Professional Documents
Culture Documents
GEZEGEN GALACTICA
ISAAC ASIMOV
Çeviri: Aslı Kayabal
ISAAC ASIMOV
Isaac Asimov 2 Ocak 1920'de Rusya'da doğ muştur. Yahudi asıllı ABD'li
yazar, ayrıca biyokimyacıdır.
Çok iyi bildiğ i Dü nya yü zeyinden temelli kaybolmadan iki dakika ö nce,
Joseph Schwartz, Chicago banliyö sü nü n sevimli sokaklarında
Browning'ten mısralar okuyarak geziniyordu.
Bir anlamda bu biraz garip bir şeydi. Bilmeyen biri sokakta rastladığ ı
Schwartz'ın Browning'in hayranı olabileceğ ini asla tahmin edemezdi.
Çü nkü bü tü n hatlarıyla neyse, oydu Schwartz: Bugü n genel kü ltü r
denmesi mü nasip gö rü len şeyden tamamen yoksun bir emekli terzi.
Bununla beraber çok meraklı bir kişi olduğ undan, çok okumuştu ve bu
okuma oburluğ u bilgeliğ in bü tü n alanlarında bir sü rü şey ö ğ renmesini
sağ lamıştı. Olağ anü stü bir de belleğ i olduğ undan, ö ğ rendiklerinin
hiçbirini unutmamıştı.
Orneğ in gençliğ inde Browning'in "Haham Ben Ezra"sını iki kere
okumuştu ve elbette bu eseri ezbere biliyordu. Manzumenin bü yü k bir
bö lü mü kendisi için çok karanlıktı, ama birkaç yıldan beri ilk ü ç mısrayı
kalpten sö ylü yordu.
O 1949 yılının bol gü neşli ve aydınlık yaz gü nü nde de, mısraları
içtenlikle okumaktaydı yine:
"Birlikte yaşlanalım!
En güzeli daha doğacak,
Doruk, yaşanan her şeyin var oluş nedeni."
Schwartz, şairle tamamen aynı gö rü şteydi. Avrupa'daki çetin gençlik
yıllarından ve gö ç ettiğ i Birleşik Amerika'da karşılaştığ ı gü çlü klerden
sonra, rahat bir yaşlılığ ın huzurlu havası, hoş bir umuttu. Bir evi, biraz
da parası vardı... Emekli olmaya yetecek kadar. O da ö yle yapmıştı.
Sağ lıklı bir eş, iyi birer evlilik yapmış iki kız, bir de torunla şu kavanoz
dipli dü nyadaki son yıllarını neşeyle geçirebilirdi, neden şikâ yet
edecekti ki daha?
Elbette atom bombası vardı ve bü tü n sohbetlerde bir ü çü ncü dü nya
savaşı ihtimali insanı ü rkü terek gü ndeme geliyordu, ancak Joseph
Schwartz insanoğ lunun doğ uştan var olan iyiliğ ine inanırdı. Yeni bir
savaş çıkabileceğ ini dü şü nemiyordu. Dü nyanın bir atom cehennemine
daha tanıklık edebileceğ ini aklı almıyordu.
Bu yü zden yolda karşısına çıkan çocuklara mü ş ik bir gü lü msemeyle
bakıyor, içinden gençlik yıllarını bü yü k gü çlü klerle karşılaşmadan
geçirip, varoluşun en iyi bö lü mü olan yaşlılığ ın sakin sularına
varmalarını diliyordu.
Kaldırımın orta yerinde, kendisini evlat edinecek bir ana-baba bekler
gibi duran bez bir bebeğ e çarpmamak için ayağ ını kaldırdı. Ayağ ını
yeniden yere basmamıştı ki birden...
Chicago'nun bir başka semtinde, Nü kleer Araştırmalar Enstitü sü 'nü n
binası vardı. Burada da insanoğ lunun tabiatının temel değ eri hakkında
bir ikri olan insanlar bulunuyordu, ama onların gö zü nde bunlar pek
ö vü nemedikleri kuramlardı, çü nkü insan denen yaratığ ın niceliğ ini
ö lçebilecek alet henü z icat edilmemişti. Kişisel gö rü şleri ne olursa
olsun, hepsi de gö kyü zü ndeki yıldırımın, her masum ve ilginç icadı
ö ldü rü cü bir silâ h haline dö nü ştü rü veren sö z konusu insan tabiatını
engelleyeceğ ini umuyordu.
Ote yandan vicdanının uyarılarına rağ men merak gü dü sü yle
Dü nya'nın yarısını yerle bir edebilecek çalışmalarından vazgeçmeyen
atom araştırıcısı, çağ daşlarının en aptalının bile hayatını kurtarmak
için kendi hayatını feda etmekten çekinmezdi kuşkusuz.
Dr. Smith'in dikkatini çeken kimyacının sırtında parıldayan
mavimtırak ışık oldu.
Bunu, kapısı aralık laboratuvara girerken fark etti. Kimyacı, şen
tabiatlı bir genç adamdı, içinde solü syon bulunan derecelendirilmiş bir
deney kabını eğ erken, bir yandan da ıslık çalıyordu. Kaptaki toz, yavaş
yavaş erimekteydi. Hepsi bu kadardı. Dr. Smith'i birden durmaya
zorlayan içgü dü , bu kez davranmaya itti.
Hızla içeri dalıp, bir madenı̂ cetvel kaptı, bir darbede masanın
ü zerinde ne var, ne yoksa silip sü pü rdü . Erime halindeki madenin
uğ ursuz bir ıslığ ı andıran sesi işitildi.
Dr. Smith'in burnundan bir damla ter aşağ ı doğ ru sü zü ldü .
Kimyacı aptal aptal beton zemin ü zerindeki çoktan sertleşmiş
madensel parçacıklara baka kaldı. Hâ lâ bü yü k bir sıcaklık taşıyordu
ü zerlerinden.
— Ne oldu? diye endişeyle sordu.
Dr. Smith omuzlarını silkti. O da sarsılmıştı:
— Bilmem. Asıl siz sö yleyin bana olup bitenleri. Ne hazırlanıyor
burada?
— Hiç, diye şikâ yetçi bir sesle cevap verdi genç adam. Deney
kabındaki ham uranyumdan başka bir şey değ ildi. Bakıra elektrolitik
dozaj yü klemesi yapıyordum... Anlayamadım ne oldu.
— Ne olduğ unu ben de bilmiyorum, delikanlı, ama gö rdü ğ ümü
sö yleyebilirim: O platin kaptan ışıklı bir hâ le yayıldı. Orada katı
radyasyon vardı. Uranyum ü zerine mi çalıştığ ınızı sö ylemiştiniz?
— Evet, ama ham halde uranyum. Tehlikeli değ ildir. Yani demek
istiyorum ki ö rneğ in sa lığ ı, kaynaşmanın en ö nemli koşullarından
biridir, değ il mi? (Diliyle dudaklarını, ıslattı.) Acaba bir kaynaşma
olabilir mi efendim? Plü tonyum değ ildi ü zerinde çalıştığ ım. Partikü l
bombardımanı da yapmadım.
— Ornek de kritik kitlenin altındaydı, diye dü şü nceli bir sesle ekledi
Dr. Smith. (bakışlarını mermerin ü stü ndeki masada, boyaları kabarmış
ve kararmış dolaplarda, zemini çizik çizik etmiş gü mü ş renkli hatların
ü zerinde dolaştırdı.) Oysa uranyumun ergime noktası yaklaşık 1800
derecedir. Oyle işi ha ife alıp konuşacak kadar da nü kleer olayları
bilmiyoruz. Ama bu oda radyasyonla dolu olmalı. Soğ uyunca, iyice tahlil
etmek için parçacıkları toplamak gerekecek.
Dr. Smith dü şü nceli dü şü nceli çevresini sü zdü , karşısındaki duvara
yaklaşıp, omuz hizasındaki yü kseklikte bir yere çekinerek dokundu.
— Bu nedir? Hep burada mıydı bu?
— Nedir o?
Kimyacı telaşla yü rü yü p, yanına vardı ve Dr. Smith'in gö sterdiğ i yere
baktı. Bu, ince bir çivinin açabileceğ i çapta, kü çü cü k bir delikti. Ama
çivi geri çekileceğ i yerde, duvarın kalınlığ ınca, alçı ve tuğ laları delip
geçmiş gibiydi. Hatta delikten ö te yandaki gü n ışığ ı gö rü nü yordu.
— Ilk defa gö rü yorum bunu, dedi başını sallayarak genç adam. Ama
hiç dikkat etmediğ imi de sö yleyeyim.
Smith cevap vermedi. Yavaş yavaş gerileyip, ince sacdan yapılmış
termostatın ö nü nden geçti, içindeki su, bir metronom dü zeniyle çalışan
karıştırımın etkisiyle sallanıyordu. Kabın dibinde de, suyu ısıtmaya
yarayan ampuller, cıvalı rö lenin temposuna uygun bir biçimde, çılgın
gibi yanıp sö nü yordu.
— Peki, ya bu? Bu da burada mıydı?
Dr. Smith bö yle derken, tırnağ ının ucuyla da termostatın en geniş
yü zeyindeki bir şeyi kazıdı. Su dü zeyinin biraz altında, sacın ü zerindeki
kü çü k bir çemberi.
Kimyacı gö zlerini kırpıştırdı.
— Size temin ederim ki bu ö nceden yoktu.
— Hımm... Obü r tarafta acaba bir başka delik daha var mı?
— Vay canına! Evet efendim, var!
— Gü zel. Gelin buraya. Şö yle bir bakın bakalım. Lü tfen termostatı
durdurun. Tamam, durun ö yle, kıpırdamayın.
(Smith, parmağ ını duvardaki deliğ in ü zerine koydu.) Ne
gö rü yorsunuz?
— Parmağ ınızı, efendim. Duvarın delindiğ i yer mi orası?
Dr. Smith bu soruyu yanıtlamadı.
— Şimdi aksi yö ne bakın, dedi sakince. Şimdi ne gö rü yorsunuz?
— Hiçbir şey.
— Ama uranyumun konduğ u kap, orada duruyordu. Tam oraya
bakıyorsunuz, değ il mi?
— Oyle sanıyorum, dedi ısrarla kimyacı.
Dr. Smith, ardından çekmediğ i kapının ü zerindeki ada baktıktan
sonra, sert bir sesle devam etti:
— Bu olay çok gizli olarak kalacak, bay Jennings. Hiç, ama hiç kimseye
bahsetmeyeceksiniz, yasak ediyorum. Anlaşıldı mı?
— Evet efendim.
— Haydi, çıkalım şimdi. Radyasyon tespit servisinden burayı
denetlemelerini isteyelim. Biz de dispansere kadar bir uzanalım.
Delikanlı sarardı:
— Biz de radyasyon aldık mı acaba efendim?
— Gö receğ iz.
Fakat ü zerlerinde radyasyon yanığ ı belirtisi bulunmadı, ikisinin de
alyuvar sayısı normaldi. Saç diplerinin incelenmesi de negatif sonuç
verdi. Hissettikleri mide bulantısını ise psikosomatik bir tepki olarak
yorumladılar.
Koca Enstitü 'de hiç kimse, ne o anda ne de daha sonra kritik kitlenin
çok altında ham uranyum konmuş bir deney kabının, doğ rudan
nö tronla bombalanmadığ ı halde, tehlikeli olduğ u kadar anlamlı bir
aydınlık saçarak sıvı hale dö nü ştü ğ ünü izah edebildi.
Varılan tek sonuç, nü kleer iziğ in hâ lâ çok karanlık ve garip, endişe
verici yö nleri olduğ unu kabul etmekti.
Yine de Dr. Smith hazırladığ ı en son raporda bü tü n gerçeğ i olduğ u gibi
sö ylemeyi gö ze alamadı. Laboratuvarın duvarındaki delikten
bahsetmedi. Deney kabına en yakın olan deliğ in zor gö rü ldü ğ ünü ,
termostatın ü zerindekinin ondan daha bü yü k olduğ unu ve başlangıç
noktasından ü ç defa daha uzaktaki ü çü ncü sü nü n çapının bir çivinin
çapında olduğ unu da belirtmedi.
Dü z bir çizgi halinde yayılan bir ışın, dü nyanın yuvarlaklığ ı kendisini
hissettirinceye kadar yoluna devam edip, başka zararlar da verebilirdi.
O andan itibaren de, genişledikçe gü cü nü yitirerek uzaya doludizgin
dalar, evrenin bü tü nü nü n dokusunda bir anormallik yaratabilir.
Dr. Smith bu pek gö z kamaştırıcı varsayımdan kimseye tek kelime
etmedi.
Ertesi gü nü n sabahında, dispanserde bü tü n sabah gazetelerini
getirtip, kafasının içinde pek belli dü şü nceyle hepsini satır satır
okuduğ undan da kimseye sö z etmedi.
Fakat Chicago gibi dev şehirlerde her gü n hatırı sayılacak kadar çok
sayıda insan kaybolurdu. Ve hiçbir tanık, deliler gibi çığ lıklar atarak bir
karakola dalıp, bir insanın gö zleri ö nü nde birden yok oluverdiğ ini ihbar
etmemişti. En azından basında bö yle bir haber yer almamıştı. Bunun
içinde sebebini izah edemediğ i bir rahatlık duygusu uyandırdığ ını
hissetti.
En sonunda Dr. Smith olayı unutmayı başardı.
Aynı akşam, biraz daha erken saatlerde, Loa Maren, soğ ukkanlı kocası
Arbin'le iskambil oynuyordu. Bir kö şedeki motorlu koltuğ unda oturan
ihtiyar, okuduğ u gazeteyi ö keyle buruşturup, seslendi: "Arbin!"
Arbin Maren hemen cevap yermedi. Elindeki ince ve yumuşak
dikdö rtgenleri yoklayarak, bir sonraki oyununu dü şü ndü . Ağ ır kararını
aldı ve ancak o zaman dalgın dalgın sordu:
— Ne var, Grew?
Saçları kırlaşmaya yü z tutmuş ihtiyar, ö nceden buruşturduğ u
gazetesinin ardından, damadını ö keli bir bakışla sü zdü . Bu gü rü ltü de
teskin edici kim bilir ne gibi bir şey buluyordu. Enerji dolu bir adam, iki
ayağ ı da felç olup, tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kalırsa,
elbette içindekileri ifade edeceğ i bir yol bulur. Grew de gazetesini
kullanıyordu işte. Gazeteyi buruşturuyor, sallıyor, gerektiğ inde de,
yetişebildiğ i her şeye vuruyordu.
Başka yerlerde insanların, standart bir ekrandan çö zü p
okuyabildikleri ve mikro ilm rulolarıyla aktarılan tele-haber makineleri
vardı. Ama Grew bu dejenere olmuş yö ntemden yü rekten nefret
ediyordu.
— Dü nyaya gö nderdikleri arkeolojik misyon hakkında yazdıklarını
okudun mu?
— Hayır, dedi kayıtsızca Arbin.
Bu, Grew'u şaşırtacak bir cevap değ ildi. Başkaları daha gazeteyi
okumamıştı ve aile bir yıl ö nce videosunu geri vermişti. Ama her ne
olursa olsun, onun sorusu zaten konuşmayı açmak için yö neltilmişti.
— Ya, bö yle işte. Bir heyet gö nderiyoruz. Ustelik yü klü bir destekle.
Buyur... Ne dersin buna?
Ve ihtiyar adam, genellikle yü ksek sesle okuyan herkesin yaptığ ı gibi,
dü zensiz bir ses tonuyla haberi okumaya başladı: "Imparatorluk
Arkeoloji Enstitü sü 'nde araştırmalarla gö revli Bel Arvardan,
Samanyolu basınına verdiğ i demeçte, Dü nya gezegeninin Sirius
bö lgesinde yapılması plâ nlanan arkeolojik incelemelerin ilginç
sonuçlar verebileceğ ini ve çok verimli sonuçlar almanın mü mkü n
olduğ unu sö ylemiştir. Bel Arvardan, "Dü nya, ilkel uygarlığ ı ve tü rü nü n
tek ö rneğ i olan çevresiyle, sosyal bilimlerle ilgilenen uzmanlar
tarafından uzun bir ihmale uğ ramış sapık bir kü ltü rü temsil etmektedir
ve aynı uzmanlar burada ancak gü ç bir mahalli yö netim denemesine
kalkışmışlardır" demiştir. Oyle sanıyorum ki bir-iki yıla kadar insanın
evrimi ve tarihi hakkında bellediğ imiz kavramlarda çok kö klü
değ işiklikler olacaktır vesaire, vesaire!" diye bitirdi Grew.
— Nedir bu "sapık kü ltü r" denen şey? diye sordu okuduğ unu
isteksizce dinleyen Arbin.
— Sıra sende, sen oynayacaksın Arbin, dedi, hiç dinlemeyen Loa.
— Ne o? "Tribü ne" bu haberi neden başlattı, sormayarak mısın? diye
gü rledi Grew. Oysa bilirsin ki altında iyi bir sebep olmasa, Samanyolu
basınının bir tek haberi girmezdi bu gazeteye!
Sö zlerinin hiçbir tepki uyandırmadığ ını gö ren ihtiyar, devam etti:
— Çü nkü bu konuda bir başmakale yayınlıyorlar da, ondan. Bu adamı
ö vmek için koca bir sayfayı kaplayan bir başmakale! Arvardan,
herkesten başka ve alevler arasında inecek! Sö zde bilimsel nedenlerle
buraya gelmek isteyen biri. Bunun için de kıyametleri koparıyorlar. Şu
şamataya bak... Al, şunu okusanıza biraz bana.
Grew, gazeteyi kızıyla damadına doğ ru uzatıp salladı.
Loa Maren kâ ğıtlarını bırakıp, dudaklarını ısırdı:
— Baba, çok yorucu bir gü n geçirdik. Ne olur, siyaseti bir kenara
bırakalım şimdi. Daha sonra bahsederiz bundan, olur mu? Rica
ediyorum, baba.
— Rica ediyorum baba, rica ediyorum baba! diye yü zü nü buruşturup
kızını taklit etti ihtiyar. Babanla gü ncel olaylar hakkında en basit bir
sohbete bile yanaşmadığ ına gö re, artık ondan iyice bıkmış olman
gerekir. Beni koltuğ uma çakılı gö rü p, ü ç kişinin işini bir kişiye
yü klemek, ağ ır geliyor elbette size. Kimin kabahat? Ben de gü çlü
kuvvetliyim, ben de çalışmaktan başka bir şey istemiyorum. Biliyorsun
ki bacaklarımı tedavi ettirebilir ve sağ lığ ıma kavuşabilirdim.
Bir yandan konuşuyor, bir yandan da bacaklarına şamarları
indiriyordu, ama acısını hissetmiyordu bile.
— Ama olmuyor, çü nkü benim çok yaşlı olduğ umu sö ylü yorlar.
Tedaviye değ meyecek kadar yaşlı! Buna "sapık kü ltü r" denmez mi?
Çalışmaya muktedir bir adama bu hakkın tanınmadığ ı bir topluma,
başka nasıl sıfat yakıştırılır? Şu belalı sö zde "orijinal kurumlar"ımızın
kapısına bir kilit asmanın zamanı gelmedi mi daha? Topunun canı
cehenneme! Bana kalırsa...
Durmadan kollarını sallıyordu ve ö keden yü zü mosmor olmuştu.
Arbin yerinden kalktı. Elini kuvvetlice ihtiyarın omuzuna koydu.
— Haydi, Grew! Ne var bunda sinirlenecek? Siz gazetenizi bitirince,
makaleyi okurum.
— Elbette, ama sen de onlarla birlik olacaksın. O zaman neye
yarayacak bu? Siz gençler, birer yavşak rakamdan başka bir şey
değ ilsiniz! Eskiler'in elinde birer balmumu!
— Sus, baba! diye kestirip attı Loa. Aynı şeyi yine ortaya atma.
Birkaç saniye kulak kabarttı. Nedenini bilemiyordu, ama...
Arbin ne zaman Eskiler Cemiyeti'nden bahsedilse, şaşmaz bir şekilde
sırtını ü rperten soğ ukluğ u yine hissetti Grew'un.
konuştuğ u gibi konuşmak, Dü nya'nın eski kü ltü rü yle alay etmek,
sağ lıksız bir davranıştı. Bir de... Bir de...
Bir kere bu dü pedü z sindirimcilik demekti. Arbin tü kü rü ğ ünü hemen
yuttu. Sindirimcilik, kaba bir kelimeydi. Dudaklarının arasından
çıkmasa bile.
Grew'un gençliğ inde, elbette eski alışkanlıkları çoğ altmak gibi aptalca
hikâ yeler çok anlatılıyordu, ama şimdi çağ , bizim çağ ımızdı. Bunu
bilmesi gerekirdi bü yü k bir ihtimal, biliyordu da, ama insanın tekerlekli
bir koltuğ a esir olması kolay değ ildi. Bu yü zden mantıklı
dü şü nemiyordu. Gelecek nü fus sayımına kadar kalan gü nlerini saymak
acıydı elbette.
Grew belki de bunu ha ife alıyordu ama başka bir şey sö ylemedi.
Yavaş yavaş sakinleşti. Yazılardaki har leri giderek daha gü ç fark
etmeye başladı. Eleştirici bir dikkatle spor sayfasını okumaya
başlayamadan, çenesi dü ştü . Dudaklarının arasından ha if bir horlama
çıktı ve gazetesi son bir kez daha hışırdayarak, ellerinin arasından
kurtulup, yere dü ştü .
Loa ancak o zaman ü zgü n bir sesle konuştu:
— Belki de ona karşı acımasız davranıyoruz, Arbin. Babam gibi bir
insan için çok ağ ır bir hayat bu. Onceki hayatına kıyasla, bu ö lü m gibi
bir şey.
— Hiçbir şey ö lü mü n yerini tutamaz, Loa. Onun gazeteleri ve kitapları
var. Devam etsin okumaya! Bö yle sinirlendiğ i zamanlarda, biraz
gü çlenip cesaretleniyor. Şimdi birkaç gü n mutlu olur, rahat eder.
Arbin elindekileri yeniden gö zden geçirdi. Tam kâ ğıdını açacağ ı
sırada, kapı indirilen darbelerle sarsıldı. Anlaşılmayan bağ ırtılar işitildi.
Arbin'in eli sinirli bir jestle kasıldı, hareketsiz kaldı. Loa dehşetle
açılan gö zlerle kocasına baktı. Alt dudağ ı titriyordu.
— Grew'u dışarı çıkart! Çabuk! diye emretti Arbin.
Diliyle sakinleştirici sesler çıkartarak tekerlekli koltuğ u
itmeye başlamıştı bile Loa, ama ihtiyar gö zlerini açtı,
mekanik bir hareketle elini gazetesine uzattı.
— Ne var ne oldu? diye aksi aksi sordu.
— Hişt! Merak etme, her şey yolunda, diye kaçamak bir cevap verdi
Loa. Bir yandan da koltuğ u yan odaya sü rdü .
Sonra çıkıp kapıyı kapattı, kanadına yaslanıp, kocasının bakışlarını
aradı. Dü z gö ğ sü hızla inip kalkıyordu. Kapıya yeniden vuruldu.
Kapıyı açtıklarında ayakta, yan yanaydılar ve savunmaya hazır
haldeydiler. Karşılarındaki eğ ri bü ğ rü , elinden geldiğ ince gü lü msemeye
çalışan ihtiyarcığ ı dü şmanca bakışlarla sü zdü ler.
— Size ne yardımımız dokunabilir? diye nezaketen sordu Loa.
Fakat yabancı boğ ulur gibi bir çığ lık atarak dü şmemek için kapıya
asılınca, Loa geri sıçradı.
Arbin iyice şaşırmıştı.
— Nesi var bunun? dedi. Yardım et de içeri alalım.
Birkaç saat sonra, genç çift telaşsızca yatmaya hazırlanıyordu.
— Arbin! dedi Loa.
— Ne var?
— Tehlikesi yok ya bu işin?
— Tehlike mi?
Anlamazlıktan geliyordu.
— Yani bu adamı eve almanın. Kim acaba?
— Canım, ben nereden bileyim? diye ö keyle cevap verdi. Hasta birine
insan kapıyı da kapatamaz, değ il mi? Kimlik belgeleri yoksa, yarın
Genel Gü venlik Komisyonuna haber veririm, her şey hallolur.
Bu konuşmaya son vermeye kararlı olduğ unu açıkça gö steren bir
şekilde arkasını dö ndü . Ama Loa'nın kuşkulu ve telaşlı sesi, sessizliğ i
yine bozdu.
— Sakın Eskiler Cemiyeti'nin ajanlarından biri olmasın? Malû m ya,
Grew var evde, değ il mi?
— Babanın bu akşam sö yledikleri yü zü nden mi? Çok yanılıyorsun!
Bunu tartışmak bile istemiyorum.
— Onu demek istemedim, sen de pekâ lâ biliyorsun bunu. Gerçek şu:
Grew'u yaklaşık iki yıldır yasa dışı olarak barındırıyoruz. Bö yle
yapmakla da en ö nemli Gelenek'i çiğ nediğ imizin farkındasın.
— Bizim kimseye zararımız yok. Biz iki kişi olduğ umuz halde, ü ç
kişilik kotamızı tamamlamıyor muyuz... Uç işçinin kotasını. Adamın
burnunu bile dışarı çıkarttırmıyoruz.
— Hiç olmazsa koltuğ unu onarabilirlerdi. Motorla parçalarını
dışardan almak zorunda kaldın.
— Herhalde yeniden başlamayacaksın! Sana kaç defa koltuk için
standart mutfak donatımı aldım dedim. Zaten bu adamda bir ajan tipi
falan da yok. Tekerlekli koltuğ a mahkû m zavallı bir ihtiyar için bu kadar
karışık taktiklere başvuracaklarını sanıyor musun? Kim gü ndü z vakti
ellerinde yasal bir arama emriyle eve damlamalarını ö nleyebilir ki?
Yalvarırım, dü şü nsene biraz.
— Arbin, eğ er dü şü ndü ğ ün buysa, (Loa'nın gö zleri birden heyecanla
parıldadı)... Gerçekten bö yle dü şü nü yorsan... Oyleyse çok ü mit ettiğ im
gibi... Şey, yani bu adam muhakkak bir yabancıdır. Bir dü nyalı olamaz!
— Ne demek olamaz Bu? dediğ in, daha da saçma. Neden
imparatorluğ un bir vatandaşı, bü tü n gezegenler emrindeyken, kalkıp
Dü nyaya gelsin?
— Bilmem, keşke bilseydim! Evet, biliyorum! Belki ö tede bir suç
işlemiştir! (Bu parlak varsayım, hemen şekillendi.) Niçin olmasın?
Mantığ a çok uygun. Elbette seçeceğ i gezegen, Dü nya olacaktı. Onu
burada aramak kimin aklına gelirdi ki?
— Ama bu adamın bir Yabancı olması koşuluyla. Bö yle olduğ una dair
kanıtın var mı?
— Dilimizi konuşmuyor ya! Bunu kabul etmek zorundasın.
Sö ylediklerinin bir kelimesini anladın mı sen? Demek ki
Samanyolu'nun çok uzak bir kö şesinden, bilmediğ imiz bir dilin
konuşulduğ u yerden geliyor. Diyorlar ki, Fomalhaut'lular, Trantor'da,
Imparatorun sarayında meram anlatmak için yeni bir dil ö ğ renmek
zorunda kalırlarmış... Bunun ne demek olduğ unu gö rmü yor musun?
Dü nyalı değ ilse, Nü fus Komisyonu'nda kayıtlı da değ ildir. Bu
formaliteden kurtulduğ u için de alabildiğ ine mutlu olacaktır. Onu
çiftlikte babamın yerine çalıştırabiliriz, bö ylece iki kişi yerine, yine ü ç
kişi oluruz. Bö ylece gelecek mevsim, ü ç kişilik kotayı ü ç kişi hazırlamış
olur. Hatta daha şimdiden hasada yardım edebilir.
Kocasının kararsızlık ifade eden yü zü nü kuşkuyla sü zdü . Arbin, uzun
bir sü re dü şü ndü kten sonra açıkladı:
— Yatalım, Loa. Sabah olunca tekrar konuşuruz bunu. Daha aklımız
başımızda dü şü nü rü z.
Alçak sesle konuşmayı kestiler, ışığ ı sö ndü rdü ler ve biraz sonra da
bü tü n eve uyku hâ kim oldu. Ertesi sabah sorunu incelemek sırası,
Grew'deydi. Arbin ona sorduğ unda, çok umutluydu. Kendisinden çok
kayınpederine gü veni vardı.
— Senin derdin, dedi ihtiyar, benim işçi olarak kayıtlı olmamdan
kaynaklanıyor. Dolayısıyla teslim edilecek kota, ü ç çift kol gö z ö nü ne
alınarak saptanıyor. Başınıza dert olmaktan yoruldum artık.
Zamanımdan çok yaşayalı iki yıl oluyor. Yetti be!
— Sorun bu değ il, diye sıkılarak cevap verdi Arbin. Asla bize dert
olduğ unuzu ü stü kapalı sö ylemek istemedim.
— Hem ne fark eder ki? Iki yıla kadar nü fus sayımı yapılacak ve ne
olursa olsun sizi terk edeceğ im.
— Kitaplarını okumak ve dinlenmek için en az iki yıllık uzatmadan
daha yararlanabilirsin. Ne diye hakkından yoksun kalasın?
— Çü nkü ortak alın yazgısı bu. Sizler de cabası. Beni almaya
geldiklerinde, sizi de gö tü recekler. Loa'yı ve seni. Sen, iki se il yıl daha
yaşayacağ ım diye benim buna gö z yumacak adam olduğ umu mu
sanıyorsun?
— Susun Grew! Maskaralığ ın gereğ i yok. Size belki yü z kere sizi nü fus
sayımından bir hafta ö nce komisyona haber vereceğ iz dedim.
— Doktor da hiçbir şey gö rmeyecek, ö yle mi?
