Professional Documents
Culture Documents
GERÇEK YAŞAM 1- 1 -
KEMAL SOLKER
BILIM/BELGE/INCELEME DIZISI - 15
76
NAZlM HiKMET'İN
GERÇEK YAŞAMI
(1902 -1928)
1. ClLT
YALÇIN YAYlNLARI
GIR IS
5
met'in suçsuz yere mahkO.miyetini ilk kez anlatan, çok
sıcak bir dille yazılmış, gerçekleri dile getiren ve Nazım
Hikmet'in suçsuzluğu etraf ında yeni bir kamuoyu oluş
masına olanak sağlayan ilk yapıt oldu. Bu ortamda bir
de -mahkeme dışında- yalnız arşivimizde bulunan ve
Nazım Hikmet'in suçsuzluğunun açık kanıtıarı olan bel
geleri, bazı olayları da anlatarak bir kitapta okurlara
sunduk: (Ntizım Hikmet Dosyası, Eylül 1967)
Gerek A. Kadir'in, gerekse bizim yapıtıarımız, Na
zım'ı suçlayan bir kitap hazırlanmasına yol açtı. Fuat
Uluç 1967'de Ntizım Hikmet ve 1938 Harbakulu Olayı'nı
yayınladı. Kitap, komünist olduğu temel alınarak Na
zım'ı suçluyor ve mahkum edilişini haklı göstermek is
tiyordu.
Zühtü Bayar'ın Ntizım Hikmet'in şiirlerinde dünya
görüşü olarak diyalektik materyalizm'i belirtme amacı
güden ve Nazım Hikmet üzerine başlığını taşıyan kitap
bize Nazım'dan yana bir genG eleştiriciyi tanıtıyordu. Bu
sırada Hilmi Yücebaş Nazım Hikmet Türk Basınında baş
lıklı bir kitap yayınladı. Bunda bazı dergilerde ve gaze
telerde yer almış Nazım'la ilgili yayınlar hiçbir sisteme
ba�lı olmaksızın ard arda dizilmisti. Bu arada bir kısım
yazarlardan Nazım'ın affına yardımcı olmak amacıyla
hazırlamaları istenen ve bir kitaba konulmak üzere bir
şair tarafından alınan özel yazılar matbaaya verilmişti,
fakat 1946'da müsveddeler, matbaadan alınıp siyasi polis
yetkililerine verilmişti. Hilmi Yücebaş, bu matbaadan
alınmıs yazıların bir kısmına da Nazım Hikmet Türk Ba
sınında baslıklı kitabında yer vermiş. Bu bakımdan bu
yapıt da dikkati cekici bir belge kitabı oldu.
1968'de gercekten çok büyük de�eri olan bir kitap
Türk ve dünva sanat cevrelerine arınallan edildi. Bu: Na
zım Hikmet'in Babıali'den ve hanishaneden arkadaşı
olan Kemal Tahir'e 1940 - 1950 yılları arasında Bursa
8
Cezaevi'nden gönderilmiş bütün mektupları kronolojik
olarak derleyen nefis bir kitaptı. Nazım; çankırı, Malat
ya Çorum ve Nevşehir cezaevlerinde aynı davadan hü
küm giyerek yattığı sıralarda Kemal Tahir'e yazmıştı bu
mektupları. Bunlar; sanat, edebiyat, felsefe, politika, sa
vaş, özel yaşamı, hastalığı, geleceğe dair düşünceleri,
yaptığı işlerle ilgili çok içten yazılmış mektuplardı ve de
çok büyük önemi vardı Nazım'la ilgili araştırmalar ya
pacaklar için.
Biz de genç kuşaklarda uyanan Nazım'a ilgiye bir
katkıda bulunmak için Nazım Hikmet'in Resimli Ay Der
gisinde başlayan polemiklerini ve son olarak Peyami Sa
fa ile yaptığı kalem savaşını belgelere dayanarak anla
tan bir kitap hazırladık ve yayınladık: Nazım Hikmet'in
Polemikleri; (Eylül 1968). Bursa Hapishanesinde Nazım'
ın ilgi duyarak ressam olmasını sağladığı İbrahim Bala
han da Nazım Hikmet'in Bursa Hapishanesindeki yaşa
mını, kendi yaşamını ve öteki mahkumlarla ilgili anıla
rını bol muhavereli bjr kitapta okurlara sundu: Şair Ba
ba ve Damdakiler. Bursa Cezaevinde geçen altı yılı aşkın
bir beraberliğin verdiği gözlemler tatlı bir dille anlatılı
yordu.
Nazım Hikmet'in üvey çocuğu Memet Fuat, annesi
sayın Piraye Altunoğlu ile Nazım Hikmet'in ortak sevgi
siyle büyümüştü. Nazım'la m ektuplaşmış, hikayelerini,
çevirilerini baba bildiği Nazım'a göndermişti. Nazım , öz
çocuğu gibi sevdiği Memet Fuat'a gönderdiği mektuplar
da genç bir sanat yolcusuna ve eşinin oğluna değişik ko
nularda görüşlerini, duygularını bildirmişti. Memet Fu
at, tarihe saygılı bir sanatçı olarak bunları 1968'de Oğ
lum, Canım, Evladım başlığıyla yayınladı.
Nazım'ın Babıali'deki ilk patronu Gazeteci ve Yazar
M. Zekeriya Sertel aynı yıl Hatırladıklarım'ı yayınladı.
Bunda Nazım'ı nasıl tanıdığı ve Nazım'ın «Putları Yı-
7
kıyoruz» savaşı sade bir dille anlatılıyordu. Geçmişe ait
anılar tatlı bir üslupla veriliyordu.
Bizim 1968'de yayınladığımız Nazım Hikmet'in Pole
mikleri 1969'da bir kitapla cevaplandırıldı: Ergun Göze'
nin Peyami Safa Nazım Hikmet Kavgası. Peyami Safa
hayranlığı ve Nazım Hikmet düşmanlığının ürünü olan
bu yapıt yeni hiçbir şey getirmiyordu. Ama Ustad Kerim
Sadi, Nisan 1969'da Nazım'ın çocukluk ve gençlik şiirle
rini derleyen notlarla zenginleştiren ve ilk basılı şeklini
fotokopilerle sunan bir eser verdi. Nazım Hikmet'in ilk
şiirleri. Bunu, Temmuz 1969'da M. Zekeriya Sertel'in, Na
zım Hikmet'in sanatını da inceleyen, yaşamına ait bilgi
ler veren Mavi Gözlü Dev'i izledi. Artık Nazım Hikmet'e
ait bilgiler, belgeler gün ışığına çıkabiliyordu. Değerli
yazar ve Nazım Hikmet'in arkadaşı sayın Müzehher Va
nu, eşinin vefatından sonra «hayatının bir bölümünü,
önemli bir bölümünü yansıtan belgeleri sürgit karanlık
-ta bırakmamak, henüz yaşamaktayken sorumluluğu al
tında yayınlanmalarını sağlamak» için Nazım'ın 129
mektubunu dUnya sanatçılarının ve Nazım severlerin
gözleri önüne serdi. Bu çok değerli yapıt, Nazım'ın ha
yatının önemli, gerçekten önemli bir yanını olduğu gibi
aydınlatıyordu.
Türk tarihinin önemli bir yılına geldiğimizde 1970'
de ne yazık iyi dağıtılamayan, iyi duyurulamayan bir ki
tap yayınlandı: Nazım_ O güne kadar yaşadığı pek bilin
meyen Aydın Aydemir'in öğretmenlikten gelen rahat an
latımı kitaba egemen olmuştu. Anıların asıl kaynağı, Na
zım'ın değerli kızkardeşi Samiye Yaltırım'dı. Yalnız kız
kard� olarak değil, Nazım'ın, sanatına olan tutkunluğu
nedeniyle şairin doldurduğu defterleri, belge değerindeki
fotoğraf ve mektuplarını ilk kez bu kitapta okurlara su
nuyordu. Ayrıca Nazım'la ilgili doğru anıları da, haksız
yere askere alınması uğraşısının bazı açıklayıcı önemli
8
belgelerini de fotokopilerle veriyordu. Nazım başlıklı ki
tap; rahatlıkla söylenebilir ki, bu alanda verilmiş bel
geleri, anıları içeren yapıtların en önemlilerinden biriydi.
Nazım Hikmet etrafında toplanan ilgi ve gün geçtik
çe şiirlerinin, piyeslerinin uyandırdığı üstün beğeni,
araştırmacıların okurlara bu büyük sanatçıyı çok daha
ayrıntılarla tanıtma isteğini kamçıladı. Titiz bir eleştirici
olan sayın Asım Bezirci yıllar süren incelemesinin ürü
nünü 1975 Şubatında verdi: Nazım Hikmet ve Seçme Şiir
leri (!nceleme- Antoloji) . Bezirci «Bu eserimi hazırlar
ken verdikleri belgelerle bana değerli yardımlarda bulu
nan Behçet Necatigil ile Kemal Sülker'e ve yaptıkları
eleştirilerle beni uyaran A. Kadir ile Kemal özer'e teşek
kür ederim» diyor ve kişi olarak ne kadar hak ve değer
bilir olduğunu da gösteriyordu. Şimdiye kadar hiçbir ya
zarın yapmadığı bir önemli işi yapmıştı Asım Bezirci:
Nazım Hikmet için yazılanlar'ı 16 sayfayı aşan bir kay
nakça şeklinde veriyordu. Tam değildi, ama bugüne ka
dar yapılmış en bilimsel ve en doğru, en zengin bir kay
nakcaydı bu.
!şte biz, bütün bu önemli yapıtıara ekieyecek pek
çok belgeye sahip bir yazar olarak bu yapıtımızda daha
önce hiçbir kitapta yer almayan, bilinmeyen, ya da bi·
lindiği halde belgesi edinnemeyen olayları günlerini.
hatta saatlerini ve belgelerini vererek bir araya getir
meye çalıştık. Böylece Nazım Hikmet hakkında -sanı
rız- en derli toplu çalışmayı okurlara sunmayı başara
bildik.
Eksiklerimiz! Elbette olacaktır.
Yazmadıklarımız: Elbette vardır. Çünkü, basın öz
gürlü!!ünün sınırlı olması, bazı gerçekleri ve belgeleri
gün ışığına çıkarmaya elvermiyor.
Ama, Şair ve Piyes Yazarı, Romancı, Fıkracı Nazım
Hikmet hakkında bu ciltıer, okurları geniş ölçüde tatmin
9
edecek niteliktedir inancındayız. Nazım Hikmet, çok da
ha derli toplu, çok daha sağlam incelemelerle yaşayacak,
dünyamızın önde gelen onurlu şairlerinin ilk sırasında
dır. Türk olarak bundan kıvanç ve mutluluk duyuyoruz.
Burada, Nazım'la tanışmamızı ve yakınlığımızı da
anlatmak isteriz.
Nazım Hikmet hakkında onun sanatının ve yapıtıa
rının incelenmesine ağırlık veren bir çalışma yapmaya
1943 yılında başlamıştım. Nazım Hikmet Bursa Cezaevin
de idi. Ben tstanbulda TAN Gazetesi'nde muhabirdim.
Tan Gazetesi Fıkra Yazarlarından sayın Naci Sadullah
Danış, Nazım'la mektuplaşırdı. Bir gün Nazım'dan çok
sitem dolu bir mektup aldığını ve bunu bize okuyacağım
söyledi sayın Naci Sadullah. Nazım'dan gelen bir mektu
bu dinlemek biz muhabirierin arayıp da bulamadığı bir
nimetti. Naci, içtenlikle dolu mektubu gözleri zaman za
man yaşararak okudu. Nazım, istediği bazı kitapları Bur
sa Cezaevine göndermediği için bu değerli dostuna sitem
ediyordu. Ama Naci Sadullah o günlerde o kadar çok
şeyle uğraşıyordu ki, ancak akşam vakti rahmetli ömer
Rıza Doğrul'la, benimle, Said Kesler'le Sirkeci'de bir lo
kantada bir iki kadeh bir şey içmeye vakit ayırabiliyordu.
O saatlerde kitapçılar kapalı olduğu için istenen eserleri
bulması gerçekten güç oluyordu. Onun için ben:
«Ağabey, dedim, Nazım'ın istediklerini ben bulup
alayım, göndereyim.»
Naci:
«Hay yaşayasın»ı bastırdı. Ertesi günü istenen ki
tapları aldım. Naci'nin tanıtıcı mektubu ile birlikte gön
derenin benim olduğumu yazarak normal posta ile ki
tapları Bursa'ya Nazım'a yolladım.
Nazım'dan hemen bir teşekkür mektubu ve yeni si
parişleri geldi. Nazım, Orhan Kemal ve İbrahim Bala
han'la ilgileniyordu. Birini ressam, birini hikayeci ola-
10
rak yetiştirmeye çalışıyordu. tstekleri bu iki değerli ar
kadaşa yardımcı malzeme olacaktı. Ben istekleri yerine
getirip postaladıktan ve mektubumun sonuna. . .
«Emirlerinizi beklerim»i yazıp zarfı kapadıktan ve
mektubu postanede kutuya attıktan sonra meğer mek
tuplar Emniyet Müdürlüğüne, oradan Birinci Şubeye, Bi
rinci Şube Müdürü Zeki Alyanak'a gidiyor sonra da Bur
sa'ya postalanıyormuş. Ahmed Demir'in !stanbul Emni
yet Müdürü olduğu ilk günlerde tutuplanıp Birinci Şube
Müdürlüğüne çıkarıldığım vakit Zeki Alyanak'ın sorusu
şu oldu:
«Nazım Hikmet'ten ne emri bekliyorsun?»
Şaşırdım ve:
«Hiç bir emir beklemiyorum» dedim.
Gözlüklerinin arkasından beni istihza ile süzdü, son-
ra:
«Vesika elimizde! » dedi, masasındaki maroken Elal
tı'nı açtı, içinden benim mektubun filmi çıktı. Son cüm
leyi okudu:
<<Nazım Usta, emirlerinizi bekliyorum». Ve hemen
ekledi, hışımla:
«Beklediğin emir ne?»
Birinci Şube Müdürü alabildiğine sinirli, ben alabil
diğine rahattım. Çünkü «emrinizi beklerim» bir nezaket
cümlesiydi ve kitap, defter, boya, bez gibi isteklerini ye
rine getirmiş, aynı şeylerden isterse çekinmeden yazma
sını belirtmek istemiştim. Bu gerçek durumu hiç bir telaş
eseri göstermeden anlattım. Mektubun baştan okunma
sı halinde bu söylediklerimin anlaşılacağını ekledim.
Olayın Nazım'la ilgili yanı bu kadar. Başka bir ne
denle nezarete atılma, Sıkıyönetim Mahkemesine veril
me ve Konya'ya sürgün edilme, üçbuçuk yılı aşkın sür
günlük hayatının anıatılmasına gerek yok. Yalnız şunu
açıklamalıyım ki, Konya'da, Hatay'da, Tokat'ta kaldığım
ll
yıllar Nazım'la hep mektuplaştık. Kerim Sadi, A. Kadir,
Semiha (Kemal Tahir) bana gelen mektupları okur, ken
dilerine yazılan selamları sevgi ve saygıyla bağırlarına
basarlardı. Nazım hakkında inceleme, araştırma çalış
malarına 1943'te başlamıştım. Nazım'dan bilgi istemiş
tim. Nazım da bunu Kemal Tahir'e yazdığı bir mektupta
bildirmiş, Kemal Tahir'in bana bilgi vermesini önermişti.
Nazım'ın o mektubu Kemal Tahir'le de mektuplaşıp ar
kadaşlık kurmamıza yardım etti. O tarihlerde ba§la
yan araştırma, kitaplıklarda dergi ciltlerini karıştırma,
yazılanları kopye etme, !rfan Emin Kösemihaloğlu'nun
dosyalarına bakma, mahkeme dosyaları için bazı tanı
dıklar aracılığıyla dosyaları günde bir iki saat okuya oku
ya konunun özetini alma, belgeleri ele geçirme çalışma
larını sürdürme, 1 950 affından sonra Nazım'la yüz yüze
sohbetıer, anlatılanları not etmeler, Nazım'ın dostları ile
yakınlık kurarak bilgi edinmeler yıllarca sürdü.
·Araştırmanın, incelemenin sonu gelmeyecek, bari
mevcutları elden çıkarayım diye yazmaya çalıştım. Bu
araştırmaların bir bölümünü Nazım Hikmet Dosyası, bir
başka bölümünü Nazım Hikmet'in Polemikleri teşkil etti.
ttçüncü ve ana bölümü işte bu kısım oluşturuyor: Nazım
Hikmet'in Gerçek Yaşamı.
Tarihe ilk elden en önemli belgeleri, bilgileri vere
bildiğimizi sanarak çileli bir yaşamın başka bir bölümü
nü yazmak için Nazım'ın anısı önünde saygı ile eğiliyo-
ruz.
Kemal SÜLKER
12
1. GENIŞ BIR ONLOLER AILESI
13
larda bulunmuştu. Hikmet Bey'in babası Mehmet Na
zım Paşa büyük illerde valilik yapmıştı. Farsça, Arap
ça bilir, şiir yazar, çeviriler yapardı. Mevlevi tarika
tindendi. Annesi Celile Hanım'ın .babası Enver Paşa'nın
habası Mustafa Celalettin Paşa Gagavuzlardandı. Celi
le Hanım'ın annesi Leyla Hanım, onun da babası Mü
şir Mehmet Ali Paşa idi.
Nazım'ın baba tarafından yakın akrabası arasında
Prof. Mehmet Ali Bilgişin, Yazar Celalettin Ezine, an
nesinin ailesi içinde de yakın akrabadan Mustafa Ce
lalettln Paşa, General Ali Fuat Cebesoy, Albay Meh
met Ali Bey, T1P Genel Başkanlarından Mehmet Ali
Aybar, Şair Oktay Rifat Horozcu, sonradan eşi olacak
olan Münevver (Andaç) vardır.
Nazım Hikmet'in baba tarafına bakacak olursak
Çelebi Hikmet Bey'in oğlu olan Şair Nazım Paşa, Na
zım Hikmet'in dedesidir. Birçok valiliklerde bulunan
Şair Nazım Paşa'nın bir oğlu, iki kızı olmuştur. Oğlu
Hikmet Bey, Matbuat Umum Müdürlüğü yapmış bulu
nan bir hariciyecidir ve Nazım Hikmet'in babasıdır.
Hikmet Bey önce Celile Hanım'la evlenmiş ve bu ev
lilikten üç çocuk dünyaya gelmiştir. Nilzım Hikmet,
Ali lbrahim ve Samiye (Seyda Yaltırım'la evli) Hanım
dır. Ali tbrahim ç ok yaşamamıştır. Hikmet Nilzım Bey,
Celile Hanım'dan ayrıldıktan sonra Cavide Hanım'la
evlenmiş, bu evlilikten de Metin (Yasavul) , Fatma (Mel
da, Meloş) adında biri kız biri erkek iki çocuk dünya
ya gelmiştir. Nilzım Paşa'nın kızı Mediha Hanım Mem
duh Ezine ile evlenmiş ve Celalettin Ezine ile Orhan
Ezine dünyaya gelmiştir. Nazım Paşa'nın öteki kızı Gü
zide Hanım ise Albay Necip Bey'in eşi olmuş ve bu ev
lilikten de iki çocuk, Ziya ve Samiye dünyaya gelmiştir.
Samiye Hanım Prof. M. Ali Bilgişin'in eşidir.
Nazım Hikmet ise dördüncü eşi Münevver (An-
14
daç) Hanım'dan Memet adında bir çocuğun babası ol
du.
Nazım Hikmet'e bir erkek evlat kazandıran Mü
nevver Hanım, Nazım Hikmet'in anne tarafından bü
yük babası Enver Paşa'nın soyundan gelir. Enver Pa
şa'nın eşi Leyla Hanım, Paşa'nın çapkınlığından bıkmış
ve Enver Paşa'dan ayrılmıştı. Paşa da, çocukların cMü
rebbiye»si Madame Hortance'la evlenmişti. Madam Hor
tance Fransızdı. Bu evlilikten üç çocuk dünyaya gel
di. ömer, Suzan ve Enver . . . Madam Hortance'ın iyi yü
rekli, kültürlü bir hanım olmasından yararlanan En
ver Paşa, Erenköy'ünde özel bir lise açtı: Enver Paşa Li
sesi. . . Lisede Madam H ortance da, Enver Paşa da ders
verirdi ve ciddi bir lise olarak bölgede saygınlık kazan
mıştı.
Münevver (Andaç) 'ın annesi: Marsilyalı Madam
Gobi. . . Nazım'ın dayısı Mustafa Bey vefat edince Ma
dam Gobi MarsUya'ya akrabaları yanına dönmedi, ıs
tanbul'da kalarak Şişli'de Fransızca öğreten normal bir
özel okul açtı. Madam Gobi bir süre sonra vefat edin
ce kızı Leyla Hanım, annesinin akrabalarının yanına
MarsUya'ya gitti. Münevver küçüktü, onu da götürdü .
Böylece kolej öğrenimini MarsUya'da yapan Münevver
hemen hiç Türkçe bilmiyordu. Kolejden sonra tstanbul'a
geldi ve burada Hukuk Fakültesine yazıldı. Türkçe de
öğrendi. Ressam Nurullah Berk'le evlendi, Renan adın
da bir kızları oldu. Sonra ayrılma ve Nazım'la yeniden
arkadaşlık ve evlilik.
Münevver Ayaşlı'ya bakılacak olursa «Enver Paşa,
Polonya müktedisi ve büyük Türkçülerden Mustafa
Celalettin Paşa'yı çok severdi. Mustafa Celalettin Pa
şa'nın yabancı ve mühtedi oluşundan kendişinin yani
Mustafa Celalettin Paşa'nın çok kompleks duyduğunu
ve zamanın modasına uyup Çerkes Hanım'la değil, bil-
15
hassa bir Türk hanımla evlendiğini ve çok koyu Türk
ve Müslüman muhiti olan Usküdar'da oturduğunu söy
lerdi. Mehmet Ali Paşa'nın hareminin kim olduğunu
bilmiyorum (Müslüman ve Türk soyundan gelen Ayşe
Hanımdı. - K.S.) Enver Paşa'da da bu kompleks hisse
dilirdi. Nitekim kaç defa bana:
«Babam Polonyalı ise de anam halis Türktür:ı> de
miştir.
Enver Paşa , damadı Samih Rifat Bey'i (kızı Mü
nevver Hanımın ikinci e§i idi. - K.S.) sevmez ve kendi
sinden şikayet ederdi. «Babam Türk tarihine ait ma
Iumat ve vesikalarından istifade ediyor ve hiç mehaz
(kaynak) göstermeden, kendi ilmi, kendi fikirleri gibi
öne sürüyor� derdi. Oradan Madam Hortance söze
atılır: «Bu bir yazı hırsızlığı yapıyou der ve böylece
üvey kızının kocasına olan bütün kinini ve hıncını or
taya dökerdb (19.2.1974 Sabah gazetesi)
Tabii biz, Münevver Ayaşlı Hanım'ın bu anlatımı
nın doğruluk derecesini bilemiyoruz.
Anne tarafından bakacak olursak Celile Hanım 'ın
annesi Leyla Hanım, Müşir Mehmet Ali Paşa'nın kı
zıdır. Leyla Hanım'ın e§i ise Mustafa Celalettin Paşa'
nın oğlu Dilci Enver Paşa'dır. Celile Hanım'ın kız kar
deşi Sara Hanım Okçu Avni Bey'in eşidir. Kızı Ayşe,
Dündar Baştımar'la evlidir ve iki çocukları vardır:
ömer ve Fatma. Celile Hanım'ın kız kardeşi Münevver
Hanım önce Kadri Bey'le, sonra Samih Rifat'la evlen
miştir. Bu evlilikten Şair Oktay Rifat dünyaya gelmiş
tir. Ayrıca Hüsnüaşk Hanım ve Seyda Yaltırım doğmuş
tur. Seyda Yaıtırım, Nazım Hikmet'in kız kardeşi sayın
Samiye ile evlenmiş, Ayşe ve Hikmet adında iki çocuk
ları dünyaya gelmiştir. Ayşe, Aydın Germen'le evlen
miş, Hikmet Yaltırım doktor çıkmış ve Bayan Ergül'le
16
evlenmiştir. Bu evlilikten de Arzu, Nazım ve Aslı adında
üç çocuğu olmuştur.
Nazım Hikmet'in anneannesi Leyla Hanım'ın üç
kız kardeşi vardı: Adviye, Zekiye ve Hayriye. Zekiye
Hanım, ısmail Fazıl Paşa ile evlenmiş ve çocukları iyi
bir tahsil görerek Türk ordusunda ve tstiklal mücade
lesinde önemli hizmetler görmüşlerdir. Bunlar Albay
Mehmet Ali Bey ile General Ali Fuat Cebesoy'dur. Hay
riye Hanım ise Hüseyin Paşa ile evlenmiştir. Hayriye Ha
nım'ın Tahsin, Muhsin ve Nimet adında üç çocuğu ol
muştur.
Tahsin Bey Aliye Hanım'la evlenmiş, yarbaylığa
yükselmiş ve iki çocuk yetiştirmiştir: Nermin Hanım
ve Mehmet Ali (Aybar). Doçent Mehmet Ali Aybar, 27
Mayıstan sonra Türkiye işçi Partisi'ne Genel Başkan
olarak seçilmiş, 1968 seçimlerinden sonra TIP'den istifa
etmiştir. TIP kapatıldıktan ve yine kurulduktan sonra
Sosyalist Parti adında yeni bir parti kurmuştu ( 1975 ) .
Siret Hanım'la evli olan Mehmet Ali Aybar'ın bir kızı
vardır: Güllü.
Bu kadar geniş bir alanda, askerlikte, politikada,
sanatta ve yaşamın her dalında başarılı, ünlü kişiler
den oluşan bir aileye mensuptu Şair Nazım Hikmet.
Böyle olduğu halde Nazım Hikmet, atalarıyla, ak
rabalarıyla övünmeyi sevmezdi. Hatta kendisine «pa
şazade�> diyenleri yerer, «Herkes kendi çalışmasıyla ha
yatını kazanır, ün yapar veya yapmaz� derdi. M. Ze
keriya Sertel'e göre «Nazım Hikmet, hemen de bütün
çocukluğunu Nazım Paşa'nın evinde geçirdi. Onun ter
biyesi ile yetişti. Nazım Hikmet bir paşazade gibi büyü
dü ve bütün hayatında bir paşazade olmanın acısını çek
ti. Paşazade olmaktan kurtulmak için de yapmadığını
bırakmadı.� (Mavi Gözlü Dev, s. 14).
18
olan Müşir Mehmet Ali Paşa hakkında şu bilgiyi verir:
«Mehmet Ali Paşa, Högönot asıllı Alman'dır. Da
ha doğrusu Protestan dinini kaıbul ettiği için Alman
ya'ya göçmüş Fransızların soyundandır. Karl de Troi
ailesinden ve Magdeburgludur. Ziyaret için tstanbul'a
gelen bir mektep gemisinden 12 yaşında miçoluk vazi
fesinde bulunduğu sırada kendini denize atmış. Kızku
lesi bekçisi tarafından kurtarılmıştır. Türlü meseleler
çıkmış, meşhur Sadrazam Ali Paşa ilgilenip onu Mek
teb-i Harbiye'de okutmuştur. On sekiz yaşında ihtida
eden (Müslümanlığı kabullenen) gence Mehmet Ali is
mi verilmişse d e zamanla Ali, Ali , halini almıştır.:t
(s. 34) .
Nazım Hikmet, «bir yarış atı gibi» kanı ve atala
rıyla övünmezdi ama, şiir zevkini dedesinden aldığını
övünerek söylerdi. Hatta dayısı Mehmet Ali'yi sevdi ·
ğini, onun şiirler yazdığım ve dayısının da etkisi al
tında kaldığını bildirirdi. Dayısı Mehmet Ali, Çanak
kale'de şehit düşen ve daha önce Balkan savaşına ka
tılan bir vatanseverdi. Dayısının şehit düştüğü haberi
gelince Nazım da ağlamış ve 1915'te dayısının, kendi
üzerindeki etki ve sevgisini şöyle belirtmişti:
19
zım Paşa'nın meclisinde okunanlar olmuştu. Dayısın·
dan da şiirin özelliklerini sormuş ve ilk edebi bilgilerini
Dede'den ve Dayı'dan almıştı. NA-zım Hikmet'e şiiri sev·
diren ve Mevlevi şiirinin en güzel ürünlerini dinleten
insan, Nazım Paşa idi. NA-zım Paşa Balkan savaşı ye
nilgisi üzerine ( 1913) yapılan Bükreş anlaşması ile Yu
nanistan'a bırakılan Selanik'in son Osmanlı Valisi idi.
Mevlevi şairlerindendi. Selanik'in Yunanistan'a bırakıl
ması kararı üzerine A-deta isyan eden Nazım Paşa, emek
liliğini isteyerek Devlet memurluğu yapmaya kendi is
teğiyle son vermişti:
73 yaşında emekliye ayrılan Mehmet Nazım Pa
şa, tstanbul'a dönmüştü. Geçkin yaşına rağmen sa�
lı�ı yerinde idi ama, omuzları biraz çökmüştü.
Mehmet NA-zım Paşa, evin bahçesinde, kendisini
ziyarete gelen ttsküdar Mevlevihanesi mensuplarıyla
sohbet eder, Mevlana'dan şiirler okur, tarikat konula
rını tartışırlardı. NA-zım, bu mevlevilerin çok içten ko
nuşınalarından zevk alır, bu temiz yüzlü, kibar insanla
rı dinler, konuşulanları anlamaya çalışırdı.
Necib Çelebi Oğlu Mehmed Bahaeddin Veled Çele
bi, Çelebilik makamına gelmiş oldu�u ( 1909) için mem
nuniyetini belirten Mehmed NA-zım Paşa, misafirlere
halvet, riyazet, zikir hususundaki görüşlerini naklede
rek:
«Biz artık aşk ve cezbe ile son mutlulu�a erişme
demine geldik. Gerçek bir ebediyet yolcusu olmanın ver
diği rahatlıkla musiki, raks ve şiir bize farzolunmuş
tur.:. diyordu. Sonra da ekliyordu:
«Artık bizim malı, mevkii, varlığı, hatta herşeyi
terketme zamanımız gelmiştir. Ama sohbet bize farz,
hizmet de sünnet olduğundan Şahidi'nin Tıraşname'
sinin sonunu hatırlayalım:
20
Gofte-i mevzfın-ı Mevl�na Celal
Ey beray-ı in buved iy ehl-i hal
Rov tevekkul kun melerzan pavu dest
Rırz-ı tu ber tu zi tu aşıkterest.
21
şuna gitmez. Esrarı Tevhid senin için daha çok erken...
Muhatebe, Yekazar. .. :.
Nazım Hikmet, dedesinin kendi eserlerin in adları-
nı bildiren sözlerini bitirmesini beklemeden:
«Bana müsaade dede» dedi, «top vakti geldi, güneş
batmak üzere.»
Ve karşılığını beklemeden ayrıldı, uzaklaştı, top oy
namaya gitti.
Nazım'ı yakından tamyanların bu arada M. Zeke
riya Sertel'in de kabul ettiği gibi «hayali zengin bir
gencin Mevlevi tarikatının etkisinden kurtulmasına im
kan yoktu. Ne de olsa çevresinde olup bitenler onun ta
ze ruhunda derin izler bırakıyordu.» (Mavi Gözlü Dev,
s. 14 -15).
Şiirlerinde aruzun ahengi, dinlediği ilk Mevlevi şi
irlerinden geliyordu. Mehmet Nazım Paşa, hürriyeti
kulluğa satmayan mevlevi yolundandı. Sık sık Mevlana'
nın şu şiirini söylerdi:
22
Diyarbakır Valisi iken yazdığı şu şiir ne anlamlı, ne g er
çekçidir:
Zamanın germü serdinden zebunü bi karar oldum
Cihanın bunca derdinden vakitsiz ihtiyar oldum
Otuz yıl mülkü seyrettim hernan fartı teessürle
Sirişki halkı gördükçe hazinü eşkibar oldum
Dolaştım fartı ibretle bu hisahip memalikte
Bütün halkı mahalikte görüp zarü nizar oldum
Ahali fakr ile bi tap, hükümet ise yağmager
Harabi'yi görüp yer yer sıkıldım dilfikar oldum
Perişan eylemiş halkı usulü cevrü istibdat
Duyup her kuşeden feryad, rehin-i itibar oldum
Mezalimle yazı·k büldan harab ender harab olmuş
Umumen halkı aç, uryan görüp girye nisar oldum.
Bu şiiri okuyanlar hiç kuşkusuz Nazım'ın «Yal-
nayak» şiirinin şu dizelerini anımsarlar:
«İhtiyar katırından
daha ölü bir köylü
yanımızda,
yanımızda değil,
yan an
kanımızda.
Basık
suratı asık
evler
köstebek yolu sokakların üstünde
vermiş kafa kafaya,
Cin gözlü
güvercin sözlü
abanı sarıklıla r
dükkft.nlarda bağdaşmış.
23
Yarık
tabanı çarıklılar
önlerinde,
Yarma
bir jandar ma
tarlada zina eden
bir çifti sürür.
Kahvede
piri muğan dede
sulanırken çırağa
'Liıhavle ve la' çekip derin derin
bu geçenlerin
suratma tükürür.»
24
ile yapıyordu. Başı ucunda annesini izleyen Nazım'a
sordu:
«Benzedi mi?»
«Kime anne?»
cBana. . . :.
Nazım, annesinin kendi portresini tamamladığı bir
gün ona:
«Anne, demişti, sen portrenden çok daha güzelsin.
Tablo, senin gözlerinin alevini veremiyor.�
Celile Hanım kendi portresini de Nazım'ın cevabın
daki inceliği de beğenmiş, oğlunun yüzüne bakıp, onu
hayran seyretmişti.
Celile Hanım, zamanının en güzel kadınlarından
dı. Zaten aile, öyle uzun boylu kaç-göç'ten de hoşlan
mazdı. Hikmet Bey'in erkek misafirlerinin yanına ka
palı bir giyimle, ama başı ve yüzü açık olarak çıkarlar
dı. Yolda peçe örtmez, başka kadınlar gibi ellerini eldi
venle kapatmazdı. Akraba, ahbap, eş dost meclislerinde
erkekli kadınlı oturulur, karşılıklı sohbetler de yapılır
dı. Şair Yahya Kemal, bir eş-dost meclisinde Celile Ha
nım'la tanışmış, onun terbiyesine olduğu kadar güzelli
ğine de hayran kalmış, Celile Hanım'a sırılsıkla'll ilşık
olmuştu. Sık sık yolunu bekliyordu. Celile Hanım'ın göz
lerini bir dişi parsın bakışiarına benzetmiş ve «Telakh
b�lıklı şiiri, Celile Hanım için yazmıştı. Şiir şöyle:
25
Bu ilişki çok kimsenin de bildi�i bir şeydi. Örneğin
Falih Rıfkı Atay, Yahya Kemal'in Celile Hanım'a olan
tutkunluğu konusunda şunları anlatır:
«Nazım Hikmet'in anası, Yahya Kemal'in büyük
aşkı idi. Bir gün bana:
'Bilmezsin ne hoş hanımdır, seninle Celile Hanıma
gidelim,' dedi.
!lk defa Nazım Hikmet'i orada, beyaz deniz ünifor
ması ile gördüm. Yüzü gönlü açık havalı, kendine he
men ısındıran bir delikanlı idi. Yahya Kemal'in sık sık
evine gitmesinin bahanesi de Nazım Hikmet'e şiir dersi
vermekti.» (Dünya, 2 Mayıs 1965) .
Gerçekten de Yahya Kemal, Nazım Hikmet'in ilk
şiirlerinde düzeıtmeler yapmış ve ilk ştirinin yayınlan
masını sağlamıştı. Yahya Kemal'le sohbetleri pek meş
hur olan Sermet Sami Uysal bir gün Yahya Kemal'e
so:rmuştu:
26
Nazım'ın ilk intişar eden (yayınlanan) şiiri budur.
Fakat bu şiiri ben o kadar çok tashih ettim ki adeta ye
ni baştan yazdığıını söyleyebilirim. Kendisi ritmi ben
den öğrendiğini her zaman itiraf etmiştir. Fakat Nazım
Hikmet şair değildir. Şiirleri şiirden ziyade hitabete ben
zer; daha doğrusu hitabettir. Annesi Polonyalı idi, ba
bası Türktür.» (18 Kasım 1 958, Cumhuriyet, Yahya Ke
mal lle Sohbetler, 7)
Büyük Ada'da Yat Kulüp'e devam eden ve hep ik
tidarın lO.tfü ile yaşayan, hatta küçük adı olan Agah
imzası ile Sultan Hamid'e tahta çıktığı günü kutlayan
bir şiir «CülO.siye» yazan Yahya Kemal, CülO.siye'yi bul
duğu için Hakkı Tarık Us'u da sevmezdi. (Falih Rıfkı
Atay, Dünya, 1 7 Aralık 1967) . Elbette Nazım'ın şiirleri
ni şiir saymayacaktı. Falih Rıfkı Atay'ın da belirttiği
gibi Yahya Kemal «bir şeyi kıramadı, bir yükseği aşa
madı, eski kalıba yeni bir ruh vermek denemeleri içinde
çırpındı, gitti. Kendisi de o hava içinde Osmanlı kaldı.
Ne Türkçülüğü, ne Türkçeciliği, ne de Cumhuriyet dev
rini ve devrimciliğini benimseyebildi. Nazım Hikmet kır
dı ve aştı.:�>
Falih Rıfkı Atay, bu büyük Osmanlı şairi ile bu
büyük Türk şairi arasındaki farkı da şöyle dile geti
rir:
«Destan'ın içinde yiğitleri ve kaçakları ile, havdut
ve kahramanları ile 1919 - 1922 Anadolu halkı, Koca
tepe'deki sol elinin baş parmağı çenesinde, sağ eli ce
binde derin düşünen Mustafa Kemal'i o pek yaygın fo
toğraflarından hatırlarsınız. Destan'ın sonlarında ona
da rastlıyoruz:
27
Eğilip durdu.
Bıraksalar
ınce uzun hacakları üstünde
yaylanarak,
ve karanlıkta akan
bir yıldız gibi
akar ak
Kocatepe'den Afyon ovasına atlıyacaktı.
28
«Yahya Kemal .. lafı yine kaptı. Evirdi, çevirdi, so
nunda şu cümleyle noktaladı:�
«Nazım da, Orhan Veli de iyi ozan. Ama şiir baş
ka yerlerde». (sanat Dergisi, 20 Haziran 1975, sayı:
137)
Yahya Kemal, Nazım Hikmet'e ders vermiş, bu sü
re çok kısa olmuş, ama Nazım'ın annesi Celile Hanım'a
olan aşkı, kendisine yüz vermediği için intihar ettiği
haberlerinin çıkmasına bile yol açacak kadar köklü ve
uzun sürmüştü. Yahya Kemal'in Deniz Harp Okulu öğ
rencilerinden Necip Fazıl (Kısakürek) bu aşkı ve aşk
yüzünden intihar rivayetini şöyle anlatır:
«Nazım Hikmet, benden birkaç sınıf ilerde ve ara
mızda hiç bir temas olmamasına rağmen edebiyat yö
nünden bir bildiğim, hatta Bahriye Mektebi sıraların
dan başlayarak rakibimdi. Onun da lakabı 'sarı oğlan'
ve sıfatı 'şair'di .. . Bahriye Mektebinde ona dair bir de
dikodu dolaşıyordu: Annesiyle Yahya Kemal arasında
bir aşk münasebeti varmış . . .
Yahya Kemal, benim sınıfıının tarih hocası idi ve
bütün şöhretleri Mektebimizin öğretmenler kadrosunda
toplayan Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın korudukların
dandı. ttstat, bir yıl içinde (Lö Sid) destanından başka
bir şey anlatamamış, hatta onu bile nihayetlendireme
mişti. Ağzı köpürerek büyük bir veedie anlattığı bu des
tanda Lö Sid tam ayağını özengiye atıp eyere sıçramak
üzereyken boru çalar, Yahya Kemal askerce olmasına
çalıştığı bir temennah çakarak sınıftan kaçareasma çı
kar ve öbür derste 'Nerde kaldık?' diye sorup 'Lö Sid
ayağını özengiye atıyordu' cevabını alınca hikayesine
yine öncesinden başlar ve hep avnı noktada (Lö Sid
ayağını özengiye atarken) fırlayıp giderdi.
tstikameti de Büyük Ada. ..
29
Mektebin kayıkhanesinden denize nefis bir futa in
dirilir. Yahya Kemal onun arkasına kurulur, daha ar
kadaki çavuşun 'Al beraber kürek' kumandasiyle Büyük
ada'ya doğru süzülürdü. Büyükada'da oturan Nazım
Hikmet'in annesine doğru. . .
Bu bakımdan Nazım Hikmet'i himaye ettiği v e şa
irliğini desteklediği söylenirdi. Yani Nazım'ın ilk şaiı·Ii
ği, meşhur bir şairin dürtüklemesi ve belietmesi yolun
dan başlıyordu.
Bizimse şairliğimiz, hamdolsun, böyle bir destekle
meden uzaktı. Ve zaten ne onunki, ne de benimki, he
nüz yerine oturabilmişti.
Seneler sonra yakın temasım olan Yahya Kemal
ile Bahriye Mektebinde, benim sanat bakımından her
hangi bir temasım olmak şöyle dursun, hatta bütün bu
dedikodulara karışık garip tipi, dalgın hali ve kayıtsız
epası yüzünden kendisine zıt tavırlarım olmuştur. Eyüp
oyuncağı sarışın bebek suratlı Nazım Hikmet'i de, ço
cukluğunun ilk şiir himayesine anne hatırı yüzünden
sağladığı fikriyle küçümser olmuştum.
Günlerden bir gün, mektepte, birkaç derstir görün
meyen Yahya Kemal'in hasta olduğu rivayeti çıktı. Pe
şinde bu hastalığın ne olduğu, şu tarzda dillere düştü :
'Yahya Kemal intihara kalkmış . . . Nazım Hikmet'
in annesi yüzünden ! . .. Zehir içmiş! . . . Ted.avideymiş! . . . '
Nihayet Yahya Kemal çıkageldi. Sınıfça, kendisi
ne bir muziplik yapmak için tertibat almıştık. O, sını
fa girince, müthiş bir 'Bak' kumandasıyle ayağa kalk
tık. Yahya Kemal, şaşkın ve perişan, cali (yapmacık)
bir heybetle 'oturunuz ! ' emrini verdi. Herkes oturdu ,
ben ayakta kaldım.
'Ne istiyorsunuz, niçin oturmuyorsunuz?'
'Sınıf narnma maruzatım var ! '
'Buyurunuz! '
30
'Kibrit suyu içerek intiliara kalktığınızı duyduk.
Sınıfın teessürlerini bildiririm.'
Yahya Kemal öfkeyle yerinden fırladı , karnesini çı-
kardı ve (ç) leri (j ) diye telaffuz ederek sordu :
'Nümeronuz kaj ?'
' 1 054 . . '
.
ziran 1965, s. 5)
Yahya Kemal'in Celile Hanım'a olan tutkusu 1916'
dan 1 9 19'a kadar sürmüştü. Yahya Kemal'in anlattığı
na göre Celile Hanım'a deli gibi aşıkmış. Bu aşk tam
üç yıl sürmüş, sonra üç yıl da hasretini ç ekmiş. Yah
ya Kemal'in duygularını dile getiren şu şiiri hatırlaya
lım :
31
Hala mütehayyilim sadanın
Gönlümde kalan akislerinden.
Mevsim iyi, kainat iyiydi;
Yıldızlar o yanda, biz bu yanda,
Hulya gibi hoş geçen zamanda
Sandım ki güzelliğin cihanda
Bir saltanatın güzelliğiydi.»
32
tanbul'a gelince yine suvareler yapacak diye içim bur
kuluyordu. Hatta kendisine bu endişemi açtım. Suva
relere çag-rılsa bile gitmeyeceğini temin etti.
Bir akşam Ada'da, maruf otelin önünd e otururken
yanımdaki iki kişinin (biri Rauf Ahmet Bey) Hakkı Pa
şa'dan bahsettiklerini duydum. istanbul'a gelmiş, bu
akşam bir suvare ver�yor. 'istanbul'un bütün güzel ka
dınları davetıi' diyorlardı. Sevgilim de istanbul'un gü
zel kadınlarından biri. Müthiş bir ıstırapla yerimden
kalktım. tskeleye doğru gittim. Son vapur çoktan kalk
mıştı. Sert bir lodos esiyordu. Deniz karmakarışıktı. Ne
olursa olsun Maltepe'ye geçip oradan tstanbul'a gitme
ye karar verdim. SevgiJim herhalde orada olacaktı.
Sandalcılara baş vurdum. 'Hastam var' dedim . Pek
yanaşmıyorlardı. Çok para vaat etmem üzerine biri ra
zı oldu. Hemen sandala bindim, açıldık. Bir müddet son
ra lodos büsbütün arttı. Denizde çalkamp duruyorduk.
Bir aralık sandalcı kürek çekemez oldu ve bana alenen
küfretmeye başladı. Etrafımızı ölüm tehlikesi sardığı
halde ben yalnız Hakkı Paşa'nın suvaresini, güzel kadın
ları, erkekleri ve sevgilimin de orada olduğunu düşünü
yordum.
Güçbela Maltepe 'ye gelebildik. Dalgalar öyle bir
çarpıyordu ki sahile çıkmak buraya kadar gelmekten
daha tehlikeli idi. Zar zor, bir hayli uğraştıktan sonra
kendimi sahile attım. Sırılsıklam olmuştum. Hemen
Maltepe'deki kahvelere uğradım. Bir araba istedim.
Yok. . . Yok . . . Bostancı'ya kadar yaya gitmeye karar ver
dim. Tren yoluna çıkarak koşmaya başladım. Maltepe
ile Bostancı arasındaki mesafenin ne kadar uzun ol
duğunu o zaman farketmişimdir .
Kan, ter içinde Bostancı'ya geldim. Vakit hayli
geçti. Karakala gittim. 'Bana bir araba bulunuz, has
tam var' dedim. Aradılar, taradılar. Birini buldular. Yi-
34
'A be kuzum, siz tstanbullular ne dubaracı insan
larsınız' dediğini duyunca, o hanımdan bucak bucak
kaçmaya başlamış.� (Sabah Gazetesi, 11 Ocak 1974) .
Yahya Kemal, tstanbul'u sever, !stanbul şivesinde
her şeyi birleştirirdi. Nitekim «Bir Tepeden» başlıklı şii
rinde şöyle der:
35
Bu sonuç Nazım'ı son derece ÜZdü. Hele, bu ayrı
lışı, Celile Hanım'ın Paris'e gitmesinin izlemesi, N�
zım için ikinci bir ayrılık oldu. Kız kardeş Samiye, ba
ba evinde annesiz kalmanın acısıyla ağlıyor. N�zım ge
lince teselli buluyordu. O günlerin şiire dökülen duygu
larından bir örnek verelim:
36
ll. NAZlM H IKM ET'IN ÇOCUKLUGU
ŞAI R şiirinden
37
eBu zamanın şairi Nazım Paşa'nın ruhu, torunu
nun gelecek şiirleriyle şad olacaktır>> diyordu.
Hikmet Bey ise :
38
Yani candan kopup gelen söz, candan utanır, dil
de tamamiyle anlatamadığı için inciden, deniz kıyısın
dan utanır, sıkılır. Anlatabildim mi bilmem. Ben Na
zım'ın da dedesine çekmesini, şair olmasını isterim.»
Hikmet Bey, babasına karşı gelmedi.
