You are on page 1of 108

Dizgi - Baskı - Yayımlayan:

Yenigün Haber Ajansı


Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Haziran 1998
İSLAM DİNİNDEN
AYRILAN CEREYANLAR:

NAKŞİBENDİLİK

İSMET ZEKİ EYUBOGLU

Cumhuriyet GAZETESİNİN
OKURLARINA ARMAÖANIDIR.
ÖN SÖZ

Sevgili okuyucu, okuyacağın bu çalışma, masanın ba­


şında köpüklü kahve içerek yazılmış bir anı, bir deneme,
bir öykü değildir. Daha on dört yaşındayken ( 1 939) Nak­
şibendi Tekkesi 'ne giren, nerdeyse bütün ailesince, büyük­
lerince dışlanan, buna karşın bu karanlık ocakta bilmeden,
anlamadan altı-yedi yıl el, etek öpen bir kişinin görerek ya­
şadıklarından, acısını, tatlısını damağında tadarak öğrenen
izlenimlerinden kaynaklanmıştır. Bunda yakıştırma, uy­
durma, düş ürünü denebilecek bir anı, bir sayıklama yok­
tur. Bunları yazan, Nakşibendi Tekkesi'nde Şeyh Süley­
man Efendi'nin uyku ilaçları niteliğindeki konuşmalarını,
öğütlerini dinleyerek çok sayıklamıştır. İslam dinini, İs­
lam'ı bilenlerin değil, bilir geçinenlerin ağzından dinlemiş,
ancak gerçek kaynaklarla karşılaşınca ne denli yanıldığını,
saptırıldığını, büyüklerinden öğrendiği İslam inançlarının
anlamadan, duygusal etkilenmelerle özünden uzaklaştığı­
nı kavramanın acısını çekmiştir. Bunları yazan, nice kaşı
gözü boyalı, yanakları kremli, ince sesli, uzun ak sakallı
"şeyhler" görmüş, üç dört kadınla evlenmesine karşın, ge­
celerini tekkede "hı1" çekerek geçiren, günlerce evine uğ­
ramayan, arkasından yağmur gibi dedikodular yağdırılan
"ermiş" tanımıştır._
Sevgili okuyucu bunları yazan, tekkeye kapanıp çocuk­
larının geçimini unutan, şeyhe kapılanmayı çocuklarına ek­
mek getirmeye yeğleyen, karısının çocuklara bakmak için

5.
biricik geçim aracı olan dikiş makinesini satarak tekkeye
bağışlayan "Tanrı'nın sevgili kulu" sayılan Nakşibendiler­
le söyleşmiş, onların delileri bile çıldırtacak konuşmaları­
nı dinlemiştir.
Sevgili okuyucu, yine bunları yazan, Fatih Camii'nde­
ki yazma Kuran'lan satarak, yerlerine değersiz basmaları­
nı koyan, Şehzadebaşı Camii'nin, şimdiki "Belediye Za­
bıta Amirliği "ne bakan kapısının yanındaki "meşruta" de­
nen görevli yerlerinden çinileri çalıp çalıp Bakırcılar Çar­
şısı yanında bir antikacıya satan "dini bütün Müslümanlar"
görmüştür. Yine Fatih'te, görev arkadaşının güzel karısını
kandırarak, gizlice, birlikte Hacca giden, böylece "hidaye­
te eren" imamlar tanımıştır. Eski Beyoğlu Müftüsü'nün ki­
taplığındaki yazmaları, Beyazıt Sahaflar Çarşısı 'nda Kara­
denizli, değer bilir, bir kitapçıya satarak Tünel'de Mehmed
Efendinin Evi"nde şarap içip eğlenen, Osmanlı vurgunu,
İkinci Abdülhamit tutkunu, yazar arkadaşlar edinmiştir.
Neyse, sevgili okuyucu, seni burada yormayalım, bel­
leğini bulandırmayalım, bu yazar kaç kılığa girip çıktı di­
ye kuşkulara salmayalım. Şimdi bu çalışmayı; için açık, yü­
reğin geniş, gerçeği seven bir kimse olarak oku, sevgiler,
saygılar sana, genç isen benim geçtiğim yollardan geçme,
sonra benim gibi ne dövünecek gücün, ne gülecek yüzün
kalır.

6
NAKŞİBENDİLİK

N ak_şj_!Jen�ili ]<"'- _oı:ı_ �Q_rğii!!<:_\l_yiizY!L2ı;t�ların� _ �ı_ !vf�-


b�rrırrı��_}3a!_ı_aeddin Nakşi _b.end' i rı ��!:41:1_ğ_1:1ı _yeseyiJ1��!1..ı
___

.E__Ş_!{ i ��r�.i:iş_t dinindeı:ı1 Şa_ın<!_ı:ılık.!::!ı:ı_t!!'Lrıl�11-�_ı:ı!_ş_iip,ni gele:


�Jl�ğin�_})�_ğlıı 4ıı_l:ı�J<?_�_yt:_�i_})}!:J�l(l_I!l ııEl �J.ş_�_gı;:!irme �ği :'
J_i !n!!aşl_2'.�QJ_u_!!:!h!§ {!�I)ka!l_Bu kuruluşun ne olduğunu,
gelişimini, yayılmasını anlamak için önce kurucusunun
kimliğini, kişiliğini ayrıntılarıyla bilmek gerekir.
Muhammed Bahaeddin N akşibend 1318 'de Buhara do­
laylarında Kasrı Arifan adıyla ünlü yörede doğdu. Kimi
söylentilere göre, eski Zerdüşt inançlarına bağlıyken, son­
radan İslamlığı benimsemiş, bir ailenin çocuğudur. Baha­
eddin çocuk denecek yaşlarda Yesevi Tarikatı'na bağlandı,
özellikle Ahmed Yesevi 'nin düşüncelerini öğrendi. Nakşi­
bend adının, bir köyü yansıttığını söyleyenler olduğu gibi,,
bilezik, yüzük, gerdanlık türünden süs takıları yapan kim­
se anlamına da gelir. Ancak bu bir yorum da olabilir. Ba­
haeddin Nakşibend' in ne gibi bir öğrenim gördüğü açıkça
bilinmiyorsa da, Kuran, hadis, fıkıh, tasavvuf konularıyla.
yakından ilgilendiği, bu konularda birtakım açıklamalar,
yorumlar getirdiği, çevresinde toplananların bunları yazı­
ya geçirerek birbirine aktardığı söylenmektedir.
Bahaeddin tekkesini açtıktan, 1 350'den sonra, kendi­
ni çevresinde toplananlarla söyleŞilere vermiş, onlara tasav­
vuftan kaynaklanan görüşlerini açıklama, aşılama yoluna
girmiştir. Baha�ddi!!' in inançlarına _göre evren yaratılmış-
-
Jı r,_ '.'!U.� '. göy9��en Ö�-�-��i�-ÖIÜ�İ� -���dede� a_l'._f_ı_�a_ca� ,
'_

7
iS.�l�i_ği J'anrısal �ayıı_ag_a gerL��n.ecektjy._�eriatgerç��tİf.
.l<_es.i11ciir, gmı L;ymak tüm Müslümanlar için�inse,!_l1,i�J�_ö_�
J:.�':-:<!Lr:.J3ahaeddin 'in bu düşünceleri yeni değildir, Yesevi-
lik "ten alınmıŞtır. Onun.15,�Qın konusundaki olumsuz dü�ün­
�l_�rirıin.:_}(�yı:_ı�ğ_ı da z_�r�µşt_ _cii�idi�. Bu <l1ne g?E����-ı,1:��-�
t:>,�_sıJu�1:!s l1Z. Y�1.�9�- et�j_l_ey�!1_:_'!:�!!f.'.��L ci �Y...1:1Ll.'..2Lll.��..?..!!
ayıra�:_Y.�l1_ı?'1.�<?,i<; ?. l 5lilü _ya�l_ (l]�_l!!1'1sı _g�r�ke_11_1:ı_ir. _v__<.!:r.l!��-­
E!:: ilerde, Nakşibendilik'in düşünsel yapısını incelerken,
_ __ _

içerdiği bütün sorunlar gözden geçirilecektir.


Muhammed Bahaeddin Nakşibend din bakımından ye­
ni bir görüş getirmemiş, etkisi altında kaldığı Yesevilik,
İran uygarlığı nedeniyle örtülü bir İslam inancı yaymayı,
bu öylece Arabistan'da doğan İslamlığa İran kökenli bir an­
lam vermeyi, biçim kazandırmayı yeğlemiştir. İran, uygar- _

lığı başlangıcından beri kendine özgü bir "kültür alanı" ya­


ratmakta gecikmemiş, özellikle din konusunda kendine uy­
gun bir yol seçmiştir, daha açıkçası�başka ulusl1'!;!dan,
_yabancı toell:!:�-��ı:_��!l���-'!_ktarmamı� Ze.�üşt dininin _

-kutsal kitabı "Avesta"dan öğrendiğimize göre, İran insanı


�l���ıı��d� t_?P!��1:!11.��-�?ğı:�i�E.2!�E�.J�.:!.:.ne�ler�
-------�---------·--------�-------'"-·-·-·----·------·--

�.®:!:ıt1ll?..�iı��!Q.n Y'.���11-�� Aii:�t.:���I�l...�E����-�-��E�la-


__

Konuya böyle bir gözlükle bakılınca, Ba-


-!:1.!!!_��J!!!!!Ş!IL
haeddin Nakşibend'in bu geleneğin dışına çıkarak, İran an­
layışına aykırı bir İslam düşünemeyeceği anlaşılır.
Buhara, o çağlarda Türklerin yoğunlaştıkları bir böl- .
geydi, eski bir geleneğe bağlıydı. Bunun en açık, yaygın ör­
neği İstanbul'un alınışında, Buhara'dan birçok Türk'ün gel­
diğini, çoğunun savaşta öldüğünü söyleyen gelenekler, ta­
rihsel kaynaklardır. Sözgelişi, bugün İstanbul'un, özellik­
le Fatih ilçesinin değişik yerlerinde "Buhara'dan gelen is-

8
ıanbul'un alınmasına katılarak şehit düşen eviiyadan (er­
mişlerden)" sözedilir. onların gömüldükleri yeder kutsal sa­
yılır. Edirnekapısı, Malta. Eyüp, Cibali gibi değişik yöre­
lerde bu tür mezarlar �'.oktur, hepsi de yeşile boyanmıştır.
İlk bakışta önemsiz gibi görünen bu gelcııek uygulaması,
bir inancın tutunması, yay ılması bakımından önemlidir, ki­
mi s orunların aydınlatılmas ı nda yararlıdır. Neden hep" Bu­
hara."? Sonra neden "Buhara 'dan gelen emirler?" Bütün
bunlar Muhammed Bahaeddin Nakşibend'in etkisinden
kaynaklanan söylentiler olabilir. Burada vurgulanması ge­
reken Bahaeddin' in salt Pers olmadığıdır.
Nakşibendilik kurulduktan sonra, şeyhinin etkisiyle,
kısa sürede Batı'da, özellikle de Anadolu dolaylarında ya­
yılmaya başladı. O dönemlerde Anadolu'da Sünni inançla­
rı egemendi. Bahaeddin, Sünni örtüsüne bürünerek İslam'ı
içinden vurmanın, değiştirmenin en kolay yolunu bulmuş,
bu konuda çok başarılı olmuş bir kimsedir.

Nakşibendi'liğin İlk Yayılma Evreleri

Na�şib_��_d._i_ arı�l:'..!� !11.� g_<?_r.ı:: E.�!�12 !'�J�i�Eiı:ı:_:��-�le­


� .
.!in kaynağı Kuraıi'dan gelen, simgeleşmiş öneı::iJ�rdir. ��g­
ları anlamanın değişik yolları vardır, bu yollar insanın gön­
-

foe Tanrı'nın ışığıyla girebilir. Bu nedenle şeyhin TanO:
-· - ------
sal bir niteliği olması gerekir, şeyh Tanrı'yla anlama yetisi
""' ·- -- . ""'"

dar olan insan arasında bir yol gösterici, bir ışıldak duru­
mundadır. .,I�ıın. buyrnklarını her ��san anla��!?az, kavra­
..Y�.'!la!: Tanrı bunu bildiğinden, ins.��11:1E.�f.��ın����l1
bulduklarını seçmiş, onların gönüllerine birtakım sezgiler
'ğö n<le;�fŞiir:gerçek :rvlüslümanıli."büliTa.ra.üyı:iıas1, bir Tan-
�-· .
· ·--

9
.E:_�!�.l1 11:!!_eliğJ?d�şte bu nedenle Nakşibendi ku­
. .

ruluşuna girenlerin hepsine, önce şeyhi dinleme, sözlerini


eksiksiz yerine getirme alışkanlığı aşılanır.
Seyh dü_şüp.ce üretmez, bütün iniJ:.�slaı:t.°-.1:.'f
. aı:ıı:ı '�<ı!.1_�
_g_i_yoluyla alır, çevresine yayar. Bu nedenle şeyhin çevresin­
de toplananlar arasında birtaklm ayrıcalıklar belirir, sezgi ye­
tisi, derin düşünceye dalma gücü, Tanrı yolunda taşkınlık,
aşırı bir kendinden geçme, sık sık düşler görme, yalnız Tan­
rı adlarını anma (zikr) alışkanlığı gibi uygulamalar, görün­
tüler insanda (şeyhin çevresinde toplananlarda) bir "başka­
lık" uyandırır, oluşturur. Buna "erme" denir, Arapçada "ve­
li", çoğulu "evliya" bu anlamdadır. Tanrı üstün, sarsıcı bir
görüntü niteliğinde, gözleri kamaştıran bir ışık durumunda
şeyhin gönlüne girer, bunu dıştan kimse göremez, sezemez,
bunu ancak şeyh sezer, taşkınlığa kapılır, titrer, terler.
Titreme, terleme olayı, iyice düşünülürse Peygamber
Muhammed'de görülen özelliklerden biridir. Nitekim, pey­
gamber " Bana vahy indiğinde içimde bir titreme, gövdem­
de bir terleme" sezerdim demiştir, bu bütün İslam kaynak­
larında "vahyin inişi"yle ilgili açıklamalarda vardır. Bu tür
öyküleri Bahaeddin Nakşibent'te de buluyoruz, dahası bü­
tün Nakşibendi şeyhlerinde görüldüğü ileri sürülür, daha.
sonra göreceğiz. Nakşibendilik nedense koyu şeriatçı, Sün­
ni Arap ülkelerinde pek tutunamadı, en yaygın, etkili başa- .
rılarını Anadolu'da gösterdi. Burada An.adolu'nun bütünü
sözkonusu değildir, sözgelişi Karadeniz kıyılarında, bu ku­
ruluş yaygın değildi son elli yıl içinde epey yandaş bulmuş­
tur. Nakşibendi l ik, kurucusunun ölümünden sonra (139 I),
Doğu İslam ülkelerinde pek yandaş bulamadı. �l�j}�le Ş�..:.
��i11:�11:9-}�_r�11:����1ı Türk topluluklan<lr.<ls���<lJ�:ı.����-

10
di:g�_panlı devleti�i_!1_��e1'..1.�J?.!i�. (l}(l!1ıJ;���i_ş_��-�Lkç<:, Ö�t?.1-
J.tkle İslam inançlarının yerli inançlarla çeliş_ kiye düj_!:Üıü yö­
relerde bu tarikat, İslamın dolduramadığı inanç boşluklann-
]an yararlanma yoluna girdi, dıştan tasavvuf, iÇie;;-Şeri�ta .
· �_rşıt inanç kurumlarını uzlaştıfl.1_1.a �1!111�!�'1.J'.Öneldi.

Tasavvuf-Şeriat Aykırılığı

Nakşibendilik İslam şeriatına ·dayanan bütün uygula­


malardan yana göründü, İslamın ilk beş koşuluna bağlan­
dı (namaz, oruç, zekat, hac, tevhid). Ancak bunlara, kendi­
ne göre bir yorum getirerek, günlük namazın sayısını ço­
ğalttı. Özellikle tekkelerde düzenlenen törenlerde (zikr) kı­
·ıınan namazların çoğu şeriatta yoktur. Kuran'da sabah, öğ­
le, akşam namazlarıyla ilgili yorumlara elverişli öneriler
vardır. Sözgelişi sabah namazı (17/78), akşam namazı
(17/78), orta namaz (2/238) üç yerde geçmektedir. Burada
orta namaz öğle namazı anlamında yorumlanır. Diyanet İş­
leri Başkanlığı'nın yayımladığı Sahih-i Buhari Tecridi'nde
yatsı namazından söz edilir (hadis: 12).
Kuran yalnız namazın "farz" denen bölümünü önerir,
onda�ü
...__ ..
nii;i"y�kt
-----�
ru , oys·a-NakŞili-eiı.<lfü

k.-bu k"önüda-sün::-
_....,.
nete ağırlık vel1İ'r, şeriatı ikinci aşamaya iter. Bunu yapma-
____�-- -"'·-· --·-·�· --------··--�---·--� ----,--------�

-Sımn nedeni<le"had{sfer''intarti Şmaya��uma Çük""aÇlk,


elverişli ofmalandır.-Bu�olaylng-eT1Şme-s1n<leb_a_Şllca-eiken
--
"hadis" toplayıcılarının, beşinin İranlı olmasıdır. Adların-
--·---��--·---

. dan da anlaşılaçağı gibi Buhari-Kazvini-Sicistani-Tirmizi­


Muslim İranlıdır, İran dolaylarındandır, yalnızca Nesai 'nin
Arap olduğu söylenir. Bu "hadis" kitaplarının Buhari-Mus­
lim gibi ikisi önde gelir, çok tutulur. Bu gelişi güzel bir o-

11
lay değil. Nitekim Nakşibendilik'in en çok güvendikleri de
bunlardır.

Mezheplerin Doğuşu

Nakşibendilik'in anladığı İslamda "Sünni" inançlara


dayalı dört mezhep vardır (mezhep gidilen yol, benimse­
nen düşünce-inanç yöntemi anlamındadır). Bu mezhepler
de Hanefi-Hanbeli, Şafii-Maliki'dir, bunlar "hak mezhep­
ler" sayılır, İran'da gelişen, ayrılma, ayrılık anlamını içe­
ren "Şia-ŞE::_1!!�3heJ:?i sapkın_ sayılır, daha�1_:rafizi/�.tlsiz-'­
in�nç�g;1_��ıJ(�'!.Il!'!.f!ll�nn<;i.'!):'.Orn!!}l<!.n.J.r Bu kuruluşların
Doğu ülkelerinde en yaygını, en güçlüsü Yesevilik denen
tarikat sayılır. Yesevilik "Şia"ya karşı olmakla birlikte o­
nun dayandığı Zerdüşt inançlarından, Şamanlıktan çok et­
kilenmiştir. Nitekim Nakşibendilik de bu kuruluştan doğ­
muş, yayılmıştır. Hepsi "Sünni" sayılan bu dört mezhebin
tarikatlarca da "hak" sayıldığı bilinmektedir, ancak "Şia"
başka türlü yorumlanır, sapkın sayılır derken, kimi "Sün­
ni" kuruluşların da bundan yararlandıkları tarihte geçen ör­
neklerden, olaylardan açıkça anlaşılmaktadır. Demek ki bu
�onuda "mezhep ayrılığı" tarikatlarda pek önemli sayılmı­
yor, değiştirilen boya karşıt durumu örtmeye yetiyor.
Mezheplerin doğuşundan başlıca etken Kuran'a geti­
rilen değişik yorumlardır. Yukarıda adı geçen dört "Sünni
m_ezhebi"nin uygulamaları, tapınılan birbirine uymaz, ni­
tekim "İslam Bilimleri" denen "fıkıh", "hadis", "keHim",
"_ş_�E.i�t.:�.��zc�ğ\l1.1:�1.?:��s,._i���elli,_�l;!!işın��-�i! �pJ_�m taşı­
ffi'!Q!ğU�Q!Q!!!!�-�!��ir:J:!�I._Il}t:.�!!��jg_�ndj ��J_yaQtsınl!_
�r_e �iEJ�ı-i�t-�!1l�yt§t Vl!rd!!: Sözgelişi Maliki mezhebine
__

12
göre köpeğin içtiği sudan abdest alınır, köpek pis değildir,
Hanefi inançları buna karşmır. Bir Şafii abdest aldıktan
sonra eteği bir kadının giysisine sürülürse abdest bozulur,
yenilenmesi gerekir. Öte yandan Hanefi inançlarına göre
namaz kılan bir erkeğin önünden eşek-domuz-kadın geçer­
se namaz bozulur (bu konuda açık hadisler vardır).
Nakşibendilikte belli bir mezhebe (Sünni mezhepler­
den birine) bağlılık yoktur, ancak "şeyhlere" göre bu tar­
tışma konusu olabilir. Nedeni de bu mezhep kurucuları ara­
sında yorum ayrılıklahnın bulunmasıdır. Şafii inançlarına
bağlı bir Nakşibendi hangi şeriata uyma gereğindedir? İş­
te bu sorunu Nakşibendi şeyhleri tasavvuf yoluyla kolayca
çözmüştür: "Tüm mezhepler doğrudur, tanrı yolundadır,
gerçektir, ayrılık özde değil yüzdedir." Bu konu Nakşiben­
dilikte tasavvuf kavramının yorumuyla açıklığa kavuşturul­
mak istenir. Bu nedenle tasavvufu biraz açıklayalım.

Tasavvufun Doğuşu-Gelişimi

I�-�:Y�'lfJ�m k�kenli bi�2ğ�eti_��_ğ.!ldir, �ran' ın


önerileriyle bağdaşm�z:_��2Ar5!!!.��-�erQiiŞ,t:�-�ddha­
Şa!fl��J��li_Ç}a!.ı.. bfr�iifoe. --���!_Ş!}E!I�!§.ı�Ş9_l}Ia,..Ye!1� :PJıı-
tonculuk'tan aşm ölçüde esinlenmiş, İslamın karşısına
Ta�rı-=-Y·fr�_ıiiiI�m�I�I��-ç��Eii�!;�y�fo!.2�i� �E!> fı!��ıi
ru �
,lg! fJ!S!:LYl!!!:l.!..! �jlz HJ�l<ı t o�ll n &2.ti!�!l !!i.Yenide!!_
yorufl!.���-�!��_g__��l��r�.!1zl� .. ��!!.�t?!iY�Ji.fJ9tjpos't!lr, İS.
J!çi!_rı-f.�LY!!:l'.Y Jqa,__ya,Ş,�l!l�!ıJ:�21Üı12ş�a �§.!�-:�yııratış_''
ı
�la_yJJ'��-!8:1!.YJlE�!�����J.�E�-�ünmezken gö_rürıiir_c!l!.­
__

_rJ.IQl�.geJgı�ktiI:..Tanrı sonsuz, engin, görünmeyen bir ışık


(nur) niteliğindedir. Çnul}_��_p.J!��duru_!!!�gell!}esi, ken-

13
.dini��ı ğa YJJrma,şı bj,ı: fü�!rınadır (dürüın)� buna ''t!tl1ı:t.:._
nati_o" . ğ�nir, lsl<ımcılar arasında, Arapça karşılığı "su-
_Aur"dtır,_ Bu görüş "yoktan var ediş" kuramını geçersiz
kılıyor. Tanrı' nın görünmezken görünür duruma gelme­
si (emanatio/sudur) aşamalıdırJ:l_l1J��Fiil1ii� enyyJ<.seJ�.t�
�_ a_ş_a_ğı qQğı::u �asa.0111:k basamak gerçeklt�şir, ba_sam.'!k
..E!�ı:t.r.ı_ da varl_ık _k.atl<!rını oluşturur. En üst basamakta en
yüce varlık, en alt basamakta en düşük varlık (bir yonı:
�a gör�:özdek/�adde) vard1r.._tnsan ilk basamakta oldu­
ğundan Tanrısal varlığa en yakın durumdadır.
İnsan, tüm Tanrısal nitelikleri taşır, dolayısıyla Tanrı
yetkin insanda görünür duruma gelir. Tanrıda bulunan tüm
---··�-- ···-·· ��··-· ·--·- ' --- -� -, , ' '

düşünsel, tinsel, yüce yeteneklerle donatılmıştır, dolayısıy­


la insan Tanrısaldır. Tasavvufun Platoncu felsefeye daya­
nan varlık anlayışı, in_ş�g�J'anrı kuramı Ortaçağ boyunca İs­
..l�J!ı.ül�elerinde etkinliğini sürdürnıü_ş,_ İsl�ll1.IE�nçlarıngı
_d9Jqııra.ını:ı..d.:ığı _9i.iş_ü�sel alanları egemeniiğ( �ltı_ n_� l1-.!Q!!._ş­
__

Jır. Ancak İran'da hızlı bir gelişme olanağı bulan, oradan


başka ülkelere yayılan tasavvufun özünde duyulardan, al­
gılardan arınma, Ta�!.!��L��r!ıkla bütünleşme görüşün!!!!
kaynağında._Buddhacılıkın izl�xiı:!i Ql.IJ!D� bu öğretinin
"arınma kuramı" nı unutmamak gerekir.h!°}l}m_aı !_a§��yuf­
�f!.§!!i�l\iy�r!J.ls!�ı::�ı:t!1: sı_ �ı::ı! ı:n.�ı- �si9.�:vr�!.1s1�P. üsni Q. e_ ya-
2E�.!1--� �(l _cı�__g�r.<rt?�·--�� !<:'.I_<?::: _ .!1� Yli15s�J!l n bir
d r l�
..

� l e içi
_Q_!g_unlıı_k_(k�3!ll�ş_�_ı:!l�Sıdır. Bu görüşe göre, insanin ol-
gunlaşması Tanrı ' ya yaklaşması, onunla birlik-bütünlük
içinde bulunma olanağı sağlamasıdır. Bütün geçici, duyu­
sal, duygusal eğil�mlerden sıyrılmaya, ölümlü yaşamdan
ölümsüz yaşama yükselmeye tasavvufta "ölümden önce
ölmek" denir. Ozanın biri şöyle söyler:

14
Hayat-i cavidanı şeyh-kamilden sual etdim
Ölümden evvel ölmektir deyince intikal ettim

Bu dizelerin günümüz diliyle söylenişi "ölümsüz ya­


şamı olgun şeyhden sordum, ölümden önce ölmektir deyin­
ce anladım"dır .Qy_ ��. ])ii.t:ün g�çj�_i n_t:�rı�kr,4�n!..Q_�yus�­
_ğ�l!�l1J_oL3:11J;ır�an l!��.l_ı;t_şıgı:ı_Js.ıız:ıl!!tp_!l}da_.Y9J.!!_!!11a!Uf.
Nakşibendilik, bu öğretiyi bütünüyle kavrayabilecek, uy­
gulayabilecek durumda değildir, burada "İslam felsefe­
si"ni ayrıntılarıyla bilme gereği vardır. Böyle bir felsefe
"salt felsefe" değildir, bir yakıştırmadır, ancak gelenek bu
yakıştırmayı felsefe saydığından burada eleştiriye kayma­
nın gereği yoktur.

Düşünen Us-Düşünmeyen İman

Nakşibendilik'te, ileri gitmiş, tasavvufun bütün özel­


liklerini kavramış bir kimseye göre "düşünmeyen iman",
olgunlaşmanm, özünden Tanrı 'ya bağlanmanın gerekçesi
olduğundan "düşünen us "tan yeğdir, us imanın buyruğun­
da olmalıdır. Bu düşüncenin kaynağı İslam düşüncesinde
usu üstün sayan, gerçeğe ancak ilkelerinin aydınlığında va­
rılabileceğini önemseyen "Mutezile mezhebi"dir. Bu kuru­
luşa göre usa, us ilkelerine aykırı düşen bir inanç yanıltıcı­
dır, saptırıcıdır, gerçekten uzaklaştırır; usun ışığında bilin­
meyen T�nrı bir kuruntudur.
Bu J!�ima!!_�!s!1JE.��i_t������-l1Ş�I]�l12Jann�­
l1ıiş,_2!g1:!ı:ı_�i_şi_(i_n_sa11::� J<.�ıpiJl�ıl.Y!'.1!Jlı '!.�l1K!i_��k!!l11!!�ıln
.Q!}ılYt<ırıabilir, 1ruru i�rıl_a insan 9Igu11Iuğcı ulcışıı:ı�.Q.Ql<!Y1-
!i.1Yl_ıl. Tanrısalv(lrl�ğı J<.��!�<l.1!1��: _T��f!�aL���Mı k1vrama-

15
!!_l�glanaklan11�an biri �e se.ziştir, seziş g§11ülde ge�çe.hl , ".şk,
ö!�_ycı.n<lan Icım'1'11ın _evi qe g�n_ül_dür, _ıısgöniilt: sl!:e���' ÖJ:'.::
�yse Tann_gö _ nükle �Yll:J!a.n �ezjş@_c�yle !lll)�Ş!.�ll:�İ!!.� Bu ko­
nu böyle sürer gider, geri döndürülürken seziş gücünün ola­
nakları gündeme getirilir.. İşte tasavvuf-din arasında bitme­
yen tartışma böyle kavramsal içerikli savlarla sürdürülür. Öte
yandan Mutezile, yalnızca us ilkelerine dayandığından, bu tar­
tışmayı başlangıçta, dışlar, geçersiz sayar. Bu nedenleB�k
..ŞiQ.�J.lQiliJs't� ��r!�şgı<ı� ş_ey}1e ..s'!Yg!s.ı. _ı:lll<_ş_C!J.ili[. Nakşibendi
yandaşı, us-iman sorunu karşısında, çok kolayca tutum de�
ğiştirir, bilimsel odaklardan uzak kaldığı için Kuran ilkeleri-.
ne uymaya, onlara göre davranmaya götürür, arkasından da
yadsıdığı olanaklardan yararlanma yoluna girmekte sakınca
görmez. Ona göre, önem taşıyan İslamı savunmak değil, İs­
lamı savunur görünerek bir "yeni İslam" yaratmaktır. Bu
alanda da en verimli, güçlü dayanak tasavvuftur.

