Professional Documents
Culture Documents
inkılâbı ikmâl etmek [tamamlamak] lâzımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben, bunu
yapacağım. 0 zaman için, düşündüklerimi size kısaca anlatayım: Bugünkü, Osmanlı
imparatorluğu’nun yüksek sayılan kumandanları, benim için yoktur. Ordu kumanda
sicilleri için, ben son limit olarak, binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük
kumandanları bunlar olmak gerektir. Sicil defterlerinin binbaşıya kadar olanlarını
muhafaza edeceğim, üst tarafını yaktıracağım.”
6
Arkadaşlarından biri, bu söz üzerine buna itiraz ediyor ve bu büyük tasfiye
işinin nasıl yapılabileceğini anlamak istiyor. Mustafa Kemal’in cevabı şudur:
- Evet binbaşıdan yüksek olanlar aybaşında, benim teşkil edeceğim bürolara
gelip maaşlarını istedikleri zaman, büro şefleri defterleri tetkik ettikten sonra, “Efendim
defterde sizin isminiz yoktur, sizi tanımıyorum” diyeceklerdir.
Mustafa Kemal’in arkadaşlarından biri soruyor:
- Bundan sonrası ne olacak?
Mustafa Kemal, tereddüt etmeden, şu cevabı vermiştir:
- Bundan sonra ne olacağını, yapacağımız inkılâp gösterecektir.
Ve sözlerine devam ederek bana kât’i bir ifade ile:
- Evet inkılâp yapacağız. Bugüne kadar yapılan inkılâp, kâfi sayılmaz.
Fazlasını yapacağız. Memleketi binbir akılsızın eline ve keyfine bırakamam. Bu çok
adamların yerine, birkaç kafa ile iktifa edebilirim : Mesela Kâzım (Özalp) Köp- rülü’yü
Harbiye nâzırı yapacağım. Nuri'yi (Conker) Kumandan ve idare şefi yaparım. Fethi’yi
(Okyar) yeni inkılâpçı Türkiye’nin mümessili sıfatıyla Avrupa’ya gönderirim...
Sofrada hazır bulunan öteki arkadaşları, derhal soruyorlar:
-Ya bizleri efendim?
Mustafa Kemal şu cevabı veriyor:
- Sizler de göstereceğiniz değer, faaliyet nisbetinde birer vazife alırsınız.
Sofradaki arkadaşlarından biri, Nuri (Conker), M. Kemal’in istikbali ku-
caklıyan bu sözlerine, ahenkli bir kahkaha ile gülüyordu. Mustafa Kemal, kahkahasını bir
türlü yenemiyen, bu arkadaşının sükûnet bulmasına intizar etti [bekledi] ve sonra ona
sordu:
- Niçin gülüyorsun?
Gülen arkadaşı cevaben:
- Seni düşünüyorum da, onun için... Bütün bu işler içinde sen ne olacaksın?
Mustafa Kemal, bu suale sarih cevap vermeden, yalnız şu umumî cümle ile
karşılık vermiştir:
- Ben mi? Ben de sizleri o makamlara koyabilen olacağım.1
8
3) Fikr-i taarruz, s. 67 - 78 [67-73].
4) Kendiliğinden iş görme (bidat-ı zâtiye) ve mesuliyeti deruhte et-
mek. s. 78 - 101 [74-87],
Nuri Conker bu fasıllarda askerî kanunnameler ve çeşitli talimna-
melerin maddelerini alarak üzerlerinde durmuş ve onlara dayanarak
açıklamalar yapmıştır.
Bu, Nuri Conker’in hayatında yazdığı tek eser olmakla beraber,
Atatürk’e bir kitap yazdırmaya sebep olduğu için çok değerlidir. Kitap,
açık ifadelerle yazılmış ve her mesele üzerinde hassasiyetle durulmuştur.
Atatürk’ün Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal kitabı Sofya’da 1330 [1914]
yılında yazıldığı halde “Bazı takyidattan dolayı tab'ı bugüne kadar
teehhür etmiştir” diye kaydedilmiştir. Minber matbaasında 1334’te [1918]
İstanbul’da basılan bu kitabın ilk sahifelerin- de sağ köşede M. Kemal’in
madalyon içinde bir asker resmi vardır ve imzası da “Sofya Ataşemiliteri
Erkânıharbiye Kaymakamı M. Kemal” yazılıdır. Diğer köşede
“Erkânıharbiye Binbaşısı Mehmet Nuri Bey’e” ibaresi konmuştur.
Broşür, 32 sahifedir, 6 bölüme ayrılmıştır. İçinde altı tane resim vardır.
İlkinde M. Kemal, Nuri Conker’le sakallı olarak Afrika’da Trablus Garp
muharebesindeki kıyafetleriyledir.
M. Kemal : Derne Kuvvetleri Kumandanı
M. Nuri : Umumi Bingazi ve Havalisi Kuvvetleri Erkânıharbi-
ye Reisi
Diğer beş resim Derne’de çekilmiş grup halindekilerdir. Atatürk
yazılarına şu cümle ile başlıyor :
“1329 senesi kışında Birinci Fırka zâbit ve arkadaşlarına verdiğin
konferansların tevhidinden vücut olan Zâbit ve Kumandan’ı, bu senenin
Mayısında okuyabildim.” (Nuri Bey’in eseri, kitabın kapağında da
kaydedildiği gibi Nisan ayında basılmıştır.) “Bu güzel ve kıymetli eserini
okumakta birkaç gün geç” kaldığını esefle kaydeden Atatürk, arkadaşının
kitabından çok duygulanmış ve onu beğenmiştir. Sıra ile satır satır, hattâ
aynen cümleler alarak izah ediyor ve kendi fikirlerini ekliyor. Fakat
bazen de tamamen kitabın muhteviyatını bırakarak Nuri Conker’le
beraber takip ettikleri manevralardaki kumandan ve zâbitlerin
durumlarını ve bilgisizliklerini acıklı bir surette tasvir ediyor. Atatürk’te
Balkan Harbi’nin acıları çok derin ve büyüktür. Doğduğu, büyüdüğü
Selânik’in düşmana hibe edildiğini Afrika’da duyduğu vakit ne kadar
9
elemli günler geçirdiğini burada hatırlatıyor. Sonra yine Nuri Conker’in
kitabına dönerek hasbıhaline devamla diyor ki: “Ne garip halet-i
ruhiyedir? Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten ziyade kendi
cerihalarını açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri, adeta seni dinlemekte
olduğumu unutarak ne derin yaraları karıştırmaya başladım. Fakat merak
etme, işte kitabını bıraktığım noktadan takibe devam ediyorum.” (s. 11)
[bu baskıda s. 8],
Atatürk, Nuri Conker’in kitabının her bölümü üzerinde ayrı ayrı
dururken kendi fikirlerini verdiği misallerle de zenginleştirerek o kadar
güzel yazıyor ki, âdeta bu cümleler istikbalin müjdelerini içinde
barındırmaktadır. Bazı cümlelerin altları da çizilmiştir. Mesela:
“İnsanlar; ancak emelleri, fikirleri teşhis ettirilerek sevk ve idare
olunabilir’’'’ diye yazdığı cümleyi ismini vermediği bir filozofa atfet-
mektedir. (s. 17) [bu baskıda s. 13],
Bu ifadelerden ve kendisinin sonraları anlattığına göre şu meydana
çıkıyor ki, Atatürk Sofya’da, yeni yeni kitaplar okumakta ve onların
üzerinde durmaktadır. Mesela istikbalin devlet kurucusu ve inkılâpçısı şu
suali yazdığı zaman acaba ne düşünüyordu:
“Şimdi, bizim sevk ve idare edeceğimiz insanların emelleri fikirleri,
ruhlarında meknuz hassaları nedir? Biz, kumanda edeceğimiz insanların
hangi emellerini şahıslarımızda tecelli ve tecessüm ettirerek onların
kalplerini, onların itimatlarını kazanacak ve onlara manevî kuvvetler
ilham vesaitini tâyin edeceğiz?”
Dördüncü başlık Ruh-î Taarruz’dur. Bu kısımda Japonlardan örnek
getirerek bu fasla cevap vermiş oluyor.
Atatürk’ün en çok üzerinde durduğu bölümün İnisiyatif başlığı al-
tındaki yazılardır.
Bu kelimenin izahı “kendiliğinden hareket ve iş görme”dir. Bölüm
başlı başına bir fikir muhassalasıdır.
Mustafa Kemal’in bu kitabının son faslı (6) Sirenayik Harbi ile ilgili
örneklerdir:
“Bizim Sirenayik’te kumanda ettiğimiz kuvvetlerin eczasında, kuvve-ı
mânevîye, fikr-i taarruz ve inisiyatif evsaflarının mevcut olduğundan
bahsedilmiştir” diyor. Fakat buna derhal cevabı Afrikalılarda bu sayılan
vasıfların fiil halinde gösterilebilmesi, Türkiye’den gidenlerin orada başa
geçmeleriyle meydana çıkabilmiştir.
10
Atatürk, bu küçük kitabında okunduğu zaman görüleceği gibi çok
meselelere temas etmiştir. Burada yeni harflerle okuyacak olanlara eski
harflerle basılmış kitabın kısa bir tasvirini yapmış oldum. [...] Fenne, ilme,
insan kudretine büyük değer veren Atatürk’ün bu kitabındaki şu cümlesi
ne kadar çok şey ifade etmektedir:
“İnsanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve bu fikirleri teşhis ve
tamim eden kimselerdir. ”
Bu küçük kitap, XX. asrın milletçe ve dünyaca büyük adam tanıdığı
Atatürk’ün hayatının belirli bir devresinde fikrî çalışmalarını aksettirmesi
bakımından çok önemlidir.
O, okumuş, öğrenmiş ve öğretmek için de yazmıştır.
11
Yazan : Kurmay Binbaşı
Sofya Askeri Ataşesi Mehmet Nuri Bey’e
Kurmay Yarbay M.
KEMAL
12
Bu kitap 1914 yılında yazılmıştır. Bazı bağlayıcı nedenlerle basılması
bugüne kadar gecikmiştir.
M. Kemal
1
Sofya - 1914
13
Ve gerçekten de önsözündeki, “Önümüzde, acılarım gözümüzle
gördüğümüz ve kalbimizle hissettiğimiz, felaketle sonuçlanmış bir savaş
vardır” ifadesiyle düşüncelerimize ve duygularımıza bir demlenme alanı
açıyorsun.
Ben bu düşünsel keder ve vicdani hüzün ile başlangıç bölümünü takip
ederken, savaşın, “Askerlik sanatının öğrenilmesinde yardımcı olan araçların
en gelişmişi, en gerçeği” olduğunu ve Savaş Hizmetleri Yasası’nın özel bir
maddesini de tanık göstererek; çeşitli rütbelerdeki komuta sahiplerinin
iktidar ve yetkinliklerinin artmasına hizmet eden barış zamanının araç ve
fırsatları ile, bizzat savaş ve onun koşulları ile gerektirdikleri arasında
yaptığın karşılaştırmayı ve bulduğun dağlar kadar farkı onayladıktan sonra,
“Ordumuz subaylarının büyük bölümünün savaşta bulunmuş olması
dolayısıyla, bunca ateşleri kalbimizi yakmış olan bu son savaş, bize mesleki
açıdan yarar sağlamaktan geri kalmamıştır” noktasında durdum ve biraz daha
düşündüm.
Senin vardığın bu sonuçlara katılmak ya da katılmamakta, net olmayan bir
yargıya varmanın aczi içinde kaldım.
Zihnim belirsiz hükümlerle kararsızlığını gideremeden, gözlerim daha
sonraki satırlara aktı.
Bir ordunun barışta izlemesi gereken c'iddiyetli çalışma ve bu çalışmayla
pekiştirilen bilimsel birikimin, zamanı gelince, başarı sağlayacak biçimde
uygulanması için şerefli askerlik mesleğini yürütenlerin sahip olmaları
gereken manevi nitelik ve yeteneklere ait sözlerini de müthiş bir darbe takip
ediyor: “Ordumuzun son Balkan Sava- şı’ndaki kederli yenilgisi acı bir
gerçektir. Hayal kırıklığına uğranıldı.”
Evet, pek acı bir gerçektir. Fakat senin de anlattığın gibi bu uğursuz
gerçeğin bilincine varanlar da vardı. Ve bence bilincine varmamak için ya
gafil veya cahil olmak gerekirdi.
Selanik’te, 30 Haziran 1911’de kolordu komutanına sunulan resmi bir
raporun bazı noktalarını -ibret almak, geçmişteki derin uykumuzu şimdi ve
gelecekte sürdürmemek için- hep beraber bir daha gözden geçirelim:
Madde 1: ...Bundan dolayı, acemi eğilimi dönemi, bir sonuç elde edilmeden
kesilmiştir.
2: ...Denetleyeceği eğitim devresinin sonucunun ne olması ve nasıl olması
gerektiğinden haberi yoktur.
