You are on page 1of 471

6.

D e p a r t m a n : O rdu
l 3. D e p a r t m a n : İs t İh b a r a t
l 9. D e p a r t m a n : H â l â h ayatta o l m a n iz in s e b e b İ

Jamie Carpenter’ın hayatı artık eskisi gibi olmayacak. Babası öldü, annesi
kayıp ve kendisi, Frankenstein adında devasa bir adam tarafından kaçırıldı.

Jamie'yi 19. Departman’a getirdiler. Burası yüz yıl önce, Abraham Van Helsing
ile Drakula’nın hayatta kalmış diğer kurbanları tarafından, doğaüstü olayları
incelemek üzere kurulmuş bir merkez. Jamie’nin, Frankenstein canavarı,
güzeller güzeli bir vampir kız ve merkezin diğer ajanlarının yardımıyla annesini
çok güçlü bir vampirden kurtarması gerek.

19. Departman, serinin bu ilk kitabıyla sizi, tarihin tozlu koridorlarında


dolaştırıp, Avrupa’nın bir ucundan diğer ucuna, Viktoryen İngiltere’den
20’li yılların New York’una, Kuzey Rusya’nın buzullarından Transilvanya’nın
dehşetengiz dağlık bölgelerine taşıyacak.

Çağdaş gerilim türünü klasik korku öğeleriyle bir araya getiren bu doludizgin
maceranın yanında okuduğunuz diğer paranormal hikayeler romantik komedi
gibi kalacak.
M EM O RANDUM
G ön d eren : Ortak İstihbarat Komisyonu Başkanlığı

K onu: İngiliz Devlet Departmanlarının Yenilenmiş Tasnifi

Güvenlik Seviyesi: ÇOK GİZLİ

1. DEPARTMAN: Başbakanlık
2. DEPARTMAN: Kabine Ofisi
3. DEPARTMAN: İçişleri Bakanlığı
4. DEPARTMAN: Dışişleri Bakanlığı
5. DEPARTMAN: Savunma Bakanlığı
6. DEPARTMAN: İngiliz Ordusu
7. DEPARTMAN: İngiliz Donanması
8. DEPARTMAN: Majestelerinin Diplomasi Servisi
9. DEPARTMAN: Majestelerinin Maliye Bakanlığı
10. DEPARTMAN: Ulaştırma Bakanlığı
11. DEPARTMAN: Başsavcılık Dairesi
12. DEPARTMAN: Adalet Bakanlığı
13. DEPARTMAN: Askeri İstihbarat, 5. Bölüm (MI5)
14. DEPARTMAN: Gizli İstihbarat Servisi (SIS)
15. DEPARTMAN: Kraliyet Hava Kuvvetleri
16. DEPARTMAN: Kuzey İrlanda Dairesi
17. DEPARTMAN: İskoçya Dairesi
18. DEPARTMAN: Galler Dairesi
19. DEPARTMAN: GİZLİ
20. DEPARTMAN: Bölgesel Polis kuvvetleri
21. DEPARTMAN: Sağlık Bakanlığı
22. DEPARTMAN: Genel haberleşme Karargâhı (GCHQ)
23. Ortak İstihbarat Komisyonu (JIC)
BAŞLANGIÇ
BRENCHLEY. KENT
3 KASIM 2007

Jamie Carpenter babasının arabasının lastiklerinin her zamankin­


den çok daha erken bir vakitte, evin önündeki araba yolunun
çakıllarında çıkardığı çıtırtıları duyduğunda oturma odasında
televizyon seyrediyordu. Jamie duvar saatine bakıp kaşlannı çat­
tı. Beşi çeyrek geçiyordu. Jamie’nin anımsadığı kadarıyla Julian
Carpenter’m yediden önce eve döndüğü annesinin doğum günü
veya Arsenal’in Şampiyonlar Ligi maçlarının olduğu günler gibi
özel durumlar hariç görülmüş şey değildi.
Uzun boylu, biraz hantal, sıska, karman çorman kahverengi
saçlı on dört yaşındaki Jamie kendisini kanepeden aşağı bıraktı.
Babasının gümüş renkli Mercedes’i her zaman olduğu gibi ev­
lerinden ayrı bir yapı olan garajın önüne park edilmişti. Jamie
arabanın fren ışıkları altında babasının bagajdan bir şey çıkar­
dığını görebiliyordu.
Belki hastadır, diye düşündü Jamie. Ancak babasına yakından
baktığında hiç de hasta görünmediğini fark etti; kırmızı ışıkta iyi­
ce açılmış gözleri ışıl ışıldı; hızlı hareketlerle bagajdan çıkardık­
larım ceplerine dolduruyordu. Ardından Jamie başka bir şeyi fark
etti; babası ikide bir omzunun üzerinden yola bakıyordu,

ı
WI L L HI LL

Jam ie yan tarafta, bahçenin dibindeki meşe ağacında bir şe­


yin kıpırdandığını fark etti. Başını çevirdiğinde kollarındaki ve
sırtındaki tüylerin aniden diken diken olmasıyla korktuğunu
fark etti. Burada ters giden bir şeyler var, diye düşündü. Hem de
çok ters.
Ağaç her zam an olduğundan farklı görünmüyordu. Eğri
büğrü gövdesi sola yatıktı; iri kökleri bahçede bir tepecik oluş­
turm uş, bahçe duvarını yola doğru eğmişti.
Jam ie’nin gördüğü her neyse, babası da onu görmüştü. Ha­
reketsiz halde arabanın arkasında duran babası başını yukarı
kaldırmış, ağacın dallarının arasına bakıyordu. Jamie ağaca ve
çim in üzerine düşen siyah gölgelere dikkatle baktı. Az önce
hareket eden her neyse, artık kıpırdamıyordu. Yine de gözlerini
dikince, olağandışı bir durumu fark etti.
Olması gerekenden daha çok gölge vardı.
Yerde sadece kışın etkisiyle yaprakları dökülen ağaç dalla­
rının düz çizgiler halinde uzanan gölgeleri olmalıydı. Ancak
bahçeyi kaplayan karanlık desenler kaim ve hacimliydi. Sanki
dalların içi...
Bir şeyle doluydu, ama neyle?
Jam ie tekrar babasına baktı. Aniden onun bir an önce eve
girmesini diledi. Babası hâlâ ağaca bakıyor, elinde Jam ie’nin ne
olduğunu çıkaram adığı bir şey tutuyordu.
Kıpırtı, tekrar, ağacın orada.
Korku Jam ie’nin boğazına düğümlendi.
İçeri gir, baba. Hemen içeri gir. Orada kötü bir şey var.
Bahçedeki gölgeler hareket etmeye başladı.
Çığlık atamayacak kadar korkan Jam ie, gözlerini koyu göl­
gelere dikti. Ağaca baktığında dallarının içindeki ne olduğu
belirsiz şeyin hareket etmeye başlamasıyla kıpırdadığını fark
etti. Bir şeyin aslında birçok şeyin, seslere bakılırsa onlardan çok sa­

2
19. D E P A R T M A N

yıda vardı meşe ağacının dallarında kıpırdamaya başlamasıyla


ağacın kabuğundan hışırtılar geldiğini duydu.
Hâlâ arabanın kırm ızı ışıklarının aydınlattığı ağaca ümit­
sizce gözlerini dikmiş duran babasına baktı.
Ne diye orada dikiliyorsun? İçeri gir, lütfen, lütfen.
Jam ie ağaca bakmak için başını çevirdi. Pencere cam ının
öteki tarafından, koyu kırm ızı gözleri ve dudaklarında kötücül
bir ifade olan soluk yüzlü bir kızın gözlerinin üzerine dikilme­
siyle Jam ie öyle güçlü bir çığlık attı ki ses tellerinin kopacağını
sandı.
Yüz karanlığın içinde kaybolurken Jam ie’nin babası araba
yolundan eve doğru koşmaya başladı. Julian Carpenter gürül­
tüyle ön kapıdan içeri girerken, karısı da mutfaktan oturma
odasına koştu.
Julian Carpenter, “Pencerelerden uzak dur, Jamie,” diye ba­
ğırdı.
“Baba, neler...”
“Tartışmayı bırak da ne diyorsam onu yap! Vakit yok.”
Jam ie’nin annesi gergin ve tiz bir sesle, “Neye vakit yok, Ju ­
lian?” diye sordu. “Neler oluyor?”
Julian onu duymazlıktan gelip, Jam ie’nin daha önce görme­
diği bir cep telefonu çıkardı. Tuşlara basıp telefonu kulağına
götürdü. “Frank? Evet, biliyorum. Tahmini varış süresi ne? Ke­
sin m i bu? Tamam. Kendine dikkat et.”
Telefonu kapatıp Jam ie’nin annesinin elini tuttu.
Kadın yum uşak bir sesle, “Julian, beni korkutuyorsun,”
dedi. “Lütfen bana ne olduğunu söyle.”
Julian karısının soluk ve şaşkın yüzüne baktı. “Yapamam,”
diye yanıt verdi. “Üzgünüm.”
Jam ie şaşkınlık içinde olanları izliyordu. Neler olduğunu
anlamamıştı. Hem de hiç. Evlerinin dışındaki karanlıkta neler

3
W ILL HILL

oluyordu? Frank de kimdi? Babasının Frank adında bir arkada­


şı olmadığından emindi.
Meşe ağacından kopan bir dal füze gibi uçarak önce
Jamie’nin arkasındaki camı tuzla buz etti, sonra da sehpaları
parçaladı. Bu kez annesi de çığlık attı.
Julian bir kez daha, “Pencerelerden uzak durun,” diye bağır­
dı. “Buraya, yanıma gelin!”
Jamie sendeleyerek yerden kalkıp annesinin elini tuttu ve
babasının yanına koştu. Sırtlarını pencerenin karşı tarafındaki
duvara verdiler. Babası kolunu Jamie ve annesinin önüne siper
ederek, sağ elini ceketinin cebine sokup siyah bir tabanca çı­
kardı.
Annesi Jamie’nin elini o kadar sıkı tutuyordu ki Jamie elinin
kırılacağını sandı. Annesi, “Julian!” diye bağırdı. “O tabancayla
ne yapacaksın?”
Babası alçak bir sesle, “Sessiz ol, Marie,” dedi.
Jamie siren seslerinin yaklaştığını duydu.
Şükürler olsun şükürler olsun şükürler olsun. Bize bir şey olma­
yacak.
Dışarıda, bahçede grotesk, tiz bir kahkaha gece havasında
yükseldi.
Julian, “Acele edin,” diye fısıldadı. “Lütfen acele edin.”
Jamie babasının bu sözleri kime söylediğini biliyordu ama
ona veya annesine söylemediği kesindi. Hemen sonra, sirenleri
çınlayan ve tepelerinde parlak ışıklar dönen iki siyah minibü­
sün tiz fren sesleri çıkararak park yoluna girmeleriyle bahçe
aniden ışık ve gürültüyle doldu. Jamie meşe ağacına bakınca
renginin kırmızı ve maviye döndüğünü fark etti. Ağaçta hiçbir
şey yoktu.
“Gitmişler!” diye bağırdı. “Gitmişler, baba!”
Başını kaldırıp babasına baktığında, yüzünde gördüğü ifa­

4
19. D E P A R T M A N

de Jamie’yi o ana dek olan her şeyden daha fazla korkuttu.


Julian ailesinden uzaklaşıp yüzünü onlara çevirdi. Çatal­
laşan sesiyle, “Gitmem gerek,” dedi. “İkinizi dünyadaki her
şeyden çok sevdiğimi unutmayın. Jamie, annene göz kulak ol,
tamam mı?”
Arkasını dönüp kapıya doğru yürüdü.
Jamie’nin annesi öne çıkıp kolunu tuttuğu Julian’ı kendisi­
ne doğru çevirdi. Yüzünden aşağı gözyaşları akarken, “Nereye
gidiyorsun?” diye sordu. “Bana göz kulak olmasını söylerken
kastettiğin neydi? Neler oluyor?”
Julian sakin bir sesle, “Sana söyleyemem,” dedi. “Sizi koru­
mak zorundayım.”
Karısı, “Neden?” diye bağırdı.
Başını öne eğen Julian, “Kendimden,” yanıtını verdi. Ardın­
dan babası Jamie’nin daha önce görmediği kadar hızlı bir şe­
kilde başını kaldırıp annesine baktı. Julian kolunu çekip kur­
tardıktan sonra karısını kuvvetlice itti. Kadın sehpanın ayak­
larından birine takılınca Jamie öne atılıp annesini yakaladı ve
onu yavaşça yere bıraktı. Annesi korkunç, iniltili bir feryatla
Jamie’nin ellerini iterken, o babasının ön kapıdan çıkışını iz­
ledi.
Yerden doğrulurken kırılan sehpanın camı elini kesti; Jamie
pencereye doğru koştu. Siyah çelik yelekler giymiş, ellerinde
hafif makineli tüfekler olan sekiz adam silahlarının namluları­
nı Julian’a çevirmiş halde araba yolunda duruyordu.
Adamlardan biri, “Ellerini başının üstüne koy!” diye bağır­
dı. “Hemen!”
Jamie’nin babası geriye doğru birkaç adım atıp durdu.
Uzunca bir süre ağaca baktı. Omzunun üzerinden pencereye
bir bakış atıp oğluna gülümsedi. Sonra da cebinden çıkardığı
tabancayı en yakınındaki adama doğrulttu.

5
W IL L HILL

Ortalık sağır edici bir gürültüyle mahşer yerine döndü. Ma­


kineli tüfekler, alev ve metal saçarak babasını öldürürken Jamie
kulaklarını elleriyle kapatıp durmadan çığlık attı.

6
İKİ YIL SONRA
1
ERGEN CEHENNEMİ

Ağzına kan ve toprak tadı gelirken, Jamie Carpenter oyun saha­


sının ıslak çamurunda küfretti.
Hırıltılı bir sesle, “İn tepemden!” diye bağırdı.
Başının gerisinde tiz bir kahkaha çınlarken sırtına doğru
bükülmüş sol kolunun daha da yukarı itilmesiyle omzundan
yeni bir acı dalgası geçti.
Biri, “Kır şunu, Danny,” dedi. “Kopar gitsin!”
Danny Mitchell bir yandan kahkahalar atarak, “Yapabili­
rim,” dedi. Sonra sesini alçaltıp Jamie’nin kulağının yanı ba­
şında, “Yapabilirim, biliyorsun, çocuk oyuncağı,” diye fısıldadı.
“Kalk üstümden, seni şişko...”
Parmakları sosisi andıran iri bir el saçını kavrayıp yüzü­
nü tekrar toprağa bastırdı. Gözlerini sımsıkı kapatan Jamie sağ
eliyle etrafını yoklayıp kendisini yukarı itmeye ve yapışkan ça­
murdan kurtulmaya çalıştı.
Danny, “Biri kolunu tutsun,” diye bağırdı. “Yere bastırın.”
Bir saniye sonra Jamie’nin sağ kolu kavranmış, yerde sıkı sıkı
tutuluyordu.

9
W ILL HIL L

Bedeni oksijen için yalvarırken başı ağrımaya başladı. Yüz


kiloluk Danny burun delikleri yapışkan ve iğrenç kokulu ça­
murla dolu olduğundan nefes alamayan, kolları arkadan kenet­
lenmiş Jamie’nin sırtına binmişti.
“Yeter!”
Jamie, İngilizce öğretmeni Bayjacobs’un sesini tanıdı.
Parlak zırhlı şövalyem. Koltuk altlan terli, nefesi kokan elli ya­
şında bir adam. Harika.
Öğretmenin, “Mitchell, kalk onun üstünden. Lafımı iki­
letme bana!” diye bağırmasıyla Jamie’nin kolundaki, baskı ve
üzerindeki yük aniden kalktı. Jamie başını çamurdan kaldırıp
derin bir nefes aldı. Göğsü kasılıyordu.
Danny Mitchell’m, “Sadece oyun oynuyorduk,” dediğini
duydu.
Nefis bir oyun. Gerçekten eğlenceli.
Jamie yerde sırtüstü dönerek aşağılanışmı izlemek için top­
lanan kalabalığa baktı. Başlarını öne eğmiş, ona heyecan ve
tiksintiyle karışık bir ifadeyle bakıyorlardı.
Üstelik Danny Mitchell’ı sevmiyorlar bile. Benden ondan fazla
nefret ediyorlar.
Bay Jacobs, Jamie’nin yanma gelip ona doğru eğildi.
“İyi misin, Carpenter?”
“İyiyim efendim.”
“Mitchell bana bunun bir tür oyun olduğunu söyledi. Bu
doğru mu?”
Öğretmenin omzunun üzerinden yüzünde bariz bir uyarıy­
la Danny’nin kendisine baktığını fark etti.
“Evet, efendim. Sanırım ben kaybettim.”
Bay Jacobs, Jamie’nin çamurla kaplı giysilerine baktı. “Ke­
sinlikle öyle görünüyor.” Öğretmen elini uzattı ve elini tutan
Jamie’yi çamurdan çekmesiyle çamurdan vıcık vıcık sesler gel-

ıo
19. D E P A R T M A N

di. Kalabalıktan birkaç kişinin kıkırdamasıyla Bay Jacobs kız­


gınlıktan kıpkırmızı kesilen yüzünü onlara çevirdi.
“Defolun sizi akbabalar!” diye bağırdı. “Hemen şimdi dersi­
nize girmezseniz çıkışta sizi cezalı bırakırım!”
Kalabalığın dağılmasıyla Jamie ve Bay Jacobs sahada baş
başa kaldılar.
Öğretmen, “Jamie...” diye söze girdi. “Herhangi bir konuda
konuşmak istersen ofisimin yerini biliyorsun.”
Jamie, “Ne gibi bir konuda, efendim?” diye sordu.
“Şey, biliyorsun baban ve... Şu olanlar hakkında.”
“Ne olmuş, efendim?”
Bay Jacobs bir süre ona baktıktan sonra gözlerini yere dikti.
“Gidelim,” dedi. “Sonraki derse girmeden temizlenmen gerek.
Personel tuvaletini kullanabilirsin.”

Son zil çalınca, Jamie okul yolundan kapıya yöneldi. Normal­


de, özellikle de tehlike anlarında keskin olan içgüdüleri daha
da keskinleşirdi. Ancak nasılsa o öğle arası Danny Mitchell sez­
dirmeden onu arkadan yakalamıştı. Bunun bir kez daha olma­
sına izin vermeyecekti.
Adımlarını yavaşlatıp ağır ağır otobüslere ve kendilerini
bekleyen otomobillere doğru yürüyen çocuk kümelerinin ara­
sına bir girip bir çıkıyor, bir sağa bir sola bakan açık mavi göz­
leriyle bir pusu var mı diye bakınıyordu.
Sol tarafında Danny Mitchell’ın kendisine hayran dalka­
vuklara kollarını sertçe sağa sola savurarak bir şeyler anlattığı­
nı görünce göğsü sıkıştı.
Jamie iki otobüsün arasından geçip yolun karşısına geçer­
ken fark edildiğini belli edecek bağırışların ve koşan ayakla­
rın gürültüsünün gelmesini beklese de bu sesler duyulmadı.
Annesiyle birlikte yaşadığı, birbirine tıpatıp benzeyen sıra sıra

11
W ILL HILL

evlerd en o lu şan siteye v arm asıy la o k u l ta m a m e n gözd en k ay ­


boldu.
C a rp e n te r ailesi Ja m ie ’n in b ab asın ın ö lü m ü n d en b eri iki y ıl­
d a ü ç kez taşın m ıştı. O lay ın a rd ın d a n evlerine gelen polisler
o n la ra b ab asın ın , sa v u n m a b ak an lığ ın d ak i görevinde edin diği
ço k g izli istih b arat bilgilerinin İngiltere’de b ir terö rist h ü cresin e
satıldığı b ir en trik ay a k arıştığ ın ı söylem işlerd i. Polisler y u m u ­
şa k ve anlayışlı b ir tav ır sergileyip Ja m ie ve an n esin in b ir şeyler
bildiğine d air h içb ir k an ıt o lm ad ığın ı b elirtm iş o lsalar d a b u ­
n u n b ir ö n em i y ok tu . K ısa sü red e; h u zu rlu , Daily Mail o k u n an
m ahallelerin d e bir h ain in ailesinin y aşam asın ı istem eyen v atan ­
sever k o m şu la rın d a n m ek tu p lar alm ay a b aşlam ışlard ı.
B irk aç ay so n ra K en t’teki ev lerin i sa tm ış o lsalar d a Ja m ie
b u n u u m u rsa m a m ıştı. O k o rk u n ç gecey e d air h a tıra la rı puslu
olsa d a b ah çed ek i ağ aç onu k o rk u tu yo r, b ab asın ın ö ld ü ğ ü ç a ­
kıl kap lı arab a y o lu n d a y ü rü m e k y erin e m e şed en olabildiğince
u z a k d u rm a k için b a h çe n in k e n a rın d a n d o laşm ay ı seçiy o r ve
kap ı eşiğ in e ça k ıl y o lu n ü z e rin d e n a şa ra k ulaşıyordu.
P en cered ek i y ü z ü ve o tu rm a o d a sın ın tu zla b u z o la n p e n ­
ce re sin d en eve g iren k o rk u n ç k a h k a h a y ı h atırlam ıy o rd u bile.
S o n ra sın d a C o v e n try ’n in d ışın d ak i b ir köyde o tu ra n teyzesi
ve en işte sin in y a n m a taşın m ışlard ı. Ja m ie y eni b ir o k u la y azıl­
m ış, an n esi de b ir genel ce r r a h ın m u ay en eh an esin d e sek reter­
lik y ap m aya b a ş lam ıştı. A n ca k d ed ik o d u lar ve ö y k ü ler peşle­
rin i b ıra k m a m ış, Ja m ie ’n in b ab asıy la alay ed en b ir sın ıf ark a ­
d a şın ın b u rn u n u k ırd ığ ı g ü n , tey zesin in teraslı ev in in m u tfak
p e n ce re sin d en içe ri b ir tuğla fırlatılm ıştı.
E rte si sab ah taşın m ışlard ı.
O ra d a n L eed s’e gid en bir tren e b in m işler ve Lego p a rça la ­
r ın d a n y ap ılm ış gibi d u ra n b ir k e n a r m ah alled e b ir ev b u lm u ş­
lard ı. Ja m ie d ev am sızlık tan do lay ı ü ç ayda o k u ld an u z a k la ştı­

12
19. D E P A R T M A N

rıldığında annesi ona bağırmamıştı bile. Sadece ev sahiplerine


evden çıkacaklarını haber verip eşyalarını paketlemeye başla­
mıştı.
Sonunda, kendilerini Nottingham’in eteklerindeki bu sessiz
sitede bulmuşlardı. Renksiz, soğuk ve perişan bir yerdi. Evde
oturmaya alışık olmayan, özünde bir köy çocuğu plan Jamie
beton alt geçitleri ve süpermarketlerin park yerlerini arşınla­
mak zorunda kalıyor, kapüşonunu yüzünün çevresini sımsıkı
saracak şekilde başına çekip gümbürdeyen ipod’unu kulağına
takıp içine kapanıyor ve bu metruk kenar mahallenin karanlık
köşelerini tutan çetelerden sakınmaya çalışıyordu. Jamie gölge­
lerden hep sakınıyordu. Sebebini bilmiyordu.
Sitenin şekilsiz evleri ve ikinci el arabalarla dolu yollarında
yürüdü. Kendisine bariz bir düşmanlıkla bakan bir grup kızın
yanından geçti. İçlerinden biri bir şeyler söyledi. Jamie kızın
söylediklerini anlamazken kızın arkadaşları güldü. Yoluna de­
vam etti.
On altı yaşında ve acınacak, acı verecek kadar yalnızdı.

Jamie annesiyle birlikte mümkün olduğunca suya sabuna do­


kunmadan yaşadıkları yarı müstakil evin ön kapısını kapattı.
Niyeti doğrudan odasına gidip çamurlu giysilerini değiştirmek­
ti. Annesi ona seslendiğinde merdivenlerin yarısını çıkmıştı.
“Ne var, anne?” diye bağırdı.
“Jamie, lütfen buraya gelebilir misin?”
Jamie sessizce küfredip sert adımlarla basamaklardan aşağı
indi; koridordan geçip oturma odasına girdi. Annesi pencere­
nin altındaki sandalyede oturmuş ona öyle bir hüzünle bakı­
yordu ki Jamie’nin boğazı düğümlendi.
“Ne oldu, anne?” diye sordu.
Annesi, “Bugün beni öğretmenlerden biri aradı,” yanıtını

13
W I LL HI L L

verdi. “B ay jaco b s.”


Tanrım, ne diye kendi işine bakamıyor ki bu adam? “Öyle mi?
Ne istiyorm uş?”
“Bugün bir kavgaya karıştığını söyledi.”
“Yanılıyor.”
Jam ie’n in annesi iç geçirdi. “Senin için endişe ediyorum .”
“Etm e. Ben başım ın çaresine bakabilirim .”
“Hep öyle diyorsun.”
“O zam an belki de dinlem eye başlam alısın.”
A n nesinin gözleri küçüldü.
Bu canını yaktı, değil mi? İyi. Şimdi bana bağırabilirsin ve ben
de üst kata çıkarım. Böylece bu gece konuşmak zorunda kalmayız.
A nnesinin, “O nu ben de özlüyorum ,” demesiyle Jam ie, iğne
batırılm ış gibi geri kaçtı. “O nu her gün özlüyorum .”
Jam ie yanıtını boğazında k o cam an bir düğüm le verdi. “Se­
nin adına sevindim ,” dedi. “Ben özlem iyorum . H iç.”
Annesi gözü yaşlı, ona baktı. “Bunu içtenlikle söylemiyorsun.”
“İnan b an a, söylüyorum . O bir h ain ve suçluydu. İkim izin
hayatını da m ahvetti.”
“H ayatlarım ız m ahvolm uş değil. H âlâ birlikteyiz.”
Jam ie güldü. “Evet. Bak birlikte ne de m utluyuz.”
A nnesinin başını öne eğm esiyle, gözünden aşağı akan y aş­
lar nazik çe zem ine dam ladı. Jam ie çaresizce ona baktı.
Ona git. Git onu kucakla ve her şeyin yoluna gireceğini söyle.
Jam ie bunu yapm aktan, ann esinin yanınd a diz çöküp ba­
basının öldüğü o geceden beri aralarında giderek büyüyen
uçu ru m u kap atm ak tan başka hiçbir şey istem iyordu. Yine de
yapam adı. Bunun yerine, ayağa kalkıp olduğu yerde annesinin
ağlam asını izledi.

14
2
BABANIN GÜNAHLARI

Jam ie ertesi sabah kalktı, duş aldı, giyindi ve ann esini görm e­
den ön kapıdan gizlice çıktı. Sitede her zam an y ü rü d ü ğü yol­
lardan geçse de okuluna sapan yola vard ığın da dü m d üz devam
etti. M cD onalds’ın ve DVD kiralayan bir dü k k ân ın olduğu alış­
veriş kom pleksini ve grafitilerle kaplı, dört b ir yanınd a cam
kırıkları ve yam yassı olm uş sakızlar olan tren kö prüsünü , is­
tasyonu ve bisiklet parklarını geçerek k an ala d oğru yöneldi. O
gün okula gitm eyecekti. Buna h iç niyeti yoktu.
N e diye o kadar üzüldü ki? Babamı özlemiyorum diye mi? O
zavallının tekiydi. Bunu göremiyor mu?
Kanalın kenarındaki yedek yola inen beton basam ak lard an
inerken Jam ie y u m ru k ların ı sertçe sıktı. K analın bu kısm ı bir
b u çuk kilom etre kad ar düm düz uzuyordu. Bu da Jam ie’nin
yaklaşan bir tehlikeyi güvenli bir m esafeden fark etm esini sağ­
layabilirdi. A n cak gözünü hep açık tutsa da gördüğü insanlar
köpeğini y ü rüyüşe çık aran birkaç kişi ve d ar kan alın iki ya­
kasını birleştiren alçak karayolu köprülerinin altında barınan
tanıdık bir evsizden ibaret olduğundan yavaş yavaş zihninin

15
W ILL HI LL

içindekilerle meşgul olmaya başladı.


Kimseye, özellikle de annesine babasının ölümünün haya­
tında açtığı boşluktan bahsedememişti. Jamie annesini sevi­
yordu. Hatta ona karşı sergilediği tavırdan dolayı, annesinin
hayatta elinde kalan tek şeyin oğlu olduğunu bilmesine rağmen
kendisine besbelli ihtiyaç duyduğu zamanlarda onu ittiği için
kendinden nefret edecek kadar çok. Yine de elinden hiçbir şey
gelmiyordu; içinde köpüren öfke serbest kalmak için haykırı-
yorken bunu yansıtabileceği tek kişi annesi oluyordu.
Öfkesinin asıl hedefi olmayı hak eden kişi artık yoktu.
Babası, o korkak zavallı, onu Arsenal’in maçı için Londra’ya
götürmüş, artık cebinde taşımaya dayanamadıgı bir İsveç ça­
kısı almış, eski evlerinin arkasındaki tarlalarda tüfeğini ateş­
lemesine izin vermiş, ağaç evini yapmasına yardımcı olmuş ve
cumartesi sabahları onunla birlikte çizgi film izlemişti. Bunlar
annesinin asla yapmayacağı ve annesinden yapmasını asla is­
temeyeceği şeylerdi. İtiraf edemediği kadar çok özlediği şeyler.
Kendisini ve annesini terk ettiği için, sevdiği o eski evi bıra­
kıp arkadaşlarından ayrılmasına ve bu berbat yere gelmelerine
sebep olduğu için babasına kızıyordu.
Kaydolmak zorunda kaldığı her yeni okulda, fısıltıların
yükselmesinin ardından, babası teröristlerin kendi ülkesine
saldırmalarına önayak olmaya çalışmış cılız yeni öğrencinin,
kendilerine altın tepside sunulmuş mükemmel bir kurban ol­
duğunu fark eden kabadayıların suratlarına yerleşen neşe onu
kızdırıyordu.
Kocasıyla ilgili gerçeği görmemek için ayak direttiğinden
dolayı annesine, kendisini anlamaya çalıştıklarından ve babası
ve hisleriyle ilgili sorular sorduklarından dolayı da öğretmen­
lerine kızıyordu.
Kızgındı.

16
1 9. D E P A R T M A N

Ja m ie d ü şü n celerin d en sıy rıld ığ ın d a y ü k sek lerd e so lu k


ışığ ın ı g ri bu lu t ö rtü sü n d e n g eçirm ey e ça lışa n g ü n eşi gördü.
Telefonunu ceb in d en ç ık a rın c a n ered ey se g ü n o rta sı o lduğun u
fark etti. İlerisinde, d ü zleşm iş bir p atik a to p rak seti u z u n huş
a ğ açlarıyla çev rili k ü çü k bir p ark a u laştırıy o rd u . P ark h ep b o ş ­
tu ; b u rası gözd e m e k â n la rın d a n biriydi.
Ç im lerin o rta s ın a , ağ açların ve öğlen g ü n eşin d e o rtay a ç ı­
k a n k ısa gölgelerin u z a ğ ın a o tu rd u . M utfağa g irip annesiyle
u ğ ra şm a k z o ru n d a k a lm a m a k için p ak etlen m iş öğle y em eğ in i
a lm a m ış , b u n u n y erin e sırt ça n ta sın a b ir k u tu k o la, çik olata
ve şek erlem e k o y m u ştu . K ola ılık, çik o lata y arı e rim iş olsa da
b u n u u m u rsam ıy o rd u .
Y em eğin i b itirin ce ça n ta sın ı b aşın ın altın a k o y u p u zan d ı ve
gözlerin i y u m d u . Bir an d a k en d isin i b itk in h issetti. A rtık d ü ­
şü n m e k istem iyordu .
O n beş dakika. S adece bir şekerlem e. Taş çatlasın, y a rım saat.

“J a m ie .”
G ö zlerin i h ızla a çtığ ın d a tep esin d ek i siyah g eceyi gördü .
Y attığı y erd e d o ğ ru la ra k k a ra n lık p ark a b ak tı. A k şa m ın k a ra n ­
lığ ın d a titred i ve ağ açların gölgelerinin birbirleriyle k av u ştu k ­
la rı n o k tad a o tu rd u ğ u n u fak etm esiyle ü rp erd i.
“Ja m ie .”
H ızla dönd ü. “K im v ar o rad a?” diye bağ ırd ı.
P a rk ta b ir k ık ırd a m a çın lad ı.
“J a m ie .” A ğ açların arasın d a y an k ıla n a n ism i, b ir şark ı gibi
du yu lu y ord u . Ses b ir k ıza aitti.
“N ered esin ? Bu h iç de k o m ik d eğ il!”
K ık ırd am a te k ra r etti.
Ja m ie ayağa kalk ıp y a v a şça dö n d ü . K im sey i g örem ed i. Z a­
ten a ğ a çla rın o lu ştu rd u ğ u d airen in ö tesin d e, p ark k ap k aran lık ­

17
W ILL HIL L

tı. Ağaçlar büyük ve yamru yumruydu.


Bu ağaçların arkasında gizlenecek çok yer var.
Bir kız ve pencereye dair zihnini kurcalayan bir şeyler olsa
da anımsayamıyordu.
Gerisinde, yerde bir şeyler çıtırdadı.
Arkasına dönerken kalbi hızla çarpıyordu.
Hiçbir şey yoktu.
“Jamie.”
Bu kez ses daha da yakından geldi. Öyle olduğundan emindi.
Jamie, “Ortaya çık!” diye bağırdı.
Kulağının yanında bir sesin, “Olur,” demesiyle çığlık atarak
ve yumruklarını savurarak arkasına döndü. Sağ elinin bir şeye
değdiğini fark etmesiyle damarlarına adrenalin hücum etti.
Sonra donakaldı.
Önünde, yerde kendisiyle aynı yaşlarda bir kız burnunu tu­
tuyordu. Kan ince bir çizgi halinde kızın dudağına doğru akar­
ken Jamie kızın dilinin çıkarıp kanı yaladığını gördü.
“Aman Tanrım,” dedi. “Çok çok üzgünüm. İyi misin?”
Kız elinin gerisinden boğuk bir sesle, “Seni pislik,” dedi.
“Ne diye yaptın şimdi bunu?”
Jamie, “Üzgünüm,” diye yineledi. “Sen neden sessizce yak­
laştın bana?”
Kız somurtarak, “Sadece seni korkutmaya çalışıyordum,”
dedi.
“Neden?”
“Eğlence olsun diye. Bir kastım yoktu.”
Jamie’nin zihnini meşgul eden bir başka şey daha da olsa
bir türlü ne olduğunu çözemiyordu.
“Eh, beni korkuttun. Öyleyse sanırım seni tebrik etmem ge­
rek.”
“Kız gülerek, “Teşekkürler,” dedi. Elini uzattı. “Kalkmama

18
19. D E P A R T M A N

yardım edecek misin?”


Jamie, “Ah, pardon, tabii,” deyip elini uzatarak kızın doğ­
rulmasına yardımcı oldu. Önünde dikilen kız üstünü silkele­
yip elinin tersiyle burnunu sildi.
Jamie ona baktı. Koyu saçları omuzlarından dökülen, açık
tenli ve koyu kahverengi gözlü kız çok ama çok güzeldi. Kız
onun kendisine baktığını görünce gülümsedi. Jamie kızardı.
Kız, “Hoşuna giden bir şey mi gördün?” diye sordu.
“Özür dilerim, gözümü diktiğimden değil, ben sadece, şey...”
“Evet, dikiyordun. Sorun değil. Adım Larissa.”
“Benim adım da...”
Zihninde taşların yerine oturmasıyla, Jamie’nin içini korku
sardı.
Bir adım geri atarak, “İsmimi söyledin,” dedi. “İsmimi nere­
den biliyorsun?”
Kız, “Bunun önemi yok, Jamie,” dedi. Ardından güzel kah­
verengi gözleri kırmızının koyu ve korkunç bir tonuna bürün­
dü. “Artık önemi yok.”
Kız, sıvıdan yapılmış gibi hareket ederek aralarındaki me­
safeyi hızla kapattı. Jamie’nin yüzünü ellerine alıp karşı kona­
maz ve korkunç bir kuvvetle kavradı.
“Artık hiçbir şeyin önemi yok,” diye fısıldadı. Jamie onun
kızıl gözlerine bakıp kendinden geçti.

19
3
VAROŞ SALDIRISI

“Yapamıyorum.”
Ses yüzlerce kilometre öteden gelir gibiydi. Jamie gözlerini
açmak için mücadele etti. Çimde yatıyordu. Yanında şu Larissa
adındaki kız vardı. Sürünerek uzaklaşmaya çalışsa da bunu ba­
şaramadı. Kolları ve bacakları ağrıyordu ve başı kazan gibiydi.
Larissa, “Kahretsin, yapamıyorum işte,” dedi. “Neyim var
benim böyle?”
Jamie gözlerini güçlükle açıp ona baktı. Gözleri tekrar kah­
verengiye dönmüş olan kız yüzünde şefkatli bir ifadeyle tepe­
sinde dikiliyordu.
Zorlukla, “Kimsin...sen?” diye sordu. “Bana ne yaptın?”
Kız başını öne eğdi.
“Benim olman gerekiyordu,” dedi. “O öyle demişti. Ama ya­
pamadım işte.”
“Senin mi... Bu da ne demek?”
“Benim. Her anlamda.”
Jamie büyük bir çabayla yattığı yerde doğruldu.
“Anlamıyorum,” dedi.

20
19. D E P A R T M A N

“Önemli değil.” Kız göğe baktı. Yüzünde hüzünle ona ba­


kıp, “Gitmen gerek,” dedi. “Şimdiye oraya varmışlardır.”
Jamie’nin bedeni bir adrenalin dalgasıyla sarsıldı. “Kim? Ne­
reye?” diye sordu.
“Arkadaşlarım. Nereye olduğunu biliyorsun.”
Jamie sıçrayarak ayaklarının üzerine kalktı. Boynunu eğe­
rek Larissa’ya baktı.
Sesi titreyerek, “Seni daha önce de gördüm, değil mi?” diye
sordu. Zihninde pencereden içeri bakan bir yüz canlandı.
Kız başını salladı.
Jamie dönüp hayatı buna bağlıymış gibi koşarak parktan
çıktı.
Lütfen anneme bir şey olmasın. Lütfen anneme zarar vermesinler.

Yolun sonuna doğru kalbi göğüs kafesinde öyle hızlı çarpıyor­


du ki patlayacağını düşündü. Görüşünün bulanıklaşmasına,
bacağındaki kasların feryat etmesine rağmen acıya karşı koyup
evine giden son elli metreyi de koşup kapı süvesine tutunarak
ön kapıya ulaştı.
Kapı ardına dek açıktı.
Koridora koştu. “Anne!” diye bağırdı. “Burada mısın? Anne!”
Yanıt yoktu.
Oturma odasına koştu. Boştu. Oradan mutfağa geçti. Orası
da boştu.
Annesinden eser yoktu.
Merdivenleri hızla çıkıp annesinin yatak odası kapısını ite­
rek açtı. Yatağının üzerindeki açık pencereden karanlık gök
görülüyor, perdeler akşam esintisinde sallanıyordu. Jamie pen­
cereye koşarak başını dışarı çıkardı.
Mürekkep siyahına doğru, “Anne!” diye bağırdı. Sağ elinin
pencere pervazı üzerindeki bir şeyde kaymasıyla elini çekti.

21
W IL L HILL

Başım eğip baktığında bileğinden aşağı kırmızı bir sıvı damla­


dığını gördü.
Pencere eşiğine baktı. Beyaz yüzeyin üzerinde iki küçük
kan birikintisi vardı. Açık pencerenin camı üzerine de kan bu­
laşmıştı.
Jamie dehşet içinde eline baktı. Sonra annesinin gitmiş ol­
duğunu fark etmesiyle kafasının içinde bir şeyler boşandı. Ba­
şını geri atıp göğe doğru haykırdı.
Kilometrelerce ötede, karanlık bulutların arasında bir şey
çığlığını duyup arkasına döndü.

Zaman geçti. Jamie ne kadar süre geçtiğini anlayamamıştı.


Annesinin odasında kalamaz, beyaz boyanın ve temiz ca­
mın üzerinde sırıtan dehşet verici kanı görmeye dayanamazdı.
Güçbela aşağı, oturma odasına indi. Kanepeye oturup boş göz­
lerle duvara bakarken ön kapıdan bir şeyin girip kapıyı nazikçe
kapattığını duydu.
Artık korku duymanın da ötesine geçmişti. Kılını kıpırda-
tamıyordu. Uzum boylu, zayıf, gri paltolu bir adam odaya girip
karanlıkta parlayan kızıl gözleri ve jilet gibi dişleriyle ona gü­
lümsediğinde tek yapabildiği onu izlemek oldu.
Adam, “Jam ie Carpenter,” dedi. Sesinde tatlı bir ton vardı.
“Nihayet seninle görüşmek ne büyük bir zevk.”
Adam dişlerini gösterip Jam ie’ye doğru bir adım attığında
ön kapı parçalanıp talaşa döndü ve elinde uzun bir boruyu an­
dıran bir nesne tutan iri bir figür oturma odasından içeri girdi.
İriyarı, yeni ziyaretçi tüm evi titreten bir sesle, “Ondan uzak
dur, Alexandru,” dedi.
Gri paltolu yaratık tıslayıp sırtını eğdi. Tükürükler saçarak,
“Bu seni ilgilendirmez, canavar,” dedi. “Burada yarım kalan bir
iş var.”

22
19. D E P A R T M A N

Figür, “Yarım da kalacak,” yanıtını verip borunun altındaki


tetiği çekti. Dev bir balon patlamış gibi büyük bir gürültü du­
yuldu. Çok hızlı olduğundan karaltı halinde seçilen, arkasına
bağlı metal bir sicim olan sivri bir nesne silahtan fırladı. Ale-
xandru imkânsız denebilecek kadar hızlı bir hareketle havaya
sıçradı. Nesne oturma odasının duvarında bir delik açıp ateş
edildiği andaki kadar hızlı bir şekilde sarılarak geri çıktığı bo­
runun içine döndü.
Gri paltolu yaratık öfkeyle yanan gözleriyle havada asılı
duruyordu. Kapı eşiğinde duran figüre homurdandı, ardından
evin önündeki büyük pencereyi kırıp göğe yükseldi.
Bu arada Jamie yerinden kıpırdamamıştı.
Dev pencereye koşup devasa boynunu Alexandru denen şe­
yin olduğu yönün kaybolduğu yöne doğru eğdi.
“Gitti,” dedi. “Şimdilik.”
Jam ie’ye döndü. Oturma odasının ışığında kurtarıcısını ilk
kez gören Jam ie çığlığı bastı.
İri figür boyu da eni de neredeyse iki buçuk metreyi bulan
bir adamdı. Cildinin bir kısmı griye bir kısmı yeşile çalıyordu;
uzun ve geniş alnının üzerinde fırça gibi, siyah saçları, koyu
renkli bir giysisi ve uzun, bir paltosu vardı. Elinde tuttuğu bo­
runun ucundan çıkan bir tel elbisesinin kolundan yukarı çıkıp
omuzlarının üzerinde bir yerde kayboluyordu.
Adam ona doğru yaklaşırken, korkudan ve yorgunuktan
bayılacak gibi olan Jam ie adamın boynunun iki yanından çı­
kan iki iri, metal vidayı fark etti. Adam elini ona uzattı. “Jamie
Carpenter...” dedi. “Adım Frankenstein. Buraya sana yardım
etmeye geldim.”
Geriye doğru yuvarlanan gözlerinin akı ortaya çıkan Jamie
bayılıp, kendisini huzurlu ve boş bir karanlığın içinde buldu.

23
4
ARAMA-KURTARMA

STAVELEY. KUZEYDERBYSHUtE
ELLİALTIDAKİKA ÖNCESİ

Olay gerçekleştiğinde Matt Browning bilgisayarının başında


oturuyordu.
Eski dizüstü bilgisayarının tuşlarına hızlı hızlı basıp İngi­
liz edebiyatı dersi için Jül Sezar oyununda Brutus ve Markus
Antonius’un konuşmalarını karşılaştıracağı bir kompozisyon
hazırlarken bir şey gökten büyük bir gümbürtüyle inip kız
kardeşi ve ebeveyniyle paylaştığı teraslı evin küçük bahçesine
çarptı ve akşam havasını toprak ve kahverengi çimle doldurdu.
Aşağı katta annesinin çığlık attığını ve babasının ona bağı­
rarak susmasını söylediğini duydu. Yan odada küçük kız kar­
deşi Laura’nın şaşkın ve sesini duyurmaya kararlı olduğunu
belli eden tiz, canhıraş ağlayışını işitti.
Matt çalışmasını kaydedip masadan kalktı. On altı yaşında
bir çocuk için oldukça ufak tefek ve zayıftı. Kahverengi saçı
geniş alnından gözlüğünün üst kenarına kadar iniyordu. Yüzü
soluk, neredeyse kadınsıydı. İnce ve yumuşak hatlarıyla biraz
flu görünüyordu. Üzerinde en sevdiği koyu kırmızı Harvard
tişörtü ve koyu kahverengi fitilli pantolonu vardı. Ayağına laci-
J

24
19. D E P A R T M A N

vert bez ayakkabılarını geçirip dar merdiven sahanlığından kız


kardeşinin odasına geçti.
Karyolasında yatan Laura’nın yüzü koyu, tuhaf bir kırmızı
renk almıştı. Gözleri sımsıkı kapalı, ağzı tam bir çember biçi­
mindeydi. Matt bebek karyolasına uzanıp Laura’yı kucakladı
ve omzuna bastırdı. Sessizce onu teskin ederken kollarında
nazikçe hoplattı. Laura derin bir nefes alırken muazzam bir
sessizlik oldu, hemen ardından yeniden ağlamaya başladı. Matt
küçük odanın kapısını açıp aşağı katın yolunu tuttu.
Evin arka tarafındaki mutfakta, annesi delirmiş gibiydi.
Üzerinde krem rengi elbisesi, ayağında mavi terlikleri vardı.
Lavabonun üzerindeki iki pencere arasında gidip geliyor, ka­
ranlık bahçeye bakıp kocasına tekrar tekrar polisi aramasını
söylüyordu. Greg Browning bir elinde alm, diğer elinde bira
kutusuyla huzursuzca odanın ortasında dikiliyordu. Dönüp
odaya giren Matt’e baktı.
“Kız kardeşini sustur, olmaz mı?” diye homurdandı. “Başı­
mı ağrıtıyor.” Sonra karısına döndü. Sesi gittikçe yükselerek,
“Mızırdanmayı kesip şu kahrolası bebeği alacak mısın?” dedi.
Matt’in annesi Laura’yı aceleyle Matt’in kucağından alıp be­
bekle beraber masaya oturdu.
“Annene telefonu ver.”
Matt kapının yanında, duvarda duran telefonu yuvasından
çıkarıp annesine uzattı. Annesi yüzünde şaşkın bir ifadeyle te­
lefonu eline aldı.
“Şimdi ben Matt’le gidip bahçeye bakarken sen de polisi ara­
yabilirsin.”
“Hayır, Greg, bunu yapmamalısın...”
“Yapmamalı mıyım?”
Matt’in annesi yutkundu.
“Demek istediğim, oraya gitmesen olmaz mı?”

25
W ILL HIL L

“Kapa çeneni, tamam mı, Lynne? Matt, haydi gidelim.”


Greg Browning arka bahçeye giden kapıyı açtı ve kulak ke­
silerek eşikte bekledi. Matt de yanma gelip arkasında durdu.
Babasının omzunun üzerinden giderek kararan göğe baktı.
Bahçe sessizdi; soğuk akşam havasında hareket eden hiçbir
şey yoktu.
Matt’in babası arka kapının yanında duran el lambasını alıp
açtı ve mutfak penceresinin altında ince bir şerit halinde uza­
nan verandaya çıktı. Matt de odasının penceresinin yakınma
düşen şey her neyse, ona ait bir işaret bulmak için gözleriyle
karanlık bahçeyi tarıyordu. Gerisinde, annesinin polise neler
olduğunu açıklamaya çalıştığını duyabiliyordu.
Babası el lambasını geniş bir açıyla, dar bahçenin kenar sı­
nırlarını işaretleyen çiçek tarhlarının üzerine tuttu. Bir an ışı­
ğın vurduğu çimlerin dibinde beyaz bir pırıltı seçildi.
Matt, “Orada,” dedi. “Çiçek tarhının içinde.”
“Burada kal.” •
Matt verandada beklerken babası ağır adımlarla bakımsız
bahçeyi kat etti. Çimlerin kenarına varınca derin derin nefes aldı.
Matt, “Neymiş?” diye sordu.
Yanıt yoktu. Babası karanlıkta kalan çiçek tarhına öylece
bakakalmıştı.
“Baba? Neymiş?”
Nihayet, babası ona doğru baktı. Gözleri fal taşı gibi açıl­
mıştı.
Sonunda konuşup, “Bir kız,” dedi. “Bir genç kız.”
“Ne?”
“Gel de bir bak.”
Matt bahçenin öteki tarafına geçip otlarla kaplı çiçek tarhı­
na baktı.
Kız inişinin kuvvetiyle toprağa yarı gömülmüş halde, sır­

26
19. D E P A R T M A N

tüstü yatıyordu. Soluk yüzüne kan bulaşmış, gözleri ve ağzı


ürkütücü ölçüde şişmişti. Çamurdan keçeleşmiş, kanlı tutam­
ları birbirine yapışmış siyah saçları başının etrafında bir hale
şekli oluşturmuştu. Sol kolunun kırık olduğu belliydi. Önko-
lu dirseğiyle doğal olmayan bir dik açı oluşturmuştu. Açık gri
gömleği kandan siyaha dönmüştü. Matt kızın karnı boyunca
geniş bir deliğin açıldığını görünce dehşete kapıldı. Kızın kar­
nının içinde parıldayan kırmızı ve pembe renkleri fark edince
bakışlarını kaçırdı.
Babası sakince, “Anlaşılan biri bağırsaklarını deşmeye ça­
lışmış,” dedi.
Matt’in annesi mutfak kapısının eşiğinden, “Neymiş, Greg?”
diye bağırdı. “Ne oluyor?”
Greg Browning kurulmuşçasına, “Kapa çeneni, Lynne,” diye
bağırdı. Ancak sesi alçaktı ve ilk kez kızgın çıkmıyordu.
Matt babasının sesinde korku olduğunu düşündü ve kızın
yanında diz çöktü. Aldığı hasara karşın, kızın yüzü güzeldi.
Cildi neredeyse şeffaf denecek kadar soluk, dudakları davetkar
ve koyu kırmızı bir renkteydi.
Matt’in arkasında, babası kendi kendine mırıldanıyor, bir
göğe bir yere bakıyor, kızın neden bahçelerine düşmüş olabile­
ceğine bir açıklama getirmeye çalışıyordu.
Matt elini kızın boynunun soğuk derisi üzerine koyup nab­
zını yoklasa da kalbinin atmadığından emindi.
Sana bunu kim yaptı?
Kız şişmiş sağ gözünü açıp dosdoğru Matt’e baktı. Matt çığ­
lık attı.
“Yaşıyor!” diye bağırdı.
Greg Browning, “Aptal olma,” diye bağırdı. “O...”
Kız öksürdü. Hırıltılı ve derin öksürükle ağzından sızan
kan çenesinden aşağı aktı. Başını Matt’e çevirip ona anlayama-

27
W ILL HIL L

dığı bir şeyler söyledi.


Matt’in babası, “Tanrım,” dedi.
Matt çimin üzerinde doğrulup yavaşça babasına yaklaştı.
Başını bir sağa bir sola sallayan, dudakları acı ifadesiyle büzül­
müş yaralı kıza baktı.
Matt, “Bir şeyler yapmalıyız, baba,” dedi. “Onu bu halde bı­
rakamayız.”
Babası ona döndü. Yüzü öfke doluydu.
“Ne yapmamı istersin?” diye bağırdı. “Polisler yolda, onlar
konuyla ilgilenirler. Ona dokunmamalıyız bile.”
“Ama baba...”
Yüzü hiddetle çarpılan Greg Browning yumruğunu havaya
kaldırıp oğluna doğru bir adım attı. Yüzünü kollarıyla örtüp
sırtını dönen Matt çığlık attı.
Babası yumruğunu indirip, “Aklın varsa susarsın,” diye ho­
murdandı.
Matt babasına baktı. Yanakları utanç ve acizlik duygularıyla
kızarmış, beyni nefretin kontrolüne geçmişti. Ağzını açıp bir
şeyler, herhangi bir şey söyleyecekken kulakları sağır eden bir
gürültü akşam havasını doldurdu ve varoş bahçelerin en di­
bindeki ağaçların tepesinde küçük, siyah bir helikopter ortaya
çıktı.
Helikopterin pervaneleri bahçeden toz toprak kaldırırken
Matt yüzünü kapatıp dik durabilmek için elinden geleni yaptı.
Babasının bağırdığını görse de motorların gümbürtüsünden ve
rüzgârın sesinden hiçbir şey duyamıyordu. Elleriyle gözlerini
kapatıp başım öne eğdi ve helikopterin evlerinin çatısı üzerin­
de gözden kaybolmasını izledi.
Matt dönüp eve doğru koştu. Arka kapıda hareketsiz duran
annesinin yanından geçip, mutfaktan dar koridora, oradan da
ön kapıya yöneldi.

28
19. D E P A R T M A N

Babasının arkasında kendisine seslendiğini duysa da adım­


larını yavaşlatmadı. On kapıyı ardına kadar açtı ve pervaneleri
cadde boyunca park etmiş arabaların üzerinde vızıldayan siyah
helikopterin yolun gri asfaltına indiğini gördü.
Matt’in babası koridorda arkasında belirdi, oğlunun omzu­
nu tutup onu kendisine doğru çevirdi.
“Sen ne yaptığını...”
Sokağa bakmasıyla Greg Browning’in sesi kesildi. Matt he­
likopterin yan tarafındaki kapının açılıp içeriden dört figürün
çıkışını izledi.
İçlerinden tamamen siyahlara bürünmüş, üniformalarının
üstüne siyah çelik yelek giymiş ikisi, çevik kuvvet polislerine
benziyordu. Yüzleri, önünde mor bir vizör olan siyah miğferle­
rin arkasına gizlenmişti.
İkisinin de ellerinde hafif makineli tüfekler vardı.
Ardından beyaz, biyolojik tehlikelere karşı koruyucu giysi­
ler giymiş bir kadın ve bir erkek göründü. Yüzleri maskelerinin
kalın plastiğinin altında seçilebiliyordu. Bu ikisi beyaz bir sed­
ye taşıyordu.
Helikopterin çıkıp hızla Matt ve babasına yaklaştılar. İlk
gördükleri figür -askerler, askere benziyorlar- önlerinde durdu.
“Bu evden bir acil durum çağrısı yapıldı mı?” diye sordu. Ses
bir erkeğe ait olsa da sahibi Matt’ten çok da büyük değil gibiydi.
Ne Matt ne de babası cevap verdi.
“Bu evden bir acil durum çağrısı yapıldı mı?”
Korkuya kapılan Matt başını salladı.
Siyah figür diğerlerine doğru dönüp onlara eliyle eve git­
melerini işaret etti. Ardından Matt ve Greg Browning’i yana
itip koridorda kayboldu. Diğer üçü de Matt ve babasını kapı
eşiğinde bırakıp onu takip etti. Baba oğul gözlerini helikoptere
dikmiş ne yapacaklarını bilemez halde dikilirken Matt’in anne­

29
VVILL HILL

sinin çığlıklarını duyup eve doğru koştular.


Onu mutfakta, kucağındaki Laura’yla çığlık atar halde bul­
dular. Greg Browning koşup karısını kollarına aldı ve kulağına
her şeyin yoluna gireceğini, ağlamamasını fısıldadı. Matt onla­
rı masada bırakıp bahçeye çıktı.
Tüfekleri omuzlarında göğe doğru bakan iki asker kızın iki
yanında dikiliyordu. Biyolojik tehlike kıyafetleri giyen kadın ve
erkek yerde kızı inceliyordu.
Matt onlara doğru hareketlense de ne yaptıklarını görebile­
cek mesafeye gelemeden yakınındaki asker ona dönüp makine­
li tüfeğini göğüs hizasına indirdi. Matt donakaldı.
Asker, “Lütfen olduğunuz yerde kalın, efendim,” dedi. “Ken­
di güvenliğiniz için.”
“Matt’in arkasından gelen cılız bir ses, “Ne oluyor burada?”
diye sordu. Hareket etmeye korksa da boynunu eğip omzunun
gerisinden baktı ve dar verandada duran babasını gördü. Biri
babasının burnunu sürtmüş gibiydi.
Asker, “Oğlunuzu eve sokun, efendim,” dedi.
Matt’in babası, “Neler olduğunu bilmek istiyorum,” diye yi­
neledi. “Siz de kimsiniz?”
Asker, “Tekrar söylemeyeceğim, efendim,” yanıtını verdi.
Sesi sabrının sınırındaymış gibi çıkıyordu. “Oğlunuzu içeri so­
kun. Şimdi.”
Greg Browning yanıt verecek gibi görünse de bunu yapmadı.
Nihayet, “İçeri gir, Matt,” dedi.
Matt bakışlarını babasından silahını göğsüne doğrultan as­
kere çevirdi. Askerin gerisinde diğer askeri ve kendisini izleyen
biyolojik tehlike ekibini görebiliyordu. Tam arkasına dönüp ba­
basının dediğini yapacakken kız başını çiçek tarhından kaldı­
rıp dişlerini beyaz plastik elbiseli adamın koluna geçirdi.
Ortalık bir anda mahşer yerine döndü.

30
19. D E P A R T M A N

Adam çığlık atarak kolunu kızın ağzından kurtardı. Plastik­


te açılan delikten dışarı pompalanan kan bahçenin dört yanma
sıçradı.
İkinci asker tüfeğini savurdu. Silahın ağır kabzası çenesine
inen kız, biri düğmesini kapatmış gibi aniden hareket etmeyi
kesti.
Yüzü Matt’e dönük olan asker silahını indirip yüzünü mes­
lektaşlarına doğru döndü.
“Durum ne kadar kötü?” diye bağırdı.
Biyolojik tehlike kıyafeti içindeki kadın ortağına doğru eği­
lip yarayı inceledi. Askerin sesinin geldiği yöne döndü.
“Kötü,” dedi. “Onu buradan götürmeliyiz.”
Asker, “Etkilenmiş kişiyi torbalayın,” dedi. “Çabuk olun.”
“Vakit yok. Hemen temiz kan gerekiyor.”
“Gereken kan ona sağlanacak. Etkilenmiş kişiyi torbalayın.”
Kadın bir saniyeden kısa bir süre askere bakıp meslektaşını
bıraktı ve beyaz sedyeyi bahçe zeminine serdi.
Diğer askere, “Yardım et bana,” dedi.
Asker diz çöküp omuzlarının altından kavradığı kızı çiçek
tarhından dışarı çekti. Kızın belden aşağısının aldığı hasarı gö­
ren Matt’in nefesi kesildi.
Her iki bacağı da uyluğunun ortasından kırılmış, beyaz ke­
mikler kanla kaplı siyah eteğini delmişti. Sol ayak bileği kor­
kunç bir şekilde ters dönmüştü ve sağ ayağının üç parmağı
yerinde yoktu. Parmaklarından geriye kalan kırmızı parçalar
cansız ışığın altında parlıyordu.
Matt kıza doğru koştu. Ne yapacağını bilemiyor, sadece bir
şeyler yapması gerektiğini biliyordu. Babasının kendisine ba­
ğırdığını işitse de onu duymazlıktan geldi. Kıza tüfeğiyle vu­
ran asker arkasına dönünce Matt’in bahçede koştuğunu görüp
hareketlendi ve bağırarak onu uyardı. Ancak yeterince hızlı

31
W ILL HI LL

davranmamıştı; Matt dizlerinin üzerinde kayarak yaralı kızın


yanma ulaştı ve biyolojik tehlike kıyafeti giyen kadına baktı.
“Yardım edebili...”
Kızın kolu aniden kalktı ve eli Matt’in gırtlağına dayandı.
Kızın tırnakları boynunun pürüzsüz cildine batarken, Matt bir
salise kadar kısa süren bir direnç hissetti. Ardından kırmızı bir
şey gece havasına doğru püskürüp çenesini ve göğsünü ıslattı.
Acı yoktu; sadece şaşkınlık ve ani, dayanılmaz bir bitkin­
lik. Matt fışkıran koyu renkli sıvıya bakıp bunun kendi kanı
olduğunu fark etti ve nazikçe bahçenin bölük pörçük çiminin
üzerine sırtüstü yığıldı. Kaim çimler yukarı bakan yüzüne ba­
tıyordu. Gözleri kapanırken boynuna baskı uygulayan elleri
hissetti ve askerlerinden birinin babasına böyle bir şeyin asla
olmadığını söylediğini işitti.

32
5
KARANLIĞIN İÇİNE DOĞRU

Jam ie Carperıter rüyasında babasını gördü.


Bir defasında, Jam ie on yaşındayken, babası işten eve geldiğinde
elini ceketinin altına gizleyerek, oğluna bir merhaba bile dem eden
üst katın yolunu tutmuştu. Jam ie’nin annesi Surrey'deki kız kardeşi­
ni ziyarete gitmişti. Jam ie babasını topuklarının üzerine basarak ve
tek tek, ağır adımlar atarak takip etmişti.
Banyonun yarı açık kapısından baktığında babasının ayakta, sağ
elini lavaboya soktuğunu görmüştü. Aynada ve beyaz porselende kır­
mızı benekler vardı.
Jam ie sessizce sahanlıkta ilerledi. Babası musluktan çıkan sıcak
suyu eline tutmuş, suyun ısısı karşısında yüzün buruşturmuştu. Mus­
luğu kapatıp havluya doğru uzandığında Jamie elini görmüştü. Bile­
ğinden dirseğine uzanan kanlı bir kesik vardı. Uzun ve derin yaranın
ortasında kırmızının üzerinde kirli kahverengi bir şey seçiliyordu.
Babası eliyle kesiğin üzerindeki kanı temizleyip parmaklarını
yaranın içine soktu. Dişlerini sıkıp koyu renkli nesneyi kolundan çı­
karırken tiz bir homurtu çıkardı. Jam ie gözlerini nesneye dikti. Tır­
nağa benzeyen, yaklaşık üç santim uzunluğunda, keskin ve pençe

33
W ILL HI LL

gibi kıvrık bir nesneydi bu. Tırn ağın kalın u cu n d a n banyonun parlak
ışığında b em bey a z p arlayan bir et parçası sarkıyordu.
A ğzın d a n bir hayret nidası çıktı. İstem siz bir tepkiydi. Babası ani
bir hareketle ark a sın a d ö n erk en Ja m ie kaskatı kesilmiş ve dili tutul­
m uştu. Babası bir şey diyecekm iş gibi ağzını açm ış, sonra ayağıyla
banyo kapısını kapayarak Ja m ie ’y i karanlık sahanlıkta dikilir halde
bırakm ıştı.

Jamie uyandı. Hareket halinde bir araçtaydı. Arkasında bir yer­


den gürültülü bir araba motorunun gümbürtüsü geliyor, yağ­
mur damlaları başının yakınındaki bir camı dövüyordu. Yavaş­
ça gözlerini açtığında kendisini bir pencereden karanlık bir or­
mana bakar halde buldu. Camın gerisinden hızla geçen ağaçlar
bulanık gözüküyor, gökyüzünden öbek öbek yağmur damlaları
iniyordu. Başını sürücüye doğru çevirdiğinde çığlığı bastı. İç­
güdüsel bir hareketle yolcu kapısının kulpuna ve hareket ha­
lindeki bir arabadan aşağı atlasa ne olacağını umursamadan,
sadece dışarı çıkması ve yan koltukta oturan dehşetten kaçması
gerektiğini düşünerek kulpu çevirdi.
Sürücü motorun sesini bastıran kaim sesiyle, “Boşa uğraş­
ma,” dedi. “Kilitli.”
Jamie kapıya yaslandı.
Yan koltukta Frankenstein’ın canavarı oturuyordu.
Bu bir rüya. D eğil m i? Öyle olması gerek , bu n la r gerçek olam az.
Canavar, “Birisine gözlerini dikmek kaba bir davranıştır,”
dediğinde Jamie gürleyen, sert sesin altında belli belirsiz bir
gülüş duyduğunu sandı.
Zihni kendisini durmadan uyarırken Jamie güçlükle, “Kim­
sin sen?” diye sordu. O n un la konuşm a! Aptal m ısın sen ? K ap a sa n a
çeneni!
“Adım Victor Frankenstein. Kendimi takdim etmiştim. Yok­

34
19. D E P A R T M A N

sa hatırlamıyor musun?”
Jamie’nin başını iki yana sallamasıyla Frankenstein homur­
dandı.
“Bunun olabileceğini düşünmüştüm. İyi ki kapıları kilitle­
mişim.”
Frankenstein gök gürültüsünü andıran bir kahkaha attı.
“Sana ancak izin verilen kadarını anlatabilirim,” diye devam
etti. “Seni güvenli bir yere götürüyorum. Üstüm bilmen gere­
kenlerin neler olduğuna karar verip bunları sana anlatacaktır.”
Jamie, “Üstün kim?” diye sordu.
Yanıt gelmedi.
Sesini yükselterek, “Sana bir soru sordum,” diye yineledi.
“Duymadın mı beni?”
Frankenstein koca kafasını çevirip Jamie’ye baktı.
“Seni duydum,” dedi. “Yanıt vermemeyi seçtim.”
Jamie geri kaçtı. Ardından akima yatak odası penceresinin
eşiğindeki kanın görüntüsünün gelmesiyle hafızası canlandı.
Gözlerini irice açıp, “Annem,” dedi. “Onu almak için geri
dönmeliyiz.”
Frankenstein ona endişe dolu bir bakış attı.
“Geri dönemeyiz,” dedi. “O gitti. Bunu biliyorsun.”
Jamie cebini karıştırıp cep telefonunu çıkardı. Listedeki nu­
maralar arasından annesinin numarasını seçip yeşil düğmeye
bastı ve telefonu kulağına götürdü.
Hiçbir şey olmadı.
Telefonu kulağından çekip parlayan ekrana baktı. Ekranın
ortasında çıkan şebeke logosu gibi sinyal gücünü gösteren çizgi
de yoktu.
Frankenstein, “Burada cep telefonları çekmez,” dedi.
Jamie elini tekrar kapının kulpuna atıp plastik bükülüne
dek çekiştirdi.

35
W ILL HI LL

Frankenstein, “Kes şunu!” diye gürledi. “Seni asfalttan ka­


zımak zorunda kalırsam annene hiçbir yardımın dokunmaz.”
Jamie alev alev gözlerle yüzünü canavara çevirdi. “Arabayı
durdur!” diye bağırdı. “Hemen şimdi durdur! Anneme yardım
etmem gerek!”
Araba yavaşlamadı. Sürücü koltuğundaki iriyarı adam göz­
lerini ona dikti.
Sakince, “Annen gitti,” dedi. “İster inan ister inanma, bu
gerçek beni de neredeyse senin kadar rahatsız ediyor. Ancak
bu gerçeği değiştirmiyor; annen gitti. Karanlıkta koşuşturmak
da onu geri getirmez.”
Jamie öfkeyle iriyarı adamın boynundaki vidalara baktı ve
ilk kez aklı değil ağzı galip çıktı.
“Ben Frankenstein’ı canavarın değil, yaratıcısının adı bilir­
dim,” diye söylendi.
Arabanın frenleri inledi, kilitlenen tekerlekler kayarak dur­
du. Frankenstein derin bir nefes çekti.
Buz gibi soğuk bir sesle, “Beni Victor Frankenstein yaptı,”
dedi. “Evet, bir süreliğine canavardım. Ancak Frankenstein
öldükten sonra onun adını aldım. Onu onurlandırmak için.
Şimdi, başka münasebetsiz sorun yoksa bizi güvenli bir yere
götürmekle meşgul olacağım.”
Jamie başını salladı. Sessizce, “Özür dilerim,” dedi.
Frankenstein yanıt vermedi.
“Özür dilediğimi söyledim.”
Canavar, “Seni duydum,” diye homurdandı. “Özrünü kabul
ediyorum, tıpkı annen için endişelendiğin gerçeğini kabul et­
tiğim gibi. Malum, endişe insanlara akılsızca sözler söyletebi­
liyor. Senden istediğim, Marie ile ilgili endişelerini paylaştığı­
mı bilmen. Ayrıca bu ülkede sadece seni götürdüğüm yerdeki
insanların onu geri getirebileceği gerçeğini kabullenmen. Her

36
19. D E P A R T M A N

şeyden önce de çeneni kapatıp arabayı sürmeme izin vermeni


istiyorum.”
Jamie başını çevirip üzerinde gittikleri yolun sessiz ormanda
bir yılan gibi kıvrılışını izledi. Sık ağaçlar şiddetli yağmurda pus­
lu görünüyor, farlar öyle ücra bir sayfiye için tuhaf biçimde ba­
kımlı kaçan tek şeritli, beton yoldan fazlasını aydınlatmıyordu.
Birkaç dakikada bir sürücü koltuğundaki adama bakıyordu.
Frankenstein’m gözleri yola sabitlenmişti ve Jamie’nin olduğu
tarafa hiç bakmıyordu.
Arabayı çevreleyen orman giderek sıklaşıyor gibiydi. Jamie
öne doğru eğilip boynunu yukarı kaldırdı. Artık gece göğünü
göremiyordu; ağaçlar iki yandan arabanın üzerine eğilmiş, bir-
leşerek dallar ve yapraklardan nüfuz edilemez bir tavan oluş­
turmuşlardı.
Bu mümkün değil. Bu bir tünel. İnsan eliyle yapılmış.
Araba sert bir virajdan dönerken Jamie’nin nefesi kesildi.
Önlerinde büyük, koyu yeşil bir kapı vardı. Eni yoldan
geniş olan kapının tepesi de üstlerindeki sayvanda kayboldu­
ğundan kenarları seçilemiyordu. Kapının ortasında üzerindeki
lambayla aydınlanan büyük, beyaz bir tabela vardı. Yağmurun
ampule çarpmasıyla, tabelanın üzerinde hareketli gölgeler or­
taya çıkıyordu. Tabelanın üzerinde açık kırmızı harflerin kul­
lanıldığı dört satırlık bir yazı vardı:

SAVUNMA BAKANLIĞI
RESMİ SIRLAR YASASI GEREĞİNCE
BURASI YASAK BİR BÖLGEDİR
GİRİLMEZ

Devasa kapı düzgün ve sessiz biçimde kayarak açıldı. Ötesinde


mutlak bir karanlık vardı. Bir anlık sessizliği yağmurun içinde

37
W ILL HIL L

duyulan yapay bir ses bozdu.


“Burası yasak bölgedir. Lütfen onay için aracınızı çekin.”
Frankenstein’ın arabasını kapıdan geçirmesiyle Jamie kısa
süreli bir paniğe kapıldı.
O raya gitm e. B eni ev e götür. Eve gitm ek istiyorum.
Kapının arabanın gerisinde kapanmasıyla ormandan gelen
cılız ışık da kesildi.
Sesin, “Aracınızın vitesini boşa alm” emrini vermesiyle
Frankenstein kendine söyleneni yaptı.
Arabalarının altında, vızıldayarak uyanan makineler hare­
ketlendi. Dışarıdan kestirilemeyecek bir mesafeye kadar gelip
durmalarının ardından altlarından yükselen basınçlı, beyaz
bir gaz bulutu kapalı mekânda kulakları sağır edecek bir gü­
rültüyle arabayı kuşattı.
Jamie içgüdüsel bir tepkiyle uzanıp Frankenstein’m kolunu
tuttu.
“Bu da ne?” diye bağırdı.
Frankenstein, “Bu bir spektroskop,” yanıtını verdi. “Patlayı­
cıların saldığı buharları tespit eder. Araca bir bubi tuzağı yer­
leştirilmediğinden emin olmamızı sağlıyor.”
Jamie’nin elini nazikçe ceketinin kolundan çekip yeniden
kucağının üzerine koydu. Yapay ses bir kez daha konuştu.
“Lütfen tüm yolcuların isimlerini ve kod adlarını belirtin.”
Frankenstein şoför mahallinin penceresini indirip karanlığa
doğru yüksek sesle ve tane tane konuştu.
“Frankenstein, Victor. NS302-45D. Carpenter, Jamie. Kod
adı yok.”
İki halojen projektör aniden ortaya çıkıp arabayı kör edici
beyaz bir ışıkla çevreledi.
Yapay ses, “Kod adı olmayan personelin bu tesise girmesi
yasaktır,” dedi.

38
1 9. D E P A R T M A N

Bunun üzerine Frankenstein pencereden kükredi.


“Kod adı olmayan personelin iznini Seward Henry, NS303-
27A verdi.”
Uzun, her an bir şey olacakmış hissi veren bir sessizlik oldu.
Ses, “Giriş izni onaylandı,” dedi. “Devam edin.”
Projektörlerin kaybolup yerlerini yumuşak bir elektrik ışı­
ğı almasıyla Jamie’nin gözleri hayret içinde büyüdü. En az elli
metre uzunluğunda ve on metre genişliğinde bir tüneldeydiler.
Ortasında arabalarının durduğu, koyu gri bir yürüyen bant ze­
minin büyük kısmını kaplıyordu. İki beyaz beton yol tünelin
her iki yanında uzanıyordu. En az sekiz metre yüksekliğinde
olması gereken bir tavanla kavuşan duvarlar lekesiz ve beyazdı.
Duvarlarla tavanın birleştiği yerde farklı şekil ve ebatta, yürü­
yen banda bakan ışıklar vardı. Jamie yuvarlak projektörlerin ge­
niş dairelerini ve mor lensli dikdörtgen kutuları seçebiliyordu.
Frankenstein derin derin nefes alıp arabayı sıcak havayla
doldurdu. Ardından arabayı yürüyen bant boyunca sürdü. Tü­
nelin sonuna vardıklarında, bir başka kapı ilki kadar sessiz bir
şekilde açıldı. Kapıdan geçerlerken Jamie var olduğunu sadece
birkaç insanın bildiği bir dünyaya ilk kez baktı.
Işıklar arabayı mora ve sarıya boyarken aynı anda hem soğuk
hem de sıcak bir ortam yaratıyorlardı. Arabanın ilerisinde, ara­
larında beşer metre olan ışıklarla aydınlanan asfalt bir şeridin
sonunda geniş, alçak, gri bir kubbe toprağa gömülü bir topun
görünür kısmı gibi zeminden yükseliyordu. Arabanın solunda,
iyice sağda, kırmızı ve beyaz renkte bir çift radar çanağı bo­
dur ve gri iki yapının üzerinde yavaşça dönüyordu. Çanakların
ötesinde, boyunca ışıkların belli aralıklarla yanıp söndüğü, bir
ucunda iki uyarı ışığı olan uzun bir pist vardı. Pistin üzerinde
kısmen alçak kubbenin arkasına gizlenmiş, gövdesi boyunca
kırmızı bir şerit olan bir uçak vardı. Jamie çevreyi gözlerken

39
W I LL HI L L

düzenli bir şekilde kubbenin gerisinden çıkan, sivil kıyafetler


giymiş kadın ve erkeklerin bir kamyonun merdiveninden çıka­
rak uçağın kapısına yürüdüklerini gördü. Gece havasının taşı­
dığı konuşmaları ve kahkahaları işitebiliyordu.
Frankenstein’m gaz pedalına basmasıyla araba yavaşça iler­
lemeye başladı. Jamie boynunu uzatıp çıktıkları tüneli aradı.
Geniş bir yarım daire şeklindeki tünel içinden geçtikleri kapı
tekrar yerine otururken gözden kayboldu. Tünelin iki yanın­
da gördükleriyse yüksek sesle bir şaşkınlık nidası çıkarmasına
neden oldu. Üzerinde yol aldıkları yoldan ayrılan bir diğer yol
geriye doğru kıvrılıp dış kısmı düz, grinin alışılmadık bir to­
nundaki tünele paralel bir şekilde ilerliyordu. Tünelin ağaç çiz­
gisi içinde kaybolmasına on beş metre kala yol yeniden kıvrılı­
yor, bu kez devasa, metal bir çite paralel, dar bir yay çiziyordu.
Jamie’nin gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Bekle,” dedi. “Arabayı durdur. Görmek istiyorum.”
Frankenstein homurdanıp Jamie’ye öfkeli bir bakış atsa da
arabayı durdurdu. Jamie arabanın kapısını hızla açıp ayağını
dışarı attı. Frankenstein’m da arabadan çıkıp yanma geldiğini
duydu. Baktığı şeyi idrak etmeye çalışan Jamie’nin başı dönü­
yordu.
Tepesi düğüm düğüm, keskin dikenli tellerle bezeli metal
tel örgülerden oluşan iç çit en az on beş metre yükseklikteydi.
Çit boyunca, yüzer metre arayla sağlam görünümlü direkler
üzerine oturtulmuş metal küpler gibi görünen gözetleme ku­
leleri dikilmişti. Kulelerde ışık olmasa da Jamie en yakınında­
ki kulede birisinin hareket ettiğini fark etti. Dönüp yüz metre
ilerideki bir sonraki kuleye, sonra sırayla diğer kulelere baktı.
Baktığı yerden, devasa bir çember çizdiği anlaşılan çitin sonu­
nu göremiyordu. Çit, pistin bittiği noktanın ötesine geçip acil
durumlarda kullanılan iniş yolunun uzak ucundaki bir dizi al­

40
19. D E P A R T M A N

çak, dikdörtgen binanın gerisinde gözden kayboluyordu. Jamie


kendi çevresinde dönerek her şeyi iyice sindiriyordu.
Kubbe görüşünü kapattığı için alçak binaların gerisini göre-
miyordu. İyice sağa doğru, pistle aynı hizada, kocaman metal
kapıları kapalı bir bina vardı. Jamie binanın ötesinde, kena­
rı boyunca eşit aralıklarla kulelerin yerleştirildiği inanılmaz
uzunluktaki çitin izlediği yolu tekrar seçebildi. Dalgın bakış­
larla kendisini izleyen Frankenstein’ı umursamadan çevresin­
de dönüşünü sürdürdü. Çitin iç kısmında uzanan yol yeni­
den tünelle buluşana dek uzuyor, sonra geriye doğru kıvrılıp
Jamie’nin bulunduğu yerden en fazla altı metre uzakta merkez
yolla birleşiyordu.
İç çitin ötesinde yüz binlerce lazer ışının çapraz hatlar çi­
zerek kestiği bir toprak parçası vardı. Oluşan şekillerin kar­
maşıklığı dünyanın en iyi mücevher hırsızını bile ağlama nö­
betlerine sokacak cinstendi. Bu metruk alanın diğer kenarının
sınırını en az yolun kenarındaki kadar yüksek ikinci bir çit
çiziyordu. Onun da ötesinde, iç içe geçmiş dallar ve yapraklar­
dan oluşan ve dış çitle arasındaki mesafe her noktasından aynı
olan bir duvar görünümündeki orman vardı. Beş metre genişli­
ğindeki toprak yolun her santimetre karesi dış çit boyunca üçer
metre aralıklarla yerleştirilmiş açık mora kaçan mor ötesi ışıkla
aydınlanmıştı.
Gözleri karşısındaki manzaranın katıksız tuhaflığını doya
doya izlerken Jamie’nin içini heyecan kapladı.
N eresi burası? N eden bunca çit, ışık ve kule var burada? N e giz:
liyorlar?

Gözleri önündeki kırmızı ve mor ışıklara alışınca yanıp


sönen lazer ızgarasının ortasında geniş, yuvarlak lensleri göğe
bakan devasa projektörlerin olduğunu fark etti. Yukarı battı­
ğında şaşkınlıktan ağzı açık kaldı.

41
W ILL H ILL

“Aman Tanrım,” diye fısıldadı.


Görünürde projektörlerden hiç ışık çıkmasa da başını yu­
karı kaldırdığında ne işe yaradıklarını anladı. Tepesinde; gece
havasında yumuşak ve titrek bir ışık yayan, ormanın kenarla­
rından yükselen sık ağaçlardan oluşan devasa bir sayvan ismi­
ni bilmediği bu yerin tepesini tamamen örtüyordu. Aşağıdan
bakıldığında ortaya bir su birikintisi üzerindeki petrol tabaka­
sını andıran düz ve kısmen yarısaydam bir görüntü çıkıyordu.
Görüntünün akıl karıştırıcı bir etkisi vardı.
Şaşkınlığı sesinden anlaşılan Jam ie, “Bu nedir?” diye sordu.
Frankenstein, “Bu bir hologram,” yanıtını verdi. “Meraklı
gözleri uzak tutuyor.”
Bahsi geçen gözlerin kime ait olduğunu sorma isteğiyle mü­
cadele edip, bunun yerine hologramın nasıl çalıştığını sordu.
“Tüm üssün üzerini örten, yansıtıcı parçacıklardan oluşan
havada asılı bir alan var. Projektörler aşağıdan bu alana doğru
hareketli bir görüntü yansıtıyorlar.”
“Dev bir sinema perdesi gibi mi?”
Frankenstein sanki kendisinde doğal olarak var olmayan,
havlamayı andıran tuhaf gürültüler çıkararak güldü.
“Onun gibi bir şey,” dedi. “Tepeden bakan birinin tek göre­
bileceği şey orman olur. Yeterince baktın mı?”
Jam ie’ye hiç de yeterince bakm ış gibi gelmese de dev adama
beklediği yanıtı vermeye karar verdi.
Frankenstein beklemediği, yumuşak bir sesle, “İyi,” dedi.
Birlikte basık, gri kubbeye doğru ilerlediler.
Binanın önünde bir sürü askeri araç; arkası açık, ağır görü­
nümlü bir kamyon; bir dizi cip ve şaşırtıcı ölçüde çok sayıda
sivil arabalar vardı. Ciplerden biriyle perişan durumdaki bir
BM W arasında, asfaltın üzerinde beyaz boyayla ayrılmış bir
park yerinin sınırları çizilmişti. Frankenstein arabayı oraya

42
1 9. D E P A R T M A N

park edip motoru kapattı. Dev adam ve Jam ie arabadan çıkıp


kubbenin az önce üzerinde yol aldıkları yola bakan kısmında
bulunan düz bir girintiye doğru yürüdüler. Binanın gri yapı
malzemesine gömülü bir kapı açık halde onları bekliyordu.
Frankenstein, Jam ie’ye içeri girmesini işaret edip onu takip
etti. İçinde karşılarındaki duvarın tepesinden onlara bakan
oyma bir arma dışında hiçbir şey olmayan, beyaz bir koridora
çıktılar.
Jamie, “Şimdi ne olacak?” diye sordu.
Frankenstein, “Bekleyeceğiz,” yanıtını verdi.
O sırada Jam ie armayı inceledi. İçine basit bir haçı çevrele­
yen altı meşalenin oyulduğu geniş bir çemberin tepesinde bir
taç ve kale kapısı vardı. Çemberin altında, duvara kabartmayla
üç Latince sözcük yazılmıştı.

Lux E Tenebris

Jamie parmağıyla armayı gösterip, “Anlamı ne?” diye sordu.


Frankenstein, “Karanlığın içinden çıkan ışık," dedi. “Büyük
bir adamın en sevdiği ibareydi bu.”
“Kimin?”
Arkalarındaki kapı sessizce kayarak karşı duvarla buluştu
ve yerine oturmasıyla şiddetli bir metalik ses çıkararak kapan­
dı. Önce ağır makinelere hareket veren çarkların dönüşünü
andıran bir ses, sonra da daha sessiz ama nedense meşum bir
etki yaratan ikinci bir metalik gürültü geldi. Aniden, koridorun
uzak ucundaki duvarın yana kaymasıyla arkasından gümüş
rengi bir metal asansör çıktı.
Frankenstein, “Şimdi değil,” deyip koridorda ilerledi. Kısa
bir tereddüdün ardından, Jam ie de onu izledi.
İçinde hiç düğme olmayan asansörün kapısının ikisi girer

43

M
W ILL HILL

girmez kapanmasıyla aşağı doğru inmeye başladılar. Jamie’nin


annesiyle paylaştığı evin kapısından gri paltolu yaratığın geç­
tiği andan beri hissettiği hafif isterinin, midesinin kalkmasına
ve dizlerinin titremesine neden olan o tanıdık ve sıradan hissin
bir gülme krizine tutulmasına neden olacağından endişe edi­
yordu. Kendisini toparlayıp kapının yeniden açılmasını bekle­
di. İkisi durup kapı kayarak açılmaya başladığında akimda az
sonra kim bilir neler göreceği vardı.
Bir yatakhanedeydiler.
Uzun ve geniş odanın her iki yanına zeytin yeşili çarşaf­
lar ve yatak örtüleriyle kaplı ince yataklar dizilmişti. Yataklar,
üzerlerinde hiç yatılmamış gibi düzgündü. Aralarındaki metal
giysi dolapları da yeni gibi parlıyordu.
Frankenstein’a, “Burası ne?” diye sordu.
Canavar yanıt vermek için ağzını açtığında sağır edici bir
siren sesini bastırdı. Jamie eliyle kulaklarını tıkadı. Siren kesil­
diğinde Frankenstein yüzünde endişeli bir ifadeyle ona baktı.
“Birazdan öğreneceksin,” dedi.

44
6
LYCEUMVAKASI, t. BÖLÜM
STRAND CADDESİ. LONDRA
3 HAZİRAN m ? .

At arabası nal sesleri eşliğinde Wellington Caddesi’ndeki Lyce-


um Tiyatrosu’nun uzun sütunları önünde durdu. Yağmur çi­
seliyordu. Yolcusunun inmesini bekleyen arabacı pelerinini
boynuna doladı.
Yaşlı adam sabırsızca, “Çantalarımı getir evlat, ikisini de,”
dedi. Taş kaplı yolun üzerinde, şapkasının önüyle yüzünü ka­
patmış Trafalgar Meydam’na doğru batan güneşi izliyordu.
Uşak, “Evet, efendim,” deyip siyah deriden bir cerrah çanta­
sını ve kahverengi bir evrak çantasını at arabasının arkasından
indirmeye koyuldu.
Londra boyunca çantaları çeken yaşlı at ağırlığın kalk­
masıyla yer değiştirip geriye doğru bir adım atınca at arabası
uşağa çarptı. Çarpmanın etkisiyle uşak ve kahverengi evrak
çantası ıslak taşların üzerine düştü. Ucu sivriltilmiş, tahta bir
kazık çantanın içinden yuvarlanıp smokinli, şişman bir ada­
mın ayaklarının dibinde durdu. Adam güçlükle, oflaya puflaya
eğilip kazığı yerden aldı.
Üstünlük taslayan, kazı andıran bir sesle, “Sen, çocuk,”

45
WILL HILL

dedi. “Dikkat et, olmaz mı? Ayakaltında böyle lanet kütükler


olursa insanlar iki seksen yere yığılabilirler.”
Uşak evrak çantasını yoldan çekip ayağa kalktı.
“Üzgünüm, efendim,” dedi.
Adam, “Üzgün olduğunu görüyorum,” dedi. Kendisi kadar
şişman karısı nüktesine kıkırdayarak karşılık verirken kazığı
uşağa uzattı.
Uşak, yalpalayarak Strand Caddesi’ne doğru yürüyen karı
kocanın ardından bir süre bakıp çantaları yüzünde sabırsızlık
ifadesiyle bekleyen efendisine uzattı. Adam tek keliçıe etmeden
çantaları alıp arkasına dönerek basamakları hızla tırmandı.
Uşak kısa bir süre saygı içinde bekleyip onu izledi.
Yaşlı adam tiyatronun gösterişli kırmızı lobisinde gece mü­
dürünün ikisini karşılamasını bekledi. Çevreye bakınırken,
sola ve sağa uzanan geniş merdivenleri ve duvarları kaplayan,
çoğunun üzerinde kendisini oraya çağıran adam olan Henry
Irving’in yüzü oİan daha eski oyunların afişlerini fark etti.
Shakespeare oyuncusunun yakışıklı, keskin hatlı yüzü ve
güçlü, bariton sesi Londra’da çok iyi tanınıyordu. Yaşlı adam
iki sezon önce onun Othello’sunu izlemiş ve oyununu oldukça
tatmin edici bulmuştu.
“Profesör Van Helsing?”
Yaşlı adam düşüncelerinden sıyrılıp önünde dikilen iriyarı
ve kırmızı suratlı adama baktı.
“Doğru," dedi. “Yanılmıyorsam, siz de Bay Stoker olmalısınız.”
Adam, “Evet, efendim,” diye yanıt verdi. “Lyceum’un gece
müdürüyüm. Bay Irving’in size neden teşrif etmenizi istediği­
mi açıklamış olduğunu sanıyorum.”
“Mesajında bana bir dansçı kızın kayıp olduğunu, işin için­
de bir iş olduğundan şüphe ettiğini ve benim bu tür işlerde
deneyimim olabileceğini yazıyordu.”

46
19. D E P A R T M A N

Stoker, “Aşağı yukarı durum bu,” dedi. “Ancak bu herhangi


bir revü kızı değil. Öyle ki...”
Sesi kesildi. Van Helsing gece müdürünü daha yakından in­
celedi. Yüzü pancar kırmızısı, gözleri sulu, başında alkoliklere
has bir buhar tüten bir adamdı. Belli ki gece işi için gerekli
cesareti şişenin dibinde arıyordu.
Van Helsing sert bir edayla, “Bay Stoker,” dedi.
“Kensington’dan buraya işvereninizin isteği üzerine geldim ve
güneş batmadan bu işi bitirmek istiyorum. Bana bilmediğim
bir şey söyleyin.”
Stoker, biri ona iğne batırmış gibi başını kaldırdı. “Özür
dilerim, efendim,” diye söze girdi. “Şu var ki kaybolan, Jenny
Pembry isimli dansçı kız bu yıl bizi şimdiden beş kez ziyaret
etme inceliğini göstermiş olan Başbakan Gladstone’un gözde-
lerindendi. İki gün önce Fırtma’yı sahnelediğimizde gelip kı­
zın yokluğuna dikkat çekmiş, Bay Irving’de kızın akıbetinin
ortaya çıkarılacağı sözünü vermişti. Başbakana bu vazifesinde
başarılı olamadığını bildirmesinin ardından ona Kensington’lı
ünlü Profesör Van Helsing’e bir telgraf göndermesinin faydalı
olabileceği söylenmiş.”
Dimdik ayağa kalkan ve sesi gür ve derinden çıkmaya baş­
layan Van Helsing, “Ve işte buradayız,” dedi. “Elimizde kayıp
kızın sahne hayatından bıkıp kendisine daha haysiyetli bir
meslek seçmekten daha gizemli bir şey yaptığına dair hiçbir
kanıt ve şüphesiz meseleyi nazara almam gerektiğini düşün­
dürecek hiçbir dayanak yokken, bizler boş bir tiyatroda dikil­
mekteyiz. Burada benden ne beklediğinizi anlamakta güçlük
çekiyorum, Bay Stoker.”
Gece müdürü geriye doğru bir adım attı. Cebinden bir men­
dil çıkarıp alnını hararetle sildi.
Sesi boğazına takılarak, “Efendim, soyunma odalarına ba-

47
W ILL HILL

kacak vakit ayırırsanız...” dedi. “Bay Irving bu durumun baş­


bakanı çok üzdüğünü söylüyor. Dolayısıyla da ona muhtemel
tüm çareleri tükettiğimizi söylemek istemiyorum. Efendim, sa­
dece on dakika, istirham ediyorum.”
Van Helsing önünde duran ufak tefek, kırmızı suratlı adama
baktı ve yatışan öfkesinin yerini derin bir hayal kırıklığının al­
dığını hissetti. Arkadaşlarıyla Transilvanya dağlarından döneli
dokuz ay olmuş ve hiçbiri Drakula Şatosu’nun taş kulelerinin
altında olanlardan alenen bahsetmemiş olsalar da söylentilerin
alıp yürümesiyle kendisine gıcırdayan döşemelerden hayaleti
andıran görüntülere uzanan çeşitli konularda yardım istekleri
yağmaya başlamıştı. Anlaşılan artık kayıp koro kızları da bu
konulara eklenmişti.
Cerrahlık hayatının huzurunu özlüyor, Doğu’da gördükleri
hakkında yaptığı araştırmalara devam etmek istiyordu. Ancak
Baltık’tan endişe verici haberler, kan ve gölge dolu öyküler ge­
liyordu. Neyse ki' iki arkadaşının ölümüne neden olan kötülü­
ğün Londra’ya ulaştığına dair hiçbir belirti yoktu. Tanrı’ya hiç
olmazsa bu yüzden minnettar olunmalıydı.
“Sizden özür diliyorum, Bay Stoker,” dedi. “Söylediğiniz gibi
soyunma odalarına bir göz atacağım.” Arkasına dönüp uşağıyla
konuştu. “Arabaya dönebilirsin, oğlum. Burada yardımını ge­
rektirecek bir durum yok.”
“Efendim, yine de varlığım size rahatsızlık vermediği sürece
size eşlik edeceğim.”
Van Helsing uşağı başından defetmek istiyormuş gibi elini
savurdu. “Ne istiyorsan onu yap.” Stoker’m rehberliğinde kır­
mızı kadife oturaklar ve orkestraya ait bölmenin yanından ge­
çip bir kapıyı açarak sahne arkasına ulaştılar.
Dar geçitlere sahne araçları ve eski oyunlara ait set mobil­
yaları yığılmıştı (Verona setinden tahta bir kule, kırık bir peri

48
19. D E P A R T M A N

tacı, kürklü pelerinler, paslanmış miğferler ve taçlar, dizi dizi


hançerler ve kılıçlar, ahşaptan kopup zemin döşemelerinde kü­
çük yığınlar oluşturan gümüş rengi boya). Gece müdürü, Van
Helsing ve uşağını tozlu koridorlardan geçirirken profesörün
özür dilemesiyle ve artık gizlemeye uğraşmadan ağzına dayadı­
ğı küçük içki matarasından ara sıra aldığı yudumlarla yeniden
tazelenen özgüveniyle durmadan konuşuyordu.
“...Elbette Bay Irving büyük bir adam, gerçekten büyük bir
adam ve yetenekli bir aktör olduğu kadar hoşsohbet bir dost.
Oyuncuları hep ilerlemeye, gelişmeye teşvik etmiş, ümit vaat
edenlere eğitim vermek için vakit ayırmış, ümit vaat etmeyenle­
rin şevkini kırarken ise hep nazik ama çok nazik olmaya özen
göstermiştir. Onca önemli meseleyle uğraşsa da benim küçük
isteklerime kulak verecek vakti her zaman bulmuştur. Erkek er­
keğe, bana yazacağım oyunu okuyacağı sözünü verdi; tabii olur
da o lanet oyunu bitirebilirsem. Ne iyilik! Ne alicenaplık! Benim
korkum ise onun bu lütufkar teklifine asla yanıt verememek.
Oyunun sınırlarını belirlemekte zorlanıyorum ve oyunların
bana uygun ifade araçları olmayabileceği olasılığını kabullen­
mek üzereyim. Belki de aradığım araç romandır? Evet, sanırım
roman buna uyar. Belki de çalışanlarının art arda, iz bırakma­
dan kayboldukları bir tiyatroyu kaleme almalıyım. Bu okuyu­
cuyu eğlendirebilir, bir süreliğine de olsa. Hatta kahramanını
Bay Irving’den esinlenebilirim, o çok büyük bir adam, çok...”
Van Helsing boğuk bir sesle gece müdürünün sözünü kesti.
“Art arda mı?”
Durdular. Önlerindeki kapı bir kilerden birazcık daha ge­
niş, karmakarışık bir soyunma odasına açıldı. Odada hepsi de
tozlu bir aynaya bakan üç küçük masa ve sert tahtadan üç san­
dalye vardı. Köşelerde üst üste yığılmış kostümler ve üzerlerin­
de şarkı sözleri ve replikler olan kâğıtlar vardı.

49
W ILL HIL L

“Efendim?”
“Art arda dediniz. Bana şu Pembry denen kızın Lyceum’da
esrarengiz bir şekilde kaybolan ilk kişi olmadığını mı söylü­
yorsunuz?”
Yüzünden akıl karışıklığı okunan Stoker kaşını sildi. “Şey,
evet, efendim. Başkaları da var. Ancak sizin de söylediğiniz gibi
tiyatro hayatı herkese uymaz. Birçok insan kaderlerini başka
yerlerde aramayı seçer.”
“Başka kaç kişi var?”
“Toplam sayıyı bilmiyorum, efendim. Bildiğim kadarıyla
yakın zaman öncesine kadar dört kişi daha kaybolmuştu. Bir
trompetçi, Titania rolüne çıkan bir yedek oyuncu ve isimlerini
bilmediğimi itiraf etmem gereken iki dansçı kız daha.”
Van Helsing’in, “Demek dört kişi daha!” diye kükremesiyle
Stoker korkudan geri çekilip açık kapı çerçevesine sırtını yas­
ladı. “Bu tiyatronun idarecisisiniz, beş çalışanınız kısa aralık­
larla sırra kadem basıyor ve bu durum size olağandışı gelmiyor
mu? Üstelik bu kayıp olaylarının sonuncusunu araştırmak için
buraya sizin tarafınızdan bile değil de bir politikacının gönlü
olsun diye çağrılmamın ardından bunu bana aktarılmayacak
kadar önemsiz bir ayrıntı olarak mı görüyorsunuz demek! Ba­
yım, siz embesil misiniz?”
Stoker ağzı açık, ona baktı. Ağzını kapatıp duyulamayacak
kadar sessiz bir şeyler mırıldandı.
Van Helsing, “Ne diyorsunuz kuzum? Söyleyeceğiniz bir şey
varsa yüksek sesle söyleyin,” dedi.
Stoker alçak sesle, “Ben sadece gece müdürüyüm,” dedi.
“Bu bir mazeret değil, hem de hiç ve siz bunun gayet farkın­
dasınız. Şimdi dikkatli dinleyin: Son aylarda bu kaybolmalarla
çakışan önemli bir olay oldu mu? Bir düşünün.”
Stoker ifadesiz bir yüzle kendisinden metrelerce uzaktaki

50
19. D E P A R T M A N

uşağına bakmakta olan Van Helsing’e sırtını döndü. Bir süre


gece müdürünü beklediler.
Nihayet yüzünü onlara çevirdi. Gözleri her zamankinden
daha kırmızıydı ve soluk alıp verirken nefesinin kesilmesine
bakan biri her an gözyaşlarına boğulacağını düşünebilirdi.
“Orkestra şefimiz Harold Norris’le ilgili üzücü mesele dı­
şında aklıma önemli bir olay gelmiyor.”
“Ne meselesi?”
“Efendim, Bay Norris endişeli mizacından mustaripti. Altı
ay önce, Bay Norris’in Londra’nın koşuşturmasından uzak­
laşmasının rahatsızlığına iyi geleceği ümidiyle Bay Irving ona
hastalık izni vermişti. Dediğim gibi, efendim, Bay Irving’in ali­
cenaplığı sınır...”
Van Helsing sabırsızca Stoker’ın sözünü kesti.
“Ne oldu?”
“Ne yazık ki Bay Norris öldü. Döndüğünde durumu iyiye
gitmediği gibi yüksek ateş ve açlıktan şikâyet ediyordu. Dönü­
şünün üzerinden iki hafta geçmeden kardeşinden öldüğünü ha­
ber aldık. Geçen aya kadar da yerine geçecek birini bulamadık.”
“Şu Norris denen adam iznini nerede geçirmişti?”
“Romanya’da.”
Uşak derin bir nefes çekti. Van Helsing tehditkâr bir sesle,
“Bu şef nerede yaşıyordu?” diye sordu.
Şaşkınlığı yüzünden okunan Stoke ona baktı.
“Efendim, Harry Norris altmış yaşını geçmiş, iyi yürekli ve
nazik bir beydi ve ömrünün yirmi yılını Lyceum’da geçirdi.
Sizi temin ederim, efendim, o bir karıncayı bile incitmezdi.
Hakkında yanılıyor olsam da zavallı adam öldüğü için bizi bu
gece meşgul eden kayıp olayıyla ilişkisinin olması imkânsız.”
Van Helsing’in eli pelerinin kıvrımları arasından çıkıp gece
müdürünü kolundan kavradı. Stoker çığlığı bastı.

51
W IL L HILL

Yaşlı adam, “Nerede yaşıyordu?” dedi.


Gece müdürü “Bilmiyorum,” diye sızlandı. “Gerçekten bil­
miyorum. Tiyatroyu en son terk eden hep o olurdu. Ayrıca,
yalnız yaşardı. Şimdi, lütfen kolumu bırakın efendim, size yal­
varıyorum!”
Van Helsing Stoker’ı bırakınca beriki hemen eliyle kolunu
tutup dehşet içinde yaşlı doktora baktı.
Van Helsing, “Bu binanın altında ne var?” diye sordu.
Eli hâlâ kolunda olan gece müdürü, “Bilmiyorum,” diye fı­
sıldadı.
“Belki de artık bilme zamanın gelmiştir. Bizi derhal orkestra
bölmesine götür.”
Sesi hâlâ cılız, korku ve acı dolu olan Stoker, “Şu tarafta,”
deyip onları tiyatronun içine doğru götürdü.

Lyceum’un sahne arkasından ikinci geçişleri sessiz oldu.


Gece müdürü onları sessiz soyunma odalarından ve üze­
rinde özenli bir yazıyla Bay H. Irving yazan ayrı bir kapının
ve sırasıyla üzerlerinde MAKYAJ, ATÖLYE, NEFESLİ ÇALGILAR,
VURMALI ÇALGILAR ve ÖZEL yazan kapıların önünden geçir­
di. Dar bir merdivenden aşağı inip orkestra bölmesinin arka
tarafına açılan bir kapıya vardılar. Van Helsing elini Stoker’m
omzuna atıp orkestra bölmesine ilk giren kişi oldu. İtinayla di­
zilmiş sandalyelerin ve nota sehpalarının arasından hızla geçip
şefe ait kabine uzanan iki alçak, ahşap basamağı tırmandı. İçe­
ri girmeden üst basamakta durdu. Uşak ve gece müdürü onun
arkasında orkestra bölmesinin zemininde durdular.
Şefin kabininde zemini örten daire şeklinde kırm ızı bir hah
ve üzerinde The Tempest oyununun ana teması olan gösteriş­
li bir nota sehpasından başka hiçbir şey yoktu. Van Helsing,
Stoker ve uşaktan uzak durmalarını istedi. Elini kabine sokup

52
19. D E P A R T M A N

kırm ızı halının köşesini kavrayıp sertçe dışarı çekti.


Stoker, “Efendim, buna itiraz etmem gerek!” diye bağırdı.
“Bu en...”
Van Helsing onun sözünü kesip, “Buraya gel de itirazında
haklı olup olmadığını gör,” dedi.
Stoker ve uşak şefin kabinine adım attılar. Zeminin tam or­
tasında ağır, ahşap bir kapak vardı.
Van Helsing gece müdürü ve uşağa döndü.
“Buradan sonra çok ama çok dikkatli olun,” dedi.

53
7
BOĞAZINIZI SIKAN BİR EL VARKEN
NEFES ALMAK ZORDUR

Yatakhane mor bir ışığa bürünürken alarm Jamie’nin başının


içinde çınladı. Frankenstein kemerinden bir telsiz çıkarıp üç
haneli bir numara tuşladı. Telsizi kulağına götürüp diğer kula­
ğını devasa eliyle kapatıp dinledi.
“Jamie, “Ne oluyor?” diye bağırdı. Frankenstein elini ona
doğru uzatıp arkasına döndü. Kulağı telsizde söylenenleri duy­
mak için eğilmişti.
Jamie çevresine bakındı. Sol tarafındaki duvarda bir kapı
vardı. Başının içinde çınlayan ve midesini kaldıran gürültüden
ve bu yerden kaçmak ve annesini bulmak için ümitsizce duva­
ra doğru koştu. Frankenstein uzanıp kolunu tutmaya çalışsa da
bunu fark eden Jamie kendine uzanan parmakların arasından
kayarak kapıdan geçti.
Bir şeye çarpıp düz zemine yığılana kadar uzun, gri bir
koridordan geçtiğini anlayacak vakti oldu. Başı sertçe zemine
çarptı. Gözünde şimşekler çakarken birinin kendisine bağırdı­
ğını duydu ve yattığı yerde doğruldu.
“Ne yapıyorsun sen?” Beyaz doktor gömleği giyen kısa boy-

54
19. D E P A R T M A N

lu, şişman bir adam yüzünde müthiş bir öfkeyle tepesinde di­
kilmiş, ona bakıyordu. “Kimsin sen? Ne yapıyorsun burada?”
“Adım Jamie Carpenter,” diye bağırdı. “Bana nerede olduğu­
mu söyleyebilir misiniz? Lütfen.”
Gözleri fal taşı gibi açılan doktor, “Adım ne dedin sen?” diye
bağırdı.
Jamie ismini tekrar söyledi.
“Tanrım. Aman Tanrım.” Doktor, birinin ona ne yapaca­
ğını söylemesini bekler gibi çevresine bakındı. Nihayet elini
Jamie’ye uzatıp, “Benimle gelsen iyi olur,” diye bağırdı. “Sana
bir şey olursa Seward derimi canlı canlı yüzer. Haydi, ayaklan.”
Jamie ayağa kalktı.
“Nereye gidiyoruz?” diye bağırdı.
Doktor bağırarak, “Terminal,” yanıtını verdi. “Bir sorun var,
bu yüzden en güvende olabileceğin yer orası.”
“Neden?”
“Çünkü silahlar orada.”

Alarmın amansız feryadı ve yanıp sönen mor projektörlerden


gelen sesler kafasının içinde çınlayan Jamie sonsuzmuş gibi
görünen koridorlar boyunca koştu. Doktor kısa boyu ve kilo­
larına rağmen yılmaz bir kararlılıkla koşuyordu. Jamie çenesi
kilitlenmiş, gözleri ileri bakan doktora yetişmek için hızlan­
mak zorunda kaldı.
Nihayet, doktor siyah ve sarı çizgili, çelik bir kafesten iba­
ret olan büyük bir asansör platformunun önünde durdu. Ja­
mie asansöre bindi. Doktorun metal sütunlardan birinin üze­
rindeki düğmeye basmasıyla epey yukarılarındaki bir makine
harekete geçti ve platform yükselmeye başladı. İki yolcu elleri
dizlerinde, iki büklüm olmuş halde soluklanmaya çalıştı.
Jamie havayı içine çekip dimdik ayağa kalktı. O sırada orta-

55
W ILL HIL L

sında geniş, köşeli bir şeklin dikildiği, duvarlar ve zemine yansı­


yan mor ışıkların bir görünüp bir kaybolan ayrıntıları (üç koca
çark; koyu renkli, üçgen bir gövde ve neredeyse duvarlara dek
uzanan iki geniş kanat) aydınlattığı ambar gibi bir kattan geçtiler.
Jamie, “O da neydi?” diye sordu.
Bilim adamı hırıltılı bir sesle, “Boş ver onu,” diye yanıt ver­
di. “Gözünü bu asansörden ayırma.”
Jamie ona bakıp omuzlarını silkti ve yüzünü çevirdi.
Şişm a n aptal. B ana n erey e bakacağım ı söyleme.
Başının üzerinde dişliler gıcırdarken asansör yavaşlamaya
başladı. Kasvetli, gri bir asansör boşluğunda yükseliyorlardı.
Asansör boşluğu aniden hareketlilik ve gürültüyle dolu, geniş
bir odaya açıldı.
Geniş yarım daire odanın yanlarından biri uzun ve iyi ay­
dınlatılmış pistin ortasına uzanan geniş bir asfalt alana açılı­
yordu. İçeride, sekizer kişilik iki sıra oluşturmuş siyah giyimli
figürler sırtlarında namluları karanlığa bakan hafif makineli
tüfeklerle devasa açık kapılara doğru bakıyorlardı. Onları gör­
düğünde Jamie’nin içini bir ürperti kapladı.
B u insanları d a h a ö nce gördüm . A sk ere benziyorlar, sanki b u n ­
lar...

Düşüncesinin sonunu getirmeye cesaret edemedi. Gözlerini


karanlık figürlerden uzağa çevirince daha önce beyaz koridor­
da gördüğü, geniş hangar duvarına asılı yuvarlak armayı gör­
dü. Altında geniş yüzeyi neredeyse baştan sona kaplayan aynı
Latince sözcükler vardı.

Lux E Tenebris

Sıraya geçmiş askerlerin arkasında düzinelerce beyaz gömlekli


kadın ve erkek odanın geniş beton zemininde koşuşturuyor,

56
19. D E P A R T M A N

( hangar, burası bir hangar, o dalar bu k a d a r geniş d eğil), tekerlekli


sedyeler ve serum torbalan arasında mekik dokuyor, yüksek
sesle birbirlerine talimatlar veriyor ve sorular soruyorlardı.
Jamie’nin sağında çelik bir kapı bir kepenk gibi kayarak yuka­
rı doğru açıldı ve tepeden tırnağa biyolojik tehlike kıyafetleri
giymiş dört figür plastik oksijen çadırlarıyla kaplı bir çift metal
taşıma arabasını iterek hangara soktular.
Jamie bir motorun uzaktan gelen patırtısını işitti.
Askerlerden biri, “Bir şey yaklaşıyor!” diye bağırdı.
Uzun, bir deri bir kemik bir adam ağır bir çelik taşıma ara­
basının üzerinde duran portatif bilgisayarların gerisinden, “Ne
kadar zaman var?” diye sordu.
“Doksan saniye!”
Hangardaki hareketlilik arttı; doktorlar, bilim adamları ve
askerler dört yana koşarken ayakkabıları ve botları beton ze­
minde patırdıyordu.
Jamie solunda büyük bir çarpmanın etkisini hissedip yerinde
hopladı. Ağır bir metal kapı gürültüyle açılıp sağır edici bir gü­
rültüyle duvara çarpmıştı. Frankenstein hışımla kapıdan girdi
ve büyük başını çevirerek odaya bakındı. Gözleri Jamie’ninkile-
re takıldığında yüzünde mizahi hiçbir yanı olmayan bir gülüm­
seme belirdi.
Frankenstein bir düzine devasa adımla hangarı arşınlayıp
devasa başım eğerek yüzünü tişörtünün boynundan kavradı­
ğı Jamie’yle aynı hizaya getirdi. Bu esnada Jamie olduğu yere
çakılıp kalmıştı. Frankenstein’ın ağzı dümdüz bir çizgi şeklini
almış, çenesi kilitlenmişti. Kocaman burun deliklerinden ver­
diği derin nefesler Jamie’nin alnındaki saçı havalandırıyordu.
B eni ö ldü rm em ek için büyük ça ba şa r j ediyor. H e m d e nasıl.
Frankenstein’m bebekleri koyu maviye çalan iri, şekilsiz
gözlerini Jamie’nin gözlerine dikti. Nihayet canavar konuştu.

57
W I LL HILL

“Bu benden son kaçışın olacak,” dedi. “Anladın mı?”


“Ben...”
Frankenstein, “Bir şey söyleme,” diye gürledi. “Tek kelime
etme. Anlıyorsan başını salla. Mazeretlerini dinlemek istemi­
yorum. A nlıyor m u su n ?”
Jamie başını sallayıp yüzünü çevirdi. Utanç ve aşağılanma
hissiyle gözlerinin kenarında yaşlar birikti. Askerler ve doktor­
ların çoğu yaptıkları işi bırakmış ikisinin yüzleşmesini izliyor­
du; helikopterin kör edici ışıkları hangar kapılarının ötesinden
geniş iniş alanını aydınlattığında bile bakmaya deyam ettiler.
Jamie önünde duran canavarla göz göze gelemediği gibi bakış­
larım onlardan da kaçırıyordu.
Hangarın köşesinde hareketlilik olduğunu fark etti. Boş be­
ton duvarın bir kısmının yana doğru açılmasıyla siyah giyimli
dört figür göründü. Sağ uyluklarında iri, siyah hafif makineli
tüfekler asılıydı, sollarındaysa sırtlarındaki kare tanklara uza­
nan kısa, siyah tüpler vardı. Jamie tüpleri hemen anımsadı.
Frankenstein’m evlerinin oturma odasında ateşlediği silahın
daha küçükleriydi bunlar.
Tanrım , b u n la r gerçek ten oluyor. U yanm ayacağım .
A n n em gerçek ten gitti.

Gizli koridordan çıkan dört asker kapının iki yanma geçti­


ler. İkiye ayrılıp kapının iki yanma geçtiler. Onların muhafız­
lığı eşliğinde bir figür karanlığın içinden hızlı adımlarla çıkıp
hangarın devasa açık tarafına yöneldi. Diğerleri gibi parlak si­
yah bir elbise giymiş olan adamın diğerlerinden tek farkı baş­
lığında koyu mor vizörün olmamasıydı. Jamie adamın alnında
bir parça kır saç gördü. Beton zeminde hızlı adımlarla ilerler­
ken gözleri hangarda gezinip Jamie’ninkilerle buluştu. Şaşkın­
lık adamın yüzüne yayıldı. Askerlerden birine dönüp bir şeyler
söyledi ve hangarda Jamie’ye doğru yürüdü.

58
19. D E P A R T M A N

Aralarındaki mesafeyi hızla kapatan yaşlı adam, “Victor!”


diye bağırdı. Frankenstein çevresine bakındı. Kendisine yak­
laşan adamı görünce sessizce küfretti. Sonra, boş gözlerle
Jamie’ye baktı, yeniyetme bir oğlanı tişörtünün boynundan
kavradığını unutmuş gibi bir kez daha, ancak bu kez yüksek
sesle küfretti.
A slında bana kızgın değil. Ö fkesinin başka bir n ed en i var. K ork ­

m uş görünüyor.
Frankenstein Jamie’yi bırakıp ona dik durmasını söyledi.
Yaşlı adam yanlarına vardığında Jamie isteksizce kendisine
söyleneni yaptı.
Adam bir kez daha, “Victor dedi. “Bana ülkenin en gizli bi­
nasında sivil bir genç oğlanın ne yaptığını açıklayabilir misin?
Kendi iyiliğin için, bunu yapabileceğini umuyorum.”
Frankenstein kapı gibi dik, Jamie ve yaşlı adamın tepesinde
dikildi.
Başlarının üzerinden, “Amiral Seward,” diye seslendi. “Bu
Jamie Carpenter. Alexandru Rosmanov gırtlağını kesmeden
onu evinden aldım. Annesi kayıp, efendim. Aklıma onu götü­
recek başka bir yer gelmedi, efendim.”
Seward, Jamie’nin isminden sonrasını duymamış gibiydi.
İsmi duyunca bariz bir şekilde irkilip büyük bir şaşkınlık için­
de oğlana baktı.
“Jamie Carpenter mı?” dedi. “Adın Jamie C a rp e n ter mı?”
Jamie, “Evet,” dedi. Frankenstein adama efendim diye hitap
etmesi gerektiğini söylediğinde de hiç itiraz etmeden yanıtını,
“Evet, efendim,” diyerek yineledi.
Amiral Seward toparlanıyor, rengi yerine geliyordu.
Jamie’ye, “Olağan koşullar altında, tanıştığımıza memnun
oldum derdim," dedi. “Ancak bu gece olağan bir gece olmadığı
gibi bu günün gündüzü de pek olağan değildi. Sen de...” Bir an

59
W I L L HILL

ne söyleyeceğini bilemese de hem en sonra sözlerini toparladı.


“Seni bürom da görm ek istiyorum, Bay Carpenter. Bu mesele
çözüldüğünde. Victor, ona eşlik eder m isin?”
Frankenstein olumlu yanıt verdi. Helikopterin hangar ka­
pılarının dışına inm esinin ardından her şey çok hızlı gelişti.

Pervaneleri yavaşlayan helikopterin parlak, metal yan kısm ın­


da bir kapı açıldı ve siyah giysili bir figür beton zem ine at­
layıp el işaretiyle bilim adam larını çağırdı. Beyaz gömlekliler
iniş alanına doğru aceleyle koşarken asker helikoptere doğru
uzanıp biyolojik tehlike kıyafeti giyen bir adam ın yere inm esi­
ne yardım etti. Giysinin başlığı yoktu ve yeni yırtılm ıştı. Heli­
kopterin sarı beyaz ışıkları altında rahatsız edici ölçüde parlak
görünen kan yırtığın içinde seçiliyordu. Asker adam ın diğer
kolunu om zuna atıp onu hangara doğru taşıdı.
Am iral Seward hızlı adım larla onları karşılam aya gitti. Sesi
helikopterin gittikçe zayıflayan sesinden gür çıktı.
“Rapor ver,” dedi.
“Efendim, nabzı zayıf ve lökosit sayısı hızla azalıyor. Efen­
dim ....”
Asker rapor verirken biyolojik tehlike kıyafetleri giyen bilim
adam ları onun yanm a gidip bir sedye açtılar. Kolunu askerin
om zundan aldıkları yaralı adam ı sedyeye yatırdılar.
Am iral Seward dönüp tekerlekli sedyeyi üzerinde üçgen
şeklinde, sarı işaretlerinin bulunduğu ağır, metal bir kapıdan
neredeyse koşarak çıkaran bilim adam larını izledikten sonra
dikkatini yeniden içinden başkalarının da çıktığı helikoptere
çevirdi.
Bir diğer asker ve biyolojik tehlike kıyafetli bir kadın heli­
kopterden aşağı atlayıp plastik kaplı bir sedye çıkardılar. Teker­
leklerini açarak sedyeyi hangar kapısına doğru sürdüler. Jam ie

60
19. D E P A R T M A N

sedyenin boş olmadığını görebiliyordu. Üzeri kırm ızı lekelerle


kaplı plastiğin altında karanlık bir şekil vardı.
Sedye aval aval bakan erkek ve kadınlardan oluşan kalaba­
lığa yaklaştığında Seward, “Yol açın,” diye bağırdı. “Tanrı aşkı­
na, bırakın da geçsinler.”
Seward, Jam ie’nin tam yanından geçip önünden seğirttiği
sedyeyi kanatlı bir kapıdan geçirtti. Jam ie sedyeye bakm ak
için ileri doğru bir adım attığında kalbinin hızlandığını hisset­
ti. Plastik örtünün altında bir oğlan vardı. Cildi soluktu. Yok
denecek kadar az nefes alıyordu. Kocam an bir bandaj tomarı
gırtlağındaki tüyler ürperten, derin deliğin içine tıkıştırılm ıştı.
Tanrım, benim yaşımda. Ona ne olmuş?
Koşar adım larla ilerleyen doktorların hangar çıkışm a götür­
dükleri oğlan gözden kayboldu. Korkuyu iliklerinde hisseden
Jam ie sedyenin ardından bakakaldı.
Oradaki ben de olabilirdim.
Helikopterin etrafında bir hareketlilik vardı. Helikopterin
içinden ikinci bir sedye çıkarılıyordu. Diğeri gibi bu sedye de
doluydu.
Jam ie askerlerin ve bilim adam larının arasından güçlükle
geçerek ardına kadar açık hangar kapılarına getirilen sedyeye
ulaştı. Başını öne eğip baktığında korku içinde geriye doğru
sendeledi.
Yüzü acıyla buruşm uş, gözleri hangarın yüksek tavanına
dikili kız ona kısa süre önce saldırm ış olan parktaki kızdı.
Babasının öldüğü gece yüzünü pencerede gördüğü kız.
Yaşadığı şokun etkisiyle Jam ie’nin soluğu kesildi. Kız başı­
nı çevirince onu görüp gülüm sedi ve, “Jam ie Carpenter,” dedi.
Sesi titrek am a bir yandan da çektiği acıyı um ursam am aya ça­
lışır gibi çıkıyordu. Sedyenin arkasındaki bilim adam ı itmeyi
bırakıp Jam ie’ye baktı.

