You are on page 1of 247

UĞURSUZ

GEZEGEN GALACTICA

Galaksi Imparatorluğ u Serisi • 1

ISAAC ASIMOV
Çeviri: Aslı Kayabal
ISAAC ASIMOV
Isaac Asimov 2 Ocak 1920'de Rusya'da doğ muştur. Yahudi asıllı ABD'li
yazar, ayrıca biyokimyacıdır.

Pek çok konuda yapıtları olmasına karşın, bilim-kurgu eserleri ve


popü ler bilim kitapları ile tanınmıştır. Kurgu olmayan çok sayıda
eserinin yanı sıra Fantezi dalında da yazmıştır. Dewey Ondalık
Sını landırma sistemindeki Felsefe hariç tü m ana dallarda eserleri
vardır. Asimov ortak gö rü şle bilim-kurgu dalının ustasıdır. Robert A.
Heinlein ve Arthur C. Clarke ile birlikte yaşadığ ı dö nemde "Uç Bü yü k"
bilim kurgu yazarından biri olarak kabul edilmiştir.

En prestijli bilim-kurgu ö dü lleri olan Hugo ve Nubula ö dü llerini


kazanmıştır. Kaleme aldığ ı Foundation (Vakıf) serisi ile ü nü nü katlayan
Asimov, 6 Nisan 1992'de yaşama veda etmiştir.
Galaksi İmparatorluğu Serisi

1. Uğursuz Gezegen Galactica (1950) - Baskan Yayınları
2. Asi Gezegen Tyrann (1951) - Baskan Yayınları
3. Tanrılar ve İmparatorlar (1952) - Altın Kitaplar
Galaksi İmparatorluğu Serisi
Okuma Rehberi
Galaksi Imparatorluğ u serisinin okunma sırasıyla ilgili bazı tartışmalar
yaşanmıştır. Isaac Asimov, serinin daha iyi idrak edilebilmesi için kendi
yazdığ ı sıraya gö re değ il, olayların kronolojik sırasına gö re okunmasını
tavsiye etmiştir. Ancak kimileri bu sırayla okumanın hikâ yedeki bazı
sü rprizleri bozabileceğ ini, dolayısıyla yazım sırasına gö re okunması
gerektiğ ini dü şü nmü ştü r.

Şu an okumakta olduğ unuz sıra, yayınlanma tarihine gö re dizilmiştir.


Eğ er Asimov'un tavsiyesi olan kronolojik sıraya uymak isterseniz
kitapları şu sırayla okumalısınız: 1. Tanrılar ve İmparatorlar, 2. Asi
Gezegen Tyrann, 3. Uğursuz Gezegen Galactica
1
Bir Adam Ayağını Kaldırıyor

Çok iyi bildiğ i Dü nya yü zeyinden temelli kaybolmadan iki dakika ö nce,
Joseph Schwartz, Chicago banliyö sü nü n sevimli sokaklarında
Browning'ten mısralar okuyarak geziniyordu.
Bir anlamda bu biraz garip bir şeydi. Bilmeyen biri sokakta rastladığ ı
Schwartz'ın Browning'in hayranı olabileceğ ini asla tahmin edemezdi.
Çü nkü bü tü n hatlarıyla neyse, oydu Schwartz: Bugü n genel kü ltü r
denmesi mü nasip gö rü len şeyden tamamen yoksun bir emekli terzi.
Bununla beraber çok meraklı bir kişi olduğ undan, çok okumuştu ve bu
okuma oburluğ u bilgeliğ in bü tü n alanlarında bir sü rü şey ö ğ renmesini
sağ lamıştı. Olağ anü stü bir de belleğ i olduğ undan, ö ğ rendiklerinin
hiçbirini unutmamıştı.
Orneğ in gençliğ inde Browning'in "Haham Ben Ezra"sını iki kere
okumuştu ve elbette bu eseri ezbere biliyordu. Manzumenin bü yü k bir
bö lü mü kendisi için çok karanlıktı, ama birkaç yıldan beri ilk ü ç mısrayı
kalpten sö ylü yordu.
O 1949 yılının bol gü neşli ve aydınlık yaz gü nü nde de, mısraları
içtenlikle okumaktaydı yine:

"Birlikte yaşlanalım!
En güzeli daha doğacak,
Doruk, yaşanan her şeyin var oluş nedeni."

Schwartz, şairle tamamen aynı gö rü şteydi. Avrupa'daki çetin gençlik
yıllarından ve gö ç ettiğ i Birleşik Amerika'da karşılaştığ ı gü çlü klerden
sonra, rahat bir yaşlılığ ın huzurlu havası, hoş bir umuttu. Bir evi, biraz
da parası vardı... Emekli olmaya yetecek kadar. O da ö yle yapmıştı.
Sağ lıklı bir eş, iyi birer evlilik yapmış iki kız, bir de torunla şu kavanoz
dipli dü nyadaki son yıllarını neşeyle geçirebilirdi, neden şikâ yet
edecekti ki daha?
Elbette atom bombası vardı ve bü tü n sohbetlerde bir ü çü ncü dü nya
savaşı ihtimali insanı ü rkü terek gü ndeme geliyordu, ancak Joseph
Schwartz insanoğ lunun doğ uştan var olan iyiliğ ine inanırdı. Yeni bir
savaş çıkabileceğ ini dü şü nemiyordu. Dü nyanın bir atom cehennemine
daha tanıklık edebileceğ ini aklı almıyordu.
Bu yü zden yolda karşısına çıkan çocuklara mü ş ik bir gü lü msemeyle
bakıyor, içinden gençlik yıllarını bü yü k gü çlü klerle karşılaşmadan
geçirip, varoluşun en iyi bö lü mü olan yaşlılığ ın sakin sularına
varmalarını diliyordu.
Kaldırımın orta yerinde, kendisini evlat edinecek bir ana-baba bekler
gibi duran bez bir bebeğ e çarpmamak için ayağ ını kaldırdı. Ayağ ını
yeniden yere basmamıştı ki birden...

Chicago'nun bir başka semtinde, Nü kleer Araştırmalar Enstitü sü 'nü n
binası vardı. Burada da insanoğ lunun tabiatının temel değ eri hakkında
bir ikri olan insanlar bulunuyordu, ama onların gö zü nde bunlar pek
ö vü nemedikleri kuramlardı, çü nkü insan denen yaratığ ın niceliğ ini
ö lçebilecek alet henü z icat edilmemişti. Kişisel gö rü şleri ne olursa
olsun, hepsi de gö kyü zü ndeki yıldırımın, her masum ve ilginç icadı
ö ldü rü cü bir silâ h haline dö nü ştü rü veren sö z konusu insan tabiatını
engelleyeceğ ini umuyordu.
Ote yandan vicdanının uyarılarına rağ men merak gü dü sü yle
Dü nya'nın yarısını yerle bir edebilecek çalışmalarından vazgeçmeyen
atom araştırıcısı, çağ daşlarının en aptalının bile hayatını kurtarmak
için kendi hayatını feda etmekten çekinmezdi kuşkusuz.
Dr. Smith'in dikkatini çeken kimyacının sırtında parıldayan
mavimtırak ışık oldu.
Bunu, kapısı aralık laboratuvara girerken fark etti. Kimyacı, şen
tabiatlı bir genç adamdı, içinde solü syon bulunan derecelendirilmiş bir
deney kabını eğ erken, bir yandan da ıslık çalıyordu. Kaptaki toz, yavaş
yavaş erimekteydi. Hepsi bu kadardı. Dr. Smith'i birden durmaya
zorlayan içgü dü , bu kez davranmaya itti.
Hızla içeri dalıp, bir madenı̂ cetvel kaptı, bir darbede masanın
ü zerinde ne var, ne yoksa silip sü pü rdü . Erime halindeki madenin
uğ ursuz bir ıslığ ı andıran sesi işitildi.
Dr. Smith'in burnundan bir damla ter aşağ ı doğ ru sü zü ldü .
Kimyacı aptal aptal beton zemin ü zerindeki çoktan sertleşmiş
madensel parçacıklara baka kaldı. Hâ lâ bü yü k bir sıcaklık taşıyordu
ü zerlerinden.
— Ne oldu? diye endişeyle sordu.
Dr. Smith omuzlarını silkti. O da sarsılmıştı:
— Bilmem. Asıl siz sö yleyin bana olup bitenleri. Ne hazırlanıyor
burada?
— Hiç, diye şikâ yetçi bir sesle cevap verdi genç adam. Deney
kabındaki ham uranyumdan başka bir şey değ ildi. Bakıra elektrolitik
dozaj yü klemesi yapıyordum... Anlayamadım ne oldu.
— Ne olduğ unu ben de bilmiyorum, delikanlı, ama gö rdü ğ ümü
sö yleyebilirim: O platin kaptan ışıklı bir hâ le yayıldı. Orada katı
radyasyon vardı. Uranyum ü zerine mi çalıştığ ınızı sö ylemiştiniz?
— Evet, ama ham halde uranyum. Tehlikeli değ ildir. Yani demek
istiyorum ki ö rneğ in sa lığ ı, kaynaşmanın en ö nemli koşullarından
biridir, değ il mi? (Diliyle dudaklarını, ıslattı.) Acaba bir kaynaşma
olabilir mi efendim? Plü tonyum değ ildi ü zerinde çalıştığ ım. Partikü l
bombardımanı da yapmadım.
— Ornek de kritik kitlenin altındaydı, diye dü şü nceli bir sesle ekledi
Dr. Smith. (bakışlarını mermerin ü stü ndeki masada, boyaları kabarmış
ve kararmış dolaplarda, zemini çizik çizik etmiş gü mü ş renkli hatların
ü zerinde dolaştırdı.) Oysa uranyumun ergime noktası yaklaşık 1800
derecedir. Oyle işi ha ife alıp konuşacak kadar da nü kleer olayları
bilmiyoruz. Ama bu oda radyasyonla dolu olmalı. Soğ uyunca, iyice tahlil
etmek için parçacıkları toplamak gerekecek.
Dr. Smith dü şü nceli dü şü nceli çevresini sü zdü , karşısındaki duvara
yaklaşıp, omuz hizasındaki yü kseklikte bir yere çekinerek dokundu.
— Bu nedir? Hep burada mıydı bu?
— Nedir o?
Kimyacı telaşla yü rü yü p, yanına vardı ve Dr. Smith'in gö sterdiğ i yere
baktı. Bu, ince bir çivinin açabileceğ i çapta, kü çü cü k bir delikti. Ama
çivi geri çekileceğ i yerde, duvarın kalınlığ ınca, alçı ve tuğ laları delip
geçmiş gibiydi. Hatta delikten ö te yandaki gü n ışığ ı gö rü nü yordu.
— Ilk defa gö rü yorum bunu, dedi başını sallayarak genç adam. Ama
hiç dikkat etmediğ imi de sö yleyeyim.
Smith cevap vermedi. Yavaş yavaş gerileyip, ince sacdan yapılmış
termostatın ö nü nden geçti, içindeki su, bir metronom dü zeniyle çalışan
karıştırımın etkisiyle sallanıyordu. Kabın dibinde de, suyu ısıtmaya
yarayan ampuller, cıvalı rö lenin temposuna uygun bir biçimde, çılgın
gibi yanıp sö nü yordu.
— Peki, ya bu? Bu da burada mıydı?
Dr. Smith bö yle derken, tırnağ ının ucuyla da termostatın en geniş
yü zeyindeki bir şeyi kazıdı. Su dü zeyinin biraz altında, sacın ü zerindeki
kü çü k bir çemberi.
Kimyacı gö zlerini kırpıştırdı.
— Size temin ederim ki bu ö nceden yoktu.
— Hımm... Obü r tarafta acaba bir başka delik daha var mı?
— Vay canına! Evet efendim, var!
— Gü zel. Gelin buraya. Şö yle bir bakın bakalım. Lü tfen termostatı
durdurun. Tamam, durun ö yle, kıpırdamayın.
(Smith, parmağ ını duvardaki deliğ in ü zerine koydu.) Ne
gö rü yorsunuz?
— Parmağ ınızı, efendim. Duvarın delindiğ i yer mi orası?
Dr. Smith bu soruyu yanıtlamadı.
— Şimdi aksi yö ne bakın, dedi sakince. Şimdi ne gö rü yorsunuz?
— Hiçbir şey.
— Ama uranyumun konduğ u kap, orada duruyordu. Tam oraya
bakıyorsunuz, değ il mi?
— Oyle sanıyorum, dedi ısrarla kimyacı.
Dr. Smith, ardından çekmediğ i kapının ü zerindeki ada baktıktan
sonra, sert bir sesle devam etti:
— Bu olay çok gizli olarak kalacak, bay Jennings. Hiç, ama hiç kimseye
bahsetmeyeceksiniz, yasak ediyorum. Anlaşıldı mı?
— Evet efendim.
— Haydi, çıkalım şimdi. Radyasyon tespit servisinden burayı
denetlemelerini isteyelim. Biz de dispansere kadar bir uzanalım.
Delikanlı sarardı:
— Biz de radyasyon aldık mı acaba efendim?
— Gö receğ iz.
Fakat ü zerlerinde radyasyon yanığ ı belirtisi bulunmadı, ikisinin de
alyuvar sayısı normaldi. Saç diplerinin incelenmesi de negatif sonuç
verdi. Hissettikleri mide bulantısını ise psikosomatik bir tepki olarak
yorumladılar.
Koca Enstitü 'de hiç kimse, ne o anda ne de daha sonra kritik kitlenin
çok altında ham uranyum konmuş bir deney kabının, doğ rudan
nö tronla bombalanmadığ ı halde, tehlikeli olduğ u kadar anlamlı bir
aydınlık saçarak sıvı hale dö nü ştü ğ ünü izah edebildi.
Varılan tek sonuç, nü kleer iziğ in hâ lâ çok karanlık ve garip, endişe
verici yö nleri olduğ unu kabul etmekti.
Yine de Dr. Smith hazırladığ ı en son raporda bü tü n gerçeğ i olduğ u gibi
sö ylemeyi gö ze alamadı. Laboratuvarın duvarındaki delikten
bahsetmedi. Deney kabına en yakın olan deliğ in zor gö rü ldü ğ ünü ,
termostatın ü zerindekinin ondan daha bü yü k olduğ unu ve başlangıç
noktasından ü ç defa daha uzaktaki ü çü ncü sü nü n çapının bir çivinin
çapında olduğ unu da belirtmedi.
Dü z bir çizgi halinde yayılan bir ışın, dü nyanın yuvarlaklığ ı kendisini
hissettirinceye kadar yoluna devam edip, başka zararlar da verebilirdi.
O andan itibaren de, genişledikçe gü cü nü yitirerek uzaya doludizgin
dalar, evrenin bü tü nü nü n dokusunda bir anormallik yaratabilir.
Dr. Smith bu pek gö z kamaştırıcı varsayımdan kimseye tek kelime
etmedi.
Ertesi gü nü n sabahında, dispanserde bü tü n sabah gazetelerini
getirtip, kafasının içinde pek belli dü şü nceyle hepsini satır satır
okuduğ undan da kimseye sö z etmedi.
Fakat Chicago gibi dev şehirlerde her gü n hatırı sayılacak kadar çok
sayıda insan kaybolurdu. Ve hiçbir tanık, deliler gibi çığ lıklar atarak bir
karakola dalıp, bir insanın gö zleri ö nü nde birden yok oluverdiğ ini ihbar
etmemişti. En azından basında bö yle bir haber yer almamıştı. Bunun
içinde sebebini izah edemediğ i bir rahatlık duygusu uyandırdığ ını
hissetti.
En sonunda Dr. Smith olayı unutmayı başardı.

Joseph Schwartz'ın başına gelen olay, ayağ ının biri havadayken


gerçekleşmişti. Bez bebeğ in ü stü nden atlamak için sağ ayağ ını yukarı
kaldırdığ ı anda belirsiz bir baş dö nmesi hissetmişti. Ani bir kasırga
kendisini yerden kaldırmış ve tepetakla edivermişti. Ayağ ını yeniden
basınca, ciğ erleri hırlayarak boşaldı, yavaşça çö ktü , çimlerin ü zerine
dü ştü .
Uzun bir sü re, gö zleri kapalı, bekledi.
Sonra gö zlerini açtı.
Doğ ruydu! Çimlerin ü zerine oturmuştu. Daha bir an ö nce aynı yerde
yalnız kırılmış taştan bir yol vardı.
Evler, çim bahçelerinin orta yerine oturtulmuş sıra sıra beyaz evler
kaybolmuştu. Hepsi!..
Zaten kendisi de çimde değ il, sert ve yabanı̂ otların ü zerinde
oturuyordu. Ve çevresinde ağ açlar vardı. Çok sayıda ağ aç. Ilerde, ufukta,
daha da çok vardı.
Işte Joseph Schwartz asıl bü yü k şoku o zaman geçirdi: Ağ açların
bazılarının yaprakları kızıl renkteydi. Elinde birden kuru, solmuş,
buruşuk bir yaprak hissetti. Şehirliydi şehirli olmasına, ama sonbahar
nedir, bilirdi.
Sonbahar!.. Oysa o ayağ ını kaldırdığ ında, aylardan hazirandı, her taraf
yemyeşil ve taptazeydi.
Mekanik bir hareketle bakışlarını ayaklarına çevirdi ve hayretle
bağ ırarak kolunu ileri uzattı... Uzerinden atladığ ı kü çü k bez bebek,
gerçeğ in garip kanıtı...
Hayır, olamaz! Bebeğ i, titreyen ellerinin arasında çevirdi. Bebek artık
bir bü tü n değ ildi. Ama parçalanmış da değ ildi. Belirgin bir biçimde
ikiye ayrılmıştı. Bu garipti işte. Boyunca ikiye ayrılmıştı ve o kadar net
bir biçimde bö lü nmü ştü ki, ipek sü sü dahi kıl farkı oynamamıştı
yerinden.
Sol ayakkabısındaki bir parlaklık dikkatini çekti. Bebeğ i bırakmadan,
dizini kaldırdı. Tabanının ayakkabının ü st derisinden taşan kısmı da
kesilmişti. Fakat dü nyalı hiçbir kunduracı, dü nyadaki bıçaklardan
biriyle deriyi bö yle kesemezdi. Kertiğ e inanılmayacak derecede eşit ü st
kısım, adeta sıvı bir parlaklıktaydı.
Omuriliğ inden beynine doğ ru çıkan sıkıntı, birden billurlaştı ve
Schwartz dehşetle kımıldadı.
Çılgın bir dü nyanın orta yerinde tek tanıdık kendi sesi olduğ undan,
konuştu. Ve işittiğ i ses kendisine boğ uk, gergin ve kesik gibi geldi:
— Birincisi, ben deli değ ilim, diyordu ses. Kendimi her zaman nasıl
hissettimse, yine ö yle hissediyorum. Elbette, deli olsaydım, belki bunu
anlayamazdım. Yani şey değ ilse... Hayır! (Bir sinir bunalımına
kapılmamak için çabaladı.) Bunun bir başka izahı olmalı!
Dü şü ndü . Rü ya mı gö rü yorum? Bunun bir rü ya olup olmadığ ı nasıl
anlaşılır? (Kendisini çimdikledi, canı acıdı ve başını salladı.) Rü yamda
da kendimi çimdiklediğ imi gö rebilirim. Bir delil değ il bu!
Çılgınca bir bakışla çevresini sü zdü . Hiç rü ya bu kadar belirgin,
ayrıntılı, kesin olabilir miydi? Bir zamanlar rü yaların ancak beş saniye
sü rdü ğ ü nü , uzunluğ unun bir hayal olduğ unu okumuştu.
Ne gü zel teselli! Gö mleğ inin kolunu sıvayıp, saatine baktı. Saniyeleri
gö steren ibre dö nü yor, dö nü yor, dö nü yordu... Bir rü ya olsaydı bu, şu
beş saniyede rü yasının sona ermesi gerekirdi.
Bakışlarını saatten ayırıp, boş yere alnında biriken soğ uk terleri
silmeyi denedi.
— Peki, ya bir hafıza kaybı krizi geçiriyorsam?
Sorusunu cevapsız bıraktı, ama başını ellerinin arasına aldı.
Eğ er gerçekten ayağ ını kaldırmışsa ve aynı anda aklı bildiğ i rayından
çıkmışsa, ü ç ay sonra, sonbaharda ya da bir yıl ü ç ay sonra veya on yıl
ü ç ay sonra bu garip yerden geçerken yeniden rayına oturmuşsa?.. O
zaman bir tek adım attığ ı izlenimi kalırdı ü zerinde... Peki, nereye
gitmişti bö yle? Bu arada ne yapmıştı?
— Hayır! diye haykırdı.
Imkâ nsız bir şeydi bu. Gö mleğ ine baktı. Bu sabah giydiğ i gö mlekti.
Yani bu sabah olması gereken sabah. Ustelik temizdi de. Bir an dü şü nü p
elini ceketinin cebine daldırdı ve bir elma çıkardı.
Meyvayı hırsla ısırdı. Elma iyice olgundu ve sabah, iki saat ö nce
buzdolabından alırken ü zerinde olan tazeliğ ini hâ lâ koruyordu.
Peki, ya şu kü çü k bebek? Bu ne demek oluyordu?
Aklını kaybettiğ i izlenimi vardı ü zerinde. Eğ er bu rü ya değ ilse,
gerçekten çıldırıyor olmalıydı.
Birden vaktin aynı olmadığ ını anladı. Gü nü n sonuydu. Çü nkü gö lgeler
iyice uzamıştı. Birden yerin ıssızlığ ı soğ uk bir palto gibi çö ktü ü stü ne.
Sendeleyerek ayağ a kalktı. Birini bulmalıydı, insanları. Kim olursa
olsun! Ve bir ev. Mutlaka bulmalıydı. Bunun için de en iyi çare, ö ncelikle
bir yol bulmaktı.
Mekanik bir şekilde ağ açların en seyrek olduğ u yö ne doğ ru yü rü meye
başladı.
Kişiliksiz bir asfalt şeride vardığ ında, akşam serinliğ inin ceketinin
içine işlediğ ini ve ağ açların tepelerinin gö lgelendiğ ini gö rdü .
Ferahlamanın verdiğ i boşalımla, hıçkırarak asfalta daldı, ayaklarının
altında sert asfaltı hissetmek onu mutlu etti.
Fakat yolun her iki yö nü de bomboştu ve yeniden donar gibi oldu.
Arabalara rastlayacağ ını ummuştu. O zaman içlerinden birini
durdurmak ve sü rü cü sü ne, "Chicago'ya gidiyor musunuz?" diye sormak
ne kadar kolay olacaktı! (O kadar heyecanlıydı ki, soruyu yü ksek sesle
tekrarladı.).
Ya Chicago'dan uzakta, çok uzakta ise? Ne yazar? Hangi bü yü k şehre
varsa, oradan telefon edip, nerede bulunduğ unu haber verebilirdi.
Cebinde ancak 4 dolar 27 sent vardı, ama polisle sorununu
halledebilirdi nasıl olsa...
Şosenin ortasında yü rü yor, sık sık ö nü ne ve arkasına bakıyordu.
Bir tek araç geçmiyordu. Hiç!.. Ve hava iyice kararmaya başlamıştı.
Solunda u kun tutuştuğ unu gö rü nce, yeniden bir baş dö nmesi krizine
kapıldığ ını sandı. Ağ açların arasında soğ uk ve mavi bir aydınlık. Dilim
dilim uzandığ ını tahmin ettiğ i orman yangını gö rü ntü sü nden apayrı bir
şey. Sağ ır ve sü rü nen bir aydınlıktı bu. Ayağ ının altındaki asfalt birden
cazırdıyormuş gibi geldi kendisine. Yoklamak için eğ ildi, ama bir şey
fark etmedi. Ama gö zü nü çelen zayıf bir yansıma eksik olmuyordu hiç.
Kö rcesine ilerlemeye devam etti. Adım sesleri asfaltta boğ uk ve
dü zensiz bir çekiç gü rü ltü sü nü andırıyordu. Parçalanmış bebeğ i hâ lâ
elinde tuttuğ unu fark edince, birden ö keyle fırlatıp attı.
Hayatın sırıtan ve sinsi son belirtisi... Paniğ e kapılıp, duruverdi. Her
şeye rağ men bez bebek, deli olmadığ ının kanıtıydı. Bu delile ihtiyacı
vardı.
Diz çö kü p, el yordamıyla bebeğ i bulana dek aradı. Belli belirsiz
aydınlık asfalt ü zerinde kara bir leke gibi gö rdü bebeğ i. Alıp, ayrılmak
ü zere olan sü sü nü bağ ladı.
Sonra koşamayacak kadar umutsuz halde yeniden yü rü meye koyuldu.
Acıkmaya ve korkmaya başlamıştı. Evet, gerçekten korkuyordu ki,
birden sağ tarafında bir ışık gö rdü .
Elbette bir evdi bu!
Çığ lıklarına kimseler cevap vermedi, ama bal gibi bir evdi bu. Korkunç
çö lü n ortasında gerçek kıvılcımı kendisine gö z kırpıyordu işte.
Saatlerdir taban teptiğ i çö lden kurtulacaktı demek. Asfalt yoldan
ayrılıp, araziye daldı, çukurların ü zerinden atladı, korulukları dolandı,
çitleri aştı, bir dereden geçti.
Ne kadar garip! Dere de belli-belirsiz fosforlu bir ışık saçıyordu sanki.
Fakat aklı bunu zor kaydetti.
En sonunda ulaştı eve. Eliyle yokladığ ı beyaz bir yapıydı bu. Ne
tuğ laydı, ne de taş. Ahşap da değ ildi. Ama aldırmadı bile. Dokununca
mat ve sert, bir çeşit porselenden yapılmıştı sanki. Umurunda bile
değ ildi. Bü tü n sorun kapıyı bulmaktı. Buldu da. Zil gö remeyince, tekme
vurmaya başladı. Bir yandan da deliler gibi bağ ırıyordu.
Içerde bir şeyler kıpırdadı ve ne mucize! Bir ses işitti!
Kendisininkinden başka bir insan sesi.
— Hey! Evdekiler!
Kapı, iyi yağ lanmış bir ray ü zerinden kayarken çıkan sesle birlikte
açıldı. Bakışlarında bir endişe parıltısı okunan bir kadın belirdi eşikte.
Uzun boyluydu. Arkasında da yü zü nü n hatları sert, sırtında iş tulumu
olan bir erkek silueti belirdi... Hayır, iş tulumu değ ildi bu. Aslında
Schwartz bö yle bir giysi hiç gö rmemişti hayatında, ama nedense
insana iş tulumu gibi geliyordu.
Schwartz'ın tahlil kafası yoktu. Onun gö zü nde bu çift -ve giysileri
gü zeldi. Insanın ancak dostları bu kadar gü zel olabilirdi. Terk edilmiş ve
yalnız adamın gö zü ne gö rü necek kadar gü zel.
Kadın bir şeyler sö yledi. Sesinin akıcı bir yö nü vardı, ama tonu
emrediciydi. Joseph Schwartz, dü şmemek için kapıya tutundu.
Dudakları boşuna kıpırdandı. Olanca korkusu yeniden depreşti.
Boğ ulacağ ını, yü reğ inin donduğ unu sandı.
Çü nkü kadın hiç bilmediğ i bir dilde konuşuyordu.

2
Bir Yabancıdan Yararlanış

Aynı akşam, biraz daha erken saatlerde, Loa Maren, soğ ukkanlı kocası
Arbin'le iskambil oynuyordu. Bir kö şedeki motorlu koltuğ unda oturan
ihtiyar, okuduğ u gazeteyi ö keyle buruşturup, seslendi: "Arbin!"
Arbin Maren hemen cevap yermedi. Elindeki ince ve yumuşak
dikdö rtgenleri yoklayarak, bir sonraki oyununu dü şü ndü . Ağ ır kararını
aldı ve ancak o zaman dalgın dalgın sordu:
— Ne var, Grew?
Saçları kırlaşmaya yü z tutmuş ihtiyar, ö nceden buruşturduğ u
gazetesinin ardından, damadını ö keli bir bakışla sü zdü . Bu gü rü ltü de
teskin edici kim bilir ne gibi bir şey buluyordu. Enerji dolu bir adam, iki
ayağ ı da felç olup, tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kalırsa,
elbette içindekileri ifade edeceğ i bir yol bulur. Grew de gazetesini
kullanıyordu işte. Gazeteyi buruşturuyor, sallıyor, gerektiğ inde de,
yetişebildiğ i her şeye vuruyordu.
Başka yerlerde insanların, standart bir ekrandan çö zü p
okuyabildikleri ve mikro ilm rulolarıyla aktarılan tele-haber makineleri
vardı. Ama Grew bu dejenere olmuş yö ntemden yü rekten nefret
ediyordu.
— Dü nyaya gö nderdikleri arkeolojik misyon hakkında yazdıklarını
okudun mu?
— Hayır, dedi kayıtsızca Arbin.
Bu, Grew'u şaşırtacak bir cevap değ ildi. Başkaları daha gazeteyi
okumamıştı ve aile bir yıl ö nce videosunu geri vermişti. Ama her ne
olursa olsun, onun sorusu zaten konuşmayı açmak için yö neltilmişti.
— Ya, bö yle işte. Bir heyet gö nderiyoruz. Ustelik yü klü bir destekle.
Buyur... Ne dersin buna?
Ve ihtiyar adam, genellikle yü ksek sesle okuyan herkesin yaptığ ı gibi,
dü zensiz bir ses tonuyla haberi okumaya başladı: "Imparatorluk
Arkeoloji Enstitü sü 'nde araştırmalarla gö revli Bel Arvardan,
Samanyolu basınına verdiğ i demeçte, Dü nya gezegeninin Sirius
bö lgesinde yapılması plâ nlanan arkeolojik incelemelerin ilginç
sonuçlar verebileceğ ini ve çok verimli sonuçlar almanın mü mkü n
olduğ unu sö ylemiştir. Bel Arvardan, "Dü nya, ilkel uygarlığ ı ve tü rü nü n
tek ö rneğ i olan çevresiyle, sosyal bilimlerle ilgilenen uzmanlar
tarafından uzun bir ihmale uğ ramış sapık bir kü ltü rü temsil etmektedir
ve aynı uzmanlar burada ancak gü ç bir mahalli yö netim denemesine
kalkışmışlardır" demiştir. Oyle sanıyorum ki bir-iki yıla kadar insanın
evrimi ve tarihi hakkında bellediğ imiz kavramlarda çok kö klü
değ işiklikler olacaktır vesaire, vesaire!" diye bitirdi Grew.
— Nedir bu "sapık kü ltü r" denen şey? diye sordu okuduğ unu
isteksizce dinleyen Arbin.
— Sıra sende, sen oynayacaksın Arbin, dedi, hiç dinlemeyen Loa.
— Ne o? "Tribü ne" bu haberi neden başlattı, sormayarak mısın? diye
gü rledi Grew. Oysa bilirsin ki altında iyi bir sebep olmasa, Samanyolu
basınının bir tek haberi girmezdi bu gazeteye!
Sö zlerinin hiçbir tepki uyandırmadığ ını gö ren ihtiyar, devam etti:
— Çü nkü bu konuda bir başmakale yayınlıyorlar da, ondan. Bu adamı
ö vmek için koca bir sayfayı kaplayan bir başmakale! Arvardan,
herkesten başka ve alevler arasında inecek! Sö zde bilimsel nedenlerle
buraya gelmek isteyen biri. Bunun için de kıyametleri koparıyorlar. Şu
şamataya bak... Al, şunu okusanıza biraz bana.
Grew, gazeteyi kızıyla damadına doğ ru uzatıp salladı.
Loa Maren kâ ğıtlarını bırakıp, dudaklarını ısırdı:
— Baba, çok yorucu bir gü n geçirdik. Ne olur, siyaseti bir kenara
bırakalım şimdi. Daha sonra bahsederiz bundan, olur mu? Rica
ediyorum, baba.
— Rica ediyorum baba, rica ediyorum baba! diye yü zü nü buruşturup
kızını taklit etti ihtiyar. Babanla gü ncel olaylar hakkında en basit bir
sohbete bile yanaşmadığ ına gö re, artık ondan iyice bıkmış olman
gerekir. Beni koltuğ uma çakılı gö rü p, ü ç kişinin işini bir kişiye
yü klemek, ağ ır geliyor elbette size. Kimin kabahat? Ben de gü çlü
kuvvetliyim, ben de çalışmaktan başka bir şey istemiyorum. Biliyorsun
ki bacaklarımı tedavi ettirebilir ve sağ lığ ıma kavuşabilirdim.
Bir yandan konuşuyor, bir yandan da bacaklarına şamarları
indiriyordu, ama acısını hissetmiyordu bile.
— Ama olmuyor, çü nkü benim çok yaşlı olduğ umu sö ylü yorlar.
Tedaviye değ meyecek kadar yaşlı! Buna "sapık kü ltü r" denmez mi?
Çalışmaya muktedir bir adama bu hakkın tanınmadığ ı bir topluma,
başka nasıl sıfat yakıştırılır? Şu belalı sö zde "orijinal kurumlar"ımızın
kapısına bir kilit asmanın zamanı gelmedi mi daha? Topunun canı
cehenneme! Bana kalırsa...
Durmadan kollarını sallıyordu ve ö keden yü zü mosmor olmuştu.
Arbin yerinden kalktı. Elini kuvvetlice ihtiyarın omuzuna koydu.
— Haydi, Grew! Ne var bunda sinirlenecek? Siz gazetenizi bitirince,
makaleyi okurum.
— Elbette, ama sen de onlarla birlik olacaksın. O zaman neye
yarayacak bu? Siz gençler, birer yavşak rakamdan başka bir şey
değ ilsiniz! Eskiler'in elinde birer balmumu!
— Sus, baba! diye kestirip attı Loa. Aynı şeyi yine ortaya atma.
Birkaç saniye kulak kabarttı. Nedenini bilemiyordu, ama...
Arbin ne zaman Eskiler Cemiyeti'nden bahsedilse, şaşmaz bir şekilde
sırtını ü rperten soğ ukluğ u yine hissetti Grew'un.
konuştuğ u gibi konuşmak, Dü nya'nın eski kü ltü rü yle alay etmek,
sağ lıksız bir davranıştı. Bir de... Bir de...
Bir kere bu dü pedü z sindirimcilik demekti. Arbin tü kü rü ğ ünü hemen
yuttu. Sindirimcilik, kaba bir kelimeydi. Dudaklarının arasından
çıkmasa bile.
Grew'un gençliğ inde, elbette eski alışkanlıkları çoğ altmak gibi aptalca
hikâ yeler çok anlatılıyordu, ama şimdi çağ , bizim çağ ımızdı. Bunu
bilmesi gerekirdi bü yü k bir ihtimal, biliyordu da, ama insanın tekerlekli
bir koltuğ a esir olması kolay değ ildi. Bu yü zden mantıklı
dü şü nemiyordu. Gelecek nü fus sayımına kadar kalan gü nlerini saymak
acıydı elbette.
Grew belki de bunu ha ife alıyordu ama başka bir şey sö ylemedi.
Yavaş yavaş sakinleşti. Yazılardaki har leri giderek daha gü ç fark
etmeye başladı. Eleştirici bir dikkatle spor sayfasını okumaya
başlayamadan, çenesi dü ştü . Dudaklarının arasından ha if bir horlama
çıktı ve gazetesi son bir kez daha hışırdayarak, ellerinin arasından
kurtulup, yere dü ştü .
Loa ancak o zaman ü zgü n bir sesle konuştu:
— Belki de ona karşı acımasız davranıyoruz, Arbin. Babam gibi bir
insan için çok ağ ır bir hayat bu. Onceki hayatına kıyasla, bu ö lü m gibi
bir şey.
— Hiçbir şey ö lü mü n yerini tutamaz, Loa. Onun gazeteleri ve kitapları
var. Devam etsin okumaya! Bö yle sinirlendiğ i zamanlarda, biraz
gü çlenip cesaretleniyor. Şimdi birkaç gü n mutlu olur, rahat eder.
Arbin elindekileri yeniden gö zden geçirdi. Tam kâ ğıdını açacağ ı
sırada, kapı indirilen darbelerle sarsıldı. Anlaşılmayan bağ ırtılar işitildi.
Arbin'in eli sinirli bir jestle kasıldı, hareketsiz kaldı. Loa dehşetle
açılan gö zlerle kocasına baktı. Alt dudağ ı titriyordu.
— Grew'u dışarı çıkart! Çabuk! diye emretti Arbin.
Diliyle sakinleştirici sesler çıkartarak tekerlekli koltuğ u
itmeye başlamıştı bile Loa, ama ihtiyar gö zlerini açtı,
mekanik bir hareketle elini gazetesine uzattı.
— Ne var ne oldu? diye aksi aksi sordu.
— Hişt! Merak etme, her şey yolunda, diye kaçamak bir cevap verdi
Loa. Bir yandan da koltuğ u yan odaya sü rdü .
Sonra çıkıp kapıyı kapattı, kanadına yaslanıp, kocasının bakışlarını
aradı. Dü z gö ğ sü hızla inip kalkıyordu. Kapıya yeniden vuruldu.
Kapıyı açtıklarında ayakta, yan yanaydılar ve savunmaya hazır
haldeydiler. Karşılarındaki eğ ri bü ğ rü , elinden geldiğ ince gü lü msemeye
çalışan ihtiyarcığ ı dü şmanca bakışlarla sü zdü ler.
— Size ne yardımımız dokunabilir? diye nezaketen sordu Loa.
Fakat yabancı boğ ulur gibi bir çığ lık atarak dü şmemek için kapıya
asılınca, Loa geri sıçradı.
Arbin iyice şaşırmıştı.
— Nesi var bunun? dedi. Yardım et de içeri alalım.
Birkaç saat sonra, genç çift telaşsızca yatmaya hazırlanıyordu.
— Arbin! dedi Loa.
— Ne var?
— Tehlikesi yok ya bu işin?
— Tehlike mi?
Anlamazlıktan geliyordu.
— Yani bu adamı eve almanın. Kim acaba?
— Canım, ben nereden bileyim? diye ö keyle cevap verdi. Hasta birine
insan kapıyı da kapatamaz, değ il mi? Kimlik belgeleri yoksa, yarın
Genel Gü venlik Komisyonuna haber veririm, her şey hallolur.
Bu konuşmaya son vermeye kararlı olduğ unu açıkça gö steren bir
şekilde arkasını dö ndü . Ama Loa'nın kuşkulu ve telaşlı sesi, sessizliğ i
yine bozdu.
— Sakın Eskiler Cemiyeti'nin ajanlarından biri olmasın? Malû m ya,
Grew var evde, değ il mi?
— Babanın bu akşam sö yledikleri yü zü nden mi? Çok yanılıyorsun!
Bunu tartışmak bile istemiyorum.
— Onu demek istemedim, sen de pekâ lâ biliyorsun bunu. Gerçek şu:
Grew'u yaklaşık iki yıldır yasa dışı olarak barındırıyoruz. Bö yle
yapmakla da en ö nemli Gelenek'i çiğ nediğ imizin farkındasın.
— Bizim kimseye zararımız yok. Biz iki kişi olduğ umuz halde, ü ç
kişilik kotamızı tamamlamıyor muyuz... Uç işçinin kotasını. Adamın
burnunu bile dışarı çıkarttırmıyoruz.
— Hiç olmazsa koltuğ unu onarabilirlerdi. Motorla parçalarını
dışardan almak zorunda kaldın.
— Herhalde yeniden başlamayacaksın! Sana kaç defa koltuk için
standart mutfak donatımı aldım dedim. Zaten bu adamda bir ajan tipi
falan da yok. Tekerlekli koltuğ a mahkû m zavallı bir ihtiyar için bu kadar
karışık taktiklere başvuracaklarını sanıyor musun? Kim gü ndü z vakti
ellerinde yasal bir arama emriyle eve damlamalarını ö nleyebilir ki?
Yalvarırım, dü şü nsene biraz.
— Arbin, eğ er dü şü ndü ğ ün buysa, (Loa'nın gö zleri birden heyecanla
parıldadı)... Gerçekten bö yle dü şü nü yorsan... Oyleyse çok ü mit ettiğ im
gibi... Şey, yani bu adam muhakkak bir yabancıdır. Bir dü nyalı olamaz!
— Ne demek olamaz Bu? dediğ in, daha da saçma. Neden
imparatorluğ un bir vatandaşı, bü tü n gezegenler emrindeyken, kalkıp
Dü nyaya gelsin?
— Bilmem, keşke bilseydim! Evet, biliyorum! Belki ö tede bir suç
işlemiştir! (Bu parlak varsayım, hemen şekillendi.) Niçin olmasın?
Mantığ a çok uygun. Elbette seçeceğ i gezegen, Dü nya olacaktı. Onu
burada aramak kimin aklına gelirdi ki?
— Ama bu adamın bir Yabancı olması koşuluyla. Bö yle olduğ una dair
kanıtın var mı?
— Dilimizi konuşmuyor ya! Bunu kabul etmek zorundasın.
Sö ylediklerinin bir kelimesini anladın mı sen? Demek ki
Samanyolu'nun çok uzak bir kö şesinden, bilmediğ imiz bir dilin
konuşulduğ u yerden geliyor. Diyorlar ki, Fomalhaut'lular, Trantor'da,
Imparatorun sarayında meram anlatmak için yeni bir dil ö ğ renmek
zorunda kalırlarmış... Bunun ne demek olduğ unu gö rmü yor musun?
Dü nyalı değ ilse, Nü fus Komisyonu'nda kayıtlı da değ ildir. Bu
formaliteden kurtulduğ u için de alabildiğ ine mutlu olacaktır. Onu
çiftlikte babamın yerine çalıştırabiliriz, bö ylece iki kişi yerine, yine ü ç
kişi oluruz. Bö ylece gelecek mevsim, ü ç kişilik kotayı ü ç kişi hazırlamış
olur. Hatta daha şimdiden hasada yardım edebilir.
Kocasının kararsızlık ifade eden yü zü nü kuşkuyla sü zdü . Arbin, uzun
bir sü re dü şü ndü kten sonra açıkladı:
— Yatalım, Loa. Sabah olunca tekrar konuşuruz bunu. Daha aklımız
başımızda dü şü nü rü z.
Alçak sesle konuşmayı kestiler, ışığ ı sö ndü rdü ler ve biraz sonra da
bü tü n eve uyku hâ kim oldu. Ertesi sabah sorunu incelemek sırası,
Grew'deydi. Arbin ona sorduğ unda, çok umutluydu. Kendisinden çok
kayınpederine gü veni vardı.
— Senin derdin, dedi ihtiyar, benim işçi olarak kayıtlı olmamdan
kaynaklanıyor. Dolayısıyla teslim edilecek kota, ü ç çift kol gö z ö nü ne
alınarak saptanıyor. Başınıza dert olmaktan yoruldum artık.
Zamanımdan çok yaşayalı iki yıl oluyor. Yetti be!
— Sorun bu değ il, diye sıkılarak cevap verdi Arbin. Asla bize dert
olduğ unuzu ü stü kapalı sö ylemek istemedim.
— Hem ne fark eder ki? Iki yıla kadar nü fus sayımı yapılacak ve ne
olursa olsun sizi terk edeceğ im.
— Kitaplarını okumak ve dinlenmek için en az iki yıllık uzatmadan
daha yararlanabilirsin. Ne diye hakkından yoksun kalasın?
— Çü nkü ortak alın yazgısı bu. Sizler de cabası. Beni almaya
geldiklerinde, sizi de gö tü recekler. Loa'yı ve seni. Sen, iki se il yıl daha
yaşayacağ ım diye benim buna gö z yumacak adam olduğ umu mu
sanıyorsun?
— Susun Grew! Maskaralığ ın gereğ i yok. Size belki yü z kere sizi nü fus
sayımından bir hafta ö nce komisyona haber vereceğ iz dedim.
— Doktor da hiçbir şey gö rmeyecek, ö yle mi?
— Onu idare ederiz.
— Vay! Peki, ya yeni gelen? Onu da saklayacağ ınıza gö re, suçunuz bir
iken, iki olacak.
— Onu doğ aya salarız. Hem canım, şimdi bunu dert etmenin gereğ i
var mı? Onü mü zde iki yıl var? Ne yapacağ ız onu?..
— Bir yabancı, diye dü şü nceli bir edayla mırıldandı Grew. Gelip kapıyı
çalan bir yabancı. Nereli olduğ u belirsiz. Dili anlaşılmıyor... Doğ rusu
sana ne tavsiye edeceğ imi bilemiyorum.
— Tatlı adam, korkudan da neredeyse ö lecek. Bize hiçbir kö tü lü k
etmez.
— Korkuyor mu dedin? Ya geri zekâ lının biriyse? Ya sö yledikleri
yabancı bir dil değ il de, bir delinin saçmalarıysa?
— Bana ö yle gelmedi.
Fakat Arbin yine de iskemlesinde rahatsız olup kıpırdandı.
— Onu kullanmak için bö yle diyorsun. Peki, kabul. Sana ne yapacağ ını
anlatayım. Onu şehre gö tü receksin.
— Chica'ya mı? diye dehşetle bağ ırdı çiftçi. Felaket olur bu.
— Ne mü nasebet! diye sakin cevap verdi Grew. Senin aksayan yö nü n
ne biliyor musun, gazete okumaman. Ben okuyorum, bu da ailemizin en
bü yü k şansı. Nü kleer Araştırmalar Enstitü sü 'nü n insanların daha çabuk
ö ğ renmelerini sağ layan bir makine gerçekleştirdiğ inden haberin var
mıydı? Pazar ilavesinde bu icat hakkında tam bir sayfa yazı vardı.
Gö nü llü arıyorlarmış. Işte sen de adamını al, gö nü llü diye gö tü r.
Arbin inatla başını salladı.
— Çıldırmışsınız siz! Imkâ nsız bir şey bu, Grew. Deneye bağ lamak için
kimliğ ini isteyecekler. Bu da kuşkulanıp hemen bir soruşturma
açmaları için yetecek. Bö ylece sizin hakkınızdaki gerçeğ i de
ö ğ renecekler.
— Hayır. Çok yanılıyorsun, Arbin. Eğ er Enstitü gö nü llü arıyorsa, araç
daha deneme aşamasında demektir. Bü yü k bir ihtimalle birkaç kişinin
ö lü mü ne de sebep olmuştur ve bunun için gö nü llü arıyorlardır. Eminim,
hiç soru sormayacaklardır. Adamın bu işin altından kalkabilirse,
herhalde durumu şimdiki halinden kö tü olmayacaktır. Haydi, bana
okuma projektö rü nü getirip, 6 no. lu bobine ayarla. Fırlatılır fırlatılmaz
gazeteyi de getir, e mi?..
Schwartz uyandığ ı zaman, vakit ö ğ leni geçmişti. Sağ ır bir ıstırap
yü reğ ini kemiriyor, gö zlerini açtığ ında karısını yanında bulamamanın,
gü ndelik yaşamından başka bir â leme gö ç etmenin acısını çekiyordu.
Bu acıyı bir kere daha hissetmişti ve bu kaçamak anımsama, aklına
unuttuğ u bir sahneyi getirdi, olduğ u gibi yeniden gö rdü o anı... Yeni
yetişkin bir gençti. Karla kaplı kasaba, rü zgâ rın altında beyazla
ö rtü lü ydü ... Bir kızak bekliyordu yolda... Kızaktan sonra, trene
binecekti... Sonra da bü yü k bir gemiye...
Çektiğ i acı alabildiğ ine gerçekti, bir rü ya olamazdı bu.
Kapının ü zerindeki ışığ ı gö rü nce sıçradı, ev sahibinin anlayamadığ ı
bariton sesini işitti. Kapının kanadı aralandı. Sabah kahvaltısını
getiriyorlardı. Bir şişe içinde, ne olduğ unu anlayamadığ ı unlu bir sıvı.
Fakat lezzeti, kendisine sü t ve bulguru anımsattı.
— Teşekkü r ederim, dedi çenesini sertçe sallayarak.
Çiftçi bir şeyler sö yleyerek cevap verdi, sonra Schwartz'ın iskemlenin
arkasına astığ ı gö mleğ ini alıp, her tarafını, ö zellikle de dü ğ melerini
dikkatle incelemeye başladı. Gö mleğ i yerine koyup, bir dolabın raylı
kapısını açtı. Konuk ilk defa duvarların sıcak ve yumuşak gö rü ntü sü nü
gö zleriyle gö rdü . "Plastik" diye mırıldandı. Ayrıca odada ne kö şe, ne de
açı olduğ una dikkat etti. Bü tü n yü zeyler tatlı eğ riler halinde birbirine
geçiyordu.
Fakat çiftçi kendisine bir takım şeyler uzatıp, şü pheye yer
bırakmayacak tarzda ne istediğ ini belli eden jestler yapıyordu:
Schwartz'ın temizliğ ini yapmasını ve giyinmesini istiyordu. Terzi, ev
sahibinin yardımıyla sö ylenene boyun eğ di. Ancak tıraş olacak hiçbir
alet yoktu ve çenesini gö sterip işaret edince, cevap olarak homurtuya
benzer bir takım sesler işitti. Ayrıca adamın bakışlarında açıkça bir
tiksinme okundu. Yanaklarındaki kü l rengi sakalları kaşıyıp, gü rü ltü lü
biçimde bir iç çekti.
Daha sonra adamı alıp iki tekerlekli bir aracın yanına gö tü rdü .
Binmesini işaret etti.
Aracın altında toprak hızla kayıyor, ıssız yol geriye kaçıyordu. En
sonunda beyaz ve alçak yapılar ö nlerine çıkıverdi. Schwartz çok
uzaklarda mavi bir su fark etti.
Heyecanla parmağ ını ileri uzattı: "Chicago?" diye kekeledi.
Bu onun için son umut kıvılcımıydı, çü nkü bir şeyden emindi: Bu
şehre benzeyen hiçbir şey gö rmemişti daha ö nceden.
Çiftçi, hiçbir cevap vermedi.
Ve son umut kıvılcımı da sö ndü .

3
Dünya mı, Dünyalar mı?

Dü nya'ya yapacağ ı gezi hakkında basına açıklamalarda bulunduktan


sonra, Bel Arvardan dö rt bir yana kol salmış Galaktika
imparatorluğ unun yü z milyonlarca gü neş sistemiyle kendisini
tamamen barış içinde hissediyordu şimdi. Artık şu ya da bu bö lgede
tanınmak sö z konusu değ ildi. Dü nya ile ilgili kuramları doğ rulanırsa,
Samanyolu'nun bü tü n meskû n gezegenlerinde ü nü nü garantiye
alacaktı. Insanoğ lunun yü z binlerce yıl boyunca uzayda yayıldığ ı bü tü n
gezegenler, ondan bahsedecekti.
Şö hretin doruğ una doğ ru bu yü kseliş, bilgeliğ in fethi, mesleğ inde
erken gerçekleşmekle birlikte, kolay olmamıştı. Henü z otuz beş
yaşındaydı, ama ö nceki çalışmaları çok tartışılmıştı. Kurumun
tarihinde gö rü lmemiş bir şekilde, henü z yirmi ü ç yaşında iken arkeolog
diplomasını aldığ ında, Arcturus Universitesi'ni sarsan depremle
başlamıştı her şey. Deprem, "Galaktika Arkeoloji Cemiyeti Gazetesi"nin,
tezini yayınlamayı reddetmesi ü zerine meydana gelmişti. Bö yle bir şey
ö nceden hiç olmamıştı.
Anlamayan biri için tezin reddedilmesi, esrarlı bir olay gibi
gö rü nebilirdi. Aslında anlaşmazlık, Arvardan'ın daha ö nceden bazı
mistik gruplar tarafından ileri sü rü len bir varsayımı, kendisinin gibi
gö stermesinden kaynaklanıyordu. Bunlar arkeolojiden çok meta izikle
ilgileniyorlardı ve insanlığ ın tek bir gezegende doğ duğ unu, sonradan
bü tü n Galaktika'ya yayıldığ ını savunuyorlardı. Bu yorum, kurgu bilim
yazarlarının gö zde teması ve imparatorluğ un saygıdeğ er
arkeologlarının da korkulu rü yasıydı.
Ama Arvardan, en hü rmet edilen bilginlerin hesaba katmaları gereken
bir gü ce sahipti. On yıldan kısa bir sü re içinde, imparatorluk ö ncesi
kü ltü rler hakkında bü yü k bir otorite olarak tanınmayı becermişti.
Bu arada Rigel bö lgesindeki mekanik uygarlık hakkında bir eser de
yayınlamıştı. Burada robot-bilimin gelişmesi, yü zyıllarca sü ren bir
bağ ımsız kü ltü rü n gelişmesini sağ lamış, sonunda madenin kö leleri ö yle
bir mü kemmelliğ e erişmişlerdi ki, Savaş Tanrısı Moray'ın gü çlü iloları,
kolay bir zafer kazanmışlardı. Klasik arkeoloji ise çeşitli insan tiplerinin
çeşitli gezegenlerde birbirlerinden bağ ımsız olarak meydana gelip
geliştikleri tezini savunuyordu. Buna ö rnek olarak da Rigel'deki değ işik
tipli uygarlığ ı gö steriyorlardı. Arvardan ise Rigel'deki robot kü ltü rü nü n
o çağ da buradaki ekonomik ve sosyal gü çlerinin sonucu olduğ unu
kanıtlayarak, bu doktrine kesin bir darbe indirmişti.
Bir de O iyuskus'un barbar dü nyaları vardı ki, geleneksel arkeologlar
bunlara henü z gezegenler arası yolculuk aşamasına erişememiş ilkel
insan ö rnekleri gö zü yle bakıyordu. Bü tü n kitaplar onları kaynaşma
kuramının en iyi ö rneğ i olarak gö steriyordu: Insanlık, bü tü n
dü nyalarda su-oksijen kimyası ü zerine kurulmuş bir evrimin doruk
noktasıydı. Isı ve yer çekiminin yeğ inliğ i de belirli sınırlar içinde buna
dahildi. Bü tü n bağ ımsız insan soyları kendi aralarında ü reyebilirdi ve
yıldızlar arası yolculukların gerçekleşmesiyle, bu tü r ayrı soyları
birleştirme, mü mkü n hale gelmişti.
Oysa Arvardan, O iyuskus barbarlığ ından ö ncesine ait bir uygarlığ ın
izlerinin kokusunu almış ve on bin yıllık bu barbar tarihinden de eski
belgelerde, yıldızlar arası yolculuklara ait bilgiler elde etmişti. Ayrıca
reddedilmeyecek bir şekilde, insanoğ lunun buralara gö ç ettiğ inde
uygarlığ ını kanıtlamıştı.
Işte Gazete, ancak bundan sonra Arvardan'ın on yıllık geçmişi olan
tezini yayınlamayı kabul etmişti.
Bö ylece canı kadar sevdiğ i tezini savunması ve kanıtlaması, onu şimdi
imparatorluğ un en anlamsız gezegeni olan Dü nya'ya gö nderiyordu.
Arvardan, imparatorluğ un Dü nya'da sahip bulunduğ u tek ü ssü olan,
Himalayalar'ın gü neyindeki ıssız yaylalardan birine indi. Burada
radyoaktivite yoktu ve hiçbir zaman da olmamıştı. Yine burada mimarı̂
tarzı Dü nya'nınkine hiç benzemeyen bir saray vardı. Bu, daha şanslı
gezegenlerde inşa edilmiş gö rkemli yapıların aslında bir kopyasıydı.
Bir eğ lence yeri olarak dü şü nü lmü ştü . Çıplak kayalıklardan oluşan
manzara, humuslu topraklarla kapatılmış, sulanması sağ lanmış, yapay
bir atmosfer ve iklimle donatılmış ve beş bin metre karelik bir alanı
kaplayan çimenlikler ve çayırlar halinde bahçeye dö nü ştü rü lmü ştü .
Dü nya ö lçü lerine gö re bö yle bir şeyi gerçekleştirmek için gereken
enerji, ö lçü lecek gibi değ ildi, ama sayıları giderek artan gezegenlerin
tü kenmez kaynaklarından yararlanılarak gerçekleştirince, sorun
olmaktan çıkmıştı. (Hesaplara gö re, Galaktika yeni gezegene
imparatorluğ un statü sü içindeki yerini almaları için izin veriliyor, bu
amaçla sadece gezegenin beş yü z milyon nü fuslu olması ö n koşulu
aranıyordu.)
Bu denizaşırı tapınakta Dü nya valisi yaşıyor ve ancak içinde
bulunduğ u lü ks sayesinde, aslında bir fare deliğ inde yaşadığ ını
unutabiliyordu. Ayrıca çok onurlu ve eski bir aileden geldiğ inin de
bilincindeydi.
Eşi belki onun kadar hayalci değ ildi, hele şimdi olduğ u gibi, uzaktan,
çimlerle ö rtü lü bir yerden, Dü nya'nın çırılçıplak ve belirgin biçimde
ayrılmış yö relerine bakınca... Bö yle zamanlarda renk renk aydınlatılmış
çeşmeler, çiçekli yollar ve masallardaki kadar gü zel bitki kü meleri, bile
sü rgü nde olmanın yasını unutturamıyordu.
Belki de bu nedenle Arvardan'a gö sterilen konukseverlik, protokol
gereklerini bile aşmıştı. Çü nkü o Valinin gö zü nde her şeyden ö nce
imparatorluğ un bir soluğ u, sınırsız genişliklerin nefesiydi.
Arvardan'a gelince, o da hayranlığ ını saklamamıştı.
— Çok iyi tertiplenmiş, çok zevkli bir yer burası, Enniyus efendimiz!
Imparatorluğ un en ü cra kö şelerinin bile merkez kü ltü rden nasibini
nasıl aldığ ını gö rmek, olağ anü stü bir şey.
— Korkarım, diye gü lü mseyerek cevap verdi Enniyus, Dü nya
Valisi'nin sarayında yaşamaktansa, burasını ziyarete gelmek, çok daha
iyidir. Aslında vurunca tın tın ö ten boş bir deniz kabuğ una benzer
burası. Ben ve ailem, saray personeli, gezegenin bazı ö nemli yerlerine
yerleştirilmiş garnizonlardan başka, bir de sizin gibi ender konukları
eklersek, merkez kü ltü rü mü z ö zellikle eksikliğ iyle parıldıyor. Kısacası,
bu kadarı çok az.
Batan gü neşin altında, sü tunların gö lgesinde oturmuşlardı. Gü neş,
u kun testere dişlerini andıran çizgisinde titreşiyordu. Hava ö ylesine
bir bitki kokuyordu ki, ancak bıkkınlık iniltileri çıkarttırıyordu insana.
— Burada bir sü re kalmayı tasarlıyor musunuz, Dr. Arvardan? diye
sordu.
— Size kesin bir cevap veremeyeceğ im, Enniyus efendimiz. Ben
Dü nya kü ltü rü yle tanışmak ve gereken formaliteleri tamamlamak için,
keşif heyetinden daha ö nce geldim. Orneğ in istenilen sitelerde kamplar
kurabilmem için, sizin izniniz gerekiyor, vb...
— Tamam, anlaştık! Peki, kazılara ne zaman başlıyorsunuz? Ve bu
uğ ursuz gö rü nü mlü kalıntılar arasında ne bulmayı umuyorsunuz?
— Her şey yolunda giderse, birkaç ay içinde kampı kuracağ ımı
sanıyorum. Bu gezegene gelince, bir sü rü kalıntıdan ibaret olduğ unu
hiç sanmıyorum. Bü tü n Galaktika içinde bir eşi daha yok bu gezegenin.
Tek ö rnek.
— Tek mi? diye merakla sordu vali. Asla! Burası çok sıradan bir dü nya.
Domuz ağ ılından, çö plü kten, lağ ımdan; aklınıza gelecek iğ renç her
yerden farksız. Bu mide bulandırıcı meziyetlerine rağ men, aşağ ılık
olmakta da tek sayılmaz. Kö ylü ; bayağ ı, hayvani bir dü nya burası!
— Ama yine de radyoaktif bir dü nya, diye cevap verdi Arvardan.
Karşısındakinin kü çü ltü cü ve mantıksız suçlamaları karşısında
şaşırmıştı.
— Ne olmuş yani? Galaktika'da binlerce radyoaktif yıldız var, hatta
bazıları Dü nya'dan daha radyoaktif.
Sonra kolunu robot bir eşyaya uzatarak sordu Enniyus:
— Ne istiyor canınız?
— Bir şey dü şü nmedim. Şarap ve limon diyelim.
— Çok kolay. Gerekli malzememiz vardır kuşkusuz. Baharat ister
misiniz?
— Bir tutam.
Robot mobilyanın bağ rında, mekanik ruhlu bir barmen, bardak hesabı
değ il, atom hesapları yaparak, insanoğ lunun en evrensel dü şkü nlü ğ ü
olan kokteylleri, hiçbir insanın beceremeyeceğ i ustalıkla hazırlıyordu.
Hiçlikten geliyormuş gibi, ö zel deliklerinde uzun bardaklar
gö rü nü verdi birden. Arvardan, içinde yeşil bir sıvı olanını aldı. Bir an
serinliğ ini hissetmek için yanağ ına bastırdı kadehi. Ondan sonra
dudaklarına gö tü rdü .
— Ne is.
Kadehini koltuğ unun kapitone ö zel bö lmesine bıraktıktan sonra,
devam etti:
— Evet, dediğ iniz gibi binlerce radyoaktif gezegen var, sayın vali. Ama
bunlardan birinde insanlar yaşıyor. Burada!..
Enniyus dudaklarını şaklattıktan sonra, içkisiyle biraz daha
yumuşamışa benzeyen buruk edasıyla cevap verdi:
— Bakın, bu açıdan gerçekten tek sayılabilir. Ama bu da pek
ö zenilecek bir ö zgü nlü k değ il.
— Bu tek olma ö zelliğ i, yalnız aritmetik bir gerçek değ il, içkisini
yudumlamaya devam ederek sü rdü rdü konuşmasını Arvardan. Aslında
durum bundan da ö te ve işitilmemiş ufuklar açıyor. Biyoloji bilginleri,
atmosferinde ve denizlerinde radyoaktivite yeğ inliğ inin belirli bir
çizginin ü zerinde olduğ u gezegenlerde yaşamın ilizlenmediğ ini
kanıtladıklarını ileri sü rü yorlar. Oysa Dü nya'nın radyoaktivitesi, bu
kritik sınırı, fersah fersah geçiyor.
— Ilginç! bilmiyordum bunu! Bu da Dü nya'daki yaşamın, Galaktika'nın
geri kalan bö lü mlerindeki hayattan temelden farklı olduğ unu kesinlikle
kanıtlıyor galiba, değ il mi? Siz bir Siriuslu olarak, bundan memnun
olmalısınız. (Alaycı bir neşeye bü rü nmü ş; bir sır verircesine konuşarak
devam etti sö zü ne.) Bu gezegenin yö netiminde en bü yü k gü çlü ğ ün,
Sirus kesiminin ateşli bir şekilde savunduğ u anti-dü nyacılık olduğ unu
biliyor musunuz? Bununla ben yü z yü zeyim. Aynı akımın Galaktika'nın
diğ er bazı bö lgelerinde çeşitli kılıklarda var olduğ unu biliyorum. Ancak
bu hiçbir yerde Sirus yö resindeki kadar şiddetli değ il...
— Ben bu tü r imalara karşıyım, Enniyus efendimiz! diye sinirli bir
cevap verdi Arvardan. Ben de herkes kadar hoşgö rü sahibiyim. Ben,
insanlığ ın, Dü nya da dahil, bir birlikten doğ duğ una inanıyorum ve
bilimsel inancım da budur. Her tü r hayat, aslında bir bü tü ndü r. Şö yle ki,
kö keninde protoplazma yatar. Sö zü nü ettiğ im, bu radyoaktivitenin
etkileri sadece bazı insan yaşam şekillerini ya da bazı ö zel yaşam
tü rlerini ilgilendirmez. Canlıyı, bü tü n şekilleriyle ilgilendirir. Çü nkü
hayat, proteinli molekü llerin mekanik niceliğ ine dayalıdır. Bu sizi
ilgilendirir, beni ilgilendirir, bü tü n dü nyalıları, ö rü mcekleri ve
mikropları da ilgilendirir.
"Siz de bilirsiniz, proteinler, akıl almayacak kadar karmaşık amino
asitlerin birleşimleridir. Buna bir de karmaşık ve ü ç boyutlu yapıda
birkaç başka ve ö zel bileşikler de katılır. Hepsi de kapalı havada dü şen
yıldırımlar kadar istikrarsız ö gelerdir. Yaşamı meydana getiren de bu
istikrarsızlıktır, çü nkü kişiliğ ini koruyabilmek amacıyla sü rekli
kendisini yeniler. Tıpkı bir ip cambazının burnunda dengede duran
sırık gibi.
"Ama hayat yeşermeden ö nce, protein dediğ imiz bu kimyasal mucize
sü reduran bir maddeden kendi kendini yaratmak zorundadır, işin en
başında, okyanuslar adını verdiğ imiz dev eriyikler gü neş ışınlarının
etkisiyle aktif hale gelip, organik molekü llerin karışımını yavaş yavaş
arttırmış, metan'dan formaldehid'e geçişi sağ lamıştır. Bö ylece bir
yö nde şekerler ve nişastalar, diğ er yö nde de amino asitli ü re ve
proteinler oluşmuştur. Atomların bu şekilde birleşmeleri ve ayrılmaları,
elbette rastlantının ü rü nü dü r. Bir gezegende bu sü reç milyonlarca yıl
sü rebilir, bir başkasında ise sadece birkaç yü zyıl. Ama milyonlarca yıllık
bir sü reç olması ihtimali daha çok. Gerçekte ise, bü yü k bir ihtimalle
sonuna asla varamayacağ ıdır.
"Fiziko-kimyacılar bü yü k bir kesinlikle her atomun hareketinin nasıl
bir enerji yarattığ ını zincirleme reaksiyonların bü tü nü yle
gö stermişlerdir. Şimdi hiç şü pheye yer bırakmayacak şekilde, yaşamın
ilizlenmesine doğ ru geçen can alıcı aşamalarda, ışınlayan enerjinin
yokluğ unun gerektiğ i bilinmektedir. Vali bey, eğ er sö ylediklerim sizi
şaşırtıyorsa, ışın enerjisinin reaksiyonlarını inceleyen fotokimyanın
artık kontrol altına alınabilen bir dal olduğ unu sö yleyebilirim.
"Sıradan gezegenlerde tek ışın enerji kaynağ ı, gü neştir. Ya da en
ö nemli kaynak da diyebiliriz. Bulutların koruyucu perdesi altında ya da
geceleri, karbonlu ve azotlu bileşimler belli biçimlerde birleşerek ve
yeniden birleşerek reaksiyonları sü rdü rü rler. Ancak bu, gü neş
ışınlarının bir sü re için gezegeni bombardıman etmesinin kesilmesiyle
gerçekleşir.
"Ama radyoaktif gezegenlerde, gü neş ister olsun, ister olmasın, hatta
en karanlık gecenin ortasında dahi, her su damlacığ ı, beş bin kilometre
derinlikte olsa da, karbon atomlarını sarsan gamma ışınları yayar.
Bunların sebep oldukları reaksiyonlar, hayatın ilizlenmesine asla
ö nayak olamayacak yö nlere doğ ru gelir."
Arvardan kadehini robot makinenin ü zerine bırakır bırakmaz, bardak
yıkanıp sterilize edilmek ve yeniden yerini almak ü zere gö zden
kayboluverdi.
— Bir tane daha ister misiniz? diye sordu Enniyus.
— Yemekten sonra, şimdilik kâ i.
Vali ince tırnaklarıyla koltuğ unun kenarına vurdu.
— Olayın bu tanımı, bü yü leyici elbette, ama sü reç sizin
anlattıklarınıza uygunsa, hayatın Dü nya'da başlaması nasıl gerçekleşti?
— Ha! Siz de başladınız artık bu soruyu sormaya! Ama bana kalırsa,
cevabı çok basit. Radyoaktivitenin dışarı taşmasını engelleyen fazlalığ ı,
yine de var olan hayatı yok etmeye yetmemektedir. Tarzını
değ iştirebilir, ama ortadan kaldıramaz. Yalnız dev boyutlara erişmediğ i
zaman. Çü nkü gö rü nü şte kimyasal mekanizmalar hep aynı değ ildir.
Birinci durumda, basit molekü llerin birleşmelerini ö nlemek sö z
konusudur, ikinci durumda ise meydana gelen karmaşık molekü lleri
kırmak gerekir. Bu asla aynı şey demek değ ildir.
— Ben ilişkiyi sezemedim.
— Oysa her şey ortada. Hayat Dü nya'da, daha gezegen radyoaktif hale
germeden ilizlendi. Sayın Vali, tek izah yolu budur. Elbette dü nyada
hayatın var olduğ unu inkâ r etmez, ya da bilimin yarısını hiçe sayarak,
kuramsal kimyayı inkâ r ederseniz, o başka.
Enniyus, biraz şaşkınlıkla yü zü ne baktı bilginin.
— Bunu sö ylemek istemiş olamazsınız!
— Niçin?
— Bir gezegen birden nasıl radyoaktif hale gelebilir ki? Bir gezegenin
yer kabuğ undaki radyoaktif elementlerin hayatı, milyon, hatta
milyarlarca yılla ifade edilir. Bunu ü niversite ö ğ renciliğ im sırasında
ö ğ renmiştim. Sonsuz kadar uzun bir sü redir var hepsi.
— Yapay radyoaktivite diye bir şey var, Enniyus efendimiz. Ve bu çok
muazzam boyutlara erişebilir. Her tü r radyoaktif izotoplar yaratmaya
yeterli enerjiyi serbest bırakacak binlerce nü kleer reaksiyon vardır.
Insanların, doğ ru dü rü st kontrol etmeyi ö ğ renmeden, bazı nü kleer
reaksiyonları enerji elde etmek için, ya da bir savaşta kullandıklarını
varsayalım... Bir gezegende bö yle bir savaşın patlak verdiğ ini dü şü nü n.
Bü tü n yer kabuğ unun yapay radyoaktiviteyle kaplanacağ ını dü şü nmek,
zor bir şey olmasa gerek. Buna ne buyrulur?
Dağ ların ardında batan gü neşin kızıllığ ı, Enniyus'un dar yü zü nü de
kırmızılaştırmıştı. Akşam rü zgâ rının ve ö zel bir itinayla seçilmiş bö cek
tü rlerinin vızıltıları, her zamandan daha dinlendirici geliyordu insana.
— Bu bana biraz kılı kırk yarmak gibi geldi. Bir kere nü kleer
reaksiyonların askerı̂ amaçlarla kullanılacağ ı ya da kontrolden çıkacak
boyutlarda işleneceğ i kabul edilemez...
— Siz bu tü r reaksiyonları kü çü mseme eğ ilimindesiniz, çü nkü
denetlenmelerinin çok kolay olduğ u bir çağ da yaşıyorsunuz. Fakat ya
biri, ya da bir ordu, daha savunulması bilinmeden bu tü r bir silahı
kullanmaya kalksaydı, ne olurdu? Suyun ya da kumun da sö ndü receğ ini
bilmeden, yangın bombası kullanmaya benzemez miydi bu?
— Shekt'i dinler gibi oluyorum.
Arvardan birden bakışlarını kaldırdı.
— Kim o?
— Bir dü nyalı. Gö rü şebileceğ iniz ender dü nyalılardan biri. Yani
efendice konuşabileceğ iniz bir dü nyalı demek istedim. Fizikçidir. O da
Dü nya'nın belki de hep radyoaktif olmadığ ı gö rü şü nde.
— Ya... Aslında şaşılacak bir şey değ il bu. Bu kuram bana yabancı değ il.
Dü nyanın prehistoria dö nemine ait gelenek ve mitosları içerecek
"Eskiler'in Kitabı"nda sö z edilir bundan. Aslında aynı şeyi ileri sü rü yor
ama ben çağ daş bilim diline uygun tarzda ifade ediyorum.
— Eskiler'in Kitabı mı dediniz? (Enniyus şaşırmış, biraz da sıkılmış
gibiydi.) Siz nereden biliyorsunuz bunu?
— Sağ da solda gö rdü m. Ama kolay olmadı ve ancak bazı bö lü mlerini
ele geçirebildim. Radyoaktivitesiz dö neme ait bü tü n bu veriler,
tamamen bilimsel olmasa da, tasarım için bü yü k ö nem taşıyor. Niçin
sordunuz bu soruyu bana?
— Çü nkü Dü nyalılar arasında aşırılıklarıyla tanınan bir tarikatın
kutsal kitabıdır da. Okunması, Yabancılar'a yasaktır. Ben olsam ulu orta,
"Ben okudum" diye bağ ırmam. Dü nyalı olmayan, onların deyimiyle
Yabancılar, bundan daha azına cü ret ettikleri takdirde, linç edildiler.
— Sizi işiten de, Imparatorluk polisinin burada çok aciz olduğ unu
sanır.
— Kutsala hakaret hallerinde yalnız. Anlayanın kulağ ına kü pe olsun
sö ylediklerim, Dr. Arvardan.
Bir çanın melodik sesi işitildi ve yankıları adeta çevredeki gü zel
manzaraya asılı gibi kaldı.
Enniyus, yerinden doğ ruldu:
— Sanırım yemek saati geldi. Bana refakat edip, Imparatorluğ un
Dü nya'daki şu yerinde size ikramda bulunmamı ister misiniz?
Burada ziyafet dü zenlemek için pek ender fırsat çıkıyordu ve en kü çü k
şö len bahanesini bile kaçırmamak gerekirdi. Bu nedenle servisler bol,
salon gö z kamaştırıcı, erkekler iki dirhem bir çekirdek ve kadınlar da
bü yü leyiciydi. Şunu da ekleyelim: Dr. Arvardan de Baronn, başrolü baş
dö ndü recek şekilde oynuyordu.
Kendisine kulak verecek bir dinleyici kitlesi bulmaktan mutlu olan
arkeolog, Enniyus'a daha ö nce anlattıklarını bir kez daha dile getirme
fırsatını kaçırmadı elbette. Fakat sö ylediklerinin uyandırdığ ı ilgi,
beklediğ i kadar olmadı. Bu arada yü zü nden sağ lık fışkıran bir albay,
bü tü n askerlerin bilginler karşısında takındıkları alçak gö nü llü tavırla
eğ ilip, sordu:
— Sizi iyi takip edebildimse, Dr. Arvardan, siz şu kaba Dü nyalıların
belki de bü tü n insanlığ ın beşiğ i olan eski bir ırkın torunları olduğ unu
anlatmak istiyorsunuz bize, değ il mi?
— Albayım, tezimi ben bile henü z bu kadar somut ve net deyimlerle
ifade edemiyorum, ama bunun gerçek olması için ciddı̂ ihtimaller var.
Bir yıla kadar bu konuda daha kesin şeyler sö yleyebilmek
umudundayım.
— Pek sanmıyorum, ama bö yle bir sonuca varacak olursanız, beni
aklınızın hayalinizin alamayacağ ı derecede şaşırtırsınız. Ben burada
dö rt yıldır gö revli olarak bulunuyorum ve gezegen hakkında edindiğ im
deneyimler kü çü msenemez. Bence Dü nyalılar ü çkâ ğıtçı ve dü zenbaz
yaratıklar. Birbirlerinden de hiç farkları yok. Kafa yö nü nden de bizden
altta oldukları belli. Insanlığ ın bü tü n Galaktika'da yayılmasını sağ layan
o cevherden yoksunlar. Tembel, batıl inançları kuvvetli, haydut
yaratıklar. Ruhlarında bir parça soyluluk bulamazsınız. Sizinle ya da bir
başkasıyla rahatça bahse girebilirim, eğ er gerçek bir insana eşit bir tek
Dü nyalı gö sterebilirseniz, siz kazanırsınız. Orneğ in size ya da bana eşit
birine. Yalnız, ö ncü sü biz olduğ umuz bir soyun temsilcileri olduklarını
kabul edebilirim. Ama bunun ö tesinde, çok ö zü r dilerim, başka bir
varsayıma inanmayı reddediyorum.
Masanın ö bü r ucunda bir başkası, gö sterişli bir edayla atıldı:
— Bana sorarsanız, en iyi Dü nyalı, ö lü bir Dü nyalıdır. O zaman bile,
genellikle kokuyorlar!
Sonra kendi sö ylediğ ine kendisi gü ldü . Hem de kahkahayla.
Arvardan kaşlarını çatarak ö nü ndeki tabağ ını sü zdü , bakışlarını
kaldırmadan konuştu:
— Irkların farklılıkları hakkında tartışmaya hiç niyetim yok, kaldı ki
sorun bu değ il. Beni ilgilendiren Prehistorya çağ ının Dü nyalısı. Onların
bugü nkü torunları, çok uzun bir zaman aşırı derecede uygunsuz
koşulların hakim olduğ u bir çevrede, tek başlarına ve mahkû m gibi
yaşamak zorunda kaldılar. Yine de onları bir kalemde silkip atmamak
gerekir. (Enniyus'a dö ndü .) Enniyus efendimiz, sanırım yemekten ö nce
bana bir Dü nyalıdan sö z etmiştiniz, değ il mi?
— Ben mi? Hatırlayamadım.
— Shekt adında bir izikçiden.
— Ha, evet... Doğ ru.
— Alfred Shekt olmasın bu?
— Evet, işittiniz mi adını ö nceden?
— Zannederim. Adını sö ylediğ inizden beri, bir tü rlü aklımdan
çıkmıyor. Fakat onu teşhis ettiğ imi sanıyorum. Şey... Bilmem ne Nü kleer
Araştırmalar Enstitü sü 'nde çalışmıyor mu? Neydi adı?.. (Arvardan
birkaç defa elinin içiyle alnına vurdu.) Chica Enstitü sü , değ il mi?
— Evet, ö yle. Neden ilgilendiriyor acaba sizi?
— Fizik Dergisi geçen Ağ ustos sayısında onun bir yazınını yayınladı.
Dikkatimi çekti, çü nkü ben Dü nya konusunda yazılan bü tü n yazıları
inceler, toplarım. Oysa Dü nyalıların Galaktika çapındaki yayınları pek
enderdir. Her neyse, bu araştırmacı, memeli yaratıkların sinir
sistemlerinde ö ğ renme yeteneklerini arttıracak ve sinaptik
ampli ikatö r adını verdiğ i bir şey gerçekleştirdiğ inden sö z ediyordu.
— Sahi mi? diye biraz kestirip atmak istercesine sordu Enniyus. Ilk
defa işitiyorum.
— Size yazıyı bulurum. Ilginç bir makaleydi, ama matematiksel
temellerini pek anladığ ımı sö yleyemeyeceğ im. Ama makinesine
hatırladığ ım kadar fare denen ilkel yaratıkları koymuş, sonra da onlara
labirent problemleri çö zdü rmü ş. Ne demek istediğ imi anlıyor
musunuz? Amaç, farelere peynir bulunan bir bö lmeye gidecekleri yolu
ö ğ retmek! Makinesinden geçen farelerin, yolu diğ erlerine oranla ü ç kat
daha çabuk bulduklarını saptamış. Bö yle bir deneyin ö nemini
kavrayabiliyor musunuz, albayım?
Tartışmayı başlatan albay, kayıtsızca cevap verdi:
— Hayır Dr. Arvardan, hiç anlamadım.
— Sö yleyeyim ö yleyse: Bana sorarsanız, bö yle bir çalışmayı başaran
bir bilgin, Dü nyalı bile olsa, hiç kuşkusuz kafa bakımından benden
ü stü n olmasa bile eşitim demektir... Çok ö zü r dilerim albayım. Sizin de!
— Ozü r dilerim, diye sö zü nü kesti Enniyus. Bence şu sinaptik
ampli ikatö re dö nsek daha iyi, Dr. Arvardan. Shekt insanlar ü zerinde de
deney yapmış mı?
Arkeolog gü lmeye başladı:
— Sanmam, Sayın Enniyus. Deneye alınan on fareden dokuzu ö lmü ş.
Herhalde tekniğ ini geliştirmeden, insanlar ü zerinde deneme cü retini
gö stermeyecektir.
Vali, alnı kuşkuyla kırıştıktan sonra, koltuğ unun arkasına yaslandı ve
yemek bitene kadar da bir daha ağ zını açmadı. Yemek için de.
Gece yarısından biraz ö nce, sessizce konuklarının yanından ayrılıp,
karısına ayakü stü bir haber verdikten sonra da, ö zel kruvazö rü ne
atlamıştı. Chica'ya kadar sü ren iki saatlik yolculuk sırasında, Vali'nin
alnındaki kuşkulu kırışık hiç silinmedi, endişe kalbini kemirdi durdu.
Arbin Maren'in, Joseph Schwartz'ı Shekt'in ampli ikatö rü ne bağ lamak
için Chica'ya gö tü rdü ğ ü gü n, bilgin bir saati aşkın bir sü re, Dü nya Valisi
ile baş başa bir odaya kapanmıştı.