14
3: ...Tümen komutanı, birlikler karşısında aldığı seyirci duruşu ile ... orada ol-
mamasının doğuracağından daha zararlı duygular uyandırıyor... Görevini bilmiyor.
4: Alay ve tümen komutanının eleştiri getirme ve teftişlerdeki bilgisizlikleri, su-
baylarda hayret, gizliden gizliye alay ve güvensizlik duyguları uyandırıyor.
5: Böyle düşünen ve bu kadar bilgiye sahip alay ve tümen komutanlarının bugünkü
askeri gelişmelere uygun olarak yetiştirilmesi zorunlu olan birlikleri yetiştiremeyecekleri
ve onlara emir ve komut veremeyecekleri; gerektiğinde yönetemeyecekleri ve
yönlendiremeyecekleri, kuşku ve duraksama kabul etmez açık gerçeklerdendir.
Bu noktadaki gerçekleri görüp de söylememek ise ordunun işlemezliğine, değersiz
kalmasına, savaşta vatanı kurtarmak için talep edilecek önemli görevleri görememesine
gönül rızası göstermektir ki; bu ihanet olarak adlandırılır.
6: Bu duruma bir an önce çare bulmaya girişmek, her namus ve vicdan sahibinin
görevidir.
Emir ve kumanda yetkisine sahip olmayanların bu konuda yapacakları, gözlem ve
araştırmalarını yürütme yetkisine sahip olanlara sunmaktır.
Uygulama gücüne ve makama sahip olan kişilerin, acıma zayıf kalpliliğine kapılarak
ordunun güçten düşmesine yardım etmeleri...
15
beyaz bant vardı. Biz hakemdik. Bizden daha büyük hakemler de vardı.
Ne hüküm verilmişti?
Bunu söylemeden önce ne görülmüş olduğunu hatırlayalım.
Sözgelimi, Mavi Kolordu’nun sağ kanadında hareket eden bir tümen
komutanından, tümenine verdiği emrin ve tümenin bulunduğu durumun
bildirilmesi -sorma yetkisine sahip birisi tarafından- rica edildi.
Tümen komutanı, böyle bir soruya muhatap olmamış gibi, atının üzerinde
suskun ve fazlasıyla sakin ve dilsiz duruyordu.
Biraz bekledikten sonra birinci sorunun cevabından vazgeçilerek, kolordu
komutanından alınan emrin anlamı soruldu; yine cevap yok! Sebep?!..
Sebep, aldığı emrin anlamını kavrayamamıştı.
Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imzaladığı emrin neden ibaret
olduğunu bilmiyordu.
Sebep? Çünkü görünüşe rağmen, o tümene o komuta etmiyordu.
Sebep, edemezdi...
Ya böyle verilen emri anlamadan kabul eden alay komutanları? Evet, bu
merakı gidermek için tümen komutanının yanından ayrılarak, ‘Karıştıran’
yönünde yürüyen alaylara katıldım.
Bir alay komutanına, beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica ettim.
“Şimdi” dedi. Ceplerini karıştırdı. Ceketinin iç cebinden iki buruşuk kâğıt
çıkardı. “İşte, iki yazılı emir,” dedi, “birini gece aldım; birini sabahleyin.
Henüz ilk emrin gereklerini tamamen yerine getiremediğimiz için ikinci
emrin hükümlerini uygulamaya başlamadık...”
Bu emirleri gözden geçirdim. İkincisi, birincinin hükmünü geçer-
sizleştiriyordu. Fakat alay komutanı hâlâ, “Önce birinciyi ve sonra İkinciyi”
diyordu.
Niçin?
Çünkü, alay komutanı, numara sırasıyla uygulamayı düşündüğü emirlerin
ne birincisini ve ne de İkincisini anlamıştı. Oysa alayı gidiyordu. Ama
nereye ve niçin?! Bunu, alay komutanının kendisi de bilmiyor; alayını
izleyen hiç kimse de bilmiyordu.
O halde, nereye gidiliyordu?
Bu gidiş, elbette felakete, utanca doğru bir gidişti...
Hareketlerini sonuna kadar izlediğim bu tümenin, gece olduğu zaman
uğradığı sefaleti, kıtalarından bazılarını kaybederek çektiği ıstırabı, ertesi
günü karşı tarafın topçu ve piyade ateşi altındaki perişanlığını tasvir etmek
16
istemiyorum.
Yalnız, açıklamak isterim ki, bu ve bunun gibi asker yığınlarının o
gidişlerinin mutlaka felakete, mezara doğru bir gidiş olacağına hükmetmek
için, pek keskin akla vurma yeteneğine sahip ve pek fazla uzak görüşlü
olmak gerekmezdi.
Biz, o zaman kararımızı vermiş, vicdanımızın sesini en yüksek perdeden
en büyük kulaklara işittirmek kararlılığında bulunmuş ve, “Bazı noktalara
dikkat çekmeyi ve bu konuda uyanık olmanın sağlanmasını vicdan görevi
sayarız” demiştik.
Ve demiştik ki, “Bir kıta ve özellikle de subaylar kurulu, yalnız iyi örnek
olacak rehberlerle yetiştirilir...”
“İnsanlarda saygı göstermenin, itaat ve boyun eğmenin kendiliğinden -
maddi anlamda değil, manevi anlamda üstün olanlarda- görülmesi, insan
ruhunun gereklerindendir.”
Ve demiştik ki, “Orduda yaşamanın zorluğu olan ve birçok geleneğe bağlı
olarak gelişip olgunlaşabilen askeri disiplin duygusunu, bugün Osmanlı
ordusu subayları arasında gerçek düzeyiyle görmeyi istemek, insani ruh
hallerini bilmemektir. ”
Ve rica etmiştik ki, “Bugün için girişilecek iş; kayıtsız ve hiçbir şeye göz
yummadan, nitelik ve iktidar sahibi olmak yeteneği gösterenlerden bir
Komuta ve Subay Kurulu oluşturmak olmalıdır.”
Ve açıklamıştık ki, “Ancak bilgili, iktidar sahibi, etkin, girişimci ve yetki
sahibi bir ordu müfettişinin denetimi altında bilgisiz, ordunun talim ve
eğitimindeki amaçtan habersiz kolordu ve tümen komutanları
barınamayacaklan gibi... Böylece, ancak gereken niteliklere sahip kolordu
komutanlarının kolordularında; dinlenmeye muhtaç olan ve zararlı bir
heykel halini almaktan başka orduya iyiliği olmayan tümen ve alay
komutanları, kabul görmez ve bunların tembelliklerine göz yumulmaz...”
Şiddetli gibi görülebilecek olan bu uygulamanın akla gelebilen sa-
kıncalarının birer çaresi de gösterildikten sonra;
“Genel olarak iyi ordularla iyi komutanları birbirinden ayrılmaz şeyler
olarak görmek için vakit kaybetmeye gerek olmadığı gibi, durum da buna
izin vermez” dedik. Ve en sonunda hatırlattık ki, “Ordunun esenliğini
vicdanen düşünen namus ve ahlak sahipleri ikiyüzlülükten uzaktır. Üstün
ahlak sahibi olanlar çoğunlukla barış ve güvenlikte, gönül okşayıcı bakışları
üzerlerine çekmekten çok, bu tür şeyleri önleyecek biçimde konuşurlar.”
17
Sonra ne olduğu sizce de bilinir. Denildi ki, bu yükselen feryadın anlamı
yoktur. Bu aşırı çaba gereksizdir ve belki de bir cinnettir!...
Yok... Yok... O feryat cinnet eseri değildi; o feryat bugünkü felaketi vicdan
ve akıl gözü ile görebilmekten kaynaklanan ıstırapların tepkileriydi. Ve...
Gerçekte, bir gün Sirenayik harekâtının meydanından Balkan yangınına
koşarken...
Bir gün Afrika sahilinden beni vatanıma ulaştıracak yolların kapanmış
olduğunu görürken...
Bir gün, işittim ki, vatanım Selanik ve orada anam, kardeşim, bütün akraba
ve hısımlarım, -içyüzlerini anlattığım için vatanımdan kovulduğum kişiler
tarafından- düşmana bağışlanmıştır.
Ne garip ruh halidir. Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten çok,
kendi yaralarını açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri; âdeta seni dinlemekte
olduğumu unutarak ne derin yaraları karıştırmaya başladım. Fakat merak
etme, işte kitabını bıraktığım noktadan okumaya devam ediyorum...
“Savaşta bütün işleri, sadece direnişin ve kahramanlığın göreceği fikri
anlaşılmasın” demeyi gereksiz görüyorsun!
Ben, bunu demeyi bizim için gerekli görüyorum. Birlikte tanığı olduğumuz
bir iki manzarayı burada sana hatırlatacak olursam, senin gereksizlik-
gereklilik sorununu aşarak, bunu yerine getirilmesi gereken yüce bir emir
olarak kabul edeceğinden şüphe etmem.
Sözgelimi; senin yaralandığın bir muharebede, sağ kanat alaylarından
birinin cesur komutanı, düşman topçu ateşi altına girdiği sınırdan, Doğan
Arslan sırtlarında, düşman piyadesinin yoğunlaşan ateşi altında, alayının geri
dönüp kendisini yalnız bıraktığı noktaya kadar daima kılıcı elinde ve kendisi,
avcı hattının önünde bulunmuştu. Bu cesaretin hayranıyım; fakat ne yazık ki
bu cesaret ve kahramanlık, alayın zafere ulaşmasını sağlayamadığı gibi
dağılmasına da engel olamadı.
Ortaya çıkan bu tavır ve hareketlere karşılık, alay topçu ateşi altında,
amaca ve araziye uyumlu olarak açılsa ve daha sonra yayılsay- dı... Ve
ardından kendisine ayrılan cephede taarruz ve hücum edebilse; komşu
kıtalarla bağlantı sevk ve idare edilerek korunsaydı... Ve bunun için elde
kılıç yerine dürbün bulundurulsaydı... Ve gene avcı hattının önünde değil,
alay ihtiyatının yakınında durumu görecek ve ona hâkim olunacak noktada
bulunulsaydı... Ve ancak halin, vaziyetin, sanatın bütün gerekleri ve
önlemleri yerine getirildiğinde sükûnet ve dayanıklılık korunduğu halde
18
aniden beliren uğursuz bir nedenden dolayı alayının yüzgeri ettiğini gördüğü
anda, kılıcını çekip, atını dörtnala sürüp düşmanın şarapnellerini,
mermilerini hiçe sayarak, geri dönen avcı hatlarını çiğneseydi... Ve bu
suretle alayını durdurup tekrar düşmana yöneltseydi... İşte o zaman, bir alay
komutanına yaraşan cesarete yüce bir örnek gösterilmiş ve Osmanlı tarihinin
kahramanlığa dair bölümünde altın bir sayfa yaratılmış olurdu.
İşte böyle bir cesaretin kurbanı olan alay komutanının adına heykel
dikmeye Cenab-ı Peygamber de razı ve ümmeti tarafından “Hel yeste-
vi'llezine ya'lemûne ve'llezine tâ ya'lemûn” [hiç bilenle bilmeyen bir olur
mu?] kavramına fiili bir iman gösterilmiş olmasından, ruhen hoşlanırdı.
Sen “Mertliğe yakışır seçkin huylar ve fedakâr bir ahlak anlayışıyla
taçlanmayacak olan bilimsel birikimin dahi başlı başına amaca ulaşmayı”
sağlayamayacağını iddia ediyorsun. Bu iddianda ne kadar haklısın...
Hatta, ben, senin önermeni tersine çevirerek iddia ederim ki:
Asıl olan mertlik ve özveridir!
Bunlar, yani karakter, bilimsel ve teknik birikim ile desteklenmese bile
büyüklük kaynağıdır. Ancak her zaman emin, ideal sonuçlar vermez.
Talimnamelerin, “Savaşın subaydan istediği ruhsal ve bilimsel yetkinlik
ile nitelikleri” verecek olan kısımlarının ve maddelerinin okullarımızda,
layık oldukları önem derecesinde iyi öğretilmemiş ve aşıla- namamış
oldukları hakkındaki ifadelerine aynen katılırım. Ve fakat, senin burada son
bulan önsözünü, ona birkaç satır daha ekleyerek biraz uzattıktan sonra o
kanıtlarla pek iyi pekiştirilmiş olan kendini hiçe sayma zeminini yoklayıp
inceleyeceğim.
Gerçekte Harbiye’deki öğrenim derecesi subaylığın asli görevlerini
subayın ruhuna sokacak derecede etkili değildi. Fakat, okul sıralarında, bu
konuda daha ciddi ve daha yaygın bir eğitim öğretim devri geçirilmiş olsaydı
dahi, istenilenin yine elde edilememiş olacağı inancındayım.
Çünkü bence, ilerlemeyi sağlayacak asıl okul, birliklerdir.
Bence askerlik sanatını asıl öğrenip uygulayacak gerçek öğretmen ve
eğitmenler, birbirinden yüksek olan komutanlardır.