— Onu idare ederiz.
— Vay! Peki, ya yeni gelen? Onu da saklayacağ ınıza gö re, suçunuz bir
iken, iki olacak.
— Onu doğ aya salarız. Hem canım, şimdi bunu dert etmenin gereğ i
var mı? Onü mü zde iki yıl var? Ne yapacağ ız onu?..
— Bir yabancı, diye dü şü nceli bir edayla mırıldandı Grew. Gelip kapıyı
çalan bir yabancı. Nereli olduğ u belirsiz. Dili anlaşılmıyor... Doğ rusu
sana ne tavsiye edeceğ imi bilemiyorum.
— Tatlı adam, korkudan da neredeyse ö lecek. Bize hiçbir kö tü lü k
etmez.
— Korkuyor mu dedin? Ya geri zekâ lının biriyse? Ya sö yledikleri
yabancı bir dil değ il de, bir delinin saçmalarıysa?
— Bana ö yle gelmedi.
Fakat Arbin yine de iskemlesinde rahatsız olup kıpırdandı.
— Onu kullanmak için bö yle diyorsun. Peki, kabul. Sana ne yapacağ ını
anlatayım. Onu şehre gö tü receksin.
— Chica'ya mı? diye dehşetle bağ ırdı çiftçi. Felaket olur bu.
— Ne mü nasebet! diye sakin cevap verdi Grew. Senin aksayan yö nü n
ne biliyor musun, gazete okumaman. Ben okuyorum, bu da ailemizin en
bü yü k şansı. Nü kleer Araştırmalar Enstitü sü 'nü n insanların daha çabuk
ö ğ renmelerini sağ layan bir makine gerçekleştirdiğ inden haberin var
mıydı? Pazar ilavesinde bu icat hakkında tam bir sayfa yazı vardı.
Gö nü llü arıyorlarmış. Işte sen de adamını al, gö nü llü diye gö tü r.
Arbin inatla başını salladı.
— Çıldırmışsınız siz! Imkâ nsız bir şey bu, Grew. Deneye bağ lamak için
kimliğ ini isteyecekler. Bu da kuşkulanıp hemen bir soruşturma
açmaları için yetecek. Bö ylece sizin hakkınızdaki gerçeğ i de
ö ğ renecekler.
— Hayır. Çok yanılıyorsun, Arbin. Eğ er Enstitü gö nü llü arıyorsa, araç
daha deneme aşamasında demektir. Bü yü k bir ihtimalle birkaç kişinin
ö lü mü ne de sebep olmuştur ve bunun için gö nü llü arıyorlardır. Eminim,
hiç soru sormayacaklardır. Adamın bu işin altından kalkabilirse,
herhalde durumu şimdiki halinden kö tü olmayacaktır. Haydi, bana
okuma projektö rü nü getirip, 6 no. lu bobine ayarla. Fırlatılır fırlatılmaz
gazeteyi de getir, e mi?..
Schwartz uyandığ ı zaman, vakit ö ğ leni geçmişti. Sağ ır bir ıstırap
yü reğ ini kemiriyor, gö zlerini açtığ ında karısını yanında bulamamanın,
gü ndelik yaşamından başka bir â leme gö ç etmenin acısını çekiyordu.
Bu acıyı bir kere daha hissetmişti ve bu kaçamak anımsama, aklına
unuttuğ u bir sahneyi getirdi, olduğ u gibi yeniden gö rdü o anı... Yeni
yetişkin bir gençti. Karla kaplı kasaba, rü zgâ rın altında beyazla
ö rtü lü ydü ... Bir kızak bekliyordu yolda... Kızaktan sonra, trene
binecekti... Sonra da bü yü k bir gemiye...
Çektiğ i acı alabildiğ ine gerçekti, bir rü ya olamazdı bu.
Kapının ü zerindeki ışığ ı gö rü nce sıçradı, ev sahibinin anlayamadığ ı
bariton sesini işitti. Kapının kanadı aralandı. Sabah kahvaltısını
getiriyorlardı. Bir şişe içinde, ne olduğ unu anlayamadığ ı unlu bir sıvı.
Fakat lezzeti, kendisine sü t ve bulguru anımsattı.
— Teşekkü r ederim, dedi çenesini sertçe sallayarak.
Çiftçi bir şeyler sö yleyerek cevap verdi, sonra Schwartz'ın iskemlenin
arkasına astığ ı gö mleğ ini alıp, her tarafını, ö zellikle de dü ğ melerini
dikkatle incelemeye başladı. Gö mleğ i yerine koyup, bir dolabın raylı
kapısını açtı. Konuk ilk defa duvarların sıcak ve yumuşak gö rü ntü sü nü
gö zleriyle gö rdü . "Plastik" diye mırıldandı. Ayrıca odada ne kö şe, ne de
açı olduğ una dikkat etti. Bü tü n yü zeyler tatlı eğ riler halinde birbirine
geçiyordu.
Fakat çiftçi kendisine bir takım şeyler uzatıp, şü pheye yer
bırakmayacak tarzda ne istediğ ini belli eden jestler yapıyordu:
Schwartz'ın temizliğ ini yapmasını ve giyinmesini istiyordu. Terzi, ev
sahibinin yardımıyla sö ylenene boyun eğ di. Ancak tıraş olacak hiçbir
alet yoktu ve çenesini gö sterip işaret edince, cevap olarak homurtuya
benzer bir takım sesler işitti. Ayrıca adamın bakışlarında açıkça bir
tiksinme okundu. Yanaklarındaki kü l rengi sakalları kaşıyıp, gü rü ltü lü
biçimde bir iç çekti.
Daha sonra adamı alıp iki tekerlekli bir aracın yanına gö tü rdü .
Binmesini işaret etti.
Aracın altında toprak hızla kayıyor, ıssız yol geriye kaçıyordu. En
sonunda beyaz ve alçak yapılar ö nlerine çıkıverdi. Schwartz çok
uzaklarda mavi bir su fark etti.
Heyecanla parmağ ını ileri uzattı: "Chicago?" diye kekeledi.
Bu onun için son umut kıvılcımıydı, çü nkü bir şeyden emindi: Bu
şehre benzeyen hiçbir şey gö rmemişti daha ö nceden.
Çiftçi, hiçbir cevap vermedi.
Ve son umut kıvılcımı da sö ndü .
3
Dünya mı, Dünyalar mı?
Dr. Shekt yalnız kalır kalmaz hemen zile bastı. Beyaz, parıltılı bir gö mlek
giymiş, uzun, kahverengi saçlarını başının arkasında toplamış genç bir
teknisyen, telaşla içeri girdi.
— Pola size haber verdi mi?
— Evet, doktor Shekt. Ekrandan adamı gö zledim. Eminim, doğ ru bir
gö nü llü . Genellikle bize gö nderdikleri gibi biri değ il...
— Sizce, Konsey'e haber vermem gerek mi?
— Size ne diyeceğ imi bilemiyorum doğ rusu. Konsey, sıradan bir
bağ lantıya kö tü gö zle bakabilir. Biliyorsunuz, bü tü n dalgalar
kaydedilebiliyor. Geri gö ndersem mi yoksa? diye birden ö nerdi
teknisyen. Otuz yaşından genç adamlara ihtiyacımız var derim, olur.
Çü nkü rahat otuz beşin ü stü nde.
— Hayır, hayır... Hele bir gö reyim.
Shekt'in aklı donmuş bir girdaptı sanki. Şu ana kadar harekâ tı tam bir
ustalıkla yü rü tmü ştü . Aldatıcı bir açık sö zlü lü k izlenimi uyandıracak
kadar haber sızdırmışlardı. Ve işte şimdi gerçek bir gö nü llü
başvuruyordu. Hem de Enniyus'un ziyaretinden hemen sonra! Acaba
arada bir ilişki var mıydı? Shekt de kireçlenmiş şu gezegende dev ve
karanlık bazı gü çlerin kıpırdanmaya başladıkları konusunda çok
belirsiz bilgilere sahipti. Ama yine de kendisini onların elinde
hissedecek kadar yeterliydi bildikleri. Her halde, Eskiler'in
sandıklarından çok şey biliyordu.
Ama hayatı iki yö nden de tahdit altında olduğ una gö re, ne yapabilirdi?
On dakika sonra ö nü nde, ayakta duran ve kollarını kavuşturmuş
çiftçiyi kaçamak bakışlarla inceliyordu. Mutlaka kırk yaşından kü çü ktü ,
ama acımasız kö ylü hayatı, insanları çabuk yıpratıyor olmalıydı.
Yanakları al aldı. Saç kö klerinde ve şakaklarında ter damlacıkları vardı.
— Galiba adınızı vermeyi reddetmişsiniz dostum, dedi tatlı bir sesle
Shekt.
Arbin keçi gibi inatçıydı.
— Bana gö nü llü lere soru sorulmayacak demişlerdi, cevabıyla yetindi.
— Hımmm... Peki, sö yleyecek bir şeyiniz yok mu? Yoksa hemen
tedaviye alınmak ister misiniz?
— Ben mi? Hoppala! diye heyecanla bağ ırdı Arbin. Gö nü llü olan ben
değ ilim ki. Sizi bö yle inanmaya yö neltecek hiçbir şey sö ylemedim ben.
— Ya? Peki, gö nü llü bir başkası mı?
— Canım, ben ne diye yani...
— Anladım. Peki... Bu ö teki gö nü llü sizinle beraber mi?
— Oyle sayılır, diye çekinerek cevap verdi Arbin.
— Mü kemmel! Yalnız, istediğ inizin ne olduğ unu bana açık seçik
sö ylemelisiniz. Sö yleyecekleriniz tamamen sır olarak kalacak. Anlaştık
mı?
Kö ylü kaçamak bir saygınlıkla çenesini eğ di.
— Sağ olun. Anlatayım efendim. Çiftlikte biri var... Bir, şey... Uzak bir
akraba. Bize yardım elini uzatıyor, anlıyorsunuz ya. (Arbin tü kü rü ğ ü nü
zor yuttu, Shekt de ciddi ciddi başını salladı.) Çok iyi niyetli, çok da iyi
işçidir... Bir oğ lu vardı, tamam mı? Ama ö ldü ... Karımla benim de bir
yardımcıya ihtiyacımız var, tamam mı? Eşimin sağ lığ ı iyi değ il...
Akrabanın yardımı olmadan bu işin altından kalkamayız...
Arbin, anlattığ ı masalın inanılacak yö nü olmadığ ı hissine kapılmıştı.
Fakat bü yü k bilgin başını salladı.
— Yani bu uzak akrabanızı mı denemeye almamızı istiyorsunuz?
— Tamam, ö yle. Bunu demek istedim işte. Zamanınızı aldımsa, ö zü r
dilerim. Zavallı çocuk, anlıyorsunuz ya, aklı pek başında değ ildir. (Arbin
bundan sonra ağ zına geleni sö yledi.) Yo, hasta değ il, aksine... Yalnız...
Biraz geri zekâ lı. Konuşamıyor, anlıyor musunuz?
— Konuşmayı bilmiyor mu? diye hayretle sordu Shekt.
— Yo, biliyor da... Ama sevmiyor konuşmayı, iyi konuşamıyor.
— Siz de ampli ikatö rü n onun zekâ sını dü zeltmesini istiyorsunuz,
ö yle mi? diye sordu bilgin.
Arbin, yavaşça başını salladı:
— Biraz daha aklı başında olsaydı, karımın yapamayacağ ı işleri
becerirdi, değ il mi?
— Ama ö lü m tehlikesiyle burun buruna olduğ unu bilmeniz gerekir.
Arbin, dalgın dalgın adamın yü zü ne baktı. Parmakları ö keyle kasıldı.
— Bana onun onayı gerek, diye ekledi Shekt.
— Anlamaz ki, diye inatla ısrar etti çiftçi. Ama sizin anlamanız gerekir;
siz yaşamın ne çetin bir şey olduğ unu anlayabilirsiniz. Adamcağ ız
giderek yaşlanıyor. Daha altmış yaş sorunu yok şimdilik, ama gelecek
nü fus sayımında onu geri zekâ lı diye kabul edebilirler ve elimizden
alırlarsa? Onu yitirmek istemiyoruz. Bu yü zden geldim buraya. Olayın
gizli kalmasını istiyorum, çü nkü ... Çü nkü ... (Bö yle derken, Arbin
bakışlarını kaçırdı.) Çü nkü bu iş Eskiler'in hoşuna gitmeyebilir. Ama
biliyorsunuz, hayat çok acımasız beyciğ im... Ustelik size de yararı
dokunabilir. Gö nü llü aramıyor muydunuz?
— Evet. Nerede akrabanız?
Arbin, sonuna kadar oyunu oynamaya karar verdi.
— Dışarda... Arabamda... Kimse gö rmediyse elbette.
— Her şeyin yolunda gitmesini dileyelim. Şimdi gidip arabanızı
alacağ ız ve yer altı garajına çekeceğ iz. Yardımcılarımın dışında
akrabanızın burada olduğ unu kimselerin bilmemesi için bir şeyler
ayarlayacağ ız. Yö netimle
başınızın derde girmeyeceğ ine dair size garanti verebilirim.
Arbin'i dostça omuzundan tuttu, çiftçi ister istemez gü lü msedi.
Boynuna sarılan ilmiğ in biraz daha sıkıldığ ını sandı.
Shekt, yatağ a uzanmış yatan saçsız ve ha if gö bekli adamı seyretti.
Hasta, bilinçsiz yatıyordu. Derin ve dü zenli soluyordu.
Konuşmalarından hiçbir şey anlaşılamamıştı. Kendisine sö ylenenleri
de kavrayamamıştı. Yine de ü zerinde hiçbir akıl hastalığ ı belirtisi
yoktu. Yaşlı biri için re leksleri de normaldi.
Ihtiyar ha? Hımmm!
Fizikçi sabit bakışlarını ü zerine diken Arbin'e dö ndü .
— Kemiklerinin bir tahlilini yapalım mı dersiniz?
— Hayır! diye bağ ırdı heyecanla çiftçi. Sonra alçak sesle ekledi:
Kimliğ ini belirleyecek bir şey yapılmasını istemiyorum.
— Ama bize yardımcı olabilirdi bu. Yaşını bilseydik, tehlike azalırdı.
— Elli yaşında.
Shekt omuzlarını silkti. Hiç ö nemi yoktu. Yine uyuyan adamın ü zerine
eğ ildi. Kendisini içeri aldıklarında, adamcağ ız içine kapanmış, kayıtsız
gibiydi ya da ö yle gö rü nü yordu. Verilen hipnoz hapları bile ü zerinde bir
kuşku yaratmamıştı. Haplar uzatıldığ ında şö yle bir gü lü msemiş, sonra
da yutmuştu.
Teknisyen, sinaptik ampli ikatö rü meydana getiren karışık
aygıtlardan sonuncusunu da iterek içeri aldı. Dü ğ melerden birine
basınca, ameliyathanenin pencereleri şeffa lığ ını yitirdi. Şimdi içerde
kalan tek ışık kaynağ ı, soğ uk ve gö z kamaştırıcı bir biçimde parlayan
ampuldü . Yü zlerce kilovat diyamanyetik alan onu hem masanın beş
santimetre ü stü nde tutuyor, hem de ışığ ın doğ ru ü zerine yö nelmesini
sağ lıyordu. Kö şede bir gö lgede oturan Arbin, olup bitenlerden hiçbir
şey arılamıyordu, ama sadece varlığ ıyla acımasız girişimlerde
bulunulmasını ö nleyeceğ ini sanıyordu.
Fizikçiler ise ona aldırmıyorlardı bile. Adamın başına elektrodlar
yerleştirildi. Bu da bir hayli zaman aldı. Ullster tekniğ iyle kafatasının
dokusal yapısı ö zenle incelenecekti. Derken Shekt, neşesiz bir biçimde
gü lü msedi. Bulgular kesin olmamakla birlikte, adamın sö ylendiğ i gibi
elli değ il, daha yukarı yaşta olduğ u apaçık belliydi.
Ancak bilginin yü zü ndeki gü lü mseme silinmekte gecikmedi. Alnı
kırıştı. Kafatası çatlaklarının garip bir tarafı vardı... Eşi gö rü lmemiş
şeylerdi...
Neredeyse, bu kafatasının ilkel bir yaratığ a, atalarından birine ait
olduğ una yemin edecekti. Ama unutmamalıydı ki geri zekâ lı biriyle
ilgileniyordu. Neden olmasın?
Birden, hayretle bağ ırdı:
— Vay canına! Hiç dikkat etmemiştim. Bu adamın suratında kıllar var.
(Arbin'e dö ndü .) Bu hep bö yle sakallı mıydı?
— Sakallı mı?
— Evet, çenesinde kıllar var mıydı yani? Yaklaşın... Gö rmü yor
musunuz?
— Evet, gö rü yorum efendim.
Çiftçi elden geldiğ ince hızlı dü şü ndü . Sabah o da fark etmişti bunu,
ama sonra unutmuştu.
— Sanırım bö yle dü nyaya gelmişti, dedi ihtiyatla.
— Alın şu kılları! Kaba bir hayvana benzemesini istemezsiniz, değ il
mi?
— Hayır efendim.
Elleri eldivenli bir teknisyen tarafından sü rü len tıraş kremi, sakalların
hakkından çabuk geldi.
— Gö ğ sü nde de kıllar var, Dr. Shekt, dedi operatö rlerden biri.
— Yok yahu? Gö sterin bakayım... Ama bu insan değ il, bir şebek canım!
Olsun... Gö mleğ inin altında nasıl olsa gö rü nmez. Koyun elektrodları.
Şuraya yerleştirin. Sonra şuraya. Bir de şuraya.
Kıl kadar ince bir dü zine platin tel, adama bağ landı. Sondalar saçların
arasından geçtikten sonra kafatasının birleşme yerlerinden nö rondan
nö rona geçen mikro-akım yankılarını dinlemeye yarıyordu.
Operatö rler bü yü k bir dikkatle zapt ettikleri elektrik dalgalanmalarını
kaydeden, bir kımıldanıp, bir duran ampermetreleri izliyorlardı. Mini
mini uçlar, milimetrik bobinler ü zerinde uzayıp giden çizgiler
çiziyordu.
Sonunda bu gra ik çizgiler mat plakalar ü zerine yerleştirildi ve
operatö rler alçak sesle aralarında yorumlarda bulunarak sonucu
okumaya başladılar: "...Beşinci noktaların genişliğ ine dikkat edin...
tahlil etmeye değ er... hemen gö ze batıyor..."
Bundan sonra makinenin hazırlanmasına geçildi. Bitmek bilmedi bu
iş. Teknisyenler kolları çeviriyor, ayarlamaları yapıyor, bir yandan da
gö stergeleri izliyorlardı. Sayısız kere ö lçme aletleri kontrol edildi,
doğ rulamalar yapıldı.
En sonunda Shekt gü lü mseyerek Arbin'e dö ndü :
— Biraz sonra bitecek.
Koca makine uyuyan adamın ü zerine doğ ru ilerledi. Bu haliyle aç ve
ağ ır hareketli bir canavara benziyordu. Şimdi hastanın ayak ve kol
bileklerinden aşağ ı dö rt kablo sarkıyordu. Mat kara renkte, galvanizli
kauçuğ a benzer bir tü r yastık ensesinin altına kaydırıldı.
Omuzlarındaki kelepçeler, onu sıkı sıkı yattığ ı yere yapıştırmıştı.
Elektrodlar birbirlerinden ayrıldı, başının iki yanına yerleştirildi. Her
birinin ucu, şakağ ına yö nelikti. Suratı sarıydı.
Shekt bakışlarını bir an bile kronometreden ayırmıyordu. Eli, bir
dü ğ menin ü zerindeydi. Birden dü ğ meye bastı. Gö rü nen hiçbir şey
olmadı, insana saatler kadar uzun gelen ü ç dakikadan sonra, Shekt
parmağ ını dü ğ meden çekti.
Yardımcısı derhal Schwartz'ın ü zerine eğ ildi, sonra hemen doğ rulup,
heyecanla seslendi:
— Hayatta, yaşıyor!
Ama her şey bitmemişti daha. Teknisyenler daha uzun saatler
boyunca bir kitaplık dolduracak kadar çok veri topladılar. Hastaya bir
iğ ne yapıp, gö z kapaklarının ha ifçe
titremesini sağ ladıkları sırada, saat gece yarısını geçmişti.
Shekt geri çekildi. Yorgun, ama mutluydu.
— Her şey yolunda, diyerek elinin tersiyle alnını sildi. (Arbin'e dö nü p,
kararlı bir sesle ekledi:) Yalnız birkaç gü n burada kalması gerekiyor.
Birden çiftçinin bakışlarında sıkıntı ve korku hisleri belirdi.
— Ama... Şey...
— Bize kesin kes gü venebilirsiniz. Akrabanızın başına can sıkıcı hiçbir
şey gelmeyecektir, aksi halde başımı koyuyorum ortaya. Zaten başımı
koymuşum bu işe ben. Onu bize emanet edin. Mesai arkadaşlarımdan
başka hiç kimse kendisini gö rmeyecektir. Kendisini şimdi alıp
gö tü rü rseniz, başına çok kö tü şeyler gelebilir. Bir de ö lecek olursa,
varlığ ını Eskiler'e açıklamanız gerekir.
Bu son uyarı, Arbin'i pes ettirmeye yetti:
— Peki, onu ne zaman gelip alacağ ımı nasıl ö ğ reneceğ im? diye sordu.
Size adımı vermek istemiyorum da.
— Ben de adınızı sormuyorum, diye cevap verdi Shekt. Bir hafta sonra
aynı gü n, akşam saat tam onda yine gelin buraya. Sizi arabanızı
bıraktığ ımız garajın ö nü nde ben bekleyeceğ im. Bana gü venebilirsiniz
dostum: Korkulacak hiçbir şey yok.
Gü nler gelip geçtikçe, Schwartz bazı şeyler keşfetti. Adam, Dr. Shekt'ti.
Yolu ü zerinde bez bebekle karşılaştığ ı gü nden bu yana adıyla tanıdığ ı
ilk insan, o oluyordu. Genç kız, Pola da, onun kızıydı.
Schwartz bu arada tıraş olmaya hiç gerek kalmadığ ını fark etti.
Sakalları bitmiyordu ki. Bu onu dehşete dü şü rdü . Acaba hiç sakalı
olmuş muydu?
Bü yü k bir hızla gü cü ne kavuşuyordu. Şimdi giyinmesine ve
yü rü mesine de izin veriyorlardı. Yiyecek olarak çorbadan başka şeyler
de verilmeye başlanmıştı.
Yoksa hafıza kaybına uğ ramıştı da, bunun tedavisi mi yapılıyordu? Şu
yaşadığ ı dü nya, normal bir dü nya mıydı? Ya da hatırlamak istedikleri
belleğ ini yitirmiş bir beynin uydurmaları mıydı?
Koridorda birkaç adım atması için bile odadan dışarı çıkmasına izin
vermiyorlardı. Yoksa bu tutuklu olduğ u anlamına mı geliyordu? Acaba
bir suç mu işlemişti?
Bir insan tek başına kalmış aklının uçsuz bucaksız koridorlarında, hiç
kimse kendisine erişemezken, kendisini kurtaramazken, başıboş
dolaşırsa, korkunç bir kaybolmuştuk duygusuna kapılır. Anıları
karmakarışık olmuş bir insandan daha aciz bir yaratık dü şü nü lemez.
Pola kendisine kelimeler ö ğ retiyor, Schwartz ise bunları kolayca
anlayıp aklında tutabilmesine hiç mi hiç şaşırmıyordu. Eskiden hafızası
kendisine çok sadıktı. Hiç olmazsa bu anısı doğ ruydu işte, iki gü nü n
sonunda, basit cü mleleri sö kebildi. Uçü ncü gü nü , meramını anlatmayı
başardı.
Ama işte o ü çü ncü gü n, hayret verici bir olay cereyan etti. Shekt,
kendisine problemler çö zdü rerek, rakamları ö ğ retiyordu. Yanında bir
kronometre vardı ve kü çü k bir uç, ne kadar zamanda cevap verdiğ ini
kaydediyordu. Birden, Schwartz'a "logaritma"nın ne olduğ unu
anlattıktan sonra, 2'nin logaritmasının ne olduğ unu sordu.
Schwartz kelimeleri ö zenle seçerek, yanıtını hareketlerle de
tamamladı:
— Cevap... vermek... yok... rakamla.
Shekt heyecanla başını sallayıp, onayladı:
— Rakam değ il. Bu değ il, şu değ il. Bundan çıkma. Şundan çıkma.
Schwartz tamamen anladı sö yleneni. Yanıtının onayıydı bu. Tam sayı
değ il, kesirli bir sayıydı istenen. Birden boşandı:
— Sıfır virgü l, ü ç sıfır, bir sıfır ü ç... ve... diğ er rakamlar.
— Bu kadar yeter.
Işte Schwartz o sırada hayretle sıçradı yerinden. Nereden biliyordu
doğ ru yanıtı? Onceden logaritmadan bahsedildiğ ini hiç işitmediğ inden
emindi. Yine de kendisine soru yö neltilir yö neltilmez, cevabı
bulabilmişti. Bu hesabı yapması için çalışan mekanizmadan haberi bile
yoktu. Beyni, sanki kendisinin ayrı bir parçasıydı ve Schwartz bu
beynin yalnız sö zcü lü ğ ü nü yapıyordu.
Elbette, belleğ ini yitirmeden ö nce matematikçi değ il idiyse...
Bu durum, onun için dayanılmaz bir sıkıntı kaynağ ı oluverdi. Esrar
perdesini biraz olsun aralayabilmek için giderek daha çok dışarda
dolaşmak ihtiyacını duydu içinde. Bir mahkû m, tıbbı̂ bir denemeye tabi
tutulmuş bir hasta (bu ikir birden bire gelmişti aklına)... Evet, bir hasta
gibi kapatıldığ ı bu odada, bu hü crede, esrar perdesini aralamayı asla
başaramayacaktı.
Esaretinin altıncı gü nü , talih yü zü ne gü ldü . Artık kendisine çok
gü venmeye başlamışlardı ve o gü n Shekt dışarı çıkarken, ardından
kapıyı çekmeye gerek gö rmedi. Genellikle kapıyla duvar arasındaki ince
aralık fark bile edilmiyordu. Oysa yarım santimetrelik bir aralık vardı.
Schwartz, doktorun birkaç dakika içinde geri dö nmeyeceğ inden emin
olabilmek için biraz bekledi. Sonra ö nceden Shekt'le Pola'dan gö rdü ğ ü
gibi, elini yavaşça parıldayan bir ışığ ın ü zerine koydu. Kapı
gü rü ltü sü zce kayarak açıldı. Koridor bomboştu.
Ve Schwartz işte bö yle " irar etti".
Bu altı gü n boyunca Eskiler Derneğ i'nin ajanlarının hastaneyi, odasını
ve kendisini gö zlediklerini nereden bilebilirdi ki?
6
Gece İçinde Kaygılar
Arvardan'ın ise aklında bir tek şey vardı: Tatilini organize etmek.
"O iyuskus" adlı uzay gemisi, bir aydan ö nce gelmeyecekti. Dolayısıyla
bir ay aklına eseni yapabilirdi.
Everest'e varışından altı gü n sonra, ev sahibinden izin Alarak,
Himalayaları Dü nya başkenti Washenn'e bağ layan Hava Nakliyat
Şirketi'nin en bü yü k stratosfer jetlerinden biriyle yola çıktı.
Aslında Enniyus'un emrine verdiğ i bu hızlı uzay aracına, bir ticaret
uçağ ını tercih ederdi. Çü nkü bir yabancı ve arkeolog olarak, Dü nya gibi
bir gezegenin halkının gü ndelik yaşamını gö rmek, daha hoşuna giderdi.
Bir başka sebebi daha vardı.
Arvardan, Sirius bö lgesinde dü nyaya gelmişti. Dü nya aleyhtarlarının
ö nyargılarının en şiddetli olduğ u kesim, bü tü n Galaktika içinde
burasıydı. Yine de şahsen kendini bunlara kaptırmadığ ı için gurur
duyuyordu. Bir arkeolog, bir bilgin, asla ırkçılığ a kayamazdı. O da
kuşkusuz bü yü yü p yetişirken Dü nyalıların karikatü rden farksız
yaratıklar olduğ u izlenimini edinmişti. Hatta şimdi bile bu kelime, onu
tiksindiriyordu. Ama bu bir ö nyargı değ ildi.
En azından buna inanmıyordu. Orneğ in bir Dü nyalı, keşif gezilerinden
birine katılma isteğ inde bulunursa ya da kendi gö zetiminde şu ya da bu
alanda çalışmak isterse, aranan vası lara uygun olması koşuluyla
Arvardan onu işe almaktan çekinmezdi. Keşif heyetinin diğ er
ü yelerinin de buna bir itirazda bulunmamaları gerekirdi ama, genellikle
personel buna pek razı olmazdı. O zaman ne yapabilirdi peki?
Biraz da bu konuda kafa yordu. Kendisi şahsen bir dü nyalıyla bir
masada yemek yemeye, hatta bir odada yatmaya itiraz etmezdi. Elbette
sö z konusu dü nyalının yeterince temiz ve sağ lıklı olması koşuluyla.
Aslında ona herhangi bir başkası gibi muamele edecekti. Ancak şu
gerçeğ i inkâ r etmek olanaksızdı: Nazarında bir Dü nyalı, daima bir
Dü nyalıydı işte. Başka çıkar yolu yoktu bunun. Bü tü n çocukluğ u
boyunca bu zihniyetle yetiştirilmiş olmanın doğ al sonucuydu bu.
En sonunda Arvardan'ın kendisini sınaması için bir fırsat çıkmıştı
ö nü ne. Uçakta, çevresindekilerin hepsi dü nyalıydı ve aralarında
kendisini alabildiğ ine rahat hissedebiliyordu. Yo, biraz sıkılgandı... Ama
o kadar.
