Professional Documents
Culture Documents
Lord Acton-Özgürlüğün Tarihi Üzerine İki Deneme (CS)
Lord Acton-Özgürlüğün Tarihi Üzerine İki Deneme (CS)
TÜRKÇESi
ilkçağda
Özgürlüğün Tarihi
006
II
Hıristiyanlıkta
Özgürlüğün Tarihi
042
I
İLKÇAĞDA
ÖZGÜRLÜĞÜN TARİHİ
26 Şubat 1877'de Aqricultural Hall'da
Bridgnorth Institution üyelerine yapılan konuşma.
Özgürlük, iki bin dört yüz yıl önce Atina'da tohumu ekil
diği zamandan bizim soyumuzdan insanların meyvelerini
topladığı zamana kadar, dinle birlikte, iyi işlerin nedeni ve
işlenen suçların ortak bahanesi olmuştur. Olgun bir uygar
lığın leziz meyvesidir ve terimin anlamını bilen ulusların
özgür olmaya karar vermesinden bu yana ancak bir asır geç
ti . Her çağda özgürlüğün ilerlemesi, doğal düşmanlarınca,
bilgisizlik ve hurafeyle, fethin şehvetiyle ve rahatlık aşkıy
la, güçlü insanın iktidar hevesiyle ve yoksul insanın ekmek
arayışıyla taciz edilmiştir. Ulusların barbarlıktan ve yaban
cıların pençesinden kurtulmakta olduğu, insanları siyaset
ilgisinden ve bilgisinden yoksun bırakan aralıksız varoluş
mücadelesinin onları bir tas çorbaya doğuştan gelen hakla
rını satmaya istekli ve vazgeçtikleri hazineden bihaber kıl
dığı uzun ara dönemlerde, özgürlük aşırı derecede kesintiye
uğradı. Özgürlüğün samimi dostları her zaman az sayıda
olmuştur ve özgürlük, azınlıkların, çoklukla onlardan fark
lı şeyler amaçlayan kesimlerle birliktelik kurmasıyla zafer
kazanmıştır; her zaman tehlikeli olan bu birliktelik bazen
feci sonuçlara yol açmış, muhaliflere muhalefet gerekçeleri
sağlamış ve başarı elde edildiği zaman ganimetler konusun
da anlaşmazlıkları körüklemiştir. Hiçbir engel, gerçek öz
gürlüğün doğasıyla ilgili belirsizlik ve kafa karışıklığı kadar
sürekli ya da üstesinden gelinmesi zor olmamıştır. Yanlış
düşünceler, çatışan menfaatlerden daha fazla zarar vermiş
tir; gerçek özgürlüğün gelişimi, yasaların iyileştirilmesinde
olduğu kadar bilginin bilginin çoğalıp yaygınlaşmasıyla da
doğrudan bağlantılı olmuştur. Kurumların tarihi, çoğu kez
007
bir aldatma ve yanılsamalar tarihidir; çünkü kurumların
erdemi, onları üreten düşüncelere ve koruyan ruha bağlıdır
ve töz ölüp gidince, biçim değişmeden kalabilir.
Modern siyasetten bilinen birkaç örnek, argüma
nımı ispat yükünün neden yasama alanının dışında ka
lacağını açıklayacaktır. 1679'da Habeas Corpus (İhzar
Müzekkeresi) Yasası çıkınca anayasamızın biçimsel kusur
suzluğuna ulaştığı söylenir. Ama yalnızca iki yıl sonra il.
Charles, Parlamentodan bağımsızlaşmayı başardı. 1789'da
Genel Meclis Versailles'da toplanırken, Magna Carta'dan
daha eski ve bizim Avam Kamarasından daha muhterem
İspanya Parlamentosu ( Cortes) kuşaklar boyu süren bir
aradan sonra toplandı, ama hemen Kraldan, kendilerine
danışmaktan imtina etmesini, reformlarını kendi aklı ve
yetkisiyle yapmasını rica etti. Ortak kanıya göre, iki dere
celi seçimler, muhafazakarlığın teminatıdır. Ama Fransız
Devriminin bütün meclisleri iki dereceli seçimlerden çık
tı. Sınırlı oy hakkı da monarşi için bilinen bir güvencedir.
Ama 90.000 seçmen tarafından geri getirilen X. Charles'ın
Parlamentosu direndi ve tahtı devirdi; 250.ooo'lik bir ana
yasayla seçilen Louis Philippe'in Parlamentosu, bakanların
gerici politikalarını köle gibi desteklerken, reformu reddet
mekle monarşiyi geride bırakan ölümcül bölünmede, Gu
izot'nun çoğunluğu 129 devlet memurunun oyuyla kaza
nıldı. Maaşsız bir yasama organı, açık nedenlerden ötürü,
maaş alan pek çok Kıtasal yasama organından daha bağım
sızdır. Ama Amerika'da bir yasama organı üyesini buradan
İstanbul'a, en gözde başkentte kendi parasıyla on iki ay ya-
008
şamaya göndermek makul olmazdı. Yasal olarak ve zevahi
re göre Amerikan Başkanı, Washington'ın halefidir ve hala,
Philadelphia Kurultayınca tasarlanan ve sınırlandırılan
yetkilere sahiptir. Gerçekte ise yeni başkan, Cumhuriye
tin Kurucu Babalarının hayal ettiği sulh yargıcından, mo
narşinin demokrasiden farklı olması kadar farklıdır; zira
kamu hizmetlerinde 70.000 değişiklik yapması bekleniyor;
elli yıl önce John Quincy Adams, yalnızca iki kişiyi işten
çıkarmıştı. Adli görevleri satın almak hiçbir şekilde savu
nulamaz; ama eski Fransız monarşisinde bu ucube uygu
lama, krala direnebilen tek kurumu yaratmıştı. Bir ülke
yi mahvedecek resmi yolsuzluk, Rusya'da, mutlakıyetin
baskısından hayırlı bir kurtuluş işlevi görmektedir. Bizzat
köleliğin özgürlük yolunda bir evre olduğunu söylemenin
fazlasıyla abartılı olmadığı koşullar vardır. Bu nedenle bu
akşam, fermanların ve yazılı yasaların ölü lafzıyla değil,
daha çok insanların yaşayan düşünceleriyle ilgileniyorum.
Bir asır önce yüksek mahkemede bir yargıcın karşısına çı
kan birine üç yargıcın parasının ödetildiği pekala biliniyor
du ama bu tür şeylerin yapıldığı bir sistemin her parçasını
sıkı bir kuşkuyla sorgulamanın ve incelemenin iyi olabile
ceği genç bir hukukçuya önerilinceye kadar hiç kimse bu
kötülüğe aldırmadı. Bu parıltının Jeremy Bentham'ın katı
zihnini aydınlattığı gün, siyasal takvimde, birçok devlet
adamının yönetiminin ötesinde anılmaya değerdir. Aziz
Augustinus'tan bir paragrafa ya da elli parlamentonun ya
salarından daha etkili olan Grotius'un bir cümlesine işaret
etmek kolay olurdu ve bizim davamız, Lykurgos'un yasa-
009
!arından ya da Fransa'nın Beş Yasasından çok Cicero'ya ve
Seneca'ya, Vinet'ye ve Tocqueville'e borçludur.
Özgürlük derken, herkesin görevi olduğuna inan
dığı şeyi yaparken otoritenin ve çoğunluğun, geleneğin ve
kamuoyunun etkisine karşı korunacağı güvencesini kaste
diyorum. Devlet yalnızca kendi yakın çevresine görev ver
meye, iyi ile kötü arasına çizgi çekmeye yetkilidir. Kendi iyi
liği için gerekli şeylerin sınırlarının ötesinde, doğru yoldan
sapmaya karşı duran etkileri -din, eğitim ve servet dağılı
mı- destekleyerek yaşam savaşını vermeye dolaylı yardım
sunmaktan başka bir şey yapamaz. Eskiden devlet, kendine
ait olmayan yetkileri alır ve kişisel özgürlük alanına teca
vüz ederdi. Ortaçağda çok az yetkiye sahipti ve başkaları
nın tecavüzünün acısını çekti. Modern devletler alışkanlık
halinde her iki aşırılığa da düşüyor. Bir ülkenin gerçekten
özgür olup olmadığına karar vermek için en kesin ölçü,
azınlıkların sahip olduğu güvenlik miktarıdır. Bu tanıma
göre özgürlük, dinin temel koşulu ve koruyucusudur; bu
yüzden, ele aldığım konunun ilk örnekleri, Seçilmiş Halkın
tarihinde görülür. İsraillilerin yönetimi bir federasyondu;
federasyon siyasal otorite değil, ırk ve inanç birliği bir arada
tutuyordu ve fiziksel güç üzerine değil, gönüllü ahit üzeri
ne kuruluydu. Özyönetim ilkesi yalnızca her kabilede değil,
en az 120 ailelik her grupta uygulanırdı; ne rütbe ayrıcalı
ğı ne de yasalar önünde eşitsizlik vardı. Monarşi cemaatin
ilkel ruhuna o kadar yabancıydı ki, Samuel, Asya'nın tüm
krallıklarının ve Avrupa'nın birçok krallığının kesintisiz bi
çimde onayladığı o anıtsal protesto ve uyarıyla monarşiye
010
direndi. Taht, sözlü bir anlaşma üzerine kuruldu ve kral,
Tanrı'dan başka yasa koyucu tanımayan, anayasanın ilk saf
lığını geri getirmeyi ve yönetimi, cennetin yaptırımlarıyla
kutsanan ideal tiple uyumlu kılmayı siyasette en yüce amaç
sayan bir halk arasında yasama hakkından yoksun bırakıl
dı. Şaşmaz bir sırayla gaspçılara ve zorbalara karşı ortaya
çıkıp kehanette bulunan ilhamlı kişiler, ilahi olan yasaların
günahkar hükümdarlardan üstün olduğunu ilan etti ve yer
leşik otoritelere, krala, rahiplere ve halkın hükümdarlarına
karşı, kitlelerin bozulmamış vicdanında uyuyan şifalı güç
lere başvurdu. Böylece, İbrani ulusu örneği, özgürlüğün ka
zanıldığı paralel çizgileri ortaya koydu -ulusal gelenek öğ
retisi ve daha yüce yasa öğretisi; bir anayasanın bir kökten,
özsel değişimle değil, gelişim süreciyle ortaya çıktığı ilkesi;
tüm siyasal yetkilerin, insanlar tarafından yapılmayan bir
yasaya göre sınanması ve düzeltilmesi gerektiği ilkesi. Bu
ilkelerin birlikte ya da karşıtlık içinde işleyişi, incelemekte
olduğumuz alanın tamamını işgal eder.
İlahi otorite altındaki özgürlük ile beşeri otoritelerin
mutlakıyeti arasındaki çatışma feci bir biçimde son buldu.
622 yılında Kudüs'te devleti ıslah etmek ve korumak için
üstün bir çaba harcandı. Baş Kahin, Yehova tapınağından
terk edilmiş ve unutulmuş şeriat kitabını bulup çıkardı ve
hem kral hem de halk kitaba uyacağına yemin etti. Ama sı
nırlı monarşinin ve hukukun üstünlüğünün bu ilk örneği
ne uzun sürdü ne de yaygınlaştı; özgürlüğü fetheden güçler
başka yerde aranmalıdır. 586 yılında Asya despotizmi Doğu
da özgürlüğün mabedi olmuş ve tekrar olmaya yazgılı olan
011
kenti kuşatınca, denizlerle, dağlarla ve yiğitlerle korunan,
gölgesinde oturduğumuz şu heybetli ağaçların yetiştiği Ba
tıda, kollarını yavaş ama emin bir şekilde uygar dünyaya
uzatan bu diyarda özgürlüğe yeni bir yuva hazırlandı.
Kıtanın en ünlü kadın yazarının meşhur bir sözüne
göre özgürlük eskidir, yeni olan despotizmdir. Bu özdeyişin
doğruluğunu kanıtlamak, yakın zamanda tarihçilerin guru
ru olmuştur. Yunanistan'ın kahramanlık çağı da bunu doğ
rulamaktadır ve bu Cermen Avrupa'nın daha da bariz bir
gerçeğidir. Ari ulusların ilk yaşamının izini sürebildiğimiz
her yerde, gelişip özgür toplumlara dönüşmüş olması muh
temel koşulları ve gayretli kültürü kollayan tohumları keş
federiz. Ari uluslar, ortak meselelere bir parça alaka, dışsal
otoriteye çok az hürmet, devletin üstünlüğüne ve işlevine
dair zayıf bir kavrayış gösterirler. Mülkiyet paylaşımının ve
işbölümünün eksik olduğu yerde, sınıfların ve iktidarın bö
lünmesi azdır. Toplumlar uygarlığın karmaşık sorunlarıyla
sınanana kadar despotizmden kaçabilir; çünkü dinsel çeşit
liliğin rahatsız etmediği toplumlar zulümden kaçınır. Genel
olarak, gelişen yaşamın zorlukları ve cazibeleri dile getiril
meye başlayınca, ataerkil çağın formları mutlak devletlerin
büyümesine direnememiştir; bugün ilgi alanımda olmayan
bir hükümdar hariç, daha sonraki zamanların kurumların
da izlerini sürmek pek olanaklı değildir. İsa'nın doğumun
dan altı yüz yıl önce mutlakıyetin sınırsız bir hakimiyeti
vardı ve bütün Doğuda rahiplerin ve orduların değişmeyen
nüfuzuyla desteklenmekteydi. Eğitimli müfessirler gerekti
ren kutsal kitapların bulunmadığı Batıda ise ruhban sınıfı
012
üstünlük kazanamadı ve krallar devrilince, onların yetkileri
doğuştan aristokratlara geçti. Bunu, kuşaklar boyunca sı
nıfın sınıfa acımasız egemenliği, zenginin yoksulu, alimin
cahili ezmesi izledi. Bu egemenliğin ruhu, siyasal hasım
larının kanını içmeyi hasretle beklediğini açıkça söyleyen
dahi ve ince zevkli bir adamın, aristokrat şair Theognis'in
sözlerinde müthiş bir yankı buldu. Birçok kentin halkı bu
zalimlerden kurtulmak için devrimci gaspçıların tiranlığına
sığındı. Bu çare kötülüğe yeni şekil ve enerji kazandırdı. Bu
tiranlar, on dördüncü yüzyılda kendilerini İtalyan kentleri
nin efendileri yapanlar gibi, çoğunlukla şaşırtıcı yetenekleri
ve meziyetleri olan insanlardı; eşit yasalarla ve iktidar pay
laşımıyla güvence altına alınan haklar hiçbir yerde yoktu.
Dünyayı bu evrensel rezaletten en yetenekli ulus kur
tardı. Diğer kentler gibi ayrıcalıklı bir sınıf tarafından ezi
len ve şaşkına çevrilen Atina şiddetten sakındı ve Solon'u
yasaları gözden geçirip düzeltmekle görevlendirdi. Bu, ta
rihin kaydettiği en hayırlı tercihti. Solon, yalnızca Atina'da
bulunacak en akıllı adam değil, ilkçağın en büyük siyasal
dehasıydı da; ülkesini kurtarmak için gerçekleştirdiği so
runsuz, kansız ve barışçıl devrim, çağımızın izlemekte gu
rur duyduğu yolda ilk adımdı ve toplumun yeniden can
lanması için, vahye dayanan din hariç, her şeyden fazlasını
yapan bir iktidar kurdu. Üst sınıf yasaları yapma ve uygula
ma hakkına sahipti ve Solon onların doğuştan gelen ayrıca
lıklarını servete dönüştürüp mülk sahibi olarak kalmalarını
sağladı. Vergide ve savaşta kamu hizmeti yükünü sürdür
me araçlarına sahip olan zenginlere Solon, iktidardan, ta-
013
lep edilen kaynaklarıyla orantılı bir pay verdi. En yoksul
sınıflar dolaysız vergiden muaf tutuldu ama devlet görev
lerinden de dışlandılar. Solon onlara üst sınıftan yargıçları
seçmede söz hakkı ve yargıçlardan hesap sorma hakkı ver·
di. Görünürde bu kadar cılız olan bu ödün aslında kuvvetli
bir değişimin başlangıcıydı. Bir kimsenin, dürüstlüğüne ve
bilgeliğine güvenerek kaderini, ailesini ve yaşamını emanet
etmek zorunda olduğu kişilerin seçiminde söz sahibi olma
sı gerektiği düşüncesini ortaya attı. Bu düşünce insan otori
tesi fikrini tamamen tersine çevirdi; çünkü ahlaki nüfuzun
hükümranlığını başlattı. Burada tüm siyasal iktidar ahlaki
güce dayanmaktaydı. Rızayla yönetim, baskıyla yönetimin
yerini aldı ve bir noktanın üzerinde duran piramit, bir taba
nın üzerinde duracak hale getirildi. Her yurttaşı kendi çıka
rının muhafızı yapmakla, Solon, devlete demokrasi ögesini
soktu. Bir yöneticinin en büyük şanı, diyordu Solon, bir
halk yönetimi yaratmaktır. Hiç kimseye tam olarak güve
nilemeyeceğine inanan Solon, yetki kullanan herkesi, adına
hareket ettikleri kişilerin sıkı denetimine tabi tuttu.
Siyasal düzensizliklere karşı o zamana kadar bilinen
tek çare, iktidarın bir elde toplanmasıydı. Solon, aynı ama
cı, iktidarı bölüştürerek gerçekleştirmeyi üstlendi. Devlet
keyfi yönetimden muaf olabilsin diye, sıradan insanlara
kullanabileceklerini düşündüğü kadar nüfuz kazandırdı.
