You are on page 1of 6

NÂZIM HİKMET’İN HAYATI (ÖZET) (1902 - 1963)

Nâzım Hikmet “Romantik komünist” ve “romantik devrimci” gibi farklı isimlerle anıldı. Siyasi düşünceleri yüzünden
defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile
çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır. Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment
Er adlarını da kullanmıştır. İt Ürür Kervan Yürür kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır.

Komünist siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde
geçirmiş; Türkiye'de 11 ayrı davadan yargılanarak İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre hapis
yatmıştır.[2] Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır.
1951 yılında Türkiye'den ayrılması sonrasında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılmış; bu karar ölümünden 46 yıl
sonra, 5 Ocak 2009 tarihinde iptal edilmiştir.[2]

1963 yılında Moskova'da kalp krizi sonucu öldü. Mezarı hâlen Moskova'dadır.

Yaşam öyküsü

Ailesi
Babası, Matbuat Umum Müdürlüğü ve Hamburg Şehbenderliği yapmış olan Hikmet Nâzım Bey'dir Hikmet Bey, Diyarbakır,
Halep, Konya ve Sivas gibi illerde valilikler yapmış olan Mehmet Nâzım Paşa'nın (ö. 1926) oğludur.[3] Mevlevi tarikatından
olan ve özgürlükçü fikirlere sahip Nâzım Paşa, Selanik'in son valisidir. Nâzım Hikmet, dedesi Nâzım paşanın etkisiyle şiir
yazmaya başlamıştır.

Annesi Ayşe Celile Hanım (d. 1880), dilci ve eğitimci de olan Hasan Enver Paşa ile Leyla Hanım'ın kızıdır. Hasan Enver
Paşa Polonya'dan 1848 Ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden ve Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa
Celalettin Paşa adını alan Konstantin Borzecki'nin oğludur. Mustafa Celaleddin Paşa, Osmanlı Ordusu'nda subay olarak
görev yapmış ve Türk tarihi üzerine önemli bir eser olan Eski ve Yeni Türkler kitabını yazmıştır. Celile Hanım'ın annesi
Leyla Hanım ise Alman kökenli Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa'nın, yani Ludwig Karl Friedrich Detroit'in kızıdır. Celile
Hanım'ın kız kardeşi Münevver Hanım, şair Oktay Rifat'ın annesidir. Oğlu Nâzım tarafından "Alman, Polonyalı, Gürcü,
Çerkez ve Fransız kökenli" olarak tarif edilir.

Çocukluğu
Nâzım Hikmet, Mehmed Nâzım adıyla 15 Ocak 1902 tarihinde Selanik'te doğdu. O sırada Hariciye Nezareti memuru olarak
Selanik'te çalışan Hikmet Bey, Nâzım'ın çocukluğunda memuriyetten ayrıldı ve ailesiyle birlikte, Halep'te bulunan babasının
yanına gitti.Nâzım Paşa'nın Diyarbakır'a atanmasıyla birlikte, Hikmet Bey ve ailesi de Diyarbakır'a taşındı.Fakat daha sonra
Hikmet Bey, ailesiyle birlikte İstanbul'a taşındı. Hikmet Bey'in İstanbul'daki iş kurma denemeleri de iflasla neticelenince
memuriyet hayatına geri döndü. Fransızca bildiği için 28 Şubat 1914’te Matbuat-ı Umumiye çevirmenliğine atandı. Bu sırada
1910 yılında emekli olan Nâzım Paşa da İstanbul'a, oğlunun yanına taşındı.

Nâzım Hikmet, ilk öğrenimini Göztepe Taş Mektebinde tamamladı.[8] İlk şiiri Feryad-ı Vatan'ı 3 Temmuz 1913'te yazdı.[9]
Aynı yıl Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde ortaokula başladı, fakat bu okulun pahalı olması nedeniyle Nişantaşı Sultanisine
geçti.