Yol arkadaşlarının yü zlerini inceledi. Hepsi sıradan suratlardı ve
hiçbir karakteristik ö zellikleri yoktu. Aslında Dü nyalıların diğ er
insanlardan farklı oldukları kabul ediliyordu, ama acaba kalabalık
arasında bunu fark etmek mü mkü n mü ydü ? Hiç şü phesiz, hayır!
Kadınlar hiç de bayağ ı değ ildi... Arvardan alnını kırıştırdı. Hoşgö rü nü n
de bir sınırı olmalıydı herhalde. Orneğ in Dü nyalılarla evlilik,
dü şü nü lemeyecek bir şeydi.
Uçağ a gelince, inşası heves edilecek bir şey değ ildi. Motorları atom
enerjisiyle çalışıyordu elbette, ancak ilkenin uygulaması oldukça
eksikti. Orneğ in itici hü cre iyi muhafaza edilmiyordu. Dü şü ncelerinin
bu aşamasına gelince, Arvardan birden kontrol altına alınmamış
gamma ışınlarının ve atmosfer içindeki yü ksek nö tron dozunun,
Dü nyalılar için diğ erleri kadar bü yü k ö nem taşımadığ ını idrak etti.
Sonra manzara dikkatini çekti. Atmosferin en uzak ucunun koyu
morluğ u içinde, Dü nya çok gö rkemli bir biçimde gö rü nü yordu. Yer yer
bulutların ö rttü ğ ü geniş kara parçalarının parıltısı, bunlara sıcak sarı
bir çö l gö rü nü mü veriyordu. Daha da ö tede gecenin kıvrımlı çizgisi ağ ır
ağ ır uzaklaşıyor, gö lgelikler arasında radyoaktif bö lgeler parıldıyordu.
Birden ani bir kahkahayla dü şü ncelerinden sıyrılan arkeolog, dö ndü .
Şişmanca, yaşlı bir çift, ağ ızları kulaklarında halleriyle bu neşenin
kaynağ ı olmalıydı. Arvardan dirseğ iyle komşusunu dü rtü p, sordu:
— Ne oluyor?
Adam cevap verdi:
— Evliliklerinin kırkıncı yıl dö nü mü nü kutlamak için bü yü k tur
yapıyorlar da.
— Bü yü k tur mu?
— Elbette canım! Bilmiyor musunuz, Dü nya'nın çevresini dolaşıyorlar.
Yaşlı bey bü yü k bir şevkle zengin anılarını ve gezi izlenimlerini
anlatıyordu. Karısı da her fırsatta sö zü nü kesip, hiç ö nemli olmayan
ayrıntılarda dü zeltmeler yapıyordu. Bunu da bü yü k bir neşeyle
gerçekleştiriyordu. Diğ er yolcular anlatılanları dikkatle dinliyorlardı.
Arvardan, hiç kuşkusuz Dü nyalılar da Galaktika'nın diğ er
gezegenlerinde yaşayanlar kadar sıcak ve insancıl diye dü şü ndü .
— Peki, altmış yaş dö nemi ne zaman? diye sordu biri.
— Aşağ ı yukarı bir ay var... On altı Kasımda.
Cevap bir anda ve tereddü tsü z verilmişti.
— Oyleyse sizin hesabınıza o gü n havanın çok gü zel olmasını dilerim.
Babamın altmış yaşına bastığ ı gü n, sicim gibi bir yağ mur yağ ıyordu. O
gü nden beri bö ylesine bir tufan gö rmedim. Kendisine ben eşlik
ediyordum bilirsiniz, bö yle hallerde insan pek yalnız kalmak istemez.
Babam da yağ mura sö vü p sayıyordu durmadan. Ustü açık bir
araçtaydık ve iliklerimize kadar ıslanmıştık. "Ne şikâ yet ediyorsun be
baba?" dedim. Dü şü nsene, ben bir de geri dö neceğ im!
Bu sö zleri çılgın kahkahalar izledi ve iki yaşlı da buna katılmakta
gecikmediler. Arvardan birden iliklerine kadar ü rperdi ve içinde hiç de
hoş olmayan bir kuşku uyandı.
— Bu altmış yaşına basmadan bahsediyorlar ya, dedi komşusuna.
Sanırım şu ö nlem geleneğ i, değ il mi?.. Altmış yaşına bastınız mı, sizi
tedavü lden kaldırıyorlar, değ il mi?
Yanındakinin birden bü tü n neşe gö sterisini bırakıp, sert ve kuşkulu
bakışlarını ü zerine dikmesi ü zerine, Arvardan daha da çekingenleşti.
Adam sordu:
— Ne demek istiyorsunuz yâ ni?
Arvardan hiç bir şey demek istemediğ ini belirten bir jestten sonra,
aptal aptal gü lü msedi. Bu â deti biliyordu, ama ancak kuramsal açıdan.
Kitaplarda okuduğ u, bilimsel dergilerde rastladığ ı bir şeyler. Ama işte
birden çevresinde altmış yaşından çok yaşamamak gibi bir kurala uyan
kadınlar ve erkekler toplanıvermişti.
Komşusu yü zü ne bakmaya devam ediyordu.
— Siz nereden geliyorsunuz dostum? Sizin geldiğ iniz yerde altmış yaş
kuralı bilinmiyor mu?
— Biz buna "Zaman" deriz, diye cevap verdi Arvardan. Ben oradan
geliyorum.
Titrek hareketlerle işaret parmağ ını arkasına uzattı. Komşusunun
kendisini sorgu dolu bakışlarla sü zmekten vazgeçmesi için on beş
saniye daha akıp gitti.
Arvardan'ın dudakları titriyordu. Bu insanlar çok şü pheciydi. En
azından bu tü rü , gerçeğ e çok uygundu.
Yaşlı adam nutuk atmaya devam ediyordu:
— O da benimle gelecek, diyerek neşeli yü zlü eşini işaret etti. Aslında
onun benden sonra ü ç ayı daha var, ama beklemek için bir neden
gö rmü yor. Ayrıca beraber gitmek daha iyi. Oyle değ il mi, ana?
— Elbette, diyerek kıkırdayan kadın, kıpkırmızı oluverdi birden.
Çocukların hepsi evlendi, yuvalarını kurdu. Onlara yü k olmaktan başka
neye yararım ki? Ayrıca benim ihtiyar yanımda olmayınca, kalan
zamanımdan yararlanamam ki. ikimizin de aynı anda gitmesi daha iyi.
Bunun ü zerine bü tü n yolcular hep bir ağ ızdan kendilerinin kalan
zamanlarını hesaplamak amacıyla karışık aritmetik hesapları yapmaya
başladılar. Ozellikle evli çiftler ayları ve gü nleri dile getirerek ciddi
hesaplara giriştiler.
— Benim tamı tamına on iki yıl, ü ç ay ve dö rt gü nü m var, dedi ciddi
tavırlı, ufak-tefek sevimli adam. On iki yıl, ü ç ay ve dö rt gü n: Ne bir gü n
fazla, ne bir gü n eksik.
— Yani daha ö nce ö lmezseniz, diye mantığ ıyla konuştu bir başkası.
— Saçma! diye hemen cevap verdi kü çü k adam. Daha ö nce ö lmeye hiç
niyetim yok. Bende ö lecek gö z gö rü yor musunuz? Daha on iki yıl, ü ç ay
ve dö rt gü n yaşayacağ ım. Kimse buna karşı çıkmak cü retinde
bulunamaz burada.
Gerçekten pek ö keli bir hali vardı.
Uzunca boylu, ağ zında bir sigara tellendiren genç bir adam, ü zü ntü lü
bir sesle lâ fa karıştı:
— Kalan zamanlarını gü nü gü nü ne hesaplayanlar, doğ rusu şanslı
insanlar. Gü nlerini geçirenler o kadar çok ki.
— Doğ ru, diye onayladı biri.
Herkes bu konudaki gö rü şü nü dile getirmeye başladı. Derken bir ö ke
ve kızgınlık havası esti içerde.
— Ben bir kadın ya da erkeğ in sü resini bir yıl ertelemesine karşı
değ ilim aslında ama gerçekten gö rü lecek bir işi varsa, diye sigarasını
titreterek konuşmaya devam etti genç adam. Kü lü nü silkeledi. Ben
sayımdan kaçıp, gelecek kuşakların besinine ortak olan parazitlerden
sö z ediyorum.
Kişisel bir hıncı varmış gibiydi.
— Peki, herkesin yaşı kayıtlı değ il mi? diye sordu Arvardan. Herhalde
dolap çevirmek kolay olmasa gerek.
Bu mü dahaleyi izleyen sessizlik, yolcuların bö yle bir davranışa karşı
duydukları ö keyi çok iyi izah ediyordu. En sonunda, tartışmayı
ö zetlemek istercesine, yolculardan biri diplomatça mırıldandı:
— Altmış yaşından sonra yaşamaya devam etmenin hiçbir nedeni
yok, değ il mi?
— Ozellikle bir çiftçi için! diye kindar bir ses atıldı. Bir yarım yü zyıl
toprakta çalıştıktan sonra, kadrodan dü şü rü lmeyi reddetmek için, deli
olmak gerekir. Ama yö neticiler ve sanayiciler... Bak, onlar başka işte.
Evlenme yıl dö nü mü bu tartışmanın başlamasına sebep olan yaşlı bey,
belki de altmış yaş sınırına geldiğ i ve artık kaybedecek bir şeyi
olmamasından aldığ ı cesaretle, gö rü şü nü açıklamaya karar verdi:
— Her şey insanın kurduğ u ilişkilere bağ lı, diyerek anlamlı bir gö z
kırptı. Ben 810 nü fus sayımından bir yıl sonra altmış yaşını dolduran
ama 820 sayımına kadar yaşayan birini tanıdım. Gittiğ i zaman altmış
dokuz yaşındaydı. Altmış dokuz! Dikkat ediyor musunuz?
— Nasıl becerdi peki?
— Biraz parası vardı, kardeşi de Eskiler Derneğ i'nin ü yelerindendi.
Bö yle olunca, insanın beceremeyeceğ i şey yoktur.
Bu sö zler topluca onaylandı.
— Benim bir amcam var, tam bir yıl fazla yaşadı, diye aldı sö zü ağ zı
sigaralı genç. Bilirsiniz, insana çıkarsız selâ m vermeyen pis
bencillerden biriydi. Sırası gelenlerle için için alay ederdi. Ben
durumunu bilmiyordum, bilseydim, ihbar ederdim, çü nkü bence sırası
gelen çekip gitmeli. Gelecek kuşaklara karşı yasal bir borç bu. Yine de
amcabey yakayı ele verdi ve o zaman ne oldu, biliyor musunuz? Orgü t,
kardeşimle benim tepemize bindi, hesap sordu bizden. Neden
kendisini ihbar etmediğ imizi ö ğ renmek istiyorlardı. Ben, haberim
olmadığ ını, ailede kimsenin bu konuda bilgisi bulunmadığ ını, ayrıca on
yıldır yü zü nü bile gö rmediğ imi sö yledim. Babam da bizi destekledi.
Yine de 500 kredi ceza verdiler. Işte, insanın pistonu olmazsa, bö yledir
sonu.
Arvardan'ın içini saran sıkıntı, tarifsiz denecek kadar yoğ undu. Olü me
bö ylesine boyun eğ ebilmek, akrabalarına, dostlarına bö yle diş
bileyebilmek için, bu insanların gerçekten birer deli olması gerekirdi!
Yoksa yanlışlıkla akıl hastalarını nakleden bir uçağ a mı binmişti? Yoksa
Dü nyalılar bö yle miydi hep?
Komşusu yine bakışlarıyla kendisini sü zü yordu. Derken birden
yü kselen sesi, arkeoloğ u dü şü ncelerinden ayırdı:
— Baksana ahbap... Neresi sizin "orası"?
— Anlayamadım?
— Size nereden geldiğ inizi sordum, "oradan" diye cevap verdiniz. Ne
demek bu "oradan" sö zcü ğ ü? Ha?
Şimdi bü tü n bakışlar Arvardan'ın ü zerinde toplanmıştı ve hepsinin
gö z bebeklerinde bir çekingenlik okunuyordu. Yoksa kendisinin Eskiler
Derneğ i'nden mi olduğ unu sanmışlardı? Acaba yö nelttiğ i sorularla,
tahrikçi bir ajan rolü ne mi dü şmü ştü ?
En iyi savunmanın yine de gerçeğ i sö ylemek yargısına varan
Arvardan, soruyu yanıtladı:
— Ben dü nyalı değ ilim. Adım Bel Arvardan. Sirius bö lgesinde,
Baronn'da doğ dum. Sizin adınız ne?
Ve bö yle diyerek elini komşusuna uzattı.
Sanki uzay aracının orta yerine bir atom başlıklı bomba atmış gibi
oldu.
Bü tü n yü zlerde beliren sessiz dehşetin yerini, hemen ardından
acımasız bir dü şmanlık aldı. Yanında oturan adam, kibirli bir edayla
yerinden kalkıp, bir başka koltuğ a gitti. Buradaki iki kişi sıkışıp, ona yer
açtılar. Yolcuların hepsi sırtlarını ona çeviriverdi. Bir anda sırttan bir
duvarla karşı karşıya kalıverdi arkeolog.
Işte o zaman Arvardan'ın içinden, bağ rını kavuran bir ö ke kabardı.
Dü nyalılar kendisine bö yle davranacaklardı ha? Dü nyalılar! Onlara
dostluk elini uzatmıştı. O, bir Siriuslu, onlarla ilişki kurmak istemiş ve
onlar da terslemişlerdi kendisini!
Sonunda ve bü yü k gü çlü kle serinkanlılığ ını toplayabildi. Belliydi ki
gö zü dö nmü şlü k tek yanlı olmuyordu ve kin, kini doğ uruyordu.
Birden ardında birinin varlığ ını hissederek geri dö ndü .
— Evet? dedi buruk bir sesle.
Bu gelen, sigaralı genç adamdı.
— Gü naydın, diyerek bir sigara daha yaktı. Adım Creen. Bu kaba
adamlara aldırmayın siz.
— Benim kimseye aldırdığ ım yok, diye sinirli bir cevap verdi
Arvardan.
Creen bu tü r ince lâ ları anlayacak çapta biri değ ildi. Sigarasından
derin nefesler çekip, kü lü nü orta yere dö kü yordu rahatça.
— Bunlar taşralı hep, diye kü çü mseyen bir edayla mırıldandı. Bir avuç
baldırı çıplak. Ufukları Galaktika'yı algılayacak kadar geniş değ il.
Onlarla konuşmaya bile değ mez. Ama bana gelince, benim dü şü nce
tarzım farklıdır. Yaşamak ve yaşatmak. Işte benim formü lü m. Benim
Yabancılar'a karşı bir kinim de yok. Bana iyi davranırlarsa, ben de
onlara iyi davranırım. Ne yapalım, onlar Yabancı ise, bunun kabahatlisi
ne onlar, ne de ben! Haklı değ il miyim? diyerek samimi bir edayla
Arvardan'ın bileğ ine vurdu.
O da başıyla onayladı. Bu temas, tü ylerini diken diken etmişti.
Amcasını ele vermediğ i için pişmanlık duyan biriyle sosyal bir ilişkiye
girmek, hiç hoş değ ildi.
Creen, sıranın arkasına rahatça yaslandı.
— Chica'ya mı gidiyorsunuz? Neydi adınız demiştiniz? Albadan mı?
— Arvardan. Evet, Chica'ya gidiyorum.
— Ben de oralıyım. Dü nya'nın en bitirim şehridir. Çok mu
kalacaksınız?
— Belki. Kesin bir planım yok.
— Hımm... Baksanıza, gö mleğ inize biraz yakından bakmak istersem,
kızmazsınız, değ il mi? Sanırım Sirius malı, ö yle mi?
— Evet.
— Iyi kumaş. Dü nya'da buna benzer bir şey bulmak imkâ nsız! Bakın...
Çantanızda yedek gö mleğ iniz var mı? Satmak isterseniz sırtınızdaki,
ben alıcı olurum. Pek hoş da!
Arvardan şiddetle başını salladı:
— Uzgü nü m, ama giysilerim çok az yanımda. Ihtiyacım oldukça,
bulunduğ um yerde bir giysi almak niyetindeyim.
— Size elli kredi veririm.
Karşısındakinin sessizliğ i karşısında, Creen hiç ö kelenmeden devam
etti:
— Iyi iyat ama.
— Çok iyi, ama sö yledim ya, benim satılık gö mleğ im yok.
— Canınız isterse... (Omuzlarını silkti.) Sanırım Dü nya'da bir hayli
zaman kalacaksınız, ,ha?
— Mü mkü n.
— Peki, ne iş yapıyorsunuz siz? -
Arkeolog gerçekten sinirlenmeye başlamıştı.
— Bay Creen, biraz yorgunum, dedi. Sizce bir sakıncası yoksa, biraz
kestirmek istiyorum. Rahatsız olmazsınız ya?
Dü nyalının yü zü asıldı.
— Yo, hayır, ama n'oluyor size? insanlara karşı hiç olmazsa nazik
davranamaz mısınız? Size kibarca bir soru sordum, o kadar! Hırlamanız
şart değ il ki!
O ana kadar hep alçak sesle konuşmuştu, ama şimdi adeta
bağ ırıyordu. Dü şman bakışlar hemen Arvardan'a çevrildi. O da ö keyle
dudaklarını ısırdı.
Acı acı, "ben de arandım" diye dü şü ndü . Daha başlangıçta araya bir
mesafe koysaydı, hoşgö rü lü davranıp, hiçbir alıp vereceğ i olmayan
kişilerle konuşmaya kalkmasaydı, bu sıkıcı duruma dü şmekten
kurtulabilecekti.
— Bay Creen, diye aldı sö zü , size yanıma oturur musunuz diye
sormadım, kaba da hareket etmedim. Tekrar ediyorum, yorgunum ve
dinlenmek istiyorum.
— Beni iyi dinleyin! (Creen yerinden kalktı, kaba bir hareketle
sigarasını attı ve parmağ ını arkeoloğ a uzattı.) Bana kö pek muamelesi
edemezsiniz. Kokmuş yabancılar, buraya geliyorsunuz, gü zel nutuklar
çekiyor, sonra da bizim parmaklarımızın ucuna basarak yü rü memizi
istiyorsunuz. Buna boyun eğ mek zorunda değ iliz, haberiniz olsun!
Burası hoşunuza gitmiyorsa, çekip gidin geldiğ iniz yere! Ustü me
varma, dağ ıtırım yoksa! Yoksa bizi ü rkü ttü ğ ünü zü mü sanıyorsunuz?
Arvardan başını çevirdi, kılını bile kıpırdatmadan, lumbozdan
dışarısını seyre daldı. Creen ısrar etmedi, ama dö nü p eski yerine
oturdu.
Arvardan ise, kulağ ına kadar gelen heyecanlı konuşmaları
işitmiyormuş gibi davrandı. Yolcuların ü zerine diktikleri kindar
bakışları hissediyordu. Derken durum giderek sakinleşti.
Yolculuğ un sonuna kadar bir daha ağ zını açmadı ve hiçbir hareket
yapmadı.
Aracın indiğ i Chica hava alanına yaklaşırlarken, Arvardan enikonu
memnun oldu, için için gü lü msedi. Şehir sandığ ı gibi bir şey değ ildi,
ama yine de içerdeki gerilimli havadan çok daha iyiydi herhalde.
Bagajların indirilişini izledi, iki tekerlekli bir taksiye yü klendiğ ini
gö rdü . Taksi şofö rü yle konuşmayacak tek yolcu kendisiydi. Çü nkü
başına bir iş daha açmamaya kararlıydı.
— Saraya! diye emretti.
Taksi hareket etti...
Dr. Shekt belki yirminci defa en son not defterini inceledi. Pola içeri
girince, başını kaldırdı. Genç kız kaşlarını çatarak, sordu:
— Yemek yedin mi baba?
— Ha? A, evet! Elbette... Nedir o?
— Yemeğ in. Daha doğ rusu yemeğ indi. Sen herhalde sabah kahvaltını
yedin. Baksana! Yemedikten sonra yemek getirmenin ne anlamı var
kuzum? Bundan sonra yemek için eve gelmeni isteyeceğ im baba!
— Sinirlenme canım, yerim yemeğ i. Yalnız biliyorsun, yemek saati
geldi diye çok ö nemli deneyleri de yarıda bırakamam, değ il mi?
Sıra tatlıya gelince, neşesi yerine geldi.
— Şu Schwartz nasıl bir adam, hiçbir ikrin yok, Pola. Sana kafatasının
garip eklem yerlerinden bahsetmiş miydim?
— Evet, ilkelmiş, sö yledindi.
— Ama bu kadarla bitmiyor ki. Otuz iki dişi var. Her iki yanda da, ü stte
ve altta olmak ü çer kö pek dişi, biri de herhalde el yapması, yapay diş.
Her neyse, çeneye diş nakli yerine ilk kez yandaki dişlere tutturulmuş
bir kö prü gö rü yorum. Fakat sen hiç otuz iki dişli bir adam gö rdü n mü ?
— Ben vaktimi insanların dişlerini sayarak geçirmiyorum, baba. Nedir
kurala uygun sayı? Yirmi sekiz mi?
— Elbette. Ama dur, daha bitmedi. Dü n bir dahili muayene yaptık. Bil
bakalım ne bulduk?
— Bağ ırsaklar mı?
— Sen beni kızdırmaya çalışıyorsun galiba, Pola. Ziyanı yok. Haydi,
yorma kafanı, sö yliyeyim. Schwartz'ın bir kurt biçiminde, yaklaşık 9
cm. uzunluğ unda apandisiti var. inanılacak şey değ il. Şimdiye kadar
gö rü lmemiş bir olay. Tıp okulundan biraz bilgi sızdırdım, belli etmeden
elbette... Apandisitler bir, bir buçuk cm. den daha uzun ve açık
olmazmış.
— Peki, ne demek oluyor bu?
— Yani karşımızda eski bir insan ö rneğ i, yaşayan bir fosil var demek
bu. (Shekt yerinden kalkmış, odanın içinde hızlı adımlarla bir aşağ ı, bir
yukarı dolaşmaya başlamıştı.) Bana kalırsa onun yanından hiç
ayrılmamalıydık, Pola. O çok değ erli bir ö rnek.
— Hayır baba, bunu yapamazsın. O çiftçiye Schwartz'ı iade edeceğ ine
sö z verdin. Onun iyiliğ i için de bö ylesi daha iyi. Mutsuz biri o.
— Mutsuz ha! Haydi canını! Ona zengin bir Yabancı muamelesi
gö steriyoruz.
— Ne değ iştirir ki bu? Zavallı, ailesine ve çiftliğ ine alışmış. Bü tü n
hayatını orada geçirmiş. Dehşetengiz ve acılı bir deney geçirmiş olmalı,
bundan eminim. Şimdi ise aklı farklı biçimde çalışıyor. Anladığ ını
ummuyorum. Onun, insanlık haklarını hesaba katıp, mensup olduğ u
yere iade etmeliyiz.
— Peki, ya bilim, Pola?
— Saçma! Benim için ne değ eri var ki? Şu gizli deneylerden haberdar
olunca, Kardeşlik ö rgü tü nü n neler dü şü neceğ ini sanıyorsun? Onların
bilimi ö nemsediklerini mi sanıyorsun yoksa? Hem Schwartz'ı
dü şü nmü yorsan, kendini dü şü n! Onu sakladığ ın sü rece, yakalanma
şansın daha bü yü k olacak. Anlaştığ ımız gibi, yarın akşam onu geri
gö ndereceğ iz, tamamı mı? Şimdi gidip, bir ihtiyacı olup olmadığ ına
bakacağ ım, yemekten ö nce...
Fakat genç kız beş dakika sonra koşarak geri geldi. Suratı sapsarıydı.
— Baba! Gitmiş! diye bağ ırdı.
— Kim gitmiş? diye hayretle sordu Shekt.
— Schwartz! (Pola neredeyse ağ layacaktı.) Herhalde kapıyı kapatmayı
unuttun.
Fizikçi bir hamlede ayağ a kalktı ve dengesini kaybetmemek için
kolunun birini ileri uzattı.
— Ne zaman?
— Bilmiyorum, ama çok vakit geçmiş olmamalı. Ne zaman ayrılmıştın
yanından?
— En az bir çeyrek oldu. Sen geldiğ inde, ben içeri gireli iki-ü ç dakika
ancak olmuştu.
— Iyi! dedi ani bir kararla Pola. Ben aramaya çıkıyorum onu. Belki de
yakınlarda dolaşıyordur. Sen hiç yerinden kımıldama. Eğ er biri
kendisini ele geçirecek olursa, seninle ilişkisi olduğ u anlaşılmamalı.
Anladın mı?
Shekt, onaylamaktan başka bir şey yapamadı.
Hastane hapishanesinden kaçtıktan sonra, Joseph Schwartz ö zgü rce
şehir sokaklarında yü rü meye başlamıştı, ama hiç de heyecanlı değ ildi.
Hayale kapılmıyordu. Belli bir hareket planı yoktu. Aklına eseni yapmak
zorunda olduğ unu biliyordu. Kendisini dü rten tek mantıklı davranış,
hafızasını yerine getirmeye yarayacak bir şeylere rastlamaktı. Çü nkü
artık hafızasını yitirdiğ ine iyice inanmıştı.
Ama şehrin ilk gö rü nü mü , kendisini hayal kırıklığ ına uğ rattı. Vakit
ö ğ leden sonrayı biraz geçiyordu ve Chica, gü neşin altında sü t beyaz bir
gö rü nü mdeydi. Binalar, tıpkı ilk uğ radığ ı çiftlik gibi, porselenden
yapılmışa benziyordu.
Içinden bir ses, şehrin kü l rengi ve kırmızı olması gerektiğ ini
sö ylü yordu. Hem de daha pis olmalıydı. Bundan emindi.
Kendisini bulmak için planlı bir arama yapılmayacağ ından emin,
yavaş yavaş yü rü yordu. Nasıl, neden bilmeden, ö yle bir his vardı içinde.
Nedense çevresiyle şimdi daha çok ilgilenmeye başlamıştı. O gü nden...
O gü nden beri kafası bir garip çalışıyordu...
Dü şü nceleri dağ ıldı.
Kapatıldığ ı hastanenin kuşkusuz "esrarlı" bir atmosferi vardı. Gizlilik
ve korku gibi bir şey. Yani kendisini bağ ıra çağ ıra kovalayamazlardı.
Bundan emin gibiydi. Ama nasıl emin olabiliyordu? Bu garip aklı̂
çalışma, acaba hafızasını kaybetmesiyle ilgili miydi?
Bir dö rt yol ağ zından geçti. Araçlar genellikle seyrekti. Yayalara
gelince... Eh, onlar da yayaydı işte. Giyinişleri kabacaydı: Dikişsiz,
dü ğ mesiz giysiler. Ama Schwartz da aynı onlar gibi giyinmişti. "Acaba
eski giysilerim nerede" diye dü şü ndü . Sonra da "gerçekten eski
giysilerim olmuş muydu" diye geçti aklından.
Fakat karısını, çocuklarını o kadar iyi anımsıyor ki... Kâ bus olamazdı
bu. Toparlanmak için kaldırımın ortaya yerine durdu. Belki de gerçek
dışı gö rü len bu gerçek şehirde, anımsadığ ı bu imgeler, mutlaka bulması
gereken gerçek kişilerin saptırılmış şekilleriydi.
Geçenler, bazıları homurdanarak, kendisini itip kakıyordu. Yeniden
yü rü meye başladı. Birden acıktığ ını dü şü ndü . Belki de acıkacağ ını.
Parası olmadığ ı aklına geldi. Çevresine bakındı. Civarda lokantaya
benzer hiçbir şey yoktu. Ama nereden bilecekti?.. Tabelaları
anlamıyordu ki.
Geçerken bü tü n vitrinleri seyrediyordu. Birden bir mağ azanın içinde,
sıra sıra masalar gö rdü . Birine iki kişi oturmuştu. Bir Ikincisinde de tek
başına biri vardı, ü çü de yemek yiyordu ama.
Hiç olmazsa bu değ işikliğ e uğ ramamıştı. Yemek için lokmaları
çiğ nemek ve yutmak gerekiyordu.
Schwartz girdi ve birden bü yü k bir hayretle olduğ u yerde mıhlanıp
kaldı. Bir tezgâ h, yemekler, mutfağ a benzer hiçbir şey yoktu içerde.
Bulaşıkları yıkamak karşılığ ında yemek isteyecekti sö zde, ama kime
başvuracaktı?
Kararsız adımlarla yemek yiyen iki kişinin yanma sokulup, parmağ ını
uzattı, ö zenle heceledi:
— Yemek. Nerede? Lü tfen!
Adamlar şaşkın şaşkın yü zü ne baktılar. Biri telaşlı telaşlı duvara
yerleştirilmiş bir alete vurarak, hiç anlayamadığ ı bir şeyler sö yledi.
Obü rü de sinirli bir hareketle aynısını tekrarladı.
Schwartz başını ö ne eğ di. Uzaklaşmak için davrandı, ama birden
koluna bir el yapıştı...
Granz, vitrinin ardından Schwartz'ı fark etmişti. Melankolik suratlı,
şişmanca biri.
— Ne istiyor bu? diye sordu.
Karşısında oturan Messter, sırtı sokağ a dö nü k olduğ undan, başını
çevirip baktı. Sonra omuzlarını silkip, hiç cevap vermedi.
— Içeri giriyor, diye devam etti Granz.
— Ee, ne olmuş?
— Hiç Sö yledim işte.
Ama birkaç saniye sonra yeni gelen adam şaşkın şaşkın çevresini
sü zü p, yanlarına yaklaşmış, parmağ ını yemeklerine uzatıp, garip bir
şiveyle sormuştu:
— Yemek. Nerede? Lü tfen!
Granz başını kaldırdı.
