You are on page 1of 43

MEHMET FİKRİ SARICI (kozmik frekans)

AUG

Kerbela'nın öğrettiklerini anlamak lazım

Hz. Hüseyin ve beraberinde bulunan yetmişten fazla kişinin Emevi Halifesi Yezid
tarafından vahşice şehit edilmesi ile vuku bulan Kerbela hadisesi, İslâm alemini
derinden sarsmış, İslam dünyasında büyük kırılmalara neden olmuş çok acı bir
hadisedir. 

Her şeyden önce tarihi bir vaka olan bu olay, mezhebi, meşrebi ve düşüncesi ne
olursa olsun bütün ümmetin ortak acısıdır. Her Müslüman için kabul edilmesi mümkün
olmayan derin bir yaradır. 

Bizler, bu acı hadisesinin hüznünü yaşarken, aynı acıların bir daha yaşanmaması
için Kerbela’yı ibret nazarıyla okumaya ve ondan dersler çıkarmaya mecburuz.
Kerbela’dan çıkaracağımız ilk ders, onu ayrılık ve gayr ılığa alet etmek değil,
tevhide ve kardeşliğe vesile kılmak, gönül birlikteliğine dönüştürmektir.

Hz. Hüseyin Efendimizin Kerbela’da şehit edildiği bu duruma çoğu kişi eziyetler,
acılar hadisesi diye baksa da bu olay aynı zamanda, Muharrem ayını her
karşılayışımızda, insanın hak ve adalet için Allah yolunda nefsi ile savaşıp,
mücadele ederek onu kontrol altına almanın gerekliliğini bize hatırlatır.  

Çünkü yaşanmış olanlar bazen ilimle, bazen gönülle, bazen aşkla, bazen edeple,
kavranır, kucaklanır ve bir şeyleri insana öğretir. 

Kerbela gibi zahirde yaşanan her olay da, insanın anlatılanları kendinde bulacağı
ve buldukları ile öğrenip yaşamına yön vereceği hakikatlere işaret eder.  

Çünkü zahirde ki yaşanmış her şey insanın içinde her an faal ve mevcuttur. Yani Hz.
Hüseyni'de, Hz. Hasanı 'da, Yezidi de kendimizde arayıp bulmamız gerekir.

Her zaman diliminde, herkesin içinde Hz. Hüseyin (güzellik, doğruluk) ve Yezid
(kin, nefret, kıskançlık) vardır. Önemli olan insanın kendisinde var olan bu
enerjileri bilmesi ve yaşanmışlıklardan ibret alarak kendi safını belirlemesidir. 

İçimizdeki güzellik, adalet, doğruluk Hz. Hüseyin’dir. Hüseyin ruhumuzdur.


Nefsimize ait aşırı arzu ve isteklerimiz, kinimiz, kıskançlığımız, gururumuz,
Yezidi temsil eder. 

Nefisten, ruha (iyiliğe, güzelliğe, adalete, vb.) hicretin gerçekleşmesi için


yapılan mücadelenin hepsi Allah yolunda verilen savaştır. Bu savaşta insan nefsin
kendisiyle değil onun aşırı arzuları, hırsları ve bencilliği ile mücadele edip,
savaşarak, aklının kontrolü ile bunları dünya(sın)da dengeye oturtması gerekir. 

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin iki makamı temsil ederler. Biri rıza makamında, Allah'tan
gelen her şeye razı, her şeyi itirazsız kabullenen Allah’ın cemâl tecellisinin
zuhuru Hz. Hasan efendimiz.  

Bir diğer tarafta ise her türlü yanlışa tepki gösterip, hayır diyerek, mücadele
edip, savaşan, canını, başını vermekten çekinmeyen celal tecellisinin zuhuru olan
Hz. Hüseyin efendimiz. 

Hz. Hüseyin’in mübarek başını inandığı yolda savaşarak verişinin manası, her
hatırlandığında, insanın, Yezid olan nefsiyle mücadele etmesi için ne büyük bir
gayret göstermesi gerektiğini bize öğretir. Çünkü Hz. Hüseyin bu hakikatin idrak
edilmesi için başını feda etmiştir. 

Yezid, Müslümanlık adına, kin, kıskançlık duygusu ile nefsine uyup Hz. Hüseyin’i
vahşice öldürmüştür. Bunun için Yezide lânetler ediyoruz ama nefsimizin her
istediğini verip, ruhumuza eziyet ettiğimiz zaman farkında olmadan Yezidi
kendimizde canlandırıp, güçlendirerek, dünya(mız)da onu hâkim kılıyoruz. 

Ne zaman Yezide (nefsimize) dur! deyip, Hüseyin’e (ruhumuza) hizmet edebilirsek, o


zaman Yezid den onun intikamını almış, Hz. Hüseyin efendimize karşı görevimizi tam
olarak yerine getirmiş olacağız. 

Bu yüzden, Hüseyin için ağlıyorum deme! Onun için, içindeki Yezid (nefs,
kıskançlık, kin, vb.) ile mücadele et, savaş ve onu yen!. Ancak o zaman bu olayın
hakikatini anlamış ve Hz. Hüseyin için gereğini yapmış olacaksın. 

Mesele, yaşanmışlıklardan ibret almaktır, ders almaktır. Ben artık öyle olmayayım,
ben Yezid olmayayım diye hareket edebilmektir. Bunu da başarmak gerekir.

Bunu yapıp, başardığımız zaman Ehli Beyt ahlakına sahip oluruz. O zaman gerçek
anlamda onları seviyoruz deme hakkını elde ederiz. Çünkü sevmek yolunda gitmektir,
sevmek onlar gibi olma gayretini göstermektir, sevmek nefsini vermektir. 

Kısaca hepsi bizdedir mücadele devam etmektedir.

Sonuçta, bu hadiselerin vazifesi, bize kim olduğumuzu, kimin safında olduğumuzu


hatırlatmasıdır. 

Gelin! artık, zalimlere, fitnecilere karşı, Sünni, Şii hep beraber olalım, “Ya!
Hüseyin” diyelim. 

“Hüseyin benden bir parçadır” diyen dedesi Hz. Muhammed (sav) aşkına, Hüseyin tüm
ümmeti Yezid'lere karşı birleştirsin. 

İnşallah! bu Muharrem ayı, ümmetin uyanıp, Sünni'si ile Şii'si ile bir ve güçlü
olduğu,  Hz. Hüseyin efendimize ve tüm Ehli Beyte layık, insanlık için hayırlara
vesile olan bir ay olur. 

       

"Allâh’ı, Muhammed’i, Ali seven dostanız

Ne Sünniyiz, ne Şii, bir halis Müslümanız

Çehâr yâri isteriz zira ki Mustafa’nın

Dostuna dostuz vallah, Hasmına hasmanız

Muhammed’in, Âli’nin hasmına Allah nefret

Eyleriz, biz de –zira- düşman-ı mürtedanınız          

Mervânilerin lânet hakkı hakkımız rahmet

Zîrâ onlar şeytani biz tabi-i Kur’an’ız

Mihin-i Mustafa’dır Süfyaniler anın-çün

Mürteddir onlar hâlis biz mü’mini hasanız


Tabi-i Süfyanîler dostân-ı Mervanîler

Merdûdlardır hüveyda biz makbul reh-nümanız "          (Seyyid Hamza Nigârî)

8th August, Unknown tarafından yayınlandı

Etiketler: celal cemal ehlibeyt Hz.Hasan Hz.Hüseyin Kerbela kin kıskançlık muharrem 
nefs sünni Yezid şii

Yorumları görüntüle

MAY

20

Ölümsüzlük, Sonsuzluk mesajı

İnsanın kendisinde sorguladığı en önemli konulardan biri de, ölünce her şey bitecek
mi sorusudur? Kâfirler (hakikati örtenler) ölüm sonrası her şeyin son bulacağını
savunurlar. Onlar ahirete (ölüm sonrası sonsuz yaşama) inanmazlar.   

Oysa, İnsan, ilahi esmanın, yani Allah’ın isimlerinin manalarının bir terkibinden
başka bir şey değildir. Bu yüzden esma terkibi olan varlığının, Allah’ın varlığı
ile kaim olması dolayısı ile insanın yaşam algısını oluşturan zahirleri hiçbir
zaman bitmez.

Varlığının, Allah’ın varlığı ile kaim olması nedeni ile şu an yaşadıkların, senden
açığa çıkarak zahir olmaktadır. Bundan sonrada, sonsuza kadar, senden Allah
manaları, içinde bulunduğun her boyutta (dünya, ölüm ötesi, vb.) madde algısı
oluşturarak zahir olmaya devam edecektir. Bu yüzden de senden zahir olanların başı
olmadığı gibi sonu da yoktur.

Geçmişte, insan beden öncesi varlığında, şu an kendisine gayb (bilinmeyen) olanları


hatırlamasa da aslında ona hep zahir olunmuştu, şu an da gayb (bilinmeyen) olanlar
ise zamanı geldiğinde ona zahir olacaktır.

Kısaca insan gaybı algılayamadığı için geçmişi hatırlayamasa da (başlangıcı yok,


bilinmeyen) olsa da, aslında her zaman bir şekilde vardı, sonsuza kadarda bir
şekilde var olmaya hep devam edecektir.

Allah’ta ayetlerde “Bil Gayb” ifadesi ile bilinmeyen iken bugün zahiriniz olanlar
ile gelecekte zahiriniz olacaklara, iman edin diyerek, zahirlerin sonunun
gelmeyeceğinin, dolayısı ile sonsuz hayatın müjdesini veriyor.

“Onlar B il Gayb’a (gayblarındaki algılayamadıkları hakikati B sırrınca okuyup,


bilerek) iman ederler, salatı ikame ederler (gayblarından, zahir olmuş ve
olacaklara ikna olmuş bir iman ile hakikatlerine yönelerek oradan destek alıp,
yaşarlar) Kendilerine (maddi - manevi) bu verdiklerimizi (bildirdiklerimizi) Allah
yolunda paylaşırlar.”  (Bakara suresi/3)

“Ve dahi onlar, sana inzal (indirilmiş, zahir olmuş) olunana da,  senden önce


inzal (indirilip, hatırlamadığın zahir) olunana da (B sırrı ile kendilerinde
bularak inanırlar) iman edenlerdir. Ve onlar ahiret boyutuna, Bil
ahirete (geleceklerindeki ölüm sonrası sonsuz yaşam süreçlerine) de  (B
sırrınca) ikan (kesin idrak ile iknadan kaynaklanan kabul) halindedirler”  (Bakara
suresi/4)         

Ayetlerde ki kelimenin başındaki B ifadesi, ardından gelen manayı okuyanın o manayı


kendi zahirinde arayıp, bulması gerektiğine işaret eder. Olmayan, yok olan
bulunamaz, var olan/olacak bir şeyin fark edilip, bulunması istenir.

Bu doğrultuda ayet “Bil ahireti ve Bil Gayb” ifadeleri ile insana, bedenin ölümü
sonrası, şu an gayb olan geleceğinde (ahiret inde) zahir olacak varlığını işaret
edip, bildirmektedir. 

Bu işaret edilende, insana bilmediği gayb’a ezberi iman ettirme gibi gereksiz bir
çaba değil, İnsana zahirlerinin bir başlangıcı ve sonunun olmayacağını, sonraki
anlarda (ahiret), varlıklarının zahir olmaya, sonsuza kadar devam edeceğine iman
etme konusunda gerçekçi ve gerekli bir bilgilendirme vardır.   

Bu bilgiyi idrak eden et, kemikten ibaret, yarın öbür gün toprağa girince yok
olacak bir varlık olmadığını, Allah’ın zatıyla kaim, onun manalarının kendinde
zahir olması ile varlığı sonsuz olan bir varlık olduğunu anlar. Bu suretle
bilinmeyeni zahirinde bulup, hakikatini (kendi varlığının Allah’tan ayrı
olmadığını) fark edip, anlar.

Bunu anlayan “Bil Gaybı” (doğum öncesi zahir olup, şimdi gayb/bilinmeyen olanı) ve
Bil ahireti” (şu an gayb olup, daha sonra zahir olacağı) hakikatini fark eder. Bu
suretle beden öncesi var olduğunu ve beden sonrası da sonsuza kadar var olacağını
bilip, bu hakikate aklen ikna olup, kesin iman (ikan) halinde yaşamını sürdürür.

Bu kimseler her daim AHİR/sonraki AN larına ikan (ikna olmuş tam iman)
halindedirler. Yani gelecekte zahirleri olacak ve şu an da kendilerine Gayb
(bilinmeyen) olan ölüm ötesinde var olacaklarına emindirler ve aklen bu durumu
anlamış olarak iman (ikan) ederler.

Onlar kesin anlamışlardır ki! Gerçek varlıkları Allah olması itibarı ile geçmişi
hatırlamasalar bile hiçbir zaman yokluk tatmamışlar, her zaman bir şekilde var
olmuşlar ve bundan sonrada, gelecekte bir şekilde hep var olmaya sonsuza kadar
devam edeceklerdir.   

Bu bilgiye ulaşıp, bunu idrak eden insan yoktan var olunamayacağını, var olanında
yok olamayacağını bilir ve kendisinde bir başlangıç göremediği gibi, bir son da
düşünemez. 

Kâinat içinde bir şekilde zahir olarak, hep var olduğunu, zahir oluşlarının, var
olmalarının sonunun gelmeyeceğini, şu an kendisine Gayb (bilinmeyen) olan ölüm
ötesinin de, gelecekte zahiri (madde dünyası) olacağını, bu yüzden sonsuz bir hayat
içerisinde daima zahir olarak hep var olacağını anlar ve tahkikken iman eder.  

Her varlığın bulunduğu boyutta mana yüklü dalga boylarını veri tabanı (işletim
sistemi) üzerinden dönüştürmesi ile kendisinde oluşan somut algı o varlığın kendi
madde dünyasıdır.  

Bu yüzden her boyut varlığının kendi veri tabanı üzerinden oluşturduğu algı sistemi
ile oluşan çıktı onun içinde bulunduğu boyutta kendi “madde âlemini” oluşturur.

İnsanda, içinde bulunduğu her boyutta (dünya, ölüm ötesi, vb.) mana (esma) yüklü
farklı dalga boylarını, mevcut veri tabanı üzerinden deşifre ederek, soyuttan,
somuta dönüştürmesi ile açığa çıkan zahiri kendi madde âlemi olarak algılar.

Bu yüzden, ölüm ötesi yaşama geçenler de o boyutta, veri tabanlarının (ruh)


oluşturduğu zahirlerle/çıktılarla oluşan madde âlemini, dünyaları olarak algılayıp,
içinde yaşamaktadırlar.

Bilinmezliği, bilinir. Görülmeyeni, görülür kılmak için görülenleri, görülmeyene


ayna yapmak gerekir ki!.. Halik mahlukla, bilinsin. Bu yüzden esma terkibi olan
varlığı, Allah’ın varlığı ile kaim olması dolayısı ile insanın zahirleri (her
boyutta madde yaşam algısı) hiçbir zaman bitmez.    

“Bilinmek liğimi istedim âlemi, Bilmek liğimi istedim Âdemi (algılayan


bilinci) yarattım" (Hadis-i kudsi)

Yani işin aslı sonuçta şudur ki! Aslında senden, ben diyen gerçekte O dur. İnsan,
ilahi esmanın, yani Allah’ın isimlerinin manalarının bir terkibinden başka bir şey
değildir. Allah manaları bu suretle zahir olup, bilinir olmaktadır.

Din denen karşılığını alma sisteminde, her zahir olunan, bir sonraki aşamanın
oluşmasına vesile olmak sureti ile yarını zahir kılmaktadır. Yani insandan çıkan
her fiil, her düşünce, her söz, sistem gereği, otomatikman bir sonraki AN da ete,
kemiğe bürünüp kişinin zahiri (yaşam) olmaya peşi sıra devam ederek bilinir
olmaktadır.

Bunu fark eden anlar ki! Allah zahiren kendisinden/kendisi olarak işlemektedir. Var
olan sadece O dur. Bu gerçeği idrak eden de, sen mi, ben mi, O mu, kim yaptı
soruları kalmaz. İkilik biter. Kendi dışında ikinci bir varlık olan tanrı
inanışından arınır. Teklik bilinci yaşanır.

Bu bilince ulaşabilmesi içinde insanın farkındalık içerisinde, dünya yaşamını çok


iyi değerlendirip, mükemmel bir inanç sisteminden oluşan veri tabanı oluşturması
gerekir.

Çünkü insan ancak zahirindeki kadarı ile zahirden algıladıkları, şahit oldukları
ile B gerçeği ile kendi üzerinden gerçekçi bir hal ile aklını kullanarak sağlam bir
inanç (veri tabanı) oluşturabilir. Bu suretle de Allah ve sistemini tanıyıp, Gayb
iken B gerçeği ile dünya(sın)da zahir olup, açığa çıkıp, bilinene (kâinat), şahit
olup, tahkikken ikna olarak, tahkiken iman(ikan) etmiş olur

Bunları Kâinat kitabından, B sırrı ile (terkipsel yapısı/Rabbi) kendinde bularak


okuyup, okuduklarına kalp gözü ile şahid olan, tahkikken hakikati anlar ve her
türlü vehimden ve hurafeden korunmak suretiyle veri tabanındaki tekâmülünü yeniler.

Bu da kişide sonsuza kadar bu veri tabanı (işletim sistemi) üzerinden çıktılar


veren, korku ve endişelerden uzak yeni zahirler (yaşam algıları) oluşmasına neden
olur. Dolayısı ile bu idrake ulaşan insan kendisi için Hayr olana (hidayete)
ulaşıp, korku ve endişelerinden kurtulup, kurtuluşa erer.   

“İşte onlar, Rablerinden (terkipsel yapılarından kaynaklanan) HÜDA (hakikati idrak


ile hidayet) hâlindedirler ve onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Bakara suresi/5)

Yani, insan varlığının hakikatinin ilahi esmanın, yani Allah’ın isimlerinin


manalarının bir terkibinden başka bir şey olmadığını bilir ve buna iman ederse,
bedenselliğin oluşturduğu algı ile kendisini kayıtlamaz, varlığının Allah’ın
varlığı ile kaim olmasını idrak etmiş olmanın bilinci ile sonsuzluğunun farkında
olup, kaybetme, korkusu yaşamaz. Dolayısı ile yok olup, bitme, son bulma gibi bir
algı ateşiyle de yanmaz. 

Diğerleri ise inanmaz, inkâr ederler. ölüm sonrası her şeyin son bulacağını
savunurlar. Onlar ahirete (ölüm sonrası sonsuz yaşama) inanmazlar. Onun içinde hep
korku, kaygı içerisinde bulunurlar, yanmaları hiç bitmez. 
“Onlara: “Şu müminlerin iman ettiği gibi siz de iman edin!” dendiği zaman: “Şu
aptal ve akılsızlar gibi mi iman edeceğiz?” derler. Şunu bilin ki, asıl aptal ve
akılsız olan kendileridir; fakat bunu da bilmezler.” (Bakara suresi/13)

“Hakikati örten - inkâr edenleri uyarsan da uyarmasan da fark etmez, iman


etmezler.” (Bakara suresi/6)

"Allah, hakikati örtmedeki ısrarları yüzünden onların, beyinlerindeki hakikat


algılamasını kilitlemiş, kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Yaptıklarının
sonucu olarak feci bir azabı hak etmişlerdir. “ (Bakara suresi/7)

20th May, Unknown tarafından yayınlandı

Etiketler: Ahiret b sırrı din gayb hidayet ikan iman inkar etmek işletim


sistemi sistem sonsuz yaşam tahkiki iman veri tabanı zahir Ölüm
Sonrası ölümsüzlük ümmül kitap şahadet

Yorumları görüntüle

MAY

12

Dünyada var olmanın önemi - "Elif, Lam, Mim" - Bakara 1-2

İnsanın en çok merak ettiği, Allah beni bu dünyaya neden gönderdi? Hakikatim nedir?
Dünyaya geliş amacım nedir? Ölüm ile her şey bitiyor mu? gibi Gayba ait sorulardır.

Bu soruların cevabı, zahirinden kâinat kitabını okuyup, âlemin ve insanın yaratılış


hikmetini anlamaktan geçer. Bu hikmeti anlayanın kafasındaki sorular cevap bulur.
Bilinmeyen, bilinir olur.

Bilinmezliği, bilinir. Görülmeyeni, görülür kılmak için görülenleri, görülmeyene


ayna yapmak gerekir ki! Halik, mahlukla, bilinsin..

