Professional Documents
Culture Documents
Hayvan Öyküleri
•
Derleyen
Semih Gümüş
ADAMYAYINLARI
©
Anadolu Yayıncılık A.Ş.
7
dilerden sakınmadığını iyi bilirler. -
Yazarlar kedilerden insanlar gibi konuşan canlılar olarak söz et
meye bayılırlarmış. Aslında bunun son bir örneğini de yakınlarda
Oya Baydar Kedi Mektupları 'oda vermedi mi? Okur da Hayvan
Öyküleri ' ni okuduktan sonra nasılsa anlayacaktır bu tuhaflığı. On
dan sonra da artık hiçbir şey tuhaf gelmemeye başlayacaktır. Gene
de Salah Birsel'in aktardığı şu fanteziye bakalım önce : " Suares 'e gö
re, " diyor Salah Birsel, "Sokrates, Voltaire, Proust, Melville ve Sha
kespeare kedilerin karşılaştırmalı edebiyat okumuş ve felsefe öğreni
mi görmüş kültürlü yaratıklar olduklarına inanırlar " !
Bu arada, insanların hayvanlar üstünde öne sürdükleri egemenlik
haklarını kediler kadar bozup karıştıran başka bir hayvan da buluna
maz doğrusu. Kötülük eden kişi için yapılan "Hayvanlık ! " benzet
mesi ise bir anlamda insanın hayvanları çekemeyişini gösterir sanki.
Hayvanların ne suçu varsa!
- Öküz, inek, eşek, köpek! ..
Şu dilimize pelesenk ettiğimiz sözde sıfatlar. Bu öyküleri oku
duktan sonra artık dikkat! Üstelik bu öykülerde kendimizi de göre
ceğiz : hem bu yanda, hem karşı yanda, ikisiyle de özdeşleşebilecek
biçimde. Pek çok hayvanın insanoğluna tanrılık ettiği gelebilir sonra
aklımıza - bir zamanlar insanoğlunun tapındığı güzelim varlıkları ne
hallere düşürdüğümüz! Melih Cevdet Anday, " Hayvanlar eskiden
tanrı idi. Nerde o günler! " der, hayıflanarak; aslında insanın iç dün
yasındaki artık onulmaz yaraları dışavurur böylelikle.
Türk edebiyatının en ünlü kediseveri olan Ataç da bu konuda,
"Hayvan hayvanlığını bilsin, elinden geliyorsa hayvanlığıyla övün
sün, daha iyi ... " diyor ve tamamlıyor: " Ama övünmek de insanlara
vergidir. " Ataç bir tür 'hayvan bakış açısı' getirirken, insanı kendine
gelmeye zorluyor. Herhalde insanların ne çözebildiği, ne de çözmeye
kalkıştığı sorunlara yaklaşmanın biricik yolu Ataç'm örneklediği
hoşgörüden geçmektedir.
Balina Aydın'a ya da Kuzey Denizinde buzullar arasında sıkışıp
kalan beyaz balinalara gösterilen sevgiye, başlatılan seferberliğe ge
ne çokları karşı çıkmamış mıydı? Açlık ve savaştan kavrulan dünya
önümüzde dururken, hayvanlara mı geldi sıra, diye. Sıraya büyük so
runların çözümünü koyarlarmış gibi!
Bu tür hoşgörüsüzlükleri aşmanın yollarından biri, kim ne derse
desin, gene hayvan sevgisidir. Hayvanlar insanlara pekala sevmeyi
öğretebilirler, şu sevgisiz, kötücül dünyamızda. Yalnızlığımızı payla
şırlar. Unutulmaya yüztutan sorumluluk duygusunu geliştirirler.
8
Enis Batur da, " Kralların yaşadığı ülkelerde, insanların kedilerden
öğrenebilecekleri bir şey vardır, " diyerek, hem tarih boyunca eşitlik
çi olamamış insanoğlunu ironik bir soyutlamayla eleştirir, hem de
kedileri bilgelikle ödevli kılar.
Bu seçkiyi hazırlarken, hayvandan bir alegori nesnesi olarak ya
rarlanmayı ve bunu göstermeyi hiç aklıma getirmedim. Hayvanları
yalnızca böyle anlamaya gönül indirenlerin buradaki güzel öykülerle
sıcak bir ilişki kurmaları da güçleşecektir. Buradaki hayvanlar öykü
lerinin kahramanları, anlatının özneleri, giderek yaratıcıları duru
mundadırlar - onları anlamak düşer bize.
Üstelik, kediyse sözgelimi konu edilen, tek bir kediden söz açıl
mamaktadır. Memduh Şevket Esendal'ın kedileri ya tekinsiz ya da
eviçiyle uyumsuz, gözü sokakta hayvanlardır. Cihat B urak'ın sokak
kedisi kendini insanlara zorla kabul ettiren, belli ki anasının gözü
dür. Onat Kutlar'ın kedileriyse, kediye bile benzemeyen, tuhaf can
lılardır. Canlı oldukları bile kuşkuludur. Dokununca dağılır, uçar,
kaybolurlar! Yabansı düşlere çekerler okuru ...
Ve çocuklar - bu kitap belki en çok onlar için. Korunmasız, ter
temiz iç dünyalarını hayvanlara en çok açık tutanlar onlar değil mi?
Nasıl, safyüreklilikle en iyi ilişki kuranlar da hayvanlarsa ... Bu kitabı
likin çocukların okuyacağına inanıyorum ve onu işlevli kılan da bu
olacaktır. Öyleyse, aynı zamanda büyüklerden çocuklara uzanan bir
hoşgörü köprüsüdür bu derleme. Hem de çağdaş Türk yazınında
hayvanlar için yazılmış, yazınsal değeri çok yüksek öyküler okuya-
·
rak.
Bizim payımıza ise, şu soruyu içtenlikle yanıtlamak düşecektir :
- Biz, hayvan sevgisini mi seviyoruz, hayvanları mı?
Şimdi Oktay Rifat'ı okumanın sırasıdır:
KEDİ
Semih Gümüş
$
ubat 1 993
Halit Ziya Uşaklıgil (1866-1945)
EKMEKÇİNİN BEYGİRİ
11
12 Halit Z�ya Uşaklıgil
KEDİ
15
16 Memduh Şevket Esendal
dı. Bu kedi, Basire ' nin ayaklarına dolaştı. Evin kapısından girdiler, o
da girdi. Üstüne basmaktan korkuyorlar. Remzi bir kibrit yaktı. Kü
çük kedi, merdivenin birkaç basamağını çıkmış, oradan kendilerine
bakıyordu. Bu kadar merdiveni, bu yavru çıkabilir mi? Kocası, kedi
yi kapıdan dışarı bırakıp savmak istedi. Basire bırakmadı. İki kat
çıktılar, kedi de çıkıyor. Kendi dairelerine geldiler, içeri girip kapıyı
da kapadılar; kedi merdivende kaldı mı, geri gitti mi, bilmiyorlar. Bi
raz sonra kapı dışından incecik sesini duydular. Basire hem korka
rak, hem acıyarak kapıyı açtı. Kedi sürtünerek içeri girdi. Islanmış,
sıska bir kedi yavrusu ! .. Açlık da çekmiş olacak. Kuru ekmeğe saldı
rıyor. Karnını doyurdu, biraz yalandı, temizlendi, sonra da minderin
bir köşesine büzülüp uyudu. Kara suratlı, sarı gözlü bir kedi. Bunun
gibi sarı alacalı kediler vardır; ama, çok değildir.
Basire,
- Ben bu kediden korkarım! diyor.
Kocası da,
- Ben onu götürür, kasap dükkanının önüne bırakırım, dediyse
de Basire,
- Onu da yapamam! diyor.
Ne olacak? Hem korkacak, hem birlikte oturacak! .. Öyle de ol
du. Birkaç gün sonra kedinin uğurunu denediler Piyangodan iki
yüz lira çıktı. Ancak, kedinin uğurlu olması da kadını korkutuyor;
demek kedi tekin değil...
Aradan birkaç ay geçti, Basire kediyi bir yol daha denedi Evi
kapayıp Ulucanlar'da tanıdıklarından birinin evine gidecekti. Kedi
ayaklarına dolaştı. Gitti yemek kabına, su tasına baktı. Tamam. Su
yu da var yiyeceği de ! . . " Hiç böyle yaptığı yoktu ! " diye düşündü.
Sonra da dışarı çıkmaktan vazgeçti. Soyundu oturdu. Biraz sonra da
komşularda yangın çıktı. Bütün mahalle ayağa kalktı, bağırış, çağı
rış. Etrafı korku sardı. Basire sanki bunu bekliyormuş gibi telaş et
medi, tedbir aldı, bekledi. Yetişenler yangını söndürdüler. B ugün
den sonra Basire kedinin tekin olmadığına inandığı gibi, kocasını da
inandırdı.
Kedinin tekin olmayacak, korkulacak bir yeri yok. Bilinen kedi
lerden biri; ancak, adamoğlu inanmak isteyince, inanır. Sonra da
başkalarını inandırmaya çalışır. Yalnız kocası değil, komşulardan,
tanıdıklardan birçokları da kedinin tekin olmadığına kandılar. Bir
yandan da Basire kediye alıştı. Eskiden kedinin sessizce odaya girip
sarı gözleriyle onun yüzüne bakışı yüreğinde bir ürküntü yaparken,
sonraları bunu duymaz oldu. Çocuğu olduktan sonra kedi de basba-
Kedi 17
yağı kedi olmaya başladı. Yalnız Basire kediyle çocuğunu bir odada
bırakmak istemiyor, kendisi mutfağa gidecek olsa kediyi de çağırı
yordu.
Bu yaşayış böylece iki yıl sürdü. İki yıl sonunda evlerinde bir de
ğişiklik oldu. Remzi 'nin Ilgın 'daki kardeşinin büyük oğlu, Sabri
adında, on yedi yaşlarında bir çocuk, kendisini hekimlere göstermek
için amcasının yanına geldi.
Yerleri daraşlık; yatakları, yorganları bile kıt ise de, hasta çocu
ğa " yerimiz yok " diyecek değiller ya; kırdılar, sardılar içerki odaya
bir kerevet uydurup Sabrl' nin yatağını da onun üstüne serdiler. Ol
du. Basire, her gece bu yatağı sedire sermek, sabah olunca da kaldı
rıp aralıktaki sandığın üstüne yığmak zahmetine katlandı. Eğer Basi
re istemezse, evleri elverişli de olsa, bu genç çocuğu, amcası bu evde
sığdıramazdı. Bereket versin ki Sabri çok sevimli, uysal, sokulgan,
melek kadar da güzel bir oğlan. Yengesi de onu seviyor.
Sabri bir akciğer hastalığı geçirmiş. Hekimler, " Hava değişimi iyi
gelir, " demişler. Babası ne yapsın! Kardeşinin yanına yollamış. Kar
şısına Basire çıkmasaydı, gerisin geriye babasının evine gidebilirdi.
Amcası, Sabri 'yi, hekimlere gösterdi. " İyi yesin, açık havada yatsın,
dinlensin, " dediler. Eh, ne yiyorlarsa ona da yediriyorlar. Sabahtan
akşama kadar yengesiyle evde. Ona yardım ediyor. Çocukla oynu
yor. Oturup başından geçenleri yengesine anlatıyor. Basire de onun
güzel yüzüne bakıp gülüyor.
Sabri, amcasına hiç benzememiş. Ak benizli; alaca gözlü, ipek
saçlı bir delikanlı. Bir gün yengesi,
- Sabri, saçların uzadı, hadi git kestir. Ama sakın kısa kestirme! . .
Yalnız kenarlarını düzelt:>inler, dedi. Yüzü d e kızardı.
Bu çocuğu da bir erkeği sever gibi sevdiğini anladı, günahtan kor
kup ağır bir üzüntüye kapıldı. Bu günah, bu eve uğursuzluk getirir.
Kedi, kapının eşiğine oturmuş, ona bakıyordu " Senin her şeyden
haberin var! " diye düşündü. Kedi, gözlerini ayırmayarak ona bakı
yordu. Yerde oynayan çocuğunu kucağına alıp odalardan birinin
önündeki balkon gibi ufak taraçaya çıktı. Damlar, ağaçlıklar, şehir
görünüyor. Gönlüne izin vermemeli. Sabri'yi bir evlat, yahut ne bi
leyim, bir kardeş gibi sevmeli. Sabri bu evden gitse! .. Yok, nereye gi
decek? Hasta çocuk. Bu son günlerde iyidir ama, babasının yanında
ona kim bakacak? Burada oturuyor, gene de otursun ... Yalnız, gider-
se de kalırsa da onu bir kardeş, bir evlat gibi sevmeli .. .
Evine uğursuzluk getireceği korkusuyla Sabri 'den ruhça uzak
18 Memduh Şevket Esendal
kalmak isteyerek birkaç gün geçirdi. Sonra bir gün, gene Sabri 'yle
evde yalnızdılar. Yanyana oturmuş konuşuyorlardı. Çocuk da içeri
de uyuyordu. Nasıl oldu ise Basire'nin eli Sabri 'nin eline değdi. Ço
cuğun eli, sanki ateşi varmış gibi sıcak geldi.
- Senin ateşin mi var? diye sorarak elini tuttu.
Sonra çocuğun göğsüne soktu, sonra alnına koyup onun yumu
şak saçlarını okşadı. Sabri de yengesine bir çocuk gibi sarılıp başını
göğsüne koydu. Yengesi de onu saçlarından öptü.
Basire silkinip ayağa kalktı.
- Bir şeyin yok maşallah ... Hadi sen kalk benim fasulyamı ayık
la! .. dedi. Kendisi de çocuğunun yattığı odaya girdi.
" İsteyerek yapmadım. Allah biliyor ki içimde bir çürüklük yok
tu. Bir çocuğu sevmek de günah değildir ya! .. " diye düşünüyordu.
Sabri yengesi gibi düşünmüyor; yengesini ölesiye sevdiğini, yen
gesinin de onu sevdiğini biliyor. Amcasının karısıyla sevişmenin iyi
olmadığını da anlıyor. Bunun sonu ne olacak?
Bir ay sonra, gene bir öğle üstü, Basire hem korkarak, hem de
kendini alamayarak, geri dönülemeyecek kadar ileri gitmiş olduğu
gün yattığı sedirden doğrulunca, karşısındaki köşede sandalyenin üs
tünde, onlara bakan kediyle göz göze geldi. Sırtından sanki buzlu su
aktı. Her şeyi bilen bu kediden korkarak odadan kaçtı.
Yaptığı günahtır. Bu eve uğursuzluk getirecektir. Gönlünde bin
bir dua, Allaha sığınışlarla gidip yıkandı. Sonra da mutfakta yumur
ta salatası yaparken ağladı. Sabri de onun ağladığını gördü, ne diye
ceğini, bu güzel kadını nasıl avutacağını bilemedi.
Bir buçuk ay sonra Basire 'nin iki yaş beş aylık çocuğu beyin
hummasına tutuldu, öldü. Bundan sonra da Basire 'nin gözyaşları
dinmedi. Çocuğunun acısıyla Sabri'ye açıldı:
- Hiç kimsenin suçu yok, dedi, bu uğursuzluğu evime ben getir
dim. Çocuğumu elimle öldürdüm. Sen bu evden git. Senin için de
amcan için de korkuyorum. Benim içime gelen olur. Allah seni ba
ğışlasın.
Sabri ' nin gittiğini sahiden istiyor, onu bir ölümden, bir sakatlık
tan korumak istiyor. Kocasına da söyledi :
- Bizim evimiz uğursuz oldu. Bu yavrucak bu evden çıksın, git
sin. Ben korkuyorum, dedi.
Kediyi karşısında gördükçe yüreği titriyor, boğazı kuruyor. Hiç
bir şeyle kendisini avutamıyor. Bu kedinin her şeyi bildiğine inanı
yor. Bütün bunlarla beraber, Sabri giderken onu öptü.
Kedi 19
- Hadi Allahın birliğine emanet ol. Sana bir şey olursa, bil ki ben
de ölürüm, dedi.
Sabri gitti. Kadın, kocasına sonsuz bir bağlılık gösteriyor, akşam
üstü biraz geç kalsa sokaklara düşüyor, kocasını arıyor. Sabahları o
evden çıkarken arkasından okuyup üflüyor. Remzi de bunları, çocu
ğunun acısına verip onu avutmaya çalışıyordu. Bu kadın bir çocuk
doğurursa, belki avunur! ..
Sabri gittikten sonra Basire, ondan gebe kalmış olmaktan korka
rak bekledi. Böyle bir şey olsaydı, kendini zehirleyecekti. Olmadığı
na sevindi. Belki bu uğursuzluk çocuğun ölümü ile bitmiş, Basi
re'nin de günahları bağışlanmıştır. ..
g
Aradan altı ay kadar eçti, bir gün kedi kayboldu. Basire bunu
hayra yordu. Niçin? Bir şey bildiği, düşündüğü için değil. Ona öyle
geldi. Sonra bir akşam kedi, Remzi' nin arkasına takılmış, eve geri
geldi. Yolda onu karşılamış!
- Gelmeseydi daha iyi olurdu, dedi, ben bu kediden korkuyo
rum!
Aradan bir altı ay daha geçtikten sonra Remzi tifo'ya tutuldu,
kurtaramadılar, o da öldü. Basire dövünüyordu :
- Onları ben öldürdüm. Göreceksiniz ben de öleceğim. Onu bir
ben biliyorum, bir de bu kedi biliyor. İnanınız bu kedi tekin değildir.
Ben eve geldiği gün söyledim.
Kadın o kadar inanarak söylüyordu ki, dinleyenlerin de inana
cakları geliyordu.
Siyami Bey ona yardım etti.
- Kalk bizim eve gel, bırak bu evi, dedi. Bırakmadı. Aç, tok bu
evde kalmak istiyor. Kocasından kalan biraz parayla, Siyami Bey ' in
anasının yolladıklarıyla, bu evde, kedisiyle kaldılar.
Basire, üzüntüsünden, tasasından zayıfladı, bir deri bir kemik
kaldı. Bir gün Siyami Bey'in anasına gitmişti. Kadın Basire'ye baktı:
- Basire sana ne oluyor, dedi, kızım, ölenle ölünmez, ne oluyor
sun? Biraz kendine bak! Ne kılığa girmişsin ...
Basire,
- Hanımcığım, dedi, ben de bu yakında öleceğim. Bak görürsü
nüz. Ben rüyasını gördüm. Benim sizden istediğim, beni kocamla ço
cuğumun ayakları ucuna gömdürünüz. Belki günahlarım af olmuş
tur. Yarın ahrette onların yüzlerine bakabilirim.
Siyami Bey'in anası, " Kız, senin ne günahın var, bunu söyler du
rursun ! " diyecekti, demedi. Kim bilir, söyler mi, söylemez mi?
Aradan iki hafta geçti, geçmedi, Basire hastalandı. Çoktan kan
20 Memduh Şevket Esenda/
SOYSUZ KEDİ
borçlu, onlar benden daha iyi ise de, ineklere bakarak köpekler daha
iyi. Bu kuş hepsinden daha rahat.
Bunlar benim o zamanki düşüncelerimdir.
Arkası üstü yattım, kuşu seyretmeye başladım. Nasıl da kanatla
rını oynatmadan havada dönüyor ve dönüyor! . .. Bizi, bütün kırları
seyrediyor. Ben bu kuşun yerinde olsam, hiç bu boş kırlarda dolaş
maz, bütün memleketleri gezerdim. Her gün başka bir ülke seyre
derdim. Bu boş kırlarda görecek ne var? Halil Kahya'nın koyunları
görünüyor. Sığırlar şehre dönüyor. Daha uzaklarda başka bir şey
yok! Ama belki yüksekten başka şeyler de görünür.
O dakikada kuş için daha neler düşündüğüm hatırımda değil. Ne
kadar zaman ona baktığımı da bilmiyorum. Yalnız bir zaman olup
da kuşun, kanatlarını kısıp bir taş parçası gibi yere süzüldüğü gözü
mün önündedir.
Kuşa ne oldu? Yerde ne gördü?
Ben, sanki biraz şaşırmış gibi, başımı kaldırıp kuş nereye indi di
ye baktım. Benden epey uzakta bir yere inmiş. Güzel ·görüyorum.
Yere konmuyor. Konacak gibi oluyor, tekrar havalanıyor. Gene dö
nüp yere saldırıyor.
Bu kuş neye saldırıyor ki!
Kalktım, o tarafa doğru koştum. Yaklaştıkça gördüm ki bu kuş
bir yılanla pençeleşiyor. Korktum. Yılan, kuşu bırakır da bana saldı
rırsa ... Olduğum yere sindim. Onlar birbirleriyle o kadar meşgul ki
benim on beş adım ötede yere uzandığıma hiç aldırmadılar, belki
görmediler bile ...
Akşam güneşi vurdukça, sırtı parlayan bir kara yılan! Hemen ya
n gövdesini yerden kaldırıyor, kuşa saldırmak istiyor. Kuş, nasıl olu
HOROZ
26
Horoz 27
KANARYA
Sabun ustası diye anılıyordu. Fakat ona, " sabun sanatçısı " ya da
" sabun artisti " dernek daha doğru olurdu. Sabahtan akşama dek sa
bun kazanlarının karşısında kan ter içinde kalır, uğraşır, çabalardı.
Eşi dostu ona " B u senin hayatın da hayat mı ki? " derlerdi. O, ne
karşılık vereceğini bilemez, yüzlerine ahmak ahmak bakakalırdı.
Onun hayatı sabun yapmaktı. Mutluluğu ve ödülü de yaptığı sabun
lardı.