Yan odadan bir ağlama sesi duyuldu. Bu, Nazım'
ın uyandığını anlatıymdu. Celile Hanım, mutfaktan
çıkmış, Nazım'ın uyuduğu odaya girmiş, kızıl saçlı, yu
muk gözlü yavrucuğunu kucağına almıştı. Celile Ha
nım :
«Biraz teriemişsin oğlum, dedi, acıktın da . . . »
Nazım, annesinin, babasının, dedesinin büyük il
gisi ve özeni ile büyüyordu. Bir gün, Celile Hanım :
« Hikmet, dedi, galiba ben ağırlaşıyorum, bir çocu
ğumuz daha dünyaya gelecek. Paşa Baba'dan sorsan,
yakınlarda başımız sıkışınca haber salacağımız bir ebe
var mı, öğrenelim artık, zamanı geldi.»
Hikm et Bey s evinçli ve kederli.
Hikmet Bey, ikinci bir ç ocuğu olacağı için memnun.
Gözleri parlıyordu.
Hikmet Bey, geçim zorluğu nedeniyle ikinci çocu
ğun giderini karsılayamama ihtimali ile üzülüyordu.
Halep'te ticaret hayatında hiç bir başarı göstere
memişti. Vali olan babası ise, rüşvete, hatıra, gönüle,
hediyeye, kayırınaya kesinlikle karşı olduğu için elin
den tutmamış, kendi bildiğiyle yetinmesini istemişti.
Kaldı ki, Nazım Paşa, sadece maaşıyla geçinmeye azim·
li, sürgünde bir vali yaşamına alışkın, manevi değerlere
fazlasıyla bağlı, erdemli bir kişiydi. Hikmet Bey de ba
basına çekmişti ama, ticaret hayatında birinin bır
hatırıının elinden tutması gerekliydi. Az bir sermaye,
sınırlı bir kredi ve sürümü olmayan bir alanda ticaret,
bir aileyi ferah fahur yaşatmıyordu işte . . .
39
Hikmet Bey, düşüne dursun bir Cuma sabahı N!
zım'a bir kardeş dünyaya geldi. Evin içinde bir telaş,
bir heyecan, bir sevinç ve düşüneeli bir hava a�ırlığını
duyuruyordu.
Nazım'ın kardeşi Ali tbralrim daha kundaksız ya
tacak bir gelişme göstermeden hastalandı, ishal ve sı
cak yavrucağı kasıp kavurdu, eritti ve kardeş kardeş
N!zım'la aynayamadan hayata gözlerini yumdu. Na
zım, kardeşinin öldüğünün bile farkında de�ildi. Birkaç
yıl kadar geçmiş, el üstünde tutularak büyüyen ve ke
Limeler döktürmeye başlayan Nazım Hikmet'e annesi :
«Sana bir kardeş getireceğim, onunla oynayacak
sm, sakın kıskanmayacaksın ha! . » derken, Nazım, an
. .
40
«Çocukları alıp tstanbul'a gitmeli, hayat mücade
lesine atılmalı ! . .'>
Nazım büyümüş, sopalara ip bağlayarak onları at
yerine koyup evde, sokakta at koşturmaya başlamıştı.
nedesinden alabildiğine yüz bulduğu için, Vilayet ma
kamına gidiyor, misafir, iş sah:ibi bilmeden Vali oda
sına giriyordu. Dedenin sevdiği Nazım, Diyarbakırlı ha
tırı sayılır ağaların da sevdiği bir çocuk olmuştu. Ona
ufak tefek armağan vermekten çekinen yerli zenginler,
bir süre sonra Nazım'a pahası büyük, değeri yüksek gü
müş işlemeli Mushafı Şerif kılıfı, içi altın dolu para ke
sesi vermişler. Nazım Paşa'yı da küplere bindirmişlerdi;
Nazım Paşa bağırıyordu :
«Olmaz ! Katiyen olmaz ! Bana veremedikleri rüşve
ti, şimdi torunum aracılığıyla hediye diye mi yolluyor
lar? Olmaaaaz, katiyyen olmaz ! »
Nazım Paşa, Nazım'ın elinden para kesesini almış.
verenlere göndermiş, bir de tehdit eklemişti :
«Bir daha böyle bir şey görürsem, hediye vereni tev·
kif ettireceğim. »
Vali Paşa, para v e servet karşısında dimdik, Mev
lana yolunda başı eğikti. Nazım'ın da kendisine benze
mesini istiyordu. Hikmet Bey ise, kesin kararını verdi
ği için bir akşam üstü babasının iznini aldı ve ailesini
toplayarak !stanbul'a gitmek üzere yola çıktı.
!stanbul ; Padişah taraftarları ile hürriyet isteyen
ler arasında köklü bir mücadeleye alan oluyordu. !tti
hat ve Terakki Fırkası saltanat yönetimine ateş püskü
rüyor, seçim istiyor, Millet Meclisi'nin (Meclis-i Mebu
san'ın) açılmasını sağlamaya çalışıyordu. Bu ortam
içinde yine ticaretten başka bir iş tutamayacağını anla
yan Hikmet Bey, Kadıköy'de Bahariye semtinde küçük
41
bir ev kiralayarak oraya yerleşti. Ufak tefek işlerle ge
çimin i sağlamaya koyuldu. Başlayan grevler, yapılan
mitinglerden sonra 1ttihat ve Ter;ıkki Fırkası'nın iste
dikleri oldu. Hikmet Bey de 1ttihat ve Terakki erkanı
ile yakın ilişkisi bulunan bir aydın olduğu için hemen
Hariciye Nezareti Matbuatı Umumiye mütercimliğine
atandı. !şler yoluna gir:ince, Hikmet Bey, evini Göztepe'
ye taşıdı ve Nazım da koca bebek olduğu için onu he
men Taşmektep'e yazdırdı. Kendisi de memurluk göre
vini başarıyla yürüttü.
tLKOKUL YAŞANTISI
42
Ve hemen nerede bulursa kalemlere, kağıtlara sarı
lıyor, renkli kalemlerle postacı resimleri çiziyordu. Bu
postacılar hep Nazım'a benziyordu. Postacıların getir
dikleri mektupları, verdikleri telgrafları konu komşu
sunun nasıl heyecanla, çok kez sevinçle karşıladıkları
nı gördüğü için umut ve sevinç taşıyıcısı postacılar Na
zım'ın gözünde çok büyüyor, önem kazanıyordu. Posta
cı resmi çizme alışkanlığı, onu yakınlarının portreleri
ni çizmeye götürdü. Annesi Celile Hanım'ın resim yapı
şından , verdiği bilgilerden güç kazanan Nazım daha ço
cukken şiire ve resme olan istidadını belirtti. Emekliye
ayrılarak 1stanbul'a gelen Dede Nazım Paşa kırmızıya
yakın sakalı, lacivert gözleri, boylu poslu yapısıyla Na
zım'a uzak bir büyük baba gibi değil, onun mürebbisi,
öğrenimiyle görevli biri gibi davranır ve Nazım'ı şiire
de, resme de teşvik eder oldu. Başak rengi entarisi, üs
tüne geçirdiği Şam Hırkası ile Nazım'ı sevdiği vakit:
43
gidiyor ve Nazım'ı seviyordu. tikokulu Taşmektep'te bi
tiren Nazım'ı yabancı dil öğrensin diye Galatasaray'a
yazdırınayı istiyor, geçim sıkıntısı ç eken oğluna, toru
nunun okuması için emekli maaşından para ayırıyor
du.
Aslında Nazım Paşa'nın evi, Nazım'ın tıkokulu ol
mll§tu.
Çünkü; Nazım Paşa'nın Göztepe'ye geldiğini öğre
nen ttsküdar ve çevresinin Mevlevi bilginleri Nazım Pa
şa'yı ziyarete koşuyor, ilim denizinden bir damla iç
meye can atıyorlardı. Şiirler okunuyor, sohbetler edili
yor, hatta ufak yollu tartışmalar bile oluyordu. Divan-ı
Kebir'den parçalar okunurken, Fib-i Ma Fih'ten söz
açılıyor, Mesnevi hikayelerinden hisseler çıkartılarak
solıpet tamam oluyordu.
Nazım, Paşa Dede'nin çevresinden eksik olmuyor
du. Konuşulanları dikkatle dinliyor, çoğunu anlamıyor.
ama okunanların ahengine kendini kaptırarak saatler
ce yerinden kımıldamadığı oluyordu. Böylece Nazım,
ilk şiir zevkini dedesinin m evlevi çevresini kaplayanla
rın okudukları şiirlerden aldı ; bir yandan resme, bir
yandan da şiirler yazmaya koyuldu. Taşmektebi bitir
diği gün, Dedesi ona bol sayfalı, değişik renkli kağıtlar
la dolu, uzunlamasına açılan, deri kaplı bir defter ar
mağan etti, bir de içindeki mürekkebi dökülmeyen hok
ka ve uçlu kalem.
Nazım, ensiz uzun yapraklı deri kaplı defteri evir
di, çevirdi, okulda gördüklerine benzetemedi ve. merak
la:
«Dede, bu neye yarar?'> diye sordu :
Nazım Paşa; biraz güleç, biraz heyecanlı torunu
nun pırıl pırıl yanan iri gözlerine baka baka:
44
«Buna cönk derler Nazım, dedi, buna beğendiğin
şiirleri yazarsın, arada bir okursun, sen de şiir yazarsan
bu deftere geçirirsin. Şiirden başka şeyler yazmaya gel
mez ha! » diye de hem anlattı, hem de tembih etti.
Dede'nin cönk'e yazdığı ilk şiiri bir türlü sökeme
yen Nazım:
«Dede, ben bunu okuyamıyorum» diye mızıklanı
yordu. Nazım, bunda haklı idi. Çünkü şiir, Farsça idi
ve Dede'nin işlek kaleminden öylesine çıkmıştı ki, yazı
dan çok söğüt dalına benziyordu. Nazım'ın gönlünü hoş
etsin diye Nazım Paşa, güleç bir yüzle:
«Bu cönk'ten sana anlayacağın birkaç mısra oku
yayım» dedi. Nazım da kulak kesildi :
Mehmet Nazım Paşa:
«Okuyacağım gazelin tümü değil. Sadece üç beyti'
dir. Divane Mehmet Çelebi yazmıştır. Başkaları bu ga
zel'i Hasan Semai'nin yazdığım söylerler ama, aldırma;
sen Dede'nin sözüne inan. Divane denmesine bakma
sakın, çok akıllı bir Mevlevi şairidir. Okuyorum, dinle :
45
PREPARATUVAR'DA
46
konuşuluyor, Alman birliklerinin küçük Belçika toprak
larından geçmesine izin isteyen ültimatomu reddetme
si büyük bir cesaret olarak tanımlanıyordu. Ağustos
1914 başlarında uydurma bahanelerle Almanya'nın Fran
sa'ya savaş açması herkesi gelecek günlerin getireceği
acı sonuçlar üzerinde durmaya zorluyordu. Nazım Hik ·
met'in çevresinde de konuşulanlar hep aynı konulardı.
Bu arada Osmanlı imparatorluğu Almanya tarafını tut
mayı gizli görüşmelerle kararlaştırırken, Enver Paşa da
Büyük Britanya ımparatorluğuna tarafsızlığı korumak
hususundaki resmi görüşü yineliyordu.
Bir taraftan Rusya'da bolşeviklerin güçlendiği ha
berleri geliyor, fakat Çarlık Rusyası da (Petrograt Hü
kümeti) Boğazlar sorununu ortaya atıyor, Fransa ile
ıngiltere'nin görüşlerini öğrenmeye çalışıyordu. Orta
Avrupa devletlerinin 6 Ekim'de Bulgaristan'dan yardım
sağlayarak Sırbistan'a saldırması, 1915 yılında Antant
devletlerinin başarısızlıklarını, karşılaştıkları felaketle
ri arttırdı.
ışte bu, savaş, yenilgi, saldırı dünyasında Nazım
Hikmet daha yakın plandaki savaşa kendini verdi : 3
Kasım 1914'te ıngilizlerin Seddülbahir ve Kumkale tab
yalarına saldırısı ciddi tehlikeler yarattı. Hele 18 Mart
191 5'te 16 savaş gemisinin Boğaz'a girerek bütün tab
yaları ateşe tutması pek çok şehit verınemize yol açtı.
Bu şehitler arasında Nazım Hikmet'in dayısı Mehmet
Ali de vardı. Mehmet Ali'nin şehadet haberi alındıktan
sonra Nazım Hikmet «Şehit Dayıma», «Benim Dayım»,
«Şehit Dayıma Mabaat», yine «Şehit Dayıma Mabaat»
başlıklı manzumeler yazdı (Haziran 1915) . Vatansever
duygularla yazdığı şiiriere fazla vakit ayırdığı için Ni
şantaş Suıtanisinde, ilk yılın başarısını sürdüremedi. S ı
nıfı orta ile geçti.
47
Bir gece Hikmet Bey, Bahriye Nazırı Cemal Paşa'
nın kendilerini ziyarete geleceğini bildirdi. Evde adam
akıllı bir hazırlık yapıldı. Cemal Paşa hem Bahriye Na
zırı, hem de tkinci Ordu Kumandanıydı. Osmanlı - Al
man anlaşmasını imza etmiş ve ünü her tarafta «Büyük
Cemal Paşa»ya çıkmıştı. 1 909'da Usküdar Mutasarrıf
lığı sırasında Çukurova'da çıkan Ermeni isyanını bas
tırmak için oraya gönderilmiş, Adana Valiliğini başarıy
la yaptığı görülünce Bağdat Valiliğine atanmıştı. Bu
sırada Balkan savaşı başlamış ve istanbul'a dönmesi ge
rekmişti. Ancak burada hastaianmış ve istanbul'da kal
mıştı. Bu sırada Mehmet Nazım Paşa da Sivas Valisi iken
aziedilmiş ( 1910) , Nazım Paşa da istanbul'a gelmiş, Us
küdar'a yerleşmişti. Cemal Paşa ile arkadaşlığı sırasın
da hemen hemen aynı illerde görev almış olmanın ver
diği bir anılar birliği, vatanseverlik duyguları, sanat ve
edebiyata olan eğilimleri iki paşayı birbirine çok yaklaş
tırmıştı.
Bahriye Nazırı olunca aile dostıuğunu sürdürmüş
lerdi. işte Matbuat Umum Müdür yardımcısı olan Hik
met Bey'i ziyaret edecek , biraz ahvali alemden rahatça
söz edeceklerdi. Hikmet Beyler'in evine girince Cemal
Paşa'nın elini öpenler arasında Nazım Hikmet de vardı.
Cemal Paşa, Nazım'ın yuvarlak mavi göz bebeklerinden
zeka fışkırdığını görünce sordu:
«Nazım oğlumuz nereye devam ediyor? »
Hikmet Bey hemen:
«Nişantaş Sultanisine paşa hazretıeri» dedi.
Cemal Paşa sorusunu devam ettirdi:
«Bari derslerinden iyi numara alıyor mu?»
Celile Hanım söze karıştı:
«Maşallah yavrumun aferinleri, tahsinlel'i eksik ol
muyor. Derslerine pek bağlı paşam.»
48
Hikmet Bey ekledi:
«Şiire de merakı var paşam, dedesine çekmiş.:.
Cemal Paşa, Nazım'ın şiirlerinden okumasını iste·
di ise de Nazım çekindi, utandı, bir türlü şiirlerinden bi
rini olsun okumadı. Paşa'nın ısrarı üzerine, Hikmet Bey,
Nazım'ın son şiirlerinden birini okudu. Bu Bahriye Na
zırı Cemal Paşa'nın da hoşuna gidecekti. Zira başlığı
Bir Bahriyelinin Ağzından'dı.
Hikmet Bey şiiri okumaya başladı :
Musikim düdük
Hayatım deniz
Biz deryada gezeriz.
Bize derler Turgutoğlu
Yakarız yıkarız biz cihanı.
ölüm karşısındadır an be an
Vatan uğrunda ederiz fedayı can .
Topumuzdan çıkan gülle
Eder her tarafı tarümar
Vatan uğrunda fedayı cana
Benim gibi çok kişiler var.
BAHR!YE MEKTEBt'NDE
50
derslerine çalışması, bu d ersleri sevmesi bir yılda iki kez
takdirname alması sonucunu veriyordu. Başarısı yüzün
den sınıfça adada yapılan gezintiden sonra Okul İdare
si'nin düzenlediği Mükafat Sofrası'na davet ediliyor,
orada yemek yiyor ve pek çok öğrenciyi kıskandırı
yordu.
51
ile imtihan verdi. Okuldaki «tavrı harekebiyle ilgili not
lar sınınarına göre şöyle yazılmış:
Birinci Sınıf'ta: Terbiyeli, az çalışır, intizamsızlı
ğa, tembelliğe ve lakayıtlığa meyyaldir. Eseri salah gös
termektedir. Hassas ve zekidir. Mesleğe istidadı pek
azdır.
!kinci Sınıfta: Vasat derecede ç alışkan, intiza.mkar
olmamakla beraber, harekat-ı umumiyesinde pek faal
değildir. Elbisesine hiç itina etmez.
Uçüncü Sınıfta: Derece-i faaliyette vasattır. Mes
leğine istidadı ve kabiliyeti azdır. !ntizamperverdir. Ah
lak ve tavr-ı hareketi iyidir. Mütehevvir tabiatlıdır. El
bisesine hiç itina etmez.
Ek bilgiler: Akaid (din bilgisi) ve Tabiiyat dersle
rine çalıştığından iki defa sınıf önünde takdir edilmiş
ve Ada'da tenezzüh yaptırılmış ve mük!fat sofrasında
yemek yedirilmiştlr.
29 Teşrinievveı (Ekim) 1333'de ceza talimi esnasın
da terbiye-i askeriyeye muhalif vaziyette bulunduğun
dan 4.5 saat tevkif edilmiş ve müddet-i medide (uzun
süre) hastalık hali ve müddeti nekahati hali tecavüzde
bulunduğundan ihracı 17 Mayıs 1337'de Mucibe iktiran
etmiştir.
52
daşlarınca kendisine anlatılmasından yine sinirleri bo
zulmuştu. Gece Nöbetini, dondurucu bir soğukta güver
tede geçirdi, hem görev yerinde kalıyor, hem de söylen
tilerle ilgili derin düşüncelere dalıyor, ayazın sağlığını
tehdit ettiğinin farkına varrnıyordu. Gece boyunca Yah
ya Kemal'in annesiyle ilişkisine çözüm arayıp durmuştu.
Ama nafile ! .. Hikmet Bey çapkınlıktan vaz geçmiyor,
Celile Hanım da bu kadar alımlı, güzel, bilgili ve eşine
sadık olduğu halde Hikmet Bey'in kendisini bir türlü
sevmemesinin nedenini anlayamadığı için ayrılmayı hiç
hatırından çıkarmıyordu. Çıkarmıyordu ama, bu karı
koca anlaşmazlığı da Nbım'ı yiyip bitiriyordu. !şte bu
ayaz gecede Nbım, yine cezalanmayı göze alarak baba
anne bağının sürdürülmesi için çareler aramış, ama ci
ğerlerini adamakıllı üşütmüştü. Yatakhaneye girdikten
sonra bütün gece öksürüp durmuştu.
!şte böyle bir gecenin sabahınd a yine ceza talimi
sırasında şakacı bir arkadaşının maskaralığa varan dav
ranışı sonunda yine kahkahayı koyuvermemek için kıs
kıs gülmüş ve öğretmenin işareti üzerine sıradan çık
mış, disiplini bozduğu gerekçesiyle yine cezaya çarptı
rılmıştı. Sonu neye varacaktı, bilmiyordu. Sınıf öğret
meni, olayı ö�renmiş Nbım'ın yanına gelmişti. Nftzım
farkında değildi, ama, adamakıllı üşütmüştü ve nabzı
şiddetle atıyordu. öğretmen, gözleri çakmak çakmak ,
yanakları al al olan Nftzım'a hem kızgın, hem acımaklı
baktı, baktı :
«Hastasın Nftzım:�� dedi, «hadi d oktora götüreyim.»
Nftzım mahcup mahcup doğruldu, özür diledi, dak
torun yolunu tuttu.
Kısa bir muayeneden sonra revire götürüldü. Kısa
bir tedavi ile iyileşeceği anlaşılarak Merkez Hastanesi
ne yatırıldı. Kışın soğuk gecelerinden birinde ayaz ye-
53
miş olması ve vaktinde tedaviye alınması Nazım'ın kı
sa bir süre içinde iyileşmesine neden oldu. Birkaç ay
sonra bitirme sınavları yapıldı ve Nazım, özellikle akaid
ve tabiiyat derslerinde başarı göstererek stajyer güverte
subayı çıktı.
Bu sırada Hikmet Bey'le Celile Hanım bitip tüken
rnek b ilmeyen geçimsizlikten bıkmışlar ve ayrılmışlar
dı. Nazım bunu haber alınca bir hayli üzülmüş, sorum
lu olduğu gemide sırtını poyraza vermiş, yine hayale dal
mış, bu kez ciğerler, adeta fırsat konareasma hemen so
ğuk almış ve bir iki saat içinde Nazım'ı yere sermişti .
54
aile dostu, hem de gerçek bir hekim olarak Nazım Hik
met'i ciddi bir muayeneden geçirdikten sonra işin veha
metini seziyor ve bir önleyici iğneden sonra:
.:Nazım'ın yarın yine getirilmesi lazım. Bazı labora
tuvar tahlilleri yaptıracağım. » diyor.
Hikmet Bey, kuşku içinde oğlunu evine götürüyor.
ilaçlarını vaktinde alma tembihleri ve Nazım dinleni
yor. . . Ertesi gün, Nazım Hikmet'in hayatının gidişini
d eğiştirecek olan yola farkında olmadP.n ilk adımı atı
yorlar. Hakkı Şinasi Paşa, hürriyetçı bir doktor. ikinci
Sultan Hamid'in gazabına u�amış. Vatanını seven bir
insan. ışgal altındaki ıstanbul'da genç bir subayın ne
kadar acı çekeceğini d e iyi biliyor. Zaten Hikmet Bey,
oğlunun bazı işgal kuvvetlerine mensup subaylara ve
düşman bayraklarına hakaret edic i şeyler yaptığını, ba
şına bir bela gelmesinden korktuğunu Hakkı Şinasi Pa
şa'ya fısıldamıştı. Bunu da göz önünde tutan Paşa, Na
zım'ı hastaneye yatırıyor ve iki aylık bir tedaviyi zorun
lu görüyor. Zira hastalık, zatülcenptir. Ciğerler su top
lamıştır.
Nazım Hikmet iyileştikten sonra iki ay da yatakta
istirahat izni alıyor. Bu iki ayı evinde tedavi ile geçiren
Nazım, Mart 1921 başlarında yine hastaneye giderek
muayene oluyor. Nazım'da belirgin bir iyileşmeye rast
lanmıyorsa da hayati tehlike atıatılmış olarak saptanı
yor. Fakat Nazım, bir hayli kilo kaybetmiş, takattan
düşmüş bulunuyor. Hakkı Şinasi Paşa, Hikmet Bey'e
baktıktan sonra:
«İlacüha, ihracuha! � diyor.
Nazım bundan bir şey anlamıyor. S ağlık Kurulu
na havale edilen Nazım Hikrrıet hakkında iç hastalık
ları uzmanının verdiği rapora bakılarak Nazım hakkın
da son söz söyleniyor : Bu sağlıksız yapı ile deniz subay-
55
lığı yapılamaz. Rapor Deniz Harbakulu Komutanlığına
sunuluyor. Komutanlık da 17 Mayıs 1336'da ( 1920) Na
zım'ı sağlık nedeniyle «silk-i eelil-i askeriyeden ihraç »
ediyor.
Böylece Bahriye'den ayrılan Nazım'ın ailesi hem
karışık bir dönemde Nazım Hikmet'in subay olarak ba
şına bir iş gelmesinin önlenmesine, hem de çocuklarını
askerlik mesleğinden çıkarmak için devlete mecburi h iz
met karşılığı tazminat ödemekten kurtulduklarına se
viniyor.
Sivil hayata dönen Nazım Hikmet, Birinci Dünya
Savaşı yıllarında başladığı şiir denemelerine daha bü
yük bir ciddiyetıe devam ediyor ve mütareke yıllarının
bu «vatan şairb , bu niteliği ile Ankara'da kurulan milli
hükümetin davetiisi olarak istanbul'dan Anadolu'ya ge
çerek yaşamının yönünü değiştirmiş bulunuyor. Böyle
ce zatülcenp hastalığı, Nazım'ın bilinen gücüyle yaşa
masını sağlamış oluyor.
56
eBu şiir heveskB.rı çocukta -Oysa Nazım, Kısakü
rek'ten birkaç yaş büyüktü-, mizaç ve eda halinde, her
şeyi sığlığına alan son derece yavan, fakat dış ölçüler
bakımından becerikli bir hal vardı. !çinde yaşadığı dün
yaya güveni olmadığı ve bir başka alem hasretini çek
tiği, mücerret fikir nasibine son derece uzak olmasına
rağmen her halindE'n belli idb
«Şiirleri de:
Makinenin d illeri
pamuk gibi elleri
57
Bu devrinde Nazım, şiirin kolay tarafından usta
lığa namzet, kolay ağızlı ve üsluplu, büyük çile ve üs
tün ıstıraptan yana bomboş, ama sığlığına da olsa bir
şiir nefesine mAlik, her şeyden evvel ruhunu dayaya
cağı büyük mesnetten mahrum, şaşkın ve başıboş ce
miyeti içinde sade dille söz vermeyi ve mısra perende
leri atmayı bilen, hayli istidatlı ve kıvrak bir yavru can
bazdan başka bir şey değildir.» (Yeni !stanbul, 16 Ha
ziran 1965) .
Nazım'ın Milli Mücadele devrinde ulusal duyguları
dile getiren tek şair olduğunu unutan Necip Fazı!, Na
zım'ın ünlü şiirinin başlığını bile hatırlamıyordu. iz
mir'in işgali üzerine Nazım'ın yazdığı şiir Yaralı Zey
bek değil, «Yaralı Hayaleb başlığını taşıyordu. O yıl
larda Nazım, «ruhunu dayayacağı mesnet» olarak işgal
kuvvetlerine karşı mücadele verme bilincinde idi. Onun
için Milli Mücadelenin en güzel şiirlerini Necip Fazı! de
ğil, Nazım Hikmet yazmıştı. Bahriye Mektebinde baş
layan kıskançlık Necip Fazıl'ın yakasım hiç bir zaman
bırakmadı.
58
lll. NAZlM HIKMET'IN ILK ŞIIRLERI
59
Yanıyor ! Yanıyor ! Müthiş tarrakeler
Çekiyor ağuşuna o adüvvü beşer
Valdesiz, pedersiz kalmış masumlar
Semaya kalkmış istimda t eden eller.
v.s.
Nazım, bu şiiri nasıl yazdığım şöyle anlatır:
«Büyük babam, Mevlevi Nazım Paşa şairdi. Anam
Lamartine'e hayrandı. Evimizde, babamın edebiyatla il
gisizliğine bakmaksızın şiir başköşedeydi.
Karşımızdaki evde yangın çıktı. Yangını ilk görü
şümdü. Şaştım, korktum. Büyük babam, yangın bize
atıamasın diye pencereden Kur'an'ı tuttu karşıdaki alev
lere. Yangın söndü . . . Yaktığı evi kül ederek söndü ken
diliğinden ve ben bir saat sonra ilk şiirimi yazdım: Yan
gın. Veznl büyük babamın yüksek sesle okuduğu aruzla
yazılmış şiirlerinden kulağımda kalan ses taklitleriyle
yapılmıştı. Yani ne aruzdu, ne heceydi, serbest vezln
dense haberim yoktu , uydurmaydı. Dili de öyle. Osman
lıca taklidiydb
Nazım, yazdığı şiirlerin hangisi ilki , hangisi ikin
cisi pek hatırlayamamıştı. Kız kardeşi Samiye Yaltı
rım, sakladığı şiir defterini gün ışığına çıkarınca ve on
lar yayınlanınca, şiirlerin altında yer alan tarihlere ba
karak hangisinin ilki hangisinin ikinci, üçüncüsü oldu
ğu daha iyi anlaşıldı.
Nazım'ın dergilerde yayınlanmamış ilk şiirlerini,
altlarındaki rumi tarihi, miladi tarihe çevirerek sırala
yacak olursak şu sonucu alırız:
Nazım Hikmet, şiir denemesine 3.7. 1913'te başlamış
ve Feryad-ı Vatan'ı yazmıştır. 1914 yılında iki şiir yaz
mıştır:
16.12.1914: Bir Bahriyelinin Ağzından
19.12.1914: Yangın
60
1915 yılında yazdı�ı şiirler sırasıyla şöyle:
61
18 - Bir gurup
19 - Havaı yolları
20 - Mü tareke geceleri
62
2 1 - Tesadüf ( 19 19)
22 - Yeşillenmeyen dallar ( 1919 )
23 - B ir Fikir ( 19 19)
63
Vatanın parçalanmış bağrı
Bekliyor senden ümit
diyordu.
Bilinen şiirlerinden birisi de «Bir Bahriyelinin ağ
zından:& başlığını taşıyordu. 16 Aralık 1914'te (3 Kanu
nuevvel 1330) da yazılan şiirde:
ölüm karşımızdadır an be an
Vatan uğrunda ederiz fedayı can
64
Celile Hanım, Hikmet Bey'in çapkınlıklarından bık
tığı için ayrılmış (1917) , Nazım'ın bütün ısrarları kar
etmemiş ve beklenen son gelip çatmıştı. Bu ayrılık Na
zım'ı üzdüğü kadar küçük kız kardeşi Samiye'yi de pe
rişan etmişti. Sık sık odaya kapanıyor, ağlıyor ve 18'in
deki ağabey, kız kardeşini teselli için çırpınıyordu. Sa
miye kardeşin bu durumu , Nazım'a bir şiir ilham et
mişti:
66
Öte yandan Fransızlar Dörtyol'u, Adana'yı, Mer
sin'i, Çütehan'ı, Afyonkarahisar'ı işgal etmiş ve bu böl
gelerde 16 Nisan 1919'a kadar süren işgal eylemi büyük
nefret uyandırmıştı.
ıtalyanlar Antalya'yı, Kuşadası'nı, Fethiye, Bodrum
ve Marmaris'i işgal etmişlerdi. Ayrıca Konya ve Akşe
hir'e kuvvet gönderilmişti. Yunanlılar, Fransızların ken
dilerine bıraktıkları Uzunköprü - Hadımköy demiryolu
nu tutmuşlardı. Aydın Demiryolu da ıngilizlerle Fran
sızlar tarafından ortaklaşa denetim altına alınmıştı.
Bu facialar, yurdunu ve ulusunu seven herkesi ma
teme boğmuş, saldırganlara karşı çıkma duygularını
kamçılamıştı. Böyle bir felaket döneminde eli kalem
tutanlardan bir kısmı istilacılara alkış tutarken; bir kıs
mı gönülden, aşktan ve sevdadan dem vururken; Nazım
işgal altında kalan şehirlerin acısını iliklerine kadar du
yuyordu. Ne var ki mevcut gazete ve dergilerin tümü iş
galcilere karşı koyan yazarların, gazetecilerin elinde
değildi, hatta çoğunluk sus pus olmuştu. Bu arada bazı
şairler ve edebiyatçılar kendi aralarında para toplaya
rak yeni bir aylık dergi çıkarmaya karar verdiler. Böy
lece adı Vala Nureddin tarafından konulan Birinci Ki
tap,, tkinci Kitap gibi her ay sayısı birbirini izleyen bir
edebiyat odağı oluşturuldu (Bu Dünyadan Nazım Geçti,
2. basım, s. 54) . Bu yeni derginin yayın hayatına girdiği
1336 Ocak tarihinde (Nazım Hikmet'in !lk Şii,rleri, Ke
rim Sadi, s. 18) Naaam genç bir şairdi.
Celal Sahir, Halid Fahri Ozansoy ve öteki hececi
şairler, Kadıköy'de Şifa'dan Moda'ya kadar uzanan ak
şam gezintileri yapıyor, olup bitenleri yorumluyor, ama
hiç birisi bu faciaları yeren, imge ile olsun dile getiren
ve karşı duyguları geliştiren şiirler yazmıyorlardı. Bu
gruba Nazım Hikmet, Mecdi Sadrettin de karışmıştı.
67
«Nlzım, o tarihler(j.e henüz ilk mısralarını yazıyor, fa
kat bu heveskarlık şiirlerinde bile kuvvetli bir heyecan
seziliyordu» (Edebiyatçılar Geçiyor, H. F. Ozansoy, s. 64) .
Bu arada Alemdar gazetesini yayıniayan ve İngi
liz işgal kuvvetlerine ses çıkarınayıp İngilizleri tutan Re
fi Cevad (Ulunay) milli mücadelenin başladığı tarih
lerde hep istilacılardan yana olmuştu. Milli Mücadele'
nin asla başarılacağına ihtimal vermiyordu. Alemdar
gazetesi, gençleri de okurları arasına almak ve edebiyat
heveslilerine hizmet etmek için gazetenin edebiyata yer
veren eklerini de çıkarmaya başladı. Edebiyat sayfaları
nı şair Yusuf Ziya yönetiyordu. Edebi Nüsha'lar geniş
bir ilgi uyandırdı, şiir yarışmaları düzenlendi ve genç
şairlere olanaklar sağlandı.
Nazım Hikmet, istilacıları yerrnek ve kurtuluş umu
dunu belirtmek için Kırk Haramüerin Esiri adlı bir şiir
yazdı. Bu şiir, açıkça İngilizlerin aleyhinde olmadığı için
Alemdar'ın sayfalarında yer aldı (21 Ağustos 1336, M.
1 920) . Şiir büyük ilgi uyandırdı ve herkes Nazım Hik
met imzasının sahibini görmek, tanışmak için adeta ya
rışa girdi. Nazım'ın çevresini sarmaya başladı. Nazım
Hikmet bu ulusal şiirlerinin ikincisini Yaralı Hayalet
başlığı altında yayımiadı (Ekim 1920, Yedinci Kitap).
Bunu NAzım'la VA.IA. Nureddin'in ortaklaşa yazdıkları
Çanakkale'de Şehit Düşen Askerler şiiri izledi. Şiir önce
Umit Dergisi'nin 15. sayısında (16 Aralık 1336, M. 1920),
sonra da Ankara'da Yunus Nadi'nin çıkardığı Anadolu'
da Yeni Gün'de yayımıandı (18 Mart 1337, M. 1921 ) .
Nazım, şiir çalışmalarını sürdürürken yalnız Os
manlı imparatorluğu değil, bütün Avrupa yeni bir dö
neme giriyor, askeri, politik ve ekonomik gerçekler yer
lerini yeni gerçekiere bırakıyorlardı. Osmanlı imparator
luğunun çöküşü, Türk şehirlerinin düşüşü, istilacıların
68
halkımıza zulmü Nazım'ın vicdanında derin akisler ya
pıyordu. Bu duygularını şiire döküyor ve o dönem için
de en yurtsever şiirlerin aıtında Nazım Hikmet'in imza
sı okunuyordu.
Nazım Hikmet, ıstanbul'da ulusal heyecanı yaşı
yor, istilacılara karşı ve de Avrupa'da, kendi araların
da imparatorluk hakkında karar vermeye kalkışan sö
mürücü ve istilacı devletlere karşı başlayan mücadele
nin içinde yer alıyordu.
1 3 Ocak 1920 Salı günü Sultanahmet meydanında
yapılan mitingde Nazım Hikmet konuşma kürsüsünün
yanına kadar sokulmuştu. Kadıköy'de de dağıtılan bir
beyanname cebinde duruyordu. Bunda şöyle deniyordu:
«Memleketimizin mukadderatı hakkında Avrupa'
da kararlar verilirken tslam ve Türk payitahtından
(Başkentinden) yükselecek hak sadasma iştirak etmek
borcunu ödemeye geliniz. Tüccar, memur, esnaf ve ame
le, talebe ve muallim, bütün müslüman ve Türkler, Salı
günü öğle namazından sonra Sultan Ah met meydanın
da müslüman ve Türk varlığını izhar için toplanacak
lar, kararlarını verecekler, haklarını isteyeceklerdir.
Yarın Sultan Ahmet'te miting var!
Müslümanlar, her türlü mazerete rağmen mutla
ka geliniz! »
Nazım Hikmet, «hak sadasma iştirak etmek borcu
nu ödemek» için erken saatlerde miting yerine gitmiş ve
kürsü yanında yerini almıştı. Mitingde Rıza Nur, Fey
ziye Mektebi Müdiresi Nakiye Hanım, Hamdullah Sup
hi konuşacaktı. Nıizım Hikmet:
«Hamdullah Suphi'nin konuşması bende yapma
cık duygusu uyandırdı, demişti, ama bir iş yaptı, hay
ran oldum.:.
69
Nazım Hikmet'i hayran bırakan «iş»i Nazım Hik
met bana şöyle anlatmıştı:
«Hamdullah Suphi, heyecanlı konuşmasını sert bir
cümle ile bitirdi. Hemen etrafa bakındı ve gözlerini be
nim de bulunduğum tarafa çevirdi. Burada şapkalı bir
hanım duruyordu. Ona Fransızca seslendi; hepimiz hay
ret ettik. Meğer kadın Fransızmış ve az Türkçe biliyor
muş. Kadını kürsüye davet etti. Kadın önce Türkçe ko
nuştu:
'Hürriyet hakkınızdır. Mücadeleniz yerindedir. Ben
de bir Fransız olmakla beraber ıstanbul'un istilasına
karşıyım.'
Bu konuşma çok büyük tesir uyandırdı. Alkıştan
Sultan Ahmet meydanı, belki de o tarihe kadar duyma
dığı bir alkışla dolup taştı.»
!şte bu tür heyecanla beslenen Nazım Hikmet, ge
liştirdiği şiir tekniği ile ulusal duygularını dile getirdi.
Denebilir ki o dönemde Nazım Hikmet en önde ge
len ulusal şairler arasındaydı ve en önde gelen gençti.
Gerek Alemdar'ın edebi nüshalarında, gerekse öteki der
gilerde yayınlanan şiirleri dilden dile dolaşıyor, milli
yetçi gençlerin kendi aralarında yaptıkları toplantılar
da okunuyor, okunuyordu. 192l'e dek süren bu dönem·
de Kırk Haramilerin Esiri (21 Ağustos 1336, M. 1920) ,
Efenin Nasihatleri (28 Ağustos 1336, M. 1920) , Kaçırı
lan Kız Kardeşler (18 Eylül 1336, M. 1920) , Yaralı Haya
let (Ekim 1336, M. 1920) , Yolcu Yolun Şarksa (Aralık
1336, M. 1920) , Çocuklarımıza Masal ( 16 Aralık 1336,
M. 1 920) , Marmarada bir Gurup, Sekiz Yüz Elli Yedi
( 13 Ocak 1337, M. 1921) başlıklı şiirleri Nazım'ın en
vatansever şiirleriydi. tstilacıları yeren, işgal edilen şe
hirler için ağlayan, ıstanbul'un Fethini kutlayan, Ça
nakkale Şehitlerine saygıyla, sevgiyle seslenen bu şiir-
70
ler, edebiyat dünyasında büyük etkiler yapıyordu. (Bu
şiirleri bir arada okumak isteyenler üstad Kerim Sadi'
nin Nazım Hikmet'in tlk Şiirleri adlı incelemesine baş
vursunlar) .
1337 ( 1921) yılının Ocak ayı, Nazım'ın yaşamında,
şiir anlayışının gelişiminde etki yapan akışın başlangıcı
olur. Nazım, Anadolu'da başlayan ulusal kurtuluş mü
cadelesine katılmak için arkadaşı Vala Nurettin'le bir
likte yola çıkmıştır. inebolu şiiri bunu anlatır:
71
tizliği dedesi Nazım Paşa'dan dinlemişti. Ama, düşü
nüleni, anlatmak istenileni aruz kalıpları olduğu gibi
yansıtmaktan uzaktı. Hece'nin biteviyeliğinden de bı
kıyordu. Yeni bir anlatım özlemi içindeydi. Hamid'in,
Fikret'in bazı şiirlerindeki «müstezat» denen tam ve ya
rım dizeli anlatımı daha olumlu buluyordu. Ama Nazım,
aruz ölçüsünün kalıplarını ezberlemeye heves etmiyor
du. Bunu bilen bazı sanatçılar, yazarlar, Nazım'ın aruz
bilmezliğini, ona karşı bir hücum nedeni olarak kulla
nıyorlardı.
Nitekim Halide Nusret Zorlutuna, Nazım Hikmet'
in aruz vezni bilmeyişini «inkar kabul etmez bir ceha
let» olarak niteler. Daha çok Halide Nusret Hanım'ın
düşünce ve edebiyat anlayışını belirtınesi bakımından
Bir Devrin Romanı'nda yer alan Nazım'la ilgili şu gö ·
rüşleri okuyalım:
« . . . Vala bir mektubunda meslektaşlardan bir kıs
mını övüp bir kısmını yerdikten sonra Nazım Hikmet
için aynen şöyle diyor :
« . . . Şayet Nazım Hikmet'in şahs ında Seyfi'nin (Or
han Seyfi'nin) ustalığı, Yakup'un (Yakup Kadri) ma
lumatı, Yahya Kemal Bey'in zevki birleşecek olursa bir
halitadan benim için muhayyel şair çıkar. Halbuki za
vallının yazıları intiş.ar edince, evvelki kıymetlerini ne
kadar kaybediyor, ne kadar kaybediyor. Okuyor şaheser.
Basılıyor, Ya Rabbi ne düşmüş, ne düşmüş. Yalnız bir
tanesi var ki hiç bozulmadı: Azizel
Bütün bunların sebebi şekil bozukluğu değil mi?
Lisanı iyi kavrayamamış düşünün ki imlası bile bozuk.
Dikkatsizlik eseri başka; fakat bu, bilmiyor (de) lerin
bile farkından aciz. Büyükbabasının tavsiyesi ile şimdi
muktedir bir muallimden ders almaya başlamış, hemen
Allah muvaffak etsin.�
72
Herhalde VA. - NO.'nun Halide Nusret Hanım'a Aşık
olduğu o çılgın günlerinde ve Nazım Hikmet, henüz Hey
beliada'da okurken yazılan bu mektup, herhalde Nazım'
la aşırı bir kırgınlık döneminin ürünüydü. Halide Nus
ret Hanım diyor ki, o 1918 yılının şiir ürünleri için:
�Nazım Hikmet'in o zamanki cehaleti inkar kabul
etmez. Fakat bence Mütareke yıllarında yazmış olduğu
şiirlerden bir çoğu 'Azize'den üstündür, değerlidir, gü
zeldir: Dergahın Kuyusu, Kırk HaramUerin Esiri, Sarı
Zeybek, Kaçırılan Kızkardeşler. . . Bütün bunlar memle
ket sevgisi ile, yurdunun acıları ile inleyen şiirlerdir. Ben
o zamanki ateşli milliyetçi Nazım Hikmet' i tanıdığım
için onu kaybedişimize candan yanmışımdır; hala da
yanarım. Kırk Haramilerin Esiri'nde gO.ya medeni mil
Ietierin en vahşi saldırışlarıyla yok edilmek istenen Türk
milletinin birden canlanışı ne güzel anlatılmıştır : Or
manda esirlerini baıtalarla parçalamak isteyen vahşi
lerin elinden esir; baltayı kapar ve hücuma geçer. Şiir
şu mısra ile biter:
73:
Onlardı en ziyade ağlayan için için,
Bu elemli sükutu sona erdirmek için
Bir sedefli tambure vererek büyüğüne,
Dedim ki : «Kımıldanın, bu küskün haliniz ne?
Bir çal da dinleyelim , haydi Sarı Zeybeği
Canlansın gözümüzde yalçın dağların beyb
Çaldı tamburesinden tarihin sesi geldi.
Dağlara yaslanarak «Sarı Zeybek» yükseldi.
'!74
IV. NAZlM H IKMET'IN ANADOLU'YA GEÇISI
I N EBOLU Şiirinden
75
yoluyla Ankara'ya gitmiş, cAnadolu'da Yeni Gün» ga
zetesini kurmuştu. Mustafa Kemal Paşa'nın etrafında
yeni hareketin içinde ön planda görülen Yunus Nadl,
aynı zamanda Anadolu'ya daha sonra geçenlerin önem
lilerini karşılayanlar arasında da yer almıştı. Nitekim
Nazım'ların Ankara'ya geçmesini isteyen Halide Edip
ve Adnan Adıvar'ın da içinde bulunduğu kafile 30 Mart
1920 akşamı Geyve'ye varmıştı. «Geyve istasyonuna he
yeti getiren direzinlerde ötekine hoş geldin, berikine sa
fa getirdin derken» Yunus Nadi, Halide Edip Hamının
ancak hayalini şöyle uzaktan görebilmişti. Fakat, erte
si sabah kuşluk vakti epeyce kalabalıklaşan kafilede
Halide Edip Hanım, Dr. Adnan Adıvar, o zamanki Trab
zon Mebusu ve sonra Peşte Sefiri olan Hüsrev Bey (Ge
rede) , sonra içişleri Bakanı olan Sami (Baykurt) Bey,
!stanbul Mebusu Ali Rıza Bey, Hüsrev Bey'in kardeşi
Besalet Bey, sonradan !zmit Mebusu olacak olan Fuat
Bey vardı. (Ankara'nın ilk günleri, Yunus Nadi, s. 76)
1920'nin Nisan ayının 4. ve 5. günleri akşamları
Mustafa Kemal Paşa ve sofrasında bulunanlar istan-
bul'dan gelecek olanları, gelmelerinde yarar bulunan
Iarı saptamaya çalışmıştı (a.g.e., s. 94) . Gelmelerinde
yarar görülenler listeye geçirilmiş, ya kendilerine, ya da
kendilerine sözü geçecek olanlara 6 - 7 gün içinde bil
dirim yapılması yolu seçilmişti. Kasım sonlarında ts
tanbul'daki bazı şairlere Halide Edip Hanım haber gön
dermiş ve Nazım Hikmet'in Ankara'ya geçmesinin sağ
Ianmasını istemişti. Zaten Vala Nuredd in de aynı ko
nuyu kendiliğinden inceliyor ve Nazım da bu isteğin
kök salıp salmadığına bakıyordu.
Sonunda Va - Ntl'lardan yaşlı şairler yalnız Va - Ntl'
nun ve Nazım'ın değil, Faruk Nafiz'le Yusuf Ziya'nın
da Anadolu'ya geçmesini planlamışlardı.
76
Bu olayı Valıl Nureddin ünlü yapıtında (Bu Dün
yadan Ndzım Geçti, 2. basım, s. 48 ve devamı ) şöyle an
latır:
77
Yeni Dünya vapuru, bu kez de önemli görevlerin
den birini yerine getiriyordu. Gemi, genellikle Kara
deniz limanıarına yük ve yolcu taşıyordu. Azerbaycan'a
gitmek isteyenler de Yeni Dünya gemisine biner, Trab
zon'da iner, ordan başka araçla Batum'a devam eder
lerdi. örneğin Yeni Dünya gemisi 1920 Nisanında da
bazı önemli yolcuları almış, ıstanbul'dan kalkmış, 28
Nisan'da Trabzon'da olmuştu. Bunlardan kamador Naz
mi Bey, Hasip Paşazade Ulvi Bey verilen ulusal görevi
yerine getirmek için Azerbaycan'a geçme yolunu izle
mişlerdi. Şimdi de Anadolu'ya geçmek isteyen şairleri
taşıyordu. Yeni Dünya gemisi. . .
Şairler, özellikle Nazım Hikmet, işgal altındaki İs
tanbul'da karşılaştığı yabancı subaylara selam verme
mek için yan sokaklardan gitmiş; zatülcenp hastalığına
yakalanmasına yol açan ihmaller yapmış ve Bahriye
subayı iken ordudan ayrılmıştı. Şimdi kan ağlayan Ana
dolu'ya geçmek ve ulusal kurtuluş için çırpmanlara yar
dım etmek istiyordu.
ıstanbul'dan ayrılırken babasının iznini almamı s
hatta niyetini bile gizlemişti. 1 Ocak 1921 sabahı Sirk��
ci rıhtımından kalkan Yeni Dünya'ya bineceğini bildiği
için iki gün önce babasının masasına, babasına ithaf et
tiği Gençlik başlıklı şiirini bırakmıştı. Dört yıldır sınır
larda kan dökenierin o yaslı günlerinde kurtuluş için
yükselen sesini gençliğin dile getirmesini öğütlüyordu,
şiirinde.
