You are on page 1of 493

--

••

___iitercirn
'
•• • •
oun
ABDÜLKERİM EL-CÎLÎ, K utbuddin Abdulkerim b. İbrahim b. Abdulkerim el-C îlî (Gilanî, G eyla-
nı ve Cilanı olarak da anılır), H .767 yılında İran'ın Cilan kasabasında, bir başka rivayete göre de
Bağdat yakınlarındaki Cîl kasabasında doğdu. Yaklaşık 20 yaşlarında seyahate başlayan C îlî, H in­
distan'a gitm iş, oradan da A rap Yarım adasına yönelm iştir. Eserlerinde "Şeyhim " diyerek saygıy­
la zikrettiği sufi İsmail el-C eberîtî ile Yem en'in Zebid şehrinde tanışmıştır. Ölüm tarihi ve yeri
hakkında bir kaç rivayet olm akla birlikte, Zebid şehrinde 826 veya 832 yılında olm ası kuvvetle
m uhtem eldir, tslam i ilim ler yanında harf ilm i, felek ilm i, Yunan ilim leri ve Coğrafyayı da çok iyi
bildiğini eserlerinden anlam am ız m üm kündür. C îlî'nin eserlerinin önem li bir kısm ı günüm üze
ulaşm am ıştır. Elim ize ulaşan eserlerinden bazıları şunlardır: el-lnsânii'l-Kâm il fi ıııa'rifeti'Tevahir
ve’l-evail, el-Kehfii ve'r-rakim fi şerhi bismillahirrahm anirrahim , eTKem âlâtii'l-llâhiyye fi's-sıfâti'l-M ıı-
ham m ediyye, Şerlin m iişkilâti'l-Futûhâli'l-M ekkiyye, M enâziru'l-llâhiyye, En-NamusııT-A'zam ve'l-Ka-
ınıısu'l-Akdem, M erâtibıı'l-V iicıid

A BD Ü LA ZlZ M EC D l TO LU N , B alıkesir'in O kçukara m ahallesinde 1865 yılında doğdu. Dayısı


Yahya N efi E fen di'd en özel olarak islam i ilim leri okuyup icazet aldı. 1884 yılında R üşdiye M ek­
tebine ikinci m uallim olarak tayin edildi. G örevli olarak önce Şam 'a, sonra G irit'e gitti. G irit'te
yayım lanan H akikat gazetesinde ed ebi m akaleler yazdı. İkinci M eşrutiyetten sonra yapılan ilk
seçim lerde ve 1920'deki IV. D önem olm ak üzere iki defa m ebus oldu. Cum huriyetten sonra hiç
bir resm i görevi kabu l etm edi; evinde özel olarak d in î ve tasavvufî sohbetler verdi. Soyadı kanu­
nundan sonra "T o lu n " soyadını alan A bdulaziz M ecdi Efendi 1941 yılında İstanbul'da vefat et­
ti. Ö nem li bazı eserleri şunlardır: İnsan-ı Kâm il (Tam am lanm am ış bir eserdir); însân-ı Kâm il Ter­
cüm esi (Elinizdeki eserdir); D in-i M uhatnm edî (Sebilürreşad'da [nr.450-453, 456-457] yayınlanan
m akalelerden oluşur); Divan (H ayatı boyunca yazdığı şiirleri O sm an Ergin tarafm dan toplanm ış
ve yayım lanm ıştır); T ecelliyat-ı îlahiyye Tercüm esi; M erâtibii'l-viicûd Tercümesi.

© İz Yayıncılık

İZ YA YIN CILIK : 266


İslâm Klasikleri dizisi: 19

2. Baskı; İstanbul, 2002

ISBN 975-355-325-0

dizgi, iç düzen: İz Yayıncılık


kapak: H am di A kyol
b a s k ı: U m ut M atbaası

İZ YA YIN CILIK
Çatalçeşm e Sokağı, D efne Han, No: 27/15 Cağaloğlu 34410 İstanbul
telefon: (212) 5207210
faks: (212) 5115791

w w w .izyayincilik.com
bilgi@ izyayincilik.com
ABDÜLKERÎM el-CÎLÎ

ÎNSÂN-I KÂMİL
Tercüme
ABDÜLAZÎZ MECDİ TOLUN

Yayına Hazırlayanlar
Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın
Ekrem Demirli
Abdullah Karfal
İçindekiler

S u n u ş..................................................................... 9
İnsân-ı K âm il.......................................................................................................23
Mukaddime ........................................................................................................ 32
Bâb-ı evvel Zât Hakkındadır ..................................................-...................... 52
İkinci Bâb AleT-ıtlâk İsim Beyânındadır..................................................... 61
Üçüncü bâb Sıfat-ı Mutlaka hakkmdadır .....................................................72
Dördüncü bab uluhiyet hakkındadır............................................................80
Beşinci bab Ahadiyet hakkındadır................................................................ 88
Altıncı bab Vahidiyet hakkındadır ............................................................... 91
Yedinci bab Rahmaniyet hakkındadır ......................................................... 94
Sekizinci bab Rububiyet hakkındadır.......................................................... 99
Dokuzuncu bab Amâ' hakkındar.................................................................102
Onuncu bab tenzih hakkındadır ................................................................107
Onbirinci bab teşbih hakkmdadır ........................................................ 110
Onikinci bab tecell-i ef'al hakkm dadır.......................................................113
Onüçüncü bab tecelli-i esma hakkındadır.................................................118
Ondördüncü bab tecelli-i sıfat-beyanındadır............................................ 124
Onbeşinci bab tecelli-i zat hakkındadır......................................................139
Onaltıncı bab hayat hakkındadır ................................................................ 144
Onyedinci bab üim hakkındadır..................................................................148
Onsekizinci bab iradeci ilâhiyye hakkındadır ..........................................154
Ondokuzuncu bab kudret-i ilahiye hakkındadır.....................................158
Yirminci bab kelam-ı ilahi hakkındadır .................................................... 161
Yirmibirinci bab sem'-i ilahi hakkındadır .................................................165
Yirmikinci bab basar-ı ilahi hakkm dadır................................................... 168
Yirmiüçüncü bab cemal-i ilahi hakkındadır............................................. 171
Yirmidördüncü bab celal-i ilahi hakkındadır...........................................175
Yirmibeşinci bab kemal-i ilahi hakkındadır ............................................. 180
Yirmialtmcı bab hüviyet hakkındadır........................................................184
Yirmiyedinci bab enniyet (enaniyet) hakkındadır.................................. 187
Yirmisekizinci bab ezel hakkındadır.......................................................... 192
Yirmidokuzuncu bab ebed hakkındadır ................................................... 196
Otuzuncu bab Allah'ın kıdemi hakkındadır ............................................ 198
Otuzbirinci bab eyyamullah hakkındadır ............................................ 202
Otuzikinci bab salsalatü'l-ceres hakkındadır............................................205
Otuzüçüncü bab Ümmü'l-Kitâb hakkındadır ......................................... 208
Otuz dördüncü bab Kur'ân hakkındadır ..................................................213
Otuzbeşinci bab Furkan hakkındadır......................................................... 217
Otuzaltıncı bab Tevrat hakkındadır........................................................... 219
Otuzyedinci bab Zebur hakkındadır.......................................................... 229
Otuzsekizinci bab İncil hakkındadır .......................................................... 235
Otuzdokuzuncu bab Cenab-ı Hakk'm her gecenin
sülüs-i ahirinde sema-i dünyaya nüzulu hakkındadır..................... 241
Kırkıncı bab Fatiha-i Kitab h a r ın d a d ır .................................................... 244
Kırkbirinci bab Tur, Kitab-ı Mestur, Rakk-ı Menşur,
Beyt-i Ma'mur, Sakf-f Merfu', Bahr-ı Mescur hakkındadır .............250
Kırkikinci bab Refref hakkındadır ..............................................................254
Kırküçüncü bab Şerir ve tac hakkındadır .................................................256
Kırküçüncü bab Kademeyn ve Na'leyn hakkındadır............................ 259
Kırkbeşinci bab Arş-ı ilahi hakkındadır.................................................... 261
Kırkaltmcı bab Kürsi hakkındadır ..............................................................263
Kırkyedinci bab Kalem-i A'la hakkındadır .............................................. 265
Kırksekizinci bab Levh-i mahfuz hakkındadır........................................ 267
Kırkdokuzuncu bab Sidre-i Münteha hakkındadır ................................272
Ellinci bab Ruhu'l-Kuds hakkındadır ........................................................275
Ellibirinci bab 'Ruh' tesmiye olunan melek hakkındadır...................... 278
Elliikinci bab kalb hakkındadır....................................................................287
Elli üçüncü bab Akl-ı Evvel hakkındadır..................................................297
Ellidördüncü bab Vehm hakkındadır ........................................................302
Ellibeşinci bab Himmet hakkındadır ......................................................... 309
Ellialtmcı bab fikir hakkındadır...................................................................315
Elliyedinci bab Hayal hakkındadır .............................................................320
Ellisekizinci bab Musavvire-i Muhammediye hakkındadır................. 330
Ellidokuzuncu bab nefs hakkındadır......................................................... 350
Altmışıncı bab İnsan-ı Kâmil hakkındadır ............................................... 372
Altmışbirinci bab Eşrât-ı saate, ölüme, berzaha, kıyâmete,
hesâba, mizâna, sırâta, cennete, cehenneme, a'râfa,
ehl-i cennetin Rü'yet-i Hak için çıkacağı kesîbe dâirdir ............... 383
Altmışikinci bab yedi kat gökler ve onlarm üst tarafları, yedi kat yerler
ve onların alt tarafları, yedi deniz ve bu denizlerdeki acâib ve garâib
ve o denizlerde mevcûd olan envâ-ı mahlûkâta aittir ..................... 405
Altmışüçüncü bab bi'l-umum edyânm ve ibâdâtm esrârı ve
kâffe-i ahvâl ve makâmâtın nükteleri hakkındadır........................... 441
İndeks .................................................................................................................485
Sunuş
Abdülkerim el-Cîlî'nin
İnsân-ı Kâmil fi- Ma'rifeti'l-Evahir ve'l-Evail
isimli eseri

bdülkerim el-Cîlî,15. yüzyılda yaşamış ve verdiği eserler ile

A kendinden sonraki dönemlerde ciddi tesirleri olmuş bir mu­


tasavvıftır. Kaynakların verdiği bilgilere göre H. 767 tarihin­
de İran yakınlarındaki Cilan'da doğmuş, tasavvufî eğitimini İsmail el-
Ceberiti yarımda ikmal etmiştir.
Bir tarikat mensubu olm akla beraber, C îlî'nin kendisinden sonra
tarikat alanmdaki tesirlerinden ziyade, Tasavvuf başta olm ak üzere
İslam düşüncesinin çeşitli alanlarında verdiği eserlerle m üessir oldu­
ğunu görmekteyiz.
Şüphesiz ki eserlerinin başm da el-tnsânul-Kâm il fi- Marifeti'l-Evahir
ve'l-Evail isimli kitabı gelmektedir. Eserin analizine geçmeden önce,
eserin tarih boyunca tesirleri hakkmda kısa bir bilgilendirmenin ya­
rarlı olacağını düşünüyoruz.
İnsân-ı Kâmil'in tesirinin takip edilebileceği en önemli eserler kuş­
kusuz, eser üzerinde değişik dönemlerde yapılmış olan şerhlerdir. Bi­
lindiği üzere şerh, İslam düşüncesi geleneğinde önemli bir literatürü
teşkil eden telif tarzlarmdan birisidir. Bu itibarla Tasavvuf Tarihinde
müessir olmuş büyük sufilerin eserleri şerh edilerek, her çağda dü­
şüncelerin güncelliğini korum ası ve nesiller arası kültürel bağların
sağlanması temin edilmiştir. Nitekim bu bağlamda başta İbnü'l-Ara­
bi'nin Fusûs'u olmak üzere, M evlana Celaleddin Rum î'nin Mesnevi'si
ve Sadreddin Konevi'nin eserleri üzerlerinde değişik dönemlerde pek
çok şerhler yazılmış, önemli bir şerh geleneği oluşmuş ve şarih-sufiler
ortaya çıkmıştır.
Abdülkerim Cîlî'nin el-însanii'l-Kamil fi- Marifeti'l-Evahir ve'l-Evail
isimli eseri de her ne kadar İbnü'l-A rabi'nin Fusus'u kadar olmasa da
üzerinde değişik asırlarda şerhler yapılmış, tasavvuf tarihinde tesiri
devam ede gelen eserlerden birisi olmuştur. Şüphesiz ki, burada şerh­
ler üzerinde genişçe durmak ve her birisinin Cîlî'nin görüşlerini yo­
rumlama ve diğer sufilerin düşünceleri ile irtıbatlandırmadaki tutum
ve tavırlarım tespit etmek, bu yazının çerçevesini aşar. Bu şerhler üze­
rinde mukayeseli çalışmalar yapmanın ehemmiyetini tespit etmekle
beraber, şimdilik sadece bu şerhlerin isimlerini ve müelliflerini tanıt­
makla yetineceğiz.
1-Lâ'lizade Abdülbaki b. A li'nin .(v.1159) Şerhi.
2-Ali b. Hicazi el-Buyumî(1183)'nin şerhi.
3-Abdülgani en-Nablusî'nin "Keşfü'l-Beyan an-Esrarı'l-Edyan fi-Ki-
tab-ı însâni'l- Kâmil ve Kamili'l-lnsan" isimli şerhi: Bu eser, sadece kita­
bın son bölümünü teşkil eden ve tercümede " Bi'l-umum Edyanın ve
İbadatm Esrarı ve Kaffe-I Ahval ve M akam at’ın Nükteleri Hakkındadır"
başlığı altmdaki son bölümünün şerhinden ibarettir.
4-Ahmed el-Ensarî'nin "M uvazzahatul-Hal fi-Ba'zı Mesmuatı'l-Dec-
cal" isimli şerhi.
Bunlarm yanında özellikle İbnü'l-A rabî'ye yönelik bir takım eleşti­
rilerinin cevaplandırılması ve İbnü'l-Arabi'nin görüşlerinin savunul­
ması amacıyla İbnü'l-Arabî şarihleri tarafından çeşitli çalışmalarda
Cîlî'nin görüşleri ele alınmıştır. Bunlara örnek olarak 17. asrın önem­
li sufilerinden Abdullah Bosnevî'nin "Kitab u Kenzi'l-Mahdum fi-
teb'iyeti'l-ilmi li'l-malum fir'red ala Abdilkerim el-Cîlî isimli eseri zikredi­
lebilir. Ayrıca N ablusî'nin yine ilim-ma'lûm ilişkisi konusunda Cî­
lî'nin İbnü'l-A rabî'yi eleştirdiği noktalara dair yazdığı ve Bosnevî'ye
nazaran daha uzlaştırmacı bir tavır takındığı eseri zikr edilebilir. Ay­
nı meselede Bosnevî'nin tutumuna yakın bir tavır sergileyen son de­
vir önemli sufilerinden Fusus ve Mesnevi şarihi Ahmed Avni Bey'in
Fusus şerhinde konu üzerindeki değerlendirmeleri de bu babta zikre­
dilebilir.

10
Son olarak şunu söylemek mümkündür ki, Cîlî, kendisinden sonra
müessir olmuş, düşünceleri kendisinden sonra gelen sufüerce dikka­
te alınmış önemli bir m üellif mutasavvıftır.
Çağımızın önemli tasavvuf araştırmacılarından E. Ala Afifi, Cî-
lî'nin düşüncelerinin tasavvuf tarihindeki yeri ve bu düşüncelerin
hangi çerçevede anlaşılması gerektiğine dair görüşlerim serdederken,
bir takım farklılıklarıyla beraber C îlî'nin de kendine özgü bir İbnü'l-
Arabî takipçisi olduğunu vurgular. Ona göre İbnü'l-A rabî'den etkile­
nenler iki guruba ayrılmaktadır: Birinci gurup; Sadreddin Konevî,
Abdurrezzak Kaşanî, Davud el-Kayserî, M üeyyidüddin el-Cendî ve
Abdurrahman Cami gibi Fusus şarihleridir. A fifi'ye göre bu şerhlerin
ve bu zatlarm Fusus'un işaretlerini derin bir şekilde anlamalarının,
îbn Arabi'nin doktrinini yayma ve anlaşılmasını kolaylaştırma nokta­
sında büyük bir etkisi olmuştur. Ancak bu kişiler, A fifi'ye göre, müel­
life bağlılıkta ve sisteminin kapalılıklarını izah ederken büyük ölçüde
kendisinden feyz alsalar da, vahdet-i vücûd doktrini üzerinde şerh
alanından, orijinal te'lif alanına yükselememişlerdir.
İkinci grup ise, İbnü'l- A rabi'yi takip ederek, doktrinin bazı yönle­
ri şerhederek ve bu m ezhebin mantığının gerektirdiği yeni ve uzak
ufuklara ulaşarak vahdet-i vücûd ve onunla ilişkili nazariyeler husu­
sunda eser yazan sufilerdir. Afifi, bunların en meşhurunun ve en ori­
jinalinin olanının "el-insanü'l-kamil fi ma'rifet-i evahir ve’l-evail" isimli
kitabın yazarı Abdulkerim el-Cîlî olduğunu ifade etmektedir.
A fifi'nin "Fusus şarihleri" olarak nitelediği sufiler hakkmdaki de­
ğerlendirmesi, tartışmaya açık olmakla beraber, İnsân-ı Kâmil kitabı­
nın incelenmesiyle, bu değerlendirmesinin en azından C îlî ile ilgili
bölümününün doğru olduğu görülecektir Eserine kısa bir bakış bile,
C îlî'nin İbnü'l A rabi'nin kendine özgü bir takipçisi olduğu ve düşün­
celerindeki temel kavram ve sisteminin İbnü'l-A rabî'den derin tesir­
ler taşıdığını göstermeye kafidir. Nitekim çağımızın önemli bir tasav­
vuf araştırmacısı olan müsteşrik R. Nicholson da C îlî ve eseri üzerin­
de yaptığı çalışmada C îlî'yi katı bir vahdet-i vucûd mensubu ve İb­
nü'l-Arabî takipçisi olarak nitelemektedir.
Şu halde bazı ayrıntı ve teknik konularda İbnü'l-A rabî'ye bir takım
eleştiriler yöneltmiş olsa bile, C îlî genellikle İbnü'l-A rabî ve onun ta­

li
kipçilerinin teşkil ettiği tasavvufi çizgiden çok farklılık göstermeyen
ve düşünceleri bu gelenekle beraber mütalaa olunabilecek bir sufidir.
Tercüm esini yayına hazırladığım ız "el-insanü'l-Kâmil fi ma'rifeti'l-
evahir ve'l-evail" kitabının öncelikle ism i üzerinde durm ak gereklidir.
"Sonların ve ilklerin bilinm esinde Insân-ı K âm il" şeklinde kabaca
tercüm e edebileceğim iz bu kitabın ismi, okuyucuyu doğrudan ta­
savvufun en yüksek entellektüel konularıyla karşı karşıya bırakm ış
olur. "İlklerin ve sonlarm bilinm esinde însân-ı Kâm il ne dem ektir?
C îlî'nin eserinin hem en girişinde kendi yöntem ve tavrı hakkındaki
ifadelerinde belirttiği "Bu kitaptaki her bilgi, hadis ve ayet ile m üey-
yeddir" ifadesinden hareket edersek, her ne kadar kendisi bunu zik­
retm ese de bu isim lendirm enin bir hadise telm ih ettiği anlaşılm akta­
dır. Bu hadiste de, Hz. Peygam ber "Bana evvelin ve ahirinin ilm i ve­
rild i" buyurm aktadır.
Bu bağlam da zikredilebilecek diğer bir hadis de, özellikle tasav­
vuf düşüncesi için büyük ehem m iyet ve anlam a sahip olan "B en bir
gizli hazine idim , bilinm ek istedim ; halkı yarattım , ta ki bilineyim "
anlam ındaki hadis-i kudsîdir. A yrıca "A llah 'ın ilk yarattığı şey, be­
nim nurum dur; Ey C abirj" ve Hz. Peygam berin, tarihî ve m addî te­
zahüründen önce hakikat-ı M uham m ediyyenin m evcudata önceli­
ğini ifade ettiği,"A dem çam ur ve su arasında iken ben nebi idim "
hadisleri de kitabın ism inin çağrıştırdığı hadislerden ilk akla gelen­
lerdir.
Tasavvufta "V arlık" meselesi, çok kısa olarak Hz. Peygamberin
"A llah var idi, onunla beraber başka bir şey yoktu" hadisini tamam­
layan "şim di de, olduğu gibidir" cümlesiyle özetlenebilecek bir mahi­
yet arz etmektedir. Bu hadis-i şerifin anlamı, sonradan vahdet-i vucûd
olarak ıstılahlaşan ve "m azhar ve tecellilerin ötesinde varlığın bir ol­
duğu ve onun da Hakkın varlığından ibaret olduğu" şeklinde tanım­
layabileceğimiz bir varhk anlayışı, sufilerin m anevi ve ruhi tecrübele­
riyle beslenerek ortaya konulmuştur.
H er türlü taayyün ve kayıttan bağım sız olan M utlak Varhk veya
Vucud-ı Hak, bulunduğu "am a" ya da la-taayyün m ertebesinden,
kendi zatını ve kendisinde m ündem iç olan kabiliyet ve sıfatları "b il­
m ek" m urat ettiğinde, belirli bir taayyün sırasıyla çeşitli m ertebeler­

12
de zuhur etm iştir. Hak, kendi m utlakiyetinde baki kalm akla bera­
ber, m ukayyet varlığı ile ilahi ve kevni çeşitli m ertebelerde tenezzül
etm iş, "siv a" dediğim iz H akkın gayrisi ve gerçekte m üstakil bir
varhğı olm ayan izafi varlık m eydana gelm iştir. Böylece kesret ya da
alem, H akkın kem alinin tecelli ettiği m azharlardan ibaret olm akta­
dır.
Şüphesiz ki, Vucud-ı Hak, "kesret ve taaddüt" aleminde izafi vu-
cûd ile her varlıkta zuhur etmiştir ve bu m azharlar bir yönü ile Hak­
kın bir sıfatının veya tecellisinin m azharı olmuştur. Zaten bu varlık
anlayışına göre de alem, Hakkın kemalinin yansıdığı bir mazhardan
ibarettir ve varlık sebebi de budur. Fakat Hakkın kemalini eksiksiz ve
kamil bir şekilde yansıtm ak ve Hakkın sıfatlarına ayna olmak sadece
insana mahsustur. İşte tasavvuf açısından sadece insanın hamil oldu­
ğu hilafetin ve emanetin anlamı, Hakkm sıfatları ve kemalinin zuhu­
ru için "kam il" bir m azhar olmaktan ibarettir.
İnsanın Allahın halifesi olm ası veya esma ve sıfatının tezahürü için
tam mazhar olması her insan için bir hak olmakla beraber, fiilen bu
imkan sadece İnsân-ı Kâm il için mümkündür. İnsân-ı Kâmil de, mut­
lak anlamda Hz. Peygamber, Hz. Peygam ber'e niyabeten de diğer ne­
bi ve velilerden ibarettir. Hakkm varlığının ilk tenezzül ve taayyün
mertebesi, zatmdan zatına olan ve taayyün-i evvel mertebesi olarak
isimlendirilen birinci taayyün mertebesidir. Bu mertebe, aynı zaman­
da Hakikat-ı M uham mediyye m ertebesidir ve Zat-ı İlahîde münde­
miç olan kabiliyet ve sıfatlar yekdiğerinden temeyyüz etmeksizin, ic­
mali olarak bu mertebeyededir. Bu mertebe, kendisinden sonra gelen
bütün mertebelerin hakikatlerini camidir ve yine bu mertebe, Hz.
Peygamberin hakikatinden ibarettir. İşte hem vucûd olarak ve hem de
bilgi olarak kendisinden sonra gelen ilahi ve kevni bütün mertebele­
rin esası ve İnsân-ı Kâm il'in mertebesinden ibaret olan bu mertebe,
yani hakikat-ı Muham mediye m ertebesi kitabım ızın isminin işaret et­
tiği mertebedir.
İnsân-ı Kâmil hakikatiyle bütün varlığın bilgisini camidir ve haki­
katlere ait bütün bilgiler bu mertebeden kaynaklanmaktadır. Şu hal­
de, "İlklerin ve sonrakilerin bilinmesinde İnsân-ı Kâm il", mutlak an­
lamda Hz. Peygam ber'in hakikatinden ibaret olan birinci mertebenin

13
bilinmesinin kendisinden sonra gelen ilahi ve kevni bütün mertebele­
rin ve o mertebelerde taayyün eden varlıkların hakikatinin de bilin­
mesi demektir.
Tasavvufta Varlık meselesi hakkmdaki bu kısa açıklamadan sonra,
E. A. A fifi1, R. Nicholson2 ve Titus Burchart'm3 görüşlerinden de ge­
nişçe yararlanarak, eseri kısaca tanıtmak istiyoruz.
Cîlî, bu kitapta genel olarak "V arlık" problemini ele alır ve özellik­
le Tasavvuf Tarihinde Varlık m eselesini en geniş şekilde inceleyen îb-
nü'l-A rabî'den aldığı felsefi ve tasavvufi ıstılahları, İbnü'l-Arabî'nin
yöntemine yakın bir şekilde tanımlar. Abdülkerim Cîlî'nin de Varlık
hakkmdaki nihai tasavvuru, kendisinden önceki sufilerin de ifade et­
tiği "Varlık, özü ve hakikati itibarıyla bir ve aynı şeydir. Kesret ve ta-
addüd ise izafidir." Görüşünden ibarettir. Bu düşünce de, vahdet-i
vucûddan başka bir şey değildir.
Cîlî, varlığın ve kendileriyle m uttasıf olduğu sıfatların birliği görü­
şüne sahiptir. Cîlî, burada sıfatlarla ilahi zatm vasıflandığı sıfatlar ve­
ya bizzat H akk'm kendileriyle vasıflandığı sıfatları kast etmektedir.
C îlî'ye göre sıfatlar-îbnü'l- A rabi'de de olduğu gibi "alem " diye isim­
lendirdiğimiz harici varlıkların "ayn'Tdır.
C îlî'nin varlığın tabiatı ile ilgili doktrini İbnü'l-Arabî'den mülhem
üç eksen etrafında dönmektedir; bunlar, zat, sıfatlar ve isimlerdir. Cî­
lî, mutlak olarak sıfatı, "m evsufun halini bildiren veya halinin bilgisi­
ne ulaştıran şey"4 şeklinde tanımlar. Yani Sıfat, m evsuf hakkında bil­
gi veren şeydir. Onun görüşüne göre, sıfatlar ile meydana geldiği ha­
kikatler arasındaki fark, ancak olgular alemi için söz konusudur. Çün­
kü sıfat, bu alemde mevsufun aynı değildir. Ancak hakikat aleminde,
yani âlem-ı batmda gayriyet yoktur. Zat-ı ilahi, ya da Vücûd-ı Mutlak,
ilahi sıfatların "ayn"ıdır. Alem, mazharlarda tecelli eden ilahi sıfatla­
rın dışında müstakil bir şey olmadığma göre, şöyle diyebiliriz: ilahi
zat ve alem, ya da hak ve halk hakikatte aynı şeydir.

1 Kitabu't-tezkari, s.4-33.
2 Studies in îslam ic M ysticism , 77-142.
3 Universal M an, İngilizceye Ancela Culm e-Seym our tarafından tercüme edildi. 1995.
4 Cili, el-lnsanü'1-Kam il, s.20.

14
Cîlî, harici aleme gerçek bir varlık nisbet etmekte tereddüt göster­
mez. Bununla birlikte harici alemin Hakk'a nisbetinin, "kabuğun öze"
nisbeti gibi olduğunu söylemektedir.
Vücûd-ı m utlak ya da zat-ı ilahi ise, gayb alem idir, "ibareler ile
idrak edilem ez; işaretlerin bilinm esiyle anlaşılam az. Çünkü her han­
gi bir şeyin bilinm esi, kendisine uygun ve m ünasip veya kendisine
zıt bir şey ile m üm kündür. Halbuki zatın varlıkta ne benzeri, ne de
zıddı vardır. Akıl, kendi m ertebesinde zat hakkında hiç bir bilgi el­
de edemez. A ncak isim ve sıfatların perdelerini aşıp, m ahlukattan
ibaret olan "zahir varlığa" bakarsa, "hakikat" in bütün zıtları ihtiva
eden bir "ö z " olduğunu anlar: hakikat, ezeli ve ebedi, hak ve halk,
kadim ve hadis, rab ve abd, zahir ve batın, vacip ve m üm kün, mef-
kud ve m evcûd, sabit ve m enfi, ve buna benzer zıtlıklardan ibarettir.
Fakat bu ikilik, gerçekte rölatiftir ve bizim bakış açım ıza göredir;
bizzat varlık açısm dan ikilik söz konusu olamaz. Yani "hakikat",
farklı iki varlığa tekabül etm em ektedir. İki bakış açısı ile bakılan,
gerçekte tek bir varlıktır. Hakikate zat açısm dan bakıldığında, "h ak"
denir; sıfatlar ve isim ler cihetinden bakıldığında ise, "h alk" denir.
Zat, sıfat ve isim lerin "ayn "ıd ır.5
Vücûdun tabiatı ile ilgili üçüncü esas, ilahi isimlerdir. Cîlî, "ism "i
m utlak olarak m üsemmayı anlaşüır kılan, hayalde canlandıran, ve­
himde hazırlayan, düşüncede tasarlayan, hatırda koruyan ve akılda
var eden şey olarak tanımlamaktadır. Müsemma, mevcûd veya m a'-
dum olsun ya da hazır veya gaib olsun fark etmez. İsmin müsemma
ile ilişkisi, zahirin batm ile ilişkisi gibidir. Bu açıdan isim müsemma-
nm aynıdır.
Hak ancak halktan ibaret olan isimleri ve sıfatları ile bilinebilir. Ha-
dis-i kudsîde şöyle denmektedir: "Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek
istedim; ve mahlukatı yarattım. Beni onunla bildiler."
"A llah" ismi, bütün kemalatm maddesidir; bütün kemaller bu is­
min feleği altında gizlidir. Allah'ın kemalinin ise nihayeti yoktur.
Çünkü H akk'm kendi nefsinden iz h.ı r ettiği her kemalin gaybmda da­

5 Ayn kavram ı ve bu ıstılahın tasavvuf düşüncesindeki yeri ile alakalı olarak bk. Tah­
ralı, Prof. Dr. M ustafa, A yn M addesi.

15
ha büyüğü vardır. Bütün mahlukat, İlahî kemalatın mazharlarıdır ve­
ya C îlî'nin ifadesiyle zatın arşıdır.
C îlî'ye göre varlık meselesindeki en önemli kavramlardan birisi
de, uluhiyet mefhumudur. Ona göre "uluhiyet", vucudî hakikatlerin
toplamından ibarettir. Diğer bir ifade ile uluhiyet, bütün ilahi ve kev-
ni m ertebeleri içine alan bir hakikattir ve her hak sahibine varlıktan
hakkım verir;6 Ayrıca uluhiyet, zatm en büyük mazharıdır.
Hak ve halktan her birisinin uluhiyette bir mazharı vardır. Hakk'm
uluhiyette m azharı en büyük mertebededir. Halkın uluhiyette mazha-
rı ise halkın çeşitlilik, değişim, yok olma ve varlıktan hakkı kadar
olur.
Öyleyse uluhiyetin zahir ve batmdan oluşmak üzere iki yönü var­
dır; zahiri halk, batmı ise hak'dır. Cîlî, bu ikisi arasındaki farkı tasav­
vufta sıklıkla kullanılan, su ile buz sembolü üe açıklamaktadır. Buna
göre, buz zahir, su ise batmdır. Zahirde buz, suyun gayrı; hakikatte
ise aynıdır.
C îlf ye göre Mutlak Varlık, mutlaklığından taayyün ve tenezzül et­
tiğinde üç merhale geçirir. Birinci merhale, ahadiyet; İkincisi, hüviyet;
üçüneüsü ise enniyettir. Ahadiyet merhalesinde zat, bütün itibar, nis­
bet, izafet, isimler ve sıfatlardan münezzehdir. Sadece ahadiyet ile
vasf edilir. Bu sebepten zata, sade m utlak dahî denüemez. Bunun an­
lamı, vahdet, taayyün-ı evvel ve tenezzül mertebesidir.
İkinci merhalede veya ikinci tecellide Bir olan zata gaib zamiri "hü-
ve" ile işaret edilir.
Üçüncü merhale, zatm varlıklar suretinde zuhur etmesidir. Bu da,
Hakk'm halk suretinde tecellisinden ibarettir. Uluhiyette bi'l-kuvve
mevcûd olan bu kemalat, bi'l-fül mevcûd olur; m a'kûl olan, harici
alemde m üteayyin olur.
C îlî, bu ontolojik nazariyelerden İnsân-ı Kâm il nazariyesini oluş­
turm ak için yararlanır. Bu doktrinin özeti şudur; İnsan, A llah'ın ha-
ricdeki en m ükem m el m azharı, A llah'ın kendi suretinde yarattığı
varlık ve H akk'm kendisinde isim ve sıfatlarını gördüğü aynadır.

6 Cili, el-lnsanü'1-Kam il, s.23.

16
A lem deki her şey A llah'ı bir sıfatının veya her hangi bir ism inin te­
cellisine m azhar olabilm işken, A llah'ın kendi sureti üzerinde yarat­
tığı insan A llah'ın birbirine zıt bütün isim ve sıfatlarını cam i olan bir
mazhardır. A lah'm K itab-ı kadim inde "ik i elim le yarattığım şeye
secde etm ekten seni m en eden ned ir" diye buyurduğu, insanın bu
"cam i"lik özelliğinden ve kendi sureti üzerinde yaratılm ış olm asın­
dan ibarettir. N itekim C ili'nin de aktardığı gibi, bir sufinin "A llahı
iki zıddı cem etm esi üzerine bildim " dediği, bir başka açıdan aynı
gerçeğe işarettir.
Her insanm bi'l-kuvve sahip olduğu bu imkan, sadece însân-ı Kâ­
mil için bi'l-fiil mümkündür. Bu itibarla İnsân-ı Kâmil, A llah'ın bütün
isim ve sıfatlarını bi'l-fiil kendisinde tahakkuk ettiren varlıktan ibaret­
tir. Bu da sadece Hz. Peyam ber'e has bir imtiyazdır. Kendisinden ön­
ce veya sonra yaşamış bir nebi veya veliye bu ismin verilmesi, niyabet
ve. vekalet tarikiyledir.
İbnü'l-A rabî'de olduğu gibi C îlî'nin görüşüne göre de, İnsân-ı Kâ­
mil varlığın başlangıcından ebediyete kadar tektir. Suretleri itibariyle
ise, çoktur ve her zamanda o zamanm sajjibi suretinde zuhur eder ve
onun ismiyle isimlendirilir. Ancak gerçek ismi, Muhammed; künyesi
Ebu'l-Kasım, özelliği ise, Abdullahdır..
Bu noktada C îlî'nin görüşleri üe İbnü'l-A rabi'nin görüşleri arasın­
daki benzerlik ve uyum, dikkate değerdir.
Ontolojik durumuna bağlı olarak insanın bu alemde var oluş gaye­
sinin bir gereği olarak insanm ahlaki sorumluluğu gündeme gelmek­
tedir. İnsan, M utlak Varlık'ın tenezzül ve taayyününe m ukabil, mane­
vi ve ruhi olarak terekki ederek ve Hakka m iracını tamamlayarak isim
ve sıfatların kendisinde tahakkuk etmesini sağlar. Bu terakki veya mi­
racın ilk aşamasmda salik, ilahi isimlerin tecellilerinin mazharı olur.
Bunun neticesinde kul, bu tecellilerin altında "fani" olur.
Bu meydana geldiğinde kul, kendisinde tecelli eden ismin nurları
altmda yok olur. Kendisinde isimlerin tecelli ettiği kişi, ancak zat-ı
sırf'ı müşahede eder; ismi müşahede etmez. Hak kulda hangi isim ile
tecelli ederse, kul bu isimle müsemma olan zatm, abdin suretinde ve­
ya bütün varlığın suretinde tecelli ettiğini müşahede eder.

17
İkinci merhale, Hakk'm kulda sıfatları ile tecelli etmesidir. Bu ise,
kulun zatının Rabbm sıfatlarıyla vasıflanmayı kabul etmesidir. Bu du­
rum, Hakk'm kulu kendinden yok etmek ve varlığını silmek suretiyle
ifna etmesi ile gerçekleşir. "Kulluk nuru silinir ve halki ruh fani olur­
sa, Hak, hulul etmeksizin kulun heykelinde, sildiklerinin yerine zatın­
dan bir latife ikame eder. Tecelli bu latife üzerine olur. Hak kendin­
den başkasına tecelli etmez. Ancak biz bu ilahi latifeyi kuldan bedel
olması itibariyle abd olarak isimlendiririz. Aksi taktirde ne Rab, ne de
kul olurdu. Zira m erbûb'un yok olmasıyla Rab da yok olurdu. Tek
olan A llah'dan başka hiç bir şey yoktur."7
Mesela Hak kulda "hayat" sıfatıyla tecelli ederse, bütün alemin ha­
yatı olur. Kul, bütün varlıklarda cisminde ve ruhunda kendi nüfuzu­
nu görür. Isa (as.) bu smıfa dahildir. Hak kulda kelam sıfatı ile tecelli
ederse bütün mevcudat kulun kelimeleri olur. Bütün zati hakikatler
ona açılır ve cihetsiz ve organsız sözü işitir8
Bundan sonra Cîlî, sıfatî tecellilerin sayımına geçmektedir. Tecelli­
nin husûlünden sonra kuldan sadır olan şeyleri zikreder. Kul, bu te­
cellilerin her birisinde sadece H akk'm suretlerinden bir surettir. İşte
bu "İnsân-ı Kâm il" diye isiînlendirilen şeydir.
Nihayette son tecellî yani zatî tecellî gelir; ve bununla da miraç so­
na erer. Böylece İnsân-ı Kâmil Hak ile zati birliğini idrak eder.

Tercümenin Yayınlanması Hakkında Bir Kaç Söz:

İnsân-ı Kâmil kitabı ilk olarak Lalizade Abdülbaki efendi tarafmdan


tercüme edilmiştir. Daha sonra da eserin kısm î bir tercümesi Selanik­
li Ali Örfi Efendi tarafmdan yapılmış, fakat bu tercüme tamamlanma­
mıştır. Son devir önemli mutasavvıf ve ediplerinden birisi olan Abdü-
laziz Mecdi Tolun, 1937 yıhnda Tasavvuf Tarihinde büyük ehemmi­
yeti olan bu klasik eseri tercüme ederek, hem Türkçe'ye hem de tasav­
vuf kültürümüze önemli bir katkı sağlamıştır.

7 el-lnsanü'1-Kamil, s.37-38.
8 el-tnsanü'l-Kam il, s.39.

18
Osman Nuri Ergin, mütercimin tercümeye başlamadan önce İstan­
bul kütüphanelerinde bulunan eserin yazma nüshalarını incelediğini,
hiç birisini sıhhatli ve güvenilir bulmadığını, bunlardan yaklaşık on
nüshayı kullanarak tercümede esas olacak özel bir metin meydana ge­
tirdiğini belirtmektedir. Ayrıca bu m etni oluşturma çalışmasının bir
yıl gibi bir zaman sürdüğünü de belirtir.
Bizim araştırmalarımızda İstanbul Kütüphanelerinde böyle bir
nüshanm varlığını tespit edemedik. Umulur ki, bu eserin yayınlanma­
sından sonra Arapça nüshanm da elde edilmesi mümkün olur ve ha­
len tahkikli bir neşri yapılmayan kitabm sağlam bir metni elde edilmiş
olur.
Eserin yayma hazırlanması, merhum hocamız Yrd. Doç. Dr. Selçuk
Eraydın Bey ve Prof. Dr. Mustafa Tahralı Bey tarafından düşünülmüş
ve merhum hocamız eserin yaklaşık dörtte birinin dizgisini ikmal et­
mişti. Ancak hocamızın elim bir trafik kazasında Hakkın rahmetine
kavuşması üzerine çalışma tamamlanamamıştır. Hocamız Prof. Dr.
Mustafa Tahralı Bey'in yönlendirme ve destekleri ile çalışm ayı ta­
mamlamaya niyetlendik. Merhum hocamızın bıraktığı yerden tercü­
menin yeni harflerle dizgisini tamamladık. Elimizde iki nüsha vardı.
Bunlarm her ikisi de 1940 tarihini taşımakta idi. Dizgiden sonra her iki
metni de mukabelede kullandık. M etinler birbirine yakın tarihlerde
ve belki de aynı meclis dahiünde istinsah edilmiş olmalarmdan, ara­
larında kayda değir bir fark yoktu. Bazen birisinde cümle düşüklük­
leri, veya kelimelerin yanlış yazımlar bulunmaktaydı. Bu durumlarda
Arapça metni de dikkate alarak, anlamı bozabilecek hatalardan uzak
durmaya gayret ettik.
Bu çalışma bir metnin yayma hazırlanmasından ibarettir. Binaena­
leyh, anlam ve ifadeyi bozmayan bir takım düşük cümlelerde veya
anlaşılması nispeten güç olan yerlerde, her hangi bir tasarruf veya sa­
deleştirme yapmadık. Esasen tercümenin neredeyse 60 sene önce ya­
pılmış olmasına rağmen, okunduğunda dini meselelere aşinalığı olan
kimselerin fazla zorlanmayacakları derecede sade ve anlaşılır bir dili
olduğu görülecektir. İnsân-ı Kâmilin orijinal dili, son derece ağır ve iş­
lediği konular itibarıyla da oldukça derin bir eserdir. Buna rağmen
mütercim merhum, son derece ağır ve sembolik anlatımları içeren şi­

19
irler de dahil olmak üzere, kısa ve anlaşılır bir dille zor bir metni ter­
cüme etmeyi başarm ışta.
Mütercim, kullanımı yaygm olmayan kelimeleri tercih ettiğinde,
parantez içinde bunların anlamlarını da verir. Biz de metnin anlaşıl­
masında yardımcı olabilecek bu kelimeleri parantez içinde verdik.
Ayrıca tasavvuf alanmda yapılmış benzer çalışmalarda genellikle ki­
taplara bir lügatçe ilave edildiği için, gerektiğinde onlardan yararla­
nabileceğini düşünerek, zait olabilecek bir lügatçe hazırlamaktan sarf-
ı nazar ettik. İhtiyaç hasıl olduğunda, Prof. Dr. Mustafa Tahrah ve
Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydm Beylerin müştereken hazırladıkları Fu-
susu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi'nin lügatçesinden yararlanılabilir. Ayrı­
ca Fihi-M a-fih ve Tedbirat-ı İlâhiyye'nin lügatçeleri de aynı ihtiyacı kar­
şılayacak niteliktedir.
Osmanhca bir metnin hazırlanmasının yeni harflere nakledilmesi­
nin ne derece güçlükler barındırdığı malumdur. Özellikle izafetlerin
muhafaza edilmesi, kelimelerin olabildiğice doğru okunması ve
transkripsiyon işaretlerinin konmasmda mümkün mertebe hassasiyet
gösterdik. Bütün dikkat ve hassasiyetlerimize rağmen, bir takım eksik­
liklerin bulunabileceğini do peşinen itiraf etmek gerekir. Bu gibi du­
rumlarda okuyucunun basiretine güvenmekten başka çaremiz yoktur.
Bunun yanında özellikle sözlüklerde p, t, gibi harflerle yazılmış keli­
melerin zaman zaman b, d gibi yumuşak harflerle yazmak; ilahi ve
kevni varlık alanına ait olan aynı anlamdaki kelimelerin hangisine ait
olduklarını, büyük-küçük harf yazımıyla göstermeye çalıştık.
Tercüme içinde bazen mütercim parantez içinde bir takım notlar
düşmüştür. Bunlardan kuşkusuz en önemlisi, mukaddimede geçen
ve anlam açısından büyük ehemmiyet taşıyan ve eserin arapçasmdan
farklı bir anlam verdiği "Sıfatlarını künhü ile ihatadan zatı acizdir"
cümlesindeki tasarrufudur. Mütercimin ifadesine göre anlam açısın­
dan sakmcalı olan bu cümlenin tashihini, vakıasmda bizzat müellifin
ruhundan sorduğunu, kendisine "Künh-ı zatını ihatadan Z at'ı sıfatla­
rını men etmiştir" ifadesinin doğrusu olduğunu beyan ettiğini belirt­
mektedir. Bir başkası da, meşhur bir hadiste geçen "A llah'ı genç bir
delikanlı suretinde gördüm" ifadesini rivayet eden C îlî'ye karşın, mü­
tercimin hadisin bu rivayetini kabul etmeyerek, "en güzel surette gör­

20
düm " ifadesinin sahih olduğunu, diğer ifadenin bir takım tevillerinin
bulunmasma rağmen doğru olmadığma dair yaptığı açıklamadır. Ay­
rıca İbnü'l-A rabi'nin ism i verilerek kitapta yöneltilen eleştirilerde mü­
tercim eleştirilerin aslında lafız farkhhğmdan kaynaklandığım belirte­
rek, her ne kadar C îlî'yi suçlayıcı bir tutum takınmasa da, İbnü'l-Ara­
bi'nin görüşünü tercih ettiğini ihsas ettirir. Bu gibi durumlarda ya me­
tin içinde köşeli parantezlerle bu görüşlerin metinden ayrılmasını te­
min ettik, bazen de anlatım bütünlüğünü bozabilecek durumlarda
dipnotlara aldık.
Metinde geçen ayetleri m etinleri ile beraber verip, numaralarmı
gösterdik.
Eser, arapça aslına uygun olarak bablar olarak tercüme edilmiştir.
Okuyucu karşısmda birinci babtan başlayarak son baba kadar tek bir
metin görecektir. M odern eserlerin tasnif ve bölümleme tarzına aşina
okuyucu için bu durum bir nebze zorluk çıkartabilir. Ancak yaymda
da eserin bu yapışma riayet edilmiş, kitabı orijinalinde bulunmayan
bir tasnife tabi tutmadık.
însân-ı Kâmil yazarı, aynı zamanda b jr şairdir ve Arapça divanları
bulunmaktadır. Eserinde de sıklıkla düşüncelerini ifade ederken şiir
sanatından yararlanmıştır. Kendisi de divanı bulunan bir şair olan
M ütercim, arapça şiir tercümeleri için m odel olabilecek bir maharetle
bu şiirleri Türkçe'ye aktarmıştır. Yaymda, "Kasidenin Tercüm esi"
"Beytin Tercüm esi" "M anzum enin Tercüm esi" gibi başlıklar altmda
yer alan şiirlerin tercümeleri, italik karakter ile ayırt ettik.
Bab başlık altlarında bazen ya konu hakkmda farklı bir izahat ve­
ya bir doğrudan veya dolayh olarak başka meselelerin anlatıldığı fa­
sıllar bulunmaktadır. Hatta zaman zaman bu fasılların uzunluğu bazı
bab başlıklarından da uzun olmaktadır. Bu fasıllar da farklı bir mizan­
paj ve yazı karakteri ile verilmiştir.
Son olarak böyle bir eserin hazırlanm asına girişen fakat öm rü ve­
fa etm eyen rahm etli hocam ız Selçuk Eraydm Beyi rahm etle anıyo­
ruz. Teşvik ve yönlendirm eleriyle bu çalışm anın gerçekleşm esinde
büyük katkıları olan m uhterem hocam ız Prof. Dr. M ustafa Tahralı
Bey'e teşekkür etm eyi bir borç biliriz. A yrıca kitabm yayınlanm a­
sında büyük hassasiyet gösteren, başta m uhterem hocam ız D oç. Dr.

21
İlhan Kutluer Bey'e ve İz Yayıncılık'm yönetici ve m ensuplarına da
teşekkür ederiz.
Osmanlı Devletinin 700. yılını idrak edeceğimiz senenin başlangı­
cında, Osmanlı'nm son devir alimlerinden birisi tarafından, İslam
kültürünün en önemli kitaplarından birisi üzerine yapılmış bir tercü­
meyi yayma hazırlamanın mutluluğunu taşırken, mütercim merhu­
mu da rahmet ve minnetle anarız.

Ekrem D em irli
Üsküdar
10/11/1998

22
İnsân-ı Kâmil
f î Ma'rifeti'l-Evâhir ve'l-evâil

serin adı: El-însânul-K âm il f î Ma'rifeti'l-Evâhiri ve'l-Evâil'dır. Bu

E tercüme hakkında bir îzâhat-nâme yazılarak m üellif Abdü'l-


Kerîm C îlî hazretlerinin oldukça mufassal bir hâl tercümesi ile
birlikte eserin baş tarafına konulmuştur. [M aa'l-esef bizim elimize
geçmedi.] Oradaki îzâhâtı buraya almak istedim, bununla berâber şu
kadarcık îzâhât vermekle iktifâ edeceğim:
Bu eser Türkçe'ye bundan ikiyüz sene önce La'lî Zâde Abdülbâkî
Efendi tarafmdan da tercüme edilmiş olduğu gibi, elli sene önce de
Selânikli Ali Örfî Efendi tarafmdan, beşd t bir derecesinde kısaltılarak,
âdetâ meâlen tercüme edilmiştir.
L a'lî Zâde Abdülbâkî Efendinin tercümesi, dilimizin iki yüz sene
evvelki bünyesine ve şîvesine göredir ve muğlaktır. Mütercim metnin
bilhassa manzûm kısımlarını aslâ tercüme etmemiş olduğu gibi, ter­
cümesi güç veyâhud Türkçe ifâdesi o derece hoş görülmeyecek yerle­
ri kapalı geçerek, satır satır, hattâ sahîfe sahîfe aynen arabça olarak al­
mıştır. Hele edebiyât bakım ından pek beliğ ve pek san'atkârâne oldu­
ğu mütehassıslar tarafından söylenen eserin dîbâcesi tercümeye oldu­
ğu gibi geçirilmiştir.
Şu halde gerek La'lî Zâde'nin, gerek A h Örfî efendinin tercümele­
ri, aslına nazaran, îzâhât-ı kâfiyeyi câmi' değildir. îşte bundan dolayı­
dır ki, İnsân-ı Kâm il'in dilimizin bugünkü şîvesine göre yeniden ter­
cümesine zarûret görülmüştür. Üstâd bu zahmeti deruhte buyurmuş
ve bu lutfu yapmıştır. (Müstensihlere aittir)

r
23
amd ve senâ, kendisinin Allah ismiyle kâim olduğu için, yi­

H ne kendisine, ya'nî Zât-ı eceli ve a'lâsma mahsûstur. O Allah,


müstehak olduğu ve Zât'ının iktizâ ettiği her kemâl ile müte-
cellîdir. O Allah, m ebnî-i hâl-i celâl'i noktasıyla kelimât-ı cemâli müs-
tevfîdir.
O ma'bûd, kendinin hajnd ve senâsmı kendi işiticidir. Hâmid de,
hamd de, mahmûd da O'dur. O ma'bûd, vücûd-ı mutlakm hakîkati ve
halk ve Hak tesmiye olunan hüviyyetin aynıdır. Adem sûreti üzerine
zâhir olan âlemin aslıdır. Kâinât lafzınm ma'nâsıdır. [Kainât bir lafız
ise, Allah onun ma'nâsıdır.] Sûver-i muhteriâtın rûhudur. Her zerrede
hulûl olmaksızın kemâliyle mevcûddur. Cemâl-i vechi, her gurreden
âşikârdır. Celâl-i müstevcibin sâhibi ve kemâl-i müstev'ibi hâizdir. Ce-
vâhir ve a'râz hakâyıkmm zâtıdır; maânî ve a'râzın sûretidir. Vücûd ve
ademin [Hakikatte adem yoktur, Vücûd-ı Mutlak vardır. Hattâ adem
ta'bîri de "vardan" çıkan bir ta'bîrdir. O varlık olmasa bunlar da çık­
mazdı.] hüviyyeti, her vâlidin ve mevlûdun ayn-ı enniyyetidir.
Sıfâtıyla cemâl'in cem âl'i zuhûr etmiş, Zât'ıyla kemâlin kem âli ta­
m am olmuştur. Sıfâtın vücûhu sahîfelerinde mehâsini âşikârdır. Aha-
diyyetinin kayyûmiyyetiyle Zât'm kâmetleri müstakim olmuştur. Sa-
vâm itin lisanları O 'nun ayn'ı olduğunu ifâde eder. Mehâsin ve mesâ-
vînin uyûnu, O'nun zîneti olduğuna şehâdet eder. Ta'dâdda vahdeti
der-kâr olup, ezellerde ve ebedlerde azâmetiyle teferrüd etmiştir.

24
Tenzîhe ihtiyaçtan münezzeh, teşbih ve temsilden mukaddestir. [Ten­
zih, sıfât mertebesinde yapılan bir nevi' takdîsdir. Zât'm ise, sıfâtm
bâlâsında olduğu için tenzîhe ihtiyâcı yoktur.]
Ahadiyyetinde adedden m üteâlî, azametinde hudûdun kendisini
ihâtadan daha âlîdir. Kem (kaç), keyfe (nasıl), eyne (nerede), ta'rîfâtı
kendi üzerine vâki' değildir.
ilim kendisini ihâta, ayn kendisini idrâk edemez. Hayâtı, vücûd-ı
hayâtmın nefsidir. Zât'ı, sıfâtmm künhüyle kayyûmiyyetinin aynıdır.
Eâlî ve esâfilin tecellî ettiği m ânevi bir meclâsı, evâhir ve evâilin aynı­
dır. Kemâl-i bâzihin heyûlâsı, m ecd-i şâmihin (yüksek şeref) azâmeti-
nin menşeidir. Vücûd-ı dâire-i ilminin m a'deni, eşyâdaki hayâtının
sereyânıdır. Eşyâya olan ilmi, her gâib ve meşhûdu müdrik olan ma-
hall-i basarîdir. Eşyâyı rü'yeti, eşyâdaki kelâmı semâa tecellîgâhdır.
(Görmesi ve işitmesi, şey'-i mahsûstur.)
Mevcûdâtı sem âı', mevcûdâtta m uktezî olan Hak nizâmın aynıdır.
İrâdesi, kelime-i bâhiresinin m erkezi; kelime-i bâhiresi, sıfât-ı kâdire-
sinin menşeidir. Bakâsı, ademin butûniyle vücûdun zuhûrundaki hü-
viyyettir. Ulûhiyyeti, âbidin zilletiyle, M a'bûd'un izzetini câmi'dir.
Vasf-ı muhit ile müteferrid ve mütevahhiddir. Binâenaleyh arada ne
vâlid, ne veled, ne şerik vardır. Ridâsı, (elbisesi) azâm et ve kibriyâ;
sirbâli, (gömleği) mecd ü bahâdır. Her müteharrikle her türlü hareket­
le müteharrik; her sâkinle, her türlü sükûn ile sâkindir. Bu hareket ve
sükûnda, meşiyyet-i zât'iyye icâbıyla hulûl yoktur. [Hulûl iki şey ara­
sında olur. Halbuki zâhir ve bâtm şey'-i vâhid olduğundan, hulûl ve
ittihâd gibi şeylerin tasavvuru bu m es'elede câri olamaz.] Her zâtta
her türlü halk ile zâhir; her halk ve H ak'da her türlü m a'nâ ile mutta-
sıftır. Zâtıyla ezdâd-ı müteferrikayı câmi' ve vahidiyyetiyle cem î'-i
a'dâda şâmildir. Binâenaleyh ferdâniyyetinde ezvâc ve efrâddan mü­
teâlî ve mukaddestir. Ahadiyyeti, kesret-i mütenevvianm vitriyyeti
(tek olması), izdivâcât-ı müteşeffianm aynıdır. M ünezzehiyyetteki be-
sâtet, teşbîhdeki terkibin nefsi, zâtındaki teâlîsi ta'zim deki izzetin hü-
viyyetidir.
Azametini ilimler ihâta, künh-i celâl'ini fehimler idrâk edemez.
Onu idrâkten aczi, âlim i'tirâf etmiş; akl-ı kâmil, O 'nun ittisâl ve infi-
sâlindeki esrârmı idrâkten geri kalmıştır. Vücûb ve cevâzm dâiresi,

25
tasrîh ve ilgâzm noktasıdır, imkânın tarafeyninin (imkân-ı haricî ve
imkân-ı aklî) hüviyyetidir. Cevher ve arazın, nebat ve hayvanın en-
niyy etidir.
Rûhâniyyât-ı âliye tenezzülünün bahri, melekût ve mülk evcinin
i'tilâgâhı, şeytan ve hevâ mehbıtmm hakikati, küfür ve şirk zulmetle­
rinin dâfi' ve râfi'i, îm ân ve idrâk beyâzınm nûru, hidâyet cebininin
sâhibi, ğay (uzaklık) ve amâ zulmetlerinin gecesi, hâdis ve kadîmin
mir'âtı, azâb ve naîm hüviyyetinin tecelligâhıdır.
Eşyâyı ihâtası, eşyânm "ayn "ı olmasıyladır. Sıfâtmı künhü ile ihâ-
tadan Zât'ı âcizdir. [Bu fıkra aslmda ikJ.1 ^ ajIî 'nm ter­
cümesidir. Bu yanlış olan m a'nâyı tashîh için müellifin rûhuna sor­
dum. ikçLI js. *îIS 'dır dedi. Tercümesi: Künh-i Zât'm ı
ihâtadan, Zât'ı, sıfâtmı hacz ve men' etm iştir" demektir. A. Mecdî]
Evveliyyetinin evveli, âhiriyyetinin âhiri yoktur. Kayyûm-i ezelî­
dir, Bâkî-i ebedîdir. Onun kuvvet, kudret ve irâdesi taalluk etmedik­
çe, vücûdda bir zerrenin hareketine imkân yoktur. Vücûdun evvelsiz
bidâyeti ve nihâyetsiz nihâyetine nazaran, olmuş ve olacak ne varsa,
kâffesi kendisinin m a'lûmudur. Ve şehâdet ederim ki, bu ibârelerden
müteâlî ve Zât'ı tasrîh v a işaretle bilinmekten mukaddes olan Al­
lah'dan başka ilâh yoktur. O 'na delâlet eden her işâret O 'nun hakika­
tinden uzak düşmüş ve O 'na hidâyet eden her ibâre O'na vüsûlden
yolunu şaşırmıştır. O, iktizâ-yı zâtî hasebiyle nefsini bilir ve zât'iyle
kemâli m uhît ve müstevfîdir.
Yine şehâdet ederim ki, efrâd-ı benî Adem'den bir ferd olmak üze­
re ismi çağırılan Hz. Muhammed (s.a.v.) O A llah'ın abdi ve Resûl-i
muazzamı ve Nebiyy-i mükerremi ve H akk'm ridâ-yı müzeyyeni, tı-
râz-ı efhamı, sâbık-ı akdemi, sırât-ı akvemidir. O Hz. Muhammed,
m ir'ât-ı Zât'm tecellîgâhı, esmâ ve sıfâtının müsemmâsı, envâr-ı cebe-
rûtunun mehbiti, esrâr-ı melekûtunun menzili, hakâyık-ı lâhûtun
mecmaı, rekâik-ı nâsûtun m enbaı olup, Cibril'in rûhu ile nefh eden,
M îkâil'in sırrıyla ibzâl-i lutf eden, Azrâil'in kahriyle yürüyen, İsra­
fil'in cem'iyyetiyle neşr-i feyz eden odur.
Yine o Hz. Muhammed, zâttaki rahmâniyyetin arşı, esmâ ve sıfâtm
kürsîsi, sidrelerin müntehâsı, aşâir-i ilâhiyye şeririnin saçağı, ya'nî ma-
âşir-i enbiyâ ve evliyâya mahsûs kürsi-i nübüvvetin hâtimesi; tabîiyyâ-

26
tın heyûlâsı, ulûhiyyât atlasının feleği, rubûbiyyât ulviyyeti hurucunun
mıntıkası, teâlî ve terakkıyyât-ı mefharînin semâvâtı, ilim ve dirâyetin
şems-i münîri, kemâlât ve füyûzât-ı bî-nihâyenin bedr-i tâmmı, ıstıfâ ve
hidâyetin necm-i âlîsi, irâde harâretinin âteşi, gayb ve şehâdetin âb ı ha­
yâtı, rahmet ve rubûbiyyet nefesinin rîh-i sabâsı, zillet ve ubûdiyyet ar­
zının hâk-i feyz-nâki, seb'-ı mesânînin ya'nî birinci derecedeki fâtiha-i
füyûzâtm ve ikinci derecedeki miftâhlarm sahibi, [Yirmi birinci bâbm
âhirindeki îzâha nazaran "Seb'-i mesânî" yedi sıfat-ı zâtiyye-i ilâhiyye­
den ibârettir. Binâenaleyh ^I^JI ^ j UII ^ liil _,i ibâresinin ter­
cümesinde "Sıfât-ı Zâtiyye ve sıfât-ı fiiliyyesinin mazharıdır" demek
muvâfık olabilir.] kemâlin mazhar-ı tâmmı, cemâlin ve celâlin muktezâ-
yı etemmidir.

Nazmın Tercümesi:

Güzelliğin ma'nâ-yı hakîkîsinin mir'âtt, ulviyyâtın m azhan, kemâlin te-


celligâhı olan âh-ı hayât yenbû'udur.
Tulû'-ı ezelîsinden beri ufûle uğramayan bir şems olup, felek-i mehâsinin
kutbudur.
Kemâl ta'bîri altında münderic olan ne kadar fezâil varsa, onun hüsn-i
mecmû'undan dağılmış hardal dâneleridir.
Cenâb-ı Hak, onu ve âl'ini salât ve selâmıyla dâim münevver ve
ahvâline sülük ile kâim ve ef'âl ve akvâlinde onun nâib-i mesleği olan
ashâbını da bu feyze mazhar eylesin.
Yine şehâdet ederim ki, K ur'an, A llah'ın kelâm ı olup, hak ve ha­
kikat O 'nun tazam m un ettiği m a'nâlardadır. Rûh-ı Em în o K ur'ân-
ı m übîni H âtem ü'l-Enbiyâ ve'l-m ürselînin kalbi üzerine inzâl eyle­
miştir.
Yine şehâdet ederim ki, enbiyâ hakdır, o enbiyâya nâzil olan kitab-
larla, suhuf-ı şerîfe çoktur. Bunlarm kâffesine îmân, vücûd-ı kat'î ile
vâcibdir.
Kader hak, haşır ve neşir ile kabir arasmdaki berzah kezâlik hak ve
azâb-ı kabir vâki'dir. Ve hiç şübhe yoktur ki, bir gün kıyâmet kopacak
ve Cenâb-ı Hak kabirlerdeki insanları ba's edecektir.

27
Yine şehâdet ederim ki, cennet hak, cehennem hak, sırat hak,
yevm-i nüşûr hak ve hesâb hakdır.
Yine şehâdet ederim ki, hayrı ve şerri irâde eden Allah'dır. Bozmak
ve doğrultmak O 'nun yed-i kudretindedir. Umûr-ı hayriyye O'nun
irâdesiyle, kudretiyle, takdîriyledir. Umûr-ı şerriyye yine O'nun irâ­
desiyle, kudretiyle, takdiriyle olup (lâkin rızâsıyla değildir.) ef'âl-i ha-
sene O 'nun te'yîdi ve hidâyetiyle, a'm âl-i seyyie O 'nun kazâsıyla ise
de, bunda abdin gavâyeti dâhildir. Sana isâbet eden hasenât Hak'dan,
seyyiât nefsindendir. Böyle ise de sen "Hepsi, H ak'dandır" de!
"U lu varlığın ibtidâsız bidâyeti O'ndan olduğu gibi, nihâyeti de,
rücû'-ı külli de O'nadir."
Besmele ve Cenâb-ı H akk'a hamd ü senâ ve Resûl'üne ve ashâbma
tahiyyâtdan sonra, maksûda şurû' ile derim ki:
M a'rifetullah ta'bîriyle şöhret alan "ilm -i billâh"da ve o ilimde in­
sanın ebnâ-yı cinsine karşı faziletinde derecesi, bu husûstaki ma'lû-
mâtıyla mütenâsibdir. İlhâm ve tevfîk-ı İlâhiye m erbût olan maârif-i
hakîkiyye, "harem -i em în"dir. Nâs, bunun etrâfmda m evâni' ve müş-
kilât ile hatve-endâz olur. Bu ilmin sahrâları galatât ve mezâlik-ı ak-
dâm ile, denizleri mühlikât ile doludur. Bunun yolu ince kıldan daha
ince ve keskin kılıcın yüzünden daha keskindir. Bu yolda sefer eden,
maksadma vuslat-yâb olmak için îcâb-ı müşkilât ile nâil-i vuslat ola­
mamak da muhtemeldir.
İşte bu müşkilâtı düşünerek tahkîkâtı bâhir, itkân ve tetkîkâtı zâhir
bir kitâb te'lîf edip, bu yola sâlik olanlara, refîk-ı a'lâya vüsûl için re-
fîk-ı refik ve metâlibe tâlib olanlara şefîk-ı şefik olmasını teemmül et­
miş idim ve demiştim ki; sâlik bunun ucu bucağı olmayan sahraların­
da ve muzlim olan menâzilinde, o kitâbdaki maârifin ziyâsıyla tenev­
vür ederek, müşkilâtı ifhâm etsin.
Halbuki bir zamandayız ki, hakikate inzicâb güneşleri, mürîdlerin
kalbleri semâsından mefkûd olmuş ve sâliklerin semâvât tasavvurâ-
tmdan keşf-i kamerleri ufûl etmiş; sâliklerin himmetleri za'fa uğraya­
rak, azim et yıldızları gurûb etmiştir. Onun için bu denizde yüzenlerin
nâil-i selâmet olanları kalîl olduğu gibi, nihâyetsiz sahralarının müh-
likâtından necât bulanlar da nâdirdir.

28
Üç Beytin Tercümesi:

"Bu maksad-ı âlîdeki menzil o kadar müteâlîdir ki, bunun yolu ehvâl (kor­
kunç şeyler) ve ahvâl ile mestûr olup; o yolda siyâh mızraklar dikilmiş, yeşil
süngüler ve kesici kılıçlar dizilmiştir.
Ve o yolun, ba'zı yerlerinde berk-ı hâtıf alevlendiği gibi, şiddetle esen sar-
sar-ı i'tirâzât hübûb etmekte bulunmuştur."
Halbuki ben te'lîf ettiğim bu kitabı, keşf-i sahih üzerine te'sis etti­
ğim gibi, mesâiüni de haber-i sahih ile te'yîd etmiştim. O kitâbm ismi­
ni "El-lnsânul-Kâm ü f î Ma'rifeti'l-Evâhiri ve'l-Evâil" tesmiye ettim.
O kitâbdaki tebligatı ikmâl ve ta'rîfât-ı lâzimeye mübâşeret ettiğim
zaman, hâtırıma bu mes'elenin bir emr-i hatîr olduğu ve mesâil-i tah-
kîkıyyenin ehemmiyeti ve benim bu bâbdaki ma'lûmâtımın kılleti hu-
tûr etti. Bu hâtıra sebebiyle o kitâb-ı müellefi parçalayarak, perîşân bir
halde ve âdetâ yok denecek bir derecede, bir tarafa attım. O güneş bat­
tı, cemâl vechine hicâb perdesi çekildi. Bu sûretle kitâb son derecede
unutulmuş bir hâle gelerek, eser mastûr olduktan sonra, haber mestûr
oldu. Böyle bir emr-i acîb meydana getirdiğim için "İnsanın üzerine
dehirden âdetâ tezekkür olunamıyacak zamân gelmiş ve geçmiştir"
ma'nâsma olan lü ı P >jJI üy> jL-ilil ^lx ’j i (İnşân, 76/1) âye­
tini okudum. Lisân-ı hâl, latîf-i makâl ile "Cahûn" denilen Mekke tepe­
siyle Safâ denilen mahalle kadar gûyâ hiç ünsiyet edecek kimse olmadı­
ğı gibi, Mekke-i Mükerreme'de de hiç bir müsâmere vukû bulmamıştır"
ma'nâsma olan/ / U ,J j ^ 1 ^1 Oy ^ ,J jlS” beyt-i ara-
bîyi söyledim.
İşte bu sûretle kitâb mefkûd ve eseri gayr-i mevcûd olduktan son­
ra, ilhâm-ı ilâhı ile H ak bana kitâbm meydana çıkm asını ve beyânâtm
tasrîh ve ilgâz arasmda olm asını emr ettiği gibi, bu kitâbdan umûmî
intifâ' olacağını da va'd etti.
Emr-i mutâa tebean, kitâbm tekrâr te'lîf ve terkîbine ibtidâ ederek,
îzâhâtta Hakk'a m ütevekkil oldum.
Ey tâlib, dikkatle dinle! İsm -i Alîm kâsesiyle eski küpten, ehl-i
îmân ve teslimin kâbiliyetlerine öyle bir İlâhî şarâb döküyorum ki,
Hayy-i kerîmden olduğu için, mevcûd ve m a'dûm u sarhoş etmeğe
kâfîdir.

29
Bu bâbdaki kasfdenin tercümesi:

"Aşk-ı İlâhî öyle bir şarâbdır ki, sana gecenin en karanlık zamanında gü­
neşi gösterir.
Sabahın ziyûsıyla, yıldızlar gâib olduğu zaman, en kiiçiik olan Siihâ yıl­
dızını irâe eder.
Bu şarâbın evsâfı ve mâhiyetindeki meziyyâtı, ifâdeden bâlâterdir.
Menfaatti, şumûllii öyle bir şarâbdır ki, insanın ömrünü kemiren zaman,
bununla kesb-i safâ eder.
Bu şarâbın kendisini berrâk kabarcıklarından kâselere doldurup da tedvîr
edilse, dehr onunla berâber zemzeme (negamât) ederek devrân eder.
Bu şarâbın verdiği zînet-i kalbiyye ile tezeyyürı eden bir çok kadeh dostla­
rı, emr-i a'zam olan mülküllâhın miftâhlarını elde etmişlerdir.
Nice fakîr kimseler vardır ki, bunun nıtâk-ı izzetine mâlik olmakla, vücûd
ve ademde sâhib-i servet olarak meydana gelmişlerdir.
Nice câhiller vardır ki, bu şarâbın nesîm-i safâsını koklamakla, nâil-i ilim
ve hakikat olarak Îblîs ile Âdem mâhiyyetinden haber vermeğe başlamışlardır.
Nice ismi işitilmemiş kiviseler vardır ki, bu şarâbın evsâfını işitmekle, iz­
zet ve ikrâm arşı üzerinde, nâil-i şöhret olarak terakki etmişlerdir.
Bu şarâbın peymânelerinin sırçaları ziyâsında hâsıl olan göz, bir kimseye
bakarsa, o kimsenin miiddet-i ömrünce gaflet sürmesini gözüne çekmeyeceği
muhakkaktır.
Bu şarâb, nıır-ı mahz olan güneştir. Güneş değil, leyle-i zulmâdır.
Bu şarâb, bir hayret-i uzmâdır ki, insana teenni ve tebassur usûl-i âliye-
sini öğretir.
Bu şarâb, ziyâsıyla her hâili mâdûnunda bırakmıştır.
Bu şarâb, kitmânı mümkün olmayan bir bedr-i tâmdır, ayn-ı nûrdur.
Ayn-ı şems değil, ayn-ı şemsdir.
Ayn-ı ziı/â değil, yüz değildir. M ahz-ı hüsündür, mahz-ı hüsün değil,
öperken dudakları parlatıcı olan yüzdür.
Kokudur, ıtır değil; ıtırdır, koku değil; şarâptır peymânesi yok. Şarâb de­
ğil, ayn-ı peymânedir.

30
Ey kadeh dostlarım, hu kadîm küpün şarâbından içiniz, celîlü'l-kadr ve
azîmü'ş-şân olan emelleri elde edersiniz.
Yemîn ile ricâ ediyorum, bunun ulüvv-i kadrini ihmâl etmeyin!
Bunu fevt edenin nasîbi, nedâmetten başka bir şey değildir.
Bu şarâbı içmek devletine nâil olan dostlarıma o şarâb mübârek olsun ve
bu nev' dostlarıma, bâis-i selâmet olan selâmımı iblâğ ederim."

31
Mukaddime

amd ü sena Cenâb-ı Hakk'a mahsûs, salât ve selâm, kendisin­


den sonra peygamber olmayan Peygam ber'e ma'tûftur. Bu
kitâbm telifin d en maksad-ı aksâ, Cenâb-ı Hak Teâlâ olduğu
için, sırf Cenâb-ı Hak hakkmda söz söyliyeceğimiz zarûrîdir.
Evvelâ Cenâb-ı H akk'm esmâsmdan bahs edeceğiz. Çünkü Cenâb-
ı Hakk'a delâlet eden, esmâdır. Esmâ-i ilâhiyyeden sonra, sıfât-ı ilâ­
hiyyeden bahs edeceğiz. Sıfât-ı ilâhiyyede Zât'ın kemâli mütenevvi'
ve mecâli-i H ak'dan evvelâ zâhir olan sıfât-ı ilâhiyyedir. Sıfâttan son­
ra zuhûrdâ ancak Zât vardır. Şu izâha nazaran sıfât mertebesi, esmâ-
i ilâhiyye mertebesinden a'lâdır.
Sıfât-ı ilâhiyyeden sonra, Zât-ı ilâhiyyeden bahs edeceğiz. Ancak
îzâhâtımız ibârelerin müsâade-i imkâniyyesine m ebnî olacağı gibi,
îzâhâtta, sûfiyye indinde mustalih olan şekl-i izâha tenezzül zarûrî
görülmüştür.
Şu kadar var ki, kitâbı mütâlaa edenler, m aksadı kolay anlamaları
için sözdeki ehemmiyetli noktayı, söz arasmda müveşşah bir şekilde
söyliyeceğiz.
Bu kitâbda öyle esrâr üzerine tenbîhâtta bulunacağım ki, ilm -i ha­
kikat vâzu o esrârı hiç bir kitâba dere etmemiştir. Tabiî bu esrâr,
m a'rifet-i H akk'a ve âlem-i mülk ve âlem-i melekûtu m a'rifete müte­
alliktir. Mevcûd olan lügazları izâh, remz-i maksûdu keşf mesleğimiz

32
ise de, gerek nesirde, gerek inşâdda ve şiirde ketm ü ifşâ tarîk-i beyâ­
nını iltizâm edeceğiz.
Binâenaleyh kitâbımızı m ütâlaa edenlerin son derecede ehem mi­
yetle teemmül ve tefekkürü elzemdir. Çünki ba'zen öyle m aânî var­
dır ki, işâret veyâ lügaz şeklinde söylenm edikçe anlaşılmaz. Bu gibi
m aânîde sarîh olarak maksad beyân edilse, fehm -i insânî m aksadın
hilâfına doğru cevelân edeceğinden, m atlûbun husûlü m üm teni'
olur. Bu nev tarîk-i beyân, kesîrü'l-vukû' olan bir nüktedir. Meselâ
"Onu gemiye yüklettik" m a'nâsm a olan ^ »&»_> (Kamer,
54/13) âyetinde bu nükte vâki'dir. Ve "O nu bir gemiye
yükledik" dem eyip de j oli denilmiştir. ("Elvâh", levhalar, "dü­
şür" çiviler demektir.) Bu âyette ^ JU >LL> denilmiş olsa, zât-ı
elvâh olmayan başka sefîne varmış gibi bir hâtıra meydana gelir.
Ben, bu kitâbımı mütâlaa edenden şunu iltimâs ve ricâ ederim ki,
benim bu kitâbımda dere ettiğim ne kadar mebâhis var ise, o mebâhis
Kur'ân-ı Kerîm ve ahâdîs-i şerîfe ile müeyyeddir. Şâyet kitâbımı oku­
yanın anlayışına nazaran Kur'ân'a veyâhud ahâdîse m uhâlif bir şey
zuhûr ederse, okuyan bilsin ki, anladığı m a'nâ, kendi anlaması cihe-
tindendir; yoksa benim îzâh için kasd etftğim murâdım noktasmdan
değildir. Bu gibi husûsâtta, okuyan zâtm hakikatin fehmine kendisi
için fütuhât hâsıl oluncaya kadar, yâhud kitâbullahdan veyâ hadîs-i
müeyyedden delilini buluncaya kadar, o m a'nâ ile amel etmeyerek,
teslimiyeti de elden bırakmamalıdır.
Bu gibi husûsâtta inkârı terk ile teslimin fâidesi, hakîkati bilmeğe
vâsıl olmaktan mahrûm olmamak içindir. Bu bir emr-i kat'îdir ki, bi­
zim ilmimizden bir şey inkâr eden kimse, inkârı devâm ettikçe, ilmi­
mize vüsûlden mahrûmdur. Ve bu bâbda idrâk için başka bir yol yok­
tur. Hattâ, vehle-i ûlâda inkâra sapmakta hırmân-ı mutlaka uğrama­
sından bile korkulur. Onun için îm ân ve teslimden başka tarîk-ı m a'ri­
fet yoktur. Ve kitabımızın mütâlaasma rağbet eden kimse bilmelidir
ki, Kur'ân ile, ahâdîs ile müeyyed olmayan her ilim dalâlettir; fakat
onun m üeyyidini ve delilini mütâlaa edenin bulamaması noktasmdan
değil. Bu ilimde öyle mebhas-ı mühim vardır ki, kitâbullah ile ahâdîs
ile müeyyeddir; fakat senin kudret-i isti'dâdm onu anlamaktan, seni
men' etmiştir. Onu himm et-i zâtiyyenle idrâke muktedir olamazsın.

33
Bu adem-i iktidarla zannedersin ki, kitâbullah ile yâhud hadîs ile o
bahis müeyyed değildir. Bunun için bâlâda dediğimiz vecihle tarîk-ı
eşlem, teslimiyet ve inkârsız adem-i ameldir. Lutf-ı İlâhî sana dest-gîr
oluncaya kadar sabr edersin.
Şurası da bir hakîkat-ı sâbitedir ki, senin kalbine vârid olan ilim, üç
vecihden hâlî değildir.
V ech-i evvel: M ükâlem e-i ilâhiyyedendir. Hâtır-ı rabbânî, yâhud
hâtır-ı melekîden kalbine vârid olan, o mükâleme kabîlindendir. Bu
mükâleme o şekilde olur ki, ne reddine, ne de inkârına imkân olamaz.
Çünkü, Hak Teâlâ hazretlerinin kullarına mükâlemeleri ve ihbarları
bilhassa makbûl olup, m ahlûk için onu def' etmeğe imkân yoktur.
Hak Teâlânm ibâdma mükâlemesinin alâmeti, sâm i'in mükâleme-i
kalbiyyesini zarûrî olarak kelâmullah olduğunu bilmek ve onu isti­
mali, külliyyet-i vücûduyla olmak ve bir cihetle takyîd edilememek­
tir. Hattâ bir cihetten istim â' etse, dîğer cihetlerden kat'-ı nazarla onu
bir cihete tahsisine de im kân olmaz. Görmezmisin ki, Mûsâ (a.s.), hi-
tâb-ı İlâhîyi ağaçtan işitti, fakat bu istimâ'ı, cihetle takyîd etmedi; hal­
buki şecere cihettir. Hâtır-ı melekî zarûrî kabûlde, hâtır-ı rabbânî'ye
karîbdir; fakat o kuvvette değildir. Şu kadar var ki, zarûretle kabûlde
hâtır-ı rabbânî gibi mu'teberdir.
Mükâleme tarîkiyle Cenâb-ı Hak'dan vârid olan esrârm ehemmi­
yeti yalnız mükâlemeye m ahsûs olmayıp, tecelliyâtı da böyledir. Ne
zaman kuluna envâr-ı H ak'dan bir şey tecellî ederse, kulu vehle-i ûlâ-
da onun nûr-ı Hak olduğunu şekl-i zarûrîde bilir. Bu tecellînin sıfâtı,
yâhud zâtî, yâhud İlmî, yâhud aynî olmasında fark yoktur. Ne vakit
senin üzerine böyle bir tecellî vâki' olur da, vehle-i ûlâda onun nûr-ı
Hak, yâhud sıfat-ı Hak, yâhud zât-ı Hak olduğunu bilirsen, tecellî ol­
duğunda şüphe etme. Bu m es'eleyi anlamak için iyi düşün! Bu bir de­
nizdir ki, sâhili yoktur.
İlhâm-ı İlâhîye gelince: Sâlik, tarîk-ı hakikatte m übtedî ise, ilhâm
ile amel etmek için o ilhamı kitâbullaha yâhud ahâdîs-i nebeviyyeye
arz etmek lâzımdır. Eğer bu ikisinden şahidini bulursa, şüphesiz il-
hâmdır; şâhidini bulamazsa adem-i inkâr ile berâber o ilhâm ile amel­
den tevakkuf lâzımdır. Bu tevakkufun sebebi, bâlâda geçmiştir. Te­
vakkufun fâidesi, ba'zan şeytan, kalb-i mübtedîye ilhâm şeklinde gös­

34
tererek ba'zı şeyler ilkâ eder. M übtedî ilhâmınm bu kabilden olması
muhtemel olduğu için, tevakkuf ve Hz. A llah'a teveccüh ve usûle te-
messük lâzımdır. O hatırın m a'nâsına, o ilhâmın hakikatine dâir feth-
i İlâhî oluncaya kadar sabır lâzımdır.
Vech-i sânî: İnsana gelen ilim, Ehl-i sünnet ve'l-cem âat'e nisbet
olunan bir zâtm lisânmdan kalbine vârid olur. Bu sûrette o ilmin şâhi-
dini veyâ mahm il-i sahihini bulursan, o ilim makbûl ve m u'teberdir,
onunla amel edersin. Bulamazsan, nûr-ı akim, nûr-ı îmâna galebesi ile
îm ân-ı zaîfe düşenlerden olmayarak, o ilme tâbi' olmazsın. Bu nevi'
üimde tarîk-ı savâb, tevakkuf ve teslîm arasmda hareketi müstelzim
olan ühâm m es'elesinde olduğu gibidir.
V ech-i sâlis: Kalbine vârid olan ilim, mezheb-i Hak'dan i'tizâl ile,
ehl-i bid'at'a iltihâk eden bir şahsın lisânmdan vârid olursa, bu nevi'
üim merdûddur. M aamâfih, âkil bu nevi' ilmi de mutlaka inkâr etme­
yip, her cihetle kitâbullaha ve ahâdîse muvâfık olanı kabûl ve kitâbul-
lahm ve ehâdîsin reddettiğini reddeder. M aam âfih ehl-i kıble mesâ-
ilinde bu nevi' ilim pek nâdir vâki' olmuştur. Bu kabîlden olan ilmi,
kitâbullah ve ahâdîs-i şerîfe min-vechin kabûl, min vechin reddetmiş
ise, âkil o sûretle hareket eder.
Burada îzâhı m uktezî bir mesele daha olup, o da kitâbullahda ve
ahâdîs-i şerîfede vârid olan mesâil-i mütekâbüedir. Misâlleri: "Sen
sevdiğini hidâyet edemezsin; fakat Cenâb-ı Hak istediğini hidâyet
eder" m a'nâsm a olan «liJ ’&> ii)l j cIŞl ^ H ilil (Kasas, 27/56)
âyeti üe; "Sen, elbette sırât-ı müstakime hidâyet edersin" ma'nâsmda
olan j ^11 dJl/ (Şûrâ, 42/52) âyeti. Kezâ U J j l .Jicül jl> U Jjl
jy üJI U Jjl .(JLÜI üJ! jl» hadîsleri gibi. M a'nâları: "A llah'ın evvelâ halk
ettiği akıldır; Allah'ın evvelâ halk ettiği kalemdir; A llah'ın evvelâ halk
ettiği, yâ Câbir Peygam ber'inin nûrudur." Bunlar, yekdiğerlerine mu­
kâbil gelmiştir. Bu gibi m esâil-i mütekâbilede ahsen-i vücûh, etemm-
i vücûh ne ise, oraya ham i etmekle te'vîl ederiz.
"Peygam berim iz için olmayıp da, Allah için olan hidâyet, Zâtul-
lah'a hidâyettir. Peygamberimiz için olan hidâyet, Hakk'a m usîl olan
tarîka hidâyettir" deriz.
Sebk eden üç hadîste de deriz ki: Bunlardan murâd, şey'-i vâhid-
dir; aradaki taaddüt, nisbet i'tibârmdandır. Baksana "Esved, Burak,

35
Lâmi', Refref" elfâz-ı muhtelifeden olduğu halde, hepsi "m erkeb"ten
(binit) ibârettir. Nisbetin ihtilâfı, elfâzda ihtilâfı îcâb etmiştir.
Mukaddime burada hitâm bulmuştur.
Bu temhîdde maksadım:
Ey kitabımı mütâlaa eden zât! Seni vech-i vâhide nasb-ı nazarla vü-
cûh-ı kesîreden mahcûb olanların vartasından çıkarm ak ve bu kitap­
ta benim lisânım üzerine, Cenâb-ı Hakk'm icrâ ettiği sözleri, hüsn-i id­
râk ederek tarîk-ı savâbı bulup, mübelleğ bir hâle bâliğ olmaklığını
kolaylaştırmak içindir.
Ve minellahi't-tevfîk.

İşâret
Bir zaman şark ciheti gurebâsmdan bir garîb ile Cenâb-ı Hak bana
mülâkât nasîb etti. [Garîb, lisân-ı hakikatte, eşyâ-yı kevniyyeden ve
ahvâl ve makâmât-ı m a'neviyyeden tecerrüd ederek, hakîkat-ı sır-
fa'ya dâhil olan zât-ı âlîye denir. Bu mertebeye varan zevât, hem her
şeyden mücerred, hem her şeyle mukayyeddir. Böyle olan zevât, es-
rârmı başkasına ifhâma kâdir olamadığı için, beyne'l-beşer garîb düş­
müştür.] O zât, samedâniyyet yaşmağıyla ağzını kapamış, ahadiyyet
gömleğine bürünmüş, celâl rubasını giyinmiş, hüsn-i cemâl tacıyla
taçlanmış bir zât idi. Lisân-ı kemâl ile selâm verdi; selâmına hüsn-i ta-
hiyyetle mukâbele ettim. Selâmdan sonra bedr-i kemâl olan yüzünde­
ki perdeyi açtı. Onu mükemmel bir numûne-i âlî gördüm; bu zât, ah-
kâm-ı zâhireye ve bâtıneye vâkıf; usûlde farz olan yolun îcâbma göre
çizilmiş bir proğram; hakîkaten bu sûretle hareket etmeyen her hu-
sûsta berâet-i zimmete nâil olamaz. Onu m i'yârım la ölçm ek ve onun­
la inci gerdanlıklarını dizmek istedim. Fakat vehle-i ûlâda, kendisini
kantarımla tarttırmak istemedi. "Sizi tartacak kantarı koymak için
amûdum, gayr-i kâfidir, kırıktır" diyerek ıslâh-ı beyn ettim.
Mükâleme sûretiyle mi'yârımın âlet-i mahsûsası intizâm peydâ
edip, sâhib-i kürsî odada kendini gösterince, ben de kürsi-i iktidârımı
nasb ederek mîzân-ı i'tibârı ele aldım. Bu yoldaki meâliyât kânûniyle
hareket ederek, kudret-i ilmiyyem ile söze giriştim. Benim dâimâ mes­
leğim, kendimdeki ilmi ketm ederek hareket etmektir. Zât-ı mezkûru

36
vezn ederken dirhemler, miskâller hitâma erdi. Kîrât-ı tetkik ile muzaf­
fer olarak tahkik ölçüsünü muntazam yaptım. Ellerimi kına ile boya­
dım, gözlerime hafif gaflet sürmesini çektim; neticede kilitleri kırıp, iki
gözümü açınca, bana "o mahbûbe nerededir?" dedi. İftirâk lisânıyla ce-
vâb verdim. Nefy ve isbât arasındaki ebyât-ı âtiyyeyi inşâd ettim:

Nazmın Tercümesi:

"O mahbûbe vücûd ile miiştehir olduğu günden beri, benim indimde
ademle muttasıftır.
Hayâl onu uzaktan varlıkta bir kudret olmak üzere görür.
Halbuki o, içinde defineler miiddehir olan ve senin için dikilmiş olan bir
duvardan başka bir şey değildir.
îşte o duvar benim! O mahbûbe, beni kazıp çıkarsınlar diye varlığım du­
varında meknûz definedir.
Sen onu sûrette bir şebah ittihâz etsen de, o arada mûcib-i ibret-i rûhdur.
Cenâb-ı Hak onun hüsnünü ikmâl ettiği İçin, cemâl-i İlâhî ile münteşirdir.
O, senden başkasında kâim değildir. Onun sûretlerini görmek için sırrı
t iyi anla."
Sözümü işitip makâl ve hâletimle m ütehallî olunca, bedrini benim
hâlemde tedvir ederek, ebyât-ı âtiyeyi inşâd etmiş ise de, ifşâ etmedi:

Ebyâtın Tercümesi:

O bir güzeldir ki, burka'-ı esrâr ile yüzü örtülür.


Sallanan saçları kalbin belâsı, gözleri insanın sihr-i ihtilasıdır.
Aşk şarâbını sarhoş olanla berâber tatmış ve sarhoş olmuştur.
Sarhoşluğu sâyesinde rubalarının gizlediği esrâr âşikâr olmuştur.
O mahbûbe, her bedr-i tâmmı tahayyül ederek o bedirlerden kendisine
hiVatlar yapmış.
O mahbûbenin en nâdir hiVatlete varıncaya kadar, hil'atleri tam olan be­
dirlerdendir.

37
Ellerinde ve bileklerindeki süslü kınaların nakışlarının rengini görerek
omuzunun zîneti olan saçları da, bu rengi iktisâb etmiştir.
İskender'e tâc-ı izzeti giydiren ve Darâ'nın dlvâir-i saltanatında hüküm
yürüten, odur.
O bir mahbûbedir ki, halkın kâffesinin rikâbına mâliktir.
Yeşille karışık beyâz rubalarıyla ve kırmızı dudaklarıyla bu kudrete nâildir.
Güzellik nâmına ne varsa, onu istikmâl etmiştir.
Benî Âm ir kabilesinin Leylâ'da hüsn-i zan ettikleri, onun cemâl-i hüs­
nünden bir parçadır.
Bâtınının gizlediği hüsn, izzetinin zahiri; güzelliğinin bâtını, zâtının me-
hâsinidir."
Bunun parlak hitabı, yüksek ifâdesini işitip anlayınca; Mevcûd ve
adem-i mevcûda ve ahdine vefâ edene ve ahde hıyânet edene; rubala­
rıyla tesettür edene ve rubalarından üryan olana; âfâkda cemâlini neşr
edene ve neşr-i cemâl etmeyene; hüsn-i beyânıyla efkâr ve ukûlü is-
ti'bâd edene (köle ittihaz etmek mânâsmadır.); ve esrâr-ı kalbiyle er-
vâh ve esrarı kendine takrib edene; ihâta-i külliyyesiyle âkile dehşet
verene ve nokta-i ilmindeki kem âlâtı cem' edene ve setr ettiklerini
açıktan izhâr edene; ihâta-i ilmiyyesi dâiresinde herkese fâik olana,
ya'nî şu ta'dâd ettiğim şeylere yem în ederek, hakikat perdelerinin
kaldırılmasını ve ifâdeyi açık tarzda söylemesini ricâ ettim. Makâm-ı
âlîsinde durmakla berâber, o makâmdan tenezzül etti ve âtideki ebyâ-
tı inşâd eyledi:

Ebyâtın Tercümesi:

"Mevcûd, ma'dûm, menfî, bakî hep benim.


M ahsûs, mevhûm ve zararlı yılan ve onu tedâvî eden benim.
Çözülen, düğümlenen, içilen şarâb ve şarâbı veren yine benim.
Defîne-i servet, fakr u zarûret ben olduğum gibi, hilkat de, halk da,
H allâk da yine benim. Benim peyniânelerimden içmeğe heves etme! Tir­
yakımın zehri ondadır.

38
Benim hakikatime doğru girmeğe tama' etme, o şeddimle mesdûddur.
Benim zimâmımı hıfza çalışma, maamâfîh mîsâkımı da nakz etme; hana
vücûd isbât etme!
Ey Bâkî, vücûdumu da nefy eyleme, kendini benden başka sanma.
Aynımdaki hiddet-i basarla söylüyorum; kendini benim aynımda sanma!
Şu kadar var ki, bu sözle kast ettiğim ma'nâyı, eşvâk ve ezvâkım gayb ve
mestûr eylemiştir.
Beni gördüğün mertebede, sen de ol! O vakit doldurduğum peymânele-
rimden iç.
Belimden kuşağımı çözme! Aynı zamanda kaftanımı da giyme.
De ki: "Ben buyum"; ve de ki: "Ben bu değilim."
Evsâf ve ahlâkımı teemmül et, bürûdet benimledir;
Fakat kalbim harâretle iltihâb etmektedir. Ceyhûn'a gark olduğum halde
susuzluk içindeyim.
Sırtımda hiçbir şey olmadığı halde, yüküm beni yormuştur.
Ağırlıklarımı hem azalt, hem çoğalt.
Bana sâkı olan kalbimdeki muhabbet-i ilâhiyyedir.
Benim hâlimi deve kuşu sana tamâmiyle tasvir eder.
Kanatlarıyla kuş, boynu ile devedir.
Halbuki bu sözden maksadım ne devedir, ne kuştur; benim sebk etmiş bir
remz ve işâretimdir.
Ne gözdür, ne gözdeki rü'yettir. Kirpiklerimin sırrından mütevellid bir
sırdır.
Ecel de değil, fân i de değil, bâkî de değildir."
Bâlâda mevzû-i bahs olan bu sır, bir cevherdir ki, onun iki arazı
vardır. Bir zâttır ki, onun iki vasfı vardır. O cevherin hüviyeti ilim ve
kuvâdır. Ya, alîm ve hakimden ibâret olup su sızılır enbûbelerinden
akarak üç katlı şekilde meydana gelmiştir. Y a'nî mücerredden zuhûr
eden ilm -i zâtî, üm-i sıfâtî, ilm-i ef'âlîdir. Yâhud ulûm-i hâkimiyyesiy-
le teraşşuh eden kuvvetler olup, hüviyetinin sülüsü üstünde, basîti
mürekkeb kümıştır. Hüviyetinin sülüsü zâttır.

39
Eğer ilim asildir dersen, kuvvetler fer'dir. Kuvvetler arazdır dersen,
ilim fer'dir. Bu ilim iki türlüdür. Biri ilm-i kavlî, biri ilm-i amelîdir.
llm -i kavlî: Senin sûretinin hey'eti üzerine terekküb eden ve dere­
cendeki "enniyet" den taarrî eden enmûzecdir.
llm -i amelî: Hakimin ilmiyle intifa'm da vesîle-i ihtidası ve emîrin
hükm-i fermân-ı ısdarında vâsıta-i teblîği olan hikmettir.
Kezâlik, kuvvetler de iki kısımdır: Biri, kuvâ-yı cümeliye-i tafsîlî;
birisi de kuvâ-yı cümeliye-i tahayyülîdir. Evvelkinin şartı hüsn-i mi-
zâcdan ve usûlün istikâmetinden ve fürû'da sıhhat-i menkûl ile berâ-
ber akılda kemâlden hâsıl olan isti'dâddır. İkincisinden ibâret olan
kuvâ-yı cümeliye-i tahayyülînin şartı, cevherin sâhib-i tahayyüz iküik
arasmda kuvvetli temeyyüz olmaktan mütevellid kabiliyettir.
Bâlâda "ik i vasfı vardır" dediğimiz zâta gelince: O, sen ile benden
ibârettir. İlâhımız, seninle benim için; benimle, senin içindir. Sen (en­
fessen) m a'kûlünün kabûl ettiği cihetten değil, belki hüviyetin i'tibâ-
riyle evsâf-ı abdiyyettensin. Ben (ene=ben) m a'kûlümün kabûl ettiği
nokta-i nazardan değü, belki hakikatim i'tibâriyle evsâf-ı rütebiyye-
denim. Bizzât müşârun* ileyh olan odur. Ben, enniyetime nazaran
"ene=ben"; ma'kûlünün kabûl ettiği haysiyyet i'tibâriyle "hüvallah"
ahkâmındanım. Sen de hilkatin i'tibâriyle "hüve'l-abd"sın.
Zâtına bak, istersen "ene=ben" i'tibâriyle, istersen "ente=sen" i'ti­
bâriyle; orada hakîkat-i kiilliyyeden başka bir şey yoktur. Vahdehû lâ
şerîke leh olan A llah'ı tesbîh ederim.

Manzûme:
"Zâtın nefsinde iki vechi vardır. Biri siifliyete, biri ulviyete nazırdır.
Her vechinde ibarede ve ifâde-i kelâmda zâtı, evsâfı ve e fâ li vardır.
"O birdir", dersen, doğru söyledin. "İkidir" dersen, yine doğru söyledin.
"Hâkkıyla o ikidir, hayır iki değil üçtür" dersen, yine doğrudur.
İnsanın hakikati işte budur.
Hakîkati zâtından ibâret olan ahadiyyet'e bak! “Vâhiddir, Ahad’dir, Sa-
med'dir” de!

40
Zâtı iki görürsen, "o zât, abd ve rab olduğu için ikidir" dersin.
Ammâ benim ezdâddan cem' ettiğim hakikati düşünmekle yükselirsen,
hayrette kalırsın, esfeline âlî, âlîsine esfel diyemezsin.
Belki "hakâyık-ı zâtına iki vasıf lâhik olan iiçiincü hakikattir," dersin.
İşte o hakikat, "Ahmed" tesmiye olunan ve hakîkat-ı ekvân için "Muham­
med" olan zât-ı âlîdir.
Azîz ile, H âdî ile m uarref olan odur.
Peygamber, rab olduğu için ruhum ona fedâ olsun.
Ey hidâyetin sırrı, ey viicûb ve imkânın mihveri, ey peykâr azametinin
merkezi, ey vücûdun hey'et-i umûmiyesi dâiresinin ayn'ıl
Ey Kur'ân ve Furkân'ın nokta-i hakikati! Ey kâmil, ey celâlet-i rahmâniy-
ye ile tecemmiil eden ve ekmelleri kâmil kılan mükemmil!
Dâire-i vücûdun ortasında, u'cûbelerin kutbu sensin; kemâlât-ı bî-nihâ-
ye, senin üzerinde deverân eder.
Seni tenzîh ettim, belki teşbih ettim, belki "bâkî ve fân î olarak bilinen ve
bilinmeyenlerin hepsi şenindir," dedim. •
Vücûd ve adem hakîkaten şenindir. Ulviyet ve süfliyet senin iki rubandır.
Ziyâ ve onun zıddı sensin; belki ârif-i hayran için leyle-i zulmâsın.
Kur'ân'da mişkât, zeyt, mısbâh bunlarla murâd insan olan sensin.
Vücûdun ezelî olduğu için "zeyt"sin; mahlûk olduğun için tenvîr eden
"mişkât" yine sensin.
Vasfın, rabbin ayn-ı vasfı olduğu için de "misbâh-ı miinîr" yine sensin.
Zulmetlerinin karanlıklarında ziyâ-ı lütfün ve kemâl-i merhametinle ba­
na Itâdî ol!
Ey rüsıd-i kirâmın seyyidi! Ve ey imkânların mekâneti fevkinde mekânı
olan zât-ı âlî!
Kerîm sıfatıyla muttasıf sensin, benim elimi tut!
"Abdülkerîm" denilen muhibb-i fânînin nisbeti sanadır.
Bendenin zimâmı, yed-i kudretindedir; zimâmımı tut! İcâbına göre kemâ-
lât vâdîlerinde irhâ ve ıtlâk eyle.

41
Ey ricalara mültecâ olan ma'şûkum! kalbim seninle mukayyetidir.
Sana karşı lisânımın bu feryâdları dahî muhabbetimdendir.
Ma'nâ vâdîleri üzerinde hâmil-i ma'nâ olarak tegannî eden s üret kuşları
tegannî ettikçe, Cenâb-ı H ak sana salât etsin.
Âline, ashabına, dâr-ı dînin erkânına ve ilmine vâris olanlara az çok ilim
ve îmân ile senden haberi olanlara salât etsin.
Ey hayâtın "hâ"sı, ey insandaki sırrullahın "sin”i, salât ve ta'zîmât sana
mahsûstur."
M ülâkât ettiğim bu zâtın sözünü işitip, peym âne-i kemâlinin fazla­
sını içince, o zâta "senin terekkübâtmdaki vukûâtı ihtivâ eden acîb
şeylerden bana haber ver" dedim. Cevâben dedi ki: Ben, Cebel-i Tûr'a
suûd ettim, bahr-ı mescûru içtim , kitâb-ı mestûru okudum; anladım
ki, bunlar kavânîn-i hakikati terkîb eden birer remz ve işâretten ibâ­
rettir. Onlar kendisi için değil, senin içindir. Sözdeki alâmetlerden,
edilleden indinde sahîh olan şeyleri işitmek, seni, kendi varlığından
hârice atmasm. Şaşırıp da, "bu onun, şu benim; onun hâli benim hâli­
me müşâbih değil" deme! Bu zikr olunan şeyleri Cenâb-ı Hak senin
için bir fihrist-i hakikat yaptı. Bunlar m ir'ât-ı lisânîdir. Onlar için ha­
kikat yoktur. Bunlarm hepsi, bunlarda sana âid olan hakikati muâye-
ne etmekliğin içindir. O muâyene sâyesinde, o m uhitten kendine bir
muhît-i hâs ittihâz edersin. Bunun için zikr ettiğim şeyleri ne görür­
sün, ne anlarsm, ne bulursun, ne de elinle tutabilirsin. Eğer orada bir
şey bulunm ak lâzım gelirse, onu Hak Teâlâ ile bulabilirsin. Çünkü ârif
tj^aı j [Onun sem 'i ve basarı olurum] hakikatiyle tahakkuk edin­
ce, mevcûdâttan hiç bir şey ona m ahfî olmaz. O zaman o ârif, Halik-ı
kibriyânm ayn'ıdır.
Bundan sonra şunu da bil ki, onu mutlaka nefy de sahîh değildir.
Çünkü o m enfî olursa, arada sen de müntefi' olursun; çünkü o senin
nümûnendir. Sen mevcûd ve eser-i sıfâtm gayr-i mefkûd olduğu hal­
de, senin intifân nasıl sahîh olur?
Onun isbâtı da sahîh olmaz; çünkü onu isbât ettiğin vakitte, sa­
nem ittihâz etmiş olursun, ganim eti zâyi' edersin. M efkûd olan bir
şeyi isbât nasıl sahih olur? Yâhud sen mevcûd olduğun halde, nefyi-
ne nasıl im kân bulunur? H albuki Hak Teâlâ hazretleri seni kendi sû-

42
reti üzerine hay, alîm , kadir, m ürîd, sem i', basîr, m ütekellim olarak
yarattı. Bu hakâyıktan hiç bir şeyi kendinden def'a kadir değilsin;
çünkü o seni kendi sûreti üzerine yarattı ve evsâfıyla zînetlendirdi
ve esm asıyla seni tesmiye etti. O H ay'dır, sen de haysm. O A lîm 'dir,
sen de alîm sin; O M ürîd'dir, sen de m ürîdsin; O Kadir'dir, sen de
kâdirsin; O Sem î'dir, sen de sem i'sin; O Basîr'dir, sen de basîrsin; O
M ütekellim 'dir, sen de m ü tekellim sin ;0 Z ât'dır, sen de zâtsın; O Câ­
m i'dir, sen de câm i'sin; O M evcûd'dur, sen de m evcûdsun. O 'nun
rubûbiyeti vardır, j gb "H epiniz çobansm ız ve
hepiniz raiyyenizden m es'ulsünüz" hükm üne nazaran, senin de ru-
bûbiyetin vardır. O 'nun K ıdem 'i var; sen de O 'nun ezelî olup, ken­
disinden m ufârakat etm eyen ilm inde m evcûd-ı ezelî olduğun için,
sen de kadîmsin.
îzâh-ı sâbık vechiyle olan müşâhedeye nazaran ona m uzâf olan her
şey, sana da muzâfdır. Fakat O kibriyâ ve izzetle müteferrid, sen zül
ve aczle münferidsin. Evvelâ aranızda mevcûd olan nisbetlerin hepsi
sahîh olduğu gibi, bu noktada, seninle onun arasındaki nisbet munka-
tı' oldu."
Dedim ki: "Efendim! Evvelâ yaklaştırdın, sonra uzaklaştırdın. Ev­
velâ lübbünü, hakikatini saçtığm halde, sonra üzerine kabuk geçir­
din." Cevâben dedi ki:
"H ikm et-i üâhiyyedeki kânun üzerine söz söyledim, idrâk-i beşer
m îzânı üslûbuyla yazdım. Hakîkate karîb ve baîd olanlara ve bu
m es'elede garîb olanlara m es'eleyi hüsn-i idrâk kolay olsun için bu
sûretle yaptım ."
Dedim ki: "Şarâb-ı hakikatinden ve o şarâbm ağzındaki bakıyye-
sinden bana tekrâr içirm eyi ziyâdeleştir."
Cevâben dedi ki:
"M âvi bir kubbe altında A nkâ'nm vasfından haber veren bir âlem
işittim. O âlemi görmeğe heves ettim; işte o âleme girdim."
Yine dedim ki: Oraya dâir olan haberini tasrîh ve oraya âid olan
eserini tashih et, sıhhatini söyle!"
Yine cevâben dedi ki:

43
"İnsanı hakikatte hayrette bırakan ve kimsenin görmediği büyük
beyaz bir kuştan ibâret olan o Ankâ'nm , altıyüz kanadı ve yukarıya
i'tüâ için, bin aded âlet-i tayerânı vardır. Harâm onun yanında mü-
bâhdır. İsmi, Seffâh ibn Seffâh'dır. Kanatları üzerine güzel isimler ya­
zılmıştır. "Bâ" harfi başında, "elif" harfi göğsünde, "cim " harfi alnın­
da, "h a" harfi gerdânmda; bâkî harfler, iki gözü arasında saf şeklinde
yer tutmuştur. Bu kuşun alâmeti, elinde hâtem vardır. Pençelerinde
emr-i kâtı' fermânı mevcûddur. Bu kuşta bir nokta vardır, bilmece
oradadır. Refref'in fevkinde, kendisinin Burâk'ı vardır."
Yine dedim ki: "Bu kuşun m ahalli neresidir?"
Cevâben dedi ki:
"V üs'at ve kudret m a'deniyle hayret m ekânmdadır."
Böyle deyince ibareyi bildim, işâreti anladım, mülkten ve melekten
daha ileri geçerek, cevf-i felekde uçm ağa başladım. "A nkâ-yı mağrib"
tesmiye olunan o kuşun âleminde deverân ederken, o kuştan ne ha­
ber, ne de eser buldum. İsminin delâletiyle, evsâf ve kuyûd merâsi-
m inden hârice çıktım. Bu sûretle sıfattan tecerrüd edince, felek-i zât'a
girmek müyesser oldu. İşte o sırada hayret denilen deryâya müstağ-
rak oldum. O denizde iken kanatlarımı balık yuttu ve beni inci hazî­
nesinin fevkinde cevelân ettirmeğe başladı. O sırada balığın dalgası
beni bir boşluğa attı; ve o boşlukta ne işitir, ne de görür olarak bir
m üddet eğlendim. Ne zaman ki gözümü açtım ve mekân ve imkân
kaydından kurtuldum; anladım ki, o ibârât ve işârât hep bana imiş. İş­
te o zam an baktım ki, kanatlar benim ve kanatlarımda cevelân alâmet­
leri müheyyâ!
Yine gördüm ki,"elif" (Allah) göğsümde, "cim " (Cemâl) alnımda,
"h a" (Hayât) gerdanımda. Bâlâda zikr olunanlardan bir zerre yoktur
ki, o, bende mevcûd olmasm. Bu mertebeyi idrâk edince anladım ki, o
zât-ı âlînin bu remiz ve işâret sözlerinden maksad, ben imişim. Nukat
m eydana çıktı, bilmece de bilindi, ben de ölüyü dirilterek kudret ibrâ-
zına başladım.
Bu mülâkâtı rivâyet eden Abdülkerîm der ki: "O zât-ı âlî'ye emr-i
mahtûm (farz olan) ve ke's-i mahtûm (mühürlenmiş kâse) nedir?" di­
ye sordum. Bu suâle karşı, arab lisânından başka bir lisân ile tekellüm

44
ederek/ sert söz söyledi. Sonra birtakım tenbîhât ile korkutup ifâdede
aldatma şeklini iltizâm etti. Sonra tekrâr takarrub ve söylediği sözleri
tercüme ederek dedi ki:
"M a'kû l olan enm ûzec-i â lî (m ürşid), bir m ahm il-i kelâm dır ki,
nefsi için m aksûd değildir; belki m ahm ûl (m ürîd) için m aksûddur.
V e o m ahm ilde nakş olunan kendisi için değil, belki, esfel-i m enkûl
içindir. Esfel dediğim iz de, m üşârun ileyhdir. Sözlerin hepsi ona râ-
ci' ve hepsi ona dâirdir. Enm ûzecde bulunan m üşârun ileyhe nakş
olunup da, bu m ahm ilde bulunanlar bu him âra (eşşek-m ürîd) yük-
letilirse, o zam an esfel, a'lânın aynı olarak âlî, sâfilde m evcûd olur.
Bunun için "enm ûzec ile m enkûş m üşârun ileyh (sâlik) arasında
nisbet yoktur" diyenler de vardır. Bunu diyenler, "enm ûzecle m u­
râd, m üşârun ileyhde m enkûş olanın aynıdır" dem ekte hatâ etm iş­
tir.
Bunun için "m üşârun ileyh, enm ûzecin aynıdır" diyen de vardır.
Bu sözü söyleyen de: "enm ûzec, galatsız ulviyet sâhibidir. m üşârun
ileyh ise ıstılâhda yalnız süfliyet sâhibidir" sözünde hatâ etmiştir.
Bunun için "enm ûzec câm i'd ir" diyen vardır. Bu sözde de, enm ûzec
yalnız sıfât-ı kem âle isim olup, sıfât-ı nok*sana isim olm ası bâkî kal­
dığı için hatâ vardır. Bunun için "m üşârun ileyh m enkûş, ünm ûzi-
ciyet-i m enkûşeyi câm i'd ir" diyen de vardır. M enkûş m üşârun
ileyh, sıfât-ı noksan m ahallinin ism i olduğunu işrâb ettiğinden, bu
söz de hatâdır.
İşâretteki ta'yîn mahallini ve ibârelerdeki darlığı görmüyor musun?
İşte zâtı idrâke erişmekten acze kâil olan da, bunların hepsini düşüne­
rek kâil olmuştur; fakat bu kâil de hatâ etmiştir. Çünkü müşârun iley-
hin şartı, enmûzecde olan şeyin, müşârun ileyhde intikâşıdır. Bu tak­
dirde enmûzec esrârındaki gizliliklere mücâneset sebebiyle kendisi için
bir nevi' idrâk hâsıl olmak lâzım gelir. Bu takdirde âciz demek değildir.
Yine bu takdirde idrâkten aczin, evsâf-ı ârifîn olması sahîh olmaz. Bu­
nun delîli, ârîf-i billah bir şeyi idrâkten âczini i'tirâf ederse, bu i'tirâf o
şeyin sıfâtma adem-i vukûfundandır. Çünkü, sıfât idrâk olunamaz. İd­
râk olunamaması, ya adem-i tenâhîden nâşîdir veyâhud idrâk kâbiliye-
ti olmamasından nâşîdir. Bu mikdâr-ı idrâk, o şeyi lâyık olduğu veçhi­
le bilmek için kâfidir. İşte bu veçhile bu mikdâr m a'rifet sende hâsıl

45
olunca, idrâk de hâsıl oldu demektir. Sıddîk-ı Ekber'in: "İdrâkden aczi
idrâk, bir nevi' idrâktir", demek olan dljjl S \jjl demesi ye-
rindedir. Dîğer bir rivâyette Hz. Ebû Bekir S\j*\ oJljj’i/l d'j's ^ de­
miştir. Ma'nâsı "İdrâke ulaşmaktan acz, idrâktir"demektir. [Derek,
arapçada, kuyuya saldıkları ipin, suya erişmemesinden nâşî, suya eriş­
mek için ilâve edilen ip parçası demektir.]
İdrâkin husûlüyle idrâkten acz olmaz. Burada abd, izzetle mutta-
sıftır ve acz, kendinden m üntefîdir. Kur'ân'da. j'La/VI Is'jlu V (En'âm,
6/103) buyrulm ası "Ebsâr-ı m ahlûkat, onu idrâk edem ez" m a'nâsı-
nadır. Ammâ basar-ı hafiyy-i ezelî ki- abd onunla rü'yet eder- o ba­
sar m ahlûk değildir; çünkü o basar, ^ u , ^jjl c J hadîsinin haki­
katidir. Bu sırrı iyi anla!

Manzumenin Tercümesi:

"Bana ve acâib sahibi olan Rabb'ine yemin ederim.


Benim garâmda, ya'nî aşk-ı İlâhîde çok acîb şeylerim vardır.
Garâib üstünde devrân eden feleğin değirmeni üzerinde benim kutbum
devrân eder. *
Benim aşk-t İlâhîdeki işâretli sözlerim, her kâtibin kıraatini yormuştur.
Ben o aşkı bir ibâre ile izhâr ettim ki, idrâkinde isâbet olanlar da, bu dakîk
olan ibârelerimi anlamadı.
O aşkı uzattım, zînetledim, gizli yollar içinde tasvîr ettim.
O aşktan, aşka tâlib olanların gözlerini doldurdum.
O şarâb-ı aşkı içmek isteyenleri, şarâba kandırdım.
Bu bahçenin ağaçlarını ben diktim. Meyvesini de ben devşirdim.
Ve bu sırrı göğüs kemiklerimde gizledim.
Bir taraftan maksadı izhâr ettim, dîğer nokta-i nazardan bu sırrı bu işe
mahrem olmayanlardan -yemîn île söylüyorum- sakladım.
Bu sır, zâhir olup, gevezelerin lisânına düşerse, melâmetin ashâb-ı haki­
kati insanı levm ve ta'yîb eder.
Bu mes’eleye yabancı olduğu halde, muhabbetle bana sâhib olanlar, ben­
den bu gıdâyı aldılar.

46
Nush ve pend edenin sözünü anla.
Sana altın külçesini, eritmek usûliyle beraber hediye ediyorum.
M erâtib-i aliyyeye yükselen işaretleri bil!
Ve bu ma'rifet tahakkuk edince teşekkür et.
Çünkü, teşekkür en hayırlı yollardandır."
Ey kitabımı okuyan zât! Â tideki m a'lûm âtı iyi ihâta ederek, iyi öğ­
ren ve iyi bil! Kendisinin mihver-i feleği enmûzec olan ve tasarruf ma-
kinalarınm kutbu bulunan tılsım [Tılsım, sırr-ı mektûm üstüne yapı­
lan işâret-i mahsûsa demektir.] kutbu, tılsımlardan birinci tılsımdır.
Nakış sûretleri tdsım-ı kutbiyle kâimdir. Böyle olmasa, onun ahkâmı­
nın vukû' ve sübûtuna çâre olamazdı. Tılsım-ı kutbînin zuhûrâtı, mu­
hakkak şekline koyması olmasa, hey'et-i menkûşenin zuhûruna im­
kân olamazdı. O tüsım, bir m ir'âttır ki, onun dâiresine mukâbü bir
heykel tasavvur etmesen, m ir'âta aksini veremezdi. M ukâbil bir sûret
olm adıkça, m ir'âtta aksin zuhûruna nereden im kân olurdu. M ir'ât'da
mukâbelesiz sûretin vücûduna im kân olmadığı gibi, öyle bir sûretin,
m ir'âtm gayrisinde husûlüne yol yoktur. Mukâbele zamânmda olsa
bile m ir'âtta şey-i zâid olarak vücûd bulaîı şeyin m ir'âttan başka bir
şey olduğuna da imkân yoktur. Çünkü m ir'ât, başka bir şey ile imti-
zâc etmemiştir ki, onda başkası bulunabilsin. Halbuki sen, "o m ir'ât-
da, şey'-i âhar tesmiye olunan şeyi gördüm " dersen, bu nasü müm­
kün olur? Bizim Kutbü'l-Acâib Felekü'l-Garâib tesmiye olunan kitabı­
mız, otuz tılsımdan ibâret olan bakıyye-i tılsımâtı da hâvidir. Bu tılsı-
m âtm kâffesi sırr-ı vücûdda m erkûz ve müstetirdir. Bu tılsım âtı kitâb-
ı mezkûrda musarrahan yazdığımız gibi, bu kitâbda da kâffesinin
üzerine tenbîhât-ı lâzimeyi ifâ ettik. Bu kitâb dediğim İnsân-ı Kâmil
adlı olan kitâbdır.
Nazar-ı mütâlâası Kutbu'l-Acâib kitâbı üzerine vâki' olup da tedkîk
etmeyen, İnsân-ı Kâm il’i hakkıyla anlıyamaz. Kitâb-ı mezkûru mütâlâ­
adan sonra însân-ı Kâmil'i mütâlaa ederse, evvelkinin münderecâtmı
İnsân-ı Kâm il'de tamâmiyle bulur. Çünkü bu İnsân-ı Kâmil, kitâb-ı
m ezkûrun anası, belki memesi gibidir. O kitâb da, bu kitâbm aslı, bel­
ki fer'i gibidir. Bu iki kitâb üe murâdı, iki hitâb ile muhâtab olanı an­
larsan, remizleri, işâretleri hal ederek definelere sâhib olursun.

47
Kutbu'l-Acâib'den murâd, kendisine işâret etmek istediğimiz sırdan
başka bir şey değildir. Felek-i garâib'den de maksûdum, önünde mev­
cûd olandan, ya'ni o sırdan başka bir şey değildir.
însân-ı Kâm il'in îzâhâtı olmadıkça m üşârun ileyhi halletmek
mümkün olmadığı gibi, Hak Teâlâ ve tekaddes hazretlerini de esma­
sı ve sıfâtı cihetinden, başka sûretle ma'rifete yol yoktur. Abd evvelâ
H akk'ı, sûret-i mutlakada, esmâ ve sıfâtmda görüp, ba'dehû sûret-i
muhakkakada olarak m a'rifet-i zâta terakkî eder. Beyânât-ı sâbıka ile
neye işâret etmek istediğimizi iyi anla; çünkü bunların hepsi sana de­
lâlet için "lügaz"dır.

Manzumenin Tercümesi;

"Yâ Rabbi! seni idrâkde hayretteyim!


Aşkın yolunda yollarım daraldı.
Aklın tedbîrin husûl-i emelime yardımı yoktur.
Yâ Rabbi! kalbim seni nasıl tahammüle kuvvet bulabilsin ?
Sen, benim kalbimi işgal ve aşkı bana meşgûliyyet-i azîme yaptın.
Lübbiim, ya'nî kalbim tasalı; göz yaşlarım akıcı; ciğerimde ateş yanıcı;
gözbebeğimin suyu akıcıdır.
"Ben mevcûd değilim" desem, ruhumun ma'dûm olması lâzım gelir.
Halbuki rûhum, kavlimde ve amelimde mevcûttur.
"Mevcûdum" desem, yine yalan söylemiş olurum.
Nâsda illet-i mûcibesiz hiçbir mevcûd görmedim."
Bir yere mühür basılınca, basıldığı yer müdevver, m urabba', mü­
selles olmakta mühre mutâbık olmak ve o mühürde m atbu'dan ve
menkûşdan m ukâbil olduğu sûrete muvâfık olmak zarûrîdir. Fakat
gılzatmda ve cirminde aynı olmak, zarûrî değüdir. Çünkü matbu,
ba'zan cirmen tâbi'den büyük olur; ba'zı kere de aksi olup, tâbi' mat-
bû'dan daha büyük olur. Bu bir sırdır ki, kemâlden ve tekârub-ı cemâl
ve celâlden sonra ehlullahdan kâmil olan muhakkiklerin m evzu'-ı te-
fâvütüdür.

48
Bundan başka matbû' ba'zan tâbiîn aksine olur. Bu takdirde tâbi'de
sağından sola doğru zuhûr eden, matbû'da soldan sağa doğru zuhûr
eder. Bu da tâbi' ile matbû' arasındaki tezâd mevziidir ve rubûbiyette
ubûdiyyet sırrının mazharıdır. Peygamber zî-şân (aleyhi salavâtü'r-rah-
mân) Efendimiz'den âtîde rivâyet olunan hadîsin sırrının ma'nâsı da
budur. Risâlet-meâb M i'râc'da urûc edip de, bütün perdeleri yırtarak
tek bir perde kaldığı yere vâsıl olunca, onu da yırtmak istemişti. Kendi­
sine: dlj jU J ö denilmiştir. "Dur, Rabb'in namaz kılıyor", demektir.
Bu bir sırr-ı celîldir ki, kâm il ismi nokta-i nazarından bunu kâmil
olanlardan başkası idrâk edemez. Bu sırra, ârifler içinde hakîkî olma­
yıp da ıttılâ-ı İlmî olarak vâkıf olan da vardır. Fakat bu vukûf, cemâl
nokta-i nazarmdandır. O cemâl, cemâlü'l-kem âldir, cemâl-ı mutlak
değildir; kem âlü'l-cem âl de değildir. Bazısı da bu sırrı, tecellî-i celâlî-
de idrâk eder. Bu da celâlü'l-kem âldir. Celâl-ı mutlak değildir; kemâ-
lü'l-celâl de değildir.

Fasıl:
Mevcûd ma'nâsma olan şey, cem'i iktizâ eder; enmûzec, iz­
zeti îcâb eder; rakîm, zilleti iktizâ eder. Bunlardan her biri,
kendi âleminde müstakil olup feleğinde sâbihdir. Sıfât-ı ra-
kîmden bir şeyi enmûzece giydirirsen, enmûzec kânûnu üs­
tünde yırtılır. Enmûzec hüllelerinden bir şey rakîme giydirir­
sen, giydirdiğin şeyi kendine münâsib olmayan şeyin zuhu­
rundan dolayı rakımı onda göremezsin. Ne zaman bu ikisin­
den birisine zâtı nisbet eder, öbürüsüne nisbet etmezsen,
ikinci bir zâta muhtâc olmuş olursun, şirke düşersin.
Enmûzecden bir şeyde rakîm kuvvetiyle zât tasarruf ederse
buna "zât-ı urûc" dersin. Rakîmden bir şeyde enmûzec kud­
retiyle, zât tasarruf ederse, buna "zât-ı tenezzül" dersin. Ra-
kîmin kudretiyle, bir kısım için zât tasarruf ederse, "rakîm"
tesmiye edersin. Enmûzec için, enmûzec kudretiyle zât tasar­
ruf ederse "enmûzec" tesmiye edersin. Zât, zât-ı sırf üzerine
olursa, orada ne resim, ne isim vardır.
Bu ibârelerdeki "rakîm" ile abdi; "enmûzec" ile Kutbü'l-Acâ-
ib Felekü'l-Garâib nâm kitâbı; "zât" ile İnsân-ı Kâmil tesmi­
ye olunan bu kitâbımızı kast ediyoruz.

49
Manzumenin Tercümesi:

"Bu güzelliğin televvünâtı, yanaklarında, ya'nî mezâhirinde zahirdir.


Tıl'at-ı ezeliyyesinde telvîn ve televvün yoktur.
Toz rengi içinde kırmızı ve beyaz olarak sana m ülâkî olur.
Onun beyazı yeşilliklerinin siyahlıklarındadır.
Sîmâsı böyle televvün gösterenin bu telvînâtı■icra ettiği zaman, zâtında
televvünü yoktur.
Her güzellikten m üstağni olan hüsn-i tıl'atı zuhûr edince, o zaman Vâ-
hid-i Zât O ’dur.
Ey teşbihler arasında münezzehiyet ve güzelliği ni'metleri içinde büyü­
yen büyük ceylân yavrusu!
Sen ceylânlarının güzelliği ile meşhûr olan "Lu'lu"' nâm yerin ceylânla­
rından mısın?
Yoksa hüsn-i bedî' sahibi olan Zeyneb misin?
Âşıkın senin hüsnünde hayret içinde hayrete düşmüştür.
Allah’a yemîn ediyorum* bana haber ver!
Yüzündeki benin ihtivâ ettiği garîb nüktelerin nepsini ihâta edebildim m i7
Düğümleri omuzlarının üstünde çözülen ve yüzünden salınan saçların
düğümlerinin adedini îzâh edebildim mi?
Yanağındaki "fâk" (kapan) ve üstündeki "ben" tânesi, gönül kuşunu aşk
ile sıkı tutarak hayrette bırakmıştır.
Sıfatlarının toplandığı tepeler üzerinde sallanan "Ahadiyet ağacı"nın üs­
tünde durana yemîn ederek söylüyorum:
Bu diyârda benden başka başına miğfer giyen yoktur.
Bekçi benim! Kabîle sahrâlarında gezmektedir."

Fasıl:
Ahadiyyet, esmâ ve sıfâtın âsâr ve müessirâtıyla berâber
in'idâmını taleb eder. Vâhidiyyet, esmâ ve sıfât-ı Hakk'm zu-
hûruyla bu âlemin fenâsmı taleb eder. Rubûbiyyet, âlemin
bakâsını taleb eder. Ulûhiyyet, âlemin ayn-ı bakâda fenâsını,

50
ayn-ı fenâda bakâsım iktizâ eder. İzzet, Hak ile halk arasında
münâsebetin ref'ini iktizâ eder. Kayyûmiyyet, Cenâb-ı Hak
ile abdi arasında vukû'-ı nisbetin sıhhatini taleb eder; çünkü
Kayyûm, bizâtihî kâim ve başkasının kıyâm-ı vücûdunda
müessir demektir.
Bu ibârâtm muktezeyâtınm bilinmesi de lâzımdır. Binâena­
leyh deriz ki: ahadiyyet tecellîsi nokta-i nazarından, arada
halk yoktur; çünki vücûdun her türlü sûretlerinde vâhidiy-
yet'in saltanatı zâhirdir. Rubûbiyyet tecellîsinde, halk ve
Hak mevcûd olduğu için, Hak ve halk tasavvuru derkârdır.
Ulûhiyyet tecellîsinde, sûreti halk olan ve ma'nâsı Hak olan
halktan başka bir şey yoktur. Halk, Hakk'm sûretidir; halkın
ma'nâsı da Hak'dan başka bir şey değildir. İzzet tecellîsinde
Allah ile abd arasında nisbet yoktur. Kayyûmiyyet tecellîsin­
de, sıfât-ı rabbiyyenin vücûdundan nâşî, merbûbun vücûdu
da lâbüddür. Sıfât-ı merbûbun vücûdundan nâşî sıfât-ı rab-
bin vücûdu da zarûrîdir.
Hulâsaten deriz ki: Zâhir ismi nokt%-i nazarından Hak eşyâ­
nm aymdır; Bâtm ismi nokta-i nazarından eşyânm gayridir.

Manzumenin Tercümesi:

"Hakk'ı tenzîh et; tenzih H ak için vâcibdir, zât i'tibâriyle.


O'nun hakikatini ne hâzır, ne gâib, ne âkil ne gâfil anlamıştır.
Onların bildikleri, zâta ve sıfata âit râyihalardan bir kokudur, onun hakî­
kati değildir.
Onlar güzellik görürken arada ittihad var zannederlerse de, ben Hakk'ı şe-
bîh ve nazîrlerden tenzîh ederim.
İlâh, hiçbir zaman "abd" değildir.
Zât-ı mütenâhînin gayri olan Zât-ı İlâhî’de tenâhî yoktur.
Zât, vâhiddir; ulviyet vasıfları Allah içindir: süfliyet abd-i zaîf içindir.
[Kâinât, m ütenâhîlerden müteşekkil bir nâ-mütenâhîdir. A.Mecdî]

51
Bâb-î evvel
Zât Hakkındadır

y hakikat tâlibi bil! Mutlak zât, esmâ ve sıfâtın vücûdda değil,


belki taayyünde aslı ve müstenedün ileyhi olan şeydir. Her
isim yâhud sıfat ki, bir şeye istinâd etmiştir, işte o şey Zât'tır. İs­
terse Ankâ gibi m a'dûm, isterse mevcûd olsun.
Mevcûd iki türlüdür. Biri m evcûd-ı mahzdır, o da Zât-ı Bârî'den
ibârettir; diğeri ademe mülhak olan mevcûddur, bu da zât-ı mahlû-
kâttan ibârettir.
Mukaddes ve müteâlî olan Zât-ı Hakk'a gelince: O, kendinin ulu
varlığı olan nefsinden ibârettir. Çünkü Zâtullâh, bi-nefsihî kâimdir.
Hüviyetiyle esmâ ve sıfâta müstahak olan o Zât'tır. Kendindeki her bir
ma'nâ-yı kudsî ile iktizâ eden her sûretle (tasavvur eder) sûretlenir.
Demek istiyorum ki, her na'tının iktizâ ettiği her vasıf ile muttasıf-
tır. Kemâlinin iktizâ ettiği her mefhûma delâlet eden her isim, O'nun
varlığı için arz-ı istihkâk etmiştir. Tenâhîden müberrâ olmak ve idrâ­
ki nefy ile ittisâf, cüm le-i kemâlâtındandır. Binâenaleyh bu kemâlâtm
idrâk olunamaması ile hükm edilmiştir. O kem âlâtı idrâk eden, kendi
zât'ıdır; çünkü kendisinde cehlin vücûdu muhâldir. Bu ma'nâda, âti­
deki beyitleri söyledim:

Manzumenin Tercümesi:

"Ey sıfatlarının kâffesini cami' olan Allah'ım! haber ver.

52
Zât'ının kâffesini, mücmel veya mufassal olarak ihâta ettin mi?
Yoksa Zât'ının künhü ihâta olunmaktan âlî olduğu için Zât'ının kiinh-i
Z ât’m ı ihâta edemediğini m i ihâta ettin?
Senin nihâyetin olmaktan seni tenzîh ederim ve senin kendine câhil ol­
maktan da seni tenzîh ederim.
Âh bu hayret tecelliyâtındaki hayretten âh!"
Ey tâlib-i hakîkat yine bil! Allah Teâlâ hazretlerinin Zât'ı, ahadiy-
yet'in gaybıdır. O ahadiyyet bir şeydir ki, onun üstünde vâki' olan
ibârâtın kâffesinin vukûu bir cihettendir. O ibârâtm ahadiyyet ma'nâ-
sını istîfâ edememesi ise, vücûh-ı kesîredendir. Birçok noktalardan
m a'nâsm ı istîfâ m ümkün olmadığından, ahadiyyet'i îzâha âit ibârâtm
kâffesi gayr-i m üstevfî bir şekilde vâki' olmuştur. Binâenaleyh aha-
diyyet-i zâtiyye ne bir ibârenin mefhûmuyla, ne de bir işâretin ma'lû-
miyle idrâk olunabilir; çünkü bir şeyi bilmek, ya ona m utâbık olan bir
münâsibi veyâhud ona m ünâfi olan bir zıddı sebebiyle olur. Halbuki
Zât-ı İlâhînin vücûdda ne münâsibi, ne mutâbıkı, ne m ünâfîsi, ne de
zıddı vardır.
Binâenaleyh, ıstüâh nokta-i nazarından onun m a'nâsı için kelâm ve
ifâde yoktur. Bunun içindir ki, halk için onu idrâk zarûrî müntefîdir.
Zâtullâh hakkında m ütekellim olan sâmit, müteharrik, sâkin nâzır,
mebhûttür. Ukûl ve efhâmın onu idrâke kudreti pek kalîl ve idrâk ve
efkârın Zâtullâh'da cevelânı ecell-i celîldir. Künhüne ilm -i hâdis ve
üm-i kadîm taalluk edemez. En küçük ve en büyük ta'rifât onu câmi'
olamaz. Tâir-i kuds, bu cevv-i hâlînin fezâsmda uçtu ve bu felek-i âlî­
nin hevâsmda bütün varlığı ile sebâhat etti. Onun için ekvândan gâib
oldu. Tahkîk ve ıyân ile, esmâ ve sıfâtı yırttı. Sonra adem avucunda o
tâir-i kuds tayarân ile halkalar teşkîl etti. Hudûs ve kıdem mesâfeleri-
ni kat' etti. Vücûdullâhın vâcib olup, câizüT-vücûd olmadığını ve
mefkûdun gâib olmadığım da anladı.
Tâir-i mezkûr, âlem-i masnûa rücû' murâd edince, kendisinde bir
alâmetin husûlünü istedi. O güvercinin kanadı üzerine şu sûretle ya-
züdı:
"E y zât ve isim ve zil ve resim ve rûh ve cisim ve vasıf ve na't ve
vesem (alâmet) olm ayan tılsım! Vücûd ve adem senin içindir. Hudûs

53
ve kıdem de şenindir. Zâtın için m a'dûm , nefsinde mevcûdsun;
na'tınla m a'lûm , cinsinle mefkûdsun. Ke-enne sen, ancak m i'yâr ola­
rak yaratıldın; gûya sen ahbârdan ibâretsin. Sarîh lügât ile zâtından
bürhân ve delil göster! Ben seni Hayy, Âlim, Mürîd, Kâdir, Mütekel­
lim, Sem i', Basîr olarak buldum. Sen cemâli muhtevi, celâli hâizsin.
Nefsinle envâ'-ı kemâli istîâb etmişsin. Senden başka mevcûdu isbât
tasavvur ettiğim zaman, başka hiçbir mevcûd bulmuyorum. Senin her
güzelliğin fevkinde olan güzelliğin, etemmü'l-etemdir.
Bu tafsilden sonra bu sözlerle muhâtab olan o tılsımdır. Belki be­
nim, belki sensin.
Ey tılsım! Seni, m a'dûm olduğun yerde mevcûd bulduk.
[Yâhud "Bâlâdaki evsâf-ı ademiyyesinden dolayı ma'dûm zanno-
lunan tılsımı, sondaki ta'bîr-i muhtasarda bulduk" demektir.]

Kaside:

"Bu tılsımı idrâk noktaları pek dakîkdir;


Alemleri gaybdadır, tehlikeleri azimdir,
Kılıçları insanı kımıldatmadan öldürür.
Göz onu görmez, hudûd onu ihâta edemez;
Vasıf o mevsûfu ihzâr edemez.
Böyle olan şeye kim nedim olabilir?
İbareler kâsır, işâretler zâyi';
Bununla müsâdeme eden kalbin erkânı yıkılmıştır.
Âlîdir, felek değil; rûhdur, melek değil;
Melikdir, mülkü vardır;
Buna mahrem olanlar pek nâdirü'l-viicûddur.
Gözdür, basar değil; ilimdir, haber değil; fiildir, eser değil.
Alemleri gaybdadır,
Felek üzerinde kutubdur;
Nücûm yollarını tenvir eden güneştir.

54
Ziikâklarda tâvûsdur; intizâm~i zînetleri aşikârdır.
Yazılmış erımûzecdir; ıstılah ile sâridir.
Kevnî vücûddan ârîdir.
Rûhum onun âlemleridir.
Renkli bûkalemûndur.
Tekvîn ve tezyin edilmiş masnû' incidir.
Tedvin edilmiş nefes, ya'nî hayâttır.
Kanı, dâimü'l-cereyân olan Ölüdür.
Zâtı, rnücerreâdir, na'tı miiferreddir.
Ya’n î esvât~ı latîfe ile terennüm edilmiştir.
Alâmetleri serd edilmiştir.
Onu yazan okuyabilir; mahz-i vücûd onundur.
Nefy de, kendine şâmildir.
Sıfâtımn zâhir olduğu günden beri bilinir ve bilinmez.
Nefydir, aynı zamanda isbâttır. •
Seîbdir, aynı zamanda îcâbdır.
Remzdir, aynı zamanda hail edilmiştir.
Güzel kokuyu toplayan ve yayan odur.
Onu idrâke tama' etme!
H arîm d haremine m ülâkî olamazsın.
Vtinâm etmek istiyorsan, söylediklerim ganimettir.
Ankâ-yı mağribdir.
Bununla murâd sensin!
Kendine mülâyim olan şeylerden teşbîhli tenzilidir.
Cûş ve hurûşu ziyâde olan dalgalardır.
M uhâtaralı olan denizdir.
Ateştir; alevi ziyâde, alevi tezyîd eden aşkındır.
M echûldür, fakat tavsîf edildi.

55
Ma'rife olan nekredir.
Ülfet etmiş vahşîdir, kalb ile müsâlemeti vardır.
Eğer "biliyorsun" desem, ma'rifette i'tidâle riâyet edemezsin.
''Bilmiyorsun'’ desem, halbuki sen onu biliyorsun.
Benim sırrım, onun hüviyetidir.
Ruhum enniyetidir.
Kalbim onun kürsî-i zînetidir.
Cismim onun hadimidir.
Ben onu taakkul ediyorum.
Bununla beraber ona karşı câhilim.
Onu kim elde edebilir?
M eâliyâtı, ganimetleri insanı men' etmiştir.
 lî olur, onu ketm ederim.
Yaklaşır, onu anlarım.
O kalbimi doldurur, ben onu yazarım.
Bunu idrâk eden, senin fikrine azamet ilkâ eder.
Onu tenzîh ettim, mücerred oldu;
teşbîh ettim, eşyaya sârî oldu.
Tecsîm ettim, mukâvemet edemediğim eşyâ ârız oldu.
Yaklaştırmak istedim imtinâ' etti.
M ehâsini nehb ve gâret eyledi.
Ona ancak intisâb ile m ülâkî olabilirsin.
Rûhu sarsan şeyler kirpUderindedir.
Sicili yanaklarındadır, ateşi alevlidir.
Sürmesi göz kapaklarındadır.
Kapaklarının kirpiği sinân-ı te'sîrdir.
Tükrüğünde bal vardır.
Boyu fidan şeklindedir.

56
Kıvırcık saçları salınmıştır;
Dişlerinin revnağı zâlimdir.
Bilekleri nakış ile esmerdir.
Saçları siyâhdır.
Letâfet-i bedendeki çirkinlikleri beyazdır.
Emilecek dudakları, kırmızıdır.
Atf-ı nazarları sihirdir.
Letâifi vehimdir.
Bu hallerine hayret zarûrîdir.
Mechûldür, vasf edildi; menkûrdür, bilindi; vahşîdir, ülfet edildi.
Kalbim onunla mükâleme eder.
Yırtmak san'atıdır; öldürmek hasletidir; hicran zînetidir.
Lezâizi acılıkla doludur.
M ürekkebdir, basît oldu; mukayyeddir, çözüldü;
Sûrettir, bilmeceli; *
Zulmetleri mahz-ı nûrdur.
Arazın cevheri değil, marazın sıhhati değil.
Oktur, hedefi de odur. Bu okla taksîm yapanlar hayrette kalmıştır.
Ferddir, adedi çok; cem'dir, neferi yok.
Önümüz ve arkamız hepsi onun âlemidir.
Cehildir, ilim de o;
Harbdir, sulh da o;
Adâlettir, zulüm de o.
Mühlikâtı kabarmıştır.
Ağlatır, ferah verir; sarhoş eder, ayıklık verir;
Sudan kurtarır, suya gark eder.
Onunla muhakeme olm ak isterim.
Ba'zan benimle mülâabe eder, ba'zan sohbet eder.

57
Ba'zan yaban a olur, ba'zan benimle mükâleme eder.
Ba'zan dostluk gösterir, ba'zan vuslat gösterir;
Ba'zan benimle muhâsama ve muhakeme olmak için karşıma geçer.
Eğer ferahlandı desem, gazablı olarak görünür;
M uzdarib oldu desem, metânetleri buna münâfîdir.
Vahşîdir, ülfet etmedi; mechûldür, bilinmedi; zâttır, vasf edilmedi.
Düstûrları gayet ulvîdir.
Güneştir parladı; berkdir iltimâ’ gösterdi; güvercindir, terennüm etti.
O hammâmeler benim fevkımdedir.
İki zıd kendisinde içtimâ' etti.
Bununla berâber bu içtimâ'da mümteni' olmadı.
Kaynaktır kaynadı; dalgaları heyecanlandı.
Tadan için zehirdir; koklayan için miskdir.
İçinde müstağrak olanların alâmetini de gâib eden denizdir."
Sonra o yeşil kuşun kanatlan üzerine kibrît-i ahmer mürekkebi ka­
lemiyle âtideki sözler yasıldı:
"A zam et ateştir; ilim sudur; kuvvetler havâdır; hikmet topraktır.
Bunlar öyle anâsırdır ki, cevher-i ferdimiz bunlarla tahakkuk eder ve
o cevherin iki arazı vardır: Biri ezel, biri ebed. İki sıfatı vardır: Biri
Hak, biri halk. İki na'tı vardır: Biri kıdem, biri hudûs. İki ismi vardır:
Biri Rab, biri abd. İki ciheti vardır: Biri zâhir, ya'nî dünyâ, biri bâtın,
ya'nî âhiret. İki hükmü vardır: Biri vücûb, biri imkân. İki i'tibârı var­
dır: Birincisi nefsi için mefkûd, gayri için mevcûd olmak; İkincisi gay­
ri için mefkûd, nefsi için mevcûd olmak.
O cevher, m a'rifette iki türlüdür: Biri evvelâ vücûbiyeti, sonra sel-
biyeti; İkincisi evvelâ selbiyeti, sonra vücûbiyeti. O cevher için bir
nokta vardır: o noktayı fehmin galatâtı, ibârelerin o noktadan inhirâ-
fâtı, işâretlerin o noktanm m a'nâsm dan insırâfâtı vardır. Y a'nî gerek
ibâre, gerek işâret, o noktayı îzâha gayr-i kâfîdir.
Ey kuş! Başkasının okuması câiz olmayan bu kitâbı muhâfazada
son derecede ihtiyât et. Tayr-ı mezkûr o feleklerde, memâtta hayât

58
içinde, helakte bakâ içinde olarak cevelân etti. Nihayette leff ettiği ka­
natlarını açtı; yumduğu gözünü keşf etti. Bu hâlet içinde nefsinden
çıkmadığını, cinsinin gayrisine gitmediğini buldu, bildi. Denizden hâ­
riç olarak denize dâhil oldu. O denizin hem "reyyân"ı, hem "atşân"ı
oldu. Hiçbir şey söylemedi ve o denizden hiçbir şey gâib etmedi. Ke-
m âl-i mutlakı, nefsinden ve zâtmdan ibâret olduğunu sûret-i muhak-
kakada buldu. M aamâfîh, onun sıfâtından hiç bir sıfatın tamâmına da
mâlik olmadı.
Esmâ, zât ve sıfâta hakkıyla muttasıf olduğu halde, ittifâk ve ihti­
lâf hükümlerinde kendisini zabt edecek bir zim âmı da bulunmadı. Sı-
fâtıyla kemâl-i temkin üzerine tasarrufa kâdir olduğu halde, kemâlini
ta'yînde bir şeye de mâlik olamadı.
Tayr-ı mezkûrun mahallinde ve âleminde kemâl-i cevelânı vardır.
Maamâfîh cevelânı da, menâzil ve avâlime münhasırdır. Bedrinin ke­
mâlini nefsinde muhakkak olarak görür; bununla berâber şemsinin kü-
sûfunu men'e muktedir olamaz. Ârifi olduğu şeyin hem ârifi, hem câ­
hilidir. Mahallinden başka yere rihlet eder, halbuki mahallinde vâkıftır.
Lisansız kelâm kendisi için hem câiz, hem gayr-i câizdir. İrfânmda isti­
kâmet vardır; halel ve zelel yoktur. Âlem içinde irfâna en evvel dâhil
olan odur. Beyân i'tibâriyle o irfândan en uzak olan yine odur.
Sâhasmda nâsa nisbetle en uzak olan o olduğu gibi, o sâhaya en ya­
kın olan da odur. Kelâmı okunmaz, m a'nâsı anlaşılmaz ve bilinmez;
kelâmındaki harf üstünde bir nokta-i vehmiyye vardır. Dâire onun
üstünde deverân eder. O noktanm kendi zâtında bir âlemi vardır. O
âlem, dâire-i müstedîre hey'eti üzerindedir. M ezkûr noktanın üstü yi­
ne o dâireden bir noktadır. O dâire de o noktanm hey'et-i eczâsmdan
bir cüzdür. Dâirenin hepsi, o noktanın besâtatı etrâfmdan bir tarafta­
dır. O nokta nefsi i'tibâriyle basit, hey'eti i'tibâriyle mürekkeptir.
Zâtı cihetinden ferddir; vasfı i'tibâriyle nûrdur. îlm in onun üzeri­
ne tamâm-i vukûu olmadığından, zulmettir.
Bu bâlâdaki sözlerin hiç birisi, Zât-ı M üteâl'in hakikati üzerine vâ­
ki' değildir.
Zât-ı M üteâl'de lisanlar ebkemdir; zam ân onu ihâtadan mahsûr-
dur. Allah azîm ü'ş-şân, âlî, refî'us-sultân ve azîzü'd-deyyândır.

59
Beyitler:

"Hind'in mahallesindeki hanelerin eşikleri m em atla m ebnî olduğundan,


kimse yanaşamaz.
O mahallenin mekâneti, şan ve şerefi âlî, kapılarının derecesi yüksektir.
O mahallenin alt tarafında boyunlar vurulur ve halkın kâdir olamadığı
şeyler yapılır.
O mahalle cihetinden bir rüzgâr eserse, ya'nî muhâceme vukû' bulursa,
akılları selb ve kalbleri dehşete ilkâ eder."

60
İkinci Bâb
Ale'l-Itlâk İsim Beyânındadır

* sim, m üsemm âyı fehimde ta'yîn, hayâlde tasvir, nefisde ihzâr, fi­
kirde tedbîr, zikirde muhafaza, akılda îcâd eden şeydir.

Müsemmânm mevcûd, m a'dûm , hâzır, gâib olması müsâvîdir.


Müsemmâmn nefsini câhil olana kem âl-i ta'rîfi, evvelâ isim ile olur.
Binâenaleyh ism in müsemmâya nisbeti, zâhirin, bâtma nisbeti gibidir.
Bu i'tibârla isim, müsemmânm aynıdır.
Müsemmâlardan zâtmda m a'dûm , yalnız isimde mevcûd olan mü-
semmâ da vardır; Ankâ-yı mağrib gibi.(Ankâ-yı magrib, ışıkla garâbet
veren demektir.) Çünki ankâ-yı mağrib, yalnız isimde mevcûd olan
şeyin adıdır. O Ankâ ismi, Ankâya vücûd iktisâb ettiren isimdir. O
isim sâyesinde Ankâya iktizâ eden sıfatlar bilinmiştir.
Şu îzâh olunan şekildeki isim , müsemmânm gayridir. O i'tibâr ile
ki, ıstılâhda Ankâ-yı mağrib m efhûmu, ukûl ve efkâra garâbet bahş
eden ve büyüklüğünden dolayı m isli gayr-i mevcûd hey'et-i mahsûsa
üzerine menkûş bir şekilde bulunan şeyden ibârettir. Istılâhın gayrin­
de bu isim, bu hükme delâlet edemez. Gûyâ bu isim, m a'nâ-yı m a'kûl
üzerine vaz'-ı küllî ile vaz' edilmiş olup, vücûdda bu ismin de bir
mertebesi olduğunu ve m a'dûm olmadığını ve vücûdun hadd-i zâtm­
da bu hükmü gayr-ı muhtevî zan edilmemesini bildirir. Bu sûretle
Ankâ, müsemmâsmı m a'rifete bir nev'-i tarîk olup fikir, m a'nâsm ı ta-
akkule bu tarîk ile vâsıl olur.

61
Bu sözlerin içinden kabuğunu at, goncalarından gülü istihraç et.
"fefhem !"
Halkda Ankâ-yı mağrib, H ak'da Allah Teâlâ'run isminin zıddıdır.
Ankâ'nm m üsemmâsı zâtında adem-i mahz olduğu gibi, Allah Te-
âlâ'nm zâtında müsemmâsı, vücûd-ı mahzdır. Şu halde Ankâ, mü-
semmâya vusûlün ancak isim ile olabileceğini bildirmek husûsunda
ismullâha mukâbildir. İşte bu takdirde Ankâ-yı mağrib, bu i'tibâr ile
mevcûddur.
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine m a'rifetin yolu, esmâ ve sı-
fâtmdandır. Çünkü esmâ ve sıfâtmm kâffesi bu Allah isminin tahtın­
da dâhildir. Binâenaleyh esmâ ve sıfâtm tavassutu olmadıkça Hakk'a
vusûl mümkün olmadığı âşikârdır. Bu îzâhdan Allah Teâlâ'ya bu
isim, ya'nî Allah ismi yolundan başka tarîk ile vusûl yolu yoktur. Ha­
kikatle tahakkuku i'tibâriyle vücûda vücûd iktisâb ettiren, bu Allah
ismidir. Bu bâbdaki yol, bununla tavazzuh etmiştir. Bu isim, insanda
kâmil olan m a'nânm mührüdür. Ve bu isim ile merhûm, Rahm ân'a
muttasıl olmuştur. Yalnız hâtemin nakşına nazar eden, yalnız isim ile,
Allah ile berâberdir. Hâtem in menkûşâtmdan teâlî etmiş ise, sıfât ile,
Allah ile berâberdir. Hâtemi fekk ederek vasfı ve ismi tecâvüz etmiş­
se, tecâvüz eden kimse, zâtı ile A llah'la berâberdir; sıfâtmdan da gayr-
i mahcûbdur. Bu zât, yıkılmak isteyen duvarı ikâme eder ve kopmak
isteyen mührü de (hâtemi) muhkem yaparsa, Hak ve halk denilen iki
yetîm i derece-i kemâle eriştirir. Bu sûretle o iki yetîm duvardaki defi­
neyi çıkarırlar.
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bu Allah ismini, insan için mir'ât
yaptı. İnsan vechi ile o mir'âta nazar ederse II j *1)1 "Allah var,
O'nunla berâber hiçbir şey yok" sözlerinin hakikatini bilir ve sem'inin
sem'ullâh olduğu; basarının, basarullah olduğu; kelâmının kelâmullah
olduğu; hayâtının hayâtullah olduğu; ilminin, ilmullah olduğu; irâde­
sinin, irâdetullah olduğu; kudretinin kudretullah olduğu kendisi için
münkeşif olur; ve bu inkişâf, asâlet tarîki iledir.
Yine o sûrette bunların kâffesinin kendisine nisbeti âriyet ve mecâz
tarîkıyla ve Cenâb-ı Hak için mâlikiyet ve hakîkat tarîkıyla olduğu
kendisinin ma'lûm u olur. Cenâb-ı Hak Kur'ân'da: l» j JİÜfe ilil j
(Saffât, 37/96)"Allah sizi ve sizin ef'âlinizi yaratmıştır" buyurmuştur.

62
Yine Kur'ân'da j'bbjl öj-utTüı (Ankebût, 29/17) "Hak'dan
başkasına taparsanız, onlar sanemlerdir ve ifk (iftirâ) yaratmış olursu­
nuz" buyurmuştur. Burada onların yarattığı şey, Allah'ın yarattığı şey ­
dir. Onlara nisbet olunan halk, âriyet ve mecâz tankıyla, Cenâb-ı Hak
için, mâlikiyet tarîkıyladır.
Bu isim mir'âtma bir kimsenin vechi bakarsa, bu ilmi zevken ikti-
sâb eder ve onun indinde ulûm, tevhîdden sâbit olan "vâhidiyet" il­
midir. Ve bu makâm kimin için hâsıl olursa, Allah'a duâ eden kimse­
ye m ücîb olur. O kimse ismullahm m azharı olmuş olur. Bu m ertebe­
den terakki eder ve adem küdûretinden, vücûd-ı vâcibe ilim şekliyle
tasaffî ve terakki eder. Ve Cenâb-ı Hak o kimseyi hudûs habâsetin-
den, kıdemin zuhûruyla tathîr ederse, o kimse Allah isminin m ir'âtı
olur. Bu sûretle ismullah ile berâber m ütekâbil iki m ir'ât gibi olur. Bu
iki m ir'âttan birisinde olan, öbürüsünde de bulunur. Bu mertebeye
nâil olan kimseye duâ edene Cenâb-ı Hak m ücîb olur. Allah o zâtm
gazabı ile gazablanır, rızâsıyla râzı olur. Ve bu zâtın indinde ulûm-ı
tevhîdden sâbit olan ilim, ahadiyet ve onun mâdûnundaki ilimlerdir.
Bu makâm ile tecelli-i Zâti makâmı arasmda latif bir sır daha vardır.
Bu makâmm sâhibi, yalnız K ur'ân okur. Tecelli-i Zâti'ye mazhar olan,
kütüb-i münzelenin hepsini okur, bunu anla!
Şurası da bilinmelidir ki, bu Allah ismi, kemâlâtm kâffesinin heyû-
lâsıdır. Bu ismin feleği tahtında, gayr-i mevcûd hiçbir kemâl yoktur.
Onun içindir ki, kemâlullahm nihâyeti yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak,
Zât'ından ne kadar kemâl izhâr ederse, gaybda ondan daha büyük ke-
mâlât vardır. Nihâyet-i kemâl-i İlâhîye erişmek için yol yoktur. Y a'nî
Hakk'ın kendi indinde Zât'm a tahsis ettiği hiç bir kemâl bâkî kalma­
mak üzere, nihâyet-i kemâle vusûl m ümkün değildir.
Umûr-ı m a'kûleden olan heyûlâda hâricde hiç bir sûretin kâbiliy-
yeti bâkî kalmamak üzere cemî-i suverin zuhûruna da aslâ imkân
yoktur; bu bir emr-i zarûrîdir. Binâenaleyh heyûlânın tahtmda dâhil
sûretler için "gâyet" tasavvuru yoktur. M ahlûk olan, heyûlâda böyle
olursa Kebîr-i Müteâl olan Hak hakkmda "gâyet" tasavvuru nasıl ola­
bilir?
Tecelliyât-ı ilâhiyyeden böyle bir tecellî bir kim sede hâsıl olursa,
dljil jt. j*jJI d j: "İdrâke ulaşmaktan aczi idrâk, idrâktir" der. Fa­

63
kat aynullah olan tecelliyât-i ilâhiyyeye mazhar olan, ya'nî ilm i ve ha­
kikati i'tibâriyle bu mazhar-ı âlîye erişen kimse, idrâkten acze kâil de­
ğildir; acze münâfî olana da kâil değildir. Belki, iki taraf onun için
m üsâvî olur. O zâtm makâmı, bir makâmdır ki, ondan ta'bîr mümkün
değildir. Bu, Cenâb-ı H akk'a vusûlde en âlî bir mertebedir. Bu merte­
beyi iste ve bundan gâfil olma!

Beyitler:

"Allah büyüktür, bu deniz ale't-tevâlî dalgalıdır.


İçinde esen rüzgârın heyecânından mütehassıl mevceler sahile inciler döker.
Rubalarını çıkar ve bu denize gark ol; ve o denizde yüzmek hevesine düşme.
O denizde yüzen, bâis-i iftihar değildir. Bu denizde öl!
Allah'ın denizinde ölen kimseler, safâ-yı mutlak içinde hayâtullâh ile kay­
dır."
Bu "A llah" ismi, meâni-i ilâhiyye sûretlerinin kem âli için heyûlâ
olduğundan, Cenâb-ı H akk'm zât'm dan zât'ma olan tecelliyâtm kâffe­
si;, bu ismin ihâtası tahtında dâhildir. Bunun daha ötesi "zât'ın zât'da
butûnu" tesmiye olunan zulmet-i mahzadır. O zulmetin nûru, bu
isimdir. Bu isimde Cenâb-ı Hak nefsini görür ve bu isim ile halk,
m a'rifet-i Hakk'a vâsıl olur.
"A llah" ismi, m ütekellimînin ıstılâhmda ulûhiyyete müstahık
Zât'm alemidir. Ulemâ bu isimde ihtilâf ettiler. Ba'zıları "ism -i câmid-
dir, gayr-i m üştaktır" dediler. Bu bizim mezhebimizdir. Çünkü Hak,
o isim ile kendisini "m üştak" ve "m üştakkun m inhi" halk etmezden
evvel tesmiye etmiştir. Ba'zıları, taaşşuk etti m a'nâsm a "Elihe, ye'lü-
hu"dan müştaktır" dediler. [İlâh, taaşşuk eden demektir.] Onlara gö­
re iştikâkta vech-i münâsebet, kâinâtın irâde-i ilâhiyye üzerine cere­
yanda ubûdiyyet-i Hakk'a taaşşuku ve azamet ve izzet-i ilâhiyyeye
karşı tezellülüdür. Bu m a'nâca kâinât bu taaşşuka boyun eğmekten
kendini alamaz. Çünkü H akk'a ubûdiyete taaşşuk, vücûdunun mâhi­
yetini teşkîl etmiştir. Bu âdetâ demirin mıknâtısa taaşşuk-i zâtîsi gibi­
dir.
Kâinâtm bu taaşşuku, insanlarm anlayamadığı tesbîhdir. Kâinâtm

64
ikinci bir teşbihi daha vardır; teşbih, Hakk'm kâinatta zuhûrunu ka­
bûl teşbihidir. Kâinâtm üçüncü bir teşbihi daha vardır; bu da halk is­
m i ile H ak'da kevnin zuhûrudur. Kâinâtm teşbihleri çoktur. Esmâ-i
ilâlüyyeden her ism e nisbetle kâinâtm tesbîh-i hâssı vardır. îşte bu Ce-
nâb-ı Hakk'm ân-ı vâhidde, lisân-ı vâhidle tesbîhât-ı kesîre-i nâ-müte-
nâhiyye ile teşbihidir. Efrâd-ı vücûddan her ferd, Cenâb-ı Hak ile be­
râber teşbih hâlindedir.
Bu isim, "m üştaktır" diyenler, "elihe, m e'lûhün" kelimelerinin ta­
sarrufuna nazar ettiler. "Câm id olsa, tasrif edilm ezdi" dediler ve şu­
nu ilâve ettiler ki, bu ism in aslı m a'bûd için vaz' edilmiş "İlâh" keli­
mesidir. Üzerine "lâm -i ta'rîf" dâhü olunca "el-îlâh" olmuştur. Kes-
ret-i isti'm âlinden nâşî orta yerindeki elif hazf olununca, "A llah" bâ­
kî kalmıştır. Bu isim de ulemâ-i lisânın birçok sözleri vardır. Biz teber-
rük için bu kadarla iktifâ ediyoruz.
Bu isim , y a 'n î lafza-i celâl beş harflidir. Çünkü "h e"d en evvel
olan "e lif" telaffuzda sâbittir. Telaffuz hatta hâkim olduğu için, hat­
tan sükûtuna i'tibâr olunm az. Lafza-i celâl'deki birinci "e lif", içinde
kesret m üstehlek olan ahadiyetten ibâretiir. K esretin ahadiyette is­
tihlâki dem ek, kesret için "veçhen m ine'l-vü cûh" bakâ kalm am ak
dem ektir. Sil İUU ‘JZ î (Kasas, 28/88) âyetinin hakikati budur;
y a'n î o şeyin vechi, o şeyde H akk'm ahadiyeti dem ektir; ve o şeyin
hükm ü, o ahadiyet'ten neş'et ettiği için, hükm ü zâti olm ayan kesre­
te i'tibâr yoktur.
A hadiyet, Zât-ı bahtın nefsi için, nefsinde nefsiyle olan tecelliyâ-
tınm evvelidir. Böyle olduğu için lafza-i celâlin evvelindeki "elif"
başka harfe m uttasıl olm ayarak, başa yazılm ıştır. Bu infirâdda ev-
sâf-ı hakkıyye ve nuût-ı halkiyyeden kendisinde hiçbir şey zâhir ol­
m ayan ahadiyet'e tenbîh vardır. Binâenaleyh o ahadiyet, "ahadiy-
yet-i m ahza" olup, esm â ve sıfât ve ef'âl ve te'sîrât ve m ahlûkâtm
kâffesi onda m ündem icdir. Bu indim âca, "e lif'in besâitinin "e lif'd e
indim âcına işâret vardır. Çünkü "e lif'in besâiîı "elif, lâm , fe"d ir. Be-
sâidden olan "e lif" besâtati ve besâtetde indirâcı câm i' olan zâta de­
lâlet eder."L âm " şekl-i kâim iyle sıfât-ı kadîm eye delâlet eder. D iğer
harfe vâsıta-i ittisâl olan keşidesiyle de, sıfâtm m m üteallıkâtm a de­
lâlet eder.

65
Sıfâtm m üteallıkâtı, sıfata m ensûb olan ef'âl-i kadîm eden ibâret­
tir. "F â " hey'etiyle m ef'ûle delâlet eder; noktasıyla H akk'm zât-ı
halkta vücûduna delâlet eder. "F â " başının m üdevver, içinin boş ol­
m asıyla, feyz-i İlâhîyi kabûl eden m üm künün adem -i tenâhîsine de­
lâlet eder.
"Fâ"nm başının müdevver olması, mümkün için, adem-i tenâhîye
işâret mahallidir, dedik. Bunun sebebi, dâirenin ibtidâ ve intihâsı
m a'lûm olmadığındandır. İçinin boş olmasının feyz-i İlâhîyi kabûle
m ahall-i işâret olmasının sebebi, m ücevvef olan şeyin kendisini dol­
duracak bir şeyi kabûl etmesinin zarûrî olmasındandır.
Burada başka bir nükte daha vardır. O nükte de, "fâ"nm başında­
ki noktanm mahalli, konulduğu yer olmayıp, gûyâ o noktanm asıl
m ahalli "fâ"nm dâire olan başmm içidir. İşte nükte buna işârettir. Ve
bu işâretin öyle bir işâret-i latîfesi vardır ki, o işâret de, insanm hâmil
olduğu emânetedir. O emânet ise, kemâl-i ulûhiyetten ibârettir. Gök
ve yer ve bunlardaki mevcûdât, o emâneti yüklenmeğe muktedir ol­
mamış ve insan buna lâyık görülmüştür. Tıpkı bunun gibi "fâ"nm
hey'et-i m ecmûası noktaya mahal olmayıp, yalnız m ücevvef olan ba­
şı o noktaya mahaldir.
O re's-i mücevvef dediğimiz de insandan ibârettir; çünkü insan bu
âlemin reisidir. Bunun için y\> L; ^ ç jj <dJI L Jjl [Ey Câbir, Allah Te­
âlâ önce senin peygamberinin rûhunu yarattı] hadîsi vârid olmuştur.
Yine tıpkı bunun gibi, kâtibin elindeki kalemin evvelâ tahrîr ve tas­
vir ettiği, "fâ"nm başıdır. Bu noktadan ve bu nükteden ve bu sözden
ve bu sözün üst tarafındaki kelâmdan şu netîce çıkar ki, H akk'm aha-
diyet'i, bâtm-ı azîm olup, hakâyık, esmâ ve sıfât ve ef'âl ve müessirât
ve mahlûkâttan her şeyin hükmü, o ahadiyet'in bâtmmdadır. Yalnız
arada bâkî kalan, ahadiyyet tesmiye olunan sıfat-ı zâtiyyesidir.
Bu lafza-i celâl hakkmda "El-Kehfü ve'r-Rakîmu f î Şerhi Bismillâhir-
rahmânirrahîm" adlı kitâbımızda daha mufassal îzâhât vardır, oraya
bakılsın.
Lafza-i celâl'de ikinci harf, birinci "lâm "d ır. O da celâlden ibâret­
tir. Onun için "e lif'in yanı-başm a yazıldı. Çünkü celâl, tecelliyât-ı
zâtiyyenin a'lâsıdır ve zâttaki cem âle m ukaddem dir. H adîs-i Nebe-

66
v î'd e buyrulm ası, bu hikm ete m ebnîdir. "A za­
m et benim göm leğim ; kibriyâ benim rubam dır" dem ektir. İnsana
izârdan ve ridâdan yakın bir şey yoktur. Bundan şu sabit olur ki, sı-
fât-ı celâliyye, sıfât-ı cem âliyyeden m ukaddem dir. Bu îzâh
c^~‘ "Rahm etim , gazabım ı geçti" hadîsine m ünâfî değil­
dir. Çünkü rahm et-i sâbıka, um ûm ve şum ûl şartıyla hâsıldır.
U m ûm ve şum ûl ise celâldendir. Şurası da bilinm elidir ki; sıfat-ı vâ-
hide-i cem âliyye, zuhûrda kem âlini istîfâ ederse veyâhud kemâle
yaklaşırsa, "C elâl" tesm iye olunur. Saltanat-ı cem âliyyenin kuvvetli
zuhûru, bunun sebebidir. Şu halde cem âlden rahm et m efhûm u ve o
rahm etin umûmu ve şum ûlü ve intihâsı, celâlden ibârettir.
Lafza-i celâlden üçüncü harf, ikinci "lâm "dır. Bu da mezâhir-i ha-
kîkiyyeye sârî olan cemâl-i m utlaktan ibârettir.
Sıfât-ı cemâliyyenin kâffesi iki sıfata rücû' eder: Biri, ilim; biri, lu-
tuf. Sıfât-ı celâliyyenin kâffesi de yine iki sıfata rücû' eder: Birisi, aza­
met; biri, kudret. İki evvelki sıfatların nihâyeti bu azamet ve kudrete
m üncer olur. Gûyâ bu sıfatlar vasf-ı vâhid gibidir. Bundan dolayı halk
için zâhir olan cemâl, cemâl-i celâldir; ve halk için zâhir olan celâl, ce-
lâl-i cemâlden ibârettir. Bunlarm her birisi arasmda telâzüm câridir.
Bu iki tecellîye misâl getirmek lâzım gelirse, deriz ki: "Fecir" tamâ-
miyle bir misâldir. Çünkü fecir, ziyâ-yı şemsin m ebâdîsinin evvelin­
den, nihâyet-i tulû'a kadar olan zamandır. Cemâl nisbeti, fecir nisbeti
gibidir; celâl nisbeti, tulü' nisbeti gibidir. Bu ziyâ o fecirden, o fecir bu
ziyâdandır." İşte cem âlü'l-celâl ve celâlü'l-cemâlin m a'nâsı budur.
Bu "lâm ", bu cemâl ve celâl mazharlarına merâtib ihtilâliyle işâret­
tir. "Lâm "m besâitı "lâm , elif, m îm "dir. Bu harflerin aded-i hesâbîsi
"71"dir. O aded, Cenâb-ı H akk'm kendisiyle, halk araşma çektiği hi-
câblarm adedidir. Nitekim Cenâb-ı Peygamber:
» aJI U <4>j o U - cJj>y Çüs”jJ sJJJ? j jy ye oU> oyu-, j Ulı-Aİİ jl "Cenâb-ı
H akk'm yetmişten ziyâde nûrdan ve zulmetten hicâbı vardır. O hicâ-
bı keşf etse, azamet veçhesi kendine müntehi gözleri yakar." Burada
"hicâb-ı nûrânî" cemâl, "hicâb-ı zulm ânî" celâlden ibârettir. "Sebehât-
ı vechinin kendine m üntehi olan basarı yakm ası" demek, o makâma
vâsıl olandan asla ve kat'a eser kalmaz demektir. O hâle sûfiyye, "ma-
hk" ve "sahk" tesmiye ederler.

67
Bu "lâm " harfinin adedlerinden her aded, Cenâb-ı H akk'm mahlû-
kâtmdan kendisini setr eden hicâblarınm mertebelerinden biirer mer­
tebeye işârettir . Her mertebede, hicâb mertebelerinden bin hicâb daha
vardır; meselâ "izzet" gibi. Çünkü izzet, mertebe-i kevniyyede insanı
takyîd eden birinci hicâbdır; lâkin o hicâbm bin vechi, her vechin ay­
rıca hicâbı vardır.
Dîğer hücûb-ı ilâhiyyeyi bu izzet m isâline kıyâs ile anlıyabilirsin.
Eğer ihtisâr kasdı olmasaydı, bu bâbda etemm-i vücûh, ekmel-i vü-
cûh, ehass-ı vücûh, efdal-i vücûh üzerine teşrîhâtta bulunurduk.
Lafza-i celâl'den dördüncü harf, kitâbette sâkıt, telaffuzda sâbit olan
"elif'dir. Bu elif, nihâyet ve gâyeti olmayan kemâlâtı istîâb eden elifdir.
Hatta sükûtu, adem-i gâyetinin, adem-i nihâyetinin işâretidir. Çünkü
sâkıt olan şeyin ne aynı, ne de eseri idrâk olunabilir. Telaffuzda sübûtu
ise, zât-ı Hak'da mevcûd olan nefs-i kemâlin, hakîkat-i vücûdiyyesine
işârettir. Binâenaleyh, ehlullahdan kâmil olan kimsenin ekmeliyette te­
rakkisi kemâlde olur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri ise, bilâ-zevâl
tecelliyâtmda dâimdir. Hakk'm tecelliyâtmdan her bir tecellî, ekmeliy-
yette birer terakkidir. Tecelliyâtda İkincinin, birinciyi câmi' olması nok­
ta-i nazarmdan, Hakk'm tecfelliyâtı da ale'd-devâm terakkidedir.
Bunun için muhakkikler demişlerdir ki; Her nefesde avâlimin kâf­
fesi terakkidedir; çünkü avâlim, tecelliyât-ı Hakk'm eseridir. O tecel-
liyât ise, terakkidedir. Bundan avâlimin de terakkide olması lâzım ge­
lir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ dâimâ terakkide olup, terakkî üe de halk
için zuhûr kasd olunması i'tibâriyle Cenâb-ı Ali-i İlâhî hakkmda bu
sözler câiz olmuştur. Yoksa Allah Teâlâ hazretleri, ziyâde ve noksân-
dan âlî ve evsâf-ı ekvân ile ittisâfdan müberrâdır.
Lafza-i celâl'den beşinci harf "he"dir. Bu "h e" insanın 'ayn'ı olan
hüviyyet-i Hakk'a işârettir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da ji>11L)( Jİ (İhlâs,
112/1) buyurdu. Buradaki "hüve" insan demektir. "Yâ Muhammed,
insanm Allah-ı Ahad olduğunu söyle" demektir. Üst tarafma râci'
olan "hüve" zamiri "kul" (de ki) kelimesinin fâiline, ya'ni "ente"ye râ-
ci'dir. Eğer böyle olmasa, "hüve" zam irinin gayr-i mezkûre râci' ol­
ması lâzım gelirdi.
"Kul" (de ki) kelimesinin fâili, tahtında müstetir "ente", burada
ilm-i beyânın iltifat kâidesiyle muhâtab gâib makâmma ikâme edil­

68
miştir. Ve bu iltifât ile burada m aksûdun bizzât, yalnız muhâtab ol­
mayıp, gâib ve hâzır, bu husûsda müsâvîdir, denilmek istenilmiştir.
Giij "il ‘J j (En'âm , 6/27) "D urduruldukları vakitte sen görsen"
nazm -ı celîlinde de hüküm böyledir. Orada "te râ " kelim esinde
m üstetir olan "en te"d en yalnız Hz. M uham m ed m aksûd olm ayıp,
belki her râî kasd olunm uştur. Bu hulâsaya nazaran "h e"n in başının
m üdevver olm asında H akkı ve halkı olan ulu varlık fabrikasının,
insan üzerinde devrânına işâret vardır. în san, âlem -i m isâlde
"h â"n m kendisine işâret ettiği dâire gibidir. Şu halde nasıl istersen
öyle söyle. İstersen, "d âire H ak 'd ır" de! İstersen "dâire halktır, cev-
fi H ak 'd ır" de! "O insan hem H ak'dır, hem halktır" de! İstersen ib-
hâm ile söyle; sûret-i m übhem ede söylediğin zam an, insanın devrî
olm ası lâzım gelir. Onun devrânı, ubûdiyet ve acz zilletini hâvî olan
m ahlûk ile kem âl ve izzeti câm i' olan sûret-i "R ahm ân"d a zâhir
olan iki vücûd arasındadır.
Cenâb-ı Hak Kur'ân'da ljQ\ 'jÂ'Jjlj (Şûrâ, 42/28) "A llah velîden ibâ­
rettir" buyurmuştur. Bununla insân-ı kâmil kasd olunmuştur. Bunlar
hakkında Cenâb-ı Hak yine K ur'ân'da ^ y *1)1 :\ jj ^ yı
(Yûnus, 10/62) "Evliyâ için ne korku, nS de hüzün vardır" buyurmüş-
tur. Bunun hikmeti, havf gibi, hüzün gibi ve bunlara benzeyen hâlât
gibi şeylerin Allah'a nisbetle muhâl olmasıdır. Çünkü Allah "Veliy-
yü'l-H am îd"dir. . J £ j<r 'Js . j 'Jp \ (Şûrâ, '2/9) "O (Velî)
ölüleri diriltir ve O, her şeye kâdirdir". Bu âyette "H üve" (O) zamîri,
"velî"ye râci'dir. Y a'nî "V elî" sûret-i halkıyyede vücûd gösteren Hak
demektir. Yâhud, maâni-i ilâhiyye ile mütehakkık halk demektir. Her
hâle ve takdîre ve her makâl ve takrire göre, noksan ve kemâl vasıfla­
rını câm i', şems-i âlî nûruyla arz-ı mükevvenâtta sâtı' olan insân-ı kâ­
mildir. Y a'nî velîdir. Semâ da odur, arz da (yer) odur,±ûl da odur, arz
(genişlik) da odur. Bu m a'nâda âtîdeki kasideyi söyledim:

Kasfde:

"Dâreynde mülk benimdir.


Dâreynde lutfunu temenni edecek, yâhud kahrından korkacak kendimden
başka kimse görmüyorum.

69
Benden evvel başka bir vücûd yoktur ki, ona mülhak olayım.
Benden sonra yine başka bir vücûd yoktur ki, onun ma'nâsını anlamağa
koşayım.
Kemâlâtın her türlüsünü hâiz olan benim.
Ben, her türlü celâlin cemâliyim.
Ben, ondan başka bir şey değilim.
Ma'denden, nebâttan, hayvânâttan ve bunlardaki havâs ve hâlâttan;
Ve anâsırdan ve tabîatten ve zerrât-ı kevniyye ve kazâ-yı mutlaktan ve de­
nizlerden ve sahralardan ve ağaçlardan;
Yâhud yüksek dağlardan ve suver-i ma'neviyyeden ve uyûn-ı insâniyye-
nin hüsn-i nazarla baktığı menâzırdan;
Ve tefekkür ve tahayyülden, akıl ve nefisten ve kalbden, kalbin içinden;
Ve melâike şekillerinden ve Îblîs’den ve şehvet-i beşeriyyeden ve onun
muktezeyâtından;
Ve her sâbık-ı mütekaddim ve her lâhık-ı müteahhirden ve her nâil-i siyâ-
det olan veyâhud siyâdet da’vâsında bulunandan;
Ve Leylâ'sı muhabbetiyle yanan âşıktan;
Ve arştan ve muhitinden ve kürsîden ve meclâ-yı âlî olan R efref den ve
parlak yıldızlardan;
Ve matlûb-ı kulûb olan cennât-ı âliyeden ve sidre-i müntehâdan;
Ve ba'zı ashâb-ı sülûkde zuhûr eden salsala-i ceresden her ne varsa, bun­
ların hepsi benim.
Bunların hepsi benim meşhedimdedir.
"İllâ hüve" hakikatiyle mütecellî olan benim.
Ben halkın rabbi ve seyyidiyim.
M evcûdât nâmına ne varsa, hepsi benim ismim olup, zâtım onların mü-
semmâsıdır.
M ülk ve melekût benim nescim ve san'atımdır.
Ve bâis-i gayb ve ceberût benim neş'etimdir.
Fakat dikkat et!