Karısı ve iki çocuğu Girit'te ölmüştü. Nüfus değiş tokuşu nede
niyle Anadolu'ya gelince, sabun fabrikası sahipleri ona övgüde yan
şa çıktılar. Fabrikanın birinde iş tuttu. Yıllarca uğraştı. Milyonlarca
kilo sabun yaptı. Fabrika sahibi, sabun ustası Süleyman usta sayesin
de enikonu para topladı. Süleyman usta, eşin dostun derdine der
man olacağım diye, sağa koşa, sola yardım ede ede, sonunda, gün
düz terler dökmekten gece de ayazda buz kesmekten hastalandı. So
nunda ölüm döşeğine düştü. Yolda, sağa sola para savura savura yü
rüyen bir hovarda gibi, ömrünün bu noktasına, gönüller dolusu sev
giler saça saça gelmişti.
Evinin alt katında yatıyordu. Bacakları şişti. Üst kata çıkamıyor
du. Kendine her gün yapılan alkol kanfre enjeksiyonlarını ödeyecek
kadar parası vardı. Doktor her gün evine geliyor ve ona iğne yapı
yordu.
Süleyman ustanın ölüm döşeğinde bir tesellisi vardı. O da kanar
yasıydı. Kanaryası iki gözünün bebeğiydi . Kanaryasına vaktiyle pa
muklar getirmişti. Ayrıca da kuluçkaya yatan kuşa dadılık etmişti.
Yavru yumurtadan çıkınca, ıslık çalarak, ona müzik ve ötüş öğret
menliği etmişti. Kanaryası ondan hiç ürkmüyor, çağırınca geliyordu.
Hele şu hastalığında, kuşun öteye beriye hoplayışı, gelip de başucu
na oturuşu ve oradan bir hoplayışta göğsüne konuşu yok mu, onu
bayağı eğlendiriyor ve avutuyordu. Fakat Süleyman ustanın asıl te
sellisi kanaryanın ötüşüydü. Süleyman ona konuşunca, o hemen bir
ötüşle cevap verirdi.
Çıngırak gibi berrak, çil çil noktalarıyla upuzun bir makara çe
kince, hastanın bütün gönlü kulaklarına gelirdi. Kapalıyken açılan
pencere kapakları gibi. adamın gönlü açılırdı. Tanyerinin ağarışını,
32
Kanarya 33
AKREP
34
Akrep 3 5
için, kara bir bez parçacığı Semiha 'yı da, dadısını da yeniden gayrete
getiriyordu.
Hikayeyi dinleyenlerden bir arkadaş :
- Benim kadın da perilerden çok korkar ve sırf bu korku ile evde
temizlik yapar, dedi, tahta sildirmek istediğim zaman geceleri usulca
sofaya çıkarak düdük çalarım ...
Sait Faik Abasıyanık (1906-1954)
37
38 Sait Faik Abasıyanık
SON KUŞLAR
içinde geçtiler.
Mısırlıktan çıkınca yolları bir soğan tarlasına düşer; sonra bir
bostan geçilir. Ve en nihayet su kenarı.
Bu su, balıklarını uyandırmamak; sazlarında uçan yusufçuklara
birkaç günlük hayatlarında mesut ve sakin saatler geçirtmek için
mümkün olduğu kadar durgun ve telaşsızdır.
Su kenarında davulcu, mendilini ıslayarak tıraşlı kafasına yapış
tırdı. Ve:
- Karabaş, dedi, ne sıcak hava değil mi?
Karabaş; ezilmiş, kopmuş, teneke bağlanmış kuyruğunu, yelpaze
sini serinlenmek için değil, tatlı bir söz bulmak için oynatan bir Ja
pon kızı haliyle oynatarak bakıyordu. Karşısındakinin efendi ve er
kek olduğunu o kadar duymuştu ki havlayamıyordu.
Yeni yapılmış köprüden, sazları ve yusufçukları seyrederek geçti
ler.
Meydan ağız ağıza dolmuştu. Kasabanın bütün belli başlı simala
rı burada idi.
Haylaz mektepliler, haylaz mekteplilerin kışın arkasından kar,
yazın futbol topu attıkları ay çehreli mahalle kızları, bütün bir yeme
nici esnafı ve çırakları, kasaplar, küçük memur sınıfı meydanı çep
çevre çevirmişti. Yalnız ilerde, salkım söğütlerin gölgesinde hasırla
ra serilmiş zengin ve külhanbeyi ağa çocukları ve büyükçe memurlar
vardı.
Davulcu, bir yemenici çırağı ile bir mekteplinin arasına davulunu
koydu. Ve Karabaşı orada davuluna bekçi bırakarak devecilerin ya
nına koştu.
İhtiyar çingene, parasından beş kuruş kesmek için dört gözle onu
bekliyordu.
- Abe İbram, dedi, geçen senekinden az geldiler be. Hadi al şu
yirmiyi. Beş kuruş için laf etme.
İbrahim,
- Çeribaşı, dedi, ben senden bahşiş beklerken böyle halt karıştı
rırsan bir daha sefere işi başka türlü tutarız.
İhtiyar çingene, zaten bahşiş vermemek için çeyreği kesmişti. Ke
sesini ihtiyatla çıkardı. Mesut, mor yüzü değişmiş, kararmıştı. Çadı
rın kazıklarını çocuklar iyi çakmadıkları zaman da aynı suratı alırdı.
İbrahim 'e hırsla,
- Al... dedi.
Develerden evvel bir kasap çırağı bir yemenici ile ve sonra daha
birçok kişiler bahissiz güleştiler.
Karabaş'ın Hakkını Yediler 45
Abdullah,
- Kime gidecek bu havale? dedi.
- Karaçayır mahallesinden Abdullah çavuşa .. Aman kaybetme
sakın.
Abdullah:
- Peki beyim ... dedi.
Ama kendi mahallesinde böyle bir adam tanımıyordu. Sersemle
mişti. Bunun üzerine posta müdürü gülerek,
- Sana be Abdullah, dedi, İstanbullu hanım göndermiş, eşek al
sın diye.
Abdullah 'ın tam yüz elli kaime verip aldığı bir buçuk yaşındaki
eşek onu görünce, Kayseri sokaklarından sabah sabah geçerken kal
dırımlardan kıvılcım kıvılcım üstüne çıkarıyordu yine.
Sabahattin Ali (1907-1948)
BAHTİYAR KÖPEK
Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bun
dan hoşlanmıyorlar. " Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin ? " diyor
lar. " Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin?
Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış
toprak, bir bakraç su için birbirlerini öldürenlerden; cezaevlerinde
ruhları kemirile kemirile eriyip gidenlerden; doktor bulamayanlar
dan; hakkını alamayanlardan başka yazacak şeyler, iyi güzel şeyler
kalmadı mı? Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği
kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu? "
Hiç olmaz olur mu? Arayıp, bulup görmek lazım. Bunun için de
kenarı köşeyi araştırmak istemez. Her şey apaçık ortada, göz önün
de. Sade güleryüzlü, bahtiyar insanlar değil, bahtiyar köpekler bile
va�. Ben de karar verdim, bu sefer açlıktan, ıstıraptan, nefretten de
ğil... rahattan, tokluktan, sevgiden bahsedeceğim.
Oturduğum semtin sokakları geniş ve asfalt. Her biri bir fakir ço
cuğun liseyi bitirinceye kadar okumasına yetecek masraflarla yetişti
rilen bodur çamlar, caddeye gölge vermese bile güzellik veriyor. Sa
bahları yaya kaldırımında şık giyinmiş genç anneler, renk renk ço
cuk arabalarında al yanaklı, gürbüz, iyi beslenmekten yüzlerine bön
bir rahatlık ifadesi gelmiş çocukları gezdirirler. Çeşitli oyuncaklarını
ipekli örtülerinin üstüne seren, bir eliyle çıngırağını sallarken ötekiy
le uzun bir düdüğü ağzına götüren bebeklerin yanında, bukleli saçla
rını savura savura annelerine bir şeyler anlatan biraz daha büyücek
çocuklar yürür. Ara sıra genç annelerin birkaçı yan yana gelir, tatlı
tatlı konuşur ve çocuklara bakalak olmak işini, dört beş adım geri
lerden gelen temiz kıyafetli beslemeye bırakırlar. Yolun kenarında
ki küçük parkın kum bahçesinde miniminiler kovaları, kürekleri ile
saraylar, nehirler halkeder, sonra bir yumrukta yıkarlar. Bir kenar
daki kanepede beyaz başlıklı bir mürebbiye yabancı dille bir kitap
okur. Başörtülü bir hanım, ağlayan torununu avutur, başka bir kane
pede üç dört şirin anne yün örüp ahbap çekiştirir. Her şey aydınlık.
her şey rahattır. Yalnız hepsinin yüzünde garip bir can sıkıntısı ifa
desi vardır. Elle tutulamayacak kadar ince, asla yırtılmayacak kadar
sağlam bir ağ halinde onları saran bu can sıkıntısı, biraz dikkat edin-
50
Bahtiyar Köpek 51
ce, kahkahalarda boş bir çınlama, gözlerde soğuk bir alakasızlık ha
linde kendini gösterir. Söyleyen de, dinleyen de o anda başka bir şey
düşünüyor gibidir, halbuki hiçbir şey düşünmezler. Ama bundan şi
kayetçi değildirler; hatta canları sıkıldığının bile farkında değildirler.
Boş da olsa gülerler ve hallerinden memnun olmasalar da, hayatla
rında bir değişiklik istemezler.
Yakası kapalı kahverengi çuha elbisesinden bir odacı, bir kavas,
yahut kibar bir evde uşak olduğu anlaşılan genç, iriyarı, yakışıklı bir
adam bu caddede her sabah küçük bir köpek gezdirir. Açık kahve
rengi tüyleriyle uzun kulakları yerlere kadar sarkan ve yüksekliği bir
karıştan fazla olmayan köpek, meşin tasmasına bağlı yine meşinden
örme bir yuların arkasından tıpış tıpış gider. Adam yürüyüşünü kö
peğinkine uydurmuştur. O biraz duraklayacak olsa kendisi de bek
ler. Köpeğin keyfi yerine gelip tekrar yürümeye başlayınca o da yü
rür.
Serince havalarda köpeğin üzerinde kenarları lacivert şeritli kah
verengi çuhadan güzel bir hırka vardır. Hayvanın dört bacağından
geçip karnında düğmelenen ve sırtında kalıp gibi yapışmasına bakın
ca usta bir terzi elinden çıktığı anlaşılan bu hırka pırıl pırıl fırçalan
mıştır. Köpeğin tüyleri de güneşte tertemiz parlar.
Hayvan, masum bir ihtiyacını gidermek için yolun kenarındaki
ağaçlardan birinin dibine sokulunca, on dönüm tarlayı bir günde yo
rulmadan çapalayacak kadar kuvvetli görünen uşak, yahut odacı, ya
hut kavas, efendisinin köpeği işini bitirinceye kadar hürmetle bekler.
Sonra yine ağır ağır yollarına giderler. Bu hırkalı köpek, yoldan ge
çen başka köpeklerin hırlamasına cevap vermez; hatta sahibi tarafın
dan tasması çözülmüş irice bir köpek dövüşmek için bağıra bağıra
yanına sokulsa, üstüne atılmaya kalksa bile, o aldırmadan yoluna gi
der. Onun yerine uşak işe karışır bağırır, tekme savurur. Saldıran
köpekler birkaç tane olursa efendisinin köpeğini kucağına alır, hır
kasında, tüylerinde tozlanmış, kirlenmiş yerleri siler. Bu sırada göz
lerinde hiç saklayamadığı bir korku vardır köpek her tehlikeden
uzak olduğuna emin, aşağıya doğru bakar, yalanır; uzun tüylü kuyru
ğunu oynatırken, uşak acaba hayvana bir şey oldu mu, diye telaş
içinde onun her tarafını yoklar.
Köpeği gezdiren bu adamı bir gün kasapta gördüm. Sıra sıra asıl
mış kuzuların içine bakıyordu. N,ihayet bir ciğer takımı beğendi
" Şunu tart ! " dedi. Parayı sayarken kasapla ahbaplığa başladı
" Ne diye kuzunun karaciğerini ayrı satmazsınız, aklım ermez? Bizim
köpek akciğer, yürek filan yemiyor. Karaciğeri de güzelce pişiririz
52 Sabahattin Ali
de ondan sonra önüne koruz. İçine bir lokma akciğer katsak ağzını
sürmez, olduğu gibi bırakır. Midesine dokunuyormuş. Geçende mu
ayeneye gelen baytar söyledi .. Hayvan ama, aklı eriyor; köftesine bi
raz sığır eti karışsa onu bile anlıyor. Allahın işine akıl ermez ki ... "
Sonra bütün takımı sarmak üzere oları çırağa döndü:
" Duymadın mı be! Hepsini sarma. Karaciğeri ayır, ver... Öbürle
rini at bir kenara ! "
Paketini alıp çıktı ...
Başka bir gün bu uşağı geniş, çiçekli bir bahçenin kapısı önünde,
kucağında sıcak, yumuşak bir battaniye tutarken gördüm. Kocaman
bir otomobile binmek üzereydi. Kucağındaki şeyin kımıldadığını,
içinden sesler geldiğini fark edince dayanamadım, sokulup sordum :
" Ne o? Köpeğe bir şey mi oldu ? "
Uşak beni şöyle bir süzdü :
" Yok, elhamdülillah bir şeysi yok! .. Bugün üç beş kere öksürdü.
Baharları hep olur, ama hanım telaş etti. Hayvan hastanesine götü
rüp bir baktıracağım, " dedi.
Sonra hayvanı bir yere çarptırmamak için dikkat ederek otomo�
bile bindi. Koskocaman araba hızla uzaklaştı ...
Geçen gün bu uşağı aynı geniş bahçeye girerken gördüm. Bu se
fer ince burunlu, uzun beyaz tüylü bir köpeğin ipini tutmuştu. Ya
nında kıyafeti kendine benzeyen başka biri daha vardı. Yine merak
ettim :
" Ne oldu? .. Köpeği değiştirdiniz mi? " diye sordum.
Adam beni süzdü; geçenlerde köpeğin hastalığını soran meraklı
olduğumu hatırlamadı ama, cevapsız bırakmadı :
" Hiç değiştirilir mi? " dedi. " İçerde, kulübesinde; bak, sesi geli
yor! "
Büyük köşkün biraz ötesinde, bahçıvan odası büyüklüğünde, fili
zi boyalı şık bir kulübeden sahiden kesik kesik havlamalar geliyor
du.
" Nasıl oldu," dedim, " sizin köpek havlamazdı! "
" Eh, şimdi kızgınlık zamanı... Dişi istiyor! " diye cevap verdi.
Sonra yanındakinin yüzüne bakıp gülümsedi " Nefis bu, isteyince
hayvan da olsa kendine hükmedemiyor. İyice huysuzlandı. Hanıme
fendi hemen otomobili baytara koşturdu. Ama dedim ya, derdi buy
muş ... Hani bizimkine layığını bulmak da kolay olmadı. Hanımefen
di soysuz köpekle istemem, huyu bozulur, dedi. Bütün köşkleri do
laştım, ona göresini buluncaya kadar canım çıktı ... " İpini elinde tut
tuğu uzun beyaz tüylü, ince burunlu köpeği yanına çekerek devam
Bahtiyar Köpek 53
etti " Ama bak! Kendisine layık, soylu bir hayvan. Duruşu bile ki
bar. Bizim beyefendi arkadaşın beyefendisiyle konuştular, münasip
gördüler. Bir ben oraya götüreceğim, bir o bize getirecek. "
Parmaklıklı bahçe kapısını dirseğiyle itti, arkadaşına :
" Gel bakalım, birbirlerinden hazedecekler mi? " dedi. Nazlı bir
gelin gibi süzüle süzüle yürüyen saçaklı, beyaz köpekle beraber içeri
girdiler.
Ah, ben hayvanlan çok severim. Bütün canlı mahlukları, hayatı,
güzelliği, saadeti severim. Bahtiyar bir köpek bile benim içimi se
vinçle dolduruyor. Ben karanlık şeylerden bahsetmek için dünyaya
gelmemiş. İçim tatlı, sıcak, neşeli şeyler anlatmak isteğiyle yanıyor.
Hele cümle alem bu köpeğin onda biri kadar rahata kavuşsun,
bakın ben bir daha acı şeylerden söz açar mıyım!
Orhan Kemal (1914-1970)
KÖPEK YAVRUSU
54
Köpek Yavrusu 55
im ayaklarıyla " Hamına! Memet bey " i bir soytarıya benzeten karnı
tok bezirganlar, öteki çocukları da kışkırtmaya başladılar. Derken iş
azıttı.. " Ehey " ler, " zort" lar, karpuz kabukları ve avuç avuç toza tu
tulan " Hamına! Mehmet bey" şaşkına çevrildi. Sağa, sola saldırırken
kafasına bir taş, geri dönüyor, dönerken beraber alnına koca bir
karpuz kabuğu yiyerek sersemliyordu.
Etraf gittikçe kalabalıklaşıyordu .. Güneşin altında boyuna çoğa
lan bir kalabalık sesli sesli gülüyor, daha çok gülebilmek için kendi
lerini zorluyorlardı.
Bir ara, karga yüzlü oğlanın kuru bileği " Memet bey " in eline
geçti. Öteki çocukların " Ana avrat " küfürleri arasında, dönmüş göz
leri, gerilmiş sinirleriyle, çocuğu tokatlamaya başladı. Çocuğun avaz
avaz haykırışı, etrafın yaygarası üzerine bir polisle iki bekçi koşarak
geldiler. Esnafın da işbirliğiyle karga yüzlü oğlan " Hamına! Memet
bey " in elinden kurtarıldı ve " Bir çocuğu cadde ortasında tokatla
mak suçlusu " adam, karakola sevkedildi.
Köpek yavrusuna gelince. . O kendinden geçmişti. Küçücük başı,
.
57
58 Haldun Taner
Büyük Millet Meclisi 'ne giden yolun önündeki açıklıkta Hedi ile
gözgöze geldiler. Bu mahzun gözlü beyaz pekinuva her zaman oldu
ğu gibi yine başına mavi bir rüban sarmıştı. Hedi'nin hanımı kışı Sa
int Moritz'de yazı Biarritz'de geçirmesine rağmen kibrit çöpü gibi
ince bacaklı, isterik bir kadındı. Zürich' li bir psikiyatr kadına " Canı
nız sıkılınca, bir şeye üzülünce bağırın, çağırın içinizi köpeğinize bo
şaltın " diye salık vermiş, kadın bu tedavi ile iyileşmiş ama şimdi de
zavallı Hedi sinir hastası olmuştu. Hedi'nin bu talihsiz serüvenini bil
meyen sokak köpekleri onun olur olmaz göz kırpmak, poposunu
hoplatmak gibi tiklerini yanlış yorumlayıp peşine takılıyorlardı.
Hülya ' nın babasının bir şey söylediği yoktu. Adamın sözleri arasında
bir delik bulup Hülya'nın döviz işini açmak için pusuda bekler bir'
hali vardı. Sancho kaldırımın kenarı ile iki adamın dört bacağı ara
sında çişi gelmiş gibi mekik dokumaya başladı. Hülya'nın babasının
görüş alanı içinde bir sabırsızlık havası yaratmaya çalışıyordu. Gitti,
adamın ayakları dibinde hırladı. Kasaba avukatı mebus o kadar dal
mıştı ki, korkmak aklına gelmiyordu. Ne çene, ne çene. Bu dünyada
telepati diye bir şey var galiba. Altes'i tam aklından geçiriyordu ki
onunla karşılaştı. Ama bu telepati değil de, daha çok Hikmet Beyin
bir kilometre öteden duyulan pipo kokusundan gelen bir çağrışım da
olabilirdi. Hikmet Beyin bu saf kan Pakistan tazısı, elektrik prizini
yalayıp cereyana kapıldığı günden beri, kuyruk sokumu ile uylukları
arasında sürekli bir sızıdan yakınıyordu. Ne kadar da zayıflamış za
vallı. Feri kaçmış gözleri, büsbütün sarkmış uzun tüyleri ile babası
nın bol ceketini giymiş istiska bir oğlana benziyor. Yine hastaneden
geliyor olmalı. Sen, Londra'da özel bir klinikte sezaryenle dünyaya
gel, sonra Hacettepe Baytar Okulu polikliniğinde sokak köpekleri
nin peşinde saatlerce sıra bekle. Altes'i hastalıktan çok bu durum üz
müş gibi idi. Akla bak akla. İyi ol da nerde olursan ol baba.
Dövizi uzatma işi görüşülmüş olmalı ki, Hülya' nın babasının bir
keyfi gelmişti. Islık çalıyor ve evden çıktığından beri oklava tahtası
gibi orta yerinden tuttuğu şemsiyesini şimdi iki adımda bir havada
sallayıp yere dayıyordu. Tiki tiki praf'lara, dört mezürde bir şemsiye
nin tak sesi katıldığından yürüyüş uyuşumu böylece senkope bir ritm
kazanıvermişti.
İsabella ile Mirella, bu iki kız kardeş sade kordiplomatiğin değil, An
kara köpek sosyetesinin en rüzgarlı güzelleri idiler. İkisinin de karşı
konmaz bir kok-benisi vardı. Ankara kalesini, Gençlik parkının köp
rüsünü, Ulus alanındaki anıtı, yahut Operayı arka fon olarak alan
birçok portreleri, uluslararası köpek dergilerine dört renkli kapak
resmi olmuştu. Sancho'nun yanından geçerken belli belirsiz selam
verdiler. Süzgün gözleri, çekik karınları ve upuzun bacakları ile san
ki yürümüyor, vücutlarına allegro moderato bir şarkı söyletiyorlardı.
Sancho onları uzaktan görür görmez heyecanlanmıştı. Ama dalmış
başka yere bakıyor da şimdi birden yanından geçerken fark etmiş gi-
bi, ısrarsız, doygun bir selamla karşılık verdi. İki kız kardeş, köpek
losyonu ile karışık dişi rüzgarlarını arkada bırakıp uzaklaşınca Sanc
ho bir ağacın dibine yürümek ihtiyacını duydu. Ne var ki, bu hareke
ti deminki güngörmüş selamının üslubu ile bağdaştıramadı. Daha
doğrusu bir tanıdık görse beni, ağaç diplerini koklaya koklaya giden
şehvet düşkünü köpeklerden sanabilir düşüncesi onu alıkoydu.
hani tak?
hani tak?
hani tak?