Demokrasinin özü, diyordu Solon, efendiye değil yasaya
itaat etmektir. Solon, yönetim biçimlerinin nihai ya da de
ğiştirilemez olmadığı, olgulara uyarlanması gerektiği ilke
sini kabul ediyordu ve anayasasının, sürekliliği bozmadan
014
ya da istikrar kaybına yol açmadan revizyonunu o kadar
iyi sağladı ki, ölümünden yüzyıllar sonra Attikalı hatipler
Atina hukukunun bütün yapısını ona atfetti ve Atina hu
kukunu onun adıyla andı. Atina'nın büyümesinin yönünü,
siyasal yetkinin kamu hizmetiyle orantılı olması gerektiğini
söyleyen Solon'un temel öğretisi belirledi. Pers Savaşında
demokrasinin hizmetleri, aristokrat tabakaların hizmetle
rini gölgede bıraktı; çünkü Asyalıları Ege Denizinden silip
süpüren filoda görev yapanlar yoksul Atinalılardı. Yiğitli
ğiyle devleti kurtaran ve Avrupa uygarlığını koruyan bu
sınıf, nüfuzunu ve ayrıcalığını bir parça artırdı. Zenginle
rin tekelinde olan devlet memuriyetleri yoksullara da açıldı
ve yoksulların paylarını almalarını kesinleştirmek için, en
yüksek komutanlıklar hariç, bütün memuriyetler kurayla
dağıtıldı.
İlkçağ otoriteleri bozulurken, değişimin ortasında
toplumun çerçevesini sağlamlaştırmak için genel kabul gö
ren hiçbir ahlaki ve siyasal hak standardı yoktu. Organla
rı ele geçiren istikrarsızlık, bizzat yönetim ilkelerini tehdit
etmekteydi. Ulusal inançlar kuşkuya teslim oluyordu ve
kuşku henüz bilgiye yol açmıyordu. Özel ve kamusal yaşa
mın yükümlülüklerinin tanrıların iradesiyle özdeşleştiril
diği bir zaman olmuştu. Ama o zaman geçmişte kalmıştı.
Atinalıların uhrevi tanrıçası Pallas Athena ve kehanetlerini
Parnassos Dağının iki zirvesi arasında bulunan tapınak
tan bildiren güneş tanrısı, Yunan ulusu için çok şey yaptı,
yüce bir din idealinin devam etmesine yardımcı oldu; ama
Yunanistan'ın aydınlanmış erkekleri, keskin muhakeme
015
yeteneklerini kendi kalıtsal inanç sistemlerine uygulamayı
öğrenince, tanrılara ilişkin kavrayışların yaşamı yozlaştırdı
ğını ve halkın zihnini aşağıladığını hızla fark ettiler. Halk
ahlakı, halk diniyle sürdürülemezdi. Tanrıların artık ver
mediği ahlaki ders, kitaplarda henüz bulunmuyordu. Uz
manlarca açıklanan saygın yasalar yoktu; Uzakdoğu'da hala
sözleriyle insanoğlunun neredeyse yarısının kaderini elinde
tutan üstatlar gibi mübarek insanların ilan ettiği bir öğreti
yoktu. Şeyleri yakın gözlemle ve tam muhakemeyle açıkla
ma çabası, yıkmakla işe başladı. Stoa Poikile ve Akademi
filozoflarının bilgeliğin ve erdemin buyruklarını, Hıristiyan
ilahiyatçıların işini büyük ölçüde azaltacak kadar tutarlı ve
köklü bir sisteme dönüştürdüğü bir zaman geldi. Ama o sı
rada henüz gelmemişti.
Yunanların mitolojinin bulanık tahayyüllerinden bi
limin keskin ışığına geçiş ve kuşku dönemi Perikles'in çağıy
dı ve o sırada Yunan zekasının enerjisini emmeye başlayan
bozuk otoritelerin verdiği reçetelerin yerine kesin hakikati
geçirme çabası, insanoğlunun dünyevi yıllıklarında en bü
yük harekettir; çünkü Hıristiyanlığın başardığı ölçülemez
ilerlemeden sonra bile, felsefemizin çoğunu ve sahip ol
duğumuz siyasal bilginin yarısından fazlasını bu harekete
borçluyuz. Atina yönetiminin başında bulunan Perikles,
geleneklerin hızla zayıflamasının siyasal dünyaya dayattığı
sorunla karşılaşan ilk devlet adamıydı. Ahlak ya da siyaset
alanında, eli kulağında devinimin sarsmadığı hiçbir otorite
yoktu. Hiçbir rehbere güvenilemezdi; halk arasında yaygın
olan kanıları kontrol etme ya da yadsıma araçları bakımın-
016
dan başvurulacak hiçbir ölçüt yoktu. Neyin doğru olduğu
na ilişkin yaygın kanaat yanıltıcı olabilirdi; ama bunu sına
yabilecek bir test de söz konusu değildi. Nereden bakılırsa
bakılsın, iyi ve kötüye ilişkin bilgi makamı halktı. Bu ne
denle halk, iktidarın merkeziydi.
Perikles'in siyaset felsefesi bu sonuçtan ibaretti. Zen
ginliğin yapay üstünlüğünü hala besleyen tüm destekleri
kararlılıkla söküp attı. "İktidar toprağa yakışır" diyen eski
öğretinin yerine, iktidarın herkese eşit güvenlik sağlayacak
şekilde hakkaniyetli dağılmış olması gerektiğini öne süren
düşünceyi geçirdi. Toplumun bir kesiminin bütünü yönet
mesinin ya da bir sınıfın başka bir sınıf için yasa çıkarma
sının tiranlık olduğunu ilan etti. Perikles yurttaşlık hakkını
safkan Atinalılarla sınırlayarak dengeyi yeniden kurmamış
olsaydı, ayrıcalığın kaldırılması yalnızca üstünlüğün zen
ginlerden yoksullara aktarılmasına hizmet ederdi. Bu ön
lemle, bizim üçüncü tabaka diyeceğimiz sınıf 14.000 yurt
taşa düşürüldü ve sayısal olarak, üst kademedekilerle aşağı
yukarı eşitlendi. Perikles, kamusal işlerde yer almayı ihmal
eden her Atinalının ülkeye zarar verdiğini savunuyordu.
Yoksulluktan ötürü kimse dışlanmasın diye, kamusal işle
re katılan yoksullara devlet bütçesinden ödeme yapılmasını
sağladı; federal vergi yönetimi, iki milyon sterlini aşan bir
hazine oluşturmuştu. Perikles'in yönetim enstrümanı ko
nuşma sanatıydı. İnsanları ikna ederek yönetiyordu. Her
şey açık tartışmayla kararlaştırılırdı ve her etki, aklın şah
lanışı karşısında öne eğilirdi. Anayasaların amacının her
hangi bir çıkar grubunun üstünlüğünü onaylamak değil,
017
önlemek; emeğin bağımsızlığını ve mülkiyet güvenliğini
eşit özenle korumak; kıskançlığa karşı zenginleri, baskıya
karşı yoksulları güvende tutmak olduğu düşüncesi, Yuna
nistan' da devlet adamlığının ulaştığı en yüksek seviyeniP
işaretidir. Fakat bunu anlayan büyük yurtseverlerin nesli
neredeyse tükenmiştir ve tarihin tümü, paraya, toprağa ya
da sayılara avantaj sağlayarak güç dengesini bozma gayre
tiyle oyalanmıştır. Sonra, yetenek bakımından dengi olma
yan bir kuşak geldi -şiir ve belagat alanındaki eserlerine
hala dünyanın imrendiği, tarih, felsefe ve siyaset alanında
ki eserleri henüz aşılmamış insanlardan oluşan bir kuşak.
Ama Perikles'e bir halef çıkarmadı ve onun elinden düşen
saltanat asasını kimse alamadı.
Her çıkar grubunun kendini gösterme hakkına ve
aracına sahip olması gerektiği ilkesinin Atina anayasasınca
kabul edilmesi, ulusların ilerlemesinde büyük bir adımdı.
Ama seçimlerde yenilenlerin telafisi yoktu. Yasalar çoğun
luğun zaferine ket vurmuyor ya da azınlığı sayıca az olma
nın korkunç cezasından kurtarmıyordu. Perikles'in ezici
nüfuzu ortadan kalkınca, sınıflar arası çatışma durduru
lamaz bir biçimde şiddetlendi ve Peloponnesos Savaşında
üst sınıfları mahveden katliam, alt sınıflara karşı konulmaz
bir üstünlük kazandırdı. Atinalıların tezcanlı ve sorgulayıcı
karakteri, her kurumun nedenini ve her ilkenin sonuçlarını
ortaya çıkarmaya derhal başladı ve anayasaları, bebeklikten
ihtiyarlığa eşi görülmemiş bir hızla geçti.
Solon yönetiminde halkın etkisinin kabul edilişinden
devletin çöküşüne kadar geçen süre, iki insanın ömrü ka-
018
dardır. Tarihleri, kendine özgü elverişli koşullarda demok
rasi tehlikesinin klasik örneğini sunar. Çünkü Atinalılar
yalnızca cesur, yurtsever ve fedakar değil, aynı zamanda en
dindar Yunanlardı. Kendilerine refah, eşitlik ve özgürlük
getiren anayasalarına saygı duydular ve meclisin muazzam
yetkilerini düzenleyen temel yasaları asla sorgulamadılar.
Fikir çeşitliliğini ve konuşma özgürlüğünü hoş gördüler;
kölelerine gösterdikleri insanlık, en zeki aristokrasi taraftar
larının bile öfkesine neden oldu. Böylece ilkçağın demok
ratik kurumlarla büyüyen tek halkı oldular. Ama vicdanı
aşındıran, kalpleri katılaştıran ve hükümdarların kafasını
karıştıran sınırsız yetkiye sahip olmak, Atina'nın şanlı de
mokrasisi üzerinde moral bozucu bir etki yarattı. Bir azınlık
tarafından ezilmek kötüdür, ama bir çoğunluk tarafından
ezilmek daha da kötüdür. Çünkü kitlelerde, kullanıma so
kulduğunda azınlığın nadiren direnebildiği gizil bir güç
potansiyeli vardır. Bütün bir halkın iradesinden kurtuluş
yok, itiraz yok, ihanetten başka sığınak yok. Atinalıların en
aciz ve en kalabalık sınıfı yasama, yargı ve kısmen yürütme
gücünü birleştirdi. O sırada yükselişte olan felsefe, onlara
devletten üstün yasa olmadığını -yasa koyucunun yasadan
üstün olduğunu- öğretiyordu.
Yani egemen halkın gücü dahilinde olan her şeyi
yapma hakkı vardı ve kendi uygunluk kararı dışında, hiç
bir doğru ya da yanlış kuralına bağlı değildi. Bir keresinde
toplanan Atinalılar, istediklerini yapmaktan alıkonulmala
rının kabul edilemez olduğunu ilan etti. Var olan hiçbir güç
onları sınırlayamazdı; hiçbir görevin onları dizginlememe-
019
sine ve kendilerinin yapmadığı hiçbir yasayla sınırlanma
malarına yine kendileri karar verdi. Bu şekilde Atina'nın
özgürleşen halkı zamanla bir tiran haline geldi ve Avrupa
özgürlüğünün öncüsü olan yönetimleri, ilkçağın bütün bil
gelerinin korkunç bir oybirliğiyle mahkum edildi. Pazarye
rinde tartışarak savaş yürütmeye kalkışıp kentlerini mah
vettiler. Fransız Cumhuriyeti gibi, başarısız komutanlarını
idam ettiler. Kolonilerine o kadar haksız davrandılar ki,
deniz imparatorluklarını kaybettiler. Zenginler halk düş
manlarıyla işbirliği yapana kadar, zenginleri yağmaladılar
ve suçlarını, Sokrates'i şehit ederek taçlandırdılar.
Sayıların mutlak egemenliği yaklaşık çeyrek asır sü
rünce, çıplak bir varoluştan başka devlete kaybedecek bir
şey kalmadı; yorgun ve ümitsiz Atinalılar, yıkımlarının ger
çek nedenini itiraf ettiler. Özgürlük, adalet ve herkes için
eşit yasalar için, demokrasinin, oligarşiyi dizginlediği kadar
kendisini de dizginlemesinin zorunlu olduğunu anladılar.
Yine eski tarzlara göre vaziyet almaya ve iktidar tekelinin
zenginlerden alınmadığı, yoksullar tarafından kazanılma
dığı zaman var olan düzeni geri getirmeye karar verdiler.
Siyasette hiçbir zaman yanılmamış olan Thukydides'in Ati
nahların sahip olduğu en iyi hükümet ilan ettiği ve böyle
dediği için hatırlanan ilk Restorasyon başarısız olduktan
sonra, daha tecrübeli ve kararlı bir şekilde bu girişim yine
lendi. Düşman taraflar barıştırıldı ve tarihte ilk defa af ilan
edildi. Muvafakatla yönetmeye karar verdiler. Geleneğin
onayladığı yasalar bir kanunnameye indirgendi ve egemen
meclisin hemfikir olunmayan hiçbir hareketi geçerli sayıl-
020
madı. Bozulmadan kalacak anayasanın kutsal çizgileri ile
zaman zaman ulusun günlük ihtiyaçlarını karşılayan karar
nameler arasına geniş bir ayrım konuldu; kuşakların eseri
olan bir yasanın dokusu, halk iradesindeki değişkenlerden
bağımsızlaştırıldı. Atinalıların pişmanlığı, Cumhuriyeti
kurtaramayacak kadar geç geldi. Aldıkları ders her zaman
geçerliliğini sürdürmüştür; çünkü en kalabalık ve en güçlü
sınıfın yönetimi olan tüm halk tarafından yönetim, katıksız
monarşiyle aynı nispette bir kötülüktür ve neredeyse aynı
nedenlerle, yönetimi kendisine karşı koruyacak ve keyfi fi
kir devrimlerine karşı hukukun kalıcı egemenliğini savuna
cak kurumları gerektirir.
Atina özgürlüğünün yükselişine ve düşüşüne paralel
olarak Roma da aynı sorunları çözmekle uğraştı ve bunu
daha yapıcı bir anlayışla ve daha büyük bir geçici başarıyla
yaptı, ama sonunda daha korkunç bir felaketle sonuçlan
dı. Maharetli Atinalılarda makul tartışmanın büyüsüyle
ileriye taşman bir gelişme kabul edilen şey, Roma'da rakip
güçler arasında bir çatışmaydı. Romalıların katı ve pratik
dehası için spekülatif siyasetin hiçbir çekiciliği yoktu. Bir
güçlüğün üstesinden gelmenin en akıllıca yolunun ne ola
cağını değil, benzer vakaların hangi yolu işaret ettiğini irde
liyorlardı; anının ruhundan ve itici gücünden çok, emsale
ve örneğe önem veriyorlardı. Kendilerine özgü karakterleri
onları yasalarının kökenini erken zamanlara atfetmeye itti
ve kurumlarının sürekliliğini haklı gösterme ve yenilik si
teminden kurtulma arzusuyla, efsanevi bir Roma kralları
tarihi hayal ettiler. Geleneklere bağlılıkları, ilerlemelerini
021
yavaşlattı; neredeyse kaçınılmaz zorunluluğun zorlamasıy
la ilerlediler ve yerleşik hayata geçmeden önceki sorunların
aynısı sıkça tekrarlandı. Cumhuriyetin anayasa tarihi, tek
gerçek Romalı olduğunu iddia eden aristokratların krallar
dan çekip aldıkları iktidarı elinde tutma ve pleblerin ikti
dardan eşit pay alma çabaları etrafında döner. Sabırsız ve
tezcanlı Atinalıların bir kuşakta atlattığı bu anlaşmazlık iki
yüz yıldan fazla, pleblerin kent yönetiminden dışlandığı,
vergilendirildiği ve ücretsiz hizmete koşulduğu zamandan
siyasal eşitliğe kabul edildikleri 286 yılında kadar sürdü.
Bunu yüz elli yıllık eşi görülmemiş bir refah ve ihtişam dö
nemi izledi; sonra, teorik olarak çözülmemiş olsa bile, uz
laşılan ilk çatışmadan sonucu olmayan yeni bir mücadele
çıktı.
Savaşlarda aralıksız hizmetin yoksullaştırdığı fakir ai
leler kitlesi, devletin muazzam topraklarını kendi araların
da bölüşen iki bin kadar zenginden oluşan bir aristokrasiye
bağımlı hale geldi. İhtiyaç yoğunlaşınca, Gracchus (Latince)
Kardeşler zengin sınıfları kamu topraklarının bir kısmını
halka ayırmaya teşvik ederek durumu rahatlatmaya çalış
tı. Doğuştan ve rütbe sahibi eski ve ünlü aristokrasi, inatçı
bir direnç göstermişti ama teslim olma sanatını biliyordu.
Daha sonraki ve daha bencil aristokrasi bunu öğrenemedi.
Anlaşmazlığın güçlü nedenleri, halkın karakterini değiştir
di. Siyasal iktidar mücadelesi, İngiltere'de parti çekişmesi
nin onurlu bir niteliği olan ölçülülükle yürütülmüştü. Ama
maddi varoluş konuları için mücadele, Fransa'daki toplum
sal anlaşmazlıklar kadar şiddetlendi. Yirmi iki yıllık bir mü-
022
cadeleden sonra zenginler tarafından püskürtülen ve üç yüz
yirmi bini devletin verdiği yiyecek karnelerine bağımlı olan
halk, hukukla elde edemediklerini devrimle elde etmeyi vaat
eden herhangi birinin peşinden gitmeye hazırdı.
Eşi benzeri olmayan fetih kariyerinde önderlik etti
ği ordu ve cömertliği sayesinde arkasına aldığı aç kitlelerce
desteklenen ve yönetme sanatında herkesten daha becerikli
olan Julius Caesar şiddet içermeyen ve etrafı dağıtmayan
bir dizi önlemle Cumhuriyeti bir monarşiye dönüştürene
kadar, eski ve tehdit altındaki düzeni temsil eden Senato,
bir süre ortaya çıkan her popüler liderin üstesinden gelecek
kadar güçlenmişti.
İmparatorluk, Diocletianus dönemine kadar cum
huriyetçi biçimleri korudu; ama imparatorların iradesi,
tribunusların zaferinden sonra halkın sahip olduğu irade
kadar denetimsizdi. iktidarları, en akıllıca kullanıldığın
da bile keyfiydi, ama yine de Roma İmparatorluğu, öz
gürlük davasına Roma Cumhuriyetinden daha fazla hiz
met etmiştir. Bununla, Tacitus'un bağdaşması neredeyse
imkansız iki şeyi, monarşi ile özgürlüğü birleştirdiğini
söylediği Nerva gibi, muazzam olanaklarını iyi kullanan
imparatorlar olduğunu ya da İmparatorluğun, methiyeci
lerinin ilan ettiği gibi kusursuz demokrasi olduğunu kas
tetmiyorum. Aslında, en iyi durumda kötü gizlenmiş ve
iğrenç bir despotizmdi. Ama Büyük Friedrich bir despottu
ama aynı zamanda hoşgörü ve özgür tartışma dostuydu.