70
Bu zikr olunanların hepsi, zât nokta-i nazarından olup, bundan kat'-ı na­
zar, mevlâsına miinîb olan abd-i âciz yine benim.
Fakirim, hakirim, hâzı'ım, mütezellilim, esîr-i ziinûbum, hatâyâya müs-
tağrakım.
Ey arab-ı kiram! Benim amalimin hülâsası sizsiniz.
Maksûdum sizsiniz, âşık-ı sâdık-ı miitehayyirin en iftihâr ile iltica ettiği
zât-ı âlî sîzdendir.
Temenni ettiğim şeylerde şeftim sizsiniz.
Ey kemâlâtın kâffesini hâiz olan ulu zât!
Sâbika-i kemâlâtta en şanlı sebkat senin içindir.
Âlimlerin şeyhinin üstadı aşkına, o âlimlerin şeyhi aşkına;
Ve kâmillerin hâmil olduğu nûr-ı şa'şa'adâr aşkına;
Her gece ve gündüz selâmım ve hürmetim sizin üzerinize olsun;
Ve bu tahiyye-i hürmet, ile'l-ebed ber-devâm olsun."

71
Üçüncü Bâb

Sıfat-ı Mutlaka
Hakkındadır

ıfat, sana mevsûfun hâlini tebliğ eden şeydir. Y a'nî mevsûfun


hâlini bilmeyi fehmine îsâl eden, onun keyfiyetini sana bildiren,
mevsûfu vehminde cem' eden, fikrinde îzâh eden, akima takrîb
eden şey demektir: Binâenaleyh mevsûfun hâlini sıfatıyla zevk eder­
sen ve bunu kendi nefsine kıyâs eder ve nefsinde vezn edersen şekli
şudur:
Ya tabîatm ona meyi eder, mülâyim geldiğinden; yâhud tabîatm
ondan nefret eder, m uhâlif göründüğünden. Bu ta'bîrlerin sırrını an­
la, bunu teemmül et, bunu zevk eyle! Cem 'iyyetin rahmânmm müh­
rü, sâmianı ancak bu sûretle mühürler. Bu sözün kışrı, hakikatin lüb-
büne vusûlden seni m en' etmesin, sana hicâb olmasın, vech-i idrâkine
nikâb olmasm.
Şunu da bil ki; sıfat, mevsûf a tâbi'dir. Bunun m a'nâsı: Sen mevsû­
fun aynı olduğunu iyice bilmedikçe, ne başkasının sıfatlarıyla, ne de
kendi sıfatlarınla m evsûf olur, ne de bu bâbda bir hakikate erişirsin.
Mevsûfun aynı olduğun tahakkuk ederse, ya'nî bu hakikate ilm-i ya-
kînî hâsıl olursa, o zaman "alîm " sensin; bu takdirde ilim, zarûrî ola­
rak sana tâbi'dir; ziyâde te'kîde ihtiyâcın olmaz. Çünkü, sıfat mevsû-
fa müteallaktır ve mevsûfa tâbi'dir; mevsûfun vücûduyla mevcûd,
in'idâmıyla mefkûd olur.
Ulemâ-yı arabiyye indinde sıfat iki türlüdür: Biri, sıfat-ı fezâiliyye,
biri sıfat-ı fâzıliyyedir. Fezâiliyye "hayât" gibi, zât-ı inşâna taalluk

72
eden sıfatlardır. Sıfat-ı fâzıliyye, hem zât-ı inşâna, hem hârice taalluk
eden sıfattır; kerem ve emsâli gibi. İlm-i nahiv erbâbma göre, "esm â-i
nuûtiyye" denilen ve hadd-i zâtında vasfiyet ifâde eden isimler, mu-
hakkikîn-i ârifin indinde "esm â-i H ak" ünvânı ile yâd olunur. Bu es­
mâ da iki kısımdır: zâtiyye, sıfâtiyye. Zâtiyye: Ahad, Vâhid, Ferd, Sa-
med, Azîm , Hayy, Aziz, Kebîr, Müteâl ve emsâli... gibi.
Sıfâtiyye: Alîm, Kâdir...gibi.
Bu sıfatlar, isterse M u 'tî ve Hallâk gibi esmâ-i nefsiyyeden olsun;
isterse evsâf-ı ef'âliyyeden olsun, ikisi de sıfâtiyyedir. Sıfât-ı ilâhiyye
içinde evsâfın aslı, "R ahm ân" ismidir. Çünkü bu "Rahm ân" ismi, Ce-
nâb-ı H akk'm "A llah" ismine mukâbildir. İkisinde de ihâta ve şumûl
vardır. Aralarındaki fark "Rahm ân" ihâta ve şum ûl ile berâber "vas-
fiyyet"in mazharıdır. "A llah" ismi, şumûl ve ihâta ile "ism iyet"in
mazharıdır.
Şurası da bilinm elidir ki, "R ahm ân", vücûddan m ertebe-i ilm iyye
sâhibinin alem idir; noksandan ârî olan kem âl-i m üstev'ebe [ihâta
edilen dem ektir] şâm il olm ak, bu alemde şarttır. Yalnız halka nazar
yoktur. «
Allah ismi "V acibü'l-V ücûd"un zâtına alemdir; fakat Hakk'a men-
sûb kemâl ve halka şâmil vasıf, noksana da şâmil olmak şartıyladır.
Şu halde "A llah" âmm ve "Rahm ân" hâssdır. Y a'nî "Rahm ân" ismi
kemâlât-ı ilâhiyyeye muhtasdır, "A llah" ismi, hem halka, hem Hakk'a
şâmildir. "Rahm ân" ism i kemâlâttan bir nevi' kem âl ile ihtisâs peydâ
ederse, o vakit m a'nâsı delâlet-i umûmiyyesinden, o kemâle lâyık is­
me intikâl eder: "R ab" ve "M elik" ve emsâli isimler gibi. Çünkü
"R ab" ve "M elik" gibi isim lerden her biri m uhtevî oldukları vasfın
i'tâ ettiği m ertebede "m in haysü'l-m a'nâ" münhasırdır. "Rahm ân" is­
mi böyle değildir; çünkü onun m a'nâsm m m efhûmu cem î'-i kemâlâtı
istîâb eden kemâl sâhibi demektir.
Hulâsa: "Rahm ân" cem î'-i sıfât-ı ilâhiyyeyi câmi' bir sıfattır. Şurası
da bilinmelidir ki: sıfat, muhakkik olan âriflere göre idrâk olunamaz
ve sıfatın gâyeti yoktur. Zât böyle değildir. [Zât bilinir, görülmez; sıfat
görünür, bilinmez. Sıfatın görülmesi eser itibariyledir.] Arif bilir ki, o
zât, zâtullâh'dır; fakat o zât'm sıfâtına âid muktezeyât-ı kemâliyyenin
nelerden ibâret olduğunu idrâk edemez. Binâenaleyh ârif Zâtullâh'a

73
nazaran beyyine üzerinedir, sıfâta nazaran beyyine üzerine değildir.
Bunun misâli, abd, mertebe-i kevniyyeden, mertebe-i kudsiyyeye te­
rakki ederek keşfe nâil olunca, zâtullâh'ın ayn-ı zâtı olduğunu bilir. Bu
takdirde Zât'ı idrâk etmiş ve bilmiş olur. <Jjt. jü ^ hadîsinin
m a'nâsı budur. "Nefsini (rûhunu) bilen, Rabb'ini bilir" demektir.
Bu m a'rifet hâsıl olduktan sonra, abd için bakî kalan şey, o Zât'a
m uktezî olan sıfâtı "kem â hüve hakkuhû" (hakkıyla bilmek) ve Zât-ı
ilâhiyyenin evsâfıyla sûret-i ittisafmı anlamaktır. İşte bâki kalan, bu
nokta-i mühimmedir. Fakat sıfatın gâyetini elbette ve elbette idrâke
yol yoktur.
Bunun sıfat-ı ilmiyyede emsâli: abd-i İlâhî, sıfat-ı ilm iyyeyi hâsıl
edebilir, fakat tafsilâtıyla idrâk edemez. Bildiği kendisine m a'lûm
olan, kalbine nâzil olan mikdârdan ibârettir. Şu halde sıfat-ı ilmiyye-
den m eselâ vücûdda (varlıkta) ne kadar âdem olduğunu bilse bile, o
âdemlerden her birerlerinin isimlerini bilemez; onu da bilse vasıfları­
nı bilemez; onu da bilse, ayrı ayrı zâtlarmı bilemez; onu da bilse, ayrı
ayrı nefislerini bilemez; onu da bilse, ale'l-infirâd, ahvâl-i şahsiyyele-
rini bilemez. Bu, ilâ gayri'n-nihâye tem âdî eder. Dîğer sıfatlar da böy­
ledir. Bu sıfatların her biri de, bu sûretle kalbe nâzil olan m ikdâr-ı
ma'lûm a ta'bîdir.
Hülâsa: Sıfat-ı ilmiyyeyi ihâta-i külliyyesiyle mufassalan istîâba im­
kân olmayıp, bu istîâb, sûret-i mücmelede tahakkuk eder. Ya'nî Zât'ı,
"m in haysü'z-zât" idrâk etmek ve o idrâkin husûlüne zafer-yâb olmak
ve bu husûsda bir şey fevt etmemek mümkündür. Binâenaleyh bu taf­
silâta göre idrâk olunan zât'tan başka ve o idrâk olunamayan da sıfât-
tan başka bir şey değildir. Çünki adem-i tenâhî zât'tan değil, zât'm sı-
fatlarmdandır. [Zât'a adem-i tenâhi nisbeti, zâtm zâtı itibâriyle değil,
sıfatına taalluku itibâriyledir. Zîrâ, gayr-ı mütenâhi olan sıfattır.]
Netîce: Zât müdrektir, ma'lûm dur, muhakkaktır; sıfât, mechûldür,
gayr-i mütenâhîdir. Ehlullâhdan çoğu bu meselede mahcûblardır;
çünkü Cenâb-ı Hak onlara zâtlarının, ayn-i zâtı olduğunu idrâk keşfi­
ni ihsân edince onlar, sıfâtmı da idrâki taleb ettiler. Nefislerinde bu ta­
lebin husûlüne imkân olmayınca, inkâra düştüler. Bunun için onlar,
nidâ ettiği vakitte, icâbet-i ilâhiyyeye nâil olamadılar. Onlarm musa-
larma (rûhlarma) ^ ‘jutü Ui Sil ÂJl Si ÜJi Ui jş\ (Tâhâ, 20/14) "M atlûbun

74
olan Allah benim; benden başka ilâh yoktur, bana ibâdet et!" dediği
zaman, Hakk'a ibâdet edemediler; ve M ûsâ'ya "Sen m ahlûktan başka
bir şey değilsin" dediler. Çünkü Cenâb-ı Hak hakkmdaki i'tikâdlarm-
da zât'm m idrâk olunup, sıfâtmm idrâk olunamıyacağma dâir i'tikâd-
ları yok idi. Halbuki tecellî, onlarm i'tikâdlarmm hilâfına idi. Binâena­
leyh inkâr hâsıl oldu. Zât'm idrâk olunduğu gibi, sıfâtm da zât'da şu­
hûd sûretiyle idrâk olunacağını zannettiler, halbuki bu mümteni'dir.
Bu mümteni' olmak, yalnız H ak'da olmayıp, mahlûkda dahî böyledir.
Sen nefsini rü'yet ve muâyene edince, zâtını bilirsin; fakat şecâat, se-
hâvet, ilim gibi sende olan sıfatlar şuhûd ile idrâk olunmaz; belki o sı­
fatlar senden tedricen, mikdâr-ı m a'lûm üzerine zâhir olur. Bir sıfat
zâhir olup da, eseri görülürse, o sıfatın senin için olduğuna hükm olu­
nur. Sıfâtm kâffesi sende m untavî ise de, kâffesi birden gayr-i müd-
rek, gayr-i meşhûddur. Bunu akim sana nisbet etmesi, âdet-i ma'lûm ,
kânûn-ı mefhûm tarîki üzerine yürümekten nâşîdir.
Şurası da bilinmelidir ki, zât-ı aliyyeyi idrâk şu şekildedir: Keşf-i
üâhî tarîki ile bilirsin ki, sen O'sun; O, şendir; ve arada ittihâd ve hu-
lûl yoktur. Abd, zât mertebesinde abd; Rab, Rab'dır. Abd, Rab; Rab
abd olamaz. İlm-i istidlâlî ve nazarînin fevlcinde olan keşf-i İlâhî ile ve
zevk tarîki ile bu şekilde m a'rifet hâsıl olursa, zât-ı aliyyeyi idrâk hâ­
sıl olmuş demektir.
Bu şekil, sahk-i zâtî ve m ahk-i zâtî denilen m ertebeden sonra hâ­
sıl olur. [Sahk-ı zâtı, büsbütün m ahv ve fâni olup, zât-ı ilâhiyyenin te­
cellisinden ibârettir. M ahk da bunun aynıdır.] Bu keşfin alâmeti: ârif
olan, rabb'inin zuhûruyla, nefsinden fânî, sâniyen sırr-ı rubûbiyyetin
zuhûruyla rabb'inden fânî, sâlisen tahakkukât-ı zâtiyye ile mütealla-
kât-ı sıfâttan fânî olmaktır. Bu sûret senin için hâsıl olunca, zât'ı id­
râk etmiş olursun ve zât'ı idrâkin, nefsinde bundan ziyâdeye ihtiyâç
yoktur. Amm â hüviyyetine taalluk eden ilim, kudret, sem i', basar,
azamet, kahır, kibriyâ ve emsâli sıfatlar, m edârik-i sıfâttandır. Bu
mertebede, bâlâdaki iki zâttan (rabbinden ve nefsinde fâni) her birini
idrâk kuvve-i azamiyyesinin ve ulüvv-i him m etinin ve esrâr-ı hakâ-
yıka duhûl-i ilmin derecâtıyla mütenâsibdir. Bunu, "zâtiyyûn"dan
olan kimselerden her birisi, (rabb'inden ve nefsinden fa'nî) kuvve-i
azamiyyesinin ve uluvv-i himm etinin esrâr-ı hakâyıka duhûl-i ilm i­

75
nin derecesine göre idrâk edebilir. Bu takdire göre, istediğini söyle.
İstersen, "Zât idrâk olunam az," dersin! Bu, sıfâtın aynı olm ası i'tibâ-
riyledir. jLalUl üyji V (En'âm , 6/103) "C enâb-ı H akk'ı basarlar idrâk
edem ez" âyeti buna işârettir. Çünkü basarlar sıfâttandır; sıfatı idrâk
etmeyen, zâtı da idrâk edemez.
İstersen, "Z ât idrâk olunur" dersin. Bu, tafsîlât-ı sâbıka i'tibâriy­
le olur. Bu bir m es'ele-i m ühim m edir ki, ekser-i ehlullâh üzerine ha­
fi olm uştur ve bu husûsda benden evvel hiç bir kim se, bir söz söy­
lem em iştir. Bu tafsil, nevâdir-i zam ândandır, teem m ül-i m ühim m e
şâyândır. Bu tedkîk-i am îk, öyle bir tecellîdir ki, buna keşfi açılıp da
Cenâb-ı H akk'm evsâfıyla ittisâfdaki lezzeti zevk edenler nâil olur­
lar.
Bundan sonra bir m ertebe daha terakkî ederse, H akk'm kendi ev­
sâfıyla ittisâfı keyfiyetini m a'rifete de nâil olur. İşte tenâhî (sülûkde
nihâyet) ve esrâra duhûl, bu m ertebededir, bunu anla! Fakat bunu
da kem âl ile m üntehi ve zü'l-C elâl'e m ukarreb olm ayanlar anlaya­
mazlar. Bu m akâm m dûnunda ne m ızraklar, ne kılıçlar vardır.
[Ya'ni o m ertebeye vüsûl için m ezâhîm -i kesîre-i m a'neviyye var­
dır, dem ektir.] *

İki Beytin Tercümesi:

"Kalbim beni, âb-ı hayâtını birden içmeklik için hırslandırdı.


Halbuki hayretle söylerim, orada ölen ne harisler vardır.
Yine benim için kalbin ahdini yudum yudum içenler arasında da tama'-ı
kadîmim vardır.
Halbuki orada da ne tama'lar hâib ve hâsir olmuştur."*

* [Aşkın âb-ı hayât ilmini def'aten yutm ak için kalbim i hırslandırdım ;


Fakat hayrettir ki, böyle def'aten suyu yutarken ölen harisler çoktur.
Aynı zam anda benim âb-ı hayât ilmimi yudum yudum içenler arasında da tam a'ım
vardır.
Bu tam a' bir araz-ı kadîm dir. Y a'n î tedricen ahz bu yolda daha ziyâde m u'tâddır.
Halbuki bu bâbda tam a'a düşenlerden birçok kim selerin hayrete uğradığı da görül­
m üştür, şeklinde tercüm e daha m uvâfıktır. M ecdî.]

76
Benim bu yolda başka türlü de bir sözüm vardır; o söz, evvelki sözü-;
me muhâliftir; fakat bu tezâd bu muhâlefet-i lafza nazarandır. Yoksa ha­
kikatte tezâd yoktur; çünkü hakâyık arasındaki ezdâdm kâffesi, hakikat
nokta-i nazarından müttehidü'l-ma'nâdir. O söz, ber-vech-i atîdir:
Sıfât, ıtlâkı nokta-i nazarından maâni-i ma'lûmedir. Zât ise emr-i
mechûldür. Emr-i mechûlü idrâkten ise, maâni-i m a'lûm eyi idrâk ev­
lâdır. Şu halde sıfâtta "adem -i idrâk" sahîh olunca, zâtı idrâk için
"veçhen m ine'l-vücûh" yol yoktur. Bu hakikate nazaran H akk'm ne
sıfâtı, ne de zât'ı müdrek değildir.
Şurası da m a'lûm un olsun ki, Rahm ân sıfatı "fa'lân " vezni üzerine­
dir. Arabçada kelimedeki ziyâde harf, ziyâde m a'nâya delâlet ettiğin­
den bu vezin, m evsûfun sıfatıyla ittisâfmda ve sıfatın mevsûfda zuhû-
runda m übâlağaya delâlet eder. Bu hikmete m ebnî, A llah'm rahmeti
her şeyi ihâta etmiştir. Hattâ ehl-i nârm âhir emrinin rahmete rücû'u
da bu ihâtadandır. Bu Rahmân ism inin (sıfatının) tahtında cem î'-i es-
mâ-ı ilâhiyye-i zâtiyye mündemicdir. O esmâ-ı zâtiyye yedidir: Ha­
yat, îlim , Kudret, İrâde, Semi' Basar, Kelâm. Bu Rahmân isminin harf­
leri de yedidir. Birincisi "e lif'd ir; hayâtta» ibârettir. Hayât-ı ilâhiyye­
nin kâffe-i eşyâya sereyâmnı ve eşyânın hayât-ı ilâhiyye ile kıyâmını
görmüyor musun? Tıpkı böyle "elif" de bi-nefsihî harflerin hepsine
sârî ve hepsinde mevcûddur. H içbir harf yoktur ki, "elif" o harfte te­
laffuz ve kitâbet i'tibâriyle mevcûd olmasın. Kitâbette meselâ "be"
bast edilmiş eliftir. "C im " iki tarafı eğri olan eliftir. Dîğer harfler de
böyledir. Telaffuz i'tibâriyle "e lif'in her harfte vücûduna gelince:
Harfi bast ettiğin zaman elif, ya onun basîtmda veyâhud basîtm m ba-
sîtmda bulursun. Şu halde "e lif'in fikdânı için imkân yoktur. Meselâ
"b e" yi bast edince "bâ" dersin, "Elif" meydana çıktı. "C im " bast edin­
ce "cîm , yâ, m îm " dersin, yine "elif" ortasında çıktı. "Ye=yâ"da kezâ-
lik "elif" mevcuttur. "M im " de böyledir. Onda da "m îm , yâ, m îm " ge­
lir. Harflerin hepsi bu misâl üzerinedir.
Hulâsa, "elif" harfi, cem î'-i mevcûdâta sârî olan hayât-ı Rahmâniy-
ye'nin mazharıdır.
"Lâm " ise, ilm 'in mazharıdır. "L âm "m şekl-i kâimi, Hakk'm
zât'ma, ilminin mahallidir. Ta'rîfesi, ya'nî dîğer harfe vâsıta-i ittisâl
olan keşîdesi, mahlûkâta ilminin mahallidir.

77
"Râ" ise, ketm-i ademden, zuhûr-ı vücûda izhâr olunan, kudret-i ilâ­
hiyyenin mazharıdır. Bilineni görürsün, mefkûdu mevcûd bulursun.
"H â" harfi, boğazın göğüse muttasıl olan yerinden çıkar. îrâde-i
ilâhiyye de, nefs-i İlâhî de bize nisbetle mechûldür. Neyi murâd etmiş
ve ne sûretle hükm edeceği ne görülür, ne bilinir. Şu halde irâde-i ilâ­
hiyye gayb-ı mahzdır.
"M îm " ise sem 'in mazharıdır. Görmüyor musun? "M im " harfi ağ ­
zın zâhiri olan dudaktan çıkar. Bunun için söylenmeyen bir söz işitil­
mez; söylenen söz ise zâhir olmuştur; o söz, ister telaffuzî, ister hâlî ol­
sun. Hülâsa "hüviyyetin" "hâ"sına benzeyen "m îm "in başı dâiresi,
kelâmı sem â'm mahallidir. Çünkü dâirenin nihâyeti, hidâyetinin ay­
nıdır. Kelâm da tıpkı bunun gibidir. Kelâm ile başlayanlar, nihâyet-i
kelâma avdet ederler. "M îm "in ta'rîfe, ya'ni keşîde-i ittisâli olan kıs­
mı, hâli olsun, m akâlî olsun, mevcûdâtm kelâmmı semâ' mahallidir.
"M îm " ile "nûn" arasındaki "elif"e gelince: Bu "elif", basar mazha-
rıdır. Bunun adetten karşılığı "vâhid"dir. O vâhid de, Hak sübhânehû
ve Teâlâ'nm zât'm m görülmediğine işârettir. "Elif" de kitâbette sâkıt,
telaffuzda sâbittir. Kitâbetteki sükûtu, Cenâb-ı Hakk'm mahlûkâtı
nefsinde gördüğüne işârettir. O mahlûkât, O 'nun için "gayr" değildir.
Telaffuzda sâbit olması, H akk'm zât'mın, zât'ıyla mahlûkâttan temey-
yüzüne ve mahlûkâttaki zillet ve noksan gibi sıfatlardan takaddüs ve
teâlîsine işârettir.
"Nûn" a gelince, Cenâb-ı Hakk'm mazhar-ı kelâmıdır. Cenâb-ı Hak
Kur'ân'da û j ,431 j j (Kalem, 68/1) buyurdu. Bu, "levh-i mah­
fûz" dan kinâyedir. Levh-i mahfûz ise, Cenâb-ı Hakk'm o- ^»LSÛl ^
^ (En'âm, 6/3 8 ) "Biz kitâbda hiçbir şeyi eksik yapmadık" âyetiyle tav-
sîf ettiği kitâbullâhdır. Hakk'm kitâbı ise, kelâmı demektir.
Şurası da bilinmelidir ki: "N ûn" mâhiyyet-i zâtiyyesiyle cümle-i
vâhide olarak, ahvâl ve evsâfıyla berâber suver-i mahlûkâtm intikâ-
şmdan ibârettir. Bu intikâş, Cenâb-ı H akk'm suver-i mahlûkâta
"kün/ol!" ile hitâb ettiği kelimetullâhdan ibârettir. O "kün" kelimesi,
kalem-i nûrâni-i İlâhînin levhde yazdığı sûretle olur. O levh, kelimât-
ı ilâhiyyenin mazharıdır. Çünki "kün" lafzından sâdır olan her şey,
levh-i mahfûzun ihâtası altındadır. İşte bu nükteye m ebnî biz, "nûn"
kelâmullâhm mazharıdır dedik.

78
Şurası da bilinm elidir ki; "n û n "u n üstündeki nokta, suver-i mah-
lûkât ile zâhir olan Zâtullâh'a işârettir. M ahlûkâttan evvelâ zâhir olan
Zât'dır, sonra m ahlûk zâhir olur. Çünki Cenâb-ı H akk'm Zât'ınm nû-
ru, m ahlûkun nûrundan a'lâ ve azhardır. Bunun içindir ki Rasûlullâh
(s.a.v.) JJÜ I üS ji; U jVl Ü U l buyurmuştur. Y a'n î "Sa­
daka, evvelen "Rahm ân"m avucuna, sonra sâilin üvucuna düşer."
N asıl böyle olm asın ki, Sıddîk-ı Ekber de *£i aiı oTij ° Sil U bu­
yurmuştur. "Ben bir şeyde evvelâ A llah'ı görm edikçe, o şeyi gör­
m em ." Bu sûretle noktanın A llah'a işâret olduğunu anlayınca, "n ûn "
dâiresinin de m ahlûkâta işâret olduğunu anlarsın. Biz "El-Kehfü ve'r-
Rakîm F î Şerhi Bismillâhirrâhmânirrahîm” adlı kitâbımızda "R ahm ân"
ismi hakkında daha vâsi' m a'lûm ât beyân ettik. Arzu eden o kitâba
mürâcaat eylesin. Bu ism -i kerîm e ve bu ism -i kerîm in ihtivâ ettiği es-
râra dikkatle bak! Efkârın o esrârda hayrete düşmemesi kâbil değil­
dir.
Bu ism -i şerifin harflerinin esrârı ve basitleriyle berâber adedinin
mikdârı ve her harfin ihtirâât ve infisâlât-ı kevniyyeden ihtivâ ettiği
şeyler hakkında bahsi uzatmış olsaydık,^ fehimlere hayret verecek o
kadar acâib ve garâib izhâr ederdik ki, kitâbı mütâlaa eden, bunu ne­
reden aldığımıza şaşar kalırdı. O nevi' bahsi terk ettiğimizin sebebi
kıskanmak veyâhut buhl değildir. Fakat kitâbı okuyan ve yazan usan­
masın diye, bu kitâbda ihtisâr kasd ettik. Çünkü melâl, intifâ'-ı mak­
sûdun fevtine sebeb olur. Maamâfih bu kitâbda dere ettiğimiz esrâr,
terk ettiğimizden daha büyüktür.
Allahu'l-M üsteân ve aleyhi't-tüklân. "A llah'dan yardım taleb olu­
nur ve tevekkül O'nadir," demektir.

79
Dördüncü Bâb

Ulûhiyet Hakkındadır

akâyık-ı vücûdiyyenin kâffesine ve o hakâyıkı mertebelerin­

H de hıfza ulûhiyet derler. Hakâyık-ı vücûd ta'bîriyle, mezâhir-


le zâhirin ahkâmını, ya'nî Hak ile halkı kasd ediyoruz. Merâ­
tib-i ilâhiyye ve merâtib-i kevniyyenin kâffesine şumûl ve bunlardan
her birine mertebe-i vücûddan hakkmı i'tâ, ulûhiyetin ma'nâsıdır; Al­
lah, o mertebe sâhibinin ismidir. Bu isim, Vâcibü'l-Vucûd Teâlâ ve te-
kaddes hazretlerinin zât'ınclan başkası için olamaz. Binâenaleyh me­
zâhir-i zâtiyyenin a'lâsı, mazhar-ı ulûhiyyettir. Çünkü ulûhiyetin her
mazhar üzerine, ihâta-i külliyyesi ve şumûl-i mutlakı ve her vasıf ve
isim üzerine saltanatı vardır.
Ulûhiyet, ÜmmüT-Kitâb'dır; Kur'ân ahadiyet'tir; Furkân vahidi-
yet'tir; Kitâb-ı Mecîd, rahm âniyet'tir. Bu ta'bîrâttan her biri i'tibârîdir.
Yoksa kavmin (sûfiyye) ıstılâhma göre i'tibâr-ı evvele nazaran Um-
m ü'l-Kitâb (insan), künh-i Zâtın mâhiyetidir. Kur'ân (insan) Zâttan
ibârettir. Furkân (insan) sıfâttan ibârettir, Kitâb (insan), Vücûd-ı Mut­
laktan ibârettir.
Bu ibârelere âit tafsilât bu kitâbm mahall-i mahsûsunda gelecektir.
Kavmin ıstılâhı ve bizim hakikatine işâret ettiğimiz sözleri bilince, bu
iki îzâh arasında ihtilâf olmayıp, ihtilâfın ibârede olduğunu ve sıfâtm
şey'-i vâhid olduğunu idrâk etmiş oldun. Bu zikr ettiğimiz îzâhâtı gü­
zelce anlamış isen, senin için âtideki îzâhım da tebeyyün etmiş olur.
O îzâh şu sûrededir:

80
Ulûhiyetin saltanatı (Bir şeyi azametle ihâta ve saltanatı) altında
bulunan esmânın a'lâsı "A hadiyet" tir. [Bütün evliya Vâhidiyyet'te
durur, A hadiyet zât m ertebesidir, orada durulmaz.] Vâhidiyet,
Hakk'm ahadiyet'ten tenezzülâtmm evvelidir. Vâhidiyet'in şâmil ol­
duğu merâtibin a'lâsı da mertebe-i rahm âniyye'dir. Mezâhir-i rahmâ-
niyye'nin a'lâsı da rubûbiyettedir. M erâtib-i rubûbiyyetin a'lâsı da,
"M elik" ism -i kerîmindedir. Melikiyet, rubûbiyetin; rubûbiyet, rah-
m âniyetin; rahmâniyet, vâhidiyet'in; vâhidiyet, ahadiyet'in; ahadiyet
ulûhiyetin tahtındadır. Çünkü ulûhiyet, hakâyık-ı vücûdiyye ve gayr-
ı vücûdiyenin ihâta-i külliyye ve şum ûl-i mutlak ile hakkını i'tâdan
ibârettir. Ahadiyet, hakâyık-ı vücûddan bir hakikattir.
Hülâsa, ulûhiyet en bâlâdadır. Bunun için H akk'm Allah ismi,
isimlerinin a'lâsıdır ve "A had" isminden daha âlîdir.
Ahadiyet, m ezâhir-i zâtm nefsine ihtisâsı demektir. Ulûhiyet, me­
zâhir-i zâtm nefsine ve gayrisine şumûlü i'tibâriyle olduğundan ef-
daldir. Onun için ehlullâh, ahadiyet tecellîsini m en' etmişlerdir, ulû­
hiyet tecellîsini men' etmemişlerdir; çünkü ahadiyet, Zât-ı mahz olup,
sıfâtın o zâtta aslâ zuhûru mutasavver değildir; nerede kaldı ki, mah­
lûk o ahadiyet'le zâhir olsun. Binâenaleyh her nokta-i nazardan aha-
diyet'i mahlûka nisbet m ümteni'dir.
Hülâsa, ahadiyet bi-zâtihî kâim olan Kadîm-i M utlak içindir. Vâci-
bü'l-vücûd'un zât'ı hakkında zât'ı için kendi nefsinden hiç bir şey
kendisine hafî olmadığından ahadiyet'in ona ihtisâsı hakkında söz
yoktur.
Eğer sen, "O " oldunsa sen, "sen" değilsin; belki O'sun. Eğer "O "
sen olduysa O değil, belki sensin sen! Kim bu tecellîye mazhar olabi­
lirse, bilsin ki o tecellî, vâhidiyet tecelliyâtmdandır, ahadiyet tecelliyâ-
tm dan değildir. Çünkü ahadiyet tecellîsinde ne "ente=sen" ne
"hû=o"yu zikre imkân yoktur, bunu anla!
Bu kitâbm bâb-ı mahsûsunda ahadiyet hakkında m uktezî sözler
dere edümiştir.
Şurası da m a'lû m olsun ki: vücûd ile adem yekdîğere m ukâbil­
dir. Felek-i ulûhiyet bu ikisini m uhittir; çünkü ulûhiyet kadîm , hâ-
dis, halk, H ak, vücûd ve adem gibi yekdîğere zıd olan sıfatlan câ-

81
m i'dir. Binâenaleyh ulûhiyette vâcib olan şey, vâcib olarak zuhû-
rundan sonra m uhâl olarak da zâhir olabilir. M uhâl olan şey, m uhâl
olarak zuhûrundan sonra vâcib olarak da zuhûr edebilir. Ve ulûhi-
yette H ak, halk sûretiyle de zâhir olur, v * h r * tA <jo j hadîs-i
şerifinde olduğu gibi. "Ben, R abb'im i sakalsız genç sûretinde gör­
d ü m ," dem ektir.
[M u'teber hadîs kitâblarında "Şâbbun emred/ sakalsız genç"
ta'bîri m evcûd değildir. A ncak Tirm îzî'den "Sâd " sûresinin tefsirin-
de j ifU "R abb'im Tebâreke ve T eâlâ'yı en gü­
zel sûrette gördüm " tarzında, yukarıdaki hadîsin son kısm ının bu­
lunm adığı bir hadîs-i şerîf nakl ederler, doğru olan da budur. Çün­
kü Rasûl-i Ekrem , rabb'ini gördüyse, en güzel şekilde görm üştür.
"G enç delikanlı" ta'bîrinden A llah'a sığınmak lâzımdır.
Ancak böyle lafızda bir hadîs-i şerifi kabul edenlerin te'vîl ve tefsi­
ri şudur: "Bu tecellînin insanların hâllerine uygun eşyâ sûretinde ol­
m asından dolayıdır. Meselâ Hz. Mûsâ tecellîyi ağaç şeklinde gördüğü
gibi, Peygamberimiz de genç delikanlı sûretinde görmüştür.]
Kezâlik ulûhiyette halk, Hak sûretiyle de zâhir olur.
^ hadîsinde olduğu gibi. "H ak A dem 'i kendi sû­
retinde yarattı" demektir.
Bu îzâh olunan tezâd üzerine ulûhiyetin, her şeye hakâyıktan şâmil
olduğu hakikatle hakkını i'tâ ettiği anlaşüır. Şu halde H akk'm ulûhi­
yette zuhûru ekmel-i merâtib ve a'lâ-yı merâtib ve efdal-i m ezâhir ve
a'lâ-yı mezâhir üzerinedir. Halkm ulûhiyette zuhûru ise, mümkinâtm
tenevvüât ve tegayyürât ve adem ve vücûd nokta-i nazarlarmdan
m üstehık olduğu mertebeye göredir. Vücûdun ulûhiyette zuhûru,
Hak ve halkm ve bunlardan her birisinin efrâdınm mertebece müste­
hak olduğu kemâl üzerinedir. Ademin ulûhiyette zuhûru, fenâ-yı
mahzda gayr-i mevcûd olan vech-i ekmelde bütûnu, sırâfeti, harif ve
inmihâkı (mahv olmak) üzerine müterettebdir.
Ademin ulûhiyette zuhûru meselesi, öyle bir sırdır ki, bu sırrı ta-
rîk-ı aklîden ve tarîk-ı fikrîden idrâk ve m a'rifete yol yoktur. Tecelli-i
ilâhî ile m a'rûf olan tecelli-i umûmi-i İlâhî içinden, bu zevk-ı mahsû­
sa keşf-i ilâhî ile vâsıl olabilen bu sırrı anlar.

82
[Adem tasavvuru, Zât-ı baht-ı İlâhîde olmayıp, Zât'ın sıfâta taallu­
kunda m utasavverdir. Suver-i cismiyye-i hâriciyyenin tebdîl-i şekil ve
sûretle, şekl-i evvelinin in'idâm ı bu kabildendir.]
Bu bir sırdır ki, evliyâullâhdan kâmil olanlarm hayrete düştüğü
yerdir. İşte bu ulûhiyete Cenâb-ı Peygamber li> JJoil} i li JJüy.1 'ül ha­
dîsiyle işaret etmiştir. "Ben A llah'ı sizden daha çok bilen ve sizden
çok A llah'dan korkan bir kim seyim " demektir. Rasûlullâh, "Rab'den,
Rahm ân'dan" dememiş, "A llah'dan korkarım " demiştir. Bu sırra
^ ü I L j (Ahkâf, '6/9) âyetinde de işâret vardır. M a'nâsı:
"Bana ne işlenecek, size ne işlenecek, ben onu bilm em " demektir.
Ya'nî Peygamber bâlâdaki hadîs ile demek istiyor ki: Ben mevcûdâ-
tın içinden Allah'a ve o Allah'ın dergâhında izhâr olunacak şeye en çok
vâkıf bir kimseyim; fakat tecellî-i İlâhîde hangi sûrette zâhir olacağım,
onu bilemem. Ulûhiyetin hükmü neyi iktizâ ederse, ona göre zâhir olu­
rum. Ulûhiyetin hükmünde ise, nakîzi olmayan kânun yoktur; binâena­
leyh o hüküm bilinir ve bilinmez ve o hükme cehâlet taalluk eder ve et­
mez. Çünkü ulûhiyet tecellîsi için âlem-i kesret tafsilâtında hadd-i te­
vakkuf yoktur; binâenaleyh ulûhiyete idr^k tafsilinin taallukuna veçhen
mine'l-vücûh imkân yoktur. Çünkü nihâyeti olmayan Hak üzerine bu
nevi' idrâkin vukû'u muhâldir. Şüphe yoktur ki, nihâyeti olmayan şeyi
idrâk için yol yoktur. Lâkin Cenâb-ı Hak, ba'zan külliyet ve icmâl sûre-
tiyle ba'zı kimseler için tecellî eder. Bu tecellîden hisse-yâb olan kâmil­
ler derece ve merâtib i'tibâriyle mütefâvittirler. O icmâlden ne mikdâr
tafsîle mazhar olurlarsa ve kebîr-i müteâl olan Hakk'm onlarda tecellîsi
ne derecede olursa, hisseleri o tecellî ile mütenâsibdir. Binâenaleyh kâ­
millerde âsâr-ı kemâl, tecelliyâtm zuhûr ve âsârma tâbi'dir.

Kasidenin Tercümesi:

"Ey sabâ rüzgârı! Göz yaşı ile kalb ateşi arasında yanan âşıkın haberini,
diyâr-ı ma'neviyye ricaline eriştir;
Ve o diyâra gündüzün nüzule tahammül edemiyeceğin için, gece vakti
nâzil ol!
O diyâr bir yerdir ki, orada ceylânlar, arslanları avlar ve o diyârda arslan-
lar ava dadanmamışlardır.

83
Biz, o rical ile berâber durmağa tahammülü kaybettiğimizden, bizden ay­
rıldılar.
Biz de onların ziyaretinden uzak olmağa razı olduk.
Mehâsin-i ilâhiyye kalbe Kur'ân'ını yazdı ve o Kur'ân'ı kalb üzerine kud­
retle inzâl etti.
Kalb de, aşk âyetini okudu.
Hattâ sırr-ı iştihâr sûresini ikmâl etti.
Nikâbdan cemâl zâhir oldu.
Nazar edenleri istitâr ile güldürdü.
O hüsne taacciib ederek fem -i hakikatten öyle bir söz çıktı ki, "tesettür şa­
râbı" demek olan ağzının suyu ile sarhoş etti.
Kalbleri esir olarak görünce fakrın sıhhati ile ganimet buldunuz, diyerek
âtideki beyânâtta bulundu:
Fakire, sırr-ı ilâhî dedi ki: Vücûdda benden başka ne varsa hepsi bendendir.
Vücûd benim zâlimdir; ben onu kendi ihtiyârımla tenevvuâta uğrattım.
Ben bir rü'yâ gibiyim; bir gün kırmızılık, bir gün sarılıkla televvün gös­
teririm.
Kırmızılık beyazı mahv ile tecellî edince, kesret meydana geldi.
Bu kesret televvünâta ârızdır, yoksa benim zâtımda inkısâm ve benim zâ­
tımda teferruk muhaldir.
Teferruk, televvündedir ve setr o televvüne âit olup, bende câri değildir.
Alemlerimde cemâd, nebât, rûh-ı ârî nâmına ne varsa, hepsi benim sûret-
lerim ölüp, o eşkâl perdelerdir.
O suretler izâle olunursa ben, zâil olmam; onlar, zâil olur.
O sûretlerin yekdîğeriyle i'tilâfı, ihtilâf şeklindedir.
Bu bir mertebedir ki, benim dârımın, târem-i i'tilâsında (en yüksek tepe­
si) i'tilânmadır.*
Bana mahsûs bir ma'nâ vardır, o ma'nâ zâhir olunca, ben onun ma'nâla-
rından, fakrdan gınâ hâsıl etmiş bir ma'nâ olurum.

* Ya'ni benim ve arzın yükselme sem âsında yükselir.

84
Ma'nâ-yı sânî zâil olursa, ben mine'l-ezel, ile'l-ebed ârî olmadığım libâs-
dan yine ârî olmam.
Benim, tecelligâh-ı nûr olan zât-ı azîzim için olan her ma'nâ, o sûretlerle
miiterekkebdir.
Ulûhiyetim, zâtım için asildir, belki fer'dir.
Artık sen benim şikârımı anla ve taaccüb eyle ki, hükmen asi olan şey,
meclâ-yı sirayeti olan fer’i setr etmektedir.
Sözüm seni dehşete ilkâ etmesin.
Benim fer'im istitârda olandan başka değildir.
H er fer, o asıl üzerine ibtinâ etmiştir.
O asıl, benim zahirim ve bâtınım için asildir.
Zâhir olunca, ben o asılda tecellî ederim.
İzâle olununca istitârda kalırım.
Sen onu bilirsin, göremezsin; beni de görürsün, bilemezsin.
Bu bir düstûrdur ki, benim için dâim î cârîdir. Halbuki ben görülmekten
ve gizlenmekten müstağniyim."
Hülâsa: Ulûhiyet, eseri meşhûd, nazarda mefkûddur. Hükmü bili­
nir, resmi görülmez; zât ise, ayn'ı m er'î; enniyeti, ya'nî vasfı mechûl-
dür. Zâtı ayânen görürsün, fakat bunun için idrâke bâis, îzâh-ı kâfi
bulamazsm. Görmüyor musun? Bir adamı gördüğün vakitte bilirsin
ki, o adam müteaddid vasıflarla mevsûftur. O adamda sâbit olan va­
sıflar, senin ilim ve i'ktikâdm ile husûle gelir. O evsâfı müşâhede ede­
mezsin. Ammâ zâtma gelince; hey'et-i mahsûsasıyla zâtmı aynen gö­
rürsün. Fakat o zâtta vâkıf olamadığın bakıyye-i evsâfı bilemezsin;
çünkü mümkündür ki, o zâtm bin tâne vasfı olsun da, sana onlardan
bâliğ olan ba'zısı olabilsin!
Netîce: zât, m er'î; evsâf, mechûldür; evsâfından ancak âsârmı gö­
rebilirsin. Ammâ vasfm nefsini elbette ve elbette görm ek mümkün de­
ğildir. Bunu bir misâl ile îzâh edelim: Şecî' olan bir adamm muhârebe
zamânmda ikdâmmı görürsün. Bu ikdâm şecâat değildir, şecâatin
eseridir. Kerîm olan kim seden de, atâsını görürsün: bu görülen "ke­
rem " değil, keremin eseridir. Çünkü sıfat, zâtta müstetirdir. O sıfatın

85
zuhûruna imkân yoktur. Eğer zuhûru câiz olursa, zâtmdan infisâli de
caiz olurdu; bu ise gayr-ı mümkindir, bu sırrı anla!
Ulûhiyet için bir sır daha vardır. Şey'iyyet ismi kendisine ıtlâk olu­
nan eşyâdan her ferd, ulûhiyetin heymânesi altmda dâhil olan eşyâ ef­
radının bakıyyesinin kâffesini zâtıyla ihtivâ eder. O şey, kadîm olsun,
hâdis olsun, mevcûd olsun, ma'dûm olsun müsâvîdir. Bunun temsili
şu sûrededir. Yekdîğere mütekâbil aynalar vaz' olunduğu zaman,
bunlarm kâffesini o aynalardan her biri ihtivâ eder. "Yekdîğere mu­
kâbil vaz' olunan aynalardan her birinde âharm ihtivâ ettiği şey mev­
cuttur" denildiği zaman, o aynalardan birisinde mevcûd olan ancak
onda m er'î olan şeydir. Mecmûunu ihtivâ eden dîğer aynalardan her
birisi ki -efrâd -ı müteaddideden ibârettir- bunlarm, ya'nî bu efrâd-ı
müteaddidenin hâricinde kalması lâzım gelir diye tefekkür olunursa,
vücûdun efrâdmdan her ferdin ihtivâ ettiği şeyi yalnız zâtmm istihkâ-
kına göre olup, ondan ziyâde değildir, demek câiz olur. Yok eğer me-
râi-yi mukâbileden her birinde kâffesinin vücûdunu i'tibâr etmek te­
fekkür olunur da, "m evcûdâtın kâffesi efrâd-ı vücûddan her ferdde
m evcûttur" denilirse, bu da câizdir. Hakîkate nazaran ise bu sözler
maksûdun lübbü üzerine geçirilmiş kabuktan ibârettir. Bunları söyle­
diğim bir nevi' tuzak olup, Şebeke-i âhadiyyet'e tayr fikrinin düşme­
mesi ümniyesine ma'tûftur.
Hülâsatü'l-hülâsa: Zât'ta sıfâttan müstehak olduğu her şeyi görür­
sün. Bu sözlerimden kışrı bir tarafa atarak, lübbünü ahz eyle. Yüzde­
ki nikâbı görüp de, yüzü görmekten a'm â olanlar gibi olma!

Kasfdenin Tercümesi:

"Kalem sizinle sâbit, sizinle sâkin, sizinle mütekallibü'l-etvârdır.


Hüsnünüzün hayâli, ebedî bir sûrette kalbime gelir gider.
Siz, benim nefsimden başka bir şey değilsiniz.
Nefsimden hârice nereye kaçabilirsiniz?
Ben nefsimi terk ettim.
Sizin varlığınızdaki takallübât-ı etvâr ile mütekallib olmaktayım.
Ben, 'ben'i terk edince, ben 'ben'i buldum.

86
Arada ne ana ve ne de baba vardır.
M â-kablimi de, mâ-ba'dimi de inkâr ettim.
Kendimden, vechine bâis-i takarrub olan ihtisası kendimden nefy ettim.
Bu babda şekkim şüphem yoktur.
O "Ruddûs", benim.
Amâ-yı ezelî kudsiyeti hicâbındayım.
Herkes için bâis-i taaccüb olan kemâlâtı hâvî ferd, benim.
Ben, varlık değirmeni dâiresinin kutbuyum.
Evsâf-ı aliyyeyi istîâb eden ulviyet, bendedir.
Bâis-i taaccüb ben olduğum gibi, taaccübü ihtivâ eden her şahıs da benim.
Benim hurşîd-i vücûdum, felek-i mehâsinde daim î şa'şa'a-nümâ olmakta
olup, gurubu yoktur.
Benim için, mekânın fevkindeki mekânda kimsenin takarrub edemiyeceği
bir ulviyetim vardır.
H er kılın bittiği yerde, benim aşikâr kemâlim vardır.
Her türlü sesle, her dalda terennüm eden?benim tayr-ı rûhumdur.
Ba'zan zâhir, ba'zan müstetir olan sûretimin her bir tecelligâhında, kemâ­
lin kâffesini hâiz olan benim!
Bunun içindir ki, takallubum dâimîdir.
Ben derim ki, Hakk'ın mahlûkuyum; halbuki H ak benim zâtımdır.
Siz bana taaccüb edin: Tekzibi mümkün olmayan sözümden nefsimi ten­
zih ederim.
Cenâb-ı H ak (celle ve a'lâ) hazretleri ulviyet ve kudsiyet sâhibidir.
Benim halkımdaki şimşekler, yağmur yağdırmayan şimşeklerdir, berklerdir.
Ben, var değilim, O "lem-yezel"dir.
Sözü niçin uzatayım, söz zayi' oldu.
N e kelâm vardır, ne de bâis-i taaccüb; sükût vardır.
Benim mehâsinim, ulviyetleri cem' etti.
Günâhkâr da benim, mağfiret eden de benim!"

87
Beşinci Bâb

Ahadiyet Hakkındadır

hadiyet, yalnız zât tecellîsinden ibârettir. Bu tecellîde esmâ-


nın, sıfâtın ve bunların müessirâtından hiçbir şeyin zuhûru
yoktur. Hakkıyet ve halkıyet i'tibârâtm ın kâffesinden mücer-
red olarak tecellî eden zât-ı sırfa'nın ismi "ahadiyet" tir.
Sen kendi zâtmda müstağrak olur, i'tibârâtını ve evsâfını unutur ve
hâtırâtmdan kat'-ı nazar ederek kendini kendinde tefekkür edersen,
kâinâtta tecellî-i ahadiyyet'e senden ziyâde mazhar-ı etem olan bir
şey olamaz. Sen, sende ol! Hakkıyet evsâfmdan m üstehak olduğun
şeyleri kendine nisbeti unut! Nuût-ı halkıyyeyi de (sıfât) bir tarafa bı­
rak; işte insandaki bu hâlet, kâinâtta ahadiyet'in mazhar-ı etemmidir,
bunu anla!
Ahadiyet, zâtın, zulmet-i amâiyyeden, nûr-ı mecâlîye birinci tenez­
zülüdür. Zât'm en yüksek tecelliyâtı işte bu tecellîdir. Çünkü bu tecel­
lîde zât, evsâfdan, esmâdan, işârâttan, nisebden, i'tibârâttan münez­
zeh olup, bunlarm kâffesinin zâtta vücûdu bu tecellîde butûn hük-
nüyledir; zuhûr hükmüyle değildir. Lisân-ı umûmîdeki bu ahadiyet,
<esret-i mütenevvianm aynıdır.
Bunun misâli: Uzaktan bir duvara bakan kimse, çamurdan, kerpiç­
ten, tuğladan, ağaçtan inşâ edilmiş bir duvar görür. Bu rü'yette levâ-
tım-ı inşâiyyeyi ale'l-infirâd rü'yet olmayıp, yalnız duvarı hey'et-i
amûmiyyesiyle rü'yet vardır. O duvarın ahadiyeti, o duvarın levâ-
zım-ı inşâiyyesinin m ecm û'undan ibârettir. Yoksa duvar o levâzım-ı

88
inşâiyyenin ismi değildir. Belki hey'et-i m ahsûsa-i cidâriyyenin ismi­
dir. Kezâlik sen, m üşâhede-i gaybiyyende ve enniyetindeki istiğrâkm-
da ancak hüviyetini müşâhede edersin. Senin bu müşâhedende, sana
mensûb olan hakâyıktan hiç bir şey meşhûd değildir. Halbuki sen
sende muntavî hakayıkm m ecm û'undan ibâretsin. Zâtındaki istiğrâ-
kın, hüviyetin i'tibâriyle, tecellî-i zâtının ismi olarak senin ahadiyetin­
dir. Bu istiğrakında sana mensûb hakâyıkm m ecm û'u, mutasavver
değildir.
Hülâsa: Her ne kadar sen, sana mensûb olan hakâyıkdan ibâret
isen de, senin tecelli-i zâtında mazhar-ı ahadiyet, ibârâtdan kat'-ı na­
zar zâtındır. Bu ahadiyet, cenâb-ı İlâhîde zât-ı sırfa'dan ibâret olup, o
sırâfette esm â', sıfât, âsâr ve müessirâttan tecerrüd zarûrîdir. Şu halde
cenâb-ı İlâhîdeki ahadiyet, m ecâlînin a'lâsıdır; çünkü bu tecellîden
sonraki her tecellîde bir nevi' ihtisâs vardır; hattâ ulûhiyette bile. Çün­
kü ulûhiyet umûm ve şumûl ile mütehassıstır.
Netîce: Ahadiyet, zuhûr-ı zâtînin evvelidir. M ahlûk için ahadiyet-
le ittisâf müm teni'dir; çünkü ahadiyet, hakkıyet ve halkıyetten mücer-
red olan "zât-ı sırfa"dır. Onun, ya'nî «abdin üzerine mahlûkıyetle
hükm olunmuştur. Binâenaleyh onun için, ahadiyetle ittisâfa imkân
yoktur. Kezâlik ittisâf dediğimiz bir nevi' iftiâl ve taammüldür; bu ise
ahadiyetin hükmüne mugâyirdir. Binâenaleyh, ahadiyet hükmü ebe­
d id e n mahlûk için olamaz.
Hülâsa: Ahadiyet, Cenâb-ı Hakk'a mahsûs bir tecelli-i zâtî'dir. Nef­
sini bu tecellîde görürsen, bu şuhûd A llah'ın ve rabb'indendir; halkı-
yetinle onu iddia etme! M ahlûk için bu tecellîde elbette nasîb yoktur.
O tecellî, tecelliyât-ı zâtiyyenin evveli olarak yalnız Allah'indir. Sen
nefsinle, zâttan ve halktan ve Hak'dan murâd sen olduğunu bildinse,
halka inkıtâ' eyle ve Hak sübhânehû ve Teâlâ'ya da zâtında esmâ' ve
sıfâtmdan müstehak olduğu şey ile hükm et! Allah için müşâhede et­
tiğin şeyi, nefsin için müşâhede etmiş olanlardan olursun.

Manzumenin Tercümesi:

"Zât'ında münezzeh, esmâ ve sıfatında mukaddes olan Allah, nefsinin


ayn'ı ise de, o "ayn" için müstehak olduğu şeye şehâdet ederi
"Onun hüsnüne evsâfıyla nefsimde müstehak oldum" deme!
Hamr-ı hakîkatı kâselerle iç! M ecâlis-i insde hamrı terke kâil olma!
Onun zâtındaki hürmeti muhâfaza ederek, ismini senden kinâye ittihâz
etsen;
Meclâ-yı zilleti ismine mir'ât ve izz-i rifa ti O'nun ismine ve evsâfına
mazhar kılsan;
Hazînenin üstüne kendinden bir duvar yaparak, câhilin müşahedesine
mânia teşkîl etsen, sana bir zarar mı verir?
Bu bir emânettir, sen bunun em în-i metîni olup, esrarını keşf-i esrâr ede­
ceklere, ya'nî ağyâre söyleme!"

90
Altıncı Bâb

Vâhidiyet Hakkındadır

Manzumenin Tercümesi:

"Vâhidiyet" Zât'ırı mazharıdır. Tefrîk-ı sıfâtı câmi' olarak zuhûr eder.


Sıfâtın kâffesi vâhidiyet'de vâhid-i mütekessirdir.
Bizzât vâhid olan şeyin kesretine sen taacciib et!
Vâhid’de, işâret-i karîbe ile işâret-i baîde yekdiğerinin aynı olduğu gibi;
Hükm-i hakikatte nidâ ile münâdî ve musaggar ile mükebber şey'-i vâhid-
dir.
Vâhidiyet, kesretin vahdette münderic olarak teşettüte uğramaksızın ha­
kikatinden ibârettir.
Vâhidiyette sıfatların her biri yekdiğerinin hükmündedir.
Vâhidiyette nefy, isbâtın aynıdır.
Zâtullâh'ın Furkân'ı, câmiiyetin sûresi olup, evsâfın taaddüdü âyetler gi­
bidir.
Sen, o Furkân'ı oku ve kendinden o kitâbın sırrını da oku!
Kitâb-ı mübîn sensin; M ektubât şendedir."
Şurası da bilinmelidir ki, vâhidiyette zât, sıfat olarak; sıfat, zât ola­
rak tecellî eder. Bu i'tibârla sıfatlardan her birisi birbirinin aynıdır.
"M untakim " "A llah ım aym olduğu gibi, "A llah" da "M untakim "in
aynıdır. Kezâlik vâhidiyet nefs-i ni'm ette, ayn-ı nıkmette zuhûr edin­
ce, rahmetten ibâret olan ni'm et, azâbın aynından ibâret olan nıkme-

91
tin aynı olduğu gibi, azâbdan ibâret olan nıkmet de, rahmetten ibâret
olan ni'm etten ibârettir. Bunlardan her biri zâtm sıfâtmda ve âsârmda
zuhûru i'tibâriyledir. Binâenaleyh vâhidiyyet hükmü ile zât için her
hangi şey zâhir olursa, orada her şey aynıdır; fakat bu tecellî-i vâhidi
i'tibâriyledir. Yoksa, her zî-hakka hakkmı i'tâ i'tibâriyle değildir. Bu
İkincisi, tecellî-i zâtî-i İlâhîde olur. Yine şurası da bilinmelidir ki, aha­
diyet, vâhidiyet, ulûhiyet arasındaki fark ber-vech-i âtîdir:
Ahadiyet'te esmâ ve sıfâttan hiçbir şey zâhir olmaz. Ahadiyet
şe'n -i zâtisinde zât-ı sırfa'dan ibârettir ve ahadiyette, esmâ ve sıfât,
müessirâtıyla berâber zâhir olur. Lâkin bu zuhûr zât hükmüyledir;
yoksa, zâttan iftirâk hükmüyle değildir. Binâenaleyh, o sıfatlardan
herbiri yekdiğerinin aynıdır.
Ulûhiyette, esmâ ve sıfât her birinin istihkakı hükmüyle zâhir olur.
Ulûhiyette M ün'im , M untakim'in zıddı; Muntakim, M ün'im 'in zıddı
olarak zâhirdir. Kezâlik bâkî esmâ ve sıfât da böyledir; hattâ ahadiyet
bile. Çünkü ahadiyet, ulûhiyet'te ahadiyet'in muktezâsma göre zâhir
olduğu gibi, vâhidiyette de ulûhiyet, vâhidiyet'in muktezâsma göre
zâhirdir; binâenaleyh ulûhiyet tecellîsi, kâffe-i tecelliyât ahkâmına şâ­
mildir. *
Ulûhiyet, her zî-hakka hakkını i'tâ tecellîsidir. Ahadiyet, "i 3 <JJI jls"
*** ’ls^ "Kendisiyle berâber hiçbir şey mevcûd olmadığı halde, Allah
mevcûd idi" tecellîsidir.
Vâhidiyet, jl? -ûlc L 'Js. °jV1 y, '3 "O şim di de olduğu tecellî üzerinde­
dir" tecellîsidir. Kur'ân'da İf* , Sfl e U ' U ( K a s a s , 28/88) [O'nun
vechinden başka her şey hâliktir] âyeti bu sırra âittir. Bunun için aha­
diyet, vâhidiyetten a'lâdır; çünkü ahadiyet zât-ı mahz'dır. Ulûhiyet
de, ahadiyet'ten a'lâdır; çünkü ahadiyet'e hakkmı i'tâ eden ulûhiyet-
tir. Çünkü ulûhiyet'in hükmü, her zî-hakka hakkını i'tâdır. Bundan
dolayı Allah ismi, esmânm a'lâsı, ecm a'ı, eazzi, erfaıdır.
Ulûhiyetin ahadiyet üzerine rüchânı, küllün cüz'ü üzerine rüchânı
gibidir. Ahadiyetin, bâkî tecelliyât-ı zâtiyyeye rüchânı, asim fer'e rüc-
hânı gibidir. Vâhidiyet'in, bâkî tecelliyâta rüchânı, cem 'in fark üzeri­
ne rüchânı gibidir. Bu ma'nâlarm senden nerede olduğuna dikkat et
ve bunu kendinde teemmül eyle!

92
Manzumenin Tercümesi:

“M eyveleri devşir, o meyvelerin ağacı, sen meyvelerini devşiresin diye di­


kilmiştir.
Şevâhid ile, edille ile, ta'lîl ve isbâtı bırak!
Onlar seni hakikate ihtida edemez.
Şarâbı ağızdan iç! O meyvelerin ağız şarâbı, ağızdadır.
Binâenaleyh şifahî söylenir.
Şarâb-ı hakikatin peymânelerini saklayan kimsenin rağmına olarak, o
peymâneleri sen döndür.
Onun mehâsinini Suâd (yani, mahbûbe) izhâr etmiştir.
Sen gizleme!
M âsivâ ile iğtirân bırak; mâsivâ, bu hakîtati müdrik değildir.
İçini ye, içini saklayan kabuğu at!
Sırrı ifşâya heves-nâk olan mered-i sakilden hazer et ve ondan uzaklaş!"

93
Yedinci Bâb

Rahmâniyet Hakkındadır

ahmaniye^ hakâyık-ı esmâ ve sıfât ile zuhûrdan ibârettir. Rah­

R mâniyet, esmâ-ı zâtiyye gibi zâta muhtass şeylere şâmil oldu­


ğu gibi, mahlûkâta vechi olan hakâyık ve sıfâta da şâmildir.
Alîm, Kâdir, Semî' ve hakâyık-ı vücûdiyyeye taalluku olarak sıfât-ı
mezkûreye benzeyen sıfatlar gibi.
Rahmâniyet, merâtib-i j^akkıyyenin kâffesine isimdir. O merâtibde,
merâtib-i halkıyyenin iştirâki yoktur; binâenaleyh rahmâniyet, ulûhi­
yet'ten ehasdır. Çünkü, rahmâniyet Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazret­
lerinin müteferrid olduğu sıfâtma mahsûs olarak müteferriddir.
Ulûhiyet ise ahkâm-ı hakkıyye ve halkıyyeyi câmi'dir. Onun için
umûm ve şumûl, ulûhiyete; husûs, rahmâniyete âiddir. Rahmâniyet
bu i'tibâr ile ulûhiyetten eazdır; çünkü rahmâniyet, Zât'ın m erâtib-i
aliyyede zuhûrundan ve Zât'm merâtib-i deniyyeden takaddüsünden
ibârettir. Binâenaleyh zât'm câmüyet i'tibâriyle merâtib-i aliyyeye
muhtas olan m ezâhirden mazhar-ı mahsûsu, ancak rahmâniyettir.
Şu halde rahmâniyet mertebesinin ulûhiyete nisbeti, şekerin, şeker
kamışına nisbeti gibidir. Şeker, kamışta bulunan a'lâ bir mertebedir;
kamış ise hem şekeri, hem de başka eczâ-i kimyeviyyeyi hâvî olduğu
için delâleti umûmîdir. Bu i'tibârı düşünerek şeker, şeker kamışma
nisbetle efdaldir diye tefekkür edersen, rahmâniyet, ulûhiyetten efdal
olur. Yok eğer kamışın hem şekeri, hem de başka eczâ-i kim yeviyye­
yi ihâtasını düşünerek, kamış efdaldir dersen, ulûhiyet rahmâniyetten

94
efdal olur. Rahmâniyet mertebesinde zâhir ve bahir olan isim Rahman
ismidir; çünkü bu isim hem esmâ-i zâtiyye'yi, hem de evsâf-ı nefsiy-
yeyi câmi'dir.
Evsâf-ı nefsiyye yedi olup, Hayât, îlim , Kudret, İrâde, Kelâm, Se­
m i', Basar'dan ibârettir.
Esmâ-i zâtiyye, ahadiyet, vâhidiyet, samediyet, azamet, kuddûsi-
yet ve emsâü gibi zât'a mahsûs olan isimlerdir. Bu esmâ-i zâtiyye an­
cak Vâcibü'l-vücûd ve M elik-i m a'bûd olan H akk'm zât'm a m ahsûs­
tur. Bu rahmâniyet mertebesinin Rahm ân ismine ihtisâsı, rahmetin
merâtib-i hakkıyye ve halkıyyeye şumûlü i'tibâriyledir. Rahmetin me-
râtib-i hakkıyyede zuhûru, m erâtib-i halkıyyede zuhûruna sebeb ol­
muştur. Binâenaleyh kâffe-i m evcûdâta şâmil olan rahmet, hazret-i
rahmâniyye'dendir.
H akk'm mevcûdâta taalluk eden rahmetinin birincisi, âlemi, ma-
âni-i esmâiyye ve sıfâtiyye sûretleri kılmasından ibârettir. Hakk'm
rahmetinin İkincisi: âlemi, nefsinden îcâd etmesindedir. , J L pü j
ö . 'U_*> j r j ]I y i l ı j cıljZJI (Câsiye, 45/13) âyeti bunun şâhididir. "Yer­
de ve gökte ne varsa, bunlarm hepsini siz» musahhar kılmıştır. Bu tes­
hir O 'ndandır." Bunun için, nefes-i İlâhînin mevcûdâtta zuhûru sırrı­
nın sirâyetiyle, eczâ-i âlemden her ferdde ve her cüz'de kemâl ile zâ­
hir olmuştur. Ve o nefes-i İlâhî, mezâhirin taaddüdüyle taaddüd et­
mez. Belki o mezâhirin kâffesinde nefsindeki zât-ı kerîmin iktizâsma
göre vâhiddir. Hâsıh sıfât-ı kemâliyyenin kâffesi o sırrın sirâyetinden-
dir.
Cem î'-i mevcûdâta sârî olan vücûd ta'bîrinde, zerrât-ı vücûddan
her zerrede zuhûruna da işâret-i latîfe vardır. Bu sereyânm sırrı ise,
Hakk'm âlemi nefsinden halk etmesi iledir. Nefs-i İlâhî ise tecezzi ka­
bûl etmez. Binâenaleyh âlemde ne varsa, kemâliyle O'dur. O şeye
"halkıyet" ismi âriyet hükmüyledir. Bu meselenin tahkiki bu sûrede­
dir; yoksa ba'zı m üelliderin" Evsâf-ı ilâhiyye ibâd üzerine âriyet hük­
müyledir" şeklindeki îzâhâtı zu'm -ı mahzdır. Kendisine zu'm u nisbet
ettiğim m üellif-i mezkûr:
Lpjt I4I j~^JI jlSo ij idj aj-jUI beyitleriyle müddeâsma işâret etmiş­
tir: Zât-ı Hak, abde evsâf-ı ilâhiyyeden olan nazarı âriyet vermiş ve o
sûretle abd görmüştür. Zât'ı basîr olan nazar işte bu âriyet-i nazardır."

95
Bu îzâha zu'm dur dediğimin sebebi, eşyada ariyet olan, o eşyaya vü-
cûd-ı halkîyı nisbetten başka bir şey değildir. Eşyada vücûd-ı hakkı
asildir. Hak, hakâyıkma "halkıyet" ism ini ariyet vermiştir. Esrâr-ı
ulûhiyyeti ve m uktezeyât-ı ulûhiyetten olan tezâdı, bu sûretle izhâr
etmiştir.
Hülâsa: Hak, âlemin heyûlâsıdır. [Heyûlâ, bir cismin fezâda işgal
ettiği m ahall-i halidir.] Cenâb-ı Hak Kur'ân'da:
js J l Si 'u £ : l* j ^ ^ ^ j (Hicr, 15/85) buyurmuştur. "Gökle­
ri ve yerleri ve arasındaki eşyâyı ancak hak olarak biz halk ettik" de­
mektir. Alemin misâli kar gibidir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ, bu karda
asıl olan su gibidir; su o karın aslıdır. M â-i müncemid üzerine kar is­
m ini ıtlâk âriyettir. O kara mâiyet ismini ıtlâk hakikattir. Bu tahkîka
"El-Bevâdiru'l-Gaybiyı/e Fî'n-Nevâdiri'l-Ayniyye” adlı kasidem izde lâ­
zım gelen tenbîhâtı yaptık. O bir kasîde-i azîmedir ki zaman, hakâyık
urbası üstüne böyle bir zînet işlememiş ve kasidenin ulviyet-i mefâhi-
minden dolayı Dehr, onu anlamak semâhatım gösterememiştir. Kasî-
de-i mezkûrede tenbîh-i mevziî, âtideki dört beyittedir:

Tercümesi:

"Halk temsilde kar gibidir; sen o karın içindeki su gibisin. Hakikatte kar,
sudan başka bir şey değildir.
Kar ile su arasındaki gayriyet, şerâ'yiin muktezeyâtı ahkâmına tâbi'dir;
Fakat eriyince karlık hükmü mürtefi' olur, yerine su hükmü vâki' olur.
Sen, bahâ (güzellik) ve hüsn-i tecelliyât-ı vâhidiyyesinde ezdâdı hem cem'
ettin; Hem de o ezdâddan teferruk sûretiyle neşr-i nûr eyledin.”
Şurası da bilinmelidir ki, rahmâniyet, mazhar-ı a'zam , meclâ-yı ek-
mel ve eamdır. Onun için rahmâniyetin arşı, rubûbiyettir; kürsîsi me-
lekiyettir; azameti Refref'dir; kudreti Ceres'dir; kahrı, Salsala-i ceres-
dir. Rahmâniyette mekânetini ve mevcûdâtm kâffesinde sereyânını ve
bu sûretle muktezeyât-ı kemâliyyenin kâffesini muhit olarak zâhir
olan isim, "Rahm ân" ismidir. Rahm ân'm mevcûdât üzerindeki istilâ­
yı hükmü, Rahm ân'm arş üzerinde istivâsı demektir. Zîrâ her mev-
cûdda zâtullâh, istilâ hükmüyle mevcûddur. O mevcûd O'nun arşı­

96
dır. Ya'nî zât-ı H ak'dan o mevcûdda zâhir olan vech i'tibâriyle o m ev­
cûd, H akk'm arşıdır. Bu kitâbda m ahall-i mahsûsuna vâsıl olduğu­
muzda, arş hakkında lâzım gelen izâhât verilecektir.
Rahm ân'm istilâsını izâha gelince: Bunun m a'nâsı, Hak Sübhânehû
ve Teâlâ hazretlerinin kudretiyle, ilim ile ve mevcûdâtm kâffesini ihâ­
ta ile, "m ekâneti" demektir. Ve bu mekânette Rahm ân'm hulûlden ve
temâstan münezzeh olarak istivâ hükmüyle vücûdu zâhirdir. Hulûl
ve temâs nasıl mümkün olabilir? Çünkü o Rahmân, mevcûdâtm nef­
sinin ayn'ıdır. Hak Teâlâ'nm mevcûdâtta vücûdu, Rahmân ismi nok-
ta-i nazarmdan, bu sûretledir; çünkü Rahmân, mahlûkda zuhûruyla
ve mahlûkatı nefsinden izhâr ile mahlûka rahm et etmiştir; bu iki emr,
aynıyla vâki'dir.
Şurası da bilinmelidir ki; Hayâl, bir şeyi zihinde bir sûretle şekle
koyunca, o teşekkül ve tahayyül m ahlûk olur. Hâlık ise her mahlûkta
mevcûddur. O tahayyül ve teşekkül ise sende mevcûd olduğu ve sen­
de H akk'm vücûdu i'tibâriyle sen de H ak olduğun için bu tasvir
H ak'da ve Hak o tasvirde mevcûddur. Bu bâbda kadri pek çelil olan
sırra tenbîhâtı yaptım; sırr-ı kader gibi, sırr-ı ilm -i ilâhî gibi. Ve
H akk'm Vâhid olup Hak ve halkın o Vâhıd'le bilinmesi gibi, tecelli-i
rahmânîden, ahadiyyet'in m enşe-i kudret olduğunu ve ilmin aslının
tecelli-i rahm ânîden vâhidiyet olduğunu bilmek gibi birçok esrâr-ı İlâ­
hîye, bu tenbîh ile vukûf m ümkündür.
Bundan başka bu îzâhâtm altında ve bu bâbdaki kelimât-ı mestû-
renin zımnında işâret edilmiş ince nüktecikler vardır. Bâbm evvelin­
den, âhirine doğru düşün, kabuğu at, lübbünü ahz eyle! H akk'm sa-
vâbı tevfîk ettiğini anlarsm.

Fasıl:
Rahîm ile Rahmân, rahmetten müştak iki isimdir. Lâkin Rah­
mân ma'nâca umûmî, Rahîm ma'nâca husûsî olup, daha
tâmmü'd-delâledir. Rahmân'm umûmî olması, cemî'-i mev­
cûdâtta rahmetin zuhûrundan nâşîdir. Rahîm'in de husûsî
olması, ehl-i saâdete ihtisâsmdan dolayıdır. Rahmân'm rah­
metinde nıkmet de mümtezic olabilir. Lezzet ve râyihası ke-
rîh olan devâyı içmek gibi. Çünkü bunda marîza rahmet ol-

97
makla berâber, tab'a mülâyim olmayan şey de mevcûddur.
Rahîm'in delâlet ettiği rahmete, hiçbir şey karışmaz. O,
mahz-ı ni'mettir ve bu ni'met ancak saâdet-i kâmile ashâbm-
da bulunur. Asârıyla ve müessirâtıyla sıfât ve esmâsmda
rahmetin vücûdu da, Rahîm isminin zımnında münderic
rahmettendir.
Rahîm, Rahmân'a nisbetle heykel-i insandaki göz gibidir.
Ya'nî Rahîm, daha azîz, daha refî'u'ş-şândır, daha husûsîdir.
Rahmân'm her türlü merhamete şumûl-i mutlakı vardır. Bu­
nun için Rahîm'deki rahmet, kemâliyle ancak âhirette zâhir
olur denilmiştir. Çünkü âhiret dünyâdan daha vâsi'dir. Çün­
kü dünyâdaki her ni'mete keder karışması da zarûrîdir. Böy­
le kederle mahlût olmak, tecelliyât-ı rahîmiyyeden değil, te-
celliyât-ı rahmâniyyedendir. Rahmân ile Rahîm isimleri hak­
kmda "El-Kehfü ve'r-Rakımu fı-Şerhi Bismillâhirrahmânira-
hîm" adlı kitâbımızda daha vâsi' beyânâtımız vardır; onları
bilmek isteyen, o kitâba mürâcaat etsin.
Allah dâimâ hak söyler ve hak yola hidâyet eyler.

98
Sekizinci Bâb

Rububiyet Hakkındadır

ubûbiyet, mevcûdâtı taleb eden esmayı m uktezî mertebenin is­


midir. Rubûbiyetin tahtmda Alîm , Sem î', Basîr, Kayyûm, Mü-
rîd, M elik ve bunlara benzeyen esmâ dâhildir. Çünkü bu esma
ve sıfâttan her birisi, taalluk edecek mevcûd taleb eder: Alîm , ma'lû-
mu; Kâdir, makdûru; M ürîd, m urâdı iktizâ eder., Bunlara benzeyen
isimler de böyledir. *
Rab isminin altında bulunan esmâ, Allah ile halkam sında müşterek
olan esmâ ile ihtisâs-ı te'sîri ile halka muhtas olan esmâdır. Hakk'a
mahsûs olan ve halka da vechi bulunan esmâ-i müştereke, "A lîm " ismi
gibidir. Çünkü Alîm ismi nefsidir. "Nefsini bilir, halkı bilir" ta'bîri sa­
hihtir; Semî' de böyledir. "Nefsini işitir, başkasını işitir" denilir. Basîr
ismi de böyledir. "Nefsini görür, gayrisini görür" denilebilir.
Allah ile halk arasında bâlâdaki isim ler gibi müşterek olan esmâ-
dan maksadımız, o esmânın iki vechi olup, bir vechinin Cenâb-ı İlâ-
hî'ye ihtisâsı, dîğer vechinin mahlûkâta âid olması demektir. Halka
muhtas olan esmâ, esmâ-i fiiliyye ile Kâdir ismi gibidir. Esmâ-i fiiliy-
yeden "H âlık"da, "m evcûdâtı yarattı" dersin; "nefsini yarattı" diye­
mezsin. Esmâ-i fühyyeden "Râzık'da "m evcûdâta nzık verdi" dersin,
"nefsine rızık verdi" diyemezsin. Kezâlik "K âdir" isminde "nefsi üze­
rine kâdir oldu" da diyemezsin.
Bu câiz olm ayan ta'bîrât, te'v îl sûretiyle câiz olsa bile, esm â'-i
m ezkûreden halka m uhtastır. Ç ünkü esm â'-i fiiliyye M elik ism inin

99
tahtmdadır. M em leketi olm ayan, M elik olam az. M elik ism i ile Rab
ism inin arasındaki fark: M elik bir isim dir ki, esmâ-i fiiliyye o isim
m ertebesi tahtmdadır. O esm â-i fiiliyyeye, "halka m ahsûstur" de­
m ekle işâret ettim. Rab ism i ise, bir m ertebenin ism idir ki, o m erte­
be tahtında esm â'-i m üşterekenin bâlâdaki iki nev'iyle halka m ah­
sûs olan esmâ dâhildir.
Rab ismi ile Rahmân ismi arasmdaki fark: Rahmân bir mertebenin
ismidir ki, kâffe-i evsâf-ı aliyye-i ilâhiyye o mertebeye mahsûstur;
Zât-ı ilâhî ister o evsâf ile müteferrid olsun, Azîm ile Ferd gibi; isterse
Alîm ve Basîr gibi iştirâk husûliyle olsun; isterse Hâlık, Râzık gibi
mahlûkâta muhtas olsun. Rahmân ism i ile Allah ismi arasındaki fark:
Allah, bir mertebe-i zâtiyyenin ismidir ki, o mertebe ulviyâtı ve süfli-
yâtı ile hakâyık-ı mevcûdâtı câmi'dir. Binâenaleyh Rahmân ismi, Al­
lah isminin ihâtası altma girmiştir. Rab ism i ise, Rahmân isminin ihâ-
tası tahtmdadır. M elik ismi ise, Rab ism inin ihâtası altındadır.
Hülâsa; rubûbiyet, Rahm ân'm arşıdır, ya'nî bir mazhardır ki, Rah­
mân o mazharda zâhir ve o mazhardan mevcûdâta nâzırdır. Rah-
m ân'm bu mertebesinde Allah ile ibâdı arasmda nisbet sahihtir. Gör­
müyor musun? Risâlet-meâb Efendim iz'in şu sözünü ki, "Rahm -i ni-
sâyı, hakv-ı Rahmân'dan, ya'nî Rahm ân'm böğründen alınmış bul­
dum" demiştir. Çünkü "hakv" (böğür) heykel-i insânîde m ahall-i va­
sattır. Rubûbiyet de rahm âniyetin vasatıdır; çünkü rahm âniyet
Hakk'm müteferrid olduğu evsâf ile, halkm müşârik olduğu evsâf ve
mahlûkâta mahsûs olan evsâfı câmi'dir. Binâenaleyh esmâ-i müştere­
ke vasatta vâki'dir. Y a'nî m ahall-i rubûbiyettir. Rahm -i nisanın hakv-
ı Rahmân'a taalluku, Rab ile merbûb arasmdaki ittisâl münâsebetin-
dendir; çünkü hiçbir Rab yoktur ki, onun merbûbu olmasın; hiçbir
merbûb yoktur ki, onun Rabb'i olmasın. Şu halde bu mertebede Allah
ile kulları arasmda nisbet mevcûddur. Bu taallukun hakve taallukuna
bak! Ve bu taallukun sırrını iyiden iyi anla! Yoksa Hak Sübhânehû ve
Teâlâ hazretleri, kendinden m unfasıl olan şeye ittisâlden, yâhud ken­
disine muttasıl olan şeyden munfasıl olmaktan münezzehtir.
Bu îzâh-ı dakikadan sonra, bizim "H ak" tesmiye ettiğimizde, yâ­
hud "m ahlûkât" ile kinâye eylediğimizde tenevvuât-ı tecelliyâtmdan
başka söz kalmamıştır.

100
Manzumenin Tercümesi:

"İster yaklaşın, ister uzaklaşın; "biz" dediğimiz, sizden başka bir şey de­
ğildir.
İster izhâr edin, isterseniz ızmâr edin; vücûdda sizden başka bir şey yok­
tur.
O, sizin cemâlinizin sûretidir. Bunun ma'nâsı yine sizden ibârettir.
Sizin tekevvününüzle vücûd meydana geldi. Ö'nun vücûduyla, sizin te­
kevvününüz hâsıl oldu.
Siz, mâsivâ rubasını keşf ile onun hüsnünü izhâr ettiniz.
Bu kıymetli hüsnü başkasına nisbet ettiğiniz zaman, ihânet etmiş oldu­
nuz; gafletle " mâsivâ" dediniz.
Yâ hû! "Biz" demekle kalbiniz yumuşadı mı? Hakikatin sizin isminizle ve
sizin de "halk" ismiyle tesmiyeniz âdet olmuştur.
Cemâlin mehâsinini tenvî' ettiğiniz zaman vefâda hıyânet etmemiş olur­
sunuz.
Halka nisbet olunan kemâl lâ-yezâldir, o*sizin içindir."
Şurası da bilinmelidir ki, rubûbiyetin iki tecellîsi vardır. Biri tecel­
li-i m a'nevî, diğeri tecelli-i sûrî.
Tecelli-i m a'nevî, envâ'-ı kem âlâtı m uhtevi olan kânûn-ı tenzihin
muktezâsma göre, rubûbiyetin esmâ ve sıfatta zuhûrundan ibârettir.
Tecelli-i sûrî, envâ'-ı noksandan, mahlûkun ihtivâ ettiği şeylerde kâ-
nûn-ı teşbihin muktezâsma göre, rubûbiyetin mahlûkâtta zuhûrudur.
M azharm teşbihten istihkâkına göre, mahlûkâttan bir halkta rubûbi-
yet zâhir olunca, yine Cenâb-ı Rab, kendine lâyık olan münezzehiyeti
üzerinedir.
Hülâsa: Mesele, teşbihe m ülhak olan sûret ile, tenzihe mülhak
m a'nâ arasındadır. Tecelli-i sûrî zâhir olursa, m a'nevî onun mazharı-
dır. Tecelli-i m a'nevî zâhir olunca, tecelh-i sûrî onun mazharıdır.
Ba'zan da ikisinden birinin hükmü âhara gâlib olarak, İkincisi birinci­
sinin tahtmda müstetir olur. Bu takdirde hicâb üzerine emr-i vâhidle
hükm olunur. Bu sırrı anla!.
Allah hakkı söyler ve sebîl-i savâba hidâyet eyler.

101
Dokuzuncu Bâb

Amâ' Hakkındadır

Manzumenin Tercümesi:

"Amâ' sırr-ı ezelden, mahall-i evveldir. Bu bir felektir ki, güzellik güneş­
leri orada ufûle uğramıştır.
Bu zât, Allah'ın zât'ı olup, sırr-ı ezeldeki o varlığından hurûc etmemiş,
belki esmâ ve sıfâta tenezzül eylemiştir.
Bu hakikatin sırrına misâl-i âlî olarak, taşta müstetir olan ateşin istitârı-
nı söyliyebiliriz.
Ateş taşta müstetir olup zâhir olsa bile, yine taşta müstetir olan ateş hük­
mü haleldar olmaz.
Amâ'ya nazar ederek size bu misâli söylemiş isek de, Allah Teâlâ misâl ile
îzâhdan âlîdir.
Bu Amâ', ukûlün hayretini mûcıbdir, ukûlün dehşetleri içindeki bu hay­
rette ukûl için kâbil-i ta'bîr olmayan bir amâ'dır.
O amâ', esnâ-yı taallukta ne zulmet, ne de ziyâ nazar-ı i'tibâra alınmaya­
rak zât-ı bahta râci'dir.
Ve bu tafsilden ne Ahadiyyet-i meçhule, ne de mechûl olan kesretin vâhi-
diyyeti mutasavver değildir.
Zâtının letâfetinde gâib olan eltafu'l-letâifliği, sırrındaki istitârı amâ'-ı
evveldir."
Şurası da bilinmelidir ki; Amâ', hakîkatü'l-hakâyıkdan ibârettir.
Bunda hakkıyet ve halkıyetle ittisâf mutasavver değildir. O, zât-ı

102
mahz'dır; çünkü hakkıyet ve halkıyetle muttasıf olmadığı gibi "Lâ
hakkıyyetün ve lâ halkıyyetün" mertebesine de muzâf değildir. Bu
adem-i izâfetten dolayı ne vasıf, ne de isim iktizâ eder. İşte Risâlet-me-
âb Efendimiz'in . b* ^ j * lj* « y L <•LjJI "A m â'nm ne altında, ne üs­
tünde hava vardır" buyurduğu amâ'da ne Hak, ne de halk tasavvuru
yoktur, demektir.
Şu halde am â', ahadiyet'e mukâbildir. A hadiyet'te esmâ ve sıfât
m uzm ahil olup, kendisinde hiçbir şeyin zuhûru olm adığı gibi,
Amâ'da da bunlardan hiçbir şeyin ne tecellisi, ne de zuhûru vardır.
Amâ' ile ahadiyet arasındaki fark, ahadiyet, teâlî muktezâsıyla zâtm
zâtta hükmüdür ki, zuhûr-ı zâti-yi ahadiyyeden ibârettir. Am â', ıtlâk
muktezâsıyla zâtm hükmüdür. Onun için kendisinden teâlî ve tedânî
fehm olunmaz.
Am â', butûn-ı zâti-yi amâîden ibârettir. Hâsılı Amâ' ahadiyet'e
mukâbildir. Şu kadar var ki, ahadiyette sırâfet-i zâtiyye tecellî hük-
müyledir, Am â'da sırâfet-i zâtiyye istitâr hükmüyledir.
Netîce: A llah Teâlâ nefsinden tesettür ederek tecellîden, yâhut
nefsi için tecellî ederek istitârdan m üteâlîdir. O A llah tecellî, istitâr,
butûn, zuhûr, şuûn, nisbet, i'tibârât, izâfât, esm â ve sıfâttan m ukte-
zâ-yı zât ne ise, ona göredir; kendisi için tagayyür ve tahavvül yok­
tur. Bir şeyi telebbüs edip, diğerini terk etm ek, yâhud bir şey hal'
edip, y a'n î o şeyden tecerrüd edip, başkasını ahz etm ek, onun için
m utasavver değildir. O nun zât-ı celîlinin hükm ü, ezelde ne ise, hâ­
zırda ve ebedde dahî öyledir. "H alkullâhı, y a'n î zâtına m ahsûs vas­
fı tebdîl yoktur" m a'nâsm a olan JJjjl; V (Rûm; 30/30) âyeti bu
bâbda delildir.
Sûretlerde ve sûretlerin gayri niseb, izâfât, i'tibârât ve bunlarm em-
sâli şeylerdeki tagayyürât, tebeddülât A llah'ın bizim üzerimize tecel­
lîsi, onun bizim ile zuhûru nokta-i nazarmdandır. Halbuki o Allah, bi­
zim üzerimize tecellî veyâhut bizim ile zuhûrdan evvel, nefsinde ne
kemâl üzere ise, ondan son ra da zâtına m ahsûs olan o tecellîdedir.
Onun için ancak bir tecellî vardır. O bir tecellînin ismi, ancak ism-i
Vâhid'dir. O ism-i Vâhidin ancak bir vasfı vardır. Bunların kâffesi için
gayr-i müteaddid olan Hakk-ı vâhid vardır. O ezelde nefsi için nasıl
tecellî etmiş ise, ebeddeki tecellîsi de onun aynıdır.

103
Gazelin Tercümesi:

“Zeyneb, ahidlerinden her bir ahd üzerinde sabittir.


Hâdisât-ı zamâniyye onu tağyîr etmedi ki, benden sakınsın, benden çekin­
sin, benden ihticâb etsin.
Zeyneb, o ahidlerini muhâfaza ederek "Muhassab" nâm mevkîdeki ahid-
lerini de zayi' etmedi.
Eğer ağyar, Zeyneb'in benden içtinâbını nakl ederlerse, bu ictinâb, Zey­
neb'in içtinâbı değil;
Ağyârın o içtinâbın husûlünii arzu ettikleri için söyledikleri ictinâbdır.
Ağyâr, beni Zeyneb'den men’ ile beni Zeyneb'den hicrâna uğratmakla gü­
rültü çıkarırlarsa, ehemmiyetten ârîdir.
Zeyneb'in sağnaklı yağmur gibi olan lutufları arasında, cefâ berkinin
yağmursuz kalacağı şübhesizdir.
Ey Zeyneb'in meclis-i ünsünde olan nedimleri Zeyneb'in dudağına değen
peymâneleri, ellerinizle tutarak için!
Zeyneb'in meclis-i ünsüne nedîm olamamaktan mütevellid nedâmetin,
hasretin kanıyla o peymânelfr boyanmıştır.
Zeyneb'den muânaka ve teslimiyet beklemeyin! Yarasa kuşlarının güneşe
yaklaşmağa ihtimâli yoktur.
Zeyneb cemâlini açmazsa, âtıfe tindendir; büsbütün hicaba da girmezse o
da âşıkına merhametindendir.
Hakikatte Zeyneb'in cemâlinin k ü p ü yine kendi cemâlidir. Ankâ-yı mağ-
ribe nazire aramaktan sizi tahzîr ederim."
Hakk'a mahsûs olan bu tecelli-i vâhid-i mezkûr ile Hak, başkasına
tecellî etmez. Halk için elbette ve elbette o tecellîden nasîb yoktur.
Çünkü o tecelli-i zatî, ne i'tibârı, ne de inkısâmı, ne izafeti, ne evsâfı,
ne de bunlardan bir şeyi kabûl eder. Tecellîsinde halk için nisbet olur­
sa i'tibâra, nisbete, vasfa, yâhut bunlara benzeyen bir şeye ihtiyâç za-
rûrîdir. Bunların hepsi de, ezelden ebede kadar zâtma ihtisâsı olan o
tecelli-i zâtî ahkâmına mugâyirdir. Bu tecellîden başka olan tecelliyât-
ı ilâhiyye, ister zâtiyye olsun, isterse fiüiyye olsun, isterse sıfâtiyye ol­
sun, isterse ismiyye olsun; bunlarm da hakîkaten Hakk'a nisbeti var­

104
sa da, o da H akk'm zuhûru ve kulları üzerine tecellîsinin muktezâsı
cihetindendir.
Hülâsa-i kelâm: "M ebhûsun anh" olan bu tecelli-i zâtî ki envâ'-ı te-
celliyâtı câm i'dir-H akk'ın bu tecellîde olması, tecelli-i âharla tecellîsi­
ne mâni' değildir. Lâkin bu takdirde tecelli-i zâtiyyeden maadâ olan
tecelliyât, tecelli-i zâtinin tahtmdadır; tıpkı, nücûm un güneş altmda
hem mevcûd, hem m a'dûm olması gibi. Envâr-ı nücûmiyye hadd-i
zâtında nûr-ı şemsden ise de, zuhûr-ı şemsî ile m evcûd, m a'dûm olur.
Bâkî tecelliyât-ı ilâhiyye de, tecelli-i zâtî âsumânmdan bir reşha veyâ-
hut onun deryâsmdan bir katredir.
Nefsi için ihtiyâr ettiği bu tecelli-i zâtînin saltanatı zâhir olunca, bâ­
kî tecelliyâtmm vücûduyla berâber m a'dûm addolunmasına sebeb,
tecelli-i zâtînin, ilm-i ilâhî-i zâtiden inbiâs etmesi nokta-i nazarmdan-
dır. Zâtma müstehak ve lâyık olan bâkî tecelliyâttaki istihkâk, ilm-i
gayrîn taalluku i'tibâriyledir. Binâenaleyh derece-i sâniyededir, bu
sırrı anla!
Cevâd-ı lisân, meydân-ı beyânda sür'atle koşarak ebediyen zâhir
olmaması lâzım gelen hükmü izhâr etti. Onun için bu burhandaki mâ­
nini (dizginini) tutmağa mecbûr olarak, esâs bahsinde tercümânı ol­
duğu meselenin şerhine yine lisânı sevk ediyor. Onun için tafsîlât-ı sâ-
bıkayı bildirdikten sonra deriz ki:
A m â', butûn ve istitârda ıtlâk i'tibâriyle nefs-i zâttan ibârettir. Aha-
diyet, zuhûrda teâli i'tibâriyle zâtın nefsinden ibârettir. Bunda i'tibâ-
râtın sukûtu da vâcibdir. Benim zuhûr veyâhut istitâr i'tibâriyle dedi­
ğim, m a'nâyı fehm-i sâmia îsâl içindir. Yoksa "butûn-ı i'tibârî, hükm-
i amâdan; zuhûr-ı i'tibârî, hükm-i ahadiyettendir" demek değildir,
bunu anla!
Şurasını da dikkatle bilmek lâzımdır, Allah'dan temsîl-i âlî ile söy­
lüyorum: Bütün varlığınla mevcûdiyetinden kat'-ı nazar edince, sen
kendi nefsinde kendinde âmâdasın! Bu tasavvur-ı fikrî de varlığı ve le-
vâzım-ı viicûdiyyeni bilsen de, mevcûdiyetten alâka-i fikriyyeni kesin­
ce, senin amâda bir zât olduğun tahakkuk eder. Dikkat etmiyor mu­
sun? Hak Sübhânehû ve Teâlâ senin aynın ve hüviyetindir. Sen bu ha­
kikatle ittisâfmdan ve buna istihkâkmdan gaflet ediyorsun. Halbuki
Hakk'm bu ayniyeti cihetinden sen, kendinden mahcûb değilsin ve bu

105
i'tibâr-ı dakîk ile kendinden amâdasm. Çünkü Hakk'm hükmü, nefsin­
den muhtecib olmamaktır. Bu takdirde senin nefsin için zuhûrunda
Hak hükmüyle, senin o dakîkada amada olduğun tahakkuk eder.
Zâten amâ' ise, "H ak hükmüyle hakikatinden istitâr" demektir. Şu
halde hem nefsin için zâhir, hem kendinden bâtın oldun. Bu nevi' em­
sali biz nâs için îrâd etsek de, bunu âlim olanlardan başkası taakkul
edemez. Bunun içindir ki, Hz. Rasûl-i Ekrem, halkı halk etmezden ev­
vel H akk'm nerede olduğu suâl olunduğu zaman, "A m â'dadır" cevâ­
bını vermiştir. Çünkü tecellî, mâhiyeti, ya'ni nefs-i kelimenin ismin­
deki delâlet muktezâsıyla kendinden evvel istitârm sebkini iktizâ
eder. İşte buradaki kabliyyet, kabliyyet-i hükmiyyedir, kabliyyet-i
tevkıtiyye değildir. Zîrâ Hak ile halkı arasında tevkıtiyet, infisâl, infi-
kâk, ittisal, telâzüm bulunmaktan Hak müteâlidir. Çünkü tevkıtiyet,
infisâl, infikâk, ittisâl, telâzüm, Hakk'm mahlûkâtmdandır. Kendisi ile
mahlûkâtı araşma başka mahlûk giremez. Girmek lâzım gelse tesel­
sül, devir lâzım gelir. Bunlar da muhâldir.
Netice: Hakk'm kabliyeti, ba'diyeti, evveliyeti, âhiriyeti, hükmîdir,
i'tibârîdir, izâfîdir; zamânî, m ekânî değildir. O Hak, halkı halktan ev­
vel nasıl A m â'da ise, halkı,halktan sonra da ayniyle o Amâ'dadır.
Bundan şu netice çıkarılır ki; A m â', i'tibârâtm ademiyle berâber,
zâta sebk eden hüküm demektir; halkı halk ise, zuhûru iktizâ eder. O
zuhûr, i'tibârâtm vücûduyla berâber zâta lâhik olan hüküm demektir.
Böyle olunca bu sebkıyet, o kabliyetin aynıdır. Bu luhûk ise, aynıyla
ba'diyettir. Hakikatte ise ne kabl ve ba'd vardır; çünkü "kabl"de O,
"ba'd " da O, "evvel" de O, "âhir" de O'dur.
Bundan daha acîb olarak söylüyorum: İ'tibâr, nisbet, cihet olmak­
sızın H akk'm zuhûru bütününün aynıdır. Bu ayniyetin m a'nâsı, "bu­
nun hakikatidir" demekle ta'bîr olunur. Şu halde evveliyeti, âhiriyeti-
nin aynı; kabliyeti, ba'diyetinin aynıdır.
Bu bâbda akülar hayrettedir. Azametine vusûl m unkatı'dır. Bunu
ne mefhûm, ne de m a'kûl tasavvur ve tasvir edebilir.

106
Onuncu Bâb

Tenzîh Hakkındadır

enzîh, asalet ve teâlî tarîkıyla nefsinden nefsi için istihkakı vec-

T hiyle, evsâfıyla, esmâsıyla, zâtıyla kadîmin infirâdmdan ibâret­


tir. Muhdesin mümâselesi, müşâbehesi i'tibârı arada yoktur.
Hak Sübhânehû ve Teâlâ bundan münferiddir. Bu takdire göre bizim
elimizdeki tenzîh, tenzîh-i muhdestir. Tenzîh-i kadîm ona lâhik ol­
muştur. Çünkü tenzîh-i muhdes, karşısında kendi cinsinden bir şeye
nisbet olan şeyde olur. Tenzîh-i kadîmin karşısmda kendi cinsinden
nisbet yoktur. Çünkü Hak zıddı kabûl etmez. Bunun için tenzihin
keyfiyeti bilinmez. Bizim "H akk'ı tenzîh, tenzihten tenzîh ile olur"
dediğimiz bu sebebe mebnîdir. H akk'm nefsi için olan tenzihini, baş­
kası bilemez; orada m a'lûm olan bir şey varsa "tenzîh-i m uhdes"dir.
Çünkü tenzîh-i muhdes i'tibârı, kendisine nisbet m ümkün olan bir
hükümden bir şeyin tecerrüdü demektir. Tenzîh işte bu şeyde olur.
Hak için teşbîh-i zâtî yok ki, onda tenzîhe müstehak olsun; çünkü zâ­
tı, Kibriyâ'smm muktezâsma göre nefsinde münezzehtir. Bu takdire
göre hangi i'tibâr ile olursa olsun, hangi meclâda zuhûr ederse etsin,
ij*\ o l i ı,j^> c J j "Ben Rabb'im i tüyleri henüz terlemiş genç olarak
gördüm" gibi teşbihi olsun; yâhut "O nûrdur, ben onu nasıl
görürüm" gibi tenzihi olsun; tenzîh-i zâtî-yi Hak için hüküm lâzım­
dır; sıfatın mevsûfa lüzûmu gibi. Hak bu meclâda zâtmdan zâtı için
tenzîh-i kadîm ile müstehak olduğu kemâl üzeredir. Bu tenzîhi,
Hak'dan başkasma nisbet câiz değildir ve onu başkası bilmez. Binâ­
enaleyh Hak, esmâsmda, sıfâtmda, zât'm da, mazharmda, tecelliyâtm-

107
da hudûsa nisbet olunan her şeyden kıdemi hükmüyle müteferriddir.
Buradaki hudûs veçhen mine'l-vücûh olsa da, yine hüküm ayniyle
böyledir.
Bu îzâha göre tenzihi, tenzîh-i halkî gibi; teşbihi, teşbîh-i halkî gibi
değüdir. Böyle tenzih ve teşbihten Hak m üteâlî ve müteferriddir.
"Tenzih H akk'a değil, tathîr-i mahalle râci'dir" diyenler varsa da,
bunlarm murâdı, karşısında teşbih olan tenzîh-i halkî demektir. Çün­
kü abd, evsâf-ı H ak'dan olan sıfatlarla muttasıf olunca, mahalli tâhir
ve bu tenzîh-i İlâhîyi yapmasıyla nekâis-ı muhdesâttan hâlis ve sâfî
olur. Binâenaleyh o nevi' tenzih abde râci'dir. Hak ise başkasının işti-
râk edemiyeceği tenzih üzerinde bâkîdir. O tenzîhde halk için mecâl
yoktur. Demek istiyorum ki, H akk'a mahsûs tenzîhde mahlûk ciheti­
ne râci' bir şey yoktur. Belki o tenzih, istihkâk-ı nefs-i ilâhî üzerine
zât-ı Hak için müteferriddir. Bu işâret ettiğimiz şeyi anla!
Şurası da bilinmelidir ki; ben bu kitâbımda, yâhud müellefâtımdan
başka bir te'lifim de "Bu emir, Hakk'a mahsûstur, mahlûkun onda na­
sibi yoktur" yâhud "bu halka mahsûstur, Hakk'a nisbet olunmaz"
ta'bîrini isti'm âl edersem, bu ta'bîrden maksadım, "zâttan o isim ile
müsemmâ olan veçhe nâzırdır" demektir. Yoksa zât, zâta râci'dir de­
mek değildir. Bunu iyi teemmül eyle. Çünkü bu keyfiyet zâtın hem
Hak, hem halk vecihlerini câmi' olması üzerine mebnîdir. Hak için
müstehak olduğu şeyin; halk için de müstehak olduğu şeyin nisbeti
lâzımdır. Bu nisbetten imtizâc olmaksızın zâtın muktezâsma göre
mertebesindeki her vecih, hâli üzerine bâkîdir. İki vecihten birisi,
öbür vecihte zâhir olursa, iki hükümden her biri de, öbüründe mev-
cûttur, demektir. Bunun îzâhı teşbih bâbmda gelecektir.
Araz ve cevher olmayan zât, kemâlinde müteâlî ve mukaddestir.

Manzumenin Tercümesi;

"Ey kendisiyle iki araz kâim olan cevher; (Bi-nefsihî mevcûd ma'nâsına)
Ey hükmünde ikilik olan "Bir!"
Senin ulviyete dâir olan güzelliklerin, ezdâdın m uhtelif olmakla berâber,
senin için vâhid olmuştur.

108
Sen, hüsn-i vâhid olan ferd-i yektasın. Kemâl, senin için noksansız tamam
olmuştur.
Sen, bâtın da olsan, zâhir de olsan, ulviyet-i sübhâniyyen istihkakında dâ­
imsin.
Hudûsundan ârî olan ceberût-i azametinde münezzehsin, mukaddessin,
müteâlîsin.
M ahlûk, olsa olsa ancak mislini idrâk eder; H ak ise ekvândan münezzeh­
tir."

109
Onbirinci Bâb

Teşbîh Hakkındadır

eşbîh-i İlâhî, cemâl-i İlâhî sûretinden ibârettir. Çünkü cemâl-i

T İlâhînin ma'nâları vardır. O m a'nâlar esmâ' ve evsâf-ı ilâhiyye-


dir. Cemâl-i İlâhînin sûretleri de vardır. O sûretler mahsûs, yâ­
hut m a'kûl şeklinde olarak maâni-i mezkûrenin tecelliyâtıdır: "M ah­
sûs" i I ısu j ya'nî "Rabb'im i sakalsız genç sûretinde gör­
düm ."; ma'kûl .l i U ^ ^jkis j t L£ xs. 01 hadîsinde olduğu gibi. "Ben ah­
dimin bana zannı vecihleyim, nasıl isterse beni öyle zannetsin."
İşte teşbîh ile murâd, bu mahsûs ve m a'kûl olan sûrettir. Şübhe
yoktur ki, Hak Teâlâ sûret-i cemâl ile zuhûrunda yine tenzihten müs-
tehak olduğu şey üzerinedir. Cenâb-ı İlâhîye tenzihten hakkım verdi­
ğin gibi, o cenâb-ı âlîye teşbîh-i İlâhîden de hakkım vermelisin.
Şurası da bilinmelidir ki, Allah hakkmdaki teşbîh, tenzîhe muhâlif-
tir; çünkü bu teşbîh, Hakk-ı İlâhîde emr-i aynîdir. Fakat bunu ehlul-
lâhdan ancak kâmil olanlar müşâhede edebilir. Kâmil olanlardan mâ-
adâ ârif-i billâh olanlar, bizim bu sözümüzü yalnız imâm ve taklîdî
olarak idrâk edebilirler. Hüsnünün ve cemâlinin sûretlerinin mukte-
zâsı ne ise, imânları yalnız ona taalluk eder. Zîrâ suver-i mevcûdâttan
her sûret, onun sûret-i hüsnüdür. O sûreti vech-i teşbîhi üzerine mü­
şâhede eder de, tenzîhden bir şey müşâhede etmezsen, H akk'm sana
hüsnünü ve cemâlini vech-i vâhidden gösterdiği anlaşılır. Yok eğer
sûret-i teşbîhiyyeyi sana müşâhede ettirir ve bu teşbihe tenzîh-i ilâhî-

110
nin de taalluku olursa, H akk'm sana cemâlini ve celâlini hem teşbih,
hem tenzîhde göstermiş olduğu anlaşılır.
jUl (Bakara, 2/115) "N e tarafa yüz çevirirseniz,
H akk'm hüsn-i tecellîsi oradadır". İstersen tenzih et, istersen teşbih et!
Fakat sen her halde O'nun tecelliyâtmda müstağraksm; senin için o te-
celliyâttan infikâke im kân yoktur. Çünkü sen ve senin hüviyetin ve
ahvâlin ve a'm âlin ve maânînin kâffesi H akk'm sûret-i cemâlidir. Bu
takdirde teşbîh-i halkîde bâkî kalırsan, sûret-i hüsnü müşâhede eder­
sin. Yok senin teşbihinde tenzih fütûhâtı da olursa, o zaman sen hüs­
nünün ve cemâlinin sûreti ve ma'nâsısm. Eğer teşbih ve tenzîhden da­
ha ilerisine mazhar olursan, o vakit teşbih ve tenzihin fevkmdesin; bu
ise sırr-ı zâttır.

Mısrâ'ın tercümesi:

"Muhabbette nefsin için kimi seçersen, onu ihtiyar et!"


Şurası da bilinmelidir ki; Hak için teşbih iki türlüdür. Biri teşbîh-i
zâti, biri teşbîh-i vasfîdir. •
Teşbîh-i zâti: Mahsûs olan m evcûdât sûretlerinde, yâhut hayâlde
mahsûsâta benzeyen şeylerde H akk'm tecellî ettiği sûrettir.
Teşbîh-i vasfî: Mahsûsa benzeyen şeylerden münezzeh olan ma-
ânî-i esmâiyye sûretlerinde tecellîsidir. Suver-i mezkûre, zihinde ta­
akkul olunup da, histe keyfiyeti olmayan sûretlerdir. Eğer keyfiyet
olursa, teşbîh-i zâtiye m ültehak olur; çünkü tekeyyüf, kemâl-i teşbih­
tendir. Kem âl ise zâta lâyıktır. Teşbîh-i vasfîde ise hiçbir nevi' ile ve
hiçbir misâl zikrini hâvi olan cins ile tekeyyüf mümkün olmaz. Gör­
m üyor musun? Hak Sübhânehû ve Teâlâ, Kur'ân'daki Nûr âyetinde,
Nûr-ı zâtisini "m işkât, mısbâh, zücâce" ile nakil ve temsil etti. O teş-
bîh-i zâtinin sûreti insandan ibârettir; çünkü mişkât, (lambanın konul­
duğu yer) ile murâd, insanm sadrı; zücâce ile murâd, insanm kalbi;
mısbâh ile murâd, insanm sırrıdır. O âyetteki "şecere-i m übâreke"den
murâd, gayba îmândır. O gayb, H akk'm halkta, Hak olarak zuhûru-
dur. Çünkü H akk'm m a'nâsı meşhûd olan halk sûretinde gayb olma­
sı demektir. İşte "gayba îm ân" bu imândır.

111
Nûr âyetindeki "zeytûne"den murâd, hakîkat-ı mutlakadır. Çünkü
hakîkat-ı mutlaka ne min külli'l-vücûh Hak, ne de min külli'1-vücûh
halktır. Şecere-i îmâniyye de, "şarkıyye" değildir; ya'ni, teşbihi nefy
edecek sûrette tenzîh-i m utlakı şâmil değildir. "G arbiyye" de değildir;
tenzihi nefy ederek, teşbîh-i mutlakı da muhtevi değildir; belki teşbih
kabuğu ile tenzih lübbü arasmda ta'sîr olunan bir hakikattir. Bu ta'sîr
vukû' bulunca yakînden ibâret olan zeytin, ateş messetmese de alev­
lenmesi, nûr saçm ası muhakkaku'l-vukû'dur. O zeytinin kendi nû-
ruyla, kendi zulmeti ref' olunur. O zeyt-i yakîn, nûr üstünde nûrdur.
Ya'ni nûr-ı iyânî ile ile m uâyene sûretindeki nûr-ı teşbih ve nûr-ı îmâ-
niyyeden ibâret olan nûr-ı tenzih ile birbirinin fevkmde iki nûrun mu-
hassalası olan nûr-ı vâhid-i hakikattir. Bu sûretle Allah Teâlâ, istediği
kimseyi nûruna hidâyet eder ve bu bâbda nâs için emsâl zikr eder. Al­
lah her şeyi alimdir.
Bu zikr olunan teşbih, teşbîh-i zâtidir. Darb-ı mesel nev'iyle zâhir
olsa da, o mesel hüsnün suretlerinin biridir; tıpkı ilmin âlem-i misâlde
"leben" sûretinde zuhûru gibi. Çünkü o hey'et-i lebeniyye, ilmin ona
mahmûl olmasından dolayı, ilmin ma'nâsının sûretlerinden biridir.
H er m esel ki, onda "m üm esselun bih" zâhir olmuştur, o mesel, o
"m üm esselun bih"in sûretlerinin birisidir. Çünkü o, m ümessel ile zâ­
hir oluyor ve ona hami olunuyor. Bu dakikayı iyi anla!
Hülâsa: M işkât, mısbâh, zücâce, şecere, ne şarkî' ne de garbi olan
zeytin, izâa ve nâr, "nûrun alâ nûr" olan nûr ve bunlarm kâffesi,
m a'nâlarm zevâhiri i'tibâriyle ZâtuUâhm cemâli için suver-i zâtiyye-
dir. Allah her şeyi alimdir; ya'ni cemâlinin m a'nâsmı alimdir. Çünkü
ilim, âlimdeki m a'nâdan ibârettir. Bunu anla!
Allah hakkı söyler ve her şeyi bilir.

112
Onikinci Bâb

Tecellî-i Ef'al Hakkındadır

ak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin ef'âlinde tecellîsi o meş-


hedden ibârettir ki, abd, o meşhedde eşyada kudretin cereyâ-
nını görür ve Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerini her şeyin
muharriki ve müsekkini olmak üzere bilir ve bu sûretle şehâdet eder.
Bu şuhûdda, abdden fiili nefy ile H akk'a isbât zarûrîdir. Abd bu meş­
hedde kuvvetten, kudretten, irâdeden meslûbdur. Nâs bu meşhedde
müteaddid etvâra tâbi'dir. Ba'zılarm a evvelâ Hak irâdesini, sonra
ef'âlini gösterir. Abd için meslûbü'1-fiil ve'l-irâde olmak bu meşhed-
dedir. Bu mertebe, tecelliyât-ı ef'âliyyenin a'lâ mertebesidir.
Ba'zılarma da Hak, evvelen irâdesini göstermeyip, mahlûkâtta ta-
sarrufâtmı ve o tasarrufâtm kudret-i saltanatı altmda cereyânını gös­
terir. Ba'zıları da ef'âli, esnâ-yı sudûrunda mahlûktan görerek, aka­
binde H akk'a rücû' eder. Ba'zılarm da da bu şuhûd, ef'âl-i mahlûktan
sâdır olduktan sonra vâki' olur. Bu şuhûda nâil olan kimse, bu hâli
başkasmda görürse, ehl-i hakikat indinde o hâli müsellemdir. Ammâ
nefsinde görürse, zâhir-i sünnete muvâfık olmadıkça onu teslîm et­
meyiz.
Tecelli-i fi'li-i İlâhîde bir kimseye Cenâb-ı Hak evvelen irâdesini
gösterip, sonra o kimse H akk'm o fiilde tasarrufunu, fiilinin sudûrun-
dan evvel, fiilin sudûru zamânmda, fiilin sudûrundan sonra görürse,
onun bu müşâhedesini teslîm ederiz. Yalnız yine o kimseyi zâhir-i şe­
riatla mutâlebe ederiz. Fakat bu kim se sâdık ise, Allah ile kendisi ara-

113
smda halâsa nail olmuştur. Emir ve nehy-i İlâhîye muhâlif olan yerler­
de zâhirin ahkâmım tatbîk lüzûmuna binâen bir kimseden hadd-i
şer'îyi îcâb eden bir fiil sudûrunda, had ikâmesi lâzım olduğunu ve
binâenaleyh, kudretle ihticâca kimse için salâhiyet olmadığını teslîm
etmek m es'elesi, âşikâr bir mes'eledir.
M es'ele böyle olduğu halde, fiilin sudûrundan evvel, sudûru esnâ-
smda, sudûrundan sonra tasarruf-ı H akk'ı gören kimsenin müşâhede-
sini teslîm edip de, cereyân-ı kudreti, fiilin sudûrundan sonra gören
kimse hakkında teslîm etmemek husûsundaki fikrimizin îzâhına ge­
lince: Birinci şıkta hükm-i İlâhînin lüzûmuna kâil olmak ve hükm-i
İlâhî mûcibince o tecellîye mazhariyette müşâhedenin îcâbına göre
hareket ettiğini tasdîk etmek lâzım geldiğinden, A llah'ın hakkını edâ
noktasından o kimsedeki tecellînin muktezâsma göre cereyân hâdis-
tir. Ya'ni müşâhedesini teslîme kâil olmak muktezîdir. Yalnız onun
hareketinde Allah'ın Kur'ân'da emr ettiği hakkı edâ m es'elesi bâkî
kalmış olur. Ve hadd-i şer'îyi îcâb eden yerde, Kitâb-ı Kerîmin îcâbı
veçhile had icrâsma kâil olmak lâzımdır. Bizim şıkk-ı evveldeki
m es'elede müşâhedesini teslîm edişimiz, o kimsenin nefsiyle Allah
arasındaki şuhûdu takrîr içindir.
Sudûr-ı fiilinden sonra cereyân-ı kudreti müşâhede eden kimse
hakkmda, kendine âit olursa, teslîm etmemek, gayrisine âit olursa tes­
lîm etmek ve kendisine âit olduğu zaman, Kitâb ve Sünnet'e muvâfık
olmadıkça teslîm etmemek keyfiyeti, bu müşâhedeyi o kimsenin
Hak'dan bilmeyip, nefsine ircâ' etmesi korkusuna mebnîdir. Çünkü
zındık da m a'siyeti işledikten sonra sudûr-ı fiil hakkmda "A llah'ın
irâdesiyle, kudretiyle, füliyle bu m a'siy et vukû' buldu, bunda benim
dahlim yoktur," der. İşte şıkk-ı sânîdekinin müşâhedesini Kitâb ve
Sünnet'e m uvâfık olmadıkça teslîm etmemek, o kimse hâlinin zındı-
kın hâline benzememesi içindir. Bu da, bir makâmdır.
Tecelli-i ef'âle mazhar olanlardan ba'zıları da fiilinde, fiil-i İlâhîyi
müşâhede ederek, kendi fiilini fiil-i İlâhîye tâbi' kılar. Tâatta olunca
nefsine m utî', m a'sıyette olunca, nefsine âsîdir, der. Bu tecellînin maz-
harı da "havil" den, "kudret" den, "irâde" den meslûbdur.
Tecelli-i ef'âle mazhar olanlardan ba'züarı da, fiüinde kendi fiilini
görmeyip, ancak fiil-i üâhîyi müşâhede eder. O kimsenin nefsine ful

114
nisbeti yoktur. Bu kısımdan olanlar "tâatta m uti'im , m a'siy ette âsî­
yim ," demez. Bu müşahedeye mazhar olanların m uktezeyât-ı ahvâli-
yesindendir ki, onlardan birisi seninle yer, "yem edim " diye yemîn
eder. Seninle berâber içer, "içm edim " diye yem în eder. Sonra da "ye­
mîn etm edim " diye yem în eder. Bu nevi'den olanlar, indallah çok sâ­
dık olan (sadûk) ebrârdandır. Bu bir nüktedir ki, bu m üşâhedeyi zevk
edip de vukû'-ı aynî ile bu müşâhede nefsinde vâki' olmayan kimse,
bu nükteyi anlayamaz.
Tecelli-i ef'âle mazhar olanlardan ba'züarı da fi'lullâhı başkaların­
da görür, nefsinde görmez; ya'ni kendine mahsûs olan hâlâtta gör­
mez. Tecelli-i ef'âle mazhar olanlardan ba'züarı da fiü-i İlâhîyi ancak
nefsinde görür, başkalarında görmez. Bu müşâhede, bundan evvelki
müşâhedelerden daha yüksektir. Tecelli-i ef'âle mazhar olanlardan
ba'züarı da tâaatta fül-i İlâhîyi müşâhede edip, maâsîde cereyan-ı
kudreti müşâhede etmez. O kim se tâatmdaki tecelli-i ef'âl nokta-i na­
zarından Allah üe berâberdir. Hak Teâlâ maâsîdeki fiüini o kimseye
rahmet için perde altma almıştır. Bu tecellî o kimsenin m a'siyete düş­
memesine sebeb olur; fakat bu hâlet o kynsenin za'fına delildir. Çün­
kü müşâhedesi kavî olsa, fiü-i İlâhîyi tâatta gördüğü gibi, m a'siy ette
de müşâhede ederek, zâhir-i şer'i muhâfazaya çalışırdı.
Tecellî-i ef'âle mazhar olanlardan ba'zıları da fiil-i İlâhîyi yalnız ma­
âsîde görür. Bu Hak'dan bir nevi' ibtilâdır, tâatta göremez. Bu vasıf ile
muttasıf olan kimse, iki âdemin birisidir; ya o âdemin, mutî' olmasını
Cenâb-ı Hak sevdiği ve tâaatı başka hâle takdîm etmesini irâde ettiği
için, tâatte ondan muhtecib olmuştur. Bu maâsîde fiilini onun için izhâr
etmiştir. Bundaki hikmet: Cenâb-ı Hakk'm tâatte o kimseden muhtecib
olup, ma'sıyette zâhir olması, müşâhede-i Hak'da kemâl-i İlâhîye maz­
hariyetini te'mîn içindir. Bunun alâmeti o kimsenin ma'siyet üzerinde
devâm etmeyip, tâata avdet etmesidir. Yâhut bu ma'siyet tecellîsine
mazhar olan kimse bir âdemdir ki, ma'siyete kudrette kendisinde mekâ-
net hâsıl olmuş ve bu sûretle istidrâca ma'rûz olmuştur. Hak ondan
muhtecibdir. O kimse ma'sıyette bâkî kalır ve ma'siyete devâm eder.
Böyle bir hâletten Cenâb-ı Hakk'a sığınırız ve O'ndan istiâze ederiz.
Tecelli-i ef'âle mazhar olanlardan ba'zıları da, bu tecellîye vakit vakit
mazhar olur. Onun hâli, şu tercüme ettiğimiz beyt-i arabînin hâlidir:

115
"Sevdiğim Necid'e giderse, ben oraya giderim;
Eğer " Gavr" denilen yere sefer ederse, ben de o mevkiye rihlet ederim."
Tecelli-i ef'âle mazhar olanlardan ba'zıları da, fiil-i İlâhîyi müşahe­
dede m a'siyet üzerine cereyân ettiği için muzdaribdir: Ağlar, tazarru'
eder, mahzûn olur, istiğfâr eder; üstündeki cereyân-ı kudretin m a'si­
yet sudûruna sebeb olmasından kendisinin muhâfazasını ister. Bu ha­
let, o kimsenin sıdkma ve müşahedesinin safiyetine ve uğradığı şeh-
vet-i nefsiyyeden berâetine delildir.
Tecelli-i ef'âle m azhar olanlardan ba'zıları da, m a'siyet tecellîsin­
de ne tazarru' eder, ne de mahzûn olur, ne de muhâfaza edilmesini
ister; belki üstündeki cereyân-ı kudretin altında sâkindir. Ne tarafa
tevcih edilirse, o tarafa doğru hareket eder; kendinde aslâ ızdırâb
yoktur. Bu hâlet, bu müşâhede o kim senin keşfindeki kuvvete delil­
dir ve bu mertebe, vesâvis-i nefsiyyeden sâlim ise, bundan evvelki
mertebeden a'lâdır.
Tecelli-i ef'âle mazhar olanlardan ba'zılarının da Cenâb-ı Hak
m a'siy etini tâata tebdîl eder, maâsîdeki ve tâattaki cereyân-ı kudreti
müşâhede eder ve Hak ona, kendi üstündeki cereyân-ı m a'siy eti gös­
terir. Ve Hak kendi indinde o m a'sıyeti tâat olarak yazar. Binâenaleyh
indallah, o kimseden sâdır olan ahvâle "m a'siyet" ismi verilmez. Bun­
lardan ba'zılarının da nefs-i m a'siyeti, tâat olur. A llah'ın irâdesine
muvâfık olduğu için, onun hakkmdaki irâdenin hilâfına bir şey ile
emrolunursa da, yine o kimsenin hâli böyledir. Binâenaleyh bu ne-
vi'den olanlar, bu müşâhedede emir ve emre muhâlefet noktasından
âsî, H akk'm irâdesi ve O 'nun hareketinin o irâdeye muvâfakatı nok­
tasından m utî'dir. Bu nevi'den olanlar, fiilden evvel Hakk'm irâdesi­
ni müşâhede etmiştir. Ondan sâdır olan isyân, irâde-i Hakk'a muvâ-
fıktır. Bununla berâber o kimse kendisi üzerinde cârî olan kudreti ve
H akk'm kendini taklibini görmektedir. Bunlardan bir kısmı da, ibtilâ-
ya ma'rûzdur. Ya'ni hakîkaten ve şer'an mezmûm olan şey ile Hak
onun için tecellî eder. Kendinin hızlânda olduğu hâl içinde Hakk'm
taklibini müşâhede eder. Kendinin hızlâna uğradığını bilerek m a'sı-
yeti işler. Çünkü onun o hâldeki hareketi, fiilinde Hakk'm zuhûrunu
müşâhedesinin muktezâsma tâbi'dir.

116
Şiirin Tercümesi:

"Zeyneb seni sohbetten ve vuslattan men' ettiği için iştikâ etme!


Zeyneb'in bu hicranına, bu ihtilasına sabırlı ol, tarzında bir hanım bana
nasîhat söylemektedir.
O hanıma cevâbda dedim ki: Beni kendi hâlime bırak!
Zeyneb beni hızlan yolundan, başka yola; hızlan me'vâsından, başka
me'vâya da'vet etmedi.
M âmâfih Zeyneb'den benim nasibimin çirkinliği muhakkak değildir;
Benim bu şikâyetim, işlediğim işin muhakkak olan çirkinliğindendir."

Mülâkât:

Ehl-i gaybdan bir racul-i kebîr, müşâhedesi bâlâdaki hızlân şeklin­


de olan bir fakîr ile içtimâ' etti. O zât: Ey fakîr! Cenâb-ı Hak ile edebe
mülâzemet ederek, zâhiri muhâfazaya çalışsan ve H ak'dan selâmet
taleb etsen, Hak ile muâmelede sana daha münâsib değil midir? dedi.
Fakîr dedi ki: •
"Efendim, hızlân hil'atını giyip de, yâhut isyân kemerini bağlayıp
da, H akk'm irâdesine muvâfık hareket etmek mi edebe daha muvâfık-
tır? Yoksa tâat rubasmı giyip de, O 'nun irâdesine muhâlefeti taleb et­
m ek m i muvâfıktır? Halbuki bilirsin ki, O'nun irâdesinden başka bir
şey olamaz."
Fakîr bu sözü söyledi, "beni bırak" dedi ve gitti.
Şurası da m a'lûm olsun ki, tecelli-i ef'âle mazhar olanların makâmı
ne kadar büyük, merâmı ne kadar celîl olsa da, yine bunlar hakîkat-ı
emrden mahcûbdurlar. Bunlarm H ak'dan fevt ettikleri şey, nâil ol­
duklarından daha büyüktür. Çünkü H akk'm ef'âlindeki tecellîsi, es­
mâ ve sıfâtmdaki tecelliyâtma hicâbdır. Tecelliyât-ı ef'âliyyeden bu
kadarmı zikr etmek kâfidir; çünkü o tecelliyat pek çoktur. Bizim bu
kitâbdaki maksadımız ihtisâr ve tatvîl arasında tavassuta riâyettir.
Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.

117
Onüçüncü Bâb

Tecellî-i Esmâ Hakkındadır

enâb-ı Hak, kullarından bir kul üzerine "esm â-ı ilâhiyye" sin­

C den bir isim ile tecellî ederse, o kul, o ismin envârı altmda
muzmahil olur. Hakk'a ne vakit o isim ile nidâ etsen, o isim
kendi üstüne vâki' olduğu için, mazhar-ı isim olan o kul, senin nidâ-
na cevâb verir.
Tecelliyât-ı esmâiyyeden birinci meşhed, Cenâb-ı Hakk'm kuluna,
"M evcûd" ismiyle tecellî etmesindedir. "M evcûd" ismi o tecellîde abde
ıtlâk olunur. Bundan daha a'lâ tecellîsi "V âhid" ismiyle tecellîsindedir.
Ondan daha a'lâ tecellîsi "Allah" ismiyle tecellîsindedir. Allah ismiyle
tecellîde abd, büsbütün muzmahil olarak, kendinin varlık dağı yıkılır;
Hak o kimseye hakîkât-ı Tûr'u üstünde (Tâhâ, 20/14) "Şüb-
hesiz ben Allah'ım " nefhasıyla nidâ eder. İşte o zaman Allah, abd ismi­
ni mahv ederek, onun için Allah ismini isbât eder. "Yâ Allah" diye ni­
dâ etsen o kul, j <AJ diye cevâb verir. Abd bu mertebeden daha
terakkî ederek, Cenâb-ı Hak ona kudret ihsân eder ve onu fenâdan son­
ra bakâya nâil ederse, o abde nidâ eden kimseye Allah cevâb verir. Me­
selâ o kimseye "Yâ Muhammed!" diye nidâ etsen, Allah iÇûI» j eU di­
ye cevâb verir.
Abd, daha ziyâde terakkî ve kesb-i kudret ederse, Hak o abd için
"Rahm ân" ismiyle tecellî eder. Daha sonra "Rab" ismiyle, daha sonra
"M elik" ismiyle, daha sonra "A lîm " ismiyle, daha sonra "Kâdir" is­
miyle tecellî eder.

118
Abd, esmâ-ı mezkûreden her bir isimde A llah'ın tecellîsini gördük­
çe, tertîb i'tibâriyle daha evvelki m ertebeden yüksek izzete nail oldu­
ğunu anlar. Çünkü H akk'm tafsildeki tecellîsi, icmâldeki tecellîsinden
daha yüksektir. Binâenaleyh H akk'm abdine "Rahm ân" ismiyle tecel­
lîsi, "A llah" ismiyle zuhurundaki icmâlin tafsilidir. "R ab" ismiyle te­
cellîsi de, "Rahm ân" ismiyle zâhir olan icmâlin tafsilidir. Kezâlik
"M elik" ismiyle zuhûrundaki tecellîsi, "R ab" ismiyle zâhir olan tecel­
lîsindeki icmâlin tafsilidir. ["A lîm " ve "K âdir" isimleriyle tecellîsi,
"M elik" ismiyle zuhûrundaki icmâlin tafsîlidir-Mecdî] Bâki esmâ-ı
ilâhiyye de böyledir. Fakat tecelliyât-ı zâtiyye bu îzâha tamâmiyle
muhâliftir. Çünkü m erâtib-i mezkûreden bir mertebenin îcâbma göre
zât, nefsi için tecellî edince "eam m " olan isim, "ehass" olan ismin fev-
kmdedir. Binâenaleyh "R ahm ân", "R abb"in fevkinde, "A llah" bu iki­
sinin fevkmdedir. Bu m es'eleyi iyi anla!
Fakat tecelliyât-ı esmâiyye-i mezkûre, tecelliyât-ı zâtiyye gibi de­
ğildir. Abd, hakikati yine "zâtiyye" olan tecelliyât-ı esmâiyyede nihâ-
yete vararak, ya'nî cem î'-i esmâ-ı ilâhiyye o abdi, ismin müsemmâsı-
m taleb ettiği gibi taleb eder ve o abd, o esmâ-ı mezkûreyi matlûb
olursa, işte bu terakkiyâta mazhar olanm tair-i ünsü, riyâz-ı kuds üze­
rinde âtîde tercümesi yazılan beş beyt-i arabînin mazmûnuyla teren-
nümâta başlar:
"Münâdî Leylâ'nın ismiyle nidâ ederse, cevâbı ben veririm.
Bana birisi nidâ ederse, bana olan o nidâya Leylâ cevâb verir.
Bunun sebebi, biz ikimiz rûh-ı vâhid olduğumuz halde, iki cismi işgâl et­
tik.
Bu acîb bir vahdettir; zâtı, vâhid olduğu halde, iki ismi olan bir şahıs gi­
biyiz.
O şahsa hangi isim ile nidâ edilse, nidâda isabet vardır.
Leylâ'nın zâtı, benim zâtım; benim ismim Leylâ'nın ismidir.
Leylâ benim zâtımdır ve ismi benim ismimdir.
O Leylâ ile benim hâlimin ittihâdı pek garîbtir.
Hakikatte iki zât olup da, birleştirilerek bir zât olmuş gibi değiliz.
Belki âşık ile ma'şûk, zât-ı vâhidden ibârettir."

119
Tecelliyât-ı esmâiyyede taaccüb olunacak bir şey varsa, o da bu te­
cellîye mazhar olan kimse, ismi görmez, zât-ı sırfı müşâhede eder.
Yalnız ehl-i temyizden olanlar, esmâ-ı mezkûreden hangi isim ile
H akk'm tecellîsine mazhar olmuşsa, o ismin saltanatını bilir. Çünkü o
zâta o isim ile istidlâl mümkün olmuştur.
Bu temyîze mazhar olanlar, "Allah, Rahmân, A lîm ", yâhud bunla­
ra benzeyen esmâ-ı ilâhiyyeden hangisinin taht-ı saltanatmda ise,
mazhar-ı tecellî olanm vakti üzerine hâkim olan, o isimdir. O kimse­
nin zâttan meşhedi de budur.
Tecelliyât-ı esmâiyyeye mazhar olanlar, m uhtelif nevi'lere taksîm
edilmiştir. Bunlardan ba'zılarmm yollarmı zikr edeceğiz. Çünkü es­
mânm kâffesini ta'dâd için im kân yoktur. Hattâ H akk'm tecellî ettiği
her bir isimde bile insanlar ve insanlarm o isme tarâik-ı vusûlleri
muhteliftir. Ben bu isimlere bilhassa sülûkümde müşâhede ettiğim şe­
kilde olarak izâhât vereceğim. Çünkü benim bu kitâbda ister başka­
sından, ister kendimden hikâye tarîkiyle zikr ettiğim ne kadar ahvâl
ve makâmât varsa, bunların kâffesi keşif ve muâyene tarîkiyle "Seyr-
i fillâh"ım zamânında m azhar olduğum fütûhât vechiyledir. İşte, şim­
di sâlik olan insanlarm, tecelliyât-ı esmâiyyedeki nevi'lerini ta'dâda
başhyorum:
Tecelliyât-ı esmâiyyeye mazhar olanlardan ba'zıları Hakk'm "Ka­
dîm " ismiyle tecellîsine mazhar olur. Bu tecellîye mazhariyetin yolu şu
sûrededir: Hak o kimseye, halkı halktan evvel kendinin ilminde mev­
cûd olduğunu ve bu sûretle ilm-i Hakk'm vücûduyla onun da ilm-i İlâ­
hîde mevcûd bulunduğu ve ilm-i İlâhînin, vücûd-ı İlâhî ile mevcûd ol­
duğunu keşf eder. Hak, kadîmdir, ilim de kadîmdir; zîrâ m a'lûm da il­
me nisbetle şübhesizdir ki, ilme lâhıkdır. Binâenaleyh o da kadîmdir.
Çünkü ilim tahakkuk edince, şübhesiz vücûd-ı ma'lûm da tahakkuk
eder. Zîrâ âlime, âlimiyet ismini i'tâ eden "m a'lûm "dur. Bu i'tibâr ile,
ilm-i İlâhîde mevcûdâtm kadîm olduğu sâbit olur. Bu keşfe mazhar
olan abdin kadîm ismi ile, Hakk'a rücû'u sahîh olunca, Hakk'm zâtın­
daki kıdem-i İlâhî o abde m ütecellî olup, abdin hâdis olması muzma-
hil olur; hudûsundan fânî, Allah ile kadîm olarak bâkî kalır.
Ba'zılarında da tecellî, H akk'm "H ak" ismiyle vukû' bulur. O kim­
senin bu tecellîye tarîk-ı vusûlü de şu sûrededir: Cenâb-ı Hak o kim-

120
seye j* 3 l U ] 'jâ$\ j cj\yLi\ Lite. L 3 (Ahkâf, 46/3) "Gökleri ve ye­
ri ve ikisi arasında bulunanları biz hak ile yarattık" âyet-i kerîmesin­
deki Hakk'm sırr-ı hakikatini keşf eder. Bu sûretle H akk'm Hak ismi
nokta-i nazarmdan zâtı o kimseye tecellî edince, halkıyet o kimseden
fâni olup, m ukaddesü'z-zât, m ünezzehü's-sıfât olarak bâkî kalır.
Ba'zılarmda da Hak "V âhid" ismiyle tecellî eder. O kimsenin bu te­
cellîye tarîk-ı vusûlü ber-vech-i âtidir:
Hak o kimseye, bünyâd-ı aslı-yi âlemi, denizden m evcelerin zuhû-
ru gibi, âlim 'in zât'm dan zuhûrunu keşf eder. O kimse, Cenâb-ı
H akk'm taaddüd-i mahlûkâtta vâhidiyetini müşâhede eder. O müşâ­
hede esnâsmda varlığı dağı yıkılır ve Kelîm-i rûhî (yâ'ni Mûsâ) bayı­
lır, düşer. Binâenaleyh kesreti vâhid-i hakîkînin vahdetinde bularak
yok olur gider. Bu tecellîde mahlûkât yok olup, Hak lâ-yezâl olarak
bâkî kalır. Ba'zılarma da Hak "Kuddûs" ismiyle tecellî eder. Bu ne­
vi'den olanlarm tarîk-ı vusûlü de îzâh-ı âtî vechiyledir.
J 0 * 9 s* <

Cenâb-ı Hak o kimseye er4* * * j (Hicr, 15/29) "Ona rûhum-


dan üfledim" in sırrını keşf ederek, o kimseye rûhun nefsinden başka
bir şey olmadığını bildirir. Rûhullâh ise*mukaddestir, münezzehtir,
işte bu müşâhedede Hak o kimseye "Kuddûs" ism iyle tecellî eder.
Abd, nakâyıs-ı ekvândan fânî ve vasf-ı hudûstan münezzeh olarak Al­
lah ile bâkî olur.
Bunlardan bir kısmına da Hak "Zâhir" ism iyle tecellî eder. Ya'nî
Cenâb-ı Hakk'm zâhir olduğunu bilmekliğe tarîk olsun diye, kesâif-i
muhdesâtta nûr-ı İlâhînin zuhûru sırrını keşf eder. Bu müşâhedede
Hak "Z âhir" ismiyle tecellî edince, abd H akk'm vücûdunun zuhûrun-
da, halkın fânî ve bâtm olduğunu anlayarak, Hak zâhir ve abd bâtın
olur.
Bunlardan bir kısmma da Hak "Bâtm " ism iyle tecellî eder. Bunda
tarîk-ı vusûl şudur: Bu kısımdan olanlar keşfinde eşyânm Allah ismi
ile kıyâmmı, Hakk'm bâtm -ı eşyâ olduğunu anlar. Bâtm ismiyle Hak
ona tecellî edince, nûr-ı H akk'm zuhûru ile abd, muntamis olur. Hak
onun için bâtm, o abd, Hak için zâhir olur.
Bunlardan bir kısmma da Hak, "A llah" ism iyle tecellî eder. Bu te­
cellîye tarîk-ı vusûl, bir şekle münhasır değildir. Belki esmâullâhdan

121
her ismin tecellîsine göre mütecellîdir. Çünkü kâbüiyetlerin ihtilâfıy­
la mezâhirdeki ta'dâdât-ı muhtelifeden dolayı, esmâ-ı ilâhiyye tecelli-
yâtını mazbût bir şekle koymak mümkün olmadığı bâlâda sebk etmiş­
tir. Hak bir kimseye "A llah" ismiyle tecellî ederse, o kimse nefsinden
fâni olur. Allah ondan ivaz olarak o kimsede bâkîdir. Bu tecellîye
mazhar olanm heykeli, hâdis olmak köleliğinden kurtulur. O ekvân
kuyûdâtmdan kayıtları çözülür. Bu kim se bu tecellîde "ahadiyyü'z-
zât", "vâhidiyyetü's-sıfât"tır; âbâ ve ümmühâtı tanımaz. Kim A llah'ı
zikr ederse, o kimseyi zikr etmiştir. Kim Allah'a bakarsa, ona bakmış­
tır. Bu tecellî şekl-i âlîsinde o kimsenin lisân-ı hâli, âtîde tercüme edi­
len manzûmenin garîb olan makâli ve meâlidir.

Manzumenin Tercümesi:

"Sevdiğim beni sakladı. Bende benden niyabet izhâr etti.


Evet! O, benden ivazdır. Belki, benim aynım, ayniyle vâki'dir.
Ben, o oldum; O, ben oldu.
Bu vücûd-ı müfrette nizâ edecek başka vücûd yoktur.
Ben O'nunla O'nda bakî olıfum. Aramızda hitâb "tâ"sı [ente=sen] yoktur.
Benim hâlim O'nunla hem mâzî, hem muzâri'dir.
Nefsimi r e f ettim; akıl da berâber gitti.
Ben uykudan uyandırıldım. Artık uyku içinde yatmıyorum.
Ben, beni hakîkat gözü ile H ak olarak gördüm.
Tulûâtın hepsi, benim cebîn-i hüsnümdedir.
Cemâlimi açtım, sonra m ecâlî ve merâi olarak tenevvuâtımla incilâ gös­
terdim.
O m ir’âtlarda kemâlât muntabı' olsun diye, bu incilâ vukû' buldu.
O'nun evsâfı, benim vasfımdır. Benim zâtım, O'nun zâtıdır.
O'nun ahlâkı, benim için cemâl matla'larıdır.
Benim ismim, hakkıyla O'nun ismidir.
O'nun zâtının ismi, benim ismimdir.
Nuût ve evsâf-ı şâire, benim için tevâbi' kabîlindendir."

122
Tecelli-i esmaya mazhar olanlardan ba'zısına da Cenâb-ı Hak
"Rahm ân" ismiyle tecellî eder. Bunun tarîk-ı vusûlü şu sûrededir:
Hak kuluna "A llah" ism iyle tecellî ederek o kimseyi cem î'-i mev-
cûdâta sârî olan mecd ve azamet evsâfını şâmil, m ertebe-i aliyye-i
kübrâya zâtıyla delâlet ettiği için, bu feyz-i tecellî yüzünden "Rah­
m ân" ism i haysiyetinden de tecelli-i zâtî sâhibine vusûle yol verilmiş
olur. Bu tecellîye mazhar olan kulun şânı, kendi üzerine esmâ-ı ilâhiy­
yenin ismen nüzûlüdür. Nûr-ı zâtından Cenâb-ı H akk'm o kula vedîa
küdığı feyz ne mikdâr ise, o kul esmâ-ı ilâhiyyeyi kabûlde, o sûretle
ber-devâm olur. Binâenaleyh tetâbi'-i füyûzât ile kendisine "R ab" is­
m i tecellîsi de nâzil olur. "R ab" ism ini kabûl edip, o isim ile Hakk'm
kendisinde tecellîsi hâsü olunca, "R ab" isminin saltanatı altmdaki es-
mâ-ı nefsiyye-i müştereke de, o abd üzerine tenezzül eder. Esmâ-ı nef-
siyye-i müştereke, "A lîm ", Kadîr" ve emsâli esmâdır.
Esmâ-ı nefsiyyenin tenezzülüyle o abd üzerine "M elik" ismi de nâ­
zil olup, o abdin o ismi kabûlü ve H akk'm zâtma bu sûretle tecellîsi
husûlünde, kemâlâtıyla berâber, şâir esmâ-ı ilâhiyye de nâzil olarak
"Kayyûm " ismine müntehî olunca, o ismin füyûzâtı, tecelli-i Hak ile,
kendisine bâis-i kuvvet olduğu esnâda, aftd-i mezkûr, tecelliyât-ı es-
mâiyyeden, tecelliyât-ı sıfâtiyyeye intikâl eder.

123
Ondördüncü Bâb

Tecellî-i Sıfat Hakkındadır

enâb-ı H akk'm zâtı, bir kul üzerine, sıfatından bir sıfatla te­

C cellî edince, o abd o sıfatın feleğinde sebâhat eder. Bu sûret­


le o, icm al tarîkiyle olm ak üzere o sıfat feleğinde gayesine
bâliğ olur.
"Bu bülûğ, icmal sûretiyledir", dedik. Çünkü tafsil tarîkiyle bülûğ
mümkün değildir. Zîrâ "sıfâtiyyûnun" tafsilâta nâiliyeti, icmâl nokta-
i nazarındandır. Abd, o sıfatın feleğinde sebâhat ve hükm-i icmâl ile
istikmâl-i mertebe edince, o sıfatın arşı üzerinde müstevli ve o sıfatla
m evsûf olur. Bu mertebeye nâil olunca, başka bir sıfatı telakkiye de
mazhariyet hasıl olur. îşte bu sûretle sıfâtm kâffesini istikmâle nâil ol­
muş bulunur.
Kardeşim! Bu îzâhım seni müşkilâta düşürmesin; çünkü Cenâb-ı
Hakk'm irâdesi, bir kulun üzerine bir isim veyâhut bir sıfatla tecellîye
taalluk ederse, o abdi nefsinden m a'dûm, vücûdundan meslûb kıl­
mak sûretiyle abdi ifnâ eder. Nûr-ı abdiyet, nûr-ı halkıyette fânî olun­
ca, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, o heykel-i abdîde hulûl ol­
maksızın zâtmda bir latîfe ikâme eder. O latîfe o abdden ne munfasıl,
ne de o abde muttasıldır. Bu latîfe-i ilâhiyye o abdden selb olunan şe­
ye ivazdır. Çünkü H akk'm kulları üzerine tecellîsi, fazl ve cûd bâbm-
dandır. İbâdmı ifnâ edip de, ona karşı lutfuyla ivaz ihsân etmezse, bu
bir nevi' nikmet olur. Cenâb-ı Hak ise nikmetten münezzeh, ni'm etle
muttasıftır.

124
O "ivaz" dediğimiz latife-i ilâhiyyeye "Rûhu'l-Kudüs" tesmiye
olunur. Cenâb-ı Hak, abdi ifnâsma ivaz olarak zâtından böyle bir latî-
fe-i ilâhiyye ikâme edince, tecellîsi o latîfe-i ilâhiyye üzerinedir. Şu
halde tecellîsi nefsinden başkasına değildir. Bizim o latîfe-i ilâhiyyeye
"A bd" tesmiye ettiğimiz, abdin ivaz olm ası i'tibâriyledir; yoksa arada
ne abd, ne de rab vardır. Çünkü merbûbun intifâsıyla, "R ab" ismi de
m üntefî' olur. O tecellîde Vâhid, Ahad ve Kahhâr olan A llah'dan baş­
ka bir şey yoktur. Bunun için ben nazm -ı âtîyi söyledim:

Nazmın Tercümesi:

"Halk için vücûd ismi, mecâz tarîkıyledir.


Hakikatte "Vâhid-i Ahad" olan Hak'dan başka bir şey yoktur.
Hakk'm envârı zuhûr edince ism-i mezkûru (halk ismini) selb lâzımdır.
Binâenaleyh o halk ne mevcûddur, ne de ma'dûmdur.
H ak halkı ifnâ etti. Onlar Hakk'm aynında ma'dûmlardır.
Fenâda bekâları dâimdir; bunu inkâra da hakları yoktur.
H alk ma'dûm olunca vücûd, Hakk'm oldu.
Onlar ma'dûm olmazdan evvel de hüküm böyle idi.
Bu takdirde abd, ebediyen mefkûd; H ak ise, lâ-yezâl olarak mevcûddur.
Şu kadar var ki, Hak, melâhatını izhâr edince halkı nûr-ı Hakk'a kisve
yaptığı için, ittihâd hâsıl oldu.*
Halkı ifnâ etti; fâniden kendisi ivaz oldu.
Ve onlarm fâniliğinde bekâ ile kâim oldu.
Hakikatte ise, onların kıyâmı hiç yok idi.
Bahr-ı vahdette halkın hükmü emvâc gibidir.
Emvâc, kesretiyle berâber denizle müttehiddir.
Deniz hareket ederse, hepsi dalga olur;
Sâkin olursa ne emvâc vardır, ne de emvâcın adedi."

* Burada ittihâd, vahdet m a'nâsındadır.

125
Şurası da bilinmelidir ki: Tecelli-i sıfâtî, zât-ı abdin, sıfât-ı rab ile it-
tisâfı kabûlünden ibârettir. Bu kabûl aslîdir, hükmîdir, kat'îdir, mev-
sûfun sıfatıyla ittisâfı gibidir. Çünkü yukarıda geçtiği veçhile, latıfe-i
üâhiyye, heykel-i abdîde, abdden ivaz olarak abd makâmma kâim ol­
muştur. O latîfe-i ilâhiyyenin, evsâf-ı ilâhiyye ile ittisâfı aslî, hükmî,
kat'î olduğu için, Hakk'm ancak kendisi için, kendisi ile muttasıf ol­
duğu ve abd için arada hiçbir şey olmadığı tahakkuk eder.
Tecelliyât-ı sıfâtiyyede insanlar kâbiliyetleri ve kesret-i ilmiyyeleri
ve kuvve-i irfâniyyeleri îcâbâtma göre muhteliftir. Bunlardan ba'zısı-
na Hak, sıfat-ı hayâtiyye ile tecellî eder. Bu tecellîde abd bi'l-umûm
âlemin hayâtından ibâret olur.
Mevcûdâtm kâffesinde hayâtın sereyânmı görür. Bu rü'yeti, mev-
cûdâtm ecsâm ve ervâhma şâmildir. Ve o tecellîde abd, mevcûdât sû-
retlerinin ayn-ı maâni olduğunu ve aynı zamanda o sûretlerin maâni
üe kâim ve kendi hayâtından ibâret bulunduğunu müşâhede eder.
Binâenaleyh akvâl, a'm âl gibi m a'nâdan ibâret olsun, yâhut ervâh
gibi sûret-i latîfeden ibâret olsun, yâhut ecsâm gibi sûret-i kesîfeden
ibâret olsun, abd-i mezkûr bunlarm kâffesinin hayâtından ibâret ol­
muş olur. Bu tecellîye tnazhar olan, mevcûdât-ı mezkûrenin kendin­
den keyfiyet istimdâdmı da müşâhede eder ve bunu vâsıtasız kendi
nefsinden bilir. Bu, kendisi için zevk-ı İlâhî, zevk-ı keşfî, zevk-ı gaybî,
zevk-ı aynîdir.
Ben bu tecellîde bir müddet durdum. Mevcûdâtm hayâtını ken­
dimde müşâhede ederdim ve mevcûdâttan her şeyin iktizâsına göre,
hayâtımdan kendisine taalluk eden mikdâra nazar ederdim. Ben o te­
cellîde iken vâhidü'l-hayât, gayr-ı münkasım bi'z-zât idim. Nihâyet
beni, yed-i inâyet-i ilâhiyye bu tecellîden başka tecellîye nakl etti; baş­
kası da yoktur.
Tecellî-i sıfâta mazhar olanlardan ba'zısına da Hak, sıfat-ı ilmiyye
ile tecellî eder. Bu tecellî, şu sûrededir: Hak o kimseye, cem î'-i mevcû-
dâta sârî olan sıfat-ı hayâtiyye ile tecellî edince, mazhar-ı tecellî olan
kimse hayâtın kuvve-i ahadiyyesiyle, bütün mümkinâtm muktezeyâ-
tmı zevk etmiş olur. İşte bu zekvten sonra, zât-ı İlâhî onun üzerine şi­
fa t-ı ilmiyye ile tecellî eder ve o kimse, avâlimin kâffesini mebde'den
meâda kadar bütün fürûâtıyla bilmiş olur. Ve bu ilmin şumûlü îcâbıy-

126
la her şeyin nasıl tekevvün ettiğini ve hâl-i hâzırdaki keynûnetini; ve
tekevvün edenin eşkâlini ve etmeyenin nasıl tekevvün etmediğini; te­
kevvün etmeyenin, neden tekevvün etmediğini; tekevvün eylese ne
keyfiyetle tekevvün ederdi? bunların kâffesini, ilm-i aslî ve ilm-i hük­
m î, ilm-i keşfî, ilm -i zevkî ile bilir ve bu ilm i zâtmdan m a'lûm âta sârî
olduğu için, ilminin icmâlini, tafsilini, küllünü, cüz'ünü ve icmâldeki
tafsîlâtmı dahî bilm iş olur; fakat bu ilim, gaybü'l-gaybdadır. Fakat le-
dünnî, ya'ni zâtî olan, ya'ni tecelli-i zâta m azhar olan, gaybu'l-gayb-
dan şehâdetü'ş-şehâdeye tafsil ile tenezzül eder ve gaybdaki icmâlin
tafsilini müşâhede eder ve icmâl-i külliyi gaybu'l-gaybda bilir.
Sıfâtî olan, ya'ni tecelli-i sıfâta mazhar olan böyle değildir. Onun İl­
m î olan ıttılâı, gaybü'l-gaybda vukû' bulur. Bu bir sözdür ki, bunu
"gurebâ"dan başkası anlayamaz ve ümenâ-yı üdebâdan başkası zevk
edemez.
Tecelli-i sıfâta m azhar olanlardan ba'zısı da H akk'm sıfat-ı basariy-
yesi tecellîsine m azhar olur. Hak bir kimse üzerine sıfat-ı basariyye-i
ilmiyye-i ihata-i keşfiyyesiyle tecellî edince, "Basar" sıfatıyla da onun
üzerine tecellî eder. Bu tecellîye m azhat olanm basarı, o kimsenin
m evzi'-i ilmidir. H akk'a âit, halka âit hiçbir ilim yoktur ki, o abdin ba­
sarı, onun üzerine vâki' olmasm. O kimse m evcûdâtı gaybu'l-gaybda
olduğu gibi görür. Pek çok taaccüb olunacak bir m es'eledir ki, o kim­
se âlem-i şehâdette m evcûdâtı bümez.
Bak! Bu meşhed-i a'lâya, bu manzar ve meclâya, ne kadar acîb ve ne
kadar tatlıdır. Bunun sebebi şudur: Sıfâtiyyûndan olan kimsenin yed-
i Hakk'mda olandan ya'ni Hakk'a âit tecellîsinde mevcûd olan şeyden,
yed-i hakkmda, ya'ni halka âit tecellîsinde bir şey yoktur; arada ikilik
de yoktur. Ya'ni o kimsenin gaybmda olan şey, şehâdetinde zâhir ol­
maz; ba'zı eşyâda olursa da, pek nâdirdir. O nâdir olan şeyi Hak, ona
ikrâm olarak izhâr eder; fakat zâtiyyûndan olan böyle değildir. Onun
şehâdeti gaybı, gaybı şehâdetidir. Bu m es'ele güzel anlaşılsın!
Tecelli-i sıfâta m azhar olanlardan ba'zısm a da Hak "Sem i'" sıfatıy­
la tecellî eder. O kim se cemâdâtm, nebâtâtm, hayvânâtm nutkunu ve
melâikenin kelâmmı ve lugâtm ihtilâfını işitir. Onun yanında uzak,
yakın gibidir. Bunun sebebi şudur ki, Hak o kimseye Semi' sıfatıyla te­
cellî edince, o sıfatın kuvve-i ahadiyyesiyle lügatlerin ihtilâfını, cemâ-

127
dâtm, nebatatın sadâsını işitir. İşte bu tecellîde ben rahmâniyet ilmini
"Rahm ân"dan işittim; kırâat-ı K ur'an'ı ta'lîm ettim. Ben ratl (140 Dir­
h e m i Ratl) idim; o mîzân idi. Bu sırrı ehl-i Kur'ân olanlar -ki onlar
havâss-ı ehlullâhdır- bunlardan başkası anlayamaz.
Tecellî-i sıfata mazhar olanlardan ba'zısm a da Hak, "Kelâm " sıfa­
tıyla tecellî eder. Mevcûdât bu tecellîye mazhar olanın kelâmmdan
olur. Bunun sebebi şudur ki: Cenâb-ı Hak, abdi üzerine sıfat-ı hayâtiy-
ye ile tecellî edip, kendinin esrâr-ı hayâtiyyesini de o abde sıfat-ı il-
miyyesiyle bildirdikten ve kendisine basar-ı İlâhî kuvvetini verdikten
ve kendisine m esm a'-ı İlâhî kudretini ihsân ettikten sonra o abd, ha­
yâtın kuvve-i ahadiyyesiyle tekellüm ettiği için, mevcûdât onun kelâ­
mmdan olmuştur. Bu tecellîde kelâmının, ezelde nasıl ise, ebedde de
öyle olduğunu müşâhede ederek, kelimâtma nefâd (tükenmek) olma­
dığını, ya'ni kelimâtmm âhiri olmadığını müşâhede eder.
işte bu tecellîde Cenâb-ı Hak, ibâdma esmâ' ve hicab olmaksızın
olan tecellî-i evvel ile kullarına söyler. Kelâm tecellîsine mazhar olan­
lardan ba'zısm a da, nefsinden hakîkat-ı zâtiyyesi kendisine hitâb
eder. Böyle olanlar işittiği hitâbı, lisân olmaksızın cihetsiz işitirler. Ve
o nevi'den olanların hitâbı işitm esi kulağıyla değil, bütün varlığıyla­
dır. O kim seye "Ente habîbî, ente m ahbûbî, ente'l-murâd, ente vechî
fi'l-ibâd, ente'l-m aksadu'l-esnâ, ente'l-m atlûbu'l-a'lâ, ente sırrî fi'l-es-
râr, ente nûrî fi'l-envâr, ente aynî, ente zeynî, ente cemâlî, ente kemâ­
li, ente ismî, ente zâtî, ente na'tî, ente sıfâtî; ene ismüke, ene resmüke,
ene alâmetüke, ene vesmüke, habîbî ente hulâsatü'l-ekvân, ve'l-mak-
sûdü m ine'l-vücûd, ve'l-hadsân" diye hitâbât vukû' bulur.*
Daha ziyâde iltifât olarak: "Beni m üşâhedeye yaklaş; ben sana vü­
cûdum la yaklaştım , benden uzak olma! 4^ s V 1 j (Kâ'f,
50/16) diyen benim. "B en insana şah dam arından daha yakınım "
demektir.

* Sen, habîbim sin; sen, mahbûbumsun; sen murâdımsın; sen, kullanm içinde vechim-
sin; sen, en yüce maksadsın; sen, en yüce arzusun; sen, sırlar içinde sırrımsın; sen,
nûrlar içinde nûrumsun; sen, benim hakîkatimsin; sen, benim zînetim sin; cemâlim-
sin; sen, benim kemâlimsin; ismimsin; benim zâtımsın; benim na'tımsın; sıfatımsın;
Ben, senin isminim; senin resminim; senin alametinim; senin misâlinim; varlıkların
hülasası ve varlık ve hudûsten maksad, sensin sevgilim !"

128
"A bd ismiyle mukayyed olma; Rab olmasa, abd olmazdı. Ben seni
ızlıâr ettiğim gibi, sen beni izhâr ettin. Senin ubûdiyetin olmasa, be­
nim için rubûbiyet olmazdı. Ben seni îcâd ettiğim gibi, sen de beni
îcâd ettin. Senin vücûdun olmasa, benim vücûdum mevcûd olmazdı."
"Ey sevgilim yaklaş, yaklaş! Ey sevgilim, yüksel! Ey sevgilim, ben
seni vasfım için irâde, nefsim için ıstınâ' ettim (yaptım). Nefsini baş­
kası için irâde etme; benden başkasını kendin için murâd ittihâz etme!
Sevdiğim, beni kokladığın şeyde kokla. Yenilen şeyde beni ye! Beni
mevhûmda tahayyül, m a'lûm da taakkul eyle. Sevdiğim, beni mah-
sûste müşâhede eyle! Sevdiğim, dokunulan şeyde bana dokun, yeni­
len şeyde beni ye, benim le murâd sensin, benden kinâye sensin." Bu
nevi' hitâbât ne tatlı muâtafa, ne lezzetli mülâtafadır!
Kelâma mazhar olanlardan ba'zılarm a da, H ak halk lisânından te­
kellüm eder. O kimse sözü cihetten işitir; fakat cihetten olmadığını bi­
lir. Sayha halktan gelir; fakat onu H ak'dan işitir. Bu bâbda şu iki bey­
ti söyledim:

Tercümesi: •

"Leylâ île o kadar meşgûlüm ki, başkasını düşünmeğe vaktim yoktur.


Hattâ cemâdâtı görünce, cemâdâta Leylâ'ya hitâb eder gibi hitâb ederim.
Buna taaccüb etme! Ben Leylâ'dan başkasına hitâb ederim.
M eselâ muhâtabım cemâddır, acîb olan şudur ki, cevâb Leylâ’nın cevâbı­
dır."
Kelâma mazhar olanlardan ba'zısm ı da Hak, âlem-i ecsâmdan,
âlem-i ervâha yükseltir. Bunlarda da m üteaddid mertebe vardır.
Ba'züarma hitâb kalbinde olur. Ba'zıları da rûhuyla birinci kat semâ­
ya (Kamer'e), ba'zıları da İkinciye, üçüncüye çıkar. Bu bâbda her in­
san, ihsân olunan kısmet-i ilâhiyyeye göredir. Ba'zısı da sidre-i mün-
tehâya suûd ederek, kendisine kelâm ve hitâb orada olur. Mazhar-ı
kelâm olan kimselerden her birinin derecesi, hakâyıka duhûlünün
mikdârına göredir. Hakk'ın muhâtabasma, derecesine göre nâil olur.
Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, dâimâ eşyâyı mevâzi'-i
münâsibesine vaz' eder.

129
Nâil-i kelâm olanlardan ba'zısm a da mükâleme esnâsmda nûrdan
sürâdikât (paravana) kurulur. Ba'zısm a da nûrdan minber nasb olu­
nur. Ba'zıları da bâtmda nûr görür; hitâbı o cihet-i nûriyyeden işitir.
Bu nûrun rü'yeti, kebîr, ekber, müstedîr, müstatîl olabilir. Bunlardan
ba'zıları da, sûret-i rûhâniyye görür, onunla muhâtaba eder.
Hülâsa: Bu nevi' hitâbâta, hitâb-ı ilâhî denilmesi, kelâmın Hak'dan
olduğunu H akk'm bildirmesi ile olabilir ve Hak'dan olduğu zaman,
delîle de muhtâc olmaz. Belki alâ sebîli'l-vehle olur. Çünkü kelâmul-
lâhm kendine mahsûs hâssası hafî olmadığından, işittiği sözün kelâ-
mullâh olduğunu bilmek lâzımdır. Kelâmullâh olduğu şununla sâbit
olur ki, orada delîle, beyâna ihtiyâç yoktur; belki abd, mücerred hitâ-
bı semâ' ile, hitabın kelâmullâh olduğunu bilir.
Sidre-i müntehâya suûd edenlerden ba'zılarm a da, ber-vech-i âtî
hitâbât olmuştur:
" Sevdiğim, senin enniyetin benim hüviyetimdir.
"Sen" "0"nun aynıdır. "Sen" lafzı, "O " lafzının aynı demektir.
"O " dediğimizde, "ben"den başka bir şey değildir.
Sevdiğim, senin bâtının binim terkibim; senin kesretin, benim vahdetim;
belki senin terkibin, benim besâtatım; senin cehlin, benim dirâyetimdir. Se­
ninle murâd benim.
Ben senin içinim; kendim için değil! Benimle murâd sensin.
Sen benim içinsin, kendin için değil!
Sevdiğim, dâire-i vücûdun üstünde döndüğü nokta sensin!
Şu halde o dâirede âbid de sen, ma'bûd da sensin!
Nûr sensin, zuhûr sensin, hüsün sensin, zînet sensin; sen insan için göz,
göz için insan gibisin!"

M anzumenin Tercümesi:

"Ey rûhun rûhunun rûhu! Ey âyet-i kübrâ!


Ey yanmış olan ciğerlerin hüzünlerinin tesellisi!
Ey emellerin müntehâsı! Ey maksatların gâyesi!

130
Senin sözün, benim indimde ne kadar tatlı ve ne kadar acıdır.
Ey hakikat K a’besi! Ey neşe ve safâ kıblesi!
Ey gaybın ırâkâtıl Ey âşıkın irfanı! Ey tıl’at-ı garrâ!
Biz sana geldik; mülk-i zâtımızda seni halîfe yaptık.
Dünyâ ve âhiret şenindir; keyfe-mâ yeşâ' tasarruf et.
Sen olmasan, biz olmazdık; ben olmasam, sen olmazdın.
Sen oldun, biz de olduk. Hakîkat ise bilinmez.
Seninle izzet ve gınâyı kasd ediyoruz.
Seninle fakrı kasd ediyoruz; halbuki fakr da yoktur."
N âil-i kelâm olanlardan bazılarına da gaybden nida olunur. Bu sû­
retle ahbara vukûundan evvel m uttali olur. Bu nev' nidâ-i gaybî, bu
nev' eşhasta bazen H ak'dan sual vukûunda zâhir olur. Bu kısım, ek­
serdir. Bazısma da H ak'dan ibtida tarikiyle olur. Nâil-i kelâm olanlar­
dan bazıları da, kerâmet taleb eder; Cenâb-ı Hak da kerâmet ikrâm
eder. O kim senin bu kerâmeti, âlem -i mahsûsa rucûunda Allah ile
m uhabbet makâmma delîl olur. •
Nâil-i kelâm olanlarm ahvâline âit bu kadar îzâh kâfîdir. Şimdi
m evzû'-i bahs olan tecelliyât-ı sıfâtiyyeye rücû' ediyoruz.
Tecelli-i sıfâta m azhar olanlardan ba'zılarına da Hak, irâde sıfa­
tıyla tecellî eder; m ahlûkât onun irâdesine göre olur. Bunun sûret-i
husûlü şöyledir: A llah Teâlâ hazretleri bir kim seye "T ekellü m " sıfa­
tıyla tecellî edince, o tekellüm ün ahadiyyeti kuvvetiyle m ahlûkâtm
ahvâline tam âm iyle vâkıf olur. Binâenaleyh eşyâ onun irâdesiyle
husûl bulm uş dem ektir. Bu tecellîye vâsıl olanlardan bir çoğu,
ric'at-ı kahkariyyeye uğrayarak, H ak'dan gördüğünü inkâr ederler.
Buna sebeb şudur: Hak, o kim seye eşyânın onun irâdesiyle olduğu­
nu âlem -i gayb-ı İlâhîde şuhûd-i aynî ile m üşâhede ettirince, abd
kendi nefsinden bu hâleti âlem -i şehâdette de ister. Buna m uvaffak
olam aym ca, gaybdaki şuhûd-i aynîyi inkâr ederek, ric'at-ı kahka­
riyyeye uğrar; kalbinin sırçası kırılır. H akk'ı şuhûddan sonra inkâr
ve bulduktan sonra fikdâna uğratm ış olur. Âlem -i gaybdaki şuhûd-
i aynînin, âlem -i şehâdette de vu kû'u na m uvaffak olm ak, "zâtiyyû-
n u n" hasâisindendir.

131
Tecelli-i sıfata m azhar olanlardan ba'zısına da, Cenâb-ı Hak, kud­
ret sıfatıyla tecellî eder. Âlem-i gaybîde, kudretiyle tekevvün eden eş-
yâ, âlem-i aynîdeki enmûzecinde de hâsıl olur. Bu kudrette terakki ve
bu kudretle teâlî edince, kendinin ketm ettiği şey, kendine zâhir olur.
İşte bu tecellîde ben, salsala-i ceres (zil sesi) işittim. İşitince, öyle
dehşet hâsıl oldu ki, terkibim münhal, resmim muzmahil, ismim
mahv ve nâbûd oldu. M ülâkî olduğum şeyin şiddetinden, şecere-i âli-
yeye ta'lîk olunan bez parçasına döndüm. Rîh-i şedîd, o bez parçası­
nı lâ-yenkatT sallıyordu. Berkler, ra'dlardan başka bir şey görmüyor­
dum; bulutlar envâr yağdırıyor, denizler ateş olarak temevvüc edi­
yordu; yer göğe karıştı. Ben, birbirinin üstünde olan zulmet dalgaları
içinde gâib idim. Kudret benim için kaviden daha kavi olan şeyleri ih-
râc ederek, yüksekten yükseğe çıkmak için mevâkii (mevâni') yırtı­
yordu. Hattâ celâle-i sürâdık-ı müteâle vurdu. Cemâlin kaim ipi, (ha­
latı) hayâl iğnesinin ince borusundan (delik) geçti. Manzar-ı a'lâda
sağ elin bükülmüş baş parmağı doğruldu. İşte o anda amâ zâil olarak,
eşyâ tekevvün etti. Cûdî Dağı üzerine gemi oturunca: "Ey yer, gök
tav'an ve kerhen geliniz," diye nidâ olundu. Yer gök de "m uti' olarak
geldik," dediler." (A'râf, 7/^0)

Manzumenin Tercümesi:

"Zamanda istediğin gibi tasarruf et. Sen efendisin, biz sana köleleriz.
Ve düşmanların boynuna kılıcını çek! Senin kılıcın muharebede çelikten­
dir.
istediğini bağışla, istediğini men' et. Bu m en’in buhulden dolayı değil,
belki istediğini ihsan husûsunda saldhiyetindendir.
istediğini takrîb ile saîd kıl! İstediğini teb'îd ile şakî kıl! Saîd kıldığın ka-
rîb, şakî kıldığın baîddir.
İstediğine istediğin ümniyyeyi temlîk et.
İstediğini hakîr kıl; hakîr kıldığın kimse için bir daha siyâdet mümkün de­
ğildir. Onun için siyâdet yoktur.
Çözülmeyen, istediğin düğümü çöz, istediğini düğümle! O düğümlü ola­
rak kalır.

132
Hükümde ıkâbdan korkma, hepsi senin kılıcının altındadır.
Deprenemez mülk, melekût şenindir. Ceberût ve mele-i a'lâ şenindir.
Arş-ı mecîd senin mekân-ı izzetindir. Kürsü üzerinde istediğini izhar, is­
tediğini iade edersin."
Himmet ashabının tasarrufları, bu tecellîdendir. Alem-i hayâl ve
âlem-i hayâlde sûret bulan garâib ve acâib ahvâl yine bu tecellîdendir.
Sihr-i âlî de bu tecellîdendir. Ehl-i cennetin cennette istediklerinin ar­
zuları veçhile zuhûru da, bu tecellîdendir. Ibnü'l-Arabi'nin kitâbında
zikr ettiği veçhile, tıynet-i A dem 'den bakiyye olan arz-ı sim sime'ye
(susam) müteallik acâib de bu tecellîdendir. Su üzerinde yürümek,
havada uçm ak, azı çok yapmak, çoğu az yapm ak ve bunlara benzer
havârik-ı âdât yine bu tecellîdendir.
Kardeşim! bu îzâhım sizi müşkilâta îkâ' etmesin. Bunlarm hepsi
nev'-i vâhidden ibârettir. Ancak vücûh-ı ihtilâf ile ta'bîrât muhteliftir.
Bununla saîd olan saîd, şakî olan şakî olur, bunu anla!
Sana bir nebze ifâde ile ve yazdığım bu lügaz ile bir çok esrâra remz
ve işâret ettim. Eğer o esrâra vukûf ve ıttıla' peydâ edersen, perde-i isti-
târda olan sırr-ı kadere muttali' olmuş bulunursun. Sen de o vakit, bir
şey için "kün" dersin, netîcesi "yekûn" olur. Ya'ni "ol!" dersin, "olur".
Zâten Allah Teâlâ hazretlerinin emri, "kâf" ile "nûn" arasındadır.
Tecelli-i sıfâta mazhar olanlardan ba'zılarmda Cenâb-ı Hak, rah-
mâniyet sıfatı ile tecellî eder. Bunun husûlü şu sûretledir: Cenâb-ı
Hak bir abdi için arş-ı rubûbiyet nasb edince abd, arş-ı rubûbiyet üze­
rine m üstevli olup, önüne kürsi-i iktidâr vad' olunur. O zaman onun
rahmeti mevcûdâta sâridir. O kim se "Kudsiyyu'z-zât, kayyûm iyu's-
sıfât"tır. Ayât-ı Kur'âniyye'den okuduğu âyet, "Allah, sen mâlikü'l-
mülksün; istediğine mülkü i'tâ, istediğinden mülkü nez' edersin. İste­
diğini azîz, istediğini zelîl kılarsın. Hayır senin yed-i kudretindedir.
Sen her şeye kâdirsin. Geceyi gündüze, gündüzü geceye idhâl eder­
sin. Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın. İstediğine hesâpsız rızık verir­
sin" (Al-i İmrân, 3/26,27) m a'nâsında olan âyet-i kerîmedir.
Bunlarm hepsi, o kimsenin âlem-i gaybmdadır. Şek ve reybden
münezzehtir; cebinde olan şey'i, muâyene kabîlindendir. Bu mertebe,
"sıfâtiyyûn" ile "zâtiyyûn" arasındaki farktır.

133
Tecelli-i sıfâta mazhar olanlardan ba'zısma da Cenâb-ı Hak ulûhi-
yetle tecellî eder. O kimse, ezdâdı câmi'dir. Beyâz ve sevâdı muhîttir.
Esâfil ve eâlîyi, türâb ve leâlîyi muhtevidir.
Abd, bu mertebede ismi ve vasfı taakkul ederse de, neşir ve leffi
(haşr u neşri) inkâr eder. O, işi serâb gibi görür. Serâbı, susuz olan
kimse gördüğü vakitte, onu su zanneder; yanma varmca hiç bir şey
bulamaz; ancak orada A llah'ı bulur, hesâbmı O, tesviye eyler. Ve bu
mertebeye nâil olan kitâbını yem în ve yesâriyle ahz eder. Ve o merte­
bede söylediği söz: İjuJiM »>&) "Zâlim ler uzak olsun" der.
Şurası da m a'lûm olsun ki: N ûr, kitâb-ı m estûrdur. O nûr ile Hak
istediğini idlâl, istediğini ihdâ eder. N itekim K u r'ân-ı K er'm 'd e
1jJZ ij j 1j S <43 (Bakara, 2 /26) buyrulm uştur. "Çoğunu idlâl, ço­
ğunu ihdâ eder" demektir.
Şurası da m a'lûm olsun ki; bu ulûhiyete, bu nûr tecellîsi olmaksı­
zın yol açık değildir. O A llah'ın sırâtıdır, ya'ni yoludur. O yol, o kim­
se için hidâyet, başkaları için idlâldir. Her iki emir ile hitâb vukû' bu­
lup da, iki hükme de i'tibâr olunursa, iki isimle de tesmiye olunursa
(ya'ni hem "A llah" hem "ab d "), nücûm -ı zevâhir gurûb eder. Halbu­
ki o nücûm, onun eflâkindejneşrika ve mağribe dâirdir. Bu tecellînin
hasâisindendir ki, abd ona mazhar olunca, kâffe-i ehl-i milel (Edyân
ve mezâhib-i muhtelife) ve nihalin reylerini tasvîb eder; ve onlardan
her birisinin m e'hazlerinin aslını bilir ve saîd olanın ne sûretle saîd
olduğunu ve şakî olanm, nasü şakî olduğunu ve nesiyle şakî olduğu­
nu, ehl-i milelden her birisinin içine esbâb-ı dalâl nasıl girdiğini mü­
şâhede eder.
Yine bu tecell'nin hasâisindendir ki, abd o tecellîde ehl-i milel ve
nihalin reylerinin kâffesini tahtie eder; hattâ müslimîni, m ü'minîni,
muhsinîni, ârif-i bülâh olanları bile tahtie eder. Onun tasvîb ettiği, an­
cak kâm il olan muhakkıklarm re'yidir.
Yine bu tecellînin hasâisindendir ki, buna mazhar olan abd için ne
nefy, ne de isbât mümkündür; ve ne vasfı söyler, ne de zâta, ne de is­
me, ne de resme meyi eder. Ben bu tecellîde melâike-i müheymen ile
içtimâ' ettim. Onları, müşâhedelerinin ihtilâfına göre makâmlarmda
mütehayyir gördüm. Nice beht ve hayrete düşen var, onu cemâl hay­
rette bırakmış; nice sâkit olan var, celâl onun ağzma gem vurmuş; ni­

134
ce nâtık var, kemâl onun lisânını ıtlâk etmiş. Nicelerini, hüviyetinde
gâib; nicelerini, enniyetinde hâzır; nicelerini, vücûdu fikdâna uğramış;
nicelerini, şuhûdda vücûd bulmuş; nicelerini, dehşetle hayrette; nice­
lerini, hayretle dehşette; nicelerini, fenâda erimiş; nicelerini bakâya ir-
tikâ etmiş; nicelerini, vücûdda müstehlek; nicelerini, şuhûdda müstağ-
rak; nicelerini, adem-i mahzda sâcid; nicelerini, vücûd-ı farzm vücû-
bunda âbid; nicelerini, nâr-ı ahadiyette muhterik; nicelerini, ebhâr-ı
hamdiyette mağrûk; nicelerini, üns-i fâkıd, kuds-i vâcid; nicelerini,
ins-i vâcid; nicelerini, kuds-i fâkıd olarak gördüm. Bunlarm ahvâli, nâ-
zıra dehşet-bahşâ olduğu gibi, sözleri de hayrette kalanı hidâyete sâik-
tir. Bunlarm içinden şuhûdu ekmel, neş'eti ve makâmı a'lâ olana, hay­
rette kalıp güç kanâat eden kimsenin meyli gibi değil, belki istitlâ' sû-
retiyle meyil edenin meyli gibi, m eyi ettim. Ona dedim ki: Ey rûh-ı kâ-
mil-i karîb, ey rûh-ı akdes-i edîb! Benim için mechûl olan meşhûddaki
hâlinden bana haber ver! Merâsimini bana bildir, ismini sarîh söyle."
Tasrîhten i'râz eden kim senin i'râzı gibi, benden i'râz ve muhbir-i
fasihin ikbâli gibi ikbâl etti. Sonra dizleri üzerine oturdu, hayretinde
inhimâk gösterdi. Hâlinden sordum, îzâh etti.
Sonra dedi ki: Benim ismimden sorma; kayd-ı merâsimde mahsûr
olursun; büsbütün de terk etme, hakkın bi'l-külliye mahv olur. Sıfâta
çok meyil etme; zât'ıyla Rabb'in senden mahcûb olur. Büsbütün zât'a
da hasr-ı efkâr etme; adem-i rufâtı (toz olmuş gibi) taleb etmiş olursun.
Bu bâbda nefy küfrân, isbât hüsrândır. Bunlar, (sıfat ile zât) iki deniz­
dir. Hak olan, bunlarm yekdiğerine karışmamasmı te'm în eden ber­
zahtır. Beni isbât edersen, beni kendinden başka bir vücûd olarak ikâ­
me etmiş olursun. Nefy edersen, m a'nânın hakikatinden mahcûb olur­
sun. "Sen, benim ", diyecek olursan, benim fennim nerede, senin fen­
nin nerede! Yok, senden başkayım, diyecek olursan, benim hayrımda­
ki her m a'nâyı fevt etmiş olursun. Eğer hayrete düşersen, bir nevi' ha­
kir olursun, acze kâil olursun ve vasf-ı izzeti fevt edersin. Kemâle ve
gâyete vusûlü iddiâ edersen, o zaman senin işin henüz nihâyette değil,
hidâyettedir. Bunlarm hepsini terk edersen, nevm-i gaflete düşmüş
olursun. O zaman heyhât, maksad-ı âlâ nerede? O zaman seni fevt
eden, fevt etti. Yok, arş-ı sıfâtrn üstünde zâtmda kâim olursan, senin
kemâlin nerede, benim kemâlim nerede? Benim olan, senin olur mu?