Güleyim bari.
Sadakat, biz köpeklere moral bir tümlük sağladığı için, kendi içi
mizde bizi çekişmelerden koruyan bir tutamak olduğu için, dengesi
hiç bozulmayan bir ruh huzuru yarattığı için.
İnsan sadece bir araç.
dip akla özenen insan, bunu bile fark etmez olmuş işte. Akla tam va
ramamış, sezisinin köprülerini de yıkmış. Lök gibi ortada kalmış.
Tehlike yokken kasıla kasıla yürür. İki şimşek çakıp bir gök gür-
lemeye görsün, o zaman selameti kaçışta bulur.
Sıkıştı mı kaçar insan.
Kaç babam kaç
kaç babam kaç
Pancurları sımsıkı kapayış. Hayallere, anılara sığınış. Ya da haya-
tını iki ucundan yakan bir orji içinde tüketiş.
koş babam koş.
kaç babam kaç.
Bahçe kapısına ilk varan Hülya 'nın babası oldu. Bahçeyi aşıp
merdivenleri çıktılar. Adam anahtarla kapıyı açtı.
İçerde radyo çalıyordu. Sıcağı iyice içine sindirmiş Hereke halısı
nın üzerinde ilerlediler. Hülya 'nın annesi geldiklerini duymamıştı.
Telefonda biriyle gevrek gevrek konuşuyordu. Onları birden fark
edince nedense çok korktu. Yine nedense telefonu hemen kapadı.
Geldi kocasını öptü.
Adam her sokaktan gelişte bunu adet edinmişlerdi. Sevgileri gü
ya böylece perçinleşmiş oluyordu.
Sancho yere çömeldi. Sol arka bacağı ile boynunu kaşımaya baş
ladı. Sonra Hülya' nın annesi ile babasına uzun uzun baktı. Dilinin
ucuna bir şey geldi ama ... Havlamadı. Sıçradı, köşedeki kanepenin
üzerine çıktı. Pencereden dışarı bir göz attı. Vakit öğle olduğu hal
de, her yer hüzünlü bir akşam loşluğu içinde. Çankaya tarafında şim
şeklerin bini bir para ...
Sanki bir dev, bu tepelerin ardında durmadan çakmağını çakıyor
ama bir türlü sigarasını yakamıyordu . . .
Cihat Burak (1915)
KEDİ
67
68 Cihat Burak
den biraz daha kıyma getirdi, kedi bir solukta onu da yedi, Aç, dedi
servöz (garson), bu kedi aç; patronlarla beraber aynı masada yemek
yiyordu; çok aç bu kedi, belki de susuz da ! . . Patron kalktı buz dola
bından bir kaseye süt koydu, kedi başını daldırıp solumadan yala
maya başladı sütü ... Ev kedisi muhakkak, dedi patron, bu kedi çok
insancıl, baksanıza herkesle ahbap oldu, sokak kedisi olsa bu kadar
sokulmaz! . . İnsan ya hayvan almamalı, yahut da alırsa sokağa bırak
mamalı, dedi servöz, ikisinden biri ... Alsanıza, dedi arap, evinize gö
türün! . . Yok yok dedi kadın, çalışan insanların hayvanları çok baht
sız oluyor, sabahtan akşama kadar evde kapalı hayvan; almamak da
ha iyi! .. Benim bir köpeğim var, dedi patron, un berger Allemand
(Alman çoban) ama kayınpedere bırakıyorum, o Paris'in dışında,
hayvan bahçede dolaşıyor, kocaman bahçe, her taraf kır, orman !..
Öyle olunca anlarım bak, dedi müşterilerden biri ... Kedi sütünü iç
miş yalana yalana ortalıkta dolaşmaya başlamıştı, kuyruğu bir döviz
gibi havada, herkesin yüzüne ayn ayrı bakıyor, titrek titrek miyavla
yıp bir şeyler mırıldanıyordu, altın sarısı gözlerini ara sıra kırpıyor,
yalanıyor, herkesi tekrar tekrar kokluyordu!.. Alacak mısınız alma
yacak mısınız! dedi tezgahtaki şarabını içen sarhoş; sevimli hayvan,
dedi patron, ama dükkanda nasıl olur? .. Zaman oluyor iki gün üst
üste kapalıyız, kırk sekiz saat ne yapar hayvan yalnız başına? .. Öy
leyse geldiği yere gönderin, dedi sarhoş, kedi casaniedir (evcil) yere
bağlıdır, alıştı mı alıştı bir kere, zaten alıştı bile, baksanıza dükkanı
dolaştı, herkesi ayrı ayrı kokladı, beğendi burasını, gönderemezsiniz
artık! .. Halinden belli, iş işten geçti, gönderemezsiniz artık ... Alın,
dedi kediyi getiren arap, böyle güzel kediyi Quais'lerde onbin bal
le'e (on bin papele) bulamazsınız . . . Güzel kedi doğrusu, dedi kız! ..
Yerim olsaydı ben alırdım, yatağına da girerdi, dedi patron; baksana
kucağından inmek istemiyor, kız çapkın çapkın güldü ... Ne isim
koymalı? dedi kız, " Lauriston, " dedi birisi, " Yok yok canım, ç'est
pas un nom de chat (bir kedi adı değil bu). Öyleyse şey olsun, dedi
kız, Mimi olsun ! . . " Mimi, Zizi, Kiki lafları dolaştı bir müddet hava
da, nihayet Minet'ye karar verildi ... Şimdi her gidişimde Minet'yi gö
rüyorum; artık adamakıllı yerleşmiş, kendine ait şeylere resmen el
koymuş, tezgahın arkasında para çekmecesine yakın minderinde
mırlaya mırlaya uyuyor, bazen ortaya çıkıp her masayı teker teker
dolaşıp herkesi kokladıktan sonra kapının açılışını kollayıp sokağa
ffrlıyor, gözü yine sokakta, sokak kedisiydi galiba, öyle anlaşılıyor! . .
Necati Cumalı (1921)
GÜVERCİNLER
1
69
70 Necati Cumalı
ni, posta dağıtıcıları gibi, boynuna asılı küçük bir çanta, y a d a gaga
sında kapalı bir zarfla düşünüyorlar. Olur, diyorlar, olmaz diyorlar,
sonunda güvercinin bileğindeki küçük bir halkaya cigara kağıdı ka
dar hafif bir pusulanın iliştirildiğini akıllarına getiremiyorlardı.
Tartışmaları uzayıp giderken arsanın karşısında oturan Sa
mi'lerin kapısı açıldı. Sami'nin annesi elinde ekmek tepsisi, kapıya
çıktı. Ekmeği fırına götürmesi için Sami 'yi çağırdı. Kadın tam eve
girecekken, ceketinin yeniyle yine burnunu silen Nuri 'yi gördü. Fır
ladığı gibi Nuri'yi kolundan yakaladı. Ellerine iki tokat indirip, bur
nunu temizlemek için arsanın önündeki çeşmeye sürükledi. Arsada
üç çocuk kaldılar.
Yaşar Efendi, o yılın yavrularından Orhan'a iki güvercin verece
ğini söylemişti. Onun yerinden kalktığını, tavlayı kapamaya hazır
landığını gören çocuklar, hem Orhan'ın güvercinlerini görmek, hem
de savaşta güvercinlerin nasıl haber götürüp getirdiklerini anlamak
için adamın yöresini sardılar ... Orhan hemen Yaşar Efendi 'nin eline
asıldı. " Yaşar Amca ... " diye başlayıp Sami ile tartışmalarını anlattı.
Yanar dönerlerin niye takla atmadıklarını sordu. Güvercinlerin sa
vaştaki postacılık işini açtı. Yaşar Efendi, Orhan'ın sorularına kendi
ne göre karşılıklar verdi. Altmışlık, saçı sakalı ağarmış, hafif kam
burlaşmış bir adamdı. Çevresini saran çocukların sevincini görmek
canlandırıyordu onu. " Eee, gel bakalım, senin güvercinler ne alem
de? " dedi. Orhan ' a. O önde, çocuklar arkada tavlaya daldılar. Tavla
yı boydan boya geçip gerideki avluya çıktılar. Yaşar Efendi güver
cinleri toplamak için bir çanak yem serpti. Duvarın üstünde, damda
gezinen güvercinler uçuşarak avluya indiler. Yemleri gagalamaya
başladılar.
Çocuklar, Yaşar Efendi 'nin Orhan'a vereceği güvercinleri he
men tanıdılar. Boyun, kanat, kuyruklarıyla gri lekeleriyle, ak, hünka
ri türü, iki yavru güvercindi ikisi de. Orhan, Yaşar Efendi'ye hemen
her gün sorduğu sorularını yineledi:
- Bunlar eş değil mi Yaşar Amca?
Yaşar Efendi 'nin öksürüğü tuttu. İki öksürük arasında elini ağzı-
na götürerek:
- Eş, dedi.
- Güvercinler yalnız yaşamazlar, değil mi?
- Yaşamazlar.
- Peki eşi ölürse, arkadaşları ölürse kalan güvercin ne yapar?
Yaşar Efendi �arşılık vermedi. Güvercinleri tavlaya kapamak
için kışkışlamaya girişti. Çocuklar Yaşar Efendi ' ye· yardımda yarışı-
72 Necati Cumalı
il
çıkmaz hep birden yeni güvercinleri görmek için bir koşu Orhan'lara
geldiler, arabanın yöresini sardılar. Bunlar basbayağı güvercinlerdi
işte! İri, paçalı, koca koca güvercinler. .. Yaşar Efendi 'nin yavru gü
vercinleri, onların yanında çelimsiz, ufacık kalıyorlardı ama, onlar da
büyüyecekler, dişisi önlerindeki bahar kuluçkaya bile yatacaktı. Er
tesi gün, Sami de babasını kandırıp hapishaneden bir çift güvercin
getirince güvercinlikleri neredeyse doldu. Sekiz güvercinin dem çe
kerek arabalarının içinde gezindiklerini gördükçe coşuyorlardı. Ge
lecek yıla çıkaracakları yavrularla on altıyı, belki de yirmiyi bulacak
tı güvercinlerinin sayısı. Hele o günler gelsin, onlar da uçuracaklardı
artık güvercinlerini. Gelecek için, şimdiden tel, tahta, ne geçerse el
lerine saklayacaklar, bahçedeki kümesin yanına yeni bir güvercinlik
yapacaklardı. Şimdilik arabanın içine dört bölmeli daha geniş bir
sandık yerleştirdiler. Güvercinler çift çift kendi bölmelerini seçti. Bir
arada, kavgasız, gürültüsüz o kadar iyi geçiniyorlardı ki, çocuklar da
kendi aralarında onlara daha iyi bakmak için yarışıyorlardı.
III
KURT
Dili bir karış dışarda atımın sağında solunda sevinçle koşar, işlet
menin önünde yere inince arka ayakları üzerinde doğrularak, üze
rinme atılır, benimle güreşmeye başlardı.
Sonunda bir akşam yerime atanan arkadaşım geldi. O geceyi be
raber geçirdik. Şarap içtik, geç saatlere kadar konuştuk. Kurt'u bera
ber götüremeyeceğim için üzgündüm. O da ayrılacağımızı anlamış,
toparlanmış eşyalarıma bakarak, odanın içinde üzgün üzgün dolaştı.
Verdiğim yemeği yemedi. Ertesi sabah yaylıya binerken beni arka
daşımla beraber uğurladılar. Arkadaşımla kucaklaştım:
- Kurt sana emanet, dedim, iyi bak.
Sonra eğildim Kurt 'u öptüm, son kez okşadım.
- Ağlamaca yok, Kurt, dedim. Allahaısmarladık! ..
Yaylıya bindim. Uzaklaşırken bir iki kez ikisine de el salladım.
Kurt her el sallayışımda arkamdan atılmak istedi. Arkadaşım bırak
madı.
Yaşar Kemal (1922)
SİNEK
79
80 Yaşar Kemal
Hasan
" Netmeli? "
Hasan, bu sırada, tam alnının ortasına " şırrak " diye bir tokat
kondurdu.
" Of" dedi. " İğne gibi sokuyordu. Bir de içmiş ki kanı. Elim kızıl
kanda kaldı. "
Elini şalvarına iyice sildi.
" Hasan " dedi kadın, " ne dersin? Şu samanı yarıp içine gömül-
sek. "
Hasan :
" Sıcaktan çatlarık, " dedi.
Kadın :
" Böyle de sinek parçalayacak. "
Hasan :
" Netmeli, "
Kadın kızdı. Açtı ağzını yumdu gözünü:
" Bu sineği icat eden kör olsun. Sürüm sürüm sürünsün inşallah. "
Hasan :
" Çektiğimiz ellerinden ... "
Kadın :
" Bir çare, Hasan? Ben sabaha dek dayanamam. Yüzüm gözüm
şişti. "
Elleri hiç durmuyor, bütün bedenini durmadan tokatlıyor.
" Şu tarlayı kurutmalı. Ne kadar pirinç tarlası varsa kurutmalı. "
Çabuk çabuk saman yığınını açıp içine gömüldü. Girer girmez sa-
manın serinliği dört bir yanını sarıverdi. Ürperdi.
Hasanı çağırdı :
" Gel ulan gel! Bir serin ki ... Gel de gir içine. "
Hasan yaklaştı :
" Yakar, " dedi.
" Ya sinek? "
" Şimdi görürsün ... çık oradan . . . "
Kadın, boğazına kadar samanın içinde ... Elleri başının etrafında ...
" Başıma da sineği yaklaştırmam . "
" Şimdi görürsün ..
"
Kadın dikleşti :
" Teh, " dedi, " bu köyde de erkek var sanki ... Hepiniz de erkek
deyi geçinirsiniz. Bir Maraşh geldi koca ovayı göl etti . "
Hasan :
" Etti " dedi. " Parası var. "
Samanın içi yanıyordu. Kadın boğulacak gibi oldu. Kendini kal
dırıp dışarı atacak, dişlerini sıkıyor. Hasan, önünde, gidip geliyor,
çırpınıyor.
" Gel Hasan, buz gibi samanın içi . . . Gel gir. Sinek parçalayacak
seni. "
" Böyle iyi . "
" Gel diyorum sana. "
" Böyle daha iyi . "
" Gel! .. Bir koca köyün erkeği ... Köyde çocuk kalmadı sıtma tut
madık. Sıtmadan millet dökülü dökülüverdi. Tüh! Sizin erkekliğiniz
batsın. Gel de gir içeri. "
Hasan düşündü. Birden samanları açıp içeri girdi. Önce bir serin
lik . . . sonra ...
Kadın yan baygın gelmiş, ağzını açmış, zorla soluk alıyor.
" Sizin erkekliğiniz batsın. Siz erkek olsaydınız, o buraya pirinç
ekebilir miydi?"
Hasan :
" Ekerdi " dedi. " Arkasında dayısı var. "
" Hükümete bile gitmediniz. Çoluk çocuğumuz ısıtmadan kırılı
yor demediniz. Cibinlik versin demediniz. Sizin gibi erkek olmaz ol
sun. Şimdi bir cibinliğimiz olsaydı. "
Hasan, birden samandan fırladı.
" Öldüm " dedi. " Yandım. Sen nasıl dayanıyorsun? "
Kadında ses yok ...
" Samanın içi cehennem. Varsın sinek parçalasın. "
Kadın son haldeydi. Ekşi, acı ter, batak, taze saman kokusu bir
birine karışmış. Tenine yapışan, batan, sineklerin kabarttığı yerleri
köz gibi yakan saman çöpleri.
" Bu köyün erkekleri batsın. Gel beni buradan çıkar öyle duraca-
ğına. "
Samandan çıkar çıkmaz toprağa seriliverdi.
" Toprak bir serin ki. "
Ama az sonra sivrisinekler başında ötmeye, yakmaya başladılar.
" Uuy, aman, köpek gibi dalıyorlar. Köpek gibi . . . Kuduz köpek
gibi her biri . "
82 Yaşar Kemal
Hasan :
" Deli Şükrü işine yarar da. "
" Hiçbiriniz hükümete gitmediniz. Zorla tarlalannızı.. çoluk ço
cuk sıtma... "
Yatmış kadının kalçaları karanlıkta, kapkara, koyu, yusyuvarlak-
tı.
Hasan, daha, çıplak şişmiş bacaklarını toprağa sürtüyordu. Sürt
meyi hızlandırdı. Gözü yuvarlak kalçada .. Sıcak toprağı bir zaman
kucakladı. Sonra usulcana kadına yaklaşıp elini kalçasında gezdirdi.
Kadın huylandı. Öte köşeye doğru yuvarlandı.
Hasan : " Kız... " dedi.
Kadın : " Sen deli mi oldun herif" dedi.
Hasan, sürüne sürüne yanaştı. Toprak elindeydi ve sıcaktı. İçin
den bir fırtına geçti ..
Kadın " Sen deli misin? " dedi. Yuvarlandı. " Be n " dedi, " uyku-
suzluktan ölüyorum. "
Hasan aldırmadı. Ona doğru süründü.
" Parçaladı sinekler. "
Elleri kalçadaydı. Boyuna okşuyordu.
Kadın : " Uuuy " dedi.
Hasan yakaladı.
Kadın kaçmaya çalışmadı.
Sinek 83
KEÇİ
84
Keçi 85
na kadar gidip, bana doğru gelen topa bir şut çekerek onu daha
uzaklara atıyordum. Keçi ise ağaçların altında koşuşup duruyor, ço
cuklar onu seviyor, okşuyorlardı. .. Yangın yerinde öteye beriye otur
muş, uzanmış işsiz güçsüzler bir keçiye, bir de uzun boylu ağabeyi
min efe haliyle sigara tüttürüşüne bakıyorlardı. Hani ağabeyim uzak
tan ne yamandı! Karşısına çıkana, biraz kafa tutana dersini verecek
bir kabadayı sanki ... Oysa keçinin serbest serbest koşuştuğu şu anlar
da onun içindeki korkuyu kim bilebilirdi ... O zaman ben de bilmi
yordum, ama sonraları anladım ki, o sıralarda biri keçiyi alıp götürse
sesini çıkaracak değilmiş!.. Herhalde sigara tüttürmesi, etrafa tükür
mesi, cakalı yürüyüşü kendine yüreklilik vermek içinmiş ... Hem za
ten biz daha hava kararmadan cami avlusunu terk ederdik. Karanlık
tan korkardık ikimiz de ... Keçiyi yakalar, avluyu kaplayan caminin
gölgesi boyunca evin yolunu tutardık. Sokak dönemecinde, cami av
lusunun uzun karanlık kapısı önünde hani biri sert sert öksürse, iki
miz de keçiyi bıraktığımız gibi en yakın sığınak olan bozacının dük
kanında soluğu alırdık ya ! . . Neyse ki, ağabeyimin uzun bir boyu ve
dudaklarında sigarası vardı.
Gün geçtikçe keçi irileştikçe irileşti. Zor zapt edilir olduğun
dan sokak ortasında kaçıvermesin diye ipin ucunu artık ağabeyim tu
tuyordu. O ortaokuldan döner dönmez, uzun bir kahvaltıdan sonra
ikimiz görevimiz başına geçerdik. O da alışmıştı. Biraz da hoşlanı'
yordu bu işten ... Ben söylemeden, annem hatırlatmadan keçiyi odun
luktan çıkarır, yola koyulurduk ... O geniş çayırda, ağaçların altında
çocuklar oynar, pencerelerden kadınlar bakar, ben kim bilir nelere
dalıp giderken, bizim ağabey elindeki geometri kitabı üzerinde bir
şeyler karalardı. Sonra parmaklarıyla bir şeyler hesaplar, gene yazar
dı. İşte, her akşamüstü keçimiz çayır boyunca koşup oynarken biz
de kendi evrenimizde kaybolur giderdik. Bizden başka da koyunları
nı, kuzularını otlatanlar vardı. Onlar bir yanda, bizler bir yanda ...
Bazen o hayvanların sahipleriyle konuştuğumuz olurdu. Ben kısa za
manda hepsiyle ahbaplık kurmuştum. Hele günün birinde cami avlu
suna bir küçük kuzuyla iki kız çıkageldikten sonra, gözüm o kuzu
dan ve sahiplerinden başkasını görmez olmuştu. Kuzu, uzun saçlı
genç kızla küçük kardeşi, ağabeyimle beni bütün vakit geçirtme ko
nularından uzaklaştırıvermişlerdi birdenbire. Küçük kızı tanıyor
dum, mahalledeki ilkokula gidiyordu, ara sıra görürdüm... Ama bi
zim evin yakınlarında oturmuyorlardı herhalde ... Daha gerilerdeydi
ler . . . Arka sokaklarda . . . Her akşamüstü kuzularıyla çayırın en tenha
köşesi olan bizim bulunduğumuz yere gelirlerdi. Bir ağaç dibine otu-
Keçi 87
bilir yalnız başına nasıl sıkılırdı! O küçük kız belki onunla konuşur,
benden haber sorardı. Ablası birkaç adım ötede elinde şiş örgüsü,
uzun kumral saçlarıyla dururdu. Ağabeyim her an onun yanına yak
laşmak, bir şeyler söylemek, kaç akşamdır içinde biriktirdiği duygu
ları birden boşaltıvermek ister, ama yerinden kıpırdayamazdı. Yine
sigara, sigara ... Kim bilir dönüşte asi keçiyi nasıl çekiştirir, hıncını
ondan nasıl çıkarırdı.