Çünkü bence, Harp Okulu’ndan alınan diploma genç teğmenin, bölük
komutanı olan subayın eğitimi altına girebileceğim gösteren bir kanıttır.
Genç teğmen, sanatının asıl ruhunu, bağlandığı bölüğün erleri önünde,
bölüğün babası olan yüzbaşı ve daha büyük üstleri tarafından, iş başında
bulunarak öğrenecektir. Önce komutan olacaktır, bir takıma!... Ve sonra
19
komutan olmaya hazırlanacaktır, bir bölüğe! Ve işte böyle öğrenecek ve
sonra öğretecektir...
Ordu denen uygulamalı okulun, ancak böylelikle, makamına layık bölük
komutanları, makamına layık tabur, alay vs. komutanları yetiştirmesi
sayesinde; milletin evlatları bir sürü gibi değil, şanlı, şerefli insanlar olarak
şan ve şerefe yönlendirilebilir.
Buradaki eski bir anımı hatırlatayım: Seyahat için İzmir’den bindiğim
vapur Girit’ten geçerek Katanya’ya gidiyordu.
Girit’te, -orada bulunan Avrupalı kıtalardan birine bağlı- bir teğmen bindi.
Bununla tanıştık, ahbaplık kurduk.
Bir gün sonra -tekrar Girit’e dönecek olan bu teğmenle- Katan- ya’nın bir
gazinosunda buluştuğumuz zaman o, bana orada edinebildiği yeni bir takım
askeri eserleri gösterirken diyordu ki, “Yüzbaşım, son zamanlarda yeni çıkan
askeri eserleri izlemekte beni biraz ihmalkâr gördüğü için, adeta bana
kızmıştı. Mutlu bir tesadüfle, burada edindiğim bu kitapları ve benim onları
okuyacağımı göreceği zaman, kuşkusuz memnun olacak ve bana karşı bu
yüzden doğan kızgınlığı ortadan kalkacaktır.”
Bu teğmenin üstü olan yüzbaşının, subaylarını yetiştirmekte nasıl bir
bölük komutanı olduğu, bu teğmenin gözlerinden pekâlâ okunuyordu.
20
2
22
3
23
esin kaynağı olacak [hangi] araç- I lan belirleyeceğiz?
Ve insanlardaki, ancak hayal edilen amacın ve idealin bir araya gel- I diği
gözle görünmez özelliklere, görünür araçlarla mı hitap edeceğiz?
Herhalde askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görev ol- I duğu
gibi; öncelikle onlarda bir ruh, bir emel, bir kişilik yaratmak da I Allah’tan ve
Medine-i Münevvere’de yatan Cenabı Peygamber’den I sonra bize düşüyor.
Kuşku yok ki, bizim milletimizin kişiliği de bütün kişilikler gibi I
yükselmeye, istenilen biçime dönüşmeye uygundur. Fakat kendisi ol- I mak
koşuluyla!...
Eğer bizim kişiliğimize dışardan, bizim kişiliğimizden başka kişi- I
tiklerdeki etkenler tarafından bir biçim verilmek istenirse, bundan bi- I linen ve
belirli hiçbir biçim, hiçbir sonuç çıkamaz!..
24
4. Taarruz Ruhu
25
5. İnisiyatif
26
O halde, ne kadar durumla karşılaşmak ihtimali varsa, hepsini anlatalım
ve uygulayalım! Çok güzel, bunu yapmaktan geri durmayalım, fakat,
“Savaşta öyle durumlar ortaya çıkar ki, söz konusu durumlar lakkmda
genel bir öneride bulunmak bile mümkün değildir.”
Talimnamelerimizin bu gibi olağanüstü durumlar için öğüt ver- inesi bir
yana; talimnameler, asıl olarak içerdiği kurallar ve düzenle- inelerle, ancak
savaşta genellikle karşılaşılan basit taktik durumları Kapsayabilir.
Oysa komutanlar her durum ve andaki konuma karşı gereken önlemleri
duraksamadan ve hızla almak zorundadırlar.
Olağanüstü ve ansızın ortaya çıkan durumlara ilk temas eden, bir birliğin
en büyük komutanı değildir.
Büyük küçük her birliğin içinde, her subay ve her astsubay ve hatta her
er, nasıl hareket edeceğine dair, üstünden hiçbir emir ve hiçbir fikir
almadığı durumlar karşısında kalabilir.
İşte bu nedenledir ki, gerek komutanların ve gerek erlerin, bizzat düşünce
üreterek kendiliklerinden iş görebilecek nitelikte yetiştirilmiş olduklarına
ikna olmadan; bir askeri birliğin, bir ordunun güvenilir ve destek verebilir
bir güç olarak tanınması gaflettir, felakettir.
Bir kuvveti oluşturan insanlar, genel hayatları, düşünceleri, hareket
serbestlikleri ezilmemiş sağlıklı, neşeli erlerden ve subaylardan joluşursa;
böyle bir askeri birlikte düşünce üreterek “kendiliğinden iş görme” özelliği
fazlasıyla ortaya çıkar.
İtalya Muharebesi’nde Derne kuvvetlerine komuta ettiğimiz sürece, her
gün bu gerçeği kanıtlayacak birçok örnek gördük.
Gerçekte Derne kuvvetlerini oluşturan Bedeviler, yukarıda nitelen-
dirdiğim türden insanlar oldukları gibi, onların başlarına geçen subaylar
da -her şeye rağmen- düşüncelerini, hareket serbestliklerini ez- lirmemiş
gençlerdi.
İtalyanların şu veya bu yönde bir hareketleri, bir çıkışları haber ılınır
alınmaz, emir beklemeksizin her savaşçı tüfeğini kaparak toplanma yerine
koşar ve orada, emir verilmesi gecikirse yine kendiliğinden düşman
yönünde yola koyulur ve bu hareketini şöyle bir akıl yürütmeye
dayandırır:
Madem ki düşmanın bir hareketi sezilmiştir, çatışma ihtimali var
demektir. Savaşmak için düşmanı ordugâhımızda beklemek olmaz; onu
uzakta karşılamak daha doğrudur. Düşman az ise yetişebilenlerimiz onu
27
durdurur veya püskürtür. Çok ise bütün savaşçılar yetişince- ye kadar
düşmana ateş ederek onu oyalar ve gerekirse biraz geriye çekiliriz. Fakat
ileri gitmek, beklemekten iyidir. Hiçbir şey yapamazsak düşmanı görür,
kuvvetini anlar, merak etmekten kurtuluruz.
Bunların her biri, ileri veya geri harekette nereden ve nasıl gitmek,
nerede ve nasıl durup ateşe başlamak gerektiğini emir beklemeksizin
kendiliklerinden belirleyip uygularlar. Yeter ki onlara genel yön ve dü-
şünceler, doğru olarak gösterilmiş olsun...
Denilebilir ki -başka yerlerde olduğu gibi- Derne’de de bir yıl İtalyanları
yenen ve Derne’nin üç kilometre çevresi üzerinde kurdukları
tahkimatlarda onları hapseden güç, Osmanlı kuvvetini oluşturanların
kendiliğinden, İtalya ordusunu oluşturanlardan daha olgun, gelişkin
olmasındadır. Yoksa sayı, top, tüfek, savaş malzemesi ve tekniğin verdiği
üstünlükler dikkate alınırsa, Ortaçağdan kalma bir örnek olan Derne’deki
küçük birliğin, son yüzyıldaki bütün ilerlemelerin sonuçlarından payını
almış olan bir ordunun karşısında bir gün bile durmaması gerektiğini
kabul etmek gerekirdi.
Görülüyor ki, eldeki araç Ortaçağ’dan kalma olsa da; bunu oluşturan
bireyler, görülecek iş için adım başında bir emre, bir uyarıya ihtiyaç
göstermeden kendiliğinden hareket etme olgunluğuna ulaşmış bulunursa,
karşısmdaki bu özellikten yoksun kaldıkça -ilerlemeler dünyasının en
büyük kazanımlarına sahip olsa bile- zafere ulaşamaz!...
Tarih bile diyor ki, ordular, hemen hepsi gönüllü olan sağlam yapılı ve
yetenekli askerlerden oluştuğu zamanlarda, yani eski askerlik yönteminin
geçerli olduğu dönemlerde, ordularda inisiyatif o derece belirgindi ki;
üstler bu özelliğin yokluğundan değil, tersine aşırılığından kaygılanırlardı.
işin doğrusu, bir orduyu oluşturan bireylerin her birinin bizzat her işi
düşünmekte ve kendiliğinden yapıvermekte aşırıya kaçarsa,
28
gerçekten endişeye değer. Çünkü kendiliğinden görülen işler olumlu
olduğu sürece, ne kadar istenir ve beğeniyi hak ederse, amaca uymadığı
durumda da o ölçüde kınanmayı hak eder.
Oysa her hareketin amaca uygunluğu, her türlü durum ve koşullar
içinde amacı açık şekilde görebilmesine bağlıdır ki; bu konuda ko-
lordulara, tümenlere komuta edenlerle bir tabur, bir bölük kadrosu içinde
ve avcı hattı içinde bulunup görüş alanı dar olanların yargılarında ve
kavrayışlarında elbette fark olması gerekir.
Bu nedenle, talimname kendiliğinden harekete bazı sınırlar çizer ve der
ki, “Astların hareket özgürlükleri gelişigüzel eylem halini almamalıdır.
Savaşta büyük başarıların esaslarının birincisi olan bağımsız hareket,
gereken sınırlar içinde olanıdır. ”
Kendiliğinden hareket özelliği ile kendilerine komutanlık etmiş olanları
memnun eden ve düşmanlarını pek ümitsiz düşüren Bedevi savaşçıları da
bu konuda aşırıya kaçtıkça, sonuçlar olumsuz olmuştur.
Her hareketin iyisini ve kötüsünü takdir için, bizzat düşünmeyi ve akla
vurmayı; vardığı sonucu ancak uygun bulduğunda iş görmeyi alışkanlık
edinmek, çoğunlukla kötü olmayabilir. Ancak orduda daha üst makama
yükselenlerin o makam için yaşı, deneyimi ve rütbesi henüz uygun
olmayanlardan genellikle daha geniş, kapsamlı ve bilgili kavrayışa sahip
bulunmaları kabul edilmesi gerektiğinden; astın, üstün emrettiği konuları -
özüne akıl erdiremese de- uygulamaya zorunlu tutulması, ordunun
disiplin ruhunun asıl gereklerindendir.
İnisiyatifin sınırını bilmeme noktasına varılmış bir orduda herkes kendi
başına buyruk olur. Üst, ast yoktur. O nedenle [emre] itaat ve disiplin bile
sağlanamaz.
Son yüzyılın ordularım oluşturan askerler, eskiden olduğu gibi hemen
hepsi gönüllü askerlik hizmetine girmiş kişilerden olmayıp milletin bütün
bireyleri, askerlik hizmetiyle yükümlüdür. Arzusu olan da, olmayan da
vatani görevini yerine getirmekle yükümlü tutulmuştur ve tutulmalıdır.
Bu yolda kurulmuş günümüz ordularında, eski zamanın ordularında
olduğu gibi, üstler aşırı derecedeki inisiyatifi ılımlı bir noktaya indirmek,
onu disiplin ve yönetim altında bulundurmak düşüncelerinden
kurtulmuştur. Çünkü bugünkü ordularda barış zamanında uzun yıllardır
uygulanan şiddetli disiplin bir çoklarında kendiliğinden hareket etme
yeteneğini boğuyor. Bu nedenle bugünkü üstler, astlarda inisiyatif
29
uyandırmak için, onları uyarmak, özellikle de savaşta şevk ve arzu
uyandırmak zorundadırlar.
Daha düne kadar Osmanlı ordusunun komutanlarında, subaylarında,
erlerinde inisiyatife karşılık düşünce tembelliği görülürdü.
Bilinmektedir ki, bir orduyu oluşturan neredeyse her birey, yaşayan bir
makinanın canlı organları, parçalarıdır. Bu makineyi işleten; her organını,
her parçasını harekete getiren araç; buharla çalışan motorlar değildir.
Orduya hareket veren araç, ordu makinesini oluşturan canlı organların
zihinlerindeki güç ve kanlarındaki ruhtur. Bu zihinlerde ve bu kanlarda
gereken kuvvet ve akım hızı bulunmazsa makine durur ve başka hiçbir
güç onu işletemez.
Böyle bir makinenin çalıştırılması için herhangi bir ya da birkaç
makinistin sanat ustalığı da yeterli olmaz ve bunun yerini tutamaz. Çünkü
bu uyuşuk zihinlerden ve durgun kanlardan oluşmuş yığınlar, taş, demir
ve odun yığınlarından daha eylemsiz ve daha ağırdır.
Taş ve odun yığınları, balya haline konarak küçük bir kaldıraç
yardımıyla kolayca harekete geçirilebilir. Fakat o bütünü oluşturan
büyüklü küçüklü birlik balyaları halinde bulunan durağan kafalı insan
yığınlarının yönlendirilmesi ve hareketlenmesi için gereken gücün,
kaldıracın düşünce ve ruh varlığında kendini göstermesi beklenir. Ve
uygulama noktası zihinde, yürekte aranır...