Bonapartelar despottu; ama 1805'te Cumhuriyeti yıktıktan
sonra I. Napoleon'dan ve 1859'da gücünün doruğunday-
023
ken III. Napoleon'dan daha fazla, halk kitlelerinden kabul
gören hiçbir liberal yönetici olmadı. Aynı şekilde Roma
İmparatorluğu, uzaktan ve özellikle zaman bakımından
epey uzaktan insanları, saray çevresinde hissedilen trajik
zorbalıktan daha derin ilgilendiren meziyetlere sahipti.
Yoksullar, Cumhuriyetten isteyip de alamadıklarına sa
hipti. Zenginler, triumvirlik döneminde olduğundan daha
iyi durumdaydı. Romalı yurttaşların hakları, taşra halkına
da verildi. Roma edebiyatının iyi bölümü ve medeni huku
kun neredeyse tamamı imparatorluk dönemine aittir; kö
leliği hafifleten, dinsel hoşgörüyü yerleştiren, bir milletler
hukuku başlatan ve kusursuz bir mülkiyet hukuku sistemi
yaratan da yine imparatorluk nizamıydı. Caesar 'ın devir
diği Cumhuriyet, özgür bir devletten başka bir şey değildi.
Yurttaşların haklarını takdire şayan bir biçimde koruyor
du; insanların [ erkeklerini haklarına saygısızlığı vahşet
olarak görüyordu ve özgür Romalının kendi çocuklarına,
borçlulara ve muhtaçlara, esirlere ve kölelere acımasızca
davranmasına izin veriyordu. İç hukukta bulunmayan,
ama Yunanistan'ın cömert zihinlerinde bilinen daha derin
hak ve ödev düşünceleri fazla önemsenmedi ve bu tür kur
gusal düşüncelerle ilgilenen felsefe, fitnenin ve dinsizliğin
öncüsü görülerek daimi olarak yasaklandı.
Sonunda 155 yılında Atinalı filozof Karneades, siyasal
bir görevle Roma'ya geldi. Resmi işlere ara verdiği bir sıra
da, ülkesini fetheden cahillere Attika okullarında gelişen
tartışmaları tattırmak için, halka açık iki konuşma yaptı. İlk
gün doğal adalet üzerinde durdu. Ertesi gün doğal adaletin
024
varlığını inkar edip, iyi ve kötüye ilişkin tüm kavramlarımı
zın pozitif kanun yapmaktan kaynaklandığını savundu. Bu
unutulmaz gösteriden itibaren, yenilenin dehası yenenleri
esir aldı. Roma'nın Scipio ve Cicero gibi en seçkin kamusal
insanları, fikirlerini Yunanları model alarak şekillendirdi ve
hukukçuları, Zenon'un ve Khrysippos'un katı disiplinin
den geçtiler.
Hıristiyanlığın etkisinin fark edilir hale geldiği ikinci
yüzyılı sınır kabul edip, ilkçağ siyasetine ilişkin yargımızı
var olan yasalara göre oluşturmamız gerekseydi, takdirimiz
düşük olurdu. Geçerli özgürlük kavramları kusurluydu ve
hayata geçirme gayretleri, hedeften çok uzaktı. Eskiler, ik
tidar düzenlemesini özgürlük düzenlemesinden daha iyi
anlıyordu. Devlete o kadar çok ayrıcalık yüklediler ki, bir
kimsenin devletin yetki alanını yadsımasına ya da faaliyet
lerine sınır koymasına yer kalmadı. Etkileyici bir anakro
nizm kullanmam gerekirse, klasik devletin kötülüğü hem
kilise hem de devlet olmasıydı. Ahlakı dinden ayırmak
mümkün değildi ve siyaset, ahlak kurallarından farksızdı;
dinde, ahlakta ve siyasette yalnızca bir yasa koyucu ve bir
otorite vardı. Devlet, eğitim için, uygulamalı bilimler için,
muhtaçlar ve çaresizler için, insanın manevi ihtiyaçları için
acınacak derecede az şey yaptığı halde, tüm imtiyazlarını
kullanmak ve tüm görevlerini belirlemek istiyordu. Birey
ler ve aileler, dernekler ve bağımlılar o kadar çok maddiydi
ki, egemen güç onları kendi amaçları için tüketti. Efendi
nin elinde köle neyse, topluluğun elinde de yurttaş oydu.
En kutsal yükümlülükler, kamu yararından önce yok olup
025
gitti. Yolcular, geminin uğruna vardı. Özel çıkarları, halkın
ahlaki huzurunu ve gelişimini önemsememekle hem Yuna
nistan hem de Roma, ulusların refahının dayandığı hayati
öğeleri imha etti; ailelerin bozulmasıyla ve ülke nüfusunun
azalmasıyla birlikte perişan oldu. Yunanistan ve Roma, ku
rumlarıyla değil düşünceleriyle varlıklarını sürdürüyor ve
düşünceleriyle, özellikle de yönetim sanatı üzerine düşün
celeriyle onlar
Hala mezarlarından ruhlarımıza hükmeden
Ölü ama asalı hükümdarlar[dır].
026
kendisine yanlış yapıldığından yakınamaz ama baskıdan ve
cezadan kurtulabildiği sürece, her zaman itaat etmemekte
serbesttir. Mutluluk güç elde etmeye ve itaat zorunluluğun
dan kurtulmaya dayanır; tahtı kalleşlikle ve cinayetle kaza
nan kişi, sahiden imrenilmeyi hak eder.
Epikuros devrimci despotizm kanununu ortaya atan
lardan farklıydı, ama çok az miktarda. Bütün toplumlar,
diyordu Epikuros, karşılıklı koruma sözleşmesi üzerine
kuruludur. İyi ve kötü geleneksel terimlerdir; zira yıldırım
haklının ve haksızın üzerine aynı şekilde düşer. Yanlışa iti
raz, yalnızca yanlış yapan için sonuçları bakımından bir fi
ildir. Akıllılar kendilerini bağlamak için değil, korumak için
yasa tasarlar ve yasalar, yararsız olduğu anlaşılınca geçerli
olmaktan çıkar. En ünlü metafizikçilerin bile liberal olma
yan duyguları, Aristoteles'in sözünde ifşa olur: En kötü hü
kümetlerin işareti, insanların istedikleri gibi yaşamalarına
izin vermeleridir.
Paganların en iyisi olan Sokrates'in insanlar için her
ülkenin yasalarından daha yüce bir ölçüt ve daha iyi bir dav
ranış kılavuzu tanımadığını; ünlü teologların, insanlar ken
dileriyle yetinsin ve daha yüksek bir dogmaya kayıtsız kal
sın diye eserlerini yasaklayacak kadar Hıristiyanlığa yakın
olan -suçlanan, mahkum edilen, kırbaçlanan ve çarmıhta
ölen Adil İnsanın peygamberine vizyonu bahşedilen- Pla
ton'un yine de, insanoğluna bahşedilmiş en muhteşem
zekayı ailenin ilgasını ve bebekleri terk etmeyi savunmak
için kullandığını; ilkçağın en yetenekli ahlakçısı Aristote
les'in, köleleştirmek için komşu bir halka saldırmakta sa-
027
kınca görmediğini hatırlarsanız -dahası, modernler arasın
da, bunlarla eş dehaya sahip insanların, bir o kadar suçlu
ya da saçma öğretiler savunduğunu düşünürseniz- bir yan
lışlar falanjının hakikat yolunu ne kadar inatla tıkadığı; saf
aklın, özgür yönetim sorununu çözmek için görenek kadar
güçsüz olduğu; ancak uzun, çok yönlü ve acılı bir deneyi
min ürünü olabildiği ve ilahi bilgeliğin uluslara, özgürlük
görevlerini takdir etmeyi ve üstlenmeyi öğretme yöntemle
rinin izini sürmenin, gerçek felsefenin önemsiz bir parçası
olmadığı anlaşılır. Gerçek felsefe,
Ebedi takdir-i ilahiyi savunur
Ve insanlara Tanrı 'nın yollarını gösterir.
028
zamanında -püskürtmesine rağmen- ilk monarşilerin ve
oligarşilerin yok olduğu bir zamanda doğdu ve tüm demok
rasiler Roma İmparatorluğu'nda sindirildikten sonra uzun
bir süre değerli görülmeye devam edildi. Yetkilerinin bir
kısmından vazgeçen hükümran bir prens üstün güç argü
manına teslim olurken, kendi ayrıcalığından feragat eden
hükümran bir halk da aklın nüfuzuna boyun eğer. Güç
kullanarak taklitler yaratmanın ikna ile yaratmaktan daha
kolay olduğu her zaman kanıtlanmıştır.
ilkçağ yazarları, tek başına her yönetim ilkesinin if
rada vardırıldığını ve bir tepkiye neden olduğunu çok açık
bir biçimde görmüştür. Monarşi katılaşınca despotizme
dönüşür. Aristokrasi daralınca oligarşiye dönüşür. De
mokrasi genişleyince sayıların [çoğunluğun] üstünlüğüne
dönüşür. Bu nedenle, her unsuru diğerleriyle birleştirerek
dizginlemenin doğal yollarla kendi kendini yok etmesinin
önüne geçeceğini ve devlete daimi bir gençlik bahşedece
ğini hayal ettiler. Birçok yazarın ideali olan ve Sparta'nın,
Kartaca'nın ve Roma'nın sergileyeceğini sandığı bu de
mokrasi, aristokrasi ve monarşi uyumunun, filozofların
ilkçağda hiçbir zaman gerçekleşmeyen bir kuruntusuydu.
Sonunda, diğerlerinden daha akıllı olan Tacitus, karma
anayasanın, teoride ne kadar hayranlık verici olursa olsun,
kurulmasının zor ve sürdürülmesinin olanaksız olduğunu
itiraf etmiştir. Onun iç karartıcı ikrarı, daha sonraki dene
yimle de doğrulanır.
Bu deneme, eskilerin bilmediği kaynaklarla -Hıris
tiyanlık, parlamenter yönetim ve özgür bir basın- birlikte
029
benim anlatabileceğimden daha sık denendi. Yine de bir
asır sürmüş dengeli bir anayasa örneği yoktur. Bir yerde ba
şarılı olduysa, o da bizim güzide ülkemizde ve bizim zama
nımızda oldu; ulusun bilgeliğinin söz konusu dengeyi ne
kadar koruyacağını da henüz bilmiyoruz. Eskiler, anayasal
denetim kadar federal denetimi de biliyordu . Çünkü onla
rın cumhuriyetleri, bir kentin kamusal alanda toplanan sa
kinlerinin yönetimiydi. Birçok kenti kucaklayan yönetimi,
Sparta'nın Messenialılara, Atina'nın konfederasyona bağlı
müttefiklerine ve Roma'nın İtalya'ya uyguladığı baskı biçi
minde biliyorlardı. Modern zamanda, büyük bir halkın tek
merkezden kendisini yönetmesini olanaklı kılan kaynaklar
o zaman yoktu. Eşitlik ancak federalizmle korunabilirdi ve
modern dünyadan çok onların arasında daha sık gerçekle
şebilirdi. Yetkinin devletin çeşitli birimleri arasında bölü
şülmesi monarşi üzerinde en etkili kısıtlamaysa, yetkinin
birçok devlet arasında bölüşülmesi de demokrasi üzerinde
en iyi denetimdir. Bu, yönetim merkezlerini çoğaltmakla ve
tartışmayla, siyasal bilginin yayılmasını, sağlıklı ve bağım
sız kanaatin sürdürülmesini teşvik eder. Azınlıkları korur
ve özyönetimi kutsar. Bunu, ilkçağda pratik dehanın başa
rıları arasında saymak gerekse de, ihtiyaçtan zuhur ettiğini
ve niteliklerinin teorik olarak yeterince araştırılmadığını
belirtmek gerekir.
Yunanlar toplumun sorunları üzerine düşünmeye
başlayınca, her şeyden önce şeyleri olduğu gibi kabul etti ve
bunları açıklamak ve savunmak için ellerinden geleni yaptı
lar. Bizde kuşkunun harekete geçirdiği sorgulama, onlarda
030
merakla başladı. ilk filozofların en ünlüsü olan Pythagoras,
siyasal iktidarın eğitimli sınıfta kalması için bir teori ortaya
atb ve genel olarak halkın bilgisizliği ve güçlü sınıf çıkarları
üzerine kurulu bir yönetim biçimini yüceltti. Otoriteyi ve
boyun eğmeyi öğütledi, haklardan çok görevlerin, politika
dan çok dinin üzerinde durdu; sistemi, oligarşileri sahne
den silen devrimle yok oldu. Sonra devrim de, aşırılıklarını
tarif ettiğim kendi felsefesini geliştirdi.
Ama iki çağ arasında, erken Pythagorasçıların katı
öğretmenliği ile Protagoras'ın çözücü teorileri arasında her
iki uca da mesafeli duran ve söylediği zor şeyler günümüze
kadar hiç anlaşılmayan ya da takdir edilmeyen bir filozof
doğdu. Ephesoslu Herakleitos, kitabını Diana tapınağına
koydu. Kitap, tapınak ve ibadetle birlikte yok oldu, ama
fragmanları, bu yüzyılın zahmetiyle ve stresiyle en yoğun
biçimde uğraşan politikacılar, filozoflar, ilahiyatçılar ve bil
ginler tarafından toplandı ve inanılmaz bir gayretle yorum
landı. Son yüzyılın en ünlü mantıkçısı, onun her önerme
sini benimsedi ve kıta sosyalistlerinin en parlak ajitatörü,
onun anısına sekiz yüz kırk sayfalık bir eser hazırladı.
Herakleitos, kitlelerin hakikate duyarsız kalmasın
dan yakınıyordu ve aslında iyi bir insanın binlercesinden
daha önemli olduğunu biliyordu; ama mevcut düzeni yer
siz bir saygıyla da savunmadı. Çatışma, diyor Herakleitos,
tüm şeylerin kaynağı ve efendisidir. Yaşam sürekli devinim
dir ve durmak, ölümdür. Hiç kimse aynı ırmakta iki kez
yıkanamaz; çünkü ırmak daimi biçimde akıp geçer ve asla
aynı ırmak olarak kalmaz. Değişimin ortasında sabit ve ke-
031
sin olan tek şey, herkeste bulunan ama herkesin algılamaya
bildiği evrensel ve egemen akıldır. Yasalar insan otoritesiyle
değil, ilahi olan tek yasadan türemeleri nedeniyle sürdürü
lür. Kutsal Kitaplarda bulduğumuz siyasal hakikatin ana
hatlarını hatırlatan ve bizi en aydınlanmış çağdaşlarımızın
en son öğretilerine götüren bu özdeyişler, epeyce açıklama
ve yorum kaldırırdı. Ne yazık ki, Herakleitos o kadar anla
şılmazdır ki, Sokrates onu anlayamazdı ve ben de bu konu
da ondan daha başarılı olduğumu iddia edemem.
Konuşmamın konusu siyaset bilimi tarihi olsaydı,
en yüksek makama ait en geniş yer Platon ve Aristoteles'e
verilirdi. Birinin Yasaları, diğerinin Politika'sı, kendi dene
yimime güvenmem gerekirse, siyasetin ilkeleri hakkında
çok şey öğrenebileceğimiz kitaplardır. Bu büyük düşünce
ustalarının Yunanistan'ın kurumlarını çözümleyip kötü
lüklerini açığa çıkarmada gösterdikleri feraseti daha son
ra hiç kimse, geçen yüzyılın en iyi siyaset yazarları olan
Burke ya da Hamilton, yüzyılımızın en önde gelenleri To
cqueville ya da Roscher bile aşamaz. Ama Platon ve Aris
toteles rehbersiz özgürlüğü değil, akıllı yönetimi seven
filozoflardı. Kötü yönlendirilmiş özgürlük mücadelesinin
feci sonuçlarını gördüler ve bunun için çabalamamanın,
basiretli bir biçimde insanları müreffeh ve mutlu yapmaya
uyarlanmış güçlü bir yönetime razı olmanın daha iyi oldu
ğuna karar verdiler.
Doğrusu; özgürlük ile iyi yönetim birbirini dışlamaz
ve birlikte olmaları için harika sebepler de vardır. Özgürlük,
daha yüksek siyasal bir amacın aracı değildir. Kendisi en
032
yüksek siyasal amaçtır. İyi bir kamusal yönetim için değil,
sivil toplumun ve özel yaşamın en yüksek hedeflerinin pe
şinden giderken güvenlik için gereklidir. Devlette özgürlü
ğün artışı, bazen vasatlığı teşvik edebilir ve önyargıya hayat
verebilir; hatta yararlı yasaları geciktirebilir, savaş kapasite
sini düşürebilir ve imparatorluğun sınırlarını daraltabilir.
Makul bir biçimde şunlar öne sürülebilir: İngiltere ya da
İrlanda'da akıllı bir despotizm altında birçok şey daha kötü
olsa da, bazı şeyler daha iyi idare edilirdi; Roma hükümeti
Augustus ve Antonius döneminde, Marius ya da Pompeius
zamanındaki senato yönetiminde olduğundan daha aydın
dı. Cömert bir ruh, ülkesinin güçlü, müreffeh ve köle ol
maktansa yoksul, zayıf, önemsiz, ama özgür olmasını tercih
eder. Asya'nın ve Avrupa'nın yarısını gölgede bırakan süper
otokrasinin bir uyruğu olmaktansa, Alpler'de dar sınırların
ötesinde hükmü geçmeyen mütevazı bir devletin yurttaşı
olmak daha iyidir. Ama diğer yanda özgürlüğün, insanların
uğruna yaşadığı tüm şeylerin toplamı ya da ikamesi olmadı
ğı; gerçek olması için kısıtlanması gerektiği ve kısıtlamanın
sınırlarının değişken olduğu; ilerleyen uygarlığın devlete
artan hak ve görevler verdiği, uyruklara artan yük ve kısıtla
ma dayattığı; oldukça eğitimli ve akıllı bir topluluğun, daha
düşük bir evrede katlanılmaz olduğu düşünülecek zorunlu
yükümlülüklerin yararını algılayabildiği; liberal ilerleme
nin muğlak ya da belirsiz olmadığı, halkın yararlı olduğu
nu düşündüğü kısıtlamalar dışında hiçbir kısıtlamaya tabi
olmadığı bir noktayı hedeflediği; özgür bir ülkenin dinin
ilerlemesi, kötülüğün önlenmesi ya da ıstırabın hafiflemesi
033
için çok şey yapmaya, olağanüstü durumları bireysel hak
lardan biraz fedakarlıkta bulunarak ve yetkiyi bir merkezde
toplayarak karşılamaktan çekinmeyen bir ülkeden daha az
yetenekli olabileceği; üstün siyasal hedefleri, bazen daha
üstün ahlaki hedefler için ertelemek gerektiği öne sürüle
bilir. Benim argümanım bu nitelikli düşüncelerle çatışmayı
gerektirmiyor ve özgürlüğün sonuçlarıyla değil, nedenleriy
le ilgileniyor. Ya yetkiyi dağıtarak ya da her yönetimi aşan
bir otoriteye başvurarak keyfi yönetimi kontrol altına alan
etkenleri arıyoruz ve bu etkenler arasında Yunanistan'ın en
büyük filozoflarının, hesaba katılma iddiası yoktur.