Yeniden keçiyi önüme katıp, ağabeyimin elini tutarak çayıra çık
tığımızda ne kadar sevinçliydim ! Ağabeyim ceketsizdi, hava da öyle
sine sıcaktı ki ! . . Bir şey söylemiyordu bana. Hasta yattığım günlerde
de, yatağımın yanına geldiği zamanlarda da hiçbir şey söylememişti,
ben de ortak serüvenimiz konusunda hiçbir şey sormamıştım ... O
gün ağabeyim eski günlerdeki gibi değildi. Islık çalıyordu, bir Viyana
valsi ... Elindeki zinciri keyifle havada döndürüyor, yüzü gülümsüyor
du. Ben kaç gündür özlemini çektiğim cami avlusuna, sur dibine, o
koca çayıra, küçük kıza ve keçisine, yanına hiç yaklaşmadığım, hep
uzaktan bir resim gibi seyre daldığım kumral ablasına kavuşmak için
heyecanlanıyordum. Keçi de benim kadar telaşlıydı. Daha uzaktan
melemeye başlamıştı. Her zaman oturduğumuz ağaç altında genç
kız, kardeşi ve kuzuları görülüyordu. Keçiyi salıverdik, bizden önce
o yana koştu. Ben birden eski günlere, o küçük arkadaşıma kavuş
muş olmanın sevinciyle ağabeyimi falan unutuvermiştim. Küçük kız
la ve orada bulunan iki çocukla karşılıklı top oynamaya, koşuşmaya
başlayıverdik. Neden sonra kan ter içinde biraz dinlenmek için yere
çömeldiğimde ağabeyimi aradım ... Tuhaf... Görünürde yok! Acaba
nerede? diyerek yangın yerine açılan küçük kapıya doğru yürüdüm.
Küçük kız arkamdan koştu. Gülümseyerek: " Ağabeyini mi arıyor
sun, orada, ablamla beraber, " dedi. Orada, o tenha surların üstünde,
gezilmesi, dolaşılması yasak ve tehlikeli olan o yerde otların, diken
lerin arasında iki insan vardı. .. Yavaş yavaş o tarafa doğru yaklaş
tık ... Kız boyuna gülüyor: " Öpüştüklerini de gördüm ablamla . . . Tıpkı
sinema gibi ... " Çok yaklaşmadım, ürkerek geri dönüp çift kale oyna
yan çocukların yanına koştum. Kız da peşimden ... Hemen keçiyi ya
kalayarak bir ağaç altına oturdum ... İçimde kımıldayan sorulara kar
şılık bulmak istiyordum ... Ne zaman başlamıştı bu serüven? O mah
cup, ne yapacağını bilmeyen ortaokul öğrencisi, korkaklıklarıyla tür
lü alay ve şakaya sebep olan bizim birader bey demek kumral saçlı
kızla! . . Ama beni şaşırtan bu değildi. Onun surların üstünde kızla se
vişmesi ! . . Bir sürü serserinin dolaştığı o yangın yerinde ... Bizans sur
larının üstünde, bir sürü dikenler, yılanlar, akrepler, böcekler arasın-
Keçi 89
da ... Ya sinema gibi öpüşmeler! Kız anlaşılan onları birçok defa sey
retmiş olmalı! .. Hani bir de ben görmeliydim bu manzarayı ...
O akşam dönerken her şeyi öğrendiğimi ağabeyime sezdirme
dim. O mutluluk içinde tangolar söylüyordu. Eve varınca büyük taş
kınlıkta bana sarılıp birkaç kez döndü. Ertesi akşam küçük kızla bir
likte, yine ortadan kaybolan kumral kızla ağabeyimin arkasına düşe
rek onları surun dibinde bir yerde başbaşa yakaladık. Bu defa öpüş
müyorlardı, ağabeyimin suratı asık, kızın dediklerini dinliyor, boyu
na sigarasını dertli dertli çekiştiriyordu. Çok önemli bir karar veri
yorlardı sanki. Dönüşte keçinin ipi elinde düşünceli düşünceli, ama
kararını vermiş bir insan haliyle yürüyordu. Benimle konuşmuyor,
ıslık da çalmıyordu. Ne olduğunu anlayamamıştım. Ertesi akşam di
yordum, her şey meydana çıkar. ..
Ertesi gün ! .. Onu hiç unutamıyorum. Hani unutulur şey de değil
ki! .. O gün öğleden sonra okul tatildi. Ağabeyimle sinemaya gitme
miz için babam para vermişti bize. Benim sevincime rağmen ağabe
yim tuhaf bir durgunluk, korkunç bir sessizlik içindeydi. Giyinmiş,
tam kapıdan çıkıyorduk, birden üst katta unuttuğum mendilim aklı
ma geldi, hemen merdivenlere fırladım. Tam geri dönüyordum, so
kak kapısı müthiş bir gürültüyle kapandı. Hemen pencereye atıldım,
ne görsem ... Bizim ağabey elinde koca bir çanta, sırtında bir bohça,
var hızıyla köşe başına doğru koşuyor. .. Kaş göz arasında o şeyleri
nerden bulmuş, nereye gidiyor, ne götürüyor, ne diye kaçıyor? .. Ben
de, evdekiler de bundan bir şey anlayamadık. Pek önem de verilme
di zaten. Olanlar bana olmuş, ağabeyim sinema paralarıyla kaçmış
tı ... Akşam olsun ben ona gösteririm, diyordum. Derken akşam ol
du, gece oldu babam, büyük ağabeyim geldiler, yemek yendi ... Or
tanca ağabey yok, yok ... Bir telaştır aldı evi. Gece vakti kapı çalındı,
firar eden ağabeyimin arkadaşı mektup getirmişti. Babam şaşkın
şaşkın okuduğu kağıdı yırtıp attı: " Hay koca ahmak, " diye bağırdı.
Sonra anneme dönüp: " Sevdiği kızın evine kaçmış ... Şu işe bak. . . Oğ
lan kızın evine kaçıyor! " O gece hepimiz merak ve telaş içindeydik.
Babam erkenden yattı, anneme: " Ben bu işi hallederim, " dedi.
Ama ben uyuyabilir miydim! Gözümün önünde sırtında bohçası,
elinde çantasıyla kumral kızın evine doğru koşan ağabeyim, o mah
cup, korkak, çekingen ortaokul öğrencisi duruyordu... Acaba yakın
da mıydı o ev? Demek dün akşamki o gizli konuşmanın, o ağırbaşlı
halin, acıklı tavırların . . . Yatağımda saatlerce ağabeyimin kaçtığı evi
hayalimde kurmaya çalıştım. Şimdi kızın yanında mıydı? Acaba bu
gece bir odada mı yattılar? .. Küçük kız, kapının anahtar deliğinden
90 Oktay Akbal
ODAMDA AGUSTOSBÖCEGİ
" Yazın çalan kışın oynar" demiş karınca ona. Ne yapmış ağustos
böceği? Kışı atlatmaya bakmış. Ne yapıp yapıp gelecek yaza çıkmayı
başarmış. Karınca, kanter içinde yuvasına besin taşırken, çıkmış da
lın üstüne, başlamış şarkısına. Yalnızca besin toplamak, yarını düşü
nerek çalışmak mıdır yaşamın amacı? Mutluluk duymak, duyur
mak, dünyanın hep birlikte yaşanılan bir güvenli yer, yaşamın gelip
geçici bir esin olduğunu bilmek. Budur ağustos böceğinin suçu. Ka
rıncanınki ise bencilliğin yüceleri ne çıkmak . . .
Odaya girmiş bir ağustos böceği. Perdelerin kıvrımında bir yer
de ... Siz hiç ağustos böceği gördünüz mü? Ben görmedim. Görmek
de istemem. Küçük, güzel kanatlı bir böcektir. Nasıl çıkar o ses? O
bitip tükenmeyen şarkıları nasıl söyler durmadan? Nerden alır o gü-
92 Oktay Akbal
ÖZGÜR KARINCA
" Karınca " maddesi, yabancı bir ansiklopedinin ... " Formica " ymış
latincesi. Karıncalar toplumsal bir yaşam sürerlermiş. En büyük ka
rınca kalabalığı " emekçi " lerden oluşuyor. İnsan toplumundaki gibi!
Gerisi, dişi ve erkek karıncalar Erkeklerin tüm yaşamı dişileri ge
be bırakıncaya kadar! .. Tek görevleri bu, amaçları, erekleri bu! Son
ra, öbür dünyaya göçüyorlar. Nasıl oluyor? Ölerek mi öldürülerek
mi, orasını yazmamışlar. Dişilerin kanatları var. Sevişme dönemi bi
tinceye dek havalarda uçuyor dişiler. Mutluluktan mı, yoksa, doğa
nın bir gereği mi? Sonra yuvaya dönüyorlar. " Emekçi " ler gelip dişi
lerin kanatlarını çıkarıyor, yumurtlama galerilerine yerleştiriyorlar.
Bütün iş emekçilerde ... Karınca yuvası denen o büyük labirenti onlar
büyütüyor, yuvayı düşmanlara karşı onlar savunuyor. Ne sevi var on
lar için, ne sevişmek! Bir çalışma, bir çaba, sonsuz bir uğraş yalnız.
Karınca yuvası büyük bir düzen içinde işleyen bir ülke ... Kavgasız,
kargaşasız yaşıyorlar, tam bir iş bölümü içinde. Başlarında ne kral
var, ne de bir başkan. Yuvanın ortak yararıdır hepsinin baş sorunu,
amacı.
Utanç duydum birden. Kapattım kitabı. Oysa daha ne bilgiler
var! Karınca uzmanı olmak istemiyorum. Yetti bu kadarı. Şu minicik
yaratıklar bile bizlerden üstün, bizlerden akıllı, bizlerden dengeli.
Gazeteleri yok, kitapları yok, sanatçıları yok... Yok mu? Sahiden
yok mu? Yoksa bambaşka " şey " ler mi keşfetmişler dünyayı algıla
mak, yaşamayı sevmek, bağlanmak için? Bir sevişmelik seviler, coş
kular yalnızca bir doğa işlemini yerine getirmek midir? Biz, her şeyi
bildiğimizi sanıyoruz, ama nerde! Dünyayı paylaştığımız yaratıkla
rın evrenlerinin en küçük parçacığını bile bilmiyoruz, bilemeyeceğiz
ne yapsak. Her şeyi kendimize göre algılıyoruz. Kendi ölçütlerimiz
le, kendi boyutlanmızla, kendi dar zekamızla . . . İnsanoğlunun bu ev
renin en zeki yaratığı olduğunu hiç sanmıyorum. Öyle olsaydı bu zu
lümler, bu acılar, bu işkenceler, bu ezmeler ezilmeler, bu bitip tüken
mez savaşlar yaşanır mıydı kuşaklar boyu?
Hayaller geçip gidiyor önümden. Bir serçe geldi pencerenin önü
ne, baktı gitti. Dalıp gitmiş bir adam. İçkisini içip bir şeyler kurmak
ta kendi kendine. Boş çabalar içinde. Bir karıncanın yarattığı izle
nimler, çağrışımlar karmaşasında. Kaçmak istiyor şu anlamsız top
lum karışıklığından, şu bitip tükenmez bozgun havasından, şu umut
suzlukların ağırlığından... Nerdeydi o? Nereye gitti? Masadan çok
tan inmiş, balkon kapısına doğru yürüyormuş. Sanki özgürlüğe git
menin yolunu biliyor. Gidip açtım kapıyı ondan önce davrandım.
Büyülteçi aldım, üstüne eğildim, seyrediyorum. Kocaman bir şey ol-
Özgür Karınca 95
du. Korku veren bir yaratık. Alsak onu yüz kez, bin kez büyütsek
canavarlaşır mı? Yoksa gelir bir dost köpek, bir sıcak kedi gibi kuca
ğımıza mı çıkar?
Yürüdü balkona doğru. Ama çıkmadı dışarı. Durdu bir süre, sağı
solu kokladı. Rüzgar mı soğuk esti, ne oldu? Döndü geriye. Toplu
mundan kaçmış biri bu, dedim kendi kendime ... Bireyci bir karınca.
Belki de kanadı koparılmış bir dişi. Yumurtalarını da bırakıp kaçmış
yuvasından. Erkeği de ölmedi, bekliyor bir yerde onu. Buluşacaklar.
Sevişecekler. Hem de ölmemesiye . . . Bir ev karıncası bu. Seviye, ya
şamaya, ölmemeye tutkun. Dolaşıp duruyor evin içinde, odalarda,
masalarda, çekmecelerde arayarak bir yitik sevgiliyi ... Daha ilk se
vişmeden ölüp giden eşini ölmedi sayarak...
Dostum, dedim, çok ararsın sen. Dönüp dolaşırsın, bulduğunu
sanırsın, sonra yitirirsin. Ne varsa düşlerinde senin, bu özgürlük ara
yışında, mutluluk ardında koşmanda, yaşama yenilmemende, bu öz
gürlük tutkunda, toplumu bırakıp kaçabilecek gücü bulabilmenin
güzelliğinde ... Ne var ki, yararsızdır, sonuçsuzdur toplum kaçağı ol
mak. Mutlu kılmaz minicik bir karıncayı bile. Bir kağıt uzattım önü
ne, üstüne çıktı bilmeden başına gelecekleri. Götürdüm, balkonun
parmaklıklarına bıraktım. İşte gideceğin yer. dedim. İteledim aşağı
ya. Gitti mi, yoksa odanın bir köşesinde mi? Hala arıyor mu bir şey
leri, bulamayacağını bile bile, bile bile ...
Hilgc Karasu (1930)
AVINDAN EL ALAN
Açar'lar için
Güneşli, ılık, ilkyaz koktu kokacak bir kış günüyle, onun dört
gün ardından gelecek tipili, kürtünlerin iki üç karışı bulduğu bir kış
günü arasındaki ikircik ... Masalımı bu günlerden hangisine yerleşti
receğimi düşünüyorum.
Düşündüğüm bir şey daha var:
Sevmenin simgesel olarak da, gerçek olarak da yemekten başka
bir anlama gelmediği ...
Deniz, ya güneşin altında aynalaşacak, ya da kurşun-zeytin renk
leri karışımı yüzünün sivri, keskin dalgaları, günün tümünü bir ak
şam saatine indirgeyen kar dumanı ardından, görünüp görünüp yite
cek.
Önce deniz var çünkü. İçinde orfinozu, yüzünde balıkçıyı taşıyan.
Sayısız parmaklı olduğu için, orfinozu da, balıkçıyı da, istediği yere
sürükleyen, balıkla balıkçıyı ayrı ayn yeden, kimi zaman birine, kimi
zaman da öbürüne yüz verir gözüken.
Sonra orfinoz var; denizle balıkçı arasında geçit, köprü; balıkçıyı,
olsa olsa düşman bilen. İkisini de taşıyan denizin kendisini kullana
cağından habersiz. Balık. Hava güneşliyse, yavruluğuna bakmadan
balıkçıya terler döktürecek; karlıysa, kulağına kaçacak kar suyuyla,
baygın, suyun yüzüne vuracak balık.
En sonra da balıkçı var. Denizdeki kırgınla denizin vurgunundan
başka şey bilmeyen; sevgiyi, olsa olsa, bir balıkta tanıyabilecek kişi
oğlu ...
Deniz, kendine kurşun rengi ile zeytin rengi arasında bir renk se
çecek, kimi zaman tipileşen kimi zaman da durgunlaşan bir kar yağı
şı altında çalkanıp duracak. Birkaç saat sonra da, kırgın başlayacak.
Kıyılar, kıyıya çekilmiş sandallar yavaş yavaş karla örtülecek. Gitgi
de soğuyan yüzey suları damar damar, oluk oluk akaklar bularak ba
lık corumlarının çekildiği kuytulara sızacak. Yavaş yavaş uyuşan ba
lıklar, kendilerini yitirecek sonra, yarı ölü yan baygın su yüzüne doğ
ru yükselmeğe, yüze varınca da sırt üstü, yana yatmış, sürüklenmeğe
Ancak, şöyle de olabilir: İki hava bir araya gelebilir. Deniz balkı
maz, hava bozdur, sabahtan yağan kar durmuş, güneş soğuk soğuk
sızıyordur bozluk katmanları arasından. " Kar topluyor" diyelim şu
na. Ne ki, güneşin bu kadarcığı bile bir ılıklık saçar insanların üşü
müş gönüllerine, soğukla her şeyin ölmesi gerekmediği yollu bir
avuntu salar yedi kat derinlere çekilmiş ince damarlara; bu ılıklığın
geçip gidiciliği, karın, kırgının birazdan başlayacağı bilinse de . . .
Balıkçı misinaya asılıyor, e l i kan içinde artık. Balığın güzelliğini
seziyor. Gönlünde bir şeyler oynuyor.
Avından El Alan 99
At, masal atı değil. Parçalanmış yatıyor yerde. Bey gürzüne daya
nıp bakıyor. Parsın kafası kanlar içinde. Bey bu parsı sevemezdi ki ...
Sevmiş olamazdı hiç...
Oklar uçup uçup geliyor, Ulu Ağacın dibine düşüp ota dönüşü-
Avından El Alan 101
yor. Ulu Ağaç çevresindeki otlar havadan yağmur gibi yağan okla
rın, ya da, ok gibi yağan yağmurların ürünü. Otların içinde bir yılan
dalgalanır, hem erkek hem dişi.
Ulu Ağaç, Acun Ağacı, ortadireğidir evrenin. Krallar, altında du
rur bu ağacın, bakraçlanndaki kutsal sularla dibini sularlar. Aslanla
rı, parsları, kollarıyla böğürleri arasında, suyunu çıkarırcasına sıkar,
tek elleriyle boğazlarının son soluğunu keserler; kimi zaman çenele
rinden, kimi zaman da art ayaklarından tuttukları gibi ikiye ayırırlar
canavarları, bacaklarına sarılan yılanı ensesinden tutup boğarlar.
Dünya onlarındır, güçlerini Ağaçtan alırlar. Sevgi nedir bilmedikle
rinden, hayvanların Ulu Anasını kızdırırlar ama, sızıp yeraltına ula
şacak suları ağacın dibine dökerken, karıyı kocasının yanma gönde
rirler, ayrı kalmışları kavuştururlar. Ağacın dibinde durmakla, tepe
lerindeki gökyüzünü, gövdelerindeki yeryüzünü, ayaklarını taşıyan
yersualtını bir araya getiren, evreni bir arada tutan onlardır sanki.
Gövdeleri ağaçla bir olduğu gibi, başlan kuşlara, ayaklan balıklara
karışır.
Balık " uyu gene , " diyordu ona. " Hazır değilim dediğin için gire
medik karanlığın içine; ölümden korktun. Oysa ölümle bir araya gel
meden, acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeni
den doğamazsın. "
" Seninle her yere giderim, " diyordu balıkçı. " Ama hazır değil
sem bir şeye, seninle bile gitsem, neye yarar? " Ne ki, kendi gönlü bi
le kanmıyordu balığa bu söylediklerine.
kime, ne zaman dönmüşüm ki? Bir garip yolda, bir tuhaf yolculuk
tayım. Ama onunla - orfinozla, balıkla, kendini bana yakalatıp ar
dından beni yutanla - birlikte yaşamak zorunda kaldığım doğru. Ni
ye öyle diyorum sanki? Hoşuma gitmiyor mu? Birlikteyim demekle
yetinmeli. Tek kesinlik bu. Ardı yok.
Düşünmekten vazgeçiyor balıkçı. Çünkü şimdi güne doğru ağı
yorlar.
Işık yok, ışıltı, balkıma yok. Un gibi bir aydınlık içindeler sanki.
Yeryüzünden çoktan kopmuş gibi. " İkimiz de ölmüş olmalıyız, " di
yor balıkçı, ya da kendini hala halıkçı sanan bir düşünce; " balığın
ağırlığı üstümden kalkmadı; oysa uçar gibiyiz ..."
lice hızları içinde. Boynu kırılıp yüzü gözü kan içinde kalan Beyi
bi giydirilip kıra salınmasıdır. Delikanlı kmta kmta önden yürür;
gözyaşlarıyla diriltmeğe çalışan uzun saçlı, uzun parmaklı, güzeller
tekboyn uz onu görür görmez koşar gelir, kucağına a tılır, koyn una
güzeli delikanlının yok oluvermiş bir karacanın yerinde durmakta
girer delikanlının. O zaman kat kat giysiler altına gizlenmiş mızrak
olduğunu kim anlayabilir, kim bilebilir bundan böyle?
/ar ortaya çıkar, tekboynuzun böğrü delik deşik olur.
yanını sarar gibi. Seni görmediler, göremediler diyor, pesten pes bir
sesle; seni görmelerini sağlamak için ne yapmalıydım ki? Söylemek,
anlatmak ... Deli derlerdi, görmezlerdi. Dokundurmak ... Görmedik
leri bir kolun yerinde bir balığa mı dokunurlardı? Ya da ... Ne bile
yim, göze alamadım işte. Belki de sessiz edemediğimi anlıyorum, bi
liyorum; ondan korktum belki; seni benden ayırırlar diye korktum ...
Durdu. İlk olarak böyle şeyler düşünebiliyor, söylüyordu. Sevi, ilk
olarak, bu sözlerin kılığına giriyordu ağzından çıkarken. Seninle her
yere giderim artık, oraya, denizin dibindeki ölüme bile... Hazırım,
şimdi hazırım, ölümün bile yanına varabiliriz ...
Kendini sandalında görüyor ansızın balıkçı. Kurşun rengi, ışıksız,
karardı kararacak bir gökyüzü altında. Sandal akıp gidiyor hi'ila. Ko
lundaki ağırlığın yeğnileşmesini önce gönlünün gücüne bağlıyor ama
biraz sonra anlıyor ki balık küçülüp kurumakta, etleri yarılıp kokma
ğa başlamakta. Dişleri hi'ila omuzunda ama balık hızla bir gelmiçe
dönüşüyor. Çıldıracak gibi oluyor balıkçı; çıldırmamışsa daha. Anla
mıyor, anlamak istemiyor. Balık eriyip parça parça döküldükçe kolu
nun kemiği çıkıyor ortaya, kendi etini de götürüyor balık. Kendi ke
mikleri dökülüyor balığınkilerin ardından. Balığın başından arta ka
lanla birlikte kol kemiği omuzundan koptuğunda balıkçı ne yapaca
ğına karar vermiştir artık. Sandalını, kıyıya vuracak gibi çeviriyor,
sonra kendini suya bırakıyor. Adımız Seviydi diye düşünüyor, ama
bulamadım bu adı, seçemedim vaktinde. Gürültüye kulak verdim ge
reksiz yere, gürültünün gizlediğini işitmeğe çalışmalıydım.