25 Eylül 1915'te Heybeliada Bahriye Mektebine girdi. O sırada Yahya Kemal de bu okulda öğretmenlik yapmaktaydı. Yahya
Kemal'in, Nâzım'ın annesi Celile Hanım'la ilişkisi olduğu söylentileri, Hikmet-Celile çiftinin arasını bozdu ve çift, bir süre
sonra boşandı. Hikmet Bey daha sonra,1918-1922 yılları arasında Hamburg Başkonsolosu olarak görev yaptı.

Nâzım 1918'de, 26 kişi içinden 8. olarak Bahriye Mektebinden mezun oldu. Mezun olduğunda dönemin okul gemisi
Hamidiye gemisine güverte stajyer subayı olarak atandı. 1919 kışında zatülcenp(=Akciğer zarında sıvı birikmesi) hastalığına
yakalandı, birkaç ay süren tedavisi sırasında sağlık kurulu 1920 Mayıs ayında Nâzım'ı askerlikten çürüğe çıkardı.

1
Millî Mücadele dönemi
Millî Mücadelenin ilk yılını hasta olarak geçiren Nâzım Hikmet, 19 yaşındayken, 1921 Ocak ayında arkadaşı Vâlâ Nureddin
ile Kurtuluş Savaşına katılmak üzere ailesinden habersiz Anadolu'ya geçti. İnebolu'ya vardığında Anadolu halkının, özellikle
köylünün çileli yaşayışını yakından gördü. Bu sırada Spartakistlerden Sadık Ahi (Mehmet Eti) adlı bir sosyalistle tanıştı ve
ondan yeni fikirler öğrendi. Yedi günlük yaya yolculuk sonrasında Ankara'ya ulaştı. Cepheye gönderilmedi, 14 Haziran
1921’de Bolu Sultanisi kısm-ı iptidai muallimliğine atandı. Burada bir süre öğretmenlik yaptı, çevrenin tutucu olması
nedeniyle zorlandı, hatta Milli Mücadeleye karşı padişahı destekleyen kişilerin düşmanlığını kazandı.

Ağustos 1921'de Bolu'dan ayrıldı. Düzce, Akçakoca, Zonguldak ve Trabzon'dan geçerek 30 Eylül'de Batum'a ulaştı. Burada
bir süre yaşadı. Temmuz 1922'de Tiflis'ten Moskova'ya gitti.

Moskova dönemi (1922-1928)


Nâzım Hikmet Temmuz 1922'de Moskova'ya vardığında Ekim Devrimi sonrasında başlamış olan Rus İç Savaşının son ayları
yaşanıyordu. Nâzım Türkiye Komünist Partisi üyesi olarak burada Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesinde felsefe,
siyasal bilimler ve iktisat dallarından oluşan Marksizm-Leninizm eğitimi aldı.

Moskova’da SSCB'nin ilk yıllarına tanık oldu. Ekim Devriminin lideri Lenin'in 24 Ocak 1924 günü ölmesi üzerine Nâzım,
Lenin'in mezarında beş dakika nöbet tuttu.

Nâzım Hikmet Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesinden mezun olup 1924 Aralık ayında Türkiye Komünist Partisinin
ülke içindeki faaliyetlerine katılmak üzere gizlice yurda döndü, fakat sadece yedi ay kalabildi. Bir yandan babasının çıkardığı
Sinema Postası dergisinin teknik işlerine yardım etti, bir yandan da Türkiye Komünist Partisinin legal yayın çalışmalarında
görev aldı. Bunlardan Aydınlık dergisine yazılar ve şiirler yazdı, 21 Ocak 1925 tarihinde yayımlanmaya başlayan Orak-
Çekiç gazetesine de yazdı, bu gazeteyi sokaklarda sattı. Polis takibine takılması üzerine gizlice İzmir'e gitti.

1925 Mart ayında çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu aracılığıyla liberal, sosyalist her türlü muhalif kuruluşlar ve yayın organları
kapatıldı, birçok yazar tutuklandı. Nâzım Hikmet aranmasına rağmen bulunamadı, İstiklal Mahkemesinde gıyaben yargılandı
ve 12 Ağustos 1925 tarihinde gizli komünist partisi üyeliğinden 15 yıl kürek mahkumiyetine çarptırıldı. Bir takaya binerek
dönemin TKP lideri Şefik Hüsnü ile birlikte yurt dışına çıkıp TKP'nin 1926 Viyana Konferansına katıldı ve yeniden
Moskova'ya gitti.