İnsanlığı despotik yönetime boyun eğmekten kurta
ran, yaşama ilişkin aydınlanmış ve yüce görüşleriyle eski
durumu Hıristiyanlıktaki durumdan ayıran uçurumu kapa
tan ve özgürlük yolunu gösterenler Stoacılardır. Bir ülkenin
yasalarının bilgece ya da adil olmasının ne kadar güvensiz
olduğunu, bir halkın ortak iradesinin ve halkların rızasının
yanlış olma ihtimalini gören Stoacılar, insanların yaşamını
ve toplumun varoluşunu düzenlemesi gereken ilkeler için
bu dar sınırların ötesine ve bu bayağı yaptırımların üstüne
baktılar. İnsanların kolektif iradesinden üstün bir iradenin,
Solon'un ve Lykurgos'un yasalarını aşan bir yasanın var ol
duğunu bildirdiler. Onlara göre, bir yönetim, daha yüksek
bir yasa koyucuya dayandırılabilen ilkelere uygunsa iyidir.
Tanrı'nın kendisi kadar kusursuz ve öncesiz-sonrasız olan,
Tanrı'nın doğasından çıkan, yeryüzüne ve gökyüzüne, bü
tün halklara hükmeden o değişmez yasaya itaat etmeliyiz,
tüm sivil otoriteleri ona indirgemek zorundayız.
034
Büyük sorun, hükümetlerin ne buyurduğunu değil,
ne buyurmaları gerektiğini keşfetmektir; çünkü insanoğlu
nun vicdanına karşı hiçbir buyruk geçerli değildir. Tanrı'nın
huzurunda ne Yunan ne de barbar, ne zengin ne de yoksul
vardır ve köle, efendisi kadar iyidir, çünkü tüm insanlar öz
gür doğar; tüm dünyayı kucaklayan evrensel ülkenin yurt
taşlarıdır, bir ailenin kardeşleridir ve Tanrı'nın çocuklarıdır.
Gerçek rehberimiz dışarıdan bir otorite değil, gelip ruhla
rımıza oturan, tüm düşüncelerimizi bilen, bildiğimiz tüm
doğruları ve yaptığımız tüm iyilikleri borçlu olduğumuz
Tanrı'nın sesidir; zira kötülük isteyerek yapılır ve erdem,
içerideki semavi ruhun lütfundan gelir.
Bu ilahi sesin öğretisinin ne olduğunu, Stoa Poiki
le'nin yüce etiğini özümseyen filozoflar açıkladı: Yazılı
yasalara göre davranmak ya da herkese hakkını vermek
yetmez; hak ettiklerinden fazlasını vermemiz, cömert ve
iyiliksever olmamız, kendimizi başkalarının iyiliğine ada
mamız, ödülümüzü fedakarlıkta aramamız, kişisel yarar
güdüsüyle değil, başkalarına anlayış gösterme güdüsüyle
hareket etmemiz gerekir. Bu nedenle nasıl muamele gör
mek istiyorsak başkalarına öyle davranmalıyız; değersiz
liğe ve nankörlüğe aldırmadan, düşmanlarımıza iyilik
yapmayı ölene kadar sürdürmeliyiz. Çünkü kötülükle
savaşabilmek için insanlarla barış içinde olmalıyız ve acı
çekmek, haksızlık etmekten iyidir. Gerçek özgürlük, diyor
en belagatli Stoacı, Tanrı'ya itaat etmeye dayanır. Bu gibi
ilkelerle yönetilen bir devlet, Yunan ya da Roma özgürlü
ğünün çok ötesinde özgür olurdu; çünkü dinsel hoşgörüye
035
kapı açar, köleliğe kapıyı kapatır. Ne fetih ne de para, di
yordu Zenon, bir insanı başka bir insanın mülkü yapabilir.
Bu öğretiler İmparatorluğun büyük hukukçularınca
benimsendi ve uygulandı. Doğa yasası, diyorlardı, yazılı ya
sadan üstündür ve kölelik doğa yasasıyla çelişir. İnsanların
canı ne isterse onu yapmaya ya da başkalarının zararına kar
etmeye hakkı yoktur. En yüksek gelişimini Cicero'da, Se
neca'da ve İskenderiyeli bir Yahudi olan Philon'da gördü
ğümüz şekliyle, özgürlüğün temellerine değinen eskilerin
siyasal bilgeliği böyledir. Onların yazdıkları, Havarilerin
misyonunun arifesinde insanlar arasında başarılan İncil'e
hazırlık işinin büyüklüğünü bize anlatır. Seneca'dan alıntı
yapan Aziz Augustinus şunları haykırır: "Bir Hıristiyan bu
paganın söylediğinden daha fazla ne söyleyebilir?" Aydın
lanmış paganlar, tam zamanı geldiğinde, yeni bir din olma
dan ulaşılabilir son noktaya neredeyse ulaşmıştı. Helenik
düşünce dünyasının genişliğini ve ihtişamını gördük ve o,
bizi daha büyük bir krallığın eşiğine getirdi. Sonraki kla
siklerin en önemlileri neredeyse bütünüyle Hıristiyanlığın
dilini konuşurlar ve ruhunun sınırındadır.
Ama klasik literatürden aktarabildiklerimin içinde üç
şey eksiktir -temsili yönetim, kölelerin özgürleşmesi ve vic
dan hürriyeti. Doğrudur; halk tarafından seçilen müzakere
meclisleri vardı; hem Asya'da hem de Afrika'da çok sayıda
konfedere kent federal konseylere delege gönderirdi. Ama
seçilmiş bir parlamento tarafından yönetim, teoride bile
bilinen bir şey değildi. Bir ölçüde hoşgörüyü kabul etmek
çok-tanrıcılığın doğasına uygundur. Sokrates Atinalılara
036
değil, Tanrı'ya itaat etmesi gerektiğini söylediğinde, Stoa
cılar, bilge insanı yasalardan üstün tuttuklarını söyledikle
rinde hoşgörü ilkesini dile getirmeye çok yakındı. Ama bu
ilk kez, çok-tanrıcılığın ve felsefi icraatın hüküm sürdüğü
Yunanistan'da değil Hindistan'da, İsa'nın doğumundan iki
yüz elli yıl önce Budist kralların en eskisi olan Asoka tara
fından hukuken kurulup ilan edildi.
Kölelik, hoşgörüsüzlükten çok daha fazla, ilkçağ uy
garlığının daimi laneti ve utancı olmuştur ve doğruluğu
Aristoteles zamanında bile tartışılmasına ve birçok Stoacı
tarafından açıkça olmasa bile örtük bir biçimde yadsınma
sına rağmen, Yunanların ve Romalıların ahlak felsefesi ve
pratikleri kesin bir biçimde kölelikten yanaydı. Ama diğer
şeylerde olduğu gibi, bu konuda da, daha sonra gelecek
ilkeyi haber veren olağanüstü bir kişi vardı. İskenderiyeli
Philon toplum konusunda en ileri görüşlere sahip yazarlar
dan biriydi. Yalnızca özgürlüğü değil, zenginlikte eşitliği de
övüp destekliyordu. Kaba öğelerinden temizlenmiş sınırlı
bir demokrasinin en kusursuz yönetim olduğuna ve gide
rek tüm dünyaya yayılacağına inanıyordu. Özgürlükten,
Tanrı'dan taraf olmayı anlıyordu. Philon, kölenin yaşam
koşullarının onun yüksek doğasının bir sonucu olan ge
reksinim ve haklarıyla uyumlu kılınmasını istemesine rağ
men, köleliği mutlak bir biçimde mahkum etmemişti. Ama
Filistinli Essenilerin, özgür Roma yurttaşlarının (gentile)
bilgeliğini Yahudilerin inancıyla birleştiren, etraflarındaki
uygarlığın kirletmediği bir yaşam süren ve hem ilke olarak
hem de pratikte köleliği reddeden bir halkın geleneklerini
037
kayda geçirmiştir. Esseniler bir devlet değil, daha çok dinsel
bir cemaat oluşturuyor ve sayıları 4ooo'i geçmiyordu. Ama
teşkil ettikleri örnek, din adamlarının Yeni Ahit'in yardımı
bile olmadan toplum kavrayışını ne kadar yüceltebildiğine
tanıklık sunmakta ve çağdaşlarını çok güçlü bir biçimde
mahkum etmekteydi.
İncelememizin bizi getirdiği sonuç şudur: Siyasette
ya da insan hakları sisteminde, Yahudi ve özgür Roma yurt
taşlarından bilgelerin kavramadığı ya da sonraki yazarların
aşamadığı bir ifade asaleti ve düşünce inceliğiyle ilan etme
dikleri bir hakikat neredeyse yoktur. Saatlerce devam edip,
doğa yasası ve insanın görevleri üzerine o kadar ciddi ve din
referanslı pasajlar aktarabilirim ki, Akropolis'in dünyevi
tiyatrosundan ve Roma Forumundan gelmelerine rağmen,
Hıristiyan kiliselerin ilahilerini ve görevli din adamlarının
konuşmasını dinlediğinizi sanırsınız. Ama büyük klasik
öğretmenlerin, Sophokles'in, Platon'un ve Seneca'nın öz
deyişleri ve şanlı kamusal erdem örnekleri herkesin dilin
de olmasına rağmen, bu kadar çok yurtseverin ve bu kadar
çok eşsiz yazarın uğruna can verdiği uygarlığın kötü bahtını
tersine çevirecek güçleri yoktu. Eski halkların özgürlükle
ri umutsuz ve kaçınılmaz bir despotizmin altında ezildi ve
Celile'den yeni bir güç öne çıkıp, insanların yanı sıra top
lumları da kurtaracak insan bilgisinin etkinliği için eksik
olanı verince, canlılıkları tükendi.
Hıristiyanlığın etkilerinin devlete tedricen sızma ka
nallarına işaret etmeye kalkışmam, haddini bilmezlik olur
du. ilk çarpıcı görüngü, bu kadar müthiş olması mukadder
038
bir eylemin yavaş tecelli etmesidir. Uygarlığın birçok evre
sinde ve neredeyse her yönetim biçimi altında tüm halk
lara ulaşan Hıristiyanlığın siyasal bir makam karakteri hiç
olmadı ve bireyleri kazanmaya çalışırken kamu otoritesine
hiç meydan okumadı. İlk Hıristiyanlar devletle temastan
kaçındı, memuriyet almaktan uzak durdular, hatta askerlik
yapmak bile istemediler. Bu dünyaya ait olmayan bir krallı
ğın yurttaşları olmaya değer veren bu Hıristiyanların karşı
konulamayacak kadar güçlü ve dönüştürülemeyecek kadar
yozlaşmış görünen bir imparatorluktan beklentileri yoktu .
Bu imparatorluğun kurumları yüzyılların paganizminin
gururu ve eseri olan, Hıristiyanların şeytan addettiği tan
rılardan yetki alıyordu; çağlar boyunca ellerini şehitlerin
kanına bulamış ve düzelme umudu kalmamış, yok olmaya
mahkum bir imparatorluktu. Devletin çöküşünün kilise
nin ve dünyanın sonu olacağını hayal edecek kadar korkup
sinmemişlerdi ve hiç kimse, Augustus'un ve Constanti
nus'un imparatorluğunu aşağılayıp harap eden bozcuncu
ların soyu arasında dinlerini bekleyen sınırsız bir manevi
ve toplumsal nüfuz düşlemiyordu. Onların düşüncelerine
göre, hükümetin görevleri, özel erdemlerden ve uyrukların
görevlerinden daha azdı ve çok geçmeden inançlarındaki
iktidar yükünün farkına vardılar. Khrysostomos'un zama
nına kadar, köleleri özgürleştirme yükümlülüğünü düşün
mekten geri durdular.
Ekonomi politiğin temeli olan özgüven ve özveri öğ
retisi, Ulusların Zenginliği'nde olduğu kadar Yeni Ahit'te de
anlaşılır bir biçimde yazılmasına rağmen, çağımıza kadar
039
kabul edilmedi. Tertullianus, Hıristiyanların pasif itaat
karlığıyla övünür; Sardesli Meliton, pagan bir imparatora,
haksız bir emir veremeyeceği yönünde bir tavırla yazar; Hı
ristiyan çağdaşı Optatus'un düşüncesine göre, her kim hü
kümdarında kusur bulmaya cüret ederse kendisini neredey
se tanrı düzeyine çıkarıyordu. Ama bu siyasal sükunetçilik
evrensel değildi. Erken dönemin en yetenekli yazarı Orige
nes, tiranlığı yıkma planı yapanları destekleyen konuşmalar
yaptı.
Dördüncü yüzyıldan sonra köleliğe karşı açıklamalar
sert ve süreklidir. Teolojik ama yüklü bir anlamda ikinci
yüzyılın ilahiyatçıları özgürlükte, dördüncü yüzyılın ila
hiyatçıları eşitlikte ısrar etti. Siyasette esaslı ve kaçınılmaz
bir dönüşüm vardı. Halk yönetimleri, karma ve federal
yönetimler olmuştu, ama yetki alanı ona dışsal bir güç ta
rafından belirlenen sınırlı bir hükümet hiç olmamıştı. Bu,
felsefenin gündeme getirdiği ve hiçbir devlet yönetiminin
çözemediği büyük sorundu. Daha yüksek bir otoritenin
yardımını beyan edenler aslında hükümetlerin önüne me
tafizik bir engel çekmişti, ama bunu nasıl gerçeğe dönüş
türeceklerini bilmiyorlardı. Islah edilmiş tiranlığın protesto
yoluyla yapabildiği tek şey, inançları uğruna ölmekti. Sto
acılar bilge insana siyasetten uzak durmayı ve yazılı olma
yan yasayı kalbinde tutmayı tavsiye etmekten başka bir şey
yapamadı. Ama İsa "Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın
hakkını Tanrı ya verin" dediğinde, onun ölümünden üç
gün önce, Tapınağı son ziyaretinde söylediği bu sözler, si
vil iktidara, vicdanın koruması altında, hiçbir zaman sahip
040
olmadığı bir kutsallık ve hiçbir zaman kabul etmediği sı
nırlar kazandırdı; mutlakıyetin reddi, özgürlüğün başlangı
cıydı. Çünkü Rabbimiz yalnızca ilkeyi sunmakla kalmadı,
uygulayacak gücü de yarattı. Tek bir üstün alanda gerekli
dokunulmazlığı sürdürmek, tüm siyasal otoriteyi belirlen
miş sınırların içinde tutmak, sabırlı makullerin bir hevesi
olmaktan çıktı ve dünyanın en enerjik kurumunun ve en
evrensel topluluğunun daimi sorumluluğu ve görevi haline
getirildi. Yeni hukuk, yeni ruh, yeni otorite özgürlüğe, bizi
özgür yapan hakikat bilgisinden önce Yunanistan'ın ya da
Roma'nın anayasasında veya felsefede sahip olmadığı bir
anlam ve değer kazandırdı.
041
il
HIRİSTİYANLIKTA
ÖZGÜRLÜĞÜN TARİHİ
28 Mayıs 1877'de Aqricultural Hall'da
043
se uyarmadı. Kilisenin üstünlüğünün ve özgürlüğünün ka
bul gören yazarı olduğu için, kilisesinin birliğinin muhafızı
olarak ona başvuruldu. Yükümlülüğü aldı; güveni kabul
etti; Hıristiyanlar arasında hüküm süren bölünmeler, onun
haleflerine, bu koruyuculuğu genişletme ve emperyalizm
iddialarında ya da kaynaklarında herhangi bir azalmayı ön
leme olanakları sundu.
Constantinus, kendi iradesinin Kilise kanonuna eşde
ğer olduğunu ilan etti. Justinianus'a göre, Roma halkı bü
tün yetkilerini resmi olarak imparatorlara devretmişti ve bu
nedenle, imparatorun fermanla ya da mektupla ifade edilen
zevki, yasa hükmündeydi. İmparatorluk, deri değiştirdi
ği ateşli döneminde bile, Kiliseye mutlakıyetin yaldızlı bir
koltuk değneği işlevi gördürmek için, kendi rafine uygarlı
ğını, kadim bilgelerin birikmiş bilgeliğini, Roma hukuku
nun makullüğünü ve titizliğini, Yahudi, pagan ve Hıristi
yan dünyanın bütün mirasını kullandı. Ne aydınlanmış bir
felsefe, ne Roma'nın siyasal bilgeliği ne de Hıristiyanların
inancı ve erdemi ilkçağın iflah olmaz geleneğinin üstesinden
gelebildi. Düşünme becerilerinin ve deneyimin ötesinde bir
şey eksikti -bir ulusun dokusunda dili gibi gelişen ve büyü
mesiyle birlikte büyüyen özyönetim ve özdenetim yeteneği.
Kadim uygarlığın şatafatıyla kaplı ülkelerde yüz yıllarca sü
ren savaş, anarşi ve baskının söndürdüğü bu yaşamsal öğe,
Batı [Roma] İmparatorluğunu deviren dölleyici göç seliyle
Hıristiyan dünyanın topraklarına sokuldu.