— Burada, şişko. Çek bir iskemle, istediğ in masayı seç ve otalim'i
kullan. Otalim! Otalim nedir, biliyor musun? Messter, bak sen şu garibe!
Dediğ imin tek kelimesini anlamıyormuş gibi bakıyor yü zü me. Moruk,
şu makineyi gö rü yor musun?.. Şu karşıdakini? Bir metelik atmak yeter.
Şimdi bırak da yemeğ imi yiyeyim, tamam mı?
— Takma, diye mırıldandı Messter. Sadaka isteyen ipsizin biri olmalı.
— Bekle, kaçma! (Granz, uzaklaşmak isteyen Schwartz'ı kolundan
yakaladı ve Messter'e seslendi:) Yesin be adam! Kuşkun olmasın,
altmışına da yakın. Ona bir şey ikram edebilirim... Hey ahbap, paran var
mı? Kalıbımı basarım, yine bir şey anlamadı! Para, moruk, para! Nah,
şundan...
Granz cebinden bir yarım kredi çıkardı. Parlak parayı havaya atıp, yine
tuttu.
— Var mı?
Schwartz yavaşça başını salladı.
— Peki, ben ikram ediyorum ö yleyse!
Sonra yarım krediyi cebine indirip, bir başkasını, daha kü çü k olanını
çıkardı. Kararsız duran Schwartz'a uzattı.
— Haydi, dikilip durma orada. At otalim'in içine... şu makine!
Birden Schwartz'ın beyninde şimşek çaktı. Otalim, çeşitli para
bü yü klü klerine uygun delikleri olan ve hepsinin karşılığ ında dü ğ meler
bulunan bir aygıttı. Bunların yanındaki kü çü k dikdö rtgenlerin ü zerinde
de, kendisinin okuyamadığ ı şeyler yazılıydı. Masanın ü zerinde duran
yemeğ i işaret edip, parmağ ını dü ğ melerin ü zerinde dolaştırarak, sorgu
dolu bakışlarını yine adama dikti Schwartz.
— Bö ylesi için bir sandviç iyi sayılmaz, diye homurdandı Messter.
Yahu, bu şehirde dilenciler bile lü ks. Bak, merhametli olmak iyi değ il,
Granz.
— Boş ver! Birkaç metelikten ne çıkar? Zaten yarın ö deme gü nü ... Tut
bakalım!
Alete birkaç metelik attı ve madenı̂ tepsiyi yuvasından çıkardı.
— Otur masalardan birine. Yok, onluk sende kalsın. Onunla da kendine
bir kahve ısmarlarsın.
Schwartz kabı dikkatle yandaki masanın ü zerine koydu. Ucunda,
plastik bir maddeyle tutuşturulmuş kaşık, parmağ ının ucuyla
dokununca, çıktı. Adeta patlama gibi bir sesle birlikte, tepsinin kapağ ı
da açıldı, içindekiler meydana çıktı.
Tepsinin içindekiler, iki adamın yediklerinin aksine, soğ uktu, ama bu
sadece bir ayrıntıydı. Ancak bir dakika sonra Schwartz, besinlerin
ısındığ ını, kutu gibi tepsinin el yakmaya başladığ ını fark etti. Kuşkuyla
duralayıp, bekledi.
Salçadan ö nce dumanlar yü kseldi, sonra kaynamaya başladı.
Bir sü re sonra yeniden soğ uyunca, Schwartz da yemeğ ine devam etti.
O dışarı çıktığ ında, Granz'la Messter hâ lâ içerdeydiler. Dikkat etmediğ i
ü çü ncü adam da...
Enstitü 'den ayrıldığ ından beri peşini bırakmayan ve biraz uzağ ında
duran ufak tefek adam da dikkatini hiç çekmemişti.
Bir duş alıp giysilerini değ iştirdikten sonra, Bel Arvardan projesini
gerçekleştirmek için hiç vakit kaybetmedi, insanoğ lu denen yaratığ ı, ilk
yaşamaya başladığ ı kendi yerinde gö zlemlemeye girişti. Tatlı bir hava
vardı dışarda. Ha if ve serin bir rü zgâ r esiyordu. Şehir de aydınlık, sakin
ve temizdi.
O kadar kö tü değ ildi başlangıç.
Once Chica: Gezegenli dü nyalıların en bü yü k toplanma yeri. Sonra
Washenn, yerel başkent. Senloo, Senfran, Bonnair sonra geliyordu...
Çizdiğ i yol, Dü nya'nın dö rt bir tarafa dağ ılmış olarak yaşayan
nü fusunun hemen tamamının toplandığ ı Batı kıtasını dolaşıyordu. Bu
yerleşme merkezlerinde iki-ü ç gü n geçirdikten sonra Chica'ya
dö nü şü nde, keşif için kullanacağ ı uzay gemisi de gelmiş olacaktı.
Dolayısıyla bu ö ğ retici bir gezi olacaktı.
Gü nü n batmasına yakın girdiğ i lokantada, Arvardan yemeğ ini yerken,
içerde kendisinden biraz sonra gelen iki Dü nyalıyla, en son olarak
damlayan yaşlı, şişmanca adamcağ ız arasında oynanan drama tanıklık
etmişti. Ancak jet yolculuğ u sırasında başından geçen deneyden sonra,
olaya kayıtsız ve isteksiz bir biçimde seyirci kalmayı yeğ lemişti. Iki
mü şteri anlaşıldığ ı kadarıyla hava-taksisi şofö rleriydi. Zengin
değ illerdi, ama iyi yü rekli oldukları anlaşılıyordu.
Dilenci çıktı, ondan iki dakika sonra da arkeolog onun peşini izledi.
Sokaklarda belirli biçimde kalabalık artmıştı. Iş gü nü sonuna
yaklaşıyordu.
Bu sırada Arvardan bir genç kıza çarpmamak için kenara çekilmek
zorunda kaldı.
— Ozü r dilerim, dedi.
Genç kızın beyaz giysisi, kuşkusuz bir ü niformaydı. Ancak o kadar
dalgındı ki, Arvardan'ın kendisine çarpmak ü zere olduğ unu fark
etmemişti. Yü zü ndeki kuşkulu ifade, durmadan sağ a-sola bakınması,
aklının bir şeyle meşgul olduğ unu gö steriyordu... Arvardan yavaşça
omuzuna dokundu:
— Size yardım edebilir iniyim efendim? Bir derdiniz mi var?
Kız hayretle dö nü p, yü zü ne baktı. Yaklaşık 19-22 yaşları arasında
olmalıydı. Kahverengi saçları, kara gö zleri, ha if çıkık elmacık kemikleri
ve kü çü k çenesi, ince endamı ve zarif duruşuyla, hoş bir hali vardı.
Arvardan birden bu gü zel yaratığ ın dü nyalı olduğ unu aklına getirince,
kızın çekiciliğ inin daha da kışkırtıcı bir tarafı olduğ unu dü şü ndü .
Fakat genç kız hayretle açılan gö zleriyle kendisine bakmaya devam
ediyordu. Tam cevap vermek ü zere ağ zını açacağ ı sırada, içinden sanki
bir şeyler kopar gibi oldu.
— Oh! Yararı yok. Benim için endişe etmeyin. Nereye gittiğ ini
bilmeden birini bulmaya imkâ n yok ki...
Cesaretinin kırılmasıyla omuzları birden çö ker gibi oldu. Gö zleri yaşla
doluverdi. Fakat hemen dikleşip, derin bir nefes aldı.
— Beli bü kü k, yaklaşık bir metre altmış boyunda, yeşil-beyazlı
giysileri olan, başı açık, saçsız bir adam gö rdü nü z mü ?
Arvardan hayretle kızı sü zdü .
— Nasıl? Yeşil-beyaz giysili mi? Oh, sanmam ki...
Baksanıza, bahsettiğ iniz bu adam gü çlü kle mi konuşuyordu?
— Evet! Evet, ö yle! Oyleyse gö rdü nü z onu!
— Beş dakika ö nce şuradaydı, iki adamla birlikte yemek yiyordu... Işte,
şunlarla... Hey, baksanıza bir dakika! diye gelmeleri için işaret etti.
Once Granz vardı yanlarına.
— Taksi mi istediniz beyim?
— Hayır, ama birlikte yemek yediğ iniz adamın nereye gittiğ ini şu
kü çü k hanıma sö ylerseniz, herhalde bir taksi ü creti mü kâ fat alırsınız.
— Size yardımcı olmak isterdim, ama o adamı hayatımda hiç
gö rmedim, dedi ü zgü n bir edayla Granz.
Arvardan, genç kıza dö ndü :
— Ama sizin geldiğ iniz yö ne gitmediğ inden eminim, yoksa ona
rastlardınız. Çok uzağ a da gitmiş olamaz. Size biraz kuzeye doğ ru
gitmenizi ö neririm. Gö rü rsem, ben de tanırım.
Pek atılgan biri olmadığ ı halde, hiç dü şü nmeden konuşmuştu. Ve
ayrıca karşısındaki genç kıza gü lü msediğ ini fark etti.
— Ne yaptı bu adam, hanımefendi? diye sordu birden Granz. Umarım
Adet kuralını çiğ nememiştir, ha?
— Hayır, hayır, diye telaşla cevap verdi genç kız. Sadece biraz hasta, o
kadar!
Messter, uzaklaşan çifti gö zleriyle izledi.
— Biraz hasta mı? (Kasketini geriye doğ ru itip, çenesini kaşıdı.) Sen
ne diyorsun buna? Biraz hastaymış...
— Ne demek istiyorsun? diye sordu huzursuzlanan meslektaşı.
— Bu iş beni de hasta ediyor! Hiç kuşkusuz o adam bir hastaneden
çıkmıştı. Kız, hasta bakıcıydı. Onu arıyor olmalıydı. Hasta bakıcıdan
daima korkacaksın. Madem biraz hastaydı, niye o kadar telaşlıydı kız?
Adam adeta konuşamıyordu, sö ylenenleri de hemen hiç anlamıyordu.
Oyle değ il miydi, ha?
— Herhalde humma olduğ unu sanmıyorsun, değ il mi?
— Doğ rusu radyasyon humması olup olmadığ ım bilmiyorum. Ama
had bir kriz geçiriyordu herhalde. Bizden de birkaç santimetre uzağ a
oturdu. Hiç iyi değ il.
Tam bu sırada boşluktan gelir gibi kısa boylu, zayıf, ince sesli bir genç
adam bitiverdi yanlarında.
— Ne dediniz beyim? Kimde radyasyon humması gö rü lmü ş?
Iki sü rü cü , kararsız, birbirlerine baktılar.
— Siz kimsiniz?
— Oğ renmek ister misiniz? Pekâ lâ , ben Kardeşlik ö rgü tü nü n bir
habercisiyim. (Kolunun yenini kaldırıp gö sterdi. Burada ışıklı bir arma
vardı.) Şimdi Eskiler Derneğ i adına sö yleyin bakalım, nedir bu humma
hikâ yesi?
— Ben hiçbir şey bilmiyorum, dedi boynu bü kü k bir edayla Messier.
Hasta olan birini arayan bir hemşire gö rdü k, ben de adamda acaba
radyasyon humması mı var diye dü şü ndü m. Bu, Adetler'e karşı bir
davranış değ il, ha?
— Sen Adetler hakkında bana mı ders veriyorsun? Haydi, siz işinizin
başına dö nü n de, ö bü r işi bana bırakın.
Kü çü k adam ellerini oğ uşturdu, telaşla çevresini sü zdü ve çabuk
adımlarla kuzeye doğ ru yü rü dü .
— Işte!
Pola heyecanla yol arkadaşının koluna sarıldı. Bunu kolayca, çabucak
ve hiç dü şü nmeden yapmıştı. Schwartz, lokantadan en az ü ç blok
ö tedeki bir self-servis mağ azasının bü yü k kapısı ö nü nde
gö rü nü vermişti birden.
— Gö rdü m, diye mırıldandı Arvardan. Siz geride kalın, bırakın da ben
tutayım kendisini. Sizi gö rü p kalabalığ a karışırsa, bir daha bulamayız.
Adım adım kaçağ a doğ ru yaklaşmaya başladılar. Tıpkı bir kâ busta
kovalamacaya benziyordu bu. Mağ azadaki insan kitlesi, dilediğ ini bir
anda ya da yavaş yavaş yutabilecek bir bataklığ a benziyordu. Dilerse
saklayabilir, dilerse kusabilirdi de.
Arvardan bir tezgâ hın etrafında dolandı. Sonra kolunu uzatıp, pençe
gibi elini kaçağ ın omuzuna koydu.
Schwartz, bir takım anlaşılmaz sö zler etti ve çılgın gibi kendisini
arkaya attı. Ama kendisinden daha gü çlü biri bile, Arvardan'ın çelik
mengeneden farksız elinden kolay kurtulamazdı. Sonra gü lü mseyerek
kaçağ a seslendi:
— Selam, ihtiyar! Aylardır gö rü şmemiştik! Nasılsın bakalım?
Belki bundan sonra meraklıları oyalamak daha zor olacaktı, ama bu
sırada genç kız da yanlarına vardı,
— Bizimle beraber gelmelisin, Schwartz, dedi bir solukta.
Adam dikleşti. Kurtulmaya kalktı, ama bu direniş ancak bir saniye
sü rdü . Başını ö ne eğ ip, alçak sesle mırıldandı:
— Sizi... takip... ediyorum.
Ancak birden hoparlö rden yü kselen gü çlü bir ses, cü mlesini adeta
boğ du:
— DIKKAT! DIKKAT! Mağ aza mü dü riyeti, bü tü n mü şterilerin 5.
Sokağ a açılan kapıdan dü zenli olarak derhal çıkmalarını rica eder.
Kapının ö nü ndeki muhafızlara kayıt kartlarınızı gö stermenizi rica
ediyoruz. Boşaltma işleminin çok çabuk yapılması şarttır. DIKKAT!
DIKKAT!
Içerdeki mü şteriler kapının ö nü nde sıralanırken, anons ü ç defa
tekrarladı. Bu arada ayak sesleri ve mırıldanmalar, bü yü k bir gü rü ltü
çıkartmaya başlamıştı: "Ne oldu acaba?"... "Neler olup bitiyor?"...
Arvardan omuzlarını silkti.
— Haydi, kuyruğ a girelim hanımefendi. Her ne olursa olsun,
gecikmemiz için bir neden yok.
Ama Pola başını salladı.
— Imkâ nsız!
Arkeoloğ un kaşları çatıldı.
— Niçin?
Genç kız geri çekildi. Ona Schwartz'ın kayıt kartı olmadığ ını nasıl
açıklayabilirdi? Hem kimdi bu adam? Niçin yardımına koşmuştu? Bir
şü phe ve umutsuzluk dalgası kabardı içinden.
— Başınıza dert açılmamasını istiyorsanız, beni yalnız bırakın, dedi
kırgın bir sesle.
Ust katlar boşalmaya başlamıştı bile ve asansö rler insan kaynıyordu.
Arvardan, Pola ve Schwartz, dalgalara kapılmış birer dalga gibiydi.
Daha sonra, bu bö lü mü hatırlayınca, Arvardan o an kızı
bırakabileceğ ini dü şü necekti. Onu terk etmek mi? Onu bir daha
gö rememek... Bir daha yaklaşmak fırsatı bulamamak... O zaman her şey
çok daha farklı olacaktı. Bü yü k Galaktika Imparatorluğ u, kaos ve
felaketine sü rü klenecekti.
Ama bırakmadı kızı. Panik, kızın yü zü nü şekilsizleştirmiş, adeta
çirkinleştirmişti onu. Onun yerinde başka kim olsa, aynı duruma
dü şerdi. Ancak Arvardan onun perişanlığ ı karşısında allak bullak oldu.
Kapıya doğ ru bir adım atıp, geri dö ndü .
— Siz kalacak mısınız?
Kız başıyla "evet" dedi.
— Neden ama?
— Çü nkü ... (Gö zü nden birden yaşlar boşandı.) Çü nkü gidecek hiçbir
yerim yok...
Isterse Dü nyalı olsun, yine de dehşet içinde bir kızcağ ızdı işte.
— Sorununuzun ne olduğ unu bana sö ylerseniz, size yardım
edebilirim, dedi yumuşak bir sesle Arvardan. Ama kız cevap vermedi.
Şimdi ü çü garip bir gö rü ntü meydana getiriyordu:
Schwartz yere çö kmü ş, kıç ü stü oturmuş, konuşulanları
izleyemeyecek kadar bitkindi. Mağ azayı bir anda ıssız bir çö le çeviren
bu tahliye işleminden hiçbir şey anlayamamış, elleriyle yü zü nü
saklıyordu. Boğ azından da ancak son bir umutsuzluk
inlemesinden başka bir şey çıkmadı... Gö z yaşlan içindeki Pola, tek bir
şey dü şü nebiliyordu: Hiçbir kimsenin bu kadar korkamayacağ ını...
Arvardan ise, kuşku içinde, pek bir şey anlayamadan ve hiç yaran
olmadığ ı halde, genç kızın omuzuna vuruyordu cesaret vermek
istercesine. Bu arada ilk kez bir Dü nyalıya dokunduğ unun da
bilincindeydi.
Işte ufak tefek adam o anda ortaya çıkıverdi.
9
Chica'da Anlaşmazlık
Chica garnizonundan Teğ men Marc Claudy uzun uzun esneyip, tarifsiz
bir sıkıntıyla karşısındaki dekoru seyretti. Iki yıldır Dü nya'da
gö revdeydi ve sabırsızlıkla bu gö revden alınmayı bekliyordu.
Galaktika'da hiçbir yerde, sorunlar şu iğ renç Dü nya'daki kadar karışık
değ ildi. Diğ er gezegenlerde de birliklerle siviller arasında, ö zellikle
kadın siviller arasında bazen sü rtü şmeler oluyordu.
Ama burada garnizonda olmak, hapiste yatmak demekti. Bunlar anti-
radyasyon kışlalarıydı. Radyoaktif tozlardan arınmış, sü zgeçten geçmiş
bir atmosferdi bulundukları yer. Ağ ır ve soğ uk kurşun giysiler
giyiyorlardı. Bunları çıkarmak, ciddi tehlikeler yaratabiliyordu. Halkla
da yakın ilişki kurmak sö z konusu bile değ ildi hiçbir asker bir dişi
Dü nyalıya yanaşamazdı yani.
Ne kalıyordu geriye? Şekerleme yapmak, bol bol ense ve ağ ır geçen
zaman.
Teğ men Claudy aklını başına toplamak için başını salladı, yine esnedi,
yerinden doğ rulup, postallarını giymeye başladı. Saatine baktı.
Karavana saati hâ lâ gelmemişti.
Birden sıçradı yerinden. Daha bir tek postalını giydiğ i halde, esas
duruşa geçip, saçları diken diken, selam durdu.
Albay kendisini kü çü mseyen bir bakışla sü zü p, kılığ ı hakkında bir
yorumda bulunmadan konuştu:
— Teğ men, ticaret semtinde bazı kargaşalıklar olduğ una dair haberler
var. Derhal Dunham mağ azalarının olduğ u yere bulaşmaları ö nleyecek
bir ekiple gidecek ve harekâ tın yö netimini ele alacaksınız.
Adamlarınızın hepsinin radyasyon hummasına karşı korunmuş
olmalarını sağ layın.
— Radyasyon humması mı? diye bağ ırdı teğ men. Ozü r dilerim
albayım, ama...
Albay, kuru bir sesle sö zü nü kesti:
— On beş dakika sonra yola çıkacak şekilde hazır olun.
Kü çü k adamı ilk fark eden Arvardan oldu ve selamlar gibi kalkan kolu
karşısında kaskatı kesildi.
— Gü naydın, patron! Kü çü k hanıma sö yleyin, zırlama bü rosunu
kapatabilir. Değ mez ağ lamaya.
Pola soluğ u kesilerek hızla başını kaldırdı. Robot gibi Arvardan'a
sokuldu, o da yine aynı otomatik hareketlerle, genç kızı korumak
istermiş gibi kollarının arasına aldı. Bu kez ikinci kez bir Dü nyalıya
dokunduğ unu bile fark etmedi.
— Ne istiyorsunuz siz? diye sert bir sesle sordu.
Kü çü k adam kuşkulu bir edayla ü stü paketlerle dolu bir tezgâ hın
çevresinde dolandı, kü stah bir edayla cevap verdi:
— Dışarda bir takım garip şeyler oluyor, ama sizin ö kelenmeniz için
bir neden yok, kü çü k hanım. Adamı Enstitü ye sizin yerinize ben
gö tü receğ im.
— Ne enstitü sü ? diye şü pheyle sordu Pola.
— Haydi, bana martaval anlatmayın. Benim adım Natter. Nü kleer
Araştırmalar Enstitü sü 'nü n karşısındaki manav benim. Sizi çok
gö rdü m orada.
Arvardan mü dahale etti:
— Nedir bu hikâ ye kuzum?
Natter'in vü cudu neşeyle adeta ü rperdi:
— Sizinle birlikte olan şu adamda radyasyon humması olduğ unu
sanıyorlar.
— Radyasyon humması mı? diye aynı anda, arkeologla genç kız
sordular.
Adam onayladı:
— Oyle. Onunla beraber yemek yiyen iki taksi şofö rü var, onlar da
bö yle diyor. Bilirsiniz, bu tü r haberler çabuk yayılır.
— Muhafızlar sadece hummalı birini mi arıyorlar? diye ü steledi Pola.
— Oyle, elbette!
— Peki, ö yleyse siz niçin çekinmiyorsunuz? diye lafa karıştı Arvardan.
Resmı̂ makamları mağ azayı boşaltmaya iten, hummanın bulaşma
tehlikesi değ il mi?
— Ohooo! Resmı̂ makamlar dışardalar. Yabancıların bulaşmayı
ö nleme ekibi bekleniyor.
— Peki, hummanın size bulaşmasından korkmuyor musunuz?
— Niçin korkacakmışım? Bu adamda humma yok ki. Bakın haline.
Ağ zında yara var mı hiç? Iltihap yok bir yerinde. Gö zleri de normal. Ben
radyasyon hummasının ne olduğ unu bilirim. Haydi, gelin kü çü k
hanım... Çıkalım buradan.
Fakat Pola hâ lâ emin değ ildi.
— Hayır... Imkâ n yok. Bu adam... Bu...
Devam edemedi sö zü ne.
— Ben onu dışarı çıkartabilirim, dedi sinsice Natter. Soru sorulmasına
meydan vermeden, kayıt kartı olmasa bile...
Pola boğ uk bir çığ lık atmaktan kendini alamadı.
— Siz nasıl bu kadar etkili olabiliyorsunuz? diye belirgin bir
tiksinmeyle sordu Arvardan.
Natter kıs kıs gü ldü :
— Ben Eskiler Derneğ i'nin bir habercisiyim. Bana kimse bir şey
soramaz.
— Peki, bu size ne kazandıracak?
— Para elbette! Siz gü ç durumdasınız, ben de size yardım edecek
gü çteyim. Bundan daha onurlu bir alışveriş olabilir mi? Diyelim ki sizin
için yü z kredi... Yü z de benim için. Ellisi peşin, geri kalanı malın
tesliminde.
Ama Pola dehşetle mırıldandı:
— Onu Eskiler'e teslim edeceksiniz.
— Niçin edeyim? Onlar için hiçbir değ eri yok bu adamın. Ama benim
için elli kredi demek. Oysa işe Yabancılar karışacak olursa, bü yü k bir
olasılıkla adamda humma olmadığ ı anlaşılana kadar, ö ldü rü rler
zavallıyı. Siz de bilirsiniz onları: Bir Dü nyalıyı ö ldü rmek, hiçbir anlam
ifade etmez kendileri için. Hatta bundan zevk bile alırlar.
— Bu genç kızı da gö tü rü n, dedi Arvardan.
Ama Natter'in gö zlerinde sinsi bir ateş yanıp sö ndü .
— Yo, hayır! Bu imkâ nsız patron! Ben ö lçü lü tehlikelere atılırım. Bir
kişiyle birlikte çıkabilirim, ama iki kişiyle olmaz. Ve eğ er bir kişiyi
çıkaracaksam, benim için değ erli olanı seçerim. Mantıklı değ il mi?
— Peki, ya sizin bacaklarınızı tutup ikiye ayırırsam? Ha? diye sordu
Arvardan.
Natter birden sarsıldı, ama gü lebildi yine de:
— O zaman aptalsınız derim size! Sizi de enselerler ve aynı işleme
uğ rarsınız. Haydi patron, en iyisi beni bırakmak.
Pola, Arvardan'ın koluna asıldı.
— Hayır, rica ederim! Kaçırmamamız gereken bir şans bu. Bırakın
dediğ i gibi yapsın. Sö zü nü zde duracaksınız, değ il mi Bay Natter?
Adamın dudakları kasıldı:
— Iriyarı dostunuz kolumu bü ktü . Bunu yapmaya hakkı yoktu. Bana
kaba davranılmasından hoşlanmam. Bu yü zden yü z kredi daha
ö deyeceksiniz. Toplam iki yü z.
— Babam size ö deme yapar.
— Yü zü peşin, diye inatla asıldı.
— Ama ü zerimde yok ki, diye inledi genç kız.
— Endişe etmeyin, diye atıldı Arvardan. Bende yeteri kadar var.
Cü zdanından birkaç banknot çıkarıp adama fırlattı.
— Haydi gidelim.
— Onunla beraber git, Schwartz! diye bir solukta emretti Pola.
Schwartz hiçbir yorumda bulunmadan boyun eğ di. Kayıtsızca.
Cehenneme indirilseydi, bu kadar hissiz davranabilirdi.
Şimdi Pola ile Arvardan yalnız kalmışlar, şaşkın şaşkın birbirlerine
bakıyorlardı. Shekt'in kızı belki ilk defa Arvardan'a bakıyordu ve onun
bu kadar iri, bö ylesine erkeksi bir gü zelliğ i, gü ven veren sakinliğ i
karşısında hayrete dü şmü ştü . Şu ana kadar onu herhangi bir kurtarıcı,
ö zel nedeni olmadan davranan bir iyiliksever gibi gö rmü ştü . Ama
birden... Birden bü yü k bir utanç duydu ve kalbi hızlı atmaya başladı.
Son saatlerin bü tü n olaylarını unutup, hepsini aklından çıkardı.
Daha adlarını bile bilmiyorlardı.
— Benim adım Pola Shekt, dedi gü lü mseyerek.
Onu ilk defa gü lü mserken gö ren Arvardan, bü yü lenivermişti. Genç
kızın yü zü aydınlanmıştı, anlayamadığ ı bir izlenim uyandırmıştı
ü zerinde... Bunu zihninden hemen uzaklaştırdı. Karşısındaki bir
Dü nyalıydı...
— Benimki de Bel Arvardan, dedi, belki de istemeyerek biraz soğ uk
bir sesle. Sonra tunç rengi elini uzattı. Pola'nın eli, avuçlarının arasında
kayboldu.
— Yardımınız için teşekkü r ederim.
Arvardan omuzlarını silkti.
— Gidelim mi?.. Yani arkadaşınız gittiğ ine gö re demek istedim...
Eminim, artık emin ellerdedir.
— Yakalasalardı, kıyamet kopardı herhalde, ö yle değ il mi?
Genç kız bakışlarıyla bunu onaylaması için yalvarıyordu
adeta, ama Arvardan yumuşamayı reddederek cevap verdi:
— Gitsek mi acaba?
Pola birden burulur gibi oldu, soğ uk bir sesle:
— Niçin gitmeyecekmişiz? dedi.
Fakat birden uzaktan yakaran bir ses, tiz bir feryat işitildi. Pola'nın
gö zleri fal taşı gibi açıldı, eli dü ştü .
— Ne oluyor yine? diye sordu Arvardan.
— Imparatorluk askerleri!
— Siz de korkuyor musunuz onlardan?
Bu konuşan, Dü nyalı olmamanın bilincindeki, Siriuslu arkeolog
Arvardan'dı. Ister ö n yargı olsun, ister olmasın, imparatorluk
askerlerinin gelişi, bir tü r mantıklı denge ö gesiydi. Ustü nlü ğ ünü n
verdiğ i hisle, mü ş ikleşti birden.
— Yabancılar'dan korkunuz olmasın, dedi, Dü nyalıların Imparatorluk
mensupları için kullandıkları deyimi sö yleyerek. Onlarla ben
ilgilenirim, Bayan Shekt.
— Yo, hayır! dedi ani bir endişeyle genç kız. Hele onları tahrik etmeye
hiç kalkışmayın. Onlarla konuşmayın, hatta yü zlerine bile bakmayın!
Arvardan'ın yü zü ndeki tebessü m daha da genişledi.
Muhafızlar onları ana çıkış kapısına varamadan gö rdü ler. Hemen geri
çekildiler. Pola ile Arvardan kü çü k bir boşluğ a çıktılar. Içerde garip bir
sessizlik vardı. Askerı̂ araçlar canavar dü dü klerini çalarak yaklaşıyordu.
Zırhlı arabalar mağ azanın giriş yerine varıp durdu, başlarında şeffaf
kü reler bulunan askerler yere atladılar. Onlerinde, birden paniğ e
kapılan kalabalık, nö ronlu cop yağ muru karşısında çil yavrusu gibi
dağ ıldı.
Teğ men Claudy en ö nden ilerleyip, kapı ö nü nde nö bet tutan bir
dü nyalı muhafızın yanına yaklaştı.
— Hey, sen... Kim hummalı olan?
Içinde saf hava bulunan cam kü renin içinde yü z hatları şekilsizleşti ve
sesini yü kselten ampli ikatö r, madenı̂ bir cızırtı çıkarıyordu.
Muhafız saygıyla başını ö ne eğ di.
— Umarım beğ eneceksiniz, hastayı mağ azanın içinde tecrit ettik.
Kendisiyle beraber olan iki kişi de, giriş kapısının ö nü ndeler.
— Oradalar mı? Beklesinler! Once meraklıların dağ ıtılmasını
istiyorum. Çavuş, alanı boşaltın!
