Professional Documents
Culture Documents
AUG
Hz. Hüseyin ve beraberinde bulunan yetmişten fazla kişinin Emevi Halifesi Yezid
tarafından vahşice şehit edilmesi ile vuku bulan Kerbela hadisesi, İslâm alemini
derinden sarsmış, İslam dünyasında büyük kırılmalara neden olmuş çok acı bir
hadisedir.
Her şeyden önce tarihi bir vaka olan bu olay, mezhebi, meşrebi ve düşüncesi ne
olursa olsun bütün ümmetin ortak acısıdır. Her Müslüman için kabul edilmesi mümkün
olmayan derin bir yaradır.
Bizler, bu acı hadisesinin hüznünü yaşarken, aynı acıların bir daha yaşanmaması
için Kerbela’yı ibret nazarıyla okumaya ve ondan dersler çıkarmaya mecburuz.
Kerbela’dan çıkaracağımız ilk ders, onu ayrılık ve gayr ılığa alet etmek değil,
tevhide ve kardeşliğe vesile kılmak, gönül birlikteliğine dönüştürmektir.
Hz. Hüseyin Efendimizin Kerbela’da şehit edildiği bu duruma çoğu kişi eziyetler,
acılar hadisesi diye baksa da bu olay aynı zamanda, Muharrem ayını her
karşılayışımızda, insanın hak ve adalet için Allah yolunda nefsi ile savaşıp,
mücadele ederek onu kontrol altına almanın gerekliliğini bize hatırlatır.
Çünkü yaşanmış olanlar bazen ilimle, bazen gönülle, bazen aşkla, bazen edeple,
kavranır, kucaklanır ve bir şeyleri insana öğretir.
Kerbela gibi zahirde yaşanan her olay da, insanın anlatılanları kendinde bulacağı
ve buldukları ile öğrenip yaşamına yön vereceği hakikatlere işaret eder.
Çünkü zahirde ki yaşanmış her şey insanın içinde her an faal ve mevcuttur. Yani Hz.
Hüseyni'de, Hz. Hasanı 'da, Yezidi de kendimizde arayıp bulmamız gerekir.
Her zaman diliminde, herkesin içinde Hz. Hüseyin (güzellik, doğruluk) ve Yezid
(kin, nefret, kıskançlık) vardır. Önemli olan insanın kendisinde var olan bu
enerjileri bilmesi ve yaşanmışlıklardan ibret alarak kendi safını belirlemesidir.
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin iki makamı temsil ederler. Biri rıza makamında, Allah'tan
gelen her şeye razı, her şeyi itirazsız kabullenen Allah’ın cemâl tecellisinin
zuhuru Hz. Hasan efendimiz.
Bir diğer tarafta ise her türlü yanlışa tepki gösterip, hayır diyerek, mücadele
edip, savaşan, canını, başını vermekten çekinmeyen celal tecellisinin zuhuru olan
Hz. Hüseyin efendimiz.
Hz. Hüseyin’in mübarek başını inandığı yolda savaşarak verişinin manası, her
hatırlandığında, insanın, Yezid olan nefsiyle mücadele etmesi için ne büyük bir
gayret göstermesi gerektiğini bize öğretir. Çünkü Hz. Hüseyin bu hakikatin idrak
edilmesi için başını feda etmiştir.
Yezid, Müslümanlık adına, kin, kıskançlık duygusu ile nefsine uyup Hz. Hüseyin’i
vahşice öldürmüştür. Bunun için Yezide lânetler ediyoruz ama nefsimizin her
istediğini verip, ruhumuza eziyet ettiğimiz zaman farkında olmadan Yezidi
kendimizde canlandırıp, güçlendirerek, dünya(mız)da onu hâkim kılıyoruz.
Bu yüzden, Hüseyin için ağlıyorum deme! Onun için, içindeki Yezid (nefs,
kıskançlık, kin, vb.) ile mücadele et, savaş ve onu yen!. Ancak o zaman bu olayın
hakikatini anlamış ve Hz. Hüseyin için gereğini yapmış olacaksın.
Mesele, yaşanmışlıklardan ibret almaktır, ders almaktır. Ben artık öyle olmayayım,
ben Yezid olmayayım diye hareket edebilmektir. Bunu da başarmak gerekir.
Bunu yapıp, başardığımız zaman Ehli Beyt ahlakına sahip oluruz. O zaman gerçek
anlamda onları seviyoruz deme hakkını elde ederiz. Çünkü sevmek yolunda gitmektir,
sevmek onlar gibi olma gayretini göstermektir, sevmek nefsini vermektir.
Gelin! artık, zalimlere, fitnecilere karşı, Sünni, Şii hep beraber olalım, “Ya!
Hüseyin” diyelim.
“Hüseyin benden bir parçadır” diyen dedesi Hz. Muhammed (sav) aşkına, Hüseyin tüm
ümmeti Yezid'lere karşı birleştirsin.
İnşallah! bu Muharrem ayı, ümmetin uyanıp, Sünni'si ile Şii'si ile bir ve güçlü
olduğu, Hz. Hüseyin efendimize ve tüm Ehli Beyte layık, insanlık için hayırlara
vesile olan bir ay olur.
Etiketler: celal cemal ehlibeyt Hz.Hasan Hz.Hüseyin Kerbela kin kıskançlık muharrem
nefs sünni Yezid şii
1
Yorumları görüntüle
MAY
20
İnsanın kendisinde sorguladığı en önemli konulardan biri de, ölünce her şey bitecek
mi sorusudur? Kâfirler (hakikati örtenler) ölüm sonrası her şeyin son bulacağını
savunurlar. Onlar ahirete (ölüm sonrası sonsuz yaşama) inanmazlar.
Oysa, İnsan, ilahi esmanın, yani Allah’ın isimlerinin manalarının bir terkibinden
başka bir şey değildir. Bu yüzden esma terkibi olan varlığının, Allah’ın varlığı
ile kaim olması dolayısı ile insanın yaşam algısını oluşturan zahirleri hiçbir
zaman bitmez.
Varlığının, Allah’ın varlığı ile kaim olması nedeni ile şu an yaşadıkların, senden
açığa çıkarak zahir olmaktadır. Bundan sonrada, sonsuza kadar, senden Allah
manaları, içinde bulunduğun her boyutta (dünya, ölüm ötesi, vb.) madde algısı
oluşturarak zahir olmaya devam edecektir. Bu yüzden de senden zahir olanların başı
olmadığı gibi sonu da yoktur.
Allah’ta ayetlerde “Bil Gayb” ifadesi ile bilinmeyen iken bugün zahiriniz olanlar
ile gelecekte zahiriniz olacaklara, iman edin diyerek, zahirlerin sonunun
gelmeyeceğinin, dolayısı ile sonsuz hayatın müjdesini veriyor.
Bu doğrultuda ayet “Bil ahireti ve Bil Gayb” ifadeleri ile insana, bedenin ölümü
sonrası, şu an gayb olan geleceğinde (ahiret inde) zahir olacak varlığını işaret
edip, bildirmektedir.
Bu işaret edilende, insana bilmediği gayb’a ezberi iman ettirme gibi gereksiz bir
çaba değil, İnsana zahirlerinin bir başlangıcı ve sonunun olmayacağını, sonraki
anlarda (ahiret), varlıklarının zahir olmaya, sonsuza kadar devam edeceğine iman
etme konusunda gerçekçi ve gerekli bir bilgilendirme vardır.
Bu bilgiyi idrak eden et, kemikten ibaret, yarın öbür gün toprağa girince yok
olacak bir varlık olmadığını, Allah’ın zatıyla kaim, onun manalarının kendinde
zahir olması ile varlığı sonsuz olan bir varlık olduğunu anlar. Bu suretle
bilinmeyeni zahirinde bulup, hakikatini (kendi varlığının Allah’tan ayrı
olmadığını) fark edip, anlar.
Bunu anlayan “Bil Gaybı” (doğum öncesi zahir olup, şimdi gayb/bilinmeyen olanı) ve
Bil ahireti” (şu an gayb olup, daha sonra zahir olacağı) hakikatini fark eder. Bu
suretle beden öncesi var olduğunu ve beden sonrası da sonsuza kadar var olacağını
bilip, bu hakikate aklen ikna olup, kesin iman (ikan) halinde yaşamını sürdürür.
Bu kimseler her daim AHİR/sonraki AN larına ikan (ikna olmuş tam iman)
halindedirler. Yani gelecekte zahirleri olacak ve şu an da kendilerine Gayb
(bilinmeyen) olan ölüm ötesinde var olacaklarına emindirler ve aklen bu durumu
anlamış olarak iman (ikan) ederler.
Onlar kesin anlamışlardır ki! Gerçek varlıkları Allah olması itibarı ile geçmişi
hatırlamasalar bile hiçbir zaman yokluk tatmamışlar, her zaman bir şekilde var
olmuşlar ve bundan sonrada, gelecekte bir şekilde hep var olmaya sonsuza kadar
devam edeceklerdir.
Bu bilgiye ulaşıp, bunu idrak eden insan yoktan var olunamayacağını, var olanında
yok olamayacağını bilir ve kendisinde bir başlangıç göremediği gibi, bir son da
düşünemez.
Kâinat içinde bir şekilde zahir olarak, hep var olduğunu, zahir oluşlarının, var
olmalarının sonunun gelmeyeceğini, şu an kendisine Gayb (bilinmeyen) olan ölüm
ötesinin de, gelecekte zahiri (madde dünyası) olacağını, bu yüzden sonsuz bir hayat
içerisinde daima zahir olarak hep var olacağını anlar ve tahkikken iman eder.
Her varlığın bulunduğu boyutta mana yüklü dalga boylarını veri tabanı (işletim
sistemi) üzerinden dönüştürmesi ile kendisinde oluşan somut algı o varlığın kendi
madde dünyasıdır.
Bu yüzden her boyut varlığının kendi veri tabanı üzerinden oluşturduğu algı sistemi
ile oluşan çıktı onun içinde bulunduğu boyutta kendi “madde âlemini” oluşturur.
İnsanda, içinde bulunduğu her boyutta (dünya, ölüm ötesi, vb.) mana (esma) yüklü
farklı dalga boylarını, mevcut veri tabanı üzerinden deşifre ederek, soyuttan,
somuta dönüştürmesi ile açığa çıkan zahiri kendi madde âlemi olarak algılar.
Yani işin aslı sonuçta şudur ki! Aslında senden, ben diyen gerçekte O dur. İnsan,
ilahi esmanın, yani Allah’ın isimlerinin manalarının bir terkibinden başka bir şey
değildir. Allah manaları bu suretle zahir olup, bilinir olmaktadır.
Din denen karşılığını alma sisteminde, her zahir olunan, bir sonraki aşamanın
oluşmasına vesile olmak sureti ile yarını zahir kılmaktadır. Yani insandan çıkan
her fiil, her düşünce, her söz, sistem gereği, otomatikman bir sonraki AN da ete,
kemiğe bürünüp kişinin zahiri (yaşam) olmaya peşi sıra devam ederek bilinir
olmaktadır.
Bunu fark eden anlar ki! Allah zahiren kendisinden/kendisi olarak işlemektedir. Var
olan sadece O dur. Bu gerçeği idrak eden de, sen mi, ben mi, O mu, kim yaptı
soruları kalmaz. İkilik biter. Kendi dışında ikinci bir varlık olan tanrı
inanışından arınır. Teklik bilinci yaşanır.
Çünkü insan ancak zahirindeki kadarı ile zahirden algıladıkları, şahit oldukları
ile B gerçeği ile kendi üzerinden gerçekçi bir hal ile aklını kullanarak sağlam bir
inanç (veri tabanı) oluşturabilir. Bu suretle de Allah ve sistemini tanıyıp, Gayb
iken B gerçeği ile dünya(sın)da zahir olup, açığa çıkıp, bilinene (kâinat), şahit
olup, tahkikken ikna olarak, tahkiken iman(ikan) etmiş olur
Diğerleri ise inanmaz, inkâr ederler. ölüm sonrası her şeyin son bulacağını
savunurlar. Onlar ahirete (ölüm sonrası sonsuz yaşama) inanmazlar. Onun içinde hep
korku, kaygı içerisinde bulunurlar, yanmaları hiç bitmez.