· Deniz, kendiliğinden gelen balıkçıya kucak açmış. Ölmeyen sevi
nin öldürücü olduğunu bilememiş bu zavallıya kim yol gösterecek
şimdi, hazır olduğunu söylediği ölüme kim götürecek onu? Bu iş de
nize düşüyor. Orfinozun balıkçıyı güçlü sandığı sürece sevmiş, güç
süzlüğünü - insanlar karşısındaki neyse de, kendi karşısındaki güç
süzlüğünü - gördüğü anda parçalanıp dağılmış olduğunu kim anlata
cak balıkçıya? Birilerinin anlatması gerek. Ama denizin işi değd bu.
Deniz, her acıyı boğan ölüm gücünü, her gücün üstünde görür gibi
dir çünkü; enginliği ölçüsünde, güçlülüğü - gördüğü yerde - tanır.
Aşağıda, şimdi, ölümün kayası yavaş yavaş aralanmaktadır ken
disine doğru süzülüp gelen balıkçıyı karşılamak için. Deniz, analar
gibi, sevdiğini, dölyatağında tutup saklayacaktır, bir daha doğurma
mak üzere.
Tarık Dursun K. (1931)
ALTIN ARI
107
1 08 Tank Dursun K.
SÜMÜKLÜBÖCEK
109
1 10 Tahsin Yücel
" Seni sevdiğimi iyice anlarsın ya! B u kadarı bana yeter. "
Kelebek uzaklara baktı gene, sonra gözlerini yumdu, şu son gün
lerde ne.zaman sevgiden açılsa, aklına yusufçuk böceği geliyordu.
" Ben senden çok daha kolay bir şey isteyeceğim," .dedi. " Yusuf
çuk böceğiyle evlenmemi sağlayabilir misin? "
Kelebek ne kadar da değişmişti! Sümüklüböcek bir an bile dura-
lamadı.
" Elimden geleni yapacağım, bu işi başaracağım ! " dedi.
Kelebek baloya geç kalacaktı, uçup gitti.
Sümüklüböcek gidip yusufçuk böceğini buldu. Neler, neler söyle
medi? Önce güzel şeylerden, iyi şeylerden başladı. Kelebeğin iyiliği
ni, güzelliğini övdü ona. Ama yusufçuk böceğinin böyle şeylere kar
nı toktu. Yusufçuk böceği zengin böcekti, daha da zenginleşmek isti
yordu, dünyanın en zengin böceği olmayı koymuştu aklına. Böcekler
için de zenginlik renkti. Örneğin yusufçuk böceğinin kanatlarındaki
yeşil başka hiçbir böcekte bulunmayan bir zenginlikti. Ama o bu
nunla yetinmiyor, gökkuşağının bütün renklerini ele geçirmek isti
yordu: gökkuşağının bütün renklerini ele geçirdiği zaman böcekle
rin en zengini olacaktı. O zaman sümüklüböcek kelebeğin kanatla
rındaki yağmur sonu mavisini övdü. Gökkuşağı da yağmur sonların
da görünmez miydi?
" Bak, bunu düşünmemiştim! Çok yaşa! " dedi yusufçuk.
Yusufçukla kelebeğin düğününe yoksul, zengin bütün böcekler
çağrılıydı. Sümüklüböcek de elbette. Ama bu düğünde kimsecikler
göremedi onu: anacığının dizinde ağlıyordu.
Yusufçuk böceği kanatlan yağmur sonu göklerini andıran güzel
kelebeği alıp bir başka kente gitti. Sümüklüböcek nerdeyse çıldıra
caktı. Artık her şey bitmişti, ama düşünmeden edemiyordu ki! Dü
şündükçe düşünüyor, dertlendikçe dertleniyor, inceldikçe inceliyor
du. Çok geçmeden anacığını da yitirdi. Kadıncağız gene bir sabah
böcekleri susturmak için bağıra çağıra dışarı çıkmıştı. Adını söyleye
meyeceğim bir böcek uşaklarına emir verdi, sümüklüböceğin anasını
iyice dövdüler. Gözleri daha o akşam yumuluverdi. Bütün böcekler
rahat bir soluk aldılar, sömüklüböceğin yaşlı anasının sözü bile edil
medi bir daha. Böcekler arasında çok şeyler vardı konuşulacak: yu
sufçukla kelebeğin gittiği kentten her gün yeni bir haber geliyordu:
şu yusufçuk vefasızın biriymiş, kelebeğin kanatlarındaki bütün mavi
yi almış, sonra da yüzüstü bırakmış zavallıyı; bir arının yapışkan sarı
sına tamah etmiş; balayı yolculuğuna çıkmışlar; zavallı kelebeğin
nerede olduğu bile belli değilmiş!
1 16 Tahsin Yücel
KÜÇÜK SİNEKLER
1 17
1 18 Orhan Durn
GÜVERCİN
1 20
Güvercin 1 2 1
az öncesiydi. Bulanık kirli camın ötesinde puslu bir gün vardı. Etli
kanatlarıyla başının üstünden geçip karşı duvara çarpan, duvarın di
bine düşen bir güvercindi. İlk sersemliğinden sıyrılınca bu kez de
karşı duvara vurmuştu kendini. Kaldığı bu odacığa giren, kendisine
hiçbir kötülüğü dokunmayacak olan bu ilk canlıyı sevinçle gözle
mişti adam. Onu ürkütmemek için, ayakucuna toplanmış güve yeni
ği beyliğini yavaşça üstüne çekip tahtaların üzerine, köşeye büzülü
vermiş, kıpırdamadan kuşun çırpınışlarının dinmesini beklemişti.
Kirli duvarlara etli patırtılarla vuruyordu güvercin. Düz duvara tu
tunmaya çalışıyor, aşağılara kayınca yeni bir umutla havalanıp karşı
duvara çarpıyor, yine düşüyordu yere. Bir ara güçlü sivri kanatlarıy
la, cam tavanla iki duvarın birleştiği köşede nasılsa durabilmiş, geçi
ci bir denge sağlamıştı orada. Korku dolu kırmızı cam gözleriyle şaş
kın şaşkın bakmıştı ona tepeden. Parlak, dolgun göğsü inip inip kal
kıyordu. Barındığı o köşede çok az durabilmişti; kanatları yorulunca
düşmemek için yeniden karşı duvara atmıştı kendini. Duvara çok
hızlı vurmuş, çırpınarak yere düşmüş, kalakalmıştı öylece. Bir kana
dı açık kalmıştı. Kırmızı gözleriyle acı içinde çevresini gözlemişti. İn
ce bir perdecik ara sıra bu kırmızı cam gözlerin önünden geçip gidi
yordu. Kalkıp iniyordu bu perdecik, ama kırmızı gözlerdeki umut
hiç bitmiyordu. Yeni bir umutla yine havalanıvermiş, yine duvarlara
çarpmaya başlamıştı kendini. Bir ara pencerenin demir parmaklığı
na konmayı başarınca, adamın içini sarıveren sevinç, çok geçmeden
yerini bir hüzünle değiştirivermişti. Birden onun çekip gideceğini
gönlünden geçirip yalnızlık çeker gibi olmuştu. Bu kez umut, güver
cinin yüreğinden çıkmış, adamın yüreğine çöreklenmişti. Güvercinin
çekip gitmemesinden yanaydı bu umut. Yatışmıştı güvercin; göğsü
nün inip kalkışlarından belliydi. Ne de olsa ayaklarıyla tutunacak bir
yer bulmuştu orada. Gitmiyordu. Sanki kurtuluşunun tadını çıkarı
yor, uçup gidişini geciktiriyordu. Dinlendiriyordu kendini bir bakı
ma. Ta ki odacığın demir kapısı şakırtılarla açılıp içeri giren görevli
nin ürkünçlüğü görünene kadar. Ürkünce de uçmuştu. Akıl edip
kendini parmaklığın dışına atacağına yine içeriye fırlamıştı şaşkınlık
la. Karşı duvara olanca hızıyla çarpıp adamakıllı sersemlemiş, yere,
görevlinin ayaklan dibine düşmüş, sonra da iki hoyrat elin gövdesi
ne sarılışını önleyememişti. Etli kalın kanatlarını çırparak gövdesine
sarılan yabanıl pencerelerden kurtulmaya çalışmış ama başarama
mıştı. Uzaklaşan ayak sesleri, dost bir canlıyı, tutuklu bir güvercini
de alıp bilinmez bir karanlığa götürmüştü. Fırlayıp kapıya tutunmuş
tu adam. Kapının küçük deliğinden en son görebildiği, bir karanlığa
122 Erdal Öz
KEDİLER
Bir sürü ölmüş kedi ile bir arada yaşamayı seven o eski dostumu
zu uzun uzun hatırlamakta ne fayda var. Şimdi onun saçları uzamı
yor. Hiçbir şeyden haberi yok. Belki de uzun bir uykuya yatmıştır.
Öyleyse rahatça giyinebilir, sokağa çıkabilirim.
Altı gündür bu şehirdeyim. Hep kenar mahalleleri, sessiz sokak
ları, pis çamurlu dereboyunu gezdim. Kalabalık yerleri ve oraların
insanlarını tanımıyorum. Acaba beni birinin tanıyabileceğinden mi
korktum? Sanmıyorum. Bir hafta önce işimden atıldım. Ama korku
yok. Tersine ipsiz bir deve gibi başımı istediğim deliğe sokabilmek
ten memnun dolaşıyorum.
Kapıya indim. Posta rafında adıma gelmiş bir mektup. Şaşırdım.
Kimden olabilir? Kimseye haber vermeden usulca sıvışıp geldiğim
bu şehirdeki adresimi kim biliyor? Heyecanla zarfı açtım.
" Dostum, " diye başlıyordu mektup.
" Bir haftadan beri merak içindeyim. Birdenbire nasıl ortadan
kaybolduğunu anlayamadım. Evine sordum. Ev sahibi kadın hiçbir
şey bilmediğini söyledi. Gar şefine seni tarif edip böyle birini gördün
mü dedim. San çizmeli mehmet ağa beyefendi! . . dedi, ben nereden
tanıyayım? Ümitsiz eve döndüm. Başı belada değilse elbet bir gün
gelir diye düşündüm.
İki gün önce biri geldi. Garip bir adam. Başında fötr şapka. Aya
ğında kıl potur ve uzun konçlu postallar vardı. Bıyıkları da kocaman.
Sırtında doksan üç savaşından kalma bir martinle geldi kapıya da
yandı. Senin gelip gelmediğini sordu. Yok kardeşim dedim, yerini bi
le bilmiyorum. Sonra bazı şeyler anlattı. Seni muhakkak bulmalıy
mış. Sözde sen herifin bir dostunu işkenceyle öldürmüşsün, ne bile
yim daha bir yığın saçma şeyler. Neyse, seni yarın saat dörtte, istas
yonun yanındaki kır kahvesinde bekleyecek. Görülecek hesabı var
mış. Beni de görmeyi unutma, meraktan ölüyorum. Gözlerinden
öperim.
Not:
Ha, bu adresi de o herif verdi. Doğru mu, değil mi bilmiyorum.
Belki de şimdi bu mektup senin eline geçmemiştir. Bir posta rafında
duruyordur. Neyse selamlar. "
1 26
Kediler 1 27
kapladığı utlar. Yerde eski bir kilim. Odayı kaplayamamış. Açık ka
lan yere bir hasır katlanıp konmuş. Hani kediler?
Kapı açıldı, dostum içeri girdi. O esnada nerelerden fırlayıp çıktı
lar anlayamadım, sürüyle kırçıl kedi. Odayı öylesine doldurdular ki.
Uzun çizgiler gibi tavanı keserek uçuştular. Bir süre onları seyrettim.
Dostum uzun uzun onların hikayelerini anlattı. Bunları biliyor
dum. Sokağa yılda bir defa ya çıkar, ya çıkmazdı. Öbür günleri hep
kedilerle. Tuhaf kedilerdi bunlar. Hatta kediye pek o kadar benze
medikleri bile söylenebilirdi. Dokununca dağılan, uçan, kaybolan
şeylerdi. Bunca yıldır yaşıyorlardı. Bu evcil kuşların yuva yapmayı
düşündüğü karmakarışık saçların gizlediği kafa hep onları besliyor
du. Bunca yıldır yiyecekleri hep ayaklarına geliyordu. Gözlerini yer
yüzüne açalıberi hiç aydınlık yüzü görmemişlerdi... Güneş görme
miş, nemli mahzenlerde sapsarı yeşermiş cılız buğdaylar gibi soluk,
kişiliksiz ve bencildiler. Dostum hepsini bir arada besliyordu. Belki
de yirmi kadardılar. Her birine bir saatini verse günü doluyordu.
Sonra utlar.
Oturdu. Utlardan birini eline aldı. Bozuk, tellerinden yalnız ikisi
kalmış bir çalgıydı bu. Parmaklarıyla bir iki dokundu. Sedef işlemeli
göğsünden tozlar döküldü. Tozlu sesler. Uzun uzun çaldı. Belki de
akort ediyordu. Tellerden ilkel, garip bir ezgi yayılıyordu ortalığa.
İçimde yıllardır duymadığım, alışık olmadığım bir rahatlık duygusu
uyandı. Bu karanlık odada birkaç gün, belki daha uzun bir süre kal
mayı istedim. Gerçi pek sıkı fıkı değildik. Ama olsun ne çıkar. Kedi
leriyle ilgilenirdim. O da bundan korkunç bir zevk duyardı.
" Kedileriniz çok güzel, "- dedim yavaşça.
Başını kaldırdı. Telaşlı, heyecanlı bir yüzle konuşmaya başladı.
" Evet... Güzel değil mi! Hepsini ben kendim yetiştirdim. Hepsi
de güzel. Eskiden böyle değildim. Gençlik günlerimde. Gece gündüz
sokaklarda sürterdim. Ara sıra kedilerle uğraştığım olurdu. Ama ne
kediler. Püüüh. Sokak kedileri. Çamurlu. Arsız. Tam ısınırsın kaçıp
giderler. Sokak sokak dolaşırdım. Yıllarca bu böyle sürdü. Sonra an
ladım. "
Durdu. Ağır ağır: " Sokak kedileri sokaklarındı , " dedi. " Bıraktım
onları. Ben kendiminkileri yetiştirdim. Bilseniz ne belirsiz şeylerdi.
Belki o zamanlarda da yaşıyorlardı. Ama ne bilecektim. Hep o so
kak kedileriyle uğraştım. Sonra aklım başıma geldi. Benimkileri ye
tiştirdim. Kendim gibi besledim hepsini. "
Birden durdu. Gözlerimin içine bakarak:
" Hiç kediniz var mı? " dedi.
1 30 Onat Kutlar
tirdim, hiçbir şey yapamam. Asıl siz kendinize bir çeki düzen verin. "
Kan tepeme sıçradı. Güçlükle tuttum kendimi. Anlaşılan bu ser
seri kedileriyle üzerimde bir egemenlik kurmak istiyordu. Bütün ge
ce bir çare düşündüm. Şu kedileri bir ortadan kaldırabilsem diye dü
şündüm. Çok güçtü. Dokununca dağılıyor, sonra yeniden eski biçim
lerini buluyorlardı. Suya çizgi çizmek gibiydi. Sonunda sabaha karşı
buldum. Uzun bir yoldu ama en sağlamı idi galiba. Neden daha önce
düşünemediğime şaştım.
Ertesi gün hemen planımı uygulamaya koyuldum. Oldukça güç
oluyordu. Sakallıyla konuşmalarım bana yardım etmese belki de bu
işte hiç başarı gösteremeyecektim. Bu konuşmalar aracıyla daha iyi
sonuçlar aldım. İşe iyilerden başladım. İyi kedilerden. Önce onları
besledim. Domuzlar gibi semirdiler. Artık öbürlerinin yiyeceklerini
kapıyorlar, yerlerine gidip oturuyorlardı. Bu durum sonucunu gös
termekte gecikmedi. Bir öğle vakti büyük bir kavga çıktı. Sakallının
bütün çabasına rağmen kedilerden biri öldü. Bir pelte gibi dağıldı,
bir daha eski biçimine dönemedi, belirsizleşti, geldiği yere gitti. Sa
kallı çok üzüldü buna. Sinirinden saatlerce ağladı. Tam ortalık bir
parça yatıştığı sırada ikinci bir kavgada bir kedi daha ölünce üzüntü
sünden yatağa düştü. Yatağını iyi bir yere yerleştirip ona çay pişir
dim. Udunu istedi. Biraz akort ettikten sonra baş ucuna astı. Üzün
tüsü dinmek bilmiyordu. Uzun bir süre hıçkırıklar içinde kekeleye
rek yakındı. Kavganın neden çıktığını bir türlü kestiremiyordu.
Hiç acımadım. İşe devam ettim. Her gün bir iki tanesi gidiyordu.
Odanın havasını dolduran o yoğun koku hafifliyor, tavanda anlaşıl
maz şekiller çizen, devinip duran kırçıl çizgiler azalıyordu.
Dostum artık pek az konuşuyordu. Ut baş ucunda asılıydı. Akort
etmek bile istemiyordu. Zayıfladı. Gözleri çöktü. Doktor getirmek
istedim. Kesin olarak reddetti. Yemek y::miyordu. Sütçünün her sa
bah kapıya bıraktığı sütünü içmez olmuştu. Günlerimiz tuhaf bir çıl
gınlık içinde geçiyordu. Sıçrayan, kavga eden, ölen kediler, hastalık
kokusu, uykusuz saatler. Böyle giderse bir gün onu öldüreceğimi bil
diğim halde, üstüne titriyor, bütün isteklerini - pek isteği yoktu ya -
yerine getiriyordum. Kim bilir belki de onun öleceğini kabul etmek
istemiyordum. Ama bu, gün gibi apaçıktı.
Yağmur gittikçe bastırdı. Eski evin tavanlarından sular sızıyordu.
Döşemede öylesine su birikti ki, bahara kadar kalsa hasırlar yeşere
bilirdi. Avluya bile çıkmıyordum. Avlu bana artık oksijeni bol, yaşa
yamayacağım bir ortam gibi geliyordu. Ama odadaki hayatım daya
nılmaz bir durum alınca - bu, hastanın odadaki son temiz hava kırın-
Kediler 133
HOROZLAR
" Yirmi dakika varmış büyükanne ! " dedi çocuk. Yaşlı kadın başı
nı salladı ve sulanmış kara taş döşemeli avlunun kiler kapısına açılan
kuytu köşesine gözlerini dikip beklemeye başladı. O kiler kapısın
dan gizli bir serinlik yayılıyordu ortalığa. Taş döşeme avlu, üstüne su
yerine kolonya dökülmüş gibi, bu hafif akşamüstü serinliğinde ürpe
riyordu. Kenarlarda, ayak basılmayan yerlerde taş aralıklarından ye
şil otlar ve aslanağızları fışkırmıştı. Bir kedi sinirli ve kınk çizgiler gi
bi sıçrıyor, ağzının yanıyla otlan çiğnemeye çalışıyordu.
" Karnı ağrıyor! " diye bağırdı çocuk, " Karnı ağrıyınca çimen yer
kedi..." Bunu kendi deneyleri sonucu öğrenmiş gibi sevinçliydi. Elin
deki delikli kuruşları bir yana fırlattı. Gitti, kediyi boynunun arka
sından, derisinden yakalayıp kaldırdı. Hayvan büzüldü.
" Bırak oğlum onu ! " dedi yaşlı kadın. " Git bir daha sor. Kaç daki
ka kalmış. "
" Şimdi sordum, dedi çocuk. Kedinin ağzına zorla çimenleri sok
maya çalıştı.
Döşeme, suyun cızırtılarla soğuttuğu ağır bir taş gibi buğu için
deydi. Gökyüzünden sürüyle şeytan tüyü uçup gidiyordu. Biri avluya
indi. Duvarlara süründü, yuvarlandı. Yirmi dakikayı uzun bir yokuş
gibi ağır adımlarla yürüyen kadın, gözleriyle tüyü süzdü. Tily bir sü
re duvarlarda yuvarlandıktan sonra yere indi ve birden döşemenin
ıslaklığına tutuldu, yapıştı kaldı. Yaşlı kadın korktu. O uzun yokuşun
Horozlar 1 35
ortasında kaldığını düşündü. " Pis," diye bağırdı çocuk. Kediyi fırlattı,
attı. Kümeste iki horoz sanki tam bu an için hazırlanmışlar gibi gü
rültülü bir kavgaya başladılar. Yaşlı kadın yokuşu yürüyüp çıktığını
gerilerde kalan bu iki tanıktan anladı ve sevindi.
Açlık hafifçe başını döndürüyordu. Midesinde kocaman bir kese
kağıdının havayla şiştiğini, çeperlerine dokunduğunu, yukarı doğru
çıktığını duyuyordu. Yıllardır her ramazan, otuz günün birini bile
kaçırmaksızın dayandığı bu açlığı bugün ilk olarak duyduğunu sandı.
Şunun şurasında yirmi dakika kaldı diye düşündü. Şu yirmi dakika
bir geçse.
" Hadi oğlum! " dedi. Çocuk isteksiz bir yüzle kapıya kadar gitti.
Sonra birden aklına gelmiş gibi sevinçle döndü:
" Gitmesem daha iyi olur. Annemgil şimdi gelirler, babamda saat
var.." dedi.
Büyükannenin canı sıkıldı. Şimdi gelirler mi onlar, diye geçirdi
içinden, belki de yolda açarlar oruçlarını ..
Ama çocuk kapıya gitti. Açtı ve eliyle koymuş gibi annesiyle ba-
basını orada buldu.
" Ben demedim mi! " dedi annesine.
" Ne dedin? "
" Sizin şimdi geleceğinizi. "
" Nasılsın anne? " dedi adam. Yorgundu. Belki biraz da şefkat
duygusu vardı yüzünde.
