You are on page 1of 64

Anna Ziegler

FOTOĞRAF 51
çeviren: Hira Tekindor
KARAKTERLER

ROSALIND FRANKLIN
30’larında bir bilim kadını

MAURICE WILKINS
30 veya 40’larında bir bilim adamı

RAY GOSLING
20’lerinde bir bilim adamı

DON CASPAR
20 veya 30’larında bir bilim adamı

JAMES WATSON
20’lerinin başında bir bilim adamı

FRANCIS CRICK
30 veya 40’larında bir bilim adamı

MEKAN

Pek çok mekan vardır. Dekor ne kadar basit olursa, sahne geçişleri o kadar akıcı olabilir.

YAZARIN NOTU

Oyun, 1951-1953 yılları arasında İngiltere’deki DNA yapısının keşfedilme yarışından


uyarlanmıştır ama tamamen hayal ürünüdür. Zaman çizelgesini, gerçekleri ve olayları
değiştirip, dramatik sebeblerle karakterleri baştan yarattım.

Slash’ler (/) diyalogların kesildiğini gösterir.

Oyun arasız oynanmalıdır.

Oyun metni, provalar bitmeden baskıya gittiğinden, sahnelenen versiyonundan daha farklı
olabilir.
(ROSALIND’in üstünde ışık yanar.)

ROSALIND: İşte aynen böyleydi. Biz görünmez olanı görünür kıldık. Biz atomları
görebiliyorduk. Sadece görmekle de kalmayıp - hareket ettiriyorduk, istediğimiz gibi
oynatabiliyorduk. Çok güçlüydük. Kullandığımız aletler sanki vücutlarımızın uzantısıydı.
Her şeyi görebiliyorduk, yani gerçekten görebiliyorduk- fakat, bazen de, burnumuzun
ucundakileri göremiyorduk.

Ben çocukken şekiller çizerdim. İç içe geçmiş şekiller, sonsuz bir Venn şeması gibi.
Annem-babam derdi ki: “Rosalind, birazcık da acaba insan mı çizsen… Ailemizi,
köpeğimizi çizmek istemez misin canım?” İstemezdim. Kendini tekrar eden yapıların
desenlerini çizerdim küçük küçük. Aklım fikrim o küçük yapıların desenleriyle, modelleriyle
meşguldü.

WILKINS: Londra’da normalden daha soğuktu o kış. Ocak 1951.

ROSALIND: Babamın fotoğraf makinasını ilk defa kullanmak için dışarı çıktığım zaman
dört tane yaprak bulmuştum yerde. Özenle dizdim yaprakları yan yana, kaldırımın
kenarına. Sonra da fotoğrafını çektim yaprakların ama işte çektiğim o fotoğraf, aslında
yaprakların fotoğrafı değildi. Yani çünkü bir şey hiçbir zaman sadece o şey değildir. Çünkü
dünya böyle bir şeydi; nehirlerin, dağların sonsuz bir döngüde sıralandığı bir harita. Sonra
gidip babama bilimci (bilim kadını) olacağımı söylediğim zaman, babam önce “Ah.
Anlıyorum” dedi… Sonra da dedi ki: “Olmaz.”

WILKINS: Aynı zamanda Paris’te -

WATSON: Yine başlama, Wilkins, lütfen!

WILKINS: Paris’te, Rosalind Franklin veda konuşmasını yapıyordu.

ROSALIND: (büyük bir kalabalığa konuşuyormuş gibi - Paris’li iş arkadaşlarına;


Fransızcası kusursuzdur) Oh, vous me flattez plus que je ne merite. (güler) Benim için çok
değerli bu. Hepinizi, burada yaptığımız bütün işleri çok özleyeceğim. Hem bu kadar titiz
hem de bu kadar, evet söyleyeceğim bu kelimeyi, zevkli, bir iş ortamı, çok sık rastlanan
şeyler değildir. Çok özleyeceğim. Ah bir de bütün o ekmekleri tabii… Şarapları… Hiii
peynirler! Ama en çok sizleri özleyeceğim.

(ROSALIND gülümser, gözünde bir parıldama, ama sonra, kısa bir süre sonra, saçını
topuz yapar.)

CRICK: (Seyirciye) Aslında Paris’teki laboratuvarı (Laboratiore Central’ı) hiç


bırakmak istememişti ama Londra’daki King’s (College) Üniversitesi’nden bir davet almıştı.
Kimse King’s’den gelen bir işi geri çeviremez - özellikle genetik alanında çalışma şansı
varsa -

CASPAR: Öyle bir alan ki bu, imkanlar… yani, sınırsız diyebiliriz. Kişisel ve mesleki
tatminin yüzde yüz kesin olduğu bir alandır genetik.

GOSLING: İşte Rosalind de, Doktor Wilkins’e çok… nazik… bir mektup yazarak, ihtiyacı
olan aletleri sıraladı:
ROSALIND: (Mektup yazarak, tüm resmiyetiyle) 1 adet x-ışını tüpü. İçindeki ısıyı özenle
kontrol etmeme yarayacak, özel yapılmış bir fotoğraf makinesi. Çünkü diğer türlü, sonuç
işlem sırasında değişebilir ve sizin de bildiğiniz gibi Doktor Wilkins, böyle bir şey kabul
edilemez. Son olarak, tabii eğer mümkünse, bu siparişlerimin ne zaman elime geçeceğini
bilmek isterim, çünkü eğer gerekirse o zamana kadar birkaç küçük şey daha ilave
edebilirim. Saygılarımla, Doktor Rosalind Franklin.

WILKINS: Sevgili Bayan Franklin, ne kadar da… arkadaş canlısısınız. Ama sizi
uyarmalıyım -bizler King’s Üniversitesi’nde son derece ciddiyizdir. Hatta o kadar ciddiyiz ki,
elimizdeki son model imkanlarımızla birlikte sizin araştırmalarınızı tamamen başka bir
alana taşıma kararı aldık.

(WILKINS ve ROSALIND King’s Üniversitesi’nde yan yana konuşuyorlar.)

ROSALIND: Pardon?

WILKINS: Evet, proteinler yerine artık DNA yapısı üzerinde çalışacaksınız.

ROSALIND: Öyle mi?

WILKINS: Ben yakın zamanda bir DNA örneğinin X-Işını fotoğraflarını çektim, hiç de
fena çıkmadılar; hiç şüphe yok ki kristalize bir yapıdalar. Bu nedenle de üniversitemizin
artık bu çalışmayı biraz hızlandırması ve sizin de uzmanı olduğunuz alan olan
kristalografiyle birlikte -

ROSALIND: Teşekkürler. Öyleyim.

WILKINS: Evet. Zaten kimsenin bir itirazı yok buna. (Es.) Her neyse, bizim bir an önce,
kromozomdaki pürin ve pirimidin sayısının neden çiftler halinde çıktığını belirlememiz şart.
Böylece nasıl çoğaldıklarını görebiliriz. Bunu görürsek de-

ROSALIND: Anladım anladım.

WILKINS: Evet, evet eminim anlamışsınızdır. O zaman lafı uzatmadan konuya gireyim.
İsviçre’den gelen Signer DNA’sı üzerindeki çalışmam için bana asistanlık yapacaksınız.
Herkes istiyordu bunu, nasıl olduysa Randall almayı başardı. Nasıl yaptı bilmiyorum ama
yaptı işte…

ROSALIND: Ben sizi doğru mu anladım, emin değilim.

WILKINS: Doğru anladınız! Signer DNA’sı bizde. Bomba haber değil mi? Yani
düşününce…

ROSALIND: Size asistanlık yapacağımı mı söylediniz?

WILKINS: Evet!… Doktora öğrencim Ray Gosling de sizin asistanınız olacak.

GOSLING: Merhaba!

(GOALING, ROSALIND’e elini uzatır, ROSALIND görmezden gelir.)


ROSALIND: Ama… Randall bana çalışmayı benim yürüteceğimi söylemişti. Yani buradaki
çalışmalarımdan benim sorumlu olacağım söylenmişti. Bir yanlış anlaşılma olmuştur,
eminim.

WILKINS: Hayır. Hayır. Yanlış anlaşılma yok. Durumlar değişti. Yani… biz, şayet bu
yapıyı keşfedebilirsek - eğer onu çözebilirsek - dünyayı çözeceğiz. Dünyanın nasıl
çalıştığını çözeceğiz Bayan Franklin. Hani bazılarının “hayatın sırrı” dediği şeyi.
Düşünebiliyor musunuz?

ROSALIND: Doktor Wilkins, kimsenin asistanı olmayacağım ben.

(Es.)

WILKINS: Ne demek bu?

ROSALIND: Başka insanların benim verilerimi, benim çalışmalarımı analiz etmelerinden


hoşlanmıyorum. Ben en iyi şekilde yalnızken çalışabiliyorum. Eğer, sebebi ne olursa olsun,
başka şartlar altında çalışmaya itilirsem de, yalanlarla… bir sahtekarlıkla buraya
çağrıldığımı düşünmeye başlayacağım.

WILKINS: Anlıyorum… Belki o zaman biz de çalışmamızı bir çeşit ortaklık olarak
düşünebiliriz. Bu sizin için uygun olur eminim…

ROSALIND: Bana uygun olup, olmamasının çok da önemi yok sanıyorum, öyle değil mi?

(ROSALIND çıkar.)

GOSLING: Eveet, iyi geçti.

WATSON: Gördün mü işte? Wilkins’in asistanı olacaktı en başta, hiç sorun morun
kalmayacaktı. Ama şartları yanlış anlamış. Bundan sonra olanlar da zaten kaçınılmazdı.
Yarış daha orada kaybedilmişti. O küçücük anda.

WILKINS: Hiçbir şey kaçınılmaz değildir.

CASPAR: Eğer birinin asistanı olacağını bilseydi Paris’i bırakıp Londra’ya gelmezdi.
Bana söylemişti bunu, çok açıktı bu konuda.

CRICK: Biz bunu böyle duymadık.

CASPAR: Çünkü siz ne duymak istediyseniz onu duydunuz. İnsan doğasının


özelliklerinden biridir bu.

WILKINS: Pardon, sizin şu an burada olmanız çok mu şart?

CASPAR: Suçunuza tanıklık ettiğim için şart. Çok şart.

WILKINS: Ne suçundan bahsediyorsunuz? Rica ediyorum söyler misiniz? Benim özür


dileyecek bir şeyim yok.

CASPAR: Öyle mi? Hiç mi yok?


GOSLING: Her neyse! Biz çalışmaya başladık. Birkaç yıl önce yeraltına kurulan hava
saldırısı sığınakları vardı, onların da daha altındaki bir laboratuarda çalışıyorduk. Yani
hissiyatı buydu en azından.

(ROSALIND, WILKINS ve GOSLING laboratuarın farklı bölümlerinde çalışmaktalar.)

ROSALIND: Daha ne kadar iç karartıcı olabiliyor ki burası? Daha insani bir çalışma ortamı
talep edeceğim sizden, ortağınız olarak.

WILKINS: Paris’te laboratuarlar daha iyi demek, öyle mi?

ROSALIND: Kıyas kabul etmez.

WILKINS: Ülkenin bize en çok ihtiyacı olduğu dönemde İngiltere’yi terk edemezdik biz.

ROSALIND: Bu vatansever ruh için teşekkür ediyorum Doktor Wilkins. Ama şuna emin
olabilirsiniz ki ben Fransa’da kömür molekülleri (karbonmonoksitler) üzerinde çalışırken
İngiliz toplumu için çok daha fazlasını yapıyordum. Eğer Londra’da kalmış olsaydım, gidip
karneyle yemek alıyordum, arabam da bir bombanın patlattığı evin önünde park halinde
bekliyordu.

WILKINS: Şaka yapmıştım sadece - gerçekten.

GOSLING: (Durumu hafifletmeye çalışarak) Doğru söylüyor, çok şakacıdır.

ROSALIND: Siz de savaş sırasında California’da Manhattan Projesi üzerinde


çalışmadınız mı?

WILKINS: (Gururla) Birkaç aylığına çalıştım, evet.

ROSALIND: O zaman belki savaş sırasında bir tane bile İngiliz bilim kadının bir araştırma
görevine atanmadığını da biliyorsunuzdur?

WILKINS: Öyle mi…

ROSALIND: Nükleer gücün onayladığım bir şey olmadığını bilmenizi isterim.

WILKINS: İyi nükleer güç üzerinde çalışmanız istenmediği iyi olmuş o zaman.

ROSALIND: Pardon?

WILKINS: (Şaka yapmaya çalışarak) Zaten neyi onaylıyorsunuz ki?

ROSALIND: Ben ne diyorsunuz anlamıyorum.

GOSLING: Yok yani, diyor ki-

WILIKINS: İroni yapmaya çal-

ROSALIND: Neyin ironisi?


WILKINS: (Özür dilemeden) İnsanlar… o kadar çok uğraştılar ki… bin tane yol
ürettiler… yani, Yahudileri kurtarmak için… Sonra da tek duyduğumuz şey bunu ne kadar
onaylamadıkları. Biraz ne bileyim şey geliyor…

ROSALIND: Çok haklısınız; şu günlerde Yahudiler gerçekten çok daha minnettar bir
düşünce yapısı benimsemeliler, evet çok haklısınız…

WILKINS: Tamam, Rosy.

ROSALIND: Benim adım Rosalind. Ama siz bana (Bayan) Franklin diyebilirsiniz. Herkes
öyle diyor.

WILKINS: Peki.

ROSALIND: Tabii Doktor Franklin’i tercih ederim ama buralarda böyle çok kullanılmıyor bu
öyle değil mi (Bay) Wilkins?

WILKINS: Doktor Wilkins.

ROSALIND: Doktor Wilkins, ben şaka yapmam. İşimi de çok ciddiye alırım. Sizin de
aldığınıza inanıyorum.

WILKINS: Elbette alıyorum.

(Uzun es.)

GOSLING: Şu işe bakın - saat 2 olmuş neredeyse.

WILKINS: Saati güncelleyip durmana ihtiyacımız yok Gosling. Bak şurada bir saat var,
hepimiz de gayet net görebiliyoruz-

GOSLING: Yok yani ben şey için… yani… yemeğe mi çıksak diye dedim, öneri olarak
yani.

ROSALIND: Burada gerçekten o kadar eğleniyoruz ki zaman adeta akıp gitmiş, öyle değil
mi Doktor Wilkins?

WILKINS: Öyle mi?

ROSALIND: Ee nerede yiyeceğiz? Ölüyorum açlıktan.

(WILKINS yemeğe gitmek üzere çıkıyordur.)

ROSALIND: Doktor Wilkins?

WILKINS: (Arkasını döner) Hm? (Rosalind’in bakışını görüp) Ha, sizinle yemek isterdim
fakat…

ROSALIND: Fakat ne?

WILKINS: (sakin) Öğretmenler odasında yiyorum ben öğle yemeğini.


ROSALIND: İyi hadi gidelim o zaman.

WILKINS: İşte bir sorun var.

ROSALIND: Neymiş?

WILKINS: Öğretmenler odası… erkekler için sadece.

ROSALIND: Demek öyle.

WILKINS: Evet.

(Es.)

ROSALIND: İyi buyurun gidin o zaman.

WILKINS: Emin misiniz? Gideyim mi?

ROSALIND: Kesinlikle.

WILKINS: Pekala.

GOSLING: (seyirciye) Yemek saati için… yani, ben eğlenceliydi demezdim şahsen.

ROSALIND: Çok absürt değil mi? Nasıl bir antika zihniyet bu!

GOSLING: Hangi zihniyet?

ROSALIND: Bu öğretmenler odası konusu tabii.

GOSLING: Evet, galiba. Neyse… takmayın kafanıza.

ROSALIND: Kafama neyi istersem takarım!

GOSLING: Zaten biyofizikçilerin yemekleri sırasında öyle enteresan muhabbetler


dönmez. Sürekli iş güç konuşurlar. Hiç ara vermeden.

ROSALIND: İşte tam olarak ihtiyacım olan muhabbetler bunlar benim. Bilim insanları bir
şeyleri yemekte keşfederler.

GOSLING: Tabii öyle diyorsanız.

ROSALIND: Bir şey sorabilir miyim?

GOSLING: Tabii.

ROSALIND: Nasıl biri - Wilkins? Birkaç yıldır onun için çalışıyorsun, değil mi?

GOSLING: Evet ama artık sizin için çalışıyorum. Biraz yavaş olabilirim ama doktora
öğrencileri birlikte çalışmak için iyi insanlardır. Sıvı gibiyiz biz zaten - neyin içine dökülsek
onun şeklini alıyoruz.
ROSALIND: Ne demek istiyorsun?

GOSLING: Yani endişelenmemenizi söylüyorum: size sonuna kadar bağlı kalacağım.


Benim akıl hocam artık sizsiniz.

ROSALIND: (kafası karışır) Ha, iyi. Ben de öyle umuyordum.

GOSLING: Wilkins de iyidir. Aramızda kalsın, biraz katı bir adamdır, ama iyi
anlaşacaksınız eminim. Çok da çalışkandır. Evli de değil, çocukları da yok. Tamamen işine
adanmış bir adam.

ROSALIND: Ben de öyleyim.

GOSLING: Bay Franklin ne diyor bu kadar çalışmanıza?