135
Manzumenin Tercümesi:

"Hayretim nedendir, diye hayretimde hayrete düştüm. Onu tefekkürde


vehmim daim î hayrettedir.
Bilmiyorum, bu tahayyiir benim kalbimin tecâhülünden mi, yoksa ilmin­
den midir?
Cehâletindendir, dersem, yalandır. îlm indendir dersem, ondaki hayretim
nedendir?"
Benim feleğim, felek-i a'lâdır. M escidim, M escid-i Aksâ'dır. O mes-
cid, etrafını ziyaret eden hey'etler için mübârektir; vârid olacaklar için
akan tatlı sudur.
Kim benim denizimde yüzebilirse, onu gerdanıma gerdanlık yapa­
rım. Kim benim küheylanıma binebilirse, ona memâlikimi gezdiririm.
Kim haddini tecâvüz ederse ve kendinde mevcûd olmayanı iddiâ
ederse, devâm-ı hicâb ile ona buğz ederim.
kJj*. LÜT Jji ^jLc (j J jû V (Tâhâ, 20/61) "A llah'a yalan iftirâ et­
meyin, sizi azâb ile kökünüzden söker."
Sırât-ı m üstakim, beniny m u'vec ve kavim, hâdis ve kadîm yine
benim. Bu sûretle hazret-i vücûdda ve hazret-i mükâlemede münâde-
me (yekdiğeriyle latife etme) peym âneleri devr etti. Bir hâle geldik ki,
dalgalanan dalgalandı, ibrikcağızdan suyun boşanmasına bedel ziyâ
parladı. Ona rekb-i masûn (gizli kâfile) ve bâis-i ihtilâf olan nebe-i
azimden (Nebe', 78/2,3) sordum.
"Söyliyeceğim iz sözü dinle: Söylediğin bu isimler, esmânın zirve-i
bâlâsında söylenen isim lerdendir," dedi. Ve bana efsah-ı lisân ile, en
sarih beyân ile, yanında mevcûd olan esrârı saklamayarak söylemeğe
başladı.
Dedim ki: Bunun hakikati nedir?
Dedi ki: oiy3l jiİt (Rahmân, 55/1,2) "Rahm ân K ur'ân'ı öğretti."
Dedim ki: Ey muktedir zât! Bana benden haber ver!"
Dedi k i:lf*ij *■Lo-mJIj j ! j jUlli
jl > J I j (Rahmân, 55/3-7) "A llah insanı yarattı, ona ifâde-i merâ-
mı öğretti. Ay ile güneşin devrânı hesâba tâbi'dir. Nebât ve eşcâr Rah-

136
m ân'a secde ederler. İlm-i âlîyi yükseltti, beyne'l-beşer m îzân münâ­
sebeti tesîs etti."
Dedim ki: Ey yeni olan eski, bana benden haber ver! Beni benden
bana reddet!"
Cevâben dedi ki: İSI j bl j b! j o>j_jS* ^i.^...) 1 ISI
b i j j ^ i b l (Tekvîr, 81/1-7) "G üneş nûrunu gâib ederek siy âh top gi­
bi olduğu zaman, yıldızlar karardığı zaman, dağlar yürüdüğü zaman,
arabın kıymetli develeri vaz'-ı ham iden muattal kaldığı zaman, kuşlar
dehşetlerinden birbiri üzerine yığüdığı zaman, denizler ateş gibi kız-
dırıldığı zaman, nüfûs-ı mütezâdde birbirine çift olduğu zam an." O
sırada alîm olan zât, lisân-ı hakîm ile dedi ki:
bdl İSI j oyu- |»yı^Jl İSİ j ohoS* - ...İl ISI j ojO J. j-'.II ISI.j ohi <—uS bb oh—Sijj— 3l ISI j
o/obi U o J i oilji (Tekvîr, 81, 8-14) "Zam ân-ı câhiliyette Arab üşü­
lünce kız çocuğuna, "hangi günâh sebebiyle öldürüldün?" diye sorul­
duğu zaman; a'm âl ve ahlâk defterleri neşr eylediği zaman; evin tava­
nı sökülür gibi sakf-ı semâ kaldırıldığı zaman; cehennem kızdırddığı
zaman; cennet ashâbı zînetlendirildiği zaman; her nefis âlem -i kevn-
de ne hazırladığını bilecektir." •
Dedim ki: Ey hakîm-i acîb! Bana "A nkâ-yı M ağrib'den haber ver!
"K âf" ve "n ün " arasmda gizli olan defineye beni ulaştır."
Dedi ki: Benden sana kadîmin (Allah'ın) haber verdiği, benden sa­
na söz olarak yeter."
Dedim ki: Bu beni m üstağni kılm az."
Dedi ki: Biraz daha ziyâde edeyim ."
Dedim ki: Ziyâde et!"
Dedi ki: Haber-i sedîd, re'y-i reşîd ile, benden sana lâzım geldiği
kadar ziyâde söylendi."
Dedim ki: Bunu anlamak bana baîddir. Yâ Mevlânâ! Sen kim sin?"
Cevâben, "İbâdın zâtıyım " dedi. Sonra: ^ p» j (Enbiyâ, 21 /
100) "Onların orada kulağma söz gitm ez" âyetini okudu.
'j'jO, o1ihjji İSI 'iJj ü l (Nahl, 16/ 40) âyetini ilave etti. "Biz
bir şeyi murâd ettiğimiz zaman, o şeye "o l" deriz, olur."
Sûret-i meşrûha vechüe aramızda m akâmât ve hazerâttan bahs ile

137
ibkâr-ı efkârını izhâr etmeğe başladı. Sohbet bir dereceye geldi ki, ne-
sîm-i saâdet esti ve o nesim ile siyâdet bayrağı dalgalandı. Onun ko­
kusunun lezzetini kokladım, neşr-i revâyih etmesinin lezzâtıyla biz-
zât zâtımda lezzât hâsıl oldu. Bu lezzât, beni benden aldı; beni benden
bana cezb etti; kuvâ-yı ma'neviyyem çözüldü; aşkımın hiddeti eridi.
Tekevvün eden şeylerle, sâbık ve lâhik maTûmât mahv oldu. Kabile­
nin merâsimi söndü. Ne ölü, ne diri hiç bir şey bâkî kalmadı. îşte o sı­
rada ben, m evte-i ebediyye ile m eyyit, sahka-i serm ediyye ile
m ün'adim oldum. Bu bir hâletti ki, bundan sonra ne ba's var, ne nü-
şûr, ne de gâib olmak var, ne de huzûr!
İşte bu sûretle, hay olan fâni ve dâr-ı kevndeki helâk olunca nefsi­
ne: (Gâfir, 40/16) diye sordu: *1) (Gâfir, 40/ 16)
diye cevâb verdi. M a'nâsı: "Bugün mülk kimindir? "Vâhidü'l-Kah-
hâr" olan A llah'ındır."

138
Onbeşinci Bâb

Tecellî-i Zât Hakkındadır

Şiirin Tercümesi:

"Şendeki zât için, sâdırâtı (kalbe gelen varidat, ilim, sıfatların kâffesi) ara­
dan çıkarılırsa, lezzât-ı azîm e vardır.
Zâttan başka her toplu denilen şey müteferriktir.
Zât, vâsıfın vasfından münezzeh olarak tecellî eder; o tecellîde ne i'tibâr,
ne de izâfet vardır.
Zât, güneş gibi âşikâr olunca, yıldızlarının evsâfı m uhtefî olur.
Bu bir nefydir; ammâ hükümde onun için isbât vardır.
Zât, zulmetten ibârettir. N e sabahtır, ne de şafaktır.
O menzile giden kâfileler için yolda hayret sahrâları vardır.
Nice deliller, zâtı kasd ederek kâfileye delîl olmak istedi.
Delîl hayrette kaldı. Kafileyi sevk edecek şimâl rüzgârları da esmedi.
Zâtın yolları hafidir; resmi, alâm eti yoktur.
Ona sa'y ile vuslat mümteni'dir. Ona azametler hicâb-ı hâm î olmuştur.
Zâtın yolu gizli, zahmetli, kadîm bir yoldur.
Fakat onu vuslata heves eden vehim kâfileleri, tevakkufta kalarak ileriye
gidememişlerdir.
Zâta karşı âlimlerin ilimleri, cehaletin mesâ zulmeti (akşam karanlığı) gi­
bidir.

139
Bu yolda rüşd ve hidâyet, gayy ve dalâlet, adem-i vusûlde müsavidirler.
Zâtın sırâfetinden dolayı akıl onunla imtizâca muzaffer olamamıştır.
Fikir için de bu vâdîde bir koku zuhûr etmemiştir.
Hidâyet ateşi, zât yollarında alâmet yapamamıştır. Bakâ nârlarının zâta
îsâl edecek zıyâsı yoktur.
Zâtın öyle yolları vardır ki, o yollara sulûk eden sâlikler değil, delilleri bi­
le hayrette kalmışlardır.
Siliklerin değil, delillerinin bile hayât ve memâtından haber yoktur.
Zâtın evsâfı, zâtın bahr-ı izzetinde müstağraktır. Onun künhünü istîfâ-
da, evsâf da, emvâttan başka bir şey değildir.
Zâtın mâhiyetini isim ile, vasıf ile istîfâya yol yoktur.
İşte zâtın ulviyeti bu manzûmede teşrih olunduğu vecihledir."
Şurası da bilinm elidir ki, zât, Vücûd-ı M utlaktan ibârettir; onda
i'tibârât, izâfât, niseb ve vecihlerin kâffesi sâkıttır. Fakat bunların sü­
kûtu, Vücûd-ı M utlaktan hâriç olm ak sûretiyle değil, belki i'tibârât-
ı m ezkûrenin kâffesi vücûd-ı m utlak cüm lesinden olm ak sûretiyle-
dir. Y a'ni o i'tibârât, vüoûd-ı m utlakta ne nefisleriyle, ne de nisbetle-
riyle m elhûz olmayıp, belki vücûd-ı m utlakm ayn-ı m âhiyetinde ol­
m ak sûretiyle melhûzdur. İşte o vücûd-ı m utlak, öyle bir zât-ı sâzic-
den (sâde) ibârettir ki, onda ne ism in, ne na'tm , ne nisbetin, ne de
izâfetin, ne de bunlara benzeyen bir şeyin zuhûru yoktur. Şayet, bu
zikr olunanlardan bir şey zâtta zâhir olursa, o zam an nisbet, zât-ı sır-
fa taalluk etm eyip, belki m azhara taalluk eder. Çünkü zâtm nefsin­
de hükm ü, külliyâta, cüz'iyâta, nisebe, izâfâta şum ûlünden ibârettir.
Fakat bu şumûl, zikr olunan i'tibârâtm bakâsı hükm üyle değil, belki
ahadiyyet-i zâtm saltanatı altında izm ihlâli hükm üyledir. Ne zaman
zâtta vasıf, yâhut isim, yâhut n a't i'tibârı olursa, o i'tibâra nazar, i'ti-
bâr olunan şey içindir; yoksa zât için değildir. Bunun için biz, "zât,
Vücûd-ı M utlaktır" dedik; "vücûd-ı kadîm dir", "vücûd-ı vâcibdir"
dem edik. Eğer öyle dem iş olsaydık, bundan takyîd lâzım gelirdi.
Yoksa m a'lûm dur ki, burada zâttan m urâd, kadîm olan vâcibü'l-vü-
cûdun zâtıdır. Bizim "el-V ücûdu'l-M utlak" sözüm üzdeki "el-M ut-
lak" ta'bîrim izden ıtlâk vasfı ile takyîd lâzım gelm ez. Çünkü "m ut­

140
lak" m m efhûm u, kendisinde vechen-m ine'l-vücûh takyîd olm ayan
şey demektir.
Bu çok latîf bir m eseledir, bunu anla!
Şurası da bilinmelidir ki: Sırf ve sâde olan zât, sırâfetinden ve sezâ-
cetinden tenezzül edince, zâtm sırâfet ve sezâcetine m ülhak olan üç
meclâsı vardır.
M eclâ-yı evvel, ahadiyettir. Ahadiyette, i'tibârâttan, izâfâttan, es-
m âdan, sıfâttan ve daha başkalarmdan hiç bir şey için zuhûr yoktur.
Ahadiyet, zât-ı sırftan ibârettir. Yalnız zâta, ahadiyetin nisbeti vardır.
Bu nisbet sebebiyle zât, sırâfetten tenezzül etmiştir.
İk in ci m eclâ, hüviyettir. Hüviyette, zikr olunan i'tibârât ve izâfât
gibi şeylerden hiç birinin zuhûru yoktur. Yalnız hüviyette ahadiyet'in
zuhûru vardır. Bunun için hüviyet, sırâfete m ülhak olmuşsa da, bu il­
tihâkı ahadiyet'in sezâcete iltihâkına nisbetle daha dûndur. Çünkü
hüviyette, hüviyetle gaibe işâret tarîkiyle gaybûbet taakkulu vardır,
bunu anla!
Üçüncü m eclâ, enniyettir. Enniyette dahî i'tibârât ve izafât gibi
şeyler için zuhûr olmayıp, bunda m utlakan hüviyetin zuhûru vardır.
Enniyetin sezâcete iltihâkı, hüviyetin sezâcete iltihâkından daha dûn­
dur. Çünkü enniyette kasd-ı mahsûs ve huzûr ve hâzır taalluku var­
dır. Kasd-ı mahsûs ile olan şey "H akk'a değil" bize nisbetle, rütbe-i
gâibden ve müteakkal olan bâtından daha yakmdır. Bunu düşün ve
anla!
Cenâb-ı Hak Kur'ân'da İİJI bl ZI (Nemi, 27/9) buyurdu. Bu nazm-ı
celîlde "ene" ahadiyet'e işârettir; çünkü "ene" takyîd olmaksızın is-
bât-ı mahza delâlet eder. Ahadiyet de, zât-ı m ahz-ı m utlaktan ibâret
olup, kendisinde hiç bir vecihle takyîd yoktur. "İnnehû" daki "hüve"
zam irine gelince; bu da, ahadiyet'e m ülhak olan "H üviyet"e işârettir.
Bunun için "inne" ile berâber, mürekkeb olarak zâhir oldu. "Ene" ke­
lim esi de, "ahadiyet"e m ülhak olan "hüviyet"e m ülhak "enniyet"e
işârettir. Bunun için kelâmda mübtedâdır ve ihbârda müstenedün-
ileyh oldu; haber ona istinâd etti. Haber, "en e"y e mesned olan
"A llah" lafzıdır. Burada "enâniyet", hüviyet ve ahadiyet menzilesine
tenzîl olunmuştur.

141
Bu üç meclâdan her birisi, zât-ı sâzic- i sırftan ibârettir. Bu üç mec-
lâdan sonra ancak "vahidiyet"den ibâret olan meclâ vardır. O meclâ-
nın mertebesinden "U lûhiyet"le ta'bîr olunmuştur ve o mertebeye
m üstehak olan "A llah" ismidir. Ayet-i kerîme de, tertîb üzerine îzâh-
ı mezkûre delâlet etmektedir.
Bu m es'ele de iyi teemmül olunsun.
Bu zikr olunan îzâhâtı anladmsa, şunu da bilmekliğin lâzımdır ki;
"Zâtiyyûn", kendilerinde latîfe-i ilâhiyye-i zâtiyye bulunan kimseler­
den ibârettir. İzâhât-ı sâbıkada beyân olmuştu ki, Cenâb-ı Hak abdi
üzerine tecellî edip de, o abdi nefsinden fânî kılınca, o abdde bir latî­
fe-i ilâhiyye ikâme eder. îşte o latîfe ba'zan "zâtiyye" ba'zan da "sıfâ-
tiyye" olur. Eğer o latife-i ilâhiyye, zâtiyye olursa, bu m ertebe-i âliye-
ye mazhar olan heykel-i insânî, "ferd-i kâmil ve gavs-ı câm i'"dir.
Emr-i vücûd, onun üzerinde döner; rükû' ve sücûd ona olur. Cenâb-ı
Hak âlemi onunla muhâfaza eder. "M ehdî" ve "H âtem " ta'bîr olunan
odur. Adem (a.s.) kıssasında müşârun-ileyh olan "H alîfe" de budur.
Hakâyık-ı mevcûdât, onun imtisâl-i emrine, hadîdin, hacer-i miknâtı-
sîye incizâbı gibi müncezibdir. Bu zât, kâinât üzerinde azametiyle gâ-
lib ve kâhirdir. Her istediğini kudretiyle işler; ondan hiçbir şey mes-
tûr değüdir. Bunun sebebi, o velîdeki latîfe-i ilâhiyye zât-ı sâzicden
ibâret olup, ne hakkıyye-i ilâhiyye, ne de halkıyye-i abdiyye mertebe­
siyle mukayyed değildir. Bunun için mevcûdât-ı ilâhiyye ve halkıyye
rütbelerinden her mertebeye hakkını i'tâ eden odur.
Çünkü o mertebede hakâyıka hakkını i'tâya m âni' olacak bir şey
yoktur. Zât'da m âsik ve mâni' olan, zâtı bir rütbe veyâhut bir isim ve­
yâhut müteayyen veyâ halkıyye olarak bir sıfat ile takyîdden neş'et
eder. Halbuki o zâttan bu m âsik (tutucu) ve m âni', mürtefi' olmuştur.
Çünkü o, zât-ı sâzicden ibârettir. Eşyânın kâffesi onun yanmda bi'l-
kuvve değil, bi'l-fiil mevcûddur; çünkü mâni' yoktur. Eşyanın zevâ-
tmda ba'zan bi'l-kuvve, ba'zan bi'l-fiil olması, mevâni' yüzünden
olur. Mevâniin irtifâı da, ya zât üzerine bir "vârid" veyâhut zâttan bir
"sâdır" sebebiyledir. Bundan başka m âni'in irtifâı ba'zan hâle, yâhut
vakte, yâhut sıfata, yâhut bunlara benzeyen bir şeye tevakkuf eder.
Zat-ı mezkûr ise bunlarm kâffesinden münezzeh olmuştur.
Netîce, o zât her şeye halkını ve hidâyetini i'tâ eder. (Tâhâ, 20/50)

142
Tecelli-i zât m eselesi şöyle dursun, ehlullâh, tecelli-i ahadiyyeti bi­
le îzâhdan men' etmiş olmasalardı, ben zât hakkında garâib-i tecelli-
yât, acâib-i tedelliyât husûsunda lâzım gelen sözleri söylerdim. Hem
o sûretle ki, tecelliyât hakkmdaki izâhâtımız, zâtiyye-i mahza olarak
ilâhî olur. İsim ve sıfat ve başkaları için o tecelliyât arasına girmeğe
m ecâl ve imkân olmazdı ve o îzâhât-ı dakikayı ricâl-i gayb miftahları
ile hazâin-i gayb-ı ilâhî mahzeninden şehâdet âlemi safahâtı üzerine
en latîf ibâre, en zarîf işâretle dökerdin. Ve mefâtîh-i mezkûre ile kilit­
li olan akfâl-i ukûlü (kilit) açarak, "abd" denilen kaim iplik ve vuslat
iğneleri borusundan (deliğinden) geçer; sıfât hicâblarıyla mahfûz ve
envâr ve zulümât ile mestûr olan cennet-i zâta girerdi. Allah istediği­
ni nûruna hidâyet eder ve bu m isillü emsâli, nâs için zikr ederek, gaf­
leti izâle eder.
Allah, her şeyi âlimdir. (Nûr, 24/35)

143
Onaltıncı Bâb

Hayat Hakkındadır

ir şeyin nefsi için vücûdu, o şeyin hayât-ı tâmmesidir. Bir şeyin

B başkası için vücûdu, o şeyin hayât-ı izâfiyyesidir. Hak Sübhâ-


nehû ve Teâlâ hazretleri, nefsi için mevcûddur; binâenaleyh
"H ay"dır. Hayâtı, hayât-ı tâmmedir; o'na memât lâhik olmaz.
Halk, varlığı i'tibâriyle "A llah için m evcûd" demektir. Binâenaleyh
halkın hayâtı, hayât-ı izâfiyyedir; onun için hayâtına fenâ ve mevt lâ­
hik olur. •
Bundan sonra şurası da bir hakîkat-ı mahzadır ki, A llah'ın halkta­
ki hayâtı, hayât-ı vâhide-i tâmmedir. Lâkin halk, o hayâtta mütefâvit-
tirler. Halktan ba'zılarm da hayât, sûret-i tâmme üzerine zâhir olur. Bu
"İnsân-ı Kâm il" dir. Çünkü İnsân-ı Kâmil, nefsi için m ecâzî ve izâfî ol­
mayarak, vücûd-ı hakîkî ile mevcûddur. Binâenaleyh onun rabb'i
(kendisi), hayât-ı tâmme üe haydır. İnsân-ı kâm il'den başkaları böyle
değüdir; Melâike-i illiyyûn -ki, onlara "m elâike-i m üheymîn" de der­
ler; bunlarla berâber "Kalem -i a'lâ, Levh-i m ahfûz" ve o nevi'den baş­
kaları gibi, anâsırdan mürekkeb olmayan şeyler, insân-ı kâm ü'e mül­
haktır. Bunu anla!
Mevcûdâttan ba'züarında hayât, sûreti üzerine zâhir olur, ammâ
tam değildir; insân-ı hayvânî ve melek ve cin gibi. Çünkü bunlardan
her birisi, nefsi için mevcûddur, kendinin şöyle ve böyle olduğunu bi­
lir. Lâkin o vücûd, onun için hakîkî değüdir. Çünkü gayrisiyle kâim­
dir. Böyle olduğu için, onun rabb'i Hak için mevcûddur, onun için
mevcûd değildir. Binâenaleyh, hayâtı tam değildir.

144
Mevcûdâttan ba'zılarmda da hayât zâhirdir; ammâ sûreti üzerine
değildir; bâkî hayvânâtın hayâtı gibi. M evcûdâttan ba'zılarmda da
hayât bâtındır. Binâenaleyh kendisi için değil, gayrisi için mevcûd-
dur; nebâtât, meâdin, m aânî ve bunlara benzeyen şeyler gibi.
Hülâsatü'l-hülâsa: Zikr olunan eşyânm kâffesinde hayât, mevcûd-
dur. Mevcûdâttan hiç bir şey yoktur ki, hay olmasın. Çünkü vücûdu,
ayn-ı hayâtıdır. Yalnız fark, hayâtm tam veyâhut gayr-i tam olmasın­
dadır. Böyle de değil, belki hayâtı tam olan H akk'm hayâtından baş­
ka bir hayât yoktur. Çünkü Hak, mertebesinin istihkâkı derecesi üze­
rindedir. Noksan veyâhut ziyâde olunca, o mertebenin m a'dûm olma­
sı lâzım gelir.
Bundan şu neticeyi alırız ki: Vücûdda, hayâtı, hayât-ı tâmme ile
hay olandan başka mevcûd yoktur. Çünkü hayât, "ayn-ı vâhide"dir.
Onun noksânma ve inkısâmma im kân yoktur. Çünkü cevher-i ferdin
tecezzisi muhâldir. Binâenaleyh hayât, bu cevher-i ferdden ibâret
olup, her şeyde nefsi için kemâliyle mevcûddur. Binâenaleyh bir şe­
yin şey'iyeti, o şeyin hayâtıdır. O hayât da, eşyâya bais-i kıyâm ve kı-
vâm olan "hayâtullâh"dan ibârettir. İşte eşyânm Cenâb-ı H akk'ı
"hay" ismi cihetinden tesbîhi, bundan ibârettir. Çünkü vücûdda her
şey, H akk'ı her ism-i İlâhîye nazaran teşbihtedir.
Şu halde mevcûdâtm A llah'ı hay ismi cihetinden tesbîhi, hayâtiyle
vücûdunun aynı olmasmdan ibârettir.
Eşyânm "A lîm " ismi cihetinden H akk'ı tesbîhi, ilm-i İlâhî tahtına
duhûlünden ibârettir. Eşyânm Cenâb-ı Hakk'a "Y â A lîm " demesi,
Hakk'm o eşyâ üzerine bir "sıfat-ı m ütehassısa" ile hükm etmesinden
neş'et ederek, eşyânm kendi nefislerinden Hakk'a ilim i'tâsı demek­
tir.*
Eşyânm H akk'ı "K adîr" ismi cihetinden tesbîhi, kudretinin altma
duhûlünden ibârettir. "M ürîd" ismi cihetinden H akk'ı tesbîhi, istih-
kâkına göre, eşyâyı H akk'm irâdesine tahsîs demektir.
Eşyânm H akk'ı "Sem î"' ismi cihetinden tesbîhi, eşyânm Hakk'a
kelâmmı ismâı demektir. Bu kelâm da, hakâyık-ı eşyânm istihkâkma

* (Ya'ni Hak'dan mevhûb olan ilmi Hakk'a karşı "Y â A lîm " diyerek tekrarı demektir.)

145
göre lisân-ı hâl iledir. Fakat Allah ile eşya arasında bu kelâm, lisân-ı
makâl ile olur.
Eşyânm H akk'ı "Basîr" cihetinden teşbihi, eşyânm hakikatteki is­
tihkakı vech ile, basar-ı İlâhî tahtmda taayyünü demektir.
Eşyânm H akk'ı "M ütekellim " ismiyle teşbihi, eşyânm, kelime-i ilâ-
hiyyeden vücûd bulm ası demektir. Bâkî esmâ-ı ilâhiyyeyi de buna kı­
yâs et!
Bunu bildinse, şunu da bil ki; Eşyânm hayâtı, eşyâya nisbetle "hâ-
dis" Allah'a nisbetle "kadîm "dir. Çünkü o hayât, hayât-ı ilâhiyyedir.
Hakk'm hayâtı, H akk'm sıfatıdır; Hakk'm sıfatı ise, zâtına mülhaktır.
Bunu ne zaman taakkul etmek istersen, kendi hayâtma bak ve hayâtı­
nı sana olan ihtisâsı cihetinden takyîd et! O zaman sana mahsûs olan
rûhtan başka bir şey bulamazsın. Rûhun ise, rûh-ı hâdistir. Nazarım
sana mahsûs olan bu hayâttan kaldırıp da, şuhûd nokta-i nazarmdan
her hay olan mevcûdun hayâtı da, senin hayâtın gibi olduğunu zevk
edebilirsen, o zaman hayâtın, cem î'-i mevcûdâta sereyânını müşâhe­
de eder ve derhal anlarsm ki, âlemin bâis-i kıyâmı olan hayât, Hakk'm
hayâtından ibârettir. îşte o hayât, hayât-ı kadîme-i ilâhiyyedir.
Bu zikr olunan îzâhâtımda, hattâ benim kitâbımm her tarafmda
işâret ettiğim esrârı iyi anla! Çünkü bu kitâbda dere edilen mesailin
çoğu, hiç bir kimse tarafmdan zikr edilmemiştir. Yalnız her ilimde o
ilmin ıstdâhâtma göre, ifâde-i merâm zarûrî olduğundan, ıstılâhâta âit
aksâmdan mâadâ, benim bu kitâbımda dere ettiğim îzâhâtı, benim
bildiğim hiçbir kitâbda, benim işittiğim hiçbir hitâbda, beni sebkat
eden yoktur. Yerde gökte kendisine hiç bir şey bâis-i hicâb olmayan
bir göz ile H akk'm bana ihsân ettiği şuhûd, bana bu feyzi ihsân etmiş­
tir. Küçük veyâhut büyük hiçbir mes'ele-i m ühimme yoktur ki, Kitâb-
ı Mübeyyede (insân-ı kâmilin kalbinden ibârettir) mezkûr olmasın.
Şurası da bilinmelidir ki; Fikr-i maânîden, eşkâlden, hey'etten, sû-
retlerden, sözlerden, amellerden, maâdinden, nebâttan ve daha başka­
larından kendisine "vücûd" ismi verilen her şeyin nefsinden, nefsi için
hayât-ı tâmmesi vardır. Bunlarm hayâtı da, hayât-ı insâniyye gibidir.
Lâkin pek çok kimselerin nazarı bu husûsta mahcûb olduğu için, bâlâ­
da zikr olunanları, insan derecesinden tenzil ederek, "bunlarm vücû­
du, başkalarının vücûduna merbûttur" demeğe mecbûr olduk. Yoksa,

146
eşyadan her şeyin nefsinde nefsi için vücûdu ve hayât-ı tâmmesi var­
dır. O vücûd ve o hayât ile söyler, taakkul eder, işitir, görür, kudret ve
irâde gösterir ve istediğini işler. Bu hakikat, keşf tarîkiyle m a'lûm olur.
Biz bunu "îyânî" olarak müşâhede ettik. Bu hakikati, ihbârât-ı ilâhiy­
ye de te'yîd etmiştir. Çünkü bir hadîs ile menkûldür ki, yevm-i kıyâ-
mette insanların amelleri sûret peydâ ederek sâhibine gelir ve ona:
"Ben senin am elinim ", diye hitâb eder. O amel gider, diğer amelinin
sûreti gelir, o da hitâb eder. Bu sûretle amellerinin sûretleri vürûdun-
da tetâbi' olur. Kezâlik güzel söz, kıyâmette, güzel şekilde; çirkin söz,
kıyâmette çirkin sûrette insana, ya'ni sâhibine görünür. Bu hadîsler­
den mâada Kur'ân'da £4^4 o? a) j (İsrâ, 17) "Eşyâdan hiçbir
şey yoktur ki, Hakk'ı teşbih etmesin" ma'nâsmda olan âyet de bu bâb-
da müeyyidâttandır.
Eşyânm kâffesi, A llah'ı lisân-ı makâl ile teşbih eder. Bunu, keşfi
açılan kimse işitir. Lisân-ı hâl ile de teşbih eder; nitekim bu bâbda be­
yânı geçmiştir. Eşyânm lisân-ı makâl ile teşbihi hakîkîdir, m ecâzî de­
ğildir, bunu anla!
A 'zâ ve cevârih-i insâniyyenin nutku da bu kabildendir. Hakk'a
hamd ü senâ ederim ki, keşf-i ilâhî bizi bu feyze muvaffak etti. Bizim
bugün gayba îmânımız, îm ân-ı taklîdî değil, îm ân-ı tahkikidir. Halbu­
ki bize göre gayb da yoktur. Bu ta'bîri, mevtm ve mevki' nisbeti i'ti­
bâriyle söyledik; yoksa bizim gaybımız, şehâdetimizin, şehâdetimiz,
gaybımızm aynıdır. Bâlâdaki te'yîd-i nakliyi zikr etmekliğim de mu-
hâtab içindir; yoksa biz keşfe bu te'yîd-i nakli ile vâsü olduk demek
değildir.
Anla! İyi düşün, inşâallah rüşd-i hakîkîye nâil olursun.
Allah Hakkı söyler ve tarîk-ı savâbı irâe eder.

147
Onyedinci Bâb

İlmi Hakkındadır

Nazmın Tercümesi:

"İlm-i İlâhî, "Hay" olan Hakk'm eşyayı idrâki demektir.


M aa-mâfıh bu ilim, Hakk'a nisbetle gınâ sûretiyle zâhirdir. Ya'ni Hak, il­
minden de müstağnidir.
İsm-i âlîm-i İlâhî, emr-i vücûdu, ihâta-i külliyye ile istîfâ şartıyla müdrik­
tir.
Binaenaleyh, kadîmin allâmesi ve gizli olmaksızın hâdisâtın da âlimidir.
îlm -i mukaddesin hakikati, şey'-i vâhiddir. Bu ilimde külliyet, cüz'iyet ta­
savvuru yoktur.
îlm -i İlâhî gaybda mücmel, âlem-i şehâdete nisbetle mufassaldır.
Alem-i şehâdete nisbetle mufassal olan ilmi, gaybdaki mücmelin tamâ-
miyle aynıdır; bunda şübhe yoktur.
Cenâb-ı Hak, ilm-i mezkûr ile zâtını ve bizi ve bütün kâinatı bilir.
Biz de yine o ilim ile hem Hakk'ı, hem zâtımızı biliriz.
Cemî'-i eşyâya şâmil olan bu tek. ilme taaccüb etmemek kâbil değildir. Sen
de taaccüb et!"
Şurası da maTûm olsun ki; ilim, sıfat-ı nefsiyye-i ezeliyyedir. Ce-
nâb-ı Hakk'm zâtına ve mahlûka tına olan ilmi, ilm-i vâhiddir; münka-
sim ve müteaddid değildir. Şu kadar var ki, nefsini kendi istihkâkma
göre, halkını da onlarm istihkâkma göre bilir.

148
"M a'lâm ât-ı ilâhiyye, kendi nefsinden H akk'a ilim i'tâ etti" denil­
mek câiz değildir. Böyle denilirse, Hakk'm başkasından bir şey istifâ­
de etmiş olduğu mahzûru yüz gösterir. Bu m eselede İmâm Muhyid-
dîn İbnü'l-A rabî (r.a.) hazretleri "H akk'm m a'lûm âtı, nefsinden
Hakk'a ilim i'tâ etti" dediği için, sehv etmiştir. Biz, imâm-ı mezkûru
m a'zûr görürüz ve "bu m esele hakkında son ıttılâı budur" demeyiz.
Fakat biz, İbnü'l-A rabî hazretlerinin bu ifâdesini gördükten sonra,
Cenâb-ı H akk'm o m a'lûm âtı kendine hâs ilm -i aslî ile bildiğini keşf
ettik. Cenâb-ı H akk'm bu ilm -i aslîsi, zâtları icâbıyla, m a'lûm ât-ı ilâ­
hiyye muktezeyâtmdan müstefâd değildir. Şu kadar var ki, Cenâb-ı
H akk'm ilm -i aslîsine m utâbık olarak, o m a'lûm ât da ilm e iktizâ gös­
terdi. Hak, o m a'lûm âta derece-i sâniyede, o ilm -i İlâhîsine mutâbık
olarak iktizâ-yı m a'lûm âta da hükm etti. İm âm -ı mezkûr, Cenâb-ı
Hakk'm , m a'lûm ât-ı m ezkûrenin nefsindeki iktizâyı hükm ettiğine
bakarak zannetti ki, H akk'm ilmi, m a'lûm âtm iktizâsından ibârettir.
Bunun için "m a'lûm at kendi nefislerinden H akk'a ilim i'tâ etti",
dedi. O m alûm atı, halk ve îcâddan evvel ilm-i küllî, ilm-i aslî, ilm-i
nefsî ile olan ilmine mutâbık olarak o m a'lûm âtm iktizâ gösterdiğini
düşünmek m es'elesi, im âm-ı mezkûru fevt etti. Çünkü m a'lûm ât-ı
mezkûre, ilm-i İlâhîde ancak H akk'm ilmiyle taayyün etti. Yoksa ev­
velâ m a'lûm âtm zâtları iktizâ gösterip, o iktizâdan sonra, ma'lûmâtm
nefsinden, ilm-i İlâhînin aynı olarak birtakım umûr hâsıl oldu da, il­
m inin muktezâsıyla hükmü derece-i sâniyede yaptı, demek değildir.
Hakk'm m a'lûm ât için olan hükmü ancak, ilmine mutâbık olan
hükmüdür. Bunu iyi düşün! Bu bir m es'ele-i latifedir. Eğer hakîkat
benim dediğim gibi olmasa, Cenâb-ı H akk'm alemlerden müstağni ol­
m ası sahîh olmazdı. Çünkü "m a'lûm ât, kendi nefislerinden, Hakk'a
ilim i'tâ etti", diyecek olursak, Cenâb-ı Hak için husûl-i ilmin m a'lû­
mâta muhtâc olması lâzım gelir. Bir vasfın başka bir şeye tevakkufu
(ihtiyâcı), o vasfın o şeye iftikârı demektir. Halbûki ilm-i vasfî, Cenâb-
ı Hak için vasf-ı nefsidir. Böyle bir iftikâr olsa, o zaman kendi nefsin­
de, başka bir şeye müftekır olduğu anlaşılır. Halbuki Cenâb-ı Hak
böyle tevakkuf ve iftikârdan ulüvv-i kebîr ile müteâlîdir.*

* Bu m es'ele, m eşhûr olan "ilim m a'lûm a mı tâbi', yoksa m a'lûm ilm e mi tâbi'dir?"
m es'ele-i m ühim m esidir. M es'ele m ünâziun fîhdir. Ulem âdan her iki ciheti iltizâm

149
Bu îzâha göre ilim, m utlak olarak H akk'a nisbet olunursa, Hakk'a
"A lîm " tesmiye olunur. Eşyânm kendisine nisbetle m a'lûm iyeti tefek­
kür olunursa, Hakk'a "A lim " tesmiye olunur. İlmin ve eşyânm ma'lû-
miyetinin ikisi birden Hakk'a nisbet olunursa, H akk'a "A llâm " tesmi­
ye olunur. Binâenaleyh "A lîm " sıfat-ı nefsiyyenin ismidir; bunda ilim­
den mâadâ bir şeye nazar yoktur. Çünkü ilim, nefsin zâtı için kemâl­
deki istihkâkından ibârettir. "A lim " ismi ise, sıfat-ı füliyyenin ismidir.
Çünkü âlimde ilim, eşyâya nisbetle mutasavverdir. O ilim ister nefsi
için, ister gayrisi için olsun, her ikisi de müsâvîdir. "Fiiliyyedir" de­
dik; çünkü nefsine ve gayrisine nisbetle âlimdir, denir. Şu halde sıfat-
ı fiiliyye olması zarûrîdir.
"A llâm " ism ine gelince; nisbet-i ilm iyyeye nazaran alîm gibi, sı-
fat-ı nefsiyyenin ismidir; m a'lûm iyet-i eşyâya nisbetine nazaran, sı-
fat-ı fiiliyyenin ismidir. Bunun için halkı âlim ism i ile tavsîf gâlibdir;
alîm ve A llâm ism iyle tavsîf olunm az; falan kim se âlim dir, denir,
alîmdir, allâm dır denmez; m eğer ki araya bir takyîd gire. O takdir­
de, falan kim se şu veyâ şu işi alîm dir, denir. Falan fende allâmdır,
denmez. A le'l-ıtlâk allâm da denmez. Eğer bir şahsı bu vasıf ile tav­
sîf lâzım gelirse "kezâ fende’hllâm dır" denilebilirse de, bu da mecâz
sûretiyle olur. Falan kim se allâm edir denilmesi, bu kabîlden değil­
dir. Çünkü allâm e, ism -i İlâhîye m ahsûs değildir; Allah allâmedir,
denilmez, bunu anla!
Şurası da bilinmelidir ki: İlim, hayâta evsâf-ı ilâhiyyenin en yakını­
dır; hayât, zâta akreb-i evsâf olduğu gibi. Çünkü bundan evvelki bâb-
da îzâh ettik ki, bir şeyin nefsi için vücûdu, o şeyin hayâtının aynıdır.
Bir şeyin vücûdu da zâtmdan başka bir şey değildir.
Netîce: Zât'a vasf-ı hayâttan yakın bir şey yoktur. Hayâta da ilim­
den yakm bir şey yoktur. Çünkü her diri olanın, elbette bir şey bilme­
si lâzım gelir, hayvânât ve hevâmm-ı arzın ilmi gibi; ilhâmî olmak, yâ­
hut insan ve melâike ve cinnin ümi gibi bedîhi, zarûrî, tasdîkî olmak
müsâvîdir. Hayvânât ve haşerâttaki ilm -i ilhâmî, me'kel, mesken, ha­

eden vardır. Şu kadar var ki, m a'lûm a nazaran ilm in zât gibi olması ve zât sıfatın
ve sıfat zâtın aynı olması kaziyesine nazaran ilim m in-vechin m a'lûm a, m a'lûm
m in-vechin ilm e tâbi'dir. Bu îzâha göre, aradaki nizâ' lafzı kalır. M aam âfih, ilmin
m a'lûm a nisbetle takaddüm-i zatîsi zarûrîdir. (Li'l-m ütercim )

150
reket, sükûn gibi, kendilerine lâyık olan ve olmayan şeylerde olabilir.
Hasılı bu ilim her hay için lâzımdır.
Bu tafsilden âşikârdır ki, ilim, hayâta nisbetle, akreb-i evsâfdır.
Onun için Hak Teâlâ hazretleri, ilimden kinâye olarak Kur'ân'da ilme
"hayât" tır, dedi. »blŞUtlû> (En'âm, 6/122) buyurdu. Ya'ni "Câ-
i o, ^ ^ ı, , a,, ,
hil idi, biz ona ilim i'tâ ettik" demektir, o-Ldl M Uy j (En'âm,
6/122) "O na nûr yaptık, nâs içinde onunla yürür." Ya'ni ilminin muk-
tezâsıyla hareket eder, demektir. oUİJI ^ lİu ^ (En'âm, 6/122) "Zu-
lümâtta olan kimse gibi". Ya'ni, ayn-ı cehilden ibâret olan zulmet-i ta-
biâtteki kimse gibi. (En'âm, 6/122) "O zulümâttan dışarı
çıkam az." Ya'ni, zulmet ancak zulmete hidâyet eder. Binâenaleyh ce­
hil ile ilme vuslat mümkün değildir, demektir. Ya'ni, cehl-i tabiî ile il­
me vusûl m ümkün değildir. Câhilin cehl ile, cehilden çıkmasına im­
kân yoktur (J ü l» oU'li? (En'âm, 6/122) "İşte bu sûretle
kafirlere kendi ilimleri zîneth göründü."
Burada "kâfirin", kendi vücûdlarıyla vücûd-ı H akk'ı setr edenler
demektir. O nevi'den olanlar, kendilerinden ve mevcûdâttan yalnız
mahlûkiyetlerini görürler, başka bir şey görmezler; bu sûretle vechul-
lâhı setr ederler ve dâimâ "A llah'ın vasfı mahlûk olmamak, mesbû-
kun bi'l-adem olm am aktır", derler. Bilmezler ki, Hak Sübhânehû ve
Teâlâ hazretleri, her ne kadar mahlûkâtmda zâhir olmuşsa da, o mah-
lûkâtta nefsine lâyık olan vasf-ı âlî ile zâhir olmuştur. Kendisine nekâ-
yıs-ı hâdisâttan hiç bir şey lâhik olmaz. Şayet, nakâyıs-ı hâdisâttan bir
şey kendine istinâd ederse, derhal o nakâyısda kemâli zâhir olup, o
hâdisâttan noksan hükmü mürtefi' ve nekâyıs, Hakk'a isnâd ile kâmil
olur. Hâsılı kâmilden ancak kâmil olan şey vücûd bulur ve kâmile an­
cak ona lâhik olmağa lâyık olan şey, istinâd eder.
Bu bâbda ben âtideki iki beyti söyledim, tercüme şudur:
"Hakk'm cemâli, kabîhin noksanını ikmâl eder; celâli ise, zelîli a'lâ eder.
Kabîhde H ak zâhir olunca, kubhu mürtefi'dir.
Hakk'm celâli, zelilin derecesini a'lâ eder; binâenaleyh orada ne noksan,
ne zelîl mevcûd kalır."
Bâlâda sebkat ettiği veçhile ilim, hayâta lâzım olduğu gibi, hayât
da ilme lâzımdır. Çünkü hayâtı olmayan bir alimin vücûdu muhâldir.

151
Binâenaleyh ilim ile hayât, lâzım-ı m elzûm kabîlindendir. Bunu bilin­
ce, sana "her ikisi de ne lâzım, ne m elzûm dur" demek de câizdir. Böy­
le dediğin taktirde, Cenâb-ı H akk'm sıfatlarından her sıfatın nefsinde
istiklâlini düşünmüş olursun. Sıfat-ı ilâhiyyeden her sıfatta istiklâl ol­
masa, ba'zı sıfatının, diğer sıfâtından; veyâhut sıfatlarının m ecm û'un­
dan mürekkeb olması lâzım gelir. Halbuki hakikat böyle değildir. Ce-
nâb-ı Hak, sıfâtmm bu sûretle terekkübünden ulluv-i kebîr ile âlîdir.
Binâenaleyh bu takdire göre, meselâ hâlikiyet sıfatı, kudretten, irâde­
den, kelâmdan mürekkeb değildir. Her ne kadar mahlûk, bu üç sıfat­
la mevcûd ise de, Hak'da sıfat-ı halkiyet, Hakk'm müstakil sıfat-ı vâ-
hidesidir; başkasmdan mürekkeb değildir. Başkasına nisbetle ne lâ­
zımdır, ne melzûmdur. Diğer sıfât-ı ilâhiyye de böyledir. Bu mes'ele-
yi iyi düşün!
Bununla berâber Hak hakkmda bu îzâhımız sahîh olunca, kezâlik
halk hakkmda da sahîh olur. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri, A dem 'i sû­
reti üzerine yarattı. Binâenaleyh "Rahm ân" sıfatlarından her bir sıfa­
tın insanda da bir nüshası bulunmak muktezîdir. "Rahm ân" a nisbet
olunan her şey, insanda da,mevcûddur. Hattâ insan vâsıtasıyla muhâ-
lin vücûbuna bile hükm edebilirsin. Görmüyor musun, muhâli farz
ederek ilmi olmayan "hayy", hayâtı olmayan "âlim " vardır, demek
câizdir. O ilm i olmayan hayy, yâhut hayâtı olmayan âlim, senin âlem-
i farazmda ve hayâlinde mevcûddur; o ise Rabb'in için mahlûktur.
Çünkü hayâl, içinde olan ile berâber Allah Teâlâ'nın mahlûkudur. Bu
takdîre göre başkası hakkmda muhâl olan şey, insan vâsıtasıyla âlem­
de mevcûd oldu.
Şurası da bilinmelidir ki, âlem-i mahsûs, âlem-i hayâlin fer'idir.
Çünkü hayâl, âlem-i mahsûsün melekûtudur. Melekûtta bulunan şey,
elbette mülkte de zâhir olmak muktezîdir. Mülkte de, kâbiliyete, vak­
te, hâle göre melekûtta mevcûd olanm bir nüshası bulunur. Bu babda-
ki kelimâtm altında, şerhi mümkün olmayan esrâr-ı üâhiyye münde-
ricdir; bu esrârı ihmâl etme! Çünkü bu esrâr, gayb miftahlarıdır. Senin
eline sağlam olarak geçerse, vücûdun a'lâsmda ve esfelinde bulunan
ne kadar kilit varsa, o miftâhlarla açabilirsin.
înşâllâhu Teâlâ, bu kitâbın m ahall-i mahsûsunda âlem-i melekûta
âit olan tafsilât zikr olunacaktır.

152
Yukarıdaki îzâhâta nazaran ilim ve hayât ve gayri sıfatlar hakkın­
da, istersen telâzüme, istersen adem-i telâzüme kâil olursun ve cenâb-
ı İlâhîde Peygamber'i lisânmdan û/jlİU j Cü **-1j o' (Ankebût, 29/
56) "Benim yerim vâsi'dir, ibâdeti bana yapınız" âyeti mısdâkmca,
vüs'at-ı efkâr ile hareket edersin.

Manzumenin Tercümesi:

"Taşması dâimiyyü'l-heyecân olan bahre taaccüb etmemek kabil değildir.


Dâimâ kabarmakta, dâimâ emvâcı telâtum etmektedir.
O denizin her köşesinden m uhtelif rüzgârlar eser.
Dağ gibi olan dalgalarını kenarlarına yığar.
O denizdeki mevceler, yekdiğerini ta'kîb etmektedir.
Ra'din sadâsı, dalgaların çarpışması esnâsındaki savt-ı mehîb gibidir.
O denizdeki berkler, her nazırın gözbebeğini kapar.
Berkin iltimâı, kılıçların esnâ-yı muharebedeki parlamaları gibidir.
O denizde bulutlar, biribiri üzerine yığılır;
Ve safahât fezâsından dâim î yağmurlar yağdırır.
Deniz hâricinde, birbiri üzerine yığılan zulmetler, bu denizdeki zulmetle­
re nazaran katre gibidir.
Böyle bir denizde kendi evsâfının sefâetini, zâtında müstağrak olan âşık,
ne sûretle nâil-i selâmet olur?
Ta'bîr-i aharla, eli ayağı yüzmekten kesilen bir yüzücü, o denizde ne ya­
pabilir ve onu necata kim sevk edebilir?
"Allahu Ekber" o denizde selâmet mümkün müdür?
Heyhat, heyhat, heyhat!"

153
Onsekizinci Bâb

lrade-i İlâhiyye Hakkındadır

Manzumenin Tercümesi:

"İrâde-i ilâhiyye, tecelliyât-ı in'itâfiye-i ilâhiyyenin evvelidir.


Bu irâde, Hak için ve bizim için mûcib-i nefehâttır.
H ak için nefehâtü'l-kuds, halk için nefehâtü'l-ünsdür.
Ma'rife olmaktan, nekre çeşnisi gösteren "kenz-i hafî"den cemâl-i İlâhînin
zühûru bu irâde iledir.
O cemâlin mehâsini, etrâfına saçılmıştır.
Halkıyet tevehhümü, tecelliyâtın bir nevi' sûretidir.
Hakk'm mehâsini, nefsinde îcâd-ı mahlûkâtı iktizâ etmese, mahlûkât mah­
lûk olmazdı.
O mahlûkât da olmasa sırr-ı Hak, hüsn-i sıfât ile m evsûf olmazdı.
Mahlûkât H ak ile zâhir oldu. Hakk'm zuhûr-ı cemâli, mahlûkât iledir.
H er biri, dîğeri için mehâsinin mezâhiridir.
Mü'min-i Ferd-i Vahîd olan Hak, mü'min için mir'ât gibidir.
Bu bâbda vârid olan hadîs, bunu müeyyiddir.
Hak, Mü'min'dir: Mü'min olan kimse ile iki mir'ât gibi olup, bizzât tekâ-
bülleri vardır.
Hakk'm mehâsini bizimle âşikâr oldu. Bizim mehâsinimiz de Hak'la âşi-
kâr oldu.

154
Arada tefrika yoktur.
O bizimle tesemmî, belki biz de onunla tesemmî ettik.
Her biri, dîğeri için âyât nüshasıdır.
Hakk'm bilinmekliğe irâdesi taalluk etmeseydi, defîne-i ilâhiyye hafâyâsı-
nı ibraz etmezdi.
Bunun içindir ki, irâdenin hükmü, şâir evsâfa takaddüm etmiştir."
Şu hakîkat de m a'lûm un olsun ki; irâde-i ilâhiyye, iktizâ-yı zatîye
göre, ilm-i H akk'm tecellîsi sıfatmdan ibârettir. İşte o muktezî, irâde­
den ibârettir.
Hülâsa: İlm-i İlâhînin iktizâsına göre H akk'm m a'lûm âtm ı vücûda
tahsisinden ibâret olup, H ak'daki bu vasfa "irâde" tesmiye olunur.
Bizde m ahlûk olan irâde, H akk'm irâdesinin aynıdır. Şu kadar var ki,
o irâde bize nisbet olunca, bize lâzım olan hudûs, vasfımıza da lâzım
olmuştur. Onun için "bizim irâdemiz m ahlûktur" dedik. Yoksa o irâ­
de, A llah'a nisbetle irâde-i kadîme-i ilâhiyyesinin aynıdır. Eşyâyı,
matlûb-ı vech ile ibrâzdan bizi m en' eden irâdenin bize nisbetidir. İş­
te o nisbet mahlûktur. Bize nisbet olunan o irâde mürtefi' olup da,
"alâ-m â-hüve aleyh" Hakk'a nisbet olunursa, eşyâ o irâde ile münfail
ve müteessir olur. Bunu anla!
Nitekim bizim vücûdumuz bize nisbetle mahlûk, A llah'a nisbetle
kadîmdir. Bu nisbet, zarûrî bir hakîkat olup, ona ıttüa' keşf ile, zevk
ile, ayn makâmma kâim olan ilim ile bilinebilir. Şu halde burada şâ-
yân-ı dikkat olan işte bu nisbettir, bunu anla!
Şurası da bilinmelidir ki; irâdenin mahlûkâtta dokuz m azhan var­
dır.
Mazhar-ı evvel, kalbin meyli, kalbin matlûba incizâbından ibâret­
tir. Bu meyil kuvvetlenir ve devâm ederse ism ine "V ela" denir. Bu,
irâdenin mazhar-ı sânîsidir.
M eyl-i mezkûr, iştidâd peydâ ederek ziyâdelenirse "Sabâbet" tes­
miye olunur. Buna sabâbet denilmesinin sebebi, kalb kendisini sevdi­
ğine karşı büsbütün salıverdiğinden, döküldüğü zaman suyun insıbâ-
bma benzediği içindir. Çünkü, dökülünce suyun akmamasma ihtimâl
yoktur. Bu sabâbet, irâdenin mazhar-ı sâlîsidir.

155
M eyl-i mezkûr, kalbi bi'l-külliye meşâgil-i sâireden fâriğ kılarak,
kesb-i tem kin eylerse, "Şefaf" tesmiye olunur. Bu, irâdenin mazhar-ı
râbiidir.
Meyl-i mezkûr kalbi, fuâd-ı insâniyyede müstahkem olarak, başka
şeye meşgûliyetten büsbütün alıkoyarsa, adma "hevâ" denir. Bu, irâ­
denin mazhar-ı hâmisidir.
M eyl-i mezkûr kalbi,, cesedde istilâ hükmünü gösterecek derecede
iştidâd peydâ ederse "garâm " tesmiye olunur. Bu, irâdenin mazhar-ı
sâdîsidir.
M eyl-i mezkûr kalbi ziyâdelenerek, esbâb-ı mûcibeyi izâle edecek
hâle gelirse, adına "hubb" tesmiye olunur. Bu, irâdenin mazhar-ı sâ-
biîdir. M eyl-i mezkûr kalbi, muhibbi nefsinden fâni küacak derecede
heyecân peydâ ederse adma "vüdd" tesmiye olunur. Bu, irâdenin
mazhar-ı sâminidir.
M eyl-i mezkûr kalbi, kabararak muhibbi ve mahbûbu ifnâ edecek
derecede kesb-i şiddet ederse, adma "aşk" tesmiye olunur. Bu ma-
kâmda âşık, ma'şûkunu görünce, farkına varamaz. Yine o halde
m a'şûkuna feryâd eder. Buna m isâl olarak yazıyorum:
Leylâ bir gün Mecnûn'un yanma vararak, konuşmak için kendisini
da'vet ettiği sırada, Mecnûn: "Beni bırak, ben seni düşünemiyorum,
ben Leylâ ile meşgûlüm" demiştir. Bu mertebe, takarrub ve vusûl ma-
kâmâtının âhiridir. Ârif, bu makâmda ma'rûfunu inkâr eyler. Arada ne
ârif, ne ma'rûf, ne âşık, ne ma'şûk kalır; tek başına aşk kalır, işte bu ne­
vi' aşk, resim, isim, na't, vasıf altına girmeyen zât-ı mahz-ı sırftan ibâ­
rettir. O, ya'nî aşk, ibtidâ-i zuhûrunda âşıkı ifnâ ederse, âşık için ne
isim, ne resim, ne na't, ne vasf kalır. Âşık aşkında büsbütün mahv olur­
sa aşk, ma'şûk ve âşıkı ifnâya başlar. Evvelâ ismi, sonra vasfı, sonra zâ­
tı ifnâda ber-devâm olur. O mertebede ne âşık kalır, ne ma'şûk! Bu mer­
tebede âşık iki sûretle zâhir, iki sıfatla mevsûf olur; kendine âşık da de­
nir, m a'şûk da denir. Ben, bu bâbda âtideki üç beyti söyledim.

Beyitlerin Tercümesi:

"Aşk, Allah'ın alevlendirilmiş ateşidir. O ateşin tulû'ıı ve ufûlü gönüller­


de olur.

156
Bu bir "nebe-i azîmdir" (büyük haber). Bu mertebeye vâsıl olanlar, bu ne-
be-i azîmde ihtilaf etmişlerdir. Ba'zısı mekânette, ba'zısı adem-i mekânettedir.
O mertebede olanları, nokta-i vâhide-i aşkta vâhid gördüğün halde, onlar­
dan her biri başlı başına m üteferriktir."
Şurası da bilinmelidir ki; "fena" zuhûl hükm ünün istilâsıyla insan­
da hâsıl olan adem-i şuûrdan ibârettir. Aşıkın nefsinden fenâsı, nefsi­
ne adem-i şuûru; m ahbûbundan fâni olması, varlığının mahbûbu var­
lığında mahv ve nâbûd olm ası demektir.
Hülâsa, "fenâ," kavmin (sûfiyyenin) ısülâhmda, bir şahsm kendi
nefsine ve nefsinin levâzımma adem-i şuûru demektir.
Bunu bildikten sonra şunu da bil ki, mahlûkâtı ahvâline ve eşkâli­
ne tahsis eden irâde-i ilâhiyyede illet-i mûcibe ve sebeb yoktur. O irâ­
de, H ak'dan illetsiz sâdırdır; sırf ihtiyâr-ı İlâhîden ibârettir. O, ya'nî
irâde azamet ahkâmından bir hüküm, ulûhiyet evsafmdan bir vasıftır.
Nefsine mahsûs olan ulûhiyet ve azam eti bir illetten, bir sebebten
neş'et etmemiştir. Bu m eselede İm âm M uhyiddîn İbnü'l-A rabî (r.a.)
hazretleri bu re'yim ize muhâliftir. Çünkü İm âm -ı mezkûr: "A llah'a
muhtâr tesmiye olunamaz; çünkü A llah bir şeyi ihtiyârıyla işlemez;
belki âlemin nefsindeki iktizâya göre işler. A lem in nefsinden iktizâ et­
tiği şey de, o âlemin bulunduğu vecihten ibârettir. Binaenaleyh Hak
muhtâr olm az" demiştir.
İşte İmâm Muhyiddîn'in Fütuhât-ı M ekiyye'deki sözü budur. Muh-
yiddîn-i Arabi irâde-i ilâhiyye tecellîsinde muzaffer olduğu bir sır üze­
rine, bu sözü söylemişse de, kendisini fevt eden esrâr, muzaffer olduğu
esrârdan daha çoktur. Bu da azamet-i ilâ h iy y e muktezeyâtmdandır.
Biz, İmâm-ı mezkûrun muzaffer olduğu sırra mazhar olduktan sonra,
tecelli-i izzet-i ilâhiyyede Hakk'ın eşyâda muhtâr, zarûretten sâdır ol­
mayan meşiyyetin ahkâmı ile eşyâda mutasarrıf olduğuna muttali' ol­
duk. İrâde, bir şe'n-i İlâhî ve vasf-ı zâtidir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
Kur'ân'da nefsinden açık beyân ile ji»w j »liî i> j&û iÇ (Kasas, 28/68)
buyurmuştur. "Rabb'in istediğini halk eder ve bu halkta muhtârdır."
Hülâsa: Hak, Kâdir-i M uhtâr, A zîz-i Cebbâr, M ütekebbir-i Kah-
hâr'dır.

157
Ondokuzuncu Bâb

Kudret-i İlâhiyye
Hakkındadır

udret, kuvve-i zâtiyyeden ibârettir, Allah'dan başkası için ola­

K maz. Kudretin şanı, m a'lum ât-ı ilâhiyyeyi, muktezâ-yı ilmine


göre âlem-i a'yan-ı hâriciyyeye ibrâz ve izhârdan ibârettir.
Âlem-i aynî, bu tecellînin meclâsıdır. Ya'nî âlem-i aynî, ademden
vücûd bulan m a'lûm ât-ı ilâhiyye a'yânmm mazharıdır. Çünkü Ce-
nâb-ı Hak, o ma'lûm âtm ademden m evcûd olduğunu, üm-i İlâhîsinde
bilir. •
Binâenaleyh kudret, mevcûdâtı ademden izhâr eden kuvvetten
ibârettir. Kudret, sıfat-ı nefsiyye-i ilâhiyyedir; rubûbiyet onunla zâhir-
dir. O, ya'nî kudret-i ilâhiyye bizde mevcûd olan kudretin aynıdır.
Yalnız kudretin bize nisbetine, "kudret-i hâdise"; Hakk'a nisbetine,
"kudret-i kadîm e" tesmiye olunur. Kudret, bize nisbetle ihtirââttan
âcizdir. Yine o kudret, ayniyle A llah'a nisbet olunduğu zaman, eşyâ-
yı ihtirâ' ve ketm-i ademden şuhûd-ı vücûda izhâr eder. Bunu anla!
Bu bir sırr-ı celîldir ki, onu ehlullâhdan "zâtiyyûn"dan başkasma keşf
etmek m uvafık değildir.
Kudret, bizim indimizde m a'dûm u, îcâddan ibârettir. îm âm Muh-
yiddîn İbnü'l-A rabî bu m es'elede de muhâliftir. Çünki İm âm -ı mez­
kûr, "A llah eşyâyı ademden halk etmedi, yalnız o eşyâyı vücûd-ı İlmî­
den, aynîye izhâr etti" demiştir. M uhyiddîn'in kelâmı budur. Bu sö­
zün aküda isnâd edecek vechi varsa da, za'f üzerinedir. Çünkü
m a'dûm u ihtirâ'dan ve ma'dûm u adem-i mahzdan, vücûd-ı mahza

158
ibrazda, kudret-i ilâhiyyenin acze düşmesinden ben, Rabb'im i tenzih
ederim.
Şunu da bil ki; İm âm -ı m ezkûr'un dediği münker değildir. Çünkü
imâmın bununla murâdı, eşyânm ilm -i İlâhîde olan vücûdu, sonra
âlem-i aynîye ibrâzı olduğu için, bu ibrâz, vücûd-ı İlmîden, vücûd-ı
aynîye karşı olmuştur. Yalnız şurası imâm-ı mezkûru fevt etmiştir ki,
A llah'ın kendi nefsinde, kendine vücûd hükmü, eşyânm ilminde vü­
cûduna hükmünden evveldir.*
Bu halde o hükm-i İlâhîye nazaran mevcûdât m a'dûm dur; vücûd
yalnız Cenâb-ı Hakk'mdır. Cenâb-ı Hak için kıdem, işte bu sûretle sa­
hîh olmuştur. Böyle olmasa, bütün mevcûdâtm her veçhe göre, kı-
dem-i ilâhî ile berâber yürüm esi lâzım gelir. Cenâb-ı Hak ise bundan
âlîdir. Bundan şu neticeyi alırız ki, Cenâb-ı Hak eşyâyı ilm inde adem­
den icâd etti; ya'nî Hak o eşyâyı kendi ilminde ademden mevcûd ola­
rak bildi. Bunu düşün! Sonra o eşyâyı ilminde, aynda ibrâz ile îcâd et­
ti. Binâenaleyh o eşyâ, aslında ilm -i İlâhîde, adem-i mahzdan vücûd
bulmuştur.
Hülâsatü'l-hülâsa: Hak Teâlâ, eşyâyı adem-i mahzdan îcâd etmiş­
tir. Şurası da bilinmelidir ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin
kendi nefsine ve mahlûkâtma olan ümi, ilm-i vâhiddir; zâtma olan il­
minin nefsiyle, m ahlûkâtını da bilir. Lâkin o mahlûkât H akk'm kıde­
m iyle kadîm değildir. Çünkü Hak mahlûkâtmı hudûs ile bilmiştir.
M ahlûkât ilm -i İlâhîde hadd-i zâtında m uhdesetü'l-hüküm , aynında
m esbûkun bi'l-ademdir. H akk'm ilmi, kadîmdir, ademle mesbûk de­
ğildir. Bâlâda "H akk'm vücûduna "vücûd" ile hükmü, mevcûdâtm
vücûduna hükmünden evveldir" demiştik. Bu kabliyet burada, kab-
liyyet-i hükmiyye-i asliyyedir; zamâniyye değildir. Çünkü Hakk'm
nefsi ile müstakil olan vücûdu, vücûd-ı evveldir. M ahlûkâtta Hakk'a
ihtiyâç olduğu için, onlarm vücûdu, vücûd-ı sânîdir. Binâenaleyh
m ahlûkât vücûd-ı evvelde ma'dûm dur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ haz­

* M aam âfih, müellifin eşyanın vücûduna Cenâb-ı H akk'm hükm ü, kendi vücûduna
hükm ünden sonradır" tarzındaki keşfi, o kadar kuvvetli değildir. Çünkü, Cenâb-ı
H akk'ın kendi vücûduna hükm ünün içinde, eşyanın vücûduna hükm ü de dahil­
dir. Binâenaleyh, İm am M uhyiddîn'in "C enâb-ı Hak eşyayı vücûd-ı İlm îden, vü-
cûd-ı aynîye nakletti" dediği yerindedir. M ecd î

159
retleri, mahlûkâtı ilminde adem-i mahzdan ihtirâ'-ı İlâhî ile îcâd edip,
sonra âlem-i İlmîden kudretiyle, âlem-i aynîye izhâr etmiştir. Hakk'm
mahlûkâtı îcâdı, ademden ilme, ilimden ayn'a îcâd sûretiyledir; başka
sûret için yol yoktur.
Bu izâha karşı, "H akk'm ilminde îcâddan evvel mahlûkâta cehli lâ­
zım gelir" diye i'tirâz olunmasm; çünkü burada zaman yoktur. Bura­
da bulunan ancak kabliyyet-i hükmiyyedir. Bu kabliyyet-i hükmiyye-
yi, ulûhiyet, nefsiyle izzet ve azametinden ve evsâfmdan âlemlerden
istiğnâsından dolayı îcâd etmiştir. O mahlûkâtın, ilminde vücûduyla
adem-i aslîsi arasmda zaman yoktur ki, ilminde îcâddan evvel Hakk'a
cehl lâzım gelir denilebilsin. Allah bundan ulüvv-i kebîr ile âlîdir.
Bu îzâhâtım ızı iyi anla!
Bizim bu îzâhâtımız, keşf-i İlâhîden ihsân olunan îzâhâttır. Bunu bu
kitâbda îrâd etmekten maksadımız, Allah için, Resûl'ü için, mü'minîn
için nasîhat olarak bir tenbîhten ibârettir. İmâm üzerine i'tirâz için de
değildir.* Çünkü İmâm, bâlâda îzâh olunan murâdına göre musîbdir,
bizim beyân ettiğimiz hükme göre muhtîdir. ^ j i ’Ja ö j j (Yûsuf, 12
/76) ["Her ilim sâhibinin fevkinde, âlim vardır" demektir.]
Bu îzâhı bildikten sonra, şunu da bil ki, kudret-i ilâhiyye bir sıfat-
tn ki, o sıfatm sübûtuyla H ak'dan "m in-külli'l-vücûh" acz m üntefî ol­
muştur. [Bu ta'bîrim izden "Kudret sâbit olmasaydı, aczin sübûtu lâ­
zım gelirdi" m a'nâsı çıkarılamaz. Çünkü kudret sâbittir] Adem-i sü-
bût tasavvuru câiz değildir. O kudret ebediyen sâbit, acz de ebediyen
müntefîdir.

* Bu teşrihât, tecelliyât-ı sıfatiyyeye nazarandır. Şuûn-i zâtiyyeye nazaran değildir.


Binâenaleyh, bâlâda İm am M u hyid d în'e verilen hak yerindedir. M ecdî.
Yirminci Bâb

Kelâm-ı İlâhî Hakkındadır

Nazmın Tercümesi:

"Kelâm, Hak'da zâhir olan vücûddan ibârettir; vücûd-ı câizin hükmünü


de muhtevidir.
îlm -i İlâhîde kelimât, okunamıyan harflerden ibârettir.
Çünkü orada temâyüz yoktur; temâyüz zuhurdadır.
O zuhûrdan "kün" lafzıyla ta'bîr ettiler. O zuhûr Hakk'ın bilinmesi için­
dir.
Şunu bil ki: H ak için "kün" demek hak'dır. O'nun "kün" demesiyle, âciz
olan "kevn" tekevvün eder.
Kelâm Hakk'mdır; hakîkaten de olsa böyle, mecâzen de olsa böyledir. Her
ikisi de, câizdir."
Şurası da hulâsaten bilinm elidir ki; Kelâm -ı İlâhî, H akk'm ilmini
izhâr i'tibâriyle, tecelli-i İlm îsinden ibârettir. İsterse o kelim ât, a'yân-
ı m evcûdenin nefsi olsun, isterse vahy ile, m ükâlem e-i ilâhiyye, yâ­
hut bunlara benzeyen şeylerle ibâdınm anlıyabileceği m aânîden ibâ­
ret olsun. Çünkü kelâm -ı İlâhî fi'l-cüm le sıfat-ı vâhide-i nefsiyyeden
ibârettir.
Bu sıfatın iki ciheti vardır: Cihet-i ûlânm da iki nev'i vardır.
N ev'-i evvel; A rş-ı rubûbiyetin fevkinden, emr-i ulûhiyetle, ma-
kâm -ı izzetten kelâm -ı İlâhînin sâdır olmasıdır. Bu kelâm öyle bir
em r-i âlîdir ki, buna m uhâlefete im kân yoktur. Kâinâtın bu emre itâ-

161
atm ın şeklini kâinât ne bilir, ne anlar. A ncak H ak bu tecellîde, tak-
dîr-i vücûdunu m urâd ettiği kevnin kelâm ını işitir. Sonra kevn ne
sûretle em r olunduysa, o vecihle cereyân eder. Bu A llah'dan bir inâ-
yet ve rahm et-i sâbıkadır. Bu sûretle vücûda tâat ism i verilm esi sa-
hîh ve o vücûd saîd olur. Buna Cenâb-ı Hak, yere göğe hitâb ederek
söylediği ^ ^ J (Fussılet, 41/11) "İster, istemez
geliniz. Yer gök dediler ki: M utî' olarak geldik" âyet-i kerîm esiyle
işâret etmiştir.
Hak, ekvâna tâatla hükm etti. Kâinât da mükreh ve m ecbûrî olma­
yarak geldi. Bu A llah'dan tefaddul ve inâyettir Bunun için, rahmeti
gazabmı sebk etmiştir. Çünkü ikrâh üe değil, itâatla hüküm ve emr et­
ti; mutî' olan nâü-i rahmettir. M ecbûrî geliniz, diye hükm etseydi, o
zaman bu hüküm tefaddul değil, adi olurdu. Çünkü kudrette ekvânı,
varlığa cebr etmek hâssası mevcûddur. Zâten mahlûkâtm ihtiyârı
yoktur. Böyle ikrâh ile emr etseydi gazab, rahm eti sebk etmiş olurdu.
Fakat rahmeti gazabmı sebk ettiği için, ekvâna itâatle hükm etti. Binâ­
enaleyh mevcûdât, hey'et-i umûmiyesiyle m utî'dir. Hakîkatte arada
hiç âsî yoktur. Mevcûdâtm kâffesinin m utî' olduğuna âyet-i mezkûre-
deki Çil (Fussılet, 41/11) "M utî' olarak geldik" kavl-i celîli şâ-
hiddir. Her m utıin nasîbi de rahmetten başka bir şey değildir. Bunun
içindir ki, cehennemin hükmü nihâyette Cebbâr'm o cehenneme aya­
ğını koymasıyla m üntehi olur. Cebbâr, nâra kademini koyunca "yeter,
yeter," diyerek ateş söner ve ateşin yerine cırcır otu biter. Nitekim Ne-
b î (s.a.v.)'den bu bâbda bir hadîs de vârid olmuştur; bunu inşâallahu
Teâlâ bu kitâbın m ahall-i mahsûsunda beyân edeceğiz. İşte bu îzâhâ-
tımız kelâm-ı kadîm-i İlâhîden cihet-i ûlânm birinci nev'ine âittir.
Kelâm-ı kadîm-i İlâhînin cihet-i ûlâdan nev'-i sânîsine gelince: En­
biyâya inzâl olunan kütüb-i mukaddese gibi ve enbiyâ ve onlarm mâ-
dûnunda olan evliyâ ile mükâlemât-ı ilâhiyye gibi Hak ile halk arasın­
da lügat-ı üns ile makâm-ı rubûbiyetten sâdır olan kelâm -ı İlâhîdir. Bu
nevi', -bâlâdaki nev'-i evvelde olduğu g ib i- emre, adem-i muhâlefe-
tin imkânsızlığı şeklinde olmayıp, kütüb-i münzeledeki evâmirde
mahlûktan tâat ve m a'siyet vâki' olmuştur. Çünkü bu nevi'den olan
kelâm -ı İlâhî, lügat-ı üns ile sâdır olmuştur. Bu babda m e'm ûr olanlar
tâatta muhayyer gibidir. "M uhayyerin" ta'bîriyle şunu kasd ediyo­

162
rum ki; m a'siyette azâb ile cezâ-i adalet, itâatta sevâb ile mükâfât fazl-
ı ilâhî olsun için ef'alde ihtiyâr nisbetini, Cenâb-ı Hak bu nevi'den
m e'm ûr olanlara vermiştir. Bu nevi' kelâm -ı İlâhîde, ihtiyâr nisbetini
m e'm ûr olanlara vermek, bir nevi' fazl-ı İlâhîdir. Çünkü o ihtiyâr, on­
larda i'tâ-yı ilâhî ile hâsıldır. Bu sûretle ihtiyâr i'tâsı, kendilerine sevâb
verilmesinin sıhhatine vesîle olsun içindir. Netîce: Bu nevi'de sevâb
fazl-ı ilâhî, ıkâb adl-i sübhânî'dir.
Kelâm-ı İlâhîden cihet-i sâniyeye gelince: M a'lûm un olsun ki,
H akk'm bu cihetteki kelâmı, a'yân-ı m ümkinenin nefsinden ibârettir;
ve mümkünâttan her m üm kün kelimât-ı H ak'dan bir kelimedir. Bu­
nun için mümkünâtta bitm ek ve tükenmek gayr-i mümkündür. Ce-
nâb-ı Hakk'm Kur'ân-ı Kerîm 'de jl P J P ^ oLlSÜ blj- 1jlS p J i
V jl. dlç i p ‘J j oU (Kehf, 1 8 / 109) buyurması, bunun delîl-i bâ-
hiridir. "Rabb'im in kelimâtmı yazm ak için deniz mürekkeb olsa,
Rabb'im in kelim âtı bitm eden o deniz elbette biterdi. Bir misli midâd
üe daha imdâd olunsa hüküm yine böyledir" demektir.
Binâenaleyh mümkünât Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin ke-
limâtmdan ibârettir. Bunun sebebi, kelâmç hulâsa i'tibâriyle mütekel-
limin ilmindeki m a'nânm sûretinden ibârettir. M ütekellim, bununla o
sûreti ibrâz ile o m a'nâyı sâm i'in fehmine îsâl etm ek ister. Bu ma'nâ-
ca olan kelâmullâh, m evcûdâttan ibâret olup, sûret-i ayniyye-i mah-
sûse-i m a'kûle-i m evcûdeden ibârettir. Bunlardan her birisi ilm-i üâ-
hîde mevcûd olan m a'nâlarm sûretleridir. İlm-i İlâhîde mevcûd olan
m a'nâlar, a'yân-ı sâbiteden ibârettir. İstersen o a'yân-ı sâbiteye "H a-
kâyık-ı eşyâ" de; istersen "tertîb-i ulûhiyet" de; istersen "vahdetin be-
sâtatıdır" de; istersen "gaybın tafsilidir" de; istersen "Cem âlin sûreti-
dir" de; istersen "esm â ve sıfâtın âsârıdır" de; istersen "H akk'm
m a'lûm âtıdır" de; istersen "hurûfât-ı âliyât" de!
Muhyiddîn Arabî hazretleri "a'yân-ı sâbite"ye, "huruf-ı âliyât"
ta'bîrini kullanmış ve JiJ oLJU ûi demiştir. "Biz ilm-i İlâhîde he­
nüz söylenmemiş, okunmamış hurûf-ı âliyeden ibâret idik" demektir.
Hulâsa: Mütekellim, bir sözü söylemek için hareket-i irâdiyyeye,
gayb demek olan sadırdan zâhir-i şeffeye çıkan huruf ile memzûc ne­
fese muhtâc olduğu gibi, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri de, mah-
lûkâtı âlem-i gaybdan, âlem-i şehâdete ibrâz için evvelen irâde ede­

163
rek, sonra kudretle o mahlûkâtı izhâr eder. Hak'da irâde, mütekelli-
min nefesindeki hareket-i irâdiyyeye mukâbildir. Kudret de, âlem-i
gaybdan, âlem-i şehâdete ibrâz için, hurûf ile sadırdan şeffeye hâriç
olan nefese mukâbildir. Mahlûkâtı tekvin de, mütekellimin nefesinde­
ki hey'et-i mahsûsa üzerine kelimeyi terkibe mukâbildir.
Teşbih ederim o Cenâb-ı H akk'ı ki, insanı kendisi için nüsha-i kâ­
mile olarak yaratmıştır. Nefsine nazar ederek tedkîk etsen, Hakk'm
her sıfatına karşı, nefsinde bir nüsha bulursun. Bu takdirde hüvi­
yetine bak, hangi şeyin nüshasıdır? Enniyetine bak, hangi şeyin nüs­
hasıdır? Rûhuna bak, hangi şeyin nüshasıdır? Aklına, bak, hangi şe­
yin nüshasıdır? Fikrine bak, hangi şeyin nüshasıdır? Hayaline bak,
hangi şeyin nüshasıdır? Sûretine bak, hangi şeyin nüshasıdır? Vehm-
i acîbine bak, hangi şeyin nüshasıdır? Kezâlik başarma bak, hafızana
bak, sem'ine, ümine, hayâtına, kudretine, kelâmma, irâdene, kalbine,
kalıbına bak; bunlardan her biri, kelimât-ı ilâhiyyeden hangi kemâlin
nüshası ve hangi İlâhî cemâlin hüsnünün sûretidir?
Ahd-ı merbût, şart-ı m eşrût olmasa bu îzhdan daha açık şekilde
beyânatta bulunur ve o beyanâtı sekr-i samedânîye uğrayanlara nakl-
i iştihâ ve sahve gelenlere»gıdâ-yı safâ yapardım. Fakat, ufak bir basi­
reti olan kim se için bu kadar işâret kâfidir.
Bu bâbda îrâd ettiğim esrâr üzerine tenbîhâtta bulunmak izninin
benden evvel kimseye verildiğini bilmiyorum. Ben bunları emr olun­
duğum için söyledim. Bu kitabın ekserisi bu kabildendir. Fakat ben
kışrı, lübâb üzerine mahfaza yapıyorum. Ulu'l-elbâbdan olan, o kışn
atar ve lübbünü bulur, o esrârı anlayarak telaffuz edebilir. Hicâbda
kalıp da, sırra vâkıf olmayan, olduğu yerde durur.
Allah hakkı söyler ve tarîk-ı savâba hidâyet eyler.

164
Yirmibirinci Bab

Sem'i İlâhî Hakkındadır

Nazmın Tercümesi:

"Sem'-i İlâhî, Hakk'ın eşyayı nutukları i'tibâriyle bilmesi demektir.


Eşyâdaki nutk ba'zan lafzî olur, ba’zan lisân-ı hâl ile olur.
Lisân-ı hâl ile olan, duâ nutku demektir.
Bu lisân-ı hâl ile olan nutk, Cenâb-ı H akk’ın indinde nutk-ı füshâ gibi ik­
tizâya mutâbık olarak söylenen nutk değildi*."
Şurası da m a'lûm olsun ki: Sem '-i İlâhî, m a'lûm u ifâde tarîkiyle
H akk'm tecelli-i ilminden ibârettir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretle­
ri, her işittiğini işitmezden evvel ve işittikten sonra bildiği için sem',
m a'lûm dan husül tarîkiyle Hakk'm tecelli-i ilminden başka bir şey de­
ğildir; m a'lûm olan şey, isterse H akk'm nefsi olsun, isterse mahlûkâtı
olsun, bunu anla!"
Sem '-i İlâhî, Hakk'a mahsûs vasf-ı nefsîden ibârettir. O vasfı
Hakk'm nefsindeki kem âli iktizâ etmiştir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ
hazretleri, nefsinin kelâm ını ve şuûnâtmm kelâmını işitir. Kezâlik
mahlûkâtmm kelâmım da hem nutukları, hem de ahvâlleri i'tibâriyle
işitir. Kendi kelâmı haysiyetinden nefsi için olan simâı, ma'lûmdur.
Şuûnu i'tibâriyle, kendine mahsûs olan semâı, esmâ ve sıfâtındaki i'ti-
bârât ve taleb-i müessirât nokta-i nazarından esmâsmm ve sıfâtınm
muktezâsıdır. Bu takdirde kendi nefsine olan icâbeti, o muktezâyı ib-
râzdan ve o âsârm esmâ ve sıfât için zuhûrundan ibârettir. Peygam-
ber-i zî-şânm 3 dil J j >! j l Jj»l "Ehl-i Kur'ân, ehlullâh ve Hakk'm

165
havâssıdır" buyurmuştur. Bu hadîs ile kendilerine işaret olunan "zâ-
tiyyûn" ve zâtiyyûndan olan ibâdma Rahmân'm Kur'ân ta'lîm i, bu
ikinci istim â', ya'nî şuûn-ı zâtiyyeyi istimâ' kabîlindendir. Zâtiyyûn­
dan olan abd, esmânm, sıfâtın, zevâtm muhâtabâtmı işitir ve o muhâ-
tabâta mevsûfun sıfatına icâbesi gibi cevap verir. Bu ikinci sem â', se­
m â'-ı kelâmîden çok kıymetlidir.
Bunun îzâhma gelince, semâ'-ı kelâmîde Cenâb-ı Hak kuluna 'Semi'
sıfatını iâde edince o abd, kelâmullâhı sem'-i İlâhî ile işitir. O semi'de
taaddüd olmadığı gibi, evsâfın ve esmânm zât ile berâber zâttaki ahvâ­
lini bilmez. Halbuki Rahmân'm ibâdma Kur'ân ta'lîmi şeklinde olan
ikinci semâ', ya'nî semâ'-ı şuûnî bu kabildendir; çünkü sıfat-ı sem'iyye,
semâ'-ı sânîde abd için hakîkat-ı zâtiyyedir. Evvelkisi gibi müsteâr de­
ğildir, müstefâd da değildir. Abdın zâtı için bu tecelli-i sem'i sahîh
olunca, o abd için arş-ı rahmâniyet kurulur. Rabb'i o arş üzerinde isti­
lâ ile tecellî eder. Eğer o kulun evvelâ şuûnu istimâı olmasa, Zât-ı dey-
yân'dan esmâ ve evsâf bu semâı iktizâ etmezdi ve o abde huzûr-ı Rah-
mân'da âdâb-ı Kur'ân ile teeddüb etmek mümkün olmazdı.
Bu yazılan öyle bir sözdür ki, bunu üdebâ-ı ümenâ-i gurabâdan
başkası anlayamaz. O üdebâ-ı ümenâ, bu kelâm -ı sânîyi semâ' husû-
sunda, tahakkuk mertebesine varan "efrâd"dan ibârettir. "Kelâm -ı sâ­
nî" dediğimiz için intihâ yoktur. Çünkü H akk'm kelimâtma nihâyet
yoktur. Kelimât-ı mezkûre, efrâd-ı mezkûre hakkmda tecelliyâtm te-
nevvuâtı demektir. O nev' ricâl-i âliyede lugat-ı esmâ ve sıfât ile zâtm
muhâtabası dâim olup, bu mükâlemâta onlarm icâbetleri de lâ-yezâ 1-
dir. Ve bu icâbetleri, zâtlarmm hakikatiyle olup, mevsûfun sıfatma
icâbeti gibidir. Bu zikr ettiğimiz esmâ ve sıfât, bizim elimizde bulu­
nan, ya'nî derece-i irfânımıza H akk'm esmâ ve sıfâtmdan dâhil olan­
lar kabilinden olmayıp, esmâ ve sıfât-ı mezkûre, o ricâle muhtasdır. O
ricâl için bildiğimiz esmâ ve sıfattan başka ilm-i Hak'da seçilmiş bir
takım esmâ ve evsâf vardır. O esmâ ve evsâf, A llah'm indinde bu de­
receye varanlara mahsûstur. Bu esmâ-i müntehabe, Cenâb-ı H akk'm
kavli ile şuûnuna ve kavlinin Cenâb-ı Hak ile olan ve şuûn-ı mezkû-
reden ibâret bulunan ahvâline mahsûstur.
Kavlin ahvâli abde nisbetle m ahlûk, şuûn-ı Hakk'a nisbetle kadîm ­
dir. Esmâ ve evsâftan nezd-i İlâhîde olan şuûn, gayb-ı İlâhîde münte-

166
hab olan esrârdır. Bu nükteyi anla! Çünkü bu nükte, nevârid-i zaman­
dandır.
K elâm -ı sânîyi kırâatâ /4> j e ü-° ob-jOl j l î jl» uC, ^ * ijsi
JXy jJL o'ujüı j j i (JîİL j j i ^ill (Alak, 96/1-5) "Yaratan Rabbînin adıyla
oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! insana bilme­
diklerini belleten; kalemle yazm ayı öğreten Rabbin en büyük kerem
sâhibidir" âyetinde Nebiyy-i zî-şâna işâret vardır. Çünkü bu kırâat
ehl-i husûsun kırâatidir. "Ehl-i husûs" dediğimiz, ehl-i Kur'ân olan­
lardır. Ehl-i Kur'ân dediğimiz, m uham m ediyyûn'dan "zâtiyyûn" dâ­
iresine dâhil bulünanlardır. İşte bu zâtiyyûn, ehlullâhm içinden, "ha-
vâss" ta'bîr olunan "Efrâd"dır.
Kelâm -ı İlâhîyi kırâat ve zâtullâhdan sem '-i İlâhî ile istim â'a ge­
lince: Sem 'ullâh ile olan bu istim â', kırâat-i K u r'ân değil, kırâat-i
Furkân'dır. K ırâat-i Furkân, ehl-i ıstıfânm kırâatidir. Bunlar, "M ûse-
viyyûn-ı nefsiyyûn" derecesine varanlardır. C enâb-ı Hak, Hz. M û-
sâ'ya ^..Yı 'a-.X.L (Tâhâ, 20/41) "Seni nefsim için intihâb ettim " bu­
yurdu. Bu nü kteden dolayıd ır ki, tâife-i m ûseviyye, "n efsiy-
yûn"d ur. Tâife-i ûlâ ise zâtiyyûn olup, C enâb-ı H ak bunun için Hz.
M uham m ed'ine ÇkjJl Sîyiîl j İÇ- ’jUj (Hicr, 15/87) buyur­
du. "Sana seb'-i m esânîyi ve Kur'ân-ı azîm i verdik" demektir. Seb'-i
m esânî, Cenâb-ı H akk'm yedi olan sıfât-ı zâtiyyesinden ibârettir. Bu
husûsu, "Bism illâhirrâhm ânirrahîm " şerhine âit yazılan El-Kehfü ve'r-
Rakîm adlı kitâbımızda îzâh ettik. Bâlâdaki Kur'ân-ı azîm de, zâtul-
lâh'dan ibârettir. Bu m a'nâya da Hz. Peygamber (s.a.v.):
*^>Uj *JL)I >1 jiJ J I JaI hadîsiyle işâret etti.
Hulâsa: Ehl-i Kur'ân zâtiyyûn, ehl-i Furkân nefsiyyûndur; ikisinin
arasındaki fark, makâm-ı Habîb ile, makâm-ı K elîm arasın d a k i farktır.
Allah hakkı söyler, Allah her şeyi âlimdir.

167
Yirmiikinci Bâb

Basar-ı İlâhî Hakkındadır

Nazmın Tercümesi:

"Allah'ın basan, ilminin mahall-i tecellîsidir.


Allah nefsini gördüğü gibi, âlemi de görür.
Allah'ın ma'lûmunun kâffesi, basarının aynıdır.
Allah’ın bunların kâffesini ayânen görmesi dâimdir."
Basar ve şuhûd-ı İlâhî de^zuhıiru i’tibâriyle ilm-i Hakk'ın aynıdır.
Bu bir emr-i lâzımdır.
Cenâb-ı Hak, ma'lûmunu zâtıyla müşâhede eder.
Hakk'ın bu şuhûdu, ilm-i azîmden ibârettir.
İlim ile basar, Hakk'ın iki vasfıdır.
Hakikatte şey'-i vâhid ise de, iki sıfat i'tibâr edilince bu başka, o biri baş­
kadır.
Çünkü Basîr ile Alîm bir değildir; ayrı ayrı sıfatlardır."
Cenâb-ı Hak bizi ve seni muvaffak kılsın ve şurası da m a'lûm un ol­
sun ki; Hak Teâlâ'nın basarı, m a'lûm âtmı şuhûdu i'tibâriyle, zâtından
ibârettir. Çünkü Cenâb-ı H akk'm ilmi, m ebde-i İlmî i'tibâriyle ayn-ı
zâttır. Çünkü Hak, zâtı ile bilir ve zâtı ile görür ve zâtında taaddüd
yoktur. İlminin mahalli, basarının mahallidir. İlim ile basar her ne ka­
dar hakîkatte şey'-i vâhid ise de, iki sıfattır. Binâenaleyh basarı ile mu­
râd, meşhed-i İyânîde tecelli-i ilminden başka bir şey değildir. Kezâ-

168
lik ilmi ile de murâd, âlem-i ayrıdaki manzarmı idrâkten başka bir şey
değildir. Cenâb-ı Hak, zâtı ile zâtını, kezâlik zâtıyla mahlûkâtmı gö­
rür. Binâenaleyh zâtmı görmesi, m ahlûkâtm ı görmesinin aynıdır.
Çünkü basar, vasf-ı vâhid-i İlâhîdir. Aradaki fark, merâîde, ya'nî meş-
hûdâttadır. İşte bu sûretle H akk'm eşyâyı rü'yeti lâ-yezâldir. Şu kadar
var ki, irâdesi taalluk etmedikçe, bir şeye nazar etmez. Bu bir nükte-i
şerifedir, bunu anla!
İzâh-ı m ezkûre nazaran eşyâ ebediyen ve hiç bir zam an H ak'dan
m ahcûb ve m estûr değildir. Lâkin şim di izâh edildiği vecihle m eşi-
yeti taalluk etm edikçe bir şey üzerine nazarı vâki' değildir. İşte ha-
dîs-i nebevide vârid olduğu vecihle, A llah'ın kalbe şöyle ve şöyle
her gün n azarı vardır, b u yu ru lm ası bu kabildendir. A m m â
K ur'ân'da *^İJI ’j £ , % '■dil 'p+JZj V j (Âl-i İm rân, 3/77) buyrulm ası bu ka­
bilden değildir. "A llah onlara söz söylem ez ve onlara nazar etm ez"
demektir. Çünkü bu âyetteki nazar, C enâb-ı H akk'm kendisine tak-
rîb ettiği kullarm a lutuf buyurduğu rahm et-i ilâhiyyesinden ibâret­
tir. Bâlâdaki hadîsteki nazar ise böyle değildir. O nazar kalbedir; ha­
dîste vârid olduğu vecihledir.
Bâlâda, sıfat-ı nazariyye-i ilâhiyyeye Sit serd edilen îzâhât, yalnız
sıfat-ı nazariyyeye mahsûs olmayıp, başka evsâf-ı ilâhiyyeye de sâri­
dir. '&JLxJl j jjCo j (Muhammed, 47/31) "Sizden mü-
câhidleri ve sâbirleri bilmek için elbette sizi tecrübe edeceğiz" âyetini
görmüyor musun? Zannetme ki, Cenâb-ı Hak onları ibtilâdan evvel
bilmiyordu; A llah, cehilden müteâlîdir.
Kezâlik kalbe nazarda da her gün şöyle şöyle nazar ettiği kalb, na-
zar-ı İlâhîden hiçbir zaman mefkûd değildir.
Nazar-ı İlâhî hakkmdaki bu îzâhâtın altında öyle esrâr ketm ol­
muştur ki, bu sûretle tenbîhten başka şekilde o esrârı keşf mümkün
olmaz. İrfânı olan irfânma mülâzemet ve m üdâvemet eder. Te'vîle zâ­
hib olân elbette bir nevi' ta'tîle düşmek tehlikesindedir. Bunu anla!
Şurası da m a'lûm un olsun ki: Basala-i ayndan, eşyâya nâzır olan
müdrike-i basariyye, insandaki basardan ibârettir. Bu basala-i ayniy-
ye, eşyâya kendisinden bakmayıp da, m ahall-i kalbiden bakarsa, o ba­
sarın adına "basiret" tesmiye olunur. İşte o basiret, ayniyle Hakk'a
nisbet olunan "basar-ı kadîm "dir. Bu sır senin için keşf olunursa, -o

169
da ancak Allah'ın lutfuyla keşf olunur- hakâyık-ı eşyâyı olduğu gibi
görmeğe muvaffak olursun. Basarmdan hiç bir şey muhtecib ve mes-
tûr olmaz.
Bu kelimât ile sana işâret ettiğim sırr-ı acîbi anla! O kelimâtm gelin
gibi olan ma'nâlarından, perdenin eteklerini kaldır. İşini Cenâb-ı
Hakk'a reddet; sen, sensiz sen ol! Hattâ sen de olma; belki istediği gi­
bi sende tasarruf eden Allah olsun. "İstediği gibi tasarruf" dediğim,
evsâf ve esmâsmın iktizâsına göre tasarrufu demektir.
Bu kelimâttaki kışr-ı sâtiri at! Lübâb-ı zâhirîni (parlak öz) tenâvül
et! '(jJjlûîl W ^ j j oîjZJl (jiİJ C4>j ,^1 (En'âm, 6/79) "Ben
yüzümü yeri ve göğü halk eden zât ve ecell-i a'lâya istikâmetle tevcih
ettim. Ben müşriklerden değilim" âyetinin hakikatini anla!

170
Yirmiüçüncü Bâb

Cemâl-i Îlâhî Hakkındadır

y tâlib-i hakikat! M a'lûm un olsun ki, cemâl-i İlâhî A llah'ın ev-

E sâf-ı ulyâ ve esmâ-ı hüsnâsmdan ibârettir. Bu ta'bîr umûmîdir.


Husûsî olarak îzâh olunursa, rahmet sıfatı, ilim sıfatı, lutuf sı­
fatı, in'âm sıfatı, cûd ve ihsân sıfatı, rezzâkıyet ve hallakiyet sıfatları,
nef' sıfatı ve bunlara benzeyen sıfatların kâffesi sıfât-ı cemâliyyedir.
Burada bir de sıfât-ı müştereke vardır. O sıfâtm bir vechi cemâle, bir
vechi celâle nâzırdır: "R ab" ism i gibi; çünkü terbiye ve îcâd i'tibâriy­
le Rab, ism -i cemâldir. Rubûbiyet ve kudret i'tibâriyle, ism-i celâldir.
Allah ve Rahmân isim leri de böyledir. Rahîm ismi böyle değildir;
çünkü Rahîm, cemâl ismidir. Başka sıfâtı da bunlara kıyâs eyle!
Şurası da m a'lûm un olsun ki; Hakk'm cemâli ne kadar mütenevvi'
olsa da, iki nevi'den hâlî değildir: Nevv-i evvel ma'nevidir. Bu da es-
mâ-ı hüsnâ ve evsâf-ı ulyânm m a'nâlarmdan ibârettir. Bu nevi',
Hakk'm kendisini şuhûda mahsûstur.
N ev'-i sânî, sûrîdir. Bu da bütün fürûât ve envâı i'tibâriyle mahlû-
kât ta'bîr olunan âlem-i mutlaktan ibârettir. O âlem-i mutlak bir me-
câli-i ilâhiyyede zuhûr eden hüsn-i m utlak-ı İlâhîdir. "H alk" tesmiye
ettiğimiz işte bu m ecâlînin ismidir. Bu tesmiye de, hüsn-i İlâhî cümle-
sindendir. Tenevvu', cemâl i'tibâriyle olmayarak, cemâl-i İlâhîye me-
câli olması i'tibâriyle bu âlemden her kabîh ve m elîh olan gibidir.
Çünkü mertebe-i vücûddan, mertebesini muhâfaza için kabîh cinsini
kubhu üzerine ibrâz, hüsn-i İlâhîden olduğu gibi, hasen cinsini hüsnâ

171
üzerine ibrâz da, vücûddan mertebesini muhafaza için yine hüsn-i İlâ­
hîdendir.
Şurası da m a'lûm olsun ki, eşyâda kubuh, o şeyin nefsi için olma­
yıp, i'tibâra tâbi'dir. Bu îzâha nazaran, bu âlemde kubuh nâmına ne
varsa hepsi i'tibâra tâbi'dir.
Bu îzâha n azaran kubh-ı mutlak hükmü, vücûddan m ürtefi' olun­
ca, hüsn-i mutlaktan başka bir şey kalmaz. M aâsînin kubhunu görmü­
yor musun? O kubuh, nehy i'tibâriyle zâhir olmuştur. Çirkin olan râ­
yihanın kubhunu görmüyor musun? O kubuh, tab'ma mülâyim olma­
yan kimse i'tibâriyledir. Ammâ necâset böceğinin yanmda ve çirkin
koku tab'm a mülâyim olan kimsenin indinde, râyiha-i kabîhadaki ku­
buh, kubh-ı mehâsindendir. Kezâlik görmüyor musun ihrâk bi'n-nâ-
rı? Bunun kubuh olması, ateş içinde insanın helâk ve telef olm ası i'ti­
bâriyledir. Halbuki, o ateş semendelin indinde son derece güzeldir.
Semendel bir hayvandır ki, hayâtı ancak ateşte olabilir.
Hulâsa: Bu îzâhâta nazaran âlemde kabîh nâmına bir şey yoktur.
A llah'ın halk ettiği her şey bi'l-asâle melîhdir. Çünkü hüsnünün ve
cemâlinin sûretidir. Şu halde eşyâda, eşyâya kubuh nisbeti i'tibârî ol­
maktan başka bir şey değildir. Hattâ kelime-i haseneyi de görmüyor
musun, ba'zı evkâtında kabîh olur; bu da i'tibâra tâbi'dir. Çünkü ke­
lime-i hasene, nefsinde hasendir.
Netîce: Bu mukaddemâttan şu m a'lûm oldu ki, vücûd, bütün ke­
mâliyle hüsn-i İlâhî sûretleri olup, m ezâhir-i cemâlden ibârettir. Bi­
zim, "bütün kemâliyle vücûd" dediğimiz ta'bîrde mahsûs, m a'kûl,
mevhûm, hayâl, evvel, âhir, zâhir, bâtm, akvâl, ef'âl, sûretler ve
m a'nâların kâffesi dâhildir. Çünkü bunların hepsi, suver-i cemâl ve
tecelliyât-ı kemâldir. Benim bu m a'nâda Kasîde-i Ayniyye'de söyledi­
ğim sözler âtîde mestûrdur.

Kasidenin Tercümesi:

"Yâ Rabbîl Eşyâyı halk ettiğin zaman, eşyâda tecellî ettin.


O eşyâ senden baîd değildir. Senin hucub-i azametin o eşyâdadır.
Zât-ı hüsnünden halkı kat' ile meydana getirdin.

172
H alk sana ne muttasıl, ne de senden munfasıldır.
Eşya, ulûhiyet rütbesinin iktizâ ettiği ahkâmdan ibârettir.
Ezdâdı cem', ulûhiyettedir. Halk, H ak olarak sensin.
Sen imâmımızsın; âlî ve sâfil ne varsa, senden ibârettir.
H alk temsilde kar gibidir; sen, o karı teşkîl eden su mesâbesindesin.
Hakikatte kar sudan başka bir şey değildir.
Yalnız şerîatlerin iktizâ ettiği ahkâmda, su ile kar birbirinden ayrılır.
Karın erimesiyle, kar hükmü mürtefi' olur. Onun yerine su hükmü vaz'
olunur.
Bu bir emr-i vâki'dir, ya'nî nefsü’l-emre mutabıktır.
Ezdâd, vâhidü'l-hüsünde içtimâ' etmiştir ve tefrika yine o vâhidü'l-hü-
s ündür.
O vâhidü'l-hiisn, ezdâd-ı mütenevviadan şa'şaa-nemâdır.
Kemâle gelmiş olan her fidana benzeyen kamet üzerindeki sûretten tecellî
eden melâhatteki her güzellik; •
Alın saçlarının safları arasında görülen her siyâhlık;
Kırmızı yanaklarındaki sâfî ve hâlis olan her kırmızılık,
Hint kılıcı gibi şiddetle te'sîr eden ve kesen;
Kirpiklerle âşıkını öldüren her sürmeli göz üstüne sallanan saçlarla, bölük
bölük zînet gösteren güzel;
M untazam bacakların üstündeki boya gibi olan her esmerlik;
M elâhatla safâ tezyîn eden her güzel; hüsnü latîfveya kesîf görülen latîf;
H üsn-i letafetle bedâat irâe eden her kesîf; bedâeti meşhûd olan her cemi­
lin cemâli;
Hâsılı bu ta'dâd olunan mehâsinin kâffesi, bunları halk edenin mehâsinin-
den ibârettir.
Sen bunları halk edeni tevhîd et; zinhar O'na şerîk koşma!
O'nun şumûl-i küllîsi her şeyi muhîttir.
Zinhâr o mehâsine "âriyettir" diye telaffuz etme.

173
Zîrâ hüsün ve kubuh, bizzât O'na râci'dir.
Her kubhu ne zaman O'nun hüsnüne nisbet edersen, derhal zihnine me-
hâsini ihtiva eden ma'nâlar tebâdür eder.
Kabîhin noksanı, O'nun cemâl-i mükemmelidir.
O ’nun tecellî ettiği şeyde, noksan ve çirkinlik olması ihtimâli yoktur.
O'nun celâli, derecesi âdî olanın, derecesini yükseltir.
O celâl nerede lâyih ve âşikâr olursa, orada âdîlik tasavvuru mürtefi'dir.
Hulâsa: Hakk'ın inânını her gördüğüne ıtlâk et. Senin meşhûdâtının kâf­
fesi, o Hâlık'ın mecâli-i kudretidir.
Şurası da m a'lûm olsun ki; Cemâl-i m a'nevî ki,— esmâ ve sıfât-ı ilâ-
hiyyenin ma'nâlarmdan ibârettir— o esmâ ve sıfâtta hakikatiyle mü-
tecellî olan kem âlî şuhûd, Hakk'a mahsûstur. Amm â esmâ ve sıfâtı
ale'l-ıtlâk müşâhede, Hakk'a mahsûs değildir. Çünkü m u'tekadât as-
hâbmdan her kimse için m u'tekadı olan rab hakkında bir nevi' i'tikâ-
dı vardır: Yâ, rabbi hakkında "esm â-ı hüsnâ ve sıfât-ı ulyâ müstehak-
tır" der; veyâhut başka türlü bir i'tikâdı vardır. Her m u'tekadm sûre-
tini müşâhedede sûret, müşâhede için zarûrîdir. İşte o sûret de, kezâ-
lik cemâl-i İlâhî sûretidir. 6 u takdîre göre o sûrette cemâl-i İlâhînin
zuhûru, zuhûr-ı sûrîdir, m a'nevî değildir.
Bu tafsilden çıkan netîce şudur ki: Kemâliyle cemâl-i m a'nevîyi şu­
hûd, Hak'dan başkası için muhâldir. Bu hakîkati idrâk edemeyenlerin
sözlerinden Allah uluvv-i kebîr ile m üteâlî ve mukaddestir.

174
Yirmidördüncü Bab

Celâl-i ilâhı Hakkındadır

a'lûm olsun ki, celâl-i İlâhî, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyede,

M H akk'm o esmâ ve sıfâtta m âhiyyet-i asliyyeleri üzerine ol­


duğu gibi zuhûruyla zâttan ibârettir. Bu, mücmel bir ta'rîf-
tir. M ufassal olarak ta'rîf olunursa, celâl-i İlâhî, azamet ve kibriyâ,
mecd ü senâ ve her cemâlden ibârettir. Çünkü cemâlin zuhûrunda
şiddet olursa, ona da "celâl" tesmiye olunur. Tıpkı celâl-i İlâhînin halk
üzerine m ebâdi-i zuhûrunda, celâle, "cem âl" tesmiye edildiği gibi.
"H er cemâlin celâli ve her celâlin cemâli vardır," diyen, bu sözü bu
nükteye göre söylemiştir. Fakat halkın halka nisbetle tahakkuk edebi­
len ellerinde bulunan cemâl-i İlâhî, kendüeri için zuhûru i'tibâriyle
ancak ya cemâlü'l-celâl, yâhut celâlü'1-cemâldir. Ammâ cemâl-i mut-
lakı ve celâl-ı m utlakı şuhûd, H ak'dan başkası için olamaz. Halkın o
m es'eleye m ünâsebeti yoktur.
Celâli îzâh ederken, "hakikatiyle esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyede, mâhiy­
yet-i asliyyeleri üzerine zuhûr i'tibâriyle zâttan ibârettir" demiştik. Bu
şuhûd da yine H ak'dan başkası için müstehîldir.
Bâlâda cemâli îzâh ederken de, "cem âl evsâf-ı ulyâ, esmâ-ı hüsnâ-
dan ibârettir" demiştik. Burada da esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyeyi istîfâ halk
için muhâldir. Çünkü A llah'ın indinde intihâb-ı İlâhîye mahsûs esmâ-
ı ilâhiyye vardır; onlar da cemâldir. Binâenaleyh şu sâbit olur ki, ce­
m âl-i mutlak ve celâl-i mutlakı şuhûd, Hak Teâlâ'ya mahsûstur. Bunu
bildikten sonra, şunu da bil ki, H akk'm esmâ ve sıfâtı hakikatlerinin
muktezeyâtma göre dört kısımdır:

175
1-Esm â ve sıfât-ı zâtiyye küfüvven ahad el-Fettâh
A llah eş-Şedîd el-Bâsit
el-Ahad el-K âhir er-R afi'
el-Vahid el-Gayyûr el-Latîf
el-Ferd Şedîdu'l-ikâb el-H abîr
el-Vitir el-M uiz
es-Sam ed 3-Esm â ve sıfât-ı el-H afîz
el-Kuddûs m üştereke-i kemâliyye el-M ükît
el-H ay er-Rahm ân el-M ükît
en-Nûr el-M elik el-H asîb
el-H ak er-Rab el-Cem îl
el-M üheym in el-H alîm
2-Esm â ve sıfât-ı el-H âlik el-Kerîm
celâliyye es-Sem i' el-Vekîl
el-K ebîr el-Basîr el-H am îd
el-M üteal el-H akem el-M übdî
el-A zîz el-A dlü'l-hikem el-Hay
el-A zîm el-V elî es-Sabûr
el-Celîl el-Kayyum el-Vâcid
el-Kahhâr el-M ukaddim ed-Dâim
el-Kâdir el-M üehhir el-Bâkî
el-M uktedir el-Evvel el-Birr
el-M âcid el-Ahir el-M ünim
el-M ütekebbir ez-Zâhir el-Afüvv
el-Kâbız el-Bâtın el-Gatûr
el-H âfız el^Velî er-Raûf
el-M üzil el-M üteâlî el-M uğnî
er-Rakîb M alikü'l-M ülk el-M ûtî
el-V âsi' el-M uksid en-N afî'
eş-Şehîd el-Câm i el-H âdî
el-K avî el-Gani el-Bedî'
el-M etîn ellezî leyse ke m üslıhi er-Raşîd
el-M üm it şe/ u n el-Karîb
el-M uîd el-M uhîd el-M ücm il
el-M untekim es-Sultan el-M ucîb
-Zü'l-Celâli ve'l-ikrâm el-M ürîd el-Kefîl
el-M âni' el-H annân
ed-Dârr 4-Esmâ ve sıfât-ı el-M ennân
el-Vâris cem âliyye el-Kâmil
es-Sabûr el-A lîm -lem yelid ve lem yûled
Z u'l-batş er-Rahîm el-Kâfî
el-Basîr es-Selâm el-Cevâd
ed-Deyyân el-M ü'm in Zü't-tavl
el-M uazzib el-Bâri eş-Şâfî
el-M ufaddıl el-M usavvir el-M üafî
el-M ecîd el-G affâr el-M ütekellim
Zü'1-havl el-Vahhâb
-ellezî lem yekûn lehü er-Rezzâk

176
Bir kısmı sıfât-ı cemâl, bir kısm ı sıfât-ı celâldir; bir kısm ı cemâl ile
celâl arasmda müşterektir; bunlar sıfât-ı kemâldir. Bir kısmı da sıfât-ı
zâtiyyedir. Atîdeki cetvel bunlarm kâffesini mutazammmdır.
Şurası da m a'lûm olsun ki: Esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyeden her ismin,
her sıfatın eseri vardır. İşte o eser cemâlin, yâhut celâlin veyâhut ke­
mâlin mazharıdır. M eselâ, m a'lûm ât umûmiyetle "A lîm " isminin ese­
ridir. O ma'lûm ât, ilm-i H akk'm mazharıdır. Kezâlik merhûmât, ya'nî
nâil-i rahmet olanlar, rahmet-i ilâhiyyenin mazharlarıdır. Nâil-i selâ­
met olanlar "Selâm " isminin mazharlarıdır. Hiç bir mevcûd yoktur ki,
adem-i mahzdan selâmette olmasın. Hiç bir mevcûd yoktur ki, ona
rahmet-i ilâhiyye erişmesin.
Rahmetin vusûlü, ya H akk'm rahmeti îcâdıyla veyâhut bir şeyin
vücûdundan sonra "rahm et-i hâssa"ya nâiliyetledir. Kezâlik, hiç bir
mevcûd yoktur ki, A llah'ın m a'lûm u olmasın.
Bu îzâha nazaran mevcûdâtm kâffesi, sûret-i mutlakada esmâ-ı ce-
mâliyyenin mazharlarıdır. Çünkü esmâ ve evsâf-ı cemâliyyeden hiç
bir isim, hiç bir sıfat yoktur ki, eseri i'tibâriyle vücûda şâmil olmasm.
Bu şumûl umûmî, yâhut husûsî olabilir. Hâsılı mevcûdâtm kâffesi, ce-
mâl-i Hakk'm mazharlarıdırlar.
Kezâlik, her sıfat-ı celâliyye de eseri iktizâ eder: Kâdir, Rakîb, Vâ­
si' isimleri gibi. Çünkü bunlarm eserleri vücûda sâridir. Mevcûdât,
ba'zı sıfât-ı celâliyye i'tibâriyle, mezâhir-i celâldir. Çünkü hiç bir mev­
cûd yoktur ki, o mevcûd celâl-i H akk'm sûreti ve celâl-i H akk'm maz-
harı olmasm.
Esmâ-ı celâliyyeden bir kısım da vardır ki, mevcûdâttan ba'zısm a
muhtass olup, mevcûdâtm dîğer aksâmmda bulunmaz; Muntakim,
Muazzib, Dârr, Mâni' ve bunlara benzeyen esmâ gibi. Çünkü mevcû­
dâtm ba'zısı bu esmâya mazhardır; mevcûdâtm hepsi mazhar değil­
dir. Ammâ esmâ-ı cemâl böyle değildir. Çünkü esmâ-ı cemâlden her
biri vücûda şâmildir. İşte "Rahm etim gazabımı sebk
etmiştir" hadîs-i şerifinin sırrı budur. Bu îzâhâtı iyi anla!
Ammâ esmâ-ı kemâiıyye-i müşterekeye gelince: Rahmân, Melik,
Rab, M âlikü'l-M ülk, Sultân, V elî isimleri gibi ba'zı esmâ-ı kemâliyye,
bu mertebe içindir. Bunlarm kâffesinde umûm ve şumûl vardır. Vü-

177
cûd, "bi-cüm letin" esmâ-ı mertebeden her ismin mazharı ve sûretidir.
"Bi-cüm letin" ta'bîrinden maksad, her vecihle ve her i'tibâr ile de­
mektir. Binâenaleyh mevcûdât esmâ-ı mertebeden her ismin sûreti ol­
muş olur. Ammâ esmâ-ı cemâl ve esmâ-ı celâl böyle değildir. Bunlar­
da vücûd, her ismin mazharıdır; ammâ bir vech veyâhut vücûh-ı mü-
teaddide-i münhasıra iledir. Kezâük i'tibâr-ı vâhid ile veyâhut i'tibâ-
rât-ı münhasıra iledir, bunu anla!
Esmâ-ı müşterekeden ba'zıları da vücûdun kâffesine mazhar ol­
maklığı iktizâ ederse de, min-külli'l-vücûh değildir. Basîr, Semî', Ha­
lik, Hakîm ve bunlara benzeyen esmâ-ı ilâhiyye bu kabildendir. Esmâ-
ı müşterekeden ba'zıları da, mevcûdâtm o esmâya sûret ve mazhar ol­
masını iktizâ etmez. Ganî, Adi, Kayyûm ve bunlara benzeyen esmâ-ı
ilâhiyye gibi. Bu kısımdan olan esmâ-ı ilâhiyye, esmâ-ı zâtiyyeye mül­
haktır. Bunlara, "esmâ-ı müşterekedendir" dediğimizin sebebi, bu ne­
vi' esmâda cemâl ve celâl kokusu olduğundandır, bunu anla!
İzâhât-ı mezkûreye vâkıf olduktan sonra, şunu da bilmekliğin lâ­
zımdır ki; İnsân-ı kâmil, esmâ-ı ilâhiyyenin kâffesine mazhardır. O es-
m â-ı ilâhiyye ister müşterek, isterse gayr-ı müşterek, isterse zâtiyye,
isterse celâliyye, isterse cemâliyye olsun, hepsi birdir. İnsân-ı kâmil,
bu nevi'lerin kâffesine mazhardır.
Cemâl-i mutlak mazharı olan cennet, celâl-ı mutlak mazharı olan
cahîm, dünyâ ve âhiret denilen iki âlem, insân-ı kâmilden mâadâ bü­
tün mevcûdâtıyla berâber esmâ-ı mertebenin mazharlarıdır. Fakat es-
mâ-ı zâtiyyenin mazharları değildirler. Esmâ-ı zâtiyyenin vesâir es-
mânm mazhar-ı tâmmı, tek başma insân-ı kâmildir. Mevcûdâttan hiç
bir şeyin bu esmâ-ı zâtiyyeye nisbetle elbette ve elbette kudret ve mü­
nâsebeti yoktur. i$l« j ”j1 JGJi j j o ljU l 'Js. üU'ÜI ül
jUÜI (Ahzâb, 33/72) âyet-i kerîmesi bu sırra işârettir. Ayetin
ma'nâsı: "Biz emâneti göklere, yere, dağlara arz ettik; o emâneti yük­
lenmekten ibâ ve imtinâ' ettiler ve o emânetten kaçtılar. O emâneti in­
san yüklendi" demektir.
Bu âyetteki emânetten m aksad, zâtı ve esmâsı ve sıfâtı i'tibâriyle
H ak'dan başka bir şey değildir. Vücûdda bütün varlığıyla zikr olu­
nan emâneti, insân-ı kâm ilden başka hâm il olan yoktur. İşte bu
m a'nâya Peygamberimiz *â>lj ’jTJû\ 'Jlc hadîsiyle işâret buyur­

178
muştur. "K ur'ân benim üzerim e cüm le-i vahide olarak inzâl olundu"
demektir.
Hulâsa: Sem âvât, daha yukarısı ve aşağısı; arz ve arzdan aşağısı
ve arzın üstünde bulunan envâ'-ı m ahlûkâtm kâffesi, H akk'm esmâ
ve sıfâtım n kâffesiyle tahakkuktan âciz oldukları için, o esmâ ve sı-
fâttan ibâ ve im tinâ' ettiler. Çünkü kâbiliyetleri buna m üsâid değil­
di. Bu esmâ ve sıfâttan kaçındılar, kusûrları ve za'fları buna bâis ol­
du. H akk'm esmâ ve sıfâtım n kâffesini insan yüklendi. Bundan do­
layı, nefsi için zalûm oldu. Y a'n î nefsine hakkını tam âm iyle vermek,
kendisine m üm kün olm adı. N efsine o hakkı tam âm iyle verm ek, Ce-
nâb-ı H akk'a hakk-ı senâyı tam âm iyle ifâya m ütevakkıftır. Cenâb-ı
Hak, (jji İli fjjjsL (Zümer, 39/67) buyurdu. "A llah 'ın derecesini
hakkıyla takdir edem ediler" dem ektir.
İnsanm "zalûm " olması demek, nefsini hakk-ı takdir ile takdir ede­
mediğinden dolayı nefsine zulüm etti demektir. Sonra bu âyette Ce-
nâb-ı Hak, insanı "cehûl" vasfıyla tavsif ederek m a'zûr olduğunu da
bildirdi. Ya'nî, insanm kadri azîm olduğu halde, insan buna câhil ve
bundan gâfildir. Binâenaleyh m a'zûr dut. Çünkü, A llah'a hakk-ı senâ
ile senâ ederek, nefsinin derecesini takdir etmedi.
Ayet-i mezkûrenin m a'nâsm da ikinci bir tevcih daha vardır. O tev­
cih şu sûretledir: Bu âyetteki "zalûm " ism-i fâil değil, ism -i mef'ûldür.
"İnsan zalûm dur", demek, "insan mazlûm dur" demektir. Çünkü, in-
sân-ı kâmilin derecesi çelil, m ansıbı azîm olduğu için, onun hukûku-
na tamâmiyle riâyete kimse kâdir değildir. Bu nokta-i nazardan mah-
lûkâtm insân-ı kâmile muâm elesi i'tibâriyle, insân-ı kâm il mazlûm­
dur. Kezâlik "cehûl" kelimesi ism -i fâil değil, ism-i m ef'ûldür; mec-
hûldür demektir. Çünkü insân-ı kâmilin hakîkati, bir bahr-i amîk ol­
duğu için bilinemez. Ve bu m a'nâya göre cehûl ta'bîri, şâir mahlûkâ­
tm, insân-ı kâm ile m uâm eleyi bilem em ekte m a'zûr olduklarını
H akk'm beyânıdır. Bu özür ile insân-ı kâmile muâmele zulmünün ve-
bâlinden mahlûkât halâs olur. Ve zât-ı İlâhî, esmâ-ı ilâhiyye, sıfat-ı ilâ-
hiyyenin zuhûrundan ibâret olan insân-ı kâmilin âhirette derecesi
üzerindeki perde açıldığı zaman, bu m a'zeret erbâb-ı vebâle bâis-i
mağfiret olur. İnsân-ı kâmile âid merâtibin ba'zısı, bu kitâbın mahall-
i mahsûsunda gelecektir, bunu anla!
Allah, hakkı söyler ve doğru yola hidâyet eyler.

179
Yirmibeşinci Bâb

Kemâl-i İlâhî Hakkındadır

a'lûm un olsun ki, Allah'ın kemâli, mâhiyetinden ibârettir.

M Allah'ın mâhiyeti ise idrâki ve gâyeti kâbil olmayan mâhi­


yettir. A llah'ın kemâlinin ne gâyeti, ne nihâyeti vardır. Hak
Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, kendi mâhiyetini bilir ve mâhiyetinin
idrâk olunamıyacağını da idrâk eder. Ve mâhiyet-i ilâhiyyenin ne Hak
için, ne de başkası için nihâyeti yoktur. Demek istiyorum ki; Cenâb-ı
Hak, mâhiyet-i zâtiyyesinin kendi nefsindeki hakikatiyle, ne kendisi
için, ne başkası için idrâk olunamıyacağını idrâkten sonra, kendi mâ­
hiyetini bilir. "M âhiyetini bilir dediğim iz", Hakk'm ihâta-i ilmiyye-
sindeki kemâl ve adem-i cehilden dolayı, müstehak olduğu mertebe
icâbına göredir. "M âhiyetin ne kendisi için, ne başkası için idrâk olu-
namıyacağını idrâk eder" dediğimiz, kibriyâsı ve adem-i intihâsı nok-
ta-i nazarmdan istihkâkmm îcâbma göredir. Çünkü bir şey, mütenâhî
olmadıkça idrâk olunamaz. Ya'nî idrâk olunan şey, mutlakâ mütenâ-
hîdir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'm nihâyeti yoktur. Nihâyeti olmayan bir
şeyi ise idrâk muhâldir.
Şu halde, Cenâb-ı H akk'm m âhiyetini idrâk hükmîdir. Şumûl-i İl­
m îsi ve nefsine adem-i cehli husûsundaki istihkâkma ma'tûftur. Yok­
sa m âhiyeti her vech ile idrâki kabûl eder demek değildir. Bunu anla!*

* M üellifin bu izâhından anlaşılıyorki, idrâk kelim esine "lü gat" m a'nâsını vermiştir.
Lügat m a'nâsı verilm eyip de, idrâkin diğer sıfat-ı ilâhiyye gibi, A llah'a m ahsûs bir
sıfat-ı ilâhiyye olduğu kabul edilirse, o n am an H akk'a m ahsus olan ilim ve kudret

180
Bu gizliliği şedîd olan bir m es'ele-i mühiminedir. Olmaya ki, bu
mes'elede ayakların kaysm. Bu m es'ele makâm-ı hayret mes'elesidir.
Yine bu m a'nâdan olarak yazdığım uzun bir kasideden âtideki üç
beyti söyledim.

Tercümesi:

"Ey sıfatının kâffesini cami' olan Allah’ım! Bana haber ver.


M ücmel veya mufassal olarak zâtının kâffesini ihâta ettin mi?
Yoksa zâtın künhü ile ihâta olunmaktan â lî olduğu için, zâtının ihâta olu-
namıyacağtnı mı ihâta ettin?
Zâtının nihayeti olmaktan seni tenzîh ederim.
Ve zâtının, zâtına câhil olmasından da seni tenzîh ederim.
Ah!.. Hayret...Tecelliyâtındaki hayretten âh!.."
Şurası da ma'lûm olsun ki: Cenâb-ı Hakk'm kemâli, mahlûkâtın ke­
mâline benzemez. Çünkü mahlûkâtın kemâli, zâtlarında mevcûd olan
maânî iledir. O maânî, mahlûkâtın zâtlarına mugâyirdir. Halbuki ke-
mâl-i ilâhî zâtı üzerine zâid maânî ile olmayıp, zâtıyladır. Zâtı üzerine
zâid maânî ile olmaktan Cenâb-ı Hak, uluvv-i kebîr ile müteâlîdir.
Hulâsa: H akk'm kemâli zâtmm aynıdır. Bunun içindir ki, Hak için
gmâ-yı m utlak ve kemâl-i tâm sahîh olmuştur. Çünkü Hak Sübhâne-
hû ve Teâlâ hazretleri için maâni-i kemâliyye taakkul olunsa da, o ma­
ânî zâtmm gayri değildir. H akk'm kendisine mahsûs kemâl-i muhiti­
nin ma'kûliyeti, emr-i zâtidir. Zâü üzerine zâid de değil ve zâtına mu-
gâyir de değildir. Hattâ kemâl-i ma'kûliyetinin nefsi de değildir. Böy­
le bir hüküm, Allah'dan başkası için m ümkün olamaz. Çünkü mevcû-
dâttan her hangi bir mevcûdu bir vasıf ile tavsîf etsen, o vasıf o mev-
cûdun gayri olmak iktizâ eder. Zîrâ mahlûk, kâbil-i inkısâm ve kâbil-
i taaddüddür.

gibi sıfatlarda düşünüldüğü veçhile, idrâkte de gayr-ı m ütenâhîlik tasavvur olun­


ması, zarûrî olur. Şu halde Cenâb-ı H ak zâtına m ahsûs olan nâ-m ütenâhî idrâkiy­
le nâ-m ütenâhî zâtını bilir. V e bu mesele-i m ühim m ede müelifin kayd eylediği giz­
lilik m eydân-ı vuzûha çıkm ış olur. Mecdî.

181
O vasfın o mevcûda nisbetle aynı olması da muktezîdir. Çünkü o
vasıf, o mevcûdun üzerine terettüb eden bir hüküm demek olduğu gi­
bi, vücûduna bâis-i terekküb olan ta'rîfi de demektir.
Meselâ: jtu jÇ > "İnsan konuşan bir hayvandır" desen; bu
ta'bîrde hayvâniyet, nefsinde ve m a'kûliyetinde insana mugayirdir.
Kezâlik nutuk da, kendi başına tefekkür olunca, insana ve hayvâni-
yete mugâyirdir. Bu böyle olmakla berâber, hayvâniyet ve nâtıkıyet,
insanın aynı olmağı da muktezîdir. Çünkü insan, bu ikisinden mü-
rekkebtir. Bu ikisi olm adıkça, kendisi için vücûd yoktur. Binâenaleyh
insan bu ikisine m ugâyir değildir.
Bu îzâha göre, mahlûka âid olan vasıf, inkisâm cihetiyle zâtının
gayridir; terkîb cihetiyle zâtının aynıdır. Halbuki Hak hakkmda me­
sele böyle değildir. Çünkü inkisâm ve terkîb, Hak hakkmda muhâldir.
Zîrâ Hakk'm sıfâtı için "kendinin aynı değildir, zâtmm gayri değil­
dir," denilemez. Böyle bir ta'bîr mümkün olsa da, evsâfm taaddüdü
ve yekdîğere zıd olması nokta-i nazarmdan, bizim taakkulumuz cihe­
tiyle olabilir.
O, ya'nî Allah'ın sıfâtı, nefsindeki hakikatle demek olan mâhiyeti
ve hüviyeti cihetiyle zâtmm aynıdır. Binâenaleyh "sıfât kendisinin ay­
nı değildir," denemez. Bu sûretle m ahlûk hükmünden temeyyüz
eder. Çünkü mahlûkun sıfatı, zâtmm gayri değil, aynı da değildir. Bu
hüküm Cenâb-ı Hak hakkmda sahîh olsa da, mecâz sûretiyle sahîh
olabilir. Bu bir m es'eledir ki, bunda akâıd ulemâsının ekserisi hatâ et­
miştir. İmam M uhyiddîn Arabî, bu meseleyi bizim îzâhımıza muvâ-
fık olarak îrâd etmişse de, îzâhı ne bizim nokta-i nazarımıza, ne de bi­
zim ibâremize muvâfık şekilde değildir. Belki başka ta'bîr ile, başka
m a'nâ ile söylemiştir. Fakat o, ekser m ütekellimîni (Akâid ulemâsı)
"H akk'm sıfâtı, kendisinin aynı da değil, gayrı da değil" dedikleri için
tahtıe etmiştir. Ve "bu ta'bîr nefsü'l-em re göre câiz olmayan bir ta'bîr-
dir," demiştir. Ammâ biz, keşf-i İlâhî ile vâkıf olduk ki, H akk'm sıfâ-
tı, zâtmm aynıdır. Fakat bu ayniyet, ne taaddüd, ne adem-i taaddüd
i'tibâriyledir. Ben bu meselede temsîl-i âlî olmak üzere noktayı müşâ­
hede ettim. O nokta dediğimiz, mertebe-i ilâhiyyeye lâyık bir üslûbda
her türlü cemâli, celâli, kem âli câmi' ve m üstev'ib olan kemâlât-ı ilâ-
hiyyenin nefs-i ma'kûliyetidir.

182
Şunu kasd ediyorum ki, kemâlât-ı camia, noktanm vücûdunda
müstehlek olduğu gibi, nokta da kemâlâtm vücûdunda müstehlektir.
O, ya'nî nokta ve kemâlât ta'bîr ettiğimiz şeyin, ahadiyetine adem-i
intihâ taakkul olunmak lâzımdır. Ve o âhadiyette ibtidânm evveliye-
tini düşünmek muhaldir. Hattâ bu meselede öyle gizli, öyle dakik, öy­
le azîz, öyle celîl şeyler vardır ki, ta'bîr mümkün değildir.

Beytin Tercümesi:

"Zikr etmek istediğim şeylerden olan oldu.


Sen hayır zannet de haberi sorma."
Şunu da ehemiyetle bil ki, bu nokta misâli Zât-ı M üteâl'e nisbetle
lâyık bir misâl değildir. Çünkü misâl, nefsinde mahlûktur. Hak ise bu
zikr olunan tem sîl gibi değildir; çünkü Hak kadîmdir, halk ise hâdis-
tir. Fehvânî (zâhirî)* ta'bîrler, ya'nî zâhirî ibâreler, maâni-i zevkıyye-
yi hâmil değildir. M aâni-i zevkıyyeyi hâmil olabilmesi, zevkî tezev-
vuk husûsunda sâbık-ı kem âlî olan kimse için olabilir. İbârât, o zaman
zevke matıyye (binek) olabilir. Çünkü ibârât, emr-i mühimm-i İlâhî
meselesini olduğu gibi tahammüle tâkatı hâiz değildir. Olsa olsa, o
emr-i mühimden bir parça ahz edebilir.
Her kim, "ya'kûbiyyu'l-hüzn" olursa, müjdecinin kamîs-i Yûsuf'u
getirip, üstüne atmasıyla, basarındaki amâ, kesb-i incilâ eder. Zevk-ı sâ-
bık yok ise, matlûb üzerine idrâkin vukû'u baîddir. Meğer ki, îmân ve
tasdîk sâhibi olup ve kendi yanmdakini terk ederek, Hakk'm kendine il-
kâ ettiği tahkîki ahz edebilirse, o zaman y>/ £>İJI JSS\ jl (Kâf, 50/37)
sırrına mazhariyetle işâret olunan kimselerden olur. Ya'nî îmânının
kuvvetiyle kendisine söylenen sözü tasdîk ederek, aynen müşâhede et­
miş gibi olur; a'nî, zevk-ı sâbıkı olan mükâşiftir. Mükâşif, her tarafı kalb
olan kimsedir. Cenâb-ı Hak ju^Ii j ^IİJI l i î ’Z o'lS" y j J ' l l İU'j ol
(Kâf, 50/37) buyurmuştur. Ma'nâsı: "Bunda, kalbi olan kimse için veyâ-
hut sem'ini tasdîk ile berâber ilkâ eden kimse için tezekkür vardır" de­
mektir.

Fehvânî, Cenâb-ı H akk'ın kavline âlem -i m isâldir, hitâbî değildir. Fakat müellif,
bunu "telaffuz kalıbına girmiş olan n u tk" yerinde kullanm ıştır. M ecdî.

183
Yirmialtıncı Bâb

Hüviyet Hakkındadır

akk'm hüviyeti, esm â ve sıfâtmm kâffesini nazar-ı i'tibâra

H alm ak üzere zuhûru m üm kün olm ayan gaybm dan ibâret­


tir.
Gûyâ hüviyet, vahidiyet'in bâtınına işârettir. Burada "gûyâ" dedi­
ğimin sebebi, hüviyetin isme, yâhut vasfa, yâhut na'ta, yâhut merte­
beye, yâhut esmâ ve sıfât i'fıbârı olmaksızın m utlak zât'a adem-i ihti-
sâsmdan dolayıdır. Belki hüviyet, alâ sebîli'l-cümle ve alâ sebîli'l-infi-
râd bunlarm kâffesine işârettir. Hüviyetin şe'ni, butûnu ve gaybûbi-
yeti iş'ârdan ibârettir.
"H üviyet" gâibe işârete mevzû' olan "hüve" lafzından me'hûzdur.
Cenâb-ı Hak hakkında hüviyet, gaybûbet mefhûmuyla berâber esmâ
ve sıfatı i'tibâr etmek üzere "künh" ve "zât"a işâretten ibârettir. Atî­
deki manzûm sözüm, bunun için söylenmiştir.

Tercüme:

"Hüviyet, zât-ı Vâhid'in gayhıdır.


O hüviyetin meşhûd olarak zuhûru, muhaldir.
Gûyâ hüviyet, şe'n-i butûn üzerine vâki' olan na'ttr.
Ve bunu da inkâr edecek kimse yoktur."

184
Şurası da m a'lûm olsun ki: Bu isim Allah isminden ehassdır. "Hü~
ve" Allah isminin sırrıdır. Görmüyor musun? "A llah" lafzı şekl-i
m ahsûs-ı hattîsı üzerine mevcûd oldukça, bunun m a'nâsı vardır. Ve o
m a'nâ Hakk'a râci'dir. Allah lafzının harfleri fek olursa, kalan harfler
de yine m a'nâyı müfîddir.
Meselâ, Allah isminden "Elif" hazf olunsa, "Lillâh" bakî kalır;
m a'nâsı vardır. "Lâm -ı evvel" hazf olunsa, "Lehû" bakî kalır, yine
m a'nâsı vardır. "Lâm -ı sânî" de hazf olunsa "H e" bâkî kalır. Bu "H e"
de, "H û"nun aslı olan "H e"dir. "H üve"nin aslı, "V av"sız "H â-yı vâ-
hide"den ibârettir. "V av"m luhûku işbâ' kabîlindendir. İstim râr-ı âdî,
bu iki şeyi, kelime-i vâhide yapmıştır. "H üve" ismi, efdal isimdir.
Mekke-i M ükerrem e'de ba'zı ehlullâh ile 799 târihinde içtimâ' et­
tim. Benimle "İsm -i A 'zam " hakkında müzâkere ettiler. Resûlullâh
(s.a.v.) »jj- Jjl j d "Bakara sûresinin âhirinde ve
Âl-i İmrân sûresinin evvelindedir." buyurmuştur.
Bundan anlaşıldığına göre İsm -i â'zam , "H üve" kelimesidir; çün­
kü "H â" sûretü'l-Bakara ta'bîrinin âhiri, "V âv" dâ jî jjl ta'bî-
rinin evvelidir. •
Bu ârifin kelâmı her ne kadar makbûl ise de, ben "İsm -i A 'zam "
için başka koku buluyorum. Bu ârif-i billâhm sözünü îrâd etmekliğim,
bu ismin şerefine ve işâret-i nebeviyye'nin bu cihetten vukû' bulan bir
işâretine tenbîh içindir.
Şurası ma'lûm olsun ki, "hüve" zihinde hâzır olan şeyden ibârettir.
O hâzır, zâhir-i histen, gâib-i hayâle işâret olmak üzere râci'dir. O "gâ-
ib" ta'bîr ettiğimiz şey, hayâlden de gâib olsa, kendisine "hüve" laf­
zıyla işâret sahîh olmazdı.
Binâenaleyh "hüve" lafzıyla olan işâret, ancak hâzıradır. Görmü­
yor musun? Zamîr bir şey m ezkûr olmadıkça, ona râci' olamaz. Bu
mezkûriyet ya lafzen, ya karîneten, veyâhut zam îr-i şân veyâ zamîr-i
kıssa gibi hâlen olabilir. Bizim bu îzâhımızın fâidesi şudur ki, "hüve"
lafzı, kendisinde adem, veyâhut gaybûbet, yâhut fenâ-ı ademe benze­
yen şey bulunmamak şartıyla, vücûd-ı mahz üzerine vâki'dir. Çünkü
gâib, meşhûd olmadığı nokta-i nazardan m a'dûm demektir. Binâena­
leyh ma'dûm olan şeye "hüve" lafzıyla işâret sahîh olmaz.

185
Bu kelâmdan şu neticeyi alırız ki: "H üviyet" her kemâl-i vücûdî ve
her kemâl-i şuhûdîyi câmi' olan vücûd-ı mahz-ı sarihten ibârettir.
Gaybetle vukû' bulan hükmün sebebi, vücûd-ı mahzı istîfâ, gayr-i
mümkün olduğu içindir. Vücûd-ı mahzı istîfâ mümkün olmadığı gi­
bi, idrâk da olunamaz. Bunun için hüviyet, kendisine idrâk taalluk et­
mediği için, gaybdan ibârettir, denilmiştir.
Bu sırrı anla! Bunu anla, demekle, tedkîk-i fehme luzûm gösterdi­
ğimizin sebebi şudur ki: H akk'm gaybı şehâdetinden başka, şehâdeti
de gaybmdan başka bir şey değildir. Fakat insan ve insandan başka
her mahlûk böyle değildir. Bunların da şehâdeti ve gaybı varsa da, şe­
hâdeti bir cihettendir ve bir i'tibâra göredir. Gaybı da dîğer cihetten­
dir ve dîğer bir i'tibâra göredir. Ammâ H akk'm gaybı, şehâdetinin ay­
nı, şehâdeti gaybmm aynıdır. Daha doğrusu Cenâb-ı H akk'm nefsine
göre ne gayb ve ne de şehâdet vardır. Belki O 'nun nefsindeki gaybı,
kendine lâyık olan gayb ve şehâdeti, kendisine lâyık olan şehâdettir.
Bunu Cenâb-ı Hak, kendi nefsi için bilir. Bunu bizim taakkulümüz
mümkün değildir; çünkü Cenâb-ı H akk'm gaybmı da, şehâdetini de
hakîkatıyla bilmek ancak Zât'a mahsûstur.

186
Yirmiyedinci Bâb

Enniyet (enaniyet)
Hakkındadır

akk'm enniyeti, kendisine m ahsûs olan şey ile ta'rîf-i nefsi

H husûsunda kasd-ı m ahsûstan ibârettir. Enniyet, zuhûrun


butûna şum ûlü i'tibâriyle zâhir-i H akk'a işârettir. Cenâb-ı
H ak 'ül Sfl ili ^ ilil ajI (Nemi, 28/9; Tâhâ, 20/14) buyurdu. Cenâb-ı
Hak buyuruyor ki "h ü v e" lafzıyla işâret olunan hüviyet, "en e" laf­
zıyla işâret olunan enniyet"in aynıdır. Binâenaleyh hüviyet, emniyet­
te taakkul olunm uştur. Bu îzâh bizim "H akk'm zâhiri, bâtınının, bâ­
tını zâhirinin aynıdır; bir cihetten bâtındır, dîğer cihetten zâhirdir
dem ek değil" dediğim izin m a'nâsıdır. Görm üyor m usun, Cenâb-ı
H ak bu cüm leyi "in ne" ile nasü te'kîd etti. Sözü "in ne" ile m üekked
olarak getirm esinin sebebi şudur ki, her hangi kelâm da, sâm iin zih­
ninde tereddüt olursa, o sözde te'kîd m üstahsendir. H er hangi ke­
lâm da sâm iin inkârı olursa, o sözde te'kîd vâcibtir. Am m â sâm i' ha-
yâliyyu'z-zihn olursa, te'kîde ihtiyâç yoktur. Vahdette butûn ile zu­
hûru bir görm ek i'tibârında, akıl için tereddüd ve istib'âd vardır.
Akıl der ki: Bir şeyin bâtmı zâhiri ve zâhiri, bâtını nasıl olabilir? Ve
şey7-i vâhidi, zâhir ve bâtma taksimde fâide nedir? diyerek, nefsin bu
meselede ya tereddüd, yâhut inkârı vardır. Onun için Cenâb-ı Hak
"inne" lafzıyla te'kîd ederek, Hz. M ûsâ'ya "H üviyetiyle işâret olunan
ahadiyet-i bâtma, "en e" lafzıyla işâret olunan enniyet-i zâhirenin ay­
nıdır; ve sen bu ikisi arasmda min-vechin tegâyür, yâhut infisâl, yâhut
infikâk vardır zu'm unda bulunm a!" dedi ve sonra, bedel üe bu
m a'nâyı tefsir etti. Bedel dediğimiz, alem-i zâtiden ibâret olan "A llah"

187
ismidir. Ve bunda ulûhiyetin tazammun ettiği câmiiyete ve şumûle
işâret vardır. Zîrâ Cenâb-ı Hak Mûsâ'ya: "H akk'm butûnu ve gaybı,
zuhûrunun ve şehâdetinin aynıdır" dediği için, bu mesele hakîkatü'l-
ulûhiyetten olduğunu M ûsâ'ya tenbîh etti. Zîrâ ulûhiyet, nefsinde
ahadiyet hükmüyle ve husûl-i mugâyerette dahî, adem-i tegâyür i'ti­
bâriyle iki nakîza ve iki zıdda şumûlü muktezîdir. Bu mesele, hayret
meselesidir. Sonra Cenâb-ı Hak Jjl bi Âj I cümlesini, 'Ui VI ÂJl V ile tefsîr
etti. Y a'nî "İbâdet olunan ilâhlar, benden başka değildir." O evsânda
(putlar) ve eflâkte ve tabâyı'da ve her millet ahâlîsinin ibâdet ettiği
şeylerde, kudreti zâhir olan benim. "M azhar olmaları i'tibâriyle o
ilâhlarm hakikatte kâffesi benim " demektir.
Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, "ilâh" lafzı îrâd etti ve onları bu
"ilâh" lafzıyla tesmiye eyledi. Bu tesmiye, onların tefekkürleri cihetin­
den hakikatte Hakk'm tesmiye-i hakîkiyyesidir, tesmiye-i mecâziyye
değildir.
Ehl-i zâhirin bu meselede: "H akk'm bu ta'bîr ile murâdı, onların
"ilâh" tesmiye etmeleri cihetindendir; yoksa hakikatte onların nefisle­
rinde bu tesmiyeyi yapabilmeleri noktasından değildir" diye zu'm et­
tikleri gibi değildir. #
Bu, onlardan, ya'nî ehl-i zâhirden galat ve Hakk'a iftirâdır. Çünkü
eşyanın kâffesi, belki sırr-ı vücûdda bulunanlarm cem î'i, zâtullâh ci­
hetinden hakikate nisbet olunca, bu tesmiye, tesmiye-i hakîkiyyedir.
Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, eşyânın aynıdır ve ilâhi-
yetle tesmiye, tesmiye-i hakîkiyyedir. Ehl-i hicabdan olan mukallidle-
rin zu'm ettiği gibi, tesmiye-i mecâziyye değildir. Eğer öyle olmak lâ­
zım gelse, kelâmın meali: "O taşlar, o kevâkib, o tabâyi', o eşyâ ki, siz
onlara ibâdet ediyorsunuz; bunlar ilâh değildir, benden başka ilâh
yoktur, bana ibâdet ediniz!" demek olurdu. Halbuki Cenâb-ı Hak, o
m u'tekadât ashâbma, onlarm, ilâh zannettikleri şeylerin zâhirinden
ibâret olduğunu beyân ederek, bu ma'nâca hükm-i ulûhiyetin zikr
olunan şeylerde hakîkat olduğunu bildirmek istedi. Onlarm hakikat
olduğunu bilmeyerek bu mezâhire karşı ettikleri ibâdetin, hakikatte
Allah'a râci' olacağını beyân ederek "Lâ ilâhe illâ ene" dedi. Demek
istiyor ki: İlâh ıtlâk olunan her şeyin hakikati benim. Alemde benden
başkasma ibâdet m ümkün değüdir. Benden başkasma nasü ibâdet

188
edebilirler? Halbuki ben onları, bana ibâdet etsinler için halk ettim. Ve
bu âlemde benim halk ettiğim şeyden murâdım ne ise, ondan başka
bir şeyin husûlüne imkân yoktur.
İşte Risâlet-meâb Efendimiz'in bu mukâmda jU- U «Ji" buyur­
duğu, bu nükteye mebnîdir. "H er insan ne için yaratılmışsa, o şey ken­
disine kolay gösterilir." Ya'nî Hakk'a ibâdet husûsunda ne için yaratıl-
S fio ^ £ * Ofi ✓ ,,
s i 0 fi 0 s*
mışsa, demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak MI^Mlj çili- L j (Zâri-
yât, 51/56); kezâ »Juâu jÇ J Sil Ç 2 "&>'jl j (İsrâ, 17/44) buyurmuştur, "Ben
ins ve cinni ancak bana ibâdet etsin için yarattım " ve "Eşyâdan hiç bir
şey yoktur ki, Hakk'a hamd-i İlâhî ile tesbîh etm esin" demektir.
Hulâsa: Cenâb-ı Hak Hz. M ûsâ'ya ber-vech-i âtî tenbîh ediyor. "O
âliheye ibâdet edenler, Cenâb-ı Hakk'a ibâdeti o mazhara tahsîs ede­
rek ibâdet etmişlerdir. Yâ Musâ! sen Cenâb-ı H akk'a cem î'-i mezâhir
cihetinden ibâdet et! "Lâ ilâhe illâ ene" dediğimin m a'nâsı budur.
Y a'nî hakikatte benden başka ilâh yoktur. Onlarm ilâh ıtlâk ettikleri
şeylerin kâffesi, benim!
Cenâb-ı Hak bunu M ûsâ'ya: "E n e", Allah ismiyle mertebesine işâ­
ret olunan "hüve"nin aynıdır. Binâenaleyh: Yâ Mûsâ, bana hüviyetin
ayn'm dan ibâret olan mezâhirin kâffesini câmi' olan "enniyet" cihe­
tinden ibâdet et!" diye bildirdikten sonra hitâb etmiştir. Bu hitâb, Ce-
hâb-ı Hakk'm Peygam ber'i olan Hz. M ûsâ'ya bir inâyetidir. İnâyeti şu
sûrededir ki, Hz. Mûsâ cem î'-i m ezâhir i'tibâriyle ibâdet edince, Ce-
nâb-ı Hakk'a bir cihetten ibâdet edip, dîğer cihetten ibâdet etmemek
kusûrundan kurtulmuş olur.
Bir cihetten ibâdet edip, dîğer cihetten ibâdet etm ese, ibâdet et­
m ediği cihetten H akk'ı fevt etmiş olurdu. Binâenaleyh bir cihetten
nâil-i hidâyet olsa da, dîğer cihetten dalâlete düşmüş olurdu. İşte mi-
lel-i m üteferrika ahâlîsinin tarîk-ı İlâhîden inhirâf ile dalâlete düş­
mesi, ibâdeti bir cihete tahsîslerindendir. Fakat "L â ilâhe illâ ene"
mefhûm uyla şerh olunan ve A llah ile tefsîr olunan enniyetin, mün-
deric-i hüviyette taakkul edilm iş olan m ezâhir ve tecelliyât ve şuûn
ve m uktezeyât ve kem âlât-ı ilâhiyyenin kâffesini câm i' bulunan en­
niyet noktasından Cenâb-ı H akk'a ibâdet edilirse, o ibâdet lâyık ol­
duğu vecihle ibâdet olur. İşte bu m a'nâya Cenâb-ı H ak K uban'd a
o* & £ & Jİ3 I Y j İjiiü J ü s * 1 i y :• (En'âm , 6/153) âye-

189
ti ile işâret etmiştir. "İşte bu gösterdiğim yol, doğru yoldur. O yola tâ­
bi' olun ve sebîl-i savâbdan bâis-i teferruk olan müteaddid yollara tâ­
bi' olmayın" demektir. Müteferrik yollara ve i'tikâdlara tâbi' olanlar
da sırâtullâh üzerine ise de, müteferrik yollara ittiba' ile tefrikaya düş­
tüklerinden, i'tikâdlarma şirk ve ilhâd girmiştir. Amm â muvahhid
olan M uham medîler böyle değildir. Onlar hakîkî sırâtullâh üzerine­
dir. Hangi abd-i İlâhî sırâtullâh üzerine yürürse; -ü* ü ^ y y
"Kim kendini bilirse, Rabb'ini bilir" sırrı kendine zâhir olur. Bu sır zâ­
hir olduktan sonra A llah'a bi-hakkm ibâdetle ibâdetin yolunu arar.
H ak ibâdetle Hakk'a ibâdet, esmâ ve sıfat-ı ilâhiyye hakâyıkıyla ta­
hakkuk etmekle olur. Çünkü bu nevi' ibâdeti ifâ eden kul, Hakk'm eş-
yâ-yı zâhire ve bâtmenin aynı olduğunu bilir. Ve bunu bilince
Hakk'm Mûsâ ta'bîr olunanın "ay n "ı olduğunu bilir. O zaman Mûsâ,
Hak için hakikati bularak, hak ibâdetle ibâdet etmek yolunu tamâ-
miyle bulmak için, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyeye m uktezî kemâlâtm icâ-
bâtını Hakk'm kendine ne sûretle bildirdiğini taleb etmeğe başlar.
Halbuki bunu da istîfâ m ümkün değildir. Binâenaleyh Cenâb-ı
Hakk'a hakk-ı ibâdetle ibâdet de mümkün değildir. Çünkü Cenâb-ı
Hak, gayr-i mütenâhîdir; eemâ ve sıfâtının da nihâyeti yoktur.
N etîce: H akk-ı ibâdetle ibâdetin de nihâyeti yoktur. Bu m akâm-
da Risâlet-m eâb Efendim iz cliil İ S cj'I iUiL* j> d'UjJi j y JLiy. L>
’ s . buyurm uştur."Yâ Rabbî, seni hakk-ı m a'rifetle bilem edik ve
J

sana, senin kendi nefsine olan senân gibi hakk-ı ibâdetle ibâdet ede­
m edik" demektir. Bu m akâmda Hz. Sıddîk da dljjl JljAM S y y -
buyurmuştur. "İdrâke ulaşmaktan acz, bir nevi' idrâktir" demektir.
Ben ebyât-ı âtiyeyi bu m a'nâ için nazm ettim.

Tercümesi:

"Ey ma'nâsı akılları hayrete düşüren sûreti


Ey neş'eti ekvânı zühule uğratan dehşet!
Ey gayetlerin, gâyet-i kusvâsı!
Ve ey nihâyetsizliğin nihâyeti!
Ki ma nâsını tefekkür arasında en âkili şaşkınlığa düşüren sâhib-i kudret!

190
Kereminle kendi nefsini hakkıyla senâ, yine sana aittir.
Sen hamd ii senada sânîden ve işrâkten münezzehsin.
M erd-i âkil seni idrâk ile emeline nâil olamaz.
M ecd ü azamette senin gayetin ve nihayetin olmaktan seni tenzîh ederim.
Benim seni bilmek husûsunda ma'rifetim kusûrumu i'tirâftan ibârettir.
Seni idrâke ulaşmaktan âciz olmak, bizim için idrâktir."
Ba'zan da sûfiy y e, enniyeti abd mefhûmu üzerine ıtlâk ederler.
Çünkü enniyet, şâhid-i hâzırı iş'ârdır. Her meşhûdun hüviyeti, onun
ayn'ıdır. Binâenaleyh hüviyeti gayba, ya'nî zât-ı H akk'a ıtlâk ettiler.
Enniyeti de şehâdete, ya'nî m a'kûl-i abde ıtlâk ettiler.
Bu bir nüktedir, bunu anla!

191
Yirmisekizinci Bâb

Ezel Hakkındadır

zel, "kabliyet" mefhûmundan ibârettir. O kabliyetle, "Cenâb-ı


H akk'm kemâlindeki iktizâ-yı zâtisiyle hükm edilmiştir" de­
mektir. Yoksa, hâdisât üzerine zamân-ı tavîl ile H akk'm takad­
dümü ma'nâsma olarak "ezel" ta'bîr olunmamıştır.
Arif-i billâh olmayan kimselerin fehmine şıkk-ı sânî şeklinde vârid
olması, onlarm noksânı olyp, Cenâb-ı Hak ondan uluvv-i kebîr ile
müteâlîdir.
Ezele, şıkk-ı sânî sûretinde m a'nâ verilmesinin butlânmı bu kitâbm
yukarıdaki kısımlarında izâh ettik. Bizim varlığımızdan evvel Cenâb-
ı Hak mevcûd olduğu gibi, O 'nun ezeliyeti şu anda da mevcûttur.
Ezeliyette hiçbir zaman tagayyür yoktur. Ebedü'l-abâdda da ezelî ola­
rak lâ-yezâldir.
Ebedin m a'nâsı, bu bâbı velî eden bâbda inşâllâh beyân olunacak­
tır. İşte Cenâb-ı Hak hakkmdaki ezel, ber-vech-i bâlâ îzâh olunduğu
veçhiledir.
Vücûd-ı hâdis için de ezel vardır. Vücûd-ı hâdisin ezeli, hâdisin vü­
cûduna takaddüm eden zamândan ibârettir. Binâenaleyh her hâdisin
ezeli, dîğer hâdisâtm ezelinden başkadır. Bu îzâha göre ma'denin eze­
li, nebâtm ezelinden başkadır. Çünkü ma'den nebâttan evveldir. Ne
kadar nebât varsa, onların vücûdu, ma'denin vücûdundan sonradır.
Şu halde nebata nisbetle ezeliyet, ma'denin vücûdu zamanı olur. Ya'nî
ma'denin vücûdundan daha evvelki zaman, onun ezeli demek değil-

192
dir. M a'denin ezeli de, cevherin vücûdu zamanıdır. Cevherin ezeli de,
tabâyiin vücûdu zamânıdır. Tabâyiin ezeli de, anâsırın vücûdu zamâ-
nıdır. Anâsırın ezeli de, heyûlânm vücûdu zamânıdır. Heyûlânm eze­
li de hebânın vücûdu zamânıdır. Hebânın ezeli de, illiyyînin vücûdu
zamânıdır. "llliyyîn" dediğimiz, "kalem -i a'lâ, akıl, rûh" tesmiye olu­
nan melek ve emsâli şeylerdir. İşte bunlar ve âlemin kâffesinin ezeli,
kelime-i hazrettir. "Kelime-i hazret" dediğimizin ma'nâsı, Cenâb-ı
Hakk'm bir şeye "kün" dediği anda, onun vücûd bulması demektir.
Ammâ ezel-i mutlaka Cenâb-ı H akk'm nefsinden başka hiç bir şe­
yin istihkâkı yoktur. M ahlûkâttan hiçbir şeyin ezel-i mutlakta ne hük­
men, ne aynen vücûdu yoktur.
Mesleğimiz sâliklerinden bir zât dJI ju* Jj'sft Li" "Ezelde biz Al­
lah'ın yanmda idik" demişse de, onun dediği ezel, halk ezelidir. Yok­
sa halktan hiç bir şey, H akk'm ezeliyetinde mevcûd değüdir. Hakk'm
ezeli, "ezelü'l-âzâl"dir. Bu ezelü'l-âzâl, Hak için hükm -i zâtidir. Ona
kemâl-i zâtiyle Hak müstehaktır.
Şurası da bilinmelidir ki, "ezel" ne vücûd ile, ne de adem üe mev-
sûf olamaz. Vücûd ile m evsûf olamaması^ezel bir emr-i hükm î olup,
aynî ve vücûdî olmadığındandır. Ademle m evsûf olamaması, nisbet-
ten, hükümden, adem-i mahzdan evvel olmasından dolayıdır. Ne nis-
beti, ne de hükmü kabûl etmez. Onun için kendisinden tavsîf-i hükmî
mürtefi'dir. Hulâsa: H akk'm ezeli, ebedi; ebedi, ezelidir.
Şurası da bilinmelidir ki; H akk'm ezeli, nefsine m ahsûs olduğu
için, halk mefhûmu o ezelde ne hükm en, ne de aynen m evcûd değil­
dir. Çünkü H akk'm ezeli kendine m ahsûs olan kabliyet hükmünden
ibârettir. Binâenaleyh H akk'm o kabliyetinde halk için vechen-mi-
ne'l-vücûh hüküm yoktur. Burada "taayyün-i ümî, yâhut taayyün-i
vücûdî i'tibâriyle halkm da, H akk'm kabliyetinde vücûdu vardır,"
denüemez. Çünkü halk için vücûd-ı İlm î ile hükm olunsa, halkm, vü-
cûd-ı Hak ile berâber mevcûd olm ası lâzım gelir. Halbuki Hak, îzâh-
ı mezkûru '\JjS'X* jj yuJI £ç» jL-İOl 'Jj. 'J\ J İ (İnşân, 76/1) âyetiy­
le te'yîd etmiştir. Bu âyette ulem ânın kâffesi, "h el" kelim esinin "kad"
ma'nâsm da olduğunda ittifâk etmişlerdir. M a'nâsı "İnsan üzerine
öyle zaman göçm iştir ki, insan o zam anda m ezkûr bile değildi" de­
mektir.

193
Bu âyette "D ehir" Cenâb-ı Hak'dan ibâret; "h în " tecelliyât-ı ilâhiy­
yeden bir tecellî demektir. Ayetteki "lem yekiin şey'en" ya'nî "İnşân
şey'-i m ezkûr değildi ve onun o tecellîde vücûdu yok idi" m a'nâsına-
dır. "O tecellîde vücûdu yok idi" dediğimiz, vücûd-ı aynî'ye, vücûd-
ı İlmîye şâmildir. Çünkü insan o tecellîde şey'-i mezkûr olmadığı için,
m a'lûm değildir. İşte bu zikr olunan tecellî, H akk'm nefsine mahsûs
olan ezelidir.
Amm â Cenâb-ı Hak ezelde ervâhâ JjC* cU'l A 'râf, 7/172)
"Ben sizin Rabb'iniz değil miyim? Evet! R abb'im izsin" cevâbını ver­
diler," buyurduğu rivâyetine gelince: orada da ezel, m ahlûkâtm
ezellerindendir. Görm üyor musun, "o ervâhı" Cenâb-ı Hak, "A dem
(a.s.)'m zahrm dan zerreler gibi ihrâc ettim ," diyor. Bunun m a'nâsı,
m a'lûm âtın âlem -i İlm îde taayyünü hâlinden ibârettir. Ervâhı zerre­
lere teşbîh etm esi, gâyet latîf ve görünmez oldukları içindir. Cenâb-
ı H akk'm onlara "elestü birabbiküm " buyurm ası, onlarda isti'dâd-ı
İlâhî hâsıl etm esinden ibârettir. Ervâhm da "b elâ" cevâbm ı vermesi,
m ezâhir-i ilâhiyye olm ayı kabullerine sebeb olan kâbiliyet ve is-
ti'dâdlarm a işârettir. Onlara Cenâb-ı Hak, "B en sizin Rabb'iniz değil
m iyim ?" diye sûal buyurm ası, onlara ihsân ettiği isti'dâdm îcâbını
ve kendilerine verdiği kâbiliyet-i fıtriyyenin rubûbiyeti ikrâr ederek,
inkâr edem iyeceklerini bildiği içindir. Onun için ervâh, "b elâ" cevâ­
bını verdi.
Cenâb-ı H akk'm Kur'ân'da onlara bu sûretle şehâdet etmesi, bizim
yevm-i kıyâmette onlarm rubûbiyet-i ilâhiyyeye îmân ettiklerini ve
tevhîde kâil olduklarmı şehâdet etmekliğimiz içindir. Çünkü biz,
ya'nî "Üm m et-i M uham med" yevm-i kıyâmette nâs üzerine şâhid
olacağız. Yevm -i kıyâmette meleklerin o ervâha küfür veyâ inkâr is-
nâd eylemeleri makbûl değildir. Çünkü bu şehâdet, onlar için esâsen
hâsıl değildir. Zîrâ melekler meselâ küfür zannettikleri şeyin bâtmma
olan ıttılâ-ı ihâhîye vâkif değildirler.
Binâenaleyh onlarm şehâdeti tahkikten nâşî olmayıp, bizim şehâ-
detimiz tahkîka müsteniddir. Çünkü bu hakikati Cenâb-ı Hak bize
haber vermiştir. Binâenaleyh bizim hüccetimiz, hüccet-i bâligadır;
çünkü bizim hüccetimiz Cenâb-ı H akk'm halka karşı saâdetle olan şe-
hâdetinin hücceti demektir.

194
Meleklerin hücceti bâtıldır; çünkü melekler zâhire göre hükmet­
mektedirler. M eleklerin hükümleri, zahirden başkasına taalluk etmez.
Görmüyor musun, Âdem (a.s.) kıssasında A dem 'in yeryüzünde fesâd
yapacağına hükm ederek ve kendilerinin tesbîh ve Cenâb-ı Hakk'ı
takdisini düşünerek, "biz m uslihleriz" dediler. Halbuki Adem 'in bâ­
tınında olan hakikat ki -hakâyık-ı rahmâniyye ve sıfât-ı rabbâniyye-
dir-, bu ciheti düşünebilmeyi de düşünemediler.
Cenâb-ı Hakk'm Adem üzerine Hakk'm sıfatıyla tecellîsi zâhir
olunca ve melekleri ve başkalarını muhit olan sıfat-ı ilmiyye-i ilâhiyye-
nin Adem'de bulunduğunu meleklere bildirince L Sil id jJLc V İüLÇL
(Bakara, 2/32) i'tirâfını izhâr ettiler. Binâenaleyh "Yâ Rabbi, biz, senin
bize bildirdiğinden başkasını bilemeyiz ve seni tesbîh ederiz" ma'nâ-
smda olan bu âyetteki ilimleri mukayyeddir, ya'nî zâhire ma'tûftur.
Ammâ Adem böyle değildir. O, eşyâyı ale'l-ıtlâk ilm-i İlâhî ile bilir. Zî-
râ ilm-i İlâhî ile murâd, ilm-i mezkûr-ı Adem'dir. Hakk'm sıfâtı, onun,
ya'nî Adem'in sıfâtı, Hakk'm zâtı, onun, ya'nî Adem'in zâtıdır. Bu sır­
rı iyi anla!

195
Yirmidokuzuncu Bâb

Ebed Hakkındadır

bed, Allah için ba'diyet mefhûmundan ibârettir. Vücûd-ı vâcib-


i zâtisinin iktizâsı cihetinden Allah için "ebed" bir hükümdür.
Çünkü A llah'ın kendi nefsi için olan varlığı, zâtı ile kâimdir.
Zâtı ile kâim olduğu içindir ki, kendisi için bakâ, sahîh olmuştur.
Çünkü Allah, ademle mesbûk değildir. Mümkünden evvel ve sonra,
kendisine bakâ ile hükm olunması, işte bu sûretle zâtıyla kâim olup,
başkasma adem-i ihtiyâcından dolayıdır. Mümkün böyle değildir.
Mümkün de gayr-i m ütenâhî ise de, vücûdu inkıtaa mahkûmdur.
Çünkü adem ile mesbûktur Her adem ile mesbûk olanm, m ercii yine
ademdir. Binâenaleyh mümkün üzerine in'idâm ile hüküm zarûrîdir.
Böyle olmasa, mümkünün de bakâda Hak ile berâber yürümesi lâzım
gelir; bu ise muhâldir. Bu sûretle mümkünün in'idâm ve H akk'm ba­
kâ ile muttasıf olmasından nâşîdir ki, Allah için ba'diyetle hüküm sa­
hîh olmuştur.
Şurası da m a'lûm olmalıdır ki, ba'diyet ile kabliyet, Allah için hük­
m îdir, zam ânî değildir. Çünkü Allah üzerine zamân mürûru muhâl­
dir. Bu işâret ettiğimiz şeyi anla!
Hulâsa: Hakk'm ebedi, mümkünin vücûdunun inkıtâmdan sonra
H akk'm vücûdundaki istimrâr i'tibâriyle şe'n-i zâtisinden ibârettir.
Şurası da bilinmelidir ki; mümkünâttan her mümkünün de ebedi
vardır. Dünyânm ebedi, dünyanm âhirete tahavvülüyledir. Âhiretin
ebedi, âhiretin Hakk'a tahavvülüyledir. Şu kadar var ki, mümkünâtm

196
ebedlerinin inkıtâıyla hüküm, zarûrîdir. O ebedler, ister ehl-i cennetin
ebedleri, isterse ehl-i nârın ebedleri olsun; bu nevi7 ebedler ne kadar
devâm etse, ne kadar bakâsı uzun olsa, yine inkıtâ' ile mahkûmdur.
Çünkü Hakk'm ebediyetini tasavvur, H ak'dan maâdâsma inkıtâ' ile
hükmetmeğe bizi mecbûr kılmaktadır.
Binâenaleyh H akk'm bakâsma kadar, mahlûkun devâm-ı vücûdu­
na im kân yoktur. Biz bu meselenin îzâhmı ibâre-i m a'küle şekline sok­
muş olduk; çünkü biz, keşf-i ıyânî ile müşâhede ettik. İsteyen bu îzâ-
hımıza îmân eder, istemeyen etmez.
Şurası da bilinmelidir ki, ahvâl-i âhirette her bir hâl için "ebediyet"
hükmü vardır. O ahvâl isterse nâil-i rahmet olanların, isterse dâhil-i
azâb olanlarm ahvâlinden olsun, fark yoktur. Bu bir sırr-ı azîzdir ki,
bu sırrı, nâil-i keşf olanlar zevk edebilir. Ve o kimse, o hâl-i uhrevîde
ebediyyen inkıtâ' olmadığını bilir. Bu hâl-i uhrevî, hâlet-i vâhide-i
mahsûsadır. Ba'zan o hâl, olduğu şekilden başka bir hâle intikâl eder,
ba'zan da intikâl etmez. Başka bir hâle inkılâb ederse, hükm-i mezkûr
ikinci halde de dâimdir. Bu hüküm, ahvâl-i âhiretten ne m unkatı', ne
de muhtel olur. Bu bir emr-i şuhûdîdir, akim bunda mecali yoktur.
Çünkü akıl, bunu halledemez.
İnşâllâhu Teâlâ cennet ve cehennem bahislerinde bu kelâmm îzâ-
hât-ı kâfiyesi gelecektir.
Hulâsa: Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin ebedî, ebedü'l-
âbâddır; ezeli de, ezelü'l-âzâldir.
Şurası da bilinmelidir ki, Hakk'm ebedi, ezelinin; ezeli, ebedinin ay­
nıdır. Çünkü ebed, izâfî olan iki tarafın Hak'dan inkıtâmdan ibârettir.
Hakk'm bakâ ile infirâd-ı zât'ı, bununla tahakkuk eder. Evveliyet izâ-
fetinin Hak'dan inkıtâıyla, evveliyet taallukundan evvel, Hakk'm vü­
cûduna "ezel" tesmiye olunur. Hak'dan âhiriyet izâfetinin inkıtâıyla,
âhiriyet taallukundan sonra Hakk'm bakâsma, "ebed" tesmiye olunur.
Bu ikisi, ya'nî ezel ile ebed Allah için iki vasıftır. Vücûd-ı vâcibini
taakkul için izâfet-i zamâniyye bu vasıfları izhâr etmiştir. Yoksa, ne
ezel vardır, ne de ebed vardır. Hiçbir şey kendisiyle berâber olmamak
üzere Allah mevcûddur. Ve el-ân da o vücûd ile yine Hak mevcûd-
dur.Yine kendisiyle beraber, kendisinden başka bir şey yoktur.

197
Allah için, ebedden ibâret olan ezelden başka bir vakit yoktur.
"Ebed" dediğimiz, kendi üzerine zaman murûru olmaksızın, Hakk'm
vücûduna hüküm ile beraber, hükm-i zamanın bakâ-ı ilâhiyyeye uza­
yabilmesi hükmünün inkıta'mdan ibârettir.
Hulâsa: Hakk'm bakâsı, zamanm inkıta'm dan ve Hak ile beraber
zamanın devâmı olmasmdan ibâret olup, "ebed" dediğimiz işte bu­
dur.

198
Otuzuncu Bâb

Allah'ın Kıdemi Hakkındadır

ıdem, vücûb-i zâtî hükmünden ibârettir. Vücûb-i zâtiyi Hak

K için, H akk'm kadîm ism i izhâr etmiştir. Çünkü her vâcib-i


bi'z-zât olan şeyin vücûdu, adem ile mesbûk olamaz. Her
adem ile mesbûk olmayan şeyin de, hükümde kadîm olması zarûrî-
dir. Yoksa Allah kıdemden de müteâlîdir. Çünkü kıdem, kadîm üze­
rine m urûr-ı zamanm uzamasından ibârettir. Hak bundan müteâlîdir.
Şu halde H akk'm kıdemi, vücûb-ı zâtîsftve lâzım olan hükümden ibâ­
rettir. Yoksa Allah ile halk arasında ve her ikisini cem' eden vakît ve
zaman yoktur. Belki A llah'ın vücûdunun vücûd-ı mahlûkâta takad­
dümü, "kıdem " tesmiye olunan şeydir. Mahlûkâtm hâdis olması, onu
îcâd eden m ûcide iftikârmdan dolayı olup, "hudûs" ile müsemmâ
olan da budur.
Hudûs için ikinci bir m a'nâ daha vardır. O da şey-i gayr-ı mezkûr
olduktan sonra, bir şeyin vücûdunun zuhûrundan ibârettir. Çünkü
mahlûk hakkında lâzım ve şâî olan hudûs, o mahlûkun kendisini îcâd
eden m ûcide iftikârmdan başka bir şey değildir. İşte mahlûka hudûs
ismini iktizâ eden şey, bu iftikârdır.
Mahlûk, ilm-i İlâhîde mevcûd olmakla berâber, nefs-i vücûdda hâ-
distir. Çünkü kendisini îcâd eden bir mûcide muftekirdir. Binâena­
leyh zuhûrundan evvel ilm-i İlâhîde mevcûd olsa da, mahlûka kadîm
ism ini ıtlak sâhih olamaz. Çünkü mahlûkta başkasmm vücûduyla
mevcûd olmak, hükm -i aslîdir. Şu halde mahlûkun vücûdu, vücûd-ı
Hak üzerine terettüb etmiştir. İşte, hudûsun "m a'nâ-i sânî"si budur.

199
Bu izâha göre ilm-i İlâhîdeki a'yân-ı sâbite muhdestir; bu i'tibâra ve
bu tevcihe nazaran kadîm değildir.
Bu bir m es'ele-i mühiminedir ki, eimme-i irfan bu m es'elede gaflet
etmişlerdir. Eimme-i irfândan hiç birisi yoktur ki, izâhmda a'yân-ı sâ-
bitenin kıdemine hükm i'tâsm a dâir sözü olmasın.
A'yân-ı sâbitenin kıdemine kâil olmak da mümkündür. Fakat bu
da, başka bir i'tibâra göre, başka bir tevcîhe göredir. İşte onu da sana
izâh ediyorum: M a'lûm dur ki, ilm-i İlâhî kadîmdir; yâ'nî ilm-i İlâhî
üzerine kıdem ile hükm olunmuştur. "Kıdem " dediğimiz de, vücûb-ı
zâtiden ibârettir. Çünkü H akk'm sıfâtı, ahkâm-i ilâhiyye nokta-i naza­
rından cenâb-ı âlîsine layık olan her şeyde zât'a mülhaktır. İlme ilim
ıtlakı, m a'lûm un vücûdu olmaksızın sahîh olamaz. Çünkü, âlimin
adem-i vücûduyla ilmin ve m a'lûm un vücûdu muhâl olduğu gibi,
ma'lûm suz ilmin de vücûdu muhâldir. Binâenaleyh, a'yân-ı sâbiteden
ibâret olan m a'lûm at-ı ilâhiyye, kıdem hükmünde ilme mülhâktır.
M a'lûm at-ı ilâhiyye ise, Hakk'a nisbetle kadîm, kendi mevcûdiyetle­
rine nazaran muhdestir. Şu halde halk, Hakk'a lühûk hükmü ile mül-
hâk demektir. Çünkü vücûd-ı halkînin Hakk'a rucûu, emr-i vâkî' ci­
hetiyle aynî, zâtları i'tibâriyle hükmîdir.
Bu öyle m ühim bir m es'eledir ki, bunu efrâd-ı kümmelden başkası
idrâk edemez. Zîrâ, ezvâk-ı ilâhiyyeden olan bu nev'i zevk, muhakki­
kine mahsûstur. Diğer ârif-i billâh olanların bu zevkte nâsibi yoktur.
İşte bu sûretle kıdemin m ahlûkât hakkında emr-i hükmî, hudûsun
emr-i aynî olmasından dolayı, biz mahlûkâtm zâtları i'tibâriyle istih-
kâklarmı m in-haysü'l-hükm , kendilerine vukû' bulan nisbet üzerine
takdîm ettik. O hüküm dediğimiz, ilm-i İlâhînin onlara taallukudur.
Bunu anla!
Hülâsa: H akk'm kıdemi, Hak için emr-i hükmi-yi zâti-yi vücûbî-
dir. Halkın hudûsu da, halk için emr-i hükmi-yi zâti-yi vücûbîdir. Bu
izâha nazaran mahlûkâta "hüviyetleri i'tibâriyle H ak'tır" denemez.
"H ak'tır" denilebilmesi, H akk'a delâletleri nazar-ı i'tibâra alınarak,
m in-haysü'l-hükümdür. Yoksa Hak nefsinde, zâtı cihetinden eşyânm
kendisine m ülhâk olmaktan münezzehtir. Eşyânm Hakk'a m ülhâk ol­
ması, ancak hüküm cihetindendir. İşte bu izâh ettiğimiz lûhûkun, lû-
hûk-ı zâtî olduğu mükâşif ârif için âşikâr olsa da, o ârifin bu ıttılâı',

200
kabiliyetinin derecesine göredir. Yoksa, H akk'm nefsinden nefsine
karşı olan ilmi gibi değildir.
Şeriât lisânlarının bu bâbtaki izâhâtı, H akk'm zâtına mahsûs kemâl
ile infirâdmı tasrîh etmektedir. Teşri', hakîkât-i emr üzerine vâkî' ol­
muştur. Yoksa teşrî', hakîkâtü'l- hakâike vâkıf olmayanın zu'm ettiği
gibi değildir. Hakîkâtü'l-hakâike vâkıf olmayanlara ba'zı şeyler zâhir
olsa da, eşyâ-i müteaddide kendilerini fevt eder. Binâenaleyh o nev'i
ricâl, "Teşrî', kışr-ı zâhirden ibârettir" der. Bilmez ki, teşrî', hakîkât-ı
emrin lübbünü de, kışrmı da câmî'dir. Hz. Risâlet— meâb Efendimiz,
emâneti hakkıyla îfâ etmiş ve ümmete hakkıyla nasihatini yapmıştır.
Hiç bir hidâyet terk etmemiştir ki, o hidâyete lâzım gelen tenbîhi yap­
mamış olsun. Hiç bir m a'rifeti terk etm em iştir ki, o m a'rifete hidâyet
eylemesin. O Risâlet— meâb ne güzel em în-i kâmil, ne güzel âlim-i bil-
lâh âmilidir!
Hülâsatü'l-hülâsa: Kıdem, zât-ı vâcibü'l-vücûd için emr-i hükmîdir.
Ezel ile kıdemin farkına gelince; ezel, Allah için kabliyet m efhû­
mundan ibârettir. Yâ'nî ezel, H akk'm eşyâdan evvel vücûdunu îfâde
eder. Kıdem, H akk'm adem ile m esbûk elm adığm ı îfâde eder. Yâ'nî
eşyâya nisbetle olan kabliyetinde, adem in sebkâti yoktur. Binâena­
leyh ezel ile kıdem, bir m a'nâya değildir. Bunu anla!