Güçlerinin doruğundaki Romalılar ya da Romalılar
güçlerinin doruğundayken, özgürlüğünü bir hükümdarın
044
eline vermeyen bir insan soyunun farkına vardı ve İmpara
torluğun en yetenekli yazarı, müphem ve acı dolu bir duy
guyla, dünyanın geleceğinin, despotizmin henüz ezmediği
bu barbarların kurumlarına bağlı olduğuna işaret etti. Eğer
varsa, kralları, konseylerine başkanlık yapmazdı; bazen se
çimle iktidara geliyorlardı; bazen görevden alınıyorlardı ve
genel iradeye uygun davranacaklarına yemin ediyorlardı.
Yalnızca savaşta hakiki otoriteye sahiptiler. Monarşiyi arızi
bir olay olarak kabul eden ama tüm özgür insanların, yani
kurucu otoritenin diğer bütün suni otoriteler üzerindeki üs
tünlüğüne dayanan bu ilkel cumhuriyetçilik, parlamenter
yönetimin uzak akrabasıdır. Devletin eylemi dar sınırlarla
çevrelenmişti; ama devletin başı olma konumunun ötesin
de, kral, kişisel ya da siyasal bağlarla ona bağlı bir taraftar
kitlesiyle sarılıydı. Bunlarda, yakın bağımlıları arasında,
emirlere itaatsizlik ya da direnme, bir karının, bir çocuğun
ya da askerin itaatsizliği kadar hoş görülmezdi; bir kişinin,
eğer lideri isterse, kendi babasını öldürmesi beklenirdi. Bu
yüzden bu Cermen topluluklar, toplumu dağıtma riski ta
şıyan bir yönetim bağımsızlığına ve özgürlük için tehlikeli
olan kişilere bağımlılığa izin verdi. Kurumlar için çok elve
rişli bir sistemdi ama bireylere hiçbir güvence sunmuyordu.
Devletin kendi uyruklarını ezmesi pek olası değildi, ama
onları koruyamazdı da.
Roma'nın uygarlaştırdığı bölgelere büyük Cermen
göçünün ilk etkisi, Avrupa'yı yüz yıllarca geriye, Solon'un
kurumlarının Atinalıları kurtardığı durumdan pek de ileri
olmayan bir duruma götürmek oldu. Yunanlar ilkçağın ede-
045
biyatını, sanatını, bilimini ve Hıristiyanlığın ilk döneminin
tüm kutsal anıtlarını, bize kadar ulaşan kopuk parçaların
yeterince fikir vermediği bir tamlıkla korurken ve Bulgar
köylüler bile Yeni Ahit'i ezbere bilirken, Batı Avrupa, en ye
teneklisinin kendi adını bile yazamadığı efendilerin pençesi
ne düştü. Hatasız muhakeme ve doğru gözlem yeteneği beş
yüz yıl boyunca söndü ve toplum için çok gerekli bilimler,
tıp ve geometri bile, Batılı öğretmenler Arap hocaların ayağı
na gidene kadar geriledi. Kaotik yıkımdan düzen çıkarmak,
yeni bir uygarlık geliştirmek, düşman ve eşitsiz ırkları bir
ulus halinde harmanlamak için özgürlüğe değil, zora ihtiyaç
vardı. Yüz yıllarca her ilerleme, kararlı ve inatçı, itaati sağ
layan Clovis, Charlemagne ve Norman fatihi William gibi
kişilerin eylemine bağlıydı.
İlkçağ toplumuna sinmiş kadim paganizmin ruhu,
kilisenin ve devletin ortak etkisi olmadan kovulamazdı ve
devlet ile kilise birliğinin zorunlu olduğuna dair evrensel
anlayış Bizans despotizmini yarattı. Hıristiyanlığın kendi
sınırlarının ötesinde gelişmesini tahayyül edemeyen İmpa
ratorluk ilahiyatçıları, devletin kilisenin içinde değil, aksine
kilisenin devletin içinde olduğunu ısrarla belirttiler. Batı
Roma İmparatorluğunun hızlı çöküşü daha geniş bir ufuk
açınca, bu öğreti pek dillendirilmedi; Marsilya'da bir papaz
olan Salvianus, uygar Romalılar arasında bozulmakta olan
toplumsal erdemlerin, daha fazla saf ve umut vaat eder bi
çimde pagan istilacılarda var olduğunu ilan etmiştir. Pagan
lar kolayca ve hızlı bir biçimde Hıristiyanlığa geçti ve din
değişikliği genellikle kralları tarafından sağlandı.
046
ilk zamanlarda kitlelere seslenen ve özgürlük ilkesi
ne yaslanan Hıristiyanlık şimdi de hükümdarlara başvurdu
ve güçlü nüfuzunu otoritenin kefesine koydu. Din okulları
dışında hiçbir kitaba, laik bilgiye, eğitime sahip olmayan ve
dinsel temel bilgilerini zar zor edinen barbarlar, çocuksu bir
bağlılık hissiyle, zihni Kutsal Kitap, Cicero, Aziz Augusti
nus ile dolu insanlara yöneldi. Dar düşünce dünyalarında
Kilisenin, yeni kurdukları devletlerden son derece büyük,
daha güçlü ve daha kutsal bir şey olduğu hissedildi. Ruh
ban sınıfı yeni yönetimleri yürütme araçlarını temin etti ve
vergiden, asliye sulh hakimliğinden ve siyasi yöneticilikten
muaf tutuldu. Yetkinin seçimle verilmesi gerektiğini öğret
tiler; Toledo Konsilleri, açık arayla dünyanın en eski parla
menter sisteminin -İspanya'nın parlamenter sistemınin
çerçevesini oluşturdu. Ama soyluların ve yüksek rütbeli
papazların özgür kurumlara benzer biçimde tahtın etrafını
sardığı İngiltere'de Saksonların ve İspanya'da Gotların mo
narşisi öldü; gelişen ve diğerlerini gölgede bırakan halk, do
ğuştan soyluları olmayan Franklardı; onların taht veraseti
hukuku, bin yıl boyunca değişmeyen bir hurafenin sabit
konusu oldu ve onların yönetiminde feodal sistem aşırıya
kaçtı.
Feodalizm, toprağı her şeyin ölçüsü ve efendisi yaptı.
Toprağın ürününden başka bir zenginlik kaynağına sahip
olmayan insanlar, açlıktan ölmemek için toprak ağasına ba
ğımlı oldular; böylece toprak ağasının gücü, bireyin özgür
lüğünden ve devletin otoritesinden üstün oldu. Bir Fransız
özdeyişine göre, her baron kendi toprağında hükümdardır.
047
Hem vassaldan hem de efendisinden bir süre üstün olduğu
anlaşılan bir güç sahneye çıkınca, Batılı uluslar birbiriyle
çekişen yerel kodamanlar ile mutlak hükümdarların tiran
lığı arasında kaldı.
Fetih günlerinde, Normanlar İngiltere'nin özgürlük
lerini yok ettiği zaman, Saksonlarla, Gotlarla ve Franklarla
birlikte Almanya'nın ormanlarından gelen kaba kurumlar
çürümekteydi ve daha sonra, kentlerin yükselişiyle ve bir
orta sınıfın oluşmasıyla ortaya çıkacak yeni halk yönetimi
öğesi henüz hayata geçmemişti. Feodal hiyerarşiye direne
bilen tek etkili güç, dinsel hiyerarşiydi ve feodalizm süreci,
yüksek rütbeli papazları, Cermenlerin devletine özgü olan
krallara kişisel bağımlılık biçimine zorla tabi tutarak Kilise
nin bağımsızlığını tehdit edince, iki hiyerarşi çatışma içine
girdi.
Toplumsal (sivil) özgürlüğün doğuşunu dört yüz
yıllık bu çatışmaya borçluyuz. Kilise kutsadığı kralla
rın tahtına destek olmaya devam etseydi ya da mücade
le hızlı bir biçimde tam bir zaferle sonuçlanmış olsaydı,
bütün Avrupa bir Bizans ya da Moskof despotizmi altın
da batmış olurdu. Çünkü her ikisinin de amacı, mutlak
otoriteydi. Ama özgürlük, uğruna mücadele ettikleri bir
amaç olmamasına rağmen, dünyevi ve manevi iktidarın
halkları yardıma çağırma aracıydı. Çekişmenin almaşık
evrelerinde İtalya'nın ve Almanya'nın kentleri imtiyazları
nı kazandı, Fransa Genel Meclise, İngiltere Parlamentoya
sahip oldu ve süreç devam ettikçe ilahi hakkın yükselişi
önlenmiş oldu. Tacı, ona sahip olan ailede mülkiyet hu-
048
kuku uyarınca miras kalan bir mülk olarak görme eğilimi
vardı. Ama din otoritesi ve özellikle Papalığın otoritesi,
kralların ortadan kaldırılamaz mülkiyet hakkını yadsıyan
tarafa atıldı. Fransa'da daha sonra Galya teorisi denilen
şey, hükümdar ailenin yasalardan üstün olduğunu ve Aziz
Louis soyundan hükümdarlar olduğu sürece hükümdarlık
asasının ailede kalacağını savundu. Ama diğer ülkelerde
sadakat yemininin kendisi, koşullara bağlı olduğunun ve
yalnızca iyi davranış sürecinde korunması gerektiğinin ka
nıtıydı; Kral John'un baronlara karşı asi ilan edilmesi ve
babasını indirdikleri tahta III. Edward'ı çıkaranların Vox
Populi Vox Dei (Halkın Sesi, Tanrı'nın Sesidir) vecizesine
başvurması, tüm hükümdarların tabi olduğu kamu huku
kuna uygundu.
Halkın ayaklanıp hükümdarları tahtından indirme
ilahi hakkına ilişkin bu öğreti, dinin onayını aldıktan son
ra, daha geniş bir zemine oturdu ve hem kiliseye hem de
krala direnecek kadar güçlendi. Bruce Ailesi ile Plantagenet
Ailesi arasındaki iskoçya'ya ve İrlanda'ya sahip olma müca
delesinde, İngilizlerin hak iddiası, Roma'nın kınamalarıy
la desteklendi. Ama İrlandalılar ve İskoçyalılar reddetti ve
İskoçya Parlamentosunun kararını Papaya bildirme şekli,
halk öğretisinin ne kadar sağlam kök saldığını gösterir. Ro
bert Bruce'tan söz ederek şöyle diyor: "Takdir-i İlahi, ülke
nin ölene kadar savunacağımız yasaları, görenekleri ve hal
kın tercihi onu kralımız yapmıştır. İlkelerine ihanet etse ve
İngiliz kralın tebaası olmamıza razı olsa, onu bir düşman,
kendi haklarını ve bizim haklarımızı çiğneyen biri olarak
049
görür, yerine başka birini seçeriz. Şöhrete ya da zenginliğe
değil, doğru bir adamın hayatı pahasına vazgeçmeyeceği
özgürlüğe önem veriyoruz." Bu kraliyet değerlendirmesi,
hükümdarlarıyla sürekli çatışma içinde en çok saygı duy
dukları kişileri görmeye alışık insanlar arasında doğaldı.
VII. George, sivil otoriteleri onların şeytanın işi olduğunu
söyleyerek kötülemeye başlamıştı ve daha onun zamanın
da, her iki taraf da halkın egemenliğini kabul etmek duru
munda kaldı ve iktidar kaynağı olarak halka başvurdu.
İki yüzyıl sonra bu siyaset teorisi, Kilise taraftarı olan
Guelfolar ve Ghibellinolar ya da imparatorluk yanlıları ara
sında hem kesinlik hem de güç kazanmıştı. İşte en ünlü
Guelfo yazarın duyguları: "Görevine sadık olmayan bir kral
itaat isteme hakkını kaybeder. Onu tahttan indirmek bir is
yan değildir; çünkü kendisi bir asidir ve halkın onu alaşağı
etme hakkı vardır. Yetkisini azaltmak daha iyidir, belki kö
tüye kullanamaz. Bunun için, tüm halk kendini yönetme
konusunda pay sahibi olmalıdır; anayasa, liyakatli bir aris
tokrasi ile sınırlı ve seçimli bir monarşiyi birleştirmelidir ve
böyle bir demokrasi karışımı tüm sınıfları, genel seçimle
bakanlığa kabul etmelidir. Hiçbir hükümetin halkın belir
lediği sınırın ötesinde vergi koyma hakkı yoktur. Her siya
sal yetkinin kaynağı halk oyudur ve tüm yasalar, halk ya da
onların temsilcilerince yapılmalıdır. Başka birinin iradesine
bağımlı olduğumuz sürece hiçbirimizin hiçbir güvencesi
yoktur." Whig devrim teorisinin en eski açıklamasını içe
ren bu dil, Lord Bacon'ın skolastik ilahiyatçılar arasında en
büyük kalbe sahip olduğunu söylediği Aziz Thomas Aqui-
050
nas'ın eserlerinden alınmıştır. Thomas Aquinas'ın bunları,
Simon de Montfort' un Avam Kamarasını topladığı sırada
yazdığını ve Napolili rahibin siyasetinin, İngiliz devlet ada
mının yüzyıllarca ilerisinde olduğunu görmek önemlidir.
Ghibellino partisinin en yetenekli yazarı, Padovalı
Marsilius'tu. "Yasalar," diyordu Marsilius, "otoritelerini
halktan alır ve halkın rızası olmadığı müddetçe geçersizdir.
Bütün parçadan büyük olduğuna göre, parçanın bütün için
yasa çıkarması yanlıştır ve insanlar eşit olduğuna göre, bir
kimsenin başka biri tarafından yapılan yasalarla bağlanma
sı yanlıştır. Ama tüm insanların razı olduğu yasalara itaat
ederken, tüm insanlar aslında kendi kendini yönetir. Yasa
koyucunun kendi iradesini uygulamak için atadığı hüküm
dar, bireyleri zorlamaya yetecek ama halkın çoğunluğunu
kontrol etmeye yetmeyecek kadar bir güçle donatılmalıdır.
Hükümdar, halka karşı sorumludur ve yasalara tabidir; onu
atayan ve görev veren halk, onun anayasaya uyduğunu gör
meli ve anayasayı ihlal ederse onu görevden almalıdır. Yurt
taşların hakları, sahip oldukları inançlardan bağımsızdır ve
hiç kimse dininden ötürü cezalandırılamaz." Bazı bakım
lardan Locke ya da Montesquieu'den daha ilerisini gören ve
halkın egemenliği, temsili yönetim, yasamanın yürütme
den üstünlüğü ve vicdan özgürlüğü konusunda, modern
dünyaya etkileyen ilkeleri çok sıkı bir biçimde kavrayan bu
yazar, beş yüz elli yıl önce, il. Edward'ın döneminde yaşadı.
Bu iki yazarın, o zamandan beri tartışma konusu olan
birçok temel noktada hemfikir olması anlamlıdır; çünkü
düşman okullara mensuptular ve her ikisi de bir diğerinin
051
ölümü hak ettiğini düşünüyordu. Aziz Thomas tüm Hıris
tiyan yönetimleri Papalığın denetimine vermekten yanaydı.
Marsilius ruhban sınıfını ülke yasalarına tabi kılmaktaydı
ve hem mülkiyet hem de sayı bakımından kısıtlamayı sa
vunuyordu. Büyük tartışma devam ettikçe, birçok şey gi
derek netleşti ve yerleşik kanılara dönüştü. Çünkü bunlar,
yalnızca çağdaşlarının düzeyini aşan kahince zihinlerin
düşüncelerinden ibaret değildi; fiili dünyaya hakim olma
ihtimali de vardı. Baronların kadim egemenliği ciddi tehdit
altındaydı. Haçlı Seferleriyle Doğunun kapılarının açılma
sı, imalata büyük bir ivme kazandırmıştır. Kırdan kentlere
bir akın oldu ve feodal düzende kent yönetimlerine yer yok
tu. İnsanlar toprak sahibi sınıfın iyi niyetine bağımlı olma
dan geçimini sağlamanın bir yolunu bulunca, toprak sahibi
önemini yitirdi ve menkul değer sahipleri önem kazanmaya
başladı. Kent halkı yalnızca baronların ve din adamlarının
kontrolünden kurtulmakla kalmadı, kendi sınıfları ve çı
karları için devletin komutasını ele geçirmeye de çabaladı.
On dördüncü yüzyıl, demokrasi ile şövalyelik arasın
daki bu mücadelenin hengamesiyle doluydu. Zeka ve uygar
lık bakımından en önde olan İtalyan kentleri, ideal ve genel
olarak uygulanamaz tipteki demokratik anayasalarla yolu
gösterdi. İsviçreliler Avusturya'nın boyunduruğunu söküp
attı. Ren Vadisi boyunca ve Almanya'nın kalbinde, uzun öz
gür kentler zinciri yükseldi. Parisli yurttaşlar kralın zengin
liklerine sahip oldu, devleti ıslah etti ve Fransa'yı yönetme
denemelerine başladı. Ama kentsel özgürlüklerin en sağlık
lı ve dinç gelişimi, kıtanın tüm ülkeleri arasında, ezelden
052
beri özyönetim ilkesine en sıkı biçimde sadık kalan Belçi
ka'daydı. Flaman kentlerinde o kadar çok kaynak toplanmış
ve demokrasi hareketi o kadar yaygınlaşmıştı ki, yeni çıkar
grubunun üstün gelip gelmeyeceği ve askeri aristokrasinin
üstünlüğünün, ticaretle geçinen insanların zenginliğine ve
zekasına geçip geçmeyeceği uzun süredir kuşkuluydu. Ama
Rienzi, Marcel, Artevelde ve o günlerin olgunlaşmamış de
mokrasinin diğer şampiyonları, bir hiç uğruna yaşadı ve
öldü. Orta sınıfın huzursuzluğu ezilip acı çeken yoksulla
rın ihtiyaçlarım, tutkularım ve özlemlerini açığa çıkarmış
tı; Fransa'da ve İngiltere'de şiddetli ayaklanmalar iktidarın
yeniden düzenlenmesini yüzyıllarca geciktiren bir tepkiye
neden oldu ve demokrasi yolunda toplumsal devrimin kızıl
hayaleti yükseldi. Gent şehrinin silahlı yurttaşlarını Fransız
şövalyeler ezdi ve sınıfların konumunda devam eden deği
şimin meyvelerini tek başına monarşi topladı ve insanların
zihinlerini karıştırdı.