ROSALIND: Bay Franklin diye biri yok. Tabii yani babamı kastetmediysen.

(Es.)

GOSLING: Yok babanızı kastetmedim. Özür dilerim. Sizi gücendirmek istemedim. Sizi
üzmek -

(WILKINS girer.)

ROSALIND: Yemek nasıl geçti Doktor Wilkins?

WILKINS: Gayet iyi. Teşekkür ederim.

ROSALIND: Buradaki ilk günümde günlük rutininizden vazgeçmeyip, benimle girmemin


yasak olmadığı bir yerde yemek yemediğinize çok sevindim.

WILKINS: Bayan Franklin… Bir konuya açıklık getirmek isterim: buraya gelişinizi dört
gözle bekledim.

GOSLING: Bu doğru.

WILKINS: Tamam Gosling, yetişir.

GOSLING: Ama sürekli Doktor Franklin’den bahsediyordunuz gerçekten - onun


kimyasıyla sizin teorilerinizin birleştiğinde ortaya müthiş bir ilişki çık -

ROSALIND: Benim kimyam sizin teorileriniz? Benim teorim yok mu yani, Doktor Wilkins?

WILKINS: Öyle demedim.

ROSALIND: Ha iyi.

GOSLING: Biyokimyanın bütün o angarya işleri olmadan çalışmanın hayalini kuruyordu -

WILKINS: Gosling!

ROSALIND: Angarya?
WILKINS: Öyle değil!… Ama ben hiç memnun değilim ki böyle bu kadar… bu
aramızdaki duvardan. Ben baştan başlayalım isterim.

(Es.)

ROSALIND: Tamam.

WILKINS: Tamam mı?

(WILKINS elini uzatır, ROSALIND isteksiz elini sıkar.)

ROSALIND: Ben Doktor Rosalind Franklin. Memnun oldum.

WILKINS: Çok memnun oldum sizinle tanıştığıma.

ROSALIND: Hakkınızda çok şey duydum.

WILKINS: Ben de sizin.

GOSLING: Merhaba - Ben de Ray Gosling. Doktora öğrencisiyim, sizin asistanınız


olacağım.

WILKINS: Lüzumsuz, Gosling.

ROSALIND: Evet, Gosling, biz tanıştık zaten.

WILKINS: Sormamda bir sakınca yoksa Bayan Franklin, burada yani bu üniversitede en
çok ne için sabırsızlanıyorsunuz?

ROSALIND: Bu tür oyunları bırakıp bir an önce DNA kristallerinin fotoğrafını çekmeye
başlamak için sabırsızlanıyorum galiba. Benim buraya gelme amacım her ne kadar sizin
söz ettiğiniz o “hayatın sırrını” çözmek olmasa da, bir an önce elimizdeki fotoğraf
makinelerinden istediğimi seçip, Signer DNA’sıyla çalışmak istiyorum. Benim
kullanmadığım aletleri de siz kullanabilirsiniz elbette, ne zaman isterseniz de gelip
kendinizi bana tekrar tanıtabilirsiniz.

(ROSALIND çıkar.)

WILKINS: Anlıyorum.

CASPAR: Gerçekten böyle mi oldu? Gerçekten bu kadar şey miydiniz-

WILKINS: Hiçbir şey değildim. Gayet de iyiydim… (GOSLING’e) Demek biraz katı bir
adamım öyle mi…

GOSLING: Aa duydunuz mu o kısmı?

WILKINS: Evet duydum “o kısmı.”

CRICK: Bence sen çok katı… hiç de bir kere katı filan değilsi… yani aslında bazen
biraz katı olabiliyorsun, eğer yani söylememde bir sakınca yoksa.
WILKINS: (imalı) Hiiiiç sakınca yok.

(ROSALIND girer.)

ROSALIND: Günaydın Doktor Wilkins.

WILKINS: Günaydın Bayan Franklin.

ROSALIND: İyi geçti mi hafta sonu?

WILKINS: İyiydi galiba.

(Es.)

WILKINS: Sizinki nasıldı?

ROSALIND: İyi.

WILKINS: Enteresan bir şey yaptınız mı?

ROSALIND: Kış Masalı’na gittim, Phoenix Tiyatrosu’ndaki. Peter Brook yönetmiş.

WILKINS: Çok acayip.

ROSALINS: Nedir acayip olan?

WILKINS: Ben de neredeyse o oyuna gidecektim. O mahalledeydim ben de,


yürüyordum, tiyatronun önünden geçtim hatta, neredeyse girecektim oyuna.

ROSALIND: Yer mi yoktu?

WILKINS: Yok yani girmedim hiç binaya.

ROSALIND: Bu işin peki tesadüfü nerede?

WILKINS: Yani… neredeyse yollarımız kesişecekmiş… şayet girseydim.

(Es.)

WILKINS: Güzel miydi oyun?

ROSALIND: Aa, evet. Çok güzeldi.

WILKINS: Kış Masalı, esasında Pandosto diye bir hikayeden uyarlama, biliyorsunuzdur,
ama aralarındaki en büyük fark, Shakespeare’in versiyonununda kadın karakter ölmüyor.

ROSALIND: Leontes’i John Gielgud oynuyordu. Çok iyiydi gerçekten. Çok sahiciydi. Çok
iyiydi. Hermione ölünce, her ne kadar Leontes’in yüzünden ölmüş olsa da, üzüldüm adam
için. Gerçekten üzüldüm.

WILKINS: Hermione’yi kim oynuyordu?


ROSALIND: Hatırlamıyorum. Çok öyle öne çıkmıyordu oyunculuğu, galiba.

WILKINS: Benim oyundaki en sevdiğim bölüm, Antigonus’un rüyası.

ROSALIND: Neden?

WILKINS: Çünkü her ne kadar Hermione, Leontes’e çocuklarının adını Perdita yani
“kayıp” koymasını istese de yine de onu kurtarmasını söylüyor. Onu bulmasını söylüyor.
Kıza bir isim koymak yaşatıyor aslında onu.

(Es.)

WILKINS: Gel, zavallı bebek:


Duydum ama inanmadım -

ROSALIND: Ölülerin ruhu


Tekrar yürüyebilir.

(Burada gerçek Shakespeare çevirisi kullanmak isteyebilirsiniz. Kış Masalı’nın


Türkçesi’ni internette bulamadım maalesef.)

WILKINS: Burayı güzel oynadılar mı?

ROSALIND: Evet.

WILKINS: İnsanın aklını başından alabiliyor gerçekten de. Eğer iyi oynanırsa. Kim
olduğunuzu unutturuyor bir süreliğine. Bütün pişmanlıklarınızı unutturuyor.

(Es.)

ROSALIND: (sessizce, kabul ederek) Evet. Öyle yapıyor, değil mi?

WILKINS: Benim dedem bir çok Shakespeare oyununu ezbere bilirdi.

ROSALIND: Benim babam da bilirdi!

WILKINS: Gerçekten mi? Bütün külliyatı mı?

ROSALIND: Yani güzel olanları.

WILKINS: Çok etkileyici bir şey bu. Keşke ben de bilsem.

ROSALIND: Niye ezberlemiyorsunuz?

WILKINS: (gülerek) Ah bilmem ki. Tembellik?

ROSALIND: Tembellik?

WILKINS: Daha önce duymadınız mı?

ROSALIND: Duydum da inanmam ben ona.


WILKINS: (doğru olduğunu fark ederek)… Evet, doğru.

(Es.)

ROSALIND: Neyse o zaman… İşimize dönelim.

WILKINS: Ne üzerine çalışacaksınız bu sabah?

ROSALIND: DNA’nın bir fotoğrafını çekmeye çalışacağım ama kamera o kadar


nemleniyor ki…

WILKINS: Hmm… Bu sorunu bir an önce çözmemiz lazım, değil mi?

ROSALIND: (içerleyerek) Evet, çözmemiz lazım.

(Işıklar değişir.)

CASPAR: Sevgili Doktor Franklin.

GOSLING: Don Caspar, Yale Üniversitesi’nde biyokimya bölümünde bir doktora


öğrencisiydi. Benim aksime, doktorasını vermeye çok yakındı. Benim durumum da o kadar
kötü değil gerçi de… ya da öyle galiba. Anlayamıyorum nasıl bu kadar zamandır
veremediğimi şu doktorayı. Annemin kendi teorileri var bu konuyla ilgili ama neyse şimdi
konumuz bu değil.

CASPAR: Danışmanım Simon Dewhurst, kömür moleküllerinin kimyasal yapısına ilişkin


doktora araştırmamın son bölümünü yazmadan önce sizinle iletişime geçmemi önerdi.
Sizin bu konuda dünya uzmanı olduğunuzu düşünüyor. Sizin hem kuramsal hem
uygulamalı çalıştığınızı söyledi, ben de tam olarak bunu yapma arzusundayım. Eğer bana
kömür molekülleri üzerine yazdıklarınızı gönderebilirseniz büyük mutluluk… hayır minnet
duyarım. X-Işını görüntüler ve yayımlanmış makaleleri de alabilirsem çok memnun olurum.

ROSALIND: Sevgili Bay Caspar: Mektubunuz için teşekkür ederim. Yayımlanan


makaleler, yayımlanan makaleler oldukları için onlara herkes gibi rahatlıkla ulaşabilirsiniz.
Ayrıca, size X-Işını görüntüler göndermem mümkün ancak benim bu görüntüleri okumayı
bildiğinizden emin olmam şart. Çalışmalarımın yanlış yorumlanmasını önlemek isterim.
Doktor Dewhurst’ın hakkımda çok nazik bir şekilde söz ettiği itibarımı korumak isterim zira.

CASPAR: Sevgili Doktor Franklin, her ne kadar onları okumayı bildiğimi size söylemiş
olsam da, fotoğraflar elime geçmedi. Tekrar gönderebilir misiniz? Bir ayı geçti ve tezimi
yetiştiremeyeceğim diye endişelenmeye başladım.

(Es.)

CASPAR: Sevgili Doktor Franklin, tekrar yazdığım için çok özür dilerim ama fotoğraflar
hala elime geçmedi. Başınıza bela olduğumun farkındayım. Lütfen affedin beni. Hakkımda
kötü düşünmüyorsunuzdur umarım çünkü çalışmalarınızın büyük bir hayranı olarak böyle
bir durum varsa, bu beni gerçekten çok üzer.

ROSALIND: Sevgili Bay Caspar, fotoğraflar ulaştı sanıyorum?


CASPAR: Sevgili Doktor Franklin, evet fotoğraflar ulaştı. Size nasıl teşekkür edeceğimi
bilemiyorum. Öyle farklı bir pencere açtılar ki… yani siz aslında öyle bir pencere açtınız ki
benim için… Yani, ben hayatımda daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Onlara
saatlerce baksam bile sanki hala sırlarını bütünüyle açığa vurmayacaklarmış gibi. Yani
yanlış anlamayın; onları okuyamıyorum demiyorum. Çünkü okuyabiliyorum. Yani o kadar
güzeller ki - şekiller, şekillerin içindeki şekiller, üst üste geçmiş şekiller, ilk bakışta
görünenden fazlasını ifade eden şekiller, ama hiçbir şey ifade etmeseler bile çok güzeller.
Eminim bu güzelliklere bakan herkes, her bakışta yepyeni şeyler görecek.

ROSALIND: Teşekkür ederim Bay Caspar. Fotoğrafların ulaşmasına sevindim.

WILKINS: (etkilenmemiş) Eminim bu güzelliklere bakan herkes, her bakışta yepyeni


şeyler görecek.

CASPAR: Evet. Bence öyle. Rosalind de benimle aynı fikirdeydi.

GOSLING: (seyirciye) Bazen laboratuara gelmez, uzaklara giderdi Rosalind. Sabah


gelirdim bakardım, kimse olmazdı içerde -

WILKINS: (yaralı/yok sayılmaktan dargın) Ben olurdum ama.

GOSLING: Sonra telefon çalardı.

ROSALIND: (GOSLING’le telefonda konuşuyor.) İsviçre’deyim. İsviçre’deyim diyorum.

GOSLING: Efendim? Sizi duyamıyorum.

ROSALIND: Hiking/yürüyüş yapmaya gideceğimi söylemiştim sana. Bir gün daha


kalacağım fazladan.

GOSLING: Tamam.

ROSALIND: Beni duyabiliyor musun?

GOSLING: Bazen ortalardan yok olurdu. Bir gün var, bir gün yok -

WILKINS: Uykusuz bir hayalet gibi.

ROSALIND: Burası çok güzel Gosling. Zirveye çıkıp havayı içine çekmen lazım; o kadar -

GOSLING: Biraz yüksek sesle konuşur musunuz? Duyamıyorum -

ROSALIND: Uzun zamandır kafam hiç bu kadar rahat değildi. Uzun uzun düşündüm
burada. Galiba fotoğraf makinesini nasıl tamir edeceğimi buldum. Alpler de eskisinden
daha yüksek görünüyorlar ama daha az etkileyici geliyorlar nedense. Benim için böyle bu
kadar sonsuz görünüyorlar sanki. Sanki tırmanış hiç bitmeyecek, ne kadar yüksek olursa
olsun, tırmanmaya devam edebileceğim gibi. Çok net artık. Dağlar ilk bakışta
göründüklerinden çok daha fazlası aslında. Ama aynı zamanda sadece dağ oldukları için
de çok güzeller… Bence bu güzelliklere bakan herkes, her bakışta yepyeni şeyler görecek.

GOSLING: Bayan Franklin? Rosalind? Orada mısınız?


WATSON: (etkilenmemiş) Orada değildi, değil mi? Kar ayakkabılarını giymekle ya da
doğayla ya da ne bileyim küçük orman yaratıklarıyla ilgilenmekle meşguldü.

CRICK: O gücü fark edemiyor muydu sırtındaki, kendinden daha büyük olan o
gücü…

WATSON: Bizi mi kast ediyorsun?

CRICK: Hayır. Kaderi kast ediyorum.

WATSON: Aynı şey.

WILKINS: Sonra da geri döndü.

ROSALIND: Gosling, biraz daha sola. Sola dedim sol.

GOSLING: Sola çeviriyorum zaten.

ROSALIND: Daha çok çevir, daha çok çevirmen lazım. Aynı hizada değil şu an.

(ROSALIND lokal bir ışığın altına girer.)

GOSLING: Oraya basmayın ama Bayan Franklin, lütfen!

ROSALIND: Aman ya!

GOSLING: Öyle ışının altına getiremezsiniz ama.

ROSALIND: Her şeyi kendim yapmak zorunda kalırsam, yaparım. Anlamıyor musun; eğer
daha iyi bir fotoğraf çekemezsek kafayı yiyeceğim ben burada. Yapalım şu işi artık
Gosling. Çok basit bir şey hadi.

GOSLING: (sakince) Basit olmak zorunda değil.

ROSALIND: Ne?

GOSLING: Size yardım etmek için buradayım ben ama şey de yapmak istemem…

ROSALIND: Ne, Gosling? Ne yapmak istemezsin?

GOSLING: (seyirciye) “Kendimi tehlikeye atmak istemem” diyecektim ama demedim.


“Canımı acısın istemem” diyebilirdim; ışın, etimi kesiyor gibi hissediyordum çünkü. Ama
bunlar yerine dedim ki:
Dünki fotoğraflar iyiydi. Şimdiye kadarki en iyilerdi - gördünüz mü?

ROSALIND: Tabii gördüm.

GOSLING: Sabah fotoğrafların başında küçük bir grup toplanmıştı, zevkle bakıyorlardı,
yakaladığınız bütün detaylara.

ROSALIND: (yalandan ilgilenmiyor gibi yapar) Öyle mi?


GOSLING: Kesinlikle. Herkes büyülendi.

(Es.)

GOSLING: Çok tatmin ediciler ama bence de. Siz de eminim aynı -

ROSALIND: Daha da net olmalılar Gosling… Eğer yapıyı keşfetmek istiyorsak.

GOSLING: Biliyorum.

ROSALIND: Yapıyı keşfedebilirsek bütün olayın derinine inmiş olacağız Ray.

GOSLING: Doğru ama arada bir de biraz uyumanız lazım. Sizce de öyle değil mi? Hiç
uykunuz gelmiyor mu?

ROSALIND: İstersen paydos edebiliriz.

GOSLING: Bir tek bana paydos, değil mi? Siz burada kalacaksınız…

ROSALIND: (kendi kendine gülerek) Herkes büyülendi, ha? Öyle mi?

GOSLING: Aç kurtlar gibiydiler.

ROSALIND: Evine git, Ray.

GOSLING: Tamam ama söz verin bana…

ROSALIND: Ne sözü?

GOSLING: (söylemek istediği şey için yeterince cesur olmayarak)… Çok geçe
kalmayacağınıza.

ROSALIND: Söz.

GOSLING: Yalan söylüyorsunuz.

ROSALIND: Evet.

CASPAR: (GOSLING’e) Gerçekten yaptı mı bunu?

GOSLING: Her zaman.

CASPAR: Sen de şey yapmadın…

GOSLING: Yapamazdım… Fransız biriyle kötü kötü Fransızca konuşurken bir anda
Fransızın, İngilizce’ye geçmek isteyip ne kadar da Fransızca konuşamadığını yüzüne
vurduğu o an gibiydi, her dili senden daha iyi konuşacağını ima eder gibi, vardır ya hani…

CASPAR: Çok fazla dil biliyordu gerçekten.