Nazım Hikmet, şöyle anlatır ıstanbul'dan ayrılış
larını:
«Vapura Sirkeci'den bindik. Karakuru, yamyassı
bir vapur, hani şu kolacıların ütüleri vardır ya, onla
ra benziyor. Kamaramıza girdik ; duvarlarında hamam
böcekleri dolaşıyor, daracık, cehennem gibi de sıcak.
78
Faruk Nafiz başını lumboza dayadı : 'tstanbul'u bir da
ha görmeyecek miyiz? Gidiş var da, dönüş yok mu?' di
ye ağladı.
Vapur uskur gümbürtüleriyle s arsılmaya başlayın
ca güverteye çıktım. Yusuf Ziya'nın akrabası bize: 'Ka
radeniz'e açılana kadar karnarada kalın' dediydi, ama
uskur gümbürtüsü bana güven verdi. Sarayburnu'na,
köprüye, kurşun kubbelere, tığ gibi minarelere, Taşkış
la'ya, son kere, şöyle doya doya bakmadan istanbul'dan
ayrılmaya da gücüm yetmedi zaten.
Direkleri tel örme bir Amerikan zırhlısının yanın
dan geçiyoruz. Kızkulesi dolaylarında. Beşiktaş önlerin
de, Boğazın büklümleıinde kımıldanacak yer yok. !s
tanbul denizinin üstü, dretnotıarla, kruvazörlerle, torpi
dolarla, alaca bulaca boyanmış taşıt gemileriyle tıklım
tıklım. Bu düşman, bu hor görücü, bu kurşuni çelik ka
labalığını kaç kere seyrettim içim öfkeden burkularak.
Ama şimdi onlara kendime güvenerek bakıyorum. !stan
bul denizinin içinde, dibinde, kefaldan, uskumrudan,
torikten çok denizaltının kaynaması da urourumda de
ğil , Anadolu'ya gidiyorum . Mustafa Kemal Paşa'ya .
Başüstü ambarında, güverte yolcularının çıkınları,
sepetleri, sandıkları, çoluklu çocuklu , kadınlı, erkekli
fakir kalabalığı arasındayım. Şehrime bakıyorum. Onun
bir semtine, bir girintisine, çıkıntısına değil, tümüne ba
kıyorum. Biliyorum : şimdi orda, kışlaların, silah depo
larının önlerinde tngiliz Ordusundan tskoçyalılar, Yeni
Zelandalılar, Hintliler çifter çifter nöbet tutuyor. Kukla
askerlerin el ayak hareketleriyle birbirlerine yaklaşıyor,
sonra bir anda geri dönüp birbirlerinden uzaklaşıyor,
sonra tekrar birbirlerine yaklaşıp yüz yüze geliyorlar.
Biliyorum, bu nöbet usulü işimize çok yarıyor. Nöbetçi
ler birbirlerine sırtıarını dönüp uzaklaşınca bizimkiler
79
üstlerine atııyor, geceleri elbette, herifleri temize havale
edip depoya dalıyorlar. Nöbettekiler Hintlilerse, hele
müslümanları, bıçağa filan lüzum yok, gık demeden t es
lim oluyor adamcağızlar, yardım bile ediyor kimi kere.
Biliyorum: Denizcisini, piyadesini, topçusunu, Fransızı
nı, tngilizini, Amerikanını, ttalyanını, Yunanlısını, Ma
dagaskarlısını, Avusturyalısın ı, camlarımızı kırdıkları,
çocuklarımızı dövdükleri, kadınlarımıza saldırdıkları za
man öldürüyoruz.:ı>
«Öldürüyoruz onları. Artık yalnız büyük ıstanbul'
un değil, Beyoğlu'nun arka sokaklarında bile, yalnız
geceleyin değil, gündüzün bile tek başlarına dolasınak
tan korkuyorlar. Biliyorum : bu korku onları bir kat da
ha zalimleştiriyor. Padişahın polisiyle işbirliği edip ev
lerimizi basıyor, insanlarımıza karakollarında işkence
ettikten sonra, sağ kalanlarını Afrika çöllerine, okya
nuslarda kaybolmus adalara sürüyorlar. Biliyorum: on
lar bir kat daha zalimleşiyor, onları öldürüyoruz, silah
kaçırıyoruz Anadolu'ya, ama onları öldürenlerin. silah
kaçıranların arasında ben yokum. Ne öldürmesini bece
rebiliyorum, ne de :-;ilah kaçırmasını. Bundan dolayı ay
nı gazetede çalıstığımız -ben arada bir şiir yavınlıyor
dum- Yusuf Ziya, bana Anadolu'ya geçmeyi teklif
edince sevinçten deliye döndüm.:�>
dnebolu'ya yetmiş beş saatte vardık.
tnebolu, rıhtımsız, mendireksiz. Vapurlar açıkta de
mirleyip yolcularını balıkçı kayıklarıyla karaya çıkarı
yor. Fırtınalı zamanlardaysa vapurlar durmadan geçi
yor tnebolu önlerinden.:.
N�zım Hikmet, inebolu'ya indikten sonra etrafı şöy
le bir öğrenip, durumu saptayınca babası Hikmet Bey'e
bir kart göndermişti. Kartta ya ttıkları otelin adı verile
rek adres de yazılmıştı. Nı1zım'm yazdıkları işte:
80
.:Sevgili babacığım,
tki gündür tnebolu'dayız. Sıhhatim çok iyidir. Bel
ki iki üç güne kadar Ankara'ya hareket edeceğiz. Hala
mm, sizin, eniştemin ellerinden, çocukların gözlerinden
öperim. Mektuplarınızı beklerim.
Karadeniz seyahati gayet iyi geçti. Burada adeta
yaz mevsimi. Tabiat gayet güzel .
Nazım
inebol u, Karadeniz Oteli>> (Nazım, s. 77)
Kart, Hikmet Bey'in eline geçince ne sevincini, ne
üzüntüsünü belli etmemeye dikkat etti. Bir yandan oğ
lunun uzaklara gitmesine üzülüyor, bir yandan da Mus
tafa Kemal Paşa'ya hizmet etmek için ulusal duygula
rının etkisiyle Anadolu'ya geçişine seviniyordu . Hikmet
Bey gururlu bir sevinçle, ayrılışın tatlı acısını duyu
yordu.
Nazım'ların tnebolu'ya geçişler i, öyle rahat, öyle
kolay olmamı ştı. Kızkulesi'nde vapur durdurulacak, tş
rral Kuvvetlerinin vapurdakileri denetimi yapılacak, bir
sakınca görülmezse gemi yoluna devam edecekti. Nazım
ların normal yolcu gibi karnaralarmda oturması olanağı
yoktu , onun için güvertedeki pamuk çuvallarının ara
sına sinmişler, vücutlarını çuvallara uydurmuşlardı. Ne
bir öksürük, ne bir aksırık. Adeta yarı ölü halde bu ken
dilerine uzun gelen sekiz on dakikayı geçirmişlerdi.
Kızkulesi'ndeki denetim şöyle üstün körü olmuş
ve vapura geçiş izni verilmişti. Salacak kıyılarına yak
laşılırken Nazımlar normal düzene geçmiş, rahat bir
nefes alar�k geminin küçücük oturma salonuna inmiş
lerdi.
Z onguldak'a geldiklerinde hececi şairleri karşıla
maya gelen kalabalık bir grupla karşılaşırlar. tnebolu'
ya yol alırken fırtınaya tutulurlar. Zaten karaya inince
82
cadele planı ile 1919 ilkbaharında Rosa Luxemburg, Karl
Liebknecht ve Kurt Eisner'i hunharca öldürdüler. Bun
ları gören gençler burjuvazinin düşmanı kesildiler.
işte 1921 başlarında inebolu'da bir deniz kıyısı kah
vesinde oturan grup bu olaylara tanık olmuş, Sparta
kistleri tutmuş olanlardı. Hele Sadık Ahi'nin kırmızı
boyun atkısı rüzgarda sallanırken heyecanlı heyecanlı
ve taze izlenimlerle Avrupa'nın ç alkanışını ve Sparta
kist eylemleri anlatması Nazım'ın ağzını açık bırakı
yordu. Nazımlar meğer ne cahil imişler . . . Avrupa'da ne
ler oluyormuş.
Aynı otelde, fakat ayrı odalarda kalıyorlardı . Na
zım ve Vala, Avrupa görmüş ağabeylerden yeni şeyler
öğrenmek için yanlarına gittikleri vakit hem demli çay
içiyorlar, hem de bilmedikleri «büyük adamlar»ı öğre
niyorlardı. Karl Marks varmış, yeni bir dünya görüşü
ile ortalığı allak bullak etmiş. Engels diye bir zengin
ingiliz, fakirierin ve yoksulların hakları için çalışıyor
muş. Kautsky diye biri Almanya'da işçileri peşine tak
mış, ortalığı hallaç pamuğu gibi birbirine katıyormuş.
Sadık Ahi ve diğer Türkler Spartakistler'le burjuvalar
sokak çatışmasına tutuldukları vakit kendileri de boş
durmamış. Ellerde silah, pencerelerden karşıtıarına ateş
açmışlar, Prusya subaylarının kurşunlarıyla can veren
Karl Liebknecht hapishanede iken öldürülmeseymiş, o
bir yolunu bulup Alman işçilerini ve gençlerini içeriden
idare edecekmiş. öyle etkin bir lidermiş ki öğrenci mü
fettişi olarak Berlin'de bulunan Hamdullah Suphi bile,
hatipliği, bu Spartakistler'den öğrenmiş.
inebolu konuşmalarını 1968'de bize anlatan PrOf.
Vehbi Sarıdal :
«Ben, diyordu, Sadık'ın Nazım Hikmet'e bunları an
latmasını hoş karsılamazdım. Nafi Atuf da benim gi-
83
bi düşünürdü. Henüz Spartakistler'in haklı olduğu ta
rih içinde belli olmamıştı. Bunun için Na.zım Hikmet'e,
heyecanlı olduğu belli bulunan bu gence ihtilalci diye
adı çıkmış Almanlar'dan söz etmek üç yaşındaki çocu
ğa işkembe çorbası içirmekten farksızdu
Prof. Vehbi Sarıdal'a sormuştum:
«Sadık Ahi'nin anlatmaları olmasaydı, Na.zım Hik
met Anadolu'da öğretmen kalır mıydı? »
Vehbi Sarıdal, yaşamının son yıllarında o konuşma
günümüzde, ikram ettiği kahveleri yudumlarken, anıla
rını tazelerneye çalışarak şu karşılığı vermişti:
«Evladım, ne Sadık Ahi'nin telkini, ne emperya
lizme sövmeler, ne de sınıflar arası mücadele hakkında
ki anıatmalar bir insanı bir noktadan alıp bir başka nok
taya götürmez. Tezadı nefsinde yaşamak, fikrinde yo
ğurmak ıa.zım. tnebolu'daki beş on günlük ikamet müd
detince üç beş defa anlatılan hikft.yeler değil, Anadolu'
nun Nft.zım'ın hür düşüncesine karşı çıkması onun yo
lunu çizmesinde rol oynamışa benzer. Sadık'ınkiler hep
gevezelikti ama, yeni fikirlerdi. Elbette Na.zım Hikmet
onu istifade ile dinliyor ve bu kadar yakın günlerin ha.
diselerini öğrenmemiş olduğu için de, iki de bir :
•va.ıa., biz adamakıllı cahilmişiz' diyor, hep birlikte
gülüyorduk.
Şunu da hatırlıyorum ki, Nft.zım Hikmet, bizim Sa
dık Ahi'yi ciddiye alıyor, onun anıattıklarından sonuG
lar çıkarmaya bakıyordu ama, bir de Seyfettin vardı. . .
Seyfettin Gaştof mu ne? Nft.zım onun bolşeviklik hakkın
daki sözlerine dudak bükerek kulak veriyordu.»
Vehbi Sarıdal, o günleri bir türlü etraflıca anlat
maya yanasmıyordu ama, Yüksek Ticaretten öihencisi
ve arkadaşı rahmetli Rasih Güran ve ye�eni Nilüfer Sa
rıdal'ın beni yüceitici sözleri üzerine biraz olsun derin-
84
ıere dalıyordu. Bu konuda söylediklerini şöyle not et
miştiın:
«Rusya da, Türkiye de, Mustafa Kemal de yeni bir
oluşun içindeydi. Osmanlı imparatorluğunun çöküşü ve
emperyalizmin Türkiye'de askerleriyle boy göstermesi,
Nazım Hikmet gibi bir genci elbette sarsacaktı. Biz spar
takistler üç gruba ayrılmıştık. Bir kısınımız Bolşevik
ihtilaJini beğeniyordu. Bir kısmımız Anadolu'ya geçerek
Mustafa Kemal'e yardımı en doğru marksist düşünce
sayıyordu. Bir kısmımız Türkiye'de kalıp sosyalizmi öğ
renmeye ve yaymaya önem veriyordu. Ben, Mustafa Ke
mal'e hizmet etmeyi seçtim. Nazım Hikmet'in Rusya'ya
geçişi, Rusya'nın cazibesinden çok, Anadolu'daki irti
caın ve bağnazlığın Nazım Hikmet gibi radikal fikirli
gençlere tahammülsüzlüğünün neticesidir.»
Nazım Hikmet, kırmızı boyun atkısı ve mübalağa
lı j estleriyle kendilerine «ŞU cahillere bakın» diye şaka
dan da olsa aşağılatıcı sözler söyleyen bu Spartakist
«Ağabeyler»i sevdiğini ve onlara saygı duyduğunu, özel
konuşmalarımızda da anlatırd ı.
«İçimde, derdi, halkın kahramanı olmak, o kahra
manlara benzemek duygusunu uzun yıllar besledim.
Ama önemli olan kahraman mertebesine çıkmayı ta
sarlayarak çalışmak değildi. önemli olan Fikret'in de
diği gibi hak beliediği yolda yürümek, adsız bir nefer
gibi çalışmak . . . Ama sonradan kahramanlaşmak da he
sapta varmış. Orası, çalışanın değil, çalışanları, yapı
lanları değerlendirme mevkiinde olan halka ait bir key
fiyet.»
Belli ki, inebolu'da Anadolu'ya geçiş için «mürur
tezkeresi» ve harcırah beklendiği sıralarda Nazım Hik
met, hayli ilginç konuşmalar dinlemiş, olaylarla kar
şılaşmıştı.
85
!nebolu'da gençlerle de sohbetler yapan Nazım Hik
met, boş vakitlerini şehri görmek, halkı tanımakla ge
çiriyordu. Yatır diye bilinen oir mezarın yanında, di
leklerini belirtmek için gelen halkın sessiz dualardan
sonra rahatlamış olarak Yatırın türbesinden uzaklaş
malarını seyrediyor ve bu inançların bütün tarihimiz
boyunca nelere malolduğunu düşünüyordu.
!nebolu'ya varışlarının ikinci haftasında bu Yatır'ı
ziyaret sırasında iki genç şair ortaklaşa bir şiir yazdılar:
tnebolu . . .
Vala Nureddin'in belirttiğine göre şiirin baş tara
fı. Va - Nü'nun, ortası ortak, son bölümü Nazım'ınmış.
Artık vezin ve kafiyeye bağlılıkla, duyguları dile geti
riş ustalığı adamakıllı belirmişti Nazım'da . «Sisli vadi
leriyle rüyalı Anadolu» bu şiirin son bölümünde şöyle
dile getirilmişti :
86
dokuz yaşındaki yürük insanlar için dokuz gün sürer,
arasındaki dinlenmeler hariç, der Va - Nu.
Nazım, ilk kez Anadolu'yu lnebolu'da t anımıştı. Bu
nu şöyle anlatır :
«lnebolu gördüğüm ilk Anadolu kasabası. Ana_lli>
lu köylü kadınını da ilkönce burada gördüm. Pazar ye
rinde e:ördüm onu_ Sırtındaki odun yükünü indirme
den çömelmişti duvarın dibine. Kabuğundan çıkmış ko-
_ _caman iki kaplumbağava benzeyen ayaklarını gördüm.
Ellerini gördüm: odun yükünün urganını tutan qıüba
rek elleri baltanın sapındaymışlar gibi öfkeli,-beşik sal-
- -
87
radaki mevkiim çok iyidir. Bize fevkaliide itibar ediyor
lar. Birkaç gündür yollar yağan kardan dolayı kapan
mıştı. Fakat çok şükür artık açıldı. Harcırahımız gel
di. Bu para ile müreffehen Ankara'ya hareket edeceğiz. »
(Ndzım, s . 78) .
Nazım, yol harçlığı olarak kendilerine yüzer lira ve
rildiğini bildiriyor. Onun için Ankara'ya giderken yol
da kendisini bir ara «fakir fukaraya ziyafet çeken mi
rasyediye>> benzetiyordu.
ıstanbul'dan inebolu'ya 75 saatte varmışlardı.
inebolu'da bir haftadan fazla kalmışlardı.
Harcırahıarını aldıklarının ertesi günü inebolu'dan
ayrılmışlardı. Nazım Hikmet bunu şöyle anlatıyor:
«Otelcinin yardımıyla bir eşek sürücüsü kiraladım
ve ertesi gün güneş doğarken çıktım inebolu'dan yola.
Dağlara tırmandıkça havanın iyice sağuyacağını söy
lediler. Paltom yalınkat. Göğsüme, sırtıma, iskarpinleri
min içine gazete kağıdı koymaını sağlık verdiler. öyle
de yaptım. Bir de dev gibi bir kalpak satın aldım, kül
rengi, astragan kalpak. Eşek hem beni, hem bavulumu
çekecek halde değil. Zaten eşek sırtında yolculuğu onu
ruma da yediremedim.
tnebolu , bir üç çeyrek saat kadar geride kaldı. Ama
ileriediğimiz dağ yolundan hem kasabayı, hem Karade ·
mış yakaladım.
Sürücü şaşkın şaşkın bana bakıyor. Toparlandım.
Utanarak gülümsedim. Ama bu utanma duygusu çar
çabuk geçti. Aynı sesle, ama bu kere sağ elimi ileriye
doğru uzatmadan:
88
«Böylesine güzellik İsviçre'de bile yoktur! • dedim
sürücüye. Oysa ki İsviçre'yi yalnız Tobler çikolatası nın
içinden çıkan renkli küçük kartıarda görmüştüm.
Sürücü karşılık vermedi.
«Deh de kara oğlan,)} dedi eşeğine, yürüdük.
İkide bir, başımı sağa sola çevirip manzaraya baka
rak:
«Benden mutlu insan var mı bu dünyada?»
diye düşünüyorum, ama yüksek sesle söylemiyorum,
içimden geçenleri. Sürücüden çekiniyorum her neden
se.
Epeyce yol aldık. tnebolu, Karadeniz görünmez ol
du. Bir dönemeçte, mola vermiş, . sekiz on kişiye rast
ladık. Hepsi genç. Hepsi tstanbullu, üstlerinden başla
rından belli. Hepsinin sırtında çanta gibi, çıkın gibi
şeyler. Sigara içiyorlar. Tanıştık. Hepsi yedek subay.
Kimisi Çanakkale'de dövüşmüş, kimisi Filistin'de, kimi
si Galiçya'da. Yenilgiden sonra !stanbul'a dönmüşler.
Birisi de esirlikten dönmüş, ta Hindistan'dan. Çoğu öğ
retmenmiş askere gitmeden önce . inebolu'ya bir hafta
önce gelmişler. Ankara'ya, ordan Garp cephesine gide
cekler.
«Kaç yaşındasınız?:. dediler.
«On dokuzuma bastım:�> dedim.
«Yakında cephede görüşürüz:. dediler.
Nazım Hikmet ve Vala Nureeldin üç günde Kasta
monu'ya vardılar. Hep yokuş çıktıkları için adamakıllı
yorgundular. Şöyle böyle sekiz saatte ancak otuz kilo
metre kadar yürüyebilmişlerdi. Ama gençtiler. !ki şair
bu yolculukta şu iki kupleli Yol Türküsü'nü yazdılar.
Birinci kıtanın Nazım'a ait olduğunu sanıyordu Vala
Nureddin. O günkü anlayışı dile getiren şiir şu :
89
Alnımızda yanar gençliğin tacı
Yorgunluğun anasını satarızf
Elimizde neşeinizin kırbacı
Ufukları önümüze katarız.
Göğsümüz kuvvetli, gönlümüz temiz
Tükenmez yollan tüketiriz biz.
Ne saray, ne hamam, ne han isteriz,
Nerde gün batarsa orda yatarız.
!STANBUL'DAN ANILAR
90
«Güneş d ergisini çıkard ığun sırada onun bir şiirini
n�retmiştim. Bir gün babası, eski Matbuat Müdürü
Hikmet Bey, idarehaneye geldi, pek memnundu : Ata
türk, Nazım Hikmet'in 'Güneş'teki şiirin i okuyup be
ğenmiş, kendisini görmek istemiş . . . »
Hikmet Bey, oğlunun bu vesile ile değişeceğini, aley
hindeki takibattan kurtulacağını umuyordu. Şiirini neş
rettiğim için bana teşekkür ediyordu.» (6 Haziran 1963,
Son Havadis)
Gerçekten de Nazım Hikmet'in Ocak Başında baş
lıklı piyesi, Güneş Dergisinin 15 Mayıs 1927 günlü sa
yısında yayımlanmaya başlamış ve genç şairler arasın
da bu piyes beğenilmiştir. Bir bölümü ilk önce Alemdar
gazetesinin Nusha-i Edebiyye'sinde Yusuf Ziya'nın him
ınetiyle yayınlanmıştı (6 Teşrinisani 1 336, Kasım 1919) .
Atatürk'ün de ilgisini çeken bu eski şiir'in Güneş'te ya
yınlandığı sırada Nazım Hikmet, 89 sanıklı bir «gizli
Cemiyet kurma» suçundan Dr. Şefik Hüsnü ile birlikte
tutuklu bulunuyordu.
Nazım Hikmet , Anadolu'ya geçmeden önce hem şair
kişiliği, hem de güzelliğiyle aydın çevrelerde hanımların
dikkatini çekiyordu. Bu arada kendisinden beş yaş ka
dar büyük olan şair Şükfıfe Nihai hanım, Nazım'a sırıl
sıklam aşıktı. Darülfünun'un coğrafya bölümüne de
vam ediyordu. Şiirler yazıyor ve yayınllyordu. Ancak,
Halide Nusret Hanım'a göre «Nazım Hikmet, bir ara
Şükfıfe Nihal'e sırılsıklam aşık olmuştur. Nihai ona 8.şık
değildi, ama onun kendisine aşık olmasından memnun
du. Nazım Hikmet:
91
Kilometrelerle derin,
Kilometrelerde dümdüz,
Yüzde yüz,
Yüzde bin beş yüz,
Yüzde hudutsuz kere yüz !
Saçıarım dolanmış,
Ölmekte olanın parmaklarına
92
'Hemşire, gidiyoruz Anadolu'ya kaçıyoruz. Ben, Fa
ruk Nafiz, Vala Nureddin, Nazım Hikmet, bir de siz. Ge
leceksiniz değil mi?'
Nasıl gidebilirim ? Küçücük ailemin reisi bendim.
Annemle kardeşimi kime bırakabilirdim? Bu yüzden de
ğil miydi ki vaktiyle amcamlarla beraber Anadolu'ya g e
çememiştim?
Çaresizlik içinde ellerimi oğuşturdum :
'Gelemem kardeşim , maalesef ben gelemem. Ana
mm ve kardeşimin bensiz yaşarnalarına imkan yok. Siz
gidin, benim yerime de siz çalışın. Gece gündüz sizlere
dua edeceğim, haydi Allah selamet versin' dedim. »
«Allah selamet versin» dediği şairlerden Nazım Hik
met'i Halide Nusret Hanım yakından tanıyordu. 1 920'
lerde kadın-erkek arkadaşlığı yeni yeni başlıyordu İs
tanbul'da. Halide Nusret Hanım da bu kadın erkek kaç -
göçünün önemsenmedi ği o yıllarda Aşiyan tdadisinde
okuyordu. Okul müdürü şiir yazmaya hevesli Namık
Bey, okulun bir salonunu öğrencilerin arkad&.şlarıyla bir
nevi siir matineleri düzenlemelerine açık bırakırdı. Ha
lide Nusret (Zorlutuna) Hanım'ın anlattığına göre o
günlerde bu şiir matinelerine katılan grupta şunlar
vardı:
Vala Nureddin, Nazım Hikmet, Suat Salih, Ahmet
Hamdi, Rıfkı Melı11, Nazım Kamil (Meşhur Sadrıazam
Kamil Paşa'nın en küçük oğlu) , Ahmet Harnit (Sonra
milletvekili olan Dr. Harnit Selgil) . . . Kızlardan: Halide
Nusret, yeğeni Şefkat, Şükı1fe Leman.
Halide Nusret Zorlutuna, o yıla ait anısını şöyle di
le getiriyor:
«Ağ-abey şairler, yani o zaman şöhretlerini yapmış
olan Celal Sahir, Halit Fahri , Orhan Seyfi, Faruk Na
fiz, Şükftfe Nihai v.b. bu topluluğumuzun dışında kalı-
93
yorlardı. Biz hemen hepimiz aynı sene çocukları gibi
bir şeydik. Olsa olsa aramızda iki-üç yıl yaş farkları var
dı. Edebiyat alemine en son girenlerdik.
Toplantılarımızda son yazdığımız şiirleri okur ve
karşılıklı birbirimizi överdik. Merhum Ahmet Harndi ile
çocukluktan da birbirimizi tanırmışız. Babam Kerkük
Mutasarrıfı iken, onun babası da orada kadı (hakim)
imiş. Bunu bana hatırlattıktan sonra arkadaşlığımız
daha da samimileşti. Ne iyi, ne tertemiz çocuktu. Ya
rabbi ve ne büyük şairdi l Elbiseye filan hiç kıyınet ver
mez, durmadan okurdu. Arkadaşları ona 'Kırtipil Ham
di', 'Hamdi Paşa', 'Hamdo Sahife', diye takılırlardı, o
hiç aldırmazdı. Erkeklerle kızlar arasında daima bir me
safe vardı; bize çok hürmet ederler, hiç bir zaman lau
balileşmezlerdi. İçimizde belki kız arkadaşlardan birine
aşık olmuş olanlar da vardı, ama bunu gizlerneyi çok iyi
bilirlerdi.
· Mesela Vala Nureddin çok seneler sonra bir arkadaş
topluluğunda gülerek anlatmıştı:
«0 ilk gençlik yaşlarında bir arkadaşına tutulmuş.
Birkaç gece sabahlara kadar onun evinin etrafında -ka
be tav af eder gibi- dönüp dolaşmış . . . Kız bir hayli vur
dumduymaz bir şey olacak ki, bu aşkı hiç anlamamış.
Vala da az bir zaman sonra kendini bu tutkudan kur
tarıp gene normal arkadaşlık münasebetıerine dönmüş.
O vurdum duymaz kız da meğer ben değil miymişim?
Doğrusu, o zaman, bu birkaç günlük 'Büyük aşk'ın far
kına hiç varmamıştım.
Nazım da o tarihlerde Kadıköy'de esmer güzeli iri
kara gözlü, şuh bir kıza aşıktı. Kız yeğenim Şefkat'in
komsusuydu, sonradan bir İngiliz subayı ile evlendi. Na
zım Hikmet 'Azize' şiirini bu kız iç in yazmıştır. Bilmiyo
rum, son zamanlarda yayımlanan şiirler arasında bu
da çıktı mı?
94
Arkadaşları: 'Senin Azize'yi gördük' , 'Senin Azize
selam söyledi' diye ona takılırlardı. O da:
'Yok .yahu, ben onun için yazmadım o şiiri, mukad
des manasma gelen, hani Fransızların 'saint' dedikleri
ınanada kullandım 'Azize'yi diyerek kendini savunurdu�
(Bir Devrin Romanı, tef. 30) .
Halide Nusret Zorlutuna, Nazım Hikmet hakkın
daki hükmünü de vermiş bulunuyor, onu da öğrene
lim:
«Anadolu'ya kabul edilen iki 'Kahraman'ı Rusya'
ya tahsil için gönderdiler. Vala kendisini çabuk topladı
ama, Nazım ebedi kayıbımız olarak kaldu (31 Ekim 1973,
Hürriyet)
Oysa, herkes de biliyordu ki, Nazım Hikmet'i kim
se Rusya'ya tahsil için göndermedi. Nazım ve Vala ken
di arzularıyla Sovyetler Birliği'ne gittiler.
Nazım, ıstanbul'dan ayrılmadan önce, komşuları
Derviş Paşa'nın kızı Suat Hanım'ı (Suat Derviş) tanır,
onunla şiire dair konuşmalar yapardı. Suat Derviş, Na
zım'dan üç dört yaş küçüktü. Bir gün özel öğrenim gö
ren Suat Derviş'in odasından bir kitap alırken masanın
üstünde güzel bir düz yazı bulmuştu. Bu Suat Derviş'in
bir 'mensur şiir'i idi. Nazım bunu çok beğendi ve Suat
Dervlş'e sürpriz yapmak için, Alemdar Gazetesinin Nüs
hai Edebiyye'slni yöneten ve Nazım'a dost elini uzatan
Yusuf Ziya'ya verip yayınlattı. Yusuf Ziya, Suat Derviş
adını bir erkeğin sanmış ve yazının sunuşunu şöyle yap
mıştı:
«Türk edebiyatının göklerinde doğan yeni bir yıl
dız:.
Suat Derviş bu yazının yayımlandığını görünce çok
sevinmiş, Nazım Hikmet'! daha da sevmlşti. Sevmiştl
ama, genç kız kaprisl olacaktı. «Yazınızı görünce kim
95
bilir ne çok sevindiniz değil mi?» sorusuna şöyle cevap
vermişti Suat Derviş:
«Sevinmek de söz mü ! Fakat neden bilmem çok da
utandım. Nazım'a darıldım, onunla kavga ettim, çocuk
kaprisi, ağıadım da . . . Ama ne mutlu idim bir bilseniz.»
(Gerçelder Postası, Ağustos 1967, sayı: 1 1 , T. Zihni Ana
doZ) .
Nazım, uzun süre Suat Derviş'le arkadaşlığı sürdür
dü. Nizarnettin Nazif'le evli olduğu zaman da, Reşat Fu
at'Ia evliliği yıllarında da Suat Derviş, daima Nazım
Hikmet'ten yana oldu. Yeni Edebiyat Dergisinde 1939 -
1943 yıllarında Nazım'ın yazdığı şiirlerden birkaçı bu
dergide takma adlarla yayınlandı.
96
V. I KI ARKADAŞ ANKARA'DA
98
de idi. örneğin 20. Kolordu Komutanı, Müdafaa-i Hu
kuk Cemiyeti Başkanı, I. Büyük Millet Meclisi tkinci
Başkanı Ali Fuat Cebesoy, Nazım'ın dayısı idi. Kurtu
luş Savaşı'na ilk katılanlardan Albay Mehmet Ali Bey
Ankara'daydı. Bu da Nazım'ın dayısı idi. Nazım'ın an
ne tarafından yakını olan Hüseyin Hüsnü Paşa, ünlü
Hareket Ordusu Kumandanıydı ve Anadolu'ya geçen ilk
kumandanlardandı. Nazım'ın annesinin teyzesinin eşi
bulunuyordu. Eski Valilerden Samih Rifat Bey teyzesi
Münevver Hanım'ın eşiydi ve Ankara'da Milli Eğitim
Bakanlığının müsteşarlık görevini yapıyordu.
Nazım'ın baba tarafından halası Güzide Hanım'ın
eşi Albay Necip Bey, Askeri Fabrikalar Genel Müdürü
Eyüp Paşa ile işbirliği yaparak Anadolu'ya silah ve cep
hane göndermeyi başarmış sayılı askerlerdendi ve An
kara'da önemli bir görevde idi. Bu yakın ve akraba bol
luğu içinde Nazımlar Taşhan'da bir odada kendilerine
verilecek görevi beklediler.
Nazım'ın ve Vala'nın üzerinde, Ankara'dan gönde
rilmiş harcırahlarının önemli bir bölümü olduğu gibi
duruyordu. ilk yiyecek ihtiyaçlarını bu para ile karşı
ladılar. Ertesi gün, kendilerinin Ankara'ya gelmesini
sağlayan daire, Matbuat Umum Müdürlüğü olduğundan
oraya gitmek için erken saatte kalktılar. Taşhan yakı
nında bulunan Kuyulu Kahve'de sabah kahvelerini iç
tiler. Orada Ankara'ya yeni gelmişler, önceleri gelip yer
leşenler masa masa oturmuş sohbet ediyorlardı. Nazım
lar'ın yanındaki masada oturan üç kişi, Ali Fuat Paşa'
nın Etlik sırtlarında Mustafa Kemal Paşa'yı nasıl bü
yük bir coşku ile karşıladığını anlatıyor, 20. Kolordunun
gücünü destanlaştırıyor, davul zurnanın ulusal hava
sıyla coşan halkın Mustafa Kemal Paşa'yı nasıl alkış
larla karşıladıklarını bir bir dile getiriyordu.
99
Nazım Hikmet, bıı övücü anlatımdan gurur duymuş,
sağ elini çenesine dayamış, hayran öyle kalmıştı ki Va
la Nureddin:
«Nazım, haydi Matbuat Müdürlüğüne gidelim» ses
lenişiyle kendine gelmişti. Matbuat Müdürü Muhittin
(Birgen) Beydi. Muhittin Birgen, ıstanbul'da Usküdar
Sultanisi Edebiyat ve Felsefe hocalığı yaparken Celile
Hanımıara komşu idi. Bu bakımdan Nazım Hikmet'i Va
la'yı tanıyordu. Muhittin Birgen Osmanlı Meclisi Me
busanına Çorum Mebusu olarak katıldığı vakit de aynı
evde kalmış ve Nazım'ın şiirlerini okumuş , onu takdir
etmişti. Muhittin Bey'in kızı Ast1de ile eşinin kız kar
deşi Nüzhet, ıstanbul'da Nazım'la komşuluk yapan ak
ran kız - erkek arkadaşları olarak vakit geçirirlerdi ama,
Nüzhet Hanım, Nazım'dan biraz büyücekti. Onun için
Nazım'ın kız kardeşi Samiye, Muhittin Bey'in kızını
cAst1de, Ast1del » diye çağırırdı ama baldızına cNüzhet
Teyze� derdi.
Nazım Hikmet, Kuyulu Kahve'den Matbuat Müdür
lüğüne giderken Muhittin Birgen'in tanış olması nede
niyle öyle heyecanlanmıyor, ama, gönlünde yer eden
Nüzhet Hanım'ı görünce belki içinde bazı duyguların fi
lizleneceğini sanıyordu.
Muhittin Birgen, Nazımları 33 yaşın tazeliği ve An
kara'da görev almanın heyecanıyla karşıladı. Ancak An
kara öyle bir dönem yaşıyordu ki, kime ne görev veri
leceği bilinmiyordu. Bunun için de iyi kesilmiş bıyıkla
rını kaşıyarak:
«Hele bir dinlenin bakalım, nasıl olsa bir işe, bir
hizmete başlayacaksınız� dedi.
Vala Nureddin:
cNe zaman gelelim?�
diye sorunca, Muhittin Bey, biraz düşündükten son-
ra:
100
«Hele şu haftayı geçirelim» karşılığını verdi.
Nazımlar da, tnebolu'ya gönderilen harcırabtan ar
ta kalanla geçiniyorlardı .
Haftada bir, iki kez ziyaret ettiler Muhittin Birgen'i.
Muhittin Birgen, felsefe hocalığının ağırbaşlığı, mil
letvekilliğinden kalma politikacılığı, Mustafa Kemal
yönetiminin güvenini kazanmış olmanın rahatlığı ile ka
rışık bir ruh haleti içinde, bu iki gence bir iş verememe
nin sıkıntısını çekiyor ve her gelişlerinde de:
«Size iş bulmaya henüz vakit ayıramadım. Biliyor
sunuz ya, çok iş birikti birden. . . Ama bir çare bulaca
ğız elbet. Hele bu haftayı da geçirin bakalım.» di
yordu.
Nazımlar günleri sayıyor, Ankara'ya gelen gazete
leri okuyor, Ankara'da çıkanları günü gününe izliyor
lardı. Ankara'da Sovyetler Birliği lehinde, hatta komü
nizmden yana çok şey söyleniyor, konuşuluyor, yazılı
yordu. Türkiye ile Sovyetler Cumhuriyeti arasında it
tifakname imzalanması büyük sevinç uyandırmıştı. !ş
te şimdi de (Şubat 1921 sonlarına doğru) Bolşeviklerin
Sefir'inin Ankara'ya geleceği duyulmuş, ona göre prog
ramlar yapılmıştı. Bolşevik Sefiri Mdivani adında biriy
di ve 20 Şubat 1921 'de Ankara'ya gelişi Sovyetler lehi
ne dostluk gösterilerine yol açmıştı. Herkesin ağzında
şu cümle vardı:
«Yeni Rusya, yeni Türkiye el ele dünyayı emper
yalist zulmünden kurtaracak olan hareketin pişdarları
dırlar (öncüleridirler) . »
Nazım Hikmet, Spartakistler'den v e gelen gazete
lerden edindiği bilgilerle Sovyetler'in ne olduğunu an
lamaya çalışıyor, Ankara'nın Sovyetler Cumhuriyeti ile
olan dostluğunun nedenlerini araştırıyordu. Bu teces
süsünü Şair Samih Rüat'a açtı. Samih Rifat :
101
«Sana yarın bir makale getireyim, orada aradıkla
rını biraz olsun bulm·sun. Beni dış siyasete bulaştırma
ya kalkmayın» demişti.
Ertesi gün Taşhan'a gelen Samih Rifat, Hakimiye
ti Milliye gazetesinin 5 Ekim 1920 günlü sayısını çanta
sından çıkardı. Nazım ve Vala, dikkatle gazeteye eğil
diler, imzasız bir başyazıda şunlar da yer alıyordu :
«Türk - Bolşevik ittifakı, hayli uzun devam eden
müzakerelerden sonra Sovyetler Cumhuriyeti, müda
faa eylediği dava ile, müdafaa ettiğimiz dava arasın
daki müşareket (ortaklık) ve hatta vahdeti (birliği ) h is
setmiş ve binaenaleyh iki millet mukadderatına ha
kim olan bu nokta vahdeti resmen teyide karar vermiş
tir.
«Türklerle Bolşevikler, yahut Türk milleti ile Rus
milleti aynı Şarkın milletleridir, birinin başındaki derd,
diğerinin başında da vardır. Aynı irade-i mutlaka, ay
nı bürokrasi her iki millete de hakim bulunuyor ve her
iki milleti de eziyordu, aynı irade-i mutlaka, araların
da hiç bir sebeb-i ihtilaf ( anlaşmazlık nedeni) bulun
mamak lazım gelen iki milleti dünkü dünyada hakim
olan ihtiras siyasetinin tevlid ettiği (doğurduğu) esbab
(nedenler) aıtında uzun asırlar, birbirine düşman ola
rak tanıtmıştı. Fakat her iki milletin de başından ida
re-i mutlaka kalktığı zaman derhal anlaşıldı ki arada
bir sebeb-i ihtilaf bulunmamak lazım gelir ve yoktur.
Türkiye meşruti (parlamenter) bir hükümete malik ol
duğu gün Rusya'da hala Çarlık hükümferma idi (hü
küm sürüyordu) . Bu Çarlık Türk milletini mahvetmek
isteyenlerle beraber hareket ediyor ve hatta onların baş
larında bulunarak Rus milletini Türk milleti aleyhine
sürükleyip götürüyordu. Bunun neticesi olarak Harb-i
Umumi (I. Dünya Savaşı) esnasında Türklerle Ruslar
arasında kanlı mücadeleler vukua geldi.»
102
«Şiddetli bir hareket Çarlığı ortadan kaldırınca ar
tık iki millet arasında şimdiye kadar mevcud olan büs
bütün başka bir siyaset hakim olacaktı. Eski siyaset, hu
sumet (düşmanlık) siyaseti olunca, yeni siyaset de bu
nun aksi, yani tamamen bir dostluk siyaseti olmak ica
bediyordu. !şte böyle oldu. !ki millet ricali ve iki millet
gayeleri arasındaki müşareket vahdeti görerek bunu res
mi bir vesika ile teyid etmek istediler.»
NA.zım Hikmet ve Vala Nureddin, makalenin bura
sına gelince Ankara'da niçin herkesin Sovyetler lehine
konuşmalar yaptığını ve gelecek olan Sovyetler Cum
huriyeti Sefiri Mdivani'ye bu kadar önem verildiğini
daha iyi anladılar.
Şubat sonuna gelmişlerdi. Hala bir kazmaya sap
olmamışlardı. Bir defasında Muhittin Birgen, biraz da
güç olacağını sandığı bir görev vererek Nazımları baş
tan savmaya kalktı:
«Size bir görev vereceğim, dedi, tam size göre bir
iş. Şairsiniz. Anadolucular'dan yanasınız. Haydi baka
lım, !stanbul gençliğini milli mücadeleye davet eden bir
hamasi şiir yazın da getirin. Göreyim sizi. . . »
Nazım'ın kafasında hemen şimşek mısralar çakma
ya başladı. Sevinçliydi. Vala Nureddin:
«Olur . . » der demez Nazım Hikmet:
.
Ve bir suçlama:
103
o satılmış vezire, o s atılmış hünkara
o satılmış kullara siz de mi katıldınız ?
Siz de satıldınız, siz de mi satıldınız?
104
«Ankara'nın eli kalem tutanlara ihtiyacı yok. ts
tanbul'un bir sürü işsizi Ankara'yı doldurursa onlara
nereden maaş bulur, nerede iş icad ederiz?»
Böyle dendiği halde, Ankara'ya tanınmış şair, ya
zar ve sanatçılar gelecekti. !şte Yakup Kadri Bey de
Ankara'ya gelmek için inebolu'ya çıkmıştı ( l l Mayıs
1921 ) . Demek ki, Ankara'ya yapılan çağrının yeri ve
değeri vardı. Fakat bazı milletvekilleri, gelenlerin, va
da gelecek sayılı kişilerin önemini kavrayamıyor, ko
nuya sadece Ankara'nın barındırma koşulları açısın
dan yaklaşıyorlardı.
Böyle düşünen mebusları, bu çağrıya karşı baş kal
dırmaya yöneiten başka etkenler de vardı:
örneğin, Ankara henüz binlerce insanı barındıra
cak yerlerden yoksundu, hem de Anadolu henüz düş
mandan temizlenmemiştl tümüyle. . . Ankara'ya gelen
haberler Yunanlıların taarruza geçerek Ankara'ya doğ
ru �lerlediklerini bildiriyordu. Oysa, haberler gerçeğe
aykırıydı . B aşkumandan Papulas, Atina'ya gönderdiği
bir raporda Türk ordusunun kuvvetıenmekte olduğunu
bildiriyor, bir an önce taarruza geçmeyi öneriyordu. Ger
çekten de I. !nönü muharebesinde durdurulan ve ilk
mevzilerine çekilmek zorunda bırakılan Yunanlılar,
şimdi yeni bir taarruz için hazırlanıyorlardı. Ama tsrnet
(İnönü) Bey Şubat sonlarında orduyu güçlendirmek için
başarılı tedbirler almış, düşmanı kesin yenilgiye uğra
tacak manevi ortamı yaratmayı bilmişti. Fakat bunları
bir bir bilmek Milletvekilleri için mümkün değildi. Bu
bakımdan da Nazım Hikmet'in ve Vala Nureddin'in or
taklaşa yazdıkları şiir eleştiri konusu olmakta devam
ediyordu. Muhittin Birgen de tedirgin olmuş, Meclis
huzurunda suçluymuş gibi hesap vermişti. Bu olay üze
rine yanına gelen Nazım Hikmetler'e:
105
«Çocuklar, dedi, sizi Maarif VekAletine devredece
ğiz. Memleketin öğretmene ihtiyacı var. Sizi Maarif'e
göndereceğim.:.
Nazım Hikmet, öğretmen olma yolunda ilk işareti
alm�tı. Fakat o da Ankara'ya gelen haberleri öğreni
yor ve Yunanlılar'ın Bursa cephelerinden !nönü yö
nünde taarruza geçtiklerini, Uşak'tan Afyon üzerine
saldırıda bulunduklarını işittikçe ulusal duyguları şah
lanıyordu. 2 Nisan sabahı, Kuyulu Kahve'de şu haberi
aldı Nazım :
«İsmet Paşa, Yunanlılar karşısında tutunamamış,
Karargılhını İnönü'den Çukurhisar'a çekmiş. '>
Ankara çok heyecanlı günler yaşıyor, bu ortamda
NAzım Hikmet öğretmen olmayı değil, cephede dövüş
meyi istiyordu. Bunu söyle anlatıyor:
«Anadolu'nun en bereketli toprakları, en hünerli
şehirleri düşman elinde: On beş il ve ilçe, dokuz bü
yük şehir, yedi göl ve on bir ırmak, üç deniz ve altı de
miryolu ve milyonlarca insan,bizim insanımız, düşman
elinde.
Teyzeoğlumu gördüm :
'Cepheye gideceğim' dedim.
'Olmaz' dedi.
Dayattım:
'Konuşurum' dedi.
ttç gün sonra buluştuğumuzda bana büyük bir müj
de verir gibi:
'Konuştum,' dedi -kiminle konuştuğunu söyleme
di, ama çok büyük, belki de en yüksekte oturan biri
leriyle konuştuğunu belli etti- senin cepheye gitme
ne izin yok. Mathuat Müdürlüğünde bir iş bulacaklar
sana . '
106
Cepheye gitmeme niçin izin verilmediğini anlama
ya çalışmadım. 'tlle gitmeme niçin? ' diye dayatabilir
dİm belki, izin de çıkabilirdi belki ama dayatmadım .
'Matbuat Müdürlüğünde çalışmak istemiyorum. Ba
na kasabanın birinde hocalık bul' dedim.
Yüzüme, enayilerin yüzüne akıllıların baktığı gibi
baktı. :.
Nazım Hikmet, öğretmenliğe razıydı. Elinden baş
ka bir şey gelmiyordu. Nitekim birkaç gün sonra Maarif
Vekaletinden haber geldi :
«Tedrisatı taliye Müdürlüğüne uğrasınlar ! »
Maarif Vekaletine gittikleri gün, Nazımlar'ı Kazım
Nami (Duru) odasına aldı. Onlara sıcak ilgi gösterdi.
ikisi de aynı kasahada olmak koşuluyla öğretmenlik is
teyince, Kazım Nami Duru, önlerine iki seçenek serdi:
«Ya Elazığ'a gidersiniz ya da Bolu'ya. . . Bolu'ya gi
derseniz Nazım'a harcırab veremeyiz, boş sınınann öğ
retmenlerinin maaşını ise, Vekalet değil, mahalli idare
öder. Hadi, düşünün de bana acele cevap verin ! Marş,
marş ! »
Yüzbaşılıktan sivil hayata dönen Kazım Nami, iki
�airi karşısında görev emri bekleyen iki çavuş gibi gör
müş ve «marş, marş»ı basmıştı. Bu komuta gülen Na
�:ım, odadan çıktıktan sonra kahkaha ile koridoru inlet
mişti. Kuyulu Kahve'ye geldikleri vakit hangi kenti
seçeceklerinden çok, Nazım bu komutun söylenişine ken
dini kaptırmış kıkır kıkır gülüyordu.
Kuyulu Kahve'de, Nazım'ın akrabası Samih Rifat'ı
oturuyor buldular. Durumu anlattılar. Samih Rifat, bu
teyze eşi, elbette Nazımlar'ı düşünürdü. Elazığ ya da
Bolu? Fazla düşünmeye gerek duymadan kararını bil
dirdi:
107
«Çocuk olmayın, Elazığ, dünyanın öbür ucu. Ama
Bolu, Ankara'nın da, İstanbul'un da burnunun dibin
de sayılır. Elbette Bolu'ya gideceksiniz. öyle değil mi? �
vaıa, daha çok halden anlardı. Bolu'yu seçmeleri
kendi çıkarlarına ve yarariarına uygun olacaktı. öyle ya !