61
W ILL HI LL

Sesinde şüphe ve epey de korku sezilen adam, “Seni nere­


den tanıyor?” diye sordu. “Kimsin sen?”
Jamie boş gözlerle adama bakıp böyle bir soruya ne yanıt ve­
rilebileceğini düşünmeye çalışırken kız yeniden ancak bu kez
Jamie’nin işitemeyeceği kadar alçak bir sesle konuştu.
Jamie plastik çadırın üzerine eğildi.
“Ne dedin?” diye sordu. Arkasında Seward’m neler oldu­
ğunu sorduğunu ve Frankenstein’ın yüksek sesle ve aceleyle
kendisine seslendiğini duydu. Umursamadı. Ağır plastik örtü­
nün gerisinde olmasına rağmen, kızın kahverengi ^gözlerinde
kendisine güzel gelen bir şey vardı. Tekrar eğilip sorusunu yi­
neledi.
Kız, “Senin...hatan,” dedi. Ardından yüzünde yayvan bir
gülümseme belirdi ve acıya dair tüm izler kayboldu.
Bir el omzunu kavradı. Bakmadan Frankenstein’a ait oldu­
ğunu anladı. Ancak daha hareket edemeden, halen plastikle ör­
tülü olmasına rağmen kız yattığı yerde baş döndürücü bir hızla
doğrulup ağzını açtı ve yüzünü Jamie’nin boynuna dayadı.
Jamie kızın plastik örtünün altında kalan dişlerinin sert
uçlarını ve kenetlenmek üzere hareketlenen ağzını hissedince
çığlık attı. Çığlık yattığı yerde doğrulan kızın iki eliyle boğazı­
nı kavrayarak ciğerlerine giden havayı kesmesine kadar sürdü.
Nefes alamıyorum. Beni boğacak.
Kendisini öldürmek üzere olan plastikle kaplı korkunç var­
lığa baktı. Kızın bedeninden yine kan akmaya başlamış, plas­
tik örtünün içini koyu kırmızı lekeler kaplamıştı. Kız inliyor
ve bağırıyor, Jamie’nin boğazını her geçen saniye daha da sert
sıkıyordu. Jamie uzaktan gelen bağırışlar duydu ve iki yeni fi­
gürün (asker mi, bilim adamı mı yoksa başka bir şey mi olduk­
larını çıkartamıyordu) kızı tutup üzerinden çekmeye çalıştık­
larını fark etti. Kızın sol kolu ara ara bir milisaniyeiiğine gırt­

62
19. D E P A R T M A N

lağım bırakıp bu iki kişiyi yere savuruyor ardından ölümcül


baskısını sürdürüyordu.
Jamie, suyun altından gelir gibi çıkan bir sesin, “Vurun onu,”
dediğini duydu. Havai fişekleri akla getiren bir dizi gürültülü
patlama sesi duyuldu. Kızın bedeni ani kasılmalarla sarsılırken
plastik örtünün içine akan kanın bir kısmı kurşunların açtığı
deliklerden dışarı püskürüp ince bir buhar halinde Jamie’nin
yüzüne bulaştı. Tüm bunlara rağmen kız onu bırakmıyordu.
Jamie’nin başı zonkluyor, gözleri kararıyor, göğsü yanıyor­
du. Hemen hava alamazsa çok geç olacaktı.
Gözlerinin kapandığını hissederken iri bir şey giderek da­
ralan görüş alanında uçan bir şey fark etti. Şiddetli bir çatırtı­
nın ardından aniden, büyük bir mutluluk hissiyle gırtlağındaki
baskının kalktığını hissetti. Ağzını açıp ciğerlerine kocaman,
korku dolu bir nefes çekti. Göğsü acıyordu. Başını geriye atmış,
çaresiz kalan ciğerlerini oksijenle dolduruyordu.
Vahşi, muzaffer bir sevinçle ölmeyecek olduğu gerçeğini
idrak etmekle meşgul olduğundan hangarda kopan inanılmaz
yaygarayı fark etmedi.
En azından, bir süreliğine.
Görüşü yeniden düzelip başının içindeki zonklama azalır­
ken tepesinde beliren bir gölgenin üzerine doğru eğildiğini fark
etti. Jamie tepesindeki karaltıya bakınca odaklanan gözlerinin
Frankenstein’a bakmakta olduğunu fark etti.
Frankenstein, “Doğrulabilir misin?” diye sordu. Sesi şaşırtı­
cı ölçüde nazikti. Jamie başını salladı.
Dirseklerinden kuvvet alarak doğruldu ve devasa hangara
bakındı. Bilim adamları ve doktorlar ölen ve yaralanan asker­
lerin etrafında toplanmış olsa da neredeyse herkes yüzlerinde
endişe ve korkuyla ona bakıyordu. İçini bir panik sardı ve göz­
leri kendisine saldıran kızı aradı.

63
W ILL HILL

Frankenstein, zihnini okuyormuş gibi, “Kızı dert etme,”


dedi. “Onu zapt ettiler.”
Sola, açık kapılara işaret etti. Jam ie bakmak için başını çe­
virdiğinde gördüğü şey karşısında yüzünde hafif bir gülüm se­
me belirdi.
İki asker kızı taşıyordu. Kızın sol yanı tamamen şişliklerle
doluydu, kolları ve bacakları gevşekçe sallanıyordu. Jam ie’nin
bakışları altında bilim adamlarından biri kızın boynuna bir
iğne batırdı ve şırıngaya bastırarak kızın şahdam arına açık
mavi bir sıvı enjekte etti. İki doktor sedyeyi yerden alıp düzel­
terek askerlere götürdü. Askerler kızı sedyeye yatırdılar. Dok­
torlar plastik örtüyü eski yerine yerleştirirken Jam ie örtünün
altında yatan figüre baktı. Kızın göğsü yavaşça inip kalkıyordu.
Jam ie sessizce, “Ölmemiş,” dedi. “Ama onu vurmuşlardı.
Kurşunların ona isabet ettiğini gördüm.”
Frankenstein, “Ölmedi” diyerek onu onayladı. “O farklı bir
varlık.”

64
8
LYCOJMVAKASI. 2. BÖLÜM
LONDRA LYCOJM TİYATROSUNUN A LTI
3 HAZİRAN J892

İlk inen uşak oldu. Ellerini üst üste yerleştirerek, kemerinden


sarkan bir lambayla aşağı kaydı. Deliğin içi zifiri karanlık olsa
da gaz lambasının titrek ışığı karanlığı kıyısından köşesinden
aydınlatmaya yetiyordu.
Efendisine, “Ü ç buçuk metre ya var ya yok,” diye bağırdı.
Yaşlı adam ın Stoker’a dört metrelik bir merdiven bulmasını
emrettiğini duyup gülümsedi. Lambasıyla etrafa göz attı.
Büyükçe, yıllarca tozlanıp karanlıkta kaldıklarından üzer­
lerinde gri benekler oluşmuş olan beyaz taşlardan yapılma
yuvarlak bir odadaydı. Odanın duvarlarının içine dört kemer
yapılmıştı. Taşların bir kısmı yerlerinden oynamış da olsa ke­
merleri tutmaya yetiyordu. Ancak aynı şeyi üç kemerin açıl­
dığı geçitler için söylemek m üm kün değildi; tavanlar çoktan
dökülmüş ve kopan parçalar yolu tam amen kapatan molozlar
oluşturmuştu. Dördüncü geçidin önü açıktı ve taş zemininde
ayak izleri vardı.
Uşak arkasında bir merdivenin tahta ayaklarının yere çarp ­
tığını duydu. Van Helsing ve Stoker ellerinde lambalarıyla mer-

65
W I LL H I L L

divenden indiler.
Stoker, “Bu yer de nesi?” diye sordu. Loş ortama ahşan göz­
leri irileşmişti.
Taş duvarlara bakan Van Helsing’in, “Yer altı mezarlıkları,
kilerler veya bunlardan çok daha farklı bir şey,” yanıtını ver­
mesiyle uşak ürperdiğini hissetti. Efendisine hizmet ettiği iki
yıl boyunca onun kendinden emin konuşmadığını ilk kez du­
yuyordu.
Yaşlı profesör geçit veren koridorlardan birinin kemerine
yaklaşıp tozun üzerindeki ayak izlerine baktı.
Geçide ayak basınca, “Bu taraftan,” dedi.
Taş duvarların arasındaki boşluk ancak tek sıra halinde
geçilmesine izin verdiğinden Stoker, Van Helsing’in, uşak da
ikisinin arkasından yürüdü. Van Helsing’in eli ceketinin cebin­
deki bir şeyi sımsıkı kavramıştı.
Van Helsing taş koridorlar boyunca onlara önderlik eder­
ken yol ayrımlarında duraklıyor ve merdivene dönmelerinde
kolaylık sağlaması için tozlu zemine küçük yağ birikintileri bı­
rakıyordu.
Kapkaranlık geçitleri aydınlatan tek şey lambaların titrek,
portakal rengi ışığıydı. İşığın altında kadim taşlardaki boşluk­
lara kaçışan sıçanlar seçiliyor, pembe kuyrukları kalın toz kat­
manında ince çizgiler oluşturuyordu. Ağır, iç içe geçmiş örüm­
cek ağları duvarların arasında sarkıyor, ağların ipeksi iplikleri
üç adamın saçlarına yapışıp yüzlerine değiyordu. Ağları ören
koyu kahverengi örümcekler en yüksekteki sarmallarda bek-
leşiyorlardı. Van Helsing bu iri gövdeli yaratıkları göremese de
orada olduklarını biliyordu. Bozuk taş zemin yer yer kırıklar ve
çöküklerle dolu olduğundan ağır ilerliyorlardı. Uşak oynayan
taşlara basıp dengesini kaybeden Stoker’ı iki kez omzundan
yakalayıp gece müdürünün bileğinin burkulmasını veya daha

66
19. D E P A R T M A N

kötü bir sakatlık geçirmesini önlemişti.


Burası yaralı bir adamı taşımak için uygun bir yer değildi.
Karanlıkta zamanın ilerleyişini ölçmek mümkün olmasa da
olsa bir saat kadar uzun veya on dakika kadar kısa bir zaman
sonunda uzakta, lambalarının aydınlattığı alanın ötesinde bir
ışığın parladığını gördüler. Üç adam ışığa yöneldi.
Yaklaştıkça daha da güçlenen ışık taş duvarlardaki detayları
aydınlatıyordu. Baş hizalarında; dar geçitlerin taşlarına oyul­
muş, kocaman açtıkları üçgen ağızlarından çatal dillerini çıka­
ran, gözleri ustalıkla işlenmiş kırış kırış derilerinden pörtleyen
iblis heykellerinin acayip suratları vardı. Stoker heykellerin
yanından geçerken kendi kendine mırıldandı. Artık matarası
neredeyse ağzından inmiyordu. Uşak olup bitenleri karmaşık
duygularla izliyordu. Labirentin sonunda başları derde girerse
sarhoş bir adama bel bağlamak istemiyordu. Nitekim, başları­
nın derde girmesi epey olası görünüyordu. Öte yandan, gece
müdürünün sorularına yanıt vermeye veya korkmaması için
onu teskin etmeye de hiç niyeti yoktu. Brandy onu sessiz tutu­
yor ve yürümesini sağlıyorsa varsın içsindi.
Işığın kaynağına yaklaştıklarında içinden geçtikleri geçit­
ten çok daha geniş olan süslemeli bir kemerden geldiği ortaya
çıktı. Gerçekten de uşak baktığında duvarlar ve tavanın nazik­
çe dışa doğru açılarak koridoru bir şekilde genişlettiğini göre­
biliyordu. Son derece akıl karıştırıcı bir görüntüydü. Stoker bir
kez daha tökezleyince uşak adamı omzundan tutup doğrulttu.
Gece müdürü mırıltıyla teşekkür etti ve yola devam ettiler. Ta
ki yüksek bir kemerin altından geçip cehenneme girene dek.

Kemer iki yanı meşalelerle aydınlatılan kare bir mağaraya açı­


lıyordu. Duvarlarda iblis heykelleri, insansı figürler ve taşa ka­
zınmış, uşağın ilk kez gördüğü bir dile ait uzun yazılar vardı.

67
W ILL HILL

Ortadaki bir taşın üzerinde kollan ve bacakları iple bağlanmış,


cildi neredeyse saydam denebilecek kadar soluk bir kız vardı.
Stoker, “Bu o,” dedi. “Henny Pembry.”
Van Helsing hızla odayı arşınlayıp kızı incelemeye başlar­
ken, Stoker ve uşak kemerin altında hiç kıpırdamadan duru­
yor, kendilerini çevreleyen dehşeti idrak etmeye çalışıyorlardı.
Odanın dört köşesinde, Lyceum tiyatrosunun kayıp çalı­
şanları vardı.
Sollarında duvara dayanmış çürüyen cesedinden takım el­
bisesi sarkan trompetçi vardı. Kolları ve bacakları yoktu. Yü­
zünde kalan derisinin rengi siyaha yakın bir yeşile çalmıştı.
Stoker yüzünü geçide doğru çevirip elleri dizlerinde öğürür­
ken uşak cesede yaklaştı. Yaklaşırken ölü adamın ağzına tıkan­
mış nota yapraklarını gördü.
Diğer köşede, üzerinde Kraliçe Titania kostümünden geri
kalanlar olan yedek oyuncu vardı. Altın rengine boyanmış
kaba metalden taçı yüzünün çürüyen etinin üzerindeki pırıl­
tısı korkunç bir tablo oluşturuyordu. Onun da bacakları kopa­
rılmış ve yerdeki bale ayakkabıları kopuk bacaklarının önüne
konmuştu. Zalim bir zihinden çıkmış çirkin bir şakaydı bu.
Gözleri yerinde yoktu. Yine de uşak gözlerinin kasten mi oyul-
duğundan yoksa bu son dinlenme yerinde doğal nedenlerden
mi düştüğünden emin olamıyordu.
Kalan iki köşede, bedenleri yüzleri birbirine bakacak şe­
kilde çevrilmiş koro kızları vardı. Bu ikisi diğerlerinden daha
az çürüdüğünden, yüzlerinden hâlâ öldükleri anda çektikleri
acının izleri okunuyordu. Dişleri dökülmüş, gözleri iyice açıl­
mıştı. Her ikisi de çıplak olan iki kızın bedenlerinde kesikler
ve dikişler vardı. Uşak dehşet içinde bunlara at kılından keman
yayına dek uzanan çeşitli nesnelerin neden olduğunu fark etti.
Kızların teninin korku verici, doğal olmayan bir solukluğu var­

68
19. D E P A R T M A N

dı. Damarları görünmüyordu.


Uşağın fark ettiği üzere dört cesedin de boynunda delik
şeklinde bir çift yara izi vardı.
Van Helsing, “Kız ölmemiş,” dedi.
Efendisinin sesini duyan uşak gözlerini koro kızlarının ağı­
na düştükleri korkunç kaderden çevirip sunağa yaklaştı. Sto­
ker da yalpalayarak onu izledi.
Taşın üzerinde inleyen ve sıkıca bağlandığı iplerden dola­
yı sağa sola dönmekte zorlanan Jenny Pembry’nin bilinci yan
açıktı. Uşak kemerinden bıçağını çekip ipleri kesti. Van Hel­
sing kızı nazikçe aşağı indirip Stoker’a emanet etti. Yüzü kor­
kudan bembeyaz olan Stoker kıza isteksizce sarıldı.
Van Helsing, “Tut onu, kahrolası!” diye haykırınca yerinde
sıçrayan Stoker dansçı kızı sıkıca kavradı.
Van Helsing uşağa, “Kam kurutulmuş,” dedi. “Hem de ya­
kın zaman önce. Şahdamarmdaki kan hâlâ sıcak.
Uşak alçak sesle, “Orkestra şefi nerede?” diye sordu.
Van Helsing, “Bilmiyorum,” diye yanıt verdi. “Diğer tünel­
lerden birindeyse daha fazla ışığa ve çok daha fazla adama ih­
tiyacımız olacak. Eğer şef...”
Uşağın omzuna bir damla kan indi.
Uşak ceketinin koyu renkli kumaşını şöyle bir inceledi. İki
adam da başlarını kaldırıp mağaranın tavanına baktı.
Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuş, gözleri kapalı
Harold Norris altı metre kadar tepelerinde, tuhaf bir şekilde
şişmiş bir yarasa gibi odanın taş tavanından baş aşağı sarkı­
yordu. Ağzı ve çenesine Jenny Pembry’nin kanı bulaşmıştı. Üç
adam yukarı bakarken kızıl damlalar aralarında kalan tozlu
zemine yumuşakça düşüyordu.
Van Helsing, “Çok sessiz olun,” dedi. “Onu uyandırmama­
mız gerek.”

69
W ILL HILL

Stoker, “Ona...ne olmuş?” diye sordu. Alkolden fısıltısı zor


anlaşılıyordu.
“Şu an sana açıklama yapacak vaktimiz yok. Hemen bu­
radan gitmeli ve hazırlık yaparak geri dönmeliyiz. Uyanırsa
onunla başa çıkamayız.”
Uşak hâlâ orkestra şefine bakıyordu. Üstünde sallanan,
kırışık, tepesinde beyaz bir yele olan yüz nazik hatta şefkatli
görünüyordu. Norris’in üzerinde takım elbisesi vardı. Ceketi
kanat gibi sarkıyordu. Gömleğinin beyaz yenleri kandan kah­
verengi bir renk almıştı.
Van Helsing, “Evlat!” diye tısladı.
Uşak düşüncelerinden sıyrılıp çevresine bakındı. Efendisi
ve gece müdürü odaya açılan geniş kemerin altında durmuş,
onu bekliyorlardı. Başının üzerinde nazikçe sallanan uyuyan
canavarı uyandırmamak için ses çıkarmamaya dikkat ederek
mağaranın çıkışına yöneldi. Tam diğerlerinin yanma vardığın­
da gözleri korku ve idrak eksikliğiyle fal taşı gibi açılan Stoker
dönüp geçitte koşmaya başladı.
İki adım atmışken bastığı bir taşın yerinden kaymasıyla
yana devrildi. Van Helsing onu ceketinden tutmak için ümit­
siz bir girişimde bulunsa da eli boş kaldı. Koridorun duvarına
çarpmasıyla duvar bir taş yağmuru ve boğucu bir toz bulutuyla
gece müdürünün üzerine devrildi. Bunun üzerine, mağaranın
tavanında asılı duran Harold Norris kızıl gözlerini açıp derin,
hayvani bir hırıltı çıkardı.
Adamlardan hiçbirinin tepki vermeye fırsatı olmadan or­
kestra şefi üzerilerine çullandı. Mağaranın ortasına külçe gibi
düştü ve imkânsız görünen bir hareketle yere birkaç santim
kala kendi ekseninde dönüp dizleri üstünde zemine indi. Baş
döndürücü bir hızla doğrulup göz açıp kapayıncaya kadar ke­
mere ulaştı ve gürüldeyen bir hortum gibi üzerlerine yürüdü.

70
19. D E P A R T M A N

Van Helsing’i boğazından tutup yaşlı adamı odanın ortasına


fırlattı. Yere çarpan Van Helsing sunağa doğru savruldu ve yat­
tığı yerde hareketsiz kaldı. Uşak elini cebinden çıkarmaya ça­
lışsa da çok yavaş kaldı. Şef; o cehennemden çıkma, karanlık
şey içinde siyah ve gümüş rengi beneklerin olduğu koyu kır­
mızı gözleriyle, yüzünde Jenny Pembry’nin kanı ve ağzından
çıkan iki uzun dişle uşağın tepesine indi.
Ayaklarının yerden kesildiğini hisseden uşak havada süzü­
lerek mağaraya doğru uçtu. Aşağısında, başının altında bir kan
gölüyle yatan efendisini gördü ve üzerine doğru gelen taş duva­
rı gördüğünde düşünmeye pek vakti olmadı.
Tek düşünebildiği şey taşa çarpacağı oldu.
Çarptı da.

Stoker ufalanmış duvarın taşları arasında uzanıyordu. Duvarın


ayakta kalan kısmına çarptığı sırtı acı içindeydi ve burnuyla ağzı
tadı iğrenç tozlarla dolmuştu. Duvardan geçip gömleğinin Mapa­
larına yapışan elleri hissetti ve birinin onu geçide doğru sürükle­
diğini fark edince rahat bir nefes aldı. Toz dumanının dağılma­
sıyla kendisini Harold Norris’in gülümseyen, insanlıktan çıkmış
suratına bakar halde buldu. Başını geriye atıp çığlığı bastı.
Şef, “Kes sesini seni zırlak, sarhoş zavallı,” diye tısladı. Ca­
navarın şeflik yaptığı zamanlarda orkestradakilere hitap eder­
ken kullandığı aynı nazik sesle konuştuğunu görmek Stoker’ı
dehşete düşürdü. “Dilini koparırsam, keşke sözünü dinlesey-
mişim dersin.”
Stoker kendisinden yalnızca santimetreler ötedeki yüz ken­
disini deliliğin eşiğine getirse de çığlıklarını bastırmak için
kendisini zorlayarak dişlerini kenetledi. Kendisini konuşmaya;
bir şeyler, toz ve ölüme bulanmış bu yerde ölenlerle aynı kaderi
paylaşmaktan kurtaracak herhangi bir şey söylemeye zorladı.

71
W ILL HIL L

“Harold... Benim, Bram. Bana zarar verme, lütfen. Lütfen.”


Şef güldü ve yanıt vermek için ağzını açtı. Tam o sırada göz­
leri kocaman açıldı ve sivri, tahta bir kazık ucu takım elbisesi­
nin kumaşını deldi. Norris saniyeden kısa bir süre başını öne
eğip baktı ve bedeninden oluk oluk kan akmaya başladı. Püs­
küren kan gece müdürünü tepeden tırnağa kaplarken kolunu
ileri uzatmış halde, elinde sivri uçlu bir kazıkla az önce şefin
dikildiği yerde duran uşağın pelerinini ve şapkasını boyadı.

“Ona ne yapmalıyız?”
“Bilemiyorum. Muhtemelen olup bitenleri anımsamayacaktır.”
“Bu alabileceğimiz bir risk mi?”
Van Helsing ve uşak Lyceum Tavernası’ndaki karanlık bir
odacıkta oturuyorlardı. Önlerindeki masada uzun brendi bar­
dakları vardı. Uşak Stoker’ı omzuna alıp tünellerden orkestra
bölmesine geçirmiş, Van Helsing de aynı şeyi Jenny Pembry
için yapmıştı. Herkes merdivenden çıkınca, uşak geçidin ağ­
zım tıkadı.
Yavaş ilerliyorlardı; Van Helsing sunak taşma çarptığında
başında derin bir kesik oluşmuştu ve yüzeye yaptıkları yol­
culukta iki kez durmak zorunda kalmıştı. Neyse ki neredeyse
katatonik haldeymiş gibi görünse de dansçı kız adım atabildi­
ğinden Van Helsing’in üzerine çok yük bindirmemişti.
Kızı bir atlı arabaya koymuşlar ve arabacıya onu Van
Helsing’in tiyatronun sahnelediği son oyun olan Fırtına’mn
gösterim saatlerinin olduğu buruşturulmuş bir çizelgenin ar­
kasına karaladığı bir notla birlikte profesörün hekim arkadaş­
larından birinin evine götürmesi talimatını vermişlerdi.
Gece müdürü onu taş koridorlarda taşıdıkları tüm zaman
boyunca bir şeyler gevelemiş ve kendi kendine mırıldanmıştı.
Şimdi ise kırmızı bir deri pufta gözleri kapalı oturuyor, uyur­

72
19. D E P A R T M A N

ken göğsü inip kalkıyordu.


Van Helsing, “Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun değil
mi evlat?” diye sordu.
“Evet efendim. Biliyorum.”
“Bunun anlamı işin Transilvanya’yla bitmediği.”
Uşak hiçbir şey söylemedi.
Van Helsing sözlerini, “Bugün üzerine düşen rolü harika
oynadın,” diye sürdürdü. “Sen olmasan, mesele farklı bir şekil­
de sonuçlanabilirdi.”
Uşağın bakışları altında, efendisinin çizgili ve yaşlı yüzün­
de nadiren tanık olduğu bir gülümseme belirdi.
Van Helsing, “Belki de senden bir uşaktan fazlasını çıkara­
biliriz, Carpenter,” dedi.

73
9
ZOR BİR GÜNÜNGECESİ

Frankenstem, Jamie’yi uzun, gri bir koridordan geçirdi. Üze­


rinde kırmız! harflerle REVİR yazan bir kapıya vardılar. Dev
adam kapıyı itip açarak Jamie’yi içeri soktuğunda etraflarını
bir soğuk hava dalgası sardı.
Dizi dizi boş yataklar tek bir lekenin olmadığı tertemiz oda­
ya dizilmişti. Yataklardan birinde helikopterden alınan adam-
ardan biri bilinçsiz halde yatıyordu. Kolundaki yara dehşet
verici ölçüde açık, yüzü hortlak gibi soluktu. Yükseğe asılı bir
torbadan düzenli olarak kan akıyor, kan plastik bir hortumla
adamın sağlam koluna girip orada kayboluyordu.
Odanın uzak ucunda üzerlerinde RÖNTGEN, BİLGİSAYAR­
LI TOMOGRAFİ ve AMELİYATHANE yazan buzlucamlı üç kapı
yardı. Jamie AMELİYATHANE yazılı kapının camından baktı­
ğında içende hummalı bir çalışma olduğunu görebiliyor, yük­
sek perdeden konuşmaları ve mekanik bip seslerini işitebili­
yordu. Ameliyat masasının üzerinde etrafı beyaz şekiller ve
makinelerin dikdörtgen bloklarıyla çevrili bir figür yatıyordu.
Tam o anda kapının cam kısmına parlak kırmızı renkte kanın

74
19. D E P A R T M A N

püskürmesiyle Jamie’nin midesi kalktı.


A rd ın d a n ü zerin d e RÖNTGEN y a z a n kap ı a rd ın a k a d a r açıl­
d ı v e ü z e rin d e b ey az g öm lek o lan o rta y aşlı, y ü z ü k ız a rm ış,
telaşlı b ir ad a m h ızla ü zerlerin e d o ğ ru geldi. A d a m y a n la rın a
v a rın ca d u ru p ceb in d en b ir c e p bilg isay arı çık a rd ı v e bilgisaya­
r ın k alem in i d o k u n m a tik e k ra n ın ü zerin d e gezdirdi.
“İsim?” diye sordu.
Jamie başını kaldırıp Frankenstein’a baktı. Frankenstein
başını sallayarak onay verdi.
“Jamie Carpenter.”
Doktorun yüzünü bir hayret ifadesi sardı. Jamie isminin
duyanlarda neden hayret uyandırdığım merak ediyordu.
Ancak bu sorunun yanıtı bekleyebilirdi. Yorgunluktan göz­
leri doğru düzgün görmüyor, bacakları ıslak çamurdan yapıl­
mış gibi titriyordu. İsmini doğru bir şekilde telaffuz etmek için
bile çaba göstermesi gerekti.
“Belirtileriniz neler?”
Jamie ağzını açsa da daha fazla konuşamadı. Ümitsizce
Frankenstein’a baktı. Frankenstein onun yerine konuşmaya
başladı.
“Post-travmatik bir şok geçiriyor, biri onu boğmaya teşeb­
büs ettiğinden gırtlağı ciddi ölçüde incindi. Ayrıca fiziksel ve
ruhsal açıdan bitik durumda. Dinlenmesi gerek. Bir an önce.”
Doktor başım sallayıp şaşırtıcı bir nezaketle Jamie’nin kolu­
nu tutarak onu en yakın yatağa götürdü. Jamie kolalı çarşafın
üstüne oturup gözlerini Frankenstein’a dikti. Doktor muayene
amacıyla ondan gözlerini açmasını, soldan sağa oynattığı par­
mağını takip etmesini, nefes alıp nefesini bir süre tutmasını ve
stetoskobun soğuk metali göğsünün üzerindeyken nefes ver­
mesini isterken bu talimatları yarı bilinçli bir şekilde yerine
getiriyordu. Doktor, Jamie’nin üzerinde çirkin, irice kabartı-

75
WILL HILL

larm oluşmaya başladığı boynunu inceledikten sonra koluna


bir serum hortumu bağladı. Ardından Frankenstein’a baş başa
konuşmak istediğini söyledi. İki adam hızla kapıya yöneldiler.
Hızlı fısıltılarla sohbet ederlerken Frankenstein ara sıra gözle­
rini Jamie’ye çeviriyordu.
Jamie Frankenstein’a bakarken uyuşmuş zihni dev adama
sormak istediği soruları kurmaya çalışıyordu. Bunu yapama­
dığını fark etti, sözcükler parmaklarının arasından akan kum
taneleri gibi kendisinden kaçıp gidiyordu. İki adam konuşmayı
bitirip yanma döndüklerinde ağzından sadece iki sözcük çıka­
rabildi.
“Ne oldu?”
Frankenstein yatağın kenarına oturdu. Jamie yatağın çelik
çerçevesinin gacırdadığını duydu ve müthiş ağırlığı yatağı yana
yatıran canavara doğru bir iki santim kaydığını hissetti. Fran­
kenstein, Jamie’yle konuşurken doktor serum hortumuna ikin­
ci bir torba bağlıyordu.
Artık açıklama vakti geldi,” dedi. “Senin dinlenmen gerek,
benim de yapmam gereken bazı işler var. Yarın elimden geldi­
ğince her şeyi açıklarım.”
Doktor ikinci torbanın üzerindeki küçük vanayı çevirdi ve
Jamie olağanüstü bir rahatlama hissinin sıcak bir battaniye gibi
üzerine çöktüğünü hissetti.
Bir yandan gözleri kapanırken, “Söz...veriyor musun?” diye
sordu ve Frankenstein’m olumlu yanıtı kulaklarına gelirken
kendisini şuursuzluğun nazik kollarına bıraktı.

Frankenstein ayakta sessizce oğlanı izledi. Jamie’nin göğsü de­


rin uykunun yavaş ritmiyle inip kalkıyordu. Yüzünde huzurlu
bir ifade vardı. Doktor, Frankenstein’a oğlanın en az on iki saat
kendine gelemeyeceğini söylese de onu umursamamıştı. Gözle­

76
19. D E P A R T M A N

rini Jamie’nin boynundaki şişkin morluktan alamıyordu; mor­


luk tanıdık bir öfkenin, boyun eğmesi halinde sadece şiddetle
dindirebileceği bir öfkenin fitilini ateşliyordu.
Öfkesini dizginleyip çocuğu izlemeye devam etti. Ta ki biri
gerisindeki kapının camına tıklayana dek.
Arkasına dönünce Henry Seward ın kendisine baktığını
gördü. Amiral soluk parmağıyla yanma gelmesini işaret edince
Frankenstein revirin kapısını açıp koridora çıktı.
Seward, “Benimle büroma gel, Victor,” dedi. Ses tonu bunun
bir teklif olmadığını açık ediyordu.
İki adam bir dizi gri koridordan geçip sade, metal bir ka­
pının önüne vardı. Seward elini duvara yerleştirilmiş siyah bir
panele koyup başını panelin hemen üzerindeki kırmızı bir
ampulün hizasına getirdi. Kırmızı bir lazer ışınının amiralin
retinasını taramasının ardından karmaşık bir dizi kilit sesinin
ardından kapı açıldı.
Henry Sevvard’m gri, askeri unsurlarla donatılmış bürosu
daha uyumsuz döşenemezdi. Metal kapı açılırken koridora
Darjeeling çayı ve Arabika kahve kokusuyla karışık ahşap ko­
kusu doldu. îki adam odaya girdi.
Seward geleli beri Frankenstein’m amiralin özel odasına
üçüncü gelişiydi. Oysa odanın Stephen Holrmvood a ait oldu­
ğu dönemde orada çok vakit geçirmiş, bir efsane olan Quincey
Harker’ın görevde olduğu zamanlarda ise hesabını tutamayaca­
ğı kadar çok günü bu odada geçmişti. Ancak Seward bu içten
ve sıcakkanlı adamlardan faklıydı; başkalarından fikir almıyor
ve mahremiyetini koruyordu.
Kapı şık ama resmiyeti gözden kaçmayan ahşap panelli bir
konuk odasına açıldı. Maun bir masayla kullanılmayan bir
şöminenin iki yanma yerleştirilen yıpranmış deri koltuklar
arasında köşeleri hafifçe aşınmış, desenleri bulutlar arasında

77
W ILL HI L L

meditasyon yapan bir şivayı tasvir eden bir Hint halısı vardı.
Odanın gerisindeki iki kapı Frankenstein’m bildiği kadarıyla
küçük bir mutfağa ve mütevazı bir yatak odasına açılıyordu.
Amiral Sevvard koltuklardan birine yaslanıp eliyle
Frankenstein’a da aynısını yapmasını işaret etti. Frankenste-
in koltuğa gömülürken deri gacırdadı. Seward’m ona uzattığı
Montecristo marka puro kutusunu reddetti ve 19. Departman’ın
yöneticisinin tahta bir kibritle purosunu yakmasını bekledi.
Yanan uç kiraz kırmızısı bir renk alan dek puroyu içine çe­
ken Sevvard havaya bir duman bulutu üfledi. Nihayet gözlerini
Frankenstein’a çevirdi.
“Carpenter ailesinin yaşadıkları yeri nereden biliyordun?”
Frankenstein’ın tüyleri diken diken oldu. “Oğlan iyi durum­
da, efendim, tabii merak ettiğiniz konu buysa.”
“Bunu duyduğuma sevindim. Ama hayır, merak ettiğim bu
değildi. Carpenter ailesinin nerede yaşadığını nasıl bildiğini
merak ediyorum.”'
“Efendim...”
Sevvard, Frankenstein’m sözünü kesti. “Ben yerlerini bilmi­
yordum, Victor. Bu üsteki diğer hiç kimse de bilmiyordu. Ne­
denini biliyor musun?”
“Sanırım...”
Sevvard, “Çünkü yerlerini bilmemek onların güvende ol­
masını sağlamanın en iyi yoluydu!” diye kükredi. “Çünkü yer­
lerini bir kişi öğrenecek olsa hemen ardından iki kişi, sonra
dört ve giderek daha fazla kişi öğrenir. Kimse bilmediğinde ise
başlarına bir şey gelemez. İşlerin yolunda gitmesi için gereken
bu, Victor.”
Frankenstein sakince, “Efendim, affınıza sığarak bu gece iş­
lerin pek de yolunda gitmediğini belirtmeliyim,” dedi.
Departmanın yöneticisiyle aynı fikirde olmadığını göster­

78
19. D E P A R T M A N

mek için bakışlarını başka yöne çevirmeden doğrudan ona


bakıyordu. Nihayet Seward’ın yüzündeki öfkenin giderek si­
likleştiğini ve aniden yüzüne yorgun bir ifade yerleştiğini fark
etti. Sevvard, “Marie gerçekten kaçırıldı mı?” diye sordu.
“Evet, efendim.”
“Alexandru’nun elinde mi?”
“Şu an için bunun doğru olduğu varsayılabilir, efendim.
Yine de teyit için bir girişimde bulunmamızı talep ediyorum.”
Ve Marie’nin hayatta olup olmadığını öğrenmek için.
Sevvard başını salladı. Tane tane, “Bu zor olabilir, dedi.
“Julian’m ailesine yardım edilmesi konusunda epey isteksizlik
gösterilecektir. Olanlarda Marie ve Jamie’nin hiçbir rolü olma­
ması da durumu değiştirmez.”
Öfke Frankenstein’ın bedenini sardı. “Değiştirmeli, efen­
dim,” dedi. “Değiştirmesi gerektiğini biliyorsunuz.”
“Belki de öyle. Yine de sonuç değişmez.”
İki adam dakikalarca tek söz etmeden oturdu. Amiral puro­
sunu tüttürürken canavar uyumadığı anlarda sıkça yaptığı gibi
öfkesiyle mücadele ediyordu. Sonunda Sevvard yeniden konuş­
maya başladı.
“Ona ne anlattın?” diye sordu.
Frankenstein, “Hiçbir şey,” yanıtını verdi. “Henüz.”
“Peki ona ne anlatacaksın?”
“Bilmesi gerektiği düşündüklerimi. Umarım o kadarı kafi
gelir.”
“Ya gelmezse? Ya her şeyi anlatmanı isterse? Ya babası hak­
kında sorular sorarsa? O zaman ne yapacaksın?”
Frankenstein amirale baktı. “Sadakatimin temellerini bi­
liyorsunuz,” dedi. “Bana bunları sorarsa, bilmesi gereken her
şeyi anlatırım. Babasıyla ilgili konular da buna dahil,
Sevvard dev adama uzunca bir süre baktı ve ansızın yarısı

79
W ILL HILL

içilmiş purosunu söndürerek ayağa kalktı.


Heceleri yutarak, kızgın bir sesle, “Başbakan için bir rapor
hazırlamam gerek,” dedi. “Müsaade edersen işe koyulmalıyım.”
Frankenstein’ın ayağa kalkmasıyla oturduğu koltuk rahatla­
yarak gıcırdadı. Kapıya doğru yürüyen Frankenstein tam açma
düğmesine basacakken Seward masasından ona seslendi. Ar­
kasına döndü.
Seward, “Yerlerini nereden biliyordun, Victor?” diye sordu.
Her ne kadar hâlâ öfkeli olduğu her halinden belli olsa da ağ­
zının kenarlarında belli belirsiz bir gülümseme vardı. “Bu oda­
dan çıkmayacak. Bana söylemen gerek.”
Frankenstein gülümsedi. Dünyanın pek çok karanlık kö­
şesinde birlikte omuz omuza savaştığı Henry Seward’a karşı
büyük bir saygısı vardı. New York’un karlar altında olduğu,
1928’i 1929’a bağlayan o gece ettiği yemini çiğneyecek olmasa
da müdüre bu gizemi ifşa etmesinde bir sakınca yoktu.
“Henüz çocuk beş yaşındayken Julian ona bir çip yerleştir­
miş,” dedi. “Kimsenin onun böyle bir şey yaptığından haberi
yoktu, çipin frekansını verdiği tek kişi de bendim. Son iki yıl­
dır çocuğun nerede olduğunu biliyordum.”
Seward nostalji dolu, yayvan bir gülümsemeyle sırıttı. Gü­
lümsemesi aniden büyük bir keder ifadesiyle yer değiştirdi.
Amiral, “Sanırım bundan başkasını bekleyemezdim,” diye ya­
nıt verdi. “Senden ya da ondan. İyi geceler, Victor.”

80
10
LYCEUMVAKASI, 3. BÖLÜM
EATON MEYDANI, LONDRA
4 HAZİRAN 1892

Jonathan Harker, Dr. John Seward ve Profesör Abraham Van


Helsing, Arhur Holmwood’un Eaton Meydanındaki evinin
misafir odasında ev sahipleriyle birlikte oturmuş, Arthur’un
hizmetçiliğini yapan kızın gümüş bir tepsiden kahve servi­
si yapmasını bekliyorlardı. Kız tamamen karalar içindeydi;
Arthur’un babası Lord Godalming birkaç ay önce öldüğünden
evde hâlâ yas havası hâkimdi.
Masanın ortasında Van Helsing’e o sabah erken saatlerde
ulaşan bir mektup vardı. Mektupta başbakanın Horse Guards
binasında onu acil bir toplantıya çağırdığı yazıyordu.
Kahve servisi bitince Holrmvood, “Teşekkürler, Sally,” dedi.
Kız aceleyle reverans yaparak geri geri gidip misafir odasından
çıktı ve kapıyı kapattı.
Adamlar fincanlarına krem döktüler ve tabaktan aldıkları
bisküviler eşliğinde kahvelerinden birer yudum alıp sırtlarını
sandalyelerine yasladılar. Bir süre hiçbiri konuşmadı. Ardın­
dan Jonathan Harker, Van Helsing’e önceki gece neler olduğu­
nu sordu.

81
W ILL HI LL

Yaşlı profesör fincanını masaya geri koyup gözlerini üç arka­


daşının üzerinde gezdirdi. Dört adam birlikte çok şey yaşamış,
halis kötülükle yüzleşip geri adım atmamış, Kont Drakula’yı
Doğu Avrupa orm anlarından Transilvanya’nın dağlarına dek
kovalamış ve peşinde oldukları avlarıyla aynı ismi taşıyan ka­
dim şatoda büyük bir mücadele vermişti.
Onlarla beraber mücadele verenlerden biri evine döneme-
miş, konta hizmet eden Çingeneler tarafından Borgo Geçidi’nde
öldürülmüştü.
Van Helsing içinden, “Ah Quincy,” dedi. İçimizde en cesur olan
şendin.
“Profesör?” Harker’m konuşmasıyla Van Helsing az önce
kendisine bir soru sorulmuş olduğunun farkına varabildi.
“Evet, Jonathan,” diye yanıt verdi. “Kusura bakma, dün gece
yaşananların yorgunluğu hâlâ üzerimde. Beni m azur gör.”
Harker’m ona nazik bir bakış atıp m azur görülecek bir şey
olmadığını söylemesiyle Van Helsing konuşmaya devam etti.
Onlara Lyceum’un altında yaşadığı macerayı anlatırken
içindeki hatip haz alıyor, anlattığı öykü karşısında diğerlerinin
gözleri fal taşı gibi açılıyordu. Bitirdiğinde misafir odasına ses­
sizlik çöktü; adam lar bir süre profesörün hikâyesini sindirme­
ye çalıştılar. Nihayet, Harker söze girdi.
Yüzünde sesiyle çelişen, dingin bir ifadeyle, “Demek kork­
tuğumuz oldu,” dedi. “Kötülük Kont’la birlikte ölmedi.”
Van Helsing, “Öyle görünüyor,” dedi. “Ama bunun nasıl ol­
duğu benim için de bir muamma. Aklıma gelen tek olasılık
zavallı Lucy’nin Kont’un habis sıvılarıyla dönüşüm geçiren ilk
kişi olmadığı.”
Seward ve Holmwood ürperdiler. Lucy Wentera’nınn ismini
duymak bile her iki adam a hâlâ büyük bir acı veriyordu.
Harker, “Peki neden şimdi?” diye sordu. “Kötülük neden

82
19. D E P A R T M A N

şimdi, yaratığın kendisi öldükten sonra yayılıyor?”


Van Helsing içtenlikli bir ses tonuyla, “Bilmiyorum Jönat-
han,” dedi. “Belki de Kont karanlık gücünü koruyup bir yerde
toplamıştır. Belki de ölümüyle birlikte bunların üzerindeki en­
geller kalkmıştır. Elbette sadece tahminde bulunuyorum.”
Arkadaşlarına baktı.
“Sizden bir şey istiyorum,” dedi. “Her birinizden bana zaval­
lı Harold Norris’le ilgili meselenin münferit bir olay mı yoksa
yaşanacak yeni olayların habercisi mi olduğunu düşündüğü­
nüzü söylemenizi istiyorum. Kısa süre içinde W hitehall’a seya­
hat etmem gerek, itaat etm em gereken bir davet aldım ve baş­
bakanın bazı sorularını yanıtlam am bekleniyor.”
Odanın içini rahatsız edici bir sessizlik kapladı.
Van Helsing, “Bana bunun münferit bir olay olduğum söyleyin,”
diye düşündü. İçinizden biri bana bunu söylesin. Aksi halde kor­
kunç bir durumla karşı karşıyayız
“Sanırım bu sadece başlangıç.”
Kendinden emin ve durağan bir sesle konuşan kişi Arthur
Holmvvood’du. “Kanımca durum ancak daha da kötüye gidebi­
lir. Dürüstçe bunun tersini söylemek istesem de yapamam. Siz
bunu yapabilir misiniz?
Yaşlı profesör onun korku duyduğunu hissediyor,
Holmwood’un yüzü de onun bu düşüncesini yalanlamıyor­
du. Babasının ölümünün onda bıraktığı büyük kederi yalan­
lamadığı gibi. Van Helsing’in içinde önceki yıl sırf sevdiği kıza
evlenme teklif ettiğinden dolayı korkunç olayların içine iste­
meden çekilen ama olayların gelişmesinin ardından büyük bir
cesaret ve ağırbaşlılıkla hareket etmesini bilen arkadaşına karşı
derin bir şefkat uyandı.
Dr. Seward, “Yapamam,” dedi.
Jonathan Harker, “Ben de öyle,” dedi.

83
W ILL HILL

Profesör midesine çöken korkuyu belli etmemeye çalışarak


başını salladı. Sandalyesinin kollarını kavrayıp ayağa kalka­
rak, “Öyleyse hemfikiriz,” dedi. “İçtenlikle yanılmış olmamızı
diliyorum ama içimden bir ses yanılmadığımızı söylüyor. Var­
dığımız sonucu başbakana ileteceğim. Ümit edelim de uyarı­
mıza kulak asacak bilgeliği gösterip bizi şaşırtsın.”

Uşak at arabasını görkemli Horse Guards binasının önünde


durdurdu ve inip Van Helsing’in kaldırıma inmesine yardımcı
oldu. Mavi ceketleri ve altın rengi urganlarıyla göz alıcı görü­
nen Kraliyet Süvari Alayı’ndan iki asker hemen yanlarına ge­
lip orada ne aradıklarını sordu. Uşak paltosunun cebinden çı­
kardığı mektubu askerlere verdi. Askerler geçiş izni vermeden
önce mektubu iyice incelediler.
Binanın kemerli girişinde, üzerinde pırıl pırıl bir frak olan
yaşlıca bir kâhya onlara başbakanın kendilerini İngiliz ordu­
su genelkurmay başkamnm birinci kattaki çalışma odasında
kabul edeceğini bildirdi. Van Helsing ceketini çıkarıp uşağına
verirken kâhya etrafında dört dönüyordu.
Yaşlı adam, “Burada bekle evlat,” dedi. “Sanırım işim biraz
uzun sürecek.”
Uşak başını salladı ve girişteki yüksek arkalıklı, ahşap san­
dalyeye oturdu. Efendisinin ceketini katlayıp dizlerinin üzeri­
ne koydu.
Van Helsing kâhyanın rehberliğinde geniş merdivenlerden
çıktı. Kalın, kırmızı bir hah ayak seslerini boğuyor, İngiliz
İmparatorluğunun en büyük kahramanları yağlı boya gözle­
riyle duvarlardan ona bakıyorlardı.
Birinci kattaki geniş bir koridordan geçip bir kez sağa bir
kez de sola dönerek büyük, meşe bir kapıya vardılar. Kahya
kapıyı açtı ve o önde, Van Helsing arkada içeri girdiler.

84
19. D E P A R T M A N

Kahya onu, “Profesör Abraham Van Helsing,” diyerek tak­


dim ettikten sonra sessizce çalışma odasından çıktı. Yaşlı adam
kapıyı kapatan kâhyayı izledikten sonra odanın uzak ucunda
toplanmış altı adama baktı.
Büyük bir maun masada beklenti içinde Van Helsing’e bakan
Başbakan William Gladstone oturuyordu. Solunda ve sağında
imparatorluğun en güçlü adamlarından beşi vardı: Deniz Ba­
kanı Earl Spencer, Savaş Bakanı Henry Campbell-Bannerman,
Koloniler Bakanı ve Ripon Birinci Markisi George Robinson,
İçişleri Bakanı Herbert Asquith ve Dışişleri Bakanı ve Rosebery
Beşinci Kontu Archibald Primrose.
Van Helsing içinden, “Ne çete ama,” diye geçirdi.
Çalışma odasının karşı tarafına yürüdü. Solundaki duvar­
da yüksek pencereler vardı; pencerelerden bakınca St. James
Parkı’mn geniş yeşillikleri görülüyordu. Sağındaki mermer şö­
minenin ateşi harlayarak yanıyordu. Masayla arasında, yerde;
başı, pençeleri ve kuyruğu tek parça halinde duran ve altı uçlu
bir yıldız şekli oluşturan parlak bir kaplan postu vardı. Onun
arkasında da başbakanın oturduğu sandalyenin tam karşısında
duran tahta bir sandalye vardı.
Van Helsing yüzünde bir hoşnutsuzluk ifadesiyle kaplan
postunun etrafından dolaşarak geçti.
Sesi Van Helsing’in beklediğinden daha tiz ve kadınsı çıkan
Gladstone, “Oturmaz mıydınız Profesör?” diye sordu.
Van Helsing nazikçe, “Hayır, sağ olun Sayın Başbakan,”
dedi. “Ayakta durmayı tercih ediyorum.”
Uyluğum, üzerine dağlama demiri bastırılmış gibi ağrısa da
ayakta durmayı tercih ediyorum. Hiç olmazsa şu iş bitene kadar
beni taşısın, tanrım, bu kadarını çok görme bana.
Gladstone konuşmasını sürdürdü. “Kaplana hayranlıkla
baktığınızı gördüm. Güzel bir erkek değil mi?”

85
W ILL HI LL

Van Helsing sözcüğün üzerine basarak, “Dişi,” dedi. “Ka­


nımca, Sibirya ormanlarında hayatta olsa daha da güzel olur­
du. Efendim.”
Bakan Robinson kısa bir kahkaha attı. Papyonuna kadar
uzanan gür bir sakalın arkasında kısmen kaybolan ağzından
gürleyerek çıkan sesiyle, “Profesör, yanılıyorsunuz,” dedi. “De­
mek istediğim, hayvanın cinsiyeti konusunda değil, şüphesiz
dişidir, yanıldığınız konu menşei. Bu bir Bengal kaplanı, efen­
dim. Bu hayvanı iki yaz önce Yangon’un dışında vurdum.”
Van Helsing dönüp hayvanın postuna baktı ve göz kararıyla
her ikisi de hiç zarar görmemiş olan başın ve kuyruğun boyu­
nu ölçtü.
“Ben öyle düşünmüyorum, efendim,” yanıtını verdi. “Pant-
hera tigris altaica. Sibirya veya Amur kaplanı.”
Robinson’un yüzü kızardı. Alçak sesle, “Bana yalancı mı di­
yorsunuz, bayım?” diye sordu.
Van Helsing zalimce bir keyif içinde, “Satın almış,” diye dü­
şündü. Muhtemelen Singapur veya Rangun’dan. Satın alıp eve bir
av hatırası gibi getirmiş. Ne harika.
“Böyle bir iddiam yok,” yanıtını verirken aldığı keyif sesine
nüfuz ediyordu. “Öte yandan, sizin yanılmış olduğunuz iddia­
sındayım. Postun kalınlığı, kürkün soluk portakal rengi, çizgi­
lerin daha seyrek olması, bunlar Amur kaplanının şüphe götür­
meyen özellikleridir, hem Bengal kaplanı olsa postun genişliği
iki buçuk metreyi bulurdu. Belki de son yıllarda hem Sibirya
düzlüklerinde hem de Bengal’de avlanmış, sonra da kaplanın
hangi seyahatinizden olduğunu karıştırmış olabilirsiniz. Çün­
kü dediğim gibi değilse çıkarabileceğim tek bir sonuç kalıyor.”
Açıkça ifade etmediği suçlamasını çalışma odasının hava­
sında asılı bıraktı. Bakan Robinson ona öldürecekmiş gibi bak­
tıktan sonra iki yaz önce oğlunun Sibirya’da kamp kurduğunu

86
19. D E P A R T M A N

ve eve bazı vahşi hayvan örnekleri getirdiğini, Bengal’de avla­


dığı kaplanın bu örneklerden biriyle karıştırılmış olabileceğini
söyledi.
Hâlâ akranlarının yüzüne karşı yalan söylüyorsun. Yaldızlı bu­
dalalar. Çalımlı saymanlar. Bir an önce bitirelim şu işi.
Başbakan boğazını temizleyip masasındaki yarıya kadar
dolu bardaktan bir yudum su içti.
“Profesör Van Helsing...” diye söze girdi. Bu kez daha sı­
cak ve tok bir sesle, doğuştan siyasetçi olan bir yapmacıklıkla
konuşuyordu. “Dün geceki çabalarınızdan ötürü size şahsen
teşekkür etmek ve Jenny Pembry’nin anne babasının şükranla­
rını size iletmek istiyorum. Kız şu an Whitechapel’de ailesiyle
birlikte sağlığına kavuşmakta ve anlaşılan durumu da gayet
iyi.”
“Teşekkür ederim, efendim.”
“Ancak sonu güzel bitse de yaşanan olay bazı soruları ya­
nında getiriyor, değil mi?”
Van Helsing’in onayına Gladstone başını sallayarak karşılık
verdi.
“Öyleyse, Profesör, dün gece karşılaştığınız yaratığın doğa­
sını ve bu tür konulardaki deneyiminizi bize aktarabilir mi­
siniz? Whitehall’daki dedikodular bizim kulağımıza da geldi;
hepimizin Carfax Manastırı’nda olanlara ve manastırın Tran-
silvanyalı mukimine dair söylentileri duyduğumuzdan da şüp­
hem yok ama ben gerçeği duymak istiyorum, sizin ağzınızdan.”
Yaşlı adam sakince Başbakana ardından da onun etrafını
saran bakanlara baktı.
Akbaba sürüsü gibiler. Kan ve ölümden ne fayda sağlayabilecek­
lerinin derdindeler.
“Tabii ki, efendim,” deyip konuşmaya başladı.

87
W I LL HIL L

Konuşması on dakikadan uzun sürmedi. Bitirdiğinde öykü­


sünün odadaki adamları ikiye böldüğü açıktı. Böyle aptalca
bir hikâyeyi dinlemek zorunda kaldıkları için öfkeden yüzleri
çarpılan Primrose, Robinson ve Campbell-Bannerman ona zır­
deliymiş gibi bakıyordu. Asquish, Spencer ve Gladstone’un ise
beti benzi atmış, gözleri korkudan fal taşı gibi açılmıştı. Van
Helsing anlattıklarına bu üç adamın inandığından emindi.
Dosdoğru başbakana bakıp, “Sorusu olan var mı?” diye sordu.
Gladstone cevap vermek için ağzım açsa da Bakan Robinson
araya girdi. Başbakan ona bu yaptığına yakın zamanda pişman
olacağını ima eden bir bakış atsa da Marki’nin konuşmasına
izin verdi.
Sesi öfkeden titreyen Robinson, “Bu mantık dışı,” dedi.
“Benden uçabilen, insanüstü güce sahip, kan içen ve sonsuza
dek yaşayan adamların varlığına inanmamı istemekle kalmı­
yor, bir de bu özelliklerin bir salgın hastalık gibi yayılacağını
iddia ediyorsunuz demek? Demek bu durumdaki kişiler ancak
kalbin kanının akıtılması veya tahrip edilmesiyle yok edilebi­
liyor?”
Van Helsing, “Kesinlikle öyle, efendim,” diye yanıt verdi.
Robinson, Gladstone’a döndü. “Sayın Başbakan, mesele ger­
çekten şakanın ötesine geçti. Anlamadığım şey...”
Gladstone sakince, “Kapa çeneni, George,” dedi.
Koloniler Bakanı, her an patlayacakmış gibi duruyordu.
Primrose itiraz etmek için ağzını açacakken başbakan alaycı
bir el hareketiyle onu susturdu.
“Senden tek bir kelime daha duymak istemiyorum,” dedi.
“Profesör Van Helsing’in anlattıklarının huzursuz edici, hatta
korku verici olduğunu takdir ediyorum. Ayrıca, bazılarınızın,
belki de hepinizin onun öyküsüne inanmakta güçlük çektiğini­
zi de takdir ediyorum. Ancak Lyceum’un altında gelişen olayla­

88
19. D E P A R T M A N

rın tam olarak anlattığı gibi cereyan ettiğinden tek bir şüphem
yok. Ayrıca kendisi ve arkadaşlarının geçen yıl Transilvanya’ya
yaptıkları yolculuğa dair öyküler hepimizin kulağına geldi. Bu
yüzden ona inanma eğiliminde olduğumu itiraf ediyorum.”
Van Helsing, “Bu adamı yanlış değerlendirmiş olabilirim,” diye
düşündü. Burada hakkını yediğim bir zekâ iş başında.
Gladstone sözlerini, “Ve başbakan olarak...” diye sürdürdü.
“Özellikle de olası güvenlik tehditleri söz konusuyken impara­
torluğun çıkarları için en iyi olanı yapmak benim sorumlulu-
ğumdur. Ben de aynen bunu yapacağım. İtirazı olan?”
Masasından kalkıp arkasında dikilen adamlara tek tek ba­
karak yüzüne karşı konuşmalarını bekledi. Van Helsing’in
bakışları altında, haklı bir öfkeyle resmen titreyen Robinson
konuşmaya yekense de Campbell-Bannerman’in bir el hareke­
tiyle ona ket vurmasının ardından Koloniler Bakanı bakışlarını
çevirdi.
Masasının arkasından çıkıp Van Helsing’e yaklaşan başba­
kan, “Çok iyi,” dedi. Ardından, “Profesör...” diye ekledi. “Ka-
muoyundaki genel kanı bahsettiğiniz konularda en önemli oto­
ritenin siz olduğunuz. Sizce de öyle değil mi?”
Yaşlı adamın bu düşüncede kısmen doğruluk payı olduğu­
nu belirtmesi üzerine Gladstone başını salladı.
“Madem öyle...” diye söze girdi. “Size uzmanlığınızı majes­
telerinin hükümetinde resmi bir mevkide kullanmanızı teklif
ediyorum. Elbette gizlice. İlgilenir misiniz?”
“Bu mevki beraberinde hangi vazifeleri getirecek?”
“Bize ikna edici bir dille aktardığınız hastalığın araştırıl­
ması ve ortadan kaldırılması. Hükümete bağlı departmanın
getireceği tüm imtiyazlarla, masraflar için yıllık çıkarılan bir
bütçeyle ve imparatorluğun tüm kurumlarıyla işbirliği içinde.
Yanında getireceği vazifeler işte bunlar.”

89
W ILL HILL

Başbakan Van Helsing’e bakıp gülümsedi. “Peki, ilgileniyor


musunuz?”

Dr. Seward bir Türk sigarası yaktı. Kokuyu alan Van Helsing’e
sigaraya azıcık afyon karıştırılmış gibi geldi.
Seward, “Ya sonra?” diye sordu. “Ona ne söylediniz?”
Adamlar Arthur Holmwood’un babasının ahşap panellerle
kaplı konforlu çalışma odasına hükmeden kırmızı, deri kol­
tuklarda oturuyorlardı. Van Helsing’in uşağı Horse Guards’da-
ki toplantı biter bitmez efendisini Eaton Meydanı’ndaki eve geri
getirmiş, Arthur onları babası Lord Godalming’in yaşamının
son yıllarının büyük bölümünü geçirdiği üst kattaki odaya
çıkarmıştı. Adamlar sigaralarını ve pipolarını yakmış, yaşlı
adam başbakanla görüşmesini anlatmayı bitirir bitirmez John
Seward ona ilk soruyu yöneltmişti.
Van Helsing, “Ona konuyu düşünmek için zamana ihti­
yacım olduğunu söyledim,” yanıtını verdi. “Ondan yirmi dört
saat istedim, o da razı oldu. Yarın öğleyin yazılı olarak yanıtımı
iletmem gerekiyor.”
Harker, “Ne yanıt vermeyi düşünüyorsunuz?” diye sordu.
Elinde tuttuğu uzun pipo sönmüştü. Pipoyu tamamen unut­
muş gibi, hülyalı bir tavırla tutuyordu.
Van Helsing, “İşin aslı, bilmiyorum,” dedi. “Sanırım büyük
olasılıkla teklifini kabul edeceğim ama bunu yapmakla mutlu
olup olmayacağım size soracağım soruya bağlı.”
Profesör koltuğunun yanındaki büyükçe bir konyak bar­
dağı koydu. Whitehall’dan dönene dek zihni bir yandan
Gladstone’un teklifinin kendisine sağlayacağı olanakları, diğer
yandan da yükleneceği sorumlulukları düşünmekle yorgun
düştüğünden Arthur’un babasının içki dolabını her zamankin­
den biraz daha erken açma teklifini memnuniyetle karşılamıştı.

90
19. D E P A R T M A N

“Baylar...” diye söze girdi. “Dünyamızda kök salan her tür


karanlıktan daha beterine kendi gözlerimizle tanıklık edip aklı
başı yerinde insanların kaldırabileceğinden fazlasını gördük.
Transilvanya dağlarında iyi bir iş çıkardığımızı, katkımız ol­
duğu için hepimizin gurur duyabileceği bir şeyi başardığımızı
düşünüyorum. İçinizden bu konulara bundan sonra karışma­
mak isteyenler olursa, sizi temin ederim ki ne ben ne de bir
başkası sizi kınamaz. Hepimiz yeterince sıkıntı yaşadık ve kan
ve çığlıkların gölge düşürmediği huzurlu bir yaşam yabana atı­
lacak bir şey değil.”
Duraksayıp çalışma odasına göz gezdirdi.
“Bir yanım sizden daha fazlasını istemenin zalimlik olduğu­
nu, hiçbirinizin bunu hak etmediğini söylüyor. Yine de yapaca­
ğım şey bu olacak. Çünkü bu ulusu, tüm ulusları bir vebanın
saracağını ve Harold Norris’in bunun sadece ilk örneği oldu­
ğunu düşünüyorum. Bu sabah hepiniz aynı şekilde düşündü­
ğünüzü söylemiş olsanız da basit bir nedenden ötürü buna ne
kadar inandığınızı iyi düşünmenizi istiyorum. Haklıysak, im­
paratorlukta bizden başka yaklaşan felakete dair tecrübesi olan
kimse yok. Kendi adıma, masumların kanının dökülmesine ve
masum ruhların sonsuza dek kirletilmesine seyirci kalamam.
Tetikte olacağımıza, Kont geri dönecek olursa onunla bir kez
daha çarpışacağımıza yemin ettik. Dönmedi, döneceğini de
düşünmüyorum. Buna karşın, onun içinde yaşayan kötülük
hayatta kaldı ve şimdi ortalıkta geziniyor.”
Van Helsing titreyen eliyle bardağa uzanıp içkiyi bir dikişte
bitirdi.
“Yarın başbakanın teklifini kabul edeceğim. Ama ondan
düşünmek için süre isterken bazı insanlar bana katılmayı ka­
bul ederlerse onlara izin verilmesini de talep ettim. Ona bu
konunun pazarlığa açık olmadığını belirttim. Bu yüzden bir

91
W ILL HILL

zamanlar sizin benden yardım istediğiniz gibi, yardımınızı is­


tiyorum. Size düşünecek daha uzun bir süre verebilmek ister­
dim ama sadece...”
Jonathan Harker araya girip, “Kabul ediyorum,” dedi. Yüzü
soluk olsa da dudaklarında kararlı bir gülümseme vardı. “Dü­
şünecek vakte ihtiyacım yok.”
Dr. Seward, “Benim de,” dedi. Bir sigara daha yaktı ve yakı­
şıklı yüzü dumanla örtüldü.
Arthur Holmwood kararlı bir ses tonuyla, “Benim de öyle,”
dedi. Purosu ve bardağını kenara itmiş, bakışlarını dosdoğru Van
Helsing’e çevirmişti. “Bir dakika bile düşünmeme gerek yok.”
Sağ olun. Sağ olun.
Van Helsing, “Yine de bir dakika düşünün,” yanıtını verdi.
Hepiniz. Çünkü bu yola bir kez çıkarsak geri dönüşü olma­
yacak. Teşkilatımızın varlığını bu odadakilerden başka kimse
bilmeyecek. Hatta Mina bile, Jonathan. Buna hazır mısınız?”
Harker ürperse de ama başını salladı.
Van Helsing, “Hepiniz hazır mısınız?” diye sordu.
Seward ve Holımvood hazır olduklarını söylediler.
Van Helsing, “Öyleyse ortada başbakanı bekletmemiz
için bir neden göremiyorum. Yanıtımızı hemen ileteceğim.”

92
n
ERTESİ SABAH

Jamie şafak sökmeden hemen önce uyandı.


Uyku sersemi halde başım yastıktan kaldırdığında önko-
luna bağlanmış bir iğneye akan serumu gördü. Serumun ta­
kıldığı anı, kızın kendisine saldırmasının ardından bir önceki
günün nasıl sonlandığını anımsamıyordu.
Çarşafları ve battaniyeleri itip bacaklarını yataktan aşağı
sarkıttı. Üzerinde beyaz bir hasta önlüğü vardı. Kendi giysile­
rini bulmak için odaya göz atarken bir bulantı dalgasının be­
denini kaplamasıyla bir an kusacağından endişe etti. Gırtlağı
acıyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. Elini boynuna götür­
düğünde dokuduğunda acıyan bir şişliği fark edip irkildi. Göz­
lerini kapatıp başını dizlerinin arasına soktu ve bir iki daki­
ka sonra bulantı hissi geçti. Yataktan inecekken odanın diğer
ucundaki kapı açıldı ve bir doktor hızlı adımlarla revire girdi.
Doktor, “Bay Carpenter,” dedi. “Lütfen yatağınıza dönün.”
Adamın sesi tanıdık ve buyurgandı. Jamie kendisine söy­
leneni yaptı. Doktor, Jamie’nin yaralı gırtlağını muayene etti,
parmağını delip kan aldı ve küçük bir el fenerini gözlerine tut­

93
W ILL HILL

tu ve ardından kolundaki iğneyi çıkarıp durumunun çok daha


iyi olduğunu söyledi.
Jamie’ye, “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu.
Jamie iğnenin geride bıraktığı düzgün, dairesel deliği ovuş­
turup, “İyi,” diye yanıt verdi. “Buraya nasıl geldiğimi hatırlamı­
yorum. Beni Frankenstein mı getirdi?”
Doktor başını salladı.
“Seni buraya getirip gece uzunca bir süre yanında kaldı. Gi­
deli daha birkaç saat oluyor. Bana uyandığında başka kimseyle
konuşmadan onunla görüşmen gerektiğini iletmemi söyledi.
Bunu anladığından emin olmamı da. Peki anlıyor musun?”
“Sanırım, evet.”
Doktor cebinden bir cep bilgisayarı çıkarıp plastik kalemle
bazı tuşlara bastı.
Bu öğleden sonra gelip beni görmeni istiyorum,” dedi.
“Şişlik inmiş ve su kaybı sorunu ortadan kalkmış. Hâlâ post-
travmatik stresten bir miktar mustarip olabilirsin ama mevcut
koşullar altında seni taburcu edeceğim. Bunu istiyor musun?”
Jamie başını salladı.
“Tamam o zaman. Burada istediğin kadar dinlenebilir, hazır
olduğunda giyinip arkadaşını bulmaya gidebilirsin. Sana bunu
vermemi istedi.”
Doktor elini bir kez daha cebine atıp çıkardığı kâğıt par­
çasını Jamie ye uzattı. Kağıdın üzerinde güzel bir el yazısıyla
yazılmış iki satır yazı vardı.

Kat E
Oda 19

Jamie tek kelime etmeden kâğıdı doktorun elinden aldı.


Adam sonrasında ne yapacağını bilemiyormuş gibi bir süre

94
19. D E P A R T M A N

Jamie’nin başında dolandı. Ardından ona gülümseyip başını


salladı ve revirden çıktı.
Jamie birkaç dakika hareketsiz yattıktan sonra boynu ve ko­
lundaki acıdan dolayı homurdanarak yattığı yerde doğruldu ve
kendisini yataktan aşağı attı. Bacakları titrediğinden bir an yal­
paladı. Kolunu uzatıp beyaz dolabın tepesine tutundu. Denge­
sini kazandığında, çevresine bakındı ve revirin öte yanındaki
bir rafın üzerinde düzgünce katlanmış halde duran giysilerini
gördü. İhtiyatla giysilerin yanma gidip bir yandan önceki gece
olanları anımsamaya çalışarak ağır ağır giyindi. Ardından re­
vire bakındı ve nefesi kesilerek gördüğü manzara karşısında
tutuk hafızası canlandı.
Odanın öteki köşesindeki yataklardan birinde gözleri kapa­
lı, göğsü yavaşça inip çıkan bir adam yatıyordu. Jamie adamın
yanma gidip nefes alışını izledi. Cildi önceki gecekinden daha
parlak görünse de hâlâ soluktu. Sağ kolu bandaj içindeydi ve
yatağının üzerinde sallanan bir plastik torbadaki kan durma­
dan aşağı doğru akıyordu. Jamie kırmızı sıvının plastik tüpten
adamın damarına inişini büyülenmiş gibi izledi.
Biri daha vardı. Bir oğlan vardı.
H afızasın d a c a n la n a n b u so n an ı onu sarstı. Ü zerin d e AME­
LİYATHANE y a z a n k ap ıya b ak tı. Buzlu ca m ın g erisin d e k o y u
b ir şek il y atıyo rd u . C am a d o ğ ru y ü rü d ü . Ö n ü n d e b ir sü re d u ­
ra k sa d ığ ı k ap ıyı y a v a şça iterek açtı.
Çocuk odanın ortasında tecrit edilmiş gibi duran bir yatak­
ta yatıyordu. Yanı başında kocaman cihazlar devamlı bipleyip
ışıklar çıkarıyor, yeşil bir çizgi bir yukarı bir aşağı hareket edi­
yordu. Makinelerden çıkan kablolar çocuğun göğsüne ve kol­
larına bağlanmıştı. Gözleri kapalı, derisi hortlak gibi beyazdı.
Jamie kapının yanında durup hiç kıpırdamadan ona baktı.
Benim yaşımda. Daha bir çocuk.

95
W ILL HILL

Yavaşça odanın öteki yanma geçip örtüleri kolalı, beyaz ya­


tağın yanında dikildi.
“Sana ne oldu?” diye fısıldadı.
Gerisinden gelen bir sesin, “Isırıldı,” yanıtını vermesiyle
kalbi göğsünden fırlayacak gibi oldu. Arkasına dönünce kendi­
sini muayene eden doktorun kapı eşiğinde durduğunu fark etti.
Adam, “Burada ne yapıyorsun?” diye sordu.
Jamie, “Onu hangarda gördüğümü hatırlıyorum,” diye yanıt
verdi. “İyileşecek mi?”
Doktor, Jamie’nin sorusuna aldırış etmeden, “Bir şeye do­
kundun mu?” diye sordu.
Jamie başını iki yana salladı. Sesini hafifçe yükselterek so­
rusunu yineledi. “İyileşecek mi?”
Doktor yatağın ucuna yürüdü ve bir klipsi açıp metal bir
çizelge çıkardı. Çizelgeye hızlıca göz gezdirip tekrar yerine yer­
leştirdi. Ardından gözlerini ovuşturup Jamie’ye baktı.
Yumuşak bir sesle, “Kesin konuşmak için henüz erken,”
dedi. “Çok miktarda kan kaybetti ve kan nakli esnasında kalbi
durdu. Kalbini yeniden çalıştırsak da oksijen eksikliğine bağlı
olarak beyni hasar görmüş olabilir. Son çare olarak barbitürat
koması uyguladık. Şimdi tek yapabileceğimiz beklemek.”
Jamie boş gözlerle doktora baktı.
Kalbi durdu. Barbitürat koması uyguladık. Kalbi durdu.
Güçlükle, Ne kadar?” diyebildi. “İyi olup olmayacağını ne
zaman anlarsınız?”
Doktor omuz silkti.
“Birkaç gün, ya da daha uzun bir süre. Beynindeki şişlik
inince onu uyandıracağız. Sonra durumuna bakacağız.”
Adam hızla başını salladı. Jamie’ye tekrar baktığında ona
karşı resmi bir tavır takındı.
Haydi, çık buradan,” dedi. “Git ve Albay Frankenstein’ı bul.

96
19. D E P A R T M A N

Bir daha da buraya izinsiz girme. Bu oğlanın durumu çok has­


sas ve önümüzdeki yirmi dört saatin hayati önemi var.”
Jamie gözlerini oğlanın kusursuz, soluk yüzünden ayırama-
dan geri geri kapıya doğru yürüdü. Yüzünde hiçbir çizgi, kırı­
şıklık veya leke olmayan oğlan bir manken gibi görünüyordu.
Jamie kapıya uzanırken, “Adı ne?” diye sordu.
Bir kez daha çizelgeyi gözden geçirmekte olan doktor,
“Matt,” dedi. Yanıt verirken başını çizelgeden hiç kaldırmamış­
tı. “Matt Brovvning.”

Jamie revirin dışındaki koridorda yürürken bir asansör bula­


bilmek için gri duvarlara baktı. Koridorun sonunda zeminden
tavana dek uzanan, düz, siyah bir pano vardı. Panoya birkaç
adım kala sağındaki duvarda üzerinde ÇAĞIR yazan bir düğ­
me gördü. Başparmağıyla düğmeye basıp bekledi.
Sadece saniyeler sonra önündeki duvar yana kayarak açıldı
ve metal bir asansör göründü. Asansöre girip bel hizasında­
ki siyah bir panele gömülü floresan sarısı düğmeleri inceledi;
düğmelerin üzerine 0, A, B, C, D, E, F, G ve H yazıyordu. C
düğmesinin ışığı kırmızıydı.
Eh, en azından nerede olduğumu biliyorum. Bu bir başlangıç.
Doktorun verdiği kâğıt parçasına baktı.
Kat E. îki kat aşağısı.
Jamie aniden günışığına ve temiz havaya büyük bir özlem
duydu. Bu tuhaf yerin daha derinlerine gitmek istemiyordu.
0 düğmesine bastı. Kapı sessizce ardında kapandı ve asan­
sör hafif bir vızıltı ve metallerden gelen yumuşak tıkırtılar eş­
liğinde yükselmeye başladı. Kapılar tekrar açıldığında Jamie
karşısında bir başka gri koridor buldu. Ancak bu yeni kori­
dorun farkı sonunda sarı ve siyah çizgili, kanatlı bir kapının
olmasıydı. İçinden bir ses Jamie’ye kapının saldırıya uğradığı

97
W ILL HILL

hangara açıldığını söylüyordu.


Kapıya doğru yürürken üzerindeki duvardaki ince dijital
panoyu fark etti. Panoda sarı ve yeşil büyük harfler durmadan
sağdan sola kayıyordu.

0652/22.10.09/NÖBET DEĞİŞİMİ:
NORMAL/TEHDİT DÜZEYİ.3

Yediye on var. Evde olsaydım daha alarmımın çalmasına daha elli


beş dakika vardı.
Sessizce çift kanatlı kapıya yürüyüp kapılardan birini ha­
fifçe araladı. Piste açılan büyük sürme kapıların kapatılmış,
hangarın terk edilmiş olduğunu gördü. Jamie spor ayakkabı­
larının beton zeminde çıkardığı sesten rahatsız, kocaman oda­
nın ortasına yürüdü.
Devasa çift kanatlı kapının sağ tarafındaki bir kapının üze­
rindeki tokmağı çevirmeyi denedi. Tokmağın dönmesiyle, ka­
pıdan geçerek serin ve ışıltılı sabah havasına adım attı.

Jamie Carpenter önce hangarın önündeki geniş, beton kaplı


iniş alanından sonra da çimlik bir alandan geçerek geniş, dai­
resel üssü ortasından kesen uzun piste yöneldi. Ayaklarıyla as­
faltı döverek, kollarını bir yukarı bir aşağı oynatarak, zihninde
annesinin yüzü ve yüreğinde endişeyle pistte koşmaya başladı.
Sağa döndü ve pistin o kısmı boyunca dizilen barakalardan
ikisinin arasından hızla geçip çimle kaplı bir açıklığa vardı.
Hızlanarak uzakta beliren yüksek tel örgüye ve onun gerisin­
de kalan, bulutsuz gökte boyayla çizilmiş bir bulutu andıran
parlak kırmızı lazer ağının oluşturduğu devasa projeksiyona
doğru koştu.
Ancak tel örgüye yaklaştığında çevresindeki ortamda abes
kaçan bir şey gördü. Yüksek tel örgünün gerisinde, kırk beş

98
1 9. D E P A R T M A N

metre kadar ileride, çim zeminin muhtemelen altı metre çapın­


daki bir kesitine bir gül bahçesi kurulmuştu.
Bahçe bel hizasında, kırmızı tuğlalardan yapılmış bir du­
varla çevrilmişti. Duvarda yönü üsse bakan bir boşluk vardı.
Bahçenin içinde kalaslarla döşenmiş bir yol arka duvarla biti­
şik, iki yanı akla gelebilecek her renkte; kırmızı, beyaz, pembe,
sarı ve hatta siyaha kaçacak kadar mor güllerle kuşatılmış ya­
rım daire bir alana açılıyordu.
Jamie adımlarını yavaşlatıp duvardaki boşluktan geçti. Çi­
çeklerin kokusu aniden dört yanını sardı. Çeşit çeşit çiçeklerin
birbirlerinden zor ayrılan kokularının soluğunu kesecek kadar
yoğun, kuvvetli ve keskin bileşimi onu çarptı. Bahçenin uyum-
s\ji2 güzelliğiyle mest olmuş halde dar tahta yolda yürüdü. Bah­
çenin arka tarafında tuğla duvara raptedilmiş metal bir plaka
gördü. Önünde eğilip plakaya sade ve zarif harflerle kazınmış
sözcükleri okudu.

JOHN VE GEORGE HARKER’IN ANISINA


NASIL YAŞADILARSA
ÖYLE ÖLDÜLER:
YAN YANA

Jamie sırtı duvara dönük, plakanın yanma oturdu ve göz­


lerini kapattı. Havada güllerin kokusuyla, kendisini hiç his­
setmediği kadar yalnız hissederek ve annesinin nerede hatta
hayatta olup olmadığını düşünerek orada oldukça uzun bir
süre oturdu.

Uzunluğunu kestiremediği bir sürenin ardından çimde ayak


seslerinin çıkardığı hışırtıları duydu. Alçakta durduğundan
bahçenin duvarlarının ötesini göremiyordu. Bu yüzden kendi­
sine yaklaşan kişi veya kişilerin yanına gelmesini bekledi.

99
W ILL HILL

Alçak tuğla duvarın üzerinde beliren kafa yeşil gri arası


renkteydi ve üzerinde gülünç bir şekilde yandan yarılmış bir
tutam saç vardı. Altındaki boyundan iki kaim metal vida çıkı­
yordu. Frankenstein boşluktan devasa bedenini yan çevirerek
geçip girişten içeri adımını attı. Tahta yolda yürürken adımları
kalasların üzerinde sağır edici, yaklaşırken Jamie’ye dönük na­
zik gülümsemesiyle çelişen meşum bir ses çıkarıyordu.
Üzerinde koyu gri bir takım olan Frankenstein’ın Beyaz
gömleğinin yaka düğmesi açıktı. Sağ kalçasından Jamie’nin
oturma odasında ateşlediği büyük metal tüp sarkıyordu. Tek
söz söylemeden Jamie’nin yanına oturdu. Bahçede oturmak ve
ılık sarı ışığıyla bahçeyi dolduran güneş ışığı ona haz veriyor
gibiydi.
Jamie sessizce, “Beni nasıl buldun?” diye sordu. Bakışları
yanındaki adama değil önündeki güllere odaklanmıştı.
Frankenstein asap bozucu bir neşeyle, “Yerdeki kızıl ötesi
sensörlerle,” yanıtını verdi. “Monitörlerde hoş bir ısı izi bırak­
tın. İzini sürmek zor olmadı.”
Jamie homurdandı.
“İyi, buldun işte. Ne istiyorsun?”
“Seninle konuşmak istiyorum, Jamie. Bilmen gereken şeyler
var. Kabullenmekte zorlanacağın şeyler.”
“Mesela?”
Canavar gözlerini ondan uzağa çevirdi. Konuşmaya başladı­
ğında sesi yumuşak çıkıyordu.
Uzun zaman önce Carpenter ailesini korumak için bir söz
verdim. Atalarından biri beni kurtardı. Ben de onun anısına
yarım yüzyıldan uzun bir süredir bu sözümü tutuyorum.”
“Hayatını mı kurtardı?”
Frankenstein, “Evet,” deyip Jamie’ye baktı. “Ama sana şimdi
anlatmak istediğim başka bir hikâye. Diğerini başka bir zama-

100
19. D E P A R T M A N

na saklıyorum.”
“Ama...”
“Bana bir şey sorma. Sana yanıt vermeyeceğim. Bu yüzden
vaktimizi boşa harcamayalım.”
Jamie canavara baktı. Frankenstein’ın ona bakışında sevgiye
yakın bir şeyler var gibiydi. Ne yaşanmıştı da onda böylesi bir
sadakati uyanmıştı? Aniden Frankenstein’ın hangardaki öfkesi
anlam kazanmıştı; Jamie’yi her an başına bir şeyler gelebilecek
bir yerde elinden kaçırdığı için kendisine kızmıştı.
“Tamam,” dedi. “Bu kadar mı? Sanırım değil.”
“Verdiğim sözün hakkını verebilmemin en iyi yolunun bil­
men gerektiğini düşündüklerimi sana anlatmam olduğuna ka­
naat getirdim. Şu noktadan sonra hayatının normale dönmesi
için geç olduğunu düşünüyorum. Tabii ki normal bir hayat sür-
düysen. Sence de öyle değil mi?”
Jamie basitçe, “Evet,” yanıtını verdi.
Frankenstein başını sallayıp konuşmasını sürdürdü.
“Babanın sana ailenden pek de bahsetmediğinden şüphe
ediyorum. Yanılıyor muyum?”
“Bana bebekken ölen bir amcam olduğunu ve büyükbaba­
mın İkinci Dünya Savaşı’nda pilotluk yaptığını söylemişti. He­
men hepsi bundan ibaret.”
“İkisi de doğru. Christopher Amcan doğumda, baban henüz
altı yaşındayken ölmüştü. Büyükbaban John ise bol madalyalı
bir pilottu. Britanya Savaşı’nda bir Hurricane uçurmuştu. Bunu
biliyor muydun?”
Jamie başını iki yana salladı.
“İyi bir adamdı. 1939’da Kraliyet Hava Kuvvetleri’nden ayrı­
lalı dokuz yıl olmuştu. Ancak Britanya’nın Hitler Almanyası’na
savaş açmasıyla sana anlatacağım öykünün ilk kahramanı olan
büyük büyükbabanın tüm itirazlarına rağmen yeniden orduya

ıoı
W I LL HILL

yazıldı.”
Jamie, “Onun hakkında bir şey bilmiyorum,” dedi. “Adını
bile bilmiyorum.”
“Adı Henry Carpenter’dı. O da iyi, en az oğlu kadar iyi bir
adamdı. Bugüne kadar, en azından son yüz elli yıldır ailenin
başına gelen her şeyin nedeni ise onun gerçekten büyük bir
adam, ismini muhtemelen bildiğini düşündüğüm bir efsane
için çalışıyor olmasıydı. Profesör Abraham Van Helsing.”
Jamie köpek havlamasını akla getiren, kısa, alaycı bir kah­
kaha attı. Bunu kasten yapmamış, sadece kendisini tutamamış­
tı. Canavar derin bir kızgınlıkla ona bir bakış attı.
Haydi ama. Ciddi olamazsın.
Canavara gülümseyerek, “Van Helsing gerçek değildi” dedi.
“Drakula kitabını ben de okudum.”
Frankenstein Jamie’nin gülümsemesine gülümsemeyle kar­
şılık verdi.
“İster inan ister inanma, okumuş olman hikâyemi daha ko­
lay anlamanı sağlayacak,” dedi.
Jamie korka korka, “Frankenstein’ı da okudum,” dedi.
Canavar, “Aferin,” dedi. “Şimdi devam edebilir miyim?”
Jamie hayal kırıklığı içinde, “Evet,” dedi. Tüm cesaretini
Mary Shelley’nin romanından bahsetmeye vakfetmişti.
“Teşekkürler. Şimdi, kabullenmen gereken bazı gerçekler
var. Ne kadar çabuk kabullenirsen o kadar iyi olur. Profesör
Van Helsing gerçekti. Drakula öyküsü ve tüm kahramanları da
gerçekti; her şey tam olarak o tembel ayyaş Stoker’m yazdığı
gibi oldu. Harker’ın kaçış planlarını sekteye uğratan ayartıcı
dişi vampirler kurmaca; yazarın kendi hayalleri onlar. Kontun
yarasaya, kurda veya benzeri şeylere dönüşmesi de öyle. Ancak
geri kalanlar gerçeğe epey yakın. Tüm bunların anlamı, açık­
ça ifade etmem gerekiyorsa, vampirlerin gerçek olduğu. Tabii

102
19. D E P A R T M A N

buna inanmakta o kadar zorlanacağını sanmam; dün iki vam­


pirle karşılaştın zaten.”
Jamie kendisini midesine bir yumruk yemiş gibi hissetti.
“Bana saldıran kız...”
“Bir vampirdi. Doğru. Oturma odanda ateş ettiğim adam
da öyle. Adı Alexandru Rusmanov. Burada oturup bu sohbeti
yapıyor olmamızın asıl nedeni de işte o adam.”
“Kim o? Anneme... Anneme ne yapacak?”
“Ona sonra geleceğim. Drakula’yla ilgili mesele 1891’de, bü­
yük büyükbabanın Profesör VanHelsing’in evinde çalışmaya
başlamasından iki yıl sonra baş gösterdi. Transilvanya’ya yapı­
lan yolculuktan sağ salim dönen adamların isimlerini şüphesiz
hatırlıyorsundur...”
Jamie düşünceli bir edayla, “Harker,” dedi. “Birinin adı
Harker’dı.”
Dönüp bahçe duvarındaki bronz plakaya baktığında üze­
rine kazınmış isimleri gördü ve zihnindeki taşların yerlerine
oturmaya başladığım hissetti.
Ona inanıyorsun. En azından inanmaya başladın. Tanrım.
Frankenstein, “Jonathan Harker,” diye ekledi. “Doğru. Pro­
fesör Van Helsing, John Seward, Arthur Hohmvood gibi, o
da eve döndüklerinde tetikte olacağına ve gerektiği takdirde
Dracula’yla yeniden yüzleşeceğine dair söz vermişti.”
Oğlan derin bir soluk aldı.
Frankenstein sözlerini, “Ancak buna gerek olmadı,” diye
sürdürdü. “Bana inan, Dracula öldü. Ne yazık ki dünyadaki tek
vampir o değildi; sadece ilk ve en güçlü olandı. Bir zamanlar
bir insan, Eflak ülkesinin prensi Vlad Tepeş’ti. Birçok insanı
katleden korkunç bir adamdı. 1475’te ordusunun son savaşını
kaybetmesiyle yandaşlarının çoğuyla birlikte ortadan kaybol­
du. Ta ki bir yıl sonra Transilvanya’da Kont Drakula ismiyle

103
W ILL H IL L

ortaya çıkana dek. Yanında Eflak ordusundaki en sadık gene­


ralleri vardı. Üç erkek kardeşi; Valeri, dün karşılaştığın Ale-
xandru ve Valentin. Sadakatlerinin bir ödülü olarak Drakula
onları ve onların eşlerini de kendisi gibi yaptı. Dört yüz yıl
boyunca dünyada onlardan başka vampir yoktu. Güçleri ve
ölümsüzlükleri başka insanları dönüştürmelerini yasaklayan
Drakula tarafından kıskançça gözetiliyordu. Ancak Drakula
öldürülünce kuralları da onunla birlikte yok oldu ve kardeş­
ler diğer insanları dönüştürerek kendi ordularını kurdular. On
dokuzuncu yüzyılın son yıllarında, salgın yayılmaya, başladı.
Hâlâ da yayılmaya devam ediyor.”
Frankenstein duraksayıp gırtlağını temizledi. Çıkan ses bir
buldozer motorunun çalışmaya başladığında çıkardığı gürül­
tüyü andırıyordu.
“Bu teşkilat, şu an içinde bulunduğun üs, dün karşılaştı­
ğın insanlar o adamların tetikte olma yeminlerinin birer uzan­
tısı. Teşkilat katlanarak büyüdü ve Rusya’da, Amerika’da,
Hindistan’da, Almanya’da ve Mısır’da benzer teşkilatlar kura­
rak şu an etrafını çeviren şeye dönüştü.”
Frankenstein, Jam ie’ye muzipçe sırıttı.
“Ancak doğası gereği var olmayan bir teşkilat bu. Çatısı
altındakiler dışında varlığımızdan haberdar olan sadece baş­
bakan ve genelkurmay başkanı. Kimse teşkilattan veya onun
bir üyesi olduğundan bahsedemez. Büyükbaban da üyelerden
biriydi. Baban da. Beş yıl kadar sonra sana da üye olma şansı
verilecek.”
Frankenstein sustu. Jam ie onun sadece duraksayıp duraksa­
madığından emin olmak için bir süre bekledi. Frankenstein’m
konuşmayı bitirdiği belli olunca az önce kendisine anlatılanla­
ra ne karşılık vereceğini düşünmeye koyuldu.
“Demek...” diye söze girdi. “Bana babamın hayatını vampir­

104
19. D E P A R T M A N

lerle savaşarak kazanan bir gizli ajan olduğunu söylüyorsun.


Gerçek dünyada gerçekten var olan gerçek vampirler. Doğru
mu? Buna inanmamı mı bekliyorsun?”
Frankenstein, “Gerçeği söylüyorum,” yanıtını verdi. “Seni
zorla inandıramam.”
“Bunun kulağa ne kadar çılgınca geldiğini anlıyorsun sanı­
rım. Değil mi?”
“Bunları hazmetmenin zor olduğunu biliyorum. Bu şekilde
öğrendiğin için de üzgünüm. Ama gerçek bu.”
“İyi de vampirlerden bahsediyoruz burada.”
Canavar, “Sadece vampirler değil,” dedi. “Kurt adamlar,
mumyalar, zombiler ve daha başka birçok canavar da gerçek.”
“Kurt adamlar mı? Yok artık.”
“Evet, Jamie, kurt adamlar.”
“Dolunay, gümüş kurşunlar... Bunlar da mı gerçek?”
Frankenstein, “Gümüş kurşunlara gerek yok,” dedi. “Nor­
mal kurşunlar da gayet işe yarıyor. Öte yandan, hep ayın kont­
rolü altında oldular.”
Şüphelerine karşın, Jam ie’nin ilgisi iyice artmıştı. “Neye
benziyorlar?” diye sordu. “Hiç onlardan birini gördün mü?”
Frankenstein başını salladı.
“Korkunç, azap içinde yaratıklar,” dedi. “Vahşiler ve içgü­
düleriyle hareket ediyorlar. Umarım onlardan biriyle asla kar­
şılaşmazsın.”
Jamie duraksadı. Temkinli bir şekilde, “Peki senin konu­
mun ne?” diye sordu.
Frankenstein, “Okumuş bir çocuksun,” dedi. “Bunu sen çı­
kar.”
“Ama Frankenstein sadece bir romandı,” yanıtını verdi.
“Drakula gibi mi?”
“Eh... Evet.”

105
W I LL HILL

Frankenstein yüzünü çevirdi. Sessizce, neredeyse kendi


kendine konuşuyormuş gibi “O sefil küçük kız,” dedi. “Acımı
dünya için bir eğlenceye çevirdi.”
Jamie konuyu değiştirmeye çalıştı. “Peki babamın öldüğü
gece ne oldu? Yani, gerçekte ne oldu?”
Bir an için canavarın yanıt vereceğine ihtimal vermedi.
Frankenstein gözünü uzaklara dikmiş, hatıralar arasında kay­
bolmuştu. Ancak hemen sonra soruyu anlamak için kendisini
toparlıyormuş gibi başını iki yana sallayıp cevap verdi.
“Şu an bunu duymaya hazır olduğunu düşünmüyorum.”
Bu sözdeki acımasızlık Jamie’nin kalbini kırdı. Kendisini
toparlasa da bunu hemen yapamadığı için hisleri kendisini iz­
leyen Frankenstein’ın gözünden kaçmadı.
Jamie, “Ya yarın?” diye sordu.
Frankenstein, “Alexandru baban öldüğünden beri seni ve
anneni arıyordu. Dün seni buldu,” diye yanıt verdi. Jamie’nin
yüzündeki ifadeden-sıradaki sorusunu anlamıştı. “Nasıl yaptı­
ğını henüz bilemiyoruz. Ama buldu işte.”
“Neden hâlâ hayattayım.”
“Şu kız, ismi Larissa, seni öldürmekle görevlendirilmişti.
Ancak bunu yapmadı.”
“Neden?”
“Nedenini biz de bilmiyoruz. Senden başka kimseyle ko­
nuşmayacağını söylüyor.”
Aniden gözleri büyüyen Jamie, “Benimle mi?” diye sordu,
“Neden ben?”
“Şimdi bunu dert etme.”
“Ya annem? O... Öldü mü?”
“Alexandru’nun anneni fidye için kaçırdığını düşünüyoruz.”
“Anneme karşılık ne istiyor?”
Frankenstein büyük bir kederle oğlana baktı.

106
r
19. D E P A R T M A N

“Seni, Jamie.”

Canavar ve oğlan uzunca bir süre sessizce oturarak o korkunç


sözleri sindirmeyi beklediler. Nihayet Frankenstein ayağa kalk­
tı. Gölgesi Jamie’yi tamamen örttü. Elini oğlana uzattı. Jamie
uzanan eli tutup Frankenstein’m yardımıyla ayağa kalktı.
Frankenstein’la birlikte tahta yoldan geçip gül bahçesinden
çıktı. Sessizce geniş alandan alçak kubbeye doğru yürüdüler.
Boş pistten geçerlerken Jamie nihayet konuştu.
Duygularını açık eden titrek bir sesle, “Buranın adı ne?”
diye sordu.
Annem. Ah, Tanrım, annem. Annem o gri paltolu yaratığın elin­
de.
Frankenstein kolunu devasa, dairesel üsse işaret etmek için
savurarak, “Buraya mı?” diye sordu. “Burası Gizli Askeri Tesis
303-F. Ama herkes buraya Flalka der. Nedenini anlayacak ka­
dar zeki olduğuna eminim.”
Jamie çember şeklindeki, kocaman üsse bakıp gülümsedi.
“Üssü kastetmedim,” dedi. “Teşkilat. Teşkilatın adı ne?”
Frankenstein gülümsedi.
“Bunu da sana Amiral Sevvard söylesin,” yanıtını verdi. Seni
şimdi ona götüreceğim.”
“Beklemesi gerekecek.”
“Nedenmiş o?”
“Çünkü dün beni öldürmeye kalkışan kızı görmek istiyo­
rum. Hemen şimdi.”

107
12
KAN KIRM IZI BİR Ü fTliF

Frankenstem ’m asansörün panelinde H’ye basmasıyla aşağı in­


meye başladılar. Ağzı ince bir çizgi şekli alm ış olan dev adam

h Z m f ™ ° nÛne bakly° rdU' J a m k ° m n klZgm oîduğ ™ u an-

Asansör kapıları yuvarlak bir odaya açıldı. Jam ie’nin önün­


de kaim , hava kilitli bir kapı ve bir diyafon paneli vardı. Bunlar
dışında, duvarlar boştu. Arkasındaki asansör kapıları tıslaya­
rak kapanm aya başlayınca arkasına döndü. Hâlâ asansörde
olan Frankenstein ona bakıyordu. Jam ie ileri atılıp elini kapa­
nan asansör kapılarından birinin önüne koyarak m ekanizm ayı

“Ne yapıyorsun?” diye bağırdı. “Beni burada böyle tek taşr


m a bırakam azsın!”

Frankenstein gergin ve aksi bir sesle yanıt verdi.


Buraya inm ek istedin. Bunu yapm anı ben söylemedim
Şimdi Am iral Seward’m yanm a gidip onunla görüşmeye te­
nezzül etmediğini, bunu ancak uygun gördüğünde yapacağını
söylemem gerek.”

108 ı
19. D E P A R T M A N

Jam ie dev adam a baktı. Kapılar yeniden kapanm aya başla­


yınca elini yeniden araya soktu am a bu kez hiçbir şey söyleme­
di. Kendisine aynı şekilde gözlerini ona dikerek karşılık veren
Frankenstein’la bir süre bakıştı.
Kapılar üçüncü kez tısladığında Jam ie bu kez kapanm aları­
na engel olmadı. Frankenstein’ın yüzü yana doğru kayan me­
tallerin gerisinde kaybolurken ona canavarın yüzündeki ifade
yum uşam ış, bir şey diyecekmiş gibi dudakları aralanm ış gibi
geldi. A ncak kapıların buluşmasıyla Frankenstein gitti.
Jam ie gözlerini asansörden ayırıp arkasında du ran diyafon
panelini inceledi. Metal dikdörtgenin aşağısındaki küçük düğ­
meye basıp bekledi. Tam tekrar basacakken diyafondan gelen
bir sesle irkildi.
“Kodu girin.”
Jam ie diyafonun üzerine eğilip m etal ızgaraya konuştu.
Bunun ne anlam a geldiğini bilm iyorum ,” dedi. Sesinin tit­
rek çıkm ası onu utandırm ıştı.
“İsminizi belirtin.”
“Jam ie Carpenter.”
Uzun bir sessizlik oldu.
Nihayet ses, “Geçin,” dedi ve büyük, kapının hava kilidi bir
hava dalgası çıkararak açıldı.
Jam ie kapının tutam acını eline alıp son derece ağır oldu­
ğunu düşündüğü kapıyı yüklendi. Kapının kolayca açılm asıy­
la geriye doğru tökezledi ve düşm emek için tu tam aca yapıştı.
Kapı tüy kadar hafifti.
Bir tür karşı denge olmalı. Kilitli olduğunda dinamitle bile açıl­
mayacağına bahse girerim.
Kapıdan içeri adım ını atıp ebatları ancak bü yükçe bir dolap
kadar olan beyaz bir odaya girdi. Az önce içinden geçip kapat­
tığı kapının karşısında ikinci bir kapı vardı. K apının kilitleri-

109
W I LL HIL L

nin açılmasını bekledi.


Hiçbir şey olmadı.
Aniden içini kaplayan panik Jamie’nin gırtlağında düğüm­
lendi. Kendisini dar, yerin kim bilir ne kadar altında olan bu
yerde kilitli bırakmıştı. Alnından terler damladı ve bir anda
duvarlar içeri ilk adım attığı ana kıyasla daha yakınmış gibi
geldi. Ellerini uzatıp parmak uçlarıyla yerlerinden oynayacak­
ları umuduyla duvarlara dokunsa da tek bir hareket yoktu.
Ardından ışıkların kesilmesiyle çığlık atmamak için dişle­
rini kenetledi.
Bir saniye sonra, her yanını kızıl ötesi ışınlar kapladı. Bir
yandan da duvarlarda küçük kapaklar açıldı ve içlerinden dar
odaya beyaz bir gaz püskürmeye başladı.
Her şey başladığı kadar hızlı bitti. Işıklar yeniden açıldı ve
ikinci kapı metalik bir gürültüyle açıldı. Jamie ileri doğru atı­
lıp omzuyla yüklenerek kapıyı açtı ve odadan (tabut, bir tabut
gibiydi) çıktı.
İki büklüm halde, elleri dizlerinde hızlı hızlı soluk aldı. Pa­
niği sona erince ayağa kalkıp çevresine bakındı. Tavana gömü­
lü kare floresan ışıklarla aydınlanan uzun ve dar bir koridor­
daydı. Sağında düz, beyaz bir duvar, solunda kaim, saydam
plastiğin gerisinde küçük bir ofis vardı. Koridorun on metre
aşağısında, muhtemelen zeminden tavana uzayan, Jamie’nin
hücreler olduğuna kanaat getirdiği kare delikler vardı. Delikler
hücre odası boyunca uzanıyordu.
Ofise doğru döndü. Plastiğin ardında artık kendisine tanı­
dık gelen tepeden tırnağa siyah üniformalardan birini giyen bir
asker metal bir masada oturuyordu. Yüzünde tuhaf, öfke ve
acımanın iç içe geçtiği bir ifadeyle Jamie’ye bakıyordu. Jamie
acımanın babasına olanlardan kaynaklandığını düşündü; öf­
kesini çekmek için ne yaptığını ise bilmiyordu. Ancak adam

no
19. D E P A R T M A N

konuştuğunda sesinde herhangi bir iç çelişkinin izi yoktu; çı­


kardığı kısa seslilere ve yuttuğu sessizlere bakılırsa sadece öfke
vardı.
“Buraya yeni geleni görmeye mi geldin?”
Jamie başını salladı.

“Kız en dipte solda.”


Jamie adama teşekkür edip hücrelere doğru döndüğünde
gardiyan bir kez daha konuşacak oldu.
“Sözümü bitirmedim,” dedi. “Burada kurallar vardır; ismin
ne olursa olsun. Anladın mı?”
Jamie yüzü öfkeden kırmızıya dönmüş halde ofise döndü.
Muhafız bunu görünce sırıttı.
“Yoksa kurallardan zaten haberdar mısın?” diye sordu.
“Bahse girerim babadan duymuşsundur. Yanılıyor muyum?”
Jamie’nin, “Senin sorunun ne?” diye çıkışmasıyla gardiyan
kıpkırmızı kesildi. Gözleri Jamie’nin gözlerine sabitlenmiş hal­
de oturağından kalkmaya yekense de vazgeçti.
“Onlara bir şey verme, onlara kendinle ilgili hiçbir şey an­
latma, beyaz çizgiyi de geçme,” dedi. “Sorun çıkacak olursa
hücresinin yanındaki alarm düğmesine bas. Şansın varsa biri
yardımına koşar.”
Bunları söyleyip başını çevirdi.

Jamie ofisin yanından geçip ilk iki hücrenin yanma vardı. Hüc­
reler boş olsa da solundakini incelediğinde içini panik kapladı.
Hücrelerin önü açıktı; parmaklıklar, cam, hiçbir şey yoktu. Ko­
ridorun ötesine bakınca hücrelerinin hepsinin birbirine benze­
diğini gördü. Önü plastik kaplı ofise geri dönmesiyle gardiyan
başını bile kaldırmadan söze girdi.
Sesinde belirgin bir umursamazlıkla, “Orada morötesi ışık

111
W ILL HI L L

var,” dedi. “Biz ışığın içinden geçebiliriz ama onlar geçemez.”


Jamie, “Neden?” dedi.
Gardiyan başını kaldırıp Jamie’ye baktı.
“Çünkü bunu yaparlarsa bir avuç küle dönerler de ondan.
Hücreleri UV ışıkta yok olur. Güneşin altında gezememelerinin
nedeni de budur.”
Başını yeniden indirip Jamie’nin başından savmak istermiş
gibi bir el hareketi yaptı. Jamie yumruklarını sıktı, dilini ısırdı
ve koridora döndü.
Karşılıklı ilk iki hücre boş olsa da sağdaki üçünçü doluy­
du. Orta yaşlı, koyu kahverengi şık bir takım giyen orta yaşlı
bir adam hücrenin gerisindeki bir plastik sandalyede oturmuş
kaim ciltli bir kitap okuyordu. Jamie yanından geçerken başını
kaldırsa da konuşmadı.
Hücre odasında ilerlerken derinden gelen bir ses işitti. Bü­
yüdüğü evin arkasında çiftleşen tilkilerin ulumalarını andıran
tiz, çirkin ve korkunç bir sesti bu. Jamie birbiri ardına boş hüc­
relerin yanından geçtiğinde sesin giderek yükseldiğini fark etti.
Son hücrenin yanına geldiğinde ise ses sağır edici bir hal aldı.
Parkta, sonra da hangarda kendisine saldıran kız hücrenin
tavanında iri bir karasinek gibi geziniyordu. Önceki gün karşı­
laştığı kıza hiç benzemiyordu. Gözleri korkunç bir kırmızıyla
parlıyordu; giysileri yırtılmıştı ve üzeri kuruyup kahverengi
bir kabuğa dönüşmüş olan kanla kaplıydı. Başını geriye atmış­
tı ve boynundaki kaslar kalın halatlar gibi meydana çıkmıştı.
Sırıtık bir ifadeyle çarpılan ağzından çıkardığı boğuk uluma
sesleri Jamie’nin başını döndürüyordu.
Derin derin soludu. Kendisini bir türlü toparlayamıyordu;
tavanda sürünen o korkunç şey öyle iğrenç ve doğaya aykırıydı
ki. Jamie’nin nefesinin sesini duymasıyla kız başını çevirip kır­
mızı gözlerini onunkilere sabitledi. Bir yandan çığlıklar atıyor

112
19. D E P A R T M A N

olsa da kızın yüzünde onu tanıdığına işaret eden bir ifade ya­
yıldı. Bunun üzerine yeni baştan, daha da yüksek sesle çığlık
atmaya başlayarak gözlerini Jamie’ye dikti.
Aniden çığlıklar kesildi ve kız tavandan aşağı atlayıp diz­
lerinin üstüne indi. Uzun bir sessizlik boyunca Jamie’ye bak­
tıktan sonra gözlerini onunkilerden ayırmadan tekrar ulumaya
başladı.
Hücresinin yanındaki duvarda Jamie’nin alarm düğmesi ol­
duğunu düşündüğü bir düğme vardı. Onun üzerinde de altın­
da gümüş rengi bir düğme bulunan bir diyafon paneli vardı.
Diyafondan önce bir cızırtı, sonra da rahatsız edilmekten
dolayı kızdığı anlaşılan ve sorunun ne olduğunu soran gardi­
yanın sesi geldi.
Jamie, “Onun nesi var?” diye sordu.
Gardiyan hattın öte yanından ağır bir küfür savurdu. Sert­
çe, “Hiçbir şeyden anladığın yok mu senin?” diye sordu. “Açlık­
tan mustarip.”
“Açlık da ne?”
“Tanrı aşkına. Açlık çekiyor işte. Anladın mı şimdi? Kan
istiyor. Uzun süre kansız kalırlarsa deliriyorlar.”
Jamie, “O zaman ona biraz kan ver,” dedi.
Gardiyan güldü. “Bunu neden yapmak isteyeyim ki?”
Jamie öfkesini dizginlemeye çalışarak, “Bu halde kime ne
faydası olacak?” dedi. “Açlığının onu çıldırtmasına göz yumar­
san bana faydası dokunacak hiçbir şey anlatamaz. Ona biraz
kan ver.”
Gardiyan, “Bana öyle bir emir verilmedi,” yanıtı verdi.
Jamie yeniden hücreye bakıp çığlık atmamak için kendisini
tuttu. Kız sessizce beton zemine inmiş, morötesi engelin geri­
sinden ona bakıyordu. İnsanlıktan çıkmış yüzü kendi yüzün­
den sadece birkaç santim ötedeydi. Kontrolsüzce seğiriyor ve

113
W ILL HIL L

sallanıyor, tüm vücudu titriyor, kırmızı gözleri delice oynuyor­


du. Ağzını açıp Jamie’yle konuşmaya çalıştı.
Çenesini zorlayarak anlamlı sözcükler çıkarmaya gayret
ederek gevşek ağzından, “Lütfeeeeensssssss” sesini çıkardı.
“Sanağğğğğğ Herşeğğğğğğğği söööyleyceğğiiim. Neeeeğ is-
teğğğğseeenğğ yapcağğğğım.”
Jamie diyafona, “Ona biraz kan vermezsen kolumu engel­
den geçiririm. O zaman olanları Amiral Seward’a izah etmen
gerekir,” diye bağırdı.
Kız annemin yerini bilebilir. Bir kova kam koridordan hücreye
boca etmen gerekse de umurumda değil. Bildiklerini öğrenmem ge­
rek.
Sessizlik.
Jamie gardiyanın Amiral Seward’a izahat vermeyi, hele hele
kendi gözetimi altındaki bir hücrede birisinin iç organlarının
nasıl çıkarıldığını açıklamak istemeyeceğini düşündüğünden
ofisinde vereceği kararı nasıl tarttığını zihninde canlandırabi-
liyordu.
Nihayet gardiyan, “Üstüme haber verdim,” dedi. “Kararı o
verir. Şu an aşağı iniyor.”
Jamie, “Tamam,” dedi. Kısa bir sessizliğin ardından gardi­
yan tekrar konuştu.
“Sana ne dediğimi biliyorsun, ben sadece...”
Jamie’nin, “Umurumda değil,” diye sözünü kesmesiyle diya-
fondan gelen ses kesildi.

Jamie kızın hücresinin önünde durmuş, onu izliyordu. Kız


odanın ucuna gidip duvarlardan birine dayalı dar bir yatağın
üzerinde bir top gibi kıvrılmıştı. Artık ulumaktan ziyade inli­
yor, Jamie’nin ayak tabanlarında bile hissedebildiği derin bir
ses çıkarıyordu. Birkaç saniyede bir de hafifçe havaya yükselip

114
1 9. D E P A R T M A N

hızla beyaz yatak örtülerinin üstüne düşüyordu.


Jamie’nin yanı başında bir ses, “Demek Julian Carpenter’m
oğlusun,” dedi.
Tanrı aşkına, insanların yanıma ruhum duymadan yaklaşmala­
rına bir çözüm bulmam gerek.
Sesin kaynağına doğru döndü ve üsse geldiğinden beri her­
kesin üzerinde gördüğü siyah çelik yeleği giymiş, kırklı yaşla­
rındaki adamın yakışıklı yüzüne baktı. Jamie’ye bariz bir me­
rakla bakan adamın elinde metal bir çanta vardı.
Jamie, “Doğru,” dedi. “Adım...”
“Jamie. Biliyorum. Benim adım da Binbaşı Paul Turner. H
katından sorumlu subayım. Anladığım kadarıyla, mahkûma
kan verilmesini istiyormuşsun?”
“Evet efendim.” Efendim sözü kendiliğinden çıkıvermişti;
bu adamda onu tedirgin eden bir şey vardı.
“Bana bunu yapmana neden izin vermem gerektiğini söyle.
Unutma ki dün gece meslektaşlarımdan birini az kalsın öldü­
recekti. Seni de öldürmeye kalkıştı.”
Jamie, “Şu an bunun önemi yok,” dedi. “Bildiklerini öğren­
mem gerekiyor. Şu an tek önemli olan annem.”
Binbaşı Turner yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle ona
baktı.
“Marie’yi tanırdım,” demesiyle Jamie’nin nefesi kesildi.
“Onunla defalarca kez görüşmüştüm. İyi bir kadındı.”
Öfkesi yüzünün rengine yansıyan Jamie, “Kadındı da ne de­
mek oluyor?” diye sordu.
Turner, “Üzgünüm. Sözcükleri yanlış seçtim,” diye yanıt
verdi. “Babanı yakından tanırdım. Arkadaşımdı. Bunu biliyor
muydun?”
Jamie, “Hayır,” dedi. “Bunu bilmiyordum.”
İkisi bir süre birbirlerine baktı, aralarında Jamie’nin anlam

115
W ILL HILL

veremediği bir gerilim vardı. Nihayet Binbaşı Turner metal çan­


tanın kilitlerini açıp içinden koyu kırmızı kanla dolu iki torba
çıkardı. Jamie, Turner’m usulca uzattığı torbaları gözlerini on­
dan hiç ayırmadan aldı.
Turner da gözlerini ona dikerek sessizce baktı ve Jamie’nin
anlayamadığı bir şeyler mırıldanıp topukları üzerinde kusur­
suz bir dönüş yaparak hücre odasının çıkışma yöneldi.
“Beni yalancı çıkar.” Sanki “Beni yalancı çıkar,” dedi.
Jamie hücreye döndü. Larissa hâlâ yataktaydı. Ancak bu
defa yatağın köşesine geçmiş, yattığı yerde doğrulmuş halde
bekliyordu. Gözleri Jamie’nin elinde tuttuğu plastik torbalara
odaklanmıştı. Jamie torbalara bakıp büyük bir tiksinti duydu.
Torbaları morötesi bariyerden içeri attı. Torbalar yere düşmedi
bile; Larissa cıva gibi kıvrak hareketlerle hücreyi baştan başa
kat ederek torbaları havada tutarak dizleri üzerinde yere indi.
İlk torbanın tepesini parlak, sivri dişleriyle kopardı. Torbayı
kafasına dikip sıkarak içindekileri ağzından içeri gönderirken
Jamie yüzünü çevirdi.
Bir kız sesi gerisinden, “Teşekkürler,” dedi. Arkasına dönüp
hücrenin içine baktı. Larissa bir metre ötesinde dikilmiş, ona
gülümsüyordu. Yine bir insan yüzüne dönüşmüş olan yüzü
kanla kaplıydı. Jamie davetsizce uyanan bir düşünceyi ikinci
kez zihninden uzaklaştırdı.
Güzel bir kız.
Titremesi kesilmiş olan kız yapmacıksız bir zarafetle, bir
ayağı diğerinin arkasında dikilmiş, yine güzel, koyu kahveren­
gi bir renk alan gözleriyle ona bakıyordu.
Jamie, “Kendini daha iyi hissediyor musun?” diye sordu.
Yüzünde bir gülümseme beliren kız, “Harikayım,” dedi.
“Sayende.”
Jamie yanaklarının alev alev yandığını hissetti.

116
19. D E P A R T M A N

“İyi” diye yanıt verdi. “Çünkü yanıtlamanı istediğim bazı


sorular var.”
“Konu annen mi?”
Jamie omurgasında bir ürperti hissetti.
“Annem hakkında neler biliyorsun?”
Larissa ona gülümsedi. Kan lekeli köpekdişleri floresan
ışıkların altında parıldıyordu.

117
İLK RANDEVU

“Dışarı çıkmama izin verecek misin?”


Larissa sorusunu annesinden bir kedi yavrusu almasını is­
teyen küçük bir kız gibi tatlı, çocuksu bir sesle sordu. Duyduk­
larına inanamayan Jamie güldü.
“Bunu neden yapayım?” diye sordu.
Kan lekeli dudaklarında azıdişlerinin uçları artık görünme­
yen Larissa, Jamie’ye tatlı tatlı gülümseyerek, “Çünkü canını
bağışladım,” yanıtını verdi.
“Canımı mı bağışladın?”
“Canını bağışladım. Başını derde sokmamın karşılığının ne
olduğunu da gördün.”
Jamie ona baktı. Larissa’mn gri gömleği yırtık pırtıktı ve
kandan neredeyse siyaha dönmüştü. Yine de gömleğin duru­
munu hiç umursamaz, özgüvenli bir hali vardı. Rengi solmuş
blucinleri de yırtılmış, kot kumaşının altında ayak parmaklan
kahverengi çizmelerinden fırlamıştı.
Uzun, koyu saçları üstünkörü bir şekilde alnından geriye
atılmıştı. İnce ve oval bir yüzü (güzel, çok güzel) vardı. Gözleri
19. D E P A R T M A N

iriydi ve irisleri hücrenin floresan ışığının altında parıldıyordu.


Burnu küçük ve klasik anlamda mükemmel demek için fazlaca
sivri olsa da zarif yüz hatlarıyla uyum içindeydi. Yüzünün alt
yarısı süt beyazı teni üzerinde sırıtan ve dudaklarının şeklini
belirsizleştiren kanla kaplıydı. Boynunda da kızıl çizgiler oluş­
muştu.
Larissa imalı bir şekilde öksürdü. Jamie başını iki yana sal­
layıp ne yapması gerektiğine odaklanmaya çalıştı.
“Neden canımı bağışladın?” diye sordu.
Larissa yine gülümsedi.
“İçimden seni öldürmek gelmedi,” diye yanıt verdi.
“Bu canımı bağışlamak sayılmaz değil mi? Bana öyleymiş
gibi gelmiyor da.”
“Sözcüklerin anlamlarına takılma.”
“Bana öyle gelmiyor.”
Larissa bakışlarını Jamie’den ayırıp ağırlığını bir bacağın­
dan diğerine vererek kanlı ayak tırnaklarını inceledi. Yeniden
ona baktığında gülümsemesi her zamankinden de büyüleyiciy­
di. Jamie midesinde bir şeylerin pır pır ettiğini hissetti.
Larissa, “Demek çıkmama izin vermeyeceksin?” diye sordu.
“İstesem de seni dışarı çıkaramam. Burada hiçbir yetkim
yok.”
Aptal, aptal, aptal.
“O meşhur soyadma rağmen mi? Neyse. Çok yazık.”
Parıldayan morötesi ışın bariyerinin iki yanından birbirle­
rine baktılar. Jamie ona cevap vermesini gerçekten çok istediği
sorulardan ilkini sordu.
“Neden beni öldürmeye çalıştın?”
Larissa gözlerini kıstı.
“Seni öldürmeye çalışmıyordum. Öldürmek isteseydim, şu
an ölü olurdun.”

119
WILL HILL

“Öyleyse Matt’i de öldürmeye çalışmıyordun?”


“Matt de kim?”
“Bahçesine indiğin oğlan. Tırnaklarınla boğazını söktüğün.
Üst katta, komada.”
“Onun adına sevindim. Belki de iyileşir.”
“Umarım. Peki bana niye saldırdın? Ben ne yaptım?”
“Emirler.”
“Kimin emirleri?”
“Efendimin.”
Annesiyle paylaştığı eve giren gri paltolu yaratığı hatırlayan
Jamie’nin omurgasından yukarı bir ürperti yükseldi. Yaratığın
soluk yüzündeki deliliği, Frankenstein kocaman silahını ateş­
lediğinde nasıl hava sıçrayıp gökte bir füze gibi kaybolduğunu
anımsadı.
Jamie’nin yumuşak bir sesle, “Alexandru,” demesiyle Larissa
titredi.
Larissa, “Adını biliyor musun?” diye sorduğunda sesi az ön­
ceki gibi özgüven dolu çıkmadı.
Jamie, “Biri söyledi,” yanıtını verdi.
“Canavar mı?”
“Frankenstein söyledi; kastettiğin oysa. Kim bu Alexandru?”
Larissa yeniden gülümsüyordu.
“Sana anlatmadılar mı?” diye sordu.
“Bana sadece adı söylendi.”
Larissa belirgin bir keyifle, “O dünyadaki en yaşlı ikinci
vampir,” dedi. “Erkek kardeşleri birinci ve üçüncü. Hayal ede­
meyeceğin kadar güçlü.”
“Mesela ne kadar?”
“Bir tanrı gibi. İşte o kadar güçlü.”
“Ben tanrıya inanmam.”
Larissa ona bir daha gülümsediğinde bu kez Jamie üstduda-

120
19. D E P A R T M A N

ğmın altındaki beyaz üçgenleri görüp ürperdi.


“İnanmalısın,” dedi. “Gerçekten inanmalısın.”

Dakikalar boyunca ikisi de konuşmadı. Jamie yere çömelip


bağdaş kurdu ve gözlerini ona dikti. Birkaç saat saniye sonra
Larissa’nm da aynısını yapmasıyla bir süre o şekilde oturdular.
Birbirlerine gülümsedikleri söylenemezse de somurtup kaşları­
nı da çatmadılar. Jamie sakin bir tablo çizmeye çalışsa da için­
de öfkesi ve hayal kırıklığı içinde fırtınalar estiriyordu.
O senin dostun değil, geri zekâlı. Neden öyleymiş gibi konuşuyor­
sun onunla seni aptal, seni mankafa? Dün seni iki kez öldürebilirdi ve
annenin yerini biliyor olabilir. Tanrı aşkına kendini topla. Öğrenmek
istediklerini söylet ona.
Nihayet Jamie konuştu. Bunu da lafı hiç dolandırmadan
yaptı.
Endişeyle sesinin titrememesine özen göstererek, “Annem
hayatta mı?” diye sordu. Larissa öne doğru eğilip koyu saçları­
nı yüzünden çekti.
“Bence öyle," dedi.
Sakin ol, sakin ol.
“Bilmiyor musun?”
“Her şey bitip onlarla buluştuğunda yaşıyordu. Ancak seni
öldürmedim diye Alexandru bana biraz kızdığından paralanıp
bulutların arasından bir ailenin bahçesine atıldım. Sonra neler
olduğuna gelince... Hayır, bilmiyorum.”
Larissa ona gülümsedi ve dilini hızla çıkarıp altdudağmda-
ki bir kan lekesini yaladı. Jamie onun bu hareketini görmezlik­
ten gelmeye çalıştı.
“Onu nereye götürmüş olabilir?” diye sordu.
“Bilmiyorum.”
“Sana inanmıyorum.”