Tasavvufun Etkinliği

Nakşibendilik'ten önce, Anadolu'da, İslam öncesi


geleneklerden de yararlanarak büyük bir hızla gelişen ta­
savvuf akımı bir yandan Mevlana Celaleddin'in, bir yan­
dan da Hacı Bektaş Veli'nin, Baba ilyas-Baba İshak iki­
lisinin etkileriyle sağlam bir temel buldu. Bu iki akım,
ayrı görüşler içermesine karşın varlık, yaratılış konuları­
nı İslam 'la bağdaşmayan bir anlayışla yorumluyorlardı.
M�yl�yili!<:,,!!1a1151 ı.ıygt,ılamıı b��ımı_�d.��J-�1-�����.!J�ğda-.
211}.l:l?:dı._gnu_rı y�lgıs_ı, "s��.a.'', �enen_(?)'.��� _03?�esi),
_Q.s:Qşj_rı_� '..'J!!ü.ı:!l< ''..ciiy�J?ili riz4 r��ll}i_1 iÇ,��LY.�Eı:lı. Ozellik
Je}l�Y:�ı;:y-ı:}ö11me iiçlüsünün)�l �� 'J;;ı �_(lğ_ı:}�_Ş_!P:�_<:>_!an&-

16
_,ğl_y�ktl!_._ Yeni gelişmeye başlayan Be}(taşilik'in ise, Ana­
QQ11J_u_yg�rlığının köJ<leriı:ıe cieğiD e�kiye,_giçlen, ilkçağın
.Qi9_nysos törenlerine dayarıa.n_ 1:1�l1!1 bir g�ljş_il)1_Si�gisi
__

_var_g!._""Öte yandan" yiJ!e irıırı kökerı}i Şiij!k,J� birleşen


_gaş!<-a pir �zelli� de t,a_şıy9.ı:g_y_: _şektaşilik'te çalgı-ezgi-
_

oyun-içki dörtlüsü, bir kuruluşun dört direği durumun­


daydı. Üstelik_�lfj�_i �Qy��--�IE"_1:ı}�J, dünya görüşü bakı­
mından.i!ı_s,a.p-Tann_öz�eşliğ_İı:!i de _cl!şla�ıy�r� dahası
Tanrı 'yla insanın, insanla Tanrı 'nın "bir" olduğunu sa­
vunan bir eğilim de taşıyordu._M�.".'!e,vi}iğin "AJı;:v_ili._­
J\l.".11u_tslam inançlaEryla H�!a.ş!I�_!11ı:t.<?-1�rı.cığ_�y2�t.1:1t�'-�
_ı:ı!_kolu '' da çalgı:sema ikilis�rı-��e,ı:ıi_yl(;! İsla!Jla. �ykırı dü­
__şµy9r_g_t!: Bu iki kuruluşu Sünni geleceğin içinde eritme
de olanaksızdı. ancak, tasavvufun "varlık birliği" denen,
daha çok "vahdet-i vücud" adıyla anılan öğretisi, öte
yandan Yunus Emre ' nin etkisi." Sünni geleneği iyice sar­
sıyordu. Bu nedenle öz bakımından İslam inançlarının
dışladığı "varlık birliği" görüşünü savunan tasavvuf için
gerekli taban yaratılmıştı denebilir.
lş!e b!J:_ş�s_i�!:1<l�llY.Y!:1J Ç()liş_�!s. !_9r _t__a.ı:rı.!n.ga._LkJ ı:_anı da,
iç!�!.1-benim_!it'.f_g�!_l!rı�E-� �ışt_at?: _ay}(�r,ı sayıı_ıı_Nakşibendilik _
için verimli, uygun taban oluşmuştu. Özellikle Osmanlı
Devfotl'riilı, Yavliz-�foit�iıseüffi;i�- gelen koyu Sünni tutu­
mu, şeriata bağlı görünen Nakşibendilik için uygun bir
alandı. Bu alan korundu, özellikle onaltıncı yüzyıldan baş­
layarak, İran kökenli Nakşibendilik kendine bir yer buldu.
Önce, salt İslam örtüsüne bürünerek Doğu Anadolu illerin­
de, ilkçağ inançlarıyla yüzeysel olarak karışımı az olan yö­
relerde tutundu.

17
Osmanlı Devleti'nde Yerleşme

Nakşibendilik'in, bir kurum olarak, Osmanlı döne­


minde ortaya çıkışı onbeşinci yüzyıl ortalarına doğrudur.
Kaynaklara göre, ülke�_izde i.Th_�.!:!_!"ucu__ş_�-�imav'da do_ğ­
duğu2 l 490_Si_�Y-'1r.9.<:!r.. Y�!!�C'.�şi'.�c.!�_ö.l <!ii.RQ söyl�ı:.ı:�ı::ı..��b
_Jlahi_:t-J�-�i!!��-(}�Q!E:-.!�u kişi, sonradan Müslüman olmuş­
tur, ,Pa ş��-!>ir__<ı_c.!u!�b..}'.�J!!!!':!!!J!Ehi-L§_imavi'dir. '�Aye­
tullah" sözcüğü, İran kökenlidir, Tanrı 'nm İslam inanç­
larını yaymak, düzenlemek için, özel olarak görevlendir­
diği kimse anlamındadır, nitekim günümüzde İran'da da
"ayetullah" sözcüğü çağında en yüksek a�amaya varan,
Tanrısal bir gizem taşıyan kimse demektir, dine yeni bir
yorum getirme yetkisini Tanrısal sezişle kazanmış sayı­
lır. Bunun açık örneği "Ayetullah Humeyni"dir. İlahi
Na_�ş_!_!?endi !ş_tanbul'da 9ğreni�.&QE!!!�.2.��!!ili.Je tasav­
.Y..ttf.3!}_<lnı�da_�_tk!�_!i�_g_(l._şten!Ü.§.,_l°>iı:_ş_ii.re ��Y!:_�J�_ Medre­
se_�i_�_<!e_§_ğ�!-�c_:_i_ ol_��15__g9r_e_��e_n.:<i.iriJ�!ş!!!::I_ıı_savvufbil­
_gileEi_rıi �_e__l>irJE_ı.ı��ı 2!.'1_1]?__Ş_e_!11_e_r_!<.�!!:ı:l'd�yaşayan Hace
Jl.���_ul�!J:-�ttar'da_I_!_�i!!�i.ilir..:Jlahi Nakşibendi sık sık
İran'a-gider, İstanbul'a döner, Rumeli' ye geçer, çevresi­
ni genişletmeye çalışırdı. Simav'da tekkesini kurduktan
sonra, yakın adamlarından Ahmed Buha_ri adlı birisini,
Nakşibendilik' i yaymak, tekke kurmak için İstanbul'a
gönderdi, görevlendirdi. İşte Osmanlı Devletin de, Nak­
şibendilik'in ilk kurumlaşma girişimi böyle başlamıştır.
Simav tekkesi öncü durumdaydı. İlahi Nakşibendi Rume­
li-İstanbul arasında sık sık gidiş gelişlerini sürdürdü.
Bu ilk kurumlaşmadan sonra, Nakşibendilik, daha et­
kili olmaya başladı, çağın birtakım önde gelen (öyle sayı-

18
lan) aydınları tekkenin çevresinde toplanmayı sürdürdüler.
Bunlar arasında Muslihiddin Tavil, Lutfullah Üskübi, Abid
Çelebi ile kimi yüksek görevliler vardı. Başlangıçta, Doğu
Anadolu yörelerinde, özellikle İran'la bağlantılı toplumlar
arasında ilgi çeken Nakşibendilik en büyük etkisini İstan­
bul'da göstermeye başladı. İstanbul Osmanlı Devleti'nin
başkentiydi, Rumeli'de Edirne Sarayı ünlüydü. Burada,_!!;
ginç olan yan, bu tarikatın sonradan l'vf.iis!ii11.1ıı1.1 Q@l}JaJ_fa
9gf_!.0_�!��sıd.i· Bun�� nedeni şudur: Kabuğu İslam'a,
özü İslam'la bağdaşmayan inançlara dayanan bu kuruluş,
yabancılar için ilginçti. Üstelik tarıma, çok kazanmaya
önem verirdi. Durum günümüzde de pek değişmemiştir.
Nakşibendilik'in Orta Anadolu'da, özellikle Ankara
yörelerinde tutunmamasının nedeni, oralarda Bayramilik'in
etkin durumda olmasıydı. Bu kuruluş, içyapısı bakımından,
biraz Alevi-Ahi eğilimliydi, kırsal kesimde yaşamaya elve­
rişliydi. Hacı Bayram Veli'nin etkisini kırmak çok güçtü.
Onaltıncı yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, İran 'dan ge­
len Şiiliğin sakıncalı görülmesi üzerine, doğan gerginlik ne­
deniyle, Sünni geleneğin güçlendiği, egemen kurum duru­
muna geldiği görülür. Bu durum koyu Sünni görüntülü Nak­
şibendilik için oldukça uygun, elverişli bir evreydi, bunun se­
zilmesinde geç kalınmadı. İstanbul 'da, özellikle 1453 'ten
sonra güçlenme olasılığı gösteren Bayrarnilik, Fatih Meh­
med'le yakınlığı bilinen Akşemseddin' in Saraya, Bayrami­
Iik etkisini sokmaya çalışması, bunun üzerine padişahın buy­
ruğuyla Göğnük'e sürülmesi, orada ölmesi Nakşibendilik
için önemli bir girişimin evresiydi. Nitekim, 1490'da Vardar
Yenicesi'nde ölen İlahi Nakşibendi'nin de, o evrelerde, da­
ha çok Fatih'in ölümünden sonra güçlendiği, sık sık İstan-

19
bul'a geldiği biliniyor. Bu önemli bir durumdu, osmanlı yö­
netimi Sünnilik'in önündeki tüm engelleri kaldırmıştı. Ar­
tık Yavuz Sultan Selim'den sonra tüm etkinliğini sürdüren
Sünnilik'in, nerdeyse kutsal sayılan öncüsü "Şeyhülislam­
lık"ın bir devlet kurumu olarak etkinlik göstermesi önemli
bir olaydı. Bu evrelerde, Osmanlı toplumunda Sünni eğilim­
li görünen Nakşibendilik'in hızla yayılma, gelişme olanağı
bulduğu Osmanlı tarihçilerinin, yazarlarının bıraktığı belge­
lerden anlaşılmaktadır. Osmanlı yönetimi Alevi eğilimlilere
uyguladığı öldürücü yöntemi Nakşibendilik'ten uzak tutma­
ya özen göstermiştir. Bu alanda bir yaşam sürme olanağı bu­
lan iki büyük kuruluş vardır: Mevlevilik-Nakşibendilik.
Mevlevilik, daha çok, Batı illerinde, Yugoslavya içer­
lerine varabilen bir geniş bir alanda, ancak varlıklı çevreler­
de tutundu. Bunun nedeni de yapısındaki açık yüreklilik, sa­
nata verdiği önem, çalgı-ezgi geleneği olabilir. Nakşibendi­
lik ise katıydı, daha çok okumamış yörelerde yayılma ola­
nağı buluyordu. Nitekim Osmanlı saraylarında, varlıklı yer­
lerde pek tutunamadı. Daha sonra görüleceği üzere İstan­
bul'un yoksul yörelerinde yayıldı. Öte yandan, Nakşiben­
dilik yazın alanında, sanat yörelerinde de pek verimli ola­
madı; bunun uygulamalarındaki katılık, esneklikten yok­
sunluk önemli bir engeldi. Nitekim yazın oylumunda Mev­
levilik-Bektaşilik gibi iki Alevi eğilimli kuruluş Osmanlı dü­
şüncesine _damgasını vuracak nitelikte gelişti, yayıldı, özel­
likle şiir türünde en üstün örneklerini verdi. Bu arada bir­
kaç Nakşibendi ozanın bülunması büyük bir başarı değildir,
altıyüz yıllık bir Osmanlı düşüncesi, sanatı içinde. Burada,
üzerinde durulması gereken başka bir konu da Nakşibendi­
lik' in yeni ele geçirilen, egemenlik altına alınan ülkelere, Ba-

20
tı'ya sokulmasıdır. Bunların çoğu değişik nedenlerle din de­
ğiştirip Müslüman olan yöre insanlarıdır.

Nakşibendilik'in İçyapısı

Nakşibendilik'in özelliklerini, uygulamalarını, düşün­


sel yapısını açıklayan kaynaklar arasında, en önemli sayı­
lanları, Şeyh İlahi Nakşibendi'nin yazdığı yapıtlardır. Bun­
lar Nakşibendilik'in el kitabı (ilmihali) niteliğindedir. Mes­
lekü'l-Talibin, bu yapıt tarikata girenlerin tutacakları yolu,
işlemlerini, eylemlerini, davranışlarını anlatan bir kılavuz
niteliğindedir. İkinci öğretici nitelikteki yapıtı Zadül '1-Müs­
takın (Doğru Yola Girenlerin Besini) adını taşır. Bu da Nak­
şibendilik'te yapılması gerekenleri, tutulacak yolları gös­
terir nitelikte kılavuz yapıttır. Fusulü '1-Vusul ( Kavuşmala­
rın Bölümleri) adlı yapıt da Tanrısal gerçeklere ulaşmanın
özelliklerini, niteliklerini konu edinen düşsel durumları an­
latan bir yapıttır. Esrarname ise gizlilikleri, içe doğuşları
anlatır, onda da gizemsel bir içerik vardır.
Bu yapıtları örnek alarak yazılmış başka ürünler de var­
dır, ancak Nakşibendilik'in içyapısını gösteren, bir Nak­
şi'nin hangi ölçüler içinde davranması gerektiğini vurgu-
. !ayan, biçimlendiren bunlardır. Bu nedenle Şeyh İlahi Nak­
şibendi, bu tarikatın Osmanlı Ülkesi'nde kurucusu, yeryü­
zünde ise ikinci kurucusu sayılır (Muhammed Bahaeddin
Nakşibendi'den sonra). bu yapıtlardan esinlenerek Nakşi­
bendilik'in özelliklerini vurgulayalım.
1- Tanrı. Nakşibendilik'te Tanrı kavramı evrenin yara­
tıcısı, üstünlük, olgunluk bakımından erişilmez, düşünme
yetisinin sınırlarını aşan, önsüz-sonsuz bir varlıktır, yara-

21
tılmaırnş. doğmamıştır. yar:ıtmışıır. yaratmaktadır. Tanrı
salt istençtir, yargıçtır. bilgindir. kılavuzdur, zamanla, me­
kanla sınırlı değildir. insanın tüm eylemleri, davranışları
Tanrı 'dan gelir, Tanrı insanın bütün eylemlerini denetler,
yönlendirir. İnsan Tanrı 'nın varlığını düşünebilir ancak bü­
tünlük içinde kavrayamaz Bir Nakşibendi'nin yapacağı,
yapması gereken başlıca iş Tanrı 'yı anmak, onun adını, ni­
teliklerini dilinden düşürmemektir, gerçek bir nakşi hep
"ibadet içinde"dir, onun yirmi dört saati bir "ibadet" ala­
mdır. Bu nedenle kişi "saim-i daim"dir, Tanrı' yı dilinden
düşürmeyendir, bunun dışında etkin bir uygulama yoktur.
2- Şeyh. Kulla Tanrı arasında görevli, olgun, etkin,
Tanrısal gizemlerle donatılmış, bütün yaşamı boyunca Tan­
rı 'yla düşsel birlik içinde bulunan, sözleri-buyrukları tar­
tışılmayan, dediği dedik, buyurduğu gerçek, yalnızca Tan­
rı' ya karşı sorumlu kimsedir. Tanrı'dan sonra tek gerçek,
tek kılavuz, tek kutsal varlık şeyhtir. Hangi koşullar altın­
da olursö olsun şeyhin buyruğu kesinlikle yerine getirilme­
lidir. Burada biraz durarak Şeyh Said ayaklanmasında gö­
zünü budaktan, canını bıçaktan sakınmayan başkaldıranla­
rı düşünelim. Anadolu'da, bilinen ayaklanmaların nerdey­
se hepsinde Nakşibendi parmağı vardır. hepsi de bir şeyhin
kışkırtmalarıyla başlamıştır.
3- İbadet. Bir Nakşibendi için tapınım (ibadetin) bel­
li, belirli evresi yoktur, tüm Nakşiler sürekli, kesintisiz, sü­
reye bağlı olmayan bir "ibadet içinde"dirler. Uyurken bile,
soluk alış-verişlerde "Allah" demek gereklidir, bu neden­
le "Allah-Allah" denmelidir, soluğu alırken verirkende. Bu
eyleme önceleri "Al-lah" diye başlanır, alışılır, bu alışkan­
lık insanda sürekli bir gövde eğitimi olur, böylece uyuyan

22
bir kimsenin soluk alışlarından bir Nakşi olduğu anlaşılır
(Öyle inanırlar).
4- Zikr. Nakşibendilik'in temel kurallarından biri de
zikr denen Tanrı adlarını anmaktır. Bu sesli, sessiz olmak
üzere iki türlüdür. Seslisi toplu, ya da bireysel olarak Tanrı
adlarını yüksek sesle okumayı, söylemeyi gerektirir. Sessiz
olanı ise gönülden geçirme (içe kapanış) yoluyladır. İslam
dinine göre Tanrı'nın doksan dokuz adı vardır, bunlara "es­
ma-i hüsna" (güzel adlar) denir. Sesli zikr (anış) bu adlar­
dan birini toplu olarak, birlikte söylemek, sağa sola salın­
maktır. Nakşibendilik' e göre bu adları anmakla insanın gön­
lü arınır, bütün gelip geçici dünya isteklerinden, duygusal
eğilimlerden arınır. Olgunlaşmanın başlıca yöntemi budur.
5- Oruç. Nakşibendilik'te oruç, yalnız ramazan ayının
otuz günü ile saptanmış, belirlenmiş değildir. Oruç kişinin
benliğine, birtakım geçici isteklerine engel koymadır. Baş­
ka bir anlamda oruç kendi benliğini (nefsini) denetim altı­
na almadır. Bu nedenle Nakşiler yılın, kendilerince, uygun
gördükleri günlerinde oruca girerler. İftarın üç zeytinle ya­
pılması iyi gelir, sonra namaz kılınır, karın doyurulur. Ra­
mazan günleri evden abdestsiz çıkmak "günah" sayılır.
6- Kadın. Nakşibendilik'te, Zerdüşt inançlarının etkisin­
den gelen bir kadım aşağılama eğilimi vardır. Kadın saptırı­
cıdır, erkeğe göre eksiktir, duygularının, geçici isteklerinin
tutsağıdır. Kadın eli sıkılmaz, kadınla konuşmak, kaçınıl­
maz bir durumdan kaynaklanıyorsa, konuşurken onun yüzü­
ne bakmak doğru değildir, kötü eğilimlere yol açar. Kadın­
la karşılaşınca öne, yere bakmak gerekir. Yolda kadının ön­
de, erkeğin, arkada yürümesi şeytana uymaktır. Kadın kesin­
likle örtünmelidir, gerekmedikçe evinden dışarı çıkmamalı-·

23
dır. Bir Nakşi erkeği istediği sayıda kadın alabilir. Kadını ko­
cası dövebilir, ona ceza verebilir, namaz kılmayan kadınla
yaşamak doğru değildir. Kadın yalnızca Kuran dinlemeyi, ·

okumayı öğrenmelidir, yorum, anlam verme gibi yetkileri


yoktur. Kadının, evinin dışında bir görevi, işi olamaz . Bir kız­
da, kadınlık belirtileri görülmeye başlayınca, evlendirilme­
li, evde saklanması birtakım sapmalara, anaya-babaya karşı
elinde olmadan, istemeden dikbaşlık etmeye yol açar. Nak­
şi olmayan erkeğe kız verilmez, Nakşi olmayan bir ailenin
kızı alınmaz, alınırsa gün geçirmeden onu tarikat ilkelerine
göre eğitmek, arındırmak, "İslam' a sokmak'' gerekir.
7- Zekat: Bir Nakşibendi için zekat şeriatın gerekimlerin­
den biridir, ancak kime verileceği konusunda seçme yetkisi var­
dır. Nakşilere göre şeriatla yönetilmeyen bir toplumda yalnızca
kendinden olana, Nakşibendilik'le bağlantısı bulunana verilir,
bu kuruluştan olmayana, ne denli yoksul, düşkün olsa da zekat,
sadaka verilmez. Zekat, sadaka gibi yardım içerikli işlemler,
Nakşi topluluğunun benimsediği inançlar doğrultusunda çalı­
şacak kurumlara verilir. Söz gelişi yoksullara yurt yapılacak, öğ­
renci okutulacak, kurban kesilip dağıtılacak türünden yardım­
lar Nakşibendi anlayışını benimsetmek, yaymak için oluşturul­
muş derneklere, kurumlara verilir. Bugün, ülkemizde Nakşiben­
dilik'le içten bağlantısı olduğu açıkça bilinen, belgelerle ortaya
konan kuruluşlar vardır. Bunlar arasında yurt, okul, hastane, do­
ğumevi yaptıranlar, vakıfkuranlar çoktur. Bunların hepsinin tek
amacı Nakşibendilik için gereken ne varsa yapmaktır. Nakşi­
bendilik'te, bu kuruİuşun dışında kalan ne varsa sapkındır(ba­
tıldır) geçersizdir. Nakşibendilik ülküsünün benimsenmediği,
yayılmadığı bir ülkede zekat-sadaka gibi ödevler yerine getiıi­
lirken çok ayrıntılı inceleme, izleme yapmak kaçınılmazdır.

24
8- Kurban: Bütün Nakşibendilerin kurban kesmeleri
gereklidir, ancak etlerin, derilerin başka kuruluşlardan olan­
lara, özellikle dinle ilgisiz kurumlara verilmesi "haram" sa­
yılır. Bir Nakşinin kestiği kurbanın derisini, etini dağıtırken
yine kendi tarikatından olanları seçmesi kaçınılmazdır, bu­
nun tersi ocağa karşı suç işlemektir. Nakşibendilik'te resim,
yontu, çalgı, içki, oyun suçtur, "haram" kapsamındadır.
9- Suç: Nakşibendilik'te en ağır görevlerden, en sakınca­
lı işlemlerden biri suç ile verilecek ceza konusundadır. Şeriatm
(Nakşi şeriatının} dediğini yapmayan kim olursa olsun, suçlu­
dur, bu suç işlemede Nakşibendilik'in yayılmasını, gelişmesi­
ni önlemek amacı saklıysa suçlu, şeyhin buynığuyla başı kesi­
lerek öldürülür. Asmak, yakmak, denize atmak, iple boğazını
sıkarak öldürmek Nakşi geleneğine aykırıdır, suçlunun kanı ak­
malı, yaratıldığı toprak bu kanın aktığına tanık olmalıdır.
1 O- Eğitim: Nakşibendilik'te biricik, en geçerli eğitim
tarikatın ilkelerini öğrenmek, şeyhin gösterdiği yolda git­
mek, İslam'ın koşullarını, şeriatın uygulamalarını yerine ge­
tirmek, ibadet sayılan, ona bağlanan bütün eylemleri sür­
dürmektir. Bunun dışında bir eğitim yoktur, sapıklıktır. Ki­
mi Nakşibendi şeyhlerine göre radyo, telefon, televizyon,
sinema gibi kuruluşlardan uzak kalmak, onları eve sokma­
mak inancın koşulları arasındadır. Eğitimin amacı, kişiyi
Tanrı'ya bağlamak, şeyhle Tanrı arasında sürdürülen gizli
bağlantiyı düşünmeden, eksiksiz bir bağlılık içinde kal­
maktır. Boş günlerde Kuran okumak, ya da Kuran okuyan
kimseyi diz çöküp .dinlemek, başını öne eğmek saygının be­
lirtisidir. Hangi yaşta olursa olsun büyüklerin sözlerine uy­
mak, onları dinlemek gerekir. Yolda giderken hep öne bak­
malı, gizlice Tanrı'nın adlarını anmalı, Tanrı adını anma-

25
dan bir nesneye dokunmamalı, yolda bir tanıdıkla karşıla­
şınca iki eli göğsün üstüne koyarak, biraz öne eyilerek "es­
selamualeykum" demeli, başka türlü selamdan kaçınmalı. ·

Selamlaşırken, konuşurken sağ elin başparmağını kalkık,


dik tutmalı. Bu belirti tüm konuşmalarda, davranışlarda
Tanrı'yı tanık göstermek, "Allah şahidimdir" demek anla­
mındadır. Hangi koşullar altında olursa olsun, Nakşilerin
birbirine karşı yalan söylemeleri, tanıklık etmeleri (iyilik
için değil, suçlamak için) yasaktır, kötülük söz konusu olur­
sa bir Nakşi başka bir Nakşiye tanıklık edemez, olayı ya­
kından görse, bilse, yaşasa bile.
l l- Nakşi andı: Nakşiler arasında gizli tutulan, en sı­
kışık, güç durumlarda bile başkalarına bildirilmeyen, söy­
lenmeyen bir and vardır, bu and şeyhin avucunun içini öp­
türerek dervişe iletilir. Derviş gerekli eğitimi görüp yetki
alacağı sırada, şeyhin önüne çıkarılır, diz çoker, önce iki eli­
ni göğsünün üstüne getirir, üç kez Tanrı 'nın adını anar, son­
ra eğilir, şeyh sağ elini dervişe uzatır, derviş şeyhin avucu­
nun içini öper. Derviş, şeyhin sözlerini yineler, bu sözler
aşağı yukarı şu anlamdadır:
"Yaşadığım sürece şeyhe (Pir de denir) bağlı kalaca­
ğıma, Nakşibendilik dışında bir topluluğa girmeyeceğime,
Nakşiliğin gerekli görmediği, beğenmediği, önermediği iş­
lerle, konularla ilgilenmeyeceğime, her türlü yenilik, din­
sizlik, Nakşibendilik'ten gelmeyen davranışlara, uygula­
malara, cuma namazı kılmayan, kıldırmayan, devlet adam­
larına, yönetimlere karşı çıkacağıma, Kuran'dan başka ki­
tap, şeyhimden başka mürşid, Allah'tan başka yaratan, İs­
lam'dan ayn iman tanımayacağıma, Nakşibendilik uğrun­
da hangi koşullar altında olursa olsun canımı vermekten ka-

26
çınmayacağıma. Allah"ı şahid göstererek a nd içerim (ka­
sem ederim), şahid ol yarabbi, şahid ol yarab bi şahid ol ya­
.

rabbi, amin, sadakallahinazim."


Bu and daha da uzar, içine istenmeyen, dinsiz, din düş­
manı sayılan kimselerin adları da katılır. Burada, bizim için
önemli olan, andın, içinde yaşanan zamanla, zamanın olay­
larıyla içten bir bağlantı taşımasıdır. Tarikat, çatısı altında bu­
lunanları bu andla kendisine bağlıyor, ondan ayrılmanın, iler­
de sakıncalı bir durum yaratabileceğini gündemde tutuyor. Bu
and eskiden yoktu, yakın sürelerde, özellikle Cumhuriyet yö­
netimi uygulama alanına konduktan sonra yaygınlaştınldı .
12- Hac: Her Nakşibendi'nin yaşamında en azından
bir kez hacca gitmesi gerekir, gitmeye gücü yetmezse eli­
nin emeğiyle bunu sağlayacak olanak bulunur, emeği kar­
şılığı sağlayacağı kazançla bu görevini yerine getirir. Şun­
dan bundan ödünç para alarak, geçim kaynaklarından bir
bölümünü satarak hacca gidilmez, gidilse de. geçerli sayıl­
maz. Oysa son yıllarda Nakşiler bu geleneği yıkmıştır.
13- Giyim: Nakşibendilik'te giyim-kuşam biçimini
belirleyen, genellikle şeyhtir, bütün dervişler giyim-kuşam
bakımından şeyhe uyma gereğindedir. Kadın, evinden dı­
şarı çıkma gereğinde kalırsa, kimsenin tanıyamayacağı bir
kılığa girmesi gerekir. Çağdaş giyim suçtur, dinden ayrıl­
madır. Bu nedenle erkeklerin alttan şalvar, üstten cübbe, ba­
şa sarık giymeleri gerekir, kadınların çarşaf, peçe, baştan
omuzları kaplayacak nitelikte örtü örtünmeleri gereklidir.
Ancak, çağımızda.olduğu gibi yüzünü gösterecek biçimde
bir başörtüsü kullanmak da doğru değildir.
14- Zina: Bütün uygar uluslarda, tek Tanrıcı dinlerde ''zi­
na" ağır, yakışıksız bir suç sayılır, belli bir tanımı vardır. Bu

27
yasal tanım, Nakşibendi tarikatında geçerli değildir. Zina dav­
ranışlara, durumlara, işlemlere göre değişik adlar alır:
A- El zinası: Kendisiyle evlenmesi yasak olmayan bir
kimseyle (kadın erkekle, erkek kadınla) el sıkışırsa, abdest
bozulur, el sıkışma uzun sürerse yıkanmak gusul abdesti,
almak gerekir. Bu nedenle evlilik getirebilecek kimseler
arasında el sıkışmak suçtur. Böyle yapan bir kadının, evli
ise dövülmesi, yola gelmezse boşanması gerekir. B- Göz
zinası: Yolda_, başka bir alanda bulunurken, başka bir er­
kekle göz göze gelmek, birbirine çekici, yaklaştırıcı bir öz­
lemle, duyguyla bakmak gözle zina etmek demektir. Bu er­
kek için olduğu gibi kadın için de geçerlidir. C- Dil zina­
sı: Bir erkek, yabancı bir kadınla tatlı tatlı konuşur, söyle­
şirse, ona okşayıcı, gönül çekici sözler söylerse, bu alış-ve­
riş amacıyla olsa bile sözcüklerle sürdürülen bir zina biçi­
midir. Gerçek bir Nakşibendi erkeğinin bundan uzi_ik kal­
ması, kadınlara karşı güler yüzlü, okşayıcı davranması suç­
tur (günah), bundan kaçınmayan kimsenin yargı günü dili
tutulur. Ç G iysi yle gelen zina. Erkek elinin değdiği iç ça­
- '

maşırlarını giyen bir kadın gizli zina yapmış demektir, bu


nedenle giysilerin kadın elinden çıkması gerekir.

Nakşibendilik'te Ev Yaşamı

Hangi koşullar altında olursa olsun, aralarında kan ya­


kınlığı bulunan kimseler bile erkekli-kadınlı oturup, söyle­
şemezler, erkeklerin yeri ayrı, kad!nların yeri ayrı olmalıdır.
Kadının sesini, gülüşünü duymak bile erkekte başka bir eği-.
!im uyandırır. Evde yemeği, kesinlikle, kadının pişirmesi,
kadının yiyeceği yemeğe erkek elinin değmemesi gerekir.

28
Bir kadının, evinde Kuran okurken bile, sesini erkeklerin
duymaması gerekir, özellikle güzel bir kadın sesi, erkeği
duygulandırdığından zinaya olanak sağlamış sayılır. Evinin
dışında arkadaşlarıyla (kadınlarla) konuşan bir kadının se­
sini yanından geçen erkeğin duyması bile gönülde kuşkuya
yol açar. Evlere ayak çıkarılmadan girilmez, hangi koşullar
altında olursa olsun erkek çamaşırlarıyla kadın çamaşırları
birbirine karıştırılarak yıkanamaz. Ekmek elle kırılmalı, bı­
çakla kesilmemeli (cinayettir), sofrada kaşıktan başka araç
kullanılmamalı, katı yiyecekler elle yenmeli, tabaklarda ye­
mek kalıntısı bırakılmamalı. Genç evliler arasında cuma ge­
celeri seçilmeli, peygamber cuma gecesi doğmuştur. Cuma
namazlarına gidemeyen kadmlar, kendi aralarında toplana­
rak (Nakşibendiler) Şeyhin uygun gördüğü biçimde (bun­
ları önceden öğrenmeyen Nakşi olamaz) Kuran okumalı, ya
da içlerinden okumayı bilen birinin okuyuşunu dinlemeli.
Bütün ev halkının cuma günü sabahtan yıkanmaları ya­
rarlıdır. Çocuklarla büyükler ayn yıkanmalı. Evlerde, kadın­
lar arasında bile, şarkı (tagani), söyleşi (sohbet, dinle ilgisi
olmayan konularda), sigara, kahve (bu yasak Şeyhülislam
Ebussuud Efendi'den geliyor) içilmemeli. Oyuncak, eğlen­
dirici nesneler kullanılmamalı. Emzikli çocuklar müziksel
ninnilerle uyutulmamalı (onları şeytan kandırır, ya bir daha
uyanamazlar, ya da büyüyünce şarkıcı olurlar). Bu tür uya­
rılar, düşünce aşılamalar, biraz da şeyhin yetiştiği (ilk bilgi
edinme dönemlerinde) çevrenin yaygın geleneklerine daya­
nır. Nakşibendilik'te, etkinin yayılması, yöresel geleneklerin
kılığına girme başarısına bağlıdır. Bu konuda, bir Nakşiben­
di'nin en kolay yararlanma aracı yardım. "yoksullara", "düş­
künlere" yapılır, böyle bir girişim yaygınlaştırılırsa geçim

29
darlığı çeken çevrelerde yandaş toplamanın önü açılır, ola­
naklar hızla çoğalır. Ülkemizde l 950'den bu yana uygulanan
yöntem budur. Bu uygulama biçimi, oy toplama kaygısıyla
bütün ülke düzeyine devlet eliyle yayılmış değil, yaydınlmış­
tır. Bunun en kolay, en yumuşak uygulama biçimi de "ucuz
buğday", "ucuz mısır" dağıtımı (ya da satışı) olmuştur.