GOSLING: Tamam da bunu demek istememiştim-


CASPAR: Biliyorum.

WILKINS: (araya girerek) Sonra Napoli’deki o konferans vardı bir de, 1951 yılı ilkbahar.
Bildiğimiz konferanslardan farksızdı. Herkes, diğer insanların çalışmalarıyla çok ilgiliymiş
gibi davranıyordu. Benim konuşmam en son gündü, salon neredeyse bomboştu. Bir kaç
slayt gösterdim, proteinden ziyade neden DNA’nın üzerine çalışmanın daha önemli
olduğunu anlattım, sonra da eşyalarımı topladım. Tam çıkıyordum ki, garip saçlı bir genç
adam yolumu kesti.

WATSON: Ben Doktor Watson.

WILKINS: Merhaba Watson. Nasıl yardımcı olabilirim?

WATSON: Doktor Watson ama neyse… Sunumunuzdan çok etkilendiğimi söylemek


istedim.

WILKINS: Sevindim, teşekkürler.

WATSON: Bütün olayın genler olduğunu anlamamı sağladı bir kez daha. Yani işin
kaynağına ulaşmamız lazım, nasıl çoğaldığını anlamamız için. Yapısını bilmeye ihtiyacımız
var. Slaytlarınız da bunun yapılabileceğine, yapılması gerektiğine ikna etti beni. Düzgün bir
formda olduğu için üzerlerinde çalışılabilir.

WILKINS: Evet, bence de.

WATSON: O kadar heyecan verici ki.

WILKINS: Ne?

WATSON: Doğru zamanda doğmuş olmak. Kader dedikleri bu bence, sizce? Kaldı ki
ben kadere inanmam.

WILKINS: Adım ne demiştiniz?

WATSON: Watson. Acaba belki diyordum nükleik asit üzerinde sizinle çalışabilir miyim
King’s Üniversitesinde? Yani haddimi de aşmak istemem tabii…

WILKINS: Biraz… aştınız gibi sanki. Daha önce tanıştık mı ki?

WATSON: 22 yaşındayım. Doktoramı da verdim. Indiana Üniversitesi’nde. Şu anda da


Kopenhag'da virüs üremesi üzerine araştırma yapıyorum.

WILKINS: Yani?

WATSON: Yani şunu demek istiyorum ki: laboratuarınızdan gelen fotoğraflar


mükemmeller. Kristalografi öğrenmek istiyorum çok.

WILKINS: Ben şu an konumuz nedir anlamış değilim.

WATSON: 5 yaşındayken ben, gelişimin düşmanı dindir demişti babam. Fakirlerin


hayatlarına bir anlam yüklemek için zenginlerin kullandığı bir araçtır din derdi.
WILKINS: 5 yaşındaki çocuğa söylemek için gayet iddialı bir cümle.

WATSON: Dinin en kötü tarafı derdi, merakı yok etmesi. Çünkü her şeyi bir çözüme
ulaştırıyor din. Yani bizim evde Tanrı yoktu. Hayat yolumu çizmek için gerekli talimatları da
kendi kendime bulmam gerekti yani.

WILKINS: (konunun nereye gittiğini anlayamayarak) Peki…

WATSON: Ben de kuşları buldum.

WILKINS: Kuşlar dediniz, değil mi?

WATSON: Babam beni kuş gözlemeye götürürdü. Zamanla, iki kuş arasındaki farkı en
ince ayrıntısına kadar ayırt etmeyi öğrendim. Erkek kuşların, dişi kuşlarla nasıl flört
ettiklerini, onlara en güzel şarkıları nasıl söylediklerini gözlemledim. Bazen dişi kuşlar da
katılırdı bu şarkılara ve ortaya harika düetler çıkardı efendim. Bazen de katılmazlardı. Ama
erkek kuş, dişisi için yine de söylemeye devam ederdi şarkısını tek başına.

WILKINS: Çok özür dileyerek, konumuzla bunun ne alaka-

WATSON: (biraz sinirlenerek) Doğal yaşamın sırlarla dolu olduğunu gördüm - Kimse,
yani en azından ben, bilmediği bir sırrın varlığından hoşlanmaz. Bu yüzden ben de o sırları
ortaya çıkarmaya karar verdim. Bütün sırları. Sırlar, Maurice - Maurice diyebilir miyim size,
değil mi?

WILKINS: Yani, yok -

WATSON: En büyük sır nedir peki? Dünyadaki en büyük sır? Gen tabii. Ben genlerden
başka bir şey düşünemez oldum. Nereye baksam genleri görüyorum. Genler üzerine
çalışmak istiyorum.

WILKINS: İstiyorsunuz, evet.

WATSON: Bu yarışta ben de olmalıyım, Wilkins.

WILKINS: Ne yarışı, Watson?

WATSON: DNA yapısı işte, elbette.

WILKINS: Yarış filan yok ortada.

WATSON: Caltech’te Linus Pauling de DNA üstüne çalışıyor.

WILKINS: Benim elimdeki örnek yok ama onda. Fotoğraflar da yok.

WATSON: Fotoğrafçı da yok.

WILKINS: Bu doğru.

(WILKINS çantasını kapatır yürümeye başlar.)

WATSON: Hayatının en büyük hatası mıydı?


(Es. Sonra neşeyle.)

WATSON: Şüphesiz ki öyleydi.

WILKINS: İnsanlar Watson’ı yanıma alacağımı ve onunla partner olacağımı sandılar. Ne


de olsa, belki ikimiz birlikte… belki… o zaman ismimi herkes öğrenirdi… Bilgi
yarışmalarındaki soruların cevabı benim adım olurdu belki de. Bilmiyorum. Olan oldu:

WATSON: Konuşamamızdan sonra, Cavendish Laboratuarı’ndan Lawrence Bragg’le


konuştum, beni hemen aldı yanına. Francis Crick diye bir bilim adamıyla partner oldum.

CRICK: Sana Jim mi diyelim James mi? Jim daha Amerikalı geliyor kulağa. Jimmy
nasıl?

WATSON: Ben direkt söylesem, siz de böyle tahminlerde bulunmasanız.

CRICK: Ben bu fikri sevdim.

GOSLING: (seyirciye) Crick, daha çocukken bilim adamı olmak istediğini biliyordu. Bir
gün gidip annesine, büyüyene kadar keşfedilmemiş hiçbir şey kalmayacağından
korktuğunu söylemiş, annesi de ona bunun doğru olmadığını söylemişti. O andan itibaren
de Crick’in sadece tek bir amacı oldu… Bu da bence çok etkileyici bir şey. Çünkü ben 5
dakikadan uzun süre bir şeyi amaçladığımı hatırlamıyorum. Tam amaçlayacağım bir anda
kettle’ın düğmesine basmaya gidiyorum. Ya da abimin bana 3 yıl önce Galler’den
gönderdiği mektubu okumaya başlıyorum. Ya da şu sanki benimle konuşmaya gelecekmiş
gibi duran kızın, tam dans salonundan içeri girdiğinde çalan şarkıyı hatırlamaya
çalışıyorum.

(Işıklar değişir, tekrar laboratuardayız.)

ROSALIND: Merhaba Doktor Wilkins.

WILKINS: Merhaba Bayan Franklin.

ROSALIND: Konferansınız nasıl geçti?

WILKINS: Gosling’den duyduğum kadarıyla uzun geceler geçiriyormuşsunuz burada.

ROSALIND: (keskin) Ben sadece işimi yapıyorum Doktor Wilkins. O kadar.

WILKINS: Görebilir miyim?

ROSALIND: Neyi?

WILKINS: Çalışmalarınızı.

ROSALIND: Neden?

WILKINS: Biz ortağız, öyle değil mi, Bayan Franklin?

(Es.)
WILKINS: Ortak değil miyiz?

ROSALIND: Öyleyiz.

WILKINS: Görelim çalışmalarınızı öyleyse.

ROSALIND: Bir kere kamerayı tamir ettim.

WILKINS: Nem sorunu giderildi demek.

ROSALIND: Giderildi.

WILKINS: Nasıl yaptınız?

ROSALIND: Çok kolaydı. Tuzlu solüsyonlar kullandım.

WILKINS: Tuz DNA’ya bulaşmadı mı?

ROSALIND: Bulaşmadı. Bulaşmamasına dikkat ettim, bulaşmadı.

WILKINS: Çok etkilendim doğruya doğru.

ROSALIND: Abartmaya gerek yok.

WILKINS: Abartmıyorum. Gerçekten etkilendim.

ROSALIND: Ama işte çok saçma. Etkilenmemeniz lazım. Gayet basit birkaç kimya tekniği
uyguladım yalnızca.

WILKINS: Ne yaptıysanız, mükemmel olmuş.

ROSALIND: Neyiniz var Doktor Wilkins? Yüzünüz kızardı.

WILKINS: Biraz sıcak bastı.

ROSALIND: Otursanız iyi olur belki.

WILKINS: Evet.

(WILKINS oturur. Uzun bir es)

ROSALIND: Tamam. Olmuştur artık. Çalışmaya hazırsınızdır eminim.

(WILKINS ayağa kalkar, ROSALIND’e bakar şaşırarak. Işıklar değişir)

WILKINS: Ben ona sürekli kaba davranıyormuşum gibi hissettiriyor beni, biz bu şekilde
nasıl iş yapacağız ki?

GOSLING: Bence daha yeni yeni alışıyor.

WILKINS: Linus Pauling’in de DNA üzerinde çalıştığını biliyor muydun, Gosling?


GOSLING: Hayır.

WILKINS: Hızlanmamız lazım.

GOSLING: Hızlanacağız.

WILKINS: Ben Rosalind’e hep çok nazik davrandım.

GOSLING: (yumuşakça) Belki de nezaket işe yaramıyordur.

WILKINS: Nezaket her zaman kadınlarda işe yarar Gosling. Üzüldüm şimdi bunu
bilmemene.

(WILKINS bir kutu çikolatayla laboratuara girer, GOSLING ve ROSALIND çalışmaktadır.


ROSALIND’ın sırtı WILKINS’e dönüktür)

GOSLING: (çikolataları fark ederek) Doktor Wilkins, ne gerek vardı.

WILKINS: Aa - yok bunlar senin için değil -

GOSLING: Kimin için olduklarını biliyorum.

ROSALIND: (arkasını dönerek) Evet, Wilkins, nasıl yardımcı olabilirim? (çikolata kutusunu
fark eder) O nedir?

WILKINS: Sizinle konuşabilir miyim?

ROSALIND: Ne hakkında?

WILKINS: Özel bir konu.

ROSALIND: Tamam peki. Ama kısa olsun.

(ROSALIND, GOSLING’e çıkması için kafa hareketi yapar, GOSLING hemen anlamaz)

GOSLING: Haa tabii.

(GOSLING çıkar, Es.)

ROSALIND: Evet?

WILKINS: Bunları aldım.

(WILKINS kutuyu uzatır)

ROSALIND: Nedir bunlar?

WILKINS: Çikolata. (Es.) Sizin için aldım.

ROSALIND: Neden?
WILKINS: Neden mi?

ROSALIND: Evet, neden?

WILKINS: Aramız bir türlü iyi olmuyor gibi hissettim en başından beri. Aramız iyi olsun
diye -

ROSALIND: Biz zaten daha önce tekrar tanışıp baştan başlamıştık, değil mi? Daha ne
kadar sık yapmamız lazım bunu?

WILKINS: Yani şey tabii- ben diyorum ki- yani daha rahat bir ilişkimiz olsa.

ROSALIND: Ama biz bir ilişkimiz olsun diye burada değiliz ki, Doktor Wilkins.

WILKINS: (kızarır) Yok yani o anlamda ilişki demedim… yani iş ortamı ilişkisi anlamında
demek istedim. Daha kolay, daha rahat bir partnerlik gibi.

ROSALIND: Karınız soğuk biri miydi?

WILKINS: Anlamadım pardon?

ROSALIND: Soğuk biri miydi?

WILKINS: Niçin bu soruyu - ne kastettiğinizi anlayamadım…

ROSALIND: Anladınız bence. Kaç tane karınız oldu?

WILKINS: Bir.

ROSALIND: Oğlunuz doğduktan sonra sizinle İngiltere’ye dönmeyi reddeden bir


Amerikalı.

WILKINS: Evet.

ROSALIND: Yani soğuk biri miydi?

WILKINS: Bazen.

ROSALIND: Ben o değilim ama. Biz evli değiliz. Beni kendi tarafınıza çekmeye
çabalamak zorunda değilsiniz. Bunun için hiç uğraşmanıza lüzum yok çünkü ben o tip
insanlardan değilim.

WILKINS: Ben sadece sizin…

ROSALIND: Ne?

WILKINS: Arkadaşınız olmaya çalışıyordum.

ROSALIND: Ben sizin arkadaşınız olmak istemiyorum, Doktor Wilkins.

WILKINS: Öyle mi?


ROSALIND: Evet.

(Es.)

WILKINS: Peki madem. Afiyet olsun.

(WILKINS çıkar, ışıklar değişir)

CASPAR: Sevgili Doktor Franklin, haddimi aşmak istemem ama gönderdiğiniz


görüntüler bana nasıl yardımcı oldu anlatamam. Tezim gayet iyi gidiyor. Fazla iyi gidiyor,
hatta. Uzun zamandır, hayatımda ne yöne gideceğimi ve acaba doğru kararları mı verdim
diye kendime sorup duruyordum ama bu sabah emin oldum; kesinlikle doğru kararları
vermişim. O kadar seviyorum ki bu işi… Yani bu X-Işını fotoğraf makinesi sanki gözünüzün
bir uzantısı gibi gelmiyor mu size de? Sizi her şeyin temeline indiren bir süper güç gibi?
Dünyanın doğasını kimsenin anlayamayacağı gibi anlayacakmışsınız gibi hissetmiyor
musunuz? Ben hissediyorum. Bence siz de hissediyorsunuz.

ROSALIND: Sevgili Bay Caspar: Mektubunuz için teşekkür ederim. Evet, ben de… sizinle
aynı düşünüyorum. İnsanın yalnız olmadığını bilmesi güzel bir his.

GOSLING: Daha sonra… Wilkins bir seminer verdi ve DNA çalışmalarıNdan bahsetti.

WILKINS: Ben onu öyle söylemedim yalnız.

GOSLING: Büyük alkışlar arasında, kendi çektiği X-Işını fotoğraflarında DNA’nın X


şeklinde net bir ortası olduğunu ve daha sonra da bir sarmal olduğunu açıkladı. Fakat-
sonrası pek hoş değildi. Sarmalı demiyorum. Sarmal… çok güzeldi.

ROSALIND: (küçümseyerek) Gururdan kıpkırmızı olduk adeta, değil mi?

WILKINS: Pardon?

ROSALIND: Kendi çektiğiniz X-Işını fotoğraflarında…

WILKINS: Yani konuşurken öyle söylenebilir. Herkes biliyor kimlerle çalıştığımı, bir
takım olduğumuzu biliyor.

ROSALIND: Siz hangi fotoğraflara baktınız bilmiyorum ama benim fotoğraflarımda sarmal
olduğu hiçbir şekilde net değil.

WILKINS: Bilinçli olarak görmek istemiyorsunuz gibi.

ROSALIND: (sakince) Doktor Wilkins, ben bu üniversiteye gelmeden önce, bana X-Işını
kırınımı (difraksiyonu) üzerinde çalışacağım söylenmişti. Bu bilgiyle ve sizin bütün bu
saygınlığı kendi üzerinize alma çabanızla, kaldı ki hiçbir şekilde hakkınız yok buna, ben de
size şunu önereceğim, hatta bunu yapmanızı tercih edeceğim; lütfen çok rica ediyorum
tekrar optik biliminize ve mikroskoplarınızın başına geri dönün. Emin olun kimsenin gözü
kalmayacaktır zira kimsenin umurunda olan bir alan değil.

WILKINS: Neden böyle yapıyorsunuz?


ROSALIND: Çünkü anlayamıyorum insanların önüne çıkıp doğru olmayan bir şeyi
doğruymuş gibi nasıl söyleyebildiğinizi.

WILKINS: Ama doğru olabilir de!

ROSALIND: Siz egonuzu tatmin edeceksiniz diye gerçek dışı şeyleri savunuyorsunuz.

WILKINS: Bu işin finansmanı devam etsin istiyorsunuz, değil mi?

ROSALIND: Beni o kadar etkilemiyorsunuz ki.

WILKINS: Aa?

ROSALIND: Siz benim… siz… benim saygımı hak etmiyorsunuz.

WILKINS: Yeter.

ROSALIND: Katılıyorum. Yeter.

WILKINS: Kimse benimle daha önce böyle konuşmadı. Hak etmiyorum da.

ROSALIND: Ben de hak etmiyorum!

(Farklı yönlere yürürler)

GOSLING: Ben de hak etmiyorum! Yani pek bir şey fark etmiyor gerçi.

(Işıklar değişir. ROSALIND iki tane fotoğrafı incelemektedir.)

ROSALIND: Bi bakar mısın şunlara Gosling?

(GOSLING fotoğraflara bakar)

ROSALIND: Nasıl buldun? Hı? Nasıllar sence?