Manzumenin Tercümesi:

“Kadîm, Vâcibü'l-Vücûddur. Cenâb-ı H âlık için bu sûretle hüküm, va­


ciptir.
Allah'ın kıdeminde müddet yahut, yekdiğerini ta'kîb eden “ezmine" mef­
hûmlarını nazar-ı i'tibâra alma.
Hakk'a, şe'n-i zatîsi olan kıdemi nisbet et. O şe'n-i zatîden dolayıdır ki,
Hakk'ın viicûb-ı zâtisine hüküm vâciptir.
Bunun ma'nâsı, Hakk'ın vücûdu, in'idam ile mesbûk değildir.
Ve vücûdu ademe ma'rûız olarak, munkati' ve zâil değildir.
Belki Hak, zâtındaki istiğnâsından dolayı “kadîm" tesmiye olunmuştur.
Bu hüküm, dâim î bir hükümdür.”

201
Otuzbirinci Bâb

Eyyamullah Hakkındadır

akk'm eyyamı, envâ'-ı kemâlâtmdan zâtının muktezâsı i'tibâ­

H riyle, tecellîyâtı ve zuhûru demektir. Tecellîyât-ı ilâhiyyeden


her tecellî için hükm-i ilâhî vardır. O hükm-i İlâhîye "şe'n "
ta'bîr olunur. O şe'nden ibâret olan hükm-i İlâhînin o tecellîye layık
vücûdda eseri vardır. Binâenaleyh vücûdun ihtilâfı, yâ'nî, her zaman­
da tağayyürü, o şe'n-i İlâhînin eseridir. O şe'n-i İlâhîyi tağayyürle, vü-
cûd üzerine hâkim olan tecellî iktizâ eder. İşte ^ ^ (Rahman
29) âyetinin m a'nâsı budur.
Şurası da bilinmelidir ki, bu âyet için ikinci bir m a'nâ daha vardır.
O m a'nâ Hakk'a râci'dir. Her tecellî için bir şe'n ve her şe'n için vü-
cûd-ı hâdiste bir eser olduğu gibi, o tecellî için bir de muktezâ vardır.
O muktezâ, zâtı i'tibâriyle nefs-i Hak'ta olan tenevvû'dan ibârettir.
Çünkü Cenâb-ı Hak, her ne kadar nefsinde tağayyürü kabul etmezse
de, her tecellîde onun için bir tağayyür vardır. İşte "tahavvul fi's-su-
ver" ta'bîr ettikleri budur.
Hülâsa adem-i tağayyür, Hak için hükm-i zâtîdir. Tecellîyâtta te-
nevvû' ise Hak için emr-i vucûdi-yi aynîdir. Şu halde Hak, hem mü­
tenevvi' hem gayr-ı mütenevvi' m a'nâsm a olarak, hem müteğayyir
hem de gayr-i müteğayyirdir. Y â'nî sûretlerde mütehâvvil, kemâl-ı
zâtisinin iktizâsına göre kendi zâtında gayr-i mütehâvvildir. Çünkü
Cenâb-ı Hak, kemâl-i zâtîsi ne ise onun üzerine olup, o kemâlden ta-

202
ğayyüru için im kân yoktur. Bu i'tibâr ile Allah tağayyürden uluvv-i
kebîr ile müteâlîdir. İşte <_?* j* j*y. (Rahman 29) kavl-i İlâhîsinin
sırrı bu olup, "m a'nâ-i sânîdir" dediğimiz budur.
Şurası da bilinm elidir ki, Cenâb-ı Hak, kulu üzerine tecellî edin­
ce H akk'a nisbetle o tecellîye "şe'n -i İlâhî", abde nisbetle o tecellîye
"h âl" tesm iye olunur. Bu tecellîye esm â-i ilâhiyyeden bir ism in yâ­
hut, evsâf-ı ilâhiyyeden bir vasfın hâkim olm ası zarûrîdir. İşte hâ­
kim olan isim , yâhut o vasıf, o tecellînin ism idir. Vâkıâa, bizim yed-
i kudretim izde esm â ve sıfât-ı ilâhiyyeden bu tecellîye m ahsûs isim
yâhut vâsıf yoksa da, tecellîye m azhar olan velînin hâlinin ism i, o
m azhar olduğu tecellî-i İlâhînin ism inin aynıdır. İşte, i*UJI ^ ^
1$; jJ .uUa hadîs-i şerîfi ile, ^
u^Jül pJLc ^ duâ-i peygam berîsinin m a'-nâsı budur. Türkçesi: Ce-
nâb-ı Hak, kıyâmet gününde dünyada etmediği bir takım hamd ve se-
nâlar ile nefsine hamd eder." Dîğeri: Ya Rabbi, ben kendini tesmiye et­
tiğin, yâhut âlem-i gaybde kendine ihtiyâr ve tahsîs ettiğin her isim ile
senden isterim ve duâ ederim " demektir.
H akk'm nefsine tesm iye eylediği isim ler, kullarına nisbetle
H akk'm sebeb-i m a'rûfiyeti olan isim lerdir. A lem -i gaybda nefsi için
ihtiyâr ve tahsîs ettiği isim ler, tecelliyât-ı ilâhiyyeye m azhar olan
kullarının ahvâlini m üş'ir olan isim lerdir. O isim ler, m azhar-ı tecellî
olam n gaybm da ihtiyâr ve tahsîs edilm iş isim lerdir, aijs-ilj eUL-l nin
m a'nâsı, "o tecellîye m üteallik adâptan riâyeti vâcip olanlarla kı-
yâm " demektir. Bu bir zevktir ki, bu m eşhede vâsıl olm ayan bunu
bilemez. Çünkü akim nazar-ı fikrî tarîkinden bu sırra erişmesi, kâbil
değildir; m eğer ki kuvvetli im ân sâhibi olup, im ânı akim fevkine çı­
karak, kilidi açm ış ola.
Bu mukademâttan m a'lûm olmuştur ki, yevm -i İlâhî, tecellî-i İlâhî­
den ibârettir, halk arasında m a'rûf olan eyyâm değildir. Çünkü, ey-
yâm ve ezmân-ı mahlûkanm Hak üzerine murûru muhâldir. Şu halde
fU öj>ji ^ (Casiye 14) âyetinin ma'nâsı, "A llah'ın tecellîsini recâ
etmeyen kim seler" demektir. Çünkü, o nev'i recâda bulunmayanlar,
Hakk'm vücûdunu inkâr edip, imân etmeyenlerdir. Bir şeyi inkâr
eden ve o şeyin ademine kâil olan, elbette o şeyin zuhûrunu istemez,
demektir. İşte o nev'i kimseler, J J I «UüJ )l (Yunus 11) âyetiyle ken­

203
dilerine işaret olunan kimselerdir. Çünkü Hakk'm likâsı, H akk'm kur-
biyeti ve tecellîsi demektir. İster bu tecellî dünyada, ister âhirette ol­
sun. Bunu anla!
Allah, hakkı söyler ve sebîl-i savâba hidâyet eder.

204
Otuzikinci Bâb

Salsalatü'l-Ceres
Hakkındadır

alsalatü'l-ceres, sıfat-ı kâdiriyye-i ilâhiyyenin şiddetli inkişâfı


demektir. Bu inkişâf, bir nev'i azâmetle tecellî etmek sûretiyle
olur. Salsala, kahr-ı İlâhî hey'etinin zuhûrundan ibârettir. Bu­
nun sebebi, sâlik-i İlâhî olan abd, kudret hakikatiyle tahakkuka doğru
ilerleyince, bu hâlin mebâdîsinde kendisine salsala-i ceres zâhir olur,
îşte o salsala, abdı kuvvet ve azâmet tarîkiyle kahr eder. Bu kahır es-
nâsmda, hakâikin tesâdümünden bir gıcırtı ve inilti nev'inden ses işi­
tilir. Bu kabilden işitilen ses, hâriçte salsala-i ceres, yâ'nî, çan sesi gi-
bidir.
Bu bir mertebedir ki, o m ertebe hazret-i azâmete duhûle cür'etten
kulûbu men eder. Bu m en', o m ertebeye vâsıl olanı kahr için, mâ'ne-
vî bir kuvvet yüzündendir. Bu kâhir olan kuvvet, mertebe-i ilâhiyye
ile kulûb-ı ibâd araşma haylûlet eden hicâb-ı a'zamdır. Salsala-i ceres
işitmedikçe, mertebe-i ilâhiyyenin inkişâfına yol yoktur.
Beni, sem âvâtü'l-ûlâ'ya isrâ (gece yürütmek) ettikleri gece, bu ma-
kâm -ı esnâ'ya ve manzar-ı ezhâ'ya (çok güzel) vâsıl olduğum zam an,
o m ahâllin hey'etinden öyle bir hâlet-i m üdhişe hâsıl oldu ki, kuvâ-i
akliyyem münhâl, terâkib-i unsûriyyem m uzmâhil, eczâ-i bedenim
perişan, göğsüm ün kem ikleri parça parça oldu. O esnâda heybetiyle
dağları yıkmak ve izzetiyle ins ve cinne baş eğdirm ek kudretinde
olan salsala-i ceres'ten başka bir şey işitmiyordum. Ateş sağnakları
yağdıran ve fakat envârdan m üteşekkil olan bulutlardan başka bir

205
şey görmüyordum. Bununla berâber ba'zısı ba'zısm m fevkinde yığıl­
mış olan bıhâr-ı zât'm zulm etleri içinde idim. O zulûmâtm ne üstün­
de gök, ne altında yer var idi. Cibâl-i sâbite ve râkideyi yürütülmüş
gördüm. Yeri gördüm; bariz, yâ'nî üzerinde ağaçlar ve dağlar yok.
I L * dL, J s . İ J b - l j j U j ü i j L > } (Kehf 47) âyetinin m a'nâsı tahak­
kuk etmişti. "Biz halkı hiç kimse bâki kalm am ak üzere topladık ve
Allah'a karşı saf olarak hepsi arz oldular." demektir. Halkm bu sûret­
le H akk'a karşı saf olarak durması, ezelen ve ebeden zâil olmayıp,
dâimdir.
Dedim ki: "G öğe ne oldu?"
"Yarıldı, rabbinin emrine itaat etti. Müstehak olduğu hale ma'rûz
oldu" denildi.
Dedim ki: "Yere ne oldu?"
Denildi ki: "Vâd'iyetinde tağayyür hâsıl olarak uzatıldı ve içinde­
ki şeyleri attı ve boşaldı."
Dedim ki: "Güneşe ne oldu?"
Denildi ki: "Ziyâsı, giderek tortop oldu, yıldızlar karardı, dağlar
yürütüldü. Arabm kıymetli develeri hamilden ta'tîle uğradı. Kuşlar
dehşetinden bir yere toplandı. Denizler kızdırılarak ateş hâlini aldı.
Nufûs-ı mütezâdde birbiriyle birleşti. Arab adetince küçük iken öldü­
rülen kız çocuklarına "hangi günahla öldürüldünüz?" diye soruldu.
Herkesin sahâif-i a'm âli neşredildi. Evin tavanı kal' olunur gibi, gök­
ler söküldü, Cehennem kızdırıldı, Cennet m üstehak olanlara takrîb
edüdi." Dedim ki: "Bana ne oldu?"
M üşkülâtımın hallâlı dedi ki: "H er insan, hayâtında hazırladığı
amellerini bildi."
Bu vukû' bulan hâlet-i müdhişe, benim için bir kıyâmet-i suğrâ idi.
Cenâb-ı Hak bunu benim gözümün önüne kıyâmet-i kübrâ'ya mîsâl
olarak dikti. Hâl ve vaziyetten haberdâr olayım da, hizb-i irfâna gir­
meğe hevesnâk olanları tarîk-i savâba hidâyet edeyim şeklinde bana
intibâh veriyordu.
O sırada sâil-i tedkîk, tercümân-ı tahkikten sordu. Ve sıfattan, zât­
tan câhü olmamak ve husûl-ı irfân ile m akâm-ı üâhîden haberdâr ol-

206
mak; insanm mâhiyetini bilm ek ve ne sûrette insanın kitabı Kur'an
olur, bunu anlamak; zü'l-celâl ve'l-ikrâm a vusûl ile em r-i sülûkü
hatm etm ek ne sûretle mümkün olur, diye istifhâm ve istizâh etti. Ev­
velâ tebessüm göstererek, sonra sûret ile tahakkuk eden dahk ile gül­
dü. "Bu ibârâtm kısm-ı âtide işârâtı vardır" diye tercümân-ı tahkik
remzetti. Jj-y ^ hl JJJb
öul ^IL> ujSUl (jiyJI juc (Tekvir 15) dedi, yâ'nî, bu âyeti okudu. "Man-
zûme-i şemsiyyeden olan kevâkîb-i seb'iyye ve semâda sâbit diğer yıl­
dızlara; karardığı zaman geceye; ziyâsı şems ile parlayan sabaha ye­
min ederek söylüyorum: Kur'an rasûl-ı kerîmin kavlidir. O rasûl-ı ke­
rîm, sâhib-i arşın yanında mekânetle ve kudretle metîn olan kuvvet sâ-
hibidir. Emrine itaat olunmuştur. Vahyi için zât-ı em indir." demektir.
Tercüm ân-ı tahkik, bu sûretle cevâb verince, iki gözünün arasın­
dan öptüm ve anlatmak istediği işâretleri anladım.

Altı Beyitlik Olan M anzum enin Tercümesi:

"Vuslat-ı İlâhî öyle bir hâlettir ki, bunun ilâhını mübâh görm ek doğru de­
ğildir.
Sen istediğin gibi zannet. Bu iş çok geniş bir iştir.
Aşık, sevgilisi de halvetinin sahnında cilvegîr.
M ülk, mülkün mâliki, cünûdii hepsi bir yere toplanmış;
H abîbine kurbiyet sevdasındaki gelin, celâl mertebesinin fevkinde kemâl
ile m ütecellî ve ziyâsı su gibi akmakta dâim.
Ufuk duvarında bulutlar, yağmur dökmekte;
Ra'd, z£cr ve şiddet ifâsında; berk, iltimâ'ında ber-devâm.
Deniz dalgalanmakta, rüzgar esmekte, ateş kıvılcım saçmakta, sular fış­
kırmakta;
Felek-i devvâr, bütün heybetiyle sâhib-i izzetin izzetine karşı ma'rûz ol­
duğu şiddetle zelîl olarak dönmekte;
Ve sâhib-i izzete baş eğmektedir."

207
Otuzüçüncü Bâb
• •

Ummü'l-Kitab Hakkındadır

Manzumenin Tercümesi:

"Ümmü'l-kitabın künhü, zât-ı İlâhîde bir nokta olup, sıfâtın neş'eti o nok­
tadandır.
Ümmii'l-kitab, hokkadaki mürekkeb gibidir.
Harfler, o mürekkepten tertîbât hükmüyle varak-ı vücûd üzerinde âşikâr
olur. .
Harflerden noktasız olanlar, zâtıyla kadîme müteallik olanlardır.
Noktalı olan harfler, hâdisâttan ibâret olup, o hâdisât o noktalar üzerine
târi ve ârızdır.
Harfler ne zaman terekküb ederse, kelimeler hâsıl olur. İşte o kelîmât,
mahlûkâtın ayn'ıdır."
Şurası da m a'lûm olsun ki, "Ü m m ü'l-kitab", künh-i zatînin mâhi­
yetinden ibârettir. Bu mâhiyete, ba'zı cihâtı i'tibâriyle "m âhiyyât-ı ha-
kâik" ta'bîr olunmuştur. Binâenaleyh künh-i zâtın mâhiyeti, üm m ü'l-
kitab olmuştur. Çünkü vücûd künh-i zâtın mâhiyetinde hurûfun mü-
rekkebde indirâcı gibi münderictir, ister hurûf-ı mühmeleden olsun,
isterse hurûf-ı m u'cem eden olsun. Mürekkebe hiçbir harfin ismi veril­
mez. Bunlar hakkında biraz aşağıda izâhât verilecektir. Mâhiyyât-ı
hakâika isim, na't, vasf, vücûd, adem, hak, halk gibi ta'bîrât ıtlak olu­
namaz. Kitab, kendisinde adem melhûz olmayan vücûd-ı mutlaktan
ibârettir. M ecdî

208
Esmâ-i hurûften hiç bir harfin ism ini m ürekkebe ıtlak caiz olmadı­
ğı gibi, künh-i zâtm mâhiyetine de "vücûd" ve "adem " isim leri ıtlak
olunamaz. Çünkü künh-i zâtm mâhiyeti, umûr-ı m a'kûleden değ ild ir.
Gayr-i m a'kûl üzerine bir şey ile hükm etmek ise muhâldir. Binâena­
leyh künh-i zâtm mâhiyetine "H ak'tır" yâhut "halktır", "gayr ve
ayn'dır", denilemez.
Künh-i Hakk'm mâhiyeti öyle bir mâhiyettir ki, hiç bir ta'bîrin in-
hisârı altına giremez. Hangi ta'bîr ile ta'bîr olunsa, her cihetten o ta'bî­
rin zıddmı da şâmildir. Bir i'tibâra göre künh-i zâtm mâhiyeti ulûhi-
yetten ibârettir. Bir i'tibâra göre künh-i zâtm mâhiyeti eşyânm mahâl-
li ve vücûdun masdarıdır. Vücûd, o m âhiyette bi'l-fiildir. Hurma ağa­
cının hurma çekirdeğinde olduğu gibi, vücûdun da mâhiyyet-i hakâ-
ikte bi'l-kuvve olduğunu akıl iktizâ ederse de, şuhûd-ı m ânevî vücû­
dun o mâhiyette bi'l-kuvve olmayıp, bi'l-fiil olduğunu bildirmektedir.
Mâhiyyet-i hakâikte vücûdun bi'l-fiil olması muktezâ-i zâtiyye-i
ilâhiyye icâbmdandır. Şu kadar var ki, icmâl-i mutlak, akıl üzerine ic-
râ-i hükm ederek aklı, vücûdun, mâhiyyet-i hakâikte bilkuvve olma­
sına kâil eylemiştir. Fakat şuhûd-ı m ânevî böyle değildir. Çünkü, şu-
hûd-ı mânevî, tafsîlin icmâlde bakâsı mutasavver olmak üzere, o
mücmeli sana mufassal olarak bildirir.
Bu bir emr-i zevkiyye-i şuhûdiyye-i keşfidir. Akıl bunu nazar-ı fik­
rî tarîkinden idrâk edemez. Akıl bu m ahâlle kadar yükselir ve eşyâ
kendisinde m ütecellî olursa, o zam an bu hakikâti olduğu gibi kabul
ve idrâk edebilir.
Yukarıdaki izâhtan, Kitabın vücûd-ı m utlaktan ibâret olduğu ve
vücûd ve adem ile "m ahkûm un aleyh" olmayan şeyin de, Um m ü'l-ki-
tab olduğu senin için tebeyyün etti. Şurası da tebeyyün etti ki, "Üm-
m ü'l-kitab" dediğimiz, m âhiyyet-i hakâikten ibârettir. Çünkü kitab,
ondan tevellüd etmiş gibidir. Zîrâ, kitapta künh-i mâhiyetin iki vec-
hinden bir vechi vardır. Çünkü vücûd, künh-i mâhiyetin iki tarafın­
dan birisi olup, adem İkincisidir. Bunun içindir ki, künh-i mâhiyet,
vücûd ile adem ta'bîrlerini kabul etmemiştir. Çünkü künh-i mâhiyet­
te vücûh-ı müteaddideden her hangi vech bulunursa, zıddmın da
mevcûd olduğunda şüphe yoktur. Şu halde Cenâb-ı Hakk'm peygam­
ber lisânı üzerine inzâl ettiği Kitab, mâhiyyet-i hakâikin iki cihetinden

209
birisi olan Vücûd-ı M utlak'm ahkâmından ibârettir. Bu takdirde Vü-
cûd-ı M utlak'ı bilmek, Kitabı bilm ek demektir. Cenâb-ı Hak da bu ha­
kikâte ^ ( J *h~a>l if i (Yasin 12); ve yine uy> ijûS'<y V I Vj Vj

(Enam 59); ve yine ^ JC* (Isra 12) âyetleriyle işâret etmiştir.


Ma'nâları: "H er şeyi imâm-ı m ubînde (Viicûd-ı M utlak'ta) tafsil et­
tik." "Ratb ve yâbis hiç bir şey yoktur ki, Kitâb-ı m ubînde olm asın."
"H er şeyi mufassal olmak üzere Kur'an'da tafsil ettik." demektir.
Ümm ü'l-kitab'm künh-i zâtın mâhiyetinden ve kitabın da Vücûd-ı
M utlak'tan ibâret olduğunu bildikten sonra, şurası da m a'lûm olsun
ki, Kitab, sûrelerden, âyetlerden, kelimelerden, hurûftan ibârettir. Sû­
reler, tecellîyât-ı kemâliyyeden ibâret olan suver-i zâtiyyeden ibâret­
tir. Her sûrede, o sûreyi diğer sûrelerden fark ve temyiz edecek
m a'nâ-i mahsûsun bulunması zarûrîdir. Şu hâlde her sûret-i ilâhiyye-
i kemâliyye için, şe'n-i zâtî zarûrî olup, o sûret, o şe'n-i zâtî ile başka­
larından temeyyüz eder. Eğer tatvîl-i kelâmı m ucîb olmasaydı, Kita-
bullâh'tan her sûrenin sûret-i ilâhiyyesi hakkında tenbîhât ve tafsîlât-
ı lâzımeyi ifâ ederdik.
Ayetler, cem'in hakikatlerinden ibârettir. Her âyet, m a'nâ-i mahsûs
i'tibâriyle cem-i İlâhîye delâlet eder. O cem '-i İlâhî, kırâat olunan o
âyetin mefhûmundan anlaşılır. Her cem' için de, bir ism-i cemâli ve
ism-i celâlinin bulunması zarûrîdir. O cem 'deki tecellî-i İlâhî, o isim
nazar-ı i'tibâra alınarak tahassüs eder.
"M evcûdda âyet, cem'den ibârettir" dedik. Zîrâ âyet, kelîmât-i mü-
teaddideden teşekkül etmiş ibâre-i vâhidedir. Cem' ise, ayn-ı vâhide-
i ilâhiyye-i hakkiyye ile, eşyâ-i müteferrika-ı şuhûddan başka bir şey
değildir. Kelîmât-ı ilâhiyye, m ahlûkât-ı ayniyyenin hakâkikinden ibâ­
rettir. "M ahlûkât-ı ayniyye" dediğimiz, "âlem -i şehâdette taayyün
eden mahlûkât" demektir.
H urûfa gelince; iki kısım olup, noktalı olan harfler ilm -i İlâhîde­
ki a'yân-ı sâbiteden ibârettir. N oktasız olanlar, iki nev'idir. Bir
nev'ine başka harfler taalluk ederse de, kendileri başka harfe taalluk

1. M âhiyyât-ı hakâika isim, na't, vasf, vücûd, adem , hak, halk gibi ta'bîrât ıtlak olu­
nam az. Kitab, kendisinde adem m elhûz olm ayan vücûd-ı m utlaktan ibârettir.
M ecdî

210
etm ezler.2 Bunlar beştir: Elif, Dâl, Ra, Vav, Lâm -eliftir. Bunlar muk-
tezeyât-ı kem âliyyeye işârettir. M uktezeyât-ı kem âliyye de beştir:
Zât, hayât, ilim, kudret irâde. Bu beşten dördünün, zât olm aksızın
vücûduna ihtim âl olm adığı gibi, bu dört olm aksızın da zâtın kem â­
line ihtim âl yoktur.
Hurûf-ı mühmeleden nev'-i sânî o harflerdir ki, başka harfler ken­
dilerine taalluk ettiği gibi, bunlar da başka harflere taalluk ederler.3
Bunlar da dokuzdur: Ha, sin, sâd, ta, ayn, kâf, lâm, mim, he'dir. Bu do­
kuz ile işâret, însân-ı Kâmiledir. Çünkü însân-ı Kâmil, hazerât-ı ham-
se-i ilâhiyyeyi câmi' olduğu gibi, halka müteallik dört şeyden ibâret
olan anâsır-ı erbaa ile mevâlidini de câmi'dir. İnsân-ı Kâmil harflerinin
noktasız olmasındaki sebep, Cenâb-ı Hakk'm İnsân-ı Kâmili kendi sû­
reti üzerine yarattığmdandır. Fakat hakâik-i mutlaka-i ilâhiyye, hakâ-
ik-i mukayyede-i insâniyyeden mütemeyyizdir. Çünkü insan, kendini
îcâd eden bir mûcide istinâd etmiştir; o mûcid de kendisi ise de. Çün­
kü insân-ı kâmilin hükmü, başkasına istinât etmektedir. İşte bunun
için hurûf-ı mühmeleden ibâret olan harfleri de, hem başka harflere
müteallik, hem başka harfler, o insanın harflerine mütealliktir.
Harflerin hakikâtlerini ve eliften nasıl neş'et ettiklerini; elifin, nok­
tadan keyfiyet-i neş'etini “el-Kehfu ve'r-Rakîmu fi-Şerh-i Bismillâhirrah-
manirrâhîm" adlı kitabımızda tafsîl ettik. Bilmek isteyen o kitabı mü-
talaâ etsin.
Vâcibü'l-Vücûd'un, kâim -i bi'z-zât olup, bütün mevcudatın ona ih­
tiyacıyla berâber Vâcibü'l-Vücûd'un vücûdda gayr'a muhtaç olmadı­
ğından nâşî, Kitâb-ı İlâhîde bu m a'nâya işâret için vad' olunan harf­
ler, hurûf-ı mühmeleden olmuştur. Çünkü şimdi yazıldığı veçhile elif,
ra, vav, dâl, lâm -elif harflerine diğer harfler taalluk ile muhtaçtır. Bu
harfler ise, başka harflere taalluk ve ittisâl ihtiyâcı göstermemiştir.
Çünkü hurûf-ı mezkûreden her birisi, harflerden hiç birisine müteal­
lik olmayıp, hurûfun kâffesi m ezkûr harflere müteallik ve muttasıldır.
"Lâm -elif iki harftir" diye i'tirâz olunmasın; çünkü hadîs-i nebevî,
lâm elifin harf-ı vâhid olduğunu tasrîh etmiştir. Bunu anla!
Şurası da m a'lûm olsun ki, hurûf, kelîm ât değildir. Çünkü, a'yân-ı
sâbite, "kün" kelimesinin ihâtası altına girmemiştir. A 'yân-ı sâbite an­

2. Y â'nî, kendilerine üst taraftan harf bitişip, kendileri alt taraftan harfe bitişmezler.

211
cak îcâd-ı aynî zamanında "kü n" kelimesinin ihâtası altına girer. Am­
mâ evc-i âlîsinde ve taayyün-i İlmîsinde tekvîn ismi, a'yân-ı sâbite
üzerine dâhil olamaz. Bu ma'nâca a'yân-ı sâbite, Hak'tır, halk değil­
dir. Zîrâ halk, "kün" kelimesinin altına dâhil olan şeyden ibârettir.
A'yân-ı sâbite ise, ilmullâhda bu vasf ile hâdis değildir. Belki, ilhâk
hükmü ile hâdise mülhaktır. Bunun sebebi, a'yân-ı sâbitenin kendi
zâtlarında vücûd-ı hâdislerinin kadîme ihtiyâcından nâşîdir. Bunun
beyânı, bu kitabın yukarısında sebkât etti.
Netîce: "H urûf" ile ta'bîr olunan a'yân-i mevcûde, âlem-i İlmîde
ilm-i İlâhîye; ilm-i ilâhî de, âlim-i bi'z-zât olan Hakk'a mülhaktır. İşte
bu ikinci i'tibâr ile a'yân-ı sâbite, kadîmdir. Bunun tafsîli, "Kıdem "
bâbmda sebkat etmiştir.
Yukarıdaki izâhâta nazaran hurûfu, ayâti, sûreleri câmi' olan Vü-
cûd-ı M utlak'm , her birinin hakikatlerinin işâretleri veçhile, Kitab'tan
ibâret olduğunu bilmiş oldun.
Şurasını da bil ki, levh, vücûdda taayyünü iktizâ eden şeyden ibâ­
rettir. Vücûdda taayyünü iktizâ, tertîb hükmü üzerine olur; gayr-ı
münhâsır olan muktezâ-i ilâhî üzerine olmaz. Çünkü bu muktezâ-i
ilâhî, levh'te bulunmaz; ehl-ucennetin, ehl-i nârın, ehl-i tecellîyâtm ve
bunlara müşâbih olanların ahvâlini tafsîl gibi. Gayr-ı münhâsır olan
muktezâ-i ilâhî, Kitapta mevcûddur. Bu takdîre göre kitap, küll-i âm;
levh, cüz-i hâstır. Bunlarm tafsîlâtı, inşaallahu teâlâ âtîde gelecektir.
Allah, hakkı söyler ve yolu gösterir.

212
\

Otuzdördüncü Bâb

Kur'ân Hakkındadır

Manzumenin Tercümesi:

"Kur'an, Zât-ı mahz'dan ibârettir. O Z ât’ın ahadiyeti hak’tır, farzdır.


Ahadiyet, Kur'an'ın meşhedidir. Hüviyeti nokta-i nazarından son derece
muğlaktır.
Yâ'nî o hakikati keşf, müşkülden m üşkül ve anlaşılamayan bir hakîkat-ı
azîmedir.
Kur'an'dan matlûbunu okursun. O matlûb, o Kur'an'ın izhâr ettiği haki­
kattir.
Kur'an'ı halâvetiyle senâ-i mahz'dan ibâret olan letâfeti ile okumak
Kur'an'ın hilyesidir.
Fakat zât nokta-i nazarından Kur'an için, ne kiilliyet ne de baziyet vardır.
Kur'an'ın zâtındaki lezzeti, zevk-i ma'nevî cihetindendir; me'kûlât-i mad-
diyyeden bir şey ısırmak demek gibi değildir.
O lezzeti idrâk edebilmek, Kur'an'dır. îşte tarâvet-i uzmâ, o lezzetten ibâ­
rettir.''
M a'lûm olsun ki, K ur'an kâffe-i sıfâtın kendisinde m uzm âhil ol­
duğu zâttan ibârettir. Kur'an, ahadiyet tesmiye olunan m eclâdan
ibâret olm uş olur. Cenâb-ı H ak, bu m a'nâca olan K ur'an'ı, peygam ­
beri Hz. M uham m ed (s.a.v.) Efendim iz üzerine inzâl ettiği için Hz.
M uham m ed'in ekvânda m eşhedi "ahadiyet" oldu. K u r'an'ı inzâlin
m a'nâsı, "şevâhik-i ulviyye-i azâm ette m üteâlî olan hakîkât-ı aha-

213
diyye bütün kem âlâtıyla cesed-i M uham m edi'de zâhir oldu" de­
mektir. Hakîkât-ı ahadiyyede nüzûl, urûc m uhâl olduğu halde, ha-
kîkât-ı m ezkûre evc-i ulvîsinde M uham m ed (s.a.v.) üzerine nâzil ol­
muştur. Binâenaleyh Hz. M uham m ed'in cesedi, cem i'-i hakâik-i ilâ­
hiyye ile tahakkuk ederek, Hz. M uham m ed, ism -i V âhid'in m eclâsı
olmuştur. Hz. M uham m ed cesedi ile hakâik-i ilâhiyyenin m eclâsı ol­
duğu gibi, hüviyeti ile de ahadiyetin m eclâsı olup, zâtı ile de ayn-ı
zât-ı İlâhîdir.
İşte bu nükteye m ebnîdir ki, Hz. Muhammed •■»► b o!^1J*- bu­
yurmuştur. "Kur'an, benim üzerime cümle-i vâhide olarak inzâl olun­
du" demektir. Bu hadîs ile Hz. Peygamber, kendisinin ber-vech-i bâ­
lâ olan tahakkukunun, tahakkuk-ı zâtiyye-i külliyye-i cismâniyye ol­
duğunu bildirmektedir. İşte, "Kur'an-ı Kerîm " ta'bîriyle bu cümle-i
vâhideye mazhariyete işâret olunmuştur. Bu ihsân, kerem-i tâmm-i
üâhîdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, kendisinde hiç bir şey iddihar etmeyip,
kemâlâtm kâffesini kerem-i ilâhî-yi zâtî olarak, Hz. Muhammed üze­
rine ifâza eylemiştir.
Ammâ K ur'an-ı H akîm , yine hakâik-i ilâhiyyenin nüzûlu dem ek
ise de, bunda hikmet-i ilâhiyyenin iktizâsına göre, sûret-i tedrîciyye-
de abdın zâtında hakâik-i ilâhiyye ile tahakkuka abdin urûcu şarttır.
Çünkü zât'da tahakkuk için, hikm et-i ilâhiyyenin iktizâsı budur;
yâ'nî, sûret-i tedrîciyyede husûl şarttır. Başka cihetle o feyze vusûle
im kân yoktur. Zîrâ, insanın ibtidâ-i halkındaki cesedine hakâik-i ilâ­
hiyyenin kâffesinin def'aten tahakkuku m üm kün değildir. Şu kadar
var ki, fıtratında ulûhiyet neş'esi üzerine yaratılan kim se, tertîb-i İlâ­
hînin iktizâsma göre, sûret-i tedrîciyyede hakâik kendisine m ünke-
şif olarak terakkî etm eye başlar. Bu hakîkâta Cenâb-ı H ak Kur'an'da
iüpj (İsra, 106) âyetiyle işâret etmiştir. "K u r'an 'ı m üteferrik ola­
rak inzâl ettik" demektir.
Bu tedrîcî terakkî hükmü, asla munkati' olmayarak, abd terakkîde
Cenâb-ı Hak da tecellîde ber-devâm olur. Çünkü gayr-i mütenâhî
olan şeyi def'aten istîfâ m ümkün değildir. M a'lûm dur ki, Cenâb-ı
Hak nefsinde gayr-i mütenâhîdir.
ûbîJI JjJl hadîs-i şerîf'inin m a'nâsı ve fâidesi nedir?" diye
suâl olunursa, iki vecih ile cevâb veririz. Cevâbm birisi, min-haysü'l-

214
hükümdür. Çünkü abd-i kâmile Cenâb-ı Hak zâtıyla tecellî edince, o
abd-ı kâmil, şuhûdunun icâbıyla tecellî edenin zât-ı gayr-ı mütenâhî
olduğuna ve o zâtın aslındaki fehâmet-i ulviyyesinden mufârakât et­
meksizin nâzil olduğuna hükm eder. İkinci cevâbımız, bakâ-i beşerî­
nin ve rusûm-ı halkiyyenin kemâliyle izmihlâlini istîfâ nokta-i naza-
rmdandır. Çünkü hakâik-i ilâhiyye, âsârıyle a'zâ-i cesedden her uzuv­
da zâhir olunca, rusûm-ı halkiyyenin izmihlâli zarûrî olur. Şu halde
hadîsteki, "cüm leten vâhideten" kaydı, yine hadîsteki "aleyye" kay­
dına merbûttur.
Bu takdire göre, vech-i sânînin m a'nâsı, hakâik-i ilâhiyyenin tahak­
kuku ile, nekâis-ı halkiyyenin kâffesinın zevali demektir. Bunu müey-
yid olarak diğer hadîs-i nebevide ^ dyl ^ LuJI - L-. J l jl^JI Jyl
dili a*. ixkio oLıl buyurmuştur. M a'nâsı: Kur'an def'a-i vâhide olarak
semâ-i dünyâya inzâl olundu. Sonra Cenâb-ı Hak, o K ur'an'ı parça,
parça âyet olarak bana inzâl etti." demektir. İşte bu hadîs-i sânî, ha-
dîs-i evvelin m a'nâsı demektir. Bu izâha göre, Kur'an'm def'a-i vâhi­
de olarak semâ-i dünyaya inzâli, tahakkuk-ı zâtîye işâret olup, parça
parça âyetlerin nüzûlu de, abdin zâtında tedricî olarak terakkisiyle
berâber, esmâ ve sıfât âsârmın zuhûruna işârettir.
çyüll dlwi jâIj (H icr; 87) âyet-i kerîm esindeki
K ur'an'dan murâd, nuzûl ve fehâm et-i zâtiyye i'tibârı olm aksızın
cüm le-i zâtiyyeden ibârettir; y â'n î merâtib, sıfât, şuûn, i'tibârâtın
kâffesini câmi' olan hüviyyet-i m utlaka'dan ibâret olarak, mutlak
ahadiyyet-i zâtiyye demektir. M ezkûr ahadiyyet-i m utlaka kemâlâ-
tm kâffesiyle berâber, "zât-ı sâzic" (sade) ile ta'bîr olunmuştur. İşte
bunun içindir ki, K ur'an bu azâm etten dolayı, "azîm " ta'bîrine mu-
kârin olmuştur. A yetteki "seb-i m esânî" ise, vücûd-ı cesedîde sıfât-ı
seb'a-i zâtiyyenin tahakkukuyla abdde zâhir olan feyizden ibârettir.
jÇiJI pit (Rahman 1) âyeti de abd üzerine, Rahm ân'm tecellîsiyle
abdin nefsinde bulduğu lezzet-i rahm ânîye işârettir. O lezzeti, zâtı bil­
mek kazandırır ve o zaman abd, sıfâtın hakâikiyle tahakkuk etmiş
olur. O zaman, abde K ur'an'ı ancak Rahmân ta'lim etmiştir. Bu izâha
göre cemi'-i esmâ ve sıfâttan ibâret olan Rahman tecellîsi olmaksızın,
Zât'a vusûl imkânı yoktur. Çünkü m a'lûm dur ki, Cenâb-ı Hak ancak
esmâ ve sıfâtı tarîkinden bilinebilir.

215
Bu izâhı iyi anla! Bu izahı gurebâdan başkası anlayamaz. "G urebâ"
dediğimiz, efrâd-ı kümmelden ibârettir. "Efrâd-ı küm m el" dediğimiz,
ibâdullâh arasından nazargâh-ı hâss-i İlâhî olan evliyâdır.
Allah, hakkı söyler ve yolu gösterir.

216
Otuzbeşinci Bâb

Furkan Hakkındadır

Beş Beytin Tercümesi:

"Zâtullâh Kur'an, sıfâtullâh Furkan'dır.


Cem'in farkı, tahkîkdir; farkın cem ’i, vücûddur.
Sıfattaki tefrika ve ihtilâf iki na't olup, iki cem'dir.
Tevhidin ahadiyetinde zâtın hükmü, Furkan'dır.
Çünkü vasf, zât-ı İlâhîden münfekk olmayan bir şe'ndir."
Şurası da m a'lûm olsun ki; Furkan, tenevvuâtın ihtilâfı m u'teber
olmak üzere, esmâ ve sıfâtın hakîkâtmdan ibârettir. O tenevvuât i'ti­
bâriyle her sıfat ve her isim, başka sıfat ve isimlerden temeyyüz ettiği
için, esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ulyâsı i'tibâriyle nefs-i H ak'ta fark husûlu
demektir. Çünkü "rahim " ismi, "şedîd" isminin; "m un'im " ismi
"m untakîm " isminin gayrı olduğu gibi; "rızâ" sıfâtı da "gazâb" sıfâ-
tmdan başkadır. hadîs-i kudsî-yi peygamberîsinde
buna işâret vardır. Zîrâ sâbık, mesbûktan efdaldır. Mertebeye âit olan
esmâ-i ilâhiyyede de böyledir. Rahmân m ertebesi rubûbiyet mertebe­
sinden, ulûhiyet mertebesi diğerlerinin kâffesinden a'lâdır. İşte bu sû­
retle esmâmn ba'zıları ba'zılarm dan temeyyüz ederek, esmâda fark
hâsıl olmuştur. A 'lâ olan ism -i İlâhî, mertebede m a-ba'dmda olan
isimden efdaldır. Şu halde Allah ismi, Rahman isminden; Rahmân is­
mi, Rab isminden; Rab ismi, M elik isminden efdaldır. Diğer esmâ ve
sıfât da böyledir.

217
"Esm â ve sıfâtta efdaliyet" dediğim iz, onların a'yânında sâbittir;
yoksa "onlardan bir şeyde noksan yâhut m efdûliyet i'tibârı vardır,"
dem ek değildir. Belki, isim ler ve sıfâtm efdaliyetinde a'yânm m m ik­
tizâ ettiği şeyden dolayıdır. Bunun için b a'zı esmâ ve sıfât, diğer es­
mâ ve sıfât üzerine hâkim dir. Bu dakikaya m ebnîdir ki, hadîs-i şe­
rifte ıdüt «b‘ ^ ^ jj^lj d ijic ^ liUUUc buyurul-
muştur. M a'nâsı: Affmla ukûbetinden, rızân ile gazâbmdan sana sığı­
nırım ve senden sana sığınırım. Ben sana hakkıyla senâyı ta'dâd ede­
mem " demektir. îşte bu hadîsten anlaşıldığı veçhile, nefs-i zâtta fark
vardır. Hadîsteki muâfât, mufâale bâbmdandır. Fiil-i af, fiil-i ukûbet-
ten efdaldır. Bunun için ukûbetten, af ile istiâze etmiştir. Gazâbtan da
rızâ ile istiâze (sığmmak) etmiştir.
Yukarıda rızâ sıfâtı, gazâb sıfâtından efdal olduğunu söylemiştik.
Yine hadîste zâtından zâtına ilticâ etmiştir. Şu halde ef'alde, sıfâtta
farkın vücûdu zâhir olduğu gibi, vâhidiyyet-i zâtta da fark hâsıl ol­
muştur. Vâhidiyyet-i zâtta fark olmamak lâzım ise de, muhâl ve vâcib
gibi iki nakîzi, iki zıddı cem' etmek şuûn-ı zâtm garâibindendir. Akıl­
da muhâl olan ve ta'bîrde câiz olmayan her şeyi, zât'ta vücûdu i'tibâ-
riyle ahkâm-ı lâzimeden olarak müşâhede edersin.
Bu dakikaya m ebnîdir Td, İmâm Ebû Saîd el-Harrâz uy. *-***-> dJI c S j.
demiştir. "Ben A llah'ı iki zıddm arasmı cem' etmesiyle bildim "
demektir. Zannetme ki, Allah, yalnız evveli, âhiri; zâhiri, bâtını câ­
m i'dir. Belki Allah, bunları câmi' olduğu gibi, hakk'ı da, halkı da; te-
fâdulu da, adem-i tefâdulu da; muhâli de, vâcibi de; m a'dûm u da
mevcûdu da; mahdûdu da ve bunlardan başka ne kadar nekâis ve ez-
dâd var ise, ilâ-gayr'in-nihâye hepsini câmi'dir. Cenâb-ı Hak, bunları
şe'n-i zâtî ile câmi' olup, hüviyeti de bundan ibârettir. İşte Ebû Saîd
el-Harraz'm ^ lîlj diye remzettiği m a'nâ, bizim izâhımız-
dan ibârettir.
Allah, savâba hidâyet eder. Her şeyde rucû-ı küllî O'nadir.

218
Otuzaltıncı Bâb

Tevrat Hakkındadır

enâb-ı Hak, Tevrât'ı Hz. Mûsâ üzerine dokuz levhada inzâl et­
ti ve bu dokuz levhadan yedisini ümmetine tebliğ edip, diğer
iki levhayı terk etmesini emretti. Çünkü, ukûl-ı beşeriyye o va­
kit, iki levhada mevcûd olan esrârı kabule müstâid değildi. Hz. Mûsâ,
o iki levhayı da ibrâz etse idi, matlûbu fevt etmiş olurdu. İnsanlardan
hiç bir kimse, kendisine imân etmezdi. O «ki levha, o zaman ahâlisine
mahsûs olmayıp, yalnız Hz. M ûsâ'ya mahsûs idi.
Nâs'a tebliğ ile emrolunduğu yedi levhada, "ulûm -ı evvelin ve âhi­
rin" mevcûd idi. Yalnız Hz. Muhammed, Hz. İbrahim, Hz. İsâ ile ve-
rese-i Muham med'e mahsûs olan ilim, o levhalarda mevcûd değildi.
Tevrât'm tazammun etmediği bu husûsiyet, Hz. Muhammed ve velâ-
yetine vâris olanlarla, Hz. İbrahim ve İsâ'ya bir nev'i ikrâmdır.
Tebliğe memûr olduğu elvâh-i seb'a, mermer denilen taştan idi.
Kendine mahsûs olan iki levha mermerden olmayıp, nûrdandır. Diğer
yedi levhanm taştan olması, m ûsevî tâifelerinden Hz. M ûsâ'ya inan­
mayanların kuvvet-i kulûbuna m üeeddî olmuştur. Elvâhm ihtivâ etti­
ği evâmir ve nevâhi-yi İlâhî elvâhm adedine mutabık olarak yedi kı­
sımdır.
Birinci levh nûr, ikinci levh hüdâdır. Cenâb-ı H ak Kur'an'da
ık*JI Ifc ^ I f j b jjiiI Lü>l Ul (M aide 44) âyetiyle bu iki levh'a işâ­
ret etm iştir. "Biz Tevrât'ı inzâl ettik, Tevrât'ta hidâyet ve nûr vardır.
Enbiyâ onunla hükm ederler." dem ektir.

219
Üçüncü levh, hikmete; dördüncü levh, kuvâya; beşinci levh, ah-
kâm-ı ilâhiyyeye; altıncı levh, ubûdiyete; yedinci levh, tarîk-i şekavet­
ten tarîk-i saadetin tefrikiyle evlâ olan ahkâmı beyâna âittir. İşte bu
yedi levh ile Hz. Mûsâ, kavmine teblîğât yapmakla emrolunmuştur.
Hz. M ûsâ'ya mahsûs olan iki levh'a gelince; birinci levh, rubûbiye-
te, ikinci levh kudrete dâirdir. Dokuz levhin kâffesinin tebliğiyle Hz.
Mûsâ m e'm ûr olmadığı için, Mûsâ aleyhisselâm 'ın kavminden hiç bir
kimse kâmü olarak zuhûr etmedi.4 Fakat Hz. M uhammed (s.a.v.),
böyle değildir. Çünkü Hz. Muhammed, hiç bir şeyi terk etmeyerek,
hepsini bize teblîğ etti. Kur'an'da slL»i y i j ü ^ cy yüSÜl </ ü£>y U
(En'am 38) âyetleri bu müddeâmızm delilidir. Bunun için m illet-i Ah-
m edî, milletlerin hayırhsı oldu ve Hz. Muhammed dîni ile, edyânm
kâffesi nesh edildi. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v.) diğer edyândaki
ahkâmın kâffesini bize teblîğ ettiği gibi, diğer edyânda olmayan ahkâ­
mı da edyân-ı şâire üzerine ziyâde olarak ümmetine teblîğ etti. Binâ­
enaleyh edyân-i şâire noksanı ihtivâ ettiğinden mensûh ve dîn-i Mu­
ham m edi kemâl ile meşhûr oldu.
Cenâb-ı Hak Kur'an'da pSLU c~d\. pSÇ,: fi} d i l ^ Jl (Maide 3) âye­
tiyle dîn-i Muhammedî'nigL kemâlini tasrîh buyurmuştur. "Bugün sizin
için dininizi ikmâl ve ni'metimi sizin üzerinize itmâm eyledim" de­
mektir. Böyle bir âyet Hz. Muhamed'den başkasına nâzil olmadı. Eğer
başka bir peygambere böyle bir âyet nâzil olsaydı, o peygamberin "ha-
temü'l-enbiyâ" olması lâzım gelirdi. Hatemü'l-enbiyâ olmak, ancak,
Hz. Muhammed için sahîh oldu. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v.) hik­
met, hidâyet, ilim, esrâr nâmına hiç bir şeyi bırakmadan, beyân-ı mü-
nâsible; esrârdan olanı bile ya tasrîh, ya telvîh, ya işâret, ya kinâye, ya
istiâre, yâhut muhkem, müfesser, müevvel, müteşâbih ve daha başka
türlü eşkâl-i beyân ile, muktezî olan teblîgâtı yaptı. Binâenaleyh, başka­
sı için teblîgâta müdâheleye mahâl kalmadı. Hz. Muhammed, emr-i
teblîğde müstakil oldu.
Nübüvvet, kendisiyle hatmedildi. Çünkü ihtiyaç m esseden hiç bir
şeyi terk etmeyip, onu Hak'tan ümmetine getirmiş oldu. Kâmil olan-

3. Y â'n î iki cihetinden ittisâlı kabul ederler.


4. Y â'n î Hz. M ûsâ'nın kavm inden hiç bir kim se, Hz. M ûsâ'nın ilm ine vâris olacak de­
recede kâm il olarak yetişmedi.

220
lardan ondan sonra gelmesi melhûz olanlar için tebyîn ve tebliği
m uktezî başka bir şey, hiç bir kimse bulamaz. Çünkü iktizâ edeni, Hz.
Muhammed işlemiş olduğundan, gelecek kâm ilin ona tâbi' olması za-
rûrîdir.
Netice: Hz. M uham m ed'le nübüvvet-i teşri' ahkâmı munkati' ol­
muş ve Hz. Muhammed kemâliyle bize getirmiş olduğu ve başka
kimsenin getirmediği ahkâm ile hatem ü'l-enbiyâ olmuştur. Eğer Hz.
Mûsâ, kendine mahsûs olan iki levhanın (rubûbiyet ve ubûdiyet) teb­
liğiyle emrolunmuş olsaydı, kendisinden sonra Hz. İsâ'nm peygam­
ber ba's olunmasına hâcet kalmazdı. Çünkü Hz. İsâ'nm kavmine teb-
ligâtı, o iki levhadaki esrârdan ibârettir. Bunun içindir ki, Hz. İsâ hat-
ve-i ûlâda kudret ve rubûbiyetiyle zuhûr etti: Beşikte söz söyledi, ek-
meh ve abras'ı iyi etti ve ölüleri diriltti ve Mûsâ (a.s.)'m dînini nesh et­
ti. Çünkü Mûsâ (a.s.)'m tebliğ etmediği şeyi tebliğ etti.
Lâkin, esrârdan olan bu ahkâmı izhâr ettiği için, kavmi kendinden '
sonra dalâlete düştü, Hz. İsâ'ya ibâdete başladı. "A llah üçün üçüncü-
südür" demeğe cesâret ettiler. "Ü ç" dediğimiz, baba, ana, oğuldan
ibâret olup, "ekânim -i selâse" tesmiye ettikleridir. Kavm-i İsâ'daki bu
dalâlet, aralarında bâis-i iftirak olmuştur. Ümm etinden ba'zıları "İsâ,
ibnullâh", yâ'nî, "A llah'ın oğludur" dediler. İsâ ümmetinden "m ele-
kiyye" tesmiye olunan bunlardır. İsâ kavminden ba'zıları da "Cenâb-
ı Hak nâzil olarak Adem oğlunu aldı, tekrar semâya avdet etti; yâ'nî
Adem sûretiyle tasavvur ederek, sonra ulviyyet-i asliyyesine rucû et­
ti" dediler. Kavm-i İsa'dan "Y a'kûbiyye" denilenler de bunlardır. Yi­
ne kavm-i İsa'dan ba'zıları, "A llah nefsinde üç şeyden ibârettir ve o
üç şey, "Rûhu'l-kuds" denilen baba; "M eryem " denilen ana; "İsâ" de­
nilen oğuldur." dediler.
Hâsılı kavm -i İsâ'nm hepsi dalâlete düştüler. Çünkü i'tikâd ettik­
leri şeylerin kâffesi, İsâ'nm getirdiği esrâra m uvâfık değildi. Kavmi-
nin zâhiren anladıkları, kendilerini uğradıkları dalâlete m üeeddî ol­
du. Bunun içindir ki, Cenâb-ı H ak Hz. İsâ'ya l ^UU cls c j II
ÛP û-* (Maide; 116-17) ya'nî "Sen, "A llah'ı bırakıp da beni ve
anamı ilâh ittihâz edin" dedin m i?" diye sorunca, ü Jyl jl J L
diyerek ve bu teşbihte tenzih takdim eyleyerek, cevap ver­
di. "Y a rabbi! Seni tenzih ederim, ben m üstehâk olmadığım şeyi nasü

221
söyleyebilirim" demektir. Yâ'nî, senin ile benim aramda nasıl muga-
yeret edebilirim ve nasıl Allah'ı bırakıp da bana ibâdet edin diyebili­
rim? Halbuki benim hakikâtimin ve zât'ımm ayn'ısm. Ben de senin
hakikâtinin ve zât'ınm ayn'ıyım. Benimle senin aranda muğâyeret
yoktur."
İsâ, bu sözleriyle nefsini kavminin i'tikâd ettiği şeyden tenzih etti.
Çünkü kavmi, tenzihi terk ederek mutlak teşbih ile i'tikâd ettiler. Hal­
buki bu, Cenâb-ı H akk'a nisbetle layık değildir. Sonra İsâ,
<uli jl dedi. Yâ'nî, "Böyle söylediysem ve hakîkât-ı İseviye Allah ol­
duğu nisbetini söylemiş isem ", jii "sen, onu bildin." Yâ'nî, "Be­
nim bu bâbta söylediğim söz, tenzih ile teşbih arasını cem 'den başka
bir şey değildir ve kesrette vâhidin zuhûrunu ta'rife mütealliktir. Kav-
mim, kendi anlayışlarına göre dalâlete düştüler. Onların anlayışları
benim murâdım değildir." ^ (d*i "Sen, benim nefsimde olan şe­
yi bilirsin." Y â'nî hakîkât-ı ilâhiyyenin zuhûruna âit tebliğ ettiğim ah­
kâm, onların i'tikâdma muvafık mıdır, muhâlif midir? Benim bu bâb-
taki murâdım nedir? Onu sen bilirsin. ü |Jxl 'i. "Ben senin nef­
sinde olanı bilm em ." Yâ'nî, ben onlara lâzım gelen ahkâmı tebliğ et­
tim. Fakat senin onları hidâyetten dalâlete sevk edeceğini bilmiyor­
dum. Eğer bilmiş olsaydım, onları idlâl edecek hiç bir şeyi tebliğ et­
mezdim. fU c J J üI "Y â'nî sen gaybları en çok bilensin." Halbu­
ki ben gaybları bilmem, beni m a'zûr gör. ^ ^ > 1 U ^1 ^ cJi ü "Ben on­
lara senin bana emrettiğinden başka bir şey söylem edim." N efsim de
bulduğum ilm i, onlara tebliğ ettim ve onlara lâzım gelen nush ve
pendi ifâ ettim. Onlar da nefislerinde hakikâte yol bulsunlar, de­
dim. Onlara hakîkât-ı ilâhiyyeyi izhâr ettim. O hakikâtin kendi ne­
fislerinde zuhûrunu bulsunlar, bilsinler, dedim. Benim onlara söy­
lediğim , j tyj dJ Ij-ud jl "Sizin ve benim rabbim olan A llah'a ibâ­
det edin" dedim. N efsim i hakîkat-ı ilâhiyye ile tahsis etmedim. Bel­
ki bu hakikâtin onlarda da şum ûlunu m utlak olarak söyledim.
Y â'n î sen benim rabbim , y â'n î hakikâtim olduğun gibi, onların da
rabbi ve hakikâti olduğunu onlara bildirdim ."
Hülasa: Hz. İsâ'nm ber-vech-i bâlâ getirmiş olduğu ilim, Tevrât
üzerine ziyâdeden ibârettir. Bu ziyâdede sır-ı rubûbiyet ile kudret
vardır. İsâ bunu izhâr ettiği için, kavmi küfre düştü. Çünkü sırr-ı ru-

222
bûbiyeti ifşâ, küfürdür. Hz. İsâ, bizim Peygam ber'in yaptığı gibi bu il­
mi setrederek, ibârelerin kışırları ve işârâtımn perdeleri arasında söy­
lemiş olsaydı, kavmi kendinden sonra dalâlete ve dînin kemâli hak­
kında kendisinden sonra Hz. M uham med'in Furkan'da ve Kur'an'da
getirmiş olduğu ulûhiyet ve zât ilminden başkasına ihtiyaç kalmazdı.
Furkan ve Kur'an hakkında zât ve sıfâttan ibâret olduklarına dâir izâ-
hat bâlâda geçmiştir.
Cenâb-ı Hak peygamberimize zât ve sıfât ilimlerini bir âyette cem'
ederek bildirmiştir. O âyet de 11 0—J (Şura 11) âye­
tidir. "A llah'ın m isli yoktur. Allah, semî' ve basîrdir" demektir. Misli
olmaması zât'a, semî' ve basîr olması sıfâta mütealliktir.
Hz. Mûsâ, Hz. îsâ'nm teblîğ ettiği rubûbiyet, kudret sırlarını kav-
m ine teblîğ etmiş olsaydı, Hz. M ûsâ'yı kavmi Firavun'u kati m es'ele-
sinde ithâm ederdi. Çünkü Firavun, JuAl W (Naziat 24) demiştir.
Sırr-ı rubûbiyeti ifşâ, Firavun'un iddiâ ettiğinden başka bir şey değil­
dir. Lâkin Firavun, bu sözü hakikâte vâkıf olmadan söylediği için,
Mûsâ onunla mukâtele etti ve ona gâlebe etti.
Hz. Mûsâ, Tevrât'ta ilm -i rubûbiyetten*bir şey izhâr etmiş olsaydı,
kavmi ona karşı küfre düşer ve Firavun ile mukâtelesinde M ûsâ'yı it­
hâm ederlerdi. Bunun için Cenâb-ı Hak, sırr-ı rubûbiyeti ketm ile Mû­
sâ'ya emretti. Cenâb-ı Hak, Hz. M uham m ed'e de başkasının idrâk
edemeyeceği şeyleri ketm ile emretmiştir. Peygamberimizden mervî
olan hadîs-i şerîf ki, ^ cy*» pİ£j ^ ^ ü-l Ij'ij ^ ^ 1 iLJ c-Jjl
dır. Yâ'nî, "M i'raca çıktığım zaman bana üç türlü
ilim verildi. Birisinin ketmiyle benden mîsak alındı. Öbürünün tebli­
ğinde muhayyer kılındım. Diğer bir ilmin de, tebliğiyle emrolundum"
demektir. Tebliği ile emrolunduğu ilim, şerâi' ilmidir. Tebliğinde mu­
hayyer olduğu ilim, hakâik ilmidir. Ketmi ile m e'm ûr olduğu ilim, es-
râr-ı ilâhiyyedir. Bunların üçünü Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Azîm 'inde be­
yân etti. Tebliği ile emrolunduğu ilim, ilm-i zâhirdir. Tebliğinde mu­
hayyer olduğu ilim, ilm-i bâtmdır. p-f1Cr-~i <~ij JliVI ^ lobi
j i l <cl (Fussilet 53) ve, j^-b VI Cy* Lj L, (Hicr 85);
<_y ks U^ (Casiye 13); (Hicr 29) âyetleri
ilm-i bâtına müteallik olan âyetlerdir. M a'nâları: Onlara âyetlerimizi,
delillerimizi afâkta ve kendi nefislerinde göstereceğiz, kendileri için

223
Allah'ın hak olduğu tebeyyün etsin"; "Yerde ve gökte ve bunlarm
arasında ne varsa onları biz hak ile halk ettik. Yerde ve gökte ne var­
sa bunların kâffesini Hak tarafından size müsahhâr kıldık"; "Ben in­
sana rûhumdan nedrettim." demektir.
Bu âyetlerin hakâike delâlet eden vechi olduğu gibi, şerâi'ye taal­
luk eden ciheti de vardır. Binâenaleyh tahayyur gibidir. Kimin fehmi,
İlâhî olursa maksad-ı aksâ'ya bâliğ olur. Kimin fehmi o m ertebede ol­
mayıp da, hakâik kendisine ansızın söylendiği zaman inkâr edecek
kimselerden olursa, o m aksâd-ı aksâ'ya erişemez. Binâenaleyh ma'nâ-
i hakîkî onlardan mektûmdur. Böyle iki cihetle m a'nâyı şâmil olmasa,
adem-i fehm dalâlet ve şekâvete bâis olâbilirdi.
Ketmi ile m e'm ur olduğu ilim de, Kur'an'da m evdu'dur, fakat
te'vîl sûretiyledir. Çünkü ketm, pek gizli şekildedir. O nev'i mektû-
mâta evvelâ keşf-i İlâhî tarîkiyle nefsinde ilm-i hakikât peydâ olarak;
ondan sonra, K ur'an'ı işiten kimseler muttali' olâbilir. Bu nev'i idrâk-
i âlîye nâil olanlar, peygamberin ketm ile m e'm ûr olduğu şeylerin
K ur'an'dan mahâllini bilirler. JJI ni <duA" U, (Ali İmran 7) âyetinde
lafzâ-i celâl üzerine tevakkuf eden kırâate göre bu âyet, m evzû'-i bahs
olan ilme işârettir. M a'nâsı: M üteşâbih olan âyetin m a'nâsm ı ancak
Allah bilir." Çünkü nefsinde te'vîle muttali' olan, "m üsem mâ- billâh"
demektir. Bunu anla!
Kalemi tutan parmaklarım, vâdi-i beyânda yine küheylânlık ede­
rek, ebediyen izhârı hâtıra gelmeyen şeyi izhâr etti. Tevrât'a müteal­
lik izâhâta tekrar rucû' ediyoruz.
Şurası da m a'lûm un olsun ki, Tevrât esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyenin te-
cellîyâtmdan ibârettir. Bu tecellî, Cenâb-ı H akk'm mezâhir-i hakkiy-
yede zuhûru demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, esmâsmı sıfâtına; sıfâtı-
nı, zâtına delîl olarak nasbetmiştir. Sıfât-ı ilâhiyye, Hakk'm mezâhiri-
dir. H akk'm halkta zuhûru ise, esmâ ve sıfât vâsıtasıyladır. Başka tür­
lü zuhûra imkân yoktur. Zîrâ halk, m a'nâ-i ilâhiyyenin kâffesinden
hâli olarak, sâde yaratılmıştır. Sâde olmakla berâber, beyaz rubâ gibi­
dir, mukâbilinde bulunan şeyin nakşi ile menkûş olur. Şu halde
Hakk'm esmâsıyla tesemmîsi, halkı sıfâtı üzerine delîl bulsunlar için­
dir. Halk sıfât-ı H akk'ı esmâsıyla bilir ve ehl-i Hak, bu vâsıta ile nâil-
i hidâyet olur. Binâenaleyh ehl-i Hak, esmâ ve sıfâtın m ir'atı gibidir.

224
Ehl-i H ak'da esmâ ve sıfât-ı ilâhiyye zâhir olunca, nefislerini es­
m â-i zâtiyye ve sıfât-ı ilâhiyyeden m üntekiş olan şey ile m üşâhede
ederler. Onlar A llah'ı zikrettiği vâkitte, zikrettikleri isim ile m ezkûr
olan kendileridir. Bu m a'nâ Tevrât'm m e'haz-ı iştikâkı olan "tevri-
ye"d en ibârettir. Tevriye, lügatte m a'nâyı, iki m efhûm dan en baîd
olan şey üzerine "ham i" dem ektir. H akk'm avâm lisânında sa/nS»
rak zikri, hayâl i'tikâdm dan başka bir şey değildir. Avâ . ^-ıli bun-
dan başkası yoktur. A rifine göre H ak ise, zâtlarının hakîkâtm dan
ibârettir. Zât ile murâd âriflerdir. İşte konuştuğum uz lisân, Tevrât'ta
lisân-i işârettir.
Hz. M ûsâ'ya inzâl olunan elvâh-ı seb'anm münderecâtma gelince;
levh-i evvel, levh-i nûrdur.
Şurası m a'lûm un olsun ki, bir levh için bâis-i tesmiye, o levhada
m ezkûr olan bir nev'i ilimdir. Fakat levhada yalnız o ilmin bulunup
da başkasının bulunmaması, şart değildir. Belki levhada bâis-i tesmi­
ye olan ilim ile, diğer levhalardaki ilimlerden de bulunabilir. Şu kadar
var ki, bir levhada hangi hüküm gâlip ise, levh onunla tesmiye olu­
nur. Kur'an sûrelerinde de böyledir. Hangi sûrede hangi ilmin hükmü
gâlip ise, sûre o sûretle tesmiye olunur. Halbuki o sûrede de bâis-i tes­
m iye olan şey ile, başkası da mevcûddur.
"N ûr" tesmiye olunan levhada, Cenâb-ı H akk'ı vâhidiyetiyle ifrâd
ile, tenzîh-i mutlak ile ve Hak için halktan bâis-i temeyyüz olan şey­
lerle H akk'm evsâfı ve H akk'a mahsûs olan ahkâmı vardır. Cenâb-ı
H akk'm esmâ-i hüsnâsı, sıfât-ı ulyâsıyla berâber Hakk'a mahsûs olan
rubûbiyet ve kudrete âit beyânât da bu levhadadır. Bunlarm kâffesi,
"levh-i nûr" tesmiye olunan levhada Cenâb-ı H akk'm nefsi için müs-
tehâk olduğu kudsiyet ve tenzih tarîkiyledir.
"Levh-i hüdâ" tesmiye olunan ikinci levh'a gelince, bu levhada ih-
bârât-ı ilâhiyye-i zevkiyye vardır. Bu da m ü'm ininin kalbinde olan
nûr-ı ilhâmînin tenezzülü sûresidir. Çünkü hüdâ, mâhiyyet-i zâtiyye-
sinde sırr-ı vücûdiyye-i ilhâmiyyeden ibârettir. İbâdullâhm kalbine
füc'aten geliverir. İşte bu gelen sır, cezbe-i İlâhî nûrudur. Arif, o cez­
bin içinde tarîk-i İlâhîde m enâzil-i âliyyeye terakki eder. "Tarîk-i İlâ­
hî" dediğimiz, sırâtullâhtan ibârettir. Bu nûr-ı cezb, heykel-i İnsanîye
inzâl edilen nûr-ı İlâhînin m ahâll-i kudsî, mekân-i ulvîsine rucuû'

225
keyfiyetinden ibârettir. Şu halde hüdâ, o nûra mazhar olan kimsenin
ahadiyet tarîkiyle mekânet-i zülfâ, müstevâ-yi ezhâ'ya (ahsen-i arş)
vusûl husûsunda nâil olduğu dereceden ibârettir.
Bu terakkideki mebde' ve müntehâda mekân tasavvuru yoktur.
Vâsıl olduğu yer, mekânsız mekândır. Alem-i şehâdetin ahvâline,
ümem-i sâlife ve müstakbelenin ahbârma, âlem-i ervâhtan ibâret olan
melekûta, âlem -i ervâh üzerine hâkim âlemden ibâret bulunan cebe-
rûta; yâ'nî hazretu'l-kuds'a m üteallik ulûm un kâffesi bu levh-i sânî-
dedir. Berzâh'a, kıyâmete, mîzâna, hesaba, cennete, cehenneme dâir
olan ilim de bu levh-i sânî münderecâtmdandır. Melâikeye âit haber­
ler de bu levhadadır. Eşkâle, tılsımlara ve bunlara benzeyen rukye
(nüsha) gibi şeylere müteallik esrâr ilmi de bu levhadadır.
Benî İsrail'den olanlardan bu nev'i ilim deki esrâra vâkıf olanlar, o
esrâr vâsıtasıyla hariku'l-âde şeyler yapmış ve kerâmâttan izhâr ettik­
lerini bu sayede izhâr eylemişlerdir.
"Levh-i hikm et", tesmiye olunan üçüncü levhada hatâir, (kabir et­
rafına çekilen parmaklık) kudsiyye-i İlâhîde tecellî ve zevk tarîkiyle
sülûk-ı kalbinin keyfiyetini m a'rifet mezkûrdür. Hall-ı na'leyn (pa­
buçları çıkarm ak), Tûr'a tefâkkî, şecere ile mükâleme, karanlık gece­
de ateş görmek, bu sülük aksâmmdandır. Çünkü bunlarm hepsi, es-
râr-ı ilâhiyyedir. Bu levh, hikmet-i ilâhiyyeye âit aksâmın kâffesini de
câmi'dir. Teshir tarîkiyle tenezzülât-i rûhâniyyeye âit ilim ve bunlara
benzeyen ilimler, yine bu levhin cümle-i münderecâtmdandır. İlm-i
feleke, yâ'nî kozm oğrafya'ya, hey'ete, hesaba, havâss-i eşcâra ve ha-
vâss-i ahcâra ve bunlara benzeyen şeylere dâir ilimler de bu levhin
münderecâtmdandır. Bu levhadaki ilmi, benî İsrail'den iyi bilenlere
"râhib" derler. Râhib, benî İsrâil lügatinde, "dünyayı târik, mevlâsma
râğib olan m üteellih" demektir.
"Levh-i râbi", levh-i kuvâdır. Kuvâ-yi beşeriyyede tenzîlât-i hike-
miyye ilmi mevcûddur. Bu, ezvâka âit bir ilimdir. Benî İsrâil'den bu­
nu tahsil eden kimseye "hibr" derler. Hibr, âlim demektir. Hz. Mû-
sâ'nm Tevrât'm daki ulûma vâkıf olanlarm en yüksek mertebesi, bu
"hibr" mertebesidir. Ve bu levhin ekserisi rumûz, emsâl ve işârâttır.
Cenâb-ı Hak, onları hikmet-i ilâhiyyeyi kuvâ-yi beşeriyyeye dökmek
için Tevrât'ta nasb etmiştir.

226
Hz. Yahyâ için hitâb olarak Kur'an'da »LjÎ} yUSÜl i> l
(Meryem 12) denilmesi işte, o rumûz ve işârâta tenbîhtir. "E y Yahyâ
kitabı kuvvetle al. Biz, Yahyâ'ya çocuk olduğu halde, kalbı hâkimiyet
ihsân ettik." demektir. Kitabı kuvvetle ahz edebilmek, ilim ve hikme­
ti taallümle, nûr-ı İlâhîye hidâyet-yâb olarak, hikmet-i ilâhiyyenin ik­
tizâsı veçhile, o nûru kuvâ-yi beşeriyyesine ifrâğ edebilen kimseler
için olur. Başkası için olamaz.
Bu bir emr-i zevkidir. Bunu tahsil etm eyen kimse anlayamaz. Bu
havâssa mahsûstur, avâm için değildir. İlm-i simyâ, kerâmete benze­
yen sihr-i âlî keyfiyeti de, bu levhin münderecâtındandır. Sihr-i âlî de­
diğimin sebebi, o nev'i sihr, araya edviye-i maddiyye, fi'l-i zâhirî, li­
sânla telaffuz girmeksizin mücerred insandaki kuvve-i sihriyye-i tes-
hîriyye ile yapıldığı içindir. Bu kuvveti haîz olanlarm arzusu veçhile,
umûr-ı mutlaka cereyân eder. Bu kuvvete mazhar olan, ancak hayâl­
de vücûdu m utasavver olan şeyi, histe mevcûd ve mahsûs olarak iz­
hâr edebilir. Hatta bu kuvvette olan sâhir, kendine nazar edenlerin
basarm ı nefsindeki hayâle idhâl ederek, istediği şeyi tasvîr ve mezkûr
nâzırlara basarlarıyla şekl-i m utasavveri gösterebilir. Bu irâe, hayâlde
olduğu halde, yanmda bulunanlar onu âlem-i histe zannederler. Ben
tarîk-i tevhidim deki sülûkümde, bu nev'i hâlâta marûz oldum. Vü-
cûdda mevcûd herhangi bir sûretle, istersem, tasavvura muktedir
olurdum. Hangi işi işlem ek istersem, onu yapmaya kâdir olurdum.
Fakat, bu hâlin m ühlik olduğunu bildiğim için, onu terk ettim. Nihâ-
yet Cenâb-ı Hak, bana "K âf" ve "N û n" arasında masûn olan kudret
ve dereceyi ihsân buyurdu.
Beşinci levh, "levh-i ahkâm " dır. Evâmir ve nevâhi-yi ilâhiyye bu
beşinci levhadadır. Evâmir ve nevâhi dediğimiz, Cenâb-ı H akk'm be­
nî isrâil'e helâl veya haram olarak farz kıldığı ahkâmdır. Yahûdiyye-
nin m ebnî-i aleyhi olan "teşrî-i M ûsâ," bu levhadadır.
Levh-i sâdis, "levh-i ubûdiyet"tir. Bu levhada zillet, iftikâr, havf,
hudû' gibi halka bâis-i feyz olacak ahkâm-ı lâzıme mevcûddur. Hatta
Hz. Mûsâ tehzîb-i ahlâkta gösterdiği şiddet icâbmdandır ki, "Sizden
biriniz fenalığa fenalıkla mukâbele ederse, Firavun'un rubûbiyetine
âit iddiâ ettiği hatayı iddia etmiş olur" demiştir. Çünkü kul için rubû-
biyet iddiâsma hak yoktur. Teslîm, tevekkül, tevfîz, rızâ, havf, recâ,

227
rağbet, zühd, Hakk'a teveccüh ve emsaline âit esrar ilmi de bu levha­
dadır.
Yedinci levhada Cenâb-ı Hakk'a vusûl tarîki ve tarîk-i saâdetin ş e ­
k a v etten tefrîki mezkûrdür. Tarîk-i saâdette esâsen câiz olduğu halde,
işlenmemesi evlâ olan hareketleri beyân da bu levhadadır.
Kavm-i M ûsâ'nm dinlerinde rağbete ve rûhbâniyete âit meydana
çıkardıkları bid'atlerin hepsi, bu levhadan çıkarılmıştır. Bid'atı m ey­
dana çıkaranlar, kendi fikirlerini ve kendi akıllarını kelâm-ı Mû-
sâ'dan, belki kelâm-ı İlâhîden ahkâm çıkarmak husûsunda vâsıta yap­
mışlardır. Ahkâm-ı ilâhiyyeye hak riâyetiyle riâyet etmemişlerdir.
Eğer meydana getirdikleri istihrâcâtı, ihbâr-ı İlâhî ve keşf-i İlâhî sûre­
tiyle yapmış olsalardı, Cenâb-ı Hak o istihrâcı onlar için bâis-i kudret
yapardı.
Cenâb-ı Hak, bu istihrâcta onlara nasıl kudret verir? Onların ahkâ­
ma hak riâyetiyle riâyetleri mümkün olsaydı, elbette Cenâb-ı Hak o
ahkâmı, peygamberi olan Mûsâ lisânıyla emrederdi. O nev'i ahkâm­
dan Hz. M ûsâ'nm i'razı (yüz çevirmesi), o ahkâmı câhil olduğundan
değildir. Belki kendi haklarında rıfk ve merhâmetten nâşidir. Böyle
bid'at olarak ahkâm çıkaranlar ve ahkâm-ı ilâhiyyeye hakkıyla riâyet
etmeyenler, amellerinin cezası olarak ukûbete giriftâr oldular. Edyâ-
na, ebdâna, müteallik bir çok ilim yine bu levhada mezkûrdür.
Cenâb-ı Hakk'm ihsân ettiği keşfin muktezâsma göre şu varaklar­
da Tevrât'ın tazammun ettiği ahkâmın kâffesini toplamış oldum. Kas­
tımız ihtisâr olmayıp da, izâhât-ı vâzihayâ girişmiş olsaydık, tatvîl-i
kesîre ihtiyaç görülürdü. Halbuki tatvîlde fâide yoktur.
İşte Tevrât'ın tazammun ettiği ahkâmın hülâsası bâlâdaki izâh-ı
mücmelden ibârettir. Bunu anla!
Allah hakkı söyler ve yolu gösterir.

228
Otuzyedinci Bâb

Zebûr Hakkındadır

ebûn Süryânî bir kelimedir, "kitap" manasınadır. Bunu, Arab

Z da isti'm âl etmiştir. Hatta Kur'an'da JS'j (Kamer

52) âyeti nâzil olmuştur. Burada "zubur," kitaplar demektir.


Zebûr, Hz. D avûd'a mufassal âyetlerden ibâret olarak nâzil olmuş­
tur. Fakat Cenâb-ı H akk'm inzâli itmâm olarak Zebûr meydana gel­
medikçe, Davûd kavmine Zebûr'u ihraç etmemiştir. Zebûr âyetlerinin
nuzûlü itmâm olunca, def'a-i vâhide olarak kavmine ihraç etmiştir.
Davûd (a.s.) muhâverede de nâs'm en latîfü'l-kelâm ı olanı; seciyye
i'tibâriyle de, nâs'm en güzeli olan bir zâttır. Zebûr'u tilâvet ettiği za­
man, sadâsmı işiten hayvanât-i vuhûş ve tuyûr tavakkufa mecbûr
olurdu.
Hz. Davûd, bedeni zayıf, boyu kısa bir adamdır. Fakat kuvve-i şe­
dide sâhibi idi. Zamanında isti'm âl olunan ilimlere en çok vâkıf olan
bir zât idi.
Şurası da bilinmelidir ki, Cenâb-ı H akk'm enbiyâ üzerine inzâl et­
tiği her kitapta vad' ettiği ilimler, o nebinin derece-i malumâtı ile mü-
tenâsibtir. Bu bir hikmet-i ilâhiyyedir. Peygamberin kendisine men-
sûb kavmine getirdiği kitapta kendisinin bilm ediği bir şeyin bulun­
ması, hikmet-i ilâhiyyeye muhâliftir. Binâenaleyh enbiyâya nâzil olan
kutûb-ı ilâhiyyenin ba'zısı, ba'zısm dan efdaliyetle temeyyüz etmiştir.
Bu temeyyüz, bir resûlün başka bir peygambere nisbetle olan temey-
yüzüyle mütenâsibtir. Bunun için Cenâb-ı H akk'm enbiyâyaya inzâl
229
ettiği kitaplar içinde Kur'an, efdal-i kütüptur. Zîrâ Hz. Muhammed,
enbiyânın efdalıdır.
"Kelâm -i İlâhîden bir kısm ının diğer aksâmmdan efdal olmaması
iktizâ eder" diye bir suâl edecek olursan, cevapta deriz ki: Fâtîhâ'nm
Kur'an âyetlerinin efdalı olduğuna dâir hadîs vârid olmuştur. Kur'an
âyetleri arasmda efdâliyet sahîh olunca, kütüb-ı ilâhiyye arasında da
efdâliyet bulunmasmda bir mani' yoktur."
Şurası da bilinmelidir ki, Zebûr'un ekser âyetleri mev'izelerdir. Bâ­
kî âyetleri, Cenâb-ı Hakk'a istihkâkma göre hamd ve senâdan ibâret­
tir. Şerâi'ye dâir olan âyetler, âyât-i mahsûsâdır. Şu kadar var ki, o
m ev'izelerde, hamd ve senâlarda ulûm -ı hakîkiyye-i İlâhîye âit âyet­
ler olduğu gibi; Vücûd-ı M utlak'a, Hakk'm halka tecellîsine, teshîre,
tedbîre, hakâik-i mevcûdâtm muktezeyâtına, kâbiliyetlerle, isti'dâdâ-
ta, tâbiîyyâta, riyâziyyâta, mantıka, mebâhiseye, hikmete, firâsete ve
bunlara benzeyen ulûm-ı mühimmeye dâir ulûmler mevcûddur. Bun­
ların her birisi iştiba', yâ'nî telmîh ve işâret sûretiyledir. Yalnız esrâr-
ı ilâhiyyeden bir sırrı ifşâya m üeeddî olmayacak sûrette, izhârında za­
rar olmayan bir kısım tasrîhât-i ilâhiyye de vardır.
Davûd (a.s.) kesîru'l-ibâdet bir zât olup, keşf-i İlâhî ile m antıku't-
tayrı da bilirdi ve kuvve-i İlâhî ile kuşlarla görüşürdü ve istediği
m a'nâları hangi lafız ile olursa olsun, kuşların a'zânm a ve ezhânma
iblağ edebilirdi. Davûd aleyhisselâm 'm kuşlarla görüşmesi, ber-
vech-i bâlâ kuvve-i İlâhî ile olup, D avûd'un hâlini bilm eyenlerin
zu'm ettiği gibi değildir. Bu zu 'm edenler, elfâz-ı m ahsûsa-i mustalâ-
ha üzerine, kuşlara mahsûs lügatle Davûd'un tekellüm ettiğine kâil-
dirler. Halbuki hakîkât böyle değildir. Kuşların m uhtelif savtların-
dan çıkan muhtelif m ânâları anlam ak sûretiyle, kuşlarla m ükâleme
ederdi. Bu keşf-i İlâhî tarîkiyle vukû'bulan bir hâlettir. İşte D avûd'un
oğlu Süleym ân'm j J J I jk u LJic, (Nemi 16) "Bize kuş dili öğretildi,"
dem esinin m a'nâsı, bu keşfe işârettir.
Bu kuşlarla mükâleme, Hz. Davud'da devam etmiş bir hâlet-i mah­
sûsa olduğundan, bâlâda yazıldığı veçhile, kuşlar arasında yekdiğe-
riyle mükâlemeye mahsûs lügat vardır, zu'm una düşenler olmuştur.
Bu nev'i zu'm sâhipleri, Hz. Davûd'un bu bâbdaki idrâk ve mükâle-
mesi, bu husûstaki lugât-ı m evdûa'yı bildiğinden nâşîdir fikrindedir.

230
Halbuki hakikât böyle olmayıp, lugât-ı mevdûa olm adığı halde, Da-
vûd'un çıkardığı m a'nâ, kuşlarm çıkardığı esvattandır. Kuşlar için bir
hâl âriz olduğu vakit, çıkardığı sadâyı kuşlarm ve başkalarının anla­
ması, ilhâm-ı İlâhî kabîlindendir. Çünkü kuşlarm rûhunda letâfet var­
dır; kendilerine m ahsûs ahvâlde, o hâle münâsib bir nev'i sadâ çıka­
rırlar ve o sadâyı kuşlardan yâhut insanlardan ilhâm ile anlayabilen
anlar. M es'ele şâir hayvanâtta da ayniyle böyledir.
Hülâsa, Davûd (a.s.) esvât-ı tuyûriyyeden, esvât-ı hayvâniyyeden
anladığını, keşf-i İlâhî ile anlardı.
Hz. Davûd kendisi, kuşlardan, hayvanlardan birine bir şey söyle­
m ek murâd ettiği vâkitte, isterse lugat-ı Süryânî ile söyler, isterse baş­
ka lügatle, isterse esvât-ı hayvaniyye ve tuyûriyye şeklinde ses çıka­
rarak, o hayvana kuvve-i İlâhî ile istediğini anlatırdı. Bu hâlet-i âliyye,
Davûd için ihsân-ı İlâhîdir. Bu nev'i mükâleme, yalnız Davûd ile Sü-
leym ân'a mahsûs ve m ünhâsır olmayıp, cem i'-i hülefâya şâmü bir
emr-i umûmîdir. "H ülefâ" demekle hilâfet-i kübrâ-i İlâhîye nâil olan
zevât-ı âliyye'yi kast ediyoruz.
Davûd ile Süleym ân'a m ünhâsır oları»bu mükâlemenin kendilerine
inhisârı, mûcize şeklinde zuhûrundadır. Yoksa efrâddan ve aktâbdan
her zât için, m em leket-i vücûdiyyenin her tarafmda tasarruf hakkı
vardır. O nev'i ricâl-i âlî, gecede ve gündüzde vukû' bulan her hare­
keti bilebilirler. Lugât-ı tuyûru anlamak ise, onlar için en kolaydır.
Hatta Şiblî demiştir ki: "Karanlık gecede, siyah taş üzerinde kara ka­
rınca hareket eder ;de, ben onu işitmezsem, bana verilen velâyetin
mahdû' ve m ahkûr olduğuna kâil olmam lâzım gelir." Başka birisi de,
"Bu nev'i hareketleri ben nasıl bilmem diyebilirim; çünkü, o nev'i ha­
reketler benim kuvvetim sayesinde hâsıl olan şeylerdir. Onlarm mu­
harriki benim. M uharriki olduğum şeyi, ben nasıl bilmem, derim ?"
demiştir.
Hadîs-i şerifte de vârid olmuştur ki, Hz. Peygamber, bir cinnîye
yapışıp mescidin direğine bağlam ak istedi. Sonra, Hz. Süleymân'm
duâsmı tefekkür etti de, cinnîyi salıverdi.
İşte bu izâhtan anlaşılmıştır ki, Hz. Süleymân'm ^ V** v j
(Sad 35) "Ya rabbi, bana bir saltanât-ı m ânevî ihsân et ki,
benden sonra o saltanat kimseye verilm esin" demekte maksâdı, bu

231
nev'i hilâfet-i ilâhiyye ile tahaddî (meydan okumak, iddia) ve zuhûru
taleptir.
İşte bu Süleymân'm istediği, Hz. Süleyman'dan sonra şekl-i kâmil­
de olarak kimseye verilmemiştir. Ammâ ba'zı husûsâtta olmak üzere,
enbiyâda ve enbiyâya tâbi' olan evliyâda o hilâfet-i ilâhiyye zuhûr et­
miştir.
Şurası da bilinmelidir ki, Zebûr, işârette sıfât-ı fi'liyye tecellîyâtın­
dan ibârettir. Tevrât ise, yalnız esmâ-i sıfâtiyyenin kâffesinin tecellîyâ-
tmdan ibârettir. İncil, yalnız esmâ-i zâtiyyenin tecelliyâtmdan ibâret­
tir. Furkan, zâtî olsun, sıfâtî olsun, esmâ ve sıfâtm kâffesinin tecelliyâ­
tmdan ibârettir. Kur'an ise, mahz-ı zâttan ibârettir.
Kur'an'a, Furkan'a, Tevrât'a âit izâhât-ı lâzıme yukarıda geçmiştir.
Zebûr'un sıfât-ı fi'liyye tecelliyâtm dan ibâret olm asına sebeb,
ef'al-i iktidâriyye-i ilâhiyyeye âit furuâtm tafsiline âit olduğundan­
dır. Bunun için Davûd (a.s.), âlem de hâlîfetullâh oldu. Zebûr da,
kendisine vahy olunan ahkâm ile zuhûr etti. Cibâl-i râsiyeyi (muh­
kem) yürütür, demiri yum uşatır, m ahlûkâtm kâffesine hükm ü sâri
olurdu. Sonra bu saltanât-ı m ânevî'ye Süleymân vâris oldu. Süley-
mân, D avûd'un vârisi, Ü avûd ise H akk-ı M utlak'm vârisidir. Binâ­
enaleyh Davûd, efdaldir. Çünkü Cenâb-ı Hak, hilâfeti bidâyeten ona
ihsân etti ve jfj'il J . iidi- d Um» U ijb l (Sad 26) hitâb-ı İlâhîsine o m az­
har oldu. Böyle bir m azhariyet, Hz. Süleym ân için olm uşsa da, inhi-
sâr şeklinde kendine vukû' bulan ihsânı daha sonradır.
Hz. Davûd, hilâfet-i ilâhiyyenin zâhiren ve bâtmen bir kimseye
münhasır olamayacağmı bildi. Cenâb-ı Hak ona bu hilâfeti zuhûr ci­
hetiyle verdi. Görmüyor musun?, Hz. Süleymân V 'i &U J ^ ^
.b- (Sad 35) diye talepte bulunduğu zaman, Cenâb-ı Hak cevâ­
bında *j-A jyJI i (Sad 36) "O na rüzgarı müsahhâr kıldık, onun
istediği gibi eser," diye cevap verdi. Sonra da Süleymân'a ihsân olu­
nan iktidarât-ı ilâhiyyeyi Cenâb-ı Hak Kur'an'da saydı. Fakat "Süley-
m ân'a istediğini verdik" demedi. Çünkü, Süleymân'm istediği, halk­
tan hiç bir kimseye münhâsır olamaz. O bir ihtisâs-ı İlâhîdir. Hak te-
âlâ hangi mazharda zâtıyla zuhûr etmek isterse, o mazhar yeryüzün­
de hâlîfetullâh olur. û>LLaJI Ifj Jj}\ jjy I^ jjij (Enbi­
ya 105) âyeti, buna işârettir. "Biz Zebûr'da zikirden sonra yere ibâdı-

232
mız içinde sâlih olanlar vâris olur diye yazdık" demektir. Burada "sâ-
lihîn"den maksat, "verâset-i ilâhiyyeye sâlih olan kim se" demektir.
"A rz" ile maksat, "m ecâli-yi hakkıyye ile m aâni-yi hakkıyye arasmda
maksûd olan hakâik-i vücûdiyye" demektir, **-dj (An-
kebut 56) âyeti buna işârettir. Y â'nî "Benim hakâik-i vücûdiyyem ge­
niştir, bana ibâdet edin" demektir.
"M em leket-i kübrâ-yı ilâhiyye Allah'tan, yâ'nî, hakîkat-ı Süleymâ-
niye'den sonra başkasma layık olmaz diye i'tibâr olunursa, Hz. Süley-
m ân'm duâsı sahîh olduğu için, m üstecâb olm uştur," dersen, sözün­
de sâdıksın. Yok eğer, "hilâfet-i ilâhiyyenin Hz. Süleym ân'a inhisârı
gayr-ı mümkün olduğundan ve Hz. Süleym ân'dan sonra aktâb ve ef-
râd için de bu hilâfete nâiliyet m ümkün bulunduğundan Hz. Süley-
m ân'm duâsı gayr-ı m üstecâbtır," dersen, yine sözünde sâdıksın. Ar­
tık sen nâsıl istersen, öyle i'tibâr et!
Hz. Davûd, hilâfet-i ilâhiyyenin kendisine inhisârm ı m üm teni'
gördüğünden, bu talebini terk etti. Hz. Süleym ân ise, kendisine âit
hakk-ı m ânevinin m ezâhir-i ilâhiyyede teferrüdünü istediği için,
edeb-i İlâhî veçhile hareket ederek, hilâfetti ilâhiyyenin kendisine in-
hisârm ı taleb etti. Bu nev'i taleb m üm teni ise de, vüs-i İlâhî ve im-
kân-ı vücûdî i'tibâriyle câizdir. Lâkin böyle bir devlete bir kim se nâ-
il olmuş mudur, olm am ış m ıdır? Burası m a'lûm değildir. İşte bu ma-
kâm da Cenâb-ı Hak evliyâsm dan haber vererek, »jjJ JJI IjjjJ U, ve
jji-sj Lc »jjJI o j ıiLj (En'am 91) buyurm uştur.
Bu nokta-i nazardan Hz. Süleymân'm talebi gibi taleb, mümte-
ni'dir. İşte bunun içindir ki, Sıddık-ı Ekber, "İdrâ­
ke vâsıl olmaktan aciz olmak, idrâktir" buyurmuştur. Yine bunun
içindir ki, Hz. Peygamber, d~Ju Jx c~AI LA cJİ A lc «t j LS^>\ ~i buyurm uş­
tur. "Senin kendi nefsine ettiğin senâ gibi, ben sana hamd ve senâyı
ta'dad edemem " demektir.
Hz. Peygam ber, husûlu m üm kün olm ayan şeyi talepte teeddüb
ederek rabbinin kem âlatım izhâr için aczini i'tirâf etmiştir. Halbuki
Hz. Peygam ber, Cenâb-ı H akk'ı Hz. Süleym ân'dan ziyâde âriftir.
Hz. Süleym ân, m atlûbunu m ütenâhî zannederek husûlunu taleb et­
ti. Hz. Peygam ber, adem -i tenâhîyi tam am ıyla m üdrik olduğundan,
idrâk olunam ayacak şeyin idrâkini talepten teeddüb etti. D em ek is­

233
tiyorum ki, teeddüb ederek öyle bir m aksadın husûlune duayı terk
etti. Çünkü Hz. Peygam ber biliyordu ki, A llah bu hilâfet-i ilâhiyye
inhisârını kim se için yapmadı. O bir m es'ele-i husûsiyye-i zâtiyye-
dir. Onu Cenâb-ı Hak, kâffe-i m ahlûkâtından gizli olarak, nefsi için
intihâb etmiştir.
Bu izâha nazaran sen, iki zâtm arasındaki farkı düşün! Birisi rabbi-
ni m a'rifet husûsunda bir hadd-i nihâyet, öbürü de m a'rifet-i rab hu-
sûsunda nihâyet olmadığına kâüdir!
İşte bu makâmdadır ki, evliyâdan "M uham m ediyyûn" sıfâtına dâ­
hil olanlar bir takım sözler söylemişlerdir. Meselâ şeyhimiz Abdulkâ-
dir Geylânî hazretleri, meâşir-i enbiyâya hitâben "Size lakab-ı nübüv­
vet ihsân olundu. Bize size ihsân olunmayan ihsân olundu" demiştir.
Bunu İmâm Muhyiddin İbnü-1 A rabî hazretleri, Futuhât-ı Mekkiyye' de
isnâd-ı sahîh ile beyân etmiştir. Şeyh V elî Ebû'l-Ğays İbn Cemîl haz­
retleri de "Biz evliyâ, bir denize daldık ki, enbiyâ o denizin sâhilinde
tevekkuftadır" demiştir. Bu nev'i sözlerin te'vîl ile vech-i vecîhi olsa
da, bizim mezhebimizde mutlak nebî, mutlak velîden efdaldır.
Nübüvvet ve velâyete âit -inşaallah teâlâ- bu kitabta mebhas-i
mahsûsâ gelecektir. Allalj, doğru yola hidâyet eder.

234
Otuzsekizinci Bâb

încil Hakkındadır

enâb-ı Hak, Incil'i Hz. Isâ'ya Süryânî lügatiyle inzâl etti ve In­

C cil, onyedi lisân üzerine okundu. Kur'an'm evveli "Bism illâ-


hirrahm anirrahîm " olduğu gibi, Incil'in evveli de "Bi-ism i'l-
Eb ve'l-Ü m ve'l-Ibn"dir.
Hz. Isâ'nm kavm i, bu besm eleyi zâhirine atf ederek, baba, ana,
oğul denilen "Rûhu'l-kuds, M eryem ve İsâ"dan ibârettir zannettiler.
Onun için "A llah, üçün üçüncüsüdür" dediler. Bilmediler ki, "E b " ile
murâd ism ullâh; "Ü m " ile murâd "m âhiyet-i hakâik" ta'bîr olunan
künh-i zât; "İbn " ile murâd kitab, y â'n î vücûd-ı mutlaktır. Çünkü vü-
cûd-ı m utlak, künh-i zâtm fer'i ve neticesi olduğundan "ib n " dem ek­
tir. Kur'an'da oLSÜÇI «juc j (Ra'd 39) denilmesi, bu zikrettiğim ize işâ­
rettir. Bunun tafsili m ahâllinde geçm iş idi. Hz. îsâ'nın cevâb olarak
Cenâb-ı H akk'a, "Y a rabbi, ben kavm im e senin tebliğ hakkında em­
rin ne ise onu söyledim " dediği buna işârettir. Hz. îsâ'nm tebliğ etti­
ği j (yj ûJI jju J jl (M aide 117) âyetidir. "Y a rabbi ben onlara benim
ve sizin rabbiniz olan A llah'a ibâdet edin dedim ." Hz. îsâ'nm bu sû­
retle cevâbından besm elenin zâhiri üzerine hami olunmayıp, belki o
besm elenin m a'nâsm ı beyân ve izâhta kavl-i m ezkûrü ziyâde etm e­
sinden kavm inin tevehhümünü nefyettiği m a'lûm olur. Kavm inin te-
vehhüm ettiği, şim di söylediğim veçhile besm elenin zâhirine atf ile
ibn, üm , rûhu'l-kuds'dan ibâret olduğuna zâhib olmalarıdır. Hz.
îsâ'nm bu beyân ve izâhtaki ziyâdesi ind-i İlâhîde kendinin berâetini
hâsıl etmiştir. Çünkü Isâ kavm ine hakikâti beyân ve izâh etti. Fakat

235
kavm i, İsa'nın izahı üzerinde tevakkuf etmeyerek, A llah'ın kelâm ın­
dan kendi anladıkları ne ise, ona zâhib oldular.
Şu halde Hz. îsâ'nın m akâm-ı cevapta "Ya rabbi! ben onlara senin
emrini tebliğ ettim " demesi, kavmi için beyân-ı özürden ibâret olmuş
olur. Y â'nî Hz. Isâ, "Evvelâ besm ele-i mezkûreden ibâret olan İncil ile
beni kavmime gönderen sensin. Ve ben onlara senin emrini tebliğ
edince, senin kelâmından zâhir olan ne ise, ona zâhib oldular. Bunla­
rın bu zehâbları kendilerinde hâsıl olan ilmin neticesidir. Onları levm
ve ta'yîb eyleme, ya rabbi!" tarzında beyân-ı m a'zeret etmiştir. Bu izâ-
ha göre onlarm şirkleri, ayn-ı tevhîdden ibâret olmuş olur. Çünkü
Isâ'nm kavmi, nefislerinde vukû' bulan ihbâr-ı İlâhî ile kendilerinde
hâsıl olan ilmin icâbı ne ise, onu işlediler. Binâenaleyh ictihâd edip de,
ictihâdmda hata eden müctehid gibidirler. İctihâdmda hata eden
müctehid için, yine ictihâd ecri vardır.
Hz. İsâ'ya Cenâb-ı Hak *Jül jji ^LJJ cJi cjII (Maide 116)
yâ'nî, "Sen Allah'ı bırakın da, beni ve vâlidemi ilâh olarak ittihâz edin
diye nâs'a söyledin m i?" diye, suâl -i İlâhî vukû' bulunca, Hz. İsâ bâ­
lâdaki m a'zereti der-meyân etti. Bunun içindir ki, } ^ *1)1 >ıA cevâ­
bını verdikten sonra ^ŞJ~\ jüjjJI cjI uJjU^ jü jlj kelâmını da ilave etti. "Ya
rabbi onları mağfiret edersen, muvafıktır. Çünkü sen aziz ve hakim­
sin" demektir. Böyle demeyip de, "Onlara azâb edersen, sen şedîdü'l-
ikâbsın" demedi. Yâhut buna benzeyen diğer bir şey söylemedi. Belki
m ağfireti zikretti ve m ağfireti zikretmekle H ak'tan onlara mağfiret ta­
leb etmiş oldu. Bundan anlaşılır ki, Hz. İsâ kavminin hak'tan dışarıya
çıkmadığına hükmetti. Çünkü enbiyâdan hiç birisi, müstehak~ı ukûbet
olan bir kimse için m ağfiret talebini Hak'tan istememiştir. Hz. İbrahim
hakkında ajl* IjjŞ *JJ *j! *) O j Al *^1 j lo'I Laj
(Tevbe 114) âyeti bu bâbta delîl-i kat'idir. Ma'nâsı: İbrahim'in babası
hakkmdaki istiğfarı, mukaddemen babasına karşı sebk etmiş olan bir
va'dinin neticesi idi. Babasının aduvullâh olduğu kendisi için tebeyyün
edince, babasından teberrî etti." demektir. Enbiyânın kâffesi böyledir.
Müstehâk-ı ukûbet olan kimse için mağfiret taleb etmemişlerdir.
Binâenaleyh Hz. îsâ'nın kavm ine m ağfiret taleb etmesi, onların
bu m ağfirete istihkâkm ı bildiği içindir. Çünkü, kavm i hakîkât-ı emr-
de bâtıl üzerine olsalar da, kendi nefislerinde hâsü olan ittilâa göre

236
hak üzerinedirler. Binâenaleyh hakîkât-ı em irlerinin icâbı veçhile bâ­
tıl üzerinde oldukları için, ukubete giriftâr olsalar da, kendilerine
m ahsûs i'tikâdda hak üzerine oldukları için, nihâyet-i em irleri i'ti-
kâdları veçhile zuhûr eder. Onun için Hz. İsâ ifâdeyi gâyet güzel ya­
parak J j U ^ J uo jl (M aide 117) dedi. "Y a rabbi onlara azâb eder­
sen onlar senin kullarındır." Y â'nî sana ibâdet ediyorlardı ve sana
karşı inatları yoktu ve m evlâsı olmayan kafirler gibi, mevlâsı olma­
yanlardan değillerdi. Çünkü hakikâtte onlar, haklıdır. Zîrâ Hak,
îsâ'nm , vâlidesinin, Rûhu'l-kuds'un hakikâtidir; belki Hak, her şeyin
hakikâtidir. îşte Hz. İsâ'nm ebLc jl dediğinin m anâsı budur.
Hz. İsâ kavminin ibâdullâhtan olduğuna şehâdet etti. Bu şehâdet
de bir şehâdet-i kâfiyedir. Yine bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak sebk
eden âyetlerin alt tarafında p-fcj jiiC aJI £*« py. d* (Maide 119)
buyurdu. Yâ'nî "Kıyâm et gününde sâdık olanların sıdkı, rablerinin
indinde kendilerine menfaat-bahş olur. Kıyâmet günü böyle bir gün­
dür" demektir. Bu âyet, Hz. İsâ'nm taleb ettiği şeyi, Cenâb-ı Hakk'm
incâz ettiğine işârettir. Bundan anlaşılıyor ki, Hz. İsâ "Kavm im hakî-
kât-ı emre nisbetle muhâlefette iseler de, benim kelâm ım ı te'vîl husû-
sunda kendilerine zâhir olan şeyde ve bu f tibâr ile nefislerinde sâdık
oldukları için bu sıdkları A llah'ın indinde kendilerine mûcib-i menfa­
at olur" demek istiyor. Şu kadar var ki, bu sûretle m enfaata nâil olma­
ları, rablerinin indindedir, başkasının indinde değüdir. Çünkü biz, zâ­
hir hâle ve hakîkât-ı emre nazaran onların dalâlette olduğuna hükm
ederiz. Bunun için "azâba giriftârdırlar" deriz.
Hülâsa, kavm-i İsâ'nm kendi nefislerindeki i'tikâdlarm m hakikâti,
netice i'tibâriyle Allah ile berâber bir nev'i hak üzerine olduğu için,
onlarm bu i'tikâddaki sadakâtleri ind-i İlâhîde kendilerine menfaati
mûcib olarak, hükümlerinin neticesi rahmet-i ilâhiyyeye müncer ol­
muştur.
Netice: Cenâb-ı Hak, onlara nefislerinde İsâ hakkmdaki i'tikâdları
veçhile teceüî etmiş ve i'tikâdları bu sûretle zâhir olmuş olduğundan,
bu nokta-i nazardan Hak üzerine oldukları anlaşılmıştır.
Hülâsa: Hak, onlara i'tikâdları veçhile tecellî etmiştir. Çünkü, Ce-
nâb-ı Hak abdinin kendine zannı ne veçhile ise, ona göredir. İzahât-ı
m ezkûre neticesinden şu anlaşüır ki, İncil esmâ-i zâtm tecellîyâtmdan

237
ibârettir. Yâ'nî, zâtın esmâdaki tecellîsi demektir. Binâenaleyh İsâ da
Meryem de Rûhu'l-kuds de, Cenâb-ı Hakk'm kavm -i İsâ'ya vâhidiyet-
le tecellîsi, tecellîyât-i mezkûredendir. Y â'nî esmâ-i zât tecellîyâtın-
dandır. Kavm-i îsâ, Hakk'ı bu mezâhirden her mazharda gördüler. İş­
te bu tecellî i'tibâriyle, kavm-i îsâ zehâblarmda haklı olsalar da, hata­
ya ve dalâlete de düşmüşlerdir. Hataları şundan dolayıdır ki, Hakk'm
İsâ, Meryem ve Rûhu'l-kuds'de inhisârına zâhib oldular.
Dalâletleri şundan dolayıdır ki, izâh edilen vâhidiyette tecessüm-i
m utlak'a ve teşbîh-i m ukayyed'e kâil oldular. Halbuki vâhidiyette bu
nev'i takyîd câiz değildir. İşte hata ve dalâletlerinin m enşei budur.
Bunu anla!
In cil'd e en esaslı zikrolunan düstûr-i ilâhî, nâm ûs-i lahûtiyyenin
vücûd-ı nâsûtte kıyâm ı düstûrüdür. Bu da, H akk'm halkta zuhûru-
nun m uktezâsm dan başka bir şey değildir. Fakat N âsâra, bu
m es'elede tecsîm e ve ulûhiyetin hasrına zâhib oldukları için, In­
cil'de bulunan düstûr-i m ezkûre m uhâlefet etm işlerdir. H akikâtte
İncil ahkâm ıyla hareket eden "M uham m edîyyûn"dur. Ç ünkü Incil,
bütün kem âliyle hülasa olarak K u r'an âyetlerinden b ir âyette mün-
derictir. O âyet de <j >j j cJ>Jûj âyetidir. "A d em 'e rûhum dan nef-
hettim " dem ektir. A llah'ın rûhu ise, A llah'tan başka bir şey değil­
dir. C enâb-ı Hak, bu âyetle A dem 'de zuhûrunu ihbâr etm iştir. Bu
ihbârm ı ^ ^ (***>• <-b ^ CrU âyetiyle de te'yîd
etm iştir. Y â 'n î "âfâk " ta'bîr olunan âlem in kâffesinde ve kendi ne­
fislerinde H ak olan O 'dur. Sonra da o ihbâr-ı sabıkı ^ chJ 1ol
aJJI öjjuÇ. âyetiyle ve JJI jüi (Nisa 80) âyetinde sarâhe-
ten söylemiştir. Birinci âyet, peygambere hitâb olarak "Sana bey'at
edenler Allah'a bey'at etm işlerdir"; ikinci âyet, "Rasûle itaat eden Al­
lah'a itaat etmiş olur" demektir, işte sûret-i meşrûhâ veçhile M uham ­
m ed Ümmeti, hakîkât-ı emre ittilâ' husûsunda nâil-i hidâyet olmuş­
lardır ve vücûd-ı hakkîyi yalnız Adem 'e hasr etmemişlerdir. Vâkıaa,
cJ kJûj âyeti, yalnız A dem 'i ta'yîn etmişse de, lâkin ümm et-i Muham­
med teeddüb ederek, Adem ile murâdm nev-i insânî efrâdmdan her
ferd olduğunu bilmişler ve H akk'ı eczâ-i vücûdun her cüz'ünde ke­
mâliyle müşâhede etmişlerdir. Ve bu sûretle, Cenâb-ı H akk'm ûui
jj-l -ol emr-i üâhîsine im tîsâl etmişlerdir, işte Hz. Muhammed ve

238
ona tâbi' olan müslümanlar, bu sûretle hakk-ı tâm üstündedirler. Eğer
bu âyet, Incil'de nâzil olsa idi, İsâ'nın kavmi de bu hakikâte vâkıf olur­
lardı. Fakat böyle olamaz, yâ'nî Incil'de nâzil olamaz. Çünkü Cenâb-ı
Hak, inzâl ettiği her kitab ile, bir çoklarm ı idlâl ve bir çoklarını da ih-
dâ etmiştir. Nitekim, Kur'an-ı A zîm 'de buna dâir âyet vardır. Ulemâ-
i rüsûmü görmüyor m usun ki, sebk eden iki âyetin te'vîlinde nasıl da­
lâlete düştüler de, zâhib oldukları yola zâhib oldular? Vâkıaa onların
zehâbı da vücûh-ı hak'tan bir vecih ise de, ulemâ-i rüsûm indinde
muhkem olan usûl-ı zâhire icâbıyla kendileri A llah'tan ve A llah'ı bil­
mekten uzak düşmüşlerdir. Fakat erbâb-ı hakikât, yine bu iki âyet ile
m a'rifetullâha nâil olmak hidâyetine mazhar olmuşlardır. Öbürleri
için bâis-i dalâlet olan şey, bunlar için bâis-i hidâyettir.
Cenâb-ı Hak, Kur'an'da ûyL>UJI VI J_a, U, ^ j+y I^ <0J-a* (Bakara
26) buyurmuştur. "Cenâb-ı Hak, bununla bir çoklarını idlâl ve bir çok­
larını ihdâ eder ve Allah'ın idlâl eylediği fasıklardan başkası değildir."
Araplar, yumurta büzülüp de yavru çıkarmağa sâlih olmadığı za­
man derler. ii-JI "Yum urta büzüldü" demektir. Burada "fasıkîn"
ile murâd, "tecellî-i İlâhîyi kabulden kâbüiyetleri fâsid olan kavim "
demektir. Çünkü bu nev'iden olan kimseler indinde, "A llah, halkta
zâhir olam az" tasavvuru sâbittir. Hak, halkta zâhir olamaz değil, bel­
ki o nev'i adamlarda zâhir olmaz.
Bahsim iz, ulem â-i rüsûm de idi. U lem â-i rüsûm , kendi zehâbları
veçhile zât-ı İlâhî ahkâm m dan olan tenzîhe âit usûl ve kavâidden
böyle bildikleri te'yîd ât ile hareket ederek, um ûr-ı ayniyyeyi terk ve
evsâf-ı hükm iyyeyi ahz etm işlerdir. Biliyorlar ki, o evsâf-ı hükm iy-
ye ayniyle, kem âliyle, um ûr-ı ayniyye ve vücûd-ı halkiyye-i hakkiy-
ye içindir. C enâb-ı H ak, K u r'an -ı K erîm 'in m üteaddit yerlerinde bu
hakikâti nefsinden haber verm iştir. -JJI L üU (Bakara 115) ve
öjj*îJ ‘itil fSLJJİ (Zariyat 21) ve jJ-L VI 1»j jâjVlj (Hicr
85) ^ Iju*» ^ j VI ^ Uj L. âyetleri bu bâbta edille-i kâ-
tia'dandır. "Y üzünüzü nereye çevirirseniz, A llah'ın son tecellîsi
oradadır; H akk'ı kendi nefislerinizde görm üyor m usunuz? Yerde
gökte ve bunlarm arasm da yarattığım ız ne var ise, hepsi hak iledir,
H ak'tır. Y erde ve gökte m evcûdat nâm m a ne varsa, hepsi H ak'tan
sizin için m üsahhârdır" dem ektir.

239
Bundan başka Hz. Peygam ber'in "Allah, kulunun sem'i, kulunun
basarı, kulunun yed'i ve lisânidir" ma'nâsmda olan hadîsi de, bu bâb-
ta delildir. Ta'dâdı mümkün olmayan bunlara benzeyen delîller de
vardır. Bunu anla.
Allah hakkı söyler ve yolu gösterir.

240
Otuzdokuzurıcu Bâb

Cenab-ı Hakk'm Her Gecenin


Sülüs-i Ahirinde Sema-i Dünyaya
Nuzûlü Hakkındadır

z. Peygamber (s.a.v.) Efendim iz'in <_*)! İLJ J i - >^l lilUl J i

H Jj, Jjt, «U* hadîs-i şerifi, Cenâb-ı Hakk'm zerrât-ı vü-

cûdiyyeden her zerrede zuhûruna işârettir.


Hadîsin Türkçesi: "Cenâb-ı Hak, her gecenin sülüs-i âhirinde se-
mâ-i dünyaya nâzil olarak "bir şey isteyen yok m u?" diye söyler" de­
mektir. Bu hadîsteki "leyle" ile murâd, zulmet-i halkiyyedir. "Sem â-i
dünyâ" ile murâd, vücûd-ı halkın zâhiridir. "Sülüs-i âhir" üe murâd,
vücûd-ı halkın hakikâtidir.
Çünkü mevcûdâttan her şey, üç kısma ayrüır. Bir kısmı, zâhirdir.
Bu kısma "m ülk" tesmiye olunur. Bir kısmı, bâtmdır. Bu kısma, "m e-
lekût" tesmiye olunur. Üçüncü kısım, taksîm-i m ülkî ve melekûttan
münezzehtir. İşte hadîs-i şerifte lisân-ı işaretle "sülüs-i âhir" tesmiye
olunan bu kısım, kısm-ı ceberûtî-yi ilâhiyyedir.
"Kısm -ı ceberûtî, inkısamdan m ünezzehtir", dedik. Zîrâ, bir şeyin
adem-i inkısamı nazar-ı i'tibâra alınırsa, o şey için sûretinden ibâret
olan zâhiri nefisten ibâret olan bâtmı taakkul olunmak zarûrî olduğu
gibi; o şeye bâis-i kıyâm olacak bir hakîkâtm vücûdu da bulunmak za-
rûrîdir. İşte, sülüs-i âhir ile işâret, âşikâr oldu. H akk'm tenezzülü de­
mek, nefs-i teşbîh-i halkîde H akk'm tenzîh ile zuhûru demektir.
Bu hadîs-i şerifle başka bir işâretle, başka bir i'tibârı da nazar-ı i'ti­
bâra almak mümkündür. Bu işâret bundan evvelki işâretten daha
yüksektir. Bunun izâhı, ber-vech-i âtî ilm e mütevakkıftır.

241
"Sülüs-i âhir" ile murâd, abd üzerine tecellî eden sıfât-ı ilâhiyye-
den ibârettir. Ve hakîkât-ı zâtın zuhûru ancak, o sıfât-ı mütecellîyenin
evâhirindedir; mebâdîsinde, evâsıtında olmaz. Bu bir emr-i zevkidir,
ancak keşf ile bilinir.
Demek istiyorum ki, zât zuhûru, sıfât-ı mütecellîyenin evâhirinde­
dir. Halbuki sıfâttan hiç bir şey için de, intihâ yoktur. M ezkûr intihâ,
zât ahkâmmdandır.5 Şu halde zâtm zuhûru, leyle-i sıfâttan sülüs-i
âhirde zâhir olur demektir. Hadîs-i şerifteki Lıdl * L - ta'bîri, Hakk'm
halka esmâ-i ilâhiyye ile bâis-i ma'rifet olan sıfâta nuzûlü demektir.
Zâta ve sıfâta nisbetle esmâ-i ilâhiyye, dünya demektir. Çünkü Ce-
nâb-ı Hakk'm sıfât-ı ulyâsı olduğu gibi, halkın ona karşı ubûdiyeti
vardır. Ubûdiyet, ulviyetin zıdd-ı tâmmı olan "denâet"ten müştak
olarak, dünyadır. Esmâ-i ilâhiyye ise, halkın ubûdiyetine bâis-i kıyâm
olan semâ-i dünya demektir.
İ'tibârât-ı mezkûreden şu hâsıldır ki; Cenâb-ı Hak, kullarına o kul­
ların bilmiş olduğu sıfatlarda zâhir olur ve bu zuhûr, o sıfatm zuhû-
rundaki tenâhî zamanında hâsüdır. Yâ'nî ibâd-ı İlâhî, sıfât-ı mezkûre-
nin kemâl-i zuhûrundan evvel sıfâtla beraberdirler, Allah ile beraber
değildirler. Sıfat-ı İlâhî zuhûrda tenâhîye başlayınca, ıbâd-ı İlâhî sıfat
ile değil, zât ile berâber olurlar. Bunu anla!
Bu hadîs-i şerîfin sır tarîkiyle başka bir işâreti de vardır. Bu işâret-
i âhire, evliyâdan kâmil olanlar hakkında vukû' bulur. Bunun izâhı:
"Leyi" ile murâd, zât-ı İlâhî; "sülüs-i âhir" ile murâd, zât'a nisbetle câ-
iz olan kemâl-i ma'rifettir. Çünkü H akk'ı ma'rifet, iki sûretle olur. Bi­
risi, kemâlini idrâk câiz olan ma'rifet, birisi de, kemâlini idrâk câiz ol­
mayan ma'rifettir. İşte sülüs-i âhir ile murâd, H akk'a nisbetle câiz
olan kemâl-i ma'rifettir.
Zîrâ velînin Cenâb-ı H akk'ı m a'rifeti üç sûretle olur: Birinci m a'ri­
fet, (jj* juü JuJj ,>• "Kendini bilen rabbmı bilir" hadîsinin ma'nâ-
sını ma'rifettir. Bunun ma'nâsı, bâlâda geçti.6

5. Bu ta'bîrin izâhı, bu izâhı ta'kîb eden teşrihâttan m üntehim dir. M aam afih, ibâre
pek vecizdir, "intihâ, zât ahkâm m dandır" dem ek değildir. Belki, intihâsı olmayan
tecelliyât-ı sıfâtiyyenin tecelliyât-ı zâti yy e ile H akk'm zuhûrunda sıfâta ait hük­
m ün intihâsı dem ektir. Zuhûr-ı zâtta esmâ ve sıfâta dair bütün ahkâm ın, sırr-ı zât­
ta izm ihlâli m a'nâsm a olarak, zâtm ale'l-um ûm , izâfât ve nisebten ve sâireden te-
cerrüdü, zât bâbmda geçm iş idi. (Mecdi)
6. Buna dâir izâhat, sıfât hakkındaki üçüncü bâbtadır.

242
İkinci m a'rifet, Ulûhiyeti ma'rifettir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın /âtını
müstehâk olduğu sıfatlarla bilmektir. Bu ikinci m a'rifet, m a'rifet-i
nefs ile mukayyed olan m a'rifet-i rabten sonra vukû' bulur.
Ü çüncü m a'rifet, bir zevk-i İlâhîden ibârettir ki, abdin vücûduna
sirâyet ederek, abd o m a'rifetle rabbı hakkında gaybten şehâdete
nâzil olur. Y â'nî, cesedinde rubûbiyet âsârı zâhir olur. Bu derecede
abdin yed 'i için kudret, lisânı için tekvîn, ricli için hatve, gözü için
kendisinde hiç bir şey m estûr olm am ak üzere inkişâf, sem 'i için
hazret-i vücûdiyyedeki her m ütekellim in sözünü isğâ kudreti hâsıl
olur. Bu m a'nâya H z. Peygam ber m eşhûr olan hâdis-i kudsîsinde
^JJl j <0 ^jJI 4*^ jjfl işâret buyurm uştur. Bu derecede
H ak zâhir, abd bâtındır.
Bu izâhattan şu hâsıl olur ki, hadîsteki "n uzû l-ı rab "d en murâd,
m uktezeyât-i rubûbiyetten olan âsâr ve sıfât-ı ilâhiyyenin zuhûru-
dur. "Sem â-i dünya" ile m urâd da, velînin zâhir cismidir. "Sülüs-i
âhir" ile de m urâd, abdin vücûduna sâri olan m a'rifet-i zevkiyye-i
İlâhîdir. İşte abd-ı İlâhî için m ahk (helâk) ve sahk (ezm ek) denilen
hâlet-i celîle, bu sûretle hâsıl ve bu sûretje tam âm olur. A bd-ı İlâhî
bu dereceye vâsıl olunca, H ak kendisinde tahakkuk eder. H adîsteki
İL) ta'bîri ile m urâd, her bir velîdeki her zuhûr-ı zâtîden ibâret­
tir. Bunu anla!
Bizim bu bâbta izâhm a çalıştığım ız, bâlâdaki hadîsin, (bâhis ba­
şındaki hadîsin) ibâre-i celîlesine dâir olan sözlerim izden dolayı,
hadîsi m efhûm -ı zâhirinden çıkarm a! Belki bizim tenbihâtım ızla ta­
hakkuk etm ekle berâber, hadîs-i şerîfin m efhûm -ı zâhirîsini de terk
etme! Çünkü R isâlet-m eâb hazretlerinin hadîsleri, gayr-ı m ütenâhî
esrârı m uhtevidir. Hz. Peygam ber'in sözlerinin zâhiri de vardır, bâ­
tını da; her bâtının zâhiri olduğu gibi, her zâhirin bâtını da vardır.
Bu yedinci bâtına kadar tahakkuk edebilir. Çünkü Hz. Peygam ber
öjk. i**-. jÇâil jl buyurmuştur. Türkçesi: "Kur'an âyetlerinin birbir içinde
yedi adet bâtını vardır."
Kelâm-ı peygam beri de, kelâm-ı İlâhîden bir şu'bedir. Çünkü Hz.
Peygamber, hevâdan nutk etmez. Söyledikleri Cenâb-ı H ak'dan ken­
disinde vukû' bulan vâhiylerdir. Cenâb-ı H akk'm salâtı, selâmı, teşri­
fi, ta'zîm i, temcidi, tekrîmi, o Peygam ber'e olsun.

243
Kırkıncı Bâb

Fatiha-i Kitab Hakkındadır

atihâ-i kitab, seb-i mesânîden ibârettir. Seb-i m esânî de yedi sı-

F fât-ı nefsiyyedir. Onlar da hayât, ilim, irâde, kudret, semi', ba­


sar, kelâmdır.
Hz. Peygamber, ^ j »j-c. ji JJI jl buyurmuştur. "Cenâb-ı
Hak, fâtîhâyı kuluyla kendi arasında taksim etti" demektir. Bu hadîs-
i şerif, vücûdun halk ile Hak arasında munkâsım olduğuna işârettir.
Zâhiriyle halk olan insan, bâtını i'tibâriyle Hak'tır. Şu halde vücûd,
bâtın ile zâhir arasmda münkâsımdır. Görmüyor musun, sıfât-ı nef-
siyye ayniyle Hz. M uham med'in sıfatıdır. Cenâb-ı Hak haydır, âlim­
dir denildiği gibi, Hz. Peygamber hakkmda da haydır âlimdir denilir.
Bâkî beş sıfât da böyledir. İşte bu izâh, fâtîhânın Allah ile kul arasm­
da inkısamı demektir.
Fatihâ-i şerif, muhtevi olduğu medlûlâtiyle heykel-i İnsanîye işâ­
rettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, vücûdun kilitlerini o heykel-i İnsanî ile aç­
mıştır. Fatihânm Allah ile abdi arasında inkısamına gelince; insan her
ne kadar zâhiren halk ise de, Hakk'm hakîkat-ı insaniyye olduğuna
işârettir. Çünkü insan, evsaf-ı ubûdiyeti hâvi olduğu gibi, evsaf-ı ru-
bûbiyeti de câmi'dir. Zîrâ Allah, onun hakikatidir. O hakikat de, Hz.
Muhammed (s.a.v.)' den ibârettir. Bu bâbta Hz. Muham med'den baş­
ka bir şey yoktur. İki mertebede m u'teber olan, iki memlekette mev­
cûd olan o'dur. Binâenaleyh Hak da o'dur, halk da o'dur.
Görmüyor musun? Cenâb-ı Hak, fâtîhâyı Allah üzerine hamd ve
senâ arası ile abde duâ arasmda nasıl taksim etmiştir? Binâenaleyh

244
abd, kemâlât-ı ilâhiyye-i hükmiyye-i ayniyye-i vücûdiyye arası ile, ne-
kâis-i halkiyye-i ayniyye-i şuhûdiyye arasmda munkâsımdır. Şu hal­
de abd, fâtîhâtü'l-kitaptır, seb'u'1-mesânîdir. Bu sûrede evrakın istîâb
edeceği esrâr olduğu gibi, bize nisbetle de işaâsı câiz olmayan esrâr
vardır. Bundan dolayı kelâm -ı İlâhî teberrük maksadına m ebnî fâtîhâ
sûresinin zâhirine m üteallik biraz söz söyleyeceğiz.
Cenâb-ı Hak, ûğbJI ^ aJUI juJ-l ^ )< y » J\ -JJI ^ (Fatiha 1) buyurmuş­
tur. Evvel-i Kur'an olan, besmeleye müteallik "El-Kehfu ve'r-Rakîmu"
nâmında olarak te'lîf ettiğimiz kitapta, besmele için izâhât-ı kâfiye
vardır. Besmelenin şerhini anlamak isteyenler, o kitabı mütalâa etsin­
ler. Bu kitapta da besmeleye müteallik işâret tarîkiyle biraz söz söyle­
yeceğiz. O sözün mevzîi, izâhında bulunduğumuz bu bâbtır.
Ulemâ-i arâbiyye, "besm eledeki 'Ba' istiâne içindir" demişlerdir.
Bunun ma'nâsı, "A llah'ın ismiyle şöyle şöyle işlerim " demektir.
Ba'nm mütealliki olan fiilin m ahzûf olması, her şeyi şâmil olsun için­
dir. Besmelede lisân-ı işâretle fiil-i takdîr olunmak lâzım gelirse
aJJI oyu .dil ^ deriz. "A llah'ın ismiyle Allah bilinir" demektir. Çünkü
Cenâb-ı H akk'ı m a'rifet için ancak Allah ism inin, senin üstüne tecellî­
sinden başka yol yoktur. Çünkü Allah ismi, kemâlâtı müşâhede için
m ir'attır. İşaret ettiğimiz kemâlâtı anla!
Bahr-ı hakikâtin sefinesi, Allah ismiyle yürür, Allah ismiyle durur;
başka bir isimle yürümez ve durmaz. Kalb gemicisi, bahr-ı tevhîdde
"A llah" ismi sefinesine biner. y J l Jo y y ^ l y y t hadîsinin çev­
rinde rahmâniyet rüzgarı eserse, ism-i rahîmin rahmet-i hidâyetiyle
sâhil-i zât'a erişir. Hadîsin türkçesi: Ben nefes-i rahmânı, Yemen câni-
binden, yâ'nî, nefs cânibinden buluyorum " demektir. M elîh-ı kalb de,
sûret-i meşrûhâ veçhile sâhil-i zât'a erişince, esmâ ve sıfâtta münezze-
hiyete nâil olur. İşte o zaman fâtihâ-ı vücûdu fethederek, âbid ma'bû-
dun ayn'ı olarak tahakkuk eder. İşte o neşve ile "El-ham dulillâh" der.
Allah, kendi zâtma müstehak olduğu kemâl ile senâ eder. Allah'ın
nefsine senâsı, kendisi için olan kemâlatta aynile zuhûru ve tecellîsi
demektir. "El-hamdulillâh" kelimesindeki, "Elif-lâm ," yâ'nî harf-ı târif
de, ilm-i Nâhivde izâh olunduğu veçhile, şumûl ve istiğrak içindir. Bi­
nâenaleyh, "El-hamdulillâh" *JJ juUİI J5" demektir. "N e kadar hamd ve
senâ var ise, Allah'a mahsûstur" ma'nâsınadır.

245
Bu ma'nâca, hakkiyet ve haikiyet ile mahmûd olan sıfâtın kâffesiy-
le murâd, o Allah'tır. Binâenaleyh, "nefsine hamd ve senâsı merâtib-i
ilâhiyye ve merâtib-ı halkiyyede vücûdun mâhiyyet-i hakîkîsiyle be-
râber zuhûruyla olur." demektir. Ehl-i Sünnet'in harf-ı ta'rifteki mez­
hebi, işte bu izâhımız veçhile şumûl ve istiğrak içindir. M u'tezile ile
Ehl-i Sünnet ulemâsından ba'zıları, "harf-ı ta'rif, ahd içindir" dediler.
Bu i'tibâra göre ma'nâsı, "A llah'a layık olan hamd ve senâ, Allah için­
dir" demektir. Ve bu i'tibâra göre "el-ham d"deki işâret, fehâmet ve
mekânet-i üâhiyyedeki istihkâka göre, Cenâb-ı H akk'm nefsine senâ-
sınadır.
Hülâsa: Hamd makâmı, makâmatın â'lâsıdır. Bunun için peygam­
berimizin livâsı, livâü'l-hamd oldu. Çünkü Peygamber, mekânet-i ilâ­
hiyyenin istihkâkına göre zât-ı eceli ve â'lâya hamd ve senâ ederek,
merâtib-i hakkıyye ve merâtib-i halkiyyede zâhir oldu. Onun bu iki
şekildeki zuhûru, vücûdun muktezeyât-ı hakîkiyyesidir.
Allah isminin hamde tahsisindeki sebebe gelince; ulûhiyet, vücû­
dun bütün m a'nâlarm ı ve mertebelerini câmi'dir. Çünkü Allah ismi,
hakâik-i vücûddan her zî-hakka hakkını "m u 'tî" demektir. Bu m a'nâ,
Allah isminin gayri esmâd§ mevcûd değildir. Bunun beyânı, ulûhiyet
bâbmda sebkat etmişti. İşte bundan dolayı Allah ismi, hamde tahsîs
edilmiştir. Bu tahsisten sonra, bizim "hakîkat-ı insaniyyeden ibâret­
tir" dediğimiz Allah'ın ismi, "rabbü'l-âlem în" olmak üzere tavsif edil­
di. Yâ'nî avâlimin sâhibi ve avâlimin mübdü' ve avâlimde kâin olan
ve avâlimin mazharı ve muzhiri ve mutahhiri demektir. Binâenaleyh
avâlim-i ilâhiyye ve avâlim-i abdiyyede A llah'tan başka bir şey yok­
tur. Zâhir de odur, Bâtın da odur; Rahmân ve Rahîm ile murâd da
odur.
Rab ismine âit, kezâlik Rahman ismine âit tefsîrât-ı lâzime, bu kita­
bın evvelinde geçmişti. O tafsilat bâlâda mütalâa olunsun.
Şurası da m a'lûm olsun ki, rahîm rahmandan ehâs, rahman rahim­
den eâmdır. Her şeye vâsi ve her şeyi muhit olan rahmet, rahmân is­
minin feyzidir.
İttikâ edenlerle zekât verenlere mahsûs olan rahmet, rahîm isminin
feyzindendir. Bu bâbta düstûr-i aslî şudur ki, rahman isminden mün­
tehim olan rahmet nikmete karışabilir. M erhâm eti mutezammin ola­

246
rak, çocukları dövmekle te'dîb gibi ve hastaya merhametten dolayı
ta'm ı kerih olan devâyı içirm ek gibi. Bu iki misâlde merhâmet mevcût
olmakla berâber, içine nikm et de karışmıştır. Hâsılı rahmân, nerede
olursa olsun ve nasıl olursa olsun ve içine nikmet karışsm karışmasm,
her türlü merhâmeti şâmildir. Rahim ismi böyle değildir. O isim, yal­
nız içine nikmet karışmayan rahmete mahsûstur. Bu sebebe mebnîdir
ki, rahim isminin âhirette zuhûru daha kuvvetlidir. Çünkü cennetin
ni'm etlerine nikmet kederinin karışmasma ihtimâl yoktur. İşte bu
feyz-i mahz, rahim isminin eseridir.
Görmüyor musun, Hz. Peygamber, "Üm m etin şifâsı üç şeyden bi-
rindedir: Ya Kur'an'dan bir âyette, yâhut bal yalamakta, yâhut ateşle
dağlanmaktadır. Fakat ümmetimin ateşle dağlanmasını sevmem"
m a'nâsında olan bir hadîs-i şerifinde, ateşle dağlanmasını sevmediği
için Cenâb-ı Hak ona, ^ c. U aJ* (Tevbe 88)
âyetinde "rahim " tesmiye buyurmuştur. Ayetin m a'nâsı: Muhammed
azizu'n-nefistir. İmân etmediğiniz takdirde çekeceğiniz zahmet ve
meşakkatler, size merhâmetten nâşî ona râcî'dir. Müminine karşı ha­
ristir, raûftur, rahim dir." Zîrâ, peygamberin rahmetine nikmet kederi
karışmamıştır. Onun için "rahm eten liT-âlemîn" olmuştur.
Cenâb-ı Hak, fâtihâda el-hamdulillâh dedikten sonra, el-hamdu lil-
lâh'm tefsirinde izâh olunan insân-ı efrâddan her ferdin ayn-ı zâtı
olan Hakîkât-ı M uham m edîye'yi ^ (Fatiha 3) diyerek tavsif et­
miştir. Melik, kuvveti "şedîd" olan "hâkim " demektir. Yevm, eyya-
mullâhtan birisi olan tecellî-i İlâhî demektir. Dîn "edâne" dendir;
"borçlandırm ak" demektir. Şu halde yevm ü'd-din, mevcûdatın kabû-
le mecbûr olduğu tecellî-i rabbânîden ibârettir. Cenâb-ı Hak o tecellî
ile, eşyâda "keyfe-m a yeşâ" tasarruf eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak,
mevcûdatın melikidir.
Bu âyette p_* d h kırâatı da vardır. Bu kırâata göre, ^
âlem -i bâtının sâhibi dem ektir. "A lem -i bâtın " dediğim iz, kıyâm et
ve saât ta'bîr olunan âlem dir. O âlem -i bâtını, suver-i m ahsûsatm
m a'nâsı, rûhâniyet-i m evcûdatın m ahâllidir. Bunu anla!
Sonra Cenâb-ı Hak, Fâtihâ'da dU (Fatiha 4) buyurdu. Yâ'nî,
nefsine nefsiyle hitâb ederek, "Sana ibâdet ederiz; başka kim seye ibâ­
det etm eyiz" dedi. Bu âyette edebiyât-ı Arâbiyye usûlunce iltifât var­

247
dır. îltifât, m ütekellim yerinde muhâtab, muhâtab yerine mütekelli-
me söylemek gibi, bir nev'i tarz-ı ifâdedir. Şair nefsine hitâb ederek:
jUJ-l uü dLUt demiştir. M a'nâsı: Seni kalb güzelliklere götürdü.
Orada neşelenmektedir." Burada, "kalb beni, götürdü" demek lâzım
iken, "kalb seni götürdü" diyerek, nefsini muhâtab makâmma ikâme
etmiştir. Cenâb-ı Hak da J U (Fatiha 4) da nefsine hitâb ediyor.
Y â'nî m ezâhir-i m ahlûkât ile nefsine ibâdet eden odur. Çünkü m ah­
lûkâtta fâil, m ahlûkâtm m uharriki, mahlûkâtm m üsekkini Cenâb-ı
Hak olduğu için, m ahlûkâtm H akk'a ibâdeti, H akk'm nefsine ibâde­
ti demektir. Esâsen Cenâb-ı H akk'm m ahlûkâtı îcâdı, isimlerine ve sı-
fâtlarma hakkını verm ek içindir.
Hülâsa; Hak, kendi nefsine mahlûkât ile ibâdet etmiştir. Cenâb-ı Hak
juju dU dedikten sonra, halk lisânıyla nefsine hitâb ederek, d tlj
buyurdu. "Senden yardım taleb ederiz" demektir. Halk lisânıyla dedi­
ğimizin sebebi, halk ile de Hak ile de murâd kendisi olduğu içindir. Ce-
nâb-ı Hak isterse kelâm-ı Hak ile nefsine hitâb edip, halkın sem'iyle
onu işitir ister kelâm-ı halk ile nefsine hitâb edip, sem-i Hak ile o kelâ­
mı işitir. İşte bu sûretle mahlûkât ile nefsine âbid olanın Hak olduğunu
bize bildirince, bu hakikatin bizde de şuhûduna tenbîh ederek,
üjju- j dU_> buyurdu. Abid-i hakîki olunca biz, ibâdet vesâireyi Hakk'a
isnad ederek haviden kudretten, kuvvetten teberrî etmiş oluruz. Ve bu
hakikati bizde ve bizden mülâhaza ederiz ve ahadiyetini ma'rifete te­
rakki için Hak'tan gafil olmayız ve tecellîyât-ı ilâhiyye ile nâil-i devlet
oluruz. İşte kendilerine saâdet-i ezeliyye sebk etmiş olanlar, bu sûretle
mes'ûd olur.
Bu ûyu-J aJU j xjû dil cümlelerinde o kadar maâni-i celîle vardır ki,
bu varaklar onun şerhine dar gelir. Binâenaleyh, söylediğimiz izâh ile
iktîfâya mecbûruz. Çünkü maksâdımız tatvîl değil, ihtisârdır.
Sonra fâtihâda Cenâb-ı Hak, yine halk lisânıyla I Ua»I
buyurdu. "Bize doğru yolu göster" dem ektir. ^ p—* den
dJU e gelinceye kadar olan kısım , H akk'ın lisânıyla H akk'm
nefsinden ihbârıdır. Fatihânın nisf-i sânîsi, halk lisânıyla H akk'a
karşı m uhâtabadır. Binâenaleyh sırât-ı m üstakim , H akk'm zâtıyla
zâtına tecellîsinden ibâret olan m eşhed-i ahâdî yoludur. K ur'an'da
"sırâtullâh" ta'bîri, buna işârettir; zuhûr tecellîsine giden yol de­

248
m ektir. Cenâb-ı H ak 11I j Ç JI Ua*l buyurduktan sonra, sırâtullâh
ta'bîrindeki cem i' ta'kîb ederek, m eşhed-i ahâd î ehlini tefrîk lisânıy­
la tavsif etti ve f+M buyurdu. "V ücûdunla ve şuhû-
dunla ni'm etine m azhar olanların yolunu göster" dem ektir. Bu
nev'i ni'm ete nâil olanlara Cenâb-ı H ak, kurb-ı İlâhîsi ni'm etleriyle
tecellî eder ve onlar "m ağdûb-ı aleyh" değildir. vj-ü b * * buyur­
duğu bunun içindir. "M ağdûb-ı aleyh" olanlar, A llah'ın m untakîm
ism inin tecellîsin e u ğrad ık ları için ehl-i buû d d u rlar. C enâb-ı
H akk'm " içJUJlVj " buyurduğu "hidâyet-i H ak'da dalâlete uğram a­
yanlar" dem ektir. Şu halde âyetin m a'nâsı: "D alâlete uğram ayanlar
ve m ağdûb-ı aleyh olm ayanlardan olarak, vücûdunla ve şuhûdun-
la n i'm etin e nâil olan ların yolunu b ize g ö ste r" dem ektir.
Dalâlette olanlar, H akk'ı bulmayanlardır. Bunlar yine mağdûb-ı
aleyh değildir. Bunlar, A llah'ı bulmamışlar ise de, rızâsını bulmuşlar­
dır. Hak, bunları yanında değil, civarmda iskân eder. Bu kabîlden
olanlar o kimselerdir ki, Hak onlara "Ey kullarım benden temennî
edin" dediği zaman, "Ya rabbi rızânı tem ennî ediyoruz" demişlerdir.
Cevâpta onlara: "Benim rızâmın mükâfâtı, sizi civarımda iskândan
ibâret kalır, temennî edin" diye tekrar onlara sorduğu zaman, yine
"Ya rabbi, rızândan başka bir şey tem ennî etm eyiz" demişlerdir. Çün­
kü, bu kabîlden olanlar, H akk'ı bilemezler; bilselerdi H akk'ı temennî
ederlerdi.
Hülâsa: Bu kabîlden olanlar, ravzât-ı cennâtta niâm-i ekvân ile nâ­
il-i ni'mettedirler. Fakat Hak, onlara zâtıyla m ütecellî değildir. Onlar
rahmândan dalâlette, lezzât-i cinân ile ni'm ettedirler. Bunu anla!
Allah, hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.

249
Kırkbirinci Bâb
Tûr, Kitâb-ı Mestûr,
Rakk-ı Menşûr, Beyt-i Ma'mûr,
Sakf-ı Merfu', Bahr-ı Mescûr
Hakkındadır

enâb-ı Hak, bizi ve seni tevfîkine mazhar kılsın! M a'lûm un ol­


sun ki, bu bâb, bu kitaptaki bâbların umdesidir. Binâenaleyh,
söylenecek sözlerde huzûr-ı kalb ile teemmül ve tefekkürü il­
tizâm etmelisin. Elfazın zevâhiriyle iktîfâ etme; vâki' olacak tenbîhâ-
tımızdaki işâretlerden murâd ve o işâretlerdeki latif ibârâtımızdan da­
ha ilerisindeki esrârı taleb ^t.
M a'lûm un olsun ki, Tûr, Kitâb-ı Mestûr ile berâber bâblarm kâffe-
sinde zikri sebkat eden m a'nâlarm hepsi, ehl-i şerâi' kavli üzerine zâ-
hirine masrûf olmakla berâber, bâtm î emirde bunların kâffesiyle mu­
râd sensin. Senin enniyetin, o ibârâtm kâffesini câmi'dir. M a'nâlarm
taaddüdü, senin enniyetindeki vecihlerin taaddudundan nâşîdir. O
maânînin kâffesini nefsinde nazar-ı i'tibâra al; o esmâ ile müsemmâ
olan, o sıfât ile m evsûf olan sensin.
Şurası da m a'lûm un olsun ki, Tûr ile murâd, nefsindir. Cenâb-ı
Hak, Kur'an'da jjai\ yjl» ^ »Loü, (Meryem 52) buyurdu. "M ûsâ'ya
biz çok mübârek olan Tûr cânibinden nidâ ettik" demektir. "Tûr-ı Ey-
men cânibinden dem ek", nefis cânibinden demektir. Yalnız bu ta'bîr-
den şu da anlaşılır ki, orada Tûr-ı Eym en'den başka, "eym en olmayan
bir Tûr" daha vardır. İşte bu Tûr, M ûsâ'nm kendisinde halvet ittihâz
ettiği dağdır. Esâsen ehlullâh için kehflerde, mağaralarda, hâli yerler­
de halvet ihtiyârı usûldendir.

250
Hülâsa: Orada M ûsâ'ya hâsıl olan tecellî nefis cânibindendir, dağ­
dan değildir. O dağ, M ûsâ'nın m ekân-ı taabbudu olan yerin adıdır.
Dağın yıkılması, M ûsâ'nın bakâ-i İlâhî tecellîsiyle kendisinden fânî ol­
masından ibârettir. M ûsâ'nın bayılması, nefsin "izm ihlâl-i tâm m ı" de­
mek olan, "m ahk ve sahk"tan ibârettir. Mûsâ m a'dûm oldu; abd olan
M ûsâ'dan eser kalmadı. Hak, la-yezâl olarak bâkî kaldı. Binâenaleyh
Mûsâ, rabbını görmedi: A llah, A llah'ı gördü. M aam afih, arada Mûsâ
ile muâbber olan zâttan başka da bir şey yoktur. Bu m a'nâya Cenâb-ı
Hak Kur'an'da J (Araf 143) demekle, işâret etmiştir. "Ya Mûsâ,
sen beni elbette görem ezsin" demektir. Bu sözün m a'nâsı odur ki,
"sen mevcûd oldukça, ben senden mefkûdum. Eğer beni bulursan,
sen mefkûd olursun." Kadîmin zuhûru zamanmda hâdisin bâkî kal­
masına im kân yoktur. Bu m a'nîya Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, "Hâ-
dis, kadîme mukârin olunca hâdisin eseri kalm az" sözüyle işâret et­
miştir. İmâm Ali de, "Ben gaîb olunca, o âşikâr oldu. O âşikâr olunca
beni gaîb etti" diye buyurmuştur.
Hz. Mûsâ münâcâtmda "Ya rabbi, sana nasıl vâsıl olurum " dediği
zaman, Cenâb-ı H akk'm "N efsini bırak da öyle gel" cevâbını vermesi
de bu m a'nâya işârettir. Bu izâhâta nazaran Tûr'un, bâtm-ı nefsinden
ibâret olduğunu bildin. İnsanda "hakîkât-ı ilâhiyye" ta'bîr olunan, iş­
te budur. Çünkü insana "halk" denilmesi mecâzîdir. Görmüyor mu­
sun? Hz. Peygamber, J* 5 o* ^ ^ buyurmuştur. Bâlâda­
ki izâhta da "Tûr-ı Eym en"in nefsinden ibâret olduğu izâh edilmiş idi.
Zîrâ eymen olmayan, "Tûr D ağ"m dan ibârettir. Hz. Peygamber bu
hadîste yalnız Yem en'i zikir ile iktîfâ buyurarak, "nefes-i rahm ân'ı,
nefes-i nefisinden bulduğuna tenbîh etmiştir. Nefes-i rahmân ise,
Rahm ân'ın esmâ ve sıfâtmda zuhûrudur.
C enâb-ı H ak K u r'an 'd a İÜ (Tekvir 18) diye buyurm uş­
tur. Teneffüsle m urâd, zuhûr dem ektir. Bu izâhâta nazaran bilm ek­
liğin lâzım dır ki, K itâb-ı M estûr bütün furuâtıyla, bütün aksâm ıyla
ve bütün i'tibârât-ı hakkıyye ve halkiyyesiyle vücûd-i m utlaktan
ibârettir. M estûr olan odur, y â'n î m evcûddur. M elekût da m eşhûd-
dur. Levh-i m ahfûz da budur. Bunun âlem -i m ülkte nazîri, insanda­
ki kuvve-i kâbile-i insaniyyedir. "R akk-ı m enşûr," ta'bîr olunan işte
budur.

251
Rûh-ı İnsanîdeki kâbiliyeti rakk'a teşbihin m ahall-i münâsebeti
şundan dolayıdır ki, eşyâ kâbiliyyet-i rûhiyyede intibâ-ı aslî-yi fitrî ile
mevcûddur. Mevcûdatm o kâbiliyyetteki vücûdu, hiç bir şeyin fikdâ-
na uğramaması sûretiyledir. İşte "m enşûr" ile ta'bîr olunan odur.
Çünkü kitab, menşûr (açılmış) olunca, o rakk-ı menşûrda ne varsa
kâffesi m a'lûm olur. İşte o rakk-ı menşûr, levh-i mahfûzdur. Onun na-
zîri, mevcûdatm kâffesini kabul ve kendisinde muntâbi' kıldığı için,
rûh-ı İnsanîdir. O rûh-ı İnsanî, levh-i mahfûzun zâtı olduğu için, ara­
da muğayeret de yoktur.
Beyt-i m a'm ûra gelince, Allah'ın zât'ına muhtas kıldığı mahall-i
m â'nevidir. Cenâb-ı Hak, onu yerden göğe ref' etti ve melâike ile
m a'm ûr kıldı. Bunun nazîri kalb-i İnsanîdir. O, H akk'm mahall-i
mâ'nevîsidir. Kalb, ebediyen kendisini i'm âr edenlerden hâli değildir.
İmar edenler, ya rûh-ı ilâhi-yi kudsiyyedir; yâhut rûh-ı melekiyyedir;
yâhut rûh-ı şeytanîdir; yâhut rûh-ı hayvaniden ibâret olan rûh-ı nef-
sânîdir.
Hâsılı, içindeki sâkinleriyle kalb dâi'm â ma'mûrdur. Cenâb-ı Hak,
Kur'anda üJL ^ a JU I ^ (il (Tevbe 18) buyurmuştur. Cenâb-ı
Hakk'm buyurduğu bu âyotteki "i'm âr," ikâmet demektir. Y â'nî "m e-
sacid-i ilâhiyyede m ü'm inler ikâmet eder" demektir. Zaten i'mâret de,
"süknâ" m a'nâsınadır.
Sakf-ı m erfu', kalbteki mekânet-i ulyâ-i ilâhiyyeden ibârettir. Ce-
nâb-ı Hak, kalbi beyt-i m a'm ûra teşbih edince, hakîkat-ı üâhiyyeyi o
beyte âlî bir sakf yaptı. Sakf, beyttendir. Beyt-i M a'm ûr'un sakfı, ulû-
hiyettir. Beyt, kalbtir. Sakf, beytten, beytin hey'et-i mahsûsasmdan ve
onun eczâsmdan olduğu gibi, Cenâb-ı H akk'ı vâsi olan kalb de on-
dandır ve onun ba'zıdır. Çünkü vâsi, küldür, mevsu' cüzdür. Bu
ta'bîr, hakîkat-ı emre nazaran mecâz olarak lisân-ı tevessü'yla söylen­
miştir. Ammâ H akk'm hükmü ve vasfı, eşyâyı vâsi, yâ'nî eşyâyı mu­
hit olmasıdır. H akk'ı hiç bir şey m uhît olamaz. O 'nda külliyet,
cüz'iyet i'tibârı da câiz değildir. Belki kudsiyetinde bunların kâffesin­
den münezzehtir.
İşte bu izâha göre sen, Allah için vücûd-i aynî cihetinden olanı ve
vücûd-i hükm î cihetinden olanı ve onun kim olduğunu ve sen kendi­
nin ne olduğunu ve senin ne ile emr olunduğunu ve onun ne ile sen

252
olduğunu ve senin ne cihetle ona m uğâyir olduğunu ve ne ile onun
senin nekâisinden münezzeh olduğunu bil! Bu ilim ile berâber, senin
ile onun arasındaki nisbetin ne sûretle sahih olup da, onu bulduğunu
ve ne cihetle seninle onun arasında inkıta' hâsıl olarak onu gayb etti­
ğini de bil! Bu ibârâtm sarâhette ve işârâtta tazammun ettiği esrâr-ı
ilâhiyyeyi de düşün!
Bahr-ı M escûr'a (kızdırılmış deniz) gelince; ilm-i masûn, sırr-ı
meknûn, Kâf ile Nûn arasmda m ahzûn olan sır demektir. Lisân-ı işâ-
retle ta'bîri budur. İlm-i zâhire göre ta'bîre gelince; Bahr-ı mescûr, ar­
şın altında bir denizdir. Cebrâil (Akl-ı kül) ona her gün girer. Deniz­
den çıkınca kanatlarmı silker; kanatlarmı silkince yetmişbin katre dö­
külür. Allah her katreden bir m elek yaratır. O melekler, ilm -i İlâhîyi
hâmildir. İşte bu melekler her gün, Beyt-i M a'm ûr'un bir kapısından
girerek diğer kapısmdan çıkarlar ve kıyâmete kadar, bir daha avdet
etmezler.
Bizim sarâhetteki işâretlerimizi, işâretteki remizlerimizi iyi anla! O
deniz neden ateş oldu? Bu şafak niçin sönmedi? Bunu düşün! Bu, se­
nin aklının idrâkmdaki kusûr nedeniyle midir? Yoksa gayret-i ilâhiy­
ye, bu hakikati keşfe mani' olduğundan mıdır? Bu husûsâtı iyice te­
fekkür et!
Hz. Peygamber, "Ben, m i'râca çıktığım zam an, bana üç nev' ilim
verildi. Birisi zâhir, birisi bâtın, birisinin ketmiyle de benden m îsâk
alındı." m a'nâsındaki hadîs-i şerifteki ketm husûsunda m îsâk alınm a­
sını iyi anla!
Hülâsa: Bizim bu satırlarda izhâr ettiğimiz, o ateş denizinin köpük-
lerindendir; yoksa gerdanlara takılmağa layık incilerden değildir. Ma-
amafih, biz elimizden geldiği kadar ketm etm eğe gayret ettik. Bunla­
rın kâffesini ibârâttaki remiz ile işâretlerdeki lugazlarla ve sarâhaten
söylerken, sarâhati terk edip, tarîk-i ihfâya rucuûmuzla beyân ettik.
Bu kitap öyle bir kitaptır ki, m islini zaman meydana getirmemiş,
şekl-i beyânmı geçmiş asırlar izâh etmemiştir. Bu kitabı anla, düşün!
Bahtiyâr oğlu bahtiyâr, bu kitabı okuyup da anlayan kimseden ibâ­
rettir. Allah, hakkı söyler, doğru yolu gösterir.

253
Kırkikinci Bâb

Refref Hakkındadır

alûm olsun ki, Refref (kuş kanadının hışıltısı), vücûda mü­

M teallik mekânet ve fehâmet-i ilâhiyyeden ibârettir. O mekâ-


net de, ulûhiyetin bi-nefsihî iktizâ ettiği umûr-ı zâtiyyedir.
Umûr-ı zâtiyye-i mezkûre de, nev-i vâhid olmayıp, enva'-ı kesîresi
vardır. Lâkin enva'-ı mezkûreden her nev'e "refref-i a'lâ" tesmiye olu­
nur. Her refref, işte bu mekânet-i ilâhiyyeden ibârettir. Enva-ı mezkû-
renin muktezeyâtmda ihtilâf olsa da, hüküm böyledir. Çünkü enva'-ı
mezkûre, şe'n-i zâti cihetinden mekânetin aynıdır.
Bu izâha göre, umûr-ı zâtiyyeden ibâret olan enva'-ı mezkûre ara­
sında tafdîl ve tefâdul yoktur. Çünkü tafdîl, sıfât ve esmâ-i ilâhiyye
muktezeyâtmdandır. Umûr-ı mezkûre ise, H akk'm zâtıyyâtıdır. Binâ­
enaleyh aralarmda tefâdul mümkün değildir; kibriyâ ve izzet gibi.
Bunlardan her biri, bir nev'i refref tir. Binâenaleyh "izzet, kibriyâdan
efdaldır" denilmek câiz olmadığı gibi, "kibriyâ, izzetten efdaldır" de­
nilmek de sâhih olmaz. Azâmet-i zâtiyye de böyledir. Çünkü zikrolu-
nan bu misâllerden her biri, zât-ı Hak için m uktezâ-i zâttan ibâret
olunduğundan, mekânet-i ulyâ-i ilâhiyyedir. Bu sözümüzde "m ekâ­
net-i ilâhiyye" kaydmı iradımız, iktizâyı iktizâ-i zâtı ile takyid demek­
tir. Çünkü zâtm nefsinde iki iktizâsı vardır: Biri iktizâ-ı mutlak, biri ik-
tizâ-ı mukayyeddir. İktizâ-i mutlak, zâtm nefsi için müstehak olduğu
şeydir. Bu istihkâkta ulûhiyet, rahmaniyet, rubûbiyet ve bunların em­
sâli gibi şeyleri nazar-ı i'tibâra almak yoktur. Belki bu iktizâ, mutlak
iktizâdır; envâ'-ı kemâlâttan bir nev' ile, zâtm iktizâsından mücerred-

254
dir. Binâenaleyh, iktizâât-ı zâtiyye vücûd, sadelik, sezâcet, sirâfet,
ahadiyet ve emsâli gibi şeyler olup, zâtın mutlaka nefsi için iktizâ et­
tiği şeylerdir. îktizâ-i mukayyed, zâtm nefsi için iktizâ ettiği şeyden
ibâretse de, bunda enva'-ı kemâlâtta bir nev'i, nazar-ı i'tibâra almak
lâzımdır; ilâhiyet, rahmaniyet, rubûbiyet, izzet, kibriyâ, azâmet gibi.
Bunlar mekânet-i ilâhiyye için muktezâdır; Bir de ilim, sereyân-ı vü-
cûdî ve ihâta gibi. Bunlar da, mekânet-i rahm ani'yye için muktezâdır.
Hasılı, İlâhî, yâhut rahmani, yâhut rabbânî, yâhut esmâ ve evsaf-ı
ilâhiyyeden başka bir şey nazar-ı i'tibâra almak üzere, zât için müste­
hak olan şeyler bu kısma dâhildir. Bunu anla!
Şurası da m a'lûm un olsun ki, iktizâât-ı mukayyede, netice i'tibâ-
riyle iktizâ-i m utlak'a râcî'dir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bunların kâffesini
zâtı için iktizâ etmiştir. Ulûhiyet, zâtm muktezâsı olduğu gibi, rahma­
niyet de zâtm muktezâsıdır. Merâtib enva'mdan olan başka evsâf da,
bunlar gibidir. Merâtibten, bir mertebenin iktizâ ettiği her şey takyîd
olmaksızın zâtm muktezâsıdır. Çünkü mertebe, muktezeyât-i zâtiyye-
dendir. M erâtibten bir mertebenin iktizâ ettiği şey de, takyîdsiz m uk­
tezeyât-i zâtiyyeden olur. Çünkü, Cenâb-ı H akk'm eşyâ-yi mezkûreyi
istihkâkı, ne kemâl içindir, ne de noksan içindir; belki, zâtı içindir.
Hakk'm kemâlâtı da kendisi için umûr-i zâtiyyedir.
Hâsılı, muktezeyâtm kâffesi, muktezeyât-ı zâtiyye-i mutlakadır. Şu
kadar var ki, bu m es'elede ba'zı umûrun mutlaka muktezeyât-ı zâttan
olduğu gibi, ba'zı umûrun da mukayyed olarak zâtm muktezeyâtm-
dan olduğu ve ikinci nev'iden olan bu umûrda m ertebeyi yâhut me-
kânetî nazar-ı i'tibâra almak da sâhih olduğundan, biz "Z ât'ın mukte-
zâsı, mutlak ve mukayyed olmak üzere iki nev'idir" dedik.
Bunu anla!

255
Kırküçüncü Bâb

Serîr ve Tâc Hakkındadır

Nazmın Tercümesi:

"Serîr, mertebe-i saltanat-ı ilâhiyye için olup, o Serîr saltanat-ı ilâhiyye­


nin mekânet-i rahmâniyye ile arşıdır.
Sultan-ı kâinâtın o Serîr üzerine oturması demek, mecd ve azâmet, uluvv-
ı saltanatla zuhûru demektir.
M uhakkim Kur'an'da "arş-ı mecîd" ve "arş-ı azîm" ta'bîr olunan işte bu
şerirdir.
Arş, mutlak-ı mahlûkâttır. O arş üzerindeki istivâ, mekânet-i rabbâniı/ye-
dir."
Cenâb-ı Hak, bizi ve seni m uvaffak kılsın, izâh-ı âtiyi iyi öğren! Bir
hadîs-i şerîf-i nebevi ki, o hadîste Peygamber Efendim iz'in Cenâb-ı
H akk'ı Serîr üzerinde şâbb-ı emred sûretinde gördüğü ve o serîrin
şöyle şöyle olduğu ve ayaklarında şöyle şöyle bulunduğu, zikrolun-
muştur. Bu hadîs, kemâliyle bize lâzım gelen keşfi i'tâ ederek, bu
rü'yetin sûreten ve m â'nen vâkî' olduğunu bildirmiştir. Sûreten
rü'yete gelince: Tâc-ı mahsûs ile, altından iki na'l ayaklarında olduğu
halde serîr-i muayyen üzerinde sûret-i mezkûre-i muayyene-i mah-
dûdda Cenâb-ı H akk'm tecellîsi demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, istedi­
ği şey ile, istediği veçhile tecellî eder.
O Hak, her menkûlde, her m a'kûlde, her mefhûmda, her mevhûm-
de, her m esm û'da, her meşhûdda mütecellîdir. Ba'zan, sûret-i mahsû-
sada tecellî eder ve o sûret-i mahsûsanm ayn'ı ve bâtınıdır. Ba'zan de

256
istediği veçhile tecellî ederek, sûret-i mahsûsada m ütecellî olup, o su­
retin aynı ve zâhiridir. Ba'zan de sûret-i hayâliyyede tecellî eder; yine
o sûretin ayn'ı ve zâhiridir. Sûret-i hayâliyyedeki tecellî, ancak o sûre-
tin nefsi ve ayn-ı meşhûdu olarak zuhûru ile olur. Fakat, Cenâb-ı
H akk'm tecellîsi bu tecellîye m ünhâsır olmayıp, bunun maverâsmda
kendisi için nihâyetsiz olan tecellîyât vardır.
Tecellî-i hayâlî de iki nev'idir: Bir nev'i, i'tikâd sûreti üzerinedir.
Bir nev'i de, mahsûsat sûreti üzerinedir. Bunu anla! Lâkin, mutlak te­
cellî-i suverînin menşei ve aslı, âlem-i misâldir. Alem-i misâldeki zu-
hûr, şiddetli olursa, ayn-ı şahmiyye ile mahsûs olarak müşâhede olu­
nur. Lâkin, hakikâtte müşâhede eden, ayn-ı basirettir. Şu kadar var ki,
bu nev'i müşâhedeye mazhar olan kimsenin her tarafı göz olduğu
için, basarı bu meşhedde mahâll-i basîreti olmuştur.
M a'nen rü 'yete gelince; M a'nen dem ekle şunu kast ediyorum ki,
hadîs-i m ezkûrede rü'yetin m a'nen vâkî' olduğuna dâir keşf-i İlâhî­
nin bize i'tâ ettiği şey, hadîsteki eşyâ-i m ezkûreden her birisi birer
m a'nâ-ı ilâhiyyeden ibârettir. N itekim "refref" hakkm da "m ekânet-i
ilâhiyye" ile ta'bîr ettik. Serîr hakkm da da, "m ekânet-i ilâhiyyedeki
m ertebe-i rahm âniyyeden ibârettir" dedik. Bu hadîsteki elfâzm da
her biri m a'nâ-i ilâhiyyeye m a'tûftur. H adîsteki tâc, m ekânet-i ilâ­
hiyye ve m ecd-i azam et-i subhaniyye de adem -i tenâhîden, bir de
zâtm m uktezâsından ibârettir. Zîrâ sıfât-ı ilâhiyyeden her şey, gayr-
ı m ütenâhîdir. Lâkin o sıfâtı cem 'e hasr ile, adem -i tenâhîde m ütenâ-
hî olarak görm ek hakîkâtm dan "sûret-i şabb-ı em red" ile ta'bîr olun­
m uştur. Bu rü'yetin adem -i tenâhîde m ütenâhî olm asının sebebi, sû­
retle tenâhînin luzûm undan nâşîdir. H albuki Hak, gayr-ı m ütenâhî­
dir. Baş üstünde bulunan tâcı zikretm ek, nihâyeti olm ayan mâhiy-
yet-i zât'a işârettir.
Hak Subhânehû ve Teâlâ hazretleri, tecellî edince, tecellî ettiği şey­
le müşâhede olunur. Her meşhûd ise, mütenâhîdir. Bununla berâber
bu mütenâhî olan tecellîdeki zuhûru, gayr-ı mütenâhîdir. Binâena­
leyh tenâhîsi i'tibâriyle da Cenâb-ı Hak gayr-ı mütenâhîdir. O Hak vâ-
hidiyeti i'tibâriyle şey-i vâhiddir. Vâhid ise, kendinde kesret olmayan
şey demektir. Binâenaleyh vâhid için "nihâyeti yoktur." denilmez. Zî­
râ adem-i tenâhî, kesretin şurûtundandır. Vâhid ise, kesretten münez­

257
zehtir. Cenâb-ı Hak ise hudûd, inhisar ve idrâkten m iiteâlî olan zâtı
i'tibâriyle, kendisi için nihâyet yoktur.
Hülasa: Cenâb-ı Hak kendisinde ikilik bulunmayan ayn-ı vahdette
iki zıddı cem etmiştir. Sen bu emr-i acibe dikkatle nazar eyle. Bu ha-
ber-i müstetâbı iyi düşün. Belki tarîk-i H akk'a hidâyetyâb olabilirsin.
Tevfîk Hak'tandır ve rucû'-ı külli onadır.

258
Kırkdördüncü Bâb

Kademeyn ve Na'leyn
Hakkındadır

enâb-ı H ak bizi ve seni tarîk-i savâba hidâyet etsin ve bize

C ihsân ettiği hükm ünü sana da lutûf buyursun. İzâh-ı âtiyi iyi
öğren!
Kademeyn, yekdiğerine zıd olan iki hükm-i zâtiden ibârettir. Ka­
demeyn, zât cümlesindendir. Belki zâtm aynıdır. İki hükümden dedi­
ğimiz, zâtm kendisi üzerine terettüb ettiği hükümdür; hudûs, kıdem
hakkiyet, halkiyet, vücûd, adem, tenâhî, adem-i tenâhî, teşbih, tenzih
ve emsâli gibi. Bunlar, aynları cihetinden zât için oldukları gibi, hü­
kümleri nokta-i nazarmdan da yine zât içindir. Onun için bu nev'i zıd
olan sıfâtlardan "kadem eyn" ile ta'bîr olunmuştur. Zirâ kademeyn,
sûret cümlesindendir. Kezâlik na'leyn de, yekdiğerine zıt iki sıfât de­
mektir; rahmet, nikmet, gazâb, rızâ ve emsâli gibi.
Kadem eyn ile na'leyn arasındaki fark şu sûrededir: Kademeyn, zâ­
ta mahsûs olan ezdâttan ibârettir. N a'leyn mahlûkâtta taaddî eden ez-
dâttan ibârettir. Y â'nî bu nev'i ezdât, mahlûkâtta eser taleb eder. Bu­
nun için m ahlûkât iki ayak altındaki na'l gibidir. Zîrâ sıfât-ı fiiliyye,
sıfât-ı zâtiyyenin altındadır. N a'leynin altın olması, eseri bizzât taleb
etmesi demektir. Ezdâd-ı mezkûre, zâhibtir; yâ'nî mevcûdata hükmü
sârîdir. M evcûdattan her birisi hangi nev' ile mevcûd olursa olsun, o
ezdâdm, o mevcûdda hükmü ve te'sîri vardır. N a'leynin m a'nâsı ve
kademeyn ile maksâdm ne olduğunu bilince, senin için hadîs-i nebe­
videki esrâr zâhir olmuş demektir. O hadîste jy - ; ^ui ^ ^U-i j
j>J-l i j J ü l$jlj iiÂJI JüJI buyurulmuştur. Türkçesi: Cab-

259
bâr olan Vâhid-i Kahhâr, ayağını ceheneme vad' edince, cehennem
"yeter, yeter" der ve derhal fânî ve zâil ve muntafi olur. Ve cehennem
ateşlerinin yerinde circir otu biter" demektir.
Bu kitabın âhir taraflarında, cehennemin evsâfmı zikredeceğimiz
bâbta mümkün olduğu kadar tasrîh ve kinâye ile bu sırra işâret ede­
ceğiz. Bu sırrı anla!
Şurası da m a'lûm un olsun ki, rabbm her mevcûdda vech-i kâmili
vardır. O vecih, o mevcûdun rûhunun sûreti üzerinedir. O mevcûdun
rûhu da, sûret-i m ahsûsa ve sûret-i cesed üzerinedir. Bu emir, rab için
emr-i zâtidir. O emr-i zâtiyi zâtı için kendisi vâcip kılmıştır. Hiç bir
i'tibârla kendisinden m üntefî olmaz. Zîrâ emr-i mezkûr, rab için i'ti-
bâr ile sâbit olmamıştır. Hakk'a bir i'tibârla nisbet olunan her şey, o
i'tibârın zıddıyla Hak'tan m üntefî olur. Ve Hakk'a i'tibârsız nisbet
olunan her şeyin Hakk'a nisbeti, i'tibârâtta hiç bir şey ile m üntefî ol­
maz. Bunu anla!
Hakîkât-ı hâl böyle olunca, sûret rab için emr-i zâtidir. Bu hakikâ­
te . 5 ^ fil dJI jl» 5 f dJ I ji» hadîslerinde işâret vardır.
Bizim, "el-Kehfu ve’r-Rakimu fi-Şerh-i Bismillâhirrahmanirrahîm” adh
kitabımızda izâh ettiğimiz Veçhile, bu iki hadîs için başka türlü m a'nâ
tasavvuru m uktezî ise de, keşf-i İlâhî bize bu iki hadîsteki elfâzm zâ-
hiri üzerine olduğunu i'tâ etmiştir. Bu husûsa evvelce de işâret etmiş­
tik. Şu kadar var ki, tenzîh-i İlâhî bu m es'elede şarttır. Allah tecsîm-
den, temsilden müteâlîdir.
Allah, hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.

260
Kırkbeşinci Bâb

Arş-ı İlâhı Hakkındadır

a'lûm olsun ki, arş-ı İlâhî hakikâtte mazhar-ı azâmet, mekâ-

M net-i mecd ve saltanat ve husûsiyet-i zâttan ibârettir. Arş-ı


İlâhî, ''cism -i hazret", "m ekân-ı hazret" de tesmiye olunur.
Lâkin o mekân, cihât-ı sitteden, yâ'nî altı cihetten münezzehtir. Arş-ı
İlâhî, manzar-ı a'lâ, m ahâll-ı ezhâ (çok güzel yer) olup, enva'-ı mevcû-
dâtın kâffesini şâmildir. Arş, vücûd-ı mhtlakda vücûd-ı İnsanîye nis-
betle insanm cismi gibidir. Şu i'tibâr ile ki; âlem-i cismânî, âlem-i rû-
hânîyi, âlem-i hayâlîyi, âlem-i aklîyi ve bunlara benzeyen âlemleri câ-
m i'dir.
Bunun içindir ki, sûfiyyeden ba'zıları arş'a, "cism -i küllî" ta'bîr et­
miştir. Fakat bu ta'bîrde nazar vardır. Çünkü cism-i küllî, her ne ka­
dar âlem-i ervâhı şâmil ise de, rûh onun fevkinde, nefs-i küllî de yine
onun fevkindedir. Biz vücûdda yâ'nî, bu ulu varhkta arşm fevkinde
Rahm ân'dan başka bir şey bilmiyoruz. Halbuki nefs-i külliden "levh"
ile de ta'bîr etmişlerdir.
Bu ta'bîrde levhin arş üzerinde olduğuna hüküm vardır. Halbuki
bu hüküm, hilâf-ı icm a'dır. Şununla berâber ki, sûfiyye ashabımızdan
arşa "cism -i küllî" diyenler, onun levhin fevkinde olması mes'elesin-
de bize m uhâlif değillerdir. İşte o levh'e, "nefs-i küllî" ta'bîr edenler
onlardır.
Şüphe yoktur ki, nefs m ertebesi cisim mertebesinden a'lâdır. Mut­
lak arş hakkında keşf-i İlâhînin bize bildirdiğini, âlem-i ibâreye tenzîl

261
etmek lâzım gelirse deriz ki: "A rş", eflâk~i ma'neviyye ve su v e r i l e ­
nin kâffesini m uhît olan felektir. O feleğin sathi, m ekânet-i rahmaniy-
ye olup, o feleğin nefs-i hüviyetinden ibârettir. Bu "nefs-i hüviyet" de­
diğimiz de, ister aynî olsun ister hükm î olsun, "Vücûd-ı M utlak" tan
ibârettir.
İşte bu feleğin zâhiri ve bâtını vardır. Bâtını, âlem-i kudstur. Alem-
i kuds, Hak Subhânehû ve Teâlâ hazretlerinin âlem-i esmâ ve âlem-i
sıfâtından ibârettir. Alem-i kuds-i mezkûre ve onun meclâsma, "Ke-
sîb" ta'bîr olunmuştur. Kesîb o yerdir ki, ehl-i cennet m üşâhede-i Hak
için sevk olundukları zaman bu kesîbin üstüne çıkarlar. "Bâtın-ı âlem-
i kudstur" dediğimiz feleğin zâhiri, âlem-i ünsdür. Alem-i üns, teşbi­
hin, tecsîmin, tasvirin mahâllidir. Onun içindir ki, cennetin sakfı ol­
muştur. Her cisimden, her rûhtan, her lafızdan, her m a'nâdan, her hü­
kümden, her aynden teşbihe, tecsîme, tasvire dâir olan şey, felek-i
mezkûrün zâhiridir.
Ne zaman sana mutlak olarak arş ta'bîr olunursa, bil ki, onunla
maksûd, felek-i mezkûrdür. Ne zaman sıfâttan bir şey ile takyîd olu­
narak "arş" ta'bîr olunursa, bil ki, onunla murâd, o feleğin vechidir.
Kur'an'da "arş-ı mecîd". ta'bîr olunmuştur. Bununla murâd, asl-ı
mecd ve azamet-i İlâhî olan âlem-i kuds'un m ertebe-i rahmâniyyesi-
dir. "A rş-ı azîm " ta'bîr-i İlâhîsi de, böyledir. Bununla da murâd, ha-
kâik-i zâtiyye ile mekânet-i azamet olan muktezeyât-ı nefsiyyedir. Bu
da âlem-i kuds'dendir. Alem-i kuds ise, ahkâm-ı halkıyye ve nekâis-i
kevniyyeden mukaddes olan maânî-i ilâhiyyeden ibârettir.
Şurası da m a'lûm un olsun ki, heykel-i İnsanîdeki cisim, vücûd-ı İn­
sanînin tazammun ettiği şeylerin kâffesini câmi'dir. Rûh, kalb, akıl ve
bunların emsâli şeylerin hepsi, cism-i mezkûrde dâhildir. Heykel-i İn­
sanîdeki cisim, âlemdeki arşın nazîridir. Arş, bir heykel-i âlemdir; ce-
sed de âlemdir, cemî-i muteferrikâtmı câmi'dir. İşte bu i'tibârladır ki,
bizim ashabımız arşa cism-i küllî ta'bîr etmiştir. Bu izâha göre aramız­
da ihtilâf yoktur. Çünkü iki türlü ibâredeki m a'nâ birdir.

262
Kırkaltıncı Bâb

Kürsi Hakkındadır

ürsî, sıfât-ı fi'liyyenin kâffesinin m eclâsm dan ibârettir. Bu,

K m azhar-ı iktidâr-ı İlâhî, m ahall-i nüfûz-i em r ve nehy-i sub-


hânîdir.
Hakâik-i halkiyyede rekâik-i hakkiyyeyi ibrâz için teveccüh-i ev­
vel, kürsîdedir. Hakk'm iki kademi bu Kürsî üzerinde sallanmıştır.
Bunun sebebi Kürsî, mahâll-i îcâd ve i'damdır. Tafsil ve ibhâmın aslı­
dır. Zarar ve menfaatin merkezi, fark ve cem 'in mecmâı'dır. Sıfât-ı
mütezâddenin tafsîl üzere zuhûru kürsîdedir. Vücûdda emr-i İlâhî,
kürsîden izhâr olunur. Kürsî, fasl-ı kazâ mahâllidir. Kâlem, m ahâll-i
takdirdir. Levh-i mahfûz, tedvîn ve tastîr mahâllidir. înşaallahu Te-
âlâ, bu ikisine âit beyânât, m ahâll-i mahsûsta gelecektir.
Cenâb-ı Hak, Kur'an'da J o J i b (Bakara 255) buyur­
muştur. "H akk'm Kürsîsi, yeri ve göğü ihâta etm iştir" demektir. Bu
âyetteki ihâta ve vüs'at, iki kısımdır. Birisi, vüs'at-ı hükmiyye; birisi,
vü'sat-ı vücûdiyye-i ayniyyedir. Vüs'at-ı hükmiyyeye gelince; semâ-
vat ve arz, sıfât-ı fi'liyyeden bir sıfatın eseridir. Kürsî de, sıfât-ı fi'liy­
yenin kâffesinin mazharıdır. Şu halde vücûh-ı kürsiyyeden her vecih-
de, vüs'at-ı ma'neviyye hâsıl oldu. Çünkü Kürsînin her vechi, sıfât-ı
fi'liyyeden bir sıfâttır. V üs'at-ı vücûdiyye-i ayniyyeye gelince; vücûd
hey'et-i umûmîsiyle, yâ'nî vücûd-ı mukayyed-ı halkiyyesiyle semâvât
ve arzı ve başkalarını muhittir. İşte "K ürsî" ta'bîr olunan budur, yâ'nî
vücûd-ı mukayyeddir.

263
Çünkü biz ânifen beyân ettik ki, kürsî, emir ve nehy-i üâhînin ma-
hâll-i nüfuzu ve sıfât-ı fi'liyenin meclâsı ve iktidarât-ı ilâhiyyenin
mazharıdır. Bunlarm hepsi ile murâd, vücûd-ı mukayyedden başka
bir şey değildir. Çünkü m e'm ûr, yâ'nî emrin infâzi için mahâl olan, o
vücûd-ı mukayyeddir. O vücûd-ı mukayyed, meclâdır, mazhardır. İş­
te kürsî budur. Hak, m a'nevi olan iki ayağını, onun üstünde sallamış
ve îcâd, i'dam , ifnâ, ibkâ, i'tâ, m en', terfi', tenzîl, i'zâz, tezlîl gibi icrâ­
âtı onun üstünde yapmıştır.
Azîz ve celîl olan A llah'ı tesbîh ederim.

264
Kırkyedinci Bâb

Kalem-i A lâ Hakkındadır

a'lûm un olsun ki, Kâlem -i a'lâ, temyiz sûretiyle mezâhir-i

M halkıyyede taayyünât-ı hakkıyyenin evvelinden ibârettir.