Bagları dara gelse, bir ata biner, ver elini !stanbul der
lerdi.
Vakit geçirmeden ertesi gün Kazım Nami'ye karar
larını bildirdiler. Kazım Nami de, gerekli işlemi tamam
lattı ve Nazım'ın evrakı eline verildi.
Bolu Sultanisin in bo§ dersleri için iki öğretmen gö
revlendirilmişti artık. Nazım ve vaıa Ankara'ya veda
edeceklerdi. Fakat Samih Rifat Bey'e bir Allahaısmar
ladık olsun demeliydiler. Kuyulu Kahve'ye gittiklerin
de Samih Rifat Bey, bir kağıda şiir yazmakla meşguldü.
öğretmen olarak atandıklarını söylediler ve hemen bir
iki güne kalmaz. Bolu'ya görev başına gideceklerini bil
dirdiler.
Samih Rifat bu cmüjde»yi öğrenince:
«Çocuklar, dedi, benim de size müjdelerim var.»
tkisi birden atıldılar :
«Nedir?•
Samih Rifat Bey, şiir müsveddesini cebine koyduk
tan sonra şunları söyledi:
«!smail Fazıl Paşa, burada bulunduğunuzu öğren
miş, aramadığımza üzülmüş. Hemen kendisini görme
nizi istiyor. Hüseyin Hüsnü Paşa'yı da aramamışsınız.
Müthiş alınmış. 'Yemeğe buyursunlar ' diyor. Yarın he
men gitmelisiniz. Meclise gidince, haber vereceksiniz.
Paşa sizi aldıracak. »
Hüseyin Hüsnü Paşa, Nazım'ın annesinin teyzesi
Hayriye Hanım'ın eşiydi. tsrnail Fazıl Paşa ile bacanak
tılar. tsrnail Fazı! Paşa da, Müşir Mehmet Ali Paşa'nın
108
ikinci kızı Zekiye Hanım'la evliydi. Zekiye Hanım'ın
küçük kız kardeşi Leyla Hanım, Celile Hanım'ın an
nesiydi. !smail Fazı! Paşa son Osmanlı Meclisi üyelert..ı
dendi ama, ıstanbul'dan ayrılmış, Ankara'ya gelmiş,
Mustafa Kemal Paşa'nın emrine girmişti. Konya Me
busu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine girmiş ve
Mareşal Fevzi Çakmak Kabinesinde Nafia Vekili olmuş
tu (3 Temmuz 1920) . Mustafa Kemal Paşa'ya yakınlı
ğıyla ün yapmıştı. Hatta, Nazım Hikmet'in Vala Nu
reddin'le birlikte yazdığı şiir yüzünden Matbuat Müdü
rü Muhittin Birgen soru yağmuruna tutulup adeta azar
lanırken, Mecliste müzakerelerin kısa kesilmesine çalış
m l§tı.
Paşa'nın köşküne Samih Rifat'Ia gitmişler, yiyip
içmiş, ziyarette kusur ettiklerini bild irerek Paşa'nın
gönlünü almışlardı. Almışlardı ama, Paşa, Nazım Hik
met'i Mustafa Kemal Paşa'ya takdim etmek istiyordu.
tki gün sonra Meclise gelmelerini tembihledi. Saatini bil
dirdi. Kapıda adını verecekler, bir görevli kendilerini
Bakanlık odasına götürecekti.
Bir süre bekledikten sonra !smail Fazı! Paşa geldi :
«Paşa Hazretlerinin yanındaydım, sizin geleceğini
zi söyledim. Takdim etmemi uygun gördü. Biz de An
kara - Sivas demiryolu ile ilgili meseleleri konuştuk. Yur
du demirağlarla öreceğiz. !lk merhalede Yeşilhan'a de
miryolu girmiş olacak. Haydi bakalım, salona gidelim.'>
tsrnail Fazı! Paşa önde, Vala Nureddin ve Nazım
Hikmet arkada, Meclisin merkezindeki geniş bir salona
girdiler.
Nazım Hikmet, ne salonu, ne de konuştuklarını ha
tırlıyordu. Ama Va - Nil hepsini hatırlıyor olmalıydı.
VA. - Nil'nun bu olayı anlatışı şöyle:
«Bizi bir salona itibarla aldılar. Burası binanın tam
109
merkezindeydi. tçinde hemen hemen hiç bir eşya yoktu.
Muayede (bayramlaşma) salonu gibi bir yerdi ötesinde
berisinde, tek tük koltuklar, iskemieler vardı. Herkes
perde tarafında ayaktaydı. Mustafa Kemal'in silüetini
görüyorduk. Etrafını iri cüsseli insanlar kuşatmıştı ama
o göze çarpıyordu.» (Va - Nil, 2. baskı, s. 98) .
Nazım Hikmet, bu salona tsrnail Fazıl Paşa ile bir
likte girdiklerini söylemişti. Ama Va - Nu, ısmail Fazıl
Paşa'nın kendilerini bu salonda beklediğini, bir görevli
ile salona girince kendilerini görüp Atatürk'e takdim et
tiğini bildiriyordu. Va - Nu, Mustafa Kemal Paşa ile kar
şılaşmalarını şöyle anlatıyor :
«Salonun tam ortasında buluştuk.
tsrnail Fazı! Paşa, isimlerimizi zikrederek :
'Genç şairler• diye bizi takdim etti.
Mustafa Kemal elini ilkönce bana uzattı. Aklıma
öpn:ıek geldi. Sonra askeri bir eda ile sıkmayı üsluba da
ha uygun buldum. Yine balkonda gördüğümüz kılık
taydı. Külotluydu. Ve meşin getrleri vardı. . . Nazım da
aynı şekilde selamladı. Zaten ben öpseydim elini, o öp
meyecekti. Onun hesabına gaf olmasın diye hareketimi
ayarlamıştım.
'Yolculuğunuz nasıl geçti? Ankara'yı nasıl buldu
nuz' gibi basma kalıp laflara ihtiyaç duymaksızın, Mus
tafa Kemal, bizim için çok önemli bir sadede girdi:
'Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir
yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli
şiirler yazınız' dedi. (a.g.e., s. 98, 99) .
Nazım Hikmet, tsrnail Fazıl Paşa'n ın ziyafetinde
bulunduktan sonra Mustafa Kemal Paşa ile Mecliste
karşılaşması olayını şöyle anlatır:
c . . Ziyafetin sonuna doğru dişli mebuslarda n oldu
.
110
'!yi resim yaptığınızı duydum. -Nereden duymuş?
Teyzemoğlundan herhalde.- Mustafa Kemal Paşa'nın
şöyle heybetıi bir resmini büyük fotoğraftan, yağlı bo
ya, sana elli altın alayım Paşa'dan. Pırıl pırıl elli al
tın ! '
Mustafa Kemal Paşa'nın resmini büyütmedim . Tom
bul yüzlü mebusun bana Paşa'dan alacağı pırıl pırıl
elli altından nefret ettim. Oysa, bu elli altın olmasaydı ,
sevinçle yapardım bu işi o zamanlar.»
Nazım :
«0 zamanlar,» diye yüksek sesle tekrarladı ; «O za
manlar.»
Mustafa Kemal Paşa ile Mecliste karşılaştığı anı
hatırıayınca şunları belirtti:
«Yüreğim çarpıyor. Sert bir mavilik gördüm, son
ra bir altın sarısı, sonra ak eller, kadın ellerine benze
yen biçimli, güzel ellerini gördüm. Belki de aklımda
öyle kalmış. Belki de elleri öyle değildi, ama gözlerinin
mavisiyle saçlarının sarısı öyle . . . »
Atatürk'le tanıştıktan sonra artık Ankara'daki iş
leri bitmiş oluyordu. Maarif Vekaletinden öğretmenlik
almışlar, pusulalarını ceplerine koymuşlar, yoUuğu da
Va - Nu cüzdanına yerleştirmişti.
Bir sabah Ankara'ya «Elveda ! » dediler ve Bolu'nun
yolunu tuttular.
Martın ayazı iliklerine kadar işliyordu.
lll
VI. IKI ARKADA$ BOLU'DA
112
na yol açıyordu. Ancak Bolu Ağır Ceza Mahkemesi Re
isliğine bakan Birinci Uye Ziya Hilmi, bütün tuzakları
önleyecek güçte idi ve Nazımlar'la dosttu, inançlı bir
sosyalisttL
Ziya Hilmi, Nazım Hikmet ve vaıa Nureddin Bolu'
ya gelince hemen onları arayıp bulmuş, Bolu hakkın
da gerçekçi bilgiler vermişti. Bolu'da öğretmenlerden
çok, din hocalarının sözlerine önem verildiğini bildir
miş, ayaklarını denk almalarını tembihlemişti. Bunu
yapmasının nedeni ne Nazım Hikmet'in sosyalizm hak
kında bilgi sahibi olmaya başlamasıydı, ne de kendisi
nin bunda bir çıkarı vardı. Ziya Hilmi, iyilik sever bir
hukukçuydu. !şi de iyi idi. Mustafa Kemal hareketini
destekliyor, irticanın başının ezilmesini istiyordu. Yeni
gelen genç öğretmeniere el uzatmak onun için doğal bir
görevdi.
Ancak bu «doğal görev» kısa sürede sıkı bir arkadaş
lığa dönüştü. Ziya Hilmi, geniş kültürü ile Nazım'da sos
yalizm hakkında verdiği yeni bilgilerle saygınlık sağ·
I adı.
Ziya Hilmi Fransız devrimini çok iyi biliyor , 1904'
te Rusya'daki genel grevden söz ediyor, bunun bir ihti
lal provası olduğunu bildiriyor ve Lenin'den, Kautsky'
den laf açıyor, sosyalizm doktrininin temeli hakkında
Nazım'ın hiç bilmediği terimleri de kullanarak bilgiler
veriyordu. Ziya Hilmi, Spartakistler'den sonra Nazım'ın
ikinci akıl hocası sayılırdı.
Nazım, bir yf)ndan babasının gönderdiği Fransızca
kitapları okuyarak hem genel kültürünü arttırıyor, hem
Fransızca dil bilgisini geliştiriyordu. Bu arada annesi·
nin Paris'ten yolladığı fütürist ve empresyonist şairlerin
y apıtlarını okuyarak şiirdeki yeni akımları öğreniyor
du. ŞUrle yetinmeyen Nazım, annesinden yeni tiyatro
eserler i göndermesini de rica ediyordu .
1 14
Şiir kadar. onu okuyanın okuyuşunda da başka bir
güç vardı. Sarışın delikanlı şiiri okumamış, onda dile
gelen, ayaklanmış esir Anadolu'nun dramını oynamıştı.
Onun kollarının geniş hareketleri, sıçrayışları, dizlerini
yere vuruşları hala gözümün önündedir . . .
Bu şiiri okuyanın, Sultani mektebinin öğretmen
lerinden biri ulduğunu babamdan öğrendim. Ama şiir
kimindi? O sıralarda bu sorunun üzerinde durduğumu
hatırlamıyorum. O yaşta ben bir «şair»i kim bilir na
sıl düşünürdüm kafaının içinde? Herhalde şair deyin
ce, koca gür bıyıklarıyla, düzgün, titiz giyimiyle Fik
ret'in, sivri sakalı ve tek gözlüğüyle Hamid'in, ya da
gür yelesiyle Namık Kemal'in resimleri gelirdi gözümün
önüne. Bir şair adının arkasından on dokuz yaşında
toy bir öğretmenden başka çehreler düşünmüş olmalıy
dım.
Ders yılı başında tstanbul'a döndüm. Kırk Hara
mileTin Esiri bu kez bir yerde basılmış haliyle elime beç
ti. Şiirin altında Nazım Hikmet adı vardı. Gözlerimin
önünde Bolu'daki Türk Ocağı'nın açılış töreni ve kolla
rını geniş hareketlerle sallayan delikanlı canlandı; be
nim Nazım Hikmet'le ilk aşinalığımı sağlayan o olmuş
tu . :. (Sosyal Adalet, Mart 1965, sayı: 12)
. .
1 15
bir düzen olduğunu öğrenmek iStiyordu. özellikle Al
manya'da Spartakistler'in yaptıkları üzerinde duran Sa
dık Ahi, bu eyleme oradaki Türklerin de katıldıklarını
anlatmış, o sırada Almanya'da öğrenci müfettişi olan
Hamdullah Suphi'nin olumsuz tutumunu da söylemişti.
B abasının gönderdiği Fransızca kitaplar arasında
Fransız Devrimini anlatanlar da vardı. Fransız Devri
mi yalnız Fransa'da değil, bütün dünyada etkisini gös
termişti. Ziya Hilmi ise; Rusya'da, Fransa'daki devrimi
gölgede bırakan bir devrimin başladığını, geliştiğini ve
d ünyanın yeni şeyler göreceğini söyleyip duruyordu.
Annesinin Paris'ten yolladığı yeni şiir dergileri ise
N�zım'daki sanat anlayışını bir hayli etkilemişti. Hatta
annesi, N�zım'a gönderdiği mektupta:
« Paris'e gel, burada yepyeni bir sanat dünyası bu
lacaksın» diyordu.
Ziya Hilmi ise :
«Sen, herkes� görülmeyen bir kabiliyetsin, bir he
yecan ve iman adamısın. Rusya'ya git, orda olup bi
ten yeni ihtil�lin dayanaklarını gör.:. demekte ısrar edi
yordu.
V� - Nu , Almanca bildiği için Spartakist eylemin
geçtiği Almanya'ya gitmeyi öneriyordu.
Paris mi, Moskova mı, Berlin mi?
Herhalde, Bolu'dan ayrılacaklardı.
N�zım ve V�l� Bolu'nun üzerlerinde bıraktığı et
ki ile kendilerini tatm in etmeyen bir ortamdan başka
bir ortama geçmeye c an atıyorlardı. Çünkü Bolu'da dü
şündükleri gibi konuşmaları mümkün olmuyor, nama
za gitmeyenleri eli sopalı bir hoca «Vakt-i salat» diye
rek zorla camiye gönderiyordu. Bunlar genç öğretme n
lerle ortam arasında önemli çelişkiler yaratmıştı. V�I�
Nureddin 'in belirttiğine göre _kılıkları, kıyafetleri, dav-
1 16
ranışları, konuşmaları, bag-ıra çağıra şiir okumaları son
derece yadırganıyordu. Özellikle Nazım'ın favorileri, kal�
pağı, kalpağı giyişi, herkese benzemezlikleri bağışlan
maz günah sayılıyor, bu arada namaza gitmemeleri git
tikçe genişleyen tepkilere yol açıyordu.
O kadar ki onları «bir kaşık suda boğacaklardu
Zaten Gizli Polis TeşkilAtından Tahsin Demiray da
kendilerini köşe bucak izliyor, oturdukları evin alt ka
tındaki ahıra girerek üst katta Nazım'la Vala'nın ko
n�tuklarını dinliyor rapor ediyordu. Ne var ki 12 Hazi
ran 1921 gelip çatmıştı. ımtihanlar başladı. Nazım Bo
lu'da nefes alamayacak kadar sıkıştırılmı§tı. Bolu Mu
tasarrıfı, Vala Nureddin'i de Bolu'dan uzaklaştırmak
için kendisine Mudurnu Kaymakamlığını önermişti. Fa
kat Nazım da, Vala da birbirinden ayrılmaz ve artık Bo
lu'da dikiş tutturamaz olduklarından bu önerilere evet
demek mümkün olmuyordu. Bu sırada öğretmenler, 15
Temmuz 1921'de Ankara'da toplanması kararlaştırılmış
bulunan Maarif Kongresine Vala Nureddin'i temsilci
seçtiler. Vala, bu görevi yerine getirdi.
Vala Nureddin, Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Ziya Hil
mi'nin atma binerek Ankara'nın yolunu tutacakken bir
de ne görsün? Bolu Maarif Müdürü Zülküf Bey, dişin
den tımağına kadar silahlanmış, göğsü çapraz şekilde
fişeklikli dört j andarmayı da muhafız diye yanına kat
mış, Ayrılık Çeşmesinde bekliyor [Vala Nureddin, Bu
Dünyadan Nazım Geçti adlı ünlü yapıtında, «Maarif
Kongresinin Ag-ustosun bilmem kaçında toplanacağınn
(s. 149, 2. basım) yazıyorsa da, Kongre 15 Temmuz 1921'
de yapılmıştı] . Fakat Vala Nureddin de, Nazım d a bu
Zülküf Bey'i hiç sevmedikleri için Vala, Zülküf Bey'le
kısa yoldan, dağ yolundan gitmeyi reddedip Mudurnu
üzerinden yola devam etti. tyi ki öyle yapmış. Çünkü
1 17
Zülküf Bey yolda 80 kişilik bir kaçak grubuna rastlamış,
onları muhafızı dört j andarmaya teslim olmaya davet
etmiş, kaçaklar bunu reddedince, Zülküf Bey jandar
malara:
«Ateş ! ))
Emrini vermiş. Kaçaklar da can korkusuyla silaha
sarılmışlar ve hem j andarmaları şehit düşürmii§ler, hem
de Zülküf Bey'i öldürmüşler.
Vala Nureddin bu olayı anlattıktan sonra şunu be
lirtir:
«İki dağ ortasındaki derenin kıyısında bulunan
Mudumu'da kaymakamlık etmeyi kabul etmemiştim.
E�er bazı teşebbüslere girişmeseydim, hayatıının bir ça
talı burada olurdu. Bugün muharrir olmazdım. Hükü
meti idare eden kadroda bulunurdum.)) (a.g.e., s. 1 55,
2. basım) . Ve elbette Nazım Hikmet de, iyi bir arkadaşla
Sovyetler Birliği'nin yolunu tutamamış olurdu belki d e. . .
Vala Nureddin Maarif Kongresı için gittiği Anka
a
r 'da, Bolu'dan ayrılmanın da hazırlığını yapmayı ih
mal etmedi. Maarif Vekaletinde birikmiş maaşlarını al
mayı başardı. Vehbi Sarıdal'la karşılaştı. Bu karşılaş
mada önemli bir değişiklik vardı.
tnebolu'da karşılaştıkları ve tanıştıkları vakit, Sa
ndal Spartakist'ti, Nazım ve Vala bu alanda «cahil».
Bu kez Ankara'da Vala, sosyalizm ve Sovyetler'deki ge
lişme hakkında inançlı bir bilgi sahibi, Vehbi Sarıdal,
ılımlı bir sol ve Kemalistti.
Temmuzun 3. haftasında, Vala, gerekli bilgileri al ·
mış, hatta Tiflis'e gittiğini öğrendikleri Muhittin Bir
gen'in evinde yapılan toplantılarda Sovyetler Cumhuri
yetinin Sefiri Mdivani'nin de bulundu�unu öğrenmişti.
Ustelik Mdivani şu sıralarda bir Sovyet Cumhuriyetin
de Cumhurbaşkanı idi.
118
Vehbi Sarıdal, Va - Nu'ya Ankara'da bu kez büyük
yakınlık göstermişti. Onun için de Vala, Sarıdal' a plan
larını şöyle açıklamıştı :
«Bolu'da bizi bir kaşık suda boğacak mürteciler.
Namaz kılınıyor, oruç tutmuyoruz diye, bize yapmadık
ları kalmıyor. Hani milli kuvvetler biraz gerilese, bizi,
öğretmeni olduğumuz okulun üst katında kör testere
ile kesecekler. Nazım'ın favorilerinin uzunluğunu ga
vurluk sayıyor, uzun kalpağını bir isyan bayrağı diye
nitelendiriyorlar. Evimizi gözetliyor, konuşmalarımızı
dinliyor, gizlice peşimizi bırakmıyorlar. Biz de bir taka
ya atlayıp Trabzon'a ordan Kafkasya'ya geçeceğiz. Tif
lis'te Muhittin'i buluruz, bir kazmaya sap oluruz.'>
Vehbi Sarıdal, taka il P. yolculuğu tehlikeli bulmuş
tu. önerdiği yol şuydu:
«Taka ile pasaportsuz yolculuk başınıza çok iş açar.
Size tavsiyem, Kafkasya'ya geçeceğinizi, orda kalacağı
nızı kimseye söylemeyin. Kazım Karabekir Paşa Doğu
da öğretmen arıyor, bulamıyor. Siz, karadan Bolu, Düz
ce, Akçakt}Ca'yı takib edin ve oradan Zonguldak'a va
purla gidin. Ora.dan Allah Kerim, birkaç gün içinde
Trabzon'a gidecek bir vapura rastlarsınız. Sonrası sizin
becerikliliğinize kalmıştır.»
Vala Nureddin, Ankara'dan Bolu'ya dönüş hazırlı
ğını tamamlayarak yohı. koyuldu. Bir süre önce Nazım'
la aralarında tartışmışlardı:
«Bolu'dan nereye gidelim, Paris'e mi, Berlin'e ml,
Moskova'ya mı?'> v� karar verememişlerdi.
Ama şimdi, Sovyetler Birliği'ne geçme ağır basma
ya başlamıştı. üstelik Türkiye ile Sovyetler Birliği can
ciğer kuzu sarması gibiydiler. Dostluklar adam akıllı
gelismişti. Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanması
için Sovyetler 1920 Temmuzunda Mustafa Kemal Pa
şa'ya ilk Sovyet yardımını göndermişlerdi. 16 Martta
119
da ilk Türk Sovyet anlaşması imzalanmış, 27 Martta
Büyük Millet Meclisi, Moskova anlaşmasını imzalamıştı.
Bu anlaşmaya göre Kars, Ardahan, Artvin ilieri ve do
layları Türkiye'ye geri verilmiş, Batum serbest liman
olmuştu. Batum'daki Türklerin ulusal ve dinsel inanç
larına saygı gösterileceği hükme bağlanmıştı. Boğazlar
için Türkiye'nin güvenliğine zarar vermeyecek bir an
laşma iki tarafın da amacı olmuştu.
Azerbeycan Sovyet Cumhuriyeti ile Şark Cephesi
Kumandanı Kazım Karabekir Paşa arasında iyi ilişki
ler kurulmuş, hatta Azerbeycan şuralar Cumhuriyeti,
Kazrm Karabekir Paşa'ya gümii§ten 279 parça yemek
takımı armağan etmişti.
ışte Nazımlar bu elverişli ortamda Kazım Karabe
kir Paşa'nın yanına öğretmen olarak gideceklerini bil
direrek Batum'a çıkacaklar ve orada kalacaklardı. Yeni
devrimin yeni dünyasını tanıyacaklardı. Vehbi Sarıdal,
Ankara'da Va - Nfı.'yu ikna etmişti.
· Dört aya yakın bir sürede Anadolu'nun yobaz ta
kımının hışmına uğramışlardı. Kesin olarak Bolu'dan
ayrılacakları için Vala Nureddin, öğretmenliklerini is
patlayacak belgeleri Maarif VekaJetinden almıştı. Nazım
için aldığı pusulada şunlar yazılı idi:
120
Bu tarih, 15 Ağustos 1921 'e rastlıyordu. V ala, işini
bitirmişti.
Ankara'dan hayırlı haberlerle Bolu'ya hareket eden
Vala Nureddin, gelecek günlerin macerasını düşünü
yorken, Nazım da Bolu'da «Ya sabur» çekiyordu. Çün
kü yobazlar, Nazım aleyhinde yeni yeni yalanlar düz
müşlerdi. Sokakta, Nazım'a laf atmaya başlamışlardı.
Vala, Bolu'ya dönünce Nazım'dan geçen günlerin
olup bitenlerini öğrendi. Vala, Nazım'ı teselli ediyor
du:
«Bak Nazım, olup bitenlere bir sünger çekelim. Du
rum muhakemesi yapalım. Biz, Kastamonu'dan pos
taya verilmiş bir kart aldık mı Muhittin'den? Aldık.
O Tiflis'in yolunu tutmuş mu? Tutmuş ve varmış bi
le. . . Ben Ankara'ya gidip maaşlarımı aldım mı? Al
dım. Paramız bizi Batum'a çıkaracak kadar gani mi?
Gani. . . Şurada üç arkadaş mıyız? Uç arkadaş: Sen, ben,
Ziya Hilmi. . . Uçümüz de aynı fikirde ve aynı inanç ta
mıyız? Aynı inançta . . . Birkaç. güne kalmaz Bolu'yu yo
bazlarıyla başbaı;a bırakıp ver elini Kuzey Batı deme ·
yecek miyiz? Diyeceğiz . . . Eh, bu sıkıntılı surat niye?,.
Her ne kadar Nazım ve Vala kesinlikle Sovyetler'e
gitmeyi tam bir karar haline getirmemişlerdi ama, Va
la'nın da gönlü bu yolun seçilmesinden yana idi.
Nazım Hikmet, Bolu'daki boğucu havadan her ne
kadar memnun değilse de yine kendini zaman zaman
şiire veriyordu. Hatta yalnız bilinen türde şiir yazmak
la yetinmiyor, yeni şiir denemelerine girişiyordu. Bunu
şöyle anlatır:
«Anadolu'ya, işgal altındaki ıstanbul'dan geç�im
de ve bilhassa Bolu'ya gelip halkla, hele köylüyle ya·
kından temasımda ve Sovyet Rusya'da olup bitenleri
kulaktan duyup, Marks'ın, Lenin'in isimlerini filan da
121
i.şitişimde, şiirle yeni şeylerin, şimdiye dek söylenınemiş
şeylerin ifade edilmesi gerektiğini sezdim. Bu işte ilk ön
ce beni yeni öze göre yeni bir şekil bulmak meselesi
ilgilendirdi. Şekilde yenilikler daha kolaylıkla yapılır
genel olarak. !şe katiyeden başladım. Kafiyeleri mısra
ların sonunda değil de, bir sonda bir başta denedim.
Misal :
122
Ve ben bunun boğuntusunu hissediyordum. Solu
�umu rahat alamıyordum. Nazım'ın da çok tedirgin ha
li vardı.
Şiirde alışılml§lığın dışına itmekle Nazım'ı oyala
mak istedim. Bari hızını sanattan alsın. Evde kapanıp
kalalım da yıldırımları üzerimize çekmeyelim. Kabak,
kafiyelerin başına patladı.
'Nazım, yahu! Kafiyelerin ille mısra sonlarında ol
ması şart mı? Demiş bulundum. Şunları başka tarafa
çeksek çekiştirsek . . . ' Bu önerimin sonucu, klasik dışı şu
ortak 'dizdiri' kaleme alındı:
v.s.:.
Nazım, bu şiirini 26 yıl sonra (1947) Bursa Ceza
evinde yeniden okurken duygularını bir mektupta şöy
le dile getirm�ti:
«26 yıl önceki şiirimizi içim tatlı bir kederle bur
kularak okudum. Ben hala ve çok şükür o 26 yıl önce
ki çocuğum. Ve bu sefer 8 yıl süren hapislikte de 'se
nelerin ve mesafelerin arkasına atılmak, fırlatılmak' iş
tiyakını, rengi başkalaşacak göklerin hasretini çekiyo
rum.'> (Müzehher Vd - Nu!ya mektubundan)
Nazım, şiirle uğraşsa bile Bolu'nun irtica çemberi
içinde kalmaktansa inebolu'da varlığını öğrendiği Ağır
Ceza Mahkemesi üyesinden daha da pekiştirdiği yeni bir
ilgi ile yeni bir dünya için bilinmez bir hasretıe dolu idi.
Hele. ilk sevdiği kızlardan birisi de, eniştesiyle birlikte
Tiflis'e gitmişti. Ankara'da kendilerine iş bulunması için
çırpınan Muhittin Birgen, o yad elde elbette kendileri
nin elinden tutardı.
123
Zaten Bolu Mutasarrıfı, kendileriyle bolşeviklik üze
rinde konuşmuş, Ankara'nın düşmesi ihtimali belirdiği
vakit, olmadık teklifler ileri sürmüş ve kararlar verdi
�ini açıklamıştı. Fakat Ankara düşmemişti, Mutasar
rıfın düşüncesi de aıt üst olmuştu. Onun için de Nazım
lara yeni bir teklif yaptı:
«Burada yapacak işiniz kalmadı artık, benim de
başımı belaya sokmayın, gidin . . . » dedi.
Nazım, Mutasarrıfın kendilerinden korktuğunu an
lamıştı. Oysa, Nazım, kendisine yapılan teklifi -ne olur·
sa olsun- hiç kimseye söylemezdi. Ama Bolu Mutasar
rıfının içine kurt düşmüş :
«Gidin burdan . . . » demi§ti.
O sırada Ziya Hilmi de , Trabzon'dan telgraf aldı
ğını söylemiş ve «Fırsattır, siz de gelin. Ordan hep be
raber Rusya'ya geçip Bolşevikliği yerinde, iyice ö�reni
riz» demişti.
tki arkadaş, Ziya Hilmi'nin teklifini kabul ettiler.
Ziya Hilmi önceden gitti. Nazım'la Vala da birkaç
gün sonra Doğu'ya doğru yola çıkacaklardı. Kesin ka
rar rota için olacaktı. Yoksa Paris ve Berlin hesapta
yoktu artık.
124
VII. SOVYET RUSYA'YA YOLCULUK
125
rar vermiş, ama görevının sağladığı olanaklarla ken
di evinde Sovyet elçisine ve y akınlarına şölenler ver
miş, bazı Rus ticaret firmalarıyla ilişkiler kurabilmiş
tL Evi, aydınlar ve Mdivani'nin katıldığı forumlara dö
nüyordu sık sık. Yeni fikirler tartışılıyordu. Birgen bu
ortamdan yararlanmış, Tiflis'te bir firma ile ticaret iliş
kileri kurabilmeyi sağlamıştı. Matbuat Umum Müdür
lüğünden 9 Mart 1921 'de ayrılmış ve bir süre bazı ha
zırlıklar yaptıktan sonra Tiflis'e gitmişti. Hem ticaret
yapıyor, hem de Yüksek Pedagoji Enstitüsünde dört de
ğişik ders alıyordu. (Son Posta, 12 Temmuz 1 937) Ya
nında eşi, kızı Asude ve baldızı Nüzhet vardı.
Muhittin Birgen'in bu durumunu da göz önünde
tutan Nı1zım Hikmet ve Vala Nureddin kararlarını uy
gulamaya koyuldular, içieri umutla dolu olarak Bolu
Gerede - Akçakoca yolunu tuttular ve Akçakoca'dan kal
kan bir gemi ile Zonguldak'a oradan da Kornilof adlı
bir !talyan gemisiyle Trabzon'a hareket ettiler. Trab
zon'a çıktıkları vakit takvimler 2 1 Eylül 1921'i gösteri
yordu. Trabzon, bilmedikleri bir şehirdi. Kimseye bir
şey söyleyemezlerdi. Sadece Kı1zım Karabekir Paşa'ya
öğretmen olarak gideceklerini açıklayabilirlerdi. Trab
zon, sekiz ay kadar önce Sürmene açıklarında işlenen
ve Mustafa Suphiler'i imha eden olay nedeniyle her
yabancıya karşı kuşku duyuyordu. Çünkü Halk tştira
kiyyun Fırkası kurulmuş , bir süre sonra Türkiye Halk
tştirakiyyun Fırkası ile gizli Komünist partisi birleşmişti.
Böylece Ankara'da, Eskişehir'de bazı Türkler komünistli
ği benimsemişler ve Sovyet Rusva ile ilişki kurmak için
Karadeniz yoluyla Rusya'ya adamlar geçirdikleri du
yulmuştu. Ama resmi Ankara hükümeti, kendi görev
lileri dısında hiç bir Türk'ün Sovyetler'le ilişki kurma
sını doğru bulmuyor ve kurye şeklinde de olsa, kaçakçı
lık için de olsa Türkiye - Sovyet Rusya sınırına yakı n
126
yerlerde bu geçişleri önleyici tedbirler almış bulunuyor
du. Bu bakımdan Nazım ve Vala'ya niçin geldiklerini,
nereye gideceklerini öğrenmek amacıyla yerli halktan
sokulanlar görüldü. Karar verdikleri gibi hep aynı şey
leri söylediler:
«KA.zım Karabekir Paşa öğretmen istiyor, bizi An
kara, Paşa'nın yanına gönderiyor.»
Trabzon, hala sekiz ay kadar önce 28/29 Ocak 1921 '
d e Mustafa Suphiler'in öldürülmesi olayının söylenti
leriyle meşguldü ve komünistlerin niçin Ankara'ya gön
derilmeyip öldürülmesinin sırrını çözmeye çalışıyordu.
Şimdi iki öğretmenin Kazım Karabekir Paşa'ya git
mek için gelmeleri ve Trabzon'dan mürur tezkeresi alıp
vapurla Batum'a geçmek istemeleri, Mustafa Suphiler'
in öldürülmesiyle ilgili bir araştırmanın sürmekte ol
duğu izlenimini uyandırmıştı. Gelenler, basit birer öğ
retmene benzemiyorlardı. Hele Nazım Hikmet'in kal
pağının tepesindeki astarın kırmızı oluşu, favorilerinin
kulak memesine varması dikkati çekici şeylerdi.
Bu kuşkulara karşın iki öğretmen, yetkili memur
lara güven verdiler ve mürur tezkerelerini alarak Ba
tum'a giden bir gemiye bindiler. Gemide her cinste n,
her yaştan insan vardı. Herkes birbirine Sovyetler h ak
kında bilgi soruyor, savaşın seyriyle ilgili bilgi alıveri
şine koyuluyordu.
Gemi, Batum !imanına girdiği vakit herkeste bir
heyecan, bir merak, gerçekle yüz yüze gelmenin muhte
mel duygularını kendi kendine araştırma havası esi
yordu. 30 Eylül, Nazım Hikmet'in Batum'a ayak bas
tığı tarihti.
Gemiden inip gümrük muayenesine sıra gelince
herkesin adı, soyadı yanında «sosyal geçmişi» de soru
luyordu. VA.lA'nın babasının mesleği Beyrut Valiliği, Na
zım'ın dedesi paşa, vali. . . Batum'daki deyimiyle «Gene-
1 27
ral Gubernaton . . . Ç arlık Rusya'sının al aşağı edilmi ş
devlet yöneticilerinin benzerleri . . .
Sonradan bir «gizli izleyici» oldugu anlaşılan Tatar
Şevki, rıhtımda Nazımlar'ın eşyasını taşıma, onlara yer
bulma bahanesiyle tanışmayı başarır. Nazıml ar 'ı ucuz
bir ote�e yerleştirir. Nazımlar bir «Ohhhh» çekip elle
rini, yüzlerini yıkadıktan sonra sosyalist bir ülkenin
bir sınır limanını gezmek için inerler. Vakit saat üç su
larında.
Nazım, bana:
«Batum'da bavullarımızdan kurtulup tüy gibi hafif,
şehri gezmeye iner inm�. Batum'u sevdim» demişti. O
ilk izlenimi not ettiğim şekliy'le şöyleydi :
«Çakı l döşeli geniş caddeler, düzgün yaya kaldı
rımları, başlarında kırmızı ipekli mendil, gri bir bu
luz giymiş, etekileri diz kapaklarını örtmeyen kısalıkta
giyinmiş kızlar . . .
Kimseden ç ekinmeden, korkmadan
tek başlarına dolaşan hanımlar . . . Doğrusu onları gö
rünce içimden 'ö2:gürlük biraz da soyunmad an, arınma
dan geçer' demiştim. Binalar, kiliseler, sokaklar, ev
lerin mimarisi, mağazaların düzenlenişi ayrı bir dün
yada olduğumuzu hemen anlatıyordu. Batum bulvarı .
Batum Parkı bir rahat, bir dinlendirici, bir güzeldi ki
hala bizim Gülhane Parkı'nın muhteşem güzelliğine
rağmen bakımsızlığıyla düştüğü sefalete acırım. Ba
tum'a 1918'd e gitseymişiz, Osmanl ı ordusunun girdiği
Batum'da binalar üzerinde Osmanlı Bayrağının dalga·
landığını görürmüşüz. Rus, ya da Osmanlı ne olursa
olsun bir süre kardeş kardeş yaşamayı bilmiş. Şimdi ken
di rejimini kurunca Osmanlılar'dan hiç de şikayetçi ol
madan yeni düzenlerini seve seve kuruyorlarmış . . . Ba
zıları 13 Nisan 1918 tarihini unutmamış ama, Osmanlı'
nın Batum'a girişi hiç bir öldürme, yıkma, zulüm ve iş
kence anısı bırakmam�. Efendi efendi girmiş, efendi
128
efendi çekilmiş . . . Yeni rejim başlar ba.§lamaz isimler
değişmiş. Marinski Prospekt adında bir büyük mağaza
ya 'Kızıl yoldaşın mağazası' anlamına gelen bir ad ta
kılmış, Turesti Bazar, önceleri Rum, !ranlı ve Osman
lılar'ın mağazaları imiş. Şimdi Batum Pazarı oluvermiş.
Yeşil palmiyelerin ince dalları yolu daha da zarifleştiri
vermiş.:.
Batum'da Nazımlar kısa bir süre kalmışlar ama,
bazı yerli Türklerden eskiye ait anılar dinlemişler. Na
zım anlattı :
«Bana birkaç yıl önce Batum'da oturan Mahinur
adında bir hanımdan söz ettiler. Uzun boylu, kara göz
lu, ciddi güzel bir Türk hanımı imiş. Batum Hilal-i Ah
mer (Kızıl Ay) örgütünde çalışı.rmış. Kocası da hasta
hanede çalışan bir doktormuş: Doktor Mahmut. Kızları
Leyla Hanım da pek ince zarif bir kızmış. Batum, tek
rar Rusya'nın olunca birkaç gün içinde hepsi birden yok
olmuşlar, derlenip toparlamp Türkiye'ye geçmişler. Oy
sa Batum'da kalsalarmış, yine raha t yaşarlarmış.»
Nazım, bunları anlatanın verdiği teminatı pek cid
di bulmamış, o şoven hava içinde belki başlarına bir şey
gelirmiş. Nazım Hikmet:
«Kara deniz'in açık mavi rengi karşısında kıyıya pa
ralel olan Batum bulvan kadınlı-erkekli, kızlı-oğlanlı
gezinen, söyleşen, hatta sevişen, ama terbiyeli terbiyeli
sevişen insanlarla dolup taşıyordu. Biz, henüz bir kaz
maya sap olamamış, Muhittin Birgen'i bulamamış, ava
re avare parkta oturuyor, dolaşıyor, yeni hayatın bize
aniatılana benzeyen ve uymayan yönlerini konuşarak
kendi kendimize ahkam kesiyorduk . » demişti.
Birkaç gün sonra Tiflis'e gitmek zorunluğu doğ
muş, çünkü paralar suyunu çekmişti. Bir an önce, Mu
hittin Birgen bulunmalı, bu arada baldız Nüzhet Hanım
130
Muhittin Birgen, birkaç gün önce bir işi için Mosko
va'ya gi tmi§ti. Trenle on, bir gün sürüyordu Tiflis - Mos
kova arası. Muhittin Birgen Moskova'ya kızı ve baldı
zıyla gitmişti. Yirmi beş gün sonra Tiflis'te olacaklar
dı. Kayınvalidesi ile eşi Melahat Hanım otelde idiler.
Muhittin Birgen otelin salonlu bir odasını tuttuğu için
şimdi eşine telefonla haber verilebilir ve Nazımları kabul
edebilirdi. Memur:
«!sterseniz odalarına haber vereyim, kim diyeyim
sizler için?»
Nazım, hemen kendi adını verdi, sonra Vala'nınki
ni ekledi. Telefondaki ses Fransızca cevap verdi:
«Hemen buyursunlar . »
Melahat Hanım'la annesi Nazım'ı hemen kucakla
yıverdiler. Vala'ya bir «hoş geldiniz» dediler. Gece yarı
sına kadar süren sohbet pek tatlı geçti. Gece yarısınjan
sonra otelde ziyaretçi kalamayacağı için Orient Otelin
den ayrıldılar. Ertesi sabah tekrar sohbete devam faslı
başlayacaktı ki, otele girer girmez, resepsiyon memuru ;
dünkünden çok farklı bir ilgi ve saygıyla; yine Fransız
ca:
«Hoş geldiniz Yoldaşlar, hoş geldiniz. Size bir mesaj
var efendim. Cumhurbaşkanımız Mdivani Yoldaş sizi
bekliyorlar.»
Nazım, adamakıllı afalladı . Vala, daha ihtiyatlı ve
takip edilmekte olduklarını bildiği için, gelişlerinin es
ki Ankara sefiri Mdivani tarafından öğrenileceğine emin
di. Nazım sordu:
«Cumhurbaşkanına gitmemiz için ne yapacağız?»
Orient Oteli'nin memuru :
« Sizi evlerinde bekliyorlar, ben size yol gösterecek
bir arkadaş vereceğim. »
Yol gösteren yanda yürümeye dikkat ederek v e ka
tiyyen öne geçmeyerek Nazımlar'ı Tiflis Operası'nın ya-
131
nında bir inişli yol üstündeki apartman önünde dur
durdu :
eBuraya gireceğiz» dedi. Nft.zımlar'ın ikinci kata
çıkmalarını bildirdi ve ayrıldı.
Cumhurbaşkanı Mdivani, Nazımlar'ı mümkün ol
duğu kadar dostça karşıladı. Gelenleri tanıyordu. Niçin
geldiklerini de biLiyordu. Uzun söze vakit yoktu. Kendi
si az sonra trenle Moskova'ya gidecekti. Birkaç gün ka
lıp dönecekti. Demek ki bir aylık süre kadar ayrılmış ola
caktı Tiflis'ten. O zamana kadar da Muhittin Yoldaş dö
necekti. !ki şairin daha iyi şair olabilmeleri ve inkılabı
öğrenmeleri için bir şeyler yapabilecekti. Şimdilik ken
disi dönünceye kadar Cumhurbaşkanı adına Orient
Otel'de kalacaklardı. Yiyecekler, içecekler, yatacaklar
dı. Her ihtiyaçları karşılanacaktı. Onun Için vakit geçir
meden kendisi trene, Nazımlar Otele varmalıydı. Kapı
da Mdivani'nin makam otomobili kendilerini bekliyordu.
· Cumhurbaşkanı:
«Buyurun gidelim� dedi.
Cumhurbaşkanının arabası Orient Otel'in önünde
durdu. Nazımlar indiler, Cumhurbaşkanı da. Cumhur
başkanı misafirleri önden otele buyur etti. Kendisi de
arkalarından Orient Otel'e girince resepsiyon memuru
ayağa kalktı. Mdivani'nin emirlerini dinledi.
Verilen emir şöyleydi :
Cumhurbaşkanı Moskova'dan dönünceye kadar Na
zım Hikmet ve Vala Nureddin, bu otelde Cumhurbaşka
nının özel konukları olarak kalacaklardı. Ne gibi ihti
yaçlan olursa, her şey otel idaresi tarafından karşılana
caktı. Rahat rahat yatacaklar, rahat rahat şiir yazabile
ceklerdi. Ve Mdivani Yoldaş :
«Bana allahaısmarladık, hoşça kalın� deyip ayrıldı.
Böylece Nazımlar, rahata kavuştular.
132
Tiflis'te başka Türkler de kalıyordu. Bunlar arasın
da Atatürk'e suikast yaptığı iddiasıyla ölüme mahkum
edilen Dr. Nazım da vardı; bazı ıttihatçılar gibi o d a
Azerbeycan'da bazı planlar peşinde idi. Dr. Nazım'a,
Nazım Hikmet ve Vala Nureddin'in oteldeki konuşma
larını dinleme görevi verilmişti. Dr. Nazım, büyük sa
lonlu odanın yana açılan ve genellikle kullanılmayan
kapısının goblen kalın perdesi arkasında saatlerce bek
ler, Nazım'ların konuşmalarını dinler, bunları ilgililere
rapor ederdi. Dr. Nazım Mütarekeden sonra Almanya'ya
kaçmış, orada dikiş tutturamamış, Azerbeycan'a geçmiş
ve orda da işte böyle dinleme, gözetierne görevi gibi işler
üstlenmişti.
Nazım Hikmet, daha Batum'da iken Sovyetler Bir
liği'nde kalmayı ve uygulanan düzen i görmeyi kararlaş
tırml§tı. Bu bakımdan Tiflis'te rejim aleyhine hiç bir
konuşma yapması olanağı yoktu. Yalnız partili değildi
ama, partili Türklerle de tanışmaktan çekinmiyordu.
Nitekim, Orient Otel'de Muhittin Birgen'in kayınvali
desi ve eşiyle birlikte bir akşam yemeğe inerlerken Me
lahat Birgen Hanım, Nazım'a bir masada oturup yemek
bekleyen grubu göstermiş ve yavaş sesle:
eBunlar Türkiyeli komünistle r, şu sakallı da Pro
fesör Ahmet Cevat. . . :t deyivermiştl.
Bu grubu Vala Nureddin şöyle hatırlar:
«Giritli Ahmet Cevat Emre, K ayserili ısmail Hak
kı, eşi Rahime, Ziynetullah Nuşirevan, Aynülhayat adın
daki eşi, Başçavuş Kadri, Abdurrahma n Hoca. »
Bunlardan Ahmet Cevat Emre, Nazımlar'ın üze
rinde ve yaşamlarında önemli etkileri olan bir politika
cı idi. Nazımlar'ı, Batum'a kendileriyle birlikte gitmeye
ikna etti ve Nazım Hikmet'le Va - Nu, Muhittin Birgen'i
de Prens Mdivani'yi de beklemeden Tiflis'e veda ettiler.
133
Ahmet Cevat Emre, Nazım Hikmet ve Vala Nu
reddin'le ilgili anılarını şöyle anlatır:
«Bu gençler (Nazım Hikmet ve va:ıa. Nureddin) Ba
tum'daki ittihatçıların karargahı ile temasa geçmişler,
Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa'nın evine gidip geli
yorlardı.»
Ahmet Cevat Baku'da Şark (Vostok) adında bir
dergi çıkaran Profesör Pavlof'la tanışmıştı. Prof. Pav
lof, Ahmet Cevat Emre'ye bir telgraf göndermişti. Bu
nun nedenini ve sonuçlarını Emre şöyle anlatıyor :
«Şark Dergisini ç ıkaran Profesörle sırf literatür ( ya
zarlık işleri) ile meşgul olduğu için aramızda bir mes
lek benzerliği gördüğüm bu profesöre son vakaları ve
beni rnüşkül bir duruma atan sonuçları anlatan bir mek
tup yazdım..; bunun üzerine, az bir zaman sonra, Safarof
imzası ile aldığım bir telgrafla, Şark gençleri için açıl
makta olan okulda (Kutv'da) ders vermek istersem he
men Moskova'ya hareket etmem teklif ediliyordu. Pro
fesör Pavlov'un lazım gelenlerle konuşup bana böyle
bir ders bulduğuna hiç şüphem yoktu. Daha sonra ihti
yar profesörün koca hacimli dergisine tarihi bir vesika
olarak mektubumu dereettiğini öğrenmiş ve buna di
yecek hiç bir şey bulamamıştırn.
Moskova'ya ders vermeye gitmek . . . tyt ama yalnız
değildim; Nazım Hikmet ile Va - NU. yanımda idi , be
nim odada bir küçük somya ile geniş bir yatak vardı,
gençler geldikten sonra geniş yatağı onlara bıraktım ,
kendim dar somyada yatardırn.
Para kalmamıştı, seecademi satmıştım , kıt kanaat
geçlnivorduk. Yemek ve bulaşık işlerini paylaşmıştık:
Va - Nft patatesi ayıklar, olduğu zaman eti doğrard ı, çor
bayı ve etli yemeği ben pişirirdim, Nazım Hikmet de
bulaşığı yıkar, temizliği şöyle böyle yapardı.
1 34
Şevket Süreyya yoldaşın evli olduğu için ayrı oda
sı vardı. tsrnail Hakkı yoldaş onların idaresine bakıyordu.