121
W I LL HI LL

Larissa omuz silkti. “Sen bilirsin. Ama gerçek bu. Gideceği­


miz bir sonraki yeri sadece Alexandru ve Anderson biliyordu.”
“Anderson kim?”
“Alexandru’nun sağ kolu. Zeki olmayan ama tehlikeli biri.
Bir bekçi köpeği gibi.”
“Öyleyse bana faydası dokunacak hiçbir şey bilmiyorsun?”
“Düne kadar nerede olduklarını biliyorum. Şimdi nerede
olduklarını nasıl bulacağımı da.”
“Nasıl?”
“Birine kibarca sorarak.”
“Kime sorarak?”
“Söylersem her şeyi anlatmış olurum.”
“Evet. Öyle olur. Hadi anlat bana.”
“Yapamam.”
Jamie’nin içini öfke kapladı. “Neden?” diye sorduğunda sesi
iyice yükselmişti.
“Çünkü o zaman geri gelip beni görmezsin.”
Jamie köpürerek, “Bu bir oyun değil!” diye bağırdı. “Eğlen­
celi de değil! Annemin hayatı tehlikede!”
Larissa’nm gözleri bir an kıpkırmızı parlayıp yeniden koyu
kahverengiye döndü.
Buz gibi bir sesle, “Bu doğru,” dedi. “Onun hayatı. Benimki
değil. Tek, meçhul bir insan hayatı. Yaşasa ya da ölse ne fark
eder?”
Jamie, “Benim için dünyadaki en büyük fark bu!” diye ba­
ğırdı. “Bana nerede olduğunu söyle! Hemen şimdi!”
Larissa iç çekip gözlerini devirdi.
Usulca, “Ne cesaret ama...” dedi. “İçinden geçilemeyen bir
engelin gerisinden konuşmak.”
Jamie, “Elimde olsa bu hücreyi hemen açardım,” diye hay­
kırdı. “Seni çıplak ellerimle öldürürdüm.”

122
19. D E P A R T M A N

Larissa müthiş bir hüzünle ona bakıp, “Hayır,” dedi. “Yap­


mazdın. Bunu sen de biliyorsun. Sen katil değilsin. Benim gibi
değilsin. Serbest kalmamı sağlarsan seni bize annenin yerini
söyleyebilecek kişiye götürürüm. Bunu yapmazsan veya yapa­
mazsan korkarım başının çaresine bakman gerekecek.”
Jamie’nin gözlerinin kenarında yaşlar birikti. Zorlukla aya­
ğa kalktı. Larissa’ya ağladığını belli etmemeye kararlı, nerdeyse
koşar gibi, hızlı adımlarla yürüyerek ondan uzaklaştı.
Ardından Larissa’nın hücre odasından taşan sesi geldi.
Samimi ve dostane bir ses tonuyla, “Arayı fazla açma,” diye
bağırdı. “Seni bekliyor olacağım.”

123
L
14
GİZLİ TEŞKİLAT

Kat Sıfır’da asansörden dışarı adımını attığında kendisini az


çok toparlamıştı. Gözleri kızarmış olsa da bunun nedeni göz­
yaşlarını silmek için onları ovuşturmasıydı. Koridorda kendi­
sine doğru gelen siyah zırhlı bir askere Amiral Seward’ı nere­
de bulabileceğini sordu. Asker bu soruya şaşırmış görünse de
yönetici odasına nasıl gideceğini tarif etti. Jamie ona teşekkür
edip diğerlerinden farksız, gri bir koridora girdi.
Amiral Sevrard’m odasının kapı önünde siyah üniforması
zırh plakalarıyla ve şeritlerle kaplı bir başka asker vardı. Miğ­
ferindeki mor vizör yüzünün önüne indirilmişti. Jamie köşeyi
döner dönmez asker onu fark etti.
Asker, “Kendini tanıt,” dedi. Silahını kaldırımsa da sağ işa-
retparmağı tetik korkuluğunun hemen dışında hazır bekliyordu.
“Ben Jamie Carpenter.”
Asker parmağını tetikten uzaklaştırıp eliyle mor vizörü yu­
karı kaldırdı.
Tanrım. Benden sadece birkaç yaş büyük.
Muhafız yüzünde tuhaf, Jamie’nin hiç hoşuna gitmeyen bir
ifadeyle, “Bir daha söyle,” dedi.

124
19. D E P A R T M A N

“Ben Jamie Carpenter,” diye yineledi.


Muhafızın yüzüne tiksinti yerleşti. Askerin koridora doğru
ilerleyip üzerine gelmesiyle Jamie geriye doğru bir adım attı.
İstem dışı, karşısındakini teskin etmeye yönelik bir hareketle
kollarını ileri doğru uzattı. Asker onu duvara yasladı ve eğile­
rek yüzünü Jamie’nin yüzüne yaklaştırdı.
Muhafız, “Carpenter mı?” diye tısladı. “Öyle mi dedin? Car­
penter?”
Dehşete düşen ve kendisinden birkaç santim ötede sallanan
siyah tüfeğin varlığının fazlasıyla farkında olan Jamie başını
salladı.
“Ve yüzsüzce buraya, bu binaya geliyorsun demek?”
Jamie yanıt vermedi; konuşamayacak kadar korkmuştu.
Muhafızın soğuk, sert yüzüne gözlerini dikmişken tanıdık bir
ses koridorun aşağısından seslendi.
“Kes şunu, asker.”
Muhafız ve Jamie başlarını aynı anda çevirip sesin geldiği
yöne baktılar. Amiral Seward odasının açık kapısının eşiğinde
dikiliyordu. Arkasında, yöneticinin tepesinde Frankenstein’m
devasa bedeni karaltı halinde seçiliyordu.
Asker dimdik doğrulsa da uzaklaşmadı.
“Efendim, itiraz etmeliyim,” diye söze girdi. “Bu kişinin ba­
bası...”
Seward araya girip, “Onun kim olduğunu gayet iyi biliyo­
rum, asker,” dedi. “Şimdi ondan uzaklaş, evlat. Bu kesin bir
emirdir.”
Muhafız koridorun ortasına doğru gerileyip yüzü amirale
dönük halde hazır ola geçti. Yüzünde büyük bir öfke olsa da
bir daha ağzını açmadı.
Seward kapıyı açık tutarak koridora çıktı.
“İçeri gir, Bay Carpenter,” dedi. “Konuşacak çok şeyimiz var.”

125
W I LL H I L L

Amiral Seward odanın bir köşesindeki uzun masada, Jamie ve


Frankenstein da şöminenin yanındaki iki koltukta oturuyordu.
Dev adam kendisine bakan Jamie’ye çizgi halinde bir gülümse­
meyle karşılık verdi.
Seward, “Jamie Carpenter,” diye söze girdi. “19.
Departman’ın, departmanın varlığından haberdar olanların
ona verdiği isimle Siyah Işık’ın karargâhına hoş geldin.”
Siyah Işık. Bu sözcüğü daha önce, uzun zaman önce duymuşum
gibi geliyor. Siyah Işık.
Hemen ardından Jamie’nin zihninde beklenmedik bir dü­
şünce uyandı.
Evimdeymiş gibiyim.
Uzun bir sessizliğin ardından Amiral Seward sözlerini sür­
dürdü.
“Seni bebekliğinden beri görmemiştim. Sana babana benze­
diğini söyleyen olmuş muydu?”
Jamie, “Annem,” diye yanıt verdi.
Amiral, “Elbette ona olanlara üzüldüm. İyi bir kadındı,”
dedi.
Jamie 19. Departman’m yöneticisine gözlerini dikip, “Hâlâ
da öyle,” dedi.
Seward gergin bir şekilde bir kâğıt yığınını masanın üze­
rinde oradan oraya çekti. Jamie’yle göz göze gelmek istemiyor
gibiydi. Bu da oğlanı iyice çileden çıkarıyordu.
Bana bak, yaşlı adam. Hiç olmazsa bunu yap. Bana bak.
Frankenstein, Jamie’nin düşüncelerini okuyabiliyormuş
gibi kocaman elini uzatıp onun kolunun üzerine koydu. Mesaj
açıktı: Sakin ol.
Jamie elinden geldiğince nazik bir dille, “Efendim...” dedi.
Seward’m başını yukarı kaldırmasıyla sözlerini sürdürdü. “Ko­

126
19. D E P A R T M A N

ridordaki muhafız neden üzerime yürüdü? Ben yanlış bir şey


yapmadım.”
Amiral ona bakıp önce ağzını açıp kapattı, sonra tekrar açıp,
“Bunu dert etme. Önemli değil. Şu an seninle ne yapacağımıza
odaklanmamız gerek,” dedi.
Jamie atılıp, “Annemi aramama izin verin,” dedi.
Seward, “Söz konusu bile olamaz,” yanıtını verdi. “Nerede
olduğunu, hatta onun...”
Sesi kesildi. Masanın ortasında duran bir dizi kalemi dik­
leştirdi.
Alçak sesle, “Bana yardım etmezseniz, kendim yaparım,”
dedi. “Beni buradan çıkarın da onu kendi başıma bulayım.”
Seward, “Bunu yapamam,” diye yanıt verdi. “Kayıtlarını si­
leceğiz.”
“Bu da ne demek?”
“Kırk sekiz saatten biraz daha fazla bir süre içinde bugü­
ne dek var olduğuna dair tüm kayıtları sildireceğimiz demek.
Kendinin ve bugüne dek temasa geçtiğin herkesin emniyeti
için gerekli bu.”
Jamie’nin kafası allak bullak oldu.
Kulaklarına inanamaz halde, “Beni silecek misiniz?” diye sor­
du. “Dediğiniz bu mu şimdi?”
Seward başını salladı. “Bu tip durumlarda standart pro­
sedür budur. Alexandru tanıdığın insanları kullanarak sana
ulaşmayı deneyebilir. Ayrıca, onun ve onun gibilerin varlığı da
bir sır olarak kalmalıdır. Bu bizim önceliğimiz.”
Jamie’nin yüzü öfkeyle parladı.
“Benim önceliğim annem,” diye gürledi. “Sizin öncelikleri­
niz umurumda bile değil.”
Seward çaresizce Frankenstein’a bakıp, “Görüyor musun?”
diye sordu. Duraksayıp bakışlarını Jamie’ye çevirdi. “Baban en

127
W I LL HILL

yakın dostlarımdan biriydi” dedi. “Bunu biliyor muydun? Ha­


yır, tabii ki bilmiyordun. Ama öyleydi. Departmana katıldığım­
da o çoktan burada bir efsane olmuştu. En iyi ajanlarımızdan
biriydi. Öyle bir sonu...”
Jamie içinde bir şeylerin yandığını hissederek, öfkesini
elinden geldiğince dizginleyerek amiralin sözlerini bitirmesini
beklese de yaşlı adam daha fazla konuşmadı. Bakışları donuk­
laşan amiral güzel günleri hatırlamış, hatıralar arasında kay­
bolmuş gibiydi. Jamie sessizliğe daha fazla katlanamayacağını
hissederek farklı bir yaklaşım benimsemeye karar verdi.
Alçak sesle, “Ya annem?” diye sordu. “Babamın işiyle ilgili
gerçeği bana niye söylemedi? Yani babam öldükten sonra.”
Frankenstein heyelanı anımsatan gümbür gümbür, kalın
bir sesle konuştu.
“Annen 19. Departmanda ilgili hiçbir şey bilmiyordu. De­
partmanın varlığından başkalarına bahsetmek yasaktır.”
“Öyleyse babam hayatı boyunca ona yalan mı söyledi?”
Frankenstein, “Evet,” dedi. Geniş yüzü ifadesiz olsa da göz­
lerini Jamie’den bir an bile ayırmadı.
Seward’m, “Bunun garipsenecek bir yanı yok,” demesiy­
le oğlan ve canavarın dikkati yeniden geniş masaya çevrildi.
“Tüm gizli servisler bunu gerektirir; M15, SIS. Siyah Işık onlar­
dan da gizli bir teşkilattır.”
Jamie, “Peki nasıl oluyor da benden teşkilata katılmam iste­
niyor?” diye sordu. “Katılacak kişilerin SAS’ta olduğu gibi seçil­
miş olması gerekmiyor mu?”
Yüzüne bir hayranlık ifadesi yerleşen amiral başını salladı.
“Çok zekisin, Jamie,” diye yanıt verdi. “Tıpkı baban gibi. 19.
Departman’m kuruluş belgesinde imparatorluğun korunması
görevi beş kurucu üyeye ve onların soyundan gelenlere ema­
net edildi. Sonrasında bu kişilerin tüm ailesini kapsayacak bir

128
19. D E P A R T M A N

değişikliğe gidildi. Yıllar geçtikçe sadece altı aileye mensup ki­


şilerden fazlasını teşkilata katma ihtiyacı doğdu. Böylece, senin
de dediğin gibi silahlı kuvvetlerden, polis teşkilatından ve gizli
servislerden seçtiğimiz kişileri de bünyemize aldık. Ancak ku­
ruluş belgesinde adı geçen altı ailenin soyundan gelenler doğ­
rudan teşkilata üye olur. Bu geleneğin çok faydasını görmüşüz­
dür; kurucumuz Van Helsing’den bu yana her yıl kurucuların
soyundan gelen biri Siyah Işık’m yönetimine geçmiştir. Şimdi
de bu şeref bana ait.”
Merakı bir anlığına Jamie’nin annesine dair endişelerini
geri plana itti.
“Hiç benim soyumdan birinin yönetime geçtiği oldu mu?”
diye sordu.
Amiral Seward iç geçirdi. “Hayır,” dedi. 19. Departman’m
tarihiyle ilgili konuşurken sesine yerleşmiş olan heyecan bir
anda söndü. “Sorun biraz da bundan kaynaklandı.”
“Ne sorunu?”
Amiral Seward’m bakışları Frankensteiria kayınca Jamie’de
gözlerini ona çevirdi. Çenesi sımsıkı kenetlenmiş, boynundaki
damarlar açığa çıkmış dev adam başını salladı.
Amiral kaderine boyun eğmiş bir ifadeyle, “Peki...” dedi.
“Sanırım bunu askerlerden birinden değil de benden duysan
daha iyi olacak.”
Jamie, “Neyi?” diye sordu. Bunu yaparken içinden Seward’m
vereceği yanıtı duymayı hiç istemediğini hissediyordu.
“İki yol önce, baban ölmeden bir gün önce bize ihanet etti.
Buraya, Halka’ya bir saldırı gerçekleşti ve adamlarımızdan ba­
zılarını kaybettik. Saldırıyı Alexandru, dün gece anneni kaçı­
ran ve Larissa’ya seni öldürmesi emrini veren vampir düzen­
lemişti. Baban ona bu saldırıyı gerçekleştirmesini sağlayacak
bilgileri verdi.”

129
W ILL HILL

Soğuk, buz gibi bir ürperti dalgası Jamie’nin omurgasından


başının gerisine yürüdü.
İmkansız■Babam böyle bir şey yapmış olamaz. Mümkün değil.
Neredeyse bir hırıltı gibi çıkan bir sesle, “Sana inanmıyo­
rum,” dedi.
“Bunu duymanın ne kadar zor olduğunu tahmin etsem de...”
Jamie, “Hayır. Zor değil,” diyerek amiralin sözünü kesti.
“Kolay. Yanılıyorsun.”
Seward, Frankenstein’a baktı.
“Görüyorsun ya? O henüz bunu idrak edemeyecek kadar
küçük.”
Jamie, “Çok küçük olduğum yok,” dedi. “Sadece sana inan­
mıyorum.” Frankenstein’a bakıp sözlerini sürdürdü. “Babamın
öldüğü gece evde yaratıklar vardı. Ûn taraftaki odanın pence­
resinden Larissa’yı gördüm. Babam vurulmadan hemen önce
orada vampirler vardı. Sizi onlara sattıysa orada ne işleri vardı?”
Frankenstein usulca, “O gece evinizin çevresinde doğaüstü
aktivite olduğuna dair hiçbir rapor bildirilmedi,” dedi. “Ora­
da...”
Sesi aniden yükselip küçük odada çınlayan Jamie, “Bunları
duymak istemiyorum!” diye bağırdı. “Sizi daha fazla dinlemek
istemiyorum. Ne diye anlatıyorsunuz bunları bana?”
Amiral Sevvard’a döndü.
“Bana dostun olduğunu söylemiştin. Şimdi onun hakkında
niye böyle konuşuyorsun?”
Seward, “Dostumdu,” yanıtını verse de gözlerini Jamie’nin
öfkeli bakışlarına çeviremediğinden başını eğip masasına baktı.
Frankenstein, “Ben onun en yakın arkadaşıydım,” dedi.
“Onu neredeyse yirmi yıldır tanıyordum. Yaptığı şey kalbimi
kırdı. Yine de gerçek bu.”
“Peki neden? Neden yapsın bunu? Bir efsane olduğunu söy­

130
19. D E P A R T M A N

lemiştiniz. Böyle bir şeyi niye yapsın ki?”


Frankenstein, “Ölmeden bir yıl önce Macaristan’da bir
operasyonu yönetmişti,” yanıtını verdi. “Alexandru’nun peşin­
deydi. Babanın timi Budapeşte dışında bir yere ulaştıkların­
da Alexandru oradan ayrılmış olsa da karısı İlyana hâlâ ora­
daydı. Julian onu ortadan kaldırıp timini geri getirdi. Ancak
Alexandru’nun ne yapıp edip bunun acısını kendisinden, sen­
den ve annenden çıkaracağını biliyordu. Bu yüzden bir anlaş­
ma yaptı; siz güvende olun diye bizi feda etti.”
Frankenstein başını eğip canavarın gözlerinde biriken yaş­
lar karşısında afallamış olan Jamie’ye baktı.
Jamie, “Kendimi pek de güvende hissetmiyorum,” dedi.
“Gerçekten hissetmiyorum. Madem Alexandru’yla anlaşma
yapmıştı, dün olanlar neydi?”
Yanıt Amiral Seward’dan geldi.
“Sanırım bundan Alexandru’nun anlaşmaya sadık kalmadı­
ğı sonucunu çıkarabiliriz.”
“Ama şu ağaç. Babam öldüğünde ağaçta...”
Seward’m elini masaya vurmasıyla diğerleri irkildi.
Teşkilatın yöneticisi “Yeter!” diye bağırdı. “Bu kadarı yeter.
Julian’m açıkça, uzun uzadıya kuruculara olan nefretini; ailesi­
nin, senin ailenin yıllarca gördüğüne inandığı sözde kötü mua­
meleden ne denli hoşnutsuz olduğunu ifade ettiği belgeler bu­
lundu. Bize ihanet etti ve daha iyi bir sonu hak eden iyi adam­
lar öldü. Dolayısıyla, neden bu üsteki herkesin seni görmekten
çok da hoşnut kalmadığını ve neden annenin bulunmasının
yüksek önceliği olmadığını anlamışsmdır.”
Jamie’nin gözüne kızıl bir perde indi. Koltuğundan öyle
hızlı fırladı ki Frankenstein’m tepki vermeye zamanı olmadı.
Odanın bir ucundan sıçrayarak geniş masanın üzerine çıktı.
Yöneticinin koltuğunu geriye itmesiyle Jamie’nin parmakları

131
W I LL HI L L

Seward’ın boynuyla değil havayla buluştu. Hemen ardından,


Frankenstein’m onu arkadan yakalayıp kollarını iki yandan
kavramasıyla kendisini yüzüstü masanın üzerine yapışmış hal­
de buldu. Frankenstein onu ayağa kaldırınca Amiral Seward’m
pancar gibi yüzüne nefretle baktı; Seward da ona katıksız bir
öfkeyle karşılık verdi.
Yönetici, “Buna nasıl cüret edersin?” diye kükredi. “Seni ar­
sız çocuk, nasıl?”
Jamie, “Annem bir şey yapmadı!” diye bağırdı. “Babamın
gerçekte kim olduğunu bile bilmiyordu. Bunu kendin söyledin.
Şimdi de onu öylece ölüme mi terk edeceksin? O zaman bırak
ona yardım etmeye çalışırken ben de öleyim.”
Seward, “Yapamam!” diye bağırdı. “Şu an bunu yapmayı çok
istiyor olsam da.”
“Nedenmiş?”
“Çünkü, asabi küçük çocuk, Carpenter ailesinden geliyor­
sun ve baban o ismi lekelemek için ne yapmış olursa olsun
onun soyundan geldiğin için senin emniyetini sağlamak, hatta
seni kendinden korumak hâlâ benim görevim!”
Jamie Frankenstein’ın kıskacına direnmeyi kesti. Başı dö­
nüyordu.
Bu doğru olamaz. İnanmıyorum buna. İnanmayacağım. O ba­
bamdı. Buna inanamam.
Amiral Seward, “Ne yapacaktın ki?” diye konuşmasını sür­
dürdü. “Anneni nasıl geri alacaktın? Silahın, eğitimin ve bir pla­
nın yok. Vampir sana onu nereye götürdüklerini söyledi mi?”
Jamie öne eğik başını iki yana salladı. Frankenstein oğlanı
sıkan kolları ihtiyatla gevşetince masanın önünde dikilen Ja­
mie bir an yalpaladı.
“Hayır,” dedi. “Bilmediğini söylüyor.”
Amiral burnundan soludu. “Tabii ki biliyor,” dedi. “Sadece

132
19. D E P A R T M A N

sana söylemiyor. Eh, onu konuşturabiliriz. En fazla on dakikada.”


“Sanmam. Nereye gittiklerini bilmiyor. Ona inanıyorum.
Kendisine yaptıklarından sonra Alexandru’ya sadık kalması
için bir sebep göremiyorum.”
“Öyleyse işe yaramaz mı?”
“Bizi gittikleri yeri bilen birine götürebileceğini söylüyor.”
Seward güldü. “Ne de şaşırdım buna. Bunu aklından çıka­
rabilir. Bu üsten dışarı çıkmasına izin vermem olası bile değil.”
Frankenstein, “Hareketini kısıtlayabiliriz,” dedi. “Ona sınır­
layıcı kemer takarız.”
Seward kesip atarak, “Söz konusu bile olamaz,” dedi. “Bu
teşkilatın kaynaklarını beyhude bir arayışa vakfetmeyeceğim.
Daha Marie’yi aramana izin vermiş bile değilim.”
Jamie kararlı bir sesle, “Annemi bulacağım,” dedi. “Senin
yardımın olsun olmasın”
Amiral Seward ona baktı.
“Seni üsse kapatma kararı alırsam kimseyi bulamazsın” .
Soğuk, ince bir çizgiden ibaret bir gülümsemeyle Jamie’ye bak­
tı. “Elbette senin emniyetin için. Dünyanın en eski ve güçlü
vampirlerinden biri seni arıyor. Tevekkeli değil.”
Frankenstein yumuşak bir sesle, “Ben ona göz kulak olu­
rum,” dedi.
Amiral Seward sert bir ses tonuyla, “Bu teşkilatın bir üyesi
olarak sana ne emredildiyse onu yapacaksın,” dedi.
Frankenstein, “Bu durumda, istifa ediyorum,” yanıtını verdi.
Jamie’nin nefesi kesilirken Seward’m gözleri fal taşı gibi
açıldı.
Yönetici, “Ne yapıyorsun?” diye sordu.
“İstifa ediyorum. Carpenter ailesini korumaya yemin ettim.
Siyah İşık bunu yapmama engel olursa, artık onun bir parçası
olamam.”

133
W ILL HILL

Amiral Seward sustu. Parmaklarını iç içe geçirip başını öne


eğdi. Jam ie ve Frankenstein masasının önünde dikilmiş, bek­
liyorlardı. Nihayet, başını kaldırıp onlara baktı. Öfkesi yüzün­
den okunsa da alçak sesle söze girdi. Jamie, Seward’m kendisi­
ni tutmak için büyük bir çaba gösterdiğini düşündü.
“Çok iyi,” dedi. “Siz ikiniz 19.Departman’m yetki sınırları
içinde Marie Carpenter’ı arayabilirsiniz. Bay Carpenter, geçici
olarak departmana dahil edildiniz. Bir Siyah Işık ajanı değilsi­
niz. Bunu tekrar etmeme gerek var mı?”
Jamie, “Hayır,” diye yanıt verdi.
“Güzel. Teşkilatın kaynaklarından asgari düzeyde faydala­
nabileceksin ve vampir üsten ayrılmayacak. İşbirliğine yana­
şırsa onu ortadan kaldırtmayacağım. Yine de bu konuda göste­
rebileceğim hoşgörünün sınırları bundan ibaret. Bu açık mı?”
“Evet efendim.”
Frankenstein, “Yanımıza adam verilecek mi?”
“Bir sürücü talep- edebilir, koşulların gerektirmesi halinde
hava taşıtı için başvuruda bulunabilir ve istediğinizde yanınıza
iki adam alabilirsiniz. Tabii o adamlara başka bir görev veril­
memiş olması ve size niçin yardım ettiklerini bilerek rıza gös­
termeleri halinde.”
Jamie, “Teşekkürler, efendim,” dedi.
Seward, “Tamam,” dedi. “Victor, Bay Carpenter’ı Oyun
Alam’na götürüp yirmi dört saatlik temel eğitimden geçir.”
Jamie itiraz etmek için ağzını açacakken Sevvard onu sus­
turdu.
“Bu emir tartışmaya kapalı. Belki de eğitimin sana azıcık
olsun faydası dokunabilir. Yine de karşına çıkacak olan ilk
vampir boğazını yerinden sökerse geceleri daha rahat uyuya­
bilirim.”
Frankenstein, “Sağ olun, efendim,” dedi. Kolunu Jam ie’ye

134
19. D E P A R T M A N

dolayıp onu nazikçe masadan uzaklaştırdı. Ağır metal kapıyı


açtıklarında Amiral Seward onlara son bir kez seslendi.
“Bulun onu,” dedi. “Zaten ailenin ellerine yeterince kan bu­
laştı. Daha fazlasına gerek yok.”
Jam ie yüzünü yöneticiye çevirdi.
“Bulacağım, efendim,” dedi. Sesindeki kararlılığa kendisi
bile şaşmıştı. “Bulacağım.”

135
15
HAYAT OKULU

Jamie Carpenter altındaki mavi mindere baktı. Patlamış altdu-


dağmdan akan kan başından aşağı ince, tuzlu bir yağmur gibi
yağan teriyle birleşip parlak kumaşın üzerinde birikiyordu.
“Ayağa kalk.”
Seste iyilik okunsa da acımadan eser yoktu. Bu yüzden Ja­
mie başını kaldırıp kendisini titreyen bacaklarının üzerinde
doğrulmaya zorladı. Karşısında neredeyse boyu kadar eni olan
gri eşofmanlı bir adam vardı. Adam şekli ve büyüklüğü bir
bowling topunu akla getiren başını ona çevirmiş, küçük göz­
leriyle Jamie’ye bakıyordu. Ter koltuk altlarında yarımay şekli
oluşturmuştu. Yine de soluk alıp verişi son derece normaldi ve
Jamie’ye bakışlarında gözlerini bir antiloba diken bir aslanın
oyunbazlığı okunuyordu.
Adam ileri doğru atılıp saniyeden kısa bir sürede Jamie’nin
yanına vardı. Jamie bunu bekliyor olsa da yorgun, hem de çok
yorgun olduğundan tek yapabildiği bitik bir çabayla kollarını
savunmaya geçmek için yukarı kaldırmak oldu. Adamın yum­
ruklarıyla önkollarım dövdüğü Jamie ıstırap verici bir acı duy-

136
19. D E P A R T M A N

du. Ardından adam büyük, yara bere içindeki ellerini uzatıp


Jamie’nin başını sola çevirerek boynuna atıldı.
Savunmasız kalan gırtlağına bir santimetre kala durdu. Ja­
mie son on sekiz saatini içinde geçirdiği geniş, daire şeklindeki
odanın tavanına boş gözlerle baktı. Eşofmanlı adamın başını
çekip geriye doğru bir adım atarak bir şeyler söylediğini duysa
da ona bunu çok uzakta bir yerde yapıyormuş gibi geldi.
Bir yılan çevikliğiyle bir el yanağına indi. Şaşkınlığını üze­
rinden atıp darbenin indiği, hızla dışa doğru yayılan keskin bir
acıyla sızlayan yeri tuttu.
Adam, “Şimdi beni dinliyor musun?” diye sordu.
Jamie adama katıksız bir nefretle bakıp dinlediğini söyledi.
“İyi. Hâlâ bunu yapabiliyor olmana sevindim. Çünkü bir
vampir olsaydım ölmüştün.”
Adam iç geçirdi.
“Biraz dinlen, sonra gelir kahvaltı yaparsın,” deyip odanın
ucuna yöneldi. Eğimli duvardaki kapılardan birine ulaşınca
Jamie’ye bir kez daha seslendi.
“Konsantre olmalısın,” dedi. “Anneni düşün.”

Frankenstein onu Amiral Seward’ın odasından sade görünüş­


lü metal asansörlerden birine götürmüştü. Birlikte yürürlerken
dev adam tek söz söylememiş olsa da Jamie onun kendisine ger­
çekten kızgın olduğunu düşünmemişti. Jamie departmanın yö­
neticisinin üzerine yürüdüğünde bile Frankenstein, Sevrard’a
Jamie’nin annesinin bulunması için bir arama izni vermemesi
halinde 19.Departman’daki kariyerini sonlandıracağı tehdidi­
ni savurmuştu. Jamie, Frankenstein’m bu tehdidinin ne denli
büyük bir fedakârlık olduğundan emindi. Seward’m bu yeri ne
kadar sevdiği, departmanın başarılarıyla ne kadar çok gurur
duyduğu apaçık ortada olsa da Jamie canavarın da soğuk, gri-

137
W IL L HILL

yeşil derisinin altında aynı hisleri barındırdığına inanıyordu.


Jamie amiralin Franknestein’ın blöfüne meydan okumamış ol­
masına seviniyordu; koruyucusu savurduğu tehdidin arkasın­
da durup istifa etmesinin sorumluluğunu taşımak istemezdi.
Kat G’ye inip bir dizi koridordan geçerek cam bir kapıya
varmışlardı. Frankenstein’m sertçe çaldığı kapıda PROFESÖR
A. E. HARR1S yazıyordu. Kapıyı kırklı yaşların sonlarında, saç­
ları ağarmaya yüz tutmuş bir adam açmıştı. Aralarında çizgi
çizgi gümüş tutamlar olan saçları şakaklarından geriye doğru
taranmıştı; düzeltilmemiş, beyaz ve siyahın içi içe geçtiği ko­
caman bıyığı koyu renkli bir ceket, mavi bir gömlek ve limon
sarısı bir kravatın üzerinde sırıtıyordu. Bu haliyle eksantrik ka­
rakterde bir borsa simsarı gibi görünüyordu.
Samimi bir tavırla Frankenstein’a başını sallayıp yüzünde
hafif bir küçümseme ifadesiyle Jamie’yi tepeden tırnağa süzdü.
Amiral Seward’ın babasıyla ilgili sözlerinden sonra öfkesi hâlâ
tam olarak yatışmamış olan Jamie profesöre bir şeyler söylemek
için ağzını açacakken Frankenstein DAHA ÖNCE DAVRANDI.
“Amiral Seward...”
Profesör Harris araya girip, “Benimle az önce görüştü,” dedi.
“Bana bu oğlanın yirmi dört saatlik eğitimini gözetmemi söyle­
di. Ona söylediğimi sana da söyleyeceğim; bu kadar kısa süre­
de benden ne beklendiğini anlayamadım.”
Frankenstein’m sert bir dille, “Elinden gelen her şey,” yanı­
tını vermesiyle profesör hafifçe titredi.
Ondan korkuyor. Güzel. Görelim bakalım, bir daha bana oğlan
diyebilecek misin?
Profesör Harris bir şey söylemek ister gibi görünse de
Frankenstein’a bir göz atınca konuşmamayı yeğledi. Bunun
yerine abartılı bir tavırla iç geçirip ofisinin kapısını açarak
Jamie’ye içeri gelmesini işaret etti.

138
19. D E P A R T M A N

Ofis küçüktü ve bir üniversitenin tarih bölümünden bozma


gibi duruyordu. Elverişli her yüzey kitaplar, gazeteler ve el
yazması defterlerle kaplanmıştı. Bir köşede kâğıt tomarları ve
her an düşecekmiş gibi dengesiz duran kitap yığınları altın­
da kaybolan yıpranmış, ahşap bir masa vardı. Kitap yığınının
en tepesinde Salem Cadı Davalarının Yeni Tarihçesi duruyordu;
onun altında Karanlık Çağlar, Rönesans, Birinci Dünya Savaşı
ve daha birçok konuda kitaplar vardı.
Profesör Harris, “Hiçbir şeye dokunma” uyarısında bulun­
du. “Sadece beni takip et.”
Kitap ve kâğıt yığınları arasından dikkatlice geçip Jamie’nin
fark etmediği bir kapıyı açarak eliyle ona yanına gelmesini işa­
ret etti. Bir şeyleri devirmemek için nispeten özen gösteren, an­
cak bir yanı da sırf ne tepki vereceğini görmek için bir sakarlık
yapmayı da içten içe isteyen Jamie kapıdan geçti.
Kapının öte yanında küçük bir sınıf vardı. Plastik ve metal
sandalyelerde oluşan üç sıranın önünde katlanabilir bir pro­
jeksiyon perdesi ve açık renkli ahşaptan bir kürsü vardı. Du­
vardan sarkan bir projektör ve odanın en arkasında düzgün
bir şekilde üst üste yerleştirilmiş defterler, kurşunkalemler ve
dolmakalemler vardı. Profesör Haris hızla odanın ön tarafına
yürüyüp kürsünün üzerinden bir uzaktan kumanda aldı.
Ekranı ayarlarken, “Bir kâğıt ve bir kalem alıp otur,” dedi.
Jamie kendisine söyleneni yaparken Harris odanın gerisine,
kapıya doğru yürüdü. Profesörün ışığı söndürmesiyle sınıf
karanlığa boğuldu. Ardından uzaktan kumandayı projektöre
doğrultup bir düğmeye bastı.
Harris, “İzle, konsantre ol, anlamaya çalış,” diyerek odadan
çıkıp kapıyı kapattı. Ekran titreyerek canlandı ve Jamie sandal­
yelerden birine oturdu.

139
W ILL HILL

Bir saat sonra, ekran beyaza döndü ve Jamie sırtını yaslayıp


oturağına gömüldü. Daha önce bu kadar heyecanlandığın hiç
anımsamıyordu; midesi bir eğlence trenine binmiş gibi çalka­
lanıyor, kolları ve omurgası karıncalanıyordu. Kalbi de normal­
den iki kat hızlı atar gibiydi.
Ekranda oynayan ilk filmin adı 19. Departman’ın Kuruluşu
ve Tarihi'ydi. Film annesinin ona yaşı daha küçükken her pazar
izlettiği sıkıcı Channel 4 belgesellerine benziyordu. Filmi ses­
lendiren kişinin besbelli Profesör Harris olması durumu daha
da beter hale getiriyordu. Dolayısıyla, Jammie’nin profesörün
başında Drakula’dan bahsettiğini duymasıyla konsantrasyonu
dağılmıştı bile.
Drakula düşüncesi zihninde Christopher Lee’yle, smokin­
lerle ve kırmızı çizgili pelerinlerle fazlasıyla iç içe geçmişti. Bu
yüzden Profesör Harris aynı öyküyü bir kez daha anlatırken
kendisini defterlerden birini karalar halde buldu. Ancak öykü
yeniden Londra’ya uzanıp Harris Lyceum Vakası diye bir şey­
den bahsetmeye başladığında Jamie ekrana bakıp donakaldı.
Geniş perdede yanıp sönen görüntüde yüzyılın başından kal­
ma bir sepya fotoğraf vardı. Fotoğraftaki adamı daha önce hiç
g ö rm e m iş olmasına rağmen tanıdı. Profesörün sesinin adamın
büyük büyükbabası Henry Carpenter olduğunu teyit etmesiyle
de defteri bir kenara itip pürdikkat ekrana baktı.
Sonraki yirmi dakikada mest oldu; film bitip de jenerik ge­
çerken ise Amiral Seward’m Siyah Işık’tan niye bariz bir gu­
rurla söz ettiğini fazlasıyla anlamıştı. Jamie 19.Departman’da
görevli kadın ve erkeklerin son yüz yılda yaptıkları, sergile­
dikleri cesaret ve beceri, yüzleştikleri korkulara ve tehlikeler
karşısında afallamıştı.
Profesör Harris, Quincey Harker’m Passchendaele Köyü’nde
gerçekleştirdiği görevi anlatırken Jamie’nin içinden cesur kap­

140
19. D E P A R T M A N

tanın 1918’de cepheden dönüp departmanın yöneticiliğini dev­


ralması karşısında tezahürat yapmak geldi. Belki de gelmiş geç­
miş en iyi Siyah Işık ajanı olan Stephen Holmwood’un vakitsiz
ölümü karşısında boğazı düğümlenirken aktarılan olaylarda
Holmvvood’un atalarından birinin başarılarına değinildiğinde
göğsünün kabardığını fark etti. Bu başarılardan en büyüğü ise
Holmwood’un büyükbabası John’un 1928’de üstlendiği bir gö­
revdi. Söz konusu görevin tanımı Siyah ışık’m bir yüzyıldan
uzun tarihini otuz dakikaya sığdırmaya çalışan belgeselde ha­
yal kırıklığı uyandıracak ölçüde ayrmtısız aktarılmış olsa da
ne kadar önemli olduğu aşikardı. Jamie, Frankenstein’a bu gö­
revle ilgili bir şeyler bilip bilmediğini sorma kararı aldı.
Yine anlatıcı Profesör Harris’in renksiz, biraz da çalım­
lı üslubuyla aktarılan ikinci filmin adı Vampirlerin Tarihi ve
Biyolojisi ’ydi. Ekrana tıbbi şemalar gelirken Profesör Harris
vampirliğin bir kişiden diğerine tükürük yoluyla, genellikle de
ısırma eylemi esnasında geçtiğini öne sürüyor; mevcut bulgu­
ların vampirlik hastalığının bulaştığı kişilerde metabolizmayı
ve kalbi inanılmaz hızlara ulaştırdığını, kendisinin V bezi de­
diği bir beyin bölgesini etkileyerek çoğu vampirin sergilediği
inanılmaz gücü ve çevikliği sağladığını ve bu durumun sürdü­
rülebilirliğini sağlamak için düzenli olarak kan tedariki gerek­
tiğini desteklediğini anlatıyordu.
Larissa’nm kızıl gözlerinin içinde kaybolmaktan duyduğu
ümitsiz, amansız dehşeti ve Alexandru’nun Frankenstein’la
karşılaşınca nasıl gece göğüne yükseldiğini anımsayan Jamie
tam olarak ikna olmamıştı; kötülükle karşılaştığına, insandan
çok farklı bir şeyle yüzleştiğine inanıyordu.
İkinci filmin sona ermesiyle ekran beyaza döndü. Jamie sı­
nıf kapısının açıldığını işitti. Profesör Harris ışıkları açıp oda­
nın ön tarafındaki kürsüye yürüdü ve sabırsızca Jamie’ye baktı.

141
W IL L HILL

“Sorun var mı?” diye sordu. “Hayır mı? İyi, o zaman devam
edelim. Eminim Terry seni eline geçirmek için sabırsızlanıyor-
dur.”

Bir saat kadar profesör Jam ie’ye vampirlerin güçleri ve zayıflık­


ları, onların nasıl öldürülebileceklerine dair izledikleri hakkın­
da sorular sordu. Jamie ona muzipçe sarımsak ve kutsal suyun
işe yarayacağını söylediğinde gülen profesör haçların işe yara­
yıp yaramayacağını sorduğunda öfkesine hâkim olmaya çalış­
tı. Son soruya yanıt vermesinin ardından profesörün kısmen
tatmin olmasıyla, Harris kaldırdığı ekranın gerisinden çıkan
kapıyı açtı. Jam ie’ye kendisini koridor boyunca izleyip uçtaki
kapıdan geçmesini istedi.
Jamie floresan ışıklarıyla aydınlanan geniş, daire şeklinde
bir odaya girdi. Bir dizi uzun tahta bank odayı ikiye ayırıyor­
du; önündeki zeminde geniş mavi bir minder seriliydi. Odanın
diğer ucunda kavisli bir ekrana bakan bir platform vardı. Plat­
formun ne amaçla kullanılıyor olabileceğini düşünürken arka­
sından birinin ona seslenmesiyle, arkasına döndü.
Ses tıknaz, kol ve omuz kasları gri eşofman üstünün altında
seçilen tıknaz bir adamdan gelmişti. Saçlarını kısacık kestir­
miş olan adamın yüzünde sakin, meraklı bir ifade vardı.
Adamın, “Bay Carpenter?” sorusuna Jamie başını sallayarak
karşılık verdi. “Adım Terry. Oyun alanına hoş geldin.”
Terry bir anda Jam ie’nin yanında bitiverdi. Kendisini savu­
nacak zamanı bulamayan oğlanın başını kavrayıp ağzını boy­
nuna dayadı. Gafil avlanan, adamın kollarında çırpınan Jamie
başındaki baskının sona ermesiyle külçe gibi yere yığıldı.
Adam, “Öldün,” dedi. “Hatta daha da kötüsü. Ayağa kalk.”
Böylece gerisi geldi.
Jamie, Terry’nin kendisine tarif ettiği savunma pozisyonu­

142
19. D E P A R T M A N

nu alarak onun saldırılarını savuşturmaya çalıştı. Eğitmen diz­


leri bükülü halde zikzak çizerek ve ellerini sağa sola sallayarak
ona doğru gelip darbesini indirdi. Terry tek bir ses çıkarmadan
Jam ie’nin savunmasını kolayca yararak midesine bir yumruk
attı. Ciğerlerindeki hava inen bir balon gibi çıkan Jamie iki
büklüm halde yere yığıldı. Terry geri çekilip, Jam ie’nin nefes
almasını bekledikten sonra tekrar ayağa kalkm asını emretti.
Titreyerek doğrulduktan sonra eğitmenin insaflıca davranıp
tüm gücüyle indirmediği bir sağ kroşeyle tekrar yere düştü.
Yüz üstü doğrulmaya çalışırken gözleri devrilerek bir kez daha
yere yığıldı. Terry’nin ayağa kalkm asını emrettiğini duydu.
Gözlerini güçlükle odaklayarak, kolları ve ayakları kurşun gibi
ağır, bir şekilde kendisine söyleneni yapmayı başardı.
Böylece Jam ie’nin uzunluğunu kestiremediği bir süre bo­
yunca aynı şeyler tekrar edip durdu. Yere düşürüldü, doğruldu
ve bir kez daha yere yığıldı. Bir süre sonra, kendisine kapı­
lardan birinden geçip küçük bir yatakhaneye gitmesi ve biraz
uyuması söylendi. Yataklardan birinin soğuk örtüleri üzerine
minnetle uzanıp kendisini derin, rüyasız bir boşluğun içine bı­
raktı. Kırk beş dakika sonra, Terry onu sarsıp uyandırdığında
ağlamamak için Jam ie’nin geri kalan tüm gücünü kullanması
gerekti.
Yine defalarca kez yere yığıldı.
Kaşındaki bir kesikten oluk oluk kan akıyordu; karnının
üzeri siyah ve mor renkte berelerle dolmuştu; soluk alamıyor,
ciğerleri hırpalanmış, şişmiş ağzından içeri oksijen çekebilmek
için feryat ^ediyordu.
Bu şekilde gece boyunca devam ettiler. Terry’de en küçük bir
yorgunluk belirtisi bile yoktu. Sabahı ettiklerinde, Jamie içgü­
düleri ve en temel motor fonksiyonlarla hareket eden bir zombi-
ye dönmüştü. Terry ona gidip kahvaltı yapmasını söylediğinde

143
W ILL HILL

kendisini yere atıp gözlerini tavana dikti. Göğsü zorlukla inip


çıkıyordu. Vücudunun her yanı ağrı içindeydi. Onu ayakta tu­
tan, zihnini sürekli meşgul eden tek bir düşünce vardı.
Annesi.

144
16
HER OĞLANIN RÜYASI

Jamie, Terry’nin az önce geçtiği kapıyı yavaşça itip içeri girdi.


Kaburgaları sızlıyor, kollarını kaldırmakta zorlanıyordu. Kapı­
nın açılmasıyla onu sohbet eden insanların çıkardığı bir uğultu
karşıladı.
Karşısında bir kafeterya vardı. Duvarlardan birinde boylu
boyunca uzanan bir tezgahın gerisinde bir grup kadın ve er­
kek yoğurt, m ısır gevreği, yumurta, salam, sosis, kahverengi ve
beyaz tost ekmeği kulelerinden oluşan kahvaltıları servis edi­
yorlardı. Odanın kalanını kaplayan masalarda siyah giysili as­
kerler, beyaz gömlekli doktorlar ve bilim adamları ile takım el­
biseli bazı erkekler oturuyordu. Aralarından birkaçı Jam ie’nin
içeri girmesiyle başlarını kaldırsalar da beklediği gibi gözlerini
üzerine diken veya fısıldaşan olmadı. Bunun yerine, insanlar
yemek yemeye devam ettiler ve Jam ie sıranın sonuna geçti.
Tabağını mümkün olduğunca çok sayıda yumurta, salam ve
tostla doldurduktan sonra içinde boş tepsilerin olduğu bir ser­
vis arabasının gerisinde tedirgin bir halde Terry’yi aradı. Kafe­
teryanın öteki ucundan birinin el salladığını görünce memnu-
W ILL HIL L

niyetle ona doğru yöneldi. Eğitmenin karşısındaki bir plastik


oturağa yerleşip iştahla kahvaltısını yemeye başladı. Sakince
bir kâse yulaf ezmesini yemekte olan Terry onu birkaç dakika
sessizce izleyip söze girdi.
“Demek Julian Carpenter’m oğlusun. Bu epey zor bir şey
olsa gerek.”
Jamie ağzındaki bir parça tosta rağmen iç geçirdi. “Öyle gö­
rünüyor,” diye yanıt verdi.
Terry, “Babanın yaptığı berbat bir şey,” dedi.
Çocuk yorgun, hayatında hiç olmadığı kadar yorgun oldu­
ğu için öfkesini dizginlemekte güçlük çekti. Elindeki bıçağı ve
çatalı masaya, çevresindekileri irkiltecek kadar sert bir şekilde
çarptı.
“Demek benimle de bir sorunun var, öyle mi?” diye homur­
dandı. “Orada olup biten saçmalığın nedeni bu muydu? Baba­
mın yaptığı şey için beni cezalandırıyor muydun?”
Terry gözlerini ona dikti.
Soğukkanlı bir edayla, “Orada olup biten saçmalık buradan
çıkmana izin verdiklerinde hayatta kalabilmen içindi. Sadece
temel bir eğitim verecek kadar vaktimiz olduğu için kendini
şanslı sayman gerek. Babamın yaptığı şey için seni suçlamı­
yorum. Seni kendi yaptıklarınla değerlendireceğim.” Eğitmen
kahvesinden bir yudum aldı. “Buradaki herkesin konuya aynı
şekilde bakacağı sözünü veremem. Akimda bulunsun diye söy­
lüyorum.”
Jamie uzunca bir süre eğitmene bakakaldı. Sonra bıçağını
ve çatalını alıp kahvaltıya devam etti. Terry sessizce sandalye­
sine yaslanıp oğlanın yemek yiyişini izledi.

Oyun Alam’na geri döndüğünde bir düzine kadar insanın daire


şeklindeki odanın kenarı boyunca dizildiğini görmek Jamie’yi

146
1 9. D E P A R T M A N

tedirgin etmişti. İnsanların ortasında ellili yaşlarda, üzerinde


parlak renkli bir sürü madalya iliştirilmiş koyu renkli bir ta­
kım elbise olan bir adam vardı.
Jamie, Terry’yle odanın ortasındaki banklara doğru yürür­
lerken, “Bu da kim?” diye sordu.
Terry, “O Binbaşı Harker,” diye yanıt verdi. “Yerinde olsam
ondan uzak dururdum.”
Bir saat kadar, Siyah Işık’ın standart saha ekipmanı üzerin­
de çalıştılar. Jamie siyah giysilerden birini giyip üzerine savaş
zırhını geçirip, başına mor vizörlü miğferlerden birini taktı.
Vizörü gözünün önüne indirince odanın türlü renklerle ay­
dınlanması onu şaşırttı. Duvarlar ve zemin neredeyse beyaza
kaçan açık mavi bir renge bürünürken, floresan ışıkları açık
kırmızı dikdörtgenlere dönüşmüştü. Terry ise şaşırtıcı bir renk
cümbüşü olarak görünüyordu; göğsü ve başı koyu kırmızı nok­
talarla dolu, bacaklarıyla kollarının uçları açık yeşildi.
“Bu inanılmaz,” dedi. “Isıyı mı algılıyor?”
Terry başını salladı.
“Miğferde kriyojenik soğutuculu bir dedektör var. Vizör ısı
değişimlerini tespit ediyor. Vampirler vizörde Roma mumları
gibi açık kırmızı gözükür. İnan bana, sahada çok işe yarıyor.”
Silahlara geçtiler. Terry çelik bir taşıma arabası getirerek
içindekileri Jamie’ye tanıttı. Tek bir düğmeye basmasıyla kalın
bir beton duvar yerden tavana yükselirken bir dizi hedef tavan­
dan yere indi.
Jamie, Terry’nin gözetiminde taşıma arabasının içindeki
silahları denedi. Tüm ajanların taşıdığı Glock 17 tabancanın
tetiğine fişek yatağı boşken bastıktan sonra şarjörü yerleştirip
nişan aldı ve duvarın önündeki hedeflere arka arkaya üç şarjör
dolusu kurşun ateşledi. Heckler & Koch MP5’i omzuna daya­
yıp atış modu seçicisini sırasıyla tek atışa, üçlü atışa ve nihayet

147
W ILL HILL

nefes kesici takırtıların çıktığı tam otomatik atışa ayarlayarak


ateşledi. Hedefler kurşunların çarpmasıyla parçalara ayrıldılar
ve havaya betondan kalkan ince bir toz dumanı yayıldı.
Kolları geri tepmeden ve silahların titreşiminden hissiz­
leşmiş olsa da, Jamie mest olmuştu. Hedeflerin başlarına ve
göğüslerine bir sürü kurşun isabet ettirmiş ve Terry’nin ho­
murdanarak başarısını tasdik ettiğini duymuştu. Ancak en
büyük heyecanı taşıma arabasına bakıp bir sonraki denemeyi
Frankenstein’m Alexandru’ya ateşlediği devasa silahın daha
küçüğü olan, her Siyah Işık askerinin kemerinde taşıdığı metal
tiple yapacağını fark ettiğinde yaşadı.
Terry tüpü taşıma arabasından çıkarıp Jamie’ye gelip önün­
de durmasını söyledi. Oğlanın sırtına dikdörtgen, düz bir gaz
tankı yerleştirip beline kaim ve siyah bir kemer doladı. Tüp,
kemerin sağından sarkan plastik bir halkada duruyor, ağır ol­
duğu kadar tehlikeli görünüyordu.
Terry ciddi bir -sesle, “Bu T-18 pnömatik fırlatıcı,” dedi.
“Buna herkes gibi Cirit diyebilirsin. Sahip olabileceğin nere­
deyse en önemli şey bu silah”
Jamie, “Buna neden Cirit deniyor?” diye sordu.
“Çünkü bir kazık gibi ama daha uzun.”
Terry’nin sırıttığı Jamie ona aynı şekilde karşılık verdi.
Jamie Cirit’i kılıfından çıkardı. Tüpün alt yüzünde kaim
plastik bir çıkıntı eline rahatça oturmuş, işaretparmağı metal
bir tetiğe hafifçe dayanmıştı. Ağır silahın namlusunu sol eliyle
kavradı. Terry’ye baktı. Eğitmen başını sallayarak onay verdi.
“Gaz tankının tepesinde, boynunun arkasında bir düğme
var. Onu çevir. Yavaşça.”
Jamie omzunun gerisine uzanıp metal bir düğmeye dokun­
du. Sırtında kısa bir sarsıntı hissetti ve zayıf bir tıslama sesi
duyuldu. Eğitmenin elindeki uzaktan kumandada bir dizi düğ­

148
19. D E P A R T M A N

meye basmasıyla beton duvarın önüne kalın, süngerimsi bir


hedef indi. Bir yanma eşmerkezli çemberler basılmış olan bir
mindere benziyordu. Terry, Jamie’yi nazikçe odanın karşı ya­
nma, hedefin tam hizasına götürdü.
“Bacaklarını aç,” dedi. Jamie ayaklarını birkaç santim daha
açarken omzunun üzerinden yan yana sıralanmış seyircilere
bakmamak için kendisini zor tutuyordu. Gözlerinin üzerin­
de olduğunu hissediyor olsa da huzursuz bir bakış atıp onları
memnun etmeyecekti. “Omzuna daya.”
Jamie kendisine söyleneni yaptı. Kolları rahat bir pozisyon
alırken Cirit’i omuz çukuruna yerleştirdi.
“Nişan al.”
“Gözünü namluya yaklaştırıp silahın üzerindeki nişan ter­
tibatını hedefin merkezine hizala.”
“Hazır olunca tetiği sık.”
Jamie bekledi. Uzunca bir süre hareketsiz halde dikilip kalp
atışlarının seyrekleşip, zayıflaşmasmı bekleyerek tamamen gez
ve arpacığa hizaladığı hedefe odaklandı. Derin bir nefes alıp
tuttu ve ardından tetiği hafifçe kendisine doğru çekti.
Cirit sağır edici bir gürültüyle omzunu sarstı. Tüpün ucun­
dan bir patlamayla fırlayan, hızından dolayı ancak havada bir
karaltı olarak seçilen metal kazık gürültüyle hedefin ortasına
girdi. Bir milisaniyelik bir sessizliğin ardından; oda boyunca
uzayan, kazığa bağlı ince kablo bir vızıltı eşliğinde namluya geri
dönmeye başladı. Kablo gerildiğinde anlık bir direnç olsa da
Jamie gücünü topladı ve hedeften çıkan kazığın vızıldayarak
odanın diğer ucuna ulaşıp gürültüyle tüpün içine girmesiyle
topuklarının üzerinde geriye devrilecek oldu. Silahı elinden bı­
raktı ve kazığın hedefte açtığı deliğe bakıp uzun bir nefes verdi.
Hedefin tam ortasında açılan delik kusursuz bir çember oluş­
turmuştu. Terry yanma gelip hafifçe omzuna dokundu ve onu

149
W I L L HILL

odadan çıkardı. Gerisinde, seyircilerin fısıltılarını duydu. Ya­


kından bakıldığında, deliğin kenarı boyunca tırtıklar seçilse de
atışın başarısı şüphe götürmezdi. Hedefin tam ortasındaki nokta
yok olmuştu. Terry elini delikten geçirip alçak sesle ıslık çaldı.
“Bu acayip bir atıştı,” dedi. “Acayip bir atış.”
Jamie’nin yüzü gururdan kızardı. Terry’ye omzuna dayalı
Ciritle, akimda sadece karşısındaki hedef ve ellerinde tuttuğu
silah varken kendisini ne denli rahat hissettiğini, bunun ona
ne denli doğal geldiğini söylemeyi arzuladı. Ancak sadece alçak
bir sesle, “Teşekkürler,” demekle yetindi.
Eğitmen ve oğlan odada biraz yürüyüp bir sonraki taşıma
arabasının başına geldiler. Metal yüzeyin üzerinde sapı ve te­
tiği olan bir kaynak üflecine benzeyen küçük bir silindir, iki
sıra siyah küre ve Jamie’nin birçok bilgisayar oyununda gördü­
ğü bomba atarlara benzeyen bir silah vardı. Taşıma arabasına
uzanmasıyla Terry önünü kesti.
“Şimdilik bunlara el sürmene gerek yok,” dedi.
Ardından eğitmen Jamie’nin üzerine atıldı. Büsbütün sa­
vunmasız yakalanan Jamie’nin ellerini önüne getirecek vakti
bile olmadı. Terry’nin avucunun kenarını karın boşluğuna in­
dirmesiyle soluksuz kalan Jamie mindere yığıldı.
Terry, “Ayağa kalk,” dedi.
Jamie kendisini gecekinden daha iyi savunarak eğitmenin
darbelerini bloke edip yanıltma hareketlerini sezse de kendi­
sini defalarca kez yerde buldu. Alnındaki kesik yeniden açıldı.
Terry bunu fırsat bilerek sol gözünün kenarında yapışkan ka­
nın birikmesiyle görüş açısı daralan Jamie’nin etrafında dans
etmeye başladı. Jamie nereden geldiğini bile anlayamadığı bir
döner tekmenin etkisiyle sertçe yere çarptı. Doğrulup seyirci­
lere bakınca Binbaşı Harker’m gülümsediğini gördü. Elinden
geldiğince bedenini eğitmenden uzak tutarak yumrukları ve

150
19. D E P A R T M A N

tekmeleri savuşturdu. Karşı saldırılarının çoğu acemi ve ön­


ceden kestirilebilir olsa da birkaç yumruğu Terry’nin savun­
masını geçerek burnunun ucuna indi ve başı geriye savrulan
eğitmenin üstdudağmdan aşağı ince bir kan çizgisi aktı. Dişleri
kıpkırmızı olan Terry sırıtıp bir kez daha Jamie’ye yaklaştı.

Jamie duşun altında dikilip delikten akan suyun içine karı­


şan koyu kırmızı iplikleri izledi. Bedeninin her santimetresi
ağrıyordu. Gövdesi mor ve sarı çürükler içinde hızla kararan
bir gökkuşağını hatırlatıyordu. Nazikçe üzerindeki kanı ve teri
yıkadıktan sonra başını duş başlığının altındaki fayanslara da­
yayıp gözlerini yumdu.
Çok hızlı çalışan zihnini yavaşlatıp normale döndürmeye
çalışıyordu; Terry ondan ayrılırken henüz birlikte yapacakla­
rının bitmediği uyarısında bulunduğundan molanın her sani­
yesini değerlendirmeye çalışıyordu. Ancak zihni söz dinlemi­
yordu.
Buraya nasıl geldim? Buraya nasıl geldim? Buraya nasıl geldim?
Annesini, babasını veya artık geride kaldığı iyiden iyiye
belli olan hayatı düşünmemeye çalışsa da bunu yapmadan
edemiyordu. Okulu astığı, kabadayılardan sakındığı, sitenin
gri sokaklarını arşınladığı ve annesiyle kavga ettiği dünya ve
kendisini içinde bulduğu bu yeni dünya arasındaki fark akıl
almazdı. Artık bu dünyadan bahsedebileceği tek bir arkadaşı
yoktu; olsaydı bile son üç günde yaşadıklarının tek kelimesine
inanmazlardı. Öte yandan annesinin kurtulacağını, onu bulup
eve getireceğini söyleyecek kimsesi de yoktu.
Duştan çıkıp acıdan titreyerek giyindi. Oyun Alam’mn ka­
pısını açtığında soluğu kesildi. Geniş, dairesel odanın kavisli
duvarı boyunca bir sürü insan birikmişti. Çok sayıda ünifor­
malı asker, doktor, bilim adamı ve Binbaşı Harker kadar çok

151
W ILL HIL L

olmasa da en az onun kadar çok madalyası olan birçok yaşlı ve


ciddi görünümlü adam vardı. Terry platformun yanında kolla­
rını kavuşturmuş, gözlerini Jamie’ye dikmiş halde duruyordu.
Jamie başka kimseye bakmamaya çalışarak eğitmene doğru
yürüdü.
Yanma yaklaştığında, Terry ona, “Korkma,” dedi. Eğitmen
siyah zırhı üzerine geçirmesine yardım ettikten sonra ona bir
dizi yapay silah sundu. Bunların içinde daha önce ateşlediği
Glock ve Mp5’in tuhaf ve plastik versiyonları, kauçuk saplı bir
plastik kazık ve altına bir kabza takılı boş bir tüpten ibaret
plastik bir Cirit vardı. Jamie, Terry’nin komutuyla çıktığı plat­
formun ortasına yürüdü. Platform en az dört buçuk metre ge­
nişliğinde siyah bir plastik daireydi. Her yöne doğru hareket
edebilen bir yürüme bandı olduğu anlaşılan dairenin üzerinde
bir adım atmasıyla ayaklarının altındaki kauçuk hareketlene­
rek onu dairenin ortasına geri götürdü. Sağa doğru hızlı iki
adım atmasıyla yüzey daha da hızlı hareket ederek onu yine
ortaya götürdü. Arkasına dönüp baktığı Terry ona doğru hare­
ketlendi. Jamie’nin yanında diz çöktüğü eğitmen ona mat siyah
bir vizörü olan bir miğfer verip alçak sesle konuştu.
“Bu simülasyon son derece ileri bir teknolojinin ürünüdür.
Normalde dokuz ay süren bir eğitim programının son safhası­
dır. Kimse senin aldığın kadar kısa bir eğitimle bu simülasyo-
nu denemediği (ve on bir yıldır ilk denemede simülasyondan
başarılı çıkan olmadığı) için kimsenin fazla bir beklentisi yok.
Bu yüzden paniğe kapılma ve elinden geleni yap, olur mu?”
Jamie başını salladı ve ayağa kalkıp miğferini taktığında
korkmadığını fark etti. Hatta gergin bile değildi; sadece heye­
canlıydı. Miğfer Oyun Alanı’m tamamen örttü; artık platformu
veya ekranı göremediği gibi izleyicilerin heyecan dolu fısıltı­
larını duyamıyordu. Ardından, Terry’nin doğrudan kulağıyla

152
19. D E P A R T M A N

buluşan sesini duydu. Simülasyonu başlatacaklarını söylüyor­


du. Bir saniye sonra, Jamie görkemli bir evin geniş holünde
dikiliyordu. Etrafına bakıp eldivenli ellerini yüzüne götürdü.
Elleri en küçük ayrıntının atlanmadığı, fotoğraf gerçekliğinde
yüksek çözünürlüklü sanal görüntüler olarak önünde belirdi­
ğinde sessizce, “Vay,” dedi. Bir adım atmasıyla holde bir adım
ilerledi. Hızla arkasına döndüğünde oda yumuşak bir şekilde
çevresinde döndü. Elini aşağı uzatıp kemerinden çıkardığı
Cirit’e baktı. Ellerinde gördüğü silah daha önce ateşlediğiyle
birebir aynıydı; namlunun içinde metal kazığı görebiliyordu.
Silahı kılıfına koyup uyluğunun üzerindeki Glock’u çıkardı;
anlaşılan namlusunun içi boş, şarjörü dolu görünen bu silah da
simülasyonda tamamen işlevseldi.
Terry’nin Jamie’nin kulağında çınlayan sesi “Tamam, hazır
olduğunda söyle,” dedi.
Jamie, “Ne yapmam gerekiyor?” diye sordu.
“Sadece evi keşfe çık. Amacını anlayacaksın.”
Jamie derin bir nefes alıp yürümeye başladı. İhtişamlı holün
sona erdiği yerde kenarlarından biri geniş bir merdivene açılan
bir oda vardı. İlk basamağa yaklaştığında tepesinde bir hırıltı
işitti ve başını yukarı kaldırdı. Merdivenin en üst basamağında
beliren şık smokinli bir vampir, Jamie’nin üzerine sıçramaya
hazırlanıyormuş gibi çömeldi.
Jamie Cirit’i yavaşça kılıfından çıkarıp tek bir akıcı hareket­
le omzuna dayayarak tetiği çekti. Tüpten fırlayan kazık vampi­
rin göğsüne girip et ve kemiği delerek yuvarlak bir delik açtık­
tan sonra bağlı olduğu pnömatik kablonun ucunda geri çekildi.
Kazık namlunun içine dönmeden önce vampirin patlamasıyla
çevreye yayılan parlak kan ve kıkırdak parçaları pıtırtılar çı­
kararak merdivenin kalın halısı üzerine döküldü. Jamie silahı
elinden bırakmadan yavaşça ilk kata yürüdü.

153
W ILL HILL

Bir şeylerin hareket ettiğini fark etmesiyle iki vampir mer­


divenin üzerindeki yüksek ve karanlık tavandan kendilerini
aşağı bıraktı. Tereddütsüz ve soğukkanlı Jamie hızla hesabını
yaptı.
Cirit’te tek kazık var. Karşımda da iki vampir İki kez ateş edecek
vaktim olmayacak.
Sol eliyle kemerinden MP5’i çekip atış modu seçicisini tam
otomatiğe ayarlayarak merdiveni soldan sağa doğru kurşun
yağmuruna tuttu. Kurşunlarla dizleri yarılan vampirler kıvra­
narak yere yığıldı. Jamie hafif makineli tüfeği kılıfına yerleşti­
rip sol eline Cirit’i, sağ eline de kauçuk kabzalı kazığı alarak
hızla merdivenlerden yukarı çıktı. İki saniyeden kısa bir süre­
de yaptığı bu üç hareket karşısında platformun çevresindeki
askerlerin nefesi kesildi. Jamie hızla kırmızıya dönen halının
üzerinde feryat edip uluyan vampirlerin yanına gidip kazığı
göğüslerine soktu. Hızla geriye kaçtığından, vampirler patla­
dığında kan çelik yeleğine ancak küçük zerreler halinde ulaş­
tı. Arkasını kontrol ederek merdivene yöneldiğinde dördüncü
vampiri gördü. Bu seferki üzerinde güzel, dökümlü bir balo
elbisesi olan bir kadındı. Kadın holde sessizce ve hızla ilerleye­
rek ona doğru yaklaşıyordu. Kazığı yere bırakıp Cirit’i omzuna
atarak koşan vampirin kendisine ulaşmasına bir metre kala si­
lahı ateşledi.
Kazığın deldiği kalp parçalandı.
Bu kez daha küçük, neredeyse hiçe yakın bir patlama oldu.
Metal kablo tamamen geriye sarılana dek kadın yok olmuştu
bile. Jamie elini uzatıp kazığı aldı ve kemerindeki halkaya yer­
leştirip merdivenleri çıkmaya başladı.
Terry hafifçe gülümsemekte bir sakınca görmedi. Duvara
yaslanıp oğlanın ilerleyişini zeminden çıkan monitörlerden iz­
leyen bir asker dişerinin arasından kısık sesli bir ıslık çıkardı.

154
19. D E P A R T M A N

Başım hayranlıkla sallayarak, “Gerçekten iyi” dedi.


Yanındaki asker, “Az bile dedin,” dedi. “Doğal bir yetenek.”
Köpek havlamasını andıran şiddetli bir kahkaha odada yan­
kılandı. İki asker dönüp yumruklarını sıkarak monitörlerden
birinden oğlanı izleyen Binbaşı Harker’a baktı.
Binbaşı gözlerini ekrandan hiç ayırmadan, “Hol çocuk
oyuncağı,” dedi. “Bakalım bahçede ne yapacak.”
Ancak Jamie sık sarmaşıklar ve meşe ağaçlarıyla kaplı bir
labirent olan bahçeden de sorunsuzca geçti. Silahlarını mü­
kemmel kombinasyonlarla kullanarak, bir vampiri kendisine
üç metreden fazla yaklaştırmadan bir yandan kazıklarını sap­
layıp diğer yandan hareket ederek, tabanca ve MP5’le vampirle­
ri uzaktan etkisiz hale getirerek ve farklı durumlarda en büyük
tehdidi belirleyip öncelikle onun hakkından gelerek ilerledi.
Dar, taş yollardan temkinli ancak kendisini vampirlerin et­
rafını sarabileceği sabit bir hedef haline getirmeden, yavaşla­
madan, sürekli hareket halinde kalarak geçti. Bahçede hiçbir
tehdit kalmadığında bahçe kapısının yanındaki taş kulübenin
kapısını açıp içeri girdi.
İçerisi karanlık olduğundan kemerinden ince, siyah bir cep
feneri çıkarıp ışığı odaya tuttu. Işık arkadaki duvara yaslanan,
en fazla iki buçuk metre ötesindeki bir kızın soluk yüzünü ay­
dınlattı. Kızın azıdişleri beyaz üçgen noktalar olarak seçiliyordu.
Jamie MP5’i çıkarıp yüzü gördüğü yerin yirmi beş santim kadar
aşağısını yaylım ateşine tuttu. Karanlıkta bir şeyin çığlık atma­
sıyla Jamie cep fenerini arka duvara tuttu. Yüzü az önce durduğu
yerde olsa da artık göğsünün üzerinde gevşekçe sarkıyordu ve
ağzından kan akıyordu. Jamie ileri doğru bir adım atıp ışığı daha
geniş bir alan tuttuğunda gördükleri karşısında şaşırdı.
On sekiz-on dokuz yaşlarında görünen bir kız ağır kelep­
çelerle el ve ayak bileklerinden duvara tutturulmuştu. Elleri ve

155
W ILL HIL L

ayakları son derece rahatsız olduğu belli olan bir pozisyonda


gerilmişti. Jamie’nin tüfeğinden çıkan kurşunlar kızın göğsünü
koyu kırmızı bir jöleye çevirmiş olsa da kız hâlâ hayattaydı.
Jamie ona yaklaştığında kız başını kaldırıp ona doğru uludu.
Farkında olmadan geriye doğru bir adım atan Jamie kızın başı­
nın tekrar düşmesiyle ilerledi.
Cep fenerini kol ve bacaklarındaki kelepçelere doğru tuttu.
Kız son derece gergin bir şekilde zincirlendiğinden kelepçele­
rin cıvatalarına baskı uygulaması imkânsızdı. Yine de Jamie
kemerinden kazığı çıkardı ve omzunun üzerine doğru kaldır­
dı. Durdu. Kızın vücudundaki yaraların iyileşmeye başladığını
görünce onu bırakmaya karar verdi. Duvara tutturulmuş halde
kendisi için bir tehdit oluşturmuyordu. Üstelik vampir de olsa
hareketsiz bırakılmış bir yaratığı öldürmek ona cinayet gibi
göründü. Böylece kulübeden çıkıp bahçenin dövme demirden
çıkış kapısına yöneldi.
Köşkün geri kalan arazisinde ilerlerken karşısına çıkan iki
vampiri iki garajın arasında kalan dar bir yola sokup tek bir
Cirit atışıyla yok ettiğinde sergilediği cesaret karşısında Oyun
Alanı’nda Binbaşı Harker’ın sert bakışlarıyla susturulan spon­
tane bir alkış koptu. Jamie vampirlerin duvarda bıraktıkları
kan izlerinden sakınarak binanın araba yoluna giden bir av­
ludan geçti. Bu son safhada korkunun soğuk ellerini üzerinde
gerçekten hissedecekti.
Araba yolu epey geniş olsa da iki yanında uzun, dalları yo­
lun üzerinde bileşerek koyu yeşil bir tünel oluşturan ağaçlar
diziliydi. Jamie yolda yürümeye başladığında Frankenstein’la
birlikte Halka’ya gelirken kullandıkları yolu anımsasa da dalla­
rın hışırdayıp kıpırdanmasıyla babasının öldüğü o geceye dön­
dü ve bir an yaşadığı dehşet karşısında kendisini aciz hissetti.
Ancak bu kez durum farklıydı. Geçmişte meşe ağacının dal­

156
19. D E P A R T M A N

larında gezinen yaratıklara karşı aciz kalmış olsa da bu kez


her şey bambaşkaydı. MP5’i kılıfından çıkarıp ağaçların sarkık
dallarını kurşun yağmuruna tutarken tüfeğin namlusu ateş ku­
sar gibiydi. Boşalana dek ateşlediği silahı tekrar doldurdu ve bir
kez daha tüm kurşunları harcadı. Beş vampir dallardan aşağı
bir insanın kemiklerini kıracak kadar sert bir şekilde düştü.
Her yanından kan akan bedenleri deliklerle dolmuştu. Jamie
ince hesaplar yaparak, karşısına çıkan her vampire kazık sap­
layarak araba yolunu geçti ve üzerinde ÇIKIŞ yazan gösterişli
bir metal kapıya vardı. Tam kapının sürgüsüne uzandığı anda
boynunun sol tarafında yakıcı bir acı duydu. Başını eğip bak­
tığında şaşkınlık içinde göğsünden kan boşandığını fark etti.
Jamie yavaşça arkasına döndü ve kulübede bıraktığı kızın yü­
züne baktı. Kız yüzünde muzaffer bir ifadeyle, parlayan kızıl
gözleriyle ona bakarken Cirit’e uzandığında kız bulanıklaşıp
simüle edilmiş dünyadaki diğer her şeyle birlikte yok oluverdi.
Bir anda etrafın kararmasıyla Jamie panik hissiyle mücade­
le etmeye çalıştı. Elini boynuna götürdüğünde sadece kaygan,
terli derisini ve takmakta olduğunu unuttuğu miğferin alt kıs­
mını hissetti. Miğferi başından çıkardı. Oyun Alam’mn parlak
ışıkları yüzünden gözlerini kıstı. Aşağı bakınca Terry’nin ba­
riz bir hayranlıkla ona baktığını gördü. Ardından çevresinde
döndü ve kendisini izleyen Siyah Işık askerlerini ve personeli­
ni gördü. Boş gözlerle onlara bakarken bir asker alkış tutmaya
başladı. Sıra halinde dizilmiş diğer izleyicilerin de ona eşlik
etmesiyle tezahüratlar ve tebriklerin eklendiği alkış sağır edici
bir kükremeye dönüştü. Jamie yüzüne yayılan gülümsemeyi
dizginlemedi; hatta yüzünde bir fırtına bulutu kadar karanlık
ve meşum bir ifadeyle kalabalıktan uzaklaşıp en yakın çıkışa
yönelen Binbaşı Harker’ı görünce gülümsemesi daha da yay­
vanlaştı.

157
W ILL HIL L

Jamie platformdan aşağı indiğinde Terry’nin sırtına indir­


diği darbeyle neredeyse yere yıkılacaktı. Eğitmenin gurur dolu
yüzünü görünce Jamie utanarak gözlerini kaçırdı. Terry zırhını
ve simülasyon silahlarını çıkarmasına yardımcı olduktan son­
ra, aniden kaburgalarını kıracakmış gibi sert bir şekilde onu
kucakladı.
Jamie, “İyi miydim?” diye sordu. “Başarısız olduğumu san­
mıştım.”
Terry, “İlk denemede kim olsa başarısız olur,” diye yanıt ver­
di. “Herkes. Çoğu, bırak bahçeyi, evden dışarı çıkamaz. Sen ise
merhamet gösterdiğinden başarısız oldun. Yersiz ama hayran­
lık verici bir hareketti.”
Artık iyiden iyiye sırıtan Jamie, “Teşekkür ederim,” dedi.
Gerisinde kalabalık dağılmaya başlıyordu. Siyah Işık’ın
erkek ve kadınları Oyun Alam’nın kavisli duvarı üzerindeki
çeşitli kapılara doğru ilerlerken çoğu gördükleri karşısında
hayranlıkla başlarını sallarken bazıları ona doğru gülümsüyor,
başparmaklarını yukarı kaldırıyor ya da sessizce alkış tutu­
yordu. Jamie hiçbirinin kendisine yaklaşmamasının sebebi­
ni bildiğini düşünüyordu; orada patron Amiral Seward değil,
Terry’ydi ve öğrenciyle eğitmenin arasına girmek istemiyorlar­
dı. Jamie onların Oyun Alam’ndan ayrılmalarını izlerken böb­
reklerinde müthiş bir acı hissetti. Karın boşluğuna bir yumruk
inmişti. Yere düşüp yan yattı ve kendisini tepesinde gülümse­
yen Terry’nin yüzüne bakar halde buldu.
Eğitmen, “Ayağa kalk,” dedi.

158
17
YÜZKARASI

Jamie duşun vanasını kapatıp suyun altından çekildi. Terry


onu serbest bırakalı yarım saatten fazla olmuş, minnettar ço­
cuk gerilmiş, hırpalanmış derisini sıcak suyun rahatlatıcı, rit­
mik akışına teslim etmeye koşmuştu. Her yanının kesikler ve
çürükler içinde, kolları ve bacakları kurşun gibi ağırdı. Yine de
acıya rağmen, belki de acıdan dolayı kendisini capcanlı hisse­
diyordu; bedeni dinlenmek arzusu içinde olsa da zihni durma­
dan çalışıyordu.
Jamie bir havlu alıp kurulandıktan sonra duş kabininden
çıkıp soyunma odasına yürüdü. Banklardan birinin üzerine yı­
ğılmış giysilerinin üzerinde otuz dakika önce duşa koştuğunda
orada olmayan bir şey asılıydı. Çevresine bakınca solundaki
bankta iki metal çantanın da olduğunu gördü. Öne doğru adım
atıp antrenman kıyafetlerinden oluşan nemli topun üzerindeki
koyu nesneyi inceledi ve derin bir nefes aldı.
Bu bir Siyah Işık üniformasıydı.
Soyunma odasının floresan ışığı altında kapkara duran tu­
lumun hafif, mat kumaşı üzerinde tek bir yansıma yoktu. Önü­
ne elle yazılmış bir not yapıştırılmıştı.

159
W ILL HI LL

G iy b u n u .

Jam ie elbisenin bacaklarına ayaklarını, yenlerine kolları­


nı sokup boğazına kadar çektiği fermuarın üzerini bir çıtçıtla
kapattı. Üniforma akıl almaz ölçüde hafif ve serindi; kumaş
vücudun kıvrımlarına tam oturuyor, Jam ie kollarını oynatıp
omuzlarını indirip kaldırdığında kumaştan en küçük bir kat­
lanma veya sürtünme sesi gelmiyordu. Heyecanla odanın diğer
ucuna geçip uzun aynalardan birinin önünde dikildi.
Kendisini tanımakta güçlük çekti. Giysinin bacaklarının
altında sırıtan gri çoraplarına rağmen bambaşka biri gibi gö­
rünüyordu; bir oğlandan çok genç bir adam gibi. Kolları vücu­
dunun iki yanında rahatça sallanıyordu; duruşunda rahatlık
ve denge vardı. Hep omzundan gerisini kollayan o çekingen ve
gergin çocuk gitmişti.
Güzel.
Aynanın başından ayrılıp bankın üzerinde duran metal
çantalara yöneldi. Çantalardan biri bir masaüstü çantası ka­
darken diğeri çok daha büyüktü. Önce küçük olanı açtı ve için­
dekileri görünce gözleri parladı.
Siyah köpük kalıpların boşlukları içinde Oyun Alam’nda
ateşlediği silahlar olan Glock 17 ve Heckler & Koch Mp5 var­
dı. Silahları kalıpların içindeki yuvalarından çıkarıp eline aldı.
Omurgasından aşağı hafif bir ürperti inerken zihninin içinde
bir ses ona fısıldadı.
Sanki sana ait gibiler, değil mi? Bunları kuşanırsan, sana ait
olacaklar. Bir kere kuşanınca da asla üzerinden çıkmayacaklar. Ne
kadar uğraşsan da.
Jam ie o an bir dönüm noktasında olduğunu, içinde silahla­
rın ve vampirlerin olmadığı bir hayatın kapısının sonsuza dek
kapanabileceğini ve hayatının geri kalanının seyrini o an ala­

160
19. D E P A R T M A N

cağı kararın belirleyeceğini biliyordu. Bir yanı silahları bırakıp


kendi giysileriyle odadan çıkm ak isterken bunun bir seçenek
olmadığını, oradan giderse annesinin öleceğini gayet iyi bili­
yordu. Onu kurtarmak uğruna hayatının geri kalanını şiddet
ve karanlık içinde geçirmeye dünden razıydı. Çantanın kena­
rında duran, kalıbın içindeki yuvalardan çıkardığı iki şarjörü
taktığı silahları üniformasının iki yanındaki kılıflara soktu.
Geri dönmek yok.
İçinden silahları çıkardığı köpük kalıbı çantadan çıkardı.
Altında ne olduğundan emindi. Yanılmamıştı. Siyah kauçuk
saplı bir metal kazık ışıl ışıl bir Cirit’in ve siyah bir gaz tankı­
nın yanında duruyordu. Hepsini köpük kalıptan çıkarıp kazığı
kemer halkasına soktu. Ancak Cirit’i yerleştirmek yerine ikinci
çantayı açtı.
Yaylar dört metal ızgarayı, çantanın yarısını kaplayan, için­
de Siyah Işık’ın çelik yelek parçalarının olduğu bir dizi rafı
yukarı doğru itti. Rafların yanında mor bir vizörü olan simsi­
yah bir miğfer duruyordu. Jam ie miğfere baktı ama uzanıp do­
kunmadı. Bir an için çevresine tehlike ve güç yayar gibi duran
miğferden ürktü.
Çok geç. Bunun için çok geç.
Bunun doğru olduğunu biliyordu.
Çok geçti.
Jam ie uzanıp, ondan korkmadığını ispatlamak ister gibi eli­
ni miğferin düz metali üzerinde gezdirdi. Kapattığı iki çantayı
ağrıyan kollarının tüm itirazlarına rağmen yüklenip soyunma
odasından çıktı.
Terry onu Oyun Alanı’nda bekliyordu. İçeri girince eğitmen
ağzının kenarlarında belli belirsiz bir gülümsemeyle Jam ie’yi
tepeden tırnağa süzüp elini ona uzattı. Jamie’nin uzanan eli
hemen tutmasıyla tokalaştılar.

161
W I LL HI L L

Terry, “İyi iş çıkardın,” dedi. “Kimsenin, hatta benim bile


ummayacağım kadar iyiydin. Üstelik ben bu işi uzun zamandır
yapıyorum. Gözlerini açık tut, çevreni sürekli izle ve kulübede
olanları unutma. O zaman başına bir şey gelmez.”
Jamie ona teşekkür etti. Olduğu yerde dikilip kendisine
söylenecek başka bir şey olup olmadığını görmek için beklese
de Terry başıyla çıkışa işaret edip, “Gidebilirsin,” dedi. Jamie
başını sallayıp çantaları aldı, ayak bilekleri üzerinde sertçe dö­
nüp kapıya yöneldi. Elini kapı tokmağına atacak olduğunda
Terry bir kez daha konuştu.
“Baban hakkında söylenenlere kulak asma. Onun yapmış
olduğu şeyi, insanların onun hakkındaki düşüncelerini değiş­
tiremezsin. Öte yandan, senin hakkındaki düşüncelerini de­
ğiştirebilirsin. Bu yüzden şimdi git ve bunu yap.”
Jam ie yanıt vermek için dönse de Terry çoktan sırtını dönüp
Oyun Alanı’nı arşınlamaya başlamıştı bile. Jam ie üzerinde ÇI­
KIŞ yazan kapıdan dışarı çıktı.
Öte yanda, Frankenstein onu bekliyordu. “Seninle görüş­
mek isteyen bazı insanlar var,” dedi. “Benimle gel.”

Frankenstein Jam ie’yi bir kat yukarı çıkarıp kavisli koridor­


lardan geçirerek, kanatlı bir kapının önüne getirdi. Kapının
yanındaki pirinç plakanın üzerinde SUBAY YEMEKHANESİ ya­
zıyordu. Jam ie yazıyı okuyunca kaşlarını çattı.
“Oraya giremem,” dedi.
Frankenstein, “Benim konuğumsun,” diye yanıt verdi. “Pe­
kala girebilirsin.”
Çift kapının bir kanadını iterek içeri adım attı. Jamie birkaç
saniye sonra çevresini gergin bir halde izleyerek onu takip etti.
Kapıyı arkasından kapatmasıyla insanlar hep bir ağızdan
ona selam verdiler. Sesler kaynağı geniş bir düz ekran televiz­

162
19. D E P A R T M A N

yonun etrafına dizilmiş koltuklardan gelmişti. Frankenstein’m


elini kaldırıp selam vermesiyle koltuklarda oturanlar ikisine
doğru yürüdü. İnsanlar etrafını sarana kadar Jam ie’nin odaya
bir kez daha göz gezdirme şansı oldu.
Yemekhane geniş ve neredeyse kare şeklindeydi. Duvarlar­
dan biri boyunca gerisinde iyi giyimli iki barmenin durduğu
güzel, ahşap bir bar vardı. Odanın gürültüyle çınlamasına ve
etraflarını saran hareketliliğe karşın barmenlerin yüzünde
profesyonellere has bir huzur maskesi vardı. Odanın ortasını
bazıları yuvarlak, bazıları dikdörtgen olan alçak, ahşap masa­
lar işgal ediyordu. Koltukların hepsi dolu olmasa da dolu olan­
lardaki tüm erkekler ve kadınlar neler olduğunu görmek için
döndü. Masalarda tavla ve satranç tahtaları, yarım bırakılm ış
kart oyunları ve her ebatta ve şekilde bardaklar ve şişeler vardı.
Yemekhanenin uzak ucunda iki yanında en az on iki sandalye
olan uzun bir yemek masası vardı. Masanın gerisinde göste­
rişli, altın rengi harflerle YEMEK SALONU 1 ve YEMEK SALO­
NU 2 yazan koyu renkli iki ahşap kapı vardı. Jamie daha önce
bir centilmenler kulübünde bulunmamış olsa da o an o tür bir
kulübe çok yakın bir şeyle karşı karşıya olduğunu hissetmişti.
Havada yoğun bir pipo ve sigara dumanı; şarap ve brendinin
insanı çarpan kokusu vardı. Etrafı gürültüyle ve ona selam
vermek için indirilen şapkalarla çevrilen Jam ie çevresindeki
adamlara odaklandı.
Frankenstein, “Çocuğu boğmayın,” dese de bir yandan gü­
lümsüyordu. “Jamie, izin ver seni meslektaşlarımdan biriyle
tanıştırayım. Thomas Morris.”
Jamie öne çıkıp kendisine elini uzatan yirmili yaşlarının
sonlarındaki adamla tokalaştı. Morris’in üzerinde bir Siyah Işık
üniforması vardı. Kemerinde eski görünümlü, eğri bir av bıçağı
gevşekçe sallanıyordu. Jamie’ye sırıtıp elini sertçe sırtına indirdi.

163
W ILL HIL L

Heyecan içinde, “Senin başaracağını düşündüm,” dedi.


“Gerçekten. Kimse bunu ilk denemede yapamamış olsa da
senin yapacağını sandım. Kulübedeki o kızın seni alt ettiğine
inanamıyorum.”
Morris’in gülümsemesi daha da yayvanlaşırken Jamie ken­
di yüzünde de bir gülümsemenin belirdiğini hissetti. Adamın
heyecanı bulaşıcıydı.
“Christian Gonzalez.”
Yana çekilen Morris’in yerini son derece yakışıklı, Latin kö­
kenli bir adam aldı. Jamie adamın kırklı yaşlarında olduğunu
tahmin etse de çok daha genç de olabilirdi; siyah saçı alnının
koyu teni üzerine gelişigüzel inmişti ve gözleri zindelikle par­
lıyordu. El sıkıştılar.
Gonzalez, “Seninle tanışmak bir zevk,” dedi. “Babam da
burada olmayı istiyordu ama Almanya’dan çağrıldı. Seni onun
adına başarından dolayı tebrik etmemi istedi. Onun tebrikleri­
ne kendiminkilerr de ekliyorum.”
Jamie, “Teşekkürler,” dedi. “Lütfen siz de babanıza teşek­
kürlerimi iletin.”
Adam bunu yapacağını söyledi ve yana çekildi.
Jamie’nin başı dönüyordu. Tanışmalardaki samimiyetin,
adamların yüzlerindeki mutluluğun Frankenstein’m onu kur­
tardığından beri gördüğü muameleyle tezat içinde olması kar­
şısında boğazı düğümlendi.
“Cal Holmvvood.”
Jamie soyadını hemen tanıdığı, kendisine doğru yaklaşan
adama büyük bir merakla baktı.
Kurucuların soyundan gelen biri. Benim gibi.
Efsanevi Holtmvood ailesinin bu üyesi otuz yaşlarında ufak
tefek, iyi giyimli bir adamdı. Temiz, çerçevesiz gözlükler giyen
Holmwood’un yüzü bir askerden çok bir akademisyeni andırı-

164
1 9. D E P A R T M A N

yor olsa da Jamie elini sıktığında ne kadar kuvvetli olduğunu


fark etti.
Holrmvood, “Bay Carpenter,” dedi. Kibarlığın tanımı dene­
bilecek sesinde samimiyet de vardı. “Beş yıldır tanışmamış ol­
mamız ne yazık, ama elden ne gelir? Mukadderat. Siyah Işık’a
hoş geldiniz.”
Jamie’nin teşekkür ettiği Holmwood yana çekildi.
“Jacob Scott.”
Avustralya aksam sezilen bir ses, “O zaman bir bakalım ona,”
dedi. Sesin sahibi Frankenstein’m arkasından çıkıp Jamie’ye sı­
rıttı. En az altmış yaşındaki Scott’m bronz teni yıpranmış ve
buruşmuş olsa da gözleri parlaktı ve yüzündeki yayvan gülüm­
semesinde dostane bir ifade vardı. Jamie’nin elini kemiklerin­
den ses gelene dek sıktı; Jamie elini çekerek kurtardı.
Scott neşe içinde, “Yaşlı bir oğlan için fena değil,” dedi. “Sen
ne dersin?”
Jamie zonklayan elini okşayarak gülümsedi. Yaşlı adam bu
kez de şakacı bir tavırla koluna bir yumruk indirdi. Hafifçe
yana devrilen Jamie gülümsemesini bozmamaya gayret etti.
Scott önce ona sonra Frankenstein’a baktı.
“Onu sevdim, Frankie,” dedi. “Metanetlice. Büyüklerine de
saygılı.”
Frankenstein, “Bunları ona da söyleyebilirsin, Jacob,” deyip
gülümsedi. “Şurada duruyor işte.”
Scott bakışlarını Jamie’ye çevirdi.
“Bir şeye ihtiyacın olursa, bana haber ver yeter, evlat. Sakın
çekinme.”
Jamie, “Çekinmem,” dedi. “Sağ olun.”
Adam baston yutmuş gibi koltuklara doğru yürürken Ja­
mie şaşkın halde onu izledi. Bu adamların hepsi babasını tanı­
yor muydu? Öyle olması gerektiğini düşünse de onu gördük­

165
W ILL HILL

lerinden dolayı memnun oldukları aşikardı. Jamie Halka’ya


geldiğinden beri ilk kez Carpenter sözcüğünün ona zarar
getirmeyip fayda sağlıyor olabileceğini düşündü; bu adamlar
kurucu ailelerden birinin soyundan gelen bir kişinin daha 19.
Departman’a katılmasından dolayı gurur duyuyor gibiydiler.
“Paul Turner.”
Jamie irkildi. Önünde hiç kıpırdamadan duran ve çevresine
daha önce hücre odasında karşılaştıklarındaki o aynı tehdit
hissini yayan binbaşı vardı. Jamie yutkundu ve karşısındaki­
nin bunu fark etmemiş olmasını umarak elini uzattı. Yemek­
hanenin yumuşak ışığı altında bile soluk gözüken eli bir an
için havada kaldı; hemen ardından Turner çevik bir hamleyle
uzanan eli sıkıp gülümsedi.
“Seni yeniden görmek güzel,” dedi. Frankenstein Binbaşı’ya
baktı.
Jamie, “Seni de diye yanıt verdi.”
Turner, İyi iş çıkardın,” dedi. “Böyle bir başlangıcı uzun
zamandır görmemiştim. Bana buradaki ilk zamanlarımı hatır­
lattı.”
Jamie adamın niyetinin hakaret etmek olup olmadığını an­
lamak için yüzünü incelese de umduğu türden bir emareye
rastlamadı. Hâlâ gülümsemekte olan binbaşıya gülümseyerek
karşılık verdi.
“Teşekkürler,” dedi. “Yine de sonda çuvalladım.”
“İlk seferinde herkes başarısız olur. Burada çuvallamak sa­
hada çuvallamaktan iyidir. Orada ikinci bir şansın olmaz.”
Jamie, “Dikkatli olacağım,” diye yanıt verdi.
Turner, “Dediğini yap,” deyip yana kaydı.
Ardından sırayla herkes hep bir ağızdan konuşmaya başla­
dı. Tam Jamie Frankenstein’a uyumaya gidip gidemeyeceğini
soracakken bir anda odaya sessizlik çöktü.

166
19. D E P A R T M A N

Adamlar Jamie’nin gerisine, kapıya doğru bakıyorlardı.


Jamie arkasına dönünce önünde Binbaşı Harker’ın dikildiği­
ni gördü. Yaşlı adam kasten Jamie’nin üzerine doğru yürüyüp
uzun, huzursuz bir saniye boyunca gözlerini onunkilere dikti.
Sonra sağ elini yavaşça kaldırıp uzattı. Jamie kendisine uzanan
eli ihtiyatlı bir şekilde tuttu. Binbaşı öne eğilip üç kelime mı­
rıldandı.
“Yüzümüzü kara çıkarma.”
Sonra, geldiği kadar hızlı bir şekilde Jamie’nin elini bıraktı
ve sert bir hareketle topukları üzerinde dönerek yemekhane­
den çıktı.
Jamie’nin arkasındaki herkes rahat bir nefes aldı. Dağılma­
ya başlayan adamların kimi sohbet etmeye, kimi televizyonun
başına, kimisi de bara gitti. Sadece Frankenstein ve Thomas
Morris oldukları yerde kaldılar. Jamie ikisinin yanma gitti.
“Uzun bir gün oldu,” dedi. “Sanırım yatmaya gitmem gerek.”
Frankenstein uyumaya gitmesinde sakınca olmadığını söy­
lese de bir Jamie’ye bir canavara bakan Morris biraz tedirgin
görünüyordu.
Frankenstein, “Sorun nedir, Tom?” diye sordu. Tonunda
sabırsızlık sezilen sesi Morris’in az da olsa irkilmesine neden
olmuştu.
“Jamie’ye göstereceğim bir şey vardı da,” diye yanıt verdi.
“Uzun sürmez.”
Frankenstein omuz silkip oğlana baktı.
“Karar senin, Jamie,” dedi.
Jamie, Morris’in ağırbaşlı, heyecanlı yüzüne baktı.
“Tamam,” diye yanıt verdi. “Yalnız, uzun sürmesin. Gerçek­
ten yorgunum.”
Morris, “Harika!” dedi. “On beş dakika. Bundan uzun sür­
meyeceğine söz veriyorum. Hadi gidelim!”

167
W ILL HILL

Jamie’nin omzuna elini atıp onu kapıdan çıkardı. Jamie om­


zunun üzerinden Frankenstein’a bir bakış attı ve Morris’le bir­
likte yemekhanenin kapısından çıktı.
Gri koridorlardan geçip asansörlerden birine ulaştılar.
Asansörü beklerlerken Morris durmadan konuşarak Jamie’ye
hatırlamayacağını gayet iyi bildiği, 19. Departman’la ilgili ista­
tistiklerden ve rakamlardan bahsetti. Nihayet kısacık bir nefes
arası verdiğinde, Jamie araya girdi.
“Bay Morris...” dedi. “Nereye gidiyoruz?”
Morris, “Tom, lütfen,” dedi. “Üzgünüm, elbette ki şimdiye
kadar sana anlatmalıydım, biraz heyecanlıyım da. Umarım
belli etmiyorumdur. Atalarımızı göreceğiz.”
“Atalarımızı mı?”
“Aynen öyle.”
Morris önde, Jamie arkada asansör kapısından içeri girdiler.
Heyecan Siyah Işık subayını ya bitkin düşürmüş ya da tama­
men teslim almış olmalıydı ki artık tek bir kelime edemiyordu.
F katında asansörden çıkıp diğerleri gibi gri bir koridora
girdiler. Neyse ki daha fazla gitmediler. Morris, üzerinde siyah
harflerle ARŞİV ODASI yazan, soldaki ilk çift kanatlı kapının
başında durdu.
Kapıların açılınca içeri hava doldu ve sıcaklığın çokça düş­
mesiyle Jamie’nin kollarındaki tüyler havaya kalktı. Uzun ve
son derece geniş oda kütüphaneyle et deposu arası bir yer gi­
biydi. Jamie iki uzun metal rafın arasından geçerken soğuk
hava akımları yılan gibi ayak bileklerine dolandı. İki yanda şef­
faf plastik ve metal raflar uzaktaki duvarlara kadar uzanıyordu.
Her biri kitaplar, klasörler ve elyazmalarıyla dolu olan kırktan
fazla raf her birinin kilidi dokuz haneli bir klavyeye bağlı olan
şeffaf plastikten kapıların gerisinde saklanıyordu.
Morris’in Jamie’yi götürdüğü odanın öbür ucunda cam bir

168
19. D E P A R T M A N

bölme klimayla korunan belgeleri açık renkli ahşaptan masa­


lar ve koltuklar, dizi dizi bilgisayar terminalleri ve bir duvarı
tamamen kaplayan evrak dolaplarının bulunduğu, dışarıdan
son derece konforlu görünen bir çalışma alanından ayırıyordu.
Morris’in camdan bir sürme kapıyı açmasıyla Jamie derisinden
içeri sıcağın nüfuz ettiğini hissetti. İkinci alanın arkasındaki
duvarın ortasında geniş, taş bir kemer; kemerin altında da ağır
görünümlü, tahta bir kapı vardı. Orada klavye yerine sadece
süslü bir pirinç tokmak vardı. Tokmağı sesli bir gıcırtı eşliğin­
de çeviren Morris kapıyı iterek açtı.
Bu son odadaki ortam bir kiliseyi andırıyordu. Neredeyse
sessizdi; tek işitebildikleri kendi nefeslerinin sesi ve parke ze­
minde botlarının çıkardığı takırtıydı. Oda koyu kırmızı du­
varları ve tavanı olan dar bir galeriydi. En az 30 metre uzun­
luğundaki odanın iki yanındaki duvarlara yağlıboya portreler
asılıydı. Jamie sağındaki ilk portreye bakınca vücudu yana dö­
nük, Jamie’nin üzerindekiyle aynı üniformayı giyen, ağzının
kenarlarında gururdan geldiği belli bir gülümseme olan genç
bir adamla göz göze geldi. Portrenin altındaki altın rengi levha­
ya bakıp üzerindeki kabartma yazıyı okudu.

George H arker, Jr.


1981-2007

“Burası da neresi?” diye fısıldadı.


Morris sesini alçaltarak, “Burası Şehitler Galerisi,” dedi.
“Ölen Siyah Işık ajanları bundan mı ibaret?”
Morris güldü. Hemen ardından, bu ciddiyetsizliği yüzün­
den suçlanacakmış gibi elini ağzına götürüp bir saniye orada
tuttu. Elini çekip yanıt verdi.
“Pek sayılmaz. Kaybedilen tüm Siyah Işık üyelerinin birer

169
WI LL H I U

portresini almak için bundan daha geniş bir oda gerekirdi. Hem
de çok daha büyük bir odaya. Hayır, burası 19. Departman’ın
en seçkinlerine, en yetenekli ve en zekilerine veya vaktinden
önce ölenlere ayrılmıştır. Jamie, burası atalarımızın yaşadıkları
yer. Her ikimizin de ailesinin tüm üyeleri burada.”
Jamie, Morris’in sözleri ve etrafındaki manzara karşısında
afallamıştı.
Ağır adımlarla kırmızı duvarlardan kendisine bakan kadın
ve erkekleri inceleyerek, levhaları okuyarak ilerledi. Aynı isim­
ler defalarca kez tekrar ediyordu: Benjamin Seward, Stephen
Holmwood, Albert Harker, David Harker, Quincey Morris II,
Peter Seward, Arthur Holrmvood II, John Carpenter, David
Morris, Albert Holmvvood.
Galerinin dörtte üçünü kat ettiğinde karşısına ahşap zemi­
nin ortasındaki mermer bir kaideye oturtulmuş bir erkek büstü
çıktı. Gri taştan yontulan büst, içeri girebilecek kişilere meyda­
na okur gibi galerinin kapısına bakıyordu. Sert bakışlı, muh­
temelen gençken hayli yakışıklı olan bir adamın yüzüydü bu.
İnce dudaklarının üzerinde kaim bir bıyığı ve köşeli bir çenesi
vardı. Jamie mermerin üzerindeki yazıyı okurken oğlanın iki
metre gerisinde sessizce yürümekte olan Morris de aynını yaptı.

Q u in ce y H a rk e r
G eld iğ im iz n o k ta y ı o n a b o rçlu y u z
1894-1982

Jamie iç çekerek, “Jonathan Harker’ın oğlu,” dedi. Morris


başını sallayarak onu onayladı.
Jamie büstün çevresinden dolanarak galeride yürümeye de­
vam etti. Karşısına giderek daha eski tablolar çıktı. Geçen yılla­
rın etkisiyle bazılarının boyası solmuş ve çatlamış, bazılarının

170
19. D E P A R T M A N

çerçeveleri matlaşmıştı. Galerinin sonuna varınca gururla dolu


gözlerle kendisine bakan altı adamın tablosuna baktı. Portrele­
ri için poz veren bu adamlar öleli çok uzun bir zaman olmuştu.

A b ra h a m V an H elsin g
1827-1904

J o n a th a n H a rk e r
1861-1917

Q u in cey M o rris
1860- 1891

Jo h n S ew ard
1861- 1924

H on. A rth u r H o lm w ood 1


1858-1940

H e n ry C a rp e n te r
1870-1922

Portrelerin altındaki alçak bir rafta bir dizi küçük eşya var­
dı: Bir stetoskop, üzerinde süslü bir aile arması olan küçük bir
altın topluiğne, yıpranmış bir kovboy şapkası ve deri bir kının
içindeki bir gurka kaması.
Soluğu kesilen Jamie, “Aman Tanrım,” dedi. “Hepsi gerçek­
ten yaşadı. Sanırım bu ana dek bunun farkına varmamışım.
Gerçekten yaşadılar.”

1 Arthur Holmwood’urı babası lord olduğu için isminin önüne şerefli,


saygıdeğer anlamına gelen, “honorable” lakabı koyulmuş (ç. n.)

171
W ILL HI LL

Morris, “Yaşadılar ve öldüler, “dedi. “Bazıları vaktinden de


önce.”
Gözlerinin kenarında yaşlarla Jamie’ye döndü. Tekrar ko­
nuşmaya başladığında sesinde şefkat okunuyordu. Parlayan
gözlerle, “Sen ve ben çok benzeşiyoruz,” dedi. “Kurucuların
soyundan geliyoruz. Siyah Işık’m altı büyük ailesinin üyele­
riyiz. Ancak ikimiz de yüz karasıyız. Sırtımızda atalarımızın
yaptıklarının yükü var.”
Jamie, “Nasıl?” diye sordu.
“Babanın yaptıklarının başına ne işler açtığını artık biliyor-
sundur. Benim öyküm ise yüzyıl öncesine uzanıyor.”
“Ne oldu?”
Morris, vereceği yanıtı zihninde tanıyormuş gibi bir süre
ona baktı.
Nihayet, “Şimdilik her şeyi anlatmayacağım,” dedi. “Geç
oldu. Anlatacağım öykü ise aceleye getirilmeyi hak etmiyor.
Yine de tek bir temel gerçeğe dayalı; sen ve ben dünyayı yüz
kez kurtarabilecek de olsak asla bir Harker, bir Holmıvood, bir
Seward veya bir Van Helsing olamayız. Ayrıcalıklı üyeliğin ka­
pıları ailelerimize hep kapalı olacak.”
Jamie, “Ne demek istiyorsun?” diye sordu.
Morris geriye doğru işaret edip, “Beni izle,” dedi. Kemer­
li kapı aralığına uzanan yolda geriye doğru epey yürüdükten
sonra bir portrenin önünde durdular. Jamie çerçevenin altın­
daki levhaya baktı.

D an iel M o rris
1953-2004

“Yoksa bu...”
“Evet, babam. Bir zamanlar 19. Departman’ın yöneticisiydi.”

172
19. D E P A R T M A N

Jamie kaşlarını çattı. “Daha önce Carpenter ailesinden kim­


se yöneticilik yapmamış. Bunu bana Amiral Seward söyledi.”
Morris, “Babamsa bu görevde çok kısa süre kaldı,” yanıtını
verdi. “Yöneticiliği devralmasıyla görevden alınması bir oldu.
Çok agresif, çok pervasız olduğunu söylediler. Oysa galerinin
ortasında büstü dikili olan, ismini büyük babamın büyükba­
basından alan Quincey Harker departmanı bir orduya çevirdi
ve bunu yaptığı için ilahlaştırıldı.”
Konuşurken Tom’un gözlerinde bir an için beliren alev he­
men söndü. Eli kemerinde duran burka kamasının sapma gitti.
Jamie silaha bakıp yumuşak bir sesle, “Bu onun muydu?”
diye sordu.
Morris yüzünde şaşkın bir ifadeyle önce kemerine sonra
tekrar Jamie’ye baktı.
Kamaya dokunduğunun farkında değildi.
Morris, “Büyükbabamın büyük büyükbabasına aitti” diye
yanıt verdi. “Ölmeden önce Drakula’nın kalbini deldiği bıçak
bu. Kalan kurucular dönüşte kamayı yanlarında getirmişler.
Büyükbabam Siyah Işık’a katılınca da ona vermişler. O baba­
ma, babam da ölürken bana bıraktı.”
Jamie söyleyecek söz bulamadı.
Drakula’y ı öldüren bıçak. Aman tanrım.
Kendisini konuşmaya zorladı.
“Ona ne oldu?” diye sordu.
Morris acı bir gülüşle karşılık verdi. “Babamı? Sanırım gü­
nahı taşıdığı isimdi. Soyadımız. Sorun isminin arkasında bura­
da sözü geçen dört soyadından biri olmamasıydı.”
“Bana bunları niye anlatıyorsun, Tom?”
Morris iç geçirdi. “Çünkü seni sevdim, Jamie. Nasıl bir işe
giriştiğini de anlamanı istiyordum. Buraya büyük bir inançla
bağlanabilir, kendini tamamen adayabilirsin. Senden vermeye

173
w ILL HILL

hazır olduğun her şeyi, hatta daha fazlasını alır. Ancak hep ata­
sı uşak olan biri, bir hainin oğlu olarak kalırsın. Tıpkı benim
departmanın tarihinde görevinden azledilen tek yöneticinin
oğlu olarak kalacağım gibi. Bunları sana sadece önemli olan iki
şeye; anneni bulup onu eve geri getirmeye odaklanman gerek­
tiği için anlatıyorum.”

174
18
DELİLİĞİN AĞZINDA

“Uyan.”
Kaim ve boğuk olsa da şefkatli çıkan seste Doğu Avrupa
aksam seziliyordu. Marie Carpenter’m bilinci yavaşça geri gel­
meye başladı.
Gözlerini birkaç milimetre aramasıyla çığlık atması bir oldu.
Karşısında daha evvel gördüğü, tepesinde omuz hizasında
koyu dalgalı saçlar olan, keskin hatlı, içlerinde korku verici kı­
zıl kürelerin parladığı göz çukurları derin, ince ve soluk bir
yüz vardı. Yaratığın ağzında çarpık, yayvan bir sırıtış vardı.
Jilet keskinliğindeki iki azıdişi dosdoğru Marie’ye bakıyordu.
Yaratık da Marie’ye çığlık atarak karşılık verince kötü kokan
nefesi kadının yüzündeki saçları havaya kaldırdı. Marie bir kez
daha çığlık atınca, bu kez ona kadının kulaklarını acıtan tiz
bir ulumayla karşılık verdi. Ardından yaratığın ona gülümse­
mesiyle, Marie dehşete kapıldı. Görüşü beyazlaşıp tekrar ka­
ranlığa dönene kadar taş duvarlı, beton zeminli, uzun ve basık
bir odada olduklarını ve bulundukları yerin bir mahzen veya
bodrum olması gerektiğini anlayacak vakti oldu.

175
W ILL HILL

❖ ❖ ❖
Bir süre sonra acı içinde uyandı.
Yüzü ve kolları yanan, zonklayan kesiklerle doluydu ve mi­
desi bulanıyordu. Gözlerini açıp etrafına baktı.
Alçak tavanlı, boş bir odanın soğuk beton zemininde yatı­
yordu. Duvarlardaki tuğlaların üzeri sıvanmamıştı ve ev haya­
tını akla getiren tek şey ihtişamı odanın sadeliğiyle çelişen bir
şömineye bakan bir çift koltuktu.
Odanın uzak ucunda, kaba ahşaptan bir merdiven alçak ta­
vandaki bir kapağa uzanıyordu. Kapağın üstten kilitlendiğine
ve buna bakmaya hiç gerek olmadığına neredeyse emindi. Yine
de ayağa kalktı. Öylece yere yatıp bir şeyler olmasını bekleye­
mezdi; geçmişte nasıl enerjik ve inatçı bir kızsa şimdi de işini
şansa bırakmayan bir kadındı ve doğasında kadercilik yoktu.
Hele oğlu ondan uzakken ve ona ihtiyaç duyarken eli kolu bağ­
lı duramazdı. Jamie’nin ölmüş olabileceği düşüncesini aklına
bile getirmese de zaten korkmuş, şaşırmış ve ne yapacağını bi­
lemez halde olduğundan şüphe etmediği oğlu yaralı olabilirdi.
Bu düşünce onu kahrediyordu. Derin bir soluk alıp, elinden
geldiğince topuklarının üzerine basıp ses çıkarmadan odada
ilerledi.
Alt basamağa en fazla iki metre kala bir sürgünün kaydı­
ğını işitti ve merdivenin tepesindeki kapağın açıldığını gördü.
Bir çift siyah çizme en üst basamağa adım atınca Marie dehşet
içinde gözlerini yukarıya dikti ve yakalandığının farkına vardı.
Olduğu yerde donakalmış halde, gri bir paltonun etek kena­
rının kapaktan içeri usulca girişini, soluk beyaz bir elin kaba
korkuluğa tutunuşunu ve kendisini evinden koparan adamın
önünde belirişini çaresizce izledi. Adamın yüzündeki nazik
gülümseme merdivenden inip etrafına baktığında karşısında
Marie’yi görmesiyle hazdan gelen, yayvan bir sırıtışa döndü.

176
19. D E P A R T M A N

Daha Marie hareket ettiğini bile fark edemeden adam atik


bir hareketle yanında bitti ve saçım avuçladı. Acı içinde bağı­
ran Maire adamın bileğini iki eliyle kavramasına rağmen ye­
rinden oynatamadı. Gri paltolu yaratık görünüşte hiç zorlan­
madan onu odada sürüklerken ayak bilekleri betonda çizilen
Marie çığlık attı. Çırpınarak yaratığın kavrayışında çırpındı ve
ona bağırıp kendisini bırakmasını söyledi. Ancak faydası yok­
tu; insafsızca zeminde sürüklenerek merdivenden uzaklaştı.
Adam onu köşedeki bir yığının üzerine bıraktı. Marie sırtını
duvardaki sıvasız tuğlalara yaslayıp tepesinden sırıtarak kendi­
sini seyreden yüze baktı ve ağlamaya başladı. Bunu yaptığı için
kendisine kızsa da elinde değildi. Durumunun vahametinin
iyice farkına varmıştı; oğlunun, cesur ama kırılgan oğlunun
karanlıkta bir yerlerde onsuz ne yaptığını düşündü.
Nihayet yaratık yanında diz çöküp nazik ve dostane bir ses­
le konuştu.
“Yerinde olsam şunu keserdim,” dedi. “Arkadaşımı heyecan­
landırıyorsun.”
Hıçkırıklarına engel olmaya çalıştı ve adamın omzundan
geriye baktı. Arkasında ikinci bir adam; iri kıyım ve bir pata­
tes çuvalı gibi şekilsiz, yamru yumru bir yaratık vardı. Geniş
omuzlarının üzerinde küçük, yuvarlak bir başı ve çocuksu bir
yüzü vardı. Hiç kırpmadığı kırmızı gözlerini Marie’ye dikmişti
ve çocuksu yüzünde bariz bir şehvet ifadesi vardı. Marie titre­
yerek ellerinin tersiyle gözlerini ve burnunu sildi.
Gri paltolu yaratık, “Böylesi daha iyi,” dedi ve eski dostlar­
mış gibi Marie’nin yanma çömelip sırtını duvara yaslayarak
kollarını göğsüne çektiği dizlerine doladı.
Parlayan keskin, beyaz dişlerini ortaya çıkararak gülümsedi
ve, “Tanıştırılmadık,” dedi. “Adım Alexandru Rusmanov. Sen
de tabii ki Julian’m karısı, Jamie’nin annesi Marie’sin. Şimdi

177
W I L L HI LL

tanışmış olduk. Artık iki dost gibi konuşabiliriz”


Oğlunun ismini duyan Marie’nin korkudan aşağı bakan
yaşlı gözleri fal taşı gibi açıldı. “Oğlum nerede?” diye sordu.
“Ona ne yaptın?”
Durumdan ne denli keyif aldığı belli olan Alexandru, “Oğ­
lun...” dedi. “Kıymetli oğlun. Söyle bana, babasına benziyor mu?”
Marie cevap vermedi. Dikkati nefret verici yaratığın ağzın­
dan çıkan yumuşak, kadifemsi sese kaymıştı.
Alexandru’nun gözleri kıpkırmızı parladı ve saldırıya geçen
bir kobranın çevikliğiyle kolunu dizlerinden ayırdı. Kolunun
ucundaki uzun ve soluk el alnından kavradığı Marie’nin ba­
şını önce öne doğru çekti, sonra da arkasındaki duvara çarptı.
Etin tuğlalara çarpmasıyla tok bir ses çıktı ve Marie’nin gözleri
karardı. Başının arkasından ılık ve ıslak bir şeyin aktığını his­
setti. Uyanamadığı bir kâbusta kaybolmuş halde boş gözlerle
Alexandru’ya baktı.
Alexandru, “Sana bir soru sordum!” diye kükreyip ikinci
kez Marie’nin başını duvara çarptı. “Babasına benziyor mu?”
Başının arkasının üçüncü kez duvarla buluşmasıyla
Marie’nin paniği korkusuna baskın çıktı.
Cevap vermezsem beynimi bu duvara yapıştıracak. Tanrım, bu
nasıl bir yaratık?
Marie, “Evet, evet, benziyor! Lütfen canımı yakmayı bırak!”
diye feryat etti.
Alexandru, Marie’nin alnını bıraktı. Gözleri her zamanki
koyu yeşil rengine dönerken pek de ikna olmamış gibi iç çekti.
“Benzediğini biliyorum,” dedi. “Onu ben öldürmeliydim.
Tatmin edici bir deneyim olabilirdi.”
Marie kalbinin olması gerektiği yerde büyük bir boşluk açıl­
mış gibi hissetti.
“Öldü mü?”

178
19. D E P A R T M A N

Alexandru büyük bir ciddiyetle ona baktıktan sonra deliş­


men, çocuksu kahkahalar atmaya başladı. Kahkahası, ikinci
adamın kendine has, eşek anırmasını andıran ağır aksak gü­
lüşüyle karıştı.
Alexandru, “Hayır, hayatta,” diye yanıt verdi. “Ölmüş olma­
sı gerekiyordu ama hayatta. Kendi işini başkasına bırakırsan
olacağı budur. Hep dediğim gibi, birinin doğru düzgün öldü­
rülmesini istiyorsan onu kendin öldüreceksin. Hep böyle de­
mişimdir, değil mi Anderson?”
Başını yukarı kaldırıp imalı bir bakış attı. Tepelerinde diki­
lip hâlâ metronom gibi ritmik kahkahalar atmaya devam eden
adamın küçük, yuvarlak yüzünde bir tereddüt belirdi. Gülme­
yi kesen adam derin düşüncelere dalmış gibiydi.
Dikkatlice, “Evet,” dedi.
“Evet ne?”
Çocuksu yüzünde memnuniyetten gelen küçük bir gülüm­
semeyle, “Evet, hep öyle dersin,” diye yanıt verdi.
“Hep ne derim?”
Bu kez iri figürün yüzünde katıksız bir panik ifadesi belirdi.
“Bilmiyorum,” dedi.
Alexandru yüzünde bir utanç ifadesiyle gözlerini devirdi. Ço­
cuğu yaramazlık yapan veya köpeği halıya pisleyen birinin ifa­
desiydi bu. Ardından öyle hızlı ayaklandı ki Marie’nin ağzından
bir hayret nidası çıktı. Anderson’la arasındaki mesafeyi birkaç
milisaniyede aşıp ellerini onun korku içindeki, çocuksu yüzün­
de gezdirdi. Anderson, Marie’nin dişleri arasında titreşen tiz bir
çığlık attığında Marie gözlerini sımsıkı kapattı. Çığlık, Marie’nin
midesini kaldıran, ıslak bir kopma sesiyle aniden kesildi.
Alexandru bir gümbürtüyle Marie’nin yanında bitiverdi.
Marie gözlerini açtı. Bunu yapmayı hiç istemese de korkunç
yaratığı tahrik etmeye hiç niyeti yoktu. Alexandru ona gülüm­

179
W ILL HI LL

süyordu. Sol elini savurmasıyla kırmızı bir şey gölgelerin içine


doğru fırladı.
Marie içinden, “Tanrım. Dilini koparmış,” diye geçirdi.
Başını kaldırıp Anderson’a baktı. Adamın ağzından akan
kan siyah ceketinin önünde birikip aşağı akıyordu. Gözleri ko­
caman açılmıştı; tüm vücudunun ya acıdan ya korkudan ya da
her ikisinden belirgin bir şekilde titremesine karşın saldırıdan
önce durduğu yerde dikiliyor, dosdoğru Marie’nin üzerindeki
duvara bakıyordu.
Kaçmadı. Kendisini savunmaya da kalkmadı. Hiçbir şey yap­
madı.
Bir an için bu zavallı, mazlum yaratığa acıyacak olsa da ağ­
larken kendisini nasıl izlediğini hatırlayıp bu düşünceyi zih­
ninden uzaklaştırdı.
Alexandru, “Dert etme,” dedi. “Dili yeniden çıkacak.”
Marie’nin midesi tiksintiyle bulandı. “Benden ne istiyor­
sun?” diye bağırmasıyla, Alexandru soluk, kadınsı yüzünde bir
hayranlık ifadesiyle başını ona çevirdi.
“Ailemden ne istiyorsun?”
Vampir başını geriye atıp bodrumda sağır edici bir gürül­
tüyle çınlayan, bir inip bir çıkan bir kurt ulumasını andıran
kahkahalarla güldü.
“Bilmiyorsun, değil mi?” diye sordu. “Gerçekten bilmiyor­
sun. Ah, ne harika. Sana anlatacak çok şeyim var.”
Hızla doğrulup üstündeki tozları silkeledi ve büyük bir ke­
yifle Marie’ye baktı.
Ciddi bir sesle, “İlgilenmem gereken çok mesele var,” dedi.
“Ancak pek yakında tekrar konuşacağımıza seni temin ederim.
O anı sabırsızlıkla bekleyeceğim.”
Ardından dönüp Marie’den uzaklaştı. Anderson’m yanın­
dan geçerken bakışlarını Marie’den güçlükle ayıran dev adama

180
1 9. D E P A R T M A N

bağırarak peşinden gelmesini emretti. Anderson verilen emre


uyarak onu izledi. Tahta merdivenden çıkıp kapağı açmalarıy­
la sıcaklığıyla Marie’yi bir anlığına ümitlendiren bir parça ışık
bodrumdan içeri girdi. Ardından kapak gürültüyle kapandı ve
sürgünün yerine oturduğunu duydu. Bodrumda yine tek başı­
na kalmıştı.
Zihni yine bilinçsizliğe doğru kayarken, “Üzgünüm Jamie,”
diye düşündü.
Seni seviyorum.
Üzgünüm.

