçi de benim kadar telaşlıydı. Daha uzaktan
melemeye başlamıştı. Her zaman oturduğumuz ağaç altında genç
kız, kardeşi ve kuzuları görülüyordu. Keçiyi salıverdik, bizden önce
o yana koştu. Ben birden eski günlere, o küçük arkadaşıma kavuş­
muş olmanın sevinciyle ağabeyimi falan unutuvermiştim. Küçük kız­
la ve orada bulunan iki çocukla karşılıklı top oynamaya, koşuşmaya
başlayıverdik. Neden sonra kan ter içinde biraz dinlenmek için yere
çömeldiğimde ağabeyimi aradım ... Tuhaf... Görünürde yok! Acaba
nerede? diyerek yangın yerine açılan küçük kapıya doğru yürüdüm.
Küçük kız arkamdan koştu. Gülümseyerek: " Ağabeyini mi arıyor­
sun, orada, ablamla beraber, " dedi. Orada, o tenha surların üstünde,
gezilmesi, dolaşılması yasak ve tehlikeli olan o yerde otların, diken­
lerin arasında iki insan vardı. .. Yavaş yavaş o tarafa doğru yaklaş­
tık ... Kız boyuna gülüyor: " Öpüştüklerini de gördüm ablamla . . . Tıpkı
sinema gibi ... " Çok yaklaşmadım, ürkerek geri dönüp çift kale oyna­
yan çocukların yanına koştum. Kız da peşimden ... Hemen keçiyi ya­
kalayarak bir ağaç altına oturdum ... İçimde kımıldayan sorulara kar­
şılık bulmak istiyordum ... Ne zaman başlamıştı bu serüven? O mah­
cup, ne yapacağını bilmeyen ortaokul öğrencisi, korkaklıklarıyla tür­
lü alay ve şakaya sebep olan bizim birader bey demek kumral saçlı
kızla! . . Ama beni şaşırtan bu değildi. Onun surların üstünde kızla se­
vişmesi ! . . Bir sürü serserinin dolaştığı o yangın yerinde ... Bizans sur­
larının üstünde, bir sürü dikenler, yılanlar, akrepler, böcekler arasın-
Keçi 89

da ... Ya sinema gibi öpüşmeler! Kız anlaşılan onları birçok defa sey­
retmiş olmalı! .. Hani bir de ben görmeliydim bu manzarayı ...
O akşam dönerken her şeyi öğrendiğimi ağabeyime sezdirme­
dim. O mutluluk içinde tangolar söylüyordu. Eve varınca büyük taş­
kınlıkta bana sarılıp birkaç kez döndü. Ertesi akşam küçük kızla bir­
likte, yine ortadan kaybolan kumral kızla ağabeyimin arkasına düşe­
rek onları surun dibinde bir yerde başbaşa yakaladık. Bu defa öpüş­
müyorlardı, ağabeyimin suratı asık, kızın dediklerini dinliyor, boyu­
na sigarasını dertli dertli çekiştiriyordu. Çok önemli bir karar veri­
yorlardı sanki. Dönüşte keçinin ipi elinde düşünceli düşünceli, ama
kararını vermiş bir insan haliyle yürüyordu. Benimle konuşmuyor,
ıslık da çalmıyordu. Ne olduğunu anlayamamıştım. Ertesi akşam di­
yordum, her şey meydana çıkar. ..
Ertesi gün ! .. Onu hiç unutamıyorum. Hani unutulur şey de değil
ki! .. O gün öğleden sonra okul tatildi. Ağabeyimle sinemaya gitme­
miz için babam para vermişti bize. Benim sevincime rağmen ağabe­
yim tuhaf bir durgunluk, korkunç bir sessizlik içindeydi. Giyinmiş,
tam kapıdan çıkıyorduk, birden üst katta unuttuğum mendilim aklı­
ma geldi, hemen merdivenlere fırladım. Tam geri dönüyordum, so­
kak kapısı müthiş bir gürültüyle kapandı. Hemen pencereye atıldım,
ne görsem ... Bizim ağabey elinde koca bir çanta, sırtında bir bohça,
var hızıyla köşe başına doğru koşuyor. .. Kaş göz arasında o şeyleri
nerden bulmuş, nereye gidiyor, ne götürüyor, ne diye kaçıyor? .. Ben
de, evdekiler de bundan bir şey anlayamadık. Pek önem de verilme­
di zaten. Olanlar bana olmuş, ağabeyim sinema paralarıyla kaçmış­
tı ... Akşam olsun ben ona gösteririm, diyordum. Derken akşam ol­
du, gece oldu babam, büyük ağabeyim geldiler, yemek yendi ... Or­
tanca ağabey yok, yok ... Bir telaştır aldı evi. Gece vakti kapı çalındı,
firar eden ağabeyimin arkadaşı mektup getirmişti. Babam şaşkın
şaşkın okuduğu kağıdı yırtıp attı: " Hay koca ahmak, " diye bağırdı.
Sonra anneme dönüp: " Sevdiği kızın evine kaçmış ... Şu işe bak. . . Oğ­
lan kızın evine kaçıyor! " O gece hepimiz merak ve telaş içindeydik.
Babam erkenden yattı, anneme: " Ben bu işi hallederim, " dedi.
Ama ben uyuyabilir miydim! Gözümün önünde sırtında bohçası,
elinde çantasıyla kumral kızın evine doğru koşan ağabeyim, o mah­
cup, korkak, çekingen ortaokul öğrencisi duruyordu... Acaba yakın­
da mıydı o ev? Demek dün akşamki o gizli konuşmanın, o ağırbaşlı
halin, acıklı tavırların . . . Yatağımda saatlerce ağabeyimin kaçtığı evi
hayalimde kurmaya çalıştım. Şimdi kızın yanında mıydı? Acaba bu
gece bir odada mı yattılar? .. Küçük kız, kapının anahtar deliğinden
90 Oktay Akbal

içeriyi seyreder mi? Kız uzun saçlarını adamakıllı çözmüş müdür? ..


Ağabeyim içi titreyerek onu, saçlarını, gözlerini nasıl seyreder? ..
Sonra, sonra neler olur? Sabaha kadar binlerce soru içimde yılanlar
gibi kıvrandı durdu.
Keçiyi ertesi sabah fasulye ve domates sırıklarının içinde bulduk.
Babamın sevgili çiçekleri, ağaçları da keçinin elinden kurtulamamış­
tı. Babam dünkü garip olayın da verdiği kızgınlıkla: "Şu Allah'ın be­
lasını def edin, bir daha gözüm görmesin, " deyip evden çıktı. Hiz­
metçi kadın gidip biraz sonra zayıf bir adamla geldi, bu bir çobandı.
Annemle konuştular, keçiyi her sabah alıp akşam getirecekti, ayda
bir lira istiyordu. Keçiyi o yabani, kılıksız herife istemeyerek teslim
ettim. Annem: " Oh ne ala, bir de keçi yüzünden para vereceğiz şim­
di! " diye söylenip duruyordu.
Bilmem ağabeyimin serüvenini babam nasıl halletti. Bunu hiçbir
zaman ayrıntılarıyla anlatmadı. Doğrusu fazla ilgilenmedi, telaşlan­
madı, ya da öyle göründü bile bile! Uzun yıllar sonra anladığıma gö­
re, bir gün yazıhanesine süslü püslü bir hanım gelmiş ... Babamla ko­
nuşmuş ... Bu kadın, bizim biraderin sevdiği kızın anası !.. Babam ga­
yet ciddi mahdum beyin daha ortayı bitirmediğini, kendisinin bu aşkı
pek komik bulduğunu, fakat kız tarafı isterse, onların evinde kalması
şartıyla razı olacağını, fakat kendisinden hiçbir maddi yardım bekle­
memelerini söylemiş . . . Bunun üzerine süslü püslü hanım kızgın kız­
gın kalkıp gitmiş ... Gitmiş doğru eve, bizim biraderi bohçası ve çan­
tasıyla misafir edildiği odadan doğru kapı dışarı ... Meteliksiz damadı
ne yapsın? Kumral kız ne yapmıştır, bilmiyorum, ama, bizim ağabey
sokak ortasında, yapayalnız kalınca ne yapacağını şaşırmış ... Eve ge-
ri <;l.önmeye de yüz ister. Binmiş bir vapura, Bursa'ya gitmiş ... Birkaç
ay bir akraba yanında kalmış . . .
Tabii o yıl sınıfta çıktı, hem d e bütünlemesiz... Yaz geçti, eylüle
doğru, anneme ve babama göre pek çocukça, büyük ağabeyime göre
sersemce, fakat benim için bir masal gibi, bir unutulmayacak şarkı
kadar eşi olmayan bu serüven, yavaş yavaş silinmeye yüz tuttuğu sı­
rada, ortanca ağabeyim o eski bohçası elinde, perişan bir kılıkla,
mahzun, ürkek geri döndü. Kimse ona başına gelenlerden bahsetmi­
yordu. Yalnız babam: " Bu yıl dişini sık da bari belge alma, " dedi, o
kadar. .. Büyük ağabeyimse arada bir takılırdı: " Hey Aşık Kerem ...
Uslandın mı bari?.. diye. O biçare de dalgın, ürkek ev içinde bir
gölge gibi sessiz sedasız dolaşırdı. Sokaktan çevresine bakmaktan çe­
kinerek geçer, karşılaştığı insanlardan yüzünü, bakışlarını kaçırırdı.
Onunla pek az konuşurduk . . . Hele o eski serüvenin lafı bile geçmez-
Keçi 9 1

d i aramızda. . . N e o cami avlusu, o keçi otlatmalar, sur üstündeki se­


vişmeler, sinemavari öpüşmeler ... Çok uzak bir hayaldi bunlar artık,
unutulmaya da mahkfimdu ... Bilmem unutabildi mi? Pek sanmıyo­
rum. Yalnız bu telaş arasında bir unutulan vardı, bizim keçi ... Onu
artık kimse hatırlamıyordu. Galiba hizmetçi çobanın aylığını cebe
atmış, çoban da keçiyi benimsemişti ... Ama, bunu ne düşünen, ne de
üzülen oldu. Annem, neden sonra bunu hatırladı, her ay para ver­
mekten kurtulduğu için galiba biraz sevindi de. Yalnız her zamanki
gibi gündelik yaşamın akışı içinde yeni yeni olaylar, harikuladelikler,
bir masal zenginliği arayan o küçük, ürkek çocuk, yani ben, çok defa
o sıcak cami avlusunda, o tenha yangın yerinde, sur dibinde, bütün
boş arsalarda, çayırlarda dolaşır; o sarı saçlı kızı, kardeşini, kuzusu­
nu bir daha görmek isterdim. Hele keçimi, o zalim çobanın kim bilir
nereye kaçırdığı o çirkin keçimi geri almak için bütün semti karış ka­
rış dolaştım durdum boş yere ... Çok yıllar sonra bir gün kentin uzak
bir semtinde bir keçi sürüsüyle karşılaştığımda o kalabalık içinde bir
tanesini gözüm ısırmıştı. .. Bu benim keçim, diye düşünürken aklıma
aradan uzun yılların geçtiği geldi, kendi kendime güldüm ... Öyle
uzun yıllar ki, elimden giden yalnız keçi değildi, bütün bana yakın
olanlar teker teker gitmişti gidecekleri yere ... Çocukluk, ilk gençlik
de uzak bir hayal olmuşken o yıllar, yıllar ötesinin keçisi ve onunla
ilgili anılar içimde bir rüzgarla titredi, titredi. Sonra her titreyen nes­
ne gibi o uzak, sisli anının sevinci de bir an içinde sönüp kayboldu.

ODAMDA AGUSTOSBÖCEGİ

" Yazın çalan kışın oynar" demiş karınca ona. Ne yapmış ağustos
böceği? Kışı atlatmaya bakmış. Ne yapıp yapıp gelecek yaza çıkmayı
başarmış. Karınca, kanter içinde yuvasına besin taşırken, çıkmış da­
lın üstüne, başlamış şarkısına. Yalnızca besin toplamak, yarını düşü­
nerek çalışmak mıdır yaşamın amacı? Mutluluk duymak, duyur­
mak, dünyanın hep birlikte yaşanılan bir güvenli yer, yaşamın gelip
geçici bir esin olduğunu bilmek. Budur ağustos böceğinin suçu. Ka­
rıncanınki ise bencilliğin yüceleri ne çıkmak . . .
Odaya girmiş bir ağustos böceği. Perdelerin kıvrımında bir yer­
de ... Siz hiç ağustos böceği gördünüz mü? Ben görmedim. Görmek
de istemem. Küçük, güzel kanatlı bir böcektir. Nasıl çıkar o ses? O
bitip tükenmeyen şarkıları nasıl söyler durmadan? Nerden alır o gü-
92 Oktay Akbal

cü, nasıl bulur o coşkuyu? Pencereyi açmıştım, o zaman girmiş olma­


lı. Dışarda binlerce ağustos böceği yaz gecesini doldurmuş. Bir koro
tutturmuşlar, tekdüze şarkılarını. Ama değil, ince ayrımları var, hep­
si başka başka şeyler anlatıyorlar. Birbirlerine seslenmezler onlar,
hepimizedir çağrıları. Bir bildirileri vardır geceyarılarına kadar bile
getirdikleri ... Yaşamak derler, güzellik derler, aşk derler, evren der­
ler, coşku derler. Yaşamın kendisidirler. Gece içinde duyulan her
ses, doğanın güzel çığlıklarıdır. Ağustos böceklerinin, kurbağaların,
daha ne olduğunu bilmediğimiz türlü yaratıkların gecenin karanlı­
ğından gelen sesleri bize yaşadığımızı duyurur. Bir gün yaşayamaya­
cağımızı da, bu türlü seslenişleri duyamayacağımızı da.
Sait Faik " Hişt hişt " diye bir ses duyduğunu yazar kırlarda yürür­
ken. Başını çevirir bakar, kimse yok. Yine yürür, yine o ses " Hişt
hişt " Sanki şakacının biri saklanmış ağaçların ardına oynuyor kişiy­
le. Nerden gelir o ses? Bir şeyler hatırlatırcasına. Yaşıyorsun, soluk
alıyorsun, yıldızlan görüyorsun, sevdiğinin yüzüne bakıyorsun, elini
tutuyorsun, duygularını sözcüklerle anlatıyorsun, başkalarına ileti­
yorsun. Budur " Hişt hişt " diye bizi uyaran. Uyan, kendine gel, duy
varlığını, doğayı, yaşamı, evreni, yaratıkları, insanları ... " Bir hişt hişt
sesi gelmedi mi fena " diyordu Sait. Çünkü insanın kendi içinden ge­
leri bir sestir o. Evrenin bir küçücük parçacığı olan insanoğlunun
kendini uyarması, yaşama bağlama coşkusudur. ..
Ağustos böceği odanın içinde şu perdenin ardından sesleniyor.
Ben bir konuğum, ama sen de, siz de birer konuksunuz bu evrende,
diyor. Bir mevsim yaşarım, iki mevsim yaşarım. Siz de belirli bir ya­
şam sınırını aşamayacaksınız. Nice yılları devirseniz, devirdiğinizi
sansanız da. Kırk, elli, altmış, yetmiş, seksen, daha a�, biraz daha
çok ... Montaigne yazıyor, bir günde doğup büyüyen, akşama doğru
ölen böcekler varmış. Onların tüm evreni bir gün. Güneşin doğup
batması arasında tanıyorlar yaşamı. İnsanoğlu için de en çok, en çok,
doksan, yüz yıl var bu evreni tanımak, anlamak, öğrenmek için. Nice
yaşlılarla tanışırsınız, konuşursunuz, bakarsınız dünya diye, yeryüzü
diye, evren diye belledikleri birtakım ezbere bilgilerdir, yaşam de­
neyleri de, kimi zaman öylesine az, öylesine önemsizdir ki ! Yaşama­
dan, geçirmişlerdir bunca yılı. Oysa otuzunda, yirmisinde yaşamı bi­
tirirken nice nice erdemlere, başarılara, derin öğretilere varmış ol­
gun kimseler vardır. Demek yaşam, yılların çokluğuyla değil, yaşa­
manın anlamına ya da anlamsızlığına varmakla ölçülmeli ...
Bunları mı anlatıyor şu gözle görünmez böcek bu sıcak ağustos
gecesinde? Bir vapur geçiyor, ışıl ışıl uzaktan. İlk kez bu kenti gören
Odamda Ağııstoshöceği 93

kişiler birikmiştir güverteye. Kendi yaşamlarına gidiyorlar onlar da ...


Odamdaki ağustos böceğinin şarkısını duyamazlar. Her birimiz ken­
dine göre duyar, anlamlandınr, değerlendirir dünyayı. İlle de bir an­
lam, bir değer bulması gerek. Yaşamanın şimdi var, yarın yok oldu­
ğunu bilmek. İşte gencecik yaşlarında yitip gidenler. Yaşamın kapısı­
nı hızla vurarak ... Bir eylem, bir öğreti, bir anlam adına ... Onlar da
duymazlar mıydı hişt hişrleri, ağustos böceklerinin şarkısını? Daha
güçlü bir ses vardır içlerinden yükselen. Bir ülküye, bir inanca bağla­
nanları doğa, evren, insan çeker götürür belirli bir amaca. Ölüm na­
sıl olsa var yolun sonunda hangi yoldan yürürsen yürü. Ha bir gün
yaşamışsın, ha elli yıl. İşte bu gökyüzü, bu ay, bu deniz, bu yıldızlar.
Öncesi de böyle, sonrası da . . . Ah, şu durup durmaksızın şarkısını
duyduğum ağustos böceği olmasa ! . . Yaşamın her anının ayrı bir gü­
zellik, bir tad, bir anlam taşıdığını bildirmese saklandığı yerden . . .
" Deli eder insanı b u dünya" demişti Orhan Veli. İnanılmaz bir
şeydir bu, yaşam, doğa, evren, insanoğlu . . . İnsanoğlunun şu yeryü­
zündeki kısacık serüveni ... Ötüyor odamdaki ağustos böceği. Bitip
tükenmez şarkısını söylüyor. Anlayana anlamayana, sevene sevme­
yene, duyana duymayana, bugüne yarına, bana, benden sonra gele­
ceklere ...

ÖZGÜR KARINCA

Tam da rakı kadehimin dibindeydi. Durdu kokladı havayı. Bana


baktı sanki. Göz göze geldik bir an. Sonra masanın kenarına hızlı
hızlı koşmaya başladı. Kırıntı ekmek serptim yoluna. Göktaşlan gibi
düşen bu güzel şeylere dokunmadı bile. Yolunu değiştirdi ama. Baş­
ka zaman olsa yüklenirdi en büyük parçacığı, taş tepe batak demez
götürürdü yuvasına ... Anladı şimdi bir iş var bu işin içinde. Gidiyor,
başını almış koşuyor. Nerden gelip nereye?
Bıraktım kendi havasına. Özgür bir karınca bu! Adı var mı? Er­
kek mi dişi mi? En çok karşılaştığımız bir yaratık. Ama ne az bilgi­
miz var. En iyisi açıp sözlüğe bakmalı. Öğrenmede geç kalmışlık
yoktur. Geçtim kitaplığın başına. Gülüyorum bir yandan da ... Top­
lumca karanlık bir geleceğe gittiğimiz böyle günlerde! Bir umut ışığı
kalmamış. Bir titrek mum aydınlığı bile! Uzaklarda belki, çok uzak­
larda mutlu bir sonuç bekliyor bizi. Ne zaman? Olacak bir gün, ola­
cak, ama hangi gün?
94 Oktay Akbal

" Karınca " maddesi, yabancı bir ansiklopedinin ... " Formica " ymış
latincesi. Karıncalar toplumsal bir yaşam sürerlermiş. En büyük ka­
rınca kalabalığı " emekçi " lerden oluşuyor. İnsan toplumundaki gibi!
Gerisi, dişi ve erkek karıncalar Erkeklerin tüm yaşamı dişileri ge­
be bırakıncaya kadar! .. Tek görevleri bu, amaçları, erekleri bu! Son­
ra, öbür dünyaya göçüyorlar. Nasıl oluyor? Ölerek mi öldürülerek
mi, orasını yazmamışlar. Dişilerin kanatları var. Sevişme dönemi bi­
tinceye dek havalarda uçuyor dişiler. Mutluluktan mı, yoksa, doğa­
nın bir gereği mi? Sonra yuvaya dönüyorlar. " Emekçi " ler gelip dişi­
lerin kanatlarını çıkarıyor, yumurtlama galerilerine yerleştiriyorlar.
Bütün iş emekçilerde ... Karınca yuvası denen o büyük labirenti onlar
büyütüyor, yuvayı düşmanlara karşı onlar savunuyor. Ne sevi var on­
lar için, ne sevişmek! Bir çalışma, bir çaba, sonsuz bir uğraş yalnız.
Karınca yuvası büyük bir düzen içinde işleyen bir ülke ... Kavgasız,
kargaşasız yaşıyorlar, tam bir iş bölümü içinde. Başlarında ne kral
var, ne de bir başkan. Yuvanın ortak yararıdır hepsinin baş sorunu,
amacı.
Utanç duydum birden. Kapattım kitabı. Oysa daha ne bilgiler
var! Karınca uzmanı olmak istemiyorum. Yetti bu kadarı. Şu minicik
yaratıklar bile bizlerden üstün, bizlerden akıllı, bizlerden dengeli.
Gazeteleri yok, kitapları yok, sanatçıları yok... Yok mu? Sahiden
yok mu? Yoksa bambaşka " şey " ler mi keşfetmişler dünyayı algıla­
mak, yaşamayı sevmek, bağlanmak için? Bir sevişmelik seviler, coş­
kular yalnızca bir doğa işlemini yerine getirmek midir? Biz, her şeyi
bildiğimizi sanıyoruz, ama nerde! Dünyayı paylaştığımız yaratıkla­
rın evrenlerinin en küçük parçacığını bile bilmiyoruz, bilemeyeceğiz
ne yapsak. Her şeyi kendimize göre algılıyoruz. Kendi ölçütlerimiz­
le, kendi boyutlanmızla, kendi dar zekamızla . . . İnsanoğlunun bu ev­
renin en zeki yaratığı olduğunu hiç sanmıyorum. Öyle olsaydı bu zu­
lümler, bu acılar, bu işkenceler, bu ezmeler ezilmeler, bu bitip tüken­
mez savaşlar yaşanır mıydı kuşaklar boyu?
Hayaller geçip gidiyor önümden. Bir serçe geldi pencerenin önü­
ne, baktı gitti. Dalıp gitmiş bir adam. İçkisini içip bir şeyler kurmak­
ta kendi kendine. Boş çabalar içinde. Bir karıncanın yarattığı izle­
nimler, çağrışımlar karmaşasında. Kaçmak istiyor şu anlamsız top­
lum karışıklığından, şu bitip tükenmez bozgun havasından, şu umut­
suzlukların ağırlığından... Nerdeydi o? Nereye gitti? Masadan çok­
tan inmiş, balkon kapısına doğru yürüyormuş. Sanki özgürlüğe git­
menin yolunu biliyor. Gidip açtım kapıyı ondan önce davrandım.
Büyülteçi aldım, üstüne eğildim, seyrediyorum. Kocaman bir şey ol-
Özgür Karınca 95

du. Korku veren bir yaratık. Alsak onu yüz kez, bin kez büyütsek
canavarlaşır mı? Yoksa gelir bir dost köpek, bir sıcak kedi gibi kuca­
ğımıza mı çıkar?
Yürüdü balkona doğru. Ama çıkmadı dışarı. Durdu bir süre, sağı
solu kokladı. Rüzgar mı soğuk esti, ne oldu? Döndü geriye. Toplu­
mundan kaçmış biri bu, dedim kendi kendime ... Bireyci bir karınca.
Belki de kanadı koparılmış bir dişi. Yumurtalarını da bırakıp kaçmış
yuvasından. Erkeği de ölmedi, bekliyor bir yerde onu. Buluşacaklar.
Sevişecekler. Hem de ölmemesiye . . . Bir ev karıncası bu. Seviye, ya­
şamaya, ölmemeye tutkun. Dolaşıp duruyor evin içinde, odalarda,
masalarda, çekmecelerde arayarak bir yitik sevgiliyi ... Daha ilk se­
vişmeden ölüp giden eşini ölmedi sayarak...
Dostum, dedim, çok ararsın sen. Dönüp dolaşırsın, bulduğunu
sanırsın, sonra yitirirsin. Ne varsa düşlerinde senin, bu özgürlük ara­
yışında, mutluluk ardında koşmanda, yaşama yenilmemende, bu öz­
gürlük tutkunda, toplumu bırakıp kaçabilecek gücü bulabilmenin
güzelliğinde ... Ne var ki, yararsızdır, sonuçsuzdur toplum kaçağı ol­
mak. Mutlu kılmaz minicik bir karıncayı bile. Bir kağıt uzattım önü­
ne, üstüne çıktı bilmeden başına gelecekleri. Götürdüm, balkonun
parmaklıklarına bıraktım. İşte gideceğin yer. dedim. İteledim aşağı­
ya. Gitti mi, yoksa odanın bir köşesinde mi? Hala arıyor mu bir şey­
leri, bulamayacağını bile bile, bile bile ...
Hilgc Karasu (1930)

AVINDAN EL ALAN

Açar'lar için

Güneşli, ılık, ilkyaz koktu kokacak bir kış günüyle, onun dört
gün ardından gelecek tipili, kürtünlerin iki üç karışı bulduğu bir kış
günü arasındaki ikircik ... Masalımı bu günlerden hangisine yerleşti­
receğimi düşünüyorum.
Düşündüğüm bir şey daha var:
Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da yemekten başka
bir anlama gelmediği ...
Deniz, ya güneşin altında aynalaşacak, ya da kurşun-zeytin renk­
leri karışımı yüzünün sivri, keskin dalgaları, günün tümünü bir ak­
şam saatine indirgeyen kar dumanı ardından, görünüp görünüp yite­
cek.
Önce deniz var çünkü. İçinde orfinozu, yüzünde balıkçıyı taşıyan.
Sayısız parmaklı olduğu için, orfinozu da, balıkçıyı da, istediği yere
sürükleyen, balıkla balıkçıyı ayrı ayn yeden, kimi zaman birine, kimi
zaman da öbürüne yüz verir gözüken.
Sonra orfinoz var; denizle balıkçı arasında geçit, köprü; balıkçıyı,
olsa olsa düşman bilen. İkisini de taşıyan denizin kendisini kullana­
cağından habersiz. Balık. Hava güneşliyse, yavruluğuna bakmadan
balıkçıya terler döktürecek; karlıysa, kulağına kaçacak kar suyuyla,
baygın, suyun yüzüne vuracak balık.
En sonra da balıkçı var. Denizdeki kırgınla denizin vurgunundan
başka şey bilmeyen; sevgiyi, olsa olsa, bir balıkta tanıyabilecek kişi­
oğlu ...

Tutalım ki güneşli havadan başladık. (Birçok okurun hoşuna git­


meği de düşünmüş olabiliriz bu arada . . . )
Balıkçı denize çıktığında, diyebiliriz örneğin, sular, neredeyse kı­
rışıksız, ince ince akıyordu kıyı ile karşı adalar arasından ... Deniz,
çoğu zaman, balıkçıyı kollar, kayırırdı. Balıkçı ise işinin rastgi!tiği bu
zamanları denizden değil, kendi bahtının açıklığından bilir, usta de­
nizci olmasına verir, övünürdü. Deniz, kişioğlunun kimi şeyi anlama­
makta gösterdiği direnimi bilirdi, kendisine göre alıklık olan şeyin
Avından El Alan 97

kişioğlunda neredeyse zeyreklik sayıldığını bilirdi. Bilenler, susar.


Durum bu olsun ... Ardından da şöyle bir şeyler diyelim :
Deniz bu balıkçıyı severdi. İnsanlar arasında " umutsuz aşk " diye
yanlış mı yanlış bir adla bilinegelen sevgilerdendi bu. Deniz gibi bir
ölçüsüz büyüklüğün sevgisi insan usuna sığmadığı için de balıkçı,
elinden gelebilecek tek şeyi yapardı: Denizi karşısında görmek, onu
ekmek kapısı (günü gelince de ölüm döşeği) diye düşünmekle yeti­
nirdi. Kimi durum dışarıdan bakanlar için apaçıktır. Herkes, o du­
rumda olanlara akıl vermeğe, akıl öğretmeğe kalkışır, o durumdaki
kişilerin işledikleri alıklıklara bakıp yerinir. Bir unutulan vardır: O
durumdaki kişinin işi dışarıdan, karşıdan değil, içinden gördüğü ...
Hem bilmez miyiz? Sevgi adına sevgilinin öldürülebileceğini dü­
şünememesi bir yana, böyle bir şey yapıldığını işitmeye görsün ilenç
üstüne ilenç yağdıran sayısız kişi vardır; sonra bir gün gelir, aşk yü­
zünden cinayet işleyebileceğini, gönlünde işlemiş bile bulunduğunu
iliklerine dek duyar, kimi zaman işlerler de bu cinayeti. İlenç yağdır­
mak sırası başkalarındadır şimdi ...
Kıyı ile karşı adalar arasından ince ince akan deniz, balıkçıyı sü­
rükleyecek sürükleyecek, yolunu şaşırmış bir orfinoz yavrusunun aç­
gözlülükle dolandığı yere getirip bırakacak diye düşünelim şimdi.
Atılan zokayı güçlük çıkarmadan yutacak, sonra da bütün gücüyle
misinaya asılıp balıkçıyı terletecek olan orfinoz bir süre sonra yeni­
lecek, sandala alınırken de balıkçının kolunu
Balıkçı, orfinozu - şimdiye dek gördüklerine, tuttuklarına hiç
benzemeyen, hiç bilmediği bu balığı - ele geçiresiye epey yorulmuş,
uğraşmış olacak ... Bundan sonra olup bitecekler, bir bakıma, bu
emeğinin, bu çabasının karşılığı sayılabilecek ...

Tipili bir güne rastlatırsak bu olanı, olacağı, denizin gerek kişioğ­


lunu gerek balığı yormaktaki katkısı bir parça artacak. Kişioğlu, ge­
nellikle, bir şeyi güç durumlarda kalarak elde etmekten hoşlanır. Bi­
leğinin gücüyle kopardığına, kafasının işleyişiyle elde ettiğine inanır,
güçlüklerle boğuştuktan sonra ele geçirdiğini. Daha ince merakları
olan kişioğulları da vardır: Kolaya yüz vermezler ama aradıklarının,
istediklerinin ardından koşuyormuş görünmekten hoşlanmadıkları
için en güç durumlarda bile aldırışsız adam kılığına bürünüverirler,
avlarının - avları saydıklarının, ardından koştuklarının - durmasını,
kaçmaktan vazgeçip kendilerine yanaşmasını beklerler. O zaman
duydukları haz daha da büyüktür. Avın bu kerte alığı olur mu? de­
meyin. Çok olur.
98 Bilge Karasu

Deniz, kendine kurşun rengi ile zeytin rengi arasında bir renk se­
çecek, kimi zaman tipileşen kimi zaman da durgunlaşan bir kar yağı­
şı altında çalkanıp duracak. Birkaç saat sonra da, kırgın başlayacak.
Kıyılar, kıyıya çekilmiş sandallar yavaş yavaş karla örtülecek. Gitgi­
de soğuyan yüzey suları damar damar, oluk oluk akaklar bularak ba­
lık corumlarının çekildiği kuytulara sızacak. Yavaş yavaş uyuşan ba­
lıklar, kendilerini yitirecek sonra, yarı ölü yan baygın su yüzüne doğ­
ru yükselmeğe, yüze varınca da sırt üstü, yana yatmış, sürüklenmeğe

başlayacak akıntıya uyup. Kıyıya vuracak daha da sonra bu balıklar,


güçlükten hoşlandıklarını söyleseler bile kolay avları kaçırmayanla­
rın kepçelerine, kovalarına dolup kalmak üzere...

At sıçradı, ileri atıldı. Şahinler, kargılar, gürzler geride kaldı.


Bey, karacanın (parsın, dağ keçisinin) ardından kayalığa doğru uçtu.

Kırgın uzakta daha; birkaç saat ötede. Orfinoz - ne orfoz, ne or­


kinoz olan balık; balıkçının her attığı oltayla gelmesini umduğu ama
bugüne dek bir kez bile oltasına takılmamış, hiç bilmediği, yaşamı
boyunca görmediği, işitmediği balık - olsa olsa, yolunu şaşırmış,
genç, toy, tor, torlak bir yaratık. Kırgınmış, karmış, baygınlıkmış, bil­
miyor daha. Bilmemesi de gerekir.
Gerekir ki, sandala çekilirken balıkçının kolunu

Ancak, şöyle de olabilir: İki hava bir araya gelebilir. Deniz balkı­
maz, hava bozdur, sabahtan yağan kar durmuş, güneş soğuk soğuk
sızıyordur bozluk katmanları arasından. " Kar topluyor" diyelim şu­
na. Ne ki, güneşin bu kadarcığı bile bir ılıklık saçar insanların üşü­
müş gönüllerine, soğukla her şeyin ölmesi gerekmediği yollu bir
avuntu salar yedi kat derinlere çekilmiş ince damarlara; bu ılıklığın
geçip gidiciliği, karın, kırgının birazdan başlayacağı bilinse de . . .
Balıkçı misinaya asılıyor, e l i kan içinde artık. Balığın güzelliğini
seziyor. Gönlünde bir şeyler oynuyor.
Avından El Alan 99

At, masal atı değil. Parçalanmış yatıyor yerde. Bey gürzüne daya­
nıp bakıyor. Parsın kafası kanlar içinde. Bey bu parsı sevemezdi ki ...
Sevmiş olamazdı hiç...

Bu kocaman, bu güzelim balık, bu zokayı yutmuşsa, damağını ka­


şıtmak istediğinden. değildi herhalde. Sandala çekilirken ağzı açılı­
yor, " incitmeden, yırtmadan al " der gibi zokanın saplandığı yeri gös­
teriyordu sanki. Balıkçı hiç yapılmayacak bir şey yaptı, sağ koluyla
balığı sararak kendine çeker, kucaklarken, sol elini zokayı dikkatle
çıkarmak üzere balığın açık ağzına soktu. Ağız kapanıverdi. Zoka­
nın, elinin üzerinden bileğine, koluna doğru kaydığını duydu balıkçı.
Elini çekemiyor, kolu ağır ağır balığın ağzında yitiyordu. Acı duymu­
yordu. Isınlmıyor, kopanlmıyordu; yutuluyordu yalnız. Dirseğine ya­
kın bir yerde durdu balık. İri gözüyle bakıyordu kendisine, çırpınma­
dan, çarpınmadan; koluna asılıydı, o kadar.
Balıkçı biraz toparlanabildi neden sonra. Balığı önce yavaşça
çekmek istedi; yerinden oynatamadı. Biraz daha sert davranınca, di�
kenler, düğmeler belirdi yalız derinin irkilişiyle; sağ eli yüz yerinden
çizildi, kan sızmağa başladı inceden. Çenelerini açmağa çalıştı balı­
ğın. O zaman, dişlerin etine saplandığını duydu. Vazgeçti. Düşi.İ.n­
mek gerekiyordu. Bir şeyler yaparken, bir yandan da düşünmek.
Tek koluyla kürek çekmeğe başladı. Bunun bir işe yaramayacağını
bile bile. Akıntıya girdiğini farketti az sonra, küreği kaldırdı, denizin
keyfine bıraktı kendini.
Uzaklarda, derinlerde, birileri kendisiyle eğleniyor, kendisine gü­
lüyor gibiydi.

Denizin karanlığında bir balık; toprağın karanlığında bir yılan.