Kurumlarda kusursuzluk yönünde değilse bile, en
azından siyasal hakikatin bilgisine ulaşma doğrultusunda
yaptıklarına ilişkin bir değerlendirme yapmak için ortaçağ
dediğimiz bin yıllık zaman aralığına baktığımızda şunu
görüyoruz: Eskilerin bilmediği temsili yönetim neredeyse
evrenseldi. Seçim yöntemleri kabaydı ama ödeyen sınıfın
onaylamadığı hiçbir verginin meşru olmadığı -yani vergi
nin temsilden ayrılamayacağı- ilkesi, belli ülkelerin ayrıca
lığı olarak değil, herkesin hakkı olarak kabul edilmekteydi.
Dünyada hiçbir hükümdar, diyordu Philip de Commines,
halkın rızası olmadan bir kuruş bile vergi koyamaz. Kölelik
053
neredeyse her yerde son buldu ve mutlak iktidar, kölelikten
daha 'kabul edilemez' ve daha 'büyük suç' sayıldı. Başkaldı
rı hakkı yalnızca kabul edilmiyor, dinin onayladığı bir görev
olarak da tanımlanıyordu. Haksız Tutuklamayı Yasaklayan
Yasanın !Habeas Corpus Act] ilkeleri ve gelir vergisi yönte
mi bile biliniyordu. Eski siyasetin öznesi, gücü köleliğe da
yanan mutlak bir devletti. Ortaçağın siyasal ürünü, otorite
nin güçlü sınıfların temsiliyle, ayrıcalıklı aracı kurumlarla
ve insanın dayattıklarından üstün görevlerin kabul edilme
siyle sınırlanan bir devletler sistemiydi.
İyi olduğu görülen şeylerin fiiliyatta gerçekleşmesine
gelince; bu konuda yapacak çok şey vardı. Ama büyük pren
sip meseleleri artık çözülmüştü, dolayısıyla bu noktada şu
soruya geliyoruz: Ortaçağın biriktirdiği hazineyi on altıncı
yüzyıl nasıl kullandı? Zamanın en görünür işareti, bu kadar
uzun süredir hüküm süren dinsel nüfuzun gerilemesiydi.
Matbaanın icadından bu yana altmış yıl geçmişti ve birile
ri Yunanca Yeni Ahit'i basmaya girişmeden önce, Avrupa
matbaalarından otuz bin kitap çıkmıştı. Her devletin inanç
birliğini birinci önceliği yaptığı günlerde, insan haklarının,
komşuların ve yöneticilerin onlara yönelik görevlerinin,
dinlerine göre değiştiği düşünülmeye başlandı ve toplum,
Ortodoks bir Hıristiyana karşı yükümlülüklerini, bir Tür
ke ya da Yahudiye, bir pagana ya da sapkına ya da şeyta
na tapan birine karşı kabul etmiyordu. Dinin üstünlüğü
zayıflayınca, düşmanlarına istisnai ilkelere göre davranma
ayrıcalığını, kendi yararı için devlet sahiplendi; hükümetin
amaçlarının kullanılan araçları haklı kıldığı düşüncesi, Ma-
054
chiavelli tarafından sisteme dönüştürüldü. Machiavelli zeki
bir politikacıydı ve İtalya'nın akıllı hükümetinin önündeki
engellerin temizlenmesi konusunda samimi bir uğraş için
deydi. Ona göre zekanın önündeki en can sıkıcı engel vic
dandı ve hükümetler, kitabi kurallarca engellenmeye razı
olsalardı, zor planların başarısı için zorunlu devlet adamlı
ğının hiçbir yararı olmazdı.
Machiavelli'nin cesur öğretisi, sonraki çağda kişisel
karakteri yüksek kişilerce dile getirildi. Bu kişiler, hassas za
manlarda iyi insanların iyilik gücüne nadiren sahip olduk
larını ve "Yumurta kırmaktan korkarsan omlet yapamaz
sın" özdeyişinin anlamını kavrayanlara boyun eğdiklerini
gördüler. Toplumsal ahlakın özel ahlaktan farklı olduğunu
gördüler; çünkü hiçbir hükümet diğer yanağını çeviremez
di ve merhametin adaletten daha iyi olduğunu kabul ede
mezdi. Farkı kimse tanımlayamadı ya da istisnanın sınırla
rını çizemedi; ya da bir halkın eylemleri için, Tanrı'nın bu
dünyada muvaffak olan bir biçimde buyurduğu hükümden
başka bir ölçüt ortaya koyamadı.
Machiavelli'nin öğretisi, parlamenter yönetim sına
vını zor geçerdi; çünkü kamusal tartışma en azından iyi
niyet beyanını gerektirir. Ama her dindar kralın vicdanını
susturarak mutlakıyete muazzam bir itici güç verdi ve iyi
ile kötüyü birbirinin aynısı yaptı. V. Charles bir düşmanını
öldürmek için 5000 kron teklif etti. I. Ferdinand, II. Ferdi
nand, III. Henry ve XIII. Louis, en güçlü tebaasını namertçe
kovdurttu. Elizabeth ve Mary Stuart birbirine aynısını yap
maya çalıştı. Mutlak monarşinin daha iyi bir çağın ruhu ve
055
kurumları karşısında zafer kazanmasının yolu, yalıtık gü
nahkarlıklarla değil, iyice düşünülmüş bir suç felsefesi ve
Stoacıların paganizmin ahlakını reforma tabi tuttuğundan
beri benzeri görülmemiş bir ahlak anlayışı sapmasıyla ha
zırlandı.
Feodalizme ve köleliğe karşı uzun mücadele sırasında
birçok yolla özgürlük davasına hizmet eden ruhban sınıfı,
artık krallığın çıkarlarıyla bütünleşiyordu. Kiliseyi anaya
sal modele uygun reforma tabi tutma girişimleri olmuştu;
bunlar başarısız olmuş ama bölünmüş iktidar sistemine
karşı hiyerarşiyi ve tacı, ortak bir düşmana karşıymış gibi
birleştirmişti. Güçlü krallar Fransa'da ve İspanya'da, Si
cilya'da ve İngiltere'de maneviyatı buyruk altına alabildi.
Fransa'nın mutlak monarşisi, müteakip iki yüz yılda on iki
siyasal görevler üstlenen kardinal tarafından inşa edildi. İs
panya'nın kralları Engizisyon mahkemelerini canlandırıp
kendi yararına kullanarak, neredeyse tek darbeyle aynı so
nucu elde etti. Bir kuşak, bütün Avrupa'da, Güller Savaşı
günlerinin anarşisinden tutkulu teslimiyete, VIII. Henry
dönemine ve onun zamanındaki kralların saltanatına dam
ga vuran tiranlığın memnuniyetle kabul edilmesine kadar
değişimi seyretti.
Wittenberg' de Reformasyonun başlamasıyla akış hız
kazanıyordu ve Luther'in etkisinin mutlakıyet selini dur
duracağı bekleniyordu. Çünkü her yerde Kilisenin devletle
sıkı ittifakıyla karşılaştı; ülkesinin büyük bölümü, Roma
Sarayının piskoposları olan düşman hükümdarlar tarafın
dan yönetilmekteydi. Aslında manevi düşmanlardan çok
056
dünyevi düşmanlardan korkması gerekiyordu. Önde ge
len Alman piskoposlar, Protestanların taleplerinin kabul
edilmesini istiyordu ve Papa da imparatoru uzlaştırıcı bir
politikaya boşuna teşvik etti. Ama V. Charles, Luther'i suç
lu ilan etmiş ve durdurmaya kalkışmıştı; Bavyera Dükleri
onun taraftarlarının kellesini vurdurmakla ve onları yak
makla meşgulken, kentlerin demokrasileri genellikle on
dan yanaydı. Fakat devrim korkusu, siyasal duygularının
en deriniydi; Guelfo ilahiyatçıların apostolik çağın pasif
itaatini aşmalarını sağlayan açıklama, onun reddettiği or
taçağın yorumlama yöntemine özgüydü. Sonraki yılların
da bir ara yön değiştirdi; ama siyasal öğretisinin özü açıkça
muhafazakardı, Lutherci devletler kaskatı hareketsizliğin
kaleleri oldu ve Lutherci yazarlar Reformasyonun ikinci
döneminde yükselen demokratik literatürü mahkum etti.
Zira İsviçreli reformcular davalarını siyasetle karıştırma
konusunda Almanlardan daha cesurdu. Zürih ve Cenevre
birer cumhuriyetti ve hükümetlerinin ruhu hem Zwing
li'yi hem de Calvin'i etkiledi.
Zwingli, kötü sulh yargıçlarının kovulması gerekti
ğine dair ortaçağ öğretisinden aslında uzak durmadı ama
Protestanlığın siyasal karakterini derinden ya da kalıcı bir
biçimde etkileyemeyecek kadar erken öldürüldü. Calvin,
bir cumhuriyetçi olmasına rağmen, halkın kendisini yönet
meye uygun olmadığına kanaat getirdi ve halk meclisinin,
ortadan kaldırılması gereken bir suiistimal olduğunu ilan
etti. Calvin, yalnızca suçu değil, kötülüğü ve yanlışı da ceza
landırma araçlarıyla silahlanmış bir seçkinler aristokrasisi
057
arzuluyordu. Ona göre, ortaçağ yasalarının sertliği zamanın
ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli değildi; Engizisyon usul
lerinin hükümetin eline verdiği en karşı konulmaz silahı,
mahkumları suçlu oldukları için değil, suçlarını kanıtla
mak için katlanılmaz işkencelere tabi tutma hakkını savun
du. Öğretisi, halk kurumlarını desteklemeyi hesaplamamış
olmasına rağmen, çevredeki hükümdarların otoritesine o
kadar ters düşüyordu ki, lnstitutes [Hıristiyan Dininin Ku
rumları] adlı eserin Fransızca basımında siyasal görüşleri
nin ifadesini yumuşattı.
Reformasyonun doğrudan siyasal etkisi sanılandan
daha azdı. Pek çok devlet, Reformasyonu kontrol edecek
kadar güçlüydü. Bazıları yoğun bir gayret sarf ederek akan
selin önünü kesti. Bazıları mükemmel bir beceriyle bu seli
kendi amacı doğrultusunda yönlendirdi. O sırada yalnızca
Polonya hükümeti, Reformasyonu kendi haline bıraktı. İs
koçya, Reformasyonun devletin direnci karşısında zafer ka
zandığı tek krallıktı; İrlanda, hükümetin desteğine rağmen
Reformasyonun başarısız olduğu tek örnekti. Ama diğer
durumların neredeyse tümünde, hem fırtınaya yelken açan
hükümdarlar hem de fırtınayla yüzleşenler, fırtınanın can
landırdığı gayreti, telaşı ve tutkuları, gücünü artırmanın
aracı olarak kullandı. Uluslar kendi inançlarını muhafaza
etmek için gerekli her ayrıcalığı hükümdarlarına şevkle ver
di ve kilise ile devleti ayrı tutma, yetkilerinin birbirine ka
rışmasını önleme özeni, krizin yoğunluğu içinde terk edil
di. Çok kötü işler yapıldı; çoğu kez dinsel tutku bir araçtı,
ama asıl neden politikaydı.
058
Fanatizm kendini kitlelerde gösterir, ama kitleler na
diren fanatikleşti ve kitlelere atfedilen suçlar, genellikle so
ğukkanlı politikacıların hesaplarından kaynaklandı. Fransa
Kralı tüm Protestanları öldürmeye giriştiğinde, bunu yap
maya kendi temsilcilerince/adamlarınca mecbur bırakıldı.
Ahali hiçbir yerde kendiliğinden harekete geçmemişti; birçok
kentte ve taşrada sulh hakimleri emre itaat etmedi. Sarayın
güdüsü salt fanatizmden o kadar uzaktı ki, Kraliçe, İngiliz
Katoliklere aynı şeyi yapması için Elizabeth'e meydan oku
du. I. François ve 11. Henri yaklaşık yüz Huguenotyu kazığa
gönderdi ama bunlar, Almanya'daki Protestan inancının sa
mimi ve gayretli destekçileriydi.
Sir Nicholas Bacon, İngiltere'de kitleyi bastıran ba
kanlardan biriydi. Yine de Huguenot mülteciler bu tarafa
geçince, onları o kadar az seviyordu ki, V. Henry'nin Agin
court'ta eline düşen Fransızlara nasıl davrandığını parla
mentoya hatırlattı. John Knox, İskoçya'daki her Katoliğin
öldürülmesi gerektiğini düşünüyordu ve onun taraftarla
rından daha sert ve daha acımasız kimse yoktu. Neyse ki
telkinlerine uyulmadı.
Tüm dinsel çatışmalarda siyaset üstünlüğünü ko
rudu. Reformcuların sonuncusu da öldüğünde, din, ulus
ları kurtarmak yerine, despotların suç sanatının bahane
sine dönüşmüştü bile. Calvin vaaz verdi, Bellarmine ders
verdi, ama Machiavelli hüküm sürdü. Yüzyıl bitmeden,
çok önemli bir değişimin başlangıcına işaret eden üç olay
gerçekleşti. Aziz Bartholomew Katliamı, Kalvencilerin ço
ğunluğunu tiranlara karşı isyanın meşruluğuna ikna etti
059
ve Winchester Piskoposunun öncülük ettiği, Knox ve Bu
chanan'ın Paris'teki efendileri aracılığıyla doğrudan orta
çağ okullarından aldığı bu öğretinin savunucusu oldular.
Fransa Kralına duyulan tiksintiden ötürü benimsenen bu
öğreti, çok geçmeden İspanya Kralına karşı uygulamaya
konuldu. Ayaklanan Hollanda, resmi bir yasayla II. Philip'i
tahttan indirdi ve onun vekili denen ve denmeye devam edi
len Orange Prensinin yönetiminde bağımsız oldu. Yalnızca
bir dine mensup uyrukların başka bir dinden bir hüküm
darı tahttan indirdikleri için değil (İskoçya'da bu görülmüş
tü), monarşinin yerine bir cumhuriyet koyduğu ve Avru
pa kamu hukukunu gerçekleştirilmiş olan devrimi kabul
etmeye zorladığı için bu örnek önemliydi. Aynı zamanda,
tiranların en iğrenci olan III. Henri'ye ve onun varisi, bir
Protestan olarak halkın çoğunluğunu kovan Navarralı Hen
ri'ye karşı ayaklanan Fransız Katolikler, kalemle ve kılıçla
aynı prensipler için çarpıştı.
Yarım yüzyıl içinde onları savunmak için çıkan kitap
lar rafları doldurmuş olabilir ve bunların arasında, hukuk
üzerine şimdiye kadar yazılmış en kapsamlı incelemeler de
vardır. Neredeyse tümü, ortaçağda siyasal literatürü çirkin
leştiren kusurla lekelidir. Bu literatür, göstermeye çalıştığım
gibi, son derece dikkate değerdir ve insanın ilerlemesine
yaptığı hizmetler çok büyüktür. Ama Aziz Bernard'ın ölü
münden Sir Thomas More'un Ütopya'sı çıkana kadar, siya
setiyle ya Papanın ya da Kralın çıkarlarına hizmet etmeyen
yazar pek yoktu. Reformasyondan sonra gelenler yasaları,
her zaman, Katolikleri ya da Protestanları etkiledikleri şek-
060
liyle düşünüyorlardı. Knox, Ucube Kadınlar Alayı (Monstrous
Regıment of Women) dediği şeye karşı gürledi; çünkü Kraliçe
aşai rabbani ayinine gitti ve Mariana, Huguenotlarla birlik
olan III. Henry suikastını övdü. Zira tiranları öldürmenin
doğru olduğu inancı, sanırım ilk kez on ikinci yüzyılın en
saygın yazarı Salisburyli John'un Hıristiyanlara öğrettiği
ve on üçüncü yüzyılın en ünlü İngilizi olan Roger Bacon'ın
onayladığı bu inanç, bu sırada ölümcül bir önem kazan
mıştı. Hiç kimse siyaseti bir haklı ve haksız hukuku olarak
içtenlikle düşünmedi ya da her türlü din değişikliği altında
aynı şekilde iyi olması gereken birtakım ilkeler bulmaya ça
lışmadı. Hooker'ın Ecclesiastical Polity kitabı, sözünü ettiğim
eserler arasında neredeyse tek başına duruyor ve hala, dili
mizde en eski ve en güzel düzyazı klasiklerden biri olarak
her düşünce sahibi insanlar tarafından hayranlıkla okun
maktadır. Ama diğerlerinden çok azı günümüze ulaşmış ol
masına rağmen, eril sınırlı otorite ve koşullu itaat kavramla
rının teori çağından özgür insan kuşaklarına aktarılmasına
katkıda bulundular. Buchanan'ın ve Boucher'in kaba şidde
ti bile, Hildebrandine anlaşmazlığını Uzun Parlamentoya
ve Aziz Thomas'ı Edmund Burke' e bağlayan gelenek zinci
rinde bir halkaydı.
Hükümetlerin ilahi hakla var olmadığını ve keyfi yö
netimin ilahi hakkın ihlali olduğunu insanların anlaması,
kuşkusuz, Avrupa'yı çürüten hastalığa uygun ilaçtı. Ama
bu hakikatin bilgisi hayırlı yıkımın bir öğesi haline gelmiş
olabilir, fakat ilerlemeye ve reforma çok az yardım edebil
di. Tiranlığa direniş, onun yerine yasal bir yönetim inşa
061
etme yeteneğini içermiyordu . İdam sehpası yararlı bir şey
olabilir ama suçlunun yaşayıp tövbe etmesi ve ıslah olma
sı daha iyidir. Siyasette iyi ile kötü arasında ayrım yapan
ve devletleri varlığını sürdürmeye değer kılan ilkeler o dö
nemde henüz bulunmamıştı.
Fransız filozof Charron, parti ruhunun en az ah
laksızlaştırdığı ve bir dava şevkinin en az körleştirdiği ki
şilerden biriydi. Neredeyse harfi harfine Aziz T homas'tan
alınan bir pasajda, her yasanın uymak zorunda olduğu bir
doğa yasasına tabi oluşumuzu açıklar ve bunu, vahiy dini
nin ışığıyla değil, Tanrı'nın insanların vicdanlarını aydın
latma aracı olan evrensel aklın sesiyle saptar.