Yaşlı kadın kısaca:
" İyiyim, " dedi. " Kaç dakika var? "
" Sekiz. Acıktın mı? "
" Eee, ihtiyarlık oğlum. Dayanamıyorum artık. "
" Beş yüz sayınca top atılacak! " diye bağırdı çocuk. Saymaya
başladı. Dipteki kapıdan bir serinlik yaladı geçti ortalığı. Aslanağız
ları biraz daha açıldılar. Bahçe musluğu şırıltıyla akmaya başladı.
Eski bir cami avlusunun, kenarlarını otlar bürümüş bir mescit havu
zunun sessizliği geldi, kıvrıldı, uzandı. Çocuk, küçük, gümüş saplı
anahtarlar gibi sayıları bir yana yığıyordu. Yanındaki küme gittikçe
çoğaldı, sofraya doğru yayıldı.
" Dört yüz kırk biir, dört yüz kırk ikiii ! "
Babanın peçetesinin kenarına iki anahtar düştü:
" Dört yüz kırk sekiz, dört yüz kırk dokuz ! "
" Sus oğlum, " dedi babası.
" Dört yüz elli biir! .. Az kaldı baba. Şimdi biter. "
Sonra babası ile konuştuğu sırada geçen zamanı hesapladı. Ve
1 36 Onat Kutlar
yeniden sayarken dört yüz elli beşten başladı. Ama bu hesabı yapar
ken geçen zamanı düşünmedi. Büyükanne bu farkı hesapladı ve top
dört yüz doksan sekizde atılacak diye geçirdi içinden. Bundan kimse
nin bilmediği bir üstünlük payı çıkardı.
Genç kadın aceleyle sofrayı hazırladı. Oturdular. - Dört yüz yet
miş dokuz - Büyükanne sayılarla uğraşıyordu. Açlık onu eskisi ka
dar düşündürmüyordu. Buna karşılık oğluyla genç karısı gittikçe sa
bırsızlanıyorlardı. Hatta ekmeklerini koparıp çatallarını ellerine aldı
lar. Çocuk, küçük bir tepe gibi yığılan gümüş saplı anahtarların ara
sında kaybolmuştu. -Dört yüz seksen sekiz - Kimseyi düşünmüyor
du. Düzgün aralıklarla sayan sesi kumruların boğuk seslerine, açık
musluğun şırıltısına ve testinin ağzından uzak vapurların düdüklerini
yansıtan rüzgarın uğultusuna karışıyor, gökyüzünde kayboluyordu.
Belki bütün bunlar o bekleyişi uzatıyor, yasağın acısını bilinçsizce
artırıyor, açlıktan yorulmuş gözlerdeki küçük kıvılcımları körüklü
yordu. -Dört yüz doksan beş .. Dört yüz doksan altı -
Büyükanne hazırlandı. Ve gök tam dört yüz doksan sekizde bü
yük bir halı gibi yırtıldı. Adam ve karısı hızla uzattılar ellerini. Ağız
larına birer parça ekmek alıp suyu büyük yudumlarla içtiler. Çocuk
ise top sanki beş yüzde bir daha atılacakmış gibi beş yüze kadar say
dı. Sonra anahtarların arasından silkinip çıktı. Yemeğe meyvalardan
başladı.
Büyükanne birden yemeğe başlamadığını farketti. Ve o anda içi
ne usulca doluşan o kıvamlı sabır ve kıvanç duygusuna gömüldü. Bu
duygu ona uzun zaman aynı cepte ısınmış rahat bir elin bildik anıla
rını çağırdı. Bunca yıldır her sıkıntının, her acının, nice ramazan gün
lerinin sonunda gelen buydu işte. Böyle anlarda serseri rüzgarların
çalkayıp durduğu karmakarışık su yüzeyinden ağır bir taş gibi dibe
çöker dinlenirdi. Kim bilir belki de bütün ömrü boyunca her şeye bu
özgürlüğü düşünerek katlanmıştı. Gittikçe sevindi ve büyüdü için
den. Artık yağma yok diye geçirdi. İstese elini yemeğe uzatabilirdi.
Ama uzattığı anda bu üstünlüğünü kaybedeceğini biliyordu. Öbürle
rine küçümseyen gözlerle baktı. Tuhaf bir haz içinde kulaklarını ka
şık çatal seslerinin ötesindeki duygulu uğultuya dikti. Daldı. Gökyü
zünde doluna dönüşen soluk bir ay kırması yapışık, duruyor, yarasa
lar sessiz kanat çırpışlarıyla küçük esintiler getiriyorlardı. Sonra bah
çe ve uzun bacalar. .. Birden oğlunun sesi ile irkildi:
" Ne o anne? Yemiyor musun? " Silkindi çıktı.
Öbürü - genç kadın - aptalca cevap yetiştirdi:
" Duasını okuyor. " Büyükanne kızdı:
Horozlar 1 37
" Bir şey okuduğum yok ! . . " diye bağırdı. Ve kocaman bir lokma
yı hırsla ağzına attı. Yemeği hızlı hızlı yediler. Büyükanne o kızgın
lık içinde sofrada ne varsa sildi süpürdü. Genç kadın sofrayı topladı.
Kümesin yanındaki sedire bir örtü açtı. Bütün aile sanki yapılması
ya da konuşulması gereken bir şey varmış gibi sedirin bulunduğu kö
şeye toplandı. Havada ışığın çevresinde sürüyle kanatlı böcek. Ço
cuk büyük bir yastığa dayanır gibi serin yaz gecesine dayandı. Genç
kadın uzun zaman elde dolaşmaktan kirlenmiş bir kumaşa dikkatle
nakışlar işliyordu. Büyükanne uzun boylu somurttu. Kimsenin yüzü
ne bakmadı. Sonra somurtmaya devam ediyormuş pozunu takınıp
uyuklamaya başladı. Adam bu aradan faydalanıp bütün bir günü ye
niden yaşadı. Sonra sıkıldı. Yavaşça:
" Anne , " dedi. " Uyuyor musun? "
Karısı bu çok eğlenceli bir şeymiş gibi fıkır fıkır güldü. Büyükan
ne göz kapaklarını kaldırmadan usulca gülümsemeye çalıştı:
" Yok canım ne uyuması! " dedi. Sonra bir şeyler mırıldandı ve
daldı. Adam sevgi dolu gözlerle takıldı:
" Anne , " dedi. " Seni şu Ethem efendiyle evlenecek diyorlar, doğ-
ru mu? "
Büyükanne azıcık uyanır gibi oldu. Uyanık olduğunu ispat için
yarım yamalak duyduklarını tekrarladı:
" Ethem Efendi yaa! " dedi. " Doğru yaa ! "
Genç kadın yine fıkırdadı.
" Peki anne, bu Ethem Efendi sana aşıkmış öyle mi? "
" Aşık zahir oğlum .. " diye mırıldandı büyükanne. " Ethem Efen-
di ... "
Sonra söylediklerini yeniden düşündü. Birden ayıldı. Sert bir
yüzle:
" Kim Ethem Efendi? " diye bağırdı. " Alay etmeyin benimle ! "
Kızgınlıktan başını iki yana sallıyordu. " Bu geçkin günümde söylet
meyin beni. Bırakın yahu! "
Adam yumuşatmak için gülümsedi! Bir yandan da önemli bir iş
becermiş gibi karısına baktı. Sonra ikisi birden bilgiç bilgiç başlarını
salladılar. Büyükanne artık bunamaya başlıyordu. Bu yargılarından,
onun bütün davranışları karşısında hiç düşünmemek gibi bir sorum
suzluk payı çıkardıklarından sevindiler.
Büyükanne ise birden bağırmakla yaptığı yanlışı anladı. Herkesi
gücendirmişti. Ve yüz yıla yaklaşan ömrünün şimdi ona bunca de
ğerli görünen bir yığın deneyini artık kimseye anlatamayacaktı.
Horozlar çiğ ışıkta uyuyorlardı. Onları birden uyandırmak istedi.
1 38 Onat Kutlar
PAPAGAN
1 40
Papağan 1 4 1
yor.
- Duydun mu? dedi papağan.
Satıcı güldü,
- Görüyorsunuz, konuşulanların tümünü anlıyor.
- Hayır, dedi papağan. Tümünü değil. Dilediklerimi.
- Konuşmayı siz mi öğrettiniz? diye sordum.
- Hayır, dedi. Ben aldığımda konuşuyordu. Ama burda da, gelen gi-
denden birkaç sözcük öğrenmiştir elbet.
- Aşağılık herif, dedi papağan.
- Sattığım için kızıyor, dedi satıcı.
- Sizi çok seviyor olmalı, dedim. Belki de ayrılmak istemiyor sizden.
- Nefret , dedi papağan. Nefret!
- Beni değil, belki burasını seviyor olabilir, dedi satıcı. Ama sanmı-
yorum. Çünkü öbür kuşlar ve bu maymun nasıl olsa konuşmuyor.
- Alık, dedi papağan. ,
- Bu sözcükleri bildiğini bilmiyordum, dedi satıcı. İlk kez duyuyo-
rum. Kusura bakmayın.
- Tam tersine, dedim. Yerli yerinde kullanıyor sözcükleri.
Satıcı kıvandı:
- Söylemiştim size, dedi. Bir insan gibidir. Çok akıllıdır.
- Hadi yavrum gidelim, dedim papağana.
Elime kafesi aldım. Çıkmadan önce,
- Bir eyvallah demeyecek misin eski sahibine? dedim. Kafasını kal
dırdı. Tükürür gibi:
- Kuş muhannet geber, dedi.
Gülüştük.
Elimde kafes bir arabaya atladım.
Şoför:
- Papağan mı o kafesteki ağbey? dedi.
- Evet, dedim.
- Konuşmasını biliyor mu?
- Evet, dedi papağan.
- Vay canına, dedi şoför. Gerçekten konuşuyor, hem de insanın di-
linden anlıyor.
- Evet, dedi papağan. Bazen.
- Evet'ten başka bişey biliyor mu ağbey? dedi şoför.
- Yürü, dedi papağan.
- Harika be ağbey, dedi şoför. Çok matrak. Hem anlıyor, hem karşı-
lık veriyor. İnsan gibi, aynen.
- Hayır, dedi papağan.
1 42Ferit Edgü
Ah, hayır, dedi kedi. Bu kadarı da fazla. Evcilliğin de bir sının ol
mak gerek. Bir kül kedisi değilim ben.
Ya nesin? diye sordu fare. Bizim ana düşmanımızsın; bununla mı ta
nımlayacaksın kişiliğini? İşlevin, görevin, sorumluluğun, yalnızca bu
mu: Fare düşmanlığı.
Saçmalama, dedi kedi. İşte burda durmuş karşılıklı konuşuyoruz. Bir
kedinin ne işlevi olabilir, okşanmaktan, mırıldanmaktan ve sobanın
kıyısında uyuklamaktan başka? Sorumluluğuma gelince, her kedi
kendinden sorumludur.
Yalnız kendinden mi, diye sordu fare.Yalnız kendinden, dedi kedi.
Kedi ile Fare 143
HAYVANLAR BİLDİRİSİ
1 45
1 "6 Ahmet Yurdakul
daha birçokları için belli güçlükleri vardır bunun; belli aşılmaz nok
taları...
Derken kararımı verdim. Önceden akla gelebilecek tüm güç
lükleri göze alarak bu işi deneyecektim. Günümüzün yerleşik, tartış
ma götürmez ve seçeneği olmadığı söylenen kuralları karşısında,
sözgelimi bir ' Hayvanlar İmparatorluğu ' nda bu işler nasıl yürüyor
du. Oldukça eğlenceli bir tasarım gibi geldi başlangıçta. Gerçi bu iş
lere her şeyden habersiz hayvanları, en azından bazılarını karıştır
mak biraz canımı sıkıyordu. Ne yaparsınız ki, bazı şeyler elde değil
işte. Belki de hala bilinçalqndan birçoklarımızda etkisini sürdüren o
çocukluk masalları ... Çoğu hayvanlar aleminde geçerli ve sonunda
insan öyle rahat, öyle deliksiz bir uykunun kıyısında bulurdu ki ken
dini ...
Uzatmayalım. Anlattığım nedenlere, bir de masa başında ve
rimsiz bir gün geçirmeme isteği eklenince; sonuçta oturduğum yerde
hayvanlar üzerine bir şeyler karalamaya başladım. Önlem olarak da
hazırlıksız olduğum bu konuda, olur ya, içlerinden bazılarına haksız
lık edebilirim düşüncesiyle başlığın altına kendimi bağışlatabilecek
kısa bir not koymayı da ihmal etmedim.
Söz konusu yazıyı olduğu gibi aşağıya alıyorum.
HAYVAN SEVGİSİ
mayız. Sözgelimi ben ... " Kesik kesik güldü. " Hem de bu yaştan son-
ra . . . "
Arıbeyi,
" Öyleyse ne yapmalıyız? " diye fırladı konduğu çiçeğin üstün
den. " B unun çözümü ben ve obam için çok önemli. Binbir emekle
ürettiğimiz o kovanlar dolusu peteklere ayıların musallat olması ne
demektir, bilir misiniz? "
" Katılıyorum, " dedi, karınca, " bütün bir yaz deliler gibi çalışıp
yiyecek topladıktan sora bir kendini beğenmişler sürüsünün ayakları
altında ezilmenin korkusu ne demektir, bunu da bilir misiniz? "
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra tümü birden, önce yavaştan; gide
rek yüksek sesle bağıra çağıra uğradıkları haksızlıkları dile getirme
ye koyuldular. Kaplumbağa da sesini yükseltmek zorunda kaldı :
" Bir dakika, bir dakika ! . Dinleyin lütfen! Şurası kesin olarak
anlaşıldı ki, herkesin derdi aynı. Bundan sonra önemli olan : doğanın
aramızda yarattığı farklılıkları ortadan kaldırıp, hepimizin ortak ka
tılımını sağlayacak eylemi oluşturmakta. "
" Tuzaklar kuralım, " diye, aniden söze girdi tavşan. " Ömrüm bu
ormanda tuzaklardan kaçmakla, tuzakları kollamakla geçti. İyi bili
rim tuzak kurmasını. Düşenin kurtulması olanaksız. Düşmeleriyle
birlikte tepelerine çöker, işlerini bitiririz. "
" Sana boşuna korkak dememişler! " dedi güvercin. " Olayı, arka
dan vurarak şiddet yoluyla çözmek istemem, doğrusu şaşırtmadı be
ni. Kaldı ki, bu yöntemle karşımızdakilerin tümünü susturmamız
mümkün değil. Yeni ve kanlı bir savaşı başlatmaktan başka bir işe
yaramaz bu. Üstelik herkes senin gibi hızlı da koşamaz. "
Yaşlı kaplumbağa başını salladı
" Doğru ... Bence de işe yaramaz. Kanımca ilk yapmamız gere
ken şey .. " Kısa bir an sustu (tam yerinde, süregelen ilgiyi bir anda
doruğa çıkarmaya yönelik bir susuştu bu). " Evet, ilk yapmamız gere
ken şey onları anlayacakları biçimde iyice uyarmak. Bundan böyle
karşılarında bir bütün olarak yer alacağımızı bilmelerini sağlamak.
Unutmayalım ki, irikıyım cüsselerine karşın, çoğunluk gene de bizle
rin ve bizlerin toplam gücü onlarınkinden fazla. Onların karşısında
bizleri güçsüz kılan temel etken, fizik yapılarının sağlamlığı değil.
Dinamik azınlıkları önünde örgütsüz bir çoğunluk oluşumuz. "
" Evet ! . Aşkolsun doğrusu ... Haklı ... Doğru söylüyor. .. " gibisin
den sözler dökülmeye başladı ağızlardan.
" Henüz bitmedi, " diye konuşmaları kesti kaplumbağa, " şimdi
bu söylediklerimizin yolu ne olacak? " İkinci bir sessizlik oldu. " Ben
Hayvanlar Bildirisi 1 5 1
Kurnaz tilki bin bir azametle içeri girdi, sanıkların önünde bir
Hayvanlar Bildirisi 1 53
yöneldi.
" Bu tamamen bir tertip ... Pis bir tertip, " dedi bukalemun hırsla,
" ... bana gösterilen, kimsesiz hayvanlar yurduna yardım konusunda
başlatılan kampanyaya ait bir dilekçeydi. İmzaladığım sırada kağıtla
rı değiştirmişler sayın tilki. Bu bir sahtekarlık! .. "
" Anlaşıldı anlaşıldı. .. Kes artık! " dedi tilki. Soruşturmanın ba
şından beri ilk kez sinirlenmişti. " Doğrusu bize çok faydalı oluyor
sunuz, " diye devam etti. " Sizler böyle sıvışacak delik aradıkça, bizle
rin istediklerimize ulaşması kolaylaşıyor. Bütün iğrençliklerine kar
şın, sizlere teşekkür borçlu olmamız gerekiyor! "
Kaplumbağaya çevirdi gözlerini :
" Sizin diyeceklerinizi dinleyelim. "
" Bakın bu çok garip bir şey olur, " dedi kaplumbağa, alaycı bir
tavırla. " Size daha önce söylememişler miydi yoksa? O bildiriyi ya
zan benim! Belki eksikleri vardır, ama hiç belli olmaz bakarsınız bir
gün tamamlanıverir. "
Gözleri birden parladı tilkinin.
" Yaa ! . . " dedi, '' sizinle özel olarak ilgileneceğimizden emin ola
bilirsiniz. "
" Hiç önemi yok, dedi, kaplumbağa, " zaten ben çok yaşadım.
Üstelik gereğinden de çok.
" Evet sayın konuklar, " diye kesti konuşmasını tilki,
. . .bugünlük bu kadar. "
Dışarı çıktıklarında iki bekçi köpeğinin denetiminde, ayının ini
ne doğru yola koyuldular. Karanlık, izbe bir yerdi girdikleri. Bukale
mun, çekirge, ağustosböceği ve onların yanlarında toplananlara
Hayvanlar Bildirisi 1 5 5
gözden geçirme olanağı verdiniz bana. Zaten o, daha son şeklini al
mamış bir taslaktı. Şöyle bir baksınlar diye bırakmıştım dergiye. Bas
kıya girdiğinden sonradan haberim oldu. Bu yüzden de epeyce tartış
tık. Eğer yeniden ele alma şansım olsa, daha değişik bir anlayışla
yaklaşırdım o hikayeye . "
Koltuğunda geriye yaslandı görevli. Durduk yere birden aklına
gelmiş gibi :
" Evliydiniz ve bir de çocuğunuz vardı, değil mi? " diye sordu.
" Evet, " dedim. Ve sizlere garip gelecek; ama garip bir rahatlık
duydum o anda.
" Öyleyse şimdilik bu kadar, " dedi görevli, ayağa kalktı, konuş
ma bitti.
Dışarı çıktığımda hava bulutluydu. Yağmur yağdı yağacak. İn
sanlar telaşlı. Çabuk adımlarla bir yerlere koşuşuyorlar. Çeşit çeşit
insanlar. Dik başlı, çökük omuzlu, sert bakışlı, çekingen .. Ben nası
lım acaba? Sağımdan solumdan geçenlere baktıkça, kendimden bir
şeylerin eksildiğini daha kolay anlıyorum. Sanki onlar giderek büyü
yor çevremde, bense küçülüyorum .. Karşıdan elinde fırıldağıyla kü
çük bir çocuk geliyor. Yanımdan geçerken bana doğru üflüyor fırıl
dağı. Çocuk kocaman kalıyor yanımda. Ben dizlerine ulaşabiliyo
rum ancak. Korkunç bir yerçekimi yaklaştırıyor beni kendine. Güne
şe konmuş bir buz parçası gibi küçülüyorum. Gövdemden geriye ka
lan kütle garip bir biçim almaya başlıyor. Ezilip büzülüyor. Her ya
nımdan garip tırtıl ayakları fışkırıyor. Bir sürü ayak yerde zor sürük
lüyor beni. Her an bir ayakkabının altında ezilmek korkusu büyüyor
içimde. Otobüs durağında bekleşenler de ürkütüyor beni. Sanki hep
si yüzüme bakıp nasıl bu hale geldiğimi soruyorlar kendilerine. Ol
duğum yerde kalakalıyorum.
Doktorlar durumumun umutsuz olmadığını söylüyorlar hiilii.
Neşe Cehiz (1958)
YAZAR:
O kadın burada oturur, bu çıkmaz sokakta, yani şu tam karşım
daki binanın teras katında, çamaşırhaneden sabahları yoğun bir bu
har yükselir, bu yıkılmaya yüz tutmuş bina, binanın çatı katı ve tera
sındaki iplere gerili gri çamaşırlar böylelikle bir süre de olsa hoş gö
rünebilirdi göze. Kadın siyah, kulak altından kesilmiş düz saçlı, kii
küllüdür, her sabah aynı saatte çıkıp akşamları yine aynı saatte dön
düğü bu evde ihtimal pansiyonerdir. Bulunduğum yerden onu rahat
lıkla izleyebilirim, o ise beni asla görmez, bazı akşamüstleri, ki bun
lar hafta sonlarıdır genellikle, terasta güneşlenir ya da saçlarını fır
çalayıp umursamazca kıllarını aşağıya bırakıverir. Fonda bir zaman
lar beyaz olan çamaşırların gri görüntüsü, önünde nazlı nazlı saçını
fırçalayan, zaman zaman da eğilip kendi bedenini dikkatle inceleyen
siyahlı kadın penceremin dışındaki dünyayı oluşturur. Ellerini koltu
ğunun altına sıkıştırıp kollarını kavuşturduğunda, bir sevgiliye sarıl
dığını sanır, birini beklediğini düşünürüm, öyle olmasa yüzünde o
gülücüğün ne işi olabilir? Her şeyden önce onun yalnızlığına, sakinli
ğine imrenirim, onu sarsmalı derim, onunla konuşmalı, öyle hava
dan sudan konuşup sesini duymak isterim. Böyle günler benim kıpır
kıpır olduğum günlerdi; bunun dışında onu suçlar, yargılar, o pis çar
şafların üzerinde uyuduğunu düşler, ondan iğrenirim, yaşadığı meka
na yakışıyor, daha da beter olsun derim. O tüm bunlardan habersiz
yine salınır durur, yine fırçalar ve yine kıllarını aşağıya bırakıverir,
bense ruh halime göre onu hoşgörür ya da nefret ederim. Pencere
min dışında vazgeçilmez bir görüntüden ibarettir.