Ölüler ülkesinin iki ulağı.
Göğün aydınlığında yiten bir kuş. Martı mı? Belki. Ağmış ruhlar
dünyasının ulağı o. Ne salık getirir bize? Tepesinde süzüldüğü balık­
çıya?
Bir tepeciğin ardından sarıklı, külahlı adamlar, gözetler gibi bakı­
yor beye.
Bir ağacın dibinde bir yılan çöreklenmiş yatıyor. B iraz ötede, ay­
nı yılan olacak, sağılmış akıyor deliğine doğru. Beyin parsı öldürdü-
100 Bilge Karasu

ğünü mü muştulayacak? Yoksa beyin ölümünün yakınlığını mı?


Alt köşede bir su akıyor inceden; içinde, süzülen bir balık.
Tepeciğin ardından bir ok uçuyor beye doğru. Yukarıda, iki dal
arasında bir kuş, kanatları gerili; yaldızlı bir boşluğa doğru fırladı fır­
layacak.

Balıkçı, bundan böyle, bu balığı taşımak zorunda. Balığa çıkamaz


artık, kürek çekemez, el içinde dolaşamaz. Balığa kıyamıyor. Hem
nasıl kıyar, ne ile kıyar?
Bir şeyler anımsıyor, belli belirsiz kıpırtılar içinde uyuklayan bir
geçmişten ...
Bir çocuk var, kumla boyunca koşan. Elinde bir yılan, ensesinden
tutup götürdüğü. Yılan çırpınmıyor, çocuğun cezasını vermekle yeti­
niyor: Bütün gövdesini kamçı gibi savurarak çocuğun kolunu, bileği­
ni, elini kan içinde bırakmış. Çocuk, bir beş yüz adım ötede ağabeyi­
nin yanına varıp yılanı gösteriyor, yavaşça boynunu son bir kez sıkı­
yor, salıveriyor. Yılan süzülüyor, yıldırayıp gözden yitiyor sonra.
Çocuğa hiçbir şey yapmadan. Cezasını çoktan vermiş. Çocuğun yü­
zündeki gülüm bir an bile sönmüyor. " Nerede buldun? " " Kumların
içinde. " " Nasıl yakaladın? " " Bir tutuşta, ensesinden. " Epey sonra,
neredeyse içinden söyler gibi " Biz dost olduk şimdi, " diyor.
Böyle bir şey anımsıyor. Geçmişin belli belirsiz bir kıpırtı içinde­
ki durgun sularının karanlığında.
" Biz dost olduk şimdi, " diye yineliyor. Sesini kulağından çok gırt­
lağında duyarak. Kafasına bir şey yerleştirmeğe çalışır gibi. " Biz dost
olduk şimdi. " Balık bir şey yapmadan bakıyor ona, yüzüne çevrili
kocaman tek gözüyle. Balık sudan çıkalı kaç saat oldu. Herhangi bir
kara hayvanından ayırt edilmesi güç; neredeyse soluk alıp veriyor
denecek, ya da, soluk alıp verdiği, gözle görülebilecek.
Balık mı tutsak, balıkçı mı? Bir gizli savaşta ikisi de biribirine tut­
sak düşmüş denebilir.
" Biz dost olduk şimdi. " Balık, dosttan da öte bir şey olmak isti­
yor, besbelli. Saatler geçtikçe, aralarındaki, bir sevi olacak, bir tutku­
ya dönüşecek; oluyor, dönüşüyor...

Oklar uçup uçup geliyor, Ulu Ağacın dibine düşüp ota dönüşü-
Avından El Alan 101

yor. Ulu Ağaç çevresindeki otlar havadan yağmur gibi yağan okla­
rın, ya da, ok gibi yağan yağmurların ürünü. Otların içinde bir yılan
dalgalanır, hem erkek hem dişi.
Ulu Ağaç, Acun Ağacı, ortadireğidir evrenin. Krallar, altında du­
rur bu ağacın, bakraçlanndaki kutsal sularla dibini sularlar. Aslanla­
rı, parsları, kollarıyla böğürleri arasında, suyunu çıkarırcasına sıkar,
tek elleriyle boğazlarının son soluğunu keserler; kimi zaman çenele­
rinden, kimi zaman da art ayaklarından tuttukları gibi ikiye ayırırlar
canavarları, bacaklarına sarılan yılanı ensesinden tutup boğarlar.
Dünya onlarındır, güçlerini Ağaçtan alırlar. Sevgi nedir bilmedikle­
rinden, hayvanların Ulu Anasını kızdırırlar ama, sızıp yeraltına ula­
şacak suları ağacın dibine dökerken, karıyı kocasının yanma gönde­
rirler, ayrı kalmışları kavuştururlar. Ağacın dibinde durmakla, tepe­
lerindeki gökyüzünü, gövdelerindeki yeryüzünü, ayaklarını taşıyan
yersualtını bir araya getiren, evreni bir arada tutan onlardır sanki.
Gövdeleri ağaçla bir olduğu gibi, başlan kuşlara, ayaklan balıklara
karışır.

Balıkçı bir başka uykunun düşlerindedir şimdi. Kolunda herhan­


gi bir ağırlık duymuyor artık. Balık, nasılsa, yolunu bulmuş, kolunu
bırakıp ayaklarından başlayarak gövdesinin tümünü yutmuş sanki.
Balıkçının başı dışarıda mı yoksa b�lığın başıyla bir mi olmuş, belli
değil.
Balığın içinde, balıkla birlikte - odasından mı, sandaldan mı,
orası da belli değil - soğuk suların karanlığına doğru iniyorlar. Gece
oluyor. Artık kar da yağmıyor, bir ara gönül avutmuş güneş de sön­
müş. Tükenmez bir dişiliğin, tükenmez bir erkekliğin daha içine, da­
ha dibine doğru yol alıyorlar.
Kırgın başlayıp uyuşmuş balıklar soğuk yüzeye doğru ölümcül
yolculukları içinde yavaş yavaş ağarken, onlar, iç içeliklerinde, renk­
lerin, garip bir ışıltıda ağır ağır devinen eski yeni ölülerin, geçmişler­
den arta kalmış kentlerin arasına dalıyorlar. Balıkçı renkten, ışıltı­
dan, yosunlaşmış ölülerle kayalaşmış yapı taşlarından korkmuyor;
yeşilin her çeşidinin şenliğine çoktan hazır gibi. Yeter ki diyor, ye­
ter ki diye düşünüyor orfinozun da bunu anlayacağını umarak, bile­
rek, yeter ki diye diyor-düşünüyor, ölümün sultanıyla yiiz yüze gel­
meyeyim. Ona hazır değilim.
Ama balık böyle bir şey anlamıyor, bilmiyor sanki. Vara vara
102 Bilge Karasu

vardıkları bir kayanın dibine kuyruğuyla şöyle bir dokunuyor. Kaya


ortasından çatlamağa başlıyor. Balıkçı bilir ki, ancak bir balıkla, bir
yılanla dostluk kurmuş, bir martıyla konuşmuş adamlar, kısacık bir
süre açık kalacak bu çatlaktan içeri girebilir, ölümün ayağına yüz sü­
rebilir, Karanlıklar Sultanının yeryüzüne çıkıp gezmesini biraz ge­
ciktirebilir. Bu çatlaktan içeri girmekte çabuk davranılmazsa kaya
gene kapanır, bir daha açılmaz. Kişioğlunun umudu bir daha canlan­
mamasıya söner gider.
Balıkçı " hazır değilim , " diyor bir daha. Bu karşılaşmanın sonucu
her zaman belirsizdir, insanoğlu buradan bir şeyler elde ederek, bir
şeyler öğrenerek çıkabilir, yeryüzüne dönebilir; hiç çıkmayabilir,
dönmeyebilir de ...
" Hazır değilim, " diyor balıkçı; kapanıveren çatlağın kıstırdığı
yüzgecini yırtarak kurtuluyor. Canının acısı içinde, kolundaki ağırlığı
yeniden duyarak, zokanın dayandığı yerde etinin yırtıldığını bilerek
uyanıyor. Koluna asılı balığın yüzgeci yırtılmış, kanamakta. Gözün­
de, bir damla yaş titrer gibi.
Sandal hala akıntıya kapılmış gitmektedir belki de, uzakta, yuka­
rıda ... Suyun içinde bir kan izi, bir gözyaşı dolu bırakarak kırgın ba­
lıkları gibi ağmağa başlıyorlar balıkla balıkçı. Sonra " vurgun " diyor
içinden balıkçı, " vurgun yedim, bilmeliydim öyle olacağını, " diye dü­
şünüyor -ya da, düşünmeğe vakit bulabiliyor- belki ... Kendisini vu­
ranın deniz olduğunu hiç usuna getirmeden.

Bir zamanlar, dost olduklarını düşündüğü yılanla eşitlik içinde


birkaç dakika geçirmişlerdi. O yılanı tutsak etmişti ama yılan da ce­
zasını vermişti bu tutsaklığın. Buna karşılık kendi, gücünü gösterme­
ğe kalkıp yılana herhangi bir şey yapmadığı gibi yılan da, ona dokun­
mamıştı salıverilince.
Balıksa, dostluktan öteye geçmek istediği için sürekli olarak tır­
manıyor, kolunu azar azar yutuyor, omuzuna yaklaşıyor; yuttukça da
büyüyor, ağırlaşıyordu.
Balık ağırlaştıkça, bu yükü sevdiğini anlıyordu balıkçı; ağırlığın
arttığını duydukça, gönlünde, onu yeğnileştirebiliyordu. Soğuğu duy­
dukça, içinden kaynayan, üreyen bir ısıyla, kendini de balığı da ısıta­
biliyordu. Yavaş yavaş balığın dilinden anlamağa başladığını sezdi.
Kim bilir, belki de balıktı balıkçının dilinden anlamağa başlayan.
Uzun sözün kısası, yavaş yavaş, anlamağa başlıyorlardı biribirilerini.
Avından El Alan 103

Balık " uyu gene , " diyordu ona. " Hazır değilim dediğin için gire­
medik karanlığın içine; ölümden korktun. Oysa ölümle bir araya gel­
meden, acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeni­
den doğamazsın. "
" Seninle her yere giderim, " diyordu balıkçı. " Ama hazır değil­
sem bir şeye, seninle bile gitsem, neye yarar? " Ne ki, kendi gönlü bi­
le kanmıyordu balığa bu söylediklerine.

Çocuk ilk avını getınp büyüklerinin önüne bırakıyor. Gözleri


yerde, bekliyor. Oymak dedesi hayvanı yarıyor, kanından alıp çocu­
ğun dokuz yerine sürüyor, usta elleriyle sağ bacağın en güzel kemiği­
ni sıyırıp çocuğun eline veriyor, " bundan böyle herkes seni şimdi ve­
receğim adla anacak, " diyor. " Adın ... " O sırada gök gürlüyor uzun
uzun. Çocuk adsız kalıyor.
Balıkçı, hanidir, suyun içinde mi dışında mı, yüzünde mi dibinde
mi, bilemez olmuş. Bir ad arıyor; belki kendine, belki balığa, belki
de ikisinin oluşturduğu yeni yaratığa. Aynalar var sanki çevresinde,
durmadan çoğalan; bakıyor, görüyor, baktıkça daha çoğunu görüyor;
eşini bugüne dek görmediği bir, yüz, bin yaratık görüyor: Bir kolu
balık bir adam, ağzından bir insan başı bitivermiş bir balık, bacakları
arasından boğazına dek bir balığın uzandığı bir adam, bir insanla
çiftleşmiş bir balık, bir balıkla tekleşmiş bir adam, kendi kendiyle
çiftleşen bir balık, kendi kendiyle çiftleşen bir adam ... Sonu yok bu­
nun. Biri yüzü bini binlercesi, çevresinde çılgınca hazlar içinde çırpı­
nıp gerinen titreyip uzayan büzülüp genleşen yaratıklar; bir yaratık,
bir esrikliğin çoğaltıp durduğu tek bir haz yaratığı. Sonu yok.
Hem balıkların çiftleşmesi, ancak, insanların oyun olsun diye
yaptıkları resimlerde görülür.
Aradığı adı birileri, uzaktan, fısıldar gibi; ama balıkçı işitemiyor
bu fısıldanan adı, bir şeye benzetemiyor.
Ortalık aydınlanıyor ara sıra. Gün doğup batıyor belki; belki bu­
lutlar aralanıyor. Bildiği tek şey, bu aydınlanmaların sıklaştığı, bu ay­
dınlığın gitgide arttığı.
Düşünmeğe çalışıyor: Ava çıktım, avımla iç içe geçmiş durumda
döndüm. Saçmaladığını biliyor. Avım değil ki, diyor; ne ben bunun
ardına düştüm, ne bu benim karşımda sıkıştı kaldı; bir rastlantıydı
buluşmamız. İç içe geçmiş bile değiliz; o ne isterse, nasıl isterse, öyle
oluyoruz, o duruma geçiyoruz... Hem döndüm sayılır mı? Nereye,
1 04 Bilge Karasu

kime, ne zaman dönmüşüm ki? Bir garip yolda, bir tuhaf yolculuk­
tayım. Ama onunla - orfinozla, balıkla, kendini bana yakalatıp ar­
dından beni yutanla - birlikte yaşamak zorunda kaldığım doğru. Ni­
ye öyle diyorum sanki? Hoşuma gitmiyor mu? Birlikteyim demekle
yetinmeli. Tek kesinlik bu. Ardı yok.
Düşünmekten vazgeçiyor balıkçı. Çünkü şimdi güne doğru ağı­
yorlar.
Işık yok, ışıltı, balkıma yok. Un gibi bir aydınlık içindeler sanki.
Yeryüzünden çoktan kopmuş gibi. " İkimiz de ölmüş olmalıyız, " di­
yor balıkçı, ya da kendini hala halıkçı sanan bir düşünce; " balığın
ağırlığı üstümden kalkmadı; oysa uçar gibiyiz ..."

Öldüler, parçalandılar; yürekleri, dalakları, bağırsakları yenilendi


belki, belki yeniden doğdular...
Ölüler her şeyi bilir; öğrenmenin yolu da ölmektir. Ölüp yok
olan, ölülere karışan, yerin, suyun altına inip onlardan salık alan,
gökyüzüne, onun da ötesine çıkıp ışığı, aydınlığı, bilgeliği oradan, çi­
çek derer gibi, yanına alıp gövdesinin dağılmış parçalarını yeniden
bir araya getirerek, tazelenip yeniden doğmuş gibi yeryüzüne döne­
rek insan arasına karışandır ki bilinecek her şeyi bilir.
Öldüm, dirileceğim, her şeyi bilir olacağım, diyor balıkçı.
Balığın dişleri omuzuna saplanıyor. Onu unutmaması gerek. Gu­
rura hele, hiç kapılmaması gerek.
Bir martı yayılıyor üzerlerinde, bir ağacın tacı gibi. Kendi o ağa­
cın gövdesi. Balık - omuzundan, üzerinden bir an bile kopmadığı
halde - aşağıda, uzakta, yeryüzü, suyüzü gibi yayılıyor. Gökyüzü,
yeryüzü, sualtı bir araya gelmiş gibi, bu Ulu Ağaçta. Evrenin tümü
olmuşlar sanki. Balıkçı biliyor ki balık kendisine yapışık; aşağıda ya­
yılır gördüğü ise denizdir. Bu ana dek denizi görmüyor, her şeyi ba­
lık aracılığıyla düşünüyordu. Şimdi, ansızın ...
Sonra uzaktan - ne zamandır belli belirsiz yaklaşarak artan ama
gene de uzaktan - gelen bir uğultu, kulaklarının dibinde patlar gibi
oldu. Martı ile birlikte göz karartıcı bir hız içinde düşerlerken deni­
zin yayılıp sayısız parmaklarını uzattığını gördü, balığın bütün gücüy­
le kendisine yapıştığını duydu. Sonra ortalık iyice karardı.
Bey, karacanın ardından uçuyordu mahmuzlayıp durduğu atın
Tekboynuz, kızoğlan kızlara düşkün. Koşar, koşar, onların kuca -
sırtında. At, kanatlarını germiş, gölgesini karacanın üzerine değdirdi
ğına a tar kendini, ya tar: herkesin bildiği bir şey bu. Tekboyn uzu ya ­
değdirecek. Karaca birden taş gibi durdu kaldı. Dünyalar çarpıştı de­
kalayıp yiğitlik göstermenin tek yolu da, güzel bir delikanlının kız gi-
Avından El Alan 1 05

lice hızları içinde. Boynu kırılıp yüzü gözü kan içinde kalan Beyi
bi giydirilip kıra salınmasıdır. Delikanlı kmta kmta önden yürür;
gözyaşlarıyla diriltmeğe çalışan uzun saçlı, uzun parmaklı, güzeller
tekboyn uz onu görür görmez koşar gelir, kucağına a tılır, koyn una
güzeli delikanlının yok oluvermiş bir karacanın yerinde durmakta
girer delikanlının. O zaman kat kat giysiler altına gizlenmiş mızrak­
olduğunu kim anlayabilir, kim bilebilir bundan böyle?
/ar ortaya çıkar, tekboynuzun böğrü delik deşik olur.

Kişioğlu, silik anısı belleğinin bir köşesinde sıkışıp kalmış uçma­


ğa yeniden ulaşmak için can atar. Ama kaç kişi - bir parçacık da ol­
sa, eksik güdük de olsa - bunu başarabilir? Eskiden, çok eskiden
olur, olabilirdi belki o iş. Her şey bitip tükendikten sonra her şeyin
yeniden başlayabileceğine, biten bir yılın ardından yeni bir yılın gel­
diği gibi o uçmağa dönülebileceğine inanmak güç artık. B ir daha, bir
daha ölüp, bir daha, bir daha, bir daha dirilebileceğine inanamıyor
insan. Akıp gitmenin çizgisi üzerinde, örneğin bir kolunuzu yutmuş
bir balığı el içinde taşımakla bilgeliğinizi gösterdiğinizin kaç kişi far­
kındadır? Başka, kolu yutulmuş kişi, bunu bilgeliğine değil, sevdası­
nın çaresizliğine verir; karşı konmaz bir yıkımın kurbanı olmağı seç­
mek türünden bir katlanış acılığından kendine bir büyüklenme payı
çıkarmağa bakar.
Balıkçı, şu anda, arkadaşlarının arasında, kahvede oturur görü­
yor kendini. Çevresini almışlar, üzüntüleri yüzlerinden okunuyor.
Balığı görmedikleri besbelli, ama balığın içindeki kolunu da görmü­
yorlar. Günlerdir nerede olduğunu soruyorlar, kazaya uğradın diye
merak ettik diyorlar. Hiçbiri, kolun nasıl koptu, diye soramıyor.
Hakları da yok değil ya ... Bir kolu koparsa, kesilirse, birkaç günde
iyileşmez insan. Sonra, kazaya uğramış olsa duyulur, hastaneye yat­
mış olsa bilinirdi. Balıkçının ağzından tek söz çıkmıyor. Yalnız, balı­
ğın görünmemesine üzülüyor. Gene de, ne yalan söylemeli, kolumu
yutmuş koca balığı nasıl görmezsiniz diye bağırmak istediği halde
cesaret edemiyor, bu konuyu açmağı gözü yemiyor. Herkesin gör­
mesini istediği bu seviyi görmeyenlere gördürmek, böylesine bir yi­
ğitlik gösterisi, böylesine bir yürek pekliği mi gerektirmeliydi? Ken­
dinden tiksinip evine dönüyor. Şimdi de evinde görüyor kendini.
Sanki balı1'1a birlikte denizin dibine inen o değil, balıkla birlikte
uçar gibi olan o değil. Balık yalnız kolunu yutmuş değil şu anda; her
106 Bilge Karasu

yanını sarar gibi. Seni görmediler, göremediler diyor, pesten pes bir
sesle; seni görmelerini sağlamak için ne yapmalıydım ki? Söylemek,
anlatmak ... Deli derlerdi, görmezlerdi. Dokundurmak ... Görmedik­
leri bir kolun yerinde bir balığa mı dokunurlardı? Ya da ... Ne bile­
yim, göze alamadım işte. Belki de sessiz edemediğimi anlıyorum, bi­
liyorum; ondan korktum belki; seni benden ayırırlar diye korktum ...
Durdu. İlk olarak böyle şeyler düşünebiliyor, söylüyordu. Sevi, ilk
olarak, bu sözlerin kılığına giriyordu ağzından çıkarken. Seninle her
yere giderim artık, oraya, denizin dibindeki ölüme bile... Hazırım,
şimdi hazırım, ölümün bile yanına varabiliriz ...
Kendini sandalında görüyor ansızın balıkçı. Kurşun rengi, ışıksız,
karardı kararacak bir gökyüzü altında. Sandal akıp gidiyor hi'ila. Ko­
lundaki ağırlığın yeğnileşmesini önce gönlünün gücüne bağlıyor ama
biraz sonra anlıyor ki balık küçülüp kurumakta, etleri yarılıp kokma­
ğa başlamakta. Dişleri hi'ila omuzunda ama balık hızla bir gelmiçe
dönüşüyor. Çıldıracak gibi oluyor balıkçı; çıldırmamışsa daha. Anla­
mıyor, anlamak istemiyor. Balık eriyip parça parça döküldükçe kolu­
nun kemiği çıkıyor ortaya, kendi etini de götürüyor balık. Kendi ke­
mikleri dökülüyor balığınkilerin ardından. Balığın başından arta ka­
lanla birlikte kol kemiği omuzundan koptuğunda balıkçı ne yapaca­
ğına karar vermiştir artık. Sandalını, kıyıya vuracak gibi çeviriyor,
sonra kendini suya bırakıyor. Adımız Seviydi diye düşünüyor, ama
bulamadım bu adı, seçemedim vaktinde. Gürültüye kulak verdim ge­
reksiz yere, gürültünün gizlediğini işitmeğe çalışmalıydım.
· Deniz, kendiliğinden gelen balıkçıya kucak açmış. Ölmeyen sevi­
nin öldürücü olduğunu bilememiş bu zavallıya kim yol gösterecek
şimdi, hazır olduğunu söylediği ölüme kim götürecek onu? Bu iş de­
nize düşüyor. Orfinozun balıkçıyı güçlü sandığı sürece sevmiş, güç­
süzlüğünü - insanlar karşısındaki neyse de, kendi karşısındaki güç­
süzlüğünü - gördüğü anda parçalanıp dağılmış olduğunu kim anlata­
cak balıkçıya? Birilerinin anlatması gerek. Ama denizin işi değd bu.
Deniz, her acıyı boğan ölüm gücünü, her gücün üstünde görür gibi­
dir çünkü; enginliği ölçüsünde, güçlülüğü - gördüğü yerde - tanır.
Aşağıda, şimdi, ölümün kayası yavaş yavaş aralanmaktadır ken­
disine doğru süzülüp gelen balıkçıyı karşılamak için. Deniz, analar
gibi, sevdiğini, dölyatağında tutup saklayacaktır, bir daha doğurma­
mak üzere.
Tarık Dursun K. (1931)

ALTIN ARI

Köprünün ayaklarına bir sandal bağlıydı. Suyun alttan alta akıp


giden kıpırtısızlığında bağlı bekliyordu.
" on dokuz mayıs günü bu saatlerde herkes spor sahasındadır.
Biz kaçmakla iyi ettik, çok iyi ettik. Hem bu sandalı da ne arayan
olur, ne soran. Belki ... Belki öğleden sonra farkına varırlar. Bayram
şerefine çocuklar sandal gezisine çıkmak isteyebilirler de ondan.
Hayır, yorulmuyorum, tersine, hoşuma gidiyor. Kürekleri kendi
haline bırakıyorum önce; suya dalıyorlar, sonra bir kavrayışta asılı­
yorum, sudan çekip çıkarıyorum; keskin ağızlarının yardımıyla suyu
itiyorum hızla. Ben suyu itiyorum, su beni itiyor, sonra ikimiz bir­
den sandalı gerilerden istiyoruz. Ah, o kadar güzel ki bu . . .
Yorulursam söylerim tabii, yoruldum Kerim, artık duralım, kıyı­
ya çıkalım biraz, derim. Kızmazsın bana o zaman, değil mi? Biliyo­
rum, ama yine de bunu senin ağzından duymak istemiştim.
Sana ben de her gün mektup yazdım. Her gün. İki büyük defteri
doldurup bitirdim. Yarın veririm onları, okursun. Her şeyi, her şeyi
yazdım sana, hiçbir şeyi saklamadım.
Yok, yorulmadım: Yorulmak istemiyorum . Peki, sen istiyorsan
bırakırım, çıkarız; şuraya, şu yıkıklığın orası daha uygun. Bağların
başlama noktası.
Gelen sesler çocukların. ' Dağ başını duman almış ' ı söylüyorlar.
'Dağ başım duman almış, gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan
şimdi doğar. . . '

Biz de ne kadar çok söylemiştik bunu, kim bilir! Ben sayısını


unuttum.
Ver elini, tutun bana, şimdi oldu! Burasını hatırlarsın, Arnavut
Muharremlerin ağılıydı eskiden. Muharrem üç yıldan fazla oldu, Al­
manya'ya işçi gitti. Sonradan duyduk, karısıyla iki çocuğunu da al­
dırtmış yanına. O gitti gideli ne ağıl kaldı, ne bir şey. Ama, bak, kok­
la, eski yapışkan, sıvışık kokusunu duyuyor musun?
İnsanlardan, kalabalıktan kurtulmak için çok geldim buraya. Bir
çeşit kaçmak için geldim. Bir başıma şu taşın üzerine otururdum,
hiçbir şey düşünmezdim, karanlık basana kadar kendi kendimle otu­
rurdum. İnsanlarla hayvanlar gittikten sonra her yanı yeşil kertenke-

107
1 08 Tank Dursun K.

leler sarmıştı. Dört bir yandan sürüyle çıkıyorlardı. Benden korktuk­


ları falan yoktu. Kim bilir, belki de hiç insan görmemişlerdi, tanımı­
yorlardı. Öyle bir hızla hareket ediyorlardı ki, gözlerimle kovalaya­
mıyordum onları, şimşek gibi çakışlı oraya buraya kaçışıyorlardı.
Otur benim yerime. Bak, bak, gördün mü biri nasıl kaçıp kaybol­
du hemen?
Sevmedinse gidelim buradan. Sen nereye istersen oraya gidelim.
Daha yukarlarda, anayola inen bayır hiilii yeşil. Otlar en geç o bayır­
da sararıyorlar. Kuytu, içerlek, rüzgar falan almıyor, güneş tepeden
vurmuyor oraya. Görsen, bir de taze koyungözleri açıyor o yeşerti­
nin içinde bayılırsın.
Koşarak çık, koşarak in! Ben öyle yapıyorum. Tepeden kendimi
bırakıyorum, uçaktaymış gibi ... Uçaktaymış gibi ... Ben hiç binmedim
uçağa, acaba öyle mi olur gerçekten, bilmiyorum.
Bir koşuda kendimi bayırın sonundaki otların içinde, koyungöz­
lerinin ortas ında buluyorum. Yüreğim çarpıntılı, gözlerim karardı
kararacak, dizlerim titriyor.
Yorgunluğum dinsin diye otlara uzanıyorum. Her yanımı otlar
sarıveriyor. Taze çayır kokusunu duyuyorum, içime çekiyorum hep.
Gökyüzü, gökyüzü, gökyüzü! Çok mavi, açık mavi, koyu mavi, laci­
vert mavi. Kuzeyden, topağaçlann olduğu yerden kopup gelen bir
bulut, kaydıkça maviliği parçalıyor, bölüyor; aşağıdan yukarıya ko­
yungözlerinin arasından bakıyorum: Bir arı geliyor, korkum yok,
bekliyorum. Koyungözlerinin sarılığına bulanıyor, bir süre hareket­
siz duruyor, sonra bir anda kurtulup havaya çıkmak istiyor, becere­
miyor; ağırlaşmış, çiçeğin tozlarını çekmiş, doldurmuş midesine, o
ağırlıkla kanatlar gövdeyi kaldıramıyor. Hadi, bir daha zorlan ancık,
bir daha zorlan altın böcek, ha gayret küçük arı!
Sonunda uçuyor. Zar zor tabii, gücün gücüne ...
Gökten bir sürü kuş geçiyor. Çok yüksekten uçuyorlar. Ne kuşu­
dur, hangi kuştur, tanımak imkansız.
Hep düşünürüm, bir türlü çözemem kafamda; bu kuşlar nerden
nereye uçarlar, nerden gelirler, yolları neresidir? Derler ki, göçmen
kuşlar ilkyaz geldi mi buralara, güz başladı mı da sıcak ülkelere doğ­
ru giderler. Okulda da böyle öğretmediler mi?
Sıcak ülkeler? Neresi ki? Afrika diyelim. Buradan Afrika 'ya ka­
dar nasıl uçar o küçücük kuşlar, nasıl dayanırlar bunca yola, hangi
kanatlarının gücü, hangi gözlerinin keskinliği. hangi doygunlukla? "
Tahsin Yücel (1933)

SÜMÜKLÜBÖCEK

Sümüklüböcek hepimiz gibi bir böcekti. Ahım şahım bir böcek


değildi öyle, kara kuru bir şeydi, dışarıdan bakanlar için hiçbir çeki­
ciliği yoktu. Ama pek çirkin de sayılmazdı, istendi mi s�vilebilirdi.
Bütün böcekler hep öyle pırıl pırıl, hep öyle renk renk olmazlardı
ya, her böcek her bakanın gözlerini kamaştırmazdı ya! · Azdı öyle bö­
cekler, sümüklüböcek çoğunluktandı, bakanların gözlerini kamaştır­
mayan sürü sürü böceklerden biriydi. Ayrıca, kendisi de önemse­
mezdi böyle şeyleri, gözle ilgili şeyler üzerinde durmazdı.
Sümüklüböcek içli bir böcekti. Zayıftı, güçsüzdü, sessizdi. Öksüz
büyümüştü. Babasını vurmuşlardı. Şu koca dünyada anacığından
başka hiç kimsesi yoktu. Sümüklüböcek kimsesizdi. Anası üstüne
titrer dururdu, ama sümüklüböceği değiştiremezdi, herkesin içine
getiremezdi onu: sümüklüböcek hep yalnız gezerdi. Gezdiği yerler
güzel yerlerdi doğrusu, göğe doğru yükselen koca ağaçlar, terli otlar,
yağmur sonlarının duru gökleri yalnızlığını unuttururdu. Hep yalnız
yaşamıştı, bunun için yalnızlığın acısını bilmezdi. Yalnızlığın acısını
bilmediği için de mutlu bir böcek olduğu söylenebilirdi. Ne var ki,
o da bütün yalnızlar gibi çok düşünürdü. Uykular bir yana, düşün­
mediği an yok gibiydi. Pek öyle uyku da uyumazdı, geceleri gözlerihi
yıldızlara diker, saatler boyunca düşünür, düşünürdü. Anasını en
çok üzen de buydu: zayıflığı, güçsüzlüğü, sessizliği düşünmekten sa­
nırdı. Düşünmesine engel olmak isterdi. Anası düşünmesine engel
olabilseydi, sümüklüböcek mutlu mu, dertli mi olurdu, güçlü mü,
güçsüz mü olurdu, orasını kimsecikler bilemez, ama bugünkü sü­
müklüböcek olmayacağına kuşku yoktu.
Anası sümüklüböceği bir türlü değiştiremedi. Sümüklüböcek hep
sürdürdü düşünmesini. Gün geçtikçe daha çok düşündü. Uyku bile
uyumuyor, uyursa da uykusunda düşüncelerinin düşünü görüyordu.
Gittikçe zayıflayıp inceliyor, iğneye ipliğe dönüyordu. Anacığı bu
durumu gördükçe için için eriyor, iki gözü iki çeşme, ağlayıp duru­
yordu, ama sümüklüböcek bir türlü anlamak istemiyordu anasının
kaygısını. Ona göre en büyük erdem düşünmekti, en büyük zengin­
lik iyi düşünceler, sağlam bilgilerdi. Bir böcek için daha büyük bir
zenginlik tasarlayamıyor, böcekleri uzaktan tanıdığı için de bütün

109
1 10 Tahsin Yücel

böceklerin aynı düşüncede olduklarını sanıyordu.


Evet, böyle, sümüklüböcek gözlerini yıldızlara dikiyor, düşünü­
yor, düşünüyordu. En sonunda gökte yıldızlar köreliyor, sümüklübö­
cek iyi düşüncelerin düşleriyle dolu bir tavşan uykusuna dalıyordu.
O zaman anacığı kalkıyor, çevresinde dört dönüyor, şöyle biraz da­
ha rahat, şöyle biraz daha fazla uyuması için aklına ne eserse, elin­
den ne gelirse yapıyordu. Ama çok geçmeden gökyüzü ağarıyor, çev­
renin böcekleri sabah türküsüne başlıyorlardı. Anacığı küplere bini­
yordu, hemen dışarı fırlıyor, bütün türküleri susturmak istiyor, bö­
cekler kulak asmayınca da ağzına geleni söylüyordu. Komşu böcek­
lerin aldırdığı bile yoktu: yoksul ananın yüzüne karşı gülüyor, sesle­
rini büsbütün yükseltiyorlardı. Adını " Cadı " koymuşlardı, bu da
onun kulağına kadar gelmişti, ama ana yüreği bir şey dinlemiyordu
ki.
Anası böceklerle cebelleşedursun, sümüklüböcek birden gözleri­
ni açıyor, " Güneş ne kadar da yükselmiş! Şu böcekler de olmasa hiç
uyanamayacağım anlaşılan, eksik olmasınlar ! " diye söylenerek ye­
rinden fırlıyor, anasının hazırladığı güzelim yemeklere el bile sürme­
den alıp başını gidiyordu.
Bir bahar sabahı gene alıp başını gitmişti. İnceydi, sıskaydı, ama
hiç yorgunluk duymuyordu. Ne zamandır sağına soluna bakmadan
yürüyüp duruyordu. B irdenbire kulağına bir ses geldi, irkildi, duru-
1erdi. Duyduğu seslerin hiçbirine benzemiyordu bu ses, çok da uzak­
lardan gelir gibiydi. Garipti, duyulmadık bir sesti, ne ağıda, ne gülü­
şe, ne türküye benziyordu. Sümüklüböcek olduğu yerde kalakalmış­
tı. Sümüklüböcek birdenbire vurulmuştu bu sese. " Çok görmüş, çok
düşünmüş, çok geçmiş bir yaratığın sesi olmalı, başka türlü olamaz , "
diye düşünüyordu. Kimi insanların yüzlerine bakarak içlerini anla­
dıklarını sanan kimi insanlara benziyordu bu bakımdan.
Sesin geldiği yere doğru yürümeye başladı. Kendinde değildi, sar­
hoş gibiydi. En sonunda bir ağacın dibinde durdu. Kocaman bir
ağaçtı, gövdesinin kabukları yarık yarıktı. Bu yarıklardan birinin
içinde küçücük bir koza vardı. Sesin kozadan geldiğini anladı. Yavaş
yavaş ağacın gövdesine tırmandı, usulca yanına geldi kozanın, durup
dinledi. Kozanın içinde, görünmeyen bir kadın ağlıyordu. Ama nasıl
ağlıyordu, nasıl ağlıyordu! Sümüklüböcek hiç böyle olmamıştı. Ne
tuhaf! hiçbir şey düşünemiyordu artık, yalnız bir bambaşka ağıt du­
yuyordu, yalnız ağlıyordu. Neden sonra kendini topladı, gözlerini sil­
di. Kozadaki kadının ağıdı da durmuştu. Sümüklüböcek kozaya bi­
raz daha yaklaştı.
Sümüklüböcek 1 1 1

" Nedir derdin? " diye sordu.