“Onlara: “Şu müminlerin iman ettiği gibi siz de iman edin!” dendiği zaman: “Şu
aptal ve akılsızlar gibi mi iman edeceğiz?” derler. Şunu bilin ki, asıl aptal ve
akılsız olan kendileridir; fakat bunu da bilmezler.” (Bakara suresi/13)
4
Yorumları görüntüle
MAY
12
İnsanın en çok merak ettiği, Allah beni bu dünyaya neden gönderdi? Hakikatim nedir?
Dünyaya geliş amacım nedir? Ölüm ile her şey bitiyor mu? gibi Gayba ait sorulardır.
Gayb kelimesiyle bizim beş duyu adını verdiğimiz sınırlı algılama araçlarımızla
tespit edemediğimiz alemler (boyutlar) ve bu aleme (boyuta) ait varlıklar
anlatılır…
Bu tarz bir ezberi, taklidi iman ile veri tabanı üzerinde sağlıklı tekâmül
(formatlanma) sağlanamadığı için olumlu yaşam çıktıları alınamaz. Sonuçta insanın
yaşamına ölüm ve sonrası, gelecek kaygısı veya hayali varlıklar gibi benzeri korku,
endişeler hâkim olur. Bu yüzden insan için gerekli olan taklidi değil, tahkiki
imandır.
Marifet ehli ariflerin “Biz ilmimizi satırdan değil, Sadr dan okuruz.” sözü onların
ilimlerini nereden, nasıl aldıklarının ifadesidir.
Bu yüzdende zahir (dünya yaşamı) çok önemli bir konudur. Zahir oluş Allah’ın
ayetlerim diyerek akıl etmemiz, düşünüp, tefekkür etmemiz için önümüze serdiği
kâinat içinde bize B sırrı ile zahir olan dünya(mız)dır.
Mesela; Hayvanlar âlemini, bitkileri, bir meyvenin içindeki bileşimi, kabuğu ile
ambalajlanmış olduğunu, ona tat ve koku veren şeker ve hoş kokusundaki mükemmel
oranlamayı bilincin algılayıp, okuması gerekir. Bu insanın dünya(sın)daki
zahirleri, yaratılmış ayetleri kâinat kitabından okumasıdır.
Zahirimiz olan yaratılmış ayetler müşahede edilip, okunabildiği oranda Allah'a olan
Haşyet artar. Haşyet, Allah ve sisteminin büyüklüğü, ululuğu önünde bir hiç
olduğunu hissetme hâlidir. Bunu hisseden sistemin mükemmelliği karşısında bilincini
hayret makamında bulur.
Bu makama ulaşan bilinç Allah'ın manası olan nurunu içine aksettirir, o nur ile
kalp aydınlanır. Aydınlanan kalp, aklı harekete geçirir. Akıl, kalp gözü (basiret)
ile görüp, şahit olup, algılamaya başlar. Algılayan ikna olup tahkikken iman
eder(emin olur) SECDE eder. Gerçek Secde de, tahkiki iman halinde yaşanan bu Secde
halidir.
Tahkiki iman, zahir olanlar üzerinden görerek, bilerek, akıl edilen bilgilerle
gerçekleşir. Böyle bir imanda şehadet/şahit olmak (Eşhedü..) ister. Zahirden destek
alıp, görüp, şahit olmak, akıl erdirip, ikna olmak ister.
Bu yüzden daima akıl etmeyi, tefekkürü teşvik eden, zahirden (arz, sema ve
içindekiler) haber veren Allah’ta kimseye şahit olmadan, iman edin (amenu Allahi)
demez. Allah B gerçeği ile zahirinden/kâinat kitabından algıladığın, aklının
yettiği kadar ile kendinde arayarak, bularak, açığa çıkararak, zahirin olan Allah’a
B gerçeği ile şahit ol, iman et (amenu B illahi) der.
“Amenu B illahi” ile Allaha yönelip, iman etmenin anlamı; B gerçeği ile Allah
manaları bende zahir olmaktadır. Bu suretle kendimdeki Allaha ait sonsuz özellikler
zahirim (dünya m) olarak açığa çıkmaktadır/çıkarıyorum/çıkaracağım demektir.
Çünkü B gerçeği, kişinin zahir olan, kendi gerçeğine işaret eder. B gerçeği, nazil
olunan bilgiye insanın kendi dünyasından, kendi varlığını baz alarak ulaştığının
işaretini verir. B gerçeği ile zahir olan dünya yaşamında, insan görür, duyar,
şahit olup, akıl ettiği ölçüde emin (tahkiki iman sahibi) olur. Bu durum Allah’ın B
gerçeği ile sen adı altında, sende zahir oluşunu, sen adı altında sende yaşayışına
işaret eder.
Yani aslında senden, ben diyen gerçekte O dur. Bunu fark eden anlar ki! Allah
zahiren kendisinden/kendisi olarak işlemektedir. Bu gerçeği idrak eden de, önce,
sonra, sen mi, ben mi, O mu, kim yaptı soruları kalmaz. İkilik biter. Kendi dışında
ikinci bir varlık olan gökteki tanrı inanışından arınır. Kalp gözü açılıp, Tek
varlık bilinci ile zahirde olanı, B gerçeği ile kendinde bularak, KİTABI (yazılı ve
indirilmiş ayetleri) sistemin tamamlanmış en son versiyonu olan Muhammedi boyuttan
okur hakikati algılayıp, yaşamaya başlar.
Çünkü kâinat kitabını "Elif, Lam, Mim" idraki ile Muhammedi boyuttan okuyabilene,
Allah onun zahirinde manaları ile bilinir olup, onun ile anlayacağı dilden irtibat
kurup, kendisini ve işleyen sistemi bildirir. Bilen ikna olur. Bilmeden iman eden
kul olmaktan, bilerek ikan (ikna olmuş) kul aşamasına geçip, teslimiyetini
yaşayarak hayra ulaşıp, kurtulur.
Allah’ı tanımak, insanın Allah’ın isimlerine zahiren (dünyasında) ayna olmak sureti
ile kendisi için Gayb (bilinmeyen) olanı zahirinde bilerek, akıl ederek, bizzat
şahid olarak, kalben mutmain olmasıdır.
Bunun içinde Allah insana kendisini, zahirde, yaratılmış kâinat kitabındaki ayetler
(bitki, canlı, varlıklar, vb.) yolu ile bildirip, tanıtır. Çiçeğe bakan o çiçekte
Allah’ı, yani sıfatta, zatı, yaratılanda, yaratanı görüp, zihnini sıradanlıktan
kurtarıp, hakikati fark eder.
Kâinat kitabını (yaratılmış ayetleri) sahip oldukları duyu organları vasıtası ile
görüp, akledip, okuyabilenler, gördükleri, şahit oldukları her şeyin kendilerine
Allah’ı ve sistemini anlatıp, tanıtan işaretler olduğunu anlarlar.
Yukarıda bahsedilen dışında bir de, Gaybı ancak Allah bilir, başkası bilmez denilen
Gayb vardır. Bunun adı “Mutlak Gayb”tır. Mutlak Gaybı bilmek mümkün değildir.
Mesela, Allah’ın zatı, meleklerin mahiyeti, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem, ölüm
ötesi, vb. gibi insanın kendi sahip olduğu kapasitesi itibari ile hiçbir şekilde
ulaşamayacağı bilgiler “Mutlak Gayb” tır. Bunların zahir olup, bilinmesi, algılama
kapasiteleri sınırlı bizim gibi kullar için mümkün değildir.
Bizim bilebileceğimiz bize zahir olanlardır. Bu yüzden Allah Gayb’a değil, Bil
Gayb’a (Gayb iken kendine zahir olana/olacaklara) iman et diyor. Bize zahir olup,
algılanamayan mutlak Gayba ait bilgiler ise Allah’ın lütfu ile yüksek algılama
kapasitesi ile yaratılmış görevli kullarına (Rasul) irsal, zahir olmaktadır.
Çünkü genetik ve astrolojik faktörlerin uygun olduğu bu kimselerde anne karnında,
cenin sürecinde beyindeki epifiz deki nöronlar tetiklenerek çok yüksek frekanslı
dalgaların çözümü meydana gelmektedir.
3
Yorumları görüntüle
MAY
- Sorular ve Cevaplar 9 -
Rasule salat nedir?
Yani Salat ile özündeki Rasule yönelen, yöneldiği oranda onun ilminden, bilgisinden
destek alır, faydalanır (şefaat) rahmet bulur, kurtuluşa erer.
Çünkü O insanın özünde olup da, açığa çıkarılmayı bekleyen, ben dediğinde,
batınında arayıp, bulacağı “Resul-Mürşit” boyutudur.
"İyi anlayın bilin ki, içinizde Allah'ın peygamberi var, Rasûlullâh içinizdedir!"
(Hucurat suresi/7)
Allah’a giden yolun yani Tarikatın ilk basamağı ŞERİAT (çoklukta düzeni sağlayan)
kurallardır. Hakikat ise tarikatın üst seviyesidir. Yani TARİKAT şeriattan,
hakikate varan yoldur. Hakikatle kuvvetlenmeyen şeriat (kurallar) ve şeriata bağlı
olmayan hakikat makbul değildir.
Allah’a, hakikate giden yolda (tarikat) ilerleyip, bilinç olarak üst (kutup)
makamına gelip bilincini Teklik boyutunda bulan kişi 7 inci mertebeye erişip,
safiyet kazanmış olursa (bu 7 nefs makamı aynı zamanda 4+3, Fatiha’nın 7 ayetine
işarettir. Bu makama gelen o vaktin, devrin sahibi olur.
Kur ’anda yanlış yok, onu anlamada bir problem var. Beyin, Allah’ça (teklik
boyutundan) düşünen bir program üzerinden Kur ’anı okuduğunda, buradaki kod
(sembol, mecaz) bu doğrultuda deşifre olur ve karşılığı otomatik olarak belleğe
(üst beyne) yüklenerek, algı oluşur. İnsandaki veri tabanı ne kadar güncel ve
donanımlı ise yazılımdaki mecazlar ve semboller içindeki hakikati algılama ve
güncelleme o derece başarılı olur.
Yani Kur’an da doğru bilgiler var. Hata, Kur’an da değil onu anlamak için gerekli
çabayı göstermeyen ezberci, taklitçi bir şekilde Kur’an’ı anlamaya çalışan
bizlerde.
Hz. Muhammed (sav) hiçliğe ulaştıktan sonra ibadetlerine devam etmiş midir?
Hz. Muhammed(sav) Hakk’ın zahir, Halkı’n batın olduğu “Cem makamında” Hakk’a ulaşıp
miracın tamamladıktan sonra, aşağıya (Hazret-ül cem makamı) Halka inip, Hak’kı
batında bulmuştur. Ve bu iki makamı birleyip, tevhid ederek, dışı Muhammediyet,
içi Ahad'diyet olan, “Cem-ül cem makamında” Abdullah (Allah'a kul) olarak tüm
ibadetleri pratikte örneklerle uygulayarak, Halka canlı Kur’an olarak yaşamını
sürdürmüştür.
Doğru olanda budur. “Abdullah” yokluğunu fark etmenin idraki içerisinde, kemale
ermiş, dünyevi hiçbir şeye önem vermeyen, iç âlemin de gerçek huzuru ve mutluluğu
yaşayan, her anı Allah’la olan kişidir. İnsan için bundan, yani Allah'ın kulu,
olmaktan daha büyük bir mertebe yoktur.
İnsan-ı kâmil yeryüzünde Allah’ın bütün isimlerinin işaret ettiği manaların ortaya
çıkış mahallidir. Bu manaların kuvveden, fiile dönüş hali olan bedenin kendisi
kâinat, özü (ruhu) İnsan-ı kâmil adını alır.
Hayatiyet vasfı itibariyle Ruh-u â’zâm, İlmi itibariyle, Akl-ı evvel, Benliği
itibariyle Hakikat-ı Muhammedî olan bu insan, kendisindeki Allah’ın zatını aşikâr
edip, kendi özünde var olan Hakikat-i Muhammedi, boyutunu ortaya çıkarandır.
Her devirde bu boyutu açığa çıkaran Allah kullarının var olduğu söylenir. Böyle bir
kimse ile karşılaşıp, değerlendirebilmeyi Allah hepimize nasip etsin inşallah..
Hakk, ismi tüm esmaların bütünü olan mertebenin adıdır! Yani bütün esmaların
hepsinin bir arada bulunması itibariyle Allah'a "Hakk" ismiyle de hitap edilir. Bu
esmaların terkipler oluşturarak bulundukları hale ise Halk adı verilir.