KEDİ :
Kentin b u yakasında tüm ara sokaklar, küçük kırıntılar için çöp
kovalarının etrafında dolaşan hemcinslerimle doludur, öyle sıradan
kara bir kediyim ben, gün gelir bir kırıntı bile bulamaz ortalıkta dört
dönerim. (Yine de diğerlerinden farklıyım biraz, onlar o sokak se
nin bu sokak benim dolaşırken ben sokağımdan ayrılmam, alışkan
lıklarıma bağlıyımdır, kolay kolay değişemem. E ne yaparsınız bura
da bu bidonun dibinde doğmuşum, burada büyüyüp serpildim, ilk
159
160 Neşe Cebiz
KADIN:
Terastayım yine. Tüm kent buyruğumda benim. Buradan hepsini
idare ediyorum, suskunluğum bittiğinde tümüne seslenip uyaraca
ğım onları " Ey zavallılar, hepiniz kulumsunuz benim, ben olmadan
yaşayamazsınız " diyeceğim. Ne yazık farkında değiller, sessiz sakin
yürüyüp gidiyorlar, bazen biri kaldırıp başını yukarıya doğru kıs
kanç gözlerle bakıyor, sonra nazikçe eğilerek selam verip çekiliyor.
Hoşlanmadıysam gözlerimle o anda yok ediyorum, diğerlerine pek
iliştiğim yok, sevdiklerim ise sevildiklerinin farkında değiller. Konu
mum nedeniyle öyle herkese yüzümü göstermiyorum, etkinliğimi
kaybetmemek için bu gerekli. Hiçbir konuda onlara yardımcı olmu
yorum, ne halleri varsa görsünler diyorum, didinip boğuşsunlar, ye
ter ki bana ilişmesinler, gereksiz sorularla içimi dışımı didiklemeye
çalışmasınlar. Oysa onlar çoğunlukla ilgisiz ve onlar için burada ol
duğumun, dur desem dünyanın duracağının ayrımında değil gibi
davranırlar. Bana karşı davranışları pek hoş değil anlayacağınız, di
yeceğim şu; böylesine rahat ellerini ceplerine sokarak geçip gitmele
rini onların bayağılıklarına verip affediyorum ya da pekala biliyo
rum ki erişemeyecekleri için benden uzak duruyor çoğu ve görmez
likten geliyor. Her neyse şimdi içeri girmeliyim, duvarın dibindeki
şu uğursuz kediyi görmeye dayanamıyorum nedense, içeri girip bu
run hücrelerim iğrenç rutubet kokusuyla karşılaştığında dünya ve
içindekiler avuçlarımdan kayıp gidecekler. Bu batak kentin yıkık
dökük pansiyon odası tüm düşlerimi altüst ediyor. Dışarıdaki kara
kedi de cabası, sokakta uzağından geçtiğim, görünce bir tuhaf oldu
ğum varlık, ben içerde rutubet kokuları içinde, o duvarın dibinde
iken pek aldırmadığım pis kedicik. Ama yanından geçmeyegörün,
dik dik bakıyor alacalı gözleriyle, durup dururken üzerime atlayacak
sandığımdan görmemiş gibi yapıyorum, acele acele uzaklaşıyorum
162 Neşe Cebiz
YAZAR:
Bu sabah terasta az kaldı. Kara kedi köşesinde uyukluyor, o ka
dın da kirli çarşaflarının üzerinde uyuyor olmalı. Kapı sesiyle sıçra
yıp kalktım. Bilmem ne diye kapı vurulduğunda telaşlanırım hep, ka
pım da öylesine sık çalınır ki, bütün gün sıçrayıp dururum ben de.
Ve açtım, yine geldiler. Kimse yalnız kalmak istemiyor. Sabah kah
vesine gelen komşular bunlar. Tabakta bütün bir kek, yiyip içip siga
ralar yanacak, sonra ordan burdan konuş dur, arkalarında bir kapka
cak dağı bırakıp gidecekler. Şikayet ettiğim sanılmasın; ben de onlar
sız yapamam pek, onlar çıkıp gidince şömineye birkaç odun atıp
günlüğümü elime alır, karşısına kurulup oturur, olanı biteni yazarım.
Yazmayı öğrendiğimden beri günlük tutarım ben. O gün günlüğe
yazmaya değer bir şey çıkmadıysa kötü bir gün sayılır, o zaman
Yazar, Kadın ve Kedi 163
KEDİ:
Artık yeter bu hayattan bıktım. Yer değiştirmeye kararlıyım. Bu
nu düşünmem bile canlanmama neden oldu, bir daha bu Allahın be
lası çöplüğe dönmeyeceğim, yakınından bile geçmeyeceğim. Birden
bire nasıl oldu bilmem, kimsenin benimle ilgilenmiyor olması canı
ma tak etti, artık başka kapıya dedim kendime, ömrünü burada tü
ke�mek yok. En azından yeni bir eş bulmalıyım, hepsi o beyazı ka
dar vefasız olmayabilir değil mi? Bu düşüncenin beni nereye götüre
ceğini bilmiyor, kafa yormuyorum, başı boş köpeklerin oyuncağı ol
dum son zamanlarda. Yeni bir çöplük bile beni pekala tatmin edebi
lir, hiç değilse avutabilir öyle ya!.. Arkadaş edinmeli, insanlara hoş
görünmeliyim, bacaklarına sürünüp yalvaran gözlerle bakmalıyım
164 Neşe Cebiz
mız bir kedi böyle olabilirmiş demek. Güç olacak belki ama üstesin
den geleceğim . . . Şimdi bir el uzansa, uzanıp içeri alsa, aç midemi do
yursa, ah şu açlık olmasa!..
KADIN:
Saat öğlene yaklaşmış, nasıl da uyumuşum, sanki yüzyıllardır uyu
yorum. Bir şeyler yemeliyim. Bunca yıldır kendime çok iyi baktım,
her hafta başı kuaföre, ayda bir de cilt bakımına giderdim. Son za
manlarda hepsini bıraktım, o geldiğinde beni her halimle beğenecek
tir nasılsa, bunun için tasalanmıyorum pek. Bir süre daha burada ka
lıp beklemeyi sürdüreceğim, kimse beklememi engelleyemez, o yal
nızca ben beklediğim için gelecek. O gün tüm insanlara tutsaklığınız
bitti artık serbestsiniz deyip, onları uzaktan idare etmeyi bırakaca
ğım. Neden mi? Hiçbirini tanımıyorum da ondan, onlar benimle ilgi
li şeylere kayıtsız ben de onlara; ama bana bağımlılar yine de ... öte
kilere benzemez beklenen, bir kere önemli biridir, cesurdur, atılgan
dır, inançlıdır, ciddi ve çok bakımlıdır, anlatmaya sözcükler yetmez,
bambaşkadır o. Şu odanın, şu pis komodinin, yerdeki kırıntıların far
kında değilim sanmasın kimse, hele hele madamın kirli çamaşırlarını
görmüyor muyum sanıyorsunuz!.. Başka yolu yok, bu kadar kazanıp
bu kadar yaşıyorum işte, hem sonra geçiciyim burada, aldırmıyorum
eşyalara. Batıl inançlarım nedeniyle ne başka iş, ne de ev aradım, işe
girerken tavşan bacağından atladım ayrılırsam uğuru bozulur, mada
mınsa ölümcül hastalığı var, bu durumda bırakırsam felaketler peşi
mi bırakmaz, yerdeki kırıntıları taşıyan karıncaların uğurunu da ya
bana atmamalı hani. Olumsuz tek şey var; o da sokaktaki kara kedi,
ona bakmadığım sürece korunmuş oluyorum, dökülen saçlarımı so
kağa bırakıp evde huzurumun kaçmasını engelliyorum, tırnaklarımı
hiç kesmeyerek de şeytanı odama yaklaştırmıyorum. Bunlara çok
dikkat ederim ben, başka da bir şey gelmez elimden.
Çayın suyu tıkırdarken birtakım mırıltılar duydum, yalvaran bir
kedi sesi bu. Terasa kadar çıkmış olmasınlar sakın, kapı kapalı nasıl
sa, aldırmamalı ...
KEDİ:
Aç acına da olsa iyi bir uyku çekmiştim, hafif bir süt kokusuyla
uyandım. Yanında kızarmış ekmek ve sosis kokusu da cabası. Mi
dem isyan ediyor, gırtlağım yutacak bir şeyler istiyor. Dışarı çıksam
mahrum kaldığım kokuları düşünerek kahrolacağım. Ne leziz şeyler
dir kim bilir? .. Kendi kendime söyleniyorum, insanlar buna miyavla-
1 66 Neşe Cehiz
KADIN:
Miyavlama şiddetlenince dayanamadım, terasa bakındım; yok. Ba
zen bahar aylarında terasa kadar uzanabilenleri olurdu, bu tür dört
bacaklılardan hiç hoşlanmadığım için, kapıyı sıkıca kapar, sinekliğin
arkasından pıst pıst diyerek kovalamaya çalışırdım. Bir süre daha
arandım, ses oldukça yakından geliyordu. Korka korka sütü indirip
sosisleri tencereye attım. Miyavlama giderek şiddetleniyordu. Artık
nereden geldiği belli, kapının önünde o mahluk. Kapıyı açıp kovala
sam mı? Ya kızıp üzerime atlar, ya yüzümü tırmalarsa, ellerimi par
çalarsa diye düşünürken onu pantermiş; gibi algılayıp ürkmüştüm.
Madam şimdi çıkmıştır, yardım edecek kimse de yok, gelgelelim bu
acıklı, ağlayan sese dayanmak kolay değil. Sütten bir iki yudum al
dım, korkudan ellerim titriyor. Ne yapmalı. Aç mı acaba? Yerime
oturamıyor, kapı önünde bekliyorum. Ellerim kapıya gidip geliyor.
Dayanamıyorum. Ve açtım. Oradaydı paspasın üzerinde, simsiyah
bir kedi, çaresiz gözlerle bana bakıyor. Ellerimi uzatsam mı? Çaresiz
gözlerle bana bakıyor, ellerimi uzatıyorum, onu tutabiliyorum, evet,
tutabiliyorum! ..
Yazar, Kadın ve Kedi 1 67
YAZAR:
Terasta bir canlılık fark ediliyor son günlerde. Siyah saçlı kadı
nın kara bir kedi var kucağında. Geçen gün, yağmurla güneşin ne za
man geleceği belli olmayan bu kentte güneşli saatler yakalamış kedi
yi yıkıyordu. Hayvan ıslanınca çok çirkin bir mahlfik oldu. Kadın
onu havlularla kuruladı, kim bilir belki aynı havluyla kendisi de ku
rulanıyordur! .. İçeri gidip kayboldular. Şu anki gibi yapacak işim ol
madığında terasla çok ilgiliyim ama izlence kısa sürdü ne yazık ki ! . .
KADIN:
Onu yıkayıp pakladım. Pırıl pırıl oldu. İlk kez bir hayvanla bu
denli haşır neşirim. Nasıl olduğunu anlayamadan ona bağlanıver
dim birden, zavallıcık açlıktan bir deri bir kemik kalmıştı. Onu besli
yor temizliyorum, yanımdan hiç ayrılmıyor. Bağlanmamak için çiçek
bile yetiştinniyordum oysa, o geldiğinde hemen çıkıp gidebilmekti
amacım, yoksa ona dur bir dakika, çiçeklerimi sulayıp madama tes
lim edeyim, bekle, demek gerekirdi. Tam gidecekken. Ya beklemez
se, birkaç çiçek için zaman harcayamam derse? İşte bunları düşüne
rek beni bağlayacak bir şey yapmadım, ne duvara bir fotoğraf astım,
ne de çekmecelere tam olarak yerleştim. Valizim divanın altında,
giysilerim katlanmış, hazırdım hep, her an uzun bir yolculuğa çıka
cakmışçasına. Peki ya bu zavallıcık, onu nasıl bırakacağım? ..
KEDİ:
Bana gitgide bağlanıyor. Her zaman temiz, her zaman tokum.
Rahatlık iyi hoş ama o kadar bağımlıyım ki! .. Çaba gösterecek ne
den yok, en ufak bir emek harcamak yok, rahatlığın böylesi fazla
geldi galiba. Tüylerimi parlatmaya bile üşeniyorum, gerek de yok
zaten şampuanlanıyorlar! .. O ise korku ve tedirginliklerini attı, beni
okşayıp seviyor, ben de onun peşinden ayrılmayarak, yıhşıp acındı
rarak hakkını ödüyorum, amacıma ulaştım, rahat yaşamanın yolunu
buldum. Her an dolu bir mide, sıcak yuva, sevgi, şefkat hepsi verildi
bana, ama ölesiye sıkılıyorum. Nasılsa dışarı bırakır sonunda, diye
rek bekliyorum. Bu görünümümle sokağa çıksam hemen etrafımı
çevirirler hain erkekler, yanaşır beni cezbetmeye çalışırlar; bense bu
sokağın kedilerine asla yüz vermez, doğru iyi cins kedilerin bulundu
ğu sokakları arşınlarım. Hey gidi günler hey, bu güzellikle sokakta
nasıl da hava atılır ...
168 Neşe Cehiz
KADIN:
Adını " Sabah " koydum. Nefis bir varlık oldu, artık onsuz yapa
mam. Beni bırakıp gideceğini düşünüp çıldırıyorum. Dış kapıyı ve
teras kapısını kapalı tutuyorum hep. Artık bürodaki işimi seviyorum,
gündüzleri onu evde yalnız bırakmaksa beni çok üzüyor, bütün gün
aklım onda. Öyle güzelleşti ki ! . . Yalnız dişi olması fena, çiftleşme za
manı gelince çıldıracak, belki kaçıp gidecek. Bir çare bulmalıyım.
Varlığıyla kendimi buldum, yine giyinip süsleniyorum, yeniden arka
daş ediniyorum. Onun gelip gelmemesi bile önemini yitirdi, valizde
ki giysileri yeniden dolaba yerleştirdim, valizin içini döşeyip Sabah'a
yatak yaptım. Eve geldiğimde kucağıma atlayıp sevgisini gösteriyor,
geceleri kimi zaman yanıma atlıyor, sıcak vücuduna dokunup ısını
yorum. Bozuk musluk onarıldı, kendime özel çarşaflar aldım, odama
bakıp temizliyorum, yaşamımdan hoşnutum. O ise yine ortalarda
yok, zaten bunca yıldır neredeydi, artık beklemiyorum.
KEDİ:
Bu birliktelik köleliğe dönüştü, bu yiyecekler, bu ortam ... İstemi
yorum bunları. Düşlerim yıkıldı, beni salıvermeyecek anlaşılan, bu
rada ölüp gidecek miyim yoksa? Beni hiç sokağa çıkarmadı, öyle öz
ledim ki? .. Bunalıyorum, bu işin tadı kaçtı, daracık odada her yer ez
berimde, günler aylar geçiyor, boynumdaki şu saçma mavi boncuk
ve hantallaşmış bedenimle anlamsız buluyorum kendimi, şimdi eski
çöplüğüme razıyım, o duvar dibini ne çok özledim. Hani sevgilim
olacaktı? O sokak senin, bu sokak benim dolaşacaktım?K�hretsin! ..
Sıcak bir gece uğruna özgürlüğümden oldum, bir yolunu bulsam he
men kaçacağım, o kadınsa elinden gelse beni bağlayacak.
YAZAR:
Şu çöp yığınının simgesi kara kedinin yerinde yeller esiyor. Kış
bitti çoktan, günlüğüm kabarıklaştı, işin doğrusu biraz da sıkıldım bu
işten. Odamdan arka sokağı, arka sokaktaki o eski binanın siyah saç
lı teras görüntüsünü izlemek çekmiyor beni, günlüğüm de öyle. Yaz
mak, incelemek güzel ama şu günlerde önemsizleşti, çevremi dinleye
dinleye tükettim, yeni şeyler çıkmıyor artık, giderek çoğu aynılaşma
ya başlıyor. Son zamanlarda koyu bıkkınlık içindeyim. Gözüm yine
de sokağa takılıyor ara sıra. Kadın binadan çıkıyor, omuzuna koca
man bir çanta asmış bu kez. Hayrola . . .
Yazar, Kadın ve Kedi 169
KADIN :
Onu iş yerime götürmeye karar verdim; önce izin alıp sonra da
büyükçe bir çanta edindim, iki tarafında ve yanlarda şeffaf bölmeleri
olan, içine rahatlıkla sığabileceği türden, hem çevreyi görebiliyor,
hem de biraz olsun hareket edebiliyor. İkimiz için de en iyi yolu bul
muş oldum, içim rahat.
KEDİ :
Artık b u kadarı fazla, b u kez de bütün g ü n çanta içine hapsedili
yorum, verdiği bir iki lokma ona bu hakkı vermeli mi? Minnettarlı
ğım nefrete dönüştü birden, hep kaçmayı düşünüyorum. Ah bir ka
çıp kurtulsam açlığa da, soğuğa da razıyım...
KADIN:
Bugün onu veterinere götürüp kısırlaştırdım, güvencede artık,
baharda rahat edecek; onun için neler yaptım, hakkını yememeli, öy
lesine asil ki kıymetini biliyor, kuzu kuzu çantada oturuyor, tombul
kedim benim ! . .
KEDİ:
Olamaz, bilmediğim işlemlere maruz kaldım, bir yerlerimi kesip
diktiler, çok canım yandı. Bana bir şey sorulmuyor. Ne olacak benim
sonum? ..
(Kadının yaşama amacı olmuştu şu hayvan, onunla uyuyor, onun
la uyanıyor, artık kimseyi beklemiyor. Kendisine güveni tam, gitse
gitse o iş için giderdi, kısırlaştırdığından o olasılık da ortadan kalktı.
Onu biraz olsun serbest bırakabilirdi bundan böyle. Teras tarafının
kapısını açtı. Hayvancık bugün biraz dolaşsındı. Kediyi terasa salı
verdi. Mutfağa girdi, ona aldığı ciğerleri pişiriyor. Hayvan güneşle
necek, sonra karnını doyuracak, sonra da çantasına atıp sahil kahve
lerinden birine gidip oturacaklar. Kendisine bir çay söyleyecek, o ça
yını yudumlarken kedi çantadan munis gözlerle ona bakacak, gar
sonlarla kedi hakkında sohbet edecek, şarkılar mırıldanarak ciğeri
alt üst ediyor.
Kedi ise bunaldığı ortamdan çıkmanın aşırı keyfi ile ve çanta için
deki yaşantısının darlığından kurulmuş teras macerasının tadını çı
karmaya çalışıyor, şöyle rahatça gezebilmenin mutluluğunu yaşıyor.
Bir sıçrayışta kenarlığa çıktı. Aşağıda eski yerini ve anılarını gördü.
Birkaç yeni kedi duvarına tünemişti. Ne kısır olduğunu biliyor, ne de
bu yerin çok yüksek olduğunun farkında. Anılar ve özlemlerle yüklü
170 Neşe Cehiz
YAZAR:
Kaldırımın ortasına siyah bir kedi yapışmış yatıyor. Yaşlı bir bay
bir süre durup seyrettikten sonra bastonuyla kenara doğru itekledi.
Birkaç sokak çocuğu daha sonra kediyi fark etti, bacaklarından tu
tup cumburlop yakındaki çöpe attılar, çok eğlenmişlerdi. Kapıcılar
dan biri biraz önce bir kova çöpü üzerine boca etti.
(Kadın omuzlan düşük içeri girdi. Sessiz sakin valizini topladı.
Birkaç parça eşyasını denk yaptı. Masanın üzerine madama borcunu
bıraktı. Ciğer tabağı terasta, yerde, gri çarşafların dibinde duruyor.
Kadının görüntüsü aynada asılı kalmış, saçlarını fırlayıp acı acı gü
lümsüyor, kimseye hoşça kal demeden merdivenleri yavaşça inip bi
nadan ayrıldı.)
YAZAR:
O kadını terasta hiç görmüyorum artık, yolda belediye çalışıyor,
sokağı genişletme çabasındalar, kaldırımlar, duvarlar yıkıldı, büyük
kamyonlar artıkları toparlıyor. İşçilerden biri eliyle burnunu kapatı
yor, ağır bir leş kokusunu duymak istemiyor olmalı. Birkaç gün son
ra eski binayı yıktılar. Bense günlükten ve gürültüden uzaklaşmalıy
dım. Giderken günlüğü yıkıntıların içine fırlatıp attım. Yeni ve ay
dınlık başka bir sokağa taşı ndım. Huyum kurusun yeni sokağım için
·
bir de yeni defter aldım.
KISA BİYOGRAFİLER
Abasıyanık, Sait Faik (1906-1954). Türk yazınında öykü türünün akla gelen ilk
adı ve en önemli Türk öykücüsü. Fethi Naci'nin deyişiyle, " gelmiş geçmiş en bü
yük hikayecimiz " . "Varlık" dergisinde yayımladığı öyküleriyle ( 1 934) öykü sana
tımıza yenilikçi bir yol açmıştı. Klasik öykü kalıplarının ve anlayışının büsbütün
değiştirilmesine öncülük etti. Öykülerinde bir konu ya da olaydan çok. bir küçük
yaşantı parçasını, bir kişilik özelliğini ya da bir durumun şiirsel etkilerini çıkış
noktası olarak aldı. Bu seçimi ona benzersiz bir anlatım zenginliği sağladı. Kapalı
mekanların değil, dış dünyanın, doğanın ve özgür yaşantıların öykücüsü oldu. Sı
radan insanların iç dünyalarını, yaşantılarındaki gizli kalmış zenginlikleri, tabii il
kin denizi, Burgaz adayı, balıkçıları, kırları, hayvanları, kent yaşamının ayrıntıla
rını dile getirdi. Sait Faik denince akla ilk gelen özelliklerinden biri de, bütün bu
yaşantıları benzersiz bir hümanizmin ışığında almasıdır. 1953'te ABD'deki Mark
Twain Cemiyeti'ne üye seçildi. Yapıtları: Semaver (l936), Sarnıç ( 1939), Şahmer
dan ( 1 940), Lüzumsuz Adam (1948). Mahalle Kahvesi (1 950), Havada Bulut
(1951), Kumpanya (195 1 ), Havuz Başı (1952), Son Kuş/ar (l952), Alemdağda ar
Bir Yılan ( 1 954), Az Şekerli (1954), Tüneldeki Çocuk ( 1 955), Mahkeme Kapısı
( 1 956). Ayrıca Medar-ı Maişet Motoru ( 1 944; Birtakım insanlar adıyla, 1 952),
Kayıp Aranıyor ( 1 953) adlı iki romanı ile Şimdi Sevişme Vakti ( 1 953) adlı bir şi
ir kitabı da vardır.