"Tem yiz şeklinde" dediğimiz şey şudur ki, halkın evvelen
ilm -i İlâhîde taayyün-i ibhâm îsi vardır. Bunun beyâm geçti. Sonra hal­
kın A rş'ta vücûd-i mücmel-i hükm îsi vardır. Biz, Arş bahsinde, Arşın
vecihlerinden birisinin, m evcûdat-ı halkiyyeden ibâret olduğunu be­
yân ettik. Sonra halkm Kürsî'de zuhûr-ı tafsîlîsi vardır. Bunu da, bâb-
ı mütekaddimede beyân eyledik.
Sonra halkm Kâlem-i a'lâda tem yiz üzere zuhûru vardır. Zîrâ hal­
km evvelki m eclâlarm kâffesinde zuhûru gaybdır. Kâlem -i a'lâda vü­
cûdu ise, H ak'tan temyîz edilmiş vücûd-ı aynîdir. O, yâ'nî Kâlem-i
a'lâ, bir enmûzecdir ki, Levh-i m ahfûzda iktizâ eden şeyi nakşeder;
akıl gibi. Çünkü, akıl bir enmûzecdir ki, nefsinde iktizâ eden şeyi nakş
eder. Binâenaleyh Akıl, Kalem yerinde; Levh, Nefis yerinde; kanûn-ı
akh ile nefiste mevcût olan kazâya-ı fikriyye, Levhi mahfûzda mektûb
olan suver-i vücûdiyye mesâbesindedir. Bunun içindir ki, Rîsâlet-me-
âb Efendimiz, jJLSJI *JJI jü. U Jjl ve j>\> 1 A*' ç jj ü)I jli- U JjI buyurmuştur.
Kalem, akl-ı evvelden ibârettir. Akü üe Kalem, rûh-ı hazret-i Mu­
ham m edi için iki vecihdir. Aleyhisselâtu vesselâm Efendimiz, "E y Câ-
bir, A llah'm ük yarattığı şey senin peygamberinin nûrudur" buyur­
muştur. Binâenaleyh, Kâlem-i a'lâ, Akl-ı evvel, rûh-ı M uhammedi,
cevher-i ferd'ten ibârettir. O cevher-i ferd, halka nisbetle "Kâlem -i

265
a'lâ"; mutlak halka nisbetle akl-ı evveldir. İnsân-ı kâmile izafetle,
"rûh-ı M uhammed" tesmiye olunur.
Rûha, akl-ı evvele âit tafsîlat-ı lâzime, bu kitabın inşaal la hu teâlâ,
mevdi-i mahsûsunda gelecektir.

266
Kırksekizinci Bâb

Levh-i Mahfuz Hakkındadır

Nazmın Tercümesi:

"Bir nefis ki, bizzat âlemin ilmini muhtevidir.


Ey Adem oğlu! îşte o bizim levh-i mahfûzumuzdur.
Vücûd-ı Mutlak'ın bütün s liretleri aşikâr olarak, o nefsin kâbiliyetinde
menkûştur.
O nefs-i İlâhî ile meşgul olarak tahâret hâsıl ederse;
Ve siyah ve zâlim olan şek ve reybin zulmetinden kurtularak kesb-i safâ
eylerse;
Eşyânın kâffesi o nefsin indinde zâhir olur ve âlemin gizli olan şeyleri âşi-
kâr olarak onda görülür."
M a'lûm un olsun ve Cenâb-ı Hak seni hakikâte hidâyet buyursun!
Levh-i mahfûz, meşhed-i halkiyyede tecellî eden nûr-i ilâhiyye-i hak-
kiyyeden ibârettir. Mevcûdat o levh-i mahfûzda intibâ-ı aslî ile mun-
tâbi"dir. Lehv-i mahfûz, heyûlanm aslıdır. Çünkü heyûlanm iktizâ et­
tiği her sûret, levh-i mahfûzda m untâbi'dir. Heyûla, bu sûretlerden
bir sûret iktizâ ederse, heyûlanm fevri veya mühleti olarak iktizâsına
göre o sûret âlemde mevcûd olur. Çünkü kalem-i a'lâ levh-i mahfûz­
da o sûretin îcâdıyla câri olmuş ve heyûla da onu iktizâ etmiştir. Bu
iktizâya göre o sûreti îcâd, zaruret hâline gelmiştir.
Bu izâha mebnîdir ki, hiikema-i ilâhiyyûn, "Heyûla bir sûreti iktizâ
ederse, Vâhibu's-suver üzerine o sûreti âlemde izhâr etmek vâcibtir."

267
demişlerdir. îlâhiyyûnun "Vâhibu's-suver üzerine o sûreti ibrâz vâcip-
tir," demeleri tevessü' ve mecâz kabîlindendir; Rîsâlet-meâb Efendi-
miz'in, Kİ U j JI ^ i_i j i j K jl üJI JL& U» jl hadîsinde olduğu gibidir.
Türkçesi:"A llah dünyadan bir şeyi kaldırınca, m islini onun yerine
koymak kendi üzerine vâciptir" demektir. Gerek bu hadîste, gerek ilâ-
hiyyûnun sözündeki "vücûb-alellâh" sözü, mecâz kabîlindendir.
Yoksa, hakikatte "A llah üzerine vacip" demek değildir. Cenâb-ı Hak,
kendi üstüne bir şeyin vâcip olmasmdan uluvv-i kebîr ile müteâlîdir.
Heyûlanm beyânı, mevzî-i mahsûsunda gelecektir.
Şurası da m a'lûm olsun ki, mevcûdatm intibâgâhı olan nûr-ı İlâhî­
ye "nefs-i küllî" ta'bîr olunmuştur. "Lehv-i m ahfûz," ta'bîr olunan
nûr-i mezkûrde kalem-i a'lânın yazdığı şeyi idrâk o nûrun verililerin­
den bir vecih üe olur, işte o vecih, bizim indimizde "akl-i küllî" ta'bîr
olunur. Bu nûrdaki intiba' da "kazâ" ta'bîr olunur. Kazâ, vasf-ı İlâhî
muktezâsmca tafsîl-i aslîden ibârettir. Biz bu tafsilin meclâsma, bâlâ­
da "kü rsî" ile ta'bîr etmiştik.
Levh-i m ahfûzdaki takdîr, zam an-ı m uayyende hey'et-i m ahsûsa
ile sûret-i m uayyenede halkı ibrâz ile hükm dem ektir. Bunun mec-
lâsından da "kâlem -i a 'lâ " ile ta'bîr olunm uştur. K âlem -i a'lâ, bizim
ıstılâhım ızda "akl-i evvel" dem ektir. A kl-ı evvelin beyânı, m ahâll-i
m ahsûsta gelecektir. Bu izâhı ber-vech-i âtî tem sîl ediyoruz. Cenâb-
ı Hak, falan zam anda falan h ey'et üzerinde Z eyd 'i îcâd ile hükm ey­
lediği zam an, levh-i m ahfûzda bu takdirin iktizâ ettiği em r, kâlem-
i a'lâdan ibârettir. K âlem -i â'lâ da, akl-ı evvelden ibârettir. Bu ikti­
zânın beyânına âit olan m ahâl de levh-i m ahfûzdur. O levh-i m ah­
fûz da "nefs-i k ü llî" ile ta'bîr olunm uştur. Bir em r-i İlâhi ki, bu hük­
m ün vücûdda îcâdını iktizâ etm iştir, işte o em ir sıfat-ı ilâhiyyenin
m uktezeyâtındandır. Kazâ, ta'b îr olunan da budur. Bunun m eclâsı
kürsîdir.
Kalem ile murâdm ne olduğunu, levh-i mahfûz ile murâd ne oldu­
ğunu, kazâ ile murâd ne olduğunu, kader ile murâd ne olduğunu iyi­
ce anla ve bil!
Şurası da m a'lûm un olsun ki, levh-i mahfûzdaki ilim, ilm-i İlâhî­
den bir nebzedir. Cenâb-ı Hak onu, mevcûdat-ı halkiyye hakâikinin

268
iktizâsına göre kanûn-ı İlâhî hikmeti üzerine Levh'de icrâ etmiştir. Ce-
nâb-ı H akk'm hakâik-i hakkiyyesinin iktizâsına göre levh-i mahfûz-
daki ilminin maverâsmda da ilmi vardır. Hakâik-i mezkûre-i üâhiyye,
vücûdda kudretinin ihtirâı uslûbune göre zâhir olur. İşte bu hakâik,
levh-i mahfuzda müsbet değildir. Belki, hakâik-i mezkûre, âlem-i ay­
nîde zâhir olduğu zaman ba'zen levh-i m ahfûzda da zâhir olur,
ba'zan âlem-i aynîde zuhûrundan sonra da levhde zâhir olmaz. Levh-
i mahfûzda bulunanın kâffesi, kıyâmet gününe kadar olan vücûd-ı
hissîye âit ilim ibtida, eder.
Ehl-i cennetin, ehl-i nârm ahvâline dâir olan ilmin tafsiline âit,
levh-i mahfûzda bir şey yoktur. Çünkü o tafsîl, kudretin ihtirâma âit-
tir. Emr-i kudret ise, m uayyen değil, belki mücmeldir.
Evet! Ehl-i cennet'ın ve ehl-i nârm ale'l-icm âl ahvâline dâir ilim,
levh-i m ahfûzda bulunabilir. Fakat bu ilim, hem m ücm el hem m ut­
lak sûrettedir; saâdet-i ebediyye m azhariyetine ilm -i İlâhînin câri ol­
duğu kim se hakkında, ale'l-ıtlak darü'n- naîm ilm i gibi. Hatta bu
naîm e âit olan ilim , tafsîl olunsa bile bu tafsîl de, o cins-i naîm e âit
olduğu için yine bir cüm le-i m ücm eledir .^Meselâ, falan kim seyi cen-
net-i m e'vâ ehlinden, yâhut cennet-i huld ehlinden, yâhut cennet-i
naîm ehlinden, yâhut cennet-i firdevs ehlinden diye bilirsin; fakat,
bu bir icm âldir. Bundan ziyâdesine im kân yoktur. Ehl-i nârm hâli
de böyledir.
Şurası da m a'lûm olsun ki, levh-i mahfûzda mukadder olan ahkâm
iki nev'idir. Bir kısmı, kendisine tebdîl ve tağyîr mümkün olmayan
mukadderdir. Diğer nev'i de, kendisinde tebdîl ve tağyîr mümkün
olan mukadderdir.
Kendisinde tebdîl ve tağyîr m üm kün olm ayan m ukadder, âlem ­
de sıfât-ı ilâhiyyenin iktizâ ettiği um ûrdan ibâret olup,, adem -i vü­
cûduna im kân yoktur. K endisinde tebdîl ve tağyir m üm kün olan
um ûr o eşyâdır ki, hikm et-i m u'tâda kanûnu üzerine âlem deki kâ-
biliyetler, o eşyâyı iktizâ etm iştir. Bu nev' um ûru, Cenâb-ı H ak
b a'zan tertîb-i m ezkûr üzerine icrâ eder. Levh-i m ahfûzda m ukad­
der olan şey, vâkî' olur. B a'zı kere de o um ûru ihtirâ-i ilâhı hükm ü
üzerine icrâ eder. Binâenaleyh, levh-i m ahfûzda m ukadder olan,
vu kû 'a gelmez.

269
Şüphe yoktur ki, âlemdeki kabiliyetlerin iktizâ ettiği şeyler de, sı-
fât-ı ilâhiyye muktezâsmın aynıdır. Lâkin ikisi arasında fark vardır.
Yâ'nî mutlakan, sıfât-ı ilâhiyyenin iktizâ eylediği şeyle, âlemdeki kâ-
biliyetlerin iktizâ ettiği şey arasında fark vardır.
O fark şu sûretledir ki, âlemdeki kâbiliyetler bir şeyi iktizâ etse de,
o kâbiliyet hükmünde acz mevcûddur. Çünkü husûlunde gayriye is-
tinad etmiştir. Bunun içindir ki, ba'zen vâkî' olur ba'zen vâkî' olmaz.
Halbuki, sıfât-ı ilâhiyyenin iktizâ ettiği umûr böyle değildir. Onda ik-
tizâ-i İlâhî bulunduğundan, zarûrî olarak vâkî'dir.
İzâh olunan fark-ı mezkûrde ikinci bir vecih daha vardır. O vecîh
şöyledir: Alemdeki kâbiliyetler mümkün olan şeylerdir. Mümkün
olan şey ise, kabul ettiği şeyin zıddını da kabul eder. Kâbiliyet bir şe­
yi iktizâ etse de, kudret-i ilâhiyye onun nakîzinin vukû'uyla câri olsa,
o nakız de yine mümkünde mevcûd olan kâbiliyetin muktezâsı de­
mektir. Binâenaleyh, âlemdeki kâbiliyetlerin iktizâsının vukû'una kâ-
il olsak da, kanûn-i hikmetin hilâfına olarak kâil oluruz. Şâyet kâbili­
yetin iktizâ ettiği şey, aynıyla vukû'a gelirse o zaman kanûn-i hikmet
üzerine vukû'una kâil oluruz. Bu bir emr-i zevkidir, akıl bunu nazar-
ı fikrî noktasından idrâk edemez. Belki bu bir keşf-i İlâhidir. Allah,
kullarından istediğine o keşti ihsân eder.
Hülâsa: Kaza-i muhkem kendisinde tağyîr ve tebdîl olmayan kazâ-
dır. Kazâ-i mübrem de, kendisinde tebdîl ve tağyîr mümkün olan ka-
zâdır. Bunun içindir ki, Hz. Peygamber ancak, kazâ-i mübremde istî-
âze etmiştir. Çünkü peygamber bilir ki, kazâ-i mübremde tağyîr, teb­
dîl husûlü mümkündür. Cenâb-ı Hakk'm, vjLKJI j.1 >xj . j j «li* L *JÜ! I>*ç
(Rad 17) "Allah, dilediğini siler, dilediğini sâbit kılar," buyurduğu ka-
zâ-i m übrem 'e âittir.
Kazâ-i muhkem böyle değildir. Ona Kur'an-ı Kerîm 'de dJI y.1 j l f j
Ijjjl* IjjJ (Ahzab 38) "A llah'ın emri yerine gelecektir" âyetiyle işâret
olunmuştur. Kazâ-i muhkemde âdâba riâyet, kazâ-i mübremde şefâ-
ate cesâret husûsunda hatt-ı hareketini ta'yîn edebilmek için kazâ-i
m übremi kazâ-i muhkemden seçebilmek, m ükâşif üzerine en güç
olan şeylerdendir. Cenâb-ı Hak, kazâ-i mübremi kuluna bildirirse, şefa­
ate izin verdiğine işârettir. Cenâb-ı Hak Kur'an'da, ^1 ^JL!i li j *
(Bakara 255) buyurmuştur. "A llah'ın yanında Allah'ın izni olma­
dıkça kim şefâat edebilir" demektir.

270
Şurası da ma'lûm olsun ki, "levh-i mahfuz" ta'bîr olunan nûr-ı İlâ­
hî, nûr-ı zât-ı İlâhîden; nûr-ı zât-ı İlâhî de, ayn-ı zât-ı İlâhîden ibârettir.
Çünkü Hakk'a nisbetle teb'îz ve inkısam muhâldır. Şu halde, nûr-ı zâ­
tından olan levh-i mahfûz, Hakk-ı Mutlak'tır. "Nefs-i kiillî" ta'bîr olu­
nan budur, halk-ı mutlak da odur. Kur'an'da J- > ç j jÎA j* J-;
buyurulması, buna işârettir. Y â'nî, "Kur'an mecd ve azamet, izzet ve
saltanat sâhibinin nefsidir. Bu levh-i m ahfûzdadır." Yâ'nî, nefs-i kül­
lidedir; yâ'nî insân-ı kâm ilin nefsindedir. Bunda 'hulûl' da yoktur. Al­
lah, hulûl ve ittihâddan m üteâlî ve mukaddestir.
Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.

271
Kırkdokuzurıcu Bâb

Sidre-i Münteha
Hakkındadır

a'lûm un olsun ki, sidre-i m üntehâ, m ahlûkun A llah'a vu-

M sûlüne âit seyrinde vâsıl olâbildiği kudretin nihâyetidir.


Ondan ilerisi, yalnız Cenâb-ı H akk'a m ahsûs olan kudret
ve azam ettir. M ahlûkun oraya ayak basm asına im kân yoktur. Sid-
re-i m üntehâdan ilerisine erişm ek m üm kün değildir. Çünkü m ah­
lûk, orada ezilm iştir, parçalanm ıştır, m uzm âhildir, m üntâm istir,
adem -i m ahz'a m ülhaktın Sidre'den sonra kendisi için vücûd yok­
tur. Bu hakikâte m i'râcda C ebrâil'in Peygam ber'e cevâben söyledi­
ği, c i \jJ, c *jüi J sözünde işâret vardır. "B ir karış daha ileri gider­
sem, yanarım " dem ektir. Buradaki "le v " harfi, harf-ı im tina'dır.
"Takaddüm , m üm teni'dir" dem ektir.
Peygamber haber verdi ki, sidre-i müntehâda yapraklan fil kulağı
gibi büyük olan şecere-i sidre, yâ'nî Arabistan kirazı ağacmı buldu.
Peygamberin bu ihbârma, nefsinden haber verdiği için mutlaka inan­
mak lâzımdır. M aamafih, bizim urûcumuzda bulduğumuz gibi, hadî­
sin müevvel olm ası da m uhtemeldir, hadîsin zâhiri üzerine câri olma­
sı da muhtemeldir.
Hadîsin zâhiri üzerine tefekkür lâzım gelirse, "H z. Peygam ber'in
mecâli-yi misâliyye, menâzil ve mezâhir-i ilâhiyyesinde ayn-ı kemâ­
liyle meşhûd ve hayâli için mahsûs şecere-i sidr'in bulunduğu vâ­
kî'dir." deriz. Peygam ber'in her haber verdiği şeyde ve m i'râca âit ih-
bârâtmda sûreten ve m a'nen keşf-i muhakkakın kendisinde icti'm âı

272
m üsteb'âd değildir. Onun için ihbarına sûret-i mutlakada imân ede­
riz. Her ne kadar keşfin bize i'tâ ettiği şekil, mukayyed ve müevvel ise
de, bizim mi'râcımız onun m i'râcı gibi değildir. Hadîste keşfin bize
i'tâ ettiği m a'nâyı almakla berâber bunun maverâsmda bizim ilmimi­
zin erişemediği ahbâra da imân ederiz.
Bu hadîsde keşf-i İlâhînin bize i'tâ ettiği şey: "Şecere-i sidre" ile
murâd, "im ân"dır. Hz. Peygamber, buyurmuş­
tur. Türkçesi: Bir adam içini Arabistan kirazı ile doldurursa, Allah
onun kalbini imân ile doldurur." demektir. O şecerinin fil kulakları gi­
bi büyük yaprakları olması, o imânm büyüklüğü için darb-ı meseldir.
O ağacın kuvveti ve yapraklarının cennet evlerinden her eve girmesi
demek, o ev sâhibindeki imândan ibârettir.
Şunu da bil ki, biz sidre'yi keşfimizde bir makâm olmak üzere bul­
duk. O makâmda sekiz hazret vardır. Her hazrette ta'dâdı mümkün
olmayan menâzir-i ulyâ vardır. Bu menâzirî, o hazerât ashabının ez-
vâkma göre taaddüt ve yekdiğerine nisbetle tefâvüt gösterir. Sidrenin
makâm olmasma gelince, H akk'm mezâhirde zuhûrudur ki, Hakk'm
hakâik-i hakkiyye ve maâni-i halkiyyedç tecellîsinden ibârettir.
Birinci hazret, abdm bâtm ı cihetinden "Z âhir" ismiyle H akk'm te­
cellîsidir.
İk in ci hazret, abdin zâhiri cihetinden "Bâtın" ismiyle H akk'm te­
cellîsidir.
Üçüncü hazret, abdin rûhu cihetinden "A llah" ismiyle H akk'm te­
cellîsidir.
D ördüncü hazret, abdin nefsi cihetinden "R ab" sıfâtıyla Hakk'm
tecellîsidir.
Beşinci hazret, mertebe tecellîsinden ibâret olup, bu da abdin ak­
imda "Rahm ân"m sûretidir.
A ltıncı hazret, abdin vehm i cihetinden H akk'm tecellîsidir.
Yedinci hazret, hüviyeti m a'rifetten ibâret olup, abdin enniyeti ci­
hetinden Hakk'm tecellîsidir.
Sekizin ci hazret, abdin mutlakiyeti cihetinden m a'rifet-i zâttan
ibâret olup, bu makâmda Hak, heykel-i İnsanînin zâhirinde ve bâtı­

273
nında kemâliyle tecellî eder. Bâtını abdin bâtınına, zâhiri zâhirine, hü­
viyeti hüviyetine, enniyeti enniyetine tamâmıyla mütecellîdir. Bu, ha-
zerâtın a'lâsıdır. Bundan ötesi ahadiyettir.
Ahadiyette halk için mecâl yoktur. Çünkü ahadiyet, mahz-ı
Hakle'indir; zât-ı Vâcibü'l-Vücûd'un havâssmdandır.
Kâmil için ahadiyetten bir şey tecellî ederse, halk için mecâl olma­
yan şey ile Hakk'm o kâmile tecellîsine kâil olarak bu tecellîyi halka
değil, belki Hakk'a nisbet ederiz. Bunun içindir ki, ehlullâh halk için
ahadiyet tecellîsini men' eylemişlerdir.
Ahadiyete âit tafsilat, bâb-ı mahsûsunda geçmiş idi.
Cenâb-ı Hak, muvaffık-ı mutlaktır.

274
Ellinci Bâb

Ruhü'l-Kudüs Hakkındadır

a'lûm olsun ki, rûhu'l-kuds rûhu'l-ervâhtan ibârettir. Bu

M rûh, "O l/Kün" emrinin ihâtası altma girmekten münezzeh­


tir. Bunun hakkında "m ahlûktur" demek câiz değildir. Çün­
kü rûhu'l-kuds, H akk'm vecihlerinden bir vech-i hâsdır. Vücûd, o
vech-i hâs ile kâim olmuştur.

Rûhu'l-kuds, rûhtur; ama diğer ervâh gibi değildir. Çünkü o rûh,


rûhullâhtır. A dem 'e nefholunan rûh da, bu rûhullâhtandır.
y>jj "Ona kendi rûhumdan üfledim " âyetinde buna işâret vardır.
Adem'in rûhu, m ahlûk ise de, rûhullâh m ahlûk değildir. O, rûhu'l-
kudstur; yâ'nî nekâis-i kevniyyeden m ukaddes olan rûhtur. Bu rû-
ha, m ahlûkâttaki "vech-i İlâhî" ile ta'bîr olunm uştur. O vech-i İlâhî,
üJI IjJy LwU "N ereye dönerseniz A llah'ın vechi oradadır" âye­
tindeki vechullâhtır. Y â'n î vücûd-ı kevnîye bâis-i kıvâm olan rûh-ı
m ukaddes, nereye yüz çevirseniz, m ahsûsatta hissiyatınızla, m a'ku-
lâtta efkârınızla m evcûddur. Çünkü rûhu'l-kuds, kem âliyle vücûd-ı
kevnîde m üteayyindir. Çünkü rûhu'l-kuds, vücûd ile kâim olan
vech-i İlâhîden ibârettir. H er şeyde o vech, rûhullâhtır. Bir şeyin rû­
hu ise, nefsinden ibârettir. Binâenaleyh, vücûd nefsullâh ile kâimdir.
A llah'ın nefsi ise, zâtından ibârettir.
Şurası da ma'lûm olsun ki, mahsûsattan her şey için rûh-ı mahlûk
vardır. O şeyin sûreti, o rûh-ı mahlûk ile kâimdir. O sûret için rûh, elfâz
için meânî gibidir. Sonra o rûh-ı mahlûk için de rûh-ı İlâhî vardır. Rûh,

275
bu rûh-ı ilâhı ile kâimdir. İşte o rûh-ı İlâhî, rûhu'l-kudstur. İnsandaki rû-
hu'l-kudse nazar eden, onu mahlûk olarak görür. Çünkü bir şeyde iki
kadîmin vücûdu mümkün değildir. Kıdem, yalnız Allah içindir. Al­
lah'ın zâtına, esmâ ve sıfâtınm kâffesi de mülhak olur. Çünkü esmâ ve
sıfâtın, zâtından infikâki muhâldır. Bundan maâdası mahlûktur ve
muhdestir. Meselâ insanın cesedi vardır; o insanm sûretidir. İnsanın bir
de rûhu vardır; o da insanın ma'nâsıdır. İnsanın bir de sırrı vardır; o da,
rûhunun rûhu ve vechidir. "Rûhu'l-kuds" ta'bîr olunan, "sırr-ı İlâhî"
ta'bîr olunan, "vücûd-ı sâri" ta'bîr olunan işte o rûhu'r-rûhtur. Beşeriyet
ve şehvâniyet ile muâbber olan sûret-i insaniyenin iktizâ ettiği umûr in­
san üzerine gâlip olursa, insanın rûhu sûretinin aslı ve menşei ve mahâl-
li olan rusûb-i ma'deniyyeyi iktisâb eder. Bu rusûb ile, muktezeyât-ı be-
şeriyye kendisinde yerleştiği için âlem-i aslisine muhâlefet etmeğe baş­
lar. Bu muhâlefetle rûh, aslındaki mutlakiyetten sûretin kuyûduna dü­
şer. Binâenaleyh, tabîatın ve âdetin zindanına girmiş olur.
Dünyadaki bu sukût-i beşerî, âhiretteki "siccîn "in misâlidir. Rûh'a
mahall-i karar oldukça, bu sükût ayn-i siccîndir. Şu kadar var ki, âhi­
retteki siccîn, mahsûs olan ateşte mahsûs olan "siccîn(zindan)"dir.
Dünyada ise izâh olunduğu.vech ile, m a'nen vâkî'dir. Siccîn-i dünye­
vî ile siccîn-i uhrevî arasında fark olması şundan dolayıdır ki, âhiret
bu âlemdeki maânînin, suver-i mahsûsa şeklinde m ahâll-i zuhûrudur.
Yâ'nî, burada m a'nâ olan şeyler, âhirette eşkâl ile zâhirdir. Bunu anla!
Fakat insanda fikr-i sahihin devamı, eki ve şurbun kılleti, uykunun
kületi, kelâmın kılleti ve beşeriyetin iktizâ ettiği şeyleri terk etmesi sû-
retlerivle umûr-ı rûhâniyye galebe ederse o zaman, heykel-i insânî, le­
tafet-! rûhiyyeyi iktisâb eder. Yâ'nî, rûhiyet cismiyete gâlebe eder. Bu
hâlin tahakkukunda su üzerinde yürüyebilir, havada uçabilir, duvar­
lar kendisine hieâb olmaz. M ahallerin uzaklığı, kurb-ı rûhiyyeye ma­
ni' teşkil edemez. İşte m uktezeyât-ı beşeriyeden olan mevâni'in bu sû­
retle zevâli hâlinde, rûhta m ekânet ve kudret-i asliyyesi tahakkuk
ederek, merâtib-i mahlûkâtın a'lâsına vâsıl olur. O a'lâ-i merâtib ise,
ecsâma mücâveretle hâsıl olan kayıtlardan çözülmüş olan rûhların
âlemidir. Kur'an'da ^ ^ jljAI o1(înfitar 13) "M uhakkak ki, iyiler na-
îm dedir" buyurulması buna işârettir. "Ebrârdan olanlar, niâm-i ilâ-
hiyyeye müstağrak olmuşlardır" demektir.

276
İşte izâh-ı mezkûr veçhile, bir kimsede umûr-ı ilâhî galebe ederse,
o kimse kudsiyet kesbetmiş olur. Umur-ı ilâhiyyenin galebesi, esmâ-i
hüsnâ ve sıfât-ı ulyâya âit fuyûzâtı müşâhede ve beşeriyetin ve rûhiy-
yet-i hâdisiyyenin iktizâ ettiği umûru terk ile hâsıl olabilir. Çünkü be­
şeriyet, cesedin bâis-i kıvâmı olan müştehâtm iktizâ ettiği şeyler olup,
tabîat-ı insaniyye onları kendisine âdet ittihâz etmiştir. Rûhiyyet-i hâ-
disiyye de kendinde ulviyet bulunduğu için câh ve mansıba ve bey-
ne'l-beşer tefevvuka ve n f'at-ı zâhiriyyeye m üteallik olan namûs-ı in-
saniyeye âit işleri iktizâ eder.
İnsan bu rûhiyet ve beşeriyete âit olan muktezeyâtı terk ederek,
kendine nisbetle aslu'l-asîl olan sırrı müşâhedede dâim olursa, sırr-ı
İlâhînin ahkâmı o kimsede zâhir olur. Bu zuhûr üzerine heykeli ve rû­
hu, hazîz-i beşeriyetten tenzîhen evc-i kudsîsine i'tilâ ederek; sem'i,
sem-i ilâhî; basarı, basâr-ı ilâhî; yed'i, yed-i İlâhî; lisânı, lisân-ı ilâhî
olur. O kimse, eliyle ekmehse7 (anadan gözsüz) ve abraş'a (kekeme)
yi mesh etse, biemrillâh şîfâ bulur. Lisânıyla bir şeyin tekvinini söyle­
se, derhal hâsıl olur. O kimse, rûhu'l-kuds ile müeyyeddir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, Isâ (a.s.) hakkında, -evsâfı izâh-ı mezkûre dâiresinde ol­
duğu için-, çjy. »UjuIj buyurmuştur. "Biz, Isâ'yı rûhu'l-kuds ile
te'yîd ettik" demektir. Bunu anla!
Allah, hakkı söyler, sebîl-i savâba hidâyet eder.

7. Bu, Isâ'da kolay olurdu. Çünkü Isâ'da şehvet yok idi. M addî bir babanın mahsûlü
değildi. Belki onun m a'nevî babası Rûhu'l-kudsdur. R ûhu'l-kuds'de inzâl-ı meni
olmaz. Iştihası, kudsîdir. M eryem 'deki beyza, rûh kuvvetiyle telkîn edilmiştir.
Ellibirinci Bâb

'Ruh' Tesmiye Olunan Melek


Hakkındadır

a'lûm olsun ki, bu melek, sûfiyye ıstılâhmda "H akk-ı M ah­

M lûk" ve "H akîkât-ı Muham mediyye" tesmiye olunan melek­


tir. Cenâb-ı Hak, bu meleğe kendi nefsine nazar ettiği gibi
nazar etmiştir ve onu kendi nûrundan yaratmış ve âlemi ondan yarat­
mıştır. O melek, Allah'ın âlemden m ahâll-i nazarıdır. Emrullâh, bu
meleğin esâmîsindendir.
%

Bu melek, mevcûdatın eşrefi, mekânet ve kudret i'tibârıyla a'lâsı,


menzil ve derece i'tibâriyle mevcûdatın en yükseğidir. Bunun fevkin­
de melek yoktur. Bu melek seyyidü'l-mukarrebîn ve efdalu'l-müker-
remîndir. Cenâb-ı Hak, mevcûdatın değirmenini bu melek üzerinde
devrettirmiştir ve o meleği mahlûkât feleğinin kutbu eylemiştir.
Cenâb-ı H akk'm halk ettiği her şey ile berâber o meleğin vech-i
hâssı olup, o m elek o vech-i hâs ile o şeye bakar ve Cenâb-ı Hakk'm
îcâd ettiği mertebede, o şeyi muhafaza eder. O meleğin sekiz sûreti
vardır. O sekiz sûrete "hâmele-i arş" tesmiye olunur. Melâikenin ulvî
ve unsûrîlerini Cenâb-ı Hak, bu melekten yaratmıştır. M elâikenin o
meleğe nisbeti, katrelerin denize nisbeti gibidir.
Hamele-i arş olan sekiz sûretin o rûhâ nisbeti, vücûd-ı insânînin
rûh-ı insânî nokta-i nazarmdan o vücûd-ı İnsanîyi bâis-i kiyâm olan
sekiz şeye nisbeti demektir. O sekiz şey, akıl, vehim, fikir, hayâl, mu-
savvire, hâfıza, müdrike ve nefisten ibârettir. O meleğin âlem-i illiyet­
te (yâ'nî âlem-i rubûbiyette), âlem-i lâhûtta, âlem-i ceberûtta, âlem-i

278
melekûtta, âlem-i m ülkte saltanat-ı ilâhiyyesi vardır. Bu saltanatı, Ce-
nâb-ı Hak o melekte halk etmiştir.
O melek, kemâliyle Hakikât-ı M uham medi'de zâhir olmuştur. Bu­
nun içindir ki, Hz. Muhammed efdalü'l-beşerdir. Allah'ın en büyük
lütfü onun üstünde, A llah'ın ihsân ettiği eceli ni'm eti onun fuyûzâtm-
dandır. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak, Kur'an'da ^ ksj dJI L_>jl A) UÇ
J?lJl lisLc s CJ ^ <u Ij j j jlç’lflVj *_jU£JL c j .S LlÇol

^ (Şura 52) buyurmuştur. M a'nâsı: "Ya Muhammed, ber-vech-i


meşrûh sana emrimizden rûhu vahyettik. Bundan evvel kitabm ve
imânın ne olduğunu bilmezdin. Lâkin biz o rûhu nûr kıldık. Kulları­
mızdan istediğimizi o nûr ile hidâyet ederiz. Sen de sırât-ı müstakime
hidâyet edersin" demektir.
Ayetin hülâsası, "bizim emrimizden ibâret olan meleğin vecihle-
rinden vech-i kâmili, senin rûhun için yarattık" demektir. Çünkü o
meleğin ismi "Em rullâh"tır. Buna A o-4 CJ^ ^ (İsra 85) "D e ki, rûh
Allah'ın emrindendir" âyetinde işâret vardır. Rûh, o meleğin verilile­
rinden bir vecihtir demektir.
Ayet-i mezkûrede yâ'nî, ^ ^ " S a n a rûhtan sorarlar" âye­
tindeki nükteye gelince; bu âyetteki suâlde rûh mutlak olarak zikro-
lunmuştur. Binâenaleyh, cevapta da "D e ki, rûh rabbı-
mm emrindendir" denilerek, mutlak olarak zikrolunmuştur. "Rabbı-
mm emrindendir" demek, vücûh-i emrden bir vecih demektir. Hz.
M uham med'in rûhuna gelince, onda böyle değildir. Onun rûhu hak­
kında U^l l>j j riJI riiliÇ (Şura 52) buyurulmuştur. Burada rûhu
zikr, rûhâ verilen ehemmiyetten dolayıdır. Rûhun nekre olarak beyân
olunması da, o vechin, yâ'nî o rûhun celâlet-i şanmdan dolayıdır.
Bunların ikisi de, Hz. M uham m ed'in azâmet-i kadrine tenbîh içindir.
^Ül «d ^ dJli (Hud 103) "O bir gündür ki, nâs onun için toplanmış­
tır" demektir. Bu âyette de "yevm " kelim esinin nekre olarak îfâde
edilmesi, o yevmin azâmetine mebnîdir. Sonra \>3J denilip de,
U^1 U-jj riJI denilmemesine sebeb, vücûddan maksûd-i âlînin
rûh olmasından dolayıdır. Çünkü heykel-i insandan maksûd, rûh-ı İn­
sanîdir. ^r°l Cf* ta'bîrinde nûn-ı izâfetle getirilmesi zikrolunan esbâb ile
berâber hepsi, Hz. M uham m ed'in azâmet-i şanını te'kîd ve tebyîn
içindir. Şurası da m a'lûm olsun ki, Cenâb-ı Hak bu "rûh" denilen me­

279
leği, zâtına m ir'ât olarak halk etmiştir. Cenâb-ı Hak zâtıyla ancak bu
melekte zâhir olmuştur. Cenâb-ı Hakk'm mahlûkâtm kâffesinde zu-
hûru, zâtıyla değil, sıfâtıyladır. Binâenaleyh o melek, âlem-i dünyevî­
nin, âlem-i uhrevînin, ehl-i cennetin, ehl-i nârın, ehl-i kesîbin, ehl-i
a'râfm kutbudur.
Hakikat-ı ilâhiyye, halk ettiği her şeyde bu meleğin bir vechinin
bulunmasını ilm-i subhânîsinde iktizâ etmiştir. O meleğin her vechi
hangi şeyde bulunursa, o mahlûkun feleği o vecih üzerinde deveran
ettiği için, o mahlûkun kutbudur. Bu melek, efrâd-ı insaniyeden hiç
bir kimse için m a'rûf olmayıp, yalnız insân-ı kâm il için marûftur. Ve­
lî, o meleği bilince o m elek velîye eşyâ-ı hafiyyeyi ta'lîm eder. Velî, o
eşyâ ile tahakkuk edince, vücûd değirmeninin hey'et-i umûmiyyesin-
de m edâr-ı hareketi olan kutbu olur. Fakat bu kutbiyet o velîde, o me­
lekten niyâbet-i vekâlet hükmüyledir. Vücûdda o melek için kutbiyet,
asâlet ve mâlikiyet hükmüyle olup, başkalarından niyâbet ve âriyet
hükmüyle zuhûr eder. Bu sırrı iyi bil!
Cenâb-ı H akk'm Kur'an'da, d jil ^ VI V iSüiilj ç jji ry_
jilfjJlıiülS JUj (Nebe 38) âyetinde bildirdiği melek, muvzu-bahsi-
miz olan melektir. Ayetin ffiirkçesi: "Rûh ile melaîkenin saf saf kâim
oldukları günde, meleklerden izn-i rahmâna mazhar olmayan, söz
söyleyemez ve o m elek sözü savâb olarak söyler. Hak olan gün, bu­
gündür" demektir.
Bu âyetin mısdakmca, rûh denilen m elek-i mezkûr, devlet-i ilâhiy­
ye hazretinde kâim olduğu zaman, melekler rûhun önünde ona hiz­
met için saf olarak dururlar. Rûh-ı mezkûr ubudiyyet-i Hak'ta kâim
ve Allah'ın emrettiği şey ile hazret-i ilâhiyyede mutasarrıftır. Ayette­
ki 'i kelimesi, m elaîkeye râcî'dir. Rûh, huzûr-ı İlâhîde ale'l-ıt-
lak, kelâma me'zûndur. Çünkü rûh, hazret-i ilâhiyyenin mazhar-ı ek-
meli, meclâ-yi efdahdır. Huzûr-ı İlâhîde diğer meleklere tekellüm için
izin verilse de, her m elek ancak bir kelime söyleyebilir; fazla söyle­
mek, takâtleri değildir. Binâenaleyh elbette ve elbette bir kelâmdan
fazla söz söylemek, kendileri için m ümkün değildir.
Cenâb-ı H akk'm emrini evvelâ telakkî eden rûhtur. Sonra evâmir,
diğer melaîkeye tevcîh olunur. Binâenaleyh, diğer melaîke rûhun asâ-
kiri kabîlindendir. Alemde bir emrin inkâzmı Cenâb-ı Hak emrettiği

280
zaman, o emre münâsib bir melek halk eder. Rûh o meleği gönderir,
m e'm ûr olan melek, rûhun emrettiği şeyi yapar. İsrafil, Cebrail, M ikâ­
il, Azrâil ve bunlarm fevkinde olup, levh-i mahfûzun tahtında kâim
ve "N ûn" tesmiye olunan melek ve bu bâbm akâbinde gelecek olan ve
"K alem " tesmiye olunan melek; kürsînin altmda kâim olan ve "M ü­
debbir" tesmiye olunan melek ve i'm âm -ı m übînin tahtmda kâim olan
ve "M ufassıl" tesmiye olunan melek; hâsılı hikmet-i ilâhiyye icâbıyla
A dem 'e secde ile emrolunmayan ve "âlûn" tesmiye olunan mezkûr
m elaîke-i m ukarrebînin kâffesi, mevzu-i bahsim iz olan ve "R ûh" de­
nilen m elekten mahlûktur.
Bu "âlûn" kısımdan olan meleklerin A dem 'e secde ile m e'm ûr ol­
mamasında hikm et şudur ki, eğer m e'm ûr olsalar, o m elekleri zürri-
yet-i A dem 'den her insanın bilmesi lâzım gelirdi. A dem 'e secde ile
me'm ûr olan m elekler benî Adem üzerine zâhirdirler. Muâyene sûre-
tiyle olmasa da, uyuyan kimse için H akk'm izhâr edeceği emsâl-i ilâ-
hiyyeyi rü'yada tasavvur sûretiyle bildirirler. Rü'yadaki sûretlerin
hepsi, bu nev'i m elek demektir. İnsanlara emsâl göstermek için
m e'm ûr olan melek, bu sûretleri nâim için tasavvur ederek, umûr-ı
müstakbelesine işâret eder. Bunun içindir ki, naîm olan kimse rü'ya-
smda cemâd ile tekellüm eder. Cemâdın rûhu olup da sûret-i cemâd
ile tasavvur etmemiş olsaydı, tekellüme kâdir olamazdı. Bunun için
Risâlet-meâb Efendimiz, "Rü'ya-i sâdıka A llah'tan vâhiydir" buyur­
muştur. Çünkü o rü'yayı insana tenzil eden melektir. Yine Risâlet-me­
âb Efendimiz, diğer bir hadîste "R ü'ya-ı sâdıka nübüvvetin kırk altı
cüz'ünden bir cüzdür" buyurmuştur.
İblis de A dem 'e secde etmemiş ise de, secde ile m e'm ûr olanlardan
olduğu için, m elaîke-i âlîn'in sûret peydâ etmeleri gibi, kendi nesli ve
zürriyeti olan şeyâtînin nâime tasavvurlarını (sûret peyda etmelerini)
emrettiğinden, rü'ya-yi kâzibe meydana gelmiştir.
Bu izâhâtm kâffesinden şu neticeyi elde ederiz ki, melâike-i âlîn
A dem 'e secde ile em rolunm am ışlardır. Bunun içindir ki, benî
Adem 'den "ilâhiyyûn"dan başkası, o nev'iden melekleri ma'rifete nâ-
il değildirler. İlâhiyyûnun bu ma'rifete nâiliyetleri de, maânî-yi beşe-
riyye demek olan, ahkâm-ı beşeriyetten halâs bulduktan sonra, nâil
oldukları in'am -i İlâhîdir. Görmüyor musun, Îblîs ki, onun hakkında

281
Cenâb-ı Hak, LaJUJI j ^j cJ li> U jl dixLâ La (Sad 75) bu­
yurmuştur. Türkçesi: Benim iki elimle halk ettiğim şeye secdeden se­
ni ne men' etti? Tekebbür mü ettin, yoksa âlîn olan kısımdan mısın?"
demektir. Yâ'nî "âlîn" üzerine secde emri olmadığından onlardan mı­
sın?" demektir.
İmâm M uhyiddîn Arâbî hazretleri, Futuhâtü'l-M ekkiı/e'sinde bu
m a'nâyı zikretmiş ise de, "A lîn "in kimlerden ibâret olduğuna dâir hiç
bir nev'i tasrîhte bulunmamıştır. Maamafih, bu âyetlerden istidlâl et­
miştir.
Ayet-i mezkûrenin m a'nâsm ı tamâmiyle anlamak için, şu cihet
m a'lûm un olsun ki, Cenâb-ı Hak'tan vukû' bulan suâlleri istiflıâm
üzerine hâmletmek sahîh olmaz. Cenâb-ı H ak'tan vukû' bulan suâlle­
ri ya nefy, ya isbât, ya înâs, yâhut îhâş ve tedhîş ma'nâlarma mahmûl
olur. İblîs hakkında 0| u "seni ne engelledi" diyerek, vukû' bu­
lan suâl, tehdit ve tedhîş içindir, o d e k i "istifhâm hem zesi", isbât
ma'nâsmadır. Yâ'nî "sen, "ben, Adem 'den hayırlıyım " demekle te­
kebbür gösterdin" demektir. ^ c ^ I deki "em " nefiy ma'nâsma-
dır. Y â'nî "sen secde ile emrolunmayan âlîn kısmından değilsin" de­
mektir. İstifhâm-ı înâs ve inbisât için olmasının misâli, ^I de­
ki istiflıâmdır. "Ya Mûsâ, elindeki nedir?" demektir. Buradaki istif­
hâm, ünsiyet için olduğundan Hz. Mûsâ, Ar 1 *41: U,
j> ! v’jU gr*ıi-(_shİ4’ A*1! U-h (Taha 12) diye cevap vermiştir. "O, be­
nim asâmdır; ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkerim; bu
asânm başka vazifeleri de vardır." demektir. Hz. Mûsâ, Cenâb-ı
Hakk'm bu sûretle bast-ı kelâm istediğini bildiği için cevâbı mufassal
söylemiştir. Yoksa, cevâbın yalnız "O, benim asâmdır" demekle söy­
lenmesi lâzım gelirdi.
İşte huzûr-ı İlâhîde ehlullâhm Allah ile berâber de'bi ve edebi bu
sûretledir. İnsân-ı kâmil, bu hakikati sana izhâr etti. Kârii bunu oku­
sun, mûcibiyle amel etsin ve süedâ kısmından yazılsın arzusunda bu­
lundu. İnsân-ı Kâm il'le berâber edebe riâyet et!
İfâdede sefîne-i izâhâtım olan beyânım, bahr-ı tibyânda cevlâna
düştü. Sâhil-i hakikâte vararak, izhârı m uktezî olmayan şeyi izhâr
edecek dereceye vardı. Binâenaleyh, rûh tesmiye olunan m elek hakm-
daki ta'bîre âit olan bahr-ı hakâike rucû' ediyoruz.

282
Şurası m a'lûm olsun ki, rûh tesmiye olunan meleğin aded-i vücû-
huna göre esmâ-i kesîresi vardır. Kalem-i a'lâ, rûh-ı Muhammed, Akl-
ı evvel, Rûh-ı İlâhî tesmiye olunur. Bunların hepsi, fer ile aslı tesmiye
kabîlindendir. Yoksa, hazret-i ilâhiyyede bu meleğin bir ismi vardır.
O da "rûh" tur. Bunun içindir ki, bu bâbm ünvânmı rûh ismine tahsîs
ettik. Bu meleğin câmi' olduğu acaîb ve garâibi tafsîl etmek lâzım gel­
se, mücelledât-ı kesîre yazmaya htiyaç görünürdü.
Ba'zı hazerât-ı ilâhiyyede bu melekle içtim a' ettim. Heybetinden
eriyecek, hüsn ve behcetinden fenâya uğrayacak hâle geldim. Bana
kendini bildirdi. Bana selâm verdi. Selâmma mukâbele ettim. Selâm
ile îfâ-i tahiyyetten sonra, kelâmiyle bana mücâmele ve aşk ve muhab-
bet-i ilâhiyye peymânesini devr ettirerek, bana ünsiyet gösterdi. Me-
kânetinden, kudretinden, makâmmdan, hazretinden, meşhedinden,
askından, fer'inden, hey'etinden, nev'inden, sıfâtmdan, isminden,
resminden, hilyesinden suâl ettim.
Cevâbında "Bu senin hüsn-i hitâbetle söylediğin keyfiyet, taleb et­
tiğin esrâr azîzu'l-m erâm, azîzu'l-makâmdır. Bunu tasrîh ile ifşâ, mu­
vafık değildir. Kinâye ve telm îh ile de anlaşılması güçtür." dedi.
Dedim ki: Telm îh ve kinâye sûretiyle lutuf buyurun! İnâyet-i ilâ­
hiyye sebkat etmiş ise belki sözlerinizi anlarım ."
Dedi ki: "Ben o çocuğum ki, o çocuğun babası kendinin oğludur.
Ben, bir şarabım ki, o şarabın küpü üzümün çubuğudur. Ben, bir fer-
'im ki, aslımı netîce olarak meydana getirdim. Ben bir okum ki, o
okun temreni (okun geçtiği yer) kavsinin aymdır. Ümmühât ile içti­
ma' ettim, beni tevlîd ettiler. Onlarla nikâh icrâsı için nişanlanmak is­
tedim. Benimle nikâhlandılar. Zâhir usûl üzerine yürüyünce sûret-i
mahsûlüm mün'akid oldu. Kendi nefsimde hamd ve senâ ettim. Dev­
rânımı kendi cismimde yaptım. Heyûla emânetlerini yüklendim.
"U lî"' ta'bîriyle vasfolunan hazreti, muhkem tuttum. İşte bu sûretle
kendimin her şeyin babası olduğumu ve büyük ve küçük vâlidesi ol­
duğumu buldum, bildim. İşte, hazret ve emânet ta'bîr olunan, şu izâ-
ha tundadır."
"M akâm ve m ekânet ve kudrete gelince; m a'lûm olsun ki, ben
ayn-ı m eşhûd olduğum zam an, gaybde de hükm üm m evcûd idi. O
hükm -i m ahtûm u (farz olunan şeyi) bilm ek ve em r-i m ahkûm câni-

283
binde görm ek m urâd edince, A llah'a "A llah " ism iyle şu kadar sene
ibâdet ettim. O ibâdette iken yakazâda değil, sinede (uyuklam ada)
idim. Cenâb-ı H ak, beni uyandırdı. Ve kendi ism ine yem in ederek,
ULj Âî o» jdit jj (Şems 10) buyurdu. "Kalbini tathîr eden halâ­
sa vâsıl, desise ve hile yapan hüsrana dâhil olur" demektir. Taksîm-i
İlâhîde hâzır olduğum ism-i İlâhînin bana ihsân ettiğini kazanmca,
hazret-i Rasûlün lisânıyla, Hakikât-ı Muhammediye beni tezkiye ve
tathîr etti. Bunun içindir ki, Hz. Peygamber J s . ^1JJI "Allah,
A dem 'i kendi sûreti üzere yaratm ıştır" buyurmuştur. Bu sözde şek ve
şüphe yoktur."
"A dem 'i Allah kendi sûreti üzerine yaratmış ise de, o Adem, be­
nim mezâhirmden bir mazhar ve benim zâhirim üzerine bir halîfeden
başka bir şey değildir. Bildim ki, Hak, beni, ibâdı arasmdan maksûd
ve murâd olarak meydana getirdi."
"İşte bu hâlet içinde iken m akâm-ı a'zamdan hitâb-i ekrem şu sû­
retle vârid oldu: "Eflâk-i cemâlin m edâr-ı deverânı olan kutub sensin!
Kemâl bedrinin ziyâsmdan istimdâd ettiği güneş de sensin! Seni bir
numûne-i İlâhî olarak meydana getirdik. Ve senin için hakîkat kapısı­
nı iç tarafından kuvvetle kapadık. Hind ile Selmâ ile künyelenen sen­
sin! Azze ve Esmâ ile telmîh olunan yine sensin! Ey evsâf-ı seniyye ve
nuût-i zekiyye sâhibi! Bunlarm hepsi senden başka bir şey değildir.
Cemâl-i İlâhî, sana dehşet vermesin. Celâl-i İlâhî, seni titretmesin. Ke-
mâlatı ihâtayı istib'ad etme! Nokta senden ibârettir. Dâire de o'dur.
Rubâyı giyen sensin. O evsâf ve nuût siyâb-ı fâhirandır."
Rûh bunları söyledikten sonra yine söze başlıyordu.
Dedim ki: "Ey seyyid-i kebîr, ey allâm-ı habîr! Senin için Hak'tan
te'yîd ve ism et temenni ederim. Bana hikmet incilerinden rahmet der­
yasından haber ver. Neden o incilerin sadefi benden başkası oldu?
Halbuki o inciler, benim suyumdan başka bir şeyden m ün'akid olma­
mıştır. Bir de benim tayr'ım a niçin başkasının ismi verildi? Bu hakîkat
m es'elesi niçin ketm olundu? Bu hakîkatm aslı ve bünyâdı niçin bildi­
rilmedi?"
Cevâben Rûh dedi ki: M a'lûm un olsun ki, Hak teâlâ hazretleri, zâ­
tını halka bildirmek için esmâ ve sıfâtmm tecellîyatını irâde buyurun­
ca, zâtmı mezâhir-i mütemeyyize, bevâtin-i mütehayyizede ibrâz etti.

284
Mezâhir-i mütemeyyize, m erâtib-i ilâhiyyede m ütecellî olan mevcû-
dat-ı zâtiyyeden ibârettir. Bu hakikat yüz yüze açıktan söylense, bu
abdin kuyûdatı çözülüp de salıverilse, merâtib, mechûl; izâfât ve ni-
seb mefkûd olurdu. Çünkü insan, gayrisinde hakikati görünce onun
hayrmı istîfâ ve ona ittibâ daha kolay olur ve muktedir olabildiği şey­
leri, daha kolay ahr. Bu hikmete m ebnîdir ki, Cenâb-ı Hak rusûl-i ki-
râm ı kitâb-ı mübîn, hitâb-ı m etin ile gönderdi. Bunlar, sıfât-ı ulyâ ve
esmâ-i hüsnâ-yı ilâhiyyeye tercümânlık yaparlar. Ve onlarm bu lutfu
sayesinde idrâkten m üteâlî ve gayrinin iştirâk m a'rifetinden âlî olan
zât-ı İlâhî, bu sûretle bilinir."
"Bunun içindir ki, Seyyid-i evvâh (çok ah diyen) yâ'nî Risâlet-pe-
nâh, aJUI Ij Ü*ü buyurmuştur. "A llah'ın huyları ile huylanın" de­
mektir. İşte sûret-i meşrûhâ ile ve enbiyânm vesâtatiyle heyâkil-i insâ-
niyede mevdu' olan esrâr meydana çıkarak, gayret-i rabbâniyyenin ul­
viyeti zâhir, mertebe-i rahmâniyyenin hakkı bâhir olur. Böyle olmakla
berâber hasr-ı külli sûretiyle ma'rifete de yol yoktur. Çünkü Cenâb-ı
Hak nefsinden haber vererek, »jjJi j» *111 Ijjji U, buyurmuştur. "Cenâb-ı
Hakk'm kadrini tamâmiyle takdir edemediler" demektir."

İşte hikmet incileri ve rahmet deryası bu izâhtadır. "Senin suyun­


dan başka bir şeyden mün'akid olmayan incilerin sadefinin başkası
olm ası" ta'bîri, lüb üzerine geçirilm iş kabuktan ibârettir. Bunun sırrı,
ümm ü'l-kitaba âit hakikâte vâkıf olmayanlar hikmete ve fasl-ı hitâba
irtîfâ etmesinler diye te'sis edilmiş olan fikr-i âlîdedir. "Senin kuşu­
nun başkasının ismiyle tesmiye edilm esi", yine senin hayırlarını ve fâ-
idelerini istîâb içindir. Bu hakikât m es'elesinin ketmine gelince; bu
denize dalmağa herkesde takat olmadığı içindir. Çünkü ukûl, bunu
idrâkten kâsır ve ukûlun kuyûdatından infikâkine imkân olmadığı bir
emr-i bâhirdir. Bu izâhâtın, bu ta'bîrâtm kâffesi ibârât şeklinde yapıl­
mış kabuklar olup, işârâtm kuburudur. Ehli olmayana hicab olsun
için, hakikâtin yüzüne "nikâb" ittihâz olunmuştur.
"Eğer sen, hitâbı müdrik isen, şurasını anla ki; zâhirde âşikâr olan
vücûh ve i'tibârât-ı zâhiri perdeleri gibi, bâtmda müstetir olan ebkâr
da (açılmamış fikir-nûranî perdeler demektir), efkârın hicâbları ve
perdeleridir. Bu bir emr-i m a'kûsdur ki, efkâr bu m es'elede hayrete
düşmüştür."

285
Rûh ta'bîr olunan melek ile münâdeme (mülâtefe) ve mücâmelede,
rûh-ı a'lânm bana verdiği m a'nevî ve hakîkî şarapları içmekte devam
ettim. O şaraplara ne kadar kanmış isem, eski susuzluğum yine hâlin­
de ber-devâm, belki daha fazla idi. Bu sûretle ka'sât-ı münâdemeyi
içerken, şems- i iktidar tûlu' ile âşikâr ve hakikat isminin sabahı mâ-
nend-i nehâr, pür-envâr-ı âşikâr olduğu sırada idi. Bu damın üstünde
kumru terennüme başladı. Hâlime tercümânlık ediyordu. Rûh tesmi­
ye olunan m elek hakkmdaki âtîdeki ebyâtı inşâd etti.

On Beyitten İbâret Olan Nazmın Tercümesi:

"O bir mahbûbe-i rânâdir ki, onun güzelliklerinde tûluât-ı mütevâliye


vardır. O tûluâtın hepsi, sıfatının ma'nâsıdır.
Zât da odur. Cemâlin sûretlerinin rûhu odur. O nefiy olmakla beraber, is-
bâtı da yanındadır.
Benim, Hint, Selmâ gibi ta'bîrât ile kinâye ve telmîh ettiğim güzelliğin
sûreti odur.
Sizin hasebinizden gizli olan maâni-yi bâtına odur. O maânî bâtın olmak­
la beraber, zâhir de odur. *
Avâlimin kâffesi, o mahbııbenin merkez-i kutbu altındadır. O mahbûbe,
âlemlerin mecmâ'-i kemâlidir.
Alemler onun mehâsin-i müteferrikasıdır. H ak ile kinâye yaparak söyledim:
O mahbûbe, mahlûkât-ı ilâhiyyenin hakikatidir. Kelimâtın esâsı, o hakikattir.
O mahbûbe, ilm-i İlâhîde kadîm olmakla beraber, sıfâtın muktezeyâtında
istediği gibi tasarruf eden zât-ı İlâhî onu hâdis olarak meydana getirmiştir.
Fakat o mahbûbe, zât-i İlâhîde taayyiin-i kadîm i olduğu için zuhûrda beh-
cet ve nezâret ahkâmiyle şaşaâ-dâr olmuştur.
O mahbûbe miistetir ise de, libâs cemâlini giyerek zuhûrunda gösterdiği
güzelliği her güzelliğin fevkindedir.
Senin için şöyle demek lâzımdır. "O mahbııbenin vücûdu, mesbûk bi'l-
in'idâm değildir. Onun levâhik-i hudûsiyyesi de yoktur.
O, kemâlini, cemâlini, evsâfını ayniyle miişâhede için meydana çıkmıştır.
Zâtm hakkı ise, dâima gaybı zuhûrât-ı aliyye ile izhârdır."

286
Elliikinci Bâb

Kalb Hakkındadır

Kalb, Hz. Muhammed (s.a.v.)'den İsrafil'in m akâmıdır.8

35 Beyitli Kasidenin Tercümesi:

"Kalb, mümkiinâtın sâhibi olan Allah'ın arşıdır. İnsanda Allah'ın beyt-i


ma'mûru bııdur.
Hakk'm kendi nefsi için zuhûru, o kalbdedir. Hakk'm hakkıyle istivâgâh-
ı rahmanisi yine budur.
Allah kalbi, merkez-i sırrı ve ekvân ve a'yân-ı hârice dâirelerinin mııhîti
olarak yaratmıştır.
Ashab-ı hakikâtin indinde "manzar-ı a'lâ,” "meclâ-i bâlâ" ta'bîr olunan
budur.
Tûr, kitâb-ı mestûr, bahr-ı mescûr, rakk-i menşûır, şe’n-i âlî olan sakf-ı
merfu' kalbtedir.
Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerîm'inde kalbin nûrunu temsil için “Nûr" âye­
tinde “zeyt” ile "misbâh" ile “mişkât" ile;
"İnci gibi piir-lem'an olan kevkeb" ile "ziicâce" ile temsil etmiştir.
Kalb, hem mukallib hem mukallebtir. Rif'at ve adem-i rif'at ve ulviyet ve
zıddı kendisinde mevcûttur.
Zulmet ondandır. Nûr da ondandır. Kalb nûruyla kâinâtı tenvir etmektedir.

8. İsrafil, Hz. M uham m ed'in kalbidir.

287
Hz. Peygamber (sav), kalbinde olan makâm-ı rabbâniyeye nâil olmak için
ondan ona, yâ'nî kalbten kalbine gelmiştir.
Kalb taatle, melek; ulviyetiyle, rab; kabâihiyle şeytanın hakikatidir.
"Kalb" ta'bîri bir remizdir. Nâsın hepsi bu remiz ve işârette mütehayyır-
dır. O hayret içinde ba'zısı kazanır, ba'zısı ziyân eder.
Esrârın hazînesi, bir zerreden ibârettir. Temsîl edilmek lâzım gelirse, o
zerre bir bahr-ı muazzamdır.
Kalb bir beyttir. Bunun kapısı dardır, kilidi büyüktür. Ve kapısının iki ka­
nadı vardır.
Kanadın biri seni a'lâ-i iliyyîne îsâl eder. İkinci kanad da cahîme yaklaş­
tırır.
Kapının kilidini söker ve ktrmaksızın açmağa muvaffak olursan, seni teb­
rik ederim.
Kemâlâta ve bütün ümniyelere nâil ve sahâ-i rahmana nâzil oldun.
Şâyet kilidi kırarsan, önüne bir hımâ, yâ'nî koru âşikâr olur. O koruda
mekânet-i sultân ikâmet etmektedir.
İşte kalbin misâli, bu izâhımızdadır. Bu sırrı öğren ve bil. İşte bu sırrı sa­
na izmâr şeklinde izhâr ediybrum.
Yukarıda "beyt" dediğimiz kalbin sırrıdır. "Kapı" âedğim iz Allah ismi­
dir. Onun vasfı, vasf-ı subhânîdir.
"Kilit" dediğimiz, mukaddes olan zât-ı İlâhîdir. "Onu sökmek" dediği­
miz, imân ile Hakk'ı bilmektir.
"Kapıyı açmak", iktisâb ettiği hakâiki göz bebeğiyle açıktan görerek ay-
ne'l-yâkin müşahede etmektir.
“Esbaba vâsıl olm ak” demek, öyle bir mekâsible tahakkuktur ki, o mekâsi-
be ins ve cin baş eğmiştir.
Sonra "ulviyetle tebrik ederim ”, dediğim insandaki sahâ-i rahmânîde ul­
viyete nâiliyetinden dolayıdır.
Hazîne ta'bîr olunan nükte-i deyyânı elde ettikten sonra, bu ilmi hakîkat-
ı idrâkiyye süreliyle bilmektedir.
Bu ilmin kadr-i celîline hürmeti hakkıyla îfâ edemezsen, o zaman azîz, zil-
let-i azîm e ile zelîl olarak sükût eder.

288
Hakâikin şeâirini ta'zîm etmeyen kimse, kâinatta hiç bir zaman telvînden
kurtulamaz.
Koruya esrâr ile vusûl, zât-ı Hakk'a vusûldur. Fakat bu vusûlde güzellik
ve güzel yapmak taakkulâtı, yâ'nî esmâ ve sıfâtın araya girmesi şeklinde te­
fekkür ât yoktur.
Usûl-i meşruhâ veçhile nâil-i m ünîf olan kimseye meşhûr "Ban" ağacın­
dan esen rüzgarın getirdiği güzel kokuları alm ak pek çabuk me'mûldür.
Bu izahatıma dikkat et. O kapının iki kanadından birisi rızâdır; rızâ-ı ilâ-
hiyyeye mûsil olur.
Öbür kanadı gazâb-ı şedîddir. Gazâbın vüs'atı, tuğyânın geniş olan mey­
danıdır.
Rızâ ile hareket edenin alâmeti, rabbine itaattir. Gazâb ile hareket edenin
alâmeti, isyana inhimaktir.
Tebriğe layık olanın alâmeti, istediğini yapabilmektir.
M eksûrun, yâ'nî bu bâbta maksada adem-i vusûl ile himmeti münkesir
olanın alâmeti, irfânda noksanıdır.
İşte kalb hakkında sana yazmış olduğunybu izâhât, kalb, zîfâfhânesinde
kurulan menissa-i irfâna oturtulmuş bir hüsnâ gelin demek olan, vâridât-ı
kalbiyyedir.
Bunu sana ihdâ ettim. M ahbûbe-i hüsnâya onun gözüyle bakarsan, bu
bâbda ne kadar maânî-i hafiyye varsa, hepsi senin indinde âşikâr olur."
Cenâb-ı Hak, seni tevfîkât-ı ilâhiyyesine mazhar etsin. Izâhât-ı âtiy-
yeyi iyice öğren. İnsandaki kalb, nûr-ı ezelî, sırr-ı ezelî, yâ'nî sırr-ı rab-
bânîden ibârettir. Cenâb-ı Hak bu sırrı, ayn-ı ekvâna (bütün kâinâta)
inzâl buyurmuştur. Ve bu inzâl, Cenâb-ı Hakk'm o sır ile insana naza­
rı içindir. Kur'an'da kalbe, rûh-ı Adem'e nefh olunan rûhullâh ile
ta'bîr olunmuştur. Bunun içindir ki, Kur'an'da <_,»j j ^ *** cJ J ûj "Ona
kendi rûhumdan üfledim" buyurulmuştur. Bu nûra "kalb" tesmiye
edilmesinde m aânî-i müteaddide ve esbâb-ı adîde vardır.
1-Kalb, mahlûkâtın hülâsası, eâlî ve esâfili dâhil olmak üzere kâf-
fe-i m evcûdâtın zübdesidir. Bunun için kalbe "kalb" adı verilmiştir.
Çünkü bir şeyin kalbi demek, o şeyin hülâsası ve zübdesi demektir.
2-Kalb, serîu't-takalluptur. Çünkü kalb, bir noktadan ibârettir ki,
esmâ ve sıfât dâiresi o nokta üzerinde deverân eder. Müvâcehe şartıy­

289
la o nokta bir isme yâhut bir sıfata mukabil olursa, o ismin, o sıfatm
hükmü o noktada muntâbi' olur. "M üvâcehe şartıyle" ta'bîrim iz, bir
nev'i takyîd içindir. Çünkü kalb, kendi nefsinde kâffe-i esmâullâha ve
sıfâtullâha bizzât mukâbildir.
Bu mukâbele-i teveccühde, ikinci bir şey daha vardır, o da kalbin
müteveccih olduğu şeyin eserini kabûle müstâid olmasıdır. Bu sûret­
le o şey kalbte muntâbi' olup, o ismin hükmü kalb üzerinde câri olur.
Esmânm kâffesinin, kalb üzerinde hükmü câri ise de, ber-vech-i meş-
rûh teveccüh-i mahsûs olduğu zaman, ism-i hâkimin saltanatı altında
diğer esmânm hükmü müstetirdir. Yâ'nî ism-i mahsûs teveccühü za­
manında zaman, o ismin zamanıdır. Kalbte, iktizâsma göre tasarruf
eder.
Bu izâhı bildikten sonra şunu da bil ki, kalbin dâi'mâ yüzü, fuâdda
olan nûra müteveccihtir. "Mütevecceh ileyh" olan o nûra "H em " tes­
miye olunur. O "hem ", kalbin mahall-i nazarı, veche-i teveccühüdür.
Kalb, bir isme veya sıfata hemmin muhazâtı cihetinden muhâzî olur­
sa, onun hükmü kalbte muntâbi' olup, sonra o isim zâil olarak onu
ism-i âhar ta'kîb eder. Ta'kîb eden ism-i âhar, ism-i evvelin cinsinden
olmak, yâhut cinsinin gayriflden olmak müsâvîdir. Bu def'a ta'kîb
eden ikinci isim ile, ism-i evvelin cereyâni veçhile kalbte cereyân eder,
işte bu sûretle ale'd-devam isimler kalbe teâkub eder. Ammâ kalbin
kafâsı, yâ'nî maverâsı cihetinden olursa bunda intibâ' yoktur.
Şunu da bil ki, kalb için medâr-ı tensîs olacak veçhile kafâ yoktur.
Belki kalbin her tarafı yüzdür. Şu kadar var ki, "hem " m evziine vech;
"ferağ" m evziine kafâ tesmiye olunur. Atîdeki dâire, zikrettiğimiz
keyfiyeti irâe eder. Bunu anla!

D â i r e t ü ' l - E s m â ve V e s ' s ı f â t :
Şunu da bü ki, "hem m " diye izâh ettiğimiz şeyin kalbe nisbetle ci-
het-i m ahsûsası yoktur. Belki o "hem m " ba'zan yukarı doğru, ba'zan
aşağı doğru, ba'zan sağa doğru, ba'zan sola doğru olabilir. Bu hâl,
kalb sâhibinin derecesine göredir. Çünkü nâsdan öyle kimseler vardır
ki, hemmi ebediyen m a-fevk'e doğrudur; ârif-i billâhlar gibi. Nasdan
ba'zıları da vardır ki, hemmi ebediyen aşağı doğrudur; ba'zı ehl-i

290
dünya gibi. Yine nâsdan ba'zıları vardır ki, hemmi ebediyen sağa
doğrudur; âbidler gibi. Nâsdan ba'zıları vardır ki, hem m i ebediyen
sola doğrudur. "Sol dediğimiz" nefis mevziidir. Çünkü nefsin mahâl-
li, dıll-ı eyserdir. Ekseri serserilerin hemmi, nefsinden başka bir şeye
değildir.
M uhakkikine gelince; bunlar için 'hem ' olmadığı gibi, kalblerinde
kafâ denilen mevzi de yoktur. Çünkü muhakkikler, bütün mevcûdi-
yetiyle kâffe-i esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyeye mukâbildirler. Onlarm katın­
da bir isme ihtisâs ile diğer bir isim den gaflet yoktur. Çünkü muhak­
kikler zâtîyyûndur; bunlar, dâima esmâ ve sıfât ile olmayıp, belki biz-
zât Hak ile berâberdirler. Bunu anla!
3-Kalbe "kalb" tesmiyesini îcâb ettiren esbâbtan birisi de, esmâ ve sı-
fât kalbe nisbetle kalıplar gibidir. Kalb teveccühünü o kalıplara boşaltır
ve nûr o kavâlibe dökülür. İşte bu tefrîğ için kalbe, "kalb" tesmiye
oluhmuştur. Bu ma'nâca olan kalb, Ui yJUJI Laill c J i Arapların, kelâ­
mından me'hûzdur. "Gümüşü kalıba döktüm" demektir. Yine bu
ma'nâca olan kalb masdarı, ism-i m ef'ûl yerinde isti'mâl kabîlindendir.
4-Kalb, hâdisâtm maklûbudur, yâ'nî aksidir. Yâ'nî m evcûdat-ı hâ­
ricim e hâdis olduğu halde, kalb bunun aksine olarak nûr-ı kadîm-i
üâhîdir.
5-Kalb, mahall-i neş'eti olan m asdar-ı asliyye-i ilâhiyyeye münka-
lib olur. Bunun için "kalb" tesmiye olunmuştur. Kur'an-ı Kerîm 'de,
yli d jlS" j/ J J dUli jl (Kaf 37) âyet-i kerîmesinde bu m a'nâ melhûz-
dur. Burada kalb, Hakk'a inkılab demektir. Hakk'a inkılab ise, "udve-
i dünyâ"dan, yâ'nî zevâhirden ibâret olan alçak tepeden, "hakâik ve
bevâtin-i um ûr" demek olan "udve-i kusvâ"ya, yâ'nî yüksek tepeye
vech-i himmeti sarftan ibârettir.
6-Kalb, halk idi, Hakk'a münkalib oldu. Bunun için "kalb" tesmiye
edilmiştir. Y â'nî "m eşhed-i halka mensûb olduğu halde, meşhed-i
hakkîye inkılab etti" demektir. Yoksa halk, hiç bir zaman Hak olmaz.
Çünkü, "H ak Haktır, halk da halktır." Hakâik de ise, tebeddül yoktur.
Şu kadar var ki, her şeyin aslına rucuû', emr-i zarûrîdir. Bunun için
Kur'an'da buyurulmuştur. "H akk'a ircâ' olunursunuz" de­
mektir.

291
7-Kalb, istediği um ûru taklîb eder. O nun için "k alb " tesmiye
olunm uştur. Zîrâ kalb, A llah'ın halk ettiği fıtrat-ı asliyye üzerine ol­
dukça, kalb için istediği veçhile um ûr takallub eder ve kalb vücûd-
da istediği gibi tasarruf eder. C enâb-ı H akk'm halk ettiği fıtrat-ı as­
liyye, esma ve sıfât-ı ilâhiyye dem ektir. Buna işâret için K u r'an'd a
fjjü jLJVI Lül> jj ) (Tin 4) buyurulm uştur. "İnsanı, en m ükem ­
m el bir nazm -ı kavım , şekl-i ahsen-i m üstakim üzerine yarattık" de­
m ektir. Lâkin insan tabiatla berâber âdet hükm üne ve şehevâtmdan
nasîb almağa tenezzül ettiği için, tenezzüli hâli, hükm -i beşerde gâlib
olmuştur. Çünkü beşer, sevb-i ebyâz gibidir. Üzerine ne vâki' olursa,
o şeyin rengi kendisinde m untâbi' olur. M eselâ etfâlm evvelâ taakkul
ettiği şey, ehl-i dünyâdan gördüğü ahvâl-ı zâhiredir. Ehl-i dünyânm
ahvâl-i şettâsı, (müteferrik ahvâli) ve âdetlere ve tabîatlere doğru in-
himâk ve inhitâtı, etfâlin tabiatında m untâbi' olur. Binâenaleyh, etfâl,
ehl-i dünyanm nazîn olan ahvâl ile sûret peydâ eder.
İşte âdil* J A J U:ij (Tin 5) "Biz, insanı esfel-i safilîne reddettik."
ma'nâsm da olan âyet de, bu izâh-ı m ezkûre işârettir. Halktan sonra
tabîat-ı kesâife düşen kim seler ehl-i saâdet-i ilâhiyyeden olup da,
kendisini m ekânet-i zulfâ, m erâtib-i ulyâya îsâl eden um ûr-ı m a'ne-
viyyeden uzaklaştığını taakkul ederse tezkiyeye, y â'n î teressübât-ı
beşeriyyeden hâsıl olan kir ve paslardan tahâret kesbetm eğe nâil
olur. Bu nev'iden olan kimseler, rûbasına dökülen boyayı yıkayıp da
temizleyen kimse gibidir.
Bu bâbtaki tezkiye, tabiatın kalb-i İnsanîde yerleşmiş olduğu ahvâ­
linin derecesine tâbi'dir. Beşeriyetiyle umûr-ı âdiye ahkâmı kendisine
iyice yerleşmemiş ise, pek az himm etle tezkiyeye, yâ'nî tahârete nâil
olur. Bu kabîlden olanlar, rubâsmdaki nakşin levni sâbit olmadığın­
dan dolayı, su ile yıkamak sûretiyle rubâsı hâlet-i aslîsine avdet eden
kimse gibidir. Yok eğer tabiat ve umûr-ı âdiye ahkâmı nefsinde iyice
karar kılmış ise, o kimse de rubâsmda m üstakar olan boyanm tathîrin-
de ateş ile ve o kiri izâle edecek şâir m uâlecât ile uğraşmağa mecbûr
olan kimse gibidir.
Bunun ma'nâsı, sülûk-i şedîde, kuvvetli mücâhedeye, nefsine kuv­
vetli muhâlefete ihtiyaç var demektir. Tarîkatte sülûku kuvetli, nefsi­
ne muhâlefeti devamh olursa, tezkiyesi ve safâ-i kalbi o nisbette oldu­

292
ğu gibi; azm -i sâlikâsında zaaf olursa, tezkiyesinin de o nisbette zayıf
olacağı der-kârdır, demektir. Bu sûretle tezkiyeye nâil olanları, Ce-
nâb-ı Hak K ur'an'da oU-LJI I j J J I ^1 (Tin 6) âyet-i kerîmesiyle
istisnâ etmiştir. "İm ân edenler ve a'm âl-i sâlihaya sa'y ve gayret eden­
ler, âyetteki hükm-i sâbikten m üstesnâdırlar" demektir. Burada imân
edenlerle murâd, Cenâb-ı H akk'm enbiyâsı üzerine inzâl buyurduğu
kütüb-i m ukaddesdeki tenbîhât veçhile kendilerine esrâr-ı üâhiyye
tevdi' edilmiş kim seler demektir. Cenâb-ı Hak buyuruyorlar ki; "Bize
ve enbiyâmıza imânm hakikati budur." Yâ'nî bu nev'i kimseler, nük-
te-i tevhîd üzerine yaratüdıklarmdan dolayı imân edenler demektir.
Bu sûretle m ü'm in olanlar, huzûr-ı üâhîye nâü olmak için sâlih olan
ef'ali işlemekte ber-devâm olurlar.
O nev'i ef'al, ya a'm al-i kalbiyye veya ef'al-i kâlibiyyedir. A 'm âl-i
kalbiyye, hüsn-i sûretle i'tikâd, murakâbeye müdâvemet ve emsâüdir.
Ef'al-i kâlibiyye, ferâizi îfâ, tarîk-i Hakk'a sülük ve nefse muhâlefete
devam demektir. İşte -0y£ jj. j j^JLi oU-LJI \jLtj (Tin 6) âyetinin m a'nâsı
budur. "A m el-i sâlih işledikleri için kendüerine gayr-ı maktu' ecir ve
mükâfât vardır." Yâ'nî bu nev'i kimseler, kendilerinin istihkâkı olan
şeye nâü oldular demektir. Bunlarm nail oldukları mevhûb değüdir
ki, maktu' olsun. Belki bu nev'i kimseler, Cenâb-ı Hakk'm asl-ı fıtrat­
larında o kimseler için halk etmiş olduğu hakâik muktezâsma göre
muzaffer oldular demektir.
Hülâsa; bu nev'iden olan kimseler, her neye nâil olurlarsa Cenâb-ı
H akk'ın onlar için yaratmış olduğu istihkâkın icâbıdır. Vâkıaa, nâüi-
yetlerinin kâffesi, hazâin-i cûd-i İlâhî ise de, teceüiyât-ı zâtiyyeye
"m evhibe" tesmiye olunmaz. Belki, teceüiyât-ı zâtiyye umûr-i istihkâ-
kıyye-i İlâhîdir. İşte bu m a'nâya şeyhimiz Abdülkâdir Geylânî hazret­
leri, âtîdeki beyitle işâret etmiştir.

Türkçesi:

"Ma'neviyâtın ulvî meydanlarında terakkî ede ede bir mertebeye vardım


ki;
O mertebe, hibe kabilinden olmayıp, tecelliyât-ı zâtiyyeden ve umûr-ı is-
tihkâkiyye-i ilâhiyyedendir"

293
8-Kalb, hakâik-i vücûdiyyeye nisbetle yüze karşı olan ayna gibidir.
Kalb, vücûdun aksidir. Yâ'nî âlem her nefeste serîü't-tağayyur oldu­
ğu için, bunun aksi kalbde de muntâbi' olarak, o da serîü't-tağayyur-
dur. Bu intibâ'ya, "aks" ve "kalb" tesmiye olunması şundan dolayıdır
ki, ayna bir şeye mukâbil gelince, kendisinde o şeyin aynı değil belki
aksi muntâbi' olur. Meselâ, yazı sağdan sola yazılmış ise, aynadaki
aksi soldan sağa olur. Hatta ayna bir sûrete mukâbil gelince, o sûretin
sağı aynanm şimâline mukâbildir. Bu ebediyen ihtilâf etmeyen bir
mes'eledir. İşte kalbe, "kalb" tesmiyesi bundan dolayıdır.
Fakat benim indimde âlem, kalbin aynasıdır. Asıl ve sûret kalbden
ibâret olup, fer' ve m ir'ât âlemdir. Bu izâha göre de kalbe "kalb" tes­
miyesi sahihtir. Çünkü sûret ile m ir'âttan her birisi, öbürünün kalbi,
yâ'nî aksidir. Bunu anla!
Kalbin asıl, âlem in fer' olm asındaki bizim delilim iz şudur ki, hâ-
dis-i kudsîde buyurulmuştur.
"Bana yerlerim göklerim vâsi olamaz. Belki bana vâsi olan, m ii'm in
olan kulum un kalbidir." Eğer âlem asıl olsaydı, vüs'ate kalbten ziyâ­
de âlem in evlâ olm ası lâzım gelirdi. Bundan m alum dur ki, kalb asıl,
âlem fer'dir. •
Şunu da bil ki, vüs'at-i m a'neviyye-i kalbiye üç nev' üzerinedir.
Bunların hepsi kalbde câridir.
Nev-i evvel, vüs'at-i ilmiyyedir. Vüs'at-i ilmiyye, A llah'ı bilmek
demektir. Cenâb-ı Hakk'm âsârmı ve müstehak olduğu kemâlatını, la­
yık olduğu veçhile kalbten başka vücûdda taakkul eden yoktur. Çün­
kü kalbten başka ne varsa, kendilerinde m a'rifet hâsıl olsa da rableri-
ni bir vecihden bilebilirler. Cenâb-ı H akk'ı min-külli'l-vücûh, kalbten
başka bilen bir şey yoktur. İşte bu zikrolunan, bir vüs'at-ı kalbiyyedir.
Nev-i sânî, vüs'at-ı müşâhededen ibârettir. Bu da, keşf-i İlâhî ile
kalbin mahâsin-i cemâlullâha karşı ittilâı demek olup, kalb bu sayede,
müşâhede sûretiyle esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyenin lezzetini zevk eder.
Hülâsa: Allah için olan fuyûzâtı, kalbten başka mahlûkâttan hiç bir
şey zevk edemez. Meselâ kalb, Cenâb-ı Hakk'm mevcûdata karşı olan
ilm ini taakkul eder de, bu ilm -i İlâhî sıfâtınm felekinde seyrederse, o
sıfâtm lezzetini tezevvük ve bu sıfâtın mekânet ve azâmetini bilmiş

294
olur. Kudret-i ilâhiyye hakkında m es'ele aynen böyledir. Bu ilim ve
kudret sıfatlarından maâda cem i'-i evsâf ve esmâ-i ilâhiyyede de
m es'ele böyledir. Bunlardaki fuyûzâtı da zevk etmek için kalbte
vüs'at mevcûttur. Ve kalbin bu bâbtaki zevki, bâlâdaki m a'rifeti, kud­
reti zevk etmiş gibi olup, evsâf ve esmâ-i ilâhiyye eflâkmda seyrinin
neticesidir.
İşte bu zikrettiğimiz de, kalb için viis'at-i saniye olup, ârif-i billâh
olanlara mahsûstur.
Vüs'at-i mâneviyye-i kalbiyyenin üçüncü nev'i, viis'at-i hilâfettir.
Vüs'at-ı hilâfet, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyye ile tahakkuk sûretiyle olur. Sâ-
lik, bu tahakkuk da zâtını, zât-ı İlâhî olarak rü'yet eder. Binâenaleyh
Hakk'm hüviyeti, abdin hüviyetinin ayn'ı; H akk'm enniyeti, abdin en-
niyetinin ayn'ı; H akk'm ismi, abdin isminin ayn'ı; sıfâtı, sıfâtmm; zâ­
tı, zâtının ayn'ı olur. Bu feyze mazhar olan kimsenin vücûdda tasar­
rufu, müstahlefin mülkünde halîfenin, yâ'nî onun makâmma kâim
olanm tasarrufu gibidir. İşte muhakkikinden olan vüs'at, bundan ibâ­
rettir.
Tahakkuk-ı mezkûrün keyfiyetinde v e buna mazhar olan âriflerin
merâtibindeki isimlerinin mahallerine âit bir takım nüktecikler var ise
de, biz onları izâhtan feragat ettik ve sırr-ı rubûbiyetin ifşâsma sebeb
olmasın diye, bu kadar tebyîn üe iktîfâya mecbûr olduk. Bu nev-i sâ-
listen ibâret olan vüs'at-i hilâfete, ba'zen "vüs'at-i istîfâ" dahî tesmiye
olunur.
Cenâb-ı Hak, bizi ve seni tevfîkâtma mazhar etsin. Izah-ı âtimizi
güzelce öğren! Cenâb-ı H akk'ı ihâta ve istîfâ sûretiyle idrâk etmek, ne
kadîm için ne de hâdis için m ümkün değildir. Kadîme gelince; çünkü
Cenâb-ı Hakk'm zâtı, sıfâtlarmdan bir sıfâtmm altına girmez. Meselâ
ilim, Cenâb-ı Hakk'm zâtını ihâta edemez. Yoksa, küllün cüz'de vücû­
dunun bulunması lâzım gelir. Halbuki Cenâb-ı Hak, külliyet ve
cüz'iyetten müteâlîdir. Binâenaleyh ilim, zâtını m in-külli'l-vücüh, is­
tîfâ edemez. Belki Cenâb-ı H akk'm kendini bilm em esi mümkün değil­
dir. "Cenâb-ı Hak, zâtını hak m a'rifetiyle bilir." deriz. İşte, bu ta'bîr
söylenebilir. Fakat "Cenâb-ı H akk'm zâtı, sıfât-ı ilmiyyenin ihâtası al­
tına dâhil olur" denemez. Kezâlik, "Sıfât-ı H akk'm zâtı, kudret sıfâtı-
nın altına dâhil olur" da denemez. Cenâb-ı Hak bundan da müteâlî-

295
dir. M es'ele ber-vech-i izâh, kadîm de böyle olunca, mahlûkâtta da
böyle olması evleviyetle sâbittir. Y â'n î mahlûkun ihâtası altma girme­
yeceği de muhakkaktır.
Şu kadar var ki, bizim "v ü s'at-i istîfâiyye" ta'bîr ettiğim iz vüs'at-
i kem âliyye, H ak'tan m ahlûka ihsân olunan kem âli istîfâ sûretiyle-
dir. Yoksa H akk'a m ahsûs olan kem âlatı istîfâ, dem ek değildir.
Çünkü H ak için olan kem âlatm nihâyeti yoktur. İşte hadîs-i şerifte­
ki j- t yJi j ta'bîrinin m a'n â-i hakîkisi, bizim bu izâhım ız-
dan ibârettir.
Cenâb-ı Hak, âlemin kâffesini Hz. M uham m ed'in nûrundan yarat­
tığı için, İsrafil'in halk olunduğu yer, Hz. M uham med'in kalbi olmuş­
tur. Melâikenin kâffesinin ve m eleklerden başkalarnın her birinin ne­
reden halk edildiğine dâir olan bâhiste bunun beyânı gelecektir.
İşte ber-vech-i meşrûh, îsrafü nûr-ı kalb-i Muham medi'den mah­
lûk olduğu için âlem-i melekûtta vüs'at ve kudreti der-kârdır. Zât-ı İs­
rafil'de Cenâb-ı Hakk'm yarattığı kuvve-i ilâhiyyeden dolayı İsrâfil,
nefhâ-i vâhide ile âlemi imâteye, nefhâ-i vâhide ile âlem i ihyâya kâ-
dirdir. Çünkü İsrafil'in m akâmı kalbdir. Kalb ise, kendisinde kuvve-i
zâtiyye-i İlâhî bulunduğu işin, zâtullâh için de vüs'atı vardır.9
Hülâsa: İsrâfil aleyhisselâm H akk'a nisbetle melâikenin en kavîsi
ve en karîbi demektir. Melâike ile, unsûrî olan m elekleri kast ediyo­
rum. Bunu anla! Allah/ her şeyin hakikatini âlimdir.

9. Bu m a'nâca zâtullah, zâtullahı m uhittir, iştirâk yoktur. Y a'nî, bir şeyin diğer bir şe­
yi ihâta kabilinden olm ayıp, belki, şey-i vahidin kendisini ihâtası dem ektir. Binâ­
enaleyh, m uhît, m uhât şey-i vahiddir.
Elliüçüncü Bâb

Akl-ı Evvel Hakkındadır

kl-ı evvel, Cibril'in makâmı, asl-ı bünyâdı demek olup nisbe-

A ti, yine kalb-i M uham medîye âittir.

Cenâb-ı Hak, bizi ve sizi tevfîkâtma mazhar ve seni kendi zâtına


delâlet ve bu delâletle tahakkuka hidâyet eylesin. İzâh-ı âtiyi öğren!
Akl-ı evvel, vücûdda ilm-i İlâhînin teşekkül mahâllidir. "Kâlem -i
a'lâ" ta'bîr olunan budur. İlm-i ilâhî, akl-ı evvelden levh-i mahfûza
nâzil olduğu için, akl-ı evvel, levh-i mahfûzun icmâli, levh-i mahfûz
onun tafsilidir. Belki akl-ı evvel, ilm -i icmâl-i İlâhînin tafsîli olup,
levh-i mahfûz o ilmin m ahall-i taayyünü, m ahâll-i tenezzülüdür.
Şurası da bir hakikâttir ki, levh-i m ahfûzun ihâta edemediği esrâr-
ı ilâhiyye akl-ı evvelde mevcûddur. Akl-ı evvelin ihâta edemediği es-
râr-ı ilâhiyye de, ilm-i İlâhide mevcûddur. Binâenaleyh, ilm -i ilâhî
ümm ü'l-kitaptır. Akl-ı evvel, im âm -ı mübîn; levh-i mahfûz, kitâb-ı
mübîndir. Şu halde levh-i mahfûz kalem-i a'lâ ta'bîr olunan akl-ı ev­
vele tâbi'dir. Akl-ı evvel ta'bîr olunan kâlem, levh-i mahfûz üzerine
hâkim olup "N ûn" ta'bîr olunan ilm -i ilâhî devâtında (okka demektir)
mücm el olan kaziyyeleri tafsîl eder.
Akl-ı evvel, akl-ı küllî, akl-ı maaş aralarmdaki farka gelince; akl-ı
evvel, nûr-ı ilm -i İlâhîden ibâret olup, tenezzülât-ı taayyünât-ı halkiy-
yenin evvelinde zâhir olmuştur, istersen, "ilm -i icm âl-ı İlâhînin tafsi­
linin ibtidâsıdır" de! Bunun için Hz. Peygamber Ji*)l üJI jU U Jjl jl bu-

297
yurmuştur. Binâenaleyh, akl-ı evvel, hakâik-i halkiyyenin hakâik-i ilâ-
hiyyeye nisbetle en yakın olanıdır. Akl-ı küllî ise, kıstâs-ı müstakim
(terazi) ve levh-i tafsili tepesinde mîzân-ı adidir.
Hülâsa: Akl-ı küllî, âkileden ibârettir. Yâ'nî "akl-ı evvele mevdu'
olan, suver-i ilmiyyenin kendisiyle zâhir olduğu m iidrike-i nûriyye-
dir" demektir. M es'elenin hakikati budur. Bunu idrâk edemeyen ba'zı
kimseler, "akl-ı küllî her âkile sâhibinden, aklın efrâd-ı cinsiyyesine
şumûlden ibârettir", demişse de, bu ta'rîf bozuktur. Çünkü, akıl için
taaddüt yoktur. Çünkü akü, cevher-i ferdden ibârettir. Onu temsîl et­
mek lâzım gelirse, ervâh-ı insâniyye ve melekiyye için unsûriyet gibi;
ervâh-ı behîm e için de cinsiyet gibidir." diyebiliriz.
Akl-ı maaşa gelince: Akl-ı maaş, kanûn-ı fikrî ile vezn edilmiş olan
nûrdan ibârettir. Akl-ı maaşın idrâki, fikir âletiyledir ve onun idrâki
akl-ı küllî vecihlerinden bir veçhe âittir. Akl-ı maaş için, akl-ı evvele
vusûl yolu yoktur. Çünkü akl-ı evvel, kıyâs ile takyîdden, kıstâs ile
hâsırdan münezzehtir. Belki akl-ı evvel, rûh-ı nefsî m erkezine doğru
olarak vukû' bulan vahy-i kudsînin mahall-i sudûrudur. Akl-ı küllî
de, umûr-ı tafsîliyye için m îzân-ı adiden ibâret olup, bir kanuna mün­
hasır olmaktan münezzehtir. Akl-ı küllinin eşyâyı vezn etmesi, her
türlü m i'yâr üzerine olabilir. Akl-ı maaşın m i'yârı ise tektir. O da fi­
kirden ibârettir. Akl-ı maaşın kefesi de birdir, o da âdetten ibârettir.
Akl-ı maaşın tarafı da birdir. O da m a'lûm dan ibârettir. Akl-ı maaşm
m i'yârı da birdir. O da tabîatten ibârettir.
Fakat akl-i küllî böyle değüdir. Onun kefesi çifttir: Biri hikmet, bi­
ri kudrettir. Tarafı da ikidir: Biri iktizâyat-ı Uâhiyye, İkincisi kuvâ-yi
tâbiiyyedir. Akl-ı küllinin m i'yârı da ikidir: Birisi, irade-i İlâhî; diğeri,
muktezeyât-ı halkiyyedir. Akl-ı küllinin başka müteaddit m i'yârları
da vardır. Hatta m i'yârsız olmak da akl-ı küllî m i'yârlarm dan bir
m i'yârdır. Bunun içindir ki, akl-ı küllî kıstâs-ı müstakimdir; eksik tart­
maz, zulmetmez ve onu bir şey fevt etmez. Akl-ı maaş böyle değüdir.
O eksik yapabüir ve kendisini bir çok şeyler fevt edebilir. Çünkü ke­
fesi vâhid, tarafı da vâhiddir.
Hülâsa, akl-ı maaşın kıyâsı sıhhat üzerine m ebnî değildir. Belki
takdir ve tahmin sûretiyledir. Cenâb-ı Hak Kur'an'da j j ^ l (Za-
riyat 10) buyurmuştur. 'Harrasûn' demek, umûr-ı üâhiyyeyi akülarıy-

298
la vezn edenler demektir. Tahm in ile hareket ederler, çünkü mîzânla-
rı yoktur. Onların vezinleri, tahminlerinden ibârettir. Hırs da, farazi
ve tahminî hareketten ibârettir.
Netice akl-ı evvel, güneş gibidir. Akl-ı külli, güneşin ziyâsı içine
düşen su gibidir. Akl-ı maaş, sudaki şuâ'rn duvar üzerinde vukû'u gi­
bidir. Bu teşbîhât, birer nisbetten ibârettir. Hülâsa: Meselâ suya bakan,
güneşin hey'et-i mahsûsasını sihhatli gördüğü için, nûrunu apaşikâr
olarak ahz eder. O derecede ki, güneşi suda görmesiyle semâda gör­
mesi arasında fark yok gibidir. Şu kadar var ki, doğrudan doğruya
şemse bakan, başını yukarı kaldırır. Su içinde güneşe bakan, başını
aşağı indirir. Kezâlik akl-ı külli de tıpkı böyledir.10 O da ilmini akl-ı ev­
velden alır. Nûr-ı kalbi ile ilm-i ilâhiyyeye baş kaldırır. İlmini akl-ı kül­
liden alan nûr, kalb ile levh-i mahfûza eğilerek bakar. Ekvâna taalluk
eden ulûmu oradan alır. Bu sûretle âhiz, bir hadd-ı İlâhîdir ki, Cenâb-
ı Hak onu levh-i mahfûza vedia kılmıştır. Fakat akl-ı evvel böyle değil­
dir. Çünkü akl-ı evvel, doğrudan doğruya ilmini Hak'tan alır.
Bundan başka akl-ı külli "kitab" dediğimiz levh-i mahfûzdan bir
şey ahz ettiği zaman, aldığı ilmi ya kanûn*ı hikmetle veyâhut kanun
ile veya kanunsuz olarak m i'yâr-i kudretle ahz eder. Akl-ı küllinin bu
ahzı, her ne kadar bir istikra' ise de, intikasdır; yâ'nî aşağıya doğru
eğilmek demektir. Çünkü levâzim -i halkiyye-i külliyedendir; "hata­
dan sâlim dir" denemez. Hatadan selâmet, Cenâb-ı H akk'm zâtı için
ihtiyâr ettiği ilm e müteallik olan şeylerde olur. Cenâb-ı Hak ise, bir şe­
yi vücûda inzâl etmek istediği zaman, onu evvelâ akl-ı evvele inzâl
eder. Cenâb-ı H akk'm zâtma hâsır olan ilimlerde ihtiyâr ettiği düstûr,
o şeyin levh-i mahfûzda bulunm am asıdır.11
Şunu da bil ki, ehl-i şekâvet akl-ı külli ile ba'zen istidrâc gösterir.
Kendi hevâ ve heveslerinde olmak ve başka şekilde zuhûr etmemek

10. İşte izâh-ı serd veçhile, akl-ı küllî, ilm ini levh-i mahfuzdan aldığı ve hatadan sa­
lim ilm in, ulûm-ı zâtiyye-i ilâhiyyeye münhasır olduğu ve ulûm-ı zâtiyyeden olan
ilim , vücûda inzâl olunduğu zam an, yalnız akl-ı evvele inzal olunup, o ilm in levh-
i m ahfuzda bulunam ayacağı cihetle, akl-ı küllinin levh-i mahfuzdan ahzmda ta-
m am iyle hatadan selam et m uhakkak değildir." dem ektir. Mecdı
11. O da ilm ini akl-ı evvelden alır. Nûr-ı kalbı ile ilm -i İlâhîye başını kaldırır, ilmini
H ak'tan alır.

299
üzere bunlar, akl-ı küllî ile nâil-i futûhât olurlar. Bu futûhât sayesinde
tabâyi', eflâk, nûr, ziyâ ve emsâli gibi kevne müteallik olan şeylerde
ekvân perdesi altmda esrâr-ı kudrete muzaffer olurlar ve bu muzaffe-
riyetleri üzerine eşyâya ibâdete zâhib olurlar. Bu keyfiyet, ehl-i şekâ-
vet için Cenâb-ı Hak'tan bir mekr-i İlâhîdir.
Bu bâbtaki hikmet-i ilâhiyye şudur ki, Cenâb-ı Hak ehl-i şekâvetin
ibâdet ettikleri eşyâ-yı m ezkûre libâsında onlara tecellî eder. Onlarm
eşyâ-yı mezkûreyi idrâki, akl-ı küllî ile olup, "âlihe ve kuvâ-yi fâile,
eşyâ-yı m ezkûredir" derler.
Akl-ı küllî ile adem-i idrâk şundan dolayıdır ki, akl-ı küllî kevni te­
câvüz edemez. Binâenaleyh ehl-i şekâvet, akl-ı küllî ile Cenâb-ı H akk'ı
bilemezler. Akim Cenâb-ı H akk'ı bilmesi, ancak nûr-ı im ân vâsıtasıy-
ladır. Akıl, ister akl-ı maaş olsun, ister akl-ı küllî olsun, kendi kıyâsı,
kendi nokta-i nazarmdan H akk'ı bilmelerine ihtimâl yoktur. Maama-
fih, eimme-i sûfiyye akim esbâb-ı m a'rifetten olduğuna zâhib olmuş­
lardır. Fakat bu zehâb, ikâm et-i hüccet için mecâz-ı tevessü' kabîlin-
dendir. Bizim mezhebimiz de budur. Şu kadar var ki, netîce akıldan
müstefâd olan m a'rifet ve delâil ve âsâr ile mukayyed ve bu ikisine
münhâsırdır. İmân ile m a'rifet böyle değildir. Çünkü o, mutlaktır.
M a'rifet-i imâniyye, esmâ ve sıfâta mütealliktir. M a'rifet-i akhyye ise,
delaîl ve âsâra mütealliktir. M a'rifet-i akhyye de bir nev'i m a'rifet ise
de, fakat ehlullâhm indinde m atlûb olan m a'rifet kabilinden değildir.
Bundan sonra şunu da bil ki, akl-ı maaşm akl-ı külliye nisbeti, nâ­
zım ı şuâ'ya nisbeti gibidir. Şuâ, yalnız bir cihetten olup o şuâ'ya na­
zar eden, şuâ'yı tevlîd eden şemsin hey'eti ve sûretini göremez. Gü­
neşin suda teşekkül eden nûrunu ve o nûrun tûlu'nu ve arzmı da bi­
lemez. Belki farz ve tahm înî ve takdîrî olarak hükme kalkışır. Ba'zan
de kendi zu'munca delîl bularak, nûr-ı mezkûrün tûlu'na ba'zen de
yine kendi zu'm unca delîl bularak, o nûrun arazma kâil olur. Netîce,
hakîkât-i emre nisbetle hüküm doğru değildir.
Akl-ı maaş da tıpkı böyledir. Çünkü, onun ziyâsı da bir cihettendir.
O cihet, akl-ı maaşın nokta-i nazarı ve fikirdeki kıyâsı ve delilidir. Ci-
het-i vâhideden ziyâ veren akl-ı maaş, m a'rifetullâha kıyâm edecek
olursa, hata edeceği şüphesizdir. Bu izâha m ebnîdir ki, biz ne zaman
"A llah, akıl ile idrâk edilm ez" dersek, bu sözle murâdımız akl-ı maaş-

300
tır. Ne zaman da "A llah, akıl ile bilinir" dersek, bununla murâdımız
akl-ı evveldir, işte bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerîmde
oy»1— |*a (Zariyat 10) buyurmuştur. "Batıla inhimak
içinde sehv ve gaflet eden harraslar, yâ'nî tahm înî hareket denler,
m aktûl olsunlar" demektir. Bunlarm m aktûl olmalarınm arzu edilme­
si, tahminlerinin kat'iyetine kâil olduklarından ve hükümlerini bu
tahmine binâ eylediklerinden dolayıdır. Onun için helâka uğramışlar­
dır. Çünkü kendileri, kendilerini helâk eden şeye kat'iyetle hükm et­
mişler ve kendi nûrlarm ı kendileri söndürmüşlerdir. Onun için mak-
tûllerdir. Şu halde nefislerinin kâtilleri kendileridir. Çünkü nefisleri­
nin rabbi olmadığını tahmin etmişler ve öldükten sonra nefisleri için
hayât olmadığına dâir hükm -i kat'iyi vermişler ve kendilerini saâdete
doğru sevk eden m uhbir-i sâdık'a karşı inad etmişler ve ona imân et­
memişlerdir. Bunun için kendilerini ihlâk ve kendilerini kati etmişler­
dir. Binâenaleyh nefislerini kati eden, yine nefisleridir ve kendilerini
öldüren kendilerindeki keyfiyet-i tahminiyyedir. Bunu anla!
Bundan sonra şunu da bil ki, akl-ı evvel, kalem-i a'lâ nûr-ı vâhid-
dir. O nûra da, abde nisbetle "akl-ı evvel", H akk'a nisbetle "kalem -i
a'lâ" tesmiye olunur. Hz. M uhammed, (s.a.v.)' e mensûb olan akl-ı ev­
velden Cenâb-ı Hak, ezelde C ibril'i yaratmıştır. Binâenaleyh Hz. Mu­
hammed, Cibril'in babası ve bütün âlemin asl'ıdır. Eğer bilm ek is-
ti'dâdında olanlardan isen, bu sözümü bil! Bunu taakkul edebilene,
cânım fedâ olsun. Bunu anlayabilene, nefsim fedâ olsun!
İzâh-ı mezkûrden dolayıdır ki, Cebrâil m i'râcta tevakkufa mecbûr
olmuş, Hz. M uhammed tek başma ileri gitmiştir. Akl-ı evvele "Rûh-ı
em în" de tesmiye olunur. Çünkü ilmullâhm hazînesi ve ilmullâhm
eminidir. Cibril'e "akl-ı evvel" tesmiye olunması, fer'e asl'm ismiyle
tesmiye kabîlindendir.

301
Ellidördüncü Bâb

Vehim Hakkındadır

Vehim, Hz. M uham med'den mahlûk olan A zrâirin aslı ve bünyâ-


dıdır.

Nazmın Türkçesi:

"Vehim, felekü'l-Atlas'ın fevkinde olan melekût üzerindeki nûrdan ibâ­


rettir.
Afâk'a değil, enfüse nisbgtle o nûra "vehim" ta'bîr olunmuştur.
Bu nûr, rahmanın alâmetidir. Fakat sûret-i ma'neviyye i'tibâriyle bu sû­
rette rahmân, en zarîf cemâl ile tecellî etmiştir.
Bu nûr, rahmânın kahrı, rahmânın ilmi, rahmânın hükmü, rahmanın zâ­
tıdır.
O nûr, her reis olan şeydir. O nûr rahmânın fiili, vasfı ve ismidir.
En nefîs olan her güzelliğin meclâsı, o nârdandır.
Yine o nûr kudret ve kahr hâlinin noktasıdır.
Hilkatinde himmeti kâsır olmayanlar için bu, bir nev'i "kudret" olmak
üzere ta'bîr olunmuştur.
Bu noktanın kudreti, ma'nevî kışrı olan kısımdan ibârettir.
O kışr-ı ma’nevî, mahbûbe-i rânâ, havrâ-i zibâ üzerine atlas gibi nefis bir
perdedir.
Bunu ihtiyâr et, hayrette kalma. Bu, dehşet değildir.
Şu kadar var ki, karanlık gecenin zulmeti gibidir."

302
Cenâb-ı Hak, Hz. M uham m ed'in vehmini "kâm il" isminin nûrun-
dan halk etti. Azrâil'i de Hz. M uham m ed'in nûr-ı vehm inden12 halk
etti. Cenâb-ı Hak, Hz. M uham m ed'in vehmini kâmil isminin nûrun-
dan yaratınca, bu nûru âlem-i viicûdda "kahr" libâsıyla izhâr etti. Bi­
nâenaleyh insanda en kavi olan şey, kuvve-i vehmiyedir. Kuvve-i
vehmi, akla, fikre, musavvireye, müdrikeye galebe eder; insanda her
kavi olan şey, vehme nisbetle makhûrdur. Böyle bir kuvve-i kâhire-
den yaratıldığı için de Azrâil m elâikenin en kuvvetlisidir. Bunun için­
dir ki, Cenâb-ı Hak A dem 'i yaratm ak için yerden bir kabza toprak
alınmasını melâikeye emrettiği zaman Azrâil'den başkası o kabzâ-i
tûrâbiyyeyi almağa kâdir olamadı.
O kabzâ-i tûrâbiyyeyi almak için evvelâ Cibril yere inince yer ona
bu kabzayı almaması için yem inle ricâ etti. Cibril bıraktı gitti. Sonra
M ikâil nâzil oldu, sonra İsrafil nâzil oldu, sonra melaîke-i mukarrebî-
nin kâffesi nâzil oldu. Bunlardan hiç birisi, yerin yem in ile olan ricâ-
sma karşı kabza-i tûrâbiyyeyi almağa kâdir olamadılar. A zrâil nâzil
olduğu zaman da yer, yine yem in ile ricâ etmiş ise de Azrâil, yerin ye­
m inini istidrâca atf ile, "em r-i İlâhîyi dinlemezsen, günah işlersin" di­
yerek, Cenâb-ı H akk'm emrettiği kabzâ-i tûrâbiyyeden aldı. O kabzâ-
i tûrâbiyye, yerin rûhu demektir. İşte o rûh-ı arzdan Cenâb-ı Hak, ce-
sed-i A dem 'i yarattı. Azrâil, Cenâb-ı Hakk'm kendisine vedia kıldığı
ve kahr-ı galebe meclâsmda tecellî ettirdiği kuvâ-ı kemâliyyeden do­
layı ve kabza-i tûrâbiyyeyi ahzda kâbız-ı evvel olduğundan nâşî,
kabz-ı ervâha da onu m e'm ûr etti.
Bundan başka A zrâil tesm iye olunan m elek, rûhlarm ı kabzedece-
ği zevi'l-ervâhm hallerine dâir o kadar ittilâa m âliktir ki, şerh ve taf­
sil m üm kün değildir. H er cins için bir nev' sûretle tasavvur ederek
gelir. Hatta b a'zı eşhâsa sûretsiz olarak basit bir şekilde zuhûr eder.
Rûha yalnız m ukâbelesiyle rûh bedenden çıkm ak ister. Rûh ile ce-
sed arasında sebketm iş olan taaşşuka binâen, cesed de rûhu bırak­
m ak istem ez. Câzibe-i A zrâil ile rûhun cesedde taaşşuku arasında
nizâ hâsıl olur. Bu nizâda câzîbe-i A zrâiliyye galebe ederek, rûh ce-

12. Vehim , bir m a'nâca şeytan dem ektir. Şeytanın insana secde etmemesi demek,
kuvve-i fikriyyenin insana adem -i inkiyâdı dem ektir. Diğer efkarı insana mün-
kaddır.

303
şedden çıkar. Rûhun bu sûretle bedenden hurûcu, pek acîb bir hâ-
lettir.
Şurası da bilinmelidir ki, ashnda rûh cesede duhûl ile ve cesede hu-
lûl ile mekân-ı aslîsinden mufârakât etmez. Rûh m ahâll-i aslîsinde ol­
makla beraber cesede nâzırdır. M evdî-i nazarma hulûl, ervahın âde-
tindendir. Rûhun hangi mahâlle nazarı vâkî' olursa, merkez-i aslîsin­
den mufârakât etmeksizin o mahâlle rûh hulûl eder. Bu bir keyfiyet­
tir ki, akıl bunu muhâl görür ve bu keyfiyet, ancak keşif ile bilinir.
İzâh-ı mezkûr veçhile rûh, cisme nazar-ı ittihâd ile nazar edince ve
bir şeyin kendi hüviyetine hulûlu kabilinden olarak bedene hulûl
edince, vehle-i ûlâda bu hulûl ile sûret-i cismiyyeye âit ahvâli iktisâb
eder. Ve rûh bedene nâzır oldukça, bu iktisâb da dâimdir: Yâ ahlâk-ı
marziyyeyi iktisâb ederek illiyyîne irtîfa' ve suûda nâil olur, veyâhut
ahlâk-ı behimiyye-i hayvâniyye-i arzıyyeyi iktisâb ederek, o ahlâk ile
siccîne sükût eder.
Rûhun illiyyîne suûdu demek, şu sûret-i insaniyyedeki tasavvuru
hâliyle berâber, âlem-i melekûta irtîfâya kudreti demektir. Çünkü sû-
ret, ervâha sikletini ve kendi ahvâlini giydirir. Bunun içindir ki, rûh,
cesedin sûretiyle sûretlenînce cesede âit olan sikleti hasrı, aczi ve bu­
na benzeyen şeyleri kendine mal eder. O zam an rûh, aslındaki hiffet-
ten ve sereyândan ve letâfetten uzaklaşır. Fakat bu mufârakât, mufâ-
rakât-ı infîsâl değil, m ufârakât-ı ittisâldır. Zîrâ, rûh o zamanda sıfât-ı
asliyyesinin kâffesiyle muttasıftır. Şu kadar var ki, umûr-ı fi'liyyeyi is-
bâta kâdir değildir. Binâenaleyh evsâf-ı asliyyesi kendisinde bilkuvve
mevcût olup, bilfiil değildir. Bunun içindir ki, biz mufârakât-ı mezkû-
reye "m ufârakât-ı infisâl değil, m ufârakât-ı ittisâldır" dedik.
Cismin sâhibi ahlâk-ı m elekiyyeyi isti'm âl ederek, safvet peydâ
ederse, rûhu kuvvetlenir. Üstünden siklet-i cismiyyeyi kaldırır. Bu sû­
retle terakkide dâim olursa, cesede gâlebe ederek, cesed kendi nefsin­
de rûh gibi olur. İşte, su üzerinde yürümek, havada uçabilmek, böyle
bir terakkî zamanına mahsûstur. Bunun izâhı, kitabın yukarlarında
sebkat etmişti. Böyle olmayıp da, cismin sâhibi ahlâk-ı beşeriyyeyi,
muktezeyât-ı arziyyeyi isti'm âl ederse rûh üzerinde teressübâtın hük­
mü ve siklet-i arziyyenin izdiyâdı kuvvetlenir. Siccînde mahsûr kalır,
yarın siccînde haşrolunur.

304
Bundan sonra şu da m a'lûm un olsun ki, rûh cesede cesed de rûha
aşık olduğu için, cesedin sihhati m u'tedil oldukça, rûhun cesede na­
zarı dâimdir. Cesedde hastalık vukû7 bulur ve hastalık yüzünden
elem hâsıl olursa rûh, nazarını âlem-i rûhîye doğru kaldırmağa baş­
lar. Çünkü rûhun ferâhı, kendi âlemindedir. Rûh, cesedden mufâra-
kâtı istememekle berâber, âlem-i cesedden kendi âlemine bu sûretle
nazarmı tedricen kaldırması, dar bir yerden genişliğe doğru kaçan
kimsenin hâli gibidir. Dar m ahâlde bulunan kimsenin o zindanda az
çok vüs'at olmakla berâber genişliğe doğru firârı, kendisinde bir hâl-
ı zarûrîdir. Tıpkı rûh da, böyle hasta olan bedenden yavaş yavaş na­
zarım kaldırarak, ecel-i mahtûm, ömr-i m a'lûm nihâyete varmca, Az-
râil denilen m elek ona gelir. A zrâil'in muhtazıra gelmesi, onun Ce-
nâb-ı Hak indindeki hâline münâsib bir sûrette olur.
Muhtazırm indellâh hâlinin güzel olması, m üddet-i hayâtındaki
i'tikâdâtına, ef'aline, ahlâkına ve ahvâl-i sâiresine göredir. Hâlinin çir­
kin olması da, yine ahvâl-i mezkûre-i hayâtiyyenin çirkin olmasına
m übtenî olup, A zrâil'in o sûrette gelmesi, o hâline münâsib bir şekil­
de olur. Meselâ zâlim olan kimseye, hükümet m e'm ûrlarından, inti­
kam almak sıfatıyla kendisine gelen lömse sûretindedir; veyâhut
müstekbire menfûr bir hey'ette olarak, emirin veya reîs-i hükümetin
adamlarmdan birisinin sıfatı üzerine gelir. Ehl-i salâh ve ehl-i takvâya
en sevgili ve güzel bir hey'ette olarak zuhûr eder. Hatta ba'zen Azrâ-
il ehl-i salâhtan olanlara peygamberin sûretiyle sûretlenerek gelir.
Muhtazır olanlar, o sûreti görünce rûhları bedenden çıkar.
Azrâil ile m elaîke-i mukarebînden olanlar için peygamber sûretiy­
le sûretlenmek mübâhtır. Çünkü bunlar, kuvâ-yi rûhâniyyeden yara­
tılmışlardır. Çünkü m elâike-i mezkûrenin kim i Hz. M uham m ed'in
kalbinden, kim isi akhndan, kimisi hayâlinden, kimisi bunlara benze­
yen şeylerden mahlûktur. Bunu anla!
Melâike-i mezkûreye temessül-i mezkûrün mümkün olması, ber-
vech-i meşrûh Hz. M uham m ed'den mahlûk oldukları içindir. Arada­
ki m ünâsebetten dolayı, onun sûretiyle temessül edebilirler. Melâike-
i mezkûrenin sûret-i nebî ile temessülleri, bir şahsm ruhunun kendi
cesediyle temessülü gibidir. Şu hâlde sûret-i Muhammed ile temessül
eden, M uham m ed'in kendi rûhundan başka bir şey değildir. İblîs,

305
(aleyhillâ'ne) ile onun etbâı böyle değildir. Çünkü bunlar, Hz. Mu-
ham m ed'in beşeriyetinden mahlûkturlar. Halbuki peygamber, nebi
olduktan sonra kendisinde beşeriyetten hiç bir eser kalmamıştır.
Bu bâbta vârid olan bir hadîs-i şerif meâline nazaran, Hz. Peygam­
ber'e bir melek gelmiş, kalbini yarmış, kalbinden kan çıkarm ış ve kal­
bini temizlemiştr. İşte o kan, nefs-i beşeriyettir. Şeytanm mahâlli de
odur. Melek-i mezkûr tarafmdan vukû' bulan ameliyeden sonra, şey­
tanm peygamberden nisbeti munkatı' olmuştur. Binâenaleyh, şeytan­
dan hiç birisi, sûret-i nebi ile temessüle kâdir olamaz. Çünkü arada
münâsebet yoktur.
Bundan sonra şunu da bil ki, Azrâil'in ehl-i taat için ve ehl-i zulmet
ve m a'siy et için temessülleri, bu nev'a münhâsır olmayıp, belki muh-
tazırm hâline, makâmma, tabiatının iktizâsına göre tenevvuât-ı muh-
telifesi vardır. Bunların her birisi, muhtazırm defter-i a'm alinde mes-
tûr olduğu ahvâle göredir. Hatta vahşi hayvanlardan yırtıcı olanlara,
öldürmekte yırtıcı olanlarm âdeti ne ise o şekilde olarak; arslan, kap­
lan, kurt, sûretlerinde temessül eder. Kezâlik kuşlarda da Daba, veyâ-
hut karakuş veya doğan şeklinde gelir.
Hâsılı A zrâil'in tem essüjünde her halde muhtazırm hâline bir mü­
nâsebet şekli zarûrîdir. Yalnız sûret-i gayr-ı mürekkebede gayr-ı m er'î
olarak gelirse, böyle değildir. O zaman münâsebete lüzûm yoktur. O
zaman şahsı, râihasiyla helâk eder. O râiha, güzel veya çirkin olabilir.
Bunda da, şahsm hitâm hâlinde bulunduğu hâlin râihada te'sîri var­
dır. Ba'zan muhtazır, râihayı da idrâk etmez. Belki hâlinin dehşetin­
den dolayı üstünden geçen şeyi idrâk edemez. M eyyit o geçen şeye
nazar ederek, taaşşuk hâsıl olur. Cesedden bilkülliye çekilir ve mun-
kati' olur ve "rûhu çıktı" denilir. Halbuki hakikâtte ne hurûç, ne du­
hûl vardır. Eğer duhûlsuz hulûl sahih olmadığı için rûhun nazarının
bedene hulûlü hakikâtte duhûl addolunursa, o zaman nazarın irtifâ-
ma hurûc denilebilir.
Bundan sonra şunu da bil ki, rûh cesedden çıktıktan sonra sûret-i
cesediyyeden asla ayrılmaz. Rûh için bir zaman vardır ki, o zamanda
bedende sâkindir. Adetâ rûh, o zaman uykuya dalıp da, rü'yasmda
bir şey görmeyen kimse gibidir. Bu m es'ele de ba'zıları "H er uyuyan
kunse, elbette rü'ya görmek zarûrîdir; ba'zıları o rü'yayı hıfz eder,

306
ba'zıları unutur" demişse de, bu söz m u'teber bir söz değildir. Bunda
nazar vardır. Çünkü biz, keşf-i İlâhî ile idrâk ettik ki, bir kimse bir gün
iki gün yâhut daha ziyâde uyur ve uykusunda bir şey görmez. O kim­
senin uykusu, tarfete'l-aynde zamandan bir m üddetin Cenâb-ı Hak
tarafmdan tay' edilmesi gibidir. Bunun gibi bir kimse gözünü yumar,
sonra açar; Cenâb-ı Hak, o kimse için o müddet-i kalîle de eyyâm-i ke-
sîri tay' etmiş ve o eyyâm-ı kesîre içinde başkaları yaşamıştır.
Nitekim Cenâb-ı Hak bir şahıs için ân-ı vâhidi bast eder. Gündüz
saâtlerinden bir saâtten daha az olan o m üddet içinde o kimse, bir çok
iş işlemiş, ömür sürmüş, tezevvüc etmiş, kendisi için olan hâsıl ol­
muştur. Halbuki bu şeyler başkasının yanında, belki ehl-i dünyanın
kâffesinin yanında vâkî' olmamıştır. Y â'nî başkaları bundan bî-haber-
dir. Bu bir keyfiyettir ki, bizde vâkî' olarak biz bunu idrâk ettik. Buna,
bizden nasîbi olan kimseden başkası inanamaz.
İşte, bâlâda bedenden çıktıktan sonra yine bedenden rûhun ayrıl­
masına, yâ'nî bu sükünet-i rûhiyyeye "m evt-i ervâh" ta'bîr olunur.
Görmüyor musun? Hz. Peygamber, "inkita-ı zikri" m elaîke için mevt
ile ta'bîr etti. Bunun hakîkâtmı keşf eden^Hz. Peygam ber'in işâret et­
tiği şeyi anlar. Ber-vech-i meşrûh, rûhun "m evt-i ervâh" ta'bîr olunan
bu süküneti geçirdikten sonra, rûhun intikâli âlem -i berzâhadır.
Berzâhm beyânı, inşaallahû teâlâ, mahâll-i m ahsûsunda gelecektir.
Cevvâd-i kalem, âlem, yâ'nî seyyid-i kebîr olan rûhun beyânında
haddi tecâvüz etti. Biz, yine Cenâb-ı Hakk'm şems-i kemâlinden halk
edip, vücûdda kendisine şuâ-ı celâli giydirdiği nûr-ı vehminin ahvâ­
lini şerhe rucû' ediyoruz.
M a'lûm un olsun ki, Cenâb-ı Hak, nûr-ı vehmi nefsine m ir'ât, kud-
siyetine tecellîgâh kılmıştır. İdrâk ve kahr ve galebe nokta-i nazarın­
dan, âlemde vehimden daha sürâtli bir şey yoktur. Nûr-ı vehm için,
cem i'-i mevcûdatta tasarruf vardır. Alem, Cenâb-ı H akk'a onunla ibâ­
det etmiş ve o nûr ile Cenâb-ı Hak Adem'e nazar eylemiştir. Su üze­
rinde yürüyen, bununla yürümüş, havada uçan bununla uçmuştur.
Nûr-ı vehm, nûr-ı yakın, asl-ı istilâ ve tem kin demektir. Bu nûr bir
kimseye müsahhâr olur da, o kimse bu nûr-ı vehm e hâkim olursa, o
kimse için mevcûdat-ı ulviyye ve süfliyyede tasarruf mümkün olur.
Fakat vehmin saltanatı bir kimse üzerine hâkim olursa, vehim onun

307
işlerini mel'abeye döndürür. Vehm in nûruyla hayret zulmetleri için­
de mütehayyir olur.
Cenâb-ı Hak imânını muhâfaza ve seni ehl-i ihsândan eylesin!
Şunu da bil ki, Cenâb-ı Hak vehmi yarattığı zaman vehme "Ehl-i
taklîd için senden başka bir yerde tecellî etmem ve âlem için senin
korkunç yerlerinden başka yerlerde zâhir olmam. Sen ehl-i taklîdi ba­
na doğru ne kadar yükseltirsen, onları bana karşı o kadar delâlet et­
miş olursun; ve ehl-i taklîdin nûrlarma bakarak benden ne kadar yüz
çevirirsen, onların helâkini o derecede bâis olursun" diye yemin etti.
Vehim cevapta dedi ki: Ya rabbi! M enissa-i zât'a vusül sebeb olsun
diye, esmâ ve sıfât ile merdiven ikâme eyle!" Cenâb-ı Hak enmûzec -
i m ünîr ikâme eyledi. Onun duvarına heybet ve takdîr ile yazıldı ve
Hakk'a ubudiyet orada muhkem oldu. Enmûzeci gören vehim, rabbi-
nin ismiyle nefsinden yemin ederek: "Bu ağır anahtarlarla şu kilidi aç­
mağa devam edeceğim. O dereceye kadar ki, cemâl ekinnelerinin de­
liğinden benim cemelim, yâ'nî gemi halatım geçecektir. Bu sûretle
sahra-i kem âl kazâsma vâsıl olcağım. O kazâda Cenâb-ı Hakk-ı Müte-
al'e ibâdet edeceğim." dedi.
Cenâb-ı Hak da onuıî yem îni üzerine, kendisine takrîb hülleleri
giydirip, "Ey felek-i edîb, güzel yaptın!" dedi.
Sonra Cenâb-ı Hak o vehm e iki hülle giydirdi. Birinci hülle, nûr-ı
ahdardan olup, tezeyyünâtın kenârlanna kibrit-i ahm er ile ^ o~>J\
jL JI *Jx. âLJVI jli- j l j i l (Rahman 1) yazılmıştır. İkinci hülle, insanı hem
yalanlaştıran, hem uzaklaştıran hülle (zînetli ruba) dır. Bu hülle,
tuğyân zulm etinden nesc edilm iş, süsleri üzerine hızlân kâlem iyle
jj> J â jLjVI jl (Asır 3) yazılmıştır. Bu vehim nûru, âlem-i imkana nâzil
olarak âlem-i zuhûrda görününce, Allah onun zuhûrundan "habbe"yi
yarattı. Adem o habbeyi yedi ve ondan dölayı cennetten çıktı.
Bu izahatta olan evsâfı, işârâtı, vedîa-i ilâhiyyeyi hâmil olan ibârâ-
tı iyiden iyi düşün. Elfâzın zâhiri sadefinden dışarı çık, kıtası büyük
olan incileri elde etmek devletine nâil olursun.
Allah, hak söyler ve yolu gösterir.

308
Ellibeşinci Bâb

Himmet Hakkındadır

Himmet, hazret-i M uham m ed'den mahlûk olan M ikâil'in aslıdır.

Nazmın Tercümesi:

"Bizim için ulviyet tepelerinde mukaddes bir cevâd, yâ'nî küheylân var­
dır.
O mukaddes cevâd ile maâlî-yi refîa câniMne irtifa' ederiz.
O cevâd-ı mukaddese, ulviyetlere çıkmağa mahsûs olan (burak-ı ârifin)
tesmiye olunur.
Rûhun hakikât cânibine suûdu, o burâkın üstünde olur.
O burâk için, nûr-ı ilâhiyyeden yaratılmış ve sürmelenmiş iki göz vardır.
Birisi sihr-i te'sîr, öbürüsü kudrettir.
Bu burâkın iki kanadı vardır. Birisi saâdete doğru uçar, öbürüsü şekâve-
tin derinliğine doğru aşağı çeker.
Bunda taaccüb edecek bir şey yoktur.
>

O burâk, her hangi şeyi güç görürse, en güzel sanâtla derhal ona ulaşarak
o suûbeti teshil eder.
Burâkın gözleri nereye erişir ve bakarsa, derhal bir adımda erişmek için
tırnağının bastığı yer, gözünün düştüğü o uzak mahâl olur.
Dikkat et, bu envâr-ı ilâhiyyeden inzal edilmiş bir nûrdur. insan için
"himmet" ismi altında gizlenmiştir."

309
Cenâb-ı Hak, bizi ve seni muvaffak kılsın ve kendisine m usîl yola
delâlet ve hidâyet buyursun! Şunu da bil ki, himmet, Cenâb-ı Hakk'm
insana vad' ettiği en kiymetli şeydir. Bunun sebebi, Cenâb-ı Hak envâ-
rı ezelde yarattığı zaman pişkâh-ı azâmetinden tevkif etti ve o envâra
birer birer baktı. O nûrlarm hepsini kendi nefsiyle müşteğil, yalnız
himmeti Allah ile meşgûl olarak gördü. Himmete dedi ki: "Azim eti­
me, celâlime yemin ederek söylüyorum, seni envârm en yükseği kıla­
cağım. Halktan senin devletine eşrâf-ı ebrârdan başkası nâil olamaz.
Kim bana vuslat kast ederse, senin iznin olmadıkça o bana yaklaşa-
maz. Sen, mürîdlerin mi'râcı, âriflerin burakı, erbâb-ı vuslatın mey-
dân-ı müsâbakası olduğun gibi, bu meydanda müsâbaka edenlerin
müsâbakası ve bana lâhik olanlarm iltihâkı seninledir. Muhakkiklerin
tenezzühü, mukarriblerin teâlîsi sende ve seninle hâsıldır" buyurdu.
Ondan sonra himmet üzerine "Karîb" ismiyle tecellî edip, seriü'l-
mucîb ismiyle nazar eyledi ve bu sûretle himmete kalblerden her
uzak olanı yaklaştırabilmek tecellîsini giydirdi. Nazar-ı ilâhî-yi mez­
kûre, himmet vâsıtasıyla husûl-ı matlûbun sür'âtinde himmete fâide-
bahş oldu. Bunun içindir ki, himmet, bir şeyi kast eder ve husûlu için
teşmîr-i sâka ihtimâm eylerse, matlûbuna muvâfık olmak üzere ona
nâil olur.
Himmetin teşmîr-i sâkmda iki alâmet vardır. Biri hâliye biri fi'liye-
dir. Hâliye m uayyen olan emr-i matlûbun husûlunde yakînin kat'iy-
yetidir. Fi'liyye, himmet sâhibinde hareket ve sükünâtmm kâffesinde
harekât ve sükünât-ı mezkûrenin maksût ve himmet olan şeye layık
ve sâlih olması demektir. Sâhib-i himmet bu şekilde olmazsa, ona "sâ-
hib-i himm et" tesmiye olunmaz. Belki sâhib-i â'm âl-i kâzibe, sâhib-i
emânî-i haîbedir.
Böyle himmeti nakıs olanlar, memleket i'm ârı kastında olduğu hal­
de, mezbeleden ayrılmayan kimseler gibidir. Bu nev'iden olanlar,
matlûbuna nâil, m ahbûbuna muzaffer olamazlar. Çünkü, bu nev'iden
olanlar, usûl-ı hitâbeti ve kitâbeti bilmedikleri halde kalmaz, mürek-
kebsiz yazı yazmak isteyen kimseler gibidirler. Bu sözde mürekkeb
sözü, himmetin bir şeyi kastı mesâbesindedir. Kalem de şey-i matlû­
bun husûlune yakîn mesâbesindedir. Usûl-ı hıtâbet, m a'rifette emr-i
maksûda muvâfık olan ef'al ve harekât mesâbesindedir.

310
Vasf - 1 mezkûr dâiresinde olmayan sâhib-i himmet himmetin ne ol­
duğunu bilmez. Çünkü onun yanında himmetten eser yoktur. Binâ­
enaleyh haberi de olmamak zarûrîdir. Fakat, ef'al ve harekât-ı matlû­
buna muvâfık olan böyle değildir. Husûsiyle harekâtmda ced ve icti-
hâd tamâm olursa, o nev'iden olanların en sür'âtli olanların vâsıl ola­
cağı şey, neyl-i murâddır. Bir fakirin hâline dâir olmak üzere bize söy­
lenen hikâyeyi burada kayd ediyorum.
Bir fakir bir gün şeyhinden "bir kimse bir şeyi kast eder de ictihâd-
ı tâm ile hareket ederse, matlûbuna nâil olur" sözünü işitti. Bu sözü
işitir işitmez yem in ederek dedi ki, "m elikin kızını nikâh ile almak
üzere isteyeceğim ve bu maksâda vusûl için bütün mevcûdatımla ça ­
lışacağım ." Doğru meliğe gitti ve kızını istedi. M elik, lebîb, ârif, âkil
bir zât idi. Fakiri tahkir etmesini veyâhut "benim kızımın küfüvvü de­
ğilsin" demesini istemedi.
Dedi ki: "Ey fakir, benim kızımın mihri "Behirm ân" ta'bîr olunan
bir cevher nev'idir. Bu yâ, Kisrâ'nm veyâ Hakân'm hazînelerinde bu­
lunabilir.
Fakir, "Efendim, bu cevherin ma'deni*neresidir?" dedi.
Melik "Bunun m a'den-i aslîsi Seylân denizidir. Eğer bu matlûb
olan m ihri getirirsen, matlûbun olan nikâh mümkün olur" dedi.
Fakir doğru Seylân'a sefer eyleyerek orada eline geçirdiği bir kab
ile denizin suyundan alıp karadan bir yere dökmeye başladı. Yemedi
içmedi, bu harekette devam etti. Gece ve gündüz meşguliyeti bu idi.
Fakirin sadakatle suyu tüketmeye çalışm ası, balıkların kalbine deni­
zin bitmesi korkusunu düşürdü. Balıklar Cenâb-ı Hakk'a şikâyet etti­
ler. Cenâb-ı Hak, o denize müekkel meleğe emretti. "Gidip, bu fakirin
maksâdmı suâl et ve is'af et" dedi. Melek, fakirin maksâdım anlayın­
ca denize temevvüc ve teheyyüc ile içindeki cevâhirini karaya atması­
nı emretti. Denizin kenârı cevâhir ve leâlî ile doldu. Fakir, o cevâhiri
yüklenerek meliğe götürdü ve kızını tezevvüc etti.
Kardeşim, bu hikâyeye bak! Fakirin himm eti neler yaptı? Bunu bir
emr-i garîb, şey-i acîb zannetme. Sana yemin ile söylüyorum. Biz ken­
di nefsimizde bundan daha mühim vak'alarm cereyân ettiğini gör­
dük. O derecede ki, ta'dâd ve ihsâsma im kân bile yoktur ve bizim bu

311
bâbtaki sözümüze Cenâb-ı Hak şahittir. Yemin ettiğimin sebebi de,
münkirlerin taslîtiyle, kalbinden yakın nez' ederek süllem-i hidâyet
ve m i'râc-ı esrârdan sukûtunu korktuğum içindir. Çünkü İblis-i han-
nâs, kalbinde cevelân ederse kalbe vesvese rubâsmı giydirir ve me'yir­
siyet sahralarmda dolaşmak dertlerine uğratır ve insanı zulmet-i elbâs
ile nûr-ı yakînden mahrûm eder.
Bunu bildikten sonra şunu da bil ki, -Cenâb-ı Hak seni muvaffak
etsin!-zücâce-i himmet dolmadan evvel, ona m uhâlif olan her taş par­
çası onu kırabilir. O zücâceye m ünâfî olan her şey, onu dökebilir. Fa­
kat zücâce-i himmet dolup da, kadeh kem âle gelirse, onu ne şiddetli
fırtınalar tahrik edebilir, ne de büyük çekiçler ve yırtıcı âletler onu kı­
rabilir. Azminde sâbit olan lebîb ve ârif-i musîb, işe başlayınca ve bir
denize dalmak isteyince, yolunda görülen mehâlike iltîfât etmemesi
ve bu yolda zuhûr edecek müşkülâta ehemmiyet vermem esi muktezî-
dir. Çünkü meslekinde göreceği ve m ülâki olacağı her hangi bir müş-
kil, "aduv" olan şeytanın ifsâdmdan başka bir şey değildir. Onu haz-
ret-i sultâna duhûlden m en' etmek ister. Vesvese-i şeytana iltîfâttan
hazer etmeli, yolda hâsıl olan veyâhut fevt olan şeye ehemmiyet ver­
memelidir. •
Çünkü hakikat bir yoldur ki, âfâtı pek çoktur. Tarîk de kavati' do­
lu olup, yol mevâni' ile mestûrdur. O yolun âsâri muzlimâttır. Hâne-
lerinin bakiyye-i âsârı bile yıkılmıştır. Geceleri çok uzundur. Bu tarîk,
sırât-ı müstakim ise de buna sülük edenler, azâb-ı elim i uzûbet olarak
görenlerdir. Bu hakikate sabredenlerden başkası ve bu hakikate nasi­
bi büyük olanlardan başkası, mülâki ve nâil olamaz. Cenâb-ı Hak se­
ni muvaffak kılsın!
Şunu da bil ki, himmet m akâm-ı evvel ve meşhed-i efdalinde ce-
nâb-ı İlâhîden başka bir şeye taalluk etmez. Çünkü himmet, o kitâb-ı
meknûnun bir nüshâsı, o sırr-ı mahzûnun miftahıdır. Onun için baş­
kasına iltîfât etmez ve cenâb-ı ilâhiyyeden başkasma iştiyâk göster­
mez. Çünkü her şeyin rucû'u, ancak aslma olur. Hurma çekirdeği eki­
lirse, ondan bitecek hurma ağacmdan başka bir şey değildir. Ekvâna,
-hatta biraz da az olsa- taalluku olan her kimsenin bu taallukuna, him­
met denilmez; belki, "hem " denilir. Bu sözü söylediğimin fâidesi şu­
dur ki, himmetin nefsinde m akâmı pek âlîdir. Süflilere hiç bir zaman

312
takarrubu yoktur. Binâenaleyh zü'l-celâl ve'l-ikrâm olan H akk'm câ-
nibinden başkasma taalluk etmez. Fakat "hem " böyle değildir. Çünkü
hem , kalbin ale'l-itlak teveccühünün ismidir. O teveccüh, hangi m a­
halle olsa olabilir. Uzağa da yakma da taalluku vardır.
Bu ibare ile işâret olunan şeyi ve bu işaretle ta'bîr olunan fikri an-
ladınsa, himmetin neden ibâret olduğunu anlamış oldun.
Bunu bildiğin gibi, şunu da bil ki, himmetin m ekânı ne kadar âlî,
şanı ne kadar azîm olsa, yine himmet, üzerine tevakkuf eden kimse
için hicâbtır. Bunu terk etm edikçe, bâlâya terakkî yoktur. Bahtiyâr o
kimsedir ki, himmetin esrârmı bilm ezden evvel ve meyvelerinin lez­
zetini tatmazdan evvel himmetten bâlâya doğru terakkî eder. Çünkü
himmet, m a'nevî bir m ani'adır. Şunu demek istiyorum ki, himmetten
hâsıl olan şey ile tevakkuf ederse, yâhut himmetin meyvelerini eriş-
m ezden evvel düşürürse, himmet onun için m ani'a olur.
Maksâdımı biraz daha izâh edeyim: Bu yolda sâlikin yolu mutlaka
himmete uğrar, başka geçecek yolu yoktur. Bununla berâber durula­
cak bir makâm değildir. Belki bu mecâz köprüsünü kat' ederek, ileri­
ye geçmek lâzımdır. Hakîkat himmetin maverâsmda, tarîkat onun fe-
zâsmdadır. Çünkü himmet, ne kadar ulvî olsa kendisinde hasr ve hu-
dûd bulunmak zarurîdir. Allah ise hasr ve hadden münezzeh, keşf ve
setrden mukaddestir.
Sen ulu'l-elbâbtan isen anlamakhğm lâzımdır ki, Hz. Muhammed
"üm m ü'l-kitâb" olup, bu bâbtaki hitâb ile maksûd-ı bizzât olan o'dur.
Cenâb-ı Hak, âlemin kâffesini Hz. M uham m ed'den yaratmıştır. Hz.
M uham m ed'den her rekîka, hakâik-i ekvândan bir hakikâtin aslıdır.
Hz. Muhammed câm i'iyyet-i külliyesiyle rahmânm câm i'yyet-i külli-
yesine mazhardır. Bunun için vüs'atı, vüs'at-ı rahm et-i ilâhiyyeye lâ-
hik olan nûr-ı himmet-i Muhammediyyeden bir rûh halk eylemiş ve o
rûhu m elek yapmış ve kâbiliyet ve isti'dâdlarm m ikdârm ı o melek
için felek ittihâz kılmıştır. Ve o meleğe her merzûka rızkını îsâl ve her
zî- hakka hakkını i'tâyı emretmiştir. Çünkü o melek, hakîkât-ı ahadiy-
yeden mahlûk olan rakîka-ı M uhammediyeden ibârettir.
Melek-i mezkûr, m üekkel makâmma kâim olarak, vezn ve keylde
(tartmak ve ölçmek) haksızlık yapmayan kimse gibi, her zî- hakka
hakkım i'tâda adalet gösterince, makâm-ı celîlden, hitâb-ı evvel ile o

313
rûhâ "M ikâil" tesmiye olunmuştur. Mikâil, ezelden ebede kadar mik-
dârlan hasr ve ta'dâd eder ve adetlerinin kâffesini bilir ve imdâda
müstehak olanlara imdâd eder. Bunun için Cenâb-ı Hak M ikâil'i, fe­
lek-i hâmisin fevkinde minber-i fasl üzerine oturtmuş ve kendisine
adalet m i'yârını ve mikyâsların kanununu ihsân eylemiştir. M inber-i
fasl, feyz-i mukâbilden mîzân-ı adi kabiliyetlerini müstehak olduğu
şeyden kinâyedir.
Bu ibârâtm remizlerini düşün. İşarât definelerinde meknûz olan şe­
yi çıkar, hikmet ve fasl-ı hitâb ile nâil-i devlet olursun.
Allah, hakkı söyler ve tarîk-i savâba hidâyet eyler.

314
Ellialtıncı Bâb

Fikir Hakkındadır

Fikir, hazret-i Muhammed'den mahlûk olan bâkî melâikenin aslıdır.

Manzumenin Tercümesi:

"Fikir âfâkta değil, âlem-i etıfüs zulmetlerinde olan bir nûrdur.


Zeki olan kimsenin kalbi, bu nûr ile savâbı bulur.
Lâkin fikrin sürçmeleri, yağmur tanelerinden ve otsuz ve susuz çöllerin
kumlarından daha çoktur.
Fikir için usûl vardır.
Civânmerd olan kimse, bu usûle riâyet ederse, o usûl kendisini nekâis-i
akliyyede hatanın galebesinden muhafaza eder.
Usûl-ı mezkûrenin tenevvuât ve ecnâsı çok olmakla berâber, esaslı iki kıs­
ma taksimi mümkündür.
Ve bu sûretle, mekkâr olmayan kimse, bu iki kısımdaki usûlü muhâfaza
eder.
O iki kısımdan birisi akıl, birisi nakildir.
Akıl; "akl-ı muzdar" ve tecâribin neticesinden hâsıl olan "akl-ı mükte­
s e b e taksim olunmuştur.
Nakle gelince; bu bir imândır ki, mugayyebâta taalluk eder ve bu imân ve
o imânın kandili sönmemiş olm ak lâzımdır.
Bu akıl ve nakil kısımları, erbâb-ı dirâyet için fikrin aslı olup, bu ikisinin
kiyasâtı ile hareket etmeyen zulmet-i fikriyyeye düşmüş olur.

315
Lâkin, erbâb-ı ukûl akl-ı kebîrin hükmü ile sahîh ittihâz ettikleri nazarı
esas tutmuşlardır.
Bunlar, asl-ı imâna ehemmiyet vermezler.
Binâenaleyh, onların ziyâ-ı efkârı sabah vakti parlayan güneşin ziyâsı gi­
bi değildir.
Asl-ı imâna ehemmiyet vermeyip, sırf akıl ile hareket ettikleri için galâta
düşmüşlerdir.
Ve her emr-i makbul ve esâs-ı savâb, kendilerini fevt etmiştir."
Cenâb-ı Hak, seni tarîk-i savâba m uvaffak kılsın ve sana hikmet ve
fasl-ı hitâbı ta'lîm buyursun! Şunu da bil ki, rakîka-i fikriyye gayb
miftahlarmdan bir miftahtır.
M a'lûm dur ki, gayb miftahlarının hakikatini Cenâb-ı H ak'tan baş­
ka kimse bilmez. Çünkü gaybin m iftahları iki nev'idir. Bir nev'i
Hakk'a, bir nev'i halka âittir. Hakk'a âit olan nev', hakîkât-ı esmâ ve
sıfâttan ibârettir. Halka âit olan nev', vücûh-ı kalbiyyesiyle, vücûh-ı
Rahmân'a mukâbil olan zât-ı insandan cevher-i ferdin terâkibini
ma'rifetten ibârettir. Fikir ise, vücûh-ı kalbiyyeden şüphesiz bir vecih-
dir. Binâenaleyh, fikir m efâtîh-i gaybten bir miftahtır. Lâkin o fikir, bir
nûrdur. O m iftahı almağa bâis-i delâlet olacak, öyle parlak bir nûr ne­
rededir!
Semâvat ve arzı değil, bunlarm şekl-i halkını düşün! Bu söylediğim
sözlerin, m a'nâları latif, yâ'nî, m a'nâsı pek ince olan işâretlerdir. O
maânî, işârât-ı mezkûrenin gizli noktalarmda gizlenmişlerdir, insan,
suver-i fikriyyede terakki ederek bu bâbtaki göklerin serhaddine eri­
şirse, o kimse suver-i rûhâniyyeyi âlem-i hissiyâta tenzile ve umûr-ı
mektûmeyi hesapsız sûrette istihrâca kâdir olur. Bu terakki ile semâ-
vata urûc ederek, ihtilâfât-ı elsineleriyle berâber meleklerle muhâta-
baya nâil olur.
Bu semâvata urûc iki nev'idir. Bir nev'i, sırât-ı rahmâniyyedir. Bu
sırât-ı m üstakim üzerinden urûc eden kimse, fikrin m erkez-i azame­
tindeki noktaya erişir ve onun hatt-ı m üstakim ve kavim i sathında
cevelâna başlar. Kitâb-ı meknûnunda "dürr-i m usavvire" ta'bîr olu­
nan tecellî-i âliye muzaffer olur. O bir tecellîdir ki, alakât-ı kevniyye
paslarmdan tathîr edilmeyenler, buna mess edemezler. Bu tecellînin

316
ismi, "K âf ile Nûn arasında idğâm olunmuş olan", m üsemm âsı ise
jS J jl L i jljl Ijl »y>l lil âyetinden ibârettir. M a'nâsı: Allah, bir
şey murâd ettiğinde, ona "o l" der ve o da olur."
Bu rekîka-i fikriyyeye urûc için olan m irkât-ı sır, sırr-ı şerîât ve sırr-
ı hakikâttir.
Urûcun nev'-i sânîsine gelince, hayâl ve tasvirde vedia olan "sıhr-
ı ahm er" ve bâtıl ve tezvir perdeleriyle H ak'tan m estûr olan urûctan
ibâret olan "m i'râc-ı hüsran" dır; istivâgâh-ı hizlâna sükût için yapıl­
mış, sırât-ı şeytanîdir. Bu, bir sahrada serap gibi olup, susuz olan kim­
se onu su zanneder. Yanma varınca orada hiç bir şey bulamaz. Nûru
nâra, kararı bevâra, yâ'nî helâka münkalib olur. Cenâb-ı Hak, bu emr-
i m a'kûsa uğrayan kimsenin elini tutar, latîfe-i tey'îde-i rabbaniyesiy-
le onu meydana çıkarırsa, o kimse için ikinci bir m i'râc câiz olur. İşte
o zaman H akk'ı bu m i'râcta bulabilir. M e'vâ-i H akk'ı, meâb-ı H akk'ı
bilir. Tarîk-i bâtüdan ve tarîk-i bâtüa girenlerden ayrılarak, m ak'ad-ı
sıdk-ı İlâhîde nâil-i temeyyüz olur. Emr-i İlâhî o kimseyi tahkim ede­
rek, hesâbını hak sûretle tesviye eder.
Eğer, o dâr-ı bevârda ve sâbık olan o kararda kalan kimseye lutf-ı
İlâhî erişmezse, o kimsenin ateşi tabîatleri rubası üstünde fışkırarak
tabâyiini ihlâk ettiği zaman, bu ateşin dumanı rûh-ı a'lâsının meşâmı-
na vâsıl olarak onu öldürür. Artık bir daha tarîk-i savâba ric'ata im­
kân yoktur. Üm m ü'l-kitâbm ; yâ'nî, vücûd-ı mutlakm m a'nâsını hiç
bir zaman anlayamaz. Böyle bir hâle m a'rûz olan kimseye maânî-yi
cemâliyyeden, tenevvuât-ı kemâliyyeden her ne kadar telkînât icra
olunsa, o kim se sıfat-ı dalâletten başka bir yola gitmez. Bu sûretle bi­
ze göre muhâl olan umûr-ı m ütenekkire hâlâtı onda meydana çıkar. O
kimsenin bir daha H akk'a rucû'una im kân yoktur. İşte Kur'an-ı Ke-
rım 'de Uu-» ^ p*j ÇîaII ^ [»$«*•■' ıiUJjl (Kehf 104)
âyeti bunlar hakkında vârid olmuştur. M a'nâsı: "H ayât-ı dünyada
mesâileri dalâlete uğrayan kim seler bunlardır. Bunlar, gaflet ve dalâl
ile fena yaptıklarını iyi yaptık zannederler."
Ben bu derin denize gark olmuş ve o denizin m uhataralı olan di­
binde m evcelerin beni helâk etmesine yaklaşmıştım. Ve o sırada yedi-
yüz doksan dokuz (799) tarihinde Yem en'in Zebid şehrinde semâ'da
idim. Ve bu semâ, kardeşimiz Şeyh A rif Şihabeddîn Ahmed ed-Re-

317
dâd'ın evinde idi. Şeyhim, üstad-ı dünya, kutb-ı kâmil, muhakkik, fa­
zıl Ebû'l-M a'rûf Şerâfeddin İsm ail b. İbrahim el- Ceberitî hazretleri de
bu sem â'da hazır idi. En yüksek sada ile "Ya rabbi! ilm -i mühlikten sa­
na sığındım. Ey seyyidim, bana eriş bana eriş!" diye bağırdım. Hz.
Şeyh, o semâda ittilâ-ı hakîkî ile nazar edenler gibi beni nazar-ı tetki­
kinde tutuyordu. Onun berekâtıyla Cenâb-ı Hak beni sırât-ı müsta­
kim olan m i'râc-ı kavime nakil buyurdu. O sırât-ı müstakim, yerde ve
gökte ne kadar mevcûdât var ise, kâffesi kendisinin yed-i kudretinde
olan Cenâb-ı Hakk'm tarîk-i müstakimidir, j^VI <JJI J l VI (Şura 53)
"H er iş neticede Cenâb-ı H akk'a rücû' eder."
Bu zikrettiğimiz iki m i'râc arasında o kadar ince nokta vardır ki, o
incelik pek azîm ve pek şeriftir. Onun beyânma mübâşeret etsem, ve-
yâhut irfânı olmadığı için ric'at eden zavallının hâlinden bahs etsem,
veyâhut bu denizlerde helâk olan evliyânm nûru nârına nâsıl muntâ-
bi' olduğunu teşrihâta girişsem, tafsîlât-ı kesîreye muhtaç olmak za-
rûrîdir. Halbuki bizim kastımız tatvîl ve iksâr olmayıp, ihtisârdır. Bi­
nâenaleyh, izâhât sadedinde olduğumuz fikir hakkmdaki teşrihâta
rucû' ediyoruz.
M a'lûm un olsun ki, Cenâb-ı Hak fikr-i Muham medîyi "Hâdî-Re-
şîd" isminin nûrundan yarattı ve o fikir, mahlûk üzerine "M übdi'-
M uîd" ism iyle tecellî etti. Bâis-Şehîd, gözüyle o nûr-ı fikrîye nazar et­
ti. Mezkûr nûr-ı fikrî, şu ta'dâd olunan altı esmâ -i hüsnânm esrârmı
ihtivâ ederek, bu âlem arasmda sıfât-ı ulyâ libâsıyla zâhir oldu. Bu ih-
tivâ ve zuhûr üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. M uham med'in fikrinden se­
mâ vat ve arzda olan melâikenin ervâhmı yarattı. Ve bu melâikeyi esâ-
fil ve eâlînin muhafazasına m e'm ûr etti. Bu melâikenin nazarları de­
vam ettikçe, avâlim mahfûziyette dâimdir.
Ecel-i m a'lûm hâsıl ve emr-i mahtûmun zamanına âlem vâsıl olun­
ca, Cenâb-ı Hak o melâikenin ervâhmı kabz eder. Ve o melâikeyi
âlem-i gaybe nakleder. İşte o zaman umûr-ı âlemin ba'zısı ba'zısma
m ülhak ve semâvât bütün mevcûdâtıyla arz üzerine sâkıt olup, umûr-
ı dünya emr-i âhirete müntakil olur. Bu intikal, elfâz-ı zâhirenin ma-
ânî-yi bâtmeye intikali gibidir.
Bu işâretleri anla! Bu ibarelerin lugazlarmı fekk et. Ketm edilen es-
râra ittilâ' devletine nâil olarak, estâr-ı mevhûme hicâblarını kaldır.

318
Esrâr-ı mezkûreye m uttali' olarak bu envârm ziyâsmda yürümeğe
başladığın zaman, o esrarı ibârât-ı mektûme altında muhafaza et ve
işâretlerin mühürleriyle damgalanan sırları sakla! O esrârı faş etme!
Çünkü, ifşâ hiyânettir. O hiyaneti, her kim irtikâb ederse, emâneti is-
tilzâmm mükâfâtmdan mahrûm olur. Ve melâike-i kirâm derecesine
eriştikten sonra, mertebe-i avâma rucû' eder. Bunu belle!
Maamafih, esrârı ifşâ, sâm î'i dalâlete ve m uhatabı takyide sevket-
mekten başka bir şeye yaramaz.
Allah, hakkı söyler, doğru yolu gösterir.

319
Elliyedinci Bâb

Hayal Hakkındadır

Hayâl, kâffe-i avâlimin heyûlasıdır.

Manzumenin Tercümesi:

"Hayâl, rûh-ı âlemin hayâtıdır. Hayâl, hayâtın aslı olup onun aslı da
Adem oğludur.
Hayâli kudret-i azîm e olarak bilen kimesnenin indinde vücûd, hayâlden
başka bir şey değildir.
His denilen şey, zuhûrundan evvel senin için muhayyeldir. O his, hü­
kümde uyuyan kimsenin rüya görmesi gibidir.
M aamafih, his muhayyelin hissimizde zuhûru zamanında aslı üzerine ba­
kası, hafâ ile zuhûr arasındaki telâzümu îcâbındandır.
Hisse mağrur olma, o muhayyeldir. Ma'nâya da âlemin kâffesinde mağ­
rur olma, o da öyledir.
Melekût, ceberut, lâhût, nâsut da, âlim olanın yanında böyledir.
Hayâlin kadrini, hakîr görme. Vücûd-ı hâkim için ayn-ı hakikât odur.
Lâkin hayâlın aslı ve bütün mevcûdiyeti, kat'î keşfe nâil olanlar indinde
iki kısımdır:
Kısmın birisi, bakâyı tasvir eder. İkinci kısım, helaki ve fenayı musavvir
olup, dâim değildir.
Bu m eseledeki işâretimizi anla ve remizlerini fek et. Fakat ahkâmı kâim
olan kitâb-ı mübeccelin, yâ’nî Kıır'an'ın esası üzerine bu bâbta hidâyetten
meyilli olan anlamaktan hazer et.

320
Nebî-yi Hâşimî'nin getirdiği ahkâmdan ayrılma.
Ben hayâlin izahında yukarıda söylemiş olduğum sözlerimle, resûliin ge­
tirmiş olduğu şeyi kitmânsız bir şekilde kast etmekteyim.
Ve benim bu risalemdeki esasları binadaki fikrimin hülâsası, Hz. Resûl'un
dînine hadim olmaktan başka bir maksada ma'tûf değildir.
Şayet sözlerimden bir şeyi anlamak miiteassır olursa, yâhut acemi bir
kimsenin anlaması gibi bir anlayışa zâhib olursan;
Onu terk et ve Cenâb-ı Hakk'a iltica et ve Ebû'l-Kasım'ın hadîslerinden
münfehim olan sünnetler üzerine sabit ol.
Karanlık olan şek gecesini nûr-ı yakînin parlatması dâim oldukça, Cenâb-
ı H ak o peygambere salât etsin."
Cenâb-ı Hak seni muvaffak etsin, şunu da bil ki, hayâl, vücûdun
aslı ve M a'bûd'un kemâl-i zuhûrunun kendisinde hâsıl olduğu zâtın­
dan ibârettir. Dikkat etmiyor musun! Cenâb-ı Hak hakkmdaki ve
onun sıfât ve esmâsı hakkmdaki i'tikâdlar hangi mahâlde hâsıldır?
Hak hakkmdaki zâhir olan i'tikâdm m mahâlli, hayâldedir başka yer-
de değildir. Bunun için biz hayâle "H ak Subhânehû ve Teâlâ hazret­
lerinin kem âl-ı zuhûru kendisinde olan zâttır" dedik.
Bunu bilince senin için şu zâhir oldu ki, hayâl cem î'-i avâlimin as­
lıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak cem i'-i eşyânm aslı olup, eşyânm ekmel zu­
hûru da asıl olan mahâlde olmak zarûrîdir. O mahâl de, hayâlden ibâ­
rettir.
Bundan şu netice hâsıl oldu ki, hayâl kâffe-i avâlimin aslıdır. Dik­
kat etmiyor musun? Hz. Peygamber, mahsûsata "m enâm ", menâma
da "hayâl" tesmiye etti ve hadîs-i şerifte Ij4^l jyü İSli ^LJI buyurdu.
"İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar." demektir. Y â'nî "dar-ı dün­
yada bulundukları ahvâlin hakâiki kendilerine ba'de'l-m evt, zuhûr
eder ve ölmezden evvel uykuda olduklarım bilirler." demektir. Yoksa
bu hadîsin ma'nâsı, m evt ile intibâh-ı külli hâsıl olur demek değildir.
Çünkü, Cenâb-ı Hak tarafından ehl-i berzâh, ehl-i mahşer, ehl-i nâr,
ehl-i cehennem üzerine gaflet perdesi çekilmiştir. M a'rûf olduğu veç­
hile ehl-i cennetin m üşâhede-i H ak için hurûc edecekleri, "Kesîb"
üzerinde Hak tecellî etmedikçe bu gaflet perdesi açılmaz.

321
Hülâsa: Bu gaflet, bir nev'i "uyku" demektir. Şu halde avalimin
kâffesinin aslı hayâldir. Bunun içindir ki, hayâl, avâlimin kâffesinde-
ki eşhâsı takyîd eder.
Ümmetlerden her ümmet, avâlimdeki hangi âlemde bulunursa bu­
lunsun, hayâl ile mukayyeddir. Meselâ ehl-i dünyâ maişetlerinin ha­
yâliyle, yâhut emr-i âhiretlerinin hayâliyle mukayyeddir. Bu takdir,
ister dünyaya ister âhirete âit olsun, her ikisi de Cenâb-ı Hak ile hu-
zûrdan gaflettir. Binâenaleyh, ehl-i dünyâ da, ehl-i âhiret de uykuda­
dır. Allah ile hazır olanlar da, Hak ile hu zu rları nisbetine göre intibâh
hâsıl ederler.
Kezâlik ehl-i berzâh da uykudadır. Lâkin bunların uykusu, ehl-i
dünyadan ba'zılarınm uykusundan daha hafiftir. Ehl-i berzâh kendi­
lerinde olan azâb yâhut naîm ile meşgûldurlar. Bu meşguliyet de bir
nev'i uykudur. Çünkü o meşguliyet, Cenâb-ı Hak'tan gaflet demektir.
Kezâlik ehl-i kiyâmet de uykudadırlar. Çünkü ehl-i kıyâmet muhâse-
be için huzûr-ı ilâhiyyede durmakta iseler de, onlar da muhasebe ile
meşgûl olduklarından Allah ile berâber değildirler. Bu da bir nev'i
uykudur. Çünkü huzûrdan bir nev'i gaflettir. Fakat bunların uykula­
rı, ehl-i berzâhm uykusuıtdan daha hafiftir. Kezâlik ehl-i cennet de,
ehl-i nâr da uykudadırlar. Çünkü ehl-i cennet ni'm etleriyle, ehl-i nâr
azâblarıyla meşguldurlar. Bu da A llah'tan bir nev'i gaflettir, bir nev'i
uykudur, intibâh değildir. Şu kadar var ki, bunların uykusu da ehl-i
mahşerin uykusundan daha hafiftir. Bunların uykusu, "sin e", yâ'nî
uyuklama kabîlindendir.
Bununla berâber bu avâlimin kâffesi, her ne kadar Hakk'm her şey
ile berâber olması nokta-i nazarına göre Hak ile berâber iseler de, bu
berâberlikleri nevm ile, gaflet iledir; yakazâ ile Hak ile berâber değil­
dirler. Cenâb-ı H akk'm bütün vücûd ile berâber olması ^ LÇ (
âyetiyle sâbittir.
Hülasatü'l-hülasa: Ehl-i a'râf, yâ'nî maârif-i ilâhiyyeye nâil olanlar­
la, yalnız "K esîb"de olanlardan başkası için intibâh yoktur. Onlar Ce-
nâb-ı Hak ile berâberdirler. Bunlardaki intibâh da, kendilerine karşı
ihsân olunan tecellıyat-i ilâhiyyenin mikdârına göre olur.
Ehl-i cennet için "kesîb"de muahheren vukû' bulması lâzım gelen
şeyi, Cenâb-ı Hak takdîm ederek, bir kimse için o devlet bu dâr-ı dün­

322
yada hâsıl olursa Hakk'm tecellîsi inâyetiyle ma'rifet-i Hakk'a nâil ol­
duğu için, o kimse uykuda değil, intibâha nâil olmuştur. Çünkü tecellî
ile, teyakkuz ve irfan hâsıldır. İşte izâhât-ı sâbikâya mebnîdir ki, bu ma-
kâmât ehlinin seyyid-i zî-şânı olan peygamber fÇ buyurmuştur.
Bu izâhâta nazaran her âlemde mevcût olan zî-hayâtm nevm ile
m ahkûmun-aleyh olduğunu bilince, avâlimin kâffesi üzerine "hayâl­
dir" diye hükmeyle. Çünkü nevm, âlem-i hayâlden başka bir şey de-
ğüdir.

Nazmın Tercümesi:

"Dikkatle şunu bil ki; Vücûd bilâ-muhâl hayâl içinde hayâl, hayâl içinde
hayâldir.
Ehl-i Hak'tan başka intibâha nâil olan yoktur. Ehl-i Hak, her halde Rah-
mân ile berâberdir.
Ehl-i H ak arasında tefâvüt vardır. Ve bu tefâviitte ihtilâf yoktur.
Onların intibahı da, kemâlleri mikdârına"göredir.
Ulviyetlerine işâret olunan kimseler işte bu ehl-i Hak'tır.
Bunlar için halkın fevkinde her türlü teâlî vardır.
Ehl-i Hak, zât ve sıfâtın devlet-i umûmiyyesine nâildirler.
Zü'l-celâl olan Cenâb-ı Hakk'ın indinde bunların şe'ni azimdir.
Bunlar, ba'zan celâl-i İlâhî ile, ba'zan de cemâl-i İlâhî ile telezzüzdedir.
Evsâf-ı ilâhiyyede olan lezzât, bunlara sirâyet etmiştir.
Bunlar için zâtta da lezzât-i âliye vardır."

L u g a z D e r y a s ı n d a R e m i z ve î ş â r e t İ n c i l e r i :
Rûh, ta'bîr olunan garîb, "Y uh" ta'bîr olunan âlem-i ulvîye sefer
ederek, o âleme dâhil oldu. O semâya dâhil olunca bâb-ı hımâyı,
yâ'nî, mahfûz ve mestûr olan o âlemin kapısını çaldı. Ona "Ey aşk-ı
üâhîde müstağrak olan ve bizim kapımızı çalan zât! Sen kim sin?" de­
nildi.

323
Cevâbında dedi ki: "Ben sizin bilâdmızdan çıkarılmış ve sizin
ma'mûrenizden teb'îd edilmiş bir âşık-ı mufârıkım. Sizden mufârakâ-
tımdan sonra, kuyûd-ı mikdâriyeye, tül, arz ve umk kayıtlarına girif­
târ oldum. Ateş, su, hava, toprak, zindanında haps edildim. Şimdi o
kayıtları kırarak size geldim. İçinde müddet-i m edîde kaldığım zin­
dandan kurtulmak isterim."
"Ey Arab-ı kirâm! Benim üzerime her taraftan hücum vukû' buldu.
Siz de, mazlûm olan esiri kurtarmak için yaratılmış insanlarsınız."
Bu seferi rivâyet eden diyor ki: Zikri sebkat eden kapıdan sakalı be­
yazlanmış bir adam çıktı ve cevâben dedi ki:
"Burası âlem-i gaybdır. Bunun ricâli pek çoktur. Bunların lutufları
cemîl, hazırlıkları kavi, imdâtları tavîldir. Bunların içine dâhil olmak
isteyen kimseye, bunların elbise-i fâhiresiyle tezeyyün ve güzel koku­
larıyla kokulanmak lâzımdır."
Oraya sefer eden garîb dedi ki; "Ben o rubâları nereden bulurum
ve o güzel kokular nerede satılır?"
O ihtiyâr dedi ki: "Rubâlar Adem'den bakiyye olan "Sim sim e" çar­
şısında, güzel kokular da hikâyât-ı latîfesi olan hayâl arzında bulu­
nur. İstersen bu ibâreyi aksi edebilirsin; rubâlârı nesc-i hayâlden, gü­
zel kokuları arz-ı Sim sime'den alırsın. Çünkü bu ikisi, yâ'nî hayâl ile
Simsime, "âlem -i gayb" tesmiye olunan âlem için m evdu' iki ta'bîr
olup, iki kardeştir."
Evvelâ arz-ı kemâle ve m a'den-i cemâle ve ba'zı vücûh-ı i'tibâriyle
"âlem -i hayâl" tesmiye olunan m evki'-i âlü'l-âl'e gittim. Orada bir
adama vardım. O zât, azimu'ş-şan, refiu'l-mekân, azizu's-sultan bir
zât olup, "rûh-ı cinân" ismiyle müsemmâ ve "rûh -ı cinân" ta'bîriyle
hâiz-i esmâ idi. Ona selâm verdim. Huzûrunda durdum. Bana hür­
metle mukâbele ederek, "hayâtın uzun, kalbin surûr olsun" dedi. Ve
senâ ile "m erhaba" diyerek iltîfât etti.
Ona dedim ki: "Efendim! Adem'den bâkî olan ve "arz-ı Sim sim e"
ta'bîr olunan bu âlem nerededir?
Dedi ki: "O , asla zevâle ma'rûz olmayan bir latîfe-i ilâhiyye olup,
onun üstüne ey y a m ve leyâlînin m ürûru yoktur. A llah, onu
Adem'den bakiyye hamurdan yarattı ve bu habbeyi o acînenin (yoğ­

324
rulmuş hamur) parçasından aldı. Ve o latîfeyi her şey üzerine hâkim
kıldı ve onu büyükler ve süt emenler için vâlide ittihâz etti."
Bu kitapta biz, o Simsimeden tercüme ederek, bu bâbı onun için aç­
tık. O latîfede muhâller câiz olup, hayâller his ile meşhûd olacak şe­
kilde zâhirdir.
Dedim ki: "Efendim! Bu mahâll-i acibe, bu âlem-i garibe girebil­
mek için yol bulabilirmiyim?"
Cevapta dedi ki: "Evet, vehmin kemâle gelerek ve tamâm hâsıl
ederek, muhâlin cevâzmı içine alacak kadar geniş olsun. Maanî-yi ha-
yâliyeyi his ile müşâhede edebilecek kudreti gösterir ve nükteyi bilir
ve sırr-ı noktayı okursan, senin için o m aânîden rubâlar nesc olunur.
İşte o rubâları giydiğin zaman, arz-ı simsimenin kapısı sana açılır."
Dedim ki: "Efendim! Ben, emr-i meşrût ile muttasıf ve ahd-i mer-
bût ipi ile hâmil-i vesîkâyım. Keşf ile vücûd ile bildim ki, âlem-i ervâh,
zevk ve şuhûdda âlem-i histen daha kavi daha zâhirdir."
Böyle söyleyince kulağıma fısıldadıktan sonra eliyle işâret etti. Ben
kendimi arz-ı Simsime de buldum. *

Manzumenin Tercümesi:

"Arz-ı simsime bir yerdir ki, toprağı en güzel miskten ma'mııldur.


Rebi’ ve kıba'yı, yâ'nî haveleyi müştemil hanelerin, anbarların kubbeleri
cevahirdendir.
Bu arzın ağaçları, lisânı olan insan gibi nâtık ve miitekellimdir.
Kezâlik, evleri de nutka sahiptir; evet, hatta evlerinin eşikleri bile.
O arzın ta'mında her nev'i lezzet vardır.. Hatta, o arzın serabı bile âb-ı ha­
yâttır.
O arz cemâl ile doludur. O derecede ki, cemâl o arzda sııreten müşâhede
olunur.
O arzın serabı, nice susuzları suya kandırmıştır.
Bir kimse yeryüzünde arz-ı mezkûriin her şeyi tayyîb olan devletine nâil
olursa, cennetü'l-me'vâdan bir niishâyı görmüş demektir.

325
Arz-ı simsime, umûr-ı ma'neviyyeyi idrâk ve dekâik-i hesaba mukadder
olan kimse için kâdir olan Cenâb-ı Hakk'm kudretinden bir sırdır.
Bu bir sihir değildir. O arz-ı mezkûr su, ateş, hava, topraktan ibâret olup,
bu usûl-ı mezkûrenin ihtivâ ettiği kudretin fer'i sihirdir.
Bu arz sihir ile izhâr-ı kudret edenlerin hitabına cevâba kadirdir.
Alem-i ma'neviyâtta kâhirmen olan kimse, murâdını arz-ı mezkûrden is-
tihrâc edebilir.
Ve o arzın üstündeki nikâhı, ııyûn-ı nâzirîne açabilir.
Bu istihrâc, himmet-i faal kuvvetiyle meydana gelir.
H alk arasında o himmet-i mezkûrenin ashabı için bu kudret verilmiştir.
"Arz-ı simsime" dediğimiz, arz-ı ma'nevîde nâs iki kısımdır:
Bir kısmı, nâcî ve husûl-ı matlabla fevz ve necâta sâhiptir.
Onların nisâbı tamâm olarak zekât vermeye kadirdirler.
Bir kısmı da helâkta olup, saâdeti şekâvete satmıştır.
Ve bu bey'i pek az para ile yaptığı için, kendisini desîseye uğratmış ve hi-
câbı ziyâdelenmiştir.
Arz-ı simsime, tînet-i Adem'den bakiyye olduğu için, Hz. Adem'in kızka-
rındaşıdır.
Belki sırrının kızıdır. Beyne'l-beşer ne kadar ensâb var ise, onun nesebine
müntehidir.
Neseblerin kâffesi fân î olsa da, mevzubahs olan arz-ı simsime letâfeti üze­
rine bakî olup, kudretle hükmü çok vâsi'dir.
Arz-ı simsime, Adem denilen şecereden zâhirdir. Bunun habbeleri başka
yerde bulunmaz.
Arz-ı simsime bir şey taleb ederse, insan ona cevâp verir.
İnsan bir şey taleb ederse arz-ı simsime ona cevâp verir.
Bu söylediğim, hayâl değildir, his de değildir. Bâlâdaki izâhâtımdan baş­
ka bir şey de değildir. Savâb olan da budur."13
Ben o arz-ı acîbi gördüm. Garîb olan kokularıyla kendime koku
sürdüm. O arzdaki acaîbi, garaibi, tuhfeleri, zarif şeyleri, hâtıra hutûr

13. Arz-ı sim sim e ta'bîriyle, m efrûz olan dürre-i rûhîye verdiği vüs'atı tasvir eder.

326
etmeyecek ve âlem-i mahsûste ve âlem-i hayâlde görülmeyecek bir şe­
kilde gördüm. Bu rü'yet hâsıl olunca, âlem-i gayb-i vücûdda yüksel­
mek istedim. Evvelâ kapıyı çaldığım zaman, bana birinci delâleti ya­
pan ihtiyâra geldim. O ihtiyârı o halde buldum ki, kesret-i ibâdetle
vücûdu o kadar incelmiş ki, adetâ hayâl olmuş. O derece zayıflamış
ki, kendisini mafrûzât-ı muhâliyyeden zannettim. Fakat kalbi ve him­
meti kavi, satvet ve azimeti şedîd, kuûd ve kıyâsı seri'; güya bedr-i
tâm gibi parlak bir halde kendisine selâm verip, redd-i selâmını aldık­
tan sonra, "Şart-ı meşrût, ahd-i merbût ile geldim. Ricâl-i gayb arası­
na girmek isterim ." dedim.
Dedi ki: "Duhûlün evvâni, vusûlün zamanı gelm iştir."
Kapının halkasını çaldı. Kapı açıldı ve kapandı. Yeri pek acîb tû-
lu'u ve arzı (genişliği) azîm bir şehre dâhil oldum. Bu şehrin ahâlisi
Cenâb-ı Hakk'â âlim olanların en bilgilisi olup, içlerinde gâfil kimse
yoktur. O şehrin arazisi dürre-i meknüne-i beydâ, semâsı zebercede-i
hadrâdır. Sükkânmdan Arab olanlar, Arab-ı kirâm ve içlerinden emir
olan Hz. Hızır (a.s.)'dır. Eşyâmı onun yanma koydum ve önünde diz
çöktüm. Ve kendisine selâm verdim. Bang,bir şahs-ı enisin hürmeti gi­
bi hürmet etti ve yekdiğeriyle habîb ve celîs olan kimselerin münâde-
me ve mülâtefesi gibi iltîfât ederek, "m akâm a âit kelâmı izâh etmek
için bana istediğini söyle" dedi.
Dedim ki: "Efendim! Senin yüksek olan şahsmdan ve idrâki pek
güç olan şe'n-i azîminden, yâ'nî, halkın senin hakkında iştibâha düş­
tüğü husûsiyattan bana haber ver."
Cevâben dedi ki: "H akîkât-ı âliye, rekîkâ-i m ütedâniye benim .
Vücûdun gözbebeğinin sırrı, bâtın m a'bûdun aynı, hakâikin m irkâ-
tı, rekâikin deryası yine benim . Şeyh-i lâhûtî, hafız-ı âlem -i nâsûtî
yine benim . H er m a'nâda sûret peydâ eder ve her tegânnigâhta zâ­
hir olurum. H er sûretle tahalluk eder ve her sûrede de âyet ibrâz ey­
lerim . Benim işim bâtm -ı acîb, hâlim garîbtir. M eskenim Cebel-i
Kâf, m ahallim A 'râftır. M ecm au'l-bahreyn'de vâkıf olan, ta'b ve m e­
şakkat ırm ağından avuçla su alan, sırr-ı hakikâtin çeşm esinden su
içen, bahr-ı lâhûtta balığa delil olan benim . Hz. M ûsâ'm n fetâsı,
y â'n î yanındaki genci hâm il olan ben olduğum gibi, onun gıdasının
sırrı da benim ."