Bu temel üzerine Grotius, gerçek siyaset biliminin
çizgilerini çizdi. Uluslararası hukuk malzemesi toplarken,
tüm insanlığı kucaklayan bir ilke için, ulusal antlaşmaların
ve mezhepsel çıkarların ötesine gitmek zorundaydı. Hukuk
ilkeleri, diyordu Grotius, Tanrı ·nın var olmadığını varsay
sak bile, geçerli olmalıdır. Bu hatalı terimlerle, bu ilkelerin
vahiyden bağımsız bulunması gerektiğini anlatmak istiyor
du. Ondan sonra siyaseti bir ilke ve vicdan meselesi yapmak
olanaklı oldu; böylece diğer tüm şeylerde farklı olan insan
lar ve uluslar, ortak bir hukukun yaptırımları altında barış
içinde birlikte yaşayabilirdi. Grotius kendi keşfini layıkıyla
değerlendiremedi; çünkü hükümdarlık hakkına, hiçbir ko
şula tabi olmayan bir mülk olarak sahip olunabildiğini ka
bul ederek keşfinin içini boşalttı.
Cumberland ve Pufendorf onun öğretisinin gerçek
anlamını açığa çıkarınca, her yerleşik otorite, her muzaffer
062
çıkar grubu dehşet içinde irkildi. Hiç kimse zorla ya da be
ceriyle kazanılmış avantajlardan vazgeçmek istemiyordu;
çünkü On Emir'le değil, Grotius'un kaleme almaya kalkış
madığı meçhul bir yasayla çelişebilirdi. Anlaşıldı ki, siyaset
biliminin bir kudret ya da amaca uygunluk meselesinden
çok bir vicdan işi olduğunu öğrenen herkes, kendilerine
karşı çıkanları ilkesiz saymalıdır ve aralarındaki anlaşmaz
lık daima ahlakla ilgili olacaktı ve dinsel çatışmanın pürüz
lerini yumuşatan iyi niyet savunmasıyla yönetilemezdi. On
yedinci yüzyılın neredeyse tüm büyük insanları yeniliği ka
bul etmedi. On sekizinci yüzyılda, Grotius'un iki düşünce
si, başka ellerde, dünyayı yerinden oynatan kaldıraç haline
geldi: Her devletin ve her çıkar grubunun yanında durmak
ya da çözmek zorunda olduğu belli siyasal hakikatler var
dır; toplum, bir dizi gerçek ve farazi sözleşmeyle birbirine
bağlanır. Kraliyet, görünüşe göre, karşı konulmaz ve değiş
mez bir yasanın işleyişiyle bütün düşmanlarını ve rakiple
rini yenince bir din haline geldi. Eski rakipleri, baronlar ve
piskoposlar, kralın yanında destekçi olarak yer aldı. Yıldan
yıla, tüm kıtada taşranın ve ayrıcalıklı sınıfların özyöneti
mini temsil eden meclisler, birliğin kurucusu, gücün ve re
fahın destekçisi, ortodoksluğun savunucusu ve yeteneğin
işvereni olarak tahta saygı duymayı öğrenen halkı memnun
edecek şekilde son kez toplandı ve öldü.
Tacı asi bir demokrasiden koparıp alan Bourbonlar,
tahtı gasp eden Stuartlar, devletlerin kraliyet ailesinin uy
gun evlilikleriyle, politikayla ve yiğitlikle oluşturulduğu,
dolayısıyla kralın halktan önce geldiği, halkın eseri değil,
063
halkı meydana getiren kişi olduğu ve rızadan bağımsız hü
küm sürdüğü öğretisini öne sürdü.
Teoloji, ilahi hakkı pasif bir itaatle takip etti. Din bi
limlerinin altın çağında, Anglikan piskoposların en bilgilisi
Başpiskopos Ussher ve Fransız piskoposların en yeteneklisi
Bossuet, krallara karşı çıkmanın suç olduğunu ve kendi te
baalarının inancına karşı zor kullanmalarının meşru oldu
ğunu ilan etti. Filozoflar da din adamlarını yürekten destek
ledi. Bacan, insanın ilerlemesine ilişkin umudunu kralların
güçlü eline bağladı. Descartes, din adamlarına, iktidarları
na karşı çıkabilecek herkesi ezmelerini tavsiye etti. Hobbes,
otoritenin her zaman haklı olduğunu öğretti. Pascal, yasa
larda reform yapmayı ya da fiili zora karşı ideal bir adalet
kurmayı saçmalık olarak gördü. Yahudi ve cumhuriyetçi
olan Spinoza bile, devlete dinin mutlak kontrolünü verdi.
Monarşi, ortaçağın teklifsiz ruhundan farklı olarak,
imgeleme öyle bir büyü yaptı ki, I. Charles'ın idamını öğre
nen insanlar şoktan öldü; aynı şey XVI. Louis'nin ve Enghien
Dükünün ölümünde de oldu. Mutlak monarşinin anavatanı
Fransa'ydı. Richelieu, refaha ermekten mahrum bırakılan
halkı sakin tutmanın olanaksız olduğunu savundu. Başba
kan, keyfi tutuklama ve sürgün hakkı olmadan Fransa'nın
yönetilemeyeceğini; devlet için tehlike olması durumunda,
yüz masum insanın telef olmasının pekala iyi olabileceğini
ifade ediyordu. Maliye Bakanı, kraldan sözüne sadık kal
masını istemenin fesatlık olduğunu söyledi. XIV. Louis ile
içli dışlı yaşayan biri, kraliyet iradesine en ufak itaatsizliğin
bile ölümle cezalandırılması gereken bir suç olduğunu dile
064
getiriyordu. Louis de bu kuralları sonuna kadar uyguladı.
Bir anlaşmanın hükümlerinin, kralları, onlara düzülen ilti
fatlardan daha çok bağlamadığını, tebaasından istediği şeyi
almalarının meşru olduğunu içtenlikle kabul eder. Bu ilkeye
uygun olarak, halkın sefaleti karşısında dehşete düşen Ma
reşal Vauban, var olan tüm vergilerin kaldırılıp daha az zah
metli tek bir vergi getirilmesini önerince, kral onun öğüdünü
tuttu, ama yeni vergiyi koyarken, eski vergileri de kaldırma
dı. Mevcut nüfusun yarısıyla, 450.000 kişilik bir orduyu
besledi -bu, müteveffa İmparator Napoleon'un Almanya'ya
saldırmak için topladığı ordunun neredeyse iki katıydı. Bu
arada halk, çimlerin üzerinde açlıktan ölüyordu. Fransa, di
yordu Fenelon, büyük bir hastanedir. Fransız tarihçiler tek
bir nesilde altı milyon kişinin yokluktan öldüğüne inanıyor.
XIV. Louis 'den daha şiddet düşkünü, daha kötü, daha iğrenç
tiranlar bulmak kolaydı ama daha fazla ıstırap çektirmek ya
da daha fazla yanlış yapmak için iktidarını kullanan başka
kimse yoktu; kendi zamanının en ünlü kişilerinde uyandır
dığı hayranlık, mutlakıyet alçaklığının Avrupa'nın vicdanını
ne kadar derinden etkilediğini gösterir.
O zamanın cumhuriyetleri, çok büyük ölçüde, in
sanları monarşinin daha az utanç verici kötülükleriyle
uzlaştıracak şekilde yönetilmekteydi. Polonya, merkezkaç
güçlerin oluşturduğu bir devletti. Soyluların özgürlük de
diği şey, her birinin Dietin yasalarını veto etme ve mülk
lerindeki köylülere eziyet etme hakkıydı -bunlar, bölün
me zamanına kadar vazgeçmek istemedikleri ve bir vaizin
çok önce yaptığı bir uyarıyı doğrulayan haklardı: "İstilayla
065
ya da savaşla değil, cehennemlik özgürlüklerinizle telef
olacaksınız." Venedik, aşırı merkezileşmişliğin olumsuz
etkilerinden muzdaripti. Yine de en ferasetli hükümet
onunkiydi ve diğer güdülere kendi güdüleri kadar bilgelik
atfetmese ve fazla bilmediği tutkuları ve ahmaklıkları he
saba katmış olsaydı çok daha az hata yapmış olurdu. Ama
soyluluğun üstün yetkisi bir komiteye, komiteden bir On
lar Konseyine, Onlar Konseyinden üç Devlet Engizisyon
Yargıcına geçmişti ve bu son derece merkezileşmiş biçi
miyle, Venedik 1600 yılı civarında korkunç bir despotizm
haline geldi. mutlakıyetin tamamına ermesi için ihtiyaç
duyulan ahlaksız teoriyi Machiavelli'nin nasıl tedarik etti
ğini daha önce göstermiştim; Venedik'in mutlak oligarşisi
de, vicdanın isyanına karşı aynı güvenceyi istemekteydi.
Bu güvenceyi, Machiavelli kadar yetenekli, aristokrasinin
eksiklerini ve kaynaklarını çözümleyip en iyi güvencenin
zehir olduğunu ilan eden bir yazar temin etti. Bir asır ön
cesine kadar, saygın, hatta dindar Venedikli senatörler, il.
Philip ya da IX. Charles'ın duyduğundan daha az pişman
lık duymadan kamu yararı için suikastlara başvurdu.
İsviçre kantonları, özellikle Cenevre, Fransız Dev
riminden önceki günlerde kamuoyunu köklü bir biçimde
etkiledi, ama hukukun üstünlüğünü yerleştiren önceki
hareketlerde hiçbir rol oynamamıştı. Bu onur esasen Hol
landa'ya aittir. Hollanda bu onuru, sürekli komplo peşinde
koşan Orangeların iki büyük cumhuriyetçi devlet adamını
katledip, bizzat 111. William'ın tacı ele geçirmek için İngi
lizlere yardım etme numaraları yaptığından ötürü kusurlu
066
ve şaibeli olan yönetim tarzıyla kazanmadı. Hollanda'yı en
karanlık baskı zamanlarında zulüm gören kurbanların ses
lerini Avrupa'ya duyurabildiği bir yer haline getiren basın
özgürlüğüyle kazandı.
XIV. Louis'nin bütün Fransız Protestanlarının dinini
hemen terk etmesini isteyen fermanı, il. James'ın kral ol
duğu yıl çıktı. Protestan mülteciler, bir asır önce atalarının
yaptığını yaptı. Aralarındaki asli sözleşmeyi ihlal eden hü
kümdarın kendi tebaası tarafından tahttan indirilebileceği
ni öne sürdüler ve Fransa hariç bütün devletler, bu argüma
nı uygun gördü ve daha parlak bir günün solgun şafağı olan
bu yolculuğa Orangelı William'ı [Willem] gönderdiler.
İngiltere, kurtuluşunu kendi enerjisinden çok, kı
tadaki bu eşi görülmemiş bileşime borçludur. Stuartların
kötü yönetiminden kurtulmak için İskoçyalıların, İrlan
dalıların ve en sonunda Uzun Parlamentonun gösterdi
ği çabalar, monarşinin direnişi yüzünden değil, cumhu
riyetin acizliğinden ötürü başarısız olmuştu. Devlet ve
Kilise süpürüldü; bir devrimden çıkan en yetenekli hü
kümdarın yönetiminde yeni kurumlar oluşturuldu ve
siyasal düşünce zahmetiyle kaynaşan İngiltere, birçok
alanda, gelişmeleri şimdi bizim gördüğümüz kadar kap
samlı ve berrak gören en az iki yazar yetiştirmişti. Ama
Cromwell'in anayasası bir tomar gibi dürüldü; Harring
ton ve Lilburne bir süre alay konusu oldu ve unutuldu;
halk onların çabalarının başarısızlığını kabul etti, amaç
larından vazgeçti, etkili hiçbir koşul öne sürmeden ve
coşkuyla değersiz bir kralın ayaklarına kapandı.
067
İngiliz halkı, sınırsız monarşinin her yanı saran bas
kısından insanoğlunu kurtarmak için bu kadarını başarmış
olsaydı, yarardan çok zarar verirdi. Bağnazca bir kalleşlikle
Parlamentoyu ve hukuku çiğneyerek Kral Charles'ı öldür
meyi becerdiler; Milton'un yazdığı, bu hareketi edepsizce
haklı gösteren Latince risaleyle, Cumhuriyetçilerin hem öz
gürlüğe hem de otoriteye düşman olduğuna dünyayı ikna
ettiler, kendilerine de inanmadılar. Böylece bütün geçmiş
çabalarını boğan Restorasyon dönemi kralcılarına güç ve
gerekçe sağladılar. Siyasetteki bu kesinlik ve tutarlılık eksik
liğini telafi edecek bir şey olmasaydı, İngiltere diğer ulusla
rın yolunu takip etmiş olurdu.
O sırada, felsefemizin iki soruluk kısa bir soru-cevap
tan ibaret olduğunu söyleyerek İngilizlerin spekülasyondan
hoşlanmadığını ifade eden eski şakada bir doğruluk payı
vardı: "Zihin nedir? Madde değil. Madde nedir? Boş ver."
Kabul edilen tek başvuru kaynağı gelenekti. Yurtseverlerin,
eskilerin yoluna sadık kaldıklarını ve İngiltere'nin yasalarını
değiştirtmeyeceklerini söyleme alışkanlığı vardı. Argüman
larını kabul ettirmek için anayasanın Truva kaynaklı oldu
ğuna ve Romalıların bozulmadan sürmesine izin verdiğine
dair bir hikaye uydurdular. Bu tür masallar Strafford'u et
kilemedi ve "teamül kahini" IStrafford Earl'üne böyle den
mekteydi], bazen, halkın davasına aykırı yanıtlar vermek
teydi. Din sorununda bu belirleyici oldu; çünkü on beşinci
ve on altıncı yüzyılın pratiği, hoşgörüye tanıklık etmektey
di. Kraliyet buyruğuyla halk, Laud üzerinde ölümcül bir
izlenim bırakan bir kolaylıkla, bir kuşak içinde dört kez bir
068
inançtan diğerine geçmişti. Sırayla her dini buyurmuş, Lol
lard'a ve Arian'a karşı, Augsburg'a ve Roma'ya karşı çeşitli
cezai önlemlere başvurmuş bir ülkede, bir Püritenin kulak
larını kesmekte hiçbir tehlike olamaz gibi görünüyordu.
Ama daha güçlü bir inanç çağı gelmişti ve insanlar,
darağacına ve işkence tezgahına götüren eski yolları terk
etmeye ve atalarının bilgeliğini ve ülke kanunlarını yazılı
olmayan bir hukuka boyun eğdirtmeye kararlıydı. Dini öz
gürlük Constantinus ve Valentinianus çağında büyük Hı
ristiyan yazarların rüyası olmuştu -İmparatorlukta hiçbir
zaman tamamen gerçekleşmeyen ve barbarlar, başka bir
dinden uygar nüfusları yönetme sanatının kaynaklarını aş
tığını görünce; kan yasalarıyla ve yasalardan daha acımasız
teorilerle ibadet birliği dayatılınca kaba bir biçimde yok edi
len bir rüya. Ama Aziz Athanasius ve Aziz Ambrosius'tan
Erasmus'a ve More'a kadar her çağ, ağırbaşlı insanların
vicdan özgürlüğü adına protestolarına şahit oldu ve Refor
masyondan önceki huzurlu günler, vicdan özgürlüğünün
hakim olacağına dair vaatlerle doluydu.
Sonraki velvelede insanlar, ayrıcalıkla ve uzlaşmayla
hoş görülmekten memnundu ve vicdan hürriyetinin daha
geniş uygulanmasından kendi iradeleriyle vazgeçtiler. İlk
kez Socinus, kilisenin ve devletin ayrılması gerektiği gerek
çesiyle, evrensel hoşgörü istedi. Ama Socinus pasif itaatin
katı bir savunucusu olduğu için kendi teorisini gücünü za
yıflattı.
Dinsel özgürlüğün toplumsal [sivil] özgürlüğü üreten
ilke ve toplumsal [sivil] özgürlüğün de dinsel özgürlüğün
069
zorunlu koşulu olduğu düşüncesi, on yedinci yüzyıla kalan
bir keşifti. Milton'ın ve Taylor'ın, Baxter'ın ve Locke'un ad
ları, hoşgörüsüzlüğü kısmen kınadıkları için parlatılmadan
yıllar önce, bağımsız cemaatlerde ancak devletin yetkisi
azaltılırsa kiliselerin özgürlüğünün güvencede olabileceği
ilkesini içtenlikle kavrayanlar vardı. Özgürlüğü kutsayan ve
Tanrı'ya adayan, insanlara başkalarının özgürlüğüne kendi
özgürlüğü gibi değer vermeyi ve bir hak istemek için değil,
adalet ve iyilikseverlik aşkına savunmayı öğreten o büyük
siyasal düşünce, son iki yüz yılın ilerlemesinde büyük ve
iyi olanın ruhu olmuştur. Din davasının, dünyevi tutku
nun günahkar etkisi altında bile, bu ülkeyi özgür ülkelerin
en önde gideni yapmak için herhangi bir açık politika fikri
kadar yapacak çok şeyi vardı. Bu, 1641 hareketinin en de
rin akıntısı olmuştu ve 1660 tepkisini atlatan en güçlü güdü
olarak kaldı.
Whig Partisinin en büyük yazarları, Burke ve Maca
ulay, Devrimin devlet adamlarını sürekli modern özgürlü
ğün meşru ataları olarak gösterdi. Bir siyasal çizgiyi, Fransa
Kralının paralı ajanı olan Algernon Sidney'e; dinsel hoşgö
rüye en az mutlak monarşi kadar karşı çıkan Lord Russell'a;
T itus Oates'in yalancı şahitliğiyle dökülen masum kanına
elini bulaştıran Shaftesbury'e; doğru olmasa bile kumpasın
desteklenmesi gerektiğinde ısrar eden Halifax'e; yoldaşları
nı Fransızlara ihbar ettiği bir seferde ölüme gönderen Mar
lborough'a; özgürlük fikri, mülkiyet özgürlüğünden daha
manevi bir şey gerektirmeyen, kölelikle ve zulümle tutarlı
olan Locke'a; hatta vergi oylaması hakkının kendi ülkesin-
070
den başka hiçbir ülkeye ait olmadığını düşünen Addison'a
dayandırmak onur kırıcıdır. Defoe, II. Charles'ın zamanın
dan 1. George'un zamanına kadar, partilerden birinin inan
cını sahiden savunan bir politikacı tanımadığını söyler ve
geç Stuartlara karşı saldırıya öncülük eden devlet adamla
rının yoldan çıkması, ilerleme davasını bir asır geriye attı.