4
Kral Yolu

Arbin, Chica'da kendisini hiç rahat hissetmiyordu. Kapalı bir yere


kıstırılmış gibi bir his vardı içinde. Şehrin bir yerinde Dü nyanın en
kalabalık şehirlerindendi, elli bin nü fusu olduğ u sö yleniyordu Bü yü k
imparatorluğ un temsilcileri kalıyordu.
Galaktika'lı kimseyi o zamana kadar hiç gö rmediğ i halde, içlerinden
birine rastlayacağ ım diye hep korku içindeydi. Bir duvara kıstırılsa, bir
Yabancı ile bir Dü nyalıyı nasıl ayırt edeceğ ini bilmiyordu, ama içinden
bir ses, mutlaka bir fark olduğ unu sö ylü yordu kendisine.
Enstitü ye girerken arkasına bir gö z attı. Iki tekerlekli arabasını altı
saatlik bir park biletiyle birlikte, park yerine bırakmıştı. Acaba bu
gö sterişli davranışı, şü phe uyandırır mıydı? Burada her şey kendisini
korkutuyordu. Her tara la kulaklar ve gö zler vardı sanki. Ne diye
Grew'un aklına uyup, bu çılgınca işe atılmaya kalkışmıştı sanki?
Kapı açıldı ve birden dü şü nceleri yarıda kesildi.
— Ne istiyorsunuz?
Çatlak bir sesle cevap verdi:
— Sinaptik ampli ikatö rden geçmek için buraya mı başvurmak lazım?
Resepsiyondaki adam kendisine sertçe baktı:
— Şurayı imzalayın.
Arbin ellerini arkasında kavuşturup tekrarladı:
— Sinaptik ampli ikatö r için nereye başvurmalıyım?
— Ziyaretçi defterini imzalamazsanız, sizin için hiçbir şey yapamam,
diye açık-seçik cevap verdi danışmadaki kız. Kural bö yle.
Arbin tek kelime etmeden ters yü zü dö ndü . Genç kadın dudaklarını
ısırarak koltuğ una gö mü lü sinyal dü ğ mesine bastı.
Arbin umutsuzca çırpınıyor, ama başaramıyordu. Kız kendisini
sü zü yordu hâ lâ . Aradan yü zyıl geçse, yine hatırlayacaktı kendisini. Bir
tek isteğ i vardı şimdi: Koşmak, arabasına atlayıp, çiftliğ e dö nmek.
Laboratuardan sırtında gö mlek olan biri çıktı ve kız, parmağ ıyla
Arbin'i işaret etti:
— Sinaptik ampli ikatö r için bir gö nü llü , bayan Shekt! dedi. Adını bana
vermek istemedi.
Arbin bakışlarını kaldırdı. Bu da başka bir kızdı. Genç biri. Pek şaşırdı
buna:
— Bu makineyle siz mi ilgileniyorsunuz, kü çü k hanım? diye sordu.
— Hayır, hiçbir şekilde.
Kızın sıcak tebessü mü karşısında, Arbin'in kuşkusu biraz dağ ıldı.
— Ama sizi sorumlu kişiye gö tü rebilirim, diye devam etti kız.
Gerçekten gö nü llü mü sü nü z?
— Ben yalnız sorumlu kişiyi gö rmek istiyorum, diye inat etti Arbin.
— Pekâ lâ .
Kız bu cevaptan hiç de kızmışa benzemiyordu. Çıktığ ı odaya girdi, kısa
bir beklemeden sonra da, Arbin'e yanına gelmesini işaret etti.
Arbin, kalbi heyecanla atarak kızın peşinden yü rü dü , kü çü k bir
bekleme odasına daldı.
— Biraz sabredebilirseniz, Dr. Shekt sizi yarım saat içinde, belki de
daha erken kabul edecek. Şimdilik çok meşgul. Vakit ö ldü rmek için bir
ilm-kitap ya da okuyacak bir şey ister misiniz?
Arbin başıyla hayır diye işaret etti. Dö rt duvar ü zerine yıkılacakmış
gibi geliyordu kendisine. Kazık kesilmişti sanki.
Yoksa bir tuzağ a mı dü şmü ştü ? Yoksa Eskiler kendisini almaya mı
geleceklerdi?
Hayatında bundan daha uzun zaman beklediğ ini hatırlamıyordu.
Dü nya Valisi Enniyus, Arbin'le aynı heyecanı çektiğ i halde, Dr. Shekt
tarafından kabul edilmek için bu kadar beklememişti. Dö rt yıldan beri
bu gö revdeydi, ama Chica'ya gelişi hâ lâ olay oluyordu. Çok uzaklardaki
imparatorluğ un temsilcisi olarak, yasal açıdan kral naiplerine eşit
gü çteydi, ama aslında burada sü rgü nde sayılırdı.
Bir yandan Himalayalar'daki kısır kapanmışlığ ı, ö te yandan
imparatorluğ a diş bileyenlerin kendisinden nefreti yü zü nden, Chica'ya
basit bir yolculuk bile, onun için bir tü r kaçış anlamı taşıyordu. Bunlar
elbette çok kısa sü reli kaçışlardı. Ayrıca kurşuna batırılmış giysiler
giymek, aralıksız metabolin almak zorundaydı.
Işte Shekt'le de ö zellikle bu ilaç hakkında konuşuyordu.
— Metabolin, diyordu kırmızı hapı adamın burnuna doğ ru sallayarak,
sevgili dostum, metabolin bana gezegeninizin kusursuz bir simgesi gibi
geliyor. Çevrenizi saran radyoaktif bulutların içine girdiğ imde, bü tü n
metabolik sü recimi bu hap hızlandırıyor. Oysa siz aynı radyoaktivitenin
bilincinde bile değ ilsiniz. (Hapı, çiğ nemeden yuttu.) Oldu işte! Şimdi
kalbim daha hızlı atacak, akciğ erlerim ve karaciğ erim daha hızlı
çalışacak. Sonra da o baş ağ rısı yapışacak kafama, çö keceğ im.
Dr. Shekt biraz da eğ lenerek dinliyordu onu. Miyopmuş gibi bir
gö rü nü mü vardı, ama gö zlü k taktığ ı için değ il de, incelediğ i her şeye
çok yakından ve dikkatle bakmasından kaynaklanıyordu bu. Yaşı bir
hayli ilerlemiş olmalıydı. Uzun boylu, ha if de kamburdu.
Ama kendisinin çok geniş bir galaktika kü ltü rü vardı, ayrıca orta halli
bir Dü nyalıyı Yabancılardan, hatta Enniyus gibi bir tatlı su
Yabancı'sından dahi nefret ettiren dü şmanlık ve evrensel
çekingenlikten arınmıştı.
— Bu haplara ihtiyacınız olmadığ ından eminim, dedi. Metabolin, sizin
batıl inançlarınızdan biri, siz de biliyorsunuz bunu. Bunun yerine
haberiniz olmadan şeker versem, yine aynı ağ rıları duyacaksınız.
— Siz kendi çevrenizde rahat ettiğ iniz için bö yle diyorsunuz. Bazal
metabolizmanızın benimkinden yü ksek olduğ unu inkâ r edebilir
misiniz?
— Elbette hayır, ama ne ö nemi var bunun? Imparatorluğ un
Dü nyalıların diğ er insanlardan farklı olduklarına inandıklarını
biliyorum. Aslında bö yle bir şey de yok. Ama belki de siz dış dü nyaların
misyoneri olarak geldiniz buraya.
— Imparatorun hayatı ü zerine ant içerim ki, en iyi misyonerler, sizin
yurttaşlarınızdır, diye bir iç çekti Enniyus. Kabuklarına çekilip
sü rdü kleri hayat tarzıyla, Galaktika'yı kemiren bir yaradan farkları var
mı? Ciddi konuşuyorum, Shekt. Hangi gezegen geleneklerine bağ lı
kalmak için kendisine bu kadar acı çektiriyor? Gü n geçmiyor ki
kuramlarınızdan biri gelip, yasak bir bö lgeye girdi diye, ilancanın
idamını istemesin! Altmış yaşını geçmiş olanlara uygulanan yasanın
uygulanmasını talep etmesin! Ya da istihkakından çok yemek yedi diye
şikâ yette bulunmasın!
— Ama siz de hep idam cezası veriyorsunuz! Anlaşılan idealleriniz,
direnmeye sıra gelince, hemen teslim oluveriyor.
— Yıldızlar tanığ ım olsun ki, infazları reddetmek için elimden geleni
yapıyorum. Ama başka ne gelir elimden? Imparator, imparatorluğ un
bü tü n eyaletlerinde yerel geleneklerin uygulanmasını titizlikle istiyor.
Haklı ve doğ ru bu da. Bö ylece her salı ya da perşembe bir isyan
çıkartacak olan delilere halkın desteğ ini bö yle ö nlemiş oluyoruz. Ayrıca
Konseylerinize, Meclislerinize, Senatolarınıza hep hayır diyecek
olursam, kıyameti ö nleyemem bir daha.
Shekt derin bir iç çekip, seyrek saçlarını sıvazladı.
— Galaktika'nın diğ er bö lgelerinin yanında, imparatorluğ un bize
bakışı, gö kyü zü nde bir çakıl taşına bakmaktan farksız. Oysa burası
bizim için vatan, bildiğ imiz tek vatan. Oysa biz diğ er gezegenlerde
yaşayanlardan hiç farklı değ iliz. Tek farkımız, bizlerin daha bahtsız
oluşumuz. Adeta ö lü bir gezegende, bizi herkesten ayıran radyasyon
tabakasının altında, bizi reddeden Galaktika'yla sarılmış olarak
yaşıyoruz, içimizi kemiren itilmişlik karşısında, ne gelir elimizden?
Bizim fazla nü fusumuzun gö ç etmesini kabul eder miydiniz, sayın vali?
Enniyus, omuzlarını silkti:
— Bana gö re bir sakıncası yok. Ama dış gezegenlerin halkları itiraz
edebilir. Dü nyalıların hastalıkları yü zü nden ö lü p gitmek istemezler.
— Dü nya hastalıkları ha? diye tiksinerek tekrarladı Shekt. Bu,
zihinlerden çıkarılıp atılması gereken saçma bir ikir. Biz ö lü m
taşıyıcısı değ iliz. Siz de aramızda yaşıyorsunuz. Bildiğ im kadarıyla da
ö lmediniz.
— Oyle, dedi gü lü mseyerek Enniyus, ama sizlerle elden geldiğ ince az
temasta bulunmaya çalışıyorum.
— Çü nkü ö zellikle sizin aşırı uçların başını çektiğ i bir propagandanın
kurbanısınız da, ondan.
— Yani Dü nyalıların kendilerinin radyoaktif oldukları kuramı, sizce
doğ ru değ il mi, Shekt?
— Doğ ru, ö yle hepsi. Başka tü rlü olmalarına imkâ n var mı?
imparatorluğ un yü z milyon gezegenindeki insanlar için de durum aynı.
Kabul ediyorum, biz onlardan daha radyoakti iz, ama bu başkalarını
tehlikeye atacak oranda değ il.
— Ne yazık ki sıradan bir Galaktika'lı, bunun aksine inanıyor ve
şimdilik de kalbini ferahlatmak için bir tecrü beye bile razı değ il.
— Yani şimdilik bizim farklı olduğ umuzu sö ylü yorsunuz. Biz insan
değ iliz, çü nkü atom ışınları yü zü nden daha çabuk ö lü yoruz ve aynı
nedenle değ iştik. Aslında bu da kanıtlanmış değ il.
— Ama ö yle sanılıyor.
— Ve bö yle sanıldığ ı sü rece, sayın vali, Dü nyalılara parya muamelesi
edildiğ i sü rece, bizde hoşlanmadığ ınız o nitelikleri hep gö receksiniz.
Kine kinle cevap vermemizden yakınabilir misiniz? Biz saldırgan
olmaktan çok, saldırıya gö ğ üs gerenleriz.
Sebep olduğ u bu ö ke patlaması, Enniyus'u ü zü yordu. Dü nyalıların en
iyisi bile ayni havadan çalıyor, herkesi Dü nya'ya karşı gibi gö rü yordu.
— Size karşı uygar davranmadığ ımdan dolayı ö zü r dilerim, affedin
beni Shekt, dedi diplomatça. Kabalığ ımı, gençliğ ime ve can sıkıntısına
bağ layın. Karşınızda talihsiz, kırk yaşında bir çocuk var. Yö neticilikte
kırk yaş, bebeklik çağ ı demektir. Çetin bir çıraklık dö nemi işte... Belki de
Dış Gezegenler Bü rosu, beni daha az tehlikeli bir gezegene atanmamı
dü şü nmeyi yıllar geçtikten sonra hatırlayabilecek. Demek ikimiz de
dü nyanın iki tutsağ ıyız. Ne gezegenler arası ayırımın, ne de etnik
ayırımın var olduğ u geniş bir vatanın iki yurttaşıyız. Haydi! Uzatın
bana elinizi, dost olalım.
Shekt'in yü zü ndeki kırışıklar birden kayboldu. Daha doğ rusu
gü lü msedi, sonra bastı kahkahayı.
— Sö zleriniz, yakaran birinin sö zleri, ama sesinizin tonu, yine
imparatorluğ un usta bir diplomatının ses tonu, dedi. Sayın vali, siz kö tü
bir aktö rsü nü z.
— Pekâ lâ , ö yleyse bana bir hoca gibi davranıp, şu sinaptik
ampli ikatö rü nü zden bahsetsenize biraz.
Shekt gö rü nü r şekilde ü rperdi ve kaşlarını çattı:
— Nerede duydunuz bunu? Yoksa yö netici olduğ unuz kadar, izikçi
misiniz de?
— Ben her şeyi bilirim. Fakat ciddi sö ylü yorum Shekt, bilmek isterim
bunu.
Shekt, valiyi dikkatle sü zdü . Yerinden kalktı, eliyle dudaklarını
çekiştirerek, dü şü nceye daldı.
— Nereden başlayacağ ımı bilemiyorum.
— Kuramınızın matematik dü zeyinin neresinden başlamak
gerektiğ ini soruyorsanız, size sorunu ben basitleştireyim.
Fonksiyonlar, denklemler ve diğ erleri, ben bunlardan hiçbir şey
anlamam.
Shekt'in gö zleri parladı birden.
— Eğ er sadece makinenin gö rü nü şü yle yetineceksek, şunu
sö yleyeyim: Amaç, insanoğ lunun ö ğ renme yeteneğ ini arttırmak.
— Insanoğ lunun mu? Sahi mi? Peki, nasıl çalışıyor bu makine?
— Bunu ben de bilmek isterdim! Uzerinde daha çok çalışmamız
gerekiyor. Sayın Vali, size işin temelini anlatacağ ım, kendiniz yargıya
varın, insanın -ve hayvanların sinir sistemleri nö ro-proteinlerden
meydana gelir; yani elektrik dengeleri çok eğ reti olan dev
molekü llerden. En ha if bir dü rtü , molekü lü sarsar, yeniden
toparlanabilmek için de, komşu molekü lü sarsar, o da bir sonrakini ve
beyin etkilenene kadar bu bö yle devam eder. Beyin de bu tü r
molekü llerden oluşan ve aralarında bağ lantı sağ lamak için bü tü n
imkâ nlardan yararlanan bir bü tü ndü r. Beyinde 10 ü stü 20 nö ro-protein
-yani 1'in sağ ına 20 sıfır konacak bulunduğ una gö re, muhtemel
kombinezonların sayısı 10 ü stü 20'dir. Size bu rakamın ne kadar bü yü k
olduğ u hakkında bir ikir vereceğ im. Evrendeki bü tü n elektronların ve
bü tü n protonların kendi başlarına birer evren halini aldığ ını varsayın;
sonra bu evrenlerin bü tü n elektron ve protonlarının da birer evrene
dö nü ştü ğ ünü dü şü nü n ve derken bü tü n bunların da birer evren
olduğ unu aklınıza getirin... işte bü tü n bu evrenlerin nö tron ve
protonlarının sayısı bile, beyindeki durumla kıyasladığ ımızda, yetersiz
kalır... Beni anlıyor musunuz?
— Yıldızların hakkı için sö yleyeyim, hayır! Anlamaya çalışsam,
eminim başımın ağ rısından Ay'a bakıp uluyan kö pek gibi inlerdim.
— Hımmm... Oyleyse başka tü rlü ele alalım. Sinirsel itiş, diye neye
diyoruz, biliyor musunuz? Sinirler boyunca beyine kadar uzanan
elektronik bir dengesizliğ e bu adı yeriyoruz. Aynı yoldan da beyinden
geri dö nü yor bu itiş. Bunu kavradınız mı?
— Evet.
— Kutlarım. Siz bir dâ hisiniz! Bir duyu akımı bir sinir hü cresinden
geçerken, nö ro-proteinler temas halinde olduklarından, yayılma çok
çabuktur. Ancak sinir hü crelerinin sayısı sınırlıdır ve her biri ö tekinden
çok ince, sinirsel olmayan bir dokuyla ayrılmıştır. Yani yan yana olan iki
sinir hü cresi, temasta değ ildir.
— Ha! Yani duyu akımı engeli aşmak zorunda.
— Tamam! Aradaki doku, duyu akımının gü cü nü frenlemeye,
yü zeyinin karesi oranında yayılma hızını azaltmaya yarar. Aynı durum,
beyin için de geçerlidir. Şimdi aradaki dokunun değ işken olmayan
elektrik değ erini indirecek bir yol hayal edin.
— Nedir o değ işken olmayan?
— Sadece ara dokunun izole etme gü cü . Bu durumda duyu akımı
engeli daha kolay aşacaktır.
— Ilk soruma geldim yine: Bulduğ unuz sistem çalışıyor mu?
— Hayvanlar ü zerinde denedim.
— Nasıldı sonuçlar?
— Çoğ unluğ u, beyin proteinlerindeki değ işme yü zü nden ö ldü .
Dilerseniz, pıhtılaşmalarından da diyebiliriz. Tıpkı pişmiş yumurtanın
akı gibi, katılaştılar.
Enniyus yü zü nü buruşturdu:
— Bilimin şu soğ uk duygusuzluğ u, bazen pek acımasız oluyor. Peki, ya
yaşayanlar?.
— Deneme sonuç vermiş sayılmaz, çü nkü bunlar insan değ ildi.
Insanlarda durum daha uygun gibi gö rü nü yor.
Ama deney için insana ihtiyacım var. Her şey ü zerinde çalışılacak
beynin doğ al elektronik niteliklerine bağ lı. Her beynin kendine ö zgü bir
mikro-akım tipi vardır. Tıpatıp eş olan iki beyin bulamazsınız. Tıpkı
parmak izleri gibi. Ne yazık ki denemede kullanabileceğ im insan yok.
Gö nü llü istedim. Yalnız...
Shekt, kollarını yukarı kaldırdı.
— Fakat çekingenliklerini anlıyorum, biliyor musunuz? dedi Enniyus.
Fakat makinenizi geliştirirseniz, ciddi olarak ne yapmak istiyorsunuz?
Fizikçi, omuzlarını silkti.
— Bunu sö ylemek bana dü şmez. Karar, elbette Bü yü k Konsey'indir.
— Buluşunuzu Imparatorluğ un hizmetine vermeyi dü şü nü yor
musunuz?
— Ben mi? Bence hiçbir sakıncası yok. Ama yalnız Bü yü k Konsey bu
konuda...
— Bü yü k Konsey'in canı cehenneme! diye sabırsızca bağ ırdı vali.
Onlarla daha ö nce de gö rü şme fırsatı ele geçirdim. Bu tekli imi zamanı
gelince Konsey'e gö tü rmemi kabul eder misiniz?
— Bu konuda en kü çü k bir etkim yok.
— Konsey'e insanları mutlak gü venlik koşulları içinde tedavi edecek
bir ampli ikatö r icat ettiğ inizi ve bunu Galaktika dü zeyinde
ü retebilirseniz, gö çü yasaklayan bazı kısıtlamaların kaldırılabileceğ ini
sö yleyebilirsiniz.
— Peki, ya salgın korkusu? diye hınzırca sordu Shekt. Ya bizi
diğ erlerinden ayırt eden ö zelliklerimiz? Ya bizim insanlık camiasına
kabul edilmeyişimiz?
— Sizi belki başka bir gezegene bile, topluca taşıyabilirler, dedi hiç
heyecanlanmadan Enniyus. Dü şü nü n bir kere.
Tam bu sırada kapı açıldı ve odanın sıkıcı havasını dağ ıtan bir bahar
rü zgâ rı gibi, genç bir kadın içeri girdi. Ziyaretçiyi gö rü nce, kızardı,
hemen ters yü zü dö nü p çıkmaya kalkıştı. Ama Shekt ona engel oldu.
— Gelin, Pola. Sanırım kızımı tanımıyorsunuz sayın vali. Pola, sana
Dü nya Valisi Enniyus efendimizi tanıştırayım.
Vali ayağ a kalkmıştı bile. Rahat bir nezaketle eğ ildi. Pola'nın acemice
selamı yarıda kaldı.
— Kü çü k hanım, siz Dü nya'nın asla ü retemeyeceğ ini sandığ ım, gü zel
bir sü s çiçeğ isiniz. Bildiğ im kadarıyla, siz bü tü n gezegenlerde eşsiz bir
sü s olabilirsiniz.
Genç kızın karşısındakinin hareketi karşısında acemice uzatmak
zorunda kaldığ ı elini kavradı, bir an mensup olduğ u kuşağ ın en basit
nezaket kuralı gö rdü ğ ü şekilde, bu eli ö pecek gibi oldu. Fakat niyeti
buysa bile, birden kızın elini telaşla bıraktı, geri çekildi.
Pola'nın kaşları belli-belirsiz çatıldı.
— Sayın vali, sıradan bir Dü nyalı kız için gö sterdiğ iniz bu iyilik beni
şaşırttı doğ rusu. Bulaşmaya bö yle meydan okuduğ unuza gö re, yiğ it
birisiniz siz.
Shekt ö ksü rdü :
— Kızım Chica Universitesi'nde ö ğ renimine devam ediyor, vali
efendimiz, dedi. Araştırmalarına yardımcı olur diye de, haftada iki gü n
laboratuvarımda çalışıyor. Teknisyen olarak. Oldukça yetenekli. Belki
babalık gururu, ama bence ilerde yerimi alabilecek yetenekte.
— Baba, sana sö ylemem gereken ö nemli bir şey var, dedi kısık sesle.
— Sizi yalnız bırakayım mı? diye ö nerdi Enniyus,
— Hayır, hayır, gereğ i yok! Nedir o, Pola?
— Bir gö nü llü bulduk, baba.
Shekt şaşkın şaşkın gö zlerini kırpıştırdı.
— Ampli ikatö r için mi?
— Oyle diyor.
— Eh size uğ ur getirdim galiba, dedi Enniyus.
— Gerçekten. Sö yler misin, beklesin? C salonuna al. Ben hemen
geleceğ im.
Pola çıkınca, Shekt, valiye dö ndü :
— Eğ er bana izin verirseniz, sayın vali...
— Elbette. Ne kadar sü rü yor deney?
— Korkarım uzun saatler... Bulunmak ister miydiniz?
— Bü tü n tü ylerim diken diken olurdu, Shekt. Ben yarına kadar Vilayet
Konağ ındayım. Sonucu bana bildirmek lü tfunda bulunur musunuz?
— Elbette.
Shekt rahatlamışa benziyordu.
— Mü kemmel! Sinaptik ampli ikatö rü hakkında size yaptığ ım tekli i
de unutmayın. Bilimin yeni Kral yolu...
Enniyus çıkarken, gelişine oranla daha rahat değ ildi. Fazladan hiçbir
şey ö ğ renememişti, ü stelik endişeleri de daha artmıştı.

5
Gönülsüz Gönüllü

Dr. Shekt yalnız kalır kalmaz hemen zile bastı. Beyaz, parıltılı bir gö mlek
giymiş, uzun, kahverengi saçlarını başının arkasında toplamış genç bir
teknisyen, telaşla içeri girdi.
— Pola size haber verdi mi?
— Evet, doktor Shekt. Ekrandan adamı gö zledim. Eminim, doğ ru bir
gö nü llü . Genellikle bize gö nderdikleri gibi biri değ il...
— Sizce, Konsey'e haber vermem gerek mi?
— Size ne diyeceğ imi bilemiyorum doğ rusu. Konsey, sıradan bir
bağ lantıya kö tü gö zle bakabilir. Biliyorsunuz, bü tü n dalgalar
kaydedilebiliyor. Geri gö ndersem mi yoksa? diye birden ö nerdi
teknisyen. Otuz yaşından genç adamlara ihtiyacımız var derim, olur.
Çü nkü rahat otuz beşin ü stü nde.
— Hayır, hayır... Hele bir gö reyim.
Shekt'in aklı donmuş bir girdaptı sanki. Şu ana kadar harekâ tı tam bir
ustalıkla yü rü tmü ştü . Aldatıcı bir açık sö zlü lü k izlenimi uyandıracak
kadar haber sızdırmışlardı. Ve işte şimdi gerçek bir gö nü llü
başvuruyordu. Hem de Enniyus'un ziyaretinden hemen sonra! Acaba
arada bir ilişki var mıydı? Shekt de kireçlenmiş şu gezegende dev ve
karanlık bazı gü çlerin kıpırdanmaya başladıkları konusunda çok
belirsiz bilgilere sahipti. Ama yine de kendisini onların elinde
hissedecek kadar yeterliydi bildikleri. Her halde, Eskiler'in
sandıklarından çok şey biliyordu.
Ama hayatı iki yö nden de tahdit altında olduğ una gö re, ne yapabilirdi?
On dakika sonra ö nü nde, ayakta duran ve kollarını kavuşturmuş
çiftçiyi kaçamak bakışlarla inceliyordu. Mutlaka kırk yaşından kü çü ktü ,
ama acımasız kö ylü hayatı, insanları çabuk yıpratıyor olmalıydı.
Yanakları al aldı. Saç kö klerinde ve şakaklarında ter damlacıkları vardı.
— Galiba adınızı vermeyi reddetmişsiniz dostum, dedi tatlı bir sesle
Shekt.
Arbin keçi gibi inatçıydı.
— Bana gö nü llü lere soru sorulmayacak demişlerdi, cevabıyla yetindi.
— Hımmm... Peki, sö yleyecek bir şeyiniz yok mu? Yoksa hemen
tedaviye alınmak ister misiniz?
— Ben mi? Hoppala! diye heyecanla bağ ırdı Arbin. Gö nü llü olan ben
değ ilim ki. Sizi bö yle inanmaya yö neltecek hiçbir şey sö ylemedim ben.
— Ya? Peki, gö nü llü bir başkası mı?
— Canım, ben ne diye yani...
— Anladım. Peki... Bu ö teki gö nü llü sizinle beraber mi?
— Oyle sayılır, diye çekinerek cevap verdi Arbin.
— Mü kemmel! Yalnız, istediğ inizin ne olduğ unu bana açık seçik
sö ylemelisiniz. Sö yleyecekleriniz tamamen sır olarak kalacak. Anlaştık
mı?
Kö ylü kaçamak bir saygınlıkla çenesini eğ di.
— Sağ olun. Anlatayım efendim. Çiftlikte biri var... Bir, şey... Uzak bir
akraba. Bize yardım elini uzatıyor, anlıyorsunuz ya. (Arbin tü kü rü ğ ü nü
zor yuttu, Shekt de ciddi ciddi başını salladı.) Çok iyi niyetli, çok da iyi
işçidir... Bir oğ lu vardı, tamam mı? Ama ö ldü ... Karımla benim de bir
yardımcıya ihtiyacımız var, tamam mı? Eşimin sağ lığ ı iyi değ il...
Akrabanın yardımı olmadan bu işin altından kalkamayız...
Arbin, anlattığ ı masalın inanılacak yö nü olmadığ ı hissine kapılmıştı.
Fakat bü yü k bilgin başını salladı.
— Yani bu uzak akrabanızı mı denemeye almamızı istiyorsunuz?
— Tamam, ö yle. Bunu demek istedim işte. Zamanınızı aldımsa, ö zü r
dilerim. Zavallı çocuk, anlıyorsunuz ya, aklı pek başında değ ildir. (Arbin
bundan sonra ağ zına geleni sö yledi.) Yo, hasta değ il, aksine... Yalnız...
Biraz geri zekâ lı. Konuşamıyor, anlıyor musunuz?
— Konuşmayı bilmiyor mu? diye hayretle sordu Shekt.
— Yo, biliyor da... Ama sevmiyor konuşmayı, iyi konuşamıyor.
— Siz de ampli ikatö rü n onun zekâ sını dü zeltmesini istiyorsunuz,
ö yle mi? diye sordu bilgin.
Arbin, yavaşça başını salladı:
— Biraz daha aklı başında olsaydı, karımın yapamayacağ ı işleri
becerirdi, değ il mi?
— Ama ö lü m tehlikesiyle burun buruna olduğ unu bilmeniz gerekir.
Arbin, dalgın dalgın adamın yü zü ne baktı. Parmakları ö keyle kasıldı.
— Bana onun onayı gerek, diye ekledi Shekt.
— Anlamaz ki, diye inatla ısrar etti çiftçi. Ama sizin anlamanız gerekir;
siz yaşamın ne çetin bir şey olduğ unu anlayabilirsiniz. Adamcağ ız
giderek yaşlanıyor. Daha altmış yaş sorunu yok şimdilik, ama gelecek
nü fus sayımında onu geri zekâ lı diye kabul edebilirler ve elimizden
alırlarsa? Onu yitirmek istemiyoruz. Bu yü zden geldim buraya. Olayın
gizli kalmasını istiyorum, çü nkü ... Çü nkü ... (Bö yle derken, Arbin
bakışlarını kaçırdı.) Çü nkü bu iş Eskiler'in hoşuna gitmeyebilir. Ama
biliyorsunuz, hayat çok acımasız beyciğ im... Ustelik size de yararı
dokunabilir. Gö nü llü aramıyor muydunuz?
— Evet. Nerede akrabanız?
Arbin, sonuna kadar oyunu oynamaya karar verdi.
— Dışarda... Arabamda... Kimse gö rmediyse elbette.
— Her şeyin yolunda gitmesini dileyelim. Şimdi gidip arabanızı
alacağ ız ve yer altı garajına çekeceğ iz. Yardımcılarımın dışında
akrabanızın burada olduğ unu kimselerin bilmemesi için bir şeyler
ayarlayacağ ız. Yö netimle
başınızın derde girmeyeceğ ine dair size garanti verebilirim.
Arbin'i dostça omuzundan tuttu, çiftçi ister istemez gü lü msedi.
Boynuna sarılan ilmiğ in biraz daha sıkıldığ ını sandı.
Shekt, yatağ a uzanmış yatan saçsız ve ha if gö bekli adamı seyretti.
Hasta, bilinçsiz yatıyordu. Derin ve dü zenli soluyordu.
Konuşmalarından hiçbir şey anlaşılamamıştı. Kendisine sö ylenenleri
de kavrayamamıştı. Yine de ü zerinde hiçbir akıl hastalığ ı belirtisi
yoktu. Yaşlı biri için re leksleri de normaldi.
Ihtiyar ha? Hımmm!
Fizikçi sabit bakışlarını ü zerine diken Arbin'e dö ndü .
— Kemiklerinin bir tahlilini yapalım mı dersiniz?
— Hayır! diye bağ ırdı heyecanla çiftçi. Sonra alçak sesle ekledi:
Kimliğ ini belirleyecek bir şey yapılmasını istemiyorum.
— Ama bize yardımcı olabilirdi bu. Yaşını bilseydik, tehlike azalırdı.
— Elli yaşında.
Shekt omuzlarını silkti. Hiç ö nemi yoktu. Yine uyuyan adamın ü zerine
eğ ildi. Kendisini içeri aldıklarında, adamcağ ız içine kapanmış, kayıtsız
gibiydi ya da ö yle gö rü nü yordu. Verilen hipnoz hapları bile ü zerinde bir
kuşku yaratmamıştı. Haplar uzatıldığ ında şö yle bir gü lü msemiş, sonra
da yutmuştu.
Teknisyen, sinaptik ampli ikatö rü meydana getiren karışık
aygıtlardan sonuncusunu da iterek içeri aldı. Dü ğ melerden birine
basınca, ameliyathanenin pencereleri şeffa lığ ını yitirdi. Şimdi içerde
kalan tek ışık kaynağ ı, soğ uk ve gö z kamaştırıcı bir biçimde parlayan
ampuldü . Yü zlerce kilovat diyamanyetik alan onu hem masanın beş
santimetre ü stü nde tutuyor, hem de ışığ ın doğ ru ü zerine yö nelmesini
sağ lıyordu. Kö şede bir gö lgede oturan Arbin, olup bitenlerden hiçbir
şey arılamıyordu, ama sadece varlığ ıyla acımasız girişimlerde
bulunulmasını ö nleyeceğ ini sanıyordu.
Fizikçiler ise ona aldırmıyorlardı bile. Adamın başına elektrodlar
yerleştirildi. Bu da bir hayli zaman aldı. Ullster tekniğ iyle kafatasının
dokusal yapısı ö zenle incelenecekti. Derken Shekt, neşesiz bir biçimde
gü lü msedi. Bulgular kesin olmamakla birlikte, adamın sö ylendiğ i gibi
elli değ il, daha yukarı yaşta olduğ u apaçık belliydi.
Ancak bilginin yü zü ndeki gü lü mseme silinmekte gecikmedi. Alnı
kırıştı. Kafatası çatlaklarının garip bir tarafı vardı... Eşi gö rü lmemiş
şeylerdi...
Neredeyse, bu kafatasının ilkel bir yaratığ a, atalarından birine ait
olduğ una yemin edecekti. Ama unutmamalıydı ki geri zekâ lı biriyle
ilgileniyordu. Neden olmasın?
Birden, hayretle bağ ırdı:
— Vay canına! Hiç dikkat etmemiştim. Bu adamın suratında kıllar var.
(Arbin'e dö ndü .) Bu hep bö yle sakallı mıydı?
— Sakallı mı?
— Evet, çenesinde kıllar var mıydı yani? Yaklaşın... Gö rmü yor
musunuz?
— Evet, gö rü yorum efendim.
Çiftçi elden geldiğ ince hızlı dü şü ndü . Sabah o da fark etmişti bunu,
ama sonra unutmuştu.
— Sanırım bö yle dü nyaya gelmişti, dedi ihtiyatla.
— Alın şu kılları! Kaba bir hayvana benzemesini istemezsiniz, değ il
mi?
— Hayır efendim.
Elleri eldivenli bir teknisyen tarafından sü rü len tıraş kremi, sakalların
hakkından çabuk geldi.
— Gö ğ sü nde de kıllar var, Dr. Shekt, dedi operatö rlerden biri.
— Yok yahu? Gö sterin bakayım... Ama bu insan değ il, bir şebek canım!
Olsun... Gö mleğ inin altında nasıl olsa gö rü nmez. Koyun elektrodları.
Şuraya yerleştirin. Sonra şuraya. Bir de şuraya.
Kıl kadar ince bir dü zine platin tel, adama bağ landı. Sondalar saçların
arasından geçtikten sonra kafatasının birleşme yerlerinden nö rondan
nö rona geçen mikro-akım yankılarını dinlemeye yarıyordu.
Operatö rler bü yü k bir dikkatle zapt ettikleri elektrik dalgalanmalarını
kaydeden, bir kımıldanıp, bir duran ampermetreleri izliyorlardı. Mini
mini uçlar, milimetrik bobinler ü zerinde uzayıp giden çizgiler
çiziyordu.
Sonunda bu gra ik çizgiler mat plakalar ü zerine yerleştirildi ve
operatö rler alçak sesle aralarında yorumlarda bulunarak sonucu
okumaya başladılar: "...Beşinci noktaların genişliğ ine dikkat edin...
tahlil etmeye değ er... hemen gö ze batıyor..."
Bundan sonra makinenin hazırlanmasına geçildi. Bitmek bilmedi bu
iş. Teknisyenler kolları çeviriyor, ayarlamaları yapıyor, bir yandan da
gö stergeleri izliyorlardı. Sayısız kere ö lçme aletleri kontrol edildi,
doğ rulamalar yapıldı.
En sonunda Shekt gü lü mseyerek Arbin'e dö ndü :
— Biraz sonra bitecek.
Koca makine uyuyan adamın ü zerine doğ ru ilerledi. Bu haliyle aç ve
ağ ır hareketli bir canavara benziyordu. Şimdi hastanın ayak ve kol
bileklerinden aşağ ı dö rt kablo sarkıyordu. Mat kara renkte, galvanizli
kauçuğ a benzer bir tü r yastık ensesinin altına kaydırıldı.
Omuzlarındaki kelepçeler, onu sıkı sıkı yattığ ı yere yapıştırmıştı.
Elektrodlar birbirlerinden ayrıldı, başının iki yanına yerleştirildi. Her
birinin ucu, şakağ ına yö nelikti. Suratı sarıydı.
Shekt bakışlarını bir an bile kronometreden ayırmıyordu. Eli, bir
dü ğ menin ü zerindeydi. Birden dü ğ meye bastı. Gö rü nen hiçbir şey
olmadı, insana saatler kadar uzun gelen ü ç dakikadan sonra, Shekt
parmağ ını dü ğ meden çekti.
Yardımcısı derhal Schwartz'ın ü zerine eğ ildi, sonra hemen doğ rulup,
heyecanla seslendi:
— Hayatta, yaşıyor!
Ama her şey bitmemişti daha. Teknisyenler daha uzun saatler
boyunca bir kitaplık dolduracak kadar çok veri topladılar. Hastaya bir
iğ ne yapıp, gö z kapaklarının ha ifçe
titremesini sağ ladıkları sırada, saat gece yarısını geçmişti.
Shekt geri çekildi. Yorgun, ama mutluydu.
— Her şey yolunda, diyerek elinin tersiyle alnını sildi. (Arbin'e dö nü p,
kararlı bir sesle ekledi:) Yalnız birkaç gü n burada kalması gerekiyor.
Birden çiftçinin bakışlarında sıkıntı ve korku hisleri belirdi.
— Ama... Şey...
— Bize kesin kes gü venebilirsiniz. Akrabanızın başına can sıkıcı hiçbir
şey gelmeyecektir, aksi halde başımı koyuyorum ortaya. Zaten başımı
koymuşum bu işe ben. Onu bize emanet edin. Mesai arkadaşlarımdan
başka hiç kimse kendisini gö rmeyecektir. Kendisini şimdi alıp
gö tü rü rseniz, başına çok kö tü şeyler gelebilir. Bir de ö lecek olursa,
varlığ ını Eskiler'e açıklamanız gerekir.
Bu son uyarı, Arbin'i pes ettirmeye yetti:
— Peki, onu ne zaman gelip alacağ ımı nasıl ö ğ reneceğ im? diye sordu.
Size adımı vermek istemiyorum da.
— Ben de adınızı sormuyorum, diye cevap verdi Shekt. Bir hafta sonra
aynı gü n, akşam saat tam onda yine gelin buraya. Sizi arabanızı
bıraktığ ımız garajın ö nü nde ben bekleyeceğ im. Bana gü venebilirsiniz
dostum: Korkulacak hiçbir şey yok.

Arbin, Chica'dan ayrıldığ ında, gece olmuş, hava kararmıştı. Yabancı


adamın gelip kapısını çalmasının ü zerinden yirmi dö rt saat geçmişti ve
bu sırada adetler'i bir kere daha çiğ nemişti. Bir yerine, iki suç... Acaba
bundan bö yle kendisini hiç gü ven içinde hissedebilecek miydi?
Şimdi aracıyla ıssız yolda geri dö nü yordu, ama arada sırada kaçamak
bir bakışla arkasını sü zmekten kendisini alamıyordu. Acaba çiftliğ e
kadar izlenecek miydi? Yoksa bü tü n dü nyalıların bir işinin bulunduğ u
ve altmış yaş yasasının uygulanmasında titizlikle kullanılan
istatistikler, birer birer inceleniyor muydu?
Bü tü n dü nyalılar, er geç, bu gö revlerini yerine getirmek zorundaydılar.
Daha o ö lü m saatine varması için ö nü nde çeyrek yü zyıl vardı, ama
Grew yü zü nden her an cezalandırılabilirdi. Şimdi bir de yabancı
eklenmişti ona.
Peki, bir daha Chica'ya adımını atmasa ne olurdu?
Hayır! Loa ile birlikte, ü ç kişi yerine iki kişi çalışıp, asla beklenen
ü retimi sağ layamazlardı. Uretmek zorunda oldukları miktara
erişemeyince de ilk suçları, yani Grew ortaya çıkacaktı. Dişli bir çark
gibiydi bu: Gelenekler'e karşı insan bir suç işlemeye başlayınca, arkası
çorap sö kü ğ ü gibi gelirdi.
Arbin, tehlikesi ne olursa olsun Chica'ya geri dö neceğ ini biliyordu.
Shekt istirahate çekildiğ inde vakit gece yarısını çoktan geçmişti ve
ancak Ola'nın ısrarıyla buna razı olmuştu. Yastığ ı, bir tü r ince
boğ azlama aletine benziyor, çarşa ları buruşup dü ğ üm dü ğ üm
oluyordu. Bu da sinirlerini laçka ediyordu. Şehir karanlığ a gö mü lmü ştü ,
ancak ufukta, gö lü n ö bü r yakasında, belli-belirsiz, mavimtırak bir
aydınlık fark ediliyordu: Pek ender bazı yerler dışında, Dü nya'nın
başında sallanan ö lü mü n ışığ ıydı bu.
Bu hareketli gü nü n olayları, izik bilgininin beyninde karmakarışık
dö nü p duruyordu. Çiftçiyi geri dö nmeye razı ettikten sonra yaptığ ı ilk
iş, Başkanlık sarayına tele video ile telefon etmek olmuştu. Enniyus
herhalde aramasını bekliyor olmalıydı ki, aracın çağ rısına hemen
kendisi cevap vermişti. Yine kurşunla takviyeli giysileri içindeydi.
— Iyi akşamlar, Shekt. Tecrü beniz tamamlandı mı?
— Evet, gö nü llü mü n de işi tamam. Ya da aşağ ı yukarı tamam. Zavallı
adam.
Enniyus'un aklı hiç başında değ ildi.
— Kalmamakta çok haklıymışım. Siz bilginler ve katiller arasında
bence hiçbir fark yok!
— Henü z ö lmedi daha, sayın Vali. Hatta onu kurtarmamız da mü mkü n.
Ama...
Vali omuzunu silkti.
— Ben sizin yerinizde olsam, farelerle yetinirdim, Shekt. Ama sizi hiç
normal halde gö rmü yorum, dostum. Belki ben bö yle olaylar karşısında
nasırlaşmış değ ilim, ama sizin ö yle olmanız gerekir.
— Yaşlanıyorum Enniyus efendimiz, demekle yetindi bilgin.
— Dü nya'da vakit geçirmek için tehlikeli bir yol seçmişsiniz ü stat,
dedi kuru bir sesle Enniyus. Haydi, gidip yatın artık, Shekt.
Şimdi ise Shekt pencerenin ö nü ne dikilmiş, çö ken bir dü nyanın
ü zerinde yü kselen karanlık şehri seyrediyordu.
Sinaptik ampli ikatö r denemeleri iki yıldan beri yü rü tü lmekteydi ve
bu yü zden de Eskiler Derneğ i'nin kö lesi, oyuncağ ı olmuştu.
Her şeyi hazır yedi-sekiz tebliğ i vardı ve eğ er bunlar "Nö ro izyoloji
Dergisi"nde yayınlansaydı, adı bü tü n Galaktika'da şö hret olabilirdi.
Ama hepsi masasının ü zerinde kü leniyordu. Bunun ü zerine şu meşhur
ve bilerek abartılmış yazısı çıkmıştı "Fizik Dergisi"nde. Işte "Kardeşlik"
in yolları buydu. Bir yarım gerçeğ i, yalana tercih etmek.
Yine de Enniyus, istihbarat toplamaya gelmişti. Niçin?
Acaba bu girişim, Shekt'in ö ğ rendiğ i bazı şeylerle bağ lantılı mıydı?
Imparatorluk da kendisi gibi bazı şü pheler mi besliyordu?
Iki yü zyıl içinde Dü nya ü ç kez ayaklanmaya kalkışmıştı. Uç seferinde
de geçmişteki sö zde bir bü yü klü k adına isyan çıkmış, imparatorluğ un
garnizonlarına saldırılmıştı. Uç seferinde de ayaklanmalar tam
zamanında bastırılmıştı ve imparatorluk gerçekten aydın bir krallık
rejimi olmasaydı, Galaktika'ya derin bir siyaset anlayışının erdemleri
egemen olmasaydı, Dü nya rahatça insanların yaşadığ ı gezegenler
listesinden silinebilirdi.
Ama kim bilir, belki şimdi işler başka tü rlü gelişebilirdi. Mü mkü n
mü ydü bu? Can çekişen birinin dö rtte ü çü tutarsız sö zlerine ne derece
gü venilebilirdi?
Neye yarayacaktı? Nasıl olursa olsun, hiçbir şey yapmaya cü ret
edemeyecekti ki. Beklemekten başka bir şey yapamazdı. Giderek
yaşlanıyordu ve Enniyus'un dediğ i gibi, bu Dü nya için tehlikeli
olabilecek bir vakit ö ldü rme aracıydı. Altmış yaşına merdiven
dayamıştı. Altmış yaş yasasından sapmalar ise, pek ender bir şeydi.
Kaçış yoktu bundan.
Işte şu lanetli çamur topağ ından farksız Dü nya'da bile, Enniyus
yaşamak istiyordu.
Bilgin en sonunda yattı ve uykuya dalmadan ö nce, kendi kendine
Eskiler'in Enniyus'la video aracılığ ıyla yaptığ ı konuşmayı kaydedip
kaydetmediklerini sordu. Kardeşlik ö rgü tü nü n başka istihbarat
kaynakları da olduğ unu henü z bilmiyordu ki.

Shekt'in yardımcısı, ancak sabah, bilgin hakkında kesin bir karara


varabildi.
Asistanı, hocasına hayrandı, ama resmen izin alınmamış gizli bir
gö nü llü ye sinaptik uygulama yapılmasına Kardeşliksin gö z
yummayacağ ını, bunun Adet statü sü nü açıkça çiğ nemek olacağ ını çok
iyi biliyordu. Statü ye karşı çıkmak ise, ağ ır bir suçtu.
"Hem bu adam kim?" diye sorarak bir mantık kuruyordu kendisine.
Sinaptik ampli ikatö rü n Imparatorluk hesabına çalışan casuslar
tarafından sırrının çalınmaması için açılan kampanyada gö nü llü lerin
başvurmalarını kö rü klemeden, oldukça iyimser bilgiler zaten
sızdırılmıştı. Eskiler Derneğ i ona insanları gö nderiyordu ve bu kadarı
da yeterliydi.
Peki, ö yleyse bu adamı kim gö ndermişti? Kardeşlik ö rgü tü mü ?
Shekt'in gü venlerine layık olup olmadığ ını anlamak için gizlice bunu
mu yapmışlardı acaba?
Yoksa Shekt bir hain miydi? Biraz ö nce, ancak yabancıların
radyasyondan etkilenmekten korkarak giydikleri ağ ır giysiler içinde
biriyle baş başa gö rü şmü ştü .
Iki halde de, mahvına doğ ru koşmak tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
Teknisyen kendi kendine şunu soruyordu: "Peki, ben niçin onun
dü şü şü nü n peşinden yuvarlanayım?" Kendisi gençti, ö nü nde
yaşayacağ ı kırk yıl vardı. Ne diye altmış yaş sınırını yaklaştıracaktı?
Ayrıca belki de kendi yü kselmesine yardımcı olacaktı davranışı...
Shekt o kadar yaşlıydı ki, gelecek nü fus sayımını atlatamayacaktı
kuşkusuz. Demek kendisine bü yü k bir zarar da vermiş sayılmazdı yani.
Hatta hiçbir zarar vermeyecekti ustasına.
Teknisyen, kararını vermişti. Elini kaldırıp, Dü nya Yü ksek Bakanlığ ının
ö zel hattıyla bağ lantısını sağ layacak alete uzattı. Bu makam, Imparator
ve Genel Vali adına, bü tü n Dü nyalıların yaşamları ü zerinde sö z
sahibiydi.

Schwartz'ın kafatasını dolduran sisli izlenimler ancak gü nü n sonuna


doğ ru çektiğ i acının uyuşukluğ unu aşıp şekillendi. Yolculuklarını, gö l
ö nü nde sıralanmış alçak yapıları, aracın içindeki uzun bekleyişi
hatırladı.
Peki, ya sonra? Sonra ne olmuştu? Uyuşuk dü şü ncelerini eşelemeyi
denedi... Evet! Kendisini almaya gelmişlerdi. Çeşitli aletler ve
kadranlarla dolu bir salon... Ve iki bap uzatmışlardı, o da kıvançla
yutmuştu bunları. Nesi vardı ki kaybedecek? Zehirlenme, kurtuluştu
kendisi için.
Sonra... Her şey silinmişti.
Dikkat! Bilincinde şimşekler çakıyordu... Uzerine eğ ilen insanlar...
Derken birden bir stetoskopun gö ğ sü ne soğ uk temasını
anımsayıverdi... Bir genç kız, kendisine yiyecek uzatıyordu...
Oyleyse, bir ameliyat geçirmişti! Paniğ e kapılıp, ü zerindeki ö rtü leri
itti, ayağ a fırladı.
Bir genç kız koştu, omuzlarından iterek kendisini yeniden yatmaya
zorladı. Tatlı bir sesle bir şeyler sö yledi, ama anlamıyordu dediklerini.
Direnmeyi denedi, ama boşuna. Gü cü yoktu.
Schwartz, ellerini yü zü ne yaklaştırdı. Normale benziyordu her şey.
Bacağ ını kımıldatınca, ö rtü lerin hışırtısını duydu. Demek bir uzvunu
kesmemişlerdi.
— Beni anlıyor musunuz? diye umutsuzca sordu genç kıza. Neredeyim
acaba, biliyor musunuz?
Kendi sesini bile zor tanımıştı.
Kız gü lü msedi ve tekdü ze, akıcı bir sesle uzun bir nutuk çekmeye
başladı. Adam homurdandı. Bü tü n bunlardan sonra, yaşlı bir bey girdi
içeriye kendisine hapları veren adam. Kızla bir şeyler gö rü ştü , bir sü re
sonra kız dö nü p, parmağ ını dudaklarına gö tü rdü , bu mimiğ ini, bir
takım çağ rı işaretleri izledi.
— Ne? diye sordu Schwartz.
Kız heyecanla başını salladı, Schwartz bü tü n kızgınlığ ına rağ men,
birden onun yü zü ne bakmaktan bir zevk duydu.
— Konuşmamı mı istiyorsunuz?
Adam yatağ ının kenarına oturup, ağ zını açmasını işaret etti.
— Aaahh, dedi.
— Aaahh diye tekrarladı Schwartz. Bu sırada adam gö ğ sü ne masaj
yapıyordu. Gö ğ sü ndeki baskının kalktığ ını hissedince, seslendi: Ne
oluyor size kuzum? Konuşmayı bilmem, sizi şaşırtıyor mu? Siz beni ne
zannediyorsunuz?

Gü nler gelip geçtikçe, Schwartz bazı şeyler keşfetti. Adam, Dr. Shekt'ti.
Yolu ü zerinde bez bebekle karşılaştığ ı gü nden bu yana adıyla tanıdığ ı
ilk insan, o oluyordu. Genç kız, Pola da, onun kızıydı.
Schwartz bu arada tıraş olmaya hiç gerek kalmadığ ını fark etti.
Sakalları bitmiyordu ki. Bu onu dehşete dü şü rdü . Acaba hiç sakalı
olmuş muydu?
Bü yü k bir hızla gü cü ne kavuşuyordu. Şimdi giyinmesine ve
yü rü mesine de izin veriyorlardı. Yiyecek olarak çorbadan başka şeyler
de verilmeye başlanmıştı.
Yoksa hafıza kaybına uğ ramıştı da, bunun tedavisi mi yapılıyordu? Şu
yaşadığ ı dü nya, normal bir dü nya mıydı? Ya da hatırlamak istedikleri
belleğ ini yitirmiş bir beynin uydurmaları mıydı?
Koridorda birkaç adım atması için bile odadan dışarı çıkmasına izin
vermiyorlardı. Yoksa bu tutuklu olduğ u anlamına mı geliyordu? Acaba
bir suç mu işlemişti?
Bir insan tek başına kalmış aklının uçsuz bucaksız koridorlarında, hiç
kimse kendisine erişemezken, kendisini kurtaramazken, başıboş
dolaşırsa, korkunç bir kaybolmuştuk duygusuna kapılır. Anıları
karmakarışık olmuş bir insandan daha aciz bir yaratık dü şü nü lemez.
Pola kendisine kelimeler ö ğ retiyor, Schwartz ise bunları kolayca
anlayıp aklında tutabilmesine hiç mi hiç şaşırmıyordu. Eskiden hafızası
kendisine çok sadıktı. Hiç olmazsa bu anısı doğ ruydu işte, iki gü nü n
sonunda, basit cü mleleri sö kebildi. Uçü ncü gü nü , meramını anlatmayı
başardı.
Ama işte o ü çü ncü gü n, hayret verici bir olay cereyan etti. Shekt,
kendisine problemler çö zdü rerek, rakamları ö ğ retiyordu. Yanında bir
kronometre vardı ve kü çü k bir uç, ne kadar zamanda cevap verdiğ ini
kaydediyordu. Birden, Schwartz'a "logaritma"nın ne olduğ unu
anlattıktan sonra, 2'nin logaritmasının ne olduğ unu sordu.
Schwartz kelimeleri ö zenle seçerek, yanıtını hareketlerle de
tamamladı:
— Cevap... vermek... yok... rakamla.
Shekt heyecanla başını sallayıp, onayladı:
— Rakam değ il. Bu değ il, şu değ il. Bundan çıkma. Şundan çıkma.
Schwartz tamamen anladı sö yleneni. Yanıtının onayıydı bu. Tam sayı
değ il, kesirli bir sayıydı istenen. Birden boşandı:
— Sıfır virgü l, ü ç sıfır, bir sıfır ü ç... ve... diğ er rakamlar.
— Bu kadar yeter.
Işte Schwartz o sırada hayretle sıçradı yerinden. Nereden biliyordu
doğ ru yanıtı? Onceden logaritmadan bahsedildiğ ini hiç işitmediğ inden
emindi. Yine de kendisine soru yö neltilir yö neltilmez, cevabı
bulabilmişti. Bu hesabı yapması için çalışan mekanizmadan haberi bile
yoktu. Beyni, sanki kendisinin ayrı bir parçasıydı ve Schwartz bu
beynin yalnız sö zcü lü ğ ü nü yapıyordu.
Elbette, belleğ ini yitirmeden ö nce matematikçi değ il idiyse...
Bu durum, onun için dayanılmaz bir sıkıntı kaynağ ı oluverdi. Esrar
perdesini biraz olsun aralayabilmek için giderek daha çok dışarda
dolaşmak ihtiyacını duydu içinde. Bir mahkû m, tıbbı̂ bir denemeye tabi
tutulmuş bir hasta (bu ikir birden bire gelmişti aklına)... Evet, bir hasta
gibi kapatıldığ ı bu odada, bu hü crede, esrar perdesini aralamayı asla
başaramayacaktı.
Esaretinin altıncı gü nü , talih yü zü ne gü ldü . Artık kendisine çok
gü venmeye başlamışlardı ve o gü n Shekt dışarı çıkarken, ardından
kapıyı çekmeye gerek gö rmedi. Genellikle kapıyla duvar arasındaki ince
aralık fark bile edilmiyordu. Oysa yarım santimetrelik bir aralık vardı.
Schwartz, doktorun birkaç dakika içinde geri dö nmeyeceğ inden emin
olabilmek için biraz bekledi. Sonra ö nceden Shekt'le Pola'dan gö rdü ğ ü
gibi, elini yavaşça parıldayan bir ışığ ın ü zerine koydu. Kapı
gü rü ltü sü zce kayarak açıldı. Koridor bomboştu.
Ve Schwartz işte bö yle " irar etti".
Bu altı gü n boyunca Eskiler Derneğ i'nin ajanlarının hastaneyi, odasını
ve kendisini gö zlediklerini nereden bilebilirdi ki?