Nakşibendilik'te Örtülü Girişimler

Gerçekte Nakşibendilik güncel politikanın dışında kalma­


yı, toplumsal olaylara, din gözlüğüyle, dıştan bakmayı kendi
çıkarlarına çok uygun bulur. Bu konuda "uygun zaman" çok
önemlidir. Ülkemizde, geçimsel bunalımın başladığı, "devlet
ekonomisi"nin bozulduğu yörelerde bu tarikatın birden bire
etkin duruma gelmesi, gelişi güzel, beklenmeyen bir olay de­
ğildir. Nakşibendilik ' in altı yüz yıllık yapısı, uygulama biçim­
leri, gelişme kolaylıklan toplumsal sarsıntılann hızlandığı, ya­
salann uygulama etkinliğinin yıkıldığı dönemlerde görülmüş­
tür. Bu sarsıntının izlerinin, belirtilerinin sezildiği yerde Nak­
şibendilik çok kolay boya değiştirerek etkinliğini gösterir. Bu
etkinlik, bugün ülkemizde, gizli değildir. Devlet eli sıkı, ayak­
ta durmadan başka bir kaygısı olmayan duruma gelmiş, yok­
sullar çoğalmıştır, yaşam olanaklan azalmıştır. Üretilen tüke­
tilene yetmemektir. Yurttaşlar devletten umudunu kesmiş, Tan­
n 'ya sığınma gereğinde kalmışlardır. Bu durum, yalnızca N ak­
şibendil ik için değil, bütün yönetime karşıt düşünce besleyen
kuruluşlar için kaçınlmaz bir fırsat, beklenmedik bir kolaylık­
tır. Bütün inançlarda olduğu gibi, devletten umudunu kesenin
biricik sığınağı, koruyucusu, umut kaynağı Tann'dİr. İşte, Nak­
şibendilik'in gökte ararken yerde bulduğu da budur.

30
Nakşibendilik'in önde gelenleri bu sarsıntılı durumlar­
dan büyük bir kolaylıkla yararlandılar, önce devlet kurum­
larının etkili, saygın kişilerini, çağdaş uygarlığı benimse­
me, uygulama, devrimci, ileri bir atılım yapma kandırma­
casıyla ele geçirdiler. Bunu devrimcilik, İslamı yayma kan­
dırması kılığında, düşman uçaklarının saldırılarından kur­
tulmak için "sis bombası" atan savaş gemileri gibi uygu­
ladılar. Ne yaptılar, devrimci, Atatürkçü göründüler, Hıris­
tiyan dünyasıyla yakınlıklar kurdular. Peki cumhuriyet yö­
netiminin daha ilk yıllarında, ülkemizde çıkan ayaklanma­
ların arkasında İngiltere'den, Avrupa devletlerinden yar­
dım gören, koruyuculuk sağlayan Nakşibendi öncüleri
(şeyhleri) yok muydu? Bugün, çağdaşlığın karşısına çıkan,
yeniliklerin hızını kesmek isteyen, devlet kurumlarında yal­
nızca yandaş değil, koruyucu, yardımcı, besleyici odaklar
bulan kimseler Avrupa'dan, Amerika'dan güç almıyor mu?
Bunların hepsi değişik kılıklar içinde, birer Nakşibendi de­
ğil mi? Hıristiyan Avrupa, kendini bildi bil�li, Türk'ün, İs­
lamın karşısındadır. Birinci Büyük Savaş' ın nedenleri ara­
sında Türkleri Avrupa 'dan sürme, doğuya itme düşüncesi
vardı. Bu düşünce uygulama alanına konunca başarıya u­
laştırıldı. Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti 'nin elinde
yalnızca üçbuçuk (İstanbul'un yarısıyla) ilimiz kalmıştır.

Nakşibendilik'in Din Örtüsü

Osmanlı tarihi boyunca, ülkeyi sarsan, devlet düzenini bo­


zan ayaklanmaların ÇoğuNakşibendilik kışkırtmalarıyla olmuş­
tur. Bunun nedeni de, bu kuruluşun, dolaylı olarak, "medrese"
denen eğitim kurumlarına girişidir. Osmanlı Şeyhülislamları

31
arasında, Nakşibendilik girişimleriyle ilgili bir "fetva" veren
kimse görülmemiştir, oysa ayaklanmaların çoğunun arkasında
bu tarikat vardır. Osmanlı döneminde, başlayan ayaklanmala­
rın "Celiili" adı altında serginlendiği biliniyor (başlangıçta). Bu
sarsıcı olayların arkasında medreselilerin olduğunu da bilme­
yen yoktur. Bu olayların çoğunun geçtiği yörelerde dinci bir an­
layışın etkinliği de besbellidir. Olayların başlangıcı 1 500 yılla­
n içindedir (Bk. Prof Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve
Düzenlik Kavgası, 1 975). Bu gelişigüzel bir olay sayılamaz. Bu­
nun ucu Kubilay olayına değin uzanıyor. Burada, Nakşibendi­
likin din örtüsü altında neler yaptığını, yapmak istediğini anlat­
mak uzun sürer, ancak Avrupa ile ilişkilerin önem kazandığı bir
dönemde Nakşibendilerin olumsuz girişimlerini de gözden uzak
tutmamak gerekir. (Bk. Bemard Lewis, Modem Türkiye'nin
Doğuşu, 1 984, s. 265, 402-405, 416. Bu kaynakta geçen açık­
lamalar, birer konuya değinme niteliğindedir, ancak bu tarika­
tın kuruluşundan beri birtakım olumsuz girişimlerden geri kal­
madığını gösterme bakımından önemlidir).
İs��-!!Jke}�rincis._ıı!1M 1 Şerj_at_ı �g�.!11��1!11.J!�sa�_ak:
�ibendilik
:ı.:.. .
_ idn uygun ortam bulununcaya değin bir suskun-
-··--..,·- - -
··- .. .. ·---�-- - - - � - -

.l!:!.�ıJ'.e_!"_�ltı�_�l_3:._iş_g§r_!11�.Q§p._�!!!i�şlar, şeyh kendi dünya­


_ --------- --···· - -·- ·-··· · - "'·-· ··-·- - - ___' "_____ ____________

sına çekilmiştir, çevresinde toplananlar eyleme geçmenin


en uygun belirtilerini beklerler. Hangi koşullar altında olur­
sa olsun, Yl!l!ll!Ş�_k: y�_g2�en_�-�k:şi���g_i}_ik:A_iiş_ii_!�!�� !.��i
Ele._!11� ciö�ijştür01:ektı:m kaçınmaz, kılık d�ğişgr_!11�k:_1'i!:...
-�El�_şi})�n.gi_ içiı:ı_ 2_1le.Il1li _ge.ğ!lci_ir. Nit_ek:i_ ıp cu_n:ı�urrye.t�t?_I!
..Q.irJ�_ıı_ç yı) öne� -��yyic! _Abdülkadir_ Belhi {()t ) n3L gir
ya!19:.ıın Eyüp yöre_şinde.ki tekkesinde Mevleyilerle._1'!!.l!k:te. _
.s_�lgılı1 il�hili törenle.� düzenler, düşü_cel_erini y_aygı�y��a­
.lışıgiı. Oyşa_Nakşibendilik'le Mevlevilik' i inanç b_�k:!!11_!!!-

32
A'1-I1.Yaı:ıy ana geti.rme .olancı_ğı.y()kt��: .Na!<ş i ��-I1_d il!�,.g9ry-...
_11 üşte ,. �()yu .şeriat yanlısıdır, fyl evl �vilik_'. i !l çalg_ı�ı1 .<::z:gi ��•.
_oyunu, içkisi vardır. Bu yakınlaşmacla _gi_:z: li,çık:ır�ı l;Ji.r dQ­
_şii_l1.S�11i.J1 �t!<i:>.i_rıiı;örrrı�.mek elde_��_ğj!<ii!,yerine göre N ak-
şibendil ik bir çıkar kurumu olmada gecikmez.
! §iQ.enclj li!< !ııınaJ!!ıyl :ı Şünni i 11.a11gcı _sa_lı_ip Y� .9i lh:ış:
''..tı!!<
� M ii ceddicf.i Şlf-i-Sfı_11i_ cit:I1�.rı imcım _Rıı�.�arıi ��med Fiir�­
Js.ıYY�!_Ş��herıcii. 'ci�l1 {§L J6�4J s211:r..ı! güşb.iitiin. sgft:<=!l��a11 l:?i ı:.
_y_g1 Y� . ri!1.cl ��l_l}ylcı .!5.�Ae._I1cit:.ıil.i � ı. J? �!<!a.:şfü!<. Y�. t!cı!!l.?'.C1Yili!<
.. . .. _

_gi�i Şii�J3(lti�i ta_ı:il<�!l.a�lıı_�cığ_daş_!!l!ş_�.k�naş_ınış ve Al�yi te­


J?.�yülde_cmlarla y_arış� ış _ol�ı:.t f\:1.�y!�Yili.1. Y.�. !1!PC1Y�t!?ıı__iki
_
_!<tr:i!<ııt_ıırasında bir mü!1aseb�l..�l_i E.'!_rip olan bu_ !el_ıı�!<J
de_ �il.�i_l�den cloğa!1 uyclurına_bir.telakkidir.(Abd�!.b_a�i Q�l�­
pınarlı, Mevtana'dan Sonra Mevlevilik, 1 953, sayfa 3 19)".
Bu alıntının bulunduğu yapıtta (sayfa: 3 1 9-32 1 ) Nak­
şibendilik'in kendi inançlarına ters düşen kuruluşlardan
yararlanma girişiminde, nerde dinle ilgili bir sorun ortaya
çıkarsa orada din örtüsüne bürünerek çıkarcı girişimlerden
geri kalmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim, yine bu kaynağa
göre, Nakşibendilik, etkinlik sezdiği tüm kuruluşlarla sen�
li benli olma yoluna girmekten kaçınmaz, oysa "Nakşiben­
di anlayışıyla Mevlevi ve Melami anlayışı orasında o kadar
büyük bir fark var ki ! ( A. Gölpınarlı, say. 320)".
Nakşibendilik'in din örtüsüne bürünmesinde birtakım si­
yasal etkinliklerin bulunduğu yadsınamaz. Osmanlı tarihi bo­
yunca sürüp giden, bu Nakşibendi kargaşası toplumun başı­
na sıkıntılar, kaygılar açmaktan geri kalmamıştır. Nitekim
İkinci Mahmud döneminde, Alevi-Bektaşi topluluğuna kar­
şı, Yeniçerilerin yozlaşmasından kaynaklanan kıyım nede­
niyle, uygulanan üzücü önlemlerde Nakşibendilik yine ka-

33
zançlı çıkmıştır. Padişah'ın Yeniçerilikle birlikte Bektaşilik'i
de ortadan kaldırmasında yönetimin Mevlevilik yan19da Nak­
şibendilik'i kayırması olanak sağlamıştır. Nitekim:
"Hacı Bektaş'ı, Ahmed Yesevi ile ilgili gösteren Bek­
taşi Vilayetnamesi, Bektaşiliğin Şii-Batini tesirlerle sonra­
dan bozulmuş bir Tarıyk-ı Hacegan olduğu kanaatini umu-
- mileştirmiş, bu kanaat yüzünden eski Bektaşi tekkeleri Nak­
şibendi şeyhlerine verilmiş, bu arada birçok Bektaşi baba­
sı, Nakşi icazetnamesi almış, tekkelere gönderilen Nakşi
şeyhlerinin bir kısmı da Bektaşilik'e girmiş ve Nakşiben­
dicilik'te oldukça önemli rint ve Alevi bir kol meydana gel­
miştir. (A. Gölpınarlı, s. 32 1 ) " .
Nakşibendilik'in, böyle inançlarına kökten ters düşen,
ancak çıkar sözkonusu olunca boya değiştirmekte, örtü ye­
nilemekte sakınca görmeyen tutumu Mevlevi-Nakşi kaynaş­
masına da olanak sağlamış, birtakım yönetim eksikliklerin­
den doğan toplumsal boşlukları doldurmada gecikmemiştir.
Yine yazılı kaynaklardan öğrendiğimize göre, ,Nakşibendi­
li�ı-��� -ge.!t?ğ) !"f�y_!e.y�!i�l_t!_ .}{l!!_d1:!ğ1:!_i'�_!c_ınlığı tarik'!!__de�
.@ı!�l!E-� �}��l�_riyle._���-�!Q..i!�.üştür, bu __g�de!lle birçok
N��ş_i!>e..!l�LM_�yle.y_!}i_� �e. _y_§!l_aj �!ş, _M�yJ�yi Q_hnuş_,_buna
_ _ __

.
��J���;:����!��t�a���:X��v�:�;f
��k� ����;%���i �� .e
gili güncel yayınlar arasında ortaya çıkan bağlantıyı sergile­
mek gerekir. N�k.şi_be.11_dilik'in, çağlar �oyunca k.�nağından_
uzaklaştığı, günlük çıkar olaylarına karışmakta kendi kişili-
Aiii!: y!tiil!le�ten-bil�_ Çe�iılıll-e<liği ��I�iifıii1Şi��:· ülkemizde
Yeniçeriliğin kaldırılışından sonra toplum kurumlarına sızan,
renk değiştiren, örtü yenileyen bu kuruluş şimdi bambaşka
bir giysiye bürünmüştür, onu da görmeye çalışalım.

34
Günümüzde Nakşibendilik' in seçimler nedeniyle, ba­
rışsever, yurtsever, dinsever örtülerin altına girip, devlet
kurumlarına sızdığı, daha doğrusu devleti ele geçirme gi­
rişimlerine, en önemli, duyarlı toplum kurumlarından baş­
ladığı tartışma götürmez bir gerçektir.
1 - Nakşibendilik, 1 950 yönetimiyle, nerdeyse, yasal bir
toplum kurumu niteliğine bürünmüş, Adnan Menderes, bir
başbakan olarak Said-i Nursi'yi yüceleştirmiştir. Oysa bu
kişinin yakın tarihteki olumsuz girişimlerini bilmeyen, duy­
mayan kalmamıştır. Bu çizgi bırakılmamış, 1 960- 1 980 ara­
sında, yine oy toplama tutkusuyla ülke düzeyinde yaygın­
laştırılmıştır. 1 2 Eylül dönemi ise Nakşibendilik'in Çanka­
ya Köşkü' ne değin yükselmesine olanak sağlamıştır, bura­
da körün gördüğü, sağırın duyduğu bu olumsuz yükselişi­
nin ayrıntılarına girme gereği yoktur, öylesine açık, öyle­
sine seçik bir olaydır.
2- Nakşibendilik, güler yüzlü, yurtsever, bilimsever
bir tutumla sinsiliğin arkasına sığınarak Ordu kurumları­
na, özellikle okullara girmek için bütün olanakları denemiş,
kimi devlet büyüklerinden yardım görmüş, yasal işlemle­
re girişmiş (kimi kurnazlık örtüleri altında) özel okullar aç­
mış, özel vakıflar kurmuş, dahası öğrenci yurdu, hastane,
doğumevi açmış, kısa sürede ülke dışında, özellikle Asya
Türk Devletlerinde etkinliğini sürdürmüş, bunu da yurtse­
verlik örtüsü altında devlet büyüklerine bile yutturmuştur.
3- Nakşibe_11�iJ!�1__g_t'.!:Ç�_kt�_Ş_Q_nni inançlara bağlı gö­
I_l!_I1�_1",_(l��(l� 1:l:Y81:11��-:l:�<l: .K.�(a_rıJ'!.g�!en İslam'a aylgrı bir _
.Y..2.Lt.ıı!��h. �Y!:! . !:>it _i_çe.�iK_kıı�.<!��!Ş1_l1�_r.Q�yse dinsizliği
.

J.iinseverlik durumuna �Ql'!fİ.Ş�I.!!!Qş!ür. ÜZ11!?.l1La1�ı:ı__y9rum-


la�ı11a ��re_, �l!_�!ıı-ş�lik J �!<t�}_<l �(lğ�<l:Ş_a_11 �_i!:l11rum değil-
__

35
diı:.c__�ysa Na��ibe11<!ilik b_u y()rumu dış_!�rı:ı_ş1 _!3(!ktaş!!!.r1 . _

kendinden daha ileri bir İslam kurumu sayarak, onunla bir-


J�lll!İŞ!İ_r, _Qte yandan Şiilik'in en aşın uygulamalarla orta-
-"--- ·-·· - - · · - --··-�· - -- - ··-- -- - -- ....�-- - --···--· ---- - · - - ----- ---

-
.YE. çıl<t!ğı Q.i� d�n;��e, I�an 'la i ��ı_ı;l�?z bi� ��.E.I?liiı-iÇi�-e
_gi��§!i.E:. Özellikle din eğitimi konusunda, tüm çağdaş yön­
temlerin, görüşlerin dışına çıkarak, onlara karşı insanlığa
yakışmayan bir savaş açarak olumsuz etkinliğini, devlet
kurumları aracılığıyla sürdürmüştür.
4- Okullara din derslerinin konmasında başlıca etken,
Milli Eğitim kurumlarını dolaylı olarak ele geçiren Nakşi­
bendilik olmuştur. ]1_..§ylül dQ_ı_� ı minin ��_l!ca_�9rumlu�u
_g_l.�ı:ı.J�jşi1 k_öke._n.:9J!:ırC;l�§ır�J�!_anlı bir �le��ı_ı_ gelmiştir, �o-:
-9:1l<!tığtınqa_ ği.rı �_ğ_i_!i�i gÖ!"E?:f!ştür.:...Bunu Çankaya'da bu­
lunduğu süre içinde yurt düzeyinde çıktığı gezilerde
Kur' an 'dan ayetler, Peygamber'den hadisler okuyarak gös­
termiş, uluslararası resim sergilerinden yabancı sanatçıla­
rın tablolarını bile kaldırtmıştır. Din dersleri bir kandırma­
caydı, nedeni şu: hangi din, hangi mezhep, hangi tarikat an­
layışına göre din dersi? Bu kandırmacanın arkasında, Nak­
şibendilik'ten kaynaklanan bir "din dersi" olduğu sonra­
dan ortaya çıkmış, devlet kurumlarında örgütleşen Nakşi­
bendilerin tutumları bu örtülü gerçeği gün ışığına çıkarmış­
tır. Burada, bu konunun da, uzun bir eleştirisini yapmanın
gereğine inanmıyoruz.
5- Nakşibendilik, aylardan beri, günlük yayın araçların­
da sergilenen eylemleriyle, Kur'an'a, İslam 'a aykırı girişim­
lerini yine devlet aracılığıyla sürdürme gücünü kazanmıştır.
Özellikle Vatikan'da Papa'yla sağlanan ilişkinin ardında sak­
lı kurnazlığın nerelerden geldiğini anlamak güç değildir. Ni­
tekim kendi inançlarına en aykırı gelen tarikatlarla işbirliği

36
kuran, karışıp kaynaşan Nakşibendilik'in bu özelliği ilginç­
tir. Yukarda bu kuruluşun Şiilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Bay-
.-;,._ • • - " " ·----· -·•-•-· ---·--··---- -••••••-•-• --·--·-••c- ·-··•-"' "'-·-· --··----·-··-·-�·----&

�m iJi �, M�lamilik gjbi, k.t:J:?.�j_ y�ısına ay�ı.�ı kurul�şla�Ja


ş;;ıJH��-gağlantının daha geniş bir düzeye yayılması, Vati­
__

kan 'la uzlaşması şaşılacak bir olay değildir. Kökeni İlkçağ


Anadolu uyğarlığına değin giden Bektaşilik bile Vatikan'dan,
Papa anlayışından çok uzaktır (Bk. İsmet Zeki Eyuboğlu,
Bektaşilik, 1 990.). Nakşibendilik'in böyle bir girişimde bu­
lunması, uluslararası ortamda hangi düşünceleri egemen kıl­
mak istediğinin açık belirtisidir. Bu tarikatin Süleymancılık­
Nurculuk (bunlar ile de özetlenecek) kollarına bağlı, onların
önderi sayılan eski bir vaız'ın eylemleri, girişimleri Mart
1 998 boyunca (Cumhuriyet gazetesi) kamu kuruluşlarının
ônüne sürülmüş, gizli dosyaları açığa çıkarılmıştır. Durum
böylesine açık seçikken, kimi deneyimli sayılan devlet adam­
larının bu kuruluşun önderini devrimci, Atatürkçü, çağdaş
anlayışlı, iyiliksever, aydın bir kimse diye nitelemeleri, sa­
vunmaları, İskaryot'un " Son Akşam Yemeği"nde İsa'ya
gösterdiği içten (?) yakınlığa benzer.
6- Nakşibendilik' in sevecen, dinci bir kuruluş olmasına
olanak yoktur, onun İslam'a bağlılığı, saygısı bile Vatikan' ın
çok gerisindedir. Burada Sıvas olayını anımsamak gerekir. Bu­
rada yakılarak, boğularak öldüren insanları yokluğa itenleri
savunan, koruyan, alkışlayan, onlara yardım elini uzatan bir
partinin Nakşibendilik' e dayandığını bilmeyen, duymayan
yoktur. Bu partinin başkanı, kurucusu bile bir Nakşibendi
şeyhinin yakını, yandaşı olmakla tanınmıştı. Burada günde­
me getirilmesinde yarar gördüğümüz bir tutum vardır: ülke­
mizde, özellikle yüksek görevlerde bulunan yöneticilerimiz
İslam inançlarını, tarikat denen gizli örgüt niteliğindeki ku-

37
ruluşları bilmediklerinden, aykırı düşünceli kimseler, onların
bu durumlarından yararlanmakta güçlük çekmiyorlar.
Şimdi başka bir soruya yönelelim: Neden Vatikan? Bu
sorunun yanıtı, devlet adamlarımızın yalnızca seçimlerde dil­
lerine doladıkları İslam inançlarını yeterince bilemeyişlerin­
dedir. Onlar İslam denince yalnızca şundan bundan duyduk­
larını, aile geleneklerinin doyurucu olmayan içeriğinin ötesi­
ne geçemeyen kulaktan dolma söylentileri anlarlar. Bugün,
dün olduğu gibi, Hıristiyanlık ikiye bölünmüştür, burada Pat­
riklik, öte yanda Papalık. Bu iki kuruluş yapı, içerik, uygula­
ma bakımından birbirinin karşıtı durumundadır. Uygarlık ge�
liştikçe kilise eğemenliğinde birleşme, uzlaşma eğilimleri be­
lirir, ancak yapısal ayrılıklarda görülen uçurumun kapanma­
sını kimse göze alamaz, milyonlarca insan karşıt düşüncele­
re sarılmış, Patriklik, Papalık dorukta kalmış, tabanda bütün­
leşme, birleşme eğilimini güçlendirememiştir. Bu ikili durum
İslam ülkelerinde Şiilik-Sünnilik karşıtlığına benzer. Avrupa,
inanç bakımından ikiye bölünmüştür, Papalık-Patriklik ikili­
sinin tabanında sayısız mezhep-tarikat ikiliği yaratmaktadır.
Çağımq:da Papalık-Patriklik ikilisi genişleme, güçlenme, yan­
daş toplama eğilimini birer yönetim birliği, egemenlik etkin­
liği durumuna sokmak için uğraşmaktadır.
Nakşibendilik'in Vatikan'a yaklaşma girişimlerinin ar­
dında kendini onaylatma, uluslararası etkinlik kazanmanın
yollarını arama vardır. Konu bu denli yüzeysel değil. İstan­
bul Fener Patrikliği Hıristiyanlığın iki büyük odağından bi­
ridir, Papalık'ın burada etkisi pek önemli değildir. Papalık,
İslam ülkelerinde pek ilgi görmemiştir, bu Roma İmparator­
luğu'nun doğu kanadında ortaya çıkan büyük çatlaktır. Do­
ğu Roma daha çok Grekçe konuşanların, Hıristiyanlığı Grek

38
diliyle öğrenenlerin ülkesidir, Batı Roma İmparatorluğu'nda
Latin dili egemendir. D�tıJ�:.<?!!�Il !�L�e_!!l ljğLaj!!t1da yaşa,­
,llll1 ülkelerde Hıris_tiy_a11:Mi!_sl�.111�1},_Mi.is.lii.I11�1!-.U.ı rjs�jy_�!!.
_dönüşmeleri, din değişfüme.!�! ge._�lfü<!�ib..liY!il<. !?.!r_çQ!<.lılli:.
J�2. .Qı:_e�_çe_y�l_ll)'JC1 s.a_ğJanmış�ır. _�i!eki111_ .ı_\ncıc!ol_ll_'c!� Mii.ıt..
. l_ÜI11_C111la�.l1 9r��ç�_{RyI11ca), _Ruıı:ılarm Ti,irkç(! k<,m.u.ştuJ<.11!::­
_rı, _daha� ı dinsel işl�ylerini o_ di ll_erle yaptı�Jcı�! bilinil'.2!:_
"Yüzelli köyden ibaret olan Maçka, Platana 'nın yukarı­
sındadır. Burada dağınık halde birçok şapel vardır, Müslüman­
lar da Rumca konuşurlar. (Mınas Bijışkyan, Karadeniz Kıyı­
lan Tarih ve Coğrafyası, çev: M. Andreasyan, 1 969, say. 40.)".
Bu alıntı çok ilginçtir, yazar bu yapıtını l 8 l 9'da yayım­
ladığına göre, iki yüz yıla yakın bir süre geçmiş demektir.
Yine bu yazar, Müslüman-Hıristiyan bağlantısını vurgular­
ken şunları söylüyor: " . . . bunlar, Hıristiyanlıktan dönme
kurnaz adamlar olup ekseriya Rumca konuşui-lar. Türkle­
rin içinde zeki ve okumuş insanlar vardır. Oflular sahte pa­
ra basacak kadar mahir insanlardır. Türk fütuhatından son­
ra, halk Müslümanlığı gönül rızası ile kabul etmiş... say.6 1 ".
Bu iki alıntı, ülkemizde Hıristiyan-Müslüman ilişkile­
rinin ne denli köklü olduğunu gösteriyor. A�cak, bu yöre­
lerde tarikatçılığın öylesine eski olduğunu, yaygın l ıgını gös­
terecek güvenilir bir kanıt bilmiyoruz. _Papcı!.!!<.:.E•1..ı_!?ı:!_ülke­
de bir yandaş (kurum olarak) araması doğaldır. Nederı.i.4�
)>atriklik gibi hızlı, toplu, kalabalık dönüşümler yaşan.ı_ılI11.!.§:
__!!r (Doğu, İslam ülkeleEi11��1.:8-�9�U.f,1:1..I11ıXCleCl_�ık'ın d_l!_�ya
_gö!fiJ�l1Q��Jı:.:'..�QŞl!-!ls'' _�_ayılabgir)�t.!1}1_!gi_c!erI_!!t!nin en uy::-_
.fili.!! yo_lu da, g_ünü!Ilüzde Ncıkşi\)endilik'lt! bağl�uıtı }':yrm�­
�!!:_Alevilik- Bektaşilik, Sünnilik yandaşlarınca dışlandığın­
dan Papalık için çekici görülmeyebilir. nitekim, Avrupa'da

39
çalışan Müslümanlar arasında en etkili. en varlıklı kuruluş
da Nakşibendilik'tir. Türkiye'dekileri besleyen kaynaklardan
biri olduğu, kapatılan bir partinin soruşturmalar, araştırma­
lar sonucu düzenlenen yasal belgelerinden anlaşılmaktadır.
Papalık-Nakşibendilik arasında görülen, kimilerine yü­
zeysel gelen, bu yaklaşmanın tabanında, yaygın duruma
gelmeyen, !'aklı kalan başka nedenler de bulunabilir. An­
cak, günümüzde, ülkemizde Cumhuriyet yönetimine, özel­
l ikle laiklik anlayışına karşı tarikat aracılığıyla sürdürülen
yıkıcı direnmelerin güçlü kaynaklara dayandığı, onlardan
beslendiği, sanıldığı gibi iyi bir amaç gütmediği bellidir.
Neden bütün girişimlerde, başta Laiklik geliyor? Vatikan
laik midir? Kuşkusuz değil, Patriklik laik bir kuruluş mu­
dur? Kuşkusuz değil, ikisinin de adları üstünde, ikisi de bi­
rer din kurumu, Peki, apayrı dünya görüşlerine, inançlara
bağlanan, yüzyıllar boyunca birbirinin kanını döken bu iki
kurumda yakınlaşmanın tabanı ne olabilir?
Bu konuya, bu soruna çağdaş uygarlığın etkisinden
kaynaklanan insancıl bir yaklaşım diyebilmek için delili­
ğin de ötesinde yozlaşmaya yakalanmak gerek. Sıvas'ta
otuz sekiz kişiyi yakan, evrensel hukuk ilkelerine göre, bu
çılgınca eylemin sorumlularına savunma olanağı arayan,
onları suçsuz sayan, öven bir kuruluşun öncüsüyle Papa 'nın
yakınlaşmasında uygarlık etkisi hangi odaklarda bulunabi­
lir? Sağduyunun bu sorulara verebileceği bir yanıt yoktur.