Moskova'ya gitmek beni düşündürüyordu : Tiflis'e
gidip Orjenikitze'ye danıştım. Gürcistan aksi-inkılahım
bastıran , az sonra şimendiferleri organize eden bu Sov
yetler Birliği lideri beni iyi karşıladı.
'Safarof imzası ile bir telgraf aldım', dedim, 'beni
Kutv'da ders vermeye çağırıyorlar.'
'Bana da yazdılar' , dedi, 'hiç durmayın . !sterseniz
yarın, sizi kendi vagonumda götüreyim. '
Yanımda ü ç dört genç vardı , 'Orj enikitze yoldaş'
dedim, 'onları ne yapayım?'
'Gayet basit,' dedi 'onları da alın, beraber götürün.'
Problem çözülmüştü . Batum'a döndüm. Moskova'
ya Ş evket Süreyya ile genç karısı da gitmek istediler.
Beş kişiJik bir seyahat olacaktı.
Teskere . . . pasaport lazım değildi. Bu işlere bakan
yoldaşın yetkisi genişti. Benim adıma, küçük bir kağıt
üzerine, beş kişilik bir yolculuk izinnamesi karaladı, Mos
Kova'ya gidecek olan bu yoldaşlara, her nereye uğTar
ıarsa kolaylık ve konukluk gösterile! dedikten sonra
mührünü bastı, imzasını attı.
Bu kağıtla Moskova'ya kadar, masrafsız gidebile
cektıK.
Moskova'da beni üçüncü Enternasyonal delegele
rine tansis edilen lüks otele aldılar, gençler de öğrenci
olarak mektebe gittiler.
Mektep tatil aylarında idi. Moskova'ya yakın güzel
bir yerde kamp hayatı yaşıyordu ; öğrenciler ve öğret
menler beraber otururlardı, her iki tarafla tanışmak için
ben de bir akşam kampa gittim. Gece büyük ateşler ya
kılıyor, etrafında dans ediliyor, oyunlar oynanıyordu.
Kamp hayatı yaşayan öğrenciler, gündüzleri o y e-
135
şiilik ve akar su yerlerinin birkaç kilometre ötelerine gi
diyorlar, oralarda kamp kuran halk aileleriyle temas edi
yorlardı. Bu sırada bizim genç ve yakışıklı Nazım Hik
met ve Va - NO. arkadaşlar oralarda kamp kurmuş bir
yahudi inşaat mühendisinin karısı Sofya tshakovna ve
baldızı Grunya ile tanıştılar. Daha ilk görüşmede Nazım
Hikmet'e abayı yakan Sofya ishakovna akça pakça, tom
balak, ellilik bir kadındı. Daha genç olan bekar Grunya
da Vala Nureddin'e düşmüştü. Sovyetler Birliği ınşaat
Mühendisine yüksek maaş verirdi. tki çocuk sahibi olan
fakat Sofya'dan boşanmış, başka bir genç kadınla evlen
miş olan mühendis çok para alırdı. Karısına ve çocukla
rına ödediği nafaka ile Sofya üç odalı bir evde refah de
nebilir bir hayat yaşıyordu : Bizim gençleri hemen evine
davet etti ve dördü arasında ç ifte sevişme başladı. Va -
NO. Sofya'nın ziyafetlerinde bulunur, fakat geceyi Orun
ya'nın başka bir evdeki odasında geçirirdi. Bir iki defa
ben de Sofya tshakovna'nın toplantısında bulunmuş, bir
akşam hatırlıyorum, zil zurna sarhoş olmuştum.
Tabii bu eğlenceler gayet seyrek olurdu.:.
PrOf. Ahmet Ce vat Emre'nin anlattıklarına göre o
sırada Türk komünistleri Ankara'dan Moskova'ya gel
miş. Bunlar arasında Sadrettin Celal, Vedat Nedim Tör
de varmış. ıstanbul'dan Sakallı Celal da çıkagelmiş. Ah
met Cevat Emre, bunlara, yapacakları inceleme ile ilgili
olarak şunları söylemiş :
136
kiye! !şçileri ve köylüleri bu inkılaba ısındırmaya, geri
kafalıları aydınlatmaya çalışmalıyız. Komünistlerin en
büyük faaliyetleri bu olmalıdır.:.
«Sözümü bitirmeme güç tahamm ül eden coşkun bir
yoldaş Nizarnettin Nazif Tepedelenlio�lu tabancasını
çekti, masanın üstüne koydu:
'Sen kemalistsin i Senin hakkın bir kurşundur' de
di.» (Tarih Dünyası, 1 Ocak 1965)
Bu olayda, Ahmet Cevat'ın anıatmadığı ve Nazım
Hikmet'i ilgilendiren bir konuşma bölümü var. Onu da
Nizarnettin Nazif, Ahmet Cevad'ın bu iddiası üzerine
verdi�i karşılıkta açıklar. Tepedelenli�lu'nun olayla il
gili açıklamas ı şöyle:
cBir akşam otele geldi � im zaman üçüncü kattaki
odama giderken koridorda üç gençle karşılaştım :
Giritli Cevad'ın batıralarında bahsettiği Şevket Sü
reyya ile Nazım Hikmet ve bir başkası.
Bunlar Vostoçni üniversitesinde talebe idiler. (Bu
üçüncü genç benim hatırımda Vala Nureddin diye kal
mış . . . Yanılmış olmamak için kendisinden sordum. Va
kayı hatırladı. Fakat üçüncü şahsın Alimof adında bir
başka talebe olduğunu söyledi) NAzım Hikmet heyecan
lı, Şevket Süreyya hiddetli idi. Şevket Süreyya Bey'i ve
Alimof'u ilk defa görüyordum. Nazım Hikmet Bey'i De
niz Harp mektebinden tanırdım. Etrafıını sardılar. NA-
zım:
'Bizim hayatımızı Jtoru ! ' dedı.
Hayretıe yüzüne baktım:
'Hayrola. . . '
Şevket Süreyya, bugünkü gibi hatırımdadır . . . Ko
caman bir elma şekeıini andıran yüzünde acı bir gülüm
seme, sol eliyle yakarndan kavrayarak haykırdı:
'Bu adamlar bizi astırrnak, yahut Sibirya'ya sürdür-
137
mek istiyorlar . . . Biz hiç fena mazisi olmayan insanları z.
Sen de bizim gibi gençsin. Bizi müdafaa et'.
Şaşırmıştım. Hiç bir şeyden haberim yoktu.
'Peki ama ne oluyor ? ' dedim, 'anıatın biraz . . . '
Meğer üçüncü Enternasyonalin Dördüncü Cihan
Kongresine iştirak etmiş olan Türkiye Komünist Parti
Ieri müşterek delegasyonu, otelde, aynı koridorun so
nunda bulunan Baytar Salih'in odasında toplantı halin
deymiş. Giritli Cevat son dakikada, kendisinin Ziynetul
lah Nuşirevan tarafından emperyalist casusluğu ile it
ham edilmiş olduğunu söylemiş ve:
'Elbette hedef yalnız ben değilim, bu iş size de sıç
rar' demiş.
Bir an kafam karıştı. Yüzlerine baktım. Pırlanta
gibi çocuklardı.
'Siz merak etmeyin, ben bir çaresine bakarım' dedim.
Dedim ama ne yapacağımı bilmeden yürüdüm, top
lantı odasına girdim. » (Tarih Dünyası, 1 Mart 1965)
Nerde ise, Moskova'da öğrenirnin daha ilk başların
da Ahmet Cevad'ın «Sarı çiyan» dediği Ziynetullah Nuşi
revan yüzünden Nazımlar'ın da başı belaya girecekti.
Va - Ntl, Ahmet Cevat hakkındaki kanısını şöyle açıkla
mıştı.
«Ahmet Cevat türlü kalıplara gir miş bir zatt ı. Ama
her kalıpta çok çalışkan, çok samimiydi. Talebeyken .]ön
türk diye yakalanıp Fizan'a sürülmüş, Trablusgarp'tan
Avrupa'ya kaçmış. Meşrutiyette kooperatifçilik önder
liği yapmış. tşte şimdi de Kafkasya'ya kitap ticareti, ha
lı ticareti için gelmiş ama, Bolşevikler, Kaf dağlarının be
risine iniverdikleri için evdeki h esap çarşıya uymamış.»
Ama Nazım Hikmet, hiç bir ticari hesap, hiç bir çı
kar ve hiç bir öze l amaç gütmemiş, Türkiye'de kara kuv
vetin . hışmından kaçarak yeni bir dünyanın oluşmasını
izlemeye, görmeye, her ne pahasına olursa oısun bu po-
138
tada pişmeye, bu örste dövülmeye gelmişti. Zaten daha
Batum'da iken bir gece otelde kendi kendisiyle hesap
laşmıştı. Her ne kadar Şevket Süreyya Aydemir, bu ken
di nefsiyle hesapiaşmayı hiçe sayar ve Nazım'ın Sovyet
ler Birliği'ne gidişini «tesadüf»le yorumlarsa da Nazım'
ın hayatı bu yorumun yersizliğini ortaya çıkarıyordu.
Şevket Süreyya Aydemir'in bu konudaki inancı şu:
« Sosyal menşe'ine bakılırsa onun buralarda (Sov
yetler Birliği'nde) işi olmaması lazım gelirdi. Ailesinin
kanında Polonya'dan, Macaristan'dan tstanbul'a Ana
dolu'ya kadar eski imparatorluğun kol attığı bütün ül
kelerden bir parça vardı. Dedeleri, akrabaları, valiler,
kumandanlar, paşalar, hatta bir de Serdar-ı Ekrem (Baş
kumandan) dı. Yüzünün hatlarında da cedlerinin çizgi
lerini taşıyordu.
139
Nazım Hikmet, Anadolu'da umduğunu bulamamış
tı. Yöneticilerle halkın yaşayışı arasında önemli çelişki
ler vardı. Ağa, mütegallibe saltanatı köylüyü, halkı ezi
yordu. Kör taassup, hiç bir ilerici harekete, çağdaşlığa
geçit vermez gibiydi. Anadolu bakımsızdı. Hele kara kuv
vet ! ! Nazım'ın korkulu rüyalarına giriyordu. Nazım'ın
Kara Kuvvet şiiri, duygularını olanca keskinliğ i ile an
latır:
140
Anadolu'ya geçişini, Bolu'daki gerici saldırıları hatırla
mış ve kendi kendine hesap vermiş, karara varmıştı. Na
zım, neye, nasıl karar verdiğini şöyle anlatmıştı:
«Oturdum Batum'da Fransa oteline, masanın başı
na. Ayakları, yalnız ayakları mı, her bir yanı oymalı,
yaldızlı, girintili, çı.kıntılı, oval bir masa , Rokoko. . . üs
küdar'daki yalının misafir odasında da rokoko bir m a
sa vardır . . . Rokoko. . . Karadeniz kıyısından Ankara'ya,
sonra ordan Bolu'ya yaptığım otuz beş günlük, otuz beş
yıllık yayan yolculukla, öğretmenlik ettiğim kasaba, kı
sacası, uzun lılfın kısası, !stanbullu paşazadenin, daha
doğrusu paşa torununun, Anadolu'yla tanışması, bu ke
re de Batum'da, Fransa otelinde, rokoko masanın üs
tünde duruyor, yırtık, kirli, kanlı bir yazma gibi seril
miş rokoko ma sanın üstünde . . . Bakıyorum, ağlamak ge
liyor içimden. Bakıyorum, öfkeden kan tepeme çıkıyor
yine. Bakıyorum, utanıyorum yine üsküdar'daki yalıdan.
Karar ver oğlum, diyorum kendi kendime, karar ver . . .
Karar verildi. ölmek var dönmek yok. Dur, acele etme
oğlum. Koyalım soruları da şu masanın üstüne, Anado
lu'nun yanı başına. Neyini verebilirsin? Ne verebilirsin?
Her şeyimi, her şeyimi. . . Hürriyetini, Evet! Hapishane
lerde kaç yıl ya tabilirsin bu uğurda . . . Gerektirirse öm
rüm boyunca . . . !yi ama, sen kadınları seversin, yiyip iç
meyi, temiz giyinmeyi seversin. Avrupa'yı, Asya'yı, Ame
rika'yı, Afrika'yı dolaşabiirnek için can atıyorsun. Ana
dolu'yu Batum'daki rokoko masanın üstünde bırakıp ta
Tiflis'ten Kars'a ordan da Ankara'ya döndün mü, beş
altı yıla kalmaz mebus olursun, bakan olursun, kadın,
yemek, içmek, sanat, dünya . . . Bırak! Hapislerde gerekir
se ömrüm boyunca yatabilirim . . . Peki, as�lmak da var,
öldürülmek de, Suphi'yle arkadaşları gibi boğulmak da
var, komünist olursam, d.iye sormadın mı kendi kendi
ne Batum'da? Sordum? öldürülmekten korkuyor mu-
141
sun? diye sordum. Korkmuyorum, dedim. Birden düşün
medin mi? Hayır. önce korktuğumu anladım, sonra
korkmadığımı. Sonra topallığa, sağırlığa, sakatlığa razı
mısın bu uğurda? diye sordum. Verem illetine, yürek
hastalıklarına, körlüğe? Körlük mü? Körlük . . . Dur, hiç
de düşünmemiştim kör de olunabileceğini bu uğurda.
Kalktım. Gözlerimi sımsıkı yumdum. Dolaştım odanın
içinde . . . Eşyaları ellerirole yoklayarak, kapalı gözlerimin
karanlığında odayı dolaştım. tki kere tökezlenip yere
kapandım, amma gözlerimi açmadım. . . Sonra masanın
başında durdum. Gözlerimi açtım. Razıydım körlüğe de . . .
Biraz çocukça, belki biraz komik. . . Ama doğrusu bu. Ne
kitaplardan, ne ağız propagandasıyla, ne de sosyal du
rumum yüzünden geldim geldiğim yere . . . Beni geldiğim
yere Anadolu getirdi. Kıyısından şöyle bir üstünkörü
seyrettiğim Anadolu. Yüreğim getird i beni geldiğim ye
re . . . !şte böyle.:.
142
VIII. NAZlM'lN EVLENMESI VE YENI ŞIIR TEKNIGIN I
BULMASI
SON DURAK : MOSKOVA
1 9 YAŞI M şiirinden
143
milli mücadeleye katılmak için Ankara'ya gitmeyi ba
şardılar. Nüzhet Hanımı da yanlarından ayırmadılar.
Muhittin Bey, Matbuat Umum Müdürü olmuştu.
Evleri, bu bakımdan diplomatıar, yazarlar, gazeteciler,
edebiyatıa uğraşantarla dolup taşıyordu. Bu dönemde
Nazım Hikmet'le Vala Nureddin de Ankara'ya gitmişler
di. Milli Mücadeleye yardım etmek, öğretmen olarak ça
lışmak istiyorlardı. Matbuat Umum Müdürü Muhittin
Bey, onları evinde bir iki akşam konuk etmiş, sonra bir
yerde yatmalarını sağlamıştı. Bu sırada Nüzhet Hanım'
la Nazım, ıstanbul'dan iki komşu çocuğu döneminin ar
kadaşlığını amınsayarak yeni oluşum içindeki konuları
konuşmuşlardı. Nazım'ın yüreğinde Nüzhet Hanım için
bir ateş yanmıştı.
Nazım ve Vala Bolu'ya öğretmen olarak atandık
tan sonra Muhittin Bey de Hakimiyet-i Milliye'ye yaz
dığı bazı başyazıların ilgililerce beğenilmemesi yüzünden
1921 yılı başında Matbuat Umum Müdürlüğünden isti
fayı uygun bp.lmuştu.
Nazım ve Vala, son olarak 4 Eylül 192 1 'de Muhittin
Beye ve Nüzhet Hanıma uğrayarak Bolu'ya gitmek için
vedalaşmışlardı. Böylece iki arkadaş Eylül 192l 'in ilk
yarısında Bolu'ya gitmiş ve Bolu Sultanisindeki hoca
Iıkiarına başlaml§lardı.
Muhittin Bey, eşi ve baldızı Nüzhet Hanım'la bir ti
caret firmasının temsilcisi olarak Sovyet Rusya'ya (Tif
lis'e) gitmiş ve Orient Otel'de bir d aireye konuk edilmiş
lerdi. Nazım'lar da Rusya'ya geçtikten sonra Batum'a
varmışlar, oradan Tiflis'e giderek Ankara'dayken tanı
dıkları Gürcistan Cumhurbaşkanı Mdivani'yle görüş
meyi amaçlamışlardı. Ancak kendilerin i ilk soruşturan
lar, orada Muhittin Bey'in ailesiyle bulunduğunu bildir
miş, onu tanıyıp tanımadıklarını sorunca :
144
«Ankara'dan da, ıstanbul'dan da tanışırız. Onunla
hemen görüşelim . . . » demişlerdi.
Muhittin Beyin orada oluşu , Nazım'da Nüzhet Ha
mını görme arzusu yeniden canlanmış, bu bakımdan da
bir an önce Cumhurbaşkanını görmeye önem vermişti.
Ancak Mdivani'nin kendilerini kabul etmesinden
sonra, Orient Otel'e gelince Muhittin Bey'in yanına bal
dızını alarak Moskova'ya gittiğini öğrenmişler, otelde,
bayan Birgen'le karşılaşmışlardı.
Bir süre sonra Muhittin Bey Nüzhet Hanım'la Mos
kova'dan dönünce Nazım, gurbet elde, Nişantaşı'ndan
tanıştığı ve yüreğinde iz bıraktığı Nüzhet Hanıma karşı
sevgisinin çok köklü olduğunu anladı. Onu sevdi ve Na
zım'lar bir süre sonra amaçları olan Moskova'ya gidebil
mek için Batum'a döndüler. Nüzhet Hanım da, Tiflis'te
kalmak istemediği ve ıstanbul'a dönmek istediği icin
ailesinin rızasım alarak o da Batum'a gitmiş ve hasta
landığından ıstanbul yoluyla Almanya'ya gidebilmek
için beklediği vapur gelinceye kadar Nazım'larla birlik
te on beş gün kadar Batum'da kalmıştı.
Nazım, Nüzhet Hamının ıstanbul'a dönmemesi, bir
likte Moskova'ya gitmeleri için günlerce onu kararından
caydırmaya çalışmıştı. Sonunda vapur gelmiş, Nüzhet
Hanım arkadaşlarına veda edip gemiye binince gizli po
lis Verboy, Nüzhet Hanımın evrakını incelemiş ve sert
bir dille:
«Batum'dan ayrılamazsınız, gemiden ininiz ! >>
demişti. Bu sonuç Nazım'da hem h ayret uyandırmış,
hem içinde umut ışığı yakmıştı. Nüzhet Hanım Tiflis'e
eniştesinin yanma dönmüş, Nazımlar Batum'da birkaç
gün daha kalmışlardı.
Ahmet Cevat (Emre) ise, Nılzım' a gönderdiği mek
tupta Vniversiteye girebileceklerini ve beraberce Mosko-
146
Şimdi Moskova garında Nüzhet Hanımı karşılayan
gençler, Nazım'ın arkadaşları olarak açlığı yenecek genç
lerdi. Onlar KUTV üniversitesi'nde okuyorlardı. 1922'de
bütün gün bir yandan Rusçayı öğrenmeye, bir yandan
da dersleri aniayıp özürnlemeye çalışıyorlardı. üniversi
te yaşamında k ızlı erkekli gruplar piyesler salıneliyor,
birlikte derse çalışma saatlerinde büyük sınıflarda kalı
yor, ara sıra dinlenmek için koridorlara çıkınca arka
daşlıklarını pekiştiriyorlardı. Gece, kaldıkları mütevazi
odalarda derse çalışma, sohbet sürüyor, ancak Straskov
Ploşçad'ın saat kulesi 12'yi vurunca:
«Sıra uykuya geldi ! » diye yataklarına uzanıyorlardı.
Bu evrede Nazım1 Nüzhet Hanımla evlenme isteğini
açıklayınca birkaç günlük bir «düşünme molası» geç
tikten sonra . . .
Nüzhet Hanım bunun sonucunu şöyle anlattı :
«Kutv üniversitesi'ne Nazım'la birlikte gidiyorduk.
Birçok kızlı erkekli arkadaş grubu içinde Nazım Hikmet
en çok ilgi toplayan, hareketli, canlı, inanmış ve inanç
larını konuşmalarında, şiir ve piyeslerinde dile getiren
bir önder durumundaydı. Bir gün bana evlenme teklif
etti. Doğrusu şaşırmıştım. _ Ama hoı�uma da gitmişti bu
önerisi. Birkaç gün düşündükten sonra ben de evlenıneye
razı oldum ve birlikte evlenme arzumuzu ilgili daireye
giderek tescil ettirdik. Evlendiğimiz için bize daha geniş
çe bir oda ayrıldı. Odamız yine Öğrenci Pansiyonu'nday
dı. »
Nazım, evlendiği halde kız arkadaşları onun etrafın
da dolanıyor, Nüzhet Hanım ise, aralarındaki gönül ba
ğının ve köldü anlaşmanın bu tür yakınlıkların sevgi
lerine zarar vermeyeceğine kesin inanıyordu.
Nazım, şiirler yazıyordu boş vakitlerinde, ya da şiir
yazma isteğini duyunca . . . Bunlar, yolda yazmaya başla
dığı «Açların Göz Bebekleri» gibi yepyeni bir tarzdaydı.
147
Bazı yazarlar, Nazım'ın bu yeni tekniği, Sovyet şairi Ma
yakiovski'nin şiirlerini okuyarak öğrendiğini, ondan esin
lendiğini yazdılar. Oysa, daha rusçayı öğrenmeden tren
de gördüklerini 1922'de şiirleştirmişti. Kaldı ki, Nazım'
ın tekniğiyle, Mayakovski'nin şiirlerinde hem biçim, hem
öz açısından önemli ayrıJ�k vardı. Nazım bunu şöyle özet
lemişti:
«Hece ölçüsünü bırakıp özgür koşukla yazmaya baş
lamamın ilk ürünü 'Açların Göz Bebekleri'dir. Bunu
yazdığım günlerde Rusça bilmiyordum. Ayrıca Maya
kovski adını bile duymamıştım, şiirlerini de görmemiş
tim. O, bir tür Rus aruzu diyebileceğim müstezatlı şiir
Ierimize benzeyen türde yazdığım sonradan Rusça öğre
nince anladım. Benim yazmaya başladığım teknikte ne
hece, ne aruz tek basma egemen değil. özgür koşuk ol
m asına karşın müstezat tekniği de yoktur. Şiirin ritmi
ve ölçüsü açılarından bakınca benimle Mayakovski ara
sında hiç bir benzerlik bulunmaz. ttstelik içerik açısın
dan o bireyci ben toplumcuyum.»
Mayakovski'nin intiharından sonra Nazım, istan
bul'da yayımlanan Resimli Ay Dergisinde (Temmuz
1920) şairin sanatını inceleyen ve intiharına neden olan
toplumsal çelişkiyi anlatan yazısında şöyle diyordu:
«Rus fütürizmi'nin üç kanadı vardı. Sağ kanat bü
yük Rus şehir burjuvazisinin edebiyatı idi. Bu sağ . kanat
fütüristlerin başında Severyanİn adında bir şair bulu
nuyordu.
Merkezi tutan fütüristler yeni edebiyatın biçim ve
tekniği ile uğraşıyorlardı ve bu alanda birçok başarılar
elde etmişlerdi.
Rus fütürizminin sol kanadının başında Mayakovski
bulunuyordu. Mayakovski önceleri işçi kitlelerinin örgüt
leriyle yakından ilgiliydi. Fakat 1905'den sonra bu örgüt-
148
lü bağı yitirmişti. Sol kanat fütüristleri bütün güçleriy
le bir yandan kendi burjuva salt kanatlanna, bir yandan
da soysuzlaşmış Ruhiyatçılığa, mistikliğe kaçan sanat
çılara hücum ediyorlardı.
Mayakovski bu mücadeleyi yöneten öncüydü. Ve
toplum ölçüsünde kurtuluş kavgasına girişmiş olan kit
lelerle bağını yitirdiği için, kendisini bütün toplumun
karşısında tek başına bayrak kaldıran bir kişi sanmaya
başladı.
tşte Mayakovski'deki o yadırganan bireyciliği bura
dan gelir. Hatta Mayakovski'nin intihar nedenlerinin
köklerini burada aramak gerekir.�
Nazun'ın «vezinsiz, muntazam kafiyesiz» yazılarına
1929'da ilk şiir kitabı çıktıktan sonra eleştiriler gelmiş
ti. Nazım bunları şöyle yanıtladı :
149
şiirin bileşimi ve tekniği daha bileşik olmuştur. Köylü
ve çoban ekonomisinin biteviye sesleri yerine, kentin
koskoca senfonisi gelmiştir. » (Ekim 1 929, Resimli Ay) .
«835 Satır» kitabıyla 1929'da Türkiye'de ilk yapı
tını veııen ve Sovyet Rusya'dayken eşi Nüzhet Nazım'la
birlikte şiirlerini deftere geçiren, bunları okuyarak bü
yük etki yapan Nazım Hikmet, bir akşam eşiyle birlikte
Meyerhold tiyatrosunda «Yüce Gönüllü Boynuzlu:. oyu
nunu izledikten sonra, toplum gerçeklerine uygun eser
ler yerine yabancı yazarların yapıtlarının sahnelenme
sinden memnun kalmamıştı. Onun için şunları yazdı:
«Hiç biri, hiç biri/bizim değiL/Ne «Mali �eatr»ın
düzgünlü Hamlet'i/ne pudra ponponu «Prens Turan
dob/ne de «Kamerti»nin «Karnaval Fedr» i/Biz/burj u
vazinin/allı , pullu, telli, tüllü metreslerine/çiçek atmak
istemiyoruz.»
Ve böyle sürdürüyordu şiiri. O «Makineleşmiş tiyat
ro» diyerek, makine çağının sanatını sergilemesini isti
yordu. Bu nedenle de yine büyük sahne koyucu Meyer
hold'un sahneye koyduğu «Tarelki'nin ölümü» adlı oyu
nunu izlemeye gitmedi.
Rusçayı sökmeye başladığı için 1923'de sol kanat sa
natçılarının yayınlamaya başladıkları LEF dergisini al
maya başladı. Bunda Mayakovski'nin şiirleri de yer alı
yordu. Bir süre sonra Meyerhold'un Moskova Proletkült
tiyatrosunun başına geçişini «mutlu bir işareb sayan
Nazım, eşi Nüzhet Nazım'a:
«Gördün mü, Meyerhold, şimdi yerini buldu, dev
rim onu kazandı» demişti.
Nazım, yazdığı şiirleri, Nüzhet Nazım'a okuyor, sa
tın aldıkları karton ciltli d efterlere şiirlerini geçiriyor
lardı. Bazen Nazım, bazen de Nüzhet Nazım yazıyordu
şiirleri deftere. Nazım'ın 1922 yılında yazdığı şiirlerin
başlıkları şöyle:
150
Açıarın Göz Bebekleri ( 10 Mayıs 1922 Moskova) Yeni
Sanat (24 Mayıs 1922 Moskova) Anadolu'nun Hasreti
(Tarihsiz) , Müşterek Zahmet (28 Nisan 1922 ) , Heyeca
nımız (29 Nisan Udelnaya) , ınandık ( 1 6 Temmuz Udel
naya) , tstihsal Aletıeri ve Biz, Yahut Merihe Uçacak Z a
fer (Tarihsiz) , Ka�nı (7 Ağustos Udelnaya) , ölüm ve
Vazife ( 1 0 Ağustos Udelnaya) , Şair (Tarihsiz) , Toprak
Sevgisi (Moskova) , Biz Uzaktan (Tarihsiz) , Yakından
Biz (Moskova) , Küfretmek !stiyorum ( 1 6 Te§rinievvel,
Ekim Moskova) , Gözlerim ( 17 Teşrinievvel Ekim 1922 ) ,
Grev (Moskova) , 2000'in Kafamızda Tesiri Bir Yol Tür
küsü (Tarihsiz) , Gövdemdeki Kurt (Moskova) .
1923 yılında yazılıp deftere �iyle birlikte okuyup
yazdıkları şiirler :
Biz Hayatımız Yaptığımız tş (9 Kanunusani Ocak
Moskova) , Bizde Pantalonla Eteklik ( 14 Kanunusanı
Ocak Moskova) , Makinalaşmak (1) (16 Kanunusanİ
Ocak Moskova) , Makinalaşmak (2) ( 1 6 Kanunusani,
Moskova) , 2000 Senesinin Sanatkarına (24 Ocak Mos
kova) , Hasta Arkadaş !çin ( Moskova) , «Meyerhold» Ti
yatrosuna (Moskova) , Nasıl Atlatacağız Masal ( 1 ) (Ta
rihsiz ) .
Nazım'ın bu şiirlerinin bir bölümü ıstanbul'da ya
yımlanan kitaplarında ilk önce de ilk kez «835 Satır»
adlı olanda yer aldı (Ahmet Ha� ·. t Kitabevi, 1929) .
Nazım, gördüklerini, duyduklarıyla birleştiriyor ve
şiirlerini yeni bir anlatımla hazırlıyordu. Nitekim, Mos
kova'ya giderken Hazer denizi kıyısından geçerken gör.
dü�ü denizle, kampartımanda kendisine anlatılanlar
dan bir hayli etkilenmişti. Bunlara göre Doğu'da Gene
ral Sutof'un kazaklarına karşı yeni rejimden yana 600
savaşçı birliği oluşturulmuştu. Ali adlı bir koltanın yö
netiminde bu Birli�e milyonlarca altın ruble ve saklaya
cağı bir kasa verilmiş. Birliğin Volga'nın a§ağılarına ka-
151
dar inmesi sağlanmış. Astragan'a inince duymuşlar ki,
tngilizler, Hazer'ln öteki kıyısında mevzilenmişler. Hat
ta Krasnovoski'yi işgal etmişler. Bunu Moskova öğren
miş ve Birliğe şu buyruk verilmiş:
«Para yanınız da kalsın. Silahlar ı ye�enlilere yük
leyin. 100 gönüllü ayırın, bunlar Hazer'e açılsın, düş
manla savaşsın.))
100 gönüllü önemli bir yarımadaya çıkmayı başar
mış. Silahlarını atlara, develere yüklemiş, :ijazer'le Aral
arasında çöllerde savrulup gitmiş. Ve Sutof'un birli�ini
yenmiş ama, kum çölleri de ço�una mezar olmuş. Bu 100
gönüllünün kahramanııkiarını ve İngilizlerin Hazer'in
karşı kıyısında mevzilenişini öğrendiği için Nazım, Hazer
Denizi şiirinde:
152
Değil bir kaç
değil beş on
otuz milyon
aç
bizim.
153
IX. NAZlM HIKM ET'IN YENI ŞIIRLERI
Şa irim,
şi mşek şekil leri n i şi irleri m i n
caddelerde ısl ı k çal orak
kazı yorum d uvarlara ! . .
1 00 metreden
çiftleşen i k i sineği s�ebi len i k i gözüm
e l bette görd ü :
i k i ayak l ı ların i kiye ayrı ld ı kların ı ! . .
ŞA I R ş i i ri nden
1 54
Bana bak,
Hey
avanakl
Elindeki o zınltıyı bıraksana . . .
S top!
Fren !
Zank!
Şeffaf
temiz
damlalardır . .
Her damlada
Demire can veren dehanın
bir küçücük
zerresi vardır ..
155
Şairim,
şimşek şekillerini şiirlerimin
caddelerde ıslık çalarak
kazırım duvarlara !
Heyecanımızda
şaha kalkmış bir atın
deli
çizgileri yok.
Heyecanımız
156
rayların üstünde kayarken bile
çelik heykellerini kaybetmeyen
bir
lokomotif.
Esrar
Tevekkül
Kısmet
Kafes, han, kervan,
Şadırvan!
157
Ton ! Ton ! Ton !
Nik Karter, Nat Pinkerton !
Kelepçe brovnik ! . .
Tik. . . tik. . .
Şarlek Holmes !
Sesi kes!
Gelin !
Kızıl tank taburları gibi dağları düzleyerek gelin !
Kömür, benzin, gaz kokusu yansın nefesinizde,
Mavi işbaşı gömleklerinizi giyerek gelin!
158
- tnkılabın beşinci senesine
- Komsomol
- Yalnayak
- Lahutinin «Kremlin:ı>ine mukaddime
- 28 Kanunusanı
- 1923 Almanya inkılabını beklerken
- Makınalaşmak
- 2000 senesinin sanatkarlarına
- Şairin bir dakika tembelliği
- Gövdemdeki kurt
- Gorki'deki beyaz sütunlu ev
- Veda (SSSR'den 1924 senesinde ayrılırken)
159
list bir sanat için dozunu kaçırmadan Urizmden yarar
lanmayı ihmal etmediği için ilk şiirlerinin dokunaklı ve
insanı ta derinlerinden saran bir yapısı hemen dikkati
çekiyordu.
Şiirde kendi yarattığı ölçülerin ve yapının sırrını
kısa, merdiven gibi sıralanmış dizelerde bulanlar aldan
dıklannı kısa bir süre sonra anlıyorlardı. Şiirleri Nazım'
ınkine benziyor, ama onun etkisini yapmıyor, onun
uyandırdığı ilginin zerresini toplayamıyorlardı. Bir kıs
mını da şairane buluyordu. Neydi şairanelik? Nazım bu
nu şöyle anlatır:
«Şairane yalnız Fecr-i Ati, Edebiyat-ı Cedide, Hece
ciler üslubunda olmaz, bu bir küçük burjuva münevver
liği hastalığıdır ki en olamaz sanılan eğilimlerde, en
sağlam ideoloj i benimseyişlerinde dahi eski anlamıyla
en şairaneliğe gayrı müsait tarz ve kelimelerle kendini
.gösterir . . . öte yandan en geri, en hort zort eden politika
nutuklarında bile bu şairaneliğe rastlanır. Mussolini şai
rane bir heriftir, nutukları en bayağı cinsten şairane
dir. 'Yunanistan'ın ciğerini sökeceğiz' derken şairanelik
aşağılığının en belirgin örneklerinden birini verir. De
mek istediğim şairaneliğin kelimeleşmiş ifadeleri sade
mavi ufuklar, pembe bulutlar filan değildir.» ( K.T. mek
tuplar, s. 44) .
Ve şairaneliğin aktif, eğitici, etkici, gerçekçi edebi
yatta kendisinden yararlanılır bir öğe olmadığı kesin
inancındaydı. Şairaneliği edebiyat dışı sayar, demago
jik bulur, gerçekçi edebiyatı bir ajitasyon aracı olarak
görmez, şiirin giderek inandırıcılığını arttıran bir etkiye
sahip olmasını isterdi. Onun için, isteğine göre şiirler
yazdığı. dan kısa sürede geniş bir ilgi görmüş ve şiirler
yepyeni bir öz ve biçimle kitleleri sarmıştı. Nasıl ki Halk
şarkılarında insanları kavrayan bir çekicilik, bir derin-
160
lik vardı, Nazım, şiirlerine bu mayayı katmıştı. Çünkü
diyalektik materyalizm, Nazım'da bu içtenlikle yazan
şairin hayat anlayışını doğru temellere oturtmuştu.
Nazım Hikmet « Diyalektik materyalist felsefeye gö
re; derdi, maddi ve ruhi hadiseleri seyirlerinde görmek
lazımdır. Realist ed ebiyatçı içinde aksettirdiği -Sanat
çı gücü ile yansıttığı- konusunu böyle bir akış halin
de vermesi gerekir. Diyalektik için gerçekler soyut de
ğildir, somuttur. Gerçekçi edebiyatçı için de, şair için
de bu elle tutulur gerçek sorunu realist şiirin ilkelerin
den biri olmalıdır. Felsefedeki diyalektik materyalizmin
edebiyata bilinçle uygulanması yeni gerçekçiliği ortaya
çıkarır.»
Bu anlayışla verilen ürünler Türkiye'de yayınlanın
ca edebiyat dünyası sarsılmıştı. lleride edebiyat dünya
sını sarsacak polemikler olacak, Nazım'a ağız dolusu ça
tacaklardı. Ama burada hemen belirtelim ki memleketi
ni öylesine seviyor ve sosyalist şair olarak halkı öylesine
seviyordu ki hiç bir hücum, onu şair olarak ürün ver
meden geri bıraktıramadı. Hücumlar karşısında içini
şöyle dökmüştü :
«Sosyalist şair olmak , yani memleketini ve halkını
en çok seven, memleketinin ve halkının en marnur ol
masını isteyen şair olmak neden kusur olsun ve neden
dolayı Türklük şuuruyla uygun düşmezmiş? Ah, bir ke
re, bir saniye olsun, memleketimi bir sosyalist şairin
sevdiği gibi sevmesini, bir sosyalist şairdeki Türklük şu
uru gibi bir şuura sahip olmasını öğrenebilseydiler. Bir
sosyalist şairde memleket ve halkının sevgisi nasıl konk
re, elle tutulur bir toprağa ve gözle görülür, sesle konu
şulur insanlara ait bir sevgidir. Ama onlar bunu bilmez
ler. Onlar sevgilerini bile mücerret bir malıluk olarak
şiirlerine geçirirler. Halbuki , mesela ben sosyalist şair,
162
X. V. 1. LENIN V E NAZlM HIKMET
21 .1 .1 924
La mbayı yakma, bı rak,
sarı bir i nsan başı
d üşmesin pencereden kara.
Kar yağ ı yar
kara n l ı k lara.
Kar yağ ıyar
ve ben hatırlıyoru m.
Kar . . .
Üflenen bir mum gibi söndü
koskocaman ışı klar. . .
Ve şeh i r
kör ıbir insan g ibi kaldı
altı nda yağan ,karın.
Lambayı yakma b ı ra k
Ka lıbe bir bıçak gibi g i ren hatıra ları n
di lsiz olduk larını a n l ı yorum.
Kar yağ ıyer
ve ben hatırlıyorum.
163
miş, yeni bir anlayışla yoğurmuştu, yaşı onun hocası ol
muştu. Gece gündüz çalışıyor ve kendi kendinin arka
daşı, yoldaşı duııumunda kalıyordu.
Yeni rejim, cehalete savaş açmış, üniversite öğrenci
leri ve bilim adamları da Lenin'in yapıtlarını okuyor,
ikinci Rusya Kurultayı adlı eseri de yorumu yapılmak
üzere öğrencilere dağıtılarak çalışmaları isteniyordu. Le
nin raporunda şöyle yazmıştı :
«Cehaleti yok etmek yeterli görülmemelidir. Sovyet
ekonomisini kurmamız gereklidir, bunun için de sadece
vatandaşlarımızın okur yazar olmasıyla yetinmemiz bi
zi hiç bir ileri merhaleye götürmez. Kültürü daha üst,
daha yüksek bir düzeye çıkarmalıyız. Bunu sağlarken
bireylerin okur yazarlığından elbette yararlanmalıyız.
Onun için bireyin, okur yazarın okuyacağı gazeteler, bro
şürler bulunmalıdır ve bunlarda partinin görüşleri yer
.almalıdır. Bu araçlar uygun şekilde dağıtılmalı, halka
ulaştırılmalı, bugün olduğu gibi dağıtım sırasında kay
bolup gitmemelidir.»
«Bugün böyle olduğunu açıkça söylemek gerekir.
Bu eğitim araçlarının belki ancak yarısı okunuyor, öte
ki bölümü bürolarda şu, ya da bu iş için,ama okunma
mak için kullanılıyor. Hatta denebilir ki, bunların dört
te biri bile halka ulaşamıyor. Elimizdeki sınırlı kaynak
lardan en iyi şekilde yararlanmasını öğrenmeliyiz. »
«işte bu nedenlerle yeni ekonomi politikamıza uy ·
164
Nazım Hikmet, kendisini geliştirmek , Rusçasını de
rinleştirmek, günleri iyi değerlendirmek için kolları sı
vamıştı işte.
Sabahleyin Vniversiteye giderken aldığı Pravda'da
(4 Mart 1923 günü) Lenin'in bir yazısı yer almıştı. 1920'
da kurulan !şçiler ve Köylüler Müfettişliği'nin yerini an
latmaya çalışıyor ve öğrenmek üzerine görüşlerini açık
lıyordu. Nazım makaleyi okurken Rusçasının mı yeter
siz olduğunu, yoksa okuduğunu mu iyi anlamadığım kes
tiremiyordu. Çünkü Lenin « Başlangıç olarak gerçek bur
juva kültürü ile yetinmeliyiz» diyordu. Evet, Lenin böy
le diyordu ve bunu makalesinde bir kez daha şöyle tek
rarlıyordu : «Başlangıç olarak, burjuva -öncesi kültü
rün daha kaba- yani bürokratik kültür, ya da serf kül
türü gibi türlerinden vazgeçmekten memnun olmalıyız. �
Nazım Kutv'a gittikten sonra arkadaşlarıyla, özel
likle Hintli Safter'le mukaleyi birlikte okudular. Lenin
ne demek istiyordu? öğrenciler, toplanmış bunu, bu ma
kaledeki görüşleri çözmeye çalışıyorlardı. Anlaşıldı ki,
birtakım adamlar « proleter» kültür konusunda küstah
ça ayrıntılara giriyor ve sosyalizme güvensizlik gösteri
yorlardı. Onun için de Lenin, önce başlangıç olarak ger
çek burjuva kültürü ile yetinmeyi öneriyordu. Bu ilk te
mel kültür ile yeni kültürü doğurmak, yaratmak gereke
cekti. Lenin kültü r meselesinde acelecilikten yana değil
di ve kapsamı geniş tutulmuş tedbirlerin zararlı olacağı
nı yazıyordu.
Lenin, her saat başı, atılan adımların denenmesini,
dakikayı bile değerlendirme için kullanmayı salık veri
yor ve bilgi, eğitim ve öğretim gibi unsurların ellerinde
bulunduğunu hatırlatıyor, ama bunların yetersizliğini
de belirtiyordu. Lenin makalesini şöyle bitiriyordu :
«Şunlan yapmalıyız, devlet mekanizmamıza yeni bir
ruh getirmek için : Birincisi, öğrenmek, ikincisi, öğren-
165
rnek, üçüncüsü yine öğrenmek. »
Bütün öğrenciler Nazım'la birlikte bağırdılar:
« Öğreneceğiz, öğreneceğiz, öğreneceğiz ! »
Bu havayla geçti koskoca bir yıl. Puşkin'den Maya
kovski'ye kadar çeşitli şiir kitaplarını okudu. Felsefe, di
yalektik hakkında bilgiler edindi. Dört ciltlik Kapital'e
sarıldı, Karl Marks'ın yapıtını ezberlercesine paragraf
paragraf inceledi. Marusa adında biriyle tanıştı. Çeşitli
milletlerden arkadaşları olmuştu Marusa'nın. Moğol, Uy
gur, Çin, Latin, Rus, Tatarlardan. Hepsiyle devrim yo
lunda çalışmış ve beraberce resimler çektirmişlerdi. Ma
rusa, devrimde görev almıştı.
Nazım bazı olayları önceden sezme yeteneği olduğu
nu söylerdi. Çok kez de sezgisi doğru çıkardı. Lenin'in
tabutu başında nöbet tutmaya çağrılacağını söylemiş ve
bu sezgisi gerçekleşmişti.
Vala ile harnarnda yıkanıp çıktıkları bir gün içi
içine sığmıyormuş. Yoldan geçerken de bir tedirginlik
varmış.
O günle ilgili anısını Vala Nurettin, Nazım'ın ölüm
haberi geldiği gün, (4 Haziran 1963) TIP Genel Başkanı
Sayın M. A. Aybar'ın önerisiyle Vala ile görüşmeye ve
ondan Nazım'la ilgili bilgiler almaya gittim.
Vala Nureddin, Nazım'ın çocukluğundan beri geçen
yılla11la ilgili bilgiler verdikten sonra Nazım'daki sezgi'ye
değinerek Lenin'in ölümü konusuna da açıklık getirdi.
«Nazım, kederli, ağlamaklı bir haldeydi.
«Nen var?>> dedim, «şimdi yıkanmanın rahatlığı
içinde banyodan çıktık, sinemaya da gidecektik. Bu ne
surat? . . . »
Vala, kolundan tutup sarsmış, Nazım'ın dili tutul
muş gibiymiş. Bir şeyler söylememiş. Daha önce karar
verdikleri gibi (Kara Kedi) sinemasına gelince bilet ala-
166
caklarken, birden Nazım: « Lenin öldü galiba! » dedi. Ben
şaşırmıştım ki sinemanın yüksek büyük kapıları açıldı.
Binlerce sinema seyircisi koşarak oradan uzaklaşırken
bizler de ister istemez o kalabalığın içinde hızlı adımlar
la nereye olduğunu bilmeden koştuk. Herkes bağırıyor,
ama bu ses, sanki bir tek kişinin buyruğuyla aynı şeyi
söylüyor gibiydi. Evet, Nazım'ın daha önce söylediğini o
müthiş kalabalığın tek bir ses halinde söylediğini anla
maya başladık:
«Lenin öldü. �
.
167
kat:ı.ldık. Çünkü, kendisi gibi Bahriye subayı çıkmış bir
kaç okul arkadaşı, hastalık ve başka nedenlerle ordudan
ayrılmış, sonra Demokrat Parti'den milletvekili seçil
mişlerdi. Yani, askerliklerini yapmış oldukları gerçeği
ni kabul etmişlerdi ki, milletvekili seçilme hakkı tanın
mıştı. Oysa Nazım'ın askerliğini yapmadığını iddia edi
yor ve onu er olarak askere a lmaya ç alış!yorlardı. Bu dü
pedüz, onu bir punduna getirip «kaçıyordu, vuruldu, öl
dü» senaryosunu düşünenierin işine gelecekti.»
Lenin'in ölümü ile ilgili olarak Nazım Hikmet iki
şiir yazdı. Bir de Büyük yazar Maksim Gorki'nin bir ya
zısında kullandığı bir deyim, bir anlatım üzerine Maksim
Gorki'ye bir açık mektup yayınladı.
Lenin'le ilgili ilk şiirini, Lenin'in ölüm yılında 1924'
te yazdı. «Ustamızın ölümü - Ses» başlıklı şiirin birinci
bölümü:
En büyük tehlike
en büyük keder,
kıramaz birbirine kenetlenen kolların zincirini,
kenetlenin !
öldü Lenin.
168
Nazım elbette, nöbet tuttuğu günü ve nöbette gör
düklerini, Kutv öğrencileriyle birlikte makalelerini in
celediği saatleri hatırladı.
Gerçekçi sanatın en büyük temsilcilerinden Mak
sim Gorki, Lenin hakkındaki anılarını ve görüşlerini ya ·
169
hokkabazca hilelerini çok iyi anlayan ve saf yürekli in
sanların çocukça saflıklarından keyifleurneyi bilen bir
insanın gülüşü . . »
.
Hayır!
Maksim Gorki, h ayır !
Hayır ihtiyar usta,
bu hususta
hemfikir değiliz! . . .
Lenin
senin
gözlerinde,
ruhu keskin azabın çarmıhına gerilen,
zaman zaman dirilen,
ak gömleği kanlı bir ölü .
Balığın pullarla örtüldüğü gibi
Kelimelerle örtülü
Sen !
Görüyorsun onu bazen
el yazma bir tncil sayfasında,
ve bazen
ufuklannda sarı nakışlı kızıl çizmeler gezen
Ural akşamlarının arkasında ! . . .
Bazen Lenin
senin
sözlerinde:
mavi gözlü
uzun yüzlü
bir nebi
gibi !
170
Ve bazen
kalın enseli korkunç
ve adil
bir «Boğatir» ! . . .
Hayır !
Maksim Gorki, hayır !
Hayır ihtiyar usta,
bu hususta
Hemfikir değiliz !
Biliriz:
beraber dinlediniz Peşkova'nın evinde
Bethoven'in sonatıarını !
Duydu Lenin
yükselen seslerin
yüreğinde
serin
kanatlarım i
Biliriz:
Beraberdiniz
Kapri sahillerinde!
Kamışsız oltalarla beraber balık avladınız.
O gökyüzü gibi mavi,
gökyüzü gibi şeffaf
suların üzerinde!