Dolayısıyla, terkip ile oluşan ifadeler Halk tır. Hakk dediğimiz zaman terkip
oluşturmuş bu isimlerin (esma) manalarının sahibi olan Tek varlığı kastederiz. Bu
yüzden zahirde varlık olarak, açığa çıkıp, yaşananlar, Hak’kın, Halka dönük
halidir.
Allah ismi ise toplayandır. Zat, sıfat ve esmaların tümünü içeriğinde bulundurur.
Allah ismi ile ifade edilen zatın hüviyetini ise "Hu" ismi işaret eder.
Bülbül gülü sever, gül ister. Gübre böceği ise gübreyi sever. Gülü versen, ben gül,
istemem bana illa gübre verin, ben onu severim der. Çünkü o orası için
yaratılmıştır.
Her varlıkta, kendi fıtratında ne varsa onunla olmak ister. Bu doğrultuda hareket
eder. Bu yönde fiiller ortaya koyarak mutlu olur. Bu onun ilahi kaderidir.
Her iyi dediğimiz şeyin içinde negatiflik, her kötü dediğimiz şeyin içinde de bir
olumlu taraf mutlaka vardır. O zaman kim neye göre kötü, ne ye göre iyi? Bizim veri
tabanımızdan bakış açımız ile kendi değerlendirmemize göre..
Allah’ı tanımak, bilmek nedir, nasıl olur?
Allah’ı tanımak, insanın Allah’ın isimlerine zahiren (dünyasında) ayna olmak sureti
ile kendisi için Gayb (bilinmeyen) olanı zahirinde bilerek, akıl ederek, bizzat
şahid olarak, kalben mutmain olmasıdır.
Bunun içinde Allah insana kendisini, zahirde, yaratılmış kâinat kitabındaki ayetler
(bitki, canlı, varlıklar, vb.) yolu ile bildirir. Bu yaratılmış ayetleri sahip
oldukları duyu organları vasıtası ile görüp, akledip, okuyabilenler, gördükleri,
şahit oldukları her şeyin kendilerine Allah’ı ve sistemini anlatan işaretler
olduğunu anlarlar. Bu suretle de Allah zahirinde manaları ile bilinir olup,
onlar ile anlayacağı dilden irtibat kurup, kendisini bildirir.
Bu tarz bir taklidi iman ile veri tabanı üzerinde sağlıklı tekâmül (formatlanma)
sağlanamadığı için olumlu yaşam çıktıları alınamaz. İnsanın yaşamına ölüm, gelecek
endişesi veya hayali varlıklar gibi benzeri korku, endişeler hâkim olur. Bu yüzden
insan için gerekli olan taklidi değil, tahkiki imandır.
Tahkiki iman (ikan) zahir olanlar üzerinden görerek, bilerek, akledilen bilgilerle
gerçekleşir. Böyle bir imanda şehadet/şahit olmak (Eşhedü..) ister. Zahirden destek
alıp, görüp, şahit olmak, akıl erdirip, ikna (ikan) olmak ister.
Zahir ve Batın aynı tek şeydir. Batın, mekân olarak, zahirin ötesinde veya ardında;
ya da bir başka boyutta değildir. Gözümüzle gördüğümüz her şey, zahir kelimesi
kapsamına girer. Batın dediğimiz şey de gördüğünün, beş duyuyla algılayamadığın
yanıdır.
Her insanın kendi kitabı (veri tabanı) olarak nitelendirilen bir “iç âlemi vardır”
Ve herkes kendi kitabının (veri tabanının) kapasitesi oranında verilen mesajları
algılayıp, değerlendirir. İnsanın o aşamada aldığı bilgiler onu tatmin ediyorsa o
zaten kendi kapasitesi oranında mutmain olmuş, mutludur.
Fakat edindiği bilgiler onu tatmin etmiyor, huzursuz oluyorsa, demek ki,
kapasitesinin hakkını vermemiş, eksik bırakmıştır. Bu durum Allah’ın kendisinde
oluşturduğu kapasiteyi doldurmadığının göstergesidir. Eksik kalanın tamamlanması
gerekir, insan verilenden sorumludur. Bu yolda mücadeleye devam etmek gerekir.
Çünkü tatminsizlik içte var olanın açığa çıkarılamamış olmanın neticesi oluşan bir
haldir.
-Bilgi, mana yüklü frekans dalgalarla iletişim halinde olmak Ledün ilmine ulaşmak
mıdır?
İstesek de, istemesek de zaten her an o mana (esma) yüklü frekans dalgaları ile
iletişim halinde varlığımızı sürdürüyoruz. Çünkü insan, ilahi esmanın, yani
Allah’ın isimlerinin manalarının yüklü olduğu frekans dalgalarından oluşan
terkipsel yapıdan başka bir şey değildir. Bu yüzden esma terkibi olan varlığının,
Allah’ın varlığı ile kaim olması dolayısı ile insanın yaşam algısını oluşturan
zahirler hiçbir zaman bitmez. Ama bu ledün ilmine ulaşılıyor demek değildir.
Ledün ilmi, direkt kalbe gelen, aydınlatan hata olmayan Allah’ın hakikat ilmidir.
Allah kudretine mazhar olmuş kimselerde "Ledün" denilen kişinin özünden açığa çıkan
ilim ile dünya yaşamında zaman ve mekan kaydı olmaksızın "kudret sırları"
seyredilir (yaşanır) ki!. Bu kimseler dünya fizik yasalarına bağlı olmaksızın her
istediklerini Hızır (a.s.) gibi, Allah'ın izni ile anında oluşturabilirler. Yani bu
durum Hikmete dayalı dünya sisteminde açığa çıkan kudret sırrıdır. Kişi ne zaman bu
hakikati, marifet etmişse, Ledün ilmine ulaşmıştır. Gerisi insanın kendini
kandırmasıdır.
Her varlığın bulunduğu boyutta mana yüklü dalga boylarını veri tabanı (işletim
sistemi) üzerinden dönüştürmesi ile kendisinde oluşan somut algı o varlığın kendi
madde dünyasıdır. Bu yüzden her boyut varlığının kendi veri tabanı üzerinden
oluşturduğu algı sistemi ile oluşan çıktı onun içinde bulunduğu boyutta kendi
“madde âlemini” oluşturur.
İnsanda, içinde bulunduğu her boyutta (dünya, ölüm ötesi, vb.) mana (esma) yüklü
farklı dalga boylarını, mevcut veri tabanı üzerinden deşifre ederek, soyuttan,
somuta dönüştürmesi ile açığa çıkan zahiri kendi madde âlemi olarak algılar.
İnsanlar istiyorlar ki, birisi sihirli bir değnek ile dokunuversin hemen, hidayete
erelim. Maalesef böyle bir şey yok. Hakikate ulaşıp yaşayabilmek için belirli
kademelerin aşılması gerekir. Bunun içinde günün hatta ömrün tamamını kapsayan
ciddi çaba, çalışma gerekir. Hobi olarak arada bir konu ile ilgilenmek ile olmaz.
Yunus Emre’nin bir mertebeden, diğerine geçmek için kırk yıl mücadele ettiğini
düşünürsek olayın ciddiyetini daha iyi anlamış oluruz.
Hakikate üç aşamada ulaşılır. İlk önce Allah ilmi öğrenilir. Belli bir bilgi
birikimine ulaşılıp, iyi bir veri tabanı oluşturulur. Bu “İLMEL YAKİN” halidir.
Bunun için samimi olarak, sabırla, istikrarlı bir şekilde mücadele etmek, çaba
göstermek gerekir. Burada belirli bir mesafe kat edildikten sonra bu ilim ile
kazanılan bilgilerin seyredildiği “AYNEL YAKİN” sürecine geçilir. Bu aşamada
olgunlaşan hallerden sonraki aşama hakikatin içinde olunan hakikatin yaşandığı
“HAKKEL YAKİN” mertebesidir.
İnsan, varlığını (nefs) oluşturan esma terkibi sureti ile KUL, bu terkiple oluşan
mananın hakikati itibari (suretsizliği) ile RAB dır. Varlıktaki suret ile suretsiz
yani, Rab ile kulluk bir olmazsa zıtlık oluşur.
Eğer birleşir, nefs, Rabbine tabi olursa, külli akıl tecelli eder. Bu suretle,
kendindeki (nefs) yokluğun zıddı olan ve Allah’a ait olan varlığı bilmeye çalışarak
da Allah’ı (Âlemlerin Rab ’ini) tanıyarak, idrak eder.
Yani nefsinin şerri ile Halktaki mutlak hayrı tanıyıp, bilmeye çalışır. Bildiği
oranda da kul nefsin marifetine ulaşır. Tekliğin hakikati ortaya çıkar. Böylece
Teklikte BİRLİK, çoklukta ise KULLUK ve RAB’lik gözükür Ve insan bunu idrak ederek,
kemale erer.
-Farkli dine mensup olduğu nu zanneden kişiler, farkında olmadan İslam dinine
mensup kişiler midir?
İslam tüm sistemin adıdır. Belirli konularda aynı şekilde düşünüp, yaşamak, bazı
konularda farklı düşünme ve uygulama içerisinde bulunmak sistemin güncellenmemiş
dilimlerinde kalmış olmaktan kaynaklanmaktadır. Yani herkes Allah’ın sistemi olan
İslam dinine tabidir. Aradaki fark bilişim tabiri ile update etme (güncelleme)
farkıdır.
Suyun içinde olana abdestin var mı diye sorulmaz. Tevhid bilincine ulaşmış bir
kimseye de, kelime i şahadet getirdin mi demenin bir manası yoktur. Çünkü o taklidi
imandan, ikna olmuş (ikan) aşamasında şahadetini aynel yakin olarak görerek,
bilerek, emin olmuş bir halde yaşamaktadır.
Kıyam et, bilincin, tüm sınavları geride bırakarak yeniden dirilişi, ayağa
kalkışıdır. Bir anlamda Teklik şuuru ile kamil insan bilincine ulaşmış olmaktır. Bu
şuura ulaşanın o güne kadar ben ve diğerleri üzerine kurduğu sınırlı varlık algısı
ve evreni eriyip yok olur. Bu durum (kıyam et) kişinin uykusundan uyanıp sınırsız
tek varlık şuuru ile kendisini öz de bulma anıdır.
Bunu yaşamak içinde tefekkür edebilen akla ve bu aklın gösterdiği yolu izleyip, bu
yolda çaba gösterebilecek iradeye sahip olmak gerekir. Bu vasıflara sahip olmayan
varlıkların doğal olarak kıyam et lerini yaşamaları söz konusu olmayacağı için
böyle bir ifade kullanılmış olsa gerek.
-Gerçek manada Tevhide ulaşmamış ama taklidi de olsa dini yaşayıp ahirete intikal
edenin akıbeti nasıl olur?
Taklidi yapılan uygulamalarla istenilen yere varmak pek mümkün değildir. Herkesin
ibadeti kendine, kendi kapasitesine özel olmalıdır. Herkes bünyesinin
kaldırabileceği oranda çalışmalarda bulunmalıdır.
Kılınan namaz, genelde pek çoğumuzun her gün kılmakta olduğu bedenin namazda,
şuurun dünya işlerinde takılı kaldığı taklidi namazlardır. Tabii bu namazın da
görevi yerine getirmiş olmanın verdiği huzur dolayısı ile faydası vardır. Bu namaz
çokluk alemindeki bilinç (biz ve Allah) düşüncesi bir hukuk, düzen (şeriat)
gerektirir. Kimse etrafınızda olmasa bile Allah sizi görüyordur. Onun için örtünüp,
tesettüre girilerek, yöneldiğine saygı gösterilerek bilinçsel konsantrasyon
sağlanmış olur. Bu şeriat ehlinin halidir.
İkinci olarak kılınan namaz bedenin ve şuurun namaz kıldığı (Allah'a yöneldiği)
kılanın içinde yok olduğu ve selam verilerek içinden çıkılıp, dünya yaşamına
dönülen ikame edilen namazdır. Bu namazda bilinçsel olarak benlik tamamen yok olup,
fenafillah (Allah'da yok olma) mertebesine ulaşılır. Bu süreçte kılanın içinde
olmadığı namaz (Allah'a yöneliş) hali yaşanır. Bu namazda ikame edildiği süreçte,
tekliği yaşayan hakikat ehlinin namazıdır.