(GOSLING biraz daha dikkatle bakar)

ROSALIND: Eee?

GOSLING: Ne?

ROSALIND: Dikkatli bak Ray!

GOSLING: İki farklı X-Işını şekli görüyorum.

ROSALIND: Evet.

GOSLING: Biri diğerinden daha yaygın.

ROSALIND: Evet!

GOSLING: Yani?
ROSALIND: Göremiyor musun? İkisi de DNA. Ama iki farklı biçimde.

CASPAR: A-DNA ve B-DNA. Hidrate ve uzun olan B. Basık ve geniş olan A… Meğer
zaten iki DNA da hep üst üsteymiş, şey gibi… sevişen bir erkekle bir kadın gibi, hani tek
vücut olurlar ya, ayırt edilemez, aynen öyle. Bu yüzden de üzerlerinde çalışmak neredeyse
imkansızdı. Ama işte şimdi Rosalind, erkekle kadını birbirlerinden ayırmayı keşfetti. Onları
yataktan kaldırdı yani, artık tam önünde çırılçıplak duruyorlardı. Sırf bu başarıyla bile
Rosalind’in tarihteki yerini aldı.

WATSON: (dalga geçerek güler) Tarihteki yeri mi?

CRICK: Tarihteki nesi nesi?

CASPAR: Öyle olmalıydı.

GOSLING: Bu Wilkins için çok önemliydi.

(ROSALIND ve WILKINS aralarında GOSLING çalışmaktalar.)

WILKINS: Bayan Franklin’e sorabilir misin acaba onunla çalışabilir miymişim A ve B


DNA’ları üzerinde. Elimde yeni örnekler var da, beraber çalışırsak daha iyi olur.

GOSLING: Bayan Franklin, Doktor Wilkins beraber çalışıp çalışamayacağınızı sor-

ROSALIND: Lütfen Doktor Wilkins’e onunla çalışmayacağımı ve benim malzemelerimi


kullanmasından rahatsız olduğumu söyler misin?

GOSLING: Sizinle çalışmayacağını söylüyor.

WILKINS: Niyeymiş peki?

ROSALIND: O biliyor niye olduğunu, biliyor.

GOSLING: Niye olduğunu biliyormuşsunuz-

WILKINS: Off, bu kadar korkacak ne var anlamıyorum ki?

GOSLING: Diyor ki: “Off bu kadar-”

ROSALIND: Ben hiçbir şeyden korkmam!

GOSLING: Hiçbir şeyden korkmadığını söyledi!

ROSALIND: Yani verilerimin benim yerime incelenmesine izin vermiyorum!

WILKINS: Ben bu işten çok sıkıldım artık!

ROSALIND: Katılıyorum.

WILKINS: Gerçekten kaldıramıyorum artık. Üstelik o kadar antipatiksiniz ki,


laboratuardaki herkesi etkiliyor bu durum.
ROSALIND: İyi ayrı ayrı çalışırız o zaman. Ben A-DNA’yı alırım, siz B’yi.

WILKINS: Belki ben A’yı istiyorumdur.

ROSALIND: Maurice artık saçmalamaya başladın.

WILKINS: İyi. B’yi alıyorum.

CRICK: Ve de işte Rosalind çalışmaya başladı. Yani çalışmaya çalıştı. Özenle. Her
detaya dikkat ederek.

WATSON: DNA yapısını keşfetmesine ramak kalmıştı aslında. Ama Rosalind, ben ve
Crick gibi varsayımlarda bulunmazdı asla, her zaman bir şeyleri kanıtlamalıydı ve bir şeyi
kanıtlamak da… yani her bilim insanının bildiği gibi… hızlı bir şey değildi.

ROSALIND: Bu yapı, ya büyük bir sarmal ya da birkaç zincirden oluşan daha küçük bir
sarmal. Fosfatlar da çok net bir şekilde dışarıda kalıyorlar, içinde değil.

GOSLING: Linus Pauling de DNA üzerinde çalışıyormuş, biliyor muydunuz?

ROSALIND: Bilmiyordum.

GOSLING: Öyleymiş.

ROSALIND: İyi aferin ona.

GOSLING: Wilkins galiba işleri biraz hızlandırmak istiyor. Bir DNA modeli yapmak istiyor.
Diğerleri model yapıyormuş.

ROSALIND: Eğer senin de niyetin bir model yapmaksa bugünlük işi bırakabilirsin Ray.
Tren modeli öneririm mesela ya da araba modeli. Gerçeğe epey yakın oluyorlar üstelik.

CRICK: (seyirciye) Rosalind için bir model yapmak işi baştan savmaktan farksızdı. Bir
kere her şeyden önce, bir odada oturup, loş bir odada, bütün hesaplamaları yapması
gerekiyordu. En sonunda da beklenen oldu tabii; Wilkins ayrı bir loş odada oturdu,
Rosalind ayrı bir loş odada oturdu, hesaplama yapmaya başladılar. Beklenildiği gibi -

WATSON: Wilkins yalnız kaldı.

WILKINS: Hiç de yalnız filan kalmadım.

WATSON: Ve eski dostu Francis Crick’i Cambridge’de ziyaret etti. Çok zeki yeni bir bilim
adamı da oradaki laboratuarda çalışmaya başlamıştı: ben.

CRICK: Bir bira daha?

WILKINS: Neden olmasın?

CRICK: İşte bu! Kutlama yapıyoruz burada. Ne kadardır görmedim seni - aylar oldu
değil mi? Beni ihmal ettin Maurice.
WILKINS: Farkındayım… Ee anlat neler yapıyorsun? Hala hemoglobin üzerinde mi
çalışıyorsun, Francis?

CRICK: Yani, aslında-

WATSON: (konuyu değiştirmek için araya girerek) Biz asıl sizin yaptığınız işleri
duymaya can atıyoruz.

(WATSON, CRICK’e bakar, bir şey söylemesini istercesine)

CRICK: (istemeden) Doğru… Biz bizim işleri zaten biliyoruz.

WATSON: Hiç de eğlenceli bir tarafı yok bizim işlerin.

WILKINS: Burada olmak çok güzel; söylemeden geçemeyeceğim.

CRICK: Gerçekten o kadar mı kötü Rosalind?

WILKINS: O kadardan da kötü.

WATSON: Yahudiler baya aksi olabiliyorlar.

WILKINS: Bir de bana sor.

WATSON: Çok kilolu biri mi?

WILKINS: Niye bunu soruyorsunuz şimdi?

CRICK: James böyledir işte. Onun hakkında her şeyi diyebilirsin ama ‘nazik’ asla.
Kusuruna bakma, tekrar tekrar özür dilerim.

WATSON: Benim adıma özür dilemene gerek yok, Francis -

CRICK: Yok ama gerek var.

WATSON: Kilolu mu değil mi diye so-

CRICK: Bak görüyor musun kafasında nasıl hayal etmiş Rosalind’i. Kilolu.

WILKINS: Yok hiç de öyle değil. Hayır… Çok… Çok…

(Sahnenin bir köşesinde duran ROSALIND’in üstünde ışık yanar; WILKINS ona
bakmaktadır.)

CASPAR: (seyirciye) Watson ve Crick’e göre bir şeyin şekli, o şeyin içeriği hakkında en
detaylı analizi yapmaya yeterdi. Sanki bir şeye bakınca o şeyin nasıl oluştuğunu
anlayabiliyormuşuz gibi…

WATSON: Bu son çekilen fotoğraflardan biraz bahsedebilir misin?

WILKINS: Gittikçe daha net fotoğraflar çekebiliyoruz. Her geçen gün yepyeni bir şey
görüyorum ama artık beynim benimle oyun mu oynamaya başladı emin olamıyorum.
WATSON: Sarmal mı diyorsun kesin?

CRICK: Jim -

WILKINS: Rosalind kendi çalışmalarıma bile bakmama izin vermiyor ki. En güzel aletleri
de hep o kullanıyor zaten, en iyi örnekleri… Ne varsa istifliyor.

WATSON: Sarmal gibi mi görünüyor, Maurice?

WILKINS: Ne? Ha. Evet. Sarmal.

CRICK: (WATSON’dan “ne yapıyorsun??” bakışı aldıktan sonra) Belki de bir model
yapmalısınız.

WATSON: Şimdilik çok da acele etmeye gerek yok bence.

WILKINS: Acele olup olmamasıyla bir ilgisi yok. Rosalind modellere çok karşı. Gerçeği
asla yansıtamayacaklarını düşünüyor. Öyle yok yere anlamsız spekülasyon olur diyor.

CRICK: (yardım etmeye çalışarak, WATSON’ı dürterek) Peki spekülasyonlar her


zaman anlamsız mıdır?

WILKINS: Rosy söz konusu olduğunda evet.

WATSON: Çok eğlenceli birine benzemiyor sanki.

CRICK: Biliyor mu arkasından böyle konuşulduğunu?

WILKINS: Şaka mı yapıyorsun? Duysa hepimizin derisini yüzerdi.

WATSON: Resmen can atıyorum onunla tanışmaya.

WILKINS: At bakalım.

GOSLING: Çok da uzun süre can atmasına gerek kalmamıştı. O kış Kings Üniversitesi
nükleik asit yapısı hakkında bir seminer düzenlemişti. Ben de o seminerde… kahve
yapıyordum. Evet, katkım buydu. Kasım ayıydı. 1951.

(ROSALIND spotun altında durmaktadır, ya da repliklerini kayıttan duymaktayız ya da


sahne dışından konuşmaktadır. Sahnede WATSON ve CRICK, ROSALIND’i ya da onu
temsil eden bölümü izlemekteler. Replikleri, ROSALIND’in repliklerinin üstüne binmelidir,
ROSALIND’in üstüne konuşmaktadırlar.)

ROSALIND: Hepimizin bildiği gibi, nükleik asit, monomerik nükleotit zincirinden oluşmuş
bir makromoleküldür. Bu nükleik asit ki ben ona kısaca DNA diyorum, iki çeşitten
oluşmaktadır. / Slayt lütfen.

WATSON: (CRICK’e) Gözlüklerini çıkarsa kim bilir nasıl görünür? Saçlarına da değişik
bir şey yapsa.

CRICK: Güzel konuştun, Watson.


ROSALIND: Tamam. İşte bu. / İyi bakın.

WATSON: Yani, giydiklerine biraz özen gösterse çok çekici bir kadın bile olabilir. Ama
görünüş bir yana, yine de hiç… sempatik değil.

CRICK: Katılıyorum.

ROSALIND: Eğer incelerseniz, A formundan B formuna geçişi görebilirisiniz / bu hidrate


olan numune.

WATSON: El sıkıştığımız zaman, o kadar sert sıktı ki elimi. Yani nezakete dair hiçbir şey
yoktu onda, azıcık bile sevecenlik yoktu. Kadınlığın şifresi gibi bir kadın. Gerçi şişman da
değilmiş.

GOSLING: Rosalind’in dış görünüşünü analiz etmekle o kadar meşguldüler ki,


anlattıklarını duymadılar bile. Açık bir şekilde şunları söylemişti:

ROSALIND: Bu hesaplara dayanarak, çok açık ki fosfat, molekülün dışında yer


almaktadır. Bu konuda hiçbir şüphe bulunmamaktadır.

GOSLING: 1-2 hafta sonra da Watson ve Crick kendi modellerini yaptılar ve Kings
Üniversitesi’ndeki herkesi bu modeli görmeye davet ettiler- sonuçta bizim çalışmamızdan
esinlenerek yapılmış bir modeldi.

WATSON: Ne düşünüyorsun Wilkins?

ROSALIND: Su nerede?

CRICK: Ben de sizi gördüğüme sevindim Bayan Franklin.

ROSALIND: DNA normalde bunun 10 katı su emiyor.

WATSON: Doğru mu bu?

ROSALIND: Eğer sizin düşündüğünüz gibiyse, bu molekül tek başına nasıl bir arada
tutabiliyor bunları anlayamıyorum.

CRICK: Nasıl yani?

ROSALIND: Fosfat dışında olmalı. Ayrıca, X-Işını verileri molekülün sarmal olduğunu
kanıtlamadı.

WATSON: Doğru olduğunu kabul etmek istemiyorsun.

WILKINS: Ama doğru değil ki Watson. Bir arada tutunamazlardı. Böyle olmazdı. Eğer
birkaç hafta önce bana ne üzerinde çalıştığını söyleseydin, sana yardımcı olabilirdim.

CRICK: İyi iyi tamam -

WILKINS: Ama söylemedin, değil mi? Peki niye söylemedin? Çünkü gayet iyi biliyordun
bunun konunun seni ilgilendirmediğini.
WATSON: Maurice-

CRICK: Sen konuşma Jim. Wilkins haklı - söylemeliydik ona.

WATSON: Niyeymiş? Özgür bir ülke değil mi burası?

CRICK: İngiltere mi? Yanından geçmez.

WATSON: Hadi diyelim model yanlış, ben anlamıyorum bu kadar büyütecek ne var.

WILKINS: Büyütecek bir şey göremiyorsan sana ülkene dönmeni tavsiye edebilirim.
Orada araklama, hırsızlık meziyet sayılıyor ne de olsa. Biz İngiltere’de günahlarımızı
kutsallaştırmaya çalışmıyoruz.

WATSON: Siz George Washington’a kızgınsınız diye niye benden çıkarıyorsunuz ki


sinirinizi? Şurada iki bilim yapmaya çalışıyorum.

ROSALIND: Siz buna bilim mi diyorsunuz?

WILKINS: Çalışıyorsun ama yanlış çalışıyorsun… Çok da gençsin… Saçının da… şu


şu saçına bir şekil ver!

WATSON: Çok genç değilim.

CRICK: (diğerlerine) Yalnız ben saçını beğeniyorum! Bir karakteri var bence!

CASPAR: Faciaydı. Utanç vericiydi. Model yani. Cavendish Laboratuarı da Watson’la


Crick’e artık DNA üstüne çalışmamalarını emretti.

WILKINS: Facia ama tuhaf bir biçimde tatmin edici bir facia derim ben, sen Ray?

GOSLING: Bence de. Ben de öyle derim Doktor Wilkins. Tatminkar bir facia.

CRICK: Kings Üniversitesi’ndeki oğlanlar ne kadar da küçümsüyorlar insanları.

WATSON: Oğlanlar ve kız.

CRICK: Doğru. Wilkins nasıl katlanıyor Rosalind’e anlamıyorum. Ama tam bulmuşlar
birbirlerini. Yok aslında Wilkins’i severim ben, iyidir Wilkins ama biz üniversitedeyken bile
kendini beğenmiş götün tekiydi.

WATSON: Hadi hadi… Eğer tam tersi olmuş olsaydı biz de gayet zevkle oh olsun
derdik.

CRICK: Bir gün zaten öyle olacak. Hemoglobin kırınımıyla (difraksiyonuyla)


uğraşmak istemiyorum ben tekrar.

WATSON: İşte bu!

CRICK: Ne demek bu şimdi?


WATSON: Girdim kanına sonunda: anladın herkes kazanamayacağını.

CRICK: Ben kazanmak istemiyorum ki. Yapabileceğim en enteresan işi elde etmek
istiyorum sadece.

WATSON: Nasıl elde edeceğiz peki?

CRICK: Bilmiyorum.

WATSON: Hayır. Bence biliyorsun.

(Işıklar değişir. ROSALIND telefonda konuşmaktadır.)

ROSALIND: Beni merak etme anne.


İyiyim ben. Her zaman iyiydim, şimdi de iyi olmaya devam ediyorum.
Söyle babama çalışma yavaş gidiyor ama…
Tabii meşgul o da, ama ben de meşgulüm…
Evet: uyuyabiliyorum…
Hayır: çok yalnız değilim.

GOSLING: (Sahne dışından) Bayan Franklin!

ROSALIND: Kapatmam lazım. Evet. Cuma akşamı. Hoşçakal.

GOSLING: Bayan Franklin!

(ROSALIND telefonu kapatır. GOSLING görünür)

ROSALIND: N’oldu?

GOSLING: Görmeniz lazım. Yani… müthiş bir şey.

ROSALIND: Göster.

(Gösterir. Uzun süre inceler ROSALIND.)

ROSALIND: Gosling.

GOSLING: İnanılmaz bir şey değil mi?

ROSALIND: Şu işe bak… Nasıl bir şey bu… Ben hayatımda böyle bir şey görmedim.

CASPAR: Fotoğraf 51.

WATSON: Fotoğraf 51.

GOSLING: Sarmal. Kesinlikle. B-DNA kesin sarmal.

(Es.)

ROSALIND: B-DNA sarmal… gibi görünüyor.


GOSLING: Gibi mi görünüyor?

