You are on page 1of 67

100 Selected Stories, by O Henry

Noel Hediyesi (The Gift of the Magi)

Bir dolar seksen yedi sent. Hepsi bu kadardı işte. Üstelik altmış senti bir peniliklerden oluşuyordu.
Bakkal, manav ve kasapla yapılan sıkı pazarlıkların akla getirdiği o dillendirilmemiş pintilik
yakıştırmasıyla yanaklar utançtan al al olana kadar çekişerek birer ikişer artırılmış peniler… Della üç
kez saydı. Bir dolar seksen yedi sent. Ertesi gün Noel’di. Kendini eskimiş küçük kanepeye atıp feryat
figan ağlamaktan başka yapacak bir şey yoktu. Della da öyle yaptı. Buradan da hayatın, ağlama, iç
çekme ve gülümseme aşamaları arasında gidip geldiği ve bunlardan iç çekişlerin ağırlıkta olduğu dersi
çıkacaktır. Evin hanımı ilk aşamadan ikinciye doğru git gide yatışırken, biz etrafa şöyle bir göz atalım.
Haftada 8 dolara eşyalı bir daire. Tarife hacet yok elbette ama “dilenci takımına yaraşır cinsten”
deyimini kullanmak uygun olabilir. Aşağıdaki girişte içine mektup sığması imkânsız bir mektup kutusu
ve hiçbir fani parmağın çaldıramayacağı bir zil vardı. Zilin yanında “Bay James Dillingham Young”
yazan bir kartvizit duruyordu. 8 O “Dillingham”, sahibinin eline haftada 30 doların geçtiği eski bolluk
günlerinde zile yerleştirilmişti. Oysa şimdi, haftalık 20 dolara düştüğünden, “Dillingham”daki harfler
adeta daha sade bir D’ye küçülmek istercesine bulanıklaşmışlardı. Ne ki Bay James Dillingham Young
eve gelip dairesine çıktığında “Jim” oluverir, size daha önce Della olarak tanıttığımız bayan, James
Dillingham Young tarafından sevgiyle kucaklanırdı. Burası pek hoş elbette. Della ağlaması bitince
yanaklarını pudra ponponuyla pudraladı. Pencereye giderek boz renkli arka bahçenin gri çiti boyunca
yürüyen duman renkli kediyi boş gözlerle seyre daldı. Ertesi gün Noel’di ve Jim’e hediye almak için
yalnızca bir dolar seksen yedi senti vardı. Aylardır her peniyi biriktirdiği halde ancak bu kadar
toparlayabilmişti. Haftada yirmi dolar neye yeter ki? Masraf daima tahmininden fazla çıkardı. Hep
öyle olmaz mı? Sonuçta Jim’e, sevgili Jim’ine hediye almak için elinde avucunda bir dolar seksen yedi
senti kalmıştı. Della günlerce ona hoş bir hediye almanın hayalini kurmuştu. Güzel, az bulunur ve
kıymetli bir şey olmalıydı; Jim’in karısı olmanın bahşettiği şerefe biraz olsun yakışır bir hediye…
Odanın pencereleri arasındaki dar kolonun üzerinde ince uzun bir boy aynası vardı. Belki haftalığı
sekiz dolar olan kiralık evlerde bu tür aynalardan göreniniz vardır. Çok ince ve çevik biri, seri hareket
ederek, dar aynadaki bir dizi yansımasından, görüntüsü hakkında gerçeğe epeyce yakın bir fikir
edinebilirdi. Della incecik olduğundan bu konuda ustalaşmıştı. Della birdenbire pencereden uzaklaşıp
aynanın önünde durdu. Gözleri ışıldıyordu ama yüzü yirmi saniye içinde soluvermişti. Aceleyle
saçlarını açtı ve omuzlarından aşağı salıverdi. James Dillingham Young ailesinin karı koca büyük gurur
9 duyduğu iki değerli eşyası vardı. Biri Jim’e babasından, ona da kendi babasından kalmış olan altın
saat, öbürü de Della’nın saçlarıydı. Aydınlığın karşı tarafındaki dairede Saba Melikesi oturuyor olsa,
Majestelerinin mücevher ve süs eşyasının değerini sıfıra indirmesi için Della’nın saçlarını kurutmak
amacıyla bir kez pencereden dışarı sarkıtması yeterdi. Öte yandan Kral Süleyman apartman kapıcısı
olup bodrumu hazine dairesi yapsa, Jim sırf onun kıskançlıktan sakalını yolduğunu görmek için
önünden her geçişte saatini çıkarıp bakardı. Della’nın saçları kumral bir çavlan gibi dalga dalga,
ışıldayarak aşağı döküldü. Boyu dizlerine geliyordu ve onu adeta bir giysi gibi sarmıştı. Genç kadın
gergin bir tavırla alelacele saçlarını toplayıverdi. Kısa bir tereddüt geçirdi. Orada öylece dururken
gözünden birkaç damla yaş yıpranmış kırmızı halıya damladı. Sonra hemen eski kahverengi ceketine
Tek
nos
uzanıp eski kahverengi şapkasını başına geçirdi. Gözlerinde hâlâ o ışıltıyla eteklerini savurarak kapıdan
a| fırladı. Merdivenlerden inip kendini sokağa attı. Nihayet üstünde “Madam Sofronie. Her Cins Saç
Şirk Malzemesi” yazılı tabelanın önünde durdu. Koşarak birinci kata tırmandı. Kendini toparlayıp
et soluğunun düzelmesini bekledi. Madam “Sofronie” adının çağrışımlarından uzak, enine boyuna, fazla
İçi akça pakça, sevimsiz bir kadındı. “Saçımı satsam alır mısınız?” diye sordu Della. “Evet, saç alımı
|
Int
ern
al
yapıyorum,” dedi Madam. “Şapkanızı çıkarın da saçınızı bir görelim.” Kumral çavlan dalgalar halinde
aşağı döküldü. Madam saçları toparlayıp alışkın bir elle kaldırarak “Yirmi dolar,” dedi. “Parayı hemen
verin,” dedi Della. 10 Ah, sonraki iki saat adeta pembe bulutlar üstünde geçti. Neyse, bu dillerde sakız
olmuş benzetmeye boş verelim de, Della, Jim’e hediye bulmak için dükkânların altını üstüne
getirmekle meşguldü, diyelim. Sonunda aradığını buldu. Jim için bundan iyisi düşünülemezdi. Bütün
mağazaları taramış, başka hiçbir yerde benzerine rastlamamıştı. Bu, sade ve gösterişsiz bir tasarımı
olan platin bir saat kösteğiydi. Onu değerli kılan cicili bicili süsler değil, kaliteli her şeyde olduğu gibi,
yalnızca malzemesiydi. Köstek belki Saat’in kendinden bile kıymetliydi. Della onu gördüğü an Jim’e
almaya karar vermişti. Köstek ona benziyordu; gösterişsiz ama değerli. Bu tanım ikisine de uyuyordu.
Della zincire yirmi bir dolar ödedi ve seksen yedi sentle evin yolunu tuttu. Jim o köstekle artık dilediği
yerde, göğsünü gere gere saatine bakabilirdi. Saati muhteşemdi ama Jim zincir yerine eskimiş bir deri
kayış kullandığından bazen cebinden çıkarırken kimselere göstermemeye çalışırdı. Della eve
vardığında sarhoşluğu geçer gibi oldu. Artık aklını başına toplamalıydı. Saç maşasını çıkardı. Havagazı