Gayb kelimesiyle bizim beş duyu adını verdiğimiz sınırlı algılama araçlarımızla
tespit edemediğimiz alemler (boyutlar) ve bu aleme (boyuta) ait varlıklar
anlatılır…

Beş duyu dediğimiz tespiti yapan araçlarımızın kapasitesi dışında kalanları


algılayamayan beyin, bunların tümünü Gayb olarak nitelendirir. Beş duyu
aracılığıyla ile değerlendirilebilenlerin adı ise din dilinde “Şehadet” alemidir
ki, bu bizim madde alemi dediğimiz boyuttur.

Gayb bilinmeyen demektir. Bilinmeyen olana anlamadan, bilmeden iman, taklidi


imandır. Kâinat kitabını okumadan, zahirden kanıt bulunmadan, akıl ile şahit
olunmadan, oluşmuş bu tarz iman etme hali, taklidi, ezberi, temeli zayıf bir
imandır.

Bu tarz bir ezberi, taklidi iman ile veri tabanı üzerinde sağlıklı tekâmül
(formatlanma) sağlanamadığı için olumlu yaşam çıktıları alınamaz. Sonuçta insanın
yaşamına ölüm ve sonrası, gelecek kaygısı veya hayali varlıklar gibi benzeri korku,
endişeler hâkim olur. Bu yüzden insan için gerekli olan taklidi değil, tahkiki
imandır. 

İnsanın kâinat kitabındaki yaratılmış ayetlerde işaret edilen hakikatleri düşünüp,


tefekkür ederek kendinde bulup tahkikken, aklen iman(ikan) edebilmesi için ise
öncelikle görmesi, şahit olması gerekir. 

Marifet ehli ariflerin “Biz ilmimizi satırdan değil, Sadr dan okuruz.” sözü onların
ilimlerini nereden, nasıl aldıklarının ifadesidir.

Çünkü tespitin, öğrenmenin en önemli aşaması, zahirde görerek, bilerek, şahit


olunanların, kalp gözü (basiret) müşahedesi ile tahkikken ikna olunmuş imandır.

Bu yüzdende zahir (dünya yaşamı) çok önemli bir konudur. Zahir oluş Allah’ın
ayetlerim diyerek akıl etmemiz, düşünüp, tefekkür etmemiz için önümüze serdiği
kâinat içinde bize B sırrı ile zahir olan dünya(mız)dır.  

Zahir olan dünya(mız)da ki yaratılmış ayetleri okuyabilmemiz için öncelikle


tefekkür ile her şeyin sıradanlığından uzaklaşarak, şahit olduklarımızın hakikatini
fark etmek gerekir. 

Mesela; Hayvanlar âlemini, bitkileri, bir meyvenin içindeki bileşimi, kabuğu ile
ambalajlanmış olduğunu, ona tat ve koku veren şeker ve hoş kokusundaki mükemmel
oranlamayı bilincin algılayıp, okuması gerekir. Bu insanın dünya(sın)daki
zahirleri, yaratılmış ayetleri kâinat kitabından okumasıdır.

Zahirimiz olan yaratılmış ayetler müşahede edilip, okunabildiği oranda Allah'a olan
Haşyet artar. Haşyet, Allah ve sisteminin büyüklüğü, ululuğu önünde bir hiç
olduğunu hissetme hâlidir. Bunu hisseden sistemin mükemmelliği karşısında bilincini
hayret makamında bulur. 

Bu makama ulaşan bilinç Allah'ın manası olan nurunu içine aksettirir, o nur ile
kalp aydınlanır. Aydınlanan kalp, aklı harekete geçirir. Akıl, kalp gözü (basiret)
ile görüp, şahit olup, algılamaya başlar. Algılayan ikna olup tahkikken iman
eder(emin olur) SECDE eder. Gerçek Secde de, tahkiki iman halinde yaşanan bu Secde
halidir. 

Tahkiki iman, zahir olanlar üzerinden görerek, bilerek, akıl edilen bilgilerle
gerçekleşir. Böyle bir imanda şehadet/şahit olmak (Eşhedü..) ister. Zahirden destek
alıp, görüp, şahit olmak, akıl erdirip, ikna  olmak ister.

Bu yüzden daima akıl etmeyi, tefekkürü teşvik eden, zahirden (arz, sema ve
içindekiler) haber veren Allah’ta kimseye şahit olmadan, iman edin (amenu Allahi)
demez. Allah B gerçeği ile zahirinden/kâinat kitabından algıladığın, aklının
yettiği kadar ile kendinde arayarak, bularak, açığa çıkararak, zahirin olan Allah’a
B gerçeği ile şahit ol, iman et (amenu B illahi) der.

“Amenu B illahi” ile Allaha yönelip, iman etmenin anlamı; B gerçeği ile Allah
manaları bende zahir olmaktadır. Bu suretle kendimdeki Allaha ait sonsuz özellikler
zahirim (dünya m) olarak açığa çıkmaktadır/çıkarıyorum/çıkaracağım demektir.   

Çünkü B gerçeği, kişinin zahir olan, kendi gerçeğine işaret eder. B gerçeği, nazil
olunan bilgiye insanın kendi dünyasından, kendi varlığını baz alarak ulaştığının
işaretini verir. B gerçeği ile zahir olan dünya yaşamında, insan görür, duyar,
şahit olup, akıl ettiği ölçüde emin (tahkiki iman sahibi) olur. Bu durum Allah’ın B
gerçeği ile sen adı altında, sende zahir oluşunu, sen adı altında sende yaşayışına
işaret eder.

Yani aslında senden, ben diyen gerçekte O dur. Bunu fark eden anlar ki! Allah
zahiren kendisinden/kendisi olarak işlemektedir. Bu gerçeği idrak eden de, önce,
sonra, sen mi, ben mi, O mu, kim yaptı soruları kalmaz. İkilik biter. Kendi dışında
ikinci bir varlık olan gökteki tanrı inanışından arınır. Kalp gözü açılıp, Tek
varlık bilinci ile zahirde olanı, B gerçeği ile kendinde bularak, KİTABI (yazılı ve
indirilmiş ayetleri) sistemin tamamlanmış en son versiyonu olan Muhammedi boyuttan
okur hakikati algılayıp, yaşamaya başlar.

"Elif, Lam, Mim"

Allah (Elif) - İlmi (Lam) - Muhammed'i bilince/Zat'tan, sıfata (Mim)


irsal(rasul) olmaktadır. (Okumakta olduğun ayet Muhammedi bilinç halinde (Muhammedi
boyutta) tam olarak beyne irsal (rasul) olup/inip algılanmakta ve anlaşılabilir
olmaktadır. Hakikat ancak o bilinç halinde tam olarak algılanarak, açığa
çıkar/çıkmaktadır) (Bakara suresi/1)

Çünkü kâinat kitabını "Elif, Lam, Mim" idraki ile Muhammedi boyuttan okuyabilene,
Allah onun zahirinde manaları ile bilinir olup, onun ile anlayacağı dilden irtibat
kurup, kendisini ve işleyen sistemi bildirir. Bilen ikna olur. Bilmeden iman eden
kul olmaktan, bilerek ikan (ikna olmuş) kul aşamasına geçip, teslimiyetini
yaşayarak hayra ulaşıp, kurtulur.  

Yani kâinattaki varlıklardaki ilahi hakikatler (yaratılmış ayetler) gereği gibi


müşahede edilip, bilinçli bir şuur ile okunduğunda okuyanın veri tabanında o
doğrultuda tekâmül (format) oluşarak, hakikat kişiye ayan olur. Sorular cevap
bulur. Korkular, endişeler son bulur. Marifette budur.

Bağlantının kurulup, bu şuurun oluşması içinde insanın öncelikle yaratılışının ana


gayesi olan Allah’ı ve sistemini tanıması gerekir. Peki, Allah’ı ve sistemini
tanımak ne demektir? 

Allah’ı tanımak, insanın Allah’ın isimlerine zahiren (dünyasında) ayna olmak sureti
ile kendisi için Gayb (bilinmeyen) olanı zahirinde bilerek, akıl ederek, bizzat
şahid olarak, kalben mutmain olmasıdır.

Bunun içinde Allah insana kendisini, zahirde, yaratılmış kâinat kitabındaki ayetler
(bitki, canlı, varlıklar, vb.) yolu ile bildirip, tanıtır. Çiçeğe bakan o çiçekte
Allah’ı, yani sıfatta, zatı, yaratılanda, yaratanı görüp, zihnini sıradanlıktan
kurtarıp, hakikati fark eder.

Kâinat kitabını (yaratılmış ayetleri) sahip oldukları duyu organları vasıtası ile
görüp, akledip, okuyabilenler, gördükleri, şahit oldukları her şeyin kendilerine
Allah’ı ve sistemini anlatıp, tanıtan işaretler olduğunu anlarlar.

“İşte O KİTAB (okunması gereken Hakikat ve Sünnetullah/Allah sistemi) hakkında


şüphe edilmesi mümkün olmayan HÜDA (hidayet kaynağı, gerçeği gösterici rehber) dir.
O, muttakıyler (takva sahibi korunmak isteyenler, korunanlar) için gerçeği idrak
etmek kaynağıdır.” (Bakara suresi/2)

Yukarıda bahsedilen dışında bir de, Gaybı ancak Allah bilir, başkası bilmez denilen
Gayb vardır. Bunun adı “Mutlak Gayb”tır. Mutlak Gaybı bilmek mümkün değildir.
Mesela, Allah’ın zatı, meleklerin mahiyeti, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem, ölüm
ötesi, vb. gibi insanın kendi sahip olduğu kapasitesi itibari ile hiçbir şekilde
ulaşamayacağı bilgiler “Mutlak Gayb” tır. Bunların zahir olup, bilinmesi, algılama
kapasiteleri sınırlı bizim gibi kullar için mümkün değildir.

Bizim bilebileceğimiz bize zahir olanlardır. Bu yüzden Allah Gayb’a değil, Bil
Gayb’a (Gayb iken kendine zahir olana/olacaklara) iman et diyor. Bize zahir olup,
algılanamayan mutlak Gayba ait bilgiler ise Allah’ın lütfu ile yüksek algılama
kapasitesi ile yaratılmış görevli kullarına (Rasul) irsal, zahir olmaktadır.
Çünkü genetik ve astrolojik faktörlerin uygun olduğu bu kimselerde anne karnında,
cenin sürecinde beyindeki epifiz deki nöronlar tetiklenerek çok yüksek frekanslı
dalgaların çözümü meydana gelmektedir.     

İşte bu açılıma sahip olanlar (Rasuller) bu özellikleri sayesinde çok yüksek


frekanslı dalgaları deşifre ederek vahiy ve ilham yolu ile kendilerine irsal olan
mutlak gayba ait bilgileri ve uygulamalara ulaşarak, bu bilgileri mecaz, sembol ve
misaller* yolu ile içinde bulundukları toplumlara bildirmektedirler.  Böylelikle
terkipsel sınırlı yapısı nedeniyle sistemi okuyamamış olanlara değerlendirmeleri bu
şekilde sistemi anlayıp, doğru kullanabilmeleri için Allah tarafından imkân
verilmiş olmaktadır.

Bu yüzden Rasullere salat (yönelerek) iman etmek zorunludur. Gereklidir.  Rasule


salat denilen, Rasulün eriştiği, sahip olduğu bilgiye yönelerek o bilgiden
faydalanıp, mağfirete, rahmete ulaşmak demektir. Bu suretle ondaki hakikat
bilgisine yönelip, ondan destek almak söz konusudur ki, bu suretle SALAT eden
(yönelip, destek alan) SELAM (ferahlık, kurtuluş) haline kavuşsun. SALATU SELAMIN
gerçek manası da budur. 

*Allah sistemi, kişiye kaldıramayacağı yükü yüklemez. Bu yüzden gerçekleri


kaldıramayacak veya anlamayacak olanlara her şeyin açıkça anlatılmaması aslında
onların korunması içindir.

Çünkü anlatmaya kalktığınızda sosyal-dinsel-toplumsal şartlanma kalıplarından


oluşmuş sinirsel işletim sistemi çöker. Bu yüzden içinde bulunulan zamanın gereği
anlaşılabilmesi mümkün olmayan bilgiler, hazır olmayan şartlanmış duyguların
oluşturduğu beyinlere açıkça anlatılamaz. Bu yüzden sınırsız bir şeyi, sınırlı
şartlarda (metafizik) anlatmaya çalışmanın varlık dili mecaz, sembol dildir.

Kişi kendisini hazırladığında, hakikatleri idrak edip, hazım etmeye hazır


olduğunda, gerekli olan, gerektiği kadar, kişinin bilincinde bir şekilde yaşam
içerisindeki hadiselerle sistem tarafından otomatik olarak açığa çıkartılır. Bu
tarz anlatım dili metafizik bilgiyi idrak etmeye hazır olanlara, bu hakikatleri
sahip oldukları donanım üzerinden deşifre ederek özdeki manaya güncel olarak
ulaşmayı sağlayan anlatım dilidir.

Bu açığa çıkan hakikatleri değerlendirebildiği oranda da bilinç tekâmülünü


gerçekleştirir.

12th May, Unknown tarafından yayınlandı

Etiketler: B gerçeği bakara bilinmeyen elif lam mim Hakikat haşyet ikan kainat


kitabı mutlak gayb salat etmek secde hali tahkiki iman Tekamül yaratılmış
ayet zahir şahadet

Yorumları görüntüle

MAY

- Sorular ve Cevaplar 9 -
 Rasule salat nedir?

Rasule salat, Rasulün eriştiği, sahip olduğu bilgiye yönelerek o bilgiden


faydalanıp, mağfirete, rahmete ulaşmak demektir. Bu suretle ondaki hakikat
bilgisine yönelip, ondan destek almak söz konusudur ki, bu suretle SALAT eden
(yönelip, destek alan) SELAM (ferahlık, kurtuluş) haline kavuşsun. SALATU SELAMIN
gerçek manası budur.

Yani Salat ile özündeki Rasule yönelen, yöneldiği oranda onun ilminden, bilgisinden
destek alır, faydalanır (şefaat) rahmet bulur, kurtuluşa erer.

Çünkü O insanın özünde olup da, açığa çıkarılmayı bekleyen, ben dediğinde,
batınında arayıp, bulacağı “Resul-Mürşit” boyutudur.

"İyi anlayın bilin ki, içinizde Allah'ın peygamberi var, Rasûlullâh içinizdedir!"
(Hucurat suresi/7)

Şeriat, tarikat, hakikat ayrı, ayrı şeyler midir?

Allah’a giden yolun yani Tarikatın ilk basamağı ŞERİAT (çoklukta düzeni sağlayan)
kurallardır. Hakikat ise tarikatın üst seviyesidir. Yani TARİKAT şeriattan,
hakikate varan yoldur. Hakikatle kuvvetlenmeyen şeriat (kurallar) ve şeriata bağlı
olmayan hakikat makbul değildir.

Allah’a, hakikate giden yolda (tarikat) ilerleyip, bilinç olarak üst (kutup)
makamına gelip bilincini Teklik boyutunda bulan kişi 7 inci mertebeye erişip,
safiyet kazanmış olursa (bu 7 nefs makamı aynı zamanda 4+3, Fatiha’nın 7 ayetine
işarettir. Bu makama gelen o vaktin, devrin sahibi olur.

Kur ’an ayetlerinde yanlışlar olabilir mi?

Kur ’anda yanlış yok, onu anlamada bir problem var. Beyin, Allah’ça (teklik
boyutundan) düşünen bir program üzerinden Kur ’anı okuduğunda, buradaki kod
(sembol, mecaz) bu doğrultuda deşifre olur ve karşılığı otomatik olarak belleğe
(üst beyne) yüklenerek, algı oluşur. İnsandaki veri tabanı ne kadar güncel ve
donanımlı ise yazılımdaki mecazlar ve semboller içindeki hakikati algılama ve
güncelleme o derece başarılı olur.

Yani Kur’an da doğru bilgiler var. Hata, Kur’an da değil onu anlamak için gerekli
çabayı göstermeyen ezberci, taklitçi bir şekilde Kur’an’ı anlamaya çalışan
bizlerde.

Hz. Muhammed (sav) hiçliğe ulaştıktan sonra ibadetlerine devam etmiş midir?

Hz. Muhammed(sav) Hakk’ın zahir, Halkı’n batın olduğu “Cem makamında” Hakk’a ulaşıp
miracın tamamladıktan sonra, aşağıya (Hazret-ül cem makamı) Halka inip, Hak’kı
batında bulmuştur.  Ve bu iki makamı birleyip, tevhid ederek, dışı Muhammediyet,
içi Ahad'diyet olan, “Cem-ül cem makamında” Abdullah (Allah'a kul) olarak tüm
ibadetleri pratikte örneklerle uygulayarak, Halka canlı Kur’an olarak yaşamını
sürdürmüştür.

Doğru olanda budur. “Abdullah” yokluğunu fark etmenin idraki içerisinde, kemale
ermiş, dünyevi hiçbir şeye önem vermeyen, iç âlemin de gerçek huzuru ve mutluluğu
yaşayan, her anı Allah’la olan kişidir. İnsan için bundan, yani Allah'ın kulu,
olmaktan daha büyük bir mertebe yoktur.
 

İnsan-ı kâmil kimdir? Her devirde var mıdır?

İnsan-ı kâmil yeryüzünde Allah’ın bütün isimlerinin işaret ettiği manaların ortaya
çıkış mahallidir. Bu manaların kuvveden, fiile dönüş hali olan bedenin kendisi
kâinat, özü (ruhu) İnsan-ı kâmil adını alır.

Hayatiyet vasfı itibariyle Ruh-u â’zâm, İlmi itibariyle, Akl-ı evvel, Benliği
itibariyle Hakikat-ı Muhammedî olan bu insan, kendisindeki Allah’ın zatını aşikâr
edip, kendi özünde var olan Hakikat-i Muhammedi, boyutunu ortaya çıkarandır.

Her devirde bu boyutu açığa çıkaran Allah kullarının var olduğu söylenir. Böyle bir
kimse ile karşılaşıp, değerlendirebilmeyi Allah hepimize nasip etsin inşallah..

Hakk ismi ne demektir? Allah ve Hu isimleri ile farkı nedir?

Hakk, ismi tüm esmaların bütünü olan mertebenin adıdır! Yani bütün esmaların
hepsinin bir arada bulunması itibariyle Allah'a "Hakk" ismiyle de hitap edilir. Bu
esmaların terkipler oluşturarak bulundukları hale ise Halk adı verilir.

Dolayısıyla, terkip ile oluşan ifadeler Halk tır. Hakk dediğimiz zaman terkip
oluşturmuş bu isimlerin (esma) manalarının sahibi olan Tek varlığı kastederiz. Bu
yüzden zahirde varlık olarak, açığa çıkıp, yaşananlar, Hak’kın, Halka dönük
halidir.

Allah ismi ise toplayandır. Zat, sıfat ve esmaların tümünü içeriğinde bulundurur.
Allah ismi ile ifade edilen zatın hüviyetini ise "Hu" ismi işaret eder.

Kötü olarak yaratılanların suçu nedir? Onlara haksızlık değil mi?

Bülbül gülü sever, gül ister. Gübre böceği ise gübreyi sever. Gülü versen, ben gül,
istemem bana illa gübre verin, ben onu severim der. Çünkü o orası için
yaratılmıştır.

Her varlıkta, kendi fıtratında ne varsa onunla olmak ister. Bu doğrultuda hareket
eder. Bu yönde fiiller ortaya koyarak mutlu olur. Bu onun ilahi kaderidir.

Her iyi dediğimiz şeyin içinde negatiflik, her kötü dediğimiz şeyin içinde de bir
olumlu taraf mutlaka vardır. O zaman kim neye göre kötü, ne ye göre iyi? Bizim veri
tabanımızdan bakış açımız ile kendi değerlendirmemize göre..

Oysa değerlendirmek Fatiha suresinde belirtildiği gibi sadece Allah’a mahsustur.


“Elhamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn” (Hamd/Değerlendirme, yalnız Âlemin Rabbine
aittir.)

Bu yüzden yaratılmış olan varlık, nesnel gerçekliğini oluşturup, mevcudiyetini


açığa çıkaran, sahip olduğu isimler doğrultusunda hareket etmeye mecburdur. Yani
dünya sahnesinde rolünü en iyi şekilde yapmakla görevlidir. Çünkü varlığının
bakiliği, olan ilahi yardım bu isimlerin oluşturduğu mana vasıtası ile kendisine
ulaşmaktadır. O mana dolayısı ile dünya sahnesinde mevcuttur. Dolayısı ile
fıtratının gereği olan görevini yerine getirmesinden dolayı da mutludur.

 
Allah’ı tanımak, bilmek nedir, nasıl olur?

Allah’ı tanımak, insanın Allah’ın isimlerine zahiren (dünyasında) ayna olmak sureti
ile kendisi için Gayb (bilinmeyen) olanı zahirinde bilerek, akıl ederek, bizzat
şahid olarak, kalben mutmain olmasıdır.