327
"M ûsâ-i zahirin muallimi, evvel ve âhirin noktası, ferd-i cami' olan
kutub yine benim. Nûr-ı lâmi'im, Bedr-i sati'im , kavl-i kati'im , akılla­
ra hayret veren, beni arayanlara maksûd olan yine benim. Insân-ı kâ­
milden ve rûh-ı vâsıldan başkası bana vâsıl ve benim sırrıma dâhil
olamaz. Benim kudretim, insân-ı kâmilden maâdasmm fevkindedir.
Benden başkası, ne eser görebilir, ne de haber alabilir. Belki, onlar için
zihinlerindeki i'tikâd ba'zı suver-i ibâdda sûret bağlamak derecesinde
olur. Benim ismimle isimlenen, benim yanağımdaki alâmeti kendi yü­
züne yazmağa çalışır. Bu nev'iden olanlara câhil, gâfil bakarak "H ı­
zır" tesmiye olunan budur, zanneder. Halbuki o nerede ben nerede ve
onun kâsesi nerede benim küpüm nerede? Yalnız denilebilir ki, o be­
nim denizimden bir katre, benim dehr-i tavîlimden bir zaman-ı kaili­
dir. Çünkü onun hakikâti, benim rekâikimden bir rakîka ve onun ta­
rikatı benim tarîkimden bir yoldur. İşte bu i'tibârla, o "aldatan yıldız",
yine benim demektir."
Dedim ki: "Sana vâsıl olanın alâmeti, senin sahana nâzil olanın işa­
reti nedir?"
Dedi ki: "Alâm eti, ilim ve kudrette münzevî; m a'rifet-i hakâikle ta­
hakkuk ilmine muntavî olfnaktır."
Sonra ona ricâlü'l-gaybm cinslerinden sordum.
Cevâben dedi ki: "Bunlardan ba'zıları benî Adem, ba'zıları ervâh-ı
âlemdir. Bunlar altı kısım olup, m akâmâtta derece i'tibâriyle muhte­
liftirler."
"K ısm -ı evvel, smıf-ı efdal, kavm-i kümmel olup bunlar evliyâdan
ferdâniyet derecesine varanlardır. Bunlar âsâr-ı enbiyâya tâbi' ve isti-
vâgâh-ı rahm ânî tesmiye olunan âlem-i gaybte olup, âlem-i ekvândan
gaîb olmuşlardır. Bunlar ne bilinirler ne de tavsîf olunabilirler. Ma-
amafih bunlar, benî A dem 'dir."
"K ısm -ı sânî, ehl-i m aânî ve evânîden ibâret olan elfâzm ervâh'ıdır-
lar. Velî, ehl-i m aânî sûretiyle tasavvur eder ve nâs'a bâtın ve zâhire
âit bunlarm haberlerini söyler. Bu nev'iden olanlar ervâh iseler de, eş-
bâh gibidirler. Y â'nî bunlarm ervâhı eşbâh, eşbâhı ervâhtır. Çünkü
bunlarda âlem-i şuhûddan sefer ederek, fezâ-i gayb-ı vücûda vâsıl
olanların sûretleriyle sûretlenmek kudreti vardır. Binâenaleyh bunla-

328
rm gaybi, şahadeti; enfâsi, ibâdeti demektir. Yeryüzünün evtâdı, bun­
lardır. Allah için sünnet ve farz ile kâim olan yine bunlardır."
"K ısm -ı sâlis, melâike-i ühâmdan ibâret olup evliyânm arkasından
yürürler ve esfiyâya dâir sözler söylerler. Bunlar his ve müşâhede âle­
minde görünmeyip, avâm-ı nâs için m a'rûf olmazlar."
"K ısm -ı râb i', münâcât ricalidir. Bunlar, âlemlerinden hurûc ile
m evâkî"-i mahsûsada görünüp, o mevkilerden başka yerlerde bulun­
mazlar. Bunlar, âlem-i şuhûdda herkes için meşhûd olurlar. Bunların
livâsma ba'zen ehl-i safâ da dâhil olarak, muğayyebâtı ihbâr, mektû-
mâtı izhâr ederler."
"K ısm -ı hâm is, rical-ı besâbistir (ıssız çöl anlamında), yâ'nî ehl-i
bâdiyedir. İ'tim âd olunamayacak sözleri vardır. Bunlar da ecnâs-ı be­
nî A dem 'den olup, ehl-i hutve-i âlemdir. (Devlet ve servet sâhibi de­
mektir.) Yâ'nî servete ve ni'm ete hevesnâkdırlar. Nâsa ba'zan görü­
nürler, ba'zan gaîb olurlar. Nâs ile miikâlem e ve m ücâvebeleri vardır.
Bunların ekserisinin meskeni dağlarda, sahralarda, vadilerde, ırmak
kenarlarındadır. İçlerinden kudret-i mâliyesi olanların şehirlerde
mesken ittihâz ettiği de vardır. Bunların en nefîs makâmı da, iştiyâka
değer bir şey olmayıp, i'tim âda şa'yân değildirler."
"K ısm -ı sâdis, vesveseye değil hatırât-ı kalbiyyeye benzeyen kim­
seler olup, bunlar tefekkür babasıyla, tasavvur anasından doğmuşlar­
dır. Bunların sözleri, iltifâta şa'yân olmayıp, bu gibilerin hâline iştiyâk
da muvafık değildir. Bunlar hata ve savâb arasmda olup, ba'zan ehl-i
keşf ba'zan ehl-i hicâbtır."
Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir. Ve ümm ü'l-kitâb, yâ'nî vü-
cûd-ı mutlak esrârı onun yarımdadır.

329
Ellisekizinci Bâb

Musawire-i Muhammediyye
Hakkındadır

Musavvire-i Muhammediyye hakkında olup, cennet ve cahîme bâ-


is-i hilkat olan nûr ve azâb ve naîm kendisinde mevcûd bulunan esas
bundan ibârettir.

Manzumenin Türkçesi:

"M usavvire-i M uhammedi, güzellik nârlarından ibaret olup, bunun zu-


hûr-ı lem ââtî kalbtedir.
O envâr gizlidir. Fakat yeni doğmuş güneş gibi parlaktır.
A rif olan kimsenin indinde Hakk'm zuhûru o envârdadır.
Tecellîyât, o envârda muhtefî olmayıp, kemâl-i zuhûr ile şa'şaâdârdır.
Kalbte bir takım kuvvetler vardır ki, o kuvvetlere musavvire denilir.
Esrarı, cami' olarak ihtiva eden o kuvvetlerdir.
O kuvvetler cennât-ı huldden bir parça meydana gelerek sahâ-i tecellîde
kasr-ı mürtefi' olarak vücûıd bulmuş gibidir.
O kuvvetler, tatlı ve ekşi olan meyveleri dallarının üstünde kemâle gelmiş
olarak ucundan istihraç eder.
Kâinatın kendisine muti' olan sâni-i kadirin o kuvvetlerdeki sun-ı celîlin-
de muhtevî kıldığı esrarı, hâkim-i ariften başkası bilemez.
O kuvvetler, mahlûk olmakla beraber halikının mir'âtıdır.

330
Hükümde uzak olsa da ma'nen en karîbtir. H akîr olsa da indellâh şanı âlî­
dir.
Bu bir sırdır ki, insanların hey'et-i mecmuasında şâyidir.
Şu kadar var ki, o kuvvetlerin aczi mahlûk olduğundan dolayıdır.
O kuvvetler, nefsin esaretine baş eğmiş olduğu gibi, nefiste hayât bulur ve
nefiste ölür.
Zâhir hâline nazaran mütenevvi' kederlere ma'rûz olan insanı, o kuvvet­
ler ferah-bâhş eder.
Her akıl sâhibi için, o kuvvetlerin zînetine mağrûr olmamak ve onlara hırs
ile dalmamak lâzımdır.
Eğer bu kuvvetler, memâttan miiberrâ' olarak hayât ile mahlûk olsalardı,
sen onları rü'yete de kâdir olurdun.
O kuvvetler, insanlara hem muttasıl hem de insanlardan munfasıldır.
O kuvvetler hakkında benim söylediğim bu sözler, bizim nüktemizin üs­
tüne çekilmiş bir perde demektir.
Sen, o perdeyi at! O perdelerde menfaat yoktur.
Bu mes'elenin nefiste olan lübbü, sadefteki inci gibidir.
Yâhut, kendisinden sihir çeşmeleri akan şiir gibidir.
Bu sözlerimin içinde dere edilmiş olan hikmetleri tedkîk et!
Zâhir en mektûm ise de, yine maksad güneş gibi parlaktır."
C enâb-ı H ak, seni m a'rifete m uvaffak ederek, kurbetine nail
olanlardan eylesin! Şunu da bil ki, Cenâb-ı H ak m usavvire-i M u-
ham m edîyi "B ed i-K âd ir" ism inden yaratm ış; ona "M ennân-Kah-
h âr" isim leriyle nazar eylem iştir. Sonra o m usavvire-i M uham m edî-
ye üzerine "L atîf-G âfir" ism iyle tecellî etm iştir. İşte o tecellî zam a­
nında m usavvire-i M uham m edi iki parçaya bölündü. Güyâ iki nıs­
fa taksim edildi. C enâb-ı H ak, cenneti sağ cihetine m ukâbil olan nıs­
fından yarattı ve o cenneti nâil-i ni'm et olanlara dâr-ı saâdet eyledi.
Sol cihetine m ukâbil olan nısfından da cehennem i yarattı. Onu da
ehl-i dalâl olan eşkiyâya ikâm etgâh eyledi. Cennetlere bâis-i hilkat
olan kısım , H akk'm M ennân ism inin m anzûrudur. Tecellî-yi latîfin
sırrı olup, indellâh her kerîm ve şerîf olanın m ahâllidir. Cehennem

331
kendisinden yaratılan kısım da, H akk'm Kahir ism inin m anzûru
olup, G afir ism inin tecellîsinin sırrı içindir. G afir olan Hak, cehen­
nem i setr eder ve netîcede ehl-i nârın akıbeti hayırda m üncer olur.
N itekim haberde de vârid olm uştur ki, N ebî-yi Ekrem , cehen-
nem 'den haber verirken, "K âdir-i Cabbâr, kadem ini cehennem in
üzerine koyar, cehennem "yeter, yeter!" diye yalvarır. Ateş söner
yerinde circir otu biter" buyurm uştur.
Bu hadîs-i şerifin sırrı odur ki, Allah ehl-i nâr için azâbı yarattığı
zaman, onlara azâbı tahâmmüle vesîle olacak kadar kuvvet yaratır.
Böyle olmasa, ehl-i nârın helâk olarak m ün'adim olması ve in'idâm ile
azaptan m iisterîh olm aları lâzım gelirdi. Binâenaleyh, C enâb-ı
Hakk'm ehl-i nâr için kendilerinin çekeceği azâbı tahâmmüle bâis ola­
cak kuvvet halk etmesi zarûrîdir. O kuvvet sebebiyle Cenâb-ı Hakk'm
ikâbmı tadarlar ve çıkarlar.
İşte, "E h l-i nârın derileri yanm akla pişip bittiği zam an azâbı tek­
rar tatsınlar diye onların derilerini değiştiririz." m ânâsına olan
olidl Jjİ-JUys- ı^bLJjb Ui' (Nisa 56) âyet-i mezkûr kuvvet-
i hilkatin delilidir. Cenâb-ı H akk'm ehl-i nârın derilerini tebdîl etme­
siyle kendilerinde kuvvet de teceddüd eder. Ve ne zaman ehl-i nârda
yeni kuvvet zuhûr ederse, ehl-i nâr kendi kendilerine "şöyle şöyle ye­
ni bir azâb geliyor" diye söylenirler. Bunu, azâba tahâmmüle kâbili-
yeti olan kuvvetin kendilerinde yeni zuhûrundan dolayı hissederler.
Allah onlarda yeni kuvvet îcâd ettiği zaman, o kuvvet ile azâba ta-
hâmmül ederek, kendilerinde azâb devam eder.
Ehl-i nârın nefislerinde böyle bir keşfin vukû'u, onlara karşı azâb
tebşiri m esâbesinde olup, ihânet üzerine ihânettir. Nitekim ehl-i cen­
net de böyledir. Onlar da naîmin vukû'undan evvel vukû' bulacağı
beşâretle tebşîr olunurlar.
îşte ber-vech-i meşrûh ehl-i nârdan azâbm biri zail, diğeri vâsıl ol­
masıyla kendilerinden hâsıl olan kuvvetten evvelki kuvvetleri de zâil
olmaz. Çünkü o kuvvet yed-i m innet-i İlâhî ile mevhûbdur. Cenâb-ı
Hak ise, hibesinden rücu' etmez. Halbuki onlara nâzil olan azâb, yed-
i kahr-ı İlâhî ile nâzildir. Cenâb-ı Hak onu ref' ederek, yerine başkası­
nı ikâme edebilir. İşte bu sûretle kendilerindeki kuvvetlerin terâkibi
ile kuvve-i İlâhîye nâil olurlar. Kendilerinde kuvve-i İlâhî zâhir olun­

332
ca, Kâdir-i M utlak'm cehennem üzerine vad'-ı kademi lutfuna nâil
olurlar. Çünkü bir kimsede sıfât-ı H akk'm zuhûrundan sonra, o kim­
senin tekrar şekâvete düşmesi mümkün değildir.
Şunu da bil ki, Cabbâr'm mezkûr vad'-ı kademi, kendilerinde
m ünkeşif olan o kuvve-i İlâhî nokta-i nazarmdandır. Çünkü o kuvvet,
ilâhı olduğu için arada münâsebet vardır. Zâten her şeyde sebeb, vus-
lât-ı münâsebettir. Bu hikmete m ebnîdir ki, ehl-i nârda kuvve-i İlâhî
hâsıl olunca, kâdir-i Cabbâr derhal ayağını ateş üzerine vad' eder ve
ateş zillet ve hudû' gösterir. "A m an yarabbi! Yeter yeter!" demek
m ecbûriyetinde kalır ve zaîl olur. Bu "yeter, yeter" ta'bîri, kahr-ı izzet
altında söylenen hâl-i zillet kelâm ı olup, bu, "kattu, kattu" lafziyle
ta'bîr olunmuştur.
Şurasını da bil ki, nâr vücûdda aslî değildir. Bunun içindir ki, nihâ-
yetü'l-em r zâil olmuştur. Bu m es'elenin sırrına gelince, nâra bâis-i hil­
kat olan sıfât m evsûf bi'l-adem dir. M esbûk ise sâbıkm fer'idir. Cenâb-
ı H akk'm buyurm ası bunun delilidir. "Rahm etim gazâ-
bımı sebk etm iştir," demektir. Sâbık olan rahmet asıl, mesbûk olan ga-
zâb fer'dir. Görmüyor musun? Rahmet, asıl olduğu için varlığın evve­
linden âhirine kadar mümted olur. Gazâb, böyle değildir. O varlığın
nihayetine kadar mümted olmaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk'm mahlûku
ademden îcâdı, mahlûka rahmetinden dolayıdır. Burada gazâb, muta­
savver değildir. Çünkü mahlûk-ı cedîdden günah sâdır olmamıştır ki,
gazâb lüzûm olsun. Görmüyor musun? Cenâb-ı Hak J i-c ^ 3
(Araf 171) buyurm uştur. "Benim rahm etim her şeyi m uhittir" de­
m ektir. "G azâb ım her şeyi m u h ittir" buyu rm am ıştır. Ç ünkü
H akk'm eşyâyı îcâdı, H ak'tan rahm et-i m ahzâdır. İşte bu nükteye
m ebnîdir ki, gazâb, rahm et gibi varlığın âhirine kadar im tidâd et­
m ez. Bunun sırrına gelince; rahm et, Cenâb-ı H ak için sıfat-ı zâtiyye-
dir. Gazâb, sıfat-ı zâtiyye değildir. G örm üyor musun! H akk'a "rah-
m ân, rah îm ", tesm iye olunur. G azbân, gazûb tesm iye olunmaz.
Çünkü gazâb bir sıfattır ki, onu adâlet îcâb etm iştir. A dâlet ise iki iş
arasında icrâ olunan hikm et netîcesidir. Şu halde A dil ism i, ism -i sı-
fât; rahm an ism i ism -i zâttır.
Yine görm üyor m usun! Gaffâr sıfatı ki, -rahm ânm îcâb ettiği me-
zâhir-i niâm m evvelidir- bunun hakkında üç sîga vârid olm uştur.

333
"G âfir, gaffar, gafû r", denilir. K âhir ism i ki, adâletin îcâb ettiği me-
zâhir-i niâm m evvelidir, bunda iki sîga vârid olm uştur; kâhir, kah-
hâr; kahûr vârid değildir. Bunların kâffesinin sırrı, rahm etin gazâba
sebkâ tidir.
Şunu da bil ki, nâr vücûdda emr-i ârizî olduğu için zevâli câizdir.
Böyle olmasa zevâli muhâl olurdu. Nârın zevâli demek, kendisindeki
kuvve-i ihrakiyyenin zevâli demektir. Nârdan kuvve-i ihrakiyyenin
zehâbiyle ona m e'm ûr olan melekler de zâhib olur. M elâike-i mezkû­
renin zehâbiyle yerine melâike-i naîm vârid olur. M elâike-i naîmin
vürûduyla nâr mahâllinde "circir otu" biter. Circir yeşil bir ottur. Cen­
nette de en güzel renk, yeşil renktir. İşte izâh-ı mezkûr veçhile, cahîm
zâil olarak, naım e m ünkalib olur. İbrahim (a.s.) kıssasında vârid olan
da tıpkı böyledir.
Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim 'in atıldığı ateşe J s . lOL j 1^ J > £ dedi.

"Ey ateş! Hararetin burûdete münkalib olsun. İbrahim 'in üzerine se­
lâmet ol." demektir. Ateş zâil olarak, yerinde reyhânlar bahçeler hâsıl
oldu. O ateşin mahâlli el-ân olduğu gibi bâkîdir, fakat ateş yoktur. İs­
tersen "cehennemin ateşi gitmiştir, fakat azâb-ı elimi râhata inkılâb et­
m iştir" diyebilirsin. Yevm -i kıyâmette cahîm de böyledir, yâ'nî İbra­
him (a.s.) m es'elesi gibidir. İstersen "Cabbar'm vad-ı kademiyle mut­
laka nâr zail olur" de; istersen "N âr, hâli üzerine bâkîdir. Fakat o nâr
ile muâzzeb olanların akibet-i emri rahâta münkalib olm uştur" de.
Dünyada cehenneme münâsib m isâl, riyâzet ve mücâhede ile
Hakk'a müncezib olan ve bu incizâb ile tezekkî ve tasaffî eden eşhas­
taki tabiat-ı nefsâniyyedir. Tâbîat-ı nefsâniyyenin zevâlinde, istersen
"O tabiat, sûret-i mutlakada mefkûd oldu" de; böyle dersen, sözünde
sâdıksın. İstersen "tezkiye-i İlâhî envârı altmda tabiat-ı nefsâniyye
mestûr kaldı" de; böyle dersen yine sözünde sâdıksm. Ehlullâhm mü­
câhede ve riyâzetle çektiği meşakkatler, ehl-i nârın azâbı ve ehvâl ve
ahvâl-i yevm-i kıyâmet mesâbesinde demektir. Ahirette azâbm tenev-
vu'u ve ziyâde ve noksan olması, yine mücâhede ve riyâzet ve nefse
muhâlefet kuvveti nisbetiyle tem sil olunabilir.
Ashâb-ı riyâzâtta tabiat-ı nefsâniyye temekkün etmiş ise, tâ'b-ı ke­
sir çekmedikçe zâil olmaz. Tâbîat-ı nefsâniyye kendisinde tamâmiyle
mütemekkin olmayan kimse, böyle değildir. Onun zahmeti, meşakkâ-

334
ti azdır. O nev'i ashâb-ı riyâzet, hafif azâb görerek nârdan çıkan ve
cennete dâhil olan kim seler gibidir.
Bana bu ulûmu haber veren Rûh haber verdi ki, mücâhede riyâzet,
nefse muhâlefet meşakkatlarınm devâmıyla zâil olan umûr-ı nefsâ-
niyye k-âi» dlj Jx jlS" IaajIj VI ^ jlj âyetinin îcâb-ı kat'iyyesinden ola­
rak, ehlullâhm âhirete bedel, dünyadaki nasîbleridir. Ayetin ma'nâsı:
Sizden hiç bir kim se yoktur ki, cehenneme vârid olmasın. Bu bir şey­
dir ki, Cenâb-ı Hak kendi üzerine vâcib gibi kılm ıştır." demektir.
Ehlullâh, dünyada mücâhede m eşakkatlerini gördükten sonra
A llah'tan lutuf ve inayet olarak cehennem ateşi üzerinden geçmezler.
Çünkü Cenâb-ı Hak, kuluna iki azâb üe azâb etmez ve iki korkuyla
korkutmaz. Cenâb-ı H akk'm ehlullâha dünyada verdiği o meşakkat­
ler, âhiretteki azâba ivaz olarak yapılmıştır. Bizim bu müddeâmıza
Nebî-yi Ekrem 'den rivâyet olunan hadîs de delâlet eder. Nebî-yi Ek­
rem, "Sıtm a denilen hastalık, her m ü'm inin cehennemden olan nasi­
bidir" buyurmuştur. Böyle hummâ, ateş makâmma kâim olursa, tez-
kiye-i nefis için her şedîdden şedîd olarak çekilen mücâhedeler, riyâ-
zetler, m uhâlefet-i nefsler cehennem ateşjne bedel olmaz mı? Bunun
içindir ki, Hz. Peygam ber mücâhedeye "cihâd-ı ekber" tesmiye etmiş
a'dâ ile vukû' bulan muhârebeye "cihâd-ı asgar" demiştir.
Şurası da gizli bir m es'ele değildir ki, hummâ, meydân-ı muhare­
bede düşman ile çarpışm aktan silâhlarla vuruşmaktan daha kolaydır.
Bunların kâffesi ehlullâhm çektiği mücâhede ve riyâzetlerin yanında
küçük olarak gösterilmiştir. Mücâhede, muhâlefet meşakkati daha
büyüktür.
Şurası da m a'lûm un olsun ki, Cenâb-ı Hak nârı, yâ'nî cehennemi
"Kahhâr" isminden yarattığı zaman onu celâle mazhar kıldı ve o nâr
üzerine yedi tecellî ile tecellî etti. Tecellîyât-ı mezkûrenin maânîsi, ce­
hennemin ebvâbı oldu.
T ecelli-i evvel: Bu tecellîde Cenâb-ı Hak cehennem üzerine "Mün-
takim" ismiyle tecellî etti. Bu tecellîden üçyüz altmışbin (360000) dere­
ke hâsıl oldu. Bu derekeler birbirinin altındadır. Bu cehenneme "Lâz-
za" tesmiye olunur. Allah, bu vâdinin kapısını m a'siyet ve günah zul­
metinden yaptı. Bu vâdi, ehl-i ma'siyetin mahallidir. Fakat bu m a'si­
yet, o nev'-i ma'siyettir ki, onda mahlûkun hakkı yoktur. Yâ'nî Allah

335
ile kulu arasında vukû' bulan m a'siyet demektir: yalan söylemek, zina,
livâta, şarap içmek, Allah'ın farz kıldığı evâmiri terk etmek, haram kıl­
dığı şeyleri mübâh görmek gibi. Bunları irtikâb edenler, mücrimlerdir.
Bunlar hakkında Kur'an'da "Mücrim olan kimseler giriftar olduğu
azaptan kurtulmak için çocuklarını, zevcesini, kardeşini, mensûb ol­
duğu aileyi ve yeryüzünde bulunan insanların kâffesini fedâ etmeğe
razıdır. Fakat bu kat'iyyen olamaz. Çünkü "Lâzza" denilen cehennem
yakıp kavurmak için insanın a'zâsmı birbirinden ayırır. Bu lâzza deni­
len cehennem, Allah'ın itaatmdan imtina' ederek zikrullâhtan yüz çe­
virenleri ve bu sûretle günaha gark olanları kendisine da'vet eder"
ma nasma olan y y j y j jj y â i a j ç^İJlc. y jJ ^ * y

y (Meâric 11) âyette vârid olmuştur. Bu ta-


baka-i cehennemin azâbı, elimdir. M aamâfih, şiddetiyle berâber, di­
ğer tabakalardaki azâblara nisbetle hafiftir.
T ecelli-i sâni: Bu tecellîde Cenâb-ı Hak cehennem üzerine "A dil"
ismiyle tecellî etmiştir. Bu tecellîyle açılan vâdi-i cehennem "C ahîm "
tesmiye olunur. Cahîm 'in birbiri altında olmak üzere yediyüz yirmi-
bin (720.000) derekesi vardır. Cenâb-ı Hak, bu vâdi-yi cehennemin ka­
pısını fısk-ı fücür, halk üzerine zulüm ve tecebbur ve hukuku ezme
husûsunda taassub, bâtılı taleb, tuğyân gibi maâsîden yaratmıştır.
Yeryüzünde haksız olarak ve A llah'ın kullarına karşı tuğyân ederek
ibâdullâhm haksız yere mallarını alan, kanlarını döken, şutûm-i gâli-
zâ ve giybet ve emsâli gibi esbâb ile, ırz ve nâmuslarını pay-mal eden
kimselerin m eskeni bu zikrolunan cahîmdir. Bu vâdi-yi cehennem,
bundan evvelki tecellîdeki vadi-yi cehennemin tahtmdadır. Ve bunun
tabakâtı, evvelki cehennem in tabakâtm m zaîfidir. Cenâb-ı Hak
Kur'an'da bu m ücrimler hakkmda y â jUOJI jl (İnfitar 14) buyur­
muştur. "Fâcirler, cehennemdedir" demektir. "Facirler" dediğimiz,
imânında kâzib, halka karşı zâüm, tuğyâna m e'lûf, hukûk-ı nâsa mü-
tecâviz demektir. Hülâsa, cahîm haksız yere nâsa zulmedenlerin ve
hukûk-ı nâsı haksız eki edenlerin meskenidir. Bu tabakadaki azâb,
bundan evvelkinden çok şedîddir.
T ecelli-i sâlis: Bu tecellîde Hak, cehennem üzerine "Şedîd" ismiy­
le tecellî etmiştir. Bu tecellîden açılan vâdinin ismi "U sra"dır. Bunun
derekâtı, (1440000) bir milyon dörtyüz kırkbindir. Cenâb-ı Hak, bu

336
vâdi-yi cehennemin kapısını buhulden, haksızlık sûretiyle m alı ço­
ğaltmak talebinden, kinden, hasedden, şehvetten, hubb-ı dünyadan
ve bunlara benzeyen şeylerden yaratmıştır. Bu "usra" denilen cehen­
nem, kendisinde ta'dâd olunan hasletlerden haslet bulunan kimsele­
rin meskenidir. Bu vâdi-yi cehennem de, bundan evvelkinin altında­
dır. Bunun azabı, öbüründen kat kat şedîddir.
T e ce lli-i râb i': Cenâb-ı Hak, bu tecellîde cehennem üzerine Ga-
zâb sıfâtıyla tecellî etm iştir. Bu tecellîden açılan vadi-yi cehennem in
ism i, "H âvîye"d ir. H âviye derekât-ı cehennem in en aşağısıdır ve
derekâtı, iki m ilyon sekizyüz seksen bin (2888000)'dir. Buraya atılan
günahkar iki dereke arasında dünya saâtlerince senelerce yuvarlan­
dığı halde, ikinci derekeye erişem ez. Bu vâdi-yi cehennem in kapısı,
m ünafıklık, riyâ ve yalan yere iddialardan ve bunların em sâlinden
halk edilm iştir. H ısâl-i m ezkûreden kendisinde haslet bulunan kim ­
selerin ikâm etgâhı, vâdi-yi m ezkûredir. C enâb-ı Hak, bunlar hak­
kında jUl ja ûüildl jl buyurm uştur. "M ünafıklar, ateşin en
aşağı tabakasm dadır" dem ektir. Bunun için bu vâdi-yi cehennem e
"H âv îye" tesm iye olunm uştur. Bu tabakaya m ahsûs olan azâb da,
bundan evvelki tabakalardan kat kat fazladır.
T e ce lli-i hâm is: Cenâb-ı Hak, bu tecellîde cehennem üzerine
"M u zill" ism iyle tecellî etm iştir. Bu tecellîden açılan vâdi-yi cehen­
nem in ism i "Sakar"dır. Birbiri altm da olm ak üzere bunun derekâtı
beş m ilyon yediyüz altm ış bin (5760000)'dir. Cenâb-ı Hak, bu vadi­
nin kapısını tekebbürden yarattı ve o vadide, haksız yere nâsm başı
üstüne çıkm ak isteyen ferâin'i ve cebâbire'yi A llah zelîl kılmıştır.
Çünkü Cenâb-ı H ak kıskançtır. Sıfâtlarından bir sıfat ile ittisafı,
isim lerinden bir isim ile tesem m îyi haksız yere iddia eden kim seye
aksiyle m uâm ele eder. K ıyâm et gününde onun iddiasının zıddıyla
kendisine azâb eder.
İşte, böyle yeryüzünde tekebbür ederek vasf-ı Hak libâsını haksız
giyenlere, Cenâb-ı Hak "M uzill" ismiyle azâb eder. Cenâb-ı Hak,
Kur'an'da "A llah'a ibâdetten ve Cenâb-ı H akk'm saltanatına baş eğ­
mekten imtina' ederek, istikbâr, yâ'nî taleb-i tekebbür ederek Allah'a
ibâdet etmek istemeyenler ve "bu Kur'an beşer sözüdür, buna imân
lâzım gelm ez" diyenler "Sakar" ismiyle müsemmâ olan cehennemde

337
pişirilirler" (el-Müddesir, 25-27) m a'nâsında olan âyeti, bunlar Hak­
kında inzal etmiştir.
Tecelli-i sâdis: Cenâb-ı Hak, cehennem üzerine bu tecellîde "Zü'l-
bâtş" ismiyle tecellî etmiştir. Bu tecellîde açılan vadi-yi cehenemin ismi
"Saîr"dir. Bunun derekeleri onbir m ilyon beşyüz yirmibiıı
(11520000)'dir. Bu saîr'de, ehl-i dünya nufûsu adedince derekeler ara­
smda mesâfeler vardır. Allah, bu saîr'in kapısını şeytandan yaratıüıştır.
Şeytânet, tabîat kıvılcımlarıyla alevlenen ve nefiste hâsıl olan ate­
şin duhânı ile tahassul eden hıslât-ı deniyyeden ibârettir. Bu şeytânet-
ten fitne, azâb şehvet, mekr, hile, ilhâd, yâ'nî hakkı inkâr ve bunlara
benzeyen şeyler hâsıl olur. Bir kimsede hısâl-ı mezkûreden haslet bu­
lunursa, onun meskeni zikr olunan saîr'dir ve şeyâtînin meskeni de bu
"saîr" denilen cehennemdir, ^ J l ylic ^ LU>j (Mülk 5)
âyeti bunun delilidir. M a'nâsı: "Biz, semâdaki şihabları şeytanları
recm için yarattık, şeytanlar için azâb-ı saîri hazırladık" demektir.
T ecelli-i sâbi: Cenâb-ı Hak, bu tecellîde cehennem üzerine "Zü-
ikâb-ı elîm " ismiyle tecellî etmiştir. Bu tecellîden açılan vâdi-yi cehen­
nemin derekâtı, yirmiüç milyon kırk bin (23040000)'dir. Bu derekeler
arasında senelerce yol vardjr. Nihâyetlenmesi, yâ'nî, nihâyetine varıl­
ması pek güçtür. Bu derekât arasmda tenâhî tasavvuru ancak kudret-
i ilâhiyye ile hâsıldır. Hikmet tertibi üzerine buna imkân yoktur; bel­
ki kudret hesâbıyla mümkün olabilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, gayr-ı mü-
tenâhîyi mütenâhî olarak ibrâza kâdir olduğu gibi, şey-i kalîl-i müte-
nâhîyi gayr-ı mütenâhî yapmağa da kâdirdir.
Ahvâl-ı kıyâmetin kâffesi, yâhut ekserisi kudret yolundandır. Çün­
kü dünya, dar-ı hikmet, âhiret dar-ı kudrettir. O derecede ki, ehl-i nâr
ahvâlinden bir hâli ve ehl-i cennet ahvâlinden bir hâli, o hâle ma'rûz
olan kimse, ezelden ebede kadar mümted olarak görebilir. Ve görür
ki, o hâlin ne evveli ne âhiri vardır. Gördü ki, o hâl ezel ile ebed ara­
sındaki gayr-ı mütenâhî mikdâra mutabık oduğu halde, yine ân-ı vâ-
hidden ve vakt-ı vâhidden ibâret oup, gayr-ı müteaddittir. Bu sûretle
ân-ı vâhidden ibâret olan hâletlerden bir halden dîğer hallere irâde-i
İlâhî vechiyle intikal edebilir.
Bu bir sırr-ı acîbtir ki, aklın bunu kabul etmesine imkân yoktur.
Belki akıl, buna takât bile getiremez. Çünkü akıl hikmete, keşif kudre-

338
te merbûttur. Binâenaleyh, bu sırrı ancak sâhib-i keşf bilir. Mezkûr ce­
hennemin kapısını Cenâb-ı Hak, küfür ve şirkten halk eyledi. Cenâb-
ı Hak, Kur'an'da bunlar için ^jju. jU ^ od’jZİlj yükJI J»l ,y> jl
cdjl lg_j ( B e ji n e 6) buyurmuştur. M a'nâsı: "Ehl-i kitaptan
küfredenlerle, müşrikler, nâr-ı cehennemde muhalleddirler. Halkın
en şerlisi bunlardır." demektir. Bunların azâbı da, azâbm en şerli ve
şiddetlisidir.
Cehennem öyle bir şeydir ki, şekl-i azâbma nihâyet yoktur. İşte bu,
joy ja Jj> Jjü j cACJ J j i ^ (Kaf 30) âyetinin ma'nâsıdır. "Biz, kıyâ-
met gününde cehenneme "doldun m u?" diye suâl ederiz; cehennem,
cevapta "daha ziyâde yok m u?" der." demektir. M a'lûmdur ki, bu
keyfiyet adem-i tenâhîden dolayıdır.
Şunu da bil ki, cehennem tabakâtmdan her tabakada bulunan, o ta­
bakanın derekelerini tamâmiyle görüp çıkmadıkça, o tabakadan kur­
tulamaz. Cenâb-ı Hak, ba'zılarma bu girip, çıkm ağı teshil eder; ba'zı-
larma tas'îb eder. Dâhil-i nâr olanlar, girdiği vâdinin tabakâtını kat et­
tikten sonra, Kâdir-ı cabbar kademini nâr üzerine vad' eder. Beyânı,
yukarıda bu hadîsin şerhinde geçtiği gibi olur. Yâ'nî, cehennem söner,
yerinde circir otu biter.
Burada bir sırr-ı latîf daha vardır ki, o sır icâbıyla Cenâb-ı Hakk'm
vad'-ı kademi, her insan için ayrı ayrı olduğu gibi, her tabaka için de
ayrı ayrıdır. M aamafih, bu ta'dâtm kâffesi, müddet-i vâhide ve yevm-
i vâhiddir. Fakat kudret, zam ân-ı vâhidde ehl-i nâr için bu taaddüdü
izhâr etmiştir. Bu bir keyfiyettir ki, akıllar bunda hayrettedir. İdraki,
keşf-i İlâhîye mütevakkıftır.
Şurasını da bil ki; Cenâb-ı Hak bu ebvâb-ı cehennemin kâffesine
"M âlik" isminde bir m eleği hâzin ve hâdim yapmıştır. Mâlik, mazhar-
ı şiddettir. Çünkü onun aslı, "Şedîdü'I-kuvâ" ismidir. Cehennem üze­
rine vukû' bulan tecellîyât-ı ilâhiyyeye bakarsan, hepsinde şiddet
m a'nâsm ı bulursun. Bunun içindir ki, mâlikin kâffe-i tabakât-ı cehen­
nemde saltanatı vardır. Ve kâffesinin hâzinidir. Azab melaîkesi, şid­
det hakikâtinin rakîkalarıdır. Cenâb-ı Hak, Kur'an'da îSS%> l $ J x
(Tahrîm 66) buyurmuştur. "Cehennem üzerindeki meleklerin hepsi
sert ve şedîdü'l-hısaldırlar." demektir. Zâten "M âlik" ismi, şiddet
m a'nâsm a olan mülkten müştâktır.

339
Şurası da m a'lûm un olsun ki, ehl-i nâr bir tabakadan diğer bir ta­
bakaya intikal edebilirler. Tahfîf-i azâb için tabaka-i ulyâdan, daha
aşağıdaki tabakaya intikal eder. Ba'zısı da, azâbı tecdîd için aşağıdan
yukarıya nakl olunur. Bunların kâffesi, azâbı noksan veya ziyâde yap­
mak için Hakk'm irâdesi ne ise ona tâbi'dir. Bundan başka cehennem­
de ta'dâd olunamayacak derecede acaîb vardır.
Biz, cehennem tabakâtının beyânâtmı ve her derekedeki tenevvu-
âtmı beyâna girişsek, yâhut bunlara müekkel olan melekleri tavsif et­
sek ve bunların enva'm ı tafsil etsek, yâhut m ü'm în olduğu halde cür-
mü olmayarak bunların araşma düşen m ü'm îni beyân etsek; ve bu
bâbta LoU ÇJJj ^ jjl Viu» IjâjIj (Enfal 25) "Zulm edenlere mahsûs
olmayan fitneden hazer edin" âyetinin sırrım izâh eylesek; yâhut ha-
yât-ı dünyada hakâik-i ilâhiyye ile tahakkuk m es'elesinde m ü'minle-
rin bile nâil olamadığı devlete tabakât-ı cehennem ahâlisinden kud-
ret-i ilâhiyye ile nâil olanları zikre başlasak, tafsilâta ve tatvîlâta muh­
taç olmak lâzım gelirdi. Halbuki bizim maksâdımız, ihtisârdır. Ehl-i
zâhirin kâfir i'tikâd ettiği Eflatun ile ben içtima' ettim. Bu içti'm a'-i
melekûtiyyede Eflatun'u âlem-i gaybı, nûr ile behcet ile doldurmuş
gördüm. Kendisinde öyle bir kudret müşâhede ettim ki, öyle bir kud­
ret efrâd-ı evliyâdan pek azına verilmiştir.
Dedim ki: "Sen kimsin?"
Dedi ki: "Kutb-ı zaman, vâhid-i evvân olan bir şahsım."
Bundan başka daha ne kadar acaîb garâib gördük. Fakat o esrârı if-
şâ etmek, bizim şartımızdan değildir. Bu bâbta sana çok esrâr ile remz
ettik. Bu esrârı başka bir lisân ile söylemek mümkün değildir. Sen bu
hitâbtaki kuşûr-ı zâhireyi at, ashab-ı ukûlden isen lübbünü al. Çünkü
bu kitaptaki varaklar öyle ilimleri cem etmiştir ki, onları anladıktan
sonra ehl-i nârı bilmek husûsunda başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Binâ­
enaleyh azâbm envâ'm ı ve melâikenin ahvâl-ı mühimmesini beyâna
hâcet yoktur. Çünkü kitaplar bu bâbta izâhât ile doludur. Binâenaleyh
ziyâde söz söylemeye hâcet görmüyoruz.
Şunu da bil ki, ehl-i cahîmin, cehennemde kendilerine mahsûs lez­
zeti vardır. Bu lezzet, muharebe ve mudârebe için yaratılan kimsele­
rin indindeki muharebe ve mudârebe lezzetine benzer. Biz nâstan bir
çok insanları gördük, muharebe ve mudârebenin elemli bir şey oldu­

340
ğunu bildikleri halde, yine darb ve harbi severler. Nefislerinde müs­
tetir olan rubûbiyet, bu nev'i insanları harb ve darba dalmağa sevk
eder. Bundan başka, ehl-i cahîmin bir lezzeti daha vardır. O lezzet,
uyuz hastalığına tutulan kimsenin lezzeti gibidir. Uyuz, derisini kaşı­
dığı zaman, derisinden parçalar kopardığı halde bile, bu kaşmtı ile
azâb ve lezzet arasmda bir nev'i lezzet duyar.
Ehl-i cahîmin başka bir lezzeti daha vardır. Bu lezzet hatasını bil­
diği halde re'yine mağrûr olan câhilin lezzetine benzer. Müşâhedâ-
tımdan buna bir m îsâl îrâd ediyorum.
Yediyüz doksan (790) târihinde Hindistan'da "K uş" denilen belde­
de idim. Orada bir adam gördüm. Ekâbir-i nâstan üç kimseyi öldür­
m eyi kast ederek, ayrı ayrı o üç kimseyi öldürdü. Birisini öldürünce,
koşarak öbürüne ve diğerine hücûm ederek onları da kati etti. Hülâsa
üçünü de öldürdü. Bu şahs-ı kâtil, tutuklanıp da boynu vurulmak için
meydana getirilince, yanma ilerliyerek "Yahû, ne yaptın?" dedim. Ce-
vâben dedi ki:
"Ey Abdülkerîm sus! Öyle bir şey yaçtım ki, ta'rîf edemem."
Kendisini büyük göstererek, müddet-i ömründe hâsıl edemediği
büyük bir lezzete mâlik olduğunu göstermekte idi. Halbuki o dakika­
da dövülecek, bağlanacak kati veya salb sûretiyle i'dam olunması sa­
dedinde de bulunduğunu bilmekte idi. Böyle olduğu halde, kendi
nefsinde lezzet-i azîme ile mütelezziz idi.
Ehl-i cahîmin başka bir lezzeti daha vardır. Bu lezzet, âkilin kendi
aklıyla câhili tahtie ettiği zaman hâsıl ettiği lezzete benzer. Meselâ bir
câhil, muvâfâkât-ı ekdâr ve müsaâde-i takallubu'l-leyl ve'n-nehâr ile
nâil-i servet olmuştur. Akil, câhil-i mezkûr için hâsıl olan umûru istih-
sân etmekle berâber, yine câhilin hâline râzı olmaz ve câhile bâis-i sa-
âdet olan iş ne ise, onu işlemeğe tenezzül etmez. Belki nefsinin riyâse-
tine ve aklının fazlalığına güvenerek, şekâvet deryalarmda müstağrak
olarak kalmağı tercîh eder. Bahr-ı şekâvette olduğu halde, akıl ve fik­
rinin muktezeyâtmı tercîh ederek câhüin hâlinden müteneffir, kendi
hâliyle mütelezzizdir.
Bundan başka ehl-i cahîmin muhtelif başka lezzetleri de vardır.
Hatta ben cehennemde eşed azâb içinde bulunan bir cemaatla içtimâ'

341
ettim. O cemaata cennet arz olunduğu halde, o hâlet-i azâb içinde cen­
netten müteneffir olduklarını gördüm. Başka bir tâife ile de icti'm â' et­
tim. Onlar tâife-i mezkûrenin aksinedir. Bu kısımdan olanlar, enfâs-ı
cennetten bir nefes almağı veyahut cennet sularından bir yudum iç­
meği temenni ettikleri halde kader, onlara muvafakat etmez.
İşte Cenâb-ı Hak Kur'an'da bu tem ennide bulunanlar hakkında
"Ey ehl-i cennet! Bize biraz su ihsân edin, yâhut Cenâb-ı H akk'ın si­
ze in'âm ettiği et'im eden bize rızık verin" m a'nâsm da olan
‘J 1 ^ ^ ^ j 16111 ,y. (Araf 50) âyetini buyurmuştur.
Ayette ehl-i cennetin verdiği cevâbın m a'nâsı, "Allah sizin istediğiniz
iki şeyi kâfirlere haram kılmıştır" demektir.
Şunu da bil ki, bâlâda zikrettiklerimizin kâffesi, ehl-i cahîm üzeri­
ne mümted değildir. Bâlâda zikrettiklerimiz, ahvâl-i câhîme âit enva'
ve ecnâstan ibârettir. Ehl-i cahımden ba'zıları azâb ile mütelezzizdir.
Ba'zıları, azâb-ı mahz içinde olup kat'iyyen lezzeti yoktur. Belki azap­
tan şiddetle müteneffirdir.
Ehl-i cahîmden ba'zılarm ı azâba sevk-i bâis olan vefret-i cahâletiy-
yedir. Ba'zılarm ı da azâba sevk eden, dâr-ı dünyadaki vefret-i akliy-
yedir. Ba'zılarm ı da azâba sevk eden, kendilerine mahsûs akideleri­
dir. Ba'zısmı da azâba sevk eden, ef'al ve harekâtıdır. Ba'zılarmı da
azâba sevk eden, kendinde mevcûd olmayan fezaîl ile halkın kendini
senâya âit sözlerindendir. Ba'zılarm ı da azâba sevk eden, halkın o şa­
hıstaki kabahatları veyâhut o şahısta bulunan mehâsin hakkında söz
söylemeleridir. Ba'zılarm ı da azâba sevk eden, nâsm bir kimse hak­
kında kendisine m üsâvî olmadığına dâir söz söylemeleridir.
Hülâsa: Ehl-i cahîmin azâbı, cidden garîb olan bir keyfiyettir.
J U lîj iıi-l J U Kj jü l J\ hadîs-i kudsîsinin sırrı, ehl-i nâr ah­
vâlini nâtıktır. "Şunlar cehennemliktir, onlara ehemmiyet vermem şun­
lar da cennetliktir, onlara da ehemmiyet vermem." demektir. Şunu da
bil ki, ehl-i cahîmden öyle kimseler vardır ki, ehl-i cennetin çoğundan
efdaldır. Cenâb-ı Hak, bu nev'iden olanları dâr-ı şekâvete kendileri
üzerine tecellî etmek için idhâl etmiştir. Bu nev'i eşkiyâdan olanlar, Ce-
nâb-ı Hakk'm mahâll-i nazarıdır. Bu bir sırr-ı garîb, emr-i acîbtir.
Allah, istediğini işler ve neyi murâd ederse onunla hükm eder.

342
Fasıl:
Bu fasılda musavvire-i Muhammedi'den halk olunan kısm-ı
sânî zikrolunacaktır.
Bu kısma Cenâb-ı Hak, "Mennân" ismiyle nazar etmiş, ve en-
va'-ı cinâni ondan halk etmiştir. Sonra o cennetler üzerine
"Latîf" ismiyle tecellî etmiş ve o cinâni kendi indinde kerim
ve şerîf olan her şahsa ikâmetgâh eylemiştir.
Ma'lûmun olsun ki, cennetler sekiz tabakadır. Her tabakada
da, müteaddit cennetler, her cennette de ta'dâdı mümkün ol­
mayan dereceler vardır.

Birinci Tabaka: "Cennet-i selâm" ve "cennet-i mücazât" diye tesmi­


ye olunan cennettir. Cenâb-ı Hak bu cennetin kapısını a'mal-i sâlihadan
halk etmiştir. Ve bu cennete girenlere "H âsib" ismiyle tecellî etmiştir.
Binâenaleyh bu cennet, miikâfât-ı mahzdır. Peygamber-i zî-şan "Hiç
kimse ameliyle cennete giremez", diye buyurduğu hadîs-i şerîf ile mu­
râd, bu cennet değil, cennetü'l-mevâhibdir. Cennât-ı mükâfât (müca­
zât), a'mâl-ı sâlihanm mukâbilidir. Cenâb-kHak bu cennet ehli hakkın­
da «lj> ijfrj |d[Şji '-As- âb ^ oCAU (j-J ob (Necm 40) buyur­
muştur. İnsanın nâil olacağı mükâfât, mesâisinden başkasından hâsıl
değildir. Ve insan mesâisinin âsârını mutlaka görecektir ve mukabilin­
de ameline mutabık mücâzât ile mücâzât olunacaktır." demektir.
Bu cennete, a'm âl-i sâlihadan başkası ile girmek mümkün değildir.
Amel-i sâlihi olmayan kimse bu cennete giremez. Bu cennete "cennet-
i yüsrâ" diye de tesmiye olunmuştur. Cenâb-ı Hakk'm Kur'ân'da
jj <_src—
J-L ^ Loli (Leyi 5) âyeti bu cennet hakkın­
dadır. M a'nâsı: "Fukaranın hakkı olan zekâtı veya sadakayı veren ve
isyandan ictinâb eden ve kelîme-i hasene olduğunda şüphe olmayan
kelîme-i tevhîdi söylemekle îmân eden kimseye "yüsra" denlen cen­
neti kolay olarak verir." Buna yüsra denilmesinin sebebi, a'm âl-i mak-
bûleden az şey ile elde edilebileceğinden dolayıdır. Bu yüsra denilen
cennet, Cenâb-ı Hakk'm teysîr ettiğine müyesserdir.
İk in ci Takabaka: Birinci tabaka olan cennetin fevkinde olup, on­
dan a'lâdır. Buna "cennetü'l-huld", "cennetü'l-m ekâsib" tesmiye olu­
nur.

343
Cennetü'l-mekâsible cennetü'l-mücâzât arasındaki fark şudur ki;
Cennetü'l- mücâzât amelin mikdârma göredir; yâ'nî amel-i hasenenin
tamâmiyle mukabilidir. Cennetü'l-m ekâsib ise, rıbh-ı mahzdan ibâ­
rettir. Çünkü cennetü'l-mekâsib, Cenâb-ı Hakk'a karşı akâid ve zu-
nûn-ı hasenenin netâicidir. Bunda ef'al-i bedeniyyeye taalluk edecek
mücâzâttan, yâ'nî mükâfâttan bir şey yoktur.
Cenâb-ı Hak, bu cennet ahâlisi üzerine "Bedî" ismiyle tecellî etmiş­
tir. Bunun içindir ki, akâid-i hasene erbâbı için ümit etmedikleri şey­
ler bu cennette ibdâ-i İlâhi ile hâsıldır. Bu cennetin kapısı, Cenâb-ı
Hakk'a karşı akâid ve zunûn-ı hasene ve recâdan mahlûktur. Kendi­
sinde hısâl-ı mezkûreden bir şey bulunan kimse, bu cennete girer; bu­
lunmayanlar, bu cennete dâhil olamazlar.
Bu cennete "cennetü'l-m ekâsib" tesmiye olunmasının sebebi şudur
ki, bu cennetin zıddı cahîm-i hüsrandır. Hüsran da, Cenâb-ı Hakk'a
karşı zunûn-ı redîe ve hasîsenin netâicidir. Cenâb-ı Hak, zunûn-ı re-
dîe ashabı hakkında ^ jJÜIi (Fussilet
23) buyurmuştur. M a'nâsı: Bu hüsran, rabbinize ettiğiniz zanlarm ne­
ticesidir. Zunûn-ı redîede bulunduğunuz için, Cenâb-ı Hak sizi redâ-
ete düşürdü. Binâenaleyh "hasirîn"den oldunuz." demektir.
Hülâsa: Zunûn-ı redîe ashabı, nâr-ı hüsranda; zunûn-ı hasene as­
habı, cennetü'l-mekâsibdedir.
Üçüncü Tabaka: Cennetin üçüncü tabakasma "cennetü'l-mevâ-
hib" tesmiye olunur. Bu tabaka, bundan evvelki iki tabakadan daha
yüksektir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'm mevhibelerine nihâyet yoktur. Ce-
nâb-ı Hak isterse, ameli ve akidesi olmayan kimseye, istediği kadar
bahşâiş ve in'âm verir. O bahşâiş, a'm al-i kesîresi ve akâid-i vâfiresi
olan kimselere verilen lutuftan daha fazla olabilir. Ben bu cennette be­
nî Adem ecnâsmdan olmak üzere her cinsten ve her milletten insan­
lar gördüm.
Bu cennetii'l-m evâhib füyûzâtı o sûrededir ki, Cenâb-ı Hak, akâid
erbâbma, a'm âl-i sâliha ashabına mevhibe kabilinden ihsânda bulu­
nup da, bu cennete girdikleri vâkitte Cenâb-ı Hak onlar üstüne "Veh-
hâb" ismiyle tecellî eder. Bu "tabaka-i sâlise" dedğimiz cennete, nâil-
i mevhibe olmayan kimse giremez.

344
İşte bu cennet o cennettir ki, Peygam ber zî-şan Efendimiz, bunun
hakkm da:"Sizden hiç kimse, am eliyle cennete girem ez." Ashab-ı
Peygam ber de "Ya resûlellâh sen de m i?" dediler. Cevaben, "Cenâb-
ı Hak rahm etiyle beni, setr etmezse, ben de girem em " m a'nâsında
o l a n “1 1 1 j l " ili i l X î Jûi s * 1 1 1 J i c x > l d g lU i . j> I Ç L > -u V

buyurmuştur.
Bu cennetü'l-m evâhib, cennetlerin en büyüğü ve en genişidir. Bu
cennet, ^ j i ” hadîs-i kudsîsinin sırrıdır. Bu mevhibe-i İlâhî
o derecededir ki, nev'-i İnsanîden hiç bir kimse bâkî kalm am ak üzere
günlerden bir günde bu cennetten nasîbi olmasını hakâik tecvîz et­
mektedir ve hakâikin bu tecvîz-i mezkûrü, im kan-ı vehbî kabîlinden-
dir.
Ammâ bizim keşf ile olan müşâhedemizde bizim bu cennette bul­
duğumuz ehl-i milel ve nihaiden her nev'a âit ise de, o milletlerin hep­
si veyâhut ekserisi olmayıp, belki her milletten bir fırkaya mahsûstur.
Cennet-i m ücâzât böyle değildir; O, a'm âl-ı sâliha ashabına m ahsûs­
tur. Ona yalnız ehli olanlar girer.
Cennetü'l-m ekâsib, cennetü'l-m ücâzâttan daha vâsidir. Çünkü
rıbh, mücâzâta pek karîbtir. Ribha bâis-i imtina' olacak re'sü'l-m âla
luzûm-ı kat'î vardır. Cennetü'l-m ekâsib ahâlisinin re'sü'l-m âlı, Ce-
nâb-ı Hakk'a karşı olan akâid ve zunûn-ı haseneleridir. Ammâ mev-
zubahs olan bu cennet, yâ'nî cennet-i mevâhib, cennetlerin kâffesin-
den daha geniştir. Hatta kendisinin olan tabakalardaki cennetlerden
de geniştir. Bu cennete Kur'an-ı Kerîm 'de oU-LJI ^JJIU
■öjL ju \y\S U Vy ^jlll (Secde 32) buyurulmuştur. "İmân edip de,
a'm ali sâlih olan kimseler için cennetü'l-m e'vâ vardır. Ve bu cenne-
tü'l-m e'vâ, o kimselerin amellerine karşı Cenâb-ı Hakk'm atâ ve bah-
şâişidir."
Burada Cenâb-ı Hak, Uy buyurdu, i lj> buyurmadı. Bunun hikme­
ti, cennetü'l-me'vâ'ya girenler, cennetü'l-mekâsibe, cennetü'l-mücâzâta
girenler gibi olmadığına tenbîh içindir. Cennetü'l-me'vâ, "nüzül",
ya'nî, Hak'tan atâ ve bahşâiştir. Ve hazâin-i cûddan, vücûddan ve mev-
hibeden misafire in'amdır. Amel-i sâlih işleyenyere muhtas değildir.
Dördüncü Tabaka: "Cennet-i istihkak, cennet-i naîm, fıtrat" deni­
len cennettir. Bu cennet, bir takım akvâma mahsustur ki, onların hil­

345
katlerinde Cenab-ı H akk'm vedîa kıldığı hakâik, onların bu cennete
istihkâk-ı aslî ile girmelerini îcâb etmiştir. Bu cennete dahil olanlar Al­
lah'ın kullarından öyle bir taifedir ki, dünyadan çıktıkları zaman rûh-
ları fıtrât-ı asliyye üzerinde bakîdir.
Bunlardan ba'zıları, dünyada da fıtrât-ı asliyye üzerine yaşarlar;
meczûblar, mecnûnlar, çocuklar gibi.
Bunlardan ba'zıları da, a'm âl-i sâliha, mücâhede, riyazet, Cenâb-ı
Hak ile muâmele-i hüsünde bulunarak tezekkî ve tasaffî edenlerden
olup, rûhları hazîz-i beşeriyetten, fıtrıyye-i asliyye zirvesine irtika'
eder.
Fıtrât-ı asliyye, Kur'an'da, Cenâb-ı Hakk'm ü—»! jC J I tüh- -OJ
âyetinde buyurduğudur. Denes-i beşerî, yâ'nî beşeriyetin kirliliği ve
paslılığı da Kur'an'da uüiU JiH »Loij ^ âyetiyle bildirilmiştir. Tezekkî
sûretiyle terakkî edenler de by* y * yr1^ cd-LJ ICc 3 ^1 ^1)1 ‘il ayetiyle
teşrîh buyurulmuştur. "G ayr-i m em nûn", gayr-ı maktu' demektir. İş­
te bu zikrolunan tâife, "cennet-i istihkak" tesmiye olunan cennete gi­
rerler. O cennet, bunların hakkıdır. Hibe, yahut, kesb, yâhut, a'mâl-i
sâliha'ya mücâzât tarîkiyle değildir.
Bu cennete dâhil olanlardan tezekkî sûretiyle fıtrât-ı asliyyeye rü-
cû' edenlere Kur'an'da ^ ^ jU ^ o' (İnfitar 82) âyeti mısdâkmca "eb-
râr" tesmiye olunmuştur.
Bu cennete cennet-i istihkâk tesmiye olunmasının sırrı şudur ki;
Cenâb-ı Hak, bu cennete girenlere "H ak" ismiyle tecellî etmiştir. Binâ­
enaleyh, asâlet ve fıtrât-ı asliyye tarîkiyle bu cennete girmeğe istihkâk
gösterenlerden başkasının duhûlü mümteni'dir.
Bu cennete girenlerden ba'zıları dünyadan çıkar çıkmaz, doğru bu
cennete dâhil olur. Ba'zıları da ateşle tasfiye edilip, habâis-i ruhiyye-
leri zâil olarak fıtrât-ı asliyyeye rucû' ile, bu cennete girmeğe istihkâk
sûretiyle dâhil olur. Onlarm bu cennete duhûlü, ateşle tasfiyeden son­
radır.
Bu cennetin sakf'ı arştır. Bundan evvelki cennetler böyle değildir.
Onlardan her birinde a'lâ, ednânm sakfıdır. Cennet-i selâmın sakfı,
cennetül huld; cennetü'l-huldun sakfı, cennetü'l-m e'vâ; cennetü'l-
me'vânm sakfı, "cennet-i istihkâk" ve "cennet-i fıtrat" ve "cennet-i na-

346
îm " tesmiye olunan bu cennettir. Bu cennetin sakfı da, arştan başka
bir şey değildir.
B eşinci Tabaka: "Firdevs" tesmiye olunan cennettir. Buna "cen-
net-i m aârif" de tesmiye olunur. Bunun zemini, son derece geniştir.
İnsan bu cennette irtifa' kesb ettikçe cennet daralır. Hatta o derecede
ki, bu cennetin yukarısı iğne deliğinden daha dardır. O dar mahalde
eşcâr, enhâr, kusûr, hûr-ı ayn bulunmaz.
Şu kadar var ki, bu cennette bulunanlar alt taraftaki cennetlere ba­
kınca, oralarda eşcâr, enhâr, kusûr ve hûr-ı ayn ve vildân görürler. Fa­
kat cennetü'l-m aârif'de bunlardan bir şey bulunmaz. Bu cennetin üs­
tündeki cennetlerde de kezâlik, mezkûr şeyler mevcûd değildir.
Bu cennet arşın kapısı üzerindedir. Bu cennetin sakfı, arş kapısının
sakfıdır. Bu cennette bulunanlar, Cenâb-ı H akk'ı müşâhede-i dâimde­
dir. Bunlar şühedâdır; yâ'nî, cemâl ve hüsn-ı İlâhî şâhidleridir. Nefis­
lerini "fenâ" seyfiyle ifnâ ederek, muhabbetullâhda m aktûl olmuşlar­
dır. Mahbûblarmdan başkasını görmezler.
Bu cennete "vesile" de tesmiye olunur. jŞ ü n k ü maârif-i ilâhiyye,
ârifin ma'rûfa vuslatı için vesiledir. Bu cennette bulunanlar, bundan
evvelki cennetlerde bulunanlardan çok azdır. Çünkü cennette tabakât
yükseldikçe, sükkânm az olması, emr-i vaki'dir.
A ltın cı T abaka: "C ennet-i fazilet" tesmiye olunan cennettir. Bu
cennete dâhil olanlara "sıd dîkû n" derler. Bunları Cenâb-ı Hak,
dü» jut (Kamer 54) "m uktedir padişahın yanında" medhiyle medh
etmiştir. Bu cennet, cennetü'l-esmâdır. Arşın derecâtı üzerine bast
edilmiştir. Bu cennete dâhil olanlardan her tâife, arşın derecâtmdan
bir derece üzerindedir. Bu cennette bulunanlar da, cennetü'l-ma-
ârif'de bulunanlardan daha azdır. Fakat bunların ilm -i İlâhîdeki mer­
tebesi, daha yüksektir. Bunlar, "lezzet-i ilâhiyye ashabı", olarak vasf
olunmuşlardır.
Yedinci Tabaka: "D erece-i refîa'" tesmiye olunan cennettir. Bu
cennet, isim nokta-i nazarından cennetü's-sıfat; resim nokta-i nazarın­
dan cennetü'z-zâttır. Bunun zemini, arşm bâtınıdır. Buna girenler,
"hakâik-i ilâhiyye ile tahakkuk edenler" ta'bîriyle tesmiye olunurlar.
Buna dâhil olanlarm adedi, zikri sebk eden tabakalara girenlerin ade­

347
dinden daha azdır. Buna dâhil olanlar, hilâfet-i ilâhiyyeye nâil olan
mukarrebîndir. Bunlar, tahkîk-i İlâhîde azîm sahihleri olan ashâb-ı
kudretlerdir.
İbrâhîm (a.s.)'ı bu cennetin sağ cihetine dikilmiş, ortasına doğru
bakmakta olduğunu gördüm. Enbiyâ ve evliyâdan bir tâifeyi de, bu
cennetin sol cihetinde dikilmişler, bu cennetin vasâtma gözlerini dik­
miş oldukları halde gördüm. Hz. Muhammed (s.a.v.)'i de, bu cenne­
tin ortasında, gözlerini arşın sakfına doğru dikerek, H akk'm va'd etti­
ği makâm-ı Muham medîyi tâlib olarak gördüm.
Sekizin ci Tabaka: M akâm-ı mahmûddur. Buna, "cennet-i lezzât"
tesmiye olunur. Bunun zemîni, arşın sakfıdır. Hiç kimse için bu ma-
kâma vusûle yol yoktur.
Şu kadar var ki, cennetü's-sıfatta bulunanlardan her biri, bu makâ-
ma vuslata tâlib olup, o makâmm kendisine verildiği ve başkasına ve­
rilmediği zu'mundadır. Hepsinin zu'm u da, haktır. Lâkin o makâm,
Hz. Muhammed (s.a.v.)'e mahsûstur. Çünkü Hz. Peygamber "Cen­
nette en yüksek makâm olan makâm-ı mahmûd, ahâli-yi cennetten bir
kimseye mahsûstur. Umîd ederim ki, o şahıs benim " m a'nâsm da olan
bir hadîs-i şerîf buyurmuşlardır. Sonra da Cenâb-ı H akk'm o makâmı
kendisine va'd ettiğini haber vermiştir. Binâenaleyh, biz nebî-yi zî-
şa'n'm söylediğine imân eder ve tasdîk ederiz. Çünkü söylediği hevâ-
dan değil, belki mutlaka vahy-ı İlâhîdir.

Fasl:
Şurası da ma'lûm olsun ki, Cenab-ı Hak musavvire-i Mu­
hammedi'den cenneti ve cahîmi ve bunlarda bulunan
mü'minler için naîmi; kâfirler için azâb-ı elîmi yarattığı za­
man Adem (a.s.)'ın musavviresini de, musavvire-i Muham-
medîden bir nüshâ olarak yarattı. Adem (a.s.) cennetten çı­
kınca, musavviresindeki kudret-i hayât zâil oldu. Çünkü
âlem-i ervâhdah mufarakat etti.
Görmüyor musun, Adem, cennette nefsinde her neyi tasav­
vur ederse, o şeyi hissinde mevcûd bulurdu. Bu kudret hali,
cennete giren her kimsede mevcûddur. Hz. Adem, dâr-ı
dünyâya inince bu hâl kendinde bâkî kalmadı. Çünkü cen-

348
netteki hayât-ı musavviresi, nefsi (zâta) ile idi. Dünyada ha­
yât^ rûhu iledir. Cennetteki kudret-i hayâtiyye, ehl-i dünya
için fenâ bulmuş ve olmuş demektir. Cenâb-ı Hak, dâr-ı dün­
yâda bir kimseyi hayât-ı ebediyyesiyle ihyâ eder ve kendi zâ­
tına nazar ettiği gibi o kimseye de nazar eyler ve esmâ ve sı-
fâtıyla o kimseyi tahakkuk ettirmeğe inâyet buyurursa, dâr-ı
âhirette ehl-i cennet için mevcûd olan kudret, dâr-ı dünyâda
da bulunabilir. Bu devlete nâil olan kimse, nefsinde ya'nî, zâ­
tında her ne tasavvur ederse, hissinde onu mevcûd olarak
bulur.
Bizim bu bâbta sana işâret ettiğimiz şeyi anla! Çünkü her
hangi kimse olursa olsun, bizim bu bâbtaki remzimizi hail
ederse, ulu varlığın ketm ve ihfâ ettiği esrar, o kimse yanın­
da zâhir olur.
Allah, hakkı söyler ve isbât eder, nefyetmez.

349
Ellidokuzuncu Bâb

Nefs Hakkındadır

Nefs İblîs ile ehl-i telbîsten ona tâbi' olan şeyâtînin aslı ve menşeidir.

Manzumenin Tercümesi:

"N e f s b i r s ır r - ı r a b b â n î d ir . O d a z â t t a n ib â r e t t ir . N e fs i n z â t ile z â t ı n d a
le z z e t l e r i v a r d ır .

N e fs , r u b ı ıb i y e t v a s f ın ı n n û r u n d a n m a h l û k t u r . B u n u n iç in n e f is t e r ııb û -
b i y e t â s â r ı v a r d ır .

N e fs , h e r t ü r lü t a a z z u m v e t e k e b b ü r ile z u h û r e t m iş t ir . Ç ü n k ü b u n la r n e f ­
s in a h lâ k ı v e s ıfâ t ıd ır .

N e fs , m â - fe v k i n d e n m a k a m ın a g e l e c e k h ic r e r â z ı o la m a z . Ç ü n k ü h ic r d e
m e ş y v e h a r e k e t t e n a c z v a r d ır .

D e r e c e - i b â lâ d a n â z il o la n n e k a d a r n û r v a r is e , k e n d i l e r i n d e o la n h a s s a -
la r ı u n u t m u ş la r d ır . B u n a s e b e p k e n d i l e r i n d e n ii z û l ile h â s ı l o la n “ m a ğ b û n i-
y e t " y â n i a ld a n m a k t ı r .

B e r - v e c h - i m e ş r û h d e r e c e d e n a ş a ğ ı d ü ş e n e n v â r , d â im a g a f l e t e d ü ş m ü ş l e r ­
d ir . F a k a t n e f s s ü k û t ile b e r a b e r g a f l e t e u ğ r a m a m ış t ır . R i y a s e t i n i d e u n u t m a ­
m ı ş t ı r . B u n e f s t e b i r s e b â t t ı r ."

Cenâb-ı Hak seni rûh-ı İlâhîsiyle münevver kılsın ve seni hiç bir za­
man kendinden fâriğ kılmasın!
Şunu da bil ki; Cenâb-ı Hak, Hz.M uhamm ed'i kemâlinden halk
ederek onu cemâl ve celâline mazhar kılmış ve Hz.M uhamm ed'in her

350
hakikâtini, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyesinin hakâyıkmdan bir hakikatten
halk etmiş ve Hz.M uham m ed'in nefsini, nefs-i İlâhîsinden yaratmış­
tır. Bir şeyin nefsi de, o şeyin zâtından başka bir şey değildir.
Biz bu kitâbm yukarısında bâ'zı hakâik-ı Muhammediyyenin hakâ-
ik-ı ilâhiyyeden m ahlûk olduğunu beyân etmiştik. O bahisler; akıl, ve­
him ve emsâline âid bâblarda geçmiştir. Bunlardan başka olan kısmı
da yakında gelecektir.
Hülâsa: Cenâb-ı Hak nefs-i M uhammedîyi bâlâdaki tavsifimiz veç­
hile yaratınca Âdem (a.s.)'m nefsini de Hz.M uham m ed'in nefsinden
bir nüshâ olarak yarattı. Bu m es'ele-i dakika ve latîfeden dolayıdır ki,
Âdem (a.s.)'m nefsi cennette "habbe" yemekten m en' olunca, m en'i
kabûl etmeyerek habbe-i mezkûreyi yedi. Çünkü nefs zât-ı rubûbiyet-
ten mahlûktur. Hicr altmda kalmak ise, rubûbiyetin şâmndan değil­
dir. Bu hicri kabûl etmek m es'elesi, dâr-ı dünyâdadır; dâr-ı uhrâda da
mümted olarak evlâd-ı Âdem üzerinde devâm etti. Nefs bir şeyden
men' olundu mu, bâlâdaki sebepten dolayı o şeyi yapmağa inhimâk
gösterir. Men' olunduğu şey isterse saâdete, isterse şekâvete sebep ol­
sun, orasını düşünmez. Çünkü nefs, yaptığı işi saâdet yâhud şekâvet
talebi için yapmaz. Belki rubûbiyet-i asliyyeden zâtında münderic
olan sırdan dolayı yapar.
Görmüyor musun? Nefs, cennette habbeyi eki ettiği zam an kendi­
sini adem-i m übâlâta sevk etmiş oldu. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu şece­
reye yaklaşm anın "zulm edenlerden olursunuz." m ânâsına olarak
uğItül UyGi 5 »i* LJ j ' i j (Bakara 2/35) nehy-i İlahîsiyle vukû' bulan
ihbâr-ı İlâhînin kendisini bi'l-âhare şekavete sevk edeceğini bildiği
halde Adem (a.s.) yine adem-i mübâlâtmdan ayrılamadı. Bu âyetteki
habbe, zulmet-i tabiiyyeden başka bir şey değildir. Habbeyi eki dahi
zulmet-i tabiiyyenin iktizâ eylediği şeyleri ityândan başka bir şey de­
ğildir. Binâenaleyh şecereden hâsıl olan "habbe," zulmet-i tabiiyyeyi
temsil için vaz' olunmuş bir kelimedir. Cenâb-ı Hak, işte bu m â'nâda
olan habbeyi eklden men' etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, ekl-i habbe­
den feragat olunmayarak emr-i İlâhîye karşı isyân edilirse neticesinin
zulmet-i tabâyi' derekesine nüzûl icâb edeceğini bilmiştir. Zulmet-i
tabiiyyeye meyi ise, şekâvetten başka bir şey değildir. Çünkü şecere-i
memnûa, Kur'an'da şecere-i m el'ûne olarak zikr edilmiştir. Kim ona

351
meyi ederse matrûd olacağı aşikârdır. Bunun içindir ki, nefs-i Âdem
habbeyi eki edince, kurb-ı ilâhî-i rûhî derecesinden bu'd-ı cismanîye
tard ve tenzil olundu. Âyetteki nüzûlün mânâsı, bu zikr olunandan
başka bir şey değildir. Y â'nî kuyûd ve inhisârdan münezzeh olan
âlem-i ulvîden taht-ı esârette bulunan âlem-i süflî-i tabiiyyeye yüz çe­
virmek demektir.

Fasl
Şunu da bil ki; nefs habbe-i mezkûreyi eklden men' olunduğu za­
man, kendisini şe'n-i zatîsinde hicr altında görmek mevcûd olmadığı
için m en'-i mezkûrun mânâsını anlamaktan iltibâs ve iştibâha düştü.
îştibâhı şundan dolayı idi ki, zâtındaki ilmi saâdet-i rubûbiyet ve ekl-
i habbenin bâis-i şekâvet olacağı sırrı da, ihbâr-ı İlâhî icâbmdan oldu­
ğu için ekl-i habbede tereddüt etmemiş ise de, ekle muhabbeti oldu­
ğunu ihbâr-ı İlâhîye meyi etmeyerek kendi nefsindeki ilme itimâd et­
ti ve habbeyi eki etti. Bu iltibâs, iştibâh ve tereddüt öyle mühim bir
şeydir ki, bütün âlimleri hayrete düşürmüş ve şekâvete uğrayan her
şakî bu iltibâs yüzünden şekâvete uğramıştır. Çünkü vehle-i ûlâda
olan şekâvete düşen, nefstk. Müteaddit milletlerin akıldan yâhût ken­
dine benzeyen insanlardan aldığı ilm e i'tim âdı ve m ezkûr milletlere
gönderilen enbiyânın sıdkı, berâhin-i kâtıa, ihbârât-ı ilahiyye-i sahîha-
i vâzıha ile sâbit olduğu hâlde, o ihbârâtı terk etmişlerdir. Ve bu terk­
ten dolayı bir çok milletler, ümmetler helâka uğramıştır.
Bu m es'elenin sırrı şudur ki; nefs evvelâ ekl-i habbeden men' olun­
duğu zaman memnûiyeti dilemeyerek helâka düştüğü ve nüfûs-ı
ümem de ey (Nisa 4/1) âyeti mistâkmca nefs-i mezkûre-
den mahlûk oldukları için fer'in asla teb'iyeti kabilinden olarak helâ­
ka uğramışlardır. Fevz ve necâta nâil olanlar, âhâddan ibârettir. Bu
helâk ve necâtm sırrı ujliL- J i J »Uijj ^ <_ji jLJ^I Lil> jüJ (Tin 4-5)
âyetinde mündericdir. Mânâsı: "Biz insanı en muntazam bir şekilde
halk ettik. Sonra esfel-i sâfilîne reddettik. Ve bu redden halâs bulan­
lar, imân edenler ve sâlih amelde bulunanlardır." dem ek olur. Yani
sâlih amellerde bulunanlar demek, ihbârât-ı ilâhiyyeye imân ederek
kendi bildiklerini terk edenler ve terk-i m aâsî ve fiil-i taât husûsunda
sâdır olan evâmire itttibâ' edenlerdir. Binâenaleyh maâsî, zulmet-i tâ-

352
biiyye muktezeyâtından ve tâat de, envâr-ı rûhiyye icâbâtmdan başka
bir şey değildir.
Şunu da bil ki; nefs tafsil olunan iltibâsa ancak eki desisesiyle düş­
müştür. Yoksa muhbirin ilm iyle bir insanın kendi ilm i yekdiğere mu­
halif olunca insanın ilm -i zâtisini ilm-i muhbire takdim etmesi caizdir.
Bu m es'elede Cenâb-ı H akk'm haber verdiği, nefsin kendi ilmine mü-
nâfî değildir. Çünkü nefs habbe ile temsil olunan zulmet-i tabiiyyenin
iktizâ edeceği sırrı, kabiliyet-i asliyyesiyle bilirdi.
K ezâlik zulmet-i tâbiiyyenin arz-ı rûhu siyahlaştıracağını ve rûhu
şekâvete düşüreceğini ve tenzîl-i İlâhî ve takdîs-i zâtiye nazaran şe-
kâvet-i necîs olan eşyâyı ityân, şân-ı rubûbiyetinden olm adığını da
biliyordu. Cenâb-ı H akk'm haber verdiği de, nefsin kendisinde
m ündem iç olan bu ilm in gaybm dan başka bir şey değildir. Fakat
şekl-i kavide zuhûr eden desise eki m es'elesinin hakikâtini kendisi­
ne şüpheli gösterdi. Ve habbe-i m ezkûreyi eklden m en', zâtındaki
rubûbiyeti fevt ettirir zannına düştü. H akîkât-i telhisten m ahlûk
olan İblîs'in söylediği de, sırr-ı rubûbiyeti fevt edersin m azm unun­
da idi, ö-a j \ öjSlo Ü jZ j •jII I » i U 5 ^ j US'Ç;l« (Araf 20) âye­
tinin m ânâsını söyledi. A yetin mânâsı: "Sizi, Rabbm ız şecereden
m en' etmiyor. Belki m elek olm aklığınızdan yâhut cennette m uhalled
olm anızdan sizi m en' ediyor. H albuki m eleklik bâkî oldukça mah-
cûr olm azsınız. Eğer m en'i kabûl ederseniz, hicr altına girm iş olur­
sunuz. Eklde hicri kabûl etm ediğiniz zam an sizi kim se cennetten çı­
karam az. Çünkü rubûbiyetin iktizâ ettiği şeyi işlem iş olursunuz."
demektir.
İblîs bu âyetin mânâsını söyledikten sonra üyv^UI ,>1 L5Ü ^Jl
(Araf 21) âyetinin mantûku veçhile de Adem ile Havvayı iknâya çalış­
tı. "Size yemin ile söylüyorum, ben size nâsihat edenlerdenim ." Bura­
da yeminden maksat, iddiâ ettiği şeyi hüccet-i kâtıa, berâhin-i sâdıa
ile izâhdan başka bir şey değildir. İblîs de böyle yaptı.
Bu izâhı anladıktan sonra şunu da bil ki; ümem-i mutekaddimenin
kâffesi ve helâka uğrayanların hepsi, desâis-i nefsâniyye ile helâka uğ­
ramışlardır. Çünkü enbiyâ-yı kirâm ve rusul-ı izâm sâni-i mesnû' de­
liliyle ve iktidâr-ı san'at deliliyle ve kıyâmeti ihya-yı evvel deliliyle is-
bât ederek halka umûr-ı m echûleyi umûr-ı m a'kûle ile beyân buyur­

353
muşlardır. Öldükten sonra tekrâr insanları ihya edeceğine dâir
Kur'an'da i/ Jjl UüJİ ^İJI J i (Yasin 79) âyeti ve bunun emsâli âyet­
ler vârid olmuştur. "Çürüm üş kemikleri evvelâ kim yaratmış ise, yine
0 ihyâ eder, de." demektir.
Hâsılı Peygamberler m u'cizât-ı kâtıa, âyât-ı kâmia izhâr ve ityân
buyurarak mahlûkun ebediyen muktedir olamayacağı hârikâ-i âdetle­
rin bir çok nev'ini halka göstermişlerdir. Ölüyü diriltmek, gözsüze
göz vermek, behek-i baras illetine mübtelâ olanın bedenini sâfî kıl­
mak, denizi yarmak ve bunlara benzeyen havârik-i âdâtı göstermek
ancak kudret-i ilâhiyye ile mümkün olup, o da enbiyâya mahsûstur,
işte bu sûretle m u'cizât gösteren enbiyâya inkiyâddan imtinâ etmek
isyânını tevlîd eden, desâis-i nefsâniyeden başka bir şey değildir.
O desîse-i nefsiyye icâbmdandır ki, Hz. Muhammed hakkmda
araplardan ba'zıları "Ben kendim den küçük bir kimseye inkiyâd et­
sem; korkarım, kavm-i arap beni ayıplar." demiş; Hz. İbrahim hakkm­
da, m eb'ûs olduğu kavim "Bunu yakın, Allahlarınıza yardım edin"
mânâsında olan aAy (Enbiya 68) demişlerdir. Kezâlik Şu-
ayb'm m eb'ûs olduğu ümmet de: "Ey Şuayb! senin usûl-i ibâdetin bi­
ze babalarımızın ibâdet ettikleri şeyleri terk etmekliğimizi mi emredi­
yor?" mânâsında olarak UjU d iy jj S y b (Hud 87) demekli-
ğe cesâret etmişlerdir.
Hülâsa: Bunların hepsi H ak'tan men' eden desîse-i nefsâniyyedir.
Yoksa ihbârât-ı ilâhiyye onların indinde gizli olan ilm e muhâlefet de­
ğildir. Cenâb-ı Hak da, Kur'anda oLL. üğlliJI M^ l i
(En'am 33) buyurmuştur. "Ya Muhammed! Bunlar seni tekzîb etmez­
ler. Amâ zâlimlerin âyât-ı ilâhiyyeyi inkâr etmesi âdetleridir." m â'nâ-
smadır.
Hulâsatii'l-hulâsa: Habbeyi eklden men'deki mes'elenin sırrı, eki
desisesiyle nefsi iltibâsa düşürmektir. Bu sır, iltibâs sırrıdır. Belki emr-
1 İlâhînin iktizâ ettiği şeyin sırrıdır. Belki şe'n-i zât-ı ilâhiyyenin sırrıdır.

Fasl
Şurası da ma'lûm un olsun ki; Cenâb-ı Hak, nefs-i Muhammedîyi
zâtından yaratmıştır. Hakk'm zâtı ise, iki zıddı câmi'dir. Cenâb-ı Hak,

354
melâike-i âlîn'i de cemâl ve nûr-ı hidâyet sıfatı cihetinden nefs-i Mu-
ham m edîden yaratmıştır. Buna dâir izâhât bâlâda geçmişti. Cenâb-ı
Hak, İblis ve etbâmı da celâl ve zulmet ve dalâl sıfâtları itibâriyle yine
nefs-i Muham medîden halk etmiştir. İblîs'in ism-i kadîmi, "A zâzil"
idi. Cenâb-ı Hak, mahlûkâtım yaratmazdan evvel İblis, binlerce sene
Hakk'a ibâdet etti. Hak ona ibâdeti esnâsmda "Ey Azâzil! Benden baş­
kasına ibadet etm e." demişti. Cenâb-ı Hak, Âdem (a.s.)'ı yaratıp da
melâikeye  dem 'e sücûd ile emr edince secde m es'elesi, İblîs'i iltibâ-
sa düşürdü. Zannetti ki, Âdem 'e secde ederse, A llah'dan başkasına
ibâdet etmiş olur. Şurasmı bilm edi ki, A llah'ın emriyle secde eden yi­
ne Allah'a secde etmiş demektir.
İşte bu iltibâs, İblîs'in secdeden im tinâsm a sebep oldu. Kendisin­
de vâki' olan bu telbîs nüktesinden dolayıdır ki, iblise "İb lis" tesm i­
ye olundu. Bunu anla! Yoksa İblisin ism i bâlâda yazıldığı veçhile
"A zâzil" idi. Kendisi de kudret sâhibi m ânâsına olarak "Ebû M irre"
idi. İblis, secdeden im tinâ edince, Cenâb-ı Hak ona, "Benim iki kud­
ret elim le yarattığım  dem 'e secdeden seni m en' eden nedir? tekeb­
bür m ü ettin, yoksa âlî olan m eleklerden m isin?" m ânâsında olarak
caÜ-*JI ^ j.1 O jŞ ^ \ cib-U jl at*-» L (Sâd 75) buyurdu. Â lî olan
m elekler "N ü n" tesmiye olunan ve onun em sâli bulunan melekler
gibi nûr-ı İlâhîden m ahlûk olan meleklerdir.
Bâkî melâike anâsır-ı latif eden m ahlûk olup  dem 'e secde ile emr
olunan o kısım meleklerdir. Cenâb-ı Hak İblîs'e bâlâdaki âyetle suâl
buyurunca iblis, "Ben  demden hayırlıyım. Beni ateşten, onu toprak­
tan yarattın." mânâsma olarak <jd> ey ey ^ (Sâd 76)
âyetinin mantûkunca cevap verdi. Bu cevaptan anlaşılır ki, iblis hu-
zûr-ı İlâhîde adâb-ı mükâlemeye ve suâlin nüktesine ve verilecek ce­
vabın ehemmiyetine son derecede vâkıf idi. Çünkü Cenâb-ı Hak İb­
lis'e secdeye men' olan sebepten sormadı. Ondan suâl istemiş olsaydı,
suâlde tarz-ı ifâde "Benim iki kudret elimle yarattığım Âdem 'e secde­
den niçin imtina' ettin." derdi. Halbuki suâl-i İlâhî böyle olmayıp, mâ-
hiyet-i mâniâya mütealliktir. İblis m es'elenin bu sırrına göre cevâba
taaddî etti ve "Ben, Â dem 'den hayırlıyım ." dedi. Demek istedi ki, be­
ni yaratmış olduğun zulmet-i tabiiyyeden ibâret bulunan hakîkat-i
nâriyye, Âdem 'in asl-ı hilkâti olan hakîkat-i tîniyyeden daha hayırlı­

355
dır. İşte bu sebebe m ebnîdir ki, benim  dem 'e secde etmemekliğim
emr-i hakikat iktizâsıdır. Çünkü ateş, hakikatiyle ulviyeti; toprak, ha­
kikatiyle süfliyyeti iktizâ eder.
Görmüyor musun? Yanmış olan mumu eline alıp da baş aşağı çe­
virirsen, uluvvu yukarıya doğru çıkar. Halbuki toprak böyle değildir.
Bir avuç toprak alıp da havaya atsan, yukarı çıkmasından daha sür'at-
li olarak aşağı iner. N âr ile türâbda hakikatin müktezâsı budur. İşte
buna mebnîdir ki, İblis "Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten onu top­
raktan yarattın." dedi ve bu sözünün üzerine başka fazla kelime ilâve
etmedi. Çünkü biliyordu ki, Cenâb-ı Hak sırrına vâkıftır.
İblis şunu da biliyordu ki, ifâde-i meramda makâm, makâm-ı ihti-
sârdır; makâm-ı tafsil değildir. Eğer makâm, tafsile müsâid olsaydı,
bâlâdaki sözler üzerine "Sen Ya Rabbi! bana mukaddema benden baş­
kasına ibâdet etme demiştin. Ben ona itimâd ettim de, secde etme­
dim." derdi. Bunu demedi. Çünkü İblis, makâmm mahall-i itâb oldu­
ğunu idrâk etti. Bu itâbdan teeddüb etti ve secde emrini idrâkte iltibâ-
sa düştüğünü bildi. İltibâsa düştüğünü anlaması şundan dolayıdır ki,
Hak ona : "E y İblis!" tâbiriyle nida etti. İblis ise, iltibâstan müştâktır.
Bu nidâdan mukaddem kenSisine "İblis" ismiyle nidâ vukû' bulma­
mış idi. Anladı ki, ok yaydan çıkm ıştır ve bâlâdaki muhtasar cevâbı
verdikten sonra ne feryâd u figân etti, ne de nedâmet gösterdi, ne de
tevbe etti, ne de m ağfiret talep etti. Çünkü İblis biliyordu ki, Cenâb-ı
Hak, irâdesinden başka bir şey işlemez.
Bu m es'elede H akk'm irâdesi hakâyıkm iktizâ ettiği şeyden baş­
ka bir şey değildir. H akâyıkı tağyir ve tebdile de im kân yoktur. İb­
lis iltibâs-ı m ezkûre düştüğü için H ak onu kurb-ı İlâhî huzûrundan
bu'd-ı tabiî çukuruna tard etti. ,*->j oULi £>li (Sâd 77) "Sen hazret-
i ulyâdan m erâkiz-i süflâya m atrûdsun, cennetten çık." dem ektir.
Bu âyetteki "ra cîm ", "racem e"d endir. "R acem e" bir şeyi yukarıdan
aşağıya salıverm ek dem ektir. "Y evm -i kıyâm ete kadar lanetim se­
nin üstüne olsun." dem ek olan i*-h ur11 ob (Sâd 78) âye­
tindeki lânet de, tedhiş ve tard yani ürkütm ek m ânâsm adır. Şâirin
v-JÂlI Aic c-ü j Uaü beytindeki racul-i laîn, habl-i mü-
vehheş yâni bostan korkuluğu dem ektir. Bostan korkuluğu, insan
şeklinde m ezrûâta dikilen bir heykel olup, bunu ku şlan ve hayvan­

356
ları ürkütm ek için dikerler ve o vâsıta ile m ezrûât ve ağaçların mey­
veleri selâm ette kalır. Beyt-i m ezkûrun m ânâsı "Bu yaptığım şey ile
kuta denilen bağırtlak kuşunu korkuttum ve bu yerde kurdun eğ­
lenm esini def ettim. Bu yaptığım şey racul-i laîn yani bostan korku­
luğu gibidir." dem ektir.
Cenâb-ı H akk'm İblise f-H J 1er-uj öb (Sâd 78) buyurdu­
ğu âyette, ilm -i m aânî üşülünce hasr vardır. Yani "la'net yalnız senin
üzerinedir; başkasına değildir." demektir. Çünkü ilm -i nahivdeki hu-
rûf-ı cârre ve hurûf-ı nâsibe ibârede takaddüm ederse, hasrı ifâde
eder. Meselâ "ala zeydin dirhem un" denilse "Zeyd üzerinde olan
hak alacak Zeyd'e m ahsûrdur, başkasında değildir." demektir. Kezâ-
lik ı<JUj juj<j J U (Fatiha 5) âyetinde de "iyyâke"nin takaddümü,
yine hasr içindir. "Ya Rabbi! yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız sen­
den muâvenet talep ederiz; başkasından değil." demektir.
Hulâsa: ö'M1 J 1 d-U ji_, (Sâd 78) âyetindeki lânet yalnız İblîs'e
âittir; başkasına değildir. Kur'an'm başka yerlerinde zâlimlere, fâsıkla-
ra ve daha başkalarına karşı vukû' bulan lânet, ittiba' tarîkiyledir. Ya­
ni lânet asâlet tarîkiyle İblîs üzerine, fjıruât tarîkiyle de başkalarının
üzerinedir, cn-di ^y_ J jb (Sâd 78) âyetinde "ilâ" harf-i cerri-
nin takaddümü de, yine hasr içindir. Yâni lanet ancak kıyâmet günü­
ne kadardır. Binaenaleyh kıyâmet kâim olunca İblîs üzerine lânet yok­
tur. Çünkü yevm-i kıyâmette zulmet-i tabiiyye hükmü mürtefi'dir.
"yevm ü'd-din" tefsîri bu kitâbm kırkıncı bâbında geçmiş idi. Bu izâha
nazaran İblîs'in hazret-i ilâhiyyeden matrûdiyeti, yevm-i kıyâmetin
vukûundan evvele âittir. Çünkü lânetin mûcib-i aslîsi, rûhu hakâik-i
ilâhiyye ile tahakkukundan men' eden mevâni-i tâbiiyyedir. Yevm-i
kıyâmetin vukûundan sonra mevâni-i tabüyye kemâlât cümlesinden
olur. Binâenaleyh ondan sonra lânet yoktur; belki kurb-ı mahz vardır.
Bu sûretle m evânî-i tabüyye zâil olunca İblîs'in mukaddema nezd-
i İlâhîdeki kurbiyetine ise, yine o hâl avdet eder. Bu avdet bi't-tab' ce­
hennemin zevâlinden sonradır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk'm halk ettiği her
şey, neticede hakîkat-i asliyyesi, ne ise ona rucû' ile nihâyet bulur. Bu
bir emr-i kat'îdir. Bunu anla!
Denildi ki, İblîs lânete giriftâr olduğu zaman şiddet-i surûrdan he­
yecana ve fart-ı aşka geldi. Hatta bu inşirâhı âlemi doldurdu. Kendi-

357
sine "Sen hazret-i ilâhiyyeden tard edildin. Bu yaptığın nedir?" deni­
lince; cevapta: "Bu bir hil'âttır ki, sevgili A llah'ım bunu bana mahsûs
kıldı. Benden başka ne melek-i m ukarreb, ne nebiyy-i m ürsel bu
hil'âti giym edi." Bu surûrdan sonra Cenâb-ı H akk'a nidâ ederek de­
di ki: (■>. ‘rO (Sâd 79) "Ya Rabbi! yevm -i ba'se kadar ba­
na mühlet ver." demektir. Çünkü İblis, şu hakikate vakıf idi ki, bu ih­
mâl mümkündür. Zirâ aslı ve m enşei zulmet-i tabiiyye olan hâlet-i
m el'ûnenin vücûddan bekâsı, yevm -i bi'sete kadardır. Yevm -i ba'sm
vukûunda zulmet-i tabiiyye envâr-ı rubûbiyete munkalib olur. İblis
ber- vech-i bâlâ imhâli talep edince, Cenâb-ı Hak ona müekked bir şe­
kilde fjbJI cijJI ^ cy (Sâd 80-81) buyurdu. "M a'lûm olan
vakte kadar sen im hâl olunanlardansın." demektir.
Vakt-i m a'lûm , emr-i vücûdun hazret-i M elik-i M a'bûd'a rucûu
zamânıdır. İblis im hâl va'dini alınca: "Y a Rabbi! Senin izzetine ye­
m in ediyorum , kullarının hepsini iğvâ ederim ." mânâsına olarak
<£**>1 (Sâd 82) dedi. Çünkü İblis biliyordu ki, insanların
hepsi tabiatın hükmü altındadır. Tabiattan m ütehassıl iktizâât-ı zul-
mâniyye, hazerât-ı nûrâniyyeye irtikâya m âni'dir. Yalnız İblis "H alâ­
sa nâil olan kulların bu iğvâdan m üstesnâdır." mânâsına olarak
ûuaJukll ^ ıi)>U “il (Sâd 83) dedi. "M uhlisin" demek "zulm et-i tabâîden
ve kesâfet-i mevânîden ibâdetle hâlis olanlar" demektir. Bu âyette
"m uhlas" kelimesi ism-i m ef'ûl sigâsıyla olursa mânâsı: hakîkat-i ilâ­
hiyyeye nisbet sûretiyledir. Yâni "Cenâb-ı Hak onları kendisine cezb
üe halâsa nâil etm iştir." demek olur. "M uhlas" kelimesi ism-i fâil si-
ğasıyla olursa, mânâ hakîkat-i abdiyyeye nisbetle tasavvur olunur.
Yani m ücâhede, reyâzet, nefse m uhâlefet ve bunlara benzeyen
"a'm âl-ı zekiyye-i şakka ile nâil-i halâs olanlar" demek olur.
İblis nâil-i halâs olanları istisnâ edince, Cenâb-ı Hak ona "Ben hak­
kı söylerim, hakkı işlerim; elbette ve elbette cehennemi senin üe ve sa­
na tâbi olanlarla dolduracağım." mânâsında o la n . JyI j i l j j i l i Jis
Ctju»} liL j Au (Sâd 85) âyetiyle cevap verdi. İblîs'in Hakk'a
karşı cevapları hakâyıkm muktezâsına göre olduğu için Cenâb-ı
Hakk'm İblise karşı vukû' bulan cevâbı da hikmet-i ilâhiyye nokta-i
nazarından vukû' buldu. Bunun sebebi şudur ki, İblisin insanlara ta-
salludu zulmet-i tabiiyye vâsıtasıyla olup bu zulmet-i tabiiyyeyi bildi­

358
ği için ibadullahı iğvâya yem in etmiştir. Çünkü zulmet-i tabiiyye, on­
larm aynı ve mâhiyeti olup, cehenneme sevk-i bâis olan odur. Belki o
cehennemin aynıdır. Çünkü tabîat-ı muzlime bir ateştir ki, Allah onu
müfsidlerin kalbi üzerine musallat kılmıştır. Binaenaleyh İblîs'e yal­
nız kendisinin aldatabildikleri tâbi' olur. İblis kimi aldatırsa, o kimse
cehenneme dâhil olmuş demektir.
Sen bu âyetlerde ve bu ibârelerdeki hikmet-i ilâhiyyeye iyi bak. Ce-
nâb-ı Hak, Kur'an'da nasıl ince ibâre ile hikmet-i ilâhiyyesini ibrâz et­
miştir. Murâd-ı İlâhî, bu sözleri işitenler, bu sözlerin en güzeline tâbi'
olanlar içindir. Bu beyânâtı eğer anlayanlardan isen anla! Benim işâ­
ret ettiğim şeyi taakkul edene nefsim fedâ olsun. Benim işâret ettiğim
şeyi bilene kurban olayım!

Fasl
Hakîkat-i Îblîs üzerine lâzım gelen sözleri söyledikten sonra Îblîsin
mezâhiri, tenevvuâtı, kendisine halkı iğvâ için bâis-i istiâne olan âlâtı
hakkında da söz söylemek zarûrî oldu, ginâenaleyh şeytânlarm piya­
de ve süvari olarak her türlü asâkiri ve evladları ve torunları hakkın­
da da lâzım gelen beyânâtı îfâ edeceğiz.
Piyade ve süvari olarak asâkiri olduğuna dâir Kur'an'da f+J*
1j jj i ’tfl jlkJjlpjsjuu jdU >,>41^ (İsra, 24) âyeti vâ-
rid olmuştur. Mânâsı: "İnsanlar üzerine piyade ve süvari olan asâki-
rinle sayha ederek yürü ve insanlara malında ve evladmda ortak ol­
mağa çalış ve insanları aldatmak için m evâîd-i kâzibeyi yap! Şeytan
ne va'd ederse, aldatmaktan başka bir şey değildir." demektir.
Şurası da m a'lûm un olsun ki; Îblîsin vücûdda doksan dokuz maz-
harı vardır. M ezâhir-i mezkûre esmâ-ı hiisnâ-ı ilâhiyyenin adedine
muvâfıktır. Sonra İblisin m ezâhir-i m ezkûrede o kadar tenevvuâtı
vardır ki, ta'dadı mümkün değildir. Biz Îblîsin doksan dokuz mazhar-
dan ibâret olan mezâhirinin şerhine aid tafsilata girişsek pek uzun
olacağından "doksan dokuz mazharm asılları, yedi mazhardır." diye­
rek iktifâ ettik. Tabîi, böyle esmâ-i husnâ'nm kâffesinin hulâsası da
yediden ibâret olan sıfât-ı zâtiyyedir. Mezâhirin esmâ-i husnâya ve
usûl-ı mezâhir ve esmânm yediye muvâfık düşmesi bir emr-i acîb ve

359
sırr-ı gariptir. Bunun nüktesi İblisin zât-ı ilâhiyyeden vücûd-pezîr
olan nefisten icâd edilmesi sırrına âittir. Bu işâreti anla! Bu ibâreden
gafil olma! Şunu da bil ki; mezâhir-i mezkûre ber- vech-i âti yedi maz-
hardan ibârettir.
B irinci M azhar: Dünyâ ve vücûd-ı dünyâya vesîle-i ibtinâ olan ke­
vâkib ve anâsır ve gayrdandır. Şunu da bil ki; İblis bir şeyde ve bir
yerde zâhir olarak diğer şeyden gâfil olmaz. Yani mazharmda bir şe­
ye ihtisâsı yoktur. Şu kadar var ki, ekseriye her tâife için zuhûru, âti­
de işâret edeceğimiz sûretledir. Kezâlik bir tâifeye bir mazharla zâhir
olduğu zaman o mazhara münhasır olmayıp belki mezâhirin kâffesin-
de tenevvuâtı göstermekte dâimdir. Mazharma karşı ric'ate vesile ola­
cak sûrette hiç bir yol bırakmamak üzere kapıların kâffesini kapayın­
caya kadar uğraşır. Bizim m ezâhir-i İblîsiyyeden her tâifede vukû' iti-
bâriyle zikr edeceğimiz mebâhis, ağleb zuhûrâtma göredir. Bundan
mâ-adâsım terk ediyoruz. Çünkü mezâhir-i bâkiyedeki desâisi de, bu
zikr edeceğimiz şeylerden başka bir şey değildir. Ber- vech-i meşrûh
İblisin zuhûrâtmı zikre başlıyoruz.
Dünyâda ehl-i şirk üzerine zuhûru, dünyâya vesîle-i ibtinâ olan
anâsırda, eflâkda, ekânimdedir. İşte küffâra ve müşrikine mezâhir-i
m ezkûrede zuhûr ederek evvela onları zînet-i dünyâ ve müzehrefât-ı
dünyeviyye ile iğva ederek akülarını giderinceye kadar, kalplerini kör
edinceye kadar uğraşır, bu sûretle gaflete düşürdükten sonra esrâr-ı
kevâkibe ve usûl-ı anâsıra ve bunlara benzeyen şeylere delâlet ederek
vücûdda bunların faâl olduğuna dâir ilkâât yapar. Bu sûretle iğfâl
olunanlar, eflâka ibâdete başlarlar. Ahkâm-ı kevâkibde az çok sıhhat
görülmesi, şemsin harâretle ecsâmı tezyîd etmesi, hesâbât-ı tevâli'
üzerine yağmurun nüzûlu gibi şeyler, o muğfellere vesile-i iğfâl olur.
İblis bu usûlü küffâr ile m üşrikinde m eleke-i sâbit haline getirince,
onları behâim gibi hâl-i gaflette terk eder. Bu gaflet-i azîmeden sonra
o nevi insanların yapacağı şey, eki ve şürbde refaha sa'y ve gayretten
başka bir şey değildir. Yevm-i kıyâmete ve ona âit ahvâle inanmazlar.
Kıyâmet korkusu aradan çıkınca, o nevi insanların yekdiğerini öldür­
m esi ve yekdiğerinin emvâlini nehb ve garâtı daim iyyu'l-vukû' olur.
Binâenaleyh zulmet-i tabâî' denizlerinde müstağrak olurlar. Bunlar
için ebedü'l- âbâd halâs yoktur.

360
İşte eflâka ibadet edenlere yapacağı bu sûretle olduğu gibi, usûl-ı
anâsıra inananlara da der ki; "Görm üyor musunuz? Ecsâm cevher­
den, yâni cüz-i ferdlerden mürekkebdir. Cevher de harâretten, burû-
detten, rutûbetten, yubûsetten, mürekkeptir. Vücûda bâis-i terekküb
ve terettüp olan işte bu Allahlardır. Âlem-i vücûdda faâl olan bunlar­
dır." Usûl-ı anâsıra iman edenleri de bu sûretle iğfal ettikten sonra on­
lara da yapacağı kevakib ashabına yapacağından başka bir şey değil­
dir. Kezâlik ateşe tapanlara da der ki: "Görm üyor musunuz? Vücûd
ikiye munkasımdır. Biri, zulmet; biri, nûrdur. Zulmet bir ilâhdır ki,
ona "Ehrem in"; nûr, bir ilâhdır ki, ona da "Y ezdân" tesmiye olunur.
Nâr ise nûrun aslıdır. Bunlara ibâdet lâzım dır." Ateşe tapanları da bu
sûretle ateşe taptırır. Onlara yaptığı desise, iğvâ ve iğfalde sûret-i
meşrûhada vuku' bulur. Hulâsa kâffe-i m üşrikine nev' nev' iğfâlâtı
vardır.
İk in ci Mazhar: tabiatta, şehevât-ı nefsâniyyede, lezzât-ı hayvâniy-
yededir. İblisin bunlarda zuhûru m üslümanların avâm ı için olur. Ev­
vela avâm-ı müslimîni, umûr-ı şehvâniyyeye mahbûs, lezzât-ı hayvâ-
niyyeye rağbet, hâsılı tabîat-ı zulmâniyy^sinin muktezâsma delâlet
sûretiyle iğvâ ederek, iğvâ ettikleriyle kalplerini körletir. Akabinde
onlara dünyâ ile zuhûr ederek, umûr-ı matlûbesinin husûliine dünyâ­
dan başka vâsıta olmadığını haber verir. Bu iğfâle kapılanları hubb-ı
dünyâya inhimâk ettirerek, taleb-i dünyâya m üstemiran çalıştırır. On­
ları bu hale getirince, hâl-i dalâlette bırakır. Çünkü berbat etmek için
başka ilâca hâcet yoktur. Bu sûretle aldattıkları kendisinin hâlis etbâı
olurlar. İblise hiç bir emrinde isyân etmezler. Çünkü hubb-ı dünyâ­
dan ibâret olan cehâlet sebeb-i kâvîsi o kimselerde tamamıyla karar
tutmuş olduğundan emr-i İblise muhâlefet edemezler. Hatta iblis on­
lara küfr ile emr etse, küfrü kabûl ederler. Bu hale getirebildikleri
kimselerin kalplerine girerek âhiret gibi Cenâb-ı H akk'm haber verdi­
ği umûr-ı mugayyebede tereddütler, vesveseler icâd eder. Bu sûretle
kalplerine iblis giren kimseler ilhâda düşerek İblisin maksadı tamam
olmuş olur.
Üçüncü M azhar: a'm al-ı sâliha ashabına karşı olan zuhûrudur.
Bunların kalbine ucûbu idhâl etmek için işledikleri ibâdeti müzeyyen
gösterir. Böyle nefislerine ve amellerine ucûb idhâline muvaffak ola­

361
cak olanları kendilerinde bulunan faziletin büyüklüğü ile aldatır. Bu­
nun içindir ki, ucûba düşen kimseler hiç bir âlimden nâsîhat kabûl et­
mezler. İblis ashâb-ı ucûbu bu hale getirince, onlara der ki; "Bu kadar
amel kâfidir. Başkaları sizin ibadetinizin binde birini yapsalardı, nâil-
i necât olurlardı. Amellerinizi azaltın, istirahata başlayın, nefislerinizi
büyük görün, nâsı istihfaf edin, sizin için korku yoktur." Ashâb-ı
ucûb iğvâ-yı İblîs ile kendilerinin mesâvi-i ahlâkından ve nâsa sû-i
zanlarından gaflet ederek ıstırâhat ve azâmet-i nefsiyyeye alışınca
gıybete intikâl ederler. Yâni dâima halkı gıybetle meşgûl olurlar.
Ba'zan da İblîs a'm al-ı sâliha ashâbma m a'siyeti birer birer telkîn eder.
Ve "İstediklerinizi işleyiniz, Allah Gafûr ve Rahimdir. Cenâb-ı Hak
hiç kimseye azâb etmez. Allah sakalına beyazlık düşen kimseye azap­
tan haya eder. Allah Kerîmdir; Kerîm olan A llah'ın mutalebe-i hukû-
ka kalkışması azâmet ve şânma yakışm az." der ve bunlara benzeyen
iğvaât ile uğraşır. Hatta a'm âl-ı sâliha ashabını bulundukları salâh
halden fıska sevk etmeğe muvaffak olur. A 'm al-ı sâliha ashâbı bu nev'
hâlâta m a'rûz olunca, kendilerine belâ hulûl etmiştir. el-İyâz billâhi
Teâlâ!
Dördüncü M azhar: niyetlerde ve tefâdul-i a'm âlda İblisin zuhûru-
dur. Bu zuhûru, ashâb-ı keşfe karşı yapar. Amellerini ifsâd için niyet­
lerini ifsâd eder. Ve o nev' kimseler Allah için ibâdet edip dururken
kalbine desîse îkâı için bir şeytân ilka eder. O şeytan: "Am ellerini gü­
zel yap! Nâs seni görür, sana iktidâ eder." tarzında sözlere başlar. Bu
iğvası ashâb-ı keşfi riyâ ve süm 'âya düşüremediği zamanda olur.
Çünkü İblîs, bu nev' eşhâsa hayr cihetinden gelir. Meselâ bir kimse
hayr ile, ibâdetle veyâ kırâat-ı Kur'an'la meşgûl ise ona "Sen hiç gez­
mez misin? Yolda istediğini okursun. Hac ile kırâat ecirlerini cem' et­
miş olursun." şeklinde terğîbe başlar. Bu terğîb ile yola çıkarsa âbid-i
mezkûre "Sen de nâs gibi ol. Çünkü şimdi misâfirsin. Senin için kırâ-
at-ı Kur'an'a lüzûm yoktur." diyerek K ur'an'ı terk ettirir. Terk-i kırâ-
at uğursuzluğu ile ferâiz-i mektûbe-i ilâhiyyeyi de arasıra fevte baş­
lar. Hatta ba'zısı Kâbe'ye erişmez. Ba'zı abidleri de menâsik-i haccm
kaffesinden tedârik-i rızk mâniasıyla meşgûl kılar. Bu nev' iğvâât ile
ba'zısm ı da buhle, sû-i hulka, kalp sıkıntısına uğratır. Bunlara benze­
yen bir çok iğvââtı vardır. İblîs âbidi içinde bulunduğu amelden ifsâd
edemezse, daha başka türlü amel irâesiyle kalbine girerek birinci ame­

362
lini terk ettirmeye uğraşır. Onu terk ettirince, ikinci ameli de terk et­
tirmeğe uğraşır.
B eşinci M azhar: ilimdir. Bu mazharda ulemâya zâhir olur. İblis
için ilim ile iğvâ en kolay bir mes'eledir. Denildi ki: İblis "Vallahi bin
tane âlimi iğvâ, imânı kavî bir üm m îyi iğvâdan daha kolaydır." Çün­
kü İblîs, imânı kavî olan üm m îyi iğvâda mütehayyirdir. Fakat âlim
böyle değildir. Âlime mâlik olduğu ilmin hak olduğuna dâir iğvâ ile
delîl gösterir. Bu sûretle kendine teb'iyet ettirir. Meselâ âlimi iğvâ için
mahall-i şehvette ilim ile gelerek der ki: "Sen Hanefîsin, şu kadınla
mezheb-i Dâvûd üzerine akd-i nikâh et. Yahut sen Şafiîsin. Mezheb-i
Ebû Hanîfe üzerine akd-i nikâh et." Bunu yaptırmağa muvaffak olun­
ca, şâyet zevceyn arasında bi'l-âhare nizâ hâsıl olur da zevce mihri,
nafakayı, kisveyi talebe kalkarsa, onun için karısını râzı etmek husû-
sunda yem în etmek câizdir. "Sana şöyle şöyle yapacağım ve şunları
edeceğim, diye yemin et." der. Buna da muvaffak olursa, erkeğin
va'd-i kâzibinden dolayı zevce mürâfaaya kıyâm ederek hâkime mü­
racaat ettiği takdirde bu defa da "Akd fâsiddir, gayr-i câizdir. Karının
zevceliğini inkâr et. Zâten senin mezhebine göre zevcen değildir. Ne
nafakaya, ne de başka bir şeye ihtiyaç yoktur." yolunda iğfâl eder. O
âdem de yemin ederek, bu sûretle zâhiren yakasmı kurtarır. Hâsılı
şeytân iğvâlarmm envâı pek çoktur. Sayılmayacak derecededir. İğvâ-
yı İblisten halâs olan pek azdır. Halâs olanlar ta'dâd olunabilecek de­
recededir.
A ltıncı Mazhar: âdâtta ve taleb-i râhâtta zâhir olur. Bunu sâdık
müridlere karşı yapar. Âdet ve taleb-i râhat nokta-i nazarmdan onla­
rı zulmet-i tabiata düşürür. Himmetlerindeki kuvveti, ibadetteki şid-
det-i rağbetlerini selb edince, onları gaflet-i tâmmeye düşürerek baş­
ka iğvâ ettiklerine yaptığı şeyleri bunlara da yapar. Sâdık müridler
üzerine taleb-i râhat ve meyl-i âdâttan ziyâde korkulacak mühim ve
büyük bir şey yoktur.
Yedinci M azhar: maârif-i ilâhiyyededir. İblîs, maârif-i ilâhiyyede
sıddıkîn ve evliyâ-yı ârifîn üzerine zâhir olur. Onun iğvâ edemeyece­
ği, Hakk'm muhâfaza ettiği kimselerdir. M ukarrabîne gelince: Onlara
vusûl için İblîs, hiç bir zaman yol bulamaz. Evliyâya maârif-i ilâhiy­
yede zuhûrunun birinci mertebesi, hakîkat-i ilâhiyyede olur. Onlara

363
der ki: "Allah kâffe-i vücûdun hakikatidir. Siz de vücûd cümlesinden-
siniz. Şu halde Hak, sizin hakîkatinizdir." İblis böyle deyince, evliya
bunu tasdik eder. İblis tasdiki görünce, "şu mukallidlerin işlediği
amellerle, âdetlerle, nefislerinizi niçin yoruyorsunuz." der, a'm âl-ı sâ-
lihayı terk ettirmeğe muvaffak olur. M a'rûz-ı iğfal olarak a'm âl-ı sâli-
hayı terk edenlere bu defa da İblis, "İstediklerinizi işleyin, Allah sizin
hakîkatinizdir. Siz ondan ibâretsiniz. Onun için istediğinizi işlediği­
nizden asla suâl yoktur." Zina ederler, sirkat ederler, şarâp içerler. Bu
sûretle dalâlet o kadar ilerler ki, zmdıka ve ilhâd hâsıl olarak, İslâm ve
imân çerçevesinden sıyrılarak çıkarlar.
Onlardan ba'zısı ittihâda; ba'zısı ifrâda, yâni tek bir Âdem olduğu­
na kâil olurlar. Sevk-i dalâletle zuhûr eden hatayâttan dolayı kısâs ile
mutâlebe olunurlar. Yahut münkirât ve ef'allerinden suâl olunurlarsa
İblis "Size nisbet olunan şeyleri inkâr edin, nefislerinizdeki kudretten
aşağı düşmeyin. Çünkü siz hiç bir şey yapmadınız. Çünkü hakikatte fâ-
il Alllah'tır. "Siz sizsiniz; siz o değilsiniz." sözü nâsın i'tikâdmdan ibâ­
rettir. Hakikatte siz ondan başka bir şey değilsiniz. Mustehlifih (kendi­
sinden yemin istenilen) niyetine göre yemin de câizdir." diyerek "hiç
bir şey işlemedik." diye oıjları yemin etmek derekesine düşürür.
Ba'zı evliyâya da libâs-ı hakta nidâ eder. Meselâ birisine, "Allah
benim. Sana muharremâtı mübâh kıldım. İstediğini işle. Senin üzeri­
ne günâh yoktur." tarzında nidâ eder. İzâhât-ı mezkûrenin kâffesinde
"galattır," diye izah ettiğimiz, bu m es'elede zuhûr eden İblis olduğu
takdirdedir. Yoksa, Cenâb-ı H akk'm kulu ile kendi arasında bunlar­
dan daha çok büyük husûsiyyâtı ve esrârı vardır. Cenâb-ı Hakk'm
atâyâsı için ehli indinde inkâr olunamayacak bir takım alâmetler var­
dır. Eşyâdaki iltibâs, o kimse üzerine olur ki, onun hakâyık-ı eşyâya
adem-i m a'rifetle berâber usûl hakkında da ilmi yoktur. Yoksa, usûla
m a'rifeti olan kimsenin indinde bu nev' eşyânm adem-i hafâsı der kâr­
dır. Görmüyor musun? Seyyidünâ Abdülkadir Geylanî hazretleri hi­
kâyesini ki, kendisine bir sahrada "Ey Abdülkadir Geylânî! Allah be­
nim. Sana m uharrem âtı mübâh kıldım. İstediğini işle." diye nidâ gel­
diği zaman, Abdülkadir Geylânî hazretleri "Yalan söylüyorsun. Sen
şeytânsın." diye cevâp verdi. Abdülkadir'e soruldu: "Onun şeytân ol­
duğunu ne ile bildin?" denildi. Geylânî cevâpta: V *JÜI jl J i

364
(Araf 28) âyetiyle bildim ." dedi. "Bana o laîn "m uharremâtı mubâh
kıldım ." deyince bildim ki, şeytandır. Beni iğva etm ek istiyor."
Maamafih bunun emsali, Hak ile berâber, ibadullah ile Hak arasın­
da ba'zan cârî olur; ehl-i bedr ve gayrileri hakkında olduğu gibi. Bu
bir makâmdır ki, ben bunu inkâr etmem. Benim evâil-i sulûkumda
vaktimin bir kısm ında bu nevî hâlât vuku bulmuştur. Ben kendimi o
hâlâtta haklı görüyordum. Seyyidim, şeyhim, üstadu'd-dünyâ Şere-
füddin, Seyyidü'l-evliya'il-m uhakkikîn Ebû'l-M a'rûf eş-Şeyh İsmail
ibn İbrahim el-Ceberîtî hazretleriyle birlikte Cenâb-ı Hak beni o hâlât-
tan nakl etti. Ben o hâlât içinde iken Şeyh hazretleri, nefehât-ı rahmâ-
niyyede inâyet-i rabbâniyye ile müeyyed olarak beni o halden çevir­
meğe itinâ etti. Nihâyet Hak, ayn-ı hak ile kuluna baktı. Ve beni ya­
nında olanlardan yapm ak himmetinde bulundu. O ne güzel seyyid-i
fazıldır. O ne güzel şeyh-i kâmildir! Benim âtîdeki kasidem kendileri
hakkında söylediğim kasâid-i müteaddideden bir kasidedir.

Otuz beş beyitli olan kasidenin tafsîlen tercümesi:

1- Âşık vefâkârlık etti. Onun için m a'şûku kendisini ziyâret eyledi.


Bu ne büyük müjde, bu ne büyük müjde! Âşıkm da matlûbu bu idi.
2- Zamanı az olan hicrândan sonra m a'şûk meclîsi teşrif etti. Bu ne
güzel ferâhtır. Doktoru hastayı tedâvî eyledi.
3- Ey salınarak yürüyen kâmet! Bu letâfette mızrak kâmetine ben­
zeyen boy bükülür mü? Yoksa ey ona tâbi olan kimse! Sen onun ma-
hall-i rikzi olan kavim beyi misin?
4- M a'şûkun misk gibi kokan "ben"i, beni ittikâdan hayrette bırak­
tı. Lâkin şu kadar var ki, beni o "ben" in güzelliği aşkm şarab-ı halisi­
ne hidâyet etti.
5- Dudakları üzerine parçaları gelen tükrüğü ağzının beyaz çiçeği
gibi, o inci gibi latif olan habbeleri olup, ağzının mercanı üzerine, ya­
ni dudaklarına dizilmiştir.
6- Gece rengindeki saçlarının nûr-ı siyahı, sabah sabahâtini parlat­
maktadır. Nehâr-ı şu'le-dâre benzeyen yanağının gurûb ve ufûlü var
mıdır? Yâni yoktur.

365
7- O kirpikler, süngü müdür, yahut oklar mıdır? Onlara nidâ ede­
rek söylüyorum. Kalbime lütfen isabet etmez misin, yoksa kalbimin
nasibi, "size fedâ olsun" tâ'biriyle izhâr-ı muhabbet midir?
8- Ey kaşlarının yayları! Bu hareketsizlik ne zamânâ kadardır? Farz
edin ki, hedef benim. Bu hedefe isabet etmez misiniz?
9- Ey gammazlar! Ey ağyar! Bu gammazlıktan ferâğat edin. Ey ra­
kipler! Bilin, ben ma'şûkum un rakiplerini öldürürüm.
10- Sizin yok olmanız Allah içindir. Sizinle mülâkâtm yok olması
temennisindeyim. Siz olmasanız; âşık, m a'şûkuna her zaman sarıla­
caktır.
11- Ey gammazlar! Ey rakibler! Seher vaktini letâfetle dolduran fü-
yuzât rüzgârını görmüyor musunuz? Seher vakti esince âşık-ı müte-
hayyiri ihyâ ediyor.
12- Ben o kimseyim ki, rakib korkusu olduğu zaman cânânıma sa­
rılırım. Bundan maksadım, kendine yaklaşmak isteyen kimsenin câ-
nânıma erişmemesidir.
1 3 - 0 sabah ki, ben cânânıma füyûzât bereketiyle ünsiyet etmiş
idim, o sabahı asla unutmam. O sabahın bahş ettiği cesârettendir ki,
üstüne bindiğim hayvan zulmetlere dalmaktan korkmaz.
14- M ızraklı ve kargılı süvariler bana karşı silahlarını doğrultmuş­
lar ise de, "M irre" denilen mahbûbenin kabilesinden tesâdüf ettiğim
tehlikeler, beni men' edememiştir.
1 5 - 0 süvarilerin soyu pak olan bindiği hayvanlar, beni yere dü­
şürmek istem işlerse de, benim bindiğim soyu ve cinsi pak olan hay­
vanın gemini sıkı tutmak, başkalarının îkâ' mazarratına mâniâ teşkil
etmiştir.
16- Ben, saâdet suyunu içtiğim zaman i'tirâz okları öyle yağıyordu
ki, gerçekten Nisan ayındaki şiddetli yağmurlar ve berkler (şimşek)
gibi idi.
17- İşte böyle tehlikeli hâlât içinde menzil-i maksûda erişerek, ma-
tiyyeyi, yâni bindiğim deveyi ihtirdim. (hayvanıma diz çöktürdüm.)
O menzil öyle bir yer idi ki, oraya gelen garibe "ehlen ve sehlen" de­
mekten başka sada yok idi.

366
18- Eriştiğim m enzil bir ev idi ki, saadetin şâyân-ı taaccüb teganni-
gâhı o ev idi. O evin A nka'sı da tabaka-i âliyyesinde saadetin hem-ha-
li idi.
1 9 - 0 bir evdir ki, keremler, ulviyetler, o evde mevcûttur. Evin et­
rafı cûd ve in'âm ile ni'm et-i vâfire ile doludur.
20- Bir evdir ki, İsmail (şeyhi) o evdedir. İsmail, semâdan esma ya­
ni daha âlî olup, en yüksek olan zâtın, yani Cenâb-ı Ecel ve A'lânm es-
mâsı onun alâmetleri ve şeref-i nisbetidir.
21- Hz. İsmail, sıfât-ı âliyyenin m elîki ve zâtın kâmilidir. Onun gü­
zel kokusu ile cihât-ı şimâliyye ve cenûbiyye güzel kokularla dolmuş­
tur.
22- Mülûk-ı ilâhiyyenin melîki, bu zâttır. M evhûb ve meslûb, yâni
nâil-i feyz olan ve olmayan bunun livâsı altındadır.
23- Bu bir arslandır ki, kılıcının kını arslan kanmdandır. Bu bir ne­
sir yâni "kerkes" denilen yırtıcı kuştur ki, en ufak tırnağı kerkeslerin
iliğine takılmıştır.
24- Padişahların başları üzerinde parlaman tac incileri, bunun çok
olan mevhûbâtmdandır.
25- Bu zât, kutbu'l-hakîkatır. Şerîatm mihveridir, ayn-ı ziyâdır. Ve-
lâyet eflâkinin hem muhîti, hem de nihâyeti olmayan müntehâsıdır.
26- Sıfâtı i'tibariyle mekânet sâhibidir. Hürrü'r-rikâb olanlar, yani
meşrebi en hür olan kimseler, bunun yanında küçük bir kölecağızdır.
27- Ey zât-ı âlî! Sana mükâfâtı ancak Hak yapar. Sen hem nâhib
(kapıcı, selb edici), hem vahib olan bir meliksin. Senin kurdun hem
kanatır, hem himâye eder.
28- O zât-ı âlî, istediğine mülk-i akîmi, yani saltanatı ihsân ile i'zâz
eder; istediğini de zelîl kılar. Bu işin bu zât kudretli sâhibidir.
29- Ey İbrahim 'in oğlu! Ey ihsan ve kerem deryası! Ey cebel-i Tâ-
rık'a mensub olan zât! Ey Üstâd! Ey mâlik-i mahâret olan zât-ı âlî!
30- Kölen olan Abdulkerim el-Cîlî için bir inâyetin yok mudur?
Öyle bir inâyet isterim ki, o inâyetin âşıkı m a'şûkun boyasıyla şekl-i
tâmda olarak boyasın.

367
31- Sen kerîmsin. Bunda şüphe yoktur. Ben de kerîm in kuluyum.
Benim kalbimin surûru ancak senden umulur.
32- Senin nutkunu işitenler, seni hariçte araştıranlar, bunlarm hep­
si senin cûd-ı in'âm ınm misafirleridir. Çünkü senin cûdunun yağmur
gibi yağması tarz-ı umûmîdedir.
33- Ey temiz toprakta biten ağaç! Sen eğriliğe meyi etmişsin. Şu ka­
dar var ki, yâbâ şeb bûylarmm güzel kokusu sende intişâr etmiştir.
34- M ekke'ye, M ekke'deki makâmât-ı ziyarete ve bin aşıkm uyku­
larını terk etmeye sebep olan zâta, yani Hz. Peygam ber'e yem în ile
söylüyorum ki:
35- Benim kalbimde sizden başka hiç bir şeye muhabbet yoktur.
Bütün varlığımla söylüyorum; benim matlûbum ancak sizsiniz!
Şimdiye kadar İblîs hakkında îrâd olunan izâhât kâfidir, zannedi­
yorum. îblis ve İblisin mezâhirde tenevvuâtma dâir kâfî derecede izâ­
hât verilmiştir. İblisin bâlâda ta'dâd olunan yedi mazhardan yalnız
bir m azhardaki tenevvuâtı tafsilâtıyla izâh lâzım gelirse, cildler dolu­
su eser yazmağa ihtiyaç görülür. İşte yalnız bir mazhar için misâl söy­
lüyorum. Aşağı derecelerdeki iğvâsmdan sarf-ı nazar ederek tabaka-
at-ı âliyyede yani tabakât-ı ârifîndeki iğvâsmı beyân için derim ki; İb­
lîs tabaka-i âliyyedeki iğvââtmm kâffesini tabaka-i sâfilede îkâa muk­
tedirdir, aksi yoktur. Yani tabaka-i sâfilede yaptığını, tabaka-i âliyede
yapamaz.
Tabakât-ı ârifîndeki iğvââtma gelelim; İblis ba'zı âriflere ifsâdâtmı
ism-i İlâhî nokta-i nazarından, ba'zan vasf-ı İlâhî nokta-i nazarmdan,
ba'zan zât, ba'zan arş, ba'zan kürsî, ba'zan levh-i mahfûz, ba'zan ka­
lem, ba'zan ama-yı İlâhî cihetinden, ba'zan ulûhiyet nokta-i nazarm­
dan yapabilir.
Hulasa; her mazhar-ı illî, yani mazhar-ı İlâhîde ve her vasf-ı ulvi­
yette zâhir olabilir. İblisi evliyâdan ferdiyet derecesine gelenlerden
başkası bilemez. Bu dereceye gelerek İblîsi bilenler, İblîsin ifsâdından
masûndurlar. Onun iğvâsı bu nev' ârifler hakkında dalâlet değil, hi­
dâyet olur. Ve onunla hazret-i ilâhiyyeye takarrub hasıl olur.
Hulasatü'l-hulasa; İblîs evliyâya musallat olduğu zaman mes'eleyi
nihâyete kadar vardırır. Velî hakâik-i ilâhiyye ile tahakkuk ederek hâ-

368
sü ettiği tem kini içinde televvünü olsa da, nihayete varmıştır. O mer­
tebede İblisin hükmü munkatı' olur. Velinin bu mertebeye gelmesi
veli hakkında "yevm ü'd-dîn"dir. Çünkü yevm-i dînin mânâsı, yevm-
i kıyâmetten başka bir şey değildir. A rif üçüncü derecede fenâya ka­
dar terakkî eder ve bu sûretle vücûd-ı beşeriyeti mahv ve muzmahil
olur da, bekâya nâil olursa, onun kıyâmet-i suğrâsı kopmuş demektir.
O kıyâmet-i suğrâ o veli için yevm -i dîn olmuş olur. Bu mes'eleyi
izâhda bu kadarla iktifâ ediyoruz. Çünkü bu sırrı ifşâya yol yoktur.
Şurası da ma'lûm un olsun ki; şeyâtîn, evlâd-ı Îblîs-i laîndir. Bunun
sebebi şudur ki, İblîs nefs-i tabiiyyede kâm ilii'l- kudret olduğundan,
fuâddaki nâr-ı şehveti âdet-i hayvâniyye ile nikahlandırmağa mukte­
dirdir. İşte, şeyâtînin bâis-i tevellüdü bu nikahtır. Bu m es'ele âdetâ
ateşten, alevin; topraktan, nebâtın çıkması gibidir. Hulâsa şey atîn, İb­
lisin zürriyeti ve etbâıdır. Bunların kalbe hutûru havâtır-ı nefsâniyye
şeklinde olur ve iğvâyı bu sûretle yaparlar. Binâenaleyh şeyâtîn de İb­
lîs gibi "vesvâs" ve "hannâs"tır. Gelir, çekilir ve tekrar gelir. İşte İbli­
sin beni Adem 'e müşâreketi bu sûretledir. Cenâb-ı Hakk'm Kur'an'da
^ (İsra 24) buyurduğu bu müşarekettir. Âyetin mâ­
nâsı: "M allarında ve evlatlarında insanlafa ortak ol." demektir.
Şeytanın ifsâdıyla insanda tabîat-ı nâriyye gâlib olursa, o kimse er-
vâh-ı unsuriyyeye mültehak olur. Yok tabiat-ı nebâtiyye-i hayvâniyye
galip olursa, bu ifsâda uğrayan beni Âdem sûretinde olur. O kimse
Âdem gibi görünmekte ise de, mahza şeytandır. Cenâb-ı Hakk'm
Kur'an'da ^-Al âd>Li (Enam 112) buyurduğu budur. İşte bu beni
Âdem sûretinde görünen etbâ-ı şeytâniyye, İblisin hayeli yâni süvari
alayıdır. Çünkü bu nev'iden olanlar, ervâh-ı unsuriyyeye mülhak olan
şeytanlardan daha kavidirler. Hâsılı şeyâtîn dünyâda fitnelerin usûlü
olup, bu nev'iden olanlar da onların fer'idir. Buna Kur'an'da "racile-
ke"den "racul" denilmiştir. Yani şeytanın piyade askerleri demektir.
İşte Kur'anda dl>jj eULÇ uLüj (İsra 24) âyetinin mânâsı budur.
Şurası da bilinmelidir ki; Şeytanın müteaddid âletleri vardır. 1-En
kavî olan âleti gaflettir. Gaflet kılıç gibi olup İblîs onunla istediği gibi
keser. 2-Şehvettir. Şehvet, insan öldürmekle isti'm âl olunan ok mesâ-
besindedir. 3-Hubb-ı riyâsettir. Bu, şeytanın kaleleri gibidir, onunla
tahassun eder. 4-Cehâlettir. Cehâlet, İblîsin merkebidir. Ona biner, is­

369
tediği yere yürüyebilir. Şairlik, meseller ir âdı, şarab, lehv ve la'b ve
bunlara benzeyen şeyler de şeytânın, İblisin bâki kalan âlât-ı harbiy-
yesidir.
Kadınlara gelince: Bunlar doğrudan doğruya İblisin vekilleri ve hi­
le ipleridir. Bunlarla İblis, ne isterse yapabilir. İblisin kuvvetleri ara­
sında te'sîr itibariyle nisâdan kuvvetli âleti yoktur. Bunlarla da istedi­
ği gibi iğvâ ve mukâtele ve muhârebe edebilir.
Zikr olunan âletlerden başka da İblisin âletleri vardır. Mevsimler
de onun aletleridir. Gece mevsimi, töhmet mevzileri, niza' vakti ve
bunlara benzeyen şeyler de âlât-ı mezkûre kabilindendir. Kalbi olan
veyahut hakikati müşâhedeye vesile olacak samiâsı olan kimseye, bâ­
lâdaki izâhımız kifâyet edecek derecededir.

Fasl
Şurası da ma'lûm un olsun ki; ıstüâh-ı sûfiyyede nefs beş kısma tak­
sim olunmuştur. 1-Nefs-i hayvâniyye, 2-Nefs-i emmâre, 3-Nefs-i mül-
hime, 4-Nefs-i levvâme, 5-Nefs-i mutmainne.
Bunların hepsi rûhun isimlerindendir. Çünkü nefsin hakikati rûh-
dan başka bir şey değildir. Rûhun hakikati de, Hak'dan başka bir şey
değildir.
1-Nefs-i hayvâniyye: Bedeni tedbîr itibâriyle, rûha ıtlâk olunur.
Felsefe ashâbma göre nefs-i hayvâniyye damarlarda câri olan kandan
ibârettir. Bu bizim mezhebimiz değildir.
2-Nefs-i emmâre: lezâiz-i hayvâniyye, muktezayât-ı tabiiyye-i şeh-
vâniyyeye inhimâk itibâriyle yine rûhun ismi olup, bu nefs-i emmâre-
de evâmir ve nevâhi-i ilâhiyyeye mübâlât yoktur.
3-Nefs-i mülhime: Bu da rûhun ismidir. Fakat Cenâb-ı H akk'm nef­
se umûr-ı hayriyyeyi ilhâm etmesi itibâriyle tesmiye olunur. Nefsin
hayra âit ef'âli, ilhâm-ı İlâhî iledir. Şerre âit ef'âli de, iktizâ-ı tabiî ile­
dir. îktizâ-ı tabiî, nefse nisbetle fi'li îkâı emr mesâbesindedir. Güyâ, o
muktezayât-ı tabiiyyeyi işlemek için nefse emretmekte olan ahvâl de­
mektir. Bunun içindir ki, nefse şerri emr etmesi itibâriyle "em m âre",
ilhâm-ı İlâhî ile emretmesi itibâriyle "m ülhim e" tesmiye olunmuştur.

370
4-Nefs-i levvâme: Levvâme, levm ve ta'yîb edici demektir. Nefs bu
mertebede şerlerden rucû' ederek "o m ühlikelere niçin daldım ", diye
kendisini levm ve ta'yîb eder. Bunun için "levvâm e" tesmiye olun­
muştur.
5-Nefs-i mutmainne: Nefs-i mutmainne tesmiyesi, nefsin Hakk'a
karşı sükûn ve m utm ain olması itibariyledir. Bu itm i'nân, ef'âl-i mez-
mûme ve havâtır-ı mezmûmenin inkıtâıyla tahakkuk eder. Havâtır-ı
mezmûme, henüz munkati' olmamışsa "m utm ainne" denilmez; belki
o zaman yine levvâmedir. Havâtır-ı mezmûme kâmilen munkati'
olunca, nefse, "nefs-i m utm ainne" tesmiye olunur.
Nefs-i mutmainnede tayy-i mekân, ilmu'l-gayb ve emsâli gibi âsâr-
ı rûhiyye cesed üzerinde zâhir olunca, nefsin rûhdan başka ismi yok­
tur. Bu terakkiye nâiliyetten sonra havâtır-ı mezmûme munkati' oldu­
ğu gibi, havâtır-ı mahmûde de munkati' olup evsâf-ı ilâhiyye ile itti-
sâf, hakâik-i zâtiyye ile tahakkuk hâsıl olursa o zaman ârifin ismi
m a'rûfun ismi; ârifin sıfatı m a'rûfun sıfatı; ârifin zâtı m a'rûfun zâtı
olur.
Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.

371
Altmışıncı Bâb

İnsân-ı Kâmil Hakkındadır

* nsân-ı Kâmil Hz. Muhammed'den (s.a.v) ibârettir. İnsân-ı Kâmil,

I Hakk'a ve halka mukâbildir. Şurasını da bil ki, bu bâb, bu kitâpta


mevcût olan bâblarm kâffesinin hülâsasıdır. Belki kitâbm evvelin­
den âhirine kadar, ne kadar izâhât varsa, bunların kâffesi bu bâbın
şerhidir. Bu hitâbı anla!
Şunu da bil ki; Nev-i insani efradmdan her ferd, bütün kemâliyle
diğer ferd-i insânînin nüshasıdır. Birisinde bulunan şey, diğerinde de
bulunmak zarûrîdir. Eli ayağı kesilmek veya rahm-i mâderde bir ârı-
zadan dolayı a'mâ olmak gibi avârız bulunmadıkça, düstûr-ı mezkû-
re m uhâlif insan bulunmaz. Ber- vech-i meşrûh ârıza bulunmadığı
takdirde, efrâd-ı inşândan iki ferd-i insânî yekdiğerine mukâbil birer
âyinedir. Birinci ayinede bulunan, ötekinde de bulunur. Şu kadar var
ki, eşya, yâni mevcûdât ba'zı insanlarda bi'l-kuvve, ba'zılarmda bi'l-
fiil mevcûttur.
Eşyâ kendilerinde bi'l-fiil bulunan zevât, enbiyâ ve evliyâdan kâ­
mil olanlardır. Bunlardaki kemâlde de yine tefâvüt vardır. Ba'zdarı
kâmil, ba'zıları ekmeldir. Âlem-i vücûdda Hz. Muhammed kadar ke­
mâliyle taayyün eden başka bir kimse zuhûr etmemiştir. Hz.Muham-
m ed'in kemâlâttaki ifrâdma ahlâkı, ahvâli, ef'âli, akvâli şâhid ve bur-
hândır. Hz. Muhammed, İnsân-ı Kâmildir. Hz. Muham med'den mâ­
ada kâm il olan enbiyâ ve evliyâ, kâmilin ekmele ve fâdılın efdâle lu-
hûku gibi, Hz.M uhamm ed'e mülhâktır. Ben müellefâtımda İnsân-ı

372
Kâmil lafzmı söylediğim vakit, muradım Hz. Muhammeddir. Onun
m akâm-ı a'lâ, mahall-i ekmel-i esnâsma öyle riâyet etmek farz olun­
duğundan, maksadımın bu olacağında şüphe yoktur. Maamafih, be­
nim "inşân" lafzı ile tesmiyemde mutlak "İnsân-ı Kâm il" makâmma
işâretim ve tenbîhâtım da vardır. O tenbîhe âit ibârâtımm da Hz. Mu-
ham m ed'den başkasına nisbet olunması câiz değildir. Çünkü bi'l-itti-
fâk İnsân-ı Kâmil, O'dur. Mahlûkât ve Hâlık-ı mahlûkât indinde
Hz.M uhamm ed'e mahsûs olan fezâil bir kâmilde mevcût değildir,
"ed- Dürretü'l-vâhide fi'l-lüccet-i's-sâide" tesmiye ettiğim âtideki ka­
sideyi ben Hz. Muhammed hakkında söyledim.

Kasidenin Tercümesi:

1-Bir kalp ki, içinde bulunan vecd ateşi tamamiyle rûha itaat etmiş­
tir ve o kalbin sırrı ve sırr-ı nâtık olan lisanı, o kalbi levm edenlere is-
yân eylemiştir.
2-İşte o kalb, M edine'de "A kik" denilen mahalli ve o mahaldeki
ahbâbı gâib ettiğinden dolayı gözlerinden döktüğü yaşları "akik" şek­
line sokmuştur.
3 - 0 kalb, aşk ve hasretle uykusuzluğa ülfet etti ve Medine'yi unu­
tamadı. Güya gözlerinin bebeği, kirpiklerinin üstünde tuttuğu yaş ta­
neleri ile Sühâ yıldızına nazireler teşkil etti.
4 - 0 kalb, bu'd-ı diyârdan, yâni sevdiklerine uzak düştüğünden do­
layı ağlamaktadır. Sen o kalpten M edine'de "Seli" denilen dağm ah­
vâlini sor. O dağdan akan yağmur sularmm teşkil ettiği azîrelerden
hâsıl olan sular, ne kadar susuzları sulamıştır.
5 - 0 kalbin enini, gök gürlemesi; bükâ ve eninin ateş gibi zuhûru,
şimşek gibidir. M edine'deki "M ünhani" tepesi üzerindeki bulutlar
da, gözlerinin kapaklarıdır.
6-Göz yaşmdan hâsıl olan deniz, incilerini dışarı atarak o incileri
hitâma erdirmiş ise de, nihâyette o denizin mercânları zuhûr etmiştir.
Yâni göz yaşı bitmiş ve yerine kan akmağa başlamıştır.
7-Benim bu nâr-ı hasretim arasmda bir kuş çıkar da, ağaçları yek-
diğere mülâhik olan ormanın üstünde ötmek davasına kalkışırsa, be­

373
nim kalbimin güvercini o sadâya, o hafakana, o heyecâna inilti ile ce­
vâp verir.
8-Hele kervan geçmesi ve o kervanın sadâsı mutlaka kalbimin gam
ve gussâsmı artırır. Kervanın ormana ve koruluğa doğru eteklerini sü­
rüyerek giden güzeller gibi süvarileriyle yürümesi, o hüznümü daha
ziyâde teşdîd eder.
9-Ey gece vakti yürüm esini kast eden ve beyazları kum rallığa
m âil deve kervanının reisi bulunan zât! Sizi sevk-i bâis olan, benim
kederlerim in nağam âtidir. Yâni kervanın "h âd î"si, benim kederim -
dir. İşte bu kederlerim in aşkı için, bir dakika tevekkuf ederek beni
dinle!
10-Asla durmayıp, müteselsil bir şekilde feyezân eden göz yaşları­
mın rivâyet ve size ihbâr ettiği ahvâlimi beyân eden sözleri M edine'ye
eriştir.
1 1 ,1 2 ,1 3 ,14-Benim za'f hâlimi göz yaşlarımın mütevâtir bir şekil­
de cereyânına âit şekl-i sahihde gördüğünüz ahvâli, göz bebeklerim­
den dökülen bu yaşları, bedenimin za'f ahvâlini ve a'zâlarımm göster­
diği ateşleri, rûhumun ahvâlini, kederini, elem vermekte olan hatırât-
ı kalbiyyemi, kalbimin ihtiva ettiği aşkımı, muhabbete dâir M edi­
ne'deki ihvân ile sebk eden ahd-i kadîmimi, "benim ruhum " demek
olan Medine sükkânma karşı iştiyâkımı M edine'ye ulaştır.
15-Ey selâmette olan kervan reisi! M edine'deki ahbâba sor! Bu mis­
kine, bu fakire âit olan lütûfları, âtifetleri el'ân yerinde midir? En bü­
yüklerinin yanmda avâtif-i mezkûre el'ân bâkî midir?
16-Ey kervan reisi! Hicrân ateşi içinde zamanları zâyi' olup giden
ben miskine, rahmet ederek M edine'deki arab-ı kirâmm eltâfmdan is­
tiâne et.
17-Şâyet sükkân-ı mezkûre, sana izzet ve ulviyet gösterirlerse ta-
vahhuş etme. O izzet, o ulviyet, o diyâr sükkânma birer vedîa-i vata-
niyyedir.
18-Ey kervan reisi! Zinhâr muhabbete dâir olan sözlerimi unutma!
Aşk ve muhabbete dâir olan kıssaların K ur'an'ı gönlümden zâil olma­
mış olup, kalbimde dâim ü'l- lem'ândır.

374
19-Onlar, beni vaktiyle vuslatlarından m e'yûs bırakmamışlar ve
benimle kardeşler gibi ünsiyet göstermişlerdi.
20-Ben, o muhabbet-i kadîmeye âit olan ahdi, el'ân muhafaza et­
mekteyim. Ne olur bilsem? Acaba onlar bu ahidden nükûl ettiler mi?
21-M ahbûbun şânı, ahdi unutmak ise de; ben oradaki sevdiklerimi
ahde hiyânetten tenzih ederim.
22-Cenâb-ı Hak, oradaki dostlarımı tûl-i ömürle muammer kılsın
ve M edine'ye füyuzât yağm urlarını yağdıran zât-ı çelilin âb-ı hayât
feyzinden m üstefîd olsunlar.
2 3 -0 hak-i feyz-nâki, H akk'm ebedî yaşatacağından eminim. İşte o
hayâttır ki, okumu ağaçlarınm yaprakları sallanan riyâz-ı meserrete
ilkâ eder.
24-Hz. Ahmed'in Nisan şeklinde füyûzât yağmurlarını yağdırdığı bir
yerde, senelerin kaht-ı ma'rûzu olması mümkün müdür? Hz. Ahmed, o
yerin Nisanı olduğu halde, o yerde ikâmet edenlere kahtı düşünmek
ehemmiyet verir mi? Ona ehemmiyet verirlerse bâis-i taaccub olur.
25-Yahut bir yerde ki, boyuna emvâcınm dâimi heyecânıyla inciler
saçan bir deniz mevcûttur. O yerin sükkânı, susuz kalmasmı düşünür
mü?
26-"N isan-ı füyûzât" dediğim Hz. Ahmed, kutb-ı kemâl üzerinde
ziyâlar saçan şems-i kemâlâttır. Eflâk-ı ulviyye üzerinde seyr eden
bedr-i tâmm meâlîdir.
2 7 -0 zât-ı çelil azâmetin meâlidir ki, bâlâ-i evcinde merkez-i izzet­
tir. Ulviyet eflâki, onun etrâfında deverân eder.
2 8 -0 bir padişah-ı meâlîdir ki, hazret-i ulyânın bâlâsmda arş-ı me-
kîn üzerinde mekâneti sâbit ve dâimdir.
29-Kâinât hey'et-i umûmiyesiyle tahkik ve tedkîk olunursa, bi'l-
cümle mevcûdâtm Hz. M uham m ed'e âit olan fezâil küplerinden dö­
külen suyun kabarcıklarmdan başka bir şey olmadığı anlaşılır.
30-Mevcûdâtın kâffesi ondadır ve ondandır ve onun yanındadır.
Asırlar fenâya uğrar, onun zamanları zevâle uğramaz.
31-"Elâ lehu'l-halk ve'l-em r" âyetinin işâreti veçhile halk, onun se-
mâ-yı ulviyeti altında hardal tanesi gibidir. "E m r"i de, onun lisanın­
dan zuhûr ile halkı isteği veçhile tedvir eder.

375
32-Kâinât bütün furûatıyla, onun parmağına geçirilm iş bir hâtem
gibidir. Evet! Ekvân onun ekvânıdır. Belki, onun ekvânı bu tavsifin
daha fevkindedir.
33-M iilk, melekût onun dalgaları arasında katreler gibidir. Belki
onun m ekânı bu tavsifin daha fevkindedir.
34-Bâlâ-yı semâvâttan melekler, onun emrine itaat eder. Levh-i
mahfûz ise, onun parmaklarının hükm ettiği şeyi infaz eder.
35-Kaç defa, nahle-i sammâyı, yâni rûhu olmayan hurma ağacını
çağırdı. O ağaç da köklerinden sökülerek ve huzûruna gelerek itaat
etti. Tıpkı bunun gibi, nice ceylanlar huzûr-ı nübüvvete ta'zîm e geldi.
36-Parmağiyle bedr-i tâmmı şak etmesi sana kâfidir. Halbuki, aym
eczâsmın yekdîğerinden infisâli gayr-ı mümkün olan bir şeydir.
37-Kâinât, onun kudretine şehâdet etmiştir. Ve şâhidin kâinât ol­
ması, hayırlı bir beyyinedir ve parlak bir delildir.
38-Tahkîkin noktası, yâni merkezi, muhiti odur. Teşriin de kezâlik,
merkezi ve m uhiti yine odur.
3 9 -0 , ulûhiyet deryâsmın incisi, "ayn"iyle o incilerin bahr-ı muaz­
zamıdır. Ubûdiyet arzının £eyfi ve o arzın mansûru yine odur.
4 0 -0 ulûhiyetin "H a"sidir, "V av"ı, "Y a"sı odur. O, ayn-ı vücûdun
"ayn"mın aynı, belki göz bebeğidir.
4 1 -0 , yâni Hz. Muhammed, ulûhiyetin "K âf"ı, "N ûn"u, "T â"sı,
'nâr"ı, "n û r"u ve nûrun zıddıdır.
42-Livâ-yı İslâm Hz. M uham med'le ve onun medh ve senâsıyla
ıkd edilmiştir. Dehr, onun dehri ve zaman onun zamanıdır.
43-Hz. Muhammed için Hakk'a hidâyete tavassut vardır. O, insan
çin ayn-ı vesile-i rahmettir. İnsana rahmânî tecellî, onun vâsıtasıyla
ecellî eder.
44-Makâm onundur; o makâm, şâm m a'lûm olmayan makâm-ı
nahmûddur. Allah onun şânmı âlî eylesin.
45-Mikâil, onun bahr-ı füyûzâtı emvâcmdan bir tas dolusu su de­
nektir. Rûh-ı emin de, rûh-ı emân da böyledir.
46-Başka melekler de onun suyundandır. Güyâ o melekler, rüzgâ-
m şiddetiyle teşekkül eden kar gibidir.

376
47-Arş, Kürsî, Sidre-i müntehâ onun tecellîgâhı, mahall-i kemâlâtı,
mekân-ı füyûzâtıdnr.
48-Gece vakti sefer eden kervanın yolları sür'atle tay ettiği gibi,
dürdüğü gibi, semâvât-ı ulyâya urûcunda tayy-i mekân etmiştir.
4 9 -0 hazret, mâzîden ve m üstakbelden haber vererek esrâr perde­
lerini keşf etmiş ve berâhin ve delâilini pek parlak göstermiştir.
50-Nübüvvetteki kudret elleri, kayser-i Rûm 'un memâlikini parça­
lamıştır. îran saltanatının sara-yı hükümeti onun nübüvvetiyle yıkıl­
mıştır.
51-Onun için öyle bir hulk-ı âlî vardır ki, o hulkun nûru her yeri
parlatmış ve o nûru zikr ederek âkil olanlar değil, hayrân olanlar bile
hidâyet-i hedy etmeğe muktedir olmuşlardır.
52-Tezkiyede, tasfiye-i kulûbda, tahâret-i maneviyyede o kadar te­
rakki etmiştir ki, müşâhedesi im kân altında olmayan derece-i âliyye-
ye erişmiştir.
53-Esrârı âşikâr olarak haber vermiş, bununla beraber halk için ilân
ettiği serâiri ifşâ etmemiştir.
54-Ahâdîs-i şerifesi, altm üstüne saçılarak dizilmiş inci gerdanlık­
ları gibi olup bir kısmı, müstetir; bir kısmı, zâhirdir.
55-Hâinlerin hetkine, inkârına m ahâl bırakmayarak emâneti hak­
kıyla teblîğ etmiştir.
56-A llah'a yem în ederim; Hz. M uham m m ed'deki kemâlin nihâye-
ti yoktur. Onun medh-i celîlini bize K ur'an-ı azim ü'ş-şân getirmiştir.
57-Hz. Muhammed için gâyet ve nihâyet olmaktan o hazreti tenzih
ederim. Çünkü akılların en son m ertebeleri o hazretin m ebde-i kemâ­
lidir.
58-Letâfeti meşhûr olan Sorgun ağacı üstünde yâni ale'l-ıtlâk şece-
re-i insâniyye üstündeki terennümât ve teğanniyât devâm ettikçe Ce-
nâb-ı Hak;
59-Hz.Muhammed'e, âline, ashâbma, sülâle-i âliyyesine ve ulviye­
tinde kendilerini ihvânmdan addettiği aktâba salât ve selâm etsin.
Cenâb-ı Hak seni muhâfaza etsin. Şunu da bil ki; însân-ı Kâmil de­
mek, evvelinden âhirine kadar eflâk-ı vücûdun ve merâtib-i vücûdiy-

377
yenin kendi üstünde döndüğü "kutb" demektir. Bu mânâca olan İn-
sân-ı Kâmil, vücûdun evveli olmayan zamanından ebedü'l-âbâda ka­
dar mümted olmak üzere şey-i vâhiddir.
Şunu da bil ki; İnsân-ı Kâmil için mütenevvi' libâslar vardır. Keni-
selerde zâhir olur. Bir libas itibariyle kendisine verilen isim, diğer li­
bas itibâriyle kendisine verilmez. O libas itibâriyle, ayrıca ismi vardır.
İnsân-ı Kâm ilin ism-i aslîsi, M uham m ed'dir; künyesi, Ebu'l-Kâ-
sım 'dır; vasfı, Abdullah'dır; lakabı, Şemseddin'dir. Başka libaslar iti­
bâriyle de başka isimleri vardır. Her zamanda o zamanın libasına gö­
re kendisine isim verilir.
Ben Hz. M uhammed'le içtimâ ettim. Şeyhim Şerefüddin İsmâil el-
Ceberîtî sûretinde idi. (Ben bilmiyordum ki, o gördüğüm nebiy-yi zî-
şândı. Yine biliyordum ki, şeyhim idi.) Bu müşâhede Yem en'in "Ze-
bid" şehrinde (796) târihinde vukû' buldu. Bu m es'elenin sırrı odur ki,
Hz. Muhammed her sûretle tasavvura kâdirdir. Edîb olan kimse O'nu
hayatındaki sûret-i Muhammediyyesinde görürse, kendisine o za­
mandaki ismi verir. Başka sûretlerden bir sûrette görüp de onun Hz.
M uhammed olduğunu bilirse, o zaman ancak o sûretin ismiyle tesmi­
ye eder. Ve o ismi yine hakîkât-i Muhammediyyeden başka bir şey
üzerine îkâ' etmez. Görmüyor musun? Hz. Muhammed, Şiblî sûretin­
de zâhir olunca Şeyh Şiblî şakirdine "Şehâdet ederim ki, ben Resulul-
lahım ." dedi. Şakirdi sahib-i keşf idi, hakikate muttali' oldu. "Şehâdet
ederim ki, sen Resulullahsm." cevâbını verdi. Bu inkâr olunamayacak
bir mes'eledir. Tıpkı rüyâda bir kimsenin bir adamı başka bir adam
şeklinde görmesi gibidir. Keşfin en ednâ mertebesi ise, rüyada câiz
olan şeyin yakazada da câiz olmasıdır.
Şu kadar var ki, rüya ile keşf arasmda fark vardır. Fark şudur ki,
rüyada görülen sûret-i Muhammediyyeye verilen isim, yakazada ha­
kîkat-i Muhammediyye üzerine îkâ olunamaz. Çünkü âlem-i misâl
hâdisâtmda, elbette ta'bîr yâni şekl-i m er'iyyeden başka bir şeye ubûr
etmek elzemdir. Onun için âlem-i misâlde görülen hakîkat-i Muham­
mediyyeden yakazada görülen hakikate ubûr lâzımdır. Keşf böyle de­
ğildir. Hakîkat-i Muhammediyye senin için münkeşif olup da benî
Âdem sûretlerinden bir sûrette tecellîsi âşikâr olursa, o sûretin ismini
hakîkat-i Muhammediyye üzerine îkâ etmek lâzım olur ve o zaman o

378
sûretin sahibine Hz.M uham m ed'e ifâsı lâzım gelen teeddüb gibi
edeble muâmele etmek lâzımdır. Çünkü keşf, sana Hz.M uhamm ed'in
0 sûretle tasavvur ettiğini bildirmiştir. Binâenaleyh buna ıttılâmdan
sonra, o hakîkat-i Muhammediyye sûretiyle o zâta eski yaptığm mu-
âmeleyi yapamazsm.
Bundan sonra şunu da bil ki; Benim sözümde tenâsüh mezhebin­
den hiç bir şey yoktur. A llah'ı ve A llah'ın resûlunu tenzih ederek be­
nim maksadımın tenâsüh olmadığmı bildiririm. Belki benim maksa­
dım, Resulullah'm her sûretle sûretlenmeğe kudreti olduğunu iş'âr-
dan ibârettir. Hz. Muhammed, suver-i Ademiyyeden her hangi sûret­
le olsa sûretlenebilir. Risâlet-meâb Efendimizin sünneti şu yolda câri
olmuştur ki, her zamanda o zamanm ekmeli ile sûretlenmenin keyfi­
yeti kendisi için daimîdir. Bu tasavvurla ekmel olanlarm şânmı i'lâ ve
onlarla hakîkat-i Muhammediyyeye misâl irâd etmiş olur. Bu mazha­
riyete nâil olan ricâl, zâhirde onun halîfeleridir. O Hazret de, bâtında
onların hakikatidir.
Şurası da ma'lûm un olsun ki; însân-ı Kâmil hakâik-i vücûdiyyenin
kâffesine mukâbildir. Letâfetiyle hakâik-i «lviyyeye; kesâfetiyle hakâ-
ik-i süfliyyeye mukâbil olur. Hakâik-i halkiyyeye mukâbelede evvelâ
zâhir olan şey, arş mukâbelesidir. A rş'a kalbiyle mukâbildir. Hz.Mu-
hammed "kalbu'l m ü'm in arşullah" buyurmuştur. "M üm inlerin kal­
bi, A llah'ın arşıdır." demektir. Enniyetiyle Kürsî'ye; makâmıyla Sidre-
1 müntehâya; aklı ile Kâlem-i A 'lâya; nefsi ile Levh-i M ahfûza; tabi­
atıyla anâsıra; kabiliyetiyle Heyûlâya; hayyız-ı heykeli ile Hebâya;
re'yiyle Felek-i Atlasa; müdrikesiyle Feleki-Mükevkebe; himmetiyle
birinci kat göğe; vehmi ile altıncı kat göğe; himmetiyle yâni kastıyla
beşinci kat göğe; fehmi ile, yâ'nî idrâki ile dördüncü kat göğe; hayâ­
liyle üçünçü kat göğe; fikri ile ikinci kat göğe; hafızâsıyla birinci kat
göğe mukâbildir.
Sonra kuvvet-i lâmisesiyle Zühal'e; kuvvet-i dâfiasıyla M üşteri'ye;
kuvvet-i muharrikesiyle M erih'e; kuvve-i naziresiyle Şems'e; kuvve-i
mütelezzizesiyle Zühre'ye; kuvve-i şâmmesiyle Utarid'e; kuvve-i sâ-
miasıyla Kam er'e mukâbildir. Sonra yine harâretiyle felek-i nâra; bu-
rûdetiyle felek-i mâya; rutûbetiyle felek-i hevâya; yubûsetiyle felek-i
turâba mukâbildir. Sonra havâtırıyla melâikeye; vesvesesiyle cin ve

379
şeyâtîne; hayvanâtı ile behâime; kuvve-i bâtışesi ile arslana; kuvve-i
m âkiresiyle (hile) tilkiye; kuvve-i hâdiasıyla kurda; kuvve-i hâsidesiy-
le maymuna; hırs kuvvetiyle fareye mukâbildir. Bâkî kuvvetlerini de
bu misâllere kıyâs eyle. Sonra rûhâniyeti ile kuşa; mâdde-i safraviye-
siyle ateşe; madde-i balğamiyyesiyle suya; madde-i demeviyyesiyle
rüzgara; m âdde-i sevdaviyyesiyle toprağa mukâbildir. Bundan başka
ağzının suyu ve tükrükleri ile sümüğüyle, teriyle, kulağının kiriyle
göz yaşı ile idrarı ile altı denize; yedinci deniz ise kan damarları ve de­
ri arasmde cereyan eden madde olup, diğer ta'dâd olunan altı madde
bu m addeden müteferri'dir.
Bunlardan her birinin ta'm -ı mahsûsu vardır: tatlı, ekşi, acı, lezzeti
muhtelit, tuzlu, fenâ kokulu, güzel kokulu. Bundan başka zâtından
ibâret olan hüviyetiyle cevhere (bi-nefsihi mevcûd olan demektir.); ev­
safıyla a'raza; azı dişleriyle cemâdâta mukâbildir. Çünkü dişler, nemâ-
da hadd-i bulûğa erişince cemâdât gibi ne ziyâde, ne noksân olarak bâ­
kî kalır ve dişi kırarsan kırılan parça ile diş bitişmez. Bundan başka kıl­
larıyla, saçlarıyla, tırnağıyla nebâtâta benzer. Şehvetleriyle de hayvana
mukâbildir. Kendi nev'inden olan Adem cinsine de beşeriyetiyle ve
sûretle mukâbil olup, bu mukâbelesi ecnâs-ı nâsa şâmildir. Binaena­
leyh rûhuyla reîs-i hükümete; nazar-ı fikriyesiyle vezîre; ilm-i mes-
mûu ve re'y-i metbûiyle kadıya; zannıyla asayişi muhâfaza eden
m e'mûrlara; urukuyla ve diğer kuvvetlerinin kaffesiyle a'vân-ı hükü­
mete mukâbildir. Bundan başka yakîniyle mü'minlere, şek ve reybiyle
müşriklere mukabildir. Hulâsa-i kelam hakâik-i vücûdiyyede her ha­
kikat, rakâik-i insâniyyeden bir rakîkasıyla İnsân-ı Kâm il'e ale'd-de-
vâm mukâbildir. Her mukarreb meleğin İnsân-ı Kâmil kuvvetlerinden
mahlûk olduğuna dâir ebvâb-ı sâbıkada tafsîlât-ı lâzime verilmiş ve
yalnız esmâ ve sıfât mukabelesine âit söz söylemek bâkî kalmış idi.
M a'lûm un olsun ki; Hak nüshası Cenâb-ı Peygamberin J s . ^1 *1)1 jl>
J j- ^1 <üJ! jb- hadîsleriyle beyân buyurduğu vecihledir.
Birinci hadîsin mânâsı: "Cenâb-ı Hak, Ademi Rahmân sûretinde ya­
rattı." İkinci hadîsin mânâsı: "Cenâb-ı Hak, Âdemi kendi sûreti üzeri­
ne yarattı." demektir. Bunun sırrı odur ki, Cenâb-ı Hak Haydır, Alim ­
dir, Kadîrdir, Mürîddir, semî'dir, Basirdir, Mütekellimdir; kezâlik in­
san da haydır, alîmdir, kadîrdir, ila ahirihî.

380
Bu zikr ettiğimiz İnsân-ı Kâm ilin esmaya mukâbelesidir. Sıfata mu­
kabelesine gelince; hüviyetiyle hüviyet-i ilâhiyyeye; enniyeti ile enni-
yet-i ilâhiyyeye; zâtıyla zât-ı üâhiyyeye; şümûluyla şümûl-ı İlâhîye;
husûsiyle husûs-ı İlâhîye mukâbildir. İnsân-ı Kâmilin başka bir mukâ-
belesi de vardır: Hakk'a hakâyık-ı zâtiyyesiyle mukâbildir. Biz bu ha-
kâk-ı zâtiyyeye bu kitâbm m üteaddit mevzûlarmda izâhât-ı kâfiye
vermiş olduğumuzdan burada ayrıca söz söylemeğe lüzûm görmüyo­
ruz.
Şunu da bil ki; İnsân-ı Kâmil, esmâ-ı zâtiyye ve sıfât-ı ilâhiyyeye
müstehaktır. Bu istihkâk, muktezâ-yı zâtî hükmüyle, asâlet ve maliki-
yetle istihkâktır. Çünkü yukarıdan beri ibârât-ı teşrîhiye ile hakikatin­
den tâ'bîr olunan ve işârât-ı m utekaddim e ile latîfesine işâret olunan
İnsân-ı Kâmildir. Esmâ-ı zâtiyye ve sıfât-ı ilâhiyyenin ulu varlıkta
müstenedi, İnsân-ı Kâmüden başka birisi değildir. İnsân-ı Kâmilin
Hakk'a nisbetle misâli, bir şahsın kendi sûretini görmeğe mahsûs olan
âyinesi gibidir. Bu izâh vechiyle olmamak lâzım gelse, o vakit kendi
nefsinin sûretini görmeğe im kân olmazdı. Olsa olsa yalnız Allah ismi­
ni mir'âtında görürdü. O zaman m ir'âtı yalnız Allah ismi olurdu.
H akk'm m ir'âtı İnsân-ı K âm il olduğu gibi, İnsân-ı K âm il'in
m ir'âtı da H ak'tır. Çünkü C enâb-ı Hak, esm âsm ı ve sıfâtını İnsân-ı
Kâm ilde görm eği ve gösterm eği kendi nefsine vâcip kılm ıştır. İşte
ij! jLJ'İI ÇL*>j Çju jÇ û & jy JÇMj ^ ^s> «ülaVI l w?Ul
l » ( A h z a b 73) âyet-i kerimesinin m ânâsı budur. "Zalûm " de­
mek, "nefsini derece-i âliyesinden indirmekle nefsine zulum etmiş­
tir." demektir. "C ehûl" demek, "kendi derecesini câhil" demektir.
Emânet-i ilâhiyyenin m ahalli olduğu halde bunu bilmez. Ayet-i keri­
menin mufassal mânâsı, yirm i dürdüncü bâbm izâhâtı arasında geç­
miştir.
Şunu da bil ki; İnsân-ı Kâmile nisbetle esmâ ve sıfâtın kâffesi ikiye
munkasımdır. Bir kısmı, İnsân-ı Kâm ilin sağ cihetindedir: Hayât, ilim,
kudret, irâde, sem î', basar ve emsâli gibi. Bir kısmı da, sol cihetinde­
dir: Ezeliyet, ebediyet, evveliyet, âhiriyet, ve emsâli gibi. Bunların kâf-
fesinin mâverâsmda İnsân-ı Kâmil için sârî bir lezzet vardır. Bu lezze­
te, "lezzet-i ulûhiyet" tesmiye olunur. Kâmil, bunu kudsiyet-i ilâhiy-
yeyi incizâb icâbıyla vücûdunun kâffesinde hisseder ve bulur. Hatta

381
ba'zan fukara bu lezzette mütemâdi istiğrâkı temenni etmiştir. Bu
nev' ricali ve fukarayı tezyif edenler, seni aldatmasın. Tezyifleri bu
makâma âit m a'rifetleri olmadığındandır.
İnsân-ı Kâmilin esmâ ve sıfât gibi ne kadar müteallikâtı varsa, bun­
lardan ferâğı ve tecerrüdü de vardır. O nevi müteallikâta nazar-ı
ehemmiyetle nazar etmez. Belki esmâdan, sıfâttan, zâttan mütecerrid
olur. Yakîn hükmüyle vücûdda hüviyetten başka bir şeyi bilmez. Bu­
nunla beraber keşf ve vücûdun a'lâsmdan ve esfelinden sâdır olan
şeylerin kâffesinin İnsân-ı Kâmilden olduğuna şehâdet eder. İnsân-ı
Kâmilin emr-i vücûda âit müteallikâtı ve umûr-ı müteaddideyi zâtın­
daki ru'yeti, bizlerden birisinin havâtırım ve hakâyıkını görmesi gibi­
dir. İnsân-ı Kâmilin ehemmiyetli ve ehemmiyetsiz hatırât-ı kalbiyesi-
ni m en'e de iktidârı vardır. Sonra İnsân-ı Kâmilin eşyâda tasarrufu bir
sıfat ile ittisâfdan veyâhut bir âletten yahut bir isimden yahut bir re­
simden dolayı vâki' değildir. Belki onun eşyâda tasarrufu, bizim kelâ­
mımızda, eklimizde, şiirbümüzde tasarrufumuz gibidir.
İnsân-ı Kâmil için üç berzâh vardır. Bu berâzıhm nihâyetindeki
makâma "hitâm " tesmiye olunmuştur. Birinci berzaha, "bidâyet" tes­
miye olunur. Bu mertebe, <^mâ ve sıfât-ı ilâhiyye ile tahakkuktan ibâ­
rettir. İkinci berzaha, "tavassut" tesmiye olunur. Bu mertebe, hakâyık-
ı rahmâniyye ile rekâik-i insâniyyeyi fek etmek makâmıdır. Bu meş-
hedde kemâle eren insan, mektûmâtm kâffesini bilir ve mügayyebât-
tan istediği şeye muttali olabilir. Üçüncü berzaha gelince; bu mertebe,
kudrete âit işleri ihtiraatta tenevvuât-ı hükmiyyeyi bilmek mertebesi­
dir. Bu mertebeye vâsıl olan insan için Cenab-ı Hak melekût-i kudre­
tinde âdâtı hark eder. O derecede ki, hark-ı avâid mülkü hikmette o
kimse için âdet olur. Bu mertebeye vâsıl olan kimseye (el-müsemma
bi'l-hitam , el-mevsûf bi'l-celal ve'-l ikram makâmına dâhil olur) zâhir-
i ekvânda kudret ibrâzı ile izin verilir. Bu mertebeden sonra kibriyâ-
dan başka bir şey yoktur. Bu kibriyâ bir nihâyettir ki, o nihâyet için ni-
hâyet tasavvur etmek mümkün değildir. Nâs bu makâmda muhtelif­
tir. Kimisi kâmil; kimisi ekmel; kimisi fâzıl; kimisi efdaldir.
Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.

382
Altmışbirinci Bâb

Eşrât-ı Saate, Ölüme, Berzaha,


Kıyamete, Hesaba, Mizana, Sırata,
Cennete, Cehenneme, A'rafa,
Ehl-i Cennet'in Ru'yeti Hak İçin
Çıkacağı Kesibe Dairdir

ilmekliğin lâzımdır ki; dünyâ âlemi -ki biz onun içindeyiz.- bu­

B nun elbette bir intihâsı olup, bu âlem o nihâyete rucû' eder.


Çünkü âlem-i dünyevî hâdistir. Hâdisin nihâyetle hitâm bul­
m ası zarûrîdir. Bu hükmün zuhûru, âlem-i dünyevînin inkizâsı ve fe-
nâsı demektir. Bu fenâ ve bu inkizânm âlem-i dünyevîde mevcûd
müfredât libâsmda zâhir olan hakîkat-i ilahiyyenin saltanatı altında
vukû' bulm asına "ölüm " tesmiye olunur ve fürâdâya âit olup,
Kur'an'da mezkûr olan ahkâmı ile hakîkat-i ilâhiyyenin zuhûruna da
bu vücûd için "saat-i kübrâ" tesmiye olunur.
Şunu da bil ki; bu âlemde mevcûd efrâddan her ferd için o ferde
mahsûs kıyâmet vardır. O husûsî kıyâmetlerin kâffesinin içtim âi saat-
i kübrâdadır. Çünkü her ferd için kendisine mahsûs bir kıyâmetin hu-
sûlu zarûrî olup, bu hükmün bu âlemde mevcûd efrâdm kâffesine şu-
mûlu da kat'îdir. İşte bu şumûl Cenâb-ı Hakk'm va'd ettiği kıyamet-i
kübrâdan ibârettir. Bu sözümü bildin, anladın ve bu hakikati idrâk et-
tinse şunu bildin ki; bütün bu âlemin a'lâsm a ve esfeline âit ecel-i
m a'lûm vardır. Zira âlemde mevcûd efrâddan her birisi için ecel-i
m a'lûm olduğundan, hey'et-i umûmiyyesine nazaran bu hükmün
umûmu ve şumûlu âlemin kâffesinin ecelidir, demek olur. Ve bundan
başka bir şey yoktur.
Bilmiyorum? bu nükte-i dakikayı bu kitaptaki tansîsim vechi ile an­
ladın mı? Yoksa fikrin benim maksadımdan başka türlü bir idrâke mi

383
gitti? veyâhut avârtun zahire nazaran anladığına mı zâhib oldun? Sana
başka bir ibâre ile bu mes'eleyi bir daha izâh edeyim: Ma'lûmun olsun
ki, Cenâb-ı Hakk'm avâlim-i kesîresi vardır. Ve bu âlemlerin her biri­
ne insan vasıtasıyla nazar eder. Cenâb-ı Hakk'm insan vasıtasıyla na­
zar ettiği âleme "şehâdet-i vücûdiyye" tesmiye olunduğu gibi, insan
vâsıtası olmaksızın nazar ettiği her âleme de "gayb" tesmiye olunur.
Bundan başka Cenâb-ı Hak gaybı iki nev' yapmıştır. Gaybm birisi,
âlem -i insânîde "m ufassal"dır; diğer gayb, insanm kabiliyetinde
"m ücm el"dir. îlm -i inşânda mufassal olan gayba, "gayb-ı vücûdî" tes­
miye olunur; âlem-i meleküt gibi (âhiret âlemi). Kâbiliyet-i insâniyye-
de mücmel olan gayba, "gayb-ı adem î" denilir; Cenâb-ı Hak için
m a'lûm olup da bizim bilemediğimiz âlemler gibi. Bu nev' âlemler bi­
ze nisbetle "adem " mesâbesindedir. İşte gayb-ı adem înin mânâsı bu-
dur. Bundan başka Cenâb-ı H akk'm insan vasıtasıyla nazar ettiği bu
âlem-i dünyevî, insan, H akk'm vâsıta-i nazarı oldukça "şehâdet-i vü-
cûdiyye"dir. İnsan o âlemden intikâl edince, insanm intikâl ettiği âle­
me de Cenâb-ı Hak insan vasıtasıyla nazar eder. O zaman ikinci âlem
şehâdet-i vücûdiye âlem-i dünyevî gayb-ı ademî olur. O zaman âlem-
i dünyevînin ilm-i İlâhîde ^ücûdu bu gün cennetle cehennemin ilm-i
İlâhîde vücûdu gibidir. İşte bu zikr ettiğimiz keyfiyet, âlem-i dünye­
vînin fâni olmasının aynı, kıyâmet-i kübrânm da aynıdır. "Sâat-ı âm­
m e" denilen, işte o kıyâmet-i kübrâdan ibârettir. Bizim maksadımız
kıyâmet-i kübranm izâhma âit değildir. Belki maksadımız bu âlemin
efrâdmdan her ferde mahsûs olan kıyameti teşrîh etmek husûsuna
ma'tûftur.
Bu babda da yalnız insan üzerine vâki' olan kıyâmetten bahs ede­
ceğiz. Çünkü vücûdda bulunan efrâdm ekmeli, insandır. Bâkîlerini
ona âit kiyâmete kıyâs ederiz ve kıyâmet-i kübrâyı bilm ek m es'elesi-
ni Kur'an'dan anlamayı da senin fehmine havâle ederiz. Böyle yaptı­
ğımızın sebebi; şek ve rayb-ı şeytânî, imânını selb etmesin diye korku­
yoruz. Bunun için kıyâmet-i kübrânm acâibini zikr etmiyoruz. Belki
izâhâtı, kıyâmet-i kübrâdan evvel olan kıyâmet-i suğrânm izâhma
hasr ediyoruz. Fakat zannetme ki, kıyâmet ikidir. Belki kıyâmet, kıyâ-
m et-i vahidedir. Bu m es'eleyi anlamak, üm-i m antıktaki külliyi anla­
makla olur. Küllinin, cüz'iy a tından her ferd üzerine vâki' olduğu şüp­

384
hesizdir. Mesela at, koyun, keçi, insan ve başkaları gibi her nev' hay­
van üzerine mutlak hayvan tâbiri sâdıktır. Envâ-ı mezkûreden her
ferd nev'i üzerine hayvan lafzını ıtlak ettiğimiz zaman, envaında ta­
addüt olduğu halde nefs-i hayvâniyette taaddüt yoktur. Çünkü hay­
van lafzı, külliye-i tâmmedir. Külliye-i tâmme de cüz'iyâtı üzerine ta-
addlitsüz muntâbik olur. Kıyâmet-i kübrâ da böyledir. Yâni kıyâmet-
i kübrâ, kıyâmet-i suğrâdan her ferd üzerine taaddütsüz muntabiktir.
Binâenaleyh biz evvelâ kıyâmet-i suğrânm alâm etlerini zikr edeceğiz,
ondan sonra da kıyâmete âit tafsilata geçeceğiz.
M a'lûm un olsun ki; kıyâm et-i suğrânm eşrâtı, yâni alâm etleri
vardır. Bu alâmât, kıyâm et-i kübrânm eşrâtma ve alâm etlerine m ü­
nâsip ve m uvâfıktır. H adîste vârid olduğu veçhile, câriyenin müreb-
biyesini doğurm ası ve koyun çobanları olan çocukların, yalın ayak
yürüyenlerin yüksek binalar yapm ağa kalkışm ası, kıyâm et-i kübrâ­
nm alâm etlerinden olduğu gibi kezâlik rubûbiyetin zât-ı insanda zu-
hûru, insana m ahsûs olan kıyâm et-i suğrânm alâm etlerindendir.
"Em e" yâni câriye insanın zâtından ibârettir. Doğurm ak, emr-i hafi­
nin bâtm dan zâhire doğru zuhûru demektir. Çünkü çocuğun m ahal­
li, anasının karnıdır. Şu halde o çocuğun zâhir hisse çıkm ası onun vi-
lâdetidir. Kezâlik Hak Subhânehu ve Teâlâ hazretleri de insanda hu-
lûlsuz mevcûttur. Bu vücûd bâtm îdir. A hkâm ıyla zâhir olarak abd
j jjJi ojjj <> - *. hadisinin hakika­
tiyle tahakkuk ederse, Hak Teâlâ o inşânın vücûdunda zâhir olmuş
olur ve o insan âlem-i ekvânda tasarrufa kudret peyda eder. Binâena­
leyh insanın zâtı "em e", yâni câriye mesâbesindedir.
Hakk'm rubûbiyetinin âsârı, "m ürebbiye" mesâbesindedir. O âsâ-
rm zuhûru, vilâdet mesâbesindedir. Bundan başka ârifin esmadan te-
cerrüdü, yalın ayak olmak demektir. Çünkü esmâ âriflerin merâkibi-
dir. Ârifin sıfâttan tecerriidü, çıplakların hâli mesâbesindedir. Ârifin
envâr-ı ezeliyyeyi m ülâhaza-i dâimesi, koyun çobanları mesâbesinde­
dir. Meczûb-ı İlâhînin maârif-i ilâhiyyede terakkiye başlaması, yüksek
bina yapmağa teşebbüs mesâbesindedir. Bu hadîsin zâhiri, umûm-ı
vücûda şâmil olan kıyâmet-i kübrâ alâmâtmdan olduğu gibi hadîsin
bâtını da, bu izâhâtiOiz veçhile efrâd-ı inşândan her ferde has olan kı-
yâmet-i kübrâ alâmâtındandır.