ROSALIND: (seyirciye) Ben küçükken, hep haklı olduğum için kendimle gurur duyardım.
Çünkü gerçekten de her zaman ben haklı oluyordum. Sürekli kazandığım oyunları
oynamak isterdim annem-babamla, delirtiyordum onları her seferinde. Scrabble. Ludo.
Dışarıda saklambaç. O kadar uzun süre bulunmazdım ki, artık sokak lambalarını yakmaya
gelen amca belirirdi bisikletiyle, annem de hava kararıyor diye eve çağırırdı beni son çare.
En sonunda ve beklenildiği gibi bütün rakiplerimi kaybettim. Ben küçük yaşımdan beri
bilimle uğraşacağımı biliyordum, ailem de bu fikre alışmaya başlamışlardı. Cambridge
Üniversitesi’nde okurken, bir hafta sonu okuldan çıkıp babamla yürüyüş yapmaya gittim.
Bir dağın tepesindeydik, ben 18 yaşındaydım, bana dedi ki: “Rosalind, eğer bu hayatı
seçeceksen… asla yanlış yapmaman lazım. Küçücük bir anda bütün başarılarını
kaybedebilirsin.” Ben bunun bir sorun olacağını düşünmemiştim. Çünkü çok özenliydim,
özenli olmak da hoşuma gidiyordu çünkü haklı olmak hoşuma gidiyordu. Ama işte tam o
anda, o an fark etmesem de, bir çeşit korku kaplamıştı, bir karanlık çökmüştü içime…
lambaları yakmaya gelen amca da yoktu bu sefer.

(ROSALIND tekrar fotoğrafa bakar, dikkatle.)

CASPAR: Orada öylece durup uzun uzun fotoğrafa baktı, sanki aynaya bakıyormuş da
gördüğü kişiyi tanıyamıyormuş gibiydi.

CRICK: (kaşınarak) Çanlar çaldı mı tepesinde? Şarkı filan söyledi mi?

WATSON: Sonra da.

(ROSALIND bir çekmece açar, fotoğrafı çekmeceye koyar.)

WATSON: Fotoğrafı kaldırdı.

GOSLING: Wilkins’e göstermeyecek miyiz?

ROSALIND: Bunu kutlamak istemiyor musun Gosling? Kutlamamız lazım bunu.

GOSLING: Çektiğimiz en net fotoğraf.

ROSALIND: Çok uzak ara.

GOSLING: Kutlamadan kastınız… işe ara vermek mi?

(WILKINS girer.)

WILKINS: Ne kutlaması? Ben kutlanacak bir şey göremiyorum.

ROSALIND: Birazcık eğlenceli olabilirsin bence Maurice, sence? Oyunları, şakaları nasıl
sevdiğini hepimiz biliyoruz.

WILKINS: Seviyor muyum?

ROSALIND: Hadi bir konuşma yap.

WILKINS: Pardon?
ROSALIND: Hadi.

WILKINS: Konuşma? Ne hakkında?

ROSALIND: Yaratıcı ol biraz, Maurice. Başarabilirsin. Havadan sudan bir şey bul hadi.
Yapamaz mısın?… Hadi. Bilimsel kariyerinde yaşadığın en sevdiğin anı anlat hadi.

WILKINS: En sevdiğim an.

ROSALIND: Ne desem tekrar ediyor gibi geldi bana, Ray?

GOSLING: Aa… Hmm…

WILKINS: Tam olarak ne yapmamı istiyorsun ki?

ROSALIND: Bir şey yapmanı istiyorum. Maurice. Herhangi bir şey. Hiçbir şey
yapmıyorsun, bu da bana acı veriyor.

WILKINS: Acı mı veriyor?

ROSALIND: Evet. Dayanamıyorum.

GOSLING: Doktor Wilkins sanırım burada şeyi -

ROSALIND: Aa yapma ama Ray. Kimin tarafını tutuyorsun sen?

GOSLING: (İlk cümleyi ROSALIND’e, ikinciyi WILKINS’e söyler hızlıca, hatasız bir
şekilde) Ben taraf tutmuyorum. Ben taraf tutmuyorum.

WILKINS: Neden böyle ruh bedenden ayrı davranıyorsunuz Bayan Franklin?

ROSALIND: Hadi sen de bizimle kutla.

WILKINS: Tamam da neyi kutluyoruz??

GOSLING: Harika bir şey, gerçekten -

ROSALIND: Bana birazcık güven. İnan bana kutlayacak bir şey var. Biraz gözünü karart.

WILKINS: (acı acı) Sanki sen gözünü karartabiliyormuşsun gibi. (kıkırdar soğuk bir
şekilde) Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin?

ROSALIND: (yavaşça) Ben her gün gözümü karartıyorum, Maurice. Şu laboratuardan


içeri girmemle birlikte… Yaptığımız her şeyin sonunda bir şeye değecek olmasını düşünüp
karartıyorum gözümü. Bütün bunların bir anlamını olduğunu düşünerek…

WILKINS: Ben neden bahsettiğini anlamıyorum.

ROSALIND: Anlamazsın tabii.


WILKINS: Ne kadar zor bir kadın olduğunu anlatacak kelime bulamıyorum ben. Ben
hayatımda senin kadar küstah bir kadınla tanışmadım.

ROSALIND: Çok fazla kadın tanımamışsın belli ki.

WILKINS: Evliydim çünkü. Biliyorsun bunu.

ROSALIND: Sebebi belli niye bittiğinin bu evliliğin.

WILKINS: Ooo yok artık yok. Ben kabul etmiyorum böyle bu şekilde-

GOSLING: Doktor Wilkins -

WILKINS: (acılı ve kinayeli ve kendine acıyarak, patlar) Hayır. Karımın yaptığı


zalimliklerin detaylarını seninle paylaşmayı reddediyorum. Beni oğlumdan uzak tutmak için
nasıl denemediği yol kalmadığını; bana söylediği o, sanki… cehennemden yayınlanan bir
radyo programı gibi kafamda dönüp duran o sözleri… Hayır. Kabul etmiyorum. Ben böyle
bir adam değilim. Belki başka biriyle çalışman senin için daha iyi olacak. Bütün gün
yanında siniri tepesinde dolaşabilecek biriyle. Özür dilerim ama- ben böyle biri değilim.
Özür dilerim! Hayat hiç adil değildir, hiçbir zaman da olmadı.

ROSALIND: Maurice-

WILKINS: Gözünü karartmak… Çok komik… Sen ne zaman gözünü kararttın ki? Hiçbir
zaman. Çünkü senin için her şey önce çözülmeli, sonra bir daha çözülmeli. Hataya yer
yok. İnsanlığa yer yok… aslında. Unutuyorsun denklemlerine bunu eklemeyi, Bayan
Franklin.

(WILKINS çıkar.)

GOSLING: O gece çaktırmadan Wilkins’e fotoğrafı gösterdim. Görmek onun da hakkıydı


bence. Elimizdeki en iyi fotoğraf olduğunu biliyordum.

CASPAR: Doktor Franklin, bugün mezun oldum! Bu sabah uyandığımda hala


öğrenciydim ama birkaç saattir değilim artık. Çektiğim X-ışını fotoğraflardan bir tanesi, ben
hiç ihtimal vermiyordum iyi bir şey çıkacağına, zaten kamerayı ayarlaması da çok uzun
sürmüştü, sanki işte o fotoğraf işimi gördü gibi hissediyorum. Gerçekten inanamıyorum.
Ailem de inanamıyor. “Don, biz hiç ihtimal vermiyorduk mezun olabileceğine” diyorlar. Çok
mutlu oldular ama. Ben de… mutlu oldum. Hala çok mutluyum. Bunları da size anlatmak
istiyorum çünkü sizin sayenizde bunu başardığımı düşünüyorum. Bir de acaba… yani
merak ediyorum, acaba oraya gelip sizinle çalışma imkanım olabilir mi, yani Kings
Üniversitesi’nde? Müthiş bir onur olurdu bu benim için. Başvurabileceğim bir burs var
mıdır?

ROSALIND: Sevgili Doktor Caspar, en içten tebriklerimi sunarım. Anlam bilimin (semantik)
ne kadar önemli olduğunu anladığınıza eminim. Adınızın başındaki bu ünvanın önemini…
Artık tüm kapılar ardına kadar açık sizin için, gecenin soğuk havasını hep ensenizde
hissedeceksiniz, ve artık sokak lambaları size göz kırpacak siz altlarından geçerken.
1945’te, ben doktoramı verdiğimde, adımın başına gelen o iki harfin benim için aynı önemi
olacağını düşünmüştüm ama ikimizin de çok iyi bildiği gibi durum böyle değil. Şikayet
ettiğimden değil. İnsan pek çok şeye aynı anda konsantre olamıyor. Ben de olmuyorum.
CASPAR: Mükemmel bir insansınız, Doktor Franklin. Umarım bunu söylememden
rahatsızlık duymuyorsunuzdur çünkü mükemmel bir insansınız. Böyle bir ortamda nasıl
böyle var olabiliyorsunuz, gerçekten bilmiyorum.

ROSALIND: Sadece işimi yaparak Doktor Caspar. Yapılabilecek en iyi şeyin işinizi yapıp
diğer şeyleri çok önemsememek olduğunu fark ettim. Neyse zaten çok da önemli değil.

WATSON: Ama önemli işte bence! Hep önemliydi. Hem bu yarışta olup hem de bu
yarışı gözardı edemezsiniz. İşte burada hata yaptı bence.

WILKINS: Ona mükemmel olduğunu mu söyledin?

CASPAR: Evet.

CRICK: Yarış dediğin nedir ki hem? Kim kazanır? Eğer hayat, sonunda finiş çizgisi
olan bir yarışsa, o zaman evet biz bu yarışı kazanmak istemiyoruz. Kazanmak
istememeliyiz. Değil mi?

WATSON: Ne diyorsun anlamıyorum.

CRICK: Belki de yarışın amacı bambaşka bir şeydi. Belki hiçbirimiz neyi bulmaya
çalıştığımızı bilmiyorduk. Ne istediğimizi. Belki de başarı, tıpkı Rosalind gibi, hayali ve ele
geçirmesi zordu. Belki de sadece bir fikirdir başarı, hiçbir zaman ulaşılamayacak bir fikir,
Kral Tantalus ve hiçbir zaman ulaşamadığı o tepesinden sarkan üzümleri gibi.

WATSON: Boş boş konuşuyorsun. Bir şey diyeceğim; bizim bu kadar zamandır
anlaşabiliyor olmamız gerçekten harika.

CRICK: (alaycı) Harika.

(Sonra, yumuşarlar. Aralarındaki gerginlik geçer, birbirlerine gülümserler.)

WATSON: Ocak 1953’te, Linus Pauling’in nükleik asit yapısı hakkında yazdığı bir rapor
elimize geçti. Hatalı bir rapordu: fosfatlar hakkında yazdığı kısım yanlıştı bir kere, ancak
rapordaki asıl gerçek, bu konu üzerinde ciddi bir şekilde çalıştığıydı, bu da yakında her
şeyi çözebilir demek oluyordu.

CRICK: Fazla zamanımızın kalmadığını biliyorduk. An meselesiydi. Bu yüzden de


Watson Londra’ya gitti. Niye gittiğini söylemedi, ama anlamıştım ben.

(WATSON hızla ROSALIND’in ofisine girer.)

WATSON: Günaydın, günaydın sevgili Rosalind.

ROSALIND: Ne işin var senin burada?

WATSON: Ben de seni gördüğüme çok sevindim.

ROSALIND: İnsan kapıyı çalar.

WATSON: Bil bakalım yanımda ne getirdim?


ROSALIND: Nereden bilebilirim?

WATSON: Pauling’in taslağı.

ROSALIND: İyi.

WATSON: İyi mi?

ROSALIND: Bak şurada bir iş yapı-

WATSON: İki hafta içinde bu taslak yayınlandığında Pauling herkese rezil olacak.
Gerçekten götmek istemiyor musun?

ROSALIND: Niye görmek isteyeyim?

WATSON: Bir kere, mutlu olmak için. Senin asıl Bragg’i görmen lazım - adam resmen
suda yürüyor; (Bragg’i taklit ederek) “Linus bu sefer beni yenemeyecek!” Yani, Pauling’in
raporunda hatalar var; Crick’le benim yaptığımız hataları yapmış o da. DNA’nın üçlü
sarmal olduğunu, fosfatların da içinde olduğunu yazmış.

ROSALIND: Yayınlamak için bu kadar acele edersen öyle olur. Bizim yayınlar da
saçmasapan hatalarla dolu demek oluyor bu.

WATSON: DNA sence sarmal mı?

ROSALIND: Seninle uzun uzun oturup bulgularım (keşiflerim) hakkında konuşmayı çok
isterdim ama şu anda bu maalesef imkansız.

WATSON: Sarmal olmadığını düşündüğünü söyledi Maurice.

ROSALIND: Maurice’in düşündüklerimi söylemeye hakkı yok. Kimseye.

WATSON: O zaman sarmal olduğunu düşünüyorsun?

ROSALIND: Sarmal olabilir diyorum.

WATSON: Verilerini doğru yorumladığını düşünüyor musun?

ROSALIND: Ne dedin pardon?

WATSON: Kaç tane teorin var?

(kısa es.)

ROSALIND: Niye buradasın, Jim?

WATSON: (Pauling’in taslağını gösterir) Paylaşmak için.

ROSALIND: Aa gerçekten mi?

(Es.)
WATSON: Bilmiyorum. Taslak ilgini çeker sanmıştım… Belki dedim-

ROSALIND: Evet?

WATSON: Belki konuşabiliriz dedim.

ROSALIND: Ama sen daha önce hiç benimle konuşmak istemedin ki. İster istemez ben
de beni aşağılamak için buraya geldiğini düşünüyorum. Ya da zaten beni aşağıladığının
farkında bile değilsin ki bence bu daha kötü. Benim moralimi bozunca yapamayacağımı mı
düşünüyorsun?

WATSON: Neyi yapamayacağını?

ROSALIND: İşimi, Jim, işimi.

WATSON: Bence yapacaksın. Yani… Belki yapabilirsin. Ama işini yapmak için sende
eksik olan bazı şeyleri gidermen lazım. Bunu da ben yapabilirim.

ROSALIND: N’apabilirsin?

WATSON: Sana yardım edebilirim.

ROSALIND: Rica etsem, gidebilir misin-

WATSON: Bak… eğer bir teorin olsaydı, A-DNA’daki bu “anti sarmal” özelliklerin
gerçekten bükülme olduğunu görüp anlayabilirdin. Gördüğün şey aslında bir sarmal. Ben
gerçekten bunun bir sarmal olduğunu düşünüyorum, Rosalind. Açıklayamıyorum ama
buna gerçekten inanıyorum, hislerim bunun böyle olduğunu söylüyor… Yani o kadar derin
bir his ki… Yani, ben şu hayatta hiçbir şeye bu kadar emin olmamıştım aslında.

ROSALIND: Kim bilir geceleri ne kadar rahat uyuyorsundur. Bu kesin bilgilerin ışığında.

WATSON: Hayır. Uyumuyorum.

(Es.)

WATSON: Düşünecek çok şey var. Sen de biliyorsun bunu. Bütün bunlar da seni
boğuyor. Görebiliyorum. Araştırmanı paylaş benimle. Belli ki tek başına bir yere
varamayacaksın.

ROSALIND: Çık dışarı.

WATSON: Kafanı kullan Rosalind.

ROSALIND: Çıkar mısın laboratuarımdan!

WATSON: Sinirlenmene gerek yok.

ROSALIND: Sinirlenmiyorum! Sinirli değilim… Ben… Benim… Şu an ne olduğum seni hiç


ilgilendirmiyor. Git.

WATSON: 1-2 dakika durup düşüne-


(ROSALIND, WATSON’a doğru koşar)

WATSON: N’apıyorsun?

ROSALIND: Dışarı!

WATSON: Tamam, tamam.

(WATSON çıkar.)

ROSALIND: Dışarıda kal.

CASPAR: Koridorun sonunda, Watson, Wilkins’le beraberdi. Ya da Wilkins, Watson’la


beraber. Neredeyse el ele tutuşacaklardı eğer uygunsuz olmasaydı.

WILKINS: Saçmalama.

CASPAR: Saçmalamıyorum.

WATSON: Nasıl bir kadın o ya… Üstüme bir yürüdü. Bir tane patlatacak sandım.

WILKINS: Resmen facia. Bana da yapmıştı bir kere. Cana yakın olmaya çalışıyordum
kendi çapımda.

WATSON: İşte ben de!

WILKINS: Her şeyi çok ciddiye alıyor.

WATSON: İnsan bazen biraz rahat olmalı. Arada bir de olsa.

WILKINS: Evet.

WATSON: İşin gücün yok bir de bu kadınla uğraşıyorsun. Gerçekten bir insandan bu
kadarını isteyemezsin yani.

WILKINS: Öyle gerçekten.

WATSON: Öyle.

WILKINS: Ne kadar da üzücü.

WATSON: Ne üzücü?

WILKINS: Partner olamamamız. Daha başlayamadan batırdım her şeyi.

WATSON: Nasıl batırmış olabilirsin ki?

WILKINS: Soğuktum, galiba.

WATSON: (yalan söyleyerek) Yok artık. Sen benim tanıdığım… en sıcakkanlı


insanlardan birsin.
WILKINS: Biliyorum! Gerçekten sıcakkanlıyım. Kimseyi kırmam etmem.

WATSON: Kadın deli.

WILKINS: Öyle belki de. Belki de…

WATSON: Ne?

WILKINS: Bilmiyorum.

WATSON: Boşver, sen onsuz daha iyisin bence. Hem anlaşamadığın biriyle niye işbirliği
yapasın ki?

WILKINS: İş için çünkü! Çektiği bazı fotoğrafları bir görsen…

(WILKINS çekmeceyi açar, bir fotoğraf alır.)