Biliriz
Lenin'i,
sevdiğini
biliriz !
Biliriz bunu ihtiyar usta !
Bak bu hususta
hemfikiriz!
171
Fakat sevmek
anlamak
demek
değil!
şuurun
çok uzun
bir köprüsü var
duymakla anlamak arasında.
Sen de sevdin onu,
onu duydun,
fakat anlamadın i
öldü,
ağladın fakat
bizim gibi ağlamadıni
Onu sen anlamadın i
Anlamadıni
Anlam adın !
Lenin'i anlamak demek
inkılabı Lenin gibi anlamak demektir ! . . .
Sen inkılabı anlamadın i . . .
Bırak !
Maksim Gorki bırak !
Onu anlıyarak
sevenler anlatsın i . . .
Bırak!
Onu biZden dinlesin
Kapri balıkçıları ! . . .
172
Xl. NAZlM'lN IÇ DONYASI VE SI - YA U -
173
Nazım Hikmet'in hayat arkadaşları ve onlarla olan
yaşayışı son derece özel bir konu. Ne var ki Nazım'ın eşi
olanlar hakkında bilgi edinmek de gerekli. Bir kez, Na
zım, şairin, ressamın hadım olmaması gerektiğine ina
nıyor. Nitekim Sovyet şairi Bağritski'yle tanıştıktan son
ra onun şiirlerinin tadını alınca kendisi de Bağritski'yi
tanık göstererek şöyle diyordu zaman zaman :
«Bağritski'de sevdiğim birçok şeyler arasında, başta
gelenler, devrimci romantizmiyle erkekliği, ağacı, otu,
lokomotifi, baharı kadınlaştırıp akşamasını bilen erkek
liği. Bence şair dediğin, ressam dediğin hadım olmaya
cab .
Nazım da şair . . . Resim de yapıyor. Ağacı kadın gibi
seven adam, kadını erkekçe sevmez mi? Sever sevmesi
ne. . . Hatta bir şiirinde itiraf eder:
A be şair
bizim de bir çift sözümüz var
«Aşka Dair» ,
o meretten biz de çakarız
biraz !
174
da kavuşabildik. Bu arada ilk aşkını ve evlendiği ilk
Türk kızını da tanıdık.
Tanin'ci Muhittin diye ünlenen, politikacı, yazar ve
Matbuat Müdürü Muhittin Birgen'in baldızı Nüzhet Ha
nım, Nazım'ın Nişantaşı'nda tanıştığı kız arkadaşların
dan biriydi. Muhittin Birgen, Matbuat Müdürlüğünden
ayrıldıktan sonra (9 Mart 1921) bir süre Ankara'da kal
mış, sonra ticaret yaşamına atılm� ve Tiflis'e gitmiştL
Eşi ve baldızı Nüzhet de yanındaydı.
Nazım'la va.ıa, Rusya'ya geçtikten sonra birbirlerin
den habersiz Tiflis'e gitmek gereğini duymuşlar. Tiflis•
te de Muhittin Birgen, eşi ve Nüzhet Hanım kalıyor, Na
zım'ın gönlü pır pır.
Bu konuda en doğru bilgileri, sonunda 1979'da Sa
yın Nüzhet (Berkin) den öğrenebildim. Nüzhet Hanım
Oktay Akbal'a gönderdiği m ektupta adresimi istiyor ve
ona şu bilgiyi aktarıyordu :
«Nazım'ın 1 9 2 1 - 1923 senelerine ait bir kısmını ken
di el yazısıyla beraberce doldurduğumuz iki şiir defteri
bende saklı bulunuyor. Bunlar arasında ele geçmemiş
olanlar bulunabileceğini düşünerek bu defterleri Kemal
Beyefendinin görmelerini arzu ettim. »
Ve Nüzhet Hanım, Nazım'la olan tanışmasını, ev
lenmesini şöyle anlattı:
«Eniştem Muhittin Birgen, tstanbul'a döndükten
sonra Nişantaşı'nda bir apartman dairesine taşındık.
19 15'e kadar Eskişehir'de kalmıştık. Ben de 1918'e ka
dar Beyoğlu'nda Tünel yanındaki Alman okuluna git
meye başladım. 1918'e kadar okudum.
Nişantaşı'ndaki evimize pek çok aydın kişi ve genç
ler uğrardı. Apartmanın ikinci katında aydın kişiler hem
edebiyatıa, hem politikayla ilgilenirlerdi. Sporcu Selim
Sırrı Bey bitişik apartmanın ikinci katındaydı, aynı
apartmanın dördüncü katında da Hikmet Nazım Beyler
175
kalıyordu. Hikmet Bey'in oğlu Nazım Hikmet Bey'i kom
şu çocuğu olarak 1915 'te tanımıştım.
Ablamla 1912'de evlenen Muhittin Birgen Bey, mü
tarekeden sonra tstiklal Savaşına katılmak için ıstanbul'
dan yaya olarak bir grupla Ankara'ya gitmek üzere ıs
tanbul'dan ayrıldı. Sonra bizleri de aldırdı. Bursa yo
luyla Ankara'ya gidiyorduk. Henüz Bursa'ya varmadan
bu güzel kentimizin işgal edilmek üzere olduğunu öğre
nince araoalarla kafile halinde Bilecik'e, oradan da An
kara'ya trenle vardık.
Eniştem Muhittin Bey, Matbuat Müdürü olmuştu
Gareteciler, yazarlar, Sovyet Rusya'nın Ankara'daki tem
silcileri evimizde sık sık konuk olurlardı.
Kazım Nami, Kemalettin Kamu , Sadık Ahi'yi bize
geLdiklerinde tanımıştım. Nazım'la Vala ıb eyler de Milli
Mücadeleye katılmak için Ankara'ya gelince, bir gece ye
meğinde yeniden karşılaştık. Muhittin Bey, iki yazarın
ve şairin Bolu'ya tayinleri için bir hayli uğraşmıştı. Son
ra onlar Bolu'ya gittiler. O vakit ne benim , ne de Nazım'
ın aklımızda ev'lenme düşüncesi yoktu. Mesela, avrılırlar
ken Vala, hatıra defterime bir iki satır yazdı, fakat Na
zım hiç orah olmadıydı. Vala Nurettin' in Nüzhet Hanı
rnın derterindeki mesajı şöyleydi :
«Kulaklarımda 'Bolu çok güzel memlekettir' diyen
bir tatlı sesin billurdan akisleri vardır. - 4 Eylül 1337
Vala Nurettin»
Bu tarih ı Kasım 192l 'e rastlıyordu. Bir süre sonra
Muhittin Bey ve ailesiyle baldızı ticaret amacıyla Rus
ya'ya geçtikten sonra Tiflis'te bir otelıde daire tutmuşlar
dı. Nazımlar da Rusya'ya geçince Tiflis'e gittiklerinde,
bir iş bulma umuduyla Cumhurbaşkanı Mdivani'den ilgi
beklerken işler daha da hızlanmış, Nazımlar Muhittin
Birgen'in Şark Oteli'nde d airelerinin olduğunu öğren
mlşler. Otele gittiklerinde ise dairede yalnız eşinin kal-
176
dığını enişte baldızın Moskova'ya gittiklerini öğrenmiş
ler.
Nüzhet Hanım, bundan sonrasını şöyle anlattı:
«Eniştemle Moskova'dan döndükten az sonra Na
zım'la arkadaşı Vala Beyin geldiklerini öğrendik. Niyet
lerinin Moskova'ya giderek üniversite öğrenimi yapmak
olduğunu anladık. Bense, Rusya'daki yeni rejimin gö
rüntüleriyle moral bozukluğuna uğraml§tım. Sağlığım
da bozulmuştu. Ailemi, !stanbul'a dönmem , oradan da
Almanya'ya giderek tedavi olmam hususunda razı et
miştim. Birkaç gün sonra Nazım'la Vala Beyler, kendi
gelecekleri açısından Batum'a döneceklerini bildirdiler
ve bizlere veda ettiler. Bir iki gün sonra ben de vapura
binrnek için Batum'a gitmeliydim. Batum'da Nazım'la
karşılaştım. Diyebilirim kl, bu iki aydın ve sanatçıyla en
uzun sohbetleri Batum'da yaptım. Onların bekledikleri
vardı, benim beklediğim, !stanbul'a gidecek bir gemi.
Vapurun gelmesi on beş gün kadar sürdü. Bu müddet
içinde hep birlikte kaldık. Beni ıstanbul yoluyla Alman
ya'ya gitmekten caydırmak için bir hayli dil döktüler.
Ama ben, çok haklı gerekçeler de olsa, onların inandırı
cılığına karşı direndim, ·k endi kararıma göre vapura bi
nip gitmekte ısrar ettim.
Sonunda beni !.stanbul 'a götürecek gem i geldi. Bu
defa Mehmet Ali Ayni Bey, tüccardan Nurettin Bey, Naz
mi Topçuoğlu Bey ve arkadaşlarıyla birlikte ayrılan yer
ıerimize kavuşmak için gemiye bindik. Ne var ki, biletim
de yazılı yere giderken sivil polislerden, kendisini An
kara'dayken eniştemin evinde gördüğüm Verboy adın
daki görevli evrakımı inceledi. Baturo'dan ayrılamayaca
ğımı bildirerek beni gemiden indirdi. Moralim adamakıl
lı bozuldu.
'Evrakım tamam, niçin beni indiriyorsunuz?' diye
sordum. Verboy, başını saliayarak Türkçe:
178
«Birçok kızlı erkekli arkadaş grubu içinde Nftzım
Hikmet en çok ilgi toplayan, harekıetli, canlı, inanmış ve
inançlarını konuşmalarında, şiir ve piyeslerinde dile ge
tiren bir önder durumundaydı.
Bir gün bana evlenme teklif etti. Doğrusu, şaşırml§
tım. Ama, hoşuma da gitmişti bu önerisi.»
Nftzım, bir iki gün sonra önerisine Nüzhet'in ne ya
nıt vermek istedigini sorar. Nüzhet Hanım da:
«Peki, evienelimi » der.
B irlikte ilgili daireye giderek evlenıne arzularını tes
cil ettirdiler ve daha büyük bir daireye taşınma hakkını
da kazandılar.
Yeni daireye taşındıktan sonra, Nüzhet Hanım, eşi
ni mutlu etmek için ne gerekiyorsa ona önem vermeye
başladı. Günler geçince, başbaşa verip yaldızlı, bez kaplı
zarif d efterlere Nftzım'ın yeni şiirlerini birlikte yazma
lar, hep fikirsel ve edebiyat sınırları içinde konuşmalar
la sürüp giderken, Nftzım kendini daha çok sahne eser
leri yazmaya, parti toplantılarında şiir okumaya, kitle
sel toplantılarda konuşmalar yapmaya daha çok verme
ye başladı. öyle ki, gece, gündüz demeden hem üniver
site derslerine çalışıyor, hem sanatçı ve partici kimliğiy
le üstüne düşeni faz[asıyla yapıyordu. Nüzhet Hanım ,
Nazım'ın hastalanacağından karıkmaya başladı.
Bu sırada, evden aldığı bir mektupta eniştesinin Ba
kü üniversitesi'nde tarih profesörü olarak görev yapma
sına karar verildiği yazıldı. Muhittin Bey ve hanımı 1923
Ekimine kadar orada kaldılar. Nüzhet de 1923 d ers yılı
bitiminde, bozulan sağlığı nedeniyle Nftzım'ın da onayı
nı alarak Bakü'ye döndü. Orada bir süre kaldıktan son
ra Moskova'ya Nazım'ın yanına gidecekken Bakü'nun
sıcağı, sağlığını daha da bozdu. Bu sırada Muhittin Bir
gen de ÇEKA'ca «Tülikçülük propagandası yapıyor» id
diasıyla ikide bir taciz ediliyordu. Artık Muhittin Beyle-
179
rin de, Nüzhet'in de Türkiye'ye dönmeleri ıgerekmişti.
Nüzhet Hanım, durumu eşi Nazım Hikmet'e mek
tupla bildirir. Nazım, mektubu alınca Baku'ya gelmiş
ve durumu görerek eşinin sağlığı için onun tstanbul'a
dönüp tedavi edilmesini uygun bulmuştu. Nazım:
cNüzhet, sen gittikten az sonra ben de tstanbul'a
dönmek kararındayım. �
Nazım, tstanbul'a dönecek, ama Nüzhet Hanım, ev
Iilig-ini sürdürmek istemediği için, Türkiye'deki yasalara
göre bir evlenme bağları bulunmadığından kendini bo
şanmış sayacak ve sonra bir felsefe öğretmeni ile evle
necekti. işte, Nazım'ın «Mavi Gözlü Dev, Minnacık Ka
dın ve Hanımelleri» şiiri bu ayrılışı yerrnek için yazıl
mıştı.
Belki, Nüzhet Hanım, Nazım'dan ayrılmayacaktı.
Çünkü Nazım, sözünde durmuş ve 1 925'te tstanbul'a
dönmüştü. Fakat Nüzhet Hanım, tstanbul'a dönünce,
Nazım'ın kızkardeşi Samiye Hanımı ve öteki akrabala
rını ziyaret edip bilgi almak, Nazım'a mektupla bildir
mek isteğindeydi. Nitekim Nazım da Samiye Hanım'9.
gönderdiği mektubunda «Nüzhet tstanbul'a geldiğinde
seni mutlaka bulur, kucaklar. Sana; bana dair istediğin
kadar havadis verir» diye yazmıştı. Fakat, Nüzhet Ha
nım, tstanbul'a döndükten sonra Nazım'ın halasının bu
evlilikten hoşlanmadığını kısa sürede duyar. Nü2'lhet Ha
nım, hem kayınpederi Hikmet Bey'In elini öpmek, hem
de Nazım Hakkında bilgi vermek için Hikmet Bey'in evi
ne gider. Hikmet Bey, gelinini beğenir, ama hala? Nüz
het'in tipini beğenmez. Neymiş? Vücuduna göre kafası
büyükmüş ! Gözler ise budak deliği gibi küçük. Burun
dersen yatık . . . Yüz, ha hasta oldum ha olacağım cinsin
den sarı mı, beyaz mı, belli değil. . . Nerede o kalkık burun
lu sevimli başlı, iri gözlü, mütenasip vücutlu bir gelin,
nerde?
180
Bu düşüncelerin gözlerden okunuşu, Nüzhet Hanı
mı bir daha Hikmet Bey'in evine ayak attırmamaya yet
ti. . . Bir yıl süren evlilik bağı da koptu. Zaten Rus ni
kabı ile evlendikleri için ayrılması, hiç bir hukuksal iş
lemi gerektirmedi.
Nazım, Halanın bakışları ve dedikodusu ile bir aile
yuvasının yıkılacağına inanmıyordu. Başka nedenleri ol
malıydı bunun . . . Bir ara eşinin davranışlarını düşündü .
Şiir çalışmaları yaparken takındığı olumsuz tavırları ha
tırladı. !kide bir söylediklerini duyar gibi oldu : «Ah bir
evimiz olsa, rahat etsek, sen de bu kadar çalışmasan, bir
bahçemiz olsa. . . Çiçeklere ben baksami . . . » Nazım, bu ay
rılığı kendisi ile arasındaki görüş ve anlayış farkına bağ
ladı. Ve bir akşam:
«0 rahata acıktı, anladım . . . » diye söylendi. Bu dü
şüncede karar kılmıştı ki, bir haber Nazım'ı çileden çı
kardı:
Nüzhet, zengin ailelerden . . . nin eşi oldu.
Nazım Hikmet, bu haberden sonra «Mavi gözlü dev,
minnacık kadın ve hanımelleri» başlıklı bir şiir yazdı.
181
hanımeli
açan evin
O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın .
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda
ve «Elveda» deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan eve.
Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev
dev gibi sevdalara mezar bile olamaz,
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan ev. . .
182
uykusunu kaçıran? öyleyse bu içini kemiren kurdu at
malı, onu gövdesinden çıkarmalıydı. Nüzhet hikayesi
bitmeliydi artık. !şte bu duygularla Nazım «Gövdemdeki
Kurbu yazdı. Şiir şöyle sona erer :
Yumuşak
Beyaz
kıvrılışlarıyla
beynime giren kurdu
çürük bir diş çeker gibi söktüml
Epeyce ter döktüın ı
Bu sonuncuydu
bir daha olmayacak !
183
Sen
Benim
minare boyunda çam gövdeme,
yumuşak
beyaz
bir kurt gibi girdin.
K emirdini
Ve ayrıldılar . . .
1 84
«Özlediği gösterişsiz, ama rahat bir hayat, bahçe
sinde ebruli hanımelleri açan küçük bir evdi. 'Mavi göz
lü dev, minnacık kadın ve hanımelleri' ile ' Bir ayrılışın
hikayesi' bu dönemdeki çekişmelerin ürünü şiirlerdir.
'Mavi Gözlü Dev'in basma ters düşen son bölümü Na
zım ile Piraye evlenıneye karar verdikleri zaman yazılıp
şiire sonradan eklenmiştir.�
Bu bilgi gerçeğe uymuyordu. Onun için Memet Fu
at'ın iddiası bizlerde olduğu gibi, genç bir yazarda da
hayret uyandırdı. Onun için Kerem Güney'in incelemesi
büyük ilgi topladı: (Yeni Ortam, 20 Şubat 1976, s. 7,
Eleştiri: Mavi Gözlü Dev) .
Bizim de yazdığımız gibi Nazım'ın kızkardeşi ile iki
yakın arkadaşının tanıklığı yanında Memet Fuat'ın id
diasını doğru bulmayan Kerem Güney -Asıl adı Yavuz
örten- eleştirisinde şunları da hatırlatıyor :
«Bildiğim kadarıyla Piraye Hanım dirayetli, ciddi,
sabırlı ve olayları sakin bir y apıyla ele alan bir insan,
üstelik de ufak tefek değil. Oysa Nüzhet Hanım, yukarı
da da anlattığım gibi; ufak tefek, yani mini minnacık,
uysal, toz pembe dünyalı, tüy gibi, na.zenin ve bu nazeni
nin ilk aşkını düşünün bir. Hani perdeleri basmadan, ar
ka bahçesinde şeftali ağaçları olan bir ev yaşatır haya
linde hep. Ben, Piraye Hanım'ın bahçesinde ebruli ha
nımeli açan bir ev düşüneceğini hiç mi, hiç sanmıyorum.
Başından bir evlillik geçmiş, iki çocuk sahibi olmuş, ikin
ci evliliğin! yüreğiyle değil de aklıyla seçmek isteyen bi
ri için, bahçesinde ebruli hanımeli açan bir ev düsünmek
biraz tuhaf olmuyor mu? Rahat bir hayat isteyebilir ama
bu rahatlık Nüzhet'in istediği ve Nazım'ın dile getirdiği
gibi bir rahatlık değil hiç bir zaman.
Piraye , Na.zım'ın şiirinde belirttiği gibi «Dev'in bü
yük yolunda yorulmamış»tı ve «Mavi Gözlü Dev'e Elve
da» dememişti. Nüzhet Hanım ise Na.zım'la, onun hare-
185
ketli yaşamı doğrultusunda yapamayacağını açıkça söy
lüyordu. Bana açıkladığı şuydu:
«Gençtik, Nazım çok güzeldi, çok güzel konuşurdu,
çok dostu vardı, çok orijinal yazışı, söyleyişi, anlayışı
vardı. Birbirimizin cazibesine kapıldık ve severek evlen
dik. Ama darılarak ayrılmadım. Kendimi ona layık gör
medim, işin hakikati bu . . . Ona engel olamazdım, ona
ayak bağı olamazdım. Ben uysal, kendi halinde , biraz
hasta, havadan nem kapan cinsinden zayıf bünyeli idim.
O gerçekten mavi gözlü bir dev'di. Ama hiç bir gün bah
çesinde ebruli hanımeli açan bir ev hasreti duymadım,
bu cins duygular yüzünden Nazım'dan kendimi boşan
mış saymadım. Ona ayak uyduramayacağım için ayrıl
maya karar verdim.:.
Bu mantık akışı da, üç önemli kanıtıa birlikte, «Na
zım ile Piraye» adlı yapıttaki açıklamanın gerçek dışı
olduğunu anlatıyor. Ve Nazım, Nüzhet Hanım'dan ay
rıldıktan, Gövdemdeki Kurt'u da yazdıktan sonra Anuş
ka'ya, bir Rus kızına tutuluyor.
Anuşka konusuna girmeden önce «Gövdemdeki
Kurt» şiirini niçin yazdığım, «Mavi Gözlü Dev, Minna
cık Kadın» şiirinin kahramanına sormuştum.
Anlattıklarını yazayım:
«Önce şunu belirtınem gerekir; Nazım çok kıskanç
tı. Sevdiği insanlarda gördüğü bir ilgisizlik, ya da başka
sına yönelen bir yakınlığı sezdi mi, çabuk kızar, üzü
lürdü.
Moskova'daydık. Nazım'ın bir arkadaşı vardı, Dağıs
tanlı bir genç. Ben de tanıyordum. Nazım gibi uzun boy
lu, yakışıklı, erkek güzeliydi. Bir ders esnasında Nazım,
hocayla bir şeyler konu.şurken biz dışardaydık. Dağıstan
lı genç birşeyler anlattı, ben de güldüm. Bu sırada Na
zım bize doğru gellrken, gülüşümü duymuş. Dağıstan
lı'yla sohbet edişim onu çileden çıkarmış. Oysa Mosko-
186
va'da N§.zım'la yakınlığımız günden güne kuvvetlem
yordu o sırada. Ancak henüz evlenme kararına varma
mıştık. Ben tereddüd ve korku içindeydim. Yakışıklı Da
ğıstanlı gençle sadece bir mektep arkadaşlığı da olsa, o
sırada N§.zım'ın bu masum yakınlığı hoş görecek ruh ha
letinde olduğunu kabul etmek yerinde olmaz sanırım.
Dağıstanlı gençle neşeli sohbetim, N§.zım'ın sinirle
rini bozdu ve beni epeyce hırpaladı. Birbirimize küstük.
O da son sözünü bu şiirle bana bildirdi:
Sen/benim/minare boyunda çam gövdeme/yumu
şak beyaz/bir kurt gibi girdin,/Kemirdin! vesaire.
Ama sonra, bu s ohbetin sınırları hakkında güven du
yan N§.zım'la barıştık ve evlendik.»
O kıskançlığın şiirini de , 1922 Mayısında tutmaya
başladıkları ŞtiR DEFTERt'ne 17 Ekim 1922'de anlaşa
rak bir anı olsun diye geçirmeyi de kararlaştırmışlar. O
tarihte yazılan biçimi ile Gövdemdeki Kurt şiiri şöyleydi:
Sen
Benim
minare boyunda çam gövdeme
yumuşak beyaz
lbir kurt gibi girdin.
Kemirdin.
Ben
karnındaki biber turşusunu hazınedemeyen
bir sarhoş gibi taşıyorum
seni içimde.
Biliyorum
Kabahat kimde? . . .
Ey ruhu kaldırım kadın
ey uzun entar111 tüysüz Puvankare
Karşımda
d emirleri kıpkızıl
bir şömendöfer ocağı gi!bi yanmak
187
senin en basit hünerin.
Yine en basit hünerin senin
buzun üstünde bir paten gibi kıvranmak.
Soğuk,
sıcak
kaltak,
dur;
Yumuşak, beyaz
kıvrışlarınla
beynime giriyorsun
oraya giremezsin.
Onu kemiremezsin.
Minare boyunda çam gövdeme giren
yumuşak beyaz kurdu
cürük bir diş çeker gibi söktüm.
Epeyce ter döktüm
Bu sonuncuydu
bir daha olmayacak . . .
Moskova
188
1928'de Nazım memlekete döndükten sonra bu kızı
Türkiye'ye getirip onunla evlenmek istedi. Kızı Türkiye'
ye d avet etti. Rus kızı bu çağrıyı kabul ederek ıstanbul'a
gelmek üzere yola çıktı. Odesa'dan Nazım'a gönderdiği
mektuptan sonra ondan bir daha haber alınmadı. Nazım
uzun bir süre ümitle bekledi. Kızdan hiç bir haber çık
mayınca ümidini kesti.» (Mavi Gözlü Dev, s. 37)
NAZIM'IN İÇ DüNYASI
1 89
ayıklayıp kovaya atıyoruz. Arasıra iki kişi kovayı götü
rüp su dolu bir teknenin içine boşaltıyor.
'Sıra sende Na.zım. '
Kalktım.
St-YA-U, mavı gözlü kıza döndü:
'Sende Anuşka.'
Kalktı. Uzun boyluymuş. Kovaya bir kıyısından o,
bir kıyısından ben yapıştık. Bacaklarının biçimini anla
yamadım. Keçe çizmeler giymiş. Kovayı tekneye boşalt
tık. Muslukta ellerini yıkadı. Tombulca uzun parmaklı,
ak eller.:&
Nitzım, Anuşka'yı tanıdığı o günden sonra sever, bu
yüzden de Anuşka'nın sevdiği st-YA-U ile arkadaş olur.
St-YA-U'nun sosyal orijini Na.zım'ıkine benzer. Nazım
st-YA-U'yu şöyle anlatır:
cSt-YA-U, üniversitenin setre pantalonlu biricik öğ
rencisi. Rugan iskarpinleri, papyon boyunbağı bile var.
F.ötr şapkası da var, ama giymiyor artık. Bir kere fötrle
çıkmış sokağa, çocuklar, Sivetnoy Bulvarda:
'Burjoy, burjoyl ' diye ardına düşmüşler.
Fransızcası çok güzel. Moskova'ya Paris'ten gelmiş
sanırsam, ama iyice bilmiyorum. Buraya resmi pasaport
la gelmeyenler -ben de öyleyim- birbirlerine kim i şey
leri sormaz.
'St-YA-U, bak ne diyecektim? Anuşka neyin nesi
oluyor?'
'Müdürün daktilosu'.
'Onu öğrendim. Anası, babası kim yani? '
'Babası mühendismiş, Kolçak kurşuna dizmiş, an
nesi tifüsten ölm�. tyi geceler.'•
Doğu üniversitesi öğrencilerinin düzenledikleri ge
celere katılan Na.zım Hikmet, Anuşka'yı daha iyi tanır
ve daha çok sever ama, kızda güzel olmayan bir yerini
saptar. Bunu şöyle anlatır Nitzım:
190
«Saçları saman sarısı. Boynu uzun, yuvarlak. Ba
cakıl.arına baktım. Kalın. Güzel olmayan bir yerini bul
dum diye sevindim.:.
Bir süre sonra Nazım'la St-YA-U'ya ortak bir Oda
verirler. Nazım Türk öğrencilerin Güzel Sanat Kolunun
Başkanı, St-YA-U da Çinliler'inkinin başkanı. St-YA-U
Çin kızlarını küçük küçük fildi.şlerine işliyor. Bunlardan
birisi de Anuşka, Nazım iki Çinli arasındaki sevgiyi bili
yor ama, kendisi de Anuşka'ya hayran. Bunu St-YA-U
da bildi�i halde, Anuşka ile olan ilişkisinde herhangi bir
de�işiklik olmamış. Nazım diyor ki :
«Ben St-YA-U'nun yerinde olsaydım kızı bir daha
görmemeye çalışırdım.�
Nazım, Anuşka'yı çileden çıkarmak için bazen ters
şeyler söylermiş. Bunu şöyle hatırlıyor Nftzım:
cttnlü Sovyet Rejisörü Meyerhold'u be�enmediğiıni
söylüyorum. Sonra Bolşoy tiyatrosunun mimarisini be
ğenmiyor, Crasını silo yapmalı' diyorum. Anuşka, ifrit
oluyor. 'Mali tiyatrosu artık müzelik olmuş' deyince
Anuşka'nın kan beynine sıçrıyor, yüzümü, gözümü tır
malamaya kalkışıyor. Bizi zevkle izleyen Alimof bazen
benden yana oluyor, bazen Anuşka'yı haklı görüyor.
Böyle gecelerimiz çok oldu.»
Nitekim şair, 1923'te Moskova'daki tiyatrolar, sah
nelenen oyunlar ve Meyerhold hakkında uzun bir şiir
yazarak eleştiri ve özlemlerini dile getirdi.
Anuşka, bir gün Nazım'a, Parti sekreteri Alimof'a
aşık olabilece�ini söylemiş . . . Nazım müthiş kıskanç. tts
telik Alimof'un öyle ahım .şahım bir yapısı, alımlı yanı
da yok. Anuşka'nın bu itirafını belle�ine yerleştiren Na
zım St-YA-U ve Anuşka ile birlikte Meyerhold'da Orman
piyesini seyretmeye gidecekleri bir akşam birden ortaya
şu haberi söyler:
191
«Alimof kendini öldürdü ! » Çünkü Alimof, tedavisi
mümkün olmayan bir hastalığa tutulmuş ve günlerinin
sayılı olduğunu da biliyor üstelik. Onun için, vakit gelip
ölüm onu yere sereceğine Alimof, büyük bir irade ile
kendini öldürüverir, diye düşünüyor Nazım. Ama:
«Alimof kendini öldürdü.»
deyince Anuşka, böğrüne hançer saplanmışcasına
bağırır:
«Hayır ! » der ve Nazım'dan nefret ettiğini anlatan
bir tonla yine:
«Hayır! » diye haykırır. Son ra da St-YA-U'nun ko
luna girer ve Timiryazef'in heykeline doğru bulvar bo
yunca ilerlerler. Neden sonra Nazım'a döner Anuşka ve
sorar:
«Niye öyle söyledin? Senin bana karşı değişmeyen
bir yanın var. Bende yaşayan ne varsa, en iyi şeyler ne
lerse onları öldürmek istiyorsun.:.
Sonra da ekler:
«Bende yaşayan ne varsa onları hırpalamakta:o. hoş
lanıyorsun.:.
Bu konu öyle kalır. Ama bir gün Moskova üniversi
tesi'nde okuyan Çinliler'den bir grup memleketlerine dö
ner. Aralarında Si-YA-U da var. Oysa , daha önce giden
kafilenin tümünü sınırda yakalamışlar ve başlarını uçur
muşlar . St-YA-U bunu bildiği halde, öğrendiklerini ül
kesinde dile getirmek için Moskova'da kalmamayı yeğ
görmüş. Anuşka artık Nazım'ın sevgilisi, tatillerini bir
likte geçirirler. Nazım !stanbul'a dönmeye kararlı. Bu
nu Anuşka'ya itiraftan çekiniyor. Tatil dönüşü Moskc
va trenindeler. Bu olayL Nazrm anlatsın :
«Tren kalktı. Anuşka hep öyle sımsıkı tutuyor eli
mi. Kayın ağaçları gelip geçiyor. Ruslar şu kayın ağa
cına bayılır. Biz hangi ağacı severiz? Kavağı? Çınarı?
192
Ben hangi ağacı severim? Söğüdü mü? Gözü de pek yaş
lıdır mübareğin. Ben . . . Anuşka! Anuşka! Ben Anuşka
lar'ı içimden söylüyorum sanırken yüksek sesle söyle
mişim.
'Ne var Nazımuşka ?'
'Hiç bir zaman, hiç bir kadını, seni sevdiğim kadar
sevmedim, sevmeyeceğim . . . '
' Bir iki yıl sonra memleketine döneceksin Nazım
uşka. Bir süre h atırlayacaksın beni. . . Elbet hatırlaya
caksın. Sonra? Ama iş bunda değil. Daha bir iki yılımız
var. O bir iki yılı düşünelim.'»
Nazım, bir iki yıla kalmadan ayrılacağını biliyor.
Onun için Anuşka bunları söyleyince Nazım bir tuhaf
olur. Anıatsın iç dünyasını Nazım Hikmet:
«!çim burkuluyor. Bir hafta, bilemedin on gün son
ra gideceğimi söyleyebilecek olsam da, söyleyemeyeceği
mi anlıyorum. Son gece, belki. . . Zaten ben ortalıktan
kaybolduktan bir gün sonra Anuşka anlayacak. Bir ge
ce önce söylesem ne ç ıkar? Anuşka'ya bunu nasıl söyle
yeceğim! aklıma sı�dıramıyorum . Hemen bir şeylerle
oyalanmalıyım, hemen. Gözüme Anuşka'mn eski gaze
telere sardı�ı paket ilişti. Okudum yazıları : Romanya'
da terör. Komintern'in beşinci yılı.
Moskova varaşlarını geçiyoruz. Anuşka'nın eli elim-
de.
Başladım bir şiir okumaya:
194
ailesinden gelen mektupları cevaplandırırken onlara Le
na'dan selam yazıyor, fotoğraf alış veriş faslı başlıyordu.
Bir süre sonra Nazım'la Lena ev'lendiler. Lena ile birlik
te kızkardeşine «Rus işi gayet orjinal yazlık elbise alıp
göndermek� istiyorlardı. Nazım'ın akrabası ise Lena'ya
!stanbul işi bir zarif ayakkabı almayı kararlaştırıyordu.
Nazım müthiş seviniyordu:
cN'olur, diyordu, Lena'ya potin alacaksanız 37 nu
mara olsun.;,
Bu sırada kızkardeşinin de evliliği söz konusu olun
ca Nazım «aile» hakkındaki görüşlerini kızkardeşine şöy
le özetliyordu:
cPara için, otomobil için, köşk için evlenme. Sonra
bedbaht olursun. Gönlünün sevdiği, hoşlandığın bir
gençle evlen. Her genç kız gibi senin de sevmek ve ev
lenmek hakkındır, fakat h ayatında bu mühim adımı
atarken, dikkatli ol. Kocanın eline bakma, kocanın seni
beslemesini, seni giydirmesini isteme. Yani aile, mesut
aile, koca ile karının müşterek çalışmaları, müşterek ik
tisadi, içtimai, siyasi hürriyetleri üzerine kurulan aile
dir.» (Ndzım, s. 1 52)
Böylece Nazım, hem yeni eşi Lena'nın durumunu
kız kardeşine anlatmış, hem de kız kardeşine izlemesi
gereken yolu önermiş ve göstermiş oluyordu.
Lena, burun çizgileri keskin, yuvarlak yüzlü, iri göz
lü topluca bir kızdı. Boyu Nazım'ınkinden kısaydı, ama
bücür değildi. Sevişerek ve anlaşarak hayatıarını birleş
tirmişlerdi. Nazım sahte pasaportıa Türkiye'ye döndük
ten sonra Lena, normal pasaport ve vize ile kocasının ya
nına gelmek için çırpınıp durdu, fakat Türkiye konso
losluğu ona Türkiye'ye giriş vizesini vermedi. !kinci ev
lilik de böylece «hayat arkadaşlığı»na dönüşemedi. !ktsi
de ayrı dünyalarda ayrı türden yaşamlarını sürdürdüler.
195
XII. NAZlM M OSKOVA'DAN YURDA DÖNOYOR
N i n n i söylemez gözlerimiz
hayat ağrı larına.
Kalbirnizin ensesinden kıvrı lan
yağ l ı uzun saçları m ı z yok .
Ne bir siyah tü l edal ı prenses
ôşık oldu bi ze,
n e de biz
onun aşk ı n ı çiğneyerek
kara n l rk ufuklara medid n igahlar
atfettik
.
ko l d üğme l e rimiz
yüreklere saplı hançerler değ i l!
Yakamızın i l iğinden
bir kuru kafa bokmıyor.
1 923
l-96
rebilmek için yurda dönmeyi zorunlu görüyordu. Şiirle
rini, piyeslerini, yazılarını, her şeyini borçlu olduğu ken
di halkına sunmak arzusu Nft.zım'ı kamçılıyordu. Tür
kiye'ye dönmeliydi. Hintıllerin ülkelerine döndükleri gi
bi. Sonunda, 1924 Ekminde Va - Nu'yu lektörlük göre
vinde yalnız bırakarak Sovyetler Birliği'ne vedaya karar
verdi ve duygularını şu dizeleı:e döktü:
c SSSR
gidiyoruz artık,
ver elini ver
vedalaşalım ! . »
. .
«Ağabey !
197
«Nazım, bir daha bir yerlere gitmek yok ha! » di
yordu.
Nazım, babasının yanından ayrılmayı h1ç düşünmü
yormuşcasına sesini yükseltiyordu:
«Ayrılmamak üzere geldim baba , artık hep berabe
riz.:ı>
Bu sözlere inanınakla inanmamak arasında bir sar
sıntı geçiren Hikmet Bey, ufak tefek alış veriş için bak
kala diye çıkan kızı Samiye'ye kahvaltıda Nazım'a ik
ram için oğlunun çok sevdiği reçeli de unutmamasını
tembih etti.
Nazım'ın gelişi kısa süre içinde bütün akraba ara
sında duyulmuş ve ünü çoktan Türkiye'yi dolaşan Na
zım'ı dünya gözüyle görmek isteyenler Bahariye'deki ah
şap evi doldurmuştu bile . . .
Sovyetler hakkında bilgi isteyenler, çeşitli dediko
duların aslı olup olmadığını soranlar yanında Nazım'ın
ilk eşinden ayrılışını ve nedenini hatırlatanlar Nazım'ı
sonu gelmez sorularla konuşmaya zorluyorlardı. Nazım'
dan yeni şiirlerinin olup olmadığını öğrenmek isteyenler:
«Bir şiir oku bakalım, sen yeni tarzda okuyuşla her
kesi mest ediyormuşsun, Vala öyle yazıyor» diyorlardı.
Nazım, Anadolu'da kazanılan zaferden sonra Türk
köylüsünün sorunlarına eğilrnek gerektiğine değinen
«Yalınayak» başlıklı şiiri, kelimelere kurşun ağırlığı ve
kafiyelere davul gümbürtüsü vererek okuyordu :
:tşte bu
ekşimiş uyku kokan çömlek gibi şehrin
kara sevdası değil öyle romantik.
onun
ruhunun
198
iki kıvrak kelimelik
hasreti var:
BUHAR
ELEKTRIK !
Kör değilseniz eğer
görürsünüz ki
şu toprak yüzlü rençbe r
Kafkastan arta kalan
kalbur göğüslü oğlu
kel başlarında mültezimin tırnakları oyulu,
kızıyla,
karısıyla
kağnısıyla
son karış toprağına sarılmak,
ölse de burda onlarla ölmek,
burda
onlarla
gömülmek
istiyor.
Dağların tarlalarının özlediği,
arzulu bir kadın gibi şehvetle gözlediği
her tırnağında 1000 manda kuvveti demirleşen
ve su ç alkalar gibi toprağı eşen,
ruhu buhar
makinalar.
199
«Gazete ç ıkarmaya çalışacağım, ya da bir dergi kur
mayı deneyeceğim. Edebiyat konferanslarını yerleştir
meye bakacağım. Yeni konu ları sahneye getirmek için
piyesler yazacağım. Filmin kitleler üzerinde etkisi çok
fazla, filme yöneleceğim . . . »
Hikmet Bey, gözlerini açıyor ve hayretlerini belir
terek:
«Ama oğlum, bir koltuğa iki karpuz sığmaz, sense
dört beş karpuzu yerleştirmeye çalışacağını söylüyor
sun. . . »
Nazım, içi sanat eserleri yaratma, topluma bir şey
ler anıatma azmiyle dopdolu olarak, büyük bir güven
içinde:
«Ne yapalım, yapılacak iş çok, gerekince bir koltuğa
dört karpuzu da sığdıracağız.» diyordu.
Gerçekten de Nazım tstanbul'a yenilik getirdi. O za
man çıkmaya başlayan Orak - Çekiç gazetesini, bu ga
zetenin yazarlarının satması kararlaştırıldı. Bu olayı
Nazım şöyle anlatır:
«İstanbul'da Köprü'nün üstündeyiz. Hava kapalı.
Yağmur yağdı yağacak. Moskova'dan Laz tsrnail'le bera
ber döndük. Orak - Çekiç gazetesinin ilk sayısını satıyo
ruz. Ayrı ayrı yerlerde satacaktık, ben Köprü'de, Laz ts
mail Kasımpaşa'da, havuzların orda. Ama Köprü'ye ge
lince 'Beş on dakika yanımda dur, ne olursun! ' dedim.
'Korkuyor mu:sun ?'
'Ne korkusu? Değil, Bağıramayacağım gibime geli
yor. Orak - Çekiç ! Yeni çıkan Orak - Çekiç ! diye bağıra
mayacağım. '
'Utanıyor musun ?'
'Onun gibi bir şey. Hiç satıcılık yapmadım.'
'Ben yaptım mı, babam işportacı mıydı?'
'Kızına yahu, sesimin nasıl çıkacağını bilmiyorum . '
'Paşazadesin oğlum, paşazade . . . '
200
Laz tsrnail koltuğundaki gazete paketlerinden bir
tane aldı, başladı gazeteyi savura savura bağırmaya:
'Orak - Çekiç yazıyor, son haberleri yazıyor ! '
Yanımdan gelip geçenler başlarını bile ç evirmiyor.
Hava da çiselemeye başladı.
'Yeni çıkan Orak - Çekiç ! '
Ben d e kol tuğurndaki paketten bir gazete çıkardım.
Laz !smail, karşıdan gelenlerin ısıanmamak için acele
ile geçip gidenlerin burunlarına sokuyor gazeteyi :
'Orak - Çekiç, Orak - Çekiç ! '
Aldıran yok. tıgilenenler de, gazete satıcısına hiç d e
benzemeyen Laz tsrnail'in kılık kıyafetine bakıyor. Belki
bu yüzden de tersieniyorlar ona. 'tstemez ! ' deyip geçi
yorlar.
'Yahu bu köprüden tek meraklı adam geçmez mi '>
Orak - Çekiç ! '
Hay anasını, satamayacak mıyız bu körolası Köp
rü'de? Ama görürsün Kasımpaşa'da kapış kapış gidecek .
Gözüm, elimdeki gazetenin başlığı altındaki satıra
ilişti :
'Bütün dünya işçileri, birleşiniz i '
Canımı birden bire, fena halde yakmışlar gibi, ava
zım çıktığı kadar haykırdırn. Kendi feryadıma kendim
de şaşarak :
'Bütün dünya işçileri, birleşiniz i Bütün dünya işçi
leri. . . Orak - Çekiç ! '
'Ver bakalım, nasıl birleşiyormuş dünya işçileri?'
Gazeteyi isteyen, temiz giyinmiş kırantadan efendi
nin boynuna sarılacaktım sevinçten. Gazeteyi verdim.
'Parasını alsana evladım.'
Bana para uzattığını, o bunu söyledikten sonra far
kettirn. Güldü.
'Gençliğimde, dedi, Paris'te sosyalistler de gazetele
rini böyle satardı.'
201
Ben o gün Köprü'de 45 Orak - Çekiç sattım. Laz ts
mail Kasımpaşa'da 225 tane.»
Orak - Çekiç gazetesi 2 1 Ocak 1925'te yayınlanmaya
başlamıştı. Nazım hem Orak - Çekiç 'te hem de Aydınlık'
ta yazıyordu. Aydınlık bilimsel bir dergiydi. Daha çok ay
d ınlara sesleniyordu. Derginin gizli TKP'nin yayın or
ganı olduğu söyleniyordu. Aydınlık'a Nazım'ın girme
siyle dergisinin içeriği birden bire canlılık kazanmaya
başladı. Dr. Şefik Hüsnü, Vedat Nedim (Tör) , Burhan
Asaf (Belge) , Sadrettin Celal (An tel) ve Nazım Hikmet
tam bir uyum içinde çalışıyorlardı. Nazım, derginin tek
nik sekreterliğini de üstlenmişti. Ama derginin yayınları
Ankara iktidarını memnun bırakmıyordu. Hükümete
j urnaller veriliyor, tehlikeler belirtiliyor, özellikle Aydın
lık Kütüphanesi başlığı aıtında broşürler yayınlama
yönteminin uygulanması ve işçi çevrelerine yeni fikirle
rin iletilmesi burj uvaziyi tedirgin ediyordu. Bu konuda
Aclan Sayılgan'ın açıkladıkları şöyle:
«Komintern'in 1924 V. Kongresinden sonra TKP,
kendini yeniden teşkilatıandırma lüzumunu hissetti.
1 925 yılında Dr. Şefik Hüsnü (Değmer) nün Beşiktaş'
taki evinde, parti Plenum'u toplandı. Hasan Ali (Ediz) ,
Nazım Hikmet (Ran Verzanski) , Dr. Hikmet (Kıvılcım
lı) , Baytar Salih Hacıoğlu, Elektrikçi Nuri, Faik Usta,
Şevket Süreyya (Aydemir) , Devlet Demiryolları memur
larından Mahmut, Vanlı Kazım bu toplantıya katıldı
lar.» (Solun 94 yılı, s. 183)
Bu, «gizli bir parti toplantısı olarak polisçe rapor
edilmiş olmalı ki, Aydınlık'ta çalışan ve şiirlerini, in
celemelerini, makalelerini N. H., Ahmet, Nazım Hikmet
gibi imza:larla yayınlayan Nazım'ın polisçe izlenmesi
daha da güçlendirildL öte yandan Nazım'ın fikir ve sa
nat dünyasında birden parlaması Babıali'de değisik gö
rüşlerin ortaya atılmasına neden oldu. Ailesine kadar
202
varan, daha doğrusu babası ve akrabaları yoluyla Na·
zım'a duyurulmak istenen iktidar görüşü şuydu:
«Makam mı istiyordu, verilebilirdi. Para mı, şöh
ret mi, 'olur' denebilirdi. Ama yoksuldan yana olmama
lıydı. Yoksulların gözlerinin perdesini kaldırmak için
çaba harcamamalıydı.» (Nazım, s. 1 41 )
Bir yazar olarak Köprü'de Orak - Çekiç satması, iş
çi sınıfının birliği için boğazını yırtması önü alınama
yacak olursa büyük uğraşılara yol açan gel�meler görü
lebilirdi. üstelik Nazım, kendinden büyük yazar arkadaş
larını da etkilerneye kalkıyor, derginin içeriğine canlılık
getirfyor ve onları da Orak Çekiç satar gibi Aydınlık'ı
·
Şu
şu da
şuradaki de !
Şuradaki �ilerin hepsi ,
şunların yarısı,
şu ateşçinin kendisi, kı zı, karısı,
şu şimendiferci, şu vatman,
şu patronu selamlıyan ustabaşı değil,
ötekisi
şu bol paçaları dalgalı iki gemicinin
ikisi,
şu iğneden
203
parmaklarıyla dikiş diken
kadınlar,
şu taşlı yolları çarıkiarına dolayan,
dağlardan
dağlara
güneşi kovalayan
köylü ırgat
204
bi sermayenin simsarlarıyla Türkiye işçisi arasındaki
çelişkidir.' Bunlara göre Türkiye'ye yabancı sermayenin
gelip 'Memleketi marnur bir hale sakınamasına en bü
yük neden bizde de işçilerin arsızca harekete başlama
larıdır.' 'Dördüncü taraf, hükümet ile işçi arasındaki
anlaşmazlıktır. Hükümet işçinin teşkilat yapmasından
ve ileride teşkilatlı ve kuvvetli siyasi bir fırkaya malik
olarak ortaya çıkmasından korkuyor.' Nazım Hikmet,
işçiye bu meselelerde aldanmamalarını öğütlemektedir.
özel teşebbüsün, sonunda kendilerinin de çıkarı olduğu
nu öne sürerek işçilerden 'Memleketin ve vatanın eko
nomisini yükseltmek için fedakarlık' yapmalarını is
temeleri haksızdır. Çünkü, zaten Türk işçilerinin ka
zancı Batıdaki akranlarına oranlanamayacak kadar dü
şük olduğu gibi, günün birinde onlar kadar pay alacak
duruma gelseler bile, bunların da 'Tiyatroya gittikleri
ve bira içtikleri halde . . . üretim araçlarından yoksun, ik
tisaden esir ve her zaman işsiz kalmaya mahkO.m biçare
ler' oldukları ortadadır. Kalkınmanın bütün yükünü
Türk emekçilerinin çekmesi doğru olmaz, zira öte yan
da 'Kapitalistlerin milleti, dini, imanı ne olursa olsun,
onun biricik gayesi vatan matan değil, cebini doldur
maktır. Türk işçisi, yabancı sermaye tarafından sömü
rülmeye de razı olmamalıdır; zaten onun tstiklal Sava
şına katılması sırf bundan kurtulmak için değil mi idi?