Emir, en sert ve acımasız şekilde derhal yerine getirildi. Ağ zı açık
ayran budalaları toz gibi dağ ıtılırken, Chica'da hava yavaş yavaş
kararmaya başlamıştı. Sokaklar soluk ve suni bir ışıkla aydınlatılıyordu.
Teğ men Claudy, nö ronik copuyla kalın çizmelerini dö vdü .
— Hasta dü nyalının içerde olduğ undan emin misin?
— Şahsen gö rmedim efendimiz. Ama içerde olmalı.
— Peki. Oyle varsayalım. Vakit de kaybetmeyelim. Çavuş! Derhal bu
binayı salgına karşı dezenfekte edin!
Dışardaki havayla her tü rlü teması kesen ö zel giysileri içinde bir grup
asker, marş marşla binaya doğ ru ilerledi. Uzun bir çeyrek saat geçti.
Arvardan, olup bitenleri bü yü k bir merakla izliyordu. Tam bir
profesyonel olarak, bu kendisi için yaşanmış mü kemmel bir deneydi.
Karanlıkların içinden son asker de çıktıktan sonra, bir komut işitildi:
— Kapıları mü hü rleyin!
Birkaç dakika daha geçti aradan. Sonra mağ azanın hemen her tarafına
yerleştirilen dezenfeksiyon tü pleri açıldı. Kalın bir buhar tabakası
pü skü rerek duvarları yaladı, en ü cra kö şelere kadar sızdı, zeminin her
santimetre karesine işledi, havaya asıldı. Protoplazma yapılı hiçbir
canlı, ister mikrop, ister insan olsun bu dezenfektan maddeye
dayanamazdı.
Teğ men ancak bundan sonra Arvardan'la Pola'ya dö ndü :
— Nedir bu adamın adı?
Sesinde acımasızlık bile değ il, sadece kayıtsızlık vardı. Bir Dü nyalı
ö ldü rü lmü ştü . Ne olacak, teğ men bugü n bir de sinek ö ldü rmü ştü .
Bö ylece canını aldıklarının sayısı iki ediyordu..
Sorusu cevapsız kaldı. Pola, tevekkü lle başını eğ mişti. Arvardan ise
sahneyi hâ lâ bü yü k bir merakla seyrediyordu, imparatorluk subayı ise,
gö zlerini ü zerlerinden ayırmıyordu. Sert bir işaret yaptı birden.
— Hummanın bunlara da bulaşmadığ ına bakılsın!
Doktor işareti taşıyan bir başka subay, ileri çıktı. Muayene, pek
yumuşak geçmedi. Eldivenli, ellerini arkeoloğ un ve genç kızın koltuk
altlarına uzattı. Ağ ızlarını denetlemek için dudaklarını tutup dışarı
kıvırdı.
— Bulaşmamış, teğ men, dedi. Humma kendilerine ö ğ len vakti
bulaşmış olsaydı, belirtileri şu saatte çoktan ortaya çıkardı.
— Gü zel.
Teğ men Claudy miğ ferini dikkatle çıkardı. Yeniden "taze" havayla
temas etmek, onu mutlu kılmıştı. Miğ feri sol dirseğ inin arkasına
astıktan sonra, sertçe sordu:
— Adın ne, pis Dü nyalı Kadın?
Sesinin tonu o kadar kü çü ltü cü ydü ki, kullandığ ı sıfat bile yanında
ha if kalırdı. Ama Pola hiçbir tepki gö stermedi.
— Pola Shekt, efendim, dedi bir solukta.
— Kimliğ in!
Genç kız cebinden pembe bir defter çıkardı. Teğ men alıp açtı, el
lambasının ışığ ında inceledi. Defter yere bırakılıp dü şü nce, Pola almak
ü zere hemen eğ ildi.
— Ayağ a kalk! diye emretti ö keyle teğ men.
Sonra bir tekmede defteri uzağ a itti. Sapsarı kesilen Pola, hemen elini
çekti.
Arvardan, kaşlarını çattı. Artık mü dahale etmenin zamanı gelmişti.
— Baksanıza bir dakika buraya!
Subay, dudaklarında çirkin bir sırıtışla donuverdi.
— Ne oldu, Dü nyalı?
Pola hemen iki erkeğ in arasına girdi.
— Rica ederim efendim... Onun bugü n olup bitenlerle hiçbir ilgisi yok.
Kendisini de daha ö nce hiç gö rmemiştim...
Teğ men, kızı itti.
— Ne oldu, Dü nyalı dedim, ha?
Arvardan da aynı soğ uk bakışla onu sü zdü .
— Ben de biraz kendinize gelin diyorum! Size! Hanımlara karşı
davranışınız hiç hoşuma gitmedi. Bu tavırlarınızı değ iştirmenizi
tavsiye ederim, tamam mı?
Oylesine kızıp kendisini kaybetmişti ki, teğ menin kendisini Dü nyalı
sanmasını bile boşlamıştı.
Claudy, onu hiç hoş olmayan bir gü lü msemeyle sü zdü .
— Peki, sen nerede terbiye gö rdü n bakalım, Dü nyalı? Bir adama
seslenirken, efendim denmesi gerektiğ ini bilmiyor musun? Sen yerinde
durmasını da bilmiyorsun. Biliyor musun, epeydir senin gibi ham
hö dü k birine ders vermemiştim. Şimdi dersini al da, gö r!
Eli bir yılan gibi ö nce geri çekildi, sonra Arvardan'ın suratına iki tokat
indirdi. Elinin yü zü yle ve tersiyle. Şaşıran arkeolog ö nce geri çekildi. Ve
bir anda gö zü karardı. Hayretten yü zü allak bullak olan subayın kolunu
bir hamlede tutup kaptı.
Aynı anda omuzunun kasları gerildi.
Teğ men boğ uk bir gü rü ltü yle, boylu boyunca yere serildi. Cam miğ feri
parça parça olup kırıldı. Dü ştü ğ ü yerde hareketsiz kalakaldı.
Arvardan'ın yü zü ndeki yarım yamalak gü lü mseme, gerçekten
korkunçtu. Sonra ellerini silkeledi.
— Daha başka meraklısı varsa, hazırım, gelsin de, onlara da dersini
vereyim! diye ekledi.
Ama çavuş, nö ronik copunu kaldırmıştı bile. Mor bir ışın çaktı,
arkeoloğ un tam gö ğ sü ne isabet etti. Tarifsiz bir acı sardı her tarafını,
ağ ır ağ ır dizlerinin ü zerine çö ktü . Her tarafı felç olup, bayıldı ve boylu
boyunca uzandı yere...
Gö zlerinin ö nü ndeki sisler dağ ılınca, Arvardan'ın ilk hissettiğ i şey,
alnındaki tatlı serinlik oldu. Gö z kapaklarını açmak isteyince, paslanmış
dolap kapakları gibi açılmadığ ını fark etti, vazgeçti denemekten. Ama
elini ağ ır ağ ır kaldırarak, yü zü ne dokunabildi.
Kü çü cü k bir el, alnına ıslak bir bezle kompres yapıyordu...
Gö zü nü n tekini açıp ö nü ndeki sisleri dağ ıtmayı denedi:
— Pola...
Neşeli bir ses cevap verdi kendisine:
— Evet, benim! Nasıl hissediyorsunuz kendinizi?
— Bir daha acı çekmemek ü zere ö lmü ş gibi, dedi dişlerini
gıcırdatarak. Neler oluyor?
— Bizi askerı̂ ü sse gö tü rdü ler. Bir albay vardı orada... Ustü nü zü
aradılar ve... Ne yapacaklarını bilmiyorum, ama... Oh, Bay Arvardan,
aslında teğ mene vurmamanız gerekirdi. Sanırım kolunu kırmışsınız.
Arvardan'ın dudaklarında bir tebessü m belirdi.
— Yaşasın! Yazık ki beynini patlatmamışım!
— Ama bir imparatorluk subayına karşı çıkmak... Çok bü yü k bir suç
bu!
— Oyle mi? Neyse gö receğ iz...
— Hişt! Geliyorlar...
Arvardan gö zlerini yumup, gevşedi. Pola'nın uzaktan gelen kü çü k
çığ lığ ını işitti ve enjeksiyon iğ nesi etine saplandığ ında, birden kaslarını
oynatamaz hale geldi. Bunu, bü tü n damarlarını ve sinirlerini saran çok
hoş bir huzur ortamı izledi. Gerili kolları gevşedi, iki bü klü m olmuş gibi
duran belkemiğ i biraz olsun yumuşadı. Gö z kapaklarını kırpıştırıp,
dirseğ inden destek alarak, yerinden doğ ruldu.
Albay, dü şü nceli bir edayla kendisini seyrediyordu. Pola da neşe
karışık bir şaşkınlıkla yü zü ne bakmaktaydı.
— Doktor Arvardan, sanırım bugü n ö ğ leden sonra can sıkıcı bir olay
cereyan etmiş galiba, dedi albay.
Doktor Arvardan! Pola, onun hakkında gerçekten çok az şey bildiğ ini
birden fark etti. Mesleğ inden bile haberi yoktu.
Arvardan şö yle bir gü ldü .
— Can sıkıcı mı dediniz? Hiç de olaya uymayan bir açıklama!
— Imparatorluk subaylarından birinin kolunu, gö revini ifa ettiğ i
sırada kırdınız!
— Ama ö nce o bana vurmuştu. Gö revi ne bana hakaret etmek, ne de
bana kaba kuvvet gö sterisinde bulunmaktı, değ il mi? Bu koşullarda
kendisine bir subay ya da bir kibar bey olarak davranma imkâ nım
kalmamıştı. Imparatorluğ un ö zgü r bir vatandaşı olarak, bö yle
davranmam çok normaldi.
Albay ö ksü rdü ve cevap veremedi. Pola, kulaklarına inanamıyordu. En
sonunda kumandan konuşabildi:
— Bu olayı teessü fe layık bulduğ umu sö ylememe gerek yok herhalde.
Her iki taraf da eşit derecede bu işe bulaştığ ına gö re, sanırım en iyisi
olanları unutmak...
— Unutmak mı? Ne mü nasebet! Ben burada Vali'nin resmı̂ davetlisi
olarak bulunuyorum ve garnizonun Dü nya'da kanun ve nizamı korumak
için nasıl davrandığ ını ö ğ renmek herhalde kendisi için ilginç olacaktır.
— Size sö z veriyorum, kabahatli şahsen ö zü r dileyecektir, Doktor
Arvardan.
— Ihtiyacım yok. Bayan Shekt hakkındaki niyetleriniz nedir?
— Ne ö neriyorsunuz siz?
— Onu derhal salıvermenizi, kimlik belgelerini iade etmenizi ve...
Kendisinden derhal ö zü r dilemenizi!
Albay ö nce kıpkırmızı kesildi, sonra zorlanarak devam etti:
— Elbette. (Pola'ya dö ndü .) Eğ er bu kü çü k hanım candan ö zü rlerimi
kabul etmek lü tfunda bulunursa.
Biraz sonra ü ssü n kara duvarlarını geride bırakmışlardı. Bindikleri
hava taksisi, kendilerini on dakikada geri getirdi. Şimdi Enstitü 'nü n
ö nü ndeydiler. Sokak ıssızdı. Vakit, gece yarısını geçmişti.
— Ben pek bir şey anlayamadım, dedi Pola. Siz çok ö nemli biri
olmalısınız. Inanın, adınızı işitmediğ im için, biraz da utanıyorum.
Doğ rusu Yabancılar'ın bir Dü nyalıya bö yle davranacaklarını hiç tahmin
etmezdim.
Arvardan aslında gerçeğ i açıklamaktan tiksiniyordu, ama buna
mecbur hissetti kendisini.
— Ben Dü nyalı değ ilim, Pola. Arkeoloğ um ve Sirius bö lgesinde
doğ dum.
Genç kız dehşetle başını kaldırdı. Mehtapta, yü zü nü n sapsarı kesildiğ i
belliydi. Tam on saniye tek kelime edemedi. Sonra konuştu:
— Demek başınıza bir şey gelmeyeceğ ini bildiğ iniz için askerlere kafa
tutabildiniz ha? Ben de sanmıştım ki... Ama anlamam gerekirdi. (Acı bir
hayal kırıklığ ına uğ ramıştı.) Eğ er yanıldığ ım için size karşı aşırı
samimi davrandımsa, beni mazur gö rmenizi dilerim efendim...
— Kuzum, ne oluyor size Pola? diye ö keyle bağ ırdı Arvardan. Ne çıkar
ben Dü nyalı değ ilsem? Bu, beş dakika ö nce sizin nazarınızda nasıl biri
olduğ um gerçeğ ini değ iştirir mi hiç?
— Beni uyarmanız gerekirdi, efendim.
— Lü tfen bana "efendim" diye hitap etmeyin! Başkaları gibi
davranmayın, tamam mı?
— Kim o başkaları, efendim? Dü nya'da yaşayan iğ renç hayvanlar mı?
Size yü z kredi de borcum var.
— Unutun şunu, dedi Arvardan, yü reğ i parçalanarak.
— Bu emre itaat edemem. Adresinizi verirseniz, hemen bugü n
borcumu gö nderirim.
— Bana yü z krediden daha çok şey borçlusunuz! diye ani bir ö keyle
bağ ırdı Arvardan.
Pola dudaklarını ısırdı, sesinin tonunu alçaltarak cevap verdi:
— Size olan bü yü k borcumun ancak bu bö lü mü nü size ö deyebilirim,
efendim. Lü tfen adresinizi verir misiniz?
Arkasını dö nü p uzaklaşan Arvardan, "Hü kü met malikâ nesi" demekle
yetindi.
Sonra gecenin karanlığ ında kayboldu.
Ve Pola birden ağ ladığ ını fark etti.
Iki dü nyalı, çok çarpıcı birer tezat oluşturuyordu. Birinin olağ anü stü bir
gü ce sahip olduğ u gö rü nü mü vardı. Obü rü gerçekten bu gü ce sahipti.
Yü ksek Başkan, Dü nya'nın en ö nemli kişisi, gezegenin tartışmasız tek
yö neticisiydi ve bü tü n Galaktika'nın imparatorunun imzaladığ ı bir
kararnameyle gö revine atanmıştı, ama yine de imparatorun atadığ ı
valinin otoritesine bağ lıydı. Sekreteri ise, gö rü nü şte bir hiçti. Eskiler
Derneğ i'nin basit bir ü yesi olarak Yü ksek Bakan tarafından atanır,
pekiyi belirtilmemiş bazı ayrıntılarla uğ raşırdı.
Yü ksek Bakan bü tü n Dü nya tarafından tanınır ve Adetler konusunda
en son karar mercii olarak kabul edilirdi. Altmış yaş yasasından
sapmalarda o karar verir, tö relerden uzaklaşanları o yargılar, besin
dağ ıtımı ve ü retim normlarını o denetlerdi. Yasak bö lgelere girmeye
kalkanlar da onun yargısına dahildi. Buna karşılık sekreteri kimse
tarafından tanınmaz, hatta adı bile bilinmezdi. Elbette Eskiler ve
Yü ksek Bakan dışında...
Yü ksek Bakan sık sık halka hitap eder, yü ce duyguların dile getirildiğ i
ateşli nutuklar sö ylerdi. Uzun, sarı saçları vardı, zarif, soylu bir biçimde
giyinirdi. Sekreteri, basık burnu ve buruşuk yü zü yle, uzun kelimeler
yerine kısaları seçer, bazen homurdanmakla, bazen de susmakla
yetinirdi.
Gö rü nü şte iktidarı elinde tutan Yü ksek Bakandı, sekreteri de onun
somutlaşmış biçimiydi.
Yü ksek Bakan aslında sinirli ve hareketliydi. Sekreteri ise soğ uk ve
kayıtsız.
— Anlayamadığ ım, bana getirdiğ iniz bü tü n bu raporlar arasındaki
bağ ın ne olduğ u... Rapor, hep rapor! (Yü ksek Bakan, kolunu kaldırıp
hayalı̂ bir yığ ın rapora şiddetli bir darbe indirdi.) Bunları inceleyecek
zamanım yok ki!
— Elbette, diye heyecansız bir cevap verdi sekreteri. Beni bu iş için
tuttunuz. Ben hepsini okuyup sindiriyor, size naklediyorum.
— Pekâ lâ benim iyi kalpli Balkis'im. Oyleyse çabuk olun, çü nkü
bunların hiçbiri ö nemli şeyler değ il.
— Onemli değ il mi? Ekselans, uyanık olmazsanız, çabuk bıkarsınız bu
işten. Hele şu raporların ne anlam taşıdığ ını bir gö rü n, sonra ö nemli mi,
değ il mi bakarız. Once yedi gü n ö nce gelen ve Shekt'in asistanının
gö nderdiğ ini ele alalım. Beni iz ü stü ne yö nelten bu oldu.
— Ne izi?
Balkis'in dudaklarında buruk bir gü lü mseme belirdi.
— Ekselanslarına yıllardır olgunlaşan bazı tasarıları hatırlatmam mı
gerek?
— Hişt!
Ciddiyetini unutan Yü ksek Bakan, çevresini şö yle bir sü zmekten
kendini alamadı.
— Bizi başarıya sinirlilik değ il, gü ven ulaştıracak. Girişimimizin
başarısının da Shekt'in ampli ikatö rü diye bildiğ imiz oyuncak
olduğ unu bilmiyor değ ilsiniz. Bugü ne dek bunu bizim bilgimiz altında
ve hep belirli amaçlarda kullandı. Şimdi ise birden bize haber bile
vermeden, meçhul bir kişiye uygulayarak, bu adamı akıllandırdı.
— Basit bir sorun bu. Shekt'e karşı disiplin ö nlemleri alınır, zekâ sı
geliştirilen meçhul kişi de hapse atılır, olur biter.
— Yo, hayır! Işi çok basite indiriyorsunuz Ekselans. Sorunun yanından
geçip gidiyorsunuz. Onemli olan Shekt'in yaptığ ı değ il, bunu niçin
yaptığ ıdır. Şimdi daha ö nceki şu rastlantılarla, son rastlantıyı bir gö z
ö nü ne getirin bakalım: Aynı gü n Vali, Shekt'i ziyaret etti ve Shekt de
içtenlikle ve sadıkane, bize ne konuştuklarını nakletti. Enniyus,
ampli ikatö rü n Imparatorluğ un emrine verilmesini istiyordu, buna
karşılık da bize ek bir yardım yapılacak ve imparator desteğ ini bizden
esirgemeyecekti.
— Hımmm...
— Bu bağ ış, sizi ilgilendiriyor mu? Bizim girişimimizle
kıyaslandığ ında, bu çö zü m yolu size daha çekici geliyor, ö yle mi? Beş yıl
kadar ö nce, kıtlık sırasında bize yapılan yiyecek yardımı ve vaatlerini
hatırlıyor musunuz? Imparatorluk nezdinde kredimiz olmadığ ından,
yiyecekler bize verilmedi. Para yerine Dü nya'da ü retilmiş malları teklif
ettiğ imizde de, bunlara radyoaktivite bulaşmış olacağ ı gerekçesiyle,
tekli imiz geri çevrildi. Sö z verdikleri gibi karşılıksız yardım yapıldı mı?
Hatta bir bağ ış ö nerisinde bulunuldu mu? Yü z bin kişi açlıktan ö ldü .
Yabancı'nın verdiğ i sö zlere asla inanmamak gerek. Ama sorun, bu da
değ il. Onemli olan, Shekt'in açık seçik ortaya koyduğ u sadakati. Artık
ondan kuşkulanmamıza imkâ n var mı? Hıyanet ettiğ i gü n, suçlayabilir
miydik onu? Ama bal gibi hıyanet etti işte!
— Şu izinsiz kalkıştığ ı denemeye mi değ inmek istiyorsun, Balkis?
— Evet, ekselans. Kimdi tedavi ettiğ i kişi? Shekt'in asistanı sayesinde
adamın fotoğ ra larını ve ağ tabaka izlerini elde ettik. Ancak gezegen
arşivlerinde bu kişinin hiçbir kaydına rastlayamadık. Sonuç: Adam
Dü nyalı değ il, bir Yabancı. Ayrıca Shekt de bu durumu bilmiş olmalı,
çü nkü ağ tabaka kontrolü , bir kimlik kartının sahtesinin
dü zenlenmesini ya da başkasına verilmesini ö nler. Dolayısıyla Dr. Shekt
bilerek bir Yabancı'nın zekâ sını geliştirmiştir. Ama niçin? Bu sorunun
yanıtı, çok basit olabilir. Shekt, bizim ö ne sü rdü ğ ümü z amaç için ideal
bir araç değ ildir. Gençliğ inde, sindirimcilik yanlısıydı. Hatta bir
seferinde Washenn Konsey seçimlerinde, imparatorlukla uzlaşma
programını destekleyerek aday olarak katılmıştı. Ancak kaybetti
seçimi.
— Bunu bilmiyordum, diye sö zü nü kesti Yü ksek Bakan.
— Seçimi kaybettiğ ini mi?
— Hayır, aday olduğ unu. Niçin bana haber verilmedi? Bugü nkü mevkii
gö z ö nü ne alınırsa, çok tehlikeli biri demektir.
Balkis mü ş ik bir edayla gü lü msedi.
— Sinaptik ampli ikatö rü icat eden o; şimdilik bunu çalıştırmayı da
yalnız kendisi biliyor. Onu daima izledik, bundan sonra da daha
yakından izlemeye devam edeceğ iz. Biz olayları incelemeyi sü rdü relim.
Demek Shekt, bir Yabancı'yı tedavi etti. Niçin? Bu makine neye yarar?
Tek bir şeye: Insanın zekâ sını geliştirmeye. Yetenekleri daha ö nceden
bu makine sayesinde doping gö rmü ş araştırmacılarımızı yaya
bırakmak için tek çıkar yol bu değ il mi? Demek ki imparatorluk, en
azından belirsiz şekilde bir şeyler tezgâ hlandığ ından kuşkulanıyor. Bu,
kü çü k bir olay mı, Ekselans?
Bakanın alnında ter birikmişti.
— Gerçekten bö yle mi dü şü nü yorsunuz?
— Olaylar, ancak bir tek çö zü m yolu olacak biçimde yerli yerine
oturuyor. Shekt tarafından tedavi edilen yabancı, sıradan bir insandı,
hatta gö rü nü şte orta derece bir adamdı. Yine de bir hile bahis konusu
olabilir, çü nkü bu şişko ve kel ihtiyar, belki de imparatorluğ un en usta
casusudur. Evet, ö yle. Bö yle bir gö rev, başka kime verilebilirdi ki? Ama
biz bu adamı tespit ettik. Laf aramızda, takma adı da Schwartz. Şimdi
ikinci grup raporlara geçelim.
Yü ksek bakan, belgelere bir gö z attı.
— Bel Arvardan'la ilgili olanlara mı?
— Evet, şu en yü rekli ve şö valye ruhlu gö zleri dö nmü şlerin yuvası,
kibirli Sirius bö lgesinden gelme ü nlü arkeolog Dr. Bel Arvardan, diye
onayladı Balkis. (Bu sö zleri de, adeta tü kü rü r gibi sö ylemişti.) Ama
bırakalım bunları. Şö yle ki, o da Schwartz'ın tam aksi bir yaratık. Bu iki
kişi arasında hemen hemen eksiksiz bir zıtlık var. Sıradan biri olmak bir
yana, Arvardan ü nlü bir kişi. Dü nyaya gizli değ il, tam aksine, bü yü k
gü rü ltü ler kopartılarak geldi. Varlığ ını bize silik bir teknisyen değ il,
bizzat imparatorluğ un Valisi duyurdu.
— Ikisi arasında bir ilişki mi olduğ unu sanıyorsun, Balkis?
— Olabilir, Ekselans. Belki de biri, dikkatimizi diğ erinin ü zerinden
çekmemiz için kullanılıyor. Ya da, imparatorluk ü st dü zey
yö neticilerinin ü stü n bir manevra yeteneğ ine uygun ö rnek iki kamu laj
yö ntemi de olabilir. Schwartz'la ilgili her şey karanlıkta, ama ö tekiyle
ilgili olanlar adeta projektö rle gö zü mü ze tutuluyor. Her iki durumda da
amaç, gö zlerimizi gö rmez hale getirmek. Arvardan hakkında Enniyus
bize ne demişti?
Yü ksek Bakan, dü şü nceli dü şü nceli burnunu kaşıdı.
— Imparatorun yü ksek himayelerinde arkeolojik araştırmalar
yü rü ttü ğ ünü ve bilimsel amaçlar için yasak bö lgelere girmek istediğ ini.
Ayrıca bu isteğ in hiçbir zaman kutsalı çiğ nemek amacına gelmediğ ini
belirtmiş, isteğ i gü rü ltü sü zce karşılayabilirsek, bunu imparatorluk
Konseyi'ne duyurmayı amaçladığ ını eklemişti. Işte bunun gibi bir
şeyler...
— Oyleyse Arvardan'ı çok yakından izleyeceğ iz. Ama hangi amaçla?
Yasak bö lgelere yasa dışı koşullar altında girmesin diye. Işimiz kiminle?
Bir arkeolojik araştırma heyetinin başkanıyla. Ama bu keşif heyetinin
ne personeli, ne araçları ne de gereçleri var. Normal olarak Everest'te
kalacağ ı yerde, Dü nya kazan bu kepçe dolaşan, işe Chica'ya gitmekle
başlayan bir Yabancı ile. Bu garip ve ender olaydan dikkatimizi nasıl
uzaklaştırıyorlar? Bizi aslında hiçbir ö nemi olmayan bir konuyla
ilgilenmeye iterek.
"Bu arada şu noktaya dikkat edin, Ekselans, bu Schwartz tam altı gü n
Nü kleer Araştırma Enstitü sü 'nde saklanıyor. Buradan kaçmayı
beceriyor. Şaşılacak şey değ il mi?
Rastlantı bu ya, kapı açık kalmış. Yine rastlantı, koridorda hiçbir
muhafız yokmuş. Ve hangi gü n kaçıyor? Arvardan'ın Chica'ya geldiğ i
gü n. Işte yine garip bir rastlaşma.
— Yani sizce...
— Bence Schwartz, Yabancılar'ın Dü nya'daki ajanlarıdır...
Shekt, sa larımıza sızan hain sindirimcilerle bağ lantıyı
sağ lamaktadır... Arvardan da Imparatorluğ un ö zel elçisidir. Schwartz-
Arvardan buluşmasının nasıl bir ustalıkla gerçekleştirildiğ ini hele bir
dü şü nü n. Sehwartz'ın çok iyi hesaplanmış bir sü renin sonunda
kaçmasına gö z yumuluyor. Bakıcısı: Yine bir rastlantı: Bizzat Shekt'in
kızı. Hemen kaçağ ın peşine dü şü yor. Mucize denecek kadar iyi
hesaplanmış bu olayda bir aksama olsaydı, kız kaçağ ı hemen bulurdu.
Sıradan bir hasta gibi gö sterilirdi. Muhtemel tanıkların merakı da
bö ylece tatmin edilirdi. Sonra yeniden Enstitü ye getirilip, ikinci
girişimine kadar burada tutulurdu. Aslında iki meraklı şofö re kaçağ ın
bir hasta olduğ u da sö ylendi. Ama kaderin cilvesi, tasarlanan plan,
tertipçilerin aleyhine dö nü ştü .
"Şimdi beni iyi izleyin: Schwartz ile Arvardan bir lokantada
karşılaşıyorlar. Ama birbirlerini tanımıyorlarmış gibi davranıyorlar. Bu,
o ana kadar her şeyin yolunda gittiğ ini anlamalarına yarayacak bir ö n
buluşmadır. Bundan sonra ikinci aşamaya geçeceklerdir. Emin
olduğ umuz bir şey var: Bizi kü çü msemiyorlar, bununla ö vü nebiliriz.
"Sonra Schwartz ayrılıyor. Birkaç dakika sonra Arvardan da çıkıyor ve
Shekt'in kızı ile buluşuyor. Her şey adeta saniyesi saniyesine
hesaplanmış. Size daha ö nce sö zü nü ettiğ im şofö rlere oyun oynadıktan
sonra, ikisi birlikte, Dunham mağ azasına giriyorlar. Bö ylece ü çlü , bir
araya gelmiş oluyor. Bir sü permarketten daha iyi bir buluşma yeri
olabilir mi? Insan burada dağ başındaki bir ıssız mağ aradan daha rahat
edebilir. Burası, sizden şü phelenemeyecekleri kadar kalabalık ve
izlenemeyeceğ iniz kadar canlı bir yerdir. Buluş, ilginç. Çok ilginç.
Dü şmanımız, gü çlü !
Yü ksek Bakan, koltuğ unda kıpırdandı.
— Çok gü çlü yse, kazanacak demektir.
— Imkâ nsız. Dü şman, yenildi bile. Hem de bizim kusursuz Natter'imiz
sayesinde.
— Kimmiş, bu Natter?
— Bundan sonra azami derecede yararlanmak için kullanmamız
gerekecek olan ikinci sınıf bir ajan. Onun dü n becerdiğ inden daha
iyisini, kimse başaramazdı. Sü rekli gö revi, Shekt'i gö z hapsinde
tutmaktı ve bunu Enstitü karşısında bir manav dü kkâ nı işleterek
yü rü tü yordu. Bir haftadır da, Schwartz olayının gelişmelerini izlemek
gö reviyle yü kü mlenmişti. Fotoğ ra larından ve Enstitü ye ilk
getirilişinden tanıdığ ı adamın kaçtığ ı gü n de, gö revinin başındaydı
yine. Fark edilmeden olan bitenlerin hepsini gö rdü ve dü nkü olaylarla
ilgili olarak verdiğ i raporunda bunların hepsi yazılı. Natter, inanılmaz
bir ö nseziyle, bu kaçışın, Arvardan'la bir buluşma hazırlamak ü zere
kasten gerçekleştirildiğ ini dü şü ndü . Kendi başına bu buluşmadan
yararlanacak durumda olmadığ ından, engellemeyi akıl etti. Shekt'in
kızının iki şofö re adamın hasta olduğ unu sö ylemesi ü zerine, kafadar
taksiciler bunun radyasyon humması olmasından kuşkulandılar. O anda
Natter'in dâ hiyane bir ikir çaktı kafasında: Buluşma sü permarkette
gerçekleşince, hemen mahallı̂ otoritelere, aynı yerde bir humma olayı
gö rü ldü ğ ü nü ihbar etti. Onlar da, Dü nyaya şü kü rler olsun, hiç vakit
kaybetmeden işbirliğ i yapma zekâ sını gö sterdiler.