Akbal, Oktay (1923). Öykü ve roman yazarlığının yanı sıra, 1956'da " Vatan" ga
zetesinde başladığı günlük köşe yazarlığını. " Barış" ve " Cumhuriyet " gazetelerin
den sonra şimdilerde "Milliyet" gazetesinde sürdürüyor. Savaşın yarattığı etkiler
altında sıkışıp kalan insanların yoksunluklarını, acılarını ele aldığı ilk öykü kitabı
Önce Ekmekler Bozuldu (1946) ilgiyle karşılandı. Sabahattin Ali ve Sait Faik et
kileri arasında kalan, ama kendine özgülüğü de koruyan öyküler yazdı. Sıkıntılı,
duygulu öykü kişileriyle yalın bir öykü atmosferi kurdu. Birbirine çok benzeyen
öykülerindeki bu sıkıntılı kişiyi oluşturmak için, çoğun kendisi ya da çevresindeki
gerçek kişilerden yararlandı. Şiirsel diliyle. Sait Faik'in izini süren bir öykücü ol
duğu belirtilebilir. Öykü kitapları: Aşksız insanlar (1949), Bizans Definesi
( 1 953), Bulutun Rengi (1954), Berber Aynası (1 959), Yalnızlık Bana Yasak
( 1 967), istinye Sulan ( 1 973), Hey Vapurlar, Trenler ( 1 98 1 ) , Lunapark (1983), Ey
Gece Kapını Üstüme Kapat ( 1 988). Romanları: Garipler Sokağı (1950), Suçumuz
insan Olmak ( 1 958), İnsan Bir Ormandır ( 1 975). Ayrıca çok sayıda deneme, gün
ce ve köşe yazılarından derlenmiş kitapları vardır.
171
172 Kısa Biyografi/er
başka tatlar getiren bir katkı oldu. Öykülerinde çok canlı, denebilir ki yer yer ay
kırı dil biçemi ile titiz bir ayrıntıcılık birbirini beslerken, özel bir Cihat Burak dili
ortaya çıkıyor.
Cehiz. Neşe ( 1 958). Günlük yaşamın bireyler üstündeki ağırlığına karşı koyan in
sanların dünyasını a.nlatıyor. Gözlemciliğini besleyen yaşantılara derinliğine so
kulmaya çalışıyor. ilk öykü kitabı, Evlilik Cüzdanlarını Buruşturan Öyküler
( 1 992).
Duru, Orhan (1933). İlk öykü kitabı Bırakılmış Biri ( 1 959) geniş yankı uyandırdı.
Toplumsal işlevi önde tutan başlangıç yıllarından sonra, yeni bir anlatım biçimine
yöneldi ve kara mizahtan, gerçeküstünden yararlandığı değişik öyküleriyle kendi
ne özgü bir öykü dünyası yarattı. Devrik tümcelerden yararlanan etkili, incelikli
bir dil kurdu. Öykücülüğümüzün girmediği dünyalara girdi, olağandışını yazınsal
laştırdı ve bu özellikleriyle başkalarına benzemez bir öykü dünyası yarattı. Son
döneminde gerçeküstünden bilim-kurguya doğru bir geçiş yaptığı görülüyor. Or
han Duru, öykü yazarlığının yanı sıra, uzun yıllardır gazeteci olarak da basın dün
yasının içinde bulunuyor. Denge Uzmanı ( 1 962), Ağır işçiler ( 1 974), Yoksullar
Geliyor ( 1 982), Şişe ( 1 989) öbür öykü kitaplarıdır.
Esendal, Memduh Şevket (1883-1952). Kısa öyküye, bir tür olarak Türk yazınına
girişinden sonra, ilk önemli sıçramasını gerçekleştiren yazar. Edebiyat-ı Cedide
yazarlarından sonra kısa öyküye çağcıl bir nitelik kazandıran Esendal, kendinden
sonra gelen yazarların da önünü açtı. İttihat ve Terakki üyeliğinden TBMM üyeli
ğine, elçilikten CHP genel sekreterliğine vanncaya dek çok yoğun siyasal çalış
malar içinde bulunan Esendal'ın asıl değeri, denebilir ki, ölümünden sonra anlaşı
labilmiştir. Bugünse, onun öykü yazınımızın en büyük adlarından biri olduğu söy
lenebilir. çok yalın, duru bir dille, az ve öz anlatma yolunu seçerek yazdığı kısacık
öykülerinin konularını daha çok günlük yaşamdan almıştır. Günlük yaşamın
önemsiz görünen ayrıntıları ve insan tipleri öykülerinin konusuna dönüşür. Kişi
lerinin kişilik özelliklerini onların davranışlarına ve konuşmalarına yüklemekte
çok başarılıdır . Bir diyalog ustasıdır. Bütün Eserleri 14 kitapta toplandı ( 1 983-
1 988). Romanları: Ayaşlı ve Kiracıları ( 1983), Vassaf Bey ( 1 983), Miras ( 1 988).
Öyküleri: Oılakçı ( 1 983), Mendil Altında ( 1 983), Sahan Külbastısı ( 1 983), Veysel
Çavuş ( 1 984), Bir Kucak Çiçek ( 1 984), İhtiyar Çilingir ( 1 984), Hava Parası
( 1 984), Bizim Nesibe ( 1 985). Kelepir ( 1 986), Gödeli Mehmet ( 1 988).
Kısa Biyografiler 1 73
Güntekin, Reşat Nuri ( 1 889-1 956). Çalıkuşu romanı ile hem yaygın biçimde ta
nındı, hem de Feride kişiliğinde, Anadolu aydın kadınını romana soktu. Kasaba
yaşantısı, insanları ve sorunlarıyla Anadolu gerçekliği, Reşat Nuri'nin başlıca an
latı nesnesini oluşturur. İnsancıl bir yaklaşım içinde, toplumsal sorunları enikonu
önde tutan bir yazar oldu. Dil bilinci ve Türkçe duygusunun yüksekliği özellikle
önemlidir. Konuşma dilinden yararlanan. yalın bir Türkçeyle yazdı. Yüz bir kısa
öyküsü var. Çağdaş öykücülüğümüzün erken ürünleri arasında yer alan bazı ba
şarısız örneklerin dışında, çok sayıda duygusal öykünün de aralarında bulunduğu,
içtenlikli ve başarılı öyküler yazdı. Öykü kitapları: Tanrı Misafiri ( 1 927), Sönmüş
Yıldızlar ( 1 927), Leyla ile Mecnun ( 1 928). Olağan İşler ( 1 930). Romanları: Çalı
kuşu ( 1 922), Gizli El ( 1 922), Damga ( 1 924), Dudaktan Kalbe ( 1 925), Akşam Gü
neşi ( 1 926), Bir Kadın Düşmanı ( 1 927), Yeşil Gece ( 1 928), Acımak ( 1 928), Yap
rak Dökümü ( 1 930), Kızılcık Dalları ( 1 932), Gökyüzü ( 1 935), Eski Hastalık
( 1 938), A teş Gecesi ( 1 942), Değirmen ( 1 944), Miskinler Tekkesi ( 1 946), Harabe
lerin Çiçeği ( 1 953), Kavak Yelleri ( 1 96 1 ) , Son Sığınak ( 1961 ) , Kan Davası ( 1 962).
Halikarnas Balıkçısı ( 1 886-1973). Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı. Bir öyküsün
de halkı savaş aleyhine kışkırttığı gerekçesiyle, İstiklal Mahkemesi' nce üç yıl
Bodrum'da kalebentliğe mahkum edildi ( 1 924). Bir buçuk yıl sonra cezası affa
uğrayınca da İstanbul'a dönmedi ve Bodrum'un antik çağdaki adı olan Halikar
nas'ı kendi adı olarak benimsedi. İlkin deniz konulu öyküler yazdı; deniz insanla
rını öykücülüğümüze taşıdı. Ölçüsüz bir coşku ve yer yer şiirsel bir anlatım diliyle
yazdı. Gelgelelim, öykü dilinde yabancı sözcükler, yapı bozuklukları pek çoktur.
Belki coşkun anlatım dilini denetleyemediği söylenebilir. Ege uygarlığının mito
logyasından da beslenen öyküleri, onun düşünürlüğünü yansıtan yazılarına çok
yakın düşer. Öykü kitapları: Ege Kıyılarında ( 1 939), Merhaba Akdeniz ( 1 947),
Ege 'nin Dibi ( 1 952), Yaşasın Deniz ( 1 954), Gülen Ada ( 1 957), Gençlik Denizle
rinde ( 1 973). Romanları: Aganta, Burina, Burinata ( 1 946), Ötelerin Çocuğu
( 1 956), Turgut Reis ( 1 966), Deniz Gurbetçileri ( 1 969). A}Tıca, Anadolu Efsane
leri ( 1 954) ve Anadolu Tanrıları ( 1 955) adlı inceleme kitapları vardır .
K., Tank Dursun ( 193 1 ) . -İlk yapıtlarında, sanayileşmenin hızlandığı bir dönem
içinde kalan Ege bölgesi insanlarını anlattı. Gençlik serüvenlerini, işçilerin, esnaf
ve küçük memurların yaşam kavgasını konu etti. Esendal ve Sait Faik çizgisine
sımsıkı bağlı, tipik bir " küçük insanlar" öykücüsüdür. Günlük yaşamın bütün ay
rıntıları onun için bir öykü konusudur. Yer yer tatlı bir mizahla örülüdür öyküle
ri. Kimi öykülerinde de halk hikayelerinden yararlanmıştır. Öykücülüğün yanı sı
ra, roman, senaryo dallarında da verimli bir yazar olarak görünmektedir: Öykü
kitapları: Hasangiller ( 1 955), Vezir Düşü ( 1 957), Güzel A vrat Otu ( 1 96 1 ) , Se v
mek Diye Bir Şey ( 1965), Yabanın Adamları ( 1 967), Bağrıyanık Ömer'le Güzel
Zeynep ( 1 972), Bahriyeli Çocuk ( 1 976), İmbatla Dol Kalbim 1 982), Ona Sevdiği
mi Söyle ( 1 983), Ömrüm Ömrüm ( 1 987). Başlıca romanları: Rıza Bey Aile Evi
( 1 957), İnsan Kurdu ( 1 959), Sabah Olmasın ( 1 967), Denizin Kanı ( 1 968), Kopuk
Takımı ( 1 969), Gün Döndü ( 1 974), Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbi
re Çöküşü ( 1 980), Alçaktan Uçan Güvercin ( 1 982), Kurşun Ata Ata Biter
( 1 983).
1 74 Kısa Biyografiler
Karasu, Bilge (1 930). Türk yazınının yenilikçi ustalarından, has bir yazın adamı.
Az yazıp seyrek yayımlayan, bununla birlikte yazacaklan ilgiyle beklenen, yaz
dıklarıysa yankılar yaratan bir yazar. Çok ince eleyip sıkı dokuyan bir yazar oldu
ğu için, geniş okur yığınlarına ulaşamayan, seçkinci bir tutumu olduğu söylenebi
lir. Bireyin iç sorunlannın çözümlenmesine adanmış bir yazınsal serüveni vardır.
Öykü yazınımızın özel ve özgün bir yazarı oluşu, yazınsal teknikleri büyük bir ba
şanyla kullanmasında, dahası, kendine özgü anlatım biçimleri geliştirmesindedir.
Öykü kitapları: Troya 'da Ölüm Vardı (1963), Uzun Sarmaş Bir Ganan Akşamı
(1970), Göçmüş Kediler Bahçesi (1 980), Kısmet Büfesi (1982). Romanları: Gece
(1985), Kılavuz ( 1990).
Kutlar, Onat (1936). 1959'da yayımlanan ilk ve tek öykü kitabı ishak ile öykü ya
zınımızda yer etti. Sonradan öyküyü sürdürmemesine karşın, bu tek kitabıyla bu
gün de otuz yıl önceki ilgiyi görüyor. Masalsı, yer yer gerçeküstü, gizemli, bazen
ç ocuk gözünden anlatılan bu öyküler, son derece titiz bir işçiliğin ürünüdürler.
İmgeli, şiirsel ve yalın bir dil kullanışıyla da dikkat çekti. Tek kitabı ve kitaptaki
dokuz öyküsüyle öykü yazınımızın en seçkin köşelerinden birinde duruyor. Ayn
ca Pera/ı Bir Aşk İçin Divan (1981) adlı bir şiir kitabı ile öykü tadında yazılmış
denemelerini içeren Yeter ki Kararmasın . ( 1 984) ve Bahar İsyancıdır (I 986) adlı
..
kitapları yayımlandı.
okunması ilgi çekicidir. Bütün Eserleri dizisinde .Yayımlanan öykü kitapları: Ef
ruz Bey, Kahramanlar, Bomba, Harem, Yüksek Okçeler, Kurumuş Ağaçlar, Yal
nız Efe, Falaka, Aşk Dalgası, Beyaz Lale. Gizli Mabed.
Öz, Erdal (1935). Başlangıçta çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan şiir, öykü
ve eleştiri yazılarıyla tanındı. 1 960'da Yorgunlar adlı öykü kitabıyla Odalarda
adlı romanı yayımlandı. 1970'lerin genç devrimcilerini konu eden öykülerine yer
verdiği Kanayan (1973) ve siyasal bir roman olarak nitelenebilecek Yaralısın
(1974) ile ilgi topladı. Sıcak ve etkili anlatımı, canlı kişileriyle başarılı bulundu.
1 987'de ikinci öykü kitabı Havada Kar Sesi Var yayımlandı. Tutukluluk günle
rindeki ortak yaşantıları içinde tanıdığı Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf
Aslan'ın 12 Mart darbesi öncesi ve sonrasındaki yaşamlarını içeren Deniz Gez
miş Anlatıyor (l 976) adlı anı kitabını daha sonra Gülünün Solduğu Akşa� adıy
la, yeni bir biçimde yazdı.
Sabahattin Ali ( 1 907- 1948). Yazarlığı, yaşamı ve trajik sonuyla Türk yazınının
unutulmayacak adlarındandır. Yazıları ve şiirlerinden ötürü dönemin yöneticileri
tarafından kara listeye alınıp iki kez hapse mahkum oldu. Sonunda Kırklareli'de
Bulgaristan sınırı dolaylarında öldürüldü. Ölümü bala bütünüyle aydınlanmış de
ğil. Art arda yayımlanan şiirleri, öyküleri ve romanlarıyla etkili bir yazar oldu.
Ö ncelikle öykücüdür ve Türk yazınında kendisinden sonra gelen yazarları olduk
ça etkilemiş, bir " Sabahattin Ali çizgisi "nden söz edilmesine yol açmıştır. Yüksek
gözlem gücüyle yazdığı öykülerinde, Anadolu kasabalarından süzülen konularını
toplumcu düşünceleri doğrultusunda işledi. Romanları da ilgiyle okunmaktadır.
Öykü kitapları: Değirmen (1935), Kağnı ( 1 936), Ses ( 1 937), Yeni Dünya
( 1 943), Sırça Köşk ( 1 947). Romanları: Kuyucaklı Yusuf (1937), içimizdeki Şey
tan ( 1 940), Kürk Mantolu Madonna (l 943). Şiirleri: Dağlar ve Rüzgar ( 1934 ).
Taner, Haldun ( l 915- 1 986). Bireyler arası ilişkileri konu alan incelikli gözlemle
re dayalı, yergi ve ironi temelindeki öyküleriyle tanındı. Büyük kent yaşamı için
deki kişilerin kültürsüzlüklerini ve uyumsuzluklarını işledi. Kısa öykünün ustala
rındandı. Kişilerinin iç dünyalarını ve kimliklerini kendi konuşmalarına yükle
mekte çok başarılı oldu. Canlı, üretken, çoğul bir mizah dili oluşturdu. Öyküle
rindeki yaklaşımıyla, denebilir ki, yazınsal bir mizah felsefesi kurdu. Onu, Türk
yazınındaki geleneksel mizah öykücülüğünün dışında tutmak doğru olur. Öykü
kitapları: Yaşasın Demokrasi (1949), Tus ( 1 951), Şişhaneye Yağmur Yağıyordu
( 1 953), Ayışığında Ça/ışkur (1954), On ikiye Bir Var (1954), Konçina/ar ( 1 967),
Sancho 'nun Sabah Yürüyüşü ( 1 969), Yalıda Sabah (1983). Öyküleri yanı sıra, Fa
zilet Eczanesi ( 1 960), Keşanlı Ali Destanı ( 1 964), Gözlerimi Kaparım Vazifemi
Yaparım ( 1 964), Sersem Kocanın Kurnaz Karısı (197 1 ) gibi çok tanınmışların da
öncelikle sayılabileceği çok sayıda oyun yazdı.
ve Siyah � ır. Bu iki romanıyla, Edebiyat-ı Cedide'nin yapay dili dışına çıkarak, ya
lın bir dil arayışına yöneldi. Gene de romanlarında sınırlı yaşantıların kabuğunu
kıramadığı söylenebilir. Çağdaş öykücülüğümUzün ilk örnekleri arasında yer alan
öykülerinde ise, yaşantı çevresini genişleten bir tutum alarak, sıradan ve yoksul
insanları konu ettiği görülür. Selim İleri onun öykücülüğünü şöyle saptıyor: "Ha
lit Ziya'yı çağının egemen anlayışına boyun eğmiş, ama incelikten yana bir edebi
yatın gelişmesi için didinmiş bir öykücü olarak görebiliriz. Baskı yönetimiyle
uyuşmak zorunda kalışı, yazarı, çağının topl�sal gerçekleriyle hesaplaşmaktan
engellemiştir. Buna karşılık kimi öykülerinde insani duyguları, insanın bireysel
açıdan yüceldiği anlan çok ustaca yansıtmıştır. " Öykü kitapları: Bir Yazın Tarihi
( 1 900), Solgun Demet ( 1901), Bir Şi'r-i Hayal ( 1 914), Sepette Bulunmuş ( 1 920),
Bir Hikaye-i Sevda ( 1 922), Hepsinden Acı ( 1 934), Aşka Dair (1 936), Onu Bek
lerken ( 1 935), İhtiyar Dost ( 1 937), Kadın Pençesi ( 1 939), lzmir HiUye/eri
( 1 950). Romanları: Nemide (1 892), Bir Ölünün Defteri ( 1 892), Ferdi ve Şürekası
( 1 896), Mai ve Siyah ( 1 897), Aşk-ı Memnu ( 1 900) , Kırık Hayatlar ( 1 924).
Yaşar Kemal ( 1 922). Türk yazınının en büyük yazarlarından biri olduğunda he
men herkes birleşiyor. İlkgençlik yıllarında kırk çeşit işte çalıştı ve bu yıllarında
Güney Anadolu (Çukurova) bölgesine ilişkin gözlemlerde bulundu. Bu gözlemle
ri, sonradan bütün yapıtlarına yansıdı. " Cumhuriyet" gazetesinde yayımladığı rö
portajları büyük ilgi gördü. Röportajlarında kullandığı Çukurova gerçekliğini da
ha sonra öykülerine yansıttı. İlkin Sarı Sıcak ( 1 952), sonra Bütün Hikayeler
( 1 969) adlı kitaplarında topladığı bu öykülerinde de çok başarılı oldu. Ama kuş
kusuz, Yaşar Kemal bir romancıdır. İnce Memed ( 1 955) ile başlayan ünü, yurt dı
şında en çok tanınan yazarımız olmaya dek varmıştır. Çukurova bölgesinde kapi
talist üretimin egemenliğini adım adım kurmaya başladığı bir dönemin sorunları
romanlarının başlıca çıkış noktasıdır. Köylüler, ağalar, eşkıyalar, gençler, yaşlılar,
erkek ve kadınlar, yiğitler ve korkaklar, çocuklar, aşklar ve ayrılıklar, jandarma
ve bürokratlar, dağlar ve ovalar, ırmaklar, gündüz ve gece ... ve destansı bir yazın
için akla gelebilecek her türlü yaşam gereci, Yaşar Kemal'in yazınsal gereçleridir.
Az sayıdaki öyküsü de aynı dünyadan kesitler getirir. Başlıca romanları: Teneke
( 1 955), Orta Direk ( 1 960), Yer Demir Gök Bakır ( 1 963), Ölmez Otu ( 1 969).
Demirciler Çarşısı Cinayeti ( 1 974), Yusufçuk Yusuf ( 1 975), Yılanı Öldürseler
( 1 976), Al Gözüm Seyreyle Salih ( 1 976), Deniz Küstü ( 1 978). Kimsecik (1 980),
Kale Kapısı ( 1985), Kanın Sesi ( 1 99 1 ) .
l ',18
İçindekiler 1 79
TARIK DURSUN K. ( 1 93 1 )
Altın Arı 107
ERDAL ÖZ (1935)
Güvercin 120
NEŞE CEHİZ
Yazar, Kadın ve Kedi 1 59
1 78
İçindekiler 179
ERDAL Ö Z (1935)
Güvercin 120
NEŞE CEHİZ
Yazar, Kadın ve Kedi 1 59
KISA BİYOGRAFİLER 1 71