Kozadaki kadın da onun ağladığını duymuştu.
" Senin derdin nedir? " dedi.
Sümüklüböcek duralamadı bile:
" Benim derdim sensin! " diye yanıtladı.
Kozadaki kadın önce inanmadı, ama sonra ister istemez inarıdı:
sümüklüböcek kozanın başından hiç ayrılmadı bir daha. Kozanın
içindeki kadın bir kelebekti. Kelebeklerin kanatları çıkmadan önce
bir süre karanlık bir kozada kalmaları en l;ıüyük, en gerçek sevinçle­
rin acılardan, karanlıklardan sonra geldiğini anlasınlar diyeydi. Ama
sümüklüböcek ona birdenbire vurulmuştu, kara günler yaşamasına
gönlü elvermedi, sevdiğine karanlığı unutturmak istedi. Başardı da.
Ne derlerse desinler, kelebek en iyi günlerini karanlık kozada geçir­
di. Sümüklüböcek kelebeğin bir dakika dertlenmemesi için canını bi­
le verirdi. Hiç ayrılmıyordu yanından, umut dolu, yaşamak dolu gü­
zel şeyler söylüyordu. Çok şey biliyordu, bildiklerini, vardığı sonuç­
ları anlatıyordu ona, gündüz güneşi, gece yıldızları anlatıyordu. Çok
güzel bir şarkı vardır, bir yıldıza gönül vermiş bir sürüngenden söz
eder. Sümüklüböcek o sürüngen gibi değildi, bilgili böcekti, yıldızla­
rın böcek olmadıklarını, böcek olmadıkları için de yıldızlara gönül
verilemeyeceğini bilirdi. Kozadaki kadına yıldızların dünyalar kadar
büyük, alabildiğine uzak olduklarını söylüyordu. Kozadaki kadına
gelince, bunca bilgisinden dolayı sümüklüböceğe duyduğu hayranlığı
saklayamıyordu. Ama sümüklüböcek övülmeyi sevmezdi nedense,
sözü hemen değiştiriveriyordu. Durmadan konuşuyorlardı. Konuş­
mak, anlaşmak, sevmek ne güzel şeydi, iki olmak ne güzel şeydi! Sü­
müklüböcek yalnızlığın korkunçluğunu yeni yeni anlıyordu. Gecenin
ilerlemiş saatlerinde, kelebeğin uykusu gelince, sümüklüböcek ninni­
ler söylüyordu ona. Kelebek uyumuş da olsa sümüklüböcek ninniyi
sürdürüyor, coştukça coşuyordu, çünkü belki de en iyi, en güzel, en
gerçek şeyleri bu yarı yalnızlık içinde, bu ninnilerde söylüyordu. Sa­
bahları kelebeği türkülerle uyandırıyordu. Sonra birlikte geçirecek­
leri güzel günlerden söz ediyorlardı. Güzel günler her sabah biraz
daha yaklaşıyordu.
Bir gün oldu, beklenen gün doğuverdi.
Kelebek kozayı delip çıktı. Çok güzel, kanatlarının güzel rengi
yağmur sonu göklerini düşündürüyordu, ne hoş bir maviydi! Sümük­
lüböcek çok yorulmuştu, bitkindi, uykusuzluk canına okumuştu,
elinde olmadan uyumuştu o sırada. Kelebek de uyandırmadı. Neden­
se bir tuhaf olmuştu. " Uyusun, " diye düşündü. Sümüklüböceği alnın-
1 1 2 Tahsin Yücel

dan öptü, sonra usulca uçtu. Uçmanın, yeryüzünü yeniden görmenin


sonsuz sevinci içindeydi. Bütün gün uçtu. Kanatlarının gök mavisine
bütün böcekler bittiler, gözleri kamaştı. Bütün böcekler onunla dost
olmak istediler. Ama her isteyen yanına yaklaşamadı, öyle güzeldi
ki, yanında rahatça, çekinmeden, gözleri kamaşıp dili tutulmadan
konuşabilmek her böceğin göze alabileceği bir şey değildi. Yalnız
renk renk, pırıl pırıl böcekler yaklaşabildi yanma, kibar kibar konuş­
tular; çabucak sevdiler birbirlerini. Gezdiler, tozdular, güldüler, eğ­
lendiler, çiçekten çiçeğe kondular. Kelebek mutluluktan uçuyordu,
her şeyi unutmuştu, sümüklüböceği de unutmuştu. Ancak akşamüs­
tü anımsadı onu. Ona acıdı. Yanma dönmek istedi. Ama hiç acele et­
medi, uçmanın, görmenin, beğenilmenin tadını çıkara çıkara, yavaş
yavaş gitti ağacın yanına.
Sümüklüböcek kelebeği bütün bütün yitirdiğini sanmıştı. Sesini
duyunca sevindi. Sevindi ya gene de şaşırdı, gözlerine güç inandı, ke­
lebek ne kadar güzeldi! Ama kelebeğe güzel olduğunu söylemedi,
başka şeyler söyledi, her zamanki şeyleri.
Kelebek sözlerini dinliyorsa da eskisi gibi dinlediği söylenemez-
di. Öğleyin, ağaçların gölgesinde, çapkın bir böcekten güzel bir vals
öğrenmiş, çok sevmişti. Hem dinliyor, hem arada bir şey söylüyor,
hem de tek başına vals ediyordu. O böyle dönüp durdukça sümüklü­
böcek ne diyeceğini şaşırıyor, düşünceleri birbirine karıştırıyordu.
Düşündüklerine inanan kimseler düşüncelerini söylerken dinleyen­
ler gülerlerse, başka şeylerle ilgilenirlerse, doğru dürüst konuşamaz­
lar genellikle, üstelik üzülürler, küçülürler. Sümüklüböcek gene de
aldırmadı, kelebeği deli gibi seviyordu, ona güveni vardı. Bir zaman
böylece konuştular. Derken yeşil ağaçlar kararmaya başladı. Kele­
bek havaya baktı.
" Akşam oldu , " dedi, " sen bu akşam ne yapacaksın? "
Sümüklüböcek gözlerini kelebeğin gözlerine dikti, gülümsedi.
" Ne istersen onu yapacağız , " diye yanıtladı.
Kelebek gülümsemedi. " Yapacağız" da ne oluyordu? " Ne yapa­
cağız? " dememişti ki kelebek, " ne yapacaksın? " demişti. Kelebek ne
yapacağını biliyordu: bu akşam büyük bir baloya çağrılmıştı. Bir an
düşündü. Sümüklüböceği de götüremez miydi? Sümüklüböcek iyi
bir böcekti, eşsiz düşünceleri vardı, doğrusunu söylemek gerekirse,
onun o güzel türkülerini, o güzel ninnilerini başka hiçbir böcekten
duymamıştı, iyilikleri unutulamazdı, sonsuz sevgisi unutulamazdı.
Ama bugün konuştuğu böceklerin hiçbiri sümüklüböceğe benzemi­
yordu, hiçbiri sümüklüböcek gibi donuk renkli, sümüklüböcek gibi
Sümüklüböcek 1 1 3

hantal değildi: sümüklüböceğin baloya gelmesi ne de olsa tuhaf ka­


çacaktı, onu süı:nüklüböcekle görünce belki de ayıplayacaklardı:
sümüklüböceği baloya götüremezdi.
" Ben baloya gidiyorum bu akşam, senin ne yapacağını soruyo-
rum , " dedi.
Sümüklüböcek çok sarsıldı, ama belli etmedi.
" Ben de burada kalırım, seni beklerim," dedi.
" Ama yalnız başına sıkılırsın," dedi kelebek, " ben belki çok geç
dönerim. "
Sümüklüböcek gülümsemeye çalıştı.
" Seni düşünürsem sıkılmam, " dedi.
Kelebek baloya gitti.
Çok eğlendi, çok beğenildi. Kimseleri beğenmeyen yusufçuk bö­
ceği bile onunla kaç kez dansetti. Dansederken pırıl pırıl yeşil ka­
natlarını geriyor, yeşil kılıcını dimdik havaya kaldırıyor, kulağına gü­
zel sözler fısıldıyordu. Kanatları gök mavisi kelebek uyumuyordu,
ama peri masallarını andıran düşler görüyordu.
Sabaha doğru, ağaca döndüğü zaman bile bu güzel düşler içinde
yüzer gibiydi.
Sümüklüböcek hiç uyumamış, beklemişti. Kelebeğin güzelliğini
öven türküler yakarak oyalanmaya çalışmıştı bütün gece, kelebek
balodan dönünce hepsini söylemeyi düşünmüştü. Gel gör ki söyleye­
medi, dili tutuldu sanki. Üstelik, kelebeğin uykusu vardı, yorulmuş­
tu, hemen uyudu, yusufçuk böceği bu kez de düşünde çıktı karşısına.
Bu hep böyle sürüp gitti. Kelebek bütün gün dolaşıp eğleniyordu,
her gece bir başka baloya gidiyor, her baloda el üstünde tutuluyor,
hiçbir zaman gece yarısından önce döndüğü olmuyordu. Sümüklübö­
cekse, kelebek gelir de göremem diye, hiç ayrılmıyordu ağaçtan. Ke­
lebek için türküler, ninniler düşünüyordu. Kelebek uyurken ninnile­
rini söylüyordu ya türkülerini de söylemeyi göze alamıyordu bir tür­
lü. Sümüklüböcek bir şeylerden korkar gibiydi. Büsbütün zayıflamış­
tı şimdi, görenler tanıyamazlardı. Ama kelebeği suçlamıyordu, deli
gibi seviyordu çünkü. Kelebek de hep yorgun dönüyordu, fazla bir
şey konuştukları yoktu. Eski günler neredeydi? Şimdi havadan su­
dan konuşuyorlardı yalnızca, başka bir şey konuştukları olmuyordu.
Sümüklüböceğe bunu bile çok gördüler.
O pırıl pırıl, o renk renk, ama dedikoducu böcekler çok geçme­
den bu dostluğu anladılar. Kelebeğe de belli ettiler. Kelebekle sü­
müklüböceği konuştular. Anasından söz açtılar, güldüler. Onlarla
birlikte kelebek de güldü. Donuk rengini alaya aldılar. Kelebek bu-
1 1 4 Tahsin Yücel

na gülmedi, o kadar da kötü değildi. Sümüklüböceğe çok şey borç­


luydu: donuk renkli sümüklüböcekten bunca şey öğrenmeseydi, bu
parlak renkli böcekler arasında böylesine parlayamayacaktı, böyle
her sözünü can kulağıyla dinlemeyeceklerdi; hiç kuşkusuz, böylesine
güzel olmasında bile sümüklüböceğin büyük payı vardı: sümüklübö­
cek böyle sevmeseydi, bu kadar güzelleşemezdi: sevginin her şeyi gü­
zelleştirdiği sümüklüböceğin bulduğu bir gerçekti. Ama bunların hiç­
birini söylemedi dostlarına, sümüklüböceğe acıdığını söyledi yalnız,
yoksul bir böcek olduğunu, hiç yüzüne bakmamanın komşuluğa ya­
kışmayacağını söyledi.
" Çok iyisin, çok alçakgönüllüsün, şekerim, " dediler.
Ne olursa olsun, sümüklüböcekte dayanacak yürek kalmamıştı
artık. Kararını verdi, her şeyi söyleyecekti. Kendine güveni vardı,
dürüst böceklere yaraşır bir ömür yaşatabilirdi kelebeğe, onun için
kötülükten başka her şeyi yapabilirdi. Kendisini beklediği gecelerde,
gündüzlerde yaktığı türkülerin en güzel parçalarını bir araya getire­
rek uzun, ama alabildiğine güzel bir türkü oluşturdu. Bu türküyü
söylediği zaman, kelebek her şeyi anlayacak, canevinde duyacaktı.
Bekledi, kelebek geldi. Bir yaprağın üstüne kondu. Yağmur sonu
göklerini andıran güzelim kanatlarını açıp açıp kapıyordu. Keyfi ye­
rindeydi, pek öyle yorgun da görünmüyordu: tam sırasıydı! Sümük­
lüböcek yaprağın altına geldi, türküsünü söylemeye hazırlandı, ama
tek sözcüğünü bile söyleyemedi.
" Seni seviyorum, kelebek, " dedi yalnız.
Kelebek şaşırdı. Akıllı kelebekti, olanların hiçbirini unutmamıştı,
çoktan biliyordu, ama gene de şaşırdı işte.
" Nerden belli? " diye sordu.
Sümüklüböcek geçmiş günleri anımsatmaktan utandı. Yalnızca
sustu.
" Nerden belli? " diye yineledi kelebek. " Beni sevdiğini nasıl gös-
tereceksin? "
Kelebek ne kadar değişmişti! Sümüklüböceğin gözleri doldu.
'' Öl de, öleyim ! " diye yanıtladı.
Kelebek uzaklara baktı: hava kararmaya başlamıştı, baloya geç
kalacaktı.
" Ölmek neye yarar o zaman? " diye sordu.
" Seni sevdiğimi göstermeye ! " dedi sümüklüböcek.
Kelebek güldü.
"O zaman da beni alamazsın ki! "
Sümüklüböcek 1 1 5

" Seni sevdiğimi iyice anlarsın ya! B u kadarı bana yeter. "
Kelebek uzaklara baktı gene, sonra gözlerini yumdu, şu son gün­
lerde ne.zaman sevgiden açılsa, aklına yusufçuk böceği geliyordu.
" Ben senden çok daha kolay bir şey isteyeceğim," .dedi. " Yusuf­
çuk böceğiyle evlenmemi sağlayabilir misin? "
Kelebek ne kadar da değişmişti! Sümüklüböcek bir an bile dura-
lamadı.
" Elimden geleni yapacağım, bu işi başaracağım ! " dedi.
Kelebek baloya geç kalacaktı, uçup gitti.
Sümüklüböcek gidip yusufçuk böceğini buldu. Neler, neler söyle­
medi? Önce güzel şeylerden, iyi şeylerden başladı. Kelebeğin iyiliği­
ni, güzelliğini övdü ona. Ama yusufçuk böceğinin böyle şeylere kar­
nı toktu. Yusufçuk böceği zengin böcekti, daha da zenginleşmek isti­
yordu, dünyanın en zengin böceği olmayı koymuştu aklına. Böcekler
için de zenginlik renkti. Örneğin yusufçuk böceğinin kanatlarındaki
yeşil başka hiçbir böcekte bulunmayan bir zenginlikti. Ama o bu­
nunla yetinmiyor, gökkuşağının bütün renklerini ele geçirmek isti­
yordu: gökkuşağının bütün renklerini ele geçirdiği zaman böcekle­
rin en zengini olacaktı. O zaman sümüklüböcek kelebeğin kanatla­
rındaki yağmur sonu mavisini övdü. Gökkuşağı da yağmur sonların­
da görünmez miydi?
" Bak, bunu düşünmemiştim! Çok yaşa! " dedi yusufçuk.
Yusufçukla kelebeğin düğününe yoksul, zengin bütün böcekler
çağrılıydı. Sümüklüböcek de elbette. Ama bu düğünde kimsecikler
göremedi onu: anacığının dizinde ağlıyordu.
Yusufçuk böceği kanatlan yağmur sonu göklerini andıran güzel
kelebeği alıp bir başka kente gitti. Sümüklüböcek nerdeyse çıldıra­
caktı. Artık her şey bitmişti, ama düşünmeden edemiyordu ki! Dü­
şündükçe düşünüyor, dertlendikçe dertleniyor, inceldikçe inceliyor­
du. Çok geçmeden anacığını da yitirdi. Kadıncağız gene bir sabah
böcekleri susturmak için bağıra çağıra dışarı çıkmıştı. Adını söyleye­
meyeceğim bir böcek uşaklarına emir verdi, sümüklüböceğin anasını
iyice dövdüler. Gözleri daha o akşam yumuluverdi. Bütün böcekler
rahat bir soluk aldılar, sömüklüböceğin yaşlı anasının sözü bile edil­
medi bir daha. Böcekler arasında çok şeyler vardı konuşulacak: yu­
sufçukla kelebeğin gittiği kentten her gün yeni bir haber geliyordu:
şu yusufçuk vefasızın biriymiş, kelebeğin kanatlarındaki bütün mavi­
yi almış, sonra da yüzüstü bırakmış zavallıyı; bir arının yapışkan sarı­
sına tamah etmiş; balayı yolculuğuna çıkmışlar; zavallı kelebeğin
nerede olduğu bile belli değilmiş!
1 16 Tahsin Yücel

Sümüklüböcek bunları duyunca deliye döndü. Önce kelebek ge­


lir diye bekledi. Gelseydi, hiçbir şey sormadan bağrına basacaktı
onu. " Kanadının mavisini ne yaptın? " demeyecekti, sümüklüböcek
onun mavisini sevmemişti ki.
Kelebek gelmedi. Gelmeyince sümüklüböcek yolculuğa hazırlan­
dı. Demir asa demir çarık, gidecekti, bulacaktı onu, duyulmadık tür­
küler söyleyecekti, mavinin, yeşilin hiçliğini anlatacaktı, avutacaktı
onu. Bu yolculuk uzun yolculuktu, belki hiçbir zaman bitmeyecekti.
Bunun için, düşüne düşüne kazandığı bütün bilgileri bir araya getire­
rek oyum oyum yüreğinin biçiminde, sırtında taşıyacağı bir ev yaptı,
yola çıktı. Sonra boynuzları büyüdü. Böcekler buna kötü bir anlam
verdiler, ama yanılıyorlardı: sümüklüböceğin boynuzlarının ucunda
gözleri vardı, yukarılarda kelebeği araya araya büyümüştü boynuzla­
rı, buydu işin gerçeği.

Sümüklüböcek şimdi hala yoldadır, kelebeği arar durur. Yağmur


sonlarında bahçenize çıkarsanız, görürsünüz: gözleri göklerde, yürür
gider. Belki yağmur sonu gökleri kelebeğin kanatlarını andırdığı
için, belki başka bir nedenle. Ne olursa olsun, sümüklüböcek hala gi­
der yolunda. Ama, söylenenlerin tersine, budala bir böcek değildir,
düşünen bir böcektir yalnızca. Yavaş gitmesi bundandır. Geçtiği her
yere parlak bir yol çizer incecikten. Bu parlak yol sümüklüböceğin
en güzel düşünceleridir. Bilginler bu parlak yola eğilselerdi, çok şey­
ler bulabilirlerdi. Ama sümüklüböceği küçük gördüler, eğilmediler
yoluna, büyük büyük şeyler aradılar.
Orhan Duru (1933)

KÜÇÜK SİNEKLER

Bunun bu kadar korkunç bir şey olabileceğini önceden tahmin


edememiştim. Çünkü daha önce böyle bir duruma hiç düşmemiştim.
Korkunç kelimesini sabırla, daha doğrusu aptalca bir hareketle baş­
ka bir kavrama mı bırakacağımı sanıyorsunuz? Öyleyse benden de
aptalsınız demektir. (Kendimden ve sizden bağış dilerim.) Yok, öyle
bir şey yapacak değilim. Şimdilik kaşınmakla, sinekleri elimle kov­
makla yetiniyorum.
Sinekler açık olan yüznumaranın penceresinden içeri girdiler. Bu
iş - iyice farkındayım - sabahleyin oldu. Sineklerin biyolojisi üzerin­
de bilgim kıt ama onların da insanlar gibi uyuduklarını sanıyorum.
Geceleri gözükmüyorlardı. Gün ışığıyla birlikte gizlendikleri delik­
lerden çıkıp evin içinde dolaşmaya başlıyorlardı.
Önce onlardan büyük olmanın gururuyla boşverdim. İki üç sinek
odanın ortasında dolaşıyordu. Kibar davranıyorlardı. Sonra " ezici
bir çoğunlukla" beni zıvanadan çıkardılar. Öğleyin yemekte o canım
imambayıldının içine biri pike yapıp kendini atıverdi. Açlık yüzün­
den intihara teşebbüs ettiğini, bunu da başardığını kabul ettim. Mi­
demdeki ezintiyi, gurultuyu bastırmaya çalışarak çatalımın sapıyla
sinekceğize basit fakat kahramanlığına layık bir cenaze alayı tertip­
ledim. Fakat bu arada başka bir sinek imambayıldının zeytinyağı de­
nizinde boğulmaya kalkmaz mı? Onun boğulmasına engel olama­
dım. Öldü zavallı. Ama bu ikinci ölüm budalaca bir ölümdü. Gerçek
olan bir şey varsa o da sineğin bu biçimde ölmekten büyük bir zevk
duyduğudur. Neyse. Burayı geçelim. Böylece öğleyin hiçbir şey yiye­
medim. Büyük bir hızla sinekler eve dolmaya devam ettiler. Bunlar
herkesin bildiği, basit karasineklerdi. Yatıp kitap okumağa kalkış­
tım. Kitap son derece cansıkıcı bir şeydi. Yahut sinekler yüzünden
son derece sıkıcı oldu. Önce bir sinek geldi, burnuma kondu. Kov­
dum gitti, gene geldi, kondu. En sonunda burnuma yer değiştirttim.
(Burnumu bulamasın diye.) Bir daha konmadı. Sonra işi azıttıkça
azıttılar. Boynumda, kulaklarım üzerinde dolaşıyorlardı. Ayaklarım
üzerinde o kadar çok sinek vardı ki. Yuvarlak hesap yüz tanesi ço­
raplarımın üzerine konup kalkıyordu. Çoraplarım fena halde koku­
yordu. Onları çıkarıp bir köşeye attım. Sinekler çorabıma hücum et-

1 17
1 18 Orhan Durn

tiler. Ama ayak parmaklarım arasındaki gizli hazineleri keşfettikleri


zaman korkunç bir nara attım. Elime geçirdiğim bir şeyle (Bu şey bir
süpürge imiş.) üzerlerine vurmaya başladım. Bu, müthiş bir katliam
oldu. Yazık ki çoğu elimden kurtuldu.
Kendi kendime kızdım. İşin içine bundan sonra " irade " dediği­
miz şey girdi. Öyle ya. Niye bu kadar küçük canlılar beni deli ediyor­
lardı. Kendi mantıksızlığıma kızdım. Sonuna kadar dayanmaya karar
verdim. Daha doğrusu irademi deneyerek kendi gözümde kahraman
olmaya kalkışmıştım. Bunları düşünerek sedire uzanıp sinekleri sey­
retmeye başladım. Ayak parmaklarım üzerinde dolaştıkları vakit
kendimi tuttum, dişimi sıktım. (İrademi denediğimi hatırlatırım.) Ar­
tık onların hiçbir işine karışmıyordum ama beynimde gıcıklanmalar
oluyordu. Böyle bir çeşit duygusuzluğa dalmıştım. Kendimi bir " yo­
gi " sanıyordum. Fakat bunun özünün irade sağlamlığından değil,
duygusuzluktan geldiğini düşündüğüm zaman (Duygusuzluğu kendi­
me yakıştıramam.) Sineklerle yeniden savaşa giriştim. Çarşıdan, he­
rifin birisiyle bir şişe sinek öldürücü ilaç aldırdım. Üzerinde " Hek­
zachlorciclohexan ihtiva eder" diye yazıyordu. Sinekleri yokedece­
ğine aklım yattı. Külüstür bir pompayla bu ilacı evin her tarafına
püskürttüm. Bütün delikleri tıkadım. İlacın öldürücü etkisini lakayt
gözlerle seyre başladım. Asıl düşüncem bu değildi. İlaç benim başı­
ma da vurmaya başladı. (Ben bir sinek miyim dersiniz? ) Kendimi
evden dışarı attım. Derin soluklarla ciğerlerime temiz hava çektim.
Bir saat sonra eve dönünce baktım, hepsi gebermiş. Oh, köküne kib­
rit suyu. Köşede, bucakta birkaç tane kalmıştı. Onlara önem verme­
dim. Bütün bela o " önem vermediklerim " yüzünden çıktı. Bu ölme­
yen sinekler tabiatın bütün canlıları koruma kanununa göre hayatta
kalmışlardı. Bu yeni tür sinekler peynir yer gibi " Hekzachlorciclo­
hexan " yiyorlardı. Adeta bu zehir gibi sinek öldürücü ilaçla besleni­
yorlardı. Allah kahretsin! .. Yeniden çoğalmaları uzun sürdü. Bütün
kapıyı, bacayı kapadığım için dışarıdan başka sinek giremiyordu.
Ama onlar düzenli olarak çoğaldılar. Son derece ciddi kitaplar
okurken inadına gelip, kitabın okuduğum sayfası üzerinde hayasızca
çiftleşiyorlardı. Bu yeni tür sinekler eskilerine göre daha büyük, da­
ha korkunç idiler. Bir kere derime yapıştılar mı kolay kolay oradan
ayrılmıyorlardı. Siyah, kıllı hortumlarıyla neler becerdiklerini bilmi­
yorum. Gün geçtikçe vücudumu sivilceler kaplamaya başladı.
Sinek kağıdı alıp tavana astım. Fakat " deyyus " lann hiçbiri kağı­
da yaklaşmıyordu. İhtiyar amcam - o başka bir evde oturuyor - si­
nekleri elimle ya"kalayıp kağıda yapıştırmamı salık verdi. İhtiyar yen-
Küçük Sinekler 1 1 9

gem öd ağacından tütsü yapmamı söyledi. Onların beyninde bir pa­


ralık zeka olmadığına inanıverdim. Bu moruklarda iş yoktu. Tek ba­
şıma bir şey yapamayacağımı anlayınca belediye başkanına danış­
tım. Ondan bütün şehir halkının sineklerden şikayetçi olduğunu öğ­
rendim. " Öyleyse, " dedim, " Bu toplumsal bir olaydır, meseledir.
Toplumsal bir kurum olarak başımızda belediye olduğuna göre bele­
diyenin bu işle derhal ilgilenmesi gerekir. Yani sayın belediye başka­
nı bu meseleyi hallederek, sinekleri yok etmemelisiniz. " Anlıyor
sunuz ya sinekler sinirlerimi bozmuştu. B öylece koskaca bir çam de­
virmişken belediye başkam " Ha? " diye sordu. Büsbütün azıtarak,
" Evet, evet, " dedim. " Bu şehir halkına böyle uyarıcı sinekler gerek­
tir. Onları soksun ki akılları başlarına gelsin. Rahat rahat, şurada bu­
rada, ağaç gölgesinde, kahvelerde uyuklayacaklanna bu sinekler ra­
hatsız etsin onları da biraz iş görsünler. Sonra bu şehrin ticari hayatı­
nı canlandıniıak bakımından da önemlidir. Sineklerle savaşmaktan
vazgeçin. "
Heyecandan kıpkırmızı başkanın yanından ayrıldım. Ama siz be­
nim şu sinekleri hiç sevmediğimi biliyorsunuz.
Erdal Öz (1935)

GÜVERCİN

Soluk soluğaydı. Kulağını demir kapıya yanaştırdı, dinledi.


Hiçbir kıpırtı yoktu dışarıda. Ter içinde kalmıştı. Nicedir avuçlarında
sıktığı yuvarlanmış kağıt parçacığının terden ıslanıp yumuşadığını
bildi. Yavaşça doğrulup demir kapının ortasındaki dört köşe deliğe
uzandı, baktı: Kimseler yoktu dışarıda. Görebildiği: ilerideki taş
merdivenin başladığı yerdeki alacakaranlıktı. Taş basamaklar, her
zamanki gibi aşağılara, bilinmez koyuluklara iniyor olmalıydı. Kapı­
nın deliğinden çekildi. Görülüp görülmediğini anlamak için bekledi.
Yüreği avuçlarında atıyordu. Bir titreme geçti içinden. Yırtmamaya
çalışarak özenle açmaya başladı kağıdın yumuşak katlarını. Hamur­
laşmış kağıt, bir bez parçası gibi hışırtısız açılıverdi parmaklan ara­
sında. Mavi çizgili bir okul defterinden koparılmıştı; kurşunkalemle,
büyük harflerle yazılmış iki satır yazı vardı üzerinde. İçi titreyerek
okudu. İnanamadı. Dünyadan, doğadan gelen ilk sesti. Dudaklarına
götürdü mavi çizgili kağıdı, öptü. Kaşlarında biriken ter bir yol bu­
lup indi, kağıtla buluştu dudaklarında, emilip yok oldu. Mavi çizgiler
daha da koyulaştı. Bir daha okudu. Sanki ilk kez okuyordu yine. İki
satırcık yazı vardı kağıtta. Saydı: Yedi sözcüktü hepsi. Bütün harfleri
saydı: Dünyadan gelen ilk haberle yüklü tam kırk sekiz harf.

Bildik bir patırtıyla irkildi. Hamurlaşmış kağıdı avucunda yuvar­


layıverdi. Güvercinlerdi. İki mor gölgenin, tepesindeki kirli cam ta­
vanda dönendiğini gördü. Küçük çatal ayakların ötesinde bulanık
mor gölgelerdi; aylardır bıkmadan izlediği güvercin görüntüleri. Göl­
gelerden biri havalandı biraz, hemen indi öbür çatal ayakların yanı­
başına. Toparlacıktılar. Sevgi dolu erkeksi gurultularla dönendi eşi­
nin yanında erkek güvercinin çatal ayakları, mor gölgesi. Gözlerine
gülümseme indi.

Bir keresinde uyuyordu yine tahta sekinin üzerinde. Avucunda


gizlediği bu kağıdın içeri atıldığı demir parmaklıklı küçük pencere­
den bir güvercin girmişti odaya. Ürpererek fırlamıştı yattığı yerden.
Gün sona ermemişti daha. Kentin bir sürü pisliğinin lekeleyip ağır­
laştırdığı kirli cam tavanda tıpırtılarla başlayacak ince bir yağmurun

1 20
Güvercin 1 2 1

az öncesiydi. Bulanık kirli camın ötesinde puslu bir gün vardı. Etli
kanatlarıyla başının üstünden geçip karşı duvara çarpan, duvarın di­
bine düşen bir güvercindi. İlk sersemliğinden sıyrılınca bu kez de
karşı duvara vurmuştu kendini. Kaldığı bu odacığa giren, kendisine
hiçbir kötülüğü dokunmayacak olan bu ilk canlıyı sevinçle gözle­
mişti adam. Onu ürkütmemek için, ayakucuna toplanmış güve yeni­
ği beyliğini yavaşça üstüne çekip tahtaların üzerine, köşeye büzülü­
vermiş, kıpırdamadan kuşun çırpınışlarının dinmesini beklemişti.
Kirli duvarlara etli patırtılarla vuruyordu güvercin. Düz duvara tu­
tunmaya çalışıyor, aşağılara kayınca yeni bir umutla havalanıp karşı
duvara çarpıyor, yine düşüyordu yere. Bir ara güçlü sivri kanatlarıy­
la, cam tavanla iki duvarın birleştiği köşede nasılsa durabilmiş, geçi­
ci bir denge sağlamıştı orada. Korku dolu kırmızı cam gözleriyle şaş­
kın şaşkın bakmıştı ona tepeden. Parlak, dolgun göğsü inip inip kal­
kıyordu. Barındığı o köşede çok az durabilmişti; kanatları yorulunca
düşmemek için yeniden karşı duvara atmıştı kendini. Duvara çok
hızlı vurmuş, çırpınarak yere düşmüş, kalakalmıştı öylece. Bir kana­
dı açık kalmıştı. Kırmızı gözleriyle acı içinde çevresini gözlemişti. İn­
ce bir perdecik ara sıra bu kırmızı cam gözlerin önünden geçip gidi­
yordu. Kalkıp iniyordu bu perdecik, ama kırmızı gözlerdeki umut
hiç bitmiyordu. Yeni bir umutla yine havalanıvermiş, yine duvarlara
çarpmaya başlamıştı kendini. Bir ara pencerenin demir parmaklığı­
na konmayı başarınca, adamın içini sarıveren sevinç, çok geçmeden
yerini bir hüzünle değiştirivermişti. Birden onun çekip gideceğini
gönlünden geçirip yalnızlık çeker gibi olmuştu. Bu kez umut, güver­
cinin yüreğinden çıkmış, adamın yüreğine çöreklenmişti. Güvercinin
çekip gitmemesinden yanaydı bu umut. Yatışmıştı güvercin; göğsü­
nün inip kalkışlarından belliydi. Ne de olsa ayaklarıyla tutunacak bir
yer bulmuştu orada. Gitmiyordu. Sanki kurtuluşunun tadını çıkarı­
yor, uçup gidişini geciktiriyordu. Dinlendiriyordu kendini bir bakı­
ma. Ta ki odacığın demir kapısı şakırtılarla açılıp içeri giren görevli­
nin ürkünçlüğü görünene kadar. Ürkünce de uçmuştu. Akıl edip
kendini parmaklığın dışına atacağına yine içeriye fırlamıştı şaşkınlık­
la. Karşı duvara olanca hızıyla çarpıp adamakıllı sersemlemiş, yere,
görevlinin ayaklan dibine düşmüş, sonra da iki hoyrat elin gövdesi­
ne sarılışını önleyememişti. Etli kalın kanatlarını çırparak gövdesine
sarılan yabanıl pencerelerden kurtulmaya çalışmış ama başarama­
mıştı. Uzaklaşan ayak sesleri, dost bir canlıyı, tutuklu bir güvercini
de alıp bilinmez bir karanlığa götürmüştü. Fırlayıp kapıya tutunmuş­
tu adam. Kapının küçük deliğinden en son görebildiği, bir karanlığa
122 Erdal Öz

inen taş merdivenin başında, görevlinin sevinç dolu hantal kıçıydı.


Oracığa, kapının dibine çöküvermişti. Sonra yerlerde güvercinin da­
ğılmış tüylerini görmüş, bir bir toplamıştı. Uçlarına doğru açılıp gri­
leşen mor tüycüklerdi. Nereye, niçin götürüldüğü bilinmeyen bir
canlının ardında bıraktığı son belirtilerdi. Avucuna doldurduğu tüy­
leri bir anıyı canlı tutmak ister gibi saklamak istemişti. O gün de eli­
nin teriyle ıslanıp ezilmişti tüyler, birbirine yapışmış, küçülmüş, koyu
mor bir topakçık olmuştu. Tıpkı şimdi avucunda gizlediği kağıtçık gi­
bi. Tam o sırada bir yığın pisliğin birikip gölgelediği tepedeki kirli
cam tavanda yağmurun pıtırtıları başlamıştı.

Ayak sesiydi duyduğu. Kendini sekinin üzerine attı. Kağıdı kav­


rayan elini başının altına gizledi. Sesler yaklaşıyordu. Soluğunu tut­
tu. Tepesindeki kirli, boz cam tavanda tek güvercin yoktu. Ayak ses­
leri kapının az ötesinde durdu, bir şeyler söyledi biri, bir anahtar
şangırtısı duyuldu, ama açılmadı kapı. Mırıltılarla uzaklaştılar. İçi bi­
raz yatıştı. Yanına kaymış beyliği üstüne çekti. Sırtı tanıyordu altın­
daki sekinin tahtalarını. Üç adam boyu yükseklikteki kirli cam tava­
nın ötesinde yağmurlu bir günün sonu vardı. Az sonra serin akşam
üstülerden biri daha başlayacaktı dışarıda. İnsanlar yine bıraktığı gi­
bi olmalıydılar. İnsanlar gerçekten bıraktığı gibi miydiler? Güneşin,
akşam üstülerin, sokakların, denizin tadını çıkarıyorlar mıydı? Oysa
bu daracık, yüksek tavanlı, tavanı iyi ki cam olan odacıkta akşam üs­
tüler yüklü bir hüzünle geliyordu, geliyor ve yapayalnız koyuyordu
insanı.

Bir insanın güçlükle sığabildiği, adının 'tabutluk' olduğunu çok


sonraları öğrendiği, ama bir tabut kadar bile içine rahatça uzanıla­
mayan daracık dört duvar arasında günlerce kalmıştı. Yalnızca ayak­
ta durulabilen, ancak bir insan gövdesi genişliğinde, tepede, yüksek­
te belki beş yüz mumluk bir ampulün gece gündüz aralıksız yandığı,
gözleri yakan, beyni buruşturan amansız bir aydınlıkta, insanın bo­
yuna çömelmek, ayaklarını şöyle birazcık olsun uzatabilmek için ge­
berircesine özlem duyduğu küçücük bir işkence odasında günlerce
kalmıştı. Kaç gün sonra olduğunu bilmiyordu, bir gün kapı açılmış,
onu o daracık odacığın dibine çöküp kalmış bir tortu gibi, atılıp kal­
mış boş bir çuval gibi bulmuşlardı. Omuzlayıp bir odaya sürüklemiş­
lerdi. Asık yüzlü birtakım adamlar sorular sormuşlar, bu sorulardan
pek bir şey anlamadığı için olacak, tokatlar, yumruklar atmışlardı ağ­
zına, gözüne; tekmeler inmişti bacak aralarına, karnına, dizlerine.
Güvercin 123

Vuranların düşündüğünden daha az acı duymuştu orada. Kulakla­


rında yapışıp kalan, sonradan düşündükçe ona en çok acı veren, ka­
lın kaşlı adamın bir sözü olmuştu: Adam boyuna kolundaki saatine
bakıyor, soruyor soruyordu. Sonunda fırlayıp saçlarına yapışmış.
" Çabuk söyle ulan söyleyeceksen , " demişti, " gemiyi kaçıraca­
ğım . "
Böyle demişti o kalın kaşlı adam. Sonra d a karşıya geçecek gemi­
ye yetişmek için şapkasını alıp hızla odadan çıkarken verdiği buyru­
ğa uyularak yere yıkılıp falakaya çekilmişti.