385
Yeryüzünde Ye'cûc, M e'cûc'ün zuhûru da kıyâmet-i kübrânm alâ-
mâtmdandır. Ye'cûc, M e'cûc, zuhûrunda arza mâlik olur ve yerin me-
nâfi-i umumiyyesini ellerine alırlar, sularım içerler. Sonra Cenâb-ı
Hak onların üzerine bir gecede "neğf" yani deve ve koyun cinsinin
burunlarına ârız olan hastalığı onlara musallat kılar. Bu hastalık
Ye'cûc, M e'cûc'ün hey'et-i umûmiyyesini ifnâ eder. Ye'cûc M e'cûc
aradan çıktıktan sonra m ezrûât-ı bereket hâsıl eder. Usûl ve furu' ye­
şillenir, meyveler güzelleşir, Melik-i Cebbâr olan Cenâb-ı Hakk'a
hamd ü senâ olunur. Kezâlik zikr olunan Ye'cûc, M e'cûc kıyâmet-i
suğrânm da alâmâtmdandır. Bunun nefs-i İnsanîye nisbetle kıyâsı,
ber- vech-i âtîdir. İnsan nefsine, irâdesine mâlik olmazdan evvel ha-
vâtır-ı fâside ve vesâvis-i m uânidenin tuğyanıyla nefs-i insânînin az­
gınlığı, Ye'cûc ve M e'cûc'ün zuhûru demektir.
Havâtır-ı fâside ve vesâvis-i muânide, arz-ı kalbe mâlik olarak kal­
bin lübbüne, hakikatine âit olan meyveleri yerler, sırrına âit denizleri
içerler. Mezkûr azgınlık arasında maârif-i ilâhiyye ve ahvâl-i âliyye-
nin vesâvis-i mezkûreden dolayı zuhûruna çare bulunmaz. însan eğer
sekr-i gafletten hakîkat-i sah ve rucû' edince o_pJill ^ aJUI o1 (Mü­
cadele 22) âyetlerinin tazammun ettiği hedâyâ-yı ilâhiyyenin ihsâniy-
le nefehât-ı rahmâniyye, inâyât-ı rabbâniyye insana vâsıl olunca kul­
larından istediklerini istifaya yâni seçmeğe daima kâdir olan Cenâb-ı
Hakk'm inâyet sürmeleri o insanın kalb gözüne çekilir. İşte o zaman
havâtır-ı nefsâniyye fâni olur ve vesâvis-i şeytâniyye m ündefi' olur,
gider. Vesâvis-i mezkûre yerine ulûm -ı ledüniyye, nefesât-ı rûhiyye,
kemâlât-ı kalbiyyede zâhir olmak mânâsına olan melâike-i rahmet
kalbe vâsıl olur. Bu keyfiyetin zuhûru mezrûâtm bereketi, usûl ve fu-
ruun yeşillenmesi demektir. Bundan sonra kurb-ı İlâhî makâmmda
inşânın iktisâb-ı hakîkat eylemesi ve müşâhede-i Rab ile kesb-i telez-
züz etmesi, meyvelerin güzelleşmesi, Melik-i Cebbâr'a hamd ve senâ
olunması mesâbesindedir.
Ye'cûc, Me'cûc zuhûrunun zâhiri, kıyâmet-i kübrâ alâmetlerinden
olduğu gibi bizim bâtına âit işâret ettiğimiz izâhât da her ferd-i insânî-
ye mahsûs olan kıyâmet-i suğrâ alâmetlerindendir. Dâbbetü'l-arzm hu-
rûcu da kıyâmet- i kübrâ alâmetlerindendir. Cenâb-ı Hak Kur'an'da
^ ULıl; jl 0”° ^ ,;İ£ j i j lilj (Nemi 82)

386
buyurmuştur. "O nlar için emr-i İlâhî vâki' olunca, yerden bir dâbbe
ihraç ederiz. O dâbbe onlara nâsm bizim âyetlerimize yakîn getirme­
diklerini söyler ve haber verir." Yâni o âlemin H akk'a rucû'una emr-i
İlâhînin suduru demek olan kavl-i İlâhî vâki' olunca, dâbbenin onlara
söylemesi, Cenâb-ı H akk'm ba'se, nuşûra, cennete, cehenneme ve em-
sâline âit haber vermesi demektir. Bu âlemin H akk'a rucû'u, âlem-i
dünyâ umûrunun inkitâiyle âlemin âhirete inkilâbı sûretiyle olup,
dâbbenin tekellümü ve ihbârı, o zamâna âittir.
Hâsılı, nâs âlem-i dünyâda ihbâr ettiğimiz âyât-ı ilâhiyyemize yani
umûr-ı müstakbeleye âit kelâm-ı İlâhîmize müteallik hakâyıka yakî-
nen imân etmediği için, onlara dâbbe-i mezkûreyi ihrâc ettik. Bu ihrâc-
dan kast-ı İlâhîmiz, her şeye muktedir olduğumuzu bilsinler içindir.
Dâbbe-i mezkûrenin ihrâcmdan sonra ba'de'l- ihrâc vuku bulacak
umûra yakînen iman ederler. Ve nasîbe-i ezeliyyeye göre bize rucû'
eden, rucû' eder, ve bizim bu vâsıta ile ihbârımıza yakîn hasıl ederler.
Kezâlik âyet-i mezkûredeki dâbbetü'l- arz, inşânda hâsıl olan ve inşâ­
na mahsûs bulunan kıyâmet-i suğrânm da alâmetlerindendir. İnsanda­
ki kıyâmete nazaran dâbbetü'l- arzın hmrûcu demek, insanın umûr-ı
âdiyyeyi ve muktezayât-ı beşeriyyeyi terk ile rûhun arz-ı tabiattan çık­
ması sûretiyle Rûhu'l- em în'in hazretü'l- kudste zuhûru demektir. Bu
hâlet-i âliye hâsıl olunca inşân için keşf-i kebîr tahakkuk ederek ru-
hu'l-kuds, nakir ve kıtmiri (en küçük şeyler) haber verir. Ve ahbârın
kâffesini söyleyerek inşâna bevâtin-i estâr-ı eşyâyı izhâr eder. Ve o in­
sana kitmân-ı esrâr usûlünü öğretir ve insan tasdik makâmından refîk-
i a'lâdaki makâm-ı kurb'a terakki eder. O refîk-i a'lâ ne güzel refiktir.
İzâh-ı mezkûr veçhile keşf-i kebîrin husûlü, Cenâb-ı H akk'm kulu­
na itinâ ve fazl ve keremi ve lutf-ı in'âmıdır. Abd bu lutfa mazhariye­
tiyle hucub-ı mânia asâkiriyle cuyûş-ı imânmı inhizâma uğratmaz. Bi­
nâenaleyh hakîkat-i savâbiyyeden meyi ederek hataya düşmez. Zira
m ektûmât-ı rubûbiyet ve m uktezâ-yı mertebe-i ilâhiyye, gâyet uluv-
vu '-l merâm ve âlî bir makâmdır. Şiddet-i ulviyyetinden dolayı ku-
lûb-ı beşeriyye, o mertebenin husûlüne ancak keşf ile yakîn hasıl ede­
bilir. Zirâ halkın nefislerinde eşyâ- yı kudsiyye-i mezkûreyi kabûle
kudretleri yoktur. Binaenaleyh bu babda yakîn hasıl edebilmeleri, an­
cak keşf-i İlâhîden sonra hasıl olabilir. Dâbbetü'l- arz hurûc etmedik­

387
çe, insanların ber-vech-i bâlâ yakîn hâsıl edememesi gibi ârif olan
kimse de muktezayât-ı ilâhiyyeyi kabûl ile tahakkuk mertebesine an­
cak rûhun arz-ı tabâyi'den hurûcu ve kavâti' ve mevâni'den halâsın­
dan sonra nâil olabilir. Bu sırrı anla!
Deccâlm hurûcu da kıyâmet-i kübrânm alâmetlerindendir. Deccâ-
Im cennet solunda; cehennem sağındadır. Deccâhn iki gözü arasında
"kâfir billah" yazılıdır. Nâs bunun zamanında susuz ve yiyeceksiz ka­
lır. Halkta maişet derdi o kadar şedîd olur ki, m el'ûnun kuvveti hâri­
cinde yiyecek ve içecek bulunmaz. Deccâla kim inanırsa, Deccâl ona
suyundan içirir, taâmmdan yedirir. Taâmmdan yiyen, suyundan içen
için ebedî felâh yoktur. Deccâl kendine imân edeni cennete; imân et­
meyeni cehenneme ilkâ eder. Her kim onun cennetine girerse Allah o
cenneti akibette cehenneme; her kim onun cehennemine girerse, nihâ-
yette Cenâb-ı Hak o cehennemi cennete tahvîl eder. Deccâhn zararı
mürtefi' oluncaya kadar insanlarm ba'zıları, ot ve ot kökleri yemek
zaruretinde kalırlar.
Deccâl-ı laîn, Mekke ve M edine'den mâada bütün aktâr-ı arzı devr
ve seyahât eder. Yalnız Mekke ile M edîne-i Münevvere'ye giremez.
Nihâyet Deccâl Beytü'l-maKdi'se teveccüh eder, oraya girmek ister.
Kudüse bir çok günlük mesafede vâki o lan "Rem le" kö y ü n ü n kumlu­
ğuna vâsıl olunca Cenâb-ı Hak Hz. İsa'yı elinde bir harbe (süngü) ola­
rak orada bir minareye indirir. Deccâl, İsa (a.s.)'ı görünce su içinde
eriyeren tuz gibi erir. İsa (a.s.) Deccâlı harbe ile öldürerek nâsı kurta­
rır. Kezâlik insanın hakikatinden yâni nefs-i deccâlesinden Deccâlm
hurûcu, inşânda kıyâmet-i suğrânm kıyâmı alâmetlerindendir. İnsan­
daki nefs-i deccâle, bâtılı Hak kuvvetinde göstermek ve insanı şaşırt­
mak hassasına mâliktir. Araplar "decele fülanün ala fülanin" der.
"Fülan kimse falan üzerine decel yaptı; yani maslahatını karıştırarak
onu galata düşürdü." demektir. İnsandaki nefs-i deccâliyyeye ba'zı ci­
hetleri itibâriyle "şeytân-ı ins" dahî tesmiye olunur. Nefs-i deccâliye,
şeytânetlerin, vesveselerin, tereddütlerin, hilekârlıkların mahall-i zu-
hûrudur.
Ba'zı cihetleriyle nefs-i deccâliyyeye, nefs-i emmâre-i bi's-sû' dahî
derler. "Fenalıkları çok emreden nefs" demektir. "N efs" lafzı mutlak
olarak zikr olunursa ıstılâhât-ı sufiyyede nefs-i emmârenin ismi kast

388
olunur. Sûfiyye ne zaman "nefs" tâbirini kullanırlarsa, bundan mak­
satları abddeki Deccâl mesabesinde olan evsâf-ı ma'lûmedir. Nefsin
muktezayât-ı şehvâniyyesi, Deccâlm sol tarafında bulunan cennet me-
sâbesindedir. Çünkü sol ıtaraf, ehl-i şekâvetin yoludur. Tabiata âit
umûru ve alâık-ı kevniyyeyi ve feyze mâni' olan şeyleri terki ile nefse
muhalefet, Deccâlm sağ cihetinde bulunan cehennem mesâbesinde-
dir. Çünkü sağ cihet, ehl-i saâdetin yoludur. Hucub-ı zulmâniyyeyi
teksif ile umûr-ı nefsâniyyenin iktizâ ettiği şey de, Deccâhn alnı üze­
rine "kâfir billah" yazılması mesâbesindedir.
Deccâhn esâretine düşerek tarîk-i savâbı bulamayacak şekilde za-
rûrete gark olan kimsenin zarûretle düştüğü ve hıtâb-ı âkilâneyi anla­
mayacak derekeye sukûtu, Deccâl zamanında nâsm susuz ve yiyecek-
siz kalması mesâbesindedir. Deccâlm yüksek zevâtı da bilhassa taht-ı
kahrına alması ve o nev'i zevâtm da D eccâla refik olmaktan başka ça-
re-i maişet bulamaması, nâsm yiyecek ve içeceği ancak Deccâlm elin­
de bulabilmesi mesabesindedir. Risâlet-meâb Efendimiz, bu mânâya
yj.\ J s . js jLÜILS" J u ^UJI j j £ j jL>j ^LJI 'J* j ı L_ hadis-i şerifiyle işâret bu­
yurmuştur. "Nâs üzerine öyle bir zamar^ gelecek ki, o zamanda dine te-
messük eden avucu içinde ateş parçası tutan kimse gibidir." demektir.
Böyle bir müddette neuzu billah mücâhededen rucû' ederek muk-
tezayât-ı nefsiyyeye ve umûr-ı tabiiyyeye meyi ile lezâiz-i şehvâniy-
yeyi isti'm âl eden ve ef'âl-i kabîhaya mübâşeret eden kimsenin hali,
Deccâla imân edip de ârif indinde hamr-ı harâm gibi olan mubâhâta
m eyi ederek onun taammdan yem ek mesâbesindedir. Nefs ve nefsin
gafletlerine ve a'm âl-ı âdiyyeye inhimâk, Deccâlm yanında bulunan
sudan içm ek gibidir. Hakîkat-i eşyâya vâsıl olmazdan evvel ârifler-
den her kim bâlâdaki gafletlere düşerse, onlarm ahvâli de ebediyen
felâh bulamayanların ahvâli gibidir. Bekâsı muhal, lezâizi hayal olan
dar-ı dünyânın zehârifine aldanan kimse, Deccâlm cennetine giren
kimse gibidir. Deccâlm cennetine kim girerse, Hak o cenneti cehenne­
me kalb ederek, karariyetini, rahatını selb eder. Kendisini helâka ilkâ
eder. Her hangi kimseye tevfık-i İlâhî saâdet-bahş olarak rehber-i ha­
kîkî olur ve onu cadde-i m üstakîmede sâbit kılarsa tahkikât gecelerin­
de envâr-ı şeriata sulûk eder ve nefse muhâlefet ve mücâhede ve riyâ-
zete devâm ederek, haşîş-i kâinâttan Rahmân'm zuhûru köklerini yer

389
ve bu sûrette terakki ederse, o kimse Deccâlm cehennemine girmiş sa­
yılır ve Cenâb-ı Hak bu nev eşhas için zâil olmayan nimetleri ve fenâ-
ya uğramayan m ülkleri in'am ve ihsan eder.
Deccâlm zararı mündefi' oluncaya kadar M ekke ve M edine'den
maâda aktâr-ı arzı devr ve seyahât demek, nefs-i deccâliyenin her
mertebede abde tasallutu demek olup, yalnız iki makâmda tasalluta
kâdir olamaması demektir. O iki makâm, ıstılâm -ı zâtî ile makâm-ı
Muhammedi makâmlarıdır. Istılâm-ı zâtî, hazret-i ilâhiyye-i zâtiyye-
den sâdır olan cezbe ile abdin nefsinden gaybûbeti ve hissinin elinden
gitmesi ve nefsinden fâni olması demek olup, sekr ve istiğrâk-ı same-
dânî makâmıdır. M akâm -ı Muhammedîye gelince: sûfiyyenin ıstılâ-
hmda bu makâma "Sahv-ı sânî"de (ikinci uyanıklık) demişlerdir. Bu
iki makâmda nefs için tasalluda imkân yoktur. Çünkü bu iki makâm
gayb-ı ezelde tavârik-i ilelden masûn ve mahfûzdur. İşte zikr olunan
bu iki makâm, Deccâlm giremediği M ekke-i Mükerreme ve Medîne-i
Münevvere mesâbesindedir.
Küşûfât-ı ilâhiyyede abdı iltibâsa ve iştibâha düşürerek huccet-i
kâtıa-i savâbdan nefsin insanı şaşırtması, Deccâl-ı laînin Beyt-i mak-
dis cihetine teveccühü mesâbesindedir. "Rem le" tesmiye olunan kasa­
baya yakın olan "R idde" karyesinde Deccâlm tavakkufunu izâha ge­
lince; decâcele-i nüfûs, ârife her türlü libasta zuhûr ettiği gibi, ba'zan
da makâm-ı enfüs mukâbelesinde zuhûr eder. Vâdi-i akdese vâsü ol­
mayan kimseyi tevehhümâta düşürür. İşte o vâdi-i akdese yakın olan
yere nefsin takarrübüne ihtimâl yoktur, demektir. Nefs orada hicâb
izhârına muktedir olmayarak tavakkuf eder. İsa-yı rûh, elinde harbe-
i futûh olarak o makâmda zâhir olup, nefsi kati eder. Çünkü İsâ rûhul-
lahtır. Hak gelince bâtıl gitmeye mecbûr olur. Artık iltibâslar, şekler
munkatı' olur. Hurûc-ı Deccâle âit bahsin evvelindeki âyât ve alâmât-
ı saat-i kübrânm şurûtundan olduğu gibi âyât ve alâmât-ı mezkûrenin
zikr ve teşrih ettiğimiz cihet-i bâtmiyesi de insana mahsûs olan kıyâ-
met-i suğrânm alâmâtmdandır. "Kıyâm et-i suğrâmn inşâna mahsûs­
tur," dediğimizin sebebi, şâir ekvâna taalluku olamadığmdandır.
Kıyamet-i kübrânm alâmetlerinden biri de M ehdi (a.s.)'m hurûcu-
dur. Mehdi, zuhûr edince halk arasında kırk sene icrâ-yı adâlet eder.
M ehdi'nin zamanının gündüzleri ravza-i hadrâ gibi, geceleri envâr ile

390
şaşaadâr olan m enâzil-i safâ gibidir. M ehdi zamanında mezrûât ucuz
ve bereketli olduğu gibi, hayvanâtm sütleri de boldur. Nâs, M ehdi za­
manında emn ve emân içinde olup, ibâdet-i Rahman ile meşgûldür.
Kezâlik M ehdi'nin hurûcu insandaki kıyâmet-i suğrânm alâmetlerin-
dendir. M ehdi, sâhib-i Makâm-ı m uhammedî demektir. Her evc-i ke­
mâlde sâhib-i i'tidâldir. Devletinin müddeti kırk senedir. Bu kırk, me­
râtib-i vücûdiyye adedine muvâfıktır. Biz m erâtib-i vücûdu "el-Kehfü
ve'r-Rakîm fi Şerhi Bismillahirrahmanirrahim" adlı kitâbımızda tafsil et­
tik. M erâtib-i vücûdu bilmek isteyen o kitâbı miitâlaa etsin.
M ehdi zamanının gündüzleri hadrâ, geceleri gurâ olması şu de­
mektir ki, ârif-i billah kendini terakki ettiren sekr-i samedânî ile ken­
dini makâm-ı bekâya îsâl eden sahv-ı rabbânî arasmda takallüb eder.
M ezrûâtın ucuz ve kesir ve hayvanâtm sütlerinin bol olması demek,
ârif o m ertebe-i terakkide yekdiğerini takip eden in'âm ât-ı ilâhiyyeye
ve ikrâmât-ı sübhâniyyeye nâil olur demektir. M ehdi zamanında nâ-
sın emn ve emânda olması, ârifin hüllet (muhabbet-i ilâhiyyenin bir
abde taalluku) mânâsına vuslatı ve o ravza-i saadette vâsü-ı nimet ol­
ması demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak Kukanda m akâm-ı İbrâhîmden
bahs ederken "H er kim o makâma dâhil olursa azâb-ı elimden emin­
dir." manâsına olarak b J di-j jaj (AH İmran 97) buyurmuştur. Ma-
kâm-ı sûrî, nâr-ı cahîmden halâsa ve emâna sebep olursa, makâm-ı
mânevinin emn ve emânı ve mekr-i Rahmândan âzâdeliği daha ziyâ­
de te'm în edeceğine şüphe yoktur.
M akâm-ı İbrahim bir makâmdır ki, şeyhimiz Abdülkadir Geylanî
hazretleri o m akâma vâsıl olunca, Cenâb-ı Hak kendisine mekr etme­
yeceğine dâir yetmiş ahd ile ahd etmiştir. O makâmdan sonra ibâdet-
i Rahmân ve senâ-yı M elik-i Deyyân'dan başka bir şey yoktur. Bu izâ-
hâta çeşm-i nazar-ı im 'ânı açmak lâzımdır.
Alâmât-ı kıyâmet hakkmdaki ibârelerin teşrihine âit arada serd
edilen işâret ne kadar latif ve ne kadar zariftir! O alâmetler kıyâmet-i
kübrânm alâmetlerinden olduğu gibi, bu işâretler de kıyâmet-i suğrâ­
nm alâmetlerindendir.
Güneşin mağribden doğması da, kıyamet-i kübrânm alâmetlerin­
dendir. Güneş, mağribden doğunca tevbe kapısı kapanır. Hiç bir şah­
sa evvelden münkir ise, o sırada imanı menfaat vermez. Çünkü vuslat

391
yaygısı dürülmüştür. Ne tevbe kabûl olunur, ne günah affolunur. Ke-
zâlik şemsin mağribden tulûu, insanda kıyâmet-i suğrânın alâmetle­
rindendir. O kıyâmet-i suğrâ kâim olunca inşânın mağrib-i vücûdun­
dan şems-i şuhûdî tulu' eder. Bu da bâtm-ı keşfidir. Bâtın - 1 keşfi de,
insanın sırr-ı mektûme ıttılâ' ile kesb-i hakikat etmiştir. O zaman insan
kendinin ne olduğunu ve sırr-ı mektûmun neden ibâret olduğunu bi­
lir. Ve o ıttılâ' ile sırr-ı mektûm evsâfıyla tahakkuk ederek, cennet irfâ-
mnda nâil-i ni'm et olur. Remizleri, işâretleri hal etmek ve remizlerden
kunûz-ı mektûmeyi çıkarmak ve luğazların hakikatine muttali' olmak,
bu babda nâil-i fevz ve necât olanlarla beraber necâta nâil olmak, bu
hâletin tahakkukundadır. O zaman vuslat ve firkat besâtı dürülmüş ol­
duğundan imânın o hâlette nef'îne lüzûm yoktur. Çünkü imân ondan
evvelki zamâna âittir. Çünkü imân ancak gayb olan şeye karşı olur. O
sırada ise ref-i hicâb ile hükm-i imân mürtefi'dir. Artık ne tevbenin ka-
bûlüne, ne günahın affına lüzûm vardır. Çünkü günah ve onu afv iki
şey demektir. Zât-ı vâhid, ahadiyetinde günahtan ve mağfiretten mü-
nezzehdir. İşte bu izâhât kıyâmet-i kübrânm alâmetlerine mukâbil ola­
rak insanda kıyâmet-i suğrânın eşrâtmdandır.
İmam Muhyiddin Arabi hazretleri, "kıyamet-i kübrâ" hakkmdaki
ibâreleri, bâlâdaki ifâdenin aynı olarak tâbir etmiş ve bunun mukâbili-
ni kıyamet-i suğrâda işâret bâbmdan olarak zikr etmiştir. Ve mağrib­
den tulû-ı şemsi, rûhun merkez-i evveline ve mansıb-ı ekmeline rucû'u
şeklinde izah eylemiş, rûhun merkez-i evveline rucû'u da memâttan
ibâret olup, sonra vefât ile emr-i hayâtın âhirete intikâlinden ibârettir,
demiştir. Tevbe kapısının kapanmasına mukâbil olarak da "gargara"
haline gelen muhtazırm tevbesinin kabûl ve günahının afv olunmaya­
cağını tasrîh ettikten sonra, müddeâsmı bâb-ı hayât ile bâb-ı memâtm
arasını ömürlerdeki hesâb ve nizâma nazaran yetmiş sene olmak üze­
re beyân eylemiştir. İmâm-ı mezkûrun zikr ettiği, makbûl ve ehsen-i
vücûh üzerine mahmûl ise de, biz insanın bu dâr-ı dünyâda eyyâm-ı
hayâtında kendine mahsûs olan kıyâmet-i suğrânın eşrâtını beyân sâ-
dedinde olduğumuz için müşârun ileyhin izâh ettiği noktalara atf-ı
ehemmiyet eylemedik. Bu babda hetk-i esrârdan korkmakla berâber,
esrârm kâffesine karşı lâzım gelen remiz ve işâretleri de hüsn-ı ifâ ede­
rek, bu kitâpta tenbîhine lüzûm olan hiç bir şeyi terk etmedik.
Allah hakkı söyler ve sebîl-i savâba hidâyet eyler.

392
Fasl
Bu fasılda ölümü zikre âit ba'zı cihetleri izâh edeceğiz. Esasen bu
kitâbm elli dördüncü bâbmda ölüme âit izâhât-ı lâzıme geçmiş oldu­
ğundan o babın m ütâlâasını da tavsiye ederiz.
Ma'lûm olsun ki; ölüm, dâr-ı dünyâda itidâl-i tabiî üzerine devâm
şartıyla sebeb-i hayât olan harâret-i garîziyyenin sönmesinden ibâret­
tir. İşte inşânın hayatı, ervâhın heyâkil-i suveriyyedeki kendi varlıkla­
rına nazarından ibârettir. Heyâkil-i suveriyyede ervâhm bu nazarını
devam ettiren şey, harâret-i garîziyyedir.
Şu kadar var ki, harâret-i garîziyyenin itidâl-ı tabîî üzerine devâmı
şarttır. İtidâl-ı tabîî demek, o harâretin beden-i insânîde derece-i râbi-
ada istivası demektir. Çünkü hararetin derece-i ûlâya insirâfı harâret-
i unsuriyye kuvveti demek olup, o derecede erkân-ı anâsırdan başka
bir rükn ile imtizâcı kabûl etmez. Yani "derece-i ûlâda harâret hadd-i
nihâyîyi alm ıştır." demektir. Harâretin derece-i sâniyede istivâsı, im­
tizâcı kabûl eden harâret-i nâriyye demektir. "O derecede harâret bâ-
kiyye-i erkân-ı anâsır ile imtizâcı kabûl etm ez." desen nârın âdem-i
vücûdu lâzım gelir. Çünkü ateş, su, hava*toprak her biri harâret, bu­
rûdet, yubûset, rutûbetten ibaret olan anâsır-ı erbaadan mürekkebdir.
Şu kadar var ki, "bâkîleri muzmahil oldu." denecek derecede rükn-
i harâret galebe ederse, "tabiat-ı nâriye" tesmiye olunur. "Bâkîleri
müzmahildir." denecek derecede rükn-i rutûbet galebe ederse, "tabi-
at-ı havâiyye" tesmiye olunur. "Bâkîleri m üzm ahildir." denecek dere­
cede yubûset hükmü galebe ederse "tabiat-ı türâbiyye" tesmiye olu­
nur. Bu derecede mâî, havâî, türâbî denilmesi sahih değildir; meğer
ki, derece-i sâliseye nüzûl edip erkân ile imtizâc etmiş ola. Her hangi
şey ki, onda harâret, yubûset, derece-i sâlise m iisâvî olup za'fmdan
dolayı diğer iki rükün müstetir olursa, o şeye "nâr" tesmiye olunur.
Her hangi şeyde burûdet ve yubûset derece-i sâlisede m üsâvî olup di­
ğer iki rükün za'fdan dolayı müstetir olursa, o şeye "türâb" tesmiye
olunur. Hangi şey de harâret ve rutubet derece-i sâlisede m üsâvî olur
da, diğer iki rükün o derecede zaif olduğu için müstetir olursa, o şeye
"hava" tesmiye olunur. Hangi şey de burûdet ve rutûbet derece-i sâ­
lisede müsâvi olup da diğer iki rükün za'fm dan dolayı müstetir olur­
sa o şeye, "m â" tesmiye olunur.

393
Felek-i anâsırı görmüyor musun? Felek-i tabâyiinin fevkindedir.
Felek-i tabâyi' de felek-i ustukussâtm fevkindedir. Felek-i ustukussât;
nâr, havâ, mâ, türâb eflâkmdan ibârettir. Bundan başka harâret-i tabi­
iye bir derece aşağı inip de derece-i râbiada m üsâvî olarak heyâkil-i
süverde bâkiyye-i erkân ile imtizâc-ı cismânî-i hayvânî ile mümtezec
olursa, o heykel "hayvânî" olur ve ondaki harâret-i garîziyye bu de­
recede dâim oldukça o heykelin vücûdu da dâimdir. Çünkü onun ha-
râreti, derece-i râbiadadır, ve harâretin derece-i rabiada bulunmasma
"gariziye" derler. Derece-i sâlisede bulunursa "nâriye" derler. Dere-
ce-i sâniyede bulunursa "tabiiye" derler. Derece-i ûlâda bulunursa
"harâret-i unsuriye" derler. Bâkî erkânı da buna kıyâs et. Tesmiyede
onlar da, bu izâhâta muvâfıktır.
İşte m evt dediğimiz, heykel-i hayvânîden harâret-i gariziyyenin
zevâlinden ibârettir. Bu zevâlde harâret-i gariziyye tamâmiyle zıddı
olan burûdet-i gariziyyenin husûliyle olur. İzâhât-ı mezkûre, tama-
miyle cismin nasibidir. Rûhun nasibine gelince; rûhun hayât-ı heyke­
li, heykele ayn-ı ittihâd ile nazar-ı müddetinden ibârettir. M evti de, o
nazarın heykelden rûhun kendi nefsine nazarının irtifâmdan ibârettir.
0 zaman rûh bütün varlığıyla kendi âleminde bâkîdir. Bu bekâ âlem-
1 ervâhda rûhun tecessüdü ne şekilde ise, o heykel hey'eti üzerine
olup o zaman rûhun tecessüd-i sâniyesiyle varlığına hükm olunur.
Çünkü ahkâmı, mahalli olan o cesedde zâhirdir. Bu mes'elede keşf-i
nûrânî erbâbmdan bir çokları hata ederek "ecsâm için haşr yoktur."
demişlerdir. Lâkin biz ittilâ-ı İlâhî ile ecsâmm ervâh ile haşr edileceği­
ne muttali' olduk. Çünkü ervâha nisbet olunan mevt, cesed-i heykeli­
nin nefsinden infikâkı demektir. Bu infikâk, onun cesedden ma'dûmi-
yetini muktezîdir. Binâenaleyh rûh, müddet-i ma'lûm ede vücfıdda
basît olarak bulunur. Bu ayniyle uykuya varıp da, uykusunda hiç bir
şey görmeyen naîm gibidir. O saatte o kimse, ma'dûm gibidir. Çünkü
âlem-i şehâdette değildir ki, uyanık diyelim; o hâlette nâim bir şey dâ­
hi göremediği için, âlem-i gaybda da değildir.
Binâenaleyh onun cesedde varlığına delâlet eden bir şey dahî ol­
madığı için mevcûd, ma'dûm sayılır. Bu babda güneş ile de temsîl et­
mek mümkündür. Güneş evin penceresinden içeriye ziyâ verdiği va­
kit, o hane güneşin ziyâsiyle ziyâdâr olur. Halbuki güneş o hâneye ne

394
inmiş, ne de hulûl etmiştir. İşte bu misâldeki ziyâ, ecsâm -ı hayvâniy-
yeden cism-i mahsûsta rûhun nazarı m esabesindedir Bundan başka
evin penceresi yeşil camdan olursa, güneşin şu'lesi de evin içinde ye­
şil olur. Pencere kırmızı olursa, güneşin şu'lesi kırmızı olur.
Hâsılı evin penceresinin camı her hangi şekilde ise, şu'lenin derûn-
i hânede o hey'ette ve o sûrette zuhûru zarûrîdir. Tıpkı rûh da heykel-
i insânîye veyâhud başka bir heykel-i hayvânîye nazar ettiği zaman o
heykelin sûreti üzerine olup o haletten tagayyür etmez. Bu misalde
güneşin ziyasının hanede zevâlini tasavvur edersek, ayniyle rûhun
nazarının cesedden irtifâı mesâbesinde buluruz. İşte "m evt" dediği­
miz derûn-i hanedeki şu'lenin şuâ-ı şemsde ihtifâsı gibi olup, şule-i
m ezkûre bi-nefsihi mevcûd olmadığı halde şuâ-ı şemsin zâtında mev-
cûddur. Tıpkı bunun gibi, rûhun infikâkı nazariyle şahsın ölü olması,
o şulenin zevâli gibidir. Rûhun bekâ-yı zâtisi de bu misâle kıyas olu­
nursa, âlemde m evcûd-ı dâim î olan güneşin zât-ı şuâmda hanede zâ-
il olan şu'lenin ihtifâsı gibidir.
Âlem-i berzaha gelince; Berzâh mevcûd bir âlemdir; fakat tam de­
ğildir, m üstakil değildir. Eğer tam ve müstakil olsaydı, dâr-ı dünyâ,
dâr-ı âhiret gibi dâr-ı ikâmet olm ası lâzım gelirdi. Âlem-i berzâh mi-
sâl-i m ezkûrde şu'leyi ve onun yeşilliğini ve kırmızılığını tasavvuru­
muz gibidir. Bize o şu'lenin o şekilde görünmesi âlem-i hayâlimize
nazarandır. Çünkü ehl-i dünyânın hayâli tam değildir. Ehl-i dünyânın
hayâli için bi-nefsihî istiklâl yoktur. Halbuki âlem-i hayâl, kendi mev-
cûdiyetine nazaran âlem-i tâmdır. Bu tamâmiyet, kendi aynına nazar
iledir. Halbuki âlem-i hayâlin âlem-i tâm olmaması, âlem-i hissiye ve
âlem-i maânîye nazarandır. Ama ehlullahm hayâli böyle değildir. On­
ların hayâli kâmildir, müstakildir, bi-nefsihi tâmdır. Ehlüllahın hayâ­
li, ehl-i dünyânın âhireti mesâbesindedir. M iicâhedât ve riyâzât ve
bunlara m ümâsil esbâb-ı i'tilâ ile tasaffi eden Berâhimenin, Keferenin,
Müşrikinin ve bunlarm emsâlinin hayalleri ehl-i dünyânın uykusu
mesâbesindedir. Ehl-i dünyânın hayâli ise, zâten şayân-ı itibâr değil­
dir. Vâkıa, âlem-i hayâlin ash ve bünyâdı herkes için hadd-i zâtında
bir ise de, zikr olunan ricâlin hazine-i hayâlleri umûr-ı âdiyye, matlû-
bât-ı cesediyye ile fesâda uğradığından safâ-yı rûhî ahkâmından
munkati' olmuştur. Berâhime ve felâsifeden tasaffi edenler, bu inki-

395
ta'dan halâs bulmuş iseler de, lâkin onların hazâin-i hayâllerinde
umûr-ı akliyye ve ahkâm-ı tabiiyye yer tuttuğu için maânî-i ilâhiyye­
ye terakkiden mahrûm olmuşlardır. Ehlullahm hayâli böyle değildir.
Onların hayâli gayb-ı ezelde mahfûz-ı İlâhî olduğu için avârızdan,
ilelden masûndur.
İzâhât-ı mezkûreye nazaran âlem-i berzah için vücûd-ı tâm yoktur.
Bunun için "berzâh" tesmiye olunmuş ve ehl-i dünyânın hayâli, âlem-
i vücûdî ile âlem-i adem î arasında berzâhtan ibâret kalmıştır. Bâlâda­
ki güneş m isâlini kıyâmete nisbet edersen, rûhun cesede rucû'u, evin
penceresinden zâil olan şemsin tekrar sebeb-i işrâk olarak pencereye
rucû'u gibidir. Bu m es'ele bundan ziyâde izâh edilemez. Çünkü er-
vâh, heyâkilde gayr-i mütecessit olarak bulundukça, besâtete mülhak
olmuş olur. O besâtet de mevtin hakikatidir. Ervâh tecessüd edince,
ecsâd onun için bâis-i vticûd-ı zâhirî olur. Fakat tecessüd halinde le-
vâzım-ı cesedle mukayyed oldukça ervâh berzâhtadır, demektir.
Çünkü ervâh o hâletten rûhun muktezeyât-ı asliyyesinden olan ıtlak-
ı rûhînin m uktezâ-yı tâmmmdan kâsırdır. Cenâb-ı Hak evrâhı kıyâ-
mette ba's etmek murâd edince, ervâhı m uktezeyât-ı cesediyyeden ıt­
lak eder. İşte o zaman kıyamet, arz-ı mahşerde olur.
Emr-i ıtlaka gelince; bu da ervâhm dâr-ı dünyâda bulunduğu hal
ne ise ona tâbidir. Eğer dünyâda hayr ile meşgûl ise, ıtlâkı hayr üze­
redir. Dünyâda şer ile meşgul ise, ıtlâkı şer üzerine olur. Çünkü ervâh,
ıtlak edince isteyeceği şey mutlaka dâr-ı dünyâdaki ahvâl-ı mü'tâde-
sidir. İşte "inşân için sa'yinden başka bir şey yoktur." mânâsında olan
Vl jL j yj ^ jlj (Necm 39) âyetinin mânâsı budur.
Şurası da m a'lûm un olsun ki; ervâh-ı müteaddidenin, nûr-ı vâhid-
i H ak'tan mahlûk olması ayniyle şua-ı şemsin ziyâsmdan hâsıl olan
şuâât-ı muhtelifenin husûlü gibidir. Erbâb-ı tahkikin vâhidiyet âlemi­
ne âit iddia ettiği m es'ele de yine ayniyle şemsin vâhidiyeti gibidir.
Zât-ı şems, şey-i vâhid olduğu halde muhtelif zücâcelerden eşkâl-i
muhtelifede zâhir olur. Ne taaddüdü, ne de tenevvuu vardır. Meşhûd
olan taaddiidât ve tenevvuât, mezâhire âittir. Bu babda bu kadar ten-
bih kâfidir. Kitâbm bâlâlarında, bab-ı mahsûsunda Azrail'in kabz-ı
rûh için ne sûretle geldiğini ve ervahın ne sûretle kabz edildiğini be­
yân etmiştik.

396
Şurası da m a'lûm un olsun ki; ahvâl-i nâs/âlem-i berzâhda muhte­
liftir. Ba'zı nâs hikmetle, ba'zı nâs da kudretle muamele olunur. Ken­
dilerine hikmetle muamele olunanlar, âlem-i berzâhda dünyâdaki
amellerinin hakikati üstünde mkılâbâta uğrar. Dünyâda hayatı muti'
olarak geçmiş ise, Cenâb-ı Hak âlem-i berzâhda itaat mânâlarına mu­
vafık sûretler halk eder. Salât, sıyâm, sadaka yahut başka sûretlerle ifâ
ettiği itaatların sûretinden, yine taata muvâfık H akk'm izhâr edeceği
sûretlere intikâl eder. Bu sûretle a'm âl-ı hasene sûretlerinden diğer
a'm âl sûretlerine amelinin ya misli veyahud daha güzeli olmak üzere
amellere intikal ede ede, kendisi için hakâyık-ı umûr âşikar olur, kıyâ-
meti kopar.
O berzâhdaki sûretlerin güzelliğine, behcetine, ziyâsma gelince; bu
keyfiyet, dünyâdaki taatm miktarına ve gayb-ı İnsanîdeki hâtırâtm sa­
m im iyetine ve am ellerindeki hüsn-ı m aksadına tâbidir. Sûret-i
m er'iyyenin çirkinliği de, amelin çirkinliğine muvâfık zuhûr eder.
Meselâ zinâ etti ise, fiil-i sirkatte bulundu ise, şarâp içti ise, Cenâb-ı
Hak onun için ef'âl-i mezkûrenin m ânâlarını sûret şeklinde gösterir
ve o kimsenin intikâlâtı o suverde olur. Zâni için ateşten bir fere yara­
tır. O kimse âlet-i zukûretini o ateşe idhâl eder. O ateşin harâreti ve
kokusunun çirkinliği m a'siy ette sebk eden inhimâkmm kuvvetiyle
münâsiptir. Kezâlik şârib-i hamr için ateşten bir meyhâne halk eder,
onun içinde ateşten şarâp vardır, onu içer.
Hâsılı düyadaki amellerinin âhiretteki sûretleri arasmda inkilâbâta
düçâr olur. Bir kimsenin dünyâdaki am eli taatle m a'siyet arasmda vu-
kû' bulmuşsa, o zaman o kimsenin intikâlâtı yine o hale göre olur. Ce-
nâb-ı Hak o kimsedeki maânî-i dünyeviyyenin sûretlerini ona göre
halk eder. Taat ise nûra; mâsiyet ise nâra m ünkalib olur ve takallubâ-
tı bu iki halet üzerinde vuku bulur. İntikâlâtm tevâlisiyle hakâyık-ı
umûr kendisine tedricen âşikâr olur. İtaat yahûd m a'siyete âit iki hü­
kümden birisi hitâma ererek, o kimsenin de kıyâmeti kopar. İşte hik­
metle muâmele görenlerin ahvâli izâh-ı mezkûr vechiyledir.
Kudretle m uâm ele olunanlara gelince; bunlar ef'alinin mânâlarma
düşmezler. Belki aksine olarak o ef'âlin sûretlerinin mânâlarma dü­
şerler. Bunu kudret-i ilâhiyye yapar. Â si olup da m ağfirete nâil ol­
muş ise, taate müşâbih olan sûretlerde olarak inkilâbât görür. O sû-

397
retleri Cenâb-ı Hak o kimse için heyet-i ilâhiyyede olarak ibrâz eder.
Binaenaleyh o kimsenin intikalâtı sûret-i haseneden daha yüksek, da­
ha güzel sûrete münkalib olarak hakâyık-ı zuhûr-ı kat'isiyle kıyâme-
ti kopar.
Diğer misâl; Bir kimse m uti' olup da Cenâb-ı Hak onun amelini
habt etmiş ise Cenab-ı Hak onun için ezelde yazmış olduğu şekâvete
mutabık olarak sûret ikâme eder. Ve o sûreti ona ibrâz ederek, tenev-
vuâtı o sûretle gösterir ve inkilâbâtı o sûrete muvâfık olarak zuhûr
eder. Neticede kıyâmeti ona göre koparak ehl-i nârın tabakâtmdan
hangisine mustehak görüldü ise, o cehennemde kendisine azâp olu­
nur. Bundan başka şurası da m a'lûm un olsun ki; Cenâb-ı Hak berzâh
için kavm-i mahsûs yaratmıştır. Onlar da berzâhda sâkindirler, orayı
imâr ederler. Bunlar ne ehl-i dünyâdır, ne de ehl-i kıyâmettir.
Şu kadar var ki, bunlar ehl-i âhirete mülhaktırlar. Ehl-i âhirete ilti­
hâkları şundan dolayıdır ki, onlarm hilkatlerinin aslı rûhiyyette ehl-i
âhirete mücânistir. Bu nev'den olanlar ba'de'l- m evt ya meserret ve­
yahut vahşet ve nefrete giriftâr olurlar. Meselâ bir kimse, tanıdığı bir
kavm içine düşerse onları bildiği için o kavm ile ünsiyet ederek onla­
rm sohbetinden surûr ve ferah iktisâb eder. Tanımadığı bir kavm içi­
ne düşerse onları görünce sıküır; ne o kavim onunla, ne o kimse o
kavm ile ülfet edebilir. Tıpkı bunun gibi, berzâhda sebeb-i azâb ve se-
beb-i rahmet de böyledir. Azâba giriftâr olacaklara Cenâb-ı Hak, dün­
yâda en sevmediği sûret ne ise onu izhâr eder. İşte o, onun amelinin
sûretidir. Bununla hesâba gelmeyen vahşet ve nefrete mülâki olur.
Ba'zılarına da Cenâb-ı Hak, izhâr edeceği sûreti en güzel şekilde izhâr
eder. Amelinin sûreti olan o şekü, o kimseye ülfet, âtıfet, muhabbet,
merhamet Uka ederek sûret-i mezkûre münesete vesile olur. Bu sûret­
le kıyâmeti kopar.
Şurası da m a'lûm olsun ki; kıyâmet, berzâh, dâr-ı dünyâ hepsi vü-
cûd-ı vâhidden ibârettir. Bunun emsâli bir dâirededir. O dâirenin nıs­
fı dünyâ; nısfı âhirettir. Berzâh da bunların arasında mefrûş olan bir
hat demektir. Bunlarm hepsi farz olunarak zikr edilmiştir. Çünkü se­
nin senliğini ta'yîn eden hüviyet, ayniyle berzâhda mevcûd olan hü­
viyettir. Kıyâmette de ayniyle mevcûd olan, yine o hüviyettir. Sen
dünyâda, berzâhda, âhirette, bu enniyetinle mevcûdsun. Şu kadar var

398
ki, arada tefâvüt vardır. Um ûr-ı berzâh zarûrîdir; çünkü umûr-ı dün­
yâ üzerine binâ kılınmıştır. Umûr-ı dünyâ ise ihtiyârîdir.
Şurası da m a'lûm un olsun ki; Cenâb-ı Hak kıyâmeti koparmak is­
tediği zaman İsrafil'e nefha-i sâniye ile sûru üfürmesini emr eder.
Çünkü İsrafil'in birinci nefhası imâte yani öldürm ek içindir. "Sû r" su-
ver-i rûhiyye âlem i demektir. İsrafil nefha-i ûlâ ile o sûru üfürdüğü
zaman, Cenâb-ı H akk'm M ufni ve M ümît ism inin iktizâsma göre üfü-
rür. O üfürmekle sûretler m ün'adim olarak şekil bağladıkları heykel­
lerden çözülüp irtibatlarını kat' ederler. Bu m es'ele tıpkı uyku uyuyan
kimsenin rüyada gördüğü suver-i m enâmiyyesinin intibâh ile in'idâ-
m ı gibidir. Ber-vech-i meşrûh, İsrafil'in nefha-i ûlâsıyla sûretler bâis-i
hilkatleri olan asla rucû' ederler. Sonra İsrafil nefha-i saniye ile sûru
üfürünce, m ün'adim olan suver-i rûhiyye âlem-i ervâhda oldukları
vaziyetle eşbâh kalıplarına dâhil olurlar. Bu nefh keyfiyetini ve sürat­
lerini tekrar kavâlib-i eşbâh ile şekillenmesini bâlâda, ziyâ-ı şemsin
tekrar zücâce-i beytiyyeye avdeti misâlinden anlarsın.
Şurası da bilinm elidir ki; bu zikr olunanın kâffesi ervâhm kendi
varlıklarına nazarandır. Çünkü âlem -i uljrevî, âlem -i ervâhdan ibâ­
rettir. Â lem -i ervâhm kâffesi de inşânda m evcûd olan m utlak rûh-
dan ibârettir. Binâenaleyh rûhun dünyâda ve âhirette mevcûdiyetin-
den dolayı insan kendi nefsinden çıkm ış olm az. Tekrar ediyorum;
âlem -i âhiret, âlem -i ervâhdan ibâret olup âlem -i ervâhm kâffesini de
m utlak rûh-ı insânî câmidir. Bâlâda zikri sebkat etm işti ki, âlemin
hey'et-i m ecm uası, m uhteviyâtm a nazaran yekdiğerine m ukâbil âyi-
neler gibidir. Bü âyinede bulunan şey, öbüründe de mevcûttur. Ve
bu m evcûdiyet hükm ü, ahadiyet m uktezâsm a göredir. Yoksa mü-
m âselet ve m üşâbehet tarîkiyle değildir. H ulâsa cem i' avâlim , haki­
kate nazaran nefsinde gayr-i m ünkasim olan cevher-i ferdden ibâret­
tir. Bizim nazarım ızda m er'i olan taaddüt ve inkisâm , hakikat değil,
hayâldir. Âdetâ cevher-i ferdde inkisâm farz etm ek kabîlindendir.
İşte "onların hepsi kıyam et gününde tek olarak gelicidir." mânâsına
olan 1jJ UUJI ^ , (M eryem 95) âyetinin m ânâsı budur.
İzâhât-ı m ezkûreyi ve izâhât-ı m ezkûredeki nükteyi anladm ise,
ulu varlıkta H akk'm setr-i ahadiyyetini de anlamış oldun. Ve Cenâb-ı
H akk'm cennete, cehenneme, ehvâl-ı âhirete âit ne kadar va'd ve va-

399
îdi varsa yakînî ve keşf-i iyânî olarak bunları da müşahede etmiş ol­
dun. Ve bu idrâk ve şuhûd ile imânın Zeyd b. Harise'nin imânı gibi
oldu. Zeyd b. Hârise bir defa Cenab-ı Peygam ber'e ü> Lau "hak-
kiyle m ü'm in oldum ." demişti. Cenâb-ı Peygam ber ona "im ânın ha­
kikati nedir?" diye sordu. Zeyd b. H ârise cevapta "G örüyorum ki,
kıyâm et koptu ve Rabbim in arşı âşikar oldu." m ânâsına olarak
jjL. ji LoLiJI j j l dedi.
Bâbm evvelinden buraya kadar olan izâhât, kıyâmet-i suğrâya da
tatbik ile berâber kıyâmet-i kübrâya âittir. Efrâd-ı inşândan her ferde
m ahsûs olan kıyâmet-i suğrâya gelince; İnşânın akl-ı evvel mizânı,
adl-ı ekm elî kubbesine asılır ve hakâyıkm muktezeyâtmı insan kendi
hakikatlerinden her hakikatin muktezâsma göre vezn ve hesâp eder­
se, "vâhidiyet köprüsü" gözünün önünde kurularak gamiz ve muğ­
lak, yâni anlaşılması çok güç olduğundan dolayı kılıçtan daha keskin
ve kıldan daha ince olan tabiat cehenneminin metni üzerinde yürü­
meğe başlarsa, o zaman o kimse seyr ve hareketinde, maârif-i ilâhiy­
yeden hâsıl olan matiyyesi, yâni bineği üzerinde mâhir olduğu için;
ya serîu's-seyr olur veyâhut süfliyâta taalluku ziyâde olduğu için sik-
lette dağ gibi ağırlaşır. %
M ezkûr sırâtı süratle geçer ve mizân ve hesâbmda da intizâm olur­
sa, cennet-i zâta dâhil olmuş olur. O zaman sıfât gülzârlarmda istedi­
ği safâyı sürer. Bu vuslât-ı âliyede o kimse enniyetten ferâğat etmiş,
hüviyetini büsbütün gâib eylemiştir. Nefsi için asla ateş görmez ve
nefsinden haberi bile olmaz. Onun m eclis-i âlisinde m ünâdî-i Cebbâr
nidâya başlar ve nidâsmda "M ülk bugün kim indir?" mânâsma olarak
j.jJI .ilil (Gafir 16) suâlini îrâd eder. O zaman Haktan başka bir şey
mevcûd olmadığı için jÇ îJl JJ (Gafir 16) cevâbmı verir. "Bu gün
mülk Vâhid-i Kahhâr'indir." demektir. Bu hâlet-i ulviyyenin husûlün-
den sonra inşânın ne gafleti vardır, ne huzûru, ne de mevti vardır, ne
de nüşûru. O kimsenin kıyâmeti kopmuş, alâmeti ma'dûm olmuştur,
işte efrâd-ı insâniyyeden her ferde mahsûs olan kıyâmet-i suğrâ bu-
dur. Kıyâmet-i kübrânm ahvâlini de buna kıyâs eyle. Hesâbı, mizânı,
sırâtı bilmek husûsunda bizim sana tasrîh ile değil, işâretle söylediği­
miz izâhâtı iyi anla! Âkil olana bizim verdiğimiz işâret kâfidir. Cenne­
ti, cehennemi bâlâda elli sekizinci babda zikr etmiştik. Bu ikisinin sır-

400
rmı da, işte işaret sûretiyle sana söylüyorum. İdrâkin yüksek, azmin
kavi ise bizim işaret ettiğimizi anlarsın. Şayet anlayamaz isen, bu iki­
sinin yani cennetle cehennemin zâhirine âit verilen m a'lûm âttan ayrıl­
mazsın.
M a'lûm un olsun ki; Cenâb-ı Hak dâr-ı âhireti bütün mevcûdâtıyla
berâber dâr-ı dünyâdan bir nüsha olarak halk buyurdu. Dünyâyı da
Hak'tan bir nüsha olarak halk buyurdu. Dünyâ asıl; âhiret fer'dir. Ha­
diste de LJjJI buyurulmuştur. "Dünyâ âhiretin mezraası, yâni

âhirette biçilecek şeyin ekim yeri, dünyâdır." demektir. Kur'anda da


*s. Irijîji J-**> 0*3 (Zilzal 8) buyurulmuştur. "Bir insan zerre miktarı
hayır yaparsa, mükâfatını; zerre miktarı şer yaparsa, mticâzâtmı gö­
rür." demektir. Bundan anlaşıldı ki, dünyâda insandan sâdır olan
ef'âl, asildir. Âhirette göreceği şeyler, o asim fer'idir.
Her insanın âhireti, yevm-i kıyâmette göreceği m iikâfât ve mücâ-
zâttan ibârettir. Âhirette görülen şey de a'm âlinin neticesi demektir.
Netice ise mukaddimenin fer'idir. Mukaddime de, a'm âl-ı diinyeviy-
yedir. Dünyânın hilkatte âhirete takdimindeki hikmet de budur. Asıl
olduğu için dünyâya "û lâ", te'hîr ettiği Jç in âhirete "uhrâ" tesmiye
olunmuştur. Çünkü âhiret fer'dir. Eğer ber-vech-i meşrûh âhiret dün­
yânın fer'i olmasa, âhireti te'hîr hikmete nisbetle bir nev' noksan olur­
du. Çünkü mukaddemi te'hîr, m uahharı takdîm hikmete halel veren
mesâildendir.
İzâhât-ı sâbıkaya vâkıf olduktan sonra şunu da bil ki, âhiretin malı-
sûsâtı dünyâdaki mahsûsâttan daha kavî; âhiretin lezâizi dünyâdaki
lezâizden daha büyük; âhirette inşânı iz'âc eden şeyler dünyâda iz'âc
edenlerden daha mühimdir. Bunun sebebi şudur ki; Âhirette rûh sev­
diği ve sevmediği şeylerden kendisine vârid olan şeyleri kabûle tama-
miyle m iistaîddir; dünyâda böyle değildir. Çünkü kesâfet-i cismiyye
rûhda hâlet-i mânia peydâ ederek rûha miilâyim ve gayr-i mülâyim
gelen şeyleri kabûl husûsunda sebeb-i muhâlefet olur. Bu hâletten do­
layı rûh, mülâyim ve gayr-i mülâyimden bir miktarmda müteessir
olur. Bu ayniyle âyetteki misâl gibidir. Tatlı bir yemekle meşgûl olan
bir şahsın kalbini bir emr-i mühim işgâl eder de tamamıyla yediği ye­
mekle meşgûl olmazsa, o taamdaki lezzeti tamamıyla hissetmez. Bu­
nun sebebi âşikârdır. Çünkü kalbi başka bir şey ile meşgûl olarak, ye­

401
mekle meşgûliyet için fariğ değildir. İşte zikr olunan sebebe mebnî
dâr-ı âhiret, dâr-ı dünyâdan daha şeriftir. Her ne kadar dünyâ âhire-
tin anası ise de, bundan taaccub etme. Çünkü bir çok evlâd vardır ki,
babasından daha şereflidir. Dünyâ da her ne kadar âhiretin aslı ise de,
âhiret nezd-i İlâhîde dünyâdan efdal ve eşrefdir. Bu keyfiyet, hakîkat-
i uhreviyyenin muktezayât-ı zâtiyyesindendir. Elfâzı görmüyor mu­
sun? Mânâlarm aslı oduğu ve manâlar o elfâzdan münfehim olduğu
halde, mânâlar elfâzdan daha şerif, daha âlîdir. Hatta, bu şerefe nihâ-
yetsiz bir şeref diyebiliriz. Halbuki mânâ lafzm neticesi ve fer'idir. O
lafız olmasa, mânânın hakikati anlaşılmaktan müberrâdır. İşte âhiret
de böyledir. Dünyânın neticesi olmakla beraber âhiret, dünyâdan ef­
dal ve eşref ve evsa'dır.
Bunun sebeb-i hakîkîsine gelince; Âhiret ervâhdan mahlûktur. Er­
vah ise letâif-i nûrâniyyedir. Dünyâ ecsâmdan mahlûktur. Ecsâm ise
kesâfet-i zulmâniyyedir. Şüphe yoktur ki, latîf olan şeyler kesîf olan
şeylerden daha âlî, daha faziletlidir. Bundan başka âhiret dâr-ı izzet,
dâr-ı kudrettir. Ehl-i cennette olduğu gibi m evâni'den sâlim olanlar,
orada istediğini işleyebilirler. Dünyâ ise dâr-ı zillet, dâr-ı aczdir.
Ba'zan padişahlar bile bir karıncanın ezâsını def'e kâdir olamazlar.
Dünyâ ber- vech-i meşrûh dâr-ı zillet olduğu halde, nimetlerinden in­
sanlar m es'ûldur. O nimetlerden hesâp vermeğe mecbûrdurlar. Hal­
buki o nimetler zâildir. Ehl-i âhiret ise, Cenâb-ı Hak onlara atâ ve ih-
sânını hesapsız yaptığı için nâil oldukları nimetleri daha âlî nimetler
ta'kip eder. Atâ-yı İlâhî âhirette hesâpsız olup, dünyâdaki atâ-yı İlâhî
ise hikmet-i ilâhiyye tertibinin iktizasına göre hesap üedir. Bu izâhâtı
anladın ve hakikatine vâkıf oldunsa, murâdma nâil oldun.
Şunu da bil ki; Âhiret, Cehennem , Cennet, A 'râf, Kesîb dâhil ol­
mak üzere hey'et-i um ûm iyyesiyle dâr-ı vâhidden ibârettir, gayr-i
münkasimdir, gayr-i müteaddiddir. Âhirette hakâyık-ı uhreviyye
herhangi bir kim se üstüne hâkim olursa o kim se cehennem dedir.
Çünkü ehl-i nâr, zillet ve m akhûriyet altında m ahkûmun aleyhdir.
Hakâyık-ı uhreviyye bir kim se üstünde hâkim olamazsa, o kim se
cennettedir. Bu dünyâda her kim hükm -i İlâhî altına girerek H akk'a
itaat ederse, Cenâb-ı Hak o kim seyi âhirette dâr-ı âhiretin hakâyıkı
üzerine hâkim kılar ve o kim se istediğini yapabilir. Bu dar-ı dünyâ­

402
da hükm -i İlâhî altına girm eyen ve H akk'a âsî olan kim se dâr-ı âhi-
rette m ahkûm olur.
Hakâyık-ı uhreviyye o kimse üstünde öyle hüküm sürer ki, o ahkâ­
ma m uhâlefete muktedir olamaz. Nitekim ehl-i cehennem, zebânile-
rin hükmü altındadır. Fakat ehl-i cennet böyle değildir. Görmüyor
musun? Ehl-i cennetten her birisi istediğini işler ve o şeyden dolayı
kimse ona karşı hâkim olamaz.
Bir kimse umûr-ı uhreviyyeye âit ilm in hakikatine vâkıf olur ve ta-
hakkukât-ı ilm iyyesi ile tasarrufda kudret peyda ederse, o kimse
A 'raf'tadir. A 'râf demek, mahall-i kurb-ı İlâhî demektir. Kur'anda bu
A 'râf hakkında "m uktedir padişahın yanındadır." mânâsma olarak
jm iiiiLL x t (Kamer 55) buyurulmuştur. Bu manzar-ı âlî, m a'rifet için
tesmiye edilen bir isimdir. O da benim sana şim di beyân ettiğim il­
min hakikatine vâkıf olmaktır. Ehl-i a'raf, "ârif billah" olanlar de­
mektir. Çünkü bir kim se Cenâb-ı H akk'ı bilirse umûr-ı uhreviyye il­
m inin hakikatine vâkıf olmuştur. H akk'ı bilm em iş ise umûr-ı uhre­
viyye ilm inin hakikatine vakıf değildir. Görmüyor musun? Cenâb-ı
H ak i 'JS oJ jju JU j üly^l (Araf 44) buyurmuştur. Yâni "m a'ri-
fetullah makâmında bir takım ricâl vardır ki, onlar her şeyi simalarıy­
la bilirler."
Bu âyette ricâl kelimesinin ma'rife olarak zikr edilmeyip de nekre
olarak zikr edilmesi, onlarm celâlet-i şânma işâret içindir. Çünkü onlar
ma'rifetullahdan haberi olmayan kimselerin yanında meçhûldürler.
Onlar her şeyi simalarıyla bilirler. Çünkü onlar Cenâb-ı Hakk'ı bilmiş­
lerdir. Cenâb-ı Hakk'ı bilen bir kimse indinde hiç bir şey hafi değildir.
Kesîb, cennât-ı naîmin fevkinde, A 'raf'm tahtında bir makâmdır.
Ehl-i cennetten maârif-i ilâhiyyede terakkiye nâil olanların uluvv-ı de-
recâtı Kesîbde vukû' bulur. Ehl-i kesîb ile ehl-i A 'raf arasında fark şu­
dur ki; Ehl-i kesîb dünyâda iken, tecellî-i ilâhiyyeye nâil olmadan âhi­
rete geçerler. Âhirete intikallerinden sonra onların mahalli cennette­
dir. Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle muamele ederek onları Kesîb üstü­
ne çıkarır ve onları tecellîyâtma orada mazhar küar. Ve orada tecelli-
yâtma mazhariyet, mazhar olanlarm dünyâdaki itikâd ve imânlarının
kuvvetine ve miktarına, H akk'm celâlet-i kudretini derece-i mârifetle-
rine göredir.

403
Ehl-i A 'raf bir kavimdir ki, dünyâda iken Cenâb-ı Hak onlara tecel­
lî etmiş ve onlar Cenâb-ı H akk'ı dünyâda iken bilmişlerdir. Bunlar
dünyâdan âhirete geçince, onların mahalli nezd-i İlâhîde olur. Çünkü
bir kimse, bir beldeye dâhil olsa ve o beldede bildiği bir dostu bulun­
sa o kimse ancak o bildiğinin yanında misâfir olur. Belki bildiği kim­
se üzerine onu kendi yanında misafir yapmak vâciptir. MahlCıkda
böyle olunca Halıkda lutf-ı mezkûrun zuhûru, daha ziyâde şüpheden
berîdir.
İşte bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak Kur'an'da j-nsi» J - û xs. (Kamer
55) buyurmuştur. "M elik-i muktedir yanında bulunanlar mezkûr ehl-
i A 'rafdır." Bu bahiste bir takım acâip ve garâip daha vardır. Bunları
tasrîh şeklinde tamamiyle zikr etmeğe viicûd ilmi mütehammil değil­
dir. Belki o garip ve acâibin son derecede dakîk ve derin olmasından,
anlaşılması için işâret ve telvîhden başka yol yoktur; meğer ki, bu ki­
taba nazar eden kimse o mertebeye evvelden vâsıl olmuş ve umûr-ı
acîbeyi miişâhede etmiş kimselerden ola. Böyle olan kimse, ufak bir
işâretle anlar ve en gizli bilmeceyi bilir. Halbuki bizim garazımız, ha­
kikati bilmeyen kimseye bu kitapdaki mebâhis ile, i'lâm -ı hakikattir.
Alim olan kimse için acâib-i^mezkûreyi zikr etseydik, fâide-i haber de­
ğil, belki lâzım-ı fâide-i haber olurdu. Lâzım-ı fâide-i haber ise, onun
bildiğini bizim de bildiğimizi i'lâm demektir. Halbuki bizim maksadı­
mız bu değildir. Binâenaleyh cevâd-ı kâlemin inânmı tutarız. Yâ'nî
sükûtu iltizâm ediyoruz.
Allah, müsteân ve her husûsta tevekküle şayândır.

404
Altmışikinci Bâb

Yedi Kat Gökler ve Onların Üst


Tarafları, Yedi Kat Yerler ve
Onların Alt Tarafları, Yedi Deniz ve
Bu Denizlerdeki Acâib ve Garâib
ve O Denizlerde Mevcûd Olan
Envâ-i Mahlukata Aittir

enâb-ı Hak, seni kendinden ihsân olunacak rûh ile müeyyed

C kılsın. Şunu bil ki; Cenâb-ı Hak mahlûkâtı yaratmazdan evvel


kendi zâtında olup, mevcûdâtm kâffesi H akk'm varlığında
müstehlek ve fânî idi. Ve Cenâb-ı H akk'm vücûduna müteallik hiç bir
şeyde zuhûru yok idi. İşte "kenz-i m ahfî" denilen budur. Cenab-ı Pey­
gamberimiz bu "kenz-i m ahfî" den "am â" ile tâbir buyurarak "âm ânın
ne fevkinde hava vardır, ne de tahtında hava vardır." buyurmuştur.
Çünkü "hakîkatü'l-hakâyık", kendi varlığında her şeyden mücerred
ve münezzeh olup nisebden ve izâfetten bir nisbete ve izâfete ihtisâsı
yoktur, ve o niseb ister a'la olarak ister ednâ olarak tasavvur olunsun.
Bir hadîs-i şerîfde vârid olan "yâkute-i beyzâ" dan maksad da bu
âmâdır. O hadîs-i şerîf "Cenâb-ı Hak mahlûkâtı yaratmazdan evvel
yâkute-i beyzâ'da idi." manâsmdadır.
Cenâb-ı Hak, bu âlemi îcâdı murâd edince, hakîkatü'l-hakâyıka na­
zar etti. İstersen "hakîkatü'l-hakâyık yerine, vücûdun aslı olan yâku­
te-i beyzâya nazar etti." de. Bu nazar-ı İlâhî, nazar-ı kemâl-i İlâhî idi.
O nazar vukû' bulunca yâkute-i beyzâ eridi ve su oldu. Bunun içindir
ki, Hakk'm kemâl-i zuhûrunu vücûdda sudan başka hâmil olan bir
şey yoktur. Çünkü asl-ı vücûd olan hakîkatü'l-hakâyık, vücûdu ancak
bütünda hâmil idi; bâhir olunca eridi, su oldu. Bundan sonra Cenâb-ı
Hak, o suya nazar-ı azâmetle baktı. Su dalgalandı, rüzgarlarla denizin

405
dalgalandığı gibi temevvücât hâsıl olunca, denizde köpüklerin yayı­
lıp suya karışması gibi kesif olanların ba'zısı, ba'zısı içinde dağıldı ve
yayıldı. İşte o temevvücâttan Cenâb-ı Hak, yerlerin yedi tabakasını
halk etti. Yerdeki her tabakanın mahlûkâtmı da o arzm cinsine göre
halk eyledi. Bundan sora suyun letâifi yükseldi, denizlerden buharın
yükselmesi gibi. Cenâb-ı Hak o yükselen letâifi parçaladı, yedi kat
gökleri yarattı ve her göğün m elâikesini o göğün cinsinden halk eyle­
di. Sonra o suyu Cenab-ı Hak, âlemi muhit olarak yedi deniz şeklinde
halk buyurdu. İşte varlığın kâffesinin aslı sudur.
Cenâb-ı Hak ezelde vücûd-ı kadîmi ile hakîkatü'l-hakâyık ve kenz-
i m ahfî ve yâkute-i beyzâ tâbir olunan "am â" da mevcûd olduğu gibi,
şimdi de el'ân o yâkute-i beyzâdan yarattığı mahlûkâtta mevcûttur.
Ve H akk'm tecellî-i vücûdunda hulûl ve imtizaç gibi şeyler mutasav­
ver değildir. Cenâb-ı Hak, zerrât-ı âlemin kâffe-i eczâsmda taaddüt,
ittisâl, infisâl olmaksızın mütecellîdir. "Cenâb-ı Hak zerrâtın cemim­
de mütecellîdir," dedik. Çünkü Cenâb-ı Hak, ezelde mevcût olduğu
vücûd-ı İlâhîsiyle "am â"da, yâkute-i beyzâda mevcûd olduğu gibi, bu
vücûdun kâffesi de yine o yâkute-i beyzâ, o amâdan ibârettir. Eğer
Cenâb-ı Hak, bu vücûdun kâffesinde mütecellîdir, demez isen Cenâb-
ı H akk'm ezelde olduğu vücûd-ı kadîminden tagayyür etmesi lâzım
gelir. Bundan Cenâb-ı H akk'ı tenzîh ederim. Hâsü olan tagayyür yâ­
kute-i beyzâdan ibâret olan meclâ-yı ilâhiyyededir. Yoksa m ütecellî
olan Cenâb-ı Hak'da değildir. Cenâb-ı Hak, mahlûkâtmda zuhûrun-
dan sonra, amâ-yı zâtisindeki kenziyet-i mahfiyye üzerine bâkîdir.
Bu m es'eleyi iyi düşün ve biz "am â" bahsinde amâya ve hakîka-
tü'l-hakâyıka âit açık beyânâtta bulunduk. Şimdi de hakîkatü'l-hakâ-
yıkda mevcût olan eşyâyı zikr ve beyân etmek zamanı geldi. Bu bab­
da evvela zikr edeceğimiz şey yedi kat göklerdir.

Yedi Kat Gökler

Şunu bil ki; bizim gözümüze görünen, semâ-ı dünyâ değildir. Bu


görünenin rengi ve vasfı da semâ-ı dünyânın vasfı ve rengi değildir.
Bu görünen, harâret-i şems ile havaya suûd eden rutûbet-i mâiyye ve
yubûset-i arziyyeden hükm-i tabiatla yükselen buhardır. Yer ile semâ-

406
ı dünyâ arasındaki cevv-i halîyi dolduran işte budur. Onun için gök
şeklinde bize görünenin rengi ba'zan mâî; ba'zan tuz renginde; ba'zan
da karışık renkde görürüz. Görünen bu renkteki ihtilâf, yerden çıkan
buhar ile o buhar arasına sükût eden zıyâ-yı şemsin te'şirinden ibâret­
tir. Bizim bu görünene semâ dediğimiz, semâ-ı dünyâya ittisâlinden
dolayıdır.
A sıl semâ-ı dünyâya gelince; onu, şiddet-i bu'dundan ve şiddet-i
letâfetinden görmek mümkün değildir. Semâ-ı dünyâ sütten daha be­
yazdır. Hadîs-i şerîfde "sem â-ı dünyâ ile yer arasında beşyüz yıllık
yol vardır." diye vârid olmuştur. Bu bir hakikattir ki, beşyüz senelik
uzakta bulunan bir şeye ru'yet taalluk edemez. Bundan şu zâhir oldu
ki, bizim nazarımıza görünen ve gök zannolunan şey, semânm aynı
değildir. Eğer kevâkib ziyâlarmm yere sukûtu olmasa, semâ-ı dünyâ­
nın varlığına müşâhede ve ru'yet taalluk etmemiş olurdu. Semâvâtta
öyle parlak necm-i ziyâdâr ve necm -i ziyâ-feşânlar vardır ki, henüz zi­
yası yere düşmemiştir. Uzak olduğundan biz, o yıldızları göremeyiz.
Lâkin ehl-i keşf, o yıldızları görür ve sükkân-ı arza onlardan ma'lû-
mât vererek, o yüdızları tefhim ederler. •
Şunu bil ki; Cenâb-ı Hak, halka âit mütenevvi' olan erzâkın ve ek-
vâtm kâffesini dört günde yarattı ve o erzâkı yer ile gök arasında dört
feleğin içinde iddihâr etti. Bu dört felek; felek-i harâret, felek-i yubû­
set, felek-i burûdet, felek-i rutûbettir. îşte Kur'an'da LuJ Iplyl Lj— i j-ûj
ûvL'ÜJJ 1\j~; C< (Fussilet 10) âyetinin m ânâsı budur. Yâni "sual-i zâtinin
miktarma göre, tesviye hükmünün icâbıyla erzâkı dört günde, yani
dört felekte yarattı." demektir. Çünkü hakâyık-ı zâtiyye, muktezâsmı
ister. Hakâyık-ı mahlûkâtta, her bir hakikat bir şey iktizâ edince, onun
suâline ve iktizâsına göre hazâin-i ilâhiyyeden o şey nâzil olur. îşte bu
da, <cjl> jl j (Hicr 21) âyetinin mânâsıdır.
"H er şeye âit hazineler bizim indimizde mevcûttur. Biz onları mik-
dâr-ı m a'lûm ile tenzil ederiz." demektir. Bundan başka Cenâb-ı Hak
yedi kat göklerde her türlü rızkı merzûkuna îsâle m e'm ûr olarak "in-
zâl melâikeleri" yarattı. Bundan başka her semâda bir m elek yarata­
rak o meleği, o semâda mevcût melâike-i erzâk üzerine hâkim yaptı.
O meleğe, "M elekü'l-havâdis" tesmiye olunur. O semâda mevcûd
olan kevkebin rûhâniyeti, o m elekten ibârettir. O semânm kevkebinin

407
rûhâniyeti üzerine mahlûk olan melek-i hâkimin izni olmadıkça, er­
zak melâikesinden hiç bir melek gökten nâzil olmaz. Semâ-ı dünyânm
kevkebi "K am er"; ikinci semânın kevkebi "U tarid"; üçüncü semânın
kevkebi "Z ühre"; dördüncü semânın kevkebi "Şem s"; beşinci semâ­
nın kevkebi "M erih"; altıncı semânın kevkebi "M üşteri"; yedinci se­
mânın kevkebi "Zühal" dir.
Sem â-ı dünyâya gelince; semâ-ı dünyâ gümüşten daha beyazdır.
Cenâb-ı Hak onu rûhun hakikatinden yarattı. Ve şunu murâd etti ki,
rûhun cesede nisbeti ne ise, semâ-ı dünyânın arza nisbeti de o olsun.
Kezâlik felek-i kam er'i, semâ-ı dünyâda yarattı. Çünkü Cenâb-ı Hak
Kameri "H ay" isminin mazharı kılmış ve semâ-ı burûcda tedvir ettiği
felek-i kam erî de hayât-ı vücûdu izhâr etmiştir. İşte o viicûd, medâr-ı
mevhûm ve meşhûddur. Bundan başka kevkeb kamerinin feleğini,
tedbîr-i arza m üstevli eylemiştir; tıpkı rûhu tedbir-i cesede m üstevli
yaptığı gibi. Cenâb-ı Hakk'm semâ-ı dünyâyı rûhun hakikatinden ya­
ratmamış olduğunu farz edersen, hikmet-i ilâhiyye yerde hayvanın
vücûdunu iktizâ etmemesi lâzım gelirdi. Belki yer, o zaman cemâdâ-
tm m ahalli olurdu. Bundan başka Cenâb-ı Hak, Ademi bu semâ-ı
dünyâda iskân etmiştir. Çünkü Âdem, âlem-i dünyevînin rûhudur.
Zirâ Cenâb-ı H akk'm mevcûdâta nazarı Âdem iledir. Cenâb-ı Hak,
mevcûdâta merhâmet etti de mevcûdâtı hayât-ı Âdem ile hay kıldı.
N ev'-i insânî, âlem-i dünyâda dâim oldukça, âlem-i dünyâ hay olarak
bâkîdir. İnsan, âlem-i dünyâdan intikâl ederse, dünyâ helâk olur.
Ba'zı eczâsı ba'zısm a karışarak karma karışık olur; nitekim hayvanın
rûhu cesedden çılanca cesedin harap olmasıyla ba'zı azâsmın ba'zısı-
na karıştığı gibi.
Cenâb-ı Hak, semâ-ı dünyâyı kevâkib zînetiyle tezyin etmiştir. Le-
tâif-i zâhire ve letâif-i bâtmeyi hâmil olan heykel-i insânînin kâffesini
de rûh ile tezyin eylemiştir. "Letâif-i zâhire" dediğimiz havâss-ı ham­
sedir. "Letaif-i bâtıne" dediğimiz akl, himmet, fehm, vehm, kalb, fikir,
hayâl denilen yedi kuvvetten ibârettir. Semâ-ı dünyânın yıldızları,
şeytanlara karşı âlet-i recm olduğu gibi insanın kuvvetleri de muh­
kem ve sahih olursa, havâtır şeytanları o kimseden mündefî' olur. İn­
sanın bâtını o kuvvetlerle mahfûz olduğu gibi, nücûm-ı sevâkıb ile de
semâ-ı dünyâ mahfûz olmuştur. Bu semâ-ı dünyânm melekleri, Ce-

408
nâb-ı H akk'a tesbîlı ettikleri m üddetçe basittirler. O semâ m elekleri
inzaline müekkel olan meleğin emriyle melâike-i m ezkûre semâ-ı
dünyâdan nâzil olmak lâzım gelince; hangi iş için nâzil olursa o işin
hey'eti üzerine teşekkül ederler ve m e'm ûr oldukları şeyin rûhâniye-
ti olurlar. Ve o melekler m e'm ûr oldukları şeyi, Cenâb-ı H akk'm emr
etttiği yere kadar sevk etm ek husûsunda ber-devâmdırlar. Eğer
m e'm ûr olduğu şey rızık ise, onu merzûka sevk ederler. M e'm ûr ol­
dukları şey, bir emr-i kazâî ise, hayr olsun, şer olsun o şeyi Hak kimin
için takdir etmiş ise, o kimseye sevk ederler.
Bu vazifeyi ifâden sonra yine sâkin oldukları semânın feleğinde
teşbihe devâm ederek artık başka bir şey için yerlerinden nâzil olmaz­
lar. Cenâb-ı Hak "İsm ail" tesmiye olunan meleği, semâ-ı dünyâ me­
leklerinin kâffesi üzerine hâkim kılmıştır. Kamerin rûhâniyeti o me­
lekten ibârettir. Cenâb-ı Hak, bir şeyi emr eder ve o m elek de emr olu­
nan şeyi icrâ ederse "m enissatü's-suver" tesmiye olunan kürsîler üze­
rine oturur; fakat o kürsîler üzerine cülûsü hangi iş için nâzil olmuş
ise, o şeyin sûretiyle teşekkül ederek vuku' bulur. Bir daha besâtetine
avdet etmez. Belki teşekkül ve tasavvurda yâni sûret bağlam ak husu­
sunda cism-i cüz'î şeklinde ne hal üzere ise, o hal üzere bâkî kalır, vü-
cûdda Cenâb-ı Hakk'a o sûretle ibâdet eder. Zirâ ervâh sûretlerden
bir sûretle teşekkül edince, o sûretten bir daha sıyrılmasına imkân
yoktur. Sûretten sıyrılmak demek, besâtet-i asliyyesine avdet demek­
tir. Bu avdet mümteni'dir.
Şu kadar var ki, ervâhm kuvvet-i asliyyesinde, sûret-i asliyyesin-
den adem-i mufârakatla beraber, her sûretle sûretlenmek için kendi­
sinde kudret vardır. Bu, Cenab-ı H ak'dan bir hikmettir. Zikrolunan
suver-i rûhaniyye, mevcûdâta bâis-i kıvâm olan kelimât-ı ilâhiyyedir.
Rûhun cesedle kıvâmı, bu kabildendir. Ervâh, ğumûz-ı ilmiyyeden
incilâ-ı ayniyyeye çıkınca, vücûddaki m uktezâ-yı zâtiyyeleriyle kâim
olarak bakîdirler. Binaenaleyh m a'den, nebât, hayvanât, elfâz ve gay­
rileri gibi mahlûkât-ı âleme âit ne kadar ecsâm var ise, o cisimlerin sû-
retleri üzerine kâim olmak üzere bâis-i kıvâmı olan ervâhı vardır.
Hatta o cisim zâil olursa, rûh Cenâb-ı H akk'a teşbih ederek bâkîdir.
Ve bu bekâ, Hakk'm ibkâsıyladır. Çünkü Cenâb-ı Hak ervâhı fâni ol­
mak için değil, bâkî olmak için yaratmıştır. İşte nâil-i keşf olan kimse­

409
ler, umûr-ı vücûdiyyeden bir emrin keşfini murâd ettikleri zaman, ke-
limâtullahtan ibaret olan o ervah kendilerine m ütecellî olur. Mükâşif
o ervâhı a'yâniyle, esmasıyla, evsâfıyla bilir. Zira ervâh-ı vücûddan
her rûh kendisine vasf, na't, ahlak olan libas ile tecellî ederek tedbîr
ettiği cisim üzerine hükmünü izhâr eder. O cisim de hayvan, nebât,
ma'den, mürekkeb, basît gibi şeylerdir. Yahut ervâh-ı mezkûr eden
her rûh bir sûret üzerine tecellî eder ki, o rûh sûretin mânâsıdır. Bu da
elfâz, a'mâl, a'râz, ve bunlara benzeyen şeylerde olur.
İzah-ı mezkûr, ervâhm âlem-i İlmîden âlem-i aynîye zuhûru takdi­
rindedir. Amma âlem-i İlmîdeki hali üzerine bâkî olursa m ükâşif olan
kimse o ervâhı müstakbelen mazharı olacak cesed yahut sûret için ne
şekilde a'm âl ve evsâf olacak ona göre libasa bürünmüş olarak görür.
Bu ruyetle beraber yine m ükâşif bilir ki, o ervâhm suver-i meşhudiy-
ye-i ilmiyyesinin vücûdu mükâşifin zâtma nazarandır. Yani sûret-i
meşrûha veçhile ru'yet esnâsmda ervâh-ı m ezkûreden istediği ulûmu
ahz edebilir. Fakat bu ahz, o ervâh haysiyetinden değil, belki mükâşif
haysiyetindendir. Maamafih mükâşif bu sûretle ahz-i ulûm eylerse
de, bu ahz yine o ervâhm hakâyıkmm muktezasma göredir. Fakat er­
vâh âlem-i İlmîden âlem-i aynîye zuhûr etmiş ise, keyfiyyet-i ahz zikr
olunan izâhm hilâfmadır. O zaman mükâşif bilir ki, ervâhm vücûdu
kendi haysiyetindendir. Bu hâlette mükâşif, ervâh ile konuşur ve er­
vâhm ulûm ve hakâyıkdan câmi' olduğu mütenevvi' şeylere âit ce­
vaplar alır.
Bu meşhedde enbiyâ ve evliyânın yekdiğerleriyle içtimâi vardır.
Zebîd şehrinde hicretin sekizyüz (800) senesi Rebiu'l- evvel'inde ben
bu meşhedde bulunduruldum. Enbiyâ ve mürselînin kaffesini, evliyâ-
yı, melâike-i âlîni, mukarrabîni, melâike-i teshîri gördüm. Mevcûdâtm
kâffesinin rûhâniyetini de müşâhede ettim. Ezelden ebede kadar hakâ-
yık-ı umûru keşf ettim. Ulûm-ı ilâhiyye ile nâil-i hakîkat oldum. Fakat
bu kevn-i vücûdî, o esrârı zikre müsâid değildir. Meşhed-i mezkûrda
olan oldu. Sen hayır zannet, hakikatinden haber sorma! Kâlem dalgıcı,
haber beyânmda fazla daldı. Takdîr-i İlâhî bu incileri izhâra beni mu­
zaffer kıldı. Ebediyen izhârı hatıra gelmeyen bu m es'eleden âşikâr
olan miktâr ile iktifâ ederek saded-i beyânmda olduğumuz semâ-ı
dünyânm îzâhma rucû' ediyoruz. Aşağıdaki sözleri dikkatle bil ki;

410
Cenâb-ı Hak, semâ-ı dünyâ feleğinin dâiresini 11000 senelik seyr ile
kat' olunacak genişlikte halk etmiştir. Bu ise dâiresi itibâriyle eflâk-ı
semâvâtm en küçüğüdür. Kamer, bu feleğin dâiresinin kâffesini 24 sa­
at mu'tedilede kat' eder. Bu hesaba göre her saatte 458 sene 120 gün­
lük yolu kat' etmiş olur. Bu feleğin katrı, 4500 senede kat' olunabilecek
bir yoldur. Bundan başka felek-i mezkûr içinde Kamere mahsûs ayrı­
ca bir felek daha vardır. Kamerden başka her kevkeb de böyledir. Yâ­
ni felek-i kebîrden kendisinin devrine mahsûs bir de felek-i sağîri var­
dır. Felek-i kebîr, batiyyu'd-devrdir. Felek-i sağîrin devri, seri'dir. Se­
nin yıldızların rucû'una dair gördüğün şey, felek-i kebîrin deverânı
içinde felek-i sağîrin devrinden dolayı hâsıl olan ihtilâftandır. Felek-i
sağîr, devirde felek-i kebîri geçer, karşıdan bakan şahıs kevkebi rucû'
etti sanır. Halbuki rucû' etmemiştir; o devirdendir. Rucû' etmesi lâzım
gelse, âlemin hey'et-i umûmiyesiyle harâb olması lâzım gelir.
Şunu da bil ki; Kamer rengi m ütegayyir bir cirmdir. Hadd-i zâtın­
da kendisinde ziyâsı yoktur. Belki nısfının şemse mukâbelesiyle,
şemsden ahz-ı nûr eder. Binaenaleyh nısfı, dâimâ ziyâdâr olduğu gi­
bi şemse mukâbil olmayan diğer nısfı, dâimâ muzlimdir. Binaenaleyh
kamerin nûru yalnız şemse m ukâbil olan cihetinden görülür. Şâir ke-
vâkib-i seyyâre böyle değildir. Kevakib-i seyyâreden her kevkeb,
hey'et-i umûmiyyesiyle nûr-ı şemse mukâbildir. Kevâkib-i seyyâre,
billure-i şeffâfe gibidir. Nûr-ı şems üzerine vakî' olunca, zahirine de
bâtınına da sirâyet eder. Kamer böyle değildir. Kamer kürre-i made-
niyye-i ma'kûleder. Nûru, yalnız şemse mukâbil olan cihetten kabûl
eder. Bunun içindir ki, yere nisbetle nûru noksan ve ziyâde olur. Şâir
kevâkib böyle değildir.
Şunu da bil ki; semâvâtm ba'zısı, ba'zısını muhittir. En büyüğü se-
mâ-ı Zühal'dir; en küçüğü semâ-ı Kamer'dir. Vad'iyet ve suver-i ke-
vâkibin şekli âtide gösterilmiştir.
Her felek, kendi semâsına altı cihetten temas eder. Bu temas, bir
emr-i manevîdir. Çünkü bu tâbir, kevkebin kendi evcinde deverân et­
tiği semt için bir isimdir. Kevâkib ise her semâda şeffaf ve ziyâdâr
olan cirmin ismidir.
Biz bu babdaki en rakîk bahsi, saniyeleri, dakikaları, dereceleri, hu-
lûlu, semti, seyr-i kevkebi beyana girişerek bunlarm havâssmı ve

411
muktezeyâtını şerhe mübaşeret etsek, mücelledât-ı kesîreye ihtiyaç
hâsıl olur. Onun için o cihetten i'raz ediyoruz. Çünkü bizim matlûbu­
muz m a'rifetullahtan başka bir şey değildir. Zâhir-i eşyaya âit bâlâda
sebkat eden bir miktar teşrihatımız, onun altındaki esrâr-ı ilahiyyeye
remz ve işâretten başka bir şey değildir. Biz o eşyâyı, bu kışr için lüb
mesâbesinde olarak zikrettik.
Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.

îk in ci semâya gelince; bu cevher şeffâf ve latiftir, levni bozdur.


Cenâb-ı Hak, bunu hakîkat-i fikriyyeden halk etmiştir. İnsan için fikir
ne ise, ikinci semâ da, bu varlık için o mesâbededir. Bunun içindir ki,
U tarit'ten ibaret olan felek-i kâtibe mahal olmuştur. Cenâb-ı Hak onu

412
"K ad ir" isminin m azharı eyledi ve onun semâsını Âlim ve Habîr ismi­
nin nûrundan yarattı. Sonra ehl-i sanayiin kâffesine imdâd eden me­
lekleri Cenâb-ı Hak bu semâda sâkin eylemiştir. Ve o melâikeye bu
kevkebin rûhâniyetini hâmil olan meleği m e'm ûr etmiştir. Bu semâ­
nın melâikesi, semâvâtm kâffesinin m elâikesinden daha çoktur.
Âlem-i ekvâna ilim, bu semâdan nâzil olur. Cin tâifesi semâ-ı dünyâ­
nın safahâtma kadar gelirler; ikinci gök meleklerinin esvâtım işitirler.
Çünkü bu'd ve mesâfe, söz işitmekten ervâhı m en' edemezler. Lâkin
bu sûretle istimâ, ervâhın kendi âleminde olduğu zamâna mahsûstur.
Kendi âleminde olmazsa ervâhın hükmü o âlem ehlinin hükmüne ta­
bidir. Ve tâife-i cin, âlem-i ecsâm-ı kesâfette sâkin iseler de, ervâh ol­
dukları için âlem-i rûh-ı cânibîye irtikâ edebilirler.
Semâ-ı dünyâ safahâtı, âlem-i rûhî ciheti demektir. İşte bu sûretle,
yâni irtikâ-yı mezkûr ile ikinci kat gök meleklerinin sözlerini işitebi­
lirler. Çünkü arada fasıla yoktur. Üçüncü kat gök meleklerinin sözle­
rini işitemezler. Çünkü arada fâsıla vardır. Her makâmm ehli, bu key­
fiyete tâbidir. Kendi m â-fevklerinden yalnız bir mertebeyi keşf edebi­
lirler. Arada fâsıla olur ve m erâtibde bu'diyet görülürse, derece-i ed-
' 0
nâda olan derece-i a'lâda olanı bilemez, işte bunun içindir ki, tâife-i
cin semâ-ı dünyâya yaklaşarak ikinci gök m eleklerinin seslerini işitir­
ler. Bu sûretle sirkat ettikleri mesmûâtı, yere rucû' ederek müşrikîn-i
cinne mugayyebât şeklinde haber verirler. Şimdi tâife-i cin mahall-i
m ezkûre terakki edince, üzerlerine şihâb-ı sâkib nâzil olarak onları
yakar. Şihâb-ı sâkib dediğimiz, nûr-ı M uhammedîdir. Hucub-ı zulmâ-
niyye ashâbım asıllarmdaki kesâfetten kurtaran o nûrdur. Binaena­
leyh cin tâifesi şihâb-ı m ezkûre m a'rûz olarak tayr-ı himmetlerinin ka­
natları yandığı için matlûb olan m ahalle terakki edemezler. Hüsrâna
uğrayarak rucû' ederler.
Nûh (as)'ı bu semâda nûr-ı kibriyâdan mahlûk bir serîr üzerinde ve
ehl-i mecd ve senâ arasında oturmuş olarak gördüm. Selâm verdim,
huzurunda durdum, selâmımı aldı. Bana iltifât ettikten sonra ayağa
kalktı. Kendisine semâ-yı fikrî, makâm-ı sim lerinden sual ettim.
Dedi ki: "Bu semâ cevâhir-i maârif gerdanlığıdır. Ebkâr-ı avârif, bu
semâda tecellî eder. Bu semânm melâikesi nûr-ı kudretten mahlûktur.
Âlem-i vücûdda sûret bağlayan her şeyde, bu semâ meleklerinin o sû-

413
reti tasvire velayetleri vardır. O melâike, tasvirin en incelerini muh­
kem kılan dekâik-i takdirden ibârettir. Ayât-ı bahire ve m u'cizât-ı z a ­
h ire işleri onlarm üstünde döner. Kerâmât-ı bahire de onlardan neş'et
eder. Cenâb-ı Hakk'm bu semâda yarattığı m elekler için, envâr-ı
Hakk'a halkı irşâddan başka ibâdetleri yoktur. Bunlar semâ-yı ibrette,
kudret kanatlarıyla uçarlar. Başları üstündeki tâcları nûrdandır. O
taçlar esrârm en müşkilleriyle tersi' edilmiştir.
Bir kimse bu m eleklerden bir meleğin arkasına binerse, onun ka­
natlarıyla yedi kat göklere uçar ve o kimse suver-i rûhâniyyeyi kavâ-
lib-i cismâniyyeye ne zaman isterse ve nâsıl isterse inzâl edebilir. O
kimse, melâike-i mezkûreye bir şey sorarsa, m elekler onunla konu­
şurlar. Bir m üşkili sorarsa o m üşkilin hallini o kimseye bildirirler. Ce-
nâb-ı Hak, bu semânın felek-i dâiresini 12222 sene 120 günlük mesâ-
fe olarak halk etmiştir. Bu semânın U tarit'ten ibâret olan göğü, her
saatte 555 sene 5 ay ve 20 günlük m esâfeyi kat' eder. Bu hesâba göre
Utarit feleğinin kâffesini 24 saat m u'tedilede ve felek-i kebîrini de
tam bir senede kat etmiş olur. Bu semâdaki m elâikenin kâffesi üzeri­
ne hâkim olan meleğin rûhâniyetine "N ûhail" ism i verilmiştir. Bu
zikr ettiğim izâhâttan başka, ben bu semâda âyât-ı Rahm ân'a dâir
acâibi, esrâr-ı ekvâna dâir garâibi gördümse de, bu zaman ahâlisine
onları ifşâ câiz değildir.
Bizim işâret ettiğimiz şeyi iyi düşün ve bilmece şeklinde söylediği­
miz sözleri iyi tefekkür eyle. Haricden değil, kendi vücûdundan bu
rumuzâtm hallini talep et.
Üçüncü kat göğe gelince; bu semânın rengi sarıdır. Bu semâ, Züh-
re semâsıdır. Bunun cevheri, yâni vücûd-ı unsurîsi, şeffâftır. Bunun
içindir ki, sükkânı dâimâ mütelevvinü'l-evsâftır. Cenâb-ı Hak, bu se­
mâyı hakîkat-i hayâliyyeden halk etti. Bu semâyı âlem-i misâle mahal
yaptı. Bu semânın kevkebi, ism-i âlî'nin mazharıdır. Bu semânın fele­
ği sâni-i hakîmin tecelliyât-ı kudretidir. Bu semâ melekleri, muhtelif
şekiller üzerine halk edilmiştir. Bu semâda kalbe hutûr etmeyen bir
çok acâip ve garâip vardır. Orada, muhal olan şey, mümkün; müm-
Ç '^je^âiz olan şey, müm tenî' olabilir. Cenâb-ı Hak, bu semâ feleği­
nin dev-.-, .i 15026 senelik ve 120 günlük mesâfe olarak halk etmiştir.
Bu semânın Zühre'den ibâret olan kevkebi her saatte 621 senelik 18

414
günlük ve bir günün üçte birine m üsâvî mesafeyi kat' eder. Bu hesâ-
ba göre feleğin kâffesini 24 saatte, felek-i kebîr menzillerinin kâffesini
de 324 günde kat' eder.
Bu semânın m elekleri "Sürâil" tesmiye olunan m eleğin hükmü al­
tındadır. Zühre'nin rûhâniyeti işte bu melektir. Bu semânın melekle­
ri, âlemi muhittir. Benî Âdemden kendilerini çağırana cevap verirler.
Bu semâ melekleri, envâ-ı m uhtelife üzerine m ahlûk oldukları halde
yine yekdiğerleriyle m u'teliftir. Bu meleklerden ba'zıları ya sarîh ya­
hut âlemin taakkul edebileceği vecihle emsâl îrâd ederek, uyuyan
kimseye vahye müekkeldirler. Ba'züarı da terbiye-i etfâle ve etfâle el-
fâz ve m aânî ta'lîm ine me'm ûrdurlar. Ba'zıları da gamlıya ferâh ver­
mek, mahzûnu tesellî etmek husûsuna müekkeldirler. Ba'züarı da te-
vehhüşe düşenleri istînâsa, vecde düşenlerle mükâlemeye me'm ûr­
durlar. Ba'zıları da ehl-i temkinin emirlerine im tisâle müekkeldirler.
Bu sûretle hûr-ı în'in ellerindeki tabaklar üzerinde cennet meyveleri­
ni ehl-i temkîne çıkarırlar. Ba'zıları da aşk-ı İlâhîye düşenlerin süvey-
dâ-ı kalbinde nâr-ı muhabbeti alevlendirmekle me'm ûrdurlar. Ba'zı-
ları da, aşık mahbûbunun nazarmdan gâib olmasın için mahbûbun
sûretini muhafazaya müekkeldirler. Ba'zıfarı da, ehl-i vesâil arasında
iblâğ-ı resâile müekkeldirler.
Bu semâda Yusuf (as) ile içtima' ettim. O 'nu müşâhedem sûretle
idi. Serîr-i esrâr üzerinde oturmuş, rumûz-ı envârı keşf etmiş, ulemâ-
ı hakikatin lokmalarına bâis-i in'ikâd olan hakikati müdrik, maânî-i
hakîkiyye husûmetiyle nâil-i hakikat, su ve su kabının kuyûdâtmdan
ileri geçmiş, yani kesâfet-i unsuriyyeden tecerrüt eylemiş bir ziyâret-
çinin hürmetle selâmı gibi kendisine selâm verdim. Selâmıma hüsn-i
mukâbele ederek bana "m erhaba" kelime-i iltifâtiyesiyle iltifât etti.
Dedim ki: "Efendim! Sana, "Rabbim bana mülk verdi ve te'vîl-i
ahâdîsi öğretti." mânâsında olan c-oü'ü J-^Ij j dJH ^ L#^ jl oS L>j
(Yusuf 101) âyetinden soracağım. Bununla ne demek istedin? İki
memleketin hangisini kast ediyorsun? Te'vîl-i ahâdîs ile hangi sözle­
re kinâye yapmak istiyorsun?"
Cevaben dedi ki: "M urâdım , nükte-i insaniyyede vedîa olan mem-
leket-i rûhâniyye olduğu gibi te'vîl-i ahâdîs üe de elsine-i hayvaniy-
yede deverân eden emânetlerdir."

415
Dedim ki: "Efendim! Bu remiz ve işaretle söylediğin sözün sarâhet
şeklinde hilye-i beyânı yok mudur?"
Cevâben dedi ki: "M a'lûm un olsun ki, Cenâb-ı Hakk'm kullarında
bir emâneti vardır. O emâneti söyleyenler lisaniyle Cenâb-ı Hak, ibâ-
dmı ehl-i irşâda ilhâk eder."
Dedim ki: "H akkın nasıl emâneti olur? Halbuki zuhûrda o vücû­
dun aslıdır."
Dedi ki: "Senin sözün onun vasfı; benim sözüm onun şânıdır. Se­
nin sözün onun hükmü; benim sözüm bunun tâbiridir. Emânet dedi­
ğimi, câhil olan lisan, beyâna düşürür. Alim olan sırrında ve kalbinde
0 emâneti hâmûle-i mâneviyye eyler. Herkes ondan haber verirse de
ârif-i billah olanlardan başka kimseler için bâis-i necât olacak bir şeye
ulaşmak mümkün değildir."
Dedim ki: "Bu nasıl olur?"
Dedi ki: "Cenâb-ı Hak seni himâye ve tevfîkiyle miieyyed kılsın.
Şunu bil ki, Cenâb-ı Hak esrârmı, ibâre sadeflerine mevdû' işâret inci­
leri gibi kılmıştır. Bu esrârı yollara döken halkın lisanmda deverâna
sebebiyet verenler varsa d^ avâmdan olanlar o işâretleri bilemez. O
ibârelerin tahtında m üstetir olan esrârı havâs bilir ve bu işârâtı muk-
tezâsma göre te'vîl eder ve bu sûretle cihet-i rızâ-yı İlâhîye yol bulmuş
olur. Benim rüyâ tâbiri dediğim, bu denizden sızmış bir parça sudur.
Yâhut sahrâ-yı vâsianm çakmak taşlarından alınmış bir taş parçasıdır.
Yusûf Siddîk'in işâret ettiğini bildim ve bundan evvel de bu hakikate
câhil değildim. Sonra Yusûf'u bıraktım. Refîk-i a'lâya gittim ve refîk-
1 a'lâ ne güzel refiktir.
D ördüncü k at göğe gelin ce: Bu semâ cevher-i efhar, zât-ı levn-i
ezherdir. Şem s-i envârm semâsıdır. Şem s, eflâkin kutbu ve kalbidir.
Cenâb-ı Hak, bu sem âyı nûr-ı kalbiden halk ederek içindeki şemsi,
m evcûdât için kalb m enzilesinde yapm ıştır. M evcûdâtm m âmûri-
yeti ve nezâret-i vücûdiyyesi onunladır. Yıldızlar, envârı şem sden
talep eder ve m erâtibdeki ulviyet nurlarını ondan alırlar. Cenâb-ı
Hak, bu kevkeb-i şem siyyeyi felek-i kalbide ulûhiyetin m azharı, ev-
sâf-ı m ukaddese-i m ünezzehe-i tâhirenin tecelliyât-ı m ütenevviası-
na tecelligâh eylem iştir. M ahlûkât-ı unsuriyyenin kâffesine nisbetle

416
şems, asildir; "A llah " ism inin kâffe-i m erâtib-i âliyyeye nisbetle
isim olduğu gibi.
İdrîs (as) bu makâm-ı nefise nazil olmuştur. İdrîs hakîkat-i kalbiy-
yeye vâkıf olduğu için rütbe-i rubûbiyette başkalarından mütemey-
yizdir. Cenâb-ı Hak, bu semâyı mehbit-i envâr, m a'den-i esrâr eyle­
miştir. "İsrâfil" tesmiye olunan melek-i celîl, bu semâ meleklerinin
üzerine hâkim bî-adîldir. İsrâfil zât-ı sinâ, yâni hâmil-i eş'a-ı ulyâ olan
güneşin rûhâniyetidir. Varlık içinde bir şeyin aşağı inmesi, yukarı çık­
ması her şeyde bast ve kabz husûlu, bu meleğin tasarrufuyla hâsıldır.
Cenâb-ı Hak, onu bu feleğin asl-ı asili kılmıştır. Heybette melâikenin
en büyüğü ve saadette melâikenin en kuvvetlisi, himmette en ulusu
İsrâfildir. Sidre-i müntehâdan tahte's-serâya (toprak) kadar her şeyde
onun tasarrufu ve her şerif ve zelil üzerinde mekânet ve kudreti var­
dır. Bunun menissası, yani müzeyyen sandalyesi, kürsî yanındadır.
İsrâfil, felek-i şemsînin aslı ve bünyâdıdır. Ve onun âlemi, semâvât ve
arazîn ve her ikisindeki mevcûdât-ı akliyye ve hissiyyedir.
Bundan sonra şunu da bil ki; Cenâb-ı Hak, felek-i şemsînin muhi­
tini 17029 sene ve 20 günlük mesâfe eylemiştir. Felekin kâffesini 24 sa-
at-ı mu'tedilede ve feleğin kebîrini 365 gün ve bir günün rubuu ve üç
dakikada kat eyler.
Şunu da bil ki; İdrîs (as)'m bu felekteki makâmı, makâmât-ı Mu-
hammediyyeden bir makâmdır. Görmüyor musun? Hz. Muhammed,
leyle-i isrâda (mi'râc gecesi) dördüncü kat göğe erişince orada durma­
yıp, mâ-fevkine irtikâ etti. M üstevâ-yı İdrisiyyeye vuslâtla, İdrîs'in
mertebe-i rubûbiyetindeki makâmât-ı âliyesini müşâhede-i hakikiye
ile müşâhede ettiği gibi, o semâdan yukarıya irtikâ ile de daha a'lâ
müşâhedeye nâil olmuş, hatta Hz. M uham m ed'in menşûr-ı saadeti
(fermân) ^ 1 ^JJI (İsrâ 1) tezyinâtıyla zuhûra gelmiştir. Aye­
tin mânâsı: "H er uyûbdan münezzeh olan Allah azîm u'ş-şân, kulu
Muhammed (s.a.v.)'i kemâl-ı kudret ve himmetine delâlet eden ba'zı
âyâtmı göstermek için geceleyin yürütmüştür." Binaenaleyh makâm-
ı ubûdiyet, makâm-ı mahmûd-ı refîadan ve livâü'l-ham d-ı ulviyye-i
m ünîfeden ibârettir.
Şurası da ma'lûm un olsun ki; Cenâb-ı Hak, vücûdun kâffesini
kurs-ı şemsde meknûz eylemiştir. Kuvâ-yı tabiiyye, vücûdda tedricî

417
sûretle ve emr-i İlâhî ile şemsde meknûz olan şeyleri izhâr eder. Şems,
nokta-i esrar, dâire-i envârdır. Ehl-i tem kin olan ekser enbiyâ, bu fe­
lek-i m etînin dâiresindedir. O dâirede olanlar İsâ, Süleyman, Dâvud,
İdrîs, Circis ve bunlar gibi adedi ve füyüzâtı pek tavîl ve celîl olan ze-
vâtm kâffesi, bu menzil-i celîlde ve bu m akâm-ı ulvîde sâkindirler.
Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.
Beşinci kat göğe gelince: Bu semâ, "Behrâm " tesmiye olunan kev-
kebin semâsıdır. Bu, azâmet ve intikâm-ı ilâhiyyeye mazhardır. Yahya
(as), bu semâdadır. Çünkü Yahya, azâmet ve ceberût-ı ilâhiyyeyi gör­
müş; izzet ve melekûtu mülâhaza eylemiştir. Onun içindir ki, zelleye
ehemmiyet vermemiştir. Zâten bunların ehemmiyet verdiği şey, hullet
yâni muhabbet yahut muhabbeti hâmil olan kimsedir. Bu kevkebin se­
mâsı, nûr-ı vehimden mahlûktur. Bunun rengi, kan gibi kırmızıdır. Bu
semânın meleklerini Cenâb-ı Hak, kemâl aynaları ve celâl mezâhiri
olarak halk etmiştir. Onların bu varlıktaki ibâdeti kemâl ve celâl iledir
ve bunlar vasıtasıyla ehl-i taklîdin Hakk'a sücûdu ve diyâneti meyda­
na gelmiştir. Allah bu meleklerin ibâdetini, uzağı yakm yapmak ve
mefkûdu mevcûd eylemek için yaratmıştır. O melâikeden ba'zılarmm
ibâdeti, kalbde kavâid-i imânı te'sîstir. Ba'zılarmm ibâdeti, küffârı
âlem-i esrardan tard ve teb'iîddır. Ba'zılarmm ibâdeti, hastaya şifâ ver­
mek ve yerden güç kalkan âcizin kuvvetini yerine getirmektir. Bunlar­
dan ba'zıları, kabz-ı ervâha me'mûrdur. Allah'ın emriyle rûhu kabz
eder. Ve bu kabzda onlar için günah yoktur. Bu sema-ı şerîfin hâkimi,
"Azrâil"dir. Azrâil, M erih'in rûhaniyetidir. Merîh, sâhib-i intikâm ve
tevbîhdir. Allah, bu meleğin makâmmı bu semâda eylemiştir. Bunun
münissası, kalem-i a'lâ indindedir. Gökten yere intikâm veya kabz-ı
ervâh veya neşr-i intizâm için inen her melek, melek-i mezkûrun yâni
Azrail'in emriyle iner. O melek, Behrâmm rûhâniyet-i asliyesidir.
Şunu da bü ki; Cenâb-ı Hak bu semânm dâiresini 19832 sene, 4 ay­
lık mesâfe olarak halk etmiştir. Kevkeb-i m ezkûr bir saat m ü'tedilede
^ A şen e lik ve 140 günlük mesâfeyi kat' eder. Bu hesaba nazaran fele­
ğin kui.Ç^î^ ^ 4.§aatte ve felek-i kebîri de 540 günde kat' eylemiş olur.
Erbâb-ı suyûîa,a„nab-ı intikâma imdâd eriştiren bu feleğin rûhâniye-
tidir. İdâre-i umûra sâhip olanlardan Hak kime tasarruf etmek isterse,
tasarrufa m e'm ûr olan da bu feleğin rûhâniyetidir.

418
A ltıncı kat göğe gelince: Altıncı kat göğün aslı, nûr-ı himmetten­
dir. Cevher-i şeffâf-ı nûrânîdir, ezraku'l-levndir. Bu semânm kevkebi,
mazhar-ı kayyûmiyet ve manzar-ı deymûmiyet ve imdad ziyası neşr
eden nûr-ı kudret hâmili bulunan Müşteri yıldızıdır. Mûsâ (as)'ı bu
makâmda mekânet tutmuş olarak gördüm. Ayağını bu semânm sathı­
na koymuş, sağ eliyle sidre-i müntehânm sâkma yapışmış, rubûbiyet
tecellîsi şarabıyla sarhoş, izzet-i ulûhiyyetten hayrân, m ir'ât-ı ilminde
eşkâl-ı ekvân muntâbi' olmuş, enâniyetinde melik-i Deyyânın rubûbi-
yeti tecellî etm iş, manzarı her nâzıra haşyet-bahş edecek sûrette ve vâ~
ridât ve sâdırât-ı kalbiyyesi insanı lerze-dâr eyleyecek bir şekildedir.
Huzûrunda edeple durdum. M ertebesini tahkik için kendisine se­
lâm verdim. Başmı ezelî sarhoşluktan kaldırdı ve bana "buyurun" di­
yerek iltifât ve muhabbet gösterdi.
Dedim ki: "Savâbı nâtık, hitabda sâdık olan Kur'an'm haber verdi­
ğine göre sana ^ lyr ^ (Araf 143) den bir hil'at dizilmiş. Halbuki senin
hâlin ehl-i hicâbın hâline benzemiyor. Bu emr-i acîbin hakikatinden
bana haber ver."
Cevabda dedi ki: "Ben meskenim olan M ısır'dan çıkarak, hakîkat-
i mâhiyetime vusûle çalıştığım zaman, envar-ı ezeliyetle mukaddes
olan vadide şecere-i ahadiyet olan Rabb'im in lisânıyla Tûr kabilinden
bana U VI *JI V JJIUI ^ 1 (Taha 14) diye nidâ olundu. Ber- mûcib-i
emr eşyada Rabbime ibâdet ve esmâ ve sıfâttan m üstehak olduğu me-
hâmid ile kendisine ham d ve senâ edince envâr-ı rubûbiyet tecellî
ederek beni benden aldı. O sırada m akâm-ı likâda bekâyı talep ettim.
Şurası da hakîkat-i m a'lûm edir ki, kadîmin zuhûrunda hâdis için li-
kâya mahâl yoktur. Bu talepte bulununca, bu emr-i azimden tercü­
man olan lisan-ı sırrım nidâya başladı. Dedim ki; "Ya Rabbi! kendini
bana göster, sana nazar edeyim ve hazretü'l-kudsta enniyetinle sana
vâsıl olayım .!" Bu nidâya karşı Cenab-ı âlîden gelen cevâbı işittim. Ce­
vap; lM-1J ! jk l ,jSÜj yJ (A'raf 143) dedi. "Sen beni elbette göremeye­
ceksin. Lâkin şu dağa bak." J *;&• >ûJ jU (Araf 143) buyurdu.
"Eğer dağ yerinde durursa sen beni görürsün." dedi."
Buradaki cebel, nûr-ı ezelden mahlûk olan zât-ı M ûsâ'dır. Mekâ-
nette istikrâr demek, "kadîm saltanatı izhârdan sonra, o istikrâra im­
kân varsa" demektir Jy>d) Zj ÜJi (Araf 143) Mû-

419
sânın Rabbı dağa tecellî edince muîn-i hakîkat-i ezelî M ûsâyı cezb
edince ve kadîm hâdis üzerine zuhûr ile tecellî eyleyince o dağ parça
parça oldu ve Mûsâ bayıldı, yere düştü. Yani kadîmde kadîmden baş­
ka bir şey bâkî kalmadı ve azâmetle azametten başka bir şey tecellî et­
medi. M es'ele-i Mûsâ sûret-i meşrûhada olmakla beraber azîm i tama-
miyle istifâ gayr-ı mümkün olduğu gibi M ûsâ'ya hasrı da gayr-ı câiz-
dir. Kadîmin mâhiyeti ne idrâk olunur, ne bilinir. Onun künhü ne
ma'Iûm olur, ne de idrâk olunur. Tercümân-ı ezel bu hitap üzerine
muttali' olunca ümmü'l-kitaptan bu mes'eleyi size haber verdi. Ve
hak ve savâb husûsunda bize tercümanlık etti. Bu mülâkâttan sonra
Mûsâyı terk ederek yanından ayrıldım. Ve bahr-ı ilminden iğtirâf ede­
bildiğim hakîkati iğtirâf ettim.
Şurasını da bil ki; Cenab-ı Hak bu altıncı kat göğün devre-i feleki-
yesini 22066 sene ve sekiz ay olarak yaratmıştır. Binaenaleyh bu semâ
kevkebi olan M üşterî, her saatte 919 sene 5 ay 27 gün ve yarım gün­
lük mesafeyi kat' eder. Bu hesaba nazaran felek-i kebîrin kâffesini de
12 sene zarfında kat' eylemiş olur. Bu on iki seneden her senede felek-
i kebîr bir burcunu kat' eder. Cenâb-ı Hak bu semâyı nûr-ı himmetten
halk eyleyerek melâikesi üaerine "M ikâil" (a.s.)'ı müekkel kılmıştır.
Bu semanın melekleri melâike-i rahmettir. M elâike-i mezkûre, meâric-
i enbiyâ, bevâis-i terakkiyât-ı evliyâdır. Cenab-ı Hak o melekleri, rekâ-
iki muktezeyât-ı hakâyıka îsâl için halk etmiştir. Bu meleklerin ibâdet­
leri aşağıda olanları yukarıya kaldırmak ve m üşkilâtı teshîl etmektir.
Yer yüzünde cevelân ederek zulmet-i sükûta düşenlerin derecesini
kaldırır. M elâike-i mezkûre, melekler arasında ehl-i bast, ehl-i kabz-
dır. Erzâkı merzûkuna îsâl eden bunlardır. Hak, bunları inbisât ve
hatve, yani bâis-i devlet olarak yaratmıştır. Bunlar melâike arasında
m üstecâbu'd-da've olan meleklerdir. Bunlar her hangi şey için dua
ederlerse, karîn icâbet olur. Ve her hangi musibeti def'i kasd ederler­
se, salâh ve felâh ve ref-i belâyât hâsıl olmuş olur.
Risâlet-meâb Efendimiz "Bir kimsenin "âm in"i yâni isticâb-ı niyâ-
zı, melâikenin isticâbe-i niyâzma muvâfık düşerse, o dua kabul olu­
nur ve maksad hâsıl olur." mânâsında olan hadîs-i şerifindeki m elek­
ler, m elâike-i mezkûredir. Halbuki, her meleğin duası müstecâb, her
hamd ve senâ edenin hamd ve senâsı müstetâb değildir. Melâike-i

420
mezkûrenin duasına icâbet-i Hak ise, her zaman hâsıldır. Ben melâ-
ike-i mekzûreyi, envâ-ı hayvânât üzerine yaratılmış olarak gördüm.
Melaike-i mezkûreden ba'zıları kanadı çok olan kuş sûretindedir. Bu
nev'den olanların ibâdeti, esrara hizmet ve hazîz-i zulmetten âlem-i
envâra i'lâ gibi şeylerdir. M elâike-i mezkûreden ba'zıları da kendile­
rine nişân verilmiş at hey'etindedir. Bu tâife-i mükerremenin ibâdeti
kalpleri âlem-i şehâdet zindânmdan gayb-ı İlâhî fezâsma terfi' gibi
husûsâttır. Ba'zıları da gayet iyi binek atları şeklindedir. Bu nev'den
olanların ibâdeti, nüfûsu âlem-i mahsûsdan âlem-i mânâya terfîdir.
Bunlardan ba'zıları da katır ve merkep hey'eti üzerine yaratılmıştır.
Bu nev'den olanların ibâdeti, hakiri âlî; meksûru mâmûr eylemek ve
azdan çoğa ubûr eylemek gibi şeylerdir.
Bunlardan ba'züarı da insan sûreti üzerine yaratılmıştır. Bu nev'­
den olanların ibâdeti, kavâid-i edyânı muhâfazadan ibârettir. Bunlar­
dan ba'zıları, cevâhir ve a'râz besâidi üzerine yaratılmıştır. Bunların
ibâdeti, hasta cisimlere sıhhati îsâldir. Bunlardan ba'zıları da, hubûbât
ve sair m e'kûlât ve meşrûbât şeklinde yaratılmıştır. Bunların ibâdeti
mahlûkâttan merzûk-ı İlâhî olanlara erzâkı îsâldir. Bu zikr olunandan
başka bu altmcı kat gökte bir takım melekler gördüm ki, mümtezec
olarak mühtelit şekildedir. Meselâ nısfı ateş; nısfı buz olmuş su şeklin­
de olup, ne suyun itfâ-yı nâra ne de nârın tağyîr-i mâya te'sîri vardır.
Şurası da m a'lûm un olsun ki; Mikâil (as) bu semâ-ı kevkebin rûhâ-
niyetidir. M ikâil bu felekde mukîm olan melâikenin kâffesi üzerine
hâkimdir. Cenâb-ı Hak, M ikâil'in ikâmetgâhını altıncı kat gök yaptığı
gibi, tasarrufunu da sidre-i müntehânm sağ tarafına vad' eylem iştir.
M ikâil'e "Burâk-ı M uham medi "den suâl ettim.
Dedim ki: "Bu, asl-ı ulvîden m ahlûk mudur?"
Dedi ki: "Hayır. Çünkü Hz. Muhmammed üzerine perdeler tekâ-
süf etmemiş ve onun sırrı semâ-yı nûrdan aşağı inmemiştir. Onun se-
m â-yı sırrı, akl-ı evvelin aslı ve rûh-ı efdalin menşeidir. Hz. Muham­
m ed'in Burağı, bu makâm-ı m ekînin feleğinden olup tercümânı, Cib­
ril'dir. O da, Rûh-ı Emîn'dir. Hz. M uham m ed'den başka enbiyânın ve
evliyâdân kâmil olanların m erâkib-i terakkiyâtı, semâ-yı mezkûrenin
necâibi üzerinde sefer-i a'lâdadır. O necâib ile, yâni mânevi binek at­
ları ile arz-ı tabâyi' çukurundan semâ-yı mezkûrede suûd ederler.
Hatta yedinci kat göğü de geçerler. M aam afih şurasını da unutmama­
lı ki, onlarm merkebi sıfattan başka, tercümânı da zâttan başka bir şey
değildir."
Yedinci kat göğe gelince: Zuhal yıldızının semâsıdır. Bunun cev­
heri de şeffâf ise de, leyl-i muzlim gibi siyahdır. Cenâb-ı Hak, Zuhali
akl-ı evvelin nûrundan yaratmıştır. V e onun menzilini menzil-i efdal
kılmıştır. Siyahlıkla renk peyda etmesi siyâdetine ve uzaklığına işâret­
tir. Bunun için akl-ı evveli, âlim-i ekmelden başkası bilemez. Zuhalin
semâsına "sem â-yı keyvân" da denilir. Bu semâ-ı keyvân, m uhît-i kâf-
fe-i ekvândır. Bu semâ, semâvâtm efdali ve mekânların a'lâsıdır. Ke-
vâkib-i sâbitenin kâffesi, bu semânın mevkib-i celâletinde olup, seyr-i
hafi iledir. Peygamberimiz (s.a.v.) Zühal'dedir. Bu semânın devre-i fe-
lekiyesi 24500 senedir. Bu feleğin kevkebi, her saat-ı mu'tedilede 1020
sene 10 aylık yolu kat' eder. Bu hesâp ile felek-i kebîri 20 senede kat,
eder. Bu semâdaki kevâkib-i sâbitenin seyri o kadar hafidir ki, âdeta
seyirleri görünemez. Sevâbitten ba'zıları bu feleğin her birini 20000
senede, ba'zıları daha ziyâde zamanda, ba'zıları daha az zamanda
kat' ederlerse de, bu seyr son derece rakîk ve kesîr olduğundan bili­
nemez. Hesapta bunlar içirmişim de yoktur. Fakat ehl-i keşf, her nec-
min ismini bilir ve onunla muhâtaba eder ve sual sorar, seyrini sorar,
cevâbı alır, ve feleğindeki muktezeyâtmdan haber verebilir. Bundan
başka âlem-i ekvânı m uhît olarak birinci yaratılan semâ, budur. Diğer
gökler bunun altında yaratılmıştır. Bu semâ, âlem-i muhdesatta birin­
ci mahlûk olan akl-ı evvelin nûrudur.
Ibrâhim (as)'ı gördüm. Bu semâda dikilmiş, onun kürsî-i tasarrufu,
kürsînin fevkinde, arşın sağ tarafmda olarak kurulmuştur. İbrâhim
(as) orada J U J j <J_eLJ _*SÜI Js . J y* j ^Jül düJ-l (İbrahim 39) âyetini oku­
maktadır.
Şurası da ma'lûmun olsun ki; Bu yedinci kat gök meleklerinin kâf­
fesi mukarrabindendir. Cenâb-ı Hak, mukarrabînden olan meleklerin
her birine verdiği vazife itibâriyle aralarmda derece farkı vardır. Ye­
dinci kat göğün fevkinde, felek-i atlas vardır. Felek-i atlas, felek-i ke­
bîrdir. Bunun sathı, kürsî-i a'lâdır. Felek-i atlas ile felek-i mükevkeb
arasında üç felek daha vardır. Bu felekler vehmidir, hükmîdir. Bunla­
rın vücûdu "ayn"da değil, hükümdedir. Bu üç felek-i hükmîden birin­

422
cisi, felek-i a'lâ olan felek-i heyûlâdır. İkincisi, felek-i hebâdır. Üçüncü-
sü, felek-i anâsırdır. Bu son felek, felek-i mükevkebi velî eden felekle­
rin âhiridir. Burada hukemâdan ba'zıları bir de felek-i tâbayi'den ibâ-
ret olmak üzere dördüncü bir felek daha zikr etmişlerdir. Şurasmı da
bil ki; felek-i atlas, sidre-i müntehânm arsasından ibaret olup felek-i
kürsînin altındadır. Felek-i kürsînin beyânı bâlâda sebkat etmiştir.
Sidre-i m üntehâda sâkin olan m elekler, "m elâike-i kerrûbiy-
yûn"dur. Ben o melekleri eşkâl-i muhtelif ede gördüm. Bunlarm ade­
dini A llah'tan başka kimse bilmez. Tecelliyât-ı ilâhiyye, bu kerrûbiy-
yûn olanları öyle istila etmiştir ki, ba'zıları yüzü üzerine yere düşmüş,
ba'zıları iki dizi üzerine yere çökmüş, ba'zıları göz kapaklarını oyna-
tamayacak derecede mütehayyırdır. Bunlardan diz çökenler, kerrû-
biyyûn içinde ekmel olanlardır. Yine mezkûr meleklerden ba'zıları
hayretten yan tarafına düşmüş, ba'zıları da kıyâm halinde incimâd et­
miş bir haldedir. Bu kısım, diğerlerinden daha kavidir. Bunlardan
ba'zıları da, hüviyeti içinde dehşete düşmüş, ba'zıları kendisini enni-
yetine kaptırmıştır.
Kerrûbiyyûndan olan m eleklerden yüz m elek gördüm. Bunlar di­
ğer melâike-i kerrûbiyyûna takaddüm etmiş, ellerinde nûrdan bir sü­
tün mevcûd olup her sutûn üzerinde esmâ-ı hüsnâ-ı ilâhiyyeden bir
isim yazümıştır. Bu yüz melek, kendilerinin mâ-dûnunda bulunan
kerrûbiyyûn ile ehlullahdan olanlar mertebesine vâsıl olanların tehzî-
bine hizmet ederler. Yine yüz m elekten yedi tanesini gördüm diğerle­
rinin hepsine takaddüm etmiştir. Bunlar, "eim m e-i kerrûbiyyûn" tes­
miye olunmuştur. Bu yedi melekten üç melek, diğerlerinin hepsine ta­
kaddüm etmiştir. Bunlara da "ehl-i m erâtib" ve "ehl-i tem kin" tesmi­
ye olunmuştur. Bunlardan bir tanesi diğerlerinin kâffesinin reisi olup
adına "A bdullah" tesmiye olunur. Zikr olunan melaike-i kerrûbiyye-
nin kâffesi, "m elâike-i âlûn"dur. Bunlardan hiç birisi Âdem 'e secde ile
emr olunmamıştır. Bunların fevkinde olan ve "N ûn" ve "K alem " tes­
miye olunan ve bunlara m ümasil olan melekler de âlî olan kısımlar­
dandır. Yani Âdeme secde ile emr olunmamışlardır. Cebrâil, Mikâil,
İsrâfil, Azrâil ve emsâli melekler, melâike-i mukarrabînden ise de, âlî
olan kısımdan değildir. Bu felekde o kadar acâip ve garâip gördüm ki,
tafsilini izâh edebilecek ifâde yoktur.

423
Şurası da ma'lûm un olsun ki; Cenâb-ı Hakk'm âlemde halk ettiği
eflâkin kâffesi 18 felekten ibârettir. 1-Arş-ı muhit, 2-Felek-i kürsî, 3-
Felek-i atlas, 4-Felek-i heyûlâ, Sidretü'l-müntehâ, 5-Felek-i hebâ, 6-
Felek-i anasır, 7-Felek-i tabayi', 8-Felek-i zuhalden ibâret olan Felek-i
mükevkeb. Buna "Felekü'l-eflâk" da tesmiye olunur. 9-Felek-i müş­
teri, 10-Felek-i merîh, 11-Felek-i şems, 12-Felek-i zühre, 13-Felek-i
utarid, 14-Felek-i kamer, 15-Felek-i esir. Buna "felek-i nâr" da tesmiye
olunur. 16-Felek-i havâ, 17-Felek-i mâ, 18-Felekü't-turâb.
Yeri omuzlarında taşıyan ve "Behem ût" tesmiye olunan balık, ken­
disi içinde bulunan bahr-ı m uhitte on sekizinci feleğe tâbî'dir.
Aşağıdan yukarıya saymak istenilirse felek-i turâb, felek-i mâ, felek-i
hevâ, felek-i nâr, felek-i kamer ilah., sayarız.
Bundan başka her âlemde mevcûd olan her şeyin geniş feleği var­
dır. Nâil-i keşf olan, onu görür ve o âlemde teşbih eder ve o âlemdeki
muktezeyâtı bilir. Hulâsa kesretten nâşi eflâki ta'dâda imkân yoktur.
Cenâb-ı Hak Kur'anda ; dli JÇ. (Yasin 40) buyurmuştur. Mânâsı:
"H er biri felekinde yüzer, deverân ederler." demektir.
Şunu da bil ki; felek-i nâr, felek-i mâ, felek-i havâdan her biri dört
tabaka üzerinedir. Felek-i tıîrâb ise yedi tabakadır. Bunların tafsilini
bu babda zikr ediyoruz. Evvela yerden ve yerin tabakalarından bahs
edeceğiz. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur'an'da semanın akâbinde arzı zikr
etmiştir. Biz de ara yere fâsıla sokmaksızm bu sûretle hareket
edeceğiz.
Yerin tabaka-i ûlâsı: Cenâb-ı Hak evvela yeri yarattığı vakitte yer,
sütten beyaz, miskten râyihaca daha latif idi. Hz. Adem 'in m a'lûm
olan isyânından sonra yeryüzünde yürümesi ile yerin rengi değişti.
Bu anlatmak istediğimiz arz, arz-ı nüfûstur. Onun için bu arzda sâkin
olan hayvanâttır. Bu arzın dâire-i kiireviyyesi 1166 sene 240 gündür.
Bunun dörtte üçünü su ihâta etmiştir. Bâkî kalan, vasat-ı arzda yalnız
rubu' miktârıdır. Şimâl cihetinden yer, yekdiğere muttasıl ise de
Cenûb cihetinden olan kısmının kâffesi su ile muhâttır. Hulâsa su ile
muhât olmayan, yerin rubu' miktârıdır. Bundan harâb olan dörtte üç­
tür. Şu halde bâkî kalan, rubu'dan rubu'dur. Bu rub'-ı bâkîden mes­
kûn olan yirmi dört senelik mesâfedir. Bâkîsi sahralar, kumluk yerler­
dir. Buralarda eser-i umrân yollar olup, gelip gitmek mümkündür.

424
M eşhûr İskender bu yerden rub'-ı bâkîye seyahat etmiştir. İsken­
der seyahati kast edince, arzın Şarkına da, Garbına da seyahat etti.
Çünkü İskender'in bilâdı M ağrib cihetinde idi. İskender "R û m "d a
bir melik idi. Evvela kendi m em leketine m uttasıl olan cihete doğru
sulûk ederek, m ağrib-i şemse vusûl ile küre-i arzın alt kısm ına baliğ
olmuş oldu. Sonra garba m ukâbil olan cânib-i şarka sulûk etti.
Oradaki eşyânm zuhûrunu da tahkik etm ek istedi. M eşrık-ı şemse
vâsıl oldu. Sonra meşrıkde cânib-i şim âlîye doğru seyâhat etti. Orası
arz-ı zulum âttan ibâret olup Ye'cüc ve M e'ciic bilâdıdır. Ye'cüc ve
M e'cüc, yerin cânib-i şarkmdadır. Ye'cüc ve M e'cüc'ün arza nisbeti,
havâtırm nefs-i insânîye nisbeti gibidir. Onlarm adedi m a'lûm ol­
m ayıp, m iktarları tam amiyle bilinm em iştir. Ye'cüc M e'cüc arâzisine,
eyyâm -ı şitâda güneş tulu' etmez. Bunun içindir ki, kendilerine za'f
galip olmuştur. Yine bunu içindir ki, zam andan m üddet-i m edîde
geçtiği halde şeddi yıkm ağa m uktedir olam am ışlardır. Sonra İsken­
der, Şarkın cânib-i şim âline tevcîh-i seyâhat ederek bir yere vâsıl ol­
du ki, orada güneşin gurûbu yoktur. Bu yer Cenâb-ı H akk'm yarat­
tığı gibi beyazdır. Orası ricâl-i gaybm m eskenidir. Bunlarm padişahı,
Hızır (as)'dır. Bu bilâdm ahâlisi m elâike ile konuşurlar. Oraya, âsi
olan Âdem evlâdı giremez. O yer fıtrat-ı asliyye üzerine bâkî olup,
arz-ı Bulgar'a yakındır. Bulgar, diyâr-ı garb hâricinde bir beldeden
ibârettir. Eyyâm-ı sayfde m ağribdeki şafak gurûb etm ezden evvel,
fecrin şafakı tulü' ettiği için orada yatsı nam azı vâcip olmaz.
Binaenaleyh oranın sükkânı, yatsı nam azı ile m ükellef değildir. Arz-
ı m ezkûrun acâibine dair haberlerde bir çok rivâyet olduğundan on­
ları beyâna lüzûm görm üyoruz. Bizim arz hakkm daki bu
izahatım ızdaki işâretleri anla!
Arz-ı beyzâ dediğimiz, eşref-i arâzîdir. O yerin kadr ve mertebesi
indellah âlîdir. Çünkü o yer enbiyâ ve mürselîn ve evliyâ ve sâlihînin
mahall-i ikâmetidir. Nâsı gaflet istilâ etmemiş olsa, sen de onlarm
m ugayyebât ile nasıl tekellüm ettiğini ve umûr-ı müşkilede nasıl
tasarruf ettiğini ve sâni-i âlimin kudretiyle her istediklerini nasıl yap­
tıklarını görürdün. Sözümüzdeki işâretleri anla! Sana nasıl rehberlik
yaptığımızı idrâk et. Bu sözlerin zâhiri üstünde kalma. Her zâhirin bir
bâtını vardır ve her hakkın bir hakîkati vardır. Vesselâm!

425
Y erin ikinci tabakası: Yerin ikinci tabakasının rengi, yeşil zümrüt
gibidir. Yerin bu tabakasma arz-ı âdât tesmiye olunur. Bunda sâkin
olanlar, cin taifesinin m ü'minleridir. Bunların gecesi, yerin gündüzü;
yerin gündüzü, bunların gecesidir. Arz-ı dünyâdan güneş bâtmcaya
kadar, bu taife bunların gündüzü olan geceyle yerde sakin olup
gurûb-ı şemsden sonra zâhir-i arza çıkarlar. Cin taifesinin m ü'minleri
demirin mıknatısa incizâbı gibi benî Âdem 'e âşıktırlar. Arslan avının,
arslandan korktuğu gibi benî Â dem 'den korkarlar. Şeriatm kuvvetli
olduğu yerde kımıldanamazlar. Bu arzın devre-i küreviyyesi 2201
sene, dört aydır. Bu tâife-i arziyyede harâp yoktur. Belki kâffesi sük-
nâ ile ma'mûrdur. Cin müminlerinin ekserisi, irâde sâhibi ve nefse
muhâlefet heveskârı olan sâliklere haset ederler. Bunun içindir ki, ek-
ser-i sâliklerin helâkı, bu yerin cinleri yüzündendir. Bunlar bir şahsa
tasallut arzu ettikleri zaman, o şahsın bilemeyeceği taraftan tasallut
ederler.
Ben zamanın sâdât-ı sûfiyyesinden bir cemaat gördüm. Mezkûr
cinlerin kuyûdâtıyla mukayyed olmuşlar ve cinler onlarm kulaklarını
sağır, gözlerini kör yapmıştır. Halbuki o âdemler bu tasalluta giriftâr
olmazdan evvel, kelâm-ı Hazreti kulaklarıyla işitenlerden idiler. Arz-
ı mezkûrun cinleri tarafından tasalluda uğradıktan sonra, onlara, ne
vecihle hitâp olunursa kulaklarına gitmez ve hakikatini taakkul
edemezler. Bu kabilden olan sûfiyye kendilerindeki hakâyıktan mah-
cûbdurlar. Kendilerinin ahvâlini bildirmek için vesâyâ sûretiyle ken­
dilerine hıtâp olunsa, inkâr ederler.
Bu izâh ile işâret etmek istediğim şeyi anla ve sana göstermek is­
tediğim hakikatle tahakkuka çalış ve ahkâm -ı tarîkde Cenâb-ı
H ak'tan istiânede kusur etme. Bu fırka-i mutasallidenin keydinden
(hilesinden) Cenâb-ı Hak seni necâta erişdirir.
Y erin üçüncü tabakası: Yerin tabakâtmdan üçüncü takabaka-i ar­
zın rengi, zağferân gibi sarıdır. Buna, arz-ı tabîat tesmiye olunur. Bu
arzm sükkânı, cin tâifesinin müşrikleridir. Bunların içinde Allah'a
imân eden yoktur. Bunlar şirk için, küfür için yaratılmışlardır. İnsan­
lar arasında benî Âdem sûretinde temessül ederek görünürler. Bun­
ları evliyâdan başkası bilemez. Eş'â-i envâr-ı kemâlâtıyla sâhib-i kud­
ret olan muhakkik bir velînin bulunduğu şehre bunlardan hiç birisi

426
giremez. V elî henüz tahkîk mertebesinde kem âle gelmemiş ise onun
bulunduğu şehre zikr olunan cinler girer ve muharebe ederler.
Cenâb-ı Hakk'm nusret-i ilâhiyyesine nâil oluncaya kadar o nev'den
olan evliyâ ile muhârebeye devâm ederler. Kemâl husûlunden sonra
onun bulunduğu şehre girmeğe kâdir olamazlar. Hatta onlardan
birisi o velînin bulunduğu şehre girmek istese envârııun eş'âsıyla
yanar. Zikr olunan cinlerin bütün meşgûliyetleri halkı envâ-ı gafletle
iğfal ederek A llah'a ibâdetten m en' etm ektir. Bu arzın devre-i
küreviyyesi 4402 sene, sekiz aydır. Bu arzın her tarafı süknâ ile
m a'mûrdır. İçinde harâp yer yoktur. O yerin halk olunduğu günden
beri içinde Cenâb-ı Hak zikr olunmamıştır. Yalnız bir defa zikr olun­
muşsa da o da, o arzın sükkânınm konuştuğu lugattan başka bir
lugatdır. İşâret ettiğimizi anla! ve sana rehberlik ettiğimiz hakikati bil!
Yerin dördüncü tabakası: Yerin tabakâtmdan dördüncü tabakanın
rengi, kan gibi kırmızıdır. Bu yere arz-ı şehvet tesmiye olunur. Bunun
devre-i küreviyyesi 8065 sene, 120 gündür. Bu yerin her tarafı süknâ
ile ma'mûrdur. Bu yerin sükkânı, şeyâtîndan ibârettir. Şeyâtînin envâı
çoktur. Bunların hepsi Îblîsin nefsinden tevellüd eder. İblisin tevlîd
ettiği bu ensâli, iblis önüne alarak bunları bölük bölük yaparak taksim
eder. İnsanlara kıtâl husûsunda delîl olmak için bir kısmına kati il­
mini öğretir, bir kısmına da küfr ve şirki ta'lîm eder. O kısımdan ev­
lâtları, ehl-i küfrün kalbinde bünyân-ı küfrü tahkîm için ulûm -ı müş­
rikini bilm ek husûsunda hâkim kılar. Bir kısmına da ulemâ ile
mücâdele için ilim usûlunu öğretir.Bir kısmına münekkirâtı ta'lîm
eder. Bir kısmına da hud'a usullerini, bir kısımma zinâ usûllerini, bir
kısmma da sirkat usûllerini ta'lîm eder. Bu sûretle ne küçük, ne
büyük hiç bir m a'siy et bırakm ayarak hepsini kendi torunlarına tâlim
eder. Sonra İblis bunlara mevâdı-ı ma'rûfede oturmalarını emr eder.
Ehl-i hud'aya, ehl-i hîleye, tama' peykesinde; ehl-i katle, ehl-i ta'na,
riyâset peykesinde; ehl-i şirke, şirk peykesinde; ehl-i ilme, münâcât ve
ibâdet peykesinde; ehl-i nâra ve sirkâte, taam peykesinde otur­
malarını ta'lîm eder. Sonra bunların eline bir takım zincirler ve âlât-ı
kuyûdiyye vererek bunları tevbe etmeksizin yedi defa münkerâtı iş­
leyen kimselerin boynuna geçirmelerini emr eder. Bu nev' silsileye
giriftâr olanları, şeytân cinsinden ifritlere teslîm ederek yer tabakasın­
dan aşağıdaki noktalara silsilelerin rabt olmasını emr eder. Bu nev'

427
silsileye giriftar olan kimseler için bir daha Îblîse ve şeyâtîne muhale­
fet imkânı yoktur.
Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.
Yerin b eşin ci tabakası: Beşinci tabaka yerin rengi, çivit (sarı renge
yakın) gibi koyu mavidir. Bu arza arz-ı tuğyan tesmiye olunur. Bu ar­
zın devre-i küreviyyesi 17720 sene, 8 aydır. Bu yerin her tarafı süknâ
ile ma'm ûrdur. Bu yerde cinnin ve şeyâtinin ifritleri sakin olur. Bun­
lar için ehl-i m aâsîyi kebâire sevk etmekten başka vazife yoktur. Bun­
larm hasletleri söylenen sözün aksini yapmaktır. Bunlara "gidin" den­
se gelirler, "gelin" dense giderler. Keyd ve hile itibâriyle şeyâtînin ak-
vâsı bunlardır. Çünkü bunlarm üst tarafında dördüncü tabakada
bulunanlarm keydi ve hilesi daha, hafiftir, ednâ hareketle mündâfi'
olurlar. Cenâb-ı Hakk'm Kur'anda ^ d (j\fisa 66) buyur­
m ası bunlar hakkındadır. Fakat bu beşinci tabakada bulunan
şeyâtînin keydi, daha büyüktür. Bunlar, benî Adem üzerine galebe-i
kahriyye ile musallat olurlar. Onlara muhalefet mümkün değildir.
Allah hakkı söyler, sebil-i savâbı gösterir.
Yerin altıncı tabakası: Yerin tabakâtmdan altıncı tabakaya arz-ı il-
hâd tesmiye olunur. Bunun rengi karanlık gece gibi siyahtır. Bu yerin
devre-i küreviyyesi 25221 sene, 120 gündür. Bu yerin kâffesi, merede-
i cin ve ibâdullahdan hiç bir kimsenin sözüne kulak asmayan anede-i
cin ile meskûndur.
Şurası da m a'lûm un olsun ki; taife-i cinnin ecnâsı m uhtelif olmak­
la beraber, dört nev'e münhasırdır. Bir kısmı, unsurî olanlardır. İkin­
cisi, nârî olanlardır. Nârî olan da unsurîye munkalib ise de bizim bu
tâbirimizde nükte vardır. Üçüncü nev'i, havâi; dördüncü nev'i, türâbî
olanlardır. Unsurî olanlar âlem-i ervâhdan çıkmazlar. Besâtet, bunlar
üzerine gâlibdir. Kuvvet itibâriyle cinnin eşeddi, bunlardır. Bu isim
ile de tesmiye edildikleri, melâikeye olan münâsebetlerinin kuvvetin-
dendir. Çünkü bunlarda umûr-ı rûhâniyye, umûr-ı tabiiye-i süfliyye
üzerine gâlibdir. Bunlarm zuhûru, hâtırât-ı insaniyyede olur. Bunlar
hakkında Cenâb-ı Hak ğJ-lj ü&I j , (En'am 112) buyurmuştur. Bu
işâreti anla! Bu hatırâta musallat olanlar, ekseriye evliyâya musallat
olurlar.

428
N ârî olanlara gelince: Bunlar ekseriya alem-i ervâhdan çıkarlar ve
her sûretle temesssül edebilirler. Ve ekseriyâ insanlara âlem-i misâlde
füc'aten tasallut ederek, o âlemde istediği şeyi yaparlar. Bunların
keyd ve hilesi de şedîddir. Hatta bunların ba'zıları bir şahsı heykel-i
insânîsi ile alıp istediği yere götürdüğü vardır. Ve ba'zıları da bir şah­
sa tasallut ederek, onunla ikâmet ederler. Bu sûrette bunu gören kim­
se, onu ru'yeti devâm ettikçe masrû' olarak yere düşer.
Havâî olanlar âlem-i mahsûsda da görünürler. Bunlar, insanın
rûhuyla mukâtele eder. Onların sûret ve şekilleri, nazar eden kimseye
m ün'akis olunca, o da masrû' olarak yere düşer.
Türâbî olanlara gelince: Bunlar bir şahsa bir hey'etle görünerek,
onun üstüne toprak atmak sûretiyle rengini tağyir ederler. Bu kısım­
da olanlar, cinnin mekirde ve hüede kuvveti en zayıf olanıdır.
Y ed inci tabaka: Yerin tabakâtından yedinci tabakaya, "arz-ı
şekâvet" tesmiye olunur. Arz-ı şekâvet, cehennemin sathıdır. Arz-ı
şekâvet, süfliyyât-ı tabiiyyeden yaratılmıştır. Bunun sükkânı, yılanlar,
akrepler, cehennemin ba'zı zebânîleridir. Bu arzm devre-i kiireviy-
yesi, 70442 sene dört aydır. Burasının yılanları, akrepleri, dağlar gibi,
deve boyunları gibidir. Bunların hepsi, neûzu billah cehenneme mül­
haktır. Bu nev' eşyayı bu nev' yere Cenâb-ı H ak'km iskân etmesi,
âlem-i uhrevîde cehennemde bulunan azâba numûne olsun içindir.
Nitekim naîm-i cennete de, dünyada numûne yapmak için sükkân-ı
cennete nazire olmak üzere felek-i mükevkebde de bir taife iskân et­
miştir. Bu zikr olunanların nezâiri mahayyile-i insaniyyedendir.
Muhayyile-i insaniyyenin sol cânibinde bulunan suver, bu yerden bir
nüshadır. Muhayyile-i insaniyyenin sağ cânibinde bulunan suver de
felek-i atlastan, "Sûr" ve "A rş" ve emsâli sükkândan bir nüshadır.
Cenab-ı Hak'km âlem-i dünyevîdeki şeyleri izharı, âlem-i uhrevîde
bulunan cennet ve cehennemdeki mevcûdâtm vücûduna dâir, halkul-
lah üzerine şimdiden Hakk'm hüccet ve delîl ikâmesi demektir. Böy­
le olmasa, ukûl-ı beşeriyye umûr-ı uhreviyyeyi idrâka yol bulamazdı.
Ve böyle olmasa dünyâ ile âhiret arasında münâsebet gösterilmedik­
çe âhirete imân lâzım gelmezdi. Nitekim Cenâb-ı H ak'km bu dâr-ı
dünyâda bu gibi cennet ve cehennem numûnelerini izhârı, Cenâb-ı
H akk'm naîm-i cennete, azâb-ı cehenneme dâir Kur'an'da haber ver­

429
diği şeyleri bilmeğe akılları için bir nev m irkât-ı idrâk (merdiven
demek) husûlu içindir.
Bu izâhâtta işâret ettiğimiz şeyleri anla! Elfâzm zahiriyle iktifâ et­
me! Hatta m a'na-yı batıniyye üzerinde de tavakkuf etme. Belki
m a'na-yı bâtmiyyenin işâret ettiği hakikatle tahakkuka gayret et ve
bizim sana rehberlik etmek istediğimiz m es'elede zâhirden bâtına
vusûlde sa'y-ı beliğ göster. Çünkü zâhirin bâtını ve her hakkm
hakikati vardır. Âdem-i hakîkî o kimsedir ki, bir söz işittiği zaman
onun güzel olan noktalarma atf-ı nazar ederek o noktalardaki parlak
mânâlara ittiba' eder. Cenâb-ı Hak, bizi ve seni hüsn-i tefekkür, hüsn-
i tezekkür ile hakikati görenlerden eylesin!
Bundan sonra şurası da m a'lûm un olsun ki; zikr olunan yedi taba-
ka-i yerin tabakâtı nüzûl itibâriyle nihâyete varınca devresi, suûd
cihetine doğru meyi eder. M es'ele ehl-i nârda da, aynen böyledir. Sük-
kân-ı cehennem, kendileri üzerine yazılan cezayı ikmâl edip de cehen­
nemden çıktıkları zaman bunlar suûd cihetine meyi ederek, ehl-i cen­
netin müşâhede-i mekrine ve envâr-ı azâmet-i ilâhiyyeye mutâbık ve
bunlarm hakâyıkıyla tahakkuk mertebesine doğru suûd ederler. Ay­
niyle bu babm evvelinde* Yakûte-i beyzâdan münkalib olan "su "
mes'elesi de böyledir. Çünkü felek-i mâ, felek-i türâbdan evvel bir
felek olduğu gibi, felek-i turâbdan sonra felek-i evveldir. Ondan son­
ra felek-i havâ; ondan sonra felek-i nâr; ondan sonra felek-i kamer; on­
dan sonra felekü'l-eflâka; arş-ı muhîde varmcaya kadar tertîb üzerine
eflâk yükselir.
Şunu da bil ki; yeri muhit olan yedi denizin aslı, iki denizdir. Çün­
kü Cenâb-ı Hak evveü olmayan ezelde bâlâda îzâh edildiği veçhile
dürre-i beyzâya nazar edince, dürre-i beyzâ suya münkalib oldu. İşte
bu sudan ilm-i İlâhîde nazar-ı heybete, nazar-ı azamete, nazar-ı kib-
riyâya mukâbil olan kısım, heybetin şiddetinden dolayı ta'm ı itibâriy­
le tuzlu ve acı oldu. O sudan ilmullahda nazar-ı lutfa, nazar-ı mer­
hamete mukâbil olan kısmm ta'm ı da tath oldu. Cenâb-ı Hakk'm
Kur'an'da "şu kısmı tatlıdır, içm esi latiftir. Bu kısım acıdır, içilemez
haldedir." mânâsına olan jrU-l jJL. ü» j .oÇi jJL olJ olc Lû> (Fatır, 12) âyetin­
deki azbin takaddümü, yani tath suyun evvel zikr olunması, rahmet-
i ilâhiyyenin azâb-ı İlâhîye sebkatı sırrına mebnîdir. İşte şu izâh vec-

430
hile yedi denizin aslı biri tatlı, biri acı olmak üzere iki denizden ibâret-
tir. Tatlı denizden bir cedvel maşrık canibine doğru uzayarak yerin
nebatatı ile ihtilât etti. Binaenaleyh o suda koku hâsıl oldu. Bu cedvel
tek başına bir denizdir. Sonra yine o tatlı sudan bir cedvel de mağrib
cihetine doğru uzadı. Bahr-ı m uhît-i mâliha yaklaştı. Onun ta'miyle
imtizâc etti. Binaenaleyh o cedvelin ta'mı, mümtezic oldu. Bu cedvel
de tek başına bir denizdir.
Tuzlu denize gelince: Bundan üç cedvel çıkmıştır. Cedvelin birisi,
yerin ortasmdadır. Ta'm -ı evveli üzerine tuzlu olarak bâkî kalmıştır,
tagayyür etmemiştir. Bu da tek başına bir denizdir. Tuzlu sudan bir
cedvel de yerin sağ cihetine gitmiştir. Yerin sağ ciheti, cânib-i cunûb-
dan ibârettir. Bu cetvel de mümted olduğu arâzînin ta'm ı kendisine
galebe ederek ekşi olmuştur. Bu da tek başına bir denizdir. Bir cetvel
de sola doğru yani cânib-i şimâliyyeye doğru gitmiştir. O suya da üs­
tünde mümted olduğu arâzînin ta'm ı galebe ederek içilm eyecek dere­
cede acı olmuştur. Bu da tek başına bir denizdir. Mezkûr tuzlu deniz
cebel-i Kâf ve cebel-i Kâf'daki arâzînin kâffesini de ihâta etmiştir. O
kısımda suyun ta'm -ı mahsûsu yoktur. Şu kadar var ki, rayihâsı pek
güzeldir. Onun kokusunu koklayan kendindeki hâl üzerine sebât ede­
meyip, belki kokunun güzelliğinden helak olur. İşte dalgalarının
sadâsı işitilem eyen bahr-ı m uhît budur. Bu işâreti anla ve bu
ibârelerin zumundaki hakâyıkı bil!
Zikr olunan icmâli işte şimdi tafsîle başlıyorum. Bu tafsilâtm için­
de esrâr-ı ilâhiyyeden akvâl-i garibiyyeyi dere edeceğim tatlı denizin
tafsiline gelince; içm esi güzel, üstünde merâkible yürümek kolay ve
havâs ve avâmm seyr ve hareketine m üsâid ve efkâr-ı ukûlun hüsn-i
taakkulle hareket edeceği yerdir. Uzak ve yakın, yâni idrâki kavî ve
zaîf olanlar bu denizden iğtiraf (yani avuç avuç su almak) feyz
edebilirler. Ve zaif ve şedid olanlar bundan nasibini iktisâb edebilir­
ler. Bunlarm müvâzenesi bununla müstakîm ve nâmûs-ı edyândaki
hikmetler bununla muntazim ve kavîm olabilirler. (Şerîat)
Bu denizin rengi beyaz, televvünü şeffâftır. Bu denizin geçitlerin­
de bâliğ ve nâ-bâliğ olan insanlar sür'atle gidebilirler. Ve bunun sof­
raları üstünde tâlip olan iğtinâm ganimetiyle fâide görür. Balıklarının
inkiyâdı kolaydır. Şebekeye yakın gelirler, kolay sayd olunurlar. Bu

431
deniz ta'zim ve ihtiram nûrundan yaratılmıştır. Bu denizde helâl de,
harâm da aşikârdır. Bu deniz hükm-i zâhirin irtibâtma, evvel ve âhirin
salâh-ı emrine vesiledir. Bunun içinde sefer çoktur, hatar azdır.
Gem ilerinin sakatlandığı veyahut dalgadan rakîb-i bahrm gark ol­
duğu pek azdır. Bu deniz, necâta doğru koşan kimse için yoldur. Her
tâlibin ümniyesine vusûl için, tarîk-i necâttır. Bu denizde ibâre sadet­
lerinden işâret incilerini çıkarm ak kolaydır. Kelimât şebekelerinden
hikmet mercânlarmm zuhûru, bu denizde görülür. Merâkibi nakliyât­
ta dâim, limanları mechûl değil, ma'lûmdur. Ka'rı yakın ise de gavrı
uzaktır. M ilel-i muhtelife ahalisinin kâffesi bu denizin sükkânmdan-
dır. M ilel-i muhtelifenin rüesâsı müslümanlardır. Hâkimleri, ilmiyle
amel eden fukahâdır. Cenâb-ı Hak, nimet meleklerini bu denizi
muhâfazaya m e'm ûr kılarak o melekleri kabz ve basta vâsıta eylemiş­
tir. Bu tatlı denizin dört tanesi meşhûr, kırk bin kadar gayr-i meşhûr
furûu vardır. Müşteher olan fer'leri Fırat, Nil, Seyhun, Ceyhundur.
M eşhûr olm ayan fer'lerinin ekserisi arz-ı H ind'de, arz-ı Türk­
men'dedir. Habeş'te de bu denizden iki fer' vardır. Bu denizlerin
dâire-i m uhitası yirmi dört senelik yoldur. Bu denizler, aktâr-ı arzda
teşe'ub ve teferru' ederek tülünde ve arzmda yayılmıştır.
Bu denizden iki fer' daha vardır. Birisi, "irem e zâti'l-im âd"da yani
Yem en'de öbürüsü Umm ân'dadır. Yeryüzünde yayılan ve yerin her
tarafına iltisâkı olan deniz, yerin diyar ve bilâdını m a'm ûr eyleyen ve
bütün halk arasında eserini gösteren bir denizdir. Araz-ı arzmda
görünen, zikr olduğu veçhiledir. Tûl-i arzda ahz-i mevki ederek ireme
zâti'l-im âd'da sâkin olandır. Memzûcun sâhibi bulunan bahr-ı mem-
zûc, yani bahr-ı muhteliftir. Bu işâretleri anla! Bu ibareleri bil! Key­
fiyeti izâh-ı zâhir üzerine değildir. Cenâb-ı Hak, işin evvelini ve âhiri­
ni muhittir. (Tarikat)
Kokusu fena olan denize gelince: Bu denizde seyir ve sefer güç,
helâke uğramak pek gâliptir. Bu deniz hakikate sûlûk edenlerin yolu
ve mugayyebât ile uğraşanların tevecciihgâhıdır. Herkes bu deniz
üzerinde murûra heves ederse de, o saadet ibâdullahdan ancak ub-
bâda m üyesser olur. Bu denizin rengi, beyaz ile siyah arasında mah-
lût olup tatlı tuz rengindedir. Bu denizin emvâcı her türlü hayrât ve
müberrât ile taşmakta ve rüzgarları her türlü fedâil ile neşr-i revâyih-

432
i tayyibe eylemektedir. Bu denizin balıkları katırlar, develer gibi pek
iridir. O balıklar her türlü ağırlığı, m addî ve m anevî sikletleri yük­
lenerek zahm et çekilm edikçe vusûl m ümkün olm ayan "dürre-i
nefîse" beldesine îsâl edebilirler. Şu kadar var ki, bu balıkların in-
kiyâdı çoktur. Ced ve ictihâd olmadıkça avlanamazlar. Azâim-i
kahire ashabından olmayanlar bu denizin gemilerine binemezler.
Rüzgarları, meşrık-ı şems cihetinden eserek gemilerini bahr-ı necâtm
sâhil-i selâmetine yürütür.
Bu denizin ahâlisi ef'âlinde sâdık, akvâlinde ve ahvâlinde her
cihetle şa'yân-ı i'timâddır. Bunun sükkânı âbidler, sâlihler, zâhidler-
dir. Bekâ incileri, nükâ ve safâ m ercânları bu denizden çıkarılır. O in­
cilerle zinetlenenler, ancak kalbî tahârete nâil olanlar üe ahlâk-ı
hasene ile mütehakkık ve envâr-ı hakâyıkla m ütecellî olanlardır.
Cenâb-ı Hak, bu acîb denizin muhafazasına melâike-i azâbı müekkel
kılmıştır. Bu denizin m uhîti beşbin senedir. Bu deniz, arzında suûbete
ma'rûz olduğundan yeryüzünde tüle ve imtidâda mâlik olamamıştır.
(Hakikat)
Bahr-i m emzûce gelince: Bahr-ı mem^ûc, m uhtelif mazarratların
devâsıdır. Bunun rengi, sarıdır. Dalgaları, kırmızı kaya gibi donmuş­
tur. Her insan ondan su içm eğe kâdir olamaz. Kezâlik her insan onun
yollarında seyr ü sefer edemez. Bu deniz "irem e zâti'l-im ad"ın
denizidir. İreme zâti'l- imâd bir bahçedir ki, bunun misli bilâd-ı
sâirede yaratılmamıştır. Bu deniz, sa'bu'l-m eslek, kesîrü'l-mühlekdir.
Bunda selâmetle, ancak m ü'm ininden âhâd-ı m a'lûm e seyr ü sefer
eder. Ve orada ancak m u'tekâd olanlardan efrâd-ı mahsûs hükmünü
yürütebilir. Küffârdan birisi, bu denizden bir gemiye binse uğ­
rayacağı felâket geminin batması ve râkibinin gark olmasıdır.
Bu denizin mühlik canavarları gemileri parçalar ve batırır. Bu
denizin gemilerini nukûl-ı şafiye ile müeyyed olan ukûl-ı vâfiye as-
hâbı inşâ edebilir. Onlardan başkası bu denize binm ek için gemi yap­
mak isterse de, neticedeki azâbı ve lıelâkı düşünerek fâideyi ikâmette
bulm ağı tercih eder. Bu denizin balıkları, yutmak husûsunda kâhir ve
hilekârlıkta m âhirdir. Bunlar ancak ibrişim den m a'm ûl ağlarla
tutulabilirler. Bu m es'ele-i m ühimmeye, ancak hâlis olan mü'minler
cesâret edebilirler. Bu denizden çıkarılacak inciler, lâhûtiyyu'1-asl,

433
m ercanları nasûtiyyu'l-m eşheddir. Bu denizin fâidelerini ta'dâd
mümkün değildir. Çünkü nihâyeti yoktur. Kezâlik helaki da şiddetli,
husrâm mûcib ve ebdâna ve edyâna te'siri pek kâvîdir. Bu denizin
sükkânı, sıddıkiyet-i kiibrâ ashabının gıdasını hâmil olan sıddıkiyet-i
suğra ashabmdandır. Ben bu denizin sükkânmı itikâdları selim, in­
tikam ve fitnelerden sâlim olarak hüsn-i zan ile muttasıf gördüm.
Cenâb-ı Hak bu bahr-ı azîmin hıfzım melâike-i teshire havâle etmiş­
tir. O melekler büâd-ı sâirede misli yaratümayan ireme zâti'l- imâd'm
sükkânıdır. Bu denizin dalgaları, garip bir beldenin sahillerine vurur.
Ve o belde ahalisi o denizin acîp olan balıklarıyle intifa' ederler. Bu
denizin katr-ı muhiti 7000 senedir. Burada sefer edenlerden ba'zıları,
bu mesâfe-i kesîreyi yarım dakikalık bir uyku müddetinde de kat'
edebilirler. Bu deniz, şehirlerinin imtidâdmca furuât meydana getir­
miş ve bu denizin harâbı da, m a'm ûresi de m a'm ûr olmuştur.
Bahr-ı m âliha, yani tuzlu denize gelince: Bu bahrm m uhiti âmm,
dâiresi tamamdır. Rengi, gök; derinliği, çoktur. Bunun suyundan kim
içerse, mübtelâ olacağı susuzluk yüzünden ölür. Ve bunun refnâsm-
dan, yâni kenârmdan geçen kimsenin fâni olması muhakkaktır. Ezel
rüzgârları, bunun cihât-ı garibesinden esmiş ve emvâcı her tarafda
tesâdüm yapmıştır. Bu denizde seyâhat eden, selâmete erişemez ve
bu denizde sefer eden ister usûlu dâiresinde, ister usûlsüz olsun
hidâyeti bulamaz. Meğer ki tevfîk-i İlâhî yed-i inâyeti üe sefer eden
kimseyi te'yid etmiş ola. Böyle tevfîk ile müeyyed olan kimsenin
gemisi, bu bahr-ı amîkin yollarından sâlim olarak avdet edebilir. Bu
denizin gemileri, ancak sabah vaktinde seyr ve sefer eder. Rüzgârları,
yalnız sağdan ve soldan eser. Bu denizin gemisi, nâmûs levnlerinden
inşâ edilmiş; kâmûs yâni bahr-ı muhit ilminden istihrâc olunan
çivilerle çakılmıştır. Fikirler bu denizin yollarında şaşırmış ve akıllar
bu denizin umkundan hayrete düşmüştür. Bu denizin gemileri pek
çok zaman helâkı m üeddî ve helâktan başka ta'b-ı azîmi müstevcib-
dir. Bu denizde de selâmete uğrayanlar, âhâd-ı müslimîndir.
Bu denizin mühlikelerinden necât bulanlar, efrâd-ı hâlisindir. Bu
denizin mühlik canavarları râkibi de, merkebi de yutar. Bu denizde
mukîm olan da, sefer eden de helâka uğrar. Bu denizde sefer eden,
her meslekde binlerce mühlikeye giriftârdır. Bu denizde helâl ile

434
harâm yekrenktir ve bu denizde m enşe', yâni ibtidâ ile meal, yâni
netice muhtelittir. Ve bu denizin ka'rı için intihâ ve âhiri için ibtidâ
yoktur. Bu denizde ancak azâim-i vâfiye ashâbı dalabilir. Bu denizin
incilerini ancak himem-i âliye ashabı ele geçirebilir. Bu denizin
m es'ele-i mühimmesi, hakikat mahsûlü üzerine m ebnî olup, furu' ve
usûlu o mahsûl üzerine müessestir. Bu denizin emvâcmm telâtumu,
yani yekdiğeri ile çarpışm ası devamdadır. Ehvâli azîm , yağmur­
larının bulutları dâimu't-terâkümdür. Bu denizde sefer edenler için
kevâkib-i zâhireden başka delil olm adığı gibi, gem ileri için de
zulumât arasmda muhtefî olan hayretten başka liman yoktur. Bu
denizin balıkları, umûm-ı m ahlûkât hey'eti üzerine yaratılmıştır.
Bu denizin ufak hayvanları, ağızlarıyla zehir atmağa mâildir. Allah
bu denizin haşerâtını "K âdir" isminin nûrundan yaratmış ve onları
emr-i zâhir hikmetinin hakikati eylemiştir. Bu denize dalanlar denizin
med ve cezrinden sâlim olurlarsa, çukurları sadetlerinde dolu olan
dürr-i yetim leri (tek ve iri inci) çıkarırlar. Cenâb-ı Hak, bu denizin
sükkânmı m ele-i a'lâdan halk etmiş ve o mele-i a'lâ keşf-i hakikatte
kendileri için yed-i tûl'a ihsân olunan tâifeden ibâret bulunmuş ve on­
ları muhâfazaya da vahiy m elâikelerini me'm ûr kılmıştır.
Şurası da m a'lûm un olsun ki; Cenâb-ı Hak, kıdemde, ademde
mevcûd olan "Yâkûte-i beyzâ"ya nazar edince o yakûte-i beyzâ'nm
nûru bu deniz oldu. Yâkûte-i beyzâ, bu denizin bâis-i ciheti ve
cedâvilden cereyân eden tatlı sular da o yâkûtun sûreti ve hey'etidir.
Ber-vech-i meşrûh nazar-ı İlâhî kendisine taalluk eden o yâkûte-i bey­
zâ suya munkalip oldu. İki deniz hâsıl oldu. Birisi zulmet, birisi ziyâ.
Cenâb-ı Hak, bu iki denizi birbirine karıştırınca ara yerinde âb-ı
hayâtı, iki denizin birbirine birleşmem esi için berzâh ittihâz etti. Bu
zikr ettiğimiz su, m ecm eu'l-bahreyn'de, mülteka'l-emreynde'dir. O
bir sudur ki, mağrib cânibinde "Erbil" tesmiye olunan şehirde akar.
M ecm eu'l-bahreyn'de Cenâb-ı H akk'm halk ettiği bu suyun has­
sası şudur ki, bundan içen ölmez ve o suda seyâhat eden "Behem ût"
denilen balığm karaciğerinden yem eğe muvaffak olur. Behemût, zikr
olunan tuzlu denizde, bir balıktan ibâret olup dünya ve mâfihâyı
hâm il olan bu balıktır. Cenâb-ı Hak, yeri bast ettiği vakitte onu
"Berehût" tesmiye olunan öküzün iki boynuzu üzerinde mekân tut-

435
turmuş, o öküzü Behemût tesmiye olunan ve zikr olunan bahrda
bulunan balığın arkasına yüklemiştir. İşte Kur'an'da c J l * j (Taha
6) âyetinin işâreti budur.
Bu zikr olunan mecmeu'l-bahreyn bir yerdir ki, onun kenarında
Mûsâ (as) ile Hızır (as) içtimâ etmiştir. Cenâb-ı Hak, M ûsâ'ya, mec-
m euT-bahreynde A llah'ın hâlis kullarından bir kul ile içtim â
edeceğini va'd etmiştir. Bu va'd-i İlâhî üzerine Mûsâ, yanındaki
delikanlı ile yiyeceklerini arkalarına alarak sefer ettiler. M ecmeu'l-
bahreyne vâsıl olunca evvela Mûsâ m ahall-i maksûda vâsıl olduk­
larını bilemedi. Mûsâ (as) arkadaşıyla bir kaya kenarında yemek
yedikleri zaman balığı unutmuşlardı. O sırada denizde cezir vukû'
bulmuştu. Med hâsıl olunca su kayaya kadar erişti. Hakîkat-i hayâtiy-
ye, sudan balığa sirâyet etti. Sıçradı denize gitti. Mûsâ (as), ateş üzer­
ine pişirilmiş ölü bir balığın canlanmasından taaccüp etti. Yanındaki
delikanlı Yûşa İbn-i Nûn'dur. Yûşa, Hz. Mûsâdan sene-i şemsiyye
itibâriyle bir yaş büyüktür. Bunların kıssaları meşhûrdur. Biz o
vak'ayı Miisâmeretu l-habib Müsâyeretü's-sâhib adh kitâbımızda tafsil
ettik. İsteyen oraya müracaat eder.
İskender, iistâdı olan Efratun'dan "âb-ı hayât içen, ölm ez." diye
işitmişti. Onun kelâmına itimâd ederek, bu sudan içm ek için seyr ü
sefer etti. Eflatun vaktiyle o suyun bulunduğu mahalle giderek âb-ı
hayattan içmişti. Eflatun ilâ yevminâ (ma'lumat-ı rûhiyyesi itibariyle.
Mecdi) hâlâ sağdır. Derâvend denilen dağdadır. Aristo, Eflatun'un til­
mizidir. O da, İskender'in üstâdıdır. İskender, mecm eu'l-bahreyn'e
giderken üstâdı da berâber idi. Arz-ı zulumâta vâsıl oldukları zaman,
yine sefere devâm ettiler. Yanlarında askerden de bir kısım vardı.
Diğer asâkir "Tibet" denilen şehirde ikâmet ettiler. Tibet, bir yerdik ki,
tulû'-ı şemse evvelâ m a'rûz olur. İskender ile berâber giden askerin
içinde Hızır (as) da vardı. Sefere devam ettiler. Ne kadar gittikleri
gayr-i m alûm dur. Bu sefer, deniz kenarında devâm etti. Her su bul­
dukları yere indikçe o sudan içtiler. Tûl-ı seferden usanmak hâsıl
olunca, askerin ikâmet ettiği mahalle döndüler.
Halbuki m ecm eu'l-bahreyn yollarından geçtikleri halde, mec-
meu'l-bahreyn olduğunu bilemediler. Onun için mecmeu'l-bahreyn
denilen yerde ikâmet ederek, sudan içmeğe muvaffak olamadılar.

436
Halbuki Hızır (as) ilhâm-ı ilâhiyyeye nail olmuştu. İlhamında ken­
disine bir kuşu buğazlayarak bacağına bağlaması emr olunmuştu.
Hızır da böyle yaptı. O kuş bacağında olduğu halde suyun içinde
yürüyordu. (Bir rehber buldu.) Mahall-i matlûba yâni mecmeu'l-bah-
reyne erişince kuşda hayat olmuşcasma ızdırâp ve hareket hâsıl oldu.
Hızır (as) orada ikâmet etti. O sudan içti. Gusl etti ve o suda yüzdü.
Bu meseleyi İskender'den ketm etti. Aristo Hızır (as)'ı gördüğü vakit
anladı ki, Hızır matlûbuna nâil oldu. Bunun içindir ki, Aristo ölün­
ceye kadar H ızır'a hizmet etti. Gerek Aristo, gerek İskender Hızır'dan
ulûm-ı mühimme iktisâb ettiler.
Şurasını da bil ki; Âb-ı hayât demek ulu varlığa nisbetle hakîkat-i
zâtiyyenin mazharı demektir. Bu işâretleri anla! Bu ibâredeki rumuz­
ları fek et. Bu izâhâtm hulâsasını kendinden başka yerde talep etme.
Kendi enniyetindençıkarsan, j y j > . . u c «L>l (Ali İmran 164) "Diriler­
dir, Rablerinin indinde merzûk olurlar." sırrıyla mâlik-i fevz ve necât
olursun. Ümit ederim ki, zaman seni onlarm hizbinden olmağa
muvaffak eder. Mûsâ ile Hızır ile İskender ile zulumât ile âb-ı hayât
ile maksût sen olursun. •

Şunu da bil ki; Hızır (as)'m zikri bâlâda geçti. Ve denildi ki,
Cenâb-ı H ak H ızır'ı ,j >j j & ■*** (Hicr 29) âyetinin hakikatinden
yaratmıştır. Binaenaleyh Hızır, rûhullahtır. Bunun için kıyâm et
gününe kadar yaşar. Ben H ızır'la içtim â ettim ve ona sordum. Bu
kitapda bu bahse âit yazdıklarım ı ondan rivâyet ettim.
Şunu da bil ki; Bahr-ı muhît-i mezkûr ve o bahrdan olup da dünyâyı
velî ettiği cihetten cebel-i Kâf'dan ayrılan deniz, mâlih yani tuzludur.
İzâhı sadedinde olduğumuz deniz budur. Cebel-i Kâf'a muttasıl olan
deniz, bu bahr-ı mâlihin mâverâsmdadır. Bu mâverâda olan, bahr-ı ah-
merdir. Bunun kokusu güzeldir. Bir de cebel-i Kâf'm mâverâsmda
olarak cebel-i esvede muttasıl olan deniz vardır. Bu da, bahr-ı ahdardır.
Semm-i kâtil gibi, ta'mı acıdır. Bundan bir katre içen derhal hâlik ve
fâni olur. Yine bu denizden olarak infisâl eden ve cemi' mevcûdâtı
şâmil ve muhit olarak cebel-i esvedin mâverâsmda olan deniz, bahr-ı
a'zamdır. Bunun ne ta'mı ma'lûm, ne de rüzgarı mefhûmdur. Buna
kimse baliğ olmamış, belki haberlerde vaki' olduğu için insanlarca
haberi ma'lûm ise de, âsârmdan munkati' olarak mektûmdur.

437
Bahr-ı ahmere gelince: Bunun intişâr-ı râyihâsı misk-i ezfer (en iyi
misk) gibidir. Bu deniz mevc-i âlî sâhibi olan "bahr-ı sâm î" tabiriyle
bilinmiştir. Ben bu denizin sahilinde sâhib-i imân bir takım âdemler
gördüm. Onların ibâdeti, halkı Hakk'a takrîbden başka bir şey değil­
dir. Bu insanlar, fıtrat-ı asliyyelerinde bu feyizle yaratılmışlardır. Bun­
larla muâşeret eden kimse muâşeretinin miktârına göre Allahı öğ­
renir. Ve onlarla beraber seyri miktarınca A llah'a takarrub eder. Bun­
ların yüzleri şems-i talî', berk-ı lâmi' gibidir. Sülük sahralarında hay­
rette kalanlar, bunlardan ziyâ alır ve denizlerin derin yerlerinde
şaşırıp kalanlar bunlarla nâil-i hidâyet olurlar. Ricâl-i mezkûre, bu
denizde sefer etmek istedikleri zaman balıklar için ağ kurarlar. Balık­
ları avladüar mı, o balıklar üzerine binerler. Çünkü bu denizin
sefineleri, o denizlerin balıkları ve bu denizden kazandan, o denizin
incileri ve mercanlarıdır. Şu kadar var ki, ricâl-i mezkûre, sayd ettik­
leri balıkların üzerine binince denizin güzel kokusunu koklayarak
bayılırlar. Bir türlü ifâkât bulamazlar. Ve bu denizde balıklara râkib
olduğu müddetçe hissiyâtlarma sâhip olamazlar. Onları, bindikleri
balıklar alıp götürür.
Nihâyet sahile yaklaşarak, oradaki merâtibden bir mertebe sâhiline
atarlar. Ricâl-i mezkûre, bu sûretle karaya vâsıl olup da denizden çık­
tıkları zaman, akılları kendilerine rucu' eder. Ve ellerine ne gibi mah­
sûller geçmişse, o zaman meydana çıkar. Hatta o kadar acâip ve
garâibe mazhar olurlar ki, bunu anlatmak için en hafif söylenebilecek
ta'bîr ji* yJâ J s . Jû- Vj cou- jil X» o îj Crs- VU dir. Türkçesi: "Öyle şeyler ki,
ne onu gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş, ne de benî beşerden bir
kimsenin kalbine hutûr etmiştir."
Şurası da ma'lûm un olsun ki; Bu denizin dalgalarmdan her dalga,
yerle gök arasmı milyonlarca defa doldurabilir. Çünkü o mevcelerin
nihâyeti yoktur. Eğer Cenâb-ı Hakk'm bu denizi ihâta eden kudret
âlemi olmasa, bu ulu varlığın içinde böyle bir denizin vücûduna im­
kân olamazdı. Cenâb-ı Hak "melâike-i Kerrûbiyyûn"u bu denizin
muhâfazasma m e'm ûr etmiştir. Melâike-i mezkûre, bu denizin or­
tasında karar tutamazlar. Belki kenarmda tavakkuf sûretiyle vazife-i
muhâfazayı icrâ ederler. Bu denizin sükkânı yalnız kendi devâbbı ile
balıklardan ibarettir.

438
Bahr-ı ahdara gelince: Bu, mürrü'l-m ezâk, m a'den-i helâk ve ağ-
râktır. Yâni ta'm ı acı olup, insanm helâka ve istiğraka uğrayacağı bir
mahaldir. Bu denizde âlim olanların ilminde o denizin adı, "hayru's-
sıfât" olup âriflerin indinde "ahsanü's-sim ât" ile tavsif ve tevsîm
olunmuştur. Bu denizde balık yoktur. (Tecelliyât-ı sıfatiyye) Bu deniz­
de sefer eden, mutlaka mevte mahkûmdur. Bu denizi ben gördüm.
Sâhilinde emin ve mutmain bir şehir mevcûttur. O şehir, Hızır ile
M ûsâ (as)'m vâsıl olduğu şehirden ibâret olup, şehr-i m ezkûr
ahâlisinden yiyecek istedikleri zaman ikisini de misâfir etmekten im­
tina' etmişlerdi. Bunun sebebi, ikisinin de libâsı fukâra libâsı idi. Hal­
buki o şehrin yemeklerinden yiyebilmek m ülûk ve ümerâya mahsûs­
tur.
Bundan başka şehr-i mezkûrun ahâlisini bu denizde seyr ü sefere
âşık ve mübtelâ gördüm. Hepsinin kalbinde bu muhabbet mevcûttur.
Hatta her sene başındaki o gün onların bayramıdır. Şehr-i mezkûr
ahâlisi içtimâ' ederek renkleri yeşil, kırmızı, sarı, daha başka türlü
renklerde olan binek atları üzerine binerek kendilerini bindikleri hay­
vana bağlarlar. Kezâlik atm gözlerini de bağlayarak o denize yaklaşır­
lar. Kimin atı, gözü bağlı olduğu için denize girerse o at da, üstüne
binen de helak olur. Yok eğer bindiği at, deniz kenarma varmca
denize girmeyip geri dönerse, o kimse diri olarak avdet edebilir.
Maamafih kurtulan o şahıs kendisini hâib-i merdûd ve mehcûr ve
matrûd addeder. Gelecek sene başka bir binek tedârik ederek, bütün
sene besleyip it'âm m a ihtimâm ettiği o atla yine hareket-i sâbıkayı,
yani tekrar denize doğru atı ile yürümeyi icrâ ederek o denizde gark
olup ölünceye kadar uğraşır. (Yani zâta geçmek istiyorlar.) Bu deniz
kenarmdaki şehirde bulunan ahâli, ölmek için aşka mübtelâdır. Bun­
lar o denize tıpkı pervânenin nûr-ı sirâca hücûmu gibi hücum ederek,
o denizde fânî olm ak sûretiyle helâk olmağa müştâktırlar.
Yedinci bahre gelince: Bu deniz, bahr-ı esved-i kâtladır. Bunun ne
sükkânı m a'rûf, ne de balıkları ma'lûmdur. Buraya vusûl muhâl ol­
duğundan, o vusûlun husûlu dâire-i imkânda değildir. Çünkü bu
deniz etvârın, ekvârm (küreler), edvârm mâverâsmda olup, dev­
relerin nihâyetidir. Bunun acâibi için nihâyet, garâibi için âhiriyet
yoktur. Müddetler ondan kâsır olduğu için çok tavîldir. Acâipde

439
ziyâdeliği fevka't-tasavvur olduğu için, vusûl muhal olmuştur. Bu,
bahr-ı zâttır. Sıfatların kâffesi bu bahr-ı zâtda hayrettedir. M a'dûm,
mevcûd, mevsûm, mefkûd, ma'lûm , mechûl, mahkûm, menkûl, mah-
tûm, ma'kûl, hepsi işte bu bahr-ı zâttan ibârettir. Bunun vücûdu, fik-
dânı; fikdânı, vicdânı yâni mevcûdiyetidir. Bunun evveli, âhiriyeti
muhit; bâtını, zâhirini câmi'dir. Onda bulunan şey, idrâk olunamaz.
Yâni kimse bilmediği için istifâye kâdir olamaz. Binaenaleyh bu bahr-
ı a'zam a dalmaktan inân-ı beyânı geri çekmek mecbûriyetindeyiz.
Allah hakkı söyler, hakîkî yola hidâyet eder ve tevekkül ve itimâd
O'nadir.