Simsar ( aracı) görüşte hatalıdır. örneğin, bir 'Chester
projesinin Türkiye'yi imardan vaz geçmesine Türkiye'
deki işçiden korkması sebep olmamıştır'. Hükümetin
Türk işçi sınıfı hareketinin siyasi boyutlara erişmesin
den korkması ise, 'şimdilik lüzumundan fazladır. ' Bu
gün 'işçiyi anarşi halinde bırakarak atıl bir vaziyete so
kabllmeyi düşünmek, biraz fazla evhamlı olmak ve ço
cukça hareket etmek demektir.' Yazar, sonuç olarak,
Türkiye'deki işçi sorununun 'Çözümü , sınıflı kapitalist
205
toplumunun çerçeveSi içinde mümkün değildir' yargı
sını öne sürmektedir.� (Ankara Vniversitesi SBF yayı
nı, 1967, s. 79 ve devamı) .
1924'ün Ekim ayında Türkiye'ye girerek aile ocağı
na ve yayın hayatına kavuşan Nazım Hikmet, özellikle
işçi sorunlarına eğilince iktidar tarafından daha dik
katle izlenıneye başlandı. Aslında bu güçlü şair ve sa
natçı iktidar saflarına kazandırılmalıydı. Bu anlayış
yüzünden Partinin üst yöneticileri arasında stratej i sap
tanmalarına geçildi. Bu genç adam iktidar için kazanıl
malıydı.
önce sürekli ve önemli iş verme önerileri başladı.
Nazım oralı olmuyordu.
Vakit Matbaası ve gazetesi sahiplerinden Hakkı Ta
rık Us Vakit'te sekreter ve fıkracı olarak yazma önerisi
ni yaptı. Nazım karar vermek için izin istedi. Bunu Ay
dınlık'ın sahibi Dr. Şefik Hüsnü'ye aktardığı vakit, Dok
tor'un cevabı şu oldu :
«Vakit matbaasının çarkları arasında ufalanır, kay
bolup gidersin. Ama yine sen bilirsin. »
N�ım, Aydınlık'ın beyni durumundaki Doktor'un
sözlerine uydu, Aydınlık'tan ayrılmadı.
Son Telgraf Gazetesi Başyazarı Sadri Ethem (Er
tem) Nazım'ı beraber çalışmaya davet etti. Son Telgraf
1925 başlarında hatırı sayılır gazetelerdendi. Nazım,
Doktor'un sözlerini hatırıayarak Babıali basınına maaş
lı olarak geçmeye yine yanaşmadı. Nazım, dergi ile uğ
raşma zevkini ve sevgisini Aydınlık'ta, babasının çıkar
maya başladığı Sinema Postası'nın sayfa düzenlemesin
de tadıyor ve dergicilik öğrenimini geliştiriyordu.
Nazım'ın adı «Ele avuca sığmaz bir sosyalist» ola
rak yayıldıkça bu kez iş verme önerileri değil, hafif yol .
lu tehditler birbirini izledi.
206
XIII. NAZlM IZMIR'E GEÇIYOR VE G IZLENI YOR
207
şarap parası için sayfalarca tashih yapan, Fransız ga
zetelerinden hikaye adapte edenlerden geldiğini gördük
çe iğreniyordu. Oysa Nazım, aslında insanoğlunun in
sanlar tarafından sömürülmemesi, yazarların ekonomik
özgürlüğünün çiğnenmemesi için yazıyor, bu inanç için
kalem sanıyordu. Ama basın emekçilerini de kapsayan
bir sosyal sınıfın mutluluğu için yazdıklarını suçlama
sayıp, iktidarın hışmına uğrama tehditleriyle sık sık
karşılaşma içini ürpertiyordu.
208
hazırlama işi sosyalistlerce Nazım Hikmet'e görev ola
rak ver.ildi. !zmir'deki sosyalistlerden birisinin kulübe
sinde yatıp kalktı. Bu dönemin anılarını Nazım Hikmet
şöyle sıralar:
«Lambayı yakıp kapıyı kapadım. Motor gürültüsü
yine de duyuluyor. Bizim kazma sesi de duyulur mu dı
şardan? Tabaneayı yatağın üstüne koydum. Şu kapı
yı desteklemenin yoluna da bakmalı. Ne o'lacak? Kazar
ken basılırsam, kol demiri mi dayanır? Saate baktım.
Sekizi çeyrek geçiyor. Kulübenin orta yerini kazmaya
başladım. Saate baktım. Dokuz buçuk. Bir saat bir çey
rekte soluğum kesildi. Allah kahretsin. Su içtim, siga
ra yaktım. Kapıyı açtım. Aşağıda şose hep öyle bir ba
şınaydı, katıksız gün ışığı altında, toz içinde.»
«Kapıyı kapadım. Kazdığım toprağı arada bir de
köşeye attım. Saate baktım. On ikiye on var. Avuçlarım
kabar kabar olmuş. Kulübe hamam gibi sıcak.»
!şte Nazım Hikmet, İzmir'de eniştesinin yanında
dinlenıneye gitmişken başka bir eylemin içine girmiş,
ama Ankara da sayılı günleri yaşamaya başlamıştı: Ge
len haberler Şeyh Sait adında birinin, !ng.iliz dürtüsü
ve desteğiyle rejime karşı başkaldırdığını bildiriyordu.
Şubat 1925 ortalarında bu ciddi sorun ortaya çıktığı
vakit Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da adam akıl
lı örgütleniyor, Halk Fırkası da (CHP) ciddi bir muha
lefetle karşılaşıyordu. Başbakan Fethi (Okyar) Beydi.
Muhalefet Partisinin (Terakkiperver Cumhuriyet F.)
başkanı Kazım Karabekir Paşa, Genel Sekreter de Ali
Fuat (Cebesoy) Paşa idi. 13 Şubat 1925'te Piran köyün
de silahlar patladığı vakit, bunu yeni partinin yarattı
ğı bir ortamın sonucu sayan görüş iktidarda egemendi.
lsyanın elebaşısı Şeyh Said, dinsel bir düzenin özlemini
duyduğunu söylüyordu. Hükümet konaklarına baskın-
210
Azınlıkları ayaklandırma usulünün eski bir İngi
liz ve Rus oyunu olduğunu belirten başyazar, Şeyh Said
başkaıdırısı ile genç Türkiye Cumhuriyeti'nin amaçları
doğrultusunda başarı kazanmasının önlenmesine çalı
şıldığını belirtti. Ayrıca lngilizler'in, Türkiye'nin poli
tik ve ekonomik bağımsızlığını kazanmasını tehlikeye
düşürmek için Atatürk'ün devrimlerini geeiktirmesi için
yeni oyunlar tezgahladıklarını ileri sürüyordu. Yapıla
cak şey sadece isyanın bastırılması ve suçluların ceza
landırılmasından ibaret olmamalıydı. Doğuda derebey
lik kalıntısı toprak ağalığı düzeni tasfiye edilmeliydi.
Toprak sorunu Doğuda çözüme ulaştırılmalı, arazi ve
meralar köylünün yararlanacağı bir dağılıma tabi tu
tulmalı idi.»
Böyle olduğu halde tsrnet Paşa, her türlü muhale
feti bastırmak için Şeyh Said tsyanını inandırıcı bir
dayanak olarak kullandı. 1 2 Martta ıstanbul'da yayın
lanan Tevhid-i Efkar, Son Telgraf , lstiklal , Orak - çe
kiç Gazeteleri ile Aydınlık ve Sebilülreşat dergilerinin
kapatılmasına karar verildi (6.3. 1925) , sorumluları tu
tuklandı. Hemen o gün tstiklal Mahkemesi kurularak
Ankara'da çalışmalara ,başladı. Bunu 3 Haziran 1925'
te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılması
izledi. Parti binalarında aramalar yapıldı. Bu şiddetli
tedbirleri Hüseyin Cahit (Yalçın) , başyazarı olduğu Ta
nin Gazetesi'nde sert bir dille eleştirdi.
Sen misin eleştiren? Bu kez Tanin de kapatıldı
( 1 7.4.1925) .
!şte böyle bir ortamda Nazım Hikmet İzmir'de giz
leniyor ve gi7ili bir eylemin içine girmiş bulunuyordu.
Bunu Nazım Hikmet'ten dinleyelim :
« Yağmurlu bir akşam, -!zmir yaz yağmurunun ls
tanbul'unkinden ne kadar ayrı olduğunu ilk anlayışım
lsmail getirdiği gazeteleri bana uzatırken:
211
'Polis seni arıyor', dedi. 'Bir haftadır arıyormuş, ıs
tanbullu iki Nazım Hikmet'i tutup sorguya çekmişler.'
'Rahmi Bey'in işi.'
'Belki de. . . Ama o söyleseydi eşkalini de verirdi.
Karşılarına çıkan her Nazım Hikmet'in yakasına ya
pışmazlardı. '
'Yakalananlar bana benziyordur. Eşkalimi ıstanbul'
dan sormuşlardır elbet. Mesele, ızmir'e geldiğimi kim
den haber aldıklarında. Hem ne diye !böyle sıkı arıyor
lar beni?'
'Tevkifler başlamış.'
'Ne diyorsun ?'
Yüreğim tıpkı o takip edUdiğimi sandığım akşam
ki gibi kötü, alçak, hızlı atıyor. Gazeteler, ıstanbul'da,
Ankara'da komünistlerin yakalandığını, tstikla.l Mah
kemesi'nde yargılanacaklarını, ele geçmeyenierin de
şiddetle arandığını yazıyordu. Ele geçmeyenler arasın
da ben de vardım.
'Senin buraya geleceğini kimler biliyordu? '
'Bilenler ele geçmemiş. . . Burda bizimkileri polis . . . '
'Tanımaz . . . Hüsnü'yü belki sorguya çekerler, Şi-
mendifer işçileri Cemiyetini kapatırlarsa. . . '
'Kapatacaklar'.
Yağmur dind'i . Motor sesi, nemli, sıcak karanlıkta
boğuk, baygın yayılıyor.
Eşikte oturup zeytin, ekmek, tahan helvası yedik.
'Ne ceza keserler bizimkilere dersin Nazım?'
•ıstiklal Mahkemesi bu , belli olmaz.'
'Asacak değiller ya be kardeşim?'
O gün kazılan toprağı taşımak iç.in karanlığın iyi
ce basması yetmedi, vaktin de epeyce ilerlemesini bek
Iedik. Çukurun ağzı, bir metrekare kadardı, iki günde
örtmeyi kararlaştırdık. Tahta bir kutu yapacak , toprak-
aı2
la silme doldurup çukurun ağzın a yerleştirecektik. Ka
paktaki toprakla yerin toprağı karışacak, çukur isten
diği vakit açılıp, istendiği vakit kitlenecekti.
Artık gündüzleri kapıyı açıp eşikte oturmuyordum.
Bütün gün gaz lambasının J.§ığında Ziya'dan kalma ki
tapları okuyordum.
Haber geldi. !zmir Şimendifer !şçileri Cemiyeti ka
patıldı. tdarecileri sorguya çekip bıraktılar.»
«Şeyh Said yönetimindeki kürt isyanı sonunda ts
met tnönü'nün çıkarmayı başardığı Takrir-i Sükun Ka
nunu işlemeye başladı. tstikla.l Mahkemeleri kuruldu.
Şevket Süreyya (Aydemir) idaresinde çıkan 'Orak - Çe
kiç' kürt isyanına karşı daha ilk gününden Ankara hü
kümetini destekleyen yazılarla çıkmasına rağmen,
4 Mart 1925'te kabul edilen 578 sayılı Takrir-i Sükun
Kanunu, Türk komünistlerinin tevkifine yol açtı. lik
olarak Aydınlık ve Orak - Çekiç dergileri kapatıldı . Bur
sa'da yayımlanmakta olan Yoldaş gazetesinin de yayım
iarına Bakanlar Kurulu kararı ile son verildi. Kanun
daki 'işbu ef'al erbabını, hükümet, tstiklal Mahkeme
sine tevdi edebilir' beyanına uyularak TKP mensupla
rından 38 kişi Vedat Nedim'in (Tör) provokasyonu yü
zUnden mahkemeye sevkedilmek üzere Ankara'ya geti
rildiler ve tstiklal Mahkemesi'nin huzuruna çıkarıldı
lar. Yoldaş gazetesi sahibi İbrahim Hilmi, Arnele Tea li
Cemiyeti azasından Şevki, Elektrikçi Nuri, Güzel Sanat
lar öğrencisi Samih (Şahin, ressam Sami) , öğrenci Nu
ri Haydar, Sadrettin Celal (Antel) 7'şer yıla; Süleyman
Necati (tister) , Arnele Teali Cemiyeti Genel Sekreteri
Abdi Recep, Şevket Süreyya (Aydemir) , Orak - Çekiç
gazetesi müdürü Eczacı Vasıf, Askeri Doktor Mümtaz ,
Askeri tıp talebesi Hüseyin Hikmet (Kıvılcımlı) lO'ar
yıla; tevkifatın başlamasıyla Rusya'ya kaçmış bulunan
Dr. Şefik Hüsnü (Değmer) , Nazım Hikmet (Ran) , Ha-
213
san Ali (Ediz) de 15'er yıla mahküm oldular. 1924'ten
beri Almanya'da bulunan Ali Cevdet de 1 5 yıla hüküm
giydi. Dr. Mümtaz, Hüseyin Hikmet (Kıvılcımlı) , Nu
ri Haydar Askeri Ceza K anunu hükümlerine göre ordu
dan tard edildiler. Öğrenci Fahrettin, Mustafa, Ahmet,
Şükrü, Şakir, Mehmet Sabit, Burhanettin, Sadri !smail,
Mesud Said, Ali Rasim (Adasal) , Mansur Gasprenski,
tsrnail Hakkı, Selahattin (Batu) , Nizarnettin Nazif (Te
pedelenlioğlu) beraat ettiler.» (Aclan Sayılgan, s. 184)
Bu, Nazım Hikmet'in bir kısım sanıklarla birlikte
ilk mahkümiyeti idi ve hüküm gıyabında verilmişti.
Çünkü Nazun Hikmet tevkifat başlar başlamaz Kırım
yoluyla Sovyetler Birliği'ne geçmeyi başarınıştı ( 1925 ) .
Ancak kaçmadan önce tzmir'de ciddi bir tehlike atıat
mış, bir köpek tarafından ısırılmıştı. Köpeğin kuduz ol
ması ihtimali vardı. Olayı ayrıntılarıyla Nazım Hikmet
şöyle anlatır:
4:Gündüzleri gaz lambası yakmıyorum. Kapalı ka
pının aralıklarından sızan güneş ışınlarındaki tozların
oyununu, cilvesini, cümbüşünü, çılgın canlılığını sey
rediyorum . . . Aradan üç hafta geçti. Kapıyı açıp güneşe
çıkmak, çukurun toprağını yaymış olduğumuz tepede
sırt üstü, on dakkacık yatmak! . . . Hapiste, tecritte, mün
feridde yıllarca yatanlar vardır. tyi ama, onlar kapıla
rını açıp dışarı çıkamayacaklarını önceden biliyor. Ben
se kapıyı şimdi açıp çıkabilirim istersem. Açabileceği
mi önceden bildigim kapıyı açarnamanın çilesin i çeki
yorum.
Aradan bir hafta daha geçti.
Belki bir saattir gözümü kapı tahtalarının aralık
ıarına uydurup dışarıya bakıyorum. Yüreğim de çarpı
yor ktit küt. Kötü bir iş yapacağım, biliyorum. Kapı
yı açacağım, biliyorum. Eşeklik bu yaptığım. Biliyo
rum. Usulca açtım kapıyı. Tepenin öbür yüzüne iner-
2 14
ken koşmamak için kendimi zor tu tt um. Bıyıklarımı
traş etmişim. ısmail'in eski tulumunu da giymişim.
Yüzümü de karalamıştım biraz. Bu kılık kıyafetimle de
mirciye filan benzediğimi sanıyorum. Şosede yürüdüm
bir çeyrek kadar. Karşıdan gelip, şehre giden otobüse
yol verdim. Sağımda temeli taşla örülmüş yüksekçe
bir setle karşılaştım. Seddin üstünde bir çınarla iki kişi.
Yine seddin üstünde, bir çardağın altında, dizi dizi tü
tün yaprağı asılı. Seddin dibinde bir çeşme vardı. Ya
lrığın kıyısına basarak oluğa dayadım ağzımı. Göğsüm
sağ kolum ısiana ıslana, üst dudağımdaki bıyıksızlığı
-bıyıksızlık alt dudakta olmaz ya- büsbütün çırılçıp
lak duyarak kana kana su içtim. Doğruldum, ağzımı
sağ elimin tersiyle silerken sol hacağırnın baldırına de
mir bir çubukla vurulmuş gibi oldu.
Dönüp baktım. Sarı bir köpek. Dişlerini göstererek
sırıtıyor ; belki sırıtmıyor da, sırıttığını sonradan dü
şündüm. Salyası aka aka; belki akmıyor da salyası,
sonradan düşündüm aktığını; sarı bir köpek bacakları
nın arasına kuyruğunu sıkıştırarak, sessiz sedasız, ya
ni hırlamadan, sanki gözlerimle karşılaşınca korkmuş
gibi uzaklaştı.
Baldırımı yokladım, avucuma baktım : Kan. Olan
işi settekiler de görmüşler.
'Aldırma delikanlı, tütün basıver, nasıl etti bu işi,
zararsız hayvandır' diye seslendiler. Fırlattıkları fag
fon tabakadan tütüp alıp bastım yaraya, mendilimle de
sıkıca sardım.
O gün başımdan geçenleri tsrnail'den gizledim. Hem
yediğim halt, hem de onu tsmaH'den gizleyişim rezillik,
amma gizledim.
Aradan dört gün daha geçti.
Bir yandan kocaman domatesi tuza banıp ısıra ısı
ı a yiyor, bir yandan da tzmir gazetelerini okuyordum.
215
ısmail, teldalabm ranarına serili gazete kağıtlarını de
ğiştiriyor.
•ısmail ! '
'Baksana gazetenin yazdığına göre kuduz köpek-
ler dolaşıyormuş ortalıkta'.
'Dolaşıyor. Bir iki çocuğu ısırmışlar. Evvelki gün
de bizim fabrikanın kapıcısını.'
'Peki ne olacak şimdi tsrnail ?'
'Ne, ne olacak? ısırılanları ıstanbul'a yolluyorlar.
Kuduz hastanesi bir arda.'
'Kuduran var mı ?'
'Olmaz olur mu?'
'Kuduz köpek sahiplerini de cezaya . . . '
'Kim sahip çıkar kuduz köpeğe, be kardeşim? '
'Hay Allah kahretsin . . Yarın toplanalım !smail .'»
Nazım arkadaşlarına olanı biteni anlatır. Her ka-
fadan bir ses çıkar. Köpek setteki tütüncülerin köpe
ği olduğundan, ardan köpek hakkında bilgi toplarlar.
Aldıkları karşılık köpeği bir otobüsün çiğnediği ve öl
düğü . . . Ama yine her kafadan bir ses. Nazım Hikmet'in
tepesi atar. Bundan sonrasını Nazım şöyle anlatır:
«Disiplinsizlik ettim, dışarı çıktım, diye bana ağır
bir ihtar cezası kesersiniz. Mesele kapanır. -Derin bir
soluk aldım, kederle karışık yürek çırpıntım gitgide ar
tıyordu- Ya köpek kudurarak öldüyse? Beni ısırdığı
zaman da kuduzdu demek? Demek ben de kuduracağım .
-İçimden gülrnek geldi, kuduracağım sözünde komik
bir şey var, Allah kahretsin.- K udurmamak için ku
duz aşısı yaptırmalıyım ıstanbul'a gidip. . . Kuduz has
tanesinin başdoktoru tanır beni. . .
Hüsnü konuştu :
'tstanbul'a gitmemene karar verdik. Ama olan iş
ler bu kararı bozuyor. Belki tstanbul'a polisin eline düş-
216
meden kapağı atabilirsin, sonra, madem doktor da ah
babın, polise haber vermez belki. . . '
'!şi şöyle özetleyebiliriz : -Herkes işi çoktan anla
mıştı, ama ben onu bir kere daha ortaya seriyorum.
tnadıma.- üç ihtimal var. Birincisi: Köpek kuduz. Ben
ya tstanbul'a giderken yakalandım, ya da doktor ha
ber verdi polise. tstiklal Mahkemesinin aradığı bir ada
ma gizlice aşı yapmayı göze almadı. Ben kudurmadım.
Ne de olsa aşıları yaparlar. tstikla.l Mahkemesini boy
Iadım. ihtimalierin birincisi bu . . . tkincisine gelince: Kö
pek kuduz. tstanbul'a giderken yakalanmadım. Doktor
da yiğit çıktı. Aşıları da oldum, kudurmadım, buldum
selameti. Gelelim üçüncü ihtimale : Köpek kuduz değil.
tstanbul'a giderken yakayı ele verdim, yahut doktor te
lefon etti polise. Boku bokuna boyladım tstiklal Mah
kemesini. Eşekçe teslim oldum. Ha, bir ihtimal daha
var: Köpek kuduz, tstanbul'a gidip aşı olmadım. K u
durdum burda. Gitmeli miyim, gitmemeli miyim ?'
Karar vermediler.
'Nasıl istersen öyle yap ! ' dediler. »
Nazım, yine toplanılan evden önce çıkar, motor se
sinin duyulmaya başladığı yerde !smail, Nazım'a yeti
şir. Konuşmadan yürürler. Kulübeye girerler. Lambayı
yakıp soyunurlar. Nazım sinirli, kararını açıklar:
dstanbul'a gitmiyorum.»
Sonra kendisinde emanet duran tabaneayı arkada-
şına bırakır.
Bundan sonrasını Nazım şöyle anlatır:
dsınail sordu:
'Niçin tabaneayı devrediyorsun ? '
'Yüzde elli ihtimalle kudurabilirim. '
'tstanbUl'a gitmeyi denesen ? '
'Hayır, köpeğin kuduzluk ihtimali yüzde elli. Dok
tor beni ele verir, yüzde yüz. Yollarda yakalanmak da
217
var. !stanbul'a gitmiyor um . . . Kudurursam, beni vurur-
sun . . . atarsın şu çukurun içine . . . örtersin üstümü top-
rakla . . . kokum duyulmaz . . . -Bütün bu 'kokum duyul-
maz'ı !smail'e inatmış gibi söylüyorum.- Benim bur
da kaldığıını bilen yok zaten, gülümsüyorum. -Ama ne
olur ne olmaz, kağıt ta yazarım, bir devasız sevda yü
zünden kıydım canıma derim.- Bu kadar bayağılığa i lk
düşünüyorum. Allah kahretsin. !şte böyle !smail' . . .
'D elisin vallahi. . . '
'Delisin ne? Ne yani? üstüne atılıp ısırmaya kal
kışırsam? Ha?'»
Nazım, arkadaşından ertesi günü bir doktorluk ki
tabı alıp getirmesini ister. Amacı, kuduz belirtilerini
öğrenmek. !smail, içinde kuduz hastalığının nasıl baş
ladığını nasıl bir seyir izlediğini ve belirtilerini de anla
tan bir kitabı getirir, Nazım' a verir. Nazım Hikmet an
latıyor sonrasını :
«Lambayı yaktım. Okudum. Şurdan burdan işittik
lerimden başka bir şey yok. !Ikönce baş ağrıları, maf
sal ağrıları, halsizlik, filan, derken iştahsızlık, derken
korku, sebepsiz yere, derken sudan, ateşten korku, der
ken salyalar içinde ısırmak, saldırmak, ulumak. Felç
kırkıncı günü kırkbirinci günü . . .
o ne Nazım?'
'Bugün altıncı gün !smail.'
'Delisin vallahi, be kardeşim . . . '»
!smail bir cıgara yaktı, Nazım'a da fırlattı. Beğen
miyor oğlanın halini. «Kudurmayacak ama, canı çıka
cak Nazım'ın bu kırk gün içinde.» diye düşündü. Lam
bayı üfledi.
Köpek ısırmasından 20 gün sonra tehlike yine at
latılmamıştı. Boyuna başı ağrıyordu, ama belirgin bir
kuduzluk hastalığı emaresi görülmüyordu.
Yirmi dördüncü gününde ilaçlar alır Nazım Hik-
218
met. Reçetesiz verilen ilaçlardan. Nazım, kulübenin ka
pısına yirmi beşinci çizgiyi çekecekti ki, tsrnail içeri
girer. Nazım'ın ısısını ölçmek için getirdiği dereceyi kol
tuk altına koyar. Derece 38.5. tsrnail bir biri peşisıra
yalan sıralar: Dışarda grip salgını var. Fabrikanın ya
rı işçisi grip. Bu hava içinde uyurlar zorla. Olayın yir
mi sekizinci günü Nazım çakmak çakar ve ışıktan kor
kup korkmadığını dener. !çinde hala kuduz olma kor
kusu. Ama yirmi dokuzuncu günü Nazım ve arkadaş
ları tehlikenin atlahldığını anlarlar. Nazım da huzura
kavuşmuştur. tstiklal Mahkemesinin eline düşmernek
için Türkiye'yi terketme fikrine kendini kaptırır. Hazi
ran 1925'te annesine gönderdiği mektupta ba·basının
gönderdiği parayı alamadığını bildirir ve yeni adresini
yazacağım söyler. Temmuza kadar bilinen adres aracı
lığıyla mektup alabilecek ama, 1 Temmuzdan sonra, ha
yır.
«Nazım Hikmet, yine de Haziran içinde tzmir'den
trenle tstanbul'a geldi, Haydarpaşa'da değil de, Pen
dik'te trenden indi. Haydarpaşa'da siyasi şubeden si
vil polisler olabilir diye düşünmüştü. Pendik'te banli
yö trenine bindi ve bu kez Kuruçeşme İstasyonunda at
ladı yere. Kuruçeşme, Aıtıyol, derke n Cevizli'de anne
sinin evine. . . Celile Hanım, nerdeyse kalp durmasın
dan gidecek. öyle sevinir oğluna kavuştuğu için . Ce
lile Hanım, Nazım'ın babasına müjdeyi verebilmek için
onurunu kırareasma eski eşinin kaldığı eve gitti. Hik
met Bey, Celile Hanım'ın gelişini pek hayra yormadı,
ama Celile Hanım'ı saygıyla karşıladı. tçerde, adeta !is
kos edercesine Celile Hanım söyleyiverdi :
«Nazım bende, evde . »
. .
219
listen bir de tokat yemişti. Ama Nazım'ın nerde olduğu
hakkında bir tek kelimelik bilgileri olmadığını kızı Sa
miye ile birlikte söylemişlerdi. Baba, kız, baskıya boyun
eğmemişlerdi. Eğer, oğlunu görmek için Celile Hanım'ın
evine giderse, ola ki izlenecekti. Yüreği sızıayarak Na
zım'ı görmek için, Nazım'ın bulunduğu eve gitmedi Hik
met Bey. Celile Hanım , l üzumsuz bir iki şeyi bi r paket
yaparak Hikmet Bey'in evinden ayrıldı. Buraya bir şey
almaya gelmiş gibi yaptı.
Celile Hanım, evine döndükten sonra geceyi sevin�
içinde geçirdi. Ertesi gün, annesi uyanmadan Nazım
kalkmıştı bile. Annesinin duvarları süsleyen güzel tablo
larını seyrediyordu salonda. Pencerelerin tül perdelerin
den salona giren hafif ışık altında annesinin fırçasın
dan çıkmış kendi tablosuna baktı, baktı. . . Ne de güzel
yağlı boya bir portreydi bu.
Az sonra annesi uyanmış, salona girmiş ve oğlu
nun kendi tabloları karşısında hayran hayran duruşu
nu seyretmişti. Oğlu ne güzeldi. Ne boylu , n e endamlıy
dı. Nazım, basını çevirip annesiyle yüz yüze gelince bir
birlerine sarılmak için koşar gibi yaptılar. Bir süre öy
le sarmaş dolaş durdular. Sonra Nazım Hikmet, anne
sinden ricalarını sıraladı :
«Şu yüzümü bir değiştir bakalım. Düşmanlar hiç
tanımasın. Dostlarımız bile. . . Bu on beş yıl cezayı çek
mek ahmaklık. Niçin verdiler bana bu cezayı? Adam
mı öldürdük, kız mı kaçırdık, vatan mı sattık, hırsızlık
mı yaptık, yol mu kestik? Hiç biri. Tek suçumuz var
onlara göre. Emekçilerden yanayız. » (Nazım, s. 145)
Nazım, makyaj la biraz esmer, gözleri çukura kaç
mış bir tayfa kılığına girmiş olarak evden çıkıp Mü
hürdar açıklarında bekleyen takaya, kıyıdaki bir san
ctala gidip atladı. Sonrasını bilmiyoruz. Bilinen Nazım
Hikmet'in Haziran sonunda Moskova'ya vardığıydı.
220
XIV. NAZlM IKINCI KEZ SOVYETLER'DE
Alarga gön ü l
pa lamarı çöz.
Am i ral
demir al
Gönül kaptan köprüsü ne ç ı k . . .
çayı r kokusu alan
bi r tay gibi kok la açı k den izleri . . .
Çevirm esin sen i n kofa n ı geri
geride kalan lara doğru g iden
dü men suyunun köp ü k l ü izleri.
A LARGA G ÖN Ü L şiirinden
221
baştan basa elektrik enerj isinden yararlanacak, büyük
endüstri merkezleri kurulacaktı. Sanayide ve ticaret
alanında özel mülkiyetin yerini kamu mülkiyetinin al
ması zorunluğu anlatılıyor ve bu alandaki mücadeleye
sanatçıların da katılması isteniyordu. Zira Troçki'nin
başı çektiği yeni muhalefet Leningrat'ta Zinovyef ve
Kamanef'in de desteğini sağlamıştı. Partinin 14. Kong
resinden sonra artık Troçkist olmak vatana ihanet sa
yılmaya başlamıştı.
Nazım Hikmet, henüz KUTV üniversitesindeyken
Troçki'nin ateşli bir hitabesinden sonraki alkışiarını ha
tırlayarak o kısa yanılgıdan kurtulmuş olmanın heye
canı ile Sanat Telakkisi'ni şu şiirinde açıkladı :
222
Ve yeni yapım işlerine, yeni endüstrileşme girişim
lerine önem verdiğini belirten yeni sanat anlayışı Na
zım'a şu dizeleri yazdırdı :
Neyleyim !
Toprak anaının çocuklarından çok
seviyorum : -
kendi çocuklarımı . . .
223
I etiyor ve duygusal bağlar kuruyor, onu ailesine tanıt
maya, ailesinin de Lena'ca tanınmasına önem veriyor,
mektuplarında da resim gönderiyor, resim istiyordu.
Nazım piyeslerinin şiirlerinin geliri ile iyi bir yaşan tı
sürdürüyor, kendi deyimiyle «Gerek maddi, gerek ma
nevi cihetten müsterih'> yaşıyordu. Güneşi tçenlerin
Türküsü adlı bir şiir kitabı hazırlamış, baskıya vermiş,
yayınianmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Ne gibi yankı
lar uyandıracağını da çok merak ediyordu. Her ne ka
dar Moskova'da şiirleri Rusça'ya çevrilerek yayınıanı
yor idi ise bu kitapta şiirlerinin Türkçe ile verilmesi
şairlik gücünü tam anlamı ile belirtecekti.
Nitekim Azerbeycan'da, özellikle Baku'da yayınla
nan dergilerde ( 1 927) Türkçe çıkan şiirleri nedeniyle
bir hayli ün yapmıştı. Şiirlerine duyulan özlem ve şa
irli�ine verilen önem Moskova'dakinden daha fazlay
dı. Zira daha şimdiden dört beş dergide ve kitapta Na
zım'ın şiirlerine övgüler yazılmış, resimlerine yer veril·
mişti.
İstanbul'da ilk şiiri yayınlandığı vakit babası Hik
met Bey, o siiri öven bir eleştiricinin yazısını okuduk
tan sonra o�luna :
«Zırla bakalım ! Devlet defterine adım geçth diye
takı1mıştı. Bunu unutmayan Nazım Hikmet, Moskova'
dan babasına gönderdi�i bir mektupta:
«Burada artık bol bol zırlıyoruz» diye yazmıştı. (Na
zım, s. 1 52)
Daha 1923'te Moskova'dayken yazdı�ı «Yaşasın Me
yerhold» başlıklı şiiri, Zrelişça dergisinin ı Mayıs 1923
tarihli sayısında yayınlanmıştı. Şiiri Rusçaya Treyakov
ç evirmişti. Bu şiir bile o yıl takdir toplamış, B. Vasilyev
ise Gom dergisinde yayınlanan «Devrimci Batı Sanatı»
başlıklı yazısında, Nazım'dan şöyle söz etmişti :
224
«Şimdi Moskova üniversitesi'nde ö�renci olarak
bulunan Nazım yoldaş, genç Türk şairleri arasmda bü
yük bir ilgi çekiyor. Şiirleri, kavramsal bakımdan son
derece özgün. Ses uyum'dan, fonetik özellikle de kendi
yarattı�ı sözcüklerden geniş ölçüde yararlanıyor. Kısa
vurgu ve cümleler .. :.
Gerçekten de NAznn, bu ikinci gidişinde Sovyet
edebiyatını ve kültürünü derinlemesine Inceliyor, oku
maktan bıkmıyor, şiir yazmaktan d a geri kalmıyordu.
Ne var ki beraber çalıştıkları Asyalı, Afrikalı geneler
le fikir alış verişi yaparken, Sovyetler Birliği'nde kal
maktan çok, yurda dönmenin yararları ağır basıyor,
NAzım'da Türkiye'ye dönme e�ilimi gittikçe güç kaza
nıyordu.
NAzım Hikmet, bu ikinci konukluğunda Moskova'
da kendini şifre olduğu kadar tiyatroya da verdi. Sta
nislavskiy bütün Sovyetler'de ün yapmıştı. Gerçekci ve
devrimci bir estetik anlayışının ürünlerini veren Sta
nislavskiy, dramatik ağırlığı olan, aynı zamanda ovun
cu ile eserin metni arasında uyum kuran iç ve dış etkin
likleri de gözeten bir uygulama ile büyük yenilikler ge
tiriyordu. NAzım, Stanislavskiy'den çok şeyler öğreni
yor, Meyerhold'un ayrı bir ün olarak sanat dünyasında
yankılar yapması NAzım'da tiyatroya olan ilgiyi ve sev
giyi arttınyordu.
Bu sıralarda Muhsin Ertuğrul da Moskova'ya gel
mi�ti. O zaman'lar «Ertuğrul Muhsin:ı> deniyordu; soya
dı yasası çıktıktan .'.Onra «Ertuğruhu soyadı almış ve
Muhsin Ertuğrul olmuştu. Bu sanatçı Fransa ve Alman
ya'da on yıl kadar tiyatro üzerinde çalışmış, Berlin ve
Viyana'da uzun süre ögTenimini sürdürdükten sonra ts
tanbul'a dönmüştü. Ferah Tiyatrosu'nda ilk öib'enci
temsilleri vermeye başlamıştı. Unü, Moskova'ya kadar
226
için de arkadaşları piyes yazma girişimine canla başla
katılmışlardı. Bunun sonucu olarak Şubat başlarında
1924'te provaları t amamlanan piyes ll Şubat 1924 ge
cesi Moskova'nın Krasno Prenensk mahallesinde dev
rimci Kalyayef'in adını taşıyan !şçi Kulübü sahnesinde
temsil edilmişti, çok ilgi uyandırmış ve yazarlar başta
Nazım Hikmet olmak üzere dakikalarca alkışlanmıştı.
Böylece Nazım piyes yazmanın ve eserinin sahnelenme
sinin tadını almıştı zaten. Muhsin'in tavsiyesi Nazım'
da hemen yankısını vermişti.
Na-zım ikinci Moskova konukluğunda Meyerhold ve
Stanislavskiy'den başka Vahtangof, Tairof gibi ustala
rı da görmek ve onlardan yararlanmak olanağını buldu.
özellikle Tairof'un dansı, sinemayı, baleyi sahnede bir
leştirmeye yönelik anlayışından çok yararlandı ve halk
tiyatrosu kavramını onda işlemeye çalıştı. Nazım yarar
landığı sanatçılardan bir sentez yapmayı da başardı.
Nazım, tiyatro çalışmalarını sürdürürken Dr. Le
na ile evlendi. Bu evlilik Nazım'ın Ehram adlı bir pi
yesini bu kez baleye uygulamaya çalıştığı zamana rast
ladı. Dr. Lena eşinin yaratıcı çalışmalarında ona hep
destek oldu. Nazım, piyeslerini, şiirlerini sürekli olarak
yazıyordu. Bu dönemde en çok beğenilen şiiri Güneşi
!çenlerin Türküsü oldu. Şiir sanat dünyasında büyük
yankılar uyandırdı ( 1928) . Nazım, istiyordu ki bu yan
kıları Türkiye'de de görsün. Şöyle bir Kuzguncuk kıyı
sında balıkçıların gece lüfere çıkışlarını görsün, denizin
kokusunu duya duya yurdunun insanları için şiirler
yazsın . . . Bu duygular altında Hasret şiiri oluştu:
228
olduğunu anlamak için ailesine mektup yazıp durumu
öğrenmek istedi. Af çıkıyorsa eşi Dr. Lena ile birlikte
1stanbul'a gidecekti. Annesi, babası, kız kardeşi daha,
şimdiden Lena'yı, tanımalıydılar. Dönecekti tstanbul'a.
VA. - Nü da Türkiye'ye dönmüştü . Bu da Nftzım'da Tür
kiye'ye dönme arzusunu kamçılıyor, Türk sefaretinden
dönüş vizesini içeren başvurusunun olumlu sonuçlan
masını bekliyordu.
Büyük Elçilik'ten bir türlü pasaport alamayan Na
zım Hikmet, ne pahasına olursa olsun Türkiye'ye dön
meye karar verdi. Laz !smail de aynı kararı vermişti. tki
arkadfl§ zaman zaman Büyük Elçiliğe gidip Türkiye'ye
giriş için bir belge istiyorlardı. Elçilik memurlan:
«Durumunuzu Türkiye'ye yazdık, Ankara'nın ceva
bını bekliyoruz.»
«Öyleyse gidelim.�
«Evet, siz bir hafta kadar sonra yine gelin, belki
emir gelmiştir.�
Nazım Hikmet, çaresizlik içinde günlerini geçirme
ye bakıyor. üzüntüsünü çalışınakla gideriyor ve yeni şi
irler hazırlıyordu. Bir öğle üzeri felsefe konularını şiire
aktarma çalışmaları sürdürüyordu. Berkley'i ele almış
tı. Bu 18. Yüzyıl filozofunun dayandığı anlayışın içyü
zünü geniş halk kitlelerine anıatmaya ç alışıyordu. Bi
raz neşesizdi ama, şiirle uğraşmaktan başka yapacak
bir iş yok gibiydi. Bir yandan Türkiye'ye dönememenin
kederiyle güleç bakışları yerini gamlı görünümüne bı
rakmış ve biraz aşırı duygusallığa kapılmışt' kl, bu duy
gu içinde Berkley'e şunları söyleyiverdi:
Neyleyim?
Neş'e kavganın musikisidir.
Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz
neş'enin çelik ahengini duymayan adam;
neş'e iyi şeydir vesselam,
- baş döndürmezse eğer -
Ve işte bizimkiler
güldüler mi,
ağız dolusu gülüyorlar.
2�0
Kartpostal, Vala Nureddin'den geliyordu ve Lerıin
grat limanında Eylül'ün 17'sinde randevu veriyordu. Na
zım Moskova'dan trenle Leningrad'a giderek Vala'nın
içinde bulunduğunu yazdığı «Karadeniz>> adlı Türk ge
misinin l imana girişini bekledi. 40 dakika rötarla gemi
limanda demirledi. Bir sürü işlem yapıldı ve Vala Nu
rettin'le birlikte birkaç kişi vapurdan indi. Nazım Va
la'ya seslendi ve hemen kucaklaştılar. Yakınlardaki bir
birahaneye doğru yürüdüler. Nazım'ın kafasına takılan
iki şey vardı. Biri af çıkacak mıydı, diğeri de Vala, na
sıl oluyor da vapurla Leningrad'a geliyordu?
Vala Nureddin, durumu şöyle açıkladı:
«Babıali'ye gelen haberlere göre Atatürk, 29 Ekim
den önce genel ıaf çıkarma arzusundadır. Bu arzu, Mec
lisce benimsenirse genel af çıkarılacaktır. O zaman sen
de rahatça yurda dönebilirsin. Ben Babıali'de şimdilik
kalıcı bir iş bulamadım. Bir tercüme bürosunda çalışı
yorum. Buraya gelişime gelince . . . »
Nazım kulak kesildi. Neydi bu ziyaret?
Vala Nureddin açıklamalarını yaptı:
«!stanbul Ticaret Odası, Türk ürünlerini tanıtmak
amacı ile bir gıezici sergiyi gerekli gördü. Karadeniz ge
misi bu ise elverişli idi. Bu işe, Ticaret Odası Sergiler
Şubesi Müdürü olarak Manyasızade Rauf Bey'i memur
etti. Rauf Manyıasi, benim hem baba, hem ana tarafı
mızdan aile dostumuz. Beni sergiye tercüman olarak
tayin etti. !şte ben de geldim.»
Gemide Celal Esat (Arseven) de vardı. Celal Esat
Gü2el Sanatlar Akademisinde sehircilik öitretment idi.
Geminin uğrayacağı liman şehirlerini görmesi Türki
ye için y,ararlı olacaktı. Mahmut Baler ve hanımı Se
niha Baler, sair ömer Farukt kızı (Ref'i Bayar'ın eşi)
Zeki v c rra.ııııu aa gemide görevliler arasında idi. Vala,
Vakit Gazetesi'nin, Seyyar Sergi muhaoırliğ:ini , kolej
çıkışlı Fehime Hanım'ja birlikte de gemi çevirmenliği
ni yapıyordu. tşi iyi idi.
Nazım, bu karşılıaşmadan ve Va.la.'nın verdiği, özel
likle Ekim ayında af çıkarılmasını Mustafa Kemal Paşa'
nın istemekte olması haberinden çok mutlulanml§tı.
Leningrad karşılaşmasından şonra Na.zım Mosko
va'ya dönünce yine Büyük Elçili�e gitti ve pasaport ver
me işini sordu.
«Bir haftaya kadar bir haber alırız, sanıyoruz. Bir
hafta sonra gelirseniz? . »
. .
23�
tçimde !şık olmak arzusunun tadı var
taze, mayhoş bir yemiş tadı gibi. . .
diyor ve ekliyor:
Vagonumuz bugün
muB.Z'Zam kuzu kalpaklarının aıtında
yanık tahta heykeller gibi oturan ,
ince parmaklarıyla kara kaytan bıyıklarını buran
Kafkas köylüleriyle dolu!
233
Ve geçiyorlar «yanından uçsuz bucaksız neft va
gonlarının» . tçiyorlar «çamurlu sularını Dağıstan is
tasyonlarının». Dördüncü günün görünümünü Nazım
Hikmet şöyle belirtiyor:
234
ken sarı altın saçları dallara takılıyor, omuzarı bir öne,
bir arkaya gide gide yürürken arkadaşı Vala Nureddin'
in bu orman evinde kendisini nasıl karşılayacağını, şii
ri nasıl bulacağını, habere ne diyeceğini, neler söyleye
ceğini merak ediyordu. Cebindeki gazete, kendisinin 1 5
yıl hapse mahkO.m edildiğini yazıyordu. önce b u konu
da sevgili arkadaşının görüşlerinin ne olacağını merak
ediyordu. Sonra da mahkfı.miyetten çok daha fazla önem
verdiği yeni bir şiirini nasıl karşılayacağını düşünüyor,
içinden «ya beğenmezse?» diyordu.
Az sonra, yontulmamış odunlardan yapılmış, ama
sevimli, şipşirin eve vardı. Vala Nureddin Nazım'ı ço
cukluğundan beri bilen, çok iyi tanıyan bir ağabeydi.
Daha çok hayat adamı ve daha çok ılımlı bir sanatçıy
dı. Nazım'ın mavi gözlerinin heyecanlı parıltılarla alev
alev yandığını gördü ve olağanüstü bir durum olduğu
nu hemen sezdi, Vala:
«Hoş geldin, dedi. Ne var dağarcıkta bakalım?»
Nazım, bir kütüğün üstüne oturdu. Cebindeki ga
zeteyi çıkarıp uzattı:
« 1 5 yıla mahkCim etmişler beni . . . Allah kahretsin,
durup dururken . . . »
Vala, mahkCimiyetin nedenini öğrenmek için hemen
gazeteye sarıldı. N�m'ın kırmızı kalemle çembere al
dığı bölümü okumaya başladı :
«Ankara'dan bildirildiğine göre tstiklal Mahkemesi
Aydınlık ve Orak - Çekiç gazetesi yazarlarından bir grup
komünistin duruşması sona ermiş ve suçlular çeşitli ce
zalara çarptırılmıştır. Orak - Çekiç yazı işleri müdürü
Vasıf ve Aydınlık dergisi ressamı Samili'in duruşmasın
dan sonra salona alınan sanıklar yerlerine oturduktan
sonra Savcı Necip Ali Bey iddianamesini okudu. Sonra
da Mahkeme Başkanı Ali Bey (Çetinkaya) kararı bil
dirdi. Buna göre Ceza Kanununun 55. maddesine da-
yanarak sanıklardan Nizarnettin Nazif, Mesud Sait, Ali
Rasim efendilerin beraatlerine karar verilmiştir. Fakat
sanıklardan Abdi Recep, Şevket Süreyya, Süleyman Ne
şati, Eczacı Vasıf, Doktor Mümtaz, Hüseyin Hikmet
onar yıl hapse, İbrahim Hilmi, Şevki, Elektrikçi Nuri,
Sadrettin Celal, Samih Nuri yedişer sene küreğe konul
masına hükmedilmiştir. K açtıkları anlaşılan Dr. Şefik
Hüsnü, Hasan Ali, Nazım Hikmet ve Cevdet de gıyapla
rında 15'er yıl hapse mahkum edilmişlerdir.»
Haberi bitirince Vala Nureddin'in yüzüne bir gölge
düştü. Mahkftmiyet nedenini, Nazım'ın anlatmasını is
teyecekti ki, Nazım yerinden kalktı. Odada bir aşağı,
bir yukarı dolaşmaya başladı, sonra:
cCancağızım, dedi, bu mahkftmiyeti bir hale yola
koyarız. Suçsuz olduğunu biliyorum. Şimdi söyleyecek
lerime kulak ver. . . �
ValA. Nureddin, dikkat kesildi:
cDinliyorum, yine bir aşk macerası mı?»
cHayır, ama yine de a.şk dolu bir şey. . . »
cAnla t bakalım. . . ıı
Vala, dikkatle Nft.zım'a bakıyordu. Nazım da küçü
cük odada sıkışıp kalmış bir aslan gibi bir aşağı, bir yu
karı gidip geliyor ve mınldanıyordu. Nazım şiir yazar
ken, şiir okumaya hazırlanırken böyle kabına sığamaz
olurdu. !ri gövdesl daha da heybetıi görünür, hafif çilli
yüzü pembeleşir, gözleri belirsiz bir yerde dolaşırdı. Kısa
bir süre geçtikten sonra:
cDinle, dedi, bu okuyacağım Güneşi tçenlerin Tür
küsüdür. Bakır ayakları çıplak kahramanların, esmer
alınlannda kanlı bir meş'ale gibi yanan bir türkü bu.