ocağını yaktı ve aşka katılmış cömertliğin yol açtığı yıkımı onarmaya girişti, ki bu çok zor bir iştir
dostlar, dev bir çabadır. Kırk dakika sonra başına yapışık gibi duran kısacık lüleleriyle okul kaçağı bir
oğlan çocuğuna dönmüştü. Uzun, dikkatli, eleştiren bakışlarla aynadaki yansımasını süzdü. “Jim eğer
ilk bakışta beni öldürmezse, ikinci defa dönüp bakmadan Coney Island yosmalarına benzediğimi
söyleyecektir,” diye mırıldandı kendi kendine. “İyi ama başka çarem var mıydı? Bir dolar seksen yedi
sente ne alınır ki?” Saat yedide kahve sıcak, ocağın arka gözüne alınmış kızgın tava pirzolaları
pişirmeye hazırdı. Jim’in geciktiği hiç olmazdı. Della avucunda katlanmış kös- 11 tekle masanın kapıya
en yakın köşesinde oturuyordu. Jim’in birinci kattan gelen ayak seslerini duyunca bir an rengi soldu.
Della ikide bir gündelik şeyler için içinden dua ederdi. Şimdi de “Ne olur Tanrım,” diye fısıldadı. “Ne
olur, hâlâ güzel olduğumu düşünsün.” Kapı açıldı. Jim girip kapıyı kapattı. Yüzü ciddiydi, bitkin bir hali
vardı. Zavallı adamcağız; daha yirmi ikisinde omuzlarına aile yükü binmişti. Paltosu iyice eskimişti.
Eldiveni de yoktu. Jim içeri adım attığı an bıldırcın kokusu almış av köpeği gibi kalakaldı. Gözlerini
Della’ya dikmişti. Bakışlarında genç kadının çözemediği bir ifade vardı ve bu bakış onu fena halde
korkutmuştu. Ne kızgınlık, ne şaşkınlık, ne beğenmeyiş, ne dehşet; o bakış beklediği duyguların
hiçbirini yansıtmıyordu. Jim yüzünde o tuhaf ifadeyle ona öylece bakakalmıştı. Della masadan kalkıp
kocasının yanına gitti. “Jim, sevgilim,” diye yalvardı. “Ne olur bana öyle bakma. Saçlarımı kestirip
sattım çünkü Noel’i sana hediye vermeden geçiremezdim. Saçlarım gene uzar nasıl olsa. Kızmadın
değil mi? Bunu yapmaya mecburdum. Saçlarım hemen uzar benim. Hadi Jim ‘Mutlu Noeller’ dile de
mutlu olalım. Bilsen sana ne hoş, ne güzel bir Noel hediyesi aldım.” “Sen saçlarını mı kestirdin sahi?”
diye mırıldandı Jim güçlükle. Beynini ne kadar zorlarsa zorlasın ortada apaçık duran gerçeği
kavrayamamış gibiydi. “Kestirdim ve sattım,” dedi Della. “Ne yani, şimdi beni eskisi kadar sevmeyecek
misin? Saçlarım olmasa da ben hâlâ benim, öyle değil mi?” Jim merakla çevresine bakındı. “Saçlarının
gittiğini mi söylüyorsun?” diye sordu neredeyse aptallaşmış bir ifadeyle. 12 “Boşuna arama,” dedi
Della. “Sana sattım diyorum. Sattım gitti. Noel’i kutluyoruz sevgilim. Bana iyi davran çünkü bunu senin
için yaptım.” Birden sesine tatlı bir ciddiyet oturdu. “Belki saçımın tellerini saymak mümkün olabilir
ama sana olan aşkım hesaba gelmez. Artık pirzolaları tavaya koyayım mı Jim?” Jim birden o trans
halinden sıyrılıverdi. Della’sını kucakladı. Biz on saniyeliğine başımızı çevirip sessizce başka bir konuya
kafa yoralım. Haftada sekiz dolar ya da yılda bir milyon; aradaki fark nedir? Bir matematikçi ya da
nükteci biri size yanlış cevap verecektir. Kâhin kralların getirdiği değerli armağanlar arasında bu
sorunun cevabı yoktu. Konuyu daha sonra aydınlatmak üzere şimdilik karanlıkta bırakalım. Jim
Tek paltosunun cebinden bir paket çıkarıp masanın üstüne attı. “Sakın benim hakkımda yanlış bir
nos
düşünceye kapılma Dell,” dedi. “Saç kesimiydi, tıraştı, şampuandı, böyle şeyler asla canım karımı daha
a|
az sevmeme neden olamaz. Ama şu paketi açarsan, birden niye bu kadar afalladığımı anlayacaksın.”
Şirk
et Bembeyaz kesilmiş parmaklar aceleyle ipini çözüp paketi açmaya davrandı. Ardından coşkulu bir
İçi sevinç çığlığı duyuldu ama, ah, ya sonrası! Ansızın baş gösteren kadınsı bir çark edişle ortalığı öyle bir
|
Int
ern
al
feryat figan bürüdü ki, evin efendisi bütün avutucu gücüyle duruma müdahale etmek zorunda kaldı.
Çünkü paketten taraklar çıkmıştı; Della’nın Broadway’de vitrinde gördüğünden beri aklından
çıkaramadığı, ikisi yanlar biri de baş arkası için olmak üzere üç parçalık bir tarak takımı… Kenarları
taşlı, şahane, gerçek bağa taraklardı bunlar. Rengi de artık yerinde yeller esen o güzelim saçların tam
tonuydu üstelik. Della onların pahalı olduğunu biliyordu. En küçük bir umut kırıntısı taşımasa da
onlara sahip olmayı çok istemiş, hatta can atmıştı. İşte şimdi bir zamanlar gıptayla sey- 13 rettiği
taraklar artık onundu ama onları süsleyecek bukleler artık yoktu. Gene de tarakları göğsüne bastırdı.
Sonunda Jim’e buğulu gözlerle bakıp gülümseyebildi: “Benim saçım çok çabuk uzar Jim!” Sonra birden
ateş değmiş kedi gibi yerinden sıçrayıp “Ah!”, diye bağırdı. “Ah!” Jim henüz muhteşem hediyesini
görmemişti. Açık avucundaki hediyeyi heyecanla kocasına doğru uzattı. Değerli maden Della’nın
parlak ve ateşli duygularını yansıtırcasına ışıldadı. “Ne şık değil mi Jim? Bunu bulabilmek için kentin
altını üstüne getirdim. Artık günde yüz kez saate bakabilirsin. Saatini uzat. Nasıl duracağını görmek
istiyorum.” Jim karısının dediğini yapacak yerde kendini kanepeye attı. Ellerini başının arkasında
kenetleyip gülümsedi. “Dell,” dedi. “Gel şu Noel hediyelerimizi bir kenara koyup bir süre bekleyelim.
O kadar güzeller ki, şu anda onları taşıyacak gücümüz yok. Ben de senin taraklarına para bulabilmek
için saatimi sattım. Hadi artık koy şu pirzolaları ateşe.” Bildiğiniz gibi, kâhin krallar yemlikte doğmuş
Bebek’e(*) hediyeler getiren bilge adamlardı, hem de ne bilge! Noel hediyesi verme sanatını onlar
yarattılar. Bilge olduklarına göre, kuşkusuz hediyeleri de, gerekirse iade edilebilme ayrıcalığına sahip
akıllıca seçimler olmalıydı. Ben de burada kalkmış, size hayatı paylaşan iki sersem çocuğun akılsızlık
edip en büyük hazinelerini birbirleri için feda etmelerinin sıradan hikâyesini yarım yamalak anlatmaya
çalışıyorum. Ama günümüzün bilgelerine son bir sözüm var: Bilinsin ki hediye verenler içinde en
bilgeleri o ikisiydi. En bilge olanlar, onlar gibi hediye alıp verenlerdir.