WILKINS: B-DNA’sının fotoğrafı mesela.

WATSON: Ne fotoğrafı?

WILKINS: Bu işte.

(WILKINS fotoğrafı WATSON’a verir, WILKINS uzun bir süre fotoğrafa bakar.)

WATSON: Benim…

WILKINS: Ne?

WATSON: Gitmem lazım benim. Gitmem lazım.

WILKINS: Ha böyle yani?

(WATSON çıkar.)

WILKINS: James?

CASPAR: Double Helix (İkili Sarmal) dergisinde, Watson daha sonra şöyle yazmıştı:
“Fotoğrafı gördüğüm an ağzım açık kaldı, kalbim deli gibi çarptı.” Fotoğraf 51’den
bahsediyordu.

WILKINS: Ama böyle bir anda gidemezsin James!

GOSLING: Cambridge’e dönüş yolunda trende, bir gazetenin köşesine fotoğrafta


gördüğü şeyin resmini çizdi. Uzun uzun baktı ona sonra da. Sonra biraz daha baktı. Tren
istasyona yanaştığı zaman, istasyondaki sokak lambası direğinin üstünde iki tane bülbül
kuşu gördü. Yağmurlu sokaklarda deliler gibi koşarken, kuşların şarkısını duyduğundan
emindi - sonra da gideceği yere ulaştı.

CRICK: N’oldu?
WATSON: Nobel.

CRICK: Ne?

WATSON: Cevabı bulduk.

CRICK: Neymiş?

WATSON: İkili sarmal. Gördüm. İkili sarmal.

CRICK: Nerede?

WATSON: King’s Üniversitesi’nde. Derhal yeni bir model yapmamız lazım. Hemen şu
an. Şu an yapmaya başlamamız lazım. Bulduk Francis. Cevap artık bizde. Burunlarının
ucundaki şeyi göremiyorlar ama ben gördüm. Bizde o iş. Bizde.

CRICK: Tam olarak anlayamıyorum.

WATSON: Anlamaya çalışacak zaman yok. Hemen başlamamız lazım.

CRICK: Şu çayımı bitirseydim, çok güzel çay -

WATSON: Francis!

CRICK: İyi iyi tamam.

WILKINS: Tamam da bu böyle olmadı ki. Eline vermedim ki fotoğrafı. O görmek istedi.

WATSON: Yok. Hiç sanmıyorum. Baya sen gösterdin. Öyle yemekte kuzu eti paylaşır
gibi paylaştın fotoğrafı benimle.

WILKINS: Paylaşmadım.

GOSLING: Aynı hafta-

WILKINS: (mutsuz) Don Caspar geldi.

GOSLING: Doktorasını verdikten kısa bir süre sonra, Doktor Caspar bizim üniversiteden
bir burs kazandı. Belli ki, bizim buradan biri yardım eli uzattı, tabiri caizse. Hiç hayal bile
edemiyorum kim olduğunu.

(Işıklar değişir. WILKINS, CASPAR’a laboratuarı gezdiriyordur.)

WILKINS: Ve bu da Bayan Franklin.

CASPAR: Siz Doktor Franklin misiniz?

ROSALIND: Benim.

CASPAR: Ah, merhaba.

(Garip bir es. WILKINS afallamış bakıyor.)


CASPAR: Çok tuhaf… kafamda bambaşka hayal ettim sizi.

ROSALIND: Nasıl hayal ettiniz?

CRICK: Bir şey demedi, diyemedi, sizi daha pasaklı hayal ettim diyemedi. Dış
görünüşünüz ciddiyetinizi yansıtıyor diyemedi.

CASPAR: Açık tenli belki. Sarışın.

ROSALIND: Sarışın olacağımı mı düşündünüz?

CASPAR: Bilmiyorum. Evet.

ROSALIND: Ama Yahudi olduğumu da biliyordunuz, değil mi?

CASPAR: Evet. Ben de Yahudiyim.

ROSALIND: İyi, bir ikimiz varız demek ki bu üniversitede.

CASPAR: Amerikada değilim şu an, değil mi?

ROSALIND: Değilsiniz… Yolculuğunuz nasıl geçti?

WILKINS: İyi geçti iyi - başlayalım mı?

CASPAR: İyi geçti. Yorucuydu biraz.

ROSALIND: Evet. - Öyle olmalı.

(es.)

CASPAR: Böyle bir anda tanışmak çok tuhaf oldu, insanın sürek kafasında-

ROSALIND: Çalışmaya başlayabiliriz o zaman, değil mi?

WILKINS: Evet. Çalışmak için buradayız zaten, öyle değil mi? Öyle değil mi Bayan
Franklin?

ROSALIND: Kesinlikle öyle Doktor Wilkins.

GOSLING: 4 gün sonra, bir Pazar günü, Crick, Wilkins’i Cambridge’deki evinde öğle
yemeğine davet etti. Wilkins, eve geldiğinde-

CRICK: Watson’ı da davet ettim, umarım bir sakıncası yoktur.

WILKINS: Ne demek, olur mu…

CRICK: Ne içersiniz? Odile şahane rosto yapıyor ama hazır olmasına daha bir 1 saati
var sanıyorum.

WILKINS: Ne varsa uyar bana. Viski?


CRICK: Viski!

(CRICK çıkar)

WATSON: Nasıl gidiyor şeyle… kim olduğunu bilirsin sen?

WILKINS: Hiç sorma.

WATSON: Çok mu çalışıyor?

WILKINS: Her zamanki gibi…

WATSON: İnsanlar hiç değişmiyorlar, değil mi?

WILKINS: Hayır… Bazen de düşünüyorum acaba hiç taşınmasam mı şehir dışına.


Yapamam gibi geliyor… Gerçi Londra’da da kimseyle tanışmadım. Sen tanıştın mı
buralarda birileriyle? Yani… kadınlarla? Tanıştın mı hiç kadınlarla?

(CRICK, bir bardak viskiyle girer.)

CRICK: Viski.

WATSON: Birkaç kadınla tanıştım burada. Tabii.

CRICK: “Tanıştım” biraz iddialı olmadı mı? Kadınlar James’e bir bakıyor… sonra da…
nasıl anlatsam yani… sonra böyle kendi aralarında fısıldaşlıkları kısa bir an oluyor sonra
da aralarından biri, hay aksi, şapkasını filan evde unutmuş oluyor, -bu kadar saçma
sebepler oluyor gerçekten çoğu zaman, sonunda da bardan hızla tüyüyorlar. Yok, James
büyük ihtimalle bir kadınla yatana kadar hayatın sırrını çözmüş olur.

WATSON: Niye böyle söylüyorsun ki şimdi? Buradaki kadınların hiçbiri benim bu


sofistike karizmamı beğenmiyor, bu kadar basit.

WILKINS: Margaret Ramsay’i hatırlıyor musun, Francis?

CRICK: Unutacağımı mı sandın?

WILKINS: (WATSON’a) Margaret Ramsey-

CRICK: Cambridge’de bilim alanında çalışan sayılı kadınlardan biriydi. Wilkins de


deliler gibi aşık olmuştu bu kadına. Bir akşam, bu ikisi Wilkins’in odasında otururlarken,
öyle havadan sudan konuşuyorlar- bir anda Wilkins, ben sana aşığım diyor kadına…
Zavallım ya; git önce bir dışarı çıkar kadını, 1-2 bir içki bir şey ısmarla… sonra önce bir öp,
değil mi? Ama yok; sana aşığım diyor, sonra da odada öyle karşılık oturmaya devam
ediyorlar.

WATSON: Sonra n’oldu?

WILKINS: Çok uzun bir sessizlikten sonra, kadın ayağa kalkıyor, hoşçakal diyor, çıkıp
gidiyor.
CRICK: Kadınlar her ne kadar aksini savunsalar da canavar gibi erkek severler.
Sürekli elleri üzerlerinde olsun isterler. Maurice hiç anlayamadı bunu.

WILKINS: Ben asıl şunu merak ediyorum… senle Odile… bunca yıldır… nasıl bu kadar
iyi devam ediyor?

WATSON: İyi devam ediyor çünkü karısı bilmiyor başka kadınları nasıl kesip durduğunu.

CRICK: Kesmiyorum kimseyi! Sen de hakkımı yeme ama. Bazen kesmekten daha
fazlasını yapıyorum.

WILKINS: Ama onu seviyorsun, değil mi?

WATSON: Ne bu sorular? Yarışma programı mı?

CRICK: Tabii seviyorum onu. O olmasa n’apardım bilemiyorum, çok ciddiyim. Böyle
bir hayatı asla düşünemezdim o olmasaydı. Yeterli parayı biriktirince de bir sürü çocuk
yapacağız…

WATSON: (korkuyla) Bir sürü derken?

CRICK: En az 1 tane.

(CRICK güler, WILKINS başka yöne bakar mutsuzca)

CRICK: (WILKINS’e bakarak) N’oldu Maurice. Bir şey mi oldu?

(Es.)

WILKINS: Yok şey… Bilmiyorum. Sanki hayatta öyle bir an gelecek ki, o andan sonra
tekrar başlamak istesek de başlayamıyor olacağız gibi.

WATSON: Doğru. Doğum deniyor buna. O andan sonra olan oluyor bir kere. Bu sohbet
de bizi nereye getiriyor: genlere. Çalışmaların nasıl gittiğini konuşabilir miyiz artık?

WILKINS: (ironi yaparak) Aah evet, çalışmalar, çalışmalar. Tek önemli olan şey bu, değil
mi?

WATSON: Bizim tatlı neşe kaynağı Rosalind’imiz neler yapıyor bu günlerde anlat
bakalım…

CRICK: (gerçekten endişeli) Wilkins… (Moruk) emin misin iyi olduğuna?

WATSON: Gündeminde neler var bakalım Rosalind’in? Bizimle paylaşmanda sakınca


yoksa, tabii…

WILKINS: Gerçekten hiç umurumda değil artık. Hatırladıklarımı tabii söylerim size.

WATSON: E bu çok güzel… Değil mi, Crick?

CRICK: (tereddüt ederek) Evet… çok güzel.


(Es.)

WILKINS: Bakalım bakalım… Bir rapor yazıyor. Ama ben bitirebileceğini hiç
sanmıyorum. Bir kere o kadar yavaş yazıyor ki, son zamanlarda da aklı başka bir yerde
gibi. Çok sinir bozucu, gerçekten.

WATSON: Ne hakkında rapor yazıyor?

WILKINS: Son çektiği fotoğraflar hakkındadır kesin. Gördün fotoğrafı sen de işte,
çektiğimiz en iyi fotoğraflar şimdiye kadarki.

WATSON: (içkisini içerek) Evet. Çok iyilerdi… Çok çok iyi… Model de yapıyor mu?

WILKINS: Fikre sıcak bakmaya başladı. Ki baya büyük bir adım bu onun için.

WATSON: Öyle mi? Bilmiyordum bunu. Sen biliyor muydun, Francis?

CRICK: Hayır, bilmiyordum.

WILKINS: Fotoğraflardan sonra elinde çok fazla veri var artık, model yapmanın da
doğru olacağını düşünmeye başladı işte.

WATSON: Nasıl bir model yapacak?

WILKINS: B-DNA’nın modelini yapacak. A-DNA’nın tek başına var olamayacağı çıktı
ortaya. A-DNA da B-DNA da Rosalind’in şu an… Nasıl oldu ben de tam olarak bilmiyorum,
ama oldu. Ve evet, bir model yapılabilir bunlardan. Bir gün.

CRICK: Haa, e çok güzel.

WATSON: Rosalind için harika bir haber bu. (Es.) Boş şans dileriz ona.

CRICK: Aynen.

WILKINS: (şaşırır) Gerçekten mi?

WATSON: Elbette.

CRICK: Peki Maurice acaba şey diyorum, yani…

WILKINS: Ne?

CRICK: Yani diyorum… belki acaba-

WATSON: Demek istiyor ki acaba biz de bir deneme daha yapsak, bu senin için sorun
olur mu diyor… Bir kere daha denesek yani.

WILKINS: Başka bir model mi yapmak istiyorsunuz?

CRICK: Senin için bir sakıncası olmayacaksa.

WATSON: Önce sana sormak istedik. Bu sefer yani. Yani sonuçta sizin… şeyiniz ya bu.
GOSLING: Modeli zaten yapmaya başladıklarını söylemediler.

CRICK: Aslında sen de bir model yapmalısın (moruk). Yapabilirsin.

WATSON: Süper bir fikir. Sen de bir tane yap.

WILKINS: Yapamam. Rosy olmadan olmaz. Bu onun alanı, onun aletleri…

CRICK: E tamam işte. Rosy gidince yaparsın sen de.

WATSON: Evet! Zaten elinde sonunda gitmeyecek mi?

CRICK: Biz de bu sırada kendi modelimize başlarız, sen onay veriyorsan elbette.

WILKINS: Ben size ne yapacağınızı söylemem ki. Benim sadece…

WATSON: Evet?

WILKINS: Ben bu konuyla ilgilendiğinizi bile bilmiyordum. Yani kendi modelinizi


yapmakla. Tekrardan. Geçen sefer olanlardan sonra yani. Yani, yeterince utanmadınız mı
geçen sefer?

WATSON: Maurice, eğer her utancımdan sonra gidip köşeme çekilecek olsaydım,
büyük ihtimalle hiç odamdan çıkamıyor olurdum.

CRICK: Odası yeterince utanç verici zaten. Bok götürüyor her yeri. Niye sürekli
buraya geliyor sanıyorsun?

WATSON: Odile’in rostosu fena değil de ondan.

CRICK: Hemen geri al söylediğini. İnanılmaz iyidir rostosu.

WATSON: Evet aynı kalçası gibi yumuşacık.

CRICK: Tamam, yeter.

WILKINS: Bakın, eğer bir model daha yapacağınızı bilseydim, size bunları…

CRICK: Evet, Maurice?

WILKINS: Yani bu kadarını söylemezdim sanırım. Ya da göstermezdim…

GOSLING: Sonra da her şey çok hızlı gelişti. Bir doktora öğrencisi için bile çok hızlıydı
her şey, ki onlar için aslında her şey aşırı yavaş gelişir normalde.

CASPAR: Watson ve Crick, Rosalind’in yazdığı raporu okumuşlardı. Gizli bir rapordu o.

CRICK: Değildi. Cambridge’deki başka bir bilimci verdi bize raporu, başkanı olduğu
komiteden de geçmiş hem.
WILKINS: Evet ama sonuçta yayınlanmamıştı. Üstelik son hesaplamaları, B-DNA’nın
sarmal olduğu, üstelik o sarmalın diyametresi dahil her şey yazıyordu. Sizin çalışmalarınız
için gereken her türlü bilgi vardı yani.

WATSON: O rapor olmasaydı da biz eminim bütün bu bilgileri elinde sonunda edinirdik.

WILKINS: Sizin elinizde bizim çalışmalarınız vardı ama bizde sizinkiler yoktu.

WATSON: “Biz” diye bir şey hiç yoktu. Vardıysa da sen içinde sen yoktun. Bütün mesele
bu.

GOSLING: Her neyse, raporu nasıl ele geçirdiklerinin bir önemi yoktu, sonuçta bir
şekilde ele geçirmişlerdi.

CASPAR: Rosalind de acele etmesi gerektiğini bilmiyordu. Hiçbirimiz bilmiyorduk.

(CASPAR bir mikroskopa eğilir, ROSALIND de bakmaya çalışır)

ROSALIND: Doktor Caspar müsade eder m-

(ROSALIND, CASPAR’a sürtünür, birazcık)

ROSALIND: Aa affedersin.

CASPAR: (toparlanarak) Sorun değil.

ROSALIND: Şunun şeyine…

CASPAR: Sorun değil, Rosalind.

(Es.)

ROSALIND: (alınır) Nedir bu şimdi? Sen Doktor oldun ama ben artık Doktor değil miyim
yani?

CASPAR: Özür dilerim - Doktor Franklin… Ben…

ROSALIND: Ne?

CASPAR: Adını seviyorum… Rosalind… Rosy.

ROSALIND: Neden?

CASPAR: Sıcak bir isim. Buz gibi havada yürüyüş yapıp sonra şömineli bir eve girmek
gibi.

WILKINS: (seyirciye) Böyle bir cümleyi sadece bir Amerikalı söyleyebilir.

ROSALIND: Ama ben sıcak değilim ki. Kimse benim sıcak olduğumu düşünmüyor. Kime
sorsan-

CASPAR: Bak…
ROSALIND: Evet?

CASPAR: Bir akşam yemeği yer misin benimle?

ROSALIND: Akşam yemeği??

CASPAR: Yok- yani öyle değil… Yani sadece yemek… Öylesine yani öyle bir akşam
yemeği.

ROSALIND: İngiltere’de hiçbir şeyin öylesine olmadığını anlamamışsın demek ki hala.


Burada her şeyin bir anlamı vardır. Bu yüzden de işte Paris’i bin kez tercih ederim buraya.

CASPAR: Ama yine de Paris’te yaşamak tahmin ederim çok zor olsa gerek.

ROSALIND: Niyeymiş?