6
Gece İçinde Kaygılar

Geceleri, valinin sarayı bir peri masalı sarayından farksızdı. Gece


çiçekleri (hiçbiri dü nyada yetişme değ ildi) açıyor, çiçeklerinin ve
yapraklarının hoş kokulan, sarayın duvarlarını okşuyordu. Mehtabın
soluk ışığ ı altında, yapının alü minyum karışımına katılmış yapay silikat
telleri ha if mor renkleriyle, maden dü zeyleri aydınlatıyordu.
Enniyus, yıldızları seyrediyordu. Onun için gerçek gü zellik buydu,
çü nkü imparatorluk oradaydı.
Dü nyanın gö kyü zü , geçiş tü rü nden bir şeydi. Merkez dü nyaların
binlerce yıldızla pırıl pırıl yanan ve gecelerin karanlığ ını adeta yok eden
o gö rkemli gö rü ntü den tamamen yoksundu. Ayrıca o sınırsız genişliğ i
de yoktu.
Dü nyadan ancak iki bin yıldız gö rü lebiliyordu. Çevresinde
imparatorluğ un en kalabalık on gezegeninin dö ndü ğ ü Sirius'u fark
edebiliyordu. Sektö r başkenti ve doğ duğ u Arktus yıldızını da
gö rebiliyordu, imparatorluğ un başkenti Trantor'un gü neşi,
Samanyolu'nda bir yerlerde olanca haşmetiyle parıldıyordu. Teleskopla
bile bakıldığ ında, bü tü nlü ğ ün parlaklığ ı karşısında diğ erleriyle
karışıyordu.
Birden bir el dokundu valinin omuzuna, kendi eliyle ö rttü bu eli.
— Flora? diye alçak sesle sordu.
— Başka kim olsun istiyorsun? diye neşeli bir kadın sesi cevap verdi.
Chica'dan dö ndü ğ ü nden beri gö zü nü dahi kırpmadığ ının farkında
mısın? Gü neşin de yakında doğ acağ ını biliyor musun? Kahvaltını
buraya getirmelerini sö yleyeyim mi?
— Niçin olmasın? (Içinden Floraya gü lü msedi, el yordamıyla saçlarını
sü sleyen tokayı aradı ve bulunca, çekti.)
Peki, Galaktika'nın en gü zel gö zlerinin benimle birlikte uykusuz
kalması şart mıydı?
Kadın, saçlarını çekti.
— Bırak bunu şimdi. Seni ilk defa gö rmü yorum bu halde. Aptal değ ilim
ben. Nedir seni endişelendiren, sevgilim?
— Beni aralıksız endişelendiren desen, daha iyi. Sen Galaktika'nın en
gü zel saraylarına layık iken, seni bu berbat yerde kalmak zorunda
bıraktığ ım için, içim içimi yiyor.
— Derdin yalnız bu değ il. Haydi Enniyus, bana masal anlatmayı bırak!
Vali başını salladı.
— Bilemiyorum. Sanırım bir takım kü çü k, fakat garip olayın ü st ü ste
birikimi, beni bö yle kuşkulu hale getirdi. Bir tarafta Shekt ve sinaptik
ampli ikatö rü var. Sonra o arkeolog ve kuramları... Ve daha başka şeyler.
Aman, ne yararı var bunların, Flora? Burada işe yarayacak bir şey
yapamıyorum ki.
— Doğ rusu moralini sınamak için sabahın bu erken saati, hiç de iyi bir
seçim değ il.
— Ah şu dü nyalılar! diye dişlerini gıcırdatarak devam etti vali. Ne diye
şu bir avuç insan, imparatorluğ un başına bunca dert açar, bilmem ki!
Buraya atandığ ım zaman, benden ö nceki vali, şu bizim ihtiyar Faroul ne
demişti, hatırlar mısın? Meğ er beni uyarmakta haklıymış. O zamanlar
uyarılarına gü lü p geçmiş, bunadı diye dü şü nmü ştü m. Ben genç,
dinamik, atılgandım. Ondan daha iyi şeyler becereceğ ime inanmıştım...
(Dü şü ncelerine dalıp sustu... Sonra devam etti...) Oysa şimdi aralarında
gö rü nü r bir bağ olmadığ ı halde, çeşitli belirtiler dü nyalıların yeniden
bir isyana hazırlandıklarını gö steriyor. (Bakışlarını, Flora'nın gö zlerine
dikip, daldı.) Eskiler Derneğ i'nin doktrini, ne aşılıyor, biliyor musun?
Dü nyanın eskiden insanlığ ın tek beşiğ i olduğ unu, insan soyunun meşru
tek merkezi olarak geliştiğ ini, asıl insanoğ lunu temsil ettiğ ini...
— Bu geçen gece Arvardan'ın bize anlattıkları şeyler değ il mi?
Bö yle durumlarda en iyisi kocasının konuşmasına zemin
hazırlamaktı.
— Evet, dedi Enniyus. Ama o yalnız geçmişten sö z ediyordu. Eskiler
Derneğ i ayrıca gelecekten de bahsediyor. Dü nya'nın yeniden insanlığ ın
merkezi haline geleceğ ini ilan ediyor. Hatta efsanevi ikinci dö nemin
yakın olduğ unu, imparatorluğ un yakın bir zamanda bü yü k bir felakete
uğ rayıp parçalanacağ ını ve Dü nya'nın yeniden şanlı geçmişine
kavuşacağ ım iddia ediyor.
— Dü nyalılar, se il yaratıklardan başka bir şey değ iller, inançları da
olmasaydı, neleri kalacaktı ellerinde? Bunun dışında, her şeyleri
alınmış ellerinden. Yoksul bir dü nyaya, yoksul bir yaşama mahkû m
edilmişler. Hatta Galaktika'da kendilerine eşit muamele bile edilmiyor.
Onlar da, dü şlerine sığ ınmayı tercih ediyorlar. Bunun için onlara
kızabilir misin?
— Hem de nasıl! diye ö keyle cevap verdi Enniyus. Dü şlerinden
kurtulup, durumu sindirmek için savaşsalar, daha iyi ederler. Farklı
olduklarını inkâ r etmiyorlar, ama kalkıp eksi işaretini, artıyla
değ iştirmek istiyorlar. Ama Galaktika'nın buna gö z yumacağ ını
ummasınlar. Klan dü şü ncesinden, modası geçmiş ve rezil Adetlerinden
vazgeçsinler. insan olsunlar ki, kendilerine insan muamelesi edilsin.
Ama Dü nyalı gibi davrandıkça, ö yle muamele gö receklerdir. Ama
unutalım artık bunları. Baksana!.. Şu sinaptik ampli ikatö rden ne haber
acaba? Işte uykumu kaçıran işlerden biri de bu.
Enniyus alnını kırıştırarak, doğ uda parlaklığ ı giderek matlaşan kara
gö kyü zü nü seyre devam etti.
— Ampli ikatö r mü ? Yemekte Arvardan da bize bu aygıttan
bahsetmemiş miydi? Sen bunun için mi Chica'ya gittin?
Vali, başıyla onayladı.
— Peki, ne buldun orada? diye ü steledi Flora.
— Hiçbir şey. Shekt'i iyi tanırım. Hatta çok iyi. Ne zaman rahattır, ne
zaman değ ildir, iyi bilirim. Hemen sö yleyeyim, gö rü şmemizin başından
sonuna kadar, sü rekli korku içindeydi. Ben ayrılınca, o kadar ferahladı
ki, bol bol ter dö ktü . Bu işte beni dü şü ndü ren esrarlı bir yö n var, Flora.
— Peki, makinesi çalışacak mı?
— Ben nö ro- izikçi değ ilim. Kendisi hayır diyor. Bana videoteyple
haber salıp, bir gö nü llü yü ö ldü rmekten zor kurtulduğ unu haber verdi.
Ama bir tek sö zü ne inanmıyorum onun. Bü yü k bir heyecan içindeydi.
Hatta daha â lâ sı: Zafer kazanmış gibiydi. Gö nü llü yaşadı ve deneme,
başarıyla sonuçlandı. Ya da ben mutlu bir insan nedir, bilmiyorum. Peki,
sence niçin yalan sö yledi bana? Ampli ikatö r gerçekten çalışıyor mu?
Bir dâ hiler kuşağ ı yetiştirebilir mi gerçekten?
— Bu durumda bunu sır diye saklamanın gereğ i ne ö yleyse?
— Insanın gö zü ne batıyor gerçek. Neden Dü nya'daki ayaklanmalar
hep başarısızlıkla sonuçlandı? Başarısızlık olasılıkları eziciydi. Ama sen
Dü nyalıların zekâ katsayılarını ikiyle çarp. Uçle çarp. O zaman başarı
şansı ne olur?
— Oh, Enniyus!
— Tıpkı insanlarla boy ö lçü şmeye kalkışan gorillere dö neriz.
— Sen hayaletlerle savaşıyorsun. Bö yle bir buluşu saklamalarına
imkâ n yok. Dilediğ in zaman dış eyaletler bü rosuna başvurup Dü nyalı
ö rnekleri ü zerinde araştırma yapabilecek bir-iki psikologu her zaman
isteyebilirsin. Zekâ larındaki bir gelişme, derhal fark edilir.
— Evet, belki de. Ama belki de ö yle değ il. Hiçbir şeyden emin değ ilim
ki, Flora. Bir ayaklanmanın kaçınılmaz olduğ undan başka 750'deki
ayaklanma gibi bir şey, ama bu sefer daha beteri olur kuşkusuz.
— Peki, biz buna karşı koymaya hazır mıyız? Yani bu kadar emin
olduğ una gö re demek istiyorum...
— Hazır olmak mı? (Enniyus'un gü lü şü , bir kö pek havlamasından
farksızdı.) Ben kendi hesabıma hazırım. Garnizon da zaten savaş
dü zeninde. Hiçbir eksik yok. Eldeki malzemeyle mü mkü n olan her şeyi
yaptım. Ama ben bir isyan çıkmasını istemiyorum, Flora. Tarihe,
"ayaklanmaların valisi" olarak geçmek niyetinde değ ilim. Adımın
sindirme ve katliam olaylarına bulaşmasını istemiyorum. Kuşkusuz,
isyanı bastırınca gö ğ sü me nişan takarlar, ama bir yü zyıl sonra tarih
kitaplan benden "eli kanlı zorba" diye bahseder. Altıncı yü zyıldaki
Santanni valisini hatırlasana! Milyonlarca insan kurban gitmişti, ama
başka tü rlü davranabilir miydi? O zamanlar bü tü n şeref ve şan onun
olmuştu. Ama bugü n kim onun lehinde bir tek kelime ediyor? Ben,
ayaklanmayı yumurta halinde iken boğ up, yirmi milyon işe yaramaz
budalanın hayatını kurtarmayı tercih ederim.
— Bunun imkâ nsız olduğ undan emin misin Enniyus?
Enniyus, yanma oturan eşini bağ rına basarak devam etti:
— Ne yapabilirim ki? Her şey bana karşı. Dış Gezegenler Bü rosu bile,
Arvardan'ı buraya gö ndererek gö zü dö nmü şlere yardım ediyor.
— Bu arkeoloğ un bir hain olabileceğ ini hiç sanmıyorum. Iddialarının
pek doğ ru olduğ u kanısında da değ ilim, ama bunun ne zararı olabilir ki?
— Oysa her şey apaçık ortada. Dü nyanın, insanlığ ın beşiğ i olduğ unu
kanıtlayabilmek için kendisine yetki verilmesini istiyor. Amacı da
bozgunculuğ u, bilimle maskelemek.
— Eh, ö yleyse sende engel ol ona!
— Şu arkeoloğ un bir hain rolü oynayabileceğ ini hiç sanmıyorum.
Ancak kral naipleri her şeyi yapabilirler. Arvardan'ın elinde imparator
tarafından onaylanmış bir mektup var. Bu nedenle hiçbir şey diyemem.
Merkez Konseyi'ne başvurmadan hiçbir şey yapamam. Bu da aylar alır.
Sonra ne sebep gö stereceğ iz? Ote yandan kendisini zorla tutuklamaya
kalksam, bu da bal gibi itaatsizlik olur. Konsey'in kendi başlarına
buyruk yü ksek memurları nasıl gö revden aldığ ını bilirsin. 80
yıllarındaki iç savaştan beri bu bö yle. Ne olacak o zaman? Benim
yerime, durumdan hiç haberi olmayan bir başkasını atayacaklar.
Arvardan'ın da eli-kolu serbest kalacak. Ama daha beteri var, Flora.
Dü nya'nın eskiliğ ini nasıl gö stermek istiyor, biliyor musun? Dü şü n hele
biraz.
Valinin karısı şuh bir kahkaha attı.
— Sen benimle alay ediyorsun, Enniyus. Neneden bileyim canım?
Sanırım toprak altından eski heykelleri ve kemik kalıntılarını çıkarıp,
radyoaktiviteyle yaşlarını saptamaya çalışacaktır... Ya da buna benzer
bir şey işte...
— Keşke ö yle olsaydı. Arvardan dü n bana niyetlerini açtı. Dü nya'nın
radyoaktif bö lgelerine girip, buradan insan yapısı eşyaları toplamak ve
dü nya toprağ ının henü z radyoaktif olmadığ ı çağ larda bunların
yapıldığ ım kanıtlamak istiyor. Çü nkü ona kalırsa dü nyayı radyoaktif
hale getiren, bizzat insanoğ lunun kendisidir.
— Ben de aşağ ı yukarı bunu dedim.
— Radyoaktif bö lgelere girmek ne demektir, bilir misin sen? Buralara
girmek yasaktır. Dü nyalıların Adetler Doktrini'nin en katı kurallarından
biri budur. Hiç kimse yasak bö lgelere giremez ve radyoaktif bü tü n
bö lgeler ise, girilmesi yasak yerlerdir.
— Çok iyi ö yleyse! O zaman Arvardan'ı Dü nyalılar durdurur.
— Haydi canım sen de! Bizzat Yü ksek Bakan tarafından tutuklanacak.
Bunun hü kü met tarafından desteklenen bir proje olduğ unu bu zata
nasıl izah edeceğ iz, açıklayabilir misin bana? Imparatorluğ un bö yle bir
yasağ ın çiğ nenmesi olayına karışmadığ ını nasıl izah edeceğ iz?
— Yü ksek Bakan herhalde bu konuda bu derece hassas değ ildir.
— Oyle mi dersin?
Enniyus koltuğ una yaslandı ve karısına baktı. Kararan havada eşi gü ç
gö rü nü yordu.
— Ne dokunaklı bir sa lık! Yo, ö yle! Yü z elli yıl kadar ö nce ne oldu,
biliyor musun? Sana anlatayım da, kendin var bir yargıya.
— Dü nya'nın, imparatorluk hegemonyasını temsil eden amblemler
asılmasına izin vermediğ ini dü şü n. Çü nkü
Dü nyalılar hâ lâ Galaktika'nın meşru liderleri oldukları
iddiasındadırlar. Ne var ki beyni biraz ha if olan çocuk-imparator
Stannel II -hatırlarsın, iki yıl saltanattan sonra, ö ldü rü lmü ştü -
imparatorluk armalarının Washenn'de, Konsey Salonu'na asılmasını
buyurdu. Aslında bu pek de mantıksız bir istek değ ildi, çü nkü bü tü n
gezegenlerin Konsey salonlarında, imparatorluğ un birliğ inin simgesi
olarak asılı bulunmaktadır. Fakat sonunda ne oldu, biliyor musun?
Armaların asıldığ ı gü n, gö steriler başladı. Washenn'deki zorbalar,
imparatorluk armalarını yerlere attılar, silâ ha sarılıp, garnizona
saldırıya geçtiler. Stannel II ise tü kü rdü ğ ü nü yalamamak çılgınlığ ında
bulundu. Hem de yaşayan bü tü n Dü nyalıların toplu katliamı pahasına.
Bereket versin, olay bu dereceye varmadan, ö ldü rü ldü . Yerine geçen
Edard emri geri alarak barışı sağ ladı.
— Yani imparatorluk armaları yerine asılmadı mı demek istiyorsun?
diye sordu Flora.
— Elbette. Dü nya, milyonlarca gezegen arasında Konsey salonlarında
imparatorluk armasının asılı olmadığ ı tek gezegendir. Işte bö yle lanet
olasıca bir yerdeyiz biz! Bugü n yine aynı şeye kalkışacak olsak,
Dü nyalılar son fertlerine kadar yine armamızı astırmamak için
çarpışırlar. Sen de bana bu kadar hassas mıdırlar diye soruyorsun! Ben
sana, hepsi deli diyorum!..
Şafağ ın kurşunı̂ aydınlığ ı ağ ır ağ ır geceyi sarıyordu. Flora, çö ken
sessizliğ i bozdu:
— Enniyus?
— Evet?
— Sen şö hretin adına yalnız bu ayaklanmanın sonuçlarından
çekinmiyorsun. Aklından geçenleri okumasaydım, karın olamazdım
zaten. Uzerimde ö yle bir izlenim var ki, sen gerçekten imparatorluğ u
tehdit eden başka bir tehlikeden çekiniyorsun. Benden hiçbir şey
saklama. Sen Dü nyalıların muzaffer olmalarından korkuyorsun, değ il
mi?
— Bir şey diyemem. (Enniyus'un bakışları dehşet doluydu.) Bu bir
ö nsezi bile değ il. Kim bilir, belki de dö rt yıl bu gezegende yaşamak,
insanın aklı̂ dengesini koruyabilmesi için biraz fazla bir zaman. Ama
niçin Dü nyalılar bö yle bir gü veni sergiliyorlar?
— Sen nereden biliyorsun?
— Ben yanılmam. Benim de kendime ö zgü istihbarat kaynaklarım var.
Bir kere bunlar ü ç defa ezildiler. Boş hayaller kurmazlar. Yine de
kendilerinden ü stü n iki yü z milyon dü nyaya karşı, kendilerine
gü veniyorlar. Inançlarına bö ylesine bağ lı olabilmeleri mü mkü n mü ?
Nedir yalnız onlar için anlam taşıyan bu doğ aü stü kuvvet? Belki de...
Belki...
— Belki, ne?
— Belki gizli bir silahları olamaz mı?
— Tek başına kalmış bir dü nyanın ,iki yü z milyon başka dü nyayı
yenilgiye uğ ratacağ ı bir silah mı? Sen paniğ e kapılıyorsun. Hiçbir silah
bö yle bir gü ce sahip olamaz.
— Ya sana bahsettiğ im ampli ikatö re ne buyurulur?
— Bu konuda ne yapman gerektiğ ini sana sö ylemiştim. Bize karşı
kullanılması mü mkü n başka bir silahın kokusunu aldın mı?
— Hayır, diye ısrarla cevap verdi Enniyus.
— Doğ ru. Çü nkü bö yle bir silah zaten var olamaz. Şimdi beni dinle
şekerim. Niçin Yü ksek Bakanlıkla temas kurup, senin iyi niyetinden
yararlanmak isteyen Arvardan'ın tasarılarını haber vermiyorsun? Ona
yarı resmı̂ bir şekilde arkeoloğ a istediğ i yetkiyi vermemesini
çıtlatabilirsin. O zaman hiç kimse imparatorluk hü kü metinin saçma
Dü nya adetlerini çiğ nemek girişiminden şü phelenmez. Ve Arvardan'ı
mü dahale ediyormuş gibi gö rü nmeden tutuklatarak, bir taşla iki kuş
vurabilirsin. Hemen sonra Dış Gezegenler Bü rosu'ndan acele iki iyi
psikolog gö ndermelerini istersin -daha da iyisi, dö rt-çü nkü o zaman iki
tane gö nderirler. Ampli ikatö rü n marifetlerini onlar inceleyebilir.
Gerisini askerlerimiz ü stlenir. Bizim de bir kaygımız kalmaz.
— Şimdi artık uyuman lazım. Hemen burada. Niçin olmasın?
Koltuğ unun arkasını it, yeter. Kü rkü mle de ü stü nü ö rterim ben.
Uyandığ ında kahvaltını getirmeleri için gereken emri de veririm. Gü neş
doğ unca, her şey sana başka tü rlü gö rü necek, gö receksin.
Işte Enniyus bü tü n bir geceyi uykusuz geçirdikten sonra, gü neşin
doğ masına beş dakika kala bö yle uykuya daldı.
Sekiz saat sonra Yü ksek Bakan, bizzat valinin ağ zından hem Bel
Arvardan'ın varlığ ını, hem de araştırmasının amacını ö ğ reniyordu...

7
Deliler Sohbeti Mi?

Arvardan'ın ise aklında bir tek şey vardı: Tatilini organize etmek.
"O iyuskus" adlı uzay gemisi, bir aydan ö nce gelmeyecekti. Dolayısıyla
bir ay aklına eseni yapabilirdi.
Everest'e varışından altı gü n sonra, ev sahibinden izin Alarak,
Himalayaları Dü nya başkenti Washenn'e bağ layan Hava Nakliyat
Şirketi'nin en bü yü k stratosfer jetlerinden biriyle yola çıktı.
Aslında Enniyus'un emrine verdiğ i bu hızlı uzay aracına, bir ticaret
uçağ ını tercih ederdi. Çü nkü bir yabancı ve arkeolog olarak, Dü nya gibi
bir gezegenin halkının gü ndelik yaşamını gö rmek, daha hoşuna giderdi.
Bir başka sebebi daha vardı.
Arvardan, Sirius bö lgesinde dü nyaya gelmişti. Dü nya aleyhtarlarının
ö nyargılarının en şiddetli olduğ u kesim, bü tü n Galaktika içinde
burasıydı. Yine de şahsen kendini bunlara kaptırmadığ ı için gurur
duyuyordu. Bir arkeolog, bir bilgin, asla ırkçılığ a kayamazdı. O da
kuşkusuz bü yü yü p yetişirken Dü nyalıların karikatü rden farksız
yaratıklar olduğ u izlenimini edinmişti. Hatta şimdi bile bu kelime, onu
tiksindiriyordu. Ama bu bir ö nyargı değ ildi.
En azından buna inanmıyordu. Orneğ in bir Dü nyalı, keşif gezilerinden
birine katılma isteğ inde bulunursa ya da kendi gö zetiminde şu ya da bu
alanda çalışmak isterse, aranan vası lara uygun olması koşuluyla
Arvardan onu işe almaktan çekinmezdi. Keşif heyetinin diğ er
ü yelerinin de buna bir itirazda bulunmamaları gerekirdi ama, genellikle
personel buna pek razı olmazdı. O zaman ne yapabilirdi peki?
Biraz da bu konuda kafa yordu. Kendisi şahsen bir dü nyalıyla bir
masada yemek yemeye, hatta bir odada yatmaya itiraz etmezdi. Elbette
sö z konusu dü nyalının yeterince temiz ve sağ lıklı olması koşuluyla.
Aslında ona herhangi bir başkası gibi muamele edecekti. Ancak şu
gerçeğ i inkâ r etmek olanaksızdı: Nazarında bir Dü nyalı, daima bir
Dü nyalıydı işte. Başka çıkar yolu yoktu bunun. Bü tü n çocukluğ u
boyunca bu zihniyetle yetiştirilmiş olmanın doğ al sonucuydu bu.
En sonunda Arvardan'ın kendisini sınaması için bir fırsat çıkmıştı
ö nü ne. Uçakta, çevresindekilerin hepsi dü nyalıydı ve aralarında
kendisini alabildiğ ine rahat hissedebiliyordu. Yo, biraz sıkılgandı... Ama
o kadar.
Yol arkadaşlarının yü zlerini inceledi. Hepsi sıradan suratlardı ve
hiçbir karakteristik ö zellikleri yoktu. Aslında Dü nyalıların diğ er
insanlardan farklı oldukları kabul ediliyordu, ama acaba kalabalık
arasında bunu fark etmek mü mkü n mü ydü ? Hiç şü phesiz, hayır!
Kadınlar hiç de bayağ ı değ ildi... Arvardan alnını kırıştırdı. Hoşgö rü nü n
de bir sınırı olmalıydı herhalde. Orneğ in Dü nyalılarla evlilik,
dü şü nü lemeyecek bir şeydi.
Uçağ a gelince, inşası heves edilecek bir şey değ ildi. Motorları atom
enerjisiyle çalışıyordu elbette, ancak ilkenin uygulaması oldukça
eksikti. Orneğ in itici hü cre iyi muhafaza edilmiyordu. Dü şü ncelerinin
bu aşamasına gelince, Arvardan birden kontrol altına alınmamış
gamma ışınlarının ve atmosfer içindeki yü ksek nö tron dozunun,
Dü nyalılar için diğ erleri kadar bü yü k ö nem taşımadığ ını idrak etti.
Sonra manzara dikkatini çekti. Atmosferin en uzak ucunun koyu
morluğ u içinde, Dü nya çok gö rkemli bir biçimde gö rü nü yordu. Yer yer
bulutların ö rttü ğ ü geniş kara parçalarının parıltısı, bunlara sıcak sarı
bir çö l gö rü nü mü veriyordu. Daha da ö tede gecenin kıvrımlı çizgisi ağ ır
ağ ır uzaklaşıyor, gö lgelikler arasında radyoaktif bö lgeler parıldıyordu.
Birden ani bir kahkahayla dü şü ncelerinden sıyrılan arkeolog, dö ndü .
Şişmanca, yaşlı bir çift, ağ ızları kulaklarında halleriyle bu neşenin
kaynağ ı olmalıydı. Arvardan dirseğ iyle komşusunu dü rtü p, sordu:
— Ne oluyor?
Adam cevap verdi:
— Evliliklerinin kırkıncı yıl dö nü mü nü kutlamak için bü yü k tur
yapıyorlar da.
— Bü yü k tur mu?
— Elbette canım! Bilmiyor musunuz, Dü nya'nın çevresini dolaşıyorlar.
Yaşlı bey bü yü k bir şevkle zengin anılarını ve gezi izlenimlerini
anlatıyordu. Karısı da her fırsatta sö zü nü kesip, hiç ö nemli olmayan
ayrıntılarda dü zeltmeler yapıyordu. Bunu da bü yü k bir neşeyle
gerçekleştiriyordu. Diğ er yolcular anlatılanları dikkatle dinliyorlardı.
Arvardan, hiç kuşkusuz Dü nyalılar da Galaktika'nın diğ er
gezegenlerinde yaşayanlar kadar sıcak ve insancıl diye dü şü ndü .
— Peki, altmış yaş dö nemi ne zaman? diye sordu biri.
— Aşağ ı yukarı bir ay var... On altı Kasımda.
Cevap bir anda ve tereddü tsü z verilmişti.
— Oyleyse sizin hesabınıza o gü n havanın çok gü zel olmasını dilerim.
Babamın altmış yaşına bastığ ı gü n, sicim gibi bir yağ mur yağ ıyordu. O
gü nden beri bö ylesine bir tufan gö rmedim. Kendisine ben eşlik
ediyordum bilirsiniz, bö yle hallerde insan pek yalnız kalmak istemez.
Babam da yağ mura sö vü p sayıyordu durmadan. Ustü açık bir
araçtaydık ve iliklerimize kadar ıslanmıştık. "Ne şikâ yet ediyorsun be
baba?" dedim. Dü şü nsene, ben bir de geri dö neceğ im!
Bu sö zleri çılgın kahkahalar izledi ve iki yaşlı da buna katılmakta
gecikmediler. Arvardan birden iliklerine kadar ü rperdi ve içinde hiç de
hoş olmayan bir kuşku uyandı.
— Bu altmış yaşına basmadan bahsediyorlar ya, dedi komşusuna.
Sanırım şu ö nlem geleneğ i, değ il mi?.. Altmış yaşına bastınız mı, sizi
tedavü lden kaldırıyorlar, değ il mi?
Yanındakinin birden bü tü n neşe gö sterisini bırakıp, sert ve kuşkulu
bakışlarını ü zerine dikmesi ü zerine, Arvardan daha da çekingenleşti.
Adam sordu:
— Ne demek istiyorsunuz yâ ni?
Arvardan hiç bir şey demek istemediğ ini belirten bir jestten sonra,
aptal aptal gü lü msedi. Bu â deti biliyordu, ama ancak kuramsal açıdan.
Kitaplarda okuduğ u, bilimsel dergilerde rastladığ ı bir şeyler. Ama işte
birden çevresinde altmış yaşından çok yaşamamak gibi bir kurala uyan
kadınlar ve erkekler toplanıvermişti.
Komşusu yü zü ne bakmaya devam ediyordu.
— Siz nereden geliyorsunuz dostum? Sizin geldiğ iniz yerde altmış yaş
kuralı bilinmiyor mu?
— Biz buna "Zaman" deriz, diye cevap verdi Arvardan. Ben oradan
geliyorum.
Titrek hareketlerle işaret parmağ ını arkasına uzattı. Komşusunun
kendisini sorgu dolu bakışlarla sü zmekten vazgeçmesi için on beş
saniye daha akıp gitti.
Arvardan'ın dudakları titriyordu. Bu insanlar çok şü pheciydi. En
azından bu tü rü , gerçeğ e çok uygundu.
Yaşlı adam nutuk atmaya devam ediyordu:
— O da benimle gelecek, diyerek neşeli yü zlü eşini işaret etti. Aslında
onun benden sonra ü ç ayı daha var, ama beklemek için bir neden
gö rmü yor. Ayrıca beraber gitmek daha iyi. Oyle değ il mi, ana?
— Elbette, diyerek kıkırdayan kadın, kıpkırmızı oluverdi birden.
Çocukların hepsi evlendi, yuvalarını kurdu. Onlara yü k olmaktan başka
neye yararım ki? Ayrıca benim ihtiyar yanımda olmayınca, kalan
zamanımdan yararlanamam ki. ikimizin de aynı anda gitmesi daha iyi.
Bunun ü zerine bü tü n yolcular hep bir ağ ızdan kendilerinin kalan
zamanlarını hesaplamak amacıyla karışık aritmetik hesapları yapmaya
başladılar. Ozellikle evli çiftler ayları ve gü nleri dile getirerek ciddi
hesaplara giriştiler.
— Benim tamı tamına on iki yıl, ü ç ay ve dö rt gü nü m var, dedi ciddi
tavırlı, ufak-tefek sevimli adam. On iki yıl, ü ç ay ve dö rt gü n: Ne bir gü n
fazla, ne bir gü n eksik.
— Yani daha ö nce ö lmezseniz, diye mantığ ıyla konuştu bir başkası.
— Saçma! diye hemen cevap verdi kü çü k adam. Daha ö nce ö lmeye hiç
niyetim yok. Bende ö lecek gö z gö rü yor musunuz? Daha on iki yıl, ü ç ay
ve dö rt gü n yaşayacağ ım. Kimse buna karşı çıkmak cü retinde
bulunamaz burada.
Gerçekten pek ö keli bir hali vardı.
Uzunca boylu, ağ zında bir sigara tellendiren genç bir adam, ü zü ntü lü
bir sesle lâ fa karıştı:
— Kalan zamanlarını gü nü gü nü ne hesaplayanlar, doğ rusu şanslı
insanlar. Gü nlerini geçirenler o kadar çok ki.
— Doğ ru, diye onayladı biri.
Herkes bu konudaki gö rü şü nü dile getirmeye başladı. Derken bir ö ke
ve kızgınlık havası esti içerde.
— Ben bir kadın ya da erkeğ in sü resini bir yıl ertelemesine karşı
değ ilim aslında ama gerçekten gö rü lecek bir işi varsa, diye sigarasını
titreterek konuşmaya devam etti genç adam. Kü lü nü silkeledi. Ben
sayımdan kaçıp, gelecek kuşakların besinine ortak olan parazitlerden
sö z ediyorum.
Kişisel bir hıncı varmış gibiydi.
— Peki, herkesin yaşı kayıtlı değ il mi? diye sordu Arvardan. Herhalde
dolap çevirmek kolay olmasa gerek.
Bu mü dahaleyi izleyen sessizlik, yolcuların bö yle bir davranışa karşı
duydukları ö keyi çok iyi izah ediyordu. En sonunda, tartışmayı
ö zetlemek istercesine, yolculardan biri diplomatça mırıldandı:
— Altmış yaşından sonra yaşamaya devam etmenin hiçbir nedeni
yok, değ il mi?
— Ozellikle bir çiftçi için! diye kindar bir ses atıldı. Bir yarım yü zyıl
toprakta çalıştıktan sonra, kadrodan dü şü rü lmeyi reddetmek için, deli
olmak gerekir. Ama yö neticiler ve sanayiciler... Bak, onlar başka işte.
Evlenme yıl dö nü mü bu tartışmanın başlamasına sebep olan yaşlı bey,
belki de altmış yaş sınırına geldiğ i ve artık kaybedecek bir şeyi
olmamasından aldığ ı cesaretle, gö rü şü nü açıklamaya karar verdi:
— Her şey insanın kurduğ u ilişkilere bağ lı, diyerek anlamlı bir gö z
kırptı. Ben 810 nü fus sayımından bir yıl sonra altmış yaşını dolduran
ama 820 sayımına kadar yaşayan birini tanıdım. Gittiğ i zaman altmış
dokuz yaşındaydı. Altmış dokuz! Dikkat ediyor musunuz?
— Nasıl becerdi peki?
— Biraz parası vardı, kardeşi de Eskiler Derneğ i'nin ü yelerindendi.
Bö yle olunca, insanın beceremeyeceğ i şey yoktur.
Bu sö zler topluca onaylandı.
— Benim bir amcam var, tam bir yıl fazla yaşadı, diye aldı sö zü ağ zı
sigaralı genç. Bilirsiniz, insana çıkarsız selâ m vermeyen pis
bencillerden biriydi. Sırası gelenlerle için için alay ederdi. Ben
durumunu bilmiyordum, bilseydim, ihbar ederdim, çü nkü bence sırası
gelen çekip gitmeli. Gelecek kuşaklara karşı yasal bir borç bu. Yine de
amcabey yakayı ele verdi ve o zaman ne oldu, biliyor musunuz? Orgü t,
kardeşimle benim tepemize bindi, hesap sordu bizden. Neden
kendisini ihbar etmediğ imizi ö ğ renmek istiyorlardı. Ben, haberim
olmadığ ını, ailede kimsenin bu konuda bilgisi bulunmadığ ını, ayrıca on
yıldır yü zü nü bile gö rmediğ imi sö yledim. Babam da bizi destekledi.
Yine de 500 kredi ceza verdiler. Işte, insanın pistonu olmazsa, bö yledir
sonu.
Arvardan'ın içini saran sıkıntı, tarifsiz denecek kadar yoğ undu. Olü me
bö ylesine boyun eğ ebilmek, akrabalarına, dostlarına bö yle diş
bileyebilmek için, bu insanların gerçekten birer deli olması gerekirdi!
Yoksa yanlışlıkla akıl hastalarını nakleden bir uçağ a mı binmişti? Yoksa
Dü nyalılar bö yle miydi hep?
Komşusu yine bakışlarıyla kendisini sü zü yordu. Derken birden
yü kselen sesi, arkeoloğ u dü şü ncelerinden ayırdı:
— Baksana ahbap... Neresi sizin "orası"?
— Anlayamadım?
— Size nereden geldiğ inizi sordum, "oradan" diye cevap verdiniz. Ne
demek bu "oradan" sö zcü ğ ü? Ha?
Şimdi bü tü n bakışlar Arvardan'ın ü zerinde toplanmıştı ve hepsinin
gö z bebeklerinde bir çekingenlik okunuyordu. Yoksa kendisinin Eskiler
Derneğ i'nden mi olduğ unu sanmışlardı? Acaba yö nelttiğ i sorularla,
tahrikçi bir ajan rolü ne mi dü şmü ştü ?
En iyi savunmanın yine de gerçeğ i sö ylemek yargısına varan
Arvardan, soruyu yanıtladı:
— Ben dü nyalı değ ilim. Adım Bel Arvardan. Sirius bö lgesinde,
Baronn'da doğ dum. Sizin adınız ne?
Ve bö yle diyerek elini komşusuna uzattı.
Sanki uzay aracının orta yerine bir atom başlıklı bomba atmış gibi
oldu.
Bü tü n yü zlerde beliren sessiz dehşetin yerini, hemen ardından
acımasız bir dü şmanlık aldı. Yanında oturan adam, kibirli bir edayla
yerinden kalkıp, bir başka koltuğ a gitti. Buradaki iki kişi sıkışıp, ona yer
açtılar. Yolcuların hepsi sırtlarını ona çeviriverdi. Bir anda sırttan bir
duvarla karşı karşıya kalıverdi arkeolog.
Işte o zaman Arvardan'ın içinden, bağ rını kavuran bir ö ke kabardı.
Dü nyalılar kendisine bö yle davranacaklardı ha? Dü nyalılar! Onlara
dostluk elini uzatmıştı. O, bir Siriuslu, onlarla ilişki kurmak istemiş ve
onlar da terslemişlerdi kendisini!
Sonunda ve bü yü k gü çlü kle serinkanlılığ ını toplayabildi. Belliydi ki
gö zü dö nmü şlü k tek yanlı olmuyordu ve kin, kini doğ uruyordu.
Birden ardında birinin varlığ ını hissederek geri dö ndü .
— Evet? dedi buruk bir sesle.
Bu gelen, sigaralı genç adamdı.
— Gü naydın, diyerek bir sigara daha yaktı. Adım Creen. Bu kaba
adamlara aldırmayın siz.
— Benim kimseye aldırdığ ım yok, diye sinirli bir cevap verdi
Arvardan.
Creen bu tü r ince lâ ları anlayacak çapta biri değ ildi. Sigarasından
derin nefesler çekip, kü lü nü orta yere dö kü yordu rahatça.
— Bunlar taşralı hep, diye kü çü mseyen bir edayla mırıldandı. Bir avuç
baldırı çıplak. Ufukları Galaktika'yı algılayacak kadar geniş değ il.
Onlarla konuşmaya bile değ mez. Ama bana gelince, benim dü şü nce
tarzım farklıdır. Yaşamak ve yaşatmak. Işte benim formü lü m. Benim
Yabancılar'a karşı bir kinim de yok. Bana iyi davranırlarsa, ben de
onlara iyi davranırım. Ne yapalım, onlar Yabancı ise, bunun kabahatlisi
ne onlar, ne de ben! Haklı değ il miyim? diyerek samimi bir edayla
Arvardan'ın bileğ ine vurdu.
O da başıyla onayladı. Bu temas, tü ylerini diken diken etmişti.
Amcasını ele vermediğ i için pişmanlık duyan biriyle sosyal bir ilişkiye
girmek, hiç hoş değ ildi.
Creen, sıranın arkasına rahatça yaslandı.
— Chica'ya mı gidiyorsunuz? Neydi adınız demiştiniz? Albadan mı?
— Arvardan. Evet, Chica'ya gidiyorum.
— Ben de oralıyım. Dü nya'nın en bitirim şehridir. Çok mu
kalacaksınız?
— Belki. Kesin bir planım yok.
— Hımm... Baksanıza, gö mleğ inize biraz yakından bakmak istersem,
kızmazsınız, değ il mi? Sanırım Sirius malı, ö yle mi?
— Evet.
— Iyi kumaş. Dü nya'da buna benzer bir şey bulmak imkâ nsız! Bakın...
Çantanızda yedek gö mleğ iniz var mı? Satmak isterseniz sırtınızdaki,
ben alıcı olurum. Pek hoş da!
Arvardan şiddetle başını salladı:
— Uzgü nü m, ama giysilerim çok az yanımda. Ihtiyacım oldukça,
bulunduğ um yerde bir giysi almak niyetindeyim.
— Size elli kredi veririm.
Karşısındakinin sessizliğ i karşısında, Creen hiç ö kelenmeden devam
etti:
— Iyi iyat ama.
— Çok iyi, ama sö yledim ya, benim satılık gö mleğ im yok.
— Canınız isterse... (Omuzlarını silkti.) Sanırım Dü nya'da bir hayli
zaman kalacaksınız, ,ha?
— Mü mkü n.
— Peki, ne iş yapıyorsunuz siz? -
Arkeolog gerçekten sinirlenmeye başlamıştı.
— Bay Creen, biraz yorgunum, dedi. Sizce bir sakıncası yoksa, biraz
kestirmek istiyorum. Rahatsız olmazsınız ya?
Dü nyalının yü zü asıldı.
— Yo, hayır, ama n'oluyor size? insanlara karşı hiç olmazsa nazik
davranamaz mısınız? Size kibarca bir soru sordum, o kadar! Hırlamanız
şart değ il ki!
O ana kadar hep alçak sesle konuşmuştu, ama şimdi adeta
bağ ırıyordu. Dü şman bakışlar hemen Arvardan'a çevrildi. O da ö keyle
dudaklarını ısırdı.
Acı acı, "ben de arandım" diye dü şü ndü . Daha başlangıçta araya bir
mesafe koysaydı, hoşgö rü lü davranıp, hiçbir alıp vereceğ i olmayan
kişilerle konuşmaya kalkmasaydı, bu sıkıcı duruma dü şmekten
kurtulabilecekti.
— Bay Creen, diye aldı sö zü , size yanıma oturur musunuz diye
sormadım, kaba da hareket etmedim. Tekrar ediyorum, yorgunum ve
dinlenmek istiyorum.
— Beni iyi dinleyin! (Creen yerinden kalktı, kaba bir hareketle
sigarasını attı ve parmağ ını arkeoloğ a uzattı.) Bana kö pek muamelesi
edemezsiniz. Kokmuş yabancılar, buraya geliyorsunuz, gü zel nutuklar
çekiyor, sonra da bizim parmaklarımızın ucuna basarak yü rü memizi
istiyorsunuz. Buna boyun eğ mek zorunda değ iliz, haberiniz olsun!
Burası hoşunuza gitmiyorsa, çekip gidin geldiğ iniz yere! Ustü me
varma, dağ ıtırım yoksa! Yoksa bizi ü rkü ttü ğ ünü zü mü sanıyorsunuz?
Arvardan başını çevirdi, kılını bile kıpırdatmadan, lumbozdan
dışarısını seyre daldı. Creen ısrar etmedi, ama dö nü p eski yerine
oturdu.
Arvardan ise, kulağ ına kadar gelen heyecanlı konuşmaları
işitmiyormuş gibi davrandı. Yolcuların ü zerine diktikleri kindar
bakışları hissediyordu. Derken durum giderek sakinleşti.
Yolculuğ un sonuna kadar bir daha ağ zını açmadı ve hiçbir hareket
yapmadı.
Aracın indiğ i Chica hava alanına yaklaşırlarken, Arvardan enikonu
memnun oldu, için için gü lü msedi. Şehir sandığ ı gibi bir şey değ ildi,
ama yine de içerdeki gerilimli havadan çok daha iyiydi herhalde.
Bagajların indirilişini izledi, iki tekerlekli bir taksiye yü klendiğ ini
gö rdü . Taksi şofö rü yle konuşmayacak tek yolcu kendisiydi. Çü nkü
başına bir iş daha açmamaya kararlıydı.
— Saraya! diye emretti.
Taksi hareket etti...

Creen, dudaklarında belli-belirsiz bir gü lü mseme, Arvardan'ın yola


çıkışını seyretmişti. Cebinden kü çü k bir not defteri çıkartıp,
sigarasından derin nefesler çeke çeke incelemeye başladı. Amcası
hakkında anlattıklarına rağ men yol arkadaşlarından pek bir şey
sızdıramamıştı (oysa bu yö ntemi daha ö nceleri oldukça başarılı bir
şekilde kullanmıştı). Ihtiyar, sü reyi geçiren birinden sö z etmiş, Eskiler’i
ona piston yapmakla suçlamıştı; bu da Kardeşlik’e karşı bir hakaret
sayılabilirdi. Ama moruk zaten bir ay sonra altmış yaş tas iyesine
uğ rayacaktı. Ihbar etmeye pek gerek yoktu ki.
Ama Yabancıya gelince, o başkaydı. Creen aldı notları bir kere daha
okudu ve memnun memnun gü lü msedi: "Bel Arvardan. Baronn, Sirius
bö lgesinden. Altmış yaş yasasına ilgi gö sterdi. Kişisel işleri hakkında
sır vermiyor. Chica'ya saat 11'de, bir yolcu uçağ ıyla geldi. 12 Ekim.
Dü nya aleyhtarı olduğ u belli."
Bu sefer belki de turnayı gö zü nden vuracaktı. Milletin bö yle patavatsız
konuşmalarını toplamak, fena iş değ ildi, ama bö yle bir balık, iyi
kazandırırdı adama.
Yarım saate kalmaz, Kardeşlik raporunu almış olurdu.
Creen uyuşuk adımlarla hava alanından çıktı.

8
Chica'da Amaç Birliği

Dr. Shekt belki yirminci defa en son not defterini inceledi. Pola içeri
girince, başını kaldırdı. Genç kız kaşlarını çatarak, sordu:
— Yemek yedin mi baba?
— Ha? A, evet! Elbette... Nedir o?
— Yemeğ in. Daha doğ rusu yemeğ indi. Sen herhalde sabah kahvaltını
yedin. Baksana! Yemedikten sonra yemek getirmenin ne anlamı var
kuzum? Bundan sonra yemek için eve gelmeni isteyeceğ im baba!
— Sinirlenme canım, yerim yemeğ i. Yalnız biliyorsun, yemek saati
geldi diye çok ö nemli deneyleri de yarıda bırakamam, değ il mi?
Sıra tatlıya gelince, neşesi yerine geldi.
— Şu Schwartz nasıl bir adam, hiçbir ikrin yok, Pola. Sana kafatasının
garip eklem yerlerinden bahsetmiş miydim?
— Evet, ilkelmiş, sö yledindi.
— Ama bu kadarla bitmiyor ki. Otuz iki dişi var. Her iki yanda da, ü stte
ve altta olmak ü çer kö pek dişi, biri de herhalde el yapması, yapay diş.
Her neyse, çeneye diş nakli yerine ilk kez yandaki dişlere tutturulmuş
bir kö prü gö rü yorum. Fakat sen hiç otuz iki dişli bir adam gö rdü n mü ?
— Ben vaktimi insanların dişlerini sayarak geçirmiyorum, baba. Nedir
kurala uygun sayı? Yirmi sekiz mi?
— Elbette. Ama dur, daha bitmedi. Dü n bir dahili muayene yaptık. Bil
bakalım ne bulduk?
— Bağ ırsaklar mı?
— Sen beni kızdırmaya çalışıyorsun galiba, Pola. Ziyanı yok. Haydi,
yorma kafanı, sö yliyeyim. Schwartz'ın bir kurt biçiminde, yaklaşık 9
cm. uzunluğ unda apandisiti var. inanılacak şey değ il. Şimdiye kadar
gö rü lmemiş bir olay. Tıp okulundan biraz bilgi sızdırdım, belli etmeden
elbette... Apandisitler bir, bir buçuk cm. den daha uzun ve açık
olmazmış.
— Peki, ne demek oluyor bu?
— Yani karşımızda eski bir insan ö rneğ i, yaşayan bir fosil var demek
bu. (Shekt yerinden kalkmış, odanın içinde hızlı adımlarla bir aşağ ı, bir
yukarı dolaşmaya başlamıştı.) Bana kalırsa onun yanından hiç
ayrılmamalıydık, Pola. O çok değ erli bir ö rnek.
— Hayır baba, bunu yapamazsın. O çiftçiye Schwartz'ı iade edeceğ ine
sö z verdin. Onun iyiliğ i için de bö ylesi daha iyi. Mutsuz biri o.
— Mutsuz ha! Haydi canını! Ona zengin bir Yabancı muamelesi
gö steriyoruz.
— Ne değ iştirir ki bu? Zavallı, ailesine ve çiftliğ ine alışmış. Bü tü n
hayatını orada geçirmiş. Dehşetengiz ve acılı bir deney geçirmiş olmalı,
bundan eminim. Şimdi ise aklı farklı biçimde çalışıyor. Anladığ ını
ummuyorum. Onun, insanlık haklarını hesaba katıp, mensup olduğ u
yere iade etmeliyiz.
— Peki, ya bilim, Pola?
— Saçma! Benim için ne değ eri var ki? Şu gizli deneylerden haberdar
olunca, Kardeşlik ö rgü tü nü n neler dü şü neceğ ini sanıyorsun? Onların
bilimi ö nemsediklerini mi sanıyorsun yoksa? Hem Schwartz'ı
dü şü nmü yorsan, kendini dü şü n! Onu sakladığ ın sü rece, yakalanma
şansın daha bü yü k olacak. Anlaştığ ımız gibi, yarın akşam onu geri
gö ndereceğ iz, tamamı mı? Şimdi gidip, bir ihtiyacı olup olmadığ ına
bakacağ ım, yemekten ö nce...
Fakat genç kız beş dakika sonra koşarak geri geldi. Suratı sapsarıydı.
— Baba! Gitmiş! diye bağ ırdı.
— Kim gitmiş? diye hayretle sordu Shekt.
— Schwartz! (Pola neredeyse ağ layacaktı.) Herhalde kapıyı kapatmayı
unuttun.
Fizikçi bir hamlede ayağ a kalktı ve dengesini kaybetmemek için
kolunun birini ileri uzattı.
— Ne zaman?
— Bilmiyorum, ama çok vakit geçmiş olmamalı. Ne zaman ayrılmıştın
yanından?
— En az bir çeyrek oldu. Sen geldiğ inde, ben içeri gireli iki-ü ç dakika
ancak olmuştu.
— Iyi! dedi ani bir kararla Pola. Ben aramaya çıkıyorum onu. Belki de
yakınlarda dolaşıyordur. Sen hiç yerinden kımıldama. Eğ er biri
kendisini ele geçirecek olursa, seninle ilişkisi olduğ u anlaşılmamalı.
Anladın mı?
Shekt, onaylamaktan başka bir şey yapamadı.
Hastane hapishanesinden kaçtıktan sonra, Joseph Schwartz ö zgü rce
şehir sokaklarında yü rü meye başlamıştı, ama hiç de heyecanlı değ ildi.
Hayale kapılmıyordu. Belli bir hareket planı yoktu. Aklına eseni yapmak
zorunda olduğ unu biliyordu. Kendisini dü rten tek mantıklı davranış,
hafızasını yerine getirmeye yarayacak bir şeylere rastlamaktı. Çü nkü
artık hafızasını yitirdiğ ine iyice inanmıştı.
Ama şehrin ilk gö rü nü mü , kendisini hayal kırıklığ ına uğ rattı. Vakit
ö ğ leden sonrayı biraz geçiyordu ve Chica, gü neşin altında sü t beyaz bir
gö rü nü mdeydi. Binalar, tıpkı ilk uğ radığ ı çiftlik gibi, porselenden
yapılmışa benziyordu.
Içinden bir ses, şehrin kü l rengi ve kırmızı olması gerektiğ ini
sö ylü yordu. Hem de daha pis olmalıydı. Bundan emindi.
Kendisini bulmak için planlı bir arama yapılmayacağ ından emin,
yavaş yavaş yü rü yordu. Nasıl, neden bilmeden, ö yle bir his vardı içinde.
Nedense çevresiyle şimdi daha çok ilgilenmeye başlamıştı. O gü nden...
O gü nden beri kafası bir garip çalışıyordu...
Dü şü nceleri dağ ıldı.
Kapatıldığ ı hastanenin kuşkusuz "esrarlı" bir atmosferi vardı. Gizlilik
ve korku gibi bir şey. Yani kendisini bağ ıra çağ ıra kovalayamazlardı.
Bundan emin gibiydi. Ama nasıl emin olabiliyordu? Bu garip aklı̂
çalışma, acaba hafızasını kaybetmesiyle ilgili miydi?
Bir dö rt yol ağ zından geçti. Araçlar genellikle seyrekti. Yayalara
gelince... Eh, onlar da yayaydı işte. Giyinişleri kabacaydı: Dikişsiz,
dü ğ mesiz giysiler. Ama Schwartz da aynı onlar gibi giyinmişti. "Acaba
eski giysilerim nerede" diye dü şü ndü . Sonra da "gerçekten eski
giysilerim olmuş muydu" diye geçti aklından.
Fakat karısını, çocuklarını o kadar iyi anımsıyor ki... Kâ bus olamazdı
bu. Toparlanmak için kaldırımın ortaya yerine durdu. Belki de gerçek
dışı gö rü len bu gerçek şehirde, anımsadığ ı bu imgeler, mutlaka bulması
gereken gerçek kişilerin saptırılmış şekilleriydi.
Geçenler, bazıları homurdanarak, kendisini itip kakıyordu. Yeniden
yü rü meye başladı. Birden acıktığ ını dü şü ndü . Belki de acıkacağ ını.
Parası olmadığ ı aklına geldi. Çevresine bakındı. Civarda lokantaya
benzer hiçbir şey yoktu. Ama nereden bilecekti?.. Tabelaları
anlamıyordu ki.
Geçerken bü tü n vitrinleri seyrediyordu. Birden bir mağ azanın içinde,
sıra sıra masalar gö rdü . Birine iki kişi oturmuştu. Bir Ikincisinde de tek
başına biri vardı, ü çü de yemek yiyordu ama.
Hiç olmazsa bu değ işikliğ e uğ ramamıştı. Yemek için lokmaları
çiğ nemek ve yutmak gerekiyordu.
Schwartz girdi ve birden bü yü k bir hayretle olduğ u yerde mıhlanıp
kaldı. Bir tezgâ h, yemekler, mutfağ a benzer hiçbir şey yoktu içerde.
Bulaşıkları yıkamak karşılığ ında yemek isteyecekti sö zde, ama kime
başvuracaktı?
Kararsız adımlarla yemek yiyen iki kişinin yanma sokulup, parmağ ını
uzattı, ö zenle heceledi:
— Yemek. Nerede? Lü tfen!
Adamlar şaşkın şaşkın yü zü ne baktılar. Biri telaşlı telaşlı duvara
yerleştirilmiş bir alete vurarak, hiç anlayamadığ ı bir şeyler sö yledi.
Obü rü de sinirli bir hareketle aynısını tekrarladı.
Schwartz başını ö ne eğ di. Uzaklaşmak için davrandı, ama birden
koluna bir el yapıştı...
Granz, vitrinin ardından Schwartz'ı fark etmişti. Melankolik suratlı,
şişmanca biri.
— Ne istiyor bu? diye sordu.
Karşısında oturan Messter, sırtı sokağ a dö nü k olduğ undan, başını
çevirip baktı. Sonra omuzlarını silkip, hiç cevap vermedi.
— Içeri giriyor, diye devam etti Granz.
— Ee, ne olmuş?
— Hiç Sö yledim işte.
Ama birkaç saniye sonra yeni gelen adam şaşkın şaşkın çevresini
sü zü p, yanlarına yaklaşmış, parmağ ını yemeklerine uzatıp, garip bir
şiveyle sormuştu:
— Yemek. Nerede? Lü tfen!
Granz başını kaldırdı.
— Burada, şişko. Çek bir iskemle, istediğ in masayı seç ve otalim'i
kullan. Otalim! Otalim nedir, biliyor musun? Messter, bak sen şu garibe!
Dediğ imin tek kelimesini anlamıyormuş gibi bakıyor yü zü me. Moruk,
şu makineyi gö rü yor musun?.. Şu karşıdakini? Bir metelik atmak yeter.
Şimdi bırak da yemeğ imi yiyeyim, tamam mı?
— Takma, diye mırıldandı Messter. Sadaka isteyen ipsizin biri olmalı.
— Bekle, kaçma! (Granz, uzaklaşmak isteyen Schwartz'ı kolundan
yakaladı ve Messter'e seslendi:) Yesin be adam! Kuşkun olmasın,
altmışına da yakın. Ona bir şey ikram edebilirim... Hey ahbap, paran var
mı? Kalıbımı basarım, yine bir şey anlamadı! Para, moruk, para! Nah,
şundan...
Granz cebinden bir yarım kredi çıkardı. Parlak parayı havaya atıp, yine
tuttu.
— Var mı?
Schwartz yavaşça başını salladı.
— Peki, ben ikram ediyorum ö yleyse!
Sonra yarım krediyi cebine indirip, bir başkasını, daha kü çü k olanını
çıkardı. Kararsız duran Schwartz'a uzattı.
— Haydi, dikilip durma orada. At otalim'in içine... şu makine!
Birden Schwartz'ın beyninde şimşek çaktı. Otalim, çeşitli para
bü yü klü klerine uygun delikleri olan ve hepsinin karşılığ ında dü ğ meler
bulunan bir aygıttı. Bunların yanındaki kü çü k dikdö rtgenlerin ü zerinde
de, kendisinin okuyamadığ ı şeyler yazılıydı. Masanın ü zerinde duran
yemeğ i işaret edip, parmağ ını dü ğ melerin ü zerinde dolaştırarak, sorgu
dolu bakışlarını yine adama dikti Schwartz.
— Bö ylesi için bir sandviç iyi sayılmaz, diye homurdandı Messter.
Yahu, bu şehirde dilenciler bile lü ks. Bak, merhametli olmak iyi değ il,
Granz.
— Boş ver! Birkaç metelikten ne çıkar? Zaten yarın ö deme gü nü ... Tut
bakalım!
Alete birkaç metelik attı ve madenı̂ tepsiyi yuvasından çıkardı.
— Otur masalardan birine. Yok, onluk sende kalsın. Onunla da kendine
bir kahve ısmarlarsın.
Schwartz kabı dikkatle yandaki masanın ü zerine koydu. Ucunda,
plastik bir maddeyle tutuşturulmuş kaşık, parmağ ının ucuyla
dokununca, çıktı. Adeta patlama gibi bir sesle birlikte, tepsinin kapağ ı
da açıldı, içindekiler meydana çıktı.
Tepsinin içindekiler, iki adamın yediklerinin aksine, soğ uktu, ama bu
sadece bir ayrıntıydı. Ancak bir dakika sonra Schwartz, besinlerin
ısındığ ını, kutu gibi tepsinin el yakmaya başladığ ını fark etti. Kuşkuyla
duralayıp, bekledi.
Salçadan ö nce dumanlar yü kseldi, sonra kaynamaya başladı.
Bir sü re sonra yeniden soğ uyunca, Schwartz da yemeğ ine devam etti.
O dışarı çıktığ ında, Granz'la Messter hâ lâ içerdeydiler. Dikkat etmediğ i
ü çü ncü adam da...
Enstitü 'den ayrıldığ ından beri peşini bırakmayan ve biraz uzağ ında
duran ufak tefek adam da dikkatini hiç çekmemişti.

Bir duş alıp giysilerini değ iştirdikten sonra, Bel Arvardan projesini
gerçekleştirmek için hiç vakit kaybetmedi, insanoğ lu denen yaratığ ı, ilk
yaşamaya başladığ ı kendi yerinde gö zlemlemeye girişti. Tatlı bir hava
vardı dışarda. Ha if ve serin bir rü zgâ r esiyordu. Şehir de aydınlık, sakin
ve temizdi.
O kadar kö tü değ ildi başlangıç.
Once Chica: Gezegenli dü nyalıların en bü yü k toplanma yeri. Sonra
Washenn, yerel başkent. Senloo, Senfran, Bonnair sonra geliyordu...
Çizdiğ i yol, Dü nya'nın dö rt bir tarafa dağ ılmış olarak yaşayan
nü fusunun hemen tamamının toplandığ ı Batı kıtasını dolaşıyordu. Bu
yerleşme merkezlerinde iki-ü ç gü n geçirdikten sonra Chica'ya
dö nü şü nde, keşif için kullanacağ ı uzay gemisi de gelmiş olacaktı.
Dolayısıyla bu ö ğ retici bir gezi olacaktı.
Gü nü n batmasına yakın girdiğ i lokantada, Arvardan yemeğ ini yerken,
içerde kendisinden biraz sonra gelen iki Dü nyalıyla, en son olarak
damlayan yaşlı, şişmanca adamcağ ız arasında oynanan drama tanıklık
etmişti. Ancak jet yolculuğ u sırasında başından geçen deneyden sonra,
olaya kayıtsız ve isteksiz bir biçimde seyirci kalmayı yeğ lemişti. Iki
mü şteri anlaşıldığ ı kadarıyla hava-taksisi şofö rleriydi. Zengin
değ illerdi, ama iyi yü rekli oldukları anlaşılıyordu.
Dilenci çıktı, ondan iki dakika sonra da arkeolog onun peşini izledi.
Sokaklarda belirli biçimde kalabalık artmıştı. Iş gü nü sonuna
yaklaşıyordu.
Bu sırada Arvardan bir genç kıza çarpmamak için kenara çekilmek
zorunda kaldı.
— Ozü r dilerim, dedi.
Genç kızın beyaz giysisi, kuşkusuz bir ü niformaydı. Ancak o kadar
dalgındı ki, Arvardan'ın kendisine çarpmak ü zere olduğ unu fark
etmemişti. Yü zü ndeki kuşkulu ifade, durmadan sağ a-sola bakınması,
aklının bir şeyle meşgul olduğ unu gö steriyordu... Arvardan yavaşça
omuzuna dokundu:
— Size yardım edebilir iniyim efendim? Bir derdiniz mi var?
Kız hayretle dö nü p, yü zü ne baktı. Yaklaşık 19-22 yaşları arasında
olmalıydı. Kahverengi saçları, kara gö zleri, ha if çıkık elmacık kemikleri
ve kü çü k çenesi, ince endamı ve zarif duruşuyla, hoş bir hali vardı.
Arvardan birden bu gü zel yaratığ ın dü nyalı olduğ unu aklına getirince,
kızın çekiciliğ inin daha da kışkırtıcı bir tarafı olduğ unu dü şü ndü .
Fakat genç kız hayretle açılan gö zleriyle kendisine bakmaya devam
ediyordu. Tam cevap vermek ü zere ağ zını açacağ ı sırada, içinden sanki
bir şeyler kopar gibi oldu.
— Oh! Yararı yok. Benim için endişe etmeyin. Nereye gittiğ ini
bilmeden birini bulmaya imkâ n yok ki...
Cesaretinin kırılmasıyla omuzları birden çö ker gibi oldu. Gö zleri yaşla
doluverdi. Fakat hemen dikleşip, derin bir nefes aldı.
— Beli bü kü k, yaklaşık bir metre altmış boyunda, yeşil-beyazlı
giysileri olan, başı açık, saçsız bir adam gö rdü nü z mü ?
Arvardan hayretle kızı sü zdü .
— Nasıl? Yeşil-beyaz giysili mi? Oh, sanmam ki...
Baksanıza, bahsettiğ iniz bu adam gü çlü kle mi konuşuyordu?
— Evet! Evet, ö yle! Oyleyse gö rdü nü z onu!
— Beş dakika ö nce şuradaydı, iki adamla birlikte yemek yiyordu... Işte,
şunlarla... Hey, baksanıza bir dakika! diye gelmeleri için işaret etti.
Once Granz vardı yanlarına.
— Taksi mi istediniz beyim?
— Hayır, ama birlikte yemek yediğ iniz adamın nereye gittiğ ini şu
kü çü k hanıma sö ylerseniz, herhalde bir taksi ü creti mü kâ fat alırsınız.
— Size yardımcı olmak isterdim, ama o adamı hayatımda hiç
gö rmedim, dedi ü zgü n bir edayla Granz.
Arvardan, genç kıza dö ndü :
— Ama sizin geldiğ iniz yö ne gitmediğ inden eminim, yoksa ona
rastlardınız. Çok uzağ a da gitmiş olamaz. Size biraz kuzeye doğ ru
gitmenizi ö neririm. Gö rü rsem, ben de tanırım.
Pek atılgan biri olmadığ ı halde, hiç dü şü nmeden konuşmuştu. Ve
ayrıca karşısındaki genç kıza gü lü msediğ ini fark etti.
— Ne yaptı bu adam, hanımefendi? diye sordu birden Granz. Umarım
Adet kuralını çiğ nememiştir, ha?
— Hayır, hayır, diye telaşla cevap verdi genç kız. Sadece biraz hasta, o
kadar!
Messter, uzaklaşan çifti gö zleriyle izledi.
— Biraz hasta mı? (Kasketini geriye doğ ru itip, çenesini kaşıdı.) Sen
ne diyorsun buna? Biraz hastaymış...
— Ne demek istiyorsun? diye sordu huzursuzlanan meslektaşı.
— Bu iş beni de hasta ediyor! Hiç kuşkusuz o adam bir hastaneden
çıkmıştı. Kız, hasta bakıcıydı. Onu arıyor olmalıydı. Hasta bakıcıdan
daima korkacaksın. Madem biraz hastaydı, niye o kadar telaşlıydı kız?
Adam adeta konuşamıyordu, sö ylenenleri de hemen hiç anlamıyordu.
Oyle değ il miydi, ha?
— Herhalde humma olduğ unu sanmıyorsun, değ il mi?
— Doğ rusu radyasyon humması olup olmadığ ım bilmiyorum. Ama
had bir kriz geçiriyordu herhalde. Bizden de birkaç santimetre uzağ a
oturdu. Hiç iyi değ il.
Tam bu sırada boşluktan gelir gibi kısa boylu, zayıf, ince sesli bir genç
adam bitiverdi yanlarında.
— Ne dediniz beyim? Kimde radyasyon humması gö rü lmü ş?
Iki sü rü cü , kararsız, birbirlerine baktılar.
— Siz kimsiniz?
— Oğ renmek ister misiniz? Pekâ lâ , ben Kardeşlik ö rgü tü nü n bir
habercisiyim. (Kolunun yenini kaldırıp gö sterdi. Burada ışıklı bir arma
vardı.) Şimdi Eskiler Derneğ i adına sö yleyin bakalım, nedir bu humma
hikâ yesi?
— Ben hiçbir şey bilmiyorum, dedi boynu bü kü k bir edayla Messier.
Hasta olan birini arayan bir hemşire gö rdü k, ben de adamda acaba
radyasyon humması mı var diye dü şü ndü m. Bu, Adetler'e karşı bir
davranış değ il, ha?
— Sen Adetler hakkında bana mı ders veriyorsun? Haydi, siz işinizin
başına dö nü n de, ö bü r işi bana bırakın.
Kü çü k adam ellerini oğ uşturdu, telaşla çevresini sü zdü ve çabuk
adımlarla kuzeye doğ ru yü rü dü .