Türkiye'ye dönüşü (1928-1935)


1 Mart 1926 tarihinde kabul edilen Türk Ceza Kanunu uyarınca bir yıl önce aldığı 15 yıllık hapis cezası 1 yıla inince, Nâzım
Hikmet yurda dönmek için Türkiye Büyükelçiliğine birkaç kez başvurdu fakat olumlu sonuç alamadı. Bunun üzerine
Temmuz 1928'de ülkeye sahte pasaportla girdikten sonra Hopa'da yakalanıp burada iki ay tutuklu kaldıktan sonra Rize'ye,
oradan İstanbul'a, oradan da Ankara'ya sevk edildiler. Burada Nâzım'ın 1925 İstiklal Mahkemesi mahkumiyet hükmü
kaldırıldı, ikisine sahte pasaport kullanmaktan üç ay ceza verildi, fakat tutukluluk süreleri mahkumiyet süresini aşmış
bulunduğu için serbest bırakıldılar.

Nâzım, Ankara'da eski TKP yöneticilerinden Şevket Süreyya Aydemir ve başkaları tarafından kendisine yapılan Halkevi
bünyesinde çalışma teklifini geri çevirip İstanbul'a gitti ve 1929'da Zekeriya Sertel ve Sabiha Sertel'in çıkardığı Resimli Ay
dergisinin kadrosuna katıldı. Bu arada Muhsin Ertuğrul, Cemal Reşit Rey, Peyami Safa gibi ünlü isimlerle de çalıştı. Kısa
sürede ülke çapında tanınan bir şaire ve düşünce adamına dönüştü. 835 Satır adlı şiir kitabı edebiyat çevrelerinde geniş
yankı uyandırdı.

Bu dönemde Nâzım, TKP içerisinde de hızla öne çıktı. Fakat Troçkist vb. olmakla suçlanıp 1932'de partiden atıldı.

Bir süre, nispeten rahat bir dönem yaşanıp ardından yine baskılar artınca, Nâzım yirmiye yakın takma ad kullanarak yazmaya
devam etti. Destanlarla öne çıkan ustalık döneminin ilk kitabı sayılan Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936)
Türkiye’de sağlığında yayımlanan son eseri oldu. Bu tarihten 1968 yılına kadar eserlerinin Türkiye'de basım ve yayımı
yasaktı.

2
Hapis hayatı (1938-1950)
Nâzım Hikmet ordu mensupları arasında komünizm propagandası ve örgütlenme faaliyetleri yürüttüğü iddiasıyla 17 Ocak
1938 gecesi gözaltına alındı, sonra Ankara'ya gönderildi. Harp Okulu Komutanlık Askerî Mahkemesinde "askerî kişileri
üstlerine karşı kışkırtmak" suçlamasıyla yargılandı.

29 Mart 1938 tarihinde on beş yıl ağır hapsine ve ömür boyu kamu hizmetlerinden men edilmesine karar verildi. Aynı
fiillerinden ötürü ayrıca Ağustos ayında 1938 Donanması Davası olarak da bilinen davada da o dönem TKP'nin önde gelen
isimlerinden Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte "donanmayı isyana teşvik" suçundan yargılanıp herhangi bir tanık veya kanıt
olmamasına rağmen yirmi yıl ağır hapis cezası aldı. Böylece toplam hapis cezası, birtakım indirimlerden sonra, 28 yıl 4 ay
oldu.
31 Ağustos 1938'de İstanbul Tevkifhanesine, oradan da 1940 Şubat ayında Çankırı Cezaevine gönderildi. Burada birlikte
kaldığı Kemal Tahir ile dostluğu daha sonra mektuplarla sürdü. Çünkü sağlığının bozulması üzerine aynı yılın Aralık ayında
Bursa Cezaevine nakledildi. Burada ise Orhan Kemal ve Balaban ile birlikte kaldı. Tüm bu süre zarfında edebi çalışmalarına
cezaevinden devam etti, ailesi ve arkadaşlarıyla mektuplaştı. Cezaevindeyken Kuvâyi Milliye Destanı, Memleketimden İnsan
Manzaraları gibi sayısız eserler üretti.