(*) Hz İsa.

Dünya Vatandaşı (A Cosmopolite in a Cafe)

Gece yarısı, kafe tıka basa dolmuştu. Oturduğum küçük masa, şans eseri, gelenlerin gözünden
kaçmıştı; iki boş iskemlesi kollarını, akın akın içeri dolan müdavimlere doğru uzatmıştı, yağcı bir
konukseverlikle.

Sonra, bir dünya vatandaşı gelip bu iskemlelerden birine oturdu; buna sevinmiştim, çünkü Adem'den
bu yana dünyaya tek bir gerçek dünya vatandaşının gelmediğine dair bir kuramım var. Onlardan söz
edildiğini duyarız, bir sürü bavulda bir sürü yabancı etiket görürüz, ama karşımızda dünya vatandaşları
değil, birer gezgin buluruz.

Sahneyi gözünüzün önüne getirmenizi rica edeceğim - mermer tablalı masalar, duvarların dibine
dizilmiş, deri döşemeli iskemleler; neşeli müşteriler, yarı resmî gece giysilerine bürünmüş hanımlar,
seçkin, göze çarpan bir koro halinde zevkten, ekonomiden, zenginlik ya da sanattan söz eden insanlar;
hamarat ve bahşişsever garçon'lar; bestecilerden yağmaladıklarını herkese ustaca bölüştüren müzik;
Tek bir gevezelik ve kahkaha mélange'ı bir de, tabii arzu ederseniz, koni biçimindeki genişçe ağzı, dalından
nos hırsız bir alakarganın gagasına doğru uzanan, olgun bir kirazmışçasına, dudaklarınıza doğru eğilen,
a| uzun bardaklardaki Würzburger. Mauch Chunk'tan bir heykeltıraş bana bunun yüzde yüz Parisli bir
Şirk sahne olduğunu söylemişti. Benim dünya vatandaşının adı E. Rushmore Coglan' dı ve adı gelecek
et yazdan başlayarak Coney Island'da epeyce duyulacaktı: Dediğine göre, orada yeni bir "atraksiyon",
İçi
|
Int
ern
al
krallara layık bir eğlence hazırlamaktaydı. Sonra sohbeti enlemler ve boylamlar halinde açılmaya
başladı. Koca, yuvarlak dünyayı, deyim yerindeyse, öyle içli dışlı, öyle kibirli bir edayla avucunun içine
aldı ki, dünya yarım greyfurdun üzerine oturtulmuş vişnenin çekirdeği kadar küçülüverdi. Ekvatora
saygısızca, küçümseyerek değindi, kıtadan kıtaya sıçradı, sınırlarla alay etti, peçetesiyle okyanusları
siliverdi. Elini şöyle bir salladığında, Haydarâbad'daki belli bir çarşıyı kastediyordu. Bir iç çekiş. Ve
Lapland'da, kayakların üzerindesiniz. Bir ıslık. Şimdi de Kealaikahili'de, Kanakalarla birlikte, dalgalarla
oynaşıyorsunuz. Presto! Sizi Arkansas'a sürüklüyor, bir meşeliği izleyen bataklıktan geçiriyor,
Idaho'daki çiftliğinin alkali düzlüklerinde biraz soluklanıp kurumanızı bekliyor, sonra da Viyana
sosyetesinin, arşidüklerin ortasına fırlatıveriyordu. Şimdi de size Chicago'dakiyarım greyfurdun
üzerine oturtulmuş vişnenin çekirdeği kadar küçülüverdi. Ekvatora saygısızca, küçümseyerek değindi,
kıtadan kıtaya sıçradı, sınırlarla alay etti, peçetesiyle okyanusları siliverdi. Elini şöyle bir salladığında,
Haydarâbad'daki belli bir çarşıyı kastediyordu. Bir iç çekiş. Ve Lapland'da, kayakların üzerindesiniz. Bir
ıslık. Şimdi de Kealaikahili'de, Kanakalarla birlikte, dalgalarla oynaşıyorsunuz. Presto! Sizi Arkansas'a
sürüklüyor, bir meşeliği izleyen bataklıktan geçiriyor, Idaho'daki çiftliğinin alkali düzlüklerinde biraz
soluklanıp kurumanızı bekliyor, sonra da Viyana sosyetesinin, arşidüklerin ortasına fırlatıveriyordu.
Şimdi de size Chicago'daki gölde esintiden nasıl üşüttüğünü, yaşlı Escamila'nın onu Buenos Aires'te,
çuçula otundan kaynattığı sıcak içecekle nasıl iyileştirdiğini anlatmakta. Bir mektup zarfına "Mr. E.
Rushmore Coglan, Dünya, Güneş Sistemi, Evren" yazıp postaya verseniz, eline geçeceğinden emin
olabilirdiniz.

Adem'den bu yana, ilk gerçek dünya vatandaşını nihayet bulduğumdan emindim, dolayısıyla da, tüm
dünyayı kapsayan söylevini can kulağıyla dinliyordum, ancak içimde yine de bir korku vardı: Sadece
dünyayı dolaşmaktan hoşlanan bir gezginin yerel, kişisel bildirisiyle burun buruna gelme korkusu.
Ama fikirleri, görüşleri ne eğilip büküldü ne de taraf tuttu; kentlere, ülkelere ve kıtalara karşı rüzgâr
ya da yerçekimi kadar yansızdı.

Böylece E. Rushmore Coglan, bu küçük gezegen hakkında konuşup dururken, ben de neşeyle bir
başka büyük, neredeyse-dünya vatandaşını düşündüm; bütün dünya için yazan ve kendini Bombay'e
adamış olanı. Bir şiirinde, dünya kentleri arasında bir rekabet, bir gurur çekişmesi olduğunu söylemiş
ve eklemişti: "Onlardan beslenen insanlar, onları arşınlarlar, ama kendi kentlerine de tutunurlar,
annesinin eteğine yapışan bir çocuk gibi." Ve ne zaman "yabancı sokakları yararak" yürüseler,
doğdukları kenti anımsarlar: "sadık, sersemce, sevdalı; onun fısıldanan adına ilmek ilmek dokunarak."
Neşelenmemin nedeniyse Mr. Kipling'i faka bastırmış olmamdı. İşte, topraktan yapılmamış birini
bulmuştum; karşımda doğum yeri ya da ülkesine ilişkin daracık böbürlenmeleri olmayan, övünse bile,
bütün yeryüzüyle övünen, dünyayı bir bütün olarak Marslılara, Ay'ın sakinlerine karşı yücelten biri
vardı.

Bütün bu betimlemeler, E. Rushmore Coglan tarafından, masanın üçüncü köşesinden yapılmaktaydı.


O bana Sibirya Demiryolu'nu izleyen topografyayı tanımlarken, orkestra bir potpuriye geçti. Son ezgi
Dixie oldu; hızla, peş peşe yuvarlanan canlı, neşeli notalar istisnasız her masadan yükselen coşkulu
alkışlarca neredeyse boğuldu.