Bunun içinde Allah insana kendisini, zahirde, yaratılmış kâinat kitabındaki ayetler
(bitki, canlı, varlıklar, vb.) yolu ile bildirir. Bu yaratılmış ayetleri sahip
oldukları duyu organları vasıtası ile görüp, akledip, okuyabilenler, gördükleri,
şahit oldukları her şeyin kendilerine Allah’ı ve sistemini anlatan işaretler
olduğunu anlarlar. Bu suretle de Allah zahirinde manaları ile bilinir olup,
onlar  ile anlayacağı dilden irtibat kurup, kendisini bildirir.

Tahkiki iman nedir?

Gayb bilinmeyen demektir. Bilinmeyen olana anlamadan, bilmeden iman, taklidi


imandır. Kâinat kitabını okumadan, zahirden kanıt bulunmadan, akıl ile şahit
olunmadan oluşmuş bu tarz iman etme hali, taklidi, ezberi, temeli zayıf bir
imandır. 

Bu tarz bir taklidi iman ile veri tabanı üzerinde sağlıklı tekâmül (formatlanma)
sağlanamadığı için olumlu yaşam çıktıları alınamaz. İnsanın yaşamına ölüm, gelecek
endişesi veya hayali varlıklar gibi benzeri korku, endişeler hâkim olur. Bu yüzden
insan için gerekli olan taklidi değil, tahkiki imandır. 

Tahkiki iman, zahirde şahit olunup, müşahede edilerek, gerçekleşir. Bu da akıl


gerektirir, tefekkür gerektirir, düşünmek, arayıp, bulmak gerektirir.   

Tahkiki iman (ikan) zahir olanlar üzerinden görerek, bilerek, akledilen bilgilerle
gerçekleşir. Böyle bir imanda şehadet/şahit olmak (Eşhedü..) ister. Zahirden destek
alıp, görüp, şahit olmak, akıl erdirip, ikna (ikan) olmak ister.

Zahir ve Batın dediğimiz şey nedir?

Zahir ve Batın aynı tek şeydir. Batın, mekân olarak, zahirin ötesinde veya ardında;
ya da bir başka boyutta değildir. Gözümüzle gördüğümüz her şey, zahir kelimesi
kapsamına girer. Batın dediğimiz şey de gördüğünün, beş duyuyla algılayamadığın
yanıdır.

-Edindiğimiz dini bilgiler tatmin etmiyorsa ne yapmak gerekir?

Her insanın kendi kitabı (veri tabanı) olarak nitelendirilen bir “iç âlemi vardır”
Ve herkes kendi kitabının (veri tabanının) kapasitesi oranında verilen mesajları
algılayıp, değerlendirir. İnsanın o aşamada aldığı bilgiler onu tatmin ediyorsa o
zaten kendi kapasitesi oranında mutmain olmuş, mutludur.

Fakat edindiği bilgiler onu tatmin etmiyor, huzursuz oluyorsa, demek ki,
kapasitesinin hakkını vermemiş, eksik bırakmıştır. Bu durum Allah’ın kendisinde
oluşturduğu kapasiteyi doldurmadığının göstergesidir. Eksik kalanın tamamlanması
gerekir, insan verilenden sorumludur. Bu yolda mücadeleye devam etmek gerekir.
Çünkü tatminsizlik içte var olanın açığa çıkarılamamış olmanın neticesi oluşan bir
haldir.
-Bilgi, mana yüklü frekans dalgalarla iletişim halinde olmak Ledün ilmine ulaşmak
mıdır?

İstesek de, istemesek de zaten her an o mana (esma) yüklü frekans dalgaları ile
iletişim halinde varlığımızı sürdürüyoruz. Çünkü insan, ilahi esmanın, yani
Allah’ın isimlerinin manalarının yüklü olduğu frekans dalgalarından oluşan
terkipsel yapıdan başka bir şey değildir. Bu yüzden esma terkibi olan varlığının,
Allah’ın varlığı ile kaim olması dolayısı ile insanın yaşam algısını oluşturan
zahirler hiçbir zaman bitmez. Ama bu ledün ilmine ulaşılıyor demek değildir.

Ledün ilmi, direkt kalbe gelen, aydınlatan hata olmayan Allah’ın hakikat ilmidir.
Allah kudretine mazhar olmuş kimselerde "Ledün" denilen kişinin özünden açığa çıkan
ilim ile dünya yaşamında zaman ve mekan kaydı olmaksızın "kudret sırları"
seyredilir (yaşanır) ki!. Bu kimseler dünya fizik yasalarına bağlı olmaksızın her
istediklerini Hızır (a.s.) gibi, Allah'ın izni ile anında oluşturabilirler. Yani bu
durum Hikmete dayalı dünya sisteminde açığa çıkan kudret sırrıdır. Kişi ne zaman bu
hakikati, marifet etmişse, Ledün ilmine ulaşmıştır. Gerisi insanın kendini
kandırmasıdır.

-Öldükten sonra dirilme, orada yaşamak nasıl mümkün olmaktadır?

Her varlığın bulunduğu boyutta mana yüklü dalga boylarını veri tabanı (işletim
sistemi) üzerinden dönüştürmesi ile kendisinde oluşan somut algı o varlığın kendi
madde dünyasıdır. Bu yüzden her boyut varlığının kendi veri tabanı üzerinden
oluşturduğu algı sistemi ile oluşan çıktı onun içinde bulunduğu boyutta kendi
“madde âlemini” oluşturur.

İnsanda, içinde bulunduğu her boyutta (dünya, ölüm ötesi, vb.) mana (esma) yüklü
farklı dalga boylarını, mevcut veri tabanı üzerinden deşifre ederek, soyuttan,
somuta dönüştürmesi ile açığa çıkan zahiri kendi madde âlemi olarak algılar.

Bu yüzden, ölüm ötesi yaşama geçenler de o boyutta, veri tabanlarının (ruh)


oluşturduğu zahirlerle/çıktılarla oluşan madde âlemini, dünyaları olarak algılayıp,
içinde yaşamaktadırlar.

-Hakikat yolunda nasıl ilerleyebiliriz?

İnsanlar istiyorlar ki, birisi sihirli bir değnek ile dokunuversin hemen, hidayete
erelim. Maalesef böyle bir şey yok. Hakikate ulaşıp yaşayabilmek için belirli
kademelerin aşılması gerekir. Bunun içinde günün hatta ömrün tamamını kapsayan
ciddi çaba, çalışma gerekir. Hobi olarak arada bir konu ile ilgilenmek ile olmaz.
Yunus Emre’nin bir mertebeden, diğerine geçmek için kırk yıl mücadele ettiğini
düşünürsek olayın ciddiyetini daha iyi anlamış oluruz.

Hakikate üç aşamada ulaşılır. İlk önce Allah ilmi öğrenilir. Belli bir bilgi
birikimine ulaşılıp, iyi bir veri tabanı oluşturulur. Bu “İLMEL YAKİN” halidir.
Bunun için samimi olarak, sabırla, istikrarlı bir şekilde mücadele etmek, çaba
göstermek gerekir. Burada belirli bir mesafe kat edildikten sonra bu ilim ile
kazanılan bilgilerin seyredildiği “AYNEL YAKİN” sürecine geçilir. Bu aşamada
olgunlaşan hallerden sonraki aşama hakikatin içinde olunan hakikatin yaşandığı
“HAKKEL YAKİN” mertebesidir.

İnsanlar birinci aşamayı tamamlamadan bir üst mertebelerde kendilerini bulmak


istiyorlar. Kısa bir sürede bu durum gerçekleşmeyince de çalışmaları ve yolculuğu
terk ediyorlar. Oysa bu aşamaların her biri yapılan çalışmalara rağmen bir ömür
alabilmektedir. Önemli olan son hedefe ulaşılamasa bile o yolda yaşamı
tamamlayabilmektir.

-İnsanda kulluk, nefs, rab nedir?

İnsan, varlığını (nefs) oluşturan esma terkibi sureti ile KUL, bu terkiple oluşan
mananın hakikati itibari (suretsizliği) ile RAB dır.  Varlıktaki suret ile suretsiz
yani, Rab ile kulluk bir olmazsa zıtlık oluşur.

Eğer birleşir, nefs, Rabbine tabi olursa, külli akıl tecelli eder. Bu suretle,
kendindeki (nefs) yokluğun zıddı olan ve Allah’a ait olan varlığı bilmeye çalışarak
da Allah’ı (Âlemlerin Rab ’ini) tanıyarak, idrak eder.

Yani nefsinin şerri ile Halktaki mutlak hayrı tanıyıp, bilmeye çalışır. Bildiği
oranda da kul nefsin marifetine ulaşır. Tekliğin hakikati ortaya çıkar. Böylece
Teklikte BİRLİK, çoklukta ise KULLUK ve RAB’lik gözükür Ve insan bunu idrak ederek,
kemale erer. 

-Farkli dine mensup olduğu nu zanneden kişiler, farkında olmadan İslam dinine
mensup kişiler midir?

İslam tüm sistemin adıdır. Belirli konularda aynı şekilde düşünüp, yaşamak, bazı
konularda farklı düşünme ve uygulama içerisinde bulunmak sistemin güncellenmemiş
dilimlerinde kalmış olmaktan kaynaklanmaktadır. Yani herkes Allah’ın sistemi olan
İslam dinine tabidir. Aradaki fark bilişim tabiri ile update etme (güncelleme)
farkıdır.

-Müslüman olmayan, Tevhid bilincine ulaşmış biri kelime-i şehadet getirmese de


İslam mıdır?

Suyun içinde olana abdestin var mı diye sorulmaz. Tevhid bilincine ulaşmış bir
kimseye de, kelime i şahadet getirdin mi demenin bir manası yoktur. Çünkü o taklidi
imandan, ikna olmuş (ikan) aşamasında şahadetini aynel yakin olarak görerek,
bilerek, emin olmuş bir halde yaşamaktadır.

-Namazda okuduklarının anlamını bilmeyen nasıl yaptığı ibadete yoğunlaşabilir?

Manasını bilmese de kişinin indirilmiş ayetleri okurken, yaratılmış ayetleri


(yaratılmış olan her şeydeki mükemmeliyeti) düşünüp, tefekkür halinde bulunmak
bilincin sistemi (Kur’an'ı) anlayarak, hissederek okumasıdır. Evrensel sistem
okunabildiği oranda Allah'a olan Haşyet artar. İnsan bilincini hayret makamında
bulur. Bu makama ulaşan bilinç Allah'ın manası olan nurunu içine aksettirir, o nur
ile kalp aydınlanır. Aydınlanan kalp, aklı harekete geçirir. Akıl, kalp gözü
(basiret) ile görüp, algılamaya başlar.

- Bazı ariflerin, kıyamet gününde kafirlerin ve hayvanların yok olacağı ifadesini


nasıl anlamak gerekir?

Kıyam et, bilincin, tüm sınavları geride bırakarak yeniden dirilişi, ayağa
kalkışıdır. Bir anlamda Teklik şuuru ile kamil insan bilincine ulaşmış olmaktır. Bu
şuura ulaşanın o güne kadar ben ve diğerleri üzerine kurduğu sınırlı varlık algısı
ve evreni eriyip yok olur. Bu durum (kıyam et) kişinin uykusundan uyanıp sınırsız
tek varlık şuuru ile kendisini öz de bulma anıdır.
Bunu yaşamak içinde tefekkür edebilen akla ve bu aklın gösterdiği yolu izleyip, bu
yolda çaba gösterebilecek iradeye sahip olmak gerekir. Bu vasıflara sahip olmayan
varlıkların doğal olarak kıyam et lerini yaşamaları söz konusu olmayacağı için
böyle bir ifade kullanılmış olsa gerek.

-Gerçek manada Tevhide ulaşmamış ama taklidi de olsa dini yaşayıp ahirete intikal
edenin akıbeti nasıl olur?

Bu kimselerde  bildikleri kadarı ile Allah ve sistemine yönelmeleri neticesi ilahi


rahmete nail olacaklardır. Ancak ahiret yaşamında sonsuz ve sayısız nimetleri
değerlendirebilecek, korkularından ve vehimlerinden kurtulamadıkları, üst düzey
kapasiteye tahkikken ulaşamadıkları için dünya yaşamında veri tabanlarına
kodladıkları format üzerinden sahip oldukları ebedî bir yaşamı süreceklerdir.

- Nasıl ibadet etmeliyiz?

Taklidi yapılan uygulamalarla istenilen yere varmak pek mümkün değildir. Herkesin
ibadeti kendine, kendi kapasitesine özel olmalıdır. Herkes bünyesinin
kaldırabileceği oranda çalışmalarda bulunmalıdır. 

Belirli bir gelişim sürecini tamamlamamış bir bebeğe, biftek, pirzola


yediremezsiniz, çok faydalı diye bunları verirseniz onu öldürürsünüz. Ona, onun
hayatta kalması için gerekli olan belirli miktarda sulu gıda vererek yaşamını devam
ettirmesini sağlarsınız.

İbadet denilen çalışmalarda böyledir, hazmede bilinecek seviyeye geldikçe, arzu ve


talep gelecektir. Onun için bazı konuları abartmadan, fakat gerekli olanı da
aksatmadan, istikrarla uygulamak gereklidir.

 Bunun içinde öncelikle insanın kainat kitabındaki yaratılmış ayetleri okuyarak


hayret ve haşyet duygularını geliştirmesi gerekir. Bu duygular arttıkça ister,
istemez o yüce güce salat (yönelim) de o oranda artacaktır. 

Erenler "Tefekkürün ulaşabileceği en son nokta hayrettir" demişler. Çünkü Hayret;


sırrı görenin hâlidir!

-Kaç çeşit Namaz (Salat/Allah'a yöneliş) vardır?

Kılınan namaz, genelde pek çoğumuzun her gün kılmakta olduğu bedenin namazda,
şuurun dünya işlerinde takılı kaldığı taklidi namazlardır. Tabii bu namazın da
görevi yerine getirmiş olmanın verdiği huzur dolayısı ile faydası vardır. Bu namaz
çokluk alemindeki bilinç (biz ve Allah) düşüncesi bir hukuk, düzen (şeriat)
gerektirir. Kimse etrafınızda olmasa bile Allah sizi görüyordur. Onun için örtünüp,
tesettüre girilerek, yöneldiğine saygı gösterilerek bilinçsel konsantrasyon
sağlanmış olur. Bu şeriat ehlinin halidir. 

İkinci olarak kılınan namaz bedenin ve şuurun namaz kıldığı (Allah'a yöneldiği)
kılanın içinde yok olduğu ve selam verilerek içinden çıkılıp, dünya yaşamına
dönülen ikame edilen namazdır. Bu namazda bilinçsel olarak benlik tamamen yok olup,
fenafillah (Allah'da yok olma) mertebesine ulaşılır. Bu süreçte kılanın içinde
olmadığı namaz (Allah'a yöneliş) hali yaşanır. Bu namazda ikame edildiği süreçte,
tekliği yaşayan hakikat ehlinin namazıdır.

Üçüncü olan üst bilinç seviyesindeki devamlı teklik şuuru ile yaşayan hakikat ehli
zamana tabi olmayan (ebul-vakt) ise bir kere secde eder, bir kere "Allah" der.
Görünürde sayısal olarak adet birdir ama o bir olanın getirisi, zamanla kayıtlı
olmadığı için diğerine göre bin dir. Çünkü, böyle bir kimse şuursal olarak daimi
namazda, daimi secde halindedir. Bu da daimi namazda olanın halidir. Bunu da ancak
yaşayan bilir.

-Son kapı kimi yerlerde marifet, kimi yerlerde hakikat geçiyor. Acaba hangisi
doğrudur?

İki sıralamada kendi içinde doğrudur. Ama aynı zamanda aralarında büyük fark
vardır.

Şöyle ki!. Hakikatin öncesinde gelen Marifet, bazı tarikat ehlinde, Mülhime nefste
kulda ilahi ikram ile hasıl olan "Marifeti İlahi"dir.

Hakikatten sonra, gelen Marifet ise, yüksek mertebeli evliyada, Mardiye nefste
hasıl olan "Marifeti Billah"tır. Bunların sayısı da yeryüzünde çok azdır.

Yani işin doğrusu; "Şeriat - Tarikat - Marifeti İlahi - Hakikat - Marifeti Billâh"
şeklinde sıralanabilir.

-Melek nedir?

Melek kelimesi, melk’ten gelir ki, “güç, kuvve” anlamınadır. Allah’ın mevcut
özelliklerinin (esmasının) açığa çıkması ile oluşan birimler anlamınadır.

Melek varlığını Allah’ın esmalarından alan terkipsel bir yapıdır. Allah’ın isimleri
yani esmalar, manalarını ortaya koymaya başladığı an ’da oluşan mana varlıklar
“Melek” adını alır.

Arş boyutsal bir sınırdır. Bundan dolayı Arş'ın altı zaman ve mekan ile kayıtlı
esma terkiplerinden oluşan, çokluk alemi yani evrendir ve dolayısı ile burada
melekler vardır. 

Fakat Arş'ın üstü, zaman, mekan ve terkipsel kavramların geçerli olmadığı soyut,
tekil boyuttur, bu yüzden, bu boyutta melek yoktur. Bu konunun anlaşılabilmesi için
Kur’an da zaman olarak ifade edilen kavramların mekansal olarak değil, boyutsal
olarak değerlendirilmesi gerekir.

9th May, Unknown tarafından yayınlandı

Etiketler: Allahı tanımak batın Hakikat hakk insanı kamil Ledün ilmi melek namaz


çeşitleri Rasule salat tahkiki iman tarikat zahir ölüm sonrası dirilme şeriat

Yorum ekle

MAR

28

- Sorular ve Cevaplar - 8
-Bilinç ve şuur nedir?

Akıl sınırlı verilere bağlı işletildiğinde adı BİLİNÇ oluyor ve maddeye,


bedenselliğe dönük çalışıyor. Akıl bu sınırlı verileri baz alıp, kullanıp,
değerlendirip, sınırsızlığa yöneldiğinde ise adı ŞUUR oluyor ve manaya dönük bir
işlevle çalışıyor.

İnsanı parça, ayrı varlık sandıran beden zannıdır. Genetik, astrolojik ve çevresel
etkiler insanda beden zannını oluşturur. Böylece insan bu beden zannının oluşması
ile esma boyutuna dönük MELEKİ ŞUUR dan, Hz. Ademin cennetten indirilmesi misali,
madde boyutuna dönük BEDENİ BİLİNCE inmiş olur.

Beden bilinç(ben) algısı insanı parçalar. Eşim, işim, aşım, düşmanım, dostum gibi
madde bilinci ile zihni paramparça eder. Bedensel bilinçte sahip olma ve kaybetme
korkusu beslenerek artar. Bu durum da insanın cehennemine odun taşıması demektir.

-Hasbiyallahu ne demektir?

HASİB esması = hesap görücü demektir. HASBİYALLAHU; Ben Allah’ın esmalarının, HASİB
(hesap görücü) esması işlevi ile açığa çıkan bir esma terkibiyim. Ben Hasib
esmasının farkındayım, şuurundayım. Açığa çıkan oluş HASİB esması mekanizması ile
(bir önceki an da yapılanın karşılığı/hesabı) üzere açığa çıkan Allah sistemi
gereği meydana gelen bir oluşumdur.

İnsanın içinde bulunduğu dünya(sın)da, yaşamı olarak açığa çıkanlar, Allah'ın “El-
Hasib” esması özelliği ile oluşan “Seri-ul Hisâb” gereği oluşur. Bu insanın
düşünce, niyet veya fiil olarak oluşturduklarının sonuçlarının, fiiller olarak,
dönüp karşısına çıkması ve sonuçlarını yaşama hadisesidir.

Yani, sistemdeki “Seri-ul Hisâb” (hesap görücü) işlevi, insanın düşünce, niyet veya
fiil olarak oluşturduklarının sonuçlarının, yaşamında her an yeni fiiller olarak
otomatikman karşısına çıkması hadisesidir. Buna göre insan, her an yaptığının
karşılığını anında almaktadır.

-Bir şeyi Allah için yapmak ne demektir?

Bir şeyi Allah için yapmak, Allah’ın sonsuz ve sınırsızlığının idraki ile
benliğinden arınarak o şeyi yapmaktır. Allah’ın bizim yapacağımız o şeye ihtiyacı
yoktur. Fakat biz yapacağımız o şey ile birim selliğimizden, maddeye dönük beden
zannından arınıp, kurtulup, sadece Allah’ın var olduğu sınırsızlık ve bütünselliği
meleki şuuru içimizde hissedebilirsek o şeyi Allah için yapmışız demektir.