Cezaevinde kaldığı yıllar boyunca hakkında verilen kararın bozulması için çabalarını sürdürdü. Gerek büyük dayısı Ali Fuat
Cebesoy ve başkaları aracılığıyla yapılan çabalar gerekse doğrudan kendisinin "Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin.
Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum. Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum." gibi ifadeler içeren
dilekçesi vb. hiç fayda etmedi.

1945'te II. Dünya Savaşı sona erdiğinde, bir yandan Türkiye'de tek parti rejiminden çok partili demokrasiye geçiş sancıları
yaşanıyor, bir yandan da uluslararası planda yavaş yavaş Soğuk Savaş rüzgarları hissedilmeye başlıyor ve bu şartlarda tek
cephe politikaları sürdürülmeye çalışılıyordu. 1949 yılında, Vatan gazetesinin liberal demokrat sahibi ve başyazarı Ahmet
Emin Yalman, Nâzım Hikmet'e özgürlük kampanyası başlattı.

Bursa'ya gidip cezaevinde Nâzım'la görüşen Ahmet Emin Yalman'ın 19 Ağustos 1949 tarihli gazetesinde [Tevfik] Fikret ve
Nâzım Hikmet başlıklı başyazısını yayınlaması Nâzım Hikmet’in hapis sürecinde bir dönüm noktası oluşturdu. Liberal
gazeteci Ahmet Emin Yalman'ın tek parti rejimi tarafından haksız yere hapsedilen komünist şair Nâzım Hikmet'in serbest
bırakılması için bu şekilde başlayan bir dizi yazısı ve gazetenin avukatı olup bu aşamada Nâzım'ın avukatlığını da devralan
Mehmet Ali Sebük'e yaptırdığı on yazıdan oluşan bir inceleme sonucunda kamuoyunda Nâzım Hikmet'in bir "adli hata"
yüzünden cezaevinde olduğu görüşü ağırlık kazandı.

Avukatların yanı sıra birçok aydın, topluca imzaladıkları dilekçelerle cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye başvurdular. Yurt
dışında da sanatçıların, hukukçuların öncülüğü ile benzer girişimler yapıldı. Albert Camus, Picasso, Jean-Paul Sartre, Simone
de Beauvoir, Aragon ve Yves Montand gibi aydın ve sanatçılar bu oluşuma destek verdiler. Birleşmiş Milletler nezdinde
danışma organlarından biri statüsünde olan Uluslararası Hukukçular Derneği 9 Şubat 1950'de Nâzım Hikmet'in serbest
bırakılması isteğiyle meclis başkanı ile milli savunma ve adalet bakanlarına birer mektup gönderdi.

İktidarın bu konuda bir türlü adım atmaması ve meclisin gündeminde bulunan af kanununu çıkarmadan tatile girmesi üzerine
Nâzım 8 Nisan 1950'de açlık grevine başladı. Bu kamuoyunda büyük yankı uyandırıp imza kampanyaları başlatıldı, Nâzım
Hikmet adlı bir dergi çıkarıldı. 9 Mayıs 1950'de annesi Celile Hanım, 10 Mayıs'ta şair Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay
Rifat da açlık grevine başladılar. CHP oylarının %40'ın altında kaldığı, Demokrat Partinin oyların %55'ten fazlasını alarak
iktidara geldiği 14 Mayıs seçimleri sonucunda ortaya çıkan yeni durum üzerine, yeni meclise ve hükümete zaman tanımak
için avukatların ve dostlarının ricasıyla 19 Mayıs'ta greve ara verdi. Sonunda 14 Temmuz'da meclisten çıkarılan genel af
kanununun ertesi gün Resmi Gazete'de yayınlanmasıyla 15 Temmuz 1950'de, 12 yılı aşkın aralıksız hapis hayatının
ardından özgürlüğüne kavuştu.