Gözlerini açtığında kendini bu cam tavanlı odacığın tahta sekisi


üzerinde sızılı şiş tabanlarıyla bulmuştu. Ağzında iki dişi eksikti.
Gömleğinde kuru kan lekeleri vardı. Sırtı, sekinin aralıklı kalın tah­
talarını tepkiyle karşılamıştı. Günler geçtikçe ısınmıştı buraya. Seki­
yi örten kaba tahtaların boşlukları, çıkıntıları sırtında yer etmiş, gün­
ler geçtikçe güç de olsa sırtıyla tahta seki arasında bir alışkanlık, uz­
laşma doğmuştu. Dilediği gibi uzanabiliyor, üç adam boyu yüksek­
likteki kirli cam tavanda birikip kalmış pislikleri, güvercinlerin mor
gölgelerini görüyor, onların sevişmelerini izliyordu. Gün boyu dama
kalkıp konan güvercinleri saydığı da oluyordu. Ne kadar çoktular.
Üstelik sabahlar, gün ortaları, akşamüstüler vardı burada, kirli boz
tavanda. Yüzlerce mumluk ampul yoktu tepesinde. Gündüzler gece­
lerden kolayca ayrılabiliyordu.

Doğruldu sekide kalktı. Yerde, köşede duran pembe plastik ko­


vadan su içti. Ilıktı su. Öğleyin aralanan kapıdan yere bırakılan kap­
taki bulanık çorbanın tuzunu unutamamıştı. Yürüdü. Günlük volta­
larından birine başladı. Adımları odanın daracıklığına alışmıştı. Üç
adımda bitiyordu iki duvar arası. Yürüdükçe, ılık suyla doldurduğu
midesinde suyun çalkantısını duyuyordu. Üç adımlarla yürüdü,
döndü, yürüdü, döndü, yürüdü.

Önce bir küçük sürtünme duymuştu. Bakınca da demir parmak­


lıklı pencereden içeri sarkıtılmış ince bir ipin ucuna bağlı, sallanmak­
ta olan küçük kağıt parçacığını görmüştü. Öylece kalakalmış, sanki
bir kurtuluş belirtisiymiş gibi soluk soluğa onun sallanışını gözlemiş­
ti bir süre. Kaç katlı olduğunu bilemediği bu yapının en üst katında­
ki bu odacığa bu ipin nereden, nasıl savrulup uzatılabildiğini düşü­
nüp bulmaya çalışmış ama çıkamamıştı işin içinden. Sonra sekiden
inip kapıya yaklaşmış, delikten dışarısını gözlemiş, seslere kulak ver-
1 24 Erdal Ôz

miş, görülme belirtisi olmadığına inanınca, ipin ucunda sallanan ka­


ğıda yetişmek için zıplamıştı. Önce yakalayamamıştı ipi, sonra seki­
nin üzerine çıkıp olanca gücüyle ipe doğru atlamıştı. Yere düşerken
ip kopmuş, kağıt topçuk elinde kalmıştı. İlk işi yine kapıya yaklaşıp
dışarıya kulak vermek olmuştu.

Birden fırladı. Başının üstünden geçen karaltıyla büzülüp küçülü­


verdi olduğu yerde. Anlayınca açtı gözlerini, çarpıntısını dindirecek
derin bir soluk aldı sevinçle. Yolunu şaşırıp içeri düşmüş bir güver­
cindi yine. Duvarlara çarpıp duruyordu kendini. İçeri düşen ikinci
güvercindi bu. Daha tedirgin, daha umutsuz bir güvercin. Kendini
duvardan duvara vuruyordu. Etli, dolgun bir sesle çarpıyor, düşüyor,
hemen havalanıp yine duvarları aşma çabasına girişiyordu amansız­
ca. Bir ara başının üstünden geçti rüzgarı, yanındaki duvara olanca
hızıyla çarptı, beyliğin üzerine düştü, kalakaldı. Uzandı, yavaşça
avuçlarına aldı güvercini. Sıcacıktı. Tıkır tıkır atıyordu yüreciği. Şaş­
kın gözlerle bakıştılar. Yumuşacık küçük gagasında perdeden kapak­
çıkların kıpırtısı vardı. Gözleri yusyuvarlaktı, korku doluydu, acılıy­
dı. Eğilip gagasından öptü. Toparlak, kıpırtılı başını kaçırdı kuş, tit­
redi. Yükselen ince bir perdecik, kırmızı parlak gözlerini örtünce
korktu adam.
" Aç güzel gözlerini kuşum, korkma. "
Perdecik indi gözlerinden, kırmızı kırmızı baktı güvercin.
" Korkuyorsun. Daha çok yenisin burada. Şaşkınsın. Ben aylardır
buradayım. Hem bir başımayım . "
Birden aklıma geldi, yekindi, bir şeyler arandı; kağıt topçuğu yer­
de, ayaklarının dibinde buldu.
" Bak, " dedi. " Bunu görüyor musun, bu kağıdı. Dostlardan gel-
.
d ı. "
Bir eliyle açtı kağıdı.
" Bak neler yazmış dostlar, okuyayım mı, ister misin? Bak okuya­
yım da dinle. "
Ağzını güvercinin başına yaklaştırdı, çok yavaş bir sesle okudu
kağıtta yazılanları.
Anahtarın, kilidin içinde dönüşünü geç duydu. Kağıdı hızla yu­
varlayıp ağzına tıktı. Kapı açılıp içeri girdiklerinde boğazı acımış,
gözlerine yaş inmişti. Kuş ürkerek, beliren bir dirlikle çırpındı. Ka­
çırmaktan korkarak sarıldı kuşun gövdesine sıkıca. Sıcacıktı. Kanat­
larını boşlukta dolu dolu çırptı. Elleri yandı kuşun kanat vuruşların­
dan. Kansız yüzleri, zorba bakışlarıyla durdular karşısında. Sekinin
Güvercin 1 2 5

köşesine büzüldü. Kuş bir kanadını kurtardı, çırptı. Adam yakaladı


boşlukta çırpınan kanadı.
" Kiminle konuşuyordun ? "
Ürperdi adam bu tüylü, çizgili sesten. Bakıştılar. Yüzünden bir
gülümseme geçti.
" Güvercinle , " dedi.
Kuş, bacaklarını kullanarak ileri geri kaymaya çalışıyordu ada-
mın avuçlarında.
" Ver onu , " dediler.
Güvercini göğsüne bastırdı. Sıktı. Canının içine gömdü sanki.
" Vermem ! "
Bağırmıştı. Ayağa kalktı sekinin üzerinde.
" Vermem size güvercini! "
Bunu derken iki eliyle sıkı sıkı kavradığı güvercini öne doğru
uzatmıştı. Duvarın üstündeki demir parmaklıklı pencereye fırlattı
elindekini. Parmaklık demirine çarptı ama bu kez içeriye değil, dışa­
rıya, yüksek yapının bu en üstündeki kattan parmaklığın ötesine, bi­
linmez bir aydınlığa düştü gitti ölü güvercin.
Onat Kutlar (1936)

KEDİLER

Bir sürü ölmüş kedi ile bir arada yaşamayı seven o eski dostumu­
zu uzun uzun hatırlamakta ne fayda var. Şimdi onun saçları uzamı­
yor. Hiçbir şeyden haberi yok. Belki de uzun bir uykuya yatmıştır.
Öyleyse rahatça giyinebilir, sokağa çıkabilirim.
Altı gündür bu şehirdeyim. Hep kenar mahalleleri, sessiz sokak­
ları, pis çamurlu dereboyunu gezdim. Kalabalık yerleri ve oraların
insanlarını tanımıyorum. Acaba beni birinin tanıyabileceğinden mi
korktum? Sanmıyorum. Bir hafta önce işimden atıldım. Ama korku
yok. Tersine ipsiz bir deve gibi başımı istediğim deliğe sokabilmek­
ten memnun dolaşıyorum.
Kapıya indim. Posta rafında adıma gelmiş bir mektup. Şaşırdım.
Kimden olabilir? Kimseye haber vermeden usulca sıvışıp geldiğim
bu şehirdeki adresimi kim biliyor? Heyecanla zarfı açtım.
" Dostum, " diye başlıyordu mektup.
" Bir haftadan beri merak içindeyim. Birdenbire nasıl ortadan
kaybolduğunu anlayamadım. Evine sordum. Ev sahibi kadın hiçbir
şey bilmediğini söyledi. Gar şefine seni tarif edip böyle birini gördün
mü dedim. San çizmeli mehmet ağa beyefendi! . . dedi, ben nereden
tanıyayım? Ümitsiz eve döndüm. Başı belada değilse elbet bir gün
gelir diye düşündüm.
İki gün önce biri geldi. Garip bir adam. Başında fötr şapka. Aya­
ğında kıl potur ve uzun konçlu postallar vardı. Bıyıkları da kocaman.
Sırtında doksan üç savaşından kalma bir martinle geldi kapıya da­
yandı. Senin gelip gelmediğini sordu. Yok kardeşim dedim, yerini bi­
le bilmiyorum. Sonra bazı şeyler anlattı. Seni muhakkak bulmalıy­
mış. Sözde sen herifin bir dostunu işkenceyle öldürmüşsün, ne bile­
yim daha bir yığın saçma şeyler. Neyse, seni yarın saat dörtte, istas­
yonun yanındaki kır kahvesinde bekleyecek. Görülecek hesabı var­
mış. Beni de görmeyi unutma, meraktan ölüyorum. Gözlerinden
öperim.
Not:
Ha, bu adresi de o herif verdi. Doğru mu, değil mi bilmiyorum.
Belki de şimdi bu mektup senin eline geçmemiştir. Bir posta rafında
duruyordur. Neyse selamlar. "

1 26
Kediler 1 27

Notu okuyunca bir gülmedir tuttu beni. Oradaki basit saçmalığı


bir türlü anlayamıyor, anlayamadığım için de boyuna gülüyordum.
Otel katibi, gözlüğünün üstünden kötü kötü baktı. Başımı sallayarak
sokağa fırladım. Sokakta bir güz ikindisi. Gece yağmur yağmıştı. As­
faltın ortasında küçük gölcüklere birkaç akasya yaprağı düşmüş yü­
züyordu. Otomobillerin, kalabalık sinema kapısının, postanenin
önünden geçtim. Mektubu düşündüm. Kötü şeyler yazılıydı. Belki
de bir yığın saçma. Birisi benden hesap soracaktı. O ölmüş, yaşlı
dostumuzun hesabını. Poturlu ve fötr şapkalı bir adam. Üstelik mar­
tini de var. Belki de ağızdan dolma. Ne olursa olsun, epeyce kork­
tum. Üşüdüm. Kafam binlerce lirayı yanlış saydığını farkeden bir
veznedarın kafası gibiydi. Kağıtları hızla çevirip yeniden başladım.
Ta o işe gitmediğim ilk günden.
Yirmi iki ekim sabahı kendimi daireye gitmeye isteksiz buldum.
Canım evde oturmak, bir dosta gitmek, kısaca avare bir gün geçir­
mek istiyordu. Üstelik bu halim bana pek olağan bir şeymiş gibi gel­
di. Sanki o güne kadar birçok defalar canım çekmediği için işe git­
mekten vazgeçmiştim. Oysa dokuz yıllık - öyle ya aşağı yukarı do­
kuz yılı buluyor - memurluk hayatım öylesine bir makine düzeni
içinde geçmişti ki, iki bin altı yüz doksan iki sabah, kasaba meyda­
nındaki o büyük saat tam ben vali konağının önünden geçerken se­
kiz otuzu çalmıştı. Ne bir adım önce, ne bir adım sonra. Bu yüzden,
yeryüzünün düzen duygusuyla ün salmış bir yığın büyük adamıyla
aramda bağlar tasarlamış, hatta gülünç hayaller kurmuştum.
Yatağın içinde düşünüp dururken, uyuşuk bir kaplumbağanın o
ne yapacağını bilmez, bilinçsiz atılışı ile birden kalktım, giyindim ve
sokağa fırladım. Önce ayaklarım nereye götürürse oraya gideyim di­
yordum. Ama biraz sonra bilinç altımın işe karıştığını, belirli bir yö­
ne sürüklendiğimi farkettim. Tuhaf bir zincirleniş beni eski günlerin
kaynaştığı bir kalabalık düzene, sonra oraya ait silik bir anının zorla
ittiği bir merak duygusuna sürükledi. Bulvar hafif bir yağmur altında
ağır ağır ıslanıyordu. Dalgınlıkla, arkadan gelen bir otomobilin al­
tında kalmamak için bulvarın soluna geçtim. İçimde o tuhaf merakı,
o çocukça merakı duyarak ellerim cebimde dörtyol ağzına doğru
yürüdüm. Pembe boyalı ilkokulun bitişiğindeki küçük yapıya düza­
yak açılan kapının önünde durdum. Sımsıkı kapalıydı. Yıllardan beri
kimse açmamış gibi kapalıydı. Bekledim, açılmadı. Birden sabırsız­
landım. Kapının çabucak açılması gerekmiş gibi geldi. Geç kalıyor­
dum. Saat dokuza iki kala olmalıydı. Saatime baktım, gerçekten do­
kuza iki vardı. Şimdi her gün nefes nefese daireye yetişen sayman bi-
1 28 Onat Kutlar

le gelmiş oturmuştur masasına diye düşündüm. Şef, gözlüğünü indi­


rip bakıyordur masalara. İçimde iki değişik utanç duygusu birbirine
karıştı. Kapı açılsa kurtulacaktım. B ulvar daireye giden açık bir yol­
du. O kadar kolay ki. Durak iki adım ötede. Otobüs yolda görünü­
yor. Tokmağı hızla vurdum. Tahta aralıklarından ince bir toz dökül­
dü. Birden bir çift takunyanın tıkırdadığı, taş döşeli kuytu bir ermeni
avlusu. Sonra kapı menteşelerinden sökülür gibi gürültüyle açıldı.
Hemen içeri girdim. Otobüsü görmemek için kapadım kapıyı.

Şu anda bu şehirde kimse, kalabalık, gürültülü, fıkır fıkır bir cad­


denin hemen kıyısında, o bunca yakın, bunca kolay, ama ondan bu
kadar ayrı, sessiz, ölü bir havanın var olabileceğini düşünemezdi. Ka­
pı kapanınca her şey dışarda kaldı. Aralıkta durdum. Yüksek takun­
yalara tünemiş eski dostum hiçbir şey söylemeksizin yüzüme bakı­
yordu. Gözlerinde hemen ağlayacak gibi duran o eski, tortulu hüzün.
Onu eskiden de böyle görürdüm. Küflenmiş bir limon gibi tatlı-sert,
tedirgin. Ama hep susardı. Onu kapı deliklerinden, pencere aralıkla­
rından, ya da müşterisine kapıyı açmasından faydalanıp odasının bir
köşesinden merakla seyrettiğim günlerde de böyleydi.
Belirsiz bir davranışla omuzlarını silkti. Sonra zararsız bir hayva­
na rastlamış gibi yavaşça eğilip bir çardak gülü bozgununun payan­
dasını düzeltmeye başladı.
Avlu eskisi gibiydi. Zengin limonluklarda hiçbir yeri olmayan,
çoğu kimselerce çiçekten bile sayılmayan, alçak gönüllü bitkiler dol­
durmuştu bahçeyi. Melez, soysuzlaşmış dikenli güller, sansabırlar,
hatmiler, tek katlı cılız kasımpatları. Çoğunun yapraklan dökülmüş
tomurcuklan kurumuştu. Ama dostum onların diplerini büyük bir
dikkatle karıştırıyordu. Sakalı gülün yapraklarına dolaşıyordu.
" Yahu , " dedim yavaşça. " İnsan böyle mi karşılar! Kırk. yılda bir
geliyoruz. Bir merhaba bile yok mu? "
İrkilerek döndü. Yüzü korku içinde gibiydi. Gülümsemeye çalışa­
rak:
" Ha? Yok! Daldım. Merhaba! Yok canım ! "
Konuşması tutuk, belki biraz da kekemeydi. İçeriye yürüdüm.
Oda kapısı aralıktı. İttim. Girdim. Bir an garipsediğim, sonra bütün
ayrıntılarıyla hatırladığım, sonra da alıştığım bir koku içimi doldu­
ruverdi. Hani o bir eski zaman matbaasının, bir oto tamir evinin, bir
kış ahırının ya da bir derici dükkanının kendine özgü bulunmaz ko­
kusu. Birden rahatladım. Gittim oturdum bir iskemleye. Duvarlarda
utlar, kemanlar. Göğüslerini anlatılmaz güzellikte sedef oymalarının
Kediler 1 29

kapladığı utlar. Yerde eski bir kilim. Odayı kaplayamamış. Açık ka­
lan yere bir hasır katlanıp konmuş. Hani kediler?
Kapı açıldı, dostum içeri girdi. O esnada nerelerden fırlayıp çıktı­
lar anlayamadım, sürüyle kırçıl kedi. Odayı öylesine doldurdular ki.
Uzun çizgiler gibi tavanı keserek uçuştular. Bir süre onları seyrettim.
Dostum uzun uzun onların hikayelerini anlattı. Bunları biliyor­
dum. Sokağa yılda bir defa ya çıkar, ya çıkmazdı. Öbür günleri hep
kedilerle. Tuhaf kedilerdi bunlar. Hatta kediye pek o kadar benze­
medikleri bile söylenebilirdi. Dokununca dağılan, uçan, kaybolan
şeylerdi. Bunca yıldır yaşıyorlardı. Bu evcil kuşların yuva yapmayı
düşündüğü karmakarışık saçların gizlediği kafa hep onları besliyor­
du. Bunca yıldır yiyecekleri hep ayaklarına geliyordu. Gözlerini yer­
yüzüne açalıberi hiç aydınlık yüzü görmemişlerdi... Güneş görme­
miş, nemli mahzenlerde sapsarı yeşermiş cılız buğdaylar gibi soluk,
kişiliksiz ve bencildiler. Dostum hepsini bir arada besliyordu. Belki
de yirmi kadardılar. Her birine bir saatini verse günü doluyordu.
Sonra utlar.
Oturdu. Utlardan birini eline aldı. Bozuk, tellerinden yalnız ikisi
kalmış bir çalgıydı bu. Parmaklarıyla bir iki dokundu. Sedef işlemeli
göğsünden tozlar döküldü. Tozlu sesler. Uzun uzun çaldı. Belki de
akort ediyordu. Tellerden ilkel, garip bir ezgi yayılıyordu ortalığa.
İçimde yıllardır duymadığım, alışık olmadığım bir rahatlık duygusu
uyandı. Bu karanlık odada birkaç gün, belki daha uzun bir süre kal­
mayı istedim. Gerçi pek sıkı fıkı değildik. Ama olsun ne çıkar. Kedi­
leriyle ilgilenirdim. O da bundan korkunç bir zevk duyardı.
" Kedileriniz çok güzel, "- dedim yavaşça.
Başını kaldırdı. Telaşlı, heyecanlı bir yüzle konuşmaya başladı.
" Evet... Güzel değil mi! Hepsini ben kendim yetiştirdim. Hepsi
de güzel. Eskiden böyle değildim. Gençlik günlerimde. Gece gündüz
sokaklarda sürterdim. Ara sıra kedilerle uğraştığım olurdu. Ama ne
kediler. Püüüh. Sokak kedileri. Çamurlu. Arsız. Tam ısınırsın kaçıp
giderler. Sokak sokak dolaşırdım. Yıllarca bu böyle sürdü. Sonra an­
ladım. "
Durdu. Ağır ağır: " Sokak kedileri sokaklarındı , " dedi. " Bıraktım
onları. Ben kendiminkileri yetiştirdim. Bilseniz ne belirsiz şeylerdi.
Belki o zamanlarda da yaşıyorlardı. Ama ne bilecektim. Hep o so­
kak kedileriyle uğraştım. Sonra aklım başıma geldi. Benimkileri ye­
tiştirdim. Kendim gibi besledim hepsini. "
Birden durdu. Gözlerimin içine bakarak:
" Hiç kediniz var mı? " dedi.
1 30 Onat Kutlar

" Var. "


" Çok mu? "
" Yoo. İki tane. "
" Hepsi de iyi mi? "
" Nasıl iyi mi? "
Anlamamış gibi şaşkınlıkla yüzüme baktı.
" Yani hepsi de mi iyi?"
" Ne demek istediğinizi anlayamadım , " dedim. " Kedilerin bazıları
iyi mi oluyor? "
Hala şaşkındı. Sonra küçümseyen bir gülüşle gevşedi.
" Öyledir, " dedi. " Neyse, dikkat edin. İkisini de aynı derecede
besleyin. Birini çok beslerseniz kuvvetlenir ve öldürür öbürünü. " Bi­
raz düşündü. " Öyle ya nereden bileceksiniz. Neyse geçelim. Kedile­
rimi eskiden kimseye göstermezdim. Bakışlardan dağılıyorlardı.
Ölenleri bu utlara gömdüm. " Yüzündeki hüzün tortulandı. " Şimdi
büyüdüler. Kaç yıldır kapımı çalanlara gösteriyorum. Artık onlar
korkuyorlar. Onlar kedilerimin bakışların�an korkuyorlar. Kedile­
rim bir bakmasın gözlerine, dağılıyorlar, kayboluyorlar, kaçıyorlar. "
" Korkuyorlar mı? " dedim yavaşça. " Neden? "
" Size göre değil, " dedi.
" Bana göre değil mi? Neden bana göre değil? "
Kelimelerin üstüne basa basa, beni egemenliği altına almak ister
gibi:
" Siz onları seviyorsunuz, " dedi.
Hafifçe irkildim. Bir sevgiye konu olacak yaratıklar değildi bun­
lar. Gözlerimi dostumdan ayırmadan havaya baktım. Kedilerden biri
bir yarım çember çizerek gözlerimle ampulün arasından hızla geçi­
yordu. Baktığımı görünce birden durdu. Havada, donmuş bir taş gibi
durdu. Kuyruğunu kıvırıp bana baktı. Gözbebekleri üst üste kapan­
mış bir parantez gibiydi. Ona dikkatle baktım. Gözleri gözlerime ba­
kıyordu. Yabansı, soluk, anlaşılmaz. Bu öylesine bir kumardı ki şan­
sımı denemeyi sonraya bırakmak zorunda kaldım. Kedi kaydı. Çem­
berini tamamlayıp hasırın kıvrımlarında kayboldu.
" Galiba öyle , " dedim. " Kedilerinizle bir arada yaşamayı çok is­
terdim. "
Dostum parmaklarını oynattı. Çalgının oymalı göğsünden tozlu,
soluk kedi tüyleri dökülmeye başladı.
Kaç gün bilmiyorum. Onunla birlikte kaldım. İlk günler belirli
bir huzuru sürdürmenin sevinci içindeydim. Sonra bu sevinç zayıfla­
yıp kaybolunca kendimi eski bir odada, acayip bir adam ve bir yığın
Kediler 1 3 1

bencil kediyle bir arada buldum. O zaman aramızdaki o şaşmaz ve


anlaşılmaz ilgi kuruldu: Düşmanlık. Bu nasıl oldu bilmiyorum. Ama
galiba bir camın öbür yanına geçmek isteyen bir sineğin aslında ca­
mın öbür yanında olduğunu bilmemesi gibi bir şey. Onun o sonsuz
çabası yok mu. Hata anlayamadım. Anlayamadım. Bugün bile hiçbir
şey bilmiyorum. Ama düşmanlık kuruldu. İkinci gündü sanıyorum.
Bahçeden bir kasımpatı alıp göğsüme takmak istedim. Belki değ­
mezdi. İşe yaramaz, soluk, taç yapraklarının çoğu kurumuş bir şeydi.
Olsun, istedim işte. Tam dostuma dönmüş, " Şu kasımpatlanndan
mor olanını koparıp geleyim. Göğsüme takacağım," diyordum, bir­
den o zamana kadar hiç görmediğim ama varlığını sezdiğim on dör­
düncü kedi saklandığı yerden çıkıp kendini bütün hızıyla yüzüme fır­
lattı. Geriye çekildim. Korkunç bir bakışla burnuma sürünerek geç­
ti. Sapsan olmuştum. Bir de iskemlenin arkalığı. Sırtımı öyle acıttı
ki.
" Ne oluyor yahu? " diy� bağırdım.
Dostum, telaşlandı.
" Durun! durun canım! Bir şey yok. Bazen olur. Yalnızca bir yan­
lış anlaşılma. "
Bir saat kendime gelemedim. O mor kasımpatı da dalında kuru­
yup kaldı.
Sonraki günler daha korkunç şeyler oldu. Geceleri uyurken yap­
tıklarını anlatmak bile güç geliyor. Ya gündüzleri. Örneğin üt çalı­
nırken ufak bir gürültü yapsam kötü kötü bakıyorlar, sinir bozucu
miyavlamalarla kafamı şişiriyorlardı. Kaçıp kurtulmayı düşünme­
dim değil. Ama kapının ardındaki cadde, gürültü, kalabalık, bizimki­
ler ve bütün ötekiler bana çok uzaklarda kalmış bir geçmişin artık
düşünmesi bile hayalden başka bir şey olmayan ayrıntıları gibi geli­
yordu.
Üçüncü gündü sanıyorum. Öğleye doğruydu. Dostumla karşılıklı
oturmuş düşünüyorduk. Kediler ortalarda yoktu. Bir ara ona burada
oturmaktan sıkılıp sıkılmadığını, kapıyı açıp cadde ile bir ilgi kurma­
nın mümkün olup olmadığını soracak oldum. Birden o şeytanlardan
birkaçı köşelerden fırlayıp üstüme atılınca:
" Ee ! birader, " dedim. " Yeter artık. Ne bu? Şu kedilerinize bir
çeki düzen verin. Hele bazıları yok mu. Artık bayağı rahatsız olma­
ya başladım. "
Ben bunları söyleyince birkaçı daha atıldı yüzüme. Dostum heye­
canla:
" Hiçbir şey yapamam," dedi, " onları ben öyle olsunlar diye yetiş-
132 Onat Kutlar

tirdim, hiçbir şey yapamam. Asıl siz kendinize bir çeki düzen verin. "
Kan tepeme sıçradı. Güçlükle tuttum kendimi. Anlaşılan bu ser­
seri kedileriyle üzerimde bir egemenlik kurmak istiyordu. Bütün ge­
ce bir çare düşündüm. Şu kedileri bir ortadan kaldırabilsem diye dü­
şündüm. Çok güçtü. Dokununca dağılıyor, sonra yeniden eski biçim­
lerini buluyorlardı. Suya çizgi çizmek gibiydi. Sonunda sabaha karşı
buldum. Uzun bir yoldu ama en sağlamı idi galiba. Neden daha önce
düşünemediğime şaştım.
Ertesi gün hemen planımı uygulamaya koyuldum. Oldukça güç
oluyordu. Sakallıyla konuşmalarım bana yardım etmese belki de bu
işte hiç başarı gösteremeyecektim. Bu konuşmalar aracıyla daha iyi
sonuçlar aldım. İşe iyilerden başladım. İyi kedilerden. Önce onları
besledim. Domuzlar gibi semirdiler. Artık öbürlerinin yiyeceklerini
kapıyorlar, yerlerine gidip oturuyorlardı. Bu durum sonucunu gös­
termekte gecikmedi. Bir öğle vakti büyük bir kavga çıktı. Sakallının
bütün çabasına rağmen kedilerden biri öldü. Bir pelte gibi dağıldı,
bir daha eski biçimine dönemedi, belirsizleşti, geldiği yere gitti. Sa­
kallı çok üzüldü buna. Sinirinden saatlerce ağladı. Tam ortalık bir
parça yatıştığı sırada ikinci bir kavgada bir kedi daha ölünce üzüntü­
sünden yatağa düştü. Yatağını iyi bir yere yerleştirip ona çay pişir­
dim. Udunu istedi. Biraz akort ettikten sonra baş ucuna astı. Üzün­
tüsü dinmek bilmiyordu. Uzun bir süre hıçkırıklar içinde kekeleye­
rek yakındı. Kavganın neden çıktığını bir türlü kestiremiyordu.
Hiç acımadım. İşe devam ettim. Her gün bir iki tanesi gidiyordu.
Odanın havasını dolduran o yoğun koku hafifliyor, tavanda anlaşıl­
maz şekiller çizen, devinip duran kırçıl çizgiler azalıyordu.
Dostum artık pek az konuşuyordu. Ut baş ucunda asılıydı. Akort
etmek bile istemiyordu. Zayıfladı. Gözleri çöktü. Doktor getirmek
istedim. Kesin olarak reddetti. Yemek y::miyordu. Sütçünün her sa­
bah kapıya bıraktığı sütünü içmez olmuştu. Günlerimiz tuhaf bir çıl­
gınlık içinde geçiyordu. Sıçrayan, kavga eden, ölen kediler, hastalık
kokusu, uykusuz saatler. Böyle giderse bir gün onu öldüreceğimi bil­
diğim halde, üstüne titriyor, bütün isteklerini - pek isteği yoktu ya -
yerine getiriyordum. Kim bilir belki de onun öleceğini kabul etmek
istemiyordum. Ama bu, gün gibi apaçıktı.
Yağmur gittikçe bastırdı. Eski evin tavanlarından sular sızıyordu.
Döşemede öylesine su birikti ki, bahara kadar kalsa hasırlar yeşere­
bilirdi. Avluya bile çıkmıyordum. Avlu bana artık oksijeni bol, yaşa­
yamayacağım bir ortam gibi geliyordu. Ama odadaki hayatım daya­
nılmaz bir durum alınca - bu, hastanın odadaki son temiz hava kırın-
Kediler 133

tılarını boğuk nefeslerde tükettiği ve kendini ölüme hazırladığı gün­


dü - bahçeye fırladım. Yağmur altında sarhoşlar gibi dolaştım.
O gün öğleden sonra son kedi öldü. Dostuma, hastalığın ölü ke­
dilerle bir arada yaşamadan arttığını, onların insana umutsuzluk ver­
diklerini anlattım. Sonra sağlık meselesini. Odanın ortasında bir yı­
ğın leş. Bırak artık şunları dedim. Şu dış kapıyı açayım. Gidelim. Da­
ha temiz, bir hastane mi olur ne olursa, çekip gidelim dedim. Konu­
şamıyordu. B oğazından kesik bir hırıltı çıktı. Kaşları ile " hayır " de­
di. Ölü kedilere sanki canlıymışlar gibi sevgiyle bakıyordu. Geçmişi,
kedi tüyleriyle dolu yoksul utları düşünüyordu.
O zaman günlerce tutsak kalmış birine açılan özgürlük kapısı gi­
bi sokak kapısına saldırdım. Açtım. Cadde bütün gürültüsüyle doldu
içeriye. Yağmurda iki gazoz içtim. Yarım kilo keçiboynuzu aldım.
Bir otı;>büse yetişmek için bir duraktan öbürüne kadar koştum. Son­
ra bir fotoğrafçıya girip tam on iki tane vesikalık çektirdim.
Sonra bir otobüse binip G ... 'ye geldim.
Altı gün G ... 'yi gezdim. Hep kenar mahalleleri, çamurlu, pis dere
boyunu. Yine de bir mektup geldi, buldu beni. Poturlu martinli bir
adam beni bekliyormuş. Oysa kimse görmemişti. Hem ben de bir
şey yapmamıştım ki. Herif kendi kendine öldü - öldü mü? - bir kor­
kudur aldı beni. O ıslak, alaca rüzgarlı, rahat ikindide üşüdüm, titre­
dim. Yeni bir hesap başlıyordu. İstasyona gittim, ilk trene binip ka­
sabama döndüm.
İstasyonun yanındaki kır kahvesi. Şimdiye kadar gelmemişim de­
mek buraya. Bir tahta barakanın önünde beş on masa. Sırıkların
ucuna gerilmiş kırmızılı beyazlı yuvarlak tenteler. Uçları rüzgardan
yırtılmış, sallanıyor. Ara sıra bir parçası kopup hafif bir kelebek gibi
lokomotif dumanlarına karışıyor. Yağmur dinmiş, hava ılık. Bir ma­
saya çöktüm. Beklemeye başladım. Olayın tek tanığı - aslında tek
tanık benim. O nereden tanık oluyor - benden hesap soracak. Sor­
sun bakalım. Artık temizlensin şu iş diye düşündüm. Düşmanlıkla,
boğuşmayla, sıkıntıyla, korkuyla geçen şu kadar günden sonra artık
bitsin her şey diye düşündüm. Ne olacaksa olsun. Hızlanan bir trene
yetişmek isteyen ama yetişeceğine kimsenin inanmadığı biri gibiy­
dim. Gözüm hiçbir şeyi görmüyordu.
Bir çay söyledim. Gözlerimi yoldan kuş uçurtmayacak bir nokta­
ya çiviledim. Ve bekledim. Akşam oldu. Gelmedi. Eve gitmeyi dü­
şündüm. Sonra vazgeçtim. Ya o sırada gelir, beni bulamazsa. Hava
ılıktı. Paltoma sarınıp oturdum. Kahveci gelip birkaç defa baktı.
Sonra başını sallayıp barakasına gitti yattı. Sabaha kadar gözümü
1 34 0naı Kutlar

kırpmadım. Sonra yeniden akşam. Çay içmekten ağzım buruldu. Ce­


bimde delikli iki kuruştan başka bir şey kalmadı. Açlıktan, soğuktan
dizlerim titriyordu. Hiç kalkmadım oradan. İskemlenin ayaklan çi­
mende yer etti. Böylece kaç gün geçti.
İşte rüzgar tentemin son parçasını da aldı, götürdü. Nerdeyse sa­
bah olacak. Dört kırk treni dağın ardında. Başım dönüyor. Midem
kazınıyor. Kahveci üç gündür yanıma uğramadı. Artık zararsız bir
süprüntü gibi bakıyor bana. İçerde esrar çekiyorlar. O daracık, kas­
vetli barakada. Dün biri ölmüş olmalı. Musalla taşını yıkayıp temizli­
yorlar. Temizleyicilerden biri poturlu. Başında da fötr şapkası var.
Belki de odur. Bana baktı bir an. Zaferi o kazanıyor. Kalkıp gitspm
yanına. Nerdee. Gözlerim bile görmüyor artık. Yalnız rüzgarı görü­
yorum. İkinci bir tenteye başladı. Parça parça götürüyor.