-Hakikat aşamasına ne zaman ve nasıl geçilir?

Tarikat aşaması olan Levvame ve Mülhime idrakinden sonra, yaşam içinde başa gelen
sınavlardan başarı ile geçildikten sonra Allah’ın lütfu ile Mutmainne aşamasına
geçile bilinirse Hakikat hâsıl olur. Çokluk kavramı ortadan kalkar. Teklik
müşahedesi oluşur. Bu aşamaya gelen arifte tarikat ve şeyh kavramı kalmaz. Bu
yüzden kırk yıl sonra mülhimede kemale ulaşınca Yunus Emre mutmainne de hakikati
yaşayabilmek için şeyhini terk etme gereğini yerine getirmiştir. Aksi taktirde
kişide hala şeyh, tarikat, çokluk, vb. kavramlar mevcut ve yerini koruyorsa o kişi
hakikat aşamasına geçememiş demektir.

-Zikir nedir?

Zikir Allah’ın sendeki esmalarından (senin rabbinden/senden), kendine bakışıdır. Bu


suretle Allah’ı zikir, içinde bulunulan her an da yaşananları, Allah kavramının
bilinci ışığında değerlendirerek yüksek frekanslı bilinç hallerinde (huşu, hayret
makamında) bulunmaktır.

Ayette de belirtildiği gibi her şey her an Allah’ı zikretmektedir. Fakat varlık
bunun farkında değildir. Bunun farkında olarak yapma özelliğine sahip varlık ise
insandır. Bunu gereği gibi değerlendirdiğinde (teklik bilinci ile Allah ve
sistemini bilir) ve yüksek frekanslı bilinç hallerinde (huşu, hayret makamında)
bulunarak getirisini yaşar.

-Ayetlerde geçen nimet ve Allah’ın nimet verdikleri kimdir?

Allah sisteminin farkına vararak, farkına vardıkları bu sistemi (nimet) en iyi


şekilde kullanarak Allah’ın onlardan, onlarında Allah’tan razı oldukları mutmain
kullar olsa gerek, nimet sahipleri..

Bilinci bu farkındalığa ulaşan kıyam etmiş (ayağa kalkıp, dirilmiş) artık evrendeki
mükemmel işleyen sisteme şahadet etmiş, şahit olmuştur. Ve bundan sonraki yaşamını
mükemmel işleyen sisteme teslimiyet içerisinde bir kul olmanın bilinci ile “razı”
olarak Huzurda, huzurla sürdürür.

"Allah onlardan razı, onlar da Allah dan razıdır, İşte  büyük kurtuluş ve kazanç
(nimet) budur." (Maide suresi/119)

-Kerbela olayını nasıl okumak gerekir?

Kutsal kitap ve söylemlerde anlatılanlar daha önce yaşamış olanların hikâyeleri


değil, okuyan herkesin anlatılanları kendinde bulacağı ve buldukları ile yaşamına
yön vererek bir sonraki anını oluşturacağı hakikat bilgilerdir. İnsanın içinde de
bu yapılar her an faaldir. Burada da içimizdeki güzellik doğruluk Hz. Hüseyin’dir.
Hüseyin ruhumuzdur. Nefsimize ait arzu ve isteklerimiz, kinimiz, gururumuz, Yezidi
temsil eder. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin birbirine zıt gibi görünen cemâl ve celâl
makamlarını temsil ederler. Hz. Hasan rıza makamıdır. Gelen her şeye razıdır.
Allah’ın cemâl tecellisinin zuhurudur. Hz. Hüseyin ise yanlışa tepki gösteren,
mücadele edip, savaşan celal tecellisinin zuhurdur. Kısaca hepsi bizdedir mücadele
devam etmektedir.

-Rab, Cebrail, Ali kavramları nedir?

Bunların hepsi birbiri ile bağlantılı ve mertebeler üzerinden ifade şeklidir. Rab,
efal mertebesinden kişinin sahip olduğu esma hükümleri (akıl) ile nefsi terbiye
edici anlamındadır. Alîm(Ali) ismi ise Allah’ın ilim sıfatına işaret eder. İlim
içinde akıl gerekir. Cebrail sisteme dönük akıldır. Buradaki ilişkiler ilahi
kuvvelerle(melek e lerle) olur. Üst bilinç seviyesindeki zatlar(veliler) Allah
sistemine dönük ilmi bu boyuttan Cebrail aleyhisselam vasıtası ile alırlar. Bu
kimselerde bu boyutun (Cebrâil'in) müdahalesiyle beyinde ek kapasite ile oluşan
açılımlar oluşur. Allah ismi ise toplayandır. Zatı, sıfat ve esmaların tümünü
içeriğinde bulundurur. Allah ismi ile ifade edilen zatın hüviyetine ise "Hu"
ismi işaret eder.

-Bilinci Muhammedi boyutta bulmak nedir?

An ’da ki aynı hakikat noktası, bir alt boyut ‘da, farklı zamanlar da yaşayan,
farklı zihin/bedenler aracılığı ile kendini okuyor, algılıyor olarak bulur. Yani
aynı Rasul şuuru, farklı bilinçlerde açığa çıkıp önce, sonra kavramlarından beri
olarak aynı an da yaşanmaktadır. Bu yüzden "Muhammedi boyut" her zaman diliminde ve
her varlığın özünde var olarak yaşamaktadır. Muhammedi red etmek, kendin deki bu
boyutu kapatmak, dolayısı ile bu boyutu kullanamayarak getirilerinden(şefaat)
faydalanamam aktır.

-Zamanın insanda gezmesi ne demektir?


Zamanda gezen yoktur, zaman insanda gezmektedir. An ışık hızında olanın zamanıdır.
An, sonsuz hızda olanın sıfır ölçüsüdür. Sınırsız, sonsuzluğu ile heplikte, sıfır,
denge hali ile hiçlik de olanın adıdır. Burası sonsuz, sınırsız, mekansız,
zamansız, nedenselliğin olmadığı hiçlik halinin yaşandığı yerdir.

-Esmaların Hakka ve halka dönük manaları olması ne demektir?

Tüm varlık ve insanda, görülen davranış, karakter, huy ve istidat, Allah’ın ilâhî
isimlerinin(esma) değişik terkiplerle ortaya çıkışından başka bir şey değildir.
Yani, varlıkta, açığa çıkıp, yaşananlar özde var olan “Hu” nun(özündeki teklik
boyutu) çeşitli manalarının Halka dönük halinden başka bir şey değildir. Görüp,
algılayarak sureti oluşan mana(fakir, kötü, iyi, aciz, vb.) ile suçladığın hor
hakir gördüğün, aşağıladığın, suçladığın isimlerin ardındaki hakiki fail o
esmaların gerçek sahibi olan Hak’tır. Önemli olan ismin, kendi özünde var olan
Hakka dönük tarafını fark ederek, varlığa, halka dönük sıkıntı oluşturan manasından
kurtulmak gerekir. Mesela, Samed(hiçbir şeye ihtiyacı olmayan) ismi Hakka dönüktür.
Rezzak(ihtiyacı olan) ise halka, kula dönüktür. Samed(ihtiyaçsız) olduğunu fark
edip bu manayı hal edinebilen için Rezzak’ın bir anlamı kalmaz. İhtiyaçsız olan,
kula, kul olmaz. Rızık kaygısı, sıkıntısı yaşamaz.

-Rab’lık insan haricindeki varlıklarda var mıdır?

Yalnız insanda Rablık(tekâmül edip, Allah’ı bilme) ve Kulluk vardır. İnsan aynı
zamanda Rab makamında olan ruhuyla kul makamında olan nefsini bir arada taşır(ruh
cemali, nefis celalidir) Yani celali ve cemaliyle insanda Allah’ın kemali tecelli
eder. İnsan için o kemale varmak söz konusudur.

-Tasavvuf ve şeriat farklı şeyler midir?

Tasavvuf yaşanması gereken içsel yolculuktur. Tasavvuf şeriatın iç yüzünü araştırır


ve insanı şeriata değil, şeriatı insana hizmet eder hale geçirir.

-İman etmek neden çok önemlidir?

Holografik sistem(zerrede, bütünün kodlu oluşu) gereği tüm evrende var olan her şey
frekans bilgi(data) olarak insanın özünde mevcut bulunmaktadır. İnsan bir kelimeyi,
bir nesneyi düşündüğü anda bu düşünceye, manaya yüklediği güç oranında o manaya ait
bilinçaltında frekans halindeki kayıtlı bilgi otomatik olarak devreye girip,
hücreleri kendi frekanslarına programlayarak, oluşturdukları algı ile kişinin
Dünya(sın)da madde algısını yani yaşamını oluşturur. Bu yüzden insanın kendi öz’ü
ile bağlantıya geçmesinde bilinçaltına verilen telkinler ve en önemlisi inanmak,
emin olmak (iman) çok önemlidir. Bunun için mistik öğretilerde zikir, ritüel,
ibadet önemli bir yer tutmaktadır. Bunlar bir veriyi, bir bilgiyi bilinçaltına
sağlıklı bir şekilde yerleştirme, tanımlama sürecini oluşturmaktadırlar. Bunlar
bilinçaltına atılan tohumlardır. Düşünce, inanç tohumları farkında olmadığımız
bilinçaltı tarlasında uygun ortamı bulduğunda yeşerir, meyvesini verir ve üst
bilinçte, Dünya(mız)da gerçeğimiz olarak açığa çıkar.

-İnsandaki ben ve dünya algılaması nasıl oluşmaktadır?

Işık hızı üzerinde bulunan bilincin her an veri tabanı üzerinden gerçekleşen
algılamaları frekans dalgaları şeklindeki enerji parçacıklarını ışık hızı altına
çökerterek, kuant laştırması sonucu kişide sanal bir ben duygusunu, zaman akıyor
hissini, bilincin “ben” ile olan farkında lığını ve o ben in dünyasını ortaya
çıkarmaktadır.

-Ölümsüzlüğü yakalamak mümkün müdür?


Ölümsüzlüğü yakalamak ancak mekân ve zaman bağından kurtulmak ile mümkündür. Işık
hızı zamanın akma hızı olduğundan ışık hızına(300 bin km/sn.) yaklaşıldığında zaman
duvarına yaklaşılmış, tam ışık hızında da zaman aşılmış olur. Bu durumda uzay-
mekân(evren)de yok olur. Bu durum mekân ve zaman bağından kurtulmak yani
ölümsüzlüğü yakalamak demektir.

-İslamiyet sadece Hz. Muhammed’e(sav) mi gelmiştir?

İslam sadece Hz. Muhammed(sav)in getirdiği bir din değildir. Teslim olma, selamete
erme anlamına gelen "İslam" tüm peygamberlerin tebliğ ettiği, evrensel sistemi ve
insanın bu sistem ile uyumlu hale gelebilmesinin yollarını anlatan öğretinin
adıdır. 

-Geleceğe ve geçmişe ait bazı bilgiler bilinebilir mi?

Bütüne ait tüm bilgi “holografik evren plakası”(Levh-i mahfuz) üzerinde frekans
dalgaları olarak kayıtlıdır. Ve holografik plaka da zaman ve mekân boyutu yoktur.
Milyarlarca bilgi, küçücük bir yerde, her zerrede depo edilmiştir. Yoğun zihin
konsantrasyonu neticesi zikir, namaz, tefekkür ve çeşitli yöntemler ile bilinçli
olarak veya bilinçsiz olarak uyku, ölüm, koma gibi durumlarda zihne beş duyu
vasıtasıyla gelen verilerin kesilmesi sonucu insan mekansızlık ve zamansızlığın
hâkim olduğu bu holografik evrende kendisini bulur. Her şeyin kayıtlı olduğu
sistemi farkında olarak veya olmayarak kapasitesi oranında okur. Olumsuz bir olay
gerçekleşmeden önce hissedilen iç sıkılmaları, medyum, kâhin diye isimlendirilen
kimselerin bazı olayları önceden algılamaları, altıncı his dediğimiz olaylar işte
bu tür algılamalardır.

-Mecaz ile anlatılanları hakikat olarak algılayanlar bunları yaşayacaklar mıdır?

Mecazi, sembol anlatımlar ile ifade edilen hakikatleri, düşünmeden, sorgulamadan


işin aslı olarak kabullenip, alt bilinçlerine bu şekilde kodlayanlar, üst
bilinçlerinin bu algıyı dışa projekte etmesi neticesinde “kendi dünyalarında” bu
olayları kabullenip, algıladıkları bu şekli ile yaşayacaklardır.

-Dünya yaşamında tekâmül etmek neden önemlidir?

Dünya yaşamında oluşan veri tabanı ölüm ötesi boyutta bu veri tabanın üzerinden
oluşan aynı senaryoları değişik algılarla defalarca bize yaşatır. Onun için ölüm
haline kadar oluşan tekâmül yani iyi bir veri tabanı oluşturabilmek çok önemlidir.

-Ledün ilmi ile Rabbani ilim arasındaki fark nedir?

Ledün ilmi, direkt kalbe gelen, aydınlatan hata olmayan Allah’ın hakikat ilmidir.
Rabbani ilim, kişinin rabbi(terkibi) oranında sahip olduğu sınırlı ilimdir.

-İnsana verilmiş olan emanet nedir?

Emanet olarak ifade edilen esma terkibinin oluşturduğu şuurdur. Bu şuurun sahip
olduğu seçme, bilme, karar verme iradesi ile sahip olunan sorumluluk sahibi varlık
bilincidir. Bu da insana verilmiş bir ayrıcalıktır. Bu emaneti gereği gibi
kullanabilen “Ahsen-i takvîm” en güzel, yüce insan mertebesine ulaşır. Aksi durumda
ise hayvandan bile aşağı, varlıkların en aşağısı demek olan “esfel-i sâfilîn”
durumundaki bir yaratık durumuna düşer.

-Varlık tek ise nasıl farklı maddeler algılanmaktadır?

Özde tek olandan gelen yayın, farklı frekans algılamasına(esma terkibine) sahip
yapılar tarafından veri kapasiteleri doğrultusunda yorumlanarak madde olarak
algılanmaktadır.
-Mecazi anlatımlarla ifade edilenleri günümüzde açıkça anlatmak doğru mudur?

İçinde bulunduğumuz çağın sahip olduğu bilgi birikimi bu gerçekleri anlayabilecek


kapasitede bir insan profilini oluşturmaktadır. Bu yüzden bazı hakikatlerin açıkça
ifade edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde sahip olunan güncel bilgiyle
donanımlı insana hitap etmeyen masalsı, hurafelere dayalı, araçların amaç
zannedildiği bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır ki, buda içinde bulunduğumuz vahim
durumun artarak devam etmesine vesile olacaktır. Bu bilgileri almaya hazır
olmayanlar ise zaten bu yazıları kale almak gereği duymadan atalarının örf ve
adetleri ile harmanlanmış bilgileri dinin aslı zannederek yaşamlarını
sürdürmektedirler.

"Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiğinde, “Hayır, atalarımızdan


gördüğümüze uyarız” dediler. Ya atalarının aklı bir şeye ermemiş, doğru yolu
bulamamışlarsa!" (Bakara suresi/170) 

-Şer Allah’tan mıdır?

Şer de Allah’tandır. Ama nefsi ile şeri talep eden kuldur. Allah’ta talep edene
ettiğini verir.

-Kur’an da ki ifadelerde çelişki var mıdır?

Kur'an da ve hadislerde bu konu duruma göre bazen teklik, bazen de çokluk


boyutundan açıklanmıştır. Örneğin, Hz. Muhammed(sav)"Kalem yazmış, mürekkep
kurumuş, önceden yazılanları yaşıyorsunuz" derken, bir başka hadisinde "Deveni önce
sağlam kazığa bağla, sonra Allaha tevekkül et" ifadesini kullanmıştır. "Kalem
yazmış, mürekkep kurumuştur" (Doğum anında fiziksel ve meta-fiziksel özellikler
kesinleşmiştir, değiştirilemez) - "Önceden yazılanları yaşıyorsunuz" (Bu kesinleşen
özelliklerle bir önceki an da atom altı boyut da duygu, düşünce, niyet ile
oluşturduklarımızı şu an da madde olarak algılayarak, yaşıyoruz.) "Deveni önce
sağlam kazığa bağla, sonra Allaha tevekkül et" (Elindeki, kesinleşmiş fiziksel ve
meta-fiziksel imkânlarla yapabileceğinin en iyisini yap, yapabileceğini yapmış
olmanın huzuru ile gerisinin en iyi olacağı inancı, tevekkülü ile Allaha bırak)
şeklinde anlaşılmalıdır. Yoksa çokluk (zaman ve mekân ile kayıtlı) boyutta yaşamı
algılarken, teklik (zaman ve mekânın olmadığı, an) boyutu üzerinden değerlendirme
yapmak insanı çelişkiye düşürerek yanıltır.

-Hak, Halk, Hu, Allah kavramlarını nasıl anlamalıyız?

Varlıkta, açığa çıkıp, yaşananlar, Hak’kın(tek) Halka(çok) dönük halidir. Allah


ismi toplayandır. Zatı, sıfat ve esmalarını içeriğinde bulundurur. Allah ismi ile
ifade edilen zatın hüviyetini ise "Hu" ismi ile işaret eder. "Hu" yu bilmek için
Allah’ın ahadiyet vasfını idrak etmiş olmak gerekir. İdrak eden taklidi imandan,
tahkiki imana erer ve kendisinde yakin hali oluşur.

-Nefs-i küll nedir?

Nefs-i küll,  var olan tek mutlak nefs, tek mutlak bilinç anlamındadır. Aklın en
üst düzeyde kullanıldığı, bilincin Akl-ı Küll’den ilham almaya başladığı nefsin
aklı üst düzeyde kullandığı haldir. Bu süreçte aldığı ilhamlarla kişi varlığın TEK
olduğunu, onun varlığı dışında ikinci bir varlık olmadığını, aynı zamanda kendi
nefsinin hakikatin de o mevcut olan TEK olduğunu fark eder. Aldığı ilhamlarla bunu
(nefs-i küll) fark eden bilinç, bunu tam anlamı ile tatmin olmuş, şüphesi kalmamış,
bir şekilde Allah’tan kesin emin olan nefs olarak, velilik mertebesinin de
başlangıcı, olan “Mutmainne nefs” aşamasında yaşar. Bu aşama aynı zamanda Allah’tan
kesin emin olan nefs,(küll-i nefs) velilik mertebesinin başlangıcı olan, ilmel
yakin halidir.
-Hakikat yoluna giren kimseler neden sıkıntılı durumlarla karşılaşır?

Adem bilinci insan-ı kamil aşamasının ilk basamağıdır. Adem cennette iken Allah’ın
kendisine öğrettiği tüm isimlerin(esma) tam olarak kavraması mümkün değildi.
Güzellik ve Rahmet isimlerini biliyordu fakat celal, gazap, sabır isimlerini
bilmiyordu, bunları öğrenmesi, bu anlayışı kavrayabilmesi için cennetten uzaklaşıp
yeryüzüne neden, sonuç ilişkisinin geçerli olduğu halleri yaşaması gerekiyordu ki!
tekamül edip, tamamlanabilsin. İnsanda kendindeki Adem bilincini açığa
çıkarttığında insansı bilinçten, insan(kamil) aşamasına geçer. Bu durum hakikat
yoluna girmiş olan kimselerin bir çok sıkıntılı durumla karşılaşmasının da
nedenidir.

-Dünyada negatiflik, kötülük neden vardır?

Varlık TEK dir. Çok olarak algıladığımız her şey Tek olan varlığın kendi manalarını
kendinden seyridir. Kendini bu Teklik boyutunda bulan manaları Teklik boyutundan
seyreder. Huzuru, güzelliği yaşar.

Bulamayan ise o manalarda kendini var zannederek, BEN der, ikilik(şirk) oluşur.
İkilik oluşanın dünyasında da tüm güzelliklerin zıttı, yani Rahman’ın karşısında,
şeytan- başarının karşısında başarısızlık- mutluluğun karşısında, mutsuzluk-
sağlığın karşısında, hastalık, vb. seçenekleri kişi dünyasına davet edip, açığa
çıkarmış olur.

-İman etmek neden çok önemlidir?

Farkında olmadan bilinçaltına yaptığımız (virüs ve anti virüs) kodlamaları çok


önemlidir. Çünkü oluşumlar ben diye algıladığımız o Ben’in derinliklerindeki bir
yapının oluşturduklarının algılanması, yani içte olanın, dışa çıktı olarak
yansıması olayıdır.

Bunun için bilinçaltını korunma noktasında kodlamak ve iman etmek (kesin emin
olmak) çok önemlidir. Oluşacak negatifliklerden kaçamayız, fakat bilinçaltına
vereceğimiz telkinlerle bilinçaltı bağışıklık sistemimizi güçlendirebiliriz.