Üçüncü olan üst bilinç seviyesindeki devamlı teklik şuuru ile yaşayan hakikat ehli
zamana tabi olmayan (ebul-vakt) ise bir kere secde eder, bir kere "Allah" der.
Görünürde sayısal olarak adet birdir ama o bir olanın getirisi, zamanla kayıtlı
olmadığı için diğerine göre bin dir. Çünkü, böyle bir kimse şuursal olarak daimi
namazda, daimi secde halindedir. Bu da daimi namazda olanın halidir. Bunu da ancak
yaşayan bilir.
-Son kapı kimi yerlerde marifet, kimi yerlerde hakikat geçiyor. Acaba hangisi
doğrudur?
İki sıralamada kendi içinde doğrudur. Ama aynı zamanda aralarında büyük fark
vardır.
Şöyle ki!. Hakikatin öncesinde gelen Marifet, bazı tarikat ehlinde, Mülhime nefste
kulda ilahi ikram ile hasıl olan "Marifeti İlahi"dir.
Hakikatten sonra, gelen Marifet ise, yüksek mertebeli evliyada, Mardiye nefste
hasıl olan "Marifeti Billah"tır. Bunların sayısı da yeryüzünde çok azdır.
Yani işin doğrusu; "Şeriat - Tarikat - Marifeti İlahi - Hakikat - Marifeti Billâh"
şeklinde sıralanabilir.
-Melek nedir?
Melek kelimesi, melk’ten gelir ki, “güç, kuvve” anlamınadır. Allah’ın mevcut
özelliklerinin (esmasının) açığa çıkması ile oluşan birimler anlamınadır.
Melek varlığını Allah’ın esmalarından alan terkipsel bir yapıdır. Allah’ın isimleri
yani esmalar, manalarını ortaya koymaya başladığı an ’da oluşan mana varlıklar
“Melek” adını alır.
Arş boyutsal bir sınırdır. Bundan dolayı Arş'ın altı zaman ve mekan ile kayıtlı
esma terkiplerinden oluşan, çokluk alemi yani evrendir ve dolayısı ile burada
melekler vardır.
Fakat Arş'ın üstü, zaman, mekan ve terkipsel kavramların geçerli olmadığı soyut,
tekil boyuttur, bu yüzden, bu boyutta melek yoktur. Bu konunun anlaşılabilmesi için
Kur’an da zaman olarak ifade edilen kavramların mekansal olarak değil, boyutsal
olarak değerlendirilmesi gerekir.
0
Yorum ekle
MAR
28
- Sorular ve Cevaplar - 8
-Bilinç ve şuur nedir?
İnsanı parça, ayrı varlık sandıran beden zannıdır. Genetik, astrolojik ve çevresel
etkiler insanda beden zannını oluşturur. Böylece insan bu beden zannının oluşması
ile esma boyutuna dönük MELEKİ ŞUUR dan, Hz. Ademin cennetten indirilmesi misali,
madde boyutuna dönük BEDENİ BİLİNCE inmiş olur.
Beden bilinç(ben) algısı insanı parçalar. Eşim, işim, aşım, düşmanım, dostum gibi
madde bilinci ile zihni paramparça eder. Bedensel bilinçte sahip olma ve kaybetme
korkusu beslenerek artar. Bu durum da insanın cehennemine odun taşıması demektir.
-Hasbiyallahu ne demektir?
HASİB esması = hesap görücü demektir. HASBİYALLAHU; Ben Allah’ın esmalarının, HASİB
(hesap görücü) esması işlevi ile açığa çıkan bir esma terkibiyim. Ben Hasib
esmasının farkındayım, şuurundayım. Açığa çıkan oluş HASİB esması mekanizması ile
(bir önceki an da yapılanın karşılığı/hesabı) üzere açığa çıkan Allah sistemi
gereği meydana gelen bir oluşumdur.
İnsanın içinde bulunduğu dünya(sın)da, yaşamı olarak açığa çıkanlar, Allah'ın “El-
Hasib” esması özelliği ile oluşan “Seri-ul Hisâb” gereği oluşur. Bu insanın
düşünce, niyet veya fiil olarak oluşturduklarının sonuçlarının, fiiller olarak,
dönüp karşısına çıkması ve sonuçlarını yaşama hadisesidir.
Yani, sistemdeki “Seri-ul Hisâb” (hesap görücü) işlevi, insanın düşünce, niyet veya
fiil olarak oluşturduklarının sonuçlarının, yaşamında her an yeni fiiller olarak
otomatikman karşısına çıkması hadisesidir. Buna göre insan, her an yaptığının
karşılığını anında almaktadır.
Bir şeyi Allah için yapmak, Allah’ın sonsuz ve sınırsızlığının idraki ile
benliğinden arınarak o şeyi yapmaktır. Allah’ın bizim yapacağımız o şeye ihtiyacı
yoktur. Fakat biz yapacağımız o şey ile birim selliğimizden, maddeye dönük beden
zannından arınıp, kurtulup, sadece Allah’ın var olduğu sınırsızlık ve bütünselliği
meleki şuuru içimizde hissedebilirsek o şeyi Allah için yapmışız demektir.
Tarikat aşaması olan Levvame ve Mülhime idrakinden sonra, yaşam içinde başa gelen
sınavlardan başarı ile geçildikten sonra Allah’ın lütfu ile Mutmainne aşamasına
geçile bilinirse Hakikat hâsıl olur. Çokluk kavramı ortadan kalkar. Teklik
müşahedesi oluşur. Bu aşamaya gelen arifte tarikat ve şeyh kavramı kalmaz. Bu
yüzden kırk yıl sonra mülhimede kemale ulaşınca Yunus Emre mutmainne de hakikati
yaşayabilmek için şeyhini terk etme gereğini yerine getirmiştir. Aksi taktirde
kişide hala şeyh, tarikat, çokluk, vb. kavramlar mevcut ve yerini koruyorsa o kişi
hakikat aşamasına geçememiş demektir.
-Zikir nedir?
Ayette de belirtildiği gibi her şey her an Allah’ı zikretmektedir. Fakat varlık
bunun farkında değildir. Bunun farkında olarak yapma özelliğine sahip varlık ise
insandır. Bunu gereği gibi değerlendirdiğinde (teklik bilinci ile Allah ve
sistemini bilir) ve yüksek frekanslı bilinç hallerinde (huşu, hayret makamında)
bulunarak getirisini yaşar.
Bilinci bu farkındalığa ulaşan kıyam etmiş (ayağa kalkıp, dirilmiş) artık evrendeki
mükemmel işleyen sisteme şahadet etmiş, şahit olmuştur. Ve bundan sonraki yaşamını
mükemmel işleyen sisteme teslimiyet içerisinde bir kul olmanın bilinci ile “razı”
olarak Huzurda, huzurla sürdürür.
"Allah onlardan razı, onlar da Allah dan razıdır, İşte büyük kurtuluş ve kazanç
(nimet) budur." (Maide suresi/119)
Bunların hepsi birbiri ile bağlantılı ve mertebeler üzerinden ifade şeklidir. Rab,
efal mertebesinden kişinin sahip olduğu esma hükümleri (akıl) ile nefsi terbiye
edici anlamındadır. Alîm(Ali) ismi ise Allah’ın ilim sıfatına işaret eder. İlim
içinde akıl gerekir. Cebrail sisteme dönük akıldır. Buradaki ilişkiler ilahi
kuvvelerle(melek e lerle) olur. Üst bilinç seviyesindeki zatlar(veliler) Allah
sistemine dönük ilmi bu boyuttan Cebrail aleyhisselam vasıtası ile alırlar. Bu
kimselerde bu boyutun (Cebrâil'in) müdahalesiyle beyinde ek kapasite ile oluşan
açılımlar oluşur. Allah ismi ise toplayandır. Zatı, sıfat ve esmaların tümünü
içeriğinde bulundurur. Allah ismi ile ifade edilen zatın hüviyetine ise "Hu"
ismi işaret eder.
An ’da ki aynı hakikat noktası, bir alt boyut ‘da, farklı zamanlar da yaşayan,
farklı zihin/bedenler aracılığı ile kendini okuyor, algılıyor olarak bulur. Yani
aynı Rasul şuuru, farklı bilinçlerde açığa çıkıp önce, sonra kavramlarından beri
olarak aynı an da yaşanmaktadır. Bu yüzden "Muhammedi boyut" her zaman diliminde ve
her varlığın özünde var olarak yaşamaktadır. Muhammedi red etmek, kendin deki bu
boyutu kapatmak, dolayısı ile bu boyutu kullanamayarak getirilerinden(şefaat)
faydalanamam aktır.
Tüm varlık ve insanda, görülen davranış, karakter, huy ve istidat, Allah’ın ilâhî
isimlerinin(esma) değişik terkiplerle ortaya çıkışından başka bir şey değildir.
Yani, varlıkta, açığa çıkıp, yaşananlar özde var olan “Hu” nun(özündeki teklik
boyutu) çeşitli manalarının Halka dönük halinden başka bir şey değildir. Görüp,
algılayarak sureti oluşan mana(fakir, kötü, iyi, aciz, vb.) ile suçladığın hor
hakir gördüğün, aşağıladığın, suçladığın isimlerin ardındaki hakiki fail o
esmaların gerçek sahibi olan Hak’tır. Önemli olan ismin, kendi özünde var olan
Hakka dönük tarafını fark ederek, varlığa, halka dönük sıkıntı oluşturan manasından
kurtulmak gerekir. Mesela, Samed(hiçbir şeye ihtiyacı olmayan) ismi Hakka dönüktür.
Rezzak(ihtiyacı olan) ise halka, kula dönüktür. Samed(ihtiyaçsız) olduğunu fark
edip bu manayı hal edinebilen için Rezzak’ın bir anlamı kalmaz. İhtiyaçsız olan,
kula, kul olmaz. Rızık kaygısı, sıkıntısı yaşamaz.
Yalnız insanda Rablık(tekâmül edip, Allah’ı bilme) ve Kulluk vardır. İnsan aynı
zamanda Rab makamında olan ruhuyla kul makamında olan nefsini bir arada taşır(ruh
cemali, nefis celalidir) Yani celali ve cemaliyle insanda Allah’ın kemali tecelli
eder. İnsan için o kemale varmak söz konusudur.
Holografik sistem(zerrede, bütünün kodlu oluşu) gereği tüm evrende var olan her şey
frekans bilgi(data) olarak insanın özünde mevcut bulunmaktadır. İnsan bir kelimeyi,
bir nesneyi düşündüğü anda bu düşünceye, manaya yüklediği güç oranında o manaya ait
bilinçaltında frekans halindeki kayıtlı bilgi otomatik olarak devreye girip,
hücreleri kendi frekanslarına programlayarak, oluşturdukları algı ile kişinin
Dünya(sın)da madde algısını yani yaşamını oluşturur. Bu yüzden insanın kendi öz’ü
ile bağlantıya geçmesinde bilinçaltına verilen telkinler ve en önemlisi inanmak,
emin olmak (iman) çok önemlidir. Bunun için mistik öğretilerde zikir, ritüel,
ibadet önemli bir yer tutmaktadır. Bunlar bir veriyi, bir bilgiyi bilinçaltına
sağlıklı bir şekilde yerleştirme, tanımlama sürecini oluşturmaktadırlar. Bunlar
bilinçaltına atılan tohumlardır. Düşünce, inanç tohumları farkında olmadığımız
bilinçaltı tarlasında uygun ortamı bulduğunda yeşerir, meyvesini verir ve üst
bilinçte, Dünya(mız)da gerçeğimiz olarak açığa çıkar.
Işık hızı üzerinde bulunan bilincin her an veri tabanı üzerinden gerçekleşen
algılamaları frekans dalgaları şeklindeki enerji parçacıklarını ışık hızı altına
çökerterek, kuant laştırması sonucu kişide sanal bir ben duygusunu, zaman akıyor
hissini, bilincin “ben” ile olan farkında lığını ve o ben in dünyasını ortaya
çıkarmaktadır.
İslam sadece Hz. Muhammed(sav)in getirdiği bir din değildir. Teslim olma, selamete
erme anlamına gelen "İslam" tüm peygamberlerin tebliğ ettiği, evrensel sistemi ve
insanın bu sistem ile uyumlu hale gelebilmesinin yollarını anlatan öğretinin
adıdır.
Bütüne ait tüm bilgi “holografik evren plakası”(Levh-i mahfuz) üzerinde frekans
dalgaları olarak kayıtlıdır. Ve holografik plaka da zaman ve mekân boyutu yoktur.