CASPAR: Bilmiyorum. Savaştan sonra. Çok arkadaş canlısı değillerdir…

ROSALIND: Ha. Evet. Ama yine bir şekilde idare etmek lazım, değil mi? İnsanın yapması
gereken tek şey bu. Hem sürekli bunu düşünüp duramazsın ki… yoksa bu düşünce seni
yer bitirir.

CASPAR: Öyle olur, değil mi? Yer bitirir.

(Es.)

CASPAR: Sen de benimle ye.

(Es.)

ROSALIND: Hiç zamanım yok, Doktor Caspar.

CASPAR: Yemek yemeye mi?

ROSALIND: Evet.

GOSLING: Bu sırada, Watson ve Crick son sürat çalışıyorlardı.

CASPAR: Rosalind’in raporunu okuduktan sonra daha Rosalind’in varamadığı bir


sonuca vardılar: DNA, zıt yönlere giden iki zincirden oluşmaktaydı, birlikte çalışan ama
hiçbir şekilde karşılaşmayan bir çift sonsuz sarmal.

CRICK: İşte bu şekilde tekrar ürüyor, Watson. Sistem işte aynen bu.

WATSON: Her bir dizi bir model, her modelde de bir başka sarmal var… aralıksız giden.

CRICK: Bu ne anlama geliyor biliyor musun?

WATSON: Evet. Yani, hayır.


CRICK: Şehir dışında akan radyatörlerin olmadığı büyük evler anlamına geliyor. Özel
olarak dikilmiş takım elbiseler anlamına geliyor. Annem artık bana neden hukuk ya da tıp
okumadığımı ve hayatımdan pişmanlık duyup duymadığımı sormayacak anlamına
geliyor…

WATSON: Yayın evleri bizi arayıp kitabın kapağında adımızı doğru yazıp yazmadıklarını
soracaklar…

CRICK: Evet! Sen de istediğin kadınla da evlenebileceksin. Benim karım da artık


bambaşka görecek beni.

WATSON: Sonsuza kadar bu işten para kazancağız anlamına geliyor. Sonsuza kadar.

CRICK: Çok yaklaştık, Watson. Çok yaklaştık.

GOSLING: Şubat ortası. Watson ve Crick bir anda dünyanın en tatlı insanları oldular.
Herkesi Cambridge’e davet ettiler- yani ben hariç herkesi- biraz fazla neşe saçıyorlardı.

CRICK: Rosalind! Seni görmek çok güzel! Gelsene içeri, gel, gel - ceketini alayım
mı?

WATSON: Bugün ama bir başka güzel görünüyorsun, ışıl ışıl -

ROSALIND: Merhaba Jim. Merhaba Francis. (Es.) Merhaba Maurice.

CRICK: Siz Doktor Caspar, değil mi?

CASPAR: Lütfen - Don diyin bana.

ROSALIND: Niye toplandık hepimiz? Nedir önemli mesele?

CRICK: Bu güzel kış gününde sizin yanınızda olmak yeterince önemli bir mesele
Bayan Franklin.

WATSON: Hep birlikte içeri girip bu kışın kasvetini içerde mi atlatsak? Şöminenin
yanında, çayımızı yudumlayarak…

ROSALIND: Böyle bir günü içerde geçirmek aptallık olur. Zaten sabahtan beri trendeyim,
içeri girmeye hiç niyetim yok. Bahçeye gelir misin benimle… Don?

CASPAR: Tabii… Rosalind.

(ROSALIND, CASPAR’ın koluna girer. Bunu WILKINS görür. CASPAR ve ROSALIND


çıkarlar.)

WILKINS: Değişmiş.

WATSON: Bence birebir aynı. Aynı o eski-

CRICK: Tamam hadi neyse. Nazik olalım.

WILKINS: İşte ben her zaman naziktim ona karşı! Sadece naziktim.
(WILKINS diğerlerinin yanından uzaklaşır.)

CRICK: Aaaa.

WATSON: Neydi bu şimdi?

CRICK: Aaaaaaaaaaa.

WATSON: N’oluyor??

CRICK: Anlamadın mı?

WASON: Neyi?

CRICK: Bazen resmen gözün görmüyor, Jim.

WATSON: Benim? Gözüm görmüyor. Komikmiş.

CRICK: Adam aşık.

WATSON: Kime aşık?

(Es.)

WATSON: Yok artık!!

CRICK: Kesin.

WATSON: Bu çok güzel bir teori Francis ama kanıtın var mı?

CRICK: Biz artık kanıtlarla çalışmıyoruz, öyle değil mi?

(ROSALIND’le CASPAR girerler. WILKINS seyrediyor onları)

ROSALIND: Francis - Doktor Caspar’ın yani Don’un harika bir fikri var-

WATSON: Aa öyle mi? Ne hakkında? Sarmallar mı yoksa başka-

ROSALIND: Eş yapılı yer değiştirme, Tütün Mozaik Virüsü’yle birlikte kullanılabilir diyor.

WILKINS: Çok da yenilikçi bir fikir değil.

CRICK: Hayır bence harika bir fikir.

WATSON: Bu durumda kurşun atomlarını-

CASPAR: Ya da belki cıva, ağır bir şeyi…

CRICK: Virüs proteinin içine koyup, X-Işını fotoğrafına bakıp farkı görebiliriz. Atomlu
fotoğrafla, atomsuz fotoğraf. Bu da yapıyı ortaya çıkarır. Çok akıllıca.
CASPAR: Biz de bir model yapacağız yakında, değil mi Rosy?

WILKINS: Rosy denmesinden hoşlanmıyor.

(Tuhaf bir es.)

ROSALIND: (sessizce) Rahatsız olmuyorum.

WILKINS: Model yapılmasından da hoşlanmıyor!

(Tuhaf bir sessizlik)

WATSON: Ama bir model yapmayı düşünüyorsunuz?

(CRICK, WATSON daha fazla konuşmasın diye sözünü keser.)

CRICK: Londra’da ne kadar kalacaksın Caspar?

CASPAR: Çok uzun değil maalesef. Bursum bitiyor birkaç aya.

CRICK: Yazık.

CASPAR: Evet.

(Herkes ROSALIND’e bakar)

ROSALIND: Evet. (Es.) Yazık.

WILKINS: (duygularını zar zor gizleyerek) Yazık gerçekten. Evet.

WATSON: Wilkins seni seni seni….

WILKINS: Ne?

WATSON: Francis, bence haklısın.

WILKINS: Ne konuda?

CRICK: Oturma odasına geçelim mi? Jim, Odile’e yardım edebilir misin, yeni bir çay
takımı aldık, onu getirebilir misin, oturup güzel güzel çayımızı içelim.

WATSON: Niye ben yardım ediyorum? Senin karın.

CRICK: Git.

(Işıklar değişir.)

CASPAR: Yanlış anlamayın. Rosalind’in kafasını filan karıştırmıyordum. Yavaşça ve


düzenli bir şekilde çalışmaya devam etti yine, artan bir yalnızlıka…

GOSLING: Bir şey içmek ister misiniz? Çay?


ROSALIND: Gosling eğer sana, A-DNA’nın sarmal olmadığını düşündüğümü söylesem,
bana ne derdin?

GOSLING: Bana şu an test yapıyorsunuz derdim.

ROSALIND: Nasıl yani?

GOSLING: Çünkü eğer A-DNA sarmal değilse, B-DNA da sarmal değil demektir. B-
DNA’nın sarmal olduğuna eminiz ama.

ROSALIND: Evet.

GOSLING: Test yaptınız bana.

ROSALIND: Yanlış cevabın üstünü hep karalaman lazım Ray. Unutma bunu.

GOSLING: Doğru cevap ne o zaman?

ROSALIND: Doğru cevap ne.

GOSLING: Bana mı soruyorsunuz?

ROSALIND: Cevabı biliyor musun?

GOSLING: Hayır.

ROSALIND: O zaman sormuyorum.

CASPAR: Watson’la Crick dört bazın da aynı fotoğrafa nasıl sığdığını anlamaya
çalışıyordu. Çift mi oluşturmuşlardı? Birlikte mi çalışıyorlardı? Yoksa birbirlerinden
tamamen bağımsız mıydılar?

WATSON: Yorulma. Yoruldun mu gerçekten?

CRICK: Hayır. Cin gibiyim. Yorulmuş gibi yapıyorum ki sen yorulma.

WATSON: Dalga mı geçiyorsun? Ben anlamıyorum ne zaman ciddisin, ne zaman dalga


geçiyorsun.

CRICK: Ben de anlamıyorum.

GOSLING: 23 Şubat.

(ROSALIND, A ve B- DNA’nın fotoğraflarını inceliyor. Yüzünden çok uzaklaştırıyor


fotoğrafları önce, sonra yaklaştırıyor.)

ROSALIND: Gosling! Buraya gel, Gosling!

GOSLING: N’oldu?

ROSALIND: N’apıyorsun sen orada, oyun mu oynuyorsun?


GOSLING: Yok, bu şeyin-

ROSALIND: Burayı ne zannediyorsun sen? Ana okulu mu? Çalışmamız gerek.

GOSLING: Ama yardım edeyim size diyorum, ettirmiyorsunuz ki-

ROSALIND: Şurada bir dur lütfen. Şurada, evet. (Es.) Yok çok yakın oldu. Git biraz. Biraz
daha gitmen lazım ki düşünebileyim.

(ROSALIND tekrar fotoğrafı alır eline, inceler)

ROSALIND: Evet. A-DNA da B-DNA da sarmal. Öyle olmalı.

GOSLING: Çözümü bulmasına resmen iki adım kalmıştı. İki adım. Ama farkında değildi.

(WILKINS girer.)

WILKINS: Geç oldu. Hadi eve git artık.

ROSALIND: İyiyim ben.

WILKINS: Sen bilirsin.

(WILKINS çıkmaya hazırlanır. ROSALIND, Fotoğraf 51’e bakmaktadır)

WILKINS: Sadece bakıyorsun artık. Evine git hadi.

ROSALIND: Hayır.

WILKINS: Ben de bakabilir miyim?

(WILKINS, ROSALIND’e doğru yürür)

WILKINS: Bazları mı düşünüyorsun?

ROSALIND: Düşüncelerin sonuna nasıl geldiğimi düşünüyorum, galiba. Düşünecek hiçbir


şeyin kalmadığını?

WILKINS: Yorgunsun.

ROSALIND: Yorgun değilim. Boşum.

WILKINS: Daha önce hiç boş görmedim seni.

ROSALIND: Daha önce hiç böyle hissetmedim çünkü.

WILKINS: Hiç mi?

(Es.)

WILKINS: Elini versen kolunu kapacağımızı düşünüyorsun, değil mi?


ROSALIND: (sessizce) Bu gerçekten böyle, değil mi?

WILKINS: Hayır. Ben öyle olduğunu düşünmüyorum.

ROSALIND: O zaman senin de artık düşüncelerin sonuna gelmen lazım. Evine git,
Maurice.

WILKINS: Giderim ama…

ROSALIND: Ne?

WILKINS: İstersen konuşabiliriz. Yardımcı olabilir.

(Uzun es. ROSALIND, WILKINS’e bakıyor.)

GOSLING: Bir anlığına, her şey durdu. Havada adeta farklı yol seçimleri vardı;
hayatlarımızı sonsuza kadar değiştirebilecek seçimler.

(Uzun es.)

ROSALIND: Galiba bugünlük benim için de yeter. İki haftadır geceyarısından önce eve
gitmedim. Hem bir sonuca varamayacaksam bütün gece burda kalmanın ne anlamı var.

(ROSALIND bir anda durur.)

GOSLING: Ama bütün bu seçenekler içinde bu yol seçilmişti.

ROSALIND: İyi geceler, Maurice.

(ROSALIND çıkar.)

WILKINS: İyi geceler.

GOSLING: 28 Şubat 1953. Cambridge karlar altındaydı. Bir barmen, Eagle Bar’ı açmak
için karlar arasında bara ulaşmaya çalışıyordu. Watson’la Crick de, çok yakında… koca bir
dünyaya dönüşecek olan o küçük odalarında, kafesteki kuşlar gibi bekliyorlardı.

WATSON: Eşleşmeleri lazım. Hidrojen bağları çiftler arasından oluşuyor.

CRICK: Adenin her zaman timinle, sitozin de guaninle baz çifti oluşturuyor.

WATSON: Ne zaman bir tanesi DNA zincirinde olsa, illa diğeri de oluyor.

CRICK: Aynen öyle!

WILKINS: Bir takım gibi. Başarılı bir takım.

GOSLING: Bu sırada, Thames nehrine bakan, garsonların ayak altında dolaşmadığı,


sakin bir İtalyan lokantasında Rosalind bu yemeğin bir randevu yemeği olup olmadığını
düşünüyordu. Emin olamıyordu. Daha önce bir erkekle hiç çıkmamıştı.

(ROSALIND ve CASPAR bir masada oturuyorlar. Yemeğin sonları.)


CASPAR: Fikrini değiştirmemene sevindim. Çünkü değiştireceksin sanmıştım
gerçekten. Çok zamanını çalmış olmadım umarım.

ROSALIND: Zamanım.

CASPAR: Evet.

ROSALIND: Zamanımın değerli mi, değil mi emin değilim artık… Belki de zamanımı doğru
kullanamadım. Bilmiyorum.

CASPAR: Bilmiyor musun?

ROSALIND: Yani, benim-

CASPAR: Ciddisin.

ROSALIND: Özür dilerim, bir şey söylememeliydim.

CASPAR: Şey hikayesini duymadın mı, kadın bir fizikçi gecenin bir vakti gizli gizli
Princeton laboratuarına girmek zorunda kalıyor sırf siklotron kullanabilmek için. Şey peki,
kadınların Harvard’da fizik binasına girmelerinin bile yasak olduğunu biliyorsundur.

ROSALIND: Evet. Biliyorum.

CASPAR: Tamam işte sen neler neler yaptın farkında değil misin? Bu mükemmel
çalışmaları… hayır mükemmel değil; bu çığır açan çalışmaları kim yaptı? Gerçekten
zamanını doğru kullanamadığını mı düşünüyorsun? Bence şu zamana kadar kimse
zamanını bu kadar iyi kullanmadı.

ROSALIND: Bilmiyorum.

CASPAR: Ben biliyorum.

(Bir es.)

ROSALIND: Çay isteyelim mi?

CASPAR: Rosalind… Benim bir şey itiraf etmem lazım. Hoşuna gitmeyebilir.

ROSALIND: Ne?

CASPAR: Ben çaydan nefret ederim. Nefret. Yani öyle böyle değil. Öyle yalandan
hoşuma gidiyormuş gibi bile yapamam.

ROSALIND: Aa. Hiç iyi olmadı bu. Senin hakkında düşündüğüm her şeyi tekrar gözden
geçirmek zorundayım şimdi.

CASPAR: (sahici sorar) Ne düşündün benim hakkımda?

(Es. Tuhaf bir an. ROSALIND düşünür.)


ROSALIND: (dürüstçe, açıkça) Dengeli… biri olduğunu düşünüyorum.

CASPAR: Dengeliden kastın şey mi, sanki her an yanlış bir adım atacakmışım da
etrafımdaki her şeyi devirecekmişim gibi bir denge…

ROSALIND: Hayır… Öyle değil… Yani benim hiç bir dengem olmadı da.

(Es.)

CASPAR: Öyle mi?

ROSALIND: Hiç.

CASPAR: Ama mutlusun.

(Uzun es. ROSALIND’in kafası karışır.)

ROSALIND: Elbette.

(Es.)

ROSALIND: Elbette. Mutlu değilsem niye-

CASPAR: Niye ne?

ROSALIND: Niye devam edeyim ki, bu yolda.

CASPAR: Doğru. Etmezdin.

ROSALIND: Evet.

CASPAR: Benim bir teorim var… Bence bizim isteyip de elde edemediğimiz şeyler
aslında bizim kim olduğumuzu gösteren şeyler… Umarım saçma olduğunu düşünmezsin
bu basit teorimin, çünkü gerçekten çok fazla düşündüm bu konu üstüne, hatta o kadar çok
düşündüm ki yani şimdi kabul etmek istemiyorum bu kadar düşündüğümü… Neyse işte,
bilmiyorum… arzularımız işte.

ROSALIND: Arzularımız mı?

CASPAR: Yani… sen en çok ne istiyorsun?

ROSALIND: O kadar çok şey istiyorum ki: günün ağırlığını omuzlarımda hissetmeden
uyanmak istiyorum, beni uyutmayan şeyin ne olduğunu düşünmeden uykuya dalmak
istiyorum, daha çok yeşil sebze yemek istiyorum, bir de pancar, öpülmek istiyorum, önemli
hissetmek, diğer insanlarla iyi geçinmeyi öğrenmek, nasıl yalnız kalınacağını öğrenmek
istiyorum. Tekrar çocuk olmak istiyorum, desteklenmek, beğenilmek, sonsuz bir gelecek
dolu dünya istiyorum. Babamın gururlu bakışları bu kadar karmaşık olmasın istiyorum.
Öpülmek istiyorum. Galler’de ya da İsviçre’de ya da Amerika’da bir dağın zirvesinde,
akşamüstü bir saatte, şu an karşımdaki adamla öylece durmak nasıl hissettirirdi bilmek
istiyorum her gün. Ya da en azından bir sefer.