Örneğin; Allah’a tevekkül, Allah’ın bizi koruyacağına, en hayırlı olanı


oluşturacağına kesin emin olma (iman) düşüncesi, gelen negatif yazılımları biz
farkında dahi olmadan ortadan kaldırarak, olumsuz çıktıların oluşmasına imkân
vermez.

Korunma (bilinçaltı bağışıklık) sistemini bilinçlerinde oluşturamamış kimseler ise


anti virüs sistemleri kurulu olmadığı için bilinçaltından gelen (korkuları,
vehimleri, tasalarını, vb.)negatiflikleri direkt üst beyinlerinin oluşturduğu
dünya(ların)da yaşam çıktısı olarak alırlar. Bu yüzden Allah’a iman çok önemlidir.

-Ba's olmak dünyaya yeniden gelmek mi demektir?

“Ba’s olmak” şu an da bulunduğu dünya âlemine geri gelmek anlamında değildir. Dünya
yaşamında madde bedende, yaşayan insanın, dünya yaşamında beyni vasıtası ile
oluşturduğu veri tabanı üzerinden oluşan madde algısı ile geçiş yaptığı ölüm ötesi
yeni boyuttaki ruhani dirilişi ile yaşamına bu format üzerinden devam etmesi
olayıdır. 

“Vel ba’sü ba’del mevt.” (Mevtin /ölümün hemen akabinde, yeni bir bedenle yaşamıma
devam edeceğime iman ediyorum) -Amentü-

-İnsan Allah olabilir mi?


İnsan Âdem’dir. Yani manası yok olandır. İnsan hiç olduğunu idrak edip, yaşamına
geçirmeye başladığında insansı bir varlık olmaktan insan (kamil) olmanın ilk
aşaması olan Âdem olmaya başlar. Adem (yok) olabildiği oranda da ayna olup hakikati
yansıtmaya başlar. Farkındalığı arttığı oranda ayna netleşir. Mertebeler (Musa,
İsa, vb.) geçilip, Muhammedi boyutta netlik tamam olduğunda en üst boyuttan
yansıtma oluşur.

Yani insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Ancak Zat’ın kendisi değildir. Özel bir
konuma sahip bir ara geçiş varlığıdır. İnsan varlık aleminin berzahıdır. İnsandan
Allah’ın sıfatları açığa çıkar. Ancak onların zati sahibi değildir. Kısaca insan
sadece aynadır, yansıtandır.

-Bir başkasını nasıl değiştirebiliriz?

“Herkes ne üzeri yaratılmışsa, ne kolaylaştırılmışsa onu yaşayacaktır.” Hadisi


hükmünce herkes var oluş nedeni ne ise onun üzerine fiiller ortaya koyarak
kulluğunu yerine getirir. Siz sadece bir başkasına doğru olarak bildiğinizi söyler
bu konuda tebliğde bulunabilirsiniz. Fakat bir başkasını değiştiremezsiniz.

Siz bu durumu kabullenip, HAMD etmediğiniz yani size hoş gelmeyen, beğenmediğiniz
bir durumu Allah’ım ben elimden geleni yaptım. Bundan sonrası beni aşar, eğer benim
istediğim olmuyorsa bunda bir HAYIR vardır.

Deyip Allah’a tevekkül etmediğiniz, Allah’a teslim (İslam) olamadığınız, tekâmül


edemediğiniz, sürece yanmanız bitmez. Çünkü bu durum onun değil, sizin
sınavınızdır. Siz değişmeden hiçbir şeyi değiştiremezsiniz.

-AN da olmak ne demektir?

An da olmak hiç bir şey yapmamak değildir. AN da olmak; geçmişin


yaşanmışlıklarından elde edilen tecrübelerin kazandırdıkları ve farkındalığı ile
geleceğe dair konulan hedeflere (niyet ve isteklere, hayallere) şu AN da başlayarak
bir sonraki anı oluşturmak demektir.

-Astroloji adı altında yapılan yorumlar ne derece doğrudur?

Tarih boyunca insanların ilgi odağı olmuş olan ve doğru kullanıldığı takdirde
insanın kendisini ve sistemi tanıması için muazzam bir kaynak olan astroloji ilmi
günümüzde özünden uzaklaşıp, kehanet sanatı ile birleştirilip bir fal çeşidi haline
getirilmiş bulunmaktadır.

Bu suretle zaten güncel bilgi akışı içerisindeki varsayım bilgiler (savaş olabilir,
deprem olabilir, ekonomide zor günler gelebilir, vb. kavramlar) yeni bir kehanetmiş
gibi insanlara astroloji böyle söylüyor denilerek farkında olmadan empoze
edilmektedir.  Bu durum da insanların dünyalarında negatif kodlanma neticesi, bu
doğrultuda çıktı tehlikesini oluşturmaktadır.

Oysa geçmişte Müslüman düşünürler astrolojinin genellikle kozmolojik yanı ile


ilgilenmişlerdir. Gerek Kur'an ayetleri, gerekse Hz. Muhammed(sav)in hadislerini
referans alan İslam âlimleri, yeryüzündeki olayların seyrini belirlemede, kozmik
hakikatin HAYRA dönük, MELEKİ yönünü inceleyen bu ilime önem vererek, İslam
metafizik ve kozmolojisini oluşturmuşlardır.

Bu suretle hangi burçta iken nelerin yapılması gerektiğini ay, güneş ve diğer
gezegenlerin yansıtmış olduğu manaların, günün saatleri üzerindeki etkilerinden
insanın nasıl faydalanılması gerektiğini, tesirlerin etkilerini kişinin kendisinde
bulup, nasıl, değerlendirerek,  hayra dönüştürebileceğini anlatmışlardır. 

Çünkü astroloji gezegenlerden gelen esma yüklü frekans dalgaları ile beyinde oluşan
yazılımın bir neticesi olan kişinin doğum anının kalitesini (oluşan yetenek ve
kabiliyetlerini, vb.) ölçen bilim dalının adıdır.

Doğum anı kalitesini tespit eden bu ölçme işlemi, günlük bilgileri alıp astrolojik
terimlerle şekillendirerek, kehanetmiş gibi sunmanın aksine holografik bakış ve
tevhid ilmi ile bu esma tesirlerini hayra yorarak değerlendirme yeteneğini
gerektirir. 

-İnsan nedir?

İnsanın bedeni kâinattır. Bedeninde yansıttığı tüm varlıklar, kendi varlığından


ayrı değil, fakat O varlıklar kendisi de değildir. Öz’ündeki mevcut tümel bilgi
okyanusundan beyninin kapasitesi oranında algılayabildiklerini Dünyası olarak
yaşadığı illüzyonudur. İnsan bu noktada TEK'e aynadır.

-Erenler neden cenneti istememişlerdir?

Cennette BENLİK dolayısı ile NEFS ve nefsin arzuları vardır. Önemli olan HİÇ
olabilmektir. Hiç olanın hiçbir şeyi dolayası ile nefsani arzuları, korkuları,
dahaları, vb. hiçbir şeyi yoktur.

O Allaha teslim olup, onda yok olmuş gelene de, gidene de razı seyir halinde
HUZURDA, huzuru yaşamaktadır.

Onun için de erenler “Cennet, cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri, isteyene
ver sen onu, bana seni gerek seni” demişlerdir.…

28th March, Unknown tarafından yayınlandı

Etiketler: -Bilinç Allah için yapmak an astroloji Ba's


olmak Cebrail Erenler Hasbiyallahu Kerbela ledün nefs-i küll nimet Tasavvuf ve
şeriat zikir ölümsüzlük şuur

Yorumları görüntüle

APR

16

Ya - Sin (Ey - İnsan) - İlahi bilgi kaynağı ve Cebrail meleği

Ölüm ve ölüm sonrası insanoğlunun en çok merak ettiği hadisedir. Bütün din ve
inançların en önemli ve en dikkat çekici unsuru ölüm ve ölüm sonrası anlatılardır.
Dinlerin ölüm sonrasına ilişkin anlattığı ve vaat ettiği birçok şeye rağmen, ölüm
insan zihninde bilinmezliği, korkuyu bazen de bir kısım umutları barındırır.

Ölen kişi için, birçok inanç sisteminde yapılan uygulamalar, ritüeller, dualar
vardır. İslam toplumunda da ölünün arkasından Kur’an’dan Yâsin Süresinin okunması
en çok yapılan uygulamadır.   

Toplumumuzda yaygın bir uygulama olan iskat ve devir adı altında cenazeden sonra
ölüye Kur’an okuyup, okuduklarını para karşılığı satanlar ve bunları satın alan
kimseler, maalesef yaptıklarından habersiz oldukları için Kur’an’ı mezarlık kitabı
haline getirmişlerdir.
Oysa Kur’an toprak ve beden kabrinde ölü olanlar için değil, gerçek anlamda bilinci
DİRİ olanlara içinde yaşadıkları evrensel sistemi (din) öğretmek, Allah’ın razı
olduğu hayat yolunu göstererek dünya ve ahirette huzurda, huzurla kalabilmeleri
için gönderilmiştir.

Cenaze defin töreni ve sonrasında Yasin Suresi’nin okunması iyi bir şeydir. Çünkü
Yasin Suresi, okuyan ve dinleyene yaşam, ölüm ve yaratılmıştaki mükemmellik ile
ilgili mesajlar verir. Bu suretle bilinçaltına hakikati işaret edici kodlamalar
yaparak fayda sağlar.

Yalnız bu fayda bedeni toprakta ve bilinci beden kabrinde ölü olanlar için değil,
okuduğunu anlayıp, idrak edebilen kodlamaları deşifre edebilen, şuuru (ruh) gerçek
anlamda diri olanlar içindir.

“Bu Kur’an ancak aklı, fikri, duygusu, diri olanları uyarmak ve Allah'tan gelen
gerçekleri örtbas edenlerin üzerine de azapla ilgili sözün hak olduğunu bildirmek
üzere indirilmiştir” (Yasin suresi/70)

Biyolojik ömrünü tamamlamış, bedenen ölmüş insana, ölümü tattıktan sonra okunan
Kur’an ayetlerinin kendisine fayda sağlayabilmesi için ise, o kişinin biyolojik
beden ile yaşarken bu bilgileri, beyni kanalı ile bilincine(ruh) yükleyerek, burada
bu konu ile ilgili potansiyel bir veri alanı (format) oluşturmuş olması gerekir.
Yani okunan verileri deşifre edebilecek yenilenmiş, tekâmül etmiş DİRİ bir bilince
sahip olması gerekir.  

 “Allah (hakikat) yolunda (beden) ölmüş olanları ölü sanma, onlar (bilinçsel/ruh


olarak) diri, hayattadırlar ve Rableri yanında yaşayıp rızıklanırlar.” (Âl-i İmrân
Suresi/169)

Yasin Süresinde, İslâm dininin (sistemin) üç esasını teşkil eden tevhid, nübüvvet
ve âhiret konuları ile kâinattaki yaratılış ve Allah sistemindeki mükemmellik
deliller getirilerek anlatılır. Bunun içinde surenin başında YA (ey) SİN (insan)
diyerek, bilinci diri, İNSAN (kâmil) muhatap alınır. Yani hitap beden kabrindeki
bilinci ölü olan beşere değil, şuuru diri olan insanadır.

Çünkü Kur’an ayetleri insanın, okuduğunu kendinde bulup, yaşaması içindir. Hiçbir
sure, ayet ölülere okumak için gönderilmemiştir. Varlığın tek olması, yaratılıştaki
yapının holografik (her zerrenin içinde, bütünün kodlu olması) nedeni ile okuyan
ölmüşlere okuduğunu zanneder ama aslında ölmüşler sayesinde kendi ölü nefsine okur.

Okuyan, okuduğunun farkına varırsa şifa bulur, ölü (uykuda) olan nefsi dirilir.
Dünyevi gündelik hallerde yaşamını sürdüren beşeri varlık olmaktan, İNSAN(kâmil)
olma aşamasına geçer. Cebrail’in kurduğu bağlantı ile de özündeki nübüvvet
boyutundan nasiplenir. Bu sayede Yasin okunan kimse de dolaylı da olsa okuyana bu
vesile ile şefaat etmiş olur.   

Çünkü okunan ayetlerin karşılık bulup, açılım sağladığı yer özde var olan nübüvvet
boyutudur. Nebilerin, resullerin nübüvvet boyutundan (ilahi bilgi kaynağından)
ortaya koymakla görevlendikleri hakikatler insanın varlığında mevcuttur. Ama
insanın varlığını meydana getiren esma terkibinin oluşturduğu bilinçsel SED
(kişideki çokluk kavramını oluşturup, teklik bilincine ulaşmasını engelleyen BENLİK
perdesi), kişinin kendi dünyasında (beden kabrinde) sıkışıp kalmasına, içinde
bulunduğu boyutun (dünyasının), kısıtlı bilinç hali ile yaşamasına neden olur.
Dolayısı ile bu durumdaki kimse büyük resmi görüp, okuduğunu algılayıp, hakikatleri
keşfedemez. 

Keşfedebilmesi ancak Allah sistem ve düzeninin bilgi kaynağı olan nübüvvet boyutuna
(ilahi bilgi kaynağına) ulaşabilme istidadına sahip Melek (bağlayıcı güç) olan
Cebrail’in o boyuttan ve frekanstan kendisi ile bağlantı kurması ile mümkün olur.
Bu bağlantı neticesi Rasul aracılığı ile bilgiler o boyuttan kişinin kendisine
irsal (rasul) olup ulaşır.  

Çünkü CEBRAİL (a.s.) zihnin birimselliğinden kaynaklanan yaşayışı, TEK olan varlığa
bağlayan sisteme dönük ilahi kuvve sahibi, aklın temsilcisi olan MELEK e dir. Kalp
gözü açık kâmiller nübüvvet boyutundan Allah sistemine dönük ilmi Cebrail
(a.s.)* vasıtası ile alırlar. Bu kimseler, Cebrail (a.s.)ın sıkması, müdahalesi
(yoğun veri baskısı) ile beyinlerinde oluşan ek kapasitenin açılımı neticesi
nübüvvet boyutundan gelen bilgileri alıp, değerlendirerek, büyük resmi görüp,
sistemi okurlar.

Yani Nebi ve Rasullerin ortaya koymakla görevlendiği hakikatler, esas olarak


insanın varlığında da mevcuttur. Ancak, insan kalp gözü BENLİK perdesi ile kapalı
olduğu için varlığındaki bu hakikatleri algılayamaz. Ancak özündeki bu ilahi
hakikat bilgileri frekansında (ortak bellek/morfik alan) olduğu Rasul aracılığıyla,
onun şuuruna ulaşırsa o takdirde o kişi kendinde mevcut olan bu bilgilerin farkına
varıp, onları değerlendirebilir.

Bu da risalet boyutundan ilahi hakikatlerin, beşeri âleme nakli istidadına sahip


Cebrail’in o boyuttan ve frekanstan o kişi ile iletişim kurması sonucu nübüvvet
görevini ifa etmesi neticesinde oluşur.    

Burada Melek (bağlayıcı güç) olan Cebrail’in görevi, zihnin birimselliğinden


kaynaklanan bilinci, nübüvvet boyutuna (ilahi bilgi kaynağına)bağlayarak hakikatin
algılanmasını sağlayan güçlerin açığa çıkmasını sağlamaktır. Bu güçlerin açığa
çıkmasının yolu, şartı da insanı diğer canlılardan farklı kılan sorgulama,
derinlikli düşünme (tefekkür) kabiliyetinden geçer.

İnsan Yasin suresinde anlatılanları düşünmeye (tefekküre) başlayıp, belirli bir


yoğunluğa ulaştığında, farkındalık tan uzak, ölü olan, şuuru, içsel varlık
frekansıyla rezonansa girer ve bunun neticesinde, özündeki hidayet eden,
karanlıktan aydınlığa çıkartan ilim ağırlıklı, akli boyutsal yapı bilincinde
dirilip, ortaya çıkarak, bağlantıyı kurar.

“O’na (bu Kur'an'ı ve Onun yorum ve uygulamalarını) müthiş (akli-manevi) kuvvetleri


olan (ve üstün meziyetlerle donatılan Hz. Cebrail) öğretmiş (bulunmaktadır).” (Necm
suresi/5)

Bu bağlantının gerçekleşebilmesi içinde kişinin bilincinin, insan(sı)lık dan


(çokluk algısına sahip, benlik ile var olan hayvansı) beşer yapıdan, teklik bilinci
ile nübüvvet boyutunun ilk aşaması olan Adem (kamil insan) frekansı ile bağlantıya
geçmesi yani özündeki Nebi, nübüvvet boyutuna bilinçsel olarak bağlanması gerekir.
Bu bağlantıda CEBRAİL (a.s) vasıtası ile kurulur. Çünkü Cebrail (a.s.) tasavvufta
aklın temsilcisidir.

Akıl kelimesi Arapça "Ukl" kökünden gelir ve "bağlamak" anlamındadır. Bir şeyi,
diğer bir şeye bağlayarak, aralarında bir bağlantı kurup, bir sonuç çıkarmak
anlamında kullanılır. Arapçada bu kelime duyguları, düşünceleri, kavramları ve
olayları birbirine bağlayan MELEKEYE verilen bir kelime olarak kullanılır.  

Yani ne zaman boyutlar arasında bir sed oluşturan Ben(lik) bilinçsel olarak ortadan
kalkarsa ancak o zaman özde var olan nübüvvet boyutundan gelen ilahi mesajlar
insanda karşılık bulup, algılanır, okuyanın okuduğu kendisinde karşılık bulur. Yani
sonuçta insan ne ederse kendi özünde var olan kuvveleri çalıştırmak sureti ile
kendine eder.

Kısaca Kur’an, dirileri uyarmak, bedenleri diri, ruhları ölü olanları diriltmek
için gelmiş bir yaşam rehberidir. Ölü ve mezarlık Kitabı değildir. İnsanlar ölmeden
önce Kuran'ı onlara okumak ve uyarmak gerekir, öldükten (beyin devre dışı
kaldıktan) sonra değil. Bunun aksi trafik kurallarını bilmeyip, kaza yapıp, ölmüş
bir kimsenin başucunda ona trafik kurallarını okumaya benzer.

“Diriler (hakikat ilmi) ile ölüler (kendini vefat edince yok olacak sanan


bedenliler) de bir olmaz! Şüphesiz Allah (hikmet ve hakikati) istediğine (bu
mesajları) işittirir. Fakat sen kabirde (manen, diri iken bilinci ölmüş, beden
kabrinde) olanlara işittiremezsin.” (Fatır Suresi/ 22)

“(Ey Resulüm!) Şimdi Sen, (kalpleri) ölülere


asla (söz) işittirip (uyandıramazsın) ve arkalarını dönüp giden (insan
görünümlü) sağırlara da (Hakk) çağrıyı dinletip duyuramazsın.” (Rum Suresi, 52)

*CEBRAİL (a.s); İslâm dininde ilahi emirleri (Allah ile kulu arasında) bildiren
boyutlar arası bağlantıyı melekelerle (ilahi kuvvelerle) sağlayan Musevilikte ve
Hristiyanlık ‘ta da ismi geçen bir melektir. Cebrail (a.s.) Levh-i Mahfuzu (olmuş,
olacak her şeyi kapsayan kâinat yazılım programından) okuyarak görevini yerine
getirir. Kur’an’ı, Levh-i Mahfuz’dan bir defada (an) okumuş ve Hz. Muhammed(sav)e
zam an içinde tebliğ etmiştir. Aldığı ilâhî hakikatleri, insana nakledip risalet
görevi yapması, yani üst boyuttan aldığı ilâhî hakikatleri bir alt boyutta ortaya
çıkartması nedeni ile Kur’an’da Cebrail ve diğer meleklerden Rasul olarak
bahsedilir ve “aleyhisselâm” tabiri kullanılır.

16th April 2021, Unknown tarafından yayınlandı

Etiketler: bilinç boyutları Cebrail devir evrensel sistem insansı iskat kamil


insan levh-i mahfuz melek nübüvvet Risalet Yasin Ölüm Sonrası ölüye okumak Şefaat

19 

Yorumları görüntüle

AUG

Kuantum bilgisayar ve insan – Işınlanma - Tevekkül - Nötr/Hiç olmak

Programlama dilleri bilgisayarın temelidir. Onları programlamak için kullanılan


dil, sisteme ne yapması gerektiği ve ne doğrultuda çıktı oluşturması gerektiğini
kodlayarak söylenmesi eylemidir. Bilgisayarlar tüm işlemlerini 1(var) ve
0(yok) ların değişik birleşimlerinden oluşan algoritmalar üzerinden yürütürler. Bu
suretle bir yazılım oluşturulmuş olunur. Bu yazılım ile de bilgisayarın hangi
durumda nasıl çıktı vermesi gerektiği bilgisayarın beynine(işlemcisine) kodlanır.  