Görülüyor ki, bir yığına ordu demek için, o yığının belirli biçimlerinden
birinde bölümlere ayrılması ve başında bir ya da birkaç harekete
geçiricinin bulunması yeterli değildir.
Orduda bütün emir sahiplerinin, [kendilerini] orduya komuta eden
kişilere etkin ve fedakâr birer yardımcı kılan bir inisiyatifin bütün
alışkanlıklarını kazanmaları gerekir. Bunun için başvurulacak araçların
aranması gereği, yönlendiği amacın önemiyle kendini göstermektedir.
Gerçi genellikle inisiyatifin gereğini ve yararlarını talimnamelerimizin
ilgili maddelerinde okuyor ve teorik olarak bunların yararları hakkında
pek çok övgülerde bulunuyoruz. Ancak, itiraf olunmalıdır ki,
kendiliğinden hareket ve iş görmenin yayılmasını genellikle yararlı bir
şekle sokarak onun bir özel görev halinde tanınması için alınması gereken
biçim hakkında Osmanlı ordusunda düşünce üretilmemiş ve bir karara
varılmamıştı.
Oysa komutan, subay, er yetiştirmekte izlenecek esasların, uygulanacak
30
eğitim yöntemlerinin, yapılacak eğitimlerin amacını, kendiliğinden iş
görme özelliğinin oluşmasına yöneltmekte kuşkuya ve duraksamaya yer
yoktur.
31
6
32
Muhayyile zaviyesi Bedevileriyle dün gece ileri karakoldaydım.
Bugün, gün doğumuyla beraber Seyit Abdullah yönünden çıkmak isteyen bir
düşman kuvvetine taarruz ettim. Çıkamadılar, iki kişimiz yaralandı. Önem verilecek bir
şey yoktur.
Düşman saat dörtte batı tarafına bir tabur, doğu tarafına bir bölük çıkardı. Ya-
nımdaki ileri karakol kuvveti ile hemen düşmanın taburuna taarruz etmek üzere
yürüdüm. Bunun üzerine düşman taburu geriye, tahkimatlara çekildi; doğudaki
bölüğün de avcı siperlerine döndüğünü gördüm.
Saat 11'de Kireçocağı sırtlarına ilerlemiş olan düşman üzerine Doğu Bedevileri,
Koruma Bölüğü ve Birinci Tabur’dan yanımda bulunan kuvvetle taarruz ettim.
Düşmanın asıl istihkâm hattından beş yüz metre ileride yaptığı avcı siperlerindeki
kuvvetine taarruz ettim. Düşmanı asıl hatlarına kadar izledim.
Tahkimatın önündeki tel örgülerini ve büyük kazıkları söküp attım. Gözetleme kulesi
gündüz rüzgârdan yıkıldığı için onu tahrip etmek nasip olmadı -bu özellikle
emredilmişti. Bununla beraber diğer gözetleme yerleriyle topçu mevzilerinin ve avcı
siperlerinin bir kısmını yıktım.
Düşman bütün gücüyle ilerliyor. Ben, siz gelinceye kadar düşmanı durdurmak için
taarruz ediyorum.
Düşman, dün akşam işgal ettiği sırtlarda tahkimat kurmakla meşgul olmaktadır.
Topçusu yol üzerindedir. Batı tahkimatının önünde üç düşman taburu Timis- kit'e
doğru ilerlemektedir. Ben Vâdi-i Bû Misafir tarafındayım. Taarruza geçmek için
emrinizi bekliyorum.
Makineli tüfeğin ilerisinde, dar geçit yol üzerinde düşmanı kovaladık.
Hacı Emin, Kasım, Saffet efendilerle yeterli sayıda muhafızla bulunuyoruz.
Şimdi makineli tüfeği de ilerletmek üzere geldim. Onlar da ilerliyorlar. Cemil
Efendi’ye emirlerinizi bildirdim. Tekrar görevimizin başına gidiyorum. Birliğimiz, her
kabileden oluşmuştur.
Emirleriniz üzerine dokuz erle batı tahkimatının sekiz yüz metre karşısına geldim.
Teğmen Osman Bey de üç erle Seyit Abdullah tarafından bize doğru geliyor.
Yüzbaşı Hacı Emin Efendi’nin de vadi tarafından taarruz etmek üzere ilerlemekte
olduğunu görüyorum.
Askerî, Rüsuhi, Nurettin, Ethem yaralandılar. Fakat diğer arkadaşlar henüz
yaralanmadılar!.. Düşmanı izlemeye devam ediyorlar.
Topun birinin nişangâh yuvası bozulduğundan atış yapması mümkün değil. Birinin de
kama sürgüsü kırılmıştır, elle dolduruluyor. (Zaten iki tane top vardı). Eğer mutlaka gerekir
ise bununla ateşe devam edebilirim.
33
Doğu kuvvetleri ile batı ileri karakol mevzisine geldim. Ne tarafa taarruz edeyim?
Vâdi-i Bû Misafirden ilerleyen düşman, boyun noktasını ele geçirerek geri çekilme
hattımızı kesmek isteyince, Teğmen Kasım Efendi komutasında bulunan yetmiş kişilik Ailet-i
Mensur ve Şellavi savaşçılarını da alıp taarruz ettim. Saat on buçukta düşmanın iki taburu
ile çarpıştık. Düşman geri çekilmeye mecbur edilmiştir.
Yüz kişi kadar savaşçı ve muhafız askeriyle düşmanın Eritre taburuna taarruz ettim. Beş
yüz metreye kadar yaklaştım. Tahkimatlardan üzerimize ateş açıldı.
Sağ kolumdan kurşunla yaralandım. Çok kan kaybediyorsam da askerin moralini
bozmamak için savaş hattından çekilmeyeceğim. Ölürsem, yanımda Remzi Efendi vardır. O
benim de birliğimi idare eder.
34
ZABİT VE KUMANDAN
Nuri Conker
35
Sunuş
il 1896-97 senelerinden itibaren Harp Akademisi’ne giren adayların bir kısmı kurmay [ yüzbaşı olarak
okulu bitirirlerdi. Kurmay olarak ayrılanlar yakalarına
36 kurmay armasını, mümtaz olarak kalanlar ise
yakalarına yalnızca bir yıldız takarlardı (s.n.).
sene başlıyan Balkan Harbi’nde, Çanakkale Boğazı Mürettep [Düzenli]
Kuvvetleri Erkânıharbiyesine [Kurmay Başkanlığı’na] tâyin edildi.
Bolayır’da bir Bulgar kurşunu ile dizinden yaralandı. 1913 senesinde Alman
İmparatoru Kayser Wilhelm’in davet ettiği oniki yaralı Türk zâbitinden biri
olarak tedavi için, Wisba- den’e gitti. Aynı sene Osmanlı ve Alman
İmparatorlukları askerî ni- şanlariyle taltif edildi.
Nisan 1330/1914’te Zâbit ve Kumandan isimli kitabını yazdı. Buna
Mustafa Kemal, Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal ismindeki kita- bile cevap
verdi. 1914 senesinde İstanbul’da Birinci Tümen Erkânı- harbiyesine tâyin
olundu. Bilâhara Balıkesir’de 24. Alaya komutan tâyin edildi. Birinci Dünya
Harbi başlangıcında, başında bulunduğu 24’üncü Alay ile Balıkesir’den
Çanakkale’ye gönderildi. 1915’te Ana- fartalar ve Conk Bayırı
muharebelerine iştirak etti. Conk Bayırı’nda ikinci defa olarak sağ
şakağından ağır surette yaralandı. O sırada Yarbaylığa terfi etti ve Conk
Bayırı’ndaki 8’inci Fırkaya kumandan oldu. 10 Ocak 1916’da Almanya
Hükümeti tarafından kendisine Demir Salip [Haç] Nişanı verildi. Aynı
senenin başlarında Fırkasiyle beraber Şarka, Muş Cephesine nakledildi. Yine
1916’da Almanya Hükümetinin Edelruj nişaniyle taltif edildi. Müteakiben
Avusturya-Ma- caristan Devletinin Meziyet-i Askeriye Salip Nişanını aldı.
1917 senesinde Kafkas Muharebelerindeki hizmetlerinden dolayı Osmanlı
İmparatorluğunun Muharebe Gümüş Liyakat madalyasıyla taltif edildi. Aynı
sene Hollanda Hükümeti nezdine Lahey Ataşemiliteri olarak gönderildi.
1918 senesinde Ataşemiliter iken Albaylığa terfi etti ve Hollanda Kraliçesi
tarafından kendisine Komandör [albay] rütbesinin Kılıçlı Oranj Nase nişanı
verildi. 1920’de İstiklâl Harbine iştirak
37
etmek üzere Anadolu’ya geçti. Matbuat ve İstihbarat Umum Müdür-
lüğü’ne tâyin edildi. Vekâleten Ankara Vali ve Kumandanlığı vazifelerini
gördü. Bilâhara merkezi Pozantı’da olan Adana Vali ve Kumandanlığını
yaptı. 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin Almanya’da
temsilcisi olarak Berlin’e siyasî mümessil sıfatıyla gönderildi. Orada iki sene
vazife gördükten sonra 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci
Devresine Kütahya’dan mebus seçildi. 1930’da teşekkül eden Serbest
Fırka’nın Kâtibi Umumisi [genel sekreteri] oldu. 1931 seçimlerinde
Gaziantep’den mebus oldu. 8 Şubat 1935’te Atatürk kendisine Conker
soyadını verdi. Aynı sene Türkiye Büyük Millet Meclisi Reis Vekili oldu.
11 Ocak 1937’de Ankara’da vefat etti. Atatürk’ün arzusu ile Ankara
Şehitliği’ne defnedildi.
Nuri Conker, Atatürk’le Selânik’te aynı mahallede büyümüşler, Selanik
Askerî Rüştiyesinde, Manastır Askerî İdadisinde, İstanbul’da Harbiye
Mektebinde, Harp Akademisinde, Selânik’te 3. Orduda, Hareket Ordusunda,
Arnavutluk Harekâtında, Afrika’da Trablus- garp, Bingazi ve Tobruk
muharebelerinde, Çanakkale’de Anafartalar ve Conk Bayırı muharebelerinde
(Conk Bayırı’nda Mustafa Kemal’in göğsündeki saate kurşun isabet ettiği
anda yanındaydı.) Do- ğu’da Muş Cephesi’nde, İstiklal Harbinde, daima
beraber bulunmuşlar ve arkadaşlıklarını fasılasız [kesintisiz] devam
ettirmişlerdir. Cumhuriyet Devrinde ve inkılâplarda, Çankaya’da,
Dolmabahçe, Yalova ikametlerinde ve bütün yurt gezilerinde her zaman
onun beraberinde bulunmuştur. Atatürk, Nuri. Conker’in arkadaşlığını daima
aramış, kendisini sevmiş ve her iki dost birbirlerine her zaman vefalı
kalmışlardır.
Atatürk, sofrasında her vakit ona özel bir dikkatle yer vermiş, eski
arkadaşı Nuri Conker’le lâtife etmekten [şakalaşmaktan], onunla ko-
nuşmaktan zevk almıştır. Bunu Atatürk’ü tanımak ve çevresinde bulunmak
bahtiyarlığına ermiş olanlar pek iyi bilirler. Ayrıca, bugün birer tarihî belge
değeri kazanmış olan mektuplarında da bu duyguların yazılı ifadesini
buluyoruz. 4 Ekim 1327 [1911] tarihinde Rus vapuru ile Trab- lusgarp’a
giderken Urla’dan rahmetli Salih Bozok’a yazdığı mektupta ona iki
yakınından söz ediyor: Biri annesi, İkincisi Nuri Bey’dir. Onun için şöyle
diyor:
“Başka kâğıdım yok. Nuri’ye ayrıca mektup yazamayacağım. İstersen bu
mektubumu aynen gönder veyahut38bahisle bir mektup yaz ve o kıymetli
kardeşimize de ki: Benim için hatırası kalp ve vicdanımdan bir an çıkamayan
bir öz kardeş varsa Nuri’dir. Bu muzlim seferi onunla yapmak isterdim.
Allah nasip ederse saha-i mücadelat- ta birleşiriz, eğer mukadderse ahirette
buluşuruz. ” 2
Şimdi ahirette buluşmuş olan bu iki arkadaş, o zaman Trablus- garp’ta
vatan savunmasında birleşmişlerdi. Bütün mektuplarında ona hitabı ‘azizim
Nuri’, ‘kardeşim Nuri’dir.
Nuri Conker, elli beş yaşında öldüğü zaman, Atatürk’ün bu sevgili
arkadaşını kaybetmekten duyduğu elemi, o sırada Cenevre’de tahsilde
bulunan Prof. Âfet İnan’a yazdığı mektuptan açıkça anlıyoruz: “16/1/1937 -
Hatay üzüntüsüne, Conker’in ölümü acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın
derinliğini tahmin edersin...” diyor.