440
Altmışüçüncü Bâb

Babbi'l-Umum Edyânın ve
İbâdâtın Esrarı ve Kâffe-i Ahvâl
ve Makâmâtın Nükteleri
Hakkındadır

-w- zâhât-ı âtiyeyi dikkatle bil ki; Cenâb-ı Hak mevcûdâtm kâffesini
I kendisine ibâdet için yaratmıştır. Mevcûdât, m ezkûr ibâdet hik-
J L meti üzerine meşgûl ve bi'l-asâle bunun için mahlûktur. Esasen
bu ulu varlıkta hiç bir şey yoktur ki, Cenâb-ı Hakk'a hâliyle, makâliy-
le, ef'âliyle, belki zâtıyla, sıfâtıyla da ibâdet etmesin!
Bu ulu varlıkta bulunan her şey, Allah'a mutî'dir. Bunun delili
Kur'an'da yere göğe hitâben Cenâb-ı Hakk'ın uyjlk L jl UU ü J >\Xs.J> L Jİ
(Fussilet 4) buyurmasıdır. Türkçesi: "Tav'an yahut kerhen geliniz.
Cevapda yer ve gök m uti' olarak geldik." dediler. Bu âyette semâvât
ve arz ile murâd, yerin ve göğün sükkânmdan başka bir şey değildir.
Bundan başka Cenâb-ı Hak, A-' (Zâriyat 56) buyur­
muştur. "İns ve cinni ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım."
demektir. Kezâlik UjLy> JS- hadîs-i şerifi de bu babda mevcûdâtm
ibâdette olduklarma şâhiddir. "H er şey ne için yaratılmışsa, o yaratıl­
dığı şey kendisine kolay gösterilmiştir." demektir. Cin ve insin
H akk'a ibâdet için yaratıldıkları edille-i mezkûreden anlaşılmıştır.
Binaenaleyh kendilerinde sebeb-i hükat olan şey, kendilerine kolay
gösterilmiştir. Şu halde onlar, bi'z-zarûre A llah'ın ubbâdıdır.
Şu kadar var ki, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyenin muktezeyâtmdaki ih­
tilâftan dolayı ibâdâtta ihtilaf zuhûr etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"H âdî" ismiyle m ütecellî olduğu gibi "M udil" ismiyle de mütecel-
lîdir. Cenâb-ı Hak, "M ün'im " isminin zuhûr-ı eserini sevdiği gibi,

441
"M untakim " isminin zuhûr-ı eserini de sever. Bu iktizâya mebnî, es­
ma ve sıfât-ı İ lâ h ic e erbâbmdan ihtilâf zuhûr ettiği için nâsın ah­
vâlinde de ihtilâf görülmüştür. Cenâb-ı Hak Kur'an'da Lb-I_. X>\^Ul jlS-
ûj—JI üJI djui (Bakara 213) buyurmuştur. Mânâsı: "Nas, as-
hnda ümmet-i vâhide idi. Yâni fıtrât-ı asliyyeleri nokta-i nazarından
Allah'a ibâdet üzerine yaratılmışlardı. Cenâb-ı Hak enbiyâyı tebşir ve
inzâr için ba's etm iştir". Binaenaleyh "H âdi ismi itibâriyle peygam­
berlere tabi' olan o cihetle Cenâb-ı Hakk'a ibâdet etsin ve enbiyâya
muhâlefet eden de Hakk'a Mudil ismiyle ibâdet etsin." demektir.
Bu hikmete m ebnîdir ki, nâs arasında ihtilâf zuhûr ederek milel-i
muhtelife ve mezâhib-i mütenevvia ile insanlar arasında ihtilâf görül­
müştür. Ve her tâife, kendi bildiğini başkalarına nisbetle hata olduğu
halde savâb olarak bilmiş ve bildiği yola gitmiştir.
Bundan şu netice çıkar ki, Cenâb-ı Hak her husûsda sıfat-ı mües-
siresinin iktizâ ettiği nokta-i nazardan kendisine ibâdet olunsun için,
başkalarına nisbetle hata olan şeyi savâp gören tâifeye, savâp gör­
mesini güzel göstermiştir. İşte bu tetkik Ü-î y 'VI JÛb la (Hud 56)
âyetinin mânâsıdır. "Hareket eden hiç bir müteharrik yoktur ki, onu
Cenâb-ı Hak nâsiyesindenjtutmamış olsun." demektir.
Hulâsa: Bir fiili icrâ edenin fiilinde, hakikatte fâil olan Cenâb-ı Hak
olup, irâdesi ve murâdı ne ise o hâsıl olur demektir. Hakk'm murâdı
da sıfâünm iktizâ ettiği şeyin aynıdır. Cenâb-ı Hak mahlûkâtma, esmâ
ve sıfâtmm muktezâsı vechiyle mücâzât eder. Binaenaleyh bir kim­
senin rubûbiyyet-i üâhiyyeyi ikrârı, Hakk'a bir menfaat veremediği
gibi inkârı da H akk'a bir mazarrat veremez. Belki Cenâb-ı Hak mah-
lûkâtın istihkâkm a göre tasarruf eder. M ahlûkâtm istihkâkı
dediğimiz, kemâl-i İlâhî için lâyık olan ne ise, ibâdâtm ona göre tenev-
vuudur.
Hulâsa: Vücûd'da H akk'a ibâdet etm eyen ve muti' olmayan hiç
bir mevcûd yoktur. Cenâb-ı H akk'm Kur'an-ı A zîm 'inde y ob
ü& j *^*4 (İsra 44) âyet-i kerîmesi de bu babdaki edil-
ledendir. Mânâsı: "Mevcûdâttan hiç bir şey yoktur ki, Hakk'ı teşbih
etmesin. Fakat siz o teşbihi anlayamazsınız." demektir. Çünkü mev-
cûdâtın teşbihinde muhâlefet, m a'siyet, inkâr ve bunlara benzeyen
teşbihler de vardır. Bu sırrı her insan anlayamaz. Bundan başka âyet­

442
i celîle-i m ezkûredeki "nefiy", cümle üzerine vâki' olmuştur. Ondan
anlaşılır ki, ba'zı insanların anlaması sahihtir. "Siz onlarm teşbihlerini
anlayamazsınız." demek, "hepiniz anlayamazsınız." değildir. Bundan
da, ba'zı kim selerin anlamasına cevaz olduğu anlaşılır. Şurası da
m a'lûm un olsun ki; Cenâb-ı Hak bu varlığı icâd ettiği ve Adem (as)'ı
da cennetten inzal ettiği zaman, Âdem (as)'ı nüzûlunden evvel velî
olarak halk etmişti. Âdem yeryüzüne inince, Cenâb-ı Hak ona nübüv­
vet ihsan etmiştir. Çünkü nübüvvet teşri' ve teklif demektir. Dâr-ı
dünyâ da dâr-ı tekliftir. Cennet böyle değildir. Âdem orada sırf
velayetle hareket ediyordu. Cennet te dâr-ı kerâmet, dâr-ı müşâhede-
den ibâret olup bunlar da velâyetle kâim olan ahkâmdandır. Ebû'l-
beşer Âdem (as) yere indiği zaman da, zürriyeti meydâna gelinceye
kadar yine velî idi. Zürriyeti meydana geldikten sonra Cenâb-ı Hak,
 dem 'i zürriyetine nebi olarak gönderdi. Âdem (as) zürriyetine lâzım
gelen şeyleri öğretti ve Cenâb-ı Hakk'ın kendisine emr ettiği şeyleri
izâh buyurdu. Âdem (as)'a inzâl olunan âyetler müteaddid sahifeler-
den ibârettir. Âdem (as) evladından bir kısmı, suhuf-ı mezkûreden
bi'z-zarûre öğrendikleri ahkâma imân ettiler. Çünkü suhuf-ı mez­
kûredeki ahkâmı, ednâ aklı olan bir kims«nin reddine im kân yoktur.
İşte bu im ân edenler, evlâd-ı  dem 'den  dem 'e tâbi' olanlardır.
Lezzât-ı nefsiyye ve hevesât-ı şehevâniyyeleriyle m eşgûl olarak
suhuf-ı mezkûreyi öğrenmekten i'râz ederek hevâlarma tâbi' olan­
ların, netîce-i ahvâli, dünyâya aldanarak zulmet-i gaflete düşmekten
ibâret oldu. Bu gaflet, onları neticede inkâra ve suhuf-ı m ezkûre ah­
kâmına adem -i im âna sevk etti. İşte küffâr bunlardır. Âdem (as) vefât
edince, nesli arasında tefrika hâsıl oldu. Bir kısmı, Â dem (as)'ın
Cenâb-ı Hak indinde m ukarreb olduğuna im ân ettiler. O derecede ki,
 dem 'i sıfâtı üzerine taştan bir şahıs teşkili ile sûretini meydana
getirmeye ihtim âm ettiler. Bundan m aksatları hürm et ve ta'zîm ile
Hz. Â dem 'e hizmet idi. Şahıs sûretini m üşâhedeye devâm ederek
kalplerinde nâm ûs-ı m uhabbeti bu sûretle ikâm e etm ek istediler ve
"bu sûretle hürm et, bizim için Cenâb-ı H akk'a vesüe-i takarrub
olur." dediler. Çünkü onlar biliyorlardı ki, Hz. Â dem 'e hâl-i hayatın­
da hizmet, Cenâb-ı H akk'a vasıta-i kurbiyyet idi. Şahs-ı Â dem 'e
vefâtmdan sonra bu sûretle hizmet de, kurbiyyet-i m ezkûreyi intâc
eder, zannettiler.

443
Nesl-i Âdemden m u'tekadâtı izâh olunan kısm-ı mezkûrun içinde
bir taife de hürmette dalâlete düştüler. Doğrudan doğruya sûretin
nefsine ibâdete başladılar. "Abede-i evsân" denilen bunlardır.
Yine bunladan bir tâife de kıyâs-ı aklîye mürâcaatla, abede-i evsânı
tezyîfe kıyâm ederek "evsâna ibâdetten ise, tabâyi-i erbaaya ibâdet ev­
lâdır." dediler. Onların fikrince tabâyi-i erbaa varlığın aslı olup, âlem
harâret, burûdet, yubûset ve rutûbetten mürekkebdir. Binaenaleyh asl'a
ibâdet fer'e ibâdetten evlâ olmak şeklini tercîh ettiler. Evsân, ibâdet
eden kimsenin fer'idir. Çünkü evsânı, yâni putları yontup meydana
getiren, o ibâdet eden kimsedir. Binaenaleyh âbid, o evsânm aslıdır.
[y Hulâsa: Tabâyie ibâdet muraccahtır. İşte "tabüyyûn" denilen de
'X ' bunlardan ibârettir. Daha sonra bir tâife de yedi yıldıza ibâdete zâhib
k oldular. Bunlar "harâret, burûdet, yubûset, rutûbet hadd-i zâtında
hareket-i ihtiyâriyyesi olan bir şey değildir. Onlara ibâdette fâide yok­
tur. Zuhal, M üşterî, Merih, Şems, Zühre, Utarid ve Kamer'd en ibâret
olan yedi yıldıza ibâdet evlâdır." dediler. Bu yedi yıldızdan her biri
nefsinde müstakil, feleğinde seyre, devre sâhip; ba'zan menfaat,
ba'zan mazarrat olmak üzere vücûd bunların hareket-i müessiresi
olup o vecihle hareket eder. Bu sûretle tasarrufu olan şeye ibâdet ev­
lâdır." diyerek mezkûr yedi yıldıza ibâdet ettiler. (Bunlara "sâbüyye"
de denilir.) Felâsife denilen de bunlardır.
Başka bir tâife de nûr ile zulmete ibâdete zâhib oldular. Bunların
fikrince nûrları ibâdete tahsis, ikinci bir ciheti tazyikden başka bir şey
değildir. Çünkü varlık, nûr ile zulmete münhasırdır. Binaenaleyh nûr
ile zulmete ibâdet evlâdır, diyerek hiç bir yıldıza tahsîs etmeksizin
tasavvur-ı mutlak itibâriyle nûra, kezâlik tasavvur-ı mutlak itibâriyle
zulmete ibâdet ettiler ve nûra "Yezdân" ve zulmete "Ehrim ân" tes­
miye ettiler. "Seneviyye" denilen tâife de bunlardır. Başka bir tâife de
ateşe ibâdete zâhib oldular. Bunlar derler ki, "H ayatın esâsı harâret-i
gariziyye üzerine müessestir. Harâret-i gariziyye ise, zihinde mânâ ve
mefhûmdan ibârettir. Bu mânânın sûret-i vücûdiyyesi ise, ateşten
ibârettir. Binaenaleyh vücûdun tek başına aslı ateştir." Bu tâife de, bu
fikirle ateşe taparlar. "M ecûsiyye" denilen tâife de, bunlardan ibaret­
tir. Başka bir tâife de esâsında ibâdeti terke zâhib oldular. Bunların
zu'm ları ber-vech-i âtîdir.

444
İbâdet hiç bir fâideyi ırtüfîd değildir. Fıtrat-ı ilâhiyye esâsı nokta-i
nazarından hilkatin icâbı ne ise, dehr, yani zam ân-ı hâdisât o sûretle
vâki olan şeyi göstermektedir. Binaenaleyh ortada içindeki mevcûdu
dışarıya atan rahimlerden ve hariçdeki mevcûdu içinde tutan yerden
başka bir şey yoktur. İşte "D ehriyyûn" denilen tâife de bunlardır.
Bunlara "m elâhide" denilir.
Ehl-i kitâba gelince: Bunlar da fırka fırkadır.
1- Berâhimiyye: Bunlar, Hz. İbrahim dini üzerine olduklarını ve
Hz. İbrahim neslinden bulunduklarmı zu'm ederler. Bunlarm ibâdet-
i mahsûsası vardır.
2- Yehûd: Bunlar, Mûseviyyedir.
3- Nasârâ: Bunlar, İseviyyedirler.
4- Müslimîn: Bunlar, M uhammedîdirler; yâni biziz.
Bu ta'dâd olunan on fırkadan ibâret olup m ilel-i muhtelif enin asıl-
ları, bunlardır.
Milel-i muhtelifenin ihtilâfatma gelince; kesretinden nâşi nihâyeti
yoktur. Bununla beraber kâffesi zikr olunalı on fırkadan müteferridir.
1-Küffâr, 2- Tabiiyyûn, 3- Felâsife, 4- Seneviyye, 5- Mecûsiyye, 6-
Dehriyye, 7- Berâhimiyye, 8- Yehûd, 9- Nasâra,10- Müslümanlar
Bu on fırkadan hiç bir tâife yoktur ki, onlardan bir kısmını, Cenâb-
ı Hak cennet, bir kısmını da cehennem için yaratmış olmasın. Gör­
müyor musun? Ezmine-i m ütekaddimedeki küffâr, o zamanın pey­
gamberinin dâveti kendilerine vâsıl olmayan cihetlerde bulunmuşlar
ise, onlar ikiye münkasım olmuş demektir. Bir kısmı, âmil-i hayrdır;
Allah onları cennetle mükâfât eder. Bir kısmı, âmil-i şerdir; Allah on­
lara cehennemle mücâzât eder. Ehl-i kitâp da böyledir. Onlarda
şerâyiin nuzûlünden evvel hayr denilen şey, kalplerin kabul ettiği,
nefislerin sevdiği, rûhlarm kesb-i telezzüz ettiği şeylerden ibârettir.
Şerâyiin nüzûlunden sonra hayr, ibadullahın Cenâb-ı Hakk'a ber-
mûcib-i emr ibâdet ettikleri şeyden ibarettir.
Şer de şerâyiin nüzûlunden mukaddem, kalplerin red ile pis gör­
düğü ve nefislerin kerîh gördüğü ve rûhlarm elemine bâis olduğu
şeylerden ibârettir. Şerâyün nüzûlunden sonra şer, Cenâb-ı Hakk'm

445
ibâdetini nehy ettiği şeylerdir. Bu ta'dâd olunan tâifenin kâffesi lâyık
olduğu veçhile Cenâb-ı Hakk'a ibâdettedirler. Çünkü Cenâb-ı Hak,
onları kendileri için değil, belki kendisi için yaratmıştır. Binaenaleyh
onlar, müstehak olduğu vecihle Cenâb-ı Hakk'mdır. Bundan başka
Hak Subhânehu ve Teâlâ hazretleri bu m illetlerden esmâ ve sıfâtmm
hakâyıkmı izhâr etmiştir. Binaenaleyh kâffesinde bi-zâtihî tecellî eden
Cenâb-ı Hak'tır. İşte bu sûretle mezkûr tâifelerin kâffesi, Cenâb-ı
Hakk'a ibâdet etmiştir.
K üffâra gelince: Bunlar, Cenâb-ı Hakk'a bizzât ibâdet ederler.
Çünkü Cenâb-ı Hak bütün varlığın hakikatidir. Küffâr da varlık cüm-
lesindendir. Cenâb-ı Hak, onlarm da hakikatidir. Binaenaleyh küffâr,
Cenab-ı Hak kendilerinin hakîkati olduğu için kendüerine rab ol­
masını küfr ve setr etmişlerdir. Onlar "H ak bizim hakîkatimizdir.
Hakk'ın ise rabbı yoktur. Belki Hak, Rabb-ı mutlaktan ibârettir." diy­
erek Hakk'ın "ayn "ı olan zâtlarmm muktezâsı nokta-i nazarmdan
Cenâb-ı Hakk'a ibâdet etmişlerdir.
Küffârdan putlara tapanlara gelince: Bunlar derler ki, "Cenâb-ı
Hakk'm kemâliyle berâber hulûl ve ittihâd olmaksızın zerrât-ı vücûd-
dan her zerrede varlığın sim âşikârdır. "Bu sırra nazaran Hak Teâlâ
onlarm ibâdet ettikleri evsânm hakîkati olur." Binaenaleyh onlar da
Allah'dan başkasına ibâdet etmemişlerdir. Cenâb-ı H akk'm abede-i
evsânm bu hakîkati bilmesine de ihtiyâcı yoktur. Onlarm niyetlerine
de muhtâç değildir. Çünkü hakâyıkm, perde-i istitârda devâmı ne
kadar uzun olursa olsun, elbette o hakâyık için bir gün hakîkat-i emr
veçhile zuhûru zarûrîdir. İşte abede-i evsânm kendi nefislerinde
Hakk'a ittibâlarmm sırrı budur.
Çünkü abede-i evsânm kalpleri şehâdet etm iştir ki, hayr bu vecih­
le harekettedir. Binaenaleyh onlarm akâidi, bu hakîkat üzerine
düğümlenmiştir. Cenâb-ı Hak ise hadîs-i m eşhûr veçhile kulunun
kendine zannı ne ise, orada olduğu m a'lûm dur. Hz. Peygam ber de
"M üftîler sana başka fetvâ verirseler de, sen fetvâyı kendi kalbinden
al." m ânâsına olarak I dLil j U3 buyurm uştur. Bu hadîs-i
şerîf um ûm î kalb te'vîli üzerine söylenmiştir. M es'ele husûsiyle
tefekkür olunm ak lâzım gelirse, her kalb, lâyık-ı veçhile istiftâ
edem ediği gibi, her kalp de savâb olan şeyi iftâ edemez. Binaenaleyh

446
bu hadîs-i şerîfde m aksûd olan kulûb, b a'zı kulûbdur, kalplerin kâf-
fesi değildir.
Abede-i evsândaki hakîkat-i emre nazaran mevcûd olan lâtife-i
i'tikâdiyye üzerine fiil-i ibâdeti ifâ ettikleri için âhirette o menhec-i
mezkûr üzerine hakîkat-i emirlerinin zuhûrlarma bâis olur. Cenâb-ı
Hak Kur'an'da ö y j (M ü'm inûn 53) buyurmuştur. "H er
hizb, kendilerinde mevcûd olan ahvâl ile dünyâda ve âhirette mesrûr-
durlar." demektir. Çünkü "ferihûn"daki ferihûn kelimesi, ism-i sıfat­
tır. İsim ise, müsemmâdan münfek olmaz. Cenâb-ı Hak onları "feri­
hûn" ile tesmiye ederek onları bu sıfatla tavsif etmiştir. Vasf ise, mev-
sûfa mugayir değildir. Cenâb-ı Hak ‘r’> İÂ ç j şeklinde fiil-i mâzî
sigasiyle buyurmuş olsa, veyahut m uzârî sığasiyle "yefrahu" buyur­
muş olsaydı, m es'ele izâh-ı mezkûr vechiyle olmazdı. Çünkü fiil, in-
kıtâı muktezîdir. Ama isim, devâm ve istimrâr içindir. Binaenaleyh
onlar dünyada fiilleriyle, âhirette hâlleriyle ferahtadırlar.
Hulâsa: Kendilerindeki ferâh dâimdir. O derecede ki, dünyâya tek-
râr iâde olunsalar kendilerinde hâsü olacak ittılâ'dan sonra da nehy
olundukları şeye elbette yine avdet ederlerdi. Âhirette ba'de'l-ittilâ'
azâba giriftâr olmuşlarsa da, neticede yine o azâbı latîfe-i melzûzede
bulmuşlardır. Azâbda bekâlarmm sebebi budur. Çünkü Cenâb-ı
Hakk'm rahmeti icâbmdandır ki, bir kulunu âhirette bir azâp ile ta'zîb
etmek murâd etttiği zaman, o kimse için azâb-ı mezkûrde lezzet-i
gariziyye îcâd eder. M uazzeb olan kimsenin cesedi, o lezzet-i gariziy-
yeye taaşşuk eder. Bundaki hikmet şudur ki; bu suretle azâba mün-
cezib olduğu için, Cenâb-ı Hakk'a ilticâsı ve azâbdan istiâzesi sahih
olmaz. O lezzet kendinde mevcûd oldukça, o azâbda bâkî kalır.
Cenâb-ı Hak azâbm tahfifini murâd edince, o lezzeti izâle ettirir,
muazzeb olan kimse rahmet-i ilâhiyyeye ilticâya muzdar olur. Cenâb-
ı Hakk'm şân-ı âlîsi duâ eden muzdarrm duâsmı kabûl etmektir. Bu
ızdırar hasıl olunca, Cenâb-ı Hakk'a ilticâ ve azâbdan istiâze sahih
olup, Cenâb-ı Hak da onun ilticâ ve istiâzesini kabul eder. İzâhât-ı
mezkûreye nazaran küffârm Cenâb-ı Hakk'a ibâdeti, ibâdet-i zâtiy-
yedir. Bu ibâdet-i zâtiyye, her ne kadar onları saâdete îsâl ederse de,
bu ibâdet, tarîk-i dalâldır. Çünkü bu saadetin husûlü uzaktan gelmiş­
tir. Çünkü o saâdet sahibi, ef'âliyle, akvâliyle m uktezâ-yı beşeriyet

447
üzerine dünyada iken tabakât-ı nâriyye-i tabiiyyeye ne kadar dalmış
ise, o nisbetle mütenâsip olarak âhirette de tabakât-ı cehennemin kâf-
fesine daldıktan sonra kendisine hakâyık münkeşif olmuştur. Sûret-i
meşrûha veçhile mücâzâtmı istifa ettikten sonra yolunu H akk'a doğ­
ru çevirmiştir. Bu ise, uzaktan kendisine nidâ olunmaktan başka bir
şey değildir. Binaenaleyh saâdet-i ilâhiyyeye vuslatı, birinci derecede
nâil-i saâdet oldukları için kendilerine yakından nidâ olunan mukar-
rabînin fevz ve necâta nâil olması gibi değildir. Ber- vech-i meşrûh
devrelerden geçtikten sonra olduğu için baîdden kendisine nidâ olun­
muş demektir. Bunu anla!
T abiiyyûna gelince: Bunlar, Cenâb-ı Hakk'a dört sıfatını nazar-ı
i'tibâra alarak ibâdet etmişlerdir. Çünkü hayât, ilim, kudret, irâdeden
ibâret olan dört evsâf-ı ilâhiyye binâ-ı vücûdun aslıdır. Harâret,
burûdet, rutûbet, yubûset de âlem-i ekvânda mezkûr dört sıfatın maz-
harıdır. Rutûbet, hayâtın; burûdet, ilmin; harâret, irâdenin; yubûset,
kudretin mazharları olup bu mezâhirin hakikati de evsâf-ı mezkûre
ile m evsûf olan H akk'm zâtıdır. Tabiiyyûnun besâir-i rûhiyyesi,
m ezâhir-i mezkûrede mevcûd olan latîfe-i ilâhiyyeye ve evsâf-ı erbaa-
i m ezkûre-i ilâhiyyenin eserlerini muâyene ve bunların âlem-i ekvân­
da harâret, burûdet, yubûset, rutûbet eşkâlinde zuhûruna taalluk et­
tiği için, isti'd âd -ı İlâhî nokta-i nazarından sıfât-ı m ezkûre
m ânâlarının, kâbiliyetlerinin bu sûretle de zuhûru hakikatini idrâk et­
mişlerdir. İstersen burada "sıfât-ı mezkûrenin m aânîsi" demeyip de
"eşbâh-ı hâriciyyenin ervâhıdır." de. Veyâhud "bu mezâhirin zâhir-
leridir." de. İşte zikr olunan nükteye m ebnî mezkûr tabayiâe, sırr-ı
m eşrûhdan dolayı tabüyyûn ibâdet etmiştir. Tabiiyyûndan ba'zıları
bu hakikate vâkıf, ba'zıları bu hakikatten gâfil ve câhildir. Dâimâ âlim
olan sâbık, câhil olan ona lâhık olur.
Hulâsa: Tabüyyûn Cenâb-ı H akk'a sıfât-ı ilâhiyye noktasından
ibâdet etmişlerdir. Ve onlarm netîce-i ahvâli de saadete rucü' eder.
Bunlar da tıpkı bundan evvelki abede-i evsân hakkında teşrih olun­
duğu veçhile, kendüerine medâr-ı hikmet olan hakâyıkm âhirette
zuhûriyle m esrûr olurlar.
Felasifeye gelince: Bunlar Cenâb-ı Hakk'a esmâ-i üâhiyye nokta-i
nazarından ibâdet etmişlerdir. Zira yüdızlar, esmâ-i ilâhiyyenin maz-

448
harları olup Cenâb-ı Hak ise zâtıyla o m ezâhirin hakikatidir.
Binaenaleyh güneş, "A llah" ism inin mazharıdır. Çünkü nurûyla
kevâkibin kâffesine imdâd eden güneştir. "A llah" ismi de tıpkı böy-
ledir. Çünkü esmâ-i ilâhiyyenin kâffesinin hakâyıkı, "A llah" isminden
istimdâd eder. Kamer de "Rahm an" isminin mazharıdır. Zirâ Kamer
nûr-ı şemsi hâmil olan mükemmel bir kevkebdir. Tıpkı "Rahm ân" is­
mi de "A llah" isminin şâmil olduğu isimler içinde, mertebe itibâriyle
kâffe-i esmâdan a'lâdır. Bunun izâhı, bâb-ı mahsûsda geçmiştir.
Müşteri yıldızı da "R ab" isminin mazharıdır. Zira M üşteri gökte en
çok m es'ûd olan ve saâdet-bahş olan kevkebdir. Nitekim Rab ismi de
m erbûbu iktizâ ettiği için kem âl-i kibriyâya şum ûlu i'tibâriyle
merâtib-i esmâ içinde en husûsi m ertebesi olan bir isimdir. Zuhal yıl­
dızı da "vâhidiyet"in mazharıdır. Zirâ eflâkin kâffesi, onun ihâtası al­
tındadır. Nitekim Vâhid ismine nisbetle de esmâ ve sıfâtm kâffesi
Vâhid isminin tahtmdadır.
M erih'e gelince: "K udret"in mazharıdır. Çünkü M erih ef'âl-i kah-
riyyeye muhtas olan bir kevkebdir. Zühre de "İrâde"nin mazharıdır.
Çünkü Zühre, hadd-i zâtında serîu't-tek^lhıbdur. Hak da böyledir;
her an bir şeyi murâd eder. Utarid kevkebine gelince: Bu da "İlm "in
mazharıdır. Çünkü Utarid, semâda "K âtip" ismiyle m a'rûf olmuştur.
Bâkî kalan kevâkib-i ma'lûm e, dâhil-i dâire-i ta'dâd olan esmâ-ı hüs-
nâmn mazharlarıdır. Kevâkib-i bâkiyeden m a'lûm olmayan kevâkib
de dahil-i dâire-i ta'dâd olmayan esmâ-ı ilâhiyyenin mazharlarıdır.
Felâsifenin ervâhı, kendilerinde mevcûd olan fıtrat-ı ilâhiyyedeki
idrâk isti'dâdı nokta-i nazarmdan bu esrârm zevkini tadmca, her bir
kevkebde mevcûd olan latîfe-i ilâhiyyeye nazar ederek kevâkib-i mez-
kûreye ibâdet ettiler. Bundan başka Cenab-ı Hak, o kevâkibin hakikati
olduğu için m a'bûd-ı bizzât olması iktizâ etmiştir. İşte bu sır içinde
Cenâb-ı Hakk'a ibâdet etmişlerdir. Bu ulu varlıkta hiç bir şey yoktur
ki, Âdem evlâdı yahud hayvanâttan başkaları ona ibâdet etmiş ol­
masın. Meselâ "H ırba", yani Bukalemun güneşe ibâdet eder. Necâset
böceği, fenâ kokuya ibâdet eder. Envâ-ı hayvanâttan başkaları da her
birisi, bir şeye ibâdet eder.
Hulâsa: Vücûdda hiç bir hayvan yoktur ki, A llah'a ibâdet etmesin.
Bu ibâdet de ya bir mazhar, ya bir muhdes şey ile takyîd etmek

449
sûretiyle olur. Yahûd ale'l-ıtlâk olur. Cenâb-ı Hakk'a ale'l-ıtlâk ibâdet
eden "m uvahhid"dir. Takyîd sûretiyle ibâdet eden "m üşrik" dir.
Maamafih kâffesi hakîkat-i emre nazaran Allah'ın ibâdıdır. Çünkü o
mezâhirde mevcûd olan, H akk'm vücûdudur.
Cenâb-ı Hak, zâtı nokta-i nazarmdan her hangi şeyde zâhir olursa,
o şeye ibâdek olunmak iktizâ etmiştir. Hak da zerrât-ı vücûdun kaf-
fesinde zâhîrdir. Nâstan ba'zıları, alemin aslı olan tabâyie ibâdet et­
miş; ba'zjları, kevâkibe; ba'zıları, maâdine; ba'zıları da ateşe ibâdet et­
miştir. Hâsılı vücûdda bu âlemde mevcûd olan eşyâdan her şeye
ibâdet olunmuş ve ibâdet olunmamış hiç bir şey bâkî kalmamıştır.
Yalnız M uhammedîler Cenâb-ı Hakk'a ibâdeti sûret-i mutlakada
yaparak, eczâ-ı muhdesâttan hiç bir şey ile takyîd etmemişler ve kâf-
fe-i mevcûdâta şumûl itibâriyle, H akk'a ibâdet eylemişlerdir. Kezâ
M uham m edîlerin ibâdeti, pek nezihdir. Çünkü ibâdetleri, bâtın
veyâhud zâhire nisbetle bir veçhe müteallik olup yekdiğer vechi terk
şeklinde değildir. Binâenaleyh M uham m edîlerin yolu, C enab-ı
Hakk'm zâtma giden yoldur.
Bunun içindir ki, Hakk'a kurbiyet derece-i ûlâsmda fevz ve necâta
nâil olmuşlardır. Binaenaleyh "onlara mekân-ı karîbden nidâ olun­
muştur." mânâsına olan jlsC ^ j j j b (Fussilet 44) âyetindeki
işâret Muham medîleredir. Cenab-ı H akk'a bu cihetle takyîd ve
tabâyi', kevâkib, evsân daha başkaları gibi mezâhirde tecellîsini
düşünerek ibâdet edenler böyle değildir. Onlar "uzak bir yerden nidâ
olunanlardır." mânâsına olan -uju jlSC ^ j j i C dhJjl âyetinin şümûl-ı
işâreti altındadırlar. Çünkü izâh-ı m ezkûr vechiyle takyide düşenler,
ancak kendilerinin ibâdet ettikleri mazhar cihetinden H akk'a rucû'
ederler. Hak onlar için başka mazharda zâhir olmaz. M edâr-ı ibâdet­
leri olan bu hâl, ayn-ı bu'ddan başka bir şey değildir. Kendilerine o
mekân-ı baîdden nidâ olunmuştur. Ama menzil-i maksûda vuslattan
sonra kendilerine yakmdan nidâ olunanlar da, uzaktan nida olunan­
lar da m üsâvî ve müttehid olurlar. Bu sırrı anla!
Sen eviyy ey e gelin ce: Bunlar, C enâb-ı H akk'a nefsi nokta-i
nazarmdan ibâdet etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, nefsiyle kâffe-i
ezdâdı câmi'dir. Binaenaleyh merâtib-i hakkiyye ve merâtib-i halkiy-
yeye şâmildir. İki hükm ile iki vasıfda ve iki na't ile dareynde zâhir

450
olan, O 'dur. Bir şey ki, hakîkat-i hakkiyyeye mensûbdur, o şey envâr-
da zâhirdir. Bir şey ki, hakikat-i halkiyyeye mensûbdur, o da zulmet­
ten ibarettir. Seneviyyenin nûra, zulmete ibâdetleri bu sırr-ı İlâhîden
dolayıdır. O sırr-ı ilâhı iki vasfı, iki zıddı, iki itibârı, iki hükmü
câmi'dir. Ne şekilde istersen öyle söyle. Çünkü Cenâb-ı Hak, o şey ve
zıddını câmi'dir. İşte Seneviyye Cenâb-ı H akk'ın nefsine nisbetle ik­
tizâ eden şeyden dolayı latîfe-i ilâhiyyeyi tefekkür nokta-i nazarından
ibâdet etmişlerdir.
Hulâsa: Hak ile de, halk ile de müsemmâ olan O'dur. Zulmet de
O'dur, nûr da O'dur.
M ecûsiyyeye gelince: Bunlar, Cenâb-ı Hakk'a ahadiyet nokta-i
nazarından ibâdet etmişlerdir. Ahadiyet merâtibin, esmânın, sıfâtm
kâffesini ifnâ ettiği gibi kezâlik ateş de unsuriyât içinde en kuvvetli
bir unsur ve mertebesi yüksek bir varlıktır. Çünkü ateş, tabâyi'den
hangi tabiata m uhâzî olursa, o şeyi ifnâ eder. Her hangi tabîata
mukârin olursa, o şey kuvvet-i galebesinden dolayı nâra istihâle eder.
Ahadiyet de böyledir. Ona hangi isim, hangi vasıf m ukâbil olursa der­
hâl muzmahil olarak ahadiyetin şumûlü "altına girer, işte bu latîfeden
dolayı Mecûsiyye, ateşe ibâdet etmişlerdir. Ateşin hakikati de zât-ı
H ak'tan başka bir şey değildir.
Şurası da ma'lûm un olsun ki; heyûlâ, nâr, mâ, havâ, turâbdan
ibâret olan tabâyi-i erbaa erkânından her hangi bir rükünde zuhûrun-
dan evvel, hangi rükn-i tabîatı isterse onunla temessül edebilir. Ama
erkân-ı tabiattan bir rükünde zuhûrundan sonra, temessül ettiği o
sûreti kendinden hal' ederek başka bir sûretin libâsıyla telebbüs
mümkün değildir. Vâhidiyete nazaran esmâ ve sıfât-ı ilâhiyye de böy­
ledir. Bunlardan her birisinin ikinci m ânâsı vardır. Meselâ "M ün'im ",
"M untakim "den ibârettir. Fakat mertebe-i ilâhiyyede esmâ zâhir ol­
duktan sonra, her isim ancak hakikatinin iktizâ ettiği şeyi ifâde eder.
Bu nokta-i nazardan M untakim 'in "ay n "ı olan M ün'im , M untakim'in
zıddı olur. Ateş de tabâyi'de esm âdaki vahidiyet m azharıdır.
Mecûsiye tâifesine mensûb olanların kuvve-i şâmie-i rûhiyyesi bu
miskin kokusunu duyunca, bu kokudan mâadasını koklamağa mâni'
olan zekâme (nezle) tutuldular. Binaenaleyh ateşe ibâdet ettiler. Hal­
buki hakikatte onların ibâdeti Vahid-i Kahhâr'dan başkasına değildir.

451
D ehriyyeye gelince: Bunlar, Cenâb-ı H akk'a hüviyeti nokta-i
nazarından ibâdet etmişlerdir. Risâlet-meâb Efendimiz JJI ^ajJI j L j M
buyurmuştur. "Dehre, yâni zamânâ sövmeyiniz. Çünkü dehr,
Allah'dan başka bir şey değildir."
Berâhim e'ye gelince: Bunlar, Cenâb-ı H akk'a m utlak olarak ibâdet
ederler. Ne bir nebiyi, ne de bir rasûlü tefekkürle ibâdet etmezler. Bel­
ki bunlar derler ki, bu ulu varlıkta hiç bir şey yoktur ki, A llah'ın mah­
lûku olmasın. Onlar, o ulu varlığa nazaran A llah'ın vâhidiyetini ikrâr
ederler. Fakat enbiyâ ve mürselîni, sûret-i mutlakada inkâr ettikleri
için, bunlarm Hakk'a ibâdeti bi'setten evvel peygamberlerin ibâdeti
nev'indendir. Bunlar İbrahim (as)'ın evladından olduklarını zu'm
ederler. Ve kendilerinin yanında İbrahim (as)'m yazdığı bir kitâbın
mevcûd olduğunu söylerler ve onlarm i'tikâdmca o kitâp İbrahim 'in
yazdığıdır, Rabbı tarafından gönderilmiş kitâp değildir, derler. Kitâb-
ı mezkûrde hakâyık zikr edilmiştir. Bu kitâp beş cüzdür. Dört cüzün
kıraati Berâhime'den olan her şahıs için mübâh görülmüştür. Beşinci
cüzün kıraati mübâh görülmez. Bunu, içlerinden âhâd-ı mahsûsa
bilebilirler. Çünkü beşinci cüzün meâli çok derindir. Hatta berâhime
arasında meşhûrdur ki, cüz-i hâmis okuyan kimse, her halde İslâm 'a
dâhil olur ve dîn-i Muhammedîyi kabûle mecbûr bulunur.
Bu tâifenin çoğu, bilâd-ı Hindde'dir. Bir takım insanlar vardır ki,
Berâhime kıyâfetine girer ve Berâhime'den olduklarını iddiâ ederler­
se de, hakikatte onlardan değildir. O nev'den olanlar Berâhime
arasında ibâdet-i evsân ile ma'rûftur. Bunların içinde evsâna tapanlar
Berâhime tâifesinden m a'dûd değillerdir.
Bâlâda zikri sebkat eden tâifelerden her birisi ibâdetlerinde kendi
nefislerinden bir takım bid'atlar icâd etmişlerdir. İşte bunlarm sebeb-
i şekâveti olan, o bid'atlerdir. Bunlarm şekâveti, nihâyetü'l-em r
saâdete munkalib olsa da, kendilerinin düştüğü hufre-i bu'diyet on­
larm şekâveti demektir. Onlardan saâdetin zuhûru, şekâvet-i mez-
kûrenin husûlünden sonradır. Bunu anla! Ama her hangi peygamber
olursa olsun, tebliğ ettiği kanûn üzerine tâbi' olan ve o yolda ibâdet
eden kim seler, asla şekâvete düşm ezler. Belki onların saâdeti
dâimidir. Sûret-i tedriciyyede zuhûrunu gösterir. Ehl-i kitâp ise, ken­
dilerine peygamberleri tarafından tebliğ olunan kelâm-ı İlâhîyi tebdil

452
ve kendilerinden araya bid'at karıştırdıkları için bu halleri ken­
dilerinin sebeb-i şekâveti olmuştur. Binaenaleyh Ehl-i kitâptan olan­
ların şekâveti, evâmir-i ilâhiyyeye m uhalefetleri miktarıyla; saâdetleri
de evâm ir-i ilâhiyyeye m uvâfakatları derecesiyle m ütenâsibdir.
Cenâb-ı Hak, her hangi bir peygamberi veyâ rasûlu bir ümmete gön­
dermiş ise, o nebinin ve o rasûlun risâletinde kendilerine tâbi' olan­
ların saâdetini dere etmiştir. Bu bir düstûr-ı İlâhîdir.
Yehûd'a gelince: Bunlar Cenab-ı Hakk'a, hakk-ı tevhîd ile ibâdet
ederler. Bunlarm günde iki defa namazı vardır. Namazın esrârı
mahall-i mahsûsunda inşaallah gelecektir. Taife-i yehûd "Kennûre"
günlerinde oruçla da Hakk'a ibâdet ederler. Kennûre, senenin ev­
velinde onuncu gündür ki, yevm-i âşûre olacaktır. Orucun esrârma âit
beyânât dahî âtîde gelecektir. Tâife-i yehûd Cumartesi günü i'tikâf ile
de Hakk'a ibâdet ederler. Yehûda göre i'tikâfm sırrı, Cumartesi günü
evine mal tesmiye olunabüecek bir şey yâhûd m e'kûlât ve meşrûbât-
tan m uktezî bulunan malzemeyi idhâl edemediği gibi ondan ihrâc da
edemez. Cumartesi günü nikâh kıyamadıkları gibi, bey' ve şira ve şâir
ukûdatı îfâ edemezler. Yalnız Cenâb-ı Hakk'a ibâdet için nefislerini
fariğ küarlar. işte Yehûd'un i'tikâfı budur. Bunun delîli Tevrat'ta
"Sen, kölen, cariyen Cumartesi günü Allah içindir." mânâsına olan
âyettir. Bunun içindir ki, tâife-i Yâhûd Cumartesi günü umûr-ı dün-
yeviyyeye müteallik bir şey istemekten men' olunmuşlardır. Emr-i
dünyâ fiili, onlara harâmdır.
Tâife-i Yahûd'un Cumartesi günü me'kûlâtı, Cuma günü hazırladığı
şeyden ibârettir. İ'tikâfm müddeti, Cuma günü şemsin gurûbundan
bi'l- i'tibâr Cumartesi günü güneşin sararması vaktine kadardır. Bu, bir
hikmet-i celîledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, gökleri, yerleri altı günde yarat­
mış ve hilkata pazar günü ibtidâ eylemiştir. Haftanın birinci gününde
arş üzerine istivâ-yı Rahmânî vukû' bulmuştur. Binaenaleyh Cumartesi
günü, umûr-ı dünyeviyyeden ferâgat günüdür. İşte tâife-i Yehûd'un
Cumartesi gününde ibâdet etmeleri, istivâ-i Rahmânînin yevm-i mez-
kûrde husûlüne işâret içindir. Bunu anla!
Biz Yehûd'un peygamberlerinin meşrû' kıldığı m e'kûlât ve meş-
rûbâtm sırrını tafsîle ve bayramlarının esrârmı izâha ve o bayramlar­
da peygamberlerinin emr ettiği şeylerinin zikr ve beyânma, onların

453
taabbudâtmdaki esrâr-ı ilâhiyyeyi izaha mübâşeret etmiş olsaydık, es-
râra ıttıla'daki kusurlardan dolayı bir takım cühhâlm aldanmasına ve
dinlerinden inhirâfa vesile olacakları korkusuna düşerdik. Bunun
için, Ehl-i kitâbm ibâdetlerindeki esrarı izhârdan imsâk-ı lisân ederek,
bundan daha faziletli olan ve ehl-i İslâmm taabbudâtmdaki esrâra
müteallik bulunan bahse rucû' ediyoruz. Çünkü ehl-i İslâmm ibâdeti
müteferrik olan ibâdetlerin hepsini cem' etmiş olduğu gibi, Hz.
Muhammed (sav) esrar-ı ilâhiyyeden hiç bir şey terk etmeyerek bize
bildirmiştir. Binaenaleyh dîni edyânm ekmeli ve ümmeti ümmetlerin
en hayırlısıdır.
Nasârâ'ya gelince: Geçmiş ümmetler içinde Hakk'a en yakın olan
bunlardır. Bunlar M uhammedîlerin mâdûnundadır. Bunun sebebi,
bunlar, "Cenâb-ı H akk'ı tabep ettiler ve Cenâb-ı H akk'a İsâ, Meryem
ve Rûhul-kudsde m ütecellîdir." diyerek ibâdet ettiler. Bundan başka,
adem-i tecezziye, yâni üç şahsiyetin min-haysu'r-rûh başka başka ol­
madığına kâil oldular. Yine bundan başka, İsa'nın vücûd-ı muhdesin-
de vücûd-ı kadîm-i ilâhiyyeye kâil oldular. Bu m u'tekâdâtm hepsi,
Cenâb-ı İlâhîye lâyık teşbih içinde tenzîhdir. Fakat Nasârâ ulûhiyeti
bu üçe hasr ettikleri için "nyıvahhidîn" derecesinden aşağı düştüler.
Şu kadar var ki, yine Nasâra M uhammedîlere en yakın olan bir
tâifedir. Bunun sebebi, Nasâra Cenâb-ı H akk'ı insanda müşâhede et­
mişlerdir. Hakk'ı insanda müşâhede ise kemâldir. İnsanın gayrı yer­
de, yani mahlûkât-ı sâirede H akk'ı müşhede noksandır.
Binaenaleyh N asârâ'nın ulûhiyeti, hakîkat-i İseviyyede müşâhede-
leri, onları nihâyetü'l-em r bir inkişâfa nâil eder ki, o inkişâf da benî A-
dem 'in yekdiğerinde bulunan her şeyi gösterecek şekilde mütekâbil
âyineler gibi olduğunu bilmeye sevk eder. Bu müşâhede ile Cenâb-ı
H akk'ı nefislerinde müşâhedeye nâil olarak H akk'ı ale'l-ıtlâk tevhide
mazhar olurlar. Bu mazhariyetle derece-i m uvahhidîne nakl olunur­
lar. Lâkin Nasârâ'nın i'tikâd larm d a sabit olan takyîd ve hasr m es'ele-
sinden dolayı derece-i m uvahhidîne intikalleri sırât-ı baîdden geçtik­
ten sonra vukû' bulur.
Nâsâra'nm Cenâb-ı Hakk'a 49 gün oruçla ibâdeti vardır. Bu oruç
Pazar günü başlar, Pazar günü biter. Pazar günü oruç tutmaları ken­
di peygamberleri tarafından mübâh kılındığı için, 49 gün oruç müd­

454
detinden 8 ihrâç olunca müddet-i siyâmları 41 güne münhasır kalır.
Oruçlarmm keyfiyeti şu sûretledir. Bir İkindi'den diğer îkindi'ye
kadar olan 24 saatlik müddet içinde 23 saatte azık ta'bîr olunacak hiç
bir şey yemezler. Bakî kalan bir saat içinde yerler, içerler. O oruç
müddetinin mâadasmda şarap içmek, su içm ek, azık makamına kâim
olmayacak meyvelerden yemek câizdir. Bu zikr olunan her nüktenin
altında esrârı-ı ilâhiyyeden bir sır vardır. Nasârâ'nm Pazar günlerin­
de ve dokuzuncu gün olan bayramlarında i'tikâf ile ibâdeti de vardır.
Fakat biz bunların beyânı sadedinde değiliz. Onların ibâdât-ı
dakâyıkmda müteaddid alâmetler ve m uhtelif işâretler varsa da, biz
onları zikr ve beyândan ferâgat ederek müslümanlarm taabbüdüne
âit daha mühim olan şeyleri zikre mübâşeret ediyoruz.
M üslüm anlara gelince: M a'lûm un olsun ki, müslümanlar, Cenâb-
ı Hakk'ın "Siz hayırlı bir ümmetsiniz; nâs'a numûne-i âlî olmak üzere
meydana getirildiniz." mânâsında c » l £>\jJ> ^ (Ali İmrân 110)
haber verdiği veçhiledir. Çünkü peygamberleri olan Hz. Muhammed,
enbiyânın hayırlısıdır. Dîni de, şâir dinlerin en hayırlısıdır. Hz.
M uham med'in nübüvvetinden ve risâletle ba'sm dan sonra, şâir üm­
metlerden Hz. M uham med'e muhâlefet» eden her kim olursa olsun
dâldır, şakidir, nâr ile muazzebdir. Cenâb-ı Hakk'ın ihbârı da bu
vecihledir.
Hz. Muhammed'e muhâlefet edenlerin rahmete nâil olabilmeleri
ebedü'l-âbâdînden, yâni müddet-i medîdeden sonradır. Bunda da rah-
met-i ilâhiyyenin, gazab-ı İlâhîye sebkati sırrı vardır. Yoksa dinine
tâbi' olmayanlar, gazab-ı İlâhîye giriftâr olanlar demektir. Çünkü on­
ları, Cenâb-ı Hak kendi nefsine öyle bir yoldan dâvet etmiştir ki, o yol,
tarîk-i şekâvettir, tarîk-i gazabdır, tarîk-i elemdir, tarîk-i ta'bdır.
Binaenaleyh muhâlefet edenlerin kâffesi helâktadır. Cenâb-ı Hak
Kur'an'da cy JA: ^ ^ (Ali İmran 85)
buyurmuştur. Türkçesi: "H er kim müslümanlıktan başka din isterse,
onun bu talebi makbûl değildir. Ve o kimse âhirette hüsrana uğrayan­
lardandır." demektir. Kurb-ı İlâhî derecesinden insanı aşağı düşürmek
sûretiyle, saâdeti fevt ettiren şeyden daha büyük hüsrân olur mu?
Hz. Muham med'e muhâlefet eden kimselere uzaktan nidâ olun­
muştur. Uzaktan nidâ olunmak ise, hasâret ve şekâvet ve azâb-ı
elîmin aynıdır. Uzaktan nidâ olunanların dînine ehemmiyet verilmez.
İsterse o muhalif dîne giren kimse meşakkatten sonra saadete vâsıl ol­
sa da. Çünkü dîni, dîn-i şekavettir. Şekavet dînine tâbi' oldukları için
şekâvete düşmüş oldular. Görmüyor musun? Dünyada isterse bir gün
olsun envâ-ı azâba giriftar olan bir kimseyi, onun azâbı, âhiret azâbma
nisbetle hardal tânesi kadar veyahut daha küçük olduğu halde yine o
kimse o azap ile şekâvete düşmüş demektir. Ebedii'l- âbâdîn, nâr-ı
cehennemde olan kimsenin halini artık sen düşün! Cenâb-ı Hak
Kur'an'da dîn-i hakka muhâlefet edenlerin yer gök dâim oldukça
azâbda bakî olduklarını haber vermiştir. Onların o azabdan rahmete
intikâli yer ve göğün zevâlinden sonra olur. Yer gök zâil olunca, on­
lar, bu geçirmiş oldukları devrenin nihâyetinde her varlıkta mebde-i
hakîkî olan şeye rucû' ederler. O da Cenâb-ı Hak'tan başka bir şey
değildir. Bu sırrı anla!
Müslümanlara gelince: Bunlarm kâffesi bahtiyardırlar. Çünkü Hz.
M uham med'e tâbi' olmuşlardır. Bu babda delîl, Arabî ile Hz. Pey­
gamber arasında geçen muhâveredir. Arabî, Hz. Peygam ber'e "Ben
helâlı, helâl; harâmı, harâm bilip üzerime farz olan evâmir-i ilâhiyyeyi
edâ ederek bunun üstüne hiç bir şey ziyâde etmem ve hiç bir şey de
noksan yapm am ." diyerek, "Bu ifâdeme nazaran ben cennete dâhil
olur m uyum ?" diye sormuştu. Hz. Peygamber ona "Evet! dâhil olur­
sun." dedi. Ve bu "Evet! dâhil olursun." sözünü hiç bir şartla kayıt­
lamadı. Ve arabînin amel-i mezkûr ile cennete duhûlünü mutlak
olarak tasrîh etti.
Şurasında da şüphe yoktur ki, cennete dâhil olan kimse, kurb-ı İlâhî
derecesinden derece-i ûlâ ile nâil-i fevz ve necât olmuştur. Çünkü
Cenâb-ı Hak Kur'an'da jli jü ilil Ji-jl j jü l ^ ç j>j ^ (Ali İmran 185)
buyurmuştur. Mânâsı: "Cehennemden uzaklaştırılarak cennete idhâl
olunan kimse, nâil-i fevz ve necâttır." demektir. Binaenaleyh miis-
lümanlar sırât-ı mustakîm üzerinedir. O da, saâdeti meşekkatsiz îsâl
eden yoldan ibârettir. M üslüm anlardan muvahhid olanlar, yâni
hakîkat-i tevhîdi bilenler sırâtullah üzerinedir. Bu sırât, sırat-ı müs­
takimden daha husûsî, daha fazîletlidir. Çünkü bu sırât, Cenâb-ı
Hakk'm nefsi ile nefsine vukû' bulan tecelliyâtının tenevvuundan
ibârettir. Sırât-ı mustakîm ise o tecelliyâta yol açan tarîkten ibârettir. Bu

456
hulasaya nazaran müslümanlar ehl-i tevhîddir. Ârif-i billâh olanlar,
ehl-i hakikat ve ehl-i tevhîddir. Bunlardan mâadası ale'l-umûm müş­
riktir. Bu müşrik olmakta, bâlâda zikr ettiğimiz dokuz milletin kaffesi
müsâvîdir. Binaenaleyh müslümanlardan başka muvahhid yoktur.
Bundan başka şunu da bil ki; M üslüm anların Cenab-ı Hakk'a ibâ­
deti, Hakk'm "R ab" ism ine nazarandır. M üslümanlar, evâmir ve ne-
vâhi-i ilâhiyyeye iktidâ etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'm , peygam­
beri Hz. Muhmamed üzerine inzâl ettiği birinci âyet, <*k>f—: Ç'l (Alak
1) "Rabbinin isimiyle oku." demektir. Bu âyette evâmir, rubûbiyete
mukârindir. Çünkü rubûbiyet, emrin mahallidir. Bunun içindir ki,
müslümanlar üzerine ibâdet farz olmuştur. Çünkü merbubiyet Rabb'a
ibâdeti elzem olan bir keyfiyettir. Binaenaleyh avâm-ı müslimîn Ce-
nab-ı Hakka, "R ab" ismi itibâriyle ibâdet edicidirler. Başka bir isim iti-
bâriyle onların ibâdetine imkân yoktur. Arif-i billâh olanlar böyle de­
ğildir. Onlar Hakk'a "Rahm ân" ismi itibâriyle ibâdet ederler. Çünkü
cemi' mevcûdâta sâri olan vücûd-ı üâhînin onların üstünde tecellîsi
vardır. Onlar rahmeti mülâhaza ve mutâlaa ederek, mertebe-i rahmâ-
niyye itibâriyle Hakk'a ibâdet ederler. Eyliyâdan muhakkik olanlar
böyle değildir. Onların ibâdeti ne "R ab", ne de "Rahm ân" itibâriyledir.
Belki onların Hakk'a ibâdeti, "A llah" ismi itibâriyledir. Onlar muttasıf
oldukları esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyenin istihkâkma göre Cenâb-ı Hakk'a
hamd ve senâ ederler. Zirâ hamd ve senânm hakîkati, hamd ve senâ-
ya vesîle olan isim ve sıfat ne ise onunla senin de m uttasıf olmaklığın
demektir. Binaenaleyh m uhakkikler, A llah'ın ibâdıdır; ârifler, Rah-
mânm ibâdı; âmme-i m üslim în, Rabb'm ibâdıdır. Bu izâha nazaran
m uhakkiklerin m akâmı "el-ham du lillâh" dır. Ariflerin makâmı,
(_£yül [aj 1 :. ı Laj jVf ^ Loj olja. ît aJ ^ I Çf (Taha 5)
dır. Türkçesi: "Rahm ân arş üzerine istivâ üe tecellî etti. Göklerde ve
yerde ve her ikisinin arasında ve toprağın altında ne varsa onundur."
Âmme-i müslimînin m akâmı Çj tuli Çul jl jlAU lotu Lu— Cl Çj
jÇVI ça hijjj LjL- Lt ÇÇ b ç i UÇili (Ali İm ran 193) dır. Türkçesi: "Y a
Rabbi! Biz im âna nidâ eden m ünâdîyi işittik. O bize "Rabbınıza
im ân edin." diye nida ediyor. Biz de Rabbım ıza im ân ettik. Ya Rab­
bi! günahlarım ızı m ağfiret et. Bizi ebrâr ile beraber haşr eyle." de­
mektir.

457
"Âm m e-i m üslim în" ile ârif-i billâh olanların mâdûnunda olan şü­
hedâyı, salihîni, ulemâ-yı âmilini kast ediyoruz. Çünkü bunlar, kurb-
ı ilâhı ashâbma nazaran "avâm " demektir.
Kurb-ı İlâhî ashâbı o m uhakkiklerdir ki, Allah bu ulu varlığın
esâsını onlar üzerine binâ etm iş ve eflâk-ı avâlim i onların nefisleri
üstünde döndürm üştür. O nlar bu âlem de H akk'm m ahall-i nazarı
olan zevât-ı celîledir. Belki bu ulü varlıkta A llah'ın m ahalli onlardır.
Burada "m ahal" tâbiriyle hulûl, teşbîh, cihet gibi şeyleri kast etm i­
yoruz. Belki bu ta'bîr ile m uhakkiklerin m ahall-i zuhûr-ı H ak oldu­
ğunu bildirm ek istiyoruz. Çünkü A llah'ın esmâsım , sıfâtm m âsârı-
nı izhâr onlardadır ve onlar üzerinedir. Envâ-ı esrâr ile m uhâtap
olan ve perdelerin m âverâsı için seçilm iş bulunan, işte bu zevâttır.
A llah onları, kavâid-i dîn, belki cem i' edyânm kavâidi kılmıştır.
Çünkü kavâid-i edyân, bunların arz-ı m aârifi üzerinde inşâ edilm iş­
tir. O nların arz-ı m aârifi öyle enva-ı letâif ve dekâik ile doludur ki,
o letâif ve dekâiki onlardan başkası bilem ez. Cenâb-ı H akk'm bun­
lara karşı olan kelâm ı bir takım ibârelerdir. H akâyıka işâretler, o
ibârelerdedir. Evâm ir-i ilâhiyye ve, ta'birât-ı halkiyyenin rum ûzu, o
kelâm -ı İlâhîde m ünderic olup m aârif-i ilâhiyyenin hâzineleri, o ke-
limâttır. C enâb-ı Hak, bu nev' ricâl için ihsân buyurduğu m a'rifet-
lerle onları ulviyetten ulviyete; bir hazretten diğer bir hazrete; ilim ­
den îyâna, yâni gaybden a'yân-ı hariciyyeye; îyândan tahakkuka
nakl eder. Bir derecede ki, ondan daha ötesi yoktur. H alkın kâffesi,
bunlar için âlet gibidir.
Cenâb-ı Hakk'm bu tâifeye mülk olarak ihsân ettiği emânâtm, halk
hâmilleridir. Bu emânâtı halkın taşıması, mecâzî bir şekildedir. O ema-
nâtı o ricâl-ı âliyyenin taşıması, Allah için hakikattir. Mezkûr rical-i
kudsiyye, dâima kelâm-ı İlâhînin mahall-i hıtâbıdır, mevrid-i işâreti-
dir, meclâ-yı beyânıdır. Bâkî insanlar, mecâz tarîkiyle onlara mülhak-
dır. Kâfûr-ı İlâhî çeşmesinin âb-ı sâfîsinden su içen, bunlardır. Başka­
ları da kâfûr çeşmesinden su içebilirlerse de, tamamiyle sâfîsi olmayıp
içenin kâffesinin miktarına göre âb-ı kâfûrdan karıştırılmak sûretiyle
içer. Cenâb-ı Hak, Kur'an'da vo-A 0^" ^ û-4 0r A O1
Ç J - J Ü b L c (İnsan 5) buyurmuştur. Türkçesi: "Ebrârdan olan ri-
câle öyle bir kâseden su içirilir ki, onun mizâcı kâfûrdur. Yâni bir çeş­

458
medir ki, ancak Allah'ın ibâdı olanlar içebilir ve onlar o çeşm eyi ala­
bildiğine akıtırlar."
Hulâsa: İbâdullah hakîkaten Allah ile beraberdirler. Ebrâr, meca­
zen Allah ile beraberdirler. Bâkîleri de teb'iyyet sûretiyle Allah ile be­
raberdirler. Halbuki hüküm, hakîkat üzerinedir. Maamafih bunlarm
hepsi, lâyık olduğu veçhile Allah ile beraberdir. Hepsi A llah'ın kulla­
rıdır, hepsi Rahm an'm kullarıdır, hepsi Rabb'm kullarıdır.
Bundan sonra, şu da m a'lûm un olsun ki, Cenâb-ı Hak, Hz. Mu-
hammed ümmetini yedi m ertebe üzerine yapmıştır.
1-İslâm, 2-îmân, 3-Salâh, 4-İhsân, 5-Şehâdet, 6-Sıddıkiyet, 7-Kur-
bet.
Bu yedi mertebenin yukarısı, nübüvvet mertebesinden başka bir
şey değildir. Halbuki onun kapısı da Hz. Muhammed ile kapanmıştır.
Birinci mertebe olan İslâm, beş asıl üzerine binâ edilmiştir. 1-Şehâ-
det (Eşhedü enlâ ilâhe illellâh ve enne Muhammeden rasûlullah), 2-Na-
maz kılmak, 3-Zekât vermek, 4-Oruç tutmak, 5-Servet ve kudreti varsa
Beytullâhu'l-harâmı ziyâret etmek; buna "hac" tâbir olunmuştur.
İmâna gelince: İki rükün üzerine binâ kılınmıştır.
Rükn-i evvel: Cenâb-ı H akk'm vahdâniyetini, meleklerini, kitâpla-
rmı, âhiret gününü, ister hayra ister şerre âit olsun, her şeyin Cenâb-ı
Hak tarafından mukadder olduğunu yakînî bir şekilde tasdiktir. Bu
tadîk-i yakînî kalbin sükûnetinden ibâret olup kendisine gaybdan ha­
ber verilen şeylerin tahakkukuna im ânı tazammun eder. Bu babdaki
yakîn, âdetâ insanın gözüyle hâricde bir şey müşâhede ederek, o mü­
şahedeye şek ve raybm karışmamasına müşâbihdir.
İmânm ikinci rüknü, İslâmm esâs-ı binâsı olan şeyleri işlemektir.
Salaha gelince: Bunun üç rüknü vardır. 1-İslâm, 2-İmân, 3-Havf ve
recâ şartıyla Cenâb-ı Hakk'a ibâdete müdâvemet.
İhsâna gelince: Bunun dört rüknü vardır. 1-İslâm, 2-İmân, 3-Salâh,
4-Yedi makâmda istikâmet. Bu yedi makâm, tebve, inâbe (teslîm ol­
mak), zühd, tevekkül, rızâ, tefviz, cemi' ahvâlde ihlâs.
Şehâdete gelince: Beş rükün üzerine binâ edilmiştir. İslâm, imân,
salâh, ihsân ve beşinci rükün irâdedir. İrâdenin üç şartı vardır. 1-Mu-

459
habbeti garazsız, ivazsız Cenâb-ı Hak için mün'akid olmak. 2-Za'f ve
fütûr getirmeksizin zikre devam etmek, 3-Ruhsat şekline m üracaat et­
meyerek dâima azimetle (sıkı tutmak; ruhsat, hafif tutmak mânâsına
gelir.) nefse m uhâlefet etmektir.
Sıddıkiyete gelince: Altı rükün üzerine binâ edilmiştir. îslâm,
îmân, salâh, ihsan, şehâdet; altıncı rükün ise m a'rifettir. M a'rifetin üç
makâmı vardır. 1-İlme'l-yakîn, 2-Ayne'l-yakîn, 3-Hakke'l-yakîn. Her
makâmm kendi cinsinden yedi şartı vardır. 1-Fenâ, 2-Bekâ, 3-Tecellî-i
esmâ nokta-i nazarından zâtı bilmek, 4-Tecellî-i sıfât nokta-i nazarın­
dan zâtı bilmek, 5-Zâtı, zât nokta-i nazarmdan bilmek, 6-Esmâ ve sı-
fâtı zât ile bilmek, 7-Esmâ ve sıfât ile muttasıf olmak.
Kurbete gelince: Yedi rükün üzerine bina olunmuştur. îslâm , imân,
salâh, ihsân, şehâdet, sıddıkiyet; yedinci rükün velâyet-i kübrâdır. Ve-
lâyet-i kübrânm dört makâmı vardır.
Birincisi Hullet (muhabbet) makâmıdır. Bu İbrâhim (as)'m makâmı
olup buna dâhil olan her şeyden emindir.
İkinci makâm: Hakk'a hubb-ı tâmdır. Habîbullah tesmiyesiyle Hz.
M uham m ed'e giydirilen hü'at kendisine o makâmda biçilmiştir.

Üçüncü, hitâm makâmıdır. O bir makâmdır ki, livâu'l- ham d-ı Mu­
hammedi, Hz. M uham med'e dikilmiştir.
Dördüncü makâm; ubûdiyet makâmıdır. İşte Kur'an'da Cenâb-ı
H akk'm I il J l ^IJ -1 ^ 1 J s.uu ^ÂJI (İsra 1) âyetinde
abd tesmiye ettiği m ezkûr ubûdiyettir. Mânâsı: "Teşbih ederim o Al­
lah'ı ki, kulunu gece vakti M escid-i Harâm 'dan M escid-i Aksâ'ya yü­
rütmüştür." Hz. Peygamber bu ubûdiyet makâmmda nübüvvete nâil
olmuş ve halka rasûl olarak gönderilmiş ve bütün âlemlere rahmet ol­
muştur. Evliyâdan muhakkik olanlar için bu makâm tefekkür olunur­
sa, abd-ı İlâhî ile tesmiyeden başka bir şey yoktur.
Muhakkıklar, Hz. Muhammed'in halîfeleridir. Bu hilâfet onlar için
her makâmda câridir. Yalnız kemâlât-ı asliyye itibâriyle Hz. Muham­
m ed'in münferid olduğu makâm, bundan müstesnâdır. Muhakkıklar-
dan birisi iktisar ederse, yâni himmetini nefsine kasr ederek hidâyet-i
halk ile meşgûl olmazsa, Hz. Muhammed'e nübüvveti makâmı itibâ­
riyle nâib olur. Yok eğer meşâyıhdan sâdât-ı kümmel gibi hidâyet-i

460
halk ile de meşgûl olursa Hz. M uham med'e risâleti makamı itibariyle
nâib olmuş olur. Bu tâifeden yeryüzünde tek bir kimse de bulunursa,
yine bu dîn zevale uğramaz. Çünkü bu taife, Hz. Muhammed'in hule-
fâsı olup çobanın koyunundan kurdu men' ettiği gibi, bunlar da dîn­
den mevânii d e f ederler. Bu taife, Hz. M uham med'in ihvânı olup bun­
lar hakkında ^ jl>[ * WJ l b buyurmuştur. "Ah, benden
sonra gelecek ihvanıma mülâkî olsaydım, şevkim bunadır." demektir.
Hulâsa: Tâife-i mezkûre, evliyanın enbiyâsıdır. Bu tâbir ile kurb-ı
İlâhî nübüvvetini ve hakikati ilâmı ve hükm-i İlâhîyi beyânı kast edi­
yoruz. Yoksa maksadımız nübüvvet-i teşrî' değildir. Çünkü nübüv-
vet-i teşri, Hz. M uham m ed'le m unkâti' olmuştur.
Hulâsatü'l-hulâsa: M uhakkik ta'bîr ettiğimiz bu tâife, vasıtasız
ulûm-ı enbiyâdan haber verirler.
Şurası da ma'Iûmun olsun ki; velâyet, Hakk'm abdı üstüne esmâsı-
nm ve sıfâtmm ilmen, aynen, hâlen, Iezzeten, tasarrufan zuhûruyla te-
vellîsi demektir. Nübüvvet-i velâyet ise, Cenâb-ı Hakk'm halkın umûr
ve şuûnunu ıslâh edecek sûrette abdinin nazarını halka tevcîhden ibâ-
rettir. Bunda abdin hüsn-i hâl ve kuvvet-iHbâl ile (kalp kuvveti) ittisâfı
şarttır. Hâl ve bâlin kuvvetiyle, halkı salâha cezb eder. Bu nev'den olan
kimse, Hz. Muhammed'den evvel bu sûretle halkı dâvet edenlerden ise
o kimse rasûl olmuş demektir. Bu dâvet Hz. Muhammed'den sonra vu-
kû' bulmuşsa o kimse, Hz. Muhammed'in halîfesi demektir. Şu kadar
var ki, Hz. Muhammed'den sonra gelen, da'vasıyla ve nefsiyle istiklâl
iddiâ edemez. Belki o kimse, Hz.Muhammed (sav)'e tâbi'dir. Bayezid-ı
Bestâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Şeyh Abdulkâdir Geylânî, Muhyiddîn İbn
Arabî ve emsâli gibi sâdât-ı sûfiyyenin hepsi bu kabildendir. Yâni Hz.
Muhammed'e tâbi'lerdir. Ricâl-i mezkûreden olup da, Cenâb-ı Hakk'a
dâvet etmeyip belki Cenâb-ı Hakk'm ahvâl-i nâsa dâir kendisine haber
verdiği şey üzerine sırf kalbı olarak tedbîr-i halk ile meşgûliyette tavak-
kuf ederse, o kimse nübüvvet-i velâyetle nebîdir. Bu kısm-ı âhardan
olanlar, kendinden evvel geçenlere tâbi olmayarak tarîkat-i müstakil
üzerine hareket ederse o kimse, nübüvvet-i teşrî' ile nebî olmuş olur.
Halbuki nübüvvet-i teşrî', Hz. Muhammed'le kapanmıştır.
Bu izâhâtm kâffesinden şu anlaşıldı ki; velâyet, kuluyla Rabbı ara­
sındaki vech-i hâssın ismidir. Nübüvvet-i velâyet ise, halk ile Hak ara­

461
sında müşterek olan vechin ismidir. Nübüvvet-i teşri' hiç bir kimseye
muhtâc olmaksızın taabbudâtmda nefsiyle istiklâline âit olan vechin is­
midir. Risâlet, abd-ı İlâhî ile kâffe-i halk arasında olan vechin ismidir.
Bu izâhlardan şu m a'lûm olmuştur ki, nebinin velâyeti, nebinin nü­
büvvetinden mutlaka efdaldir. Nebinin nübüvvet-i velâyeti de, nü­
büvvet-i teşrî'den efdaldir. Nübüvvet-i teşrî'i de risâletten efdaldir. Zi-
râ nübüvvet-i teşri, peygambere mahsûstur. Risâlet ise, başkalarma da
şâmildir. Halbuki taabbudât nev'inden kendisine mahsûs olan şey,
başkalarma da taalluk edenden şüphesiz ki, efdaldir. Zira enbiyâdan
çoğunun nübüvveti, nübüvvet-i velâyettir. Ba'zı akvâlde Hızır için,
tekrâr yeryüzüne indiği zaman Hz. îsa için olduğu gibi; bunlar için nü-
büvet-i teşri' olamaz; enbiyâ-ı İsrail'den daha başkaları gibi. Enbiyâ-ı
İsrail'den bir çokları rasûl değildi. Belki nefsi için teşri' yapan nebi idi.
Hatta ba'züarı tek bir kimseye rasûl idi. Ba'züarı da tâife-i mahsûsaya
rasûl idi. Ba'zıları da insanlara rasûl ise de, tâife-i cinne değil idi.
Siyaha, kırmızıya, yakma, uzağa rasûl olarak Cenâb-ı Hak Hz. Mu-
hammed'den başkasmı yaratmamıştır. Çünkü Hz. Muhammed (sav)
kâffe-i mahlûkata gönderüen bir rasûldur. Bunun içindir ki, rahmeti
âlemlere şâmildir. İşte bu tafsile vâkıf olduktan sonra ale'l-ıtlak ber-
vech-i âti söyleyebilirsin: Velâyet nebideki nübüvvetten mutlaka ef­
daldir. Nübüvvet-i velâyet, nübüvvet-i teşrî'den; nübüvvet-i teşri',
nübüvvet-i risâletten efdaldir.
Şunu da bil ki, her rasûl, nebî-i teşri'dir. Nebî-i teşri' de nebî-i ve­
lâyettir. Her nebî-i velâyet de mutlak velîden efdaldir. Bunun içindir
ki, "nebinin bidâyeti, velînin nihâyetidir" denilmiştir. Bunu anla ve
iyi düşün! Bu yazdıklarım öyle mühim bir mes'eledir ki, sûfiyyeden
çoğunun indinde hafi kalmıştır.
Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.

Fasl
Bu faslm münderecâtı ber- vech-i âtidir.
1-Cenâb-ı Hakk'm hak peygamberi Hz. Muham med'in lisânı üze­
rine nâzil olan ve bizim için farîza-i taabbud bulunan şeylerdeki esrâr;
bu da İslâm 'ın m ebnî-i aleyhi olan beş şeyden ibârettir.

462
2-Esrâr-ı imâniyye
3-Makâm-ı salâhda beyne'l-havf ve'r-recâ, devâm-ı ibâdete âit olan
şeylerdeki esrâr-ı maânî.
4-İhsândaki makâmât-ı seb'anm esrârı: M akâm ât-ı seb'a: Tevbe,
inâbe, zühd, tevekkül, rızâ, tefviz, ihlâsdır.
5-M akâm -ı şehâdete âit ba'zı mertebeyi izâhâtı.
6-İlm e'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakke'l-yakîn ashâbınm alâmetine
dâir teşrihât.
7-Makâm-ı hullete, makâm-ı hubba, m akâm-ı hitâma, makâm-ı
ubûdete âit garâib-i ahvâlin izâhât-ı fâsihâ ile beyânı. Fakat bunlardan
her birisini icmâl ve ihtisâr sûretiyle îzâh edeceğiz. îtnâb sûretiyle,
makâmât-ı mezkûre esrârmın tafsili lâzım gelse, m ücelledât-ı kesîre-
ye ihtiyâç görünürdü. Halbuki biz bu tafsilâta girmek sadedinde de-
ğiliz.
Evvelâ kelîme-i şehâdetin sırrını zikr ediyoruz. Bilmelisin ki, ulu
varlık ikiye münkasımdır. Birisi, hükmü selb ve in'idâm ve fenâdan
ibâret olan halk; diğeri hükmü îcâb, vifcûd-ı bekâdan ibâret olan
Hak'tır. Bu hikmete m ebnî kelime-i şehâdet evvela selb sonra icâb
üzerine binâ olmuştur. "Lâ ilâhe"deki "lâ" selb, "illâ" icâbdır. Bunun
m ânâsı "Lâ vücûde li şey'in illallah"dır. Yâni Allahdan başka hiç bir
şey için vücûd yoktur. "L â ilâhe"deki "ilâh" lafzıyla bir kısım halkm
ibâdet ettikleri evsân, yani putlar kast olunmuştur. Cenâb-ı H akk'm o
evsâna "ilah" tesmiyesi halkın evsân-ı mezkûreye ilâh tesmiyesi mu­
vafık olsun içindir. Zira ilâh tesmiye ettikleri şeyin, ayân-ı h â r ic iy e ­
sinden sırr-ı ilâhı mevcûddur. Bu mânâya göre evsân, vücûd-ı Hak ile
hakkan âlihedir. Şu halde evsândan her m a'bûdun aynında Hakk'm
zuhûruyla o m a'bûd ilâh olmuştur. Çünkü Hak, onun "ayn"ından
başka bir şey değildir. Allah her nerede zâhir olursa m üstehakk-ı ulû-
hiyettir. Bundan başka "lâ ilâhe" tâbirindeki istisnâda cem 'in müfred
olması şunu ifâde eder ki, o ilâh tesmiye olunanlar, A llah'dan başka
bir şey değildirler. Binâenaleyh mânâsı: "Takyîd etmeksizin mutlak
olarak Allah'dan başkasma ibâdet etm eyin." demektir. Takyîd tasav­
vuru, cihet ile olur. Halbuki cihâtın kâffesi yine Hak'dır. Şu halde vü-
cûdda Allah'tan başka bir şey yoktur.

463
Hülasatü'l-hulâsa: Allah cem i'-i mevcûdâtm "ayn"ıdır. Bu sırrı id­
râk, şuhûda ve keşfe mütevakkıf olduğundan şehâdet lafzma mukâ-
rin kılındı. Bunun içindir ki dil VI dİ Vjl .yil denildi. Mânâsı: "M üşâhe-
de-i ayniyye sûretiyle görüyorum ki, vücûdda A llah'tan başka bir şey
yok." demektir. Bu istisnâ hakkında kütüb-i mufassalada çok bahisler
vardır. Bu bahisler, istisnâ, istisnâ-ı m uttasıl mıdır, m unkatı' mıdır?
nefy olunan ilâh, ilâh-ı hak mıdır, ilâh-ı bâtıl mıdır? ilâh-ı bâtü olursa
bir mânâ ifadesi kâbil midir, değil midir? ilâh-ı hak olursa mânânın
cevâzma imkân var mıdır, yok mudur? Ve bunlarm arasmda cem' ve
telfîke âit ve bunlardan başka mesâil-i şettâya m üteallik mebâhisten
ibâret olup, bunlara müteallik ecvibe-i katıâ ve berâhin-i sâtıa mez­
kûrdur. Bunu anla!
N am azın esrârma gelince: N am az, Cenâb-ı H akk'm vahdâniyeti-
ne ibâdettir. N am azı ikâm e, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyenin kâffesiyle
m uttasıf olarak nâm ûs-ı vâhidiyeti ikâm e dem ektir. A bdest, nekâis-
i kevniyyeden tahârete işârettir. A bdestin su ile m eşrût olm ası, "ne-
kâis-i kevniyyenin zevâli ancak hayât-ı vücûddan ibâret olan sıfât-ı
ilâhiyye âsârm ın zuhûruyla olabileceğine" işârettir. Ç ünkü su, ha­
yatın sırrıdır. Zarûret olaı\yerlerde teyem m üm ün tahâret yerine kâ­
im olm ası "nefse m uhâlefet ve m ücâhede ve riyâzetle tezekkî ve tat-
hîre" işârettir. Su ve teyem m üm ile olan bu tezekkî, m üm kün olan
m e'm ûlât kabilindendir. Çünkü bunun derecesi, cezb-i İlâhî ile na-
kâyis-i kevniyeden tatahhur edenlerin derecesinden aşağıdır. Cezb-
i İlâhî ile tatahhur edenler, ezel-i İlâhîdeki âb-ı hayât ile tatahhur et­
m işlerdir. Bu sırra m ebnîdir ki, Hz. Peygam ber c j I j ülji- l_r Js o lj
Ç ij j Ş c j \Ç5j j Lblji; LrJ c hadîsini îrâd buyurm uştur. M ânâsı: "Y a
Rabbi! N efsim e takvâsm ı sen ihsân et ve nefsim i sen tezkiye buyur.
Çünkü sen nefsi tezkiye edenlerin en hayırlısısm ." dem ektir. İşte bu
hadîs-i şerîf de UÇL' ol m ücâhedeye, nefse m uhâlefete, riyâzete
işârettir. L^5j ^ U J j buyurulm ası da, cezb-i İlâhîye işârettir.
Çünkü cezb-i İlâhî ile olan tezekkî ve tatahhur, a'm âl ve m ücâhedât
ile olan tezkiyeden hayırlıdır.
Namazda istikbâl-i kıbleye gelince: Bu da, taleb-i Hak'da teveccüh-
i kiillîye işârettir. Namazda niyet, teveccüh-i külliye-i m ezkûrede kal­
bin in'ikâdma işârettir.

464
Tekbîr-i ihrâm: Cenâb-ı H akk'm Cenâb-ı İlâhîye m e'm ûl olan tecel-
liyâtından daha büyük, daha vâsi' olduğuna işârettir. Binaenaleyh Ce-
nâb-ı ilâhiyyeyi bir meşhed Ue kayıtlamak mümkün değildir. Belki o
Cenâb-ı İlâhî, her m eşhedden ve Hakk'ın abd üzerine zâhir olduğu
her manzardan daha büyük, daha vâsi'dir. Çünkü Cenâb-ı İlâhînin ni-
hâyeti yoktur.
Namazda fâtiha kıraati, kem âl-ı İlâhînin inşânda vücûduna işâret­
tir. Çünkü insan, fâtihatü'l-vücûddur. Cenâb-ı Hak, mevcûdât-ı umû-
miyyenin kilitlerini insan ile açmıştır. Binaenaleyh fâtihayı kıraat, es-
râr-ı rabbâniyyenin estâr-ı insâniyye tahtmda zuhûruna işârettir.
Namazda rükû', tecelliyât-ı ilâhiyyenin vücûdu altında mevcûdât-
ı kevniyyenin m ün'adim olduğu şuhûda işârettir.
Rukû'dan sonra kıyâm m akâm-ı bekâdan ibârettir. Bunun içindir
ki, M usallî o kıyâmda #-u> üJI ^ der. "Allah, hamd edenin hamdi-
ni işitti." demektir. Bu bir kelim edir ki, kulun bunu söylemeğe istih-
kâkı yoktur. Çünkü bu söz, hâl-i İlâhîyi ihbârdır. Demek ki, abd kı-
yâmda, halîfe-i Hak olarak makâm-ı bekâda bu sözü söylemiştir. İs­
tersen halîfe-i Hak demeyip de, eşkâli murtefi' olsun için ayn-ı Hak-
dır, de. O ayniyetin icâbıdır ki, kendi nefsinden kendi nefsiyle haber
vererek dJI ^ demiştir. Yani halkm hamd ve senâsı, Hakk'm
işitmesine tercüman olmuş demektir. Halbuki Cenâb-ı Hak, iki halde
de "vahidun gayr-i m üteaddid"dir.
Namazda secde, Zât-ı mukaddese-i ilâhiyye zuhûrunun istimrârıy-
la âsâr-ı beşeriyenin "sahk ve m ahk"ından, yâni ezilip m ün'adim ol­
masından ibârettir. İki secde arasındaki culûs, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyye
hakâyıkıyla tahakkuka işârettir. Çünkü iki secde arasındaki ka'dede
oturmak, bir nev' "istivâ"dır. Bu da ^ (Taha 5) nın
hakikatine işârettir. İkinci secde, makâm-ı ubûdiyete işârettir. Ma-
kâm-ı ubûdiyet, Hak'tan halka rucû ile tahakkuk eder.
N am azda tahiyyât "kem âl-ı hakkî ve halk î"y e işarettir. Çünkü
tahiyyât m usallînin, A llah'a ve peygam berine ve ubbâd-ı sâlihîne
hamd ve senâsm dan başka bir şey değildir. Bu ise m akâm -ı kem âl­
dir. Binaenaleyh velînin kem âli üç şey ile tahakkuk ediyor, dem ek­
tir.

465
1-Hakâyık-ı ilâhiyye ile tahakkuk, 2-Hz. Muham med'e ittiba', 3-
Allah'm sâlih kullarının kâffesine karşı ızhâr-ı edeb.
Bu bahisde daha başka esrar-ı kesîre varsa da bizim kastımız ihti-
sârdır.
Zekâta gelince: H akk'ı halk üzerine tercih ile tezkiyeden ibarettir.
Yâni ulu varlıkta H akk'ı müşâhedeyi, halkına müşâhedeye tercih et­
mektir. Nefsini müşâhedeyi kast edince, H akk'ı îsâr ederek H akk'ı
müşâhede eder. Nefsinin sıfâtıyla muttasıf olmak murâd edince,
H akk'ı îsâr ederek onun sıfâtlarıyla muttasıf olur. Zâtını m a'rifet sû-
retiyle enniyetini bulm ak kast edince H akk'ı îsâr ederek zât-ı Hakkı
bilir. Bu sûretle hüviyetine vâkıf olur. İşte zekâtın işâreti, zikr olunan
izâhâttan ibârettir.
Mevcûdât-ı ayniyyede zekâtın kırkta bir olması kırk mertebesi ol­
duğuna ve bu kırk mertebeden matlûb-ı âlînin, mertebe-i ulyâ olan
mertebe-i ilâhiyye bulunduğuna işârettir. Mertebe-i ilâhiyye, kırk
mertebeden bir mertebedir. Biz bu merâtibin kâffesini el-Kehfıı ve'r-Ra-
kîm fi şerhi Bismillahirrahmanirrahîm adlı kitâbımızda zikr ettik. Oraya
müracaat olunsun.
Siyama gelince: Sıyâm, "sıfat-ı samedâniyye ile muttasıf olmak için
muktezeyât-ı beşeriyyeyi isti'm âlden im tina"a işârettir. Ne derecede
imtina' edebilirse, yâni muktezeyât-ı beşeriyyeden ne nisbette oruç
tutabilirse, o kimsede âsâr-ı Hakm zuhûru ona göre olur. Orucun bir
ay olması muktezeyât-ı beşeriyyeden imtina' mes'elesine, hayât-ı
dünyâ müddetinin kâffesinde ihtiyâca işârettir. Binaelaneyh "vâsıl ol­
dum, muktezeyât-ı beşeriyyeyi terke ihtiyâcım yoktur. Meshûk ve
memhûk olan kimseye muktezeyât-ı beşeriyye için yol yoktur." de­
memelidir. Bir kimse böyle derse, mahdû'dur, memkûrdur; yâni
mekr-i İlâhîye uğramış demektir. Binaenaleyh zât-ı ilâhiyye hakâikiy-
le ittisâf-ı tâm, fevz ve necâta nâil olmak için dâr-ı dünyada bulun­
dukça muktezeyât-ı beşeriyyeyi terkten ibâret olan oruca lüzûm var­
dır. Orucun niyetine, iftâra, sahura, terâvihe ve bunlardan başka Ra­
m azan'a mahsûs olan ahvâle âit mebâhis-i kesîre varsa da, biz izâhât-
ı sâbıka ile iktifâ ediyoruz.
Hacca gelince: Cenâb-ı H akk'ı talepte kastın istimrârma işârettir.
İhrâm, mahlûkâtı şuhûdu terke işarettir. Dikişli ruba giymemek sıfât-

466
ı mahmûde ile muttasıf olarak sıfât-ı m ezmûmeden tecerrüde işâret-
tir. Başı tıraşın terki, riyâset-i beşeriyyeyi terke işarettir. Tırnakları
kesmeyi terk etmek, kendinden sâdır olan ef'âlde fiil-i İlâhîyi müşâhe-
deye işârettir. Koku sürmeyi terk etmek, hakâyık-ı zâtiyye ile tahak­
kuk için esmâ ve sıfâttan tecerrüde işârettir. iSlikâhı yani nisâya takar-
rubu terk etmek, vücûdda tasarruftan taaffüfe işârettir. Sürme isti'm â­
lini terk etmek, hüviyet-i ahadiyyede alabildiğine yürümek üzere keşf
talebinden m en'e işârettir. Mîkât, kalpten ibârettir. Mekke, mertebe-i
ilâhiyyeden ibârettir. Kâbe, zâttan ibârettir. Kâbe'deki hacer-i esved,
latîfe-i insâniyyeden ibârettir. Bunun sevdavî yani siyah olması latîfe-
i insâniyyenin muktezeyât-ı tabiiyye ile televvününden ibârettir. Hz.
Peygamber bu sırra "H acer-i esved sütten daha beyaz olarak nâzil ol­
du. Âdem oğullarının günahları onu siyahlandırdı." mânâsına olarak
fjl ilki- ujJÜI ^ U.L, j£,\ sjJil jfJ-l Jy hadîsiyle işaret etmiştir. Bu ha-
dîs-i şerîfdeki hacer-i esved, laîfe-i insâniyyeden ibârettir. Çünkü la­
tîfe-i insâniyye asâleti itibâriyle hakîkat-i ilâhiyye üzerine yaratıl­
mıştır.
İşte hakîkat-i insâniyyenin bu mânâyla olması o->l <_Pj ' —AI üiU jâ)
pjis (Tin 4) âyetinin mânâsıdır. Latîfe-i insâniyyenin tabâyie, âdete,
alâık-ı kevniyyeye ve zuhûr-ı hakikate mâni' olan şeylere rucûu, onun
isvidâdı, siyahlanm ası demektir. Zikr olunan mevâni' ise, benî
 dem 'in hatâyâsmdan ibârettir. İşte ûvÜL- J i J »Uüj ^ (Tin 5) âyetinin
m ânâsı da budur.
Bu izâhı anladmsa, bilmekliğin lâzımdır ki; tavâf, insana hüviyeti­
ni, asimi, menşeini, meşhedini idrâke âit lâzım olan şeylerle iştigâlden
ibârettir. Tavâfın yedi olması zâta vesile-i tamâmiyet olan evsâf-ı
seb'aya işârettir. Evsaf-ı seb'a defeât ile geçtiği veçhile hayât, ilim, irâ­
de, kudret, semi', basar, kelâmdan ibârettir. Tavâfm yedi adedine ik-
tirânında başka bir nükte daha vardır. O da mezkûr sıfât-ı seb'adan sı-
fâtullaha rucûu lüzûmu nüktesidir. Binaenaleyh hayâtmı, A llah'a; il­
mini, Allah'a; irâdesini, A llah'a; kudretini, Allah'a; sem'ini, Allah'a;
basarmı, Allah'a; kelâmını, A llah'a nisbet etmek lâzımdır. Bu hâlet-i
celîle tahakkuk ederse, o zaman sâlik Hz. Peygam ber'in hadîs-i kud-
sîsinde a» ^ jji\ ^ £***. ^JJI aju- -0£\ hadîs-i şerifine mazhar olmuş
olur.

467
Bir de tavaftan sonra mutlaka namaz kılmak, ahadiyetin burûz ve
zuhûruna ve bu feyzi itmâm eden kimse için onun şeref-i manevîsiy­
le kıyâmma işarettir. O namazın makâm-ı İbrahim 'in arkasmda kılın­
masının müstehâb olması, m akâm-ı hullete işarettir. Makâm-ı hullet
ise, âsâr-ı halkın cesedinde zuhûrundan ibârettir. O makâma varan
kimse, eliyle mesh ederse anadan doğma gözsüzün gözünü açar ve
abrası şifâ-yab edebilir. Ayağı ile yürürse, yer onun için dürülür. Baş­
ka a'zâsı da böyledir. Yâni onlarla da istediğini yapabiür. Çünkü en-
vâr-ı ilâhiyye, onun a'zâsma hulûl olmaksızın yâni girmeksizin gir­
miştir. (tahallul etmiştir.)
Zemzeme gelince: Hakâyık ilimlerine işârettir. Ondan içmek, ilm-i
hakikatte dallanıp budaklanmağa işârettir. Safâ, sıfât-ı halkiyyeden ta-
saffîye işârettir. Merve, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyye kâselerinden içerek su­
ya kanmak demektir. Başını tıraş etmek, o makâmda riyâset-i ilâhiyye
ile tahakkuka işârettir. Bıyıklarını kesmek, mertebesi kâsır olmasına ve
ehl-i kurbetin mertebesinden ibâret olan derece-i tahkikten aşağı düş­
mesine işârettir. Ehl-i kurbetten aşağı mertebede bulunanlar "iyân"
derecesindedir. Bu ise, sıddıkiyetten olanlarm kâffesinin nasibidir.
İhrâm'dan çıkmak, m ak'ad-ı sıdka yâni ind-i İlâhîde vücûd-pezîr
olduktan sonra halk için tevessü' göstererek onların derecesine in­
mektir.
Arafat Cenâb-ı H akk'ı m a'rifet makâmmdan ibârettir. Arafat'ta iki
bayrak dikilmesi, m a'rifetullah yolunda cemâl ve celâl-ı ilâhiyyeden
ibârettir. Çünkü cemâl ile celâl, Cenâb-ı Hakk'a vâsıta-i vuslattır.
Müzdelife, makâmm bû'diyeti ve teâlîsinden ibârettir. M eş'ar-i ha-
râm, umûr-ı şer'iyyeye vukûf ile berâber muharremât-ı ilâhiyyeye
ta'zim den ibârettir. Minâ, makâm-ı kurbet ashâbı için m inâ'ya yâni
âmâline erişmekten ibârettir. M inâ'da üç taş atmak nefs, tabiat, âdet­
ten ibâret olup bunlardan her birisine yedi tane ufak taş atarak o üç
şeyi ifnâ, izâle ve imhâ demektir. Buna nâiliyet, sıfât-ı seb'a-i ilâhiyye
âsârmın kuvvetle zuhûruyle mümkündür.
Tavâfa ifâza, feyz-i İlâhînin devâmı için terakkide devamdan ibâ­
rettir. Çünkü bu terakki, kemâl-i insâniyyeden sonra da munkati' de­
ğildir. Çünkü Allah'ın nihâyeti yoktur. Tavaf-ı veda', hâl tarîkiyle Ce-
nâb-ı Hakk'a hidâyete işârettir. Çünkü hidâyet Allahın sırrmı müste-

468
hakkına vedîa kılmakla olur. Allah'ın esrârı, velînin yanmda vediadır.
Bu vediaya kim m üstehak olursa, velî o vedîayı ona verir. Cenâb-ı
Hak, Kur'an'da p-feJI 'Li, ^ jli (Nisa 6) buyurmuştur.
Mânâsı: "Eğer onlardan eser-i rüşd görürseniz, m allarını kendine ve­
riniz." demektir. Bu hac bahsinde ve menâsik-i haccın kâffesinde oku­
nan dualarda esrâr-ı kesîre olduğu gibi her duanm altında da esrâr-ı
ilâhiyyeden sır vardır. Fakat biz bu esrârı zikr ve beyâna lüzûm gör­
medik. Çünkü bizim maksadımız ihtisârdır.
İmâna gelince: İmân, âlem-i gayba âit m edâric-i keşfiyyenin evve­
lidir. Bu bir merkebdir ki, buna binen kimse makâmât-ı âliyyeye, ha-
zerât-ı seniyyeye doğru suûd eder. Binaenaleyh imân akla nisbetle ba-
îd olan bir şey üzerine kalbin tavâtuundan (bir şeyin üzerine hücûm
mânâsınadır.) ibârettir. Akl ile bilinen her şeyde kalbin tavâtuu ol­
mazsa buna imân denilmez. Belki bu şuhûda âit delâilden müstefâd
olan ilm-i nazarîdir; imân değildir. Çünkü imânda kalbin bir şeyi de­
lilsiz kabûl etmesi meşrûttur. İmân, tasdîk-i mahzdan ibârettir. Bunun
içindir ki, nûr-ı akl nûr-ı imândan nâkıstır. Çünkü tâir-i akl, hikmet
kanatlarıyla uçar. Hikmet kanatları ise delâilden ibârettir. Delâil ise,
eseri zâhir olan eşyâda bulunur. Eşyâ-ı bâtınede ise delîl bulunmağa
im kân yoktur. Şu halde imân kuşu, kudret kanatlarıyla uçar ve bunun
tayerânı için cevv-i âlîde tavakkuf yoktur. Belki avâlimin kâffesinden
tayerân eder. Çünkü onun kanatları olan kudret, bu saydığımız şeyle­
rin kâffesini muhittir.
İmânm fâide-i evveliyyesi kendisine haber verilen şeylerin hakâyı-
kını sahib-i imânm basiretle ru'yetidir. Bu ru'yet ancak nûr-ı imân ile
m ekşûf olabilir. Nûr-ı imân hâsıl olunca sâhib-i imân, imân ettiği şey­
lerin hakîkat-i tahkikiyyesinde asla durmayarak ber-devâm olur. Ce-
nâb-ı Hak Kur'an'da uü-JJ J m, <ui yUSÜl eUli jJI (Bakara 1) buyurmuş­
tur. "Kitaba karşı rayb ve şekkin mündefi' olm ası ancak mü'minler
içindir. Çünkü onlar Kitâb'a imân ettiler ve delîl-i aklî ve nazarîye
ehemmiyet vermediler. Kendilerini, akim takyidâtı ne ise onunla mu-
kayyed kıldılar. Belki kendilerine vukû' bulan ilıbârı aynen kabûl et­
tiler ve o ihbârm vukûuna şeksiz olarak sûret-i katiyyede inandılar."
Bir kimsenin imânı, delâile nazar etmek ve akıl ile takyîde muhtaç
olursa o kimse, Kitâp hakkında şüphesiz bir imâna mâlik değildir.

469
Akâid ilmi tâbir olunan ilm-i kelâmda zikrolunmuş olan mebâhisin
kâffesi, mülhidleri ve ehl-i bid'attan başkalarmı müdafaa ile iskât
(susturmak) içindir. Yoksa ilm-i kelâm kalplerde imânm vukûu için
değildir. Binaenaleyh im ân, envâr-ı ilâhiyyeden bir nûr olup abd-ı İlâ­
hî o nûr ile mukaddem ve muahhar ne varsa hepsini görür. Bunun
içindir ki, Hz. Peygamber "M ii'm inin ferâsetinden sakının. Çünkü o
Allah'ın nûruyla nazar eder." mânâsına olarak j ti •ı djI3^0^ 14*41^ b&j I
^JU; 4İII buyurmuştur. Peygamber bu hadîste "ferâsetü'l-m üslim ", "fe-
râsetü'l-âkil" gibi bir tâbir ile veyâhut daha başka bir tâbir ile hadîs
îrâd buyurmamıştır; belki m ü'm in ile tâbir etmiştir.
Şurası da m a'lûm un olsun ki; bu âyet-i celîlenin pek çok mânâsı
varsa da, biz onların zikri sadedinde değiliz. Yalnız "Elif Lâm M îm "
ile Kitap ve kitap lafzının gayrı ba'zı kelimâtm işâretlerini beyân ede­
ceğiz. Cenâb-ı H ak'tan niyaz ediyorum ki, bana Kur'an'a tefsîr yazma
için izin verilsin. Ben o tefsirde ukûla nisbetle pek garîp olan esrârm
izâhâtını dere edeyim. Benim o tefsirimle ^L, LJx j! ^ (Kıyame 19) yâ­
ni "K ur'an'm izahı, sonra yine bizim üzerimizdedir." mânâsmda olan
âyetteki peygambere olan va'd-i İlâhîsinin itmâmı hâsıl olsun. Böyle
bir tefsire lüzûm-ı kat'î vardır. Kitâbullaha böyle bir hizmetle müşer­
ref olan kimse, H ak'tan niyaz ederim ki, ben olayım.
Âyet-i mezkûrede "O Kitap'ta şüphe yoktur. M uttakîler için hidâ­
yettir. Müttakîler, gaybe imân eden kimselerdir." mânâsına olan
u~ jUL Jjub a, ( B akara 1-3) âyeti "Elif Lâm
M îm " muammâ-ı ilâhiyyesinin hakikatine işârettir. Bu da icmâl tarî­
kiyle zâta, esmâya, sıfâta işârettir. oUSUl cUi daki Kitâp, İnsân-ı Kâ-
m il'den ibârettir. Binaenaleyh "elif lâm m îm " işâretiyle hakîkat-i insâ-
niyyeye işâret olunmuştur. Bunda şüphe yoktur. Bu muttakîler için
hidâyettir. M ezkûr m uttakîler H ak'tan vikâye ve Hak onlardan vikâ-
yedir. Eğer Hakk'a duâ edersen Hak ile onlardan kinâye yapmış
olursun, onlara dua edersen onlarla H ak'tan kinâye yapmış olursun
deki gayb Allah'dır. Çünkü Cenab-ı Hak, onların gay-
bıdır. Onlar O Allah'a hüviyetleri olmak üzere ve onlar da ayn-ı İlâhî
olmak üzere imân ettüer. Bunlar namazı ikâme ederler. Yani esmâ ve
sıfât-ı ilâhiyye hakikatiyle muttasıf olarak vücûdlarmda mertebe-i ila-
hiyye nâmûsunu (kâide) ikâme ederler.

470
Bunlar Cenâb-ı H akk'm kendilerine verdiği rızıktan, yâni rızk-ı
m âneviden infâk ederler. Bunların infâkı, kendilerinin zâtlarında
ahadiyet-i ilâhiyyenin neticesi olan semerâta âit olarak vücûdda ta­
sarrufları dem ektir. Binaenaleyh bunların m erzûk olması, kendile­
rinde ahadiyet-i ilâhiyyeyi m ülâhaza vâsıtasıyladır. Bunlar "sâbi-
kûn-ı m üfridûn"dur. Bunlara, Cenab-ı Paygam ber, ashâbma hitâben
jji>iil hadîsiyle işâret etmiştir. "Ferd olanların müsabakası gibi
müsâbaka edin." demektir. "Lâhikûn" gayba, yani "Ya Muhmmed!
sana inzâl olunan ve senden evvel geçen enbiyâya inzâl olunan âyet­
lere ve âhirete yakinen imân edenlerdir." Bunlar Rablerinden hidâyet
üzerinedir ve felâha nâil olan, bunlardır. Bunlar melâikeye, kütüb-i
ilâhiyyeye, peygamberlere, yevm-i âhirete, hayır olsun şer olsun tak­
dirin Allah'dan olduğuna imân edenlerdir. A llah'a imân eden bu
m ü'minler, melâikenin, kütüb-i ilâhiyyenin hakikatine muttalidirler.
Hakk'm mürselîni ne için gönderdiğini bilirler. Yevm -i âhireti de gö­
rürler. Hayır ve şerrin takdîr-i İlâhî ile olduğunu müşâhede ederler.
Bunlar, "yalnız bu zikr olunanlara imân etm işlerdir." demek olmayıp,
belki "ilim ile mârifet-i iyâniyye-i şuhıjdiyye ile zikr olunan şeyleri
âlim dirler" demektir.
Binaenaleyh hulâsâ itibâriyle "bunlar yalnız Allah'a mü'mindir-
ler." demektir. Çünkü bunlarm A llah'ın mâ-dûnunda bulunan şeyle­
re ilimleri, ilm-i şuhûdîdir. İlm-i şuhûdî ise îmân demek değildir.
Çünkü imânm şartı, ma'lûm un meşhûd değil, gayb olması şeklinde­
dir. Onların indinde gayb olan bir şey varsa, o da zât-ı ilâhiyyenin
künhüdür. Binaenaleyh bunlar, Cenâb-ı H ak'tan şuhûd-ı aleni-i aynî­
ye mazhar olmakla berâber, Cenâb-ı Hakk'm gayr-ı mütenâhî olan es-
rârma da mü'mindirler. Hulâsa muttakîlerin im ânı tek başma Cenâb-
ı Hakk'a mahsûstur. Bunlara lâhık olanlar ve bâlâda "lahikûn" ta'bir
olunan m ü'minler, Allah'a m ü'm in oldukları gibi imânm târifinde Al­
lah'a, meleklere, kitaplara, mürselîne, yevm-i âhirete, hayır ve şerrin
takdîr-i İlâhî ile olduğuna da imân ederler. Binaenaleyh bu kısm-ı âhir
"lâhikûn"dan, ondan evvelkiler "sâbikûn"dandır.
Salâha gelince: Salâh, devâm-ı ibâdetten ibârettir. ibâdet, Allah'ın
ikâbmdan haşyet ve mükâfâttan taleb-i âtıfet sûretiyle îfâ edilen
a'm âl-ı hayriyyeden ibârettir. Sâhib-i salâh, işlediği işleri Allah için iş­

471
lerse de, ef'âlinde dünyasına ve âhiretine âit ziyâdelik talebi vardır.
Binaenaleyh sâhib-i salâh, Allah'ın ateşinden korkmak ve cennete du­
hûlü tamah etmek şeklinde ibâdet eder. Ve bu yoldaki ibâdeti kalbin­
de azâmet-i ilâhiyyeyi tahkim ettiği için o tahkim sâyesinde maâsiden
uzaklaşarak nehy olunan ef'âlden mücânebetle nâil-i tezekkî ve tahâ-
ret olur. İzâh-ı mezkûr veçhile ibâdete devâmdaki fâide ise, âbidin
sevdâ-yı kalbinde nükte-i ilâhiyyenin temekkünüdür. O derecede ki,
m ekânet-i mezkûreden sonra keşf-i ğıtaya (perdenin açılm ası demek­
tir) nâil olsa, yine o âbid, ale'l-ıtlâk kayıtsızlığa düşemez; hakâyıkmda
şerâyi' ile mukayyed olur. İşte recâ şartıyla vukû bulan devâm-ı ibâ­
detin neticesi budur. Çünkü sâhib-i salâh olanların ibâdeti mutlaka
şart-ı recâ ile meşrûttur. M uhsinîn böyle değildir; onlar, Cenab-ı
H ak'tan korkmakla berâber, ibâdetine rağbet gösterirler.
Bu izâha göre m uhsinîn ile salih arasındaki fark şudur ki; salih
olan kimse nefsi üzerine azâb vukûundan korkar ve yine nefsi için ni-
âm-i cennete tamâh gösterir.
Hulâsa, havfinin ve recâsınm sebebi nefsidir. M uhsin ise, celâl-ı İlâ­
hîden korkmakla berâber cemâl-ı İlâhîye rağbet gösterir. Rağbetinin
ve haşyetinin sebebi, cem âf ve celâl-ı İlâhîdir. Binaenaleyh muhsin
olan Allah için muhlistir. Sâlih olan Allah için sâdıktır. Muhsinde ay­
rıca bir şart daha vardır ki, o da ef'âlinde kebâirin vâki, olmamasıdır.
Sâlih böyle değildir; sâlihde şart-ı mezkûr yoktur. Bunu anla!
İhsâna gelince; İhsân bir makâmm ismidir ki, o makâmda abd-ı İlâ­
hî, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyye âsârmı mülâhazadadır. İbâdet ettiği zaman
kendisinin huzûr-ı İlâhîde olduğunu tasavvur eder. Dâima ibâdette
ahvâli, nazar-ı mezkûrden hâlî olmaz. İhsan derecâtınm en azı, muh­
sin olan kimsenin nazar-ı İlâhî altmda bulunduğuna nazar etmesidir.
Bu hâlet murâkebe derecâtınm mukaddemesidir. Murâkabe ise, ancak
yedi şart ile tekemmül eder: Tevbe, inâbe, zühd, tevekkül, tefvîz, rızâ,
ihlâs.
Tevbe şudur ki, tâib olan kimse tekrar günah işlemeğe avdet eder­
se, bu hâhyle Hakk'm kendisine nazarını murâkabe edemez ve
Hakk'm nazarının altmda bulunduğuna da nazar edemez; yâni tefek­
kür edemez. Çünkü bir kimse Hakk'm kendisini gördüğünü görürse,
o kimsenin kuvâ-yı mâneviyyesi ve kalbi m a'siyete cesâret edemez.

472
Binaenaleyh muhsin ile m akâm-ı ihsânın mâ-dûnunda bulunan sali-
hînin, m ü'm inînin, müslim înin tevbesi, yalnız günahtandır. Şehâdet
makâmı ehlinin tevbesi, hatırına m a'siyet fikrinin hutûrundandır.
Sıddıkiyet makamı ashâbınm tevbesi, kalbine A llah'dan başka bir şe­
yin hutûr etmesindendir. Mukarrabînin tevbesi, ahvâl-i kalbiyye altı­
na girmektendir. Çünkü ahvâl-i kalbiyye m ukarrabîni taht-ı hükmü­
ne alamaz. Bu terakkî-i celîl ise, istivâ-yı Rahm ânînin tahakkukundan
ibârettir. İstivâ-yı Rahm ânî tahakkuk edince, her telvînde temkin hu-
sûlü zarûrîdir. Bunu ehli bilir.
İnâbeye gelince: înâbenin makâm-ı ihsânda meşrût olması şundan
dolayıdır ki, abd-ı İlâhî heybet-i ilâhiyyeyi tefekkürle nekâyisten ferâ-
ğat ederek Cenâb-ı H akk'a inâbe etmedikçe, m urâkabesi sahih değil­
dir. Şu halde muhsin olanların ve m uhsinlerin ma-tahtmda bulunan
salihînin, mü'minînin, m üslimînin inâbesi m enhiyyât-ı ilâhiyyenin
kâffesindendir. M enâhî-i ilâhiyyeden çekinenlerin evâmir-i ilâhiyye
ile hareket edecekleri ve hudûd-ı ilâhiyyeyi muhâfaza edebilecekleri
derkârdır. Şühedanın inâbesi, kendi nefislerinin irâdesinden irâde-i
ilâhiyyeye rucû ile olur. Bunlar kendi irâdelerini terk etmişlerdir.
Bunlarm iradesi, H ak'km irâdesi ne ise, odur.
Sıddıkînin inâbesi, H ak'tan H akk'a rucû'dur. Mukarrebînin inâbe­
si, esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyeden zât-ı ilâhiyyeye rucû' ve irtifâdır. Bu bir
makâmdır ki, sıddıkînde bu makâmm tahakkuku müşkildir. Sıddıkî-
ne dâhil olanlardan hem ân kâffesi, zât-ı İlâhî ile berâber olduklarma
zu'm ederlerse de, hakîkat-i emr öyle değildir. Onlar esmâ ve sıfât ile
berâberdir. Onlarm vâhidiyet şarabıyla sarhoş olmaları, kendilerini
hakîkat-i emri taakkulden alıkoymuştur. Şâyet "sıddıkîn, zât ile bera­
berdir." demek istersen, yine bu sözü "esm â ve sıfât vasıtasıyladır."
kaydıyla takyid ederek söylemelidir. M uhakkikler böyle değildir. On­
lar takyîdsiz zât ile beraberdir. Belki muhakkikler zât ile beraber, zât
ile zâttadır. Muhakkikler kurbiyet makâmmın tamamiyle ehlidirler.
Bunun beyânı inşaallah âtîde gelecektir.
Zühde gelince: Zühdün makâm-ı ihsânda şart olmasının sebebi şu­
dur ki, Cenab-ı H akk'ı murâkebe eden kimsenin, dünyaya iltifât et­
memesi şarttır. Köleyi görm üyor musun? Efendisinin huzûrunda bu­
lunduğu zaman bilir ki, efendisi ondan hizmet istemektedir. Köle bu­

473
nu bildiği için mesâlih-i zâtiyyesinden ferâgat ederek, efendisinin emr
edeceği, emr ettiği şeyi işlemekle meşgûl olur.
Hulâsa: Muhsinlerin ve onların mâ-tahtmdaki salihînin, m ü'm ini­
nin, müslimînin zühdü dünyâdan ve dünya lezzetlerindendir. Şühe­
dânın zühdü, dünyâ ve âhiretin kâffesindendir. Sıddıkînin zühdü,
kâffe-i mahlûkâttandır. Bunlar ancak H akk'ı ve Hakk'm esmâ ve sıfâ-
tmı müşâhede ederler. Mukarrabînin zühdü, esmâ ve sıfât ile beraber
bekâdadır. Bunlar hakîkat-i zât mertebesindedirler.
Tevekkülün makâm-ı ihsanda şart olunmasının sebebi şudur ki, bir
kimse Cenâb-ı Hakk'm kendini gördüğünü görürse, o kimsenin bi'l-
cümle umurunu, Cenâb-ı Hakk'a havâle etmesi de şarttır. Çünkü Ce-
nâb-ı Hak o kimseye âit maslahatları daha ziyâde bilebilir. Binaena­
leyh mütevekkil olan, yed-i kudretinde olmayan şey hakkında nefsini
yormaz.
Tevekkülün şartma gelince: Efendisi neyi işlemek istiyorsa, kölenin
ona teslimiyetidir. İşte û1 L d J I ^ âyetinin manâsı budur.
Yâni "Cenab-ı Hak ne işlerse kendi irâdesine göre işler mes'elesine
imân ettiniz ise, işlerinizi ona havale ederek Cenâb-ı H akk'a itiraz et­
m eyin." demektir. •
Bu mertebe sâlihînin mertebesi değildir. Çünkü sâlih olanlar ve on­
ların mâ-dununda bulunanlar A llah'a tevekkül ederlerse de onların
tevekkülü, Cenâb-ı Hakk'm onların istediğini yapsm emeline m a'tûf-
tur. Bu mânâ, y ^ üjy_j d *1)1 & (Talak 3) âyetinin
mânâsıdır. "H e kim Cenâb-ı Haktan ittikâ ederse Cenâb-ı Hak o kim­
se için mahrec-i ferec halk buyurur ve o kimseyi hesâp etmediği cihet­
ten merzûk kılar." demektir. Evvelkisi, yâni muhsin olanların tevek­
külü böyle değildir. Onlar Cenâb-ı Hak neyi murâd ediyorsa, kendi­
lerine onu işlesin diye tevekkül ederler. Bu tâife, âyet-i mezkûrenin alt
tarafmdaki Çû J5Ü *1)1 jS «yİ jJ l *JJI jl t^> ^ *JJI J s . J5^ü ^ (Talak 3)
âyetinin mazmûnuna dâhildirler. Â yetin mânâsı: "Kim Cenâb-ı
Hakk'a tevekkül ederse, Cenâb-ı Hak ona kâfidir. Allah her işe eriş­
mek ve o işi murâdı veçhile işlemek kudretine mâliktir. Allah her şey
için mikdâr-ı m a'lûm tayin etm iştir."
Hulâsa: Muhsinlerin tevekkülü, umûru Cenâb-ı Hakk'a havâleden
ibârettir. Şühedânın tevekkülü, esbâb ve vesâiti ref'den ibâret olup,

474
onların nazarı müsebbibe ve m üsebbibin kendileri hakkmdaki tasar-
rufâtma âittir. Binaenaleyh onlarm tevekkülü demek, irâdelerini, ayn-
ı irâde-i ilâhiyye kümak demektir. Onlar için bir şey talepte temeyyüz
etmiş ihtiyâr-ı mahsûsları yoktur. Belki Cenâb-ı H akk'm irâdelerinin
kâffesi, onlarm ihtiyârı ve irâdeleridir.
Sıddıkînin tevekkülü; şuûn-ı zâtiyyelerini, şuûn-ı zât-ı H akk'a ir­
ca'dan ibârettir. Bunlar kendi nefislerine asla nazar etmezler. Bunlar
şuhûdda istiğrak, vücûdda istihlâk ile mütevekkildirler. Muhakkikle­
rin tevekkülü, besât-ı tem kinden sonra, adem-i inbisâttan ibârettir.
Yâni zât-ı Hakk'a vuslat-ı kâm ileden sonra ketm-i esrâr ile sukûnet-i
mutlakadan ayrılmazlar demektir.
Makâm-ı ihsânda tefvize gelince; tefviz ile teslim ikisi bir mânâya­
dır. Aralarındaki fark pek azdır. Fark şudur ki, müsellim olan yâni irâ­
desini Hakk'a teslim eden kimse, umûrunu teslim ettiği Hak'tan kendi­
sine karşı, ısdâr olunan şeylerden ba'zısma razı olmaz. Müveffiz, böyle
değildir. İşlerini tefviz ettiği Cenab-ı Hakk'm işlediği ve işleyeceği her
şeye râzıdır. Teslim ile tefviz vekâlete karîbdir. Vekâletle bu ikisi ara­
sında, yâni teslim ile tefviz arasındaki farkşudur ki, tevkilde vekile te­
vekkül olunan işlere âit husûsâtta müekkil için davâ-yı mülkiyet koku­
su vardır. Teslim ile tefviz böyle değildir, onlarda bu râyiha yoktur.
Hulâsa: Muhsinlerle onlarm mâ-dûnunda bulunanlarm Hakk'a
kâffe-i umûrunu tefviz, Cenâb-ı H akk'm kendüerine vermiş olduğu
salâhiyet-i umûrun kâffesini H akk'a ircâ etmeleri demektir. Bunlar,
mülkiyet davasmdan beridirler. Belki her işlerini Hakk'a havâle eder­
ler. İşte onlarm tefvizi budur.
Şühedânın tefvizi, Cenâb-ı Hak kendilerini ne sûretle taklîb eder­
se, o şekilde Cenâb-ı Hakk'a karşı sukûnleridir. Bunlar, ef'âl-i ilâhiy-
yeyi kendi nefislerinde ve başkalarında da mülâhaza ederek zimâm-ı
umûrı Hakk'a tefviz etmişlerdir. Hak, bunların reylerine hâkimdir.
Yâni Cenâb-ı Hak, umûm mahlûkatın nâsiyelerini âhiz olduğu gibi,
hassâten bunlarm nâsiyelerini de âhizdir. Hasıh bunlar, umûru tama-
miyle irâde-i Hakk'a bırakarak, amellerinde fâiliyet davasından fera­
gat etmişlerdir. Bunun içindir ki, ne ecr, ne de cezâ talep etmezler.
Çünkü bunlar nefisleri için bir fiil olduğuna kâil olmadıkları için ecr
ve cezâya da istihkakı düşünmezler.

475
Sıddıkînin tefvizi; tecelliyâtm tenevvuâtında, cemâl-ı İlâhîyi mülâ­
hazadan ibârettir. Bunlar bir tecellîyi bırakıp/diğer bir tecellî ile mu-
kayyed değildirler. Belki tecelliyâtm kâffesini zuhûr-ı tecellî-i ilâhiy­
yeye tefviz etmişlerdir. Tecellî-i İlâhî ne sûretle zâhir olursa icâb-ı ma-
kâma göre isim, sıfat, ıtlak, takyîd gibi ahvâlde, yalnız zuhûr-ı tecellî­
yi müşâhede ederler.
Mukarrabînin tefvîzi; mahlûkât üzerine cârî olan kalem-i İlâhînin
esrârma âit her neye muttali' olurlarsa ona karşı feryâd u figân etmez­
ler. Bunlar vücûdda hiç bir şey ile tasarruf etmezler. Belki bunlar Hak­
ka tefvîz-i umûr ederek, "H ak mülkünde keyfe mâ yaşâ tasarruf
eder." derler. "Ü m enâ-i üdebâ" bunlardır. Bunlar esrâr-ı ilâhiyyeyi
hiç bir zaman ifşâ etmezler ve nâil oldukları bu terakki ile başkaları­
nın üzerine ulviyet talep etmedikleri gibi, umûr-ı nâsa fesât karıştır­
mak da istemezler. Bunlarm halk ile muâmelesi, halkın yekdiğeri ile
olan m uâmelesi gibidir. Hetk-i esrârma dâir hiç bir şey teâti ve nufûz-
ı emirlerini irâe etmezler. Belki bunlar, cesedleriyle halk ile beraber
olup rûhlarıyla kurb-ı İlâhîde bulundukları için nâstan uzaktırlar.
M akâm-ı ihsânda rızâ, kazâdan sonra olmakla meşrûttur. Kazâdan
evvel rızâ, rızâ değil; rızâya azim ve kasıttır. Bizim bu izâhâtımıza
eimme-i tarîkten pek çok zevât kâildir. Binaenaleyh muhsinin Al-
lah'dan rızâsı, kazâsma rızâ ile olur. Kazâya rızâdan, hükm-i kazânm
taalluk ettiği şeye rızâ lâzım gelmez. Bunun izâhı, Cenâb-ı Hak ba'zan
şekâvete kazâ eder. M uhsinlerin kazâ-ı İlâhîye rızâsı sırf kazayadır.
Çünkü kazâ, hükm-i İlâhîdir. Hükm-i İlâhîye rızâ vâciptir. Fakat
hükm-i kazânm taalluk ettiği şekâvete nzâ lâzım gelmez. Belki muh-
sinler için o kazâya razı olmamak vâciptir.
Şühedânm rızâsı, Cenâb-ı Hakk'a muhabbet-i sırflarmdan ibârettir.
Bu muhabbetin içinde vuslatı veyahut hicrândan nefreti veyâhut
Hak'tan bu'diyetinden dolayı adem-i memnûiyetten mütevellid hiç
bir şeyi talep yoktur. Belki H ak'tan bu'diyet, Hakk'a vuslatla gazab-ı
İlâhî ve rızâ-yı İlâhî hallerinin vukûunda da muhabbetten rucû etmez­
ler. Ve kendilerinin istirahâtma asla ütifat etmezler. İşte şühedânm rı­
zâsı bu sûretle olur.
Sıddıkînin rızâsı, huzûr-ı H ak'ta, a'lâ-yı menâzirde hâzırın rızâsına
taaşşukla tahakkuk eder. Çünkü sıddikîn dâimâ terakkide oldukları

476
için hazret'i ilâhiyyede yolları gittikçe daralır. Çünkü abd-ı İlâhî, te-
cellî-i ef'âlde evvelâ Allah ile beraberdir. Onu cemi' mahlûkâtta mü-
şâhede eder. Bu mertebeden terakkî edince m eşhedi daralır. Bu sûret-
le terakkide ber-devâm oldukça sıddıkînin menâzirinin daralması za-
rûrîdir. Binaenaleyh sıddıkînin rızâsı, işte bu meşhed-i dayyikada
Hakk'a karşı sükûn ve sükûtlarıdır. Bu bir mertebedir ki, akıl ile idrâ-
kma imkân yoktur. Bu mertebe, emr-i keşfî-i zevkidir.
M ukarrabînin rızâsı, Hak'tan halka rucû şeklinde tahakkuk eder.
Makâm-ı ihsânda ihlâsa gelince: Bu ihlas, sâlihînden ve sâlihînin
mâ-dûnunda bulunan m ü'm inîn ve müslim înden olursa ibadâtta ve
nazar-ı mahlûkata adem-i iltifât sûretinde olur. M uhsinînin ihlâsı, dâ-
reynde yâni dünyâda ve âhirette m ükâfât talep etmeksizin Hakk'a
ibâdetleridir, demektir. M uhsinlerin Cenâb-ı H akk'a olan ibâdetleri,
ibâdetin emr-i İlâhî olduğundan dolayıdır. Muhsinlerle sâlihîn ve sâ-
lihinîn mâ-dûnunda bulunan m ü'm inîn ve m üslim în arasında kıyas
yapmak lâzım gelirse, tıpkı ücretle tutulan kimse ile hâlis kölenin ara­
sındaki m ukayese gibidir. Ü cretle tutulan amelleri için ücret ister, hâ­
lis köle olanlar hizmetleri için ücret istenmezler.
Şühedânm ihlâsına gelince: Bunların ihlâsı, ulu varlığı yalnız
H ak'tan ibâret olmak üzere görmeleridir. M uhakkikîin-i sıddıkînin
ihlâsı, zât-ı ilâhiyyeyi bilmekte esmâ ve sıfâttan hiç bir şeye ihtiyaçla­
rı olmamaktan ibârettir.
Mukarrabînin ihlâsı, tem kîn âsârının zuhûru altında bakâyâ-ı tel-
vinden yekdiğerinin tahakkuk-ı tâmmı demektir. "Sahk" ve "m ahk"
denilen mertebenin hakikati işte bu tahakkuktan ibârettir.
Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.
Şehadete gelince: Şehâdet iki nev'dir. Şehâdet-i kübrâ, şehâdet-i
suğrâ. Şehâdet-i suğrânın m üteaddit kısımları vardır. Garîb olarak
denizde gark olarak ölmek, ishâlden ölmek ve bunlara benzeyen has­
talıklarla vefat etmek, şehâdet-i suğrâ aksâmmdandır. Bunlara dâir
ahâdîs-i şerîfe de vardır. Şehâdet-i suğrâ makâmınm a'lâsı gazada iki
saf arasmda Allah yolunda ölmektir.
Şehâdet-i kübrâ, iki kısımdır. Birisi, a'lâ; birisi, ednâdır. A 'lâ olan
kısım, cemi' mahlûkâtta ayn-ı yakîn ile H akk'ı müşâhededir. Meselâ

477
mahlûkattan bir şeyi görürse, o şeyde hulûl, ittisâl, infisâl olmaksızın
Cenab-ı H akk'ı m üşâhede eder. Onun bu m üşahedesi, Cenâb-ı
Hakk'ın Kur'an'da *UI \Jy Uşli (Bakara 115) âyetiyle haber ver­
diği m ertebeyle mutabıktır. Biz bu izâha "Şehâdetin târifinde fetretsiz
m urâkabenin devâmı şarttır." demekle işâret etmiştik. Abd-ı İlâhî için
bu meşhed, bu makâm sahih olunca o abd-ı İlâhî Hakkı müşâhededir.
İşte menâzir-i şehâdetin a'lâ m ertebesi budur. Bundan aşağısı sıddıki-
yet mertebelerinin mukaddemesiyle başlar. Bu da vücûd-ı mutlaktan
ibâret olup, Rabbinin vücûduyla kendi nefsinden fânî olmakla tahak­
kuk eder. Bu tahakkukla dâire-i sıddıkîne girmiş olur.
Şehâdet-i kübrânm ednâ kısmına gelince; bu da A llah'a ivazsız, ga­
razsız muhabbetin in'ikâdmdan ibârettir. Bu nev' muhabbete nâil
olan kimsenin Allah'a muhabbeti sıfât-ı ilâhiyyeye ve A llah'ın sevil­
meye layık olduğuna muhabebetle tahakkuk etmiştir, demektir.
Şurası da m a'lûmun olsun ki; muhabbet üç kısımdır. Muhabbet-i
fiiliyye, muhabbet-i sıfâtiyye, muhabbet-i zâtiyedir. Muhabbet-i fnliy-
ye, avâmın muhabbetidir. Bu muhabbet, Cenâb-ı H akk'm muhabbet
eden kimseye ihsânmdan ve o ihsânm tezâyüdü emelinden dolayıdır.
M uhabbet-i sıfâtiyye, havâssm muhabbetidir. Bunlar, Cenâb-ı
H akk'ı cemâli ve celâli için severler. H icâbı açm ak veyahut nikâbı
kaldırm ak talebi yoktur. Belki bunların m uhabbeti nefislere âit emel­
lerden hâlistir, pâktır. Çünkü a'm âl-ı nefsiyye illetiyle m a'lûl olan bir
kim se m uhabbetullah için hâlis değildir. Belki illet-i nefsiyyeden do­
layıdır. Cenâb-ı H akk'ı ihlâs ile seven ise, bu nev' hâletten m ünez­
zehtir.
Havâssu'l-havâssm muhabbeti: Taaşşuk-ı zâtiyyeden ibâret olup o
taaşşukun kuvvetiyle m a'şûkundaki envârm kâffesi aşıkta muntabi'
olur. Bu intibâ', hasıl olunca, âşık, m a'şûk sıfatmda vücûd-pezir ol­
mak tabiîdir. Bu m es'ele ayniyle rûhun cesed sûretiyle teşekkülü gibi­
dir. Bu teşekküle sebep ikisi arasındaki taaşşuktur. İnşaallah kitâbm
âhirinde mukarrabîni zikr edeceğimiz yerde bunun izâhı gelecektir.
Hulâsa: Avâmm muhabbeti, muhabbet-i fiiliyye; şühedânın muha-
beti, muhabbet-i sıfâtiyye; mukarrabînin muhabbeti, muhabbet-i zâ-
tiyyedir.

478
Şurası da m a'lûm un olsun ki; şehâdet-i kübrâ ashabında ruhsatsız
nefse muhâlefetle hareket etmek meşrû'dur. Ruhsatsız demek, şeri­
atın ruhsat diye izâh ettiği mesâilde değil, azim etlerde de nefse mu­
hâlefet ederler, demektir. Bizim nefse muhâlefet şartmı izâh hakkmda
söylediğimiz bu söz malız savâptır. Tâife-i sûfiyyeden muhâlefeti tah­
kik husûsunda beyânâtta bulunanların pek çoğu, bu m es'elede hata
etmişlerdir. Onlar m uhâlefeti izâh ederken demişlerdir ki, meselâ
"N efs, oruç tutmak ister veyahut namaz kılmak murâd ederse, nefse
muhâlefet için yemek ve içm ek ve namazı terketmek vâcip olur." Hal­
buki bu, hatadır. Çünkü nüfûs-ı insâniyye fıtratındaki asâlet icâbıyla
dünyada nefislerine rahat verecek şeyden başkasını istemez. Şu hâlde
nefsin aslına nazaran talebi yemek, içm ek gibi şeylerdir. Orucu talep
etmek ve oruca benzeyen nefsin hoşuna gitmeyen şeyleri talep etmek,
a'm âl-ı hayriyyedendir. A 'm âl-ı hayriyye, nefs için değil, rûh içindir.
Rûha muhâlefet ise, bu tarîkin şerâitinden değildir. Çünkü rûh, Me-
lik-i Celıl'in celisidir. M elik-i Celîl ise celîsullahdır. Nefs böyle değil­
dir. Nefs hevânm celisidir. Hevâ da şeytanm celisidir. Bunun içindir
ki, nefse muhâlefet, nefsin itm i'nânmı te'm în için olup rûh ile ünsiyet

etmesin içindir.
Bu izâh ettiğimiz muhâlefet-i nefsiyyeye Cenâb-ı Peygamber, "ci-
hâd-ı ekber" tâbiriyle işâret etmiştir. Ve hadîs-i şerifte iÇLI La>j
iÇil J l buyurmuştur. Bu hadîs, peygamberin bir muharebeden av­
det ettiği sırada söylenmiş olup "küçük muharebeden, büyük muhare­
beye rucû ettik." demektir, işte bu hikmete mebnîdir ki, kılıç ile şehîd
olmak şehâdet-i suğrâ, muhabbetle şehîd olmak şehâdet-i kübrâdır.
Sıddıkiyet mertebesine gelince: Bu mertebe ajj j ü <u*iJ ü>y- ^
makâmmm hakikatinden ibarettir. "N efsini bilen Rabbmı bilmiştir."
demektir. M a'rifet-i nefs için üç derece vardır: İlm e'l-yakîn, ayne'l-ya-
kîn, hakke'l-yakîndir. Sıddık olan zâtın alâmeti şudur ki, sıddık bu
dereceleri kat' ettikten sonra gayb-ı vücûd kendisi için ayn-ı meşhûd
olur. O mertebede mahlûkâtm basarlarından gâib olan esrâr-ı ilâhiy-
yeyi, nûr-ı yakîn ile görür ve bu sûretle hakîkat-i H akk'a muttali' ola­
rak envâr-ı cemâl saltanatı altında kendisinin fâni olduğunu müşâhe-
de eder. İşte, bu "fenâ ile bekâ-yı ilâhiyyeyi iktisâp eyler" demekle
maksadım, evveli olmayan ezelden beri mevcûd olan vücûdun sırrı

479
açılarak kendisi için bekâ-yı İlâhî zahir olur demektir. Yoksa "o dere­
ceden, bu bekâ müstefâddır." demek değildir. Sıddık, bekâ-yı İlâhî ile
bekâya nâil olunca birer birer esmâ-ı ilâhiyye kendi üzerine mütecelli
olup, zât-ı ilâhiyyeyi esmâ cihetinden bilmeğe muvaffak olur. Bu mer­
tebe, ilm-i yakın ile hâsıl olan terakkinin sınır başıdır. Bunun içindir
ki, bu ilim, ayn-ı ilim olmuş demektir. Sonra sıddık, bu mertebeden
tecelliyât-ı sıfâtiyye mertebesine irtikâ ederek birer birer sıfât-ı ilâhiy­
yeyi müşâhedeye vâkıf olunca zât ile berâber olur. Fakat bu zât ile be­
raber olmada, zâtın sıfatını mülâhaza da dâhildir.
Bundan sonra sıddık bu mertebeden de yükselerek, esmâ ve sıfâtın
zât ile beraber olmasına muhtaç olmamak derecesine suûd eder. Bu
mertebeden de terakkî ederek, zâta nazaran esmâ ve sıfâtın mevkî'le-
rini bümeğe muvaffak olur. Bu derecede zâtı, zât ile bilmek devleti hâ-
sü olup kendi önünde esmâ ve sıfât merâtibi dikilerek o esmâ ve sıfâ-
tm hakâikini müşâhede ve tafsildeki icmâüni ve icmâldeki tafsilini id­
râk eder. Bu sûretle rubûbiyet hil'atlerinde takallub ederek, yed-i inâ-
yet-i üâhiyye kendisini esmâ ve sıfât-ı üâhiyye ile ittisâfa ulaştırır.
Ecel-i mahtûma erişerek, rahîk-i mahtûm kâsesinden içerse, hakke'l-
yakîn sâhibi olur. Mührü söker ve elindeki kâse şarabın rengiyle bo­
yanırsa, o kimse hakîkat-i yakın sâhibidir. İşte mukarrabîn makâmâ-
tmm evveli budur.
Cenâb-ı Hakk'a takarrub mânâsı olan "kurbet"e gelince; "kurbet"
sıfatta Cenâb-ı H akk'm m ekânetine karîb bir şekilde velînin mekâne-
tinden ibârettir. Kurbet kelimesinin bu nev' manâda isti'm âli lisân-ı
Arabda şâyi'dir. Meselâ "falan âlim, falan kimseye yaklaştı" denir.
"İlim de ve m a'rifette yaklaştı." demektir. "Şu müslim-i tâcir, kârûn-ı
M ûsâ'ya yaklaştı" denir. "Servette yaklaştı" demektir.
Hulâsâ, kurbet H akk'm esmâ ve sıfâtmda zuhûruna karîb olarak
abd-i İlâhînin esmâ ve sıfât tenevvuâtmda zuhûru demektir. Karîb ta­
birimizin sebebi şudur ki, abd-i İlâhînin sıfât-ı üâhiyyeden bir sıfâtm
hakikatini istîfâsı muhâldir. Şu kadar var ki, abd-ı İlâhî temkîn yolun­
da tasarrufa kâdir olur da talep ettiği şeyler kendine isyân etmezse ve
bu sûretle ilmindeki ıttılâı da bilirse yâni bildiğini bilecek hâle gelirse
ve bu âlemde meydana gelmesini istediği şeyi meydana getirebilirse,
meselâ ölüyü diriltmek, anadan doğma gözsüzün gözünü açmak ve

480
abraş illetine mübtelâ olanın lekelerini giderm ek ve bunlara benzeyen
harîku'l-âde şeyleri yapmağa muktedir olursa, o kimse Hakk'a yak­
laşmış, yâni bir nev civâr-ı ilâhiyyeye nâil olmuş demektir. Buradaki
kurb, mücâveret manasınadır.
Ehl-i cenneti görmüyor musun? Cennette m iicâveret-i ilâhiyyeden
bir nev'e nâil olunca, ekvân onlara ne suretle munkâd oluyor ve ne is­
terlerse o sûretle hâsıl oluyor? Bunlarm irâdelerinde eşyâyı tekvin
edecek derecede olan kudret cennette olmuştur. Bu ise Hakk'a kurb-
dan başka bir şey değildir. Bu kurbet m akâmı merâtibinin evveli "hul-
let"tir. Hullet, abd-ı İlâhînin Hak ile tahallul yani hil'atlenm esi, mu-
habbetlenmesi demektir. Tahallulun eserleri, cesedin kâffe-i eczâsın-
da zâhir olur. Bunun alâmeti, o kimsenin "kü n" demesiyle eşyâ mün-
fail ve m üteessir olur. Yâni o kimsenin "kü n" emri kâinâtta te'sîre baş­
lar ve onun "kü n" emriyle ilel ve emrâz zâil olur. H ariku'l- âde şeyle­
ri eliyle yapabilir. Ayağıyla havada yürüm ek ve tamâm-ı heykeliyle
her sûretle sûretlenebilmek kudretine mâliktir.
Bu izahat ^ "‘i i tu.» Ijli
j-a-i ^JJI hadîs-i şerifinin mânâsıdır. T üjkçesi: "Kulum bana nevâfil
ile yaklaşır, o derecedeki nihâyet ben onu severim; ben onu sevince
işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı ben olurum." de­
mektir. Cenâb-ı Hak bir kimsenin sem 'i, basarı, ricli, bâkî cesedi olun­
ca o abd-ı İlâhî A llah'ın halîli olur. Yani H akk'm envârı, ona tahallul
etmiş olur. İşte o kimse Allah için dosttur. O kimsenin hullet-i İbrâhi-
miyye makâmında nasibi vardır.
Bunun sebebi şudur ki, cesed-i insânînin kâffesi iki kısımdan ibâ­
rettir. Birisi a'zâ, diğeri kuvvetlerdir. A 'zâ el, ayak, gibi kuvvetlerde
sem, basar gibi Hak o kimsenin bâtınına da zâhirine de sereyân-ı
umûmî ile sereyân etmiştir. Bu ta'dâd olunan şeyler yani sem 'i, basa­
rı, lisânı, ricli, eli başka kudrete nail olduğundan ekvân onlar için
münfail olur. Çünkü m a'dûdât-ı mezkûre, Cenâb-ı Hak'tır. Bunun
için o kim se eliyle işler, eliyle söyler, eliyle tutar, eliyle bilebilir. Ce-
sedden diğer a'zânm her birisi ve cesedin kuvvetlerinden her kuvvet
de ber vech-i m eşrûh tasarrufa kâdirdir: Bu hâlet-i celîle ise, hulletin
şâhidi ve delilidir. Görmüyor musun? Bu makâmm seyyidi olan İbra­
him (as) hâlet-i celîle-i mezkûrenin tahakkukunu görmek isteyince,

481
nasıl dört tane kuş aldı ve kuşlardan her bir parçayı bir dağın üzerine
koydu. Sonra onları lisanıyla davet edince, o kuşlar koşarak geldiler.
Bu hâlet-i celîle delildir ki, İbrahim her şeye kadirdir. Bu m u'cizât ile
Kebîr-i Müteâl hazretlerine yaklaşmıştır.
Şurası da m a'lûm un olsun ki; makâm-ı kurbet "vesile"den ibâret­
tir. Çünkü kurbet, vâsıl olan kalplerin sükûnetine vesile olur, hakâ-
yık-ı ilâhiyye ile tahakkuk, o vasıta ile husûle gelir. Bu babda esas şu­
dur ki, kulûb-ı insâniyye asl-ı hilkatte hakâyık-ı ilâhiyyeden mahlûk
olmakla berâber hakâyık-ı ilâhiyyenin kâffesinden ârîdir. Çünkü
kalpler, âlem-i ekvâna nâzil olunca bu sâdeüği iktisâp eder. Bunun
içindir ki, başka birisinde bir şey görmedikçe kendi nefsinde kabul
edemez. O başkası dediğimiz kimse, o kimse için m ir'ât veyahut mü­
hür menzilesindedir. Nefs o şeye bakarak, kendisi için kabul ve is-
ti'm al eder. Ve nefsin bu isti'm âli gördüğü ve taklîd ettiği şeyin
hükm -i asâletle isti'm âli gibi olur. Binaenaleyh Hak ism i evvelâ ervâ-
hın sükûnetine vesile olup evsâf-ı ilâhiyyeye o vecihle m eyi ve ünsi-
yet eder. Makâm-ı kurbete vâsıl olan velinin kalbi ise ecsâmm hakâ-
yık-ı ilâhiyye ile tahakkuku keyfiyetinde sükûnete vesiledir. Vesile ol­
ması sebebiyle zuhûr ve as%rı meydana getirir.
Hülâsa: Bir velînin um ûr-ı ilâhiyye ile tahakkukât-ı cesediyyesinin
m akâm -ı kurbet ashâbmdan diğer bir velîdeki tahakkukı keyfiyeti
müşâhedeye ihtiyacı vardır. M ir'ât olan velî tahakkuk derecesine vâ-
sü olm ak husûsunda velî-i sânî için vesîle olur. Enbiyâ ve evliyâdan
kâffesinin vesilesi, Hz. M uham m ed'e (sav)dir.
Hulâsa: Vesîle, makâm-ı kurbetin aynıdır. M akâm -ı kurbet merâti-
binin birinci mertebesi de, hullet makâmıdır. Hullet makâmının nihâ-
yeti habîb makâmının ibtidâsıdır. Çünkü hubb-ı zâtî tahakkuk-ı itti-
hâdîden ibâret olup iki âşıktan her birisi öbürünün sûreti üzerine zâ-
hir olur. Ve o iki âşıktan her biri diğerinin makâmına kâim olur. Ce-
sed ile rûhu görmüyor musun? Bu ikisinin yekdiğere taaşşukı zâtî ol­
duğu için, dünyâda cesedin teellümü ile rûh müteellim, âhirette de
rûhun teellümüyle cesed müteellim olur. Bundan başka her birisi
öbürü sûretinde zâhir olabilir. Bu sırra Cenab-ı Hak Kur'an-ı Ke­
rim 'de peygamberine hitâben söylediği üll jyuL (il libyyL wül jl (Fetih
10) âyetinde işâret buyurmuştur. "Ya Muhammedi sana bey'at eden-

482
ler, A llah'a etm işlerdir." Bu âyette Cenab-ı Hak, Hz. M uham med'i
kendi nefsi makâmına ikâm e eylemiştir. Kezâlik dil juü ^
(Nisa 80) âyetinde de böyledir. "Rasûle itaat eden A llah'a itaat etmiş
dem ektir." Bundan başka Ebû Saîd el- H udrî gördüğü rüyâ üzerine
Cenab-ı Peygambere "Y a Rasûlallah! beni m â'zûr gör. Allah muhab­
beti, sana muhabbetten beni meşgûl kılar." dediği zam an Hz. Pey­
gam ber, "E y M übarek! senin A llah m uhabbeti dediğin, benim
muhabbetimden ibârettir." buyurm ası da delâil-i sarîhedendir. Hz.
Muhammed, orada A llah'dan halîfe olunca, A llah da burada Hz.
M uham med'den nâib oldu.
Nâib, halîfe; halîfe, nâib demektir. O budur, bu odur. İşte bu mer­
tebede Hz. Muhammed, kem âlât ile teferrüd etmiştir. Kem âlât ve ma-
kâmât-ı ilâhiyye bâtınen kendisiyle hitâm bulduğu gibi, zâhiren de
makâm-ı risâlette "H âtem " olması buna şehâdet eylemiştir.
Muhabbet m akâmının âhiri, "hitâm " m akâmının evvelidir. Hitâm
makâmı ise, zü'l-celâl ve'l-ikrâm ın hakîkati ile tahakkuktan ibârettir.
Yalnız bu husûsta m ahlûkun vâsıl olamayacağı nevâdir müstesnâdır.
Eşyâ "hitâm " makâmma varan kimsede alâ sebîli'l-icm âl mütehak-
kik olup, o eşyâ Cenâb-ı H akk'a nisbetle alâ sebîli't-tafsîldir. Bunun
için kâmil, ekmeliyette daimâ müterakkîdir. Çünkü A llah'ın nihâyeti
yoktur. V elî de Cenâb-ı H akk'ın kendisini zâtındaki seyr ettirmesinin
icâbma göre terakkî eder.
Şurası da m a'lûm un olsun ki, "ubûdet" m akâmı bir mekânete ve
kudrete muhtas olmayıp her mekânete şâmildir. Terakkî eden velî,
ba'zan makâm-ı hulletten hazret-i halkiyyeye rucû eder. Cenâb-ı Hak,
onu ubûdet makâmmda ikâme eyler. V elî ba'zan da m akâm -ı hubdan
rucû eder. Ba'zan da makâm-ı hitâmdan rucû eder. Bu izâhm fâidesi
şudur ki, ubûdet abd-ı İlâhînin m ertebe-i ilâhiyyeden hazret-i halkiy­
yeye rucûu demektir. Ubûdet bir makâmdır ki, onun için kâffe-i ma-
kâmât üzerine saltanat ve mâlikiyet ve rüchân vardır.
İbâdet, ubûdiyet, ubûdet arasındaki farka gelince: İbâdet, ef'âl-i
hasenenin abdden m ücâzât tarîkiyle sudûrudur. Ubûdiyet ise yine
ef'âl-i hasenenin abdden sudûru demek ise de, bunda mücâzât talebi
yoktur. Belki Allah için a'm âl-ı hâlisadır. Ubûdete gelince: Ubûdet, bir
fiili Allah ile işlemek demektir. Bunun içindir ki, m akâm-ı ubûdetin

483
kâffe-i makâmât üzerine heymânesi ve rüchâm vardır. Kezâlik ma-
kâm-ı hitâm da böyledir. Çünkü m akâm-ı hitâm, makâmât-ı kurbiy-
yenin kâffesinden süzülmüş bir makâmdır. Çünkü "hitâm " makâmât-
ı evliyânm hatminden ibârettir.
Velînin m akâm-ı kurbete erişmesi, o velînin m ahlûk için vusûlü
câiz olan makâmâtm kâffesinden ileri geçmesi demektir. Çünkü velî
makâm-ı kurbette Hakk'a mülhak olur. Velînin H akk'a iltihâkı ise
halka âit makâmâtm kâffesinin bitm esi demektir. O makâma varan
velinin makâm-ı hulletten nasibi vardır. Kezâlik m akâm-ı hubdan da
nasibi vardır. Şu halde velî o mertebede nefs-i makâm-ı kurbette nâil-
i hitâmdır demektir. H u letin makâmât-ı kurbetten birinci mertebeye
isim olmasında sebep şudur ki, mukarreb olan kimsenin vücûduna
âsâr-ı H ak tahallul eylemiştir. Ondan sonra makâm-ı hub gelir.
Makâm-ı hub, menâzir-i ilâhiyyede, makâm-ı Muham medi'den
ibârettir. M akâm-ı hitâm makâm-ı kurbetin nihâyetinin ismidir. Hal­
buki bunun nihâyetine yol yoktur. Çünkü Allah için nihâyet yoktur.
Şu kadar var ki, hitâm ismi makâmât-ı kurbetin kâffesinin üstüne çe­
kilen bir sehâbe-i latîfe-i nûrâniyyedir. Her kim bu m akâm-ı kurbete
vâsıl olursa, o kimse, hatemu'l-evliyâ olup makâm-ı hitâmda peygam­
berin vârisidir. Çünkü makâm-ı kurbet, makâm-ı mahmûd ve ma-
kâm-ı vesiledir. Oraya kadar vâsıl olan velînin vardığı yer, kimsenin
erişemeyeceği bir makâmdır demektir.
Binaenaleyh o kimse, makâmât-ı ilâhiyyeyede "ferd"dir. Bunlara
efrâd denilir ve o makâmın Hz. Muhammed (sav)'e mahsûs olduğuna
i'tikâd vâciptir. Buna Hz. Peygamber "Vesîle cennette en yüksek bir
mâkamdır. Bu makâma erişmek yalnız bir kimse için müyesserdir.
Ümid ederim ki, o âdem benim ." mânâsma olan hadîs-i şerîf ile işâret
etmiştir. Çünkü ulu varlığın ibtidâsı odur, hitâmmm da onun için ol­
ması elzemdir.
El-hamdü lillahi ale't-tem âm ve's-selâtu ve's-selâmü alâ seyyidi'l-
enâm.

484
İndeks

A Âhiret 401,402, 403,447


a'mâl-ı hasene 397 Akâid ulemâsı 182
a'mal-i sâliha 343 Akîk 373
A'râf 327, 402,403 Akl-ı evvel 265, 268, 283, 297, 301
a'yân-ı sâbite 163, 200,210, 211 Akl-ı küllî 298, 299,300
Abdulkerim el-Cîlî 11, 367 Akl-ı maaş 298, 299, 300
A •

Abdullah 17, 378,423 Âlem-i ervâh 399


Abdülkâdir Geylânî 234, 293, 364, âlem-i hayâl 133, 152, 261, 323, 324,
461 327,395
Abede-i evsân 444, 446, 447, 448 âlem-i İlmî 160,194, 212, 410
âdâb-ı Kur'ân 166 âlem-i mahsûs 131,152,327,421,429
Âdem 24, 26, 30, 152, 195, 351, '352, âlem-i melekût 32,152, 278, 296, 304
353, 355, 356, 364, 369, 378, 380, âlem-i mülk 32, 251, 279
408, 415, 423, 424, 426, 428, 443, âlem-i uhrevî 280, 399,429
449, 454,467 âlem-i ulvî 323, 352
Âdem-i hakîkî 430 Âlem-i vücûd 361, 372, 413
adem-i mevcûd 38 Alîm 29, 39, 43, ,72, 73, 94, 99, 100,
adem-i tecezziye 454 112, 118, 119, 120, 123, 137, 145,
Adi 178 150,168,177, 380
Ahadiyet 16, 50, 65, 81, 88, 89, 92, Allah'ın kemâli 180
103,105,141, 213, 274,451 Allah'ın mâhiyeti 180
ahadiyyet-i mahza 65 âlûn 281,423
Ahadiyyet-i mechûle 102 amâ 26, 102, 103, 105, 106, 132, 183,
âhir 106 354,405, 406

485
anâsır 58, 70,144,193, 211, 360, 361, billure-i şeffâfe 411
379, 393 binâ-ı vücûd 448
anâsır-ı latife 355 Burâk-ı Muhammedî 421
Anka 367
Arş 16, 26, 30, 70, 96, 97, 124, 133, C
135, 161, 166, 207,226, 253, 256, Cebel-i Kâf 327,431,437
261, 262, 265, 278,287, 346, 347, ceberût-ı ilâhiyye 418
348, 368, 375, 379,400, 422, 430, cehennem 28,137,162,197,206,226,
453,457 260, 331, 332, 333, 334, 335, 336,
Arş-ı İlâhî 261 337, 338, 339, 340, 341, 357, 358,
Arz-ı beyzâ 425 359, 383, 384, 387, 388, 389, 398,
arz-ı tabîat 426 399, 400, 401, 402, 429, 430, 445,
Ayne'l-yakîn 460 456
Azâzil 355 cennet 28, 133, 178, 197, 206, 226,
247, 262, 273, 308, 330, 331, 334,
B 335, 342, 343, 344, 345, 346, 347,
Bahr-ı Mescûr 253 348, 349, 351, 353, 356, 383, 384,
basar-ı kadîm 169 387, 388, 389, 392, 399, 400, 401,
basîret 164,169, 469 ^ 402, 403, 415, 429, 443, 445, 456,
bâtın 25,36,38,51,58,61,66,85,106, 472,481,484
109, 121, 130, 141, 145, 172, 184, Cevher 26, 39, 40, 58, 108, 193, 311,
187, 190, 194, 195, 218, 241, 243, 361, 380,412,414, 422
244, 246, 253, 262, 273, 274, 285, cevher-i ferd 58, 145, 265, 298, 316,
286, 327, 328, 379, 385, 386, 408, 399
411,425,430,440,450,481 Cibril 26, 297,301,303,421
behâim 360,380 cihâd-ı ekber 335,479
Behemût 424,435,436
Behrâm 418 D
belâ 37,194,362 Dâire-i vücûd 41,130
Berâhimiyye 445 dâr-ı izzet 402
Berzâh 226, 307, 382, 395, 396, 397, dâr-ı kudret 402
398, 399,435 Davûd 229, 230,231, 232, 233
beşinci levh 220,227 dehir 29,194
el-Bevâdiru'l-Gaybiyye Dehriyyûn 445
Fî'n-Nevâdiri'l-Ayniyye 96 dürre-i beyzâ 430
Beyt-i ma'mûr 252, 253, 287

486
E 479
ebed 17, 24, 58, 103, 104, 128, 196, evâmir-i ilâhiyye 453,456,458,473
198, 206,314, 338,410 evliyâ-yı ârifîn 363
ebedü'l-âbâd 197, 378,455 evvel 106
Ebû Mirre 355 Eyyamullah 202
Ebu'l-Kâsun 378 Ezdâd-ı mezkûre 259
Ebû'l-Ma'rûf eş-Şeyh İsmail ibn Ezel 192, 201, 434
İbrahim el-Ceberîtî 365 ezelü'l-âzâl 193,197
efâl-i ilâhiyye 475
Eflâk-ı ulviyye 375 F
efrâd-ı insâniyye 400 Fehvânî ta'bîrler 183
ehl-i hicâb 329,419 felek-i a'lâ 136, 423
ehl-i husûs 167 Felek-i anâsır 394,423
ehl-i keşf 329,407,422 Felek-i Atlas 379, 422, 423,424,429
Ehl-i sünnet 35, 246 felek-i kürsî 423,424
ehl-i şirk 360,427 Felek-i Mükevkebe 379
Ehl-i zâhir 188, 340 fenâ-ı adem 185
ehlullah 48,395, 396,423 ferâiz-i mektûbe-i ilâhiyye 362
Ehrimân 444 Firâvun 223, 227
ekânim-i selâse 221 Furkan 217, 223, 232
emr-i aynî 110, 200 Futûhât-ı Mekkiyye 234
emr-i hakikat 356
enniyet 16, 40, 56, 85, 89, 130, 135, G
141, 164, 187, 189, 191, 250, 273, Ganî 178
274, 295, 379, 381, 398, 400, 419, gayb-ı ademî 384
423, 437,466 gayb-ı mahz 78
envâr-ı ilâhiyye 309,468,470 gayb-ı vücûdî 384
Erbil 435 gaybûbet 141,184,185, 390
esmâ-ı hüsnâ-ı ilâhiyye 359, 423 gayr 78, 209
esmâ-ı ilâhiyye 77,118,119,120,122, gayr-i mevcûd 29, 61, 63, 82
123,146,175,178,179,449,480 gazab-ı İlâhî 455, 476
Esmâ-ı müştereke 178
esmâ-ı zâtiyye 77, 94,178, 381 H
esrâr-ı ekvân 414 hacer-i esved 467
esrâr-ı ilâhiyye 152, 223, 226, 230, Hâdî 41, 318, 441
253, 293, 297, 431, 454, 469, 476, hakâik-ı Muhammediyye 351

487
hakâik-i ilâhiyye 214, 215, 298, 340, 331, 348, 375, 381, 448,464,467
347, 357 Hayy 43, 54, 73
hakâik-i süfliyye 379 hazerât-ı nûrâniyye 358
hakâik-i ulviyye 379 hazerât-ı ilâhiyye 283
hakâik-i zâtiyye 262, 371 hazret-i ilâhiyye 280, 283, 357, 358,
hakâyık-ı zâtiyye 381,407, 467 477
Hakikat 43, 86,101,131, 313, 433 hazret-i ilâhiyye-i zâtiyye 390
Hakîkât-ı Muhammedîye 247 Hebâya 379
hakîkat-i asliyye 357 heyet-i ilâhiyye 398
Hakîkat-i eşyâ 389 heyâkil-i suveriyye 393
hakîkat-i hakkiyye 451 heyûlâ 25,27,63,64,96,193,379,451
Hakîkat-i hayâtiyye 436 hıtâb-ı âkilâne 389
hakîkat-i insâniyye 467,470 Hızır 327,328,425,436,437,439,462
hakîkat-i îseviyye 454 hibr 226
hakîkat-i kalbiyye 417 Hikmet-i ilâhiyye 43, 214, 226, 227,
hakîkat-i tîniyye 355 229, 281, 300, 358, 359,402, 408
hakîkat-i zât 474 himmet 28, 133, 289, 292, 302, 309,
hakîkatü'l-hakâyık 102,405,406 310, 311, 312, 363, 365, 379, 408,
hakikat-i halkiyye 451 417,460
Hakk-ı Mutlak 232, 271 hitâm 36, 37, 306, 373, 382, 397, 483,
Hakke'l-yakîn 460, 463,479, 480 484
halîfe 131, 142, 284, 295, 379, 460, Hucub-ı zulmâniyye 389,413
461, 483 hulûl 24, 25, 75, 97, 124, 271, 304,
harâret-i garîziyye 393, 394 306, 362, 385, 395, 406, 411, 446,
hâtem 44, 62,142,376, 483 458,468, 478
hatemü'l-enbiyâ 220, 221 Hurûc-ı Deccâl 390
Hâtır-ı rabbânî 34 huruf-ı âliyât 163
Havva 353 huzûr-ı İlâhî 280, 282,293, 355,472
Hay 144,148,380,408 hüviyet 16, 39, 40, 52, 56, 89, 105,
Hayâl 37, 61, 86, 97, 111, 132, 152, 111, 130, 135, 141, 164, 182, 184,
164, 172, 185, 227, 278, 305, 317, 186, 187, 189, 191, 200, 213, 214,
320, 321, 322, 323, 324, 325, 326, 218, 273, 274, 295, 304, 380, 381,
327, 379, 395, 396, 399, 408 382, 398, 400, 423, 452, 466, 467,
hayât 27,42,44,55,58,62, 72, 77,95, 470
126, 128, 140, 144, 145, 146, 150, hüviyet-i ahadiyye 467
152, 153, 210, 244, 301, 320, 324,

488
i incilâ-ı ayniyye 409
iblâğ-ı resâil 415 Insân-ı Kâmil 12, 13, 16, 17, 18, 19,
İblîs 30, 70, 281, 282, 305, 350, 353, 49, 144, 211, 282, 372, 373, 377,
355, 356, 357, 358, 359, 360, 361, 378, 379, 380, 381, 382,470
362, 363, 364, 368, 369, 370, 427, el-lnsânü'1-Kâmil fî Ma'rifeti'l-
428 Evâhiri ve'l-Evâil 23, 29
hz. tbrahîm 219, 236, 334 inzâl melâikeleri 407
ihbâr-ı İlâhî 228, 236, 351, 352 irâde 25, 26, 27, 77, 95,113,114,116,
ikrâmât-ı sübhâniyye 391 129, 131, 147, 152, 154, 155, 156,
iktizâ-ı tabîı 370 157, 164, 211, 244, 381, 448, 449,
ilhâm-ı İlâhî 29, 231, 370 459, 467, 473
ilim 77, 95,168, 25, 27, 28, 33, 34, 35, irâde-i ilâhiyye 64, 78, 154, 155, 157,
39,40,42,54,57,58,63,67,72,75, 475
85, 97,112,120,127,139,145,146, îsâ 219, 221, 222, 223, 235, 236, 237,
148, 149, 150, 151, 152, 153, 155, 238, 277, 390, 418, 454
160, 171, 195, 200, 211, 219, 220, İskender 38,425, 436, 437
222, 223, 224, 225, 226, 227, 228, Ism-i A'zam 185
229, 244, 253, 255, 268, 269, 295, Ism-i âlî 148,414
299, 328, 340, 363, 381, 413, 427, isrâ 2Ö5
448,458,467, 471, 480 Isrâfil 26, 281, 296, 399,417, 423
illiyyîn 193, 304 Istılâm-ı zâtî 390
îlm-i amelî 40 îtidâl-ı tabîî 393
ilm-i hâdis 53 ittisâl 25,100,106, 211, 406, 407,478
ilm-i İlâhî 120,149,155,200,269,297
ilm-i kadîm 53 K
îlm-i kavlî 40 kâbiliyet-i fıtriyye 194
ilm-i kelâm 470 Kâbiliyet-i insâniyye 384
ilm-i zâtî 39, 353 kabliyet 106,159,192,193,196, 201
Îlme'l-yakîn 460,463,479 kadîm 26, 31, 43, 81, 107, 120, 136,
îmâm Ebû Saîd el-Harrâz 218 137, 146, 148, 155, 159, 166, 183,
tmam Muhyiddîn Îbnü'l-Arabî 9,10, 199, 200, 201, 208, 212, 251, 276,
11, 14, 17, 21, 149, 157, 158, 163, 286,295, 296, 419,420
182, 234,392 kâdir 43, 54, 69, 73, 94, 99, 118, 119,
imtizaç 406 177,435
inâyât-ı rabbâni 386 k â f133
încil 232,235,236, 237, 238, 239 Kalb 287,288,289,290,291,292, 294,

489
295, 296,373,408, 446 kütüb-i ilâhiyye 471
Kâlem-i a'lâ 265, 267, 268,297, 379
kamîs-i Yûsuf 183 L
karîb 34, 43, 132, 296, 310, 331, 345, La'lî Zâde Abdülbâkî 23
450,475,480 latîfe-i insâniyye 467
Kâtip 449 Letaif-i bâtine 408
Kayyûm 51, 99,123,178 Letâif-i zâhire 408
el-Kehfü ve'r-Rakîmu fî Şerhi Levh-i hikmet 226
Bismillâhirrahmânirrahîm 66 Levh-i hüdâ 225
Kelîmât-ı ilâhiyye 210 Leylâ 38, 70,119,129,156
kemâl-ı hakkı ve halkî 465 leyle-i isrâ 417
Kemâl-i bâzihin 25 Livâ-yı İslâm 376
kemâl-i İlâhî 63,115,181,405, 442
kenz-i mahfî 405,406 M
kerrûbiyyûn 423 ma'dûm 29,38,48,52,54,61,86,105,
Kesîb 262, 321, 322,402,403 124, 125, 145, 158, 159, 185, 218,
keşf-i ıyânî 197 251, 394, 400, 440
Keşf-i İlâhî 75, 82,147,160, 224,228, ma'şûk 42, 119, 156, 365, 366, 367,
230, 231, 257, 260, 261, 273, 294, 478
307, 339, 387 maârif-i ilâhiyye 322, 347, 363, 385,
kıyâmet-i suğrâ 206, 369, 384, 385, 386,396, 400, 403, 458
386, 387, 388, 390, 391, 392,400 mâhiyet-i zâtiyye 180
Kitâb-ı Mecîd 80 mâhiyyet-i hakâik 209
kitâb-ı mestûr 42,134, 250, 251, 287 Mahk 75, 243, 251,465,477
Kur'ân 33, 41, 46, 62, 63, 68, 69, 78, mahlûkât-ı ayniyye 210
80, 84, 92, 96, 111, 114, 128, 134, Mahlûkât-ı unsuriyye 416
136, 141, 147, 151, 157, 163, 169, Makâm-ı hullet 463, 468,483, 484
179,194, 343 makâm-ı kurb 387, 468,482, 484
kurb-ı İlâhî 249, 356, 386, 403, 455, makâm-ı Muhammedî 348,390,391,
456,458,461,476 484
kurb-ı ilâhî-i rûhî 352 makâm-ı tafsîl 356
kurb-ı mahz 357 mâlikü'l-mülk 133,177
kutb-ı kemâl 375 Me'cûc 386
künh-i zâtî 208 mecmeu'l-bahreyn 435,436,437
kürsî 26, 70, 96, 263, 264, 265, 268, Mecûsiyye 444,445,451
281, 368, 377, 379, 409, 417,422 Medîne 373, 374, 375, 388, 390

490
Mehdî 142,390, 391 Mezheb-i Ebû Hanîfe 363
Mekke-i Mükerreme 29,185, 390 mu'cizât-ı kâtıa 354
melâike 70, 127, 150,226, 252,278,Mu'tezile 246
296, 303, 318, 355,379, 406, 407, Muhabbet-i fiiliyye 478
408, 413, 414, 417,418, 420, 421, muhabbet-i sıfâtiyye 478
425,428,471 muhabbet-i zâtiye 478
melâike-i âlîn 281, 355,410 Muhammedîyyûn 234, 238
melâike-i kerrûbiyyûn 423,438 muharremât 364,365,468
melâike-i teshir 410,434 Muhayyile-i insaniyye 429
melek-i hâkim 408 muhlas 358
melek-i mukarreb 358 Muhlisin 358
Melik 54, 73, 81, 99, 100, 118, 119, Mukarrabîn 363, 410, 422, 448, 473,
123,177,217, 247, 311, 367,425 474,476, 477, 478, 480
Melik-i Cebbâr 386 Murâd-ı İlâhî 359
Melik-i muktedir 404 Mûsâ 34, 75, 82, 121, 167, 187, 188,
menâzir-i ilâhiyye 484 189, 190, 219, 220, 221, 223, 225,
merâtib 67, 81, 83, 94, 179, 215, 255, 226, 227, 228, 250, 251, 282, 327,
285, 295, 413, 416, 438, 451, 466, 419,420, 436,437, 439, 480
480,481, 482 müdrike 278,303,379
merâtib-i âliyye 417 mükâşif 183,200, 270,410
Merâtib-i ilâhiyye 80, 246, 285 Mülûk-ı ilâhiyye 367
merâtib-i vücûd 377, 391 Mün'im 92, 441,451
mertebe-i ilâhiyye 182,205, 387,451, mürîd 28,43,45,54,99,145, 310, 380
466,467,483 Müsâmeretü'l-habib Müsâyeretü's-
mertebe-i rubûbiyet 417 sâhib 436
Meryem 221, 235, 238,454
mevcûd olan 16,32,43,48,61,68,86, N
127, 136, 152, 158, 163, 181, 219, Nasârâ 445, 454,455
244, 270, 349, 380, 398, 399, 407, nasûtiyyu'l-meşhed 434
424,435,447,448,449,450,479 nazar-ı İlâhî 169, 310,405, 435,472
Mevcûdât-ı ayniyye 466 nefehât-ı rahmâniyye 365, 386
mevhibe 293,344, 345 Nefs 350,351,352,353,354,358, 359,
mezâhir-i Iblîsiyye 360 370, 371, 388, 389, 390, 426, 460,
mezâhir-i ilâhiyye 194, 233, 272 464,468, 479,482
mezâhir-i mütemeyyize 284, 285 Nefs-i emmâre 370, 388
mezheb-i Dâvûd 363 nefs-i Hak 202, 217

491
Nefs-i hayvâniyye 370 rakâik-i insâniyye 380
nefs-i küllî 261, 268, 271 Rakîb 177
Nefs-i levvâme 370, 371 Rakk-ı menşûr 251, 252
nefs-i Muhammedi 351, 354, 355 Refref 36, 44, 70, 96, 254, 257
Nefs-i mutmainne 370, 371 rızâ-yı İlâhî 416, 476
Nefs-i mülhime 370 Ridde 390
Nesl-i Âdem 444 rubûbiyet 43, 49, 81, 96, 99,100,101,
Nûn 78, 227, 253, 281, 297, 317, 355, 129, 158, 171, 194, 217, 220, 221,
376, 423 223, 225, 227, 243, 254, 255, 341,
nûr 26,59,67,107,112,130,134,151, 350, 351, 353, 385, 419,457, 480
219, 225, 268,279, 287, 290, 291, rubûbiyyet-i ilâhiyye 442
298, 299, 300,302, 309, 315, 316, rûh-ı Muhammed 265, 266,283
317, 318, 330,340, 350, 361, 376, Rûhu'l-kuds 221, 235, 237, 238, 275,
397,411, 413, 423, 444,451, 470 276, 277
nûr-ı ezel 419
nûr-ı vehm 303, 307 S
nûr-ı yakın 307, 312, 321, 479 Sâat-ı âmme 384
Nübüvvet 220, 234, 281, 377, 443, sâbiiyye 444
455,459,460,461, 462 sahk 243, 251, 465, 477
nübüvvet-i risâlet 462 Sakf-ı merfu' 252, 287
nübüvvet-i teşri' 221, 461,462 seb-i mesânî 215, 244
Nübüvvet-i velâyet 461, 462 Seffâh ibn Seffâh 44
Selânikli Ali Örfî 23
R Sem'-i İlâhî 165,166,167
Rab 18, 46, 49, 58, 73, 75, 83, 99, 100, Seneviyye 444,445, 450,451
118, 119, 123, 125, 129, 171, 177, Seyr-i fillâh 120
217, 246,273, 449, 457 Sıddîk-ı Ekber 46, 79
Rahim 97,98,171, 217, 246, 247, 333, sıfât-ı celâliyye 67,177
362 Sıfât-ı İlâhiyye 32, 73, 152, 174, 175,
Rahmân 62, 69, 73, 77, 79, 83, 95, 96, 177, 179, 190, 203, 224, 225, 242,
97,98,100,118,119,120,123,128, 243, 257, 268, 269, 270, 291, 292,
136, 152, 166, 171, 177, 215, 217, 294, 295, 351, 381, 382, 441, 442,
246, 247, 249, 251, 261, 273, 302, 448, 451, 457, 464, 465, 468, 470,
313, 323,333, 380, 389, 449,457 472, 473,478, 480
rahmet-i ilâhiyye 169, 177, 237, 313, sıfat-ı zâtiyye 27, 66, 333
430,447,455 sırât-ı müstakim 35, 136, 248, 279,

492
312, 316, 318 tecellî-i İlâhî 83, 203, 210, 239, 247,
sırr-ı rubûbiyet 222, 223, 295, 353 476
siccîn-i uhrevî 276 Tecellî-i sıfât 126,128, 460
sidre-i müntehâ 70, 129, 130, 272, Tecelli-i ef'âle 114,115,116,117
377, 379, 417, 419, 421, 423 tecelli-i Zât 63, 89,104,105,123,127,
sûret-i vücûdiyye 444 143
suver-i Âdemiyye 379 Tecelliyât-ı esmâiyye 118, 119, 120,
suver-i rûhiyye 399 123
süfliyet 40,41,45, 51 Tecelliyât-ı ilâhiyye 63,104,105,194,
Süleymân 230, 231, 232, 233 203,423, 465
sülüs-i âhir 241, 242, 243 Tecelliyât-ı sıfatiyye 439
Süryânî 229, 235 temkîn 59, 307, 369,473, 477,480
Tenzîh 25, 51, 55, 101, 107,108, 110,
ş 111, 112, 221, 222, 225, 239, 241,
şe'n 184,202, 217 259,454
şe'n-i ilâlıî 157, 202, 203 tenzîl-i İlâhî 353
şecere-i mel'ûne 351 tesmiye-i hakîkiyye 188
şecere-i memnûa 351 teşrî' 201, 443,462
şehâdet-i vücûdiye 384 tevfîkü ilâhî 389,434
şehâdet-i vücûdiyye 384 Tevrat 453
Şemseddin 378
şerîat 173, 367, 431, 479 U-Ü
Şeyh Velî Ebû'l-Ğays Ibn Cemîl 234 ubûdet 463, 483
Şiblî 231, 378 ubûdiyet 64, 69, 129, 220, 221, 242,
308, 376,460,483
T ulûhiyet 80, 81, 82, 83, 85, 86, 89, 92,
taayyün-i İlmî 193, 212 94, 134, 142, 157, 160, 173, 188,
taayyün-i vücûdî 193 209, 214, 217, 223, 238, 243, 246,
tabakât-ı ârifîn 368 252, 254, 255, 368, 376,416
tabâi 193,317 ulûhiyyât 27
tabiiyyûn 444, 445, 448 umûr-ı dünyeviyye 453
tahte's-serâ 417 umûr-ı mugayyebe 361
Tâir-i kuds 53 umûr-ı nefsâniyye 335, 389
takdîs-i zâtî 353 umûr-ı rûhâniyye 276,428
Tarîkat 292, 313, 328,432 usûl-ı anâsır 360, 361
tecellî-i âliye 316 ümem-i mutekaddime 353

493
Ümenâ-i üdebâ 476 yâkute-i beyzâ 405,406
Ümmet-i Muhammed 194, 238 Ye'cûc 386
Ümmü'l-Kitâb 80, 313,317, 329 Yehûd 445,453
yevm-i İlâhî 203
V yevmü'd-dîn 369
Vacibü'l-Vücûd 73 Yezdan 361,444
Vâhid 40, 51, 73, 78, 91, 95, 97, 103, yubûset-i arziyye 406
108, 118, 119, 121, 125, 157, 214,
254,257, 298, 449 Z
Vahid-i Kahhâr 451 Zât 24, 25, 26, 32, 40, 41, 43, 49, 51,
vâhidiyet 63, 81, 91, 92, 95, 97, 121, 52,53,54,55,59,63,64,73,74,75,
225,238, 257, 396,449,451,452 76,79,80,83,85,86,88,89,91,94,
vahidun gayr-i müteaddid 465 102, 105, 139, 140, 142, 150, 181,
vâsi’ 79, 98,153,177, 326,465 186, 196, 210, 215, 225, 242, 255,
vech-i hâs 461 286,460, 466
vehm 72,136,273,303,307,308,325, Zât-ı Bârî 52
379,408 Zât-ı deyyân 166
velî 69, 142, 177, 203, 234, 242, 243, Zât-ı üâhî 51, 53, 100, 179, 208, 214,
280, 328, 426, 427, 443, 462, 465, 217, 239, 242, 285, 286, 288, 295,
469, 480,482,483,484 473
vesîle 163, 332, 347, 398, 432, 454, Zât-ı Müteâl 59,183
457,482,484 zât-ı sâzic 140,142, 215
vuslât-ı âliye 400 zât-ı vâhid 119,184,392
vücûd-ı beşeriye 369 Zâtullâh 52,53,73,74,79,91,96,112,
Vücûd-ı hâdis 192, 202, 212 167,188, 217, 296
vücûd-ı İlâhî 120,406, 457 Zebîd 410
vücûd-ı İlmî 158,159,193,194 Zebûr 229, 230, 232
vücûd-ı mukayyed 263, 264 Zeyd b. Hârise 400
Vücûd-ı Mutlak 14, 15, 24, 80, 140, zulmet 26,41,57,59,64,67,102,112,
209, 210, 212, 230, 235, 261, 262, 132, 139, 151, 153, 206, 267, 287,
267, 317, 329, 478 302, 308, 315, 335, 355, 361, 366,
vücûd-ı unsurî 414 435,444, 451
zulmet-i tabiiyye 351, 353, 355, 357,
Y 358,359
ya'kûbiyyu'l-hüzn 183
Yahyâ 227

494
lN t'AN-1 KANllL
ABDULKERIM EL-CILI

"Ben, bu bitab1m1 miitalaa edenden §Unu iltimas ve


rica ederim lzi, benim bu bitab1mda derc ettigim ne
lzadar mebahis var ise, o mebahs Kur'an-1 Keri'm ve
ahadi's-i §erife ile miieyyeddir. $ayet lzitablilll olzuyamn
anlay1§1na nazaran Kur'an'a veyahud ahadi'se muhalif
bir §ey zuhur ederse I olzuyan bilsin bi, anlad1g1 ma' lla 1
lzendi anlamas1 cihetindendir; yobsa benim i'zah i~in
lzasd ettigim murad1m nolztas1ndan degildir. Bu gibi

hususatta, ol<uyan zahn habil<atin fehmine bendisi
i~in futuhat hasJ oluncaya badar, yahud bitabullahdan
veya hadi's-i miieyyedden delilini buluncaya lzadar, o
ma' na ile amel etmeyerek tesllmiyeti de el den
biralzmamal1dir."

ISBN 975-355-325-D

1111111111111111111~ Ill
9 789753 553254
iz VAVINCILIK 266
iSLAM KLASiKLERi Dizisi

You might also like