Hızını topraktan alan ve şaha kalkan atıarını alev bilek·
li süvarilerin kamçıladığı insanların türküsü. . . Okuyo
rum.ıı
36
Nazım Hikmet, 1925 yılının bu ılık ve aydınlık gü
nünde, alnı boncuk boncuk terleyerek okumaya başla
dığı şiire devam ederken bir iki kez, cebinden çıkardığı
müsveddeye baktı ve şiiri şöyle tamamladı :
237
kadaşlarıyla hoş beş etmekten öteye giden bir iş yap ·
mamıştı. Ancak mahkumiyet kararının verilmesinden
önce olup bitenler hakkında doğru bilgileri vardı. Val�
Nureddin'e bunları anlatmaya koyuldu:
�cancağızım, dedi, biliyorsun , ıstanbul'da Aydın
Iık Dergisi çıkıyordu. Ben de bu dergide şiir yazıyor, ba
zı incelemeler yayınlıyordum. Bu sırada Şeyh Sait ts
yanı çıktı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın Genel
Sekreteri Şarkta kışkırımalar yaptı, diyorlardı. Vatan,
Tanin ve Tevhidi Efkar gazeteleri de ıstanbul'da Cum
huriyet Halk Fırkası'na ver yansın ediyorlardı. Bu kri
tik dönemde Doğu tsyanı'nın barlaması hükümetin du
rumunu sarsmıştı. 1924 tkinci Teşrininde Başbakan olan
Fethi Bey 4 Mart 1925'te çekilmek zorunda kaldı. Son
ra da tsrnet Paşa aynı gün başbakan olur olmaz bir ka
nun getırdb
Nazım, durakladı. Kanunun adını hatırlamıyordu.
Vala Nureddin sordu :
«Sana n e o kanundan, senin şiirlerin için mi çıktı
o kanun?»
Nazım, ensesini kaşıyor, tsrnet Paşa'nın Başbakan
olur olmaz kanunlaştırdığı yasanın adını düşünüyordu .
«Bir tuhaf adı var Vala, diyordu . Takrirll bir ka
nun adı . . . :.
Val� Nureddin, Türkiye'de olup bitenleri izlerdi. Na
zım Hikmet gibi belleği zayıf da değild i. Ama, son za
manlarda üniversitede lektörlüğe kendini fazla verdiği
için birkaç günün gazetesini okuyamamıştı. Ama yine
de hükümet değişikliği nedeniyle hükümete olağanüs
tü yetkiler ve baskılar getiren kanunun o olağanüstü ka
nunun çıktığını biliyordu. Biliyordu ama, bundan Na ·
zım'ı ilgilendirecek bir sonuç çıkaramıyordu. Akşam ka
ranlığı basmakta idi ki Nazım:
238
«Tamam ! diye bağırdı. Takrir-i Sükun Kanunu . . .
Evet, bu adı taşıyan bir kanun çıkarıldı. Mecliste söz
alan milletvekillerinden bazıları, bazı gazete ve dergile
ri suçlayıcı konuşmalar yaptılar. tsyanı tahrik ettikle
rini iddia ettiler. Hükümet de bu Doğu Ayaklanması ne
deniyle sosyalist akıma da darbe vurmak istedi. Bizlerı
tevkif edeceklerdi.»
Vala Nureddin, ince yapılı, açık konuşan, sözünü
esirgemeyen bir arkadaşıydı Nazım'ın. Konu bu nokta
ya gelince:
c:Sen de, tevkif edilmektense buraya gelmeyi ter
cih ettin, deyiverdi. »
239
XVI. NAZlM HIKMET'IN ILK DURUŞMASI
ioşlodı işe
Bitirdi işi. . .
Başlarken ovaz avaz boğı rmad ı .
Bitirdi ve :
- Ge l in seyredin, d i ye
dört yan ı çağ ı rımad ı .
. .
240
Hüsnü ile birlikte bir gece ıstanbul'dan ayrılmış, Hazi
ran ayının verdi�i iklim olanaklarından yararlanarak
Rusya'ya geçmişlerdi. Son ayaklanma ile uzaktan ya
kından hiç bir ilgileri olmadığı halde Ankara'dan veri
len bir emirle Aydınlık Del'lgisi kapatılmıştı. Yalnız Ay
dınlık değil, ilk günden beri Said başkaidırısı nedeniyle
hükümeti destekiernekte olan Orak - Çekiç dergisi de
kapatılmış, başyazarı Şevket Süreyya'nın da tutuklana
cağı söylentileri dolaşmaya başlamıştı. Bursa'da çıkarı
lan Yoldaş gazetesinin yayınları da Bakanlar Kurulun
ca yasaklanmıştı. Bu durum karşısında Nazım şöyle dü
şünmüştü:
«Bu Takrir-i Sükun Kanunu, şiir gibi akıcı bir üs
lupl a yazılmış bir kanun . . Ama, çok yuvarlak kelime
lerle dolu. üstelik suçlular, bu kanuna göre tstiklal
Mahkemesi denilen olağanüstü bir mahkemeye verile
cek. Bunun idam ı da var müebbet küreği de. . . Ortalık
durulmadan yakayı ele verdikten sonra kurtulmak cok
müşkül. Ama ilk heyecan ve ilk soruşturmalar atlatılır
sa, hislerin yerine muhakeme, akıl hakim olmaya baş
lar. Kuzu kuzu teslim olmaktansa, erkekli�in üç şanın
dan birisi de kaçmaktır. Kaçalım bari. . »
.
242
olan Karl Marks'ın fikir ve nazariyeleri esas itibariyle
o zaman iktisadi ve içtimai mahiyette idi ve fakat son
zamanda bir mezheb-i siyasi şeklini iktisab etmiştir.
Şehrahı medeniyette büyük adımlar atmaya azınetmiş
olan Cumhuriyet, terakki adımlarını atarken alem-i me
deniyetle bir hizada gitmeye mecburdur. Binaenaleyh
Avrupa medeniyetinin umumi telkinatından hiçbir vakit
ayrılamaz. Türk Cumhuriyeti, garp medeniyet zümre
sinden bir adım kalmayı arzu etmediği gibi ileri gitmek
de istemez.
Mesele başka bir noktai nazardan tetkik edilirse
milletiere tatbik edilecek şekl-i idare her milletin kendi
ihtiyacatından doğar. Proletaryaların bulunmadığı,
tröstlerin ne olduğu meçhul bulunan memleketlerde
sermayeye karşı taazzuv eden bir şekl-i idareyi kanlı bir
surette tatbike kalkışmak m emleketin n izam-ı içtimalsi
ni ihlalden mada hiçbir şeye hamledilemez.
İnşallah memleketimizde sanayi ve makine hayatı
ilerlerse o vakit arnele hayatını tanzim ve refah ve sa
adete is'al edecek kanunlar derpiş etmek genç cumhu
riyetin borcudur.:&
Savcı bu görüşlerini açıkladıktan sonra kaçmış olan
Hasan Ali, Dr. Şefik Hüsnü ve Nazım Hikmet hakların
da gıyaben bir karar verilmesini istemiştir.
Nazım Hikmet'in Türkiye'den ayrılışından bir süre
sonra yapılan duruşma 12 Ağustos 1925 günü karar ver
me noktasına gelmişti.
tstiklal Mahkemesi Ankara'daydı. Hacı Bayram
Türbesine giden yolun yakınında iki katlı ahşap bir bi
nada çalışıyordu. Binanın kerpiç duvarları yıkık, avlu
su çamurdu. Mahkeme ikinci katta bulunuyordu. tstik
lal Mahkemesi Başkanı Afyon milletvekili Ali (Çetin
kaya ) , Savcısı Denizli Milletvekili Necip Ali (Küçüka) ,
243
üyeleri de eski Maarif Vekili Reşit (Galip) , Rize millet
vekili Kılıç Ali idi. Mahkeme açık yapılıyor, hüküm der
hal yerine getiriliyordu. Kararları Yargıtaya başvura
rak bozdurma söz konusu değildi. Hükümlerin hemen
yerine getirilmesi tstikHU Mahkemelerinden korkmak
için başlıca nedendi. Sanıkların son sözleri soruldu. He
men hepsi suçsuz olduklarını bildirdiler. Yalnız Şevket
Süreyya biraz uzunca konu�tu. Reis, sözünü kesmeden
dinliyordu. Sonunda kısa bir ara vermek için Mahkeme
Heyeti başka bir odaya çekildi. Bir saat kadar sonra ka
rar açıklandı Deniyordu ki:
«Memlekette sosyal düzeni bozmak maksat ve ama
cıyla propagandada bulunmaktan sanık Yoldaş gaze
tesi sahibi İbrahim Hilmi ve Arnele Teali Cemiyeti üye
lerinden Şevki, Abdi Recep, Elektrikçi Nuri, Aydınlık ga
zetesi sahibi Sadrettin Celal (Prof. Sadrettin Celal An
tel) , muharrirlerinden Şevket Süreyya (Aydemir) , Ni
zamettin Nazif (Tepedelenlioğlu) , Eczacı Vasıf, Güzel
Sanatlar'dan Sami, Doktor Asteğmen Mümtaz, Tıp öğ
rencisi Hikmet Hüseyin (Dr. Hikmet Kıvılcımlı) , Nuri
Haydar, Fahrettin, Mustafa, Ahmet, Şükrü, Şakir, Me
sut Sait, Ali Rasim, Mehmet Sabit, Burhanettin, Süley
man Neşati, Haydar İsmail, Mansur Gabrenski, Salahat
tin, tsrnail Hakkı ile kaçak bulunan Dr. Şefik Hüsnü
(Deymer) , Tıp Fakültesinden Hasan Ali (Ediz) , Nazım
Hikmet ve Cevdet efendilerin :
Evlerinde yapılan aramada elde edilen komünistıi
ğe değ'gin kağıtlar, yazışmalar ve üçüncü Enternasyo
nale ait mektuplaşma ele geçirilmiş ve kendilerinin ıs
tanbul'da açılıp, sonradan kapatılan üçüncü Enternas
yonale bağlı şubenin yerine gizlice yatılı okullarda ad
larına göre «Hücreler» tertip ettikleri ve adı geçen hüc
reler aracılığıyla memleketine yararlı kişiler olabilmek
için öğrenme hayatına atılmış olan öğrencileri kandır-
244
ma ve yöneltme ve kışkırtma suretiyle örgütleri arasına
aldıkları ve ıstanbul'da Aydınlık, Bursa'da Yoldaş adı
ile komünist fikirlerini yayma ve bugünkü yönetimi de
virmeye yönelmiş olarak yayınlarda bulundukları, he
def aldıkları amaca varmak için ihtilali araç edinmiş
olan bu örgüte girmiş sanıkların toplantı yerlerinde gizli
görüşmeler yaptıkları ve bu toplantılarda, Anadolu içle
rine dağılarak faaliyette bulunmak için programlar ha
zırlandığı sözleri, tanıkları ile sabit olmuş ve faaliyet
lerin Anadolu'da bir bolşevizm yönetiminin kurulmasını
mümkün kılacak bunaltıcı durumlar yaratmaya yönel
miş oldu�una vicdanı kanaat gelmiş olduğundan :
ıbrahim Hilmi, Şevki, Elektrikçi Nuri, Sadrettin Ce
lal, Sami, öğrencilerden Nuri Haydar efendiler yedişer
yıla, Abdi Recep, Şevket Süreyya, Eczacı Vasıf, Dr. Teğ
men Mümtaz, Tıp öğrencilerinden Hüseyin Hikmet ve
Süleyman Neşati'nin onar yıl küreğe ve kac;ak bulunan
Dr. Sefik Hüsnü, Nazım Hikmet, Yazar Cevdet ve tıp
öğrencilerinden Hasan AU efendilerin de onbeşer yıl kü
re�e konuimalarına gıyaplarında karar verilmiş ve di
�er sanıklar beraat etmişlerdir.»
Mahkemenin kararı okunduktan sonra cezaların
ağırlığı sanıkların yüzlerinin bembeyaz kesilmesinden
anlaşılıyordu. Bazı sanıklar, Nazım Hikmet'in görülme
miş olmasını haklı bulduklarını yanlarındakilere fısıl
dar gibi oldular.
tşte, Moskova'da Udelnaya'daki ormanda, Vala Nu
reddin, Nazım'ın verdiği haberin a�ırlığı altında düşü
nürken daha önce olup bitenler bunlardı. Nazım, suç
suz olduğuna inanan her insan gibi, bu gazete haberi
karşısında üzgündü.
«Ben, diyordu , memlekete dönüp suçsuz olduğumu
halkıma anlatmalıyım , bunu ispatıamalıyım.�
245
XVII. NAZlM'LA V ALA LENINGRAD'DA
Pencereye ge l !
Hava ları dinle bir:
Sesim iz yan ı ndadır,
sesimiz sen in ledir .
. .
246
«Nazım, dedi, ola ki yakında af çıkar. Yeni rej im
kendini on binlerce mahkftmun bulunduğu bir yurtta
kolay yerleştiremez. Onun için azıcık bekle, umarım ki
af çıkacak, hemen atlar gelirsin. Biliyorum, suçun yok . .
Z aten Ormanda hep konuşmll§tuk bunları . . . »
Nazım'ın içi umut doldu.
'Kısa bir süre sonra tstiklal Mahkemeleri kaldırıl
dı. Ve 1926 yılının Cumhuriyet Bayramı onuruna kıs
mi bir af çıkarıldı. Nazım, pasaport almak için Türk Se
farethanesine kaç defa gittiyse de olumlu bir cevap ala
madı. Nazım istediği ve beklediği pasaportu alamayın
ca, hakkında verilen bir başka mahkt1miyetin bunda rol
oynadığını öğrendi.
Gerçekten Vala Nureddin'in sözünü ettiği af çıktık
tan sonra Dr. Şefik Hüsnü (Deymer) serbest kalmış ve
iddialara göre Gizli Komünist Partisi kurmuştu. Parti
Merkez Kurulu işe başladıktan az sonra -yine çeşitli
iddialara göre- Şefik Hüsnü Eylül 1927'de özellikle işçi
semtlerinde çeşitli eylemiere girişmişti. Bu arada işçi
ücretlerinden Türk Hava Kurumu (o zamanki adıyla
Tayyare Cemiyet!) için onar kuruşun işçilerin muvafa
katİ alınmadan kesilmesinin uyandırdı�ı tepkiyi göz
önünde tutan Dr. Şefik Hüsnü, bir bildiri ile bu 10 ku
ruş kesme işini protestoyu yararlı bulmuştu. !şçiler ne
diye istekleri dışında, bir bakıma zorla denecek şekilde
bir Hayır Kurumuna da olsa her ay 10 kuruş vermek
zorunda bırakılsındı? Bunu protesto etmeli ve işçilere
dağıtılacak bildirilerle durum anlatılmalıydı. tşte Dr.
Şefik Hüsnü'nün teşvikiyle böyle bir bildirinin Cibali
bölgesinde kücük çocuklar tarafından dağıtılması, siya
si polisi harekete geçirmişti. Polis, bunu bir «komünist
propagandası» sayıyor ve işe el koyarak bu «fesat oca
ğını» ortaya çıkarmak için seferber edilmiş bulunuyor
du.
247
Polis, bildirilerin kimler tarafından dağıtıldığını,
araştırırken Eylül sonlarında (28 Eylül 1927) duvar ga
zeteleriyle karşılaştı. Elle hazırlanan bu Duvar Gazete
leri, iş hayatının ağırlığına ve işçilerin yaşantılarına
dikkati çekiyordu. Grev yasağının sürdürüldüğü o yıl
larda işçinin grev hakkının varlığından, ya da var ol
ması gerektiğinden söz etmek polis bakımından büyük
bir cüretti . Hele bu konuyu açıkça duvar gazetelerinde
dile getirmek. . . Bunu yapanlar mutlaka ele geçirilmeli
ve cezaları verilmeliydi.
Gerçekten de, sonra ucu Nazım Hikmet'e dokuna
cak olan bu Duvar Gazetelerinden birinde şöyle deni
yordu:
«Ey Millet!
Bir günde lO saat çalıştığımız halde aç kalıyoruz .
Grev yapalım.
Patl'onlar da aç kalsınlar. » vs.
Bu duvar gazeteleri yalnız Cibali bölgesinde değil,
işçi çoğunluğunun bulunduğu Ş ehremini'nde ve işçile
rin Mahmutpaşa'ya inmek için geçtikleri ve !stanbul
Erkek Lisesi (!stanbul Erkek Muallim Mektebi) çevre
sinde de ağaçlara asılmıştı .
Duvar gazeteleri üzerine yapılan araştırma bazı ip
uçlarını ortaya koydu. Sonra polisle işbirliği yapan bi
rinin verdiği bilgiler değerlendirildi. Tevkiflere geçildi.
Yakalananlardan birisi doğru - yanlış birçok bilgiler veı
d, açıklamal ar yaptı. Bu açıklamalar arasında Nazım
Hikmet'in yeni kurulan Gizli Komünist Partisine girdi
ği de yer alıyordu. Nitekim tevkifler önceki tevkiflerde
bulunanlardan bir kısmı ile, yeni kişileri m ahkeme önün
de birleştirmisti. «Aynı sanıklar sırasında, bu defa, gö
rüşleri ve yolları birbirinden ayrılmı.c:; insanlar» vardı.
Ve içlerinden birisi, Dr. Şefik Hüsnü'nün tutumuna kı-
248
zarak, olup bitenleri ve gizli çalışmaları, tanıdığı siyasi
kısım memurlarından Şinasi'ye bildirmiş ve ifşaatta bu
lunmuştu. Bu Vedat Nedim'di. Bunun sonucu olarak
Savcı Kenan şu iddiada bulunuyordu :
«Yüksek huzurunuzda maznun olarak bulunan bu
vatandaşlar milletin kurduğunu arzettiğim bu hükümet
şeklini ve onun re'yi ile tatbik sahasına koyduğu kanun
ları beğenmemekten ve böylece bu idare tarzını ve ka
nunlarını kaldırmak fikir ve gayesiyle harekete geçmek
için halkı hükümet aleyhine teşvik için aralarında gizli
ittifaklar yapmaktan dolayı buraya celbedilerek maz
nun sandalyelerine oturtulmuşlardır. Bu vatandaşlar
mensup oldukları muhterem milletin günden güne kur
duğu hükümete karşı samimi ve aziınkar tezahüratını
neden unuturlar?
Bu vatandaşlar, Türk mevcudiyetinden ve istikba
linden bu azim eserinin kolaylıkla vücuda geldiğini mi
farzetmişlerdir? Halbuki bu eser, Büyük Esercinin bu
yurdukları gibi, bugün Türk milletinin vasıl olduğu ve
elde ettiği netice, asırlardan beri çekilen musibetıerin
intihabı, bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların
bedeli olduğunu kendilerine hatırlatmak isterim. »
!ddianameyi okuyan savcı Kenan Bey, sözlerini şöy
le tamamlıyordu :
«Tahkikat evrakı ve elde edilen deliller ve zapta
geçen lfadelerin içindekilere göre ve elimizdeki kendi
imzasını haiz vesikalardan da (yani Dr. Şefik Hüsnü'
nün el yazısı ile verdiği ifade) anlaşılacağına göre özel
olarak kurulan ve örgütlenen gizli derneğin bizzat genel
yönetimini, düzenleyeni Vedat Nedim Bey de Genel sek
reter olmak üzere hatırı sayılır azasından bulundukları
Nazım Hikmet, B aytar Salih, Muallim Adnan, Muallim
Şevket Süreyya, Dr. Hikmet, muallim Mehmet Sabri
249
vesairenin ilk soruşturma ve hazırlık evrakı, mevcut
deliller ve ifadelerle, teşekkül eden cemiyetin aza ve ef
radından bulundukları anlaşılmıştır.�
Böylece Nazım Hikmet, bir de Gizli Komünist Par
tisine üye olmak suçundan mahkemeye verilmiş bulu
nuyordu.
Sabri (Bey) 'in başkanlığındaki I. Ağır Ceza Mahke
mesi duruşma sonunda Dr. Şefik Hüsnü (Deymer) 'i 18
aya, kaçak bulunan Nazım Hikmet'i de 3 ay hapse mah
k'fi.m etti. öteki sanıklar da çeşitli cezalara çarpıldılar.
Şevket Süreyya beraat etmişti.
Şevket Süreyya Aydemir, bu beraat edişi şöyle an
latır:
�Beraat ettim ve serbest bırakıldım. Eski arkadaş
larımla sükünetıe vedalaştık. Yollarımız artık ayrılıyor
du. :!) !
25 0
XVIII. NAZlM ANKARA'DA
Dışarda. . .
Biz içerde susuyoruz.
Sükutumuzun boynuna sapl ı değ il
kara bir karta l ı n
ıkanad ından kopan o k . . .
Dışarda . . .
Biz içerde susuyoruz.
SükCıtumuzun s ı rtında düğmeleri i l ikli
eski bir redi ngot yok . . .
Dışarda,
yüzüyer ateş gemi ler giıbi rüzgôrda
sarı zafra n l arı n kokuları . . .
Dışarda . . .
biz içerde susuyoruz,
bir fişek yatağ ında ku rşu n nası l susarsa ,
hayk ı rsın sıkıysa sükutumuzdan hızlı
gök k ubben i n altı nda öy l e bir soda varsa ! ! !
Kafamızda güneş
ateş
bir sarık.
Arık toprak
çıplak ayaklarımızda çarık.
İhtiyar katırından
daha ölü bir köylü
yanımızda,
yanımızda değil,
yanan kanımızda,
252
Ayı ini köyler
balçık kasabalar
kel dağlar aştık!
!şte biz bu diyarı böyle dolaştık.
253
Olayı merakla dinliyordum. Nazım Hikmet anlattı :
«Biz koğuşa girince kimse bize 'Hoş geldin' filan de
medi. Hatta daracık ko�u.şta şöyle bir rahat oturacak
yer göstermediler. tsrnail hemen ortalığa lazca:
'Ulan kımıldasanıza. . . Gelenler de Allahın kulu.
Şöyle toplanın bakalım' deyiverdi. Koğuştakiler hemen
harekete geçti. Yer gösterdi. Hatır sormaya başladılar.
En yaşlısı bize sigara ikram etti tabakasından. içtik.
Böylece hoş beş edildi. Ertesi gün de bütün koğuş hal
kına -nedenini Ankara'ya mevcutlu giderken anla
dım- şöyle bir nutuk çekti:
'Uşaklar, haklı, haksız şimdi hepimiz burada mah
busuz, Jandarmaların iyisi de olur, kötüsü de. Kuman
danın iyisi de olur, gavuru da. Ve de ruh hastası da.
Öyleleri adam dövmekten, hatta adam öldürmekten
zevk alır. öyle değil mi? Ha, size nasihatım olsun. Hiç
birinizi gece, koğuş harfcine bir jandarma davet ederse,
çıkayım demeyin. Ya kaçıyordu diye sizi kurşunlar, ya
da atama sövdü der, dayağı basarlar. Siz siz olun, ko�uş
tan dısarı çıkmayasınız. Bizi de ça�ırsalar biz de çıkma
yız. Bizi zorla çıkarmak isterlerse, bize sahip çıkın bı
rakmayın bizi. Biz de sizi bırakmayız. Tamam mı?'
Bu lazca nutuk yüksek sesle söylenmişti. övle k i ,
üst kattaki karakol'da nöbetçi kimse o da sövlenenleri
duymuş ve elbette Karakol Kumandanına nakletmişti.
Bundan sonra, ilk günkü tertibe karakol kumandanı
cesaret edememişti. Zaten tsrnail'in lazca konuşması ,
içerdekilerde bize yakınlık uyandırmıştı. Benim deri ce
ket de işe yaradı, hepsi de bakıp, bakıp dua ediyorlardı :
'inşallah yakında tahliye olursun bey. Tahliye olur
sun da şu urbanı biz yoksullardan birimize verirsin • . . .
diyorlardı. Bense:
254
'Giyim kuşamımıza bakmayın, olup olacağı bu ka
dar. Bizi varlıklı Bey, paşazade, tüccardan filan sanma
yın. Bizde öyle para, pul da gani değil, çalışırsak kaza
nırız. ' dedim.
Mahpuslar bu sözlere hem inanmak istiyor, hem
de inanası gelmiyordu. Aslında iki şehir uşağının Hopa'
da, yanlarında hapisliklerine anlam veremiyorlardı. Ney
se, koğuş ağası yedi günlük su, sidik, temizlik nObetini
yenileyecekti. Gün Cuma'ya varmıştı. Koğuşta sekiz ki
şiydik. Koğu.ş ağası Temel Çehreli, kendini hariç tutup.
nöbet cetvelini şöyle hazırladı :
ısmail - Cuma
Nuri - Cumartesi
Vehbi - Pazar
Nazım - Pazartesi
Ali - Salı
TopaJoğlu - Çarşamba
Muhittin - Perşembe.
Geceleri, ko�uş kapısı gardiyan tarafından dısar
dan kilitıleniP sürgülendiğ-i icin dısarı çıkmak mümkün
de�ildi. Koğ-us ka-pısının e.simne bir gaz tenekesi kon
muş, üstü yarım tahta ile kapatılmıştı. Gece abdesti ge
len kalkar, esikteki gaz tenekesine su dökerdt. Sidik ko
kusu koğuşa yayılırdı ama, buna alışmak lazımdı.
Her mahpus, l istede adı yazıldığı gün koğus temiz
liğin! yapar, bir çalı süpürgesini ıslatır, taşları süPürür,
ranzaların altından kağıt, m evve kabuğu , izmarit gibi
şeyleri toplardı. Sabahlevin erken kalkıP, kapılar acılır
açılmaz sidik tenekesini kapar, helalardan birine döker,
su ile calkalar , getirir, yine koğus eşiğine bırakırdt. Ak
şam üzeri de kapılar kapanmadan koğusun ortaklaşa
daha önce aldılh toorak testiyi su doldurur. su kuPasını
da bas aşağı testinin yanına bırakırdı . Nöbet ihmale
gelmeyen, bağışlanmayan bir görevdi.
255
Kız kapan Vehbi, biraz fazla parayı sevdiği için pa
ra mukabili nöbet tutardı. Nitekim bana:
'Efendi, yarın senin temizlik nöbetin. !stersen hani,
sana zahmet verdirmeyelim dersen, bana 100 kuruş
veriver, nöbetini ben tutayım,' dedi.
'Yüz kuruşun ne kıymeti olur, ama mademki bir
usul tutulmuş, her mahbus bir gün temizliği yapacak,
zararı yok, yarın ben nöbetimi tutarım, sen keyfine bak ! '
karşılığını verdim. »
Ne var ki, beş gün yattıklarının ertesi sabahı, da
ha Nazım Nöbet'ini tutmaya başlamadan gardiyanın
sıtma görmemiş sesi duyuldu :
«Nazım Hikmet, !smail. . . »
«Nazım Hikmeeeeet, !smaiiiiiiil, müdüriyete! »
Nazım ve Laz !smail, hemen giyindiler ve hapisha-
ne avlusunda, Müdiriyete de çıkan kapının önünde bek
lediler. Aradaki nöbetçiye, çağrıldıklarını söylediler. Az
sonra da başgardiyan geldi ve ikisini Müdüre götürdü.
Müdür, efendi, babacan bir adamdı. Hemen söze başladı:
«Efendiler, Müddeumum Beyin emri var, sizi Rize'
ye mevcutıu göndereceğiz. Koğuştaki eşyanızı alın ge
lin, aceleee.»
!smail, Nazım'a; Nazım tsmail'e baktı, bir şey anla
madıklarını dudaklarını sarkıtarak anlatmak istediler.
tki j andarma retakatinde Rize'ye yollandılar. Rize'
de pasaportsuz sınırı geçme suçundan üçer gün hapse
mahkum edildiler. Ancak daha önce, Hopa'da sorgu yar
gıcı kararıyla tutuklandıkları ve beş gün tutuklu kal
dıkları için, verilen cezadan daha fazla hapiste kaldık
larından «Tutukluluklarına mahal olmadığına» karar
verildi ise de «Başka bir suçtan mahkumiyetleri olup ol
madığının ve varsa adli sicilinin celbinin vakit alacağın
dan Ankara'ya mevcuden sevkine» karar verildi.
Nazım Hikmet, Hopa hapishanesinde tanıdıklarını
şöyle anlatır notıarında.
258
«Hakim Beyefendi, dedi. Ankara'ya bir telgraf çek-
meme bir engel var mı?:ı>
Hakim :
«Bizce bir mahzuru adli yok, çekebilirsin • dedi.
Bunun üzerine Nft.zım, Falih Rıfkı'ya, Hft.kimiyeti
Milliye Gazetesi baş muharriri, Ankara adresine bir
telgraf gönderdi. Telgrafta şöyle yazdığım hatırlıyor
Nft.zım:
cVatanıma geldim, Rize'den Ankara'ya mevcuden
getiriliyorum. Türkiye'de kalınarnı temin eder misiniz?
Saygılarımla, Nft.zım Hikmet.»
259
zım Hikmet bu memleketin, bu topra�ın evladı. Niye ge
ri gönderilsin? Aklına gelmesine üzüldüm Falih. Ol
maz öyle şey.»
Ve Falih Rıfkı (Atay ) , rahat bir nefes aldı.
Adiiye Vekili Mahmut Esat (Bozkurt) , Başsavcıyı
davet etmiş, Nazım Hikmet'in durumunu yasa açısın
dan öğrenmek istemişti. Getirilen dosyalara ve dosya
lardaki kararlara göre durum şöyleydi:
260
Gemide y emek yemek, tuvalete gitmek gibi işlerde
kelepçeleri çözülüyordu. Yolculuk hadiseli geçmiş, Na
zım Hikmet bu yolculuktan hatırında kalanları şöyle
anlatmıştı :
«Jandarmalar, akşam yemeği sırasında, yolculardan
tanıdıkları ile içki içmeye başladılar. Biz de güvertede,
üçüncü mevkide şekerleme yapıyorduk. Birden bir va·
veyladır koptu. içki sırasında j andarmalarla yolcular
arasında ağız kavgası çıkmış. sonra iş silahla tehdide
kadar varmış. Süvari ve bir kamarot jandarmaların si
lahlarını ellerinden aldılar, yolculardan j andarmalara
dayak atmaya kalkanları biz yatıştırdık. Anan yahşi,
baban yahşi diye diye ve tsrnail'in lazcası pek çok işe
yaraya yaraya ertesi günü ettik. Bu olaydan sonra ge
mide 'milli kahraman' sayıldık. Nasıl sayılmayalım? Bi
zi kelepçeleyen, tuvalete giderken bile biri peşimizden
gelen j andarmaları yolcuların elinden biz kurtarmıştık
ve ertesi gün de Süvariye biz rica etmiş silahlarını geri
verdirmiştik . Yolculara silah çekmeleri üzerine zabıt
tutulurken biz lafa karışmış, tutanak fLlan tutturmamış:
'Olur böyle şey1er, j andarmalar da bu memleketin
çocuğu. Bir cahilliktir ettiler. Terhislerine üç beş ay
kala, onları mahkemeye verdirrnek insanlıktan sayıl
maz u.şaklar,' demiştik.
Yolculuk rahat geçti, hem de itibarlı . Suçumuzu
soranlara, sadece:
'Ankara'da anlaşılacak ! ' deyip kesmiştik. ıstanbul'
da limana girip rıhtıma çıkacağımız zaman jandarma
lara:
'Gelin bakalım, takın kelepçeleri, şehre geldik! ' de
miş, vapura bindiğimiz vakitki gibi eski nizama dön
müştük.
ıstanbul savcılığı da bizi Haydarpaşa'dan Ankara'
ya gönderecekti. ıstanbul'da hiç kimseyle görüşme, kar-
261
§ıla§ma olmadı. Geldiğimiz gibi, gece Haydarpaşa'da
trene bindirildik.»
Jandarmalara gemide gösterdikleri iyiliğin müka
fatını trende de görmü§ler. Vagona binince kelepçeleri
çıkarılmış.
Ankara'ya öğleye doğru gelmişler, doğru Adiiye bi
nasına gidilmiş. Savcılık koridorunda biraz bekletildik
ten sonra tutukluların bekletildiği bölüme alınmışlar.
Kısa bir beklemeden sonra Sorgu yargıcınca sorgu
ya çekildi, tutuklandı 14 Ekimde iki arkadaş. Nazım
Hikmet artık Başken tteydi.
Gizli yazışmalar yapıldı. Gizli konuşmala r sürdü
rüldü.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının hazırladığı dos
ya Ağır Ceza Mahkemesine gönderildi. Duruşmaya Ekim'
in 25'inde başlandı. Hem Nazım Hikmet, hem de Laz
tsrnail tutuklu olarak mahkemede kimliklerini bildir
qiler. Duruşma Savcılıktan tstiklal Mahkemesi kararı
ile Ankara Ağır Ceza Mahkemesinin kararının celbi için
Kasım ayının sonlarına bırakıldı. tşlerln sarpa sarması
ihtimali belirdi. Ama Nazım, bunları hesap etmişti. An
kara'ya geldiğinin ertesi günü babasına gönderdiği mek
tupta durumunu şöyle açıklamıştı:
«Babacığım,
Dün Ankara'ya geldim. Yolda rahattık. Sıhhatim
iyidir. Koğuşumuz rahat ve temiz. El'an eniştemi ve
Şevket Bey'i göremedim. Hakkı Nahit vasıtasıyla Şev
ket Bey'e haber gönderdim. Belki bugün, yahut yarın
görüşürüz. Yatak meselesini şimdilik hapisteki arka
daşlardan temin ettik. Bakalım Herisi ne olacak?
Siz nasılsınız? Samu.ş üzülmesin. Herhalde yakın
da görüşürüz. Küçük halarnı doya doya kucaklarım.
Büyük halamın ellerinden öperim. Küçük kardeşleri
şimdiden göreceğim geldi. Macide ve Cavide hanımla-
262
ra selamlar. Annerne de söyleyin üzülmesin. Ellerin
den öperim. Memduh enişteme de keza . . . tsrnail'in he
pinize selamları var. . .
15.10.1928 Mütehassir oğlunuz
Nazım Hikmeb
Nazım babasını meraklandırmamak için iyimser
düşünüyordu, ama aklına kötü ihtimaller de geliyordu.
Nitekim tahmini hiç de doğru çıkmadı. «Herhalde ya
kında görüşmeLerb mümkün olmadı. Çünkü, Ankara
Ağır Ceza Mahkemesinde tstiklal Mahkemesinde görü
len davaya bakılıyordu. Gıya'bında verilen malıkurniyet
kararına dayanak olan suç ve deliller anlatılıyor, Na
zım'ın ne diyeceği soruluyordu. Onun için duruşma bir
kaç celse uzunca devam etti.
Çünkü Nazım'ın durumunu hem savcılık hem de
içişleri Bakanlığı ayrı ayrı açılardan ele aldılar. Bir kez.
kendisine ait olmayan pasaportıa yurda girmişti, bu suç
tu. Sonra daha önce hem tstiklal Mahkemesinin hem
de ıstanbul ceza mahkemesinin hakkında verdiği iki
malıkurniyet kararı vardı. Bunlar ne olacaktı? Bu ara
da Genel af yasası da çıkarılmıştı. Bu af yasasından Na
zım ne ölçüde yararlanabilecekti? Savcılık bunların kar
şılığını vermeye çalışırken Sovyetler Birliği'nde eğitim
gören bu şaiı·in muhtemel çalışmaları ne olacaktı? Onu
nasıl ele geçirmeli, nasıl yola getirmeliydi? Bu sorular
Bakanlık ileri gelenlerini uğraştırıyordu. Bereket ver
sin bazı eski «komünistler»den yararlanıyorlardı. On
lar aracılığıyla Nazım, Ankara'da yaşamaya razı edile
bilir ve burada başkentin çok dikkatli gözleri altında
Nazım «ehlileştirilirdb belki.
Hapishanede heraat gününü dört gözle bekleyen
Nazım Hikmet «karamsar olmamaya çalışmalı» diyor
du. Dört kişilik bir koğuşta idi. Koğuşun tek penceresi
263
bir hayli yüksekti. Oradan süzülen ışık odayı zaman
zaman aydınlatıyordu. Koğuşta kaba siyah sakallı bir
!smail Ağa vardı. Bir de yalan yere yemin etmekten
ceza giymiş Hafız Hoca, !smail Ağa, hapishanede de
ağalık satıyor, yüksek ayaklı başlı karyolasının yaldız
lı demirlerine bakarak böbürleniyordu. Nazım bu bö
bürlenmenin sonunu getirmek için yaldız boyası aldır·
mış ve inadına, Hafız Hoca'ya caka satan !smail Ağa'
nın karyolası gibi Hoca'nın karyolasını kendisi büyük
bir özenle boyamaya koyulmuştu. Yaldızla boyama işi
Nazım'ın vaktini alıyor, !smail Ağa'nın övünme aracı
nı yok ettiği için de kıs kıs gülüyordu. tiçüncü hüküm
lü Yusuf da, Nazım'ın bu uğraşısına yardım ediyor, «kır
gururunu Ağanın, kır» diye Nazım'ın yanında ve safın
da yer a,lıyordu.
Sonunda Nazım, 25 Ekimde yargıç huzuruna çıka
rılarak duruşma başladı. Gazeteciler, Nazım'ın dönü
şüne ve yargılanmasına önem veriyordu.
264
Nazım Hikmet, karşılaşması muhtemel tehlikeleri
hesap ederek, soruyu cevaplandırırken kelimelere önem
veren bir dikkatle:
«Ben, dedi, Marksizmin ve komünizmin yalnız ve
edebiyattaki görüntüleriyle ilgiliyim.»
Basın mensuplarının soru dolu bakışlarıyla karşı
laştığı için sözlerine devam etti:
«Rusya'da sırf edebiyatıa uğraştım. Bir çok edebi
cemiyetıere girdim. Şimdi de bu sıfatı muhafaza edi
yorum. Orada Türkçe çıkan edebi dergilerde yazılarını
vardır. Bundan başka Rusça ve Ukrayna dilinde çıkan
mecmualarda yazılanın t ercüme edildi. Ufak bir yazım
Moskova'da filme alındı. Birisi de kabul edilmek üzerey
di bilmem ne oldu... »
Bir muhabir atıldı:
«Pekiy, mademki orada yazıyor, yazılarınız filme
alınıyordu, buraya niçin geldiniz?»
Nazım Hikmet, Türkiye'ye niçin geldiğini iyi bili
yordu. Hindistanlı Safter arkadaşının da Moskova'yı bı·
rakıp niçin Hindistan'a pirinç tarlalarında çalışan halk
arasına döndüğünü de iyi biliyordu. Bu soruyu biraz da
heyecanlı olarak cevaplandırdı ve:
«Buraya, bilhassa halk, işçi ve köylü edebiyatıarını
neşretmek için geldim. Burada sol kanat adıyla bir mec
mua çıkaracağım.»
Akşam gazetesi muhabiri hemen sordu:
«Bu adı seçmenizin nedeni nedir?»
Güldü Nazım. Biraz bilgi vermek istedi işçi edebi
yatından:
«Rusya'da dedi, edebi bir mektep vardır. tsmine sol
cenah derler. Bunları fütürist diye anlamLŞlardır. Hal
buki sol cenahçılık, konstrüktüvizmdir. Ben bu rnekte
be mensubum. Bunun ya ygınlaşmasını istiyorum.»
265
Duruşma uzun sürdü. Aralık ayının 22 'sinde son
celsede karar verildL Anadolu Ajansı 23 Aralık 1928
günü olup bitenlem basma aşağıdaki haberde duyurdu :
«Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, komünistlikten
maznun (sanık) Nazım Hikmet ve refiki (arkadaşı) ts
mail'in (Laz !smail) muhakemelerini neticelendirmiş
tir. Nazım Hikmet'in Aydınlık mecmuasında yazmış ol
duğu şiirlerin cürüm teşkil eder mahiyette (nitelikte)
olmamasından ademi mesuliyetine (sorumlu tutulma
masına) ancak, !stanbul Ağır Ceza Mahkemesinde her
ikisi hakkında verilmdş olan üç ve dörder ay mahkum i
yet kararı ile üzerlerinde eşhası, ahare (başkasına) ait
pasaport zuhurundan (çıkmasından) dolayı Rize Mah
kemesince haklarında verilmiş olan üçer gün hapis ka
rarının içtima-ı ceraim (suçları birleştirme) kaidesine
tevfikan (ilkesine uyularak) bu mahkumiyetıerine zam
ile (eklenerek) Nazım Hikmet'in üç ay üç gün, ısmail'in
dört ay üç gün müddetıe (süre ile) hapislerine ve tari
hi tevkiflerine nazaran ( tutuklandıkları tarihe göre)
ikmali müddet eyledikleri anlaşıldığından (ceza süresi
ni tamamladıklarından ) sebebi aharle (başka bir ne
denle) mevkuf bulunmadıkları takdirde tahliyelerine
(serbest bırakılmalarına) kabili temyiz olmak üzere
(Temyiz yolu açık olarak) vicahen (yüzlerine karşı) ve
müttefikan (oy birliğiyle ) karar verilmiştir.»
Nazım Hikmet serbest kaldıktan sonra Ankara ba
sın çevreleri ve özellikle Şevket Süreyya, ünlü azanın
Ankara'da kalması için yoğun bir çalışmaya girdiler.
Bazıları, Nazım'ı halk şiirinin kaynaklarına inme
si için Halkevleri gibi bir kültür kurumunda !ktidar Par
tisinden maaşa bağlanıp Anadolu'da dolaşmasını salık
veriyor, bazıları da o zamanki parti organında edebiyat
la uğraşan bir basın mensubu olmasının yararlarını sa
yıp döküyordu. Nazım hiç bir etkiye kapılmadan adeta
266
kaçareasma Ankara'yı bırakıp, ıstanbul'a geldi. Bura
da hemen şunu belirtmek yerinde olur ki Nazım'ın ge
rek !stiklal Mahkemesinde, gerekse ıstanbul Ağır Ceza
Mahkemesinde gıyabında verilen kararlar ve o duruş
mada sanık olarak bulunanlara ait suçlamaları ve sa
vunmaları içeren dosyalar ıstanbul Adiiye Sarayı yan
gınında kaybolmuştur. Nitekim Dr. Fahri Kurtuluş'un
bir sözlü sorusu üzerine Adalet Bakanı 1 Nisan 1949
günü Meclisin o günkü toplantısında bunu açıklamış
tır. Bakanın Meclisteki açıklamasına göre; 36 dosya ıs
tiklal Mahkemesinden Adalet Bakanlığınca istenip alın
mış, dosyayı isteyen mahkemelere göndermiş, bu sırada
çıkan Adiiye Sarayı yangını, tarihi dosyaları kül et
miştir.
Ancak basma geçen haberlerden anlaşıldığın a gö
re, aralarında Nazım Hikmet'in de bulunduğu sanıklar
16 Ocak 1928 günü ıstanbul Ağır Ceza Mahkemesinde
yargılanırken halkın ilgisi çok fazlaydı. 48 kişilik sanık
kafilesinde herkes Nazım Hikmet'i arıyordu. Fakat Na
zım ve d avaya dahil edilen öteki sekiz kişi sanıklar ara
sında yer almamıştı. Sanıkların elleri kelepçeli idi. Bu
durum, hem halk arasında hem de basında hiç de iyi
karşılanmadı. Kararı dinlemek için gelenlerin pek çoğu
işçiydi. Başörtülü kadınlar dikkati çekecek kadar faz
Iaydı. Karar hep mahkO.miyetle sonuçlanınca mahke
me salonunu ağır bir sessizlik kapladı. ışte kamuoyun
da değişik etkiler yapan ve Nazım'ın ısrarla arandı�ı
duruşmadan uzun bir süre sonra Nazım tstanbul'a dön ·
müştü.
267
1ÇtNDEK1LER
Giriş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5
I. Geniş Bir ünlüler Ailesi . . . . . . 13
II. Nazım Hikmet'in Çocukluğu 37
III. Nazım Hikmet'in tık Şiirleri . . . 59
IV. Nazım Hikmet'in Anadolu'ya Geçişi . . . 75
V. tki Arkadaş Ankara'da . . . . . . 97
VI. tki Arkadaş Bolu'da . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 112
VII. Sovyet Rusya'ya Yolculuk . . . . . . . . . . . . . . . 125
VIII . Nazım'ın Evlenmesi ve Yeni Şiir Tekniğini
Bulması, Son Durak : Moskova . . . 143
IX. Nazım Hikmet'in Yeni Şiirleri . . . . . . 154
X . V. t. Lenin ve Nazım Hikmet . . . . . . . . . 163
Xl. Nazım'ın tç Dünyası ve Si - Ya - u . . . 173
XII. Nazım Moskova'dan Yurda Dönüyor 196
XIII. Nazım tzmir'e Geçiyor ve Gizleniyor . . . 207
XIV. Nazıım tkinci Kez Sovyetler'de . . . . . . 221
XV. Udelnaya'daki Görüşme . . . . . . . . . . . . 228
XVI. Nazım Hikmet'in tık Duruşması . . . 240
XVII. Nazım'la Vala Leningrad'da . . . . . . 246
XVIII. Nazım Ankara'da . . . . . . . . . . . . . . . . .
. 251
Kapakteki resim Nôzım H i kmet'in annesi
Cel i le Hanı m'ın yaptığı yağ l ı boya tablodur.
Büyük Türk Şairi Nazım Hikmet artık konuşamaz. yazamaz. tartışamaz, resim ya
pamaz mektup gönderemez. Ne hakkındaki yalanları okuyabi l i r , ne çirkin i d d i a l a Fı
duyabilir. ne de b i nl e r ve binlerle övgüyü, begeniyi, hayranlığı öğrenebilir.
3 Haziran 1 963 saba h ı , gülen mavi gözleri açılmayacak şekilde ka pandığı i c i n
Nazım H i kmet s o n sözünü söylemiş b ı r b ü y ü k şair ola rak o n u sevenlerin gönül le
rinde, onu anlatan kitaplard a , sanat dergilerinde ve anılarda yaşıyor. Nazım açısm
dan her şey bitmiştir, her şey sonuna g e l mişti r . Bitmeyen . sonu gelmeyen tek şey ,
adının, yapıtlarının ölmezliğ idir.
Pek çok belgeye sahip bir yazar olarak bu yapıtımızda daha önce hiç b i r kitapta
yer almaya n , bilinmeyen, ya da bilindiği halde belgesi e d i n i lemeyen olayları g ü n le
rini, hatta saatlerini ve belgelerini vererek b i r araya getirmeye çalıştık. Böylece Na
zım H i kmet hakkında sanırız en derli toplu çalış mayı okurlara sunmayı başa rabi l d i k .
Ş a i r v e ı>iyes yazarı, r omancı, fıkracı N a z ı m H i kmet hakkında bu c i ltler. okurları
geniş ölıyüde tatmin edecek niteliktedir i n a n c ı ndayız. Nazım H i kmet, çok daha deri i
top l u , çok daha sağlam incelemelerle yaşayacak, dünyamızın önde gelen onurlu şa
i rlerinin i l k srrasındadır.
Nazım hakkınd a inceleme, araştırma çalışmalarına 1 94 3 ' t e başlamışt ı m . Nazım
dan bilgi istemişti m. Nazım da bunu Kemal Tahir'e yazdığı bir mektupla bildirmiş,
Kemal Tahi r ' i n bana bilgi vermesini önermişt i . Nazı m ' ı n o mektubu Kemal Tahir le
de mektuplaşıp arkarl::ışlık kurmamıza yardı m etti . O tarihlerde başlayan aiaşt ı r r.ı a ,
kitaplıklarda d e r g i ciltlerini karıştırma, y a z ı l a n l a r ı kopye e t m e , m a h keme dosyaları
için bazı tanıdıklar dracılığıyla dosyaları günde b i r iki saat okuya okuya k o n u n u n
ozetini a l m a . belgeleri e l e geçirme çalışm a larını sürdürme, 1 950 aff ınaan s o n r a N a
zım ' la y ü z yüze sohbetler, anlatılanları not etme l e r , N a z ı m ı n dcstiarı . l e y a k ı n l ı k k u
rarak b i l g i e d i rı m e l e r yıllarca sürd ü .
Tarihe i l k elde en önemli belgeleri, bilgi leri veret>ildiğimizi sanarak çileli b i r ya
şamın başka bir bölümünü yazmak i ç i n N a zı m ' ı n anısı önü nde saygı ile e ğ i l iyoru z .
KDV Dahil
2 1 00 Lira