181
19
KAN VE MEKTUPLAR

Jamie daha önce kendisini bu kadar kötü hissettiğini anım­


samıyordu. Gırtlağından ayaklarına dek, bedeninin her santi­
metresi ağrı içindeydi ve başı yorgunluktan ve marazi bir vic­
dan azabından ağırlaşmıştı. Hâlâ kayıp olan annesini bulup
kurtarmak ona kalmıştı. Onu aramak istemiş, Amiral Seward’a
ve kendisini durdurmaya çalışacak diğer herkese başkaldıraca­
ğı tehdidini savurmuştu; şimdi ise kendisine araştırma yapma
özgürlüğü tanınmıştı ve korku içindeydi.
Ya başarılı olmazsam? Ya onu bir daha asla göremezsem? O za­
man bana ne olacak?
Jamie yatakhanenin sonundaki duşlara gidip elinden geldi­
ğince özenli bir şekilde yıkandı. Parmaklan iyice hassaslaşmış
bir çürüğe dokununca nefesi kesildi. Kurulandıktan sonra üze­
rine eğitmeni tarafından verilen Siyah Işık üniformasını geçir­
di. Giysi ona dünkü kadar cazip gelmiyor, sabah serinliğinde
tehditkâr ve çirkin görünüyordu. Üniformayı üzerine geçirir­
ken hafifçe ürperdi.
Yatakhanenin öteki yanındaki kapı çalındı. Jamie yanıt ver­
medi. Birkaç saniye sonra kapı açıldı. Frankenstein başını eğip

182
19. D E P A R T M A N

odaya girdi ve Jamie’ye doğru yürüdü. İri, şekilsiz başının üze­


rindeki siyah saç tutamı beyaz tavana yaslanıp hafifçe yan yat­
mıştı. Başını öne eğip Jamie’ye baktı.
Frankenstein, “Bir şeyi görmen gerek,” dedi. “Hazır mısın?”
Jamie omuz silkti.
Canavar, “Madem bana cevap vermeye tenezzül etmiyorsun,
hazır olduğunu varsayacağım,” diye ekledi ve yatakhanenin çı­
kışına yöneldi. Jamie, Frankenstein neredeyse kapıya varana
dek onu seyretti, aksi bir tavırla iç geçirdi ve ayağa kalkıp onu
takip etti.
Koridorlarda hızla ilerleyen Frankenstein’a yetişmekte zor­
lanan Jamie, dev adamın o ana dek onun hızına ayak uydur­
mak için normalden ne denli yavaş yürüdüğünü fark etti. Bir
asansöre binip iki kat aşağı inmelerinin ardından geniş bir
merkezi koridordan geçip Jamie’nin Halka’da ilk gecesini geçir­
diği revire vardılar. Çift kanatlı kapıdan geçerken Larrissa’nın
saldırısını, parmaklarıyla aldığı havayı keserken duyduğu ça­
resizliği ve kızın, yüzüne damlayan ılık kanını anımsadığında
midesi kalktı.
Revirin ortasında metal bir sedye vardı. Sedyenin etrafında
artık aşina olduğu üç adam toplanmıştı: Paul Turner, Thomas
Harris ve kendisini tedavi eden doktor. Frankenstein ve Jamie
yaklaşırken etraflarına bakındılar ve ikisi yanlarına vardığında
yana çekilerek onlara yer açtılar. Yanında tıbbi malzemelerle
dolu küçük, metal bir masa olan sedyede üzeri beyaz bir örtüy­
le kaplı biri yatıyordu.
Anne?
Jamie’nin bacakları bir anda kurşun gibi ağırlaştı. Bacakla­
rını kımıldatamadığı gibi bunu yapmaya yeltenecek gücü bile
bulamıyordu. Midesine asit hücum ederken kendinden geçece­
ğini sandı.

183
W ILL HILL

Frankenstein alçak bir sesle, “O annen değil,” dedi. Jamie


korkudan sararmış yüzüyle ona bakınca sözlerini tekrarladı.
“O annen değil. Sana yemin ediyorum.”
Midesindeki safra geri çekildi ve önce bir bacağına, sonra da
diğerine yeniden can geldi. Sedyeye doğru yürüdü.
Annem değilse kim bu? örtünün altında biri var.
Morris’in sırtını sıvazlayıp, “Günaydın,” dediği Jamie’nin
tüyleri ürperdi.
Sesi titreyerek, “Günaydın,” diye yanıt verdi.
Morris, Frankenstein’a soran gözlerle baktı. Frankenstein
başını sallayarak karşılık verdi. Paul Turner ikisi arasındaki
sessiz iletişimi gri gözlerinde soğuk ve sakin bir ifade vardı.
“İşe koyulsak mı?” diye sordu.
Doktor, “İyi olur,” dedi. “Jamie, az sonra olacakları görmek
belki de sinirlerini bozacak ama Albay Frankenstein bunun ge­
rekli olduğunu söyledi. Bir bardak su içer misin?”
Jamie başını iki yana salladı.
“Jamie sedyenin üzerindeki figüre baktıktan sonra gözleri­
ni kaçırıp öğürdü. Elleri dizlerine gitti ve iki yana yalpaladı.
Gözlerini kapatıp başını öne eğdi. Ağzının içi tükürükle dol­
du. Gerisinde doktorun özür dilediğini ve Morris’in alçak sesle
ıslık çaldığını duydu. Frankenstein ve Turner ise hiçbir tepki
vermemişlerdi.
Sedyede kırklı yaşların ortasında bir adamın çıplak bedeni
vardı. Cildi soluk, gözleri kapalıydı. Göğsü ve kamındaki bü­
yük hasar olmasa huzurlu göründüğü bile söylenebilirdi.
Adamın karnından kasıklarına, göğsünden sırtına uzanan
kurumuş koyu, parlak kan çizgileriyle kaplı bedeni bir mez­
bahadan çıkmış gibiydi görünüyordu. Etine üç sözcük kazın­
mıştı.

184
1 9. D E P A R T M A N

OĞLANA
GELMESİNİ
SÖYLEYİN

Jamie usulca omzuna indiğini hissettiği bir eli omzunu oy­


natarak silkeledi.
Hırıltılı bir sesle, “İyiyim,” dedi. “Bana bir dakika ver, olur
mu?”
Başını çevirmeden önce cesedi bir saniyeden kısa bir süre
görmüş olmasına karşın nefesi kesilmişti.
Bir insan diğerine bunu nasıl yapar? Bir bıçak alıp bir başka in­
sana böyle bir şeyi nasıl yapar? Tanrım, burada neyle karşı karşı-
yayım?
Kendisini toplayıp derin bir nefes aldı ve sırtını dikleştir­
di. Kısa süren baş dönmesinin hemen düzelmesinin ardından
ağır adımlarla sedyenin yanma döndü. Ceset sandığından
daha kötü, çok daha kötü durumdaydı. Ancak bu kez hazırlık­
lı olması sayesinde meslektaşlarının yanındaki yerini alabildi.
Morris ve doktorun kesik ve zayıfça soluduklarını, gözlerinin
iyice açıldığını ve benizlerinin solduğunu görmek yüreğine su
serpti. Frankenstein ve Paul Turner ise son derece sakin görü­
nüyordu. Jamie bu iki adamın kim bilir daha ne beter şeyler
görmüş olduklarını düşündü.
Frankenstein nihayet, “Bu iyi bir şey,” dedi. “Hem de çok iyi.”
Jamie ürperdi. “Bunun neresi iyi olabilir ki?”
F ra n k e n s te in o n a b a k tı ve c a n a v a rın y ü z ü n e h e r z a m a n ­
k i iyilik dolu b ak ışı geri dön d ü . S ö zlerin i d ik k atlice seçerek ,
“Ç ü n k ü b u n u n an lam ı A le x a n d ru ’n u n sen i istem esi,” ded i. “Bu
se n in o n u n için ö n em li o ld u ğ u n a n la m ın a geliyor.’

“Peki burada iyi olan ne?”


Paul Turner her zamanki sakin ve duygusuz sesiyle yanıt ver-

185
W ILL HIL L

di. “Çünkü istediğini alana kadar annene zarar vermeyecek. Seni


ona götürecek tek şeyin annen olduğunu ve onu öldürürse ken­
disini seni yüz kilometre yakınma getirmeyeceğimizi biliyor.”
“Çoktan ölmemiş olduğunu nereden bilebiliriz?”
Doktor elinde bir şeyle öne çıktı. Yumuşak bir sesle, “Çünkü
ağzında bu vardı,” dedi. Jamie’ye buruşuk bir kâğıt uzattı. Ja-
mie doktorun parmaklarından alıp açtığı kâğıda bakar bakmaz
dünya ayaklarının altından kayar gibi oldu.
Nefesi kesildi. Düşünemez hale geldi. Tek yapabildiği öylece
bakmak oldu.
Elinde, annesinin, üzerinde kan lekeleri olan, yüzündeki
dehşet ifadesi kadar hayatta olduğunu da açıkça gösteren bir
Polaroid fotoğrafı vardı. Tuğla bir duvarın önündeki beton ze­
minde uzanmış halde yüzünde ümitsiz ve zavallı bir ifadeyle
fotoğraf makinesine bakıyordu
Elinde dehşeti kadar hayatta olduğu da bariz bir şekilde gö­
rülen, tuğla bir duvarın önündeki beton zeminde uzanıp yü­
zünde ümitsiz ve zavallı bir ifadeyle fotoğraf makinesine bakan
annesinin üzerinde kan lekeleri olan bir Polaroid fotoğrafı vardı.
Öfkesi önüne çıkan her şeyi yakıp geçerek bedenine yayıldı
ve parmak uçlarına kadar uzandı. İlkel, katıksız bir öfke çığlığı
atıp metal masayı kavradı ve tüm gücüyle duvara çarptı.
Ortalığa tehlikeli, sivri araçlar uçuşurken Morris bağırıp
gözlerini korudu. Doktor masadan sıçrayarak uzaklaştı ve el­
leriyle başının gerisini tutarak yerde diz çöktü. Frankenstein
öne atılıp bağırıp çağıran oğlanı iki yanından kavrayıp havaya
kaldırdı. Paul Turner ise kılını bile kıpırdatmadı; öylece olanla­
rı izledi ve masa duvara çarptığında dudaklarında belli belirsiz
bir gülümseme belirdi.
Canavarın kavrayışından kurtulmaya çalışırken boynunda­
ki damarlar meydana çıkan Jamie, “Nerede o?” diye bağırdı.

186
1 9. D E P A R T M A N

“Annem nerede?”
Frankenstein ağzını oğlanın kulağına yaklaştırıp, “Bilmiyo­
ruz,” diye yanıt verdi. “Bilmiyoruz. Üzgünüm. Onu bulacağı­
mıza söz veriyorum.”
Sesi giderek alçalıp bir fısıltıya döndü. Jamie’yi bir bebek
gibi kaldırmış bir o yana bir bu yana sallıyordu. Ardından onu
nazikçe fayans zemine bırakıp kollarını ağır ağır gevşetti. Jamie
hemen Frankenstein’dan kurtulup arkasına dönerek kızarmış
yüzü ve alevli gözleriyle ona baktı. Ancak ikinci bir öfke pat­
laması gelmedi.
Morris, “Laboratuar şimdi fotoğrafı analiz ediyor,” dedi.
“Ancak ilk sonuçlarda yerine dair herhangi bir ipucu buluna­
madı. Üzgünüm.”
Jamie gözlerini Frankenstein’a dikip, “O benim annem,”
dedi. “Anlıyor musun?”
Frankenstein basitçe, “Hayır,” yanıtını verdi. “Anlamıyo­
rum. Anlayamam. Benim hiç annem olmadı. Yine de babam
olarak gördüğüm bir adam vardı. Bu yüzden hislerini tahmin
edebiliyorum.”
Jamie, “Bunu yapabildiğini sanmıyorum,” dedi. Sözünden
dolayı hemen pişman olsa da dev adam gücenmiş görünmedi;
sadece büyük ve asimetrik gri gözleriyle ve yüzünde boş bir
ifadeyle Jamie’ye baktı. Gerilimi dağıtan Morris oldu.
Başıyla sedyeye işaret ederek, “Nerede bulunmuş?” diye sordu.
Turner, “Yolda,” diye yanıt verdi. “Kapıdan beş mil kadar
ötede, bir ağaca asılı halde. Devriyelerden biri onu sabah altıda
bulmuş. Henüz 5:50’de cesedin orada olmadığını söylüyor.”
Beş kilometre. Buradan beş kilometre ötede vampirler, hatta belki
de bu adamın göğsüne bunu yapan vampirler vardı. Ben uyurken.
Düşünceyi zihninden uzaklaştırdı.
Elinden geldiğince sakin bir sesle, “Annemi bulmamız ge-

187
W ILL HILL

rek,” dedi. “Bulursak bir daha kimsenin başına gelmez bunlar.’


Frankenstein’a baktı.
“Nereden başlıyoruz?”

İ
20
HİÇ UYUMAYAN ŞEHİR. 1. BÖLÜM

N£W YORK, ABD


30 ARALIK 1928

RMS Majestic New York Körfezi’nin yukarısına doğru ilerler­


ken John Carpenter büyük buharlı yolcu gemisinin pruvasında
dikiliyordu. Saat dokuzu henüz geçmiş, hava kararm ıştı; gece
göğü içinden aşağı durm adan iri kar tanelerinin döküldüğü so­
luk renkli bir bulut örtüsüyle kaplıydı.
Sancak tarafında Hamilton Kalesi’nin, üzerinde M ajestic
geçerken el çırpan, tezahürat yapan ve el sallayan askerlerin
sıralandığı yüksek duvarları seçiliyordu. Dokuz futbol sahası
uzunluğundaki, devasa teknesinin üzerinde parlak ışıklı sekiz
katın dikildiği Majestic dünyanın en büyük gemisiydi. Dola­
yısıyla, geminin gelişi New York gibi olağanüstü m anzaralara
alışık bir şehirde bile başlı başına bir olaydı.
Carpenter paltosunu omuzlarının üzerine atıp karısının
kendisi için paketlediği Türk sigaralarından birini kibrit sön­
mesin diye elini yağan kara siper ederek yaktı. Kar güvertede ve
saçlarının üzerinde birikirken hava daha da soğuyordu. Soğuk
ve rüzgârsız gece havasına aşağı güvertelerden gelen müzik ve
kahkahalar karışıyordu. Bacaların aşağısındaki balo salonunda

189
W ILL HI L L

akşam yemeği servis edilse de Carpenter aç değildi. Gemiden


inmek için sabırsızlanıyordu. İner inmez de yemek yiyecekti.
Southampton’dan başlayan deniz yolculuğu boyunca hiçbir
şeyin eksikliğini hissetmemişti; lüks kamarası abartılı ölçüde
gösterişliydi, kamarotlar ve personel herkesi tatmin edecek ka­
dar özenliydi. Günler hoş eğlenceler ve meşgalelerle geçmişti.
Yine de Carpenter vaktinin çoğunu geminin kıç güvertesindeki
küçük kütüphanede peşinden gittiği adam hakkında araştır­
malar yaparak geçirmişti.
O bir insan değil. Artık değil. Bunu unutma.
Carpenter gece karanlığına yayılan kokulu dumanı içine
çekti. Tepesinde, geminin borusu kış havasında sağır edici öl­
çüde yüksek bir sesle çınladı. Mannathan’ın yüksek ışıklarının
düşen karların arasında solgun sarı renkte parladığı kuzeydo­
ğuya baktı. Evinden ayrılmadan önce Olivia’nın kendisine ver­
diği kol saatine baktığında Majestic’in iki saat önce varacağını
gördü.
İyi bir başlangıç.
Yarısını içtiği sigarayı küpeştenin üzerinden atıp New York
gökdelenlerinin uzakta belirmesiyle gezinti güvertesinde daha
hızlı adımlarla ilerledi.
Daha Majestic karayı görmeden valizini hazırlayan Carpen­
ter gemiyi terk eden ilk kişi oldu. Üzerine kısa sürede ıslanan
kırmızı bir halının serildiği borda iskelesinden aşağı inip smo­
kinli kamarota nazikçe başını sallayıp Amerikan toprağına
adım attı.
Botlarının topuklarıyla yeni yeni birikmeye başlayan karı
ezerek 59. Rıhtım’dan White Star Terminali’ne yürüdü. Pasa­
portu ve belgeleri mühürlendikten sonra, akrabalarını bekle­
yen insanlardan ve fotoğrafçılardan oluşan kalabalığı yararak
West Side Karayolu’na çıktı.

190
19. D E P A R T M A N

“John Carpenter?”
Ses 34. Cadde’nin köşesinden gelmişti. Düşen karların ara­
sında, belki sabırsızlıktan, belki de hızla soğuyan havadan do­
layı ağırlığını bir o ayağına bir diğerine vererek bekleyen koyu
paltolu ve şapkalı bir adamın siluetini seçebiliyordu.
Carpenter, “Kim soruyor?” diye yanıt verdi. Konuşurken,
elini paltosunun sağ eline sokup karaya çıkmadan önce cebine
koyduğu tahta kazığı çıkardı.
Gölgelerin arasından çıkan adam üzerinde kahverengi tüvit
bir takım elbise ve boynunda kırmızı beyaz puanlı bir kravat
olan kırk yaşlarında kısa boylu, tombul bir adamdı. Havai kra­
vatın üzerindeki alkolden kızarmış, iyilikle parlayan bir yü­
zün üzerinde basık, domates gibi bir burun ve şaşırtıcı ölçüde
iri bir bıyık vardı. Adam koyu renkli bir fötr şapka takıyordu.
Carpenter yaklaşırken yayvan bir gülümsemeyle onu karşıladı.
Rahatlamış bir sesle, “Şensin,” dedi. “John Carpenter. Tam
da fotoğrafındaki gibisin.”
Sesinden rahatladığı anlaşılan Carpenter, “Bir kez daha söy­
lüyorum...” dedi. “Kim soruyor?”
“Benim işte, Bay Carpenter, Willis. Bertnard Willis. Sizi
karşılayacağımızdan haberdar olacağınızı sanıyordum, bu
yüzden kendimi...”
Carpenter araya girip, “Belgeler...” dedi. Adam elini cepleri­
ne atınca sakin bir sesle, “Yavaşça,” diye ekledi.
Willis ceketinin iç cebinden deri bir cüzdan çıkardı ve
Carpenter’a uzattı. Carpenter adamın parmakları arasından
dikkatle aldığı cüzdanı açtı.
İçinde üç belge vardı; ilki New Jersey’nin Saddle River kasa­
basından Bertnard Willis’e ait bir pasaport, İkincisi Carpenter’m
yolculuk güzergahını ve görünüşünü belirten bir telgraf, üçün-
cüsü de New York Eyaleti Başsavcısının Londra’dan gelen Bay

191
W ILL HIL L

John Carpenter’ın hukuki başvuruları dert etmeden görevlerini


yerine getirebilmesini sağlayabilmesi için Willis’e gerekli her
tür tedbiri alma yetkisi veren bir notaydı.
Cüzdanı kapatıp Willis’e geri verdi.
“Her şey usulüne uygun görünüyor,” dedi. “İhtiyatlı tavrım­
dan dolayı özür dilerim ama neler olabileceğini kimse...”
Willis herhangi bir kırgınlık olmuşsa da şimdiden unutul­
duğunu belli eden bir el hareketi yaptı. “Çok iyi anlıyorum,
efendim,” dedi. “Özellikle de böyle sıkıntılı zamanlarda. Had­
dim olmasa da sanırım kurucuların yalnız başınıza yürütece­
ğiniz bu ilk vazifede size böylesi önemli bir görev vermelerinin
gerisinde bu ihtiyatınız olmalı, yanılıyor muyum?”
Carpenter Willis’in yüzünde alaycı bir ifade arasa da, bula­
mayınca gülümsemekle yetindi.
Bu adamın gülümsemesi ve neşesi altında çelik var.
Öne doğru adım atıp elini uzattı. “John Carpenter,” dedi.
“Hizmetinizdeyim.”
Adam bir kez daha, “Bertnard Willis,” deyip uzanan eli sık­
tı. “Ben de sizin. Seninle tanışmak çok ama çok güzel, John. Aç
mısın? Akşam yemeği yesek mi?
Carpenter’m midesi guruldadı. “Bu harika bir fikir,” diye
yanıt verdi.
Willis’in yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. “Güzel bir
yer biliyorum, buradan beş blok bile uzakta değil. Şefin domuz
göbeği ağızda eriyor. Bu taraftan!”
Willis dönüp 34. Cadde’de endamından beklenmeyecek bir
hızla yürümeye başladı.
İki adam hızlı adımlarla on birinci ve onuncu meydanlar
arasındaki kavşakları hızlıca geçtiler. Willis hiç durmadan
her şey ve hiçbir şey hakkında konuşuyor; kardan, mimari­
den, beysbol maçlarının sonuçlarından ve Wall Street banka-

192
19. D E P A R T M A N

lanndan bahsediyordu. Sohbet konularının sürekli değişmesi


Carpenter’ın başını döndürmüş olsa da adamın yanında olma­
sından dolayı memnundu; coşkusu ve sınırsız neşesi bulaşı­
cıydı.
Sekizinci Meydan’m köşesinde Willis sağa saptı ve otuz
dördüncü ve otuz üçüncü blokların arasında bir yerde eğilip
üzerinde Chelsea Bar ve Izgara yazan bir tentenin altında eğildi.
Kapının gerisindeki oda karanlıktı. Işık kaynağı kümelen­
miş masaların üzerindeki uzun, kırmızı mumlardan ibaretti ve
havada sarımsak ve kuşdili kokusu vardı. Neredeyse tüm ma­
salar doluydu. Tiyatroya gitmek için giyinmiş zengin adamlar
ve kadınlar şantiyelerden yeni çıkmış, üzerlerinde yıpranmış
muşamba giysiler olan tersane işçileriyle ve tüy şallı ve peçeli
dansçı kızlarla yan yana oturuyorlar; hepsi de gecenin geç sa­
atlerinde şehrin dans salonlarında geçirecekleri uzun gece için
gerekli yakıtı depoluyorlardı.
Willis garsonların arasından geçip odanın gerisindeki kü­
çük bir masaya vardı. Yakışıklılığı insanda güven uyandıran,
zeytin tenli, bir garson alnındaki siyah bukleyi geriye doğru
atarak masalarının yanında bitti. Willis çay ve ekmek ısmar­
ladı. Genç adam bir sepet foccaccia, büyük bir çaydanlık ve
iki Çin fincanı getirip sipariş vermeye hazır olup olmadıkları­
nı sorana dek samimi bir sessizlik içinde oturdular. Carpenter
kendisine methedilen domuz göbeğini Willis’in başıyla verdiği
onay eşliğinde ısmarlarken yanında patates kızartması ve yeşil
fasulye istedi. Willis de aynı siparişi verip çaydanlıktan fincan­
lara kırmızı şarap döktü.
“Medeni erkekler gibi içki içemediğimiz için üzgünüm,”
dedi. “Yasak bizi bununla sınırladı. Yine de kap şarabın kalite­
sini bozmuyor.”
Carpenter fincanını kaldırıp büyük bir yudum aldıktan

193
W ILL HIL L

sonra Willis’e peşinden Atlantik’i kat ettiği adamla ilgili her


şeyi duymak istediğini söyledi. Amerikalı da fincanından bü­
yük bir yudum aldı; ardından rahatça sandalyesine uzanıp ko­
nuşmaya başladı.
Jeremiah Haslett. 1871, İngiltere, Marlborough doğumlu.
Bir öğretmen ve devlet memurunun oğlu. Eğitimini Charterho-
use ve Cambridge’de almış. Servetini savaşta Kayser’e mühim­
mat satarak kazanmış.”
Şaraptan bir yudum daha aldı.
“Savaştan sonra Londra ve New York’ta gayrimenkule ya­
tırım yapmış. Evli değil, çocuğu yok. Londra’da hızlı bir ha­
yat sürmesinin ardından biraz, nasıl desem, ahşagelmedik ilgi
alanlarına meyletmiş. Satanizm, kara büyü, demonoloji. Yine
de ben bunun savaş sonrası Britanya’da en azından yüksek sı­
nıflar söz konusu olduğunda onu pek de özel kılmadığını dü­
şünüyorum, ne dersiniz?”
“Hem de hiç.” •
“Ben de öyle düşünüyordum. Aleister Crowley’yle birlikte
Sicilya’daki Thelema Manastırı’nda vakit geçirmiş; Crovvley
ve müritleri 1923’de ülkeden sürülene dek İtalya’da kalmış.
Faşistlerle olan bağlarının onu dostlarının başına gelen onur
kırıcı muameleden kurtardığını düşünüyorum. Sonra, yine o
dönemde Haslett aklını Drakula efsanesine takmış ve 1925’de
Transilvanya’daki şatonun harabelerini ziyaret etmiş. Londra’ya
insan olmayan bir yaratık olarak dönmüş.”
Carpenter, “Doğu’da ona ne olduğunu tam olarak bilmiyo­
ruz,” dedi. “Kanımca, bu dönüştürme süreci önceden ve paray­
la ayarlanmıştı. Ancak kimin ön ayak olduğu bir muamma.”
Willis, “Bu bana da olası göründü,” diyerek Carpenter’ı
onayladı. “Parasının her çevrede dikkatleri üzerine çekeceğine
eminim. Şüphesiz parası Londra’ya dönmesini ve hiçbir yap­

194
19. D E P A R T M A N

tırımla karşılaşmadan arzularını gerçekleştirmesini de sağla­


mıştır.”
“Öyle görünüyor.”
“Knightsbridge’deki konağı da kötü şöhretiyle tanınıyor.
. Anlaşılan, tanrı korkusu olan erkekler ve kadınlar konağın et­
rafından dolanmayı tercih ediyorlarmış. İşkencelerin yapıldığı,
kurbanların adandığı, bodrumda ve bahçede ayinlerin düzen­
lendiği korkunç toplantılardan bahsedilir olmuş. Altı ay önce
de saygın bir parlamento üyesinin kızı günberiden sonraki
sabah Haslett’in köy evinin yakınlarındaki ormanda çıplak ve
üzerinde kanla koşar halde bulundu. Yetkililerin nihayet ara­
larındaki canavara karşı gözlerini açmaya karar vermeleriyle
Haslett ertesi gün ülkeyi terk etti. Yurtdışmda vaktini Paris ve
Budapeşte’de geçirmesinin ardından iki hafta önce New York’a
geldi. Beşinci Meydan’daki Waldorf-Astoria’da bir oda tuttu.”
Willis fincanını tekrar doldurup kızıl sıvıdan büyük bir yu­
dum aldı.
Carpenter’a gülümseyerek, “Atladığım bir şey oldu mu?”
diye sordu.
“Hayır.”
Willis, “İyi,” dedi. “Sınavdan geçemesem hayal kırıklığına
uğrardım.”
Carpenter adamın yüzünde hakarete dair bir ima arasa da
yine hiçbir şey bulamadı.
“Onu gördün mü? Yani yan yana geldin mi?.”
“Bay Carpenter, buraya vardığından beri her gece onun
peşinde olduğumu söylemem sizi şaşırtmayacaktır. Ancak siz
sormadan ben söyleyeyim, hayır. Şüpheli tabir edilebilecek hiç­
bir şey yapmadı. Bazı hanımlarla yemek yedi, sık sık dans sa­
lonlarına gitti ve odasında çokça zaman geçirdi.”
Garsonun bir kez yanlarına gelip masaya iki tabak bırakma­

195
W ILL HIL L

sı üzerine Haslett konuşmasına ara verdi. Kızarmış patateslerin


gevrek, altın rengi tepecikleri üzerinde duran domuz göbeği
koyu renkli sosun içinde ışıldıyordu.
Willis tabaklara doğru hareketlenip, “Buyurun,” dedi. O ko­
nuşmasını sürdürürken Carpenter önündeki yemeğe yumuldu.
Willis, “Bir not gördüm,” diye söze girdi. “Haslett’in ote­
lindeki oda hizmetçilerinden birisiyle bir anlaşma yapmıştım.
Not bana dün ulaştırıldı. İmza yerine sadece bir V harfi koyan
birinden gelen not aynı zamanda bir yılbaşı davetiydi. Bunun
Haslett’i tutuklamak için iyi bir fırsat olacağını, etrafta bir sürü
insanın olduğu özel bir toplantıda gardınm düşeceğini düşün­
düm. Ancak notta yer, saat gibi şeyler belirtilmemiş.”
Carpenter, Willis’in methettiği kadar lezzetli olan etten bir
parça yuttu. “O gece onun peşine takılsak olmaz mı?”
“Bunu yapabiliriz, hatta kanımca bunu yapmamız gerek.
Ancak bahsi geçen yere ancak davetiyeyle girilebildiğinden ge­
ceye katılmakta zorluk çekebiliriz. Gazeteci bir arkadaşımdan
kayda değer yeni yıl balolarını araştırmasını istedim. Ancak
isminin baş harfi V olan biri tarafından düzenlenen herhangi
bir baloya rastlamadı. Bu da davetsiz misafirlerin hoş karşılan­
mayabilecekleri anlamına geliyor.”
John, Willis’le beraber yemeklerini bitirirlerken konuyu
zihninde iyice tarttı. Yolculuğu boyunca saatlerce Haslett’e na­
sıl ulaşabileceğini düşünmüştü ve Amerikalıya hak veriyordu;
sosyal bir etkinlik onu savunmasız yakalayabilecekleri en olası
yerdi. Ayrıca, avını gafil avlarsa aldığı emri kolayca ve kısa sü­
rede yerine getirebilirdi.”
Garson masalarının yanında belirip kahve isteyip isteme­
diklerini sordu. Willis istemediklerini belirtti.
Willis, “Umarım sence sakıncası yoktur,” dedi. “Yatmadan
evvel başka bir yerde iki tek atarız diye düşündüm, tabii sence

196
19. D E P A R T M A N

de uygunsa? Otelin yolumuzun üzerinde olduğundan eşyaları­


nı resepsiyona bırakabilirsin.”
Carpenter bu fikri uygun bulduğunu söyledi.
Valizi Otuz Üçüncü Cadde’deki otelin resepsiyon görevlisi­
ne emanet edilen Carpenter, hızlı adımlarla Willis’i Sekizinci
Meydan üzerinde Hudson Caddesi’ne doğru takip etti. Grove
Caddesi’nden sola, Bedford’a dönüp sade, kahverengi bir kapı­
nın önünde durdular. Willis kapıya vurup geri çekildi. Dakika­
lar sonra kapının üstünde tahta bir sürgü yana kaydı ve açılan
delikten bir çift göz iki adama baktı.
Willis, “İyi akşamlar, Jack,” dedi.
Kapının gerisindeki ses, “Bert,” diye yanıt verdi. Kilitlerden
gelen bir dizi gıcırtı ve takırtının ardından kapı açıldı. Duman,
kahkahalar ve jaz müziği soğuk caddeye dökülürken Carpen­
ter, Willis’in peşinden içeri girdi.
Kokteyl elbiseli ve tüy şallı bir kız paltolarını alıp ikisini
ahşap bir çift kanatlı kapıdan geçirerek masalarla ve stantlarla
dolu, geniş bir odaya getirdi. Smokinli bir adam bir köşede pi­
yanosuyla tanıdık bir caz parçası çalıyor, garson kızlar ellerin­
de içkilerle bir masadan diğerine koşuyordu. Havası yoğun bir
dumanla dolu olan oda sohbetler ve kahkahalarla kaynıyordu.
Carpenter, “Burası neresi?” diye sordu.
Willis, “Chumley’nin Yeri,” diye yanıt verdi. “Alkol yasağı­
nın çölünde bir vaha burası. Ne içersin?”
Carpenter, “Tavsiyelerine uymaktan memnumum,” dedi.
Amerikalının rehberliğinde gizli meyhanenin bir duvarı bo­
yunca uzanan bara yürüyüp dar bir alana tıkıştılar. Willis’in
dirseği servis bekleyen, temiz giyimli, paltolu ve fularlı bir ada­
ma çarptı. Adam hızla dönüp alkolden kızarmış ve sulanmış
gözlerini ona dikti.
Ardından üst sınıflara has aksam hafifçe bulanmış halde,

197
W ILL HILL

“Çok üzgünüm, efendim,” dedi. “İzin verin, size ve arkadaşını­


za birer içki ısmarlayayım.”
Willis, “Gerek yok, bayım ama yine de teşekkürler,” diye
yanıt verdi.
“Adam, “Üzgünüm ama ısrar edeceğim,” dedi. “Tercihinizi
söyler misiniz, yoksa ben mi tahmin eyim?”
“Tahmine lüzum yok. İki buzlu Skoç çok makbule geçer.”
Adam, “İnce bir damak zevki” diye bağırdı. “Ne hoş.”
Geniş, kırmızı yüzlü; beyaz bir önlük giyen ve ellerini siyah
bir havluyla kurulayan barmen adamın önünde bitti.
“İki buzlu Skoç, bir cin ve votka tonik rica edeceğim.”
Barmen içkileri hazırlamaya koyulunca adam Carpenter
ve Willis’e döndü. Muhtemelen otuzlu yaşlardaki adamın saçı
düzgünce sağa ayrılmıştı ve omuzlarına sardığı beyaz fuların
altında kırmızı bir kravatı vardı.
Elini onlara uzatıp, “Scott Fitzgerald,” dedi. “Sizinle tanış­
mak bir zevk.”
İki adam uzatılan eli sırayla sıkıp kendilerini tanıttı. Bar­
men içkilerini ahşap tezgaha bırakınca Fitzgerald açık kahve­
rengi deri cüzdanından bir demet para çıkarırken yeni tanıştığı
iki adamı şöyle bir süzdü. Barın üzerine bir avuç para bırakıp,
“Rica etsem bana ve masamızdaki arkadaşıma katılır mısınız?”
diye sordu.
Kısa bir tereddüdün ardından, Carpenter ve Willis şaşkın­
lıkla birbirlerine baktılar. Teklifi kabul edip Fitzgerald’ın pe­
şinde meyhanenin köşesine yürüdüler.
Üç adam yoğun dumanın ve sarhoşluğun türlü aşamaların­
daki erkeklerin ve kadınların arasından geçti. Gizli meyhane­
nin köşesinde küçük, yuvarlak bir masa vardı. Masada irikı-
yım bir adam oturuyordu. Üç bacaklı, tahta taburenin üzerine
güçbela tünemiş olan adamın cüssesi oturağı bir oyuncak evin

198
19. D E P A R T M A N

parçası gibi gösteriyordu. Üç adam kendilerine yaklaşırken ho­


murdandı.
“Geç kaldın.”
Fitzgerald, “Üzgünüm Henry,” diye yanıt verdi. “Müthiş bir
sıra vardı. Umarım yokluğumda çok da susamamışsındır.”
“Yeterince susadım.”
Fitzgerald, adam ömrü boyunca işittiği en iyi espriyi yapmış
gibi güldü ve masanın kenarında iriyarı adama bakan Carpen­
ter ve Willis’e döndü.
Fitzgerald, “Oturunuz, baylar,” dedi. “John Carpenter, Bert-
nard Willis, tanıştırayım, Henry Victor.”
Willis elini uzatıp, “Sizinle tanıştığıma memnun oldum Bay
Victor,” dedi. Elin uzun bir saniye boyunca öylece havada asılı
kalmasının ardından dev yavaşça elini uzatıp Willis’le tokalaş­
tı. Aynısını yapan Carpenter aklında bin bir düşünceyle, arka­
sına yaslandı.
Bu o olabilir mi? Dosyasından bir şey çıkarmak zor olsa da tanı­
mının güvenilir olduğu söylenebilir.
Omurgasından yukarı bir ürperti çıktı.
Henry Victor koyu renkli elbiseler giyiyordu. Çenesine kadar
varan kaim, yün bir boğazlı kazağın üzerine yüksek yakalı, ağır
bir palto giymiş, başına yüzünün üzerine gölgesi vuran deri bir
kep geçirmişti. Carpenter yakından bakınca adamın boynunda­
ki fuların kaim kumaşı altında iki çıkıntı olduğunu fark etti.
Victor, “Bir sorun mu var?” diye sordu.
Carpenter elinden geldiğince sakin bir sesle, “Özür dilerim,”
dedi. “Yorucu bir yolculukla Atlantik’i aştım; bir an için kendi
dünyama dalıp gittiğimi itiraf etmem gerek.”
Henry Victor, Carpenter’a uzun bir bakış attıktan sonra dik­
katini, Willis’le içkiyle beslenen bir sohbete dalan Fitzgerald’a
çevirdi.

199
W ILL HILL

Lafının ortasındaki Fitzgerald, “...eleştirilerin olumsuz ola­


cağı belliydi,” diyordu. “Zengin ve sığ görüşlü kişilerin yüzey­
selliklerine dair bir roman yazarsanız edebi çabalarınızı ödül­
lendirmelerini bekleyemezsiniz. Bazı eleştirilerin gereğinden
acımasızca olduğunu düşünsem de yazın oyunu böyledir işte.
Bugün editörümle görüştüm ve boş yere konuştuğumuzun far­
kına vardım. Zira benden istediği bende olmayan bir şey; yeni
bir roman.”
Carpenter bir anda ilgi odağı olduğunu fark ederek masa
arkadaşlarına göz gezdirdi. Yüzünde içtenliği pek dp samimi
kaçmayan bir gülümseme belirdi.
“Ancak Wilmington’dan yaptığım seyahat ne kadar uzun
olsa da beni bu masaya, siz bayların yanma getirdi. Bu yüzden
olsa olsa bir başarı sayılır. Ayrıca...”
Fitzgerald uzanıp cinini içip bitirdi. Epey kokulu bir sigara
yakıp derin bir nefes çekti.
Kısık bir sesle, “Hiçbir şeye gülmüyor,” dedi. “Karım. Koca­
man mobilyaların arasında oturuyor ve hiçbir şeye gülmüyor.”
Yukarıya baktı. Kızarmış gözlerinin kenarında yaşlar birik­
mişti.
“Ancak biz bu iç karartıcı konulardan bahsetmeyelim,” dedi.
“Bize Londra’dan bahsedin Bay Carpenter. Oraya hiç gitmemiş
olduğumu söylemek beni neredeyse utandırıyor.”
Carpenter kendisine söyleneni yaptı ve sohbet devam etti.
Bir süre sonra, Willis uzun bara gidip içkilerini tazeledi ve ge­
cenin geri kalanı hoş bir şekilde geçti.

200
21
ŞEHRİN YOKSUL YAKASI

Dışarıdan bakıldığında araç pek bir şeye benzemiyordu; her


gün İngiltere’nin yollarını arşınlayan binlercesinden farksız si­
yah bir Ford Transit’ti. Ancak bu minibüs diğerlerinden farklıy­
dı. Gücünü İsviçre yapımı, ağırlığı neredeyse yirmi tonu bulan
çok gizli bir personel taşıma aracının prototipi olan Piranha
Vl’nın motorundan alan minibüsün dış kaplamasının altında
varlığı hiç fark edilmeyen, Challenger 2 savaş tankına ait reak-
tif bir zırh vardı. Minibüsün gövdesi yere yaklaştırılmış; şasesi
ve süspansiyonları güçlendirilmiş; devrilme çubukları bilgisa­
yara bağlanmış; içine titanyum bir emniyet kafesi, altına patla­
yıcılara dayanıklı kaim bir seramik levha yerleştirilmiş; teker­
lerine delindikten sonra patlamayan lastikler takılmış ve cam
pencerelerinin yerine kurşungeçirmez termoplastik konmuştu.
Minibüsün içinde aracın gezegenin herhangi bir noktasın­
daki yerini milimetrik sapmalarla belirleyen çok çeşitli iletişim
ve coğrafi konumlandırma cihazları vardı. Aracın arka kısmı
hem mobil brifing merkezi hem de komuta merkezi olarak ta­
sarlanmıştı. Arka kapıların önünde, Siyah Işık’m ana bilgisa­
yarıyla kablosuz bir bağlantısı olan yüksek çözünürlüklü bir

201
W I L L HILL

dokunmatik ekran vardı. Duvara yaslanmış, birbirlerine bakan


iki sıra halinde uzanan koltukların tepesinde birer Siyah Işık
miğferini emniyetli bir şekilde tutacak nişler vardı. Oturak­
ların önünde kalan zeminde tek bir düğmeyle yukarı kalkan
diğerinden daha küçük ikinci bir dokunmatik ekran bulunu­
yordu. Her bir oturağın sağında kalan ve bölmelere ayrılmış
olan dolaplarda standart Siyah Işık silahları vardı. İkisi hariç
tüm dolaplar boştu.
Jamie ve Frankenstein arka kapılara en yakın koltuklara
oturmuşlardı. Revirden ayrıldıktan sonra Siyah Işık’ın taşıt
parkına gitmişler, yollarının üzerinde genç bir er olan sürücü­
leri Hollis’i yemekhaneden almışlardı. Thomas Morris onlarla
gelmeyi teklif etmiş, hatta sesinde giderek artan bir ümitsizlik­
le birkaç kez ısrar etmiş ama Frankenstein ona yardıma ihtiyaç
olmadığını söylemişti. Morris sonunda suratını asarak karara
boyun eğmiş ve Jamıe’ye teknisyenler belki faydası dokunacak
bir şeyler bulurlar diye laboratuvarda fotoğraf analizinin so­
nuçlarını bekleyeceğine söz vermişti. Jamie incelemeden hiçbir
şey çıkmayacağını düşünse de Morris’e teşekkür etti.
Er Hollis, Frankenstein’a korkuyla karışık bir saygı duyuyor
gibiydi ve sürücülüklerini yapmayı hemen, seve seve kabul et­
mişti. Genç ajan ikisinden sürücü mahalliyle minibüsün arka
tarafını ikiye bölen bir duvarla ayrılmış olsa da gergin, heyecan
dolu sesi birkaç dakikada bir diyafondan ilerleme durumlarını
rapor ediyordu.
Frankenstein’m bir şeyler söylemesiyle Jamie annesine dair
düşüncelerinden sıyrılarak dev adama baktı.
“Pardon?” dedi.
“Sana buna hazır olup olmadığını sordum. Sanırım az önce
yanıtımı aldım.”
Jamie yanaklarına ılık bir kızarıklığın yürüdüğünü hissetti.

202
19. D E P A R T M A N

“Hazırım,” dedi. “Hazırım. Bilmem gereken neyse söyle bana.”


Frankenstein ona bir bakış atıp konuşmaya başladı.
“Dünyadaki çoğu vampir Alexandru’ya, Drakula’ya veya te­
levizyonda gördüklerine benzemez. Uygar canavarlardan olu­
şan zarif ve gizemli bir ırk filmler için hoş bir konu olsa da ger­
çeği yansıtmıyor. Gerçek olan insan toplumunu olabilecek her
tür yaşam tarzını kopyalayarak taklit eden bir vampir toplumu
olduğu. Lüks evlerinde oturan, takım elbise ve smokin giyen
ve kristal kadehlerinden içki içen insanlar nasıl varsa öyle
vampirler de var. Öte yandan, kenar mahallelerde ve sosyal ko­
nutlarda oturan, aileleriyle yaşayıp dikkat çekmemek için el­
lerinden geleni yapan, milyonlarca insan gibi meçhul hayatlar
süren vampirler de var. Uçta, toplumun sınırlarında, çoğu insa­
nın kendilerini bulduğu karanlık köşelerde yaşayan vampirler
var. Asla insan canına kıymamaya veya insan kanının tadına
bakmamaya yeminli vampirler olduğu gibi boğazından başka
hiçbir şey geçmeyen, sırf zevk için insanları öldüren ve onlara
işkence eden vampirler var. Bazıları açlıktan deliye dönerken,
bazıları açlığın onlara yaptırdıklarından tiksinseler de kendi­
lerini durduracak güçte değiller.”
Ekranda İngiltere kırsalı akıp geçse de Jamie bunun farkın­
da değildi; tüm dikkatini önündeki adama vermişti.
“Sana söylemeye çalıştığım şey her vampirin farklı olduğu
ve her birine son derece ihtiyatlı yaklaşılması gerektiği. Beni
anlıyor musun?”
Jamie, “Sanırım evet,” diye yanıt verdi.
“Anladığından emin ol. Çoğu seni tereddüt etmeden öldü­
rür. Ne denli zararsız ve acınası görünseler de canavardırlar.”
Jamie sessizce, “Onlardan nefret ediyorsun, değil mi?” diye
sordu. “Vampirlerden.”
Frankenstein, “Çoğundan,” diye yanıt verdi. “Onlar sapkın

203
W I LL HI L L

varlıklar; şiddetli, tehlikeli bir sapkınlığın eserleri. Bu dünyaya


ait değil onlar.”
Jamie’nin gözleri istemsizce açıldı. Canavar bunu fark etti.
Yüzünü eğerek Jamie’nin yüzüne yaklaştırıp, “Bana söyleyece­
ğin bir şey mi var?” diye sordu.
Jamie’nin başını iki yana sallamasıyla Frankenstein tekrar
koltuğuna yaslandı. “Ne düşündüğünü biliyorum,” dedi. “An­
cak ben özgür iradeyle yaratıldım. Yaptığım her şey (evet, bazı­
ları korkunç ve affedilemez türdendi) benim seçimimdi. Vam­
pirlerin şiddet ve azabı kaçınılmaz kılan bir beslenme dürtüleri
vardır. Çoğu da buna karşı koyacak kadar güçlü değildir. Çoğu
ise karşı koymaya çalışmaz bile.”
Jamie hiçbir şey söylemedi. Frankenstein’ın koltuğunun ya­
nındaki küflü dolaba baktı ve içinde Oyun Alam’nda dokun­
masına izin verilemeyen silahları, o küçük, siyah silindiri ve
siyah metalden küreleri gördü.”
Parmağıyla işaret ederek, “Bunlar ne?” diye sordu. “Terry
bana bir türlü söylemedi.”
Frankenstein, Jamie’nin parmağının gösterdiği yere baktı.
“Neden söylemedi ki?”
“Bilmem gerekmediğini söyledi.”
Canavar kısa bir kahkaha attı. “Haklı. Gerekmiyor.”
Jamie ifadesiz bir yüzle Frankenstein’a baktı. Ta ki Fran­
kenstein gözlerini devirip, silindiri ve kürelerden birini yuva­
larından çıkarana dek.”
“Tamam o zaman, madem her şeyi tam olarak bilmek isti­
yorsun. Bu bir morötesi ışın tabancası. Güçlü bir kaynak üfleci
gibi yoğunlaştırılmış bir UV ışık ateşliyor. Dokunduğu vampiri
yakar. Bu da bir UV el bombası. Beş saniye boyunca atıldı­
ğı noktanın merkezinden etrafa yüksek güçlü UV ışını yayar.
Şimdi mutlu musun?”

204
19. D E P A R T M A N

“Terry bana bunu neden söylememiş olabilir?”


“Belki de öncelikle hayatta kalman için gerçekten daha
önemli olan şeyleri anlatmaya öncelik vermiştir. Bu silahların
hiçbiri ölümcül değil, sadece sana vakit kazandırırlar. Sen yine
tabancalarından, tüfeklerinden ve Cirit’ten şaşma. Bir de sana
öğretmediklerini değil öğrettiklerini hatırlamaya çalış. Artık
daha fazla soru yok. Yakında orada olacağız.”
Jamie, “Nereye gidiyoruz ki?” diye sordu.
Frankenstein, “Kimyacı adında bir vampiri ziyaret edeceğiz.
Mutluluk denen bir şey üretiyor,” diye yanıt verdi.
“Mutluluk mu?”
“Vampirler için bir ilaç; üst düzeyde bağımlılık yaratan, çok
güçlü bir ilaç. Kimyacı tüm ülkeyi kapsayan bir tedarik zinciri
kurdu. Alexandru’nun nerede olduğunu o duymamışsa kimse
duymamış demektir.”
Jamie, “O halde nerede yaşadığını biliyor olmalısın, değil mi?”
“Doğru.”
“Öyleyse neden onu durdurmuyorsun?”
Frankenstein ona baktı.
“Çünkü Mutluluk faydalı,” diye yanıt verdi. “Vampir nüfu­
sunun büyük bir kısmının uysallaşmasını sağlıyor. Bir sonraki
dozun nereden geleceğini dert ederlerken insanlara zarar ver­
me fikrinden uzaklaşıyorlar. Yine de resmi olarak Mutluluk’un
nereden geldiğini, kimin tarafından üretildiğini bilmiyor. An­
lıyorsun ya?”
Jamie, “Sanırım bu durumun görmezlikten gelindiğini kas­
tediyorsun?” dedi.
“Aferin. Şimdi sessiz ol.”

Bir saat sonra minibüs geniş bir bozkırın kenarındaki bir çiftlik
evinin önünde durdu. Arka kapılar kayarak açıldı ve temiz gece

205
W ILL HIL L

havasına ağaç kokusu karıştı.


Jamie araçtan indi. Bir yanında ağaçlar dizili, diğer yanında
uçsuz bucaksız bozkır olan bir köy yoluna çıktı. Soluk renkli
taştan inşa edilmiş, iki katlı, derme çatma çiftlik evi taş bir
duvarın arkasında duruyordu. Ötesinde, aniden sıklaşarak ke­
sintisiz, koyu bir kütle oluşturan bir orman vardı.
Frankenstein yolun kenarında onu bekliyordu. Jamie yanı­
na gelince tahta bir kapıyı iterek açtı. Birlikte düzgün yolda yü­
rürken karanlıkta uyumsuz bir çift siluettiler. Daha ikisi çiftlik
evinin kırmızı ön kapısına varmadan kapı açıldı ve yüzündeki
çizgiler ve saçındaki aklardan orta yaşlı olduğu anlaşılan uzun
boylu bir adam onlara gülümsedi.
“Lütfen,” dedi. “Arka bahçeye giden yolu izleyin. Sizinle ora­
da buluşacağım.”
Bahçeye doğru ilerlerken Jamie’nin yüzüne şaşkın bir gü­
lümseme yerleşti; bir vampirden ya da uyuşturucu imalatçı­
sından, hele her iki sıfatı da taşıyan birinden böyle sıcak ve
dostane bir karşılama beklemiyordu. Evin yan tarafı boyunca
uzanan dar bir yola temkinli adımlarla girdiklerinde hava dö­
külmüş çiçeklerin kokusuyla doldu. Geniş ve güzel bir bahçeye
çıktıklarında ise kır saçlı vampir onları bir elma ağacının altın­
da bekliyordu.
Ahşap bir yol bahçenin ortasından uzak ucundaki sağlam
görünüşlü bir kapıya uzanıyor, yarı yolda ikiye ayrılarak kaim
bir ağacın etrafından dolaşıp tekrar birleşiyordu. Yolun iki ya­
nında yarım daire şeklinde iki geniş çim alan vardı. Bahçenin
geri kalanıysa son derece göz alıcı çiçek tarhlarıyla doluydu.
Demet demet şeytan elmaları ve sarı papatyalar karanlıkta
açıyor, lavantaların ve sümbüllerin kokuları birbirlerine karı­
şıyordu. Kedi otları ve lahana ağaçları soluk ay ışığında parlar­
ken sapları beyaz, gri yaprakları gümüş renginde görünüyordu.

206
19. D E P A R T M A N

Jamie gördükleri karşısında çarpılmış halde etrafına bakarken


kendisini tutmasa gülümseyecekmiş gibi duran Frankenstein
onu izliyordu.
Frankenstein çevresine aval aval bakan oğlanı ağaca doğru
yönlendirirken Kimyacı, “Bahçe hoşuna gitti mi?” diye sordu.
Jamie, “Burası...muhteşem,” dedi. “Daha önce hiç böyle bir
yer görmemiştim.”
Kimyacı yüzünde gurur dolu bir gülümsemeyle, “Bunun ne­
deni günün en güzel kısmında uyuman,” dedi. “Karanlık ufak
tefek kusurları, günahları örter; ay ise sadece narin ve kibar
olanları aydınlatır.”
Jamie, “Bu söz kime ait?” diye sordu.
Kimyacı sırıtarak, “Bana,” dedi. “Albay Frankenstein, sizi
görmek her zaman bir zevk. Lütfen beni izleyin, laboratuvarda
konuşalım.”
Vampir bahçede havada süzülerek ilerlerken ikisi onu izle­
di. Kimyacının bir sarmaşığın ardına gizlenmiş küçük bir tuş
takımına basarak açtığı kapıdan geçip bir bovding pisti kadar
düz, beton bir yola çıktılar. Ağaçların daha alçak dallarına bağ­
lanmış portakal rengi lambalar yollarını aydınlatıyordu.
Yolun sonunda kenarları düz, iki yanında zeminden yükse­
len yuvarlak bir sayvan olan yüksek bir metal bina vardı. Biri­
si inanılmaz ölçüde uzun bir teneke kutuyu toprağa gömmüş
gibiydi. Binanın duvarlarına açılmış dar pencerelerden sızan
elektrik ışığının soluk beyaz bir rengi çevredeki ağaçlara yansı­
yordu. Vampir binanın önündeki bir kapının tokmağını çevirdi
ve iki ziyaretçi onun bir süre açık tuttuğu kapıdan içeri girdi.
Büyük, titreşen bir damıtma ünitesinin yanında dikdörtgen
kutularla kaplı bir banko vardı.
Merakına yenik düşen Jamie, “Bu nedir?” diye sordu.
Kimyacı omzunun yanında belirdi.

207
W I LL HI LL

Vampir, “Bu tekrar kristalize edilen baz eroin,” yanıtını ver­


di. “"Mallar elime bu halde ulaşır, ben de onları işlemede...”
Sesinde uyarı sezilen Frankenstein arkalarından, “Ayrıntıla­
rı bilmesine gerek yok,” dedi.
Jamie ona özgürlüğünü kısıtladığını ima eden bir bakış attı.
“Bilmek istiyorum,” dedi.
Frankenstein omuz silkip yüzünü çevirdi ve Birleşik
Krallık’ın bir haritasının asılı olduğu duvara baktı. Haritanın
üzeri ülkenin neredeyse her karışını kaplayan, bazıları kesişen
sarı çemberlerle doluydu.
Kimyacı, Jamie’ye gülümsedi. “Dünyayı tanımak'isteyen bir
oğlanla tanışmak insanda ümit uyandırıyor,” deyip üzerinde
altı plastik tas olan ikinci bir bankoya götürdü. Taslardan ikisi
berrak bir sıvıyla, diğer altısı ise kıvamlı, beyaz bir solüsyonla
doluydu.
Kimyacı berrak sıvıya işaret edip, “Bu sülfürik asit,” dedi.
“Eroin içinde çözüldükten sonra önce metil alkol, sonra eter
ilave ederek şunu elde ederiz.”
İçleri beyaz sıvıyla dolu tankları gösterdi.
“Karışım kristalize olmaya başlayana dek bekletilir, ardın­
dan biraz daha eter eklerim... Tabii son malzemeyi de. Sonra
katılaşana dek dinlendirilir. Böylece yüzde 75 saflıkta Mutlu­
luk elde edersin.”
Jamie, “Son malzeme nedir?” diye sordu.
Vampir gülümseyip Jamie’yi üzerinde içleri koyu kırmızı
bir sıvıyla dolu yedi geniş plastik kap olan üçüncü bir bankoya
götürdü. Kimyacı bariz bir gururla, “Mutluluk’u Mutluluk ya­
pan işte bu,” dedi.
Jamie, “Kan mı?” diye sordu.
Kimyacı gülümseyerek, “Elbette,” dedi. “Eroin katılaşmadan
önce kanla karıştırılır. Yedi farklı uyuşturucu için yedi farklı

208
19. D E P A R T M A N

tip. Yaygın gruplar A, AB, B ve O ucuza gider. Yüksek gelirli


müşterilerime de O negatif ve A l negatif temin ederim.”
Jamie, “Bu kan gruplarını o kadar özel kılan nedir?” diye
sordu.
Kapalı mekânda sesi patlayan Frankenstein, “Nadir bulun­
maları,” dedi. “Elde edilmeleri pek de kolay değildir.”
Vampir tuhaf bir ifadeyle canavara gülümseyerek, “Sandı­
ğından daha kolay,” deyip bakışlarını tekrar Jamie’ye çevirdi.
“Günün son partisini de aside koymamız gerek,” dedi. “Rica
etsem bu işi sen üstlenir misin?”
Jamie Frankenstein’ın kınayan, alevli bakışlarını boynunun
gerisinde hissedebiliyor, canavarın onu izlediğini ve az sonra
ne yapacağını görmeyi beklediğini biliyordu.
“Harika,” dedi. “Hadi yapalım şunu.”
Vampirin denetiminde, Jamie üzerine asit dolu kâseleri
yerleştirdiği brülörleri yaktı. Ardından kaşığa doldurduğu,
sıvı üzerine sıçramasın diye çok yüksekten dökmemeye özen
gösterdiği sarı-beyaz tozu kâseleri taşırmamak için her defa­
sında yeni bir kâseye boşalttı. Kaselerden hafif hafif balonlar
çıkarken Jamie’nin zihnini dakikalardır meşgul eden soru da
yüzeye çıktı.
“Tüm bunları nereden temin ediyorsun? Burada yalnız başı­
na kalıyorsan, bunlar nereden geliyor?”
Kimyacı ona gülümsedi.
“Mükemmel bir soru, genç adam,” diye yanıt verdi. “Baz
eroin Burma’dan, kan ise güzel ülkemizin Ulusal Sağlık Hiz­
meti kurumundan geliyor. Buraya sorunsuzca nasıl geldiğine
gelince... Bunu ortağına sorabilirsin.”
Jamie irkildiği açıkça göze çarpan Frankenstein’a döndü.
Frankenstein sert bir dille ona, “Şimdi olmaz,” dedi. “Daha
önemli meselelerimiz var.”

209
W ILL HILL

Kimyacı hürmetkar bir edayla ellerini havaya kaldırdı.


“Şüphesiz...” diye söze girdi. “Birinin çalışmalarıma ilgi göster­
mesi öyle hoşuma gitti ki ziyaretinizin sebebini sormayı bile
unuttum. Sanırım bazı bilgilere ulaşmak istiyorsunuz?”
Frankenstein başını salladı. “Alexandru,” dedi. “Yerini öğ­
renmemiz gerekiyor. Satıcılarından veya müşterilerden bir şey­
ler duymuş olabileceğini düşündüm.”
“Müşteriler” sözcüğünü neredeyse iğrenç bir sakızı ağzın­
dan atar gibi telaffuz etmiş, yüzüne bir tiksinti ifadesi yerleş­
mişti. Kimyacının gülümsemesi silindi.
“Üzgünüm ama bir şey duymadım,” dedi. Jamie’ye’ laboratu-
vardaki sıcaklık aniden düşmüş gibi geldi.
Jamie’nin yanındaki bankonun üzerinde duran sülfürik
asit kâselerinden biri fokur fokur kaynamaya başladı. Kimyacı
kâseye doğru hareketlenirken Frankenstein’ın eli kemerindeki
Cirit’e gitti. Vampir durup ona baktı.
Canavar sakin bir sesle, “Sana inanmıyorum,” dedi. “Neden
acaba?”
Kimyacı, “Sebep belki de şüpheci doğandır,” diye yanıt ver­
di. “Ya da aptal olmaman ve üç kardeş hakkında herhangi bir
şey bilen herkesin sana yalan söyleyeceğini bilmendir.”
Kimyacı’nın Jamie’ye doğru bir adım daha atmasıyla, Fran­
kenstein Cirit’i kılıfından çıkardı. Silah artık yan tarafında ser­
bestçe salınıyordu. Gürleyen bir sesle, “Kıpırdamazsan mem­
nun olurum,” dedi.
Jamie bir canavara bir vampire baktı. Hemen sonra kâsedeki
sülfürik asit büyük bir balon çıkararak laboratuvara dağıldı.
Kaynar sıvı Jamie’nin açıktaki boynuna ve çenesine sıçradı.
Acı içinde çığlık atmasıyla Frankenstein ve kimyacı ona
doğru koştular. Jamie eldivenli elini yaraların üzerine bastırın­
ca kumaştan duman yükselmeye başladı. Daha önce hiç öyle

210
19. D E P A R T M A N

bir acı hissetmemişti; milyonlarca küçük bıçak etini kesiyor gi­


biydi. Derisi erimeye başlarken bir kez daha çığlık attı.
Kimyacı hızla laboratuvarın köşesine gidip küçük, metal bir
buzdolabını açtı ve Jamie’nin yanına bir şişe saf suyla döndü.
Frankenstein onu kaldırıp asit kâselerinin yanından uzaklaş­
tırırken bir eliyle Jamie’ye sıkıca tutuyor, diğer eliyle de bede­
ninde oluşan hasarı görebilmek için oğlanın elini yaralarından
uzaklaştırmaya çalışıyordu. Kimyacının soluk eli aralarına gi­
rip Jamie’yi bileğinden kavrayarak çocuğun elini yanıklardan
iyice uzaklaştırdı. Başını geri atan Jamie’nin boynundaki da­
marlar birer ip gibi ortaya çıkmış, dişleri çektiği acının etkisiy­
le kenetlenmişti.
Vampir şişenin kapağını açıp suyu yanıkların üzerine dö­
kerek yaraları yıkadı. Sıvının değdiği yaralardan duman yük­
selirken Jamie bağırdı. Ardından on münferit yanığın bileşi­
minden oluşan, üniformasının yakasından sağ kulağının altı­
na dek uzanan kırmızı bir benek gibi görünen yaralardan kan
sızmaya başladı.
Kimyacı’nın gözleri kırmızıya çaldı.
Frankenstein bunu görünce, laboratuvar zeminine düşmüş
olan Cirit’i yerden almaya çalıştı. Ancak daha o silaha ulaşa­
madan vampir kendisini geriye uçarak oğlandan uzaklaştı ve
bahçeye giden kapının yanında havada süzüldü.
Vampir boğuk ve şehvet dolu bir sesle, “Kanaması bitince
onu eve getir,” dedi. “Buzdolabının üstünde bir ilkyardım çan­
tası var.”
Bu sözünün ardından kapıyı açıp bir anda geceye karıştı.
Frankenstein gözlerini fal taşı gibi açan, beti benzi atmış
Jamie’den ayrılıp buzdolabının üzerindeki bir raftan yeşil bir
kutu çıkardı. Laboratuarın diğer ucuna gidip asit kâselerinin
altındaki gaz düğmelerini kapattı ve odaklamaya çalıştığı göz­

211
W IL L HILL

leriyle kendisine bakan oğlanın yanına çöktü.


“İyi misin?”
Canavarın sesinde duyduğu endişe Jamie’yi şaşırttı. Hırıltılı
bir sesle, “İyiyim,” dedi. “Daha önce... Hiç böyle bir şey hisset­
miştim. Nefes bile alamadım, çok canım yandı.”
“Hâlâ acıyor mu?”
Jamie başını salladı. “Yine de deminki kadar değil,” dedi.
“Şimdi normal bir yanık kadar acıyor.”
Frankenstein oğlanın derisinden kanı silip ilk yardım çan­
tasından çıkardığı gazlı bezi nazikçe yanıkların üzerine koydu.
Jamie irkilse de ses etmedi. Canavar beyaz bir bandajdan ko­
pardığı parçayı gazlı bezin üzerine koyup cerrahi bantla yapış­
tırdı. Jamie yattığı yerde doğrulmaya çalışırken Frankenstein
çantayı kapattı ve aldığı rafa götürdü. Arkasını döndüğünde
Jamie ona bakıyordu.
Oğlan, “Gazı kapatmaya gidiyordu,” dedi. “Olacakları bili­
yordu.”
Frankenstein oğlanın yanma gelip, “Böyle olacağını bile­
mezdim,” dedi.
Jamie yüzünde bir acı ifadesiyle, “Seni suçlamıyorum,” dedi.
“Sadece aklıma geleni söyledim.”
Frankenstein, “Tamam,” dedi.
Oğlanın, “Kalkmama yardım eder misin?” demesiyle dev
adam şekilsiz elini ona uzattı. Jamie uzanan elden güç alarak
acı içinde doğruldu.
Çekinerek boynundaki bandaja dokundu. Ardından
Frankenstein’a baktı. “Bırak onunla ben konuşayım,” dedi.
“Evine gittiğimizde. Olur mu?”
Canavar başını eğip ona baktı. Bir an duraksayıp, “Tamam,”
dedi. “Nasıl istersen öyle yap.”

212
19. D E P A R T M A N

Eve vardıklarında arka kapı açıktı. İçeri girdiklerinde onları


ılık, bakımsız bir mutfak karşıladı. Geniş bir set üstü ocakta
bir çaydanlık kaynıyordu. Odanın ortasındaki masaya oturan
Kimyacı huzursuzca iki adama baktı.
“Üzgünüm,” dedi. “On yıldan uzun bir zamandır insan kanı
içmemiş de olsam kanın karşısında verdiğim tepkiyi denetle-
yemiyorum.”
Jamie, “Sorun değil,” dedi. Vampirin karşısındaki boş
sandalyeye bakınca Kimyacı hemen oturmasını işaret edip
Frankenstein’a da aynısını yapmasını söyledi.
Canavar, “Ayakta duracağım,” diye gürledi.
Kimyacı, “Nasıl istersen,” diye yanıt verdi.
Jamie oturağa dikkatlice yerleşip kendisini endişeli gözlerle
süzen Kimyacı’ya baktı. Jamie, “Amacının gazı kapatmak oldu­
ğunu biliyorum,” deyince vampir rahatlayıp derin bir oh çekti.
Hevesle, “Amacım buydu,” dedi. “Kaynayıp taşacağını anla­
mış olsam da ortağın bana yerimden kıpırdamamamı söyleyin­
ce bir sorun çıkmasını istemedim ve...”
Sustu. Frankenstein gözlerini devirse bir şey söylemedi.
Jamie, “Biliyorum,” dedi. Ona Kimyacı gerçekten laboratu-
varda olanlardan etkilenmiş gibi geliyordu. “Bu işlere nasıl bu­
laştın?” diye sordu.
Vampir ona bakıp güldü. Nasıl bu kadar alçaldığımı bilmek
istiyorsun, öyle mi?” dedi. “Seni hayal kırıklığına uğratmak is­
temem, Bay Carpenter, ama bu pek de ilginç bir hikâye değil.
Bir ilaç firmasında biyokimyacı olarak çalışıyordum. Dönüştü­
rülünce, yaptığım işi sürdürdüm. Sadece artık farklı bir ürün
çıkarıyorum.”
Jamie’nin yüzü asıldı. Kimyacı’yla ilgilenmesinin onu biraz
olsun konuşmaya teşvik edeceğini, Alexandru’dan bahsetmeye
heveslendireceğini düşünmüştü.

213
W ILL HIL L

Kimyacı, Frankenstein’a doğru imanlı bir bakış atıp, “Yine


de...” diye söze girdi. “Nazik bir soru duymak ferahlatıcı. Özel­
likle de soru bir kazığın gölgesinde sorulmadığında. Sen ter­
biyeli bir çocuksun, genç adam. Annen seninle gurur duyuyor
olmalı.”
Jamie vampirin verdiği açığı görüp değerlendirdi. “Evet, sa­
nırım duyuyordur,” diye yanıt verdi. “Ancak bunu ona sora­
mıyorum çünkü şu an Alexandru’nun elinde. Bu yüzden onu
arıyoruz.”
Kimyacı açık bir sempatiyle oğlana baktı. “Bunu duyduğuma
üzüldüm,” dedi. “Gerçekten üzüldüm. Şu an çok dertlisindir.”
Jamie başını salladı.
Kimyacı, “Ama nerede olduğunu bilmiyorum,” dedi. “Bana
ister inan, ister inanma. Karar sana ait. Ancak bildiğim tek şeyi
sana söyleyeceğim ve bunu yapmak hayrıma olmayacak.”
Jamie, “Ne biliyorsan...” dedi. “Yardımı dokunacak ne bili­
yorsan söyle.”
“Hâlâ ülke sınırları içinde. Bunu nereden bildiğimi sana
söylemeyeceğim. Ancak hâlâ burada. Bu da annenin de ülkede
olması ihtimalini son derece kuvvetlendiriyor.”
Frankenstein homurdandı. “Bu kadar mı?” diye sordu. “De­
mek hâlâ ülkede? Bu da onu bulmak için 250000 kilometre
karecik bir alanı taramamız gerektiği demek oluyor.”
Gözlerini Frankenstein’a diken Kimyacı’nm yüzü düşman­
ca bir ifadeyle çarpılmıştı. “Evimden geldiğinizden daha fazla
şey biliyor olarak ayrılacaksınız,” dedi. “Araştırmanı yürüttü­
ğün her yerde durumun aynı olacağından şüpheliyim. Kardeş­
lerin gözü ve kulağı her yerdedir. Benden başka kimse de size
hiçbir şey anlatmak istemez.”
Jamie masadan kalktı; yanıklarının altındaki kaslar oy­
nadıkça duyduğu acıdan bağırmamak için dişlerini sıktı.

214
19. D E P A R T M A N

Frankenstein’a daha fazla konuşmaması için onu uyaran, ka­


tıksız öfkeyle dolu bir bakış attı. Kimyacı’ya, “Yardımın için te­
şekkürler,” dedi. Kimyacı nazikçe başını salladı. “Seni işinden
daha fazla alıkoymayalım.”

Karayoluna giden yolda sessizce yürüdüler. Er Hollis minibü­


sün kapısına yaslanmış bekliyordu.
Aracın yanma geldiklerinde, “Sıradaki durak neresi?” diye
sordu.
Jamie minibüsün yan tarafına doğru tüm gücüyle bir tekme
savurdu. Çıkan metalik ses sessiz gece havasında yankılandı.
Ardından tekrar ve tekrar tekmeler savurup öfkeden kızıla
dönmüş yüzüyle Frankenstein’m üzerine atıldı.
“Çok aptalsın!” diye bağırırken ağzından tükürükler saçı­
yordu. “Bize anlattığından çok daha fazlasını bildiği belliydi!
Ona karşı bir pislik gibi davranmasıydın bana çok daha fazlası­
nı söyleyecekti! Bunu niye yaptın? Annemi bulmamı istemiyor
musun? Burada ne işin var o zaman?”
Frankenstein yanıt veremeyecek kadar büyük bir şaşkınlık
içindeydi. Oğlanın öfkesi duman olmuş tüter gibiydi.
Jamie, “Aptal! Aptal! Aptal!” diye bağırırken her sözcükte mi­
nibüsün yanma gümbürtülü bir tekme indiriyordu. Sonra öfke­
si geldiği gibi kayboldu. Tümsekli yolda dizleri üzerine çöktü.
Sessizlik oldu.
Jamie çekingen bir şekilde yanma gelip omzuna uzanan sü­
rücünün elini itti.
“Dokunma bana!” diye bağırıp ayağa kalktı. “Yalnız bırak
beni!”
Tökezleyerek ormana koştu ve iki adamı minibüsün başın­
da dikilir halde bıraktı.

215
W ILL HILL

Jamie bir meşe ağacının dibine oturdu. Ormanın oluşturduğu


karanlık labirentin ötesinde minibüsün farlarını görebiliyor,
sürücü ve canavarın alçak sesli konuşmasını işitebiliyordu.
Varsın arasınlar beni. Beni burada bulamazlar. Beni kaybettik­
lerini sansınlar.
Zihninin içinde hayal kırıklığı, öfke ve suçluluk dört dö­
nüyordu. Aptal canavar o kocaman, aptal ağzını açmasa
Kimyacı’nın kendisine Alexandru’yla ilgili daha fazla bilgi ve­
receğinden emindi. Çoktan annesini kurtarmak için yola çık­
mış, bulunduğu yere yaklaşıyor olabilirlerdi. Bunpn yerine,
Kimyacı’yı ziyarete geldiklerinde oldukları noktadaydılar. Zaten
Alexandru’nun öldürdüğü adamın göğsüne kazıyarak kendisine
gönderdiği mesajdan sonra Alexandru’nun annesini yurtdışma
kaçırmış olmasına hiç ihtimal vermediğinden, vampirin ülke
sınırları içinde olduğu bilgisinin hiçbir faydası yoktu. Frankens-
tein bu konuda haklıydı. Ancak mesele bu bilginin ardından
gelecek olan, kendilerine faydası dokunabilecek bilgilerdi. Zira
Jamie vampirin söyledikleri içinde bir şeyin kesinlikle doğru ol­
duğuna ikna olmuştu: Kimyacı dışında hiç kimse onlara yardım
ederek Alexandru’nun gazabını üstüne çekme riskine girmezdi.
Sonra yanıldığını fark etti. Öyle biri daha vardı.
Yaralı boynunda hissettiği acıya aldırmadan yerden doğrul­
du ve geldiği yönün aksine, farlara doğru körlemesine koşmaya
başladı. Sürücüyü ve Frankenstein’ı minibüse yaslanır halde
buldu. Canavarın yüzündeki bakıştan çok da fazla endişelen­
mediği belli oluyordu.
Frankenstein, “Sisteminden fazlalıkları attın herhalde?”
diye sorarken sesi her an gülecekmiş gibi çıkıyordu. Jamie ona
kaşlarını çatarak karşılık verdi.
“Beni Halka’ya geri götür,” dedi. “Onunla yeniden konuş­
mak istiyorum.”

216
19. D E P A R T M A N

Frankenstein’m gülümsemesi silindi.


“Kiminle konuşacaksın?” diye sordu.
Jamie, “Kiminle konuşacağımı gayet iyi biliyorsun, deyip
gülümsedi.

217
22
HİÇ UYUMAYAN ŞEHİR, 2 . BÖLÜM

NEM YORK. ABD


31ARALIK1928

John Carpenter odasının kapısının sertçe çalınmasıyla uyandı.


Hızla uyanmış, eli hemen komodinin üzerine bıraktığı tahta
kazığa gitmişti. Yatak örtülerinin altında sıyrılıp üzerine hah
serili zeminde yumuşak adımlarla ilerleyerek kapıya ulaştı.
“Kim o?” diye sordu.
Tahta kapının öte yanından bir ses, “Henry Victor,” diye
gürledi.
Carpenter kazığı tutan elini arkasına gizleyip çıkarmadı­
ğı zincirin elverdiği ölçüde, kapıyı birkaç santim araladı. De­
vasa gövdesi bir iki santim daha uzun olsa tavana değecek
olan Henry Victor koridorda dikiliyordu. Öfkeli bir ifadeyle
Carpenter’a baktı.
“Kim olduğumu biliyor musun?” diye sordu.
Carpenter, “Sanırım biliyorum,” diye yanıt verdi.
“Bundan kime bahsettin.”
“Kimseye.”
“Ya ortağın Willis? Ona bile söylemedin mi?”
“Ona bile.”

218
1 9. D E P A R T M A N

Victor elini paltosunun cebine atıp kalın, beyaz bir zarf çı­
kardı.
Zarfı Carpenter’a uzatıp, “O halde bunun ne anlama geldi­
ğini biliyorsundur,” dedi.
Carpenter zarfı alırken karşısındaki adamın elinin ne denli
büyük olduğunu fark etti. Kapının zincirini yuvasından çıkar­
dı.
Penceresinin altında duran küçük masaya gidip zarfı tahta
yüzeyin üzerine bıraktı. “İçeri buyur,” dedi. Victor kapıyı arka­
sından kapatıp içeri girdi.
Carpenter zarftan üç sert kart çıkardı. Bunlardan ikisi ke­
narları altın rengi bir çerçeveyle kaplı, üzerlerinde gösterişli
harflerle yazılmış üç satır yazı olan davetiyelerdi.

C e n tra l P a rk W e s t M eyd an ı, S ek sen B e şin ci C add e


3 1 A ra lık 1 9 2 8
G ece 11

İki kartı bir yana bırakıp üçüncüye baktı. Güzel, ince bir el
yazısıyla yazılmış bir nottu bu.

Sayın Bay Frankenstein


Lütfen bu akşam varlığınızla beni onurlandırın. Lütfen yeni
İngiliz dostunuzu da yanınızda getirin. Kendisini Otuz Üçün­
cü Caddedeki Chelsea Oteli’nde tuttuğu odada bulabilirsiniz.
Maske takmak zorunludur. Tercih edilen kravat rengi siyah.
Saygılarımla,
V

Frankenstein’m sesi Carpenter’m başının üzerinde, “Bu


ismi Amerika’ya geldiğinden beri kullanmadım,” diye gürledi.

219
W ILL HILL

“Bir yıldan fazla bir zamandır.”


Carpenter, “İsminin baş harfi V olan birini tanıyor musun?”
diye sordu.
“Hayır.”
Valentin’in V’si. Carpenter akima gelen bu düşünceyle ürper-
di. Bizzat Drakula tarafından dönüştürülen üç kardeşin en genci. Bu
kişi o olabilir mi?
“Ya Haslet? Jeremiah Haslet?” diye sordu.
“Hayır.”
“Emin misin?”
Frankenstein derin bir nefes aldı. Carpenter’a, öfkesini diz­
ginlemeye çalışıyormuş gibi geldi. “Bay Carpenter, pek sosyal
biri değilimdir. Özellikle de vampirler söz konusu olduğunda.”
Carpenter hızla başını Frankenstein’a çevirdi. “Ne dedin?”
Frankenstein bir kahkaha attı. “Üzgünüm. Sırrı sadece sen
ve arkadaşlarının bildiğinizi mi sanıyordun?” Bir kez daha, bu
kez John’un yüzündeki şaşkınlık ifadesine güldü. “Sizin de ga­
yet iyi bildiğiniz nedenlerden ötürü ben bir gece yaratığıyım,
Bay Carpenter. Çok yer gezip, çok şey duydum. Drakula’mn
beş para etmez öyküsünü İrlandalı kaleme almadan evvel de
biliyordum. Crowley ve onun gibilere dair dedikoduları da işit­
tim. Küçük teşkilatınız hakkında da bilgi sahibiyim. Hatta seni
bile tanıyorum, Bay Carpenter. Ya da en azından babanı.”
Carpenter sersemlemiş halde canavara baktı. Soğukkanlılı­
ğı korumaya çalışarak, “O zaman neden burada olduğumu da
biliyorsundur,” dedi.
“Buraya Bay Haslett’m İngiltere’nin yeşil ve güzel toprakla­
rına dönmemesini teminat altına almak için geldiğini sanıyo­
rum.”
Carpenter onu başıyla onayladı.
“Ayrıca, sanırım bu akşamki toplantının bu amacını gerçek­

220
19. D E P A R T M A N

leştirmek için en iyi fırsat olduğunu düşünüyorsun?”


“Öyle ümit ediyorum. İki davetiyeyi de bana verebilir mi­
sin?”
Frankenstein güldü ve başım iki yana salladı. “Üzgünüm
ama hayır, Bay Carpenter. Şu V’ye soracağım bazı sorular var.
Ancak sana eşlik edebilir; görevine herhangi bir şekilde katkı­
da bulunma fırsatım olursa, elimden geleni yaparım. Buna ne
dersin?”
“Kulağa hoş geliyor.” Carpenter bir an duraksadı. “Dünya­
nın en yaşlı vampirlerinden birinin bu şehirde yaşadığı sanılı­
yor. Adı Valentin Rusmanov. İsmini işittin mi?”
“Üç kardeşin en genci.”
“Kesinlikle. Davetiyeleri gönderen V’nin o olabileceğini dü­
şünüyorum.”
Frankenstein, “Eğer öyleyse...” dedi. “Son derece dikkatli ol­
mamız gerekecek.”

Frankenstein gittikten sonra Carpenter elinden geldiğince hızlı


bir şekilde banyo yapıp giyindi. Ancak tüm çabasına rağmen,
Willis’le buluşacakları, Amerikalının önceki akşam vedalaş­
malarının ardından seçtiği Broadway’deki küçük restorandaki
randevusuna on dakika geç kaldı. Willis’in karşısındaki kır­
mızı, deri koltuğa yerleşip kahve ve yumurta siparişi verdik­
ten sonra hızla ortağına sabahki gelişmeleri aktarmaya başla­
dı. Willis onu dikkatle dinleyip Carpenter’ın beklediği soruyu
sordu.
“Şüphesiz bu davetiyenin ardında bir tuzak olduğunu far-
kmdasındır.”
Carpenter, “Elbette,” diye yanıt verdi. “Yine de görevimi
yerine getirmek için elde edebileceğim en iyi fırsat bu. Sen de
şüphesiz bunun farkındasmdır, değil mi?”

221
W ILL HIL L

Willis kahvesinden bir yudum aldı.


“Farkındayım, John,” dedi. “Sadece şu V’nin seni ve cana­
varı davet etmesinin gerisinde bir hainlik olabileceği gerçeğine
dikkatini çekmek istedim. Niyetim seni gücendirmek değildi.”
Carpenter öfkesinin yatıştığını hissetti.
Kendini tut. Bu adam düşmanın değil
Willis, “Binanın dışına mevzilenip gerektiği takdirde her şe­
kilde sana destek vereceğimi söylememe gerek bile yok,” dedi.
“Tabii bu senin için de uygunsa?”
Carpenter, “Benim için uygun,” diye yanıt verdi. “Yakınlar­
da olursan minnettar kalırım.”
Willis, “O zaman anlaştık,” diyerek gülümsemeye çalıştı.
“Şimdi dikkatlerimizi kahvaltıya yöneltelim. Uzun bir gün ola­
cak gibi.”

John Carpenter Central Park West Meydanı ve Seksen Üçüncü


Cadde’nin birleştiği köşede Frankenstein’ı bekliyordu. Güneş
çoktan ufukta kaybolmuştu. Gece soğuk ve karanlıktı.
Willis’i restoranda bırakıp bazı işleri halletmek üzere şehir
dışına gitmek için bir atlı araba tuttu. Willis’in tavsiye ettiği,
Madison Bulvarı’nda dükkanı olan bir terziden bir takım elbi­
se satın aldıktan sonra bir inşaat malzemesi satıcısına kısa bir
ziyarette bulunmak için kuzeye, Harlem’e yöneldi. Ardından
baloya hazırlanmak için otele döndü. Altıncı Bulvar’da hafif bir
akşam yemeği yedikten sonra Central Park’ın geniş arazisinin
yolunu tuttu.
Arkasından bir ses, “Soğuk bir gece,” dedi.
Carpenter irkilip hızla arkasına döndü. Frankenstein deva­
sa bedenini kaplayan şık bir takım elbiseyle tepesinde dikili­
yor, yüzünde hafif bir gülümsemeyle ona bakıyordu.
“Seni ürküttüysen özür dilerim,” dedi. Gülümsemesi azıcık

222
1 9. D E P A R T M A N

daha yayvanlaştı.
Carpenter zar zor, “Özrün kabul edilmiştir,” diye yanıt ve­
rebildi.
Seni aptal. Tanrı aşkına, ilgilenmen gereken meseleye odaklan.
Birinin seni böyle gafil avlayabilmesi kabul edilemez bir durum.
Frankenstein başını salladı.
“Bunu duyduğuma sevindim,” dedi. “Yola koyulalım mı?”
Eliyle Central Park West Meydam’nın yukarısına, istika­
metleri olan Yukarı Batı Yakası’na işaret etti.
İki adam hızla davetiyelerde belirtilmiş olan adrese doğru
yürümeye başladılar. Sokağın köşesinde, karşılarına eğimli bir
çatının üzerinde yükselen uzun, daire şeklinde bir kulesi olan
geniş, gotik tarzda bir konak çıktı. Binanın çok sayıdaki pen­
ceresi ışıl ışıl parlıyordu. Yolun karşısında olmalarına rağmen
kahkahaları ve müziği duyabiliyorlardı. Geniş, tahta kapının
yanında en az kapı kadar geniş, koyu gri paltosu ve ifadesiz bir
Venedik maskesi olan bir figür duruyordu. İki adam davetiye­
lerini bu hortlağı andıran figüre teslim etti.
Figür davetiyeleri dikkatle inceledi ve düz bir sesle, “Mas­
keler,” dedi.
Carpenter cebinden siyah bir göz maskesi çıkarıp yüzüne
taktı. Frankenstein dikkatle üzerinde uzun, ince bir burun
olan beyaz bir maskenin kurdelelerini kulaklarının üzerinden
birbirine tutturdu.
Hol geniş ve gösterişliydi. Duvarlara aralıklarla aynalar ve
tablolar asılmıştı ve tüm düz yüzeylerin üstü vazolarla doldu­
rulmuştu. Ayaklarının altında siyah beyaz, mermer karolarla
döşenmiş olan zemin ışıl ışıl parlıyordu. Üzerinde tertemiz,
beyaz bir frak olan yaşlı bir garson yanlarına gelip kibar kristal
şampanya kadehleriyle dolu bir tepsiyi onlara uzattı. İki adam
ikramı kabul edip koridorda ilerledi ve gerisinden hareketli bir

223
W I LL H I L L

balonun gürültüleri gelen çift kanatlı bir kapıya vardı.


Carpenter’m kapıyı açmasıyla içeri girdiler.
Geniş balo salonunda en az iki yüz kişi vardı. Kimi mer­
mer dans pistinin üstünde dans ediyor, odanın kenarlarında
gruplar halinde ayakta duran veya yuvarlak masalarda oturan
diğerleri ise kahkahalar atarak sohbet ediyordu. Odanın geri­
sindeki alçak bir sahnede piyanistin çaldığı kesik tempolu me­
lodiye eşlik eden bir caz dörtlüsü vardı. Hava sigara dumanıyla,
afyon ve tütsünün keskin kokusuyla, cırlak kahkahalarla ve bir
sürü sesin bileşiminden çıkan bir uğultuyla doluydu. ,
Sol taraflarında bir kadının tiz bir sesle, “Sen ne de irisin
öyle!” demesiyle iki adam o yöne döndü.
Tüylü bir maske takan ve yere kadar uzanan kırm ızı bir
balo elbisesi giyen bir kadın alenen Frankenstein’a bakıyordu.
Yüksek ökçeleri üzerinde hafifçe sallanan kadının yüzündeki
ifadede hayret okunuyordu.
Carpenter, “Birine dik dik bakmak kaba bir harekettir,”
dedi.
Kadın başını ona çevirip, “Aptal olma,” dedi. Carpenter ka­
dının maskesindeki deliklerden içeri bakıp gözlerini odakla­
mada güçlük çektiğini fark edince rahat bir nefes aldı.
“Sanırım içkiyi fazla kaçırm ışsınız,” dedi. “Biraz temiz hava
almak size iyi gelebilir. Kendinizi utandıracak bir şey yapmak
istemediğinize eminim.”
Geriye doğru bir adım atıp kadının geçmesi için koridora
açılan kapıyı tuttu. Kadın verecek bir yanıt ararmış gibi bir
süre ona baktıktan sonra burnunu yukarı kaldırıp İkiliye bir
kez daha bakmadan sarsak adımlarla koridora doğru yürüdü.
Kapı kapanır kapanmaz Frankenstein, “Sağ ol,” dedi. “Onu
uzaklaştırmasaydın kesin tepem atardı.”
Carpenter, “Bir şey değil,” diye yanıt verdi. “Burada ayrılıp

224
f
19. D E P A R T M A N

kendi hedeflerimize yönelmemizi öneriyorum.


Frankenstein öneriyi kabul etti ve dönüp kalabalığın içinde
kayboldu. Carpenter farkı bir istikamete yönelip dans pistinin
kenarından yürüyerek Jeremiah Haslett’ı aramaya koyuldu.
Şık, pilileri keskin duran siyah takım elbiseleri pırıldayan
genç adamlarla dolu bir masanın yanından geçtiğinde onlara
bakmadan edemedi. Adamlarda mest edici bir şey vardı; siga­
raları soluk parmaklarında sallanıyordu, hareketleri özgüven
doluydu ve...
Birisi yüksek sesle, “Tanrı aşkına, önüne baksana,” dedi.
Carpenter, bakışlarını masadan çevirip işittiği azarın kim­
den geldiğini ararken kalbinin hızlandığını hissetti. Önünde
elle oyulmuş bir akbaba maskesi takan ve maskesinin göz de­
liklerinden koyu kırm ızı bir pırıltı çıkan tıknaz bir adam du­
ruyordu. Adam gözlerini Carpenter’a dikerek öne eğildi. Tam
konuşacakken siyah elbiseli genç bir kadının dans ederken
kendisine çarpması üzerine arkasına dönüp kadını sakarlığı
için payladı. Yeniden Carpenter’a döndüğünde, maskenin de­
liklerindeki kızıl ışıltı kaybolmuştu. Adam sert hareketlerle
Carpenter’m yanından geçip gözden kayboldu.
D aha önce de gördüm o gözleri. Nasıl bir y er burası?
Uzun barın yanına gitti. Tam sipariş verecekken göz ucuyla
bir deri bir kemik bir figürü fark ederek ona doğru döndü.
Jeremiah Haslett dört buçuk metre ötesinde ahşap barın kö­
şesine yaslanmış; sarışın, güzel, yirmi yaşında ya var ya yok
kızla konuşuyordu. Kırmızı bir kadife göz maskesi ve üçgen bir
şapka takmış olsa da Carpenter yakın zaman öncesinde Lond­
ra gazetelerinde çıkan fotoğraflardan Haslett’m sivri burnunu,
ince ve zalim görünümlü ağzını tanımıştı.
Elini cebine atıp ince bir tahta kazık çıkarttı ve silahı elin­
de gizleyerek kolunu serbestçe aşağı saldı. Varlığını vaktinden

225
W I L L HILL

önce hissettirmemeye çalışarak, ağır adımlarla ilerledi. Aniden,


hedefine giden yol gülüşerek içki ve puro dolu bir tepsiyi bar­
dan masalarına taşıyan bir grup erkek ve kadın tarafından tı­
kandı. Gözünü avından ayırmamaya çalışarak kadınlardan bi­
rini nazikçe yana ittiğinde kadın yüksek sesle tıslayarak; zarif,
tüylü maskesinin göz deliklerinde o aynı koyu kırmızı ışıltıyla
ona çıkıştı. Kalbi deli gibi çarpsa da sakince kadının yanından
geçti.
Haslett gitmişti.
Carpenter küfredip az önce avının dikildiği noktaya doğru
koştu ve içki içip dans eden çiftlerin kınayan bakışlarına ma­
ruz kaldı. Her yöne baksa da İngiliz’e dair tek bir işaret yoktu.
Arkasında kalan caz grubunun yeni bir parçaya geçmesiy­
le dans pistindeki hareketlilik arttı. Barın arkasındaki iki ay­
nanın arasında duran bir dolaplı saat üç kez çaldı. Carpenter
saate bakınca gösterişli kadranın üzerindeki kolların on ikiye
çeyrek kalayı gösterdiğini fark etti.
Artık bir içki daha içesi yoktu. Haslett’ı veya Frankenstein’ı
bulmak için kalabalığın arasına dalsa da iki adamı da göreme­
di. Evin geri kalan bölümlerine açıldığını sandığı ağır, kilitli
bir kapının yanından geçti. Ardından kalabalık bir konuk gru­
bunun arasında kaldı ve neredeyse ayaklarını yere basamadan
insan seli onu dans pistine sürükledi.
Kollarını kavrayan iyi huylu ellerden sıyrılıp şaşkın halde
kendi çevresinde döndü. Gruba doğru ilerlemeye çalıştığında
güzel, kızıl saçlı bir kadın şuh bir edayla ona gülümsedi. Ka­
dının kesici dişlerinin keskin uçları devasa kristal avizenin kı­
rılan ışığı altında pırıldıyordu. Dönüp aksi istikamete yönelse
de yine başarılı olamadı. Bir grup kadın ve erkekten oluşan,
ayakların sağa sola atılıp kolların savrulduğu coşkulu bir çem­
ber momentumuyla Carpenter’ı bir fırıldak gibi savurdu. Genç

226
19. D E P A R T M A N

bir adam uzun, sarı saçlarını uçuşarak yanından geçtiğinde,


adamın kedi maskesinin altındaki kızıl ışıltıyı görünce kanı
dondu. Yana dönmesiyle az kalsın coşkuyla torunu olabilecek
yaşta bir kızla dans eden yaşlı bir adamın geniş göğsüne tos­
layacaktı. Adam ona doğru dönüp sırıttı. Beyaz maskesi kıp­
kırmızı parlıyor, üstdudağınm altında iki sivri diş seçiliyordu.
Aman Tanrım, yüzlercesi var. Ne yaptım ben?
Elini cebine atıp kazığı çıkarsa da yüzünde üzerine elmas
bir taç taktığı bir Japon kabuki maskesi olan bir kızın ona çarp­
masıyla silah yere düştü. Sessizce küfredip kazığı bulmak için
eğildi. Ancak bir sürü ayak silahı tekmeleyerek ondan uzak­
laştırdı. Carpenter neredeyse içine sığmayıp taşacak bir korku
dalgasıyla sarsılarak ayağa kalktı.
Önünde şıklığıyla çevresini aydınlatan bir adam dikiliyor­
du. Yüzünde maskesi yoktu. Yüz hatlarından Avrupalı bir aile­
den geldiği anlaşılıyordu. Yüzü neredeyse şeffaf denecek kadar
saydamdı. Süt beyazı derisinin altında damarları silik, mavi bir
desen oluşturmuştu. Çevresindekilerin dansı daha da coşkulu
bir hal almış gibi görünse de nasılsa kimse adama çarpmıyor,
hatta yakınına bile ulaşmıyordu. Alemcileri kendisinden uzak­
laştıran bir manyetik alanla çevrili gibiydi.
Bu o. Yüce Tanrım, bu gerçekten o. Üç kardeşin en genci.
Valentin Rusmanov’un attığı bakış Carpenter’ın kendisi­
ni laboratuvardaki bir numune gibi hissetmesine neden oldu.
Adamın hipnotize edici gözleri derisinin altındaki damarlarla
aynı mavilikteydi; Carpenter gözlerine dalıp gideceğini hissetti
ve bakışlarını kaçırmaya çalıştı. Ne diyeceğini bilemese de bir
şeyler söyleyecek oldu. Tam o anda ziller gök gürültüsü gibi
çınlayarak gece yarısının geldiğini haber verdi.
Her şey durdu. Üçüncü, dördüncü ve beşinci kez çalan zil­
ler dışında odada tek bir ses yoktu. Dans gibi sohbet de kesil­

227
W1LL H ILL

mişti. Carpenter etrafına bakındı. Ne göreceğinden emin olsa


da haklı çıktığını fark ettiğinde korkunun bedenini sarmasına
engel olamadı.
Odadaki herkes sessizce ona bakıyordu.
Son zil çalıp sessizlikte yankılandığında odanın gerisinden
biri, “Maskeleri çıkarın!" diye bağırdı. Bir saniyelik bir durak­
samanın ardından Valentin’in başını salladı. Konukların mas­
kelerini çıkartmasıyla aniden hareketlenen odayı kırmızı bir
pırıltı doldurdu. Yüzlerce kadın ve erkeğin dönüp baktığı Car­
penter çaresizce etrafına bakındı.
Etrafı vampirlerle çevrilmişti.
Gülümseyen yüzleri, iyice uzamış azıdişleri ve korkunç bir
kızıla çalan gözleriyle ona bakıyorlardı.
İşte sonum geldi. İlk görevimde paramparça edileceğim. Babam
bu halimi görse benden utanırdı.

228
23
İKİNCİ RAUNT

Jamie hücre odasının koridorunda yürürken Frankenstein


birkaç adım gerisinden geliyordu. Jamie revire gidip boynunu
doğru dürüst sargılatmaya yanaşmamış, kötü kokan ünifor­
masını bile değiştirmemişti. Arkasında dev albay, üzerinde bir
dolu beyaz bandajla hangardan içeri hızla girdiğinde Siyah İşık
ajanları ona bakakaldılar.
Jamie, Larissa’nın hücresinin önünde durdu. UV bariyeri
önünde titrekçe parlıyordu. Larissa, geleceğini önceden biliyor­
muş gibi gözlerini çoktan ona dikmiş, yatağında uzanıyordu.
Jamie’nin aklına sesini odaya girdiği ilk andan beri duyuyor
olabileceği geldi; Larissa’mn bir vampir olduğunu bu kadar ko­
layca unutabilmesi ne de tuhaftı.
Larissa ona gülümsedi. Ancak Jamie’nin yanına gelip di­
kilen Frankenstein’ı görünce gülümsemesi silindi. Kucağında
tuttuğu kitabı göz hizasına getirerek yüzünü onlardan gizledi.
Jamie, “Seninle konuşmam gerek,” dedi.
Kitap hiç kıpırdamadı.
Öfkeyle sesini yükselterek, “Beni duydun mu?” diye sordu.

229
W ILL HILL

“Sana seninle konuşmam gerektiğini söyledim.”


Larissa kitabın gerisinden, “Seni duydum,” dedi. “Ve şu
anda en çok istediğim şey seninle konuşmak. Ancak üçlü soh­
betten hoşlanmam.”
Frankenstein sessizce homurdandı.
Larissa, “Kişisel bir durum değil,” dedi.
Jamie Frankenstein’a dönüp ikisini yalnız bırakmasını iste­
yecekken canavar uzaklaşmaya başlamıştı bile.
Dev adamın ayak sesleri koridorda çınlarken, arkasından,
“Teşekkürler,” diye bağırdı. Odanın sonundaki kapı gürültüyle
kapanınca Larissa kitabı bırakıp yataktan indi. Yüzünde yay­
van bir gülümsemeyle Jamie’ye yaklaştı.
“Geri geleceğini biliyordum,” dedi.
Jamie sertçe, “Misafirliğe gelmedim,” dedi.
Jamie konuşurken Larissa gözlerini onunkilerden ayırdı ve
boynunun sağ tarafındaki bandajı gördü.
“Sana ne oldu?” diye sordu. “Sakın ısırıldım deme bana.”
Kızın sesindeki endişe karşısında Jamie’nin yüreği pır pır
etti.
“O tür bir şey olmadı,” diye yanıt verdi. “Yandım. Görev
esnasında.”
Larissa, “Görev mi!” diye bağırdı. “Şu çok gizli görevlerden
mi? Bahse girerim öyledir. Of, hadi anlat bana!”
Utanan Jamie kıpkırmızı oldu. Bu hali Larissa’yı güldürdü.
Larissa, “Kusura bakma,” dedi. “Boynunda bandajla ve üze­
rindeki kirli üniformayla öyle ciddi duruyordun ki. Buraya
beni azarlamaya mı gelmiştin?”
“Buraya sana Alexandru’yu sormaya geldim,” dedi. “Buraya
geldim çünkü bana yardım etmeye hevesli tek kişinin sen ola­
bileceğini düşündüm.”
Larissa başını yana eğip kirpiklerini kırpıştırdı.

230
1 9. D E P A R T M A N

Yapmacık bir duygusallıkla, “Ne de hoş," dedi. “Tek ümidin


ben miyim?”
Jamie geriye dönüp koridorda yürümeye başladı. Kaçıyor
gibi görünmemek için kendini ağır adımlar atmaya zorladı.
Larissa’nm, “Bekle,” diye seslenmesiyle durdu. “Lütfen. Geri
dön. Eğleniyordum sadece.”
Jamie koridorda derin derin soluyarak iki boş hücrenin ara­
sında dikildi. Onu kaçıran şey Larissa’nın kendisini ciddiye
almaması karşısında duyduğu utançtı. Nedenini açıklayamasa
da Larissa’nın böyle davranmasının kaçınılmaz olduğunu his­
sediyordu. Kendisini toplayıp ağır adımlarla hücreye döndü.
Larissa onu tekrar görünce gülümsedi. Jamie onun yüzünde
yine aynı samimi endişeyi görünce memnun oldu.
“Üzgünüm,” dedi. “İki gündür kimseyle konuşmadım. Gar­
diyanlar yüzüme bile bakmıyor.”
O halde hepsi aptal. Bu düşüncesi Jamie’nin kızarmasına ne­
den oldu.
Larissa hücresinin zemininde bağdaş kurdu ve ondan da
aynısını yapmasını bekledi. Jamie boynunu elinden geldiğin­
ce az oynatmaya çalışarak yere çöktü. Birbirlerine en fazla bir
metre uzaklıkta, ortalarında titreşen UV bariyeriyle karşı kar­
şıya oturdular.
Jamie, “Alexandru’nun nerede olduğunu söyleyecek misin
bana?” diye sordu.
Larissa başını iki yana salladı.
“Çünkü bilmiyorum. Gerçekten.”
“Bana onu son olarak nerede gördüğünü söyleyecek misin?”
Larissa bir kez daha başını iki yana salladı ve koyu renkli
saçlarının bir tutamı alnına düştü. Jamie saça bakmamaya ça­
lıştı; saçı tutup arkaya atma isteği dayanılmazdı.
“Neden?”

231
W ILL HIL L

“Çünkü bunu yaparsam bu hücreden bir daha asla çıka­


mam.”
“Onlarla konuşabilirim.”
“Faydası olmaz. Neresi olduğunu söyleyemem ama seni ora­
ya götürürüm. Umarım ardaki farkı anlıyorsundur.”
Jamie başını öne eğdi. Larissa’nın haklı olduğunu biliyordu.
Hiçbir şey bilmediğini söylese Seward onu öldürtürdü; bildik­
lerini anlatsa da Seward onu öldürtürdü. Kızın tek şansı bir
şeyler bildiğini beyan etmek, bildiklerini açıklamayı reddet­
mek ve karşısmdakilerin oyunu kendisinin kurallarıyla oyna­
yacaklarını ümit etmekti.
Jamie başını kaldırdı. Elinden geldiğince kırıcı bir tavır ta­
kınarak, “Demek işe yaramazsın?” dedi.
İrkilen Larissa’nın yüzüne anlık bir acı ifadesi yerleşti.
İyi. İyi.
“Sana yardım etmeyeceğimi söylemedim,” dedi. Sesi ilk kez
dönüştürülmeden önce olduğu genç kız gibi çıkmıştı. “Sana sa­
dece Alexandru’yu son gördüğüm yeri söylemeyeceğim. Başka
bir şey sor bana.”
“Bilmek istediğim başka bir şey yok.”
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten. Önemli olan tek şey o ve annem.”
“Onun için gerçekten endişeleniyorsun, değil mi?”
Jamie ona baktı. “Elbette endişeleniyorum,” dedi.
“Endişelenmeksin de. Alexandru’nun neler yapabileceğini
bilemezsin.”
Jamie ürperdi.
Bunu duymak istemiyorum. Duymam gerektiğini bilsem de iste­
miyorum.
Temkinli bir şekilde, “Nasıl biri?” diye sordu.
Larissa, “Dünyadaki en yaşlı ikinci vampir,” diye yanıt ver­

232
19. D E P A R T M A N

di. “Her istediğini canı ne zaman isterse yapar. Yemek için in­
sanları, zevk için hem insanları hem de vampirleri öldürür.
Onu durdurmak için elinden hiçbir şey gelmez.”
“Buna inanmıyorum.”
“İnanmalısın. İnanmazsan canın yanar. Bunun tekrar olma­
sını da istemem.”
Larissa Jamie’ye gülümseyince oğlanın midesi kalktı. Kız,
“Bir yıl önce, onunla takılan bir kız Cornvvairda bir çiftçiyi
öldürdü,” diyerek konuşmasına kaldığı yerden devam etti.
“Kaldığımız yere kan içinde, tam anlamıyla çiftçinin kanıyla
yıkanmış halde geldi. Anderson ona kendisini kimsenin görüp
görmediğini sorunca çiftçiyi bulduğu ahırdan çıkarken adamın
ailesinin kendisini görmüş olabileceğini itiraf etti.”
Jamie, “Sonra ne oldu?” diye sordu.
“Alexandru kızı parçalara ayırdı. Herkesin önünde o zavallı,
aptal kızın uzuvlarını kahkahalar atarak kopardı. Muhtemelen
odada içlerinde en yaşlı ve güçlü vampirlerin de olduğu yirmi
kadar vampir vardı. Hiçbiri tek kelime etmedi ya da kimse yü­
zünü çevirmedi. Alexandru kızın kalbini yerken bile.”
Jamie midesinden yukarı çıkan safrayı hissetti.
“Anderson’ı kızın gittiği çiftliğe gönderdi. Anderson çiftçi­
nin karısının ve üç çocuğunun boğazlarını kesti. Kan kaybın­
dan ölene dek birbirlerine baktılar.”
Larissa yüzünde şefkatli bir ifadeyle ona baktı. Yumuşak
bir ses tonuyla, “Alexandru işte böyle biri,” dedi. “O bir hayvan.
Şiddet ve kargaşadan keyif alan zeki ve kurnaz bir hayvan. Ge­
zegendeki her insandan ve her vampirden de daha güçlüdür.
Tehlikeyi daha ortaya çıkmadan önce sezer. Onu kandıramaz,
hissettirmeden yanma yaklaşamaz ve hiç şüphesiz onunla sa-
vaşamazsın.”
İçi ümitsizlikle dolan Jamie ona baktı.

233
W IL L HILL

“O zaman ne yapmam gerek?” diye sordu.


“Basit. Yoluna çıkmazsın, olur biter. Ancak bu senin için bir
seçenek olamaz, değil mi?”
“Öyle.”
“O halde ne yapman gerektiğini bilmiyorum. Alexandru’nun
peşine takılırsan ölmen dışında bir ihtimal göremiyorum.”
Larissa, Jam ie’nin yüzündeki perişan ifadeye baktı ve içi
ona karşı sempatiyle doldu.
Nazikçe, “Alexandru konusunda uzman değilim,” dedi. “İn­
sanlarla konuş. Belki benim bilmediğim bir şeyler biliyorlardır.”
Jam ie ona bakınca mavi gözleri derin bir ümitsizlikle doldu.
Sesi titreyerek, “Kimse bana bir şey anlatmayacak,” dedi. “Hepsi
de ondan korkuyor. Bana bir şey anlattıklarını Alexandru’nun
işitmesini göze alacak kimse yok.”
“Canavarla konuş.”
“Neden?”
“Çünkü tüm bunlar babanla başladı. Anladığım kadarıyla
da ikisi yakınmış.”
“Frankenstein da aynı şeyi söylemişti.”
“Ona İlyana’yı sor. Macaristan’ı sor. Sana neden şimdiye dek
bunlardan bahsetmediğini sor. Cesaretin varsa, gerçekte kim­
den yana olduğunu da sor.”
Jamie bir bulantı hissetti.
Sertçe, “Teşekkürler,” dedi.
Larissa ona baş döndürücü bir gülümsemeyle karşılık verip
hücrenin zeminine uzandı. Gri gömleğinin hafifçe sıyrılmasıy­
la göğsünün bir kısmı açığa çıktı. Jamie açıklığa bakmamak
için kendini zorladı.
Larissa, “Hizmetinde olmak beni her zaman mutlu eder,”
dedi.

234
19. D E P A R T M A N

Jamie, Frankenstein’m odasının kapısını çalıp bekledi. Va­


kit geç olmuş, gece yarısını geçmiş olsa da canavarın uyudu­
ğunu hiç sanmıyordu. On beş dakika kadar koridorda dikilip
babasını düşünmüş, hayatı altüst olduğundan beri onun üzeri­
ne ilk kez gerçekten düşünmüştü.
Seward’m kendisine söylediklerini hiç düşünmeden reddet­
mişti. Babasının dostlarına ihanet edip Alexandru gibi biriyle
ittifak kurduğu düşüncesini kabullenmesi imkânsızdı.
Yine de yıllar boyunca her akşam kocasına gününün nasıl
geçtiğini soran annesine babasının gülümseyerek yalan söyle­
diğini, hayali insanlar uydurup onlarla ilgili olmamış olayları
ona anlattığını düşününce herkesten çok sevdiği adama olan
inancı sarsılmıştı.
Larissa haklıydı: Julian Carpenter’a, babasının gerçekte ol­
duğu adama dair daha çok şey öğrenmeliydi.
Kapının ardından hışırtılar geldi. Ardından kapı açıldı ve
odanın karanlığı içinde iri bir yüz belirdi.
Canavar, “Yanlış giden bir şey mi var?” diye sordu.
Jamie başını iki yana salladı.
“Öyleyse niye geldin?”
“Sana bazı sorular sormak istiyorum.”
“Neyle ilgili?”
“Babamla.”
Frankenstein uzunca bir süre çocuğa bakıp derin bir iç ge­
çirdi.
“Bana beş dakika ver,” deyip kapıyı kapattı.

235

i
24
HİÇ UYUMAYAN ŞEHİR. 3 . BÖLÜM

Valentin Rusmanov sakin, kibar bir sesle, “Yeni yılınız kutlu


olsun, Bay Carpenter,” dedi. “Acaba bu hayatınızın son yeni
yılı mı olacak?”
Carpenter yüzünü ona çevirmek için yavaşça döndü. Ada­
mın gözleri şimdi pürüzsüz, soluk cildinin fonu üzerinde na­
sılsa aynı anda hem koyu hem açık bir kırmızıya çalıyordu.
Valentin, “Beni tanıyor musun?” diye sordu.
Carpenter başını salladı.
“Güzel. Madem tanışıyoruz evime hoş geldin. Her ne kadar
buraya neden geldiğin sorusu aklımı kurcalamıyor olsa da.”
Valentin kalabalığın içindeki birine bir bakış atıp başını
salladı. Konuklar iki yana çekilerek Carpenter ve Valentin’in
dikildikleri yere doğru yol açarken kalabalıkta arbede çıktı.
Açılan yoldan geçen beyaz fraklı iki adam ortalarında sürük­
ledikleri yarı baygın Frankenstein’ı iki adamın yanına getirip
sertçe zemine attı. Canavarın gözleri devrilmiş, ağzı bön bir
ifadeyle açılmıştı.
Valentin, “Arkadaşınızın afyona direnci etkileyici” dedi.

236
19. D E P A R T M A N

“Onun cüssesinde bir adamı etkisiz hale getirmek kolay olmasa


da elimizden geleni yaptık.”
Carpenter’a gülümsedi. Ancak söze tekrar girdiğinde sesin­
de mizahtan eser yoktu. “Söyleyin bana, bay Carpenter. Buraya
beni öldürmeye mi geldiniz?”
Carpenter kendisini toparlıyor olduğunu görerek şaşırdı;
kaçınılmaz bir şekilde öleceğine ikna olmasına karşın elinden
geldiğince bu yaratığa korkusunu belli etmeyecekti.
“Hayır,” diye yanıt verdi. “Görevim bu değil. Ancak fena da
olmazdı.”
Valentin ona doğru yarım bir adım attı; dişleri ortaya çıkar­
ken gırtlağından bir yılan tıslaması çıktı. Sonra hızla kendisini
toplayıp güldü. Geniş balo salonunda tiz, kadınsı bir ses yan­
kılandı.
“Dürüstlüğüne hayran kaldım,” dedi. “Az rastladığım bir
meziyet. Peki, buraya benim için gelmediysen neden geldin?
Babam ve dostlarını tanıdığım kadarıyla New York’a tatile gel­
miş olamazsın. Haklı mıyım?”
“Haklısın. Buraya konuklarından biri için geldim.”
“Tanıdığım biri mi?”
“Jeremiah Haslett.”
Çıkan mırıltılar bu yanıtın kalabalıkta ilgi uyandırdığını
belli ediyordu.
“Bay Haslett peşinden Atlantik’i aşmayı gerektirecek ne
yapmış?”
“Suçları saymakla bitmez. Ancak bunların bir önemi yok; o
bir vampir ve bir tek bu bile yok edilmesi için yeterli bir sebep.”
Çevresindeki kalabalık huzursuzlaşıp tıslasa da kaderini
Valentin’in tayin edeceğini, hırlayan vampirlerin onun izni
olmadan kıllarını kıpırdatmayacaklarını bildiğinden hiç kork­
madı.

237
W I L L HILL

Ev sahipleri bir süre ona baktıktan sonra söze girdi. “Bana


Bay Haslett’ı getirin.”
Kalabalıktan öfke dolu bir çığlık yükseldi. Ardından dört
erkek vampir bir deri bir kemik Jeremiah Haslett’ı tutup
âlemcilerin arasından sürükleyip duruma bağıra çağıra itiraz
eden adamı Valentin’in ayaklarının dibine attı. Haslett ayağa
kalkıp eliyle takım elbisesini sildi; o esnada Frankenstein’da
insanüstü bir iradeyle ayağa kalktı ve iri yüzünde müthiş bir
utanç ifadesiyle gözlerini Carpenter’a odakladı.
Dört figür gözlerini birbirlerine dikerek ayakta bir çember
oluşturdu.
Valentin kendi kendine, “Ne yapmalı?” diye sordu.
Haslett, “Ne demek istiyorsun?” diye bağırdı. “Burada alı­
nacak bir karar olmasa gerek. Onu da şu ucubeyi de öldür ve
kutlamamamızı sürdürelim.”
Valentin, “Sessiz ol, Haslett,” dedi.
Yüzü kıpkırmızı kesilen Haslett itiraz edecek olsa da kendi­
sine söyleneni yaptı.
Valentin neredeyse neşe içinde, “Bay Carpenter...” diye söze
girdi. “Bu talihsiz durum hakkında ne yapsak dersiniz?”
Carpenter hemen, “Bırak gidelim,” dedi. “Ortalığı velveleye
vermeden gideriz ve bizi bir daha asla görmezsiniz.”
Etrafını çeviren vampirler alaycı kahkahalar attı. Valentin
gülümsemiyordu bile.
“Bunu niçin yapacakmışım?” diye sordu.
Carpenter derin bir nefes aldı.
Lütfen. Lütfen bu işe yarasın.
Takım elbisesini çıkarıp kuşağını beline indirdi. Kuşağın
altında içine üç açık kahverengi çubuğun tutturulduğu deri bir
kemer vardı. Çubuklardan kemer tokasına en yakın olanına
pirinç bir fitil, fitile de John Carpenter’m elinde hafifçe sıktığı

238
19. D E P A R T M A N

bir tetik bağlıydı.


“Bu yüzden,” diye yanıt verdi. “Bu jelatinli dinamit. Söyle­
diğimi yapmazsanız bu evi hepimizin başına yıkar.”
Vampirlerden şaşkınlık nidaları ve bağırtılar yükseldi. Va­
lentin hiç ses çıkarmasa da halis bir hayranlıkla Carpenter’a
baktı.
“Bravo, Bay Carpenter,” dedi. “İnançları için ölmeye yürek­
ten hazır bir adamla nadiren karşılaşılır. Bravo.”
Sırayla; ince yüzü korkudan bembeyaz olmuş Haslett’a, ko­
nuklara ve John Carpenter’a baktı.
“Gidebilirsiniz,” dedi.
Kalabalıktan toplu halde öfke sözcükleri yükselirken Has­
lett haykırarak karara itiraz etti. Valentin’in gözleri kıpkırmızı
oldu ve havaya doğru bir adım atarak odadaki herkesin soluk
ve güzel yüzünü görebileceği şekilde, yarım metre havada sa­
lınmaya başladı.
“Sessizlik,” diye kükredi. “Ya dediğimi yaparsınız ya da hiç­
biriniz gece göğünü bir daha göremezsiniz.”
Odaya sessizlik çöktü. Valentin başını eğip Carpenter’a
baktı.
“Gitmekte özgürsün,” dedi. “Eminim yine görüşeceğiz, sab­
retmeyi bilirim.”
Haslett, “Ne?” diye bağırdı. “Gitmekte özgür mü? Bu gece
buraya beni öldürmeye geldi.”
Valentin, “Bu doğru,” dedi. “Öyle yaptı. Burada olma sebebi
sensin.” Kalabalığa bakıp, “Götürün onu,” dedi.
Haslett bir şeyler söyleyecek olsa da ilk vampirin tepesine
inmesiyle sözcükler boğazına dizildi. İkinci ve üçüncü vampir­
lerin kalabalıktan sıyrılıp üstüne atlamasıyla yere yapışıp ta­
kım elbiseler ve balo kıyafetlerinden oluşan bir lekenin altında
gözden kayboldu. Beden yığınından korkunç derecede yüksek

239
W ILL HILL

parçalanma sesleri geliyor, koyu kırmızı sıvı mermer zemine


akarken Haslett’m çığlıkları sağır edici bir tizliğe ulaştı.
Carpenter bulantı hissi içinde başını çevirdi.
Valentin, “Bak!” dedi. “Buraya bu yüzden geldin, öyleyse bak!”
Carpenter arkasına dönüp olanları izledi.
Sonunda çığlıklar kesildi ve giysileri kızıl kan içinde­
ki vampirler doğrulmaya başladı. Delice bir açlıkla gözlerini
Carpenter’a diktiler.
Valentin, “hemen buradan ayrılmanız iyi olur, Bay Carpen­
ter,” dedi.
Carpenter kendisine boş gözlerle bakan Frankenstein’a işa­
ret edip, “Onsuz gitmem,” diye yanıt verdi.
Valentin, “İyi,” dedi. “Onu yanında götür. Zaten bayat kan­
dan beter bir tat hayal edemiyorum.”
Carpenter tetiğe eliyle sıkıca yapışarak öne doğru bir adım
atıp diğer elini Frankenstein’m omzuna koydu.
Alçak sesle, “Yürüyebilecek misin?” diye sordu.
Frankenstein başını salladı.
Carpenter, “Tamam o zaman,” dedi. “Beni izle. Yavaşça.”
Dönüp ihtiyatlı bir şekilde vampir kalabalığına yöneldi.
Vampirler yüzlerinde bariz bir çekinceyle yolundan çekiliyor­
lardı. îki adam sessiz, kırmızı gözlü konukların arasından ge­
çip bir saat önce içinden geçtikleri geniş çift kanatlı kapıya yö­
neldi. Carpenter elini attığı ahşap oyma tokmağı çevirecekken
Valentin’in sesinin balo salonunda yankılanmasıyla yüzünü
vampirin soluk yüzüne çevirdi.
Valentin mutlu bir sesle, “Yollarımız yine kesişecek, Bay
Carpenter,” dedi. “Buna hiç şüphem yok. Mutlu Yıllar.”
Carpenter ona yanıt verecekken kendisini bunu yap­
mamaya zorladı. Bunun yerine, kapıyı açıp holden geçerek
Frankenstein’la birlikte geceye karıştı.

240
19. D E P A R T M A N

İki adam konağın basamaklarından sendeleyerek indi. Bi­


nadan on metre uzaklaştıklarında tanıdık bir ses isimlerini
haykırdı ve durgun gece havasında hızlı adımlar yankılandı.
Willis önlerinde kayarak durdu ve, “Tanrım, John,”
dedi. Gözleri Carpenter’m belindeki dinamit kemerine ve
Frankenstein’ın yüzündeki şaşkın ifadeye kaydı.”Yaralı mısı­
nız? Polisleri çağırmamı ister misin? Sen...”
Carpenter araya girdi.
“İyiyim,” dedi. “İyiyiz. Görev başarılı oldu.”
Willis, “Bu harika,” diye bağırsa da yüzünde hâlâ bir en­
dişe ifadesi vardı. “Raporumu hazırlamadan önce sizinle ko­
nuşmam gerekebilir ama bunu yarın yapmamız daha uygun
kaçacak herhalde?”
Carpenter ertesi günün daha uygun olacağını söyleyip Ame­
rikalıya teşekkür etti. Willis takım elbiseleri perişan haldeki
iki adama son bir kez baktı. Ardından Seksen Beşinci Cadde’de
gözden kayboldu.
Carpenter ve Frankenstein Central Park’ta ağır ağır yürü­
yerek bir at arabası aradılar. İki blok öteye vardıklarında Fran­
kenstein dizlerinin üzerine çöktü ve buz tutmuş drenaj kana­
lına kustu. Ayağa kalktığında gözlerine yeniden can gelmişti.
John Carpenter’a baktı.
“Yüzünü kara çıkardım,” dedi. “Üzgünüm.”
Carpenter, “İkimiz de hâlâ hayattayız,” diye yanıtladı.
“Önemli olan bu.”
“Sadece senin sayende.”
Carpenter dev adama baktı. Sesi alçak ve titrek çıksa da
yüzü öfkeyle çarpılmıştı; çok utandığı belliydi.
Frankenstein, “Hayatımı kurtardın,” dedi. “Beni orada bıra­
kabilirdin ama bunu yapmadın. Neden?”