Doğum yıl ve yeri bile müşterek olan bu iki arkadaşın vatan ve millet
sevgileri, askerlik mesleğine karşı bağlılıkları da birbirine yakındı. Metnini
olduğu gibi verdiğimiz bu küçük kitap, Nuri Conker’in, bize Rumeli’yi
kaybettiren Balkan Bozgununda nasıl derin bir millî eleme düştüğünü, fakat
bu dehşetli olaya ve kayba rağmen —tıpkı Mustafa Kemal gibi- bir an Türk
milletinden ve Türk Ordusundan ümidini kesmediğini gösterir.
Bu kitabın belki meslekî mahiyeti, aradan geçen yarım asra yakın zaman
içinde eskimiştir. Fakat vatan savunması, millete karşı görev duygusu
bakımından kıymetinin bir zerresini kaybetmemiştir. Çünki vatan o vatan,
millet o millet. Kitap, bugün tarih olmuş o acıklı devrenin ordu bakımından
bir tenkididir [eleştirisidir]. O kadar ki, Balkan harbine giren Osmanlı
Ordusunun talim ve terbiye, taarruz ruhu bakımından çok zayıf olduğunu en
sert hükümlere bağlamaktan çekinmemiştir. Siyasî hiçbir işaret
bulunmamakla beraber kitap, okuyucuya millî-siyasî bir ruh aşılama
yönünden çok uyandırıcı ifadesiyle yüksek bir terbiye önemi taşımaktadır.
Dili, hattâ devrine göre bile lû- gatlı [ağır] ve ağdalı olmakla beraber
söylemek istediği fikirleri kesin ve seçik bir üslûpla açıklamaktadır. Balkan
bozgununu takip eden günlerde yazılmış olması, yazarın kalemine hissi bir
titreklik vermiş, şanlı tarihimizden alınmış sahıfaların o günkü acı durumla
mukayesesi, ciddî bir askerin saklamaya muvaffak olduğu hıçkırıkları
2 Başka kağıdım yok. Nuri’ye ayrıca mektup yazamayacağım, istersen bu mektubumu aynen gönder ya da
bundan söz eden bir mektup yaz ve değerli kardeşimizde de ki: Benim için anısı kalp ve vicdanımdan
bir an çıkmayan bir özkardeş varsa Nuri’dir.39 Bu karanlık seferi onunla yapmak isterdim. Allah nasip
ederse savaş alanında birleşiriz, eğer yazgıda varsa ahirette buluşuruz.
satırların arasına gizleyerek okuyucuya intikal ettirmiştir. Fakat bu acı
duygular, onu hiçbir zaman kötümser etmemiştir. Çanakkale harplerindeki
kahramanlıklarını sayın ailesine ve biz vatandaşlarına soyadile miras
bırakmış olan rahmetli Nuri Conker, tıpkı arkadaşı Atatürk gibi milleti tenkid
etmiş, ama her zaman ona inanmış, onun istikbalinden ümitli kalmıştır.
Bu kitap okunduktan sonra, Zâbit ve Kumandan ile Hasbihal daha iyi
anlaşılacaktır.
1 Temmuz 1959
Haşan Âli Yücel
40
Birinci Tümen Kurmay Başkanı
Binbaşı Mehmet Nuri Nisan 1914
SUBAY VE KOMUTAN
41
Söze Başlamadan Önce
49
adayarak bu manevi hissin yönlendirmesiyle düşmanı yenme konusundaki kesin
isteklerini, üstleri şehit olsa bile yine eylemleriyle gösterebilmelidir.
Şimdi bu maddeleri başlık okur gibi şöyle bir okuyup geçiverme- yelim.
Kılıç kuşanan, üniforma taşıyan, ‘subayım’ diye ortaya çıkan, hükümetin
birçok masraflarla donattığı, millet analarının yirmili otuzlu yaşlardaki en işe
yarar evlatlarını arkasına alarak namusu, dini ve devleti korumak üzere
savaşmaya giden bizler, subaylar; bu maddeleri, her şeyden önce bu
maddeleri, çok ve pek çok kereler okumalıyız; okumalıyız da savaşın bizden
istediği görevin biçimini ve içeriğini hakkıyla belirlemeliyiz. Bu maddeler
üzerinde biraz durunca anlaşılır ki, subaylık demek kendini ve canını feda
etmeyi kesinlikle göze almış olmak demektir. Askerlik bizim geçimimizi
temin eden bir sanattır. Biz bu sanattaki görevlerimizi diğer meslek sahipleri
gibi yalnız aklımızla değil, aklımızdan başka can ve başla da yapıyoruz. Ge-
rektiğinde kanımızı da akıtıyoruz. Subaylık zafer kazanmışçasına ve
fedakârca savaşabilmektir. Bizim görevimizde ölüm vardır.
Fakat uygulama biçiminde ve anında, ölüm asla ve hiç düşünülme-
yecektir. Hiçbir sanat ve görev sahibi bizim kadar tehlike ve sıkıntıyla karşı
karşıya kalmaz. Barıştaki çalışma ve hazırlıklarımız kapalı ve sıcak yerlerden
çok, dışarıda hava ve arazi koşulları altında ilerlediği gibi, bunların fiili
uygulaması olan savaş, aynı koşulların katlanmasıyla düşman ateşi karşısında
geçecektir. Yirmi iki yaşındaki genç bir teğmenin görevi uğrunda akıtacağı
taze ve sıcak kanın, askeriyenin geçimini sağlamak için verdiği yedi yüz
kuruşluk günlüğün karşılığı olduğunu kabul edecek hiçbir akıl ve bilgi sahibi
bulunamaz. Bu kan,
ı Eski büyüklerimizin bilim ve tekniğe olan ilgileri ve bağlılıkları da fena değildi. Zaten bunsuz da
olamazdı. Viyana’nm Osmanlılar tarafından kuşatılmasını gösteren ve halen şehrin
muhteşem Belediye Müzesi’nde bulunan harita Osmanlı ordusunda askerliğin ayrıntılarına
hâkimiyet ve uygunluk derecesini gösterir. Bu haritadan kalenin güney tarafında hâlâ daha
bulunan imparatorun kışlık sarayı olan Hofburg Sa- rayı’nı kuşatanlar tarafından saldırı
cephesi seçildiği ve buradaki iki burcun düştüğü görülür.
Aynı şekilde, kuşatma sırasında Osmanlı bataryalarının kurulduğu kuzeybatı yönündeki
tepenin Viyana’yı dövmeye en uygun noktalardan birisi olduğu, görüldüğü zaman anlaşılır.
Avusturyalılar şimdi burasını gayet mükemmel bir park haline dönüştürmüşler ve ismini
Türkenschanz Park koymuşlardır. Park kapısının iki tarafındaki sütunlara birer ay yıldız
resmi yapmışlardır.
na’nın Tophane Müzesi’nde sadrazam ve komutanlara mahsus -her biri
binlerce liralık- iki Türk çadırı, müzenin en ayrıcalıklı yerlerini
doldurmaktadır. Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın kafatası şehrin Belediye
Müzesi’nde saklanmaktadır. Son Viyana yenilgimiz üzerine Viyana’nın
Osmanlılar elinden kesin olarak kurtulmuş olduğuna hatıra olmak üzere
şehrin ortasında yapılmış olan meşhur ve görkemli Stefan Kilisesi’nin
kapısından girilince sol tarafta göze bir heykel çarpar. Bu heykel Viyana’yı
kuşatan Türklerin yenilgisi ve bozgunu için olağanüstü gayret ve
fedakârlıklarla çalışmış olan General von Lothringen’i at üzerinde betimler
ki; köpürmüş olan atının ayakları, yerlere serilmiş olan sarıklı bir
yeniçerinin çıplak göğsüne basmaktadır. Ben bu heykeli gördüğümde,
kilisede kendini ibadete vermiş Hıristiyanların hâlâ bu von Lothringen’e dua
etmekte olduklarını zannettim.
Eski, yüzyıllık kayıplardan başka; dün uğradığımız ve hâlâ Rumeli’deki
dindaşlarımızın çekmekte olduğu türlü türlü elem ve sıkıntılar; hep bizim
gevşekliğimizin, yetkin olmayışımızın, muharebe ve erlik meydanlarında
savaşın gerektirdiği düzeyde zekâ ve kudret göstereme- yişimizin doğal
sonuçlarıdır. Düne kadar hem verdikleri vergilerle karnımızı
doyurduğumuz, hem de hayat ve namuslarını korumakla yükümlü ve
zorunlu bulunduğumuz zavallı Makedonya Müslümanlarının çeşitli
düşmanlar elinde bugün neler çekmekte olduklarını açıklamaya gerek var
mı? Bugün Türkler, yalnız soy ve tarih bakımından bu kahraman ataların
çocukları ve torunları olmakla kalmamalıdır. Bunca övünçle dolu ve bezeli
şanlı geçmişin gerçek mirasçıları olduğumuzu da kanıtlamalıyız ki,
bugünümüzü ve geleceğimizi kurtarmış olalım.
57
Türk milleti eski zamandan çok bugün esirgenmeye ve korunmaya
muhtaçtır. Yaşamsal gerekçeler ve varlığımızın devamının sağlanması önce
bizim, askerlerin üzerine kalmıştır.
Bugünkü askerler eski cengaverlerden çok daha azimli, fedakâr olmalı,
kendini sevmekten kurtulmalıdır ki, asırlardan beri sürüp duran şu sıkıntı ve
bir dizi derin üzüntü artık olduğu yerde kalsın.
Stefan Kilisesi’ndeki düşman generalinin hırslı atının ayağı altında hâlâ
inlemekte olan çaresiz yeniçeriyi kurtaramasak da, bugün Rumeli’de zorla
yurtlarına veda ettirilen masumların imdadına yetişelim. Ve bu kesin
kararımızdan ayrılmayalım ki, aynı felaketleri hiç olmazsa Meriç Nehri’nden
bu tarafa getirmiş olmayalım.
58
Geçen Rus Savaşı yadigârı olarak Küçükçekmece’de Florya mesiresi
civarında dikilip kurulan Rus Zafer Amtı’na' bir kere bakmakla yetinmeyelim,
bunun dikilmesinin nedenini ve anlamını araştıralım ve sorgulayalım. Bu eser
bizim için bir derin düşünme ve yorumlama okulu olmalıdır. Bunu derin derin
yorumlarken, Pomaklarla MakedonyalIların çektikleri haksızlık ve eziyetlerin
ayrıntılarını işitir ve okurken; bundan sonra böyle bir halin tekrarında, şu anda
vatan sınırları içinde kalan bizlerin de yarın nasıl yaşamaya mecbur olacağımızı
ve artık bu memlekette yaşamak için savaşmaya ne kadar önem vermek
gerektiğini kesin olarak saptayalım.
Subay onuru, bunca acı yenilgiye karşı sessiz kalmamalıdır. Savaşta yenilmek
ordunun kabul edemeyeceği bir leke olmalıdır. Öç alma düşüncesi,
hareketlerimizin rehberini oluşturmalıdır. Hep bu düşünceyi besleyecek ve
hayata geçirebilecek yönde çalışmalı ve çalıştırmalıyız. Bizim cesaretsizliğimiz,
ölmeden geri dönme huyumuz, bir kere daha savaşı kaybetmeye sebep
olmamalıdır.
Dayanıklılık ve fedakârlığın savaş kazanmakta ne büyük bir etken olduğunu
gerçekten anlamak üzere; Plevne’nin ünlü savunmacısı Gazi Osman Paşa
Hazretleri’nin fedakârlıkları, bütün komutanlarımıza ve komutan olacak olan
bütün subaylarımıza bir eğitim semineri ve ders çıkartılacak bir örnek kabul
edilmelidir.
Gazi Osman Paşa’nın bir gün kasabanın kenarındaki karargâhında otururken
bir düşman top mermi parçasının, önündeki kahve takımını alıp götürmesine
karşı pek umursamaz bir ifadeyle bakması, kendilerinin hayata ne kadar önem
verdiklerinin kesin kanıtıdır. Asker hayatının, görev tehlikesi karşısında, bundan
fazla önemi olmamalıdır.
1866 Almanya-Avusturya Seferi’nde ikinci Prusya ordusundaki 1.
Kolordu’ya bağlı 2. Piyade Tümeni’nin aynı yıl 27 Haziran’da yaptığı taarruz
muharebesinde Neu Rognitz’e taarruz eden 4. Tu- gay’da tugay komutanıyla her
iki alayın da komutanı ve birçok binbaşılar görevleri uğrunda zafer kazanarak
hayatlarını kaybetmişlerdi. Ve hayatta kalanlardan Yedinci Alay’ın üçüncü ta-
buru komutanına, tugayın komutası verilmiş ve ortadan sonsuza
Uzkmay filme almış; çektiği belgesel (günümüze hiçbir kopyası ulaşmamış olmakla beraber) Türk
sinemasının ilk eseri ve başlangıcı olarak kabul edilmiştir (e.n.).
kadar kaybolan üstlerinin emir ve yönetimleri aksamaksızın taarruz harekâtına
devam edilmişti. Ve muharebe de kazanıldı.