— Işte!
Pola heyecanla yol arkadaşının koluna sarıldı. Bunu kolayca, çabucak
ve hiç dü şü nmeden yapmıştı. Schwartz, lokantadan en az ü ç blok
ö tedeki bir self-servis mağ azasının bü yü k kapısı ö nü nde
gö rü nü vermişti birden.
— Gö rdü m, diye mırıldandı Arvardan. Siz geride kalın, bırakın da ben
tutayım kendisini. Sizi gö rü p kalabalığ a karışırsa, bir daha bulamayız.
Adım adım kaçağ a doğ ru yaklaşmaya başladılar. Tıpkı bir kâ busta
kovalamacaya benziyordu bu. Mağ azadaki insan kitlesi, dilediğ ini bir
anda ya da yavaş yavaş yutabilecek bir bataklığ a benziyordu. Dilerse
saklayabilir, dilerse kusabilirdi de.
Arvardan bir tezgâ hın etrafında dolandı. Sonra kolunu uzatıp, pençe
gibi elini kaçağ ın omuzuna koydu.
Schwartz, bir takım anlaşılmaz sö zler etti ve çılgın gibi kendisini
arkaya attı. Ama kendisinden daha gü çlü biri bile, Arvardan'ın çelik
mengeneden farksız elinden kolay kurtulamazdı. Sonra gü lü mseyerek
kaçağ a seslendi:
— Selam, ihtiyar! Aylardır gö rü şmemiştik! Nasılsın bakalım?
Belki bundan sonra meraklıları oyalamak daha zor olacaktı, ama bu
sırada genç kız da yanlarına vardı,
— Bizimle beraber gelmelisin, Schwartz, dedi bir solukta.
Adam dikleşti. Kurtulmaya kalktı, ama bu direniş ancak bir saniye
sü rdü . Başını ö ne eğ ip, alçak sesle mırıldandı:
— Sizi... takip... ediyorum.
Ancak birden hoparlö rden yü kselen gü çlü bir ses, cü mlesini adeta
boğ du:
— DIKKAT! DIKKAT! Mağ aza mü dü riyeti, bü tü n mü şterilerin 5.
Sokağ a açılan kapıdan dü zenli olarak derhal çıkmalarını rica eder.
Kapının ö nü ndeki muhafızlara kayıt kartlarınızı gö stermenizi rica
ediyoruz. Boşaltma işleminin çok çabuk yapılması şarttır. DIKKAT!
DIKKAT!
Içerdeki mü şteriler kapının ö nü nde sıralanırken, anons ü ç defa
tekrarladı. Bu arada ayak sesleri ve mırıldanmalar, bü yü k bir gü rü ltü
çıkartmaya başlamıştı: "Ne oldu acaba?"... "Neler olup bitiyor?"...
Arvardan omuzlarını silkti.
— Haydi, kuyruğ a girelim hanımefendi. Her ne olursa olsun,
gecikmemiz için bir neden yok.
Ama Pola başını salladı.
— Imkâ nsız!
Arkeoloğ un kaşları çatıldı.
— Niçin?
Genç kız geri çekildi. Ona Schwartz'ın kayıt kartı olmadığ ını nasıl
açıklayabilirdi? Hem kimdi bu adam? Niçin yardımına koşmuştu? Bir
şü phe ve umutsuzluk dalgası kabardı içinden.
— Başınıza dert açılmamasını istiyorsanız, beni yalnız bırakın, dedi
kırgın bir sesle.
Ust katlar boşalmaya başlamıştı bile ve asansö rler insan kaynıyordu.
Arvardan, Pola ve Schwartz, dalgalara kapılmış birer dalga gibiydi.
Daha sonra, bu bö lü mü hatırlayınca, Arvardan o an kızı
bırakabileceğ ini dü şü necekti. Onu terk etmek mi? Onu bir daha
gö rememek... Bir daha yaklaşmak fırsatı bulamamak... O zaman her şey
çok daha farklı olacaktı. Bü yü k Galaktika Imparatorluğ u, kaos ve
felaketine sü rü klenecekti.
Ama bırakmadı kızı. Panik, kızın yü zü nü şekilsizleştirmiş, adeta
çirkinleştirmişti onu. Onun yerinde başka kim olsa, aynı duruma
dü şerdi. Ancak Arvardan onun perişanlığ ı karşısında allak bullak oldu.
Kapıya doğ ru bir adım atıp, geri dö ndü .
— Siz kalacak mısınız?
Kız başıyla "evet" dedi.
— Neden ama?
— Çü nkü ... (Gö zü nden birden yaşlar boşandı.) Çü nkü gidecek hiçbir
yerim yok...
Isterse Dü nyalı olsun, yine de dehşet içinde bir kızcağ ızdı işte.
— Sorununuzun ne olduğ unu bana sö ylerseniz, size yardım
edebilirim, dedi yumuşak bir sesle Arvardan. Ama kız cevap vermedi.
Şimdi ü çü garip bir gö rü ntü meydana getiriyordu:
Schwartz yere çö kmü ş, kıç ü stü oturmuş, konuşulanları
izleyemeyecek kadar bitkindi. Mağ azayı bir anda ıssız bir çö le çeviren
bu tahliye işleminden hiçbir şey anlayamamış, elleriyle yü zü nü
saklıyordu. Boğ azından da ancak son bir umutsuzluk
inlemesinden başka bir şey çıkmadı... Gö z yaşlan içindeki Pola, tek bir
şey dü şü nebiliyordu: Hiçbir kimsenin bu kadar korkamayacağ ını...
Arvardan ise, kuşku içinde, pek bir şey anlayamadan ve hiç yaran
olmadığ ı halde, genç kızın omuzuna vuruyordu cesaret vermek
istercesine. Bu arada ilk kez bir Dü nyalıya dokunduğ unun da
bilincindeydi.
Işte ufak tefek adam o anda ortaya çıkıverdi.

9
Chica'da Anlaşmazlık

Chica garnizonundan Teğ men Marc Claudy uzun uzun esneyip, tarifsiz
bir sıkıntıyla karşısındaki dekoru seyretti. Iki yıldır Dü nya'da
gö revdeydi ve sabırsızlıkla bu gö revden alınmayı bekliyordu.
Galaktika'da hiçbir yerde, sorunlar şu iğ renç Dü nya'daki kadar karışık
değ ildi. Diğ er gezegenlerde de birliklerle siviller arasında, ö zellikle
kadın siviller arasında bazen sü rtü şmeler oluyordu.
Ama burada garnizonda olmak, hapiste yatmak demekti. Bunlar anti-
radyasyon kışlalarıydı. Radyoaktif tozlardan arınmış, sü zgeçten geçmiş
bir atmosferdi bulundukları yer. Ağ ır ve soğ uk kurşun giysiler
giyiyorlardı. Bunları çıkarmak, ciddi tehlikeler yaratabiliyordu. Halkla
da yakın ilişki kurmak sö z konusu bile değ ildi hiçbir asker bir dişi
Dü nyalıya yanaşamazdı yani.
Ne kalıyordu geriye? Şekerleme yapmak, bol bol ense ve ağ ır geçen
zaman.
Teğ men Claudy aklını başına toplamak için başını salladı, yine esnedi,
yerinden doğ rulup, postallarını giymeye başladı. Saatine baktı.
Karavana saati hâ lâ gelmemişti.
Birden sıçradı yerinden. Daha bir tek postalını giydiğ i halde, esas
duruşa geçip, saçları diken diken, selam durdu.
Albay kendisini kü çü mseyen bir bakışla sü zü p, kılığ ı hakkında bir
yorumda bulunmadan konuştu:
— Teğ men, ticaret semtinde bazı kargaşalıklar olduğ una dair haberler
var. Derhal Dunham mağ azalarının olduğ u yere bulaşmaları ö nleyecek
bir ekiple gidecek ve harekâ tın yö netimini ele alacaksınız.
Adamlarınızın hepsinin radyasyon hummasına karşı korunmuş
olmalarını sağ layın.
— Radyasyon humması mı? diye bağ ırdı teğ men. Ozü r dilerim
albayım, ama...
Albay, kuru bir sesle sö zü nü kesti:
— On beş dakika sonra yola çıkacak şekilde hazır olun.

Kü çü k adamı ilk fark eden Arvardan oldu ve selamlar gibi kalkan kolu
karşısında kaskatı kesildi.
— Gü naydın, patron! Kü çü k hanıma sö yleyin, zırlama bü rosunu
kapatabilir. Değ mez ağ lamaya.
Pola soluğ u kesilerek hızla başını kaldırdı. Robot gibi Arvardan'a
sokuldu, o da yine aynı otomatik hareketlerle, genç kızı korumak
istermiş gibi kollarının arasına aldı. Bu kez ikinci kez bir Dü nyalıya
dokunduğ unu bile fark etmedi.
— Ne istiyorsunuz siz? diye sert bir sesle sordu.
Kü çü k adam kuşkulu bir edayla ü stü paketlerle dolu bir tezgâ hın
çevresinde dolandı, kü stah bir edayla cevap verdi:
— Dışarda bir takım garip şeyler oluyor, ama sizin ö kelenmeniz için
bir neden yok, kü çü k hanım. Adamı Enstitü ye sizin yerinize ben
gö tü receğ im.
— Ne enstitü sü ? diye şü pheyle sordu Pola.
— Haydi, bana martaval anlatmayın. Benim adım Natter. Nü kleer
Araştırmalar Enstitü sü 'nü n karşısındaki manav benim. Sizi çok
gö rdü m orada.
Arvardan mü dahale etti:
— Nedir bu hikâ ye kuzum?
Natter'in vü cudu neşeyle adeta ü rperdi:
— Sizinle birlikte olan şu adamda radyasyon humması olduğ unu
sanıyorlar.
— Radyasyon humması mı? diye aynı anda, arkeologla genç kız
sordular.
Adam onayladı:
— Oyle. Onunla beraber yemek yiyen iki taksi şofö rü var, onlar da
bö yle diyor. Bilirsiniz, bu tü r haberler çabuk yayılır.
— Muhafızlar sadece hummalı birini mi arıyorlar? diye ü steledi Pola.
— Oyle, elbette!
— Peki, ö yleyse siz niçin çekinmiyorsunuz? diye lafa karıştı Arvardan.
Resmı̂ makamları mağ azayı boşaltmaya iten, hummanın bulaşma
tehlikesi değ il mi?
— Ohooo! Resmı̂ makamlar dışardalar. Yabancıların bulaşmayı
ö nleme ekibi bekleniyor.
— Peki, hummanın size bulaşmasından korkmuyor musunuz?
— Niçin korkacakmışım? Bu adamda humma yok ki. Bakın haline.
Ağ zında yara var mı hiç? Iltihap yok bir yerinde. Gö zleri de normal. Ben
radyasyon hummasının ne olduğ unu bilirim. Haydi, gelin kü çü k
hanım... Çıkalım buradan.
Fakat Pola hâ lâ emin değ ildi.
— Hayır... Imkâ n yok. Bu adam... Bu...
Devam edemedi sö zü ne.
— Ben onu dışarı çıkartabilirim, dedi sinsice Natter. Soru sorulmasına
meydan vermeden, kayıt kartı olmasa bile...
Pola boğ uk bir çığ lık atmaktan kendini alamadı.
— Siz nasıl bu kadar etkili olabiliyorsunuz? diye belirgin bir
tiksinmeyle sordu Arvardan.
Natter kıs kıs gü ldü :
— Ben Eskiler Derneğ i'nin bir habercisiyim. Bana kimse bir şey
soramaz.
— Peki, bu size ne kazandıracak?
— Para elbette! Siz gü ç durumdasınız, ben de size yardım edecek
gü çteyim. Bundan daha onurlu bir alışveriş olabilir mi? Diyelim ki sizin
için yü z kredi... Yü z de benim için. Ellisi peşin, geri kalanı malın
tesliminde.
Ama Pola dehşetle mırıldandı:
— Onu Eskiler'e teslim edeceksiniz.
— Niçin edeyim? Onlar için hiçbir değ eri yok bu adamın. Ama benim
için elli kredi demek. Oysa işe Yabancılar karışacak olursa, bü yü k bir
olasılıkla adamda humma olmadığ ı anlaşılana kadar, ö ldü rü rler
zavallıyı. Siz de bilirsiniz onları: Bir Dü nyalıyı ö ldü rmek, hiçbir anlam
ifade etmez kendileri için. Hatta bundan zevk bile alırlar.
— Bu genç kızı da gö tü rü n, dedi Arvardan.
Ama Natter'in gö zlerinde sinsi bir ateş yanıp sö ndü .
— Yo, hayır! Bu imkâ nsız patron! Ben ö lçü lü tehlikelere atılırım. Bir
kişiyle birlikte çıkabilirim, ama iki kişiyle olmaz. Ve eğ er bir kişiyi
çıkaracaksam, benim için değ erli olanı seçerim. Mantıklı değ il mi?
— Peki, ya sizin bacaklarınızı tutup ikiye ayırırsam? Ha? diye sordu
Arvardan.
Natter birden sarsıldı, ama gü lebildi yine de:
— O zaman aptalsınız derim size! Sizi de enselerler ve aynı işleme
uğ rarsınız. Haydi patron, en iyisi beni bırakmak.
Pola, Arvardan'ın koluna asıldı.
— Hayır, rica ederim! Kaçırmamamız gereken bir şans bu. Bırakın
dediğ i gibi yapsın. Sö zü nü zde duracaksınız, değ il mi Bay Natter?
Adamın dudakları kasıldı:
— Iriyarı dostunuz kolumu bü ktü . Bunu yapmaya hakkı yoktu. Bana
kaba davranılmasından hoşlanmam. Bu yü zden yü z kredi daha
ö deyeceksiniz. Toplam iki yü z.
— Babam size ö deme yapar.
— Yü zü peşin, diye inatla asıldı.
— Ama ü zerimde yok ki, diye inledi genç kız.
— Endişe etmeyin, diye atıldı Arvardan. Bende yeteri kadar var.
Cü zdanından birkaç banknot çıkarıp adama fırlattı.
— Haydi gidelim.
— Onunla beraber git, Schwartz! diye bir solukta emretti Pola.
Schwartz hiçbir yorumda bulunmadan boyun eğ di. Kayıtsızca.
Cehenneme indirilseydi, bu kadar hissiz davranabilirdi.
Şimdi Pola ile Arvardan yalnız kalmışlar, şaşkın şaşkın birbirlerine
bakıyorlardı. Shekt'in kızı belki ilk defa Arvardan'a bakıyordu ve onun
bu kadar iri, bö ylesine erkeksi bir gü zelliğ i, gü ven veren sakinliğ i
karşısında hayrete dü şmü ştü . Şu ana kadar onu herhangi bir kurtarıcı,
ö zel nedeni olmadan davranan bir iyiliksever gibi gö rmü ştü . Ama
birden... Birden bü yü k bir utanç duydu ve kalbi hızlı atmaya başladı.
Son saatlerin bü tü n olaylarını unutup, hepsini aklından çıkardı.
Daha adlarını bile bilmiyorlardı.
— Benim adım Pola Shekt, dedi gü lü mseyerek.
Onu ilk defa gü lü mserken gö ren Arvardan, bü yü lenivermişti. Genç
kızın yü zü aydınlanmıştı, anlayamadığ ı bir izlenim uyandırmıştı
ü zerinde... Bunu zihninden hemen uzaklaştırdı. Karşısındaki bir
Dü nyalıydı...
— Benimki de Bel Arvardan, dedi, belki de istemeyerek biraz soğ uk
bir sesle. Sonra tunç rengi elini uzattı. Pola'nın eli, avuçlarının arasında
kayboldu.
— Yardımınız için teşekkü r ederim.
Arvardan omuzlarını silkti.
— Gidelim mi?.. Yani arkadaşınız gittiğ ine gö re demek istedim...
Eminim, artık emin ellerdedir.
— Yakalasalardı, kıyamet kopardı herhalde, ö yle değ il mi?
Genç kız bakışlarıyla bunu onaylaması için yalvarıyordu
adeta, ama Arvardan yumuşamayı reddederek cevap verdi:
— Gitsek mi acaba?
Pola birden burulur gibi oldu, soğ uk bir sesle:
— Niçin gitmeyecekmişiz? dedi.
Fakat birden uzaktan yakaran bir ses, tiz bir feryat işitildi. Pola'nın
gö zleri fal taşı gibi açıldı, eli dü ştü .
— Ne oluyor yine? diye sordu Arvardan.
— Imparatorluk askerleri!
— Siz de korkuyor musunuz onlardan?
Bu konuşan, Dü nyalı olmamanın bilincindeki, Siriuslu arkeolog
Arvardan'dı. Ister ö n yargı olsun, ister olmasın, imparatorluk
askerlerinin gelişi, bir tü r mantıklı denge ö gesiydi. Ustü nlü ğ ünü n
verdiğ i hisle, mü ş ikleşti birden.
— Yabancılar'dan korkunuz olmasın, dedi, Dü nyalıların Imparatorluk
mensupları için kullandıkları deyimi sö yleyerek. Onlarla ben
ilgilenirim, Bayan Shekt.
— Yo, hayır! dedi ani bir endişeyle genç kız. Hele onları tahrik etmeye
hiç kalkışmayın. Onlarla konuşmayın, hatta yü zlerine bile bakmayın!
Arvardan'ın yü zü ndeki tebessü m daha da genişledi.

Muhafızlar onları ana çıkış kapısına varamadan gö rdü ler. Hemen geri
çekildiler. Pola ile Arvardan kü çü k bir boşluğ a çıktılar. Içerde garip bir
sessizlik vardı. Askerı̂ araçlar canavar dü dü klerini çalarak yaklaşıyordu.
Zırhlı arabalar mağ azanın giriş yerine varıp durdu, başlarında şeffaf
kü reler bulunan askerler yere atladılar. Onlerinde, birden paniğ e
kapılan kalabalık, nö ronlu cop yağ muru karşısında çil yavrusu gibi
dağ ıldı.
Teğ men Claudy en ö nden ilerleyip, kapı ö nü nde nö bet tutan bir
dü nyalı muhafızın yanına yaklaştı.
— Hey, sen... Kim hummalı olan?
Içinde saf hava bulunan cam kü renin içinde yü z hatları şekilsizleşti ve
sesini yü kselten ampli ikatö r, madenı̂ bir cızırtı çıkarıyordu.
Muhafız saygıyla başını ö ne eğ di.
— Umarım beğ eneceksiniz, hastayı mağ azanın içinde tecrit ettik.
Kendisiyle beraber olan iki kişi de, giriş kapısının ö nü ndeler.
— Oradalar mı? Beklesinler! Once meraklıların dağ ıtılmasını
istiyorum. Çavuş, alanı boşaltın!
Emir, en sert ve acımasız şekilde derhal yerine getirildi. Ağ zı açık
ayran budalaları toz gibi dağ ıtılırken, Chica'da hava yavaş yavaş
kararmaya başlamıştı. Sokaklar soluk ve suni bir ışıkla aydınlatılıyordu.
Teğ men Claudy, nö ronik copuyla kalın çizmelerini dö vdü .
— Hasta dü nyalının içerde olduğ undan emin misin?
— Şahsen gö rmedim efendimiz. Ama içerde olmalı.
— Peki. Oyle varsayalım. Vakit de kaybetmeyelim. Çavuş! Derhal bu
binayı salgına karşı dezenfekte edin!
Dışardaki havayla her tü rlü teması kesen ö zel giysileri içinde bir grup
asker, marş marşla binaya doğ ru ilerledi. Uzun bir çeyrek saat geçti.
Arvardan, olup bitenleri bü yü k bir merakla izliyordu. Tam bir
profesyonel olarak, bu kendisi için yaşanmış mü kemmel bir deneydi.
Karanlıkların içinden son asker de çıktıktan sonra, bir komut işitildi:
— Kapıları mü hü rleyin!
Birkaç dakika daha geçti aradan. Sonra mağ azanın hemen her tarafına
yerleştirilen dezenfeksiyon tü pleri açıldı. Kalın bir buhar tabakası
pü skü rerek duvarları yaladı, en ü cra kö şelere kadar sızdı, zeminin her
santimetre karesine işledi, havaya asıldı. Protoplazma yapılı hiçbir
canlı, ister mikrop, ister insan olsun bu dezenfektan maddeye
dayanamazdı.
Teğ men ancak bundan sonra Arvardan'la Pola'ya dö ndü :
— Nedir bu adamın adı?
Sesinde acımasızlık bile değ il, sadece kayıtsızlık vardı. Bir Dü nyalı
ö ldü rü lmü ştü . Ne olacak, teğ men bugü n bir de sinek ö ldü rmü ştü .
Bö ylece canını aldıklarının sayısı iki ediyordu..
Sorusu cevapsız kaldı. Pola, tevekkü lle başını eğ mişti. Arvardan ise
sahneyi hâ lâ bü yü k bir merakla seyrediyordu, imparatorluk subayı ise,
gö zlerini ü zerlerinden ayırmıyordu. Sert bir işaret yaptı birden.
— Hummanın bunlara da bulaşmadığ ına bakılsın!
Doktor işareti taşıyan bir başka subay, ileri çıktı. Muayene, pek
yumuşak geçmedi. Eldivenli, ellerini arkeoloğ un ve genç kızın koltuk
altlarına uzattı. Ağ ızlarını denetlemek için dudaklarını tutup dışarı
kıvırdı.
— Bulaşmamış, teğ men, dedi. Humma kendilerine ö ğ len vakti
bulaşmış olsaydı, belirtileri şu saatte çoktan ortaya çıkardı.
— Gü zel.
Teğ men Claudy miğ ferini dikkatle çıkardı. Yeniden "taze" havayla
temas etmek, onu mutlu kılmıştı. Miğ feri sol dirseğ inin arkasına
astıktan sonra, sertçe sordu:
— Adın ne, pis Dü nyalı Kadın?
Sesinin tonu o kadar kü çü ltü cü ydü ki, kullandığ ı sıfat bile yanında
ha if kalırdı. Ama Pola hiçbir tepki gö stermedi.
— Pola Shekt, efendim, dedi bir solukta.
— Kimliğ in!
Genç kız cebinden pembe bir defter çıkardı. Teğ men alıp açtı, el
lambasının ışığ ında inceledi. Defter yere bırakılıp dü şü nce, Pola almak
ü zere hemen eğ ildi.
— Ayağ a kalk! diye emretti ö keyle teğ men.
Sonra bir tekmede defteri uzağ a itti. Sapsarı kesilen Pola, hemen elini
çekti.
Arvardan, kaşlarını çattı. Artık mü dahale etmenin zamanı gelmişti.
— Baksanıza bir dakika buraya!
Subay, dudaklarında çirkin bir sırıtışla donuverdi.
— Ne oldu, Dü nyalı?
Pola hemen iki erkeğ in arasına girdi.
— Rica ederim efendim... Onun bugü n olup bitenlerle hiçbir ilgisi yok.
Kendisini de daha ö nce hiç gö rmemiştim...
Teğ men, kızı itti.
— Ne oldu, Dü nyalı dedim, ha?
Arvardan da aynı soğ uk bakışla onu sü zdü .
— Ben de biraz kendinize gelin diyorum! Size! Hanımlara karşı
davranışınız hiç hoşuma gitmedi. Bu tavırlarınızı değ iştirmenizi
tavsiye ederim, tamam mı?
Oylesine kızıp kendisini kaybetmişti ki, teğ menin kendisini Dü nyalı
sanmasını bile boşlamıştı.
Claudy, onu hiç hoş olmayan bir gü lü msemeyle sü zdü .
— Peki, sen nerede terbiye gö rdü n bakalım, Dü nyalı? Bir adama
seslenirken, efendim denmesi gerektiğ ini bilmiyor musun? Sen yerinde
durmasını da bilmiyorsun. Biliyor musun, epeydir senin gibi ham
hö dü k birine ders vermemiştim. Şimdi dersini al da, gö r!
Eli bir yılan gibi ö nce geri çekildi, sonra Arvardan'ın suratına iki tokat
indirdi. Elinin yü zü yle ve tersiyle. Şaşıran arkeolog ö nce geri çekildi. Ve
bir anda gö zü karardı. Hayretten yü zü allak bullak olan subayın kolunu
bir hamlede tutup kaptı.
Aynı anda omuzunun kasları gerildi.
Teğ men boğ uk bir gü rü ltü yle, boylu boyunca yere serildi. Cam miğ feri
parça parça olup kırıldı. Dü ştü ğ ü yerde hareketsiz kalakaldı.
Arvardan'ın yü zü ndeki yarım yamalak gü lü mseme, gerçekten
korkunçtu. Sonra ellerini silkeledi.
— Daha başka meraklısı varsa, hazırım, gelsin de, onlara da dersini
vereyim! diye ekledi.
Ama çavuş, nö ronik copunu kaldırmıştı bile. Mor bir ışın çaktı,
arkeoloğ un tam gö ğ sü ne isabet etti. Tarifsiz bir acı sardı her tarafını,
ağ ır ağ ır dizlerinin ü zerine çö ktü . Her tarafı felç olup, bayıldı ve boylu
boyunca uzandı yere...
Gö zlerinin ö nü ndeki sisler dağ ılınca, Arvardan'ın ilk hissettiğ i şey,
alnındaki tatlı serinlik oldu. Gö z kapaklarını açmak isteyince, paslanmış
dolap kapakları gibi açılmadığ ını fark etti, vazgeçti denemekten. Ama
elini ağ ır ağ ır kaldırarak, yü zü ne dokunabildi.
Kü çü cü k bir el, alnına ıslak bir bezle kompres yapıyordu...
Gö zü nü n tekini açıp ö nü ndeki sisleri dağ ıtmayı denedi:
— Pola...
Neşeli bir ses cevap verdi kendisine:
— Evet, benim! Nasıl hissediyorsunuz kendinizi?
— Bir daha acı çekmemek ü zere ö lmü ş gibi, dedi dişlerini
gıcırdatarak. Neler oluyor?
— Bizi askerı̂ ü sse gö tü rdü ler. Bir albay vardı orada... Ustü nü zü
aradılar ve... Ne yapacaklarını bilmiyorum, ama... Oh, Bay Arvardan,
aslında teğ mene vurmamanız gerekirdi. Sanırım kolunu kırmışsınız.
Arvardan'ın dudaklarında bir tebessü m belirdi.
— Yaşasın! Yazık ki beynini patlatmamışım!
— Ama bir imparatorluk subayına karşı çıkmak... Çok bü yü k bir suç
bu!
— Oyle mi? Neyse gö receğ iz...
— Hişt! Geliyorlar...
Arvardan gö zlerini yumup, gevşedi. Pola'nın uzaktan gelen kü çü k
çığ lığ ını işitti ve enjeksiyon iğ nesi etine saplandığ ında, birden kaslarını
oynatamaz hale geldi. Bunu, bü tü n damarlarını ve sinirlerini saran çok
hoş bir huzur ortamı izledi. Gerili kolları gevşedi, iki bü klü m olmuş gibi
duran belkemiğ i biraz olsun yumuşadı. Gö z kapaklarını kırpıştırıp,
dirseğ inden destek alarak, yerinden doğ ruldu.
Albay, dü şü nceli bir edayla kendisini seyrediyordu. Pola da neşe
karışık bir şaşkınlıkla yü zü ne bakmaktaydı.
— Doktor Arvardan, sanırım bugü n ö ğ leden sonra can sıkıcı bir olay
cereyan etmiş galiba, dedi albay.
Doktor Arvardan! Pola, onun hakkında gerçekten çok az şey bildiğ ini
birden fark etti. Mesleğ inden bile haberi yoktu.
Arvardan şö yle bir gü ldü .
— Can sıkıcı mı dediniz? Hiç de olaya uymayan bir açıklama!
— Imparatorluk subaylarından birinin kolunu, gö revini ifa ettiğ i
sırada kırdınız!
— Ama ö nce o bana vurmuştu. Gö revi ne bana hakaret etmek, ne de
bana kaba kuvvet gö sterisinde bulunmaktı, değ il mi? Bu koşullarda
kendisine bir subay ya da bir kibar bey olarak davranma imkâ nım
kalmamıştı. Imparatorluğ un ö zgü r bir vatandaşı olarak, bö yle
davranmam çok normaldi.
Albay ö ksü rdü ve cevap veremedi. Pola, kulaklarına inanamıyordu. En
sonunda kumandan konuşabildi:
— Bu olayı teessü fe layık bulduğ umu sö ylememe gerek yok herhalde.
Her iki taraf da eşit derecede bu işe bulaştığ ına gö re, sanırım en iyisi
olanları unutmak...
— Unutmak mı? Ne mü nasebet! Ben burada Vali'nin resmı̂ davetlisi
olarak bulunuyorum ve garnizonun Dü nya'da kanun ve nizamı korumak
için nasıl davrandığ ını ö ğ renmek herhalde kendisi için ilginç olacaktır.
— Size sö z veriyorum, kabahatli şahsen ö zü r dileyecektir, Doktor
Arvardan.
— Ihtiyacım yok. Bayan Shekt hakkındaki niyetleriniz nedir?
— Ne ö neriyorsunuz siz?
— Onu derhal salıvermenizi, kimlik belgelerini iade etmenizi ve...
Kendisinden derhal ö zü r dilemenizi!
Albay ö nce kıpkırmızı kesildi, sonra zorlanarak devam etti:
— Elbette. (Pola'ya dö ndü .) Eğ er bu kü çü k hanım candan ö zü rlerimi
kabul etmek lü tfunda bulunursa.
Biraz sonra ü ssü n kara duvarlarını geride bırakmışlardı. Bindikleri
hava taksisi, kendilerini on dakikada geri getirdi. Şimdi Enstitü 'nü n
ö nü ndeydiler. Sokak ıssızdı. Vakit, gece yarısını geçmişti.
— Ben pek bir şey anlayamadım, dedi Pola. Siz çok ö nemli biri
olmalısınız. Inanın, adınızı işitmediğ im için, biraz da utanıyorum.
Doğ rusu Yabancılar'ın bir Dü nyalıya bö yle davranacaklarını hiç tahmin
etmezdim.
Arvardan aslında gerçeğ i açıklamaktan tiksiniyordu, ama buna
mecbur hissetti kendisini.
— Ben Dü nyalı değ ilim, Pola. Arkeoloğ um ve Sirius bö lgesinde
doğ dum.
Genç kız dehşetle başını kaldırdı. Mehtapta, yü zü nü n sapsarı kesildiğ i
belliydi. Tam on saniye tek kelime edemedi. Sonra konuştu:
— Demek başınıza bir şey gelmeyeceğ ini bildiğ iniz için askerlere kafa
tutabildiniz ha? Ben de sanmıştım ki... Ama anlamam gerekirdi. (Acı bir
hayal kırıklığ ına uğ ramıştı.) Eğ er yanıldığ ım için size karşı aşırı
samimi davrandımsa, beni mazur gö rmenizi dilerim efendim...
— Kuzum, ne oluyor size Pola? diye ö keyle bağ ırdı Arvardan. Ne çıkar
ben Dü nyalı değ ilsem? Bu, beş dakika ö nce sizin nazarınızda nasıl biri
olduğ um gerçeğ ini değ iştirir mi hiç?
— Beni uyarmanız gerekirdi, efendim.
— Lü tfen bana "efendim" diye hitap etmeyin! Başkaları gibi
davranmayın, tamam mı?
— Kim o başkaları, efendim? Dü nya'da yaşayan iğ renç hayvanlar mı?
Size yü z kredi de borcum var.
— Unutun şunu, dedi Arvardan, yü reğ i parçalanarak.
— Bu emre itaat edemem. Adresinizi verirseniz, hemen bugü n
borcumu gö nderirim.
— Bana yü z krediden daha çok şey borçlusunuz! diye ani bir ö keyle
bağ ırdı Arvardan.
Pola dudaklarını ısırdı, sesinin tonunu alçaltarak cevap verdi:
— Size olan bü yü k borcumun ancak bu bö lü mü nü size ö deyebilirim,
efendim. Lü tfen adresinizi verir misiniz?
Arkasını dö nü p uzaklaşan Arvardan, "Hü kü met malikâ nesi" demekle
yetindi.
Sonra gecenin karanlığ ında kayboldu.
Ve Pola birden ağ ladığ ını fark etti.

Bü rosuna girince, Shekt kızını ayağ a fırlayıp karşıladı.


— Adamımız dö ndü , diye haber verdi hemen. Zayıf bir adam getirdi
kendisini.
Gü çlü kle konuşuyordu.
— Benden iki yü z kredi istedi. Verdim.
— Aslında yü z alacaktı, ama ziyanı yok.
Babasının ö nü nden yü rü yü p geçti.
— Çok merak ettim, biliyorsun. Oyle bir kargaşa vardı ki... Seni
tehlikeye atmak korkusuyla hiçbir şey de soramadım.
— Her şey yolunda artık. Benim başıma da bir şey gelmedi... Baba,
mü saade et, bu gece burada uyuyayım.
Fakat bü tü n yorgunluğ una rağ men, Pola o gece uyuyamadı. Çü nkü ,
aslında bir şeyler olmuştu. Bir erkekle tanışmıştı. Ve bir Yabancı idi bu
erkek.
Ama adresi vardı. Adresini biliyordu...

10
Olayların Yorumu

Iki dü nyalı, çok çarpıcı birer tezat oluşturuyordu. Birinin olağ anü stü bir
gü ce sahip olduğ u gö rü nü mü vardı. Obü rü gerçekten bu gü ce sahipti.
Yü ksek Başkan, Dü nya'nın en ö nemli kişisi, gezegenin tartışmasız tek
yö neticisiydi ve bü tü n Galaktika'nın imparatorunun imzaladığ ı bir
kararnameyle gö revine atanmıştı, ama yine de imparatorun atadığ ı
valinin otoritesine bağ lıydı. Sekreteri ise, gö rü nü şte bir hiçti. Eskiler
Derneğ i'nin basit bir ü yesi olarak Yü ksek Bakan tarafından atanır,
pekiyi belirtilmemiş bazı ayrıntılarla uğ raşırdı.
Yü ksek Bakan bü tü n Dü nya tarafından tanınır ve Adetler konusunda
en son karar mercii olarak kabul edilirdi. Altmış yaş yasasından
sapmalarda o karar verir, tö relerden uzaklaşanları o yargılar, besin
dağ ıtımı ve ü retim normlarını o denetlerdi. Yasak bö lgelere girmeye
kalkanlar da onun yargısına dahildi. Buna karşılık sekreteri kimse
tarafından tanınmaz, hatta adı bile bilinmezdi. Elbette Eskiler ve
Yü ksek Bakan dışında...
Yü ksek Bakan sık sık halka hitap eder, yü ce duyguların dile getirildiğ i
ateşli nutuklar sö ylerdi. Uzun, sarı saçları vardı, zarif, soylu bir biçimde
giyinirdi. Sekreteri, basık burnu ve buruşuk yü zü yle, uzun kelimeler
yerine kısaları seçer, bazen homurdanmakla, bazen de susmakla
yetinirdi.
Gö rü nü şte iktidarı elinde tutan Yü ksek Bakandı, sekreteri de onun
somutlaşmış biçimiydi.
Yü ksek Bakan aslında sinirli ve hareketliydi. Sekreteri ise soğ uk ve
kayıtsız.
— Anlayamadığ ım, bana getirdiğ iniz bü tü n bu raporlar arasındaki
bağ ın ne olduğ u... Rapor, hep rapor! (Yü ksek Bakan, kolunu kaldırıp
hayalı̂ bir yığ ın rapora şiddetli bir darbe indirdi.) Bunları inceleyecek
zamanım yok ki!
— Elbette, diye heyecansız bir cevap verdi sekreteri. Beni bu iş için
tuttunuz. Ben hepsini okuyup sindiriyor, size naklediyorum.
— Pekâ lâ benim iyi kalpli Balkis'im. Oyleyse çabuk olun, çü nkü
bunların hiçbiri ö nemli şeyler değ il.
— Onemli değ il mi? Ekselans, uyanık olmazsanız, çabuk bıkarsınız bu
işten. Hele şu raporların ne anlam taşıdığ ını bir gö rü n, sonra ö nemli mi,
değ il mi bakarız. Once yedi gü n ö nce gelen ve Shekt'in asistanının
gö nderdiğ ini ele alalım. Beni iz ü stü ne yö nelten bu oldu.
— Ne izi?
Balkis'in dudaklarında buruk bir gü lü mseme belirdi.
— Ekselanslarına yıllardır olgunlaşan bazı tasarıları hatırlatmam mı
gerek?
— Hişt!
Ciddiyetini unutan Yü ksek Bakan, çevresini şö yle bir sü zmekten
kendini alamadı.
— Bizi başarıya sinirlilik değ il, gü ven ulaştıracak. Girişimimizin
başarısının da Shekt'in ampli ikatö rü diye bildiğ imiz oyuncak
olduğ unu bilmiyor değ ilsiniz. Bugü ne dek bunu bizim bilgimiz altında
ve hep belirli amaçlarda kullandı. Şimdi ise birden bize haber bile
vermeden, meçhul bir kişiye uygulayarak, bu adamı akıllandırdı.
— Basit bir sorun bu. Shekt'e karşı disiplin ö nlemleri alınır, zekâ sı
geliştirilen meçhul kişi de hapse atılır, olur biter.
— Yo, hayır! Işi çok basite indiriyorsunuz Ekselans. Sorunun yanından
geçip gidiyorsunuz. Onemli olan Shekt'in yaptığ ı değ il, bunu niçin
yaptığ ıdır. Şimdi daha ö nceki şu rastlantılarla, son rastlantıyı bir gö z
ö nü ne getirin bakalım: Aynı gü n Vali, Shekt'i ziyaret etti ve Shekt de
içtenlikle ve sadıkane, bize ne konuştuklarını nakletti. Enniyus,
ampli ikatö rü n Imparatorluğ un emrine verilmesini istiyordu, buna
karşılık da bize ek bir yardım yapılacak ve imparator desteğ ini bizden
esirgemeyecekti.
— Hımmm...
— Bu bağ ış, sizi ilgilendiriyor mu? Bizim girişimimizle
kıyaslandığ ında, bu çö zü m yolu size daha çekici geliyor, ö yle mi? Beş yıl
kadar ö nce, kıtlık sırasında bize yapılan yiyecek yardımı ve vaatlerini
hatırlıyor musunuz? Imparatorluk nezdinde kredimiz olmadığ ından,
yiyecekler bize verilmedi. Para yerine Dü nya'da ü retilmiş malları teklif
ettiğ imizde de, bunlara radyoaktivite bulaşmış olacağ ı gerekçesiyle,
tekli imiz geri çevrildi. Sö z verdikleri gibi karşılıksız yardım yapıldı mı?
Hatta bir bağ ış ö nerisinde bulunuldu mu? Yü z bin kişi açlıktan ö ldü .
Yabancı'nın verdiğ i sö zlere asla inanmamak gerek. Ama sorun, bu da
değ il. Onemli olan, Shekt'in açık seçik ortaya koyduğ u sadakati. Artık
ondan kuşkulanmamıza imkâ n var mı? Hıyanet ettiğ i gü n, suçlayabilir
miydik onu? Ama bal gibi hıyanet etti işte!
— Şu izinsiz kalkıştığ ı denemeye mi değ inmek istiyorsun, Balkis?
— Evet, ekselans. Kimdi tedavi ettiğ i kişi? Shekt'in asistanı sayesinde
adamın fotoğ ra larını ve ağ tabaka izlerini elde ettik. Ancak gezegen
arşivlerinde bu kişinin hiçbir kaydına rastlayamadık. Sonuç: Adam
Dü nyalı değ il, bir Yabancı. Ayrıca Shekt de bu durumu bilmiş olmalı,
çü nkü ağ tabaka kontrolü , bir kimlik kartının sahtesinin
dü zenlenmesini ya da başkasına verilmesini ö nler. Dolayısıyla Dr. Shekt
bilerek bir Yabancı'nın zekâ sını geliştirmiştir. Ama niçin? Bu sorunun
yanıtı, çok basit olabilir. Shekt, bizim ö ne sü rdü ğ ümü z amaç için ideal
bir araç değ ildir. Gençliğ inde, sindirimcilik yanlısıydı. Hatta bir
seferinde Washenn Konsey seçimlerinde, imparatorlukla uzlaşma
programını destekleyerek aday olarak katılmıştı. Ancak kaybetti
seçimi.
— Bunu bilmiyordum, diye sö zü nü kesti Yü ksek Bakan.
— Seçimi kaybettiğ ini mi?
— Hayır, aday olduğ unu. Niçin bana haber verilmedi? Bugü nkü mevkii
gö z ö nü ne alınırsa, çok tehlikeli biri demektir.
Balkis mü ş ik bir edayla gü lü msedi.
— Sinaptik ampli ikatö rü icat eden o; şimdilik bunu çalıştırmayı da
yalnız kendisi biliyor. Onu daima izledik, bundan sonra da daha
yakından izlemeye devam edeceğ iz. Biz olayları incelemeyi sü rdü relim.
Demek Shekt, bir Yabancı'yı tedavi etti. Niçin? Bu makine neye yarar?
Tek bir şeye: Insanın zekâ sını geliştirmeye. Yetenekleri daha ö nceden
bu makine sayesinde doping gö rmü ş araştırmacılarımızı yaya
bırakmak için tek çıkar yol bu değ il mi? Demek ki imparatorluk, en
azından belirsiz şekilde bir şeyler tezgâ hlandığ ından kuşkulanıyor. Bu,
kü çü k bir olay mı, Ekselans?
Bakanın alnında ter birikmişti.
— Gerçekten bö yle mi dü şü nü yorsunuz?
— Olaylar, ancak bir tek çö zü m yolu olacak biçimde yerli yerine
oturuyor. Shekt tarafından tedavi edilen yabancı, sıradan bir insandı,
hatta gö rü nü şte orta derece bir adamdı. Yine de bir hile bahis konusu
olabilir, çü nkü bu şişko ve kel ihtiyar, belki de imparatorluğ un en usta
casusudur. Evet, ö yle. Bö yle bir gö rev, başka kime verilebilirdi ki? Ama
biz bu adamı tespit ettik. Laf aramızda, takma adı da Schwartz. Şimdi
ikinci grup raporlara geçelim.
Yü ksek bakan, belgelere bir gö z attı.
— Bel Arvardan'la ilgili olanlara mı?
— Evet, şu en yü rekli ve şö valye ruhlu gö zleri dö nmü şlerin yuvası,
kibirli Sirius bö lgesinden gelme ü nlü arkeolog Dr. Bel Arvardan, diye
onayladı Balkis. (Bu sö zleri de, adeta tü kü rü r gibi sö ylemişti.) Ama
bırakalım bunları. Şö yle ki, o da Schwartz'ın tam aksi bir yaratık. Bu iki
kişi arasında hemen hemen eksiksiz bir zıtlık var. Sıradan biri olmak bir
yana, Arvardan ü nlü bir kişi. Dü nyaya gizli değ il, tam aksine, bü yü k
gü rü ltü ler kopartılarak geldi. Varlığ ını bize silik bir teknisyen değ il,
bizzat imparatorluğ un Valisi duyurdu.
— Ikisi arasında bir ilişki mi olduğ unu sanıyorsun, Balkis?
— Olabilir, Ekselans. Belki de biri, dikkatimizi diğ erinin ü zerinden
çekmemiz için kullanılıyor. Ya da, imparatorluk ü st dü zey
yö neticilerinin ü stü n bir manevra yeteneğ ine uygun ö rnek iki kamu laj
yö ntemi de olabilir. Schwartz'la ilgili her şey karanlıkta, ama ö tekiyle
ilgili olanlar adeta projektö rle gö zü mü ze tutuluyor. Her iki durumda da
amaç, gö zlerimizi gö rmez hale getirmek. Arvardan hakkında Enniyus
bize ne demişti?
Yü ksek Bakan, dü şü nceli dü şü nceli burnunu kaşıdı.
— Imparatorun yü ksek himayelerinde arkeolojik araştırmalar
yü rü ttü ğ ünü ve bilimsel amaçlar için yasak bö lgelere girmek istediğ ini.
Ayrıca bu isteğ in hiçbir zaman kutsalı çiğ nemek amacına gelmediğ ini
belirtmiş, isteğ i gü rü ltü sü zce karşılayabilirsek, bunu imparatorluk
Konseyi'ne duyurmayı amaçladığ ını eklemişti. Işte bunun gibi bir
şeyler...
— Oyleyse Arvardan'ı çok yakından izleyeceğ iz. Ama hangi amaçla?
Yasak bö lgelere yasa dışı koşullar altında girmesin diye. Işimiz kiminle?
Bir arkeolojik araştırma heyetinin başkanıyla. Ama bu keşif heyetinin
ne personeli, ne araçları ne de gereçleri var. Normal olarak Everest'te
kalacağ ı yerde, Dü nya kazan bu kepçe dolaşan, işe Chica'ya gitmekle
başlayan bir Yabancı ile. Bu garip ve ender olaydan dikkatimizi nasıl
uzaklaştırıyorlar? Bizi aslında hiçbir ö nemi olmayan bir konuyla
ilgilenmeye iterek.
"Bu arada şu noktaya dikkat edin, Ekselans, bu Schwartz tam altı gü n
Nü kleer Araştırma Enstitü sü 'nde saklanıyor. Buradan kaçmayı
beceriyor. Şaşılacak şey değ il mi?
Rastlantı bu ya, kapı açık kalmış. Yine rastlantı, koridorda hiçbir
muhafız yokmuş. Ve hangi gü n kaçıyor? Arvardan'ın Chica'ya geldiğ i
gü n. Işte yine garip bir rastlaşma.
— Yani sizce...
— Bence Schwartz, Yabancılar'ın Dü nya'daki ajanlarıdır...
Shekt, sa larımıza sızan hain sindirimcilerle bağ lantıyı
sağ lamaktadır... Arvardan da Imparatorluğ un ö zel elçisidir. Schwartz-
Arvardan buluşmasının nasıl bir ustalıkla gerçekleştirildiğ ini hele bir
dü şü nü n. Sehwartz'ın çok iyi hesaplanmış bir sü renin sonunda
kaçmasına gö z yumuluyor. Bakıcısı: Yine bir rastlantı: Bizzat Shekt'in
kızı. Hemen kaçağ ın peşine dü şü yor. Mucize denecek kadar iyi
hesaplanmış bu olayda bir aksama olsaydı, kız kaçağ ı hemen bulurdu.
Sıradan bir hasta gibi gö sterilirdi. Muhtemel tanıkların merakı da
bö ylece tatmin edilirdi. Sonra yeniden Enstitü ye getirilip, ikinci
girişimine kadar burada tutulurdu. Aslında iki meraklı şofö re kaçağ ın
bir hasta olduğ u da sö ylendi. Ama kaderin cilvesi, tasarlanan plan,
tertipçilerin aleyhine dö nü ştü .
"Şimdi beni iyi izleyin: Schwartz ile Arvardan bir lokantada
karşılaşıyorlar. Ama birbirlerini tanımıyorlarmış gibi davranıyorlar. Bu,
o ana kadar her şeyin yolunda gittiğ ini anlamalarına yarayacak bir ö n
buluşmadır. Bundan sonra ikinci aşamaya geçeceklerdir. Emin
olduğ umuz bir şey var: Bizi kü çü msemiyorlar, bununla ö vü nebiliriz.
"Sonra Schwartz ayrılıyor. Birkaç dakika sonra Arvardan da çıkıyor ve
Shekt'in kızı ile buluşuyor. Her şey adeta saniyesi saniyesine
hesaplanmış. Size daha ö nce sö zü nü ettiğ im şofö rlere oyun oynadıktan
sonra, ikisi birlikte, Dunham mağ azasına giriyorlar. Bö ylece ü çlü , bir
araya gelmiş oluyor. Bir sü permarketten daha iyi bir buluşma yeri
olabilir mi? Insan burada dağ başındaki bir ıssız mağ aradan daha rahat
edebilir. Burası, sizden şü phelenemeyecekleri kadar kalabalık ve
izlenemeyeceğ iniz kadar canlı bir yerdir. Buluş, ilginç. Çok ilginç.
Dü şmanımız, gü çlü !
Yü ksek Bakan, koltuğ unda kıpırdandı.
— Çok gü çlü yse, kazanacak demektir.
— Imkâ nsız. Dü şman, yenildi bile. Hem de bizim kusursuz Natter'imiz
sayesinde.
— Kimmiş, bu Natter?
— Bundan sonra azami derecede yararlanmak için kullanmamız
gerekecek olan ikinci sınıf bir ajan. Onun dü n becerdiğ inden daha
iyisini, kimse başaramazdı. Sü rekli gö revi, Shekt'i gö z hapsinde
tutmaktı ve bunu Enstitü karşısında bir manav dü kkâ nı işleterek
yü rü tü yordu. Bir haftadır da, Schwartz olayının gelişmelerini izlemek
gö reviyle yü kü mlenmişti. Fotoğ ra larından ve Enstitü ye ilk
getirilişinden tanıdığ ı adamın kaçtığ ı gü n de, gö revinin başındaydı
yine. Fark edilmeden olan bitenlerin hepsini gö rdü ve dü nkü olaylarla
ilgili olarak verdiğ i raporunda bunların hepsi yazılı. Natter, inanılmaz
bir ö nseziyle, bu kaçışın, Arvardan'la bir buluşma hazırlamak ü zere
kasten gerçekleştirildiğ ini dü şü ndü . Kendi başına bu buluşmadan
yararlanacak durumda olmadığ ından, engellemeyi akıl etti. Shekt'in
kızının iki şofö re adamın hasta olduğ unu sö ylemesi ü zerine, kafadar
taksiciler bunun radyasyon humması olmasından kuşkulandılar. O anda
Natter'in dâ hiyane bir ikir çaktı kafasında: Buluşma sü permarkette
gerçekleşince, hemen mahallı̂ otoritelere, aynı yerde bir humma olayı
gö rü ldü ğ ü nü ihbar etti. Onlar da, Dü nyaya şü kü rler olsun, hiç vakit
kaybetmeden işbirliğ i yapma zekâ sını gö sterdiler.
— Mağ azanın derhal boşaltılması emri verilince, tertipçilerin
gü vendikleri dağ lara kar yağ mış oldu. Tanıklara gö rü lmeden komplo
kuracaklarını sandıkları yerde, birden cascavlak kaldıklarını anladılar,
içerde bir onlar vardı artık ve kabak gibi gö rü nü yorlardı. Işte o zaman
Natter daha da cü retlendi. Yanlarına yaklaşıp, Schwartz'ı Enstitü ye geri
gö tü rmeyi ö nerdi. Onlar da kabul ettiler. Başka ne yapabilirlerdi ki?
Bö ylece Schwartz ile Arvardan arasında hiçbir haber teatisi yapılamadı.
— Natter ise, Schwartz'ı tutuklamaktan titizlikle kaçındı, ikisi de
henü z teşhis edildiklerini bilmiyordu ve bizi, kendilerinden de bü yü k
bir ava gö tü receklerdi.
— Ama Natter bu kadarla da kalmadı. Garnizona haber verip, her tü rlü
ö vgü ye layık başarılı bir karar almak becerisini gö sterdi. Bö ylece
Arvardan, hiç beklemediğ i bir durumla karşı karşıya geliyordu. Ya
Yabancı kimliğ ini açıklayıp, tamamen işe yaramaz bir hale gelecekti,
çü nkü gö revi icabı kendisini bir Dü nyalı olarak tanıtması gerekiyordu;
ya da başına açılacak ve hiç de hoş olmayan dertleri gö ze alıp, kimliğ ini
saklayacaktı. Neticede kahramanca bir seçim yaptı, hatta daha da
gerçekçi gö rü nmek için, bir Imparatorluk subayının kolunu kırmaktan
da çekinmedi. Bunu ilerde ha i letici sebep olarak ele almak gerekir.
Davranışı çok anlamlıydı. Niçin bu adam, bir Yabancı, Dü nyalı bir kızın
gü zel gö zlerinin hatırı için, nö ronik cop darbelerine maruz kalmaya
razı olsun? Saklamak istediğ i konu çok ö nemli olmasa, bö yle bir şeye
razı olur muydu hiç?
Yü ksek Bakan'ın iki yumruğ u birden aynı anda masanın ü zerine indi.
Gö zleri vahşi bir ışıkla aydınlanıyor, sıkıntısı, babacan yü zü nü
buruşturuyordu.
— Bö yle kopuk kopuk parçalardan ö rü mcek ağ ını ö rer gibi bir bü tü n
dokumak, çok gü zel bir Balkis. Kutlarım sizi, inandırdınız beni de.
Bundan daha mantığ a uygun bir seçenek olamaz. Ama bu, hedefe yakın
olduklarını belli ediyor. Hem de çok yakın. Bu sefer hata da
işlemeyeceklerdir.
Balkis omuzlarını silkti.
— Pek sandığ ınız kadar yakın değ iller. Oyle olsaydı, Imparatorluğ un
muhtemel yıkılma tehlikesine karşı, çoktan darbelerini indirirlerdi.
Zaman da onların aleyhine çalışıyor. Harekete geçmeleri için, ö nce
Schwartz ile Arvardan arasında bir buluşmanın gerçekleşmesi
gerekirdi. Şimdi size olacakları da sö yleyebilirim.
— Konuşun!
— Şimdi biz Schwartz'ı ortadan kaldıracak ve olayların
sakinleşmesini sağ layacağ ız.
— Nereye gö ndereceksiniz peki onu?
— Bu konuda bir dü şü ndü ğ ümü z var. Schwartz'ı Enstitü 'ye getiren
adam, apaçık bir çiftçiydi. Shekt'in asistanı da, Natter de, bize eşkâ lini
verdiler. Biz de Chica'nın yü z kilometre yarıçapı içindeki bü tü n
çiftçilerin kimlik belgelerini denetledik. Natter, adamı teşhis etti. Arbin
Maren adında biri bu. Ayrı olarak sorguya çekilen asistan da, onayladı o
olduğ unu. Ustü kapalı bir soruşturmaya kalkıştık. Anlaşılan bu Maren,
altmış yaş yasasından kaçan kayınpederini saklıyor ve ona bakıyor.
Yü ksek Bakan, bir yumruk daha indirdi masaya.
— Bu iş çok yapılmaya başlandı, Balkis. Yasaların
uygulanmasını gü çlendirmek gerek...
— Şimdilik sorun bu değ il, Ekselans. Onemli olan, bu çiftçi Adetler
Yasası'nı çiğ nediğ ine gö re, bundan yararlanıp onu ö ttü rmek.
— Oh...
— Shekt ve mü tte iki Yabancılar'ın bu tü r bir baskıya ihtiyaçları var.
Yani Schwartz'ı tehlikesizce uzun bir sü re Enstitü 'de saklamaları
gerekiyorsa... Değ il mi? Muhtemelen garibanın teki olan bu adamcağ ız,
olanca masumiyetiyle bu iş için biçilmiş kaftan. Bö ylece gö zetim altına
alınacak. Schwartz'ı hiç gö zden ayırmayacağ ız. Ve yeni bir buluşma
ayarlandığ ında, hazır olacağ ız. Şimdi anlayabildiniz mi?
— Anlıyorum.
— Dü nyaya şü kü rler olsun! Şimdi mü saadenizi isteyeceğ im. Elbette
izin verirseniz, diye sinsice gü lü mseyerek ekledi Balkis.
Bunu gö rmezlikten gelen Yü ksek Bakan, eliyle çekilebileceğ ini işaret
etti.

Mü tevazi odasında sekreter şimdi yalnızdı. Dü şü ncelerine hakim
olmasına gerek yoktu yalnızken.
Ve dü şü ncelerinde aslında ne Dr. Shekt, ne Schwartz, ne Arvardan,
hatta ne de Yü ksek Bakan'a yer vardı.
Hayır, o bir dü nyayı; Trantor'u, onun gezegen çapındaki metropolü nü
dü şü nü yordu ve buranın bü tü n Galaktika'yı yö neteceğ ini aklından
geçiriyordu. Aslında hiç gö rmediğ i gö rkemli sü tunlarıyla sarayını
gö zlerinin ö nü ne getiriyordu. Hiçbir dü nyalı bunları hiçbir zaman
gö rmemişti. Gü neşten gü neşe uzanan gü çlü gö rü nmez telleri, bunların
kordon halinde sarılışını, kordonların meydana getirdiğ i kabloları,
bunların da bir merkeze varışını ve oradaki soyutlamayı, imparatoru
dü şü nü yordu: Eninde sonunda bir insandı o da!
Aklı-gü cü sabit bir biçimde bu dü şü nceye bağ lanıyordu iktidar
dü şü ncesine. Bir ö lü mlü canlıya tanrısal bir ruh yapısı veren tek
dü şü nceye. Bu canlı ancak bir insan olabilirdi.
Ancak bir insan! Kendisi gibi!
Becerebilecekti...