241
W I LL H I L L

Carpenter omuz silkti. “Bırakmak hiç aklıma gelmedi” diye


yanıt verdi.
Frankenstein İngiliz’in samimi ve dürüst yüzünü dikkat­
le inceledi. Orada gerçekten başka bir şey göremeyen canavar
afyonun sersemlettiği uyuşuk zihninin derinlerinde bir karar
aldı.
Frankenstein ağır ağır konuşarak, “Sana hayatımı borçlu­
yum,” dedi. “Bu öylesine edilmiş bir laf değil.” Carpenter itiraz
etmek için ağzını açacak olsa da Frankenstein bir el hareketiyle
onu durdurup sözlerini sürdürdü. “Yardımıma ihtiyacın olursa
istemen yeterli. Her konuda, nerede olursan ol.”
Carpenter, “Teklifin için teşekkürler,” diye yanıt verdi. “Ama
bir fedaiye ihtiyacım yok.”
“Valentin’in sana son söylediklerine bakılırsa bu dediğinin
doğruluğundan pek de emin değilim.”

242
25
DOSTUMDU. ONU SEVERDİM

Jamie ve Frankenstein Kat A’daki ofislerden birinde oturuyor­


lardı. Üs sessizdi; askerler koridorlarda yürüyor, silah arkadaş­
ları aşağı katlarda uyurken devriye görevlerine çıkıyorlardı.
Frankenstein ofise çıkarlarken yollan üzerindeki subay yemek­
hanesinden aldığı kocaman bir fincan sade kahveyi yudumlu-
yordu. Jamie ofisin köşesindeki sebilden plastik bir kupaya su
döküp beklenti içinde canavara baktı.
Frankenstein kahveyi dudaklarına götürüp fincanın ağzı­
nın üzerinden oğlana baktı. Nihayet konuştu.
“Bana öyle bakmayı kes,” dedi. “Benden sana ne anlatmamı
beklediğini bilmiyorum, bu yüzden sorun varsa sor.”
Jamie oturduğu sandalyeye iyice yaslanıp, “Tamam,” dedi.
“Babamı ilk kez ne zaman gördün?”
Frankenstein başını yana eğip tavana baktı ve zihninde geç­
mişe gitti.
Nihayet, “Onunla bize katıldığında tanıştım,” dedi. “1979
yılıydı. Geleceğini biliyorduk; kurucuların soyundan gelenle­
rin doğumları hemen duyulur. Önemli anlardır bunlar. Siyah

243
W ILL HI L L

ışık’ın tarihini ne kadar ciddiye aldığını gördün; yeni bir halef


o tarihin ete kemiğe bürünmüş halidir. Julian ise özeldi; bunu
daha teşkilata katılmadan önce biliyorduk.”
Jamie, “Onu özel kılan neydi?” diye sordu. Canavarı öne
eğilmiş halde, dirsekleri dizlerinin üzerinde dinliyordu.
“Orduda meşhurdu. AIB’den aldığı sonuç....”
Jamie araya girip, “O nedir?” diye sordu.
“Deniz Piyade Sınıfı’nda subay olacaksan geçmen gereken
bir sınav.”
“Bir dakika. Deniz piyadeleri mi? Yani Kraliyet Deniz Piyade
Sınıfı mı?”
Frankenstein iç geçirdi. “Evet, Jamie, Kraliyet Deniz Piyade
Sınıfı. Baban sınav tarihinin en yüksek puanını aldığı orduda
hemen duyuldu. Ardından üç komando parkur rekoru kırma­
sıyla insanların dikkatini iyice çekti. O ara İngiltere takımında
rugby oynadığından...”
Jamie heyecanla, “Ne yaparken?” diye bağırdı.
Frankenstein gözlerini oğlanın başının hizasına getirip,
“Otuz saniyede bir sözümü kesmezsen bu iş daha kolay ola­
cak,” dedi.
Jamie, “Üzgünüm,” dedi.
“Sorun değil. Julian harika bir rugby oyuncusuydu. İngiliz
okullarında ve on sekiz yaş altı ligde oynamış, on dokuz yaşına
basıp deniz piyadelerindeki ilk yılını doldurduğunda milli ta­
kıma girmeyi başarmıştı. Yedi sekiz milli maça çıkmıştı.”
“Neden sadece o kadar maça çıktı?”
“Siyah Işık’a katılınca rugby oynamayı bıraktı. Ancak yir­
mi birinci doğum gününde teşkilata katıldığında çoktan beri
tanınan bir simaydı. O zamanlarda internet olmasa da ismi ga­
zetelerde sıkça çıktığından herkes onunla tanışacak olmanın
heyecanı içindeydi. Buraya büyükbaban John’la gelmiş, onu o

244
19. D E P A R T M A N

sıralar yönetici olan Peter Seward karşılamıştı. O yaşlı adamla­


rın yeni gelen bir acemi asker için o kadar heyecan duyduğunu
hiç görmemiştim.”
Frankenstein yüzünde kederli bir gülümsemeyle Jamie’ye
baktı.
Jamie sessizce, “Anlat bana,” dedi. “Hiç durma.”
Kısa bir duraksama ve büyük bir yudum kahvenin ardın­
dan, “Müthiş zamanlardı,” dedi. “Quincey Harker on yıl önce
yöneticilik görevini Peter Seward’a devretmişti. Görevi gerçek­
ten istemiyor olsa da Quincey’nin en yakın dostuydu ve Harker
karısına bakmak için emekli olduğunda dostunun bıraktığı işi
sürdürmeyi görev bilmişti. Üstlendiği görevi başarıyla, hem de
kendisinin bile asla inanamayacağı kadar büyük bir başarıyla
yürüttü. Siyah Işık’ı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dirilten
nesille onu bir kez daha ileri götürecek nesil arasındaki nöbet
değişimini gözetti.”
Yüzünde nostalji dolu, samimi bir gülümseme belirdi.
“Bu koridorlardan ne efsaneler geçti: Albert ve Arthur Holm-
wood, Quincey’nin en büyük oğlu David Harker, yöneticinin
oğlu olan Ben Seward, Leandro Gonzalez, arkadaşın Tom’un
büyükbabası David Morris ve elbette kendi büyükbaban.
Quincey’nin teşkilattan ayrılmasından sonra John Carpenter,
Peter Seward’ın departmandaki en yakın dostu oldu; ikisi de
Siyah Işık’ın emin ellerde olduğunu düşünerek aynı zamanda,
1982’de emekli oldu.”
Jamie, “Peki emin ellerde miydi?” diye sordu. Canavarın öy­
küsünü iyice açtığı gözlerle dinliyordu.
Frankenstein, “Bir süre için,” dedi. “Baban teşkilata ka­
tıldığında, merkezinde Arthur Holrmvood’un oğlu Stephen
Holmwood’un olduğu yeni bir nesil onun nesliyle birleşmek
üzereydi. Stephen Holrmvood zeki bir adam, bir nesilde bir kez

245
W lLL HIL L

gelen bir beyindi; on beş yaşında altı dil biliyordu, İngiltere on


altı yaş altı takımında kriket ve hokey oynamış, Cambridge’de
spor alanında ödüller almıştı. Yirmi bir yaşına geldiğinde Siyah
Işık’a katılmaması büyük bir skandala yol açtı. Babası ona yal-
varsa da üniversiteyi bitirmeye kararlıydı ve bunu yaptı. Sonra
önce Rhodes bursuyla Harvard’a girip bir yıllığına Amerika’ya
gitti. 1965’te yurda dönüp yirmi üç yaşında 19. Departman’a
katıldı.”
Frankenstein, Jamie’ye baktı.
“Stephen her istediğini yapabilirdi. Başbakan olabilirdi ama
Siyah Işık’ı seçti.”
Jamie’nin başı zonkluyordu; canavar konuşmaya başladı­
ğından beri nefesini tuttuğunu fark etti. Nefes verip ciğerleri­
ne taze hava çekti; suyundan bir yudum alıp dikkatini tekrar
Frankenstein’a yöneltti.
“Böylece Stephen, kardeşi Jeremy ve dün tanıştığın kuzenle­
ri Jacob Scott bir araya geldi. Ben Seward da teşkilattaydı; şu an
yönetici olan oğlu Henry ise babandan birkaç yıl sonra katıldı.
George Harker ve Henry Seward’m kız kardeşiyle evlenen Paul
Turner ve Tom’un babası Danel Morris de o dönemde görev
yaptılar. Bir de Julian, tabii. Bu adamlar Stephen Holmvrood’un
liderliğinde Siyah Işık’m geleceğini temsil ediyorlardı. Hızla
yükselirken departmanı değiştirdiler. Peter Seward 1982’de gö­
revden ayrıldığında Stephen oy birliğiyle yöneticiliği devraldı.
Sonra her şey tam anlamıyla rayına oturdu.”
Frankenstein kahvesinden son bir yudum daha alıp fincanı
masaya koydu.
“Çevrende gördüğün her şey, bu üs ve içindeki her şey Step­
hen Holmwood’un görev süresinde şekillendi. Hükümetten Si­
yah ışık’m bütçesinin artırılmasını istedi ve aldığı fonu bu gör­
düğün yere harcadı. 1984’te babana 19. Departman’ın Ameri-

246
19. D E P A R T M A N

ka’daki dengi olan NS9’a gidip incelemeler yapma görevi verdi.


Baban on hafta boyunca orada kalıp Halka’nm taslağı olacak
raporla döndü. Ordunun üç dalından adamlar alarak büyüdük,
operasyon alanımızı genişletip Avrupa ve ötesinde avlanmaya,
savaştan beri ilk kez Afrika ve Asya’da operasyonlar düzenle­
meye başladık. Stephen başka ülkelerin departmanlarıyla ça­
lışmaya, onlarla veri ve kaynak alışverişi yapmaya, dünyanın
her köşesine inceleme yapmaları için adam göndermeye, tüm
dünyadaki teşkilatların yetki alanlarını genişletmek için yeni
sorumluluk sahaları oluşturmaya başladı.”
Frankenstein’ın yüzünde kötücül bir gülümseme belirdi.
“Vampirler katledilmeye başlandı,” diye devam etti. “Dikkat
çekmemeye çalışırlarsa güvende olacaklarını sandılar. Ancak
bu artık doğru değildi. Peşlerinden gittik, şehirden şehre hatta
ülkeden ülkeye geçip onları bir bir yok ettik. Saklanacak bir
yerleri kalmamıştı.”
Sustu ve masanın yüzeyine baktı.
Jamie, “Sonra ne oldu?” diye sordu.
Frankenstein başını kaldırıp ona baktığında Jamie canava­
rın şekilsiz gözlerinin gözyaşlarıyla buğulandığını görüp te­
laşlandı. Frankenstein sadece, “Stephen öldü,” dedi. “1989’da
bir kalp krizi geçirdi. Hi. Beklenmedik bir şekilde. Odasında
öylece öldü.”
Jamie alçak sesle, “Bu korkunç,” dedi.
Frankenstein, “Öyleydi,” dedi. “Ölümü departmanı derin­
den sarstı. Kimse ne yapacağını bilemiyordu; her şeyi yoluna
koyan Stephen bir anda ölüp gitmişti. Yönetici ölmüştü ve öne
çıkıp teşkilatta işleri yoluna koyabilecek kişiler onun ölümü
karşısında en çok sarsılanlardı. Bu yüzden Daniel Morris aday
olunca herkes minnettar kalıp çok düşünmeden onun yöneti­
ciliğini onadı.”

247
W ILL HIL L

Jamie Şehitler Galerisi’nde geçen konuşmayı anımsayarak,


“Tom bana babasının yöneticilik yaptığını söylemişti,” dedi.
“Ancak o makamda çok kalmadığını da.”
Frankenstein’ın öfkeyle, “Çok bile kaldı,” demesiyle Jamie
irkildi. Bir süre duraksayıp, “Dan Morris kötü bir adam de­
ğildi” diye devam etti. “Aksine, hiç mi hiç kötü değildi. Dür­
tüleriyle hareket eden agresif biri olması onu müthiş bir ajan
yapsa da yöneticiliği berbattı. Mevcut koşullar altında öyle bir
görev üstlenmek onun için zor olmuştu. Kim olsa zorlanırdı;
Stephen’ın halefi olmak zor bir işti. Ancak bu, aldığı risklerin,
canı yanan insanların mazereti olamazdı.”
Frankenstein masadan kalkıp sebilden su doldurdu. Sonra
ağır hareketlerle tekrar Jamie’nin karşısındaki yerine oturdu.
“Olacakları görmemiz gerekirdi; olacakları görmem gerekir­
di. Ancak Stephen öldükten sonra Siyah ışık’m toparlanması
epey uzun bir zaman aldığından en az bir yıl boyunca Dan’in
yaptıkları kimsenin •dikkatini çekmedi. Gece operasyonları,
denizaşırı ülkelerde gerekli izinler alınmadan gerçekleştirilen
operasyonlar... Ufak tefek şeyler. Ancak olanları fark edip daha
yakından izleyenler oldu. Bunlardan biri baban, biri Henry
Seward’dı. Biri de ben.”
Canavar suyundan bir yudum aldı.
“1993 martında Dan 1891’de her şeyin başladığı, mo­
dern Transilvanya diyebileceğimiz Romanya’ya bir operasyon
düzenlenmesi emrini verdi. Dünyanın o kısmı kendi yetki
alanlarında operasyon düzenleyen yabancı teşkilatlara hiç de
iyi yaklaşmayan DMT’nin yani Rus Doğaüstüyle Mücadele
Teşkilatı’nın yetki alanına giriyordu. Sovyetlere bağlı oldukları
dönemde bölgelerine girmek neredeyse imkânsızdı ve bunu ya­
panlara ağır bedeller ödetiyorlardı. Ancak SSCB’nin çökmesiyle
DMT yavaş yavaş diğer departmanlara da el atmaya başladı.

248
19. D E P A R T M A N

Baban 1992’nin sonlarına doğru neredeyse elli yıl sonra ilk kez
Moskova’ya giden bir heyete başkanlık etti ve yurda Rusya’yı
tekrar kazanmış olmanın heyecanıyla döndü. Sonra Dan Bül­
bül Operasyonu’nun emrini verdi ve onları neredeyse tamamen
kaybettik.”
Jamie, “Bülbül Operasyonu neydi?” diye sordu.
“Craiova yakınlarındaki bir kan fabrikasını yok etmek için
planlanan bir görevdi. Bir vampir çetesi insanları, çoğunlukla
da Orta Avrupa’nın çeşitli yerlerinden uyuşturucu bağımlıla­
rını ve evsizleri kaçırıp eski bir mezbaha da kanlarını dökü­
yordu. Her yıl ve kim bilir kaç yıldır yüzlerce kadın ve erkeği
öldürüp kanlarını karaborsada satıyordu. Birkaç yıldır durum­
dan haberdardık ve durumu DMT’ye defalarca kez ilettik. Yanıt
almak bir yana, mesajımızın kendilerine ulaştığını bile bildir­
mediler. Demir Perde varken durum buydu; iletişim bir kara
deliğe düşüp yok oluyordu. Sonra, perde indiğinde durumu
tekrar rapor ettik ve bu kez bize fabrikanın DMT’nin öncelikli
hedeflerinden biri olduğu bildirildi. Altı ay sonra, hâlâ bir ge­
lişme olmayınca Dan, Craiova’ya bir tim gönderdi.”
Frankenstein, Jamie’ye baktı. “O zamanları düşününce...”
Jamie araya girip, “Sen de orada mıydm?” diye sordu. “Sen
de mi o görevde yer aldın?”
Frankenstein, “Elbette, “diye yanıt verdi. “Ben, baban, Paul
Turner ve on yedi Siyah İşık ajanı daha. 18 Mart 1993’de uçak­
la bölgeye gidip ertesi gün, sabahın geç saatlerinde fabrikaya
vardık.”
“Orada ne oldu?”
“Geleceğimizi biliyorlardı. Kapıdan geçince hepsi karnını
iyi doyurmuş, iyice dinlenmiş, tetikte bekleyen yetmiş vam­
pirle karşılaştık. Pencereyi örten siyah boyanın hâlâ ıslak ol­
duğunu babana söyleyince baban geri çekilme emri verdi. Ama

249
W I L L HILL

iş işten geçmişti. Çatı kirişlerinden tepemize indiler. Hiç şan­


sımız yoktu”
“Yine de oradan kurtuldun. Babam ve Binbaşı Turner da
kurtuldular.”
“Şanslıydık, hepsi bu. Belki diğerlerinden biraz daha dene­
yimliydik; timin bir kısmı henüz çocuktu ve olsa olsa bir iki
yıllık tecrübeleri vardı. Binadan çıkmayı başaran son kişi ben
oldum.”
Sesi duyduğu dehşetle titreyen Jamie, “Kaçınız oradan kur­
tuldunuz?” diye sordu.
Frankenstein, “Altımız,” dedi. “Altımız günışığına doğru
kaçmayı başardı. On dört adam ise kan ve ölüm dolu bir bi­
nada öldü.”
Frankenstein uzanıp boş olduğunu fark ettiği fincanı kena­
ra itti.
“Dan Rusların oraya gideceğimizi vampirlere haber verdik­
lerini asla kanıtlayamadı. Operasyon bir başka departmanın
alanına yapılan izinsiz bir giriş olduğundan ortada izin bel­
geleri ve görüşme kayıtları olmayacağı belliydi. Ancak o bunu
mesele etmemişti. Baban DMT’yi savundu ve Dan’e DMT’nin
sırf bir mesaj vermek uğruna Siyah Işık ajanlarının öldürül­
mesine göz yummayacağına inandığını söyledi. Ancak yönetici
kararını almıştı bir kere. 19. Departmariın DMT’yle tüm bağla­
rını koparmasını emretti ve başbakana tüm Rus diplomatların
Londra’dan sürülmesini talep eden bir mektup yazdı. Mektup­
ta DMT’nin yaptığının savaş nedeni olduğu ve buna uygun ola­
rak hareket edilmesi gerektiğini öne sürdü.”
Jamie, “İyi ama izinsiz bir operasyondu,” diye itiraz etti.
Frankenstein ona gülümsedi.
“On dört yıl sonra sorunu fark edebiliyorsun. Zamanında
aynı sorunu baban ve ben de fark etmiştik. Yalnız da değildik.

250
19. D E P A R T M A N

O noktada, operasyon Siyah Işık’ın tarihindeki en büyük fela­


ketti ve bir günde on dört adam kaybetmiş olmak departmanı
çok olumsuz etkiledi. Hemen her Siyah ışık ajanının ölenlerin
içinde bir tanıdığı vardı ve olanlar büyük bir infial uyandırmış­
tı. Öfkenin çoğu Dan Morris’e yansıdı. Böylece baban duruma
el attı.”
“Ne yaptı?”
“O ve aralarında Henry Seward, Paul Turner ve benim ol­
duğum bir grup kıdemli ajan genelkurmay başkanına Dan
Morris’in yöneticilikten alınması için resmi bir önerge verdi.
Operasyon emrini vermekle yapmış olduğu hatayı telafi etmek
için vermeyi planladığı orantısız tepkiyi açıkladık ve Siyah
Işık’m iyiliği için görevden alınmasını istedik. Neyse ki general
teklifimizi kabul edip kendisinden istediğimiz şeyi yaptı.”
Jamie yumuşak bir sesle, “Tom’la geçinememenize şaşma­
malı,” dedi. “Babasına yaptığından dolayı senden nefret ediyor
olmalı.”
Frankenstein katı bir sesle, “Benden dilediği kadar nefret
edebilir,” dedi. “Ne düşündüğü umurumda bile değil. Bir sa­
dece yapılması gerekeni yaptık. Çünkü bunu yapmasaydık boş
yere daha fazla adam ölecekti. Yaptığımdan hiç pişman deği­
lim.”
“Peki ya Tom’un babasına ne oldu? Siyah ışık’ta kaldı mı?”
Frankenstein, “Kalabilirdi,” dedi. “Yöneticilikten alınsa da
departmandaki görevinden azledilmedi. Teşkilatta kalması için
içlerinde babanın da olduğu birçok kişi onu ikna etmeye çalış­
tı. Ancak gururu buna el vermedi. Görevden alındıktan bir gün
sonra departmandan ayrıldı.”
Canavar, Jamie’ye baktı. “Altı ay sonra tabancasını ağzına
soktu.”
Jamie, “Tanrım,” diye fısıldadı.

251
W ILL HIL L

Birkaç dakika sessizce oturdular. Thomas Morris’in baba­


sının hazin öyküsü sanki aralarındaki havayı dolduruyordu.
Nihayet Jamie konuştu. “Amiral Seward’m görevi devraldığı
zaman mı yaptı bunu?”
Frankenstein başını salladı.
“O ara Komutan Seward’dı. Ama evet. Babanın yardımıyla
sular duruldu ve departman toparlandı. On yıl kadar her şey
yolunda gitti. Henry ve Julian muhteşem bir takım olmuştu;
Siyah Işık hızla serpildi. Sonra Budapeşte’deki olayın gerçek­
leşmesiyle bir daha hiçbir şey aynı olmadı.”
Jamie oturduğu yerde öne doğru eğildi. Gözlerinden kaçın­
dığı sorunun gelip çattığı okunuyordu.
“Budapeşte’de ne oldu?” diye sordu.

252
26
SONUNBAŞLANGICI
MOLNÂRMALİKÂNESİ.
BUDAPEŞTE YAKINLARI, MACARİSTAN
Î2 ŞUBAT2005

Julian Carpenter Cirit’ini yakın mesafeden ateşledi. Patlayan


vampirin dört bir yana saçılan kanı Siyah Işık üniformasını sı­
rılsıklam ederken yüzünü ters tarafa çevirdi. Gerisinde dikilen
dört adama döndü.
“Buradan sonrasında dikkatli olun,” dedi.
Dört yüz de ona çevrildi. Frankenstein ona iri, alacalı yü­
zünde beliren bir gülümsemeyle karşılık verirken gri gözleri
soğuk ve durgun Paul Turner ifadesiz bir yüzle ona baktı. Al­
dıkları eğitim bariz korkularını güç bela örten iki genç ajan,
Connor ve Miller ise ona tedirgin bir tereddüt içinde baktı.
Carpenter onların hissettiklerini gayet iyi anlıyordu; bu iki
gencin çok önemli bir hedefe yönelik bu operasyonda yer alma­
sı gerekiyordu ve beş adam da bunun farkındaydı. İki genç bir
yıldan az bir tecrübeye sahipti ve bu, Connor’ın sahada çıktığı
ilk operasyondu.
Kayıtları incelemeye vakit olmamıştı; onları Budapeşte’nin
bir ucundaki bu enfes malikâneye çeken istihbarat hemen ha­
rekete geçmeyi gerektirmiş, Carpenter da alelacele bulduğu ilk

253
W I L L HILL

güçlü kuvvetli iki adamı yanma almıştı. Bunlardan ikisinin


yüzlerce operasyona katılmış, Siyah Işık’taki en yakın iki dos­
tu olan deneyimli Frankenstein ve Turner olmasından dolayı
memnundu. Connor ve Miller ise eğitimini aldıkları işi yapa­
caklardı; er ya da geç her ajanın sınanacağı gün gelip çatardı.

Rapor geldiğinde Carpenter Harekât Odası’nda nöbet değişimi­


ni örgütlüyordu. Başta her şeyin bir şakadan ibaret olduğunu
sanmıştı. Tuna nehri üzerinde gemiyle seyahat ederek karısıyla
on üçüncü evlilik yıldönümünü kutlayan John Bryant adında
bir Siyah Işık binbaşısından geliyordu. Karısıyla Budapeşte’nin
nehir kıyılarında dolanırken Alexandru Rusmanov ve karısı
İlyana’yla deyim yerindeyse burun buruna gelmişlerdi.
Doksan dakika sonra Carpenter’m timi doğuya doğru uçu­
yordu. Bellerinde kemerleri, baştan inşa edilip kurgulanan bir
EC725 Cougar’ın oturakları üzerinde yolculuk ediyorlardı. He­
likopterde yapılan değişiklikler arasında Julian Carpenter’un
en hoşuna gideni pervaneler ve motorların 480 kilometre hız
sağlayacak şekilde yenilenmiş olmasıydı. Bu hız helikopter­
ler için kaydedilen resmi rekorun çok daha üzerindeydi ve
Budapeşte’ye bir saatten biraz daha uzun bir sürede ulaşmayı
mümkün kılıyordu. Aynı mesafeyi yirmi dakikadan daha kısa
sürede kat edebilecek olan Siyah Işık’ın süpersonik jeti Mina
Tokyo’da olduğundan Harker kardeşlerin onu eve geri getirme­
lerini beklemeyi göze alamamıştı.
Julian oturağının yanındaki konsolun düğmesine bastı ve
tavandan aşağı bir ekran indi. Alexandru’nun çekilen en yeni
fotoğrafı çerçevede belirdi. Oturaklarda oturan dört adama fo­
toğrafı dikkatle incelemelerini söyledi.
Sesini helikopterin motorlarından gelen sürekli uğultunun
üzerine çıkacak kadar yükseltip, “Bu Alexandru Rusmanov,”

254
19. D E P A R T M A N

dedi. “Turner, Frankenstein, size hedefin ne denli tehlikeli ol­


duğunu hatırlatmama gerek yok. Bu yüzden Connor ve Miller,
sizin iyiliğiniz için eğitiminizdeki hiçbir şeyin sizi Alexandru
kadar yaşlı ve güçlü bir vampirle karşılaşmaya hazırlamayaca­
ğını söyleyeyim. Hem de hiçbir şeyin.”
İki erin hevesli, gergin yüzlerine baktı.
“Dünyanın en yaşlı ikinci vampirinin peşindesiniz. Kardeş­
leri Valeri ve Valentin gibi, o da dört yüz yıl önce Drakula’nın
kendisi tarafından dönüştürüldü. Gücü sınırların ötesindedir;
binaları yıkabilir, gözün takip edemeyeceği kadar hızlı hareket
edebilir ve süresizce uçabilir. Dahası zeki ve tehlikelidir. Ona
göre insan ırkı yiyeceğini çıkaracağı bir koyun sürüsünden
ibarettir. Canı isterse bir saniye tereddüt etmeden sizi öldürür.”
Carpenter’m düğmeye tekrar basmasıyla görüntü çarpıcı bir
güzelliği olan, siyah saçlı ve keskin hatlı bir kadının siyah be­
yaz fotoğrafı belirdi.
“Alexandru’nun karısı İlyana. O da neredeyse onun kadar
yaşlıdır, Alexandru, Drakula’nm izniyle onu bizzat dönüştür­
dü. Dört yüz yıldan uzun bir zamandır Alexandru’nun yanında
ve en az kocası kadar tehlikeli. Modern psikoloji terminolojisi­
ne göre tam bir sosyopattır. Diğerlerine karşı empatisi olmayan,
kocası dışında kimse için hiçbir duygu beslemeyen biridir. Sağı
solu belli olmayan, ölümcül bir kadındır.”
Düğmeye son kez basmasıyla ekran katlanarak tavana yük­
seldi. Carpenter timine baktığında Connor ve Miller’ın yüzle­
rindeki korkuyu fark etti.
Bunun iyiye işaret olduğunu düşündü. Korkmaları şart.
“Her iki birey de çok önemli hedefler olup dünyanın her
yerindeki departmanlar tarafından Al olarak sınıflandırılmış­
tır. Emirlerimiz her ikisini de yok etmeye yönelik. Bu müm­
kün olmazsa, sadece birini öldürme fırsatımız olursa öncelik

255
W ILL HIL L

Alexandru’nun. Anlaşıldı mı?”


Dört adamın bağırarak onay vermelerinin ardından Julian
başını salladı.
Umarım anlamışsınızdır. Anlamış olmanızı diliyorum.

Helikopter Budapeşte’nin dışındaki bir Macaristan Hava Kuv­


vetleri Üssü’ne iniş yaptı. Aracın çağrı kodu sivil radarlarda gö­
rünmüyor, sadece dünyadaki bir avuç askeri hava trafiği kont­
rolörü helikopterin 19. Departman’a ait olduğunu belli eden
harflerin ve sayıların kendine has bileşimini tanıyabiliyordu.
Tim sessizce ve dikkat çekmeden Budapeşte’nin barları ve
restoranlarını kolaçan edip Alexandru’nun izini sürdü. Yaşlı
bir vampiri şatonun altındaki küçük dairesine kadar takip et­
tiler. Vampir onlara son birkaç haftadır her zamankinden daha
hareketli olan ve açıkça ifade ettiği üzere bulaşmak istemeyece­
ği türden yaratıkların ziyaret ettiği The Ramparts adlı bir bar­
dan bahsetti. Turner’m sıkıştırmasıyla genç vampirlerden hiç
hazzetmediğini, onların şiddete olan açlığını tiksindirici bul­
duğunu ve mümkün olduğunca onlardan sakındığını itiraf etti.
Carpenter ona teşekkür etti ve tekrar yola koyuldular.
The Ramparts’taki bir vampir barmenin peşinden
Budapeşte’nin viran sanayi bölgesindeki bir depoya ulaştılar.
Vampiri binanın arkasındaki bir park yerine çektiler. Mutluluk
bedenine yayılırken dişlerini gıcırdatan barmenin gözleri iyice
açılmış, dönüyordu. Onlara çocuk yüzlü, iri bir adamın dört
gece evvel, The Ramparts’tan ayrılmadan önce bir kart bıraktı­
ğını söyledi. Kartta barmenin deyişiyle isminden sadece gizlice
bahsedilen, Matthias Kilisesi yakınlarındaki bir vampir kulü­
bünün adresi vardı. Adresi hatırlamadığını söyleyince Turner
eline bir UV feneri tuttu. Eli tutuşunca vampirin hafızası taze­
lendi.

256
19. D E P A R T M A N

Balta Köz’deki gösterişli, gotik konağın dışında beş adam


simsiyah bir arabanın içinde oturmuş dışarıyı gözlüyordu.
Alexandru’nun sağ kolu olan, iriyarı, çocuk yüzlü vampir An-
derson iki saat önce binaya girmiş, anlaşılan izlendiğini fark et­
memişti. Konağın kapısındaki altın rengi levhada Tabula Rasa2
yazıyordu. Carpenter bu ismin müdavimleri vampirler olan bir
kulübe uygun düştüğünü düşündü.
Kulübün onlara verdiği de tam olarak boş bir levha. Dönüştürül­
meden önce oldukları kişileri geride bırakıp her şeye baştan başlama
özgürlüğü.
Paul Turner alçak sesle, “Albay,” dedi. Carpenter başını çe­
virince Anderson’m taş oyma kapı aralığından geçtiğini gördü.
Uzun boylu, kambur duruşlu vampir sessiz sokağa göz gezdirip
sıradan bir iş yapar gibi yerden yükselerek gözden kayboldu.
Carpenter aracın arkasında oturmuş; kucağında araçla eş
konumlu bir casus uyduya bağlı, ince, siyah bir dizüstü bilgi­
sayarı tutuyordu.
Carpenter, “Isı izi yakaladın mı?” diye sordu.
Genç ajan, “Evet, efendim,” diye yanıt verdi. “Kuzey-kuzey-
batı yönüne doğru ilerliyor.”

Ertesi sabah, şafaktan altı dakika sonra, Julian arabaları­


nı Molnâr malikânesi önünde durdurdu. Açık halde duran,
gösterişli iki metal kapının dövme demirin üzerinde güneşin
ışınları parlıyordu. Beş adam araba yolculuğu esnasında çelik
yeleklerini giymişti ve hepsi de bir şeyler olacağını seziyordu.
Carpenter timine baktı ve onlara fazladan hiçbir şey söyleme­
meye karar verdi. Hazır değillerse, bu son anlarda söyleyeceği
hiçbir şey durumu düzeltmeye yetmezdi. Hazırsalar, onların
aklını bulandırmak yersiz olurdu. Zaten kısa süre sonra yete­
2 İnsan beyninin başlangıçta, “boş bir levha” olduğunu öneren felsefi görüş (ç. n.)

257
W ILL HIL L

rince dertleri olacaktı; bundan gayet emindi.


Malikanenin ana binası uzun, alçak bir tepenin üzerine ku­
rulu; kapıdan üst katları seçilen devasa bir konaktı. Açık giriş
kapısından uzanan yol önce sola, sonra sağa yönelip özenle
budanmış ağaçların oluşturduğu sık çizgilerin arasından geçip
dosdoğru evin önündeki çakıl kaplı araba yoluyla birleşiyordu.
Yolun iki yanındaki ağaçlar seyrekleşti ve beş Siyah Işık ajanı­
nın karşısına yüz metre uzunluğunda derli toplu, her yanı aynı
gözüken, boş bir çim saha çıktı. Sabah çiğinin yansıttığı sarı
günışığı olmasa bu geniş, boş alan Carpenter’m içine korku
salabilirdi.
X şeklinde, bitişik bir düzende ilerleyerek çim alandan hızlı
adımlarla geçtiler; Carpenter ortada, Turner ve Frankenstein
önde, iki er ise geriden geliyordu. Molnâr ailesinin evine yakla­
şırlarken botları çakıl kaplı zeminde hışırdıyordu. Turner yük­
sek ön kapıyı iterek açtı ve beş adam sessizce eve girdiler.
Avluya adım attıklarında dikkatlerini çeken ilk şey koku
oldu; elleriyle kavrayabileceklermiş gibi yoğun bir çürüme ko­
kusu. Siyah bir bulutu andıran bir sinek kümesi avlunun geri­
sindeki açık kapının aralığında dört dönüyordu. Carpenter’ın
önderliğinde kapıdan geçtiler. Kapının ötesinde orta ölçekli bir
restorana yemek çıkarabilecek geniş ve son derece modern bir
mutfak vardı. Sinekleri eldivenli elleriyle kovarak içeri girdik­
lerinde koku yoğunlaştı. Fırınlardan birinin üzerindeki tez­
gahta duran çelik bir fırın tepsisinde kızarmış bir koyun bacağı
vardı. Marazi, mor bir rengi vardı ve çürümeden dolayı iki mis­
li şişmişti. Etten tepsinin içinde yoğun bir birikinti oluşturan
süte benzer bir sıvı akıyordu ve çürüyen dokuda açılan geniş
delikler kurtçuklarla doluydu. Etin tepesinde sinekler yoğun
bir bulut oluşturmuş, parlak siyah gövdeleri ve saydam kanat­
larıyla dönerek bir ete konuyor, bir havalanıyorlardı. Tepsinin

258
19. D E P A R T M A N

gerisinde; kâseler dolusu kararmış ve pelteleşmiş patates ve


sebzenin yanında içindeki içkiler uzun zaman önce bozulmuş
bir tepsi kristal şampanya kadehi vardı.
Er Miller elinden geldiğince sessiz bir şekilde öğürdü.
Sesi her zamanki gibi sakin çıkan Turner, “Ne kadar olmuş­
tur?” diye sordu.
Carpenter, “Yılın bu zamanında mı?” diye yanıt verdi. “En
az bir hafta.”
Beş adam sessizce dikilip bozuk yiyeceklere baktı. Bunları
nasıl kişilerin yiyeceğini sesli bir şekilde ifade etmek yersizdi.
Carpenter, “Devam edelim,” dedi.
Tim ahşap duvarlı, zemini pırıldayan siyah beyaz mermer
döşemelerle kaplı gösterişli ve geniş bir lobiye vardı. Geniş bir
kurumuş kan havuzundan geçerlerken botları hafifçe gıcırda­
dı; çıkan ses Turner’ı bile irkiltmişti. İki hizmetçi; bir kâhya
ve bir hizmetçi kız başları yan yana gelecek şekilde yere yatı­
rılmıştı; cansız gözleri tavana dikiliydi. Boğazlarında neredey­
se başlarını kopartacak kadar derin kesikler vardı. Carpenter
diğer iki kurban olan yirmili yaşların başındaki bir kız ve bir
oğlana odaklanmaya çalıştı. Koltuklardan birinde kolları bir­
birlerine sarılı halde ölmüşlerdi. Oğlanın yüzündeki meydan
okuma ifadesi Carpenter’da vahşi bir sevinç uyandırdı.
Aferin çocuk. Korkup onları hoşnut etmemişsin. Aferin sana.
Kolları sıkıca oğlanın boynunu saran kız ise aynı metaneti
gösterememişti; yüzünde dehşet ve çaresizlik okunuyordu. Yu­
varlak yüzlü, arpa rengi saçlı, kolları ve bacakları uzun ve ince,
güzel bir kızdı. Üzerinde sabah güneşinin ışığı altında pırılda­
yan, gümüş rengi kumaştan bir balo elbisesi vardı.
Bedenlerindeki kan boşaldığından ciltleri bembeyazdı. Kı­
zın biçimli yüzünün aşağısında, gırtlağında korkunç bir sırıtış
gibi duran ikinci bir ağız açılmıştı. Oğlanın elleri koparılmış,

259
W ILL HIL L

kollan kim bilir kaç vampir tarafından kopartılıp çiğnenmişti.


Bedenlerinde bir damla bile kalmadığından, o kadar çok kanın
nereye gitmiş olduğunu düşününce Carpenter’ın midesi kalktı.
“Efendim.”
Julian kendisine seslenen Er Miller’a baktı.
“Ne oldu asker?”
“Ayak izleri var, efendim.”
Carpenter erin koluyla işaret ettiği yine doğru gitti. Çok
sayıda kişi, henüz ıslakken yerdeki kanın üzerinden geçerek
ahşap lambrinin köşesinde fazla göze çarpmayan bir kapıdan
geçmişlerdi.
Carpenter, Turner’ı başıyla onayladı. Gri gözlü binbaşı dik­
katle öne çıkıp kulağını tahta kapıya yasladı. Birkaç saniye son­
ra geriye doğru bir adım atıp kemerinden Cirit’i çekti ve kapıyı
tekmeledi. Kapı çerçevesi kırıldı; kapı uçup taş duvara çarpa­
rak ikiye bölündü. Kısa, gergin bir bekleyişin ardından Turner
açıklıktan içeri adımını attı.
“Temiz,” dedi.

Tavandan sarkan bir ampulle aydınlanan, dar bir taş koridorda


dikildiler. Karşılarına çıplak duvarlar ve aşağı doğru inen yıkık
dökük bir merdiven sahanlığı vardı. Cirit’i kıpırdatmadan elin­
de tutan Turner’ın önderliğinde aşağı indiler. Carpenter kendi
silahını çekip diğerlerine de aynısını yapmalarını işaret edip
Turner’ı izledi.
Belki yirmi basamak sonra iniş sona erdi ve geçit geniş bir
mahzene açıldı. Duvarlardan birinde kurutulmuş gıdalarla
dolu raflar vardı; pirinç ve un torbaları, zeytinyağı varilleri,
sirke şişeleri, kurutulmuş et. Karşı duvarda yerden tavana ka­
dar yükselen tahta raflarda yüzlerce şişe şarap ve şampanya
vardı. Odanın uzak ucundaki son raf tersyüz edilmişti. Çürü­

260
19. D E P A R T M A N

müş meyvelerin yere düşüp kırılan onlarca şişeden yayılan sert


kokusu havayı kaplamıştı. Mahzenden geçip yıkılmış rafın ya­
nında durdular. Rafın arkasında koyu karanlığa açılan kadim,
işlemeli bir taş kemer vardı.
Carpenter, “Işık,” dedi.
Er Miller kemerinden fenerini çıkarıp ışığı deliğe doğru tut­
tu. Işık dişleri meydana çıkmış, timin üzerine doğru atılırken
gözleri kıpkırmızı kesilen bir vampirin suratını aydınlattı.

Julian sakalından sildiği kanı tiksinti içinde zemine attı.


Turner sessizce, “İlk muhafız,” dedi.
Frankenstein, “Doğru,” dedi. “Geldiğimizden haberdar ola­
bilirler.”
Carpenter, “Sanmam,” dedi. “Sanırım karşısına polisin veya
aileden birinin çıkmasını bekliyordu. Alarm verdiğini san­
mam.”
Frankenstein, “Ümit edelim de haklı çık,” dedi.
Fenerlerinin ışığı yuvarlak bir taş geçidi aydınlatan tim
mümkün olduğunca sessiz bir şekilde karanlığın içine doğru
ilerledi. Yol bir köşeyi dönüp genişlemeye başladı ve önlerine
ağır görünümlü bir kapı çıktı. Carpenter’m Conor’a öne çıkma­
sını işaret etmesiyle er omzunu indirip kapıya yavaşça yüklen­
di. Menteşeleri gıcırdayan kapı bir başka geçide açıldı. Connor
içeri adımını attı. Carpenter ere beklemesi emrini verdiği anda
tavandan aşağı inen karanlık bir gölge Connor’ı yere indirdi.
Fener ışıkları aynı noktaya yöneldi ve dehşetten donakalan tim
en fazla on bir on iki yaşlarında bir vampir kızın dişlerini miğ­
ferini çıkardığı Connor’ın boynuna geçirişini izledi. Connor
çığlık atıp kızın kolları arasında çırpındı. Fışkıran kan duvar­
lara ve zemine sıçradı. Kız dişlerini birleştirip Connor’m boğa­
zını kopardığında çığlık korkunç bir hırıltıya dönüştü.

261
W tL L HILL

Turner her zaman olduğu gibi ilk tepki veren oldu. Öne
çıkıp kemerinden çıkardığı kazığı kızın sol gözüne sapladı.
Kız acı içinde inleyerek Connor’ı bıraktı ve ayakları üzerine
sıçrayıp kanın ve yaralı göz çukurundan fışkıran sarı sıvının
üzerinde dikildi. Frankenstein çıkardığı Cirit’in tetiğini çekti.
Silahtan fırlayan cismin göğsüne girmesiyle, kız geçitte geriye
doğru savrulup patladı ve kanı dört yana dağıldı. Kazık vın­
layarak namluya geri döndü ve dört adam kan kaybeden Er
Connor’ın yattığı yere koştu.
Carpenter, Connor’ın yanında diz çöküp elini tuttu. Gözleri
hızla dönen, kalbi hızlı ve düzensiz atan er şoka girmek üze­
reydi. Boynundaki delikten kan püskürüyordu. Turner keme­
rindeki tıbbi malzeme çantasından çıkardığı gazlı bezi yaranın
içine bastırıp kesik atardamarı kapattı. Connor bağırdığında
ağzından kanlı köpükler saçsa da Turner soğukkanlılığını hiç
kaybetmedi.
Carpenter, “Sakin ol, evlat,” dedi. “Sakin ol. Seni buradan
çıkaracağız.”
Miller, “Aman Tanrım,” dedi. Yüzünde katıksız bir dehşet
ifadesiyle kan içindeki adama bakakalmış, kıpırdamadan du­
ruyordu.
Carpenter, “Haydi” dedi. “Onu ayağa kaldıralım. Turner,
tahliye aracı çağır. Onu buradan çıkarmalıyız, hemen şimdi.”
Kimse yerinden kıpırdamadı.
Carpenter, “Haydi!” diye kükredi. “Kesin bir emir verdim!”
Frankenstein alçak sesle, “Julian...” dedi. “Bunun için çok
geç olduğunu biliyorsun. Gereken kan naklini sağlayabilecek
en yakın yerden iki saat uzaktayız. O zamana kadar ölmezse
dönüşmüş olacaktır.”
Sesi öfkeyle dolu Carpenter, “Bunu kabul etmiyorum,” dedi.
“Haklı olman da umurumda değil, yine de elimizden geleni

262
1 9. D E P A R T M A N

yapacağız. Burada ölmesine izin vermeyeceğim.”


“Efendim...” Er Connor’m sesi, suyun altında çıkıyormuş
gibi boğuktu. Carpenter gözlerini ona çevirdi.
Genç ajan, “Yapacak... hiçbir şeyiniz olmadığını...biliyo­
rum,” diye devam etti. “Vampire... dönüşmeme izin vermeyin.
Lütfen. İzin... vermeyin.”
Connor’m geriye devrilen gözlerinin akı göründü ve ağzı
açıldı. Göğsü hâlâ, ancak çok az inip kalkıyordu ve boynundan
yine kan akmaya başlamıştı. Akan kan Turner’m elini kızıla
boyadı.
Carpenter ayağa kalkıp çevresindeki üç adama baktı.
Miller’m Connor’a çevrili boş gözleri odaksız ve cansızdı. Fran­
kenstein yüzünde sakin bir ifadeyle Julian’ın bakışına karşılık
veriyor, Turner ise ifadesiz gri gözleriyle başını yukarı kaldır­
mış ona bakıyordu. Carpenter çenesini sıkıp elini kemerine attı
ve Glock’u kılıfından çıkardı.
Miller silahı görünce, “Ne yapıyorsun?” diye haykırdı.
Frankenstein, “Yapılması gerekeni,” diye yanıt verdi.
Gözlerinin köşelerinde yaşlar biriken Miller, “Yapılması ge­
reken onu hastaneye götürmek!” diye bağırdı. “Hasta bir köpek
gibi itlaf edilmesi gerekmiyor!”
“İnsanların dönüşmesine izin vermeyiz. Asla. Bunu o da is­
temiyor. Ne söylediğini duydun.”
“Ne dediğini bilmiyor!”
Frankenstein sertçe, “Hayır,” dedi. “Biliyor.”
Miller’ın yüzünün aldığı korkunç çaresizlik ifadesi
Carpenter’m yüreğini burkacak oldu.
Sesi çatallaşan Miller, “Ama... Bu adil değil,” dedi.
Carpenter, “Biliyorum,” dedi. “Değil. Ancak dönüşmesine
izin vermek ölmesine göz yummaktan beter olur. Bunu anlı­
yorsun, değil mi?”

263
W I LL H IL L

Miller yavaşça başını salladı.


Carpenter hâlâ bilinçsiz olan Connor’a döndü. Yanında
eğilip Glock’un namlu ağzını genç erin şakağına dayadı. Hâlâ
yerde diz çöken Turner kendisiyle aynı hizadaki komutanına
baktı. Julian diğer elini namlunun üzerine koyup tetiği çekti.

Timin geri kalan üyeleri sessizce tünelde ilerleyip ikinci bir ka­
pıdan geçerek tepesinde İsa’nın çarmıha gerilme anını betim­
leyen bir yontma heykelin olduğu geniş bir taş kemere vardı.
Turner kadim tahta kapıyı ardına kadar açtı ve dört ajan geniş,
daire şeklinde bir kiliseye girdi. Duvarlar azizlerin heykelleriy­
le doluydu ve odanın gerisindeki düz bir taş sunağın üzerinde
dikilen büyük, taş bir haç vardı.
Zemin vampirlerle doluydu.
Yarasalar gibi koyun koyuna uyuyan en az yirmi vampir
vardı. Manzara karşısında, Er Miller’ın soluğu kesildi. En ya­
kınlarında duran, sakalı çıplak beline kadar uzanan yaşlı vam­
pirin gözleri açılmalarıyla kırmızıya döndü. Tiz bir çığlık at­
masıyla, odadaki tüm vampirler uyandı ve ayaklandı.
Siyah ışık timi kilisenin içine doğru atıldılar. Hızla hareket
eden siyah üniformaları ve kesici silahları hayal meyal seçili­
yordu. Frankenstein başını eğip vampirlerin arasına daldı ve
onları dört bir yana savurdu. Kemerinden çıkardığı MP5’in
şarjörünü ayakta zor duran, fazla iç içe geçtikleri için güç ha­
reket eden, yarı uyanık vampirlerin üzerine boşalttı. Kurşunlar
vampirlerin bedenlerini deldi. Genç yüzüne hayatta görmek is­
teyeceğinden fazlasını görmüş bir adamın bakışları çöken Mil­
ler şaşkın kalabalığa cinnetin sınırlarında gezen bir hevesle ve
anlaşılmaz haykırışlarla saldırarak kalplerine kazıklar soktuğu
vampirleri art arda öldürüyordu. Turner duvarın kenarına çe­
kilip Cirit’ini çıkardı. Sakince, hiç acele etmeden art arda altı

264
19. D E P A R T M A N

vampiri vurdu. Her defasında kazığı geri sardı, yeniden nişan


aldı ve ateş etti. Carpenter ise Frankenstein’m yanma koştu ve
ikisi uluyan, yaralı vampirleri taş duvara yaslayıp birbiri ardına
sivri metalleri üzerlerine yağdırdı.
Her şey bir dakikadan biraz daha kısa bir sürede sona erdi.
Carpenter derin derin soluyarak, “Alexandru?” diye sordu.
Turner başını iki yana salladı.
Frankenstein sunağa işaret edip, “Orada olabilir mi?” dedi.
Hep birlikte ilerlediler. Sunağın arkasında, yontma haçın
altında kısa bir koridorun girişi vardı. Carpenter eğilip geçi­
de baktı. Taş geçit altı metreden uzun değildi ve dua odasını
andıran bir yere uzanıyordu; arkadaki duvara yaslanmış dua
tahtasını görebiliyordu.
Açıklıktan geniş cüssesini geçirebilmek için eğilen Fran­
kenstein önde, koridora girdiler. Boş MP5’i kemerine sokmuş,
hep yanında taşıdığı kısa namlulu, gümüş rengi ve siyah tüfeği
çıkardı; silaha bir ağaç gövdesinde delik açabilecek bir gülle
yerleştirdi.
Kapıya vardıklarında, eşikten içeri hızla bir şey fırladı.
Frankenstein tüfeğin tetiğini çekti ve namludan patlayarak
çıkan alevle geçidi sağır edici bir gürültü kapladı. Üzerlerine
gelen şey geriye uçarak duvara çarptı, kayarak yere yuvarlandı
ve çığlık atmaya başladı.
Duman dağıldığında Carpenter öne doğru bir adım atarak
karşısındaki figüre baktı. Acıyla buruşmuş güzel bir kadın
yüzü gözlerini üzerine dikti.
Carpenter, “İlyana...” dedi. “Kocan nerede?”
Kadın hırlayarak Carpenter’m yüzüne kan tükürdü.
“Çok geç, uşak! O gitti! Çok geç!” diye ciyakladı.
Julian’m botu kadının kaburgalarına inip onu duvara yapış­
tırdı. İlyana’nm karnında kocaman bir delik açılmıştı ve kan
WI LL HILL

oluk oluk taş zemine akıyordu.


“Çok geç! Çok geç!”
İlyana ağza alınmayacak sözler haykırıp yeniden sürünme­
ye başlarken Julian timin diğer üyelerine doğru yürüdü.
Carpenter, “Burada değil,” dedi.
Turner, “Burada değil de ne demek?” diye sordu.
Julian, “Yani burada değil,” diye kestirip attı. “Başka bir yer­
de, gitmiş, burada değil. Anladın mı?”
Turner ne yanıt verdi ne de bakışlarını Carpenter’dan çevir­
di. “Onun işini ben bitireceğim,” dedi. “Değerli bir hedef. Bu da
operasyonun başarısız olmadığı anlamına geliyor.”
Miller, “Bunu birde Connor’a sor,” dedi.
Carpenter kemerinden Cirit’i çekip, “Hayır. Bu işi ben yapa­
cağım,” dedi. “Siz burada kaim.”
Koridordan aşağı yürüdü.
İlyana sürünerek koridorun ucundaki odaya ulaşmayı ba­
şarmıştı. Julian onun peşinden odaya girdi. Odaya adım attı­
ğında dua tahtasının üzerinde duran bir Bakire Meryem oyma­
sı tepesinden ona baktı. Kapı Carpenter’m arkasından kapandı.
Koridorun diğer ucunda üç Siyah Işık ajanı bekliyordu. Ka­
pının ardından tiz bir çığlık, ani bir hava akımı ve sıçrayan
sıvıların sesi geldi. Açılan kapıda kan içindeki Julian Carpenter
göründü. Gerisinde, duvarlar kıpkırmızı kesilmişti ve adam­
larına doğru yürüyen Carpenter taş zeminde kızıl ayak izleri
bırakıyordu.

266
27
ÜÇÜNCÜ KİŞİ FAZLALIKTIR

Jamie ellerini yüzünden çekip Frankenstein’a baktı. Canavar


öyküsünü bitirdiğinde ağladığını görmemesi için yüzünü sak­
lamıştı.
Titrek bir sesle, “Alexandru bu yüzden mi annemi kaçırdı?”
diye sordu. “Babam onun karısını öldürdü diye mi?”
Frankenstein, “Bilmiyorum,” dedi. “Öyle görünüyor.”
Sesine öfke karışan Jamie, “Neden öyle görünüyor?” diye
sordu. “Bana her şey gayet açık görünüyor.”
Frankenstein, “Eminim öyledir,” diye yanıt verdi. Sesinin
sakin tonu insanı çıldırtıcıydı.
Jamie sertçe, “Peki sana göre niye her şey açık değil?” dedi.
“Nedenini bana niçin söylemiyorsun?”
Canavar iç geçirdi. “Sonradan olup bitenlerin ışığında ba­
banın İlyana’yı öldürmediğine inanan birçok insan oldu. Ne
Binbaşı Turner ne de ben onun öldüğünü gözlerimizle gördük.
Sadece silahın sesini duyduk.”
Jamie gözlerini ona dikti. “Demek onun numara yaptığını
düşünüyorsun.”

2 67 İte
W ILL HIL L

Frankenstein yumruğunu masanın üzerine indirdi. Buz


gibi bir sesle, “Ben babanın en yakın dostuydum,” dedi. “Nere­
deyse doksan sene boyunca da ailenin yanında yer aldım. Buna
rağmen orada oturmuş sadakatimi mi sorguluyorsun? Atalarını
korumak için, onlara faydalı olmak için yaptıklarımı duysan
aklın şaşar, bir de gelmiş beni sorguya mı çekiyorsun?”
Masadan sandalyesini yere düşürerek kalkan Jamie, “Neyi
istiyorsam sorgularım!” diye bağırdı. Ellerini masanın yüzeyi­
ne koyup Frankenstein’a doğru eğildi. “Sence İlyana hâlâ ha­
yatta mı? Babam onu serbest mi bıraktı? Söyle bana!”
Canavar yavaşça sandalyesinden doğruldu ve tüm endamıy­
la dikildi. Gölgesi Jamie’nin üzerini kapladı. “Beni dinle,” diye
söze girdi. “Julian Carpenter için canımı verirdim. Ondan ne
şüphe duydum ne de yaptıklarını sorguladım; ta ki bir vampir
sürüsü bir Siyah Işık jetini ateş topuna çevirip piste düşürene
ve sekiz iyi adamın ölümüne sebep olana dek. Olay dış çitin
çeyrek mil ötesinde, ülkenin en gizli ve en iyi korunan üssünde
gerçekleşti. Hiçbir haritada görünmeyen, üzerinden uçakların
ve uyduların geçmesine izin verilmeyen bir yerde. Bu yer...”
Jamie, “Her gün yüzlerce insanın çalışmak için geldiği bir
yerde,” diye araya girdi. “Onlardan herhangi biri Alexandru’ya
yerimizi söyleyebilirdi.”
Frankenstein, “Hayır,” dedi. “Söyleyemezlerdi. Sivil perso­
nel her gün buraya seksen kilometre uzaklıktaki bir havaa­
lanından pencereleri olmayan bir uçakla getirilir. Nerede ol­
dukları hakkında hiçbir fikirleri yok. Sadece kıdemli ajanların
buraya farklı yollardan gelmelerine izin verilir.”
“Peki onlardan kaç tane var? Yüz mü? İki yüz mü? daha da
mı çok?”
“Yaklaşık iki yüz tane. Ayrıca, haklısın, içlerinden herhangi
biri Alexandru’ya Siyah Işık’m yerini söyleyebilirdi. Ancak çok

268
19. D E P A R T M A N

azı Alexandru’ya çitin ötesindeki ormanda on beş kilometre­


lik bir alana yayılan kızılötesi sensörlerin bir haritasını verebi­
lirdi. Departmanda sadece altı kişi bu bilgiye sahiptir. Bu bilgi
olmasaydı uçağı vurduklarında yolcuların paraşütlerini açacak
zamanları olurdu. Ancak uçağı çok alçaktan uçarken vurduk­
ları için kimsenin bir şey yapmaya vakti olmadı. Pistin hemen
üzerinde patlayıverdi. Baban uçak düştükten on gün sonra öl­
düğünde soruşturma sürüyordu. Öldüğü gece kimseyi haberdar
etmeden ve izin almadan, nereye gittiğini kimseye bildirmeden
üsten ayrıldı. Yine de çıkarken iletişim ağına bağlıydı ve bir
nöbetçi subay ekranında alışagelmedik bir şey gördü. Araştır­
dıklarında, babanın bilinmeyen bir adrese gönderdiği e-postayı
buldular. Eklentisinde kızıl ötesi sensör ağının haritaları vardı.”
Jamie sert hareketlerle masadan uzaklaştı ve sırtını duvara
sürterek zemine yığıldı. Başını kollarını sardığı dizlerinin ara­
sına soktu. Tekrar konuştuğunda sesi alçak çıkıyordu. “Neden
böyle bir şey yapsın? Hiç mantıklı gelmiyor.”
Frankenstein tekrar sandalyeye kuruldu. “O öldükten son­
ra veri tarama birimi Julian’ın Siyah Işık bilgisayarında bastığı
her tuşu incelemeye aldı. Kişisel klasörlerinin derinlerinde, bir
düzine kadar şifre ve şifreyi çözdükten sonra onun yazdığı bir
mektuba ulaştılar. Mektupta ailesine yapılan yanlışların, aileni­
zin kurucu ailelerden gördüğü adaletsiz muamelenin hesabını
soracağı yazıyordu. Onun hâlâ sadece bir uşağın torunu olduğu­
nu düşündüklerine ve ona asla kendileriyle denk biri gibi dav­
ranmayacaklarına inanıyordu. O güne dek bir Carpenter’m asla
yönetici olmadığını ailesine karşı takınılan tavrın delili olarak
gösteriyor, buna daha fazla tahammül etmeyeceğini söylüyordu.”
Jamie başını kaldırmadan, “Bir jet düşürerek bunu nasıl ba­
şaracaktı peki?”
Frankenstein, “Mina’nın pilotları John ve Georger Harker’dı,”

269
W ILL HILL

dedi. “Siyah Işık tarihinin belki de en tanınmış ailesinin iki


mensubu.”
Gül bahçesindeki levha Jamie’nin gözünde canlandı.
Tanrım. Tanrım. Ah, baba. Ne yaptın sen?
Akima yatmayan bir şey vardı; tutunabileceği son bir dal.
“Babam onun için çalıştıysa, Alexandru neden peşimize
düştü? Neden ölmemizi istiyor?”
Frankenstein kısaca, “Bilmiyorum,” dedi. “Belki de Julian
gerçekten İlyana’yı öldürmüş ve Alexandru’yla sana ve anne­
ne zarar vermemesi için anlaşmıştır. Belki de Alexandru ona
kazık atmıştır. Belki de Julian İlyana’nm yaşamını bağışlamış
ama Alexandru sırf heyecan olsun diye ona oyun oynamıştır.
Artık bunun önemi yok. O öldü.”
Jamie başını kaldırıp şişmiş, yaşlı gözlerle Frankenstein’a
baktı.
“Bir yanın hâlâ ona inanmıyor mu?” diye sordu. “Onun böy­
le bir şey yapmadığına?”
Canavar kederle Jamie’ye bakıp derin bir nefes aldı. “Onu
temize çıkaracak hiçbir şey bulamadım. John ve George’u gö­
müp Alexandru’nun sonraki adımını bekledik. Ancak o adım
gelmedi. Sonra, zaman geçtikçe herkesin farkına vardığı şeyi
kabullenmek zorunda kaldım; ne kadar kalbimi kırsa da
Julian’m söyledikleri şeyi yaptığını.”
Frankenstein sabır içinde oturup Jamie’ye baktı. Ancak Ja­
mie babasını düşünmüyordu; aklında annesi ve babasının ölü­
münün ardından ona ne kadar kötü davrandığını ve ne fena
sözler ettiği vardı. Utanç içini yakıyordu ve annesine ne kadar
üzgün olduğunu, hatalı olduğunu söyleyebilmek ve ondan af
dilemek için her şeyini vermeye razıydı.
Nihayet, “Bizi terk ettiği için çok kızmıştım,” dedi. “Annem
bana hep babama haksızlık ettiğimi söylerdi. Oysa etmiyor­

270
19. D E P A R T M A N

dum. O herkese ihanet etti.”


Frankenstein, “Baban kötü bir şey yapan iyi bir adamdı,”
dedi. “Korkunç bir hata yaptı ve bunu hayatıyla ödedi.”
Sesi aniden öfkeyle yükselen Jamie, “Sekiz insanın hayatıy­
la da,” dedi. “Uçaktakiler ne yapmışlardı da öyle bir sonu hak
etmişlerdi? Suçları soyadı Carpenter olan herkese yeterince iyi
davranmamak mıydı? Bunun kadar sefilce bir şey olabilir mi?.”
Frankenstein hiçbir şey söylemedi.
Jamie, “Onun oğlu olduğum için utanıyorum,” dedi. Burada
herkesin bana neden öyle baktığına şaşmamak gerek. Onların
yerinde olsam ben de Jamie Carpenter’dan nefret ederdim. Öl­
düğü için mutluyum.”
Frankenstein, “Öyle deme,” dedi. “Yine de o senin babandı.
Seni büyüttü, sevdi ve sen de onu sevdin. Sevdiğini biliyorum.”
Jamie, “Umurumda değil!” diye bağırdı. “Bunların hiçbi­
ri beni ilgilendirmiyor! Onu tanımıyordum bile; beni büyü­
ten adam gerçek bile değildi! Beni büyüten adam Savunma
Bakanlığı’nda istihbarat memurluğu yapar, hafta sonları arka­
daşlarıyla golf oynamaya gider ve petrol fiyatlarının artmasın­
dan yakınırdı. Öyle biri hiç var olmadı!”
Ayağa sıçrayıp yere devrilmiş sandalyeye bir tekme savurup
odanın öte yanına gönderdi. Sandalye karo kaplı zeminde ka­
yıp duvara tosladı.
Mavi gözlerini Frankenstein’ınkilere dikip, “Onu düşün­
mekle bir saniyemi daha heba etmeyeceğim,” dedi. “O öldü,
annem ise hâlâ hayatta ve onu bulmamız gerek. Larissa’yla tek­
rar konuşacağım.”
Canavar oturduğu yerde kaskatı kesildi.
“Bunun ne faydası olacağım düşünüyorsun?”
“Bilmiyorum. Yine de bana yardımcı olmak istediğini sanı­
yorum. Nedenini açıklayamıyorum.”

271
W ILL H ILL

Frankenstein gözlerini oğlana dikti. Tam bir yanıt verecek­


ken Jamie’nin kemerindeki telsizden cızırtılar geldi.
Jamie kemerinden telsizi çıkarıp ekrana baktı.
“7. kanal,” dedi.
“Bu canlı operasyon kanalı,” dedi. “Kimsenin o kanalı kul­
lanmıyor olması gerekirdi.”
Jam ie üzerinde BAĞLAN yazan tuşa bastı. Plastik hoparlör­
den korkunç bir acı çığlığı geldiğinde az kalsın telsizi elinden
düşürecekti. Dimdik ayağa kalkan Frankenstein oğlanın elin­
deki telsize baktı.
Kısık bir sesin zor işitilen birkaç sözcük fısıldamasının ar­
dından titreyen bir erkek sesi duyuldu. “A-alo, kim-si-niz?”
“Ben Jamie Carpenter.”
Korkunç, kanlı bir yırtılma sesini acının ve dehşetin karış­
tığı tiz bir feryat izledi.
Adam, “Ah, Tanrım, lütfen!” diye feryat etti. “Lütfen, lütfen,
yapma! Tanrım, lütfen bana daha fazla zarar verme!”
Jam ie çaresizce Frankenstein’a baktı. Canavarın yüzü granit
grisi bir renk almış, şekilsiz gözleri kocaman açılmıştı. Telsize,
cihaz doğrudan cehennemle bağlantı kurmuş gibi bakıyordu.
Bir şey tekrar fısıldadı ve ses geri geldi, konuşan adam göz­
yaşlarına boğulurken sesi bir inip bir çıkıyordu.
Ses acı dolu, uzun hıçkırıklar arasında, “Gelmen gerek,”
dedi. “O ge-gelmen gerektiğini sö-söylüyor. Ge-gelmezsen an­
neni bi-bir daha gö-göremezmişsin.”
Jam ie’nin içinde bir öfke patlaması oldu. Sesi tanınmaz hal­
de çıkan oğlan, “Alexandru...” diye hırıldadı. “Neredesi...”
Adam bir kez daha, kulağa tiz bir gaklama gibi gelen uzun
ve sesli bir çığlık attı. Güçlükle soluyan adamın ağzından, “Yar­
dım edin” sözcükleri çıkarken arka planda sessiz bir kıkırdama
duyuldu.

272
19. D E P A R T M A N

Bağlantı kesildi.
Jam ie uzunca bir süre telsize baktıktan sonra cihazı yüzün­
de bir tiksinti ifadesiyle masanın üzerine bıraktı. Frankenstein
sandalyesine geri otururken fal taşı gibi açılmış, korku dolu
gözlerle oğlana baktı.
Jam ie sesi titreyerek, “Bu frekansa nasıl ulaşmış olabilir?”
diye sordu. “Eline nasıl geçmiş olabilir ki?”
Frankenstein, “Bilmiyorum,” dedi. “Frekans her kırk sekiz
saatte bir yenilenir.”
“Öyleyse birileri Alexandru’ya frekansı son iki gün içinde
vermiş olmalı, değil mi?”
Jam ie’nin fark ettiği şeyi idrak ederken Frankenstein’ın göz­
leri büyüdü. Kemerinden kendi telsizini çıkardı. Frekans se­
çim kadranını çevirip konuşmaya başladı.
“Thomas Morris, 0. Kat, Oda 24 B’ye, derhal,” dediğinde,
canavarın üssün yüksek köşelerine takılı hoparlörde patlayan
sesijam ie’yi şaşkına çevirdi.
“Bütün departmanı uyandıracaksın,” diye çıkıştı. “Ne yapı­
yorsun?”
Frankenstein, “Bazı yanıtlar alacağım,” dedi.

Sadece bir dakika sonra, Thomas Morris ofisin kapısını iterek


açıp yalpalayarak içeri girdi. Yüzü şişmiş, gözleri kısıktı ve on­
lara ne gibi bir acil durum olduğunu sorarken bile esniyordu.
Frankenstein, “Sen güvenlik subayısın, Tom. Şebekeye ya­
pılan girişlerin kayıtlarına ulaşabilirsin, değil mi?” diye sordu.
Morris avuçlarının içiyle gözlerini ovuşturdu. “Bunu yapa­
bilirim,” diye yanıt verdi.
“Güzel. Benim için son kırk sekiz saatte frekans veri tabanı­
na girenleri araştırmanı istiyorum.”
Morris homurdandı. “Bu dediğini sabah da...”

273
W ILL HILL

Frankenstein araya girip, “Şimdi yapman gerek, lütfen,” dedi.


Frankenstein ve Jam ie’nin omzunun gerisinden izledikleri
Morris canavara hafif öfkeli bir bakış attı ve kemerindeki cep­
ten çıkardığı tablet bilgisayarı masanın üzerine koyup tuşlara
basarak aramayı başlattı.
Bip.
Üç adam bilgisayarın ekranında görünen sözcüklere baktı.

SONUÇ BULUNAM ADI

Morris, “Buyurun,” dedi. “Son kırk sekiz saatte kimse fre­


kans veritabanma giriş yapmamış. Şimdi uyumaya gidebilir
miyim?”
Frankenstein önce ekrana, sonra Morris’e baktı. Alçak bir
sesle, “Evet, “dedi. “Seni rahatsız ettiğim için kusura bakma.”
Morris yüzünde bezgin bir gülümsemeyle, “Önemli değil,”
dedi. “İyi geceler, baylar.”
Jamie, “İyi geceler, Tom,” dedi.
Morris ofis odasını arkasından kapatıp Jamie ve
Frankenstein’ı yine yalnız bıraktı.
Jamie yorgun bir sesle, “Öyleyse...” dedi. “Sanırım bunun
için de babamı suçlayacaksın?”
Frankenstein, “Jamie...” diye söze girse de oğlan onun sözü­
nü kesti.
“Simdi olmaz. an Alexandru’ya frekansı kimin verdiğini
bile düşünemiyorum. O kişiyi bulmamız ve bunu başka in­
sanların canı yanmadan önce yapmamız gerek. Gidip uyuyaca­
ğım, sonra da hücre odasına ineceğim ve Larissa’nın yapmamız
gerektiğini söyleyeceği her şeyi bir bir yapacağız.”
Kapıya yürüdü; tam kapı kolunu çevireceği sırada canavar
ona seslendi.

274
19. D E P A R T M A N

“Gerçekten ona güvenebileceğini düşünüyor musun?”


Dönüp hüzünlü gözlerle Frankenstein’a baktı.
“Buradaki diğer herkese güvenebileceğim kadar.”

Jam ie canavara yalan söylemişti.


Yorgundu, buna şüphe yoktu ama dosdoğru yatakhanenin
yolunu tutmayacaktı. Bunun yerine, revirin kapısını açıp beyaz
zeminde hızlı adımlarla ilerleyip kapısının üzerinde AMELİ­
YATHANE yazan odaya girdi.
Matt’in yatağının yanında duran sandalyeye kendisini sert­
çe bırakarak, “Ne yapacağımı bilmiyorum,” dedi. Oğlanın ren­
gi hâlâ hortlak gibi soğuktu ve makinelerin ritmik biplemeleri
hâlâ odayı dolduruyordu.
“Neye inanacağımı, kime inanacağımı bilmiyorum. Kendi­
mi tamamen kaybolmuş gibi hissediyorum.”
Jamie, Matt’in yüzündeki huzurlu ifadeye bakıp ondaki
huzuru kıskandığını fark etti. Revire niçin geldiğini bilmese
de yaralı oğlanı ziyaret etmek için güçlü bir dürtüyle doluy­
du. Kendini orada bulmasının nedeninin belki de oğlanın ona
Halka’da geçmişe dair yeni bir şeyler anlatamayacak, babasının
yaptıklarından habersiz tek kişi olması ve onunla sesinin nasıl
çıktığına aldırmadan konuşabileceği olabileceğini düşündü.
“Frankenstein babamın en yakın arkadaşıyken, o bile
onun departmana ihanet ettiğini düşünüyor. O bunun doğ­
ru olduğunu düşünüyorsa muhtemelen öyledir. Peki o zaman
Alexandru’ya beni araması için operasyon frekansını veren
kimdi? Babam öldüğünden beri o frekans bin kez değişti. Laris-
sa bana anlattıklarından fazlasını biliyor; hiç şüphesiz Kimyacı
da öyle; Frankenstein’m da daha çok şey bildiğinden oldukça
eminim. Neden kimse hiçbir şeyin aslını bilmemi istemiyor?
Annemi bulmam kimsenin umurunda değil sanki.”

275
W ILL HIL L

Eli istemsizce boynuna gitti ve derisine yapışmış bandaj to­


marını hissetti.
“Bugün yaralandım. Senin kadar kötü değil, biliyorum ama
yandım. Biliyor musun bu da bir şeyi fark etmemi sağladı. Bu­
nun iyi adamların sonunda kazandığı, kötülerinse hak ettikleri
cezayı gördükleri bir bilgisayar oyunu veya film olmadığını. Bu
gerçek hayat, her şey çok karışık ve korkuyorum, ne yapacağı­
mı bilmi...”
Jamie başını ellerinin arasına alıp ağlamaya başladı. Maki­
neler düzenli bir şekilde bipliordu ve Matt’in gözleri hâlâ ka­
palıydı.

Jamie on beş dakika sonra yatakhanedeki yatağına uzandığın­


da uyuyabileceğine hiç ihtimal vermemiş olsa da başını yastığa
koymasıyla uyuması bir oldu. Uzun, rüyasız bir uykunun ar­
dından bedenini dinlenmiş hissederek, zihni kendisini bekle­
yen görevin büyüklüğüyle dolu halde kalktı. Saate baktığında
öğlen üçü geçtiğini fark etti.
Duş aldı, hızla giyindi ve nezarethane katına inip uzun hüc­
re odasını hızla bir uçtan bir uca kat etti. Larissa’nm hücre­
sine varınca kare odanın içine baktı ve Larissa’yı üzerinde iç
çamaşırları, blucinini giyer halde buldu. Yüzü Jamie’ye dönük
değildi ve utançtan kıpkırmızı kesilen oğlan arkasını dönüp
hızla koridora yöneldi.
Larissa tatlılıkla, “Seni duyabiliyorum,” dedi. Jamie gözleri­
ni kapatıp homurdandı. Jamie yine hücrenin önüne gelip ona
baktı. Artık giyinmiş olan Larissa hücresinin ortasında duru­
yor, başını hafifçe sola yatırmış, ona bakıyordu. “Ortaya çıka­
bilirsin.”
“Kalbin güm güm atıyor,” dedi. “Duyabiliyorum. Utançtan
mı, heyecandan mı?”

276
1 9. D E P A R T M A N

Jamie, “Utançtan,” dedi. “Kesinlikle utançtan.”


Larissa ona haylaz bir gülümsemeyle karşılık verdi. Jamie
tekrar kızarırken, bu kez yüzü yanardağ misali patlayacak gibi
duruyordu. O an Jamie’nin aklına bir şey geldi.
Kalbimin attığını duyuyorsa, adımlarımı istese fil adımları gibi
duyabiliyordur. Neden hücresine doğru geldiğim duyduğunda hemen
giyinmedi?
Larissa, “Çünkü seninle uğraşmak hoşuma gidiyor,” deyin­
ce Jamie şaşkınlık içinde geriledi.
“Ne düşündüğümü nereden bildin?”
Kız bir kez daha gülümseyip, “Sen zeki bir çocuksun,” dedi.
Havaya yükselip hücrenin diğer ucuna uçtu ve nazikçe ya­
tağının üzerine kondu. Ellerini başının arkasına koyup ona
baktı.
“Canavarla mı konuştun?” diye sordu.
“Evet.”
“Ve?”
“Keşke konuşmasaydım. Yine de konuştuğuma memnu­
num. Bu sana mantıklı geliyor mu?”
Larissa’nm ona gülümsemesiyle Jamie’nin kalbi göğsünden
çıkacak gibi oldu.
Kız, “Ne demek istediğini anlıyorum,” dedi.
Jamie toparlandı. “Sana bir teklifim var,” dedi. “Seni üsten
çıkaramıyorum ama beni bana yardımcı olabileceğini düşün­
düğün kişiye götürürsen bunu yapacağım.”
Larissa parmaklarını başından çekip yattığı yerde dirsekleri
üzerinde doğruldu.
“Ciddi misin?” diye sordu. “Yoksa benden öç almak için mi
söylüyorsun bunları?”
“Ciddiyim.”
“Fikrini değiştiren ne oldu?”

277
W I LL HIL L

“Başka seçeneğim yok,” dedi. “Başka ne yapabilirim, bilemi­


yorum. Şimdi neden Alexandru’nun bana zarar vermek istedi­
ğini anlıyorum. Babamın ne yaptığını artık biliyorum. Haklı­
sın; her şey onunla başlamış.”
Larissa şefkat dolu bir ifadeyle ona baktı. “Bunu söylemek
canını biraz yakmış olmalı,” dedi.
“Biraz, evet.”
Larissa yatağından sıçrayıp havada yavaşça süzüldü ve yü­
zünde heyecan dolu bir ifadeyle Jamie’nin önüne indi.
Hevesli bir sesle, “Haydi yapalım,” dedi.
“Patlayıcı bir kuşak takman gerekecek.”
“Sorun değil.”
“Gözümün önünden ayrılmayacaksın.”
Larissa, Jamie’ye bakıp gözlerini kırpıştırdı.
“Neden öyle bir şey yapayım ki?” diye mırıldadı.
“Ciddiyim.”
“Ben de.”
“Bizi bana yardım edebilecek kişiye götürüp gerekli bilgileri
almamızın ardından buraya döneceksin. Usul usul.”
“Elbette. Hadi, hadi gidelim.”
Hücresinden salınacak, gökyüzünü görecek, saçında gece
havasını hissedecek olmanın heyecanıyla Larissa bir o ayağı­
nın bir diğerinin üzerinde nazikçe hopluyordu.
Jamie, “Henüz değil,” deyip ona gülümsedi.
Larissa donup kaldı ve ona baktı. İhtiyatla, “Neden?” diye
sorarken aklında tek bir düşünce vardı.
Bu gülümsemeden hoşlanmıyorum. Hem de hiç.
“Önce bana bir şey söylemen gerekiyor. Doğruyu söyleye­
ceksin.”

278
28
İŞİN TÜM EĞLENCESİ

READING, İNGİLTERE
24 TEMMUZ2004

Larissa Kinley daha gözlerini açmadan vaktin epey erken oldu­


ğunu anlamıştı; yatak odası çok karanlık ve sessizdi. Yapışmış
gözkapaklarım güçlükle açınca haklı olduğunu gördü. Komo­
dinin üzerindeki dijital saatin göstergesinde parlayan yeşil ra­
kamlarla 5:06 yazıyordu. Yattığı yerde doğrulup kollarını ba­
şının üzerine kaldırdı ve ağzını kocaman açarak esnedi. Sekiz
gecedir uyuması gereken saatlerde uyanıyor, kalkıp duşa gide­
bileceği vakit gelene dek yeşil sayıların ilerlemesini izliyordu.
Anne babasına durumunun insomniye gittiğinden bahsetme­
mişti; başlarını sallayıp ah vah edeceklerini, sonra hiçbir şey
olmamış gibi hayatlarına devam edeceklerini biliyordu.
Larissa yatağından çıkıp yatak odasının penceresine yürü­
dü. Odaya dolacak temiz havayla üstüne tekrar rehavet çökece­
ği umuduyla pencereyi açacak olduğunda küçük, yarı müstakil
evlerinin küçük bahçesine baktı ve çığlık atmamak için eliyle
ağzını kapattı.
Yaşı adam bahçelerinde dikilmiş, yüzünde nazik bir gülüm­
seme, elleri gri paltosunun ceplerinde ona bakıyordu. Bahçe

279
W ILL HI LL

çitinin gerisindeki sokak lambasının yumuşak, portakal rengi


ışığı altında gözleri parlıyordu ve dostane bakışında korkutu­
cu, tiksinti uyandırıcı bir yan vardı.
Bir adım geri atıp önceki gece yatmadan önce çıkardığı deri
botlardan birine takıldı. Dengesini kaybetmemek için kollarını
döndürse de faydası olmadı. Zemine sertçe düştü ve çenesinin
aniden kapanıp dişlerinin dilini kesmesiyle büyük bir acı duy­
du. Ağzında kan tadıyla, sendeleyerek ayağa kalktı ve pencere­
ye gitti. Başını pencere eşiğinden çıkarıp bahçeye baktı.
Adam gitmişti.
O gece Larissa’nm gözüne uyku girmedi. Yatağına uzanıp
son iki gün olan olayları tekrar tekrar gözünün önüne getirerek
parçaları birleştirmenin yollarını aradı. Erkek kardeşinin yatak
odasının gürültüyle açıldığını duyduğunda hâlâ bunu yapma­
ya çalışıyordu. Kalkıp merdiven sahanlığından hızla geçti ve
kardeşini yana itip tuvaletin kapısını arkasından kapattı. Liam
gönülsüzce kapıyı vursa da ikisi de oyunun nasıl yürüdüğünü
bildiklerinden hemen yılıp odasına döndü.
Larissa aynanın karşısına geçip dilini çıkardı ve dişlerinin
açtığı küçük kesiğe baktı. Kanı emip kanın hızla dinmesini iz­
ledi. Dişlerini dikkatle fırçalayıp duşa girdi. Yirmi dakika son­
ra zihni daha açık bir halde banyodan çıktı; ne zaman adamı
kafasından atıp ev ödevleri, o akşam arkadaşlarıyla gidecekleri
lunapark gibi şeyleri düşünse adam yüzünde şefkatli gülümse­
mesi ve iri, dostça bakan gözleriyle ortaya çıkıveriyordu.
Başında ıslak saçma doladığı bir havluyla kahvaltı için alt
kata indiğinde anne babası çoktan masaya kurulmuştu. Babası
The Times’m ekonomi sayfasını okuyup bir ananası yavaşça yer­
ken annesi bir parça tostu didikleyerek boş gözlerle karşısına
bakıyordu. Larissa oturup kendisine bir kâse mısır gevreği ve
bir bardak portakal suyu hazırlarken ikisinin de ağzından tek

280
19. D E P A R T M A N

bir söz çıkmadı. Bir kez daha onlara yaşlı adamdan bahsetmeyi
düşünse de vazgeçti.
Bu günlerde onlarla konuşmanın bir anlamı yok. Kardeşi onunla
bu konu üzerine konuşmaktan kaçınsa da onun da aynı şekilde
düşündüğünden emindi. Babası yaz başında bir açıklama yap­
madan veya özür dilemeden Liam’m futbol maçlarına gitmeyi
bırakmıştı; öyle bir alışkanlığı olduğunu birden unutuvermiş
gibiydi. Bu durumun onu itiraf edemeyeceği, hele hele ablası­
na hiç itiraf etmeyeceği kadar derinden yaraladığını bilse de
Liam babasıyla bu konuyu hiç konuşmamıştı. Futboldan daha
önemli işler döndüğü açıktı: Yılın başında anne babalarının
üzerine bir ilgisizlik bulutu çökmüştü ve anlaşılan dağılacak
gibi de değildi. Onlara yaşlı adamdan bahsetse kâbus gördü­
ğünü, endişe edecek bir şey olmadığını söyleyip onu daha da
yorarlardı.
Onu üst üste üç gündür gördüğünü söylese de.

Larissa sessizce mısır gevreğini yedikten sonra işe giden annesi


ve babasına veda edip üst kata çıktı. Liam’m odasının önünden
geçerken, kardeşinin üzerinde okul üniformasıyla masasında
oturmuş, cep telefonundan birisine, muhtemelen de birbirleri­
ne benzeyen ergen oğlanlar olan arkadaşlarından birine mesaj
attığını gördü. Eve gelen bu oğlanlar kapıyı açtığında Larissa’ya
nazik, hatta epey utangaç davransalar da kız hemen her zaman
gözlerini göğsüne diktiklerini görerek ürperiyordu.
“Günaydın, Liam,” dedi.
Liam homurdandı. Larissa ondan alıp alabileceği en iyi kar­
şılığın bu olduğunu biliyordu.
Odasına gittiğinde, aklını bir türlü Jane Austen’a vereme­
yen Larissa ev ödevini birkaç saatliğine kenara bıraktı. Ken­
dine öğle yemeği hazırladı, internetten birkaç müzik parçası

281
W ILL HI LL

indirdi, bir süre yatakta uzandıktan sonra odasında volta attı


ve lunaparka gitme vakti gelene kadar farklı işlerle vakit öl­
dürdü. Evden ayrılacakken, arabasından henüz çıkan babası
ona gönülsüzce el salladı. Larissa da ona aynı içtensiz tavırla
karşılık verdi.
Babası mahmur, şişmiş gözlerle ona bakarak, “İyi misin?”
dedi.
Larissa, “İyiyim, baba,” dedi “Ya sen? İyi misin?”
Babası önce ona baktı, sonra gözlerini kaçırdı.
Larissa, “Ben de öyle düşünmüştüm,” deyip araba yolundan
caddeye yürüdü. Botlarının topukları kaldırımda kuvvetli ta­
kırtılar çıkarıyordu.

Lunapark kasabanın gençlerinin ve çocuklarının iple çektikle­


ri, senede bir gerçekleşen bir olaydı. Çocuklar çarpışan araba­
ları, eğlence trenini, döner salıncakları, gençler ise neon ışık­
larını, öpüşebilecekleri karanlık köşeleri ve oyun makinelerini
bekliyordu. Aslında içinde birkaç vasat eğlence aleti dışında
pek bir şey olmasa da şerit ışıklar, pamukhelva, kavrulmuş fıs­
tık kokusu ve metalik tıkırtıların müziği birleştiğinde az çok
sihirli bir atmosfer oluşuyordu.
Tüm bunlar sırtını halka atışı standma dayamış, tarih sı­
nıfından bir oğlanı şevkle öpen; oğlan ellerini oğlanın olur
olmadık yerlere atmasın diye ellerini onunkilere kenetleyen
Larissa’nın arkadaşı Amber’ı etkilemiyordu. Diğer kızlar çar­
pışan arabaların arkasında esrar karıştırılmış sigaralar içme­
ye gittiklerinden, Larissa tek başına kalmıştı. Birkaç dakika,
Amber’in yağlı saçlı ve akneli oğlanın kollarından kurtulma­
sını beklese de lunaparka geleli ancak bir saat olmasına karşın
üç oğlanı öpmüş olan arkadaşının hiç de acelesi yok gibiydi.
Nihayet, Larissa oradan uzaklaştı.

282
19. D E P A R T M A N

Tarlaları anayoldan ayıran çiti takip ederek lunaparkın ana


sokağından parkın karanlığına doğru yürüdü. Yanından far­
ları parlayan, açık pencerelerinden müzik sızan arabalar hızla
geçerken içini keder ve kaybolmuşluk hissi kapladı. Cebinden
bir paket Marlboro çıkarıp paketten bir sigara çekti ve ucunu
çakmağın küçük, sarı aleviyle yaktı.
“Bu şeyler seni öldürür.”
Kalbi yerinden fırlayacak gibi olan Larissa yaşlı adamın se­
sini duyunca yerinde hopladı. Sesin kaynağına doğru döner­
ken konuşanın o olduğunu biliyordu; sesin o güne dek duy­
duğu hiçbir sese benzemeyen olağandışı bir yan vardı. Alçalıp
yükselen, fısıltıyla dillendirilen vaatleri ve karanlık sırları akla
getiren bu ses bir kontrbas kadar tok ve bir ayna kadar pürüz­
süzdü. Çite doğru dönünce öte yanında elleri ceplerinde kal­
dırımda duran yaşlı adamı gördü. İki gün önce, okul dönüşü
eve giden yolun kenarında dikilirken gördüğü adam ilk kez
gülümsemiyordu. Aksine, yüzünde büyük bir kederle ona ba­
kıyordu.
Aralarında iki metreden yüksek, tepesinde demir kazıklar
olan yeşil, metal örgülü bir çit vardı. Çitten cesaret alan Larissa
adama doğru bir adım attı.
Sert bir sesle, “Niye peşimde dolanıyorsun?” diye sordu. “Bu
sabah bahçemde ne işin vardı?”
Adamın gülümsemesi geri döndü.
“Üzgünüm,” dedi. “Bir zamanlar tanıdığım birine benziyor­
sun.”
Larissa ağzını açıp o kişinin kim olacağını soracak olsa da
daha tek kelime demeden adam hareketlendi. Merdiven çıkan
herhangi biri gibi, sıradan bir hareketle boşluğa doğru bir adım
atıp havaya yükseldi ve çitin üzerinden geçti. Larissa, paltosu
rüzgârla şişip, yenleri yukarı doğru kalkan adam yere inmeden

283
W ILL HIL L

hemen önce kolunun iç kısmındaki V dövmesini fark etti. Çığ­


lık atmak için ağzını açsa da adam akıl almaz bir hızla yanında
bitip elini ağzının üzerine dayadı.
Kulağının dibinde sıcak nefesini hissettiği adam, “Üzgü­
nüm,” dedi. “Gerçekten.”
Ardından, yüzünü boynuna gömdü. Larissa keskin, nere­
deyse tatlı bir acı hissetti ve kendinden geçti.

Uyandığında, hâlâ karanlıktı. Bir meşe ağacının altında, çim­


lerin üzerinde yatıyordu ve çiğ taneleriyle kaplı, üşüyen bede­
ni nemliydi. Başı kazan gibiydi. Zorlukla ayağa kalktı. Luna­
parkın sessiz stantları ve eğlence aletleri arasından geçip çöp
yığınları ve sağa sola atılmış yiyecekleri tekmeleyerek parkın
kapısına yöneldi.
Önceki geceye dair hiçbir şey anımsamıyordu. Hatırladığı
son şey babasının araba yolunda dikilirken gördüğüydü. Am­
ber ve diğer kızlar'neredeydi? Onu almadan oradan nasıl ayrı­
labilmişlerdi? Gitmeden evvel içlerinden hiçbiri onu aramaya
tenezzül etmemiş miydi? Zihninin derinlerinde nazik bir ses
her şeyin yoluna gireceğini söylese de o aynı şekilde düşün­
müyordu.
Hatta ona göre gerçekler bunun tam aksiydi.
Araba yoluna saptığında ev karanlıktı. Kollarını kendisine
sıkıca sarmış, titriyordu. Anne babasının meraktan deliye dön­
düklerini ümit etse de muhtemelen eve dönmediğini bile fark
etmemiş olabileceklerini biliyordu.
Birilerinin uyandırma endişesiyle değil, yanıtlayamayaca-
ğı sorulara maruz kalmamak için sessizce merdivenden çık­
tı. Doğru düzgün bir yatakta, doğru dürüst bir uyku çekecek,
sonra Amber’ı arayıp neler olduğunu öğrenecekti. Larissa so­
yunup yatağa girdi. Yorganı bir koza gibi üstüne çekti ve daha

284
19. D E P A R T M A N

bir dakika geçmeden uykuya daldı.


Bir saat sonra uyandığında bağırmamak için başını yastı­
ğına gömdü. Başı çatlayacakmış gibiydi. Alnı, balta saplanmış
gibiydi, acı dolu şimşekler çakıyordu. Yastık yüzüne dayalı hal­
de ters döndü. Gözleri ağrıdan ve dehşetten kocaman açılmıştı.
Sonra aniden açlık hissetti ve cenin pozisyonu aldı. Daha önce
hissettiği hiçbir şeye benzemeyen acı, evrenin dışından bir yer­
lerden geliyormuş gibi yoğundu; tüm bedeninin saran büyük,
uğultulu bir boşluk gibiydi. Yüzünde yastıkla çığlık atarken be­
deni titriyor, bir nöbet geçiriyormuş gibi sarsılıyordu. Art arda
çığlıklar attı ve sonsuzluk gibi gelen, ancak muhtemelen bir da­
kikadan daha uzun olmayan bir sürenin ardından açlığı yatıştı.
Larissa yüzünden yastığı çekti. Kendisini bir çocuk kadar
zayıf hissediyordu. Yanaklarından ve çenesinden aşağı, oluk
oluk yapışkan tükürük akıyordu. Yorganı yana atıp kendisini
yataktan aşağı bıraktı ama bedeni zemine çarpmadı.
Halının yarım metre üzerinde, havada salmıyordu.
İdraki tıkanırken, hissettiği dehşetin derinliği karşısında
gözlerinin devrilmeye başladığını, bilinçsizliğin kendisini ele
geçirmeye çalıştığını hissetti. Ellerini aşağı doğru uzatıp halı­
nın kaba dokusunu parmakları arasında hissettiği anda görüşü
berraklaştı. Zemin hâlâ yerindeydi; hiç olmazsa bundan emin
olabilirdi. Hissettiği panik gözyaşı olup yanaklarından aşağı
süzülürken yavaşça, yüzü aşağısındaki zemine bakacak şekil­
de döndü. Sonra aniden onu havada tutan şeyin etkisi çözüldü
ve yüzüstü yere çakıldı.
Larissa hüngür hüngür ağlayarak ayakları üzerinde doğ­
ruldu ve sendeleyerek yatak odasından banyoya gitti. Kapıyı
kapatmasının hemen ardından açlığın bir kez daha kendisini
hissettirmesiyle dizleri üzerine çöktü. Midesindeki ve göğsün­
deki vakum vücuduna acı dalgaları gönderiyordu. Yumruğunu

285
W I L L HILL

ağzına sokup gırtlağında dağılan, boğuk bir çığlık attı. Kendi­


sini banyo zeminine bırakıp soğuk karoların üzerinde kıvran­
dı; bedeni sarsılırken, acının büyüklüğü zihnini dolduruyordu.
Bedeni seğirip sarsılırken ümitsizce nöbetin bitmesini bekledi.
Nihayet nöbet sona erdi. Lavaboya tutunup ayağa kalktı ve
aynanın karşısına geçti. Aynadaki kişinin kendisi olduğunu
anlaması birkaç saniye aldı; beti benzi atmış, cildi terle kaplan­
mıştı. Bedeni belirgin bir şekilde titriyordu. Gözlerine yakın­
dan baktığında yumruğunu tekrar ağzının içine götürüp bir
kez daha çığlık attı.
İçlerine kan damlatılıyormuş gibi, gözlerinin köşelerinden
koyu bir kızıllık yayılmaya başlamıştı. Kırm ızılık yavaşça göz­
lerinin beyazına yayılıp irislerini parlak siyah bir renge dönüş­
türüyordu. Görüşü net olsa da gözlerindeki değişimi izlerken
içinden göremiyor olmayı yeğleyeceğini geçirdi. Gözlerindeki
kırm ızı neredeyse canlı gibiydi; bir petrol tabakası gibi fırıl fırıl
dönüyor, giderek koyulaşıyor ve Larissa’nın midesini bulandı­
ran tembel hareketlerle ilerliyordu.
Acı veren, içini bir boşluk hissiyle dolduran açlığın bir bal­
yoz gibi inen ikinci darbesiyle ağzındaki yumruğunu istem­
sizce ısırdı. Ağzının içine kan aktı. Sonra aniden açlık gitti ve
yerini ilahi denebilecek kadar büyük bir haz aldı. Kanı gırtla­
ğından aşağı aktı ve içini o güne dek duymadığı bir his kap­
larken dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti; kendisini du­
varları yıkabilecek, yüzlerce kilometre koşabilecek ve kuş gibi
uçabilecekmiş gibi hissetti.
Yapamayacağı hiçbir şey yokmuş gibi.
Sonra his kayboldu ve yine dizlerinin üzerine yığıldı.
Elinden daha fazla kanı iştahla emse de bu kez aynı hazzı
duymadı. Ancak kendisine ne olduğunu bilmese de, benliğinin
hâlâ Larissa olan kısm ı akıl almaz bir korku duyuyor olsa da

286
19. D E P A R T M A N

artık bir şeyden kesinlikle emindi.


Kan acıyı yok etmişti. Kendi kanı artık işe yaramadığına
göre bir başkasınmkine ihtiyacı olacaktı.
Güçlükle doğruldu ve banyodan çıktı. Merdiven sahanlı­
ğından geçip kardeşinin odasının kapısını açtı. Gece üzerin­
deki örtüleri atan kardeşinin soluk teninin üzerine yatağının
yanındaki perdenin arasından sızan ay ışığı vuruyordu. Oğla­
nın boynundaki damarların düzenli bir şekilde nabız attığını
görebiliyordu. Açlık kafasının içinde kıyameti koparıyor, man­
tıklı düşünceleri neredeyse tamamen uzaklaştırıyor, beslenme­
si için haykırıyor ve sersemlemiş zihninde sövüp sayıyordu.
Aslında hiç niyeti olmamasına karşın ona doğru bir atıp durdu.
Orada yatan Liam’dı; asabını bozan, onu çilende çıkaran,
güzel, komik küçük kardeşi. Liam onu asla kasten incitmemiş,
hatta bildiği kadarıyla ömrü boyunca hiç kimseye zarar verme­
mişti. Giderek azalan gücünün son kırıntısını odadan kaçmak
ve kapıyı kapatmak için kullandı. Liam’ın uyandığını, anla­
şılmaz homurtular çıkarttığını duydu. Sonra merdivenlerden
hızla inip ön kapıdan çıktı. Dışarıda sokak hâlâ karanlıktı ve
Larissa sevdiği insanlardan, yuvası bildiği tek yerden kaçtı.

287
29
HESAPLANMIŞ RİSK

Morris, “Bu konunun beni ne kadar endişelendirdiğini bir kez


daha belirtmek istiyorum,” dedi.
Jamie, “Yapmasan olmaz mı?” diye sordu. “Bence zaten ye­
terince belirttin buhu.”
Siyah İşık üssünün katları arasında ilerlerlerken Jamie pla­
nını Morris’e açıkladı; Morris duyduklarına inanamaz halde
planı dinleyip Jamie’ye Amiral Seward’m plana onay vermesi­
nin imkânsız olduğunu söylemişti. İkisi hücre odasında dikil­
miş, Frankenstein’ı bekliyordu. Canavar aşağı inerken onlara
yanlarına gelmeden hiçbir şey yapmamalarını emretmişti.
Morris, “Bu kıza neden bu kadar güvendiğimi anlamıyo­
rum,” dedi. “Seni öldürmeye çalıştı ve Alexandru’yla kaçtı. Gü­
zel olduğunun farkındayım ama...”
Öfkeden gözlerinden alevler saçan Jamie, “Konunun bu­
nunla ilgisi yok,” diye araya girdi. “Ayrıca ona pek de güven­
diğim söylenemez. Ancak tanıdığı birinin işime yarayacak bir
şeyler bildiğini, ona ayak uydurursak bizi o kişiye götüreceğini
düşünüyorum. Sen sormadan ben söyleyeyim, neden böyle dü-


288
19. D E P A R T M A N

şündüğümü ben de bilmiyorum. Sadece bunu yapacağını sanı­


yorum.”
Jamie, Morris’e bir konuda yalan söylemişti. Aslında
Larissa’ya güvenmeye başlıyordu. Onu sık sık düşünüyor, dü­
şündükçe de lunaparkta tek başına dolandığı o gün hayatı ka­
ranlığa boğulana dek en büyük sorunları arkadaşları ve ebe­
veyni olan Larissa’nın bir zamanlar nasıl bir genç kız olduğunu
daha iyi kavrıyordu.
Morris, “Umarım haklısındır,” dedi.
Jamie, “Hayır, umduğun şey bu değil,” diye kestirip attı.
Frankenstein, “Ne değil?” diye homurdandı.
Dev adam odaya girip Jamie ve Morris’in tepesinde dikilmişti.
Jamie, “Hiçbir şey,” dedi. “Dert etme.”
Frankenstein oğlana uzunca süre bakıp dikkatini Morris’e
çevirdi.
Adamın omzundan sarkan kemere işaret edip, “Neden tak­
tın bunu?” diye sordu.
Morris hiç yanıt vermeden kemeri çıkarıp ellerine aldı.
Jamie, “Onu getirmesini ben söyledim,” dedi.
Frankenstein alçak ve meşum bir sesle, “Ne demeye yaptın
bunu?” diye sordu.
“Larissa bizi annemin yerini bilen birine götürebileceğini
söylüyor.”
“Sen de ona inanacak kadar aptalsın demek?”
Jamie kıpkırmızı oldu ve parmağını boynundaki bandaja
götürdü.
“Ona inanıyorum. Dürüst olmak gerekirse de onu dinleme­
nin seni dinlemekten daha kötü olmadığını düşünüyorum.”
Frankenstein kılını bile kıpırdatmıyordu; öyle hareketsizdi
ki nefesini tutuyor olmalıydı.
Buz gibi bir sesle, “Efendim?” dedi.

289
WILL HILL

Jamie, “Ne dediğimi duydun,” dedi. “Sana uymakla tek eli­


me geçen boynumdaki bu yanık ve boşa geçen bir sürü zaman
oldu. Larissa’mn bizi götüreceği yerin daha beter olmayacağın­
dan eminim.”
Morris ayaklarını yere sürtüp bir oğlana bir canavara baktı.
“Neden onu konuşturmuyoruz?”
Frankenstein gözlerini Jamie’den ayırmadan, “Kapa çene­
ni, Tom,” dedi. “Neyse. Bu vampirde işe yarayabilecek bilgiler
olduğuna inanacak olsam bile ki buna inanmıyorum, benden
Amiral Seward’m emirlerine karşı gelip onu üsten çıkarmamı
mı istiyorsun? Yoksa planın onu gizlice mi çıkarmak?”
Jamie, “Onun bildiklerini öğrenmem gerek,” diye yanıt ver­
di. “Bana yardımcı olmazsan kendim yaparım. İstersen beni
durdurmaya çalışabilirsin.”
Morris yüzünde kederli bir ifadeyle, “Buna gerek yok,” dedi.
“Tek yapmamız gereken...”
Frankenstein, “Beni duymadın mı?” dedi. “Fikrini öğren­
mek istesem sorarım. O ana dek sessiz ol.”
Tekrar oğlana döndü.
“Nasıl olacak bu iş?” diye sordu.
Jamie omuz silkti. “Annemi geri almam gerek,” dedi. “Diğer
hiçbir şeyin önemi yok. Bunu anladığını sanıyordum.”
Uzunca bir süre kimseden çıt çıkmadı. Frankenstein dü­
şünceli görünüyordu; başı dimdik, gözleri fal taşı gibi açılmış
olan Jamie meydan okuyan bir tavırla dikiliyordu; Morris ise
ikisine kaçamak bakışlar atıyordu. Nihayet Frankenstein bir
kez daha konuştu.
Elini Morris’e uzatıp, “Kemeri bana ver,” dedi. Dünden razı
olan Morris kemeri canavarın kocaman, gri avucuna bıraktı.
Frankenstein kemeri elinde hafifçe atıp tutarak Jamie’ye baktı.
“Sana yardım edeceğim,” dedi. “Tek şartım var. Anneni bul­

290
19. D E P A R T M A N

mamıza yardımcı olacak bilgilere ulaşmamızı sağlayamazsa bu


görevin kalan kısmında hiçbir itiraz etmeden beni dinleyecek­
sin. Anladın mı?”
Jamie, “Evet,” diye yanıt verdi. Söylediği sözcük ağzında
ekşi bir tat bırakmış gibi yüzünü buruşturdu.
Canavar başını salladı. “O zaman bunu üstüne geçirelim
bakalım,” diyerek hücre odasının diğer ucuna doğru yürümeye
başladı.
Larissa’nm hücresine yaklaştıklarında Jamie sessizce, “Bunu
ona ben vereyim,” dedi.
Frankenstein kemeri Jamie’ye vermeden önce bir süre elin­
de tuttu. Boş hücrelerin arasında yürürlerken, “Onu kurtarma­
ya çalışmıyorsun, değil mi?” diye sordu.
Jamie yanıt vermedi.
Vampir kızın hücresinin önünde durdular. Larissa kare
odanın arka tarafında, ellerini göğüs hizasına çektiği dizleri­
nin üstüne koymuş, oturuyordu. Onları görünce gülümsedi.
Kırmızı dudaklarını parıldayan beyaz dişlerine doğru bü­
küp, “Yanında arkadaşlarını getirmişsin,” dedi. “Benimle yal­
nız kalacak güvenin yok mu?”
Morris fısıltıyla bir şeyler söyleyince Larissa ona karşılık
olarak alaycı bir edayla gözlerini kocaman açtı.
“Kıskanç olma,” dedi. “Sana yakışmıyor.”
Morris, “Kıskançlık mı?” diye homurdandı. “Senin gibi iğ­
renç bir yaratığı mı kıskanacakmışım?
Larissa, “Bana hediye mi getirdin?” diye sordu.
Yüzü hafifçe kızaran Jamie, “Bu bir kısıtlayıcı kemer,” dedi.
“Seni buradan çıkarmadan önce bunu takman gerek.”
Larissa gözlerini ona dikti. Sonra kıvrak bir hareketle ayağa
kalktı ve hücrenin diğer ucuna gidip Jamie’nin önünde dikildi.
İkisini sadece aradaki UV bariyeri ayırıyordu.

291
W ILL HI LL

Larissa, “At onu bana,” dedi.


Jamie kemeri atmak için kolunu kaldırınca Frankenstein
öne doğru bir adım atıp onu durdurdu.
“Sana bunu vermeden önce açıklamam gereken bazı şeyler
var,” dedi. “Bu kemeri çıkarmaya çalışırsan veya bunu yapmaya
çalıştığından şüphelenirsem oracıkta kazığı kalbine çakarım.
Anlaşıldı mı?”
Larissa, “Elbette,” dedi. “Çok iyi anlaşıldı.”
“İyi. İkincisi, Jamie’yi veya içimizden herhangi birini tehlike­
ye atarsan seni çıplak ellerimle parçalarım. Bu da anlaşıldı mı?”
“Hem de nasıl.”
Frankenstein, Jamie’nin kolunu tutan elini gevşetti. Larissa,
Jamie’nin bariyerden içeri attığı kemeri havada kaptıktan sonra
ayaklarının dibine bıraktı. Gözlerini Jamie’ninkilerden ayırma­
da gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı.
Jamie gözlerini zemine çevirse de Frankenstein bunu yap­
madı.
Larissa, “İstersen izleyebilirsin,” dedi. “Benim için sorun yok.”
Jamie yanıt vermedi. Yanaklarına kan yürürken yüzünün
ateş gibi yandığını hissedebiliyordu.
Larissa’mn, “Artık bakabilirsin,” demesiyle Jamie yüzünü
yeniden hücreye çevirdi. Kızın omuzlarındaki iki çıkıntı olma­
sa gömleğinin altında kaybolan kemerin varlığı hiç fark edil­
meyecekti.
Kısıtlayıcı kemer vücudun önünde kesişen iki kayıştan olu­
şuyordu. Kayışların birleşme noktalarının üzerinde, Larissa’nın
kalbinin hizasında duran bir patlayıcı vardı. Patlayıcının üze­
rinde bombanın patlamaya hazır olduğunu gösteren, sürekli
yanıp sönen küçük, kırmızı bir ışık vardı. Patlayıcıyı harekete
geçirecek olan silindir ateşleyici Morris’in hafifçe titreyen elin­
deydi. O an biri ateşleyicinin üzerindeki düğmeye basacak olsa

292
19. D E P A R T M A N

Larissa’dan geriye bir kan ve et yığını kalırdı.


Larissa’mn tatlı bir sesle, “Çıkalım mı artık?” diye sorma­
sıyla Frankenstein başını salladı. Thomas Morris hücrenin ya­
nındaki panele dokuz haneli bir şifre girdi ve UV bariyeri kay­
boldu. Larissa her an bir şeyler olacakmış gibi ağır adımlarla
ilerledikten sonra hızlı bir hareketle hücreden koridora çıktı.
Jamie’nin yanına gidip yanağına bir öpücük kondurdu. Jamie
bir kez daha kızardı.
Yanlarında Larissa, gardiyan odasının yanından geçip hücre
odasından çıkarak üsse girdiler. Bir asansörle hangara çıkarlar­
ken Frankenstein, Larissa’ya nereye gideceklerini sordu.
Larissa gülümseyerek, “Bilmiyorum,” dedi.
Frankenstein donakaldı.
“Bilmiyorum da ne demek?” diye sordu.
“Demek oluyor ki bilmiyorum. Nereye gideceğimizi sen
bana söyle.”
Canavar gözlerini devirdi. Jamie onun bu hareketini yakala­
yınca ona kaşlarını çattı. Frankenstein omuz silkti.
İçinden, bu senin anlaşman diye geçirir gibiydi. Çenemi kapa­
tacağım. Şimdilik.
Larissa, “Bay Morris...” diye devam etti. “Siyah Işık’m ana
bilgisayarına giriş izniniz hangi düzeye kadar çıkıyor?”
Morris hafif kibirli bir tavırla, “Ben güvenlik subayıyım,”
dedi. “Her şeye giriş iznim var,” dedi.
Larissa, “Bu durumdan pek de hoşnutsunuz, değil mi?” diye
sordu. “Çok iyi. Rica etsem Valhalla sözcüğünü arar mısınız?”
Morris cebinden küçük bir tablet bilgisayar çıkarıp bir dizi
tuşa bastı ve aramanın sonuçlanmasını bekledi. Bir bip sesinin
ardından ekran aydınlandı.
“Sonuç yok,” dedi.
“Nereye bakmıştınız?”

293
W ILL HIL L

Morris savunmaya geçerek, “Bütün ağı taradım,” dedi. “Bu


kelime hiçbir yerde geçmiyor.”
“Aramaya kişisel sunucuları da dahil ettiniz mi?”
“Hayır. Neden edeyim ki?”
“Bilmem, dahil etseydiniz ben de size arkadaşlarınızın
önünde işinizi nasıl yapacağınızı söylemek zorunda kalmaz­
dım belki, ne dersiniz?”
Morris sessizce bir şeyler mırıldandı ve yeni bir arama baş­
lattı. Tablet bilgisayar bir kez daha biplediğinde ekranda bir
belge listesi belirdi.
Morris yumuşak bir sesle, “Anlamıyorum,” dedi.
Frankenstein, “Ne var?” diye sordu.
“Burada hepsi Valhalla diye bir şeyle ilgili düzinelerce belge
var. Koordinatlar, raporlar, kısa ve uzun tarihçeler. Ancak bun­
lar departmanın şebekesinde değiller.”
“Nerede bu dosyalar?”
Morris canavara baktı.
“Amiral Seward’m özel sunucusunda,” diye yanıt verdi.
Larissa, “Ah canım!” diye iç geçirdi. “Demek Bay Güvenlik
Subayı’nm da bilmediği birkaç şey varmış, ha?”
Yüzü öfkeyle buruşan Morris, “Kes sesini!” diye bağırdı.
“Kapa şu çeneni!”
Yanaklarına kadar kızaran Morris Jamie elini omzuna at­
masıyla ona doğru döndü.
Jamie nazikçe, “Tom,” dedi. “Koordinatlar olduğunu söyle­
din. Bu koordinatlar nereyi gösteriyor?”
Morris kaşlarını çatıp bilgisayara baktı.
Bir süre sonra, “İskoçya’nm batısını,” dedi. “Fort William
kasabasının kuzeyini. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yeri.”
Larissa gülümsedi.
“Tam orası,” dedi.

294
19. D E P A R T M A N

Frankenstein’m önderliğinde hangarda ilerlediler. Siyah Işık


ajanları başta merak içinde Larissa’ya baksalar da kıza bir albay
ve teğmenin eşlik ettiğini görüp rahatlıyorlardı. Frankenstein
nöbetçi subayla görüştü ve bir pilot ve helikopter talep etti. Beş
dakika geçmeden, hangardan çıkıp motoru çalışan küçük, si­
yah bir helikopterin beklediği bir helikopter platformunun yo­
lunu tutular. Helikoptere girdiklerinde Frankenstein dostane
bir sesle Larissa’yla konuşmaya başladı.
“Patlayıcının ateşleyicisinin yirmi beş kilometrelik bir men­
zili olduğundan sakın uçmaya kalkma. O kadar hızlı değilsin.”
Larissa, “Aklımdan bile geçirmem,” dedi. “Bu kadar eğlenir­
ken bunu asla yapmam.”

295
30
VALHAUA

Siyah Işık helikopteri kuzeye uçup yolcularını İngiltere ve


İskoçya arasındaki sınırdan geçirdi. Pilot helikopteri alçak­
tan uçuruyor ve binaların olduğu alanların üzerinden geçir­
miyordu. İskoç kırsalının yeşil-siyah örtüsü altlarından hızla
geçiyordu. Kuzeybatıya, Fort William’a doğru uçtuktan sonra
dosdoğru kuzeye dönüp sık ormanlara yöneldiler. Duich gölü
üzerinden Shiel nehrine ulaşıp, nehri kuzey yönünde, aynı adlı
vadi boyunca takip ettiler. Helikopter vadinin kuzey ucunda
yavaşladı. Bir süre havada salındıktan sonra gümbürtüyle, kol­
tuklarındaki yolcuları sarsarak yere indi.
Frankenstein emniyet kemerini çözdü. Hırçın bir sesle, “Şu
işi bir an önce bitirelim,” dedi.
Helikopterin yana doğru kayarak açılan kapısından gür
çimlere adımını attı. Onu sırayla Morris, Jamie ve Larissa iz­
ledi. Jamie kapı rayını tuttuğunda kısa bir an için elinin üze­
rine vampir kızın elinin kapanmasıyla içini bir sıcaklığın
kapladığım hissetti. Sonra yere ayak basıp kendisini bekleyen
Frankenstein’a yöneldi. Gözlerini Morris’in elindeki ateşleyici­

296
19. D E P A R T M A N

den ayırmayan Larissa onu izledi.


Küçük bir köyü andıran bir yere varmışlardı; dere yata­
ğından ovanın gerisindeki yamaçta yükselen ormana uzanan,
birbirlerine mesafeli ahşap binalar vardı. Shiel’in berrak suları
yanı başında uğuldayarak çalışan küçük bir jeneratör olan tah­
ta bir çarkı döndürüyor, bir dizi kablo çimlerin arasından ge­
çerek köye doğru giden yolda kayboluyordu. Jamie fundaların
düzensiz aralıklarla kablolara dolanarak bir çeşit dekoratif ka­
muflaj vazifesi gördüğünü fark ederek şaşırdı. Hemen önlerin­
de çimlere gömülü, etrafına sarmaşıklar ve çiçekler dolanmış
metal bir kemer vardı. Kemerin tepesinde, yeşil bir kordonla
tutturulmuş ince dallarla yazılmış bir sözcük vardı.
Jamie yazıyı okudu: “Valhalla.” Larissa’ya baktı. “Neresi bu­
rası?”
Vampir ona gülümsedi.
“Yanıtları bulacağımız yer,” diye yanıt verdi.
Frankenstein, “O zaman işe koyulalım,” deyip dökme ke­
mere doğru yürüdü. Larissa hızla onun arkasında yürürken
Jamie ve Morris onları biraz geriden takip ediyordu.
Kemerden geçip Valhalla’nın ana caddesi gibi görünen yere
vardılar. Çukurlu toprak yolun iki yanında İki üç katlı ahşap
evler vardı. Ayaklar, toynaklar ve tekerlekler yolun üzerindeki
çimleri koparmıştı. İçlerinde basit ahşap küpler kadar lükse
kaçan, yüksek sundurmak ve kiremit kaplı meskenler de olan
en az otuz ev vardı. İki yanında özenle budanmış çiçek tarh­
ları, bakımsız çalılar ve iplere dizilmiş, farklı renklerde am­
pullerin olduğu yol hafif bir eğimle yükselip yuvarlak, açık bir
alana uzanıyordu. Yol bu açıklığa kavuştuktan sonra sola ve
sağa ayrılarak bir T şekli oluşturuyordu; yamacın alçakta kalan
kısımlarında, dolaşık katırtırnakları ve gür fundalar arasında
başka binalar da göze çarpıyordu.

297
W ILL HIL L

Açıklığın arka tarafında, yola tepeden bakan ahşap bir ev


vardı. Ahşap basamaklar köyün bu en büyük binasının, için­
de iki bankın olduğu uzun verandasına uzanıyordu. Banklara
oturan kişilerin Valhalla’yı ırmaktan vadinin doğu yamacına
kadar görmeleri mümkündü.
Yolda ilerlerlerken Morris, “Neden bu yer hakkında hiçbir
şey bilmiyoruz?” diye sordu.
Jamie, “Anlaşılan Amiral Seward bir şeyler biliyormuş,” diye
yanıt verdi. “Acaba başka kimler biliyor?”
Yürüyüşleri esnasında birçok evin kapısı açıldı ve insanlar
onların geçişini izledi, jamie hemen onların vampir olduklarını
anladı: Rahat tavırlarla kapı eşiklerinde dikiliyorlardı ve çev­
relerine neredeyse gelenleri hoş karşıladıklarını hissettirecek
bir dinginlik yayıyorlardı. İçlerinde kadınlar, erkekler, gençler,
yaşlılar ve her ırktan ve renkten vampirler vardı. Bazılarının
üzerindeki tişörtler ve blucinlerin yıpranmışlığmdan yıllarca
açık havada çalıştıkları anlaşılıyordu. Diğerleri ise takım elbise
ve kravat veya gömlek ve pantolon giyiyordu. Kırklı yaşarlm-
da, saçları ağarmış bir vampir çıplaktı; duvarlarına rengarenk
çiçek ve su resimleri çizilmiş bir evin dışında rahat tavırlarla
dikiliyordu. Jamie yürürken kendisini onlara selam verir halde
buldu. Vampirler de ona başlarını sallayarak ve gülümseyerek
karşılık verdiler.
Larissa yolun ilerisine işaret edip, “Biri geliyor,” dedi.
Yirmili yaşların sonlarına yaklaşmış; üzerinde şık, kömür
karası bir takım elbise ve parlak kırmızı bir kravat olan bir
vampir onlara doğru yaklaşıyordu. Yanı başında, küçük bir fi­
gür durgun havada uçuyordu. Jamie, Larissa’nın derin bir nefes
aldığını duydu.
Havada uçan beş altı yaşlarında bir oğlandı. Üzerinde bir ti­
şört ve yıpranmış bir şort vardı. Sevecen gülümsemesi Larissa’yı

298
19. D E P A R T M A N

görmesiyle silindi.
Oğlan yumuşak bir sesle, “Benden hesap sormak için döne­
ceğini biliyordum,” dedi.
Larissa, “Merhaba, John,” diye yanıt verdi. “Seni tekrar gör­
mek güzel.”
Jamie, “Tekrar mı?” diye sordu. “Siz birbirinizi tanıyor mu­
sunuz?”
Vampir çocuk, “Daha önce karşılaşmıştık,” dedi. “Yıllar önce.”
Jamie, “Ne zaman?” diye sordu. “Nasıl?”
Larissa yumuşakça, “Dönüştürüldüğüm gün,” dedi. “Nere­
ye gideceğimi bilemiyordum, bu yüzden parka döndüm ve...”
Takım elbiseli vampir araya girip, “Lütfen,” dedi. “Hikaye­
nin müthiş olduğuna eminim ama burada bazı kurallarımız
var. Yanında bizden biri olmayan hiç kimse öylece gelemez bu­
raya. Üzgünüm ama kim olduğunuzu ve burada ne aradığınızı
sormam gerek.”
Frankenstein sessiz vadide gürleyen sesiyle ona yanıt verdi.
“Ben 19. Departman’dan Victor Frankenstein. Bunlar da
yine Siyah Işık’tan Jamie Carpenter ve Thomas Morris. Bu kişi
de sizden biri olan Larissa.”
“Peki burada ne işiniz var?”
Larissa, “Grey e bazı sorularımız olacak,” dedi. “Burada mı?”
Vampir, “Evet,” dedi. “Bir süredir burada değildi ama üç gün
önce eve döndü.”
Larissa dişlerini gösterdi.
Bunu yaptığını sadece Jamie görmüştü. Jamie başını yana
yatırınca Larissa ona hızla başını iki yana sallayarak karşılık
verdi.
Vampir yüzünde yayvan bir gülümsemeyle, “Sizlerle tanış­
mak bir zevk,” dedi. “Adım Lavvrence, bu da John Martin.”
Jamie kendisini daha fazla tutamadı. Bu tuhaf, cennet gibi

2 99
W I LL H I L L

köy onu etkisi altına almıştı. Binalardan ve mukimlerinden


yayılan huzur, saadet, hoşnutluk ve mutluluk neredeyse elle
tutulacak kadar yoğundu.
“Burası neresi?” diye sordu.
Lawrence ona gülümsedi. “İskandinav mitolojisinde, Val-
halla kahramanların öldüklerinde gittikleri yerdi. Burası ise
bir daha insan kanı içmeyeceklerine yemin eden vampirler için
Valhalla’nm dengi; huzur içinde yaşayabilecekleri bir yer.”
Köyün diğer ucunda çitle çevrilmiş bir alana işaret etti. Ay
ışığı altında parlayan siluetleriyle bir sığır sürüsü yemyeşil
çimlerin üzerinde otluyordu.
“Valhalla’nm sakinlerinin ihtiyacı olan tüm kanı sağlıyorlar.
Burada her yaştan, cinsiyetten ve uyruktan vampirler yaşıyor.
Ne zaman isterlerse buraya gelebilirler; ama bir tek şarta uyma­
ları gerekir, bir insana asla zarar vermemelidirler.”
Kolunu onlara doğru uzattı. Sol kolunun iç kısmında ince
bir V harfi vardı.
“Bu Valhalla’nm işareti. Beni 1967’de buraya, köyün kuru­
cusu olan Grey getirdi. Yıllarca buradan uzak kalsam bile kö­
yün kapıları bana hep açık olur.”
Jamie dövmeye bakıp Larissa’ya kaşlarını çattı. Onun bakış­
larını yakalayan Larissa başını iki yana salladı.
Morris, “Burada işler nasıl işliyor?” diye sordu. “Burası bir
tür komün mü?”
Lawrence güldü. “Esasen, evet,” diye yanıt verdi. “Kuralımı­
za uymayı kabul eden herkese kapımız açıktır. Bazıları hafta­
lar, bazıları yıllar, hatta bazıları on yıllar boyunca burada ka­
lır. İhtiyacımız olan elektrik enerjisini üretir, bize kan sağlayan
sürüleri otlatırız; köyün tüm sakinlerinden Valhalla’da işlerin
yürümesini sağlamak için üzerlerine düşen katkıları sağlama­
ları beklenir. Bunun dışında ne isterlerse yapabilirler.”