Cezaevinden çıkınca Piraye’den boşandı,dayısının kızı Münevver ile yaşamaya başladı

3
22 Kasım 1950'de Dünya Barış Konseyi tarafından kendisine, Uluslararası Barış Ödülü verildi.

Sürgün dönemi
Serbest bırakıldıktan sonra - yasal olarak yükümlülüğü olmamasına rağmen - askere çağrılınca, kötüleşen sağlık durumu da
göz önünde bulundurulduğunda öldürülmek istendiği endişesiyle 17 Haziran 1951'de barış ödülü parasının bir kısmıyla
satın aldığı ve kayınbiraderi Refik Erduran'ın kullandığı sürat motoruyla İstanbul'dan Karadeniz'e açılarak Romanya
üzerinden Moskova'ya gitti. Bir daha Türkiye'ye dönemedi.

Ayrılışından bir ay sonra, 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından
çıkarıldı.

Sovyetler Birliği'ne, II. Dünya Savaşında faşizmi yenilgiye uğratan Kızıl Ordunun başkomutanı Stalin'e sevgi ve saygı
duyarak geldi. Fakat Stalin ve Sovyet komünist partisi politbürosu Nâzım konusunda temkinli bir politika izledi. Gelir
gelmez Nâzım'a en iyi sağlık hizmeti sağlanması, Moskova'da büyük bir daire tahsis edilmesi ve Rusça basılan eserleri için
en yüksek seviyeden telif ödenmesi için politbüro kararı çıkarıldı, fakat siyasi konularda, parti işlerinde ona güvenilmiyordu.
Nâzım da Stalin Rusyasında toplumun tamamen susturulmuş ve sindirilmiş olduğunu, bürokratizmin ve kişiye tapınmacılığın
hüküm sürdüğünü, hatta birçok TKP'li yoldaşının Sibirya'daki kamplara sürüldüğünü ve Stalin'in terör rejimi altında
öldüğünü öğrendikçe bunlara tepki duyuyor fakat içinde bulunduğu şartları dikkate alarak düşüncelerini sadece eş dost
arasında dillendirip kamuyu önünde resmi politikaya uygun hareket ediyordu.

Nâzım'ın sürgündeki ilk uluslararası seyahati Ağustos 1951'de yine Sovyet komünist partisi politbüro kararıyla çıkan izinle
ve yanında gizli servis elemanı biri olmak üzere Doğu Berlin'deki 3. Dünya Gençlik ve Öğrenci Festivaline onur konuğu
olarak katılmak oldu

Festivalin ardından, Eylül 1951’de Bulgaristan Komünist Partisinin daveti üzerine Bulgaristan’a gitti. İktidarın kurmaya
çalıştığı sosyalist sisteme, kooperatifleşmeye vb. Türk ve Müslüman azınlığın entegre edilmesinde sorunlar yaşanıyordu.
Sonunda yeni sistemi benimsemeyenlerin Türkiye'ye göç etmesine izin verme kararı verilmiş fakat ülke nüfusunun onda
birini bulan Türklerin neredeyse tümünün göç etmeye kalkışması üzerine bunun ekonomik sonuçlarından korkularak
karardan dönülmüştü. Nâzım Hikmet'ten beklenen bu sorunun çözümüne yardımcı olmasıydı. Bunun üzerine Nâzım dört gün
içinde yirmi köy dolaşıp binlerce insanla görüşerek bir yandan onları Türkiye'ye göç etmekten vazgeçirmeye, diğer yandan
onların sorunlarını tespit etmeye çalıştı. Sofya’ya dönünce parti ve hükümet yetkililerine şu önerilerde bulundu: "Bu sorunu
çözmek, Türk halkının burada sizlerle beraber kardeşçe yaşamasını istiyorsanız: 1- Onların dillerine, dinlerine saygı
gösteriniz. 2- Onlar için Türkçe dersler veren okullar açınız. 3- Bu okullar için öğretmen okullarında öğretmen yetiştiriniz. 4-
Onlar için Türkçe gazete, dergi, kitap vs. yayımlayınız. 5- Radyoda, Türkçe yayınlara ve Türk şarkılarına önem veriniz."
Bulgar parti ve hükümetinin bu tavsiyeleri ciddiye alması sonucunda ortam yumuşadı.