Klasik bilgisayarlar gündelik hayatımızdaki klasik ikili(1 ve 0) kodlama sistemiyle


çalıştıkları için bu iki seçenekten oluşmuş algoritmalar üzerinden değerlendirip
çıktı verirler. Bir bilgisayara binlerce dosya kaydedersiniz, fakat o bunların
arasında bir ilişki kurup yeni bir düşünce üretemez. Sadece ezberinde ne varsa, ne
yüklenmiş ise onun üzerinden çıktı verir. Kapasiteleri sınırlı olduğu için de
öğrenip, kendilerini geliştiremediklerinden üreten bir bilince sahip olamazlar.

Öğrenip, kendisini geliştirip, üreten bir bilgisayar yani düşünen makinenin


oluşması için kuantum mantığı ile çalışan çok olasılıklı algoritmalara sahip
bilgisayarların devreye girmesi gerekir. 

Çünkü kuantum bilgisayarlar ikili(1 ve 0) kodlama sistemiyle değil, atom altı


fiziğinin çok olasılıklı yasaları ile hareket ederler. Kuantum mekaniğinde bir
elektron hem 0 hem de 1 değerini aynı anda gösterdiği için bu durum birbirinden
farklı birçok olasılık içeren algoritma bileşenlerinden meydana gelen seçeneklerin
oluşmasına imkân verir.   

Bu yüzden kuantum mekaniğiyle çalışan bilgisayarlar çok olasılıklı sonuçlar


içerisinden gerekli hesaplama ve değerlendirmeleri kısa sürede yapıp seçenekler
arasından en olumluyu veri tabanları doğrultusunda seçerek somut çıktı
oluştururlar. Yani bu suretle bir anlamda kendi sahip oldukları kapasiteleri
doğrultusunda seçim yaparak iradelerini kullanmış olurlar.

Kuantum bilgisayarlar geleneksel 1 ve 0’lar yerine kuantum bitleri, yani kübitleri


kullanırlar. Kübitler aynı anda 1 ve 0 olabilmeleri sebebiyle çok fazla potansiyel
seçeneklerin/paralelliklerin oluşmasını sağlayan algoritmalara sahiptirler.

Mesela; 300 kubitli bir sistem evrendeki (tahmin edilen) tüm atomların sayısından


fazla olasılığa sahip bir işlem gücü potansiyeline sahiptir. Bundan dolayı kuantum
bilgisayarlar bir hesaplamadaki tüm olasılıkları ayrıntıları ile değerlendirerek
olabilecek riskleri de hesaplayarak birçok seçenek arasından en uygun çıktıyı
verebilirler.

Kuantum mekaniğinde nötr kalınıp, gözlem(algılama) olmadığında yani bir anlamda


hiçlik halinde birçok farklı olasılık eş zamanlı, paralel durumda bulunur. Bu bir
elektronun/nesnenin aynı anda hem dalga hem parça, hem var hem yok, hem iyi hem
kötü, hem doğru hem yanlış pozisyonunda bulunması demektir.  

Bu duruma yani bir nesnenin Nötr(hiç) durumunda aynı anda birçok kuantum durumunda
eş zamanlı bulunmasına süperpozisyon adı verilir. Süperpozisyon,
gözlenene(niyete) kadar belirli bir halde olmayan birçok seçeneği, olasılığı bir
anlamda paralel evrenleri eş zamanlı barındırır.   

Bu durum, nesne bir gözlemci tarafından gözlemlenene(algı/veri yüklenene)dek sürer


ve gözlem yapıldığı anda nesne(elektron) sanki kendisine bakıldığını(düşünce
yoğunluğunu) anlar ve o yoğunluk doğrultusunda somut olarak bilinmek üzere pozisyon
alır. Buna kuantum fiziğinde çökme(enerjinin yoğunlaşması) denir. Yani sonsuz
olasılıklar/seçenekler içinden bir tanesi, gözlemcinin
gözlemi(niyeti/düşüncesi) doğrultusunda yoğunlaşarak somut/madde hali ile çıktı
oluşturup onun dünya(sın)da bilinmiş olur.  

Kuantum mekaniğinde bu durum, bütünün, zahiri(görünen) tarafının açığa çıkıp,


bilinir olması demektir. Dünyada da her şey birbirinin gözlemesi altında olduğundan
her şey zahiri tarafıyla algılayanın, algısı(düşünce, niyeti) doğrultusunda kişinin
dünya(sın)da yoğunlaşarak madde yaşam olarak ortaya çıkıp, bilinir olmaktadır. 

Bu durum insan beyni ile kuantum mekaniği arasındaki benzerliği oluşturur. Çünkü
insan beyni aslında çok olasılıklı sonuçlar içeren kuantum mantığı ile çalışmak
üzere yaratılmış holistik(bütünsel) yapıya sahiptir ve bu makinalardan çok daha
fazla donanımla programlanarak yaratılmış muazzam bir mekanizmadır.

İslam tasavvufundaki insanın Allah’ın aynası olduğu düşüncesi kuantum fiziğindeki


veri tabanı üzerinden algılayan gözlemci etkisi(düşünen, niyet sahibi) kavramına
karşılık gelir. Kuantum mantığı ve tasavvuf anlayışının ortak tespitine göre
gerçekte bir tane gözlemci vardır. Gözleyen ve gözlemlenen birbirlerinden ayrı
şeyler değildir. Bu da tasavvuftaki vahdet-i vücûd(tek varlık) anlayışına denk
gelir.

“Nerede olsanız o sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı bilir, görür. Çünkü size
hayat veren ruhunuz(hakikatiniz esma ile var olması nedeni ile)ona
bağlıdır.” (Hadid Suresi/4)

Kuantum mekaniğini en iyi kullananlara örnek ise sufilerdir. Bu kimseler


nefislerini kontrol altına alarak, vahdet-i vücudu, tevhidi yani tekliği bütün
hücrelerinde hissedip zihinlerini bedensellik algısından kurtardıklarında
bilinçleri, parçacık/madde halinden soyut dalga durumuna geçer. Bu suretle dünyevi
aklın kabul edemeyeceği metafizik ışınlanma(teleportasyon) olayını gerçekleştirerek
birçok yerde aynı anda, eş zamanlı görünme(kuantum dolanıklık,
süperpozisyon) durumunda bulunabilirler.

Ermişler, azizler, mistikler tarafından da gerçekleştirilen bu tür olaylara şahit


olduğunu söyleyen birçok insan vardır. Mesela; pek çok Allah dostunun ayrı
yerlerdeki toplantı, ilim ve zikir meclislerinde aynı anda bulundukları
görülmüştür. Somuncu babanın cuma namazı sonrası çıkışı Ulu Camii nin ayrı
yerlerinde bulunan kapılarında aynı anda  bulunarak savaşa gidecek askerlerle
helalleştiği söylenir. Aynı zaman diliminde hem burada, hem Hac da görülen evliya
hikâyeleri anlatılır. Savaşta(Çanakkale) bir an da askerlerin arasında belirip
onlara moral veren, onlarla savaşan kimseler olduğu yabancı
tarihçilerin kayıtlarında belirtilmiştir. Geçmişte hikâye gibi anlatılan bu olaylar
günümüz kuantum fiziği teorileri ile ile bilimsel olarak izah edilebilen
süperpozisyon ve teleportasyon kavramlarına örnek teşkil eden hadiselerdir.

Aslında, insan bütünsel(holistik) bir algılama sistemi ile çok seçenekli kuantum


süperpozisyon mekaniğine sahip böylesine muazzam bir beyin yapısı ile holografik
bir evrende yaşamasına rağmen, bunun farkındalığından uzak olduğu için sahip olduğu
mekanizmayı en ilkel hali ile kullanmaktadır. İnsan sahip olduğu bu muazzam
mekanizmayı en üst güncelleme hali kuantum mekaniği ile kullanamadığı takdirde
klasik bilgisayarlarda olduğu gibi dünyevi çıktı(yaşam) var-yok, negatif-pozitif
gibi iki bilinç seviyesinden açığa çıkmaya devam eder.  

Oysa yaratılış programı gereği insan da her şey potansiyel olarak vardır.

“Allah Adem’e esmaların tümünü talim etti.” (Allah esmalarla var olan varlıkların
tüm özelliklerini, onları nasıl kullanılacaklarını, insana talim ederek onu
programladı) (Bakara Suresi/31)

İnsanın sahip olduğu bu potansiyel, onun istenci(talebi, çabası) oranında aktive


olup zahir(dünya) âleminde açığa çıkıp, bilinir olabilir. İnsan yüksek frekanslı
bilinç halleri ile sonsuz sınırsız oluşu ancak, gündelik bilinç hallerinin
illüzyonundan zihnini kurtarıp, sahip olduğu bu potansiyeli kullanabildiği oranda
fark eder. Böyle bir fark ediş hakikatine ermek için bilincin Allah'a yönelerek,
yükselişi yani “URUÇ” etmesidir.  

Fakat yaşama bakışını, değerlendirmesini ve felsefesini sadece bir parça olan madde
üzerine yoğunlaştırıp, birçok veriyi beynine ezber olarak depo eden insan, klasik
bilgisayarlarda olduğu gibi aldığı verileri analiz etmeden var- yok ikilemi ile bir
robot gibi kullanır. Bu yüzdende beynine yüklediği veriler arasında bir ilişki
oluşturup yeni hikmetli bir düşünce üretemediği gibi sistemi okuyup, evrensel
hakikatleri fark edemez. Var-yok ikilemi(şirk) arasında sıkışıp kalmış olan insanın
en büyük problemi ve yaşadığı sıkıntıların sebebi de budur.

İnsanın algıyı sadece var-yok ikilemi, ikilik(şirk) formatı üzerinden okuyup,


değerlendirmesi ile de bireysel algıda vehim, vesvese işe karışır ve kişinin
dünya(sın)da zıt kavramlar açığa çıkar. Bu suretle kişinin dünya(sın)da vesvese,
kin, nefret, korku, acı, kötülük, vb. bilinip, yaratılmış olur.  

“Şüphesiz, kim Allah'a(tek olana) şirk(ikilik) koşarsa, Allah ona


Cenneti(huzuru) haram kılmıştır ve onun gideceği yer cehennemdir. Zalimler için
orada hiç yardımcılar yoktur” (Maide suresi/ 72)

İnsanın bu durumun farkına varabilmesi için klasik fizik yasaları ile sınırlı
dünyevi madde boyutundan değil de, özünün var olduğu sınırsız, birçok sonuca kapı
açan kuantsal, holistik boyuttan teklik bilinci ile olaylara bakabilmesi gerekir.

Çünkü kuantum fiziğindeki tüm evrenin bir bütün oluşu anlayışı, tasavvuftaki
Vahdet-i Vücûd(tek varlık) kavramının zahiri dünyaya yansımasıdır. Bu durumun
farkındalığındaki insanın bilim/zahir ile din/batıni bilgileri tefekkür etmesi onun
yaratılış - kader - kaza - tevekkül - tayyı mekân, vb. gibi dindeki metafizik
kavramların çalışma mekanizmasını anlayarak, bilinçsel tekâmülünü sağlar.  

Madde(dünya, yaşam) dediğimiz şey, gözlem, algı ile oluşan düşüncenin, zihnin


ürünüdür. Var olan her şey bu gözlem(niyet) ile zahire çıkan enerjinin maddeleşmiş
halidir. Oysa insan zihni an da nötr(kuantum süperpozisyonda) yorumsuz kalıp, her
şeyle “BİR” olmayı başardığında madde alemdeki tüm karmaşa yok olmaya başlar. Bunun
insanı götüreceği yer iyi ve kötü ayrımının, önyargıların olmadığı hiçlik
boyutudur.

Hiçlik boyutu, nötr kalabilen bilinç halinin arzu ve beklentilerden kurtulmuş,


kişilerin yorum yapmadığı düşüncedir. Yani kişinin, herhangi bir şeyi düşünüp
yarattıktan sonra ona iyi, güzel, doğru, kötü, çirkin ve yanlış diye niteleme
yapmayacağı bir düşünce şeklidir. Bu durum da yargılama da devre dışı kaldığı için
hayır da, şer de, güzel de, çirkin de, iyi de, kötü de birdir. Şer olarak
algılanacak şeylerin dahi Hızır ile Hz. Musa’nın hikâyesinde(Kehf Suresi/67-
68) olduğu gibi sonuçta hayır olacağı anlaşılır.  

Çünkü insan an da yorumsuz, nötr (kuantum süperpozisyonda) kalabildiği oranda bir


çok alternatif paralel sonuç batında askıda(bilinmezlik) kalır. Bu durum
yapabileceğinin en iyisini yaptıktan sonra bundan sonrası beni aşıyor, belki
bilinmez olan, mevcut seçeneklerden en iyi olana gebedir, ihtimaline zihni açarak,
daha sonra büyük resmi gördüğümde bütün bunları niye yaşadığımı anlayacağım inancı
ile akışa/sisteme teslim(İslam) olmaktır.  
“O, onların önlerindekileri de, arkalarındakilerini de bilir. Onların ilmi ise asla
bunu kavrayamaz.” (Taha suresi/110)

Olaya hiçbir veri(niyet) yüklemesi yapılmadığı, en iyi sonucu yazılımı yapan bilir


diyerek nötr kalınıp, sonucun sisteme bırakıldığında yani tevekkül edildiği
taktirde, sistem bilinmezlikteki olasılıklar içerisindeki sonuçlardan en iyisini
bir kuantum bilgisayarı gibi en detaylı hesaplamaları çok kısa sürede yaparak
seçip, zahirde bilinir kılar.

Burada tevekkül edip, Allah’ı vekil tutmak, özdeki muazzam sistemi(kuantum


bilgisayarı) devreye sokmaktır. Bu da tevekkülün ne kadar önemli bir şey olduğunu
açığa çıkarmaktadır. Çünkü tevekkül eden en hayırlı olan neticenin Allah sistemi
tarafından tespit edileceği inancı, niyeti ile nötr pozisyonda, hiçlik halinde
kalarak sonucu sisteme havale eder ve sistemde muazzam bir değerlendirme ile
oluşacak çıktının geçmiş, gelecek, vb. tüm risk hesaplamalarını hızla yaparak
olabilecek en olumlu/hayırlı seçeneği kişinin dünyasında(zahir yaşamda) çıktı
olarak verir.  

Bireysel iki seçenekli algıda vehim, vesvese işe karışırken, sonsuz seçeneklere
sahip sığınılan vekil(Allah sistemi) geçmiş, gelecek tüm risk hesaplamalarını hızla
yaparak olayı en mükemmel şekilde çözüp, neticeye ulaştırır. Gereken çaba
gösterildikten sonra kendini aradan çıkarıp işinin sonucunu samimiyetle Allah’a
havale eden kişi, kâinatın sahibi olan o muazzam sistemin gücünü, kudretini yanında
hissettiğinde rahatlar.

“Bir işe başladığın zaman, Allah’a tevekkül et, Ona güven!” (Al-i imran suresi/159)

"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona bir çıkış yolu gösterir. Ve onu hiç
ummadığı yerden rızıklandırır. Allah, ona yeter." (Talak suresi/2-3)

Din ve bilim geçmiş de olduğu gibi, günümüzde de bir, birleri ile hiç alakası
olmayan iki ayrı şeymiş gibi algılanarak, değerlendirilmektedir. Oysa din o ana
kadar somut olarak tespit edilmemiş olan Allah sistemini(sünnetullahı) metafizik
kavramlarla anlatmaktadır. Bilim ise bu sistemin zaman içerisinde fiziksel olarak
tespiti neticesi somut bilinir olma hadisesidir.  

Bu yüzden doğru anlaşılmış bir din ile bilimin verileri birbirine zıt olamaz.
Aksine aynı kaynaktan gelip, aynı ilmin yansıması olduğu için her biri kendi
alanından Allah’ı ve sistemini işaret eder. Görüp, okuyabilen için biri, diğerini
doğrular. Bunun aksini düşünenin, ya bakışında bir problem vardır veya dini ve
bilimsel verileri yorumlamasında eksik bilgi nedeni ile bir sıkıntı vardır.

Bu durum “Sübhanallah” diyememek yani her an yeni bir şey yaratıp bunlarla da asla
kayıtlanmayan ve sınırlanmayanı görmekten perdelenmektir.

Bilmeyen bilmediğinin bilinci ile kalben iman ederek yaşar. Bilen kalben olduğu
kadar aklen de ikna olarak ikan hali ile(görerek, bilerek) hakikati yaşar.
Bilmediğini bilmeyen ise her şeyi bildiğini iddia ederek red edip, kozasının içinde
her şey bu kadar zannedip oyalanmaya devam eder.  

7th August 2020, Unknown tarafından yayınlandı


Etiketler: Hiç olmak holistik keramet kuantum bilgisayar niyet nötr parelel
evren somuncu baba süperpozisyon tayyı
mekan teleportasyon tevekkül uruç ışınlanma Şirk

20 

Yorumları görüntüle

JUL

Evrenin senfonisi - Sicim teorisi - Boyutlar

Halk arasında bilinen “ermek” her şeyi terk etmektir. İslam ariflerine göre her
boyut kapısını geçmek bir terk ediştir. Bu terk edişler aslında maddeden bağımsız,
bilincin boyutlar arası yolculuğudur. Çünkü madde üçüncü boyuttan sonra işlevini
kaybeder. Bilinç(ruh) ise boyutlar arası yolculuğuna devam ederek bütün boyutları
görüp, izleyen hâle bürünür. Bütün kapıları geçen, hiçliğe
varır. Mir'acını* tamamlar. İşte en ilahi nokta da burasıdır. Bu durum Hakk’a
varmak, yaratan ile bütünleşmektir.

Arifler insana bütün âlemlerin hakikatini varlığında toplayan, bütünleştiren ve


uzlaştıran anlamına gelen “kevn-i câmi” derler. Mikro-kozmos olan insan, makro-
kozmos evrenin bir yansımasıdır. Evren büyük âlem, insan ise bunun yansıması olan
küçük âlemdir. Bu yüzden insan dışarıda olanı içinde, kendi varlığında fark edip,
miracını(boyutsal yolculuğunu) yapmadan Allah’ı da, evrenin sırlarını da gereği
gibi tanıyıp, bilemez. 

Miracı yapıp, evrensel sırlara ulaşmak için, bireysel benliğin sembolik ifadesi
olan cüz-i aklın yani zekânın ötesine geçip, onu aşmak sureti ile külli akla
ulaşmak ve onu anlamak gerekir. İnsan ancak o zaman evrenselliği ve kendini idrak
eder. Bu da insanın fiziki olarak olduğu kadar metafizik olarak da kendi yapısını
ve evrenin çalışma sistemini bilip, buranın değerleri üzerinden kendini okuması ile
mümkündür.

“İnsana sığabilene âlem, âleme sığamayana da insan denir” (Muhammed İkbal)  

Evrende var olan her şey hologram yapı(bütünün, zerrede kodlu oluşu) gereği insanda
mevcuttur. İnsanın beyninde şifrelenmiş olan ilahi gerçekler insanın boyutsal
yolculuğunu yani miracını yaparken evreni kendisinde bularak okuması/tanıması ile
bilinebilir. Evreni kendinde bularak okuyabilen o ana kaynaktan, bilinçsel tekâmülü
ve ilmi oranında “Ümmül(ana) kitabı” okumuş olur. Kendi bireysel benliğinin üstüne
çıkarak miracını tamamlar ve evrenle bütünleşir. Evrenle bütünleşmek yaratıcı olan
Allah’a ulaşmak, kapasitesinin el verdiği oranda onu tanımak demektir.

“Biz dış dünyadaki ve kendi içlerindeki işaretleri onlara göstereceğiz” (Fussilet


suresi/53) 

Bugün bilim, Allah’ın evreni nasıl yarattığını anlama çabasını sürdürmektedir.


Einstein: “Tanrının evreni nasıl yarattığını anlamak istiyorum” demiştir. Çünkü
evren insan için hakikati saklayan bir perdedir. İnsan evrenin boyutlarına
bilinçsel yolculuğunu sürdürüp kendini orada bulabildiği oranda miracını
gerçekleştirir ve perdenin arkasındaki ilahi hakikatleri fark eder. Bu suretle de
kendini, evrenini ve Allah’ı tanıyarak tekâmülünü gerçekleştirir.