Asıl dikkate değer nokta, tugay komutanlığı vekaletinin en kıdemli subay
59
olan bir binbaşıya devredilmesinin, orada bizzat tümen komutanı tarafından
uygulanmasıdır. “Orada” dediğimiz yeri biraz tarif edelim: Kendilerinden
yüksekte bulunan bir sırttaki düşmana saldıran 7. Prusya Alayı’nın birinci ve
ikinci taburları, saldırı sırasında düşman süvarisinin hücumuna uğradıklarından
ve bundan cesaret alan düşman da karşı taarruzu sürdürdüğünden; saldırıda
başarılı olunamamış ve avcı hatlarında subayların hemen hepsi vurulmuş
olduğundan, erler kendi başına perişan durumda geriye dönmeye başlamışlardı.
Muharebenin sol tarafta (burada) iyi gitmediğini gören veya anlayan tümen
komutanı, bütün muharebe hattının gerisinden atını dört nal sürerek düşman
tüfeklerinin nişan bölgesine ve mermilerin yörüngesine dik bir hat üzerinde
yıldırım gibi bu tarafa gelmiş ve durumu kavrayarak derhal, geriye dönmekte
olan erleri etkileyerek durdurmuş ve kısmen de üzerlerine bir süvari bölüğü yol-
layarak geri çekilişlerini sona erdirmiş ve o anda kaybolan düzeni sağlayarak
tugay komutanlığını da işte o vakit binbaşıya devretmiş idi. Bu işlerin
yapılmasıyla beraber düşman durdurulmuş, işler bittikten sonra kıtalar ikinci
taarruzlarında başarılı olup zafere ulaşmışlardı. İşte tümen komutanının ansızın
orada belirmesi, bütün kötüye gidişin önünü almış ve sarsılmış olan morali
güçlendirmiş ve desteklemişti.
Savaşın yarattığı şiddetli krizden dolayı şaşırmış olan asker durdurulabilir ve
bunlar tekrar taarruza geçirilebilir ama, işte bunun uyarısı ve emri, böyle bir
tümen komutam tarafından gelmelidir. Ve böyle bir tümen komutanının
durdurmak için gönderdiği süvari bölüğü görevini yerine getirebilir. Bu
komutana bu hareketi yaptıran gücün ise bilimsel ve teknik güçten çok yiğitlik
ve akıl gücü olduğu açıktır.
İtalyanlarla bir sene Trablus ve Bingazi harekât alanlarında çarpışan bir avuç
asker ve savaşçının olağanüstü işler görmesini etkileyen başlıca nedenlerden biri
de, bu çarpışmalarda subayların, kurmay heyetinin ve komutanların erlerle bir
sırada, aynı safta savaşmış olmalarıdır.
Almanya’da yukarıda belirtilen çarpışmalarda büyük şan ve şerefle
hayatlarını ortaya koyan alay komutanlarının ve kıta subaylarının betimlendiği
büyük tabloları alay gazinolarının salonlarını süslemekte; bu bahtiyarların
kafalarını parçalayan, bedenlerini delen düşman kurşunları ve mermi parçaları
da buralarda bulundurularak fedakârlık, yiğitlik ve cesaret müzeleri
oluşturulmaktadır. Bu görev kurbanlarının kanlarını akıttıkları çarpışmaların
yıldönümlerinde bu salonlar özel törenle açılır ve adı geçenler şükranla anılır, ve
bu törenler tekrarlanarak gelecek kuşaklara örnek oluşturur ve onları
yüreklendirir.
60
Geçenlerde askerlik teknik ve sanatının ilerlemesi yolunda kahramanca
hayatını feda eden havacılarımızın, genç ve muhterem Sadık, Fethi ve Nuri’nin
adları ve şanlarının unutulmaması için dikilecek övünç anıtının amacı da bir
değerbilirliğin gereği olmasından başka, memleketin şimdiki ve gelecekteki
yiğitlerini aynı cesaret ve fedakârlığa yönlendirmek ve özendirmektir...
Sona eren İtalya Savaşı’nda Derne’de topçu komutanlığı, komutanlık
yaverliği, muhafız bölük komutanlığı yaverliği ve muhafız bölük komutanlığı
görevlerini yapan üsteğmen Sadık Efendi, bu kitapta konu edilen fedakârlık
özelliğinin bir simgesiydi. Et, kemik ve kandan oluşan ve yürek taşıyan bir
insanın, tehlikeyi hiçe sayarak gösterebileceği dayanıklılık ve umursamazlığın
varabileceği en uç noktayı gözler önüne sererek, bu konuda gerçekten iyi bir
örnek olmuştu. 26 Aralık 1911’de Derne’de İtalyanların çıkışıyla başlayıp
birçok savaş ganimeti kazanarak ve düşmana çok sayıda ölü vererek sonuçlanan
büyük çatışmada Sadık Efendi, bizim iki toptan oluşan topçumuzun
komutanıydı. Düşmanın fazla sayıdaki bataryasına karşı, toplarının ateşini
olağanüstü bir kararlılık ve dayanıklılık ile idare edip sürdürerek, zaferin
kazanılmasına hizmet eden önemli bir etken olmuştu. Merhum şehidin aynı
savaşta, 12-13 Şubat 1912 gecesi Derne’ye karşı girişilen saldırıda düşman kıta
ve istihkâmlarının kıyamet ateşleri kopardığı bir kriz anında, ihtiyat kuvvetleri
oluşturan iki bölükten birisi olan kendi komutası altındaki seçilmiş genç
Araplardan kurulu muhafız bölüğünün başında ateş hattına ilerlerken göstermiş
olduğu şiddetli saldırma arzusu ve yiğit halleri hâlâ gözümün önündedir.
Yafa’da denize düşerek kazazede olan Prens Celalettin uçağının gözcüsü
Yüzbaşı İsmail Hakkı Efendi de, Sadık Efendi’den sonra Derne’de sözü edilen
iki topluk topçunun komutanlığını üstlenmişti. Uçak kazasından sağlam çıkan
İsmail Hakkı Efendi 3 Mart 1912 ve 16 Nisan 1912 Derne muharebelerinde,
topların eski komutanlarını aratmayacak surette, eşi görülmemiş dayanıklılık ve
cesaret göstermişti. Bu iki muharebede iki topumuza ateş eden İtalyan topları
çeşitli çaplardaydı, sayıları da yirmiden aşağı değildi.
16 Nisan’da, düşman, toplarımızın konumunu iyice keşfe gücü
yetmediğinden; aralarındaki oran onda birden ibaret olan iki taraf topçuları
arasında çarpışma, âdeta topçu düellosu şeklinde sabahtan akşama kadar devam
etmişti. Bizim atışlarımıza karşılık düşmanın dört beş bataryası birden grup
ateşiyle cevap veriyordu. Fakat 3 Mart’ta konumu biraz daha açık bulunduğu
için İsmail Hakkı Efendi bir top çavuşu ile bir numaralı erini şehit vererek
yüzde yirmi kayba uğramıştı. Ve toplarından biri hasar görmüştü.
61
Burada buna benzer tarihsel bir olayı anarak, uçak fedailerimizle beraber
bunu da tüm askerlerin durumu kavramaları için örnek kabul etmelerini isterim:
Ekim-Kasım 1908’de ünlü isyancılardan İsa Bolatin’in Meşrutiyet
Hükümeti’ne ilk başkaldırısında, üzerine bir taburla iki top gönderilmişti.
Metroviçe’den sabah karanlığında çıkan bu askeri kol, sisli ve karlı bir tan
vaktinin sonunda, kasabaya bir buçuk saat uzaklıkta bulunan Bolatin köyüne
hakim taşlı yüksek tepenin yamacında, Bolatin- li’nin çetesi tarafından pusuya
düşürülmüştü. İlerdeki bölükler derhal Balkan’a saldırmışlarsa da
alacakaranlıktan ve tipiden yararlanan Ar- navutlar, büyük bir kesimi etki
altında tutmaktan henüz geri kalmıyorlardı. Elbette ki bu sırada hepimiz düz yol
üzerinde, kar içinde yatarak önümüzde düşman mevzisini saptamaya
uğraşıyorduk.
Hemen birkaç piyade erinin kanı beyaz karı kırmızılaştırdı. Top taşıyan
birkaç katır da devrilmişti. Askerdeki şaşkınlığın doğurduğu kriz, pek acıklıydı.
Yanımda duran Topçu Komutam Asteğmen Manastırlı Faik Efendi’ye (şimdi 3.
Topçu Alayı’nın 7. Bölük Komutanı, yüzbaşı), askerlerimizin moralini korumak
ve geri getirmek, asi Ar- navut’unkini de kırmak üzere yüksek nişangâh ile
ateşe başlama emri verdim.
Faik Efendi hemen ayağa kalkıp erlerini de kaldırarak, yol kenarındaki
hendeğe düşmüş olan topu düzlüğe çıkardı. Atışa hazırlanırken erlerden birinin
şehit olması üzerine, topçuların topu terk etmelerine karşı subay duruşunu hiç
bozmadan, gizlenmeye koyulan askerlere öyle etkili sözler söyledi ki, erler
hemen yine topa sarıldılar. Bu kez de top çavuşu gözünden kurşun yiyerek
düştü. Ben artık topçunun göreceği bu işten vazgeçmek istiyordum. Ve oradaki
tek topçu subayı olması dolayısıyla, varlığı her zamankinden daha önemli hale
gelen subayı da kayıp vereceğimden korkuyordum. Fakat Faik Efen- di’nin
mertçe çabası işi çözdü. Onun, erlerine gerçekten örnek olan, gerçek subay tavrı
ve duruşuyla toplar mermilerini atmaya başladı. Ve biraz sonra ilerdeki bölükler
de düşmanla kavraşarak, pusu belasından kurtulmak mümkün olabildi.
Kahramanca hareketlerini, kusursuz bir örnek kabul ettiğimiz subayların üçü
de topçudan denk geldi. Oysa 3 Mart 1912 Derne Muharebesi’nde düşmanın iki
taburu karşısında tam bir sakinlik ve gönül rahatlığı içinde savaşan ve bu üstün
düşmana bir karış ilerlemeyi pek pahalıya ödeten asker (Derne’nin tek düzenli
kuvveti olan piyade bölüğü) yüzbaşı Manastırlı Halim Efendi’nin bölüğüydü.
Aynı zamanda 10 Ekim 1912’de düşmanın Derne’nin batısından, Tümse- kit
çevresinden gelen taarruzunda ilerlettiği üç piyade alayı ile üç Erit- re taburu
62
ki, on iki taburluk düşman kuvveti karşısında ilk direniş gösteren kuvvetimiz,
Asteğmen Rusuhi ve Ethem efendilerin komutalarındaki piyade askerlerimizle
Asteğmen Cemil Hakkı ve Üsteğmen Nurettin efendilerin kumandalarındaki
ikişerden dört makineli tüfe- | ğimizdi. Bu çatışmada Cemil Efendi’den başka
diğer üçü yaralanmışlardı. Ardından dört dağ topumuzla büyük bölümü
cephanesiz beş altı yüz Arap savaşçısının de katılımıyla düşman, kazandığı beş
kilometrelik ileri araziyi terk etmeye ve eski yerine dönmeye mecbur edildi ve
epeyce ganimet ve esir alındı. Fakat özellikle Cemil Efendi, iki makineli
tüfeğiyle eşi az görülür bir cesurlukla düşmanın burnuna kadar sokulmuş,
düşmanı gerçekten şaşırtmıştı.
Süvari sınıfımızın da bu gibi fedakârlık hikâyeleri vardır: 1912 yılı Balkan
Savaşı’nm ilk bölümü sonunda ve birinci büyük mütarekenin ilk günlerinde
Bulgarların Yeniköy ve Şarköy’e düzenlediği taarruzlarda Kavak’ta
beraberinde bulunan Mürettep Süvari Alayı’na mensup 5. Süvari Aıayı’nın 3.
Bölüğü subayları ile, 27. Süvari Ala- yı’nın 5. Bölüğü’nden üsteğmen Fahri
Efendi’nin keşif ve çarpışma görevlerinde gösterdikleri cesaret, yiğitlik ve çaba
her türlü takdire layıktır. Edirne’nin geri alınmasında düşmanın izini
bırakmamak üzere, süvariliğe pek yakışır amansız takip görevi sırasında Süvari
Yüzbaşı- sı Reşit Bey merhum, yaşıtlarının gerçekten örnek alması gerekecek
yiğitçe fedakârlıklar göstermiştir.