Bu sürgün yıllarında politik faaliyetlerinin ağırlıklı bir bölümünü oluşturan Dünya Barış Konseyi çalışmaları kapsamında
Avusturya, Bulgaristan, Çin, Doğu Almanya, Fransa, Macaristan, Küba[3], Mısır gibi birçok ülkeye seyahat etti, buralarda
konferanslara, savaş ve emperyalizm karşıtı etkinliklerde yer aldı.

Türkiye'ye yönelik politik faaliyetleri ise Moskova Radyosu, Budapeşte Radyosu gibi radyoların Türkçe servislerinde ve
1958’de İsmail Bilen yönetiminde Leipzig’de kurulan Bizim Radyo'da Sertellerle birlikte yaptığı radyo programları ve
konuşmaları oldu. Türkiye'nin ABD ve NATO yörüngesinden çıkarak bunun yerine 1920'li yıllardakine benzer şekilde
Sovyetlerle dostluk ilişkilerinin geliştirilmesi konularına ağırlık verilen bu radyo konuşmalarının bir kısmı günümüze
ulaşmıştır.

Ölümü
3 Haziran 1963 sabahı saat 06.30'da gazetesini almak üzere ikinci kattaki dairesinden apartman kapısına yürüdüğü sırada,
tam gazetesine uzanırken geçirdiği kalp krizi sonucunda öldü.

4
Yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına alınması
2006 yılında Bakanlar Kurulunun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılan kişilerle ilgili yeni bir düzenleme yapması
gündeme geldi. Yıllardır tartışılmakta olan Nâzım Hikmet'in Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına yeniden kabul edilmesi
yolu açılmış gibi görünmesine rağmen bu düzenlemenin sadece yaşamakta olan kişiler için olduğu ve Nâzım Hikmet'i
kapsamadığını belirtilerek bu yöndeki talepler reddedildi.

2009 yılının 5 Ocak günü "Nâzım Hikmet Ran'ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılmasına ilişkin Bakanlar
Kurulu kararının yürürlükten kaldırılmasına ilişkin önerge" Bakanlar Kurulunda imzaya açıldı. Nâzım Hikmet Ran'a yeniden
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının iade edilmesine ilişkin bir kararname hazırladıklarını ve imzaya açıldığını ifade eden
hükûmet sözcüsü Cemil Çiçek 1951 yılında vatandaşlıktan çıkartılan Nâzım Hikmet'in yeniden Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı olmasına ilişkin önerinin Bakanlar Kurulu' tarafından oylanarak kabul edildiğini söyledi.

Bakanlar Kurulunun 5 Ocak 2009 tarihinde aldığı bu karar 10 Ocak 2009 tarihinde Resmî Gazete'de yayınlandı ve Nâzım
Hikmet Ran 58 yıl sonra yeniden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu.

ŞİİRLERİYLE NÂZIM
Nâzım’ın,oldukça güçlü bir hitap şekli vardır. Bu özelliğini şiirlerine de yansıtmıştır.

Nazım Hikmet edebiyatımızda toplumcu gerçekçi olarak tanınır. Bu yüzden şiirlerinde toplumun sorunlarına ait kavramlar
görülür. Şiirleri serbest nazımla yazılmıştır. Dili oldukça canlı ve akıcıdır.