Geçmişte bilim yeterli olmadığı için iman yolu ile kabullenilen hakikatler,
günümüzde bilimin tespitleri ile insanı kalben olduğu kadar zihnen de tatmin
ederek, onu görerek, bilerek, yakin, emin olmuş insan konumuna getirmiştir. Bunun
en önemli aşamalarından biri atom altı fiziğin “süper sicim teorisi” ve “her şeyin
teorisi” olarak isimlendirdiği çalışmalardır.

Sicim teorisi, tüm evrenin titreşimsel frekanslarla atom altı boyutta


belirlendiğini öne sürer. Teoriye göre her şey birdir ve her şey bir tür müziktir.
Bu İslam metafizikçileri tarafından da yüzyıllardır anlaşılmış ve mecazlarla ifade
edilmeye çalışılmış bir kavramdır.

Süper sicim teorisine göre maddeyi oluşturan temel parçacıklar on boyutlu uzayda
kendi üzerine kıvrılarak titreşen tek boyutlu enerji iplicikleridir. Bu çok küçük
sicim(iplikçik)ler gerekli enerji sağlandığında evren kadar uzayabilirler.
N.Tesla’nın eter(esir madde) diye tabir ettiği on birinci boyut olarak kabul edilen
"M" zar yapı içerisinde ahenk ile titreşen(büzülüp, dalgalanan) bu mikro sicimler,
farklı rezonanslarda dalga boyları ile evrendeki senfoniyi oluşturan melodilerin
notalarını(canlı, cansız birbirinden farklı tüm varlıkları) üretirler. Bu notaların
oluşturduğu melodilere “madde” bu melodilerin yarattığı senfoniye de “evren”
denilir.

Kısaca süper sicim teorisine göre evrendeki her şey birbirleri ile bağlantılı fakat
farklı titreşerek, değişik frekanstaki dalga boyları ile notalar(madde varlıklar)
üreterek, bütünde senfoniyi(evreni) oluşturan tek bir yapının farklı boyutsal
tezahürleridir.   

“O her an yeni bir bir şe’n(ayrı bir tecelli, yeni bir oluş) üzerindedir.”(Rahman
suresi/29)

Buradaki durum sanki görünmeyen bir takım sicim(ip)lerle evrendeki her şeyin
birbirine içten içe bağlı olma hali ile bütünde tek bir müzik eserini ahenkle
oluşturup, çalıyor olmalarıdır. Bu yüzden gündelik bilinç hallerinde algıladığımız
fizik âlemde gözümüze dağınık ve parçalanmış olarak yansıyan nesneler, arka
planlarında(özlerinde) mükemmel bir biçimde uyum, uzlaşı ve ahenk sergilerler.

Yani basit bir mantıkla, evrendeki her şey aynı enstrümanın tellerinden çıkan
farklı notalar gibidir. Farklı frekanslarda titreşen evrenin notaları(sicimler)
madde varlıkları oluşturarak sonuçta evrenin müziğini/senfonisini oluşturur. Bu
notalar, her an birbirleri ile iletişim ve bütünle etkileşim halindedirler. Bütün
ile kesintisiz bağlantıyı ve koordineyi sağlayan ortak hafızaya sahiptirler. Bu
yüzden biz farkında olmak istemesek de bizim farklı olarak algıladığımız her şey
bütünde muazzam bir uyum içerisindedir.

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her şey O'nu tesbih eder(varlıklarını oluşturan
esmalarını açığa çıkartıp, bilinir olmak için her an hâlden hâle dönüp dururlar).
O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini
anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.”(İsrâ Sûresi/44)

Evrendeki her şey ve her türlü hareket, sicimlerin birbirleri bağlantılı olması
nedeni ile sistemin bütünü tarafından algılanır, hissedilir ve ona bir cevap
verilir. Bütünü etkilemeden bir taneciği yerinden çekip almak, ona müdahalede
bulunmak imkânsızdır. Bu yüzden evrendeki her şey birbiri ile ilişkili, koordineli
ve uyumlu olmak zorundadır. Birinin yaptığı tüm eseri etkilemektedir. Bu durum bir
kelebeğin kanadını çırpmasından, bütün kainatın haberdar olması gibidir. Arifler
metafizik olarak bu durumu "Bir zerre dahi yerinden oynasa, bütün alem yok olur"
şeklinde açıklamışken, bugün bilim bu durumu varlıklar boyutu açısından "kelebek
etkisi" gerçeği ile ortaya koymuştur.   

"Bir sineğin kanadını oynatması, Arş-ı Rahman’ı titretir" (Hz. Mevlana)

Aslında tüm madde ve mana boyutları, bütünü(sayısız boyutları) içinde barındıran


holografik düzenlenmiş "bilinçli tek bir yapıdır." Fakat frekans farklılığı "boyut"
dediğimiz bu algılama katmanlarını ve buradaki alternatif sonuçların yazılımı olan
parelel evrenleri oluşturur.  

Evreni oluşturan bu senfonide de insan beyni, ancak algılama kapasitesi


oranındaki(dört bin ila yedi bin arasındaki) frekans dalgalarını tanımlayarak,
bunların oluşturduğu notaları(varlıkları) madde olarak algılar. Diğerlerini ise
algılayamadığı için yok (gayb) olarak kabullenir.

Aslında tüm notalar, aynı anda-aynı yerdedir. Ancak insan beş duyusu ile 4 boyutu
madde dünya olarak algıladığı, algı kapasitesinin üzerindekileri yani diğer 6
boyutu algılayamadığı için buradaki oluşumları ve parelel evrenleri(alternatif
yazılımları) fark edemez. Algılayamadıklarını "gayb âlemi, manevi ahiret alemi"
olarak tanımlar.

Bundan dolayı insan, biyolojik bedeni ile oluşturduğu dünya(sın)da madde âlemde
yaşarken, beyninin tanımlayamadığı dalgalar, itibari ile farkında olmasa da her an
manevi boyutta/ahirette de bulunmaktadır.

Yani algılanan maddesel boyut kavramı algılayanın algılama kapasitesi ile ilgili
"görsel-izafi" bir şeydir. İnsan algılayamadığı boyutları ancak gündelik sıradan
bilinç hallerinden zihnini kurtarıp, yüksek frekanslı bilinç hallerine
yükseldiğinde kapasitesi oranında fark edebilir. 

Atom altı kuantum biliminin, İslam metafiziği olan tasavvuf ile birleştiği
noktadaki bu bilgiler, samimiyetle hakikati arayan, düşünen insanın, evrensel
sistemin çalışma mekanizmasını anlama ve hayrına kullanabilmesinde önemli
öğretilerdir. Dini metinlerde dinin derinlikli anlamlarının, batini boyutlarına ait
bu tarz bilgiler içinde bulunulan zamanın şartları algılamaya müsait olmadığı için
sembol ve mecazlar ile ifade edilmiştir.

Bu şekilde ifade edilmek zorunda kalınan hakikatler, atom altı bilimin tespitleri
ile deşifre olup, algılanır hale gelmesi, bilinen birçok şeyi değiştirmiş, bilim
dünyası ve vizyonu geniş entelektüel kesim bu tespitleri dikkatle inceleyip, yeni
bakış açısıyla sorgulayarak, değerlendirmeye başladıktan sonra bilim ile derin
din(islam metafiziği, tasavvuf) aynı şeyleri konuşur hale gelmiştir. Bu durum da
hakikati arayan bilinçli, aydın insanı kalben ‘iman’ eden kul olmaktan, aklen
mutmain(görerek, bilerek, yakinen emin) olmuş 'ikan' eden kul boyutuna
yükseltmiştir.
Çünkü din Allah sistemini(sünnetullahı) anlatmaktadır. Bilim ise bu
sistemin(sünetullahın) zaman içerisinde tespitidir. Fizikte rölativitenin ve
kuantum mekaniğinin ortaya çıkmasıyla ulaşılan bilgiler, manevi söylemlerle ifade
edilen evrenin çalışma tekniği, yaratışın sırları ve buradaki metafiziğin daha iyi
anlaşılmasını sağlamıştır.

“Bugün kuantum fizikçi bilim adamları, “sicim teorisini” Mevlana’nın


Mesnevi’sindeki “Evrende her nesne bir, birine görünmez bir sicimle bağlıdır”
beyitini okuyarak, oradan aldıkları ilhamla çözdüklerini söylemektedirler.

Atom altı sicim teorisi günümüz modern fizikçiler tarafından 'Her Şeyin Teorisi'
(atom altı parçacıklardan, kuantlara, kara deliklerden, büyük patlamaya kadar her
şeyi matematiksel olarak izah edebilen bir teori) olarak da isimlendirilir. “Hey
Şeyin Teorisi” olarak adlandırılan “Süper Sicim Teorisi”, mikro kozmosdan, makro
kozmosa kadar evrendeki birçok şeyi matematiksel olarak açıklarken, İslam'daki
Tevhid(teklik) hakikatini ve Miraç(boyutsal yolculuk, ilim semasında yükselmek)
olayını anlayanlara en anlaşılır şekilde izah eden bilimsel teoridir.     

* Yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını ifade eden "Mir'aç" kavramı İslam’da Hz.


Muhammed(sav)in (boyutsal) yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edilmesi olayını
anlatır. Hz. Muhammed(sav) mir'ac da, yanında Cebrail olduğu halde yükselmeye
başlar. Cebrail ile birlikte bu yükseliş belirli boyutlara kadar devam eder.
Cebrail(akıl) bu noktada bir parmak ucu daha ileri geçecek olursam yanarım der ve
orada kalır. Çünkü bedensel algılama(akıl) üçüncü boyutta(beş duyu sınırları
dışında) işlevini kaybeder. Hz. Muhammed(sav) ise bundan sonra
bedensel(parçacık/madde) yapısını terk ederek tam bir iman içerisinde,
teslimiyetle(Refref) bilinçsel/ruhsal(dalgasal) vasfı ile yükselişini üst boyutlara
sürdürür. Vardığı boyutları görüp, tüm evreni  ve boyutları her yönü ile izler
(Cennet ve nimetleri - cehennem ve azapları kendisine gösterildikten) sonra Allah'a
varır. Sonra miracını tamamlayarak dünyasına geri döner.

4th July 2020, Unknown tarafından yayınlandı

Etiketler: Ahiret boyutsal yolculuk evrensel sır frekans gayb


alemi herşeyinteorisi islam metafiziği kelebek etkisi kuantum miraç onbir
boyut Parelel evrenler sicimteorisi tasavvuf

Yorumları görüntüle

MAY

25

Tanrı parçacığı/Higgs bozonu - Bilim ile din aynı şeyleri söylüyor

Gündelik bilinç hallerinde varlığımızı sürdürdüğümüz dünya yaşamındaki fiili


oluşumları, klasik fizik yasaları ile anlayabiliriz. Fakat düşüncelerimizle
oluşturduğumuz dua, niyet, vb. gibi bir yaratılış mekanizmanın çalışma sistemini
anlayabilmek için daha güçlü yasalara gerek vardır. Bu da atom altı kuantum fiziği
ve holografik evren yasalarıdır.  
Günümüzün atom altı kuantum fiziğinin 'Her biri aynı şeyden meydana gelmiş,
birbirinden bağımsız ayrı, ayrı şeyler değiliz. Tümümüz aynı şeyiz' tespiti ile
klasik fizik teorilerine göre her şeyin birbirinden ayrı ve bağımsız şeyler olduğu
tezi çürümüştür. Mutasavvıfların yüzyıllardır dile getirdiği her şey ne kadar
farklı ve ayrı görünse de aslında aynı mutlak gerçekten var olmuş ve her şey bu
mutlak gerçeğin(tek olan varlığın) farklı tezahürleridir görüşüne, kuantum
fizikçilerde ortak olmuşlardır.

Bu yüzden sufiler ve kuantum fizikçileri klasik, materyalist dünya görüşünün aksine


evrendeki her şeyin birbiriyle bağlantılı olup birbirlerini etkilediğini var olan
her şeyin tek olan aynı mutlak gerçeğin farklı tezahürleri olduğunu düşünürler.
Onların tespitlerine göre tek olan varlık her an devamlı dönüşmek, sureti ile yeni
bir hal alarak biri çok göstermek suretiyle bir illüzyon/yanılsama yaratmaktadır.

“O her an yeni bir bir şe’n(ayrı bir tecelli, yeni bir oluş) üzerindedir.”(Rahman
suresi/29) 

Atom altı kuantum fizikçileri ve sufilere göre, gözleyen ve gözlemlenen (kuantum


gözlemci etkisi kavramı gereği) birbirlerinden ayrı şeyler değildir. Aynı tek olan
şeyin farklı tezahürleridir. Kuantum yasalarına göre gözlemcinin kendisi olayların
bir parçasıdır. Sufilerin deyimi ile de Allah’ın aynasıdır. Tasavvuf inanışındaki
insanın Allah’ın aynası olduğu düşüncesi, kuantum dünyadaki 'gözlemci etkisi'
kavramına karşılık gelmektedir.

Hiçbir şey, bir diğer şeyden bağımsız değildir. Gözlemci bilincinin(niyetinin)


gözlemleneni oluşturması her şeyin kökeninde 'mutlak tek bir bilincin' olduğunu,
kuantum etkileşimleri ile açığa çıkan varlık algısının ise, bu 'mutlak zihnin'
içindeki bilinç etkileşimleri sonucu oluştuğu anlamına gelmektedir.

“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir(varlığınızın esma terkibi olması


nedeni ile) O bütün yaptığınız her şeyi görüp, bilmektedir”hakikatinizin Esmâ ül
Hüsnâ’sıyla varolması hakikatinizin Esmâ ül Hüsnâ’sıyla varolması hakikatinizin
Esmâ ül Hüsnâ’sıyla varolması shakikatinizin Esmâ ül Hüsnâ’sıyla varolması
sonucu(Hadîd Suresi/4)hakikatinizin Esmâ ül Hüsnâ’sıyla varolması
sonucuhakikatinizin Esmâ ül Hüsnâ’sıyla varolması sonucuhakikatinizin Esmâ ül
Hüsnâ’sıyla varolması sonucu

hakikatinizin Esmâ ül Hüsnâ’sıyla varolması sonucu

Tanrı tanımını 'bilinci maddeye çeviren' diyerek açıklayan kuantum fizikçiler,


yoğun veri yüklü enerji dalgalarının somut dünyaya dönüştüğünü söyleyerek,
tasavvuftaki misal(dünya) âleminin, gerçek öz olan mana âleminin bir
yansıması(hayal) olduğu inanışıyla bağ kurarlar.

Çünkü dünyamız(aynamız) da açığa çıkanlar, düşük hızlardaki mana yüklü frekans


dalgalarının, beş duyu ile deşifresi neticesinde algılanır olmaktalar, bu şekilde
çokluk algılaması oluşarak, insanda kuantum fizikçilerin tabiri
ile (gözlemleyen)ben ve içinde yaşadığı dünya(gözlemlenen) kavramı oluşmaktadır. Bu
suretle de açığa çıkan her şey oluşan 'çokluk algısı' ile ben(liği) oluşturup,
kişiyi var sandığı hayal dünya(sın)da yaşatmaktadır.

Atom altı kuantum fiziğinin madde kavramı üzerindeki bu tespitleri bilinen birçok
şeyi değiştirmiş, bilim dünyası ve vizyonu geniş entelektüel kesim bu tespitleri
dikkatle inceleyip, yeni bakış açısıyla sorgulayarak, değerlendirmeye başladıktan
sonra bilim ile din aynı şeyleri konuşur hale gelmiştir. 

   

Dini metinlerde içinde bulunulan zamanın şartları algılamaya müsait olmadığı için
sembol ve mecazlar ile ifade edilen, dinin derinlikli anlamlarının, batini
boyutlarına ait metafizik bilgiler, günümüz atom altı kuantum fiziğinin tespitleri
ile insanı kalben 'iman' eden kul olmaktan, aklen mutmain(görerek, bilerek, yakinen
emin) olmuş 'ikan' eden kul boyutuna yükseltmiştir. 

Atom altı kuantum biliminin, tasavvufla birleştiği noktadaki bu bilgiler,


samimiyetle hakikati arayan, düşünen insanın, evrensel sistemin çalışma
mekanizmasını anlama ve hayrına kullanabilmesinde önemli öğretilerdir.   

Fizikte rölativitenin ve kuantum mekaniğinin ortaya çıkmasıyla ulaşılan bu


bilgiler, manevi söylemlerle ifade edilen evrenin çalışma tekniği, yaratışın
sırları ve buradaki metafiziğin daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.

Mesela; atom altı bilimin 'tanrı parçacığı' olarak tabir ettiği “Higgs


bozonu”(foton gibi soyut/hiç olan bir parçacığın, alanla etkileşime girip, kütle
kazanıp yoğunlaşması neticesi oluşan atomlar ile somut maddenin oluşması) aslında
Kur’an da ki Allah’ın 'Ol' sözüne karşılık gelmektedir.

“Kûn Fe Yekûn” Ol Der ve Olur. (Yasin suresi/ 82)

Çünkü kişinin dünyasında açığa çıkanlar, soyut mana(esma) yüklü frekans


dalgalarının, düşük hızlarda yoğunlaşarak kütle kazanıp beş duyu ile somut var
olarak algılanması hadisesidir. Sonsuz hızda 'mutlak tek bir bilinç' vardır ve bu
bütünsel TEK yapı, gözlemlendiğinde(etki oluştuğunda) hızını azaltarak sıfatları
vasıtası ile algılayan(benlik) ve algılanan suretleri açığa çıkartıp,
varlıklar(çokluk) âlemini oluşturmaktadır. Tek olan varlık, suretlerden oluşan bu
çokluk algısı illüzyonu ile zatını örtüp, perdelerken “Ey örtüsüne bürünmüş
olan”(Müddesir suresi/1) aynı zamanda da bu suretler(varlıklar) vasıtası ile
manalarını bilinir kılmaktadır.  

“Ben (özde) gizli(hiç) bir hazine(bilgi) idim. Bilinmekliğimi istedim


(gözlemlenen)âlemi, bilmekliğimi istedim Âdemi(algılayan/gözlemleyen bilinci)
yarattım"(Hadis-i kudsi)

Kuantum fiziğine göre tüm evrenin bir bütün(tek bir yapı) oluşu tasavvuftaki
'vahdet-i vücut' kavramının bir karşılığıdır. Buna göre de kâinatta her şey,
birbirine bağlı canlı bir alan oluşturmaktadır. Zihinlerimiz bu alan vasıtası ile
her an birbirleri ile ilişki halindedir. Kuantum fiziği gözlemci etkisi kuramına
göre her şey birbiriyle bağlantılı olduğu için gözlemci, gözleneni(dış
dünya) gözleyerek(bilgilendirmek suretiyle) etkileyerek, değiştirmektedir. 

Bu yüzden hadiseler üzerinde oluşturduğumuz düşüncelerimiz, dualarımız, hal ve


niyetlerimiz enerji dünyasına etki ederek madde üzerinde yoğunluğu oranında
düzenleyici ve yapıcı etki oluşturmaktadır. Bu da tasavvuf düşüncesindeki yaratma
enerjisinin oluştuğu 'dua ve niyet' kavramına denk gelmektedir.    

“Ameller niyetlere göredir. Kişi neye niyet ettiyse onun karşılığını alır” Hz.
Muhammed(sav)

Çünkü soyut(hiç) olan, bilgilendiğinde(gözlemlendiğinde) kuantum dalga fonksiyonu


çöküşü gereği ışık hızının altına çekilir. Gözlemin yoğunluğu oranında hiç olan
soyut dalga alanla etkileşime girip, 'Higgs bozonu/tanrı parçacığı' kuramı gereği
kuantlaşarak, kütle kazanır ve gözlemleyenin(algı oluşturanın) dünya(sın)da
somut (parçacık/madde) olarak yerini alıp, bilinir olur. 

“Yerleri ve gökleri yaratmazdan evvel rabbimiz altında ve üstünde hava olmayan


âmâ(hiçlik, bilinmezlik)de idi!” Hz. Muhammed(sav)

Atom altı boyut itibari ile zaman tek an olduğu için ahiret/bilinç ve
dünya/madde diye bir ikilem de yoktur. Aslında ahireti de, dünyayı da aynı anda
yaşıyoruz. Fakat beş duyu ile oluşan zaman ve mekân sınırlaması ile oluşan gözlem
ile oluşan yanılsama(illüzyon) neticesi ayrı ayrı şeylermiş gibi algılıyoruz. Ancak
beş duyu sınırlaması bir şekilde devre dışı kaldığında, bütünün algılayamadığımız
kısmının farkındalığına ulaşıyoruz.