Çağdaş Anlayış Karşısında Nakşibendilik

Buraya değin anlatılanlar, alıntılar, verilen örnekler Nak­


şibendilik'in çağdaş bir kurum olarak yorumlanma olasılığı-

40
nın bulunj'nadığını gösterir kanısındayız. Yaşanan olaylara,
Cumhuriyet yönetiminin kuruluşundan kısa bir süre sonra
başlatılan ayaklanmalara karşın Nakşibendilik'in savunulma­
sı, onun etkinliğine göz yumulması, ister istemez, birtakım
sorulan gündeme getiriyor. Yukarda verilen örneklerden, an­
latılanlardan aniaşıldığına göre bu kuruluşun özel çıkarları dı­
şında belli bir düşüncesi yoktur, nerede çıkar söz konusuysa
orada bütün boyalara girme kolaylığı vardır.
Son günlerde Vatikan'la yakınlık sağlamaların arkasın­
da bambaşka bir düşüncenin yattığını görmemek olanaksız,
üstelik bu girişimleri devlet yararına göstermek de dökülen
yaprakların altında kurulmuş bir tuzak izlenimi veriyor. Av­
rupa bizi istemiyor, yalnızca devlet büyükleri arasında siya­
sal düşüncelerle sürdürülen yakınlaşmalar, karşılıklı saygı­
lar, güler yüzlülükler halk kesimine inmiyor, nitekim Türki­
ye AB topluluğuna alınmak istenmiyor, bütün başvurularda
engeller çıkarılıyor, oysa komşumuz Yunanistan el üstü tutu­
luyor, Türkiye 'nin bir ili bile olamaycak nüfusu bulunan Gü­
ney Kıbrıs, bağımsız bir devlet niteliğinde AB çatısı altında
yerini almak üzereyken Türkiye'ye yüz veren yoktur. Al­
manya, Fransa, ülkelerinde çalışan Türk işçilerine iyi gözle
bakmıyor. Almanya' nın birçok ilini gezdik, Türk işçilerinin
durumunu yakından gördük, daha ilk bakışta Avrupa toplu­
munca dışlandıkları, sevilmedikleri, Avrupa uygarlığıyla
uyum sağlayamadıkları anlaşılıyor. Özellikle dinle ilgili olay­
lar Avrupa insanını ürkütüyor. Dincilerin davranışları, yaşa­
ma biçimleri, toplumsal ilişkileri Avrupa insanı için kaygı ve­
rici bir nitelik taşıyor. Avnıpa insanı, İslam 'lığın bile çağdı­
şı olduğu kanısındadır. Bunun örneğini Yugoslavya olayları
göstermiştir. Hıristiyan Yugoslav topluluğu Müslümanları,

41
hepsi de kendi yurttaşları olmalarına karşın, acımasızca öl­
dürdü, ezdi, saldırdı, kırdı geçirdi, Avrupa insanının sesi çık­
madı. Öte yandan Makarios'un Kıbrıs'ta Türklere yaptığını
görmek isteyen, anlamak isteyen bir Avrupalı ortaya çıkma­
dı, suç saldırıya uğrayan Türklere yüklendi. Ancak Irak-Ku­
veyt petrolleri sözkonusu olunca Avrupa bütün azgınlığını
sergilemekte gecikmedi. Bu durum karşısında Vatikan 'la
Nakşibendilik arasındaki kırıtmalar anlamlıdır.
Prof. Dr. Server Tanilli, "İslam Çağımıza Yanıt Vere­
bilir mi?" adlı çalışmasında belgeler, açıklamalar sergile­
yerek sonucun olumsuz olduğunu gösterdi. İslam çağımı­
za yanıt vermek şöyle dursun, Ortaçağın berisine bile ge­
çememiştir. Afganistan, Pakistan, Cezayir, İran olayları bu­
nu açıkça göstermektedir. Avrupa'nın en gelişmiş, en.ileri
buluşlarından yararlanarak bin dört yüz yıl geriye giden, o
çağların yaşama biçimini diriltmeye çalışan İslam toplumu
hangi çağdaş ortamla uyum sağlayacak? Daha petrolünü bi­
le çıkarmayı beceremeyen, Avrupa-Amerika ortaklıklarına
sığınan İslam toplumu hangi gücüyle çağımızın kapısına
gelebilecek? Yolunu bulamayan, ne yapacağını bilemeyen,
yalnızca kadınları kara örtüler altına sokmayı amaç edinen
İslam anlayışı hangi sorunu çözebilir? Bugün ülkemizde
.h�- '.'Asr:-ı Şaaç!et'�te11 söz . aç_ıJır,_ J>�yg�Il1E.�E.'. !!!.__Y.aşadı�
dö_neil1_e i_)zletl1_dtıyı1Jur, ()nun ya şaqığ ı <Nn..�m 2.���la anı­
-(mutluluk çağı). göklere çıkarılır. Oysa
lır - bu çağ kan gölü-
dür..:.. p�ygam�er. yaşadığ ı sürec� (peygal1}��!:..2!<i.rak) elin-
· --·-·-- -·· ··--- -� --· · - · ·-- · · - · - --._·---·-�--

den kı l ıç düşmemiş, on dokuz yıl savaşmış, bunalımlar ge-


_s_fr�jŞ�- f�Ia�'_; y�yn{ak için çekm�_4iği _��k.���!_kalmamış:
Öiiilll�nd�n birkaç yıl sonra_ Osm�n-Ö�r-b.J.Lg_ibi üç ya­
�_!rı_ı _öld�rü_lmiiş.}vlutluluk burı!l!l neresinde?

42
1_�larr:ıI1�1- ���- ç-�ğ�ıı,�1 din o�����rıs��r:!!T �Jr "�p_
_l}:lu����_ğ_t(.�!lJfilll_a_�QrüDQ.Q!:Q!miJ:şJslam 'laşan toplumların
"Araplaştırılması" görüşünüegemen kılmıştır. (Bu konuda ge­
niş bilgi isteyenler, Prof. Dr. İlhan Arsel'in Arap Milliyetçili­
ği ve Türkler, 1 977 adlı geniş kapsamlı yapıtına başvurabilir­
ler.) İslamcılar, Peygamberi anlatırken, onun yalnız din değil,
bir devlet kurucusu olduğunu söylemekten, övmekten geri kal­
mazlar. Bu bir gelenek olmuştur, bugün İslam ülkelerinde ku­
rulan devletlerin hepsi dine dayanmaktadır. Dinle devlet işle­
rini birbirinden ayırmayı bir yönetim biçimi olarak benimse­
yen, uygulayan tek ülke Türkiye'dir, Nakşibendilik'in yıkmak
istediği devlet budur. Oysa Selçuklu-Osmanlı devletlerinin iç­
yapısı dinle biçimlendirilmişti, yönetim, öğretim, toplumsal
uygulamalar, genellikle dine dayalıydı. Nitekim Hoca Saaded­
din Efendi, Peçevi İbrahim Efendi, Naima, Koçi Bey, hepsin­
den önce Aşıkpaşa gibi tarihçilerin yapıtları okunursa hepsinin
din-devlet birliği konusunda geniş açıklamalar sergiledikleri an­
laşılır. Bu tarihçilerin anlattıkları Osmanlı toplumu, başlangı­
cından beri hep yolsuzluklarla, ayaklanmalarla, medreseliler­
le, hırsızlıklarla, soygunlarla uğraşmıştır. Çeşmizade tarihinde
anlatılan olaylar deliyi bile çıldırtır. Özellikle padişahlara su­
nulan belgelerde anlatılan yolsuzluklar (Bk. Koçi Bey) bir top­
lumun en alttakinden en üsttekine değin tüm kurumlarında sür­
dürülen "rüşvet geleneği "nin eşsiz örneklerini verir. Bu yapıt­
lar iyice incelendiğinde, devletin en önemli kuruluşlarına sızan
Nakşilerin içyüzlerini aydınlığa çıkarmak kolaylaşır. Bu durum­
da Nakşibendilik'in, yeniden, ortaya çıkışı şaşılası bir olay de­
ğildir, olayın şaşılası yanı, bu kuruluşun karıştığı toplumsal
olayların bilinmemesidir. Oysa, bu tür sarsıcı olaylara katılan­
ların çocukları bile bugün yaşıyor.

43
Nakşibendilik Bir Örgüttür

Nakşibendilik, bütün ayrıntıları, yan kuruluşları, beslen­


. me kaynaklan, eylemleri üzerinde durularak, ayrıntılarıyla in­
celenirse, din örtüsüne bürünmüş, "tarikat" adının arkasına
sığınmış bir örgüttür, demek gerçekten ayrılma değildir. Bu
kuruluşun, tarihi boyunca, hep dini, inançları öne sürerek, ça­
ğın durumuna göre yer altına indiğini, yer üstüne çıktığı bi­
linmektedir. Bu kuruluş, salt dinle bağlantılı olsa, içe kapa­
nık bir yapı kazanırdı, oysa olaylar, bunun başka türlü oldu­
ğunu, bu örgütün dışa dönük bir içerik taşıdığını göstermek­
tedir. Ülkemizde, son yüz yıl içinde, tüm geriye dönük içe­
rikli siyasal olayların içinde bu kuruluşun yer aldığını bilme­
yen, duymayan kalmamıştır. Bu örgütün başlıca özelliklerin­
den biri de, çok kolay biçim değiştirmesi, değişik yollarla top­
lumsal kurumların içine girmeyi başarmasıdır. Günün birin­
de ereğe ulaşmanın biricik yolu dinsizlik olsa, Nakşibendi­
lik' in böyle bir akımın öncülüğünü üstlenmesi, tekkelerini,
mescidlerini, camileri birer örgüt ocağı durumuna getirmek­
ten kaçınmayacağı kuşku götürmez. Nitekim tarihte görülen
olaylar hep böyle bir içerikle yüzeye çıkmıştır. Günün birin­
de, bugünkü Nakşibendilik'in özlediği, istediği yönetirµ bi­
çimi kurulsa, kısa bir süre sonra, Nakşibendilik'in kılık de­
ğiştirerek bunu yıkmaya çalışacağından kimsenin en ufak bir
kuşkusu olmamalı. Nitekim, günümüzde, devrimci, çağdaş
uygarlıktan yana olduğu bilinen, daha doğrusu sanılan, ya­
zarların, ozanların Nakşibendi akçalarıyla yaşayan kimi ge­
rici, "şeriatçı" yayın araçlarında yazılar yayımladıktan bili­
niyor. Yakından tanıdığımız bu ozanların, yazarlann bu geri­
ci, Nakşibendi beslemesi yayın araçlarından sağladıkları gc-

44
liderle, "bismillah" kokuşlu akçalarla, Beyoğlu meyhanele­
rinin gediklileri olduğu da açıkça bilinen bir gerçektir.
Nakşibendicilik örgütünde, din örtüsüne bürünmüş dü­
şüncelerden biri, en sakıncalısı, "kapalı Atatürk düşmanlı­
ğı "dır. Kişi, görünüşte, Atatürk devrimlerinden yanadır, gün­
lük konuşmalarında, siyasal içerikli konuşmalarında, hep
Batı uygarlığından yanadır, ancak özel eylemleri incelendi­
ğinde bunun büsbütün karşıtı bir durum sergiledikleri görü­
lür. Sözgelişi, kişi "mason"dur, "loca"ya bağlıdır, ancak si­
yasal alanda seçmenlerin "mason" sözcüğünden duydukla­
rı tepki, çekingenlik karşısında yalan söylemekten, çok di­
nine bağlı bir kişi olduğunu savunmaktan çekinmez, dahası
bağlı bulunduğu "loca"yı bile saptırır. Biz, böylesi kişileri,
"loca"da üstün görevli sayılan, etkinliği olan yakınlarımız­
dan biliyoruz, ayrıca "loca "nın ikiye bölünmesine yol açtık­
larını da biliyoruz. Bu tür kimselerin, sonradan, Nakşibendi
örgütüne ne denli büyük yardımları olduklarını, Nurculuk,
Süleymancılık gibi Nakşibendi uzantılarına ne denli yayıl­
ma olanağı sağladıklarını da, yine çok yakından, biliyoruz.
Nakşibendilik, kullandığı, yararlandığı inandırıcı araç­
larla, gereçlerle, İslam dinini yeterince bilmeyen, en devrim­
ci sayılan kimseleri bile yanıltmakta, saptırmakta, kendine
çekmekte güçlük çekmez, bu örgüt kendine çekmek istedi­
ği kişiyi, önce siyasal odağından vurur. Sözgelişi Atatürk
yandaşı görünür, onu savunur, ortalık kararınca gider Ata­
türk yontularını kırar, sonra döner "Atatürk düşmanı komü­
nistler" diye yaygarayı basar. Bunun nesnel örneği, birkaç
yıl önce, İstanbul'da Beyazıt Camii'nin yakınına gizli bom­
ba yerleştirirken, bombanın patlaması sonucu ölen gençtir.
Nakşibendiliğin bir örgüt olduğunu söylerken, birta-

45
kını varsayımlara dayanıldığı sanılmasın. Bunun açık, ya­
şanmış örneklerinden birkaçını sergileyelim. 12 Eylül dö­
neminden sonra ülke yüzeyinde hızlanan bir yoksullara yar­
dım girişimi başlamıştı. Özellikle seçim günlerinin yakla­
şımı ile genişleyen bu girişimin arkasında, çok iyi düzen­
lenmiş bir Nakşibendi örgütü vardı. Bu örgütün yönetim ye­
ri Fatih dolaylarında bilinen bir yöreydi. Akşam karanlığı
yaklaşmaya başlayınca, çarşaflı kadınlar, sakallı kimseler
(kimileri genç, kimileri yaşlıydı) evleri dolaşır, birtakım çı­
kınlar dağıtırlardı. Bu çıkınların içinde, satın alma değeri
biraz yüksek yiyecekler bulunurdu. Kapıyı çalan görevli
(bunun örgüt görevlisi olduğunda kuşku yoktur) kapıyı aça­
na, önce bilinen bir " Refah selamı" verir, sonra "essela­
mualeyküm verametullah-haza hediyetü'I refah" derler­
di. Bunun, belli yörelerde yaygınlığı bilinir, ancak İstanbul
dışında sürdürülen uygulamalar değişikti. Bu olayın sonu­
cu, örgüt için yararlı, kazançlı çıkmıştı, bizim oy kullandı­
ğımız sandıkta oy oranı tersine dönmüştü.
İlerde, örgütten bana gelen gözdağı, ölümle korkutma ni­
teliği taşıyan belgeleri sunmadan önce, bir anıyı da sergile­
mekte yarar görüyoruz. Seçimlere birkaç ay kalmıştı, 1 2 Ey­
lül korkutmaları yıkılmıştı, akşam bastırmış, evlere çekilin­
mişti. Eviminin önünden elleri çıkınlı, çarşaflı kadmlar, sakal­
lı gençler geçiyorlardı. Benim oturduğum dairenin kapısı hız­
la çalındı (yumruklandı), açtığımda karşımda dikilen bir yaş­
lı, sarıklı, ötekiler sakallı, daha genç üç kişi vardı. Yaşlısı, yu­
karıda aktardığım sözleri söyleyerek, elindeki büyükçe çıkı­
nı bana uzattı, ben de ona: "Aleykümüsselam ya saki- esse­
lamü'l-kübra min' er-rakı" deyince adam şaşırdı, elimi öpme­
ye kalktı, ben çıkını almadım. Bu olayda adamın Arapçadan

46
anlamadığı, belleğine, kulaktan yerleştirilmiş birtakım anlam­
sız sözlerle Müslümanlığa soyunduğu sonucu çıkmaktadır.
Bu ölaydan birkaç ay sonra, Nakşibendilik'in tuttuğu yö­
relerde, illerde dincilerin çalışmaları olumlu sonuç vermişti
(onlara göre). Örgüt, sanıldığı gibi yalnızca düşünsel-toplum­
sal-siyasal bir içerek taşımaz, tüm amaçlardan saptırmak, su­
ları bulandırıp iri balık avlamak için de kurulabilir. Bunun
en başarılı örneğini de, yurdumuzda, Nakşibendi kuruluşu
vermiştir. Örgütler içsel yapılarına göre, değişik biçimler
gösterir, yüze vuran yanıyla anlaşılır. Bir örgütün amacı, bel- ·

li bir yöntemi gerektirir, belli bir uygulama türü gündeme ge­


tirirse onu yakalamak kolaydır, uygulama türü, ereğini açı­
ğa çıkarır. Ancak, bir örgüt, özellikle inanç bakımından, özü­
ne aykırı kuruluşlarla, inançları taşıyanlarla işbirliği içine gi­
rer, onlardan kendi çıkarı doğrultusunda yararlanmayı başa­
rırsa, onu anlamak, yakalamak, kolay değildir. Bir örgüt, in­
sanın duygusal eğilimlerinden, tutkularından, inançlarından
yararlanmayı becerirse onunla uğraşmak çok mu çok güç
olur, çetin olur. Nakşibendicilik' e böyle bif anlayış açısın­
dan bakılırsa, onun Q!L'..'!.!!ti_kat:�.2.Ll!l�.4.!ğı.J:Q®'� görü_l_ür. .
Ta.!i�_ıı!!ı:t.!J�!!i _Qi! . i!1ı:t!1.9. Q()_ğ�.l!�ş_l}!ldi! �rü���• ��!!!. bir
iI!ı:!.I!fLk.!lı:!.YJ.!.Z e.çi_i!l_I}}�k��ııJ.!1.i.!�lik !aşır. ()ysa, başalarıgıç­
... ...

.!_(l _Qir_ ''.!a.ı:ika.!''jç�_tiği!!i.!<:ı:ıPa.ş yan, öyJ�J>_iH!le.!1 .Nakşibendi­


lik son evreler4�{\l-'1-rıı.�-J .Q�ıı!lh !9J?J.�!!!!:!fü!.!i?. D'�na l>!.ı:�
kıyoruz) çok değişik davra!lışla.� !çi.11_e_gJ!!lil ş, 4i11�! �reğin-:
.. __

�en büsbütün �ıil<:!ı:t§.!!!�§.!!!:. Bunun en açık seçik belirtileri,


yerdiğinden, kötülediğinden, suçladığından, karşı çıktığın­
dan yararlanmada Nakşibendilik'in benzersiz yöntemleri­
dir. Yöntem değil yöntemler diyoruz, saptanan uygulama tu­
tarsızlıkları böyle söylemeyi gerektiriyor. Daha sonra, Nak-

47
şibendilik'ten doğan kollan, çıkan uzantıları açıklarken şa­
şırtıcı örnekler verilecek. İnanmış, inançlarına gönülden bağ­
lanmış, gerçek bir Müslüman, "ben herkesle anlaşırım, yö­
netim kurulu oluştururum" diyemez. Böyle söyleyen bir ki­
şiye, "düşüncelerinizde, söylediklerinizde gerçek bir inanç
insanıysanız, neden Avrupa uygarlığından, çağdaş yenilik­
ten yana olanlara karşı insansever değilsiniz?" diye sorulma­
lıydı, onun ardından gitmenin İslam inançlarını tabandan
yıkmaya çalışmak olduğu söylenmeliydi. Oysa söyleneme­
di, söylenemezdi. Bunlar, örgütün amacına, ereğine ters dü­
şerdi. İşte bunu yapamadığından, siyasal alanda etkili olan
J':'.1-1!.�_fill:?_�pQ ilil< J?.ir. ''is!l!�_!l:lr!�a_tı" çl n'!*t:ı_rı. çık.mı_ş,_y*ıc1
Qir._�_r_g�t kı}ığı_rıı:ı_ �!i�nmüştür, bunu giz!�_Illey_i ��' ç°"k d�
..2'.t?Qli bir �_llrılı _tış ()l_l!l_l:l�ına �o_ı:�l_U.<!U.!:: Biz, yeryüzünde, bü­
tiin çelişkileri, aykırılıkları, tutarsızlıkları anlamsızlık, bi­
linçsizlik çamurunda yoğurup yumaklaştıran başka bir örgüt
bilmiyoruz, bu örgüte "tarikat" demek islam inançlarından
ne deni! uzaklaşıldığının en açık kanıtıdır, bunda kuşkuya dü­
şenin İslamı özünden öğrenmesi gerekir.

NakşibeJ1 dilik Bir Bütünlük Sağlayabildi mi?

Nakşibendilik, daha önce anlatıldığı gibi, bir "tarikat"


olarak ortaya çıktı, kurucusunun Şaman kökenli inançlara
bağlı bir Türk olduğu söylendi. Bu sözler, bu çalışmayı ya­
panın, belleğinden fışkırmış, kaynağı bilinmeyen yakıştırma­
lar değildir. Nitekim, bu "tarikat" İran'dan Batı 'ya doğru ya­
yıldıkça birtakım içeriksel değişimlere uğradı. Bu değişim­
ler, yöresel inançlarla yüklü, kişisel yorumla;dan kaynaklan­
mıştır. Bu nedenle, başlangıçta ileri sürülen, önerilen inanç,

48
sonradan gelenin etkisinde kalarak başka doğrultular buldu.
Buna "bütünlüğün dağılması" diyelim. Ancak, bu dağılma­
nın İslam 'da çözülmelerle başladığı da açık bir tarih gerçeği­
dir. Bu kuruluşun yayıldığı ülkelerin tarihleri incelenirse, özel­
likle ilkçağda, çok ileri bir uygarlık aşamasında bulunduklar
görülür. İşte, sonradan Nakşibendilik'te görülen bölünmele­
rin, bütünlükten kopmaların nedenleri burada aranmalıdır.
Nakşibendilik, değişik kollara ayrılırken, tarikattan ör­
güte dönüşme eğilimi geçerlik, etkinlik kazanmıştır. Bunu,
biraz aşağıda inceleyeceğiz, burada, başka tarikatlarda da
olduğu gibi, tarih gerçeklerine dayanmayan, düzmece, uy­
durma Nakşibendilik kütüğünü görelim, dağılmanın ne­
denlerini, bu kütüğün düzmeceliğinde arayalım. Nakşiben­
dilik kütüğünde Ebubekir'den Muhammed Bahaeddin Nak­
şibend'e değin gelen kişiler şunlardır: Selman Farisi, Ka­
zım bin Muhammed bin Ebubekir, İmam Cafer-i Sadık,
Bayezid-i Bistami, Ebulhasan Harkani Ali, Ebu Aliyül Kar-
. midi, Yusuf Hemedani, Abdulhalik Gucduvani, Arif Ri­
yülkürdi, Mahmud Ebhur, Azizan Aliyülramteyni, Muham­
med Baba Simasi, Emir Keliil bin Hamza, bir de tarikatın
kurucusu. Şimdi bu adı geçen kimselerin adlarından da an­
laşılacağı üzere, aralarında inanç birliği sağlamak oldukça
güçtür. Sözgelişi İmam Cafer-i Sadık Alevilik'in "Buy­
nık"unu düzenleyen kimsedir, koyu "Sünni" olması ola­
naksızdır. Bayezid-i Bistami ise eski Zerdüşt inançlarına
bağlanmış, insan-Tanrı özdeşliğine inanmış bir Horasanlı­
dır, Ebubekir'den ona hangi inanç yoluyla geçilebilir? .
Burada, önemli bir sorun gündeme geliyor, o da İslam
ülkelerinde bilimsel araştırma, inceleme denince başkaları­
nın söyledikleriyle yetinme (özellikle din konularında), ku-

49
lağa doldurulan söylentilerle bilimsel görüşleri birbirine ka­
rıştırmadır. Eskiden öyleydi, oysa durum bugün de değiş­
memiştir. Nakşibendilik'in bütünlüğe ulaşması olanaksız­
dı, bu nedenle birtakım yöresel inançların tabandan gelen
saptırıcı etkisiyle çizgi değiştirdi, bu kaçınılmazdı. İşte�­
şibendilil( in s._�s._al3!ıı.n�l_<aı:l!!'�!< .��9-�����:�1_!le-.
_!inden biri � �l!..'�9y: lcütiiğii�:yl_e,.Q�ş!_ayan tutıı_ı:ş!.zlıktır:_11-
giyle incelenirse bu "tarikat kütükleri" arasında belli bir i­
nanç düzeninin bulunmadığı görülür. Nitekim Ali -Ebube­
kir-Ömer üçlüsünü bir araya getiren "tarikat"ların hepsi çe­
lişkilidir. İranlı tarikatçı kendi ülkesinde Halife Ömer' e sö­
ver, Anadolu'ya gelince över. Ancak, olayın içine giren çı­
kar, kazanç gibi yarar kaynaklarına gelince, bütün çelişki­
ler, aykırılıklar "Tanrısal birlik"e ulaşır, buna tasavvufta, gü­
nümüz Türkçesiyle, "bütün karşıtlıkların Tanrısal kaynak­
ta birliğe varması" denir. Bugün, Nakşibendilik adıyla alan­
larda dolaşan kuruluşun böyle bir özelliği yoktur.

Nakşibendilik Neden Kollara Ayrıldı?

Bugü_!!ı_�,n1i�üJ!de ,_�J!k.ıi�en�ilik' in�n uygun ortam


bu!Q�ğl!E!.��_.Ii!!Ic!}'��Qi!°:. Ç�M�şJ�lal!l. �1.!<�}_erini�, en ko­
� <li!!�U�rh1ci�_Q.Ue_ı:!lll!Ş� _y.Q11�tj�!�_N.ııkşibentjil ik anlayı:.
&.tl�J� y_er�n_ı�_ıpjş!ir,_ıı_ş}Et�ıış!<ı.rı_lı���.��l�!nla�.ayaklaJ!ıp�­
.lf!ı.:.�!:!:._Qy�ııı..�l!fll!u_ş:up_dıı " �aiklil'Jllc�si"J�.1!!�!1�11 l?irici!<
üllc�!!!!!Ilklciy�.5:">.l!J!��ı11ıı��rŞ!ı:t,.�ııJs_şjQ.�!1.QililQ!l_y�lnın:..
-�!.rı,a"�l_a.n.ıı�-��ll1Yl11!.�C:* iil�� Yi1l�Ti2 ir!<-b:'.� lmuştur. Birkaç
kez yinelediğimiz gibi, Nakşibendilik, Türkiye'de "çok par­
tili dönemin" bir yayılma, yeterince aydınlatılmamış Os­
manlı kalıntısı çevrelerde tutunma, yandaş toplama aracı du-

50
rumuna getirilmiştir. Bu önemli olay kulak arkasına itilmiş,
çağdaş uygarlığa karşıt gelişme bir " Demokrasi sorunu" di­
ye anlaşılmıştır. Oysa, gelişen uygarlık karşısında, böyle bir
yönetim anlayışını olumlu göstermek, çağın dışında kalma­
nın eşsiz örneğidir. Uygarlığın amacı insan topluluklarını
mutluluğa kavuşturınak, düşünce-inanç özgürlüğünün önün­
deki engelleri kaldırmaktır. Bir düşünceye yardımcı, karşıtı
düşünceye kıyıcı gözle bakmak uygarlık anlayışıyla bağdaş­
maz. Bugün insan sağlığını bozan, yıkan, ortadan kaldıran
mikroplara beslenme, yayılma, gelişme olanağı sağlayan bir
uygarlık yöntemi yoktur. Düşünceleri yüzünden başkalarına
baskı yapmak, yandaşlarına yardım etmek insanlıkla, uygar­
lıkla bağdaşmaz. Ancak, bunu, anlayabilmek için de uygar
olmak gerekir. İnanç özgürlüğü kutsaldır, ancak başka inanç­
ları ortadan kaldırmak, onlara bağlananları yok etmek ne uy­
garlıkla, ne de " Demokrasi anlayışı "yla bağdaşabilir.
Peki ülkemizde düşünce özgürlüğüne karşı saldırılan, kı­
yımları başlatan, bu olumsuz girişimleri bir yönetim uygula­
masının yasal girişimleri diye anlatan, açıklayan, yorumlayan
hangi odaklar olmuştur? Bunun yanıtı açık, tüm Türkiye in­
sanlarının gözlerinin önünde sürdürülen uygulamalar. Ülke­
mizde tüm yıkıcı girişimler yenilik yanlılarına, devrimcilere,
gelişme öncülerine karşı gerçekleştirilmiştir. Osmanlı Devle­
ti tarihi boyunca yenilik düşmanıydı, bu nedenle kaç padişa­
hın kanı dökülmüştür biliriz. Atatürk' ü öldürmeye kalkışan­
lar yenilik yanlısı kimseler miydi? Cumhuriyet yönetimine
karşı ayaklananlar ilericiler miydi? Bu kanlı olayların sorum­
luları, öncüleri düşünce özgürlüğünden, inanç özgürlüğünden
yana mıydı? Bugün hangi İslam ülkesinde, Türkiye'deki dü­
zeyde inanç özgürlüğü vardır (gerçek din bakımından).

51
Şimdi, bu olumsuz gelişmelere inanç özgürlüğü açısın­
dan bakarsak sorunların tabanına inemediğimizi, yüzeysel
görüntülerle şunu bunu, hepsinden önce de kendimizi kan­
dırmaya çalıştığımızı anlarız. Başını örtmeyen bir öğrenci kı­
za, bir görevli kadına, giysilerinin biçimine bakarak yakışık­
sız nitelemelerde bulunan bir yüksek öğrenim görevlisine,
6ğrencisine uygar demek için ondan daha çılgın olmak ge­
rekir. Bugün devlet yetkililerinin gözleri önünde, yüksek öğ­
renim kurumlarında devrimcilere, birtakım soysuzca yakış­
tırmalarla, saldıranların beslendikleri düşünce-inanç kay­
naklan çağdaş mıdır? Bugün, geriye sürükleyici anlamda,
kan soyluluğuna özlem duyan anlayışta bulunan kimseye
"milliyetçi" denemez, " milliyetçilik", Rönesans'tan sonra
tutsaklıktan kurtulma, bağımsız devlet kurma, bağımsız di­
li benimseme, dilini yabancı dillerin etkisinden, egemenli­
ğinden kurtarma çalışmaları anlamındaydı. "Atatürk milli­
yetçiliği" kan soyuna, kan üstünlüğüne değil ulusal bağım­
sızlık, ulusal egemenlik anlayışına dayanıyordu, bu nedenle
de uygarlıkla bağdaşıyordu. Bugün ülkemizde, kendilerine
"milliyetçi" damgasını vurarak, devrimcilere, ilericilere, sol­
cu denenlere saldıranlar "milliyetçi" değil, çağdaş uygarlı­
ğın bile düşünsel pislikten anndıramadığı düşüklerdir.
Nakşibendilik'in değişik kollara ayrılmasında başlıca et­
ken bu düşünce-inanç düşüklüğüdür. Bugün, yalnızca kendi
inançlarının doğruluğunu savunan bir Nakşibendi yanlısıyla,
yalnızca kendi düşüncelerinin gerçek olduğunu ileri süren "mil­
liyetçi" arasında, göze batar, bir aynın yoktur, sakınca yönün­
den ikisi birbiriyleyanşır durumdadır. Bugun devlet kurumla­
rında korunan Nakşibendi yandaşlarının sayısı, Atatürk devrim­
ciliğini benimseyenlerin çok üstündedir. İşte, günümüzde, Nak-

52
şibendilik'in değişik kollara ayrılmasının nedenlerini de bura­
da aramalı. Daha önce söylendiği gibi bir Nakşibendi ereğine
ulaşmak için durum değerlendirmesi yaparak, en uygun duru­
mu seçmekte gecikmez. Özellikle seçim dönemlerinde bunun
somut örnekleri görülür. Aday olacak kimse, seçim bölgesinde
etkili bir kimsenin (özellikle tarikatçının) yardımına, aracılığı­
na sığınır, olumlu sonuç alınca, aracı kişi (şeyh) etkinlik kaza­
nır, büyüklenir, bölgesinde "sözü geçen kişi" niteliğini elde ed­
er. Bu önemli bir aşamadır, bu şeyh başarısı oranında, tarikatın
büyüğüne (eskiden bağlandığı şeyhe) karşı, kendi kişiliğini, et­
kinliğini ortaya koyar, çevresine, kendince yeni saydığı (dinsel
yönden) birtakım inanç kalıntıları "yutturur", bir süre sonra, ta­
rikatın yeni bir kolu toplumda boy gösterir. İşte Aczmendilik
denen, Nakşibendilik' in bir kolu olan Nurculuk'tan doğan, ku­
ruluş böyle doğmuştur, a� bir kuruluş niteliği kazanmıştır, bu­
nun arkasında kimlerin olduğu, inanç özgürlüğünü savunma ör­
tüsünü giyenlerin konuşmalarından anlaşılmıştır. Bu olayın sa­
şılası yanı, birtakım devrimci, yenilikçi geçinenlerin, onları sa­
vunma gösterileridir. Feki inanç özgürlüğü �_l.l:�als_<!,_Muharı.2:
__

me�-!�Y�-tg����;_t_�n� ı c_ı_cl.!ğ_!_!Q2lumlarla ��ı:rııştır?