GOSLING: Ama bunlar yerine şunu dedi:


ROSALIND: (üzülerek) Bilmiyorum.

(CASPAR, ROSALIND’in elini tutar.)

CRICK: İki tane zincir var. Bazlar tam ortaya gidiyor, fosfat da dışarı. Öyle olmalı.

WATSON: Büyük bazla da küçük bazı eşleştiriyoruz.

(CRICK ve WATSON yaptıkları modelden uzaklaşırlar, modeli seyrederler. Sessizlik.)

WATSON: Crick.

CRICK: Bekle. Bir şey söyleme.

(WATSON Fotoğraf 51’in skeçini kaldırır bakar; sonra birlikte modele bakarlar, sonra tekrar
skeçe bakarlar.)

CASPAR: Elini tutabilir miyim?

GOSLING: Dünyadaki hiçbir bilim açıklayamaz bunu. Yalnızlığı.

(ROSALIND, CASPAR’ın tuttuğu ellerine bakar. Olasılıklarla dolu o an geçmek bilmez.


Sonra yüzünde tuhaf bir ifade belirir.)

CASPAR: Rosalind?

(ROSALIND midesini tutar.)

WATSON: Eşlendiler, Francis. Oldu. Oldu.

(Çok uzun bir es.)

CRICK: Bunu…

WATSON: İnanamıyorum.

CRICK: Şu an yaşam gözümüzün önünde.

(ROSALIND sandalyesinde iki büklüm kalır, zor nefes almaktadır.)

CASPAR: Rosalind?

WILKINS: Hayattaki en yalnız arayıştır. Bilim. Çünkü aradığınız cevaplar ya vardır, ya


da yoktur. Önünüzdeki o sonsuz manzaralar ya vardır, ya da yoktur. Ve eğer o cevaplar
yoksa, gecenin bir körü, bomboş bir şehirde, karanlıkta kalıverirsiniz. Kendinizden başka
kimseniz de olmaz.

CASPAR: Yardım çağıracağım. Gel götüreyim seni.

ROSALIND: Doktor.
CASPAR: Evet.

ROSALIND: Teşekkür ederim.

CASPAR: Lütfen teşekkür etme.

ROSLAIND: Merak etme- bir daha etmem. Çok kolay olmadı benim için de.

(Işıklar değişir.)

WILKINS: Bana göstermek istedikleri bir şey olduğunu söylediklerinde, içime doğmuştu.
Trende giderken sanki dünya çok daha hızlı dönüyor gibiydi.

(WILKINS, Cambridge’e gelir, modeli görür.)

CRICK: Evet?

WATSON: Bir şey söyle, Wilkins.

ROSALIND: (seyirciye) İki tane tümör var bende. Çift tümör. İkiz gibi. Üç tekerlekli
bisikletleriyle, vücudumun her yerine pisliklerini bulaştıra bulaştıra dolaşıyorlar… Bir an,
birinin adını Crick, diğerinin adını Watson koymayı düşünüyorum ama sonra kendime,
hayır Rosalind diyorum, bu fikri at kafandan. (Es.) Hayır. Yumurtalık kanseriyim. Her
yumurtalıkta bir tümör. Biri tenis topu boyunda, diğeri ping-pong. Çok randımanlı bir ikili.

WATSON: Öyle ağzın açık bakacak mısın?

CRICK: Bir şey söyle. Hadi. Herhangi bir şey.

WILKINS: (kararlı bir şekilde) Hırsızsınız ama bence bir şey yakalamışsınız. Üstelik çok
heyecan verici bir şey bu ve bence kimin bulduğunun da hiç önemi yok.

WATSON: (gerçekçi) Heyecan verici bir şey mi? Hayatın sırrı bu, Wilkins.

WILKINS: (hüzünle) Öyle mi? Gerçekten öyle mi, Jim?

CASPAR: Rosalind, dinle beni.

ROSALIND: Neden? Artık o fotoğraflarda görülecek yeni şeyler kalmadı.

CASPAR: Başka bir hastane bulacağım.

ROSALIND: Evine git, Don. İyiyim ben burada.

CASPAR: Seni burada yalnız bırakacağımı mı düşünüyorsun gerçekten?

ROSALIND: Niye kalasın ki?

CASPAR: Çünkü senden hoşlanıyorum.

ROSALIND: (hüzünle) Benden hoşlanıyorsun.


(CASPAR çıkar. Işıklar değişir.)

WILKINS: Sevgili Bayan Franklin.


Hayır.
Rosalind.
Hayır.
Sevgili Doktor Franklin: Hastalığınızı duyunca çok üzüldüm. Eminim bir an önce atlatıp,
üniversiteye geri döneceksiniz. Emin olun, çok bir şey kaçırmadınız. Buralarda her şey çok
sıkıcı son zamanlarda. Aletleri kullanan yok, hepsi toz içinde; aralıksız yağmur yağıyor,
tabii; Watson’la Crick hayatın sırrını keşfetti. Sabahları dişlerim ağrıyor, uyandıktan sonra.
Doktor Randall sevgilerini gönderiyor. Hepimiz sizi çok özledik.
Hayır.
Eminiz bir an önce sağlığınıza kavuşacaksınız.
Sevgilerimle, Maurice Wilkins.

(Işıklar değişir.)

WATSON: (Elindeki ‘Nature’ dergisini kaldırarak) İnanabiliyor musun Crick? Gerçekten


inanabiliyor musun?

CRICK: Hayır. İnanamıyorum.

WATSON: Sen niye bu kadar yorgun görünüyorsun ki? Baksana ben yerimde
duramıyorum. Enerji doluyum. Herkesle boğuşmak istiyorum. Dünyayla. Her şeyle.
Kadınlarla.

CRICK: Boğuşacaksın.

WATSON: Crick?

CRICK: Boğuşacaksın… Çok yorgunum ben. Galiba.

WATSON: Değmedi mi peki? Asla unutulmayacağız biz artık.

CRICK: Asla.

WATSON: Evet.

CRICK: Asla unutulmayacağız.

WATSON: Francis?

CRICK: Gerçekten benim tek amacım aileme bakabilmekti, bilim yapmaktı, dünyada
küçük bir fark yaratabilmekti.

WATSON: Peki yani bunun yerine kocaman bir fark yaratmış olmanın nesi kötü?

CRICK: Odile misafir odasına geçti. Yavaş yavaş eşyalarını o odaya taşıdı,
peyderpey, son birkaç ayda. Çok akıllıca davrandı. Evde hiçbir eşyası kalmadığında
anlayabildim ancak, gittiğini.

(Es. WATSON bu söylenini kavrar. Sonra çok sahici bir an.)


WATSON: Özür dilerim, Francis.

CRICK: Teşekkür ederim, Jim. Bu benim için çok önemliydi.

(Işıklar değişir. ROSALIND ofisine girer, WILKINS odadadır.)

ROSALIND: Maurice, öyle karanlıkta oturmuş n’apıyorsun ofisimde?

WILKINS: Ah - çok özür dilerim; ben hala hastan…

ROSALIND: (gerçek) Kaçtım.

WILKINS: N’aptın-?

ROSALIND: Daha fazla kalamazdım o hastanede. Madem öyle nemli, küçük, iğrenç bir
odada kalacağım, buraya geleyim bari dedim, ölmeden önce biraz daha çalışabilirim hem.

WILKINS: Lütfen öyle söyleme.

ROSALIND: Niye? Hoşuna gitmedi mi? Sana kendi hayatını mı düşündürttü? Günün
birinde öleceğini.

WILKINS: Evet. Hepsini.

ROSALIND: İşte kimse koruyamaz ama seni bu sondan.

WILKINS: Evet. Sanırım.

ROSALIND: Kaybederiz. Sonunda, kaybederiz. Çalışma hiç bitmemiş olur, bu sırada da


bedenlerimiz giderek yavaşlar, yavaş yavaş, sonra da stop eder.

WILKINS: Dedelerimizin saatleri gibi.

ROSALIND: Evet çok hoş bir sohbetti.

WILKINS: Rosalind, ben…

(Es.)

ROSALIND: Ben 15-16 yaşlarındayken, Norveç’e tatile gitmiştim ailemle. Bir sabah,
sabahın dördünde hepimiz uyandık Storgalten Dağı’na tırmanmaya gittik… Annem sürekli
şikayet ediyordu, aa çok erken, aa çok soğuk- ama sonra varış noktamıza ulaşınca annem
etrafına bir baktı, bir baktı… ve işte bu kadar. Bir bulutun içindeydik. Sonsuzluk gibi
hissettirmişti o bulutun içinden geçmek, sanki kimse yoktu, sanki dünya yoktu, o karışık
tarih yoktu, çıkmak üzere olan savaşlar yoktu, sadece biz vardık, o inanılmaz sabahta
yürüyen biz, günün başlamasını seyreden biz.

Babama dünyanın bu doğal güzelliğinden çok etkilendiğimi söylemiştim o zaman:


bulutlardan - havada asılı duran buz kristalleri.
Babam yeni bir gözle bakmıştı bana. Evet doğru demişti ama asıl gördüğümüz şey
demişti… Tanrı - ki babam hiç inanmazdı Tanrı’ya. Tepeden tırnağa bilime inanan bir
adamdı. Sonra da güneş doğdu, bulutlar yükseldi, biz buzulların üstünde yürüdük, babam
da ağladı.

(Es.)

WILKINS: Hiç ihtimal vermezdim ikisinin arasının bozulacağına.

ROSALIND: Ama bu işin doğası böyle, aralarının bozulması kaçınılmazdı.

(Es.)

ROSALIND: Yine de başardılar ama değil mi? Arkadaşlarımız.

WILKINS: Evet.

ROSALIND: Peki ya model?… Çok- çok mu güzel?

WILKINS: Evet.

ROSALIND: Ee… Biz de çok yaklaşmıştık ama değil mi? Çok yaklaşmıştık.

WILKINS: Ama biz kaybettik.

ROSALIND: Kayıp mı ettik? Hayır… Hepimiz kazandık. Dünya kazandı. Öyle değil mi?

WILKINS: Biraz olsun şey hissetm…

ROSALIND: Hissediyorum. Ama sonuç olarak ilk onlar bulmadı ki… Öyle olmadı… Ben
görmedim sadece. Keşke görebilseydim.

WILKINS: Bence görmene izin vermedin.

ROSALIND: Yoo, biraz daha zamanım olsaydı, görebilirdim diye düşünüyorum.

WILKINS: Birkaç gün yeterli olurdu.

ROSALIND: Neden olmadı peki birkaç günüm daha? Haketmedim mi o günleri?

(Es.)

ROSALIND: Yani, keşke…

GOSLING: Işının yanında biraz daha dikkatli olsaydım.

WATSON: İş birliği yapsaydım.

CRICK: Daha açık biri olsaydım, daha az temkinli olsaydım. Daha az korusaydım
kendimi.

CASPAR: Ya da daha çok temkinli, daha çok korumacı.


WATSON: Daha iyi bir bilim adamı olsaydım.

CASPAR: Daha çok risk alabilseydim, model yapabilseydim, kanıtlar olmadan da


hareket edebilseydim.

CRICK: Daha arkadaş canlısı olsaydım.

GOSLING: Ya da başka bir zamanda doğsaydım.

CRICK: Adam gibi doğsaydım.

ROSALIND: Ama işte… Bizim çalışmalar hiç bitmez. Önümüzdeki ay, Paris’teki iş
arkadaşlarımdan biriyle Leeds’deki bir konferansa katılıyorum. Arabayla gideceğiz
buradan, yol üstünde çok güzel bir kilise var, oraya da uğrayacağız.

WILKINS: Kilise mi?

ROSALIND: Ben şeylerin şeklini çok seviyorum, biliyorsunuz. Ne anlama geldikleri çok da
önemli değil.

GOSLING: Ama Leeds’e hiç gitmedi. Rosalind öldüğünde 37 yaşındaydı. O yıl çok
soğuktu Nisan ayı; Londra’daki ağaçlarda hala buzlar vardı; Alpler’in üstündeki karlar da
Haziran’a kadar erimemişti.

WILKINS: Hayır, hayır, hayır… Kabul etmiyorum.

GOSLING: İşine olan bağlılığına methiyeler, çalışmalarındaki gelişimlere methiyeler, işi


için yaptığı kalıcı katkılara methiyeler.

WILKINS: (GOSLING’e) Yeter dedim! Yeter! Kes şunu!

GOSLING: Kesemem. Böyle oldu çünkü.

CRICK: Zaman ve hafızayla ilgili tuhaf bir şey bu gerçekten. Torunlarıma da hep
diyorum: hayatta olmasını istediğimiz şeyler kafamızda sanki gerçekten olmuşlar gibi
dolanabiliyorlar, gerçekten olan şeylerin aksine.

WILKINS: Kes şunu. Baştan başlayalım. En başından. Hemen şu an.

CASPAR: Özür dileyecek bir şeyin varmış demek. Değil mi?

WILKINS: Baştan başlarsak yok.

WATSON: Dalga mı geçiyorsun Wilkins? Yani, kazandın. Biz kazandık. Nobel Ödülü’nün
üstünde adın yazıyor. Hatırlıyor musun o kısmı? Hayatında yaşadığın en güzel andı o.

WILKINS: Hayır. Değildi.

(WILKINS, ROSALIND’e döner)

WILKINS: Baştan başlayalım. Bu sefer sadece ikimiz.


(Diğer herkes çıkar.)

WILKINS: Lütfen… Çok ihtiyacım var…

ROSALIND: (yumuşakça) Neye ihtiyacın var, Maurice?

WILKINS: Sana söylemem gereken bir şey var… Çok önemli.

ROSALIND: Söyle.

(es.)

WILKINS: Seni gördüm. Phoenix Tiyatrosu’nda Kış Masalı’nı seyretmeye gittiğin gün.

ROSALIND: Bunu söylemeye mi ihtiyacın vardı?

WILKINS: Sana eşlik etmek istedim. Yanına gelmek… Kuyruğa girdim, bilet almak için.

ROSALIND: Sonra n’oldu?

WILKINS: N’oldu değil… Ne olabilirdi. Şimdi de.

ROSALIND: Ne diyorsun Maurice, anlamıyorum.

WILKINS: Ocak 1951. Bu sefer o oyuna gidiyorum. Seni tiyatro binasının önünde
görüyorum.

(WILKINS, ROSALIND’e bakmaktadır. ROSALIND hiç kımıldamıyor)

WILKINS: Bu sefer, göz göze geliyoruz. Oyundan sonra da binanın çıkışında


buluşuyoruz, barın orada.

(ROSALIND kımıldamıyor)

WILKINS: Bu sefer sana “sevdin mi oyunu?” diye soruyorum.

(ROSALIND, WILKINS’e bakıyor, hiçbir şey demiyor.)

WILKINS: “John Gielgud çok iyi oynuyordu, değil mi?”

(Es.)

ROSALIND: Çok iyiydi gerçekten. Çok sahiciydi.

WILKINS: İşin en inanılmaz tarafı da ikimiz de orada, aynı performansı seyrediyoruz.


Aynı şeye ortak oluyoruz. Birlikte.

ROSALIND: İnanılmaz.

WILKINS: İkimiz de seyrediyoruz.


ROSALIND: Hermione ölünce, her ne kadar Leontes’in yüzünden ölmüş olsa da, üzüldüm
adam için. Gerçekten üzüldüm.

WILKINS: Gel, zavallı bebek:


Duydum ama inanmadım -

ROSALIND ve WILKINS: Ölülerin ruhu


Tekrar yürüyebilir.

WILKINS: Yürüyorlar da. Hermione’nin gerçekten ölmemesine çok sevindim. Geri


gelmesine.

ROSALIND: (sıcak bir şekilde) Hayır, Maurice. Geri gelmiyor.

WILKINS: Tabii geliyor.

ROSALIND: Hayır.

WILKINS: O heykelin canlanmasını nasıl açıklıyorsun o zaman?

ROSALIND: Umut. Hepsi umudu düşlüyor. Leontes hiçbir şeyin olmadığı bir hayat hayal
ediyor, affedilebilmesi için.

WILKINS: Sence hak etmiyor mu affedilmeyi?

ROSALIND: Ben kendimi affediyor muyum?

WILKINS: Ne? Niçin?

(Es.)

ROSALIND: Bence hayatta bir şeylere tekrar başlayamayacağımızı anladığımız bir an


var. Aldığın kararları artık almış olduğun bir an, o kararlarla yaşamak zorunda olduğun bir
an, çünkü diğer türlü bütün hayatını pişmanlıkla geçirmek zorundasın.

WILKINS: Ben bütün hayatımı pişmanlıklarla geçirdim.

(Es.)

ROSALIND: (mutsuz gülerek) O zaman belki de o oyunu beraber seyretmeliydik. Ya da bir


öğle yemeğini birlikte yemeliydik.

WILKINS: O zaman bir şeyler daha mı farklı olurdu?

(Es.)

ROSALIND: Çok tuhaf… Yani Hermione’yi oynayan oyuncunun adını hatırlayamıyor


olmam.

WILKINS: Evet… Ben de hatırlayamıyorum. Ne kadar düşünsem de.


ROSALIND: İşte çok öne çıkmıyordu oyunculuğu, galiba. Yani herhalde öyle olmalı…
Değil mi?

(Işıklar söner)

SON

You might also like