II. Charles Anglikan Kiliseyi devirirse XIV. Louis'nin
Parlamentoyu yıkmak için bir orduyla Charles'ı destekle
meyi vaat ettiği gizli anlaşmanın amacından şüphe edilince,
halkın uyarısına kulak vermek gerekli görüldü. James tahta
çıktığında, kraliyet ayrıcalığının ve hamiliğinin büyük bö
lümünün Parlamentoya aktarılması önerildi. Aynı zaman
da Anglikan Protestanların (Nonconformist) ve Katoliklerin
kısıtlılıkları kaldırılacaktı. Halifax'ın üstün bir yetenekle
desteklediği Kısıtlama Yasası Tasarısı kabul edilmiş olsay
dı, on yedinci yüzyılda monarşi anayasası, on dokuzuncu
yüzyılın ikinci çeyreğinde olduğundan daha ileride olurdu.
Ama Orange Prensinin rehberlik ettiği James düşmanları,
neredeyse mutlak olacak Protestan bir kralı, Katolik olacak
anayasal bir krala tercih etti. Plan başarısız oldu. James,
daha ihtiyatlı ellerde fiilen kontrolsüz olacak bir iktidara
ulaştı ve onu alaşağı edecek indiren fırtına, denizin ötesin
de toplanıyordu.
1688 Devrimi, Fransa'nın üstünlüğünü durdurmakla,
ilk gerçek darbeyi kıta despotizmine indirdi. İçeride muhali
fi rahatlattı, adaleti arındırdı; ulusal enerjileri ve kaynakları
geliştirdi ve sonunda, Veraset Yasasıyla tacı halkın tasarru
funa bıraktı. İki partinin birlikte çalışabileceği herhangi bir
071
önemli ilkeyi ne tanıttı ne de belirledi; Whig ile Tory ara
sındaki temel sorunu olduğu gibi bıraktı. Defoe'nun sözle
riyle, kralların ilahi hakkının yerine mülk sahiplerinin ilahi
hakkını yerleştirdi ve mülk sahiplerinin egemenliği, mülk
sahibi soylular yönetiminin filozofu John Locke'un otori
tesi altında yetmiş yıl boyunca genişledi. Hume bile kendi
düşüncelerinin sınırlarını genişletmedi; özgürlük ile mül
kiyet arasındaki bağlantıya duyduğu dar materyalist inanç,
Fox'un cesur zihnini bile büyüledi.
Hükümet yetkililerinin, sınıf ayrımına göre değil,
doğalarına göre bölünmesi gerektiğine dair düşüncesiyle -
Montesquieu'nün alıp mükemmel bir yetenekle geliştirdiği
düşüncesiyle- Locke, İngiliz kurumlarının yabancı ülke
lerde uzun süren saltanatının yaratıcısıdır. Direniş öğreti
si ya da onun ifadesiyle Tanrı'ya başvuru, dünya tarihinde
ciddi bir geçiş anında Chatham'ın yargısına egemen oldu.
Büyük devrim ailelerince yönetilen parlamenter sistemi
miz, seçmenlerin ve yasa koyucuların kendi inançlarının
aleyhine oy kullanmaya zorlandığı ve teşvik edildiği bir
mekanizmaydı; seçim çevrelerinin tehditleri, temsilcileri
nin yozlaşmasıyla ödüllendirildi. 1770 yılı civarında vaziyet,
neredeyse, devrimin sonsuza kadar düzelteceği tasarlanan
duruma dolaylı yollarla dönmüştü. Avrupa, özgür devletler
yuvası olma konusunda yetersiz gibi görünüyordu. İnsanla
rın başkalarının işine karışmaması gerektiğine ve devletin
edimlerinden ötürü ulusun Tanrı'ya karşı sorumlu oldu
ğuna dair açık fikirler -uzun süredir yalnız düşünürlerin
bağrında kilitli ve Latince kayıtlarda saklı kalan düşünce-
072
ler-Amerika'dan, İnsan Hakları başlığı altında, dönüştüre
ceği dünyaya bir fatih gibi açıldı. İngiliz yasama meclisinin,
bağımlı bir sömürgeye vergi koymak için anayasal bir hakkı
olup olmadığını, hukukun lafzına göre söylemek zordur.
Genel kanaat otoriteden yanaydı ve dünya, bağımlı halkın
iradesinin değil, kurulu hükümdarın iradesinin üstün ol
ması gerektiğine inanmaktaydı. Çok az sayıda cesur yazar,
aşırı zorunluluk durumunda meşru iktidara karşı konula
bileceğini söyleyecek kadar ileri gitti. Ama kazanç amacıyla
değil, diğer İngilizlerin razı olduğu yasalardan kaçmak için
yola çıkan Amerikalı kolonistler dış görünüşe bile o kadar
duyarlıydı ki, Connecticut'ın Mavi Yasaları erkeklerin karı
larıyla üç metreden az mesafeyle Kiliseye yürümesini dahi
yasakladı. Önerilen vergi, yıllık yalnızca 12.000 pound, ko
layca ödenebilirdi. Ama l. Edward ve Konseyinin İngilte
re'yi vergilendirmeye izin vermeme nedenleri, III. George
ve Parlamentosunun Amerika'yı vergilendirmeme nedenle
riyle aynıydı. Anlaşmazlık bir ilkeyle, yani yönetimi kontrol
etme hakkıyla ilgiliydi. Dahası, gülünç bir seçimle bir araya
gelen Parlamentonun temsil edilmeyen ulus üzerinde hiçbir
hakkı olmadığı sonucuna varılmasıyla ilgiliydi ve İngiltere
halkını iktidarını geri almaya çağırmaktaydı. En iyi devlet
adamlarımız, yasalar ne olursa olsun, ulusun haklarının
tehlikede olduğunu gördü. Chatham, Parlamentoda yapı
lan diğer konuşmalardan daha iyi hatırlanan konuşmalarda
Amerika'yı sağlam durmaya teşvik etti. Lordlar Kamarası
nın merhum başkanı Lord Camden şunları söyledi: "Ver
gi ile temsil ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlıdır. Tanrı
073
onları birleştirmiştir. Hiçbir İngiliz Parlamentosu onları
ayıramaz."
Burke, krizin öğelerinden, dünyanın en soylu siyaset
felsefesini inşa etti. "Bütün halka karşı bir iddianame ha
zırlama yöntemini bilmiyorum" diyordu. "İnsanoğlunun
doğal hakları aslında kutsal şeylerdir ve kamusal bir önle
min bu hakları olumsuz etkilediği anlaşılırsa, aleyhine hiç
bir berat çıkarılmamış olsa bile, o önleme itiraz mukadder
olmalıdır. Yalnızca her türlü yasama ve yönetim biçimle
rinden üstün olan hükümran bir akıl dikte etmelidir." Bu
şekilde, yalnızca yüz yıl önce, vakitli suskunluk, Avrupa
devlet adamlığının politik kararsızlığı, sonunda kırıldı; şu
ilke güç kazandı: Bir ulus, kontrol edemediği bir otoriteye
kaderini terk edemez. Amerikalılar bunu kendi yeni yöne
timlerinin temeline yerleştirdi. Daha fazlasını da yaptılar;
tüm toplumsal !sivil] yetkileri halkın iradesine tabi kıldık
ları için, halkın iradesini de Britanya yasama organının kat
lanamadığı kısıtlamalarla kuşattılar.
Fransa' da devrim sırasında, uzun süre engellenen İn
giltere örneği, kurumları demokrasinin tehlikelerine karşı
bile özgürlüğü koruyacak şekilde çerçevelenmiş bir ülkenin
etkisiyle bir an bile rekabet edemezdi. Louis Philippe kral
olunca, eski cumhuriyetçi Lafayette'e, Amerika Birleşik Dev
letleri'nde gördüklerinin onu hiçbir yönetimin cumhuriyet
kadar iyi olamayacağına ikna ettiğine dair güvence verdi.
Yaklaşık elli beş yıl önce Monroe'nun başkanlığında, insan
ların hala "iyi his çağı" diye sözünü ettiği, Stuartlardan gelen
pek çok yersizliğin düzeltildiği ve daha sonraki bölünmele-
074
rin nedenlerinin henüz aktifleşmediği bir zaman vardı. Eski
dünya sıkıntısının nedenleri -halkın cehaleti, yoksulluk,
yoksul ile zengin arasında göze batan karşıtlık, dinsel çatış
ma, devlet borçları, daimi ordular ve savaş- neredeyse bilin
miyordu. Başka hiçbir çağ ya da ülke, özgür toplumların bü
yümesine eşlik eden sorunları bu kadar başarılı çözmemişti
ve zaman daha fazla ilerleme getirmeyecekti.
Ama zamanımın sonuna geldim ve görevimin başlan
gıcına zar zor ulaştım. Sözünü ettiğim çağlarda özgürlüğün
tarihi, olmayan şeyin tarihiydi. Ama Bağımsızlık Bildirge
sinden beri ya da daha hakkaniyetli konuşmak gerekirse,
krallarından yoksun kalan İspanyollar kendilerine yeni bir
yönetim oluşturduğundan beri, bilinen biricik özgürlük
biçimleri, cumhuriyet ve anayasal monarşi dünyaya yayıl
dı. Amerika'nın bağımsızlığını kazanan monarşilerle ilgili
tepkisinin izini sürmek; ekonomi politiğin ani yükselişinin,
yönetme sanatına bilimin yöntemlerini uygulama düşün
cesini nasıl gösterdiğini; XVI. Louis'nin, insanları zorla
mutlu etmek için bile olsa despotizmin yararsız olduğunu
itiraf ettikten sonra, kendi becerisini aşan meselelerde nasıl
ulusa başvurduğunu ve böylece asasını orta sınıfa nasıl tes
lim ettiğini ve kendi deneyimlerinin korkunç hatıralarıyla
ürperen Fransa'nın aklıselim insanlarının, eşitlik tutkusu
özgürlük umudunu boşa çıkardığı için, dünyaya verilen en
güzel fırsat heba edilene kadar kendi çocuklarını dünyanın
prensinden ve yaşayanları ölülerin pençesinden kurtarmak
için geçmişi üzerini örtmeye nasıl çabaladıklarını görmek
ilginç olacaktı.
075
Mutlak monarşinin ve oligarşinin yolunu pürüzsüz
leştiren ahlak yasasına aynı bilinçli itirazın, demokratik sı
nırsız iktidar talebinin gelişine işaret ettiğini -bunun önde
gelen savunucularından birinin, dinin etkisini yok etmek
için insanların ahlak anlayışını bozma tasarısını savundu
ğunu; ünlü bir Aydınlanma ve hoşgörü havarisinin, son
kralın son papazın bağırsaklarıyla boğulmasını istediğini
göstermek isterdim. Tüm zenginliğin ilk kaynağının emek
olduğunu söyleyen Adam Smith'in öğretisi ile zenginliği
üretenlerin fiilen ulusu oluşturduğuna dair varılan sonuç
arasındaki bağlantıyı (Sieyes bununla tarihsel Fransa'yı
bozdu) açıklamaya; Rousseau'nun eşit ortakların gönüllü
birliği olarak toplumsal sözleşme tanımının Marat'yı, kısa
ve kaçınılmaz evrelerle, yoksul sınıfların, kendini koruma
yasası gereğince, kendilerini sefaletle ve ölümle ödüllendi
ren bir sözleşmenin koşullarından muaf olduğunu, top
lumla savaş halinde olduklarını ve zenginleri yok ederek
elde edebilecekleri her şeye hakları olduğunu ilan etmeye
götürdüğünü dile getirdim. Bununla beraber Devrimin baş
mirası olan eşitlik teorisinin, ekonomi biliminin yoksulların
sorunlarıyla mücadele etmekte yetersiz kalmasıyla birlik
te, toplumu fedakarlık ilkesine göre yenileme düşüncesini
canlandırdığını ve bu düşüncenin Essenilerin ve ilk dönem
Hıristiyanlarının, papazların, Kilise hukukçularının ve ke
şişlerin, Reformasyonun en ünlü habercisi Erasmus'un, en
ünlü kurbanı Sir Thomas More'un ve en popüler piskopos
Fenelon'un özlemi olduğunu, kırk yıllık canlanışı süresince
hasetle, nefretle ve katliamla ilişkilendirildiğini ve şimdi yo-
076
lumuzda pusuya yatan en tehlikeli düşman olduğunu gös
termeye çalışırdım.
Sonuncusu ve en önemlisi, atalarımızın bu denli
akılsızlığını anlattıktan, ataların taptıklarını yakıp kül eden
ve cumhuriyetin günahlarını monarşininkiler kadar çoğal
tan sarsıntının kısırlığını açığa vurduktan, devrimi kabul
etmeyen meşrutiyetin ve onu taçlandıran emperyalizmin,
aynı şiddet ve yanlışlığın kılık değiştirmiş halinden başka
bir şey olmadığını gösterdim. Bundan sonra, konuşmamın
bir anlamı ya da ana fikri olmadan bitmemesi için, özgür
devletlerin oluşumunun gerçek yasasının kimler tarafın
dan ve hangi bağlamda tanındığını ve kalkınma, evrim ve
süreklilik adı altında diğer bilimlere yeni ve daha derin bir
yöntem kazandıran buluşlarla yakın akraba olan bu keşfin,
istikrar ile değişim arasındaki kadim sorunu nasıl çözdüğü
nü ve geleneğin düşüncenin ilerlemesi üzerindeki otoritesi
ni nasıl belirlediğini; Sir James Mackintosh'un "Anayasalar
yapılmaz, gelişir" diyerek ifade ettiği teorinin, hükümetin
iradesinin değil, yönetilenlerin ulusal niteliklerinin, yani
geleneğinin yasaların yapıcısı olduğu ve bu nedenle, kendi
organik kurumlarının kaynağı olan ulusun bütünlüğünün
daimi vasiliğinde biçim ile ruhu uyumlu hale getirme işiy
le görevlendirilmesi gerektiğini öne süren teorinin; en saf
muhafazakar zeka ile eli kanlı devrimin, Niebuhr ile Maz
zini'nin işbirliğiyle, özgürlük düşüncesinden çok uzakta,
şimdiki çağın hareketini yöneten milliyet düşüncesine var
dırıldığını anlatmak isterdim.
077
Etkileyici bir olguya, insanın, insanın iktidarından
kurtulmasına katkıda bulunan zorlu mücadelenin, düşün
cenin ve çilenin çoğunun hemşerilerimizin ve onların diğer
ülkelerdeki torunlarının eseri olmasına dikkat çekmeden
bitirmek istemiyorum. Güçlü iradeye ve dış sömürgelerden
elde edilen kaynaklara sahip hükümdarlarla, kısıtlı kapasi
teye sahip insanlarla, doğuştan tiran hanedanlarla, her halk
kadar boy ölçüşmek zorunda kaldık. Yine de bu ayrıcalıklı
gurur, geçmiş tarihimizde de öne çıkar. Fetihten sonra bir
kuşak içinde Normanlar, İngiliz halkının taleplerini, bir
ölçüde homurdanarak da olsa, kabul etmek zorunda kaldı.
Kilise ile devlet arasındaki mücadele İngiltere'ye yayılınca,
papazlarımız halkın davasıyla bütünleşmeyi öğrendi ve az
sayıda istisna hariç, ne yabancı ilahiyatçıların hiyerarşik
ruhu, ne de Fransızlara özgü monarşik önyargılar, İngiliz
ekolünün yazarlarını karakterize etti. Yozlaşmış imparator
luktan aktarılıp mutlak iktidarın genel dayanağı yapılan
Roma hukuku, İngiltere'den uzak tutuldu. Kilise hukuku
kısıtlandı ve bu ülke Engizisyona izin vermedi, kıtadaki
krallıkları dehşetle donatan işkence kullanımını da tam
olarak kabul etmedi. Ortaçağın sonunda yabancı yazarlar
bizim üstünlüğümüzü kabul ediyor ve bu nedenlere işaret
ediyordu. Ondan sonra seçkinlerimiz, başka ülkelerin sa
hip olmadığı türden yerel özyönetim araçlarını sürdürdü.
Dinde bölünmeler hoşgörüyü zorladı. Teamül hukukunun
karışıklığı halka, yargıçların bağımsızlığının ve dürüstlüğü
nün en iyi teminatları olduğunu öğretti.
078
Bütün bu açıklamalar yüzeyde durur ve koruyucu
okyanus kadar görünürdür, ama bunlar, inatla çalışma sa
natında İngiliz ırkına üstünlük kazandıran, misafirperver
olmayan kıyılarda başka hiç kimsenin gelişemeyeceği kadar
gelişmesini olanaklı kılan ve (her büyük halk kadar hun
harca şan özlemine sahip olmasına ve savaşta 50.000 İngiliz
askerinden oluşan bir ordu görülmemiş olmasına rağmen)
Napoleon'un Waterloo'dan ayrılırken "Crecy'den beri hep
böyle oldu" diye haykırmasına neden olan, aynı doğuştan
gelen azim, ölçülülük, bireysellik ve mertçe görev anlayışı
na dayanan değişmez bir nedenin ardışık sonuçları olabilir.
Bu nedenle, geçmişle gururlanmak için neden varsa,
gelecekten umutlanmak için daha fazlası vardır. Öteki ulus
lar komşularından korkarken ya da komşularının mallarına
göz dikerken, bizim avantajlarımız artıyor. Anormallikler
ve kusurlar, eskilerden daha az aşikar değilse bile, daha az
sayıda ve daha az katlanılmazdır.
Ama ben, Cennet nurunun aydınlattığı, insanların
özgürlüğe geçtiği yürekler acısı ve sıkıntılı yolda, bana eşlik
ederken gösterdiğiniz hoşgörüye çok fazla yük bindireme
yeceğim alanlara gözlerimi diktim; çünkü bize yol gösteren
ışık hala sönmemiş ve özgür uluslar kervanında bizi buraya
kadar taşıyan nedenler gücünü tüketmemiştir; çünkü gele
ceğin öyküsü geçmişte yazılır ve olan, alacakla aynı şeydir.
079