Ülkemizde, Nakşibendilik, yörelere, dahası seçim böl­
gelerine göre, değişik kollara ayrılmıştır. Özellikle Doğu Ana­
dolu, Konya dolayları, Güneydoğu Anadolu, son dönemler­
de İstanbul, Sıvas, Rize gibi illerde bu tarikatın, kollara ayrı­
lan etkinliği açıkça görülmektedir. Doğu Anadolu, kesinlik­
le toprak ağalarıyla şeyhlerin egemenliği altındadır, TBMM
üyeleri arasında Nakşibendilik yandaşlığıyla, ağaiarın sağla­
dığı 'oylarla seçilenlerin sayısı iki yüz dolaylarındadır. Bun­
ları seçenlerin, seçmenlerin hepsi kırsal kesimin yoksul in­
sanlarıdır, hepsi şeyhin, ağanın, buyruğu altındadır. Nitekim

53
"Susurluk olayı"nda, o dönemin hükümetinin gücünü aşan,
kimi kamu kurumlarını işlemez duruma getiren bu ağa-şeyh
bağlantısıydı, yetkililer bunun üzerinde pek duramadılar, da­
hası durmak, olayın kökenine varmak işlerine gelmedi.

Nakşibendilik'in Kolları

Nakşibendilik'in eskiden, bilinen, on beş kolu vardı,


bu kollar kişisel adlarla, daha çok kurucularının adlarıyla
anılırdı. Bugün, kolların sayısı yirmiyi aşmıştır.
1 - Ahrariye kolu. Bu kolun kurucusu Semerkandlı Abdul­
lah Ahrar adlı birisidir, Sünni geleneklerle Şamanlıktan kay­
naklanan birçok uygulamayı içerir, Anadolu yörelerinde pek
yayılmamış, Sünni Türklerin yaşadıkları yörelerde tutunmuş­
tur. Şeriat kurallarına uyulmasını ister, özgürlükçü değil içe ka­
palıdır. Yandaşları kendilerini her gün Tanrı 'yla karşılaşmış sa­
yar, bu nedenle hep Tann'nın adlarını anarak yürürler.
2- Camilik, Cami adlı birisinin kurduğu bu kolun aşı­
rı Sünni olmasına karşın, önemli bir etkisi görülmemiştir,
yandaşları arasında içki içenlerin bulunduğu da söylenir,
Türkiye'de etkisi görülmemiştir, bunun kurulduğu yöre, yıl
bile gizli tutulur.
3- Dehlevilik. Abdullah Belan Ali Dehlevi adlı bir ku­
rucusu vardır, Dehlevi adını alması İran kökenli olmasından­
dır, bu kol da Sünni inançlara ağırlık verir, namazın "zikr"
denen Tanrı adlarını anma eylemiyle sürdürülmesinden ya­
nadır, Anadolu 'da etkinliği olmamış, daha çok Asya Müslü­
manları arasında tutunmuş, bütün eylemleri gizlidir.
4- Halidilik. Kurucusu Ziyaeddin Halid'tir, buna Halidiye
de denir, İstanbuI 'un koyu dinci yörelerinde tutunmuş, bugün

54
Fatih dolaylarında. özellikle Karadeniz bölgelerinden gelen yurt­
taşların, bilmeden, tuttukları bir koldur, Nurculuk-Süleymancı­
lık arasında gider gelir, kurucusunun kim olduğu bile bilmeyen­
ler, bu nedenle bunu ünlü İslam emiri Halid'e değin geri götü­
renler vardır, oysa o dönemde Nakşibendilik yoktu.
5- Kassaniye-Kassanilik de deniyor. Şemseddin Kassa­
nl'nin kurduğu, oldukça Sünni geleneklere bağlanmayı se­
. ven bir koldur. Bu kolun ülkemizde etkinliği görülmemiştir.
6- Halilik-Halil Ziyaeddin Müceddidi 'nin kurduğu bir
Nakşibendi kolu olmasına karşın, Türkiye'de etkili olma­
mıştır. Bu kolda, özellikle tapımlar konusunda, Şamanlığı
anımsatan birtakım uygulamalar vardır.
7- Mazharllik-Muhammed Mazhar'ın kurduğu, Şiili­
ğe yatkın bir koldur, daha çok İran'a komşu bölgelerde
yandaşları varsa da etkinliği yoktur.
8- Melamllik-Bu kolun Melamilimik'ten etkilendiği, Ale­
viliğe yaklaştığı biliniyor. Şeriat kurallarına uyduğu söylene­
mez. Sünni geleneklere bağlılığı da bir görünüş olmaktan öte­
ye geçemez. Nakşibendilik'in Melamilikle yakınlaşması, içten
bir sıcaklıkla değil, görünüşte kimseyle dargın olmamanın bir
örneği sayılmak içindir. Melamilik tüm gösterişlere, aşın tut­
kulara, koyu inançlara karşıdır, biraz davranış özgürlüğünden
yanadır. Nakşibendilik'te böyle bir özellik yoktur.
9- Müceddidilik-Kurucıisu Müceddidi Elif Sami Fa.ru­
kl'dir, yenilikten yana görünürse de, Sünni geleneğe bağlı­
dır, etkisi görülmemiştir.
l O- Nacilik-Kurucusu Naci, adıyla ünlenmiş birisi olma­
sına karşılık, özellikleri konusunda geniş bilgimiz yoktur.
1 1- Tayfurllik-Ebu Yezir Tayfur' un kurduğu bu kol da
etkili olamamış, daha çok Kuzey Irak dolaylarında, Şam yö-

55
relerinde yayıldığı söylenirse de önemli bir etkinliği görül­
memiş, Kadirilikle birlikte çalıştığı, Birinci Büyük Savaş­
ta, Osmanlı Ordusu'nun, Araplarca arkadan vurulmasına
yardımcı olduğu söylenirse de, sağlıklı bir belge bulamadık.
1 2- Nurilik-Nuri (Nureddin ) adlı birisinin kurduğu bu
kol etkili olmamış, Ticanilikle yakınlık sağlamış, daha son­
ra Nurculukla kaynaşır gibi olmuş, sonra silinmiştir.
1 3- Sadilik-Sadi 'nin kimliğini, bu tarikat kolunun özel­
liğini bilmiyoruz.
1 4- Reşidilik-Tokat yörelerinde tutunmuş, ancak var­
lığını sürdürememiş, Nakşibendilik'in bütün kollarıyla ka­
rışıp kaynaşmıştır.
Nakşibendilik' in bu kollarının kurulmasında, yöresel,
kişisel inançların etkin olduğunu yukarda söylemiştik. Bu
kollardan, günümüzde yalnızca adı kalanlar vardır, kimileri
Nakşibendilikle karışmış, özelliğini yitirmiştir. Durumun
böyle olmasının başlıca nedeni Nakşibendilik'in iki önemli
kolu olan Süleymancılıkla Nurculuk'un ortaya çıkışıdır. Bu
iki kuruluşun etkinliği, yalnızca Nakşibendilikle ilişkisinden,
yüzeysel yakınlığından kaynaklanmıyor. İkisinin de tabanın­
da siyasal tutkular vardır. Konuya ilgiyle eğilinirse, bunların
hep yabancı kökenli, kimi sonradan Müslüman olmuş kim­
seler oldukları anlaşılır. Özellikle Yugoslavya, Romanya kö­
kenli Nakşilerin hepsi sonradan Müslüman olmuştur. İ stan­
bur yörelerinde bu tür gerici akımların (bu son ikisinin) tu­
tunduğu bölgelere bakılırsa, hep Atatürk devrimlerine karşı
bimselerin toplandıkları alanlar oldukları, anlaşılır.
Burada çok ilginç bir olaya değinmede yarar vardır.
Türk basınında, özellikle l 950'den sonra, geriye dönüş hı­
zında bir ivme artışı görülmüştür. Menderes yönetimini tu-

56
tan, alkışlayan birçok yayın aracının, yazarın eylemleri, ya­
zıları, düşüncelerini sergiledikleri yayın araçları elimizde­
dir; bu araçların gerici sayılan, özellikle Atatürk'e, Atatürk­
çülük' e ağır, en saygısız bir dille saldıran yazarların hangi
gazetelerde toplandıklarını, yalnız yazar değil , yönetimde
de (gazetede) görev aldıklarını biliyoruz, bu kişilerin yaşa­
yanlarını bugün de tanıyoruz. Birtakım tarikatların, ayak­
lanmalara karıştıkları gerekçesiyle yargılanıp ölüm cezası­
na çarptırılan öncülerini savunan bu yayın. araçlarının tu­
tumlarında görülen değişme, sağcılığın ne denli kaygan bir
tabana oturtulduğunu açığa vurmaktadır.
Bugün, "büyük" denen yayın araçlarında görevli kim­
selerin, yazarların durumlarına bakınca, aşırı sağdan, Ata­
türk düşmanlığı yapmakla övünenlerden, Atatürkçü, dev­
rimci yayın araçlarına geçmeleri, tersine bir yol izlemele­
ri, utanç verici bir gelişmedir. Türkiye, hangi ortamda olur­
sa olsun, hep bu düşünce dönmelerinden yıkım görmüştür.
Bu olay bir bilinç bulanıklığmın, düşünsel bunalımm, ka­
zanç tutkusu karşısmda dışa vuruşudur. İşte, Nakşibendi­
lik gibi, kolları gibi, öteki gerici akımlar gibi kazanç sağ­
layan odakların bulunduğu yerde uygarlıktan yana, sağla­
madığı yerde uygarlığa karşı olmanın başlıca nedeni budur.
Dün canla başla savunduğuna karşı, bugün canla başla kar­
şı çıkan bir yazarda, bir yayın yöneticisinde, belli bir aktö­
re ( ahlak) ölçüsü aramak akıntıya kürek çekmekten öte an­
lam taşımaz.
Düşünce alanında, bu çocuk topaçlarından hızlı dönme­
yi beceren kimseler, aydınlar (onlara aydın denirse), geçirdik­
leri tinsel bunalım dolayısıyla kendini bilmezliğin sınınnı aş­
mış, anlayışsızlık uçurumunun kıyısına gelmişlerdir. Onların

57
bilinçaltında, belleğinde bilinç ışığından kaçmış, bilincin de­
netimi altına girememiş birtakım kara düğümler vardır.

Nakşibendilik Bir Bunalımdır

Bugünkü Türk toplumu, ataları on binlerce yıl eskile­


re giden insanların torunlarıdır, dıştan içe göçmeler bu top­
lumu oluşturan kurucu öğeleri tümden değiştirememiştir,
doğa buna elverişli değildir. Bu nedenle Anadolu insanını
birkaç yüzyıllık geçmişle başlatmak, düşünmek olanaksız­
dır. Yeryüzünde bütün geçmişinin kökünü silerek, yeni kök­
ler yaratan bir toplum yoktur en çağdaş sayılan toplumun
bile yaşadığı toprağın derinlerinden ge l.en birtakım biri­
kimler, kalıntılar taşıması doğaldır. Peki bu doğal duru­
mun, hangi etkenlerle, dışına çıkılıyor, en azından on beş­
otuz bin yıllık bir geçmiş, birden birkaç yüzyıla indirgeni­
yor? Bu sorunun yanıtı, bugün gerici, katı yozlaşmış kuru­
luşlara (tarikatlara) bağlanmanın nedenidir.
Anadolu insanı, ilkçağda inancını kendi yaratan, yönü­
nü kendi seçen bilinçli bir varlıktı. Kazıbilim buluntuları, top­
rağın altında birkaç Anadolu'nun daha varlığını kanıtlıyor.
Türk insanında, daha açığı Anadolu ulusunda, ilk bunalım
tektanrıcı dinlerle başlamıştır. Tektanrıcı dinler Anadolu in­
sanını, inanç kaynaklarından koparmaya, ilkçağdan kalan
tarih varlıklarını yıkmakla başlamış. Anadolu insanı, yapay
tarihinden kaynaklanan bir anlayış eksikliğiyle, varlığını İs­
lamla bütünleştirmenin yollarını aramış, İslamdan öncekini
kendinden saymamış, ayaklarını üzerinde yaşadığı toprağa
basamamış, yürürken salındıkça, sarsıldıkça başkalarından
değnek almaya başlamış. Bugün çağdaş dünyada, dinini,

58'
inançlarını başkalarından ödünç alan ulusların çoğu bunalım
içindedir. Dinini, üzerinde yaşadığı topraktan alamayan bir
ulus kendi kendine yetmiyor demektir. Osmanlı toplumu
inançları şöyle dursun, düşünsel besinlerini bile başkaların­
dan almıştır, gelecek kuşaklara kendine yetmenin, kendi dü­
şünsel ürünleriyle yetinmenin, onları düzenli bir yöntemle
geliştirmenin bilincini aktaramamış, aşılayamamıştır. Os­
manlı yalnızca çağıyla yetinen, geleceği olmayan bir toplum­
du. Bu düşüncemize karşı çıkanlar, sanat alanında ortaya ko­
nan değerli ürünleri önümüze sürebilirler, ancak yalnızca ca­
mileri, türbeleri süslemek, paşa konaklarını donatmak uygar­
lık alanında kendini bulmaya yetmez. Sanat inancın deneti­
mi altına girerek, önüne yasaklar konursa gelişme olanağı bu­
lamaz, sanatın bir dalında büyük başarı geleceği kurtaracak
nitelikte bir üstünlük sağlamaz. Bütün ağırlığını yasaklan­
mış sanatların dışına çıkarak, tek boyutlu bir yatatı alanında
yoğunlaştırmanın arkasından bunalım gelir. Güzel bir tablo
insanı etkileyebilir, ancak, güzel bir gövdenin sanatçının elin­
de somutlaşarak dışa yansıması da gereklidir.
Bunalım düşünsel boşluktan, inanç doyumsuzluğun­
dan kaynaklanır. Tarikat neden kurulur, kime seslenir? Gü­
nümüz tarikatçıların giyim kuşamlarına ilgiyle bakılırsa
bunalıma sürüklenmenin nesnel örnekleri görülür. Bu ör­
nekleri yalnızca, değişik nedenlerin itkisiyle, tarikatçılar­
da aramak doğru değildir, yayın araçlarına da bakmak ge­
rekir, dün sövdüğünü bugün öven, bugün övdüğüne dün sö­
ven yazarlarımız, gazete yöneticilerimiz nerede?
B ugün gerici, uygarlık düşmanı diye nitelenenlerin
davranışları incelendiğinde, komşunun ışıldağıyla komşu­
nun kümesini soyanlar oldukları kolayca anlaşılır. Nakşi-

59
bendilikte birçok yüksek öğrenim görmüş (okumuş değil )
kimseler vardır, esenliği bu tarikatta bulmuşlar, demek ki
savundukları Kuran onlara yetmiyordu, belleklerini İ s­
lam ' ın dolduramadığı, insanı bunalıma sürükleyen bir boş­
luk vardır, onu tarikatla doldurmaya soyunmuşlar. Bunalı­
mın başka bir kaynağı daha vardır: Birikimler.
Büyük devrimlerin hepsi tavandan gelir, tabandan dev­
rim değil, tavana ayaklanma gelir. Bu ayaklanmanın kay­
nağı belleğe yerleşen, orada uyuyan birikimlerin günün bi­
rinde kımıldamaya başlamasıdır. Bu kımıldamayı yaratan
da, o buzlaşmış birikimlerin üzerine vuran yenileşme sıcak­
lığıdır. Şimdi eskiyi savunanın gelen yenilik karşısınd;ı te­
dirgin olması, belleğinde buzlaşan birikimlerin erimesi so­
nucudur. Yeterince aydınlanamamış bir bellek, içten soğu­
muş bir anlayış gücü sıcaklıktan tedirgin olur. Burada elde
bulunanla karşıda duran arasında bir gerginlik oluşur. elde
bulunan şeyhin öğütleri, karşıda bulunan da çağdaş uygar­
lık ürünleri. Şimdi, böyle bir durumda kalan kimsede, sar­
sıcı bir tepki uyanmaz mı? B alonu olmayan bir çocuk elin­
de balonla dolaşan yaşdaşına saldırır, onun balonunu pat­
latır. Arkadaşıyla birlikte komşunun bahçesinden erikleri
çalan iki çocuktan biri, başka bir arkadaşıyla birleşerek, es­
ki arkadaşının bahçesine girse dayak yer, o eski arkadaşın­
dan. Komşunun bahçesine girerken arkadaşlık iyi, kendi
bahçesine başka birisiyle girerken arkadaşlık kötü. Burada
birlik başkalarına karşı, bu güzel, başkalarının sana karşı
birliği, üstelik birlikte komşunun eriklerini çaldığın arka­
daşınla, çok kötü. Bu birçocuk mantığıdır, düşünme kura­
lıdır, çocukta suç sayılmaz, ancak büyükte yasaların dışına
çıkmak diye yorumlanır. Burada bunalım nerede?

60
Bunalım, üzerine titrenen, toz kondurulmayan birikim­
lerin günün birinde kullanım alanına getirilince yetersiz kal­
dığını anlamadadır. Duygusal alışkanlıklar, bilimsel alışkan­
lıklar karşısında bunalımlara sürükler. Giordano Bruno'yu,
ateşte diri diri yaktıran, Galileo 'yu yargılayan Engizisyon gö­
revlisinin yüreğini hoplatan, hıncını kamçılayan bilimin kar­
şısında bilim dışı kalan birikimin yetersizliği değil mi?
Neredeyse 1 800 yıl boyunca güneşin dünya çevresinde dön­
düğünü söyleyen Aristotelesçi görüşün yarattığı, kutsal ki­
taplara bile geçen inanç birikiminin karşısına dikilen gözlem­
lere, deneylere dayanan bilimsel kanıtlama neler yapmaz?
"İnanç, bilginin olmadığı yerde büyüyen bir düşünce
bitkisidir, en çok da insanın belki de hiçbir zaman bilgi sa­
hibi olamayacağı alanlarda yetişir. (Dr. H. Batuhan, Bilim
ve Şarlatanlık, s. 5 1 6) " .
Bu alıntı bilimden, bilim aydınlığından uzak kaldığı sü­
rece, en dokunulmaz sayılan bir inancın bile ne denli köksüz
olduğunu gösterir. Bunalım, inancın bilimle çatıştığı ortam­
da doğar. Ne şaşılası bir olaydır ki, bunalımın insanın sağlı­
ğını yıkacak boyutlara ulaştığı bir yerde, görev inançtan çok
bilime düşüyor. Burada inanılanla uygulamaya konan arasın­
da içsel bir çatışma doğuyor. Öyle olaylarla karşı karşıya ge­
liyoruz ki inandığımız, uygulama gereğinde kaldığımıza üs­
tün gelemiyor. Sözgelişi Tann'yla konuştuğuna, ermişliği­
ne, yüceliğine inanılan, önünde yerlere eğilinen, arslana bi-
. nip yılanı kamçı olarak elinde tutan, akar sulan durduran,
kayaları yürüten bir kimse kısa bir solunum yetersizliğin­
den, ya da mide kanamasından ölüyor, oysa sağlığı koruma­
yı görev edinen bilim bu olaylan gününde duyarsa ölümü ön­
lüyor. Bu durum karşısında dincinin, tarikatçının yapacağı

61
biricik iş bir söz oyunudur, işe Tanrı 'yı karıştıracak, Tanrı he­
kimi aracı kıldı, diyecek. Burada, Tanrı aracıyla işgördürür
demenin anlamı yoktur, ancak bunu anlamsız birikimlerle
belleğini dolduran bir kimse kavrayamaz. inanç, olayları dü­
şünme gücünün tüm olanaklarını denetimi altına almış, on­
lara birtakım görünmeyen yasaklar koymuştur.
Kendini tarikata adamış bir Nakşibendi birikimlerinin
dışına çıktığı gün bunalım belirtileri başlar, ortamından
kopmuş gibi, bunu da Tanrı 'ya, işlediği bilinmeyen bir su­
ça bağlar. Bu olay, kendi kendine dönüştür, işin şeyhe bil­
dirilmesi gerekir. Çağdaş bilimden uzak kalmak, geçmişin
katılaşmış inanç kalıntıları içinde yaşamak bütün Nakşiler­
de geçerli bir yaşam türüdür.
Gerçekte Nakkşibendilik'in "ibadet" kavramı altında
sürdürdüğü tüm işlemler, uygulamalar yaşamdan kopmuş
bir bunalımın görüntüsüdür, uygulamalar birer tinsel boşal­
madır. Özellikle "nakşı devranı " denen, özel törenlerde
(zikr toplantılarında) boşalma, kendinden geçiş aşamasına
varır, gırtlağı yırtarcasına çıkan sesler, bir süre sonra kesi­
lir, kısıklaşır, bu sesli törenlerde görülür.
Ülkemizde, Nakşibendilik'le ilgili yayınların, araştırma­
ların, günlük yayın araçlarında sergilenen düşüncelerin hep
yüzeysel kaldığı, özellikle da yayıncıların (gazete sorumlu­
larının) düzenledikleri açık oturumlarda ortaya atılan savla­
rın çürüklüğü, bilinmeyen konularda bilir geçinenlerin açık­
lamaları aşın dincilerin ekmeğine yağ sürmüştür. Öyle ki en
devrimci, Atatürkçü olduğu tartışma götürmeyen kimi so­
rumluların açıklamaları bile şaşırtıcı görülmektedir. Nakşi­
bendilik'i, özelliklerini, yayılış biçimini, gelişim çizgisini bi­
razcık bilen bir kimsenin böyle çelişkilere düşmesi olanak-

62
sızdır. Bu konuya daha önce de, değişik yönlerden değinmiş­
tik. Bir kimsenin Nakşibendi olması, bu konuyu en iyi, en
derinden bilmesi anlamına gelmez, daha açığı saçmalamaya
başlayan bir Nakşibendi bile saçmaladığının bilincine vara­
maz. Bugün, yaşayan Nakşibendi "şeyhleri"nin neredeyse
hepsi, Nakşibendilik konusunda yeterli bilgi edinmemiştir.
Bunların çoğu tarikat geleneği uyarınca "şeyh" aşamasına
yükselmiş, çevresinde bir kutsallık kazanmıştır. Sözgelişi,
yakından tanıdığımız, bildiğimiz Said-i Nursi bilgisiz bir Nak­
şibendiydi, Türkçe konuşamazdı, daha doğrusu Türkçe bil­
mezdi. Oysa Kuran'ın 1 1 4 bölümüne (süresine) öykünerek
önce 1 1 4 "risale" yazmış, sonra bunların ardından gelenler,
daha ufak bölümlere ayırarak 1 22'ye çıkarmıştır. Biz, genç­
liğimizde Süleyman Hilmi Tunahan, Mehmed Zahid Kotku,
Süleyman Çılıptay gibi "şeyhler"i yakından tanıdık, şimdi
onlar için söylenen övgüleri duydukça Nakşibendilik'in bir
"bunalım" ürünü olduğunu söylemekte ne denli yerinde dav­
randığımızı anlıyoruz. Nakşibendilik' in bugün savunduğu
din değildir, bir bunalım niteliğinde yollara, alanlara dökül­
meye yasal bir kaynak, bilimsel bir örtü aramaktır.
Bugün camilerde tarikatçı, özellikle Nakşibendilik 'in yan­
lısı olduğu söylenen, bilinen imamlarvardır, bunların içinde ya­
sal onaylı (kadrolu) kimseler bilinmektedir. Oysa imam tari­
katçı olmaz, olursa onun ardında namaz kılınamaz. İmam, ca­
mide, görevi başında bulunduğu sürece saygıdeğerdir, Tan­
rı'nın kuludur. Ancak, imam caminin dışına çıktığı gün Tan­
rı 'nın kulu olmaktan.da çıkmlş, bağlı buİunduğu kuruluşun tut­
sağı olmuştur. Camiye saldırarak Müslüman öldüren, yarala­
yan bir devrim, Batı yanlısı görülmemiştir, oysa cuma nama­
zından çıkıp kan dökenlerin sayısı umulduğundan çoktur. Bu-

63
rada örnek olarak Çorum olaylan Kahramanmaraş olaylan,
Taksim Kanlı Pazar olaylan, Sıvas olaylan, daha önce Mene­
men olayı gibi daha niceleri gösterilebilir. Bunların öncüleri hep
Nakşiler değil mi? Bu olayların nedenlerini araştırırken işe
"toplumsal ruhbilim" yöntemleriyle yaklaşmak kaçınılmazdır.
Bu üzücü, kanlı olaylara karışanların, iletişim araçla­
rında sergilenen suçluların davranışlarına, sözlerine, ey­
lemlerine bakıldığında derin bir bunalım içine sürüklendik­
leri kolayca anlaşılır. Bu eylemlerin arkasında kan dökme­
ye dönüştürülmüş bir tinsel boşalma gereksinmesi saklıdır.
Özellikle kapalı yöre kadınlarının, genç kızlarının sürük­
lendikleri olaylar üzücü, acındırıcı, utandırıcı bir görünüm
sergilemektedir. Yüksek öğrenim kurumlarında okuyan,
sıkma başlı, etekleri yerlerde sürünen giysilere bürünme­
leri yalnızca bir toplumsal olay olmaktan çıkmış dışa vu­
ran bir içsel sarsıntı niteliği kazanmıştır, başın örtülmesi ruh
hastasına verilen oyalayıcı, etkisiz ilaç olmaktan öte bir an­
lam taşımaz, sıkıntı beynin ince dokularında gizlenen bo­
zukluktan kaynaklanmaktadır.
İskilipli AtıfHoca, yargılanırken yargıçlara bağırırdı, "Be­
ni yargılayamazsınız, beni asamazsınız, ben rüyamda her ge­
ce Hazreti Muhammed'i görüyorum, bana sen ne zaman bize
geleceksin, yoksa bize gelmek istemiyor musun? diye soruyor."
Bu kişi yargı kesinleşip uygulama yerine getirildiğinde kendi­
ni tutamamış, yargıç önünde söylediklerini unutarak hüngür
hüngür ağlamaya başlamıştı. Bu olaya gülünmez, insan yüre­
ğinin duygusal eğilimleriyle eğlenilmez, duygu en yüce bir in­
san eğilimidir, yalnız insanda vardır, hayvanlarda doğal, yaşam­
sal bir içgüdü niteliğindedir. Ancak böyle yüksekten atıp son­
ra yerlere kapanmak da insanın taşıdığı değerlerle bağdaşmaz.

64
Nakşibendilik'in bir bunalım olarak yaygınlaşmasın­
da, etkin bir duruma gelmesinde suçun önemli bir bölümü­
nü de devlet büyüklerinin çıkarcı tutumlarında, din adına
yaptıklarının dinle bağdaşır yanı bulunmadığında aranma­
lıdır. Özellikle 1 2 Eylül dönemi, bu tür gerici, sakıncalı
akımlar için güçlü bir koruyucu sığınağı olmuştur. Devlet
ba·şkanının bir din savunucusu kılığına bürünerek ülke dü­
zeyinde dolaşmaya çıkması, bunu da halkı aydınlatmak,
Atatürk'ü halka anlatmak anlamında yorumlaması gerçek­
ten, bunalıma girmiş bir Nakşibendi;nin tutumundan daha
acı, daha üzücüdür. Şunu düşünelim Anadolu'nun Türkler
eline geçişinden 1 2 Eylül dönemine değin halka Müslüman­
lık öğretmek için alanlara dökülen kaç devlet başkanı gö­
rülmüştür? Bu olay bilgisizliğin, tinsel denge bozukluğu­
nun dışa vuruşundan başka bir görünüm değildir. Peki, 1 2
Eylül dönemine değin ( l 07 1 - 1 980 süresince) bu halk din­
siz mi yaşadı? Konuya hangi gözlükle baksak görüntü gül­
dürücüdür. Bu uygulama, yüze vurmuş toplumsal bunalı­
mın nedenlerini başka eylemlerde arama girişimidir. Artık
kutsal kitaplarla gelen inançları doyurmuyor, çağdaş uygar­
lığın büyük buluşları karşİsında yetersiz kalan, yüzyıllar bo­
yunca değişmeyen din, kendi içinde katılaşma ivmesini hız­
landırıyor, içine sürüklendiği bunalımdan kurtulmak için,
en ileri "gavur" buluşlarından yararlanmayı bir başarı say­
maktan kendini alamıyor. Erkek eli sıkmayan, erkeğin dik­
tiği giysileri giyinmeı;ıin büyük "günah" olduğunu ileri sü­
ren tarikatçı, sıkma başlı bayan "Mercedes" kullanmayı bir
gösteriş, İ slamda ilerleme sayma çırpınışlarının bile derin
bir bunalımın görüntüleri olduğunu anlayamıyor.