Bu olağanüstü sahneye, New York şehrindeki sayısız kafede her akşam tanık olunabileceğini belirtmek
için, bir paragraf ayırmaya değer. Nedenine ilişkin kuramlar üstüne tonlarca içki tüketilmiştir. Kentteki
bütün Güneylilerin, gece çöker çökmez kendilerini barlara, kafelere attığı türünden aceleci
Tek
nos
varsayımlarda bulunanlar çıktı. Bir kuzey şehrindeki bu alkışlı "isyankâr" hava, insanı azıcık şaşırtıyor
a| tabii, fakat açıklanamaz bir durum değil. İspanya'yla savaş, nane ve karpuz tarımında yıllardır süren
Şirk bolluk, New Orleans at yarışlarında malı götüren birkaç şanslı, Kuzey Carolina sosyetesini oluşturan
et Indiana ve Kansas vatandaşlarının verdiği göz kamaştırıcı ziyafetler sayesinde Güney, Manhattan'da
İçi tam bir "hovarda" olup çıktı. Manikürcünüz o peltek Güneyli aksanıyla, sol işaret parmağınızın ona
|
Int
ern
al
fena halde Virginia, Richmond'daki bir beyefendiyi anımsattığını söyleyecektir. Ah, kesinlikle; ama
artık bir sürü hanımefendi çalışmak zorunda - bilirsiniz, savaş yüzünden.

Dixie çalınırken, siyah saçlı, genç bir adam ansızın bir Mosby gerillası narasıyla ortaya fırladı ve
yumuşak kenarlı şapkasını deli gibi sallamaya başladı. Sonra dumanı yararak rastgele ilerledi,
masamızdaki boş iskemleye çöktü ve sigara paketini çıkardı.

Gece, buzların çözüldüğü, kalkanların indirildiği aşamadaydı artık. İçimizden biri garsona üç
Würzburger söyledi; esmer delikanlı, siparişe dahil edilmesini bir gülümseme ve bir baş sallamayla
onayladı. Hemen atılıp ona bir soru sordum, çünkü bir teorimi sınamak istiyordum.

"Rica etsem, bana nereli olduğunuzu söyler misiniz?.." diye başladım. Aynı anda E. Rushmore
Coglan'ın yumruğu masaya güm diye indi, bense afallayıp sustum.

"Kusura bakmayın," dedi adam, "en hazzetmediğim sorudur bu. Bir insanın nereli olduğunun ne
önemi var? Bir insanı posta adresine göre değerlendirmek doğru mu yani? Ben Kentucky'li olup da
viskiden nefret eden bir sürü adam gördüm; ya da Virginia'lı olup Pocahontas'ın soyundan
gelmeyenler, tek bir roman yazmamış Indianalılar, dikiş çizgisine gümüş dolarlar dikili kadife pantolon
giymeyen Meksikalılar, komik İngilizler, müsrif Yankee'ler, soğukkanlı Güneyliler, dar kafalı Batılılar,
sokakta bir saatliğine olsun öylece dikilip tek kollu bir manavın kesekâğıtlarına yabanmersini
doldurmasını seyredemeyecek kadar meşgul New Yorklular gördüm. İnsana sadece bir insan olarak
bakın, sırtına herhangi bir bölgenin yaftasını yapıştırmayın."

"Özür dilerim," dedim, "ama sormamın nedeni öyle laf ola merak değildi.

Güney'i iyi bilirim ve orkestra "Dixie'yi çalarken, etrafı gözlemlemekten hoşlanırım. Sonuçta, bir
kuram geliştirdim: Bu parçayı şiddetli bir coşkuyla ve göze çarpacak kadar ateşli bir bölgecilik
sadakatiyle alkışlayan biri, kesinkes, ya New Jersey'deki Secaucus'un yerlisidir ya da bulunduğumuz
kentin Murray Hill Lyceum ile Harlem Irmağı arasındaki bölgenin. İşte, bu beyefendiye nereli
olduğunu sorarken, amacım bu görüşümü bir kez daha sınamaktı, ancak siz sözümü kendi kuramınızla
- itiraf etmeliyim ki, çok daha

büyük bir teoriyle kestiniz." Bunun üzerine, siyah saçlı genç adam, benimle konuştu ve onun zihninin
de kendine özgü, bambaşka bir mecrada aktığı ortaya çıktı.

"Bir cezayirmenekşesi olmak isterdim," dedi, gizemli bir tavırla, "bir vadinin tepesinde olmak ve "Too-
ralloo-ralloo"yu söylemek." Bu, içinden çıkamayacağım kadar karmaşıktı, yeniden Coglan'a döndüm.

"Dünyayı tam on iki kez dolaştım," dedi. "Upernavik'te, kravatlarını Cincinnati'den getirten bir
Eskimo'yla tanıştım; Uruguay'da bir keçi çobanına rastladım, Michigan, Battle Creek'teki bir kahvaltı
gevreğine ad bulma yarışmasını kazandığını anlattı. Mısır'ın Kahire kentinde yıllık kirasını ödediğim bir
odam var; bir tane de Yokohama'da. Şanghay'daki bir çayevinde beni bekleyen bir çift terliğim, Rio de
Janeiro ya da Seattle'da, yumurtamı nasıl istediğimi bilen lokantalar var. İnanılmayacak kadar küçük
bir dünya bu. Öyleyse, Kuzeyli ya da Güneyli olmakla böbürlenmenin ne anlamı var; ya da vadideki
eski bir malikâneden, Cleveland'dan, Euclid Bulvarı'ndan, Pikes Zirvesi'nden, Fairfax ilçesinden,
Hooligan Düzlükleri'nden geldiğinle? Salt orada doğduk diye, küf tutmuş bir kasabaya ya da beş
karışlık bataklığa deli olmayı bıraktığımızda, dünya çok daha iyi bir yer olacak."
Tek
nos "Gerçek bir dünya vatandaşına benziyorsunuz," dedim hayranlıkla. "Ama aynı zamanda da
a| yurtseverliği yerin dibine batırır gibisiniz."
Şirk
et "Taş devrinden kalma bir yadigâr," dedi Coglan, tatlılıkla. "Hepimiz kardeşiz - Çinliler, İngilizler,
İçi Zulular, Patagonyalılar ve Kaw Irmağı'nın menderesinde yaşayan halk. Bir gün, insanoğlunun şehrine,
|
Int
ern
al
eyaletine, mahallesi ya da ülkesine duyduğu bu kof, anlamsız gurur ortadan kalkacak ve bizler hepimiz
dünyanın birer vatandaşı olacağız; olmamız gerektiği gibi."

"Peki ama, yabancı diyarlarda gezerken," diye bastırdım, "hiç aklınıza belli bir nokta düşmüyor mu...
sevgili, aziz bir yer..." "Asla," diye sözümü kesti Coglan kabaca. "Benim meskenim, kutuplarda

hafifçe yassılan ve Dünya diye bilinen bu yuvarlak, küresel, gezegensel kara kütlesidir. Bu ülkenin
nesne bağımlısı vatandaşlarından yurtdışında epeyce gördüm. Chicago'lu birilerinin Venedik'te bir
gondolla, ay ışığında gezerken, memleketindeki kanalizasyon sistemiyle övündüğünü duydum. Bir
Güneylinin, İngiltere kralıyla tanıştırılırken, gözünü bile kırpmadan, annesinin büyükteyzesinin evlilik
yoluyla, Charleston'lı Perkins'lere akraba olduğunu açıkladığını gördüm. Afganistan'da eşkıyalar
tarafından fidye için kaçırılmış bir New Yorklu tanıdım. Akrabaları parayı yolladı, o da aracı adamla
birlikte Kabil'e döndü. Yerli halk, tercüman aracılığıyla, 'Afganistan o kadar da geri kalmış sayılmaz, ne
dersiniz?' dediler. 'Ah, bilemiyorum,' dedi bizimki, sonra da onlara 6. Cadde ile Broadway'de çalışan
bir taksi şoförünü anlatmaya başladı. Bu tür fikirler bana uymuyor. Ben, çapı on iki bin kilometreden
küçük bir şeye kısılıp kalamam. Beni en iyisi, kayıtlara, 'E. Rushmore Coglan, yerküre vatandaşı' diye
geçirin."