HOROZLAR

" Yirmi dakika varmış büyükanne ! " dedi çocuk. Yaşlı kadın başı­
nı salladı ve sulanmış kara taş döşemeli avlunun kiler kapısına açılan
kuytu köşesine gözlerini dikip beklemeye başladı. O kiler kapısın­
dan gizli bir serinlik yayılıyordu ortalığa. Taş döşeme avlu, üstüne su
yerine kolonya dökülmüş gibi, bu hafif akşamüstü serinliğinde ürpe­
riyordu. Kenarlarda, ayak basılmayan yerlerde taş aralıklarından ye­
şil otlar ve aslanağızları fışkırmıştı. Bir kedi sinirli ve kınk çizgiler gi­
bi sıçrıyor, ağzının yanıyla otlan çiğnemeye çalışıyordu.
" Karnı ağrıyor! " diye bağırdı çocuk, " Karnı ağrıyınca çimen yer
kedi..." Bunu kendi deneyleri sonucu öğrenmiş gibi sevinçliydi. Elin­
deki delikli kuruşları bir yana fırlattı. Gitti, kediyi boynunun arka­
sından, derisinden yakalayıp kaldırdı. Hayvan büzüldü.
" Bırak oğlum onu ! " dedi yaşlı kadın. " Git bir daha sor. Kaç daki­
ka kalmış. "
" Şimdi sordum, dedi çocuk. Kedinin ağzına zorla çimenleri sok­
maya çalıştı.
Döşeme, suyun cızırtılarla soğuttuğu ağır bir taş gibi buğu için­
deydi. Gökyüzünden sürüyle şeytan tüyü uçup gidiyordu. Biri avluya
indi. Duvarlara süründü, yuvarlandı. Yirmi dakikayı uzun bir yokuş
gibi ağır adımlarla yürüyen kadın, gözleriyle tüyü süzdü. Tily bir sü­
re duvarlarda yuvarlandıktan sonra yere indi ve birden döşemenin
ıslaklığına tutuldu, yapıştı kaldı. Yaşlı kadın korktu. O uzun yokuşun
Horozlar 1 35

ortasında kaldığını düşündü. " Pis," diye bağırdı çocuk. Kediyi fırlattı,
attı. Kümeste iki horoz sanki tam bu an için hazırlanmışlar gibi gü­
rültülü bir kavgaya başladılar. Yaşlı kadın yokuşu yürüyüp çıktığını
gerilerde kalan bu iki tanıktan anladı ve sevindi.
Açlık hafifçe başını döndürüyordu. Midesinde kocaman bir kese­
kağıdının havayla şiştiğini, çeperlerine dokunduğunu, yukarı doğru
çıktığını duyuyordu. Yıllardır her ramazan, otuz günün birini bile
kaçırmaksızın dayandığı bu açlığı bugün ilk olarak duyduğunu sandı.
Şunun şurasında yirmi dakika kaldı diye düşündü. Şu yirmi dakika
bir geçse.
" Hadi oğlum! " dedi. Çocuk isteksiz bir yüzle kapıya kadar gitti.
Sonra birden aklına gelmiş gibi sevinçle döndü:
" Gitmesem daha iyi olur. Annemgil şimdi gelirler, babamda saat
var.." dedi.
Büyükannenin canı sıkıldı. Şimdi gelirler mi onlar, diye geçirdi
içinden, belki de yolda açarlar oruçlarını ..
Ama çocuk kapıya gitti. Açtı ve eliyle koymuş gibi annesiyle ba-
basını orada buldu.
" Ben demedim mi! " dedi annesine.
" Ne dedin? "
" Sizin şimdi geleceğinizi. "
" Nasılsın anne? " dedi adam. Yorgundu. Belki biraz da şefkat
duygusu vardı yüzünde.
Yaşlı kadın kısaca:
" İyiyim, " dedi. " Kaç dakika var? "
" Sekiz. Acıktın mı? "
" Eee, ihtiyarlık oğlum. Dayanamıyorum artık. "
" Beş yüz sayınca top atılacak! " diye bağırdı çocuk. Saymaya
başladı. Dipteki kapıdan bir serinlik yaladı geçti ortalığı. Aslanağız­
ları biraz daha açıldılar. Bahçe musluğu şırıltıyla akmaya başladı.
Eski bir cami avlusunun, kenarlarını otlar bürümüş bir mescit havu­
zunun sessizliği geldi, kıvrıldı, uzandı. Çocuk, küçük, gümüş saplı
anahtarlar gibi sayıları bir yana yığıyordu. Yanındaki küme gittikçe
çoğaldı, sofraya doğru yayıldı.
" Dört yüz kırk biir, dört yüz kırk ikiii ! "
Babanın peçetesinin kenarına iki anahtar düştü:
" Dört yüz kırk sekiz, dört yüz kırk dokuz ! "
" Sus oğlum, " dedi babası.
" Dört yüz elli biir! .. Az kaldı baba. Şimdi biter. "
Sonra babası ile konuştuğu sırada geçen zamanı hesapladı. Ve
1 36 Onat Kutlar

yeniden sayarken dört yüz elli beşten başladı. Ama bu hesabı yapar­
ken geçen zamanı düşünmedi. Büyükanne bu farkı hesapladı ve top
dört yüz doksan sekizde atılacak diye geçirdi içinden. Bundan kimse­
nin bilmediği bir üstünlük payı çıkardı.
Genç kadın aceleyle sofrayı hazırladı. Oturdular. - Dört yüz yet­
miş dokuz - Büyükanne sayılarla uğraşıyordu. Açlık onu eskisi ka­
dar düşündürmüyordu. Buna karşılık oğluyla genç karısı gittikçe sa­
bırsızlanıyorlardı. Hatta ekmeklerini koparıp çatallarını ellerine aldı­
lar. Çocuk, küçük bir tepe gibi yığılan gümüş saplı anahtarların ara­
sında kaybolmuştu. -Dört yüz seksen sekiz - Kimseyi düşünmüyor­
du. Düzgün aralıklarla sayan sesi kumruların boğuk seslerine, açık
musluğun şırıltısına ve testinin ağzından uzak vapurların düdüklerini
yansıtan rüzgarın uğultusuna karışıyor, gökyüzünde kayboluyordu.
Belki bütün bunlar o bekleyişi uzatıyor, yasağın acısını bilinçsizce
artırıyor, açlıktan yorulmuş gözlerdeki küçük kıvılcımları körüklü­
yordu. -Dört yüz doksan beş .. Dört yüz doksan altı -
Büyükanne hazırlandı. Ve gök tam dört yüz doksan sekizde bü­
yük bir halı gibi yırtıldı. Adam ve karısı hızla uzattılar ellerini. Ağız­
larına birer parça ekmek alıp suyu büyük yudumlarla içtiler. Çocuk
ise top sanki beş yüzde bir daha atılacakmış gibi beş yüze kadar say­
dı. Sonra anahtarların arasından silkinip çıktı. Yemeğe meyvalardan
başladı.
Büyükanne birden yemeğe başlamadığını farketti. Ve o anda içi­
ne usulca doluşan o kıvamlı sabır ve kıvanç duygusuna gömüldü. Bu
duygu ona uzun zaman aynı cepte ısınmış rahat bir elin bildik anıla­
rını çağırdı. Bunca yıldır her sıkıntının, her acının, nice ramazan gün­
lerinin sonunda gelen buydu işte. Böyle anlarda serseri rüzgarların
çalkayıp durduğu karmakarışık su yüzeyinden ağır bir taş gibi dibe
çöker dinlenirdi. Kim bilir belki de bütün ömrü boyunca her şeye bu
özgürlüğü düşünerek katlanmıştı. Gittikçe sevindi ve büyüdü için­
den. Artık yağma yok diye geçirdi. İstese elini yemeğe uzatabilirdi.
Ama uzattığı anda bu üstünlüğünü kaybedeceğini biliyordu. Öbürle­
rine küçümseyen gözlerle baktı. Tuhaf bir haz içinde kulaklarını ka­
şık çatal seslerinin ötesindeki duygulu uğultuya dikti. Daldı. Gökyü­
zünde doluna dönüşen soluk bir ay kırması yapışık, duruyor, yarasa­
lar sessiz kanat çırpışlarıyla küçük esintiler getiriyorlardı. Sonra bah­
çe ve uzun bacalar. .. Birden oğlunun sesi ile irkildi:
" Ne o anne? Yemiyor musun? " Silkindi çıktı.
Öbürü - genç kadın - aptalca cevap yetiştirdi:
" Duasını okuyor. " Büyükanne kızdı:
Horozlar 1 37

" Bir şey okuduğum yok ! . . " diye bağırdı. Ve kocaman bir lokma­
yı hırsla ağzına attı. Yemeği hızlı hızlı yediler. Büyükanne o kızgın­
lık içinde sofrada ne varsa sildi süpürdü. Genç kadın sofrayı topladı.
Kümesin yanındaki sedire bir örtü açtı. Bütün aile sanki yapılması
ya da konuşulması gereken bir şey varmış gibi sedirin bulunduğu kö­
şeye toplandı. Havada ışığın çevresinde sürüyle kanatlı böcek. Ço­
cuk büyük bir yastığa dayanır gibi serin yaz gecesine dayandı. Genç
kadın uzun zaman elde dolaşmaktan kirlenmiş bir kumaşa dikkatle
nakışlar işliyordu. Büyükanne uzun boylu somurttu. Kimsenin yüzü­
ne bakmadı. Sonra somurtmaya devam ediyormuş pozunu takınıp
uyuklamaya başladı. Adam bu aradan faydalanıp bütün bir günü ye­
niden yaşadı. Sonra sıkıldı. Yavaşça:
" Anne , " dedi. " Uyuyor musun? "
Karısı bu çok eğlenceli bir şeymiş gibi fıkır fıkır güldü. Büyükan­
ne göz kapaklarını kaldırmadan usulca gülümsemeye çalıştı:
" Yok canım ne uyuması! " dedi. Sonra bir şeyler mırıldandı ve
daldı. Adam sevgi dolu gözlerle takıldı:
" Anne , " dedi. " Seni şu Ethem efendiyle evlenecek diyorlar, doğ-
ru mu? "
Büyükanne azıcık uyanır gibi oldu. Uyanık olduğunu ispat için
yarım yamalak duyduklarını tekrarladı:
" Ethem Efendi yaa! " dedi. " Doğru yaa ! "
Genç kadın yine fıkırdadı.
" Peki anne, bu Ethem Efendi sana aşıkmış öyle mi? "
" Aşık zahir oğlum .. " diye mırıldandı büyükanne. " Ethem Efen-
di ... "
Sonra söylediklerini yeniden düşündü. Birden ayıldı. Sert bir
yüzle:
" Kim Ethem Efendi? " diye bağırdı. " Alay etmeyin benimle ! "
Kızgınlıktan başını iki yana sallıyordu. " Bu geçkin günümde söylet­
meyin beni. Bırakın yahu! "
Adam yumuşatmak için gülümsedi! Bir yandan da önemli bir iş
becermiş gibi karısına baktı. Sonra ikisi birden bilgiç bilgiç başlarını
salladılar. Büyükanne artık bunamaya başlıyordu. Bu yargılarından,
onun bütün davranışları karşısında hiç düşünmemek gibi bir sorum­
suzluk payı çıkardıklarından sevindiler.
Büyükanne ise birden bağırmakla yaptığı yanlışı anladı. Herkesi
gücendirmişti. Ve yüz yıla yaklaşan ömrünün şimdi ona bunca de­
ğerli görünen bir yığın deneyini artık kimseye anlatamayacaktı.
Horozlar çiğ ışıkta uyuyorlardı. Onları birden uyandırmak istedi.
1 38 Onat Kutlar

" HOROZLAR! .. HANİ O HOROZLA R " falan cinsinden bir şey­


ler geçti içinden. Sanki bir zamanlar horoz muymuş, yoksa horozla­
nn içinde mi doğmuş, yoksa bir gece düşünde bir horoza mı binmiş,
yoksa erkek horozlar, dişi horozlar? .. Ne bileyim. " HOROZLAR!
HANİ O HOROZLAR! " Öyle bir şeyler geçti içinden işte. Dipteki
kapıdan yayılan o serinlik gibi. Kızgınlığını, her şeyini unuttu. Oğlu­
nu, oğlunun kansını unuttu. Horozları uyandırmak istedi. Tam bunu
yapacaktı sedir gıcırdadı. Ve büyükanne aile çevresinin sert kalıplan
içine düştü. Artık horozları doğrudan doğruya uyandıramazdı. Bir
yol bulmalıydı. Ama o kadar çeşitli yollar vardı ki, düşündü düşün­
dü, sônunda en tuhafını en olağanı budur diye seçti. Bir söyleve baş­
lar gibi yüzüne çeki düzen verdi. Uzun boylu konuşan görmüş geçir­
miş birinin öyküsünün sonunu bağlamak için sıkıştırdığı o beylik
cümleyi bir çırpıda söyledi:
" Yaa, işte böyle! . . "
Adam ve kansı önce şaşkınlıkla baktılar. Sonra a z önce verdikle­
ri yargıyı düşünerek gülümsediler. B üyükanne bu gülümseyişten ce­
saret aldı. Uyuyan çocuğun yanağına bir fiske attı. Çok gülünç bir
sözü tekrarlar gibi sırıtarak:
" Yaa, işte böyle ! " dedi yeniden. Çocuk uyandı. Uyku sersemi
bağırdı:
" Anneee! Ne böyle? "
Büyükanne o cümleyi çocuğu eğlendirmek için söylemiş pozunu
takındı. Ağzını soytarılar gibi çarpıttı.
" Vaziyet böyle .. " dedi. Sonra daha gülünç bir şey yapmak ister­
cesine kümese döndü, çocuğa eliyle horozları göstererek :
" Ö-örö-öööö! " diye bağırdı. Çocuk hiç gülmedi. Tersine kızdı.
Büyükanne memnundu. Horozlann uyanıp, cevap vermelerini bek­
ledi. Horozlar uyanmadılar. Bir tavuk hafifçe gıdakladı. Adam ve
karısı kıs kıs gülüyorlardi. Büyükanne fırsatın henüz geçmediğini dü­
şündü. Yeniden:
" Ö-örö-öööö! " diye bağırdı. Çocuk şaşkınlıkla fırladı kalktı ye­
rinden.
" Niye ötüyorsun büyükanne be? " dedi.
Kadın kocasının kulağına eğildi, " İyice bunamış, " dedi. Adam
başını salladı.
O anda büyükanne durumunu kavradı. Sonsuz bir gülünçlüğün
ortasındaydı. Öbür yanda " Horozlar.. Hani o horozlar .. " Zavallıydı.
Bitkindi. Her şey bitmişti. Bezgin bir yüzle kümese döndü, hüzünlü,
ama gülümser gibi tatlı bir sesle:
Horozlar 1 39

" Uyansana çil horoz .. Uyansana çapar horoz! " dedi.


Ve horozlar o anda uyanıp ötmeye başladılar.
Ferit Edgü (1936)

PAPAGAN

İki hafta önce aldım. Konuştuğunu söylemişti satıcı.


- Konuş bakalım Robenson, konuş da bey duysun.
- Satılığa mı çıkarıldım?
Garip bir sesti. Ne bir kadın, ne bir erkek sesi. İnsan sesi değil. Hay­
van sesi hiç değil.
Sorusunun yanıtını beklemeden sordu:
- Nasılsınız bayım?
- İyiyim, dedim. Ya sen Robenson, sen nasılsın?
- Berbat, diye yanıtladı sorumu.
- Zengin bir sözcük dağarcığı olmalı, dedim satıcıya.
- Evet, dedi. Oldukça.
- Anlam kaymaları oluyor mu? dedim.
Satıcı ne dediğimi anlamamış, alık alık yüzüme baktı.
- Nasıl yani?
- Bildiği bir sözcüğü gelişigüzel bir yerde, anlamı dışında kullanıyor
mu?
- Dikkat etmedim, dedi satıcı. Papağana döndü:
- Böyle şeyler oluyor mu?
-Berbat, diye yineledi papağan.
Satıcı,
- İnanın ki geniş bir sözcük hazinesi vardır.
- Belli, dedim. Yanıtları yerinde.
Satıcının istediği parayı ödeyip papağanı aldım.
- Eve gidene değin bu kafesin içinde kal, dedim. Bu senin güvencen
için. Eve vardığımızda kafesinden çıkarının. Dilediğince yaşarsın?
- Evde mi? diye sordu papağan.
- Evde, benim gibi, dedim.
- Berbat, dedi yeniden.
- Görmeden karar verme, dedim.
- Bakalım, dedi.
Satıcıya, hep böyle tek sözcükle konuşup konuşmadığını sordum.
- Tabii ki bir kuş ... takdir edersiniz. . . uzun cümle kurma yeteneği
yok.
- Böylesi daha iyi, dedim. Kısa ve kesin konuşması zekasını gösteri-

1 40
Papağan 1 4 1

yor.
- Duydun mu? dedi papağan.
Satıcı güldü,
- Görüyorsunuz, konuşulanların tümünü anlıyor.
- Hayır, dedi papağan. Tümünü değil. Dilediklerimi.
- Konuşmayı siz mi öğrettiniz? diye sordum.
- Hayır, dedi. Ben aldığımda konuşuyordu. Ama burda da, gelen gi-
denden birkaç sözcük öğrenmiştir elbet.
- Aşağılık herif, dedi papağan.
- Sattığım için kızıyor, dedi satıcı.
- Sizi çok seviyor olmalı, dedim. Belki de ayrılmak istemiyor sizden.
- Nefret , dedi papağan. Nefret!
- Beni değil, belki burasını seviyor olabilir, dedi satıcı. Ama sanmı-
yorum. Çünkü öbür kuşlar ve bu maymun nasıl olsa konuşmuyor.
- Alık, dedi papağan. ,
- Bu sözcükleri bildiğini bilmiyordum, dedi satıcı. İlk kez duyuyo-
rum. Kusura bakmayın.
- Tam tersine, dedim. Yerli yerinde kullanıyor sözcükleri.
Satıcı kıvandı:
- Söylemiştim size, dedi. Bir insan gibidir. Çok akıllıdır.
- Hadi yavrum gidelim, dedim papağana.
Elime kafesi aldım. Çıkmadan önce,
- Bir eyvallah demeyecek misin eski sahibine? dedim. Kafasını kal­
dırdı. Tükürür gibi:
- Kuş muhannet geber, dedi.
Gülüştük.
Elimde kafes bir arabaya atladım.
Şoför:
- Papağan mı o kafesteki ağbey? dedi.
- Evet, dedim.
- Konuşmasını biliyor mu?
- Evet, dedi papağan.
- Vay canına, dedi şoför. Gerçekten konuşuyor, hem de insanın di-
linden anlıyor.
- Evet, dedi papağan. Bazen.
- Evet'ten başka bişey biliyor mu ağbey? dedi şoför.
- Yürü, dedi papağan.
- Harika be ağbey, dedi şoför. Çok matrak. Hem anlıyor, hem karşı-
lık veriyor. İnsan gibi, aynen.
- Hayır, dedi papağan.
1 42Ferit Edgü

- Harika, valla harika, dedi şoför. İlk kez görüyorum böylesini.


- Son kez, dedi papağan.
- Çok matrak, handiyse kavga edecek, dedi şoför. Peki ablacım, de-
diğin gibi olsun, dedi gülerek.
- Ağbey, diye düzeltti papağan.
Şoför,
- Yalla bununla sen iyi para kırarsın ağbey, dedi.
Papağan bakışlarını bana çevirdi. Şoförün ne dediğini anlamamış ol­
malıydı. Handiyse sorulu, korkulu gözlerle bakıyordu.
- Para kırmak için değil, dedim. Evde yalnızım. Yalnızlığımı paylaş­
mak için aldım bunu.
- Başka bir şey bulamadın mı be ağbey? dedi şoför. Oturup bu kuşla
mı konuşacaksın.
- Evet, dedi papağan.
- Doğrusu, galiba haklısın, dedi şoför. İnsan geceleri şöyle bi konu-
şup dertleşmek istiyor arada bir. Üstelik böylesi...
- Papağan, dedi papağan.
- Evet, dedi şoför, böylesi bir papağan her yerde bulunmaz.
- Hiçbir yerde, dedi papağan.
- Geldik galiba, dedi şoför.
- Evet, dedim. Şurda köşebaşında ineyim.
- Hayırlı olsun ağbey, dedi şoför. Çok akıllı bir kuşa benziyor.
- Aptal, dedi papağan.
- Hergeleye bak, sen, dedi şoför. Teşekkür edeceğine kalkmış benim
gibi bir insanoğlunu aşağılıyor.

KEDİ İLE FARE

Ah, hayır, dedi kedi. Bu kadarı da fazla. Evcilliğin de bir sının ol­
mak gerek. Bir kül kedisi değilim ben.
Ya nesin? diye sordu fare. Bizim ana düşmanımızsın; bununla mı ta­
nımlayacaksın kişiliğini? İşlevin, görevin, sorumluluğun, yalnızca bu
mu: Fare düşmanlığı.
Saçmalama, dedi kedi. İşte burda durmuş karşılıklı konuşuyoruz. Bir
kedinin ne işlevi olabilir, okşanmaktan, mırıldanmaktan ve sobanın
kıyısında uyuklamaktan başka? Sorumluluğuma gelince, her kedi
kendinden sorumludur.
Yalnız kendinden mi, diye sordu fare.Yalnız kendinden, dedi kedi.
Kedi ile Fare 143

Yalnız dişi kedilerin başka sorumllukları vardır. O da yalnız yavrula­


ma döneminde. İki, bilemedin üç hafta sürer.
Sorumluluk değil o, dedi fare. Tüm yaratıklarda olan türünü koru­
ma içgüdüsü.
Her neyse, dedi kedi.
Ama çok kötü alışkanlıklarınız var, bunu yadsıyamazsın, dedi fare.
Ne gibi? dedi kedi.
Örneğin bir eve, bir insana alışıyorsunuz. Giderek yanaşıyorsunuz.
İzin verirsen, yaltaklanıyorsunuz, diyeceğim. İşin kolayını bulmuşsu­
nuz.
Bir eleştiri mi bunlar? dedi kedi.
Sesinde hiçbir kızgınlık ya da kırıklık yoktu kedinin.
Hayır, yalnızca bir saptama, dedi fare. Zavallı bir farenin saptaması.
Ama sanırım doğruluk payı ağır basan.
Yanılıyorsun, dedi kedi. Bizler kimseye alışmayız. Değil insanlara,
kendimize bile. Sen hiçbir evde iki kedinin bir arada yaşadığını gör­
dün mü? Yanaşmaya gelince, evet, hepimiz bir kapıya yanaşmış gö­
rünürüz. Yaşamı kolay kılmak için. Ama hiçbir zaman o evle yetin­
meyiz. Çaktırmadan birkaç başka yardımcı kapı daha buluruz. Doğa
içinde, doğal niteliklerimizi koruyarak (ki sanırım bilirsiniz, en yırtı­
cı hayvan türü içinde yer alırız) yaşamak elbette çok güç. Özellikle
bugünkü koşullarda. Tanrı, bize bu güç koşulları kolaylaştırıcı nite­
likler vermiş. Bizim yaptığımız, bunları ustalıkla kullanmak.
İyi ama bu tek yanlı nitelik değil ki, dedi fare. İnsanlarda kedi sevgi­
si olmasa, bu niteliğinizi pek kolay işlevsel duruma getiremezdiniz,
dedi fare.
Doğru söylüyorsun, dedi kedi. Ama bir şeyi unutuyorsun, insanlar
da bize benzer.
Nasıl? dedi fare. Hangi konularda?
Hiç düşündün mü, insanların bizi niçin evlerine alıp beslediklerini,
mangal kıyısında kıvrılıp yatmamıza izin verdiklerini, kucaklarına
alıp okşadıklarım, her birimize, birbirine çok benzese de birer ad
verdiklerini? Çünkü biz de onlar gibiyiz. Okşanmak, yanaşmak, se­
vilmek, yardım edilmek istiyoruz.
Peki ama insanların dünyasında kendinizi hiç yabancı duymuyor
musunuz? dedi fare.
Onların dünyası bizim dünyamız değil ki, dedi kedi. Biz o dünyanın
bir parçasında, kendi dünyamızı kurmuşuz. Tedirgin edildiğimizde
hırlıyoruz, tırnaklarımızı gösteriyoruz. Gerektiğinde tırmalıyoruz.
belki evciliz ama, sandığın kadar insancıl değiliz. Hele onların (in-
1 44 Ferit Edgı'i

sanların) kölesi hiç değiliz. Yanaşmayı biliyoruz, ama gerektiğinde


başkaldırmayı da. Sürekli başeğenin insanların dünyasında sevilme­
diğini atalarımız çoktan öğrenmiş. Senin anlayacağın, kişiliğimizi
(yani kediliğimizi) koruyarak, kimi durumlarda, insanlara öykünüyo­
ruz.
Anladım, dedi fare. Ama bu arada, söyler misin, bize karşı düşmanlı­
ğınız nerden kaynaklanıyor?
Bak, bunu bilmiyorum, dedi kedi. Gerçekten iyi bir soru. Nerden
kaynaklanıyor olabilir sizin türünüze olan düşmanlığımız? Bana bu­
nu öğreten olmadı. Babamı tanımıyorum. Anamdan ise, iki haftalık
kadarken ayrılmışım. Ama ansırım, kendimi bildim bileli, sizin çıkar­
dığınız en küçük bir tıkırtı uykumdan uyandırır beni. Kulaklarım
dikleşir, senin nerden geldiğini saptamaya çalışırım. Bunu bilen ço­
cuklar, zaman zaman sizin çıkardığınız sese benzer sesler çıkarırlar
tahtaları tırnaklayarak, sonra da benim şaşkınlığımla eğlenirler. Kı­
sacası, hayır, sizlere niçin düşman olduğumu bilmiyorum. Ama ner­
de kokunuzu alsam, nerde tıkırtınızı duysam içimde bir öldürme iste­
ği uyanıyor.
Ama bu çok saçma, dedi fare. Çünkü tek yanlı bir düşmanlık. Bizim
size düşmanlık duyduğumuz yok ki.
Bilmiyorum, dedi kedi. Belki başa çıkamayacağınız için bir düşman­
lık duymuyorsunuz. Ama sizin içinizde de, bize karşı bir kin olmalı.
Ömründe ilk kez bir kedi gören bir fındık faresi bile kaçacak delik
arıyor.
Bu yalnızca bir korku, dedi fare. Yalnız sizden değil, insanlardan da
korkup kaçıyoruz biz.
Kaçtığınıza göre bunun bir nedeni olmalı, dedi kedi.
Söyledim, dedi fare . Yalnızca korku.
Şimdi de korkuyor musun? dedi kedi.
Evet, dedi fare. Böyle iki pençenin arasındayken nasıl korkmam?
Ahınet Yurdaku1 (1954)

HAYVANLAR BİLDİRİSİ

Hayvanları sever misiniz?


Ben çok severim. Hatta öyle çok severim ki, kimi zaman onlar
adına birtakım iyilikler yapmaktan alıkoyamam kendimi. Elbette
her zaman iyi sonuç verdiği söylenemez bunların, bazen yanlış anla­
şılmalara yol açtığı da olur. Örneğin en son yaptığım şey ... Birçoğu­
nuz hemen " Nasıl bir şey? " diye geçirecek içinden, biliyorum. An­
cak gelin görün ki dostlar, yaptığım işi düşündükçe bunu isimlendir­
mekte öyle güçlük çekiyorum ki, yarım ağızla ona " şey" demekten
başka bir şey gelmiyor elimden. Üstelik nasıl bir fiyaskoyla sonuç­
landığını, nasıl elime yüzüme bulaştırdığımı düşündükçe, utancım
daha bir koyulaşıyor. Başımın iyiden iyiye derde girmesi de çabası.
Gerçi doktorlar durumumun tümüyle ümitsiz sayılamayacağını, bir
gün düzelip normale dönebileceğimi söylüyorlar. Eksik olmasınlar.
Ancak yüzlerinden okur gibiyim. Bu yüreklendirici sözlerin hemen
arkasından ve içlerinden sessizce şu tümce de geçmiyor değil
" ... tabii bu kafayı değiştirmen şart ! " Evet, hiç kuşkum yok böyle dü­
şündüklerinden. Gerçi durumum nasıl düzelecek onu da bilmiyo­
rum; ama umut umuttur. Yabana atılmaması gerek. Azı vardır, çoğu
vardır. Ve siz hangisinin işe yarayacağını bilemediğiniz için büyük­
lüklerine bakmadan sıralamak zorunda kalırsınız onları.
Çoğunuz bilmez. Yazıp çizmeye biraz meraklıyımdır ben. Çoğu
dosyalarda sessiz sedasız üreyen; içlerinde doğuştan şanslı bir ikisi­
nin de sağda solda yayımlanmayı başarabildiği hikayelerin kendi ha­
linde yazarıyım. Boktan bir işim var. Çalışmayı pek sevmiyorum ya,
gene de it gibi çalışıyorum. Bu da yetmezmiş gibi sık sık düşler görü­
yorum.
Neyse, konuyu dağıtmayalım. Günlerden cumartesiydi, iyi ha­
tırlıyorum.
Çalışma masamın başına geçtim. Günün birinde; beni, ünü do­
rukta çağdaş bir yazar yapacağını bir gece önce yine düşümde gör­
düğüm tılsımlı masam, salt keyfime tükürmek için olsa gerek, beyaz
boyasının sıyrıldığı yerden bana dil çıkartıyordu. Dinler miyim, üze­
rini bir kağıtla kapadım, sesi soluğu kesildi.
Günlük güneşlik bir gündü, kahvaltıdan yeni kalkmıştım. Masa-

1 45
1 "6 Ahmet Yurdakul

ma bitişik pencereden dışarısını seyrediyordum. Camın önünden ge­


lip geçenlerin güneş vurmuş yüzleri, bir anda bütün soruların uzağın­
da bir yaşam sevinci gibi; kısa, anlık ve aldatıcı da olsa görüntü alanı­
ma girmekten kurtaramıyorlardı kendilerini. Öyleki masanın üzerin­
de katlı duran gazeteleri bile açmak istemedim. Az sonra eşim " il­
ham perilerimi " ürkütmekten kaçınarak (belki de bu defa kahveyi
tabağa dökmemek için) yavaş ve oldukça sessiz bir biçimde fincanı
masama bırakıp uzaklaştı.
Evet, masamın başındaydım ya, ne yazacağımı bilmiyordum.
Önceden geliştirilmiş bir taslak bile yoktu önümde. Bazı kısa notlar,
sağa sola çiziştirilmiş, hepsi bu ... Son yazdığım öyküyü çıkardım. İki
küçük düzeltme daha yaptım. Birinci paragrafın son cümlesini dev­
rik kurdum, sonuna bir ünlem bıraktım; sonunda o da bitti. Bir siga­
ra yaktım. Tam o sıra acı bir fren sesi duydum. Başımı çevirip baktı­
ğımda koca kulaklı hantal bir sokak köpeğinin, bir arabanın altından
zorlukla sıyrıldığını gördüm. Sağ arka ayağı üzerinde sekiyordu kö­
pek ve acı acı inliyordu. Tekrar önümdeki notlara döndüm, ama ve­
remiyordum kendimi bir türlü. Aklım köpeğin az önceki acıklı hali­
ne takılmıştı. Gittikçe uzaklaşan iniltileri geliyordu hiilii kulağıma.
O küçük çarpışmadan sonra nasıl da yardım arayan bakışlarla bak­
mıştı çevresine; çektiği acı karşısında yanından geçen insanların
umursamazlığından hayrete düşmüş gibiydi. Kuşkusuz onun insan­
larla taşıtlar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir dizi trafik kuralından
haberi yoktu. O farkında olmaksızın bunlardan birine kendince bir
yorum getirmeye kalktığı anda, haddini bilmesi gerektiği biraz sertçe
anımsatılmıştı kendisine. (Belki birçok yönüyle eksikleri olan bir
düşünce bu benimkisi; ama o anda düşündüklerim buydu işte.) Ben­
ce onun asıl yaşaması gereken yer başkaydı. Orada kendi türünün
dünyasında ve bu farklı dünyanın kuralları içinde varlığına daha uy­
gun, daha sağlıklı ilişkiler kurabilirdi. Farklı iki dünyanın çatışmasıy­
la ortaya çıkabilecek sorunlardan ötürü rahatsız olması düşünüle­
mezdi belki. Belki . . . diyorum. Evet, bu yüzde yüz düşündüklerimden
emin olmadığım anlamına da geliyor galiba.
(Belki ... herhalde ... şey ... evet... Ne sıkıcı sözcükler değil mi?
Tam yeni bir yanıta başlarken, başka bir sorunun kapılarını açıyor
insanın önüne.)
Sonunda bunlara akıl erdirebilmenin en kestirme yolu dedim,
düşsel anlamda bile olsa onların dünyasına karışmak. Gerçi insan ha­
limizle oturup hayvanca şeyler düşünmek biraz zor oluyordu. Bazıla­
rı için biraz farklıdır belki; ama benim için ve söylemeye gerek yok,
Hayvanlar Bildirisi 147

daha birçokları için belli güçlükleri vardır bunun; belli aşılmaz nok­
taları...
Derken kararımı verdim. Önceden akla gelebilecek tüm güç­
lükleri göze alarak bu işi deneyecektim. Günümüzün yerleşik, tartış­
ma götürmez ve seçeneği olmadığı söylenen kuralları karşısında,
sözgelimi bir ' Hayvanlar İmparatorluğu ' nda bu işler nasıl yürüyor­
du. Oldukça eğlenceli bir tasarım gibi geldi başlangıçta. Gerçi bu iş­
lere her şeyden habersiz hayvanları, en azından bazılarını karıştır­
mak biraz canımı sıkıyordu. Ne yaparsınız ki, bazı şeyler elde değil
işte. Belki de hala bilinçalqndan birçoklarımızda etkisini sürdüren o
çocukluk masalları ... Çoğu hayvanlar aleminde geçerli ve sonunda
insan öyle rahat, öyle deliksiz bir uykunun kıyısında bulurdu ki ken­
dini ...
Uzatmayalım. Anlattığım nedenlere, bir de masa başında ve­
rimsiz bir gün geçirmeme isteği eklenince; sonuçta oturduğum yerde
hayvanlar üzerine bir şeyler karalamaya başladım. Önlem olarak da
hazırlıksız olduğum bu konuda, olur ya, içlerinden bazılarına haksız­
lık edebilirim düşüncesiyle başlığın altına kendimi bağışlatabilecek
kısa bir not koymayı da ihmal etmedim.
Söz konusu yazıyı olduğu gibi aşağıya alıyorum.

HAYVAN SEVGİSİ

" Bu öyküde adı geçen hayvanların


gerçek haya ttaki hayvanlarla hiç­
bir ilişkisi yoktur. Aradaki her
türlü benzerlik - eğer varsa - kötü
bir rastlantıdan ibarettir. "

(Yaşlı kaplumbağa başını kabuğundan çıkartıp uzun uzun esnedi.


Küçücük yüzünde yüzlerce kırışık vardı. Güneş, yaşadığı içi geçkin
zeytin ağacının kovuğunu iyice aydınlatmıştı. Binlerce yapraktan sü­
zülüp ortaya toplanan, çekingen, saf bir ışıktı bu; şimdi tam tepeye
yakın bir yerde olsa bile. Akşamdan kalma sapı kararmış bir armu­
dun yarısını dişledi kaplumbağa. Tembel adımlarla kapıya yöneldi.
Yaşadığı yerden başını şöyle bir dışarı uzattı, kavurucu bir sıcak var­
dı. Gözü kamaştı, boynunu kıstı, kalın kabuğunun gölgesine çekildi.
Kocamış zeytinin sık ve kalın dallarında hiçbir kımıltı yoktu. Sonra
bir ses duydu. Az ilerideki sararmış yabancı otlar hışırdayarak ikiye
ayrıldı. Kirpiydi bu gelen. Oyun yerinden uzağa düşmüş siyah bir
1 48 Ahmet Yurdakul

top gibi yuvarlana yuvarlana geldi önünde durdu kaplumbağanın.


" Günaydın, " dedi kaplumbağa.
" Saatten haberin yok sanının. "
" Ben yaşlı bir hayvanım. Üzerimde yılların yükü var, yorgun-
luktan doğal bir şey olamaz benim için. "
Kirpi sözünü kesti :
" Bırak sızlanmayı, " dedi, " seninle konuşacaklarım var. "
Birlikte içeriye girdiler. Dışarıya göre oldukça serindi ağacın
kovuğu. Kirpinin sesi titriyordu heyecandan :
" Başımız dertte, orman için için kaynıyor, bildiğin gibi değil. "
Öfkeden bütün dikenleri ayağa kalkmıştı.
" Benim bildiğim bu orman oldum olası pek hırlı değildir, " dedi

kaplumbağa, kirpiyi yatıştırmaya çalıştı.