65
Nakşibendilik'in Büyük Kentlere Kayması

Aşağı yukarı 1 8. yüzyıldan sonra, Nakşibendilik'te bü­


yük kentlere taşınma girişimleri başlamıştır. Kırsal kesimler­
de, özellikle tanın alanlarında çalışanların çoğu kadındır, er­
kekler ancak kadınların yar.<;ımayacaklan ağır işleri sürdürür­
ler. Kırsal kesim yaşamı, Nakşibendilik'in uygulamak istedi­
ği yaşam koşullarına aykındır. Kadın, Nakşibendilik 'in uygun
gördüğü biçimde giyinir kuşanırsa kırsal kesimlerde iş göre­
mez. Özellikle erkek-kadın birliği içinde sürdürülen kırsal uy­
gulamaların yürürlüğe konması olanaksız duruma gelir. Söz­
gelişi çarşaflı, peçeli bir kadının kırsal alanlarda çalışmasını
kolaylaştırma olanağı yoktur. Böyle bir yaşam düzeyi Nakşi-,
bendilik 'le bağdaşmadığı için, ister istemez, kadınların genel­
likle evlerde kapalı kalmalarına uygun bir ortam bulma gere­
ği vardır. İşte büyük yerleşme yerlerine göçmenin, erkeği dı­
şarı çekmenin, kadını eve kapamanın en uygun yeri bu büyük
kentlerdir, ilçelerdir. Peki bunun uygulama yöntemi nedir?
Yardım toplamak, tekkeyi beslemek: geliştirmek. Yardımın i­
ki yolu vardır: kırsal kesimlerde kadın çalışır, ürün yetiştirir,
erkek yüzyıllar boyunca süren geleneğe uygun olarak kadının
ürettiğini satar, kazancından bir bölumünü "şeyhefendi"ye
verir, Tann' nın gizlice girip çıktıği "tekke"ye, bırakır, "efen­
di"nin de "hayır duası "nı alır. İlk bakışta önemsiz gibi görü­
nen bu olay nice tekkeyi etkili bir duruma getirmiş, ona bü­
yük varsıllık kazandırmıştır.
1 939- 1 945 yıllarında, İstanbul geçim sıkıntısı çekiyor­
du, ekmek, şeker, buğday ürünleri belgeye bağlanmıştı. Bu
kitabın yazan o yıllarda Fatih 'te Nakşibendi Tekkesi 'nde der­
vişti. Evde karın doyuracak ekmek bulamazken tekkede yağ,

66
bal, kaymak, şeker, çay, et, kavurma, sözün kısası tüm besin­
lerin en iyisi, en gözdesi vardı, bol mu bol. Bu bolluk nere­
den gelirdi, diye soran 0lursa yanıtı kolay: "Cenabı Allah'ın
yolunda gidenlere ihsan ettiği ilahi nimetlerden." İşte, bugün,
o "ilahi nimetler"in kimlere, hangi kuruluşlara gösterildiği,
aralarında sıkma başlı, çarşaflı, örtülü genç, güzel bayanların
da katıldığı önemli bir toplumsal sorunumuzdur.
Başlangıçta, Nakşibendilik, içeriksel yönden salt din
kuruluşu niteliği taşıyordu, Osmanlı İmparatorluğu döne­
minde, kimi devlet kurumlarına sızmışsa da, ağırlığını yine
dinden yana koymuştu. Oysa günümüzde, şu son elli yıl için­
de Nakşibendilik eski özelliğinden, amacından büsbütün
uzaklaşmıştır, bunda seçim kazanmanın, oy toplamanın, seç­
men sağlamanın büyük etkileri vardır, bu gerçek yadsınamaz.
Bu dinci kuruluş günümüzde çok büyük kazanç ortaklıkla­
rı sağlamış, okullar, hastaneler, doğum evleri, bankalar, top­
lumsal kuruluşlar açmaya başlamış, ülke dışına özellikle As­
ya Türk devletlerine taşmış, inanılmaz gelir kaynaklan bul­
muştur. Öte yandan "partileşmiş", birçok seçim bölgesinde
başarıya ulaşmış, kimi belediyeleri bile ele geçirmiştir.
Bir kuruluşun başarı kaynaklarını anlayabilmek için,
onun özünü oluşturan düşünce-inanç odaklarını iyi bilmek
gerekir, ne yazık ki ülkemizde bu gerçek yeterince bilin­
mediğinden, kimi üst düzey aydınlarımızca bile dine daya­
lı bir kurum sayılmaktadır.
Burada, üzerinde önemle durulması gereken bir taban so­
runu vardır. Kırsal kesim halkımız, kendi gelenekleri içinde,
dünyadan yüz çevirmiş, kaskatı inançlara kapılmış bir tutum­
dan uzaktır. Yüzyıllar boyunca başka dinlere bağlı yurttaşlar­
la yaşamış, komşuluk etmiştir. Birkaç bölgeyi bir yana hıra-

67
kırsak, Anadolu insanında, inançlardan dolayı birbirine kar­
şı düşmanlık yoktur. Bu birkaç bölgedeki kötü tutum da ge­
nellikle hacı-hoca takımının kandırıcı, yanıltıcı eylemlerin­
den kaynaklanmaktadır. Bunların dışında halk başkalarının
inançlarına çok saygılıdır. Bugün Anadolu'nun birçok yerin­
de Hıristiyan tapınakları kutsal sayılmakta, dara düşenlerora­
lardan yardım (tinsel bakımdan) ummaktadırlar. Trabzon'un
Maçka ilçesine bağlı böyle üç büyük tapınak vardır (manas­
tır), bunlar, özellikle Meryem Aria (Sumela) kutsallığını ko­
rumaktadır. Antakya'da yine böyle kutsal bir kilise vardır, öte
yandan " Meryem Ana Evi" denen yerin kutsallığı ünlüdür,
ilk çağdan kalma tapınakların kutsallığı tartışma götürmez.
Bu kutsallık halkın gönlünde, belleğinde yer etmiştir. Oysa
kendilerine "din adamı" sanını yakıştıran, gerçekte İslamla
ilgisi bulunmayan, bu niteliği taşıyan kimseler arasında baş­
ka dinlere saygı göstereni çok azdır, Nakşibendilik'te yoktur.
Bu durumlar, davranışlar bize Nakşibendilik'in sanıl­
dığı gibi gerçek bir İslam kuruluşu olmadığını gösteriyor.
Yurdumuzda "dinci " diye nitelenen kuruluşların (partile­
rin) hepsinin tabanında yaygın bir Nakşibendi ağırlığı var­
dır. Bu ağırlık seçimle, oy avcılığıyla, İslamı savunur gö-
. rünmekle bağlantılı olup Kuran'ın getirdiği anlayışla en u­
fak bir ilgisi yoktur, bir daha söyleyelim.
Burada, yıllardır gözden kaçmış, önemsenmemiş, üze­
rinde gereğince durulmamış bir olay vardır. Bu toplumsal ola­
yın tabanında üretim-tüketim dengesizliğinin bulunduğunu
anlamak, özellikle 1 950 yönetimiyle başlayan göçleri gözö­
nünde bulundurmak yararlıdır. Köy Enstitüleri'nin kurulu­
şuyla, kırsal kesimlerde kıyıya itilmiş yaratıcı yeteneklerin
ivme kazanması, eskiye yönelik çevrelerde tedirginlik yarat-

68
mıştır. Bu konunun yeri burası değil, ancak bu kuruluşların
kapatılmasıyla köyden kente göçüşün hızlandığı da bilinen
bir gerçektir. Bu kuruluşların arkasından İmam-Hatip Okul­
ları 'nın yaygınlaşması, toplumsal bir sorun olarak gündeme
getirildi. Buna karşın, bu dinci okulları savunan varlıklılar
arasında çocuklarını bu kuruluşlarda okumaya gönderen çık­
madı, savunan savunduğunun yanında yer almadı. Özellik­
le "particiler" denen kandırıcı, yanıltıcı odaklar konuyu çok
kolayca sömürdüler. B unların büyük çoğunluğunun Nakşi­
bendi kökenli olduğu çok sonradan anlaşıldı.
Bu eğitim olayının saptırılması, köyde tabandan gele­
cek kalkınmanın, kentten köye aktarılacak yüzeysel bilgi­
lerle, işlemlerle sağlanacağı çılgınlığın geçerlik kazanma­
sı, köyden kente göçüşün önünü açtı. Köy Enstitüleri'nde,
köyünde okuyan genç, büyük kentlere kaydırılarak, oralar­
da İmam-Hatip öğrencisi olarak okumayı büyük bir başarı
saydı. Artık köyün çocukları kentlinin İmam-Hatip okulla­
rındaki öğrencilerine dönüştü. Köyünden koparılan öğren­
ci, kentte tüketici, toprağından kopmuş bir saksı çiçeğine dö­
nüştürüldü. Bu çiçek bakım ister, kendisini besleyecek ye­
terli toprak ister, su ister. Köyden kente gelen, İmam-Hatip
okullarında yatılı, yatısız okuma olanağı bulan gençlere ve­
rilen bilgiler doğal yaşamdan değil, düşsel kuruntulardan
kaynaklanıyordu. Artık köylü çocuk çok verimli toprağın ba­
kımla, gübreyle, baş!<a geliştirici gereçlerle değil, "Tan­
rı 'nın yardımıyla" bolluk sağlayıcı olduğunun kesinliğine
kapıldı, yanıldı. B.u konuda Nakşibendilik yanlılarına kız­
manın, gücenmenin gereği yoktur, balık baştan kokmuştur.
Köyden kente göçüşün büyümesi, çoğalması "gecekon­
du" olayının hızlanmasını, büyük kentlerin çevrelerindeki üre-

69
tim alanlarının düzensiz, dengesiz, sağlıksız nitelikli konutlaş­
masına olanak sağladı. İstanbul 'un çevrelerinde görülen eski
tarlalar (buğday, ayçiçeği, değişik türde ekin, hayvan otlağı ola­
rak kullanılan alanlar) birer "gecekondu mahallesi"ne dönüş­
türüldü. Bu toplumsal yığınlaşmadan, yaşamsal düzensizlik­
ten kim kazançlı çıktı: Şeriat. Bu dinci kuruluşun arkasında sak­
lı gücün adına ne denir: Seçimlerde kolayından oy toplamak.
Bunu kimler sağlayabilir: Büyük kamu kuruluşlarının besledi­
ği, koruduğu, gereğinde yardımcısı olduğu tarikatlar.
Bugün, tarikatların güçlendiği, etkili olduğu bölgelerin
nerdeyse hepsi gecekondu bölgeleridir, çoğu da Nakşiben­
dilik'in denetimi ;ıltmdadır. Bugün İstanbul 'da, yörelerinde
" İstanbullu" tarikatçı , " şeyh" bulamazsınız, göremezsiniz.
Yüksek görevlilerin bu gerçeği bilmedikleri söylenemez,
bundan birkaç yıl önce, devletin de yardımcı olduğu bir Ha­
cı Bektaş Vel i töreni düzenlenmişti, TBMM hepimizi, Mec­
lis Başkanvekil i aracılığıyla çağırdı (Bu konuyla ilgili ça�
·lışmaları olan yazarları). O nedenle TBMM çatısı altında do­
laştık, yemek yedik. Ben, daha önce değişik nedenlerle TB­
MM' ye gitmiş, görülebilecek yerleri, bölümleri görmüş­
tüm. Konukların oturdukları bölümde gördüğüm çağdışı kı­
lıklı kimselerin hepsinin Nakşibendi olduğunu anlamakta
güçlük çekmedim. Bunlar Anadolu'nun değişik bölgelerin­
den gelen, ünlü şeyhler, ağalardı. Bizim saylavlarımızm on­
ların karşısındaki tutumlarını, durumlarını görmek, bence,
üzücüydü. Başka bir gün, bir hafta kaldığım görkemli bir
otelin büyük salonunda gördüğüm durum çok daha kötüy­
dü. Şalvarlı, başı mendilli "şeyh efendi" seçtirdiği birkaç
saylavı nerdeyse dövecekti, adamların sesi bile çıkmıyor,
nerdeyse soluk almaktan bile korkuyorlardı .

70
Yanlış Yönlendirmeler

Gerç��!eJs.1_'1-111��-!�anını�iın�l�E-�!<l!.ikatları koru-
:_
_!!!<ı!<. c!_eğil, <2._lllara kaı:şı <:Jiı:e_nIJ1�l_eı:Lg_e_ı:_e�ir'._ Qj'_Ş'!.�LIYRU�.:­
E!-'1Lıl:r bu11l1n tersi11i g_��t�ı:iy�r. Kur' an, içeriği _g_e_ı:�ği2 !Q1!1_
�l<:ii!l�ı:<l. karş_ıyI<:en_, tar!l<:<ı!lar K.-ur' ?:11_ ?:c!ııı'! _i_sJa1!1_'_ı, __şa­
_y�n_l1laX�_ giı:işjygrl;ı,ı:,_y��l<:-i_liler_in �_es_leri _çıJ<f!!lY<?f:...B u uy­
gulama dinin bilinç dışına itilmesi demektir. Bilincin dışı­
na itilmiş bir dinin yerini sapkınlık alır, bu da boş kalan ye­
rin, başka türden bir boşlukla doldurulmak istenmesi anla­
mına gelir. Bugün ülkemizde, devlet kurumlarının çoğun­
da bir Nakşibendilik etkinliği sezilmektedir. Bu gelişigü­
zel değil, bilinçli, devleti tabandan ele geçirme girişimidir.
Nakşibendilik eylemleriyle, uygulamalarıyla, öğütleriyle,
örgütleriyle Diyanet İşleri denen kamu kurumunu dışlamış
durumdadır, bunu açıkça söylemekten de çekinmiyorlar.
Oysa, kamu kuruluşlarının karşısına dikilen Nakşibendi­
lik, kendi inançlarına (varsa) uygun bir yönetim biçimini ge­
çerli kılmak isterken, gücünü seçimlerde beslediği partinin ta­
banından almaktadır. Sözgelişi "kurban derisi" sorunu. Bu so­
run, elii yıldır Nakşibendilik'in üzerinde durduğu, bunu din
özgürlüğü, inanç özgürlüğü adına sömürdüğü birolaydır. Ger­
çekte Nakşibendilik bu tür yardımların toplanmasına karşıdır,
gerçek -inanmış bir Nakşibendi başkasının kestiği hayvanın
derisini almaz. Nedeni açıktır, kurban edilecek hayvan kesi­
lirken okunacak "dualar"da Bahaeddin Nakşibendi'nin adı
geçecek, ondan Tanrı katında aracılık, yardım istenecek. Oy­
sa yapılanlar bu söylenenlerin büsbütün tersi durumundadır.
Nakşibendilik'in özünü, temel ilkelerini bilen bir kim­
·se, onun imam, vaiz, müftü olamayacağını, böyle bir kim-

71
senin arkasında namaz kılınamayacağını anlamakta güçlük
çekmez. Nedeni şudur: Nakşibendilik'te "namaz duala­
rı "oda kurucunun (Bahaeddin Nakşibendi 'nin) adını anmak
kesin bir uygulamadır, bu uygulama Alevilerin "Bismi­
şah/şahın (Ali'nin adıyla başlanın)" demelerine benzer,
Aleviler "Sünni" olmadıkları için bunların anlayışına uy­
gundur. Oysa Nakşibendilik koyu Sunni bir kuruluştur. Bu­
na karşın hepsi " şeyh" in adını anma g�reğindedir. Peki
böyle bir kimse imam, müftü, vaiz olabilir mi? Kuşkusuz
olamaz. Öyleyse devlet bütçesinden aylık alan bunca "Nak­
şibendi yandaşı görevli " nin kamu kuruluşlarında işi nedir?
Bu konuda sürdürülen uygulamalar, İslam dininin özü­
nü bilmeyenlerin, bilmediğini bilir geçinenlerin yanlış, ya
da gizli çıkarları yüzünden giriştikleri eylemler sonucudur.
Ülkemizde, kamunun en yüksek görev aşamasında bu­
lunan kimselerin sık sık vurguladıkları bir sav vardır: "İrti­
ca ile savaşımda geri adım atmayız" böylesine yüzeysel, ya­
nıltıcı bir açıklama olamaz. Bunları söyleyen parti başkanı­
nın topladığı oyların nerelerden geldiğini, hangi tabanı oluş­
turduğunu bilmesi gerekirdi. Bu sözleri söyleyen yetkilinin
başında bulunduğu kuruluşun tabanını kuran Nakşibendilik
yandaşlarıdır. Kendi görev arkadaşları içinde Nakşibendi­
lik 'le övünenler de vardır, bilinmektedir. Nakşibendilerin
oluşturdukları bir taban üzerinde duracaksın, sonra döne­
ceksin "irtica ile mücadele" incileri saçacaksın:

Sen Herkesi Kör Alemi Sersem mi Samrsın?

Bu tarikata bağlanan kimselerin en çok, senin sorumlu


olduğun dönemlerde gemi azıya aldıklarını bilmiyor muyuz?

72
Oysa Türkiye'ye " irtica" denen olayı getirenler, şimdi "irti­
ca ile mücadele" çığlıkları atanlardır. Bir insanın yaratılış ba­
kımından bulunduğu aşamayı, niteliklerini davranışları gös­
terir. Bir kimsenin yaptıklarıyla söyledikleri arasında uyum,
bütünlük yoksa, o kişide kişisel bilinç bozukluğu var demek­
tir. İnsan düşünceleriyle davranışları arasında bağlantı kuran
bir varlıktır. Oy toplamak, seçim kazanmak için çevrenin eği­
limi altına sığınmak aktöre (ahlak) denen davranışlar bütünü­
nün içeriğiyle bağdaşmadığı gibi, benimsediklerini söyledik­
leri Müslümanlık da mezarların başında göklere el kaldırmak,
anlamını bilemediği Arapça tümceleri, sözleri söylemek de­
ğildir. Tanrı 'ya kalkan ellerin içinde görünmeyen çıkar umut­
lan, seçim dilekleri varsa İslam dini böyle bir kimseye "ah­
laklı" demez, daha çok "yalancı" diye nitelenir.
Son yıllarda, özellikle varlıklı çevrelerde, "hayır" kavramı
altında, ülke çapında yaygın girişimler görülmektedir. Bunların
öncüleri, ünlüleri arasında, kimi din görevlilerinin bulunduğu,
bunların da Nakşibendi olduğu açıkça biliniyor. Bu gibi öncü­
lerin, daha önceki yıllarda, kendilerini güçlü sezdikleri dönem­
lerdeki konuşmalarıyla, şimdiki sözleri arasında bir anlam bir­
liği bulmak olanaksızdır. Özellikle Turgut Özal döneminde bun­
ların sesleri daha gür, çağdaş gelişmelere karşı çıkışları · daha
ataktı. Burada, eskilerin "takıyye" dedikleri bir uygulama var­
dır. Bu Arapça sözcüğün açık anlamı "bulunduğu ortama uy­
ma, ortamın gerektirdiği nitelikte görünme"dir, yine bu sözü
"kendini gizle, göründüğün gibi ol, olduğun gibi görünme" an­
lamında açıklayanlar da vardır. Konuyu biraz deşelim.
Turgut Özal, kimilerinin sandıklan, ileri sürdükleri gibi
"Nakşibendi" değildi, tarikata alınmamış, kendisine gerekli
"icazet" verilmemişti. Onun annesi de "tarikattan" değildi,

73
Şeyh Zahid Koktu'ya karşı saygısı, sevgisi vardı, ona da "ica­
zet" verilmemişti. Bunun nedenlerini burada açıklamanın ge­
reği yoktur, bizi de ilgilendirmez. Ancak onun çevresinde top­
lananlar arasında çoğunluğu Nakşiler oluşturmuştu. Turgut
Özal 'ın, çevresinde toplananların başlıca amacı üniversiteleri ele
geçirmekti, nitekim 1 2 Eylül yıkımı buna olanak sağlamış, işe
tüm devrimci, ilerici kurumları kapatmakla başlamıştı. Bir söy­
lentiye gö�e 1 2 Eylül yıkımının öncüleri arasında bulunan iki
kişinin aileleri de Nakşibendi tarikatındandı, dini dillerine do­
layan, halka din öğretmeye kalkışan bu kişileri seçmekte, sez­
mekte okuyucu güçlük çekmeyecektir kanısındayız. Birinin ba­
bası berber, ötekinin imanı olan bu iki sorumlunun, yetkilinin
Atatürk devrimlerine karşı sinsi yıkıcılığı boşuna değildi, neden­
leri bilinçaltına yerleşmiş, orada çöreklenmişti.
Nakşibendilik yayılma olanağı bulduğu yerlerde önce et­
kili, varlıklı kimselerle, yöneticilerle, özellikle din görevlile­
riyle ilişki içine girmeyi yeğlemiş, sonra örgütlenmek için
okumamış, bilgisiz kimseleri kendine çekerek, onlardan ya­
rarlanma yolunu seçmiştir. Nitekim Nurculuk, Manisa yöre­
sinde tutunmaya çalışırken, orada "Garnizon Komutanı" ol­
duğu söylenen, eski bir Nakşibendi 'den yararlanmıştır (bu ki­
tabın yazarı, sonradan Birinci Ordu, İstanbul Sıkıyönetim
Komutanı olan bu kişiyi 1 939- 1 944 yıllarında, Fatih Camii
yanında Nakşibendi Tekkesi'nde tanımıştır.)

Örtülü Sataşmalar

Bugün Nakşibendilik'in egemenliği altında bulunan, ba­


sın yasalarına göre yayınını sürdüren iletişim araçları çoktur.
Nakşi yandaşları bu yayın araçlarında, kaynağı açıkça bil ineme-

74
yen, tükenmez paralannın yardımıyla istediklerini yazdınyor,
yayımlatıyor, daha ileri giderek, gerçek Müslüman'a yakışma­
yan bir dille, çok utanç verici bir söyleyiş türüyle, Atatürk' e bi­
le sövmekten çekinmiyorlar, bunu da İslam adına bir "sevap"
saymaktan kendilerini alamıyorlar. Yayın araçlannda, cuma na­
mazı çıkışlannda yaptıkları yetmiyormuş gibi bir de gözdağı ver­
mek, yıldırmak, susturmak düşüncesiyle "tehdit mektupları"
· gönderiyorlar. Bu mektuplarda Nakşibendihk'in "Yahova Şa­
hitleri" denen, Hıristiyan kökenli topluluktan hangi yöntemle
yararlandığı, konuyu bilenlerce, kolaylıkla anlaşılıyor. Aşağıda
birçok kimseye gönderildiği açıkça anlaşılan belgelerden biri­
ni sunacağız. Bu belge ilgiyle okunduğunda bir Nakşibendi yan­
daşının ne denli sapkınlık içinde bulunduğu açıklığa kavuşur.

" Bismillahirrahmanirrahim.
İsmet Zeki Eyuboğlu'nun dikkatine:
Allah(u) teala hazretlerinin selamı, rahmeti ve bereke­
. ti, onun yolunda gidenlerin üzerine olsun.
Doğrusu dünyevi ve uhrevi saadet ve selamete erişmek
İslam dinine uymakla tahakkuk edeceğinden, yegane arzu ve
emelimiz Allah 'ın kanunlarına ve resulü Muhammed Musta­
fa (S.A. V) E. uymak olmalıdır. Her kim Allah' a ve resulüne
itaatle şeriatı hayat nizamı ve devlet düzeni olarak kabul eder­
se kurtuluşa erecek, hilafına hareketle, cumhuriyetçi, laik, de­
mokrat kafirlere uyanlar ve onların kurduğu düzenin devamı
ve bekası için emek sarfedenler, kollayıp koruyup, savunucu­
luğunu ve neşriyatnp yapanlar münhezim olacaklardır.
Yetmiş yıl önce hakka, hakikate ve imana karşı gelmek
suretiyle, Allah kanunlarının yerine kaim olmak üzere beşe­
ri kanunlar ithal ederek, �endi arzu ve menfaatleri doğrultu-

75
sunda, Anadolu ve Trakya topraklan üzerinde yaşayan her
türlü dinden, mezhepten ve ırktan insanları cebren ve hile ile
Kemal milliyetçilik felsefesi altında toplamak suretiyle kan
ve zulüm üzerine bir kafir devlet kuran Kemal devriminin
önderlerinden Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak,
Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Çetinkaya, Ali Fuad Ce­
besoy, Çerkez Ethem, Mehmet AkifErsoy, Halide Edib Adı­
var, Adnan Adıvar, Nadir Nadi, Falih Rıfkı Atay, Behçet Ke­
mal Çağlar, Yahya Kemal Beyatlı, Ziya Gökalp, Afet İnan,
Refet Bele, Celal Bayar, Rüştü S �raçoğlu, Salih Omurtak,
Kazım Özalp, Bekir Sami Günsay, Şevket Süreyya Aydemir,
Nuri Conker, Hasan Ali Yücel, Mahmut Esat Bozkurt, Tev­
fik Sağlam, Recep Peker, Tahsin Mayatepek, Şükrü Kaya,
Hamit Şevket İnce, Refik Şevket İnce, Bekir Sami Baran,
Mustafa Şevket Bengisu, Vasıf Çınar, Ruşen Barkuk ve Re­
fik Saydam gibiler Milli Mücadele adı altında Allahu Zül­
celal tarafından insiyaki bir surette hazırlanan ve efdal-i ka­
inat peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.) tarafından ne­
şir ve tebliğ edilen mukaddes İslam dinini tahkir ve tezyif et­
mek suretiyle imhası ve inkırazı cihetine gitmişlerdir.
Lebun züppesi Con Türklerin Batı 'dan almış oldukla­
rı Aydınlanma denen, ateistlik, dinsizlik, imansızlık, milli­
yetçilik ve ahlaksızlık felsefesi üzeri inşa edilen küfür sis­
temleri hem bu Batı hayranı Kemal inkılapçılarının ve hem
de onların yolundan yürüyenlerin ebedi felakete duçar ol­
malarına vesile olmuştur.
Batıcılık, akılcılık, çağdaşlık ve medenilik gibi kav­
ramlarla yönetilmeye çalışılan bu ülkenin bugün içerisin­
de bulunmuş olduğu, ateistlik, imansızlık, dinsizlik, milli­
yetçilik, ahlaksızlık mefhumları insan olmanın ve İslam ol-

76
manın şerefve haysiyetine ve fıtratına aykırıdır. Sonuç ola­
rak doğrusu size derim: Bizleri felakete sürükleyen bu dü­
zeni değiştirme ve yerine yüce mevlamızın bize münasip
gördüğü şerefimizle ve haysiyetimizle yaşayabileceğimiz
İslami düzeni kurmak ve İslam' ın peygamberi Muhammed
Mustafa'nın (s.a.v.) yolundan gitmek, bizim en kutsal va­
zifemiz .ve en şerefli hizmetimiz olacaktır.
O halde malımızla, canımızla ve bütün imkanlarımız­
la cihad etmek mecburiyetinde bulunduğumuz bir gerçek­
tir. Ancak bu büyük görevden feragat edip, ülkeyi bir çöl
fırtınası gibi kasıp kavuran, insanları Kemal cehennem çar­
kının dişleri arasında öğüten bu düzenin devamına rıza gös­
terenlerin, kendilerinden evvel gelen ve cehennemin alev­
lerini göğüsleyen kızıl kafirlerin akıbetine uğramaları ve
soylarından gelen nesillerin, ateist, dinsiz, imansız, komü­
nist, faşist olmakla birlikte, Manukyan'ın kerhanelerinde,
Özal' ın otellerinde, tatil köylerinde, gece kulüplerinde ve
saunalarda satılmaları, fahişe, lezbiyen, homoseksüel, süb­
yancı, içkici, kumarcı, hırsız, katil ve rüşvetçi olmaları Ke­
mal devriminin karekterinin gereği mukadder olacaktır.
Tebliğ olunur.
Şahid ol ya: Rab
Şahid ol ya: Rab
Şahid ol ya: Rab
Serdar Başaran"

Yukarıya aktarılan µıektup 5 Kasım l 997 'de bana gönde­


rilmiş, gönderen Serdar Başaran, Tünel yakınında Şeyh Galip
Türbesi (Müzesi) karşısında. Yazan, adını, adresini yazmaktan
çekinmemiş, ben üzerinde dunnadım, sonradan bunun çok

77
kimseye gönderildiğini öğrendim. Bunlardan biri Prof Dr. Tok­
tamış Ateş, öteki Prof. Dr. İsmet Giritli (Mektupların gönderil­
diği yer, Beyazıt, Sahaflar Çarşısı, Der Yayınevi, No: l ).
Şimdi yazıyı inceleyelim: Yazı kesinlikle, tartışma gö­
türmez nitelikte bir Nakşinin elinden çıkmıştır. Nedeni: Nak­
şiler Mehmet Akif'i sevmezler,.._Mehmet Akifislam_Q_İIJ.fu.Q.e
�-r!�a.:tm bulunll!a.:�, y_a.:lnızca �lı��r:ı_�cl:a.:.!!1®1.!!�klanan�­
_riata" uyulması gerektiğini savunur, onun gözünde "tari�;!!::_
5ıhk", "milliyetçilik" bölücülükti!� lslamın birlik çağrısına
aykırıdır. Mektubun sonunda yazılı "Şahid ol Ya: Rab" üç kez
geçmektedir bu deyimler "Yahova Şahitleri "nin, Hıristiyan­
hğın "üçleme"sini vurgular "baba Tanrı-oğul Tanrı-ruh Tan­
rı", Hıristiyanhkta "trinite" denen bu "üçleme "dir. Daha ön­
ce Nakşibendilik'in etkinliğini yürütebilmek için değişik kı­
lıklara girebilecek bir anlayış taşıdığını vurgulamışt,ık.
Refah Partisi'nin seçim evrelerinde, kullandığı söy­
lemler, özellikle Erbakan'ın Avrupa uygarlığını, laikliği,
devrimciliği suçlamaları, tüm yenilikleri "dinsizlik" , " Ba­
tı taklitçiliği" , "Batı kulübüne özenme" saydığını bilme­
yen, duymayan kalmamıştır. Buraya aktarılan belgenin an­
latım biçimi, dili, inançlardan ne anladığı, olayın ilginç ya­
nı. Ülkemizde din bakımından kimseye baskı yapılmamış,
yalnızca silaha sarılıp ayaklananlara karşı toplumsal düze­
ni sağlamak amacıyla birtakım uygulamalar sergilenmiş­
tir. Bunlar bütün İslam ülkelerinde yaşanmış, bugün de ya­
şanan olaylardır. İran, Afganistan, Pakistan, Cezayir ile
benzeri ülkelerde, geçen yüzyıl Suudi Arabistan 'da günde­
me gelen olayların hepsi, ülkemizde dinci ayaklanmalarda­
ki önlemleri andırır girişimlerle bastırılmıştır. Oysa şeriat­
çı yurttaş bunları düşünmek, görmek istemez .

78
Yukarıya alman-yazıda adlan geçenler içinde "mason"
derneğine bağlı kimseler de var, ancak "din düşmanı" sa­
yılabilecek kimse yoktur. Bütün kaygı "şeriat devleti " kur­
mak, çağdaş düzeni yıkmaktır. Bunu da Refah çatısı altın­
da toplananların eylemlerinden, söylevlerinden anlamak güÇ
değildir. Mektubu yazan "tebliğ olunur" diyor, bu da "Nur­
culuk"la ilgili bir söylemdir. Said-i Nursi'nin "risaleler" ini
okuyanlar bilirler, orada, Tanrı, S�i_Q:i l'J.!!E�J:e birtakım
bildiri_l��-�·tebliğ" eder�b bu s�zcük, örtülü olarak "vahy"
__

anl�m m<!a _��):'.!�nir:Eite�i_ırı_��-�<!:i_!'!�r� yazı!ıısında "mü­


elli f�_!?__2y!.� Ei!�l!!.J.sli" _şözl_�!irı_i �-ı-� ş_ı_k k_!1cfül_I_!I !:o__l2_u sözlerin
Kura�'.da ��ş_ı_lı_ğı_�'.!ıı_nrı M_!ıE�Il!.��<:l'�b_öy!e_ �'1DY.�.t:!i " bi•
_

çimh!<l�dir, Şcı_i<l:i�1::1.�şL_Qş!li kcır.cıh <?J!:1-Ii!.t.I�rı�ı.ş�L1'ir gö- •

..f�V ü�!!�E_cl}E_i�iz..d..��'!..ılSığı ':Q�YE<l.!Q !l ����--2.l<l!!_ğ_lQl_ll, Tanı;ı­


��-��i_r_���_!j _lı.a!��-- '.'_t��-liğ__ettrıt!�.':!e Yii.�ii.1.11}.i_i §_<lY!!dığını_
_ __

söy!�E1-ek istiyor, nitekim bu "mektup" da bir "tebliğ" içe­


riği taşımaktadır. Bu alıntıda bir gözdağının bulunduğu, kö-'­
tü sonuçtan kurtulmak için bir "son uyarı" yapıldığı açık­
ça anlaşılmaktadır. Bu boşuna değildir. Önce "tebliğ"i gön­
deren kimsenin dilinden, anlatımından açıkça anlaşıldığına
göre, az çok okumuş, eskiyi tutan, Osmanlıcayı bilen bir
kimsedir. Şimdi olayın çevresinde gezinelim.
Bu tür girişimler, korkutmalar, gözdağı vermeler, ge­
nellikle kan dökmeyi (buna onlar "cihad" diyorlar) göze
almış kimselerden kaynaklanır. Bunlar, üstelik, varlıklıdır.
Kimsenin kuşkusu, duraksaması olmasın, bunlar genelde
doğu kökenli bir inanca kapılmış " Hizbullah" topluluğun­
da çöreklenmiştir. Bu tür örgütlerin başlıca eylem yönte­
mi, kısa sürede değişik kollara ayrılarak, girişimlerini ak­
satmadan sür.dürmektir.