11
Değişen Düşünce

Joseph Schwartz'ın aklında değ işiklik bilinci karanlıktı. Sık sık, gecenin
tam sessizliğ inde -şimdi geceler ne kadar sessizdi! Acaba hiç gü rü ltü lü ,
aydınlık, hayat dolu olmuş muydu geceler?- Bu yeni sessizliğ in
ortasında kö klerine dö nmeye çabalıyordu. Filanca yerde, tam şu vakit
oldu diyebilmeyi çok isterdi.
Once şu çok uzaklarda kalan, garip bir dü nyada kendisini yapayalnız
bulduğ u dehşet gü nü vardı. Chicago'nun anısı kadar o gü n de şimdi
belleğ inde sisler arasındaydı. Ardından Chica'ya yolculuk ve bunun eşi
olmayan, karmaşık sonu. Bunu sık sık dü şü nü yordu.
Bir makine... Aldığ ı haplar. Nekahet devri ve kaçışı. Kararsızlıkları ve
bir sü permarket çerçevesi içinde geçen, açıklanması imkâ nsız olaylar.
Ancak iki aydır her şey gayet belirgindi ve belleğ i hiç açık vermiyordu.
Bu dö nemde bile bazı şeyler kendisine garip gö rü nmeye başlamıştı.
Atmosfere karşı çok duyarlıydı. Yaşlı doktor ve kızı pek rahat değ illerdi.
Hatta korkuyorlardı. Bunu ö nceden de fark etmiş miydi acaba? Yoksa
geçirdiğ i darbeden sonra bö yle bir izlenim mi kalmıştı ü zerinde?
Oysa sü permarkette, o dev yapılı adam kendisini tuzağ a dü şü rmeden
hemen ö nce -ama hemen ö nce- kendisini kaçıracaklarına dair bir şey
sezmişti içinde. Uyarı, kurtulmasına yetmeyecek kadar geç kalmıştı,
ama bu ü zerindeki değ işikliğ in reddedilmez bir belirtisiydi.
Ve o gü nden beri, baş ağ rıları çekiyordu. Yok, aslında bunlar tam bir
baş ağ rısı değ ildi. Daha çok bir sarsıntıya benziyordu. Beyninin içine
bir dinamo yerleştirilmiş de, sanki bu çalıştığ ı zaman kafatasının bü tü n
kemikleri sallanıyor gibi oluyordu. Chicago'da hiç bö yle olmamıştı -
elbette Chicago havalinin bir anlamı olması kabul edilirse- hatta ilk
zamanlarda, burada da...
Acaba o gü n Chica'da kendisine bir şey mi yapmışlardı? Başarısız
kaçma girişiminden sonra Chica'dan ayrılmıştı. O gü nden beri de
yaşamı çiftlikte sessiz ve sakin geçiyordu.
Grew, tekerlekli koltuğ unda parmağ ını kaldırarak kendisine kelimeler
sö ylü yordu. Tıpkı Pola adlı o genç kızın yaptığ ı gibi. Acemilikten
kurtulup, Ingilizce konuşmaya başladığ ı gü ne kadar. Hayır,.. Ingilizce
konuşmayı bırakıp, başka bir dille anlaşma yolunu seçen kendisi,
Joseph Schwartz'di. Ama artık acemice konuşmuyordu.
Bunu şaşılacak bir kolaylıkla ö ğ renmişti. Dö rt gü nde okumayı
sö kmü ştü . Kendisi bile buna parmak ısırmıştı. Eskiden Chicago'da iken
de şaşılası bir belleğ i vardı -veya kendisi ö yle sanırdı- ama bö ylesine
bir şeyin altından hiç kalkmamıştı. Ama Grew hiç şaşırmışa
benzemiyordu.
Vazgeçti Schwartz.
Gü z gelince, tarlalarda çalışmaya başlamıştı. Her şeyi o kadar kolay
anlayıp ö ğ reniyordu ki, hayret ederdi herkes. Hep aynıydı: Hiç
yanılmıyordu. Tek bir açıklamadan sonra, en çapraşık makineleri bile,
oyun oynar gibi ö ğ reniyordu.
Beklediğ inin aksine, kış soğ ukları gelmek bilmiyordu. Kışı toprağ ı
işleyerek, gü breleyerek, bahar için tohum hazırlıkları yaparak geçirdi.
Grew'e sordu; kar ne demektir, anlatmayı denedi, ama o şaşkın şaşkın
gö zlerini açmakla yetindi.
— Yağ mur gibi yağ an donmuş su, ö yle mi? Oh! Buna kar mı denir?
Başka gezegenlerde de oluyormuş bu, ama Dü nya'da olmaz!
Schwartz bundan sonra ısıyı denetlemeye başladı ve bir gü nden
diğ erine ancak değ iştiğ ini fark etti. Ancak gü nler kısalıyordu ve kuzey
yarı kü rede bir bö lgede bunun şaşılacak hiçbir yanı yoktu. Tıpkı
Chicago gibi, kendi kendine ben dü nyada mıyım diye soruyordu.
Grew'un kitap- ilmlerinden birkaçını okumaya çalıştı, ama çabuk
caydı, insanlar yine aynı insanlardı, ama gü ndelik yaşamda bazı kü çü k
ayrıntılar, ö nceden bilinen bazı bilgiler, kendisi için hiçbir anlam ifade
etmeyen tarihsel ve sosyolojik deyimler, canını sıkıyordu.
Esrarlı olaylar devam ediyordu. Yağ murlar hep sıcaktı. Bazı bö lgelere
kesinlikle yaklaşmaması emredilmişti. Orneğ in gü zel bir akşam vakti,
u kun parlaklığ ının, gü neydeki mavimsi aydınlığ ın pırıltılarının
çekiciliğ ine dayanamayıp, akşam yemeğ inden sonra ortadan
kaybolmuştu. Bir kilometre kadar ancak gitmişti ki, birden ardından
Arbin'in iki tekerlekli aracının sesini, sonra da kendi ö keli sesini
duydu. Schwartz durmuş, Arbin de kendisini alıp çiftliğ e geri getirmişti.
— Geceleri parlayan aydınlıklara yaklaşmamak gerekir, demişti içeri
girdikten sonra.
— Niçin?
— Yasak da ondan! demişti kısaca Arbin.
Uzun bir sessizlikten sonra, eklemişti:
Orada ne olduğ unu gerçekten bilmiyor musun?
Schwartz kollarını havaya kaldırmış, Çiftçi ise devam etmişti:
— Nereden geliyorsun Sen. Yoksa... Yabancı mısın?
— Nedir yabancı?
Arbin omuzlarını silkip, dışarı çıkmıştı.
Ama o gece Schwartz için bü yü k ö nem taşıyordu. Çü nkü o kısa
kaçamağ ı sırasında içindeki o garip korkular adeta kaynaşıp "akıl
bü tü nleşmesi" dediğ i bir bü tü n oluşturmuştu. Ne o anda, ne de daha
sonra bu olayı izah edememişti kendisine.
Giderek kararan gurupta, yalnızdı. Esnek zemin ü zerindeki adım
sesleri boğ uktu. Ne kimseyi gö rmü ş, ne bir ses işitmişti. Hiçbir şeye
dokunmamıştı.
Ama tam değ il: Bir temasa benzeyen bir şey algılamıştı, ama izik bir
şey değ ildi bu. Aklında meydana gelmişti olay. Temas da değ il, daha çok
bir varoluş. Yumuşak bir kaşıma gibi.
Iki kere olmuştu bu. Belirgin, ayrı iki bü tü nleşme. Ikincisi -nasıl ayırt
edebiliyordu bunu?- daha şiddetli gibiydi... Hayır, şiddetli doğ ru sö zcü k
değ il... Daha net, daha sınırsız...
Sonra bunun Arbin olduğ unu ö ğ renmişti. Iki tekerlekli aracın
gü rü ltü sü nü işitmeden yaklaşık beş dakika ö nce. Bakışlarını çiftçiye
yö neltmeden de, yaklaşık on dakika ö nce.
Bu deneme, giderek daha sık tekrarlamaya başlamıştı.
Derken Arbin, Loa ya da Grew yanına otuz metre yaklaştıkları zaman,
bilmesi için hiçbir sebep olmasa bile, bunu anladığ ını fark etmeye
başladı. Kolay değ ildi, ama sonunda bunu da doğ al karşılamaya başladı.
Denemeler yaptı ve Maren ailesinin bü tü n bireylerinin nerede
olduklarını daima bildiğ ini de fark etti. Ustelik hepsinin ayrı ayrı
kimliklerini de ayırt edebiliyordu, çü nkü akıl bü tü nleşmesi, kişilere
gö re değ işiyordu.
Bazen yolda hissettiğ i ilk temasın neye ait olduğ unu kendi kendine
soruyor, o zaman aydınlığ a yö neliyordu. O zaman ne Arbin, ne Loa, ne
de Grew sö z konusuydu. Ya sonra? Bu farklı bir şey oluyordu.
Farklı olduğ unu, daha sonra anladı. Bir başka akşam, hayvanları ağ ıla
gö tü rü rken, hissetti bunu.
— Gü neydeki tepelerin ardında uzanan kü çü k ormanda ne var? diye
Arbin'e sordu.
— Hiç, diye homurdandı çiftçi. Bakanlığ a ait arazi orası.
— Ne demek o?
Arbin, surat astı.
— Sana ne kuzum? Yü ksek Bakan'a ait olduğ undan, bö yle derler işte!
— Neden orası ekilmiyor?
— Ekilmeye ayrılmış toprak değ il de, ondan! diye sıçrayarak cevap
verdi çiftçi. Eskiden orası bü yü k bir merkezdi. Kutsal bir alandır şimdi,
kimse dokunamaz. Beni iyi dinle Schwartz: Burada kalıp huzur içinde
yaşamak istiyorsan, meraklı olma ve yalnız işini yapmaya bak.
— Peki, o yer kutsalsa, hiç kimse oturamaz mı?
— Oyle!
— Emin misiniz?
— Yü zde yü z eminim. Sakın sen de gitme. Senin için her şeyin sonu
olur bu.
— Gitmem.
Schwartz, dü şü nceli ve garip duygular içinde uzaklaştı. Akıl
bü tü nleşmesi, o ormandan gelmişti. Aşırı derecede gü çlü bir
bü tü nleşmeydi bu. Cabadan bir şeyi daha vardı. Dü şmanca bir temasa
benzemişti. Tehdit doluydu.
Niçin? Niçin?
Ama bir tü rlü konuya temasa cesaret edemiyordu. Başkaları
kendisine inanmayacak, bu da başına hoş olmayan işler açacaktı. Bunu
da biliyordu. Aslında, gereğ inden çok şey biliyordu.
Ote yandan, gençleşmişti de. Elbette, izik yö nden değ il. Gö beğ i inmiş,
omuzları genişlemiş, kasları gelişip, esnekleşmişti. Sindirimi de
kolaylaşmıştı. Çü nkü açık havada çalışıyordu. Ama asıl bü yü k
değ işiklik, dü şü nce tarzında gerçekleşmişti.
Ihtiyarlar, gençlik yıllarında nasıl dü şü ndü klerini genellikle unutma
eğ ilimindedirler. Zihinsel sü reçlerin çabukluğ unu, gençliğ in cü retli
kavrama yeteneğ ini, gençlik zekâ sının hareketsizliğ ini unuturlar. Ağ ır
mantık kurma alışkanlığ ı edinir, deney birikimiyle ö dü llendirilen bu
durumu, yaşlılar gençlerden daha uslu oldukları şeklinde yorumlar.
Oysa Schwartz için deney devam ediyordu ve her şeyi çabuk algılama
yeteneğ inin devam ettiğ ini gö rmekten memnundu. Bu nedenle
kendisini genç hissediyor, izik formunun da bundan etkilendiğ ini
biliyordu. Çü nkü gençleştiğ inin farkına varan bir o vardı.
Her şey iki ay sonunda, Grew'le karşılıklı satranç oynarlarken, birden
aydınlanıverdi.
Satranç kuralları değ işmemişti, ama taşlar hariç. Oyun, tıpkı
hatırladığ ı gibi oynanıyordu ve bu içini rahatlattı. Hasta belleğ i, hiç
olmazsa bu konuda yanılmıyordu.
Schwartz ile Grew arasındaki turnuva, beşinci partiye gelmişti.
Başlangıçta Grew'e karşı sık sık yenilen Schwartz, şimdi hemen hep
kazanıyordu. Grew de giderek daha ihtiyatlı olmaya başlamış, ağ ır
oynamayı seçmişti. Iki hamle arasında uzun uzun piposundan nefesler
çekiyor, ateşin harı geçene kadar bekliyordu. Fakat sonunda yine
suratını asarak yenilgiyi kabul ediyordu.
Hava kararmaya başlamıştı. Schwartz derin bir iç çekerek oturdu.
Grew'un hamlelerini ö nceden kolaylıkla tahmin edebiliyor ve bu
satranç partileri onun için giderek ilgisini yitiriyordu.
Geceleri kullanılmak ü zere hazırlanmış bir satranç takımı
kullanıyorlardı. Mavi ve turuncu kareler, gecenin karanlığ ında
parıldıyordu. Kilden yapılma kaba satranç taşları da, gece renk
değ iştiriyordu. Yarısı porseleni andıran beyazımsı bir ışık saçıyor,
diğ er yarısı kırmızıya çalan ışıklar saçıyordu.
Ilk hamleleri, hızla diğ erleri izledi. Parlak taşlar, satranç tahtasının
ü zerinde esrarlı bir gü cü n etkisiyle ileri sü rü lmü ş gibi yer
değ iştiriyordu. Onları iten eller karanlıkta kayboluyordu.
Schwartz'ın içini bir korku sarmaya başlamıştı. Belki de deliliğ i ortaya
çıkacaktı, ama bunu bilmesi gerekiyordu.
— Neredeyim ben? diye sordu birden.
Atını ileri sü rmeye hazırlanan Grew, başını kaldırdı.
— Nasıl?
"Ulke" ya da "ulus" sö zcü klerinin karşılığ ını bilmeyen Schwartz, cevap
verdi:
— Bu dü nyanın adı ne?
— Yeryü zü , diyerek alaycı bir cevap veren Grew, rok yaptı.
Yanıt, Schwartz'i yine tatmin etmemişti. Grew'un "yeryü zü " demek
için kullandığ ı deyimi, çevirmişti. Ama ne anlam ifade ediyordu bu?
Bü tü n gezegenler, ü zerinde yaşayan insanlar için birer "yeryü zü "ydü .
Atıyla bir hamle yapınca, Grew kendi atını geri çekmek zorunda kaldı.
Ardından iki oyuncu, biraz sonra merkezde kopacak savaşta hareket
alanlarını genişletmek için, piyonlarını ileri sü rerek hamlelerini devam
ettirdiler.
— Peki, hangi yıldayız? diye rok yapan Schwartz da, kayıtsızca
davranmaya çalışarak ü steledi.
Grew, şaşırdığ ını belli ederek, duraladı:
— Kuzum, sen ne diyorsun bugü n? Oynuyor muyuz, oynamıyor
muyuz? 827 yılındayız ve buna memnun olmalısın sen. 827 GÇ! diye
ekledi.
Alnı kırışarak satranç tahtasını sü zdü , sonra Vezir'ini çıktı. Bu taşın,
ilk hamlesiydi henü z,
Schwartz telaşla toparlandı. Karşı saldırıya geçebilmek için o da
Vezir'ini çıktı. Kapışma yaklaşıyordu. Grew'un atı, rakibinin
piyonlarından birini aldı. Ama hemen ardından aynı At, kırmızı Vezir'in
kurbanı oldu. Grew hü cumdan cayıp, kalan tek atını korunabileceğ i bir
kareye çekti. Ne var ki bu hareketsiz kalacaktı. Schwartz, aynı
manevrayı yineledi. Atıyla piyonu aldı, ama kendisi de Kale'ye
kaptırıldı.
Hamleyi izleyen sessizlikten yararlanıp, sordu yine:
— GÇ ne demek?
— Ha? diye homurdandı Grew. Yine tarih ü zerine sorularına mı
başladın? Ben çok sulanmış beyin gö rdü m... Evet, doğ ru sö ylü yorum...
Ama konuşmaya başlayalı bir ay olduğ unu unutmuştum. Kusura
bakma. Yine de zeki adamsın. Gerçekten bilmiyor musun? Sö yleyeyim,
Galaktika Çağ ı'nın 827'nci yılındayız demek bu. Galaktika Çağ ı... GÇ.
Anladın mı? Galaktika Imparatorluğ u'nun kurulmasının ü zerinden tam
827 yıl geçti yani. Frankenn Fin taç giymesinin ü zerinden de. Haydi,
lü tfen, hamle sırası sende.
Ama Schwartz, elinde tuttuğ u At'ı hemen bırakmadı. Mü thiş bir
kırgınlık vardı içinde.
— Bir dakika. (Taşı, Vezir'in yerine koydu.) Şu adlar, sana bir şey ifade
ediyor mu, sö yler misin? Amerika, Asya, Birleşik Devletler, Rusya,
Avrupa...
Karanlıkta, Grew'un piposunun alevi parıldadı. Gö vdesinin satranç
taşı ü zerine dü şen gö lgesi, şimdi daha hareketsizleşmiş gibiydi.
Kupkuru bir edayla başını sallamış olmalıydı, ama Schwartz bunu
gö rememişti. Ayrıca gö rmesine de değ mezdi. Çü nkü olumsuz yanıtı
algılamıştı. Yeni bir girişimde daha bulundu:
— Kendime nereden bir harita bulabilirim, biliyor musunuz?
— Canınızı tehlikeye atmayı gö ze alıp Chica'ya gitmeden bulamazsın.
Ben coğ rafyacı değ ilim. Bu adları da hiç işitmedim. Nedir bunlar? Insan
mı?
Canını tehlikeye atmak mı? Niçin ama? Schwartz birden dondu kaldı.
Bir suç mu işlemişti? Grew biliyor muydu bunu?
— Gü neşin çevresinde dokuz gezegen var, değ il mi? diye kuşkuyla
sordu.
— On.
Cevap çok kesin ve netti.
Kararsız kaldı. Belki de kendisinin işitmediğ i bir onuncusu
bulunmuştu. Peki, ama Grew nereden biliyordu? Schwartz
parmaklarıyla saydı.
— Peki, altıncısının çevresinde halkalar var mı?
Grew, Şah'ın ö nü ndeki piyonunu ağ ır ağ ır iki kare ileri çıktı. Schwartz
hemen aynı manevrayı yineledi.
— Satü rn mü demek istiyorsun? Elbette halkaları var.
Ihtiyar, hesaplıyordu: Ya ili, ya da piyonu alabilirdi.
Ancak bu hamlenin ne sonuçlar doğ uracağ ını kestiremiyordu.
— Peki, Merih'le Jü piter arasında bir yıldız kuşağ ı kü çü k gezegenler
var mı? Yani dö rdü ncü ve beşinci gezegenler arasında demek
istiyorum...
— Evet, diye homurdandı. Grew.
Bü tü n kafasını kullanarak dü şü ndü , bir yandan da piposunu yeniden
yaktı. Içini kemiren kararsızlığ ı hisseden Schwartz, birden irkildi. Artık
dü nyayı belirlediğ i şu anda, satranç partisinin kendisi için ilginç hiçbir
yö nü kalmamıştı. Aklına sorular akın ediyordu. Birini tutamadı, sordu:
— Demek sizin ilm-kitapların anlattıkları doğ ru, değ il mi? Yani başka
dü nyalar da mı var? Uzerinde insan yaşayan, ha?
Grew bu sefer başını kaldırdı, bakışları boşuna karanlığ ı delmeye
çalıştı.
— Ciddi mi konuşuyorsun?
— Var mı?
— Galaktika aşkına! Sen gerçekten bir şey bilmiyorsun!
Schwartz, cehaletinden ö lecek gibi oldu.
— Rica ediyorum...
— Elbette başka dü nyalar da var! Milyonlarca hem de! Gö rdü ğ ün
bü tü n yıldızlar ve gö rmediklerinin çoğ unun gezegenleri var ve bunların
bü tü nü , imparatorluğ u oluşturuyor.
Schwartz, Grew'un ağ zından çıkan sö zleri hemen yakalayıp beynine
kaydediyor ve adeta titrediğ ini hissediyordu.
Ve ilk defa olarak belki de durumunun delilikten başka bir şeyle izah
edilebileceğ i ihtimalini dü şü ndü . Yoksa zaman içinde birden bir
sıçrama mı yapmıştı? Orneğ in, uykuya dalarak...
— Yalnız bir tek gezegenin var olduğ u çağ ın ü zerinden ne kadar
zaman geçti, Grew? diye çatlak bir sesle sordu.
— Ne demek istiyorsun? diye ani şü pheye kapılan Grew sordu. Yoksa
sen Eskiler'in ü yelerinden misin?
— Neyin, neyin? Ben hiçbir şeyin ü yesi ilan değ ilim. Ama Dü nya
eskiden insanların yaşadığ ı tek gezegen değ il miydi? Ha?
— Eskiler, ö yle diyor, ama kim biliyor bunu? Benim bildiğ im kadarıyla,
şu yukardaki dü nyalar tarihin başından beri var.
— Ne kadar zamandır yani?
— Sanırım binlerce yıldan beri. Elli bin, yü z bin... Ben bilmem ki.
Binlerce yıl ha! Schwartz, gırtlağ ından çıkan hırlamayı zor tuttu.
Ayağ ının birini kaldırdığ ı ve yeniden yere koyduğ u an arasında geçen
binlerce yıl... Bir iç çekiş, bir gö z kırpması kadarlık bir anda peki bir
hamlede mi bu binlerce yılı aşıp gelmişti? Imkâ nsız! Kuşkusuz hafıza
kaybı sebep oluyordu buna. Gü neş sistemi hakkında biraz ö nceki
doğ rulamaları, mutlaka şekilsizlenen anılarından kaynaklanıyordu.
Kafasındaki bulanıklık sebep oluyordu buna.
Grew, hamlesini oynamıştı. Fil'in ö nü ndeki piyonu almıştı ve
Schwartz robot gibi birden yanlış strateji seçtiğ ini anladı. Şimdi hiçbir
çaba gö stermesine gerek kalmadan, bü tü n hamleler birbirini izliyordu.
Bilinçli dü şü nmediğ i halde, oynuyordu. Kalesiyle yan yana duran iki
piyonu aldı. Beyaz at 3'e gelince, Schwartz ö nü ndeki hareket alanını
genişletmek için kendisininkini karşısına getirdi. Grew de iliyle 2'ye
geldi.
Schwartz son saldırıya geçmeden ö nce bir ara daha verdi ve sordu:
— Dü nya yö netiyor, değ il mi?
— Kim, neyi yö netiyor?
— Impa...
Fakat Grew ö yle yü ksek sesle bağ ırarak kesti ki sö zü nü , satranç
tahtasının ü zerindeki taşlar sallandı.
— Bıktım be senin sorularından! Sen deli misin, nesin be? Dü nya'nın
bir tarafı idare edecek hali var mı, gö rmü yor musun? (Sakat adamın
koltuğ u masanın çevresinde dolanıp, Schwartz'ın yanına geldi ve sinirli
parmakları kollarına sarıldı.) Baksana! Şuraya bak! (Ihtiyarın sesi,
gıcırtılı bir hırlamaya dö nü şmü ştü .) U ku gö rü yor musun? Şu aydınlığ ı?
— Evet.
— Iyi. Işte Dü nya bu. Baştan aşağ ı bö yle. Bizde olduğ u gibi, belirli bir
kaç yer dışında hep bö yle.
— Anlayamadım.
— Yer kabuğ u tamamen radyoaktif. Toprak parlıyor, eskiden beri
parlıyordu, hep bö yle parlayacak. Uzerinde hiçbir şey bitmiyor. Kimse
yaşayamaz ü zerinde. Gerçekten bilmiyor muydun bunu? Bö yle
olmasaydı, hiç altmış yaş yasası konur muydu? Sö yler misin bana?
Felçli adam sakinledi ve yerine dö ndü .
— Oynasana, sıra sende.
Altmış yaş yasası! Tehdit dolu tarifsiz bir kaynaktan taşan bir akıl
bü tü nleşmesi daha. Schwartz yü reğ i daralarak dü şü nü rken, taşları tek
başlarına manevralar yapıyordu. At'ı, Fil'in piyonunu aldı. Grew, kendi
atını sü rdü . Kırmızı Kale, At'a doğ ru çekilerek sıyırdı. Beyaz At saldırıya
geçti. Schwartz'ın atı savunmaya. Ama hemen sonra Kale'si hü cuma
kalktı. Grew, Vezir'ini diyagonal olarak sü rmeden ö nce, uzun uzun
dü şü ndü . Schwartz'ın Fil'ini aldı.
Bir oh çekti. Rakibinin Kale'siyle mat tehlikesiyle karşı karşıya
gelmişti. Vezir de bir hayli zarar vereceğ e benziyordu. Memnun bir
edayla:
— Oyun sırası sende, dedi.
— Şey nedir... Şu Altmış Yaş Yasası nedir? diye sordu Schwartz.
— Niçin bu soruyu bana soruyorsun? diye kö tü rü m ihtiyar cevap
verdi. Nedir senin aradığ ın?
— Rica ediyorum... dedi giderek bunalan Josep Schwartz. Ben kimseye
zarar verecek bir adam değ ilim. Kim olduğ umu, başıma neler geldiğ ini
bile bilmiyorum. Belki de hafızamı kaybettim.
— Oyleye benziyor, dedi kayıtsızca Grew. Sen Altmış Yaş Yasası'ndan
sıyırdın mı? Bana açık cevap ver.
— Ama size bu yasanın ne olduğ undan bile haberim yok dedim ya!
Bu son yanıt, diğ erinin kuşkusunu sildi. Bitmek bilmeyen bir sessizlik
çö ktü . Sehwartz'ın algıladığ ı bü tü nleşmede kuşku verici bir yö n vardı,
ama çapraşık kelimeleri tam anlamıyla kavrayamıyordu.
— Bir insanın altmışıncı doğ um yıl dö nü mü dü r bu, dedi ağ ır ağ ır
Grew. Dü nya, ancak 20 milyon insanı besleyebilir, o kadar. Yaşamak için,
ü retmek gerekir. Uretemezsen, yaşayamazsın. Insan da altmış yaşından
sonra ü retken değ ildir.
— O zaman...
— Tas iye edilir. Acı çektirmeden.
— Yani sizi ö ldü rü yorlar mı?
— Bu bir cinayet değ il, diye buruk sesle cevap verdi Grew. Başka tü rlü
olamaz ki. diğ er Dü nyalar bizi istemiyorlar. Eh, gençlere de şö yle veya
bö yle bir yer bulmak gerek.
— Peki, ya altmış yaşına geldiğ ini sö ylemezsen?
— Niçin? Vaktinden çok yaşamak, hoş bir şey değ il. Ayrıca her on yılda
bir, hile yapanları, dolap çevirenleri yakalamak için nü fus sayımı
yapılıyor. Ayrıca, dosyanda yaşın da yazılı.
— Benimki değ il, dedi patavatsızca Schwartz. Ayrıca ben elli
yaşındayım... Daha doğ rusu gelecek doğ um gü nü mde elli yaşında
olacağ ım, diye dü zeltti.
— Bu hiçbir şeyi değ iştirmez. Insanların yaşını saptamak için
kemiklerini incelemeleri yeterli. Bilmiyor muydun bunu? Hiçbir şekilde
saklanamazsın. Beni de gelecek sefer alacaklar... Peki, sıra sende.
Ama Schwartz işitmemezlikten geldi.
— Yani demek istiyorsunuz ki...
— Yetti! Ben daha elli beş yaşındayım, ama baksana bacaklarıma!
Çalışabilir miyim ben? Aile, kayıtlı ü ç bireyden meydana gelir. Bunların
ü retim kapasiteleri de, ü ç çalışan kişiye gö re saptanır. Felç olduğ um
zaman, bunun bildirilmesi ve benim tas iye edilmem gerekirdi. Bö ylece
Altmış Yaş Yasası bana uygulanabilirdi. Ama Arbin'le Loa bö yle yapmak
istemediler. Aptallık elbette, çü nkü ü ç kişilik ü retim sağ lamak için,
olağ anü stü çalışmak zorunda kaldılar... Sen gelene kadar! Ama her ne
olursa olsun, gelecek yıl beni verecekler... Haydi, hamle sırası sende.
— Gelecek yıl nü fus sayımı yapılacağ ı için mi?
— Evet. Yap hamleni.
— Durun biraz. Herkes altmış yaşında tas iye ediliyor mu peki?
Istisna yok mu hiç?
— Senin, benim gibiler için yok. Yü ksek Bakan, ö mrü nü n sonuna kadar
yaşayabilir. Eskiler Derneğ inin ü yeleri de... Aynı şekilde bazı bilginlerle,
bü yü k hizmetleri gö rü lenler de. Ama çok değ ildir bunlar. Belki yılda on
kişiye yasa uygulanmaz. Ama haydi, sıra sende.
— Kim karar verir bunlara?
— Kim olacak, elbette Yü ksek Bakan. Sen oynayacak mısın,
oynamayacak mısın?
Fakat Schwartz ayağ a kalktı.
— Değ mez. Beş hamlede Şah ve Mat. Vezir, piyonunuzu alıyor, Şah!
Şah'ınızı bir numaraya çekmek zorundasınız. Atımla R.2'ye geliyorum,
Şah! F.2'ye gerilemek zorundasınız. Vezirim R.6'ya geliyor, Şah! C.2'ye
çekiyorsunuz Şah'ınızı. Vezirim C.6'ya geliyor ve T.1'e sığ ındığ ınızda da,
T.6'ya: Şah ve mat! Iyi bir oyundu! diye ekledi.
Grew uzun uzun satranç tahtasını seyrettikten sonra, ö keyle bağ ırdı,
bir hamlede tahtayı fırlattı. Parlak satranç taşları çimlerin ü zerine
dağ ıldı.
— Gevezeliğ inle dikkatimi dağ ıttın, dedi felçli ihtiyar.
Ama Schwartz onu işitmedi bile. Onun aklında bir tek dü şü nce vardı:
Altmış Yaş Yasası'ndan her ne olursa olsun kaçmak!

"Birlikte yaşlanalım!"
"En iyisi, daha doğacak..."

Ama Browning bunu sö ylediğ i zaman, insanoğ lu dü nyaya egemendi
ve besin rezervleri sınırsızdı. Şimdi ise "en iyisi", altmışıncı yaş ve
ö lü mdü .
Schwartz, altmış iki yaşındaydı.
Altmış iki...

12
Öldüren Düşünce

Sonuç, metotlu kafasında kusursuz bir netlikle şekillendi. Olmek


istemiyorsa, çiftliğ i terk etmeliydi. Aksi halde nü fus sayımı yapılacak ve
ö lecekti.
Oyleyse gitmek zorundaydı. Ama nereye?
Şu şey vardı... Neydi o? Hastane! Chica'daki hastaneye mi gitseydi
acaba? Oraya kaldırılmıştı bir kere. Niçin acaba? Çü nkü o zaman "tıbbı̂
bir vaka" idi. Ama acaba şimdi değ il miydi? Ustelik şimdi meramını
ifade de edebiliyordu. Hastalık belirtilerini anlatabilirdi şimdi. Eskiden
bunu beceremiyordu ki. Hatta şu akıl bü tü nleşmesinden bile sö z
edebilirdi.
Peki, bu evrensel yaygınlıkta bir durum olamaz mıydı? Nasıl
bilebilecekti bunu? Başka hiç biri bö yle bir deney yaşamamıştı. Ne
Arbin, ne Loa, ne de Grew. Schwartz bundan emindi. Varlığ ından, onu
ancak gö rdü kleri ya da işittikleri zaman haberdar olabiliyorlardı. Acaba
onda da olsaydı, Grew'u satrançta bö yle yenilgiye uğ ratabilir miydi?
Dikkat! Satranç, halk arasında yaygın bir oyundu. Insanların bö yle bir
yetenekleri olsaydı, oynayamazlardı. Gerektiğ i gibi yani.
Demek Schwartz, durumu gereğ i bir istisnaydı psikolojik bir olaydı.
Bir olay olmak, elbette pek neşeli bir hayat demek değ ildi, ama hiç
olmazsa hayatını garantiye almış olurdu. Ya bu aklına gelen durumunu
incelemeyi kabul ederler, hafızasını yitirmiş biri değ il de, gelip geçici
bir yolcu olduğ unu var sayarlarsa? Kendisindeki akıl bü tü nleşmesinden
başka, o, geçmişten gelen biriydi. Tarihı̂ bir ö rnek, arkeolojik bir tanıktı
ö ldü remezlerdi onu.
Ama kendisine inanmaları koşuluyla...
Hımmm... Inanmaları koşuluyla...
Doktor inanırdı. Arbin'in kendisini Chica'ya gö tü rdü ğ ü gü n, Schwartz
tıraş olmak ihtiyacı duymuştu. Bunu çok iyi hatırlıyordu. Daha sonra
sakalı bir daha hiç bitmemişti. Demek ki kendisine bir şey yapmışlardı.
Demek doktor bir zamanlar sakallarının bittiğ ini biliyordu. Yeterli
miydi bu? Grew bir gü n kendisine yalnız hayvanların yü zü nde kıl
çıktığ ını sö ylemişti.
Oyleyse doktorun yanına ulaşması gerekiyordu.
Neydi adı? Shekt mi? Evet, adı Shekt'ti.
Fakat bu korkunç dü nyayı o kadar az tanıyordu ki... Gece kaçmaya ya
da tarlalardan geçmeye kalkışsa, bilinmeyen bir â leme dalmış olacaktı.
Hiç bilmediğ i ö ldü rü cü radyoaktif alanlara da girebilirdi. Bu nedenle
yola bir gü n ö ğ leden hemen sonra çıktı. Başka yapacak hiçbir şeyi
olmayan bir insanın cü retiyle. Maren'ler nasıl olsa onu yemeğ e kadar
bekleyeceklerdi. O zaman da Schwartz çok uzaklarda olacaktı.
Ilk yarım saat içinde, bü tü n bunların başlamasından bu yana ilk defa
içinde bü yü k bir coşku hissetti. En sonunda harekete geçmişti. Bir
şeyler yapıyor, mü cadele ediyordu. Amacı olan bir şey.
Doğ rusu yaşlı bir insan olarak, iyi de savaş veriyordu. Gö sterecekti
onlara!
Sonra birden duruverdi. Yolun orta yerinde. Çü nkü dikkati bir şeye
saplanıvermişti. Unuttuğ u bir şeye.
Aydınlık u ka doğ ru yü rü dü ve Arbin'in ardından kendisine yetiştiğ i
akşam ilk kez algıladığ ı o garip ve belirsiz akıl bü tü nleşmesi. Şu
bakanlığ a ait alandan geleni.
Işte Schwartz şimdi bunu ardında hissediyordu. Peşinde.
Daha da dikkatle dinledi daha doğ rusu dinlemek gibi bir şeydi bu!
Bü tü nleşme yaklaşmıyordu, ama ayrılmıyordu da peşinden.
Daha başka şeyler de algıladı. Schwartz'i izleyen şeyin kendisini
gö zden kaybetmesine de gerek yoktu. Silahlıydı ü stelik.
Kaçak, ihtiyatla, robot gibi başını arkaya çevirip, u ku aç gö zlerle
sü zdü .
Bü tü nleşme derhal değ işti. Çekingenleşti. Her ne olursa olsun,
girişimin başarısı ve gü venliğ i sö z konusuymuş gibi bir hal aldı. Meçhul
takipçinin sahip olduğ u silâ hlar dü şü ncesi, ö n plâ na geçti. Bir tuzağ a
dü şerse, nasıl kullanacağ ını dü şü nü r gibi.
Silahı olmayan ve aciz duruma dü şen Schwartz, peşindekinin
kendisini gö zden kaybetmektense, ö ldü receğ ini anladı. Ilk şü pheli
hareketini bekliyor olmalıydı. Ama kimseyi gö remiyordu ki.
Takipçisinin istediğ i zaman kendisini alaşağ ı edebileceğ i uzaklıktan
geldiğ ini bile bile, yeniden yü rü meye başladı. Bilmediğ i bir bekleyiş
içinde, sırtının donduğ unu hissediyordu... Acaba nasıl bir izlenimi vardı
ö lü mü n?
Kendisi için tek çıkar yol, bü tü nleşmeye dö rt elle sarılmaktı. Ani bir
gerilim artışı, ü zerine bir silahın çevrildiğ ini kendisine anlatabilirdi.
Gerilim daha da artarsa, parmak tetiğ i çekmek ü zere olacaktı. O zaman
kendisini yere atacak... Ellerini ensesine koyacaktı.
Ama niçin? Altmış Yaş Yasası sö z konusuysa, ö teki neden kendisini
sorgusuz sualsiz temize havale etmiyordu?
Zaman içinde bir sıçrayış yapma kuramı, geçersizliğ ini kaybediyordu.
Galiba gerçekten hafıza kaybına uğ ramıştı. Kim bilir, belki de yakından
izlenmesi gereken bir cani, bir hayduttu. Yargılanmadan temize havale
edemedikleri ü nlü bir kişi de olabilirdi.
Ve işte Schwartz, ıssız bir yolda, bilinmeyen bir hedefe doğ ru, peşinde
ö lü m, yü rü meye devam ediyordu...
Hava kararmaya başlamış, serin bir rü zgâ r çıkmıştı. Bu da anormaldi.
Aralık ortasında olmaları gerekiyordu ve gü neşin saat 4.30'da batması
doğ aldı. Ancak Midwest'te kış rü zgâ rı bu kadar yumuşak olmazdı. Bir
sü redir Schwartz, bu gezegenin ikliminin bö ylesine ılıman olması için,
gü neşten başka bir ısı kaynağ ı daha olduğ unu dü şü nü yordu (gezegen,
acaba Dü nya mıydı?). Topraktaki radyoaktivite de karışıyordu bu işe.
Bir metre kare ü zerinde ısı yayılması ö nemli değ ildi, ama binlerce
kilometrede bü yü k boyutlara erişiyordu.
Bü tü nleşme, gö lgeler arasından yaklaşıyordu. Meçhul akıl, hep
dikkatliydi ve bir yazı mı, tura mı'ya her an hazırdı. Gö lgeler takip işini
kolaylaştırıyordu. Adam, Schwartz'ın aydınlık yö reye gittiğ i gü n de
kendisini izlemişti. Aynı tehlikeye bir daha atılmaktan korkuyor
muydu?
— Hey, arkadaş...
Ses, boğ uk ve yü ksekti. Schwartz durdu ve bir hamlede, yavaşça geri
dö ndü . Kendisine doğ ru yavaş yavaş yaklaşan ufak tefek adamın yü z
hatlarını net biçimde gö remeyecek kadar kararmıştı hava. Kollarını
salladığ ını fark etti. Schwartz bekledi.
— Ha! Sizi gö rdü ğ üme memnun oldum. Arkadaşsız yol aşmak pek hoş
değ il. Beraber yü rü yebiliriz.
— Iyi akşamlar, dedi heyecanla Schwartz.
Yine aynı bü tü nleşme. Takipçisiydi bu. Yü zü nde de tanıdık bir ifade
vardı. Chica'daki o karanlık saatleri anımsatıyordu.
Obü rü işte o zaman, kendinden emin bir edayla parladı:
— A, bakın hele şu işe! Ben tanıyorum sizi! Elbette... Beni tanımadınız
mı?
Schwartz başka koşullar altında bu ufak tefek adamın samimiyetine
inanıp inanmamak gerektiğ i konusunda belki bir şey diyemezdi, ama
şu andaki akıl buluşması, delici bakışlı takipçisinin kiminle işi
olduğ unu bildiğ inden onu emin kılıyordu. Ve gerekirse kendisini
vuracağ ından da emindi, değ il mi?
Başını salladı.
— Elbette, elbette, diye ısrar etti diğ eri. Sizinle markette
karşılaşmıştık. Sizi dışarı çıkartmıştım oradan. (Gü lmekten iki kat oldu
sahte bir gü lü ştü bu.) Sizde radyasyon humması olduğ unu sanıyorlardı.
Mutlaka hatırlamışsınızdır.
Gerçekten de hatırlıyordu. Hayal meyal da olsa. Buna benzeyen bir
adam, ö nlerini kesen bir kalabalık, sonra da kendilerini dışarı
çıkartmak için açılan kapılar...
— Evet. Memnun oldum karşılaştığ ımıza.
Doğ ru-dü rü st konuşamamıştı, ama Schwartz'ın elinden gelecek başka
bir şey yoktu. Kü çü k adam da zaten pek aldırmıyordu buna.
— Adım, Natter, diye tanıttı kendisini. Sizinle o koşullar altında
elbette uzun boylu konuşacak vaktimiz olmadı. Başka işlerimiz vardı
diyeceksiniz herhalde.
— Adım, Schwartz.
Kısaca bir el sıkıştılar.
— Nasıl oldu da yaya gidiyorsunuz? Nereye bö yle? diye ü steledi kü çü k
adam.
— Hiç, dolaşıyordum, diye omuzlarını silkerek cevap verdi Schwartz.
— Yü rü yü ş sever misiniz? Ben severim. Bü tü n yılı yollarda taban
teperek geçiririm, insan açılıyor.
— Ne oluyor?
— Yaşadığ ını hissediyor yani. Soluyor, kanı daha hızlı dolaşmaya
başlıyor. Ama bugü n çok uzağ a gittim. Akşam çö ktü kten sonra yalnız
yü rü meyi seviyorum ve bir arkadaşa rastlarsam, seviniyorum. Siz
nereye?..
Bu soruyu ikinci defa yö neltiyordu ve bü tü nleşme, bu sorunun
yanıtına bü yü k ö nem verdiğ ini sö ylü yordu. Schwartz, ne diyebileceğ ini
dü şü ndü . Yalan sö ylemeye gerek yoktu.
— Hastaneye gidiyorum, dedi.
— Hastaneye mi? Hangisine?
— Chica'da iken yattığ ım hastaneye.
— Enstitü ye mi? Market olayından sonra sizi gö tü rdü ğ ü m yere mi
yani?
— Doktor Shekt'i gö receğ im. Tanır mısınız kendisini?
— Adım duydum. Bü yü k adamdır. Hasta mısınız?
— Hayır, ama arada sırada muayeneden geçmem gerekiyor.
Acaba geçerli miydi bu açıklama?
— Yaya mı gidiyorsunuz peki? Sizi aldırmak için bir araç gö ndermiyor
mu?
Kıvıramamıştı işi. Schwartz, sessizliğ in ardına sığ ınmayı denedi.
Ama Natter çeneye devam etti:
— Bak dostum, ilk rastladığ ımız ondofondan, bir taksi çağ ırtırım size.
— Ondofon mu?
— Evet. Yol boyunca her yerde vardır. Işte bakın. Karşıda biri duruyor.
Natter, aygıta doğ ru yü rü dü ve Schwartz ardından canhıraş bir feryat
bastı:
— Hayır, kımıldamayın!
Natter durup dö ndü . Bakışları çok soğ uktu.
— Ne oluyor size dostum?
Schwartz'ın bu seferki sö yledikleri, haline pek uymuyordu doğ rusu:
— Bıktım artık bu maskaralıktan! Sizi tanıyorum ve ne yapacağ ınızı
biliyorum. Doktor Shekt'in yanına gittiğ imi birine ihbar edeceksiniz.
Beni Chica'da karşılayacaklar bir araba gö nderecekler. Kaçmaya
çalışırsam da, beni ö ldü receksiniz.
Natter alnını kırıştırıp, mırıldandı: "Bundan hiç şü pheniz olmasın..."
Aslında sö zü , Schwartz'ın işitmesi için sö ylememişti, zaten o da
işitmedi, ama akıl bü tü nleşmesi, durumu kendisine yansıttı. Natter,
yü ksek sesle ekledi:
— Ne demek istediğ inizi hiç anlayamadım!
Bö yle derken, biraz uzaklaşıp elini de yavaşça kalçasına doğ ru
kaydırdı.
Schwartz işte o zaman serinkanlılığ ını kaybetti.
— Beni rahat bırakın! diye haykırarak kollarıyla bir takım hareketler
yaptı. Neden beni rahat bırakmıyorsunuz? Ben ne yaptım ki size?
Defolun! Defolun!
Sesi kırıldı. O ke ve korku, alnında birikmişti. Kendisini izleyen bu
adamdan korkusu ve içinde biriken saldırganlık hissi. Onu harekete
geçiren heyecanlar bir koç gibi akıl bü tü nleşmesinin saldırıya
geçmesine yetti...
Ve birden temas kopuverdi. Çok kısa bir an için Schwartz dayanılmaz
bir acının bilincini yaşadı. Ama kendisinde değ il, karşısındakinde.
Sonra... Her şey geçti. Akıl bü tü nleşmesi kaybolmuştu. Sıkılmış bir
yumruğ un gevşeyip açılması gibi.
Natter şosenin ü zerinde iki bü klü m olmuş, hareketsiz yatıyor ve
giderek koyulaşan gö lgenin içinde kayboluyordu. Schwartz yavaşça
yanma sokuldu. Kü çü k yapılı, olduğ undan, Joseph'in onu çevirmesi zor
olmadı. Olü mü n korkunçluğ u yü z hatlarında çok belliydi. Schwartz,
işkence çekmiş suratın sahibinin gö ğ sü ne dokundu. Kalbi artık
çarpmıyordu.
Dehşetle doğ rulup kalktı.
Bir insan ö ldü rmü ştü !
Kapıldığ ı dehşetin yerini, mü thiş bir hayret aldı...
Onu, kılma bile dokunmadan ö ldü rmü ştü ! Sadece kinini ü zerine
kusarak, bü tü nleşmeyle vurmuştu onu.
Acaba başka daha ne gibi gü çleri vardı?
Ani bir kararla Natter'in ceplerini karıştırdı, bir miktar para buldu, iyi!
Işine yarayabilirdi para. Daha sonra cesedi yolun kenarındaki uzun
otların arasına taşıdı.
Iki saat daha, hiçbir zihinsel temas kurmadan yü rü dü . O gece açık
havada uyudu, sabah iki saat kadar daha yü rü dü kten sonra, Chica'nın
kenar mahallelerine vardı.
Bildiğ i Chicago'nun yanında burası bir kasabadan farksızdı ve tra ik
pek seyrekti. Ancak ilk defa akıl bü tü nleşmeleri çok yoğ unlaşmış,
kendisini şaşırtacak kadar çoğ almıştı.
Onü nden geçtiğ i yapıların içine bile sızdığ ına, kö şelere kadar sü zü len
bir hayvan gibi içerilere sü zü ldü ğ üne, insanların en mahrem
dü şü ncelerini bile okuyabildiğ ine dikkat etti.
Taş cepheli bü yü k bir yapının ö nü nde durup, dü şü nmeye koyuldu.
Kimlerin olduğ unu bilemiyordu, ama kovalanıyordu. Takipçisini
ö ldü rmü ştü , ama hiç kuşkusuz başkaları da vardı. Kurbanının haber
vermek istediğ i kişiler. Belki de en iyisi, birkaç gü n bir yere
kımıldamamaktı. Ama nasıl? Yoksa iş mi bulsaydı?
Yapıyı sü zü p, uzak bir bü tü nleşmenin burada bir iş bulabileceğ i
uyarısını zapt etti. Dokuma işçisi arıyorlardı. Kendisi de terziydi zaten.
Içeri girdi. Kimse aldırmadı.
— Iş için kime başvurmalıyım? diye sordu birine.
— Şu kapıdan geçin.
Akıl bü tü nleşmesi kuşkulu ve huzursuzdu.
Girdiğ i odada sivri çeneli, silik biri, onu soru yağ muruna tuttu. Bir
klasö r makinesinin klavyesindeki tuşlara basarak yanıtlarını
kaydediyordu.
Schwartz gerçekleri ve yalanları fü tursuzca peş peşe sıralıyor,
personel şe i de kayıtsızca yanıtları not ediyordu: "Yaş?.. Elli iki mi?..
Hımm. Sağ lık durumu?.. Aile durumu?.. Meslek deneyiminiz?.. Tekstilde
çalıştınız mı?.. Hangi tü rü nde?.. Termobitkilerde mi, elastometrede mi?
Hepsinde mi? Ne demek istiyorsunuz?.. Son iş yeriniz hangisiydi?..
Adını heceler misiniz? Chica'lı değ ilsiniz, ö yle mi?.. Kimliğ iniz nerede?..
Işe alınmak istiyorsanız, belgelerinizi de getirmeniz gerek... Kayıt
kartınız nerede?"
Shwartz ters yü z etti. Soruların bö yle bir yö n alacağ ını dü şü nmemişti.
Karşısındakinin akıl bü tü nleşmesi giderek değ işiyordu. Şü pheci
oluyordu.
— Galiba ben bu işi yapamayacağ ım, dedi sinirli bir edayla Schwartz.
— Yaparsınız, yaparsınız... Gitmeyin, size gö re bir işimiz var. Yalnız
izin verin de arşivlere bir gö z atayım.
Gü lü msü yordu, ama asıl aklından geçenler, giderek daha dü şmanca
olmaya başlamıştı.
Adam, bir zilin dü ğ mesine bastı.
Birden paniğ e kapılan Schwartz, kapıya hamle etti.
— Tutun şunu! diye bağ ıran adam da, peşine dü ştü .
Schwartz'ın aklı şiddetle bü tü nleşti birden. Terzi arkasına doğ ru şö yle
bir baktı ve bir hırıltı işitti: Yere oturan personel şe i, yü zü acıyla
bü zü lmü ş, şakaklarım tutuyordu. Biri ü zerine eğ ildi, sonra hemen
doğ ruldu ve daha fazla beklememeye kararlı Schwartz'a yü rü dü .
Terzi sokaktaydı şimdi. Hakkında bir tutuklama emri
çıkartılacağ ından, eşkâ linin her yere gö nderileceğ inden, en azından
personel şe inin kendisini tanıyacağ ından emindi.
Kö rü kö rü ne kaçıyor ve dikkati çekiyordu bu telaşıyla. Hem giderek
daha çok. Sokaklar şimdi daha kalabalıklaşmıştı ve her yanında şü phe
seziyordu. Çü nkü koşmaya başlamıştı, giysileri bumburuşuktu ve
ü zerinden dö kü lü yordu..
Akıl temaslarının çokluğ u, zihnindeki karmaşa, umutsuzluk ve
korkuyla karışınca, meraklılarla gerçek dü şmanlarını ayırt etmeyi
beceremez hale geldi. O kadar ki, kendisini pek ga il avladı nö ronik cop.
Bir kırbaç yemiş gibi mü thiş bir acı hissetti. Ama sadece bir an için.
Uzerine koca bir kaya inmiş gibi oldu. Birkaç saniye ıstırap
uçurumunda yuvarlandıktan sonra, gecenin karanlıklarına battı.

13
Örümcek Ağını Örüyor

Washenn'de, Eskiler Koleji'nin atmosferinin sakin olduğ u sö ylenebilir.


Buraya en yakışacak kelime de, ciddiyettir. Eskiler'den başka hiç
kimsenin aşamayacağ ı Tetragon'un ağ açlan altında da, gençler akşam
gezintisi için kü çü k gruplar halinde dolaşıyorlar. Arada sırada da selam
verenlere sevimli bir el hareketiyle karşılık veren yeşil giysili bir
yö netici geçiyor.
Bazen Yü ksek Bakan'ın da geçtiğ i gö rü lü r, ama pek ender olarak.
Oysa şimdi olduğ u gibi, birisinin bö yle adeta koşar adım, kan ter
içinde, saygıyla uzanan ellere bile aldırmadan, ihtiyatlı bakışlara dikkat
bile etmeden geçtiğ i, asla gö rü lmemiştir.
Yasama Meclisi'nin ö zel kapısından içeri dalıp, boş sıraların ö nü nden
sü zü ldü . Tıklattığ ı kapı, ö bü r taraftan bir pedalla açıldı ve Yü ksek Bakan
girdi.
Mü tevazi bir masanın ardında oturan sekreteri, başını kaldıracak
zamanı ancak bulabildi. Minyatü r bir TV ekranından, dikkatle bir şeyler
dinliyordu.
Yü ksek Bakan, masanın ü zerine vurdu:
— Neler oluyor?
Sekreter, buz gibi bir bakışla sü zü p, ekranı itti.
— Size hü rmetlerimi sunarım, ekselans.
— Geçelim, dedi telaşla Yü ksek Bakan. Olup bitenleri ö ğ renmek
istiyorum.
— Tek kelimeyle sö yleyeyim: Adamımız kaçtı.
— Shekt'in sinaptik ampli ikatö rle tedavi ettiğ i adamdan mı
bahsediyorsunuz?.. Yabancı'dan... Casustan... Çiftlikteki adamdan...
Sekreteri, "Evet efendim" sö zü yle lafını yarıda kesmeseydi, kim bilir
Yü ksek Bakan daha ne kadar sıfat yakıştıracaktı. ..
— Niçin bana haber verilmedi? Niçin bana hiçbir şey haber
verilmiyor?
— Derhal duruma mü dahale gerekiyordu ve sizin başka
randevularınız vardı. Ben de elimden geldiğ i kadarıyla sizin yerinize
hareket ettim.
— Evet, benden kurtulmak istediğ iniz zaman, nedense randevularıma
titizlikle saygılısınız. Ama bu sefer ben yokum. Bu sefer beni devre dışı
bırakamayacaksınız. Asla kabul edemem...
— Zaman kaybediyoruz boşuna, diye sesini hiç yü kseltmeden cevap
veren sekreter, Yü ksek Bakan'ın sö vü p saymalarını bir anda adeta
gırtlağ ına dayadı.
Oksü rdü , ne diyeceğ ini pek bilemeden, sindi ve sordu:
— Bana ayrıntıları anlat, Balkis.
— Yok ki. Iki ay hiç kimseyi şü phelendirmeden ve sabırla bekleyen
adamımız Schwartz, birden kaçıverdi. Peşi izlendi. Ama kayboldu.
— Kayıp mı oldu? Nasıl?
— Kesin bilmiyoruz, ancak başka bir veri var elimizde. Bu gece
ajanımız Natter, beklenen ü ç raporunu vermedi. Yedeğ i, onu aramaya
gitti. Şafağ a doğ ru, onu Chica yolunda, bir çukurda buldu. Olü olarak.
Yü ksek Bakan sapsarı kesildi.
— Onu yabancı mı ö ldü rdü ?
— Bö yle denebilir, ama şimdilik kesin diyemiyoruz. Cesedin ü zerinde
hiçbir yara-bere izi yok. Cesetteki korkunç acı ifadesinden başka.
Elbette otopsi yapılacak. Belki de kritik bir anda bir kalp krizi
geçirmiştir.
— Bö yle bir rastlantıya inanmak gü ç.
— Bence de, ancak onu eğ er Schwartz tas iye ettiyse, bunu izleyen
olaylar daha da ü rkü tü cü . Ekselans, ö yle anlaşılıyor ki
Schwartz Chica'ya Dr. Shekt'i gö rmeye gidiyordu. Çü nkü Natter'in
cesedi, Maren çiftliğ iyle Chica arasında bulundu. Bunun ü zerine şehri
uyardık ve adam saptandı.
— Schwartz mı? diye merakla sordu Yü ksek Bakan.
— Elbette.
— Niçin hemen sö ylemediniz?
Balkis omuzlarını silkti.
— Ekselans, bundan daha ö nemli şeyler var. Tekrar ediyorum.
Schwartz elimizde. Çabuk ele geçirildi ve gü ç de olmadı. Ancak bu,
Natter'i ortadan kaldırmasıyla pek bağ daşmıyor. Ustalığ ı inkâ r
edilemeyecek Natter gibi bir ajanı nasıl ortaya çıkartıp, tas iye
edebildi? Sonra da aptalca hemen ertesi gü n Chica'da bir fabrikaya iş
için nasıl başvurdu?
— Oyle mi yapmış?
— Oyle yapmış. Bu durumda iki açıklaması var olayın: Ya elindeki
bilgileri Shekt veya Arvardan'a aktardı, sonra da izleri iyice karıştırmak
için, kendisini kasten ele verdi ya da henü z keşfedemediğ imiz başka
yardakçıları var. Onları korumak istiyor. Her iki durumda da ihtiyatlı
olmalıyız.
— Hiçbir şey anlayamıyorum, diyerek derin bir iç çekti Yü ksek Bakan.
Bu beni aşıyor.
Balkis kü çü mseyici bir gü lü msemeden sonra, devam etti:
— Bir çeyrek saat sonra Dr. Bel Arvardan'la randevunuz var.
— Benim mi? Niçin? Ne diyeceğ im ona? Gö rmek istemiyorum onu.
— Sakin olun, Ekselans. Gö rmeniz gerek. Yapacağ ı sö zde
araştırmaların tarihi iyice yaklaştığ ına gö re, yasak bö lgelerde
araştırma yapma yetkisi isteyeceğ i apaçık belli. Enniyus da bu istekte
bulunacağ ını sö ylemişti bize. Senaryonun ipleri elinde. Onu alt
edeceğ inizi ve ondan daha yalancı çıkacağ ınızı umarım.
Yü ksek Bakan, başını ö ne eğ di.
— Deneyeceğ im.
Bel Arvardan erken gelerek, çevreyi gö zlemlemek fırsatı buldu.
Galaktika'nın mimarlık şaheserlerini iyi bilen biri için Eskiler Koleji'nin
yapısı, eski tarz bir granit bloktan başka bir şey değ ildi. Ilkel gö rü ntü sü
bile, çok eski bir çağ ı anımsatıyordu.
Arvardan'ın dü şü nceleri bir kere daha ikiye bö lü nmü ştü . Dü nya'nın
Batı kıtalarında iki ay sü ren turnesi, doğ rusu pek... eğ lendirici
geçmemişti. Ilk gü n başına gelenler, gezinin bü tü nü nü berbat etmişti.
Chica'da geçirdiğ i o gü nü aklına getirdiğ i için kendi kendine kızdı.
Genç kız kendisine karşı kaba davranmıştı. Şımarık bir nankö rdü o.
Bayağ ı bir Dü nyalı kadın. Ne diye kendisini suçlu hissedecekti ki? Ama
yine de...
Acaba genç kızın kendisinin bir Yabancı olduğ unu ö ğ rendiğ i zaman
geçirdiğ i şoku dikkate almış mıydı? Kabalığ ı yü zü nden kolunu kırarak
cezalandırdığ ı subay gibi, o da çok şaşırmış olamaz mıydı? Hem
ö nceden kızın Yabancılar yü zü nden neler çektiğ ini biliyor muydu?
Sonra birden bire, hiç hazırlıksız onun da bir Yabancı olduğ unu
ö ğ renince...
Keşke biraz daha sabır gö sterseydi... Niçin hemen davranmıştı ö yle?
Kızın adını bile doğ ru dü rü st hatırlamıyordu artık. Pola bilmem ne.
Garip! Genellikle hafızası kuvvetliydi. Yoksa bilinçsizce unutmaya mı
çalışıyordu adını?
Aslında, ne diye unutmayacaktı ki? Unutmak! Ayrıca hatırlayacak ne
vardı ki? Dü nyalı bir kız. Sıradan bir Dü nyalı kız işte.
Hastabakıcıydı ve bir hastanede çalışıyordu. Acaba hangi hastane
olduğ unu saptamayı denese miydi? Onu terk ettiğ inde, gece
karanlığ ında bir beton yığ ınından farksız gö rü nmü ştü gö zü ne. Her
neyse, lokantadan pek uzakta olmamalıydı.
O keyle bu dü şü nceyi de zihninden kovaladı. Deli miydi ne? Dü nyalı
bir kızdı o. Gü zel, nazik, oldukça da çekici...
Ama Dü nyalı bir kızdı.
Yü ksek Bakan salona girdi ve Arvardan sevindi doğ rusu buna. Bö ylece
Chica olaylarını zihninden kovabilecekti. Ama bunun sadece geçici bir
ara olduğ unu çok iyi biliyordu. Bu anı kendisini hiç bir zaman rahat
bırakmayacaktı.
Yü ksek Bakan giysilerini değ iştirmişti ve pırıl pırıldı. Aslında ne bir
kuşku ya da telaş belirtisi vardı. Sıkıntıdan terliyor gibi ilan da değ ildi.
Çok nazik davrandı. Arvardan, imparatorluğ un ö nde gelen bazı
kişilerinin Dü nya halkına gö nderdikleri iyi niyet mesajlarını
nakletmekle sö ze başladı. Yü ksek Bakan da Dü nya halkının ve
kendisinin, imparatorluk hü kü metinin gö sterdiğ i cö mertlik
karşısındaki minnet duygularını dile getirerek yanıt verdi.
Konuk, imparatorluğ un felsefesi içinde arkeolojinin ö nemi ü zerinde
durdu, Galaktika'yı oluşturan gezegenlerde yaşayan bü tü n insanların,
hayata başladıkları gezegen hangisi olursa olsun, kardeş sayılacakları
ilkesi ü zerinde ısrar etti. Ekselansları da bunu onayladı. Bu kuramın
uygulamaya geçileceğ i saatin yakın olmasını diledi.
Bu sö zler ü zerine, Arvardan gü lü msedi:
— Ekselans, ben de bu amaçla sizden bu gö rü şme talebinde bulundum
zaten. Dü nya ile komşusu bazı imparatorluk dominyonları arasındaki
gö rü ş ayrılıkları, belki de daha çok dü şü nce biçimleri arasındaki
farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Oysa Dü nyalıların etnolojik açıdan
Galaktika'daki diğ er insanlardan farklı olmadıklarını kanıtlayabilirsek,
belki de bu anlaşmazlıkların çoğ u ortadan kalkar.
— Peki, bunu nasıl kanıtlamayı dü şü nü yorsunuz? Oneriniz ne?
— Bunu birkaç kelimeyle açıklamak kolay değ il. Ekselansları
sanıyorum arkeolojik dü şü ncede başlıca iki akımın ağ ır bastığ ını ve
bunlara kaynaşmacılık ve yayılmacılık kuramı dendiğ ini biliyorlardır.
— Bu konuda bilgim yok, ama bu ekolleri biliyorum.
— Gü zel. Kaynaşma kuramı, doğ al olarak çeşitli insan tiplerinin
bağ ımsız bir evrim izledikten sonra, çok uzak bir geçmişe, uzayda
kahramanca gerçekleştirilen gezilere kadar dayanan zamanlarda
karıştıklarını ileri sü rmektedir. Ne yazık ki bu dö neme ait belgelerden
yoksunuz. Insanlığ ın bugü nkü morfolojik yapı birliğ ini açıklayabilmek
için, bu kuram gereklidir.
— Evet, diye kuru bir şekilde onayladı Yü ksek Bakan, Ve bu kavram,
birkaç yü z ya da bir kaç bin insana benzer yaratığ ın varlığ ını, kimyasal
ve biyolojik açıdan karma birleşmeleri mü mkü n kılacak biçimde,
bağ ımsız olarak bir evrim gö sterdiklerini de ö ngö rü yor.
— Tamamen, diye memnuniyetle onayladı Arvardan. Bu kuramın zayıf
noktasının ü zerine parmak bastınız. Ancak arkeologların çoğ unluğ u bu
boşluğ u gö rmeyi reddederek, kaynaşmacılığ ın taraftarlığ ını yapıyorlar.
Bunun sonunda da Galaktika'nın bazı ü cra kö şelerinde ö zgü nlü klerini
korumuş, karışmamış alt-tü rler olabileceğ i olasılığ ı ortaya çıkıyor.
— Dü nyayı mı dü şü nü yorsunuz bö yle derken?
— Dü nya, sadece bir ö rnek. Buna karşılık, yayılmacılık kuramı...
— Hepimizin tek ve aynı gezegenin insanlarından geldiğ imizi
ö ğ retiyor.
— Tamamıyla.
— Benim halkım tarihsel kanıtlara ve kutsal sayıp asla Yabancılar'a
açıklayamayacağ ımız bazı metinlere dayanarak, Dü nya'nın, insanlığ ın
beşiğ i olduğ una inanıyor.
— Ben de bu inancı paylaşıyorum ve bu gerçeğ i bü tü n Galaktika'ya
kabul ettirebilmek için bana yardım etmenizi talep ediyorum.
— Çok iyimsersiniz. Biraz açıklar mısınız?
— Bugü n ne yazık ki radyoaktivite tarafından maskelenmiş olan
gezegeninizin bazı bö lgelerinde, çeşitli eşya ve yapı kalıntılarının
bulunabileceğ ine ben inanıyorum. Geçmişin bu tanıklarının yaşını
kesinlikle saptamak mü mkü ndü r ve radyoaktif çö kü ntü ye kadar ki
durumlarını ortaya çıkartarak...
— Bö yle bir şey sö z konusu olamaz.
— Niçin? diye hayrete dü şen ve alnı kırışan Arvardan sordu.
— Her şeyden ö nce, ne bulmayı umuyorsunuz? Tezinizin doğ ruluğ unu
kanıtladığ ınızı varsayalım, hatta bü tü n Galaktika'nın bunu kabul
ettiğ ini ö ngö relim. Bir milyon yıl ö nce hepinizin Dü nyalı olduğ unuzun
ortaya çıkmasının ne ö nemi var? Eninde sonunda hepimiz birkaç
milyar yıl ö nce maymun değ il miydik? Ama biz çağ daş maymunlar
olmak istemiyoruz, kabul etmiyoruz bunu.
— Ekselans, rica ederim... Bu benzetme abartma olmuyor mu biraz?
— Katiyen! Dü nyalıların uzun yalnızlıkları sırasında, başka
gezegenlere gö ç eden torunlarından, ö zellikle radyoaktivitenin de
etkisiyle çok çok değ iştikleri ve başka bir ırk oluşturduklarını
dü şü nmek, mantıklı değ il mi?
Arvardan dudaklarını ısırıp, cevap verdi:
— Siz, dü şmanınızın iyi avukatlığ ını yapıyorsunuz.
— Çü nkü dü şmanımın ne diyeceğ ini soruyorum kendi kendime. Hiç
bir yere varamayacağ ınızı ve rakiplerimizin kinini daha da
tö rpü leyeceğ inizi anlasanıza.
— Ama bir de yalnız bilim adına yapılacak işi dü şü nü n... Bilgilerimizin
ilerleyeceğ ini...
Yü ksek Bakan ciddiyetle çenesini salladı:
— Reddetmek zorunda olduğ um için ü zgü nü m. Şimdi sizinle
imparatorluğ un bir efendisinin, imparatorluğ un bir başka efendisine
konuşacağ ı gibi sesleneceğ im. Şahsen, size yardımcı olmayı seve seve
kabul ederdim. Ama dü nyalılar inatçı ve boyun eğ meyen insanlardır.
Yü zyıllar boyunca içlerine kapanmış ve şey yü zü nden... Yani...
Galaktika'nın bazı bö lgelerinin teessü f edilecek davranışları karşısında
kabuklarına çekilmişlerdir. Bir takım tabuları, asla değ işmeyecek
adetler'i vardır ve bunlara ben bile karşı çıkamam.
— Ve radyoaktif alanlar...
— Tabuların en ö nemlilerindendir. Size istediğ iniz izni versem, ki
inanın, içimden vermek geliyor, emin olun, sizin ve beraberinizdeki
keşif heyetinin hayatını dahi tehlikeye atabilecek karışıklıklar çıkabilir
ve bunu ö nlemek için girişilecek bastırma hareketi de Dü nyalılara zarar
getirir sonunda. Bö yle davranmakla gö revime ve vatandaşlarımın
gü venine ihanet etmiş olurum.
— Ama ben mü mkü n olan bü tü n ö nlemleri almaya hazırım. Dilerseniz
yanıma gö zlemciler verebilirsiniz... Hatta elde edeceğ im bilgileri
yayınlamadan ö nce size danışmayı, onayınızı almayı da ö nerebilirim.
— Beni heveslendiriyorsunuz. Tasarı çok ilginç elbette ama siz benim
yetkilerimi bü yü tü yorsunuz gö zü nü zde. Ben mutlak bir hakim değ ilim.
Aslında yetkilerim çok sınırlıdır. Bü tü n sorunlar bir karara varmadan
ö nce Eskiler Derneğ i'nin onayına sunulmalıdır.
— Işte bu kö tü , dedi başını sallayarak Arvardan. Vali, bana gü çlü klerle
karşılaşacağ ımı sö ylemişti, ama ben yine de umuyordum ki... Ekselans,
Meclis'in gö rü şü nü ne zaman alabilirsiniz?
— Eskiler Derneğ i Prezidyumu, ü ç gü ne kadar toplanacak. Ancak ben
gü ndemi değ iştirmeye yetkili olmadığ ımdan, bu sorun bir haftadan
ö nce ele alınamaz.
Arvardan belirsizce baş salladı.
— Eh, başka yol yoksa, peki... Ekselans, bu arada ayrıca...
— Evet?
— Bilginlerinizden biriyle, Dr. Shekt ile bir gö rü şme yaparsam, mutlu
olurum. Chica'ya uğ radım, ancak çabuk ayrılmak zorunda kaldığ ım için,
gö rü şemedim kendisiyle. Bunu tela i etmek istiyorum. Kendisi
kuşkusuz çok işi başından aşkın biri olmalı. Eğ er sizden ona sunacağ ım
bir tavsiye mektubu istersem, çizmeyi aşmış olmam, değ il mi?
Birden kasılan Yü ksek Bakan, cevap vermeden ö nce biraz bekledi.
— Kendisiyle niçin gö rü şmek istediğ inizi ö ğ renebilir miyim?
— Elbette. Galiba sinaptik bir ampli ikatö rü n sö z konusu edildiğ i bir
yazı okumuştum. Bunun beynin nö roşimisiyle ilgisi vardı. Benim
tasarılarımdan birine de çok yararlı ve ilginç gelebilir. Ben gerçekten de
insan tiplerini ansefalogra ik gruplarına gö re sını landırmayı
denedim... Bunda da beyinsel dalgalardan yararlandım. Ne demek
istediğ imi anlayabildiniz mi?
— Hımm... Bu aygıttan şö yle bir sö z edildiğ ini işittim ben de. Ama
sanıyorum pek başarılı olmamış.
— Kuşkusuz. Ama Dr. Shekt bu konuda bü yü k bir uzman. Bana çok
yararı dokunacağ ından eminim.
— Anlıyorum. Oyleyse size derhal bir takdim mektubu sunayım.
Elbette yasak bö lgelerle ilgili niyetleriniz hakkında ona bir açıklamada
bulunmazsınız.
— Ekselans, bana gü venebilirsiniz. (Arvardan ayağ a kalktı.)
Gö sterdiğ iniz ilgi ve yakınlık için teşekkü r ederim. Benim için artık
Eskiler Konseyi'nin tasarıma karşı anlayışlı davranmasını dilemekten
başka yapacak bir şey kalmıyor.
Arvardan izin alıp çıktıktan sonra, sekreter hemen içeri girdi.
Dudaklarında soğ uk ve acımasız bir gü lü mseme gö rü lü yordu.
— Mü kemmel, dedi. Ekselansları ö vgü ye layık bir biçimde davrandı.
Yü ksek Bakan, adamı karanlık bir bakışla sü zdü .
— Nedir Shekt'le ilgili bu masal?
— Sizi kuşkulandırdı mı? Oysa kuşkulanacak hiçbir şey yok. Işler
tıkırında. Talebini reddetmeniz karşısındaki tepkisinin ne kadar gevşek
olduğ una dikkat ettiniz mi?
Işine yü rekten bağ lı bir bilim adamı, ü stü n kö rü bir sebeple
reddedilirse, bö yle mi davranır? Yine garip bir rastlantıyla karşı
karşıyayız. Schwartz kaçıp, Chica'ya gidiyor. Hemen ertesi gü n
Arvardan, Washenn'de bitip, keşif gezisi hakkında baştan savma
taleplerden sonra, size Shekt'i gö rmek ü zere Chica'ya gideceğ ini haber
veriyor.
— Peki, niçin sö yledi bunu bana, Balkis? Bana patavatsızca bir
davranış gibi geldi.
— Çü nkü sizde hesap kafası yok. Kendinizi onun yerine koyun. Bizim
bir şeyden haberimiz olmadığ ını sanıyor. Bu durumda, cü retleniyor.
Shekt'i gö rmeye gidiyor! Gü zel! Bunu açıkça itiraf ediyor. Hatta sizden
bir tavsiye mektubu istiyor. Masumiyeti ve niyetlerinin iyiliğ i hakkında
ne gü venilir bir garanti, değ il mi? Schwartz belki de gö zlendiğ ini
anlamıştır. Belki de Natter'i o ö ldü rdü . Ama diğ erlerine haber verecek
zaman bulamadı. Yoksa senaryo bö yle cereyan etmeyecekti. (Ağ ını
bö yle ö rerken, sekreterin gö z kapakları yarı kapanmıştı.) Schwartz'ın
kaybolduğ undan ne zaman şü phelenmeye başlayacaklarını bilemeyiz.
Ama hiçbir tehlikeyle karşılaşmadan, Arvardan'ın Shekt'le buluşmasını
sağ layabiliriz. Onları birlikte kıstırırız. Hiç olmazsa bu inkâ r
edemeyecekleri bir şey olur.
— Ne kadar zamanımız var?
— Takvim, esnektir. Shekt'in ihanetini ortaya çıkardığ ımızdan beri,
ekipler artık çift lokma atıyorlar, işler yolunda. Sadece yö rü nge
hesaplarını bekliyoruz. Yalnız bilgisayarların yetersiz verimi bizi
geciktiriyor. Fakat belki de artık birkaç gü n sö z konusu.
— Gü n ha! diye tekrarladı Yü ksek Bakan, garip ve dehşet dolu bir ses
tonuyla.
— Evet, gü nler! diye yineledi sekreteri. Ama unutmayın ki,
kararlaştırılan saatten iki saniye ö nce bile, bizi durdurmak için bir
bomba yeterlidir. Bunu da bir ile altı ay arasında sü recek bir bastırma
harekâ tı izler. Tehlike hiç yok değ il.
Gü n meselesi ha! Ve o zaman tarihin hiçbir zaman kaydetmediğ i,
inanılmayacak kadar eşitlikten uzak bir savaş başlayacaktı: Dü nya,
bü tü n Galaktika'ya saldıracaktı.
Yü ksek Bakan'ın elleri ha ifçe titredi.

Arvardan yine bir stratosfer uçağ ındaydı. Gö zü kara gö rü yordu
doğ rusu. Yü ksek Bakan'ın ve yö nettiğ i sinir hastası halkın radyoaktif
bö lgelere girmesi için gerekli izni vermelerine hiçbir sebep
gö rmü yordu.
Madem resmı̂ izin kopartamayacaktı, varsın kopartamasın! O da yasa
dışı yollardan girerdi. Keşif gemisini silahlandırır ve gerekirse ateş de
açardı. Hem de nasıl!
Bahtsız budalalar!
Kendilerini ne sanıyorlardı bunlar?
Evet, evet, biliyordu. Insanın kö kenleri olduklarını, GEZEGEN'in halkı
olduklarını...
Işin en berbat yanı, Arvardan'ın haklı olduklarını bilmesiydi.
Uçağ ı havalandı ve arkeolog başını arkaya yasladı. Bir saatten kısa bir
zamanda, Chica'da olacaktı.
Aslında dö nmekte pek hevesli değ ildi, ama bu sinaptik ampli ikatö r
ö nemli olabilirdi ve Dü nyayı ziyaretinden yararlanıp bir avantajı
kaçırmak, akıl kâ rı değ ildi.
Fare yuvası Dü nya!
Enniyus doğ ru sö ylemişti.
Ama şu Dr. Shekt... Yü ksek Bakan'ın verdiğ i ve protokol sö zleriyle dolu
tavsiye mektubunu parmağ ıyla okşadı.
Sonra birden olduğ u yerden fırlayıp dikildi daha doğ rusu
yerçekiminden kurtulup dikilmeyi denedi.
Kızın adını hatırlamıştı: Pola Shekt!
Neden unutmuştu peki? O ke içindeydi. Aklı, kendisine karşı komplo
dü zenliyordu.
Ama yine içinde sevindiğ i bir şeyler vardı...

14
İkinci Karşılaşma

Joseph Schwartz'ı tedavi etmesinin ü zerinden geçen iki ay içinde, Dr.