Milyarlarca bilgi, küçücük bir yerde, her zerrede depo edilmiştir. Yoğun zihin
konsantrasyonu neticesi zikir, namaz, tefekkür ve çeşitli yöntemler ile bilinçli
olarak veya bilinçsiz olarak uyku, ölüm, koma gibi durumlarda zihne beş duyu
vasıtasıyla gelen verilerin kesilmesi sonucu insan mekansızlık ve zamansızlığın
hâkim olduğu bu holografik evrende kendisini bulur. Her şeyin kayıtlı olduğu
sistemi farkında olarak veya olmayarak kapasitesi oranında okur. Olumsuz bir olay
gerçekleşmeden önce hissedilen iç sıkılmaları, medyum, kâhin diye isimlendirilen
kimselerin bazı olayları önceden algılamaları, altıncı his dediğimiz olaylar işte
bu tür algılamalardır.
Dünya yaşamında oluşan veri tabanı ölüm ötesi boyutta bu veri tabanın üzerinden
oluşan aynı senaryoları değişik algılarla defalarca bize yaşatır. Onun için ölüm
haline kadar oluşan tekâmül yani iyi bir veri tabanı oluşturabilmek çok önemlidir.
Ledün ilmi, direkt kalbe gelen, aydınlatan hata olmayan Allah’ın hakikat ilmidir.
Rabbani ilim, kişinin rabbi(terkibi) oranında sahip olduğu sınırlı ilimdir.
Emanet olarak ifade edilen esma terkibinin oluşturduğu şuurdur. Bu şuurun sahip
olduğu seçme, bilme, karar verme iradesi ile sahip olunan sorumluluk sahibi varlık
bilincidir. Bu da insana verilmiş bir ayrıcalıktır. Bu emaneti gereği gibi
kullanabilen “Ahsen-i takvîm” en güzel, yüce insan mertebesine ulaşır. Aksi durumda
ise hayvandan bile aşağı, varlıkların en aşağısı demek olan “esfel-i sâfilîn”
durumundaki bir yaratık durumuna düşer.
Özde tek olandan gelen yayın, farklı frekans algılamasına(esma terkibine) sahip
yapılar tarafından veri kapasiteleri doğrultusunda yorumlanarak madde olarak
algılanmaktadır.
-Mecazi anlatımlarla ifade edilenleri günümüzde açıkça anlatmak doğru mudur?
Şer de Allah’tandır. Ama nefsi ile şeri talep eden kuldur. Allah’ta talep edene
ettiğini verir.
Nefs-i küll, var olan tek mutlak nefs, tek mutlak bilinç anlamındadır. Aklın en
üst düzeyde kullanıldığı, bilincin Akl-ı Küll’den ilham almaya başladığı nefsin
aklı üst düzeyde kullandığı haldir. Bu süreçte aldığı ilhamlarla kişi varlığın TEK
olduğunu, onun varlığı dışında ikinci bir varlık olmadığını, aynı zamanda kendi
nefsinin hakikatin de o mevcut olan TEK olduğunu fark eder. Aldığı ilhamlarla bunu
(nefs-i küll) fark eden bilinç, bunu tam anlamı ile tatmin olmuş, şüphesi kalmamış,
bir şekilde Allah’tan kesin emin olan nefs olarak, velilik mertebesinin de
başlangıcı, olan “Mutmainne nefs” aşamasında yaşar. Bu aşama aynı zamanda Allah’tan
kesin emin olan nefs,(küll-i nefs) velilik mertebesinin başlangıcı olan, ilmel
yakin halidir.
-Hakikat yoluna giren kimseler neden sıkıntılı durumlarla karşılaşır?
Adem bilinci insan-ı kamil aşamasının ilk basamağıdır. Adem cennette iken Allah’ın
kendisine öğrettiği tüm isimlerin(esma) tam olarak kavraması mümkün değildi.
Güzellik ve Rahmet isimlerini biliyordu fakat celal, gazap, sabır isimlerini
bilmiyordu, bunları öğrenmesi, bu anlayışı kavrayabilmesi için cennetten uzaklaşıp
yeryüzüne neden, sonuç ilişkisinin geçerli olduğu halleri yaşaması gerekiyordu ki!
tekamül edip, tamamlanabilsin. İnsanda kendindeki Adem bilincini açığa
çıkarttığında insansı bilinçten, insan(kamil) aşamasına geçer. Bu durum hakikat
yoluna girmiş olan kimselerin bir çok sıkıntılı durumla karşılaşmasının da
nedenidir.
Varlık TEK dir. Çok olarak algıladığımız her şey Tek olan varlığın kendi manalarını
kendinden seyridir. Kendini bu Teklik boyutunda bulan manaları Teklik boyutundan
seyreder. Huzuru, güzelliği yaşar.
Bulamayan ise o manalarda kendini var zannederek, BEN der, ikilik(şirk) oluşur.
İkilik oluşanın dünyasında da tüm güzelliklerin zıttı, yani Rahman’ın karşısında,
şeytan- başarının karşısında başarısızlık- mutluluğun karşısında, mutsuzluk-
sağlığın karşısında, hastalık, vb. seçenekleri kişi dünyasına davet edip, açığa
çıkarmış olur.
Bunun için bilinçaltını korunma noktasında kodlamak ve iman etmek (kesin emin
olmak) çok önemlidir. Oluşacak negatifliklerden kaçamayız, fakat bilinçaltına
vereceğimiz telkinlerle bilinçaltı bağışıklık sistemimizi güçlendirebiliriz.
“Ba’s olmak” şu an da bulunduğu dünya âlemine geri gelmek anlamında değildir. Dünya
yaşamında madde bedende, yaşayan insanın, dünya yaşamında beyni vasıtası ile
oluşturduğu veri tabanı üzerinden oluşan madde algısı ile geçiş yaptığı ölüm ötesi
yeni boyuttaki ruhani dirilişi ile yaşamına bu format üzerinden devam etmesi
olayıdır.
“Vel ba’sü ba’del mevt.” (Mevtin /ölümün hemen akabinde, yeni bir bedenle yaşamıma
devam edeceğime iman ediyorum) -Amentü-
Yani insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Ancak Zat’ın kendisi değildir. Özel bir
konuma sahip bir ara geçiş varlığıdır. İnsan varlık aleminin berzahıdır. İnsandan
Allah’ın sıfatları açığa çıkar. Ancak onların zati sahibi değildir. Kısaca insan
sadece aynadır, yansıtandır.
Siz bu durumu kabullenip, HAMD etmediğiniz yani size hoş gelmeyen, beğenmediğiniz
bir durumu Allah’ım ben elimden geleni yaptım. Bundan sonrası beni aşar, eğer benim
istediğim olmuyorsa bunda bir HAYIR vardır.
Tarih boyunca insanların ilgi odağı olmuş olan ve doğru kullanıldığı takdirde
insanın kendisini ve sistemi tanıması için muazzam bir kaynak olan astroloji ilmi
günümüzde özünden uzaklaşıp, kehanet sanatı ile birleştirilip bir fal çeşidi haline
getirilmiş bulunmaktadır.
Bu suretle zaten güncel bilgi akışı içerisindeki varsayım bilgiler (savaş olabilir,
deprem olabilir, ekonomide zor günler gelebilir, vb. kavramlar) yeni bir kehanetmiş
gibi insanlara astroloji böyle söylüyor denilerek farkında olmadan empoze
edilmektedir. Bu durum da insanların dünyalarında negatif kodlanma neticesi, bu
doğrultuda çıktı tehlikesini oluşturmaktadır.
Bu suretle hangi burçta iken nelerin yapılması gerektiğini ay, güneş ve diğer
gezegenlerin yansıtmış olduğu manaların, günün saatleri üzerindeki etkilerinden
insanın nasıl faydalanılması gerektiğini, tesirlerin etkilerini kişinin kendisinde
bulup, nasıl, değerlendirerek, hayra dönüştürebileceğini anlatmışlardır.
Çünkü astroloji gezegenlerden gelen esma yüklü frekans dalgaları ile beyinde oluşan
yazılımın bir neticesi olan kişinin doğum anının kalitesini (oluşan yetenek ve
kabiliyetlerini, vb.) ölçen bilim dalının adıdır.
Doğum anı kalitesini tespit eden bu ölçme işlemi, günlük bilgileri alıp astrolojik
terimlerle şekillendirerek, kehanetmiş gibi sunmanın aksine holografik bakış ve
tevhid ilmi ile bu esma tesirlerini hayra yorarak değerlendirme yeteneğini
gerektirir.
-İnsan nedir?
Cennette BENLİK dolayısı ile NEFS ve nefsin arzuları vardır. Önemli olan HİÇ
olabilmektir. Hiç olanın hiçbir şeyi dolayası ile nefsani arzuları, korkuları,
dahaları, vb. hiçbir şeyi yoktur.
O Allaha teslim olup, onda yok olmuş gelene de, gidene de razı seyir halinde
HUZURDA, huzuru yaşamaktadır.
Onun için de erenler “Cennet, cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri, isteyene
ver sen onu, bana seni gerek seni” demişlerdir.…
3
Yorumları görüntüle
APR
16
Ölüm ve ölüm sonrası insanoğlunun en çok merak ettiği hadisedir. Bütün din ve
inançların en önemli ve en dikkat çekici unsuru ölüm ve ölüm sonrası anlatılardır.
Dinlerin ölüm sonrasına ilişkin anlattığı ve vaat ettiği birçok şeye rağmen, ölüm
insan zihninde bilinmezliği, korkuyu bazen de bir kısım umutları barındırır.
Ölen kişi için, birçok inanç sisteminde yapılan uygulamalar, ritüeller, dualar
vardır. İslam toplumunda da ölünün arkasından Kur’an’dan Yâsin Süresinin okunması
en çok yapılan uygulamadır.
Toplumumuzda yaygın bir uygulama olan iskat ve devir adı altında cenazeden sonra
ölüye Kur’an okuyup, okuduklarını para karşılığı satanlar ve bunları satın alan
kimseler, maalesef yaptıklarından habersiz oldukları için Kur’an’ı mezarlık kitabı
haline getirmişlerdir.
Oysa Kur’an toprak ve beden kabrinde ölü olanlar için değil, gerçek anlamda bilinci
DİRİ olanlara içinde yaşadıkları evrensel sistemi (din) öğretmek, Allah’ın razı
olduğu hayat yolunu göstererek dünya ve ahirette huzurda, huzurla kalabilmeleri
için gönderilmiştir.
Cenaze defin töreni ve sonrasında Yasin Suresi’nin okunması iyi bir şeydir. Çünkü
Yasin Suresi, okuyan ve dinleyene yaşam, ölüm ve yaratılmıştaki mükemmellik ile
ilgili mesajlar verir. Bu suretle bilinçaltına hakikati işaret edici kodlamalar
yaparak fayda sağlar.
Yalnız bu fayda bedeni toprakta ve bilinci beden kabrinde ölü olanlar için değil,
okuduğunu anlayıp, idrak edebilen kodlamaları deşifre edebilen, şuuru (ruh) gerçek
anlamda diri olanlar içindir.
“Bu Kur’an ancak aklı, fikri, duygusu, diri olanları uyarmak ve Allah'tan gelen
gerçekleri örtbas edenlerin üzerine de azapla ilgili sözün hak olduğunu bildirmek
üzere indirilmiştir” (Yasin suresi/70)
Biyolojik ömrünü tamamlamış, bedenen ölmüş insana, ölümü tattıktan sonra okunan
Kur’an ayetlerinin kendisine fayda sağlayabilmesi için ise, o kişinin biyolojik
beden ile yaşarken bu bilgileri, beyni kanalı ile bilincine(ruh) yükleyerek, burada
bu konu ile ilgili potansiyel bir veri alanı (format) oluşturmuş olması gerekir.
Yani okunan verileri deşifre edebilecek yenilenmiş, tekâmül etmiş DİRİ bir bilince
sahip olması gerekir.
Yasin Süresinde, İslâm dininin (sistemin) üç esasını teşkil eden tevhid, nübüvvet
ve âhiret konuları ile kâinattaki yaratılış ve Allah sistemindeki mükemmellik
deliller getirilerek anlatılır. Bunun içinde surenin başında YA (ey) SİN (insan)
diyerek, bilinci diri, İNSAN (kâmil) muhatap alınır. Yani hitap beden kabrindeki
bilinci ölü olan beşere değil, şuuru diri olan insanadır.