79
Nakşibendilik-Hizbullah Bağlantısı

Nakşibendilik'te, eskiden beri, iki ayn kol vardır, bu


kollan örgütün içinde bulunanların çoğu da bilemez. Bun­
lardan birincisi "tebliğ kolu"dur, önceden uyarır, " imana ça­
ğırır", daha sonra "ihlas yolu"nu gösterir (kurtuluş, dinsel
suçlardan arınma anlamındadır), ikinci kol ise "cihad ko­
lu"dur, bu kol vurucu, kırıcıdır, kan dökücüdür, İslam dini
adına yapılacak tüm girişimler Tanrı katında (onlara göre in­
dallah-ind-i ilahi) beğenilmiş işl�mlerden sayılır. Hizbullah
kolu yeni değildir, bütün silahlı ayaklanmaların arkasında bu
'kol vardır, yalnızca adı değiştirilir. Bu kolun İstanbul 'un Fa­
'tih yöresindeki uzantısı, Nakşibendilerin beslediği "Akıncı­
lar" topluluğuydu, eylem alanlarını belirleme yeri Sultanse-
" lim-Draman-Karagümrük yöreleriydi. Fatih Camii çevresin­
deki medreseler (bunlara sekiz medrese anlamında medaris­
i semaniye, burada okuyan öğrencilere de, yine eskiden salın­
ı �eman mollaları denirdi. Bu eski geleneği sürdürmek, Nak­
şibendi yandaşlarının en büyüközlemiydi, bugün de yine Fa­
tih Camii-Sultanselim-İskenderpaşa-Draman dörtgeni üze­
rinde etkinlik sürdürürler). Nitekim Said-i Nursi'de bu yöre­
de, şimdiki "Fatih Müftülüğü" karşısındaki alanda bulunan
kahvehanede otururdu, bu nedenle Nurcuların gözünde bu
yörenin önemi, anısı büyüktür. Eski "Akıncılar" günümüzün
"Hizbullahç; landır." Bu sözcük "Allah Partisi" anlamına
gelirse de İslam' a aykırıdır, "Allah" için "parti" olmaz, ku­
rulamaz, dahası toplumda "Allah" sözcüğü birtakım kuru­
luşların, derneklerin adına katılamaz, o tüm insanların Tan­
rısı 'dır, yalnızca adını diline dolayanların "Allah"ı değil.

80
Nakşibendilik'le bağlantı kuranların, özellikle öğren­
ci lerin, bu kuruluşa bağlananların hepsi konuyu biliyor,
kendi özgür i stenciyle böyle davranıyor sanılmasın. Özel­
likle kız öğrenciler üzerinde, bu " cihad kolunun" etkisi
büyüktür. Önce öğrencilerin geçim durumları saptanır, ai­
le çevrelerinin eğilimleri öğrenilir, sonra gerekenlere para­
sal yardımın kapıları açılır. Bunun en açık örneği İstanbul
Büyükşehir Belediyesi'nin okuttuğunu söylediği öğrenci­
lerdir. Yüksek öğrenim kurumlarında olay çıkaranların bü­
yük çoğunluğu bunlardandır, belli bir odaktan yönetilmek­
tedirler. Kuran kurslarının Diyanet İşleri Başkanlığı 'na bağ­
lı olanları bile Nakşibendilik'in gizli denetimi, yönetimi al­
tındadır, erkek öğrencilerin bulundukları " Kuran kursla­
rı" na girmek kolay değildir. Fatih yöresinde " İlim ve Fa­
zilet H izmet Vakfı " adı altında çalışan kuruluşların hepsi
Nakşibendilik'in denetimi altındadır. Buralarda barınanla­
rın çoğu " Hizbullah" yandaşıdır, uygun durumlarda saldı­
rıya geçmekten, örtünmeyen bayanlara sövmekten, sataş­
maktan çekinmezler. Fener, Balat, Eyüp yöresindeki Kuran
kurslarının önemli bir bölümünün Anadolu köylerinden
getirilen yoksul aile çocuklarından "militan yetiştirme"
ocakları olduğu çevre halkınca bilinmektedir.
Nakşibendilik'ten kaynaklanan " Hizbullah " ın başlıca
özelliği barındığı yerde değil, uzaklarda etkinlik gösterme­
sidir. İstanbul 'da yakalanan bir " H izbullahç ı " kesinlikle
İstanbullu değildir .(yerleşme yeri bakımından).
Rize, Trabzon, Giresun, Ordu, Sinop, Samsun illerin­
de, i lçelerinde bulunan bütün imam-hatip okulları, onlara
bağlı öğrenci yurtları Nakşibendilik ' in denetimi altındadır,

81
özellikle Trabzon ilçelerinde, bucaklarında öğretim yapan
dinci kuruluşların hepsi Nakşibendi beslemesidir (bu ku­
ruluşlarda Nurculuk, Süleymancılık ağır basmaktadır). Gü­
müşhane, Bayburt Nakşilerin elindedir.
Karadeniz bölgesinde, özellikle Trabzon ili sınırlan için­
de, Nakşibendilik'in gizli denetimi altında bulunan imam-ha­
tip okullarında, nerdeyse, başlıca konu Atatürk düşmanlığıdır.
Bunun nedeni yalnızca eğitim düzeni bozukluğu değildir, siya­
sal kuruluşların sürekli saptırmaları, seçmenleri birer araç-ge­
reç durumuna sokarak bilinç aydınlığından uzaklaştırmalarıdır.
Bu saptırmada, ne yazık ki Atatürkçü geçinen, aşın koltuk tut­
kusunun tutsağı olan, oy kazanmak için kendi arkadaşlarını bi­
le suçlamaktan utanç duymayan sözde ilerici particilerin etkisi
de önemlidir. Bu particiler, Trabzon ilçeleri arasında, "yöresel
düşmanlık" bile yarattılar, şimdi onların seçilmek için tüm u­
tanç verici olaylan sergilemekten çekinmedikleri bölgelerde
aşın dinci, tarikatçı, özellikle de Nakşibendilik'le bağlantılı ku­
ruluşlar egemendir. Bu saptırıcı olayın arkasında yörecilik, böl­
gecilik vardır; yurt bütünlüğü sevgisi, ülkenin geleceğini düşün­
me kaygısı yoktur. Trabzon'un Maçka ilçesinde on yıl önce
böyle bir kaymakam vardı, koyu bir Nurcuydu.
Nakşibendilik'in kan dökme olaylarıyla ilgili girişim­
leri, tasarıları, uygulamaları yeni değildir, özellikle Cum­
huriyet döneminde başlatılan gerici olayların, kan dökme­
lerin arkasında Nakşibendilerin oldukları yargılama evre­
lerinde ortaya çıkmıştır. Bu somut belgeler ortadayken bi­
le gerçekler çok kolaylıkla gizlenebiliyor. Daha önce deği­
nilen bir örneğe yeniden bir göz atmakta yarar vardır.
Gericiliğin öncülüğünü yapan, Cumhuriyet'le gelen bü-

82
tün değerlere saldıran bir yayın aracında, Nakşibendi tarika­
tına bağlı babası, Şeyh Said ayaklanmasına katılıp, askeri de­
podan silahlan çalarak yandaşlarına dağıttığından, 1 926 'da,
Diyarbakır Hükümet Konağı önünde asılan bir yazar, yıllar­
ca ağu kusmuştur. Bu yazar, üstelik Atatürk'ün kurduğu lise­
lerde yıllarca "edebiyat öğretmeni" olarak görev yapmıştı.
Kendisini öğrencilik yıllarından beri tanırdık. 1 949 yılında,
Eminönü Halkevi Konferans Salonu'nda öğrencilerin düzen­
lediği (Milli Türk Talebe Birliği) toplantısında, Stalin 'i övün­
ce öğrenciler üzerine yürümüş, sahnenin arka kapısından ka­
çırılmıştı. Bu yaratık, özellikle Adalet Partisi ve onu izleyen
sağcı partilerin işbaşında oldukları dönemde el üstü tutul­
muş, neredeyse "özel dokunulmazlık" sağlamıştı. Özellikle
o dönemin "milli eğitim bakanlan"yla kurduğu yakınlık bi­
liniyordu, sık sık karşılaşırdık. Oysa yine o yıllarda ( 1 960-
1 980 arası) devrimci öğrenciler ağızlarını açamazlardı. Bu
devrim düşmanı, Atatürk düşmanı, Cumhuriyet düşmanı ya­
ratık 1 2 Eylül döneminde de el üstünde tutulmuştur. Bu ya­
zarın, daha önceleri Necip Fazıl Kısakürek' in önünde, yerle-
. re değin eğilip onun elini öptüğünü gördükçe gülerdik. Bu ya­
zar, gazetesinde, başta Veli Oduncu olmak üzere en azılı ka­
tilleri savunmuş; Ankara Üniversitesi 'nde devrimleri savunan
kız öğrencilere " namusları var mı bakalım" diyecek nitelik­
te soysuzlaşmıştı. Bu kişi, asılan babasının duygusal etkisin­
den olsa gerek, Nakşibendilik'le sıkı ilişkiler içinde bulunan,
o kuruluşta önemli.yeri olan kişilerce korunmuş, ayrılıkçı, ba­
ğımsız " devlet kurma" yandaşı kimselerle yakınlık kurmuş,
birçok kimseyi "hedef" göstermişti. Dahası , yazdığı kitap­
lar üniversitelerde bile ''ders kitabı" olarak okutulmuştur.

83
Milli E ğitim' in Ele Geçirilmesi

Milli Eğitim Bakanlığı 'nın alt kuruluşları, 1 950 yılına de­


ğin (özellikle 1 946 'dan sonra) Cumhuriyet yönetimine gizli­
den gizliye karşı çıkanların ellerine geçmeye başlamıştır. Re­
şad Şemseddin Sirer dönemi Türk eğitimi yozlaştırma eyle­
minin hızlanmaya başladığı evredir. O dönemde, İstanbul Üni­
versitesi 'nin kimi öğretim üyeleri Cumhuriyet dönemine, Ba­
tılılaşma eğilimine açıkça karşı çıkmaya başlamış, seslerini
yükseltmişlerdi . l 948'dc, Eminönü Halkevi Konferans Salo­
nu'nda düzenlenen dil tartışmalarında, Atatürk devrimlerine
saldırı, sözde "bilimsel" örtü altına çekilerek, "dilde yenilik,
dilin gelişimine karışma (dile müdahale) olmaz" savlarını or­
taya atanların hepsini yakından tanıyoruz. Bunların kimisi, bi­
zim öğretmenlerimizdi. En ağır saldırılar üniversite çevresin­
den geliyordu, bunlar arasında Osmanlı döneminde, doğudan
batıya sürülmüş kimselerin oğulları (torunları değil) vardı.
Onların bütün özlemleri, dilekleri TDK, TTK gibi Atatürk' ün
kurduğu iki bilim kurumunun kapatılmasıydı. İstanbul Üni­
versitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümünde Nakşiben­
di eğilimli (bu tarikata bağlı ayrı bir kolun öncüsü) bir kişinin
etkisiyle "yeni Türkçe "ye saldırı yasallaşmış, Türkçe unutul­
muş, öğrencilerin "yeni Türkçe" sözcük kullanmaları yasak­
lanmıştı. Benim öğrencilik yıllarımda arkadaşım olan bir Tür­
koloji doçenti öğrencilerine, yeni bir sözcük söylediklerinde
"dilini koparırım" diyordu. Kendisiyle bu konuyu, bir ye­
mekte tartıştığımda, "dilde anarşi olmasın diye söylüyorum
demişti." Kendisine savunduğu Osmanlıca'nın bir "anarşi
ürünü" olup olmadığını sorduğumda şaşırdı, karşılık bile ve-

84
remedi. Sonradan, bu arkadaşımın, onun gibi düşunenlerin ya­
pıtları liselere bile önerildi, dahası ortaöğrenim kurumların­
da okutulan kitapların hepsi onlara, yandaşlarına yazdırıldı.
1 980 yılına değin, TDK, TTK gücünü sürdürdü, şimdi
kanıt olarak, kimlerin bu devrimci kurumların kapatılması­
nı istediklerini açıklayalım: Tercüman gazetesi, adı geçen
bu iki kurumun kapatılması için kolları sıvadı. Üniversite­
lerden, kimi öğretim üyelerini yanına aldı. Orgeneral Kenan
Evren'le birçok anı fotoğrafları çektirdi, önce devrimci, öz­
gür üniversiteyi, sonra adı geçen devrim kurumlarının ölüm
yargısını, (devlet başkanına) onaylattı. Peki bunların arka­
sında kimler vardı bilir misiniz? Nakşiler. Nakşibendilik, işi­
ni çok iyi bilen, çok değişik kolları olan bir kuruluştur. Bu­
gün Türkiye'nin basın alanında, değişik yayın araçlarında,
ün sağlayan, devrimci geçinen yüksek düzeyde (basında) ki­
mi görevlilerin daha önceden çalıştıkları yerleri, o yerlerde
biçimlenen düşünceleri anımsayın, yılanın kaç kıvrıma gi­
rebileceğini anlamakta güçlük çekmezsiniz.
Bu kişiler, çalıştıkları yayın araçları, Milli Eğitim ku­
rumlarına da daha alt düzeydeki kuruluşlarına da, "yukarı­
dan gelen buyrukla" alınırlardı (kişiler görevli, yayın araç­
ları yardımcı bilgi kaynağı olarak). Önce ortaöğrenim kurum­
larında (ilkokuldan liselere değin) kitaplıklar düzenlenir, yu­
karıdan gelen buyrukla bunlar gerçekleştirilir. Sonra okul­
larla bu işlerle ilgili görevlilere, Milli Eğitim Bakanlığı'na
"kitap istemi " belgesi gönderilir, bakanlık denetimi altında
bulunan yetkili kuruluşlara, "yukarıdan" gereken buyruğu
gönderir, bütün "şeriatçı " yayınlar satın alınır, okul kitaplık­
larına gönderilir. Daha önceden "tarikat"ın yönlendirdiği

85
öğretmen öğrencisine okuyacağı, ev ödevi yapacağı, yararla­
nacağı kitabı bildirir, devrimci yüksek görevlilerimiz ise bir­
birleriyle çekişir. Buna, devrimci sulan bulandırır, Cumhu­
riyet yönetimi karşıtı, Nakşibendilik yandaşı balığı avlar de­
nir. Bu konuda en büyük yanlışlık, tabanı olmayan, bilimsel,
düşünsel alanda bir gerekim doğmayan bölgelerde üniversi­
te gibi, uygarlık alanında i lerlemenin gerektiği yüksek ku­
rumlar açmaktı. üniversite, ancak düşünsel, eğitimsel alan­
da tabandan gelen bir aydınlanma etkisiyle kurulabilir.
Türkiye'de, son kırk yıl içinde açılan üniversitelerin ta­
banı yoktur, toplumsal yapılaşmadan gelen bir gereksinme
nedeniyle kurulanı da yoktur, daha açığı bu kurumlar ge­
reksizdir. Bu üniversite açma olayının arkasında, bir üstün­
lük yarışmasının gizlendiği bellidir, tabanında yöresel ben­
cillik vardır. Kimsenin ilgisini çekmeyen, gözüne çarpma­
yan birkaç örnek verelim: " Kahramanmaraş " bu adın de­
vindirici nedeni "Gaziantep "tir. Bunun ardından " Şanlıur­
fa" geldi, getirildi. Şimdi bilimsel, düşünsel yönden düşü­
nülürse, bu adlar bu illere ne kazandırır? Atatürk'ün, Kur­
tuluş Savaşı'nın ilk etkinliklerini duyuran girişimlerinden
önce, dahası bağımsızlık ilkesini gündeme getirmeden ön­
ce böyle "önadlar" var mıydı? Güneydoğu Anadolu'nun
Osmanlı yönetimi altına girmesi, devletin kuruluşundan
çok sonradır, o çağlarda bu illerimizin adları " kahraman" ,
"şanlı" olmadı. Neden b u görkemli sanların hepsi Musta­
fa Kemal' i bekledi? Bu adlandırma girişimi ilin tarihine kar­
şı bir saygısızlıktı.
Burada başka bir soru gündemdedir. Neden, Atatürk
Türkiye 'sinde kurulan bir üniversitede (Urfa 'da) Atatürk' e,

86
düşüncelerine karşı olan görüşler, düşünceler sergileniyor,
dahası Said-i Nursi 'nin İ slam 'Ja bağdaşmayan, sapkın
inançları savunuluyor') Bu konuda, derin araştırmaları ge­
rektiren bir durum yoktur. Atatürk devrimlerinin bel li, yön­
lendirici odaklarını ele geçirme söz konusudur, bunlardan
biri de "basm özgürlüğü"dür. İşte çözülmesi güç düğüm bu­
rada. Atatürk basın özgürlüğünü savunurken ülke yararını,
yurttaş çıkarını düşünmüştü. Bu kural l 950'den sonra ter­
sine çevrildi, Atatürk 'ü yermek, eğitim kurumlarında, bir
inanç-düşünce özgürlüğü diye yorumlandı, savunuldu. Oy ••

sa A'tatürk devrimlerini kötüleyenlerin hepsi, başlangıçta,


Atatürk'ten yanaydı. Bu ale}nda da karşıt bir görüşün, dü­
şünce-inanç özgü;lüğü örtüsü altında ortaya atıldığı kim­
senin gözünden kaçmadı.
Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı dönemin�.
de Köy Enstitüleri açıldı, ilk tepki, çocuklarını yurtdışında
okutan varlıklı çevrelerden geldi (daha önce üzerinde du-.
ruldu). Bu kurumların kapatılması, yerine imam hatip okul-
. !arının açılması, tabanı tabandan yıkmak girişimidir. Bu.
konuda, yine yetkililerin gözünden kaçan, ulusal bütünlü­
ğü yıpratmak isteyen gizli girişimler etkili olmuştur. Orta­
ya üç seçenek atıldı: M illiyetçi-Mukaddesatçı, Milliyetçi­
Türkçü, Milliyetçi-İslamcı. Kısa sürede Milliyetçi-Mukad­
desatçı, Milliyetçi-İslamcı odaklar Nakşbendiliğin deneti­
mi altma girdi. Bunlarm öncül odakları arasında en etkili­
si, Türk-İslam Sentezi savunucuları, onların başını çeken
"Türk Aydınlar Ocağı" olmuştur. İşte yıllarca eğitim ku­
rumlarını denetimi altında tutan, bu alanla ilgili bütün ata­
maları yönlendiren, "Talim-Terbiye Kurulu"na egemen

87
olan, 1 2 Eylül yıkımının yıkıntıları üzerine kurulan YÖK,
bir Nakşbendi kuruluşu olarak (başka örtüler altında) böy­
le doğmuştur. Türk eğitimine egemen olan, 1 2 Eylül 'le en
yüksek savunma, beslenme kaynaklarını bulan, Aydınlar
Ocağı, İ lim Yayma Cemiyeti gibi " Kurtuluş Savaşı"na bi-
. le karşı çıkan bunlardır. Burada, i lginç bir konuya da deği­
nelim, bu "milliyetçi-İslamcı" kuruluşların besleyici, ko­
ruyucu kaynaklarından biri de, " Komünizmle Mücadele
Dernekleri "ni besleyen (Amerika-Alman parasıyla) ':Ş_a.n­
cak Tül Fabrikası " kurucusu Dr. Murat )3_ayr�k'tı. Bµ Ytırt­
t(lŞ. Prof. Dr. Ziyaeddin Fındıkoğlu'nun asis!ı:ıf!ıY!:l!ı-J9�8-
l 950 yıllarında, bizim de arkadaşımız:dı, içyüzünü sonra­
dan anlayabildik. Türkiye'deki görevini bitirince yurtdışı­
na çıktı ; yakın yıllara değin, Nakşbendilik'in Alma.nyı:ı'��..:: _

ki öncülerinden, Cemaleddin Kaplan derneğine büyük pa­


ra yardımları yapardı (bu Cemaleddin Kaplan, Trabzon ili
dolaylarında, Nakşbendiliğin tutunmasına, yayılmasına yar­
dım eden (Almanya'dan sağlanan marklarla) kişidir, evi�­
d,e �umc'! kOt!l!§tır<:!l!·
M i l l i Eğitim Bakanlığı 'na bağlı imam hatip okul­
ları , başlangıçta "aydı n din adamı yetiştirme" düşün­
cesinden yola çıkmıştı, oysa İslam dininde, H ı ristiyan­
lıkta olduğu gibi "din adamları topluluğu" yoktu, üste­
lik İ slamın benimsediği eşitlik anl ayışına da aykırıdır.
İslam dinine göre namaz kı lmayı, kıldırmay ı bilen her
erkek imamlık edebilir, ayrı bir topluluk gerekmez. Bu
engeli aşmak için TBM M ' ye giren Nakşi lerin etkisiy­
le, çabalarıyla bu okullara, öteki liselerdeki gibi bütün
yetkiler tanındı, onlara yükscköğrenim yolu açı ldı . Da-

88
hası Başbakanlık görevini üstlenen tüm yetkil iler, imam
hatip okulu açma, bu okullarda okuyanlara geniş yetki­
ler verme yarışına girdiler. Böylece bütün kamu kuru­
luşlarında imam hatip çıkışlı lar görev almaya başladı­
l ar. Birbiri arkasından yargıç, savcı. kaymakam, val i
başta olmak üzere toplumun tüm kesimleri, dincilerin,
özellikle Nakşilerin ellerine geçti , bunun arkasından
hacca gitme yarışı belirdi . Bu konuda en büyük yıkım
Adalet Partisi döneminde başladı, oy toplama, seçimi
kazanma adına ülkenin temel kurumları yozlaştırıldı,
Cumhuriyet yönetiminin tabanına gizli sular akıtılma­
ya başlandı, Türkiye uçurumun kıyısına getiri ldi. Ardın­
dan 1 2 Eylül yıkımı yaşandı , okullara konan " din ders­
leri " nin ne öğrettiği, ne okuttuğu b ugün bile yeterince
pilinmemektedir. " Din ve ahlak" . öğretmenliği göreviy­
le oku l lara sokulan bu imam hatip çıkışlı lar, kı sa süre­
çle, bir Osmanlıcılık gündeme getirdiler, bunda amaç
Cumhuriyet yönetimine, Atatürk devrim lerine karşı çı­
kıştı. Bunu da açıkça söylemekten çekinmegiler.
Hükümet yetkilileri , elbirliğiyle liselerden " fel sefe
ders leri"ni kaldırdılar, onların yerine uydurma bir izlence
koydular, Türk tarihinde tarikatçı oldukları bilinen kimse­
ler bilgi, bilgin, düşünür olarak gösterildi, oysa bunların ço­
ğu tarikat kurucularıydı, Ahmed Yesevi, Mevlana gibi. "Ah­
lak'' dedikleri neydi? Bunun yanıtı yoktur. Ahlak ( Etik) fel­
sefe öğretilerinden biridir, dinle, tarikatla ilgisi yoktur, bu.
_
öğretinin kurucusu da Aristoteles 'tir. Okullarda "din ders­
leri " örtüsü altında okutulan "ahlak" ise güncel davranış­
la bağl ı, eğitim ilkeleri içinde kalır, felsefe öğretileriyle il-

89
gisi içten değil, dıştandır. Bu konuyla ilgili uygulamaların
hepsi, ülke eğitimine dine dayalı bir yön vermekti, bu da
hükümetlerin geleceği göremeyen, aşırı koltuk tutkuları
yüzünden yol açtıkları bir yıkımdı.
1 2 Eylül yönetimi, Kurtuluş Savaşı 'yla kazanılan bü­
tün yetkileri ortadan kaldırdı, Ankara'nın Polatlı sırtlarına
dayanan düşman ordularının yapamadığını, Atatürk 'ün kur­
duğu ocaktan yetişen, Atatürkçü geçinen birkaç paşa ko- .
!aylıkla yapıverdi. İşte Nakşbendilik, 1 2 Eylül yıkımıyla al­
tın çağını yaşama olanağı buldu. Yükseköğrenim kurum­
ları tarikatçı öğretim üyelerinin denetimi altına girdi, bu­
nun ardından "VakıfÜniversite" denen, çoğu tarikatçı, din­
ci kurumlar yerden ot biter gibi bitti. Nitekim, Harran Üni­
versitesi, Van Üniversitesi başta olmak üzere, birtakım yük­
seköğrenim kurumlarında, ne olduğu bilinen Said-i N ursi,
---�-· �·--·"' -·->-·-...;�

yazıları birer "doktora konusu" yapıldı, oysa yakından ta-


nıdığımız bu kişi, 1��f!C! Abdülhal!lid d(jnen:ı:inde, d�!i_dir
ğiyeJoptaşı Tımarhanesi 'ne (o dönemde bim_arhane ��-llir­
AD a�ılfi1_ı§!l_J-ledense, kırsal kesim insanlarında sevdikle­
rini, saydıklarını "Tanrılaştırma" eğilimi ağır basmaktadır,
birtakım çılgınların sonradan "ermiş" kılığına bürünmesi- ·
nin nedeni bu bilinçsiz eğilimdir. Tanıdığım birkaç "ruh
hastası " vardı, davranışları bunu açıkça gösteriyordu, halk
onlardan çekinirdi (Trabzon 'da Haçkalı Hoca, Ya Hak Ho­
ca gibi).""Şeıns-i Tebrizi'nin ' Makalat" adıyla yayımlan�n,_
onun serüvenlerini anlatan yapıtını okuduğum da,_ 1J� kişi­
.11Jn esrar kullandığını sezmekte güçlük çekme�im. J:l.�ı:: ı
_Bayram- ı Veli esrar çekerdi, Nurcuların çoğu es!ar _ç eker­
di.

90
Öğrenci Olayları

Yollara, alanlara dökülen öğrencilerin, bu işleri kendi­


liklerinden düzenledikleri, yaptıkları sanılmasın. Özellik­
le başörtüsü konusunda sürdürülen direnişlerin arkasında
imam hatip çıkışlı tarikatçıların bulunduğu açık bir gerçek­
tir. Bayazıt alanında toplanan dincilerin, başörtülü öğrenci
kızların, çarşaflıların karşısında kımıldamadan duran gü­
venlik görevlileri, iki Atatürkçü öğrenciyi bir arada görün­
ce düşman ordusunun İzmir' e saldırışı gibi Üzerlerine yü­
rüyor, dövüyor, sürüklüyor, en yakışıksız sözleri söylüyor,
gözaltına alıyor, öldürüyor. Oysa dincilere, tarikatçılara
karşı böyle bir uygulama yoktur. Gözaltında ölenlerin ne�
redeyse hepsi solcu, dincinin, sağcının yaraladığı bir solcu
suçlu sayılıp gözaltına alınırken saldırgan kornnuyor, orta­
lıkta görülmüyor. Neden bu olayların çoğu sağcıların ege­
men oldukları yerlerde (fakültelerde) geçiyor? Bu soruya
verilecek yanıt ülkemizde güvenlik güçlerinin hangi kay­
naklardan yönlendirildiğini açığa çıkarır. Burada birkaç il­
ginç örnek verip, daha sonra yasal bir belge sunulacak
J_erci!1!1<l� .g_a_7'.�.t� şjn_Q�LQ!:l2.<lŞL_! 2�.§ Ş�yh_§.ıı.!si. ola­
.2'..!!1��: !?JY�����r '�(l Y�r_gılanı_p � 1-�_�rljl�g. bir _y(l?.:<lf.ı..Ya ­
. - _ .
tan Caddesi, Edirnekapı , Fatih yörelerini kapsayan öğ-
renci olaylarıyla ilgili yazılar yayımlıyor, bu yöredeki
" öğrenci yurtları " n ı sağcıların ' kales i " diye niteliyor­
du. Vatan Caddesi 'ndeki öğrenci yurduna polis bile gi­
remezdi . Bu yurdun ·en alt katı sağcıların, solcuları tu­
tuklama, yargılama yeriydi, yetkili güvenlik kurumları
bunu biliyordu. Aşırı sağcılar, özellikle kız öğrencileri

91
(solcu saydıklarını) güvenlik görevlilerinin gözleri önün­
de tutar, ellerini bağlar, bu " Edirnekapı Öğrenci Yur­
du " nda yargılamaya götürürdü, bunları evimin önünden
geçerken, ara sıra, pencereden görürdüm. Bu tür girişim­
lerde bulunan öğrencilerin (gerçek öğrenci iseler) çoğu
Doğu illerinden gelirdi, yurtlarda kalırlardı. Yardımcı­
ları, besleyicileri de Fatih-Çarşamba-Draman yöresinde
etkinliği yaygın olan Nakşbendi tekkesiydi . Bu tekkenin
başında bulunan kişi, Trabzon'un Çaykara ilçesinde, i­
ki aile arasında sürdürülen " kan davası " nedeniyle İs­
tanbul 'un Fatih ilçesine yerleşip, A lmanya 'da etkinlik
gösteren, " Kara Ses" diye nitelenen kişinin buyruğu al­
tına girmişti, Almanya 'dan gelen Karadenizli işçilerden
büyük yardımlar görürdü.
Bu sözde düzmece "şeyh"in adamları (hepsi bıçkın,
seçme gençler, atak delikanlılardı) geceleri mahalleleri do­
laşır, "milliyetçi gençlik", " ülkücü gençlik" adına yardım
toplarlar, vermeyenleri korkuturlardı, hepsinde de "taban­
ca vardı." Bunlar, özellikle kurban bayramında camilerin
çevresinde satın alınan "kurbanlıkları " bağış örtüsü altın­
da, baskıyla, yurttaşların ellerinden alırlar, Fatih Camii ya­
nındaki medreselere götürürlerdi. Birkaç kez, Fatih'te Ak­
şemseddin Caddesi'nde sürüklenen (milliyetçilerce) genç­
leri kurtarmak için, orada bulunan olaya gülerek bakan,
Edirnekapı Öğrenci Yurdu' nda " sıkıyönetim görevlisi" bir
üsteğmeni uyaran halka karşı, üsteğmenin verdiği şu yanı­
tı unutamıyorum: "Git işine bee, nereden biliyorsun sen o­
nun bir komünist olmadığını?" Birkaç gün sonra bu üsteğ­
men, karanlık epey ilerlemişken evime geldi, yanında iki

92
uzun boylu, bıyıklı, esmer delikanlı vardı, kapıyı çalınca aç­
tım, içeri buyur ettim. Çok saygılı, çok incelikle davrandı,
ne yalan söyleyim, ben rakı içiyordum, beklediğim iki ya­
zar konuğum nedeniyle sofrada epey yiyecek vardı. Birer
çay bardağının yarısınca rakı içtiler, gitmeye davrandıkla­
rı sırada üsteğmen bana: " Hocam, sizi çok iyi tanıyoruz,
biliyoruz, ancak siz namuslu komünistsiniz, bizim işimiz
namussuz komünistlerledir" demişti. Dayanamadım, çok
sevecen bir dille, "birkaçını söylerseniz, içlerinde tanıdık­
larım varsa, sakınmaya çalışırım" demiştim.
Sözü uzatmayalım. o yıllarda Fatih-Karagümrük-Sul­
tanselim-Draman yöresinde, adı kulağımıza gelen, bir kan­
lı olayın işlendiği günden sonra, hep dedikodusu yapılan bir
örgüt vardı. Bu örgütün üyeleri, vurucuları kimlerdi bile­
meyiz, ancak hepsi Nakşibendi 'likle ilgili, yine Fatih'te
"Yakub Ağa" Camii 'nde çöreklendiği söylenen kişilerce
beslendiği biliniyordu. Fener Patrikhanesi 'nin yukarısında,
duvarları kızıl boyalı (tuğlalı ) bir okul vardır (Rum okulu),
bu okulun çevre duvarının biraz ötesinden, sanıyorum bu
"Yakub Ağa Mescidi"nin önünden, İ mam Hatip Okulu
(okul mu, yurt mu şimdi bilmiyorum) altından geçen, ke­
merli bir yeraltı yolu vardı. Biz, Fatih' in Kadıçeşme Ma­
hallesi' nde, Sinan Ağa Mahallesi'nde oturduğumuz 1 93 8-
1 946 yılları arasında bu yeraltı geçidinden geçer, oyun oy­
nardık (ben, o zaman 1 93 8 ortalarında N akşibendi tarika­
tına girmiştim). Eskilerin bu yeraltı geçidiyle ilgili öykü­
ler anlattıklarını biliyorum: "Bu yol Cenevizler'den kalma­
dır, kafirler bu yoldan geçerek Müslümanları basar, soyar­
lardı, sonra padişah bu yolu buldurmuş, kestiği gavurları

93
oraya doldurmuş." Böyle bir tarih olayı bilinmiyor, halk dü­
şüncesi bunu yaratmış. Şimdi bu öyküyle ilgili başka bir
söylentiye gelelim: Bu yörede " İslami İntikam Tugayı, Fa­
tih Bölge Komutanlığı " adını taşıyan bir örgütün bulundu­
ğunu duyardık, işte aşağıda sunulan, güvenlik görevlileri­
nin bile gülüp geçtiği belge bunun kanıtı.