Benim dünya vatandaşı, gösterişli bir vedayla yanımdan ayrıldı; gevezeliklerin, sigara dumanlarının
arasında tanıdığı birini seçer gibi olmuştu. Böylece, müstakbel cezayirmenekşesiyle baş başa kalmış
oldum; kendini tamamen Würzburger'a vermişti, bir vadinin tepesine tüneyip tatlı tatlı şakıma
hayallerini dillendirecek halde değildi.

Oturup benim su götürmez dünya vatandaşını düşündüm ve şairin onu nasıl olup da gözden
kaçırdığını merak ettim. Onu ben keşfetmiştim ve ona inanıyordum. Şu dizeler... nasıldı?

Onlardan beslenenler, onları arşınlarlar, ama kendi kentlerinden de kopamazlar, anasının eteğine
yapışan bir çocuk gibi.

E. Rushmore Coglan için geçerli değildi bu. Çünkü bütün dünya onun... Korkunç bir gürültü ve kafenin
öteki bölümündeki bir arbede, beni daldığım düşüncelerden ayırdı. Oturan müdavimlerin başlarının
üstünden bakınca, E. Rushmore Coglan'ın tanımadığım bir adamla müthiş bir kavgaya tutuşmuş
olduğunu gördüm. Masaların arasında iki Titan gibi dövüşüyorlardı; bardaklar kırılıyor, araya girmeye
çalışanlar bir yumrukta yere seriliyordu; bir kumral çığlık çığlığa bağırırken, bir sarışın şarkı söylemeye
başladı: "Teasing."

Benim dünya vatandaşı, Dünya'nın onurunu ve şanını korurken, garsonlar ünlü uçan-takoz
düzeneğiyle iki kavgacıyı kıskaca aldılar ve yaka paça dışarı attılar.

Fransız garçon lardan birini, McCarthy'yi çağırdım, kavganın nedenini sordum.

"Kırmızı kravatlı adam," (yani benim dünya vatandaşı) dedi, "doğduğu yer hakkında ötekinin ileri geri
konuşmasına bozulmuş... sokak serserilerini, su şebekesini filan eleştirmiş de."

"Ama nasıl olur," dedim hayretler içinde, "o adam bir dünya vatandaşı... bir dünya vatandaşı. O..."

"Aslen Main'liymiş, Mattawamkeag'den olduğunu söyledi," diye sürdürdü McCarthy sözünü, "ve
memleketinin yerden yere vurulmasına tahammül
Tek
nos edemezmiş."
a|
Şirk 1. (Fr.) Genç erkek. (Y.N.)
et
2. (Fr.) Karışım. (Ç.N.)
İçi
|
Int
ern
al
3. (Hawaii dilinde kişi ya da insan) XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başlarında Avustralya'da tarım

işçisi ya da hizmetçi olarak çalıştırılmak üzere Güney Pasifik Adaları'ndan getirilen yerliler. (Y.N.)

4. (İt.) Çabuk, hızlı. (Y.N.)

5. ABD'nin Dixie denilen güney eyaletlerinde kölelerin çalıştırıldığı dönemi anlatan "Wish I Was in
Dixie", "Dixie's Land" ya da sadece "Dixie" olarak bilinen popüler bir şarkı. (Y.Ν.)

6. Amerikan İç Savaşı sırasında 43. Tabur'a komuta eden John S. Mosby'e (1833-1916) bağlı, vur

kaç taktiğiyle savaşan gerilla birliği. (Y.N.)

Katlar Arasında (Between Rounds)

Mayıs ayının ayı ışığı, Bayan Murphy'nin özel pansiyonuna parlak bir şekilde vuruyordu. Almanağa
bakılarak bu ışığın düştüğü geniş bir alan keşfedilebilir. İlkbahar tam da zirvesindeydi, ardından saman
nezlesi gelecekti. Parklar, yeni yapraklar ve Batı ve Güney ticareti için alıcılarla yeşillenmişti. Çiçekler
ve yaz tatili acenteleri rüzgarla savruluyor, hava ve Lawson'a verilen cevaplar daha yumuşak hale
geliyordu. Her yerde el organsızlar, çeşmeler ve pinochle oynanıyordu.

Bayan Murphy'nin pansiyonunun pencereleri açıktı. Bir grup pansiyoner, Alman pankekleri gibi
yuvarlak düz minderler üzerinde yüksek basamaklarda oturmuştu.

İkinci katın ön penceresinde, Bayan McCaskey kocasını bekliyordu. Akşam yemeği masanın üzerinde
soğuyordu. Sıcaklık, Bayan McCaskey'in içine gitti.

Saat dokuzda Bay McCaskey geldi. Ceketini kolu üzerinde, pipo dişlerinde taşıyordu; ve adımlarını
aralarına seçtiği taş noktalarına yerleştirirken basamaklardaki pansiyonerleri rahatsız ettiği için özür
diledi.

Odasının kapısını açtığında bir sürprizle karşılaştı. Onun kaçması için normalde soba kapağı veya
patates ezicisi yerine sadece kelimeler geldi.

Bay McCaskey, yumuşak Mayıs ayının eşinin göğsünü yumuşattığını hesapladı.

"Duydum seni," mutfak eşyalarının sözlü yerine geçen sesler geldi. "Sokakların yırtıklarına ayaklarınızı
fırlatmak için özür dileyebilirsiniz, ama karınızın boynunun üzerinden geçebilirsiniz ve 'Bana öpücük
ver' demeden bir çamaşır ipi boyunca yürüyebilirsiniz, ve eminim ki radyatörden uzun mesafelerde
pencereden içeri bakma şansınız yoktur, ve her Cumartesi akşamı Gallegher'ın maaşını içtikten sonra
parayla alınabilecek kadar soğuyan yiyecekleri hemen ve bugün iki kez de gaz adamı geldi."

"Kadın!" dedi Bay McCaskey, ceketini ve şapkasını sandalyeye fırlatırken, "Sesin benim iştahıma
hakarettir. Nezaketi eleştirdiğinde, toplumun temellerinin tuğlalarının arasındaki harcı alırsın.
Hanedanın yolunu açmak için bayanların arasına adım atmak için nezaketleri düşürdüğünde, bir
beyefendinin acrimony'sini uygulamaktan başka bir şey değildir. Sana dikiş yapmayan hanımlardan
Tek geçmek için yolu açmaktan başka bir şey değildir. Domatesin yüzünden çıktığını söylemekten başka
nos bir şey değildir."
a|
Şirk Bayan McCaskey ayağa kalktı ve sobaya gitti. Bay McCaskey'i uyaracak bir şey vardı. Ağzının kenarları
et aniden bir barometre gibi düştüğünde, genellikle çömlek ve teneke bir düşüşü müjdeliyordu.
İçi
|
Int
ern
al
"Domuz yüzü mü?" dedi Bayan McCaskey ve kocasına doğru bir tavada sosis ve şalgam fırlattı.

Bay McCaskey, esprilere yabancı değildi. Ana yemekle birlikte takip etmesi gerekeni biliyordu. Masa
üzerinde şamroklarla süslenmiş bir domuz kızartması vardı. Buna karşılık verdi ve uygun bir karşılık
olan bir kulplu İngiliz peyniriyle döndü. Eşi tarafından iyi hedeflenmiş sıcak, siyah, yarı-ekşi bir sıvı
dolu bir kahve makinesiyle yanıtladığında, savaş, kurslara göre, sona ermiş olmalıydı.