Çünkü Kur’an ayetleri insanın, okuduğunu kendinde bulup, yaşaması içindir. Hiçbir
sure, ayet ölülere okumak için gönderilmemiştir. Varlığın tek olması, yaratılıştaki
yapının holografik (her zerrenin içinde, bütünün kodlu olması) nedeni ile okuyan
ölmüşlere okuduğunu zanneder ama aslında ölmüşler sayesinde kendi ölü nefsine okur.
Okuyan, okuduğunun farkına varırsa şifa bulur, ölü (uykuda) olan nefsi dirilir.
Dünyevi gündelik hallerde yaşamını sürdüren beşeri varlık olmaktan, İNSAN(kâmil)
olma aşamasına geçer. Cebrail’in kurduğu bağlantı ile de özündeki nübüvvet
boyutundan nasiplenir. Bu sayede Yasin okunan kimse de dolaylı da olsa okuyana bu
vesile ile şefaat etmiş olur.
Çünkü okunan ayetlerin karşılık bulup, açılım sağladığı yer özde var olan nübüvvet
boyutudur. Nebilerin, resullerin nübüvvet boyutundan (ilahi bilgi kaynağından)
ortaya koymakla görevlendikleri hakikatler insanın varlığında mevcuttur. Ama
insanın varlığını meydana getiren esma terkibinin oluşturduğu bilinçsel SED
(kişideki çokluk kavramını oluşturup, teklik bilincine ulaşmasını engelleyen BENLİK
perdesi), kişinin kendi dünyasında (beden kabrinde) sıkışıp kalmasına, içinde
bulunduğu boyutun (dünyasının), kısıtlı bilinç hali ile yaşamasına neden olur.
Dolayısı ile bu durumdaki kimse büyük resmi görüp, okuduğunu algılayıp, hakikatleri
keşfedemez.
Keşfedebilmesi ancak Allah sistem ve düzeninin bilgi kaynağı olan nübüvvet boyutuna
(ilahi bilgi kaynağına) ulaşabilme istidadına sahip Melek (bağlayıcı güç) olan
Cebrail’in o boyuttan ve frekanstan kendisi ile bağlantı kurması ile mümkün olur.
Bu bağlantı neticesi Rasul aracılığı ile bilgiler o boyuttan kişinin kendisine
irsal (rasul) olup ulaşır.
Çünkü CEBRAİL (a.s.) zihnin birimselliğinden kaynaklanan yaşayışı, TEK olan varlığa
bağlayan sisteme dönük ilahi kuvve sahibi, aklın temsilcisi olan MELEK e dir. Kalp
gözü açık kâmiller nübüvvet boyutundan Allah sistemine dönük ilmi Cebrail
(a.s.)* vasıtası ile alırlar. Bu kimseler, Cebrail (a.s.)ın sıkması, müdahalesi
(yoğun veri baskısı) ile beyinlerinde oluşan ek kapasitenin açılımı neticesi
nübüvvet boyutundan gelen bilgileri alıp, değerlendirerek, büyük resmi görüp,
sistemi okurlar.
Akıl kelimesi Arapça "Ukl" kökünden gelir ve "bağlamak" anlamındadır. Bir şeyi,
diğer bir şeye bağlayarak, aralarında bir bağlantı kurup, bir sonuç çıkarmak
anlamında kullanılır. Arapçada bu kelime duyguları, düşünceleri, kavramları ve
olayları birbirine bağlayan MELEKEYE verilen bir kelime olarak kullanılır.
Yani ne zaman boyutlar arasında bir sed oluşturan Ben(lik) bilinçsel olarak ortadan
kalkarsa ancak o zaman özde var olan nübüvvet boyutundan gelen ilahi mesajlar
insanda karşılık bulup, algılanır, okuyanın okuduğu kendisinde karşılık bulur. Yani
sonuçta insan ne ederse kendi özünde var olan kuvveleri çalıştırmak sureti ile
kendine eder.
Kısaca Kur’an, dirileri uyarmak, bedenleri diri, ruhları ölü olanları diriltmek
için gelmiş bir yaşam rehberidir. Ölü ve mezarlık Kitabı değildir. İnsanlar ölmeden
önce Kuran'ı onlara okumak ve uyarmak gerekir, öldükten (beyin devre dışı
kaldıktan) sonra değil. Bunun aksi trafik kurallarını bilmeyip, kaza yapıp, ölmüş
bir kimsenin başucunda ona trafik kurallarını okumaya benzer.
*CEBRAİL (a.s); İslâm dininde ilahi emirleri (Allah ile kulu arasında) bildiren
boyutlar arası bağlantıyı melekelerle (ilahi kuvvelerle) sağlayan Musevilikte ve
Hristiyanlık ‘ta da ismi geçen bir melektir. Cebrail (a.s.) Levh-i Mahfuzu (olmuş,
olacak her şeyi kapsayan kâinat yazılım programından) okuyarak görevini yerine
getirir. Kur’an’ı, Levh-i Mahfuz’dan bir defada (an) okumuş ve Hz. Muhammed(sav)e
zam an içinde tebliğ etmiştir. Aldığı ilâhî hakikatleri, insana nakledip risalet
görevi yapması, yani üst boyuttan aldığı ilâhî hakikatleri bir alt boyutta ortaya
çıkartması nedeni ile Kur’an’da Cebrail ve diğer meleklerden Rasul olarak
bahsedilir ve “aleyhisselâm” tabiri kullanılır.
19
Yorumları görüntüle
AUG
Bu duruma yani bir nesnenin Nötr(hiç) durumunda aynı anda birçok kuantum durumunda
eş zamanlı bulunmasına süperpozisyon adı verilir. Süperpozisyon,
gözlenene(niyete) kadar belirli bir halde olmayan birçok seçeneği, olasılığı bir
anlamda paralel evrenleri eş zamanlı barındırır.
Bu durum insan beyni ile kuantum mekaniği arasındaki benzerliği oluşturur. Çünkü
insan beyni aslında çok olasılıklı sonuçlar içeren kuantum mantığı ile çalışmak
üzere yaratılmış holistik(bütünsel) yapıya sahiptir ve bu makinalardan çok daha
fazla donanımla programlanarak yaratılmış muazzam bir mekanizmadır.
“Nerede olsanız o sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı bilir, görür. Çünkü size
hayat veren ruhunuz(hakikatiniz esma ile var olması nedeni ile)ona
bağlıdır.” (Hadid Suresi/4)
Oysa yaratılış programı gereği insan da her şey potansiyel olarak vardır.
“Allah Adem’e esmaların tümünü talim etti.” (Allah esmalarla var olan varlıkların
tüm özelliklerini, onları nasıl kullanılacaklarını, insana talim ederek onu
programladı) (Bakara Suresi/31)
Fakat yaşama bakışını, değerlendirmesini ve felsefesini sadece bir parça olan madde
üzerine yoğunlaştırıp, birçok veriyi beynine ezber olarak depo eden insan, klasik
bilgisayarlarda olduğu gibi aldığı verileri analiz etmeden var- yok ikilemi ile bir
robot gibi kullanır. Bu yüzdende beynine yüklediği veriler arasında bir ilişki
oluşturup yeni hikmetli bir düşünce üretemediği gibi sistemi okuyup, evrensel
hakikatleri fark edemez. Var-yok ikilemi(şirk) arasında sıkışıp kalmış olan insanın
en büyük problemi ve yaşadığı sıkıntıların sebebi de budur.
İnsanın bu durumun farkına varabilmesi için klasik fizik yasaları ile sınırlı
dünyevi madde boyutundan değil de, özünün var olduğu sınırsız, birçok sonuca kapı
açan kuantsal, holistik boyuttan teklik bilinci ile olaylara bakabilmesi gerekir.
Çünkü kuantum fiziğindeki tüm evrenin bir bütün oluşu anlayışı, tasavvuftaki
Vahdet-i Vücûd(tek varlık) kavramının zahiri dünyaya yansımasıdır. Bu durumun
farkındalığındaki insanın bilim/zahir ile din/batıni bilgileri tefekkür etmesi onun
yaratılış - kader - kaza - tevekkül - tayyı mekân, vb. gibi dindeki metafizik
kavramların çalışma mekanizmasını anlayarak, bilinçsel tekâmülünü sağlar.
Bireysel iki seçenekli algıda vehim, vesvese işe karışırken, sonsuz seçeneklere
sahip sığınılan vekil(Allah sistemi) geçmiş, gelecek tüm risk hesaplamalarını hızla
yaparak olayı en mükemmel şekilde çözüp, neticeye ulaştırır. Gereken çaba
gösterildikten sonra kendini aradan çıkarıp işinin sonucunu samimiyetle Allah’a
havale eden kişi, kâinatın sahibi olan o muazzam sistemin gücünü, kudretini yanında
hissettiğinde rahatlar.
“Bir işe başladığın zaman, Allah’a tevekkül et, Ona güven!” (Al-i imran suresi/159)
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona bir çıkış yolu gösterir. Ve onu hiç
ummadığı yerden rızıklandırır. Allah, ona yeter." (Talak suresi/2-3)
Din ve bilim geçmiş de olduğu gibi, günümüzde de bir, birleri ile hiç alakası
olmayan iki ayrı şeymiş gibi algılanarak, değerlendirilmektedir. Oysa din o ana
kadar somut olarak tespit edilmemiş olan Allah sistemini(sünnetullahı) metafizik
kavramlarla anlatmaktadır. Bilim ise bu sistemin zaman içerisinde fiziksel olarak
tespiti neticesi somut bilinir olma hadisesidir.
Bu yüzden doğru anlaşılmış bir din ile bilimin verileri birbirine zıt olamaz.
Aksine aynı kaynaktan gelip, aynı ilmin yansıması olduğu için her biri kendi
alanından Allah’ı ve sistemini işaret eder. Görüp, okuyabilen için biri, diğerini
doğrular. Bunun aksini düşünenin, ya bakışında bir problem vardır veya dini ve
bilimsel verileri yorumlamasında eksik bilgi nedeni ile bir sıkıntı vardır.
Bu durum “Sübhanallah” diyememek yani her an yeni bir şey yaratıp bunlarla da asla
kayıtlanmayan ve sınırlanmayanı görmekten perdelenmektir.
Bilmeyen bilmediğinin bilinci ile kalben iman ederek yaşar. Bilen kalben olduğu
kadar aklen de ikna olarak ikan hali ile(görerek, bilerek) hakikati yaşar.
Bilmediğini bilmeyen ise her şeyi bildiğini iddia ederek red edip, kozasının içinde
her şey bu kadar zannedip oyalanmaya devam eder.
20
Yorumları görüntüle
JUL
Halk arasında bilinen “ermek” her şeyi terk etmektir. İslam ariflerine göre her
boyut kapısını geçmek bir terk ediştir. Bu terk edişler aslında maddeden bağımsız,
bilincin boyutlar arası yolculuğudur. Çünkü madde üçüncü boyuttan sonra işlevini
kaybeder. Bilinç(ruh) ise boyutlar arası yolculuğuna devam ederek bütün boyutları
görüp, izleyen hâle bürünür. Bütün kapıları geçen, hiçliğe
varır. Mir'acını* tamamlar. İşte en ilahi nokta da burasıdır. Bu durum Hakk’a
varmak, yaratan ile bütünleşmektir.
Miracı yapıp, evrensel sırlara ulaşmak için, bireysel benliğin sembolik ifadesi
olan cüz-i aklın yani zekânın ötesine geçip, onu aşmak sureti ile külli akla
ulaşmak ve onu anlamak gerekir. İnsan ancak o zaman evrenselliği ve kendini idrak
eder. Bu da insanın fiziki olarak olduğu kadar metafizik olarak da kendi yapısını
ve evrenin çalışma sistemini bilip, buranın değerleri üzerinden kendini okuması ile
mümkündür.
Evrende var olan her şey hologram yapı(bütünün, zerrede kodlu oluşu) gereği insanda
mevcuttur. İnsanın beyninde şifrelenmiş olan ilahi gerçekler insanın boyutsal
yolculuğunu yani miracını yaparken evreni kendisinde bularak okuması/tanıması ile
bilinebilir. Evreni kendinde bularak okuyabilen o ana kaynaktan, bilinçsel tekâmülü
ve ilmi oranında “Ümmül(ana) kitabı” okumuş olur. Kendi bireysel benliğinin üstüne
çıkarak miracını tamamlar ve evrenle bütünleşir. Evrenle bütünleşmek yaratıcı olan
Allah’a ulaşmak, kapasitesinin el verdiği oranda onu tanımak demektir.