B ELGE
2.2. 1 990
Hazırlık no: 990/3625

Cumhuriyet Savcılığına, Fatih

Şikayetçi: İsmet Zeki Eyuboğlu, yazar


Keçeciler Yamak Sk. 1 5/2 Fatih

Şikayet konusu: Telefonda ölümle tehdit.


Davalı: "İslami İntikam Tugayı Fatih Bölge Komutan­
lığı " adıyla anılan, ancak ne ve nerede olduğu bilinmeyen
soyut bir kuruluş.

Olay:
1 .2 . 1 990 günü saat 1 1 .30 dolaylarında telefonum çal­
dı, açtığımda İslami İntikam Tugayı Fatih Bölge Komutan­
lığı 'nın tebliğidir diye başlandıktan sonra "bütün kafirler
.
gibi siz de gebertileceksiniz . . . İlhan Selçuk, Oktay Akbal,
Hasan Cemal, Ekmekçi, Prof. Toktamış Ateş, Uğur Mum­
cu ve hepsinden erzeli sen ananızı avradınızı. . . " gibi daha
nice yakışıksız sözle konuşmasını sürdürdü, telefonu kapa-

94
dım. Birkaç dakika sonra yine biri ince, öteki kalınca er­
kek sesleriyle tehdit yinelendi. Durumu Cumhuriyet gaze­
tesinde tanıdık yazarlara ilettim, akşam üzeri de Fatih Em­
niyet Amirliği' ne bildirdim.
Telefonda konuşan iki kişiydi, birinin elindeki bir lis­
teden adlar okuduğu, ötekinin yinelediği anlaşılıyordu. Ses­
lerinin tonu bende bunların otuz-otuz beş yaşlar arasında
kimseler olabileceği kanısını uyandırdı, ancak daha genç
de olabilirler kanısındayım. Beni tehdit etmelerinin başlı­
ca nedeni Cumhuriyet gazetesinde birkaç ay önce yayım­
lanan Nakşibendi Tarikatı'yla ilgili konuşmalarımla bu ko­
nudaki kitaplarımdır. Nitekim "İslam" adlı bir dergide,
"Zaman" gazetesinde fotoğrafım yayımlanarak beni ağır
sözlerle yerenler de bu tarikattandı. Bu tarikatın "türban"
nedeniyle bir yıldır başta İstanbul olmak üzere değişik il­
lerde giriştiği eylemler, saldırgan olaylar, yürüyüşler, ya­
yınlar bilinmektedir. Ben de 1 939- 1 945 yılları arasında bu
tarikata girmiş, sonradan iç yüzünü kavrayınca ayrılmıştım,
bu konudaki yayınlarımın, tarikatın iç yüzüyle, Cumhuri­
yet dönemindeki gerici ayaklanmasıyla ilgili araştırmala­
rım beni hedef edinmelerine neden olmuştur kanısındayım.
Nitekim, birkaç gün önce Cumhuriyet gazetesinde yazar
Oktay Akbal' ın "Nakşibendi Olmak (6. 1 . 1 990)" başlıklı
yazısında benim "Tarikatlar Mezhepler Tarihi " adlı kita­
bımdan yaptığı alıntı nedeniyle kendisine de tehditli tele­
fonlar edildiğini, mektuplar yazıldığını bana bildirmişti .

Sonuç:
Telefonla tehdit edilmem bir rastlantı sonucu değil, ör-

95
gütlü gizli bir kuruluşun bilinçli eylemidir. Otuz beş yı ldan
beri oturduğum şimdiki adresimde gizli Kuran kurslarının
oluşturulduğu, özellikle çarşaflıların yoğunlaştığı bilini­
yor. Çarşamba semtinde bu tarikatın etkinliği de kamu­
oyunca bilinmektedir. Soruşturmanın bu noktalar göz önün­
de tutularak sürdürülmesi konusunda gereğinin yapılması­
nı saygılarımla dilerim.

Yazar İsmet Zeki Eyuboğlu

İstanbul Kuşatması

Nakşibendilik'in, Kanuni Süleyman'dan sonra göz dik­


"tiği başlıcı yöre İstanbul'du. İstanbul'un önemi, Hacı Bay­
ram Veli gibi, eski "Ahilik" kuruluşunun en ünlü öncüsü,
Akşemseddin'in kovulduğu yer olmasıdır. Bugün, İstan­
bul 'un yine Fatih yöresinde, Hırka-i Şerifcaddesinde, "Ak­
şemseddin Camii " adıyla anılan bir "mescid" vardır. Nak­
şibendilik, işini yürütmek için, kılık değiştirerek, Özal dö­
neminde burayı ele geçirmiş, bir "külliye" durumuna sok­
ma çabasına koyulmuştur. " Külliye" beş yan kuruluştan
oluşur (Osmanlı toplum geleneğince, okul, aşevi, hamam,
kitaplık, sayrıevi (eski deyimle: medrese, hamam, kütüp­
hane, bimarhane, aşhane), bu adlar değişebilir, değiştirile­
bilir, önemli olan "beş bağımsız kuruluşu bir arada topla­
maktır." Bunu başaramadılar, ancak değişik girişimlerle,
Kunuluş Savaşı sırasında İzmit dolaylarında, Padişah Vah­
dettin 'in İçişleri Bakanlığı 'nca öldürtülen, Yahya Kaptan' ın
dul eşi ile iki çocuğunun kaldığı konutu, bir oyunla ele ge-

96
çirip " Hz. Akşemseddin Vakfı " adı altında topladılar. Şim­
di ilginç bir tarih gerçeğini açıklayalım:�J<.ı�!!!se<1._q!Q.,_Fa­
!jJ:ı_ŞııJ�_n_ M_ehınt:Q_g�!l.eI!l)_n_Q_t:�_ara_y�t_a.r,!!<-a.!ç_ıl_!ğ_ı sokı:na­
_

ya çaJış_rrı�sı 11edt:r.!D'le, 'J�La_ıpa fesat karıştıran_ m_�_t1:1_n "


__ __

_ş_tıçl���� ı yJ�(JöA.J!ii.b'§I�_sj11e_§üı:ii!@ı J 4: 56 q_o laylar!11d�


2rad_a öld_ü..- O dönemde, Hırka-i Şerif çevresinde Müslü­
man yoktu, orası bir Hıristiyan yöresiydi.
Bir i lginç konuya daha değinelim: Nakşibendilik'te,
şimdi birçok Nakşibendi "uleması "nın bilemediği bir giz­
li (hafi) konu vardır: "Nakşibendilik feth (açmak) ile baş­
lar, bu nedenle bir Nakşibendi şeyhi fatih, tarikatın kuru­
cusu ise ebu'l-feth (bir yeri almanın, açmanın atası) demek­
tir. Bu inanç baskısıyla, tarikatın kurucusu niteliğinde, Ku­
ran ' ın " Fatiha Suresi "nin anlamı saklıdır, öyleyse Fatih il­
çesini egemenlik altın almak gerekir.
Şimdi, konuyla tarih akışı içinde, ilgilenen uyanık bir
okuyucu neden Nakşibendilerin Fatih yöresine önem ver­
diğini anlamakta güçlük çekmez. Yine, bu çizgi içinde, baş­
ka bir soruna geçelim, neden Nakşibendilik'te sonradan İs­
lam dinini seçenlere karşı daha çok ilgi duyulur konusuna
değinelim. Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa yakasında
sağladığı yönetimsel egemenlikten en çok yararlananlar, din
değiştirenler "dönmeler" olmuştur. Bu olayın arkasında
birtakım " Hıristiyanlara yükletilen" vergilerden kurtulma
kaygısı vardı, bu da tarih belgeleriyle ortaya konmuştur. Ni­
tekim..NE:kş!b�I1_Q_iJi�?j11_1 ?_'._yı!<!a.n b_l! .Y.a.11'1:• eı:ı_ ��-y-�� ��
_

JiJ.n_<?._11_�iil_��i_11in_ ��J��Li�an5 _cl�ği�t!!:_e_11_(��1!!!!�_1s_i şi_lerdir.


_

Burada kimseyi, değişen inancından dolayı suçlamak gibi


yakışıksız bir düşüncemiz yoktur, ancak olayın kökeninde

97
yatan gerçekleri açıklamaktan da geri kalmak istemiyoruz.
_§§z.gelişi .��leym�ncılık 'ın (Nak�ib�ndilik' in� gün���zde
-�tk�li b� !<oludur) kurucusu.�oıpa.ny.:;ıl!z ya ğa sonradan ()
ii!ke_ye yerleşmiş, Türkiye 'ye göçmüş bir Hıristiyan ailenin
_çocuğudıır, Kanıdeniz'i� Riz� : T�abzon, Gi��s�n �ioi�J"ii- .
[Indaki Nakşibendi Tarikatı'na bağlananların }ıepsi I;.nrıe.:
_ni .1-<iJise�int? b�ğlı, sonradan Müslüman olmuş ailelerden g�­
jir, bunlar arasında Gürcüler çoğunluktadır.poğu Anado­
lu yöresinde, inanç değiştirmelerle ilgili toplumsal çalkan-
tıların başlangıcında geçen olayları öğrenmek için, okuyu­
cuya Abu'l-Faraç Tarihi (Çev. Ömer Rıza Doğrul, 1 950) ad-
-. ,. -

lı yapıtın ikinci cildini ilgiyle okumasını öneririz. Orada,


-· .
,_,_

gugünkü Doğu Anadolu Nakşibendiler_i 'nil}_, )sl.!J:rı�.J!�!�Z:


.
-�E<:;�ki durumları, sorıra ne4en tarikatçı oldtıklarını� �t;:-�_en­
]�rjrıi sezdiren açıklamalar var.dır. ...
Bu olayda, özellikle Karadeniz kıyılarında, Nakşi­
bendilik' in, deği şik adlar altında (Nurculuk, Süleyman­
cılık, Milliyetçilik, Ülkücülük gibi) yayılmasında, ola­
ya tabanından girişilirse, eski inanç değişimlerinden kay­
naklandığı kolayca anlaşılır. Birkaç örnek verelim: Trab­
zon ili dolaylarında, yaşayan imam-hatip okullarının,
büyük bir çoğunluğunun öğrencileri başka illerden (Er­
zurum, Erzincan, Malatya, Kars, Artvin gibi) gelmekte­
dir, oysa bu illerin hepsinde imam-hatip okulları, yurt­
ları vardır. Trabzon' un Maçka ilçesinde açılan imam­
hatip lisesinde okuyan öğrenciler arasında, yerli aile ço­
cukları çok mu, çok azdır. Büyük çoğunluğunu Maçka
ilçesine 1 929'dan sonra gelenlerin torunları oluşturmak­
tadır. Bunları söylerken yurttaşların inançlarını yargıla-

98
mak gibi, yakış ıksız bir düşüncemiz yoktur, ancak orta­
da tüm somutluğuyla dolaşan bir gerçeğe karşı çıkmak
da anlamsızdır.
İstanbul'a yerleşen, burada tarikatçılığın güçlenmesi­
ni sağlayan öncüler arasında Doğu Anadolu kökenliler ço­
ğunluk durumundadır. Olaya bir tarihçi gözüyle bakılırsa,
bizi aşar, ancak toplumsal çalkantılarda ortaya çıkan kim­
selerin bilgisel sorumluluğu gündeme gelirse tartışmalı de­
ğil, kaynaklara dayanması gereken konularla görüşürüz.
Ortada yaşanan, görülen olaylar vardır. Bir düşüncenin, bir
inancın savunucusu olmak başka, onu sömürerek, yandaş­
lar toplama sonucu kendini doğru yolda göstermek başka­
dır.
Burada, ikinci bir yıkıcı girişim vardır, o da çekinme­
den, kaçınmadan söyleyelim, 1 950- 1 960 döneminde, İ stan­
bul çevrelerine yerleşmelerine gerçekte CHP'nin egemen­
liği altında bulunan, bölgelerin yozlaşmasına olanak sağ­
layan yönetimsel uygulamadır. İstanbul yörelerine, İstan­
bul dışından (özellikle yurtdışından) gelenlerin oluşturduk­
ları dengesiz, ölçüsüz, dağınık yerleşim uygulaması cum­
huriyetin temeline akıtılan sulardı.

Şeriat Vakıfları

Yanıltmanın, saptırmanın gereği, nedeni yoktur, bugün


Türkiye Cumhuriyeti ' nde, cami çevrelerinde kurulan
" Vakf" adlı birimlerin hepsi, Nakşibendilik' in denetimi
altındadır. ".Diyanet İ şleri Başkanlığı" tanımı yapılmayan
gizli bir örtü durumundadır. Diyanet İşleri Başkanlığı 'nın

99
denetimi altında bulunan tüm kuruluşların (Kuran kursla­
rının, yurtların, yardım kurumlarının) hepsi devletin değil
Nakşibendilik'in denetimi altındadır, halkı yanıltan, yöne­
tim kurumlarının tüm açıklamaları birer göstermelik giri­
şimdir.
Nakşibendilik'in gelir kaynakları arasında "vakıf"
niteliği taşıyan kuruluşlar, daha doğrusu o adla anılan­
lar üçe ayrılır. Bunların başında "bilim (ilim)" sözcü­
ğünün yanıltıcı bir açıklanışı vardır. Nakşibendilik bu
sözcükten çağdaş uygarlığın yaratıcı kaynağı olan "bi­
lim " i anlamaz, ona göre bilim şeyhin sözleridir, açık­
lamalarıdır, gösterdiği yolda yürümektir, sözün kısası
Kuran ' ın buyruklarını öğrenmektir. Oysa Nakşibendi­
lik'te yer alan kimselerin büyük bir çoğunluğu İ slam ' ın
içeriğini kavram.ak şöyle dursun yalnız başına namaz
.
kılmayı bile becerem ezler bu nedenle onlarda " toplu
ibadet" üstün sayılır. Bu tür kuruluşlar arasında, dini­
ne, inançlarına bağlı kimselerin bıraktıkları kalıtlar (mi­
raslar) çok önemlidir, büyük bir gelir kaynağıdır. B ir ör­
nek vereli m : İstanbul 'da, Beyazıt yöresinde, Bakırcılar
Çarşısı'nda, ünlü yazın tarihçisi, İbnülemin Mahmud
Kemal İnal 'ın evinin bir Nakşibendilik ocağı olan " İl im
Yayma Cemiyeti "ne bağışlandığı biliniyor. " Pembe Ko­
nak " denen bu eski yapı, "Mühürdar Emin Paşa' nın ko­
nağı " sonradan yıkı lmış, bir i şhanına dönüştürülmüştür.
Bu " İlim Yayma Cemiyeti"nde ağırlık " Nurculuk" de­
nen kuruluşun elindeydi (şimdiki durumu bilmiyorum) ,
bu derneğin kurucularının hepsi tarikatçıydı. Bu tür ku­
ruiuşların önemlilerinin elinde İstanbul 'un Vefa yöre-

1 00
sinde, Fatih ilçesinde pek çok konut, kat, yapı, satış ye­
ri vardır. Bunlar, son dönemlerde camilerin giriş katla­
rının altında büyük alış-veriş yerleri açmış; camileri bi­
rer kazanç yuvasına dönüştürmüştür. Özel sigortalar
( Işık Sigorta) bir Nakşibendi kuruluşudur, Asya Finans
bir Nakşibendi kuruluşudur, bunlar gibi dinci yayınla­
rın neredeyse hepsi, Nakşibendilik' le yakın ilişkiler
içindedir.
Burada Nakşibendilik'le ilgili yardım kurumlarını, ge­
lir kaynaklarını sayıp dökmenin, sayısını, kazanç toplamı­
nı tümüyle açıklamanın olanağı yoktur, ancak özellikle İs­
tanbul 'un geliri en doyurucu olan "vakıf" adlı kuruluşla­
rının bu tarikatın elinde olduğu açıkça bilinmektedir.
Bu tür kuruluşların en yaygınları Konya, Erzurum, Ur­
fa, Erzincan, Malatya, Maraş, Sıvas illerindedir. Son yıl­
larda "özel yurtlar" adı altında Karadeniz kıyılarında, da­
.ha çok Of-Sürmene-Araklı-Çaykara-Giresun-Ordu-Sinop
dolaylarında yayılma olanağı bulmuşlardır, nedeni de yurt­
dışına giden işçilerden sağlanan "bağış-yardım" adlı ge­
lirlerdir.
Bugün Anavatan-Doğru Yol gibi yüzeyi başka, tabanı
başka sağcı kuruluşların en sağlıklı dayanakları tarikatlar­
dır. Kapatılan bir partinin tarikatlarla ilgili eylemlerini say­
manın gereği yoktur, açıkça biliniyor. Ötekilerde tarikat
ilişkisi yüzeye yansıtılmıyor, ancak yüksek sorumluluk aşa­
masında bulunan, laik-cumhuriyetçi geçinen öncülerin ko­
nuşmalarından, "irtica" karşısında ağır davranmaktan, çe­
kimser kalmaktan yana oldukları anlaşılıyor. Şaşılası bir ör­
nek verelim: ANAP'ın kazandığı bölgelerde tarikatçıların

101
emekleri, ağırlıkları açı ktı r tarikatların azınlıkta kaldığı
,

yörelerde bu iki sağcı parti büyük gelişme gösterememiş­


tir.

Sonuç

Neresinden bakılırsa bakılsın, Nakşibendi lik ülke


düzeyinde yayı lma olanağı bulmuş, özellikle Adalet Par­
tisi - 1 2 Eylül-Turgut Özal dönemlerinde umulmadık hız­
da bir gelişim ivmesi kazanmıştır. Bunda, adı geçen dö­
nemlerde, iş başında bulunanların, ülke yönetiminden so­
rumlu olanların yardımları, etkileri gözardı edilemeyecek
nitelikte yıkıcı, geriletici, karartıcı olmuştur. Devlet bü­
tünlüğünü yitirmiş, sağ-sol çekişmesi içinde bile dinci­
tarikatçı öbeklere bölünmüştür Köy Enstitüleri 'nin kapa­
tılmasıyla ortaya çıkan ülke düzeyindeki eğitim-öğretim
yetersizliği, köylü çocuklarını imam- hatip adlı kuruluş­
ların karanlık kucaklarına itmekte gecikmemiştir. Yurt
çocukları, karanlık bir geleceğe sürüklenirken, yüksek
görevlilerde yurt sevgisinden, ulus sevgisinden bir iz kal­
mamış, bütün umutlar çarpık bir geleceğin yapı taşlarını
oluşturan oy avcılığına dönüşmüştür. Türkiye devleti,
geçmişin en karanlık günlerinde bile böylesine koltuk
düşkünü, seçim kazanma uğruna yurdu uçuruma sürük­
leme eğilimiyle yozlaşmış bir durumla karşılaşmamıştır.
Birliğin, bütünlüğün en gerekli olduğu konularda, evre­
lerde bile derin bir kış uykusuna yatan sorumluları uyan­
dıracak, kımıldatacak belirti görülmemiştir. Atatürk 'ün
kurduğu TBMM çatısı altında Atatürk ' e sövülmüş, sal-

1 02
dın lmış, çok üzücü sözler söylenmişken, sorumlular " dü­
şünce özgürlüğü" örtüsünün altına girerek, düşüncenin
bile ne olduğunu, özgürlüğün hangi alanlarda aranması
gerektiğini bilememişlerdir. Düşünce özgürlüğü, devrim­
cilik, çağdaşlık yanlıları devlet güçlerinin yumrukları al­
tında ezilirken, kızı erkeği alanlarda sürüklenirken, saçı
başı yolunurken sorumlular sırıtmaktan, suçlu kamu gö­
revlilerini savunmaktan, bunu kamu adına bir görev sa­
yar görünmekten kaçınmamışlar, çekinmemişlerdir. Oy­
sa Atatürk'ün kurduğu devleti yıkmak için alanlara dö­
külenlere " Cumhuriyet yıkılacak şeriat gelecek" diye
bağırıp çağıranlara ses çıkaran olmamıştır.
Genelev patronlarının, kumarcıların, kaçakçıların, İs­
lam 'ın "haram" saydığı kaynakların Ödedikleri vergilerden
aylık alan, TBMM çatısı altında toplanarak İslam'ı savu­
nan, "faizsiz banka" gülmeceleri sergileyen nice " dini bü­
tün" geçinen üyenin karşısına çıkıp da "yerdiğiniz haram
nerde, cebinize aylığınızın yüzde kaçı helal olarak giriyor"
diyebilen bir yenilik yanlısı, devrimci çıkmamıştır. " İs­
lam' ın haramı " nı yerenlerin hepsi, bu "haram "dan "helal" i
üretirken en ufak bir utanma belirtisi göstermemiştir. Alan­
lara dökülen "Anayasa Kuran'dır" diye bağıranların karşı­
sına çıkarak, " Söyledikleriniz doğrudur, Kuran anayasadır,
ancak bu istediğiniz anayasada mezhep, tarikat, kızlar için
imam-hatip okulu, yükseköğrenim olanağı, devlet kurum­
larında kadınlara görev yoktur" diyebilecek nitelikte İs­
lam 'ı bilen, anlayan bir."dinibütün Müslüman" görülme­
miştir.
Geçmişten kalan yaşamı etkileyen, kimi yerde bütün-

1 03
leştiren, anlamlı kılan birtakım gelenekler, alışkanlıklar
vardır. Bunların ürettiği yaygınlaşmış düşünce ürünleri de
vardır, özellikle halkbilgisi varlıkları böyledir, bunların ki­
mine " gelenek-görenek" diyoruz. Bunları insanlar değil,
ancak zaman değiştirebilir, kimini atar, kimini yeni bir bi­
çime sokar, bunları değiştirmeye kalkmanın da gereği yok­
tur. Oysa öyle yapılmıyor, zamanın kimseye sormadan de­
ğiştirdiği, değişmesini sürdürdüğü alışkanlıklar, görenek­
ler, gelenekler bile "din örtüsü" altına sokularak korunmak
isteniyor, üstelik bunlar " İslam" sözcüğünün kapsamında
görülüp. gösterilmeye çalışılıyor. Bu açık bir saptırmadır,
sömürüye kapı açmaktır.
Bugün yurdumuzda Atatürk'ün bile görmediği, dü­
şünmediği, bilmediği yenilikler, yeni uygulamalar vardır.
Çağın yenilik hızı Atatürk'ün görüşlerini aşmıştır. Oysa bi­
zim sözde dincilerimiz, Atatürk'ün görüşlerinin bile öyle
gerisinde kalmışlar ki, insan Atatürk' ün böyle kimselerin
yaşadıkları bir ortamda bu büyük başarıları hangi güçle
sağladığına şaşıyor. Burada, çağın yenilik ivmesini arttıran
atılımları, kısa süre sonra değişecek, bambaşka yenilikler
ortaya konacaktır. Atatürk bir ışıldaktır, gidilecek yolu, o
yolun ön koşullarını, yürüyüş ilkelerini göstermiş, sapta­
mıştır. Bu olayda başlıca etken us denen yönlendirici, eleş­
tirici, ölçüp biçici, tartıcı, düzenleyici yetidir. Başarı bu ye­
tinin aydınlığında yürümekle sağlanır. Uygarlık tarihinde
bir toplumun kurtuluşunu, bağımsızlığını, başarılarını, an­
cak us ilkelerine bağlamakta bulan, bunu toplumsal bir gö­
rüş ölçeği diye vurgulayan ilk devlet kurucu insan Ata­
türk'tür. Atatürk, kurduğu Dil Kurumu, Tarih Kurumu, Ka-

1 04
dm Hakları, Dil Devrimi (yazıyla birlikte) gibi yenilikler­
le, yaşadığı dönemi çok aşmıştı. Bu kurumlar, yenilikler,
oluşumlar üzerinde ayrıntılarıyla durulursa Atatürk' ün gi­
rişimleri, uygulamaları, başarıları karşısında şaşmamak el­
de değildir. İnsanlık tarihinde ulusunun özgün dilini kur­
tarmak, b ilimin aydınlığında inceleme-araştırma konusu
yapmak, dil bilincini uyandırmak için dilinin yapısıyla bağ­
daşmayan yazısını değiştiren yalnızca Atatürk olmuştur.
Bu dil sorunu üzerinde biraz durarak, Türklerin kaç ya­
zı değiştirdiklerini görelim. Bilinen en eski Türk yazısı
"Göktürk Yazısı" denen türdür. Burada Türkler yaşadıkla­
rı bölgelere göre başka yazılar da kullanmışlardır, ancak
bunların dil tarihi bakımından, önemi daha azdır. İkinci bü­
yük değişiklik " Uygur yazısı " denen türde görülmüştür.
Bunun dışında, Çin-Hind kökenli başka yazılar kullanılmış­
sa da yine yaygın bir önem, etkinlik taşımamıştır. Üçüncü
yazı değişikliği Türklerin Müslüman olmaya başlamaları
nedeniyle gündeme gelmiştir. Bu yazı bugün "eski yazı "
denen, yanlışlıkla "Arap yazısı" adıyla anılan Nabati-Hind
kökenli yazıdır, gerçekte İslam 'la, dinle ilgisi yoktur. Eski
Arap yazısı, ya da şimdi Kuran yazısı denen yazı 18 harfli
yazıydı, buna sanırım "huruf-i embar" denirdi. Bu arada
Türkler, özellikle Anadolu'da Grek, Ermeni yazılarını da
kullanmışlardtr, elimizde bu yazılarla yazılmış sayısız ürün
vardır. Son Türk yazısı " Latin yazısı " denen, bugünkü ya­
zıdır. Türk dilinin yapısına, ses düzenine en uygun düşeni
bu yazıdır (birtakım sesleri bütün özellikleriyle vermese bi­
le).
Şimdi konuya gelelim. Atatürk yazıyı değiştirerek, ku-

105
şaklar arasına uçurum soktu, dili değiştirdi, kuşaklar birbi­
rini anlayamıyor diyorlar. Bunları söyleyen şu Prof. Sanlı
"Türkiyat esnafına" soralım, sizden önce gelenler, o yazı­
yı kullananlar (Osmanlı döneminde) birbirleriyle konuşur­
ken, anlaşırken Fuzuli'nin, Baki'nin, Şeyh Galib'in dilini
mi kullanıyordu, onların yazdıklarını kolayca anlayabiliyor­
lar mıydı? Siz Göktürk yazısını, Uygur yazısını okuyup
anlayabiliyor musunuz? O yazıları da Atatürk mü değişti­
rip kuşaklar arasına anlaşmazlık, uçurum soktu? Siz, lise­
yi bile "eski yazı"yla bitirdiniz (bu benden önceki kuşak
içindir), elinize "harekesiz yazılmış" bir Kur'an verseler
okuyabilir misiniz?
Yeni Türkiye devletini kötülemek, Osmanlıya özlem
duymak, sorunları yeterince bilmemekten kaynaklanıyor:
Şimdi, l 950 'den sonra, özellikle elleri, etekleri öpülen ta!
rikatçılar, yandaşları Osmanlı Devleti 'nin yıkılışını bile Av­
rupa 'ya yaklaşmaya, Avrupa uygarlığını benimsemeye bağ­
larlar. Şimdi, bu konuya değinelim. Osmanlı Devleti ' nin ke­
fenini örme ilk kez Kanuni Süleyman' ın Fransızlara verdi­
ği ayrıcalıklarla (kapitülasyonlarla) başlamıştır. Bu kefen
satın alındıktan sonra, cenaze için gereken öteki gereçler
yavaş yavaş toplanmaya girişildi. Genç Osman, Üçüncü
Selim olayları "cenaze suyunu" da sağladı. Osmanlının
yatağa düşme günleri yaklaşıyordu, derken, İkinci Mahmud
yozlaşmış kurumlardan kurtulma yollarını aramaya koyul­
du, çok geç kalınmıştı ancak yapılacak başka bir iş de yok­
tu. Hızla kalkınan, gelişen Avrupa karşısında gerileyen,
içinden çürüyen Osmanlı Devl�ti son soluğunu, Tanzimat
döneminde verdi, ancak bu görkemli tabutu kaldıracak ce-
.

1 06
maat, namazını kıldıracak imam bulunamadı. Peki bu yı­
kımların hangisinin nedeni Atatürk'tü? Osmanlı tabutu, bu
musaila taşında l 9 l 8 yılına değin kaldı, artık ölü kokma­
ya, çevresini tedirgin etmeye başlamıştı. "Sevr Andlaşma­
sı "yla ölünün gömülmesi onaylandı, "cenaze imamı" bu­
lundu. Peki, bunda da suçlu Atatürk'müydü? Değil "ma­
sonlar", "Yahudiler", şunlar bunlar. Peki bu Masonlar, Ya­
hudiler nerelerde oturuyorlardı? Padişahın çevresinde, Sa­
ray'da. Peki bu evrede tarikatçıların etkisi yok muydu? Vol­
kan adlı yayın aracını çıkaran, arda yazılar yayımlayan,
sonra Toptaşı'na atılan kişiler hangi tarikattandı: Nakşiben­
dilik.
"Diyar-ı küfri gezdim beldeler kaşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm
Bulundum ben dahi darüş-şifa- yi Bab-ı Ali'de
Felatunu beğenmez anda çok divaneler gördüm
Huzfır-i kfişe-yi meyhane-i ben görmedim gitti
Ne meclisler, ne sahbalar, ne işrethaneler gördüm
Cihan namındaki bir maktel-i ame yolum düşti
Hükumet derler anda bir nice salhaneler gördüm
Ziya, değmez humarı keyfine meyhiine-i dehrin
Bu işretgehde ben çok kalmadım amma neler gördüm."

1 07

You might also like