Ancak Bay McCaskey, 50 sentlik bir masa d'hôter değildi. Eğer isteseler kahveyi son olarak kabul
etsinler. Eğer o taklidi yapmalarına izin versinler. O daha da kurnazdı. Parmak kaseleri deneyim
sınırları dışında değildi. Pension Murphy'de bulunamasalardı, onların karşılığı vardı. Kazançla Bayan
McCaskey'in kafasına granit çamaşır kabını zaferle gönderdi. Bayan McCaskey, zamanında kaçındı. Bir
tür içki olarak kullanılmak üzere ütü almak için uzandı. Ama aşağı katlardan gelen yüksek, ağlamalı bir
çığlık, her iki tarafı da bir tür gönülsüz ateşkesle durmaya zorladı.

Evlerinin köşesinde kaldırımda Polis Cleary, ev eşyalarının çarpışma sesini dinliyordu.

"Yine Jawn McCaskey ve karısı," diye düşündü polis. "Üstüne çıkıp kavgayı durdurmalı mıyım? Hayır.
Evli insanlar; ve az sayıda zevkleri var. Uzun sürmeyecek. Elbette, devam etmek için daha fazla tabak
ödünç almalılar."

Ve tam o sırada, aşağı katlarda korku veya acil durumu işaret eden yüksek bir çığlık geldi.
"Muhtemelen kedi," dedi Polis Cleary hızlıca başka bir yöne doğru yürüdü.

Basamaklardaki pansiyonerler tedirgin oldu. Sigorta satıcısı doğası gereği Toomey, içeri girdiği gibi
çığlığı analiz etmek için içeri gitti. Bayan Purdy'nin yanında oturan Bayan Purdy ile birlikte, elleri
birbirine doğru geldi. Her gün koridorlardaki gürültüden şikayet eden iki yaşlı teyze, hemen arkasında
saatime bakacak birinin olup olmadığını sordu.

Pansiyonun en üst basamağındaki şişman karısıyla oturan Major Grigg, ceketini ilikledi. "Küçük kayıp
mı?" diye bağırdı. Karısı onu karanlıkta dışarı çıkarmazdı. Ama şimdi dedi ki: "Git, Ludovic!" bariton bir
sesle. "O annenin üzüntüsünü görmeden yardıma koşabilen kimse, taş bir kalbe sahiptir." "Bana biraz
otuz veya altmış kuruş ver, sevgilim," dedi Major. "Kaybolan çocuklar bazen uzaklara sapar. Otobüs
ücretlerine ihtiyacım olabilir."

Merdivenin en altında oturan, gaz lambasının altında bir gazete okumaya çalışan yaşlı adam Denny,
yapı işçileri grevi hakkındaki makaleyi takip etmek için bir sayfa çevirdi. Bayan Murphy, çığlık atarak
aşağıya daldı - gözyaşları ve histeriyle iki yüz kilogram ağırlığında, havayı kavrayarak ve gökyüzüne
doğru bağırarak oturdu. Bathos, gerçekten de; ancak Toomey, bayanlığın yanında oturup elleri
birbirine geçen Bayan Purdy'nin yanında oturdu ve onunla birlikte ağlayarak oturdu. Her gün
koridorlardaki gürültüden şikayet eden iki yaşlı teyze, hemen arkasında saatime bakacak birinin olup
olmadığını sordu.

Major Grigg, eşiyle en üst basamakta oturan şişman karısıyla birlikte kalktı ve ceketini ilikledi. "Kayıp
olan küçük mü?" diye bağırdı. "Şehri karış karış arayacağım." Karısı onu karanlıkta dışarı çıkarmazdı.
Ama şimdi dedi ki: "Git, Ludovic!" bariton bir sesle. "O annenin acısı karşısında yardım etmeksizin
Tek durabilenin taş bir kalbi vardır." "Bana biraz otuz veya altmış kuruş ver, sevgilim," dedi Major.
nos "Kaybolan çocuklar bazen uzaklara sapar. Otobüs ücretlerine ihtiyacım olabilir."
a|
Şirk Dördüncü katın arka tarafındaki hol odasında oturan yaşlı adam Denny, sokak lambasının yanında bir
et gazete okumaya çalışırken, marangozların greviyle ilgili makaleyi takip etmek için bir sayfa çevirdi.
İçi
|
Int
ern
al
Bayan Murphy, ayağa kalktı ve ay'a bağırarak şöyle dedi: "Oh, Mike, Allah aşkına, benim küçük oğlum
nerede?"

"Ne zaman gördün onu?" diye sordu yaşlı adam Denny, Building Trades League raporuna bir göz
atarken. "Oh," diye ağıt yakan Bayan Murphy, "dün veya belki dört saat önceydi! Bilmiyorum. Ama
kayıp, benim küçük oğlum Mike. Bu sabah sadece kaldırımda oynuyordu—ya da Çarşamba mıydı?
İşimle o kadar meşgulüm ki tarihleri takip etmek zor. Ama evi tepeden tırnağa kontrol ettim ve gitmiş.
Oh, Hiven'in aşkı için—"

Sessiz, sert, kocaman, büyük şehir her zaman hakaret edenlere karşı durdu. Ona demir gibi sert
derler; onun içinde acıma nabzı atmadığı söylenir; sokaklarını yalnız ormanlar ve lav çölleriyle
karşılaştırırlar. Ama ıstakozun sert kabuğunun altında lezzetli ve lezzetli bir yiyecek bulunur. Belki
farklı bir benzetme daha akıllıca olurdu. Yine de kimse alınmamalıdır. Kimseyi yeterli pençeye sahip
olmadan ıstakoz olarak adlandırmayız.

Hiçbir felaket insanlık kalbinin ortak duygusunu küçümsemediği kadar etkilemez: küçük bir çocuğun
kaybolması. Ayakları o kadar belirsiz ve zayıf; yollar o kadar dik ve garip.

Griggs köşeye doğru hızla indi ve cadde boyunca Billy'nin yerine girdi. Görevliye; "Burada bacakları
bükük, kirli yüzlü küçük bir şeytan altı yaşında kayıp çocuk gördün mü?”

Bay Toomey, Bayan Purdy'nin elini adımlarda korudu. "O sevimli küçük bebekleri düşün," dedi Bayan
Purdy, "annesinin yanından kaybolmuş—belki de zaten galop eden atların demir ayakları altında
düşmüş—oh, ne korkunç değil mi?"

"Aynen öyle," dedi Bay Toomey, elini sıkarak. "Ben de çıkıp onları aramaya yardım edeyim mi!"

"Belki," dedi Bayan Purdy, "sen de yapmalısın. Ama, oh, Bay Toomey, sen çok cesur—çok dikkatsizsin
—ne olurdu senin coşkunluğun sırasında sana bir kaza gelirse, o zaman ne olacak—"

Yaşlı adam Denny, marangozların greviyle ilgili makaleyi takip etmek için bir parmağıyla bir sayfa
çevirdi.

İkinci katın ön penceresinde Bay ve Bayan McCaskey ikinci nefeslerini toplamak için pencereye çıktı.
Bay McCaskey, yamuk bir işaret parmağıyla ceketinden şalgam çıkartıyordu ve karısı, kızartmanın
tuzundan faydalanmayan bir gözü silerek duruyordu. Aşağıdaki çığlığı duydular ve başlarını
pencereden uzattılar.