300
19. D E P A R T M A N

Jamie gülümseyerek, “Kulağa çok hoş geliyor,” dedi.


Lawrence, “Dünyanın en güzel yeridir burası,” dedi. “Haya­
tım boyunca dünyanın büyük bir bölümünü görmüş olsam da
buraya yeğleyeceğim hiçbir yer yok.”
Frankenstein, “Bu bana altmışlı yıllar saçmalıkları gibi gel­
di” diye mırıldandı.
Lawrence ona sert bir bakış attı. “Burası huzurlu bir yaşam
sunuyor,” dedi. “Bu sana saçma geliyorsa senin adına üzgü­
nüm.”
Frankenstein homurdansa da başka bir şey söylemedi.
Lawrence, “Beni izle,” dedi. “Seni Grey’e götüreceğim.”
Vampir onları açıklığa giden yola yönlendirdi. Lawrence’ın
yanından uçan John Martin, Larissa’ya endişeli bakışlar atıyordu.
Frankenstein alçak sesle, “Şu Grey,” dedi. “Bizi buraya onu
görmeye mi getirdin?”
Larissa başını salladı.
“Kendisi tam olarak kim oluyor?”
Larissa, “Bilinen en yaşlı İngiliz vampir,” diye yanıt verdi.
“Yaklaşık iki yüz yıl yaşında; bize faydası dokunabilecek bir
şeyler bilecek biri varsa odur. Ayrıca, Alexandru’dan ve onun
gibi tüm vampirlerden nefret eder. Onlar Valhalla’nm temsil
ettiği her şeyin zıttı. Galiba öyle.”
Jamie, “Daha önce buraya geldin mi?” diye sordu.
Larissa başını iki yana salladı.
“Neden? Neden Alexandru’yu bırakıp buraya gelmedin?”
Larissa güldü. “Onu duydun. Yanında Valhalla’nm sakin­
lerinden biri olmadan seni içeri almazlar. İşin aslı, bu yerin
gerçekten var olduğundan emin bile değildim. Sadece bir efsa­
neden ibaret olduğunu sanıyordum.”
Larissa başını öne eğdi. Yolun sonundaki açıklığa girerler­
ken Jamie’nin gözleri üzerindeydi.

301
W I LL HI LL

Açıklığın kuzeybatıda kalan köşesinde, yamaca kurulu,


önü açık, metal bir baraka vardı. Barakanın içine, yanında ka­
dim görünen bir saban, gübre ve çim tohumları olan bir trak­
tör park edilmişti. Geniş evin basamaklarını çıkıp, içeri giren
Lawrence’ı verandada beklemeye koyuldular.
Bir dakika sonra dönen Lawrence onlara Grey’in kendileri­
ni kabul edeceğini söyledi.
Peşinden eve girdikleri Lawrence kapıyı arkalarından ka­
pattı. Tamamen ahşap, geniş, kare bir oturma odasında dikili­
yorlardı. Ayaklarının altında, düzensiz yerleştirilmiş döşeme­
ler gıcırdıyordu. Duvarlar parlak beyaz renge boyalıydı. Yapıda
şaşırtıcı ölçüde bir ev havası vardı; zeminin ortası bir halı se­
riliydi, pencerelere kırmızı perdeler asılıydı ve kapıya bakan
köşelerde iki el yapımı kitaplık vardı. Kitaplıkların içi bazıları
en az yüz yıllıkmış gibi, diğerleri ise yeni görünen kitaplarla
doluydu. İki kapı evin iç odalarına açılıyordu. Lawrence kapı­
lardan birine doğru yürüyüp başında bekledi.
Sesinde özür dilediğini hissettiren bir tonla, “Sadece Bay
Carpenter ve Bay Frankenstein içeri girecek,” dedi. “Grey ka­
labalıktan hazzetmiyor, ayrıca söyleyeceklerinin sadece ikinizi
ilgilendireceğini düşünüyor.”
Morris ağzını açıp itiraz edecek olsa da Jamie’nin uyaran
bakışları onu durdurdu. Larissa başını salladı.
Lawrence, “Lütfen beklerken evindeymişsiniz gibi davra­
nın,” dedi. “Beyler, lütfen benimle gelin.”
Jamie ve Frankenstein, Lawrence’m açtığı kapıdan içeri girdi.
Çalışma odasına Valhalla’nm gerisinde yükselen tepeye ba­
kan geniş bir pencere hâkimdi. Pencerenin önünde el yapımı
bir masa duruyordu ve bu kabaca yontulmuş ahşap yüzeyin
arkasındaki sandalyede içeri girdiklerinde onlara gülümseyen
Grey oturuyordu.

302
19. D E P A R T M A N

dedi. “Ama sadece sen. Alexandru beş gün önce, Jamie ve an­
nesine saldırmadan evvel sana bir sipariş verdi. Siparişini al­
maya ne zaman geldi.”
Gözlerini canavara diken Kimyacı, “Üç gün önce,” diye
homurdandı. “Ancak tedarik edemeyeceğim kadar büyük bir
siparişti. Yeni mallar hazırlamam gerekiyordu. Çok ama çok
kızdı.”
“Demek o geldiğinde siparişi hazır değildi?”
“Ne de zekisin.”
“Buradan ayrılıp sonra siparişi için geri mi döndü?”
“Bu çok da misafirperver bir tavır olmazdı, değil mi? Özel­
likle de en iyi müşterilerimden birine karşı.”
Olup bitenleri anlayan Jamie’nin zihninde bir şimşek çaktı.
Sesi bir fısıltıdan biraz daha güçlü çıkan, “Burada kaldı, değil
mi?” diye sordu. “Sen siparişi hazırlarken o burada kalıyordu
demek?”
Kimyacı oturma odasının zeminine kan tükürüp gözlerini
Jamie’ye dikti.
“Bu doğru, seni küçük velet. Alexandru, Anderson ve gani­
meti buradaydılar.”
Ganimeti mi?
Jamie, “Annem...” dedi. “Mutluluk’u üretmeni beklerken
annemi burada tutmuş. Sen de buna göz mü yumdun? Nasıl
yapabildin bunu?”
Kimyacı, “Alexandru istediği şeyi, istediği zaman yapabilir,”
diye yanıt verdi. “Basit bir insan uğruna ona kazık atmam.”
Öfkeyle dolan Jamie Kimyacı’nın üzerine atıldı. Larissa hız­
la önüne geçip yumruklar ve tekmeler savurmaya çalışan oğla­
nı tutup geri çekti.
Jamie, “Basit bir insan mı?” diye gürledi. “O basit insan de­
diğin benim annem, seni iğrenç yaratık! Hayatı boyunca karın-

32 7
W ILL HIL L

çayı incitmemiş, tüm bu olanlarla hiçbir ilgisi olmayan annem.


Sen de onu evinde tutmasına izin verdin demek? Seni öldüre­
ceğim!”
Frankenstein, Jamie’ye anlayış dolu bir bakış atıp Kimyacı’ya
döndü.
“İşin ne zaman bitti? Buradan ne zaman ayrıldılar?”
Vampir canavara vahşi bir tatmin ifadesiyle baktı.
“Dün. Siz yanıma gelmeden iki saat önce.”
Bu sözler karşısında direnme gücünü kaybeden Jamie,
Larissa’mn kolları arasında hareketsizleşti.
Az farkla. Çok az farkla kaçırmışız Birkaç saat önce gelsek an­
nem burada olacakmış. Bu katlanılmaz bir düşünce.
Frankenstein’m Kimyacı’ya Alexandru’nun nereye gittiği­
ni sorduğunu duydu. Canavarın sesi, suyun altında konuşu­
yormuş gibi uzaktan ve boğuk geliyordu. Kendisine sarılan
Larissa’mn yanağını yanağına dayadığını, bedenini saran be­
deninin sıcaklığım hissetse de bu onu heyecanlandırmadı. La-
rissa onu bırakacak olsa yere yığılacaktı; bunu biliyordu; onu
ayakta tutan sadece oydu.
Kimyacı, “Kuzeye doğru gittiler,” diye yanıt verdi. “Alexand-
ru adamlarının kalanını parti gibi bir şeyin hazırlıklarını yap­
maları için önden gönderdi. Tek bildiğim bu.”
Jamie, Larissa’nın kaslarının bir an için gerildiğini hissetti.
Larissa Jamie’nin arkasından yumuşak bir sesle, “Nereyi
kastettiğini biliyorum,” dedi. “Ben de oraya gitmiştim. Nereyi
kastettiğini tam olarak biliyorum.”
Jamie, “Nereye gitmiştin?” diye sordu. “Neden bahsediyor?”
“Üsse döndüğümüzde gösteririm.”
“Neden hemen söylemiyorsun?”
“Evcil canavarına beni parçalara ayırtasın diye mi? Hiç san­
mıyorum.”

328
19. D E P A R T M A N

Frankenstein gözlerini devirip evini işgal edenlere düşman­


ca bakan Kimyacı’dan uzaklaştı.
Başıyla elindeki ateşleyiciye işaret ederek, “Aslında buna
basmalıyım,” dedi. “Tanrı biliyor ya, dünya yokluğunu hisset­
meyecektir. Yine de bunu bir iyilik gibi görebileceğinden bunu
hak etmediğini düşünüyorum.”
Siyah Işık timinin diğer üyelerine bakıp kapıya doğru ha­
reketlendi.
Larissa, “Ayağa kalkabilir misin?” diye fısıldadı. Jamie başını
salladı. Kızın serbest bıraktığı Jamie bir an sendeledikten sonra
kapıya doğru yürüdü. Larissa ve Morris onu izlerken, Fran­
kenstein, gözlerini ona öldürecekmiş gibi bakan Kimyacı’ya
odaklanmış halde, geri geri yürüyerek onların peşinden gitti.
Kimyacı’yı, “Biz gidene kadar yerinden kıpırdama,” diye
uyardı. Ardından oturma odasının kapısını kapatıp kendisi­
ni bahçedeki patikada bekleyen üç figüre katıldı. Hep birlikte
önce kapıya, sonra da yolu izleyerek kendilerini bekleyen araca
doğru koştular.
Morris, “Bu olanlar da neydi...” diye lafa girse de Frankens­
tein onun sözünü kesti.
“Şimdi olmaz, Tom. Olanları arabada tartışırız. Tamam mı?”
Yolda yürürken Jamie’nin kafasının içi ıstırap ve çaresizlikle
dolu, ayakları kurşun gibiydi. Arabanın yanına vardıklarında
Larissa’ya baktı ve nefesi kesildi.
Kızın gözleri koyu, saydam bir kızıla bürünmüştü.
Larissa aniden hareketlendi.
Daha Jamie ne olduğunu bile anlamadan oğlanı bileğinden
kavrayıp ateşleyiciyi tutan parmaklarını araladı. Cihazı kolay­
ca elinden aldıktan sonra gece göğünde gözden kayboldu.

329
33
DARAGAC1NA GİDEN YOLDA

Cipe sessizlik hâkim olmuştu.


Direksiyonun gerisindeki Thomas Morris aracı Siyah Işık üs­
süne ve içlerinden hiçbirinin cevaplamaya hevesli olmadığı bir
dizi soruya doğru sürüyordu. Frankenstein önde oturmuş, kır
manzarasını izliyordu; aracın güçlü motoru mesafeleri hızla kat
ederken düz manzara yanlarından büyük bir hızla geçiyordu.
Nihayet Morris söze girdi.
“Başımıza en kötü ne gelebilir?”
Frankenstein içinde derin bir homurtu sezilen bir kahkaha
attı. “Sence?” diye yanıt verdi. “İzin almadan bir vampiri üsten
çıkartarak yöneticinin kesin emirlerine itaat etmediğimiz yet­
mezmiş gibi bir de onu elimizden kaçırdık. Yalan söyleyip bir
helikopter ve pilot tahsis ettirdik ve bizi Jamie’nin annesine götü­
rebilecek tek kişiyi kaybettik. Bence bu epey kötü. Sen ne dersin?”
Morris kasvet içinde, gözlerini karanlık yola dikerek başını
salladı.
Jamie cılız bir sesle, “Her şey bitti, değil mi?” diye sordu.
“Onu asla bulamayacağız.”
Frankenstein koltuğun baş dayanağının gerisinden başını
çıkarıp ona baktı. “Sana onu bulman için yardım edeceğim sö­

330
1 9. D E P A R T M A N

zünü vermiştim,” dedi. “Elimden geleni yapmaya devam edece­


ğim. Ancak bu geceden sonra bundan böyle muhtemelen bu işi
yalnız yapacağımız gerçeğine kendini hazırlaman gerek. Tabii
Amiral Seward’ın bizi tutuklamayacağını varsayarsak. Bunu
yapması da gayet olası.”
Jamie başını salladı. Farklı bir yanıt almayı ummuyordu.
Büyük bir hata yapmıştı; Larissa kaçtığı gibi kendisine inanan
ve yardımcı olan iki adamın kariyerlerini tehlikeye atmıştı.”
“Seward’a hepsinin benim fikrim olduğunu söyleyeceğim,”
dedi. “Tüm suçları üstleneceğim.”
Frankenstein, “Çok hoş bir jest,” dedi. “Yine de hiçbir şeyi
biraz olsun değiştirmez bu. Onu hücresinden çıkarmana asla
izin vermemeliydik. Seward, Torridaki hücre şifresi olmasa
bunu yapamayacağını biliyor. Hepimiz bu işin içindeyiz.”
Morris homurdanarak cipi motorlu araçlar garajına doğru
çevirdi. Sollarındaki RAF Mildenhall Hava İstasyonu’nu geçip
onları ormandan Halka’ya götürecek olan son dönemece sap­
tı. Uzun Mildenhall pistine yönelen bir C-130 Herkül devasa
karnında yanıp sönen ışıklarıyla, kükreyerek yolun üzerinden
geçti. Dev uçak tepelerinde gürlerken cip sarsıldı. Ardından
arabanın çatısında bir gümbürtü duyuldu ve Morris asfalt yol­
dan çıkmamak için direksiyonu hızla çevirdi. Frene sertçe ba­
sıp arabayı yolun kenarında durdurdu.
Frankenstein, “O da neydi?” diye sordu. Hemen sonra ara­
banın Jamie’nin oturduğu tarafındaki kapısı açıldı ve Larissa
arabanın tepesinden hiç zorlanmadan sallanarak onun yanma
oturdu.
Tatlı bir sesle, “Beni özledin mi?” diye sordu.
Frankenstein kemerinden çektiği Cirit’i kızın gırtlağına da­
yadı. Larissa silahı kolayca onun elinden kapıp açık kapıdan
dışarı attı. Canavar bu kez kazığına uzanınca Jamie bağırarak

331
W ILL HI L L

ona durmasını söyledi ve Larissa’ya çıkışmaya koyuldu.


Öfkeden kıpkırmızı kesilmiş halde, “Nerelerdeydin?” diye
sordu. “Ne yaptığını sanıyordun?”
Larissa, “Ben de seni gördüğüme memnun oldun,” deyip si­
lindir şeklindeki ateşleyiciyi Jamie’nin eline tutuşturdu. Jamie
cihaza aval aval baktı. Larissa, “Kimyacı’mn doğruyu söyledi­
ğinden emin olmak için gittim,” diye devam etti. “İçimden bir
ses size niyetimi söylesem bana inanmayacağınızı söylüyordu.”
Frankenstein güldü.
“Bu kesinlikle...”
Larissa, “Seninle konuşmuyorum,” diye araya girdi. “Jamie’yle
konuşuyorum.”
Jamie önce arabanın ön koltuğundan kendilerine bakan kız­
gın, gri-yeşil yüze, sonra da Larissa’mn sakin ifadesine baktı.
“Ve?” diye sordu. “Doğruyu söylüyor muymuş?”
Larissa başını salladı.
“Evet. Nerede olduklarını tam olarak biliyorum.”
Morris sürücü koltuğundan başını uzattı.
“Sana inanmamızı nasıl bekleyebiliyorsun?” diye sordu.
Larissa, “Bir şey beklediğim yok,” diye yanıt verdi. “Bizi üsse
geri götür ve bir uyduyu Northumberland üzerine getir. Böyle-
ce kendi gözlerinizle görebilirsiniz.”

Kimlik teyidinin yapıldığı tünelden geçip hangarın önündeki


geniş, asfalt yarım daireye ulaşmaları doksan saniyeden kısa
dürdü. Ancak bu süre zarfında etraflarını bir karşılama komi­
tesi kuşatmıştı bile.
Morris cipi durdurdu ve dört yolcu arabadan çıktı. Yanları­
na önce kıpkırmızı yüzüyle her an patlayabilirmiş gibi duran
Amiral Seward geldi.
Sesi öfke dolu amiral, “Nereden başlasam bilemiyorum,” dedi.

332
19. D E P A R T M A N

“Bu departmanda geçirdiğim yirmi yıl boyunca böyle ser­


keşlik, böyle rezil pervasızlık görmedim. Aslında aptallığın da­
niskası desem yeri!”
Morris, “Efendim...” diye söze girse de Seward bağırarak onu
susturdu.
“Bir şey söyleme!” diye bağırdı. “Tek bir kelime etmeyin,
duydunuz mu beni? Hiçbiriniz!”
Elini yanında beliren iki ajana doğru salladı.
“Kızı derhal hücresine götürün,” dedi. “İzniniz olmadan gö­
zünü kırpacak olsa yok edin onu.”
Ajanlardan biri Cirit’ini çekip Larissa’nın göğsüne yasladı.
Diğeri sert hareketlerle ateşleyiciyi Jamie’nin elinden aldıktan
sonra diğer elini Larissa’nın sırtına dayayıp onu hangara doğru
iteklemeye başladı.”
Jamie çaresizce Frankenstein’a baktı. Canavar gözlerini ko­
caman açarak Jamie’yi ağzını açmaması için uyardı. Yöneticiyle
o konuşacaktı.
Frankenstein, “Amiral,” dedi. “Kız, Alexandru Rusmanov’un
yerini bildiğini söylüyor. Hücresine gitmeden önce bahsettiği
yeri bize göstermesine izin verin.”
Seward buz gibi bir sesle, “Bana ne yapacağımı mı söylüyor­
sun, Albay?” diye sordu.
Frankenstein, “Hayır, efendim,” dedi. “Sadece öncelikli bir
Al hedefi elimizden kaçırmamıza neden olacak eylemlerde bu­
lunmamanızın doğru olacağını söylüyorum, efendim.”
Seward öne doğru bir adım atıp canavarın yüzüne dik dik
baktı. “Bu durumun ne kadar ciddi olduğunun farkında mı­
sın?” diye sordu. “Bugün yaptıklarınızdan dolayı sizi askeri
mahkemeye gönderebilirim. Geri kalan ömrünüzü parmaklık­
lar ardında geçirmenizi sağlayabilirim.”
Canavar, “İnanın ki efendim...” diye söze girdi. “Olası so-

333

k
W ILL H IL L

nuçlann gayet farkındayım.”


Bir süre bakışmalarının ardından Seward Larissa’yı götüren
ajanlara durmalarını emretti.
Yönetici, “Beş dakika,” dedi. “Sonra hücresine dönecek. Bize
bir şey göstermiş olsa da olmasa da.”

Amiral Seward 19. Departman’ın Harekât Odası’nm ortasında


dikilmiş, duvarlardan birini tamamen kaplayan devasa bir ek­
rana bakıyordu. Frankenstein, Jam ie ve Morris sessizce birer
masaya oturmuş bekliyordu. Üzerine iki ajanın silahlarını doğ­
rulttuğu Larissa uzakta kalan duvara yaslanmış, ayakta diki­
liyordu. Bahsettiği yeri bir klavyenin tuşlarına basan genç bir
istihbarat subayına tarif etmişti. Sevvard gözlerini bileğindeki
gümüş kol saatine dikmiş sessizce ayakta bekliyordu. Birkaç
saniye sonra, Frankenstein’a bakıp gülümsedi ve dört parma­
ğını havaya kaldırdı.
“Efendim, Faslane üzerinde eş konumlu bir uydumuz var,”
dedi. “Onu hareket ettirmeme izin veriyor musunuz?”
Seward, “İzin verildi, teğmen,” dedi. “Devam edin.”
“Efendim, hedefe ulaşmaya doksan saniye var.”
“Çok iyi.”
Ekran aniden hayat buldu ve içinde HMNB Clyde’ın çarpı­
cı, yüksek çözünürlüklü görüntüsü belirdi. Birleşik Krallık’ın
nükleer Trident denizaltılarının yuvası olan deniz üssü Gare
Gölü’nün doğu kıyısı boyunca, Clyde Körfezi’nin kuzeyine,
Glasgovv’un kırk kilometre batısına dek uzanıyordu. Jam ie var­
lığı son derece gizli tutulan bir Skynet 6 uydusundan aktarılan
canlı görüntünün detayı karşısında hayrete düşmüştü.
Sonra resim başta yavaş, uydunun motorlarının hareke­
te geçmesiyle ise giderek hızlanarak hareket etmeye başladı.
Uydu doğu-güneydoğu yönünde ilerleyip güney İskoçya üze-

334
19. D E P A R T M A N

rinden İngiltere’nin kuzeyine yöneldi. Cheviot Tepeleri’nin


üzerinden geçip Alnwick’e yaklaştığında yavaşladı ve alışveriş
şehrinin eteklerindeki görkemli bir kır malikânesinin üzerin­
de durdu. Uydunun güçlü kameraları ekranı dolduran binaları
yaklaştırınca çözünürlük daha da arttı.
H harfi biçimindeki geniş bir evin etrafı bir dizi ek binay­
la; ahırlar, barakalar ve garajlarla çevriliydi. Bu binalar ağaç
kümeleri ve özenle budanmış bahçeler arasından geçen çakıl
kaplı yollarla birbirlerine bağlanıyordu. Evin arkasındaki bir
kum havuzu ve bir çift futbol kalesinin yanındaki salıncak net
bir şekilde seçiliyordu.
Hareket eden hiçbir şey yoktu. Görüntü bir fotoğraf kadar
hareketsizdi.
Seward saatine baktı.
“Bir dakika,” dedi.
Jamie, Frankenstein’a endişe dolu bir bakış attıktan son­
ra gözlerini Larissa’ya çevirdi. Kızın ekrandakilere hiç dikkat
etmediğini görüp şaşırdı. Larissa dosdoğru ona bakıyordu.
Jam ie’nin gözleri onunkilerle kavuşunca Larissa gözlerini ka­
çırmaya veya başka bir yere bakıyormuş gibi yapmaya yelten­
medi. Sadece onun bakışlarına aynı şekilde karşılık vermişti.
Gözleri sakin bakıyordu; yüzü soluk ve cildi kusursuzdu.
Ona sonsuza dek bakabilirim.
İstihbarat subayının, “Temas var,” demesiyle büyü bozuldu.
Harekât Odası’ndaki tüm gözler ekrana çevrildi. Evin ana
binasıyla ek binaları arasında iri, kambur bir figür yürüyordu.
Frankenstein, “Bu Anderson,” diye fısıldadı.
Seward’ın, “Kimliği teyit edin,” demesiyle teğmen, önünde­
ki panelden çıkan küçük kumanda kolunu eline aldı. Uydunun
kamerasını kuzeye, figürün ilerlediği yöne doğru yönlendirerek
görüntüyü azami ölçüde yakınlaştırdı. Adam (bu bir adamdı;

335
W I LL HI L L

kelleşen başı artık net bir şekilde görülebiliyordu) hızla yürüyor­


du. Başı dik, omuzlan gerideydi. En fazla sekiz kilometre doğu­
daki uzun kumsallardan birinde bir akşam gezintisi yapıyordu
sanki. Ek binaya geldiğinde bir sola bir sağa bakındı ve yukarıya
baktıktan sonra binanın kapısını açıp gözden kayboldu.
Frankenstein, “Şu görüntüyü dondur!” diye bağırdı.
İstihbarat Subayı geriye sardığı uydu görüntüsünü, adamın
doğrudan onlara bakıyormuş gibi başını geriye attığı milisani­
yede dondurdu. Resim giderek odaklandı ve yuvarlak, çocuksu
bir yüz tüm netliğiyle göründü.
Larissa, “İşte oradalar,” dedi. “Alexandru’nun, Anderson’m
gittikleri yer orası.”
Seward, “Teyit işlemini başlat,” dedi.
Frankenstein homurdandı.
“Efendim, açıkça görüldüğü gibi...”
Departmanın yöneticisi onun sözünü kesip, “İşlemi başlat
dedim” diye araya girdi. “Bugün önsezileriyle hareket eden in­
sanlar yeterince canımı sıktı zaten.”
Teğmen birkaç tuşa basıp bir pencere açtı ve 19. Departman’ın
ana bilgisayarına girdi. Adamın yüzünün donmuş görüntüsü­
nü bir kutunun içine çekip ARAŞTIR ikonunun üzerine klik-
ledi. On saniyeden az bir sürede, bilgisayar sonuçları aktardı.

İlgili k işin in a d ı : ANDERSON, (İLK ADI BİLİNMİYOR)


T ü rü : VAMPİR
Ö n em d ü z e y i : A2
Bilinen işbirlikçileri: RUSMANOV, ALEXANDRU
RUSMANOV, VALERİ
RUSMANOV, İLYANA
Son görüldüğü tarih : 24/3/2007
Bulunduğu yer : BİLİNMİYOR

336
19. D E P A R T M A N

Jamie rahat bir nefes alıp yüzünde minnettar bir ifadeyle


Larissa’ya baktı. Larissa ona gülümseyip, “Söylemiştim,” dedi.
Seward, “Görüntüyü uzaklaştırıp kızıl ötesine geç,” dedi.
Anderson’ın sabit resminin yerini vampirin biraz önce gir­
diği binanın hareketli bir yakın plan görüntüsü aldı. Ardından
görüntü bir kez daha malikânenin tamamını kapsayacak bi­
çimde uzaklaştı. Kızıl ötesi görüşün aktif hale gelmesiyle gö­
rüntü bir dizi renkli çizgiye dönüştü; soğuk ağaçlar ve bahçele­
rin olduğu yerlerde koyu mavi ve siyah dalgalar, H şeklindeki
ana binanın olduğu yerde ise sarı ve turuncu dalgaların arasın­
da hareket eden koyu kırmızı noktalar görülüyordu.
Teğmen, “Orada onlardan en az otuz tane olmalı,” dedi.
Frankenstein koltuğunu çevirip yöneticiye baktı. Seward
çenesini sıkmış, karşısındaki görüntüyü değerlendiriyordu.
Uzun bir sessizliğin ardından konuştu. Canavar rahat bir nefes
alıp gözlerini yumdu.
Sevvard, “Bir saldırı timi kurulsun,” dedi. “Dört mangadan
oluşacak. Tam silahlı ve teçhizatlı. Otuz dakika içinde uçağın
kalkmasını istiyorum.”
Başını eğip önünde oturan adamlara, orada oldukların he­
nüz anımsamış gibi baktı.
“Frankenstein, Morris, siz ikinci ve dördüncü mangalara
komuta edeceksiniz. Carpenter, sen araçta kalacaksın. Seni
burada bırakırdım ama bugün olanları düşününce gözümün
önünde olmanın daha doğru olacağını düşünüyorum.”
Jamie itiraz etmek için ağzını açacak olsa da Seward onu
susturdu.
“Sabrımı daha fazla sınama, genç adam. Bizimle gelmene
izin vererek zaten seni ödüllendirmiş oluyorum. Kararımdan
vazgeçirme beni.”
Jamie ağzını kapattı.

337
W ILL HIL L

Yönetici, “Güvenlik,” dedi. “Kızı hücresine götürüp hangara


brifing verin.”
Aniden, odada koşuşturma başladı. Seward komuta plat­
formundan inip kapıya doğru yürüdü. Larissa’yı göz hapsinde
tutan iki ajan onu omuzlarından tutup üssün derinlerindeki
hücre odasına giden asansöre doğru götürdü. Jamie hızla ayağa
kalkıp ona seslendi. Larissa ona kısa bir bakış attıktan sonra
başını çevirip kendisini götüren ajanlara boyun eğdi.
Jamie, Frankenstein ve Morris’e, “Bu adil değil!” diye bağır­
dı. “Sözünü tuttu.”
Frankenstein, “Buradan gidemez,” dedi. “Gidemeyeceğini
biliyorsun.”
Jamie gözlerini huzursuzca yere diken Morris’e baktı.
“Peki,” diye haykırdı. “Gidip annemi bulalım. Larissa konu­
sunu döndüğümüzde görüşürüz.”

338
34
AV PARTİSİ

Jamie hayatı boyunca 19. Departman’ın saldırı timinin sefer­


berliği gibi bir şeye asla şahit olmamıştı.
Kat Sıfır’da hummalı bir çalışma vardı; geniş zemini dol­
duran, siyah üniformalı, mor vizörlü ajanlar bitişik nizamda
çemberler oluşturmuş, içlerinde Frankenstein ve Morris’in de
olduğu, önlerindeki görevle ilgili brifing veren subayları dinli­
yorlardı. Seslerin uğultusu ve kontrol edilen silahlardan gelen
tıkırtılar sessiz gecede sağır edici bir gürültü çıkarsa da Jamie
sesleri işitmiyordu bile. Dikkatini pistin öte yanındaki büyük
binalara çevirmişti.
Binaların ikisinin kapıları yavaşça açılmasının ardından
asfaltın üzerine vuran parlak, beyaz ışık piste giden beyaz işa­
retleri aydınlattı. Jamie’nin hayret dolu bakışları altında iki de­
vasa şekil ağır ağır ortaya çıktı.
Hangarların içinde çift pervaneli, iri ve şişkin gövdeli iki
helikopter vardı. Öyle yüksek ve geniştiler ki Jamie yerden ha-
valanabildiklerine inanmakta zorlanıyordu; bir kenar mahalle
evi büyüklüğündeki gövdeleri üzerinde kokpitleri küçücük ka-

339
W ILL HILL

lıyordu. Jamie gerisinde Frankenstein ve Morris’in adamlarına


emirler verdiğini işitse de onlara kulak kesilmedi. Operasyona
katılmayacağı, sadece gözlemci rolü üstleneceği açıkça belir­
tildiğinden, birifinglere ve öncelikli hedefleri dinleme gereği
duymuyordu. Ana hangarın açık kapısının geniş kemerinin al­
tında dikilmiş etrafa bakınıyordu.
Yeri göğü inleten iki patlama sesiyle, helikopterlerin motor­
ları harekete geçti. Jamie devasa araçlardan bir futbol sahası
kadar uzakta olmasına rağmen titreşimleri bedeninin içinde
hissetti. Kokpitlerinde ışıkların yanıp söndüğü helikopterlerin
uçuş öncesi kontrolleri gerçekleştiren, inanılmaz ölçüde küçük
görünen pilotlarını seçebiliyordu. İki kuvvetli lastik gıcırtısı­
nın ardından helikopterler dizel motorlarının gücüyle asfaltın
üzerinde ona ve biraz sonra içlerini dolduracak olan saldırı ti­
mine doğru hareketlendi.
Pistin öteki yanma doğru yürüyüp açık ana hangarın par­
lak ışığına doğru ilerledikleri esnada Jamie’den bir şaşkınlık
nidası çıktı. Boeing 747 genişliğindeki iki helikopter en az iki
katlı bir bina yüksekliğindeydi. Birisi normal ebatlarda bir he­
likopterin kokpitini, kanatlarını, iniş takımlarını ve pervane
sistemini alıp devasa bir çelik kutuya yapıştırmış gibiydi.
Uçamaz bunlar. Kesinlikle uçamaz. Çok büyükler
Sonra akima başka bir şey geldi.
Neler oluyor burada? Altmış adam bunların yarısını doldurmaz.
Gerisinde, ana hangarda, Siyah ışık subayları adamlarına
hizaya geçmeleri için bağırıyordu. Jamie dönüp mangaların
birbirlerine eşit uzaklıkta, yüzleri kendilerini bekleyen heli­
koptere dönük dört düzgün çizge oluşturmasını izledi. Heli­
kopterlerin karnından ışıklar çıkarken Jamie’nin önünde uza­
nan gölgesi hareketsiz askerlerin ayaklarına dek uzanıyordu.
Frankenstein, “Jamie!” diye bağırdı. “Yoldan çekil! Yanıma gel!”

340
19. D E P A R T M A N

Jamie kolunu siper ettiği gözlerini kısarak devasa taşıtlara


baktı. İki aracın yan tarafı aşağı doğru açıldı ve asfaltın üzerine
iki geniş rampa indi. Kör edici beyaz ışıkların ötesinde, her
bir rampanın tepesinde iri şekiller olduğunu fark etti. Hemen
sonra, Siyah Işık mangaları rampadan yukarı tırmanmak için
helikopterlere doğru yürümeye başlayınca bir el Jamie’yi ko­
lundan tutup yana çekti.
Frankenstein, Jamie’nin tepesinde belirdi.
Gözlerini oğlana hizalamak için eğilen Frankenstein, “Bu
işi zorlaştıracak mısın?” diye sordu. “Yoksa yolumuzdan çekilip
işimizi yapmamıza izin mi vereceksin? Söyle de bileyim.”
Jamie başını kaldırıp ona baktı. Frankenstein ona merha­
met veya acımayla bakmıyordu; aklı işindeydi.
Tamam. Bildiğin gibi yap. Annemi geri getirecekse bildiğini yap.
Jamie, “Benim için endişelenmene gerek yok,” diye yanıt
verdi. “Yoluna çıkmayacağım.”
Frankenstein ona gülümsedi.
“Sağ ol,” dedi.
Gürültülü pervanelerin altında başlarını eğerek yakındaki
helikoptere doğru koştular. Rampaya tırmanıp iki Siyah Işık
mangasının sekiz sıra halinde doldurduğu dayanıklı uçuş kol­
tuklarına yöneldiler. Frankenstein ve Jamie koltuklarına geçip
emniyet kemerlerini bağladı. Jamie helikopterin içinin genişli­
ğine şaşkınlıktan açılmış gözlerle baktı.
Önünde simsiyah iki zırhlı araç vardı. Devasa ve ağır görü­
nümlü araçların iki yanında kocaman, bir canavar kamyona
aitmiş gibi duran tekerler vardı. Tepelerindeki taretlerden si­
lahlar çıkan araçların önünde hareketli birer projektör vardı.
Araçların gerisinde zırhlı arabaların üzerindeki projektörlerin
üç katı büyüklüğünde, ışın tabancası ve UV bombalarıyla dolu
rafların yanında, zemine ve tavana sağlam bir şekilde tutturul­

341
VVILL H I L L

muş dört ışık daha vardı.


Pervaneler daha da hızlanarak çığlığı andıran bir vızıltı çı­
kardı. Büyük helikopter havaya yükselirken Jamie’nin yanı ta­
rafındaki boş koltuk sallanmaya ve takırtılar çıkarmaya başla­
dı. Saldırı timi kuzeye doğru ilerlerken gün boyunca mücadele
ettiği bitkinliğe yenilen Jamie gözlerini kapattı. Frankenstein’m
ajanlara son kontrollerini yapmalarını emretmesiyle uyandı. Tı­
patıp üniformaları ve miğferleriyle siyah robotlar gibi Jamie’ye
bakan askerler kemerlerinden çıkardıkları silahlarını boşaltıp
tekrar doldurdular ve kılıflarına soktular.
Frankenstein adamlarına bakıp, “Varış noktasına ulaşana dek
tam sessizlik istiyorum,” dedi. “UV topları yerleştirilene ve dört
manga da mevzilenene dek kimse yerinden kıpırdamayacak.”
Askerler hep bir ağızdan, “Anlaşıldı, efendim,” diye bağırdı.
Frankenstein, “Bir şeyi açık seçik ifade etmek istiyorum,” diye
devam etti. “Kahramanlık istemiyorum. İçeri girip hedefleri yok
edecek ve paketi alıp-buradan ayrılacağız. Anlaşıldı mı?”
Paket mi? Annemi mi kastediyor?
“Evet, efendim.”

Helikopterler hedefe bir buçuk kilometre kala, kesilmiş çim­


leri havaya kaldırarak ve otlayan bir inek sürüsünü ürküterek
yere indi. Rampalar indirildi ve Siyah Işık timi harekete geçti.
Sesi yalıtan seramik plakalarla çevrili motorlarıyla, dört zırh­
lı araç sessizce tarlaya doğru ilerledi. Ardından araçların ar­
kasına özel olarak eklenen yuvalara takılmış UV projektörleri
geldi. Mor vizörlerini öne indirmiş, Ciritlerini hafifçe göğüsle­
rine dayamış mangalar araçları izledi. Askerlerin araçlara tır­
manmalarının ardından Frankenstein operasyona katılanlarm
iletişimini sağlayan kapalı devre telsiz sistemini kullanarak
herkesten hazır olduklarını bildirmelerini istedi. Dört manga-

342
19. D E P A R T M A N

mn da hazır olduklarım bildirmesi üzerine Frankenstein ken­


di bindiği aracın sürücüsüne ilerlemesini emretti. Zırhlı araç
tarlada hiç zorlanmadan ilerleyerek dar bir köy yoluna çıktı.
Jamie, Frankenstein’m yanında oturuyordu. Vizörünü kaldır­
mış, silahlarını kontrol etmişti. Varış noktasına yaklaşırlarken,
gergin bir şekilde bacağını bir aşağı bir yukarı sallıyordu.

Malikanenin ana binasının pencerelerinden ışık sızıyor, havaya


müzik ve insan sesleri yayılıyordu.
Siyah Işık askerleri yoldan da evden de görülmeyecek şekilde
araba yolunun dibindeki ağaçların içine bıraktıkları araçlardan
indi. Frankenstein ve Morris, Jamie’nin hiçbir şey anlamadığı
karmaşık bazı el hareketleriyle emirler vererek timi çeşitli nok­
talara dağıttılar. Morris'in komutasındaki birinci manga UV
projektörlerinden birini alıp, yan tarafından yaklaştıkları evin
arkasında, arka kapıyı ve evin etrafını yarım daire şeklinde ku­
şatan ek binaları görecek şekilde mevzi aldı. İkinci ve üçüncü
mangalar da birer projektör alıp binanın yanlarına geçti. Fran­
kenstein mangaların mevzilendiklerine dair sessiz mesajları
alınca kendi mangasını yavaşça eve yönlendirdi. Adamları ağaç­
lar arasında hareket etmeye başlayınca Jamie’ye döndü.
“Orada kal,” diye fısıldadı.
Sonra gülümsedi.
Jamie ne tepki vereceğini bilemeden ona bakakaldı. Cana­
var yanından ayrılıp ağaçlar arasında bir başka gölgeye dönüş­
tü. Jamie, Frankenstein’m ardından birkaç saniye baktıktan
sonra zırhlı araca çıktı.
Projektörlerin harekete geçmesiyle malikâne bir anda kapı­
ları ve pencereleri hedef alan mor UV ışığıyla doldu. Siyah Işık
ajanlarından birinin evin ön kapısını tekmeleyerek açtığını
duyan Jamie, bir milisaniye sonra askerin bu eylemini bir de

343
W ILL HILL

aracın kontrol panelindeki monitörlerden birinde gördü. Siyah


Işık mangalarının eve doluşmasını izlerken ilk bağırışlar ve
çığlıklar gelmeye başladı.
Bunu kendi gözlerimle görmek istiyorum.
Jamie araçtan aşağı atladı ve ağaçların arasından geçip hızla
eve gitti. Binanın önündeki geniş bahçeden geçtiğinde gürül­
tüler iyice artmıştı. Frankenstein’m verdiği tek emre itaatsizlik
eden Jamie ön kapıya ulaştı. Gürültüler lobinin arka tarafındaki
büyük, ahşap oyma bir kapının gerisinden geliyordu. Kapıyı çe­
kip açarken kalbi hızla çarpıyordu ve zihni annesiyle tekrar bir
araya geldiğinde ona ne söyleyeceğini düşünmekle meşguldü.
Karşısına asla servis yapılmayacak bir akşam yemeği için
hazırlanan bir yemek salonu çıktı. Odanın gerisindeki şömine­
de yanan ateşin turuncu ışığı uzun masanın üzerinde asılı olan
gösterişli bir avizede yansıyordu. Ateşin karşısında, smokin­
li ve kokteyl kıyafetli yirmi kadar kadın ve erkek dikiliyordu.
Siyah Işık saldırı timi kalabalığı kuşattı. Askerler omuzlarına
dayalı silahlarını kendilerini protesto eden kalabalığa doğrult­
tular.
Jamie’nin morali bozuldu.
Annesi orada değildi.
Alexandru da.
Jamie odaya bakınırken Frankenstein ışın tabancasını keme­
rinden çekip grubun üzerine mor UV ışığı tuttu. Çoğu feryat
ederken, çoğu erkek öfkeyle bağırdı. Ancak hiçbiri acıyla çığlık
atmamış, açıktaki derilerinden duman yükselmemişti. Yüzü bir
fırtına bulutu gibi kararmış olan Frankenstein bakışlarını kala­
balıktan çevirdi. Jamie onun telsizle konuştuğunu gördü.
Ateşin başındaki adamlardan biri, “Bu rezalet ne anlama
geliyor, öğrenmek istiyorum,” diye bağırdı. Tıknaz adamın
üzerinde dikiş yerleri gergin bir smokin vardı. Yuvarlak yüzü

344
19. D E P A R T M A N

öfkeden kıpkırmızı olan adamın üstdudağında parlak, siyah


bir bıyık titriyordu. “Burası özel bir mülk! Hemen bir açıklama
istiyorum!”
Bir Siyah Işık ajanı öne çıkıp Cirit’inin ucunu adamın göğ­
süne sertçe dayadı. Kadınların çoğu çığlık atarken adam bağı­
rarak geri kaçtı. Dar, siyah bir elbise giyen; güzel bir kadının
omzuna dokunmasıyla, adam bağırmayı kesti.
Frankenstein ajanların arasından çıkıp bir kez daha küçük
kalabalığa seslendi.
“Alexandru Rusmanov nerede?” diye gürledi.
Grubun en önünde duran bir kadın, “Bu ismi hiç duyma­
dım,” diye çıkıştı.
Frankenstein holün uzun duvarlarından birine dayanmış
olan bir masaya doğru yürüdü. Masanın üzerinde bardaklar,
tabaklar ve üzerinde kırmızı tozla dolu cam şişecikler olan gü­
müş bir tepsi vardı. Frankenstein şişelerden birini eline alıp
kadına doğru tuttu.
“Eminim bunun da ne olduğunu bilmiyorsundur?” diye ho­
murdandı. “Yoksa her parti verdiğinizde bir miktar Mutluluk’u
hazır mı bulunduruyorsunuz?”
Yüzünde delice bir gülümseme beliren kadın, “Öyle bir şeyi
ömrümde görmedim, “ dedi. “Ne olduğunu, neden burada ol­
duğunu bilmiyorum ve aksini ispatlamanız için size meydan
okuyorum. Şimdi, neden evimden defolup gitmiyorsunuz?”
Frankenstein şişeyi yere fırlattı. Kırılan şişedeki Mutluluk
küçük, kırmızı bir bulut halinde havaya yükseldi. Konuklardan
bazılarının dökülen toza bariz bir arzuyla baktığını görünce bir
öfke patlamasının eşiğine geldiğini hissetti. Kendisine doğru
yarım adım attığı kadın bir santim bile gerilemedi. Kısık gözleri
ve sakin ifadesiyle canavara bakıyordu. Kıpırdamadan dikilen,
omuzlarından aşağı koyu kırmızı bir kokteyl elbisesi ve beyaz

345
W ILL HILL

bir şal dökülen kadının elleri dar kalçalarının üzerindeydi.


Frankenstein boğuk ve tehditkâr bir sesle, “Alexandru’nun
nerede olduğunu söyleyin, biz de gidelim,” diye yanıt verdi.
Uzunca bir süre bakışmalarının ardından biri grubun geri­
sinden bağırdı.
“Onu asla bulamayacaksın, seni iğrenç canavar!”
Kalabalık yana çekilince az önce yaygara koparan adamı
susturan kadın ortaya çıktı. Kolları ve bacakları uzun ve ince,
kuzguni saçları dar yüzünü iki yandan sarıp omuzlarına dökü­
len kadının akıl almaz bir güzelliği vardı.
Frankenstein eğilip, iri yüzünü kadım nkinin birkaç mili­
metre yakınına kadar getirdi. “Ne dedin?” diye sordu. Sesi yer
değiştiren tektonik plakaların gümbürtüsü gibi çıkmıştı.
Kadın sakince, ‘“Onu asla bulamayacaksın, seni iğrenç ca­
navar’ dedim,” diye yanıt verdi. “O bir Tanrı gibi dünyanın üze­
rinde uçarken sen bir böcek gibi karnının üzerinde sürünüyor­
sun. Onu anlaman, 'bulman veya durdurman olası değil.”
Frankenstein’ın yüzüne yavaşça bir gülümseme yayılırken
kadın ona aynı şekilde karşılık vermekte zorlandı. Frankenste­
in sakince, “Alexandru’nun kalbine kazığı soktuğumda, sıcak
kanı yüzüme püskürürken seni düşüneceğim,” dedi.
Hızla ayağa kalkmasıyla kadın, kendisine vuracağını zan­
nedip geri kaçtı. Canavar ise ona sırtını dönüp hızlı adımlarla
yemek odasını arşınlayıp Jamie’nin eşiğinde dikildiği kapıya
doğru yürüdü.
“Herkes toparlansın,” diye bağırdı. “Buradan defolup gidelim.”
Jam ie canavar yanından geçerken, “Onlar kim?” diye sordu.
Frankenstein tiksintiyle, “Vampir âşıkları,” dedi. “Yardakçı­
lar. Ebeveynine düşkün çocuklar gibi onların peşinden gider;
bir gün hizmetlerinin karşılığını alacakları ümidiyle onlara
para, kalacak yer sağlarlar. Aşağılığın da aşağılığıdırlar.”

346
19. D E P A R T M A N

Siyah ışık timi saldırı anındaki kadar sessiz bir şekilde heli­
kopterlere döndüler. Sesi gergin, öfkesinden hiç konuşamaya­
cakmış gibi çıkan Amiral Seward dört subayı kendi aracına ça­
ğırmıştı. Jamie oturduğu bankta tanımadığı iki Siyah Işık aja­
nın arasında sıkışmış, dört zırhlı aracın üçüncüsünde seyahat
ediyordu. Köy yolu üzerinden uçuş noktasına yaklaşırlarken
fikir teatisi başladı.
Jam ie’nin sağındaki ajan, “Bir grup lanet hayran. Birisi
Alexandru’ya haber sızdırmış olmalı,” dedi.
Diğeri “Öyle mi dersin?” dedi. “Bunu ilk ne zaman anladın?
Orada göremeyince mi?”
İlk ajan, “Cehenneme kadar yolun var,” dedi.
Dakikalar boyunca sessizce yol almalarının ardından son
konuşan ajan bir kez daha konuştu.
“Yönetici mutlu görünmüyordu,” dedi.
Jam ie’nin karşısında oturan ajan, “Bu...” diye söze girdi; “...
yılın en hafif ifadesi olmalı.”

Gece yarısı Halka’ya geri döndüler.


Yorgunluktan bitmiş askerler dağılıp asansörlerin yolunu
tutmuştu. Jamie, Frankenstein ve Morris ise Harekât Odası’nda
Amiral Seward’m genel kurmay başkanıyla yaptığı telefon gö­
rüşmesinin bitmesini bekliyorlardı.
On dakika sonra yanlarına gelen yönetici öfkeden bembe­
yaz olmuştu. Boynundaki ve elinin üzerindeki damarlar sicim
sicim meydana çıkmıştı. Odanın ön tarafına doğru yürüyüp
sakinleşmeye çalışırm ış gibi derin bir nefes aldı.
Elinden geldiğince öfkesine hâkim olmaya çalışan bir ada­
mın ses tonuyla, “Eminim size bu gece olanların bu departman
için korkunç bir utanç olduğunu söylememe gerek yoktur,”

347
W ILL HIL L

dedi. “Bunu söylememe gerek var mı?”


Hepsi birden, “Hayır, efendim,” dedi.
“İyi. Bu iyi. Tek tesellimiz tutukladığımız erkeklerin ve ka­
dınların varlığımızdan haberdar olmaları ve dolayısıyla halk­
la ilişkilerimizin asgari düzeyde zarar görmüş olması. Ancak
kariyerlerinizin ve benim kariyerimin göreceği zarar çok daha
fazla olabilir.”
Yumruklarını birkaç kez sıkıp gevşetti.
“Bu felaketin nasıl gerçekleştiğini belirleme işini size bırak­
sam da yanıtı hepimizin bildiğinden eminim. Sabaha bu olayın
nasıl vuku bulduğunu anlatan bir raporu masamda istiyorum,
aksi takdirde istifalarınızı bırakırsınız. Anlaşıldı mı?”
Yöneticiyi onaylamalarının ardından Seward katı bir tavırla
başını salladı.
“Soruşturmanıza hücre odasından başlamanızı öneriyorum.
Bunun dışında bir şey söylemeyeceğim. İyi geceler, baylar.”
Sevvars odada ağır adımlarla ilerleyip kapıyı açtıktan sonra
arkasına bakmadan çıktı. Jamie, Frankenstein ve Morris onun
gittiğinden emin olana kadar bekleyip konuşmaya başladılar.
Morris, “Nasıl oldu bu?” diye sordu.
Frankenstein homurdandı. Gözlerini Jamie’den ayırmadan,
“Sanki bilmiyormuşuz gibi...” dedi.
Oğlan, “Bu da ne demek oluyor?” diye sordu.
Sesi insanı çileden çıkartacak bir sükûnetle çıkan Fran­
kenstein, “Kız arkadaşının Alexandru’ya haber uçurduğu de­
mek oluyor,” dedi. “Kaçtığında Alexandru’nun yanma gidip,
buraya dönüp günü kurtarıyormuş gibi görünmek için ona iki
saat daha orada beklemesini söylediği demek oluyor. Sana bir
kez daha oyun oynadığı demek oluyor.”
Jamie, “Yanılıyorsun,” dedi. Sesindeki nefret kendisini bile
şaşırtmıştı.

348
19. D E P A R T M A N

Morris, “Kulağa gayet mantıklı geliyor, Jamie,” dedi. “Bunu


başka kim yapmış olabilir?”
Jamie öfkesini güçlükle dizginleyerek, “Bilmiyorum,” diye
yanıt verdi. “Ama bunu o yapmadı. Bu kadarından eminim.”
Frankenstein yanıt verecekken Jamie’nin kemerindeki telsiz
üçünü de yerinde hoplatan yüksek bir sesle cızırdadı. Jamie ke­
merinden çıkarıp üzerindeki KONUŞ düğmesine bastığı cihazı
kulağına götürdü. Hattın ucundaki sesi duyduğunda az kalsın
telsizi önündeki masaya düşürecekti.
Alexandru Rusmanov, “İyi akşamlar, Jamie,” dedi. Sesi hint-
yağı gibi akıyordu. “Nasılsın?”
Oğlanın beti benzi attı. Frankenstein ve Morris yüzlerinde
endişeli bir ifadeyle ona doğru eğildiler.
Morris, “Kim arıyor?” diye sordu.
Jamie kendisini topladı.
Anneni düşün. Anneni düşün. Anneni düşün.
Ağır ağır konuşarak, “İyiyim, Alexandru,” dedi. Bu sözleri
Morris’in soluğunun kesilmesine, Frankenstein’m gözlerinin
fal taşı gibi açılmasına nende oldu. “Sen nasılsın?”
Vampir dostça ve neşeli bir ses tonuyla, “Aslında biraz kız­
gınım,” diye yanıt verdi. “En sadık tebaamdan bazılarının ver­
diği bir partinin tam ortasındayken bir anda oradan ayrılmam
gerektiği haberini aldım. Tüm bunlar şu an ölü olması gereken
bir çocuk beni avlamayı kafasına taktı diye oldu. Düşünebili­
yor musun?”
“Sanırım ben...”
Alexandru, “Hayır, bunu yapamazsın!” diye kükredi. Hoş
tavırlarının yerini bir delinin cırlak feryadı almıştı. “Bu gece
yaptiğm şeyi hayal bile edemezsin! Küçük insan beynin yap­
tıklarının sonuçlarını idrak bile etmekten aciz!”
Jamie gözlerini kapattı. Hayatı boyunca hiç o anki kadar

349
W 11L H I L L

korkmamıştı.
Alexandru yeniden yumuşak ve dostça bir tona bürünen
sesiyle, “Ama anlayacaksın,” dedi. “Anlayacaksın. Şu andan iti­
baren anlamanı sağlayacağım. Az önce birçok insan öldürdü ve
hepsi senin yüzünden öldü.”
Bir klik sesinin ardından hat kesildi.
Jamie arkadaşlarına az önce vampirin söylediklerini anla­
tacak; onlara vampirin sesindeki deliliğin kendisine hissettir­
diklerini, kulağına gelen o korkunç, tarifsiz dehşetin ne denli
doğallıktan uzak olduğunu anlatacakken üste alarm sesleri
çınladı ve duvarı kaplayan dev ekran parladı.

BİRİNCİ SEVİYE ALARM


ACİL YARDIM GEREKİYOR
TÜM DEPARTMANLARDAN YANIT BEKLENİYOR

Morris odanın ortasındaki bir kontrol paneline koştu. Ekranda


yazanları okuyup Jamie ve Frankenstein’a baktı ve, “Rusya’dan
geliyor,” dedi.

350
35
NE EKERSEN ONU BİÇERSİN

KARPATDAĞLARI. TRANSİLVANYA
17HAZİRAN 1902

İnce toprak ve kaya tabakası Abraham Van Helsing’in ayaklan


altından kayınca yaşlı adam geriye doğru sendeledi. Kollarını
hızla çevirmesiyle gümüş uçlu bastonu yere düştü. Tam sert ze­
mine kapaklanacağı sırada bir el, yoktan var olmuş gibi ortaya
çıktı ve onu kolundan kavrayıp doğrulttu.
Van Helsing, “Sağ ol, evlat,” diye homurdandı. “Yine de yar­
dımına ihtiyacım yoktu. Tehlikede değildim.”
Uşak efendisinin kolunu bırakıp, “Elbette değildiniz, efen­
dim,” dedi.
Van Helsing kendisine kızıyordu. Seni yaşlı budala. Kendine
hayrın yok. Bu işi Henry’y e bırakabilirdin. Tanrı biliyor ya, neler
yapabileceğini ispatladı. Seni gururlu, yaşlı budala.
Patikanın aşağısından birinin, “Her şey yolunda mı?” diye
seslenmesiyle efendi ve uşak sesin kaynağına bakmak için dön­
düler.
Kendilerine seslenen adam alçak, ahşap yük arabasının
yanında dikilmiş, endişeli bir ifadeyle onlara bakıyordu. Ufak
tefek, marazi ölçüde zayıf adam başını örten kocaman, kürk­

351
W I LL HIL L

lü uşanfeasının3 altında küçücük kalan bedeniyle bir karikatür


gibi görünüyordu. Yüzü ince, hatları sivriydi. Gözleri koyu
renkli, bıyığının ve üçgen sakalının kılları kapkaraydı.
Van Helsing, “Evet, Bukharov,” dedi. “Her şey yolunda.
Adamlarını yanıma çağır. Şu dönemeci geçince şatoyu göre­
ceğiz.”
İvan Bukharov başını sallayıp yük arabasının önündeki yaş­
lı atlara binen üç adama hızlıca Rusça bir şeyler söyledi. Adam­
ların mahmuzlarını atlarının böğrüne batırmalarıyla aracın
tekerlekleri gıcırdayarak hareketlendi. Bukharov çevik hare­
ketlerle atma atlayıp tehlikeli patika üzerinden Van Helsing ve
uşağının bekledikleri yere yöneldi. İki İngiliz’in, biri diğerine
göre epey zorlanarak da olsa atlarına binmesinin ardından üç
adam atlarını yavaşça sürerek bir kısmı yerin altında kalan ve
patikanın sağa doğru çok tehlikeli bir kavis almasına neden
olan, devasa bir kaya parçasının çevresini dolandı. Kayanın
çevresini büyük bir dikkatle dolaştıktan sonra durup uzun
uzun önlerindeki manzaraya baktılar.
Önlerinde, Borgo Geçidi önce genişleyip alçalıyor, sonra
aniden yükselip gözden kayboluyordu. Tepelerinde, vadinin
eteklerinden üç yüz metre kadar uzağında, bir kuş yuvası gibi
dağın en ucuna kurulu olan Drakula Şatosu duruyordu.
Kadim binanın sivri, kıvrık, ürkütücü kuleleri ve surları
soğuk sabah ışığının altında kapkara görünüyordu. Dünyanın
ilk ve en korkunç vampirinin ikametgahının kulesi küstahça,
Tann’mn otoritesine kafirce meydan okuyormuşçasına göğe
yükseliyor, soluk mavi gökyüzüne uğursuz bir kılıç gibi sap­
lanıyordu.
Gerilerinde bir hareketlilik olduğunu ve Rusça bir şeyler mı-
rıldanıldığını fark ettiler. Uşak arkasına dönünce Bukharov’un

3 Uşanka: Rusların geleneksel kürklü başlığı (ç. n.)

352
19. D E P A R T M A N

adamlarının çıldırmış gibi haç çıkardıklarını, tepelerindeki şa­


toya bakmamaya çalışarak gözlerini yere diktiklerini fark etti.
Bukharov fısıldarmış gibi “Demek o gerçek olmak,” dedi.
“Ben onu sadece efsane sanmış. Meğer o gerçek olmak.”
Van Helsing adamın kötü İngilizcesinden rahatsız olsa da o
korkunç yere bir önceki gelişinde yaşadıklarını düşündüğün­
den bunu fark etmiyordu bile.
Bu ovanın karşı tarafındaydım; yanımda arkamdaki taşların
arasındaki bir gediğe sıkışmış Mina Harker vardı. Etrafına bir çem­
ber çizip bekledim. Ardından çığlıklar, gök gürlemesi gibi nal sesleri
geldi ve bir arkadaşımı kaybettim.
Van Helsing kendisini toplayıp, “Gerçek,” dedi. “Ancak sa­
dece taş ve harçtan ibaret bir bina. Bize zarar veremez; bir za­
manlar içindeki kötülük çoktandır içinde değil. Şimdi gelin,
gideceğimiz yer buradan beş dakika uzakta.”
Yaşlı adam atını mahmuzladı ve geçidin alçak yamacından
aşağı, hayatının akışının sonsuza dek değiştiği açıklığa doğru
eşkin adımlarla sürmeye başladı.

Uzun ve hummalı görüşmelerin sonunda Van Helsing on bir


yılın ardından Transilvanya’ya, bir daha asla adım atmamaya
yeminli olduğu lanetli topraklara geri dönmüştü. Yeni yeni pa­
lazlanan Siyah Işık şekillenirken, Van Helsing’in Londra’daki
günleri son derece meşgul, yaşı kendisi kadar ileri bir adam
için fazlaca meşgul geçer olmuştu. Vaktinin çoğunu kısa süre
önce Lord Godalming adını almış olan Arthur Holımvood’un
kendilerine tahsis ettiği Piccadilly caddesindeki binada geçi­
riyordu. Holmwood’un babasının mülkünün hayır işleri için
ayrılan kısmı böylece asil bir amaca hizmet ediyordu. Van Hel­
sing orada kendisi gibi imparatorluğu doğaüstü kötücül güç­
lerden koruma görevini üstlenen arkadaşlarıyla birlikte plan­

353
W ILL HILL

lama ve organizasyon işlerini yürütüyor ve başbakana raporlar


hazırlıyordu. Geceleri Londra ve çevresinde bir hastalık gibi
yayılarak sayılarını giderek arttıran vampirlerle lahitlerde, me­
zarlıklarda, müzelerde hastanelerde mücadele etmekle, onları
tek tek dehşet verici sonlarına kavuşturmakla geçiyordu.
Vampir sorununun kazıkların sivri ucunda değil en niha­
yetinde bilimle çözüleceğine inansa da laboratuvarda çok az
zaman geçiriyordu. Avrupa’nın her yerine yayılan, geçitten ge­
çerken üzerine gölgesi vuran binadan kaynaklanan salgının
önüne geçmek için Siyah Işık’m bütün çabasını sarf etmesi
gerektiğinden başka işlere hemen hiç vakit kalmıyordu. Dört
kişiyle karanlığı uzak tutamayacakları belli olduğundan, sa­
yılarını arttırmaya yönelik geçici planlar yapılıyordu. İlk aday
adayı o an profesörün yanında sessizce atını sürüyor, gözleri
etraflarındaki tehlikeli toprakları dikkatle gözlüyordu.
Herıry Carpenter iyi iş çıkaracak, hatta iyiden de iyi. Bu dün­
yadaki günlerim artık sayılı olduğundan yalnız kaldığında yeterli
gelmeyebilir. Yine de o bir başlangıç, hem de iyi bir başlangıç.
Dikkatini dağıtan onca şeyin arasında, Van Helsing vam­
pirler üzerine gerçekleştirdiği incelemelerden iki kesin sonuç
çıkarmayı başarmıştı. Isırma eylemi esnasında rahatsızlığın
kurbana tükürük yoluyla bulaştığından emindi. Bir kül yı­
ğınına çevrilen bir vampirin yeterli miktarda kanla yeniden
bütünleştirilebileceğinden de bir o kadar emindi. Bu sonuca
evinin mahzeninin altındaki tahkim edilmiş bir odada yaptığı,
kınanacağı korkusuyla kimseye bahsetmediği bir dizi deneyin
sonunda ulaşmıştı. Transilvanya’ya geri dönmesini mecburi
kılan da bu gerçeği fark etmiş olmasıydı. Zira kontun Karpat
toprağının metrelerce altına gömülü kalıntılarını gözden uzak
tutmak çok tehlikeli olurdu. Transilvanya gezisinin bir getirisi
de Quincey Morris’i eve geri getirip hak ettiği gibi defnedilme­

354
19. D E P A R T M A N

sini sağlamak olacaktı.


Van Helsing’in talebi üzerine Rusya ve Almanya liderleri­
ne telgraflar çekilmiş, onlardan bütün kıtayı ilgilendiren çok
önemli bir konu için elçiler göndermeleri istenmişti. Bu ulus­
ların temsilcileri beklenildiği üzere 1900 yazında gelip son de­
rece gizili bazı bildirgeleri imzalayıp Siyah Işık karargâhında
medeni dünyanın karşı karşıya olduğu tehdit hakkında bilgi­
lendirilmişti. Yurtlarına ele alınması gereken birçok konuyla
dönmelerinin ardından geçen iki yıl zarfında Van Helsing’in
kulağına kuzey Avrupa’da Siyah Işık’a denk teşkilatların ku­
rulduğu haberi gelmişti. Siyah Işık için kartlarını açık oyna­
mak bir kumar, tehlikeli bir siyasi hamle olsa da diğer ulusların
katılımı olmadan savaşın kaybedileceği açıktı.
Van Helsing başbakanı Drakula’nın kalıntılarım sağlama
alıp Birleşik Krallık’a getirme niyetini bildirince Moskova’ya
bir telgraf çekilerek yeni filizlenen Doğaüstüyle Mücadele
Teşkilatı’ndan yeni yüzyıla yakışacak bir işbirliği ruhu içinde
profesöre yolculuğunda eşlik etmesi için bir adam göndermesi
teklif edilmişti. Böylece yaşlı adam ve uşağı Constan a rıhtı­
mında karaya ayak bastıklarında, onları kendisini Rus İmpa­
ratorluğu Danıştayı’nm bizzat Çar İkinci Nikolas’m emrindeki
özel elçisi olarak tanıtan İvan Bukharov karşılamıştı. Altı adam
(VanHelsing, Henry Carpenter, İvan Bukharov ve onun üç Rus
yardımcısı) geceyi Constan a’da geçirdikten sonra binek ara­
basıyla Br ila ve üç hanından birinde hoş bir akşam ve gece
geçirdikleri Tecuci üzerinden B cau ve bir sonraki molalarını
verdikleri Dr goeşti’ye geçmişlerdi. Ardından Varta Dornei’de
at arabalarını bırakmış, yolun geri kalanını at sırtında, ölüler­
den geri kalanları İngiltere’ye taşıyacak olan tahta bir yük ara­
basını çekerek kat etmişlerdi.
Şafak söker sökmez atlarını Borgo Geçidi’ne sürmüşlerdi.

355
W ILL HIL L

Yolcuların ruh hali ve yolculuğun ivediliği açısından bakıl­


dığında, şimdiki yolculuk Van Helsing’in Karpat Dağları’mn
dik yamaçlarına ilk kez adımını attığı ve bir yandan kötülüğü
kovalarken bir yandan da masumları korumaya çalıştığı o ilk
yolculuktan epey farklıydı.

Van Helsing henüz yüz metre kadar uzakta olsa da gidecekleri


noktayı hemen tanımıştı. Mağara denemeyecek derinlikte olsa
da çatısı altında yatan, ebedi istirahatlarındaki ruhları doğa
şartlarının yıpratıcı etkisinden koruyabilen tabii bir kaya say­
vanıydı bu. Bukharov’a seslenip kendisini takip etmesini iste­
di. Ardından atını ileri sürdü. Atın toynakları gevşek kayanın
üzerinde takırdıyordu. Atını durdurup aşağı inmeye yeltendi.
Uşağı hızla yanında belirse de ona yardım etmek için hareket­
lenmedi; efendisinin kırbaç gibi dili ona kendisinden yardım
istendiğinde harekete geçmesi gerektiğini öğretmişti. Ayakları
yere değen yaşlı adam sendelese de yere kapaklanmadı.
Carpenter ve Bukharov taş kayaların oluşturduğu kapı ara­
lığına giden yaşlı adamı hürmetkârane bir mesafeden takip et­
tiler. Eşiğe gelince duraksadı ve aniden dizlerinin üstüne çök­
mesi üzerine uşağı hızla ona doğru koştu.
Van Helsing kolunu ona doğru sallayıp, “Geri git!” diye tıs­
ladı ve Carpenter kendisine söyleneni yaptı.
Kalbi hızla atan profesörü dizleri üzerine çöktüren müthiş
bir hüzün dalgası boğazında düğümlendi.
Kaya sayvanının altında kendisi ve Jonathan Harker’ın ora­
ya 1891’de yerleştirdikleri iki düz taş vardı; ona, bunu yüzyıl­
lar önce yapmışlar gibi geliyordu. Sağdaki taş soluk gri renk-
teydi ve üzerinde Harker’m gurka kamasıyla, gözyaşları içinde
kazıdığı küçük bir haç vardı. Soldaki taş ise siyahtı. Bu taşın
üstünde de bir haç vardı. Ancak bu, kutsallığa aykırılığının

356
19. D E P A R T M A N

kadim sembolü olan ters bir haçtı.


“Profesör?” Boğuk ve endişe dolu çıkan ses Bukharov’a aitti.
“Profesör, siz iyi olmak?”
Yaşlı adam kendisini bile şaşırtan kısa bir kıkırtıyla güldü.
“Evet, İvan, ben iyi olmak.”
Ayağa kalkıp yüzünü diğerlerine çevirdi.
“Bozulmamış görünüyor. Adamlarına toprağı kazmalarını
ve bunu dikkatlice yapmalarını söyle. Tabut büyük de olsa na­
rin olabilir. Her iki kalıntı da içinde. Dostumun kemiklerinin
bu dağ yamacına saçılmasını istemiyorum, anlaşıldı mı?
Bukharov başını salladı ve adamlarına Rusça, kısa bir
cümleyle seslendi ve eliyle ileri çıkmalarını işaret etti. Adam­
lar vazifeşinas bir tavırla emri yerine getirmeye, kazmalar ve
kürekleri sert zemine vurmaya koyuldular. Van Helsing düz
bir kaya çıkıntısının üzerine oturup adamların işlerini bitir­
mesini bekledi. Bir iki dakika sonra uşağı kazı işini denetleyen
Bukharov’u bırakıp onun yanma geldi.
Henry Carpenter, “Her şey plana uygun gidiyor gibi,” dedi.
Van Helsing homurdandı.
“Şu ana dek öyle, Henry. Her şey planlana uygun gidiyor
gibi. Yine de biz kalıntıları Londra’ya götürene dek yarım akıllı
Rus’un eline işleri karıştırmak için bolca fırsat geçeceğine şüp­
he yok.”
Carpenter, Rusça bir şeyler söyleyerek adamlarını çalışmaya
teşvik eden Bukharov’a baktı.
“Özel elçinin gerçekten yarım akıllı olduğunu mu düşünü­
yorsunuz, efendim? Ben onun kıt İngilizcesinin ardında keskin
bir zekâsı olduğundan şüphe ediyorum.”
Van Helsing, “Saçma,” diye homurdandı. “Adam aptalın teki
ve böyle bir görevde bize ancak ayak bağı olur. Döner dönmez
başbakandan Ruslara çalıştırdıkları adamlarla ilgili görüşleri-

357

k .
W ILL HI LL

mi aktarmasını isteyeceğim.”
“Haklı olduğunuzdan eminim, efendim.”
“Haklıyım Henry. Haklıyım.”

Yirmi dakikadan biraz daha uzun bir süre sonunda ahşapla


çarpışan metalin gümbürtüsü geldi. Üç Rus diz çöküp eldivenli
elleriyle toprağı süpürmeye başladı. Van Helsing ayağa kalktı
ve kazıyı yapan üç adamı süzerek Bukharov’un dikildiği yere
yürüdü.
Bukharov, Van Helsing’e, “Kalıntılar hâlâ iyi durumda m ı­
dır?” diye sordu.
Yaşlı adam omuz silkip, “Bunu nasıl bilebilirim?” diye yanıt
verdi. “Rakım ve iklim cesetlerin korunması için uygun olsa da
önce onları görmem gerek.”
Sayvanın altında, iki Rus tabutun ön kenarına taktıkları
çubukların üzerine yavaşça ağırlıklarını verdi. Uzun, tiz bir gı­
cırtının ardından Drakula’yı Avrupa’nın bir ucundan diğerine
götürmüş, sonra da onun ebedi istirahat yeri olmuş olan tabut
ağır ağır yükselerek ortaya çıktı. Adamlar tabutu, alt kenarı
etrafına kazdıkları çukurun ağzına yaslanacak şekilde yukarı
çektikten sonra sayvanın gerisinde kalan yoldaşlarının yanma
gittiler. Hâlâ yerde duran ucunu tuttukları tabutu sessizce kal­
dırıp ileri ittiler.
Koyu renkli, ahşap tabut kuru doktan denize çıkarılan bir
gemi gibi kayarak kaya sayvanından dışarı çıktı. Arkasına geç­
miş olan üç Rus’la birlikte gevşek yüzeyin üzerinde kayıp Van
Helsing ve Bukharov’un önünde durdu.
Profesörün, “Henry,” diye seslenmesiyle uşak öne çıktı.
Carpenter tabutun kapağının altına soktuğu ince, metal bir
levyeye ağırlığını verdi. Kapak bir süre direnç gösterse de ta­
buttan ayrılıp yana kaydı ve kutunun kenarında karanlık bir

358
19. D E P A R T M A N

açıklık oluştu. Ruslar yaklaşıp kapağı üç köşesinden kavrarken


Henry Carpenter da dördüncü köşeyi tuttu. Ardından büyük
bir dikkatle, kapağı kaldırıp tabuttan tamamen ayırdılar ve na­
zikçe tabutun yanma bıraktılar.
Van Helsing ve Bukharov başlarını eğip baktılar.
Tabutun içinde, üzerinde öldüğü zaman giydiği siyah ceket
ve pantolon olan Quincey Morris’in iskeleti vardı. Kemikleri açık
beyazdı. Kafatasının üzerindeki kovboy şapkası bu korkunç tab­
loya mizahi bir hava katmıştı. Ölüsünden geriye kalanlar, ölüm­
le ilgili bir tiyatro oyununun sahne aksesuarı gibi duruyordu.
Göğsünün üzerinde Van Helsing’in yanındakilerle tabutun ka­
pağını kapatmadan önce tabuta bıraktığı av bıçağı vardı.
Morris’in yanı başında gri bir kül yığını vardı. Külün çoğu
tabutun yanlarında ve mezar kazıcılarının ayaklarının dibin­
deki köşede toplanmıştı. İlk vampirden; Van Helsing ve arka­
daşlarına azap çektiren, Lucy Westenra’m n lanetlenmesine ne­
den olan o zalim, günahkar yaratıktan geriye kalanlar bundan
ibaretti.
Profesör ağrılar içinde diz çöküp tabutun kenarları ve taba­
nı arasındaki eklemleri inceledi. Beklediği gibi sağlam görünü­
yorlardı; ne de olsa bu tahta kutu içindeki kişinin Avrupa kı­
tasının büyük bir kısmını zarar görmeden gezmesini sağlamak
için yapılmıştı.
Van Helsing, “Eklemler iyi durumda,” diye homurdandı.
“Hepsi bu kadar olsa gerek. Kapağı kapatıp çadır bezini getirin.”
Henry Carpenter ve Rus yardımcıları kapağı yeniden ha­
vaya kaldırıp dikkatlice tabuta doğru taşıdılar. Kapak yeniden
mühürlenmeden önce, Van Helsing elini tabutun içine sokup
av bıçağını alıverdi. Bunu neden yaptığını kendi de bilmiyordu.
Tek bildiği bunun o an kendisine önemli göründüğüydü. Bıça­
ğı kemerine tutturup geri kaçmasının ardından Ruslar kapağa

359
W I LL HIL L

yeni çiviler çakıp tabutu hava şartlarının olumsuz etkilerinden


korumak için sağlamca mühürlediler. İçlerinden biri yük ara­
basının yanma gidip, elinde kare şeklinde, yeşil ve kalın bir
çadır beziyle döndü. Bezi gevşek zeminin üzerinde iyice açtı.
Tabut kaldırılıp yeşil karenin ortasına bırakıldı ve kenarların­
dan katlanan bezle tahta kutunun etrafı sarıldı. Bezi tutturmak
için çiviler çakıldı ve uzun, kırmızı bir mumu yakıp hava al­
mayacak şekilde kolinin tüm açık kıvrımlarını sıcak mumla
yapıştırdılar. Nihayet tabut yük arabasının üzerine konup ka­
im halatlarla sabitlendi.
Adamlar atlarına bindi. Van Helsing atını adamlarının
oradan ayrılmadan evvel yaptıkları son hazırlıkları gözleyen
Bukharov’un atının yanma sürdü.
“Anladığım kadarıyla incelemeleri gözlemlemek için bizim­
le Londra’ya gelmek istiyormuşsunuz. Öyle mi?”
Bukharov yüzünde büyük bir heyecanla, “Çok doğru,” diye
yanıt verdi. “Çok çok doğru, profesör.”
“Çok iyi. Buna izin vermem kalıntıların Constan a’ya vardı­
ğında iyi halde olup olmaması şartına bağlı. Bunu adamlarının
iyice anlamasını sağlaşan iyi olur.”
Van Helsing atını mahmuzladı. Bukharov ve Carpenter da
onu izlediler. Gerilerinde, Ruslar yük arabasını medeniyete
doğru sürüklemeye başlamışlardı.

Constan a’ya dönüşleri rıhtımdan yaptıkları yolculuğa kıyasla


çok daha hızlı ve yorucu oldu. Liman şehrine şafaktan hemen
önce döndüklerinde adamlar da, atlar da bitkindi. Ancak Van
Helsing onların çilelerine hiç aldırış etmiyordu. Doğrudan rıh­
tıma doğru at sürüp Bukharov ve Rusları uşağıyla bırakıp İngi­
liz hükümetinin yolculukları için tahsis ettiği Indomitable adlı
gemiye çıktı. Kaptana denize açılmak için gerekli hazırlıkları

360
19. D E P A R T M A N

yapmasını söyledikten sonra Carpenter’a gemiye çıkarılmaları


esnasında kalıntılara göz kulak olmasını emretmek için borda
iskelesinden rıhtıma indi. Uşak üç Rus yardımcısıyla birlikte
yük arabasının yanında, dikiliyordu. Ancak görünürde...
Çıt.
Ses Van Helsing’in başının arkasından gelmişti. Yavaşça se­
sin geldiği yöne doğru döndü. Alnının on santim ötesinde bir
Colt 45 altıpatlar vardı. Gümüş rengi silah rıhtımın tepesin­
de sarkan gaz lambalarının altında sapsarı parlıyordu. Kolunu
uzatmış, yüzünde bir gülümsemeyle tabancayı hiç kıpırdatma­
dan tutan kişi İvan Bukharov’du.
Van Helsing, “Bunlar ne anlama geliyor?” diye homurdandı.
Bir anda akıcı ve kusursuz bir İngilizceyle konuşmaya başla­
yan Bukharov, “Sevgili profesör, üzgünüm ama aldığım emirler
sizinkilerle çelişiyor,” dedi. “Benim aldığım emirler bu yolcu­
luğun ganimetini Çarlık tarafından incelenmek üzere Rusya’ya
götürmem yönünde. Bu da kalıntıları Londra’ya götürmenize
izin veremeyeceğim anlamına geliyor. Bu uygunsuz durum için
tüm içtenliğimle özür diliyorum.”
Seni aptal Sırf davranışları kaba ve İngilizcesi zayıf diye bu ada­
mı küçümsedin. Şimdi elinde oynayacağın tek bir koz bile yok. Seni
yaşlı aptal.
Bukharov yana doğru adımlar atarak Van Helsing’in etra­
fında dar bir çember çizdi. Tabanca elinde bir an olsun titremi­
yordu. Yük arabasının yanında durup Henry Carpenter’a baktı.
Tatlı bir sesle, “Lütfen efendinin yanma geç,” dedi.
Uşak yavaşça geriye doğru yürüyerek yaşlı adamın yanı­
na varırken profesör diğer üç Rus’un elinde muhtemelen daha
borda iskelesinden inmesinden evvel uşağın üzerine doğrul­
tulmuş olan, Bukharov’unkiyle aynı model altıpatları fark etti.
Bukharov hızla Rusça bir şeyler söyledi ve adamlarından

361
W ILL HILL

biri tabancasını kılıfına sokup yolculuk boyunca bindikleri at


arabalarından birine tırmandı. Yeniden göründüğünde, elinde
iki İngiliz’in valizleri ve seyahat çantaları vardı. Çantaları iki
adamın ayağının dibine bıraktı. Carpenter efendisine bir bakış
atıp elini yeleğinin cebine doğru kaydırdı. Van Helsing zor fark
edilecek, hızlı bir hareketle başını iki yana salladı. Uşağın hep
yanında taşıdığı çift namlulu cep tabancası onları içinde bu­
lundukları durumdan kurtaramazdı.
Bukharov Colt’u yaşlı adama doğrultur halde, “Evinize
emniyetli ve hızlı bir yolculuk yapmanızı dilerim,” dedi. “Üz­
günüm ama şimdi vedalaşmamız gerek. Bizim de yetişmemiz
gereken bir gemi ve Odessa’ya varana dek kat etmemiz gereken
uzun bir yolumuz var. Ancak sizinle tanışmanın tam anlamıyla
bir onur ol...”
Van Helsing, “Ne yaptığınızı bilmiyorsunuz,” diye araya
girdi. “Muhtemelen dünyada o kalıntılardan daha tehlikeli bir
şey yok. İncelenmeleri ve bir daha günışığma göremeyecekleri
bir yerde tutulmaları gerek. Size yalvarıyorum; bırakın bende
kalsınlar.”
Bukharov’un güler yüzlü ifadesinin yerini soğuk, memnu­
niyetsiz bir ifade aldı.
“Bu ne kibir; demek bir şeyi ancak İngiltere’de incelemek ve
muhafaza etmek mümkünmüş. Profesör, sizi temin ederim ki
incelemelerimiz bittiğinde kalıntılar onları kimsenin asla bula­
mayacağı bir yere götürülecek.”

362
36
UNDISFARNFİN İKİNCİ İŞGALİ

UNUSFARNEADASI, NORTHUMBERLAND
İKİSAATÖNCESİ

Anakaradan, ada sakinlerinin televizyonlarının başında oturdukları


veya yataklarında uyudukları sırada geldiler.
En az kırk kişi kadardılar. Kimi şoseyi saran sisten çıkıp ıslak
yolda yürürken bazıları yolun birkaç santim üzerinde uçarak ilerli­
yordu. Başlarında Adexand.ru vardı. Gri kotu ayak bileklerinin etra­
fında yavaşça çırpınırken kızıl gözleri delice parlıyordu.
Hemen arkasında Anderson yürüyordu. Omzunun üzerinde
kumaşa sarılı iri bir nesne vardı. Epey gerilerinden Alexandru’nun
sağladığı koruma karşılığında onun sadistçe taşkınlıklarını göz ardı
eden paryalar geliyordu.
İki karanlık, sessiz adam hepsinin gerisinden yürüyordu. Sürekli
kaşınıyor, sık sık aya kaçamak bakışlar atıyorlardı.
Sessizce adaya yaklaştılar. Şimdiden, Kuzey Denizi’ne açılan
limandan yukarıya doğru yükselen tepede evlerin pencerelerindeki
uzak ışıkları ve sokak lambalarının sarı pırıltısını görebiliyorlardı.

Kate Randall irkilerek uyandı.


O gün sabahın beşinde kalkmıştı. Babasının oltasını hazır­

363
W I LL HI LL

lamasına yardımcı olmuş ve onun günlerce içinde yaşadığı kü­


çük balıkçı kayığını temizlemişti. Akşam yemeğini yer yemez
yatağına gidip uykuya dalmıştı. Kendisini rahtsız edecek bir
şey olmadıkça ertesi sabaha dek uyuyacağından emindi.
Kate yatağında doğrulup yatak odasının öte yanındaki,
masanın üzerindeki pencereye baktı. Soluk, sarı perdeler gece
rüzgârıyla oynuyor, soğuk hava kollarındaki tüyleri diken di­
ken ediyordu.
Sadece soğuk. Akimdan bu düşünce geçerken elleriyle kolla­
rını ovuşturdu. Sadece soğuk.
Ancak bunun doğru olmadığını biliyordu.
Karanlığın içinde bir şey duymuştu.
Çığlık gibi bir şey.
Kate soğuktan titreyerek yatağından indi. Üzerinde hâlâ
uzun kollu tişörtü ve blucini olmasına rağmen kapısının arka­
sında asılı olan sabahlığına uzandı. Kollarını elbisenin yenle­
rinden geçirirken -arkasında, açık pencerenin yanında bir şey
hareket ediyormuş gibi bir esinti hisseti.
Arkasına döndü.
Oda boştu.
Korku, içinde babasının kayığını sallayan kurşun mavisi
dalgalar gibi yayıldı.
Babası uyuyordu. On altı yıllık ömründe öğrendiği bir şey
varsa, o da her ne olursa olsun babasını uyandırmaması gerek­
tiğiydi. Bu kural, bu tartışmaya kapalı yasa içine öyle işlemişti
ki yatak odasında, babasından en fazla beş metre ötede titredi­
ği o anda bile onu çiğneyemiyordu.
Babasını uyandırmaktansa pencereye doğru yürüdü.
Annesi öldüğünden beri babasıyla paylaştığı küçük evin
epey aşağısındaki sahilden gelen taze ve kuru ateşin kokusunu
alabiliyor, küçük adanın üzerinde yükselen soluk gri duman

364
19. D E P A R T M A N

çizgisini, kıvılcım bulutçuklarını ve tembelce gece havasına


karışan turuncu korları görebiliyordu.
Komşularının evinin pencerelerinden yayılan müziği, bir
klasik piyano parçasını duyabiliyordu. Bay Marsden iş için
Nevvcastle’a gittiğinden, karısı teybi kullanma fırsatını elinden
geldiğince çok değerlendirmeye gayret ediyordu. Normalde ta­
van arasındaki oturma odasında Metallica ve Motörhead’in gü­
rültülü basları ve hızlı davulları çevredekilerin şikâyet edeceği
kadar yüksek sesle yankılanırdı.
Her şey normal görünüyordu. Yine de Kate bir şeylerin ters
gittiği hissini üzerinden atamıyordu.
Yatak odası penceresinin önünden iri, bir kuş veya yarasa
olmak için fazlaca büyük bir şekil hızla, nerdeyse alnına düşen
dağınık saçlarını yalayacak kadar yakından geçti. Ancak bu
kez çığlık attı. Uzun ve sesli bir çığlık.
Kate geriye doğru sendeleyerek pencereden uzaklaştı. Ko­
ridorun öte yanından babasının yatak odasında küfrettiğini ve
ayaklarını sertçe tahta döşemelere vurduğunu duydu. Baba­
sının odasından sesler gelmesi onu çok rahatlattığından onu
uyandırmış olması Kate’i hiç endişelendirmiyordu.
Yarı uyanık Pete Randall üzerine bir tişört geçirip yalpalaya­
rak yatak odasının tahta kapısına doğru yürüdü.
“Kahrolası kız,” diye düşündü, örüm cek gördün diye yaptıysan
bunu, benden çekeceğin var.
Ergen kızının az önce hayatını kurtardığından haberi bile
yoktu. Ya da ona teşekkür etme fırsatının hiç olmayacağından.
Pete kısa sahanlıktan geçerken çıplak ayakları eğri büğrü
tahta döşemelerin üzerinde gümlüyordu. Kızının odasının
kapısını hızla açtı. Daha kapıyı kapatmaya fırsat bulamadan
kızı kollarına atlayıp başını göğsüne gömdü. Ağlamıyor olsa da
gözleri sımsıkı kapalıydı.

365
W ILL HI LL

Pete, “Tanrım, yaprak gibi titriyor,” diye, düşündü. Burada neler


oluyor?
Usulca, “Tamam, geçti,” dedi. “Emniyettesin. Ne oldu, söyle
bana.”
Kate babasının güçlü kollarının omuzlarına dolandığını
hissedince aniden onu uyandırmakla aptallık ettiğini düşündü.
Kate kendi kendine gördüğü şeyin sadece bir kuş olduğunu
söyledi. Şu büyük martılardan. Aptal kız, hem adada yaşıyor hem
de bir kuştan ürküyorsun. Üstelik ne kadar çok çalıştığını bildiğin
babanı uyandırdın, zaten ne zamandan beri...
Arkasından yumuşak bir gürültü gelen Kate baba’sınm kol­
larını onu daha sıkı kavradığını hissetti. Dönüp odanın öte ya­
nma baktı ve dudağını ağzında kan tadını hissedecek kadar
sertçe ısırdı. Bunu yapmasa bir kez daha çığlık atacaktı.
Yatak odası penceresinin önünde orta yaşlı bir adam dikili­
yordu. Adamın üzerinde delik deşik, sadece irade gücüyle bir
arada duruyormuş gibi görünen bir blucin vardı. Vücudunun
kalan kısmı çıplak olsa da derisinin çok azı görünüyordu. Sıs­
ka bedeni dövmelerle; her iki kolunu, dar göğsünü ve çukur
karnını kaplayan, mavi-siyah mürekkeple çizilmiş, iç içe geç­
miş sarmal desenlerle doluydu. Bu desenler arasında anlamı­
nı bilmediği sözcükler çığlık atan yüzlerle, iskelet kanatlar ve
insanın başını döndürecek karmaşıklıkta motifler vardı. Saçı
başından siyah ve yağlı bukleler halinde göğsüne dökülüyordu.
İnsani olmayan bir yüzü vardı; çökük göz çukurlarında parla­
yan kızıl gözleriyle Kate’e bakıyordu.
Adam ağzını açıp sağır edici bir çığlık attı; Kate adamın
üstdudağından fırlayan bembeyaz azıdişlerini gördü ve soğuk
gece havasının adamın tiz çığlığına karşılık veren bir dizi çığlı­
ğı pencereden içeri taşımasıyla içini korku kapladı.
Pete, Birbirlerine seslenen hayvanlar gibi, diye düşündü. Tan-

366
19. D E P A R T M A N

rım, nedir bu?


Arkasında titreyen kızını itip yaratıkla yüzleşti.
“Ne istiyorsun?” diye sorarken sesinin ne kadar cılız çıktığı­
na şaşırdı. “Paramız yok bizim.”
Pencerenin yanındaki yaratık başını sağa sola oynattı ve
ağzı, Pete ona komik bir fıkra anlatmış gibi katıksız bir hazzı
yansıtan bir sırıtışla çarpıldı.
Yaratık, “Seni istiyorum,” diye yanıt verdi. “Canını yakmak
istiyorum.”
Bir kez daha gülüp onlara doğru yürüdü.
Pete, “Kate, kaç!” diye bağırdı. Ardından, kendilerine doğru
ağır adımlarla yaklaşan ve korkunç yüzünde rahatsız edici bir
serinkanlılık olan yaratıktan gözlerini bir an olsun ayırmadan
elini omzunun üzerinden geriye doğru uzatarak yatak odası­
nın kapısını açtı.
Kate, “Hayır, baba,” diye feryat etti.
Kate dehşetle dolu bir çığlık atıp kapıdan geçti. Pete onun
merdivenlerden inip evin ön kapısını açtığını duydu.
Hiç olm azsa o güvende, diye düşündü. Yaratık Pete’e bir met­
reden daha yakındı. Yüzünde bir kaçınılm azlık ifadesiyle kol­
larını ileri doğru uzatmıştı. Pete eğilip yaratığın kolları altın­
dan geçti. Bu anlık hareket esnasında, paniğin etkisiyle dikkati
odaklandı ve yaratığın ellerinin kaim ve sarı tırnaklı ellerinin
birer pençeyi andırdığını fark etti.
Mürekkep kaplı kollardan biri açıklıktan içeri uzanıp boğazı­
na yapıştı ve soluğunu keserek onu ahşap kapıya geri çekti. Pete
Randall belini öne doğru büküp geri kalan nefesini kendisini
geriye doğru atmaya harcadı. Kapı, menteşesinden keskin bir ya­
rım daire çizerek savruldu ve Pete yaratığın sertçe yatak odası­
nın duvarına çarpmasıyla çıkan esaslı kütürtüyü duydu. Gırtla­
ğını kavrayan el gevşedi ve kolu iterek kendisinden uzaklaştırdı.

367
W I LL HILL

Bir eli boynunda, yatak odasına girip kapıyı tekmeleyerek


kapattı. Yaratık duvarda kayarak gerisinde koyu bir kan lekesi
bıraktı. Pete başını eğip ona baktı.
Metal kapı tokmağı yaratığın kaburgasının altını delmişti ve
yaradan oluk oluk koyu kırmızı kan akıyordu. Kızıllık çarp­
manın etkisiyle beyaz köpekdişleri altdudağım kesen yaratığın
çenesi ve boynundan aşağı da yürümüştü. Gözleri kapalıydı.
Pete derin derin soluyarak yaratığa bakarken gırtlağındaki
acı giderek artıyordu. Merdivenlerden inip kızının peşine düş­
mek için kapıya uzandığında yaratık güldü. Acı ve acımasızlık
dolu, korkunç bir gürültüydü bu. Kırmızı gözler açıldı ve sa­
kince Pete’e baktı.
Azı dişleri ağır ağır dudağından dışarı çıkarken, “Burada
kal da oyun oynayalım,” dedi. “Kaçacak yerin yok. Hemen bi­
tireceğim işini.”
Yaratık halıya koyu bir kan pıhtısı tükürdü.
“Aynı şeyi kız -için söyleyemeyeceğim,” deyip Pete’e göz
kırptı. Pete yaratığın suratına elinden geldiğince sert bir tekme
savurdu. Yaratığın burnunun çatırdadığını ve acı içinde çığlık
attığını duydu. Yatak odasının kapısından geçip merdivenler­
den aşağı indi ve açık ön kapıdan dışarı çıktı.
Kate ortada yoktu.
Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır.
Panik midesinden yükselip göğsüne oturdu.
“Kate!” diye bağırdı. “Neredesin? Kate!”
Evlerine uzanan dar yoldan Marsden ailesinin evine yöneldi.
Bir telefon bulmaya çalışmış olmalı. Ya da komşulardan birine
gitmiştir. Ne olur komşulardan birine gitmiş olsun.
Bahçe kapısını tekmeleyerek açtı ve komşusunun evine gi­
den kısa araba yolunda hızla koştu. Ön kapıya uzanan üç ahşap
basamağa vardığında hemen önüne korkunç bir gümbürtüyle

368
19. D E P A R T M A N

bir şey indi ve ılık bir sıvı yüzüne ve göğsüne sıçradı. Pete elle­
rini yüzüne götürüp derisinin üzerindeki sıvıyı sildi ve tiz bir
çığlık attı. Gözlerini yere dikince iri, donuk gözleriyle kendi­
sine bakan Bayan Marsden’ı gördü. Gırtlağında iki delik vardı
ve üzerindeki beyaz gecelik, kana batırılıp çıkarılmış gibiydi.
Pete muzaffer bir çığlık duydu ve yukarı baktı. Tavan ara­
sının penceresinde yüzünün yarısı kana bulanmış, insanlıktan
yoksun iri, kızıl gözleriyle kendisine bakan bir kadın gördü.
Yüz aniden pencereden uzaklaştı ve evin içinden ayak sesleri
geldiğini duydu.
Pete Randall kaçtı. Dönüp az önce geldiği yoldan geri dön­
düğünde adanın her yerini saran şiddet ve acı seslerini; tiz çığ­
lıkların, kırılan camların ve haykırışların kakofonisini ilk kez
duydu.
Çığlıklar öyle çoktu ki.
Hızla koşarak bahçe kapısına vardığında karşısına aniden
kızının çıkmasıyla kendisini yana attı ve sertçe kaldırıma çarp­
tı. Bunu yapmasa onu ezebilirdi.
Kate, “Baba!” diye bağırdı ve Pete’in yanında diz çöküp ona
iyi olup olmadığını sordu. Pete üzerine düştüğü sağ kolundaki
büyük acıya aldırış etmeden yattığı yerde doğruldu ve kızını
soluğunu kesecek kadar sıkıca kucakladı.
Pete hıçkırarak, “Nerelerdeydin?” diye sordu. “Seni bulama­
dım.”
Babasının göğsüne sıkıca bastırdığı Kate zorlukla nefes
alarak, “Cooper’lara gittim,” dedi. “Cooper’lara gittim. Orada
kimse yok. Kan var, çok kan...”
Pete onu bırakıp sendeleyerek ayağa kalktı. Kızma iyi olup
olmadığını soracakken Marsden’ların evinin kapısı gürültüyle
açıldı ve tavan arası penceresinde gördüğü kadın onlara doğru
uludu. Ulumaya korku verici yakınlıkta bir yanıt geldi. Kate

369
W ILL HILL

döndüğünde yatak odasına giren yaratığın yüzünde ve boy­


nunda kanla onlara doğru yaklaştığını fark etti. Güçlükle doğ­
ruldu. Babası onu elinden tuttu ve birlikte tepeden aşağı, kö­
yün merkezine doğru indiler.

Köyün üzerine inşa edildiği tepenin on beş metre kadar üze­


rinde süzülen Alexandru aşağısındaki katliamı gözlüyordu.
Muhtemelen o ana dek köylülerin yarısı ölmüştü. İlk saldırı­
dan kurtulanlar ise rıhtıma, kendilerini adadan kaçıracak olan
gemilere doğru koşuyordu. Alexandru bir kaçının canlı kur­
tulacağını düşünüyor ve bunu sorun etmiyordu. Kurtulanlar
vermek istediği mesajı daha da kuvvetlendirecekti.
Havada usulca dönüp adanın ortasını oluşturan tepenin öte
yanma, Kuzey Denizi dalgalarının köpük köpük çarptığı kaya­
lığın üzerinde yükselen kadim taş binaya baktı.
Bugün yapılacaklar henüz başladı. Bu düşüncesinin ardından
küçük bir gülümsemede sakınca görmeyerek sırıttı. Cebinden
gümüş rengi bir cep telefonu çıkartıp bir numara tuşladı.
Çağrısına yanıt alınca, “Kardeşim...” dedi. “İşe koyulabilirsin.”

Aşağısındaki köyün sokaklarında ada sakinleri panik içindey­


di. Hayatta kalmak için dar yollarda koşuyorlar, giderek artan
karanlığın içinde tökezleyerek, durmadan etraflarını kolaçan
ederek ve eşlerinin, ebeveynlerinin ve çocuklarının isimlerini
haykırarak adanın balıkçılık filosunun beklediği rıhtıma doğ­
ru ilerliyorlardı.
Pete Randall hızla tepeden aşağı indi. Rıhtıma giden dar
yolun üzerindeki cesetlere bakmamaya çalışarak, üstlerinden
atlayarak beton rıhtıma doğru koştu. Adanın yüz altmış saki­
ninin hepsi birbirini tanıdığından etrafından geçtiği ve üzerle­
rinden atladığı cansız bedenlerin dostları ve komşularına ait

370
19. D E P A R T M A N

olduğunun farkındaydı. Kate yanında koşuyordu. Yüzü soluk


olsa da gözleri parlıyordu. Bir anda Pete’in içi kızma büyük bir
sevgiyle doldu.
Şaşkındı. Nasıl bu kadar güçlü biri oldu? Onun gibi bir kızım
olduğu için şanslıyım.
İnsanlar evlerden dışarı akın ediyorlar; kimi çığlık atarken
kimi ağlayıp hıçkırıyor, tepeden aşağı koşarak ve tökezleyerek
iniyorlardı. Aralarında arnavutkaldırımm üzerinde süzülen,
tiz çığlıklar atarak kaçışan insanları tutup havaya kaldıran
karanlık figürler vardı. Kan hafif, kızıl bir yağmur gibi yere
dökülüyordu.
Adanın en iri balıkçısı olan John Tremain rıhtımdaki tekne­
sine ulaşmıştı. Leydi Diana nal şeklindeki rıhtımda en büyük
palamar yerini kaplayan tekneydi. Teknenin büyük, dizel mo­
torlarının gümbürdeyerek çalışmasıyla fırtınaların yıprattığı
bacasından kurşun rengi dumanlar çıktı.
Tremain güverteden, “Acele edin!” diye bağırdı. Denize açıl­
manın hazırlığı içinde, eğri büğrü ellerinde palamar takımını
tutuyordu. “Beklemeyeceğim! Hareketlenin!”
Ümitsiz, panik içindeki adalılar ona doğru koştu.
Pete ve Kate rıhtımın kaygan betonuna ilk adım atanlar
oldu. Önlerindeki zeminde genç bir kızın iki büklüm olmuş
bedeni uzanıyordu. Kate cesede yaklaşırken yavaşladı. Pete
onu bileğinden kavrayıp çekti.
“Koşmaya devam et!” diye bağırdı. “Tekneye bin!”
Pete cesedin kime ait olduğunu fark etmişti. Kate’in en iyi
arkadaşı. Aman Tanrım.
Aman Tanrım.
Kate elini Pete’in elinden kurtarıp kızın cesedinin yanın­
da durdu. Pete küfredip kızının bileğini kavramak için döndü.
Ancak korku içinde, önlerine bakmadan tekneye doğru koşan

371
W I L L HILL

adalılar ona çarptı. Kendisini tutan elleri bağırarak yumruk­


larla ve tekmelerle uzaklaştırsa da aman vermeyen insan seli
karşısında rıhtımın içlerine doğru sürüklendi.
Kalabalığın arasından, Kate’in cesedin yanında diz çöküp
yerde yatan kızın yüzüne nazikçe dokunduğunu gördü. Tekne­
nin küpeştesine doğru sürüklenirken kızının ismini haykırsa
da Kate onu duymuyor gibiydi.
Bir gümbürtüyle karanlık bir şekil rıhtıma, Kate ve kaçan
kalabalığın arasına indi. Kız, arkadaşının ölü bedenini görme­
sinden kaynaklanan şoktan sıyrılıp ayağa kalktı. Babasını ara­
dı ve onun bağırıp çağırarak ve tekmeler savurur halde Lady
Diana’ya doğru sürüklendiğini fark etti. Yatak odasında gör­
düğü korkunç yaratığın kan içindeki cılız bedeniyle önünde
dikildiğini gördü. Yaratık iğrenç, şehevi bir gülümsemeyle ona
bakınca, Kate hiç tereddüt etmeden arkasına dönüp köye doğ­
ru koşmaya başladı.
Pete, Kate’in rıhtımdan uzaklaşıp karanlığa karıştığını gö­
rünce başını geri atıp bir ümitsizce çığlık attı. Kendisini kavra­
yan ellere daha da güçlü dirense de artık çok geçti.
John Tremain halatları suya atıp güvertedeki küçük kabine
giden basamakları tırmandı. Lady Diana’mn vitesini yükselt­
mesiyle büyük pervaneleri suyu çalkalamaya başlayan tekne
yavaşça, kahredici bir yavaşlıkla adadan uzaklaşmaya başladı.
Lady Diana hızlanıp rıhtım karanlıkta gözden kaybolurken
Pete Randall kendisini teknenin kıç tarafındaki küpeşteye attı.
Pete, “Kate!” diye bağırdı. “Kate!”
Ancak yanıt yoktu.
Kızı gitmişti.

372
37
DÜNYANIN ÇATISI

DMTMERKEZKOMUTANLIĞI
KOLA YARIMADASI, RUSYA
OTUZBEŞ DAKİKA ÖNCESİ

Valeri Rusmanov erkek kardeşine teşekkür edip cep telefonunu


kapattı.
Tepeye tırmanırken ağır botları ayakları altındaki karı ezen
adam duraksadı. Dondurucu gece havasında hiç esinti yoktu.
Sol yanındaki Mursmank fiyordunun suları nazikçe yüzeye
çıkıp iniyor; siyah su kalın, kirli gri buzun üzerindeki örüm­
cek ağını andıran çatlakların içinde seçiliyordu. Bir buzkıran
fiyordun ortasına doğru ilerlerken gerisinde koyu renkli bir su
şeridi bırakıyor, bacalarından dizel dumanı püskürtüyordu.
Tam karşısında, muhtemelen sekiz kilometre kadar ötede,
kapalı şehir Polyarni gözüküyordu. Koyu renkli sanayi şehri
yüksek vinçlerle ve gizli bir denizaltı üssü olan 10 Numaralı
Rus Tersanesi’nin sodyum buharlı lambalarla doluydu. Soğuk
Savaş boyunca, Sovyet Tayfun’ları ve Akula’ları Polyarni’den
çıkıp Kuzey Kutbu’nun altında kaybolarak hep tetikte bekleyen
Amerikan uydularının gözlerinden saklanmışlardı.
Valeri uzaklarda, güneydoğu yönünde Rus Kuzey Filosu’nun
ana limanı olan Mursmansk’ın donuk sarı ışıklarını seçebili-

373
W ILL H ILL

yordu. Kola Yarımadası’nm idari merkezi resmi olarak bir ka­


palı şehir olmasa da şehirde Federal Güvenlik Teşkilatı’nın en
büyük üçüncü karakolu bulunuyor, ayrıca tüm bölge kontrol
noktaları ve silahlı devriyelerle kaynıyordu.
Kuzey Kutbu’nun bu çorak, ücra köşesi çok gizli bir Rus as­
keri topluluğunun anayurduydu. Yine de at nalı şeklinde aşağı­
sındaki yarımadayı dolduran beyaz binaların altlarında yatan
şey risk almaya değerdi.
DMT üssü kuzey yönündeki dağ sırtına paralel ilerleyen
uzun bir pistin etrafına kurulmuştu. Açıktaki gri, asfalt pistin
iki yanı kar yığınlarıyla kaplıydı. Güney yönünde, kadim kök­
narların oluşturduğu uzun bir sıra üssün Polyarni’ye giden yol­
dan gözükmesini önlüyordu. Yüksek, elektrikli bir çit ağaçların
arasında uzanırken yoldan geçen sivillere sık ormanın gerisin­
de bir şeyler olduğunu sezdiren tek ipucu çitin merkezindeki
küçük nöbetçi kulübesi ve ağır metal kapıydı. Valeri donmuş
zeminin altındaki üssün elit DMT askerlerince korunan ve
DMT’ye hizmet eden bilim adamlarının ve istihbarat subayla­
rının kaldığı tek parça, devasa bir yer altı sığmağı olduğunu
biliyordu.
Siyah paltosuna çarpan karlar yünü nemlendirip ayak bi­
leklerinde birikiyordu. İki sözcük fısıldamasıyla çok sayıda
karanlık figür gökten inip gerisindeki kara yumuşakça indi.
Valeri arkasına dönmeden, “Sizden ne istediğimi biliyor musu­
nuz?” diye sordu.
Çoğundan onu onaylayan mırıltılar yükselirken içlerinden
teki alçak sesle, “Evet, efendimiz,” dedi.
Valeri gözlerini kapatıp yüzünü buruşturdu.
Bu Talia’nm sesiydi. Genç ve güzel UkraynalI kız bir yıl
önce onu yalnızlığın aczi içinde dönüştürdüğü ve sonradan çok
pişmanlığını duyduğu o andan beri yanından ayrılmıyordu.

374
19. D E P A R T M A N

Kız her gittiği yere geliyor; ifadesiz, güzel gözleri ona bağlılıkla
bakıyor; yumuşak, nazik sesiyle hep kendisi için yapabileceği
bir şey olup olmadığını soruyordu.
Kendisini sevdiğini veya sevdiğini sandığını düşündüğü kız
ona göre boşa kürek çekiyordu. Valeri ömrü boyunca tek bir
kadını sevmişti ve sevdiği kadın yarım yüzyıl önce ölmüştü.
“Çok iyi” dedi. “Vakit geldi.”
Nazikçe gece havasına doğru bir adım attı. Paltosu geriye
doğru şişti. Aşağısındaki üs sessizdi ve ışıkları karın üzerinde
soluk sarı yarım daireler oluşturuyordu.
Valeri tepeden aşağı ayaklarını sürerek tepeden inerken
yandaş ordusu ölüme elçilik eden, sessiz ve büyük bir gölge
gibi onu izledi.

DMT kontrol odasında, Er Len Yurov’un gözetleme kameraları­


na bağlı ekranında bir ısı kaynağı fark etti. Tundranın mavi-be-
yaz topografyasında koyu kırmızı, geniş bir şerit bırakan ısı izi
daha önce hiç görmediği bir şey olduğundan ekrana göz atması
için nöbetçi subay General Yuri’yi çağırdı. Şanlı kariyerinin ço­
ğunu geçmişte KGB’ye, şimdiyse Federal Güvenlik Teşkilatı’na
bağlı olan Spestnaz adlı elit özel kuvvetlerde geçirmiş, altmışlı
yaşlarının başlarında, tıknaz bir adam olan general Yorov’un
başında durduğu kontrol paneline gidip monitöre baktı. Göz­
leri fal taşı gibi açılan general hemen alarmın çalınmasını em­
retti.
Ancak geç kalınm ıştı bile.

DMT üssünü çevreleyen elektrikli çitin dibinde biriken karla­


rın arasında ilerlemeye çalışan Çavuş Pavel Luzhni ortağı Er
Vladimir Radçenko’yla önceki gece oynanan basketbol maçının
sonucu üzerine hararetli bir tartışma yapıyordu. Sıkı bir CSKA

375
WILL HILL

Moskova taraftan olan Luzhni, takımının oyun kurucusu olan


ve anne tarafından Çeçen olduğunu ısrarla vurguladığı genç
adamın performansından yakınıyordu. Talihsiz oyuncu geçen
geceki maçta son dört serbest atışın üçünü kaçırmış ve CSKA
Moskova, Triumph Lyubertsy takımına 112-110 yenilmişti.
Doğma büyüme Moskovalı olan Luzhni ise yenilgiyi çavuş
kadar hoş karşılamıyordu. Dondurucu gecede alarm sesi çın­
larken takımın koçunun yaptığı taktik hatalarını sıralamaya
koyulmuştu. Kemerinden hemen telsizini çıkarıp bir dizi tuş
çevirdi. Telsizi kulağına götürürken bir yandan da üsse doğru
bakıyordu. Kulağına gelen otomatik ses üssün kırmızı alarma
geçtiğini söylediğinden diğer elini SIG Sauer marka bir taban­
canın asıldığı beline attı.
Radçenko’ya dönüp, “Tatbikat,” dedi. “Bahse girerim...”
Radçenko orada değildi.
Luzhni arkadaşını aramak için yarım daire çizerek döndü.
Radçenko’nun iki çizgi halinde Luzhny’ninkilere paralel ilerle-'
yen ayak izleri derin karın üzerinde açıkça görülüyordu. Ancak
adımlar bir noktada aniden kesiliverdi. Herhangi bir yöne doğru
ilerlemeyen bir çift ayak izinin arkasından hiçbir şey gelmiyordu.
Luzhni “Neler oluyor?” diye mırıldandı.
Sonra bir anda, bir şey onu koltukaltlarından tutup serçe
yukarı çekmiş gibi yerden yükseldi. Tetik parmağı gerildi ve
tabancasını boşalana dek ateşledi; mermiler hızla uzaklaşan
zemine çarptı. Luzhni gırtlağını parmakların sıktığı ana dek
çığlık atmadı. Hemen sonra jilet kadar keskin tırnakları olan
parmaklar gırtlağını koparacağı için istese de çığlık atamaya­
caktı.

Kontrol odasına bağlı dış mikrofonların tabanca seslerini ilet­


mesiyle Petrov önünde duran kontrol panelindeki bazı tuşlara

376
19. D E P A R T M A N

bastı. Odaya hâkim olan devasa duvar ekran her biri üssün
etrafındaki kameralardan gelen yüksek çözünürlüklü görüntü­
leri yansıtan sekiz parçaya ayrıldı. Kontrol odasındaki adam­
ların bakışları altında, siyah bir şeklin kapladığı ekranlardan
birindeki görüntü beyaz gürültünün tıslaması eşliğinde kar­
landı. Hemen ardından, ikinci, üçüncü ve dördüncü ekranlar­
daki görüntü kesildi.
Petrov gözlerini ekrandan ayırmadan, “Genel alarm verin,”
dedi. “Acil yardım çağrısı yapın.”
“Ama efendim...”
“Emrimi duydun, asker. Hemen yerine getir. Bir de muhafız
alayını çağır. Fazla vaktimiz yok.”
General konuşurken geri kalan son kamera ekranları da
karlandı. Odanın ortasındaki kontrol panelinin karşısında
oturan telsiz operatörü büyük bir korku içinde dünyanın tüm
doğaüstüyle mücadele departmanlarını birleştiren acil durum
frekansı üzerinden Pietro’nun gönderilmesini emrettiği imdat
çağrısını gönderdi. Sadece altı sözcükten oluşan mesajı gön­
dermesiyle dış mikrofonlardan bir gümbürtü geldi ve iletişim
kesildi.
Gözleri korkuyla parlayan er başını ekranından kaldırıp,
“General, “dedi.
Ancak Petrov gitmişti.

General koşarak DMT’nin derinlerine doğru ilerliyordu.


Kulağında sirenler çınlıyor, koridoru dolduran ışıklar göz­
lerini acıtıyor olsa da hız kesmedi. Koridorun sonunda kapısı
açık bir asansör vardı. Göğsünde yanma hissiyle kapıya doğru
koştu.
“Masa başında çok vakit geçirdin,” diye düşündü. Koş, yaşlı
adam, koş.

377
W I LL HILL

Petrov asansörün içine girince boynundaki bir zincirden çı­


kardığı üçgen şeklinde bir anahtarı kapının yanındaki metal
panelin üzerindeki bir deliğe soktu. Kapıların hızla kapması­
nın ardından asansör Petrov’un midesini kaldıracak kadar bü­
yük bir hızla yukarı çıkmaya başladı. Bulantı hissiyle mücade­
le ederek katları gösteren düğmelerin sırayla yanıp sönmesini
izledi.

- 2 ...

-3...
-4...
-5...
- 6 ...

-7...

Donmuş Kuzey Kutbu toprağının yedi kat aşağısındaki 7. Kat


DMT üssünün en-alt katıydı. Kompleksin elektriğini sağlayan
devasa jeneratörlerin yanında bakım ve destek personelinin
kaldığı bu kata DMT askerleri ve bilim adamları nadiren uğ­
rarlardı. Zaten General Petrov da -7. Kat’a gitmiyordu. Üste sal­
dırganların bir cephe saldırısı düzenlemesine değecek tek bir
şey vardı. Petrov da dünyada o şeyin ne olduğunu bilen birkaç
kişiden biriydi.
7. Kat’ın düğmesi bir süre yandıktan sonra söndü. Yine de
asansör panelinde yer almayan daha aşağıdaki bir kata doğru
inişini sürdürdü. On saniye sonra asansör kapısının açılma­
sıyla Petrov parlak metalle kaplı, iki yanında kocaman, ağır
görünümlü metal kapıların olduğu bir koridora çıktı. Kapılar,
bir denizaltının hava sızdırmaz kabinine veya bir uzay istasyo­
nuna açılır gibiydi. Her bir kapının üzerinde bir buçuk metre
yükseklikte siyah boyayla yazılmış sayılar vardı. Altmış kapı­

378
19. D E P A R T M A N

nın olduğu koridorda Petrov 31 numaralı kapıya yönelmişti.


Kontrol odasında, gece nöbeti tutan adamlar endişe içinde
birbirlerine baktılar. Karlanmış sekiz ekrandan beyaz gürültü
yükseliyordu ve dış mikrofonlardan hiç ses gelmiyordu. Sekiz
adam silah dolabını açıp DMT’nin patlayıcı fırlatıcı silahları
olan Gün-salanları almışlar ve karın içinde her ne varsa onu
beklemeye koyulmuşlardı.
Ana giriş kapısının bir anda hızla açılıp beton duvara
çarpmasıyla adamların hepsi yerlerinde sıçradı. Üs Koruma
Alayı’nm otuz iki askeri sessizce doluştukları odanın neredey­
se her santimetre karesini tuttu. Sevinç içindeki nöbetçi per­
sonel tezahürat yapmamak için kendisini zorluyordu. ÜKA,
DMT’nin en iyi, seçkinlerin seçkini subaylarından oluşuyordu.
Askerler yarım daire oluşturup yüzlerini dış dünyaya açılan,
hava kilitli kapıya çevirdiler. Gri üniformalarının ve zırhları­
nın üzeri türlü silahlar ve teçhizatla doluydu. Kaleşnikoflarmı
ve Gün-salanlarmı kapıya doğrulttular ve nöbetçi personel as­
kerlerin arkasına geçti.
Sessizlik.
Ardından odayı yırtılıp burkulan metalin rahatsız edici sesi
doldurdu. Büyük, metal kapı menteşelerinden ayrılıp siyah be­
yaz Kuzey Kutbu gecesinin içine doğru uçana dek titreyen elle­
rinde bir Gün-salan tutan Er Yurov’un sessiz bir dua okuyacak
vakti olmuştu.
Kar iri taneler halinde odaya doldu ve DMT askerlerini geri
itti. Hava gırtlaklarını tıkayacak, oksijeni ciğerlerinde hapsede­
cek kadar soğuk; kar sık ve kör ediciydi. İnanılmaz ölçüde hızlı
hareket eden karanlık şekiller az önce kapının olduğu boşluk­
tan içeri girince askerler silahlarını neredeyse rastgele ateşle­
meye başladılar. Elleri sulanan gözlerine gidiyor, göğüsleri ya­
nıyordu. Kurşunlar duvarlardan ve kırılan monitörlerden vızıl-

379
W I LL H I L L

dayarak sekiyor, kontrol panellerinde delikler açıyordu. Gün-


salanların her atışta çıkardığı şiddetli çatırtılar kulaklarında
çınlıyordu. Karanlık şekiller her yerdeydi sanki; birer gölge gibi
karla dolan odaya sızan figürler geçtikleri yerlerde parçalanmış
et ve kan bırakıyorlardı. Kar bulutunun içinden fırlayan kızıl
bir sıvı Yurov’un göğsünü ve yüzünü kapladı. Geri kaçmasıyla
önünde, en fazla iki metre uzağında dikilen karanlık figürü
fark etmesi bir oldu. Gün-salanı havaya kaldırıp ateşledi. Sila­
hın geri tepmesiyle kolları sarsıldı. Merminin hedefi vurmasıy­
la figür sendeledi ve yalpalayarak karın içinden çıktı.
Aynı masayı paylaştığı Alex Titov’du bu. Titov kocaman
açılmış gözleri ve ses çıkarmadan oynayan ağzıyla Yurov’a bak­
tı. Mermi göğsünün önünden girip güneş sinir ağına saplan­
mıştı. Yurov’un çaresiz bakışları altında merminin pnömatik
motoru harekete geçti ve arkadaşının göğüs zırhını delmeye
başladı. Yurov kemik kırılma seslerini duydu ve Titov’un çığ­
lığı kontrol odasında uğuldayan rüzgârın sesini bastırdı. Ağ­
zından kan akan Yurov yalvaran bir ifadeyle arkadaşına baktı.
Ardından patlayıcı mekanizmanın ateşlenmesiyle Titov patladı
ve parçaları Yurov’u tepeden tırnağa kapladı. Arkadaşının kanı
yüzünden aşağı damlarken boş gözlerle baktı. Hemen sonra
kar fırtınasının içinden çıkıveren bir vampir boğazını kesti. Bu
onun için neredeyse bir lütuf olmuştu.
Üç dakikadan kısa bir sürede DMT’nin kontrol odasında
otuz sekiz adam öldü.
Vampirler baş döndürücü bir hızla saldırmış, kar fırtınası­
nın içinden aniden çıkıp ısırarak, pençe atarak ve parçalayarak
nöbetçi personeli ve ÜKA askerlerini katletmişlerdi. Kendile­
rini savunma şansları bile olmamıştı; kar onları kör ederken
soğuk uyuşturmuş, Valeri’nin yandaşları onları oldukları yer­
de boğazlamıştı. İki ÜKA askeri giriş koridoruna doğru koşup

380
19. D E P A R T M A N

asansöre ulaşmayı başardı. Hayatta kalan bu iki asker DMT’yi


her gün işler hale getiren bilim adamları, doktorlar ve kurmay­
ların da bekleştiği, yerin iki kat altındaki yemekhaneye ulaştı.
Kontrol odası tamamen sessizleşince kadim vampir odanın
donmuş zeminine adım atıp kapıyı yeniden eski yerine yerleş­
tirdi. Söktüğünde yamulup büküldüğünden kapı artık yerine
tam oturmuyor olsa da yine de rüzgârı epeyce kesiyordu. Kar
zeminde, masalar ve sandalyelerin üzerinde birikmiş, ölü DMT
askerlerinin bedenlerini örterken kan birikintilerinin olduğu
yerlerde pembe bir renk almıştı. Çoğunun bedenleri kırmızıyla
kaplı, gözleri parlayan vampirler sessizce Valeri’nin arkasında
toplanıp onun peşinden üsse girdiler.