Bu durum, gökyüzündeki Ay’ın gözlendiği konuma göre farklı(hilal, yarım ay,


dolunay) şekillerinde görülüp, algılanması gibidir. Bütünün, beş duyu ile
gözlemlenip, şahit(şehadet) olunarak algılanabilen kesitsel boyutu, varlık için
yaratılmış somut, madde(dünya), beş duyu kapasitesi yeterli olmadığı için
gözlemlenemeyen(duygu, iç sıkılması, hissediş, vicdan, vb.) kesiti ise soyut,
bilinmeyen, gayb, ahiret âlemidir. Beş duyu ile algılanamayan ahiret âlemi varlığın
beyin veri tabanının gelen verileri deşifre edebilecek kadar yeterli kapasitesi
olmaması nedeni ile bütünden, maddeye dönüştürüp, algılayamadığı suretsiz,
bütünsel, kuvve(soyut veri)dir.

Ölüm denilen olay ile de dünya hayatında ulaşılabilen tekâmül oranında tek olan
mutlak gözlemciye bütüne/öze (Allah’a) geri dönüş gerçekleşmekte ve o ana kadar
tekâmül neticesi oluşmuş veri tabanı kapasitesi üzerinden bundan sonraki
gözlem(algılama) gerçekleşerek ahiret hayatı yaşanmaktadır.

“Müşrikler dediler ki: Yaşam bu dünya hayatından(gördüğümüzden) ibarettir! Hepsi


buradadır! Bizi sadece zaman(dehr) yok eder! Hâlbuki onların buna dair bir ilimleri
yoktur. Onlar, sadece böyle zannederler” (Câsiye Suresi/24)

Kuantum fizikçisi Dr. Wolf modern fiziğin geldiği son noktada kuantum fiziği ile
tasavvufun birbirine olan şaşırtıcı benzerliğini gördüğünü itiraf etmiştir. Kuantum
fiziği mekaniğinin tasavvufi düşünce ile çok benzeştiğini, kuantum fiziğine göre
evrendeki her şeyin tasavvufi inanıştaki gibi tek yapı olduğunu, ayrılık ve çokluk
algısının ise sadece bir yanılsama(illüzyon) olduğunu söylemiştir.

Bu yüzden kuantum fizikçileri ile tasavvuf ehli sufilerin dünya görüşleri birbirine
çok yakındır. Çünkü atom altı kuantum fiziği teorileri ile sufilerin hakikati içten
gözlemleyerek, tefekkür ile ulaştığı metafizik tespitlerin birçok ortak noktası
bulunmaktadır.

İnsan klasik fizik bilgileri ve düz mantık ile düşünürse bu anlatılanları anlayamaz
ve boşluğa düşer. Anlamak için önce derin düşünmek, hayret etmek ve akıldan öte
sezgi gücüne sahip olmak gerekir. Fizikçi Richard Feynman da şöyle demiştir; “Ben
de anlamıyorum, kimse anlamıyor ama kuram çalışıyor. Kuantum teorisi karşısında
şaşkınlığa uğramayanlar (hayret etmeyenler) bu teoriyi anlamamış demektir.”  

Mutasavvıfların tefekkür ve keşif ile, bilimin ise yoğun araştırmalar ile ulaştığı
tespitlerin ortak noktası hakikatte var olanın sonsuz, sınırsız TEK bir yapı olduğu
gerçeğidir. Kuantum fizikçilerinin tabiri ile gözleyen ve gözlemlenen iki farklı
ayrı yapı olmayıp, gözlemlenen(yaratılan) algılayanın(gözlemleyenin) bilinç veri
tabanı doğrultusunda ki algılaması ile oluşan suretlerden kaynaklanan bir
illüzyon(hayal) olduğudur. Tasavvuf ehli zatlar, asırlardır bu hakikati 'âlemler
hayaldir' şeklinde ifade etmişlerdir.

Bilimin Tek varlık tespitini asırlar önce keşif yolu ile fark edip, teklik sırrına
eren birçok Allah dostu bu gerçeği dillendirdikleri için katledilmişlerdir.
Bunların en başında da Allah aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; 'Enel-Hak'(Ben
Hakkım) diyen Hallac-ı Mansur vardır. Mansur ben Allah'ım(zat) dememiştir. Hallac-ı
Mansur'un Enel Hak(ben Hakk'ım) sözü, Allah aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada
kendi fiil ve davranışlarını görmez olup kendisinde olan fiillerin tamamen Allah'a
ait olduğunu fark ettiği mecazi bir idrak halidir. Bu sözün söylendiği makam
Allah'ın sıfatları ile kulun idrak olduğu(Hak)makamdır. Sözün anlamı(Ben
Hakk’ım) demek ise de, Mansur "Ben Hakk’ım" derken, Hak’tan, Tek’den başka bir şey
yok demek istemişti. Bilimin bugün tespit ettiği bu hakikat o gün anlaşılamadığı
için Hallac-ı Mansur işkence edilerek öldürülmüştü.

Bu gün ise günümüz insanının modern bilimin ulaştığı bilgileri, tasavvufun ışığında
değerlendirerek sistemi hayrına kullanıp, huzura varması gerekir. Bunun içinde
bakış açısını kökten değiştirerek, evrene şartlanmış klasik bakış tarzı ile
birbirinden kopuk, bağımsız madde yapılı bireyler olduğu zannıyla bakmak yerine,
gören ile görülenin bir olduğu TEK bir bilinçle bakabilmesi gerekir. Bunu da dünya
yaşamında kendi bilincinin tekâmülü neticesi yenilenme/reform ile oluşacak 'yeni
bir bakış açısı'(format) ile gerçekleştirebilir.

“İşte biz, bu misalleri insanlar için(ibret alsınlar diye) anlatıyoruz. Ancak ilim
sahiplerinden başkası bunlara akıl erdirmez.”(Ankebut Sûresi/43)

25th May 2020, Unknown tarafından yayınlandı

Etiketler: Ahiret bilim ve din dua gözlemci higgs
bozonu holografik kuantum niyet sufi tanrı parçacığı tasavvuf vahdeti
vücud yaratış ölüm

16 

Yorumları görüntüle

MAY

Dua ile yaratış mekanizmasını çalıştırmak- Hu isminin gücü

Bir dileğin, isteğin gerçekleşmesi, kişinin bilinçaltı ile fiziki boyutun değerleri
arasındaki kaçınılmaz ilişkinin sonucudur. İnsan kendi özüne yönelerek benliğinden
uzaklaşıp dua ettiğinde o andaki tüm yönelimi ve istemi tamamen kendi özünde, kendi
iç dünyasında gerçekleştiği halde ettiği duanın sonuçlarının dışarıda diye
kabullendiği fizik dünyada ortaya çıkması kişinin iç dünyası ile dışındaki bağın ve
birliğin açık bir göstergesidir.  

Dua, beyin vasıtası ile kişinin özündeki İlahi kudreti değerlendirerek isteklerinin
dünya(sın)da açığa çıkışını sağlayan yaratış mekanizmasıdır. Keramet aracıdır.
İlahi kudretin açığa çıkışıdır.

“Kime dua kapısı açılmış ise ona rahmet(özdeki sınırsız potansiyel gücün) kapıları
açılmıştır.” Hz. Muhammed(sav)

“Neden dua sız bırakıyorsun dilini? Kapıyı çalmadan, açılmasını bekleyenlerden


misin yoksa?” (Hz. Mevlana)

İsteklerin, arzuların karşılığı insanın özünde mevcuttur. Öz de olana kavuşma


özlemi, İnsanda istek olarak açığa çıkmaktadır. Çünkü olmayan şey istek olarak
açığa çıkmaz, yok olan istenemez, istenen var olandır.

İnsan, tam bir yoğunlaşma ile yönelip dua ettiğinde kozmik kapıların açıldığını ve
imkânsızmış gibi görünen istek ve arzularının dünyasında gerçekleştiğini fark eder.
Çünkü dua kişinin özündeki "rubûbiyetin" harekete geçirilmesi suretiyle talep
edilenler istikametinde Allah’ın kudretinin kuldan açığa çıkmasıdır. Yani dua
ötedeki bir tanrıdan talep değil, İnsanın özündeki Rabb’inden çıkan istektir. Bu
yüzden dua özdeki Rabb’e yönelerek yapılır.

İnsan farkında olarak veya olmadan özünde var olan esma kodlarına yoğunlaşıp bu
kodları isteği doğrultusunda aktive ettiğinde bu suretle bir şeyleri hayır veya şer
olarak dünyasında oluşturup, açığa çıkartır.  

“En güzel isimler(esma) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin”(Araf


suresi/180)

Sadece dil ile söylenen değil yapılan her fiil yoğunluğu oranında onun ile
bağlantılı esmayı hareketlendirmek suretiyle güçlendirir ve kişinin dünya(sın)da
çıktı oluşturur. Bu yüzden insan ahlakı, duruşu, tavrı ve yaptıkları ile oluşan
enerji ile her an bir şeyleri kendine çeker veya iter. Bu suretle insan “fiil dili”
ile istekte bulunup, dua etmiş olur. Yani yaşam içerisindeki, olaylara verilen her
tepki aslında bir duadır. Kişinin kendi dünyasına davettir.  

Mesela ilim öğrenmek için o amaca dönük yapılan fiili çalışmalar duadır. Kişide
“Alim” esmasının açığa çıkmasıdır. Hasta olan birisinin iyileşmek için yaptığı
mücadele bir duadır. Para sahibi olmak isteyen birisinin çalışması, hatta! bir adet
şans oyunu oynaması bile bir duadır. Çünkü kişi yaptığı çalışmalarla oluşturduğu
fiillerle “rububiyetini” talebinin olduğu isme(esma) tahsis etmiş olur. Mesela;
ilim isteyen biri bu yöndeki çalışmaları ile Ya Rabbi dediği zaman “ya Alim” ismini
zikretmiş olur. Bu suretle de talebin gücü ve hikmet kurallarının izin verdiği
ölçüde istek oluşur. Olmuyorsa bu da hikmet gereğidir. 

“Dua kapı çalmaktır. Gerisine karışmak haddi aşmaktır.” (Hz. Mevlana)

Çünkü dünya, hikmet(neden-sebep-sonuç) yurdudur. Dünya âlemindeki sistem gereği her


şey, hikmet ilişkisi içerisinde Allah’ın yasaları ile kişinin özündeki "rubûbiyet
mekanizmasının“ harekete geçirilmesi vasıtası ile kuldan açığa çıkarak
işlemektedir.

Dua ile davet edilenler madde âleminde bir kerede ortaya çıkmaz. Talep edilen
konuda ısrarcı olup, isteğe yoğunlaşmak(gayret, çaba göstermek) gerekir. Çünkü
istek doğrultusundaki veri ile yüklenen frekans dalga ancak yoğun konsantrasyon ile
istenen amaca dönük beynin genelinde güçlü bir nöron aktivasyonu oluşturur. Bu da
oluşan yoğunluk oranında manyetik alan enerjisini arttırarak, talep edilen
doğrultudaki benzer dalgaları kendine çekerek, talebin formasyonunu(biçimlenmesini)
sağlar. Bu durum kişinin yaşamında duanın yoğunluğu(gücü) oranında madde âlemde
çıktı oluşması demektir.  
 

"Allah duada ısrar edenleri sever." Hz. Muhammed (s.a.v)

Dua bir enerji, frekanstır. Dua da ki yoğunlaşma ne derece güçlü ise etki o derece
fazla olur. Bunun en güzel örneği toplu yapılan dualar(yağmur duası, cuma namazı,
Hac'da Arafat'taki dua, vb.)dır. Bu tür toplu yönelimlerde uygulanan kuvvetin
frekansı, uygulanan nesnenin frekansı ile çakışıp aynı olduğunda frekansın
büyüklüğü artar ve zayıf lazer dalgalarının birleştiğinde, etkili güçlü bir dalga
oluşturması misali bulunulan alanda güçlü bir “rezonans etki alanı” oluşur. Bu
durum bu enerji alanında bulunanların isteklerinin soyuttan(düşünceden)
somuta(maddeye) dönüşme ihtimalinin oluşan yoğunluk oranında artması demektir.

“Toplu, cemaatle kılınan namaz(dua), kişinin yalnız kıldığı namaz(dua)dan yirmi


yedi derece daha fazîletlidir.” Hz. Muhammed (s.a.v)

Bu yüzden dua gücü oranında sistemin işleyişine etki edebilecek bir potansiyele
sahiptir. Düşüncelerimizin neticesi olan dua nın gerçekleşmesinin sırrı da burada
gizlidir. Çünkü düşüncenin kendisi ışıktan milyonlarca kere hızlı soyut
enerji/takyonik bir kalıptır. Düşüncelerimize yoğunlaşıp soyut enerji vererek(aktif
imgeleme) enerji halindeki düşünce, ışık hızının altına çekilerek(kuantum dalga
fonksiyonu çöküşü gereği) düşüncemiz madde - zaman âleminde gerçeğimiz olur. Bu
suretle de beynimiz düşüncelerimizle zamanı, bedenselliğimizle de mekânı oluşturur.
Sonuçta düşüncelerimizle oluşturduğumuz istek ve arzularımız (dualarımız) soyuttan,
somuta dönüşerek dünya(mız)da ki gerçekliğimizi oluşturur.  
"Ey habibim de ki, onlara; eğer duanız olmasaydı sizler Rabbimin katında ne işe
yarardınız?" (Furkan suresi/77)  

Bu yüzden dua bir çeşit yaratma enerjisidir. Bunun içinde insan dua mekanizmasının
çalışma sistemini bilip, bu gücünü doğru bir şekilde hayrına kullanabilmelidir.
Çünkü dua insanın elindeki güçlü bir silah gibidir. Bu silahı her bakımdan bilinçli
kullanmak, ağızdan çıkan her söze, yapılan her fiile dikkat etmek gerekir. Aksi
halde insan hayrına dua edebildiği gibi farkında olmadan şerre de dua ederek
kendini vurabilir.

   

Dua insanın özündeki Allâh'a ait kuvvet ve kudretin değerlendirilişidir. İnsanın


umduğu iyi olan şeyleri yaşamına davet etmesi, özündeki Allâh'a ait bu kuvvet ve
kudreti sahip olduğu veri tabanı üzerinden değerlendirebilmesi oranında
gerçekleşir. Bu da insanın Allah sisteminin mükemmel işleyişini fark ederek,
benliği üzerindeki sınırlı engelleyici düşünce kalıplarını(putlarını) kırması ve
yerine güçlü inançları koyması ile oluşan tekâmülünü sağlamış yeni bir veri tabanı
ile başarılabilir.
Ayet-i kerimede Allah “Bana dua edin, size cevap vereyim”(Mümin suresi/60)
buyuruyor. Fakat zaman zaman ettiğimiz dualara neden cevap gelmediğini, kabul
olmadığını sorgularız. Aslında Allah her duaya cevap verir. Fakat her zaman istenen
şeyin aynısını vermez. Çünkü hikmeti bunu gerektirir. Aynı zamanda insan yanlış
frekansta(çokluk algısında, şirkte) olduğunda dualarına gelen cevabı alamaz. Çünkü
ben(lik) var olduğu sürece, gelen cevap çoğunlukla şirk(çoklukta, ben ve ötekiler)
ile perdelenip kendinden, kendine ulaşmaz.

Dileğin, duanın cevap bulması için özde var olan “Hu”* ismi boyutundan dua etmek
gerekir. "Hu" ismi kişinin özündeki teklik boyutudur. "İsm-i Azam" büyük bir
olasılıkla “Hu” ismidir. Hu ismi ile (Allâh’ın ahadiyetinde benliği yok olmuş bir
şekilde) dua etmek demek, olayı Hiçlik boyutundan ele almak demektir. Çünkü oluşum,
hiçlik boyutundan başlar, kuantsal boyutta şekillenir ve en sonunda kişinin dünyam
dediği madde boyutundan yaşam olarak açığa çıkar.

"Hu" ismi Allah'ın zatına özeldir. "Hu" ismi ile dua, zikir kulu "fena"(hiçliğe)
erdirir. "Hu" ismi ile dua eden Allah'ın zatını zikretmiş, O boyuttan talepte
bulunmuş olur. "Hu" ismi ile zikir edenin kalbine keşif hasıl olur. Hayreti artar.
Huzura varır.

Bu yüzden bu sırra(İsm-i Âzâm) ermiş olanlar, her nefeste “Hu” diyenin mutlak


bilinciyle yaşarlar.

“Allâhu Teâlâ’nın öyle bir İsm-i Â’zâm’ı vardır ki, şayet bir kimse bu ismiyle O’na
dua ederse kesinlikle duası kabul edilir” O İsm-i Â'zâm ki O'nunla Allah'tan bir
şey istendiği zaman verir ve O'nun ile çağrıldığı zaman icabet eder. " Hz. Muhammed
(s.a.v)   

Farkında olmasak da, zihnimizden geçen her düşünce, her niyet (dualar-beddualar)
zaman dilimlerini (geçmiş-geleceği) otomatikman etkileyerek dünyamızı dolayısı ile
yaşadıklarımızı oluşturmaktadır.

Bu yüzden evrenin sahip olduğu “holografik yapı”(zerrede, bütünün kodlu oluşu)


dolayısı ile Dua aynı zamanda geleceği etkilediği gibi, geçmişi de etkilemektedir.
Çünkü zihinde an içinde yapılan herhangi bir bilgilendirme(niyet, dua, fiil, vb.)
holografik yapı nedeni ile diğer dilimlerinde(geçmiş, gelecek) otomatikman
birbirlerine bağlanmasını sağlar. Bu da parçalanmamış geçmiş ve
geleceğin(bütünselliğin) aynı an da var olduğu zamansızlık içerisinde bir sonraki
an da yaşanacakların oluşması demektir. 

Çünkü bütündeki bilgi dolayısı ile geçmiş, gelecek her an gelen bilgi(dua, niyet,
dilek, vb.) doğrultusunda birbirlerini bilgilendirmek sureti ile etkileyerek aynı
doğrultuda ortak bütünsel bir davranış oluşturduklarından an da ki atom altı
kuantum etkileşmeleri sonucu geçmiş de ki bilgide otomatikman bu bütünsellik
doğrultusunda değişir. Dolayısı ile bir bütünün her hangi bir diliminde (geçmiş,
gelecek) vuku bulan bir olay, otomatikman diğer dilimleri de etkilemiş olur.  

Buna göre geçmişte yaşanan bir olay, geleceği etkilediği gibi, gelecekte yaşanacak
bir olayda geçmişi etkileyebilecektir. Yani her düşünce, her niyet (dualar-
beddualar) diğer dilimleri (geçmiş, gelecek) dua yönünde formatlayıp, etkileyerek
değiştirebilmektedir.

“Allah, onların geçmiş de yaptıkları en kötü şeyleri(günahları) dahi


örter(değiştirir). Yapmış olduklarının en güzeliyle onların ecirlerini vererek,
onları mükâfatlandırır(günahlarını sevaba çevirir)"(Zümer suresi/35)"

“Bir kimse anne ve babasına asi bir evlat iken anne ve babası ölürse, bu kişi eğer
ölümlerinden sonra onlar için Allah’a dua ederse(onlar adına iyi şeyler
yaparsa)  Allah o kimseyi anne ve babasına iyi davranan kimselerden yazar.” Hz.
Muhammed (s.a.v)

*Varlıkta, açığa çıkıp, yaşananlar, Hak’kın(tek) Halka(çok) dönük halidir. Allah


ismi toplayandır. Zatı, sıfat ve esmalarını içeriğinde bulundurur. Allah ismi ile
ifade edilen zatın hüviyetini ise "Hu" ismi ile işaret eder. "Hu" yu bilmek için
Allah’ın ahadiyet vasfını idrak etmiş olmak gerekir. İdrak eden taklidi imandan,
tahkiki imana erer ve kendisinde yakin hali oluşur.

Kur’an ayetlerinde “Hu” ile “Allah” isimlerinin kullanılmasındaki inceliğe dikkat


etmek gerekir. Hu ismi tek olan varlığın yapısına(zatına) Allah ismi ise tek olan
varlığın yapısının özelliklerine(esma) işaret eder. “Hu” bilinmez, tefekkür
edilemez. Ancak "Allah" esmaların kişideki açılımı oranında yani yapısal
özellikleri kadarıyla bilinebilir. Yani Hu’nun kendisi, zatı değil, özellikleri
bilinebilir. Bunun için Kur’an’da “Hu” ismi başka kelimelerle beraber
kullanılmıştır. Mesela;“AbduHu” gibi burada “abd”(kul) varlığını,“Hu”nun yapısal
özelliklerinden(esmalarından) alır. 

1st May 2020, Unknown tarafından yayınlandı

Etiketler: ahadiyet atom altı dua esma gelecek geçmiş Hikmet hiçlik holografik
yapı hu ilahi kudret keramet kuantsal boyut kuantum etkileşmeleri lazer rezonans
etki alanı rububiyet toplu ibadet

Yorumları görüntüle

Yükleniyor

You might also like