Shekt çok değ işmişti. Fizik yö nden değ il de, daha çok varoluşunda
gö rü lü yordu bu. Dalgın, ü rkek bir hali vardı. Içine kapanmış, dış
dü nyayla ilişkisini kesmiş, en yakın meslektaşlarından bile uzak
durmaya başlamıştı.
Ancak kızı Pola ile sırdaşlık edebiliyordu. O da kuşkusuz, Pola'nın da
iki aydan beri aynı ildişi kuleye kapanmasından kaynaklanıyordu.
— Beni izliyorlar, diyordu kızına. Sezinliyorum bunu. Bu duygu neye
benziyor, biliyor musun? Enstitü 'de birkaç haftadır personelde bü yü k
değ işiklikler yapılıyor. Nedense hep sevdiğ im, gü vendiğ im kişiler başka
yerlere gö nderiliyor. Kendime ayırabildiğ im bir tek dakikam bile yok.
Sırtımda hep birinin varlığ ını hissediyorum. Rapor yazarken bile beni
rahat bırakmıyorlar.
Pola bazen kendisine anlayış gö steriyor, bazen de onunla alay edip,
şö yle diyordu: "Ama ne diye bö yle davransınlar? Tamam, Schwartz
denemesi yapıldı, ama bu ö yle mü thiş bir suç değ il ki. Sadece bir
fırçalarlar seni, o kadar."
Ama o gü n Shekt, bitkin bir yü zle şö yle mırıldandı:
— Beni yaşatmayacaklar! Altmış yaşına yaklaşıyorum ve beni hayatta
bırakmayacaklar.
— Bü tü n yaptıklarından sonra mı? Aptalca şeyler sö yleme baba.
— Çok şey biliyorum ben. Inan Pola, bana gü venmiyorlar.
— Peki, ne biliyorsun sen?
O gece kendisini o kadar bitkin hissediyordu ki, ö ylesine dertleşmeye
ihtiyacı vardı ki, bü tü n kalbini açtı kızına. Once Pola ona inanmadı, ama
babasının mantığ a dö nmesi gerektiğ inde, genç kız dehşetten dili
tutulmuş gibi oldu.
Ertesi gü n, Pola şehrin ö bü r ucundaki bir ondofona kadar gidip, aygıtı
açtı. Mikrofona bir mendil yerleştirerek, Dr. Bel Arvardan'ı istedi.
Yerinde yoktu arkeolog. Belki de Chica'dan dokuz bin kilometre
uzaktaki Bonair'deydi... Evet, Chica'ya dö necekti, ama ne zaman
bilmiyorlardı. Adını bırakabilir miydi?
Pola aygıtı kapatıp, yanağ ını soğ uk cama yapıştırdı, biraz ferahlar gibi
oldu. Gö zleri yaşla dolmuş, bakışları uğ radığ ı hayal kırıklığ ını ele
vermişti.
Aptal kız! Koca aptal!
Adam yardımına koşmuş, o ise kendisini terslemişti. Bir Yabancı'nın
hakaret ettiğ i zavallı bir Dü nyalı kızı korumak için nö ronik copa, daha
beterine razı olmuş, oysa Pola onu sepetlemişti.
Ertesi sabah gö nderdiğ i yü z kredi, hemen ve yanında hiçbir not
olmadan kendisine iade edilmişti. O gü n gidip kendisinden ö zü r
dilemek geçmişti içinden, ama cesaret edememişti. Çü nkü kaldığ ı yer,
yalnız Yabancılar'a mahsustu. Nasıl girebilirdi ki içeri? Onu ancak
uzaktan gö rebilmişti.
Ve şimdi... Şimdi onu gö rebilmek için Vali'nin sarayına kadar gitmesi
gerekiyordu.
Bundan bö yle kendilerine ancak Arvardan yardım edebilirdi. Yalnız O.
Dü nyalılarla eşit olarak tartışabilen tek Yabancı.
Birinin gerçeğ i mutlaka ö ğ renmesi gerekiyordu. Yoksa bü tü n
Galaktika yok olup çö kecekti.
Hiç kuşkusuz Galaktika'dakilerin bü yü k çoğ unluğ u bö yle bir kadere
layıktı. Ama hepsi layık mıydı? Ya kadınlar ve çocuklar? Ihtiyarlar ve
hastalar? Iyiler ve kö tü ler de mi? Arvardan'lar da mı? Dü nya'nın adını
bile işitmeyenler de mi? Eninde sonunda onlar da insandı. Bö ylesine
amansız bir intikam, Dü nya'nın meşru davasını da uçsuz bucaksız bir
kan ve kokmuş leş denizinde boğ acaktı.
Derken Arvardan birden çıkıverdi ortaya.
Dr. Shekt başını salladı.
— Ona sö yleyemem.
— Sö ylemelisin, dedi canavar gibi bir sesle Pola.
— Burada mı? Imkâ nsız! Bu ikimizin de idam hü kmü olur.
— Peki, gö nder ö yleyse onu; gerisiyle ben ilgilenirim.
Kalbi, gö ğ sü nden fırlayacakmış gibi atıyordu. Sadece ve sadece bunun
milyarlarca ve milyarlarca insan hayatını kurtarmak için tek yol
olduğ unu bildiğ inden. Pola, onun geniş ve aydınlık gü lü msemesini
hatırlıyordu. Sü kû netini hiç yitirmeden, imparatorluğ un albayını nasıl
dize getirdiğ ini anımsıyordu. Dü nyalı bir kızdan nasıl ö zü r dilettiğ i
geliyordu gö zlerinin ö nü ne.
Bel Arvardan her şeyi yapabilirdi.
Elbette, Arvardan'ın bü tü n bunlardan hiç bir haberi yoktu. O da
Shekt'in tutumunu seçmişti: Yani Bü tü n Dü nyalılarda gö zlemlediğ i gibi,
o da kaba ve aksi bir tutum içine girmeyi yeğ lemişti.
Bekleme salonunda otururken, kendisini istenmeyen bir konuk gibi
hissediyordu. Konuşmasına da aynı hava içinde başladı:
— Dr. Shekt, eğ er ampli ikatö rü nü zle meslek açısından
ilgilenmeseydim, sizi ziyaret ederek rahatsız etmek, aklımın ucundan
bile geçmezdi. Ancak diğ er Dü nyalıların aksine, sizin Galaktikalı
insanlara karşı dü şmanlığ ınız olmadığ ını biliyorum sanıyorum.
Dr. Shekt birden yerinden sıçradı:
— Bu bilgiyi nereden aldığ ınızı bilmiyorum, ama muhbiriniz
Yabancılarca karşı dostça duygular beslediğ im konusunda herhalde
yanılmış olmalı. Ben ne sempati, ne de antipati besliyorum onlara. Ben
bir Dü nyalıyım...
Arvardan dişlerini gıcırdatarak, ayağ a kalkar gibi yaptı.
— Size karşı kibar davranmadığ ım için ü zgü nü m, Dr. Arvardan, diye
ses tonunu indiren izikçi telaşla atıldı. Ama anlarsınız, benim için
mü mkü n...
— Çok iyi anlıyorum diye kuru bir yanıt veren Arvardan, aslında hiçbir
şey anlamıyordu... Hü rmetlerimle.
Dr. Shekt, gü lü mser gibi oldu.
— Işim başımdan aşkın da...
— Benim de işim başımdan aşkın, Dr. Shekt.
Arkeolog, kü çü ğ ünden bü yü ğ üne bü tü n Dü nyalılara içinden sö verek
kapıya yö neldi.
Çoktan elini kaldırmış, kapıyı otomatik olarak açacak fotoelektrik
hü creyi harekete geçiriyordu ki, birden ardında telaşlı ayak sesleri
duydu. "Hişt" diye kulağ ına seslenen biri, eline bir de kâ ğıt parçası
tutuşturdu. Arkasını dö nü nce, kırmızı giysili bir siluetin
kayboluverdiğ ini fark etti.
Ancak kiraladığ ı araca binince, eline tutuşturulan kâ ğıdı açıp, şu
karalanmış kelimeleri okudu: "Bu akşam saat 8'de Bü yü k Tiyatro
ö nü nde bulunun. Sizi izlemeyeceklerinden emin olun."
Kaşlarını çatarak notu beş kez ü st ü ste okudu. Sonra birden dö nü p
sokağ ı sü zdü . Kimseler yoktu. Bu saçma sapan pusulayı fırlatıp atmaya
hazırlanıyordu ki, birden caydı, cebine indirdi.
O akşam yapılacak en ufak bir işi olsa, bu çağ rıya uymayacaktı ve belki
de birkaç trilyon insan, bu yü zden hayattan ö lü me geçecekti. Ama o
akşam için hiçbir projesi yoktu.
Ayrıca bu pusulayı gö nderenin biri olup olmadığ ı sorusu da aklına
takılmıştı...
Saat sekizde, Bü yü k Tiyatro'ya giden yoldaki uzun araç kuyruğ unu
seyrederek, ağ ır ağ ır ilerliyordu. Yalnız bir kere geçenlerden birine
yolunu sormuş, o da kendisini şü pheci bir tavırla sü zdü kten sonra
(anlaşılan şü phecilik, bü tü n Dü nyalılara ö zgü , evrensel bir nitelikti),
biraz da alaycı bir sesle, "Diğ er araçları izleyin, yeter!" cevabını
vermişti.
Anlaşılan bü tü n araçlar Bü yü k Tiyatroya gidiyordu, çü nkü Arvardan
vardığ ında, hemen hepsinin dev bir yeraltı otoparkının ağ zında
kaybolduklarını gö rdü . Kuyruktan ayrılıp ağ ır adımlarla binanın
yanında yü rü meye başladı. Ne beklediğ ini de pek bilmeden.
Ince, uzun bir siluet yaya geçidini aşıp kapıya tutundu. Şaşıran
arkeolog gö zlerini hayretle açarken, yabancı çoktan açıp içeri girmişti
bile.
— Ozü r dilerim, ama...
— Hişt! (Zoraki yolcusu koltuğ a bü zü lü p sinmişti.) Izlendiniz mi?
— Izlenecek miydim yani?
— Şaka etmeyin. Dosdoğ ru devam edin yola. Ben ne zaman sapmanız
gerektiğ ini sö ylerim size. Ne bekliyorsunuz kuzum?
Arvardan bu sesi tanıyordu. Genç kadının omuzlarına kadar inen
kapü şonunun altından çıkan saçları, açık kahverengiydi. Kara gö zleri,
ü zerine dikilmişti.
— Sü rmeye devam etseniz, daha iyi olur, dedi.
Arvardan sö yleneni yaptı. Bir çeyrek saat boyunca, sadece gidecekleri
yö nü tarif etmek için açtı ağ zını, başka bir şey sö ylemedi. Arkeolog,
genç kadının aklında kaldığ ından daha gü zel olduğ unu gö z ucuyla
sü zü p, sevindi adeta. Garip, ama şimdi hiç ö ke beslemiyordu ona.
Durdular -daha doğ rusu kadın yolcusunun emri ü zerine Arvardan
durdu- ve ıssız bir mahallede ö nce çevresini dikkatle sü zen genç kız
yeniden hareket etmesini işaret etti. Araç, tatlı meyilli bir ağ açlı yoldan
ö zel bir garaja doğ ru sü zü ldü . Kapısı ü zerlerine kapandı. Arabanın
tavanındaki ışıktan başka bir aydınlık yoktu içerde.
Pola, ciddi bir tavırla arkeoloğ un yü zü ne bakıp, konuştu:
— Sizinle tanık huzurunda olmadan konuşmak için bu yolu
seçtiğ imden dolayı ü zgü nü m, Dr. Arvardan. Bana saygınız olmadığ ını
biliyorum, ama...
— Aldırmayın, dedi bilgin, acemice.
— Mecburum buna. Ilk rastlaşmamız sırasında size karşı ne kadar
şımarıkça ve kö tü davrandığ ımı anladığ ımı bilmenizi isterim. Ozü r
dileyecek kelime dahi bulmakta gü çlü k çekiyorum.
— Yalvarırım size! (Ona doğ ru dö ndü .) Ben de her halde biraz daha
diplomatça davranmalıydım.
— Sö zü n kısası... (Pola olanca soğ ukkanlılığ ını toplayabilmek için
ö nce biraz duraladı.) Sizi aslında bunun için çağ ırmadım buraya. Siz,
iyilik ve soyluluk gö sterecek tanıdığ ım tek Yabancı'sınız ve yardımınıza
ihtiyacım var.
Arvardan'ın kalbi, soğ uk bir kılıfa kapatılmış gibi oldu. Demek buydu
ha?
— Oh! dedi soğ uk bir edayla.
— Hayır! diye bağ ırdı genç kız. Benim için bir şey istemeyeceğ im, Dr.
Arvardan. Bü tü n Galaktika için bir talepte bulunacağ ım. Şahsen ben
hiçbir şey istemiyorum.
— Nedir sorun?
— Once... Bizi izlediklerini sanmıyorum ama en ufak bir gü rü ltü
işitirseniz, lü tfen... lü tfen... (Gö zlerini ö nü ne eğ di.) Beni kollarınızın
arasına alıp... Ve... Anlıyorsunuz, değ il mi?
Sertçe başını salladı.
— Gü çlü k çekmeden yapabilirim sanıyorum bunu. Ama bunun için ille
de gü rü ltü işitmek şart mı?
Pola kızardı.
— Rica ederim benimle alay etmeyin ve niyetlerimi kö tü ye çekmeyin.
Burada bulunuşumuzun gerçek nedenini saklamak için başka çıkar
yolumuz yok.
— Durum o kadar ciddi mi?
Merakla genç kızın yü zü ne baktı. Oylesine genç ve zayıf gö rü nü yordu
ki. Insan ister istemez onu korumak ihtiyacını hissediyordu.
— Evet, çok ciddi. Size bazı şeyler anlatacağ ım ve eminim ö nce bana
inanmayacaksınız. Yine de inanmanızı istiyorum sizden, içtenliğ imi
kabul etmenizi bekliyorum. Ozellikle de ö ğ rendikten sonra bizimle
birlikte olmanızı istiyorum. Denemeyi kabul ediyor musunuz? Size bir
çeyrek saat sü re tanıyorum. Bu sü renin sonunda, bana
gü venilmeyeceğ ine karar verirseniz, ya da bu işe karışmaya niyetiniz
yoksa, ben de çeker giderim, bundan da bir daha bahsetmeyiz.
— Bir çeyrek saat ha? (Istemeyerek gü lü msedi, saatini çıkarıp ö nü ne
koydu.) Anlaştık.
Pola ellerini dizlerinin ü zerine koyup, aracın ö n camından tek gö rü len
yer olan garajın çıplak duvarına dikti bakışlarını.
Arvardan, dalgın, kızı ayrıntılarıyla seyre daldı çenesinin ince çizgisi,
takındığ ı sert tavırla tezat oluşturuyordu, ince ve biçimli burnu,
dü zgü n, parlak dişleri vardı: Dü nyalılara ö zgü ... Kızın kaçamak bakışını
yakalayınca, hızla başını çevirip, sordu: "Ne var?"
Kız yü zü ne bakıp, dudaklarını ısırdı.
— Sizi gö zlü yordum.
— Evet, fark ettim. Burnumun ü zerinde bir leke vardır.
— Hayır. (Arabaya girdiğ inden beri ilk defa gü lü msedi genç kız.)
Yalnız dü şü nmeden edemiyorum. Geçen gü nkü inatçılığ ımdan sonra
bana hâ lâ kızmadığ ınız için şaşıyorum. Ustelik siz bir Yabancısınız.
Anlayamıyorum. Genellikle Yabancılar patates çuvalına benzer.
— Ben benzemiyor muyum?
— Yo, hayır! (Pola'nın sesinde birden bir heyecan titreşimi
belirmişti.) Siz şeye benziyorsunuz... Bir antik çağ heykeline. Yalnız siz
hayat dolusunuz, mermerin soğ ukluğ u yok ü zerinizde. Ozü r dilerim,
çok patavatsızım.
— Yani ben sizin yerinde durmasını bilmeyen bir Dü nyalı kız
olduğ unuzu mu dü şü nü yorum demek istiyorsunuz? Gerçekten dost
olmamızı istiyorsanız, beni bö yle gö rmekten vazgeçmeniz gerekecek...
Ben radyoaktivite hakkındaki batıl inançlara inanmıyorum. Dü nya
atmosferinin radyoaktivitesini ö lçtü m, laboratuvar hayvanları
ü zerinde deneyler yaptım ve normal koşullar altında radyoaktiviteden
çekinmem için bir sebep olmadığ ı sonucuna vardım. Iki aydır
Dü nya'dayım ve hiçbir rahatsızlık duymadım. Saçlarım dö kü lmü yor
(bir tutam saçını kopartacakmış gibi bir jest yaptı.), belim ağ rımıyor ve
dö l bereketimin etkilendiğ ini de sanmıyorum. Yalnız itiraf edeyim, bu
konuda bazı ö nlemler aldım. Ancak kurşun kü lotlar fark edilmiyor.
Arvardan bunları çok ciddi bir tavırla sö ylemişti ve Pola
gü lü msemekten alamadı kendisini.
— Sanırım siz biraz delisiniz.
— Sahi mi? Pek çok ü nlü ve zeki arkeoloğ un da aynı şeyi sö ylediğ ini
bilseydiniz, çok şaşırırdınız.
— Şimdi beni dinlemeye hazır mısınız? Bir çeyrek saat geçti bile.
— Siz ne dersiniz?
— Hiç kuşkusuz beni dinleyeceksiniz. Yoksa buraya gelmezdiniz. Hele
o davranışımdan sonra...
— Yanınızda oturup beklemek için bü yü k çaba gö sterdiğ imi ilan mı
dü şü nü yorsunuz? Eğ er ö yleyse, yanılıyorsunuz. Pola, sizin kadar
bü yü leyici bir kızı hiç, ama hiç gö rmediğ imi açıkça sö ylemek isterim.
Genç kız, gö zlerinde dehşet dolu bir ifadeyle birden başını kaldırdı.
— Yo, rica ederim! Benim aradığ ım şey bu değ il. Bana inanmıyor
musunuz?
— Evet, size inanıyorum. Bana istediğ inizi sö yleyin, yapayım. Size
inanacağ ım ve yardım da edeceğ im.
Içten konuşuyordu. O anda Imparatoru bile iktidardan dü şü rmeye
kalkışabilirdi. Şimdiye kadar asla sevmemiş, â şık olmamıştı. Birden
donup kaldı. Bu sö zcü ğ ü ilk kez kullanıyordu.
Aşık olmak mı? Dü nyalı bir kıza mı?
— Babamı gö rdü nü z mü , Bay Arvardan?
— Dr. Shekt, babanız mı?.. Bana lü tfen Bel diye seslenin. Ben de size
Pola diyeceğ im.
— Istiyorsanız, denerim. Ona biraz kızıyorsunuz değ il mi?
— Bana pek nazik davranmadı.
— Davranamazdı ki. Gö zetleniyor. Aslında ikimiz sizi kapı dışarı
atması, sonradan da benim burada sizinle buluşmamız için ö nceden
anlaşmıştık. Burası bizim ev, biliyor musunuz? Beni dinleyin... (Sesi, bir
fısıltıya dö nü şmü ştü .) Dü nya, isyana hazırlanıyor.
Arvardan bir an için aklından alay etmeyi geçirdi.
— Yok canım? diye bağ ırdı, gö zlerini iri iri açarak. Bü tü n Dü nya mı?
Fakat alaycılığ ı, Pola'nın birden boşanmasına yetti:
— Benimle alay etmeyin! Bana, beni dinleyeceğ inizi ve bana
inanacağ ınızı sö ylemiştiniz. Dü nya ayaklanacak ve durum çok ciddi,
çü nkü bü tü n imparatorluğ u yıkabilir.
— Mü mkü ndü r. (Arvardan deliler gibi gü lmemek için kendisini zor
tuttu.) Pola, iyi galaktografya bilir misiniz?
— Herkes kadar iyi bilirim, bay Profesö r. Ama ilişkiyi anlayamadım.
— Açıklayayım. Galaktika'nın hacmi, birçok milyon ışık yılı kü ptü r,
içinde iki yü z milyon hayat olan gezegen vardır. Nü fusu da yaklaşık beş
yü z katrilyona yakındır. Tamam mı?
— Siz sö ylediğ inize gö re, ö yledir.
— Doğ ruyu sö ylü yorum. Bana gü venin. Dü nyaya gelince, yirmi milyon
nü fusu olan tek bir gezegendir ve kaynaklardan yoksundur. Başka bir
deyimle, her Dü nyalıya karşı, yirmi beş milyar Galaktikalı vardır.
Avantajı bire yirmi beş milyar olan bir imparatorluğ a karşı Dü nya ne
kö tü lü k edebilir ki?
Pola bir an bu mantığ a inanacak gibi oldu, ama bu kararsızlığ ı kısa
sü rdü .
— Bunu inkâ r edemem elbette Bel, ama babam edebilir. Hayatımın
tehlikede olabileceğ ini dü şü nerek, bana can alıcı ayrıntıları açıklamadı.
Ama şimdi bunu yapmaya hazır, elbette benimle gelirseniz. Bana yalnız
Dü nya'nın elinde Dış Dü nyalar'daki bü tü n hayatı yok edecek imkâ nlar
olduğ unu sö yledi ve bu konuda yanıldığ ını da sanmıyorum. O hiçbir
zaman yanılmamıştır.
O kadar heyecanlıydı ki, yanakları al al olmuştu ve Arvardan bunları
okşamak için çıldırıyordu. (Oysa ilk ona dokunduğ unda, dehşet içinde
kalmıştı. Ne oluyordu bö yle?)
— Saat onu geçti mi? diye sordu Pola.
— Evet.
— Oyleyse babam yukardadır... Eğ er tutuklamadılarsa. (Istemeyerek,
endişeyle çevresini sü zdü .) Garajdan doğ ru eve geçebiliriz ve benimle
gelmek isterseniz...
Eli, kapı tokmağ ına uzanmıştı bile. Birden kaskatı kesilip durdu, çatlak
bir sesle konuştu:
— Gelen biri var... Oh! Çabuk...
Fakat çok uzaklaşamadı. Arvardan, bö yle bir durumda kızın ne
yapması gerektiğ ini sö ylediğ ini hemen hatırlamıştı. Ona kollarıyla
sarılıp, ılık ve yumuşak vü cudunu kendi bedenine yapıştırdı. Genç kızın
dudakları şimdi Arvardan'ın dudakları karşısında titriyordu.
On saniyeyi aşkın bir sü re, Arvardan lambanın ışığ ını gö rene dek
gö zlerini çevirdi durdu. Ilk adım seslerini işitmek için kulak kabarttı.
Fakat kalbinin atışları karşısında adeta mest olup, her şeyi unuttu.
Pola, dudaklarını uzaklaştırdı, ama genç bilgin hiç çekinmeden yine
yapıştırdı dudaklarını. Sıkı sıkı sarılınca, genç kız da ona ayak uydurdu
ve kucaklaşmaları, kalpleri aynı heyecanla atmaya başlayana dek sü rdü .
Uzun bir sü re sarmaş dolaş kaldılar. En sonunda ayrıldılar, ama
yanakları hâ lâ yapışıktı birbirine.
Arvardan o zamana kadar hiç â şık olmamıştı. Ama bu sefer kelimeyi
anımsayınca, sıçramadı. Ister Dü nyalı olsun ister olmasın, Pola'nın
bü tü n Galaktika'da bir eşi daha olamazdı.
— Herhalde tra ik gü rü ltü sü ydü , dedi mutlu ve huzurlu bir sesle.
— Hayır, diye cevap verdi genç kız, bir nefeste. Ben hiçbir şey
işitmemiştim ki.
Arkeolog, Pola'yı omuzlarından yakalayarak geriye yatırdı, ama genç
kızın bakışları hiç sarsılmadı.
— Kü çü k şeytan! Ciddi mi sö ylü yorsun?
Pola'nın gö zlerinde kıvılcımlar yandı.
— Beni ö pmenizi istemiştim. Pişman da değ ilim.
— Iyi, iyi, siz beni ne zannettiniz? Bu zahmetim için, ben yine
ö peceksiniz şimdi. Çü nkü bu sefer de ben istiyorum.
Ikinci ö pü şmeleri uzun, çok uzun sü rdü . Sonra Pola birden kollarından
sıyrıldı. Saçlarını dü zeltti, kesin jestlerle giysilerine çeki dü zen verdi.
— Sanırım artık çıksak iyi olacak. Lambayı sö ndü rü n. Benim bir kalem
fenerim var.
Arvardan, onun ardından araçtan çıktı.
— Elimi tutun, Bel. Ilerde bir merdiven var.
— Sizi seviyorum, Pola, diye fısıldadı arkeolog.
Kelimeler ağ zından ö ylesine dö kü lü vermişti ve içtenlik doluydu.
Yineledi:
— Sizi seviyorum.
— Beni tanımıyorsunuz bile, alçak sesle cevap verdi Pola.
— Ne mü nasebet! Sizi ezelden beri tanıyorum, Pola. Yemin ederim. Iki
aydır yalnız sizi dü şü nü yorum. Sizi hayal ediyorum. Yemin ederim.
— Ben bir Dü nyalı kızım, efendim.
— Bü tü n sorun bu olsun! Ben de dü nyalı olurum. Istersen sına beni.
Durup, tatlılıkla elindeki fenerle yü zü nü aydınlatmaya zorladı. Yü zü
kızarmış ve gö zyaşları içindeydi Pola'nın.
— Niçin ağ lıyorsunuz?
— Çü nkü babam size her şeyi anlattığ ı zaman, bir Dü nyalı kızı
sevemeyeceğ inizi anlayacaksınız da, ondan!
— Bu konuda da sınanmaya hazırım.

15
Dünya'nın Silahları

Shekt, Arvardan'ı birinci katın dip tarafındaki bü tü n pencereleri


karartılmış bir odasına buyur etti. Pola zemin katındaki bir koltuğ a
oturmuş, ıssız sokağ ı gö zlü yordu.
Biyo izikçinin kambur silueti, on saat ö nce gö rdü ğ ünü n aynı değ ildi
artık. Yü z ifadesi hâ lâ dalgın alabildiğ ine bitkindi, ama Arvardan
ö nceden sezinlediğ i kararsızlık ve endişeden eser gö rmü yordu şimdi.
Hatta meydan okuyan bir hali vardı.
— Bu sabah size gö sterdiğ im soğ uk karşılama için ö zü r dilerim, Dr.
Arvardan, dedi emin bir sesle.
Shekt oturdu ve elini masadaki şarap şişesine uzattı. Fakat arkeolog
eliyle reddetti.
— Bir sakıncası yoksa, ben şu meyvalardan rica edeceğ im. Nedir
bunlar? Şimdiye kadar benzerini gö rdü ğ ümü hiç sanmıyorum.
— Bir tü r portakal. Dü nya'dan başka bir gezegende yetiştiğ ini
sanmıyorum. Kabuğ u da çok kolay soyulur.
Soyup uzattığ ı portakalı Arvardan aldı, kokladıktan sonra ısırdı ve
hayretle bağ ırdı:
— Ne is bir şey bu, Dr. Shekt. Dü nya, bu meyvayı ihraç etmeyi hiç
dü şü nmedi mi?
— Eskiler, Dış Dü nya ile ticaretten yana değ il, dedi asık bir suratla
Shekt. Komşu gezegenler de bizimle ticaret yapmayı pek sevmiyorlar.
Bu, karşılaştığ ımız gü çlü klerin yalnız bir yü zü .
— Aptallık bu! Insan aklının bazen ne marifetleri olduğ unu gö rü yorum
da, insan zekâ sına olan inancım sarsılıyor.
Shekt, tevekkü lle omuzlarını silkti.
— Korkarım bu Dü nya dü şmanlığ ının çeşitli yü zlerinden yalnız biri.
Bu dü şmanlığ ın çö zü mü de imkâ nsız.
— Bence kimse bir çö zü m aramadığ ı için sorun çö zü lmez gibi
gö rü nü yor. Kine kin duygusu, galiba evrensel bir felaket. Dü nyalılar
gerçekten karşılıklı eşitlik ve hoşgö rü istiyorlar mı? Hayır! Bü yü k
çoğ unluğ u sadece dorukta olmanın peşinde.
— Sö ylediklerinizde bü yü k gerçek payı var, bunu inkâ r edemem, dedi
ü zü ntü yle Shekt. Ancak bu olayların bir gö rü ntü sü . Bize sadece imkâ n
verin, gelecek Dü nya kuşakları bü tü n kalbiyle insanoğ lunun tekliğ ine,
birliğ ine inanacaktır. Sindirimciler, hoşgö rü den yana ve anlaşmaya
taraftar kişiler olarak, birden çok defa hesaba katılacak bir gü ç haline
gelmeyi başarmışlardır. Ben de onlardan biriyim, daha doğ rusu idim.
Oysa bugü n Dü nyayı sultalarına alanlar, kendilerinin bir şey olduğ unu
sanan sersemler. Aşırı milliyetçiler olarak, geçmiş ve gelecekteki
egemenliklerinin rü yasında yaşıyorlar, imparatorluğ u onlardan
korumak gerek.
Arvardan'ın kaşları çatıldı.
— Pola'nın bana bahsettiğ i şu ayaklanmadan mı sö z ediyorsunuz?
— Galaktika'nın Dü nya tarafından fethedileceğ ine birini inandırmak,
kolay şey değ il Dr. Arvardan, dedi asık bir suratla Shekt. Ancak bu
gerçeğ in ifadesidir. Fizik cesaret benim işim değ il ve ben yaşamayı çok
istiyorum. Beni şu anda bir ihanete zorladığ ına gö re, durumun ne kadar
ciddi olduğ unu takdir edebilir misiniz? Ustelik bunun tehlikesini de gö z
ö nü ne getirin: Çü nkü otoritenin gö zleri, benim ü zerimde.
— Durum bu kadar ciddiyse, sizi ö nceden uyarmam daha yerinde olur.
Size yardım edeceğ im, ama bunu basit bir Galaktika vatandaşı olarak
yapabilirim. Benim resmı̂ hiçbir sıfatım yok ve saray, hatta vali
çevrelerinde de etkili olabilecek hiç kimseyi tanımıyorum. Ben, tam
gö rü ndü ğ üm adamım işte. Bilimsel bir keşif heyetinin başında olan bir
arkeolog. Amacımız da tamamen kişisel bir dü şü nceye dayalı gerçekleri
ortaya çıkartmak. Siz bir ihanetin sö z konusu olduğ unu ifade ettiğ inize
gö re, acaba Valiye başvursanız, daha yerinde olmaz mı? O gerçekten bir
şeyler yapabilir.
— Işte ben de bunu yapamam. Eskiler, zaten bö yle bir olasılığ a karşı
beni gö zetliyorlar. Bu sabah beni ziyarete geldiğ inizde, bir aralık sizin
bir aracı bile olduğ unuzu dü şü ndü m. Enniyus'un kuşkulandığ ını
sandım.
— Belki de şü phelenmiştir, ama size temin edemem bunu. Her neyse,
ben aracı da değ ilim. Tek başımayım. Bana gerçekten sırrınızı vermek
niyetindeyseniz, seve seve onu gö rmeye gidebilirim.
— Teşekkü r ederim. Benim bü tü n istediğ im de bu. Bir de Dü nyaya
karşı girişilecek cezalandırma hareketinde, sertliğ e kaçılmaması.
— Bana gü venebilirsiniz.
Arvardan rahatsız olmuştu. Paranoyaya mü ptela, garip ve beyni
sulanmış bir ihtiyarla tartıştığ ı inancı vardı içinde. Ancak başka
seçeneğ i yoktu. Kalıp dinlemek ve adamın bu zararsız abuk-
sabukluğ unu teskin etmek zorundaydı Pola için.
— Bana bu sabah sinaptik ampli ikatö rü n varlığ ından haberiniz
olduğ unu sö ylemiştiniz, Bay Arvardan.
— Evet. "Fizik Dergisi"nde çıkan makalenizi okudum. Ayrıca
buluşunuz hakkında Vali ve Yü ksek Bakan'la da konuştum.
— Yü ksek Bakan'la mı?
— Elbette. Sizinle gö rü şme izni alabilmek için beni tavsiye eden
mektubu almak için onu ziyarete gitmiştim. Ama siz mektuba bakmayı
reddettiniz.
— Tekrar ö zü r dilerim. Ama keşke ona hiç... Neyse, bu aygıt hakkında
aslında ne biliyorsunuz?
— Ilginç bir başarısızlık olduğ unu biliyorum. Amacı, insanın ö ğ renme
yeteneğ ini geliştirmek. Fareler ü zerinde olumlu sonuçlar vermiş, ancak
insanlar ü zerinde denendiğ inde, iyaskoyla bitmiş.
— Evet. O yazıdan başka bir sonuca varamazdınız zaten, dedi asık
suratla Dr. Shekt. Bunun bir başarısızlık olduğ u sö ylentisi yayıldı ve
kasten olumlu sonuçları hasıraltı edildi.
— Hımmm... Işte bilimsel doğ ruluğ a karşı ender bir davranış, Dr.
Shekt.
— Kabul ediyorum. Ama ben elli altı yaşındayım ve Dü nya'da geçerli
â detleri biliyorsunuz, fazla ö mrü m kalmadığ ını anlarsınız...
— Altmış Yaş Yasası mı? Evet, bana bundan bahsettiler
istemediğ imden fazlasını dinledim. Ancak bildiğ im kadarıyla bazen
istisnalar uygulanıyormuş. Ozellikle ü nlü bilginlere.
— Oyle, ama buna itirazsız Eskiler Konseyi ve Yü ksek Bakan karar
veriyor. Bu konuda Imparator bile yetkisiz. Hayatıma karşılık iyat
olarak benden ampli ikatö rü bir sır olarak saklamam ve geliştirmek
için çok çalışmamı istediler. (Ihtiyar, aciz bir edayla kollarını yukarı
kaldırdı.) Makinemin hangi amaçla kullanılacağ ını nereden bilebilirdim
ki?
— Hangi amaç için?
Arvardan bir sigara aldı, Shekt ise uzattığ ı sigarayı reddetti.
— Sizden birkaç saniye daha sabretmenizi rica ediyorum. Deneylerin
sonunda insanların da bu aygıtla tehlikesizce tedavi edilebileceğ ine
kanaat getirince, Dü nyalı bazı biyoloji bilginleri, ampli ikatö rden
geçtiler. Yalnız yeteneksiz kişiler olduklarını bildiğ im kişiler. Aşırı
milliyetçiler. Hepsi de yaşadılar, ancak bir sü re sonra bazılarında yan
etkileri gö rü ldü . Bunlardan birini tedavi etmem için bana getirdiler.
Onu kurtarmayı başaramadım, ama can çekişirken hezeyan şeklindeki
konuşmaları sırasında, bana her şeyi anlattı.
Gece yarısı yaklaşıyordu. Gü n uzun sü rmü ş ve olaylarla dolu geçmişti.
Ancak Arvardan'ı kışkırtan bir şey vardı ve gerilimli bir sesle sordu:
— Gerçek olayı anlatırsanız, memnun olurum.
— Yalvarırım sabırlı olun. Bana inanmanız için olayların kö kü ne
inmem şart. Elbette Dü nya'nın çok ö zel bir çevresi olduğ unu
biliyorsunuz radyoaktivitesi...
— Evet, bu sorunu iyi biliyorum.
— Peki, bu radyoaktivitenin gezegenle onun ekonomisi ü zerindeki
etkisini?
— Elbette.
— Bu durumda, bu konu ü zerinde durmayacağ ım. Sadece
değ işikliklerin gelişinin Dü nya'da Galaktika'nın diğ er yö relerinden
daha kuvvetli olduğ unu belirtmekle yetineceğ im. Orneğ in
dü şmanlarımız Dü nyalıların farklı olduklarını ileri sü rdü kleri zaman, bu
hakaret bir bakıma bilimsel bir gerçek sayılıyor. Aslında değ işiklikler
ufak çaplı ve genellikle de yaşama savaşı için meydana gelmiş şeyler.
Orneğ in Dü nyalıların kimyasal yapıları, onları çevrelerine karşı daha
dirençli hale getirmiş. Radyasyona karşı daha az duyarlılar. Yanan
dokuları daha çabuk kabuk bağ lıyor.
— Bü tü n bunları biliyorum, Dr. Shekt.
— Peki, bu değ işim sü recinin Dü nya'da insandan başka yaratıklar için
de geçerli olduğ unu biliyor musunuz?
— Doğ rusu sö ylemek gerekirse, hayır, dedi kısa bir sessizlikten sonra
Arvardan. Ama siz şimdi sö yledikten sonra, bu da bana kaçınılmaz gibi
geldi.
— Evet, ö yle. Galaktika'da hayatın var olduğ u herhangi bir gezegene
kıyasla, bizim canlıların çeşitliliğ i, daha zengindir. Biraz ö nce yediğ imiz
portakal, başka hiçbir yerde bulunmayan bir çeşittir. Bu meyvanın
ihracını engelleyen de bu işte. Yabancılar bizden çekindikleri için, bu
değ işikliklerden de korkuyorlar. Biz de buna karşılık ö zelliklerimizi
kıskançça kendimize saklıyoruz. Hayvanlar ve bitkiler için geçerli olan
uygulama, elbette mikroskopik yaşam için de geçerli.
Bu kez Arvardan'ın içinden bir korku dalgası yü kseldi.
— Yani... Bakterileri mi dü şü ndü nü z?
— Ilkel yaşamın her tü rü nü . Protozoerler, bakteriler ve bazılarının
virü s dedikleri kendi kendilerine ü reyen proteinler.
— Sö zü nereye getirmek istiyorsunuz?
— Yanılmıyorsam, şimdi bir ikir sahibi oldunuz Dr. Arvardan. Birden
pek ilgilenmiş gö rü nü yorsunuz. Dü nyalı olmayanlarda, Dü nyalıların
ö lü m taşıdıkları, onlarla ilişkide olmanın intihar sayılacağ ı, kısacası
Dü nyalılara kö tü gö zle bakmak gerektiğ i inancı yaygın...
— Biliyorum, ama batıl bir inanç bu.
— Tamamıyla değ il, asıl dram da burada. Bü tü n halk inançları gibi,
bunda da bir parçacık olsun gerçek payı var. Bir Dü nyalının
organizmasında, bazen Yabancıların duyarlı olabildiğ i, ama
diğ erlerinden çok farklı bir mikroskopik parazit bulunabiliyor. Bundan
sonrası, tamamen biyolojik bir olay, Dr. Arvardan.
Arkeolog ses çıkartmayınca, Shekt devam etti:
— Doğ al olarak, bazen biz de yakalanıyoruz. Radyoaktif sislerden
kopan yeni tü r bir mikrop, gezegende salgınlara sebep oluyor. Ama
Dü nyalılar buna yanıt verebiliyorlar. Kuşaklar boyunca, her tü r mikrop
ve virü se karşı savunma ö nlemleri geliştirdik ve gö rdü ğ ünü z gibi
hayatta kalabildik. Yabancılar ise buna fırsat bulamadılar.
— Yani demek istiyorsunuz ki... diye birden kendisini çok zayıf
hisseden Arvardan konuştu, yani şu anda sizinle temasta bulunmamız,
sizce...
Iskemlesini itti. Pola ile ö pü şmelerini hatırladı.
— Hayır efendim, dedi başını sallayan Shekt. Elbette hayır.
Hastalıkları yaratmıyoruz. Yalnız aracıyız. Hatta taşıyıcı bile ender
oluyoruz. Ben sizin dü nyanızda yaşasaydım, artık mikrop taşıyıcı
olmayacaktım. Tıpkı sizler gibi. Çü nkü bir yatkınlığ ım olmayacaktı.
Burada bile katrilyon kere katrilyon mikrop arasında ancak bir teki
tehlikeli çıkıyor. Sizin mikrop kapma ihtimaliniz, bu evin damını bir
meteoritin delip geçmesinden bile zayıf. Elbette sö z konusu tehlikeli
mikropları bulup, kasıtlı olarak ü retmek koşuluyla.
Yine bir sessizlik çö ktü odaya, ilkinden daha uzun sü ren bir sessizlik.
En sonunda Arvardan boğ uk bir sesle sordu:
— Dü nyalılar yaptılar mı bunu?
Karşısındakini paranoyaya kapılmış biri gibi gö rmekten vazgeçmişti
artık, inanmaya hazırdı.
— Evet, ama başlangıçta bunu masum amaçlar için gerçekleştirdiler.
Biyoloji bilginlerimiz, doğ al olarak ö zellikle Dü nya'daki yaşamın
niteliklerini araştırıyorlardı ve son olarak da, hummanın virü sü nü izole
ettiler.
— Nedir o?
— Basit bir deri hastalığ ı. Daha doğ rusu, bizim için basit. Dü nyalıların
çoğ u çocukluklarında bu hastalığ ı geçirir, belirtileri de pek ciddi
değ ildir. Biraz ateş, deride sonradan geçen kabarcıklar, eklemlerde
iltihap ve bunlara eşlik eden, rahatsız edici bir susama. Hastalık dö rt ile
altı gü n arasında geçer, hasta bağ ışıklık kazanır. Ben de geçirdim. Pola
da. Hastalığ ın bir de daha şiddetli tü rü vardır. bazen ortaya çıkar, Bü yü k
bir olasılıkla virü sü n biraz değ işik bir tü rü nü n eseridir. Buna radyasyon
humması denir.
— Radyasyon humması mı? Bunu işittimdi.
— Sahi mi? Yanlış olarak bu hastalığ a, radyoaktif alanlara girildiğ i
zaman yakalanıldığ ı inancı vardır.
— Aslında hastalık bu bö lgelerin karşısında çok kalındığ ı zaman
ortaya çıkar, ama bu virü sü n bu ortamda daha şiddetli seyreden tü rü ne
zemin hazırlamasından kaynaklanır. Ama hastalığ a sebep olan, yine
virü stü r, radyasyonlar değ il. Hastalığ ın belirtileri iki saat içinde ortaya
çıkar. En çok dudaklar etkilendiğ inden, hasta konuşamaz, birkaç gü n
içinde de ö lü r.
— Şimdi en ö nemli noktaya geliyorum, Dr. Arvardan. Dü nyalılar,
hummaya karşı bağ ışıklık kazanmışlardır, ama Yabancılar, asla. Zaman
zaman imparatorluk Muhafız Birliğ i'nden biri hastalığ a yakalanır, o
zaman hastalığ a karşı, bir Dü nyalının radyasyon hummasına
yakalanması gibi tepki gö sterir. Genellikle hasta, ilk on iki saat içinde
ö lü r. Ceset, Dü nyalılar tarafından yakılır. Çü nkü diğ er askerler cesede
yaklaşırlarsa, ö lü m onlar için de kaçınılmazdır.
"Size ö nceden de dediğ im gibi, bu virü s yaklaşık on yıl ö nce izole
edildi. Bir nü leprotein olan bu virü s, dikkati çekecek kadar çok
radyoaktif karbon, kü kü rt ve fosfor içermek ö zelliğ ine sahiptir. Dikkati
çekecek kadar diyorum, çü nkü radyoaktif karbon, kü kü rt ve fosforun
oranı, yü zde ellidir. Girdiğ i organizmadaki etkileri, virü sü n
toksinlerinden çok, bu cisimlerin yayılmasından kaynaklanıp. Gamma
ışınlarına karşı ayak uydurabilmiş olan Dü nyalıların virü sten ha if
çapta etkilenmeleri, mantığ a uygun geliyordu. Bu virü s ü zerinde
yapılan ilk araştırmalar, radyoaktif izotopların yoğ unlaşma
mekanizmasını saptamayı amaçlıyordu. Bildiğ iniz gibi bu izotopları
çok uzun ve ağ ır bir yö ntemle kimyasal olarak ayırmak, imkâ nsızdır. Bu
virü sten başka hiçbir organizma, bunu başaramamaktadır. Ancak
çalışmalar zamanla amacından saptı.
"Kısa keseceğ im, Dr. Arvardan. Sanırım bundan sonrasını siz de
tahmin edebiliyorsunuz. Deney ancak dü nya dışı kö kenli hayvanlar
ü zerinde yapılabiliyordu, ama Yabancılar ü zerinde değ il. Bunların yok
olduklarının fark edilmesi de doğ aldı, çü nkü sayıları çok azdı. Ayrıca
tasarı erkenden açıklanamazdı. Bu nedenle sinaptik ampli ikatö rde
tedavi edilmek ü zere bana bir grup bakteriyolog gö nderildi. Bu sayede
bunların zihnı̂ sü reçleri umulmadık biçimde geliştirildi, işte
proteinlerin kimyasını ve bağ ışıklığ ı yeni bir matematik saldırıyla
gerçekleştirenler onlar oldu. Bö ylece yalnız Yabancılara karşı etkili olan
yeni bir virü s tü rü yaratıldı. Bugü n bu virü slerden billur halinde
tonlarcası depolanmış durumda.
Arvardan dehşet içindeydi. Şakaklarından ve alnından aşağ ı terler
akıyordu.
— Eğ er yanlış anlamıyorsam, diye kekeledi, Dü nya bu virü sü
Galaktika'ya salmak ve dev bir bakteriyolojik savaş başlatmak
niyetinde...
— Ve biz bu savaşı kaybedemeyiz, siz de kazanamazsınız. Salgın
başlar başlamaz, her gü n milyonlarca insan ö lmeye başlayacak ve
hiçbir şey bunu durduramayacak. Paniğ e kapılıp uzaya kaçanlar,
bagajlarında virü sü taşıyacaklar, siz de insanların yaşadığ ı gezegenleri
bü tü nü yle ortadan kaldırmaya teşebbü s etseniz bile, hastalık diğ er
yerleşme merkezlerinde yeniden ortaya çıkacak. Bu salgının ardında
Dü nya'nın parmağ ı olduğ una inanmak için de hiçbir sebep yok. Biz
hastalığ a yakalanmadığ ımız için şü phelenecek olsalar bile, salgının
verdiğ i zarar o kadar bü yü k boyutlara ulaşmış olacak ki, Yabancılar'ın
içine dü ştü ğ ü umutsuzluk ve korku, hiç bir şeye yaramayacak.
— Hepimiz ö lecek miyiz?
— Belki hayır. Yeni bakteriyoloji, iki yö nde çalışıyor. Virü sü n
antitoksini de var ve bunu ü retme imkâ nlarına sahibiz. Galaktika'nın
çabuk teslim olması halinde, belki kullanılabilir. Ayrıca çok uzak ve ıssız
bö lgelerdeki bazı gezegenlerin salgından etkilenmemesi, hatta
bazılarında doğ al bir bağ ışıklığ ın olması bile mü mkü ndü r.
Shekt'in sesi titrek ve kısık çıkıyordu. Uzerine inme inmişe dö nen
Arvardan ise, sö zlerinin doğ ruluğ undan hiç şü phe etmiyordu artık.
— Bu girişim aslında Dü nyaya ait değ il, diye devam etti izikçi, ama
kendilerini Galaktika'nın adeta dışında bırakanlara karşı bir avuç
fanatik yö neticinin kininden kaynaklanıyor.
— Onlar bu işi başlatınca, bü tü n Dü nya da peşlerinden gitmek
zorunda kalacak. Başka ne yapabilir ki? Cü rmü n boyutları ö ylesine
inanılmaz boyutlara erişecek ki, daha sonra cezalandırılmak korkusu
içinde, Galaktika'nın en ü cra yerlerini bile ortadan kaldırmak
isteyeceklerdir.
Bununla birlikte, ben bir, Dü nyalı olmaktan da ö nce, bir insanım.
Birkaç milyon insan uğ runa, trilyonlarca insanın ö lmesi gerekir mi?
Bü tü n bir Galaktika'ya yayılmış olan bir uygarlığ ın, ne kadar meşru
olursa olsun, bir gezegenin kindarlığ ı uğ runa yıkılması gerekir mi? Hem
sonra, sanki daha mı iyi olacağ ız? Kudret, yine zengin dü nyaların elinde
olmaya devam edecek, bizim ise gerekli kaynaklarımız yok. Dü nyalılar
belki Trantor'da bir kuşak boyu iktidarda kalacaklar, ama onların
çocukları da Trantorlu olacak ve sıraları gelince, onlar da Dü nyalılara
kü çü mseyerek bakacaklar. Ayrıca, Galaktika'nın zulmü yerine,
Dü nya'nın zulmü nü n egemen olması, insanlığ a ne kazandıracak? Hayır...
Hayır... insanlar için adalet ve ö zgü rlü ğ ü sağ layacak çok daha iyi bir şey
olabilmeli...
Shekt, yü zü nü ellerinin arasında sakladı, ağ ır ağ ır ö ne, arkaya doğ ru
sallanmaya başladı.
Onu bir sis perdesinin ardındaymış gibi dinleyen Arvardan,
mırıldandı:
— Sizin bu yaptığ ınız bir ihanet değ il, Dr. Shekt. Ben derhal Everest'e
gidiyorum. Vali, bana inanacaktır. Inanması gerek.
O bunları sö ylerken, telaşlı adım sesleri duyuldu ve Pola, korkudan
bü tü n yü z hatları gerilmiş halde, kapıyı açık bırakarak içeri daldı.
— Baba... Adamlar geliyor... Bahçedeler...
Fizikçi bembeyaz oldu.
— Çabuk, Dr. Arvardan! Garajdan! (Hızla itti adamı.) Pola'yı da
gö tü rü n ve benim için endişe etmeyin. Ben onları durdururum.
Ancak arkalarını dö ndü klerinde, sırtında yeşil bir giysi, dudaklarında
sinsi bir tebessü mle duran ve elindeki nö ronik copu kayıtsızca sallayan
bir adamla karşılaştılar. Giriş kapısı yumruklandı, merdivenler ayak
sesleriyle çatırdadı.
— Kimsiniz siz? diye yeşil elbiseli adama sordu Arvardan.
— Ben mi? Ben Ekselans Yü ksek Bakan'ın alçak gö nü llü sekreteriyim.
(Ilerledi.) Adeta biraz fazla bekledim. Adeta! Bak hele! Bir de kadın var!
Ne ihtiyatsızlık.
— Ben Galaktika vatandaşıyım, dedi Arvardan. Beni tutuklamanıza,
hatta arama emri olmadan, yasa dışı yollardan bu eve girmenize itiraz
ediyorum.
Sekreter, boş eliyle gö ğ sü ne vurdu.
— Ben bu gezegende kanun ve nizamı temsil ediyorum, kısa bir sü re
sonra da bü tü n Galaktika'da edeceğ im. Schwartz dahil, hepinizi tespit
ettiğ imizi bilin.
— Schwartz mı? diye Shekt ve Pola hemen aynı anda bağ ırdılar.
— Şaşırdınız mı? Gelin, sizi onun yanına gö tü reyim.
Copun yıldırımdan farksız etkisi, Arvardan'ı ıstırabın kızıllığ ına
sü rü klemeden ö nce son gö rdü ğ ü şey, yeşil elbiseli adamın yü zü ndeki
tebessü mü n genişlediğ iydi.

16
Kampınızı Seçin

Aynı saatlerde Schwartz, "Islah Sarayı"nın yer altı odalarından birinde,


rahatsız bir sıraya oturmuş, sabırsızlanıyordu.
Kısaca "Saray" diye adlandırılan yapı, kayalık bir tepenin ü zerine inşa
edilmişti ve Yü ksek Bakan'la çevresinin otoritesini temsil ediyordu.
Imparatorluk otoritesine karşı çıkan suçlu Dü nyalılar da buraya
kapatılırdı.
Yü zyıllar boyunca, birçok Dü nyalı ö mü rlerinden çok yaşamaya
kalkıştıkları, sahte belge dü zenledikleri için bu binanın duvarları
arkasına atılıp, yargılanmalarını beklemişti. Konsey tarafından verilen
ö lü m cezaları da yine bu uğ ursuz gö rü nü şlü binada infaz edilirdi.
Elbette Schwartz'ın bü tü n bunlardan haberi bile yoktu. Saçsız başını
kaşıdı. Firar girişimi kıyameti kopartmış, sonunda burada bulmuştu
kendisini.
Neyse ki oyalanmak için akıl bü tü nleşmesi yeteneğ i vardı hâ lâ .
Bu da iyi miydi? Yoksa kö tü mü ?
Çiftlikte, aslını bilmediğ i ü rkü tü cü ve garip bir yetenek niteliğ indeydi.
Şimdi ise, incelenmesi gereken pratik bir ilgi uygulaması halini almıştı.
Hapse atılmasını sindirmekten başka yapacak hiçbir şeyi olmadığ ı şu
son yirmi dö rt saat içinde, aklını yitirebilirdi de. Aslında, gelip geçen
gardiyanlarla temas kurabiliyor, bitişik koridorlarda gelip geçen
muhafızlara ulaşabiliyor, sarayın uzaktaki kumandan odasına zihnı̂
dalgalar gö nderebiliyordu. Kitap karıştırır gibi kafalarının içini
okuyabiliyor, kuru ceviz gibi ikiye ayırdığ ı beyinlerinin içinden
geçenleri inceliyordu.
Bu sayede Dü nya ve imparatorluk hakkında çok şeyler ö ğ renebilmişti.
Çiftlikte geçirdiğ i iki ay içinde daha çok şey de ö ğ renebilirdi. Bü tü n
bunlar arasında bir ayrıntıya dö nü p dolaşıp geliyordu hep: Olü me
mahkû m edilmişti.
Bu apaçık ortadaydı.
Belki bugü n, belki yarın idam edeceklerdi kendisini, ama ö leceğ i
muhakkaktı.
Kaderini kabul ettikten sonra, Schwartz adeta rahatlamıştı biraz.
Kapı açılınca, dehşetle ayağ a fırladı. Insanın aklı ö lü me razı olabilir,
ama vahşi bir hayvandan farksız bedeni, akla karşı çıkar hep. Vakit
gelmişti demek!
Hayır. Henü z değ il. Schwartz'ın algıladığ ı bü tü nleşmede, ö lü me yer
yoktu. Gelen, bir muhafızdı. Elindeki maden çubuğ u sıkı sıkı tutuyordu.
Eski terzi, bunun ne olduğ unu iyi biliyordu.
— Beni izleyin, dedi kuru bir sesle muhafız.
Schwartz, sahip olduğ u garip gü cü dü şü ne dü şü ne adamın peşinden
seğ irtti. Çıt çıkarmadan bu muhafızı yok edebilirdi. Adamın aklı, kendi
aklının avucu içindeydi. Biraz sıkacak olsa, muhafızın işi bitikti.
Ama neye yarardı ki? Başkaları vardı. Acaba bir anda kaç dü şmanını
birden yok edebilirdi? Aklının kaç eli vardı acaba?
Uslu uslu muhafızın peşinden yü rü yordu.
Kendisini bu kez aldıkları oda, çok genişti. Iki erkekle bir kadın, ceset
gibi yü ksek sıralara boylu boyunca yatırılmıştı. Ancak beyinlerinin
faaliyetinden ceset olmadıklarını anladı.
Felç olmuşlardı! Tanıdık bir tara ları da var mıydı acaba?
Schwartz onları tanımak için dü şü necekti ki, muhafız omuzundan
sarstı.
— Uzanın.
Dö rdü ncü bir sıra daha vardı ve boştu. Schwartz denileni yaptı.
Kendisini neyin beklediğ ini biliyordu.
Muhafız, elindeki çubukla kendisine dokundu. Eski terzi kollarında ve
bacaklarında bir karıncalanma hissetti. Kol ve bacaklarını hissetmez
oldu. Bir hiçlik denizinde yü zen bir kafadan farksızdı artık.
Boynunu bü ktü .
Ve bağ ırdı:
— Pola! Siz Pola'sınız, değ il mi? Şu şeydeki genç kız...
Kız onayladı. Bü tü nleşmesini iki ay ö nce bö yle algılayamamıştı onun.
Iki ay ö nce bu yeteneğ inden yoksundu.
Genç kızın yanında yatan adam da, Dr. Shekt'ti. Onun da yanında Dr.
Bel Arvardan vardı... Schwartz onların adlarını kaydediyor,
umutsuzluklarını sezinliyor, genç kızın beynindeki umutsuzluk ve
korkuyu çok iyi anlıyordu.
Acıdığ ını belli edecek gibi bir hareket yaptı ama kim olduklarını
anımsayınca, zayı lıklarına birden kızdı.
Uçü nü n de canı cehenneme!
Uç diğ er tutuklu da yaklaşık bir saattir buradaydı. Kendilerini
tıktıkları yer, yü zlerce tutukluyu barındırmak için hazırlanmış
olmalıydı. Genişliğ iyle hepsini ezsin diye. Sö ylenecek bir şey de yoktu.
Arvardan boğ azı kupkuru ve yanarak, başını bir sağ a, bir sola çevirip
duruyordu sinirli sinirli. Bir bunu yapmak geliyordu elinden.
Shekt'in gö zleri yumuluydu. Kanı çekilmiş dudakları da sımsıkı kapalı.
— Shekt! diye hırsla fısıldadı Arvardan. Shekt, cevap verin bana!
— Ha? Ne?
— Ne yapıyorsunuz? uyuyor musunuz? Dü şü nmek gerek, dostum!
— Niçin? Ve neyi?
— Kim bu Joseph Schwartz?
Pola'nın boğ uk ve bitkin sesi işitildi:
— Hatırlamadın mı, Bel? Ilk karşılaştığ ımız marketi... O kadar zaman
geçti ki...
Arvardan bü yü k çaba gö stererek başını ancak beş santimetre kadar
kaldırabildi. Bö ylece Pola'nın yü zü nü n bir bö lü mü nü gö rebiliyordu.
— Pola! Pola! "
Genç kızın yü zü nde soluk bir tebessü m belirdi.
— Sonunda oyunu biz kazanacağ ız, Pola. Gö receksiniz...
Ama genç kız çenesiyle olumsuz bir işaret yaptı ve boynunun kaslan
kopacak hale gelen Arvardan'ın başı yeniden dü ştü .
— Shekt! diye seslendi yeniden. Beni dinleyin. Bu Schwartz'ı nasıl
tanıdınız? Hastalarınızdan biri mi?
— Sinaptik ampli ikatö r için gö nü llü olarak başvurmuştu.
— Tedavi ettiniz mi onu da?
— Evet.
Arvardan bu yanıt ü zerine biraz dü şü ndü .
— Niçin sizi gö rmeye gelmişti?
— Bilmem.
— Ama... Belki de bir imparatorluk ajanıdır.
(Schwartz, Arvardan'ın dü şü ncelerini aynen izleyebiliyordu. Için için
gü lü msedi, ama ses etmedi. Susmaya da kararlıydı.)
Fizikçi başını kıpırdattı.
— Imparatorluk ajanı mı? Bü yü k rahibin sekreteri ö yle dedi diye
sö ylü yorsunuz bunu. Ama saçma. Zaten neyi değ iştirir ki bu? O da
bizim kadar â ciz durumda. Dinleyin beni Arvardan. Onlara bir masal
anlatırsak, zaman kazanabiliriz. Kim bilebilir bu zaman zarfında da...
Arvardan boğ azını yırtacak gibi olan bir kahkaha attı.
— Bu zaman zarfında da canımızı mı kurtarırız demek istiyorsunuz?
Bu arada Galaktika ö lecek, uygarlık yok olacak ha? Ben ö lü mü tercih
ederim.
— Pola'yı dü şü nü yorum.
— Ben de. Oyleyse ona sorun! Pola, pes edip, yaşamaya mı bakalım
dersin?
— Ben kendi kampımı seçtim, diye cevap verdi genç kız, kesin bir
sesle. Olmek istemiyorum, ama benim kampımdan olanlar ö lü rse, ben
de ö lü mü yeğ lerim.
Arvardan birden içinde bir zafer duygusu hissetti. Onu Sirius'a
gö tü rdü ğ ü zaman, belki vatandaşları kendisini "Dü nyalı Kadın" diye
kü çü mseyeceklerdi, ama Pola onlara eşitti ve buna cü ret edenin bir
yumrukta dişlerini...
Sonra onu Sirius'a gö tü rmesi ihtimalinin çok az olduğ unu dü şü ndü .
Onu ya da bir başkasını. Sirius herhalde Galaktika haritasından
silinecekti.
Bunu daha fazla dü şü nmemek için bir ulur gibi bağ ırdı:
— Hey, siz! Neydi adınız?.. Schwartz!
Çağ rılan adam bir an başını kaldırıp gö z ucuyla baktı, ama ağ zını
açmadı.
— Kimsiniz siz? diye devam etti Arvardan. Nasıl karıştınız bü tü n bu
işlere? Sizin rolü nü z ne?
Bu soru karşısında Schwartz birden kaderinin adaletsizliğ i altında
ezilir gibi oldu. Geçmişinin masumiyetiyle bugü nü n dayanıksız dehşeti
arasındaki zıtlık, adeta birden in ilak etti ve ö keyle yanıtladı soruyu:
— Ben mi? Ben mi nasıl karıştım bu işe? Anlatayım size. Ben eskiden
sıradan bir adamdım. Namuslu ve çalışkan bir terzi. Kimseye kö tü lü k
etmez, kimsenin canını sıkmaz, yalnız ailemle ilgilenirdim. Sonra
ortada hiçbir sebep yokken, buraya çıkageldim.
— Chica'ya mı? diye gü çlü kle izleyen Arvardan sordu.
— Hayır, hayır! Chica'ya değ il. Şu deli dü nyadan sö z ediyorum. ister
inanın, ister inanmayın, umurumda bile değ il. Benim dü nyam
geçmişteydi. Toprağ ı, tü rlü besinleri vardı ve iki milyar insan yaşıyordu
ü stü nde. Ve insanların yaşadığ ı tek dü nyaydı.
Bu inanılmaz açıklama karşısında afallayan Arvardan, Shekt'e dö ndü .
— Bu adamın anlattıklarından bir şey çıkartabiliyor musunuz?
— Siz onda sekiz santimetre uzunluğ unda bir bağ ırsak apandisiti
olduğ unu biliyor musunuz? diye adeta hayranlıkla sordu yaşlı bilgin.
Hatırlıyor musun Pola? Bir de yirmi yaş dişi vardı. Yü zü de sakallıydı.
— Evet! diye meydan okurcasına bağ ırdı Schwartz. Size bir kuyruğ um
da olduğ unu gö steremediğ im için pişmanım. Ben, maziden geldim.
Zamanı aştım. Ama nedenini, niçin'ini bilemiyorum. Şimdi beni artık
rahat bırakın. (Ama hemen ardından ekledi:) Biraz sonra bizi almaya
gelecekler. Bu bizi bekletişleri var ya, bizi yıkmak için hep.
— Nereden biliyorsunuz? diye kurcaladı Arvardan. Kim dedi size?
Schwartz cevap vermeyince de, ü stelemedi:
— Sekreter mi Şu gü dü k, basık burunlu adam mı?
Schwartz'ın akıl yoluyla ilişki kurduğ u kişilerin izik yapılarını bilmesi
imkâ nsızdı, ama sekreter sö zcü ğ ü... Gü çlü biriyle kısa, ama yeğ in bir
ilişki kurmuştu ve onun sekreter gö revi yü klendiğ ini biliyordu.
— Balkis mi? diye merakla sordu.
— Ne?
Ama Shekt, Arvardan'ı durdurdu.
— Sekreter'in adı bu?
— Ya? Ne dedi size?
— Bana bir şey demedi, diye kestirip attı Schwartz. Hepimiz ö leceğ iz
ve kurtuluş yok bundan.
— Bu herif deli, ö yle mi? diye alçak sesle sordu arkeolog.
— Bilmem ki... Kafatası kemiğ i eklemleri ilkeldi... Çok ilkel.
Arvardan yine şaşırdı:
— Yani, şey mi demek istiyorsunuz?.. Ama imkâ nsız bir şey bu!
— Hep aklıma geldiydi bu.
Shekt bilimsel bir araştırma yü rü tü yormuş gibi normal bir ses
tonuyla konuşmuştu.
— Zaman ekseni ü zerinde maddenin yerini değ iştirmek için gerekli
olan enerji miktarı ö lçü lmü ş ve elde edilen değ erin sonsuzdan yü ksek
olduğ u saptanarak, bö yle bir tasarının ü topya sayılması gerektiğ i
sonucuna varılmıştı. Ama araştırmacılar, tıpkı "jeolojik faylar" a
benzeyen "zaman fayları" olabileceğ i varsayımını ortaya atmışlardır.
Bir kere tanıkların ö nü nde adeta yok olan uzay gemileri var. Çok eski
bir çağ da, bir gü n evine girip, bir daha buradan asla çıkmayan Hor
Devallow olayı var. Adam içerde yoktu... Bir de geçen yü zyılda
galaktrogra i kitaplarının bahsettiğ i kaybolan gezegen olayı var ki,
yerini bulmak için ü ç sefer dü zenlendiğ i halde, hiçbir izine
rastlanmamış... Bir daha da gö rü lmemiş.
Zaten nü kleer kimyanın aldığ ı bazı yö nler, enerji-kitle arasındaki
ilişkinin muhafazası yasasını yalanlar gibi. Bu anormallik, kitlenin
zaman ekseni ü zerinde bir takım kayıplara uğ ramasıyla açıklanmak
istenmiştir. Orneğ in ha if bir gamma ışınlamasının etkisiyle çok kü çü k
miktarlar halinde birleşen uranyum çekirdekleri, bir titreşim sistemi
yaratmaktadır... Birleşme bakır ve baryumla olmaktadır...
— Baba, rica ederim! Bu bir şeye yaramıyor ki!
Fakat Arvardan genç kızın sö zü nü kesiverdi:
— Durun. Bırakın biraz dü şü neyim. Bu olayda en serinkanlı
dü şü nebilecek benim. Schwartz, size birkaç soru sormak istiyorum.
Schwartz, adama baktı.
— Samanyolunda, sizinkinden başka dü nya yok muydu?
— Hayır, yoktu, diye aksi bir cevap verdi terzi.
— Ama elinizde delil, kanıt yoktu ki. Uzay seyahatleri
bulunmadığ ından, doğ rulayamazdınız bunu. Belki de insanların
yaşadığ ı başka gezegenler vardı.
— Ben nereden bileyim?
— Doğ ru. Yazık. Ya atom enerjisi?
— Bir atom bombamız vardı. Uranyumlu. Sonra plü tonyumlusunu
yaptık. Sanırım bu dü nyayı radyoaktif hale getiren de bu oldu. Sanırım
sonra yeniden bir savaş çıktı... Benim gidişimden sonra... Atom
bombalarıyla bombardımanlar yapıldı.
Schwartz yeniden Chicago'da, eski evrenindeydi. Bomba çağ ındaki
ö nceki dü nyada. Ve ü zü lü yordu. Kendisi için değ il de, şu harika dü nya
hesabına...
— Elbette, bir lisanınız da vardı, ha?
— Birçok lisan vardı.
— Siz hangisini konuşuyordunuz?
— Ingilizce. Ama ben bu dili ö ğ rendiğ imde, yetişkin olmuştum.
— Ingilizce bir şeyler sö ylesenize.
Schwartz iki aydan beri tek Ingilizce laf etmemişti. Bu nedenle
içtenlikle konuştu:
— Yuvama dö nü p, çağ daşlarımı bulmak istiyorum.
— Kendisini tedavi ettiğ iniz zaman, bu dili mi kullanıyordu, Dr. Shekt?
— Bunu onaylamam mü mkü n değ il, dedi iyice şaşkına dö nen izikçi.
Vurgular bö ylesine garipti ama. Ama aynı dil olup olmadığ ım nasıl
bilebilirim?
— Ziyanı yok. Sizin dilde nasıl "anne" dersiniz, Schwartz?
Schwartz, sö yledi.
— Hımmm... Peki, "kardeş... baba... bir..." Rakamlar yani: "Iki... Uç... Ev...
Erkek... Kadın..."?
Bu sorgu-sual bir hayli sü rdü ve sonunda Arvardan soluk almak için
durduğ unda, bü yü k bir şaşkınlık içinde olduğ unu açıkça belli etti.
— Doktor Shekt, bu adam ya bir dahi, ya da ben akla hayale
gelebilecek kâ busların en bü yü ğ ünü gö rü yorum. Konuştuğ u dil, Sirius,
Arkturus, Alfa Centaure yö relerinde elli bin yıllık yazıtlarda kullanılan
dilin hemen aynı.
Bu dili konuşabiliyor! Bu yazılar bir kuşak ö nce çö zü lebildi. Benden
başka da bü tü n Galaktika'da bu yazıları okuyabilenlerin sayısı onu
aşmaz.
— Emin misiniz ?
— Arkeoloğ um ben! Bunu bilmek, mesleğ im benim.
Bir anda, Schwartz'ın çevresindeki ö lü m zırhı çatladı.
Ilk defa kaybettiğ i kişiliğ ini buluyordu. Sırrı çö zü lmü ştü . O maziye ait
bir adamdı ve diğ erleri de bunu, kabul ediyordu. Bu, aklının başında
olduğ unu, zihnini kemiren şü pheyi yıktığ ını kanıtlıyordu. Bundan
dolayı da mutluydu.
— Bu adam bana çok lazım, diye bilim ateşiyle tutuşan Arvardan
atıldı. Bunun bir arkeolog için ne anlam ifade ettiğ ini dü şü nebiliyor
musunuz? Maziden gelen bir insan, Shekt! Uzay aşkına dinleyin! Şimdi
bir pazarlık yapma imkâ nımız doğ du. Bu adam, Dü nyalıların iddiasının
canlı kanıtı! Dü nyalılar, bu adam sayesinde artık...
Schwartz, sinirli bir sesle sö zü nü kesti:
— Ne dü şü ndü ğ ü nü zü biliyorum. Dü nya benim sayemde uygarlığ ın
beşiğ i olduğ unu kanıtlasın ve size minnettar kalsın. Mü saadenizle sizi
ü zeceğ im. Bu ikir, benim de aklıma geldi, hayatımı kurtarmak için aynı
pazarlığ ı yapmaya ben de hazırdım. Ama bana inanmazlar ki... Size de
tabii...
— Elimizde kesin kanıt var.
— Dinlemezler. Niçin? Çü nkü onlar mazi hakkında hiç değ işmeyen
bazı ikirlere sahipler. Bunlarda yapılacak en kü çü k bir değ işiklik bile,
onlarca kutsala hakaret sayılır. Hatta bu gerçek bile olsa. Onlar
gerçekleri değ il geleneklerinin sü rdü rü lmesini istiyorlar.
— Galiba haklı adam, dedi Pola.
Arvardan dişlerini gıcırdattı.
— Yine de deneyebiliriz.
— Başaramayacağ ız, diye ısrar etti Schwartz.
— Nereden biliyorsunuz?
— Biliyorum işte!
Bunu ö ylesine inançlı bir biçimde sö ylemişti ki, Arvardan ses
çıkartamadı. Şimdi de Shekt, bakışlarında garip bir parıltıyla adamı
sü zü yordu.
— Sinaptik ampli ikatö rden geçmeniz, sıkıcı sonuçlar doğ urdu mu?
diye sordu, yavaşça.
Schwartz, sinaptik ampli ikatö rü n ne olduğ unu bilmiyordu, ama ne
sorulduğ unu anlamıştı. Beynine bir ameliyat uygulamışlardı. Neler
ö ğ reniyordu şimdi.
— Can sıkıcı bir sonucu olmadı, dedi.
— Ama lisanımızı çabuk kavradınız. Çok iyi konuşuyorsunuz. Bu sizi
şaşırtmıyor mu?
— Hafızam her zaman iyiydi, diye kuru bir cevap verdi Schwartz.
— Tedaviden sonra bir fark hissettiniz mi?
— Hayır.
Shekt'in bakışları sertleşti.
— Niçin yalan sö ylü yorsunuz? Ne dü şü ndü ğ ümü bildiğ inizden
eminim.
— Yani insanların çevremde neler dü şü ndü klerini okuyor muyum
diyorsunuz? diyerek sırıttı Schwartz. Eee... Ne olmuş?
Fakat Shekt, soluk ve ü mitsiz yü zü nü Arvardan'a çevirdi:
— Dü şü nceleri zapt ediyor, Arvardan. Onunla çok bü yü k işler
başarabilirim. Ve bö yle eli kolu bağ lı kalmak...
— Na... Nasıl yani? diye şaşkınlıkla kekeledi arkeolog.
— Sahi mi? diye ani bir ilgiyle sordu Pola.
Schwartz başıyla onayladı. Genç kız kendisiyle ilgilenmişti ve şimdi
onu da ö ldü receklerdi. Oysa o da bir haindi.
Shekt aldı sö zü :
— Arvardan, size bahsettiğ im şu bakteriyoloğ u hatırladınız mı?.. Hani
tedavi edildikten sonra ö leni? Zihnı̂ çö kü ntü belirtilerinin ilki,
başkalarının dü şü ncelerini okumak olduğ unu sö ylemişti. Ve
başarıyordu bunu. Bunu ö lü mü nden ö nce saptamış ve sır diye
saklamıştım. Kimseye sö ylememiştim. Fakat bu mü mkü n Arvardan,
pekâ lâ mü mkü n. Beyin hü crelerinin direnci dü şü nce, beyin
başkalarının dü şü ncelerinin mikro-akımlarını zapt edebilir.
Bunları yeniden benzer titreşimlere dö nü ştü rebilir. Klasik kayıt
işleminin prensibi de budur. Işte o zaman kelimenin tam anlamıyla bir
telepati işlemi olur bu.
Arvardan, dü şmanca bir sessizliğ e gö mü len Schwartz'a çevirdi başını.
— Oyleyse bundan bir yarar sağ layabiliriz, Dr. Shekt. (Çılgınca bir
hızla, mü mkü n olanı ve olmayanı aklından geçiriyordu.) Bir çıkar yol
olmalı... Olması gerek. Bizim ve Galaktika için.
Fakat Schwartz, bü yü k bir gü rü ltü yle kaydettiğ i akıl bü tü nleşmesi
karşısında kayıtsız, kılını kıpırdatmadan duruyordu.
— Onların dü şü ncelerimi okuyabileceğ imi ve bundan nasıl
yararlanabileceğ inizi dü şü nü yorsunuz, değ il mi? Daha iyisini de
yapabilirim. Orneğ in, şunu...
Çok ani ve ha if bir şoktu, ama acısı Arvardan'ı acıyla bağ ırttı.
— Ben yaptım. Tekrarlayayım mı?
— Aynı şeyi muhafızlara da yapabilir misiniz? diye boğ uk bir sesle
sordu arkeolog. Sekreterine? Neden sizi tutuklamalarına izin verdiniz?
Artık sorun kalmadı, Shekt. Beni dinleyin, Schwartz!
— Hayır, asıl siz beni dinleyeceksiniz. Neden kaçmaya çalışacağ ım
ben? Nereye gideceğ im? Ben hep bu ö lü dü nyada kalacağ ım. Ben evime
dö nmek istiyorum, ama imkâ nsız bu. Ben kendi dü nyamı, çağ daşlarımı
istiyorum, ama kavuşamıyorum onlara. Olmek istiyorum ben...
— Fakat sö z konusu olan bü tü n Galaktika, Schwartz. Yalnız kendinizi
dü şü nemezsiniz.
— Sahi mi? Niçin? Sizin Galaktika'nız için ben ne diye ü zü leyim?
Dilerim çü rü yü p çatlar Galaktika'nız! Dü nya'nın ne tasarladığ ını
biliyorum ve memnunum bundan. Şu genç hanım biraz ö nce kampını
seçtiğ ini sö ylü yordu. Pekâ lâ , ben de seçtim ö yleyse. Benim kampım da,
Dü nya!
— Ne yani?
— Elbette! Ben bir Dü nyalıyım!