Geçmişte bilim yeterli olmadığı için iman yolu ile kabullenilen hakikatler,
günümüzde bilimin tespitleri ile insanı kalben olduğu kadar zihnen de tatmin
ederek, onu görerek, bilerek, yakin, emin olmuş insan konumuna getirmiştir. Bunun
en önemli aşamalarından biri atom altı fiziğin “süper sicim teorisi” ve “her şeyin
teorisi” olarak isimlendirdiği çalışmalardır.
Süper sicim teorisine göre maddeyi oluşturan temel parçacıklar on boyutlu uzayda
kendi üzerine kıvrılarak titreşen tek boyutlu enerji iplicikleridir. Bu çok küçük
sicim(iplikçik)ler gerekli enerji sağlandığında evren kadar uzayabilirler.
N.Tesla’nın eter(esir madde) diye tabir ettiği on birinci boyut olarak kabul edilen
"M" zar yapı içerisinde ahenk ile titreşen(büzülüp, dalgalanan) bu mikro sicimler,
farklı rezonanslarda dalga boyları ile evrendeki senfoniyi oluşturan melodilerin
notalarını(canlı, cansız birbirinden farklı tüm varlıkları) üretirler. Bu notaların
oluşturduğu melodilere “madde” bu melodilerin yarattığı senfoniye de “evren”
denilir.
Kısaca süper sicim teorisine göre evrendeki her şey birbirleri ile bağlantılı fakat
farklı titreşerek, değişik frekanstaki dalga boyları ile notalar(madde varlıklar)
üreterek, bütünde senfoniyi(evreni) oluşturan tek bir yapının farklı boyutsal
tezahürleridir.
“O her an yeni bir bir şe’n(ayrı bir tecelli, yeni bir oluş) üzerindedir.”(Rahman
suresi/29)
Buradaki durum sanki görünmeyen bir takım sicim(ip)lerle evrendeki her şeyin
birbirine içten içe bağlı olma hali ile bütünde tek bir müzik eserini ahenkle
oluşturup, çalıyor olmalarıdır. Bu yüzden gündelik bilinç hallerinde algıladığımız
fizik âlemde gözümüze dağınık ve parçalanmış olarak yansıyan nesneler, arka
planlarında(özlerinde) mükemmel bir biçimde uyum, uzlaşı ve ahenk sergilerler.
Yani basit bir mantıkla, evrendeki her şey aynı enstrümanın tellerinden çıkan
farklı notalar gibidir. Farklı frekanslarda titreşen evrenin notaları(sicimler)
madde varlıkları oluşturarak sonuçta evrenin müziğini/senfonisini oluşturur. Bu
notalar, her an birbirleri ile iletişim ve bütünle etkileşim halindedirler. Bütün
ile kesintisiz bağlantıyı ve koordineyi sağlayan ortak hafızaya sahiptirler. Bu
yüzden biz farkında olmak istemesek de bizim farklı olarak algıladığımız her şey
bütünde muazzam bir uyum içerisindedir.
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her şey O'nu tesbih eder(varlıklarını oluşturan
esmalarını açığa çıkartıp, bilinir olmak için her an hâlden hâle dönüp dururlar).
O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini
anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.”(İsrâ Sûresi/44)
Evrendeki her şey ve her türlü hareket, sicimlerin birbirleri bağlantılı olması
nedeni ile sistemin bütünü tarafından algılanır, hissedilir ve ona bir cevap
verilir. Bütünü etkilemeden bir taneciği yerinden çekip almak, ona müdahalede
bulunmak imkânsızdır. Bu yüzden evrendeki her şey birbiri ile ilişkili, koordineli
ve uyumlu olmak zorundadır. Birinin yaptığı tüm eseri etkilemektedir. Bu durum bir
kelebeğin kanadını çırpmasından, bütün kainatın haberdar olması gibidir. Arifler
metafizik olarak bu durumu "Bir zerre dahi yerinden oynasa, bütün alem yok olur"
şeklinde açıklamışken, bugün bilim bu durumu varlıklar boyutu açısından "kelebek
etkisi" gerçeği ile ortaya koymuştur.
Aslında tüm notalar, aynı anda-aynı yerdedir. Ancak insan beş duyusu ile 4 boyutu
madde dünya olarak algıladığı, algı kapasitesinin üzerindekileri yani diğer 6
boyutu algılayamadığı için buradaki oluşumları ve parelel evrenleri(alternatif
yazılımları) fark edemez. Algılayamadıklarını "gayb âlemi, manevi ahiret alemi"
olarak tanımlar.
Bundan dolayı insan, biyolojik bedeni ile oluşturduğu dünya(sın)da madde âlemde
yaşarken, beyninin tanımlayamadığı dalgalar, itibari ile farkında olmasa da her an
manevi boyutta/ahirette de bulunmaktadır.
Yani algılanan maddesel boyut kavramı algılayanın algılama kapasitesi ile ilgili
"görsel-izafi" bir şeydir. İnsan algılayamadığı boyutları ancak gündelik sıradan
bilinç hallerinden zihnini kurtarıp, yüksek frekanslı bilinç hallerine
yükseldiğinde kapasitesi oranında fark edebilir.
Atom altı kuantum biliminin, İslam metafiziği olan tasavvuf ile birleştiği
noktadaki bu bilgiler, samimiyetle hakikati arayan, düşünen insanın, evrensel
sistemin çalışma mekanizmasını anlama ve hayrına kullanabilmesinde önemli
öğretilerdir. Dini metinlerde dinin derinlikli anlamlarının, batini boyutlarına ait
bu tarz bilgiler içinde bulunulan zamanın şartları algılamaya müsait olmadığı için
sembol ve mecazlar ile ifade edilmiştir.
Bu şekilde ifade edilmek zorunda kalınan hakikatler, atom altı bilimin tespitleri
ile deşifre olup, algılanır hale gelmesi, bilinen birçok şeyi değiştirmiş, bilim
dünyası ve vizyonu geniş entelektüel kesim bu tespitleri dikkatle inceleyip, yeni
bakış açısıyla sorgulayarak, değerlendirmeye başladıktan sonra bilim ile derin
din(islam metafiziği, tasavvuf) aynı şeyleri konuşur hale gelmiştir. Bu durum da
hakikati arayan bilinçli, aydın insanı kalben ‘iman’ eden kul olmaktan, aklen
mutmain(görerek, bilerek, yakinen emin) olmuş 'ikan' eden kul boyutuna
yükseltmiştir.
Çünkü din Allah sistemini(sünnetullahı) anlatmaktadır. Bilim ise bu
sistemin(sünetullahın) zaman içerisinde tespitidir. Fizikte rölativitenin ve
kuantum mekaniğinin ortaya çıkmasıyla ulaşılan bilgiler, manevi söylemlerle ifade
edilen evrenin çalışma tekniği, yaratışın sırları ve buradaki metafiziğin daha iyi
anlaşılmasını sağlamıştır.
Atom altı sicim teorisi günümüz modern fizikçiler tarafından 'Her Şeyin Teorisi'
(atom altı parçacıklardan, kuantlara, kara deliklerden, büyük patlamaya kadar her
şeyi matematiksel olarak izah edebilen bir teori) olarak da isimlendirilir. “Hey
Şeyin Teorisi” olarak adlandırılan “Süper Sicim Teorisi”, mikro kozmosdan, makro
kozmosa kadar evrendeki birçok şeyi matematiksel olarak açıklarken, İslam'daki
Tevhid(teklik) hakikatini ve Miraç(boyutsal yolculuk, ilim semasında yükselmek)
olayını anlayanlara en anlaşılır şekilde izah eden bilimsel teoridir.
2
Yorumları görüntüle
MAY
25
“O her an yeni bir bir şe’n(ayrı bir tecelli, yeni bir oluş) üzerindedir.”(Rahman
suresi/29)
Atom altı kuantum fiziğinin madde kavramı üzerindeki bu tespitleri bilinen birçok
şeyi değiştirmiş, bilim dünyası ve vizyonu geniş entelektüel kesim bu tespitleri
dikkatle inceleyip, yeni bakış açısıyla sorgulayarak, değerlendirmeye başladıktan
sonra bilim ile din aynı şeyleri konuşur hale gelmiştir.
Dini metinlerde içinde bulunulan zamanın şartları algılamaya müsait olmadığı için
sembol ve mecazlar ile ifade edilen, dinin derinlikli anlamlarının, batini
boyutlarına ait metafizik bilgiler, günümüz atom altı kuantum fiziğinin tespitleri
ile insanı kalben 'iman' eden kul olmaktan, aklen mutmain(görerek, bilerek, yakinen
emin) olmuş 'ikan' eden kul boyutuna yükseltmiştir.
Kuantum fiziğine göre tüm evrenin bir bütün(tek bir yapı) oluşu tasavvuftaki
'vahdet-i vücut' kavramının bir karşılığıdır. Buna göre de kâinatta her şey,
birbirine bağlı canlı bir alan oluşturmaktadır. Zihinlerimiz bu alan vasıtası ile
her an birbirleri ile ilişki halindedir. Kuantum fiziği gözlemci etkisi kuramına
göre her şey birbiriyle bağlantılı olduğu için gözlemci, gözleneni(dış
dünya) gözleyerek(bilgilendirmek suretiyle) etkileyerek, değiştirmektedir.
“Ameller niyetlere göredir. Kişi neye niyet ettiyse onun karşılığını alır” Hz.
Muhammed(sav)
Atom altı boyut itibari ile zaman tek an olduğu için ahiret/bilinç ve
dünya/madde diye bir ikilem de yoktur. Aslında ahireti de, dünyayı da aynı anda
yaşıyoruz. Fakat beş duyu ile oluşan zaman ve mekân sınırlaması ile oluşan gözlem
ile oluşan yanılsama(illüzyon) neticesi ayrı ayrı şeylermiş gibi algılıyoruz. Ancak
beş duyu sınırlaması bir şekilde devre dışı kaldığında, bütünün algılayamadığımız
kısmının farkındalığına ulaşıyoruz.
Ölüm denilen olay ile de dünya hayatında ulaşılabilen tekâmül oranında tek olan
mutlak gözlemciye bütüne/öze (Allah’a) geri dönüş gerçekleşmekte ve o ana kadar
tekâmül neticesi oluşmuş veri tabanı kapasitesi üzerinden bundan sonraki
gözlem(algılama) gerçekleşerek ahiret hayatı yaşanmaktadır.
Kuantum fizikçisi Dr. Wolf modern fiziğin geldiği son noktada kuantum fiziği ile
tasavvufun birbirine olan şaşırtıcı benzerliğini gördüğünü itiraf etmiştir. Kuantum
fiziği mekaniğinin tasavvufi düşünce ile çok benzeştiğini, kuantum fiziğine göre
evrendeki her şeyin tasavvufi inanıştaki gibi tek yapı olduğunu, ayrılık ve çokluk
algısının ise sadece bir yanılsama(illüzyon) olduğunu söylemiştir.
Bu yüzden kuantum fizikçileri ile tasavvuf ehli sufilerin dünya görüşleri birbirine
çok yakındır. Çünkü atom altı kuantum fiziği teorileri ile sufilerin hakikati içten
gözlemleyerek, tefekkür ile ulaştığı metafizik tespitlerin birçok ortak noktası
bulunmaktadır.
İnsan klasik fizik bilgileri ve düz mantık ile düşünürse bu anlatılanları anlayamaz
ve boşluğa düşer. Anlamak için önce derin düşünmek, hayret etmek ve akıldan öte
sezgi gücüne sahip olmak gerekir. Fizikçi Richard Feynman da şöyle demiştir; “Ben
de anlamıyorum, kimse anlamıyor ama kuram çalışıyor. Kuantum teorisi karşısında
şaşkınlığa uğramayanlar (hayret etmeyenler) bu teoriyi anlamamış demektir.”
Mutasavvıfların tefekkür ve keşif ile, bilimin ise yoğun araştırmalar ile ulaştığı
tespitlerin ortak noktası hakikatte var olanın sonsuz, sınırsız TEK bir yapı olduğu
gerçeğidir. Kuantum fizikçilerinin tabiri ile gözleyen ve gözlemlenen iki farklı
ayrı yapı olmayıp, gözlemlenen(yaratılan) algılayanın(gözlemleyenin) bilinç veri
tabanı doğrultusunda ki algılaması ile oluşan suretlerden kaynaklanan bir
illüzyon(hayal) olduğudur. Tasavvuf ehli zatlar, asırlardır bu hakikati 'âlemler
hayaldir' şeklinde ifade etmişlerdir.