“Küçük Mike kayıp.” dedi Bayan McCaskey, hışımla, "Güzel, küçük, baş belası bir gossoon meleği!”
dedi.

“Çocuk mu kayıp?” dedi Bay McCaskey, pencerenin kenarına doğru eğilerek. "Neden, şimdi, tamamen
kötü. Çocuklar, onlar farklıdır. Eğer bir kadın olsaydı, isteyerek razı olurdum, çünkü gittiklerinde huzur
bırakırlar."

Bayan McCaskey, bu hücumu görmezden gelerek, kocasının koluna yapıştı.

"Jawn," dedi duygusal bir şekilde, "Missis Murphy'nin küçük çocuğu kayboldu. Küçük erkek, altı
yaşındaymış. Jawn, bizim küçük oğlan altı yaşındaysa aynı yaşta olurdu."
Tek
nos "Hiç olmadı," dedi Bay McCaskey, gerçeğe takılı kalarak.
a|
Şirk "Ama eğer olmuş olsaydı, Jawn, bu gece kalbimizde ne kadar üzüntü olurdu, küçük Phelan'ımız
et şehirde kaybolup çalınsaydı."
İçi
|
Int
ern
al
"Safsın," dedi Bay McCaskey, "adı Pat olurdu, Cantrim'daki yaşlı babamın adından sonra."

"Yalan söylüyorsun!" dedi Bayan McCaskey, kızgınlık olmadan. "Kardeşim on iki bog-trotting
McCaskey'ye bedeldi. Ondan sonra çocuğa ad konurdu." Pencerenin kenarına eğilerek aşağıdaki
telaşa baktı.

"Jawn," dedi Bayan McCaskey, yumuşak bir şekilde, "sana kızdığıma pişmanım."

"Acele et, şalgamları ve kahveyi getir. Tamam, buna hızlı bir öğle yemeği diyebilirdin, ve yalan
söyleme."

Bayan McCaskey kocasının kolunu içeri kaydırdı ve sert ellerini kavradı.

"Zavallı Mrs. Murphy'ın ağlamasına bak," dedi. "Bir çocuğun bu büyük şehirde kaybolması korkunç bir
şey. Eğer bizim küçük Phelan olsaydı, Jawn, kalbim kırılırdı."

Bay McCaskey beceriksizce elini çekti. Ama onu karısının omuzuna koydu.

"Tabii ki saçmalık," dedi, kaba bir şekilde, "ama kendi küçük Pat'imizin kaçırılması veya başına bir şey
gelmesi beni de üzebilirdi. Ama bizim için hiç çocuk olmadı. Bazen sana karşı çirkin ve sert oldum,
Judy. Unut gitsin."

Birlikte eğildiler ve aşağıdaki dramayı izlediler.

Uzun süre böyle oturdular. İnsanlar kaldırımda akın akın ilerledi, kalabalık, soru soruyor, söylentilerle
ve mantıksız tahminlerle havaı dolduruyordu. Bayan Murphy gözyaşlarının görülebilen bir şelalenin
eteğinde çalkalandığı gibi, onların arasında ileri geri süründü. Haberciler geldi ve gitti.

Pansiyonun önünde yüksek sesli sesler ve yeniden başlayan bir gürültü yükseldi.

"Şimdi ne var, Judy?" diye sordu Bay McCaskey.

"'Bayan Murphy'nin sesi," dedi Bayan McCaskey, dinleyerek. "O, küçük Mike'ı odasındaki eski
linolyum rulosunun arkasında uyurken bulmuş."

Bay McCaskey yüksek sesle güldü.

"Bu senin Phelan'ın," diye bağırdı, alaycı bir şekilde. "Divil a bit would a Pat have done that trick. Eğer
sahip olmadığımız çocuk kaybolmuş ve çalınmışsa, güçlere, ona Phelan deyin, ve onu bir kuduz köpek
gibi yatağın altına saklanırken görün." Bayan McCaskey ağırca kalktı ve ağzının köşeleri çekilmiş bir
şekilde yemek dolabına doğru gitti.

Kalabalık dağılırken Polis Cleary köşeden geri döndü. Şaşkın, McCaskey dairendeki mutfak eşyalarının
ve mutfak gereçlerinin fırlatılmasının hala önceki kadar yüksek olduğunu duydu. Polis Cleary saatinı
çıkardı.

"Sürülen yılanlar tarafından!" diye bağırdı. "Jawn McCaskey ve karısı saat tutarak bir saat ve çeyrek
boyunca dövüştüler. Missis ona kırk pound verirdi. Kollarına kuvvet!"

Polis Cleary köşeye doğru yavaşça yürüdü.


Tek Bay Denny, gaz lambasının altında bir gazete okumaya çalışırken kağıdını katlayıp, geceyi kapatmak
nos
üzere olan Bayan Murphy'nin ön kapıyı kilitlemeye hazırlandığı sırada hızla merdivenlere doğru koştu.
a|
Şirk
et
İçi Çatı Odası (Skylight Room)
|
Int
ern
al
İlk olarak, Bayan Parker size çift salonları gösterirdi. Onun avantajları ve onda sekiz yıl boyunca kalan
beyefendinin özellikleri hakkındaki açıklamalarını kesinlikle kesemezsinizdi. Daha sonra size, ne
doktor ne de dişçi olmadığınızı itiraf edebilirdiniz. Bayan Parker'ın bu itirafla başa çıkma şekli, artık
aynı duyguyu hissetmenize izin vermezdi; çünkü ebeveynleriniz sizi, Bayan Parker'ın salonlarına
uygun bir meslek eğitmemişlerdi.

Sonra bir uçuş merdiveni çıkardınız ve 8 dolara ikinci katta arkayı incelediniz. Bayan Parker'ın ikinci
kattaki tarzından ikna oldunuz, ki bu, Mr. Toosenberry her zaman orada kaldığı sürece ödediği 12
dolara değerdi; Mr. Toosenberry, Florida'nın Palm Beach yakınlarında kardeşinin portakal
plantasyonuna bakmak üzere ayrılana kadar. Orada, kışları geçiren Bayan McIntyre'nin özel banyolu
çift ön odası vardı, daha ucuza bir şey istediğinizi geveleyerek ifade ettiniz.

Eğer Bayan Parker'ın alaycı bakışlarından kurtulmayı başarırsanız, sizi üçüncü katta Mr. Skidder'ın
büyük hol odasına bakmaya götürürdü. Mr. Skidder'ın odası boş değildi. Tüm gün boyunca sigara içen
ve oyunlar yazan biriydi. Ancak her oda arayan, odasını ziyaret etmeye zorlanır ve her ziyaretten
sonra, kovulma korkusu nedeniyle Mr. Skidder kirasının bir kısmını öderdi.

Sonra, eğer hâlâ bir ayak üzerinde duruyorsanız, cebinizdeki üç nemli doları sıkıca kavrıyorsanız ve
çirkin ve kabahatli yoksulluğunuzu boğuk bir sesle haykırıyorsanız - Bayan Parker artık rehberiniz
olmazdı. O, yüksek sesle "Clara" kelimesini öter, size sırtını döner ve merdivenlerden aşağı yürürdü.
Sonra Clara, renkli hizmetçi, sizi dördüncü katta kullanılan halı merdiveni boyunca çıkarak Skylight
Odayı'nı size gösterirdi. Bu, koridorun ortasında 7x8 ayaklık bir alanı kaplıyordu. Her iki yanında
karanlık bir depo veya antre vardı.