17
Kamp Değiştirin

Arvardan'ın bilinçsizce yere serilip, kurbanlık gibi yatar vaziyette


kendisine gelmesinin ü zerinden bir saat geçmişti. Ve hiçbir şey
olmamıştı bu sü rede. Şu sonuçsuz konuşmadan başka.
Bekleyiş içindeydiler. Her ne bahasına olursa olsun, sessizliğ i bozmak
gerekiyordu.
— Sanırım her tarafta casus ışınlar var, dedi Arvardan. Bu kadar
konuşmasaydık keşke.
— Yok, diye kayıtsız bir sesle yanıtladı Schwartz. Kimse dinlemiyor
bizi.
Arkeolog hemen dudağ ının ucuna gelen "Nereden biliyorsunuz?"
sorusunu zor tuttu.
Bö yle bir gü ce sahip olduğ unu bilmek! Ama bundan kendisi değ il,
maziden gelmiş ve Dü nyalı olduğ unu sö yleyen biri yararlanıyordu ve
de ö lmek istiyordu bu adam!
Arvardan'ın gö rü ş alanı, tavanın ancak bir parçasını kapsıyordu.
Başını bir yana çevirince, Shekt'in kö şeli yü zü nü , ö bü r yana çevirince
de Pola'nın solgun ve perişan simasını gö rü yordu.
Bazen içi yanar gibi oluyordu: Kendisi Imparatorluğ un bir
vatandaşıydı. Galaktika vatandaşıydı! Dü nyalılar tarafından bu duruma
dü şü rü lmek, çok canını sıkıyordu.
Kendisini Pola'nm yanına koyabilirlerdi... Yok, bö ylesi daha iyiydi. Hiç
heyecan uyandıracak bir gö rü nü şü yoktu.
— Bel?
Titrek bir sesle sö ylenen adı, kulaklarına pek tatlı geldi, tam ö lü mle
pençeleşirken.
— Efendim, Pola?
— Daha uzun zaman gecikeceklerini dü şü nü yor musunuz?
— Belki gecikmeyeceklerdir, sevgilim... Ne yazık! Boşuna iki ay
kaybettik, değ il mi?
— Benim yü zü mden, diye fısıldadı. Hiç olmazsa şu son dakikaları
kendimize ayırabilseydik... O kadar... Gereksiz ki...
Arvardan cevap veremedi. Aklı, iyi yağ lanmış bir tekerlek gibi hızla
dö nü p duruyordu. Hayal kurma gü cü nü n esiri mi olmuştu, yoksa
ü zerinde serili yattığ ı plastiğ in temasını hissediyor muydu? Bu felç
hali, ne kadar sü recekti?
Schwartz'i kendilerine yardım etmesi için mutlaka ikna etmeliydi.
Dü şü ncelerini saklamaya çalışarak ve bunu boşuna olduğ unu bile bile,
seslendi:
— Schwartz...
Schwartz da kendisi gibi aynı gü çsü zlü k içindeyse, çektiğ i herhalde
çok daha nazik bir ıstıraptı: Çü nkü o bir akılda, dö rt akıl demekti. O da
kavga vermeliydi. Başkalarının ıstırabını anlayabilmesi için kavga
vermesine gerek var mıydı acaba? O kendi hayatını yaşamak, kendisi
için ö lmek istiyordu.
Arvardan adını seslenir seslenmez, Schwartz kendilerini kurtarmasını
isteyeceklerini bildi. Niçin kurtaracaktı? Neden?
— Schwartz, diye ısrarla yineledi arkeolog, Schwartz! Pekâ lâ yaşayan
bir kahraman olabilirsin. Burada ö lmene hiç gerek yok. Bu adamlara
değ mez!
Ancak Schwartz'ın kararsız aklı, delicesine gençlik anılarına
sarılıyordu. Geçmişin garip çalkantıları, şimdiki zamanla karışıyordu.
Sonunda içinde ani bir ö ke patlaması oldu. Fakat sakin ve ö lçü lü bir
sesle cevap verdi:
— Evet, bir kahraman kalıbı içinde yaşayabilirim... Ya da bir hainin.
Belirttiğ iniz gibi, bu adamlar beni ö ldü rmek istiyorlar. Onlara insan
diye sesleniyorsunuz, ama bu dudaklarınızın ucunda bö yle. Içinizden,
anlayamadığ ım sıfatlar yakıştırıyorsunuz onlara. Kö tü sıfatlar. Onları
aşağ ılık gö rü yorsunuz, çü nkü Dü nyalı olduklarını biliyorsunuz. ..
— Yalan bu! diye ö keyle cevap verdi Arvardan.
— Hayır, yalan değ il. Burada herkes biliyor bunu. Beni ö ldü rmek
istiyorlar, doğ ru, çü nkü benim sizlerle birlik olduğ umu sanıyorlar:
Oyleyse beni karıştırmadan kendinizi savunmaya bakın. Sinekten daha
çok değ er vermediğ iniz onlardan birine yalvarıp yardım istemeyin.
— Aptalca konuşuyorsunuz, dedi hayretle Arvardan. Niçin siz acı
çektiniz mi? Geniş ve bağ ımsız bir gezegene ait olduğ unuzu
sö ylü yorsunuz. Siz, Dü nya hayatın tek var olduğ u yer iken bir
Dü nyalıydınız. Ama bugü n siz de bizlerdensiniz, efendilerden yanasınız.
Neden mazinin bu zavallı artıklarından yana çıkıyorsunuz? Bu gezegen,
sizin anılarınızda yaşayan gezegen değ il. Inanın, benim dü nyam, sizin
eski dü nyanıza bundan daha çok benziyor.
Schwartz bastı kahkahayı.
— Demek ben de efendilerdenim, ö yle mi? Bu konuda ısrar
etmeyeceğ im, boşuna olur. Ama sizi ele alalım ö rneğ in. Siz
Galaktika'nın bize gö nderdiğ i kusursuz bir eşantiyonsunuz. Hoşgö rü
sahibisiniz, mangal gibi yü reğ iniz var ve kendinize karşı da hayranlık
duyuyorsunuz, çü nkü Dr. Shekt'e eşit muamele ediyorsunuz. Ama yine
de onun karşısında pek rahat değ ilsiniz. Ne lisanını, ne de gö rü nü şü nü
takdir ediyorsunuz. Sizin lehinize Dü nyaya ihanet ettiğ i halde, ona
karşı bir sempati duymuyorsunuz... Evet, geçenlerde Dü nyalı bir genç
kızı ö ptü nü z ve bundan dolayı da kendinizle pek iftihar etmiyorsunuz.
Zaaf kabul ediyorsunuz davranışınızı. Utanıyorsunuz...
— Yıldızlar ü zerine yemin ederim ki, ben... Ona inanmayın, Pola! diye
umutsuzca bağ ırdı Arvardan. Dinlemeyin onu.
— Inkâ r etmeyin ve bunun için de ü zü lmeyin, diye cevap verdi Pola.
Sizin yü zeyinizde gö rdü ğ ü şey, aslında sizin çocukluğ unuzdan
kaynaklanıyor. Bende de aynı şeyi gö rebilir. Bizim aklımız kadar, kendi
aklını da eşeleyebilseydi, aynı şeyleri kendisinde keşfedebilirdi.
Schwartz kızardığ ım hissetti.
Pola doğ rudan doğ ruya ona seslenerek, aynı serinkanlı tonla devam
etti konuşmaya:
— Insan aklını keşfettiğ inize gö re, benimkini de araştırın Schwartz.
Sö yleyin bana, ihanete niyetli miyim ben? Babamı sınayın. Galaktika'yı
yok etmeye hazırlanan çılgınlarla işbirliğ ine razı olsaydı, Altmış Yaş
Yasası'nın dışında bırakılmayacak mıydı, sö yleyin. Ne kazandı onlara
ihanet ederek? Bir daha bakın ve içimizden hangisinin Dü nyaya ve
Dü nyalılara zarar vermek niyetinde olduğ unu sö yleyin.
— Balkis'in dü şü ncesini yarı yarıya gö rdü ğ ünü zü , okuduğ unuzu
sö ylediniz. Içinden neler geçirdiğ ini okuyacak zaman bulup
bulamadığ ınızı bilmiyorum, ama yine gelince, ki o zaman çok geç
olacak, dü şü nceleri hele şö yle bir ince eleyip, sık dokuyun bakalım. O
zaman deli olduğ unu keşfedeceksiniz. Ve ö leceksiniz!
Schwartz cevap vermedi ve Arvardan telaşla patladı:
— Haydi bakalım, ö yle olsun! Benim dü şü ncelerimi okuyun.
Dilediğ iniz kadar derine inin. Ben Baronn'da, Sirius bö lgesinde dü nyaya
geldim. Oğ renim yıllarımı dü nya dü şmanlığ ının beslendiğ i bir çevrede
geçirdim. Aptalca kin ve dü şmanlıklar, bilinçaltıma yerleşti. Ama iyi
bakın ve yetişkin olduktan sonra içimdeki fanatik dü şü ncelerle savaşıp
savaşmadığ ımı da sö yleyin. Başkalarıyla değ il, kendimle savaştım.
Olanca gü cü mle.
— Siz bizim tarihimizi bilmiyorsunuz, Schwartz. Insanoğ lunun
Galaktika'ya yayıldığ ı binlerce, on binlerce yıldan haberiniz bile yok.
Savaş ve umutsuzluk yılları. Imparatorluğ un ilk yü zyıllarından
haberiniz bile yok: Diktatö rlü kler, yerlerini ancak kaosa bırakıyordu.
Galaktika hü kü meti ancak iki yü zyıldan beri bü tü n gezegenleri temsil
eder hale gelebildi. Onun yö netiminde Imparatorluğ u oluşturan
gezegenler ekonomik, kü ltü rel ö zerkliklerine kavuştular,
egemenliklerini ilâ n ettiler, birlikte çalışmayı ö ğ rendiler.
— Insanlık tarihinde bugü nkü gibi insanlar hiçbir zaman savaş
belâ sından ve sefaletten bö ylesine yakalarını kurtaramamışlardı.
Galaktika ekonomisi akıllıca dü zenlendi.
Gelecek hakkındaki tahminler, hiç bö ylesine parlak olmadı. Her şeye
sıfırdan başlamak ü zere, bü tü n bunların yıkılmasına gö z yumacak
mısınız? Hem hangi temellere dayalı olarak? Sağ lıksız bir kin ve
kuşkunun egemen olduğ u bir diktatö rlü ğ ün yö netiminde.
— Dü nya'nın burukluğ u meşru ve Dü nyaya verilen zarar, bir gü n
mutlaka dü zeltilecek, ancak yeter ki Galaktika yaşasın. Ama bu
insanların yapmak istedikleri şey, bir çö zü m değ il. Niyetlerinin ne
olduğ unu biliyor musunuz? .
Schwartz'ın yetenekleri Arvardan'da olsaydı, o anda adamın aklından
geçen savaşın ne mü thiş bir şey olduğ unu çok iyi anlayabilirdi. Yine de
bir ara vermek gerektiğ ini içgü dü sü yle anladı.
Schwartz şaşalamıştı. Olü me mahkû m bü tü n bu dü nyalar... Korkunç
bir felaketin pençesinde çü rü yü p yok olacak hayatlar... Hem kendisi
Dü nyalı mıydı? Gençliğ inde, Avrupa'yı terk edip, Amerika'ya gö ç
etmişti. Ama yine aynı insan olarak kalmamış mıydı? Bü tü n Galaktika,
kendinin sayılmaz mıydı? Galaktika insanları, bü tü n Galaktikalılar,
kendi torunları, kardeşlerinin torunları değ il miydi?
— Anlaştık, dedi ciddiyetle. Sizlerle beraberim. Nasıl yardım
edebilirim size?
— Ne kadar mesafeye kadar dü şü nceleri zapt edebiliyorsunuz? diye
kısık sesle sordu. Schwartz'ın yeniden ikir değ iştirmesinden
korkarcasına, Arvardan.
— Bilmiyorum. Sokağ a kadar inebiliyorum, ama ne kadar uzak olursa,
kayıt o kadar netleşiyor.
— Elbette. Peki ya sekreter? Onun aklını okumanız mü mkü n mü ?
— Bilemem.
Bitmek bilmeyen birkaç dakika geçti.
— Dü şü nceleriniz beni rahatsız ediyor. Yü zü me bakmayın. Başka şey
dü şü nü n.
Yeni bir sessizlik oldu. Derken Schwartz konuştu:
— Hayır... Olmuyor... Beceremiyorum...
— Kahretsin! diye ö keyle bağ ırdı birden Arvardan. Biraz
kıpırdanmaya başladım. Ayağ ımı oynatıyorum... Uff! (Her hareketi,
bü yü k acı veriyordu.) Demin canımı acıtmanızdan daha bü yü k bir
ıstırap.
— Ben bö yle bir adam ö ldü rdü m.
— Sahi mi? Peki, nasıl becerdiniz bunu?
— Bilmem... Kendi kendine oluverdi işte. Şeydi... Yani...
Izah edilmeyecek bir şeyi sö zcü klerle açıklamaya kalkışmak, gü lü nç
denecek bir durumdu.
— Bir seferinde birden çok dü şmana birden saldırabilir misiniz?
— Hiç denemedim, ama sanmıyorum. Çü nkü iki dü şü nceyi bir arada
okuyamıyorum.
Pola, sö zlerini keşti:
— Ondan sekreteri ö ldü rmesini isteme Bel, bu bir işe yaramaz.
— Niçin?
— Buradan nasıl çıkacağ ız? Onu yalnız kıstırsak ve ö ldü rsek bile, bizi
dışarda bekleyen yü zlercesiyle karşılaşacağ ız, anlamıyor musunuz?
Fakat Schwartz çatlak bir sesle konuştu:
— Yakaladım onu!
— Kimi? diye hep bir ağ ızdan sordular.
Shekt bile deli gibi ona bakıyordu.
— Sekreteri. Akıl bü tü nleşmesini tanır gibi oldum.
— Bırakma sakın!
Arvardan o kadar heyecanlanmıştı ki, yuvarlandı, yuvarlanıp yere
dü ştü . Boşuna felçli ayaklarının ü zerine doğ rulup kalkmayı denedi.
— Yaralandınız! diye bağ ırdı Pola.
Dirseğ inin ü zerinde doğ rulduğ unda, o da eklemlerinin hareket ettiğ ini
gö rdü .
— Hayır, bir şeyim yok! Iyi yokla, Schwartz. Ne kadar bilgi
toplayabilirsen topla.
Schwartz ö ylesine derinden dinliyordu ki, uğ uldayan başı ağ rımaya
başladı. Eskiden, yalnız beynine ulaşanlara kulak verirdi. Şimdi ise
arıyor, arıyordu...
Dü şü nceler, beynine akın etmeye başlamıştı.
— Zafer! Sonuçtan çok emin... Uzay fü zeleriyle ilgili bir şeyler... Fırlattı.
Hayır, fırlatmadı... Bu başka bir şey. Ama fırlatacak.
— Bunlar virü sleri barındıran otomatik yö netimli fü zeler, Arvardan,
diye inledi Shekt. Çeşitli gezegenlere yö neltilmiş.
— Peki, ama nerede ü stlenmişler Schwartz? diye ısrar etti Arvardan.
Arasana!
— Bir uzay gemisi var... Pek... algılayamıyorum. Beş nokta... Bir yıldız...
Bir ad. Belki de Sloo...
— Tamam, o! diye bağ ırdı Shekt. Tam buldun! Senloo tapınağ ı.
Buranın her yanı radyoaktif ceplerle kuşatılmıştır, Eskiler'den başka
kimseler girmeye cesaret edemez. Iki nehrin dö kü ldü ğ ü bir yerde mi,
Schwartz?
— Şey, pek... Evet! Evet!
— Ne zaman? Fü zeler ne zaman ateşlenecek?
— Gü nü nü fark edemiyorum, ama yakında... Çok yakında... Bu dü şü nce
beyninde adeta patlayacak gibi... Çok yakın bir zamanda.
O kadar yeğ in dü şü nü yordu ki, adeta kendi beyninin patlayacağ ını
sandı.
Ağ zı kuruyan Arvardan dö rt ayak ü zerine gelmeyi başarmıştı. Hem de
kol ve bacakları pek kendine itaat etmediğ i halde.
— Geliyor mu?
— Evet, kapının ardında.
Kapı açılırken, Schwartz da sustu.
— Dr. Arvardan, acaba yerinize geçseniz, daha iyi olmaz mı?
Balkis'in soğ uk alaycı sesi, zafer heyecanıyla titriyordu. Arvardan
yü zü ne baktı adamın, ama konuşmadı. Cevap verecek bir şey yoktu ki.
Istırapla bü zü len kasları çö ktü ve yere yığ ıldı. Hırlayarak nefes alıp,
beklemeye başladı. Gü cü yerine gelse bir hamlede sıçrayıp,
karşısındakinin silâ hlarını kapabilirdi...
Bu sefer sekreterin giysisinin kemerinden aşağ ı bir nö ronik cop değ il,
insanı gö z açıp kapayıncaya kadar geçecek bir zamanda atomcuklara
bö lecek bir tahrip silâ hı sarkıyordu.
Sekreter, esirleri memnun bir ifadeyle sü zdü . Kız ö nemli değ ildi, ama
diğ erleri bü yü k balıktı. Hain bir Dü nyalı, Imparatorluk ajanı ve iki
aydan beri gö zlenen esrarlı bir kişi. Hepsi bu kadar mıydı?
Elbette bir de Enniyus'la Imparatorluk vardı. Bu casusların ve
hainlerin elleri, kolları bağ lanmıştı, ama asıl beyin duruyordu ve ilerde
başka dallar salabilirdi yine.
Sekreter, alabildiğ ine rahat, ani silah çekmek gibi bir durum hiç
çıkmayacakmış gibi, elleri arkasında, serinkanlı bir sesle konuştu:
— Şimdi artık her şeyin aydınlığ a kavuşması gerekiyor. Dü nya ile
Imparatorluk arasında savaş hâ li var. Bu ilâ n edilmiş bir savaş değ il,
ama yine de savaş işte. Sizler, esirlerimizsiniz ve şartlara uygun
muamele gö receksiniz. Casusların ve hainlerin cezasının ö lü m
olduğ unu hatırlatmak gereksiz.
— Ancak meşru ve ilâ n edilmiş bir savaş hâ linde, diye ö keyle hırladı
Arvardan.
— Meşru savaş mı? diye kü çü mseyici bir edayla devam etti Balkis.
Nedir o meşru savaş? Biz bunu nazikçe ifade etmiş olsak da, olmasak
da, Dü nya Galaktika ile devamlı savaş halindeydi zaten.
Balkis sinsi sinsi gü lü mseyerek telaşsızca Arvardan'a yaklaştı, elini
bastırmadan arkeoloğ un gö ğ sü ne koydu ve itti.
Istıraplı kasları hareket etmesine fırsat vermediğ inden sü mü klü bö cek
kadar ağ ır hareket edebilen Arvardan, yığ ılıverdi birden. Boğ uk bir
hırıltı çıktı Pola'nın boğ azından. Kasları ve kemikleri kendisine isyan
ettiğ i halde, serildiğ i yerden aşağ ı inanılmaz bir yavaşlıkla kaydı.
Balkis, genç kızın Arvardan'a doğ ru sü rü klenmesine karışmadı.
— Ne mü thiş bir â şık! Gü zel sevgili ve gü çlü Yabancı! Koş sevgilinin
yanma, hain kız! Niçin bekliyorsun? Kahramanını kollarının arasına
alıp bağ rına bas! Damarlarında dolaşan milyonlarca dü nyalının
kanından çıkan ter kokusunu içine sindir ve unut. Iyi bak gururlu ve
yiğ it kahramanına! Ona toprağ ın tozunu yalatmak için, bir Dü nyalının
darbesi yetti!
Arvardan'ın ö nü nde diz çö ken Pola, saçlarını okşuyor, kan ya da bir
kafatası kemiğ i kırığ ıyla karşılaşmak korkusuyla ü rperiyordu.
Yabancı'nın gö zleri yavaşça açıldı ve dudaklarıyla sessiz bir cü mle
mırıldandı:
— Bir şeyim yok.
— Felçli bir adama saldırıp, zafer çığ lıkları atan biri, korkağ ın tekidir.
Inan bana sevgilim, bu hamurdan yoğ rulmuş Dü nyalıların sayısı çok
değ il.
— Biliyorum, yoksa siz de Dü nyalı olmazdınız.
Balkis birden kasıldı.
— Dediğ im gibi, sizin hayatlarınız kaymış. Ama yine de
kurtarabilirsiniz. Ne pahasına kurtarabileceğ inizi ö ğ renmek ilgilendirir
mi sizleri?
— Bizim yerimizde siz olsaydınız, cankurtaran simidi gibi sarılırdınız
buna, diye gururla cevap verdi Pola. Hiç şü phem yok.
— Pola, hişt! diye fısıldadı Arvardan. Hâ lâ doğ ru dü rü st soluk
alamıyordu.
— Bak hele! Demek kendinizi satmaya hazırsınız! Yani benim gibi,
aşağ ılık Bir Dü nyalı gibi, ha?
— Siz ne olduğ unuzu benden daha iyi bilirsiniz. Dedik ya, ben kendimi
satmıyorum, satın alıyorum hayatımı.
— Satılmayı reddediyorum ben, diye itiraz etti genç kız.
— Ah, ne dokunaklı manzara! diye alay etti sekreter. Kadınlarımızın
ö nü nde iki bü klü m oluyor, kendini feda eden soylu ruh rolü kesme
fırsatı buluyor hâ lâ !
— Nedir ö nerileriniz?
— Sö yleyeyim. Bir takım haber sızmaları olduğ u belli. Dr. Shekt'in
planlarımızdan nasıl haberdar olduğ unu tahmin etmek de gü ç değ il.
Fakat imparatorluğ a nasıl haber verildi? Işte bu şaşılacak bir şey.
Oyleyse biz sizden Imparatorluğ un tam olarak ne bildiğ ini bize
sö ylemenizi istiyoruz. Sizin ö ğ rendikleriniz değ il, Arvardan, ama
Imparatorluğ un şu anda bildiğ i ne?
— Ben casus değ ilim, arkeoloğ um, dedi ısırır gibi bir sesle Arvardan.
Imparatorluğ un neyi bildiğ inden hiç haberim yok. Ama dilerim her şeyi
biliyordur.
— Hiç şü phem yok. Ama belki ikrinizi değ iştirirsiniz. Iyi dü şü nü n...
Hepiniz!
O ana kadar Schwartz ağ zını hiç açmamıştı. Bakışlarını bile
kaldırmamıştı.
Balkis bir an durup, kin ve ö ke dolu bir sesle ekledi:
— Madem ö yle, bizimle işbirliğ i yapmayı reddetmenizin size neye mal
olacağ ını da sö yleyeyim. Bu yalnız ö lü m olmayacak, çü nkü anladığ ım
kadarıyla buna hepiniz hazırsınız. Suç ortağ ı olduğ u için o da ö lü me
mahkû m olan Dr. Shekt'le kızı, birer Dü nyalı. Bu nitelikleri nedeniyle de,
ikisi de sinaptik ampli ikatö re bağ lanacaklar. Anladınız mı beni, Dr.
Shekt?
Fizikçinin bakışları dehşet içindeydi.
— Evet, anladığ ınızı gö rü yorum. Bü yü k bir olasılıkla aygıt beyin
hü crelerini zarara uğ ratacak ve ikiniz de iğ renç birer yaratık haline
dö nü şeceksiniz. Bö yle biri beslenmezse, açlıktan ö lü r. Temizlenmezse,
iğ renç derecede bir pislik yuvası olur. Bir yere kapatılmazsa, herkesin
nazarlarında açık bir canavar haline dö nü şü r. Yaklaşan bü yü k gü nü n
arifesinde, bö ylece başkalarına bir ders yerine geçer bu manzara.
"Size gelince (Sekreter, Arvardan'a dö ndü .), size ve arkadaşınız
Schwartz'a, sizler imparatorluk vatandaşısınız ve bu sıfatla da ilginç bir
deney için seçildiniz. Konsantre virü sü mü zü şimdiye dek siz Galaktikalı
kö peklerin ü zerinde hiç denemedik. Hesaplarımızın doğ ruluğ unu
gö rmek için bundan iyi bir fırsat çıkamazdı. Kü çü cü k bir doz, değ il mi?
Çok çabuk gebermeyesiniz diye. Yeterince sulandırıldığ ında, hastalık
ö lü mle noktalanana dek, bir hafta kadar sü rebilir. Bü yü k acılar içinde
geçecek bir hafta...
Balkis susup, gö zlerini kısarak esirleri sü zdü .
— Işte bu kadar. Ya bu kaderinize razı olacak, ya da birkaç kü çü k
soruyu cevaplayacaksınız. Seçmek size ait. Imparatorluk, kesin olarak
neyi biliyor? Hâ lâ faaliyette olan ajanlar var mı? Karşı-saldırı planları
mevcut mu ne varsa, bunlar nelerdir?
— Istediklerinizi bizden ö ğ rendikten sonra sö zü nü zü tutup
tutmayacağ ınızı nasıl bileceğ iz? diye mırıldandı Dr. Shekt.
— Cevap vermezseniz, korkunç acılar içinde ö leceğ inizi size garanti
edebilirim. Bir bahis bu. Ne dersiniz?
— Biraz zaman verebilir misiniz bize?
— Zaman mı? Verdim ya size zaman. Buraya girmemin ü zerinden
dakikalar geçti ve hâ lâ sizleri dinliyorum. Haydi, ne cevap vereceksiniz?
Nasıl? Hiç mi vermeyeceksiniz? Sabrımın sınırsız olmadığ ının farkında
mısınız? Kaslarınızı oğ uşturuyorsunuz, Arvardan... Belki de silahımı
çekmeye fırsat bulamadan, ü zerime atılmayı dü şü nü yorsunuz. Diyelim
ki bunu başardınız. Ama şu kapının ardında yü zlerce Dü nyalı var ve
onlar bu işe bensiz de devam ederler. Size ayrıntılarıyla anlattığ ım alın
yazınız, yine aynen çizilir alnınıza. Ya siz, Schwartz? Siz bir de ajanımızı
ö ldü rdü nü z. Sizdiniz onu ö ldü ren, değ il mi? Belki beni de ö ldü rmeyi
dü şü nü yorsunuzdur, değ il mi?
Schwartz, ilk kez Balkis'in yü zü ne bakıp, kuru bir sesle cevap verdi:
— Oldü rebilirdim, ama yapmayacağ ım.
— Ne kadar iyi kalplisiniz!
— Bunun iyilikle hiçbir ilgisi yok. Aksine, çok acımasız bir karar. Basit
bir ö lü mden daha korkunç şeyler de var dediniz bizzat kendiniz,
unuttunuz mu?
Arvardan, birden yü reğ i bü yü k bir umutla dolarak, Schwartz'in yü zü ne
baktı.

18
Düello

Schwartz'ın aklı, bir girdaptan farksızdı. Garip ve inanılmaz bir rahatlık


duygusuna kapılmıştı. Benliğ inin bir bö lü mü , durumu tamamen
kontrolü altına alabilmişti, ama daha geniş bir başka bö lü mü , buna
inanmayı başaramıyordu. O, diğ erlerinden daha sonra felçli hale
getirilmişti Dr. Shekt bile kalkıp artık oturduğ u halde, o hâ lâ yalnız bir
kolunu oynatabiliyordu.
Balkis'in alabildiğ ine mide bulandırıcı ve alabildiğ ine şeytanı̂ aklına
sızarak, dü elloyu başlattı.
— Başlangıçta, beni ö ldü rmeye kararlı olduğ unuz halde, sizden
yanaydım. Duygularınızı ve niyetlerinizi anladığ ımı sanıyordum. Ancak
diğ erlerinin aklı ne kadar saf ve masumsa, sizinki tarife sığ mayacak
kadar aşağ ılık ve iğ renç. Siz Dü nyalılar için değ il, bencilce tutkularınızı
gerçekleştirmek için savaşıyorsunuz. Dü şlerinizde ö zgü rlü ğ ü ne
kavuşmuş bir Dü nya değ il, yeniden prangaya vurulmuş bir Dü nya
gö rü yorum. Parçalanmış bir imparatorluk değ il, onun yerini alan şahsı̂
bir diktatö rlü k gö rü yorum.
— Siz hayal gö rü yorsunuz! Pekâ lâ , boşuna rahatsız olmayın, sıkmayın
kendinizi! Dilediğ inizi gö rü n bakalım. Ayrıca sizin bilgilerinize
ihtiyacım yok. Kü stahlığ ınızı sineye çekecek derecede yok. Hü cum
saatini ö ne aldık, bunu tahmin etmiş miydiniz? Senin gibi sirk kâ hini,
bunu da gö rdü n mü ?
— Hayır, dedi Schwartz. Ben bunu aramıyordum, bu yü zden kaçırmış
olmalıyım. Ama şimdi saptayabilirim saati... Iki gü n... Daha bile az...
Bekleyin...! Salı gü nü , sabah saat 6'da!
Sekreter silahını çekmişti bile. Ileri doğ ru birkaç adım atıp,
Schwartz'ın karşısına dikildi:
— Nereden biliyorsunuz?
Schwartz kasıldı. Akıl hü creleri, çakmaya hazır, toparlandılar. Çeneleri
gerildi, kaşları çatıldı. Aslında bunlar kapıldığ ı gerçek dehşetin bilinçsiz
izik belirtileriydi. Beyni, Sekreterinkini sultasına almıştı.
Arvardan açısından, bu sahne hiçbir anlam ifade etmiyordu. Balkis'in
ani hareketsizliğ i ve sessizliğ i hiçbir şey anlatmıyordu ona, bu nedenle
de çok değ erli saniyeler yitirdi.
— Avucumda... diyebildi soluk soluğ a Schwartz. Alın elinden silahını.
Onu daha uzun sü re bö yle tutamam...
Cü mleyi gü ç tamamladı.
Arvardan, o anda anladı. Gü çlü kle, el ve ayaklarının ü zerinde
sü rü klenerek ilerledi, gü ç bela ayağ a kalktı. Pola da onu izlemek istedi,
ama başaramadı. Shekt, sırasından aşağ ı kayıp, dizlerinin ü zerine
çö ktü . Yalnız yü zü ihtilaçla kasılan Schwartz hâ lâ uzanmış, yatıyordu.
Balkis, Medusa'yı gö rü p taş kesilmiş gibiydi. Hiç kırışıksız alnından
boncuk boncuk terler akıyor, hiçbir ifade taşımayan yü zü , heyecanlarını
yansıtmıyordu bile. Yalnız silahı tutan eli, hayat belirtileri gö steriyordu.
Dikkatle bakılırsa, işaret parmağ ının tetiğ e etkili olamayacak kadar
ha if bir baskı yaptığ ı gö rü lebilirdi. Ama inatla sü rdü rü yordu çabasını.
— Yanına varana kadar onu iyi tut! diye dehşet dolu bir sesle hırladı
Arvardan. (Bir sandalyenin arkasına tutunup soluklandı.) Iyi tut!
Ayaklarını sü rü kleyerek ilerledi. Tıpkı bir kâ bustaki gibi. Ayakları
balçığ a, katrana, ağ daya saplanmıştı sanki. Kasları korkunç kramplarla
kıvranıyor, korkunç yavaş ilerliyordu.
Gö zlerinin ö nü nde cereyan eden dü ellonun bilincinde değ ildi,
olamazdı da.
Sekreterin aklında tek bir dü şü nce vardı: Işaret parmağ ını tetiğ e
basmaya razı etmek! 85 gramlık bir basınç, silâ hı harekete geçirmek
için yeterliydi. Parmağ ının temas etmekte olduğ u tetiğ e ha ifçe bir
bastırabilmek... bastırabilmek...
Schwartz'ın tek dü şü ncesi de, bu basıncı engellemekti. Fakat Balkis'in
akıl bü tü nleşmesinin kargaşası içinde, işaret parmağ ının zihnindeki
karşılığ ını bir tü rlü bulamıyor, bu yü zden de bü tü n gü cü nü , onu genel
hareketsizlik içinde tutmakta kullanıyordu.
Bü tü nleşme, bu baskıdan kurtulmak için çırpınıyordu sanki. Adamın
zekâ sı, Schwartz'ınkinden çok daha hızlı ve çılgınca sivri bir zekâ ydı,
ancak deneyimsiz olduğ undan çok şey beceremiyordu. Birkaç saniye
sü reyle, Sekreterin aklı, dinleniyordu. Bekleyiş içinde. Sonra birden şu
ya da bu kasına, dehşetengiz bir emir veriyordu.
Rakibinin ö lçü sü z ve çılgın çırpınışları karşısında, Schwartz her ne
bahasına olursa olsun onu hareketsiz bırakmak zorunluluğ unda
gibiydi. Fakat dışardan hiçbir şey belli olmuyor, dış belirtiler olup
bitenleri diğ erlerine anlatmaya yetmiyordu.
Arvardan, dinlenmek için durdu. Istemiyordu, ama başka çaresi yoktu.
Gerilen parmaklarıyla Balkis'in giysilerine dokunabiliyor, fakat başkası
gelmiyordu elinden. Yanan ciğ erleri, kaslarına ihtiyaçları olan oksijeni
gö ndermeyi beceremiyordu. Oylesine bir çaba harcıyordu ki, gö zyaşları
gö rmesini engelliyor, çektiğ i acı da beynini sislendiriyordu.
— Birkaç dakika daha, Schwartz, diye kekeledi. Yalnızca birkaç
dakika... Tut onu... Tut...
Schwartz yavaşça, çok yavaşça başını salladı.
— Yapa... Yapamıyorum...
Gerçekten de bü tü n dü nya karmakarışık ve kıyameti andıran bir sisin
içinde batar gibiydi. Beyin hü creleri sertleşiyor, esnekliğ ini yitiriyordu.
Sekreterin işaret parmağ ı, yeniden tetiğ e değ di. Gerilim azalmadı.
Belirli bir biçimde, giderek arttı.
Schwartz, gö zlerinin yuvalarından fırlayacakmış şakak damarlarının
çatlayacakmış gibi olduğ unu hissediyordu. Balkis'in aklından geçen
dehşet dolu zafer duygusunu algılıyordu...
Işte o anda Arvardan ileri atıldı. Gergin kolları ve kasılmış
parmaklarıyla hamle etti. Ancak kireçlenmiş bedeni kendisine ihanet
edince, yere yuvarlandı.
Bilinci çakılı kalan Sekreter de onunla birlikte yere dü şü nce, silahı
elinden kurtuldu, uzağ a yuvarlandı. Hemen aynı anda, Schwartz'in
zihinsel baskısından kurtulup, davrandı. Schwartz ise, beyni bozgun
halinde, serilip kaldı.
Balkis, Arvardan'ın vü cudunun ezici ağ ırlığ ından kurtulmak için
çılgınca bir enerjiyle davrandı. Arkeoloğ un karnının altına acımasız bir
diz darbesi indirdi. Aynı anda da yumruğ unu yanlamasına çenesine
salladı. Sonra da bir hamlede fırlayıp kalktı yerinden. Arvardan ise,
tarifsiz acılar içinde, bez bir bebek gibi serilip kaldı yerde.
Saçı başı darmadağ ınık, soluk soluğ a, Sekreter ileri atılmak için
davrandı, fakat aynı anda çakılıp kaldı yerine.
Yü zü koyun yerde yatan Shekt, silahı kendisine yö neltmişti. Sağ elinde
tutuyordu ve ö bü r kolundan destek aldığ ı halde eli titrese bile,
namlunun ucu Balkis'in ü zerine yö nelikti.
— Sersemler! Ne umuyorsunuz yani? diye ö keden boğ uklaşan sesiyle
gü rledi Sekreter. Dışardakileri çağ ırmam yeter!
— Bu da senin ö lü m emrini imzalaman demek olur, dedi titrek sesiyle
Shekt.
— Beni ö ldü rmek bir işinize yaramaz, biliyorsunuz siz de bunu. Bize
teslim ettiğ iniz imparatorluğ u da, kendinizi de kurtaramayacaksınız.
Verin o silahı bana, buradan ö zgü r olarak çıkıp gidin.
Elini uzattı, ama Shekt hazin bir gü lü şle cevap vermekle yetindi.
— Size inanacak kadar sersem değ ilim.
— Belki, ama yarı felçlisiniz.
Ve sekreter sağ a doğ ru kaçtı. Halsiz ve mecalsiz bilginin bileğ inin
kendisini izleyemeyeceğ i kadar çabuk.
Fakat Balkis saldırıya hazırlandığ ından, artık silahın etki alanından
uzakta kalmaktan başka bir şey dü şü nmü yordu. Son bir saldın için
Schwartz bunu fırsat bildi işte. Aklıyla indirdi darbesini. Sekreter
sendeledi, kafasına bir darbe indirilmiş gibi ileri doğ ru devrildi.
Arvardan da bin bir gü çlü kle ayağ a kalkmayı başarmıştı. Yanağ ı
mosmordu ve şişmişti. Sendeleyerek yü rü yebiliyordu.
— Hareket edebiliyor musun, Schwartz? diye sordu.
— Biraz, diyebilen terzi, uzatıldığ ı sıradan aşağ ı kayıp indi.
— Gelen var mı?
— Hiçbir şey saptayamadım.
Arvardan bakışlarını indirip, Pola'ya buruk bir biçimde gü lü msedi.
Kendisini yaşlı gö zlerle sü zen genç kızın yumuşak saçlarını uzattığ ı tek
eliyle okşadı. Iki saattir, kaç defa bu saçlara bir daha dokunamayacağ ım
dü şü nmü ştü . Bir daha onu gö remeyeceğ ini getirmişti aklına.
— Belki bir umut bu, Pola, dedi.
Genç kız ancak başını sallayıp cevap verebildi:
— Yeterince zaman yok. Salı gü nü saat 6'ya kadar sadece. ..
— Yeterince zaman yok mu? Neyse, gö receğ iz. (Arvardan serili yatan
Balkis'in ü zerine eğ ilip, sertçe kafasını tuttu, kaldırdı.) Yaşıyor mu?
(Mecalsiz parmaklarıyla Balkis'in nabzını bulmayı denedi, sonra elini
gö ğ sü ne yapıştırdı.) Kalbi atıyor. Çok ender bir kudretiniz var,
Schwartz. Onu neden daha ö nce bu hale getirmediniz peki?
— Çü nkü onu sadece hareketsiz kılmak istiyordum.
(Schwartz'ın allak-bullak yü zü , çektiğ i işkencenin ne denli mü thiş
olduğ una tanıktı.) Onu hareketsiz hale getirirsem, kendisini paravan
gibi kullanıp, peşinden çıkarak kurtulacağ ımızı dü şü nü yordum.
— Bu mü mkü n, diye birden canlanan Shekt, seslendi. Imparatorluk
garnizonunun ü slendiğ i Dibburn kalesi var. Buradan yaklaşık yarım mil
uzakta. Kapağ ı oraya atarsak, hem kendimizi gü ven altına alabilir, hem
de Enniyus'a haber verebiliriz.
— Oraya kapağ ı atmak mı Bu binada yü zlerce muhafız vardır. Ayrıca
burasıyla ü s arasında daha yü zlercesi bulunuyordur. Hem bu ö nemli
kişiyle ne yapabileceğ imizi dü şü nü yorsunuz? Sırtımızda mı taşıyalım?
Yoksa kü çü k bir arabaya mı atalım?
Arvardan neşesizce gü ldü .
Schwartz da ardından ekledi:
— Zaten onu daha uzun bir sü re bö yle tutamam. Gö rdü nü z siz de...
Beceremedim.
— Tecrü beniz yoktu da, ondan, dedi izikçi. Şimdi beni iyi dinleyin,
Schwartz. Nasıl davrandığ ınızı anladığ ımı sanıyorum. Aklınız, beynin
elektromanyetik alanlarını zapt eden bir alıcı gibi çalışıyor. Sanırım
yayın da yapabilirsiniz. Anlatabildim mi?
Schwartz kararsız gö rü nü yordu.
— Anlamanız gerek, diye ısrar etti Shekt. Bizim ona yaptırtmak
istediğ imiz şeyi zorla yaptırmak için kullanacaksınız beyninizi.
Başlangıç olarak da silahını geri vereceğ iz.
— Ne? diye aynı anda diğ er ü çü birden itiraz etti.
— Bizi buradan çıkartıp, yolumuzu açması gerek, diye ses tonunu
yü kselten yaşlı bilgin devam etti sö zü ne. Başka çıkar yol yok, değ il mi?
Eh, silahlı olduktan sonra da, kim durumdan şü phe edebilir ki?
— Ama onu avucumda tutamam dedim ya. (Schwartz koluna darbeler
indiriyor, esnekliğ ini kazandırmak için bir kaldırıp, bir indiriyordu.)
Sizin kuramlarınız umurumda değ il, Dr. Shekt. Bunun ne pahasına
olduğ unu bilmiyorsunuz. Hâ kimiyeti sü rdü rmek gü ç. Istırap verici.
Kolay iş değ il.
— Biliyorum. Tehlikeyi gö ze alacağ ız. Deneyin, Schwartz. Kendine
gelince, kolunu oynatın.
Sekreter inledi ve Schwartz akıl bü tü nleşmesinin yeniden doğ duğ unu
algıladı. Çıt çıkarmadan gü cü nü toplamasını, adeta dehşet içinde izledi.
Sonra konuştu onunla. Çektiğ i nutuk, sö zcü klere dayanmıyordu.
Oynatmak istediğ i zaman, koluna nasıl hareket edeceğ ini gö sterecek
bir formü l-emirdi bu. Oylesine sessiz bir emir ki, insan bilincine bile
varmıyordu.
Ama kendi kolu değ il, Balkis'inki kıpırdandı. Maziden gelen Dü nyalı,
bitkin bir edayla gü lü msedi, ama diğ erleri bakışlarını yerde serili yatan
sekreterden ayıramıyorlardı. Gö zbebeklerine hayat gelmiş, kolu ihtilaç
içinde kalkıp, bedeniyle 90 derecelik bir açı oluşturmuştu.
Schwartz yeniden işe koyuldu.
Sekreter, kesik kesik hareketlerle yerinden kalktı. Devrilecek gibi oldu,
ama dengesini korudu, inanılmayacak kadar garip mekanik
hareketlerle kımıldanmaya başladı.
Adımlarının Shekt için ne ritim, ne estetik açısından bir değ eri vardı.
Pola ve Arvardan onun bedenini gö rü yorlardı, ama hem bedenini, hem
de aklını gö rebilen Schwartz, onlar için olağ anü stü etkileyici bir
gö rü ntü ydü . Çü nkü Balkis'in vü cudu şu anda maddi olarak bağ lantılı
olmadığ ı bir beynin kontrolü altındaydı.
Shekt, bir bakıma robot haline dö nü ştü rü len adamın yanına yaklaştı
ve kabzasından tutarak silahını kendisine uzattı.
— Alsın silahını, Schwartz!
Balkis de elini uzatıp, acemice silahı kavradı. Bir an parçası kadar
zaman içinde, gö zbebeklerinde insanı kemirip kahreden bir aydınlık
okundu, ama hemen aynı anda da sö nü verdi. Kaskatı bir tavırla silahını
beline yerleştirdi, kolu yana dü ştü .
— Az daha kendisini kurtarıyordu, dedi Schwartz.
Sinirli bir tavırla gü ldü , ama yü zü sapsarıydı.
— Ona hakim olabiliyor musun?
— Şeytancasına debeleniyor yine, ama deminkinden daha az zor.
— Çü nkü ne yaptığ ınızı biliyorsunuz da, ondan, dedi elden geldiğ ince
gü ven vermek isteyen Shekt. Onu tutmaya çalışmayın. Kendiniz
davranıyormuş gibi hareket edin.
— Onu konuşturabilir misiniz? diye ü steledi Arvardan.
Sessiz bir an geçti. Ardından Sekreter'in gırtlağ ından boğ uk ve diş
gıcırtısı gibi bir ses çıktı. Bir ara. Yeni bir homurtu.
— Bu kadar, diye kekeledi Schwartz.
— Niçin beceremiyorsunuz? diye sordu Pola, endişeyle.
Babası, omuzlarını silkti.
— Konuşmak son derece nazik ve karışık kasların çalışmasını
gerektirir. Kol ve bacakların uzun kaslarını hareket ettirmeye
benzemez. Endişelenmeyin, Schwartz. Bö yle de hallederiz...
Bunu izleyen garip efsanenin kahramanlarından hiçbiri, iki saat
boyunca sü regelen olayları asla bü tü n ayrıntılarıyla hatırlayamadı.
Orneğ in Dr. Shekt ender rastlanan bir değ işikliğ e uğ ramıştı. Bü tü n
korkularından arınmış bir halde, Schwartz'ın sü rdü rdü ğ ü iç savaşa
karşı garip ve gü çsü z bir sempati duygusu besliyordu. Gö zleri,
harcadığ ı çabayla yü zü tü rlü şekillere giren maziden gelen insanın
ü zerinden ayrılmıyordu. Diğ erlerine gelince, onların bakacak vakitleri
bile yoktu.
Kapının ardındaki muhafız birliğ i, Sekreter'in otoritesinin simgesi
olan yeşil giysilerini gö rü nce, duruşlarını dü zelttiler. Balkis acemice
selamlarına karşılık verdi ve hiç sorun çıkmadan hepsinin geçmelerine
mü saade ettiler.
Ancak saraydan çıkacakları sırada, Arvardan gerçekten ne kadar
çılgınca bir serü vene atıldıklarının bilincine varabildi. Bir yanda,
Galaktika'yı bekleyen muazzam, akıl almaz tehlike, ö te yanda da pamuk
ipliğ ine bağ lı denecek kadar zayıf kurtuluş girişimleri. O anda bile,
arkeoloğ un gö zleri, Pola'dan başkasını fark etmiyordu. Belki hayatını
yitirecekti, belki geleceğ i mahvolacaktı. Ama yine de bö yle tatlı
duygular hissetmemişti yaşamında. Dü nyada hiçbir yaratığ ı, bö ylesine
arzuladığ ını hatırlamıyordu.
Pola'dan başka ö nemli hiçbir şey yoktu onun için. Bü tü n anılarının
ö zeti, oydu.
Sabah gü neşi ö ylesine parlaktı ki, Pola da başı ö nü nde yü rü yen
Arvardan'ın yü z çizgilerini gü ç fark ediyordu. Elinin altındaki kolunun
gü çlü kaslarını hissedince, mutlulukla gü lü msedi. Daha sonra bu anıyı
hatırlayacaktı: Plastik giysi altındaki kaslarının gü cü nü n anısı...
Schwartz ise, lanetli biri gibi acı çekiyordu. Yapının yan kapılarından
birinden çıktıkları ağ açlıklı yol, hemen tamamen ıssızdı. Bir
başarısızlığ ın ne demek olduğ unu takdir edebilen bir o vardı içlerinde.
Denetimi altında tuttuğ u beyne hakim olan dayanılmaz hor
gö rü lmü şlü ğ ü , bir eşi dü şü nü lmeyecek kadar bü yü k kini, dü şman
beyindeki iğ renç kararlılığ ı, olanca hızıyla hissediliyordu. Kendilerini
yö neltebilmesi için, bu beyni araştırmalı, gereken bilgileri almalı, resmı̂
yapıların konumlarını ö ğ renmeliydi. Ve Sekreter her seferinde nasıl
ö ldü ren bir ö ke ve kinle yerinden sıçrıyor, çok iyi algılıyordu Schwartz.
Uzerindeki denetimi saniyenin onda biri kadar bir sü re titreyecek olsa,
bunun nasıl bir felakete, felaketlerine sebep olacağ ını da çok iyi
biliyordu. Bu şeytan beyninin indiğ i derinliklerindeki çirkinlikler, bir
daha kazınmayacak biçimde belliğ ine kazılacaktı. Ve yıllarca zaman
sonra, her şafak vaktinin aydınlığ ında, bir çılgını dü şmanın yuvasına
nasıl yö nelttiğ ini yaşayacaktı yeniden.
Aracın yanına vardıklarında, Schwartz kesik kesik konuştu: "Ben...
Edemem... Yö neltemem... Onu da yö neltmeye... Zor... Zorlayamam...
Karışık... Bu araç... Çok karışık..."
Shekt de dikkatini dağ ıtmaktan korktuğ u için, ne normal sesle
konuşabiliyor, ne de dokunabiliyordu adama. Sadece memnun bir
edayla dilini şaklayıp, mırıldandı :
— Sadece arkaya oturmasını sağ layın, yeter. Ben kullanmayı
biliyorum, Schwartz. Bu andan itibaren, kımıldamaması kâ i.
Sekreterin arabası ö zel olarak yapılmıştı, dolayısıyla
başkalarınınkinden farklıydı. Hemen de dikkati çekiyordu. Sağ dan sola
ve soldan sağ a hareket eden işaret lambası, metronom dü zeniyle
çalışıyor, zü mrü t yeşili ışıklar saçıyordu. Geçenler de, buna bakmak için
duruyorlardı. Karşıdan gelen araçlar ise, yol vermek için korku ve
saygıyla kenara kaçıyorlardı.
Dü nyalıların kaba ve ilkel yapı tarzından farklı Imparatorluk sarayının
krome kapısı ö nü nde, bir asker nö betteydi. Etkileyici nö ronik silahını
sallayarak aracı durdurdu.
Arvardan pencereden başını dışarı uzattı.
— Ben, imparatorluk vatandaşıyım, nö betçi. Us kumandanı subayla
gö rü şmek istiyorum.
— Once kimliğ inizi gö sterebilir misiniz efendim?
— Kimliğ imi aldılar. Ben Sirius bö lgesinden Baronn'lu Bel
Arvardanım. Vali tarafından ö zel bir gö revden sorumluyum ve çok
acelem var.
Asker, bileğ ini ağ zına yaklaştırıp, vericisine bir şeyler mırıldandı.
Birkaç saniye sonra yanıt geldiğ inde, silahını indirdi ve kenara çekildi.
Dev krome kapı yavaşça açıldı.

19
Büyük Saatten Önce

Bunu izleyen saatler, Dibburn kalesinde de, başka yerlerde de çok


patırtılı geçti. Chica'daki hareket daha da bü yü ktü .
Yü ksek Bakan, ö ğ le ü zeri sekreterini ondiyofondan aradı. Fakat
Balkis'i Washenn'de bulmak imkâ nsızdı. Yü ksek Bakan memnun olmadı
buna. Saray otoriteleri de telaşlandılar.
Hemen bir soruşturma yapıldı. Am iyi gö zetlemekle gö revli
muhafızlar, kesin konuşuyorlardı: Sekreter, saat 10.30'da tutsaklarla
birlikte çıkmıştı. Hiçbir talimat bırakmamıştı. Ancak gö revliler, onun
nereye gittiğ ini sö ylemiyorlardı. Soru sormak da, elbette kendilerine
dü şmezdi.
Daha başka muhafızlar da sorguya çekildi, ama onlar da bir bilgi
veremediler. Atmosfer giderek geriliyor, kuşkular artıyordu.
Saat 14'te Sekreterin arabasının sabah saatlerinde gö rü ldü ğ üne dair
ilk rapor geldi, içinde Balkis'in olup olmadığ ını kimseler bilmiyordu.
Bazıları, aracı onun sü rdü ğ ü nü dü şü nmü ştü , ama ifadeler birleşince,
bunun bir tahminden ö teye geçmediğ i anlaşıldı.
Saat 14.30'da, aracın Dibburn Kalesi'ne girdiğ i haberi geldi ve haber
onaylandı.
En sonunda, saat 15'ten biraz ö nce, Kumandanla temas kurmaya
karar verildi. Bir teğ men çıktı karşılarına:
— Şu an için bu konuda bir açıklama yapmaya imkâ n yok, diyordu
subay. Yine de Imparatorun subayları, bu koşullarda Eskiler Derneğ i
ü yelerinden birinin kaybolduğ u haberinin, şimdilik kamuoyuna
açıklanmamasının daha yerinde olacağ ı ve daha geniş bilgi alınana
kadar beklenmesi gereğ ini vurguluyorlardı.
Bozguncu bir eyleme baş koyan insanlar, Bü yü k Saat'e 48 saat kala,
tertipte kilit mevkilerden birindeki adamın ortadan kaybolması
halinde, hele dü şmanın eline geçtiğ ini ö ğ rendiklerinde, asla tehlikeyi
gö ze almazlar. Ya komplo meydana çıkartılmış ya da bir ihanet var
demektir. Madalyonun iki yü zü vardır: Ya yazı ya da tura. Her iki halde
de, sonuç ö lü mdü r.
Bö ylece emir, kulaktan kulağ a yayıldı.
Chica halkı heyecan içindeydi.
Profesyonel demagoglar, kö şe başlarında halkın beynini yıkıyordu.
Gizli silah depoları açıldı ve silahlar dağ ıtıldı. Gö stericiler, kale
çevresinde toplanmaya başladılar. Saat 18'de de kumandana yeni bir
mesaj gö nderildi. Bu kez mesajı bir haberci, bizzat gö tü rdü .
Kalede de daha sınırlı olmakla birlikte, bü yü k bir hareket vardı. Her
şey çok gö sterişli bir şekilde, arabayı karşılamaya çıkan genç subayın,
Sekreter'in elindeki silahı almak istemesiyle başladı.
— Silahı bana verin, dedi kuru bir sesle subay.
— Bırakın versin, Schwartz, dedi Shekt.
Sekreterin eli kalktı ve subay silahı kapıp aldı. Aynı anda Schwartz da
derin bir soluk alarak, avucuna aldığ ı beyni salıverdi.
Arvardan hazır, bekliyordu. Sekreter uzun bir sü redir gerilip boşalan
yay gibi sıçrayıp fırlayınca, arkeolog peşinden atladı ve yumruklarını
indirmeye başladı.
Subay bir takım emirler haykırdı. Koşuşan askerler, Arvardan'ı yaka
paça ve kabaca tutup ayırdılar. Sekreter ise, şaşkın ve hareketsiz, bir
iskemleye çö kü p kaldı. Ağ zının kenarından ince bir kan, aşağ ı
sü zü lü yordu. Arvardan'ın çü rü k yanağ ı da kanıyordu.
Arvardan dağ ılan saçlarını dü zeltip, parmağ ıyla Balkis'i işaret etti ve
kendinden emin, kararlı bir sesle konuştu:
— Bu adamı, imparatorluk hü kü metini devirmeye kalkışmakla
suçluyorum. Yerel kumandanla derhal bir gö rü şme talebinde
bulunuyorum.
— Biz durumla ilgileneceğ iz efendim, dedi kibarca subay. Dö rdü nü z de
benimle gelmek lü tfunda bulunursanız...
Ve her şey saatlerce ö lü bir noktada takıldı kaldı. Gö tü rü ldü kleri yer
kıyıda, kö şede bir yerdeydi ve oldukça da temizdi. On iki saatten beri
ilk defa kendilerine yiyecek bir şeyler getirildi. Bü tü n sıkıntılarına
rağ men, hepsi de iştahla yediler. Hatta uygarlığ ın bir diğ er simgesinden
daha yararlanıp, banyo bile yaptılar.
Ama kapının ö nü nde askerler nö bet tutuyor ve saatler saatleri
kovalıyordu. Sabrı taşan Arvardan, birden haykırdı:
— Yahu biz sadece hapishane değ iştirmekle kaldık!
Askerı̂ yerlere ö zgü tekdü ze ve sıkıcı dü zen, sanki onlar yokmuş gibi
sü rü p gidiyordu. Schwartz uyuyordu. Arvardan kendisine bakınca,
Shekt başını salladı.
— Hayır, insancıl açıdan imkâ nsız bu. Bitkin adamcağ ız. Bırakalım
uyusun.
— Ama ancak otuz dokuz saatimiz kaldı.
— Biliyorum, beklemek gerek.
Bu sırada biraz alaycı bir ses işitildi:
— Imparatorluk vatandaşı olduğ unu iddia eden kimdi içinizde?
Arvardan hemen ayağ a fırladı.
— Bendim. Ben...
Fakat konuşanı tanıyınca, sö zü nü yarıda kesti. Adamın dudaklarında
sinsi bir gü lü mseme vardı. Daha ö nceki karşılaşmalarını arkeoloğ a
hatırlatmak istercesine sol kolunu havaya kaldırdı.
— Bel, diye mırıldandı Pola. Bu... marketteki subay.
— Kolunu kırdığ ı subay, diye buruk bir sesle tamamladı adam. Ben
Teğ men Claudy'yim ve... O, evet, tanıdım sizi. Siriuslusunuz ha? Demek
bu adamlarla dü şü p kalkmanızı engellemiyor bu? Galaktikalı! Bir insan
bu kadar alçalabilir mi? Ve bu kız da hâ lâ yanınızda hem de! Yerli kızı!
diye kü çü mseyen bir sesle ekledi.
Arvardan adamın ü zerine atılacaktı, ama zor tuttu kendisini. Şimdi
sırası değ ildi henü z.
— Kumandan albayı gö rebilir miyim, teğ men? diye sahte bir
nezaketle sordu.
— Çok ü zgü nü m, ama albay şu anda gö rev başında değ il.
— Yani burada yoklar mı?
— Oyle demedim. Eğ er sorun yeterince ciddi ise... gö rü şü lebilir
kendisiyle.
— Oyle, çok ciddi ve acil. Gü ndü z subayını gö rebilir miyim?
— Benim o.
— Gü zel, ö yleyse lü tfen albaya haber verin.
Teğ men Claudy, başını salladı.
— Bunun için benim durumun ciddiyetine inanmam gerek.
— Galaktika aşkına, şu kü çü k oyuna son verin! Bu bir hayat-memat
sorunu!
— Sahi mi? (Teğ men, sahte bir nezaketle copunu salladı.) Belki
benimle bir gö rü şme talebinde bulunabilirdiniz.
— Oyle olsun. Emirlerinizdeyim.
— Talep edebilirdiniz dedim.
— Sizden bir gö rü şme isteyebilir miyim, teğ men?
Fakat artık gü lü msemiyordu Claudy.
— Tekrar ediyorum. Yalvarın, talep edin. Bu bayanın ö nü nde.
Arvardan tü kü rü ğ ünü yutup geri çekildi. Pola elini koluna
dokundurdu.
— Bel, yalvarıyorum... Ne olursun, sakın kızma...
— Sirius'lu Bel Arvardan, nö betçi gü ndü z subayı ile gö rü şme
talebinde bulunduğ unu saygılarıyla arz eder, diye homurdandı.
— Duruma bağ lı, diye cevap verdi teğ men.
Arvardan'a doğ ru bir adım atıp, elini kabaca Arvardan'ın yanağ ındaki
pansumanın ü zerine indirdi.
Arkeolog boğ uk bir inilti çıkardı, dudaklarına kadar gelen acı feryadı
zor tuttu.
— Geçen sefer hakarete uğ radığ ınızı sö ylemiştiniz. Ya bugü n?
Arvardan cevap vermedi.
— Gö rü şme talebi kabul edilmiştir.
Dö rt asker, Arvardan'ın çevresini sardı. Teğ men Claudy ö ne geçti.
Yü rü dü ler.

Shekt ve Pola, uyuyan Schwartz'la yalnız kalmıştı.