" Bu seferki başka. Ormanın nice iri kıyım hayvanı varsa birlik
olmuş, diledikleri yerlere el koymuşlar. Kimseleri yaklaştırmıyorlar.
En güzel otlaklar, temiz su kaynakları, güzelim meyve ağaçlan hep
onların denetiminde şimdi . "
" Bak sen ! . " dedi kaplumbağa, yüzünü buruşturdu. Yüzündeki
kırışıklıklar birbiri üstüne bindi. " Utanmazlıklan malum. Daha önce
de benzer şeyleri denediler, ama zorbalığı böyle açıkça ele aldıkları
olmamıştı; inanılır gibi qeğil. "
" Aralarında toplanıp bir kararname yayımlamışlar. Artık belli­
başlı orman nimetlerinden yararlanmamız yalnız onların yazılı izniy­
le mümkün. Zavallı karaca, geçen akşam bütün bunlardan habersiz,
yasak bölgede otlamaya kalkışınca canını zor kurtarmış. "
" Kimlerden? "
" Kimlerden olacak. Akılsız ayılardan. "
Sıkıntılı bir sessizlik girdi aralarına. Kaplumbağa sırtını ağaca
verdi.
" Hatırlıyorum da bundan on, on iki yıl önceydi. Buna benzer
bir huzursuzluk çıkmıştı ormanda. Gücüne güvenen hayvanlar zor­
balığı gene ele almışlardı, ama şimdi anlattığın kadar kötü değildi. O
zamanlar ben gene yaşlıydım, bu zeytin ağacı daha gençti. Aslında
bir süredir oturduğumuz yerden seyredemeyeceğimiz kadar kötüye
gidiyoruz her gün. Bir şeyler yapılmalı. "
" Bir şeyler. . . " diye yineledi kirpi. Yılların buruşturup bir yana
bıraktığı yüzüne inançsız gözlerle baktı. " Senin yapabileceğin ne ola­
bilir. Keşke biraz daha genç olsaydın, " der gibiydi.
" Hele bir düşünelim, " dedi yaşlı kaplumbağa. " Sen şimdi git,
söyle arkadaşlara, akşama hepsi burada olsun. "
Hayvanlar Bildirisi 1 49

Kirpi geldiğinin aksine ağır, düşünceli adımlarla otların arasında


kayboldu. Her adım atışta tedirgin gözlerle çevresini kolluyordu.
Yeniden kovuğuna çekildi yaşlı kaplumbağa. Az önce dişlediği
armuda takıldı gözü. Uzun, çok uzun yaşamıştı. " Belki de gereğin­
den çok , " diye düşündü. Yaşadıkları, şimdi karşılaştıkları bu soruna
çözüm getirmeye yetecek miydi? B una olumlu bir yanıt bulabilirse,
onca uykuya karşın üzerinden atamadığı şu ağırlıkla belki yeni bir
uykuya dalabilirdi.

Duyulan haber umulan etkisini kısa sürede gösterdi. Yaşlı kap­


lumbağanın yaptığı çağrı ve ormanın güçlükleri karşısında uğranılan
panik yüzünden, gece olup da orman bilinen karartısını kuşanınca;
iri zeytin ağacının önü kalabalık bir toplulukla doldu. Gözler merak­
lı yaşlı kaplumbağayı gözlüyordu. Davete katılan bütün hayvanlar,
küçük topluluklar halinde kümelere ayrılmış, hararetle bu en güncel
konuyu tartı�ıyordu. Çevredeki ağaçların dallarına bazı kanatlı hay­
vanlar tünemişti. O sıra bulundukları düzlükte, yaşlı zeytinin tam ba­
tısına düşen iri köknarın tepesinden ayın on dördü bir dolunay boy
verdi. O ana dek kimsenin farkına varmadığı ağustosböceği. keyifli
bir ezgi tutturdu. Bütün sesler birden kesildi, bakışlar öfkeyle zeytin
dalları arasında gezindi. Leyleğin tepesi atmıştı :
" Hey sen! Ne yaptığını sanıyorsun? "
Tavşan, " Evet, " dedi, " .. keyiflenmenin tam sırası. .. "
Derken birçok ses bağırıp çağırmaya başladı: "Şarkı söyleyecek­
se gitsin. Bizimle alay ediyor. Hem onun ne işi var burada! . "
" Hayır! . hayır ! . " diye konuşmaları kesti ağustosböceği. " Gel­
dim; çünkü hepinizi seviyorum. Bende sanatçı ruhu var. Acılar karşı­
sında kayıtsız kalamaz ruhum, söylediğimse hüzünlü bir aşk şarkısıy­
dı. "
" Bırakınız! " dedi kovuktan başını çıkaran kaplumbağa. Ağır
adımlarla topluluğun ortasına yürüdü. " Sizlerle birlikte olmak iste­
yen hiç kimseyi dışınıza itmeyin. "
" Hemen konuya girelim," dedi geyik, " hepimiz durumun ne ol­
duğunu biliyoruz. "
Katır öfkeyle kişnedi :
" Tek çıkar yol dövüşmek. Gerekirse gücümüzün sonuna kadar.
Bu güzelim ormanı onlara yar etmemeliyiz. "
Karşı çıktı kaplumbağa :
" Orman hepimizin sevgisi; ama doğa bizleri birbirimizden çok
farklı yaratmış. Hepimiz bu güç gösterisine eşit şartlar altında katıla-
1 50 Ahmet Yurdakul

mayız. Sözgelimi ben ... " Kesik kesik güldü. " Hem de bu yaştan son-
ra . . . "
Arıbeyi,
" Öyleyse ne yapmalıyız? " diye fırladı konduğu çiçeğin üstün­
den. " B unun çözümü ben ve obam için çok önemli. Binbir emekle
ürettiğimiz o kovanlar dolusu peteklere ayıların musallat olması ne
demektir, bilir misiniz? "
" Katılıyorum, " dedi, karınca, " bütün bir yaz deliler gibi çalışıp
yiyecek topladıktan sora bir kendini beğenmişler sürüsünün ayakları
altında ezilmenin korkusu ne demektir, bunu da bilir misiniz? "
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra tümü birden, önce yavaştan; gide­
rek yüksek sesle bağıra çağıra uğradıkları haksızlıkları dile getirme­
ye koyuldular. Kaplumbağa da sesini yükseltmek zorunda kaldı :
" Bir dakika, bir dakika ! . Dinleyin lütfen! Şurası kesin olarak
anlaşıldı ki, herkesin derdi aynı. Bundan sonra önemli olan : doğanın
aramızda yarattığı farklılıkları ortadan kaldırıp, hepimizin ortak ka­
tılımını sağlayacak eylemi oluşturmakta. "
" Tuzaklar kuralım, " diye, aniden söze girdi tavşan. " Ömrüm bu
ormanda tuzaklardan kaçmakla, tuzakları kollamakla geçti. İyi bili­
rim tuzak kurmasını. Düşenin kurtulması olanaksız. Düşmeleriyle
birlikte tepelerine çöker, işlerini bitiririz. "
" Sana boşuna korkak dememişler! " dedi güvercin. " Olayı, arka­
dan vurarak şiddet yoluyla çözmek istemem, doğrusu şaşırtmadı be­
ni. Kaldı ki, bu yöntemle karşımızdakilerin tümünü susturmamız
mümkün değil. Yeni ve kanlı bir savaşı başlatmaktan başka bir işe
yaramaz bu. Üstelik herkes senin gibi hızlı da koşamaz. "
Yaşlı kaplumbağa başını salladı
" Doğru ... Bence de işe yaramaz. Kanımca ilk yapmamız gere­
ken şey .. " Kısa bir an sustu (tam yerinde, süregelen ilgiyi bir anda
doruğa çıkarmaya yönelik bir susuştu bu). " Evet, ilk yapmamız gere­
ken şey onları anlayacakları biçimde iyice uyarmak. Bundan böyle
karşılarında bir bütün olarak yer alacağımızı bilmelerini sağlamak.
Unutmayalım ki, irikıyım cüsselerine karşın, çoğunluk gene de bizle­
rin ve bizlerin toplam gücü onlarınkinden fazla. Onların karşısında
bizleri güçsüz kılan temel etken, fizik yapılarının sağlamlığı değil.
Dinamik azınlıkları önünde örgütsüz bir çoğunluk oluşumuz. "
" Evet ! . Aşkolsun doğrusu ... Haklı ... Doğru söylüyor. .. " gibisin­
den sözler dökülmeye başladı ağızlardan.
" Henüz bitmedi, " diye konuşmaları kesti kaplumbağa, " şimdi
bu söylediklerimizin yolu ne olacak? " İkinci bir sessizlik oldu. " Ben
Hayvanlar Bildirisi 1 5 1

düşündüm. Ortak bir bildiri hazırlamayı öneriyorum. Biz orman ça­


lışanları ve düşünürleri adına bu bildiride bütün isteklerimizi tek tek
dile getireceğiz. Bundan böyle karşılarında dağınık bir topluluk ola­
rak yer almayacağımızı onlara belli etmenin en kestirme yolu bence
bu . ...
" Yaşşa ! . Var ol! .. " gibi kutlayıcı sesleri kesti kaplumbağa.
" Eğer kabul ederseniz bildiriyi ben düzenleyip yollarım sizlere.
Hepiniz okur ve ayrı ayrı imzalarsınız. Üzerinde tartışmak istediği­
niz noktalar olursa tekrar burada toplanırız. "
" Bildiriyi kim iletecek onlara? " diye sordu sincap.
" Ben, " dedi, güvercin, " ben ! . . "
Yükselen yeni bir alkış salvosu arasında sincap, yanındaki may­
munun kulağına eğildi :
" Biliyor musun, " dedi, " eğer bir tutarsa, tarihe geçecek bir olay
olur bu, düşünebiliyor musun; belki yüzyıl sonra bile hala sözü edi­
lir, yazılır, çizilir, oyunu oynanır. .. "
" Anlıyorum, " dedi, maymun. " Ve de acıyorum. Doğrusu bunu
yazacak hıyar her kim ise, şapılmaktan biraz hoşlanıyor demektir. "

Tanyeri daha yeni ağarıyordu. Güvercin yuvasını kurduğu ulu


çam ağacının tepesinden ormanın görünen yeşilliğini izledi bir an.
Keskin gözleriyle alt dalların sık yaprakları arasına kurduğu yuva­
sında uyuyan yavrularına baktı. İyice sokulmuşlardı birbirlerine.
Paylaştıkları ortak ısıda tek bir canlı gibi birlikte soluk alıp veriyor­
lardı.
" Sıcağa kalmadan koyulmalı yola , " dedi güvercin ve başladı
hızla kanat çırpmaya. Ulu çam ağacı çok aşağılarda, ormanın ortası­
na konulmuş iri bir ünlem gibi kaldı. Önce küçük bir daire çizdi gök­
yüzünde ve ileriye atıldı; hızla süzüldü. Nicedir yüreğinde sessizce
gizlenmeyi beceren bir duygu taşkınına dönüşmüştü her kanat çırpı­
şı. .. Uçmaktan öte bir şeydi. İnce pembe gagasında o geceler boyu
üzerinde yoğun tartışmalar yapılan bildiri ... Taşıdığı yükle bunca ko­
lay uçuşunu neye bağlamalıydı? İncecik gaga . . . Yani incecik iki kü­
çük çizgi ... Koca bir hayatı kavrayıp taşımak. İnanılır gibi değil.
Akça bulutlardan süzülen tel tel güneş ışınlarının o gözler ka­
maştırıcı toz pembe şafağı sardı birden her yanını. " Her şey öyle gü­
zel, öyle delirtici, öyle muhteşem . . . Hani hayvan olan sorar kendine:
Bir an acaba yanlış bir uzay boşluğuna mı düştüm? Hayvan olanın
ömrü olmalı da hep böyle yerlerde uçmalı. Uçmanın o son noktası
nasıl bir yerdir acaba? Bunu düşünmeli. Ya şimdi varmak istediğim
1 52 Ahmet Yurdakul

yer! . Çelişik duygular var içimde. Gideceğim yerin başkalığı ürkütü­


yor beni. Hayır, bu bir korku basanı değil. Göreceğim olumsuzluklar
belki de. Belki bunun için ürkeğim hep, kendimi bildim bileli. De­
min içinden geçtiğim o pembe bulut kümesi. Uçularak ulaşılan yüce­
lik .. Bunları nasıl anlatmalı onlara? Hani sonsuz özgür olmak desen,
değil... Özgürlükle sonsuzluk; sonsuzlukla ölüm arası ... Ölüm sonsuz­
luksa, özgürlük ölümün sonsuzluğuna açılan uzun bir yol mudur yok­
sa? Bunları anlatmanın bir yolu olmalı. Hiçbir hayvana işkence et­
meye hakkınız yok demeli.. Sizler gibi düşünmedikleri için başka
hayvanları öldüremezsiniz. Düşündüklerini dilediklerince açıklama­
larına engel olmak, sizlerin yetkisini aşar. Kimse bunu denememeli
bile. Güçlülükle haklılık farklı kavramlardır. İkisinin birlikte oluşu,
insanlarınkini bilemeyiz, ama hayvanların tarihinde pek sık değil.
Kendinizden o kadar az eminsiniz ki; o ölçüde şiddete başvurmakla
özgüveninizi kazanamazsınız. İnsanların tarihine sözümüz yok, ama
bizim tarihimiz daha böylesini yazmadı. "
Ormanın bitimine yaklaştı. Ağaçların giderek seyreldiği yerde
az yüksek ve kayalık bir tepe vardı. Aslanın mağarası uzaktan görü­
nüyordu. Güvercin gökyüzünde gittikçe daralan birkaç daire çizdik­
ten sonra hızlı bir inişe geçti. Mağaranın önünde tembel adımlarla
dolanan aslanın önüne taşıdığı zarfı attı; hızla uçup geçti başının üs­
tünden.

Uzatmayalım. Aradan on gün geçti geçmedi, telaşlı kirpi traged­


yaların kötü habercisi gibi yaşlı kaplumbağanın kapısına dikildi.
" Duydun mu? Bizim bildiriye imza koyanları tek tek topluyor­
lar. Sonra da hepsini aptal ayının inine kapatıp uzun sorgulardan ge­
çiriyorlar. Ortalıkta görünmesen iyi edersin ! "
" Yaa! . " diye öfkeyle homurdandı kaplumbağa, " ... demek ki gü­
nü geldi. " Sonra yeniden aldırmaz tavrını takındı. " Bu kez gecikme­
diler. " Tembel adımlarla yaşlı zeytinin kovuğuna yürüdü.
Kirpi atıldı :
" Ne yani, bir şey demeyecek misin? "
" Söyleyecek hiçbir _şey yok. Zaten çok yaşlıyım, gerektiğinden
de çok. Başıma gelecekler pek ilgilendirmiyor beni. "
" Nasıl ilgilendirmez, bildiriyi yazan sensin. "
" Biliyorum. Bunu biraz da imzalayanların düşünmesi gerekmez
mi? "

Kurnaz tilki bin bir azametle içeri girdi, sanıkların önünde bir
Hayvanlar Bildirisi 1 53

tur attı. Sanki bu an için sakladığı en aşağılayıcı bakışlarıyla karşısın­


dakileri tek tek süzdü.
" Evet! .. Sizlerle yeniden birlikte olmak inanın çok eğlenceli. "
Yerine oturdu. Yardımcısı çakal, bir kucak dolusu dosyayı geti­
rip önüne bıraktı. İlk dosyanın kapağını kaldırdı tilki. Tutuklular
üzerindeki baskıyı iyice artırmak için işini ağırdan aldığı belliydi.
Gerçekten bu işte usta olduğu inkar edilemezdi. Birden çekirgeye
döndü.
" Sen söyle bakalım küçük çekirge. Bu bildiride yazılanlara ay-
nen katılıyor musun? "
" Evet ve hayır! .. "
Birden şaşırmış gibi yaptı tilki :
" Nasıl yani? " Küçümseyici bir gülüşle yöneltmişti sorusunu.
" Bu senin imzan sanırım ve bu imza bildirinin tümüne atılmış. Yok­
sa bir yerlere muhalefet şerhi koydun da ben mi görmedim . " Yalan­
cı bir telaşla kağıtları karıştırdı. " Yok burada öyle bir şey. "
" Ha! ha! . hayır ! . " diye kekeledi çekirge. " Onu demek isteme­
dim. Bildiriyi imzalamam biraz aceleye geldi, sonradan düşünecek
epey zamanım oldu. "
" Yaa ! . " dedi tilki, " .. nedense iş işten geçtikten sonra çok zamac
nı oluyor hayvanın. Keşke bu zamanın birazını bu bildiriyi imzala­
madan önce bulabilseydin. Doğrusu çok yazık ! "
" Evet, ben barış yanlısıyım, " diye ekledi çekirge. " Ancak hay­
vanlığı hedef alan suçların bağışlanması ve her şeyin uluorta yazılıp
çizilmesi bence sakıncalı sonuçlar doğurabilir. "
" Demek şu anki bakış açınla bu yazılanlara katılmıyorsun, öyle
mi? "
" Bir bakıma öyle de denebilir efendim .. "

" Ne iyi.. . " dedi tilki, güldü ve fazla üstelemedi. Kaplumbağa


sanki orada değilmişçesine başka taraflara göz gezdiriyordu.
" Ya sen? .. " diye kirpiye döndü tilki.
" Benim söyleyecek bir şeyim yok. Hepsi orada yazılı ve demin
işaret ettiğiniz gibi imzam bildirinin tümüne atılmıştır. ''
Tilki keyifli bir kahkaha attı.
" B iliyor musunuz, eksiksiz hepinizde son derece beğendiğim bir
özellik var. Öyle de olsanız, böyle de ... hiç yormuyorsunuz karşınız­
dakini. İnanın buna bayılıyorum . " Kirpiye döndü. " O zaman sizinle
yapacağımız görüşmenin ayrıntılarını bir sonraki duruşmaya aktarı­
yorum. "
Ağustosböceğine baktı :
154 Ahmet Yurdakul

" Sana gelelim. "


" Sağ olun sayın tilki," diye sesinin en okşayıcı tonunu kullana­
rak söze girdi ağustosböceği. " Ben o sıra arkadaşlarla bizim lokalde
oyun oynuyordum. Yanıma sokulan birisi bana birtakım kağıtlar
uzattı, imzalamamı istedi. Ben uzatılan metni yeni bir konser sözleş­
mesi sandım, içeriği konusunda bilgim yoktu. "
Bir kahkaha daha attı tilki.
" Yaşam garip rastlantılarla doludur dostum ağustosböceği! . .
Umarım konserine beni de çağırırsın; ama üzülerek söylemek zorun­
dayım: O konseri biraz ertelemen gerekebilir. "
" Biz sanatçıların işi her zaman zordur sayın tilki. Buna da kat­
11
lanmasını biliriz.
Yeni bir dosya çekti önüne tilki :
" Siz bu konuda neler söylemek istersiniz? diye bukalemuna
11

yöneldi.
" Bu tamamen bir tertip ... Pis bir tertip, " dedi bukalemun hırsla,
" ... bana gösterilen, kimsesiz hayvanlar yurduna yardım konusunda
başlatılan kampanyaya ait bir dilekçeydi. İmzaladığım sırada kağıtla­
rı değiştirmişler sayın tilki. Bu bir sahtekarlık! .. "
" Anlaşıldı anlaşıldı. .. Kes artık! " dedi tilki. Soruşturmanın ba­
şından beri ilk kez sinirlenmişti. " Doğrusu bize çok faydalı oluyor­
sunuz, " diye devam etti. " Sizler böyle sıvışacak delik aradıkça, bizle­
rin istediklerimize ulaşması kolaylaşıyor. Bütün iğrençliklerine kar­
şın, sizlere teşekkür borçlu olmamız gerekiyor! "
Kaplumbağaya çevirdi gözlerini :
" Sizin diyeceklerinizi dinleyelim. "
" Bakın bu çok garip bir şey olur, " dedi kaplumbağa, alaycı bir
tavırla. " Size daha önce söylememişler miydi yoksa? O bildiriyi ya­
zan benim! Belki eksikleri vardır, ama hiç belli olmaz bakarsınız bir
gün tamamlanıverir. "
Gözleri birden parladı tilkinin.
" Yaa ! . . " dedi, '' sizinle özel olarak ilgileneceğimizden emin ola­
bilirsiniz. "
" Hiç önemi yok, dedi, kaplumbağa, " zaten ben çok yaşadım.
Üstelik gereğinden de çok.
" Evet sayın konuklar, " diye kesti konuşmasını tilki,
. . .bugünlük bu kadar. "
Dışarı çıktıklarında iki bekçi köpeğinin denetiminde, ayının ini­
ne doğru yola koyuldular. Karanlık, izbe bir yerdi girdikleri. Bukale­
mun, çekirge, ağustosböceği ve onların yanlarında toplananlara
Hayvanlar Bildirisi 1 5 5

döndü kaplumbağa. Gene aynı umursamaz sesle konuştu :


" Hepinizin suratına sıçayım ! . "

Evet dostlar. . . Oldum bittim biraz gevezeyimdir. B u özelliğim


yazarken de biraz savruk olmama yol açıyor. Sözün sonunu bir türlü
toparlamayı beceremiyorum. Neyseki bu hikaye burada bitti. Bun­
dan sonrası da ayrı bir hikaye konusu ya, sırası gelmişken biraz da
ondan söz edelim :
İte kaka bitirdiğim bu hikayeyi, daha önce de bir başka hikaye­
min yayımlandığı dergiye gönderdim. Eksik olmasınlar, onlar da ge­
ciktirmeden bastılar. Dergiyi elime alınca doğrusu oldukça keyiflen­
dim. Genel olarak fena çıkmamıştı tezgahtan. Sıkıcı bir pazardan ge­
ride kalan en iyi şey, diye düşündüm.
Bu yayımlanma işinden iki hafta sonraydı, iyi anımsıyorum; ay­
nen gözlerimin önünde: İşyerindeyim. Sıkıcı bir konuk var odamda.
Masamın üzeri evrak yığılı. Teleksler, proforma faturalar, tenninler.
Onu bırakıp onu karıştırıyorum. İçimde büyüyen sıkıntıyı olabildi­
ğince karşımda oturana yansıtmaya çalışıyorum. Neyseki, sonunda
becerebildim. Konuğum izin isteyip kalktı. Gene görüşme dilekleriy­
le uğurladım kendisini. Rahat bir nefes alıp kahvemi söyledim, şe­
kerli ... Elimde fincan, ayakta geziniyordum. Bir sigara yaktım. Der­
ken zırrr! .. telefon. Hiç sevmem şu öğlenden önce gelen telefonları.
İsteksizce açtım ve düşündüklerimden utandım. Arayan, yazımı ba­
san derginin genel yayın müdürü, tanınmış bir yazardı.
" Kolay gelsin, " dedi.
" Sağ olun üstat, " dedim, " ... hayırdır. "
" Aferin lan, senin hikaye tutuldu, becereceksin bu işi . "
" Bakın buna sevindim. "
" Evet, buraya kadar her şey yolunda. "
" Bundan sonra ? "
Baştan anlamsız gelebilir, ama birden soruvermek geçti içimden
ve sordum da.
" Bundan sonrası biraz karışık, " dedi. " Bizim yazı işleri müdürü-
nü bugün ifade almaya çağırdılar. Senin hikaye için ... "
Doğrusu hazırlıksız ya.kalanmıştım bu habere.
" Peki ne diye ? "
" Onu gidince anlarsın, seni de çağıracaklar, haberin olsun. "
Hiçbir şey diyemedim. Telefonda devam etti yazar dostum.
" Sıkma canını , " dedi, " ..olur bunlar. Artık büyüyorsun. Sende iş
var..
1 56 Ahmet Yurdakul

"Teşekkürler, hoşça kalın ... " dedim ve kapattım.


O gün akşamı nasıl ettim, bir ben bilirim. Eve vardığımda bekle­
diğimle karşılaştım. Karakoldan kağıt gelmişti, beni çağırıyorlardı.
Karım da oldukça tedirgindi. Yemek yiyemedim, iştahım kaçmıştı.
Durmadan sigara içtim. Öğrencilik yıllarında: " Ölüm nereden ve
nasıl gelirse gelsin ... " diye gırtlağımızı yırtardık� O an o günlerdeki
yürekliliğimi aradım. Ölüm değil, altı üstü bir kağıt parçasıydı gelen.
Bozulduğum için kendime bozuldum, bolca sövdüm. Genel müdüre
telefon edip, ertesi gün için gecikeceğimi söyledim. Sıkıntımı anla­
mıştı., '.'Ne oldu? " diye sordu. " Yok bir şey, " dedim. Üstelemedi. Te­
levizyondaki polisiye diziyi izlemeye başladım.

Binanın kararmış mermer merdivenlerini çıktığım zaman iyi sa­


yılmazdım. Hiçbir şey duymamak en kötüsü olmalıydı. Bana söyle­
nen kata çıktım. Odayı buldum. Katip adımı aldı, içeri girdi, biraz
sonra döndü. Kapıyı yarım açık bırakarak, " Geçin , " dedi. Kapının
tam karşısına düşen masada orta yaşlı ince yapılı biri oturuyordu.
Ben girince oralı olmadı. Önünde açık duran dosyayı karıştırıyordu.
Masanın sağ yanında hikayemin yayımlandığı derginin sayısını gör­
düm. Neden sonra başını kaldırdı masada oturan. Sanki dalgınlığına
gelmiş gibi birden inceldi:
"Buyrun, oturun lütfen. " Masanın önünde duran iskemleyi gös­
terdi. Gene dosyaya eğdi başını, sonra kapadı; bu kez dergiyi açtı.
" İzninizle konuya girmek istiyorum, " dedi. Hikayemin bulun­
duğu sayfayı açtı. " B u son yazdığınız oldukça farklı. "
·,, Son yazdığım? "
Hayretimi gizleyemedim. Doğrusu bunu, yani bu denli önem­
senmeyi beklemiyordum.
" İşimiz bu," dedi görevli. "Bütün yayınları inceleriz, inceleti­
riz. Dediğim gibi, bu son yazdığınız oldukça farklı. Diğerlerini hatır­
lıyorum. Eski zamanlar, eski insanlar .. Çoğu nostaljik ürünler. Üste­
lik başarılı diyebileceklerimiz de var içlerinde. Ama bu sonuncusu
biraz garip.. İnsanlarla söylenebilecek sözlerin tümünü söylediğinize
inanıyor musunuz gerçekten? Yoksa açıkça söylemekten çekindiği­
niz sözler için, basit bir önlem diyebilir miyiz bunlara ? "
" Ha .. h a.. hayır! . . " dedim. Kekeliyordum. Aynca haksız da sa­
yılmazdım bunda. Şunun şurasında etim ne, budum ne? Daha ilk de­
neyim. Gene de becerebildiğim ölçüde devam etmeliydim. " İnsanla­
rın sevilmesi gerektiği kadar hayvanların da değer görmesi gerektiği­
ne inanıyordum ben. Bunun için yazdım .. Yani düşündüklerim zarar-
Hayvanlar Bildirisi 1 57

sız ... "


"Bakın! .. " diye sertçe kesti sözümü görevli. " Hikaye anlayışını­
zı tartışmamız için burada değilsiniz. Bir yere kadar anladığınız bi­
çimde yazarsınız. Anlayışla karşılarız. Ancak bazı şeyleri rastlantıy­
mış gibi göstermeye kalkışmayın! " sesi giderek yükselecek gibiydi.
Sonra birden yumuşadı. .,, Afedersiniz " dedi, " ... sinirliyim bugün. Bir
yığın terslikle başladık güne . "
N e diyeceğimi (burasını açıkça itiraf etmeliyim) şaşırdım. Dilim
ağzımın içinde dönmüyordu. Pancar gibi kızardığımın ve yağmur gi­
bi terlediğimin ayrımındaydım.
" Çay içer misiniz? " Oldukça yumuşak bir sesle sormuştu .. Yanı­
tımı beklemeden zile bastı. Kapıdan başını uzatan katibe iki çay
göndertmesini emretti.
'' Aklımdayken söylemeliyim, " dedi. Gözlerini üstüme dikti. Ka­
lın çerçeveli açık renk camlı gözlükleri vardı. Birinin numarası daha
yüksekti anladığım. Sinirli olmalıydı. Sık sık elleriyle oynuyor, par­
maklarını çıtlatıyor, masanın üzerinde uygun bir yer bulamıyordu
onlara. İnce saydam derisi vardı ellerinin. Altından ince mavi kılcal
damarları açıkça seçiliyordu. " Evet söylemem gereken şu. Bu, resmi
bir sorgulama değil. Dikkat ettiyseniz ne yazıcı var, ne daktilo. Özel
bir uyan, ya da bilginize başvurma diyelim isterseniz .. " Oturduğum
yerde büzüşmüş kalmıştım. Yineledi görevli: " Dediğim gibi, yalnızca
özel bir uyan. " Dosdoğru gözlerimin içine bakıyordu.
" Sağ olun. Çok .. çok teşekkür ederim, " dedim.
Konuşmanın inisiyatifi tamamen ondaydı. Tek tük sözcüklerle
bana söylenenleri onaylamaktan ileri gitmiyordu, benim söyledikle­
rim. Sanki bir başkası benim adıma konuşuyordu.
" Yetenekli bir gençsiniz, " diyordu görevli. " İyi şeyler yazmanızı
ve daha uzun süre yazmanızı isteriz. Yaşadığımız günlerde yanlış an­
laşılmaların, çoğu kimsenin canını sıktığı bir gerçek. Elde olmadan
işte .. Belki hiç kimsenin bunda bir suçu yok; kimsenin bu sıkıntıları
yaşaması için ille de kötü niyetli olması gerekmez. Bazen küçük bir
dikkatsizlik bile, istemeden aynı sonuçları yaratabiliyor. En iyisi siz
gene de beni dinleyin. O zaman bu konudaki titizliğimizi umarım
hoş görürsünüz. Hem nesi vardı canım o eski zamanların, eski insan­
ların; ne güzel hikayelerdi onlar. . "
Bir an sustu. Bir şeyler demem için beni zorluyor gibiydi. Yut­
kunarak.
" Sizi anlıyorum, " dedim. " Sizinle konuşmamın bana çok yararı
oldu, inanın. Şu an yazdıklarımı, özellikle son yazdığımı yeniden
1 58 Ahmet }'ıı rdakul

gözden geçirme olanağı verdiniz bana. Zaten o, daha son şeklini al­
mamış bir taslaktı. Şöyle bir baksınlar diye bırakmıştım dergiye. Bas­
kıya girdiğinden sonradan haberim oldu. Bu yüzden de epeyce tartış­
tık. Eğer yeniden ele alma şansım olsa, daha değişik bir anlayışla
yaklaşırdım o hikayeye . "
Koltuğunda geriye yaslandı görevli. Durduk yere birden aklına
gelmiş gibi :
" Evliydiniz ve bir de çocuğunuz vardı, değil mi? " diye sordu.
" Evet, " dedim. Ve sizlere garip gelecek; ama garip bir rahatlık
duydum o anda.
" Öyleyse şimdilik bu kadar, " dedi görevli, ayağa kalktı, konuş­
ma bitti.
Dışarı çıktığımda hava bulutluydu. Yağmur yağdı yağacak. İn­
sanlar telaşlı. Çabuk adımlarla bir yerlere koşuşuyorlar. Çeşit çeşit
insanlar. Dik başlı, çökük omuzlu, sert bakışlı, çekingen .. Ben nası­
lım acaba? Sağımdan solumdan geçenlere baktıkça, kendimden bir
şeylerin eksildiğini daha kolay anlıyorum. Sanki onlar giderek büyü­
yor çevremde, bense küçülüyorum .. Karşıdan elinde fırıldağıyla kü­
çük bir çocuk geliyor. Yanımdan geçerken bana doğru üflüyor fırıl­
dağı. Çocuk kocaman kalıyor yanımda. Ben dizlerine ulaşabiliyo­
rum ancak. Korkunç bir yerçekimi yaklaştırıyor beni kendine. Güne­
şe konmuş bir buz parçası gibi küçülüyorum. Gövdemden geriye ka­
lan kütle garip bir biçim almaya başlıyor. Ezilip büzülüyor. Her ya­
nımdan garip tırtıl ayakları fışkırıyor. Bir sürü ayak yerde zor sürük­
lüyor beni. Her an bir ayakkabının altında ezilmek korkusu büyüyor
içimde. Otobüs durağında bekleşenler de ürkütüyor beni. Sanki hep­
si yüzüme bakıp nasıl bu hale geldiğimi soruyorlar kendilerine. Ol­
duğum yerde kalakalıyorum.
Doktorlar durumumun umutsuz olmadığını söylüyorlar hiilii.
Neşe Cehiz (1958)

YAZAR, KADIN VE KEDİ

YAZAR:
O kadın burada oturur, bu çıkmaz sokakta, yani şu tam karşım­
daki binanın teras katında, çamaşırhaneden sabahları yoğun bir bu­
har yükselir, bu yıkılmaya yüz tutmuş bina, binanın çatı katı ve tera­
sındaki iplere gerili gri çamaşırlar böylelikle bir süre de olsa hoş gö­
rünebilirdi göze. Kadın siyah, kulak altından kesilmiş düz saçlı, kii­
küllüdür, her sabah aynı saatte çıkıp akşamları yine aynı saatte dön­
düğü bu evde ihtimal pansiyonerdir. Bulunduğum yerden onu rahat­
lıkla izleyebilirim, o ise beni asla görmez, bazı akşamüstleri, ki bun­
lar hafta sonlarıdır genellikle, terasta güneşlenir ya da saçlarını fır­
çalayıp umursamazca kıllarını aşağıya bırakıverir. Fonda bir zaman­
lar beyaz olan çamaşırların gri görüntüsü, önünde nazlı nazlı saçını
fırçalayan, zaman zaman da eğilip kendi bedenini dikkatle inceleyen
siyahlı kadın penceremin dışındaki dünyayı oluşturur. Ellerini koltu­
ğunun altına sıkıştırıp kollarını kavuşturduğunda, bir sevgiliye sarıl­
dığını sanır, birini beklediğini düşünürüm, öyle olmasa yüzünde o
gülücüğün ne işi olabilir? Her şeyden önce onun yalnızlığına, sakinli­
ğine imrenirim, onu sarsmalı derim, onunla konuşmalı, öyle hava­
dan sudan konuşup sesini duymak isterim. Böyle günler benim kıpır
kıpır olduğum günlerdi; bunun dışında onu suçlar, yargılar, o pis çar­
şafların üzerinde uyuduğunu düşler, ondan iğrenirim, yaşadığı meka­
na yakışıyor, daha da beter olsun derim. O tüm bunlardan habersiz
yine salınır durur, yine fırçalar ve yine kıllarını aşağıya bırakıverir,
bense ruh halime göre onu hoşgörür ya da nefret ederim. Pencere­
min dışında vazgeçilmez bir görüntüden ibarettir.