General Petrov sırtını 31. odanın kapısına dayayıp Gün-salanmı


asansör kapılarına doğrulttu. Düzenli aralıklarla hışırdayan
telsizden acı dolu çığlıklar ve şiddet dolu hırıltılar geliyordu.
Sesleri duymazlıktan gelmek ve sadece koridorun diğer ucun­
daki metal kapılara odaklanmak için elinden geleni yapıyordu.
Nihayet telsiz sustu ve kemerinden kriptolu bir uydu telefonu
çıkardı. Parlayan ekrana girdiği kısa, dokuz sözcükten oluşan
mesajı gönderdi. Ardından telefonu yerine koyup gelmelerini
bekledi.
Hazırlıklı olmasına rağmen kapıların sessizce açılması onu
şaşırttı. Hayati birkaç milisaniyenin ardından Gün-salanı asan­
söre doğru tuttu. Asansörün açık kapılarından kükreyerek çı­
kan bir vampirin omzuna isabet eden mermi bir saniye sonra
patladı ve duvarlar, zemin ve tavan kızıla bulandı. Arkadaş­
larının kanı üzerinde yalpalayarak ilerleyen iki vampir daha
aynı kaderi paylaştı. Dördüncü atışı duvardan sekip zararsızca
tavana saplandı. Petrov’un beşinci atışı bir vampir kızın alnına
isabet edip onu dizlerinin üzerine yıktı. Ağzına gelen safraya

381
W ILL H IL L

tahammül etmeye çalışarak son atışını yaptı. Kısacık bir an Va-


leri Rusmanov’un kır saçlı başı patlayıcıların dumanı arasında
görünse de Gün-salanın bir sonraki mermisi namludan çıkana
kadar ortadan kayboluverdi. Mermi onun değil, patlayıcı ken­
disini yok etmeden önce yalvaran gözlerle asansöre bakan bir
vampir kadının göğsüne isabet etti. Petrov mermileri tükenen
silahı yere atıp omuz askısına bağlı eski Ak-47’sini çıkardı ve
ateşlemeye hazırladığı silahı asansöre doğrulttu.
Vampirleri yıldırmayı başardığını düşündüren bir anlık
sükûnetin ardından yaratıkların bir kez daha asansörden dı­
şarı fırlamasıyla Petrov mücadeleyi kaybettiğini anladı. Çok
sayıda vampir vardı. Hem de çok. Ağızları açık, heyecanla ve
yüzlerinde sadistçe bir zevk ifadesiyle duvarlarda ve tavanda
sürünüyor, zeminde oradan oraya sıçrıyorlardı. Tüfeğinin yıp­
ranmış tetiğini çekmesiyle koridor kül rengi dumanla doldu.
Ağır kurşunlar uzuvları koparıp başlarda ve gövdelerde delik­
ler açsa da vampirler saldırmaya devam etti. Petrov çığlık atı­
yor ama tüfeğin takırtısından kendisini duymuyordu. Horozun
kurşunların bittiğini belli eden son tık sesine kadar ateş etmeyi
sürdürdü.

General Yuri Petrov metal zemine uzandı.


Sırtından aşağı bir şey damlıyor ve kemer tokasında biriki­
yordu. Sol gözünde tek gördüğü kırmızıydı. Kendisine dışarı­
dan bakar gibi, kollarını ve bacaklarını hissedemediğini fark
etti. Acı hissetmemesine şaşırdı. Çünkü ölüyordu ve bundan
hiç şüphesi yoktu.
Vampirler etrafında sessizce dikiliyordu. Başını kaldırmaya
çalışsa da bunu başaramayacağını fark etti. Valeri 31. odaya
açılan kapının yanındaki, bir süredir incelemekte olduğu on
beş haneli tuş takımından uzaklaşıp kıpırdayamayacak halde­

382
19. D E P A R T M A N

ki subayın yanında diz çöküp ona gülümsedi.


Petrov ona zoraki bir gülümsemeyle karşılık verirken hâlâ
konuşabildiğini fark etti.
“Faydası... yok,” dedi. Sözcükler kurmaya çalışırken nefesi
ıslık sesi çıkarıyordu. “Sana... şifreyi... asla... vermem.”
Valeri’nin gülümsemesi daha da yayvanlaştı. O anda gene­
ralin bocalayan zihninde son, berrak bir düşünce uyandı.
İhanete uğradık.
Valeri’nin ayağa kalkmasıyla Petrov’un yüzündeki gülüm­
seme silindi. Siyah paltolu vampirin koridorun diğer yanına
geçip 31. odanın kapısının yanındaki tuşlara hızla basışını
izledi. Uzun bir bip sesinin ardından kapı bir dizi tıkırtı ve
gümbürtüyle tıslayarak, yavaşça açıldı. Petrov kısa bir an için
31. odanın içini net bir şekilde gördü ve feri sönmek üzere olan
gözlerini sadece bir avuç insanın görmüş olduğu şeyin üzerin­
de gezdirdi.
Küçük odanın içinde sadece iki nesne vardı. Metal zeminin
ortasında kare şeklinde, her bir kenarı bir metre uzunluğun­
da çelik bir küp vardı. Küpün üzerinde her iki ucunda kalın,
metal kapakların olduğu saydam plastikten bir tüp duruyordu.
Petrov üçte ikisi gri bir tozla dolu olan tüpün yanma yapıştı­
rılmış olan etiketi okuyamıyordu. Odaya adım atan Valeri 31.
odadaki nesnelerin önünü kapattı. Ardından omzunun üzerin­
den elini salladı.
Toplu hırıltılar eşliğinde vampirler Petrov’un üzerine çöktü.
Çığlık atacak kadar vakti oldu. Ancak sadece tek çığlık.

383
38
AŞK YANIKLARI

Sekiz saatten kısa bir süre içinde Halka’nın genel alarmı ikinci
kez çaldı. Henüz kırk dakika önce yataklarına uzanmış olan
aşağı katlardaki ajanlar uykularından koparılmalarıyla küfre­
derek üniformalarını giyip silahlarını taktılar.
Amiral Seward ana hangarda Siyah Işık’ın uyku sersemi er­
kek ve kadınlarına komutlar veriyordu. Pistin asfalt zemininde
iki EC725 helikopter duruyor, teknisyenlerin zemindeki ka­
paklardan çektikleri hortumlarla yakıt doldurdukları helikop­
terlerin açık yolcu kabinlerinden ışık sızıyordu.
Seward, “Jet nerede?” diye bağırdı. “Kahretsin, kırk dakika­
da orada olacaktık.”
Yanından geçen bir ajan, “Cal Holmwood üç gün önce Mina
Il’yi Nevada’ya götürdü,” diye yanıt verdi. “Amerikalılarla bir
eğitim tatbikatı yapıyor, efendim.”
Seward okkalı bir küfür savurup dikkatini etrafını saran
ajanlara verdi. Seferberliğin denetiminden sorumlu olan Paul
Turner’a seslendi.
“Sen, ben ve rapor veren ilk on sekiz adam hazır buluna-

384
19. D E P A R T M A N

cak,” diye emretti. “İletişim ve silah denetimi yapılıp silahlar


yüklensin. Beş dakikaya kadar havalanmış olmak istiyorum.”
Turner, “Evet efendim,” diye yanıt verdi. Rapor veren adam­
ların yanma gidip telsizlerini ve silahlarını kontrol etmeye ko­
yuldu. Turner uygun şekilde hazırlanmış olduğunu düşündüğü
bir ajan görünce başparmağıyla bekleyen helikopterlere işaret
ediyor, asker piste çıkıp helikopterlerden birine tırmanıyordu.
Amiral Seward onun yanından ayrılıp hızlı adımlarla
Harekât Odası’na giden koridorları aştı. Odanın kapısını aça­
cakken cep telefonu öttü. Telefonu üniformasının cebinden çı­
karıp ekrana baktı.

YENİ SMS
GÖNDEREN: PETROV, GEN. Y.
31. ODANIN GİZLİLİĞİ İHLAL EDİLMEK ÜZERE.
ACELE ET ESKİ DOSTUM
YURİ

Henry Seward’un omurgasından yukarı bir ürperti yükseldi.


31. Oda’y ı nereden biliyorlar?
Harekât Odası’nın kapısını ardına kadar açıp içeri adım attı.
Jamie, Frankenstein ve Morris odanın ortasındaki bir masanın
etrafında toplanmışlardı. Oğlan hafifçe titreyen elinde bir tel­
siz tutuyordu. Seward’un içeri girmesiyle üçü başlarını kaldırıp
ona baktı.
Seward, “Albay Frankestein, Teğmen Morris, Bay Carpen-
ter,” dedi. “Bir sonraki emre kadar üsten ayrılmayacaksınız.
Acilen Rusya’ya bir yardım timi götürmem gerekiyor; sizinle
döndüğümde ilgileneceğim. Bu arada, umarım sizden istedi­
ğim rapora odaklanıyorsunuzdur.”
Amiral Sevvard arkasına bakmadan, hızlı adımlara odadan

385
W ILL HILL

çıktı. Bir dakika kadar sonra ilk konuşan Jamie oldu


“Hapı yuttuk,” dedi. “Annemi bir daha asla göremeyeceğim.”
Frankenstein oğlanın sesindeki yılgınlık karşısında pani­
ğe kapılarak ona baktı. Jamie’nin içinde durmadan yanan ateş
sönmüştü sanki.
Morris tedirgin bir şekilde söze girdi.
“Belki de o kadar da kötü...”
Jamie, “Tom...” diyerek araya girdi. “Beni avutmaya çalışma.
Çocuk değilim.”
Morris başını öne eğip masaya bakarken oğlan konuşmayı
sürdürdü. “Northumberland’de neler olduğunu öğrenmek isti­
yorum. Bana Alexandru’ya haber uçuranın Larissa olduğunu
söylemeyin çünkü buna inanmıyorum. Gerçekten ne olduğu­
nu öğrenmek istiyorum.”
Frankenstein sakince ona baktı. “Kendi adıma şunu söyle­
yebilirim ki yanlış insanlardan bir şeyler istiyorsun. Duymak
istediğin bu değilse, üzgünüm.”
Jamie, “Tamam o zaman,” diye yanıt verdi.
Masadan kalkıp hiç arkasına bakmadan Harekât Odası’ndan
çıktı. Koridorun ucundaki asansöre girip parmak eklemleri
bembeyaz olana kadar metal tırabzanı sıktı. Midesini kavuran
yakıcı ve ekşi öfkeyi dizginlemek için tüm gücünü sarf ediyor,
elinden geldiğince onu bastırmaya çalışıyordu. Asansör kapsı-
mn yana doğru kayarak açılmasıyla hücre odası göründü. Oda­
nın koridorunda ilerleyip Larissa’nm hücresine doğru yürüdü.
Larissa onu bekliyordu.
Vampir kız hücresinin ortasında, UV bariyerinin hemen ar­
kasında dikiliyordu. Önünde beliren Jamie’ye gülümsedi. Gü­
lümsemesi oğlanın yüzündeki öfkeli ifadeyi görmesiyle hafifçe
soldu.
“Sorun nedir?” diye sordu.

386
19. D E P A R T M A N

Jamie öfkesini dizginleme çabası yüzünden titreyen bir ses­


le, “Alexandru’ya onu yakalamaya geldiğimizi söyledin mi?”
dedi. “Ona kaçması gerektiğini söyledin mi?”
Durumun farkına varan Larissa’nın gözleri kocaman açıldı.
“Orada yoktu, değil mi?” diye sordu.
Jamie, “Hayır,” diye yanıt verdi. “Orada değildi. Annem de
öyle. İkisi de Tanrı bilir nereye gitmişlerdi. Onu bulduğumuzu
bilen bir avuç insan olsa da oraya doksan dakika sonra vardığı­
mızda gitmişti. Bunun nasıl olduğunu bilmek istiyorum.”
Larissa, “Sor,” dedi. “Soruyu bana tekrar sor.”
“Onu yakalamaya geldiğimizi Alexandru’ya söyledin mi?”
Larissa, “Hayır,” diye yanıt verdi. “Söylemedim.”
Larissa’nın bakışları altında Jamie’nin omuzlar çöktü. Oğ­
lan başını geriye atıp gözlerini sımsıkı kapattı.
Bitti. Aman Tanrım, bir daha onu asla bulamayacağım. Her şey
bitti.
Sesi ümitsizlikle tıkanan Jamie, “Ne yapacağımı bilmiyo­
rum,” dedi. “Sana inanmak istesem de bunu yapıp yapamaya­
cağımdan emin değilim.”
Larissa öne doğru yarım adım atıp alçak sesle ismini söy­
ledi.
“Jamie.”
Oğlan kızarmış gözlerle, yüzündeki her çizgiye kazınmış
bir acıyla ona baktı.
Larissa, “Bana güvenebilirsin,” deyip öne doğru hareketlen­
di.
Elini UV bariyerinden geçirip Jamie’yi tuttu. Kolunun tama­
mından alevler çıkıyor, derisinden mor ateşler fışkırıyor olsa da
titremedi bile. Jamie’yi bariyerden içeri çekti ve yanan derisin­
den çıkan çıtırtılar ve koku kulaklarına ve burun deliklerine
hücum eden oğlanı öptü.

387
W I LL H I L L

Oğlan da elini saçlarına götürdüğü kıza aynı şekilde karşı­


lık verdi. Üniformasında kızın yanan kolunun ısısını hissetse
de sıcaklık, binlerce kilometre öteden, bir başka dünyadan ge­
liyormuş gibi hissediyordu. Elleri kızın belinde, tüm vücudu
titrerken kendisini öpücüğe, dudaklarına kenetlenen serin ve
yumuşak dudaklara tamamen teslim eti.
Sonra, her şey başladığı gibi aniden sona erdi.
Larissa kendisini ondan uzaklaştırıp gözlerini açtı. Yüzü
Jam ie’nin yüzüne milimetrelerle ölçülecek yakınlıktaydı. Jamie
kızın nefesinin sıcaklığını ağzının üzeride hissedebiliyor, koyu
kahverengi gözlerindeki girift sarı desenleri seçebiliyordu.
Birbirlerine, dünyada sadece ikisi varmış gibi baktılar.
Nihayet yüzüne acı ifadesi oturan Larissa yere düştü ve ge­
riye sadece hücrenin tavanına doğru yükselen dumanlar ka­
lana dek kolunu zemine çarparak alevleri söndürdü. Hücreye
mide bulandırıcı bir koku doldu. Jamie onun yanında diz çök­
tü. Dumanın dağılmasıyla midesi kalktı.
Kızın yanmış, kapkara olmuş kolu dizinin üzerindeydi. So­
yulmuş derisinin altında dağlanmış, simsiyah olmuş, iplikleri
andıran kaslarını seçebiliyordu. Kasların altındaki parlak, be­
yaz kemikleri görünce kusacağı korkusuyla gözlerini çevirdi.
Soluğu kesilerek konuşan Larissa, “Önemli değil,” dedi.
“Yeniden çıkar. Sadece kana ihtiyacım var.”
Jamie hiç düşünmeden üniformasının yakasını indirip boy­
nunun yara almamış tarafını ona çevirdi. Larissa kolunun acı­
sına rağmen güldü.
Acıdan yüzünü ekşiterek, “Bu çok hoş bir hareket,” dedi.
“Ama henüz buna hazır olduğumuzu sanmıyorum.”
Jamie kızarıp nöbetçi odasına doğru koştu.
İstese, ba n a zarar v erm eye niyetli olsa kolunu bariyerden geçire­
bilirdi.

388
19. D E P A R T M A N

N e zam an istese yapabilirdi bunu.


Jamie, “Bana kan gerek,” dedi. Gardiyanın ona soru sorma­
ya hazırlandığını görse de ona yanıt verecek hali yoktu. “He­
men,” dedi. Amiral Seward’m izniyle istiyorum bunu. İstersen
kendisine sor. Tabii rahatsız edilmekten hiç hazzetmeyeceğine
eminim.”
Camın arkasındaki ajan ağzı açık kalmış halde ona baktı.
Hemen sonra iç geçirip sandalyesinin üzerinde kayarak ofisin
gerisine gitti ve duvara monte edilmiş, paslanmaz çelikten bir
buzdolabını açtı. Buzdolabından dışarı soğuk hava akın eder­
ken gardiyan içlerinde 0 negatif kan bulunan birer litrelik iki
plastik torba çıkardı. Tekerleri fayans döşemelerin üzerinde
tıkırdayan sandalyesiyle bir kez daha parlak zemini üzerinde
kayıp Jam ie’nin önünde durdu. Torbaları camdaki boşluktan
geçirip Jam ie’ye bir kez daha bakmadan masasına geri oturdu.
Oğlan odanın öte yanma koştu. Larissa yatağına tırman­
mış, yaralı kolunu göğsüne dayamıştı. Jam ie’yi yeniden görün­
ce gülümsese de yüzünde acı dolu bir ifade vardı.
Jamie UV bariyerinden geçip kızın yanma gitti. Kanı ona
verip, sağlam sol koluyla tuttuğu ilk torbayı dişleriyle yırtan
kızın yanma oturdu.
Larissa, “Başını çevir,” dedi.
Jamie, “Asla olmaz,” diye yanıt verdi.
Larissa, Jam ie’nin fikrini değiştirmesini beklemeden ha­
vaya diktiği plastik torbayı sıkıp içindekileri bir dikişte içti.
Kan boğazından aşağı inerken gözleri kızıla çaldı. Titreyerek
yutkundu. Başını geriye atmıştı ve gırtlağı sürekli bir hareket
halindeydi. Bir köpürme sesi geldi. Jamie kızın koluna baktı.
Gördükleri karşısında hayrete düştü. Kömüre dönmüş,
simsiyah deriden, aside sokulmuş gibi balonlar çıkıyordu. Göz­
lerinin önünde, et önce koyu kırmızı, ardından açık kızıl ve

389
W ILL HI LL

nihayet kızın bedeninin geri kalanıyla aynı tonda soluk pembe


bir renk aldı. Kas lifleri ve ince şeritler halindeki deri genişle­
yerek yeniden canlanan deriyle birleşip ateşin yaktığı delikleri
kapattı. Köpürme sesi gittikçe azalırken Jamie’den bir hayret
nidası çıktı. Larissa’nın kolu öğlen güneşinin altında fazlaca
güneşlenen birinin kolundan daha kötü görünmüyordu.
Kız derin derin soluyordu. Dudakları ince bir çizgiye dön­
müş, gözleri kıpkırmızı kesilmişti.
Jamie, “Canın yanıyor mu?” diye sordu. “Bir uzvun yeniden
çıkarken?”
Larissa başını sallayıp titreyen ağzını açtı. “Yandığı anki ka­
dar değil,” dedi. “Yine de acıyor.”
İkinci torbayı açıp iştahla içindeki kanı iştahla içti. Ağzının
kenarından çizgi halinde akan kan çenesine indi; Jamie içinde
uyanan kanı yalama dürtüsünü dizginlemeye çalıştı. Sonra ye­
niden köpürme sesi duyuldu. Rengi daha da açılan kolu kendi­
sine bakan birinin yaralandığına ihtimal bile vermeyeceği bir
ton aldı. Jamie uzanıp elini yeni derinin üzerinde gezdirdi; ılık
ve pürüzsüzdü.
Larissa onun elini tutup gözlerinin içine baktı.
“Sana asla zarar vermezdim,” dedi. “Sebebini söylemeden
seni Valhalla’ya götürdüğüm için üzgünüm. Ancak bana güve­
nebilirsin. Bir daha asla sana yalan söylemeyeceğim.”
Jamie öne doğru eğilip onu öptü. Dudakları bir kez daha
buluşurken bu kez kendisini çeken o oldu. Ayağa kalkıp yatak­
tan uzaklaştı. Larissa yüzünde şaşkın bir ifadeyle ona baktı.
Jamie, “Geri geleceğim,” deyip gülümsedi.

390
39
RESMİ DAVET

19. DEPARTMANIN KUZEY İLERİKARAKOLU


KRALİYET HAVA KUVVETLERİFLYINGDALES İSTASYONU.
KUZEY YORKSHUtEULUSAL PARKI
ONBEŞ DAKİKA ÖNCESİ

Önündeki ekranları gözden geçirdikten sonra sığınağın kapı­


sından çıkıp akşamın soğuk havasına adım atan uçuş subayı
John Elliott nefes aldıkça ağzından buharlar çıkıyordu. Gece
nöbetleri en beteriydi. Ne kadar kahve içip sigara yaksa da sa­
atler geçmek bilmiyor, yorgunluğu katlanarak artıyordu
Saatine baktı. 1:18. Kırk iki dakika kalmıştı.
Elliott bir Camel Light yaktı ve kurumuş gırtlağından geçer­
ken yüzünü ekşitmesine neden olan dumanı ısrarla içine çek­
ti. Nöbet sırası Dave Sargent’taydı. Dave giriş kodunu tuşlayıp
siperin kapısını açar açmaz Elliott odasına çekilebilirdi. Dört
dakikaya kadar yatağına uzanacaktı. Süreyi hesaplamıştı.
Genç uçuş subayı üsse ve gerisindeki kırlara baktı. Flying-
dales’in Soğuk Savaş döneminden kalma radarlarını gizleyen de­
vasa, soluk mavi golf topları artık orada olmasa da onun yerini
alan geniş, üç kenarlı faz dizili radar piramidi Snod Tepesi’nin
üzerinde sessizce yükseliyor ve yerleştirilmesinin üzerinden bir
yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ meşum görünüyordu.
Siyah Işık ileri karakolu üssün batı kenarında, yaz ayların­

391
W ILL HIL L

da otobüsler dolusu turisti Whitby’ye götüren yolların, Kraliyet


Hava Kuvvetleri personelinin ve onların ailelerinin uzağınday­
dı. İleri karakol sıradan, gri, betonarme bir kareden ibaretti.
Yapının ortasındaki ağır çelik kapı duvarlarına monte edilmiş
iki masası ve arka tarafında küçük bir tuvaleti olan küçük, kare
şeklindeki yer altı siperine açılıyordu. Çiti izleyen, çakıl kaplı
bir yol yakındaki kışlayı siperle birleştiriyordu. Alçak, tuğla bir
bina olan kışla karanlıktı; Elliot’ın birliğinin geri kalan üyeleri
yataklarında uyuyorlardı.
Kışlanın yanında uzanan çitin ötesinde boş kırlar uzanıyor­
du. Avareler ve otostopçular üsse yaklaşmayacak kadar akıllı
davrandıklarından kırları kaplayan eğreltiotları ve uzun çimler
hiç ezilmemişti. Kırların öte yanında, Harrogate kasabasının
üzerinde yükselen tepelerde Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin Ame­
rikan Ulusal Güvenlik Teşkilat tarafından işletilen özerk dinle­
me istasyonu RAF Memvith Hill bulunuyordu.
Elliott birkaç kez oraya girmiş, restoranda bir hamburger
yiyip Coors Light içtikten sonra bowling salonunda kırk dolar
kaybetmişti. Yankiler her şeyi kendilerini evlerinde hissedecek­
leri şekilde düzenlemiş, Echelon’un veritabanında tehlike çan­
ları çaldıracak sözcükleri ve cümleleri tespit etmek için dünyayı
saran radyo dalgalarını tarayan devasa radar tarlalarının arasına
küçük, otantik bir Amerikan kasabası kurmuşlardı.
Elliott, Siyah Işık’a katılmadan önce Echelon gibi şeylere
inanan kişilerin alüminyum folyo şapkalar takıp durmadan in­
ternette yorumlar yapan kaçık yalnızlar olduğunu düşünürdü.
Şimdi ise öylelerini klavyeleri başında kıskançlıktan çatlatacak
şeyler biliyordu.
Siperin arkasındaki bir şey çakıl taşlarının üzerinde çıtırtı­
lar çıkardı.
Uçuş subayı Elliott hızla Glock’u kılıfından çekip kemerin­

392
19. D E P A R T M A N

deki telsizi çıkardı. Üzerindeki tuşlara kimlik kodunu girdiği


telsizi kulağına yasladı.
“Şifreyi söyle.” Komutan Jackson’ın sesinde yorgunluk ve
hırçınlık seziliyordu.
“Elliott, John. NS308-81E.”
“Neler oluyor, Elliott?”
“Bir şey duydum, efendim. Siperin arkasında.”
“Araştırdın mı?”
“Hayır, efendim.”
Komutan okkalı bir küfür savurdu.
“Git de neymiş bir bak. Üç dakikaya kadar orada olacağım.”
“Efendim, protokol gereği...”
“Üç dakika, uçuş subayı. Anlaşıldı mı?”
“Evet, efendim.”
Elliott telsizi kemerine geri takıp sağ eliyle sol elini sardı.
Sessiz adımlarla siperin yan tarafına geçti. Deneyimlerinden
yola çıkarak sesin bir hayvandan, mesela çitin altından tünel
kazan bir porsuktan veya kıyının içerisine doğru fazlaca uçup
geri dönemeyecek kadar yorulmuş bir martıdan gelmiş olabi­
leceğini düşündü. Ancak protokoller boş yere çıkarılmazdı.
Siyah Işık siperine kimse izinsiz yaklaşamaz, olağan dışı her
türlü gürültü ciddiye alınırdı.
Siperin köşesine gidip Glock’unu iki eliyle sımsıkı kavradı.
Derin bir nefes alıp köşenin etrafını dolaştı.
Hiçbir şey yoktu.
Siperin duvarıyla çit arasındaki geniş boşluk boştu ve çakıl
taşları bozulmamıştı. Elliott silahını indirip Komutan Jackson’a
yanlış alarm verdiğini söylemek için telsizine uzandı.
Küt.
Elliott’m sinir sistemine adrenalin hücum etti. Siperin önün­
den gelen gürültüyü bir hayvan çıkarmış olamazdı. Tabancası-

393
W ILL HILL

m tekrar kaldırıp hızlı hareketlerle köşeyi dönüp siperin uzun


duvarının önüne çıktı. Karşısında kehribar sarısı ışıkları par­
layan Flyingdales üssünü gören Elliott ilk kez, Siyah Işık sipe­
rini kompleksten ayıran düz ve geniş çimlik alan orada olmasa
kendisini daha güvende hissedeceğini düşündü.
Beton duvar boyunca küçük adımlarla ilerlerken saatine
baktı. Komutan Jackson’la konuşalı kırk beş saniye olmuştu.
Desteğin ulaşması için iki dakikadan biraz daha fazla bir za­
man kalmıştı.
Tabancasının namlusunu kıpırdatmadan önüne doğrultan
Elliott duvar boyunca yavaşça yürüdü. Ardından kanını don­
duran bir ses geldi ve istemsizce namluyu titrettiğini fark etti.
Ses bir kahkahayı andırıyordu.
Tiz, neredeyse bir çocuk kahkahası gibiydi.
Boynunun gerisindeki tüyler diken diken olurken, tüm vü­
cudu ikinci bir adrenalin deşarjıyla titremeye başladı. Biraz ile­
ri yürüyüp derin bir nefes aldı ve son yarım metreyi de aşarak
siperin köşesini döndü.
Kapının önünde dikilen bir figür vardı.
Her şey ağır çekimde hareket ediyordu. Gözleri dehşet için­
de açılan Elliott çığlığını bastırıp tabancasının tüy gibi hafif
tetiğini çekmeye başladı. Figür beyaz bir tişört giyiyordu. Bu
ayrıntı Elliott’m beynine elini tetikten çekmesi mesajını gön­
derdi. Bir saniye durup yakından baktıktan sonra düzensiz ve
derin derin soluyarak silahını indirdi.
Karşısındaki bir insan değildi.
Sadece siperin kapısına tutturulmuş olan bir tişörttü. Giy­
sinin göğüs kısmından koyu bir şey fırlamıştı ve beyaz kuma­
şın üzerinde sözcükler vardı. Daha yakından bakmak için öne
doğru bir adım attığında bir el omzunu kavradı ve bu kez çığ­
lığını tutmadı.

394
19. D E P A R T M A N

Komutan Jackson uçuş subayını kendisine doğru çevirip, “Ne­


yin var senin, Elliott?” diye bağırdı. “Yoksa sen...”
Gece esintisinde nazikçe sallanan tişörtü görünce sustu.
İki adam öne çıktı ve Komutan Jackson kemerindeki ağır el
fenerini çıkarıp siperin kapısına doğru tuttu.
En az 30 santim uzunluğunda ağır bir metal cıvata tişörtü
delip çelik siper kapısının santimlerce içine saplanmıştı.
Elliot’m aklında öyle bir şeyi yapabilmek için ne kadar güç
gerekeceği sorusu vardı.
Tişörtün üzerindeki baskıda bir ada resmi ve onun altında
da neşeli, sarı harflerle bir sözcük yazıyordu.

LINDISFARNE

Onun da altında, tişörtün karın kısmında Elliott’ın mide­


sini kaldıran koyu kırmızı bir sıvıyla üç sözcük karalanmıştı.

OĞLANA
GELMESİNİ
SÖYLEYİN

Komutan Jackson alçak sesle, “Alarm ver,” dedi. “Birliğin ka­


lanını da uyandır.”
Elliott iterek açtığı ağır kapının diğer yanından küçük bir
piramidin fırladığını korkudan kaynaklanan bir hissizlik için­
de fark etti.
Neredeyse kapının öteki yanından çıkmış.
İletişim masasına geçip alarm vermek için gerekli olan ko­
mutu girdi. Sığmağın 80 kilometre çevresindeki tüm askeri
üslere gönderilen sinyal onlara radarlarıyla son otuz dakika

395
W ILL HI LL

içinde ortaya çıkan, açıklanamayan hava fenomenlerini gözden


geçirme emrini ulaştıracaktı. Üslerdeki radar operatörleri neyi
niçin araştırdıklarını veya kuzeydeki ileri karakola sonuçları
ulaştırmalarının hemen ardından protokol gereği araştırmala­
rına dair kayıtları neden silmek zorunda kalacaklarını bilme­
yeceklerdi.
Elliott birliğin geri kalanını uyandıracak olan komutu tuş­
layacakken gözü monitörlerden birinde beliren bir şeye takıldı.
BBC News 24 kanalı SON DAKİKA HABERİ başlığı altında bir
haber geçiyordu.
Jakson açık kapıdan içeri, “Mesajın Halka’ya da ulaşmasını
sağlaşan iyi olur,” diye seslendi.
Elliott gözlerini ekrandan ayırmadan cevap verdi. “Sanırım
mesajdan haberdar olmuşlar bile, efendim.”

396
40
KIRILMA NOKTASI

Jamie, Harekât Odası’nm kapısını ardına kadar açtı.


Frankenstein ve Thomas Morris tam da onun bıraktığı yer­
de duruyordu; Jamie yeraltında geçirdiği süre zarfında birbir­
lerinin yüzüne bakmadan bekleyen iki adamın tek bir kelime
konuşmamış olabileceğini düşündü. İçeri girmesiyle başlarını
kaldırdılar. Jam ie onların önündeki bir sandalyeye oturdu.
“Bunu o yapmadı,” dedi.
İki adam itiraz etmek için ağızlarını açacak olsa da onlara
bu şansı tanımadı.
“Bana inanıp inanmamanız umurumda bile değil. Bunu
onun yapmadığını biliyorum. Bu da dünyada Alexandru’yu
bulduğumuzu bilen diğer kişilerin siz ikiniz, ben, Amiral Se-
ward ve uyduyu hareket ettiren ajan olduğu anlamına geliyor.
Saldırı timinin geri kalanı uçuş sırasında bilgilendirmişti ve
tüm telsiz trafiği izleniyordu. Dolayısıyla, Alexandru’ya haber
uçuran bu saydığım kişilerden biri olmalı.”
Ellerini saçlarında gezdirip avuçlarının içiyle gözlerini
ovuşturdu.
“Dürüst olmak gerekirse...” diye sözlerini sürdürdü. “Bunu
yapanın kim olduğu umurumda değil. Tek umursadığım şey

397
W ILL HILL

bir sonraki adımımızın ne olacağı. Gördüğüm kadarıyla, artık


elimizde bizi ona götürecek bir ipucu kalmadı ve Alexandru
büyük olasılıkla sırf onu arıyorum diye bir sürü masum insanı
öldürdü. Bu yüzden şimdi ne yapacağımızı bilmek istiyorum.”
Harekât Odası’nın duvarlardan birini tamamen kaplayan
ekran bir vızıltı sesi ve bir ışık parlamasıyla harekete geçti.
Otomatik güvenlik protokolleri devreye girerken ekranda iki
metre çapında bir 19. Departman arması göründü. Ardından
Siyah Işık işletim sisteminin masaüstünün tam ortasında açı­
lan pencerede BBC’ye ait haber görüntüsünün çıkması üç ada­
mı şaşırttı.
Jamie, “Neler oluyor?” diye sordu.
Morris ekrana bakıp, “İzleme sistemi sivil medyanın olası
doğaüstü olaylara dair haberlerini gözler,” diye yanıt verdi. “Şu
an da öyle bir durum söz konusu, artık her ne oluyorsa.”
Ekranın altında kalın ve beyaz puntolarla SON DAKİKA
HABERİ yazısı sağdan sola kayıyordu. Ekran bir sahilden
izleyicilere seslenen bir haberciyi gösterdi. Adamın saçları
rüzgârda uçuşuyor, gece esintisi mikrofonunun etrafında vızıl­
darken ses çıtırdıyordu. Gerisinde bir çift portatif projektör bir
balıkçı teknesinin karaya oturduğu suyun kenarına tutulmuş­
tu. Kumun üzerinde gezinen erkekler ve kadınlar vardı. Omuz­
larına battaniyeler sarılıydı ve yüzlerinde şaşkın bir ifade olan
bu insanların etrafı polisler ve sağlık görevlileriyle çevriliydi.
Ekranın altındaki yazı izleyicilere haberin kaynağının Fen-
wick, Northumberland olduğunu belirtiyordu.
Ekranın sağ alt köşesinde hareketsiz bir şekilde dikilen bir
adam bir sağlık görevlisinin boynuna bandaj sararken yüzünü
buruşturuyordu. İki polis çığlıklar atan bir kadını yere yatır­
maya çalışırken muhabir ümitsizce sorularına yanıt verecek
kadar kendinde olan birini arıyordu.

398
19. D E P A R T M A N

Bir anda Jam ie’nin aklında bir ampul yandı.


“Tom!” diye bağırmasıyla güvenlik subayı yerinde hopladı.
“Şu haberi geri sarabilir misin?”
Morris şaşırmış görünse de bunu yapabileceğini belirtti.
“Otuz saniye geri alıp dondurmanı istiyorum. Çabuk!”
Morris bir pencere açıp bir dizi tuşa bastı. Bu esnada Fran-
kenstein hantal hareketlerle ayağa kalkıp Jam ie’nin yanma yü­
rüdü.
“Ne oluyor?” diye sordu.
Oğlan gözlerini ekrandan ayırmadan, “Göreceksin,” diye
yanıt verdi.
Morris’in gerekli ayarlamaları yapmasıyla haber önce durup
sonra geriye doğru oynamaya başladı.
Ekranda ince, yeşil çizgilerden oluşan ve görüntüyü altmış
dört kareye bölen bir ızgara belirdi. Morris sağ alt köşedeki
dört kareyi işaretleyip üstlerine tıkladı. Karelerin büyüyüp ek­
ranın tamamını kaplamalarıyla üç buçuk metrelik bulanık bir
görüntü ortaya çıktı. Morris’in bir dizi tuşa basmasının ardın­
dan görüntü mükemmel bir netliğe kavuştu.
Sağlık görevlisi adamın boynuna bandaj sarmak üzereydi.
Adamın soluk cildinin üzerine artık çerçevede görünmeyen
aym gümüşi ışığı altında neredeyse siyah gözüken kan sıçra­
mıştı. Jam ie derin bir nefes alıp tuttu.
Keçeleşmiş kanın merkezinde simsiyah iki delik vardı.
Jamie kan izini adamın omzuna kadar takip etti. Kan ora­
dan üst koluna ve göğsüne doğru iniyordu. Üzerinde rengi
koyu kırmızıya dönmüş beyaz bir tişört vardı.
Jamie, “Burası neresi?” diye sordu. “Bölgenin çevresini gös­
teren bir harita lazım bana. Annem bu teknenin geldiği yer her
neresiyse orada. Bunu biliyorum.”
Morris kontrol panelinden hızla kalkıp metal duvarlardan

399
W ILL HI LL

birine gömülü olan bir dolabı açıp bir harita tomarı çıkardı.
Jam ie onun yanma koştu ve birlikte haritaları masalardan biri­
nin üzerine sermeye başladılar.
Morris haritaları birbiri ardına bir kenara fırlatarak yüksek
sesle, “Northumberland, Northumberland,” dedi. Arkalarından
bir bip sesi gelse de ne o ne de Jam ie geriye baktı.
Morris Kuzey Denizi kıyısını gösteren bir haritayı açıp, “İşte
bu,” dedi. İki adam haritanın üzerine çöküp havada gezdirdik­
leri başparmaklarıyla küçük sahil kasabası Fenwick’i aradı.
Frankenstin, “Jamie,” diye seslense de oğlan başını bile kal­
dırmadan elini salladı ve haritayı incelemeyi sürdürdü.
Çatık kaşları yüzünde çizgiler oluşturan canavar bir kez
daha, bu kez daha yüksek sesle ve telaşla, “Jam ie!” dedi.
“Sorun ne?..”
Gözleri Frankenstein’ın dev ekrana işaret eden parmağını
takip eden Jam ie donakaldı. Ekranda içinde son derece karı­
şık bir harf ve sayı kombinasyonundan oluşan bir e-postanın
olduğu yeni bir pencere belirmişti. E-postanm metin kısmında
hiçbir şey yazılı olmasa da sadece 19. Departman’ın Kuzey İleri
Karakolu’nun kapısına tutturulan tişörtün yüksek kaliteli bir
fotoğrafı vardı. Sarı puntolu LINDISFARNE yazısı ve altındaki,
kurumuş, rahatsız edici siyah bir renk almış kanla yazılmış
olan sözcükler gayet okunaklıydı.

OĞLANA
GELMESİNİ
SÖYLEYİN

Jam ie uzun, derin bir nefes alıp arkadaşlarına baktı.


“Annem orada,” dedi.

400
19. D E P A R T M A N

Jam ie silahlarını Harekât Odası masasının üzerinde boşaltıp


sırayla gözden geçirdi. Frankenstein ve Morris odaya girdi.
Morris, “Kuzeydeki ileri karakolla görüştüm,” dedi. “Basını
kontrol altına alıp biz onlara onay verene kadar polisi adadan
uzak tutacaklar.”
Jamie, “İyi,” diye yanıt verdi. “Bu iyi.”
Botlarının bağcıklarını tekrar bağladı, çelik yeleğini vücu­
duna oturttu ve silahları yeniden kılıflarına yerleştirdi.
Jamie eldiven taktığı elini üniformasının yakasına götürür­
ken, “Bana baktığını hissediyorum,” dedi. “Söyleyeceğin neyse
söyle.”
Morris, “Kurtarma ekibi birkaç saate kadar geri dönecek,”
dedi. “Neden beklemiyorsun? Böylece...”
Jamie, “Beklemek yok, Tom,” dedi. “"Şimdi gidiyorum. Bana
Larissa’nm hücresinin şifresini ver.”
Frankenstein, “O niyeymiş?” diye sordu.
Jamie, “Onu yanımda götüreceğim,” diye yanıt verdi. Ca­
navarın yüzündeki ifadeyi görünce yaptığı işi bırakıp yüzünü
ona çevirdi. “O yapmadı, Victor. Yapmadığını biliyorum. Bana
inanmakta zorluk çekiyor olabilirsin. Sorun değil. Yine de ben
ona güveniyorum ve onu yanında götüreceğim.”
Morris, “Jamie...” dedi. “O yapmadıysa kim yaptı?.”
Jamie, “Bilmiyorum,” diye yanıt verdi. “Emin olduğum tek
şey onun yapmadığı.”
Morris sertçe yutkunup Jam ie’ye baktı. Gözleri kocaman
açılmıştı ve yüzünde ciddi bir ifade vardı.
“Bir şeyi bilmen gerektiğini düşünüyorum,” dedi. “Ancak
bunu sana anlatmak bana düşmez.”
Frankenstein oturduğu sandalyede kaskatı eksildi. Tehditle
örülü bir sesle, “Kapa çeneni, Morris,” dedi.
Jam ie iki arkadaşına baktı.

401
W ILL HILL

“Neler oluyor?” diye sordu.


Morris gözlerini yere dikti.
Parmağıyla Frankenstein’a işaret edip, “Ona sor,” dedi. “Ona
baban öldüğünde nerede olduğunu sor.”
Jamie gözlerini Morris’e açık bir öfkeyle bakan canavara
dikti. Ardından oğlanın zihni bir anda canlanan zihni o gece­
nin anısıyla doluverdi.

Siyah çelik yelek giyen, hafif makineli tüfekli sekiz polis araba yolu
boyunca dizilmişti.
Silahlarının namlusu Julian’ın çıktığı kapıya doğrultulmuştu.
Polislerden biri “Ellerini başının üstüne koy,” diye bağırdı. Ada­
mın yüzünü tamamen örten yün başlığının üzerinde devasa omuz­
larının arasında gülünç derecede komik gözüken bir toplum polisi
miğferi vardı. Jamie dev figüre bakınca adamın ağaç gövdesi gibi
kalın kollarının eşit uzunlukta olmadığını fark etti ve içini büyük bir
korku sardı. “Hemen!”

Jamie daha önce hiç hissetmediği kadar büyük bir kor­


kunun bedenine yayıldığını hissetti. Omurgasından aşağı
buz gibi soğuk dalgalar yayılırken bacakları pelte gibi oldu.
Frankenstein’a baktı.
Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır,
hayır, hayır, hayır, hayır, hayır, hayır.
Boğazı tıkandı ve nefes almakta zorlandı. Öne doğru bükü­
lüp başını bacaklarının arasına aldı. Yere yıkılmamak için çaba
verirken elleriyle kalın dizliklerini sımsıkı tuttu.
Anneni düşün. Şu an onun yüzüstü bırakmamalısın. Anneni düşün.
Sırtını dikleştirip Frankenstein’a baktı. Canavar ona yüzün­
de katıksız bir ıstırapla bakıyordu. Jamie’ye uzanmak istermiş
gibi ellerini masanın diğer yanma doğru uzatmıştı.

402
19. D E P A R T M A N

Canavarın eşit olmayan kollarının ucundaki gri-yeşil elle­


rinin görmesiyle içinde bulunduğu felç halinden çıkan Jamie
irkilerek masadan uzaklaştı.
Canavar, “Jamie...” diye söze girse de oğlan sözünü kesti.
Jamie, “Oradaydın,” dedi. “Şimdi anımsıyorum. Babamı
vurduklarında oradaydın.”
“Jamie, ben...”
Jamie, “Orada miydin, değil miydin?” diye bağırdı. “Bana
daha fazla yalan söyleme! Orada miydin?”
Frankenstein ellerine bakan Morris’e öldürecekmiş gibi bir
bakış atıp tekrar önünde duran oğlana döndü.
“Oradaydım,” dedi.
Jamie, bir daha hiçbir şey hissedemeyecekmiş gibi uyuştu­
ğunu hissetti.
Sesi titreyerek, “Bir daha yakınıma gelme,” dedi. “Yemin
ederim ki bana yanaşırsan seni öldürürüm.”
Dikkatini yüzünde asla telafi edemeyeceği bir kabahat işle­
miş birinin bakışlarıyla kendisine bakan Morris’e çevirdi.
“Tom...” dedi. “Benimle ve Larissa’yla Lindisfarne’ye gelmek
istersen sana minnettar kalırım. Gelmek istemezsen de kara­
rını anlayışla karşılarım. Her halükarda hücresinin şifresine
ihtiyacım var.”
Morris masadan ağır ağır kalktı. Nefretle parlayan gözlerle
sessizce kendisine bakan Frankenstein’la göz göze gelmemeye
çalışıyordu.
Alçak sesle, “Şifre 908141739” dedi. “Bana beş dakika ver.
Sonra seninle hangarda buluşuruz.”
Jamie, “Teşekkürler,” dedi. “Çok teşekkürler.”
Arkasına dönüp koşarak Harekât Odası’ndan koridorun so­
nundaki asansöre gitti.

403
W ILL HIL L

Koşup hücre odasının sonuna vardığında Larissa zeminin or­


tasında sırtüstü uzanıyordu. Jamie’nin hücrenin önünde kaya­
rak durmasıyla yattığı yerde doğrulup ona gülümsedi.
“Ne de çabuk döndün?” dedi.
Jamie derin derin aldığı nefeslerin arasında, “Geri geleceği­
mi söylemiştim,” dedi.
Kendisini toplayıp ona baktı.
“Annemin nerede olduğunu biliyorum,” dedi. “Şu ya da bu
şekilde bu işi bitireceğim ve yardımına ihtiyacım var.”
Larissa ağır ağır doğrulup ellerini başının üzerine kaldırdı.
“Buradayken pek bir şey yapamam,” dedi.
Jamie, Larissa’nın hücresinin yanındaki tuş takımının üze­
rine çöküp düğmelere bastı. UV bariyeri kayboldu.
Larissa hücresinden çıkıp hızla Jamie’nin yanağına bir öpü­
cük kondurdu ve, “Gidelim,” dedi.

404
41
DOĞU CEPHESİ

DMTMERKEZ KOMUTANLIĞI
KOLAYARIMADASI. RUSYA

Dondurucu havada motorları gürleyen, pervaneleri düşen kar


tanelerini çırpıp dönen toz zerrelerine çeviren iki Siyah Işık
helikopteri DMT üssünün üzerinde inişe geçti. Yere değdikle­
rinde tekerleri buzlu yüzeyde kaydı ve kapılarının açılmasıyla
kurtarma timi Amiral Seward’ın önderliğinde DMT’nin kontrol
odasına yöneldi.
Karın içinde koşan yirmi Siyah Işık ajanı bembeyaz bir
manzaranın içinde hızla hareket eden birer gölge gibiydi. As­
kerler Kuzey Kutbu rüzgârları üniformalarının örgüleri ara­
sından geçtikçe ürperiyorlardı; kar öbekler halinde vizörlerine
yapışıp önlerini görmelerini zorlaştırıyordu.
Kayarak ve tökezleyerek üssün girişine, hava kilitli kapının
olması gereken yerde duran kenarları tırtıklı bir deliğin önüne
ulaştılar.
Ajanlardan biri “Tanrım,” diye mırıldandı.
Çerçevesinden sökülmüş olan kapı boş bir içecek kutusu
gibi bükülüp kıvrılmış halde bir kenara atılmıştı. Menteşe ye­
rine yirmi santim uzunluğunda ve beş santim çapında masif

405
VVILL H I L L

çelik silindirleri olan kapı, mahfazasına Richter ölçeğiyle öl­


çülebilecek en şiddetli depremin neredeyse iki katı şiddetinde
depremlere dayanabilecek hermetik contalarla bağlıydı.
Seward, “Buradan itibaren 1. seviye alarma geçin,” deyip de­
likten içeri adım attı.
Kar kontrol odasının her yüzeyinde ve daha yakın bir za­
man öncesine kadar üzerlerinde DMT personelinin çalıştığı
masaların kenarlarında yüksek tepecikler oluşturmuştu. Kar
altındaki kanı emip yer yer açık pembe bir renk almıştı.
Amiral Seward az kalsın ilk cesede takılıp düşecekti.
En fazla on dokuz-yirmi yaşlarında bir adama ait' ceset kapı
eşiğinin önünde yatıyordu. Sevvard üzeri karla kaplı adamın
bedeninin temizlenmesini istedi. Askerler eğilip eldivenli elle­
riyle karı silip gri DMT üniformasını santim santim meydana
çıkardılar.
Adamın belini temizlemeye çalışan askerlerden birinin
öğürmesi üzerine Sevvard onun yanına gitti. Eli ağzındaki
adam başını çevirirken amiral midesinin kalktığını hissetti.
Asker ikiye ayrılmıştı.
Belden aşağısı yoktu ve çok miktarda kan zeminde yoğun
bir havuz oluşturmuştu.
Amiral Sevvard kurtarma timini iki gruba ayırıp baştaki
gruba seslendi.
“Odayı temizleyin,” dedi. “Bu adamların buradan çıkarıl­
masını istiyorum. Geri kalanınız, benimle gelsin.”
Kontrol odasındaki cesetlerin çıkarılması görevini verdiği
Binbaşı Turner’ı odada bırakıp diğer askerlerle üssün derinle­
rine inmeye başladı. Geniş, ağır adımlarla gri bir koridordan
geçip uçtaki asansöre vardılar. Seward yerin altındaki ilk katın
düğmesine bastı.
“Hayatta kalanları bulmak için bu binanın her katını araş­

406
1 9. D E P A R T M A N

tırın,” dedi. “Kimsenin geride kalmasını istemiyorum,” dedi.


Bir zil sesi geldi ve kapılar iki yana kayarak açıldı. Ajanlar
dışarı üşüşerek iki kişilik takımlar halinde koridorun her iki
yanındaki kapıları kontrol etmeye başladılar. Sevvard asansör
kapıları önünde kapanana dek onları izledi ve yeniden asan­
sörle aşağı inmeye başladı.
Siyah Işık’m yöneticisi General Petrov’un iki saat kadar önce
kullanmış olduğu anahtarın bir benzerini kemerindeki zincir­
den çıkarıp üzerlerinde sayılar olan düğmelerin altındaki deli­
ğe soktu. Asansör -7. katı geçip yavaşlayarak durdu. Asansörün
kapıları açıldı ve koridorun iki yanında uzun iki sıra halinde
uzanan ağır kapıları görüp bir an duraksadı. Sevvard daha önce
orada sadece bir kez, yöneticilik görevine atanmasından kısa
bir süre sonra bulunmuştu. Pek çok kere dünyanın en karan­
lık köşelerinde yan yana savaştığı Yuri Petrov özel rehberliğini
yaptığı Seward’a Rus ulusunun uzun tarihi boyunca topladığı
değerli nesnelerin tutulduğu bu odacıkları tek tek gezdirmişti.
Bir an için, kontrol odasında ölen DMT askerlerinin, halkın
haberdar olmadığı uzun ve kanlı savaşın bu son zayiatlarının
aklına gelmesiyle kendisini bitkin hissetti. Ancak başını salla­
yıp bu düşüncelerinden sıyrıldı ve yoluna devam etti.
Kan ve kızıl organların saçıldığı koridor kayganlaşmıştı.
Sevvard nefesini tutup kıyımdan geri kalanların etrafından do­
laştı; kan ve o kanı döken vampirlerin iğrenç kokusu havayı
ağırlaştırmıştı. Kendisini zorlayarak üzerinde 31 rakamının
olduğu kapıya ulaştı. Orada metal odacığın içindeki boş masa­
dan kendine bakan Petrov’u buldu.
Kesik başı dik bir şekilde masanın üstüne yerleştirilmişti.
Cansız gözleri kapıya bakıyordu. Masanın altındaki metal sü­
tundan aşağı akan kan zeminde birikip kurumuş ve siyah bir
renk almıştı. Yüzü neredeyse tanınmayacak haldeydi; derisi

407
W ILL HIL L

iç içe geçmiş mor berelerle kaplıydı, burnu ve çenesi pek çok


noktadan kırılmıştı ve ağzı şişip kocaman olmuştu. Yine de
parlayan gözleri meydan okuyordu.
Petrov, Spestnaz’ın Spestnaz olduğu zamanlarda görev yapmış
bir adamdı. Eminim ondan önce vampirler yılmıştır.
Seward sütunun etrafından dolaşıp odanın her köşesine
baktı. Faydası olmayacağını bilse de bunu yaptı. Açık bir ipu­
cunu gözden kaçırıp Petrov’un anısına saygısızlık etmek iste­
miyordu. Ancak odada Rus generalin başından başka bir şey
yoktu.
Çelik kaplı koridora döndü. İnsan kalıntılarının arasında
dikkatlice yürürken cebinden telefonunu çıkardı. Bir numa­
ra tuşlayıp telefonu kulağına götürdü. Çağrısına yanıt alınca,
“Götürmüşler,” dedi. “Evet, eminim. Şu an boş odadayım.”
Uzun bir sessizlik oldu.
Nihayet, “Anlıyorum,” dedi. “Son kırk sekiz saat içinde Si­
yah Işık’ın anabilgisayarında DMT’ye ait şifreli içeriğe girenle­
rin listesini istiyorum. Evet, bekliyorum.”
İstediği bilgiyi beklerken hızlı adımlarla koridorda ilerledi.
Bir dakika kadar sonra ses ona istediği bilgiye ulaşan kimsenin
olmadığını bildirdi.
“Güvenlik protokollerini devre dışı bırakıp ikinci bir arama
yapın. Benim giriş kodumu kıllanın. 69347X. Hemen yapın
şunu.”
Karşıdaki neredeyse sözü biter bitmez Sevvard’a bir isim
okudu.
Amiral küfretti. “Derhal mevcut konumu belirlensin,” dedi.
“Çipini harekete geçirin.”
Azap veren saniyelerin ardından, Seward koridorun orta­
sında durdu. Telefonu kulağına tutarken parmağındaki eklem­
ler yavaş yavaş beyaza dönüyordu.

408
19. D E P A R T M A N

O olmasın. Lütfen o olmasın.


Hattın karşı tarafındaki ses bir kez daha duyuldu ve amirale
bahsi geçen kişinin yerini bildirdi.
Seward, “Yanında başka bir ajan var mı?” diye sordu.
Ses ona yanıt verdi.
Seward, “Teşekkürler,” deyip telefonu kapattı. Fısıltıyla
okkalı bir küfür savurdu ve ikinci bir numara tuşlayıp Cal
Holmwood’un yanıt vermesini bekledi. Holmvvood telefonun
üçüncü çalışında yanıt verdi.
Seward, “Cal?” diye söze girdi. “Ben Henry. Mina’yı derhal
Rusya’ya getirmelisin. DMT Merkez Komutanlığı’na. Amerika­
lılardan özür dileyip havalan. Başımız belada.”
Sesi şaşkın gelse de Holmwood hemen yöneticiye emrinin
yerine getirileceğini söyledi. Seward ona teşekkür edip telefonu
kapattı ve üçüncü bir numara çevirdi. Tam ARA düğmesine
basacakken telefon avucunun içinde titreyerek çaldı. Ekrana
bakınca aramak üzere olduğu numaranın aynısını gördü. CE­
VAPLA tuşuna basıp telefonu kulağına yasladı.
Öteki uçtaki kişinin sözünü keserek, “Beni dinle,” dedi.
“Bana Jamie Carpenter’ın nerede olduğunu söylemen gerek.
Hayatı tehlikede olabilir.”
Kısa bir duraksamanın ardından ses ona yanıt verdi.
Seward’m beti benzi attı.
“Bir tuzağa düşmek üzere,” dedi. “Telefon etmen...”
Ancak hattın ucundaki kişinin yerinde yeller esiyordu.

409
42
UĞ URSUZ ADA

Lindisfarne Adası’nı anakaraya bağlayan şosenin sonundaki


piknik alanı terk edilmişti. Son turistler de önceki akşam örtü­
lerini ve sepetlerini toplamış, arabaları ve karavanlarına binip
arkalarında ağızlarına kadar dolu çöp bidonları ve bir cenaze
çelengi gibi çevreyi saran nemli sisin içinde miskince uçuşan
bir sürü süprüntü bırakarak adadan ayrılmışlardı. Tahta masa­
lar ve banklar boştu. Salıncakları öne arkaya hareket ettikçe gı­
cırdayan, atlıkarıncası usulca dönen çocuk bahçesi karanlıktı.
Sessizlik bir gümbürtüyle bozuldu.
Piknik alanında oturan birileri olsa sesten önce yerin titre­
diğini ve sarsıntının güneybatıdan yaklaştıkça kuvvetlendiğini
hissederdi. Ardından titreşimlere ses de eklendi; saat gibi rit­
mik gümbürtüler, bir fırtınaya yakalandıkları hissini uyandı­
rırdı. Rüzgârın hızlanmasıyla çer çöp piknik alanında daireler
çizerek dönmeye başladı. Devrilen çöp bidonlarından birinin
içindeki polyester kapları, içecek kutuları ve boş çerez paketle­
ri çime devrilip havada dönmeye başlayarak minyatür bir çöp
hortumu oluşturdu.

410
19. D E P A R T M A N

Kör edici parlaklıkta iki beyaz ışık gece göğünü delip pik­
nik alanını aydınlattı. Bir şey yukarıdan aşağıya doğru indikçe
geniş ve parlak ışınlar büyüdü. Işınların giderek yayılan daire­
sel alanlarının birleşip tek bir ışık haline gelmesiyle pervane­
leriyle ıslak havada girdaplar oluşturan bir EC725 helikopter
sisin arasından çıktı.
Siyah helikopter hızla alçaldı ve yere değmesiyle büyük te­
kerleri piknik alanının solmuş çimleri üzerinde sertçe sekti.
Ardından aracın yan kapısı açıldı ve beş figür aşağı atlayıp per­
vanelerden uzaklaşana kadar hızlı adımlarla çimin üzerinde
koştu.
Vizörüne toz ve çer çöp çarparken Jamie Carpenter ken­
disine eşlik edenlere baktı. Thomas Morris’in yüzü kalkık
vizörünün altında seçiliyordu; endişeyle buruşmuş yüzüyle
Jamie’ye baksa da ifadesinde oğlanı yüreklendiren bir kararlı­
lık da vardı. Yanlarında siyah ve mor giysileri içinde, ellerini iki
yanlarına salmış iki ajan daha vardı. Jamie, Larissa’yla birlikte
Halka’nm hangarına geldiğinde isimleri Stevenson ve McBri-
de olan bu iki ajanın Morris’le birlikte beklediğini görmüştü.
Onlara katılmaları onu mutlu etmişti. Vampir kız sürekli ona
bakıyor, bakışlarıyla onu yüreklendiriyordu. Jamie ona gülüm­
seyince o da hemen gülümseyerek karşılık verdi.
Jamie pervanelerinin uğultusunu bastırmaya çalışarak, “O
adada ne bulacağımızı bilmiyorum,” dedi. “Sanırım Alexandru
geleceğimizi biliyor. Sizin de ona göre hareket etmeniz yerinde
olur. Bana bir sürü insan öldürdüğünü söylediğinden cesetlerle,
birçok cesetle karşılaşmaya hazırlıklı olmalısınız. Adanın kro­
kisini gördünüz; bir tepenin üzerinde yükselen, aşağısında bir
rıhtım olan küçük bir köy var. Kuzey ucundaki manastır hariç,
adanın geri kalanı yeşillikten ibaret. Annemi o manastırda bu­
lacağımızı düşünüyorum. Yanılıyor da olabilirim. Bu yüzden,

411
W ILL HILL

öncelikle köye gidip hayatta kalan var mı diye bakacağız.”


Jamie timine şöyle bir baktı. Karşısındaki yüzler ona sakin
bir ifadeyle karşılık verdi.
Onlara liderlik etmemi bekliyorlar. Nasıl oldu bu?
“Sorusu olan var mı?” diye sordu. Filmlerde askerlerini sa­
vaşa sokmadan önce subayların böyle söylediğini duymuştu.
Bu soru içinde bulunduğu duruma uygun düşüyor gibiydi.
Herkesin başını iki yana sallamasıyla başını öne arkaya sal­
ladı ve, “O halde işe koyulalım,” dedi.

Sakin adımlarla Lindisfarne’e giden şosenin üzerinde iler­


lediler. Sis her yeri sardığından üç metreden ötesini görmek
imkânsızdı. Jamie iki yanında göremediği suların şıpırdadığını
duyunca ürperdi.
Bize siste saldırırlarsa iş işten geçene kadar onları göremeyiz bile.
Tek sıra halinde, yolun ortasından geçen beyaz çizgiyi izle­
diler. Jamie en önde yürürken, onu Larissa, iki ajan ve Cirit’ini
omzuna sertçe yaslayan Morris izliyordu. Birkaç dakikada bir
Larissa’nm uzanıp soğuk parmaklarıyla Jamie’nin ensesine do­
kunmasıyla oğlanın yüreği pır pır ediyordu.
Sisin azalmaya başlamasıyla ada karanlık gece göğüne yük­
selen bir karaltı halinde karşılarında belirdi. Yürümeye devam
ettiler. İşitilen tek ses botlarının asfaltta çıkardığı takırtılardı.
O tek ses de yolun iki yanında iki uzun ince şeklin görünmesi
üzerine Jamie’nin durup elini geriye doğru uzatmasıyla kesildi.
Stevenson, “Tanrım,” dedi. Sesi biri boğazını sıkıyormuş
gibi boğuk ve gergin çıkıyordu.
Yolun iki yanında birer bayrak direği vardı. Beyaz metal
tüpler suyun kenarındaki çökeltiden yirmi metre yukarı yük­
seliyordu. Bayraklar yerde, yırtık pırtık olmuş halde deniz
esintisiyle kımıldanıyordu. Biri İngiliz bayrağı, diğeri de Avru­

412
19. D E P A R T M A N

pa Birliği’nin sarı ve mavi bayrağıydı.


Bayrakların olması gereken yerde, bayrak direklerinin sivri
uçlarına iki Lindisfarne sakini oturtulmuştu. Havada sallan­
dıkça dişleri bayrak direklerine sürtüyordu.
Sesi dehşetle dolu Jamie, “Anlamıyorum,” dedi. “Bunu ne­
den yaptı ki?”
McBride, “Drakula da bunu yapardı,” dedi. “Henüz bir insan­
ken. Savaş esirlerini düşman ordularının görebileceği şekilde
kazığa oturturdu. Bu daha ileri gitmemeleri için bir uyarıydı.”
Larissa, “Bu bir uyarı değil,” dedi. “Bir karşılama. Geri dön­
meyeceğimizi bildiğinden Jamie’ye neler yapabileceğini göster­
mek istiyor. Onu korkutmak istiyor.”
Jamie kazığa oturtulmuş bedenlere baktı.
Onlara bunu yaptığında hayatta mıydılar? Dilerim o esnada ya­
şamıyor olsunlar.
Sesinde hissettiğinden daha büyük bir kararlılıkla, “Haydi”
dedi. “Yola devam edelim.”
Üç çift bayrak direğinde daha yine o aynı korkunç man­
zarayı gördüler. Ancak Jamie’nin gözleri artık önünde yavaş
yavaş şekillenmekte olan adaya odaklanmıştı. Tepeden yukarı
uzanan sokak lambalarını ve evlerin kare şeklinde sarı ışıklar
olarak seçilen pencerelerini görebiliyordu. Tepenin eteğinde,
şosenin sağ tarafında, rıhtımın gri betonuna çarpan dalgaları
ve gelgitle inip çıkan küçük balıkçı filosunu gördü.
Tim yürümeye devam etti. Beş dakika kadar sonra etrafları­
nı saran suların çekilmesiyle kendilerini sert zeminin üzerinde
buldular. Silahlarını çekip sağa sapan yolu takip ettiler. Tepe­
nin eteğine varmalarıyla Jamie etrafına; solunda kalan tepeye
uzanan İki dar yola ve sağ taraflarında uzanan rıhtıma bakın­
dı. Tim karanlık kavşakta dikilirken Jamie çevrede herhangi
bir yaşam belirtisi bulmak umuduyla kulak kesildi.

413
W I L L HILL

Adada çıt çıkmıyordu.


Ölü. Burası ölü bir ada.
“Rıhtıma bakın,” dedi. Morris ve Stevenson balıkçı filosuna
yollandılar. Jamie, Larissa’ya bakınca kız ona yüzünde bir hoş­
nutsuzluk ifadesiyle karşılık verdi. Jamie, “Sorun nedir?” diye
sordu.
“Sorun bu yer,” diye cevap verdi. “Burası ölüm kokuyor. Ko­
kuyu alamıyor musun?”
Jamie havayı kokladı. Burnuna beniz suyunun geride bı­
raktığı tuzlu tortunun ve içleri deşilen balıkların yağlı kokusu
dışında hiçbir koku gelmedi. “Hayır,” dedi. “Alamıyorum.”
Larissa bu durumu istemeden de olsa kabullenmiş görüne­
rek ona baktı ve, “Bekle ve gör,” dedi.
Morris ve Stevenson’m başları zemini incelermiş gibi öne
eğik halde, iki yanlarından sarkan silahlarıyla kendilerine yak­
laşmalarını izlediler. İki asker rıhtımdan inip onlara doğru yü­
rüdü.
Jamie, “Bir şey var mı?” diye sordu.
Morris, “Bir genç kız,” diye yanıt verdi. “Haline bakılırsa
öleli üç saat kadar olmuş. Kan var. Çok fazla kan. Hayatta ka­
lanlara dair hiçbir iz yok.”
Jamie tepenin yukarısına doğru baktı.
İki yol. Belki kırk ev.
“Ayrılalım,” dedi. “McBride, sen benimle gel. Soldaki yola
biz bakacağız. Morris ve Stevenson, siz de sağdakine bakın.”
Larissa’ya baktı.
“Sen de adaya havadan göz atar mısın?” diye sordu. “Bizim
göremeyeceğimiz şeyleri görebilirsin.”
Larissa başını salladı.
Jamie, “Tamam,” dedi. “On beş dakika sonra zirvede buluşa­
lım. Cesetleri bırakın. Sadece hayatta kalanlarla ilgileneceğiz.”

414
Tim üyeleri kendi yollarına gittiler. Morris ve Stevenson ko­
şar adımlarla kavşağı geçip sağ taraftaki yola girdiler. Larissa,
Jamie’ye gülümseyip zarifçe havaya yükseldi ve onu MorrisTe
yalnız bırakarak karanlığın içinde kayboldu.

Kısa sürede ilk cesetleri buldular.


Yamru yumru çakıl taşlarının arasından akan koyu kan
kanalizasyon deliklerinde ve büyük, güzel evlerin önüne park
edilen arabaların tekerleklerinin kenarında birikmişti. Kızıl
nehri izleyerek sağdan ikinci eve ulaştıklarında evlerine gi­
den araba yolunda yüzüstü yatan bir çiftle karşılaştılar. Kan
kadının uzun, sarı saçlarını keçeleştirmiş; adamın sol elindeki
parmakları ve bir kulağı kopmuştu. Gerilerindeki kırık pen­
cerelerden elektrik ışığı sızıyor, evlerinin gevşekçe sallanan ön
kapısını sadece üst menteşeler ayakta tutuyordu. Tahta yüzeyi
paramparça olmuş kapının kilidi merdivenin en üst basama­
ğında duruyordu.
McBride, Jamie’nin kolunu nazikçe çekip, “Onlar için yapa­
bileceğimiz hiçbir şey yok,” dedi.
Jamie araba yoluna giden açık kapının yanında dikilmiş
cesetlere bakıyordu. Alexandru ve yandaşlarının sergiledikleri
gelişigüzel gaddarlık şahit olduğu nedensiz şiddete anlam vere­
meyen Jamie’nin, midesini bulandırmıştı.
Zavallı insanlar. Tanrım, zavallı, bahtsız insanlar
McBride oğlanın kolunu çekip, “Haydi” dedi. “Ölmüşler.
Oralarda hayatta olan birileri olabilir.”
Hayatta kalanlar olabileceği düşüncesi Jamie’yi uyuşuklu­
ğundan kopardı ve oğlan yeniden tepeye tırmanmaya başladı.
Jamie yolun sol yanını, McBride da sağ yanını gözlüyordu. Taş
kaplı caddelere saçılmış bedenlerde hayat işareti arıyorlar, evle­
re doğru seslenip bir tanıt gelmesini bekliyorlar ve onları ardı
W ILL H ILL

arkası kesilmeyen vahşet manzaralarına götüren kırm ızı izleri


takip ediyorlardı. Her an bayılacakmış gibi başı dönse de Jamie
azmedip ilerlemeye; bir kapıdan diğerine, bir kurbandan diğe­
rine geçmeye devam etti.
Tepenin zirvesinin yakınlarındaki bir evden müzik sesi
geldiğini duydu. Tanıdığından emin olduğu bir klasik piyano
parçasıydı bu. Müziği takip edip yolun uzağına kurulmuş bir
eve ulaştı. Ön kapıya giden dar yolda yatan kadının hayatta
olup olmadığına baktıktan sonra geceye kollarını açmış, cad­
deye yansıyan yumuşak bir sarı ışık dikdörtgeni gibi görünen
bir evin yanından geçti.
Evlerin caddenin sonuyla kavuşmak için kavis aldığı, Mor­
ris ve Stevenson’m çıkmakta oldukları tepenin zirvesinde, Ja ­
mie yolun ortasında dikilen McBride’ın yanma gitti.
“Hiçbir şey bulamadın mı?” diye sordu.
McBride vizörünü yukarı kaldırıp, “Hiçbir şey,” dedi. Soluk
yüzü çekiştirilmiş gibi gergindi. “Ya sen?” diye sordu.
“Hiçbir şey.”
Hemen sonra arkalarından, yolun sona erip adanın ortasını
kaplayan sık ormanın başladığı yerden bir yükselip bir alçalan
bir çığlık geldi. Jamie ve McBride sese doğru koştu.
Ağaçların arasında daldılar. Vizörlerine dallar çarparken
botlarıyla sürgünleri ezerek kapkara ağaç gövdelerinin arasın­
dan, kum tepelerinin ve fundalıkların üzerinden geçtiler. Daha
fazla ilerleyemediler; ağaçlar geçit vermiyordu ve karanlık gide­
rek artıyordu. Sonra çığlık yeniden geldi. Ancak yüz kişi aynı
anda bağırıyormuş gibi, ses dört yanlarından geliyordu. Sonra
aniden Larissa yanlarında bitti ve ikisini ellerinden tutup göğe
yükseltti.
Larissa ağaçların arasında süzülüyor, havada zahmetsizce
sağa sola eğiliyor, bir yandan da sanki tüy gibi hafiflermişçe­

416
1 9. D E P A R T M A N

sine Jam ie ve McBride’ı taşıyordu. Bir açıklığa gelmeleriyle La­


rissa alçalıp onları yere bıraktı; ikisi yuvarlanarak yere indiler
ve kendilerini Ciritlerinin ucunu yirmili yaşlarda bir adamın
yine yaşı yirmiyi geçmeyen bir vampir kadının kollarında kıv­
randığı açıklığın ortasına doğrultur halde buldular. Kadın ada­
mın ellerini arkadan kenetlemiş sağ elinin uzun tırnaklarıyla
boğazını okşuyordu; ya siyah giyen iki adamın karşısında bitti­
ğini fark etmemişti ya da buna aldırış etmiyordu.
Jam ie Cirit’ini kadına hizalayıp tetiği çekti ve anı anda,
“Hey!” diye bağırdı. Vampir adamı bırakıp hırlayarak geriledi.
Merminin kadının göğsünün ortasına saplanıp üzerindeki be­
yaz yelekte delik açmasıyla dört bir yana kan saçıldı. Bir saniye
sonra kadının patlamasıyla göğe kızlı bir sarmal yükseldi. Kı­
zıl damlalar pıtır pıtır yere inip çimi örttü.
Jam ie ve McBride ayağa kalkıp üzeri kanla kaplanmış, yere
çömelmiş adamın yanına yürüdüler. Adam başını kaldırıp
dehşet içinde açılmış gözlerle kendisine yaklaşan iki adama
baktıktan sonra elleriyle kendisini geri iterek, ayaklarıyla çim­
de izler bırakarak onlardan uzaklaşmaya çalıştı. Az önce otur­
duğu yerde koyu bir iz vardı. McBride yüksek sesle küfredip,
“Kanaması var,” dedi. “Tut onu, Jamie.”
Jam ie ileri atılıp adamı nemli çimlerin üzerinden kaldırdı.
Elleri ıslak bir şeye dokununca adam çığlık attı. Jamie az kalsın
nu düşürecekti. Tökezleyip adamın kolunu omuzlarına doladı
ve onunla birlikte McBride’m dikildiği yere döndü. Adamı yere
yatırdı; Siyah Işık ajanının adamı nazikçe yüzüstü çevirmesiy­
le irkilmesi bir oldu.
Adamın sırtında geniş bir delik; üzeri tozla, içi küçük tahta
parçacıklarıyla kaplı; koni şeklinde; derin bir yara vardı.
McBride, “Muhtemelen bir dal parçasıdır,” dedi. “Onu ters
çevir.”

417
W ILL HIL L

Jam ie kendisine söyleneni yapıp elinden geldiğince dikkatli


bir şekilde adamı sırtüstü çevirdi. McBride başını adamın dar
göğsüne dayayıp saniyeler boyunca kulak kesildikten sonra
yüzünde çaresiz bir ifadeyle dizlerinin üzerinde doğruldu.
Alçak sesle, “Ciğerlerinde kan var,” dedi. “Onun için yapa­
bileceğim bir şey yok. Acilen hastaneye yetiştirilmesi gerek.”
Jamie’nin içinde korkunç bir kapana kısılmışlık hissi uyandı.
Ya bu adam y a da annen. Bunun doğru olduğunu biliyorsun. Onu
anakaraya götürürsen sen buraya dönene kadar annen ölmüş olur.
Yaralı adam Jam ie’yi karar verme derdinden kurtardı.
Korku dolu gözlerle başını kaldırıp iki adama baktı. Kısa,
panik dolu nefesler alırken göğsü hızlıca yukarı aşağı oynadı.
Sonra kalbi pes etti ve Jam ie’nin kollarında şok geçirerek öldü.
McBride, “Tanrım,” diye fısıldadı ve istavroz çıkardı.
Jamie adama baktı. Dünyadaki son anları katıksız acılar
ve korku içinde geçen bu adam yanlış zamanda yanlış yerde
olmasının dışında böyle bir ölümü hak edecek hiçbir şey yap­
mamıştı.
Bu senin eserin. Alexandru peşine takıldığın için yaptı bunu.
Jam ie’nin dudakları arasından acı dolu bir hıçkırık kurtul­
du. Mor vizörün ardında gözyaşları yanaklarından aşağı akıp
Siyah Işık üniformasına damlıyordu.
Senin hatan. Hepsi senin hatan.
Çimlerin üzerine yığıldı ve başını öne eğdi. O an başı ona
ağır, omuzlarının üzerinde taşıyıp yoluna devam edemeyecek
kadar ağır geldi. Bir anda kendisini hayatı boyunca hissetmediği
kadar yorgun hissetti ve geriye, soğuk çimlere doğru devrildi.
Ancak bedeni çimlerle buluşmadı. İki el onu koltukaltlarm-
dan nazikçe tutup doğrulttu ve ters çevirdi. Larissa yüzünde
katıksız bir ıstırap ifadesiyle ona bakıyordu. Ardından uzanıp
Jam ie’nin miğferini çıkardı ve onu şefkatle öptü.

418
19. D E P A R T M A N

Jamie tamamen içgüdüsel bir tepkiyle ona karşılık verdi. Ar­


kasında ölü bir adam vardı. McBride adamın başında diz çök­
müş, sessizce ağlıyordu. O an bir şeyler, herhangi bir duygu his­
setmezse delireceğinden şüphesi olmayan Jamie, Larissa’yı öptü.
Larissa onu nazikçe kendisinden uzaklaştırdı ve gözlerinin
içine baktı.
“Pes etmeyeceksin,” dedi. “Bunu yapmana izin vermeyece­
ğim.”
Jamie hislerini şöyle bir tartınca Larissa’nm haklı olduğunu
gördü. Pes etmeyecekti; bu kâbusu sonuna dek, sonunda öle­
ceğini bilese bile yaşayacaktı. Alexandru’nun vaktinden önce
canını aldığı herkese borçluydu bunu.
Larissa’ya yarım bir gülümsemeyle karşılık verdi. Kız da
ona gülümsedi. Jamie McBride’ı omuzlarından kavrayıp ayağa
kaldırdı ve Siyah Işık ajanının gözlerinin içine baktı.
Elinden geldiğince kararlı bir sesle, “Devam edeceğiz,” de­
yip çimlerin üstünde yatan adama işaret etti. “Bu işi bitireceğiz.
Onun ve diğer herkes için yapacağız bunu.”
McBride kızarmış gözleriyle ona bakıp, “Evet, efendim,” dedi.

Larissa bir kez daha gözcülük etmek için göğe yükseldi. Jamie
ve McBride yeniden yola çıkıp Morris ve Stevenson’la buluşma­
ya gidecekken McBride aniden kaskatı kesildi.
“Biri bizi gözlüyor,” diye fısıldadı. “Sakın o yana bakma.
Sana göre saat üç yönünde. Ağacın arkasında.”
Jamie beş saniye bekledikten sonra başını son derece yavaş
bir şekilde McBride’ın belirttiği yöne çevirdi. Başta, ağaçların si­
yah siluetleri dışında hiçbir şey görmedi. Hemen sonra gözlerini
o noktaya odaklayınca kendilerine bakan, soluk yüzlü kızı gör­
dü. Yine aynı ölçüde yavaş bir hareketle McBride’a doğru döndü.
“Bir kız,” diye fısıldadı.

419
W ILL HIL L

Siyah Işık ajanı başını salladı.


Jamie, “Ne yapsak?” diye sordu.
McBride hiçbir şey söylemedi. Sonra aniden sakin, düz bir
sesle açıklığa doğru bağırdı.
“Sana zarar vermeyeceğiz,” dedi. “Ortaya çık. Tekrar ediyo­
rum. Canını yakmayacağız.”
Açıklığın ucunda hiçbir hareket yoktu. Kız ortaya çıkmadı­
ğı gibi kaçtığını belli edecek bir gürültü de gelmedi.
McBride kızın saklandığı yere doğru döndü ve Jam ie’den de
aynısını yapmasını istedi. Cirit’ini yere bırakıp boş ellerini kı­
zın görmesi için öne doğru uzattı. Jamie de onun yaptığını ya­
parak silahını dikkatlice yere bıraktı ve ellerini açıklığın ucu­
na doğru uzattı. Hareket etmeden beklediler. Nihayet az önce
kızın dikildiği yerden hışırtılar ve kırılan bir dalın sesi geldi.
Kız çalıların içinden çıkıp onlara doğru çekingen bir adım attı.
Jam ie’nin yaşlarında bir kızdı. Sarı saçları kısa ve alnına dü­
şecek şekilde küt-kesilmişti. Blucin ve tişört giyiyordu. Onlara
bakarken yüzündeki ifadede korku değil temkin vardı. Gözle­
rini bir sağa bir sola çevirerek öne doğru küçük bir adım daha
attı. Sonra tepesinde hızla hareket eden bir karaltı göründü.
Larissa gökten bir kartal gibi inip kızı havaya kaldırmıştı.
Ayakları yerden kesilirken kız çığlık attı. Larissa kızı açık­
lığa doğru uçurup yarım metre kadar yukarından yere bıraktı.
McBride kız önüne yığılınca hızla atılıp onu yere çiviledi. La­
rissa, Jam ie’nin yanma süzülürken Siyah Işık ajanının kollarını
debelenip kıvranan kızın beline dolayışmı izledi.
Kız, “Bırak beni!” diye bağırdı.
Başını geri atıp McBride’m burun kemiğine bir darbe indir­
di. Burnunun kırılmasıyla büyük bir acı hisseden McBride’m
kolları gevşedi. Kız gevşeyen kolları aşağı doğru itip ajanın
elinden kurtuldu. Ayaklarının üzerine sıçrayıp çıldırmış gibi

420
19. D E P A R T M A N

bir kaçış yolu ararken Larissa öne çıkıp bir eliyle kızın kollarını
sırtında kenetlerken diğer eliyle de onu ensesinden kavrayarak
hafifçe yerden kaldırdı.
“Hareket etme,” dedi. “Hareket etmezsen canını yakmam.”
McBride sendeleyerek ayağa kalktı. Burnundan oluk oluk
akan kan ağır ağır üniformasına damlıyordu. Larissa’nın hava­
da asılı tuttuğu kızın yanma yürümesiyle Jamie onu takip etti.
Jamie, “Adın ne?” diye sordu.
Kız yanıt vermek yerine yüzünü ekşitti.
Jamie sakin bir sesle, “Adını bilirsem işimiz daha kolay
olur,” dedi.
Kız sinirli bir sesle, “Kate,” dedi. “Kate Randall.”
“Benim adım Jamie. Tanıştığımıza memnun oldum.”
Kız yanıt vermeden ona öfke dolu bir bakış attı.
Jamie, “Birkaç saniye sonra arkadaşımdan seni yere bırak­
masını isteyeceğim,” dedi. “Lütfen kaçma veya içimizden birine
saldırma. Niyetimiz seni incitmek değil ama kendimizi koru­
mak zorunda kalırsak bunu yaparız. Anladın mı?”
Yanıt gelemdi.
Jamie, “Bunu evet olarak kabul ediyorum,” deyip Larissa’ya
başını salladı. Larissa ona gülümseyip kızı serbest bıraktı. Kate
külçe gibi yere yığılsa da hemen başını kaldırdı. Gözleri alev
saçıyordu.
Kate, “Sen kimsin?” diye sordu. “Onlardan biri misin?”
Jamie, “Hayır,” dedi. “Biz buraya onları durdurmak için geldik.”
Kate güldü. İçinde mizah olmayan hüzünlü, kırgın bir sesti bu.
“Biraz geç kaldınız,” dedi.
Sonra gözyaşlarına boğuldu.

McBride eğilip ağlayan kızı teselli etmeye çalışırken çalılık


ayak sesleriyle çınladı. Jam ie karanlığın içinden kendisine ses-

421
W IL L HILL

lenildiğini duydu. Sesin Morris’e ait olduğunu anlamasıyla kar­


şılık verdi.
“Buradayız!”
Patırtılar arttı. Ardından Morris ve Stevenson silahlarını
çekmiş halde hızla açıklığa girdiler. Karşılarına çıkan manza­
rayı görünce aniden durdular; Jamie ve Larissa yan yana diki­
liyor, McBride ağlayan bir kızın yanında diz çöküyor ve yerde
ölü bir adamın soluk cesedi uzanıyordu.
Morris, Jam ie’ye doğru yürüyüp, “Ne oldu?” diye sordu.
Jam ie olanları açıkladı.
Morris, “Tanrım,” deyip başım salladı. “Berbat b'ir durum.”
Stevenson, McBride’m yanında diz çöktü. Kate kendisini
toplamaya başlamıştı. Gözyaşları kuruyordu ve hıçkırıklarının
yerini kesik nefesler almıştı. Kız önce yanında diz çöken siyah­
lar içindeki iki adama, sonra da Jam ie’ye baktı.
“Neler oluyor?” diye sordu.
Morris kızın yanma gidip önünde dikildi.
“Drakula’yı okudun mu?” diye sordu.
Kız başını salladı.
“O bir öykü değil, tarih dersidir.”
Kate başını kaldırıp ona baktı ve kahkahalar atmaya baş­
ladı.
Elinin tersiyle burnunu silip, “Vay be!” dedi. “Bu şakaya çok
mu çalıştın?”
Kızaran Morris bakışlarıyla Jam ie’den yardım istedi. Yüzü­
ne yayvan bir gülümseme yerleşen oğlan Kate’in yanma gidip
kızın üzerine eğildi.
Yumuşak bir sesle, “Vampirler gerçekten var,” dedi. “Bu gece
adanıza saldıran onlardı. Liderleri dünyanın en yaşlı vampiri
ve annemi tutsak aldı. Olanların seninle veya burada yaşayan
kimseyle ilgisi yoktu. Ancak neyle uğraştığımızı anlaman gere­

422
19. D E P A R T M A N

kiyor, tamam mı?”


Kate başını salladı. Gözleri ışıldıyordu ve yüzünde oldukça
sakin bir ifade vardı.
“Bu odadan kurtulan olup olmadığını biliyor musunuz?”
diye sordu. “Babam...”
Durup uzaklara baktı. Bir an için uykuda yakalanan küçük
köyüne olanları anımsayarak düşüncelere daldı.
Jam ie’nin, “Kurtulanlar oldu,” demesiyle Kate’in gözleri
yeniden karşısına odaklandı. “Kaç kişi olduğunu, aralarında
babanın olup olmadığını bilmesem de kesinlikle kurtulanlar
oldu; bir balıkçı teknesiyle Femvick yakınlarında karaya otur­
muşlar.”
Rahatlama hissi Kate’in içinde ılık bir dalga gibi yayıldı.
Yakında onu göreceğim. Güneş yükseldiğinde onu göreceğim.
“Şimdi ne olacak?” diye sordu. “Burada hayatta kalan kimse
yok. Sonuncusu Ben’di.”
Çimlerin üzerinde yatan cesedin başına gitti. Ölünün iri,
donuk gözleri gece göğüne bakıyordu.
Morris, “Yapacak bir işimiz var,” dedi. “Senden köyüne gi­
dip kendini evinize kilitlemeni ve sabahı beklemeni istiyorum.
Güneş...”
Kate ve Jamie aynı anda araya girdiler.
“Beni burada bırakamazsınız!”
“Onu burada bırakmayacağız!”
Morris kaskını çıkarıp yere fırlattı. Timin geri kalanı ıslak
çimlere çarpan kaskın çıkardığı gürültüyle irkildi.
“Tanrı aşkına,” diye bağırdı. “Bu bir gençlik kulübü gezisi
veya izci kampı değil. Çok gizli bir askeri operasyon yürütü­
yoruz ve burada kıdemli subay benim. Bu yüzden ne dersem
yapacaksınız. Anlaşıldı mı?”
Açıklığa sessizlik çöktü; beş kişi yüzlerini öfkeden kıpkır-

423
W ILL HI L L

mızı olan Morris’e çevirdi.


Larissa, “Bu çok etkileyiciydi, Tom,” dedi. “Gerçekten. Çok
ikna ediciydi.”
Kate kıkırdarken Jamie yüzüne istemsizce bir sırıtışın yer­
leştiğini fark etti. McBride ve Stevenson bile dayanamayıp gü-
lümsemişti. Bir süre sonra Morris de sırıtmaya başladı.
“Üzgünüm,” dedi. “Bir an kendimi fazla kaptırdım.”
Jamie ayağa kalkıp arkadaşının omzunu sıvazladı.
“Onu terk edemeyiz, Tom,” dedi. “Bunu yapamayacağımızı
biliyorsun.”
Morris, “Biliyorum,” diye yanıt verdi. Sonra Katee döndü ve,
“Biz manastıra götürebilir misin?” dedi.
Kate ayağa kalktı ve, “Ne bekliyoruz?” dedi.

424
43
KABUSLARIN MALZEMESİ

Adaya inen kadrosuna bir üye daha ekleyen Siyah Işık timi
ormanda ilerliyordu. Uzakta, ağaçların üzerinde, kadim ma­
nastırın soluk taşları turuncu ışıkla aydınlanan surları görü­
nüyordu.
Kate ormanın içinde yılan gibi kıvrılan engebeli bir patika­
da onlara rehberlik etmişti. Jamie kemerindeki kazığı Kate’e
vermişti. Kız kauçuk tutamacını sıkıca kavradığı kazığı su ara­
mada kullanılan çatal çubuklar gibi önünde tutuyordu. Larissa
üzerlerinde süzülüyordu. Tim aşağısında ilerlerken herhangi
bir hareketi yakalamak için gözlerini dört açmıştı. Üzerine si­
linmeye yüz tutmuş boyayla futbol sahası çizgileri çizilmiş, ge­
niş bir açıklıktan geçmelerinin ardından ağaçlar bir kez daha
etraflarını sardı.
Kate sesi titreyerek, “Kaç yaşındasın?” diye sordu.
Jamie kızın ayakta kalmak için uğraştığının farkındaydı.
“On altı,” diye yanıt verdi. “Ya sen?”
Kate, “Ben de,” diye yanıt verip ona gülümsedi. “Doğum gü­
nüm geçen aydı.”

425

i
W ILL HIL L

“O gün ne yaptınız?”
“Hiçbir şey. Babamın çalışması gerekiyordu. Yine de önü­
müzdeki ay beni anakaraya götürecek. Alışveriş yapacağız.”
Aklına babası gelen kızın yüzündeki acı ifadesi Jamie’nin
yüreğini sızlattı.
“Eminim durumu iyidir,” dedi.
Kate, “Ben de öyle,” diye yanıt verdi.
Birkaç dakika sessizce yürümelerinin ardından kız tekrar
söze girdi.
Jamie’ye bakıp, “Buraya nasıl geldin?” diye sordu.
Bu kez gülen Jamie oldu.
“Bu uzun bir hikâye,” diye yanıt verdi.
“Vaktimiz var.”
Jamie, “Hayır,” dedi. “Vaktimiz yok, gerçekten. Bana güven.”
Yuvarlak bir açıklığa girmeleriyle McBride bir elini havaya
kaldırıp onları durdurdu. Larissa süzülerek Jamie’nin yanma
geldi ve tim üyeleri birbirlerinden fazla uzaklaşmadan yelpaze
şeklinde açılırken yüzünde hafif bir şüphe ifadesiyle Kate’e baktı.
Morris, “Bir şey mi oldu?” diye sordu.
McBride kızgın gözlerle ona bakıp işaretparmağım dudak­
larına götürdükten sonra, “Yanlış giden bir şeyler var,” diye fı­
sıldadı. “Ben...”
Cümlesini bitirmedi. Larissa başını geriye atıp gece havası­
nı kokladıktan sonra Jamie’yi kolundan tutup kocaman açılmış
gözleriyle ona doğru döndü.

Vampirler açıklığa akın etti.


Karanlık köşelerden çıkıp tepelerindeki dallardan aşağı at­
ladılar. On iki kadın ve erkek vampir açıklığın ortasında ara­
lıklı bir sıra oluşturmuş, Siyah ışık timine hırlıyordu.
Gözleri kızıla dönen Larissa vampirlere azıdişlerini göster­

426
19. D E P A R T M A N

di. Jamie bir UV bombası almak için kemerine uzandığında


orada boşluktan başka bir şey bulamadı. Halka’dan ayrılma­
dan önce silah deposuna uğrayacak vakit olmamıştı; ajanlar
üzerinde sadece temel teçhizatları taşıyorlardı. Silahlarını kal­
dırıp vampirlerin hamle yapmasını beklediler.
Çok beklemeleri gerekmedi.
Alexandru’nun yandaşları gümüş ay ışığının altında parla­
yan azıdişleriyle hırlayarak ve tıslayarak üzerlerine atıldılar. İlk
ateş eden Stevenson oldu; Cirit’inden çıkan metal kazık üzerin­
de lekeli, sarı bir tişört ve yırtık, haki bir pantolon olan; otuzlu
yaşlardaki bir adamın göğsüne isabet ederek kalbini parçaladı.
Adam patlayıp bir kan çeşmesine döndü.
McBride bir dizinin üstüne çöküp yaklaşan vampirleri
MP5’iyle taradı. Kurşunların vampirleri diz hizasından biçme­
siyle havaya kan ve beyaz kemik parçaları dağıldı. Acı içinde
haykıran üç vampir düşüp ıslak çimlerde kaydı.
Geri kalanlar gelmeye devam etti.
Jamie Cirit’iyle bir vampir kadını göğsünün tam ortasından
vurdu. Kadın başını geri atıp acı içinde uludu. Kazığın açtığı
delikten oluk oluk kan aktı ve hemen sonra kadının patlama­
sıyla uluması kesildi.
Larissa öne doğru sıçrayıp parmaklarını üzerine gelen vam­
pirlerden ikisinin göz çukurlarına soktu. Parmaklarını daha da
derine sokup jilet gibi keskin tırnaklarıyla onları kör ederken
parmak boğumlarının etrafı kana bulandı. Ellerini çektiğin­
de kolları dirseklerine kadar kan içindeydi. Larissa yere çöktü
ve McBride ve Morris aynı anda iki vampire ateş ettiler. Vam­
pirlerin üzerinde patlamalarıyla, Larissa tepeden tırnağa kana
bulandı. Başını sallamasıyla kan uzun saçlarından kalın sicim­
ler halinde etrafa saçıldı. Larissa tekrar hareketlenip Jamie’nin
yanma geçti.

427
W ILL HILL

Stevenson ileri atılıp yerde yatan üç vampire elindeki kazık­


ları sapladı. Ajanın bitirici üç hamlesi yerde debelenen, yüzleri
acı içinde buruşan vampirlerin çilesine son verdi.
Geri kalan beş vampir tıslayarak kaçtı. Sayı avantajlarını
kaybetmişlerdi. Jamie vampirlerin gözlerindeki korkuyu gör­
dü. Adrenalin bedenine hücum ederken ne yapacağını bilmese
de ileri atıldı. Tek bildiği öldürecek vampirlerin olduğu ve bu
işi kendisinin yapmak istediğiydi.
Morris bağırarak bir şeyler söylese de Jamie onu duymadı.
Açıklığın öte yanma doğru koşan oğlan geri çekilen grubun or­
tasında duran, siyah tişörtü ve mavi dövmelerle kaplı iri kolları­
nı örten lacivert deri yeleğiyle bir heavy metal grubunun malze-
mecisini andıran kırklı yaşlardaki erkek vampire doğru koştu.
Arkalarına metal kablolar bağlı üç metal kazık Jamie’nin
yanından geçip üç vampire isabet etti. Patlayan vampirlerin
kanı kazıkların arasından sıyrılan Jamie’nin üstüne sıçradı.
Tepesinden bir karaltı geçti. Larissa bir vampir kızı tutup onu
ağaçların tepesine doğru çekti. Vampir kızın parçaları gökten
aşağı döküldü. Larissa tekrar ortaya çıktığında kana bezenmiş
bir kâbusu andırıyordu. Kızıl gözleri parlıyordu ve dişleri mey­
dandaydı. Kızın vücudundan geri kalan göğsünü parçalayarak
açtı ve hâlâ içinde atmakta olan kalbi söküp çıkardı. Kızın par­
çaları patlarken Jamie artık geride kalan son vampire doğru
koşuyordu.
Malzemeci tipli vampir geri kaçarak zaman ve hamle yapa­
cak bir mesafe kazandıktan sonra ileri sıçradı. Jamie Cirit’ini
ateşledi ama hedefi kaçırmasıyla metal kazık açıklığın kenarın­
daki karanlık ormanın içinde kayboldu. Silahı atıp elini keme­
rindeki kazığa attı. Ancak kazığın yerinde olmadığını fark etti.
Kate’e vermiştim.
Vampir, Jamie’nin beline atıldı ve onu nefessiz bırakarak

428
19. D E P A R T M A N

yere yıktı. Dirseklerine dizleriyle bastırarak kollarını iki yana


açtı. Kolları acı içindeydi. Vampirin bacaklarına tekme atsa da
iri yaratık biraz olsun yerinden kıpırdamadı. Gözleri kızıl birer
kuyuyu andıran yaratık buruşmuş yüzünde bir sırıtışla hırlı­
yordu. Jamie arkasındaki arkadaşlarının Cirit’lerinin kabloları­
nı geri sardıklarını işitti ve o an fark ettiği bir gerçek onu sarstı.
Çok uzağa koşmuşum. Bir kere daha ateş ettiklerinde ölmüş ola­
cağım.
Aniden hızla hareket eden bir karaltı vampirin omzunun
arkasında bitti. Gözleri kıpkırmızı olmuş, dişleri aralanmış
Larissa’ydı bu. Vampir kız malzemeciye benzeyen vampire
uzansa da adam ona doğru savurduğu kalın kolunu çenesine
indirdi. Larissa karanlığın içine doğru uçup korkunç bir kü-
türtü çıkararak bir şeye çarptı. Vampir yavaşça Jamie’nin üzeri­
ne eğilip ağzını açarak en az iki buçuk santim uzunluğundaki
iki iri azıdişini ortaya çıkardı. Sonra aniden ıslak bir çatırtı sesi
geldi ve vampirin yüz ifadesi değişti. Bir saniye sonra vampir
patladı. Jamie kollarından birini yüzüne siper ederken iki elin
kendisini çekiştirdiğini ve oturur pozisyona getirdiğini hisset­
ti. Gözlerini açtığında tepesinde dikilen Kate’i gördü. Elinde
ona verdiği kazık vardı. Kızın göğsü hızla inip çıkıyordu.
Kate nefes nefese, “İyi misin?” diye sordu. “Seni ısırdı mı?”
Jamie başını iki yana salladı ve güçlükle ayağa kalktı. Üç
Siyah Işık ajanı yanma geldi ve McBride onu kendisine doğru
çevirdi.
“Isırıldm mı?” diye sordu. “Doğruyu söyle.”
Kate, “Isırılmadı,” dedi. “Ben icabına baktım.”
McBride kıza bariz bir hayranlıkla baktı ve öne doğru bir
adım atıp ona sarıldı. Kate şaşkın bir ifadeyle birkaç saniye
MacBride’m kolları arasında kaskatı kesildi. Sonra pes ederek
siyah giysiler içindeki adama sarıldı. Adam sarılmayı bırakıp

429
VVILL H I L L

elleriyle kızın omuzlarını tuttu.


“Aferin,” dedi. “Aferin sana.”
Kate utanıp kızarsa da yüzünde yayvan bir gülümseme be­
lirdi.
Açıklığın kenarından bir dizi gürültü geldi ve Larissa orta­
ya çıktı. Diğerlerine doğru hızlı adımlarla yürürken şakağın­
daki geniş bir yaradan yüzüne ve boynuna kan akıyor, sol kolu
yanında doğal olmayan bir açıyla sarkıyordu. Yüzünde acı ve
panik vardı.
Morris, “Sen...” diye söze girse de Larissa yüzüne bile bak­
madan yanından geçti ve Jamie’nin önüne geçti. Oğlanın çe­
nesini kavrayıp başını yukarıya ve aşağıya doğru çevirerek
dikkatle boynunu inceledikten sonra onu bıraktı. Birbirlerine
uzunca bir süre bakmalarının ardından Larissa ayak bilekleri
üzerinde keskin bir dönüş yaparak Kate’e doğru yürüdü ve onu
yanağından öptü.
Sonra çimlere oturup kırık kolunu kucağına aldı. Kızıl
gözleri karanlıkta parlıyordu. Birkaç saniye sonra Jamie gelip
Larissa’nm yanına oturdu.

On dakika sonra yeniden yola çıktılar.


Ay ışığı ağaç sayvanının arasından ışıldıyor; gümüş rengi,
uzun ışık huzmeleri gece karanlığında parıldıyordu. Patikada
açıklığa girdikleri zamankiyle aynı şekilde sıralanmış halde
ilerlediler. Larissa kırık kolunu elinden geldiğince kıpırdat­
madan tutuyor, kolu nazikçe bedenine bastırıyordu. Korkunç
görünüyordu; tepeden tırnağa kan içindeydi ve sertleşip çatla­
maya yüz tutan kan pul pul olmuş bir savaş boyasını andırı­
yordu. Jamie’nin de ondan geri kalır yanı yoktu; metal grubu
malzemecisi tipli vampirin kanının çoğunu üzerinden silmiş
olsa da üniforması kanlıydı ve bakirimsi kan kokusu bir bulut

430
19. D E P A R T M A N

gibi on u izleyip m id esin i k ald ırıy o rd u . Bu u z u n , k a n lı gecede


g ö rd ü k lerin in şo k u n u zih n in d e yen i y en i sin d iren K ate’in beti
b e n z i so lm u ş olsa d a sak in ce y ü rü y e n k ız ın y ü z ü n d e k ararlı
bir ifade vard ı. M cBrid e’m y erin e o tu rttu ğ u k ırık b u rn u artık
k a n a m ıy o r olsa d a ç o k k ö tü şişm işti ve h er so lu k alıp v erd iğ in ­
de tiz b ir ıslık sesi çık ıyord u . Y ine de Siyah Işık ajan ı b u rn u n u
u m u rsam ıy o rd u ve gö zleri pırıld ıyord u .
Ja m ie , k ırık kolunu sarsm am ak için yerd en o n b eş san tim
yü k sek te süzü lerek ilerleyen L arissa’n m y an ın d a y ü rü yord u .
İkisi de tek kelim e etm ese de ara sıra birbirlerine y a n y a n b ak ı­
yorlardı. K ate bir y an d an on ları izleyerek ikisini tak ip ediyordu.
O rm a n d a n ç ık tık la rın d a k en d ilerin i alça k ça lıla r ve iç içe
g e çm iş fu n d alarla k ap lı, h afif b ir eğim le a lça la n g en iş bir ov ada
bu ldular. M an astır y o k u şu n d iğer u çu n d ay d ı. T a şla rın ın rengi
solm u ş, h arap b in a ad an ın k en arın ı işaretley en tep eler dizisi­
n in ü zerin d e yü k seliy ord u . Ja m ie u z a k ta b ir y erd e k ıy ıy a v u ra n
d a lg a ların sesin i duyabiliyor, h av ad a tu z k o k u su n u alabiliyor­
du. M a n a stırın y an lış h iz a la n m ış p en cerelerin d en şö m in elerin

sa rı ve tu ru n c u ışığı sızıy ord u.


İçlerin d en b irin in sad ece ü ç d ak ik alık ö m rü k ald ığ ın d an
h a b e rsiz, ova b o y u n c a ilerlediler.

L a rissa gözleriyle g ö rm ed iğ i a n c a k k o k u su n u a ld ığ ı b ir şey fark

etti.
“B ir şey b u y an a d o ğ ru geliyor,” dedi. “K ö tü b ir şey. D ah a
ö n ce h iç b öyle b ir k o ku d u y m a m ıştım .”
A ltı k işin in sin ir sistem lerin e ad ren alin h ü c u m etti.
M o rris, M cBrid e ve Steven son h em en y a n la rın a L arissa ve
Ja m ie ’y i de çek erek K ate’in etrafın d a b ir çe m b e r olu ştu rd u lar.
S ırtla rın d a silah ları, v izö rlerin i b ir o y an a b ir b u y a n a çev irerek
b e ş Siyah Işık ü y esi b o ş ov ayı gözlediler.

431
W ILL HI LL

Bir süre hareketsiz dikildiler. Sadece nefes sesi duyuluyor­


du. Ardından Stevenson silahını indirip arkadaşlarına döndü.
“Burada hiçbir şey yok.”
Karanlık çimlerin arasından bir şeyin zıplamasıyla ajanın
gerisindeki sık çalıların arasından aniden yapraklar ve tahta
parçacıkları saçıldı. Dört güçlü bacağı üzerinde hareket eden
yaratığın sarı gözleri parıldıyor, parlak dişlerle dolu ağzından
sicim sicim salyalar akıyordu. Ağzını Stevenson’ın boğazına ke­
netleyip onu öne doğru çekti ve timin geri kalanını yokuştan
aşağı yuvarladı. Jam ie yere düşerken yaratığın korkunç bir ses
eşliğinde Stevenson’un boynundan bir parça kopardığını işitti.
Siyah Işık ajanı acı içinde çığlık attı.
Jamie topuklarını yere kenetleyip bedenini yukarı iterek
ayakları üzerinde doğruldu. Kate’in yokuştan aşağı kaydığını
görmesine ve haykırarak kendisinden yardım istediğini duyma­
sına rağmen onu görmezlikten geldi. Kız çalıların arasından sıç­
rayan şeyden ne kadar uzak olursa o kadar iyiydi. Arkasına dö­
nüp yokuşun yukarısındaki Stevenson’a doğru koşmaya hazır­
lansa da yokuşun tepesinde gördüğü şey karşısında donakaldı.
Siyah Işık ajanı sırtüstü yatıyor, boynunda açılan delikten
kan püskürüyordu. Yüzü soluk, gözleri kapalı olsa da Jamie
üniformasının siyah kumaşının inip kalktığını görebiliyordu.
Hâlâ hayatta. Ona yardım etmen gerek.
Ancak taşlaşmış bacaklarını hareket ettiremiyordu.
Stevenson’m tepesinde devasa, gri bir kurt dikiliyordu. Ka­
lın kürkünün tüyleri iç içe geçmişti; burnu ajanın kanm a bu­
lanmıştı ve gözleri parıldıyordu. Kurttan berbat bir koku yayı­
lıyordu; ağır bir bozuk et ve hastalık kokuşuydu bu. Yaratığın
yokuştan aşağı, kendisine doğru bakmasıyla içinin ürperdiğini
hissetti. Kurt başını geri attı ve kulağa lanetleme gibi gelen, kor­
kunç, sağır edici bir uluma çıkardı. Ağzını yeniden Stevenson’a

432
19. DE P AR T MAN

doğru indirirken kocam an dişleri ay ışığı altında pırıldıyordu.


Ova silah sesiyle çınladı ve böğründen kanın kızıl çiçekler
gibi saçıldığı kurt seğirtti ve yeniden uludu. Jam ie etrafına ba­
kındı ve MP5’lerinden ateş saçan Morris ve McBride’m yokuş
yukarı çıktığını gördü.
L a r is s a n e re d e ?
Deli gibi etrafına bakındı ve Larissa’nın yokuşun dibinde
olduğunu gördü. Kate’in yanında diz çökm üş avuçlarının için­
de kızın yüzünü tutuyordu. O an Jam ie’nin içinde Larissa’ya
karşı uyanan şefkat öyle büyüktü ki neredeyse başka bir his
gibiydi. Mp5’ini çekip yokuştan yukarı tırm andı ve kendisini
son derece kısa bir bakışla karşılayan McBride’ın yanm a gitti.
Ü ç Siyah Işık üyesi gece eşsizliğinde çınlayan hafif makineli
tüfekleriyle ileri atıldı.
Kurt, kendinden geçmiş Stevensorim üzerinden kalkıp on­
lara kükredi. Çıkan ses gücü Jam ie’nin bedenini bir adım geri
itecek kadar güçlüydü. İşaret parm ağı Mp5’inin tetiğinde, bir
kez daha ileri atılırken oğlanın kulakları çınlıyordu. Kurşun­
lar kurda çarptıkça postundan tüy topakları kopuyor, çimlerin
üzerine koyu renkli kanlar saçılıyordu. Jamie bir kurşunun ya­
ratığın gözlerinden birini çıkararak az önce soluk sarı kürenin
olduğu yerde siyah bir delik açtığını gördü. Ancak devasa hay­
van bunu fark etmemiş gibiydi.
Morris, “Yere yıkın onu!” diye bağırdı. “Bacaklarına nişan
alın.”
Son kurşunun da silahtan çıkmasıyla Jamie’nin Mp5’inden
bir çıt sesi geldi. Kemerinden yeni bir şarjör çıkarıp silaha taktı
ve tetiği bir kez daha çekti. Üç ajanın kurşunlarını odakladığı
yaratığın sol ön bacağının parçalanmasıyla ıslak et parçaları
dört bir yana yağdı. Kurt acı içinde uludu ve geri kalan ba­
caklarından kuvvet alarak öne doğru sıçradı ve uzun, paytak

433
W I L L HILL

a d ım la rla a r a la rın d a k i m esafey i k ap attı. Bu k ez sa ğ ö n b a c a ğ ı­


n a d o ğ ru h ed efled ik leri k u rş u n la r y a ra tığ ın sağ a so la y a lp a la ­
m a sıy la ısk a geçti.

Ü ç m e tre k a d a r u z a k la r ın d a , k u rt y ere ç ö k tü ve g ü çlü ark a


b a c a k la rı sıç ra m a y a h a z ırla n a r a k gerild i. H e m e n s o n r a r a h a t­
sız e d ici b ir y ırtılm a sesi geldi ve sa ğ ö n b a c a ğ ı y a y lım ateşi al­
tın d a k ırıld ı. S ıçra m a sı y a rıd a k a la n h a y v a n u lu d u ve a c ı iç in ­
de ç ığ lık a ta ra k h ed efin in u z a ğ ın a , ü ç a d a m ın ö n ü n e d ev rild i.
Siyah ışık ajan ları k ö rlem esin e h a v a y ı ıs ıra n ç e n e le rd e n u zağ a
sıçra d ıla r. Y a ra tığ ın d u rm a d a n b irb irin e v u r a n d işleri, y ü z le rce
v a z o k ırılıy o rm u ş gibi b ir ses çık a rıy o rd u . K u rd u n k e n d in i ileri
d o ğ r u itm ey e ça lış m a sıy la a rk a b a c a k la rı to p rağ a sap lan d ı. Ü ç
a d a m s ila h la rın ı h a y v a n ın a ç ık ta k a la n k a r n ın a b o şa lttı. B ey az
k ü rk te n o lu k o lu k k a n s ıç ra rk e n h a y v a n h a y k ırd ı. S o n ra h a r e ­
k e tsiz ce y erd e u z a n d ı. P a r ç a la n m ış gö ğ sü in ip k alk ıy o r, b u r­
n u n d a n v e a ğ z ın d a n s ıc a k b u h a r çık ıy o rd u .
M cB rid e so lu k .so lu ğ a y ığ ıla n h a y v a n a b a k tı v e, “T a n rım ,”
ded i.

J a m ie y a v a şç a ö n e ç ık tı v e k u rd a b a k tı. Y an y a ta n h a y v a n ın
p a r ç a la n m ış ö n b a c a k la rı işlev sizce sa lla n ıy o rd u ve b u rn u k ıp ­
k ırm ız ı k a n için d ey d i. S ağ lam g ö zü b elirli b ir n o k ta y a b a k m a ­
d a n d ö n ü y o rd u .

M o rris ’in , “S tev en so n ’ın d u ru m u n a b a k ın ,” d em esiyle


M cB rid e y o k u ş u tırm a n ıp y a ra lı a ja n ın y a n m a gitti. Ja m ie ,
M o rris’in y a n m a gelip h a y v a n a iş a re t etti.
“N e d ir o ? ” diye so rd u .
M o rris g ö zlerin i y a ra lı h a y v a n d a n h iç a y ırm a d a n , “B ir k u rt
a d a m ,” d ed i. “Y aşlı b ir k u r t a d a m . E n a z y ü z y a ş ın d a .”
J a m ie g ö zlerin i M o rris ’e d ik ip , “K u rt a d a m m ı? ” diye so rd u .
M o rris o n a b a k m a d a n b a ş ın ı sallad ı. G ö zleri y a ra tığ ın h a r e ­
ket e d e n g ö ğ sü n d ey d i. A ltın d a k i d eri çık ıp in d ik çe b e y az k ü rk

434
19. D E P A R T M A N

d a lg a la r h a lin d e k ıp ırd ıy o rd u .
J a m ie a lç a k sesle, “F r a n k e n s te in b a n a o n la r ın g e rç e k o ld u ­
ğ u n u s ö y le m işti,” ded i. “O n a in a n m a m ış tım .”
M o rris G lo ck ta b a n c a s ın ı k e m e rin d e n ç e k ip y a ra lı h a y v a n a
d o ğ ru lttu . N a m lu y u h a y v a n ın sa ğ la m g ö z ü n e y a k la ş tırıp tetiği
ç e k ti. T ok b ir ses geldi v e k u rt h a re k e tsiz le şti.
A r d ın d a n , J a m ie ’n in b a k ış la rı a ltın d a d e ğ iş im g eçird i.
K ü rk ü g id erek in celd i. T ü y le ri y a r a tığ ın e tin e d o ğ r u çe k ilir
gibiydi. B ir d iz i k o rk u n ç ç a tır tın ın a r d ın d a n , k a im , g ri d e ri­
sin in a ltın d a k ö şe li şek iller b e lirm e y e b aşlad ı. B u ru n k ısalıp
d ü z le şirk e n b u r u n d elik leri k ü ç ü ld ü v e d işleri d işe tle rin in içi­
n e ç e k ilm e y e b a şla d ı. B a c a k la r ın ın d iz d e n aşağ ısı b ir d izi ç ı­
tırtıy la d ü z le şti ve h a y v a n ın re n g i g rid e n so lu k p e m b e y e d ö n ­
m e y e b aşlad ı. J a m ie ’n in ağ zı a ç ık k a lm ıştı; d ö n ü şü m ü n b a ş la n ­
g ıc ın d a n b ir d a k ik a so n ra k u r t o r ta d a n k ay b o lm u ştu . A z ö n ce
u z a n d ığ ı y e rd e şim d i v ü c u d u y a r a la r v e k ırık la r için d e , çıp lak
b ir a d a m v a rd ı. K o lları lim e lim e o lm u ştu v e b ir g ö zü y o k tu .
B e d e n i içle rin d e n k a n s ız m a y a b a şla y a n delik lerle do luy du .
M o rris ta b a n c a s ın ı k a b z a sın a k o y u p , “Şim d i o n a in a n ıy o r

m u s u n ? ” diye so rd u .
Ja m ie y a v a ş ç a b a ş ın ı sallad ı.
M o rris, “O n la r d a n ç o k fazla y o k ,” ded i. “Ç o ğ u o r m a n la r d a
m ü n z e v i h a y a tı sü re rk e n k im isi de fedailik yap ar. A le x a n d ru
e p e y cid d i o lm a lı.”
J a m ie , L a ris s a ve K ate’in y a n ın d a b itiv erm eleriy le irkildi.
İki k ız p e r iş a n d u ru m d a k i b e d e n e y ü z le rin d e b e n z e r b ir tik ­
sintiyle b a k tı. M cB rid e’m b a ğ ıra ra k S tev en so n ’m h â lâ h a y a tta
o ld u ğ u n u h a b e r v erm esiy le h ep b irlik te o n u n y a ttığ ı y e re d o ğ ru

k o ştu lar.
Ja m ie y a n ın a v a rd ığ ın d a , ajan y erd e k ıv ra n ıy o rd u . M cB rid e,
S te v en so n ’m b a ş ın ı ik i y a n d a n tu tm u ş o n u sab itlem ey e ç a lış ı­

435
W ILL HILL

y o rd u ; k o lla n ve b a c a k la rı ç im le ri d ö v en S tev en so n ’ın b ed en i


M cB rid e ’ın g ü çlü k a v ra y ış ın a ra ğ m e n a n i h a rek etlerle ç ır p m ı­
y o rd u .
K a te , “O n a n e o lu yo r?” diye so rd u .
M o rris y ü z ü k ü lre n g in e d ö n m ü ş h a ld e , “D eğ işim b aşlıy o r,”
ded i.
S te v e n so n ’ın v ü c u d u n d a n k o rk u n ç ç a tır tıla r ç ık a rk e n , J a -
m ie a ja n ın ö n k o lla rın ın k ırılış ın a şa h it oldu. K o llar n ered ey se
d ik a ç ı o lu ş tu ra n a d e k içe d o ğ ru b ü k ü ld ü . A jan a ğ z ın ı a ç ıp acı
d o lu , k o rk u n ç b ir çığ lık a ttı. H e m e n s o n r a az ö n ce k i g ü rü ltü
te k ra r geld i ve b a c a k la rı k ırıld ı. B u k ez çığ lık öyle k u v v etliy d i
k i J a m ie ’n in b e y n in e b ir b u z k ıra c a ğ ı gibi sap lan d ı. S tev en so n ’m
y u k a r ı a şa ğ ı o y n a y a n b e d e n i y ere ç a rp ıy o r; a ğ z ın d a n k ö p ü k ­
ler çık ıy o r ve b o y n u n d a k i y a r a d a n k a n fışk ırıy o rd u . Ç a re s iz
a rk a d a ş la rın ın b a k ış la rı a ltın d a ç e n e si u z a m a y a v e k e m ik le ri
b irb irin e s ü rtü n m e y e b a şla d ı. Ç ığlığı b ir u lu m a y a d ö n m ü ştü .
D e risin d e n k a lın , siy a h k ılla r ç ık m a y a b aşlad ı. K ıllar g ö ze­
n e k le rin d e n fışk ırıp ü n ifo rm a s ın d a n fırlıyo rd u . G ö zleri sarıy a
d ö n e rk e n titre m e s in in şid d eti a r ttı v e M cB rid e o n u d a h a fazla
tu ta m a z oldu.
K ate tiz ve k e d e r so lu b ir sesle, “Biri o n a y a r d ım e ts in !” diye
b a ğ ırd ı.
M o rris, G lo c k ’u n u k e m e rin d e n b ir k ez daha çe k ip
S te v e n so n ’m b a ş ın ın u c u n d a d iz ç ö k tü . A r tık in s a n fo rm u n ­
d a n g id e rek u z a k la ş a ra k b ir a d a m d a n ç o k h a y v a n a b e n z e y e n
S te v e n so n e tra fın ı ç e v ir e n k ü ç ü k k a la b a lığ ı fark e tm iy o r gibi
g ö rü n ü y o r, ç im le rin ü z e rin d e d eb elen iy o rd u . M o rris ta b a n c a ­
n ın h o ro z u n u çe k ti; n a m lu y u S tev en so n ’m şa k a ğ ın a d ay ay ıp
tetiğ i çe k ti.
K a ra n lığ ın için e k a n ve b e y in p a r ç a la r ı sa çıld ı v e S tev en so n
h a re k e tsiz le şti. H e n ü z a n c a k y a rıs ın a y a k la ş a n d e ğ işim h ızla

436
19. D E P A R T M A N

te rsin e d ö n d ü . O tu z san iy e için d e k a lın tü rle ri k a y b o la n , k o lla ­


r ı v e b a c a k la rı d ü z le ş e n ajan y in e in s a n şek lin i a lm ış, h a re k e t­
siz h a ld e y e rd e y atıy o rd u .

S te v e n so n ’ı iç içe g e ç m iş ç a lıla rın a ltın a çe k ip b ıra k tıla r. O n u n


iç in y ap a b ile ce k le ri b a ş k a b ir şe y y o k tu ; z a m a n d a ra lıy o rd u ve
y o la rlm a d e v a m etm e le ri g e rek iy o rd u . K ate’in k e n d isin i to p la ­
y ıp M cB rid e’m a r k a d a ş ın a se ss iz c e v ed a ettiğ i b irk a ç d a k ik a ­
n ın a r d ın d a n y a m a ç ta n a ş a ğ ı in ip m a n a s tır a d o ğ ru y ü rü m e y e
b a şlad ılar.
44
TANRI NIN EVİNDE

J a m i e m a n a s t ı r ı n a v lu s u n a a d ım a ta r a tm a z s o lu ğ u g ı r tla ğ ın a

d ü ğ ü m l e n m i ş h a ld e d o n a k a ld ı. T a n r ı’y a in a n m a d ığ ın d a n c e ­

h e n n e m e d e in a n m ıy o r d u . Ö te y a n d a n , c e h e n n e m d iy e b ir y e r

v a r s a , o r a n ı n k a r ş ıs ın d a k i ş e y d e n d a h a b e t e r o l m a y a c a ğ ı n ı d ü ­

şü n d ü .