— Mağ azanın derhal boşaltılması emri verilince, tertipçilerin
gü vendikleri dağ lara kar yağ mış oldu. Tanıklara gö rü lmeden komplo
kuracaklarını sandıkları yerde, birden cascavlak kaldıklarını anladılar,
içerde bir onlar vardı artık ve kabak gibi gö rü nü yorlardı. Işte o zaman
Natter daha da cü retlendi. Yanlarına yaklaşıp, Schwartz'ı Enstitü ye geri
gö tü rmeyi ö nerdi. Onlar da kabul ettiler. Başka ne yapabilirlerdi ki?
Bö ylece Schwartz ile Arvardan arasında hiçbir haber teatisi yapılamadı.
— Natter ise, Schwartz'ı tutuklamaktan titizlikle kaçındı, ikisi de
henü z teşhis edildiklerini bilmiyordu ve bizi, kendilerinden de bü yü k
bir ava gö tü receklerdi.
— Ama Natter bu kadarla da kalmadı. Garnizona haber verip, her tü rlü
ö vgü ye layık başarılı bir karar almak becerisini gö sterdi. Bö ylece
Arvardan, hiç beklemediğ i bir durumla karşı karşıya geliyordu. Ya
Yabancı kimliğ ini açıklayıp, tamamen işe yaramaz bir hale gelecekti,
çü nkü gö revi icabı kendisini bir Dü nyalı olarak tanıtması gerekiyordu;
ya da başına açılacak ve hiç de hoş olmayan dertleri gö ze alıp, kimliğ ini
saklayacaktı. Neticede kahramanca bir seçim yaptı, hatta daha da
gerçekçi gö rü nmek için, bir Imparatorluk subayının kolunu kırmaktan
da çekinmedi. Bunu ilerde ha i letici sebep olarak ele almak gerekir.
Davranışı çok anlamlıydı. Niçin bu adam, bir Yabancı, Dü nyalı bir kızın
gü zel gö zlerinin hatırı için, nö ronik cop darbelerine maruz kalmaya
razı olsun? Saklamak istediğ i konu çok ö nemli olmasa, bö yle bir şeye
razı olur muydu hiç?
Yü ksek Bakan'ın iki yumruğ u birden aynı anda masanın ü zerine indi.
Gö zleri vahşi bir ışıkla aydınlanıyor, sıkıntısı, babacan yü zü nü
buruşturuyordu.
— Bö yle kopuk kopuk parçalardan ö rü mcek ağ ını ö rer gibi bir bü tü n
dokumak, çok gü zel bir Balkis. Kutlarım sizi, inandırdınız beni de.
Bundan daha mantığ a uygun bir seçenek olamaz. Ama bu, hedefe yakın
olduklarını belli ediyor. Hem de çok yakın. Bu sefer hata da
işlemeyeceklerdir.
Balkis omuzlarını silkti.
— Pek sandığ ınız kadar yakın değ iller. Oyle olsaydı, Imparatorluğ un
muhtemel yıkılma tehlikesine karşı, çoktan darbelerini indirirlerdi.
Zaman da onların aleyhine çalışıyor. Harekete geçmeleri için, ö nce
Schwartz ile Arvardan arasında bir buluşmanın gerçekleşmesi
gerekirdi. Şimdi size olacakları da sö yleyebilirim.
— Konuşun!
— Şimdi biz Schwartz'ı ortadan kaldıracak ve olayların
sakinleşmesini sağ layacağ ız.
— Nereye gö ndereceksiniz peki onu?
— Bu konuda bir dü şü ndü ğ ümü z var. Schwartz'ı Enstitü 'ye getiren
adam, apaçık bir çiftçiydi. Shekt'in asistanı da, Natter de, bize eşkâ lini
verdiler. Biz de Chica'nın yü z kilometre yarıçapı içindeki bü tü n
çiftçilerin kimlik belgelerini denetledik. Natter, adamı teşhis etti. Arbin
Maren adında biri bu. Ayrı olarak sorguya çekilen asistan da, onayladı o
olduğ unu. Ustü kapalı bir soruşturmaya kalkıştık. Anlaşılan bu Maren,
altmış yaş yasasından kaçan kayınpederini saklıyor ve ona bakıyor.
Yü ksek Bakan, bir yumruk daha indirdi masaya.
— Bu iş çok yapılmaya başlandı, Balkis. Yasaların
uygulanmasını gü çlendirmek gerek...
— Şimdilik sorun bu değ il, Ekselans. Onemli olan, bu çiftçi Adetler
Yasası'nı çiğ nediğ ine gö re, bundan yararlanıp onu ö ttü rmek.
— Oh...
— Shekt ve mü tte iki Yabancılar'ın bu tü r bir baskıya ihtiyaçları var.
Yani Schwartz'ı tehlikesizce uzun bir sü re Enstitü 'de saklamaları
gerekiyorsa... Değ il mi? Muhtemelen garibanın teki olan bu adamcağ ız,
olanca masumiyetiyle bu iş için biçilmiş kaftan. Bö ylece gö zetim altına
alınacak. Schwartz'ı hiç gö zden ayırmayacağ ız. Ve yeni bir buluşma
ayarlandığ ında, hazır olacağ ız. Şimdi anlayabildiniz mi?
— Anlıyorum.
— Dü nyaya şü kü rler olsun! Şimdi mü saadenizi isteyeceğ im. Elbette
izin verirseniz, diye sinsice gü lü mseyerek ekledi Balkis.
Bunu gö rmezlikten gelen Yü ksek Bakan, eliyle çekilebileceğ ini işaret
etti.
Mü tevazi odasında sekreter şimdi yalnızdı. Dü şü ncelerine hakim
olmasına gerek yoktu yalnızken.
Ve dü şü ncelerinde aslında ne Dr. Shekt, ne Schwartz, ne Arvardan,
hatta ne de Yü ksek Bakan'a yer vardı.
Hayır, o bir dü nyayı; Trantor'u, onun gezegen çapındaki metropolü nü
dü şü nü yordu ve buranın bü tü n Galaktika'yı yö neteceğ ini aklından
geçiriyordu. Aslında hiç gö rmediğ i gö rkemli sü tunlarıyla sarayını
gö zlerinin ö nü ne getiriyordu. Hiçbir dü nyalı bunları hiçbir zaman
gö rmemişti. Gü neşten gü neşe uzanan gü çlü gö rü nmez telleri, bunların
kordon halinde sarılışını, kordonların meydana getirdiğ i kabloları,
bunların da bir merkeze varışını ve oradaki soyutlamayı, imparatoru
dü şü nü yordu: Eninde sonunda bir insandı o da!
Aklı-gü cü sabit bir biçimde bu dü şü nceye bağ lanıyordu iktidar
dü şü ncesine. Bir ö lü mlü canlıya tanrısal bir ruh yapısı veren tek
dü şü nceye. Bu canlı ancak bir insan olabilirdi.
Ancak bir insan! Kendisi gibi!
Becerebilecekti...
11
Değişen Düşünce
Joseph Schwartz'ın aklında değ işiklik bilinci karanlıktı. Sık sık, gecenin
tam sessizliğ inde -şimdi geceler ne kadar sessizdi! Acaba hiç gü rü ltü lü ,
aydınlık, hayat dolu olmuş muydu geceler?- Bu yeni sessizliğ in
ortasında kö klerine dö nmeye çabalıyordu. Filanca yerde, tam şu vakit
oldu diyebilmeyi çok isterdi.
Once şu çok uzaklarda kalan, garip bir dü nyada kendisini yapayalnız
bulduğ u dehşet gü nü vardı. Chicago'nun anısı kadar o gü n de şimdi
belleğ inde sisler arasındaydı. Ardından Chica'ya yolculuk ve bunun eşi
olmayan, karmaşık sonu. Bunu sık sık dü şü nü yordu.
Bir makine... Aldığ ı haplar. Nekahet devri ve kaçışı. Kararsızlıkları ve
bir sü permarket çerçevesi içinde geçen, açıklanması imkâ nsız olaylar.
Ancak iki aydır her şey gayet belirgindi ve belleğ i hiç açık vermiyordu.
Bu dö nemde bile bazı şeyler kendisine garip gö rü nmeye başlamıştı.
Atmosfere karşı çok duyarlıydı. Yaşlı doktor ve kızı pek rahat değ illerdi.
Hatta korkuyorlardı. Bunu ö nceden de fark etmiş miydi acaba? Yoksa
geçirdiğ i darbeden sonra bö yle bir izlenim mi kalmıştı ü zerinde?
Oysa sü permarkette, o dev yapılı adam kendisini tuzağ a dü şü rmeden
hemen ö nce -ama hemen ö nce- kendisini kaçıracaklarına dair bir şey
sezmişti içinde. Uyarı, kurtulmasına yetmeyecek kadar geç kalmıştı,
ama bu ü zerindeki değ işikliğ in reddedilmez bir belirtisiydi.
Ve o gü nden beri, baş ağ rıları çekiyordu. Yok, aslında bunlar tam bir
baş ağ rısı değ ildi. Daha çok bir sarsıntıya benziyordu. Beyninin içine
bir dinamo yerleştirilmiş de, sanki bu çalıştığ ı zaman kafatasının bü tü n
kemikleri sallanıyor gibi oluyordu. Chicago'da hiç bö yle olmamıştı -
elbette Chicago havalinin bir anlamı olması kabul edilirse- hatta ilk
zamanlarda, burada da...
Acaba o gü n Chica'da kendisine bir şey mi yapmışlardı? Başarısız
kaçma girişiminden sonra Chica'dan ayrılmıştı. O gü nden beri de
yaşamı çiftlikte sessiz ve sakin geçiyordu.
Grew, tekerlekli koltuğ unda parmağ ını kaldırarak kendisine kelimeler
sö ylü yordu. Tıpkı Pola adlı o genç kızın yaptığ ı gibi. Acemilikten
kurtulup, Ingilizce konuşmaya başladığ ı gü ne kadar. Hayır,.. Ingilizce
konuşmayı bırakıp, başka bir dille anlaşma yolunu seçen kendisi,
Joseph Schwartz'di. Ama artık acemice konuşmuyordu.
Bunu şaşılacak bir kolaylıkla ö ğ renmişti. Dö rt gü nde okumayı
sö kmü ştü . Kendisi bile buna parmak ısırmıştı. Eskiden Chicago'da iken
de şaşılası bir belleğ i vardı -veya kendisi ö yle sanırdı- ama bö ylesine
bir şeyin altından hiç kalkmamıştı. Ama Grew hiç şaşırmışa
benzemiyordu.
Vazgeçti Schwartz.
Gü z gelince, tarlalarda çalışmaya başlamıştı. Her şeyi o kadar kolay
anlayıp ö ğ reniyordu ki, hayret ederdi herkes. Hep aynıydı: Hiç
yanılmıyordu. Tek bir açıklamadan sonra, en çapraşık makineleri bile,
oyun oynar gibi ö ğ reniyordu.
Beklediğ inin aksine, kış soğ ukları gelmek bilmiyordu. Kışı toprağ ı
işleyerek, gü breleyerek, bahar için tohum hazırlıkları yaparak geçirdi.
Grew'e sordu; kar ne demektir, anlatmayı denedi, ama o şaşkın şaşkın
gö zlerini açmakla yetindi.
— Yağ mur gibi yağ an donmuş su, ö yle mi? Oh! Buna kar mı denir?
Başka gezegenlerde de oluyormuş bu, ama Dü nya'da olmaz!
Schwartz bundan sonra ısıyı denetlemeye başladı ve bir gü nden
diğ erine ancak değ iştiğ ini fark etti. Ancak gü nler kısalıyordu ve kuzey
yarı kü rede bir bö lgede bunun şaşılacak hiçbir yanı yoktu. Tıpkı
Chicago gibi, kendi kendine ben dü nyada mıyım diye soruyordu.
Grew'un kitap- ilmlerinden birkaçını okumaya çalıştı, ama çabuk
caydı, insanlar yine aynı insanlardı, ama gü ndelik yaşamda bazı kü çü k
ayrıntılar, ö nceden bilinen bazı bilgiler, kendisi için hiçbir anlam ifade
etmeyen tarihsel ve sosyolojik deyimler, canını sıkıyordu.
Esrarlı olaylar devam ediyordu. Yağ murlar hep sıcaktı. Bazı bö lgelere
kesinlikle yaklaşmaması emredilmişti. Orneğ in gü zel bir akşam vakti,
u kun parlaklığ ının, gü neydeki mavimsi aydınlığ ın pırıltılarının
çekiciliğ ine dayanamayıp, akşam yemeğ inden sonra ortadan
kaybolmuştu. Bir kilometre kadar ancak gitmişti ki, birden ardından
Arbin'in iki tekerlekli aracının sesini, sonra da kendi ö keli sesini
duydu. Schwartz durmuş, Arbin de kendisini alıp çiftliğ e geri getirmişti.
— Geceleri parlayan aydınlıklara yaklaşmamak gerekir, demişti içeri
girdikten sonra.
— Niçin?
— Yasak da ondan! demişti kısaca Arbin.
Uzun bir sessizlikten sonra, eklemişti:
Orada ne olduğ unu gerçekten bilmiyor musun?
Schwartz kollarını havaya kaldırmış, Çiftçi ise devam etmişti:
— Nereden geliyorsun Sen. Yoksa... Yabancı mısın?
— Nedir yabancı?
Arbin omuzlarını silkip, dışarı çıkmıştı.
Ama o gece Schwartz için bü yü k ö nem taşıyordu. Çü nkü o kısa
kaçamağ ı sırasında içindeki o garip korkular adeta kaynaşıp "akıl
bü tü nleşmesi" dediğ i bir bü tü n oluşturmuştu. Ne o anda, ne de daha
sonra bu olayı izah edememişti kendisine.
Giderek kararan gurupta, yalnızdı. Esnek zemin ü zerindeki adım
sesleri boğ uktu. Ne kimseyi gö rmü ş, ne bir ses işitmişti. Hiçbir şeye
dokunmamıştı.
Ama tam değ il: Bir temasa benzeyen bir şey algılamıştı, ama izik bir
şey değ ildi bu. Aklında meydana gelmişti olay. Temas da değ il, daha çok
bir varoluş. Yumuşak bir kaşıma gibi.
Iki kere olmuştu bu. Belirgin, ayrı iki bü tü nleşme. Ikincisi -nasıl ayırt
edebiliyordu bunu?- daha şiddetli gibiydi... Hayır, şiddetli doğ ru sö zcü k
değ il... Daha net, daha sınırsız...
Sonra bunun Arbin olduğ unu ö ğ renmişti. Iki tekerlekli aracın
gü rü ltü sü nü işitmeden yaklaşık beş dakika ö nce. Bakışlarını çiftçiye
yö neltmeden de, yaklaşık on dakika ö nce.
Bu deneme, giderek daha sık tekrarlamaya başlamıştı.
Derken Arbin, Loa ya da Grew yanına otuz metre yaklaştıkları zaman,
bilmesi için hiçbir sebep olmasa bile, bunu anladığ ını fark etmeye
başladı. Kolay değ ildi, ama sonunda bunu da doğ al karşılamaya başladı.
Denemeler yaptı ve Maren ailesinin bü tü n bireylerinin nerede
olduklarını daima bildiğ ini de fark etti. Ustelik hepsinin ayrı ayrı
kimliklerini de ayırt edebiliyordu, çü nkü akıl bü tü nleşmesi, kişilere
gö re değ işiyordu.
Bazen yolda hissettiğ i ilk temasın neye ait olduğ unu kendi kendine
soruyor, o zaman aydınlığ a yö neliyordu. O zaman ne Arbin, ne Loa, ne
de Grew sö z konusuydu. Ya sonra? Bu farklı bir şey oluyordu.
Farklı olduğ unu, daha sonra anladı. Bir başka akşam, hayvanları ağ ıla
gö tü rü rken, hissetti bunu.
— Gü neydeki tepelerin ardında uzanan kü çü k ormanda ne var? diye
Arbin'e sordu.
— Hiç, diye homurdandı çiftçi. Bakanlığ a ait arazi orası.
— Ne demek o?
Arbin, surat astı.
— Sana ne kuzum? Yü ksek Bakan'a ait olduğ undan, bö yle derler işte!
— Neden orası ekilmiyor?
— Ekilmeye ayrılmış toprak değ il de, ondan! diye sıçrayarak cevap
verdi çiftçi. Eskiden orası bü yü k bir merkezdi. Kutsal bir alandır şimdi,
kimse dokunamaz. Beni iyi dinle Schwartz: Burada kalıp huzur içinde
yaşamak istiyorsan, meraklı olma ve yalnız işini yapmaya bak.
— Peki, o yer kutsalsa, hiç kimse oturamaz mı?
— Oyle!
— Emin misiniz?
— Yü zde yü z eminim. Sakın sen de gitme. Senin için her şeyin sonu
olur bu.
— Gitmem.
Schwartz, dü şü nceli ve garip duygular içinde uzaklaştı. Akıl
bü tü nleşmesi, o ormandan gelmişti. Aşırı derecede gü çlü bir
bü tü nleşmeydi bu. Cabadan bir şeyi daha vardı. Dü şmanca bir temasa
benzemişti. Tehdit doluydu.
Niçin? Niçin?
Ama bir tü rlü konuya temasa cesaret edemiyordu. Başkaları
kendisine inanmayacak, bu da başına hoş olmayan işler açacaktı. Bunu
da biliyordu. Aslında, gereğ inden çok şey biliyordu.
Ote yandan, gençleşmişti de. Elbette, izik yö nden değ il. Gö beğ i inmiş,
omuzları genişlemiş, kasları gelişip, esnekleşmişti. Sindirimi de
kolaylaşmıştı. Çü nkü açık havada çalışıyordu. Ama asıl bü yü k
değ işiklik, dü şü nce tarzında gerçekleşmişti.
Ihtiyarlar, gençlik yıllarında nasıl dü şü ndü klerini genellikle unutma
eğ ilimindedirler. Zihinsel sü reçlerin çabukluğ unu, gençliğ in cü retli
kavrama yeteneğ ini, gençlik zekâ sının hareketsizliğ ini unuturlar. Ağ ır
mantık kurma alışkanlığ ı edinir, deney birikimiyle ö dü llendirilen bu
durumu, yaşlılar gençlerden daha uslu oldukları şeklinde yorumlar.
Oysa Schwartz için deney devam ediyordu ve her şeyi çabuk algılama
yeteneğ inin devam ettiğ ini gö rmekten memnundu. Bu nedenle
kendisini genç hissediyor, izik formunun da bundan etkilendiğ ini
biliyordu. Çü nkü gençleştiğ inin farkına varan bir o vardı.
Her şey iki ay sonunda, Grew'le karşılıklı satranç oynarlarken, birden
aydınlanıverdi.
Satranç kuralları değ işmemişti, ama taşlar hariç. Oyun, tıpkı
hatırladığ ı gibi oynanıyordu ve bu içini rahatlattı. Hasta belleğ i, hiç
olmazsa bu konuda yanılmıyordu.
Schwartz ile Grew arasındaki turnuva, beşinci partiye gelmişti.
Başlangıçta Grew'e karşı sık sık yenilen Schwartz, şimdi hemen hep
kazanıyordu. Grew de giderek daha ihtiyatlı olmaya başlamış, ağ ır
oynamayı seçmişti. Iki hamle arasında uzun uzun piposundan nefesler
çekiyor, ateşin harı geçene kadar bekliyordu. Fakat sonunda yine
suratını asarak yenilgiyi kabul ediyordu.
Hava kararmaya başlamıştı. Schwartz derin bir iç çekerek oturdu.
Grew'un hamlelerini ö nceden kolaylıkla tahmin edebiliyor ve bu
satranç partileri onun için giderek ilgisini yitiriyordu.
Geceleri kullanılmak ü zere hazırlanmış bir satranç takımı
kullanıyorlardı. Mavi ve turuncu kareler, gecenin karanlığ ında
parıldıyordu. Kilden yapılma kaba satranç taşları da, gece renk
değ iştiriyordu. Yarısı porseleni andıran beyazımsı bir ışık saçıyor,
diğ er yarısı kırmızıya çalan ışıklar saçıyordu.
Ilk hamleleri, hızla diğ erleri izledi. Parlak taşlar, satranç tahtasının
ü zerinde esrarlı bir gü cü n etkisiyle ileri sü rü lmü ş gibi yer
değ iştiriyordu. Onları iten eller karanlıkta kayboluyordu.
Schwartz'ın içini bir korku sarmaya başlamıştı. Belki de deliliğ i ortaya
çıkacaktı, ama bunu bilmesi gerekiyordu.
— Neredeyim ben? diye sordu birden.
Atını ileri sü rmeye hazırlanan Grew, başını kaldırdı.
— Nasıl?
"Ulke" ya da "ulus" sö zcü klerinin karşılığ ını bilmeyen Schwartz, cevap
verdi:
— Bu dü nyanın adı ne?
— Yeryü zü , diyerek alaycı bir cevap veren Grew, rok yaptı.
Yanıt, Schwartz'i yine tatmin etmemişti. Grew'un "yeryü zü " demek
için kullandığ ı deyimi, çevirmişti. Ama ne anlam ifade ediyordu bu?
Bü tü n gezegenler, ü zerinde yaşayan insanlar için birer "yeryü zü "ydü .
Atıyla bir hamle yapınca, Grew kendi atını geri çekmek zorunda kaldı.
Ardından iki oyuncu, biraz sonra merkezde kopacak savaşta hareket
alanlarını genişletmek için, piyonlarını ileri sü rerek hamlelerini devam
ettirdiler.
— Peki, hangi yıldayız? diye rok yapan Schwartz da, kayıtsızca
davranmaya çalışarak ü steledi.
Grew, şaşırdığ ını belli ederek, duraladı:
— Kuzum, sen ne diyorsun bugü n? Oynuyor muyuz, oynamıyor
muyuz? 827 yılındayız ve buna memnun olmalısın sen. 827 GÇ! diye
ekledi.
Alnı kırışarak satranç tahtasını sü zdü , sonra Vezir'ini çıktı. Bu taşın,
ilk hamlesiydi henü z,
Schwartz telaşla toparlandı. Karşı saldırıya geçebilmek için o da
Vezir'ini çıktı. Kapışma yaklaşıyordu. Grew'un atı, rakibinin
piyonlarından birini aldı. Ama hemen ardından aynı At, kırmızı Vezir'in
kurbanı oldu. Grew hü cumdan cayıp, kalan tek atını korunabileceğ i bir
kareye çekti. Ne var ki bu hareketsiz kalacaktı. Schwartz, aynı
manevrayı yineledi. Atıyla piyonu aldı, ama kendisi de Kale'ye
kaptırıldı.
Hamleyi izleyen sessizlikten yararlanıp, sordu yine:
— GÇ ne demek?
— Ha? diye homurdandı Grew. Yine tarih ü zerine sorularına mı
başladın? Ben çok sulanmış beyin gö rdü m... Evet, doğ ru sö ylü yorum...
Ama konuşmaya başlayalı bir ay olduğ unu unutmuştum. Kusura
bakma. Yine de zeki adamsın. Gerçekten bilmiyor musun? Sö yleyeyim,
Galaktika Çağ ı'nın 827'nci yılındayız demek bu. Galaktika Çağ ı... GÇ.
Anladın mı? Galaktika Imparatorluğ u'nun kurulmasının ü zerinden tam
827 yıl geçti yani. Frankenn Fin taç giymesinin ü zerinden de. Haydi,
lü tfen, hamle sırası sende.
Ama Schwartz, elinde tuttuğ u At'ı hemen bırakmadı. Mü thiş bir
kırgınlık vardı içinde.
— Bir dakika. (Taşı, Vezir'in yerine koydu.) Şu adlar, sana bir şey ifade
ediyor mu, sö yler misin? Amerika, Asya, Birleşik Devletler, Rusya,
Avrupa...
Karanlıkta, Grew'un piposunun alevi parıldadı. Gö vdesinin satranç
taşı ü zerine dü şen gö lgesi, şimdi daha hareketsizleşmiş gibiydi.
Kupkuru bir edayla başını sallamış olmalıydı, ama Schwartz bunu
gö rememişti. Ayrıca gö rmesine de değ mezdi. Çü nkü olumsuz yanıtı
algılamıştı. Yeni bir girişimde daha bulundu:
— Kendime nereden bir harita bulabilirim, biliyor musunuz?
— Canınızı tehlikeye atmayı gö ze alıp Chica'ya gitmeden bulamazsın.
Ben coğ rafyacı değ ilim. Bu adları da hiç işitmedim. Nedir bunlar? Insan
mı?
Canını tehlikeye atmak mı? Niçin ama? Schwartz birden dondu kaldı.
Bir suç mu işlemişti? Grew biliyor muydu bunu?
— Gü neşin çevresinde dokuz gezegen var, değ il mi? diye kuşkuyla
sordu.
— On.
Cevap çok kesin ve netti.
Kararsız kaldı. Belki de kendisinin işitmediğ i bir onuncusu
bulunmuştu. Peki, ama Grew nereden biliyordu? Schwartz
parmaklarıyla saydı.
— Peki, altıncısının çevresinde halkalar var mı?
Grew, Şah'ın ö nü ndeki piyonunu ağ ır ağ ır iki kare ileri çıktı. Schwartz
hemen aynı manevrayı yineledi.
— Satü rn mü demek istiyorsun? Elbette halkaları var.
Ihtiyar, hesaplıyordu: Ya ili, ya da piyonu alabilirdi.
Ancak bu hamlenin ne sonuçlar doğ uracağ ını kestiremiyordu.
— Peki, Merih'le Jü piter arasında bir yıldız kuşağ ı kü çü k gezegenler
var mı? Yani dö rdü ncü ve beşinci gezegenler arasında demek
istiyorum...
— Evet, diye homurdandı. Grew.
Bü tü n kafasını kullanarak dü şü ndü , bir yandan da piposunu yeniden
yaktı. Içini kemiren kararsızlığ ı hisseden Schwartz, birden irkildi. Artık
dü nyayı belirlediğ i şu anda, satranç partisinin kendisi için ilginç hiçbir
yö nü kalmamıştı. Aklına sorular akın ediyordu. Birini tutamadı, sordu:
— Demek sizin ilm-kitapların anlattıkları doğ ru, değ il mi? Yani başka
dü nyalar da mı var? Uzerinde insan yaşayan, ha?
Grew bu sefer başını kaldırdı, bakışları boşuna karanlığ ı delmeye
çalıştı.
— Ciddi mi konuşuyorsun?
— Var mı?
— Galaktika aşkına! Sen gerçekten bir şey bilmiyorsun!
Schwartz, cehaletinden ö lecek gibi oldu.
— Rica ediyorum...
— Elbette başka dü nyalar da var! Milyonlarca hem de! Gö rdü ğ ün
bü tü n yıldızlar ve gö rmediklerinin çoğ unun gezegenleri var ve bunların
bü tü nü , imparatorluğ u oluşturuyor.
Schwartz, Grew'un ağ zından çıkan sö zleri hemen yakalayıp beynine
kaydediyor ve adeta titrediğ ini hissediyordu.
Ve ilk defa olarak belki de durumunun delilikten başka bir şeyle izah
edilebileceğ i ihtimalini dü şü ndü . Yoksa zaman içinde birden bir
sıçrama mı yapmıştı? Orneğ in, uykuya dalarak...
— Yalnız bir tek gezegenin var olduğ u çağ ın ü zerinden ne kadar
zaman geçti, Grew? diye çatlak bir sesle sordu.
— Ne demek istiyorsun? diye ani şü pheye kapılan Grew sordu. Yoksa
sen Eskiler'in ü yelerinden misin?
— Neyin, neyin? Ben hiçbir şeyin ü yesi ilan değ ilim. Ama Dü nya
eskiden insanların yaşadığ ı tek gezegen değ il miydi? Ha?
— Eskiler, ö yle diyor, ama kim biliyor bunu? Benim bildiğ im kadarıyla,
şu yukardaki dü nyalar tarihin başından beri var.
— Ne kadar zamandır yani?
— Sanırım binlerce yıldan beri. Elli bin, yü z bin... Ben bilmem ki.
Binlerce yıl ha! Schwartz, gırtlağ ından çıkan hırlamayı zor tuttu.
Ayağ ının birini kaldırdığ ı ve yeniden yere koyduğ u an arasında geçen
binlerce yıl... Bir iç çekiş, bir gö z kırpması kadarlık bir anda peki bir
hamlede mi bu binlerce yılı aşıp gelmişti? Imkâ nsız! Kuşkusuz hafıza
kaybı sebep oluyordu buna. Gü neş sistemi hakkında biraz ö nceki
doğ rulamaları, mutlaka şekilsizlenen anılarından kaynaklanıyordu.
Kafasındaki bulanıklık sebep oluyordu buna.
Grew, hamlesini oynamıştı. Fil'in ö nü ndeki piyonu almıştı ve
Schwartz robot gibi birden yanlış strateji seçtiğ ini anladı. Şimdi hiçbir
çaba gö stermesine gerek kalmadan, bü tü n hamleler birbirini izliyordu.
Bilinçli dü şü nmediğ i halde, oynuyordu. Kalesiyle yan yana duran iki
piyonu aldı. Beyaz at 3'e gelince, Schwartz ö nü ndeki hareket alanını
genişletmek için kendisininkini karşısına getirdi. Grew de iliyle 2'ye
geldi.