KEDİ :
Kentin b u yakasında tüm ara sokaklar, küçük kırıntılar için çöp
kovalarının etrafında dolaşan hemcinslerimle doludur, öyle sıradan
kara bir kediyim ben, gün gelir bir kırıntı bile bulamaz ortalıkta dört
dönerim. (Yine de diğerlerinden farklıyım biraz, onlar o sokak se­
nin bu sokak benim dolaşırken ben sokağımdan ayrılmam, alışkan­
lıklarıma bağlıyımdır, kolay kolay değişemem. E ne yaparsınız bura­
da bu bidonun dibinde doğmuşum, burada büyüyüp serpildim, ilk

159
160 Neşe Cebiz

erkeğimi burada tanıdım, doğumumu burada yaptım, kopamıyorum


buradan, her neyse bütün gün aç da kalsam asla başka sokağa git­
mem, böyle yaratılmışım. Sabırlıyım ben, duvarın dibine kıvrılır bek­
lerim.) Çöp yığınının üzerine uzanır, birkaç yaz öncesini düşünür ke­
yiflenir, hemen sonra hüzünlenirim - geçmişim kederlerle dolu ne
yazık ki! . . Yakışıklı beyaz kedi ile maceramı gözden geçiririm. O za­
manlar erkek kedilerle aram ne kadar da iyiydi, onların dikkatini
çekmek için tüylerimi her gün parlatır, siyahın içinden mavi yeşil on­
ları süzerdim. İki gözüm farklı renktedir benim, kafamın karışıklığı
da, göz rengimin karışıklığı da geçmişimle ilgili olmalı. Aslını ararsa­
nız, geçmişimle ilgili bilgim çok az. Anne ve babamı tanımıyorum,
sahipsiz bir kediyim işte ! . . Bu duvarın dibinde hastalıklı bir yavru
iken, çocukların oyun olsun diye verdikleri artıklarla zar zor büyü­
düm, çelimsizdim, güçsüzdüm, biraz boy atınca yiyeceğimi bulmayı
öğrendim, bundan sonra kimse bana destek olmadı, yalnız talihimin
yaver gittiği zamanlar olmuştu; örneğin bu çıkmaz sokakta bir sand­
viççinin açıldığı günler şansım açılmış, yaşamım birden değişmişti.
Sandviççi dükkanı sayesinde beyaz bir erkek kedi sokağımda dolaşır
olmuştu. Ara sıra beni süzer, çevremde dolanır, bazen yanıma yakla­
şıp elimdeki parçayı nazikçe paylaşırdı. Böyle yakınlaştığımız birkaç
günün sonunda, kış bitiminin son soğuk gecelerinden birinde o sıcak
mazgal üstünde beyaz kedinin sevgilisi oldum. Beni tavlamak için
pek de uğraşması gerekmemişti, sıcak bir vücuda öyle gereksinimim
vardı ki! .. Ertesi gün sokağa hiç uğramadı, ben gecenin etkisiyle sar­
hoş bekledim durdum, o gün sandviççi dükkanı da kapanmıştı; de­
mek ki onun için anlamım yoktu, o yalnızca burnunun algıladığı gü­
zel kokular uğruna bu sokağa gelmiş, benimle olmuştu. Doğrusu çok
şaşırmış, intikam duygularıyla dolmuştum, bir daha buralara gelirse
yapacaklarımı kuruyordum, ona bir hain olduğunu söyleyecek, sonra.
da ön ayaklarımla gözlerini tırmalayacaktım... Böyle düşünmeme
rağmen gün geliyor, başına olmadık bir şeyler mi geldi diye üzülü­
yordum. Aradan epeyce zaman geçmişti ve dükkan kapanalı çok ol­
muştu, ekmek kapım da böylelikle yok olup gitmişti. Beyaz kedi gel­
medi, hamileydim ... Biricik erkeğimin haberi bile yoktu. O zaman­
lar hakkında bir şeycikler bilmediğim bu varlığı gözümde nasıl da
büyütmüştüm, her şeyin düzeleceği, gelip beni bulacağı konusunda
kendimi sürekli kandırıyor, günlerimi bu umutla aç susuz geçiriyor­
dum. Bahar geldi geçti, ona benzer birkaç kedi sokaktan geçip gitti,
ne bir şey sordum onlara, ne de ilişki kurdum, durumumu kanıksa­
mıştım artık. Ardından doğum ... Üç küçük alacalı yavruyu zar zor
Yazar, Kadın ve Kedi 1 6 1

büyüttüm. Her şeye karşın kimi zaman düşündükçe mutluluk duy­


dum. Yavrularım büyüyünce çekip gitti babaları gibi. İşte ben yine
bu duvar dibindeyim. Daha başka ne diyeyim, hemcinslerimle anlaş­
mayı denemiyor, karşı cinse yüz vermiyorum, öyle bir başıma yaşa­
yıp gidiyorum bu çöplükte. Yalnızca durgun, mahzun ve sağlıksız
görünümüm nedeniyle ara sıra gelip geçenin ilgisini çekiyor olmalı­
yım ki, ansızın önüme küçük bir parça simit ya da ne bileyim balık
kılçığı gibisinden yiyecekler atılıyor, sevinmiyor da değilim hani,
çünkü uzun süredir tam önüme düşmezse bir şeye uzandığım yok.
Mağrurum ama zavallı mıyım ne! ..

KADIN:
Terastayım yine. Tüm kent buyruğumda benim. Buradan hepsini
idare ediyorum, suskunluğum bittiğinde tümüne seslenip uyaraca­
ğım onları " Ey zavallılar, hepiniz kulumsunuz benim, ben olmadan
yaşayamazsınız " diyeceğim. Ne yazık farkında değiller, sessiz sakin
yürüyüp gidiyorlar, bazen biri kaldırıp başını yukarıya doğru kıs­
kanç gözlerle bakıyor, sonra nazikçe eğilerek selam verip çekiliyor.
Hoşlanmadıysam gözlerimle o anda yok ediyorum, diğerlerine pek
iliştiğim yok, sevdiklerim ise sevildiklerinin farkında değiller. Konu­
mum nedeniyle öyle herkese yüzümü göstermiyorum, etkinliğimi
kaybetmemek için bu gerekli. Hiçbir konuda onlara yardımcı olmu­
yorum, ne halleri varsa görsünler diyorum, didinip boğuşsunlar, ye­
ter ki bana ilişmesinler, gereksiz sorularla içimi dışımı didiklemeye
çalışmasınlar. Oysa onlar çoğunlukla ilgisiz ve onlar için burada ol­
duğumun, dur desem dünyanın duracağının ayrımında değil gibi
davranırlar. Bana karşı davranışları pek hoş değil anlayacağınız, di­
yeceğim şu; böylesine rahat ellerini ceplerine sokarak geçip gitmele­
rini onların bayağılıklarına verip affediyorum ya da pekala biliyo­
rum ki erişemeyecekleri için benden uzak duruyor çoğu ve görmez­
likten geliyor. Her neyse şimdi içeri girmeliyim, duvarın dibindeki
şu uğursuz kediyi görmeye dayanamıyorum nedense, içeri girip bu­
run hücrelerim iğrenç rutubet kokusuyla karşılaştığında dünya ve
içindekiler avuçlarımdan kayıp gidecekler. Bu batak kentin yıkık
dökük pansiyon odası tüm düşlerimi altüst ediyor. Dışarıdaki kara
kedi de cabası, sokakta uzağından geçtiğim, görünce bir tuhaf oldu­
ğum varlık, ben içerde rutubet kokuları içinde, o duvarın dibinde
iken pek aldırmadığım pis kedicik. Ama yanından geçmeyegörün,
dik dik bakıyor alacalı gözleriyle, durup dururken üzerime atlayacak
sandığımdan görmemiş gibi yapıyorum, acele acele uzaklaşıyorum
162 Neşe Cebiz

oradan. Onu gördüğüm anda dünyayı idare etmekten vazgeçiyorum,


içinde o da var çünkü ve onu görmek yabancılığımı artırıyor her ne­
dense. Oldum olası kedi sevmem, bana yaklaşmalarına izin vermem,
böylelikle onların pis tüylerinden, pençelerinden korunmuş olurum.
Teras faslı bitti, kahvaltı, hazırlanacak, madama uğranacak, mus­
luk bozuldu; hiç değilse uğraşacak konu çıktı; sebze almalı, biraz yü­
rümeli, bir şeyler yapmalı, günler çok uzadı geçmek bilmiyor, ama
öylesine miskin ve uyuşuk bir sabah ki ! . . Tekrar yatağa girmeli, ra­
hat ve umursamaz olmalı, beni kurtaracak kişi gelene kadar vakit ge­
çirmeyi sürdürmeliyim. Onu uzun yıllardır bekliyorum. Kimdir, ne­
dir bildiğim yok ama bekleyip duruyorum işte; bu kadar çok beklen­
diği için gelmeli en azından. Daha gencim - oysa ne kadar buruşmu­
şum - daha bekleyebilirim, ansızın geliverecek, o zaman silkinip
kendime geleceğim, ona hiç sitem etmeyeceğim, nerede kaldın, me­
rak ettim demek de yok. Hiç beklememiş gibi davranmalı, onu sık­
boğaz etmemeliyim. Tüm bunlara karşılık o da bana beklediklerimi
verecek, alıp götürecek, giderken bu mezbeleye dönüp bakmayaca­
ğım bile. Umarım iş saatleri içinde gelmez, ya gelip de beni bufamaz­
sa, bulamayıp da geri dönerse diye düşünmüyorum, o geleceği zama­
nı bilir nasılsa. Nasıl biridir diye meraklanmıyor da değilim hani,
belki korkunç bir görünümü vardır, varsın olsun. Belki de çok çirkin­
dir, ne bileyim özürlüdür belki de. Bunların önemi yok, yeter ki gel­
sin alsın götürsün beni, ne uykusuz gecelerin hesabını soracağım on­
dan, ne de geçen yılların. Tam tersi onu sorularla rahatsız etmeden,
içimi döküp bunaltmadan elimden tutup ne yöne giderse gitsin ya­
nında gideceğim. Biraz kestirirken düşümde onu göreceğim.

YAZAR:
Bu sabah terasta az kaldı. Kara kedi köşesinde uyukluyor, o ka­
dın da kirli çarşaflarının üzerinde uyuyor olmalı. Kapı sesiyle sıçra­
yıp kalktım. Bilmem ne diye kapı vurulduğunda telaşlanırım hep, ka­
pım da öylesine sık çalınır ki, bütün gün sıçrayıp dururum ben de.
Ve açtım, yine geldiler. Kimse yalnız kalmak istemiyor. Sabah kah­
vesine gelen komşular bunlar. Tabakta bütün bir kek, yiyip içip siga­
ralar yanacak, sonra ordan burdan konuş dur, arkalarında bir kapka­
cak dağı bırakıp gidecekler. Şikayet ettiğim sanılmasın; ben de onlar­
sız yapamam pek, onlar çıkıp gidince şömineye birkaç odun atıp
günlüğümü elime alır, karşısına kurulup oturur, olanı biteni yazarım.
Yazmayı öğrendiğimden beri günlük tutarım ben. O gün günlüğe
yazmaya değer bir şey çıkmadıysa kötü bir gün sayılır, o zaman
Yazar, Kadın ve Kedi 163

mahzunlaşır, bitkinleşirim; yakınlarım bu tutkumu bildiklerinden


böyle günlerde değişik olaylar anlatarak kurtarırlar beni, o zaman
doğru masa başına gider, falanca dedi ki diye yazmaya başlarım. En
güzeli sonradan yazdıklarımı okumaktır, yazdıklarıma, yaptıklarıma
hayran olurum. Bu tutkum sayesinde çalışma arkadaşlarıma da gü­
zel saatler yaşatır, onların yaşamlarının içine girer, didik didik ede­
rim, bugün bunları yazacağım dediğimde gururlanırlar, bana gıpta
ederler, yine sayelerinde biraz koltuklarım kabarır, keyifle evime
dönerim. Ama son zamanlarda ipin ucunu kaçırdım biraz sanırım,
neredeyse iç organlarının ebatlarını bile anlatacaklar bana. Erkek­
lerse biraz farklı, onlar daha az konuşmayı, daha çok dinlemeyi yeğ­
liyor, öyleler diye onları rahat bırakıyorum sanmayın, sorularla onla­
rı öyle gevşetiyorum ki, çaresiz anlatmaya başlıyorlar.
İşte böyle hiç sıkılmadan günlerimi geçirip gidiyorum. Onlardan
farklı olma duygusunu yaşamama neden, anlatmaya değe�r olanları
kendime saklayıp ne düşündüklerini seziyormuş gibi onların dert du­
varı olmam sanırım, zaman zaman bir kısmı durumu hafifçe fark
eder gibi oluyor, biraz geri çekiliyorlar ama sonra dayanamayıp yine
ellerime bırakıyorlar kendilerini, artık onların merkezi oldum gibi,
beni görmeden duramaz, anlatmadan yapamazlar. Hani bazen sıkıl­
mıyor da değilim, öyle abuk sabuk şeyler dinlemem gerekiyor ki!
Düşündüğümde neden böyle olduğuna pek bir yanıt bulamıyorum,
ama onların bana başkanlarıymışım gibi bakmalarının verdiği güven
duygusunun farkındayım, bana tapıyorlar. En kötü zamanlarında bi­
le onlara asla ilgisiz kalamıyorum, kendimi beğendirdikçe bağımsız­
laşıyor, güçleniyorum, onlarsa ben bağımsızlaştıkça gitgide tutsakla­
rım oluyor. Günlük seni çok seviyorum.

KEDİ:
Artık yeter bu hayattan bıktım. Yer değiştirmeye kararlıyım. Bu­
nu düşünmem bile canlanmama neden oldu, bir daha bu Allahın be­
lası çöplüğe dönmeyeceğim, yakınından bile geçmeyeceğim. Birden­
bire nasıl oldu bilmem, kimsenin benimle ilgilenmiyor olması canı­
ma tak etti, artık başka kapıya dedim kendime, ömrünü burada tü­
ke�mek yok. En azından yeni bir eş bulmalıyım, hepsi o beyazı ka­
dar vefasız olmayabilir değil mi? Bu düşüncenin beni nereye götüre­
ceğini bilmiyor, kafa yormuyorum, başı boş köpeklerin oyuncağı ol­
dum son zamanlarda. Yeni bir çöplük bile beni pekala tatmin edebi­
lir, hiç değilse avutabilir öyle ya!.. Arkadaş edinmeli, insanlara hoş
görünmeliyim, bacaklarına sürünüp yalvaran gözlerle bakmalıyım
164 Neşe Cebiz

onlara. Kendime yetmeye çalışmaktan yorulmuşum, madem böylesi­


ne yaşamaktan bir kazancım olmadı, biraz değişmekten çekinmeme­
liyim, belki her şeyin çözUmlenmesinin başlangıcına yaklaşmışımdır,
miyavlamalı, yaltaklanmalı, acındırmalıyım. Çok acılara, yalnızlığa
göğUs gerdim, yazları bu duvara yapışık, kışları o lanet mazgal UstUn­
de çok eziyetler çektim, sonra uzun zaman yiyecek bulamadan aç bi­
ilaç bekledim durdum, kimse elini uzatmadı. Anılarım uğruna kendi­
mi bu çöplUğe mahkılm ettim de elime ne geçti sanki. İstekten ku­
dursam da erkek kedilere yan gözle bakmadım, beklediğim gelmedi
olan bana oldu. İşin içyUzUnü yeni yeni anlıyorum. ÇözUm buradan
uzaklara gitmek, bu çıkmaz sokakta yapayalnız gUn boyu pinekle
dur, saçmalık bu ... Soğuk gecelerde titrerken kimse gelip okşamadı,
sevmedi beni, bakkalın kedisi bile benden iyi durumda, bense bUtUn
gun şu kovanın içine umutsuzca atlar, kurcalayıp kanştınp yine
umutsuzca köşeme dönerim. Aç karnına da uyunmuyor ki, sabah atı­
lacak çöpleri beklemekten gözUme uyku girmez oldu, her an tetikte;
çekilir iş değil bu. Yaşadığım olaylar her dişi kedinin başına gelebilir,
bu kadar bUyUtmemeli, bu kadar içime kapanmamalıyım diyorum
artık. Evet, evet suçlu benim. Kendime bir yol çizmeli, sıcak bir yere
kurulmalıyım. Bundan sonra o azgın erkek kediler de benden kork­
sun ... savulun geliyorum!..
Bu düşUncelerle çöp yığınından uzaklaşıp karşı binanın önUne ka­
dar gelmişim. Kapı aralık, sıyrılarak içeri girdim, sıcacık binanın için­
de karşıma yUksek merdivenler çıkıvermişti. Hoplaya zıplaya birer
ikişer merdivenleri tırmandım. Oysa şimdiye değin hiç merdiven çık­
mamıştım, meğer ne becerilerim varmış! .. O hızla en Ust kata kadar
tırmanmışım. Yorulmuştum. Kapı önUndeki eski paspasın Uzerine
kuruldum, sıcak kapı önünde keyifle mırıldanmaya başladım. Bu bi­
nayı şimdiye kadar fark etmemiş olmama şaşıyorum doğrusu. Gece­
yi burada geçirip sonra ver elini yan bina ... Belki çok daha iyi sokak­
lar da keşfedebilirim, benim gibilere değer verecek, kollayıp destek­
leyecek insanların yaşadığı tertemiz sokaklar ... Hem o temiz sokak­
larda erkek kediler daha yakışıklı, çöpler daha zengin olmalı; bol ba­
lık, bol et artığı, ondan sonra değmeyin keyfime. Ertesi gün haydi
başka sokağa. DUşUnmek bile güzel. Şimdi bir gUzel tüylerimi parla­
tayım, leş gibi olmuşum. Hatta başka sokaklarda yavrularıma rastla­
yabilirim; onlara sahip çıkar benim gibi olmamaları için öğütler veri­
rim, beni bağışlayıp sevmelerini sağlarım. B unlar pek kedice d üşUn­
celer değil biliyorum, nasıl da değiştim, beynim öylesine canlı ve zin­
de ki, saİıki sihirli bir değnek dokundu bana. Benim gibi pısınk, mız-
Yazar, Kadın ve Kedi 165

mız bir kedi böyle olabilirmiş demek. Güç olacak belki ama üstesin­
den geleceğim . . . Şimdi bir el uzansa, uzanıp içeri alsa, aç midemi do­
yursa, ah şu açlık olmasa!..

KADIN:
Saat öğlene yaklaşmış, nasıl da uyumuşum, sanki yüzyıllardır uyu­
yorum. Bir şeyler yemeliyim. Bunca yıldır kendime çok iyi baktım,
her hafta başı kuaföre, ayda bir de cilt bakımına giderdim. Son za­
manlarda hepsini bıraktım, o geldiğinde beni her halimle beğenecek­
tir nasılsa, bunun için tasalanmıyorum pek. Bir süre daha burada ka­
lıp beklemeyi sürdüreceğim, kimse beklememi engelleyemez, o yal­
nızca ben beklediğim için gelecek. O gün tüm insanlara tutsaklığınız
bitti artık serbestsiniz deyip, onları uzaktan idare etmeyi bırakaca­
ğım. Neden mi? Hiçbirini tanımıyorum da ondan, onlar benimle ilgi­
li şeylere kayıtsız ben de onlara; ama bana bağımlılar yine de ... öte­
kilere benzemez beklenen, bir kere önemli biridir, cesurdur, atılgan­
dır, inançlıdır, ciddi ve çok bakımlıdır, anlatmaya sözcükler yetmez,
bambaşkadır o. Şu odanın, şu pis komodinin, yerdeki kırıntıların far­
kında değilim sanmasın kimse, hele hele madamın kirli çamaşırlarını
görmüyor muyum sanıyorsunuz!.. Başka yolu yok, bu kadar kazanıp
bu kadar yaşıyorum işte, hem sonra geçiciyim burada, aldırmıyorum
eşyalara. Batıl inançlarım nedeniyle ne başka iş, ne de ev aradım, işe
girerken tavşan bacağından atladım ayrılırsam uğuru bozulur, mada­
mınsa ölümcül hastalığı var, bu durumda bırakırsam felaketler peşi­
mi bırakmaz, yerdeki kırıntıları taşıyan karıncaların uğurunu da ya­
bana atmamalı hani. Olumsuz tek şey var; o da sokaktaki kara kedi,
ona bakmadığım sürece korunmuş oluyorum, dökülen saçlarımı so­
kağa bırakıp evde huzurumun kaçmasını engelliyorum, tırnaklarımı
hiç kesmeyerek de şeytanı odama yaklaştırmıyorum. Bunlara çok
dikkat ederim ben, başka da bir şey gelmez elimden.
Çayın suyu tıkırdarken birtakım mırıltılar duydum, yalvaran bir
kedi sesi bu. Terasa kadar çıkmış olmasınlar sakın, kapı kapalı nasıl­
sa, aldırmamalı ...

KEDİ:
Aç acına da olsa iyi bir uyku çekmiştim, hafif bir süt kokusuyla
uyandım. Yanında kızarmış ekmek ve sosis kokusu da cabası. Mi­
dem isyan ediyor, gırtlağım yutacak bir şeyler istiyor. Dışarı çıksam
mahrum kaldığım kokuları düşünerek kahrolacağım. Ne leziz şeyler­
dir kim bilir? .. Kendi kendime söyleniyorum, insanlar buna miyavla-
1 66 Neşe Cehiz

mak diyorlar sanırım, gözümün önüne kokuların kaynağını getiriyo­


rum, hatta yanımda da bir erkek kedi, onunla yemeğimizi paylaşıp
yemek sonrası paspasın üzerinde konuşup koklaşarak mutluluğun
tadına varıyoruz.
Ben böylesine düşlerle mınldanıyorken kapı usulca açıldı. Bir çift
kadın terliği iki adımda yanımda, şöyle bir başımı kaldırıp baktım,
tedirgin gözlerle o da bana bakıyor. .. Beni soğuk elleriyle kavrayıp,
kapıyı kapattı. İstediğimi elde etmiştim, önüme bir fincan süt bırakıp
geri çekildi, sakin davranmaya çalışıyor, pisboğaz olduğumu sanma­
sını istemiyorum. Ayaklar biraz geride hiç kımıldamadan dikilmiş
bekliyor. İzlenmeye alışkın değilim, sütü devirdim işte! �. O hemen
koşup bir parça sosisle geri döndü, bu kadarı da fazla, böyle ikramla
ilk kez karşılaşıyorum, midem bozulacak. Ama ben bitirdikçe o tek­
rar yeni bir parça bırakıp çekiliyor, öyle uzaktan bırakıp kaçıveriyor,
kımıldamadan beni izlemeyi sürdürüyor. Sanırım bütün kahvaltısını
bana sundu, konukseverliğine diyecek yok doğrusu. Bense iyiden iyi­
ye ağırlaştım, hemen sokağa atmayacak umarım, yerleşmeme tepki­
sini ölçmeliyim, yatağın üzerine atlamaya çalışıyorum olmuyor, mi­
dem küp gibi olmuş. Öylece sobanın kenarına kıvrılıyorum...

KADIN:
Miyavlama şiddetlenince dayanamadım, terasa bakındım; yok. Ba­
zen bahar aylarında terasa kadar uzanabilenleri olurdu, bu tür dört­
bacaklılardan hiç hoşlanmadığım için, kapıyı sıkıca kapar, sinekliğin
arkasından pıst pıst diyerek kovalamaya çalışırdım. Bir süre daha
arandım, ses oldukça yakından geliyordu. Korka korka sütü indirip
sosisleri tencereye attım. Miyavlama giderek şiddetleniyordu. Artık
nereden geldiği belli, kapının önünde o mahluk. Kapıyı açıp kovala­
sam mı? Ya kızıp üzerime atlar, ya yüzümü tırmalarsa, ellerimi par­
çalarsa diye düşünürken onu pantermiş; gibi algılayıp ürkmüştüm.
Madam şimdi çıkmıştır, yardım edecek kimse de yok, gelgelelim bu
acıklı, ağlayan sese dayanmak kolay değil. Sütten bir iki yudum al­
dım, korkudan ellerim titriyor. Ne yapmalı. Aç mı acaba? Yerime
oturamıyor, kapı önünde bekliyorum. Ellerim kapıya gidip geliyor.
Dayanamıyorum. Ve açtım. Oradaydı paspasın üzerinde, simsiyah
bir kedi, çaresiz gözlerle bana bakıyor. Ellerimi uzatsam mı? Çaresiz
gözlerle bana bakıyor, ellerimi uzatıyorum, onu tutabiliyorum, evet,
tutabiliyorum! ..
Yazar, Kadın ve Kedi 1 67

YAZAR:
Terasta bir canlılık fark ediliyor son günlerde. Siyah saçlı kadı­
nın kara bir kedi var kucağında. Geçen gün, yağmurla güneşin ne za­
man geleceği belli olmayan bu kentte güneşli saatler yakalamış kedi­
yi yıkıyordu. Hayvan ıslanınca çok çirkin bir mahlfik oldu. Kadın
onu havlularla kuruladı, kim bilir belki aynı havluyla kendisi de ku­
rulanıyordur! .. İçeri gidip kayboldular. Şu anki gibi yapacak işim ol­
madığında terasla çok ilgiliyim ama izlence kısa sürdü ne yazık ki ! . .

KADIN:
Onu yıkayıp pakladım. Pırıl pırıl oldu. İlk kez bir hayvanla bu
denli haşır neşirim. Nasıl olduğunu anlayamadan ona bağlanıver­
dim birden, zavallıcık açlıktan bir deri bir kemik kalmıştı. Onu besli­
yor temizliyorum, yanımdan hiç ayrılmıyor. Bağlanmamak için çiçek
bile yetiştinniyordum oysa, o geldiğinde hemen çıkıp gidebilmekti
amacım, yoksa ona dur bir dakika, çiçeklerimi sulayıp madama tes­
lim edeyim, bekle, demek gerekirdi. Tam gidecekken. Ya beklemez­
se, birkaç çiçek için zaman harcayamam derse? İşte bunları düşüne­
rek beni bağlayacak bir şey yapmadım, ne duvara bir fotoğraf astım,
ne de çekmecelere tam olarak yerleştim. Valizim divanın altında,
giysilerim katlanmış, hazırdım hep, her an uzun bir yolculuğa çıka­
cakmışçasına. Peki ya bu zavallıcık, onu nasıl bırakacağım? ..

KEDİ:
Bana gitgide bağlanıyor. Her zaman temiz, her zaman tokum.
Rahatlık iyi hoş ama o kadar bağımlıyım ki! .. Çaba gösterecek ne­
den yok, en ufak bir emek harcamak yok, rahatlığın böylesi fazla
geldi galiba. Tüylerimi parlatmaya bile üşeniyorum, gerek de yok
zaten şampuanlanıyorlar! .. O ise korku ve tedirginliklerini attı, beni
okşayıp seviyor, ben de onun peşinden ayrılmayarak, yıhşıp acındı­
rarak hakkını ödüyorum, amacıma ulaştım, rahat yaşamanın yolunu
buldum. Her an dolu bir mide, sıcak yuva, sevgi, şefkat hepsi verildi
bana, ama ölesiye sıkılıyorum. Nasılsa dışarı bırakır sonunda, diye­
rek bekliyorum. Bu görünümümle sokağa çıksam hemen etrafımı
çevirirler hain erkekler, yanaşır beni cezbetmeye çalışırlar; bense bu
sokağın kedilerine asla yüz vermez, doğru iyi cins kedilerin bulundu­
ğu sokakları arşınlarım. Hey gidi günler hey, bu güzellikle sokakta
nasıl da hava atılır ...
168 Neşe Cehiz

KADIN:
Adını " Sabah " koydum. Nefis bir varlık oldu, artık onsuz yapa­
mam. Beni bırakıp gideceğini düşünüp çıldırıyorum. Dış kapıyı ve
teras kapısını kapalı tutuyorum hep. Artık bürodaki işimi seviyorum,
gündüzleri onu evde yalnız bırakmaksa beni çok üzüyor, bütün gün
aklım onda. Öyle güzelleşti ki ! . . Yalnız dişi olması fena, çiftleşme za­
manı gelince çıldıracak, belki kaçıp gidecek. Bir çare bulmalıyım.
Varlığıyla kendimi buldum, yine giyinip süsleniyorum, yeniden arka­
daş ediniyorum. Onun gelip gelmemesi bile önemini yitirdi, valizde­
ki giysileri yeniden dolaba yerleştirdim, valizin içini döşeyip Sabah'a
yatak yaptım. Eve geldiğimde kucağıma atlayıp sevgisini gösteriyor,
geceleri kimi zaman yanıma atlıyor, sıcak vücuduna dokunup ısını­
yorum. Bozuk musluk onarıldı, kendime özel çarşaflar aldım, odama
bakıp temizliyorum, yaşamımdan hoşnutum. O ise yine ortalarda
yok, zaten bunca yıldır neredeydi, artık beklemiyorum.

KEDİ:
Bu birliktelik köleliğe dönüştü, bu yiyecekler, bu ortam ... İstemi­
yorum bunları. Düşlerim yıkıldı, beni salıvermeyecek anlaşılan, bu­
rada ölüp gidecek miyim yoksa? Beni hiç sokağa çıkarmadı, öyle öz­
ledim ki? .. Bunalıyorum, bu işin tadı kaçtı, daracık odada her yer ez­
berimde, günler aylar geçiyor, boynumdaki şu saçma mavi boncuk
ve hantallaşmış bedenimle anlamsız buluyorum kendimi, şimdi eski
çöplüğüme razıyım, o duvar dibini ne çok özledim. Hani sevgilim
olacaktı? O sokak senin, bu sokak benim dolaşacaktım?K�hretsin! ..
Sıcak bir gece uğruna özgürlüğümden oldum, bir yolunu bulsam he­
men kaçacağım, o kadınsa elinden gelse beni bağlayacak.

YAZAR:
Şu çöp yığınının simgesi kara kedinin yerinde yeller esiyor. Kış
bitti çoktan, günlüğüm kabarıklaştı, işin doğrusu biraz da sıkıldım bu
işten. Odamdan arka sokağı, arka sokaktaki o eski binanın siyah saç­
lı teras görüntüsünü izlemek çekmiyor beni, günlüğüm de öyle. Yaz­
mak, incelemek güzel ama şu günlerde önemsizleşti, çevremi dinleye
dinleye tükettim, yeni şeyler çıkmıyor artık, giderek çoğu aynılaşma­
ya başlıyor. Son zamanlarda koyu bıkkınlık içindeyim. Gözüm yine
de sokağa takılıyor ara sıra. Kadın binadan çıkıyor, omuzuna koca­
man bir çanta asmış bu kez. Hayrola . . .
Yazar, Kadın ve Kedi 169

KADIN :
Onu iş yerime götürmeye karar verdim; önce izin alıp sonra da
büyükçe bir çanta edindim, iki tarafında ve yanlarda şeffaf bölmeleri
olan, içine rahatlıkla sığabileceği türden, hem çevreyi görebiliyor,
hem de biraz olsun hareket edebiliyor. İkimiz için de en iyi yolu bul­
muş oldum, içim rahat.

KEDİ :
Artık b u kadarı fazla, b u kez de bütün g ü n çanta içine hapsedili­
yorum, verdiği bir iki lokma ona bu hakkı vermeli mi? Minnettarlı­
ğım nefrete dönüştü birden, hep kaçmayı düşünüyorum. Ah bir ka­
çıp kurtulsam açlığa da, soğuğa da razıyım...

KADIN:
Bugün onu veterinere götürüp kısırlaştırdım, güvencede artık,
baharda rahat edecek; onun için neler yaptım, hakkını yememeli, öy­
lesine asil ki kıymetini biliyor, kuzu kuzu çantada oturuyor, tombul
kedim benim ! . .

KEDİ:
Olamaz, bilmediğim işlemlere maruz kaldım, bir yerlerimi kesip
diktiler, çok canım yandı. Bana bir şey sorulmuyor. Ne olacak benim
sonum? ..
(Kadının yaşama amacı olmuştu şu hayvan, onunla uyuyor, onun­
la uyanıyor, artık kimseyi beklemiyor. Kendisine güveni tam, gitse
gitse o iş için giderdi, kısırlaştırdığından o olasılık da ortadan kalktı.
Onu biraz olsun serbest bırakabilirdi bundan böyle. Teras tarafının
kapısını açtı. Hayvancık bugün biraz dolaşsındı. Kediyi terasa salı­
verdi. Mutfağa girdi, ona aldığı ciğerleri pişiriyor. Hayvan güneşle­
necek, sonra karnını doyuracak, sonra da çantasına atıp sahil kahve­
lerinden birine gidip oturacaklar. Kendisine bir çay söyleyecek, o ça­
yını yudumlarken kedi çantadan munis gözlerle ona bakacak, gar­
sonlarla kedi hakkında sohbet edecek, şarkılar mırıldanarak ciğeri
alt üst ediyor.
Kedi ise bunaldığı ortamdan çıkmanın aşırı keyfi ile ve çanta için­
deki yaşantısının darlığından kurulmuş teras macerasının tadını çı­
karmaya çalışıyor, şöyle rahatça gezebilmenin mutluluğunu yaşıyor.
Bir sıçrayışta kenarlığa çıktı. Aşağıda eski yerini ve anılarını gördü.
Birkaç yeni kedi duvarına tünemişti. Ne kısır olduğunu biliyor, ne de
bu yerin çok yüksek olduğunun farkında. Anılar ve özlemlerle yüklü
170 Neşe Cehiz

bıraktı kendisini. Ne var ki dört ayak üstüne düşemedi.


Kadın ciğeri hazırlayıp küçük parçalara bölmüş, terasa getirmiş­
ti. Kediyi arıyor. Göremedi. Attığı çığlık kentte yankılandı, acıyla
haykırıyordu; elinde ciğer tabağı, gözünde korku dolu bakışlar, bir­
denbire çökmüş bir yüzle umutsuzca aşağılara baktı. Kaldırımda si­
yah küçük bir leke gördü.)

YAZAR:
Kaldırımın ortasına siyah bir kedi yapışmış yatıyor. Yaşlı bir bay
bir süre durup seyrettikten sonra bastonuyla kenara doğru itekledi.
Birkaç sokak çocuğu daha sonra kediyi fark etti, bacaklarından tu­
tup cumburlop yakındaki çöpe attılar, çok eğlenmişlerdi. Kapıcılar­
dan biri biraz önce bir kova çöpü üzerine boca etti.
(Kadın omuzlan düşük içeri girdi. Sessiz sakin valizini topladı.
Birkaç parça eşyasını denk yaptı. Masanın üzerine madama borcunu
bıraktı. Ciğer tabağı terasta, yerde, gri çarşafların dibinde duruyor.
Kadının görüntüsü aynada asılı kalmış, saçlarını fırlayıp acı acı gü­
lümsüyor, kimseye hoşça kal demeden merdivenleri yavaşça inip bi­
nadan ayrıldı.)

YAZAR:
O kadını terasta hiç görmüyorum artık, yolda belediye çalışıyor,
sokağı genişletme çabasındalar, kaldırımlar, duvarlar yıkıldı, büyük
kamyonlar artıkları toparlıyor. İşçilerden biri eliyle burnunu kapatı­
yor, ağır bir leş kokusunu duymak istemiyor olmalı. Birkaç gün son­
ra eski binayı yıktılar. Bense günlükten ve gürültüden uzaklaşmalıy­
dım. Giderken günlüğü yıkıntıların içine fırlatıp attım. Yeni ve ay­
dınlık başka bir sokağa taşı ndım. Huyum kurusun yeni sokağım için
·
bir de yeni defter aldım.
KISA BİYOGRAFİLER

Abasıyanık, Sait Faik (1906-1954). Türk yazınında öykü türünün akla gelen ilk
adı ve en önemli Türk öykücüsü. Fethi Naci'nin deyişiyle, " gelmiş geçmiş en bü­
yük hikayecimiz " . "Varlık" dergisinde yayımladığı öyküleriyle ( 1 934) öykü sana­
tımıza yenilikçi bir yol açmıştı. Klasik öykü kalıplarının ve anlayışının büsbütün
değiştirilmesine öncülük etti. Öykülerinde bir konu ya da olaydan çok. bir küçük
yaşantı parçasını, bir kişilik özelliğini ya da bir durumun şiirsel etkilerini çıkış
noktası olarak aldı. Bu seçimi ona benzersiz bir anlatım zenginliği sağladı. Kapalı
mekanların değil, dış dünyanın, doğanın ve özgür yaşantıların öykücüsü oldu. Sı­
radan insanların iç dünyalarını, yaşantılarındaki gizli kalmış zenginlikleri, tabii il­
kin denizi, Burgaz adayı, balıkçıları, kırları, hayvanları, kent yaşamının ayrıntıla­
rını dile getirdi. Sait Faik denince akla ilk gelen özelliklerinden biri de, bütün bu
yaşantıları benzersiz bir hümanizmin ışığında almasıdır. 1953'te ABD'deki Mark
Twain Cemiyeti'ne üye seçildi. Yapıtları: Semaver (l936), Sarnıç ( 1939), Şahmer­
dan ( 1 940), Lüzumsuz Adam (1948). Mahalle Kahvesi (1 950), Havada Bulut
(1951), Kumpanya (195 1 ), Havuz Başı (1952), Son Kuş/ar (l952), Alemdağda ar
Bir Yılan ( 1 954), Az Şekerli (1954), Tüneldeki Çocuk ( 1 955), Mahkeme Kapısı
( 1 956). Ayrıca Medar-ı Maişet Motoru ( 1 944; Birtakım insanlar adıyla, 1 952),
Kayıp Aranıyor ( 1 953) adlı iki romanı ile Şimdi Sevişme Vakti ( 1 953) adlı bir şi­
ir kitabı da vardır.