Görev ve mesleğinin gerçek âşığı olan bu subay, İtalya Savaşı’nda da
Derne’de komutanlık başyaveriyken, hem en sarp ve çetin keşif görevlerini
büyük bir istekle yaparak; hem de işini yaparken gösterdiği büyük kavrayış ve
özellikle de üstün cesaretle, görevinin ve mesleğinin eri olduğunu hakkıyla
kanıtlamıştı.
Ordumuzun tüm subayları arasında bu görev aşkı örnek kabul edilmeli ki,
kayıplarımızın yerine bununla avunalım.
Şimdi komutanların çarpışmalarda harekete geçme yöntemlerine ilişkin
Talimname maddelerini dinleyelim:
63
Bu maddede adı geçen komutan, kural olarak en aşağı tümen komutanı ise de;
bağımsız hareket eden herhangi bir müfrezenin komutanı ve öncü birlik
komutanı gibi daha küçükler de doğal olarak aynı biçimde hareket ederler.
Talimnamenin bu sırada komutanlara önerdiği öncü birlik ileri kısımları,
öncü ucuna kadar dayanabilir. Kuşkusuz buralarda dolaşmak komutanlar için
tehlikesiz değildir. Sözgelimi; yanlarda keşif kolları arasındaki çarpışmalardan,
muharebeye tutuşmuş olan uç bölüğünün muharebesinden; ve düşman eğer
açılma ve yayılmada erken davranmışsa, düşman topçusunun ateşlerinden
varlığı pek değerli olan komutana ve emrindekilere bir iki kurşun isabet etmesi
elbette olasılık dışı olamaz. Ancak bu değerli varlıktan beklenen yarar işte bu
anda, bu şekliyle görevini yerine getirmekle ortaya çıkacağından ve tersi du-
rumda bu değeri sıfıra indireceğinden {bu sayede komutan kişisel gözlemlen
ile... - madde 277) sözünü ettiğimiz tehlike hatıra bile getirilmeyecektir.
Duraksamaya yer bırakmayan gerçeklerdendir ki, komutanların esenlik ve
sağlığı, ancak muharebe üzerinde ciddi bilgi sahibi olarak ve üstlere yaraşır
düzeyde söz geçirerek duruma hakim olmaları ve durumu denetim altına
almaları için, önemli ve gereklidir. Şimdi artık keşfe giden bir subayın,
düşmandan ateş yediği için ilerlemekte ve keşfi tamamlamakta başarısız
olmasını; ve bunu da olanaksızlıklardan kaynaklanan ve özür dileyerek
affettirilebilecek bir durum olarak göstermesinin ne derece kabul edilebilir
olduğu düşünülmelidir.
Komutanlar hakkında Piyade Talimnamesi’nin 279’uncu maddesi de burada
belirtilmeye ve anılmaya layıktır:
ileri hatlarda bulunan komutanlar etkili düşman ateşi altında atlarından iner ve
kaçınılmaz olduğu görülürse, olanakların elverdiği ölçüde doğal veya yapay siperlersen
yararlanırlar...
Demek oluyor ki, rastlantıyla patlayan bir iki şarapnel veya tek tük gelen
birkaç düşman mermisi üzerine komutanların attan inmesini, Talimname kabul
etmiyor. Bunu ancak etkili düşman ateşi altında öneriyor. Doğal veya yapay
siperlerden yararlanmayı da, durumun kaçınılmaz olduğunun görülmesi
koşuluna bağlıyor. Öyle ya! Ere avcılık talim ve eğitiminde, en önemli kurallar
olarak, önce etki yaratmanın, sonra gizlemenin düşünüleceğini öğretiyoruz. Bu
maddeden anlaşıldığına göre, ancak kaçınılmaz durumlarda doğal ya da yapay
siperlerden yararlanan bir komutan veya subayın askeri, düşmana tesirin giz-
lenmekten önce olduğunu öğrenebilecek ve yerinde uygulayabilecektir.
64
Komutanların emrindekiler üzerinde sahip olmaları gereken söz geçirme ve
etki derecesinin ve önemini gösteren şu maddeyi de gözden geçirelim:
65
kılıç sallayan, tüfek atan ve birçok kan akıtan Bulgar bilim ve kültür insanlarının
çeşitlerini ve sayılarını, ülkemizin aynı sınıfa bağlı aydınlarından aynı görevi
yerine getirenlerin sayısıyla karşılaştırılması, incelenmesi ve araştırılmasının
çok önemli bir konu olması gerekir.
Talimname ki, harekât kurallarıdır, savaş kanunudur. Bir bahane ile
muharebe alanını terk edenleri korkaklık cezasıyla mahkûm ediyor. Demek ki,
Talimname’ye göre korkaklık bir cezadır. Öyledir ya!.. Bir erkeğin, özellikle
askerin korkak olması demek, kendisinin âdeta uygarlıktan yoksun olmasıyla
eşdeğerdir. Çünkü, “Bu adam vatansızdır” demektir. Onun vatanı yoktur. Zira
çocuklarından olduğunu iddia ettiği vatanı düşmanların çiğnediği gün o,
anasının yardımına koşmamıştır. Ya da koşmuştur da, bu uğurda canla başla
çalışmamıştır. Ve zorunlu görevini yapmamıştır.
Dayanıklılığını kaybeden erlerin subaylarına bakmalarını Talimname
öneriyor. O halde subayın dayanıklılığını kaybetmesi hiçbir durumda kabul
edilemez. Hatta bu dayanıklılık o derece korunmalıdır ki, subayın yalnız
kendisine yetmekle kalmayıp dayanıklılığa gereksinen erlere de geçmelidir.
Artık muharebenin gerisinde işsiz duran ve bu meydanı bahane ile terk eden
erler korkaklık cezasıyla mahkûm olursa, tam savaş olacağı zaman sağlık
durumunun bozukluğundan söz ederek rapor almak veya bir başka hizmete talip
görünmek veya bulunduğu bir başka işi uzatıp muharebeye yetişmekte
gecikmek hangi ceza ile mahkûm olacaktır, bilemem.
Erlerde cesaret, yoğun çalışma, soğukkanlılık, hızlı karar verme ve
dayanıklılığını yitirdiğinde subayına bakma özelliklerini öğretmek ve artırmak
için ikinci bölümü okuyalım.
66
2. Subayların, erlerin kalp ve güvenlerini
kazanmaları ve morallerini yükseltmeleri
68
Subay, askerlik görevlerinin her bölümünde erlerin eğiticisi ve üstüdür. Bunun için
bilgi, deneyim, ciddiyet ve dayanma gücü bakımlarından erlere üstün olmalıdır... Üstler
emrindeki subayların yiğitlik duygularını harekete geçirmek ve çoğaltmak için çalışmalıdır.
71
Sancağın anlamı ve hak ettiği şöhret herkesçe bilinmelidir. Ve herkes
sancağın geçerken onu ululayarak ve saygıyla selamlamalıdır. Çünkü, herkes
bir gün bu birleştirici kutsal sembolün cesaret vericili- ğinin altında
toplanacaktır. Sancak her alayın şan ve şeref sembolüdür.
Düşmanın Çatalca kapılarına kadar dayandığı zamanlarda İstanbul
hayatının hiç savaş yokmuş gibi devam etmesi, İstanbul’da birçok gencin bu
esnada baston sallama ve cüppe uçuşturma gibisinden aymazlık ve
gevşeklikler göstermesi, İslam milletinde bir daha görülmemelidir. Vatanı
savunma kaygısı herkesin ruhunda büyük bir yer tutmalıdır. Saldırıyı
püskürtmek için herkes zamanında hazırlanmalıdır.
İşte böylelikle ilk askerlik dersini almış olan erlerle subaylar kesintisiz
temas ve ilişkide bulunarak, er için bir şekilden ve bir düşten ibaret olan bu
dersin bütün yönleriyle erin zihnine kazınması için emek harcanır ve dil
dökülür. Erlerimiz gayet bilgisiz ve basittir. Bu hal subaylarımızın onlara daha
çok, gereğinden fazla konuşmalarını gerekli kılar.
73
tor, mühendis, öğretmen, vali, büyük tacir ve belki bakan olacaklar vardır.
Üstlerin emir ve nüfuzlarının erler üzerinde oluşturacağı durumu
gösteren aşağıdaki diğer bir Seferiye maddesini tartışarak bu bölümü de
bitirmiş olalım:
75
3. Taarruz Kavramı
Savaş demek taarruz demektir. Savaşın bir bilim ve sanat olarak tanınması
yalnız taarruz uygulamasıyla olmuştur. Savaştan verim ve sonuç da ancak
taarruzla elde edilebilir. Taarruz eden veya hiç olmazsa bu düşünceyi koruyarak
fırsat bulduğunda uygulamaya girişen, daima kazanır. Savunma olumsuzdur.
Savunmanın en büyük yararı olsa olsa kaybetmemek olur. Fakat bu da geçicidir.
Savaştan amaç ise düşmanı imha etmek ve dağıtmaktır ki, bu da yalnız taarruzla
olur.
Taarruz, düşmana boyun eğdirir, hareket serbestliğini daima elinde
bulundurur, savaşanların morallerini, istek ve çabalarını yüksek tutar, en sonunda
düşmanı ezmek veya ona aman diletmek başarısına ulaşarak savaşı sonuca
ulaştırır.
Savunma düşmanın irade ve isteğine boyun eğmeye zorunlu, başarısızlığa
mahkûm ve hareket serbestliğinden yoksundur; askere daima korku ve
umutsuzluk getirir. En büyük kârı, ne kâr etmektir ne zarar. Fakat genellikle de
düşmanın kazanmasını sağlamaya yarar.
Taarruz savaşçılıktır, savaş yeteneklerine sahip olmaktır, asıl askerliktir.
Savunma hareketsizliktir, güçsüzlük ve yavaş davranmaktır, manevra
gücünün yokluğudur.
Taarruz eden savunmayı zaten sağlamıştır. Fakat savunmada kalan, taarruza
geçenin amansız darbesinden yakayı güç kurtarır ve çoğunlukla yalnız bununla
yetinir. Ama taarruza geçen başarılı olmasa bile, zararı yalnız budur. Ordu,
taarruz ordusu olmalıdır. Savunmayı savaş biçimleri arasından çıkararak yalnızca
bir savaş yöntemini, taarruzu tanımalıdır. Taarruz ordusunun bazen savunmada
kalma zorunluluğu, kural dışı ve belli sürelerle sınırlı olmalı; savunma, taarruzu
etkili bir şekilde yürütme olanağını sağlama hedefi taşımamalıdır.
Ordunun her türlü çalışması ve hazırlığı, uygulamalarının amaç ve hedefi
taarruza yönelik olmalıdır. Böyle ordular nadiren taarruza mecbur kalacakları
gibi, taarruzdan da uzak kalarak silahlı barışı sağlarlar. ‘Hazır ol cenge eğer ister
76
isen sulh ü salâh’ sözünün uygulaması böyle olur. Taarruz kavramından nasibini
almamış ve hazırlıklarını buna göre düzenlememiş olan ordular taarruz
edemeyecekleri için, düşmanların taarruz hırslarını kendi üzerine çekerek
ülkelerini tehlikeye atarlar. Altı yüz küsur yıllık tarihimizin yükseliş ve refah
dönemleri, eski taarruz anlayışımızın yükselmesinin sonucudur. İslamiyeti yayma
düşüncesinin birçok yerlerde boşlukta kuru bir yankı bırakarak sönmesi de, bu
anlayıştan uzaklaşmamızın kötü sonuçlarındandır. Yaşamak için bu anlayış
ruhumuzun, düşünce varlığımızın, çalışmalarımızın en birinci niteliği, en
vazgeçilmez gıdası, en önemli dayanağı olmalıdır. Savaşın meyvelerini toplama
mutluluğuna ulaşan taarruz harekâtlarının hayata geçirilmesi elbette ki zordur.
Esaslı ve ciddi bir anlayış ve kavrayış, sürekli ve düzenli bir çalışma gerektirir.
Ordumuzun son Balkan Savaşı’ndaki harekâtına bir bakacak olursak yalnız
İşkodra ve Yanya kaleleriyle, Çatalca ordumuzun ve Edirne’yi savunanların bizi
avutacak hareketleri görülür. Oysa savaşın buralarda sadece savunma şeklinde
geliştiği ve ancak manevra ve hareket güç ve yeteneğiyle kazanılabilecek olan
Kırkkilise (Kırklareli) Lüleburgaz, Komanova... meydan muharebeleri gibi açık
ovalarda hareket eden ordumuzun büyük bölümünün hiçbir iş göremedikleri bili-
nir. Geçen Rus Savaşı’nda da yalnız Plevne’deki savunma ordumuz, taarruzlara
karşı kendini koruyarak verdiği o meşhur savunma harekâtıyla yüzümüzü
güldürmüş; öbür yanda asıl ordu amaç ve hedefini bilemeyerek pusulasız gemi
gibi hareketsiz ve eylemsiz kalmıştı.