T im o v a y ı a ş ıp s e s s iz c e m a n a s tır a y a k la ş m ı ş , k a r a n l ık t a

e ğ ilip ç i m le r i n a r a s ı n a g iz le n e r e k te k s ır a h a lin d e ile rle m iş le r ­

d i. B in a y a a ç ıla n y ü k s e k k e m e r le b ir le ş e n ta ş d u v a r a s ır tla r ın ı
v e r ip s ila h la r ın ı ç e k m iş le r d i. A c ı d o lu ç ığ lık la r v e h a z d o lu tiz

h a y k ı r ı ş la r g e c e g ö ğ ü n e k a r ış ıy o r , y a n a n o d u n la r d a n ç ık a n ,

k e s k in e t k o k u s u y la d o lu d u m a n la r b u r u n d e lik le r in i d o ld u r u ­

y o r d u . M o r r is s e s s iz c e , el h a r e k e tle r iy le M c B r id e ’a iç e r i g ire r le r ­

k e n g r u b a lid e r lik e tm e s in i iş a r e t e ts e d e J a m i e b a ş ın ı s e r t h a r e ­

k e tle r le ik i y a n a s a lla d ı. Ç o k a z k a l m ı ş t ı; A l e x a n d r u ’n u n o n la r ı

b e k le d iğ i, a n n e s in i n e s ir tu tu ld u ğ u y e r e b u k a d a r y a k la ş m ı ş ­

la r k e n d iğ e r a d a m la r ın ö n d e r liğ in d e , eli k o lu b a ğ lı d u r m a y a ­

c a k tı . E ğ ilip ta ş k e m e r in iç in d e n g e ç ip a v lu y a a d ı m a tm ış tı.

Z e m i n i ta ş la k a p lı av lu k ü ç ü k t ü ; d ö r t y a n ı d u v a r la ç e v r iliy ­

438
19. D E P A R T M A N

d i v e h e r ik i d u v a r ın o r ta s ın d a b i r e r a ç ık l ık v a r d ı. S o ld a k i v e

s a ğ d a k i a ç ık l ık l a r J a m i e ’n i n a h ı r o ld u ğ u n u ta h m i n e ttiğ i a l ç a k

b i n a la r a a ç ılır k e n a z ö n c e iç in d e n g e ç tiğ i k e m e r in k a r ş ıs ı n d a

k a l a n , a r k a d a k i a ç ık l ık m a n a s t ı r a a ç ılıy o r d u . A n c a k o n u n la

b i n a a r a s ı n d a h a y a l e tm e k te z o r la n a c a ğ ı k a d a r k a n lı b ir m a n ­

z a r a v a r d ı.
A v lu n u n o r ta s ın d a k o c a m a n b ir a te ş y a k ılm ış tı. J a m ie k ö ­

ş e le r i d ö n e r d ö n m e z a te ş in ıs ıs ın ı y ü z ü n d e h i s s e tti; k a l ın v e

g r i b ir d u m a n ç iz g is i g ö ğ e y ü k s e liy o r , k ı v ıl c ı m la r h a v a y a u ç u ­

ş u y o rd u .
R a h ip le r in c e s e t le r i ta ş k a p lı z e m in e y a y ılm ış tı. Ç o ğ u ç ı p ­

la k k e n b a z ı la r ın ı n ü z e r in d e h â l â k a h v e r e n g i c ü p p e le r v a r d ı .

M a r u z k a ld ık la r ı ş id d e t d e h ş e t v e r ic iy d i. H e r y e r k a n iç in d e y d i;

k a n d u v a r la r ın d ib in d e b ir ik m iş , s o lu k r e n k li ta ş la r ın ü z e r in d e

k ı z ıl a n a f o r la r o l u ş tu r a r a k a y a k la r ın ı n a ltın d a k i t a ş la r ın a r a ­

s ın d a ö z g ü r c e a k ıy o r d u .

K a te s e s s iz c e a ğ la m a y a b a ş la d ı. T im in g e r i k a l a n ı y ü z le r i

s o lm u ş , g ö z le ri k o c a m a n a ç ılm ış h a ld e a v lu d a e tr a f l a b a k ın d ı.

M c B r id e , “H iç b ö y le b ir ş e y g ö r m e m i ş t im ,” d e d i.

M o r r is b a ş ın ı s a lla y ıp , “B e n d e ö y le ,” d e d i.

S ila h la rı o m u z l a r ın d a , a ğ ı r a ğ ı r a te ş in e tr a f ı n d a n d o la n ı p

y ü z l e r in i m a n a s t ı r ı n a n a b in a s ın a a ç ıla n a ç ık k a p ıy a ç e v ir d ile r.

K a r a n lı k k a p ı a r a lığ ı h i ç d e d a v e tk a r g ö r ü n m ü y o r d u .

J a m i e y u m u ş a k b ir s e sle , “B e n i iz le y in ,” d e d i v e iç e r i a d ı m

a ttı.

J a m i e ’n i n ö n ü n d e ta ş b ir d u v a r , d u v a r ın ü z e r in d e k a i m , k ız ıl

ç iz g ile rle y a z ı lm ı ş b ir s ö z c ü k v a r d ı.

HOŞ GELDİNİZ

439
W ILL HIL L

Süslü m e ta l d a y a n a k la ra asılı g az la m b a la rıy la a y d ın la n a n ,


sağ a v e so la g id en iki k o rid o r v a rd ı. J a m ie la m b a la rın a ç ık s a rı
ışığ ıy la a y d ın la n a n h e r ik i g eçitte y erd e y a ta n k a r a n lık şek iller
gö rd ü .
Kendini topla. Daha da beteri gelecek.
“H a n g i y ö n e g id e ce ğ iz ?” diye so rd u .
K ate titre k b ir sesle, “F a r k e tm e z ,” d ed i. “M a n a s tır k a re şek ­
lin d e ve ö te y a n ın d a d u a o d a sı var. H e r ik i k o rid o r d a b izi ay n ı
y e re ç ık a r ır .”
J a m ie , “T a m a m ,” ded i. “O z a m a n a y rıla lım .”
Y a n y a n a d u ra n M o rris ve M cB rid e’a b a k tı. K a ra n lık ta siy ah
ü n ifo rm a la rıy la n e red ey se g ö rü n m ü y o rla rd ı.
“Siz ik in iz K ate’i alıp sa ğ k o rid o ra gö z a tm . B e n d e L a ris s a ’yla
so ld a k in e b a k a y ım .”
K a te ’in y ü z ü n d e k i p a n ik ifad esin i g ö rse de a ld ırış etm ed i.
Az kaldı. Çok az kaldı.
A z k a ld ığ ın ı biliy o rd u . M u h tem elen o b in a n ın b ir y e rle rin ­
de A le x a n d r u o n u b ek liy o rd u . Y aşlı v a m p ir o ra d a y sa a n n e si de
o ra d a o lm alıy d ı.
Bundan eminim.
L a ris s a ’n m elin i tu tu p o n u so la g id en k o rid o ra d o ğ ru çek ti.
İki Siyah Işık ajan ı K ate’le b irlik te sağ a d o ğ ru ilerlerk en , L a rissa
h iç itira z e tm e d e n o n u izled i. O m z u n d a n g eriye d o ğ ru en d işe
d o lu b ir b a k ış a tsa d a J a m ie ’n in k e n d isin i g r u b u n k a la n ın d a n
k o p a r m a s ın a ses etm ed i.
J a m ie v e L a ris s a d a r g eçid e d a ğ ılm ış ölü ra h ip le rin ce se tle ri­
n in e tra fın d a n d o la n a ra k ilerled iler. Ö lü lerin k o c a m a n a ç ılm ış
g ö z le ri ş a şk ın ca ve b o ş b ir ifadey le b a k ıy o rd u ; e tra fla rın d a k a n
b irik m iş ti ve a ğ ız la rı acıy la ç a rp ılm ış tı. J a m ie o n la rı g ö rm e z ­
d e n geld i; a r tık o n la r iç in y ap ab ileceğ i h içb ir şey y o k tu . Bir­
b iri a r d ın a a h ş a p k a p ıla rd a n g eçtiler. J a m ie k a p ıla rd a n b irin i

440
19. D E P A R T M A N

a ç tığ ın d a n e r e d e y s e b ir h ü c re o la b ile c e k k a d a r sa d e b ir y a ta k
o d a sıy la k a r ş ıla ş tı. T a ş d u v a rla rı v e z e m i n i n d e te k b ir sü slem e
o lm a y a n o d a d a s a d e c e ü z e r in d e b ir İ n c il o l a n k ü ç ü k b ir m a sa ,
ta h ta b ir sa n d a ly e v e s o n d e re c e k o n f o r s u z g ö r ü n e n b ir y a ta k
v a rd ı. K ap ıy ı k a p a ttı v e k o r id o r u n s o n u n d a k i k ö şe y i d ö n d ü ler.
İlerid e b ir h a r e k e tle n m e fark e tm e s iy le J a m i e , C ir it’in i ön e
d o ğ ru u z a ttı. Y a n ta r a fın d a L a r is s a ’n m g ö z le r i k ız ıla d ö n e rk e n
k e m e rin d e n el fe n e rin i ç ık a r d ı. Ü ç m e t r e ö n le r in d e , r a h ip ­
le rd e n b iri d u v a rd a ir i, k o rk u n ç b ir b ö c e k g ib i s ü rü n ü y o rd u .
J a m ie ’n in el f e n e rin in ışığ ı a ltın d a b a ş ın ı o n la r a d o ğ ru çe v ird i.
S o lu k , in ce y ü z ü n d e a c ı d o lu b ir ifad e v a r d ı. G ö z le ri k ıp k ırm ız ı
p a rla rk e n ç a r p ılm ış a ğ z ın d a n in iltile r ç ık ıy o r , y a n a k la r ın d a n
a şa ğ ı y a ş la r s ü z ü lü y o rd u . P e n ç e sin i d u v a r ın so lu k ta ş la rın a
g e çirm e siy le p a r m a k la r ı y a r a b e re iç in d e k a ld ı. A ln ın ı d u v ara
v u rd u v e y ır tıla n d e r is in d e n y ü z ü n e k a n a k tı. S o n ra b a ş ın ı tek ­
ra r te k ra r d u v a ra v u r m a y a b a şla d ı.

J a m ie ’n in , “K es ş u n u !” d iy e b a ğ ır m a s ıy la r a h ip k e n d isin i b ı­
ra k ıp k ü lç e gib i y e re y ığ ıld ı.

Y ü z ü n d e k a tık s ız b ir ıstıra p la o n la r a b a k tığ ın d a J a m ie o


a n a d ek y a ş a y a n b ir y a r a tığ ın y ü z ü n d e ö y le s i p e r iş a n b ir b ak ış
g ö rm e d iğ in i d ü ş ü n d ü . A d a m ın a ğ la y ıp s ız la y a ra k o n la ra d o ğ ru
b irk a ç m e tre y a k la ş m a s ıy la J a m ie g e riy e d o ğ r u b ir a d ım atıp
C irit’in in y a k la ş a n fig ü re d o ğ ru lttu . A d a m d iz le rin in ü z e rin e
k a lk ıp y ü z ü n ü o n la r a çe v ird i.
N e re d e y se fısıltı d e n eb ilecek b o ğ u k b ir sesle, “L a n e tle n ­
d im ,” d ed i.
L a ris s a ’n ın b o ğ a z ın d a n b ir se s ç ık m a s ıy la J a m ie o n a d o ğ ru
d ö n d ü . J a m ie g ö z le rin i v a m p ire d o ğ r u d ik e n L a r is s a ’n m a d a ­
m ın o a n te c r ü b e e ttiğ i ş e y in n e o ld u ğ u n u ta m o la ra k b ild iğ in i
d e h ş e t için d e fark etti.
R ah ip , “E lim d e n gelen i y a p tım ,” d ed i. “O k a d a r g ü çlü d eğ i­

441
W ILL HILL

lim . L a n e tle n d im . S o n su z a d e k la n e tle n d im .”


J a m ie ’n in el fen erin in ışığ ın ı a ğ lay an f ig ü rü n ü z e rin e tu ttu .
K o rid o ru n b ira z d a h a a şa ğ ıs ın d a ik in c i b ir ra h ib in b ed en i g ö ­
rü n d ü . B o y n u n d a n b ir p a r ç a k o p m u ş o lsa d a c e s e d in etra fın d a
ç o k a z k a n v ard ı.
Açlık çekiyor ve kardeşlerinden biriyle beslendi. Aman Tanrım.
C irit’in i k a ld ırıp ra h ib in g ö ğ sü n e h iz a la d ı. K ah v eren g i giy­
sile r için d ek i b itk in , ıstıra p için d ek i fig ü r k ılın ı bile k ıp ırd a t­
m a d ı. S ad ece ellerin i k a r n ın ın ü z e rin d e k a v u ş tu ru p g ö zlerin i
k a p a d ı. J a m ie d e rin b ir n efes alıp tetiği çek ti.
K a n p a tla m a sı k o rid o ru n ö te y a n ın d a n ik i v a m p ir rah ib i
d a h a çe k ti. K ızıl g ö zleri p a rla y a n v a m p irle r ik i y a n a s a lla n a ra k
k a ra n lığ ın için d en çık a rk e n J a m ie ve L a ris s a h a z ırlık lıy d ı. J a ­
m ie , K a te ’d e n g eri a ld ığ ı k a z ığ ı L a ris s a ’y a u z a ttı ve v am p irleri
k a rş ıla m a k için ö n e ç ık tıla r. Sol y a n ın d a k ırık ko lu sa lla n a n
L a r is s a h a v a y a sıç ra y ıp ş a şk ın , y e n i d ö n ü ştü r ü lm ü ş v a m p irle ri
gafil a v lad ı ve k azığ ı e n y a k ın ın d a k i v a m p irin g ö ğ sü n e sap la­
dı. V a m p ir k ısa b ir a n y ü z ü n ü b u ru ş tu r d u k ta n s o n r a b ir k a n
s a ğ a n a ğ ıy la p atlad ı. J a m ie ’in in C irit’in d e n fırlay an m e ta l k a z ık
d iğ e r v a m p irin k a h v e re n g i c ü p p e s in d e ve c ü b b e n in altın d ak i
d e risin d e g en iş, m u n ta z a m b ir d elik a çtı. V a m p irin p a tla m a sıy ­
la so lu k re n k li d u v a rla r k a n a b u la n d ı. L a ris s a ö n e d o ğ ru a d ım
atıp y e re d a m la y a n k a n a b a k tı v e d u ru p ja m ie ’y e d ö n d ü .
“Y ü z ü n ü ç e v ir,” ded i.
J a m ie , “N e d e n ?” diye k a rş ılık v erd i.
“B u n u g ö rm e n i iste m iy o ru m . L ü tfen , J a m ie .”
J a m ie b a ş ın ı sallad ı ve sırtın ı o n a d ö n d ü . A rk a s ın d a n şap ır­
tıla r v e h a z do lu b o ğ u k b ir h ırıltı geldi.
L a r is s a u z u n c a b ir sü re s o n r a , “T a m a m ,” ded i.
J a m ie d ö n ü p o n a b a k tı. D u d a k la rı k ıp k ırm ız ı p a rla y a n
L a r is s a ’n ın ko lu a r tık k ırık d e ğ ild i; L a ris s a b ir y a n d a n k o lu ­

442
19. D E P A R T M A N

n u ç e v irip in ce le rk e n , b ir y a n d a n d a y ü z ü n d e u ta n ç la Ja m ie ’ye
b a k ıy o rd u .
“H a y d i” d ed i. “Y ola d e v a m e d e lim .”
J a m ie o n a e lin i u z a ttı v e v a m p ir k ız g ü z e l, k a n a b u la n m ış
y ü z ü n d e m in n e tta r b ir ifadeyle k e n d isin e u z a tıla n eli tu ttu .

T a h ta k a p ıla rd a n b irin in g e risin d e n g elen a ğ la m a se sin i d u y ­


d u k la rın d a k o rid o r u n s o n u n a v a r m a k ü z e re y d ile r. J a m ie k a p ı­

y ı d ik k atle aralad ı.
O d a az ö n ce gö z a ttığ ı o d a n ın ay n ısıy d ı. T ek fark ı d iğ e r o d a
gibi b o ş o lm a m a sıy d ı. O d a n ın k ö şe sin d e d iz le rin i g ö ğ sü n e
ç e k m iş ve k o lla rın ı b a c a k la rın a d o la m ış h a ld e o tu r a n b ir r a ­
h ip v a rd ı. B aşı ö n e e ğ ik ti ve titre y e re k ağ lıy o rd u . J a m ie ra h ib in
y a n ın a g itti ve a d a m ın k a r ş ıs ın a g eçip s o ğ u k ta ş z e m in in ü z e ­
rin d e d iz ç ö k tü . L a ris s a k o rid o ru g ö z le m e k iç in k ap ı eşiğ in d e

b e k le d i.
J a m ie elini a d a m ın k o lu n a k o y u p , “Y aralı m ıs ın ? ” diye sordu.
R a h ib in b a ş ın ı k a ld ırm a sıy la J a m ie çığ lığ ı b a s tı v e ta ş z e m i­
n in ü z e rin d e d eb elen erek g eri k a çtı.
A d a m ın y ü z ü n e b ir h a ç k a z ın m ış tı; h a c ın a ln ın ın te p e sin ­
d e n b a şla y ıp b u rn u ve ağ zı b o y u n c a aşa ğ ı d o ğ r u ilerley en y a ta y
çiz g isi d u d a k la rın ı iki sa rk ık e t p a r ç a s ın a a y ırıp ç e n e s in in a ltı­
n a u z a n ıy o rd u . Y a ra g en iş v e d e rin d i. K a n m a h v o lm u ş y ü z ü n ­
d e n g iy sisin e d o ğ ru ak ıy o rd u .
J a m ie , “A m a n T a n rım ,” ded i.
T a n rı’n ın a d ın ın g eçm esiy le r a h ip s a y ık la y a ra k h ız lıc a d u a

etm e y e b aşlad ı.
“Ö lü m g ölgesivadisin degezsem bilekorkm am şerden çü n kü sen -
benim lesin.”
J a m ie ayağ a k a lk ıp sü k lü m p ü k lü m o tu r a n şek ild en u z a k la ­
şırk e n y ü z ü ü m itsiz lik için d e b u ru ş m u ştu .

443
W IL L HILL

Onun için hiçbir şey yapam azsın. Anneni düşün. Odaklan.


A n c a k b u n u y a p a m a d ı. K a r ş ıs ın d a k ıv r ılıp o t u r a n iş k e n c e

g ö r m ü ş , k o r k u n ç b ir m u a m e le y e m a r u z k a l m ı ş a d a m d a n b a ş k a

b ir ş e y d ü ş ü n e m iy o r , h a y a tla r ın ı h u z u r a a d a m ış a d a m la r a n a s ıl

b i r y a r a t ığ ın b u k a d a r g a d d a r lık e d e b ile c e ğ in i d ü ş ü n ü y o r d u .

L a r i s s a ’n m y u m u ş a k b ir s e sle , “H a y d i” d e m e s iy le o n a d o ğ r u

d ö n d ü . “Y o la d e v a m e tm e liy iz . O n a f a y d a n d o k u n m a z .”

J a m i e , L a r is s a ’n m p e ş in d e n k o r id o r a ç ık t ı v e b irlik te k ö ş e y i

d ö n d ü le r . Ö n le r in d e k i z e m in e k a n la b ü y ü k b ir o k ç iz ilm iş ti .

Y ü z le r in in d ö n ü k o ld u ğ u y ö n ü g ö s te r e n o k u n a ltın d a ik i k e li­
m e v a r d ı.

BU
TARAFTAN

J a m i e ’n i n iç i A le x a n d r u v e o n u n t ü r ü n ü n t ü m ü n e k a r ş ı n e f ­

r e tle d o ld u . B u n e f r e t iç in i ö y le k a v u r u y o r d u k i b ir a n a le v a la ­
c a ğ ı n ı s a n d ı.

“B u n u n b ir o y u n o ld u ğ u n u m u s a n ıy o r ? ” d iy e s o r d u .

L a r i s s a o n u k o lu n d a n tu ttu .

“B u b ir o y u n ,” d e d i. “O n a g ö re b u s a d e c e b ir o y u n . İ ly a n a ,

b a b a n , a n n e n t e f e r r u a t ta n ib a re t. O ş id d e ti, a c ıy ı v e ıs tıra b ı s e ­

v iy o r. O n u n la k a r ş ı k a r ş ıy a g e lin c e b u n u a n ı m s a .”

K o r id o r d a b ir b a ğ ır ış ın y a n k ıl a n m a s ı y la J a m i e e l fe n e r in i

s e s i n g e ld iğ i y ö n e d o ğ r u tu ttu . M o r r is , M c B r id e v e K a te k o ş a r

a d ı m l a r la k o r id o r d a ile rliy o r la r d ı. J a m ie v e L a r is s a o n la r la b u ­
l u ş m a k iç in h a r e k e tle n d ile r .

T im g e n iş , ta h ta b ir k a p ın ın ö n ü n d e b ir a r a y a g eld i.

J a m i e , “N e b u ld u n u z ? ” d iy e s o r d u .

M c B r id e a s ık v e s o lu k b ir y ü z le , “S o n r a k o n u ş u r u z ,” d e y in ­

c e J a m i e b a ş ın ı s a lla d ı.

444
19. D E P A R T M A N

Beşi kapının önünde duruyordu. Ortalarında Jam ie vardı.


0 an geldi çattı işte. Bu kapının arkasında ne olursa olsun bura­
dan ayrılmayacaksın. Onu gururlandır.
Morris, “Hazır mısın?” diye sordu.
Jam ie derin bir nefes aldı.
“Hazırım,” deyip kapıyı iterek açtı.
Ancak hiç de hazır değildi.

445
45
GERÇEKLER ACIDIR

A l e x a n d r u R u s m a n o v d u a o d a s ı n d a k i b ir ta h t k a d a r s ü s lü , t a h ­
ta k o ltu k ta o tu r u y o r d u .

K o ltu k g e n iş o d a n ın g e r is in d e k i ta ş b ir p la tf o r m u n ü z e ­

r in d e d u r u y o r d u . G e r is in d e k o c a m a n b ir ta h ta h a ç v a r d ı. H a ç

o t u z m e t r e k a d a r a ş a ğ ıd a k a l a n K u z e y D e n iz i’n i n g r i y ü z e y in e

b a k a n b i r v i tr a y ın ö n ü n d e s a lla n ıy o r d u . J a m i e ’n i n ta h m i n in c e

b a ş r a h ib in m a n a s t ı r ı n a y in le r in i g e r ç e k le ş ti r ir k e n k u lla n d ığ ı

a h ş a p b i r k ü r s ü b ir k e n a r a a tılm ış , ta ş z e m in i n ü z e r in d e k ı r ı k
h a ld e d u ru y o rd u .

U z u n b ir a h ş a p y e m e k m a s a s ı d a a y n ı k ö tü m u a m e le d e n

n a s ib in i a lm ış tı. O d a n ın u z u n d u v a r la r ın d a n b i r i n in k e n a r ı n ­

d a p a r ç a l a n m ı ş h a ld e d u r a n m a s a n ın e tr a f ın d a L in d is f a r n e r a ­

h i p le r in in n e s ille r b o y u n c a o t u r d u k la r ı g ö s te r iş s iz s a n d a ly e le r

v a r d ı . M a s a n ın te p e s in d e , y ü k s e k d u v a r b o y u n c a u z a n a n n i ş ­

le re a z i z l e r in iy i iş le n m e m iş h e y k e lle ri a s ılıy d ı. O y m a y ü z le r

o d a n ı n a r t ı k b o m b o ş d u r a n o r t a k ı s m ın a te p e d e n b a k ıy o rd u .
S o n r a J a m i e o n u g ö rd ü .

A n n e s in i.

M a r ie C a r p e n t e r s o lu k v e g e r g in b ir y ü z le A l e x a n d r u ’n u n
s o lu n d a d ik iliy o rd u .

446
19. D E P A R T M A N

J a m i e , “A n n e !” d iy e b a ğ ır d ı. K e n d is in i t u ta m a m ış tı .

Hayatta. Hayatta. Şükürler olsun sana. Şükürler olsun.


S e s in i d u y a n a n n e s in i n g ö z le ri p a r la d ı v e J a m i e ’n i n o ld u ğ u

y e r e d o ğ r u ö y le b ü y ü k b ir se v g iy le b a k tı k i o ğ la n y ü r e ğ i n i n

p a t la y a c a ğ ı n ı s a n d ı. M a r ie d u a o d a s ı n a g ir e n le r iç in d e o ğ lu n u

s e ç e m e m iş o ls a d a o n u n h a y a tta o ld u ğ u n u ö ğ r e n m e n in v e r d iğ i

r a h a t l a m a h is s i iç in d e , ç ığ lık ç ığ lığ a J a m i e ’y e d a h a fa z la y a k ­
l a ş m a m a s ın ı, o r a d a n u z a k d u r m a s ın ı v e k a ç ıp c a n ı n ı k u r t a r ­

m a s ı n ı s ö y le d i.
A l e x a n d r u iç te n v e d o s ta n e b i r s e s le , “A n n e n i d in le e v la t”

ta v s iy e s in d e b u lu n d u .
F a r k ı n a b ile v a r m a d a n a n n e s in e d o ğ r u b ir a d ı m a ta n J a ­

m ie d u r a k s a d ı. T a ş p l a tf o r m u n b ir u c u n d a n d iğ e r in e , A le x a n -

d r u ’n u n ik i y a n a u z a t tığ ı k o lla r ın ın g e r is in e b a k ın c a ü m it s i z ­

liğ e k a p ıld ı.
P l a tf o r m b o y u n c a , a r a lık lı b ir s ır a h a lin d e a y a k ta d u r a n

o t u z d a n fa z la v a m p i r v a r d ı. A l e x a n d r u ’n u n s a ğ ın d a ç o c u k y ü z ­

lü d e v v a m p i r A n d e r s o n d ik iliy o rd u . İk i d a ğ z ir v e s i g ib i y ü k ­

s e le n , g e n iş v e ş e k ils iz o m u z l a r ı n e r e d e y s e y e r e d e ğ e n s iy a h b ir

p a lto y la ö r tü lü y d ü . O n u n v e J a m i e ’n i n a n n e s in i n a r k a s ın d a h e r

y a ş v e c in s iy e tte n v a m p ir le r d ik iliy o rd u . A ltm ış lı y a ş la r ın d a ,

tir il t ir il b ir ta k ım e lb is e g iy e n b ir k a d ın ın y a n ın d a , ü z e r in d e

s a d e c e y ı r t ı k p ı r t ık b ir b lu c in o l a n b ir d e r i b ir k e m ik b ir o ğ la n

v a r d ı. G ö z le ri ç ö k m ü ş o ğ la n ın d a r g ö ğ s ü n d e k i k a b u r g a la r ı s a ­

y ılıy o rd u . J a m i e ’n i n a n n e s in i n y a n ın d a ; k a d ın a r a h a ts ız e d ic i

b a k ış la r la b a k a n , p a r la k g r i ta k ım e lb is e li, ş iş m a n b ir a d a m d i­

k iliy o rd u . O ğ la n ı n iç in d e a d a m ın g ö z le r in i o y m a is te ğ i u y a n d ı.
K ıp k ır m ız ı b ir s u r a tla M a r ie ’y e b a k a n a d a m ın a ln ın d a n a ş a ğ ı

b o n c u k b o n c u k te r d a m la l a r ı a k ıy o r d u . V a m p ir le r k ib irli b a k ı ş ­
la r la J a m i e ’y i v e a r k a d a ş la r ın ı s ü z e r k e n e f e n d ile r i o n a s a k in b ir

ifa d e y le b a k ıy o rd u .

447
VVI LL H I L L

Alexandru, son derece heyecan verici bir münazaranın açı­


lışını yapacakmış gibi öne doğru eğilip ellerini ovuşturdu ve,
“Demek...” diye söze girdi, “...yine karşılaştık, Jamie Carpenter.
Klişe girişim için beni affedeceğini umuyorum.”
Gözleri bir şey dikkatini çekmiş gibi Jam ie’nin soluna
odaklandı. Hemen sonra yüzü asıldı ve kan kırm ızı gözlerle
Larissa’ya baktı. Sesindeki tüm sıcaklık kayboldu ve, “Sen!”
dedi. “Karşıma çıkmaya cesaret ettin demek?”
Larissa, “Evet, ettim,” diye yanıt verdi.
Alexandru, “Ölümün başyapıtım olacak,” deyip sırıttı. “Se­
nin çekeceğin acının dengini çeken kimse olmayacak.”
Larissa kadim vampire gözlerini dikip, “Artık senden kork­
muyorum,” diye yanıt verdi.
Thomas Morris, “Korkmalısın,” dedi.
Kemerinden Quincey Morris’in av bıçağını çekip McBride’ın
boğazına dayadı. Kesilmiş damarlarından kan fışkıran ajan
yere kapaklandı. Daha Jam ie ne olduğunu anlamadan McBride
ölmüştü bile.
Morris, darağacına giden bir adam gibi başı öne eğik, ağır
adımlarla dua odasında yürüdü ve platforma çıktı. Anderson
ona eşik etmek için yanma geldi ve Siyah Işık ajanının yanında
saf tutmasıyla nazikçe güldü.
Jam ie platforma, Alexandru’nun yanında kaskatı dikilen
Morris’e baktı ve artık ölü biri olduğunu fark etti. Hepsi ölüy­
dü; Larissa, Kate, annesi ve o.
Hepsi.
Yo, hayır. Yalvarırım bu olmasın.
“Tom,” dedi. “Tom, ne yapıyorsun?”
Gerisinde Kate’in boğazından bir ses geldiğini ve Larissa’nın
hırladığını işitti.
Morris, katıksız bir nefretle Jam ie’ye bakıyordu; nefret ifa­

448
19. D E P A R T M A N

d e s i y ü z ü n ü o ğ l a n ı n ta n ım a d ığ ı b ir a d a m a d ö n ü ş e c e k k a d a r

ç a r p ı tm ış tı. “Y a p ılm a s ı g e r e k e n i y a p ıy o r u m ,” d e d i. “U z u n z a ­

m a n ö n c e y a p ılm ış o l m a s ı g e r e k e n b ir ş e y i.”
J a m i e g ö z le r i n in d o la c a ğ ın ı h is s e tti v e g ö z y a ş la r ı n ı d i z g i n ­

le d i. K e n d is in i h i ç b u k a d a r y a l n ız h i s s e tm e m iş ti.

“A m a neden?” d iy e s o r a r k e n s e s i k ı r g ın b ir ç o c u k g ib i ç ık t ı.

“D o s tu z b iz . B ir b ir im iz e b e n z e d i ğ im iz i s ö y le m iş tin .”

M o r r is ’in y ü z ü ö fk e y le p a r la d ı. “B ir b ir im iz e z e r r e k a d a r

b e n z e m i y o r u z ,” d iy e b a ğ ır d ı. “A ile m y ü z y ılı a ş k ın b ir s ü r e d i r

S iy a h I ş ı k ’m ih a n e ti n e v e s ın ı r l a m a la r ın a m a r u z k a ld ı. S e n in

a ile n e is e h a k e tm e d i ğ i h a ld e h e r t ü r k o la y lık s a ğ la n d ı.”

J a m i e ’y e z a li m c e g ü lü m s e d i.
“B u n u n e d e n y a p tığ ım ı ö ğ r e n m e k is tiy o r s u n , ö y le m i? İ s te ­

d i ğ in b ir a ç ık l a m a m ı? T a m a m , s a n a s e b e b i s ö y le y e c e ğ im . B a ­

b a n b a b a m ı ö ld ü r d ü .”
M o r r is , u z u n z a m a n ö n c e g ö ğ s ü n ü n iç in d e n b ir ş e y a t m a k

is t e r m i ş g ib i d e r in b i r iç ç e k ti. “T e tiğ i ç e k m e d i,” d iy e d e v a m

e tti. “A n c a k ç e k m i ş k a d a r o ld u . O , S e w a rd , F r a n k e n s te in v e

d iğ e rle ri. B a b a m ö m r ü n ü S iy a h I ş ı k ’a v a k f e tm iş ti v e ilk s o r u n

e m a r e s in d e o n a s ı r t ç e v ir d ile r. O n a ih a n e t e d ip h a k k ı n ı y e d i ­

ler. B u n u d a s u r a t l a r ı n d a g ü lü m s e m e le r le y a p tıla r.”


J a m i e ü m it s i z c e , “A m a k a y ıtl a r ı t a r a m ı ş t ık ,” d e d i. “H a f ta l a r ­

d ı r o p e r a s y o n f r e k a n s ın a g ir iş y a p m a m ış tın . F r e k a n s k o d u n u

A l e x a n d r u ’y a n a s ıl v e r d in ? N o r th u m b e r la n d ’e g i ttiğ im iz i o n a

n a s ıl ile ttin ? ”
M o r r is y ü z ü n d e o ğ la n ı n m id e s in i k a l d ır a n k ö tü l ü k d o lu b ir

ifa d e y le J a m i e ’y e g ü lü m s e d i.
“J u v e n a l ’i o k u m a d ığ ın b e lli, e v la t. Quis custodiet ipsos
custodesT B e n g ü v e n lik s u b a y ıy ım . G ü v e n lik p r o to k o lle r i d a h i l , 4

4 “Muhafızların muhafızlığını kim yapacak?” Genellikle Romalı ş a ir Juvenal'e


atfedilen Latince deyiş (ç. n.)

449
W tL L HILL

tü m Siyah Işık a ğ m a g iriş iz n im v a r ; h e r is te d iğ im i d e ğ iştirip


sileb ilirim . T ıpk ı fre k a n s v e rita b a n m a g irişim e d a ir k ay d ı sil­
d iğ im gibi. B ab an ; o kib irli, ü s tü n lü k ta sla y a n b a b a n İly an a’yı
ö ld ü rü n c e A le x a n d r u ’y a u la ştım ve b ir a n la şm a y a v a rd ık . O
b a n a iste d iğ im ik i k işiy i v e re c e k ti; b e n de o n a 19. D e p a rtm a n ’ı,
ö zellik le de ailen i v e re c e k tim . M ina’y ı d ü ş ü rm e s in i sağ lay an
h a r ita la rı o n a g ö n d e rd im . T ıpk ı k işisel d o sy a la rı k ırıp ad re sin i
b u lm a sın ı sa ğ la d ığ ım gibi. B ab an la a y n ı g ü n ö lm e n g erek iy o r­
du . A n c a k b iri ara y a g irip o n la r ın g eleceğ in i b a b a n a söyled i.
Bu y ü z d e n sizi k o ru m a k için eve g ittiğ in d e sö zd e b a b a n ın
A le x a n d r u ’y a attığ ı o e -p o s ta y ı y a z d ım ve tü m s u ç la rı b a b a ­
n ın ü z e rin e attım . A le x a n d r u sen i ve a n n e n i elde e ttik te n so n ra
o n u n J u lia n ’a d a u la şm a s ın ı s a ğ la y a ca k tım . A n c a k b a b a n öldü
v e se n g izlen d in . Bu y ü z d e n şü p h e le ri s a d e ce ve s a d e ce J u lia n ’a
y ö n e lte ce k , k im s e n in b a ş k a h iç k im s e d e n şü p h e le n m e m e sin i
te m in a t a ltın a a la c a k o la n o y a z ıy ı y a z d ım . S o n ra d a y ılla rca
iz in i s ü rd ü m . Y erin i b u lu n c a b u b ilgiyi o n la ra ile ttim ve a n n e n ­
le ik in iz e s a ld ırd ık .”
A teş p ü s k ü re n g ö zlerle L a ris s a ’y a b a k tı.
“A m a o sen i ö ld ü rm e y i b e c e re m e d i ve o la n e t o lası c a n a v a r
se n i k u rta rd ı. O z a m a n d a n b e r i sen i a çığ a , o n d a n u z a ğ a ç e k ­
m e y e ç a lış tım . B ak , ş im d i b u ra d a y ız . Siyah Işık şu a n R u sy a’d a
ve g e c ik m iş, h içb ir fayda sa ğ la m a y a c a k k a d a r g e c ik m iş b ir k u r­
ta r m a o p e ra s y o n u y ü rü tü lü y o r. B u k e z k im s e y a r d ım ın a gele­
m e y e c e k .”
J a m ie tü m b e d e n i u y u ş m u ş h ald e M o rris’e b a k tı. A n n e s in in
g ö z le rin d e p a n ik le k e n d isin e b a k m a s ın a , y a n ın d a L a ris s a ’m n
h ırla m a s ın a ra ğ m e n h içb ir şe y h isse tm iy o rd u . Bu k a d a rı k a l­
d ıra m a y a c a ğ ı k a d a r fazlay d ı ve b u s o n ih a n e t o n a ç o k a ğ ır gel­
m iş ti. Y ere y ığ ılıp k a lm a s ın a r a m a k k a lm ıştı.
“N e eld e e ttin ? ” diye so rd u . “A ilem i ö ld ü rm e sin e y a rd ım

450
19. D E P A R T M A N

ederek eline ne geçti?”


Morris, “Sonsuz hayat,” diye yanıt verdi. “Bir de Siyah Işık
tarihindeki en büyük yanlış olan büyük büyük büyükbabam
Quincey Morris’in ölümünün telafisi. O kuş uçmaz kervan geç­
mez bir yerdeki bir dağ yamacında ölürken daha vasıfsız adam­
lar hayatta kaldı. Ancak Ruslar 1902’de Drakula’nın kalıntıla­
rının yanında ondan geriye kalanları da buldular. Alexandru
onu bana geri getirecek.”
Jamie, “Yanılıyorsun,” dedi. “Drakula’mn kalıntıları asla bu­
lunamadı.”
Morris, “Departmanın her dediğine inanmamalısın,” diye
yanıt verdi. “Seward’ın burada olmaması ne yazık; burada olsa
ona 31. odayı sorabilirdin. Ancak burada yok, bu yüzden be­
nim sözlerime itimat etmek durumundasm. Drakula’nm kalın­
tıları bulundu. Yanında da büyük büyük büyükbabamınkiler.
Yakında ikisi de yeniden hayata dönecek.”
Jamie, Grey’in haklı olduğunu düşündü. Onu dinlememiz ge­
rekirdi. Sonra Morris’e baktı ve yüzünde gizli olan ümitsizliği
sezerek içinde vahşice bir tatmin duygusu hissetti.
“Seni aptal,” dedi. “Quincey Morris dönüştürülmemişti. O
sadece öldü. Onu geri getiremezler. Tek yaptıkları Drakula’nın
küllerine ulaşmak için senden istifade etmek.”
Morris’in gülümsemesi yerinde kalsa da gözlerindeki ışık
söndü. Bariz bir keyifle sohbeti izleyen Alexandru’ya baktı.
“Bu doğru değil,” dedi. “Söz vermiştin.”
Alexandru sırıttı; yüzünde katıksız bir kötülük ve mutlak
bir sadizm vardı. “Anlaşılan uşağın torununun torunu bile sen­
den akıllı,” dedi.
Thomas Morris çok geç olsa da nasıl basitçe ve büsbütün
kullanıldığının farkına vardı. Ne yaptığını idrak etmesiyle su­
ratı asıldı ve platformda sendeledi.

451
W IL L HILL

Jamie içinden, “Setli aptal,” diye geçirdi. Seni zavallı, ümitsiz


aptal. Her şeyi bir hiç için harcadın. Koca bir hiç için.
Morris boğuk bir çığlık atıp kemerindeki av bıçağına uzan­
dı. Büyük bir hazla gülen Alexandru’nun üzerine atıldı. Vampir
büyük bir kıvraklıkla ayaklandı ve kolunu uzatıp Morris’in bi­
leğini büktü. Tok kırılm a sesi dua odasında yankılandı. Morris
çığlık attı. Alexandru onu av bıçağını elinden kapıp boğazına
saplayarak susturdu.
Kanın soluk taşlı platforma püskürmesiyle Marie Carpenter
çığlık attı. Morris geriye doğru tek bir adım attıktan sonra öne
doğru devrilerek yere yıkıldı. Gözlerini Jam ie’ye dikmiş, yerde
öylece yatarken boğazındaki delikten kan fışkırıyor, ağzı ses­
sizce açılıp kapanıyordu.
Kate, “Aman Tanrım ,” diye fısıldadı. “Tanrım, bu çok insaf­
sızca. Zavallı adam.”
Larissa ona öfke dolu bir bakış atınca Jamie uzanıp vam­
pir kızın koluna dokundu. Larissa ona bakıp yavaşça başını
salladı. İfadesi yumuşadı ve parlayan kızıl gözlerini yeniden
platforma çevirdi.
Alexandru, “Bu epey eğlenceliydi,” deyip yerine oturdu.
“Şimdi... Bay Carpenter... Neden annenin ve benim yanıma gel­
miyorsun? Konuşacak şeylerimiz var. Üçümüze özel şeyler.”
Larissa uzanıp Jam ie’nin elini öyle sıkı kavradı ki oğlan
kemiklerinin birbirine geçtiğini hissetti. Jamie büyük bir çaba
sarf ederek yüzündeki acı ifadesini gizledi ve, “Dostlarımı bıra­
kırsan bunu yaparım,” diye yanıt verdi.
Larissa, “Jamie...” diye söze girse de oğlan onun sözünü kesti.
“Sessiz ol, Larissa. Sorun yok.”
Alexandru, “Gitmekte özgürler,” dedi. “Sana söz veriyorum.
Şu kız benim umurumda bile değil, Larissa ise bir gün daha
burada kalsın.”

452
19. D E P A R T M A N

Jam ie başını sallayıp Alexandru’ya doğru hareketlendi. La­


rissa onu elinden tutup geri çekti. Jam ie yüzünde şefkatli bir
ifadeyle ona döndü.
“Bırak gideyim,” dedi.
Larissa bir süre ona bakıp elini gevşetti.
Jamie, Alexandru’ya doğru yürüdü. Oturduğu yerde öne
doğru eğilen kadim vampir, oğlanın kendisine doğru gelmesi
karşısında fark edilir bir heyecana kapılmıştı. Annesi gözlerin­
de dehşetle Jam ie’ye bakıyordu. Jam ie arkasındaki Kate’in ağ­
lamaya başladığını, Larissa’nın derin derin nefes aldığını işitti.
Yolu henüz yarılamışken gerisindeki büyük, ahşap kapı pa­
ramparça oldu.
46
DİK DUR V E DÜRÜST OL

Frankenstein arkasında vizörlerini indirmiş, silahlarını çekmiş


iki Siyah ışık ajanıyla az önce kapının olduğu yerde açılan de­
likten içeri girdi. Canavar dimdik ayakta, üzerlerinde dikilip
kan içindeki odanın öte yanındaki Alexandru’ya baktı. Gri-
yeşil ellerinin birinde bir Cirit, diğerinde gümüş rengi bir tüfek
vardı ve çok ama çok kızgındı.
“Thomas Morris,” diye bağırmasıyla sesi taş duvarlarda yan­
kılandı.
Odadaki herkes donakaldı.
Yüreği dostunu görmenin sevinciyle dolu; zihni minnet,
suçluluk ve öfkeyle dönen Jamie platformun önündeki zemine
işaret etti. Frankenstein yerde iki büklüm yatan, boğazındaki
geniş delikten kan akarken kalan yaşam gücünü teslim eden
Morris’i gördü. Canavar kendisine doğru yaklaşıp üç metre ka­
dar ötesinde tek dizi üzerine çökerken Morris gözlerini koca­
man açtı.
Frankenstein alçak sesle, “Thomas...” dedi.
Ölmek üzere olan adam gözlerini yavaşça oynatarak ona
baktı.
Canavar, “Büyük büyük büyükbaban senden utanırdı,” dedi.

454
19. D E P A R T M A N

Morris yüzü bir korku ve acı maskesine dönüşmüş halde


gözlerini ona dikti.
Sonra da öldü.
Platformda oturan Alexandru hafif bir alkış tuttu. Alkış ses­
leri odada çınlarken Frankenstein başını kaldırıp ona baktı. Ar­
dından hızla Jam ie’nin yanma gidip oğlanı Kate ve Larissa’nm
yanma döndürdü.
Alexandru yüzünde yayvan bir gülümsemeyle, “Ne tiyatro,”
dedi. “Harika. Muhteşem. Şimdi; yanıma gel, evlat. Dostların
hâlâ buradan ayrılabilir, hatta şu iri olan bile. Yine de sana sab­
rımı çok da zorlama derim.”
Frankenstein yaşlı vampire baktı ve yüzü tiksintiyle buruştu.
Kararlı bir sesle, “Bu asla olmayacak,” dedi.
Alexandru yüzünde içten gibi duran bir hayal kırıklığıyla
iç geçirdi.
“Öyle olsun, canavar.” Yanında duran vampirlere işaret ver­
di. “Oğlan hariç, hepsini öldürün. Onu bana getirin.”
Vampirler taş platformdan aşağı sıçrayıp apar topar Siyah
İşık tim inin geri kalan üyelerinin üzerine yürüdü. Gözleri par­
layan, dişerini meydanda, yüzleri nefretle çarpılmış güruh taş
zeminde hızla ilerlerken Kate çığlığı bastı. Frankenstein kızı
Larissa ve ajanların gerisindeki kapının yanındaki duvara yas­
ladıktan sonra eline bir kazık tutuşturdu. Kate titreyen eliyle
elindeki kazığa yapıştı.
Frankenstein’ın yanında gelen adamlardan biri Cirit’ini
hırlayan vampirlerin üzerine ateşledi. Metal kazık yüksekten
uçarak yirmili yaşlarda bir vampirin başının üst yarısını uçur­
du. Vampir seğirerek, gözleri başının içinde ters dönmüş halde
yere yıkıldı. Jam ie’nin bakışları altında, parçalanıp açılmış ka­
fatası kendini tamir etmeye başladı. Jam ie, Kate’in yanma gidip
sırtını duvara verdi. Larissa’nm da yanma gelmesiyle, ajanlar

455
W ILL H ILL

hızla hücum eden vampirlerle yüzleşirken üçü sırtlarım soğuk


taşa yasladı.
Frankenstein geriye doğru bir adım atıp ileri fırlayarak per­
vasızca vampirlerin arasına daldı. Uzun, denk olmayan kolla­
rını hortuma yakalanmış ağaç gövdeleri gibi döndürüyordu.
Vampirler kan içinde havaya uçuşuyor ve duvarlara tosluyorlar-
dı. İkinci ajan etrafını sarmaya çalışan bir grup vampiri MP5’ini
üzerlerine boşaltarak savuştursa da hırlayan bir vampir aniden
önünde bitti ve miğferini başından çekip aldı. Frankenstein
kolunu atıp tüfeğinin kocaman namlusunu vampirin şakağına
dayadı ve tetiği çekti. Taş odada sağır edici bir silah sesi yankı­
lanırken vampirin başı bir kan bulutu içinde yok oldu.
Larissa hırlayarak arbedenin içine atladı, ısıran ve pençele-
yen kızıl bir kâbus gibiydi. Takım elbiseli vampir kadının bo­
ğazını yerinden sökmesiyle kadın kopan şahdamarını tutarak
yere düştü ve bir iki metre yerde süründükten sonra külçe gibi
yere yığıldı.
Jamie Cirit’ini kaldırıp Frankenstein’a arkadan yaklaşan bir
vampir kızı öldürdü; metal kazık kızın koltukaltından geçip
göğsüne saplanmıştı. Kız patlayıp canavarı kan içinde bırakır­
ken Frankenstein etrafına bakm ak için durmadı. Jamie metal
kazığın bağlı olduğu kablonun silahına geri sarılmasını bekle­
dikten sonra bağırarak savaşın ortasına daldı.
Yaşamları için savaşıyorlardı.
Ciritlerini ve tüfeklerini ateşliyor, kazıklarını ve bıçakla­
rını sallıyor, etraflarında dört dönen vampir sürüsünü yum­
ruklayıp tekmeliyorlardı. Kan havada uçuşuyor ve zeminde
birikiyordu. Vampirler patlayıp kızıl kan çeşmelerine dönüyor,
hırlayan bedenlerden uzuvlar kopuyor ve dua odası acı ve öfke
haykırışlarıyla doluyordu.
Ancak bu bile kafi gelmedi.

456
19. D E P A R T M A N

İki vampir ajanlardan birini omuzlarından tutup yere yıktı.


Adam MP5’inin tetiğini çekse de gafil avlanmıştı; kurşunların
tavanı dövmesiyle aşağıdaki insanların ve vampirlerin tepesine
tozlar yağdı. Başından miğferi sökülüp vampirler dişlerini yü­
züne geçirirken bir kez çığlık attı. Kapanan ağızlarının altında
kan boşandı ve ajan hareketsizce olduğu yere yığıldı.
Ardından savaşın gümbürtüsü arasında tiz, taş duvarlarda
tatlı tatlı çınlayan bir çığlık işitildi. Jam ie sesin kaynağına doğ­
ru ilerleyince sol elini beline doladığı Kate’i köşeye sıkıştırmış
olan bir deri bir kemik erkek vampiri gördü. Vampir diğer eli­
nin başparmağının jilet gibi keskin tırnağını kızın boğazında
gezdirdi ve Jam ie’ye gülümsedi. Kızın cildini okşarken yüzün­
de beliren mide bulandırıcı bir heyecan vardı.
Bir şeyin Jam ie’nin ensesine inmesiyle oğlan gözlerinin
önünde yıldızlar uçuşur halde dizlerinin üzerine kapaklandı.
Gözlerinin önünde gri bir perde vardı ve midesinden yukarı
bir bulantı yükseldi. Öne devrilmesiyle alm taş zemine sertçe
çarptı. Yana devrildi ve vampirlerin timin geri kalanını zapt
ettiklerini gördü.
Üç vampir Kate’e bakmak için duraksayan Frankenstein’ın
üzerine atıldı. Canavarın devasa gövdesinden sülük gibi sar­
kıyorlardı. Yüzüne ve boynuna yumruklar inen Frankenstein
ağır ağır dizlerinin üzerine çöktü. Siyah tişörtlü ve deri panto-
lonlu bir vampir kadın çizmesinden çıkardığı kısa, tırtıklı bir
bıçağı canavarın boynuna dayadı. Canavar hareketsiz kalsa da
vampir onu öldürmedi. Kadın bıçağı boynunda tutarken cana­
var hiç kıpırdamadan duruyordu.
Hayatta kalan ajan Jam ie’nin ömründe görmediği kadar
güçlü bir yumrukla havada döndü. Üzerine gelen bir çift vam­
pirden; giysileri üzerlerinden şeritler halinde sarkan, neredeyse
çıplak bir erkek ve kadından kaçarken arkasından aldığı darbe

457
W ILL HILL

neredeyse başım k o p aracak tı. Y u m ru ğ u do ğ aü stü g ü cü n ü son


d am lasın a dek indirdiği darbeye vakfeden A n d erso n atm ıştı.
U ça ra k taş duvara toslayan ve ça rp m a n ın etkisiyle m iğferi par­
ça la n a n ajan d u vardan aşağı kaydı. A n d erso n ağ ır adım larla
ken dinden geçen ad am ın y an ın a gitti ve onu d u vara çivileyip
y ü zü n d e m utlu bir ifadeyle A lexan d ru ’ya baktı.
D uvarın k en arın a k ıstırılan L arissa başını h ızla salladık ça
y ü z ü n d en ve saçın d an k an saçılıyordu. D ört v am p ir etrafın ı çe ­
v irm işk en y erin den kıp ırd am ıyor, hep sinin b ird en h ak k ın d an
gelem eyeceğinin bilincinde, tıslıyor ve ani hareketlerle on ların
g özü nü k o rkutm aya çalışıyordu.
Ja m ie zorlukla doğru ldu ve dua o d asın ın ta m o rtasın d a,
yaln ız b aşın a dikildiğini fark etti; v am p irler ark ad aşların ı y a­
kalayıp du varların k en arların a çek ilm işlerdi. Başı zonklu yordu
ve ağ zın a m ide su yu geliyordu. Ayakları ü zerin d e yalpalayarak
A le x a n d ru ’ya d o ğ ru döndü.
K ad im vam p ir platform un k en arın d a d ik ilm iş, h az dolu
gözlerle ona bakıyordu. A rk asın d a k o llan sark ık , gözlerinde
oğlu için duyduğu endişeyle M arie C arp en ter duru yordu.
A le x a n d ru fısıltıya k açan bir sesle, “Bir san tim d ah a y akla­
şırsan seni b o ğ azlarım ,” dedi. M arie inlese de y erin d en kıpır­
dam adı.

Ja m ie içind en, “Seni öldüreceğim,” diye geçirdi. Canıma mal


olsa da anneme yaptıkların için seni öldüreceğim.
A le x a n d ru , “A n laşılan ...” diye söze girdi. “İşler için d en çık ıl­
m az bir hal aldı. A rtık ark ad aşların ın g itm esine izin verm eye
niyetim o lm asa da h em en y an ım a gelirsen ölü m lerin in hızlı
olm asını sağlarım . G elm ezsen ö lüm lerin i sey retm e ay rıcalığın
olur, tek tek. H er şey san a k alm ış.”

Ja m ie vam p ire bakıp kendisine faydası d oku nabilecek bir


şey, tek bir şey aradı. G özleri k ad im v am p irin gerisindeki geniş

458
19. D E P A R T M A N

p en cereye kaydı ve aniden o şeyi buldu.


Eli belindeki kem ere gitti. C irit’ini ve M p 5 m i çık a rıp titre­
yen elleriyle A lexan d ru ’ya doğru lttu.
K adim vam p ir bir k ah k ah a attı.
Y üzü nde sesinde hissedilir b ir ş a ş k ın lık la , ‘A m a n Tanrım ;
dedi. “Yapabileceğin en iyi atışı yap, Bay C arp enter. Elinden ge­
leni yaptığım b ilm ek k en dini d ah a iyi h i s s e t m e n i sağlayacaksa,

bu yu r, ateş et.”
Ja m ie odaya göz gezdirip ark ad aşların a b a k 11-
F ra n k en stein y ü zü n d e k en dinden em in b i r i f a d e y l e ona ba­
kıyordu. Bunu g örm ek Jam ie’y i y ü r e k le n d ir m iş 11 -
İşe yaramak. Tek şansım var.
G öğsü h ızla inip k alk an L arissa k ıp k ır rm 21 p a r l a y a n göz­
leriyle o n a baktı. Y ü zü nde g u ru r ve başk a b i r ş e y , Ja m ie ’nin
y ü z ü n ü n k ızarm asın a n ed en olan bir şey v a rd ı- J a m i e bu hisse
k et v u rm ay a çalışm ad an içind en ak m asın a i z i n v e r d i v e bakış­

ların ı K ate’e çevirdi.


Kate’in y ü zü n d e korku dolu bir ifade o lsa d a k a ra rlılık ve
sıska v am p irin doku nuşu k arşısın d a duyduğu tik s in ti vardı.
N ihayet Jam ie C arp en ter bak ışların ı an n esin e çe v ird i.
A nnesi b ak ışların a yü zü n d e k atık sız bir sevgiyle karşılık
verdi. K endisine gülüm seyen Ja m ie ’ye gülüm sedi.
M P 5’in in atış m od u seçicisini ta m otom atiğe ay arlad ık tan
so n ra n işan alıp tetiği çek ti. K u rşu n lar yerinden biraz o lsu n
kıp ırd am ay an A lexan d ru ’n u n b aşın ın yanından geçerek v am ­
pirin arkasın daki bü yü k h a ça isabet etti. Tahta kırılıp p a rça ­
land ı ve devasa h a ç anid en den gesizleşen kaidesinin ü zerin d e

gıcırdadı.
A lexan d ru bu d u ru m u fark etm em işti. Jamie ye baktı ve,
“Şim di ne o lacak ?” der gibi av u çların ı ona doğnı açtı.
Jam ie tüfeğini bir k en ara attı. Silah yerde takırdayarak o d a-

459
W ILL HILL

n ered ey se b aşın ı k o p aracak tı. Y u m ru ğ u d o ğ aü stü g ü cü n ü so n


d a m la sın a d ek in d ird iğ i d arb ey e vakfeden A n d erso n atm ıştı.
U ç a ra k ta ş d u vara to slay an ve ça rp m a n ın etkisiyle m iğferi par­
ç a la n a n ajan d u v ard an aşağ ı kaydı. A n d erso n ağ ır ad ım larla
k e n d in d en g eçen ad a m ın y a n m a g itti ve o nu d u vara çivileyip
y ü z ü n d e m u tlu bir ifadeyle A le x a n d ru ’ya bak tı.
D u v arın k e n arın a k ıstırıla n L arissa b aşın ı h ızla sallad ık ça
y ü z ü n d e n ve sa ç ın d a n k an saçılıyordu. D ö rt v am p ir etrafın ı çe ­
v irm işk e n y erin d en k ıp ırd am ıy o r, h ep sin in b ird en h ak k ın d a n
g e lem ey eceğ in in b ilin cin d e, tıslıyor ve ani h arek etlerle o n ların
gözü n ü k o rk u tm ay a çalışıy o rd u .
Ja m ie zo rlu k la d o ğ ru ld u ve d u a o d asın ın ta m o rtasın d a,
y aln ız b a şın a dik ild iğin i fark etti; v am p irler a rk ad aşların ı y a ­
kalayıp d u v arların k e n arların a çek ilm işlerd i. Başı zon k lu yo rd u
ve a ğ z ın a m id e su y u geliyordu. A y ak lan ü zerin d e y alp alay arak
A le x a n d ru ’ya d o ğ ru döndü.

K ad im v am p ir p latfo rm u n k en arın d a d ik ilm iş, h a z dolu


gözlerle o n a b ak ıyordu. A rk asın d a kolları sark ık , gözlerind e
oğlu için du yd u ğ u end işeyle M arie C a rp e n te r d u ru yo rd u .
A le x a n d ru fısıltıya k a ç a n b ir sesle, “Bir san tim d ah a y ak la­
şırsa n sen i b o ğ a z la rım ,” dedi. M arie inlese de y erin d en kıpır­
d am ad ı.

Ja m ie için d en , “Seni öldü receğ im diye g eçird i. Canıma mal


olsa da anneme yaptıkların için seni öldüreceğim.
A le x a n d ru , A n laşılan ...” diye söze gird i. “İşler için d en çık ıl­
m a z bir h al aldı. A rtık ark ad a şla rın ın g itm esin e izin v erm eye
n iy etim o lm asa da h em en y a n ım a g elirsen ö lü m lerin in hızlı
o lm asın ı sağ larım . G elm ezsen ö lü m lerin i sey retm e ay rıcalığ ın
olur, tek tek. H er şey san a k a lm ış.”

Ja m ie v am p ire bak ıp k en d isin e faydası d o k u n ab ilecek bir


şey, tek bir şey arad ı. G özleri k ad im v am p irin gerisin d ek i geniş

458
1 9. D E P A R T M A N

p en ce re y e kay d ı ve an id en o şeyi bu ldu.


Eli belin d ek i k em ere gitti. C irit’ini ve M P 5 ’in i ç ık a rıp titre­

y en elleriyle A le x a n d ru ’ya d o ğ ru lttu .


K ad im v am p ir b ir k a h k a h a attı.
Y ü zü n d e sesin d e h issed ilir b ir şaşk ın lık la, “A m a n T a n rım ,”
dedi. “Y apab ileceğin en iyi atışı y ap , B ay C arp en ter. E lin d en ge­
len i yap tığ ın ı b ilm ek k en d in i d a h a iyi h issetm en i sağ lay acak sa,

b u y u r, ateş et.”
Ja m ie o d ay a göz gezdirip a rk a d a şla rın a bak tı.
F ra n k e n ste in y ü z ü n d e k en d in d en e m in b ir ifadeyle o n a b a ­
k ıyord u. B un u g ö rm ek Ja m ie ’y i y ü rek len d irm işti.
İşe yaramak. Tek şansım var.
G öğsü h ız la in ip k alk a n L a rissa k ıp k ırm ızı p arlay an göz­
leriyle o n a b ak tı. Y ü zü n d e g u ru r ve b aşk a b ir şey, Ja m ie ’n in
y ü z ü n ü n k ız a rm a sın a n ed en o lan b ir şey v ard ı. Ja m ie b u h isse
ket v u rm a y a ça lışm a d a n için d en ak m a sın a izin v erd i ve b a k ış­

la rın ı K ate’e çev ird i.


K ate’in y ü z ü n d e k o rk u dolu b ir ifade olsa d a k ararlılık ve
sısk a v am p irin d o k u n u şu k a rşısın d a du yd u ğ u tik sin ti vard ı.
N ihayet Ja m ie C a rp e n te r b ak ışların ı an n esin e çev ird i.
A n n esi b a k ışların a y ü z ü n d e k a tık sız b ir sevgiyle k arşılık
verd i. K en disine g ü lü m sey en Ja m ie ’ye g ü lü m sed i.
M P 5 ’in in atış m o d u seçicisin i ta m o tom atiğ e ay arlad ık tan
so n ra n iş a n alıp tetiği çek ti. K u rşu n lar y erin d en b iraz o lsu n
k ıp ırd am ay an A le x a n d ru ’n u n b a ş ın ın y a n ın d a n g eçerek v a m ­
p irin a rk asın d ak i b ü y ü k h a ç a isab et etti. T ah ta k ırılıp p a rç a ­
lan d ı ve d evasa h a ç an id en d en gesizleşen k aid esin in ü zerin d e

g ıcırd ad ı.
A le x a n d ru b u d u ru m u fark etm em işti. Ja m ie ’ye b ak tı ve,
“Şim di ne o lacak ?” d er gibi a v u çla rın ı o n a d o ğ ru açtı.
Ja m ie tüfeğini b ir k en ara attı. Silah y erd e tak ırd ay arak o d a-

459
W ILL HILL

nm ortasında durdu. Cirit’ini omzuna dayadı.


Tek atış. Tek bir atış.
Ateş etmesiyle metal kazık dua odasının bir ucundan di­
ğerine doğru fırladı. Alexandru nun başının tepesinden geçip
tok bir gürültüyle haçın merkezine isabet ederek kaim, kadim
tahtanın içine gömüldü.
Alexandru yumuşak bir sesle, “Şu işe bak...” dedi. “Iskaladın.”
Jamie ayaklarını eğri büğrü taş zemine dayayıp Cirit’i göğ­
süne yasladı. Motor metal kazığı geri çekmek için vızıldayarak
dönerken bir an ayaklarının kendisine acımaya yakın bir ifa­
deyle bakan yaşlı vampire doğru sürüklendiğini hissetti.
Ardından, haçın kurşunun zayıflattığı kaidesi gıcırdayarak
çöktü.
İnsan gözünün ancak bir karaltı olarak yakalayabileceği
kadar hızlı hareket edebilen, dünyada beş yüz yıldır ölüm ve
işkenceyle hüküm süren Alexandru Rusmanov başına gelecek­
leri fark etmemişti. Son saniyede üzerine düşen gölgeyi fark
ettiğinde kaşlarını çattı ve kırk nesildir inananların tepesinde
yükselen devasa haçın tepesine indi.
Omuzlarına inen haç omurgasını kırıp kafatasını un ufak
ederken onu platformun aşağısındaki zemine devirdi. Bacak­
ları kırıldı ve taş zeminin üzerinde iki büklüm oldu. İkiye
bölünen leğen kemiğine bir anda kan yürümüştü. Düşerken
yuvarlanmasıyla, haçın kollarından birinin altına girip omuz
hizasından kopan sol kolu kan içinde bir yana savrulmuştu.
Vampir zemine aksak bir et ve kan torbası gibi çarpmıştı. Gıcır­
dayarak vampirin tepesinde yerine oturan haç Alexandru’nun
göğsünü yardı.
Vampirler yere yıkılan liderlerine boş gözlerle bakarken dua
odasında bir saniyelik bir sessizlik oldu.
Ardından Siyah Işık timi harekete geçti.

460
1 9. D E P A R T M A N

Frankenstein uzanıp deri pantolonlu vampirin elini tutup


ezdi. Parmakları kırılan vampir acı içinde inleyerek bıçağım
düşürdü. Sesi canavarın kazığını göğsüne sokması ve kan için­
de patlamasıyla kesildi. Frankenstein yerden patlayan bir ya­
nardağ gibi kalktı. Pompalı tüfeğini ve Cirit’ini ateşlemesiyle
vampirler odanın dört bir yanına kaçıştı.
Ajan Anderson’ın bileğini kavrayıp setçe çevirdi. Kemik
yüksek sesli bir çatırtıyla kırılırken Anderson bir çocuğun bir
alçalıp bir yükselen ağlayışını andıran bir ses çıkararak uludu.
Geri kaçarken çocuk yüzü acı ve şaşkınlıkla doluydu. Gözleri­
ni Alexandru’nun yerde hareketsiz yatan bedeninden kendisini
duvara yaslayan ajana çevirdi. Anderson geri kaçıp arkasına
döndü ve havaya sıçradı. İri, şekilsiz bir kuş gibi odanın öte
yanma uçarak vitraylı pencereyi kırıp gece göğünde kayboldu.
Larissa öne doğru atılıp yere devrilen haça anlamaz gözlerle
bakan, en yakınındaki vampirin üzerine atıldı. Tırnaklarının
derisine geçtiği kadın çığlık atarken vampirin kalbine ulaştı.
Parmakları arasında sıktığı organ patladı. Kısa bir süre sonra,
kadının bedeninin kalan kısmı da patladı ve dişlerini gösteren,
kan içinde bir ölüm meleği gibi görünen Larissa yakınındaki
diğer vampirlere yöneldi. Onu duvara yaslayan diğer üç vampir
arkalarına dönüp kaçtı ve kırık pencereden geçerek kayboldu.
Alexandru’nun kalan yandaşları da onları izledi. Frankens­
tein ve ajan Ciritlerini ateşleyerek tiz bir gıcırtı çıkaran metal
kazıklarla onları havada vurdular. Zemine doğru çekilen vam­
pirler yere çarpmalarıyla patlayarak taşların üzerini taze kanla
yıkadılar.
Kate ele geçirdiği şansın farkına vararak dişlerini sıska vam­
pirin koluna geçirdi. Başını bir teriyer gibi salladıktan sonra
ağzını sertçe geriye çekti. Kolundan bir et parçası kopan vam­
pir acı içinde çığlık attı. Adamın tırnağı boynundan uzakla­

461
W I LL H IL L

şırken, Kate eğilerek vampirin kollan arasından sıyrıldı ve et


parçasını tükürüp yüzünü yaratığa çevirdi. Vampir kırmızı
gözlerle ona bakarken kazığı göğsüne sapladı ve onu duvara
doğru itti. Vampirin büyük bir patlamayla etrafa saçılan kanı
Kate i tepeden tırnağa kaplasa da kız gözünü bile kırpmadı. Ar­
dından yüzünü odanın ortasına çevirdi ve kan içindeki Siyah
Işık timinin bir araya geldiğini görmesiyle koşup onlara katıldı.

Arkadaşları Alexandru’nun yandaşlarının geri kalanını ko­


valarken, Jamie yerde yatan vampire doğru hareketlendi. An­
nesi ona doğru çekingen bir adım atınca elini havaya kaldıra­
rak onu durdurdu.
Olduğun yerde kal, anne,” dedi. “Bu iş henüz bitmedi.”
Dua odasının taş zemininde ilerleyerek Alexandru’nun ya­
nma gitti ve vampirin yanında diz çöktü.
Alexandru nun yüzü mahvolmuştu; bir gözü yerinen fır­
lamıştı. Ağzı sessizce açılıp kapanırken başının gerisinden
durmadan akan zemine yayılıyordu. Jamie yanında duran ko­
puk kolu tiksinti içinde kendisinden uzaklaştırdı. Ardından
Alexandru nun göğsüne baktı ve gördüğü manzara onu gülüm­
setti.
Vampirin derisi sıyrılmış, göğüs kafesi parçalanmıştı.
AIexandru nun iç organları manastırın soğuk havasıyla buluş­
muştu ve Jamie kadim vampirin yavaşça atan kırmızı kalbini
görebiliyordu. Elini kemerine atıp kazığını çekti.
“Çok...geç”
Jamie etrafına bakındı ve Alexandru’nun sağlam gözünün
kendisine baktığını gördü. Ağzı gülümsemeyi andıran korkunç
bir ifade aldı ve tekrar konuşmaya çalıştı. Jamie şişmiş, ezilmiş
ağzının yanı başına eğilip kulak kesildi.
Alexandru tekrar, “Çok...geç,” deyip acı dolu cılız bir ho­

462
19. D E P A R T M A N

murtuyu andıran bir sesle güldü. “O uyanıyor. Tüm sevdikle­


rin...ölecek.”
Jamie yaşlı vampire bakıp abartılı bir şekilde esnedi ve başı­
nı geri atıp gözlerini yumdu. Ardından yüzünden giderek sili­
nen bir öfkeyle kendisine bakan Alexandru’ya gülümsedi.
Jamie kazığı başının üzerine kaldırıp uzunca bir süre öyle
tuttuktan sonra vampirin atan kalbine sapladı.
Jamie’nin kazığı kalbi delince organdan mavi bir huzme
yükseldi. Dua odası sarsılırken Alexandru’dan geri kalanlar
gök gürültüleri eşliğinde patladı ve püsküren kanlar Jamie’nin
üzerine ve etrafına sıçradı.
Jamie uzunca bir süre ona baktıktan sonra gözlerini kapadı
ve dizlerinin üzerine çöktü. Frankenstein, Larissa ve geri kalan
Siyah Işık üyeleri ona doğru koşsa da daha onlar yolu yarıla­
madan Marie Carpenter platformdan aşağı atlayıp kanla kaplı
zemine indi ve oğluna sarıldı.

463
47
İNSAN KALBİ KIRILGANDIR

Yaklaşan şafağın ilk ışıkları ufkun doğusunda belirirken altı


figür Lindisfarne manastırından çıkıyordu. Jamie ve Frankens-
tein, Marie Carpenter’ın koluna girmiş, kadının tepelerin do­
ruklarını kaplayan gür çimlerin üzerinden geçmesine yardım­
cı oluyorlardı. Kate ve Larissa yan yana, ikisine de rahatsızlık
vermeyen bir sessizlik içinde yürüyorlardı. Silahı hâlâ omzuna
dayalı olan, vizörü yavaşça iki yana sallanan Siyah ışık ajanı
onları geriden takip ediyordu.
Manastırın yukarısındaki burunda bir Siyah Işık helikopte­
ri duruyordu. Aracın köşeli şekli yaklaşan şafakta karanlık bir
siluet olarak seçiliyordu. Frankenstein ve iki ajanı Lindisfane’e
getiren pilot elinde MP5’iyle kokpit kapısında bekliyordu.
Grup kendisine doğru yaklaşırken silahını indirdi ve yüzünde
bir gülümseme belirdi.
Frankenstein adamın yanma gitti ve şafak öncesi havaya
kahkahalar, hayatta olmanın mutluluğu içindeki adamların
sade gülüşleri karıştı. Jamie gönülsüzce annesinin yanından
ayrılıp silahlarını ve çelik yeleğini çimlerin üzerine attı. Ayağa

464
19. D E P A R T M A N

kalkıp kollarını başının üzerine kaldırdı; babası öldüğünden


beri ilk kez kendisini o kadar hafiflemiş hissediyordu. Larissa
bedenini bedenine yaslayıp onu öptü. Jamie annesinin ve ar­
kadaşlarının kendisini izlediğinin farkında olduğundan bir an
duraksasa da kendini teslim edip kızın öpüşüne karşılık verdi.
Birbirlerinden ayrıldıklarında kıpkırmızı kesilen Jamie hayatta
kalanların sırıtan yüzlerine baktı.
Ajan miğferini kaldırıp başını çevirdi ve rahatlayan kasları
gıcırdadı. Yüzü soluk olsa da gözleri adrenalinle parlayan adam
Jamie’ye gülümsedi. Jamie karşısında tanıdık bir yüz görünce
büyük bir sevinç duydu.
Yüzüne gülümseme yayılırken, “Terry?” diye sordu.
Siyah Işık eğitmeni sırıtıp öne çıktı ve Jamie’ye sertçe sarıldı.
Oğlanın kulağına, “Başardın,” dedi. “Gerçekten başardın.”
Kollarını gevşetmesiyle, şaşkınlık içindeki Jamie gözlerini
ona dikti.
“Burada ne yapıyorsun?” diye sordu. “Anlamıyorum.’
Terry, “Frankenstein bana başının dertte olduğunu söyledi”
diye yanıt verdi. “Eski üniformamı giyme fırsatını nadiren bu­
luyorum.”
Jamie’ye içten bir gülümsemeyle baktı ama oğlanın aklı çok­
tan başka yerlere gitmişti bile.
Frankenstein.
Jamie canavara bakıp onunla baş başa iki çift laf edecek ol­
duğunda kendisine seslenildiğini işitti. Seslenen Kate’ti. Ona
doğru dönünce panik içinde ürperdi. Kate titreyen annesinin
yanında diz çökmüştü.
Annesine doğru koştu ve yerde kayarak Kate’in yanında
bitti. Annesini omuzlarından kavrayıp çırpınmasını azaltmaya
çalıştı. Başı iki yana sallanıyor, uzun saçı savruluyor, kol ve
bacakları çimi dövüyordu.

465
W I LL HILL

Jamie, “Ne oldu?” diye bağırdı.


Kate yüzünde korku dolu bir ifadeyle ona baktı.
“Bilmiyorum,” diye yanıt verdi. “Öylece yere yığıldı. Kolunu
tutarken öylece düşüverdi.”
Frankenstein, Larissa, Terry ve pilot hızla Jamie’nin yanı-
na gelip annesini kaldırmasına yardım ettiler ve ne olduğunu
sordular. Marie’nin başı birden dikildi ve kadın kızlı gözlerle
çevresine bakındı.
Jamie nin kalbi duracak gibi oldu. Kate çığlık atarken şok
içindeki Larissa’dan bir hayret nidası çıktı.
Hayır. Hayır. Olamaz. Onu geri almışken bu olamaz’ Lütfen bu
olmasın.
Marie, “Üzgünüm!” diye çığlık attı. “Çok üzgünüm, Jamie!
Üzgünüm.”
Pilot kemerindeki kazığa uzandı. Jamie iç düşünmeden
Glock tabancasını kılıfından çıkarıp adamın başına hizaladı.
Bir saniye için, Jamie söze girene kadar kimse hareket etmedi.
“Helikopterdeki ilkyardım kutusundan kan getir bana,” dedi.
“Hemen.”
Pilot gözleri Jamie’nin tabancasının namlusuna takılmış
halde geriledi ve dönüp helikoptere koştu. Bir dakikadan az
bir zaman sonra elinde 0 negatif kanla dolu plastik bir torbayla
döndü.
Jamie pilotun elinden kaptığı torbayı yırtarak açtı ve bir
bebek beslermiş gibi torbanın ağzını annesinin ağzına da­
yadı. Başını iki yana oynatan, gözleri kapalı, hafifçe inleyen
Marie nin ağzı plastik torbanın ucuna yapışmıştı.
Annesi kan içerken Jamie yüzünü çevirdi.
Onu kan içerken izleyemiyor, onun bu hale geldiğini gör­
meye dayanamıyordu. Boşalan torbayı bir kenara attı ve ona
baktı. Marie o tanıdık soluk yeşil gözleriyle; yüzünde korkunç,

466
19. D E P A R T M A N

acı dolu bir utançla tepesinde dikilen Jamie’ye baktı. Oğlu elle­
rini ona uzatınca, Marie ondan kaçarak oğlanın ellerini kendi­
sinden uzaklaştırdı ve hızla ayağa kalktı. Jamie kollarını açıp
bir kez daha ona doğru hamle etti. Annesine sarılmak; ona
olanları umursamadığını, hâlâ annesi olduğunu ve onu hâlâ
sevdiğini göstermek istiyordu. Ancak annesi ona sırtını döndü.
“Beni böyle görmeni istemiyorum,” diye fısıldadı. “İğrencim.”
Jamie, “Sen benim annemsin,” dedi.
Jamie ağlayan annesinin omuzlarının inip kalktığını gördü.
Çaresizce, ne yapacağını bilemeden durdu. Marie yi yüzünde
ciddi bir ifadeyle izleyen Frankenstein’a baktı. Jamie ve canavar
göz göze gelseler de Frankenstein hiçbir şey söylemedi. Larissa
elini ağzına götürmüştü ve iri iri açtığı gözleri yaşlarla doluydu.
Nihayetinde, yerinden ilk kıpırdayan Kate oldu.
Genç kız ağır adımlarla Jamie’nin annesine gitti ve kolunu
dikkatlice kadının beline doladı. Marie’nin gözyaşları içindeki
yüzünü görebilmek için diz çöküp öne doğru eğildikten sonra
alçak sesle ona seslendi.
“Bayan Carpenter?” diye söze girdi. “Adım Kate. Alexand-
ru ve diğerleri gelene kadar burada, Lindisfane’de yaşıyordum.
Oğlunuz gelip beni kurtarmasa ölmüş olacaktım.”
Annesinin dudakları arasından küçük bir gülüşün sıyrıldı­
ğını duyan Jamie’nin yüreği minnetle doldu.
Marie yumuşak bir sesle, “o iyi bir çocuktur,” dedi. Sen de
iyi yürekli bir kızsın.”
Kate, “Gidip helikopterde beklemek ister misiniz?” diye sordu.
Marie başını salladı ve Kate’in refakatinde helikoptere git­
meye razı oldu. Yüzünü Jamie’ye ve hayatta kalan diğer insan­
lara çevirmeden yürüdü ve nazik hareketlerle siyah araca adım
attı. Larissa onların gidişini izlerken yüreğine kıskançlık ateşi
düştüğünü hissetti ve bunun için kendini kınadı.

467
W I LL HI L L

Yorgun zihni gördüklerini idrak etmekte zorlanan Jamie an­


nesinin arkasından baktı.
Bir vampir. Bir vampire dönüştürülmüş. Bu ne anlama geliyor?
Ona ne olacak?
Frankenstein, zihin okuma yetisine sahipmiş gibi “Ona ba­
kabiliriz,” dedi. “Halka’da. Emniyetini ve beslenmesini sağla­
yabiliriz.”
Jamie, “Larissa’ya yaptığımız gibi mi?” diye sordu.
Frankenstein başını salladı ve oğlan yere baktı.
“Neden?” diye sordu. Sözcük ağzından bir hıçkırık gibi çık­
mıştı. “Alexandru neden böyle bir şey yaptı?”
Frankenstein, “Sana acı vermenin bir yolu da buydu,” dedi.
“Ancak onu yenilgiye uğratabileceğin asla akima gelmezdi.
Eminim niyeti bunu sana seni öldürürken söylemekti.”
“Ama annem... O hiçbir şey yapmadı.”
Frankenstein, “Bunun önemi yok,” diye yanıt verdi.
“Alexandru’ya göre bu ancak intikamını daha da zevkli kıla­
bilir. Ancak bu yaptığını bir başkasına yapamayacak. Çünkü
onu öldürdün.”
Jamie’nin yüzünde vahşi bir gülümseme belirdi.
Sessizce, “Bunu yaptım, değil mi?” dedi. “Onu öldürdüm.”
Ardından ağlamaya başladı. Frankenstein kolunu onun
boynuna dolayıp ne yapmaları gerektiğini bilemez halde diki­
len diğerlerinden uzaklaştırdı.

Jamie ve canavar bir kayalığın kenarında dikildiler. Aşağıların­


da, dalgalar gürleyerek kıyıya vuruyordu. Frankenstein, göz­
yaşları dinene kadar Jamie’ye sarıldı.
Yumuşak bir sesle, “Ben ateş etmedim,” dedi. “Babanın öl­
düğü o gece... Ateş etmedim. Bana inanmalısın.”
Jamie, “İnanıyorum,” dedi. “Başından beri, babam ve dede­

468
19. D E P A R T M A N

min yaptığı gibi sana inanmam gerekirdi. Bunun yerine, sen­


den şüphe ettim ve bu az kalsın benim ve annemin hayatına
mal olacaktı.”
Frankenstein, “O gece oradaydım,” dedi. “Ama oraya gitme
amacım onu canlı ele geçirmekti. Yaşananların olmasını iste­
mezdim.”
Jamie, “Sana inanıyorum,” dedi.
Çalıların arasından bir hırıltı geldi ve Alexandru’nun ikinci
kurt adamı otların arasından Jamie’nin üzerine sıçradı.
Frankenstein hiç duraksamadı.
Jamie’yi yere itip hırlayan ve dişlerini birbirine çarpan kur­
du havada yakaladı ve jilet gibi keskin dişleri boğazına bir kol
mesafesi uzakta tuttu. Jamie bağırarak yardım istedi ve diğerle­
rinin silahlarını kapıp ikisine doğru koştuğunu duydu.
Ancak iş işten geçmişti.
İki devasa yaratık kayalıkların kenarında boğuşuyordu. Sarı
gözleri ufkun pembe ışığında parlayan kurt kıvrık arka bacak­
ları üzerinde duruyor, canavar ise kurdun başını geride ve yu­
karıda tutarak dik durmaya gayret ediyordu. Kurdun dişleriyle
Frankenstein’ın parmaklarını kapmasıyla havaya kan sıçradı.
Parmaklarından biri tamamen kopan canavarın kolundan aşa­
ğı kan aktı. Frankenstein hiç ses çıkarmadı; sadece dişlerini
sıktı ve kolları arasında debelenen yaratığı geriye uçurumun
kıyısına doğru itti. Orada, yerçekimine meydan okurmuşçası­
na yalpalamalarının ardından, kurt atılıp köpükler çıkan ağ­
zını canavarın boynuna kenetledi. Bu kez Frankenstein ses çı­
kardı; canavardan Jamie’nin ayakları altındaki zemini titreten
pes, gürleyen bir haykırış çıktı. Kurt adam dişleri arasından
kükreyerek meşum bir zafer çığlığı attıktan sonra yavaşça, ıstı­
rap verici ölçüde yavaş bir şekilde iki yaratık uçurumun kena­
rından aşağı uçarak gözden kayboldu.

469
W ILL HIL L

Jamie, “Hayır,” diye bağırdı. Kayalıkların kenarına koştu ve


dalgaların otuz metre aşağısında havaya yükselen beyaz kö­
püklerine baktı.
Kurttan da canavardan da tek bir iz yoktu.
Frankenstein yok olmuştu.
Başını öne eğdi ve dostunu, hayatını bir kez daha kurtaran
o adamı görmek ümidiyle aşağıya daha iyi bakmak için boyun
kaslarını uzatırken denge sağlamak amacıyla kollarını geride
tuttu.
Ayaklarının altındaki kaygan çimlerin yer değiştirmesiyle
ağırlık merkezinin öne doğru kaydığını hissetti. Ufka ve yu­
karısında yükselen pembe ışığa baktı ve düşeceğini fark etti.
Altındaki toprak ve çim parçaları sarp kaya duvarından aşağı
yuvarlanırken öne doğru devrildiğini fark etti. Bir el onu yaka­
sının arkasından kavradı ve yeniden sağlam zemine çekti.
Jamie dizleri üzerine düşüp Larissa’nın soluk ve güzel yü­
züne baktı. Kız önünde eğildiği Jamie’ye kollarını doladı. Jamie
ona sarılıp başını omzuna yasladı. Bir insanın katlanamayacağı
kadar büyük bir ıstırabın ağırlığı altındaydı.
Uzunca bir süre öyle kaldılar.

Jamie’nin uzunluğunu kestiremediği bir sürenin ardından, yer


sarsılmaya başladı. Jamie başını Larissa’nın omzundan kaldı­
rıp denize doğru baktı. Ufukta onlara doğru yaklaşan siyah bir
benek vardı; gözlerinin önünde benek giderek büyürken güm­
bürtü arttı. Bir dakikadan daha kısa bir zaman sonra, Jamie 19.
Departman üssüne geldiği gün hangarda gördüğü koyu renkli
şekli fark etti.
Mina II Kuzey Denizi’nin yüzeyi üzerinde hızla ilerlerken
gerisinde otuz metre yükseklikte iki beyaz su sütunu bırakı­
yordu. Araç kayalıkların yamacına yaklaşınca yavaşladı. Cat

470
19. D E P A R T M A N

Holmwood dikey iticileri ateşledi ve kontrol kolunu geriye


çekerek süpersonik jeti yukarı, kayalığın üzerine yükseltti.
Güçlü motorlardan çıkan alev havaya toz kaldırırken, tepenin
kenarında birbirlerine sarılarak giderek yavaşlayan uçağın ini­
şe geçişini izleyen Jamie ve Larissa hariç, herkes helikoptere
sığındı.
Mina II önlerindeki gökte asılı duran devasa, siyah bir üçgen
gibiydi. Arka ucu yanlarından daha uzun, kanatları uca doğru
kıvrıktı. Uçağın alt kısmı dümdüzdü ve parlak, sıradan bir be­
yaza boyanmıştı. Jet yere inerken, Jamie aracın sivri burnu üze­
rinde beliren, küçük bir balonu andıran kokpiti ve gerisindeki
kalın, köşeli gövdeyi gördü. Ardından üç parçalı iniş takımı
uçağın karnından yavaşça çıktı ve Mina II iniş yaptı. Amiral Se-
ward, peşinde siyah giyimli Siyah Işık ajanlarından oluşan kü­
çük bir grupla aracın yere uzanan rampasından koşarak indi.
Beyaz Işık yöneticisi “B birliği, manastırı emniyete alın,”
diye bağırdı.
Ajanlardan dördü silahlarını çekip gruptan ayrıldı ve kadim
taş binaya doğru koştu. Seward hayatta kalanlara göz gezdir­
di. Bakışları Jamie’ye odaklandı ve hızlı adımlarla ona doğru
yürüdü.
Amiralin omzunun gerisinde duran ajanın kaldırdığı miğ­
ferinin altından Paul Turner’ın buz gibi suratı çıktı. Ardından
Jamie hayatının en tuhaf gününde bile beklemeyeceği kadar
tuhaf bir şeye şahit oldu. Binbaşı ona gülümsüyordu.
Seward, Jamie’nin ve Larissa’nm önünde durup oğlana yü­
zünde büyük bir pişmanlık ifadesiyle baktıktan sonra, “Mor­
ris...” dedi. “Bize ihanet eden Morris’miş. Bilgisayarla Rusların
gizli odalarının şifrelerine girdiğini keşfeder keşfetmez bunu
anladım. Suçlu baban değil, Morris’ti. Çok üzgünüm.”
Jamie ona çözülmesi güç bir ifadeyle baktı.

471
W ILL HILL

Seward, “Alexandru nerede?” diye sordu. “Kaçtı mı?”


Oğlan başını iki yana salladı. “Onu öldürdüm.”
Bir an için durup dikkatle Jamie’yi süzen Seward’m yüzüne
bir hayranlık ifadesi yerleşti. “Onu öldürdün mü?”
Jamie başını salladı.
Seward çevresine bakınıp, “Annen nerede?” diye sordu. “Ya
Albay Frankenstein? Onları göremiyorum.”
Gözlerinden yaşlar süzülen Jamie yanıt vermeden amirale
baktı.

472
48
TÜNELİN SONUNDA

Jamie, “Annemi bir hücreye kapatamazsınız,” dedi.


Jamie, Marie, Amiral Seward, Larissa, Kate, Paul Turner ve
Terry Harekât Odası’ndaydılar.
Jamie karmakarışık hisler içindeydi. Frankenstein’m kaybı
ve annesinin Alexandru’nun Carpenter ailesine geçekleştirdiği
o son zalim ve hain saldırıyla şekillenen korkunç akıbeti kadim
vampiri yok edip annesini kurtarmış olmanın verdiği büyük
mutluluğu dizginliyordu. Gurur, suçluluk ve müthiş bir kayıp
hissi tükenmiş zihnini ve vücudunu kontrol altına almaya ça­
balıyordu. Amiral Seward kemerinden telsizini çıkardı ve hat­
tın diğer ucundaki kişiden birazdan getirecekleri bir kişi için
hücre ayarlamasını istedi.
Jamie, “Annemi bir hücreye kapatamazsınız,” diye yineledi.
“O yanlış bir şey yapmadı.”
Marie Carpenter oğluna baktı ve göğsünün gururla doldu­
ğunu hissetti.
Ayakta zor duruyor, çok yorgun. Yine de benim için mücadele
veriyor.

473
W ILL HILL

Uçakla üsse dönerlerken yan yana oturmuşlardı. Paul Turner,


Amiral Seward ve Lindisfarne’den sağ çıkanlar adayla üs ara­
sındaki mesafeyi yirmi dakikada kat eden süpersonik jet Mina
IFyle eve dönmüşler, kalan ajanlar kanla kaplı manastırı temiz­
lemek için adada kalmışlardı. Geride kalanlar adanın burnun­
da ve şosenin anakarayla buluşan ucunda bekleyen iki helikop­
terle üsse döneceklerdi.
Anne ve oğul uçuş boyunca çok az konuştular. Kalkış es­
nasında, jetin zemini ayakları altında zangırdarken başına ge­
lenlerin ve hâlâ kabullenemediği oğlunun kendisini kan içişine
şahit olduğu gerçeğinin utancı içindeki Marie yüzüıiü Jamie’ye
hiç çevirmemişti. Jamie onu zorlamamış, sabırsızlık edip üstü­
ne gitmemişti; sadece başını koltuğuna yaslayıp annesine yü­
zünde bir gülümsemeyle bakmıştı. Larissa ve Kate gibi Amiral
Seward ve Terry de kabinin öte yanından Jamie’yi yüzlerinde
hüzünle izlemişlerdi. Soğuk bakışlı gözleri kapalı, başı geriye
yaslanmış Paul Turner uyuyor gibiydi. Jamie onları fark etmi­
yordu bile; yüzü sevgi ve ferahlama duygularıyla aydınlanan
oğlan sadece annesinin başının arkasına bakıyordu.
Nihayet annesi konuştu: “Kes şunu, Jamie. Bana baktığını
hissediyorum.”
Jamie yanıt vermese de annesine bakmayı sürdürdü.
Marie arkasına dönüp ona baktı.
Sertçe, “Sana bunu kesmeni söyledim, Jamie,” dedi.
Oğlunun yüzündeki bakışı görmesiyle öfkesi yatıştı.
Yüzündeki ifade yumuşadı ve kollarını Jamie’ye doladı. Ja­
mie de ona aynı şekilde sarılarak kollarını annesine doladı ve
yüzünü omzuna yasladı.
“Seni kaybettiğimi sanmıştım, anne,” diye fısıldadı. “Seni
kaybettiğimi sanmıştım.”
Annesi onu susturup kendisine çekti. Kabinin öte yanında,

474
19. D E P A R T M A N

yüzüne bir gülümseme yayılan Kate, Larissa’ya baktı. Vampir


kız ağlıyor, soluk yüzünden aşağı akan gözyaşlarını silmeye
yeltenmiyordu.

Mina II uzun pistin ucunda durduğunda, yorgunluk içindeki


kadınlar ve erkekler uçağın rampasından sıcak asfalta indi.
Marie diğerlerinin yarım tekliflerini reddetmiş, tek başına yü­
rürken Larissa yerden birkaç santim yukarıda süzülüyordu.
Jamie, kendisinin Alexandru Rusmanov’la gerçekten yüzleşip
galip çıktığından bir türlü emin olamıyormuş gibi ara sıra yü­
zünde hafif bir şaşkınlıkla kendisine bakan Amiral Seward’m
yanında yürüyordu.
Sessizce hangara doğru yürürlerken aniden büyük çift kapı
kayarak açılmaya başladı ve aralıktan piste sızan ışık yaklaşan
figürlerin yorgun yüzlerini aydınlattı. Ardından bir gürültü
koptu ve onlarca Siyah Işık ajanı hangardan çıkıp onlara doğru
koştu. Jamie, Amiral Sevvard’a doğru bakıp endişeli bir bakış
atsa da yönetici sadece gülümsedi.
Siyah giyimli kadınlar ve erkekler Jamie ve Seward’ın önün­
de durdu. Kısa bir sessizliğin ardından, bir çift el alkış tutmaya
başladı ve alkış tutanların sayısının giderek artmasıyla sağır
edici, bağırışlarla ve tezahüratlarla karışan bir gürültü yüksel­
di. Jamie geriye doğru bir adım atınca Amiral Seward’ın elini
sırtında hissetti. Şaşkın bir ifadeyle yöneticiye baktı.
Seward, “Bu tezahürat benim için değil,” dedi. Jamie’den
uzaklaşıp onu etrafı tezahürat yapan ajanlarla, annesi ve yeni
arkadaşlarının sevinçle parlayan yüzleriyle çevrilmiş halde,
yalnız bırakarak alkış tutanlara katıldı. Jamie’nin yüzünde bir
gülümsemeyle yaklaştığı, bir fırtına gibi üzerine gelen kalaba­
lık ona sarıldı, elini sıktı ve sırtına neredeyse ayaklarını yerden
kesecek kadar sert darbeler indirdi.

475
W ILL HILL

Marie Carpenter, “Sorun değil Jam ie,” dedi. “Mantıklısı bu. Biz
ne yapacağımızı düşünürken hücrede kalıveririm.”
Jamie ona baktı. Gözleri kocaman açılmış, ağzının kenarın­
da belli belirsiz bir korku sezilen annesinin yüzünde samimi,
dürüst bir ifade vardı.
Jamie ona, “Emin misin?” diye sordu.
Annesi “Elbette eminim,” diye yanıt verdi. “Biraz uyuduk­
tan sonra beni görmeye gelir misin?”
Jamie, “Elbette, “dedi. “Söz veriyorum.”
Terry, Sana aşağı inerken eşlik edeyim,” dedi ve'nazikçe
Marie’nin yanına geçti.
Marie, “Teşekkürler,” deyip oğluna baktı. Ardından bir
kez daha, “Teşekkürler,” demesiyle Jamie, eğitmen annesini
Harekât Odası’ndan çıkarırken gülümsedi.

Jamie bitkin haldeydi.


Odaya bakındı; Larissa ve Kate arkadaşça konuşurken Ami­
ral Seward Binbaşı Turner’la derin bir sohbete dalmıştı. Jamie
iki adamın yanma gidip konuşmalarını yarıda kesti.
Çatlak bir sesle, “Özür dilerim, efendim,” dedi. “Birisi re­
virdeki çocuğun hâlâ komada olup olmadığını öğrenebilir mi
acaba? Adı Matt. Şimdi gidip yatacağım ama sabah onu ziyaret
etmek istiyorum.”
Seward teklif karşısında şaşırmış görünse de konuyla şah­
sen ilgileneceğini belirtti. Jamie ona teşekkür etti ve arkasına
dönüp aksayarak odadan çıktı.
Üssün alçak sesli uğultusu kulaklarında, koridorun sonun­
daki asansöre ulaşana dek iki kez yana doğru sendeleyerek
duvara çarptı. Yeraltındaki ikinci kata inmek için düğmeye ba-
S1P gözlerini yumdu. On beş saniye kadar sonra açılan kapılar

476
19. D E P A R T M A N

gözkapakları birleşir birleşmez uykunun kollarına doğru çeki­


len Jamie’yi sarsarak kendine getirdi. Jamie asansörden çıkıp
yatakhanenin kapısını iterek açtı. Sendeleyerek uzun odada
ilerledi ve kalan son enerjisini kendisini yatağa atmak için kul­
lanacakken gözüne beyaz bir nesne takıldı.
Yatağının kenarında duran küçük masada bir zarf vardı.
Zarfın üzerine güzel, zarif bir yazıyla iki kelime yazılmıştı.

Ja m ie Carpenter

Yorgunluğun amansız saldırısı altında zarfı masadan alıp


yırtarak açtı. Aynı özenli el yazısıyla bezenmiş bir kâğıt yeşil
yatağının üzerine süzülerek düştü.
Yarın okursun. Yat. Muhtemelen önemsizdir. Yat.
Jamie başını iki yana salladı ve yorgunluk sisi bir an için
üzerinden kalktı. Kağıdı alıp okumaya başladı.

Sevgili Jam ie,


Bunu okuyorsan Lindisfarne’d en sağ dönememişim demek­
tir. Eğer öyle olduysa, benim için yas tutmanı istemiyorum.
Mucizelerle dolu bir hayatı bu küçük gezegene gelmiş en iyi
adam lar ve kadınların yanında yaşadım. Bir anını bile değiş­
tirmek istemem.
Thomas Morris’in sana oyun oynadığından artık eminim.
Bir ara bundan şüpheliydim ama babanın kaybolduğu geceden
bahsettiğinde şüphem kalmadı. Sanırım sana zarar gelmesi­
ne izin vermeyeceğimi bildiğinden bizi ayırmak niyetindeydi.
Şimdi bu amacına ulaştı. Bu yüzden peşinizden Lindişfarne’e
geleceğim. Geç kalmamak için dua ediyorum.
Gerçeği bilmek hakkın, Jamie. Aklimdakileri sana Siyah
Işık’m içindeki gerçek hain ortaya çıkmadan söylemem çok
tehlikeli olurdu. Artık o kişinin ortaya çıktığına inandığımdan

477
W ILL HILL

gerçek de ortaya çıkabilir.


Kendine dikkat et, Jam ie. Şu ana dek yaptıkların atalarını
gururlandırırdı. Yine de sende gelecek yıllarda sıra dışı başa­
rılar kazanacak bir potansiyel görüyorum. Tek pişmanlığım
başarılarını göremeyecek olmam.
Dostun,
Victor Frankenstein

Jamie’nin gözlerinden yaşlar süzüldü ve mektubun üzerine


damlayan gözyaşları mürekkebi dağıttı ve Frankenstein’m yaz­
dıklarını anlaşılmaz hale getirdi. Biri kalbini avucunun içinde
sıkıyor gibiydi; bir fırın gibi sıcak, kömür gibi sert yüreği taşı­
yamayacağı kadar ağır geliyor, ona acı veriyordu.
Onu yüzüstü bıraktın. Seni korumaya çalıştı; tek amacı buydu.
Sen ise onu yüzüstü bıraktın. Seni kurtarmaya çalışırken öldü. Ona
inanmadığın, sırt çevirdiğin ve dosdoğru Thomas Morris’in tuzağına
düştüğün için.
Jamie yatağının kenarında öne arkaya sallanarak karnını
tuttu ve hüngür hüngür ağladı. Frankenstein’ı geri getirmek
için varını yoğunu vermeye hazırdı. Sadece ne kadar üzgün
olduğunu söyleyebileceği kadar kısa bir süre için bile bunu
yapardı. Canavar Carpenter ailesine verdiği sözü sonuna dek
tutmuştu ve Jamie arkadaşını tehlikeye atan olaylar silsilesine
zemin hazırladığı için kendisini asla affetmeyecekti.
Uzun zamandan beri ilk kez babasının sesi zihninde çınladı.
O öldü, evlat. Sana inandığı için onu haklı çıkarmak dışında
elinden hiçbir şey gelmez. Onu yad etmenin en iyi olu bu olur.
Babasının sesindeki bir şey Jamie’yi yatıştırdı ve içi güçlü
bir kararlılıkla, babasının söylediğini yapma, kayıp canavarı
gururlandırma azmiyle doldu; bir daha ondan asla şüphe et­
meyecekti.

478
19. D E P A R T M A N

Yatakhane kapısının vurulmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı.


Titrek bir sesle, “Girin,” dedi.
Kapı ardına kadar açıldı ve Amiral Seward içeri girdi. 19.
Departman’m yöneticisi yorgun görünse de Jamie’nin ranza­
sına yaklaşırken kırışık yüzünde beli belirsiz bir gülümseme
vardı. Elinde bir şey tutuyordu. Ancak nesneyi arkasında gizle­
diğinden Jamie ne olduğunu çıkaramadı.
Seıvard ranzanın önünde durup, “Kendini nasıl hissediyor­
sun?” diye sordu.
Jamie ona mektubu verdi ve yöneticinin gözlerini koca­
man açarak canavarın yazdıklarını okuyuşunu izledi. Seıvard
kâğıdı indirip yüzünde akıl almaz bir hüzünle Jamie’ye baktı.
“Olanlar senin...” Ancak sözlerini bitiremeden Jamie araya
girdi.
“Benim hatamdı, efendim. Bunu ikimiz de biliyoruz. Yine
de bu söylediğiniz için teşekkür ederim.”
Seıvard uzunca bir süre ona baktı ve elini sırtından çekti.
Jamie’nin nefesi kesildi; yaşlı adamın elinde mor bir kutu ve bir
zamanlar Quincey Morris’e ait olan av bıçağı vardı.
Seıvard, “Oturabilir miyim?” diye sordu.
Jamie gözlerini bıçaktan ayırmadan başını salladı. Bu bı­
çak Drakula’nın kalbini delmiş, nesilden nesle Morris ailesinin
fertlerine geçmiş ve daha birkaç saat önce Thomas Morris’in
nihai ihanetinde kullanılmıştı.
Yönetici Jamie’nin yanındaki ranzaya oturup bıçağı oğlana
verdi. Oğlan bıçağı gevşekçe elinde tutarken içinde bir tiksinti
dalgası hissetti.
Seward nazikçe, “Bunu bana Tom’un cesedini manastırdan
getiren askerler verdi” dedi. “Bunu ne yapacaklarını sordular.
Sence onlara ne demeliyim?”
Jamie bıçağı elinde çevirdi. Kan ve toprak içindeki bıçağın

479
W I LL HIL L

kılıfının derisi yırtık pırtık olmuştu.


Jamie, “Ölülere ait,” dedi. “Oraya gitmeli.”
Seward’m yüzüne bir gülümseme yayıldı ve amiral bıçağı
nazikçe Jamie’nin elinden aldı.
“Çok iyi” dedi. “Bunu ait olduğu yere, Şehitler Galerisi’ne
götüreceğim.” Yönetici bıçağı bırakıp mor kutuyu Jamie’ye
uzattı. “Öte yandan, bu kutunun içindekilerin sana ait olduğu­
nu düşünüyorum. Hadi aç.”
Jamie mor kapağı kaldırdı ve bir an için kalbi duracak gibi
oldu.
Kutunun içinde altın kaplı, üzerinde 19. Departrrian’ın ar­
ması olan yuvarlak bir madalya vardı. Altında, genellikle Siyah
Işık’ın Latince mottosunun olduğu yerde iki sözcük vardı.

KAHRAMANLIĞI DOLAYISIYLA

Kutunun içinde altın renkli bir plaket, plaketin üzerinde de


şu sözcükler yazılıydı:

KAHRAMANLIK MADALYASI, BİRİNCİ SINIF


Layık Görülen Kişi
JULIAN CARPENTER
Verildiği Gün
1 9 ŞUBAT 2 0 0 5

Amiral Seward fısıltıya kaçan bir sesle, “Ölümünden sonra


odasında bulundu,” dedi. “Bir ajan öldüğünde nadiren bu tür
şeyleri devredecek biri çıkar. Yine de ben belki onun izinden
gidersin diye bunu saklamıştım.”
Jamie boğazında nefes almasını güçleştiren bir düğümle
madalyaya bakıyordu; yüzü kızarmıştı ve elleri titriyordu.

480
19. D E P A R T M A N

Seward, “Bunu almanı isterdi” diye devam etti. “Ancak bu­


nun da ötesinde, bu gece yaptığın şeyle madalyayı hak ettin
zaten.”
Jamie güçlükle derin, hırıltılı bir nefes aldı ve rengi normale
dönmeye başladı. Yöneticiye baktı ve yaşlı adamın yüzünden
aşağı yaşların aktığını görüp şaşırdı.
Seward, “Baban seninle gurur duyardı, Jamie,” dedi. Sonra
ayağa kalkıp geriye bakmadan yatakhaneden çıktı.
Jamie onun yürüyüp kapıyı arkasından kapatışını izledi ve
yavaşça ranzasına uzandı. Tepesindeki tavana baktı. Elinde
babasının madalyasını sımsıkı tutarken zihninde kaybettiği ve
yeni bulduğu insanların yüzleriyle kendisini usulca uykunun
karanlığına bıraktı.

481
BİRİNCİ EPİLOG

Doktor Alan McCall elinde plastik bir kahve bardağıyla 19. De­
partman revirinin kapısını iterek açtı ve içeri adım attı. Yöne­
ticinin mesajı bip sesiyle el bilgisayarına ulaştığında derin bir
uykudaydı.

YARALI Ç O C U K HAKKINDA
DERHAL RAPOR İSTİYORUM

McCall homurdanıp yavaşça yatağının kenarına oturdu.


Matt Broıvning hâlâ MacCall ve ekibinin uyguladığı barbitürat
komasından çıkarılmamıştı ve en az bir kırk sekiz saat daha
onu komadan çıkarmak gibi bir niyetleri yoktu. Rapor vermek
gereksiz kaçacak olsa da emir Amiral Sevvard’dan geldiğinden
doktor kendisinden isteneni yapacaktı.
McCall hızlı adımlarla revirde ilerledi. Yatakların hepsi
boştu, Matt i Halkaya getiren aynı kurtarma operasyonun­
da yaralanan ajan taburcu edilmişti. Vücudundaki her damla
kanı yerine taze kan nakledilmiş, hastalıklı hücreler bedeninin
kontrolünü ele geçirmeden atılmıştı. Kıl payı kurtulmuş olsa

482
19. D E P A R T M A N

da tam olarak iyileşecek olan ajan dinlenmek üzere aşağı kat­


lardaki yatakhanelerden birine gönderilmişti.
Revirdeki tek hasta oğlandı. McCall üzerinde AMELİYAT­
HANE yazan kapının buzlu camının gerisinde çocuğun hare­
ketsiz siluetini seçebiliyordu. Kapıyı açınca yüreği ağzına gelen
doktor donakaldı.
Matt Browning’in gözleri açıktı.
Soluk, balmumu gibi duran yüzünü açılan kapının çıkardı­
ğı sese doğru çeviren oğlanın ağzından iki sözcük çıktı.
“Neredeyim ben?”
McCall hemen odanın öte yanma koştu ve Matt’in başını
nazikçe elleri arasına aldı. Işığını gözlerine tuttuğu oğlan hiç
itiraz etmedi. Ardından parmaklarını Matt’in boynuna dayadı.
Derisinin altındaki düzenli, ritmik nabzı hissetti ve hemşireyi
arayıp hemen yanına gelmesini istedi.
Matt bir kez daha fısıltılı bir sesle, “Neredeyim ben?” diye
sordu.
McCall hastasına bağlı makinelerin ekranlarını gözden ge­
çirerek, “Emniyettesin,” dedi. “Güvenli bir yerdesin.”
Nöbetçi hemşire hızla revire girip Doktor McCall’a seslendi.
McCall, “Buradayım,” diye bağırdı. Halka’da henüz üç aydır
çalışan Cathy adındaki genç kadın odada göründü.
Kadın elini ağzına atıp, “Tanrım,” dedi.
McCall, “Acilen kan testleri yapılmasını istiyorum,” dedi.
“Kanı laboratuvara bizzat götürmeni ve orada sonuçları bekle­
meni istiyorum. Anlaşıldı mı?”
Hemşire hâlâ Matt’in soluk, şaşkın yüzüne bakıyor olsa da
aldığı eğitim baskın çıktı.
“Evet, doktor,” diye yanıt vererek işe koyuldu ve odadaki
en büyük konsolun çekmecelerinden birinden bir şırınga alıp
Matt’in kolunun üzerine eğildi. Şırınga derisinden geçen oğlan

483
W ILL HI LL

irkilmesine karşın gözlerini parmaklarım bilgisayarının tuş­


ları üzerinde uçarcasına hareket ettirerek notlar alan Doktor
McCall’dan hiç ayırmadı.
Oğlanın yumuşak bir sesle, “Doktor?” demesi üzerine
McCall başını kaldırdı.
“Evet, Matt?”
“Neden burada olduğumu bilmiyorum. Neler olduğunu bil­
miyorum.”
Oğlanın yüzü buruştu ve gözlerinin kenarında yaşlar birik­
ti. McCall bilgisayarını cebine koyup Matt’in yatağının kena­
rında diz çöktü.
Doktor nazikçe, “Sorun yok,” dedi, “yaralanmıştın, ağır ya­
ralıydın. Bizim de seni kısa bir süre uyutmamız gerekti. İyi
olacaksın.”
“Eve gitmek istiyorum. Annemi istiyorum.”
“Biliyorum. Önce bir meslektaşım seninle konuşacak. Sonra
elimizden geldiğince yakın bir zamanda seni evine götürece­
ğiz.”
Nöbetçi hemşire şırıngayı Matt’in kolundan çekti ve odadan
neredeyse kaçar gibi çıktı. Ardından kendisini Halka’nın de­
rinlerindeki laboratuvara götürecek olan asansörlerden birine
yöneldi.
McCall onun gidişini izledikten sonra Matt’e döndü. “Sana
neler olduğunu anımsıyor musun? Herhangi bir şey?”
Matt başını iki yana salladı. “Okuldan eve döndüğümü ha­
tırlıyorum. Hepsi bu. O günün hangi gün olduğunu bile anım­
samıyorum.”
McCall’un içi yüzünde acı ve şaşkınlık beliren oğlana karşı
acıma hissiyle doldu.
Korku içinde olmalı. Bunu belli etmemeyi iyi becerse de öyle ol­
malı.

484
19. D E P A R T M A N

Doktor, “Gidip biriyle konuşmam gerek," dedi. “Beş daki­


kaya dönerim. Söz veriyorum. Olur mu?” Matt başım salladı.
“Tamam. Beş dakika.”
Doktor McCall doğrulup revirin kapısından revire döndü.
Matt Brovvning onun uzaklaşmasını izledikten sonra başını ye­
niden yastığına yaslayarak gözlerini beyaz tavana dikti. Elleri
titriyordu.
Sana inanıyor. Sorun yok, sana inanıyor.
Matt neredeyse bir saattir uyanıktı. Gözlerini bu yabancı
mekânda gezdirmiş, içini korku ve şaşkınlık kaplamıştı. Ar­
dından aniden olanları anımsayarak sessiz odada çığlık atmış­
tı. Çiçek tarhında perişan halde uzanan kız gözlerinin önüne
gelmiş, sessiz sokağa inen helikopterin sağır edici gümbürtü­
sünü bir kez daha işitmiş ve siyah giyimli, silahlı adamlar onun
ve babasının yanından hızla geçip evlerine girerken duyduğu
korkuyu yeniden hissetmişti.
Doktora yalan söylemişti.
Her şeyi anımsıyordu.
Ancak içgüdüsel bir şekilde kızın kızıl gözlerini ve mahvol­
muş, kanlı yüzünde sırıtan beyaz dişlerini hatırladığını söy­
leyemeyeceğini hissetmişti. Matt içindeki sese güvenmiş ve o
yeri terk etmesine ancak hiçbir şey hatırlamıyormuş gibi yapar­
sa izin verileceğine ikna olmuştu.
Ancak ne gördüğünü gayet iyi biliyordu.
"Vampir,” diye fısıldadı ve tüylerinin diken diken olduğunu
hissetti.

485
İKİNCİ EPİLOG
ONSEKİZ SAATSONRA
KARADENİZ KIYISI. ROMANYA

Kilise uzaktaki Constan’a limanına bakan Rusmanov


malikânesinin doğu ucundaki çorak bir buruna kurulmuştu.
Yüz nesil boyunca Valeri ailesinin kaldığı aralıklı kır evleriyle
kilise arasında uzun, hafif kavisli bir patika uzanıyordu. Kü­
çük, taş binanın içinde iki sıra tahta bank gösterişsiz, taş bir
sunağa bakıyordu. Kaba, buzlu camlı bir pencere denize bakan
duvarın tamamını kaplıyordu. Camda İsa’nın çarmıha gerilme
anının kanlı bir temsili vardı. Tasvir yüzyıllar boyunca deniz
tuzuna maruz kaldığı için yıpranmış ve soluklaşmıştı.
Sunağın arkasında, taş bir merdiven helezon şeklinde kıv­
rılarak karanlığa doğru iniyordu. Titrek, turuncu bir ışığın
kiliseye girmesiyle günah için tasarlanmış, kemiklerle bezeli,
kanla kutsanmış ölüm evi aydınlandı.
Kilisenin altındaki odada, Valeri son hazırlıklarını tamam­
ladı. Kalbi yüzyıldan uzun sürmüş bir araştırmanın sonuçlan­
masının heyecanıyla dolu olsa da her ayrıntının düzgün olması
için hazırlıkları ağırdan almıştı.
Üzerinde 31 yazılı plastik kap merdivenin en alt basamağı­

486
19. D E P A R T M A N

na özenle bırakılmıştı. İçindeki gri, kıvamlı toz odanın orta­


sındaki yuvarlak taş bir ocağın içine dökülmüştü. Valeri kabı
boşaltırken tek bir molekülü bile dışarı kaçırmamaya özen gös­
termişti.
Ocağın üzerinde bir dizi ağır demir kancadan çıkan halat­
larda baş aşağı asılan beş çıplak kadın vardı.
Kadınların elleri ve ayakları bağlıydı ve ağızlarının içine
kumaş parçaları tıkıştırılmıştı. Sırtları odanın soğuk, düz du­
varlarına yaslı halde tavandan sarkarken yere bakan almların-
dan aşağı yaşlar akıyor, çaresizce birbirlerine bakıyorlardı. Saç­
ları neredeyse yere değen kadınların soluk bedenleri durgun
yer altı havasında kıvranıyordu.
Valeri sessizce odada gezinip korkunç şeylerle bulanıp si­
yaha dönmüş bir dizi mumu yaktı. Son mumu yakana dek ba­
şının etrafında sallanan kadınları görmüyor gibiydi. Mumlar
etrafa yoğun, iğrenç bir koku saldı. Ardından kemerinden eğri
bir et bıçağı çıkardı ve en yakınındaki kadının boğazını bir
kulaktan diğerine kadar kesti.
Odada kıpırtılar arttı ve boğulmuş çığlıklar şiddetlendi.
Kadının gözleri kocaman açıldı ve soluk yeşil irisleri gözbe­
beklerinin hızla genişleyen siyahı içinde neredeyse tamamen
kayboldu. Kadının boynundan tazyikle fışkıran kan yüzünü
ve saçını boyayıp altındaki ocağa kızıl bir sel gibi aktı.
Valeri dizlerinin üstüne çöküp ocağın içine baktı. Kan gri
tozu kış yağmuru gibi yıkadı ve bir saniye için kanın en hızlı
biriktiği noktada bir hareket, bir katılaşma emaresi görüldü.
Valeri hızla doğrulup ikinci kadına yaklaştı. Kadın, kendisini
bekleyen sondan nafile bir girişimle kaçmaya çalışarak tavan­
dan sarkan bedenini ondan uzaklaştırmaya uğraştı.
Yaşlı vampir bıçağını kadının boynunun beyaz etinde kay­
dırdı. Ardından kıvrak bir hareketle kurbanının arkasına geçti.

487
W I LL H I L L

Kadının atardamarından ocağa akan kandan sakınarak üçün­


cü kurbanına yöneldi.
Her şey bir dakikadan kısa sürdü.
Beş kızın debelenmeleri azalırken, kan bedenlerini terk et­
tikçe dizlerinden aşağısı giderek soluklaştı ve alacalı bir hal
aldı. Taş ocağa aktıkça akan beş kan ırmağının ıslattığı gri toz
yoğun, koyu kırmızı bir tortuya dönüştü.
Valeri ocağın ucuna gidip odanın soğuk zeminindeki parke
taşlarının üzerinde diz çöktü. Üzerinde dikildiği kötü kokulu
sıvı değişmeye, yavaş akıntılar eş merkezli, gevşek daireler çiz­
meye başladı. Merkezde, kan odanın duvarlarına yerleştirilmiş
çelik kancalardan biriyle çekiliyormuş gibi dik bir balon oluş­
turarak yükselmeye başladı. Valeri titreşen ve giderek yükselen
kan kütlesine baktı ve başını odanın taş zeminine çevirdi. Sül-
fürlü mumların ve bakirimsi, metalik kan kokusunun sindiği
havayı koyulaşıp balçığa dönüşen sıvıdan çıkan sesi andıran
berbat bir höpürtü doldurdu.
Dünyanın en yaşlı vampiri gözlerini yumup gülümsedi. Te­
pesindeki ıslak kütleden yeni doğmuş bir bebeğin o hırıltılı ilk
nefesinin sesi gelirken Valeri’nin ağzından tek bir sözcük çıktı.
“Efendimiz.”

488
TEŞEKKÜR

NOT: 19. Departman kurgusal bir eser olup, kitabın içinde alternatif
bir tarih işlenmektedir; öyküyü daha kolay aktarabilmek adına ger­
çek yerlerin ve insanların kurgusallaştırılmış versiyonlarını kullan­
dığım kitapta coğrafya ve tarih konusunda esnek davrandım. Kitap
gerçeğin bir temsili olarak tasarlanmadı; hayranlarımın, tanıdık­
larımın ve herhangi bir bölgenin sakinlerini gücendirdiysem bunda
hiçbir kastım olmadığını belirtmeliyim.

Büyük bir yazar kimsenin uzun bir romanı tek başına yazama­
yacağını söylemiş. Ne kadar da doğru söylemiş. 19. Departman'ı
okuyup bitirdiğiniz şu öyküye dönüştürürken muhteşem bir
grup insandan yardım alacak kadar talihliydim.
Temsilcim Charlie Campbell’a, zeki editörüm Nick Lake’e
ve en eski dostum Joseph Donaldson’a önerileri, düzeltmeleri,
destekleri ve gerektiğinde dürüstçe yanlışlarımı yüzüme vur­
dukları için en içten şükranlarımı sunuyorum. Onlar olmasa
bu çok farklı (ve çok daha kötü) bir roman olurdu.
HarperCollins’teki usta ekip basım sürecinde elimden tu­
W ILL H IL L

tup bu süreci eğlenceli bir deneyime dönüştürdüler ve bölük


pörçük Word belgemden şu an elinizde tuttuğunuz güzel
kitabı ortaya çıkardılar. Sıkı çalışmaları ve yaratıcı dehala­
rı için Tom Conway’e, Tom Percival’a, Tom Stabb’e, Michelle
Brackenborough’a, Alison Ruane’e, Rachel Denvvood’a, Geral-
dine Stroud’a, Ann-Janie Murtagh’a, Kate Mannig’e, Victoria
Broodle’a, Mario Santos’a ve tüm ekibe teşekkürler.
Dostlarım sabırla endişe krizlerimi, kararsızlıkla geçen ayla­
rımı ve bu kitap hariç hiçbir şeyden konuşamamamı hoşgörüy­
le karşılamalarının yanında çeşitli taslakları okumak, düşünce
ve önerilerini belirtmek veya sadece beni yüreklendirmek için
vakit ayırdılar. Isobel Akenhead, Mick Watson, Charlie King,
Adam Cruikshanks, Kate Hovvard, Tara Gladden, elementine
Fletcher, Dave Walder, Liam Roffey, Kit McGinnity, Paul Daint-
ree, Ruth Tross, Anne Clarke, Anna Kenny-Ginard, Alix Percy,
Kelly Edgson-Wright; hepinize sevgilerimi ve teşekkürlerimi
sunuyorum.
Sevgilerini ve desteklerini hiç eksik etmeyen Peter’a, Sue’ya
ve Kerie; bu kitap henüz boş bir hayalden öte bir şey değil­
ken verdikleri paha biçilmez tavsiyeler için teşekkürler Nick
Sayers’a ve Caradoc King’e teşekkürler.
Bram Stoker, Mary Shelley, Stephen King, Neil Gaiman,
Clive Barker, Garth Ennis, Philip Pulman, Alan Moore, Grant
Morrison, JK Rowling, John Connolly, Joss Whedon ve Steven
Spielberg ömrüm boyunca bana ilham verdiler; 19. Departman’ı
yazdığım her dakika onlardan feyz aldım.
Son olarak, yaptığı her şey için anneme sonsuz sevgi ve şük­
ranlarımı sunuyorum. O olmadan bu kitap asla var olmazdı.

Will Hill
Londra, Ekim 2010
Jam ie ikinci kitapla g e ri dön ecek.

N e yazık ki D rakula da...

You might also like