Akbal, Oktay (1923). Öykü ve roman yazarlığının yanı sıra, 1956'da " Vatan" ga­
zetesinde başladığı günlük köşe yazarlığını. " Barış" ve " Cumhuriyet " gazetelerin­
den sonra şimdilerde "Milliyet" gazetesinde sürdürüyor. Savaşın yarattığı etkiler
altında sıkışıp kalan insanların yoksunluklarını, acılarını ele aldığı ilk öykü kitabı
Önce Ekmekler Bozuldu (1946) ilgiyle karşılandı. Sabahattin Ali ve Sait Faik et­
kileri arasında kalan, ama kendine özgülüğü de koruyan öyküler yazdı. Sıkıntılı,
duygulu öykü kişileriyle yalın bir öykü atmosferi kurdu. Birbirine çok benzeyen
öykülerindeki bu sıkıntılı kişiyi oluşturmak için, çoğun kendisi ya da çevresindeki
gerçek kişilerden yararlandı. Şiirsel diliyle. Sait Faik'in izini süren bir öykücü ol­
duğu belirtilebilir. Öykü kitapları: Aşksız insanlar (1949), Bizans Definesi
( 1 953), Bulutun Rengi (1954), Berber Aynası (1 959), Yalnızlık Bana Yasak
( 1 967), istinye Sulan ( 1 973), Hey Vapurlar, Trenler ( 1 98 1 ) , Lunapark (1983), Ey
Gece Kapını Üstüme Kapat ( 1 988). Romanları: Garipler Sokağı (1950), Suçumuz
insan Olmak ( 1 958), İnsan Bir Ormandır ( 1 975). Ayrıca çok sayıda deneme, gün­
ce ve köşe yazılarından derlenmiş kitapları vardır.

Burak. Cihat ( 1 9 1 5) . Çağdaş Türk resminin en büyük ustalarındandır. Resmin ya­


nı sıra, sanki doğaçtan gelen bir anlatım biçimiyle yazdığı öyküleriyle de dikkat
çekti. Cardonlar adlı öykü kitabı onun ustalığını ortaya koymuştu. 1 992 Yunus
Nadi Armağanı öykü ödülünü alan Yakutiler ( 1 992) ise, öykü yazınımıza bam-

171
172 Kısa Biyografi/er

başka tatlar getiren bir katkı oldu. Öykülerinde çok canlı, denebilir ki yer yer ay­
kırı dil biçemi ile titiz bir ayrıntıcılık birbirini beslerken, özel bir Cihat Burak dili
ortaya çıkıyor.

Cehiz. Neşe ( 1 958). Günlük yaşamın bireyler üstündeki ağırlığına karşı koyan in­
sanların dünyasını a.nlatıyor. Gözlemciliğini besleyen yaşantılara derinliğine so­
kulmaya çalışıyor. ilk öykü kitabı, Evlilik Cüzdanlarını Buruşturan Öyküler
( 1 992).

Cumah, Necati ( 1 92 1 ) . Edebiyat yaşamında ilkin şiirleriyle göründü. Neden son­


ra, kırsal kesim - daha çok Ege yöresi - insanlannı konu eden öykü, roman ve
oyunlar yazdı. Çok verimli yazarlık yılları yaşadı. İnce duyarlıklar ve şiirsel anla­
tım arayışlanndan toplumsal sorunlara, gerçekçi arayışlara yöneldi. Hep yalın an­
latım biçimleri seçti. Öykü kitapları : Yalnız Kadın (1955), Değişik Gözle (1 956),
Susuz Yaz ( 1 962), Ay Büyürken, Uyuyamam (1969), Makedonya 1 900 ( 1 976),
Kente İnen Kaplanlar ( 1 976), Dila Hanım (1978), Revizyonist ( 1 979), Yakubun
Koyunları ( 1 979), Ayla Bıçak (1 981). Romanları: Tütün Zamanı ( 1 959, Zeliş
adıyla 1971 ) , Yağmurlar ve Topraklar ( 1 973), Acı Tütün ( 1 974), Aşk da Gezer
( 1 975).

Duru, Orhan (1933). İlk öykü kitabı Bırakılmış Biri ( 1 959) geniş yankı uyandırdı.
Toplumsal işlevi önde tutan başlangıç yıllarından sonra, yeni bir anlatım biçimine
yöneldi ve kara mizahtan, gerçeküstünden yararlandığı değişik öyküleriyle kendi­
ne özgü bir öykü dünyası yarattı. Devrik tümcelerden yararlanan etkili, incelikli
bir dil kurdu. Öykücülüğümüzün girmediği dünyalara girdi, olağandışını yazınsal­
laştırdı ve bu özellikleriyle başkalarına benzemez bir öykü dünyası yarattı. Son
döneminde gerçeküstünden bilim-kurguya doğru bir geçiş yaptığı görülüyor. Or­
han Duru, öykü yazarlığının yanı sıra, uzun yıllardır gazeteci olarak da basın dün­
yasının içinde bulunuyor. Denge Uzmanı ( 1 962), Ağır işçiler ( 1 974), Yoksullar
Geliyor ( 1 982), Şişe ( 1 989) öbür öykü kitaplarıdır.

Esendal, Memduh Şevket (1883-1952). Kısa öyküye, bir tür olarak Türk yazınına
girişinden sonra, ilk önemli sıçramasını gerçekleştiren yazar. Edebiyat-ı Cedide
yazarlarından sonra kısa öyküye çağcıl bir nitelik kazandıran Esendal, kendinden
sonra gelen yazarların da önünü açtı. İttihat ve Terakki üyeliğinden TBMM üyeli­
ğine, elçilikten CHP genel sekreterliğine vanncaya dek çok yoğun siyasal çalış­
malar içinde bulunan Esendal'ın asıl değeri, denebilir ki, ölümünden sonra anlaşı­
labilmiştir. Bugünse, onun öykü yazınımızın en büyük adlarından biri olduğu söy­
lenebilir. çok yalın, duru bir dille, az ve öz anlatma yolunu seçerek yazdığı kısacık
öykülerinin konularını daha çok günlük yaşamdan almıştır. Günlük yaşamın
önemsiz görünen ayrıntıları ve insan tipleri öykülerinin konusuna dönüşür. Kişi­
lerinin kişilik özelliklerini onların davranışlarına ve konuşmalarına yüklemekte
çok başarılıdır . Bir diyalog ustasıdır. Bütün Eserleri 14 kitapta toplandı ( 1 983-
1 988). Romanları: Ayaşlı ve Kiracıları ( 1983), Vassaf Bey ( 1 983), Miras ( 1 988).
Öyküleri: Oılakçı ( 1 983), Mendil Altında ( 1 983), Sahan Külbastısı ( 1 983), Veysel
Çavuş ( 1 984), Bir Kucak Çiçek ( 1 984), İhtiyar Çilingir ( 1 984), Hava Parası
( 1 984), Bizim Nesibe ( 1 985). Kelepir ( 1 986), Gödeli Mehmet ( 1 988).
Kısa Biyografiler 1 73

Güntekin, Reşat Nuri ( 1 889-1 956). Çalıkuşu romanı ile hem yaygın biçimde ta­
nındı, hem de Feride kişiliğinde, Anadolu aydın kadınını romana soktu. Kasaba
yaşantısı, insanları ve sorunlarıyla Anadolu gerçekliği, Reşat Nuri'nin başlıca an­
latı nesnesini oluşturur. İnsancıl bir yaklaşım içinde, toplumsal sorunları enikonu
önde tutan bir yazar oldu. Dil bilinci ve Türkçe duygusunun yüksekliği özellikle
önemlidir. Konuşma dilinden yararlanan. yalın bir Türkçeyle yazdı. Yüz bir kısa
öyküsü var. Çağdaş öykücülüğümüzün erken ürünleri arasında yer alan bazı ba­
şarısız örneklerin dışında, çok sayıda duygusal öykünün de aralarında bulunduğu,
içtenlikli ve başarılı öyküler yazdı. Öykü kitapları: Tanrı Misafiri ( 1 927), Sönmüş
Yıldızlar ( 1 927), Leyla ile Mecnun ( 1 928). Olağan İşler ( 1 930). Romanları: Çalı­
kuşu ( 1 922), Gizli El ( 1 922), Damga ( 1 924), Dudaktan Kalbe ( 1 925), Akşam Gü­
neşi ( 1 926), Bir Kadın Düşmanı ( 1 927), Yeşil Gece ( 1 928), Acımak ( 1 928), Yap­
rak Dökümü ( 1 930), Kızılcık Dalları ( 1 932), Gökyüzü ( 1 935), Eski Hastalık
( 1 938), A teş Gecesi ( 1 942), Değirmen ( 1 944), Miskinler Tekkesi ( 1 946), Harabe­
lerin Çiçeği ( 1 953), Kavak Yelleri ( 1 96 1 ) , Son Sığınak ( 1961 ) , Kan Davası ( 1 962).

Halikarnas Balıkçısı ( 1 886-1973). Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı. Bir öyküsün­
de halkı savaş aleyhine kışkırttığı gerekçesiyle, İstiklal Mahkemesi' nce üç yıl
Bodrum'da kalebentliğe mahkum edildi ( 1 924). Bir buçuk yıl sonra cezası affa
uğrayınca da İstanbul'a dönmedi ve Bodrum'un antik çağdaki adı olan Halikar­
nas'ı kendi adı olarak benimsedi. İlkin deniz konulu öyküler yazdı; deniz insanla­
rını öykücülüğümüze taşıdı. Ölçüsüz bir coşku ve yer yer şiirsel bir anlatım diliyle
yazdı. Gelgelelim, öykü dilinde yabancı sözcükler, yapı bozuklukları pek çoktur.
Belki coşkun anlatım dilini denetleyemediği söylenebilir. Ege uygarlığının mito­
logyasından da beslenen öyküleri, onun düşünürlüğünü yansıtan yazılarına çok
yakın düşer. Öykü kitapları: Ege Kıyılarında ( 1 939), Merhaba Akdeniz ( 1 947),
Ege 'nin Dibi ( 1 952), Yaşasın Deniz ( 1 954), Gülen Ada ( 1 957), Gençlik Denizle­
rinde ( 1 973). Romanları: Aganta, Burina, Burinata ( 1 946), Ötelerin Çocuğu
( 1 956), Turgut Reis ( 1 966), Deniz Gurbetçileri ( 1 969). A}Tıca, Anadolu Efsane­
leri ( 1 954) ve Anadolu Tanrıları ( 1 955) adlı inceleme kitapları vardır .

K., Tank Dursun ( 193 1 ) . -İlk yapıtlarında, sanayileşmenin hızlandığı bir dönem
içinde kalan Ege bölgesi insanlarını anlattı. Gençlik serüvenlerini, işçilerin, esnaf
ve küçük memurların yaşam kavgasını konu etti. Esendal ve Sait Faik çizgisine
sımsıkı bağlı, tipik bir " küçük insanlar" öykücüsüdür. Günlük yaşamın bütün ay­
rıntıları onun için bir öykü konusudur. Yer yer tatlı bir mizahla örülüdür öyküle­
ri. Kimi öykülerinde de halk hikayelerinden yararlanmıştır. Öykücülüğün yanı sı­
ra, roman, senaryo dallarında da verimli bir yazar olarak görünmektedir: Öykü
kitapları: Hasangiller ( 1 955), Vezir Düşü ( 1 957), Güzel A vrat Otu ( 1 96 1 ) , Se v­
mek Diye Bir Şey ( 1965), Yabanın Adamları ( 1 967), Bağrıyanık Ömer'le Güzel
Zeynep ( 1 972), Bahriyeli Çocuk ( 1 976), İmbatla Dol Kalbim 1 982), Ona Sevdiği­
mi Söyle ( 1 983), Ömrüm Ömrüm ( 1 987). Başlıca romanları: Rıza Bey Aile Evi
( 1 957), İnsan Kurdu ( 1 959), Sabah Olmasın ( 1 967), Denizin Kanı ( 1 968), Kopuk
Takımı ( 1 969), Gün Döndü ( 1 974), Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbi­
re Çöküşü ( 1 980), Alçaktan Uçan Güvercin ( 1 982), Kurşun Ata Ata Biter
( 1 983).
1 74 Kısa Biyografiler

Karasu, Bilge (1 930). Türk yazınının yenilikçi ustalarından, has bir yazın adamı.
Az yazıp seyrek yayımlayan, bununla birlikte yazacaklan ilgiyle beklenen, yaz­
dıklarıysa yankılar yaratan bir yazar. Çok ince eleyip sıkı dokuyan bir yazar oldu­
ğu için, geniş okur yığınlarına ulaşamayan, seçkinci bir tutumu olduğu söylenebi­
lir. Bireyin iç sorunlannın çözümlenmesine adanmış bir yazınsal serüveni vardır.
Öykü yazınımızın özel ve özgün bir yazarı oluşu, yazınsal teknikleri büyük bir ba­
şanyla kullanmasında, dahası, kendine özgü anlatım biçimleri geliştirmesindedir.
Öykü kitapları: Troya 'da Ölüm Vardı (1963), Uzun Sarmaş Bir Ganan Akşamı
(1970), Göçmüş Kediler Bahçesi (1 980), Kısmet Büfesi (1982). Romanları: Gece
(1985), Kılavuz ( 1990).

Kutlar, Onat (1936). 1959'da yayımlanan ilk ve tek öykü kitabı ishak ile öykü ya­
zınımızda yer etti. Sonradan öyküyü sürdürmemesine karşın, bu tek kitabıyla bu­
gün de otuz yıl önceki ilgiyi görüyor. Masalsı, yer yer gerçeküstü, gizemli, bazen
ç ocuk gözünden anlatılan bu öyküler, son derece titiz bir işçiliğin ürünüdürler.
İmgeli, şiirsel ve yalın bir dil kullanışıyla da dikkat çekti. Tek kitabı ve kitaptaki
dokuz öyküsüyle öykü yazınımızın en seçkin köşelerinden birinde duruyor. Ayn­
ca Pera/ı Bir Aşk İçin Divan (1981) adlı bir şiir kitabı ile öykü tadında yazılmış
denemelerini içeren Yeter ki Kararmasın . ( 1 984) ve Bahar İsyancıdır (I 986) adlı
..

kitapları yayımlandı.

Orhan Kemal (1914- 1 970). Yaşadığı yıllarda en çok okunan öykücülerimizden­


di. Tam anlamıyla halkçı bir yazardır. Üstelik, doğru dürüst bir eğitim de göreme­
mişti. Bursa cezaevindeyken Nazım Hikmet'in gelişiyle, kendini geliştirecek bir
okuma yoğunluğu içine girdi. Yaşamı boyunca emekçi insanlar içinde yaşadı ve
onları olduklan gibi yansıttı. Kişilerini kendi gerçeklikleri içinde yazınsallaştırdı.
Fazlaca müdahale etmesi gerekmedi. Bir diyalog ustasının elinde, kişileri kendile­
ri konuşarak iç dünyalannı dışavurdular. Konu ve kişi bulmakta hiç güçlük çek­
memiş bir yazardı. Gerçeğe uygunluk, toplumun kıyısında kalmış insanların ya­
şantılan, işlek bir dil, hızla akan bir anlatım biçimi başlıca özellikleridir. Çok üt­
retkendi. Kendi yaşamında çektiği güçlükler yüzünden başan düzeyini yer yer dü­
şürdüğil üstünde birleşilir. Sıradan insanları yalın halleriyle vermekteki başarısıy­
la, Türk yazınının hala eskimemiş yazarlanndan biridir. Öykü kitaplan Ekmek
Kavgası (1949), Sarhoşlar (1951), Çamaşırcının Kızı (1952), 72. Kotuş (1954),
Grev (1 954), Danyada Harp Vardı ( 1 963), işsiz ( 1 966), Önce Ekmek (1969). Baş­
lıca romanları: Baba Evi (1949), A vare Yıllar (1950), Murtaza (1 952), Cemile
(1952), Bereketli Topraklar Üzerinde (1954), Hanımın Çift/iti (1961), Eskici ve
Otu/lan ( 1 962), Gurbet Kuş/an (1 962), Bir Filiz Vardı ( 1 965), Mafettişler Müfet­
tişi ( 1 966), Arkadaş Islıklan ( 1 968).

Ömer Seyfettin (1884-1920). Edebiyat-• Cedide yazarlannın ağdalı, Batı öykün­


mecisi diline karşı arı, yalın halk dilini savunan tutumuyla Türk yazınındaki dö­
nüm noktalarından biri oldu. Milli Edebiyat akımını başlatanlar arasında yer aldı.
Kısa ömrüne 140 öykü sığdırdı. Geleneksel dil ve yazın anlayışlannı aşmaya çalı­
şan tutumuyla, çağdaş öykücülilğümüzün başlangıcında özel bir yeri vardır. Yaşa­
dığı çevrenin insanlannı anlattı. Günlük yaşantının gerçekliğini ve insanlannı in­
sancıl bir bakış açısıyla aldı. Hızlı bir akış kazandırdığı öykülerinde çoğun belli bir
olayı anlatır. Arı dil anlayışı ve canlı ele alış biçimi ve bugün bala yaygın biçimde
Kısa Biyografiler l 75

okunması ilgi çekicidir. Bütün Eserleri dizisinde .Yayımlanan öykü kitapları: Ef­
ruz Bey, Kahramanlar, Bomba, Harem, Yüksek Okçeler, Kurumuş Ağaçlar, Yal­
nız Efe, Falaka, Aşk Dalgası, Beyaz Lale. Gizli Mabed.

Öz, Erdal (1935). Başlangıçta çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan şiir, öykü
ve eleştiri yazılarıyla tanındı. 1 960'da Yorgunlar adlı öykü kitabıyla Odalarda
adlı romanı yayımlandı. 1970'lerin genç devrimcilerini konu eden öykülerine yer
verdiği Kanayan (1973) ve siyasal bir roman olarak nitelenebilecek Yaralısın
(1974) ile ilgi topladı. Sıcak ve etkili anlatımı, canlı kişileriyle başarılı bulundu.
1 987'de ikinci öykü kitabı Havada Kar Sesi Var yayımlandı. Tutukluluk günle­
rindeki ortak yaşantıları içinde tanıdığı Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf
Aslan'ın 12 Mart darbesi öncesi ve sonrasındaki yaşamlarını içeren Deniz Gez­
miş Anlatıyor (l 976) adlı anı kitabını daha sonra Gülünün Solduğu Akşa� adıy­
la, yeni bir biçimde yazdı.

Sabahattin Ali ( 1 907- 1948). Yazarlığı, yaşamı ve trajik sonuyla Türk yazınının
unutulmayacak adlarındandır. Yazıları ve şiirlerinden ötürü dönemin yöneticileri
tarafından kara listeye alınıp iki kez hapse mahkum oldu. Sonunda Kırklareli'de
Bulgaristan sınırı dolaylarında öldürüldü. Ölümü bala bütünüyle aydınlanmış de­
ğil. Art arda yayımlanan şiirleri, öyküleri ve romanlarıyla etkili bir yazar oldu.
Ö ncelikle öykücüdür ve Türk yazınında kendisinden sonra gelen yazarları olduk­
ça etkilemiş, bir " Sabahattin Ali çizgisi "nden söz edilmesine yol açmıştır. Yüksek
gözlem gücüyle yazdığı öykülerinde, Anadolu kasabalarından süzülen konularını
toplumcu düşünceleri doğrultusunda işledi. Romanları da ilgiyle okunmaktadır.
Öykü kitapları: Değirmen (1935), Kağnı ( 1 936), Ses ( 1 937), Yeni Dünya
( 1 943), Sırça Köşk ( 1 947). Romanları: Kuyucaklı Yusuf (1937), içimizdeki Şey­
tan ( 1 940), Kürk Mantolu Madonna (l 943). Şiirleri: Dağlar ve Rüzgar ( 1934 ).

Taner, Haldun ( l 915- 1 986). Bireyler arası ilişkileri konu alan incelikli gözlemle­
re dayalı, yergi ve ironi temelindeki öyküleriyle tanındı. Büyük kent yaşamı için­
deki kişilerin kültürsüzlüklerini ve uyumsuzluklarını işledi. Kısa öykünün ustala­
rındandı. Kişilerinin iç dünyalarını ve kimliklerini kendi konuşmalarına yükle­
mekte çok başarılı oldu. Canlı, üretken, çoğul bir mizah dili oluşturdu. Öyküle­
rindeki yaklaşımıyla, denebilir ki, yazınsal bir mizah felsefesi kurdu. Onu, Türk
yazınındaki geleneksel mizah öykücülüğünün dışında tutmak doğru olur. Öykü
kitapları: Yaşasın Demokrasi (1949), Tus ( 1 951), Şişhaneye Yağmur Yağıyordu
( 1 953), Ayışığında Ça/ışkur (1954), On ikiye Bir Var (1954), Konçina/ar ( 1 967),
Sancho 'nun Sabah Yürüyüşü ( 1 969), Yalıda Sabah (1983). Öyküleri yanı sıra, Fa­
zilet Eczanesi ( 1 960), Keşanlı Ali Destanı ( 1 964), Gözlerimi Kaparım Vazifemi
Yaparım ( 1 964), Sersem Kocanın Kurnaz Karısı (197 1 ) gibi çok tanınmışların da
öncelikle sayılabileceği çok sayıda oyun yazdı.

Uşaklıgil, Halit Ziya ( 1 866-1945). Türk edebiyatının çağdaşlaşma sürecinin öncü­


lerinden. Edebiyat-ı Cedide akımının en güçlü yazarı oldu ve bu akımın özentili
dil ve edebiat anlayışından kopan romanlarıyla, bugüne dek kalmayı başardı.
Güçlü tekniği, özgün roman dili, roman kişilerinin ruhsal durumlarını yansıtabil­
me özellikleriyle, Türk edebiyatının önemli romancıları arasındaki yerini koru­
yor. Hiç kuşkusuz, onu önemli bir romancı yapan iki yapıtı Aşk-ı Memnu ile Mai
1 76 Kısa B�yografiler

ve Siyah � ır. Bu iki romanıyla, Edebiyat-ı Cedide'nin yapay dili dışına çıkarak, ya­
lın bir dil arayışına yöneldi. Gene de romanlarında sınırlı yaşantıların kabuğunu
kıramadığı söylenebilir. Çağdaş öykücülüğümUzün ilk örnekleri arasında yer alan
öykülerinde ise, yaşantı çevresini genişleten bir tutum alarak, sıradan ve yoksul
insanları konu ettiği görülür. Selim İleri onun öykücülüğünü şöyle saptıyor: "Ha­
lit Ziya'yı çağının egemen anlayışına boyun eğmiş, ama incelikten yana bir edebi­
yatın gelişmesi için didinmiş bir öykücü olarak görebiliriz. Baskı yönetimiyle
uyuşmak zorunda kalışı, yazarı, çağının topl�sal gerçekleriyle hesaplaşmaktan
engellemiştir. Buna karşılık kimi öykülerinde insani duyguları, insanın bireysel
açıdan yüceldiği anlan çok ustaca yansıtmıştır. " Öykü kitapları: Bir Yazın Tarihi
( 1 900), Solgun Demet ( 1901), Bir Şi'r-i Hayal ( 1 914), Sepette Bulunmuş ( 1 920),
Bir Hikaye-i Sevda ( 1 922), Hepsinden Acı ( 1 934), Aşka Dair (1 936), Onu Bek­
lerken ( 1 935), İhtiyar Dost ( 1 937), Kadın Pençesi ( 1 939), lzmir HiUye/eri
( 1 950). Romanları: Nemide (1 892), Bir Ölünün Defteri ( 1 892), Ferdi ve Şürekası
( 1 896), Mai ve Siyah ( 1 897), Aşk-ı Memnu ( 1 900) , Kırık Hayatlar ( 1 924).

Yaşar Kemal ( 1 922). Türk yazınının en büyük yazarlarından biri olduğunda he­
men herkes birleşiyor. İlkgençlik yıllarında kırk çeşit işte çalıştı ve bu yıllarında
Güney Anadolu (Çukurova) bölgesine ilişkin gözlemlerde bulundu. Bu gözlemle­
ri, sonradan bütün yapıtlarına yansıdı. " Cumhuriyet" gazetesinde yayımladığı rö­
portajları büyük ilgi gördü. Röportajlarında kullandığı Çukurova gerçekliğini da­
ha sonra öykülerine yansıttı. İlkin Sarı Sıcak ( 1 952), sonra Bütün Hikayeler
( 1 969) adlı kitaplarında topladığı bu öykülerinde de çok başarılı oldu. Ama kuş­
kusuz, Yaşar Kemal bir romancıdır. İnce Memed ( 1 955) ile başlayan ünü, yurt dı­
şında en çok tanınan yazarımız olmaya dek varmıştır. Çukurova bölgesinde kapi­
talist üretimin egemenliğini adım adım kurmaya başladığı bir dönemin sorunları
romanlarının başlıca çıkış noktasıdır. Köylüler, ağalar, eşkıyalar, gençler, yaşlılar,
erkek ve kadınlar, yiğitler ve korkaklar, çocuklar, aşklar ve ayrılıklar, jandarma
ve bürokratlar, dağlar ve ovalar, ırmaklar, gündüz ve gece ... ve destansı bir yazın
için akla gelebilecek her türlü yaşam gereci, Yaşar Kemal'in yazınsal gereçleridir.
Az sayıdaki öyküsü de aynı dünyadan kesitler getirir. Başlıca romanları: Teneke
( 1 955), Orta Direk ( 1 960), Yer Demir Gök Bakır ( 1 963), Ölmez Otu ( 1 969).
Demirciler Çarşısı Cinayeti ( 1 974), Yusufçuk Yusuf ( 1 975), Yılanı Öldürseler
( 1 976), Al Gözüm Seyreyle Salih ( 1 976), Deniz Küstü ( 1 978). Kimsecik (1 980),
Kale Kapısı ( 1985), Kanın Sesi ( 1 99 1 ) .

Yurdakul, Ahmet ( 1 954). Kişilik ve durumları farklı insanların düşünce biçimleri­


ni. edindikleri değerleri işlediği öykülerini Körfez Üstü Yıldız Gezer 'de ( 1 985)
topladı . Özenli bir anlatım biçimi var. Romanları: Kahramanlar Ölmeli ( 1 988),
Yorgun Çanlar ( 1 989), Bir Masal Akşamı.

Yücel, Tahsin ( 1 933). İlk öykülerinde çocukluk yıllarını geçirdiği Güneydoğu


Anadolu insanlarının yaşamından kesitler getirdi. Büyük bir dil özenini ilk öykü­
lerinden bugüne dek titizlikle korudu. Arı Türkçeyle yazdı. Anlatım biçimi ve
öyküleme tekniğini son yıllarında gittikçe yetkinleştirdiği görülüyor. Ruhsal çö­
zümlemelere dayalı bir dünya yaratmakta oldukça başarılı oldu. Neden sonra, bir
de çok ustaca kullandığı bir mizah dili oluşturdu. Fethi Naci, Tahsin Yücel'in son
Kısa B(yografiler 1 77

öykllleri için şu değerlendirmeyi yapıyor: "Tahsil YUcel'in betimlediği toplumsal


çevreler, tam bir kokuşmuşluk içinde. Tahsin YUcel, bu betimlemeyi, hazır dil­
şUncelere, hazır kalıplara dayanmadan yapıyor; eserinin etkileyiciliğinin başlıca
nedenlerinden biri, bu; öbUrü de usta bir yazar olması, imgelem gilcUniln zengin­
liğini de, humour'unu da çok başanlı bir biçimde kullanması. • Yaptığı çok sayıda
çeviriyle de saygınlık kazanan Tahsin YUcel, kuramsal çalışmalarıyla da, eleştiri
yazınımızın en önde gelen adlanndan biridir. ÖykU kitaptan Uçan Daireler
(195�). Haney Yaşamalı (1955), Daşlerin ôıama (1958), Dônilşam (1975), Ben
ve Öteki (1983), Aykın Öyka/er (1989). Romanlan: Mutfak Çıkmazı (1960), Va­
tandaş (1975), Peygamberin Son Beş Gana (1991). Deneme ve incelemeleri: Ya­
zın ve Yaşam (1976), Anlatı Yer/em/eri (1979), Dil Devrimi ve Sonuçları (1982),
Yazının Sınırları (1982), Yapısalcılık (1982), Eleştirinin ABC si (1991).
'

- " Kısa Biyografıler"in hazırlanmasında, derleyenin kendi değerlendirmeleri dı­


şında, FUsun Akatlı'nın Bir Pencere ' den adlı incelemesi ile Behçet Necatigil'in
Edebiyatımız/la isimler SôzWAU ve ŞUkran Kurdakul'un Şairler ve Yazarlar Sôz­
WAa 'nden yararlanılmıştır.
İÇİNDEKİLER

SAFYÜREK BİR DÜNYANIN ÖYKÜLERİ 7

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL (1866-1 945)


Ekmekçinin Beygiri 11

MEMDUH ŞEVKET ESENDAL (1883-1952)


Kedi 15
Soysuz Kedi 20
Bir Haydut Kuş 22

ÖMER SEYFETTİN (1884-1920)


Horoz 26

HALİKARNAS BALIKÇISI (1886-1973)


Kanarya 32

REŞAT NURİ GÜNTEKİN (1 889-1956)


Akrep 34

SAİT FAİK ABASIYANIK (1906-1954)


Dülger Balığının Ölümü 37
Son Kuşlar 39
Karabaş'ın Hakkını Yediler 43
Bir Eşek Hikayesi 46

SABAHATTİN ALİ (1907-1948)


Bahtiyar Köpek 50

ORHAN KEMAL (1914-1970)


Köpek Yavrusu 54

HALDUN TANER ( 1915-1986)


Sancho'nun Sabah Yürüyüşü

l ',18
İçindekiler 1 79

CİHAT BURAK ( 1 915)


Kedi 67

NECATİ CUMALI ( 1 921)


Güvercinler 69
Kurt 75

YAŞAR KEMAL ( 1 922)


Sinek 79

OKTAY AKBAL (1923)


Keçi 84
Odamda Ağustosböceği 91
Özgür Karınca 93

BİLGE KARASU (1930)


Avından El Alan 96

TARIK DURSUN K. ( 1 93 1 )
Altın Arı 107

TAHSİN YÜCEL ( 1 933)


Sümüklüböcek 109

ORHAN DURU ( 1 933)


Küçük Sinekler 1 17

ERDAL ÖZ (1935)
Güvercin 120

ONAT KUTLAR (1 936)


Kediler 126
Horozlar 1 34

FERİT EDGÜ (1936)


Papağan 140
Kedi ile Fare 142
180 içindekiler

AHMET YURDAKUL (1 954)


Hayvanlar Bildirisi 145

NEŞE CEHİZ
Yazar, Kadın ve Kedi 1 59

KISA B İYOGRAFİLER 171

Yayımlayan: Anadolu Yayıncılık A.Ş.


Kapak: Ana Basım Sanayi A.Ş.
İç Baskı: Şefik Maıbaa5ı
Kısa Biyografi/er 1 77

öyküleri için şu değerlendirmeyi yapıyor: "Tahsil Yücel'in betimlediği toplumsal


çevreler, tam bir kokuşmuşluk içinde. Tahsin Yücel, bu betimlemeyi. hazır dü­
şüncelere, hazır kalıplara dayanmadan yapıyor; eserinin etkileyiciliğinin başlıca
nedenlerinden biri, bu; öbürü de usta bir yazar olması, imgelem gücünün zengin­
liğini de, humour'unu da çok başarılı bir biçimde kullanması." Yaptığı çok sayıda
çeviriyle de saygınhk kazanan Tahsin Yücel, kuramsal çalışmalarıyla da, eleştiri
yazınımızın en önde gelen adlarından biridir. Öykü kitapları Uçan Daireler
(1954), Haney Yaşamalı (1955), Düşlerin ôıama (1958), Dönilşüm (1975), Ben
ve Öteki (1983), Aykırı ÖykaJer (1989). Romanları: Mutfak Çıkmazı (1960), Va­
tandaş (1975), Peygamberin Son Beş Gana (1 991). Deneme ve iııcelemeleri: Ya­
zın ve Yaşam (1976), Anlatı Yer/em/eri (1979), Dil Devrimi ve Sonuçlan (1982),
Yazının Sınırlan (1982), Yapısalcılık (1982), Eleştirinin ABC'si (1991).

- " Kısa Biyografiler"in hazırlanmasında, derleyenin kendi değerlendirmeleri dı­


şında, Füsun Akatlı'nın Bir Pencere' den adlı incelemesi ile Behçet Necatigil'in
Edebiyatımızpa isimler Söz/ata ve Şükran Kurdakul'un Şairler ve Yazarlar Söz­
Jata 'nden yatarlanılmıştır.
İÇİNDEKİLER

SAFYÜREK BİR DÜNYANIN ÖYKÜLERİ 7

HALİT ZİYA UŞAKLIGİL (1866-1945)


Ekmekçinin Beygiri 11

MEMDUH ŞEVKET ESENDAL (1 883-1952)


Kedi 15
Soysuz Kedi 20
Bir Haydut Kuş 22

ÖMER SEYFETTİN (1 884-1920)


Horoz 26

HALİKARNAS BALIKÇISI ( 1 886-1973)


Kanarya 32

REŞAT NURİ GÜNTEKİN ( 1 889-1956)


Akrep 34

SAİTFAİK A B ASIYANIK (1906-1954)


Dülger Balığının Ölümü 37
Son Kuşlar 39
Karabaş'ın Hakkını Yediler 43
Bir Eşek Hikayesi 46

SABAHATTİN ALİ (1907-1 948)


B ahtiyar Köpek 50

ORHAN KEMAL (1914-1970)


Köpek Yavrusu 54

HALDUN TANER (1915-1986)


Sancho'nun Sabah Yürüyüşü 57"

1 78
İçindekiler 179

CİHAT BURAK (1915)


Kedi 67

NECATİ CUMALI ( 1921)


Güvercinler 69
Kurt 75

YAŞAR KEMAL (1922)


Sinek 79

OKTAY AKBAL (1923)


Keçi 84
Odamda Ağustosböceği 91
Özgür Karınca 93

BİLGE KARASU (1930)


Avından El Alan 96

TARIK DURSUN K. (1931)


Altın Arı 1 07

TAHSİN YÜCEL (1933)


Sümüklüböcek 109

ORHAN DURU (1933)


Küçük Sinekler 117

ERDAL Ö Z (1935)
Güvercin 120

ONAT KUTLAR (1936)


Kediler 126
Horozlar 134

FERİT EDGÜ (1936)


Papağan 1 40
Kedi ile Fare 142
1 80 içindekiler

AHMET YURDAKUL ( 1 954)


Hayvanlar Bildirisi 145

NEŞE CEHİZ
Yazar, Kadın ve Kedi 1 59

KISA BİYOGRAFİLER 1 71

Yayımlayan: Anadolu Yayıncılık A.Ş.


Kapak: Ana Basım Sanayi A.Ş.
İç Baskı: Şefik MatbaMı

You might also like