İşte özellikle bu son savaşlardaki örnekler, ordumuzun taarruzdaki eski
sindirici gücüyle görkemini geri kazanabilmesi için nasıl bir hareket hattı, ne
şekilde bir çalışma ve çaba izlemek gerektiğini kolayca belirler. Bu konuda
talimnamelerin şu maddeleri daima bize yol göstermelidir:
Piyade Talimnamesi - Madde 265:
Piyade sınıfı karakterinin bir parçası olan taarruz eğilimi, daima beslenmelidir. Ne
pahasına olursa olsun düşmanın üzerine atılmak düşüncesi bütün eylem ve
davranışlarına hâkim olmalıdır. Bu konu yüksek manevi erdemlere bağlı olduğundan,
moralin yerine getirilmesi ve yükseltilmesi, barış zamanındaki eğitimin başlıca
görevlerinden biridir.
78
uzak bulunduğunu; ve bunları hangi bakış açısından ve nasıl düzenlememiz ve
uygulamamız gerektiğini artık anlamak ve dakika geçirmeden buna göre hareket
etmek gereklidir. Bu nedenle yine birinci bölümde belirtilenlere geri dönmemek
mümkün değildir. Ne pahasına olursa olsun düşman üzerine atılmak, zor
durumlarda bile sayıca üstün düşmana karşı yürümek, taarruzla karşılaşıncaya
kadar beklemeyip hücumda düşmandan önce davranmak... Bunların, her şeyden
önce de asker ruhunun geniş ölçüde fedakârlık ve ataklık duygularıyla
donatılması ve eğitilmesi gereğinin inkârı mümkün değildir. Bunun için de
askerin eğitmen ve komutanları olan subayların bu yüce nitelikleri kendilerine
huy ve ülkü edinmiş ve erlerine de edindirmiş olmaları denen ağır iş, özellikle
tekrar anılmaya ve açıklanmaya değer bir gerçektir.
Bilelim ve askerimize bildirelim ki, elimizdeki silah kendimizi düşmandan
korumak için değil, belki düşmanı bizden korunmaya zorlamak. içindir. Yalnız
kendimizi savunma koşuluyla çalışırsak buna ulaşmak belki mümkün olur. Fakat
askerden istenilen görev ve ordunun varlığından beklenen amaç, askerin
kendisini sakınması olmayıp bütün vatan ve milletin korunmasıdır.
Ordu, düşmanın kötülüğünü önlemek ve sınırlamak için değil, tam tersine
düşmanı belaya ve hasara uğratmak için savaşacaktır. Bu
79
nun için de düşmanın harekâtına meydan ve aman vermemek, ona daima
taarruz etmek yoluyla hem saldırı önlenmiş hem de düşman bir daha taarruz
edemeyecek hale getirilmiş olur. Asıl amaç İkincisidir.
Taarruz güç ve yeteneğini kazandığımız ve çoğalttığımız sırada Ta-
limname’nin aşağıdaki maddelerini okumak yararlıdır:
80
maddeye ters hareket etmiş olurlar. Çünkü hemen boş yere cephane harcanacağı
gibi zaman yitirilir. Ve asker yorgun düşürülür. Talimname, onun için ancak
düşmana yaklaştıktan sonra ateşe başlamayı, talim ve eğitimi eksiksiz olan
piyade askerlerinden bekliyor. Fakat talim ve eğitimi mükemmel olan bu piyade
askerinin ruhu, eğer 327. madde gereğince ara vermeden ilerlemek eğilim ve
hevesi ile ve komşu kıtalara öncü olmak gayretiyle beslenmeyecek olursa; ve
348. maddeye göre avcıların düşman mevzisine girmeden önce yedek kuv-
vetlerin kendilerine yetişmelerine meydan vermeyecek şekilde seri ve şiddetli
hareket etmelerinin şeref ve namusun gereği olduğu piyade askerine
verilmemişse; acaba ortalama silah menziline kadar ateşsiz olarak taarruz
edilebilir mi?
345. madde gereğince gerideki kıtalar derhal harekete geçerek kayıplara
önem vermeden oraya en kısa yoldan yetişebilir mi?
Ve yine aynı maddede yazılı olarak belirtildiği gibi, avcı hattı istenilen
sonucun yaklaştığını hissedince hücuma kalkmaktan sakınabilir mi?
Elbette hayır! O halde bu askerin talim ve eğitimi mükemmel değilmiş,
savaşın zirvesi olan hücum eylemini bu maddelerin talep ve arzu ettiği şekilde
uygulamak için, yine bu maddelerde önerilen eksiksiz eğitimi alabilecek biçimde
eğitim ve talim görmeye zorunluymuş. Şimdiye kadar talim ve eğitime
harcadığımız emek ve çabaların verdiği sonuçlar son çarpışmalarda görülmüştür.
Bunu ayrıntılandırmaya gerek görmem. Yalnız daha önceki çabalarımın amaca
ulaşmaktan ne kadar uzak ve isabetsiz olduğunu söylemekle yetineceğim. İtiraf
etmeliyiz ki, bu çaba askerimize bazı teknik hareketlerin talim ve tekrar et-
tirilmesinden ibaret kalmıştır. Böyle çalışmanın sonucu da doğal olarak böyle
olur. Oysa 322, 345 ve 348. maddelerin istediği gibi bir asker yetiştirebilmek için
askerin öncelikle moral eğitim ve güçlendirmesinden işe başlamak, yani eğitimi
talimden Öne çıkarmak ve ona tercih etmekle olacağı, bu maddelerin
yorumlanmasından kolaylıkla çıkarılmaktadır.
Bu bölümü bitirirken bunu da söyleyelim ki, her çarpışma ilk anından
itibaren mutlaka taarruzla yürütülmek [zorunda değildir], Mev- zilenmiş
kuvvetin hakimiyetinden yararlanmak üzere veya gereken kuvvetin henüz
toplanmamasından dolayı çarpışmaya girmeden önce taarruza karşı savunma
konumu alınabilir. Fakat bunda da sonucun yine taarruzla taçlanması, gözden
kaçırılmamalı ve unutulmamalıdır.
Asıl amaç ve hedef taarruz olmalıdır. Yani bu geçici savunma, mutlak
savunma olmayıp mutlaka saldırganca olmalıdır. Çünkü, düşmana darbe indirmek
81
ona taarruzdan başka araç ile olamaz. Bu ise askerin elindeki en gerekli şey,
savaşın asıl ülküsüdür. Bazen böyle uygun mevzilerin kuvvet hakimiyetini kendi
kuvvetine aktararak ve ekleyerek yerinde duran savunmanın; güçlü mevzileri de
düşmanın kuvvetini kırmaya yarayan muharebeden sonra daha da üstün gelmeye
ve kuvvetçe düşmanın gerisinde ise üstünlük kazanmanın getireceği taarruz
yeteneği ve fırsatından hemen yararlanmaya hız vermelidir. Bu da savaşı yine
taarruz şeklinde yönetmek demek olur.
Kısacası taarruz kavramı hiçbir zaman subayın ve komutanın öngördüğü yol
haritasının dışında kalmamalıdır.
82
4. Kendiliğinden iş
görmek ve sorumluluk
üstlenmek
‘‘Düşman hakkındaki eksik bilgi hiçbir zaman kendiliğinden iş görmekten caymaya yol
açmamalıdır. ”
89
ğinden fazla asker yığmak hatadır.
Geride kalan birlikler, başka şekillerde kullanmak için zamanında durdurulma-
lıdır. Burada bu birliklerin komutanları çoğu zaman kendi başlarına uygulamaya
geçmeye zorunlu olurlar.
93
büyük başarıların temelidir.
Piyade Talimnamesi - Madde 304:
...Ancak bu üstün nitelik, geneli göz önünde bulundurmayarak keyfi kararlar
almak, verilen emirlere tam anlamıyla uymamak ve itaat yerine bilgiçlik taslamak
şeklinde kabul edilmemelidir.
Yine de üstlerin, araçlarının azlığından veya uygulama alanında bulunama-
maktan dolayı, durumu yeteri kadar anlayamamış olduğuna astlar inanır ve çe-
kinmeden muharebeye katılmaktan sakınmaz, korkmaz; ya da herhangi bir emrin
uygulamasından önce durum değişirse alınan emirleri ya hiç uygulamamak ya da
gereken değişikliklerle uygulamak ve üste de bu konuyu haber vermek, astın gö-
revleri arasındadır.
Emrin uygulanmamasındaki sorumluluk, tamamen asta aittir. Sorumluluktan
çekinmemek niteliğine sahip bir komutan muharebenin sonucundan kuşkulandığı
yerde bile kıtasını duraksamadan savaşa sokmaktan çekinmez.
Topçu Talimnamesi - Madde 275:
...Ancak bu özellik, genel durumu dikkate almaksızın kişisel kararlar almakta
ya da büyük bir dikkatle verilmiş emirlere tam anlamıyla uymamakta ve bilgiçliği,
buyruğa uyma yerine koymakta aranılırsa yanlış anlaşılmış olur. Ancak ast, görevi
veren amirin durumu iyice anlayamadığına ya da verilen emrin uygulanmasının,
durumun değişmesinden dolayı mümkün olmadığına inanırsa; o halde aldığı
emirleri uygulamamak ve durumu üste haber vermek astın görevidir. Emri uygu-
lamamaktan doğacak sorumluluk tamamen asta aittir. Sorumluluğu seven bir ko-
mutan kıtasını çarpışma sonucunun şüpheli olduğu yerde de...
Görülüyor ki, ast aldığı emri körü körüne, noktası noktasına yapacak
değildir. Bu konuda astlara verilen yetki pek büyüktür. Ast, her işte üstlerin
her emrini olduğu gibi ve başka hiçbir şey düşünmeksizin uygulayacak
olursa, başarının temeli olan kendiliğinden iş görmek ortadan kalkmış ve
ortak amaca hizmet düşüncesi ihmal edilmiş olur. Ast, üstün verdiği emirden
onun amacının ne olduğunu ve emir aynen uygulanacak olursa istenilenin
elde edilip edilmeyeceğini düşünecektir. Yani ast, bir kolun kaldırılıp
indirilmesiyle harekete geçen bir makine değildir. Kendi kendine
düşünebilmelidir. Fakat bunda da bilgiçlik taslanmayacaktır.
Talimname, asta bazı durumlarda üstlerin emrinin uygulanmaması ya da
değiştirerek uygulanması yetkisini bile veriyor. Ve hatta bunu görevleri
arasında sayıyor.
94
Bu noktada, yaptığı değişikliğin sonucunun iyi ya da kötü olmasından,
astın kendisi sorumlu olacağından; o da bunu dikkatle ve çekinerek
uygulamalıdır. Buradaki hareket sınırı kesinlikle belirlenemez. Bunu içinde
bulunulan hal ve durum gösterecektir ki, bu da sayılamayacak derecede
çeşitlidir. Yalnız her komutan ve subay şu önemli konuları bilmelidir. Böyle
durumlarda hatasız hareket ve buna yönelik geçerli ve kabul görmüş bir
alışkanlık, pek çok uygulama ve deneyimle kazanılır. Üstlerin bu noktadaki
etkileri pek büyüktür.
Her emri aynen uygulamak gibi mantıksız bir yola sapmış olanlara, ortaya
çıkan örneklerin incelenmesi ve tartışılması ile yanlış kanıları düzelttirilmeli;
ve aynı biçimde kendi düşüncesini daima öne çıkaranların aşırıya kaçan
hareketleri de ılımlı bir düzeye çekilmelidir. Bunun için barış zamanında
birçok fırsatlar ortaya çıkacaktır.
Hele kendiliğinden iş görmeyi ileri götürenlerin birden bire önünü
kesmek hiç doğru değildir. Astlarla üstler arasında bu sorun her zaman bir
sınanma ve çalışma fırsatı olmalıdır. Bu konular üzerinde çok çalışmalıdır.
Bu maddelerin incelenmesiyle ortaya çıkan diğer bir konu da, durumun
değişmesinden dolayı verilen emrin uygulanmaz hale gelmesidir. İşte bu
durum astların emir beklemeden harekete geçmesini zorunlu kılar. Çünkü
emrin verildiği an, durumun henüz değişmediği andı. Ve o anda yapılacak iş,
emirden beklenenden ibaret olduğuna göre emrin ulaştığı dakikaya kadar
olan değişiklikten dolayı uygulanmaması zorunluluğunun doğması, fırsat ve
başarıyı kaçırmaktan başka bir şey olmaz.
Ama ast, emrin yazıldığı saatteki durumu kavrayarak, durum daha
değişmeden, üstlerin vereceği emrin biçimini de iyice anlayarak hemen
uygulayacak olursa; emrin daha sonra başarısızlıkla sonuçlanma tehlikesi de
ortadan kalkmış olur.
Ast bunda hata etmiş olsa bile bu, bekleyip de sonunda uygulama olanağı
ortadan kalkmış emirler almasından ve sonuç olarak hiçbir şey
yapamamasından yararlı ve iyidir.
Bu bölümün asıl amacı da her komutanda, işte bu kendiliğinden iş
görmek erdeminin edinilmesinin zorunluluğu konusudur.
95