— Artık onu işitemiyorum, dedi izikçi. Ya sen?
Genç kız başını salladı.
— Ben de bir sü redir hiç işitemiyorum. Bel'e bir şey yapar mı dersin,
baba?
— Nasıl bilebilirim? dedi yaşlı adam. Arvardan'ın aslında bizden biri
olmadığ ını unutuyorsun. Bir imparatorluk vatandaşı o. Dolayısıyla pek
çekinecek bir şeyi yok. Onu seviyorsun galiba, ha?
— Oh, çok seviyorum, baba. Biliyorum, aptalca bir şey..
— Doğ ru. (Shekt acı acı gü lü msedi.) Onurlu, dü rü st bir insan olduğ unu
kabul ediyorum, ama ne yapacak? Bizimle birlikte Dü nya'da mı
yaşayacak? Seni, gezegenine mi gö tü recek? Dü nyalı bir kızı dostlarına,
akrabalarına takdim etmek kolay mı?
— Biliyorum, diyerek hıçkırdı Pola. Ama bizim için bundan sonrası
olmayabilir de.
Shekt, bu cevap kendisini birden gerçeklere dö ndü rmü şçesine
yerinden sıçradı. Yineledi:
— Hiç işitmiyorum onu.
Sekreter'den sö z ediyordu. Balkis'i yan odalardan birine
kapatmışlardı ve kudurmuş bir hayvan gibi burada dö rt dö nü yordu.
Adım sesleri bü yü k gü rü ltü çıkarıyordu. Ama şimdi bir sessizlik
çö kmü ştü odasına.
Shekt yavaşça Schwartz'i sarstı.
— Uyansanıza.
Schwartz gerindi.
— Ne var, ne oluyor?
Pek az dinlenmişti. Yorgunluk içini kemirmeye devam ediyordu.
— Balkis nerede?
— Oh... Oh, evet!
Sabık terzi çevresini bakışlarıyla sü zdü . Sonra birden gö zlerinden çok
beyniyle daha iyi gö rdü ğ ünü hatırladı. Beyin hü creleriyle, artık çok iyi
tanıdığ ı o şeytanı̂ aklı araştırdı.
Schwartz aradığ ını bulmuştu, ama kenarda kalmayı tercih etti. Bu
hasta, aşağ ılık ve şeytanı̂ akılla sağ ladığ ı temas, henü z unutmaya hazır
olamadığ ı bir anı bırakmıştı ü zerinde.
— Başka bir katta, biriyle konuşuyor, dedi.
— Kiminle?
— Onunla şimdiye kadar hiç temasım olmadı. Durun bakayım... Bir
dinleyeyim. Belki de Sekreter... Ona "Albay" diye hitap ediyor.
Shekt ile Pola bakıştılar.
— Bir ihanet sö z konusu olamaz, değ il mi? diye bir solukta sordu genç
kız. Yani demek istiyorum ki, Imparatorluğ un bir subayı, bir Dü nyalıyla
birlik olup, Imparatorluğ a ihanet edemez, değ il mi?
— Bilemem ki, dedi ciddi bir sesle Schwartz. Artık her şeye
inanıyorum ben.
Teğ men Claudy'nin dudaklarındaki gü lü mseme silinmiyordu.
Masasının ardında oturuyor, silahı eliyle uzanabileceğ i yerde
duruyordu. Dö rt asker ise arkasındaydı. Ustü nlü ğ ü nü n yerdiğ i
duyguyla, kendinden pek emin konuştu:
— Dü nyalıları sevmiyorum. Hiçbir zaman da sevmedim. Galaktika'nın
yü z karası hepsi. Hepsi mikroplu, batıl inançlara bağ lı, tembel
yaratıklar. Hepsi dejenere ve budala. Ama haklarını verelim, genellikle
hadlerini bilip, oldukları yerde kalabiliyorlar. Bir bakıma onları
anlıyorum. Bö yle gelmişler dü nyaya, ellerinden bir şey gelmiyor.
Elbette, ben imparator olsaydım, onlara tahammü l etmezdim bö yle.
Yani şu garip ve lanetli geleneklerinden bahsetmek istiyorum... Bir gü n
gelecek, biz...
— Bana bakın! diye patladı Arvardan. Ben buraya...
— Hayır, siz beni dinleyeceksiniz. Sö zü mü bitirmedim daha. Ben,
Dü nya yanlılarının kafalarının içindekini bir tü rlü anlayamıyorum
diyecektim. Bir insan elbette gerçek bir insandan sö z ediyorum, nasıl
olur da Dü nyalılarla aynı çamura batmaya, kadınlarının peşinde
koşmaya razı olur, nasıl bu kadar alçalabilir, aklım almıyor. Ben
bö ylesine hiçbir saygı beslemem. Bence o Dü nyalılardan da aşağ ılık...
— Senin de, senin o iğ renç ideolojinin de canı cehenneme! diye
gü rledi Arvardan. Imparatorluğ a karşı bir ihanetin tezgâ hlanmakta
olduğ unu biliyor musunuz şu anda? Çok kritik bir noktada
olduğ umuzun farkında mısınız? Her geçen dakika, Galaktika'da yaşayan
milyarlarca ve milyarlarca insanın hayatını tehlikeye atıyor.
— Hayır, bilmiyorum Dr. Arvardan. Doktorsunuz siz, değ il mi?
Unvanınızı unutmamak gerek, Biliyor musunuz, benim de kendime
gö re bir kuramım var. Siz de onlardan birisiniz. Belki Sirius bö lgesinde
dü nyaya gelmiş olabilirsiniz, ama yü reğ iniz bir Dü nyalınınki kadar
kara. Galaktikalı bir vatandaş olmanızı da onların davası yolunda
kullanıyorsunuz. Onların yü ksek yö neticilerinden birini kaçırdınız. Laf
aramızda, fena bir ikir değ ildi bu. Bu kadarla kalsaydı, kılımı bile
oynatmazdım. Ancak Dü nyalılar onun peşine dü ştü ler. Hiç vakit
kaybetmeden. Bize de bir mesaj ulaştırdılar.
— Hemen mi? Ne diye tartışıyoruz burada? Eğ er bir yararım
dokunacaksa, Albay'ı gö rmem gerek...
— Ne bekliyorsunuz peki? Bir kargaşa mı? Talan mı? Belki de bir isyan
çıkartmak için olayı siz dü zenlediniz, değ il mi?
— Çıldırdınız mı siz? Ne diye bö yle bir şeye kalkışayım?
— O halde Eskiler'den seçtiğ iniz tutsağ ınızı serbest bırakmamızda bir
sakınca gö rmezsiniz herhalde, ha?
— Sakın ha!
Arvardan yerinden doğ rulmuştu ve bir an karşısındakinin ü zerine
atılacak gibi oldu. Ama teğ men Claudy derhal silahını kavradı.
— Bırakamayız, ö yle mi? Dinleyin beni. Sizinle işim bitmedi daha. Sizi
tokatladım ve Dü nyalı kü çü k dostlarınızın gö zleri ö nü nde yalvarttım
sizi. Sizin gibi aşağ ılık bir yaratığ a beslediğ im kini ve tiksintiyi
belirtmek için, yü zü nü zü n orta yerine tü kü rdü m. Şimdi de bir kolunuzu
toz etmek için fırsat yaratmaya can atıyorum. Haydi, çekinmeyin... Bir
hareket daha yapın...
Arvardan olduğ u yerde kalakaldı. Teğ men kahkahayı basıp, silahını
bıraktı.
— Yazık ki bundan kurtuldunuz. Albay sizi gö rmek istiyor. 17.13'te sizi
kabul edecek.
— Bunu... Başından beri biliyordunuz, değ il mi?
Arvardan o kadar bozulmuştu ki, boğ azının kuruduğ unu hissetti.
— Elbette.
— Eğ er kaybettiğ imiz bunca zaman alın yazımızı çizecekse, yaşayacak
pek vaktimiz kalmadı, teğ men Claudy. (Arkeoloğ un sesi ö ylesine
donuktu ki, başkasının sesine benzemişti.) Ama siz benden ö nce
gebereceksiniz, çü nkü hayatımın son dakikalarını o kalım kafanızı ve
beyinciğ inizi parçalamaya ayıracağ ım.
— Emrinize amadeyim, işbirlikçi bozuntusu. Ne zaman isterseniz!
Dibburn kalesinin kumandanı, aradan geçen yıllar boyunca
imparatorluğ un hizmetinde paslanmış biriydi. Kaç kuşaktan beri
mutlak bir barış sü rdü ğ ünden, şan ve şeref yolları askerler için tıkanıp
kalmıştı. Bu nedenle, diğ er arkadaşları gibi, Albay da biraz geri plana
dü şmü ştü . Ancak Galaktika'nın hemen bü tü n bö lgelerinde gö rev
yaparak, çabuk ter i etmişti. Dü nya gibi bir bö lgeye atanmak ise, onun
için bir zü ldü . Bir tek hayali vardı: Barışçı bir girişimle, dertsiz bir işgal
hareketi gerçekleştirmek. Başının derde girmemesi için de her şeyi
yapmaya hazırdı. Gerekirse Dü nyalı bir kız karşısında diz çö kü p ö zü r
bile dileyebilirdi bunun için.
Odasına girince, Arvardan onu yorgun biri olarak gö rdü . Albay,
gö mleğ inin yakasını da açmıştı. Arkeoloğ u ciddi bir tavırla sü zerken,
parmaklarını çıtlattı.
— Oldukça karmaşık bir iş bu, diye sö ze başladı. Sizi hatırladım,
delikanlı. Siz Bel Arvardan'sınız. Bugü ne kadar da başıma bir hayli iş
açtınız. Kuzum siz kargaşa çıkarmadan duramıyor musunuz?
— Albayım, başı dertte olan yalnız ben değ ilim, bü tü n Galaktika!
— Evet, biliyorum, dedi Albay. Daha doğ rusu iddianızı biliyorum.
Galiba kimliğ iniz de yokmuş ü zerinizde, ha?
— Belgelerimi aldılar, ama beni Everest'te tanıyorlar. Vali benim
hakkımda size garanti verebilir. Umarım bu akşama kadar da bunu
halleder.
— Gö receğ iz. (Albay kollarını gö ğ sü nde kavuşturup, koltuğ una
yaslandı.) Şimdi olayları lü tfen bana anlatmak lü tfunda bulunur
musunuz?
— Imparatorluk hü kü metini kuvvet kullanarak devirmeyi amaçlayan
bir kü çü k Dü nyalı grubun çok ciddi komplosunu haber aldım. Eğ er
gerekli makamlar derhal uyarılmazsa, yalnız rejim devrilmekle
kalmayacak, imparatorluğ un bü yü k bir bö lü mü de yok edilecek.
— Biraz ileri gittiniz, genç dostum! Bö yle bir iddia çok ö lçü sü z ve
yersiz. Dü nyalıların can sıkıcı gö steriler dü zenleyebileceklerini, ü ssü
kuşatabileceklerini ve ö nemli zararlar verebileceklerini kabul
ediyorum, ama imparatorluk kuvvetlerini bu gezegenden
atabileceklerini, hele Trantor hü kü metini devirebileceklerini
dü şü nemiyorum bile. Yine de şu şeyin... Yani komplonun ayrıntılarını
sizden dinlemek isterim.
— Ne yazık ki, durum ö ylesine ciddi ki, ayrıntıları ancak Valiye bizzat
bilgi verebilirim. Bu nedenle, sakınca gö rmü yorsanız, beni kendisiyle
vakit kaybetmeden temasa geçirmenizi isteyeceğ im.
— Hımmm... Yalnız telaşlı davranmaktan sakınalım... Acaba tutup bize
getirdiğ iniz adamın, Dü nya Yü ksek Bakanı'nın Sekreteri olduğ unu
biliyor muydunuz? Eskiler Derneğ i'nin ü yelerinden olduğ undan ve
Dü nyalıların gö zü nde çok ö nemli biri olarak kabul edildiğ inden
haberiniz var mıydı?
— Çok iyi biliyorum bunu.
— Yani size gö re sö zü nü ettiğ iniz komplonun kilit kişilerinden biri mi
o?
— Mutlaka ö yle!
— Bu iddianızı doğ rulayacak kanıtlarınız var mı?
— Bunları ancak bizzat Valiye açıklayacağ ımı sö ylersem, umarım beni
anlarsınız.
Albay kaşlarını çatıp, tırnaklarını seyre daldı.
— Yani bu benim yetkimi şü pheyle karşıladığ ınız anlamına mı
geliyor?
— Kesinlikle hayır, albay. Ancak durumun gerektirdiğ i kesin ö nlemleri
almaya yetkili tek merci, ancak Vali'nin kendisi olabilir.
— Size gö re, hangi kesin ö nlemleri?
— Otuz saatlik bir sü re içinde, Dü nya'da bir yapı bombalanıp,
tamamen yok edilmelidir. Aksi halde, hepsi olmasa bile Imparatorluk
halklarının bü yü k bir bö lü mü ö lecek.
— Hangi yapı bu? diye bıkmış bir sesle sordu Albay.
— Lü tfen, Vali ile doğ rudan temasa girebilir miyim? diye kuru bir
tonla sordu Arvardan.
Çıkmaza varmışlardı. Bu sö zleri izleyen sessizliğ i, soğ uk bir edayla
konuşan Albayın sesi bozdu:
— Bir Dü nyalıyı kaçırmakla, sizin Dü nya mahkemelerinde
yargılanmanızı mü mkü n kılacak bir suç işlediğ inizin farkında mısınız?
Genellikle Imparatorluk resmı̂ makamları vatandaşlarını koruyarak,
onların Galaktika mahkemelerinde yargılanmalarını sağ larlar. Bu bir
prensip sorunu. Fakat şu anda Dü nya'da durum çok nazik ve aldığ ım
talimat son derece kesin: Elden geldiğ ince herhangi bir çatışmayı
ö nlemek ü zere kesin emir aldım. Bu nedenle soruma açık-seçik yanıt
vermeyi reddederseniz, sizi ve arkadaşlarınızı yerel polis makamlarına
teslim etmek zorunda kalacağ ım.
— Fakat bu bizi ve sizi ö lü me mahkû m etmek olur! Ben Imparatorluk
vatandaşıyım ve ısrarla Vali ile...
Bu sırada mikrofonun cızırtısı, Arvardan'ın sö zü nü yarıda kesti. Albay,
bir dü ğ meye bastı.
— Dinliyorum.
— Albayım, bir grup yerli ü ssü kuşattı, dedi bir ses. Silahlı oldukları
sanılıyor.
— Şiddet eylemleri var mı?
— Hayır, albayım.
Subayın yü zü nde hiçbir heyecan okunmuyordu. Hiç olmazsa bu
konuda aldığ ı eğ itim bir işe yaramıştı demek.
— Topçu ve hava kuvvetleri mü dahaleye hazır duruma gelsin. Herkes
savaş mevkilerine. Meşru savunma durumu dışında ateş açmak yasak.
Anlaşıldı mı?
— Evet albayım. Bu arada beyaz bayraklı bir Dü nyalı haberci, kabul
edilmek istiyor.
— Onu bana gö nderin. Ayrıca Bakanın sekreterini de içeri alın.
Albay buz gibi soğ uk bakışlarım arkeoloğ a dikti.
— Girişimlerinizin ne bü yü k felaketlere sebep olduğ unu herhalde
takdir ediyorsunuzdur, değ il mi?
— Bu gö rü şmede ben de hazır bulunmak için ısrar ediyorum, diye
ö keyle bağ ırdı Arvardan. Kızgınlığ ı o dereceye ermişti ki, sö zlerini
derleyip toparlayamıyordu. Ayrıca bir Dü nyalı, hem de bir hainle baş
başa verip gö rü şü rken, beni neden saatlerce beklettiğ iniz konusunda
da açıklama talep ediyorum. Çü nkü beni kabul etmeden ö nce onunla
gö rü ştü ğ ü nü zü pekâ lâ biliyorum.
— Beni suçluyor musunuz? diye sesinin tonunu yü kselterek sordu
Albay. Eğ er ö yleyse, lü tfen daha açık konuşun.
— Hayır, suçlama değ il. Ama size hatırlatıyorum, şu andan itibaren
davranışlarınızın hesabını vermek zorunda kalacaksınız ve gelecek,
elbette bir geleceğ imiz olursa, belki de sizin inatçılığ ınız yü zü nden
halkınızı yok etmekle suçlayacak.
— Kesin! Zaten size hesap vermek zorunda değ ilim ben! Anlaşıldı mı?

20
Büyük Saat

Bir asker tarafından içeri alınan Sekreter, odaya girdi. Mor ve şiş
dudaklarından soğ uk bir gü lü mseme gelip geçti. Albayın karşısında
eğ ildi, Arvardan'ı ise gö rmezlikten geldi.
— Yü ksek Bakan'a aramızda olduğ unuzu ve hangi koşullarda buraya
geldiğ inizi haber verdim, diye başladı konuşmaya subay. Bu ü s içinde
bulunmanız, şey... Nasıl sö ylesem, elbette çok anormal bir şey ve sizi en
kısa sü rede serbest bırakacağ ım. Ancak hiç kuşkusuz çok yakından
tanıdığ ınız bu bay, size karşı çok ciddi bir suçlama yö neltti ve bu
konuda bir soruşturma yapmak zorundayız.
— Sizi anlıyorum, diye çok sakin bir cevap verdi Sekreter. Ancak size
daha ö nce de belirttiğ im gibi, bu bay Dü nya'da ancak iki aydır
bulunuyor ve bizim iç siyasetimiz hakkında bildikleri bir kocaman hiç.
Bu kadarı bile, bir suçlama yö neltmeye yetkili olmadığ ını gö sterir.
— Ben arkeoloğ um, diye ö keyle cevap verdi Arvardan. Ayrıca Dü nya
ve gelenekleri konusunda uzmanım. Dü nya'nın siyaseti hakkında hiçbir
şey bilmiyor değ ilim. Ayrıca kendisini suçlayan, yalnız ben değ ilim.
Balkis dö nü p Arvardan'a bakmadı bile ve bü tü n gö rü şme sırasında bir
kere olsun gö zlerini ona çevirmedi. Yalnız Albay'a seslenmekle yetindi:
Bu olaya bir de Dü nyalı bilgin karıştı. Yaşı altmışa yakın ve sonunu
bekliyor. Bu yü zden aklı̂ dengesini yitirdi. Ayrıca bir de nereden geldiğ i
bilinmeyen ve tipik bir budala var. Bö yle bir ü çlü den gelen suçlamalar,
asla ciddiye alınamaz.
Arvardan bir hamlede sıçradı yerinden:
— Beni dinlemenizi istiyorum...
— Oturun, dedi aksi sesiyle Albay. Bu konuyu benimle tartışmayı
reddettiniz. Ben de bu talebinizi kabul ettim. Haberciyi içeri alın.
Beyaz bayrakla gelen haberci de Eskiler Derneğ i ü yelerindendi.
Sekreteri gö rü nce, hemen hiç belli etmedi. Albay ayağ a kalktı.
— Siz dışardaki insanların sö zcü sü mü sü nü z?
— Evet.
— Oyle sanıyorum ki dışardaki kızgın ve gayri meşru kalabalık,
burada bulunan vatandaşınızın serbest bırakılmasını istiyor, ö yle değ il
mi?
— Evet. Kendisinin derhal serbest bırakılmasını talep ediyoruz.
— Serbest bırakılacak. Ancak yasa, dü zen gereğ i ve Majestelerinin
hü kü metine bir saygının belirtisi olarak, dışardaki silahlı ve dü şmanca
niyetli kalabalık dağ ılmadıkça, sizinle gö rü şmemiz imkâ nsız. Hemen
adamlarınıza dağ ılmalarını emretmenizi talep ediyorum.
— Albay tamamen haklı, Cori kardeş, dedi melek gibi bir sesle
Sekreter. Lü tfen akılları sakinleştirin. Ben burada tamamen gü venlik
içindeyim ve hiç kimse tehlikede değ il. Beni anladınız mı? Hiç kimse!
Eskiler Derneğ i ü yesi olarak, şere im adına sö z veriyorum.
— Oldu, kardeş. Gü ven içinde olduğ unuz beni mutlu kıldı.
Haberci dışarı çıktı.
— Şehirde durum normale dö ner dö nmez, sizin de sağ salim gitmeniz
için elimizden geleni yapacağ ız, dedi Balkis'e albay. Işbirliğ iniz için de
size mü teşekkirim.
Arvardan yine ayağ a fırladı:
— Itiraz ediyorum. Bir genosid suçu işlemeye hazırlanan bu adamı
serbest bırakırken, benim Vali ile gö rü şmemi engelliyorsunuz ki, bu
benim Galaktika vatandaşlığ ı haklarımı açıkça çiğ nemek demektir.
Dü nyalı bir kö peğ e, benden daha mı çok saygı gö stereceksiniz?
Fakat ö kesinden sesi titreyerek konuşan Arvardan sö zü nü bile
bitirmeden, Sekreter sakin bir sesle lafa karıştı:
— Bu aklı evvelin istediğ i buysa, ben burada kalıp, Vali'nin huzurunda
durumu açıklamaya hazırım albayım, ihanet ithamı ciddi bir iştir ve
ü zerimde bö yle bir şü phenin bulunması, belki de benim halkıma
gerektiğ i gibi hizmet etmemi dahi ö nleyecektir. Valiye bü tü n
imparatorlukta benden daha sadık kimsenin bulunmadığ ını
kanıtlayabilirsem, mutlu olurum.
— Size hayranım, dedi tumturaklı bir sesle Albay, itiraf edeyim, sizin
yerinizde ben olsam, tutumum daha başka olurdu. Soyunuza şeref
verdiniz bayım. Vali ile temas etmeye çalışacağ ım.
Arvardan, kendisini yeniden hü cresine geri gö tü rene kadar, ağ zını
açmadı.

Diğ erlerinin bakışlarından kaçarak, yumruğ u çenesinde, uzun bir sü re


dişlerini gıcırdattı, durdu.
— Peki, ya şimdi? diye en sonunda sordu Shekt.
Arkeolog başını salladı.
— Korkarım her şeyi berbat ettim.
— Nasıl yani?
— Soğ ukkanlılığ ımı kaybettim, Albayı sinirlendirdim ve hiçbir şey
beceremedim. Ben diplomat değ ilim. Dr. Shekt. Ama ne yapabilirdim ki?
Balkis, benden ö nce Albayla konuştu. Ona gü venemezdim herhalde.
Kim bilir, belki de Sekreter ona hayatını bağ ışlamayı ö nermiştir, ha?
Belki de işin başından beri o da komploya dahildir, ne dersiniz? Biraz
saçma bir varsayım bu, ancak rizikoyu gö ze alamazdım. Çok
kuşkuluydu. Enniyus'u bizzat gö rmek istiyordum.
Fizikçi yerinden kalkıp, uyuşan kollarını sırtında birleştirdi.
— Peki, Enniyus gelecek mi?
— Sanırım. Ama Balkis'in isteğ i ü zerine. Hiçbir şey anlayamadığ ımı
itiraf edeyim.
—Balkis'in isteğ i ü zerine mi? Oyleyse Schwartz muhakkak haklı.
— Ya? Ne dedi ki o?
Şişman terzi, yatağ ının ü stü nde oturuyordu. Herkes başını kendisine
çevirince, omuzlarını silkip, aczini ifade edercesine kollarını havaya
kaldırdı.
— Az ö nce Sekreter bu odanın ö nü nden geçerken, yine akıl
bü tü nleşmesini zapt ettim. Sizi kabul eden subayla uzun bir gö rü şme
yaptı.
— Biliyorum.
— Ama bu subayın beyninde hıyanet belirtileri yok.
— Oyleyse ben yanıldım, dedi bitkin bir sesle Arvardan. Ya Balkis?
— Onda da ne kuşku, ne korku zapt edebildim. Yalnız kin dolu.
Ozellikle kendisini yakalayıp buraya getirdiğ imiz için bize yö nelik bir
kin. Gururunu mü thiş biçimde ayaklar altına aldık ve niyeti intikam
almak. Kurduğ u dü şleri gö rdü m. Tasarılarını bildiğ imiz için harekete
geçecek Galaktika'nın kendisini tutuklamasına tek başına engel
olduğ unu dü şlü yor. Bü tü n kozları bize verdikten sonra, en sonunda
hepimizi eziyor, zafere ulaşıyor.
— Se ilce bir intikam hissini tatmin etmek için imparatorluk tahtına
çıkmak hü lyasından vazgeçeceğ ini mi sö ylemek istiyorsunuz? Çılgınlık
bu!
— Biliyorum. O zaten bir çılgın!
— Başaracağ ını da dü şü nü yor mu?
— Dü şü nü yor.
— Bu durumda Schwartz, size ve sizin gü cü nü ze ihtiyacımız var.
Dinleyin beni...
Ama Shekt başını salladı.
— Hayır, Arvardan. Imkâ nsız bir şey bu. Siz gittikten sonra Schwartz'ı
uyandırdım ve kendisiyle tartıştık. Aklı̂ gü cü nü kusursuz olarak kontrol
edemediğ i ortada. Bunu bile bulanık biçimde açıklayabiliyor. Bir insanı
şaşkına dö ndü rmesi, felç etmesi, hatta ö ldü rmesi mü mkü n. Başlıca
motor kasları da kişinin isteğ ine aykırı yö nde çalıştırabilir, ama o
kadar. Sekreter konusunda, onu konuşturmayı başaramadı. Ses
tellerine Kumanda eden kü çü k kaslar, kontrolü nden kaçıyor. Balkis'i
araba kullanmaya yö nlendirecek şekilde de denetimi altına almaya
başaramadı. Hatta dengesini kaybetmeden yü rü mesini bile gü ç sağ ladı.
Dolayısıyla Enniyus'un da bir emir vermesini ya da yazdırmasını
sağ layamayız. Gö rdü ğ ünü z gibi, bunu ben de dü şü ndü m.
Shekt sustu, yine başını salladı.
Arvardan ancak o zaman çabalarının ne kadar boş olduğ unun bilincine
vardı.
— Pola nerede? diye sordu, birden endişeyle.
— Aralıkta uyuyor.
Nasıl istiyordu onu uyandırmayı. Daha istediğ i o kadar çok şey vardı
ki...
Saatine baktı. Neredeyse gece yarısı oluyordu. Otuz saatleri kalmıştı.
Bir sü re uyudu. Gö zlerini açtığ ında, gü n aydınlanıyordu. Kimse gelip
aramadı onları. Umutsuzluk, ruhunu kemiriyordu. Yeniden uykuya
daldı.

Arvardan saatine baktı. Gece yarısı olmak ü zereydi ve geriye altı saat
kalmıştı.
Dağ ınık bir kafa ve umutsuzca çevresini sü zdü . Şimdi hepsi
buradaydı. En sonunda gelebilen Vali bile. Pola yanında duruyordu;
parmaklarının sıcaklığ ını bileğ inde hissetti. Genç kızın yü z hatlarında
okuduğ u dehşet ve bitkinlik, Galaktika'ya lanet etmesi için yeterliydi şu
anda.
Kim bilir, belki de bü tü n bu budalalar ö lmeyi hak etmişlerdi...
Solunda oturan Shekt ile Schwartz'a şö yle bir gö z atmakla yetindi.
Balkis, iğ renç Balkis de oradaydı. Dudakları biraz daha şişmişti ve
yanağ ı çü rü k içindeydi. Konuşmak, kendisine tarifsiz acılar veriyor
olmalıydı. Arvardan bunu aklına getirince, amansızca gü lü msedi,
yumrukları sıkıldı. Kendi yanağ ı biraz daha az ağ rıyormuş gibi oldu.
Enniyus, alnı kırışmış, kararsız, kurşun kaplı ağ ır giysileri içinde adeta
gü lü nç bir halde, karşılarında oturuyordu.
O da budalanın biriydi! Kendi huzur ve rahatlarından başka bir şey
dü şü nemeyen bu eyyamcılar karşısında birden içinin kinle kabardığ ını
hissetti. Uç yü zyıl ö nceki fatihler neredeydi? Nerede kalmışlardı?
Sadece altı saat...
Enniyus, Chica garnizonunun çağ rısını on sekiz saat kadar ö nce almış
ve gelmek için Dü nya'nın yarısını kat etmişti. Itaat ettiğ i nedenler pek
karanlıktı, ama yeterince de gü çlü ydü . Kim bilir, belki de Dü nyalı "Yeşil
Cü ppeliler" in basit bir ayaklanmasından ibaretti her şey. Gerisi,
mesnetsiz ağ ır suçlamalardan başka bir şey olmayabilirdi. Albay'ın
mahallinde çö zü mleyemediğ i basit işler...
Ama işin içinde Shekt vardı. Ustelik Shekt suçlanan değ il, suçlayandı.
Işte bu ö nemliydi.
Şimdi bu kü çü k topluluğ un karşısında, bu koşullar altında, Enniyus
vereceğ i kararın bir ayaklanmayı çabuklaştırabileceğ ini, saray
nezdindeki itibarını sarsacağ ını, ter i etme şansını yok edebileceğ ini
dü şü nü yordu. Virü tik kü rlerden ve salgından sö z eden Arvardan'ın
uzun nutkunu ne dereceye kadar ciddiye almalıydı acaba? Vali bu
iddialara gö re harekete geçerse, acaba ü stlerinin takdirini kazanacak
mıydı?
Yine de Arvardan ü nlü bir arkeologdu..
Bu nedenle Enniyus kararını daha sonra açıklamayı yeğ leyerek,
Sekreter'e sordu:
— Umarım sizin de sö yleyeceğ iniz bir şey vardır, değ il mi?
— Aslında pek bir şeyim yok sö yleyecek, dedi Balkis, serinkanlılıkla.
Yalnız bu suçlamaların dayandığ ı delilleri bilmek isterdim.
— Hepsini sö yledim, Ekselans, diye sabırsızca atıldı Arvardan.
Tutuklu bulunduğ umuz sırada bu adam bize her şeyi itiraf etti.
— Belki bu anlatılana inanacaksınız, Ekselans, ama yine sö yleyeyim,
suçlama Sekreter'e yö nelik, mesnetsiz bir iddia. Aslında bü tü n tanık
ifadeleri, şuna yö neliyor: Şiddete başvurularak tutuklanan onlar değ il,
benim. Canı tehlikeye dü şen onlar değ il, bendim. Bunu belirttikten
sonra, şimdi beni suçlayan zatın, geleli dokuz hafta olduğ u halde, bu
komployu dokuz hafta içinde nasıl meydana çıkarttığ ını açıklamasını
isterim. Siz ki vali olarak burada yıllardır gö revdesiniz, benim
aleyhimde acaba bir şey işittiniz mi?
— Bu gö rü şte mantık var, diye kabul etti Enniyus. Nasıl ö ğ rendiniz
komployu?
— Sanığ ın itirafından ö nce, komployu bana Dr. Shekt haber verdi, dedi
kasılarak Arvardan.
Enniyus, izikçiye dö ndü .
— Doğ ru mu, doktor Shekt?
— Doğ ru, Ekselans.
— Peki, bu olayı siz nasıl haber aldınız?
— Dr. Arvardan kusursuz bir kesinlikle sinaptik ampli ikatö rden nasıl
yararlanıldığ ını anlattı ve bakteriyolog Smitko'nun ö lü mü nden ö nce
sö ylediklerini aslına çok sadık biçimde nakletti. Bu Smitko da
komploya dahildi. Itira ları banda kaydedildi ve kayıtlar, emrinize
amadedir.
— Can çekişirken sayıklayan birinin itira ları, Dr. Arvardan'ın
sö ylediğ i doğ ruysa inandırıcı bir kanıt olamaz. Başka delilleriniz yok
mu?
Arvardan yumruğ unu koltuğ unun kenarına indirerek haykırdı birden:
— Burası ticaret mahkemesi mi? Yoksa tra ik kurallarını çiğ neyen
birini mi yargılıyoruz? Hassas terazide delilleri tartacak vaktimiz yok.
Size tekrar ediyorum: Hepinizi tehdit eden bü yü k tehlikeyi ö nlemeniz
için ancak sabah saat 6'ya kadar vaktiniz var! Ya da başka bir deyişle,
beş buçuk saatiniz kaldı. Ekselans, Dr. Shekt'i bugü n tanımadınız.
Eskiden beri biliyorsunuz onu. Yalancı olduğ unu sö yleyebilir misiniz?
Sekreter, Enniyus'un cevap vermesine fırsat bırakmadı:
— Ekselans, hiç kimse Dr. Shekt'in bilerek yalan sö ylediğ ini iddia
etmedi. Ne var ki bu değ erli bilgin yaşlandı ve artık altmış yaş korkusu
iyice içini sarmış halde. Korkarım yaşlılık ve korku, ü zerinde bir takım
paranoyak etkiler yaratmış. Dü nya'da çok yaygın gö rü len bir hastalıktır
bu. Bakın bir kere ona: Normal gö rü nü yor mu hiç?
Shekt'in elbette hiç de normal bir gö rü nü şü yoktu. Olup bitenlerden ve
olacak olanlardan dolayı, kasılmış, gerginlik içinde, ezik ve bitkindi.
Yine de sakin gö rü nmeye ve her zamanki sesiyle konuşmaya çalışarak
açtı ağ zını:
— Size iki aydan beri Eskiler Derneğ i tarafından izlendiğ imi, bana
gelen mektupların açıldığ ını ve bana yazılanların okunduğ unu
sö yleyebilirim. Ama biliyorum, bunu da sö zde paranoyama
yakıştıracaklardır. Fakat yanımda Joseph Schwartz bulunuyor, beni
Enstitü mde ziyarete geldiğ iniz gü n ampli ikatö rde tedavi ettiğ im
gö nü llü yani, Ekselans.
— Hatırlıyorum. (Enniyus, Shekt'in konuyu değ iştirmesine pek
sevinmişti.) Şu adam mı?
— Evet.
— Pek bu deney için yeterliye benzemiyor.
— Tam aksine! Hatta başarı, beklenen bü tü n umutları bile geçti.
Çü nkü başlangıçta o zaman henü z bilmediğ im bir fotoğ raf belleğ i vardı.
Şimdi de beyni başkasının dü şü ncelerini zapt edebiliyor.
Enniyus ö ne doğ ru eğ ilerek, hayretle sordu:
— Nasıl? Yani insanların beyninin içini mi okuyor diyorsunuz?
— Ekselans, kolayca bir deney yapabiliriz. Ama sanırım Sekreter
kardeş bu gerçeğ i size onaylayabilir.
Sekreter, Schwartz'ı yıldırıma benzeyen kin dolu bir bakışla sü zdü .
— Tamamen doğ ru Ekselans, dedi titrek bir sesle Gö rdü ğ ü tedavinin
sonucu olup olmadığ ını bilmiyorum, ama bu adamın bu tü r bazı
yetenekleri var. Ancak ampli ikatö rden geçirildiğ inin kaydedilmediğ ini,
bundan haberimiz olmadığ ını ve olayın karanlık bir perde arkasında
kaldığ ını ekleyeyim.
— Yü ksek Bakan'ın onayı ü zerine deney kaydedilmemiştir, diye
serinkanlılıkla cevap verdi Shekt.
Sekreter, cevap olarak omuzlarını silkmekle yetindi.
— Bu gö rü şmenin asıl amacına dö nelim ve aranızdaki tartışmayı
kesin, dedi emreden bir sesle Enniyus. Bu Schwartz’ın telepatik ya da
hipnoz yetenekleri de nedir ve bizim olayla ne ilgisi var?
— Shekt, benim dü şü ncelerimi okuyabildiğ ini sö ylemek istiyor,
deyiverdi Balkis.
— Sahi mi? (Ilk kez Vali, Schwartz'a seslendi.) Peki, şimdi ne
dü şü nü yor?
— Sö ylediğ imizin doğ ru olduğ u konusunda sizi inandırmak için hiçbir
imkâ nımız olmadığ ını dü şü nü yor, dedi hemen eski terzi.
— Tamamen doğ ru, diye sırıttı Sekreter. Ancak bö yle bir sonucu,
bü tü n aklı başında ve mantıklı beyinler çıkartabilir.
— Sizin zavallı bir budala olduğ unuzu, davranmaktan korktuğ unuzu,
sadece ortalığ ın dalgalanmasını istemediğ inizi adalet ve
tarafsızlığ ınızın Dü nyalılar tarafından kabul edilmesini umduğ unuzu da
dü şü nü yor ama, diye devam etti
Schwartz. Bu umudu beslediğ iniz için de, daha aptal olduğ unuz
geçiyor aklından.
Sekreter birden kıpkırmızı oldu.
— Bu iddialara kesinlikle karşı çıkıyorum. Bu, sizi bana karşı
kışkırtmak için açıkça yapılmış bir iftiradır, Ekselans.
— Buna hemen peki diyemeyeceğ im, kolayca inanamayacağ ım.
(Enniyus, yine Schwartz'a dö ndü :) Peki, ya ben ne dü şü nü yorum?
— Ben bir insanın beyninden geçirdiklerini açık-seçik okusam bile,
ille de doğ ruyu sö ylemeyeceğ imi dü şü nü yorsunuz.
Iyice şaşıran Vali, kaşlarını kaldırdı.
— Doğ ru. Tamamen doğ ru. Dr. Arvardan ve Dr. Shekt'in anlattıklarının
gerçeğ e uygun olduğ unu kabul ediyor musunuz?
— Baştan sonuna kadar.
—Oyle olsun. Ancak sizin gibi aynı yeteneğ e sahip biri daha
bulunmadıkça ve bu olaydan ö nceden haberdar edilmeden
denemedikçe, bö yle bir kanıt hukuk açısından geçerli sayılamaz.
Yeteneğ iniz telepat olarak kabul edilse bile.
— Burada bir hukuk sorunu değ il, Galaktika'nın kurtuluşu
konuşuluyor, diye mırıldandı Arvardan.
— Ekselans, bir talepte bulunacağ ım. Bu Joseph Schwartz'ın odadan
çıkartılmasını isteyeceğ im.
— Niçin?
— Telepatik meziyetlerinden başka, kendisinin daha başka zihnı̂
gü çleri de vardır. Beni felç ettiğ i için bunların eline esir dü ştü m. Bana,
hatta size karşı da aynı şeyi yeniden yapmasından korktuğ um için,
çıkartılmasını istiyorum, Ekselans.
Arvardan da kalktı, ama Balkis ses tonunu yü kselterek onun
konuşmasına fırsat vermedi.
— Olağ anü stü yeteneklerinden yararlanarak yargıç ü zerinde etkili
olabilecek birinin ö nü nde, sağ lıklı bir yargıya varılması asla mü mkü n
değ ildir.
Enniyus kararını derhal verdi. Içeri giren bir nö betçi, Joseph
Schwartz'ı dışarı çıkardı. O da direnmedi hiç. Aptal suratında hiçbir
kaygı da yoktu.
Bu, Arvardan için son darbe oldu.
Hâ lâ ayakta olan ve ö z-gü veni giderek artan Sekreter, devam etti:
— Ekselans, dedi ciddi bir edayla, Dr. Arvardan'ın iddiaları ve
sö yledikleri, Dr. Shekt'in tanıklığ ına dayanmaktadır. Onun suçlaması da,
sayıklayan bir yarı ö lü nü n hezeyanlarına dayanıyor. Oysa Joseph
Schwartz ampli ikatö rde tedavi edilmeden ö nce, bö yle bir şey sö z
konusu edilmemişti hiç.
— Kimdir ö yleyse bu Joseph Schwartz? Bu adam sahneye girmeden
ö nce, Dr. Shekt normal ve sorunsuz biriydi. Siz de bir akşam onunla
birlikte oldunuz, ekselans, Schwartz'a tedavinin uygulandığ ı gü n. Dr.
Shekt'in davranışları size garip geldi mi? Imparatorluğ a karşı bir
komplo dü zenlendiğ i konusunda bir uyarıda bulundu mu? Bir
biyokimyagerin ö lmeden ö nceki hezeyanlarından sö z etti mi? Kuşkulu
bir hali var mıydı? Şü pheler besliyor muydu? Şimdi Yü ksek Bakanın
kendisine yapılan deneyler ü zerinde sahtecilik yapmasını emrettiğ ini,
kişilerin adlarının kaydedilmemesini emrettiğ ini ileri sü rü yor.
Ziyaretiniz sırasında bundan sö z etti mi? Yoksa Schwartz ortaya
çıktıktan sonra, yani şimdi mi bahsediyor?
— Soruyu yineliyorum: Kimdir bu Joseph Schwartz? Ortaya çıktığ ı
zaman, bilinen hiçbir dili konuşmuyordu. Bu sonradan, Dr. Shekt'in
aklından şü phe etmeye başladığ ımız zaman zihnimi kurcaladı.
Schwartz Enstitü ye bir çiftçi tarafından getirilmişti. Ne kimliğ ini, ne
geçmişini biliyordu o da. Hakkında hiç bir bilgi sahibi değ ildi. Ve hâ lâ
aynı noktadayız.
— Oysa bu adam, garip bir takım gü çlere sahip. Otuz metreden bir
adamı felç edebiliyor, yakından ise beyninin gü cü yle ö ldü rebiliyor. Beni
felç etti. Kollarımı ve bacaklarımı benim iradem dışında kullandı ve
isteseydi, beynimi de kullanabilirdi.
— Onun kesinlikle Dr. Arvardan'ın, Dr. Shekt'in ve kızının beyinlerini
de kullandığ ına inanıyorum. Onlara gö re, ben kendilerini tutuklayacak,
onları ö lü mle tehdit edecek, onlara imparatorluğ a ihanet ettiğ imi itiraf
edecek, iktidar peşinde koştuğ umu sö yleyecektim. Lü tfen kendilerine
sorun Ekselans: Bu olağ anü stü gü çlere sahip Schwartz'la uzun
zamandır beraber değ iller mi? Belki de Schwartz bir hain değ il, ama
ö yleyse kim?
Sekreter yerine oturdu. Durgunlaşmıştı, adeta neşesi yerine gelmişti.
Arvardan beyninin bir aygıta bağ landığ ını ve giderek daha hızlı
dö ndü ğ ü izlenimine kapılmıştı. Ne cevap verecekti şimdi? Schwartz'ın
maziden geldiğ ini mi sö yleyecekti? Nasıl kanıtlardı bunu? Tartışmasız
ilkel bir dil konuştuğ unu sö yleyerek mi? Ama bunu ancak Arvardan
anlayabilirdi. Kimdi ö yleyse bu Schwartz? Arkeolog neden bö yle
kolayca dev Galaktika'nın fethi tasarılarına inanmıştı.
Beynini kurcaladı durdu. Niçin bu komplo hikâ yesine bö yle inançla
sarılmıştı? Bir arkeolog olarak, şü pheci olması gerekirdi. Oysa... Ne
inandırmıştı kendisini? Bir insanın sö zleri mi? Bir kadının busesi mi?
Yoksa Joseph Schwartz mı?
Artık dü şü nemiyordu!
— Evet? diye sabırsızca ü steledi Enniyus. Verecek bir cevabınız var
mı? Dr. Shekt? Ya da siz, Dr. Arvardan?
Sessizliğ i bozan, Pola oldu.
— Niçin bunu onlara soruyorsunuz? Bunun bir yalan olduğ unu
anlamıyor musunuz? Bu ikiyü zlü yalancının hepimizle oyun
oynadığ ının farkında değ il misiniz? Hepimiz ö leceğ iz, ama artık
umurumda bile değ il... Oysa bu felakete engel olabilirdik. Becerebilirdik
bunu. Bunun yerine ne yapıyoruz? Konuşuyoruz! Konuşuyoruz...
Konuşuyoruz...
Hıçkırarak ağ lamaya başladı.
— Işte bu da bir histeriğ in ağ lamaklı yalvarışları! dedi Sekreter.
Ekselans, size bir ö nerim var. Beni suçlayanlara gö re, harekâ t yani şu
virü slü saldırı ve sonrası, belirli bir saatte başlayacak... Sanırım sabah
saat 6'da. Beni bir hafta sü reyle tutuklamanızı teklif ediyorum. Iddiaları
doğ ruysa, Galaktika'da bir salgının patlak verdiğ i haberi, bir kaç gü n
içinde Dü nya'ya ulaşır. Bu durumda, gezegen hâ lâ imparatorluk
kuvvetlerinin denetimi altında olur.
— Galaktika'da yaşayan bü tü n insanlara karşı, Dü nya! diye yü zü
sapsarı kesilen Shekt mırıldandı.
— Ben kendi hayatıma da, halkımın hayatına da değ er veririm...
Masumiyetimizi kanıtlamak için, bizler sizin elinizde rehiniz. Eskiler
Derneğ i'ne burada tamamen kendi isteğ imle bir hafta kalacağ ımı şimdi
haber vermeye hazırım. Patlaması muhtemel olayların ö nlenmesini de
isterim.
Arvardan artık daha fazlasına tahammü l edemedi. Sakin, ama çılgın
bir ö keyle yerinden kalkıp, doğ ru Vali'nin ü zerine yü rü dü . Niyetlerinin
ne olduğ unu kimse, hiçbir zaman anlayamadı. Ilerde, daha sonra da,
kendisi bile hatırlamayacaktı bunu. Enniyus'un elinin altında bir
nö ronik cop vardı ve bunu kullandı.
Dü nyaya geldiğ inden beri ü çü ncü defa, Arvardan çevresini saran
evrenin bü yü k bir acıyla ü zerine yığ ıldığ ını, her tarafını sardığ ını ve
adeta yırttığ ını hissetti. Bayıldı.
Onun baygın yattığ ı sırada, zaman geçmeye devam etti. Saatler 6'yı
vurdu. Meşum sü re dolmuştu...

21
Büyük Saatten Sonra
Ve geçmişti!
Işık...
Karışık bir ışık, birbirine karışan belirsiz gö lgeler giderek
netleşiyordu.
Bir yü z. Ona dikilmiş gö zler.
— Pola!
Bir darbede, her şey kusursuz bir netlik ve aydınlıkla yerli yerine
oturdu.
— Saat kaç?
Genç kızın bileğ ini o kadar sıktı ki, istemeyerek yü zü kırıştı Pola'nın.
— Saat 7'yi geçiyor. Sü re aşıldı.
Genç kızı delice sü zdü kten sonra, bir sıçrayışta kalktı. Hem de
eklemlerinin olanca acısına aldırmadan. Bir koltuğ a iyice çö ken Shekt,
ü zgü n bir edayla çenesini kaldırdı.
— Hapı yuttuk, Arvardan.
— Ama Enniyus...
— Enniyus rizikoyu gö ze alamadı. Ne gü lü nç, değ il mi? (Fizikçi çatlak
sesiyle buruk bir kahkaha attı.) Biz ü çü mü z, insanlığ a karşı
dü zenlenmiş bü yü k bir komployu meydana çıkardık. Dışardan yardım
gö rmeden, komplonun beynini yakalayıp, adalete teslim ettik. Tıpkı
tele-romanlardaki gibi. Son anda zafere ulaşan sü per kahramanlar!
Genellikle, bu tarihin sonu olur. Ama bizim olayımızda roman devam
etti ve ne oldu? Kimse bize inanmadı. Gerçek romanlarda asla bu bö yle
geçmez. Her şey iyi biter onlarda. Ne gü lü nç, değ il mi?
Shekt hıçkırdı ve devam edemedi.
Arvardan, yü reğ i bulanarak dö ndü . Pola'nın gö zleri, gö zyaşlarına
batmış iki karanlık evren gibiydi. Bir an bu gö zlerin içine gö mü ldü . Bu
gö zler, gerçekten yıldızların kaynaştığ ı birer evrendi. Ve ışık-yıllarını
kemiren metalik parıltılı fü zeler, hızla yıldızlara doğ ru yaklaşıyor,
şaşmaz bir biçimde ö lçü lmü ş ö lü mcü l menzillerini aşıyorlardı. Çok
geçmeden aynı fü zeler sayısız gezegenin atmosferine girecek, burada
parçalanacaklardı. Işte o zaman gö z bebeklerine virü s yağ acaktı...
Her şey tü ketilmişti...
Artık kaçınılmaz sonu ö nleyecek hiçbir engel yoktu.
— Schwartz nerede? diye kısık bir sesle sordu Arvardan.
Pola başını salladı.
— Onu geri getirmediler.
Kapı açıldı. Arvardan ö lü mü n kaçınılmazlığ ına boyun eğ mişti, ama
yine de umutla dö nmekten kendini alamadı.
Ama gelen Enniyus'tu. Arvardan'ın yü z ifadesi sertleşti, başını başka
yere çevirdi.
Enniyus ilerledi. Baba-kıza baktı. Fakat o anda bile, Shekt ve Pola her
şeyden ö nce Dü nyalıydılar ve Valiye bir şey sö yleyemezlerdi, oysa ani
bir ö lü m kendilerini bekliyordu ve ü stelik bu ö lü m, Enniyus için çok
daha ani ve acılı olacaktı.
Vali, Arvardan'ın omuzuna vurdu:
— Doktor Arvardan?
— Ekselans? diye acı ve buruk bir sesle cevap verdi arkeolog.
— Korkulu saat geçti.
Enniyus gece hiç uyumamıştı... Balkis resmen aklanmıştı, ama onu
suçlayanların birer deli olduklarına inanmak da kolay değ ildi. Ne de
beyinlerinin denetim altında olduğ una... Vali, Galaktika'nın ö mrü nü
yavaş yavaş kemiren kronometrenin insanlık dışı sesini dinleyerek
doldurmuştu saatleri.
— Evet, saat altıyı geçti ve yıldızlar hâ lâ parlıyor.
— Yine haklı olduğ unuzda ısrar mı ediyorsunuz?
— Birkaç saate kadar, komplonun ilk kurbanları ö lecekler, Ekselans.
Bu fark edilmeyecek bile. Her gü n insanlar ö lü yor. Bir haftaya kadar, yü z
binlerce insan can vermiş olacak. Tedavi edilenlerin sayısı, sıfıra yakın
bir rakamda kalacak. Çü nkü bilinen hiçbir ilâ cı yok bu virü sü n. Bazı
gezegenler, SOS işaretleri gö nderecek. On beş gü n içinde bunların sayısı
yü zlerceyi bulacak. Komşu bö lgelerde olağ anü stü hâ l ilâ n edilecek. Bir
ay sonra da bü tü n Galaktika çö kü şü n pençesinde kıvranacak. Iki ay
sonra da ancak yirmi kadar gezegen afetten yakasını sıyırmış olarak
kalacak. Altı ay içinde Galaktika yaşamını sü rdü recek. Peki, ilk raporlar
gelmeye başladığ ı zaman, ne yapacaksınız.
— Ben sö yleyeyim size: Belki de salgının kaynağ ının Dü nya olduğ unu
bildireceksiniz. Ama bir tek insan hayatını kurtarmaya bile
yetmeyecek. Eskiler Derneğ i'ne savaş ilan edeceksiniz. Bu da bir tek
can bile kurtaramayacak... Dostunuz Balkis ve Galaktika Konseyi
arasında arabuluculuk etmezseniz elbette... Belki de Sekreter'e bü yü k
bir olasılıkla çok geç kalacak antitoksin karşılığ ında, imparatorluğ un
acınacak haldeki artıklarını teslim etmek şere ine erişeceksiniz... Ama
bu arada ne bir tek insanın hayatı kurtulacak, ne de sayısız
gezegenlerden biri...
— Durumu gü lü nç denecek şekilde dramatize ettiğ inizin farkında
değ il misiniz? diye inançsız bir tebessü mle sordu Enniyus.
— Oyle, ö yle! Ben nasıl olsa ö lmü ş bir insanım, siz de bir leş! Ama hiç
olmazsa serinkanlı ve yü ce gö rü nmeye çalışalım, ha?
— Beni nö ronik copu kullanmaya zorlamak istiyorsanız...
— Asla, diye alaycı bir yanıt verdi Arvardan. Artık alıştım buna da...
Artık hiçbir şey hissetmiyorum.
— Elden geldiğ ince mantıklı olmayı deneyeceğ im. Pis bir olaydı bu.
Olup bitenleri inandırıcı bir tarzda nakletmek çok gü çtü . Sebepsiz yere
susmak da. Bunu belirttikten sonra, sizden başka diğ er suçlayanlar,
Dü nyalıydı. Ancak sizin tanıklığ ınızın bir ağ ırlığ ı olabilirdi. Bu
suçlamayı yö nelttiğ iniz zaman şeyin... yani, neyse... Şu zihnı̂ kontrol
hikâ yesini izah edecek bir formü l buluruz... Bö yle bir açıklama yazıp
imzalayamaz mısınız?
— Bundan kolay ne var? Benim deli, sarhoş, hipnotize edilmiş ya da
uyuşturucu almış olduğ umu sö yleriz! Hepsi geçerli, ha?
— Rica ederim, mantıklı olun. Beni dinleyin... Enniyus sesini alçaltarak
devam etti: Siz bir Siriuslusunuz. Nasıl oldu da Dü nyalı bir genç kıza
â şık olabildiniz?
— Ne?
— Bağ ırmayın. Izah ediyorum. Eğ er aklınız başınızda olsaydı, Dü nyalı
bir kişinin sizi baştan çıkarmasına gö z yumar mıydınız?
Enniyus bö yle derken çenesiyle belirsizce Pola'yı işaret etti.
Arvardan, adamın dosdoğ ru gö zlerinin içine baktı. O kadar şaşırmıştı
ki, kendi gö zleri de fal taşı gibi açılmıştı. Sonra da dü nyadaki en ü st
dü zey imparatorluk yö neticisinin birden boğ azına sarılıverdi. Enniyus
boş yere kurtulmak için çırpındı.
— Demek kafanızın içindeki şey bu ha? diye dişlerini gıcırdatarak
sordu Arvardan, Bayan Shekt'ten sö z ediyorsunuz, değ il mi? Oyleyse
kendisinden layık olduğ u nezaketle sö z etmenizi ö neririm. Haydi,
kaybolun! Nasılsa siz ö lmü ş bir insansınız!
Doktor Arvardan, diye kekeledi Vali, kabul edin ki sizin durumunuz a...
Bu sırada kapı açıldı, Albay içeri girdi.
— Ekselans, halk yine toplandı.
— Ne? Balkis yerel otoritelere gereken uyarıda bulunmadı mı? Bir
haftalık bir ateş-kes sü resi olacaktı hani?
— Dü nyalılarıyla konuştu ve kendisi hâ lâ burada. Ancak halk da
burada. Ateş açmaya hazırız ve bu ü ssü n kumandanı olarak kalabalığ ın
ü zerine ateş açılmasını tavsiye ediyorum. Emirleriniz nedir, Ekselans?
— Ben Balkis'i gö rmeden ö nce, sakın kımıldamayın. Getirin onu
buraya. (Enniyus dö ndü .) Sizinle daha sonra uğ raşacağ ım, Dr.
Arvardan!
Balkis içeri girdiğ inde, gü lü msü yordu. Vali'nin karşısında resmı̂ bir
edayla eğ ildi, o da belli belirsiz bir baş selamıyla karşılık verdi.
— Adamlarınızın Dibburn ü ssü çevresinde yeniden toplandıklarını
haber aldım, dedi kuru bir edayla. Bu vardığ ımız anlaşmaya aykırı. Kan
dö kü lmesini istemiyoruz, ama bizim de sabrımızın sınırı var. Hemen
kendilerine sessiz sedasız dağ ılmalarını emreder misiniz?
— Eğ er canım isterse.
— Canınız isterse mi? Size derhal mü dahale etmenizi tavsiye ederim.
Hemen!
— Ekselans, bu konuda bana pek bel bağ lamayın. (Gü lü msemeye
devam eden Sekreter, kolunu kaldırdı. Vahşi bir sesle, uzun sü redir
gemlediğ i neşesini adeta kusarak konuştu.) Budala! Çok beklediniz ve
bunu hayatınızla ö deyeceksiniz! Hayatınızın geri kalan kısmını kö le
olarak geçirmek isterseniz, o başka! Ama peşin sö yleyeyim, kö lelik hoş
olmayacak.
Bu sö zler ve yarattığ ı şok, Enniyus'u yıkmıştı. Meslek hayatına
kuşkusuz bü yü k bir darbe indirilmiş oluyordu, ama bir imparatorluk
diplomatına ö zgü serinkanlılığ ını yine de elden bırakmadı. Ancak
bitkinlik, bakışlarında yansıdı hemen.
— Demek ihtiyatlılığ ım bana ihanet etti, ö yle mi? Virü s hikâ yesi
doğ ruydu demek ha? (Sesindeki hayret, adeta soyuttu.) Fakat siz ve
bü tü n Dü nya, elimizde rehinsiniz.
— Ne mü nasebet! diye muzaffer bir edayla cevap verdi Sekreter. Asıl
siz ve sizinkiler bizim elimizde rehinsiniz.
Şu anda bü tü n Galaktika'ya bulaşmakta olan virü s, Dü nyayı da
etkiledi. Şimdiden garnizonun bü tü n şehirlerinin atmosferine sıçradı
bile. Ancak Dü nyalıların bu virü se karşı bağ ışıklıkları var. Kendinizi
nasıl hissediyorsunuz, sayın Vali? Uzerinizde bir za iyet belirtisi yok
mu? Boğ azınız kurumadı mı? Ateşlenmediniz mi daha? Sizi temin
ederim, bu belirtiler ortaya çıkmakta gecikmeyecek. Ve bunun ilacını da
ancak bizde bulabilirsiniz.
Enniyus uzun bir sü re hiçbir şey sö ylemeden bekledi. Ince yü zü nde
inanılmayacak değ işik bir ifade belirmişti. Sonra Arvardan'a dö nü p,
sakin ve kesin konuştu:
— Doktor Arvardan, sö zü nü ze inanmadığ ım için sizden ö zü r
dilemekten başka yapacak bir şeyim kalmıyor. Doktor Shekt, bayan
Shekt, lü tfen ü zü ntü lerimi kabul buyurun.
Arvardan dişlerini gö stererek sırıttı.
— Bu şere li ö zü r için teşekkü rler. Dü nyaya çok yararı dokunacak.
— Alaycı la larınıza layığ ım. Mü saade ederseniz, Everest'e dö nü p,
ailemin yanında ö lmek istiyorum. Bu kişiyle bir anlaşma sö z konusu
olamaz elbette. Imparatorluk Valisinin askerleri ö lmeden ö nce elbette
gö revlerini yapacaklardır. Bundan şü phem yok. Bizim peşimizden pek
çok Dü nyalının da ö leceğ ini biliyorum. Elveda.
— Durun! Gitmeyin!
Enniyus yavaş yavaş geri dö ndü .
Gelen Joseph Schwartz idi. Yü zü kapkaraydı. Yorgunluktan
sendeliyordu.
Sekreter birden kasıldı ve geriye doğ ru bir adım attı. Maziden gelen
adamı çekinerek sü zdü .
— Hayır! diyerek gıcırdattı dişlerini. Ilacın sırrını benden alamazsınız.
Kurayla saptanmış bir avuç insan biliyor ancak bunu ve uygulamasını
da ancak birkaç kişi ö zel olarak ö ğ rendi. Virü s etkisini gö sterene dek,
hepsi de sizden uzakta kalacak.
— Şimdilik hepsi gerçekten erişilmez yerlerde, ancak bilin ki virü sü
alt etmek için panzehire gerek yok.
Arvardan bu açıklamanın anlamını ilk anda anlayamadı. Sonra birden
bir ikir şimşek gibi çaktı beyninde. Yoksa gerçekten oyuna mı
getirilmişti? Yoksa Sekreter gibi, o da bü yü k bir manevranın kurbanı mı
olmuştu? Ama niçin?
— Ne demek istiyorsunuz? diye sordu Enniyus. Çabuk... Cevap verin!
— Karışık bir iş değ il, dedi Schwartz. Daha dü n akşam, orada oturup
sizi dinlemenin hiç bir işe yaramayacağ ına karar vermiştim. Bunun
ü zerine yavaş yavaş Sekreter'in beyni ü zerinde çalışmaya başladım.
Çok zamanımı aldı bu. Ozellikle kendisinin fark etmemesi gerekiyordu.
En sonunda benim dışarı çıkarılmamı istedi. Benim istediğ im de
buydu. Gerisi artık kolaydı.
— Muhafızımı zararsız hale getirdikten sonra, uçuş pistine gittim.
Alarm durumu ilan edilmişti. Stratojet uçuşa hazırdı. Yakıt depoları
doldurulmuş, bombalar yerleştirilmişti. Pilotlar bekliyorlardı.
Içlerinden birini seçtim ve Senloo'ya doğ ru yola çıktık.
Sekreter bir şeyler sö ylemek istiyordu, ama ağ zını açıp kapatmaktan
başka bir şey yapamadı. Tek kelime edecek halde değ ildi.
— Ama birini bir aygıtı kullanmaya muktedir değ ildin ki Schwartz!
diye bağ ırdı Shekt. Siz ancak bir insanı yö neltebiliyordunuz.
— Evet, kendi isteğ ine karşı olduğ u zaman. Ama ben Dr. Arvardan'ın
beyninin içini okumuş ve Siriusluların Dü nyalılardan nasıl nefret
ettiklerini ö ğ renmiştim. Bunun ü zerine Sirius kö kenli bir pilot aradım
ve Teğ men Claudy'yi buldum.
— Teğ men Claudy mi? diye bağ ırdı Arvardan.
— Evet. Ha! Onu tanıdığ ınızı anladım. Aklınızda belli bu.
— Tanımak mı? Hem de nasıl! Devam edin, Schwartz.
— Ben bile onun Dü nyalılardan bö ylesine nasıl nefret ettiğ ini
anlamakta gü çlü k çekiyordum. Ama beynine girmiştim. Onları
bombalamak istiyordu. Yok etmek istiyordu hepsini. Yalnız disiplin
alışkanlığ ı uçağ a atlamasına engel oluyordu.
— Bu tü r dü şü nce tarzları bü yü k ö zellikler taşır. Şö yle bir itiş, ufak bir
tahrik, ve elveda disiplin! Eminim, benim de kendisiyle birlikte uçağ a
bindiğ imi dahi fark etmemiştir.
— Senloo'yu nasıl buldunuz? diye sordu Shekt.
— Benim zamanımda St. Louis adında bir şehir vardı, iki nehrin
arasında kurulmuş bir yerdeydi. Bu sayede Senloo'nun yerini saptadık.
Geceydi, ama radyoaktivite okyanusunun orta yerinde bir kara leke
hemen dikkati çekiyordu. Dr. Shekt, tapınağ ın bulunduğ u yerde
radyoaktivite bulaşmamış bir vaha olduğ unu sö ylemişti. Once
aydınlatıcı bir fü ze fırlattık. Bu benim zihnı̂ bir ö nerimdi. Bö ylece beş
uçlu bir yıldız şeklindeki yapıyı gö rdü k. Bu yapı, Sekreterin beyninde
okuduğ um, gö rü ntü ye çok benziyordu. Işte bu yapının bir kenarında,
yü z kadem derinliğ inde bir de çukur vardı. Bü tü n bunlar sabahın saat
3'ü nde oluyordu. Virü s yü klü fü zeler henü z fırlatılmamıştı. Evren
kurtulmuştu!
Sekreter, hayvan ulumasını andıran bir çığ lık attı. Şeytanı̂ bir haykırış.
Atılmak için gerildi... Ve yığ ılıp kaldı birden. Dudaklarının arasından
beyaz kö pü kler çıktı.
— Ona dokunmadım bile, dedi Schwartz. (Gö zleri Balkis'in hareketsiz
vü cuduna dikili, dü şü nerek devam etti:) Saat 6'dan ö nce dö nmü ştü m,
ama sü re olarak verilen saatin geçmesini beklemek gerekiyordu.
Balkis'in oyununu açıklaması şarttı. Beynine sızdığ ım için, bö yle
davranacağ ını biliyordum. Onu ikna etmek için başka çarem yoktu. Işte
şimdi de cansız, yatıyor.

22
İyisi Daha Doğacak

Bü yü k Saat'e pek az bir zaman kala uçakla havalandığ ı gecenin
ü zerinden otuz gü n geçmişti. Bü yü k Saat, Galaktika'nın yok edilişinin
başlayacağ ı H Saat'ti. Çılgınca emirler ters yü z edip geri dö nmesini
emrediyordu, ama dö nmemişti.
Senloo tapınağ ını yok etmeden ö nce, asla!
Bu kahramanca davranış, artık resmiyete dö kü lmü ştü . Astronef ve
Gü neş Nişanı'nın birinci dereceden madalyası, artık cebindeydi. Bü tü n
Galaktika'da, ondan başka hayatta iken bu nişana layık gö rü len, ancak
iki kişi vardı.
Doğ rusu emekli bir terzi için, az şey değ ildi bu.
Elbette bir avuç çok ü st dü zey yö neticisinden başka, hiç kimse onun
ne yaptığ ını bilmiyordu, ama bunun ö nemi yoktu. Bir gü n nasıl olsa
tarih kitapları bu başarıyı anlatacaktı.
Akşam serinliğ inde, Dr. Shek'in evine gitti. Şehir, tepesindeki yıldızlı
gö kyü zü kadar sakindi. Dü nya'nın bazı ıssız bö lgelerinde zorba çeteleri
hâ lâ kıpırdanıyordu, ama şe leri ya ö ldü rü lmü ş, ya yakalanıp hapse
atılmıştı ve ılımlı Dü nyalılar bu komandolarla baş edebiliyordu.
Radyoaktif olmayan humuslu toprak yü klü dev konvoylar, yola
çıkarılmıştı. Enniyus başlangıçtaki ö nerisini yinelemiş, ancak
Dü nyalılar bir başka gezegene gö ç etmeyi kabul etmemişlerdi.
Dü nyalılar merhamet dilenmiyordu. Onlar kendi dü nyalarını yeniden
yoğ urmak, atalarının topraklarını tekrar canlandırmak, insanlığ ın
gerçek beşiğ ini yeniden yaratmak niyetindeydiler. Kan ve ter dö kerek
gü çlü klere katlanmak, radyoaktif toprakları yok etmek, onun yerine
sağ lıklı topraklar yerleştirmek istiyorlardı.
Gö z alabildiğ ince uzanan ö lü alanların yeniden hayata dö nmesini,
yeşermesini, çö llerin olanca gü zellikleriyle çiçeklenmesini istiyorlardı.
Bu, yü zyıllık bir çaba gerektirecek, dev bir girişimdi. Olsun! Galaktika,
Dü nyaya gereken makineleri sağ layacaktı. Galaktika, besin yardımında
bulunacaktı. Galaktika, humuslu toprak da gö nderecekti. Galaktika'nın
sınırsız kaynakları gö z ö nü ne alınırsa, çocuk oyuncağ ıydı bu. Ustelik iyi
bir yatırımdı.
Ve çok daha sonraları, Dü nyalılar da diğ er halklar gibi bir halk olacak,
diğ er gezegenler gibi, bir gezegen durumuna gelecekti. Insanlığ ın diğ er
yö releriyle eşit dü zeye erecekti.
Sahanlıktan geçerken, Schwartz'ın yü reğ i bu mucize sonucun
hayaliyle coşuyordu. Bir hafta sonra Arvardan'la birlikte Galaktika'nın
merkezini oluşturan dev dü nyaları ziyarete gidecekti. Kendi
kuşağ ından hangi insan Dü nya'dan ayrılmıştı ki?
Bir an eski Dü nyayı, kendi Dü nya'sını, çok ö nceleri ö len Dü nyayı
dü şü ndü .
Oysa bü tü n bu olup bitenler sırasında, ancak ü ç buçuk ay yaşlanmıştı.
Elini kaldırıp geldiğ ini haber yereceğ i sırada, beyninde bir takım
sö zcü kler titreşti, durdu hemen. Şimdi dü şü nceleri olağ anü stü bir
netlikle işitiyordu. Kü çü k çan sesleri gibi.
Elbette Arvardan'ın bu ve basit sö zcü klerle aklından geçenleri ifade
ediyordu yine.
— Pola, bekledim ve dü şü ndü m, dü şü ndü m ve bekledim. Bu kadarı
yeter artık. Benimle geleceksin.
Pola da aynı tutkunun esiriydi ama ü zü lerek cevap verdi:
— Imkâ nsız bir şey bu, Bel. Tamamen imkâ nsız. Ben basit bir taşralı
kızım. O dev gezegenlerde kendimi aptal gibi hissederim. Zaten ben alt
tarafı Dü nyalı bir ki...
— Sus! Sen benim karımsın, o kadar. Biri sana kim olduğ unu sorarsa,
Dü nya'da doğ duğ unu, imparatorluk vatandaşı olduğ unu sö ylersin.
Başka ayrıntılar isterlerse, karım olduğ un cevabıyla yetinirsin.
— Oyle olsun, ama Trentor Arkeoloji Derneğ i'ne bildirini sunduğ un
zaman, ne olacak?
— Ne mi olacak? Once bir yıllık bir izin alıp, Galaktika'nın belli-başlı
gezegenlerini ziyaret edeceğ iz. Bir tekini bile ihmal etmeyeceğ iz, hatta
bu yü zden posta fü zelerine binmek zorunda kalsak bile... Galaktika'yı
tanıyacak ve devlet parasıyla geçirilebilecek en gü zel balayını
geçireceğ iz.
— Ya sonra?
— Sonra Dü nyaya dö necek, çalışma birliklerinden birine katılıp,
hayatımızın gelecek kırk yılını, radyoaktif alanları yeniden
canlandırmak için taraçalar hazırlamakla geçireceğ iz.
— Niçin bunu yapmak istiyorsunuz?
— Çü nkü ... (O anda Arvardan'ın akıl bü tü nleşmesi, derin bir iç
çekmeye benzeyiverdi.) Çü nkü seni seviyorum, çü nkü sen bunu
yapmak istiyorsun ve tıpkı şeref vatandaşlığ ı belgemde yazılı olduğ u
gibi, ben vatansever bir Dü nyalıyım.
— Peki...
Konuşma bitmişti.
Ama zihnı̂ bağ lantı devam etti ve Schwartz, alabildiğ ince mutlu, yalnız
biraz utanmış halde uzaklaştı oradan. Bekleyebilirdi nasıl olsa.
Mutluluklarına kavuştukları zaman, onları yine rahatsız edebilir, buna
rahatça zaman bulabilirdi.
Sokağ a inip bekledi. Gö kyü zü nde yıldızlar soğ uk parlaklıklarıyla
parıldıyordu. Gö rü nen ve gö rü nmeyen yıldızlarıyla koca bir Galaktika.
Işte o zaman kendisi için, yeni Dü nya için, uzaklarda, çok uzaklardaki
milyonlarca gezegen için Joseph Schwartz artık yalnız kendisinin
bildiğ i şiiri alçak sesle bir kere daha okudu:

"Birlikte yaşlanalım!
En iyisi daha doğacak"

Yerö te, yaşanan her şeyin varoluş nedeni...


S O N

You might also like