Bilimin Tek varlık tespitini asırlar önce keşif yolu ile fark edip, teklik sırrına
eren birçok Allah dostu bu gerçeği dillendirdikleri için katledilmişlerdir.
Bunların en başında da Allah aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada; 'Enel-Hak'(Ben
Hakkım) diyen Hallac-ı Mansur vardır. Mansur ben Allah'ım(zat) dememiştir. Hallac-ı
Mansur'un Enel Hak(ben Hakk'ım) sözü, Allah aşkı ile kendinden geçtiği bir sırada
kendi fiil ve davranışlarını görmez olup kendisinde olan fiillerin tamamen Allah'a
ait olduğunu fark ettiği mecazi bir idrak halidir. Bu sözün söylendiği makam
Allah'ın sıfatları ile kulun idrak olduğu(Hak)makamdır. Sözün anlamı(Ben
Hakk’ım) demek ise de, Mansur "Ben Hakk’ım" derken, Hak’tan, Tek’den başka bir şey
yok demek istemişti. Bilimin bugün tespit ettiği bu hakikat o gün anlaşılamadığı
için Hallac-ı Mansur işkence edilerek öldürülmüştü.
Bu gün ise günümüz insanının modern bilimin ulaştığı bilgileri, tasavvufun ışığında
değerlendirerek sistemi hayrına kullanıp, huzura varması gerekir. Bunun içinde
bakış açısını kökten değiştirerek, evrene şartlanmış klasik bakış tarzı ile
birbirinden kopuk, bağımsız madde yapılı bireyler olduğu zannıyla bakmak yerine,
gören ile görülenin bir olduğu TEK bir bilinçle bakabilmesi gerekir. Bunu da dünya
yaşamında kendi bilincinin tekâmülü neticesi yenilenme/reform ile oluşacak 'yeni
bir bakış açısı'(format) ile gerçekleştirebilir.
“İşte biz, bu misalleri insanlar için(ibret alsınlar diye) anlatıyoruz. Ancak ilim
sahiplerinden başkası bunlara akıl erdirmez.”(Ankebut Sûresi/43)
Etiketler: Ahiret bilim ve din dua gözlemci higgs
bozonu holografik kuantum niyet sufi tanrı parçacığı tasavvuf vahdeti
vücud yaratış ölüm
16
Yorumları görüntüle
MAY
Bir dileğin, isteğin gerçekleşmesi, kişinin bilinçaltı ile fiziki boyutun değerleri
arasındaki kaçınılmaz ilişkinin sonucudur. İnsan kendi özüne yönelerek benliğinden
uzaklaşıp dua ettiğinde o andaki tüm yönelimi ve istemi tamamen kendi özünde, kendi
iç dünyasında gerçekleştiği halde ettiği duanın sonuçlarının dışarıda diye
kabullendiği fizik dünyada ortaya çıkması kişinin iç dünyası ile dışındaki bağın ve
birliğin açık bir göstergesidir.
Dua, beyin vasıtası ile kişinin özündeki İlahi kudreti değerlendirerek isteklerinin
dünya(sın)da açığa çıkışını sağlayan yaratış mekanizmasıdır. Keramet aracıdır.
İlahi kudretin açığa çıkışıdır.
“Kime dua kapısı açılmış ise ona rahmet(özdeki sınırsız potansiyel gücün) kapıları
açılmıştır.” Hz. Muhammed(sav)
İnsan, tam bir yoğunlaşma ile yönelip dua ettiğinde kozmik kapıların açıldığını ve
imkânsızmış gibi görünen istek ve arzularının dünyasında gerçekleştiğini fark eder.
Çünkü dua kişinin özündeki "rubûbiyetin" harekete geçirilmesi suretiyle talep
edilenler istikametinde Allah’ın kudretinin kuldan açığa çıkmasıdır. Yani dua
ötedeki bir tanrıdan talep değil, İnsanın özündeki Rabb’inden çıkan istektir. Bu
yüzden dua özdeki Rabb’e yönelerek yapılır.
İnsan farkında olarak veya olmadan özünde var olan esma kodlarına yoğunlaşıp bu
kodları isteği doğrultusunda aktive ettiğinde bu suretle bir şeyleri hayır veya şer
olarak dünyasında oluşturup, açığa çıkartır.
Sadece dil ile söylenen değil yapılan her fiil yoğunluğu oranında onun ile
bağlantılı esmayı hareketlendirmek suretiyle güçlendirir ve kişinin dünya(sın)da
çıktı oluşturur. Bu yüzden insan ahlakı, duruşu, tavrı ve yaptıkları ile oluşan
enerji ile her an bir şeyleri kendine çeker veya iter. Bu suretle insan “fiil dili”
ile istekte bulunup, dua etmiş olur. Yani yaşam içerisindeki, olaylara verilen her
tepki aslında bir duadır. Kişinin kendi dünyasına davettir.
Mesela ilim öğrenmek için o amaca dönük yapılan fiili çalışmalar duadır. Kişide
“Alim” esmasının açığa çıkmasıdır. Hasta olan birisinin iyileşmek için yaptığı
mücadele bir duadır. Para sahibi olmak isteyen birisinin çalışması, hatta! bir adet
şans oyunu oynaması bile bir duadır. Çünkü kişi yaptığı çalışmalarla oluşturduğu
fiillerle “rububiyetini” talebinin olduğu isme(esma) tahsis etmiş olur. Mesela;
ilim isteyen biri bu yöndeki çalışmaları ile Ya Rabbi dediği zaman “ya Alim” ismini
zikretmiş olur. Bu suretle de talebin gücü ve hikmet kurallarının izin verdiği
ölçüde istek oluşur. Olmuyorsa bu da hikmet gereğidir.
Dua ile davet edilenler madde âleminde bir kerede ortaya çıkmaz. Talep edilen
konuda ısrarcı olup, isteğe yoğunlaşmak(gayret, çaba göstermek) gerekir. Çünkü
istek doğrultusundaki veri ile yüklenen frekans dalga ancak yoğun konsantrasyon ile
istenen amaca dönük beynin genelinde güçlü bir nöron aktivasyonu oluşturur. Bu da
oluşan yoğunluk oranında manyetik alan enerjisini arttırarak, talep edilen
doğrultudaki benzer dalgaları kendine çekerek, talebin formasyonunu(biçimlenmesini)
sağlar. Bu durum kişinin yaşamında duanın yoğunluğu(gücü) oranında madde âlemde
çıktı oluşması demektir.
Dua bir enerji, frekanstır. Dua da ki yoğunlaşma ne derece güçlü ise etki o derece
fazla olur. Bunun en güzel örneği toplu yapılan dualar(yağmur duası, cuma namazı,
Hac'da Arafat'taki dua, vb.)dır. Bu tür toplu yönelimlerde uygulanan kuvvetin
frekansı, uygulanan nesnenin frekansı ile çakışıp aynı olduğunda frekansın
büyüklüğü artar ve zayıf lazer dalgalarının birleştiğinde, etkili güçlü bir dalga
oluşturması misali bulunulan alanda güçlü bir “rezonans etki alanı” oluşur. Bu
durum bu enerji alanında bulunanların isteklerinin soyuttan(düşünceden)
somuta(maddeye) dönüşme ihtimalinin oluşan yoğunluk oranında artması demektir.
Bu yüzden dua gücü oranında sistemin işleyişine etki edebilecek bir potansiyele
sahiptir. Düşüncelerimizin neticesi olan dua nın gerçekleşmesinin sırrı da burada
gizlidir. Çünkü düşüncenin kendisi ışıktan milyonlarca kere hızlı soyut
enerji/takyonik bir kalıptır. Düşüncelerimize yoğunlaşıp soyut enerji vererek(aktif
imgeleme) enerji halindeki düşünce, ışık hızının altına çekilerek(kuantum dalga
fonksiyonu çöküşü gereği) düşüncemiz madde - zaman âleminde gerçeğimiz olur. Bu
suretle de beynimiz düşüncelerimizle zamanı, bedenselliğimizle de mekânı oluşturur.
Sonuçta düşüncelerimizle oluşturduğumuz istek ve arzularımız (dualarımız) soyuttan,
somuta dönüşerek dünya(mız)da ki gerçekliğimizi oluşturur.
"Ey habibim de ki, onlara; eğer duanız olmasaydı sizler Rabbimin katında ne işe
yarardınız?" (Furkan suresi/77)
Bu yüzden dua bir çeşit yaratma enerjisidir. Bunun içinde insan dua mekanizmasının
çalışma sistemini bilip, bu gücünü doğru bir şekilde hayrına kullanabilmelidir.
Çünkü dua insanın elindeki güçlü bir silah gibidir. Bu silahı her bakımdan bilinçli
kullanmak, ağızdan çıkan her söze, yapılan her fiile dikkat etmek gerekir. Aksi
halde insan hayrına dua edebildiği gibi farkında olmadan şerre de dua ederek
kendini vurabilir.
Dileğin, duanın cevap bulması için özde var olan “Hu”* ismi boyutundan dua etmek
gerekir. "Hu" ismi kişinin özündeki teklik boyutudur. "İsm-i Azam" büyük bir
olasılıkla “Hu” ismidir. Hu ismi ile (Allâh’ın ahadiyetinde benliği yok olmuş bir
şekilde) dua etmek demek, olayı Hiçlik boyutundan ele almak demektir. Çünkü oluşum,
hiçlik boyutundan başlar, kuantsal boyutta şekillenir ve en sonunda kişinin dünyam
dediği madde boyutundan yaşam olarak açığa çıkar.
"Hu" ismi Allah'ın zatına özeldir. "Hu" ismi ile dua, zikir kulu "fena"(hiçliğe)
erdirir. "Hu" ismi ile dua eden Allah'ın zatını zikretmiş, O boyuttan talepte
bulunmuş olur. "Hu" ismi ile zikir edenin kalbine keşif hasıl olur. Hayreti artar.
Huzura varır.
“Allâhu Teâlâ’nın öyle bir İsm-i Â’zâm’ı vardır ki, şayet bir kimse bu ismiyle O’na
dua ederse kesinlikle duası kabul edilir” O İsm-i Â'zâm ki O'nunla Allah'tan bir
şey istendiği zaman verir ve O'nun ile çağrıldığı zaman icabet eder. " Hz. Muhammed
(s.a.v)
Farkında olmasak da, zihnimizden geçen her düşünce, her niyet (dualar-beddualar)
zaman dilimlerini (geçmiş-geleceği) otomatikman etkileyerek dünyamızı dolayısı ile
yaşadıklarımızı oluşturmaktadır.
Çünkü bütündeki bilgi dolayısı ile geçmiş, gelecek her an gelen bilgi(dua, niyet,
dilek, vb.) doğrultusunda birbirlerini bilgilendirmek sureti ile etkileyerek aynı
doğrultuda ortak bütünsel bir davranış oluşturduklarından an da ki atom altı
kuantum etkileşmeleri sonucu geçmiş de ki bilgide otomatikman bu bütünsellik
doğrultusunda değişir. Dolayısı ile bir bütünün her hangi bir diliminde (geçmiş,
gelecek) vuku bulan bir olay, otomatikman diğer dilimleri de etkilemiş olur.
Buna göre geçmişte yaşanan bir olay, geleceği etkilediği gibi, gelecekte yaşanacak
bir olayda geçmişi etkileyebilecektir. Yani her düşünce, her niyet (dualar-
beddualar) diğer dilimleri (geçmiş, gelecek) dua yönünde formatlayıp, etkileyerek
değiştirebilmektedir.
“Bir kimse anne ve babasına asi bir evlat iken anne ve babası ölürse, bu kişi eğer
ölümlerinden sonra onlar için Allah’a dua ederse(onlar adına iyi şeyler
yaparsa) Allah o kimseyi anne ve babasına iyi davranan kimselerden yazar.” Hz.
Muhammed (s.a.v)
Etiketler: ahadiyet atom altı dua esma gelecek geçmiş Hikmet hiçlik holografik
yapı hu ilahi kudret keramet kuantsal boyut kuantum etkileşmeleri lazer rezonans
etki alanı rububiyet toplu ibadet
8
Yorumları görüntüle
Yükleniyor