Schwartz son saldırıya geçmeden ö nce bir ara daha verdi ve sordu:
— Dü nya yö netiyor, değ il mi?
— Kim, neyi yö netiyor?
— Impa...
Fakat Grew ö yle yü ksek sesle bağ ırarak kesti ki sö zü nü , satranç
tahtasının ü zerindeki taşlar sallandı.
— Bıktım be senin sorularından! Sen deli misin, nesin be? Dü nya'nın
bir tarafı idare edecek hali var mı, gö rmü yor musun? (Sakat adamın
koltuğ u masanın çevresinde dolanıp, Schwartz'ın yanına geldi ve sinirli
parmakları kollarına sarıldı.) Baksana! Şuraya bak! (Ihtiyarın sesi,
gıcırtılı bir hırlamaya dö nü şmü ştü .) U ku gö rü yor musun? Şu aydınlığ ı?
— Evet.
— Iyi. Işte Dü nya bu. Baştan aşağ ı bö yle. Bizde olduğ u gibi, belirli bir
kaç yer dışında hep bö yle.
— Anlayamadım.
— Yer kabuğ u tamamen radyoaktif. Toprak parlıyor, eskiden beri
parlıyordu, hep bö yle parlayacak. Uzerinde hiçbir şey bitmiyor. Kimse
yaşayamaz ü zerinde. Gerçekten bilmiyor muydun bunu? Bö yle
olmasaydı, hiç altmış yaş yasası konur muydu? Sö yler misin bana?
Felçli adam sakinledi ve yerine dö ndü .
— Oynasana, sıra sende.
Altmış yaş yasası! Tehdit dolu tarifsiz bir kaynaktan taşan bir akıl
bü tü nleşmesi daha. Schwartz yü reğ i daralarak dü şü nü rken, taşları tek
başlarına manevralar yapıyordu. At'ı, Fil'in piyonunu aldı. Grew, kendi
atını sü rdü . Kırmızı Kale, At'a doğ ru çekilerek sıyırdı. Beyaz At saldırıya
geçti. Schwartz'ın atı savunmaya. Ama hemen sonra Kale'si hü cuma
kalktı. Grew, Vezir'ini diyagonal olarak sü rmeden ö nce, uzun uzun
dü şü ndü . Schwartz'ın Fil'ini aldı.
Bir oh çekti. Rakibinin Kale'siyle mat tehlikesiyle karşı karşıya
gelmişti. Vezir de bir hayli zarar vereceğ e benziyordu. Memnun bir
edayla:
— Oyun sırası sende, dedi.
— Şey nedir... Şu Altmış Yaş Yasası nedir? diye sordu Schwartz.
— Niçin bu soruyu bana soruyorsun? diye kö tü rü m ihtiyar cevap
verdi. Nedir senin aradığ ın?
— Rica ediyorum... dedi giderek bunalan Josep Schwartz. Ben kimseye
zarar verecek bir adam değ ilim. Kim olduğ umu, başıma neler geldiğ ini
bile bilmiyorum. Belki de hafızamı kaybettim.
— Oyleye benziyor, dedi kayıtsızca Grew. Sen Altmış Yaş Yasası'ndan
sıyırdın mı? Bana açık cevap ver.
— Ama size bu yasanın ne olduğ undan bile haberim yok dedim ya!
Bu son yanıt, diğ erinin kuşkusunu sildi. Bitmek bilmeyen bir sessizlik
çö ktü . Sehwartz'ın algıladığ ı bü tü nleşmede kuşku verici bir yö n vardı,
ama çapraşık kelimeleri tam anlamıyla kavrayamıyordu.
— Bir insanın altmışıncı doğ um yıl dö nü mü dü r bu, dedi ağ ır ağ ır
Grew. Dü nya, ancak 20 milyon insanı besleyebilir, o kadar. Yaşamak için,
ü retmek gerekir. Uretemezsen, yaşayamazsın. Insan da altmış yaşından
sonra ü retken değ ildir.
— O zaman...
— Tas iye edilir. Acı çektirmeden.
— Yani sizi ö ldü rü yorlar mı?
— Bu bir cinayet değ il, diye buruk sesle cevap verdi Grew. Başka tü rlü
olamaz ki. diğ er Dü nyalar bizi istemiyorlar. Eh, gençlere de şö yle veya
bö yle bir yer bulmak gerek.
— Peki, ya altmış yaşına geldiğ ini sö ylemezsen?
— Niçin? Vaktinden çok yaşamak, hoş bir şey değ il. Ayrıca her on yılda
bir, hile yapanları, dolap çevirenleri yakalamak için nü fus sayımı
yapılıyor. Ayrıca, dosyanda yaşın da yazılı.
— Benimki değ il, dedi patavatsızca Schwartz. Ayrıca ben elli
yaşındayım... Daha doğ rusu gelecek doğ um gü nü mde elli yaşında
olacağ ım, diye dü zeltti.
— Bu hiçbir şeyi değ iştirmez. Insanların yaşını saptamak için
kemiklerini incelemeleri yeterli. Bilmiyor muydun bunu? Hiçbir şekilde
saklanamazsın. Beni de gelecek sefer alacaklar... Peki, sıra sende.
Ama Schwartz işitmemezlikten geldi.
— Yani demek istiyorsunuz ki...
— Yetti! Ben daha elli beş yaşındayım, ama baksana bacaklarıma!
Çalışabilir miyim ben? Aile, kayıtlı ü ç bireyden meydana gelir. Bunların
ü retim kapasiteleri de, ü ç çalışan kişiye gö re saptanır. Felç olduğ um
zaman, bunun bildirilmesi ve benim tas iye edilmem gerekirdi. Bö ylece
Altmış Yaş Yasası bana uygulanabilirdi. Ama Arbin'le Loa bö yle yapmak
istemediler. Aptallık elbette, çü nkü ü ç kişilik ü retim sağ lamak için,
olağ anü stü çalışmak zorunda kaldılar... Sen gelene kadar! Ama her ne
olursa olsun, gelecek yıl beni verecekler... Haydi, hamle sırası sende.
— Gelecek yıl nü fus sayımı yapılacağ ı için mi?
— Evet. Yap hamleni.
— Durun biraz. Herkes altmış yaşında tas iye ediliyor mu peki?
Istisna yok mu hiç?
— Senin, benim gibiler için yok. Yü ksek Bakan, ö mrü nü n sonuna kadar
yaşayabilir. Eskiler Derneğ inin ü yeleri de... Aynı şekilde bazı bilginlerle,
bü yü k hizmetleri gö rü lenler de. Ama çok değ ildir bunlar. Belki yılda on
kişiye yasa uygulanmaz. Ama haydi, sıra sende.
— Kim karar verir bunlara?
— Kim olacak, elbette Yü ksek Bakan. Sen oynayacak mısın,
oynamayacak mısın?
Fakat Schwartz ayağ a kalktı.
— Değ mez. Beş hamlede Şah ve Mat. Vezir, piyonunuzu alıyor, Şah!
Şah'ınızı bir numaraya çekmek zorundasınız. Atımla R.2'ye geliyorum,
Şah! F.2'ye gerilemek zorundasınız. Vezirim R.6'ya geliyor, Şah! C.2'ye
çekiyorsunuz Şah'ınızı. Vezirim C.6'ya geliyor ve T.1'e sığ ındığ ınızda da,
T.6'ya: Şah ve mat! Iyi bir oyundu! diye ekledi.
Grew uzun uzun satranç tahtasını seyrettikten sonra, ö keyle bağ ırdı,
bir hamlede tahtayı fırlattı. Parlak satranç taşları çimlerin ü zerine
dağ ıldı.
— Gevezeliğ inle dikkatimi dağ ıttın, dedi felçli ihtiyar.
Ama Schwartz onu işitmedi bile. Onun aklında bir tek dü şü nce vardı:
Altmış Yaş Yasası'ndan her ne olursa olsun kaçmak!
"Birlikte yaşlanalım!"
"En iyisi, daha doğacak..."
Ama Browning bunu sö ylediğ i zaman, insanoğ lu dü nyaya egemendi
ve besin rezervleri sınırsızdı. Şimdi ise "en iyisi", altmışıncı yaş ve
ö lü mdü .
Schwartz, altmış iki yaşındaydı.
Altmış iki...
12
Öldüren Düşünce
Arvardan yine bir stratosfer uçağ ındaydı. Gö zü kara gö rü yordu
doğ rusu. Yü ksek Bakan'ın ve yö nettiğ i sinir hastası halkın radyoaktif
bö lgelere girmesi için gerekli izni vermelerine hiçbir sebep
gö rmü yordu.
Madem resmı̂ izin kopartamayacaktı, varsın kopartamasın! O da yasa
dışı yollardan girerdi. Keşif gemisini silahlandırır ve gerekirse ateş de
açardı. Hem de nasıl!
Bahtsız budalalar!
Kendilerini ne sanıyorlardı bunlar?
Evet, evet, biliyordu. Insanın kö kenleri olduklarını, GEZEGEN'in halkı
olduklarını...
Işin en berbat yanı, Arvardan'ın haklı olduklarını bilmesiydi.
Uçağ ı havalandı ve arkeolog başını arkaya yasladı. Bir saatten kısa bir
zamanda, Chica'da olacaktı.
Aslında dö nmekte pek hevesli değ ildi, ama bu sinaptik ampli ikatö r
ö nemli olabilirdi ve Dü nyayı ziyaretinden yararlanıp bir avantajı
kaçırmak, akıl kâ rı değ ildi.
Fare yuvası Dü nya!
Enniyus doğ ru sö ylemişti.
Ama şu Dr. Shekt... Yü ksek Bakan'ın verdiğ i ve protokol sö zleriyle dolu
tavsiye mektubunu parmağ ıyla okşadı.
Sonra birden olduğ u yerden fırlayıp dikildi daha doğ rusu
yerçekiminden kurtulup dikilmeyi denedi.
Kızın adını hatırlamıştı: Pola Shekt!
Neden unutmuştu peki? O ke içindeydi. Aklı, kendisine karşı komplo
dü zenliyordu.
Ama yine içinde sevindiğ i bir şeyler vardı...
14
İkinci Karşılaşma
Bir asker tarafından içeri alınan Sekreter, odaya girdi. Mor ve şiş
dudaklarından soğ uk bir gü lü mseme gelip geçti. Albayın karşısında
eğ ildi, Arvardan'ı ise gö rmezlikten geldi.
— Yü ksek Bakan'a aramızda olduğ unuzu ve hangi koşullarda buraya
geldiğ inizi haber verdim, diye başladı konuşmaya subay. Bu ü s içinde
bulunmanız, şey... Nasıl sö ylesem, elbette çok anormal bir şey ve sizi en
kısa sü rede serbest bırakacağ ım. Ancak hiç kuşkusuz çok yakından
tanıdığ ınız bu bay, size karşı çok ciddi bir suçlama yö neltti ve bu
konuda bir soruşturma yapmak zorundayız.
— Sizi anlıyorum, diye çok sakin bir cevap verdi Sekreter. Ancak size
daha ö nce de belirttiğ im gibi, bu bay Dü nya'da ancak iki aydır
bulunuyor ve bizim iç siyasetimiz hakkında bildikleri bir kocaman hiç.
Bu kadarı bile, bir suçlama yö neltmeye yetkili olmadığ ını gö sterir.
— Ben arkeoloğ um, diye ö keyle cevap verdi Arvardan. Ayrıca Dü nya
ve gelenekleri konusunda uzmanım. Dü nya'nın siyaseti hakkında hiçbir
şey bilmiyor değ ilim. Ayrıca kendisini suçlayan, yalnız ben değ ilim.
Balkis dö nü p Arvardan'a bakmadı bile ve bü tü n gö rü şme sırasında bir
kere olsun gö zlerini ona çevirmedi. Yalnız Albay'a seslenmekle yetindi:
Bu olaya bir de Dü nyalı bilgin karıştı. Yaşı altmışa yakın ve sonunu
bekliyor. Bu yü zden aklı̂ dengesini yitirdi. Ayrıca bir de nereden geldiğ i
bilinmeyen ve tipik bir budala var. Bö yle bir ü çlü den gelen suçlamalar,
asla ciddiye alınamaz.
Arvardan bir hamlede sıçradı yerinden:
— Beni dinlemenizi istiyorum...
— Oturun, dedi aksi sesiyle Albay. Bu konuyu benimle tartışmayı
reddettiniz. Ben de bu talebinizi kabul ettim. Haberciyi içeri alın.
Beyaz bayrakla gelen haberci de Eskiler Derneğ i ü yelerindendi.
Sekreteri gö rü nce, hemen hiç belli etmedi. Albay ayağ a kalktı.
— Siz dışardaki insanların sö zcü sü mü sü nü z?
— Evet.
— Oyle sanıyorum ki dışardaki kızgın ve gayri meşru kalabalık,
burada bulunan vatandaşınızın serbest bırakılmasını istiyor, ö yle değ il
mi?
— Evet. Kendisinin derhal serbest bırakılmasını talep ediyoruz.
— Serbest bırakılacak. Ancak yasa, dü zen gereğ i ve Majestelerinin
hü kü metine bir saygının belirtisi olarak, dışardaki silahlı ve dü şmanca
niyetli kalabalık dağ ılmadıkça, sizinle gö rü şmemiz imkâ nsız. Hemen
adamlarınıza dağ ılmalarını emretmenizi talep ediyorum.
— Albay tamamen haklı, Cori kardeş, dedi melek gibi bir sesle
Sekreter. Lü tfen akılları sakinleştirin. Ben burada tamamen gü venlik
içindeyim ve hiç kimse tehlikede değ il. Beni anladınız mı? Hiç kimse!
Eskiler Derneğ i ü yesi olarak, şere im adına sö z veriyorum.
— Oldu, kardeş. Gü ven içinde olduğ unuz beni mutlu kıldı.
Haberci dışarı çıktı.
— Şehirde durum normale dö ner dö nmez, sizin de sağ salim gitmeniz
için elimizden geleni yapacağ ız, dedi Balkis'e albay. Işbirliğ iniz için de
size mü teşekkirim.
Arvardan yine ayağ a fırladı:
— Itiraz ediyorum. Bir genosid suçu işlemeye hazırlanan bu adamı
serbest bırakırken, benim Vali ile gö rü şmemi engelliyorsunuz ki, bu
benim Galaktika vatandaşlığ ı haklarımı açıkça çiğ nemek demektir.
Dü nyalı bir kö peğ e, benden daha mı çok saygı gö stereceksiniz?
Fakat ö kesinden sesi titreyerek konuşan Arvardan sö zü nü bile
bitirmeden, Sekreter sakin bir sesle lafa karıştı:
— Bu aklı evvelin istediğ i buysa, ben burada kalıp, Vali'nin huzurunda
durumu açıklamaya hazırım albayım, ihanet ithamı ciddi bir iştir ve
ü zerimde bö yle bir şü phenin bulunması, belki de benim halkıma
gerektiğ i gibi hizmet etmemi dahi ö nleyecektir. Valiye bü tü n
imparatorlukta benden daha sadık kimsenin bulunmadığ ını
kanıtlayabilirsem, mutlu olurum.
— Size hayranım, dedi tumturaklı bir sesle Albay, itiraf edeyim, sizin
yerinizde ben olsam, tutumum daha başka olurdu. Soyunuza şeref
verdiniz bayım. Vali ile temas etmeye çalışacağ ım.
Arvardan, kendisini yeniden hü cresine geri gö tü rene kadar, ağ zını
açmadı.
Arvardan saatine baktı. Gece yarısı olmak ü zereydi ve geriye altı saat
kalmıştı.
Dağ ınık bir kafa ve umutsuzca çevresini sü zdü . Şimdi hepsi
buradaydı. En sonunda gelebilen Vali bile. Pola yanında duruyordu;
parmaklarının sıcaklığ ını bileğ inde hissetti. Genç kızın yü z hatlarında
okuduğ u dehşet ve bitkinlik, Galaktika'ya lanet etmesi için yeterliydi şu
anda.
Kim bilir, belki de bü tü n bu budalalar ö lmeyi hak etmişlerdi...
Solunda oturan Shekt ile Schwartz'a şö yle bir gö z atmakla yetindi.
Balkis, iğ renç Balkis de oradaydı. Dudakları biraz daha şişmişti ve
yanağ ı çü rü k içindeydi. Konuşmak, kendisine tarifsiz acılar veriyor
olmalıydı. Arvardan bunu aklına getirince, amansızca gü lü msedi,
yumrukları sıkıldı. Kendi yanağ ı biraz daha az ağ rıyormuş gibi oldu.
Enniyus, alnı kırışmış, kararsız, kurşun kaplı ağ ır giysileri içinde adeta
gü lü nç bir halde, karşılarında oturuyordu.
O da budalanın biriydi! Kendi huzur ve rahatlarından başka bir şey
dü şü nemeyen bu eyyamcılar karşısında birden içinin kinle kabardığ ını
hissetti. Uç yü zyıl ö nceki fatihler neredeydi? Nerede kalmışlardı?
Sadece altı saat...
Enniyus, Chica garnizonunun çağ rısını on sekiz saat kadar ö nce almış
ve gelmek için Dü nya'nın yarısını kat etmişti. Itaat ettiğ i nedenler pek
karanlıktı, ama yeterince de gü çlü ydü . Kim bilir, belki de Dü nyalı "Yeşil
Cü ppeliler" in basit bir ayaklanmasından ibaretti her şey. Gerisi,
mesnetsiz ağ ır suçlamalardan başka bir şey olmayabilirdi. Albay'ın
mahallinde çö zü mleyemediğ i basit işler...
Ama işin içinde Shekt vardı. Ustelik Shekt suçlanan değ il, suçlayandı.
Işte bu ö nemliydi.
Şimdi bu kü çü k topluluğ un karşısında, bu koşullar altında, Enniyus
vereceğ i kararın bir ayaklanmayı çabuklaştırabileceğ ini, saray
nezdindeki itibarını sarsacağ ını, ter i etme şansını yok edebileceğ ini
dü şü nü yordu. Virü tik kü rlerden ve salgından sö z eden Arvardan'ın
uzun nutkunu ne dereceye kadar ciddiye almalıydı acaba? Vali bu
iddialara gö re harekete geçerse, acaba ü stlerinin takdirini kazanacak
mıydı?
Yine de Arvardan ü nlü bir arkeologdu..
Bu nedenle Enniyus kararını daha sonra açıklamayı yeğ leyerek,
Sekreter'e sordu:
— Umarım sizin de sö yleyeceğ iniz bir şey vardır, değ il mi?
— Aslında pek bir şeyim yok sö yleyecek, dedi Balkis, serinkanlılıkla.
Yalnız bu suçlamaların dayandığ ı delilleri bilmek isterdim.
— Hepsini sö yledim, Ekselans, diye sabırsızca atıldı Arvardan.
Tutuklu bulunduğ umuz sırada bu adam bize her şeyi itiraf etti.
— Belki bu anlatılana inanacaksınız, Ekselans, ama yine sö yleyeyim,
suçlama Sekreter'e yö nelik, mesnetsiz bir iddia. Aslında bü tü n tanık
ifadeleri, şuna yö neliyor: Şiddete başvurularak tutuklanan onlar değ il,
benim. Canı tehlikeye dü şen onlar değ il, bendim. Bunu belirttikten
sonra, şimdi beni suçlayan zatın, geleli dokuz hafta olduğ u halde, bu
komployu dokuz hafta içinde nasıl meydana çıkarttığ ını açıklamasını
isterim. Siz ki vali olarak burada yıllardır gö revdesiniz, benim
aleyhimde acaba bir şey işittiniz mi?
— Bu gö rü şte mantık var, diye kabul etti Enniyus. Nasıl ö ğ rendiniz
komployu?
— Sanığ ın itirafından ö nce, komployu bana Dr. Shekt haber verdi, dedi
kasılarak Arvardan.
Enniyus, izikçiye dö ndü .
— Doğ ru mu, doktor Shekt?
— Doğ ru, Ekselans.
— Peki, bu olayı siz nasıl haber aldınız?
— Dr. Arvardan kusursuz bir kesinlikle sinaptik ampli ikatö rden nasıl
yararlanıldığ ını anlattı ve bakteriyolog Smitko'nun ö lü mü nden ö nce
sö ylediklerini aslına çok sadık biçimde nakletti. Bu Smitko da
komploya dahildi. Itira ları banda kaydedildi ve kayıtlar, emrinize
amadedir.
— Can çekişirken sayıklayan birinin itira ları, Dr. Arvardan'ın
sö ylediğ i doğ ruysa inandırıcı bir kanıt olamaz. Başka delilleriniz yok
mu?
Arvardan yumruğ unu koltuğ unun kenarına indirerek haykırdı birden:
— Burası ticaret mahkemesi mi? Yoksa tra ik kurallarını çiğ neyen
birini mi yargılıyoruz? Hassas terazide delilleri tartacak vaktimiz yok.
Size tekrar ediyorum: Hepinizi tehdit eden bü yü k tehlikeyi ö nlemeniz
için ancak sabah saat 6'ya kadar vaktiniz var! Ya da başka bir deyişle,
beş buçuk saatiniz kaldı. Ekselans, Dr. Shekt'i bugü n tanımadınız.
Eskiden beri biliyorsunuz onu. Yalancı olduğ unu sö yleyebilir misiniz?
Sekreter, Enniyus'un cevap vermesine fırsat bırakmadı:
— Ekselans, hiç kimse Dr. Shekt'in bilerek yalan sö ylediğ ini iddia
etmedi. Ne var ki bu değ erli bilgin yaşlandı ve artık altmış yaş korkusu
iyice içini sarmış halde. Korkarım yaşlılık ve korku, ü zerinde bir takım
paranoyak etkiler yaratmış. Dü nya'da çok yaygın gö rü len bir hastalıktır
bu. Bakın bir kere ona: Normal gö rü nü yor mu hiç?
Shekt'in elbette hiç de normal bir gö rü nü şü yoktu. Olup bitenlerden ve
olacak olanlardan dolayı, kasılmış, gerginlik içinde, ezik ve bitkindi.
Yine de sakin gö rü nmeye ve her zamanki sesiyle konuşmaya çalışarak
açtı ağ zını:
— Size iki aydan beri Eskiler Derneğ i tarafından izlendiğ imi, bana
gelen mektupların açıldığ ını ve bana yazılanların okunduğ unu
sö yleyebilirim. Ama biliyorum, bunu da sö zde paranoyama
yakıştıracaklardır. Fakat yanımda Joseph Schwartz bulunuyor, beni
Enstitü mde ziyarete geldiğ iniz gü n ampli ikatö rde tedavi ettiğ im
gö nü llü yani, Ekselans.
— Hatırlıyorum. (Enniyus, Shekt'in konuyu değ iştirmesine pek
sevinmişti.) Şu adam mı?
— Evet.
— Pek bu deney için yeterliye benzemiyor.
— Tam aksine! Hatta başarı, beklenen bü tü n umutları bile geçti.
Çü nkü başlangıçta o zaman henü z bilmediğ im bir fotoğ raf belleğ i vardı.
Şimdi de beyni başkasının dü şü ncelerini zapt edebiliyor.
Enniyus ö ne doğ ru eğ ilerek, hayretle sordu:
— Nasıl? Yani insanların beyninin içini mi okuyor diyorsunuz?
— Ekselans, kolayca bir deney yapabiliriz. Ama sanırım Sekreter
kardeş bu gerçeğ i size onaylayabilir.
Sekreter, Schwartz'ı yıldırıma benzeyen kin dolu bir bakışla sü zdü .
— Tamamen doğ ru Ekselans, dedi titrek bir sesle Gö rdü ğ ü tedavinin
sonucu olup olmadığ ını bilmiyorum, ama bu adamın bu tü r bazı
yetenekleri var. Ancak ampli ikatö rden geçirildiğ inin kaydedilmediğ ini,
bundan haberimiz olmadığ ını ve olayın karanlık bir perde arkasında
kaldığ ını ekleyeyim.
— Yü ksek Bakan'ın onayı ü zerine deney kaydedilmemiştir, diye
serinkanlılıkla cevap verdi Shekt.
Sekreter, cevap olarak omuzlarını silkmekle yetindi.
— Bu gö rü şmenin asıl amacına dö nelim ve aranızdaki tartışmayı
kesin, dedi emreden bir sesle Enniyus. Bu Schwartz’ın telepatik ya da
hipnoz yetenekleri de nedir ve bizim olayla ne ilgisi var?
— Shekt, benim dü şü ncelerimi okuyabildiğ ini sö ylemek istiyor,
deyiverdi Balkis.
— Sahi mi? (Ilk kez Vali, Schwartz'a seslendi.) Peki, şimdi ne
dü şü nü yor?
— Sö ylediğ imizin doğ ru olduğ u konusunda sizi inandırmak için hiçbir
imkâ nımız olmadığ ını dü şü nü yor, dedi hemen eski terzi.
— Tamamen doğ ru, diye sırıttı Sekreter. Ancak bö yle bir sonucu,
bü tü n aklı başında ve mantıklı beyinler çıkartabilir.
— Sizin zavallı bir budala olduğ unuzu, davranmaktan korktuğ unuzu,
sadece ortalığ ın dalgalanmasını istemediğ inizi adalet ve
tarafsızlığ ınızın Dü nyalılar tarafından kabul edilmesini umduğ unuzu da
dü şü nü yor ama, diye devam etti
Schwartz. Bu umudu beslediğ iniz için de, daha aptal olduğ unuz
geçiyor aklından.
Sekreter birden kıpkırmızı oldu.
— Bu iddialara kesinlikle karşı çıkıyorum. Bu, sizi bana karşı
kışkırtmak için açıkça yapılmış bir iftiradır, Ekselans.
— Buna hemen peki diyemeyeceğ im, kolayca inanamayacağ ım.
(Enniyus, yine Schwartz'a dö ndü :) Peki, ya ben ne dü şü nü yorum?
— Ben bir insanın beyninden geçirdiklerini açık-seçik okusam bile,
ille de doğ ruyu sö ylemeyeceğ imi dü şü nü yorsunuz.
Iyice şaşıran Vali, kaşlarını kaldırdı.
— Doğ ru. Tamamen doğ ru. Dr. Arvardan ve Dr. Shekt'in anlattıklarının
gerçeğ e uygun olduğ unu kabul ediyor musunuz?
— Baştan sonuna kadar.
—Oyle olsun. Ancak sizin gibi aynı yeteneğ e sahip biri daha
bulunmadıkça ve bu olaydan ö nceden haberdar edilmeden
denemedikçe, bö yle bir kanıt hukuk açısından geçerli sayılamaz.
Yeteneğ iniz telepat olarak kabul edilse bile.
— Burada bir hukuk sorunu değ il, Galaktika'nın kurtuluşu
konuşuluyor, diye mırıldandı Arvardan.
— Ekselans, bir talepte bulunacağ ım. Bu Joseph Schwartz'ın odadan
çıkartılmasını isteyeceğ im.
— Niçin?
— Telepatik meziyetlerinden başka, kendisinin daha başka zihnı̂
gü çleri de vardır. Beni felç ettiğ i için bunların eline esir dü ştü m. Bana,
hatta size karşı da aynı şeyi yeniden yapmasından korktuğ um için,
çıkartılmasını istiyorum, Ekselans.
Arvardan da kalktı, ama Balkis ses tonunu yü kselterek onun
konuşmasına fırsat vermedi.
— Olağ anü stü yeteneklerinden yararlanarak yargıç ü zerinde etkili
olabilecek birinin ö nü nde, sağ lıklı bir yargıya varılması asla mü mkü n
değ ildir.
Enniyus kararını derhal verdi. Içeri giren bir nö betçi, Joseph
Schwartz'ı dışarı çıkardı. O da direnmedi hiç. Aptal suratında hiçbir
kaygı da yoktu.
Bu, Arvardan için son darbe oldu.
Hâ lâ ayakta olan ve ö z-gü veni giderek artan Sekreter, devam etti:
— Ekselans, dedi ciddi bir edayla, Dr. Arvardan'ın iddiaları ve
sö yledikleri, Dr. Shekt'in tanıklığ ına dayanmaktadır. Onun suçlaması da,
sayıklayan bir yarı ö lü nü n hezeyanlarına dayanıyor. Oysa Joseph
Schwartz ampli ikatö rde tedavi edilmeden ö nce, bö yle bir şey sö z
konusu edilmemişti hiç.
— Kimdir ö yleyse bu Joseph Schwartz? Bu adam sahneye girmeden
ö nce, Dr. Shekt normal ve sorunsuz biriydi. Siz de bir akşam onunla
birlikte oldunuz, ekselans, Schwartz'a tedavinin uygulandığ ı gü n. Dr.
Shekt'in davranışları size garip geldi mi? Imparatorluğ a karşı bir
komplo dü zenlendiğ i konusunda bir uyarıda bulundu mu? Bir
biyokimyagerin ö lmeden ö nceki hezeyanlarından sö z etti mi? Kuşkulu
bir hali var mıydı? Şü pheler besliyor muydu? Şimdi Yü ksek Bakanın
kendisine yapılan deneyler ü zerinde sahtecilik yapmasını emrettiğ ini,
kişilerin adlarının kaydedilmemesini emrettiğ ini ileri sü rü yor.
Ziyaretiniz sırasında bundan sö z etti mi? Yoksa Schwartz ortaya
çıktıktan sonra, yani şimdi mi bahsediyor?
— Soruyu yineliyorum: Kimdir bu Joseph Schwartz? Ortaya çıktığ ı
zaman, bilinen hiçbir dili konuşmuyordu. Bu sonradan, Dr. Shekt'in
aklından şü phe etmeye başladığ ımız zaman zihnimi kurcaladı.
Schwartz Enstitü ye bir çiftçi tarafından getirilmişti. Ne kimliğ ini, ne
geçmişini biliyordu o da. Hakkında hiç bir bilgi sahibi değ ildi. Ve hâ lâ
aynı noktadayız.