Yoksul bir ailede doğmaması onu her ne kadar savaşın sefaletini, açlığını, acılarını yaşamak zorunda bırakmasa da ilk şiirini
11 yaşındayken yazan Nâzım’da bu yılların duyarlılığı görülür. Aynı zamanda gençliği Kurtuluş Savaşı’na denk gelen ve
kendisi de Anadolu’yu işgal eden güçlere karşı savaşmak için Anadolu’ya geçen Nâzım, Kuvâyı Milliye Destanı’ndaki
şiirlerinde de savaş sahneleri, cepheler, direnenleri anlatırken aynı zamanda işgalden etkilenen halkın da durumunu gözler
önüne serer. Savaşlardan rant sağlayan silah tüccarları ve insanların açlıktan ölmelerine yol açan çıkarcılar da en belirgin
olarak Memleketimden İnsan Manzaraları’nda şair tarafından yargılanır.

Savaşın kapitalist ve emperyalist sistem için neden gerekli olduğunu açıklar, savaşların “pazar ve mal nizamının bekâsı için”,
yani kapitalist sistemin sürmesi gereğinden kaynaklandığını anlatır. Şair Sennur Sezer de Nazım’ın, barışı en güzel biçimde
anmasının yolunu savaşın insanlara nelere mal olduğunu göstermeyi bularak yaptığını söyler.

NÂZIM’IN ŞİİRLERİNDE SOSYALİZM


Nâzım Hikmet’in en bilinen dizelerinden biri ise sosyalizmi net bir şekilde ifade eder: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve
bir orman gibi kardeşçesine.”

“Şairin Anadolu’daki bir ilkel sosyalizm deneyimini konu aldığı ‘Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’, hem şiirsel
anlatım hem sosyalizmin anlatımı bakımından önemlidir.”*

Sosyalizm, onun yaşamının ve şiirinin temalarından biridir. Ona göre Sosyalizm, bir dünya düzeni olmaya namzettir.

Üslubu ve başarıları
Şiirlerinden birçoğu Fikret Kızılok, Cem Karaca, Fuat Saka, Grup Yorum, Ezginin Günlüğü, Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya
gibi sanatçılar ve gruplar tarafından bestelendi.

UNESCO'nun ilan ettiği 2002 Nâzım Hikmet Yılı için “Şarkılarda Nâzım Hikmet” adlı bir albüm hazırlandı ve Kültür
Bakanlığının katkılarıyla hayata geçirildi.

Yargılandığı davaların listesi…….. (İNTERNETTEN BAKILABİLİR)

5
NÂZIM HİKMET'IN UNUTULMAZ SÖZLERİ
Aşk; onunla yaşamak değil, onu yaşamaktır aslında…

İnsan birisiyle yaşlanmalı, birisi yüzünden değil!

Her gelen sevmez ve hiçbir seven gitmez unutma. Bil ki; giden dönüyorsa sevdiğinden değil, kaybettiğindendir aslında!

Ben içeri düştüğümden beri, güneşin etrafında on kere döndü dünya.

Sen benim sarhoşluğumsun, ne ayıldım, ne ayılabilirim, ne ayılmak isterim!

Önemli olan zamana bırakmak değil, zamanla bırakmamaktır.

Ne ben sana kızarım, ne de zatın zahmet edip bana küssün. Artık seninle biz, düşman bile değiliz.

Kelebek misalidir aşk; anlamayana ömrü günlük, anlayana bir ömürlük!

İki şey var ancak ölümle unutulur, anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü.

Hapşurduğumda; çok yaşa, iyi yaşa yerine benimle yaşa deseydi keşke. Bende; sende gör değilde, emrin olur deseydim
sessizce.

Geçtim putların ormanından baltalayarak, ne de kolay yıkılıyorlardı.

Biz; ince bel, ela göz, sütun bacak için sevmedik güzelim. Gümbür gümbür bir yürek diledik kavgamızda...

Ben Türk dillinin şairiyim. Hayatımı buna adadım.

Umuda bin kurşun sıksa da ölüm, unutma! Umuda kurşun işlemez gülüm.

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da, hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Ölüm kendinden önce bana yalnızlığını yolladı.

Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak
yüreğini.

Dost uğrunda ölmek kolay, fakat uğrunda ölünecek dostu bulmak zordur.

Bazen önemli olmamalı gidecek olan ya da gelmeyen. Çünkü bazen, başlaman gerekir her şeye yeniden.

You might also like