— Oysa bu adam, garip bir takım gü çlere sahip. Otuz metreden bir
adamı felç edebiliyor, yakından ise beyninin gü cü yle ö ldü rebiliyor. Beni
felç etti. Kollarımı ve bacaklarımı benim iradem dışında kullandı ve
isteseydi, beynimi de kullanabilirdi.
— Onun kesinlikle Dr. Arvardan'ın, Dr. Shekt'in ve kızının beyinlerini
de kullandığ ına inanıyorum. Onlara gö re, ben kendilerini tutuklayacak,
onları ö lü mle tehdit edecek, onlara imparatorluğ a ihanet ettiğ imi itiraf
edecek, iktidar peşinde koştuğ umu sö yleyecektim. Lü tfen kendilerine
sorun Ekselans: Bu olağ anü stü gü çlere sahip Schwartz'la uzun
zamandır beraber değ iller mi? Belki de Schwartz bir hain değ il, ama
ö yleyse kim?
Sekreter yerine oturdu. Durgunlaşmıştı, adeta neşesi yerine gelmişti.
Arvardan beyninin bir aygıta bağ landığ ını ve giderek daha hızlı
dö ndü ğ ü izlenimine kapılmıştı. Ne cevap verecekti şimdi? Schwartz'ın
maziden geldiğ ini mi sö yleyecekti? Nasıl kanıtlardı bunu? Tartışmasız
ilkel bir dil konuştuğ unu sö yleyerek mi? Ama bunu ancak Arvardan
anlayabilirdi. Kimdi ö yleyse bu Schwartz? Arkeolog neden bö yle
kolayca dev Galaktika'nın fethi tasarılarına inanmıştı.
Beynini kurcaladı durdu. Niçin bu komplo hikâ yesine bö yle inançla
sarılmıştı? Bir arkeolog olarak, şü pheci olması gerekirdi. Oysa... Ne
inandırmıştı kendisini? Bir insanın sö zleri mi? Bir kadının busesi mi?
Yoksa Joseph Schwartz mı?
Artık dü şü nemiyordu!
— Evet? diye sabırsızca ü steledi Enniyus. Verecek bir cevabınız var
mı? Dr. Shekt? Ya da siz, Dr. Arvardan?
Sessizliğ i bozan, Pola oldu.
— Niçin bunu onlara soruyorsunuz? Bunun bir yalan olduğ unu
anlamıyor musunuz? Bu ikiyü zlü yalancının hepimizle oyun
oynadığ ının farkında değ il misiniz? Hepimiz ö leceğ iz, ama artık
umurumda bile değ il... Oysa bu felakete engel olabilirdik. Becerebilirdik
bunu. Bunun yerine ne yapıyoruz? Konuşuyoruz! Konuşuyoruz...
Konuşuyoruz...
Hıçkırarak ağ lamaya başladı.
— Işte bu da bir histeriğ in ağ lamaklı yalvarışları! dedi Sekreter.
Ekselans, size bir ö nerim var. Beni suçlayanlara gö re, harekâ t yani şu
virü slü saldırı ve sonrası, belirli bir saatte başlayacak... Sanırım sabah
saat 6'da. Beni bir hafta sü reyle tutuklamanızı teklif ediyorum. Iddiaları
doğ ruysa, Galaktika'da bir salgının patlak verdiğ i haberi, bir kaç gü n
içinde Dü nya'ya ulaşır. Bu durumda, gezegen hâ lâ imparatorluk
kuvvetlerinin denetimi altında olur.
— Galaktika'da yaşayan bü tü n insanlara karşı, Dü nya! diye yü zü
sapsarı kesilen Shekt mırıldandı.
— Ben kendi hayatıma da, halkımın hayatına da değ er veririm...
Masumiyetimizi kanıtlamak için, bizler sizin elinizde rehiniz. Eskiler
Derneğ i'ne burada tamamen kendi isteğ imle bir hafta kalacağ ımı şimdi
haber vermeye hazırım. Patlaması muhtemel olayların ö nlenmesini de
isterim.
Arvardan artık daha fazlasına tahammü l edemedi. Sakin, ama çılgın
bir ö keyle yerinden kalkıp, doğ ru Vali'nin ü zerine yü rü dü . Niyetlerinin
ne olduğ unu kimse, hiçbir zaman anlayamadı. Ilerde, daha sonra da,
kendisi bile hatırlamayacaktı bunu. Enniyus'un elinin altında bir
nö ronik cop vardı ve bunu kullandı.
Dü nyaya geldiğ inden beri ü çü ncü defa, Arvardan çevresini saran
evrenin bü yü k bir acıyla ü zerine yığ ıldığ ını, her tarafını sardığ ını ve
adeta yırttığ ını hissetti. Bayıldı.
Onun baygın yattığ ı sırada, zaman geçmeye devam etti. Saatler 6'yı
vurdu. Meşum sü re dolmuştu...
21
Büyük Saatten Sonra
Ve geçmişti!
Işık...
Karışık bir ışık, birbirine karışan belirsiz gö lgeler giderek
netleşiyordu.
Bir yü z. Ona dikilmiş gö zler.
— Pola!
Bir darbede, her şey kusursuz bir netlik ve aydınlıkla yerli yerine
oturdu.
— Saat kaç?
Genç kızın bileğ ini o kadar sıktı ki, istemeyerek yü zü kırıştı Pola'nın.
— Saat 7'yi geçiyor. Sü re aşıldı.
Genç kızı delice sü zdü kten sonra, bir sıçrayışta kalktı. Hem de
eklemlerinin olanca acısına aldırmadan. Bir koltuğ a iyice çö ken Shekt,
ü zgü n bir edayla çenesini kaldırdı.
— Hapı yuttuk, Arvardan.
— Ama Enniyus...
— Enniyus rizikoyu gö ze alamadı. Ne gü lü nç, değ il mi? (Fizikçi çatlak
sesiyle buruk bir kahkaha attı.) Biz ü çü mü z, insanlığ a karşı
dü zenlenmiş bü yü k bir komployu meydana çıkardık. Dışardan yardım
gö rmeden, komplonun beynini yakalayıp, adalete teslim ettik. Tıpkı
tele-romanlardaki gibi. Son anda zafere ulaşan sü per kahramanlar!
Genellikle, bu tarihin sonu olur. Ama bizim olayımızda roman devam
etti ve ne oldu? Kimse bize inanmadı. Gerçek romanlarda asla bu bö yle
geçmez. Her şey iyi biter onlarda. Ne gü lü nç, değ il mi?
Shekt hıçkırdı ve devam edemedi.
Arvardan, yü reğ i bulanarak dö ndü . Pola'nın gö zleri, gö zyaşlarına
batmış iki karanlık evren gibiydi. Bir an bu gö zlerin içine gö mü ldü . Bu
gö zler, gerçekten yıldızların kaynaştığ ı birer evrendi. Ve ışık-yıllarını
kemiren metalik parıltılı fü zeler, hızla yıldızlara doğ ru yaklaşıyor,
şaşmaz bir biçimde ö lçü lmü ş ö lü mcü l menzillerini aşıyorlardı. Çok
geçmeden aynı fü zeler sayısız gezegenin atmosferine girecek, burada
parçalanacaklardı. Işte o zaman gö z bebeklerine virü s yağ acaktı...
Her şey tü ketilmişti...
Artık kaçınılmaz sonu ö nleyecek hiçbir engel yoktu.
— Schwartz nerede? diye kısık bir sesle sordu Arvardan.
Pola başını salladı.
— Onu geri getirmediler.
Kapı açıldı. Arvardan ö lü mü n kaçınılmazlığ ına boyun eğ mişti, ama
yine de umutla dö nmekten kendini alamadı.
Ama gelen Enniyus'tu. Arvardan'ın yü z ifadesi sertleşti, başını başka
yere çevirdi.
Enniyus ilerledi. Baba-kıza baktı. Fakat o anda bile, Shekt ve Pola her
şeyden ö nce Dü nyalıydılar ve Valiye bir şey sö yleyemezlerdi, oysa ani
bir ö lü m kendilerini bekliyordu ve ü stelik bu ö lü m, Enniyus için çok
daha ani ve acılı olacaktı.
Vali, Arvardan'ın omuzuna vurdu:
— Doktor Arvardan?
— Ekselans? diye acı ve buruk bir sesle cevap verdi arkeolog.
— Korkulu saat geçti.
Enniyus gece hiç uyumamıştı... Balkis resmen aklanmıştı, ama onu
suçlayanların birer deli olduklarına inanmak da kolay değ ildi. Ne de
beyinlerinin denetim altında olduğ una... Vali, Galaktika'nın ö mrü nü
yavaş yavaş kemiren kronometrenin insanlık dışı sesini dinleyerek
doldurmuştu saatleri.
— Evet, saat altıyı geçti ve yıldızlar hâ lâ parlıyor.
— Yine haklı olduğ unuzda ısrar mı ediyorsunuz?
— Birkaç saate kadar, komplonun ilk kurbanları ö lecekler, Ekselans.
Bu fark edilmeyecek bile. Her gü n insanlar ö lü yor. Bir haftaya kadar, yü z
binlerce insan can vermiş olacak. Tedavi edilenlerin sayısı, sıfıra yakın
bir rakamda kalacak. Çü nkü bilinen hiçbir ilâ cı yok bu virü sü n. Bazı
gezegenler, SOS işaretleri gö nderecek. On beş gü n içinde bunların sayısı
yü zlerceyi bulacak. Komşu bö lgelerde olağ anü stü hâ l ilâ n edilecek. Bir
ay sonra da bü tü n Galaktika çö kü şü n pençesinde kıvranacak. Iki ay
sonra da ancak yirmi kadar gezegen afetten yakasını sıyırmış olarak
kalacak. Altı ay içinde Galaktika yaşamını sü rdü recek. Peki, ilk raporlar
gelmeye başladığ ı zaman, ne yapacaksınız.
— Ben sö yleyeyim size: Belki de salgının kaynağ ının Dü nya olduğ unu
bildireceksiniz. Ama bir tek insan hayatını kurtarmaya bile
yetmeyecek. Eskiler Derneğ i'ne savaş ilan edeceksiniz. Bu da bir tek
can bile kurtaramayacak... Dostunuz Balkis ve Galaktika Konseyi
arasında arabuluculuk etmezseniz elbette... Belki de Sekreter'e bü yü k
bir olasılıkla çok geç kalacak antitoksin karşılığ ında, imparatorluğ un
acınacak haldeki artıklarını teslim etmek şere ine erişeceksiniz... Ama
bu arada ne bir tek insanın hayatı kurtulacak, ne de sayısız
gezegenlerden biri...
— Durumu gü lü nç denecek şekilde dramatize ettiğ inizin farkında
değ il misiniz? diye inançsız bir tebessü mle sordu Enniyus.
— Oyle, ö yle! Ben nasıl olsa ö lmü ş bir insanım, siz de bir leş! Ama hiç
olmazsa serinkanlı ve yü ce gö rü nmeye çalışalım, ha?
— Beni nö ronik copu kullanmaya zorlamak istiyorsanız...
— Asla, diye alaycı bir yanıt verdi Arvardan. Artık alıştım buna da...
Artık hiçbir şey hissetmiyorum.
— Elden geldiğ ince mantıklı olmayı deneyeceğ im. Pis bir olaydı bu.
Olup bitenleri inandırıcı bir tarzda nakletmek çok gü çtü . Sebepsiz yere
susmak da. Bunu belirttikten sonra, sizden başka diğ er suçlayanlar,
Dü nyalıydı. Ancak sizin tanıklığ ınızın bir ağ ırlığ ı olabilirdi. Bu
suçlamayı yö nelttiğ iniz zaman şeyin... yani, neyse... Şu zihnı̂ kontrol
hikâ yesini izah edecek bir formü l buluruz... Bö yle bir açıklama yazıp
imzalayamaz mısınız?
— Bundan kolay ne var? Benim deli, sarhoş, hipnotize edilmiş ya da
uyuşturucu almış olduğ umu sö yleriz! Hepsi geçerli, ha?
— Rica ederim, mantıklı olun. Beni dinleyin... Enniyus sesini alçaltarak
devam etti: Siz bir Siriuslusunuz. Nasıl oldu da Dü nyalı bir genç kıza
â şık olabildiniz?
— Ne?
— Bağ ırmayın. Izah ediyorum. Eğ er aklınız başınızda olsaydı, Dü nyalı
bir kişinin sizi baştan çıkarmasına gö z yumar mıydınız?
Enniyus bö yle derken çenesiyle belirsizce Pola'yı işaret etti.
Arvardan, adamın dosdoğ ru gö zlerinin içine baktı. O kadar şaşırmıştı
ki, kendi gö zleri de fal taşı gibi açılmıştı. Sonra da dü nyadaki en ü st
dü zey imparatorluk yö neticisinin birden boğ azına sarılıverdi. Enniyus
boş yere kurtulmak için çırpındı.
— Demek kafanızın içindeki şey bu ha? diye dişlerini gıcırdatarak
sordu Arvardan, Bayan Shekt'ten sö z ediyorsunuz, değ il mi? Oyleyse
kendisinden layık olduğ u nezaketle sö z etmenizi ö neririm. Haydi,
kaybolun! Nasılsa siz ö lmü ş bir insansınız!
Doktor Arvardan, diye kekeledi Vali, kabul edin ki sizin durumunuz a...
Bu sırada kapı açıldı, Albay içeri girdi.
— Ekselans, halk yine toplandı.
— Ne? Balkis yerel otoritelere gereken uyarıda bulunmadı mı? Bir
haftalık bir ateş-kes sü resi olacaktı hani?
— Dü nyalılarıyla konuştu ve kendisi hâ lâ burada. Ancak halk da
burada. Ateş açmaya hazırız ve bu ü ssü n kumandanı olarak kalabalığ ın
ü zerine ateş açılmasını tavsiye ediyorum. Emirleriniz nedir, Ekselans?
— Ben Balkis'i gö rmeden ö nce, sakın kımıldamayın. Getirin onu
buraya. (Enniyus dö ndü .) Sizinle daha sonra uğ raşacağ ım, Dr.
Arvardan!
Balkis içeri girdiğ inde, gü lü msü yordu. Vali'nin karşısında resmı̂ bir
edayla eğ ildi, o da belli belirsiz bir baş selamıyla karşılık verdi.
— Adamlarınızın Dibburn ü ssü çevresinde yeniden toplandıklarını
haber aldım, dedi kuru bir edayla. Bu vardığ ımız anlaşmaya aykırı. Kan
dö kü lmesini istemiyoruz, ama bizim de sabrımızın sınırı var. Hemen
kendilerine sessiz sedasız dağ ılmalarını emreder misiniz?
— Eğ er canım isterse.
— Canınız isterse mi? Size derhal mü dahale etmenizi tavsiye ederim.
Hemen!
— Ekselans, bu konuda bana pek bel bağ lamayın. (Gü lü msemeye
devam eden Sekreter, kolunu kaldırdı. Vahşi bir sesle, uzun sü redir
gemlediğ i neşesini adeta kusarak konuştu.) Budala! Çok beklediniz ve
bunu hayatınızla ö deyeceksiniz! Hayatınızın geri kalan kısmını kö le
olarak geçirmek isterseniz, o başka! Ama peşin sö yleyeyim, kö lelik hoş
olmayacak.
Bu sö zler ve yarattığ ı şok, Enniyus'u yıkmıştı. Meslek hayatına
kuşkusuz bü yü k bir darbe indirilmiş oluyordu, ama bir imparatorluk
diplomatına ö zgü serinkanlılığ ını yine de elden bırakmadı. Ancak
bitkinlik, bakışlarında yansıdı hemen.
— Demek ihtiyatlılığ ım bana ihanet etti, ö yle mi? Virü s hikâ yesi
doğ ruydu demek ha? (Sesindeki hayret, adeta soyuttu.) Fakat siz ve
bü tü n Dü nya, elimizde rehinsiniz.
— Ne mü nasebet! diye muzaffer bir edayla cevap verdi Sekreter. Asıl
siz ve sizinkiler bizim elimizde rehinsiniz.
Şu anda bü tü n Galaktika'ya bulaşmakta olan virü s, Dü nyayı da
etkiledi. Şimdiden garnizonun bü tü n şehirlerinin atmosferine sıçradı
bile. Ancak Dü nyalıların bu virü se karşı bağ ışıklıkları var. Kendinizi
nasıl hissediyorsunuz, sayın Vali? Uzerinizde bir za iyet belirtisi yok
mu? Boğ azınız kurumadı mı? Ateşlenmediniz mi daha? Sizi temin
ederim, bu belirtiler ortaya çıkmakta gecikmeyecek. Ve bunun ilacını da
ancak bizde bulabilirsiniz.
Enniyus uzun bir sü re hiçbir şey sö ylemeden bekledi. Ince yü zü nde
inanılmayacak değ işik bir ifade belirmişti. Sonra Arvardan'a dö nü p,
sakin ve kesin konuştu:
— Doktor Arvardan, sö zü nü ze inanmadığ ım için sizden ö zü r
dilemekten başka yapacak bir şeyim kalmıyor. Doktor Shekt, bayan
Shekt, lü tfen ü zü ntü lerimi kabul buyurun.
Arvardan dişlerini gö stererek sırıttı.
— Bu şere li ö zü r için teşekkü rler. Dü nyaya çok yararı dokunacak.
— Alaycı la larınıza layığ ım. Mü saade ederseniz, Everest'e dö nü p,
ailemin yanında ö lmek istiyorum. Bu kişiyle bir anlaşma sö z konusu
olamaz elbette. Imparatorluk Valisinin askerleri ö lmeden ö nce elbette
gö revlerini yapacaklardır. Bundan şü phem yok. Bizim peşimizden pek
çok Dü nyalının da ö leceğ ini biliyorum. Elveda.
— Durun! Gitmeyin!
Enniyus yavaş yavaş geri dö ndü .
Gelen Joseph Schwartz idi. Yü zü kapkaraydı. Yorgunluktan
sendeliyordu.
Sekreter birden kasıldı ve geriye doğ ru bir adım attı. Maziden gelen
adamı çekinerek sü zdü .
— Hayır! diyerek gıcırdattı dişlerini. Ilacın sırrını benden alamazsınız.
Kurayla saptanmış bir avuç insan biliyor ancak bunu ve uygulamasını
da ancak birkaç kişi ö zel olarak ö ğ rendi. Virü s etkisini gö sterene dek,
hepsi de sizden uzakta kalacak.
— Şimdilik hepsi gerçekten erişilmez yerlerde, ancak bilin ki virü sü
alt etmek için panzehire gerek yok.
Arvardan bu açıklamanın anlamını ilk anda anlayamadı. Sonra birden
bir ikir şimşek gibi çaktı beyninde. Yoksa gerçekten oyuna mı
getirilmişti? Yoksa Sekreter gibi, o da bü yü k bir manevranın kurbanı mı
olmuştu? Ama niçin?
— Ne demek istiyorsunuz? diye sordu Enniyus. Çabuk... Cevap verin!
— Karışık bir iş değ il, dedi Schwartz. Daha dü n akşam, orada oturup
sizi dinlemenin hiç bir işe yaramayacağ ına karar vermiştim. Bunun
ü zerine yavaş yavaş Sekreter'in beyni ü zerinde çalışmaya başladım.
Çok zamanımı aldı bu. Ozellikle kendisinin fark etmemesi gerekiyordu.
En sonunda benim dışarı çıkarılmamı istedi. Benim istediğ im de
buydu. Gerisi artık kolaydı.
— Muhafızımı zararsız hale getirdikten sonra, uçuş pistine gittim.
Alarm durumu ilan edilmişti. Stratojet uçuşa hazırdı. Yakıt depoları
doldurulmuş, bombalar yerleştirilmişti. Pilotlar bekliyorlardı.
Içlerinden birini seçtim ve Senloo'ya doğ ru yola çıktık.
Sekreter bir şeyler sö ylemek istiyordu, ama ağ zını açıp kapatmaktan
başka bir şey yapamadı. Tek kelime edecek halde değ ildi.
— Ama birini bir aygıtı kullanmaya muktedir değ ildin ki Schwartz!
diye bağ ırdı Shekt. Siz ancak bir insanı yö neltebiliyordunuz.
— Evet, kendi isteğ ine karşı olduğ u zaman. Ama ben Dr. Arvardan'ın
beyninin içini okumuş ve Siriusluların Dü nyalılardan nasıl nefret
ettiklerini ö ğ renmiştim. Bunun ü zerine Sirius kö kenli bir pilot aradım
ve Teğ men Claudy'yi buldum.
— Teğ men Claudy mi? diye bağ ırdı Arvardan.
— Evet. Ha! Onu tanıdığ ınızı anladım. Aklınızda belli bu.
— Tanımak mı? Hem de nasıl! Devam edin, Schwartz.
— Ben bile onun Dü nyalılardan bö ylesine nasıl nefret ettiğ ini
anlamakta gü çlü k çekiyordum. Ama beynine girmiştim. Onları
bombalamak istiyordu. Yok etmek istiyordu hepsini. Yalnız disiplin
alışkanlığ ı uçağ a atlamasına engel oluyordu.
— Bu tü r dü şü nce tarzları bü yü k ö zellikler taşır. Şö yle bir itiş, ufak bir
tahrik, ve elveda disiplin! Eminim, benim de kendisiyle birlikte uçağ a
bindiğ imi dahi fark etmemiştir.
— Senloo'yu nasıl buldunuz? diye sordu Shekt.
— Benim zamanımda St. Louis adında bir şehir vardı, iki nehrin
arasında kurulmuş bir yerdeydi. Bu sayede Senloo'nun yerini saptadık.
Geceydi, ama radyoaktivite okyanusunun orta yerinde bir kara leke
hemen dikkati çekiyordu. Dr. Shekt, tapınağ ın bulunduğ u yerde
radyoaktivite bulaşmamış bir vaha olduğ unu sö ylemişti. Once
aydınlatıcı bir fü ze fırlattık. Bu benim zihnı̂ bir ö nerimdi. Bö ylece beş
uçlu bir yıldız şeklindeki yapıyı gö rdü k. Bu yapı, Sekreterin beyninde
okuduğ um, gö rü ntü ye çok benziyordu. Işte bu yapının bir kenarında,
yü z kadem derinliğ inde bir de çukur vardı. Bü tü n bunlar sabahın saat
3'ü nde oluyordu. Virü s yü klü fü zeler henü z fırlatılmamıştı. Evren
kurtulmuştu!
Sekreter, hayvan ulumasını andıran bir çığ lık attı. Şeytanı̂ bir haykırış.
Atılmak için gerildi... Ve yığ ılıp kaldı birden. Dudaklarının arasından
beyaz kö pü kler çıktı.
— Ona dokunmadım bile, dedi Schwartz. (Gö zleri Balkis'in hareketsiz
vü cuduna dikili, dü şü nerek devam etti:) Saat 6'dan ö nce dö nmü ştü m,
ama sü re olarak verilen saatin geçmesini beklemek gerekiyordu.
Balkis'in oyununu açıklaması şarttı. Beynine sızdığ ım için, bö yle
davranacağ ını biliyordum. Onu ikna etmek için başka çarem yoktu. Işte
şimdi de cansız, yatıyor.
22
İyisi Daha Doğacak
Bü yü k Saat'e pek az bir zaman kala uçakla havalandığ ı gecenin
ü zerinden otuz gü n geçmişti. Bü yü k Saat, Galaktika'nın yok edilişinin
başlayacağ ı H Saat'ti. Çılgınca emirler ters yü z edip geri dö nmesini
emrediyordu, ama dö nmemişti.
Senloo tapınağ ını yok etmeden ö nce, asla!
Bu kahramanca davranış, artık resmiyete dö kü lmü ştü . Astronef ve
Gü neş Nişanı'nın birinci dereceden madalyası, artık cebindeydi. Bü tü n
Galaktika'da, ondan başka hayatta iken bu nişana layık gö rü len, ancak
iki kişi vardı.
Doğ rusu emekli bir terzi için, az şey değ ildi bu.
Elbette bir avuç çok ü st dü zey yö neticisinden başka, hiç kimse onun
ne yaptığ ını bilmiyordu, ama bunun ö nemi yoktu. Bir gü n nasıl olsa
tarih kitapları bu başarıyı anlatacaktı.
Akşam serinliğ inde, Dr. Shek'in evine gitti. Şehir, tepesindeki yıldızlı
gö kyü zü kadar sakindi. Dü nya'nın bazı ıssız bö lgelerinde zorba çeteleri
hâ lâ kıpırdanıyordu, ama şe leri ya ö ldü rü lmü ş, ya yakalanıp hapse
atılmıştı ve ılımlı Dü nyalılar bu komandolarla baş edebiliyordu.
Radyoaktif olmayan humuslu toprak yü klü dev konvoylar, yola
çıkarılmıştı. Enniyus başlangıçtaki ö nerisini yinelemiş, ancak
Dü nyalılar bir başka gezegene gö ç etmeyi kabul etmemişlerdi.
Dü nyalılar merhamet dilenmiyordu. Onlar kendi dü nyalarını yeniden
yoğ urmak, atalarının topraklarını tekrar canlandırmak, insanlığ ın
gerçek beşiğ ini yeniden yaratmak niyetindeydiler. Kan ve ter dö kerek
gü çlü klere katlanmak, radyoaktif toprakları yok etmek, onun yerine
sağ lıklı topraklar yerleştirmek istiyorlardı.
Gö z alabildiğ ince uzanan ö lü alanların yeniden hayata dö nmesini,
yeşermesini, çö llerin olanca gü zellikleriyle çiçeklenmesini istiyorlardı.
Bu, yü zyıllık bir çaba gerektirecek, dev bir girişimdi. Olsun! Galaktika,
Dü nyaya gereken makineleri sağ layacaktı. Galaktika, besin yardımında
bulunacaktı. Galaktika, humuslu toprak da gö nderecekti. Galaktika'nın
sınırsız kaynakları gö z ö nü ne alınırsa, çocuk oyuncağ ıydı bu. Ustelik iyi
bir yatırımdı.
Ve çok daha sonraları, Dü nyalılar da diğ er halklar gibi bir halk olacak,
diğ er gezegenler gibi, bir gezegen durumuna gelecekti. Insanlığ ın diğ er
yö releriyle eşit dü zeye erecekti.
Sahanlıktan geçerken, Schwartz'ın yü reğ i bu mucize sonucun
hayaliyle coşuyordu. Bir hafta sonra Arvardan'la birlikte Galaktika'nın
merkezini oluşturan dev dü nyaları ziyarete gidecekti. Kendi
kuşağ ından hangi insan Dü nya'dan ayrılmıştı ki?
Bir an eski Dü nyayı, kendi Dü nya'sını, çok ö nceleri ö len Dü nyayı
dü şü ndü .
Oysa bü tü n bu olup bitenler sırasında, ancak ü ç buçuk ay yaşlanmıştı.
Elini kaldırıp geldiğ ini haber yereceğ i sırada, beyninde bir takım
sö zcü kler titreşti, durdu hemen. Şimdi dü şü nceleri olağ anü stü bir
netlikle işitiyordu. Kü çü k çan sesleri gibi.
Elbette Arvardan'ın bu ve basit sö zcü klerle aklından geçenleri ifade
ediyordu yine.
— Pola, bekledim ve dü şü ndü m, dü şü ndü m ve bekledim. Bu kadarı
yeter artık. Benimle geleceksin.
Pola da aynı tutkunun esiriydi ama ü zü lerek cevap verdi:
— Imkâ nsız bir şey bu, Bel. Tamamen imkâ nsız. Ben basit bir taşralı
kızım. O dev gezegenlerde kendimi aptal gibi hissederim. Zaten ben alt
tarafı Dü nyalı bir ki...
— Sus! Sen benim karımsın, o kadar. Biri sana kim olduğ unu sorarsa,
Dü nya'da doğ duğ unu, imparatorluk vatandaşı olduğ unu sö ylersin.
Başka ayrıntılar isterlerse, karım olduğ un cevabıyla yetinirsin.
— Oyle olsun, ama Trentor Arkeoloji Derneğ i'ne bildirini sunduğ un
zaman, ne olacak?
— Ne mi olacak? Once bir yıllık bir izin alıp, Galaktika'nın belli-başlı
gezegenlerini ziyaret edeceğ iz. Bir tekini bile ihmal etmeyeceğ iz, hatta
bu yü zden posta fü zelerine binmek zorunda kalsak bile... Galaktika'yı
tanıyacak ve devlet parasıyla geçirilebilecek en gü zel balayını
geçireceğ iz.
— Ya sonra?
— Sonra Dü nyaya dö necek, çalışma birliklerinden birine katılıp,
hayatımızın gelecek kırk yılını, radyoaktif alanları yeniden
canlandırmak için taraçalar hazırlamakla geçireceğ iz.
— Niçin bunu yapmak istiyorsunuz?
— Çü nkü ... (O anda Arvardan'ın akıl bü tü nleşmesi, derin bir iç
çekmeye benzeyiverdi.) Çü nkü seni seviyorum, çü nkü sen bunu
yapmak istiyorsun ve tıpkı şeref vatandaşlığ ı belgemde yazılı olduğ u
gibi, ben vatansever bir Dü nyalıyım.
— Peki...
Konuşma bitmişti.
Ama zihnı̂ bağ lantı devam etti ve Schwartz, alabildiğ ince mutlu, yalnız
biraz utanmış halde uzaklaştı oradan. Bekleyebilirdi nasıl olsa.
Mutluluklarına kavuştukları zaman, onları yine rahatsız edebilir, buna
rahatça zaman bulabilirdi.
Sokağ a inip bekledi. Gö kyü zü nde yıldızlar soğ uk parlaklıklarıyla
parıldıyordu. Gö rü nen ve gö rü nmeyen yıldızlarıyla koca bir Galaktika.
Işte o zaman kendisi için, yeni Dü nya için, uzaklarda, çok uzaklardaki
milyonlarca gezegen için Joseph Schwartz artık yalnız kendisinin
bildiğ i şiiri alçak sesle bir kere daha okudu:
"Birlikte yaşlanalım!
En iyisi daha doğacak"