İçinde demir bir sedir, bir lavabo ve bir sandalye vardı. Bir raf, şifonyerdi. Dört çıplak duvarı, sanki bir
tabutun yanları gibi üzerinize kapanıyormuş gibi görünüyordu. Elleriniz boğazınıza kaydı, nefes
alamadınız, bir kuyudan bakıyormuş gibi yukarı baktınız ve tekrar nefes aldınız. Küçük çatı
penceresinin camından mavi sonsuzluğu gördünüz.

"İki dolar, efendim," derdi Clara, yarı küçümseyen tonda.

Bir gün Bayan Leeson bir oda aramak için geldi. Biraz daha büyük bir kadın tarafından taşınacak
şekilde yapılmış bir daktilo makinesi taşıyordu. O çok küçük bir kızdı, durduktan sonra büyümeye
devam eden gözleri ve saçları olan ve her zaman şöyle diyormuş gibi görünen biriydi: "Aman Tanrım!
Neden bizimle aynı hızda devam etmedin?"

Bayan Parker ona çift salonları gösterdi. "Bu dolapta," dedi, "bir iskelet, anestezi veya kömür
saklanabilir."

"Ne doktor ne de dişçiyim," dedi Bayan Leeson, titreyerek.

Bayan Parker, doktor veya dişçi olarak nitelendiremeyenlere karşı tuttuğu inanmayan, acıyan, alaycı
ve buzlu bakışını ona verdi ve ikinci kata çıkmasını gösterdi.

"Sekiz dolar mı?" dedi Bayan Leeson. "Vay be! Eğer yeşil görünmüyorsam bile Hetty değilim. Sadece
küçük, çalışan bir kızım. Daha pahalı ve daha ucuz bir şey gösterin bana."
Tek
nos Bayan Parker, kapısına vuran gürültüde hemen sıçradı ve kapısına bakarak yerlilerin ne kadar güzel
a| olduğunu gördü. "Onlar için çok güzel," dedi Bayan Leeson, tam olarak meleklerin yaptığı gibi
Şirk gülümseyerek.
et
İçi
|
Int
ern
al
Onlar gittikten sonra, Bay Skidder son (yayımlanmamış) oyunundaki uzun, siyah saçlı kahramanı
silmeye ve onun yerine parlak saçlı, canlı özelliklere sahip küçük, yaramaz birini eklemeye çok yoğun
bir şekilde koyuldu.

"Anna Held ona atlar" diye kendi kendine mırıldandı Bay Skidder, ayaklarını ldayayarak ve bir keskin
balık gibi bir duman bulutu içinde kaybolup gidiyordu.

Kısa bir süre sonra "Clara!"nın toksin çağrısı, Bayan Leeson'ın cüzdanının durumunu dünyaya
duyurdu. Kara bir cin onu yakaladı, bir Stygian merdiveni tırmandı, onu üstünde bir ışık huzmesi olan
bir mahzene itti ve tehditkar ve kaba sözcüklerle "İki dolar!" dedi.

"Alırım!" diye iç çekerek Bayna Leeson, gıcırdayan demir yatağa çöktü.

Bayan Leeson her gün çalışmaya çıkardı. Geceleri üzerinde el yazısı bulunan kağıtlar getirir ve
daktilosuyla kopya yapardı. Bazen geceleri işi olmazdı ve o zaman diğer kiracılarla yüksek basamaklı
stoop'un üzerinde otururdu. Bayan Leeson, yaratılışının planları çizilirken bir gökyüzü odası için
tasarlanmamıştı. O, neşeli kalpli ve yumuşak, kaprisli hayallerle doluydu. Bir keresinde, Bay Skidder'a
büyük (yayımlanmamış) komedisi "It's No Kid; or, The Heir of the Subway." adlı üç perdesini
okumasına izin vermişti.

Bayan Leeson zaman zaman bir saat veya daha fazla süreyle basamaklarda oturduğunda, bey kiracılar
arasında sevinç vardı. Ancak, her söylediğinizde "Gerçekten mi!" diyen uzun sarışın Bayan
Longnecker, en üst basamakta oturmuş ve burnunu çekmişti. Ve her Pazar günü Coney'de hareket
eden ördekleri vuran ve bir alışveriş merkezinde çalışan Bayan Dorn, en alt basamakta oturmuş ve
burnunu çekmişti. Bayan Leeson orta basamakta oturdu ve erkekler hızla etrafında toplanırdı.

Özellikle de Bay Skidder, onu özel, romantik (sözsüz) bir hayatta gerçekleşen bir dramdaki yıldız rolü
için zihninde canlandırmıştı. Ve özellikle kırklı yaşlarında, şişman, cömert ve aptal Bay Hoover. Ve
özellikle çok genç Bay Evans, ona sigarayı bırakması için rica etmesini sağlamak için sahte bir öksürük
yapardı. Erkekler onu "en komik ve en neşeli" olarak seçmişlerdi, ancak en üst basamak ve en alt
basamakta yapılan burun çekmeleri acımasızdı.

Size yalvarırım, Chorus'un sahneye yürüyüp ayak lambalarına yaklaşmasına izin verin ve Mr.
Hoover'ın şişmanlığına epicedian bir gözyaşı dökmesine izin verin. Boru seslerini sığır yağının
trajedisine, kütlelerin belası, şişmanlığın felaketi olan tınıya ayarlayın. Denendiği takdirde, Falstaff ton
başına Romeo'nun sallantılı kaburgalarından daha fazla romantizm sunabilirdi. Bir aşık iç çekebilir,
ancak puflayamaz. Momus'un trenine şişman adamlar iadesi yapılmıştır. 52 inçlik bir kemerin
üzerinde en sadık kalp de boşuna atar. İlerle, Hoover! Hoover, kırklı yaşlarında, cömert ve aptalca
olan Helen'ı bile götürebilirdi; Hoover, kırklı yaşlarında, cömert, aptal ve şişman olan, lanet için ete
ihtiyaç duyar. Sizin için hiçbir şans olmadı, Hoover.

Bayan Parker'ın kiracıları böyle bir yaz akşamı oturduklarında, Miss Leeson gökyüzüne bakıp küçük
neşeli gülüşüyle bağırdı:

"Ah, işte Billy Jackson var! Onu buradan da görebilirim."

Hepsi yukarı baktı - bazıları gökdelen pencerelerine, bazıları bir hava gemisi için araştırma yaparken,
Tek Jackson tarafından yönlendirildi.
nos
"Bu yıldız," dedi Miss Leeson, minik parmağıyla işaret ederek, "ışıldamayan büyük yıldız değil,
a|
Şirk yanındaki sabit mavi olan. Her gece gökyüzüme bakabilirim. Ona Billy Jackson adını verdim."
et "Gerçekten mi!" dedi Miss Longnecker. "Astronom olduğunuzu bilmiyordum, Miss Leeson."
İçi
|
Int
ern
al
"Oh, evet," dedi küçük yıldız gözlemcisi, "Mars'ta gelecek sonbaharda giyecekleri kollardan ne kadar
bildiğim gibi."

"Gerçekten mi!" dedi Miss Longnecker. "Bahsettiğiniz yıldız, Cassiopeia takımının Gamma'sıdır.
Neredeyse ikinci büyüklükte ve meridyen geçişi—"

"Oh," dedi çok genç Bay Evans, "Bence Billy Jackson onun için çok daha iyi bir isim."

"Ben de öyle düşünüyorum," dedi Bay Hoover, yüksek sesle Miss Longnecker'a karşı meydan okurken
nefes alarak. "Miss Leeson'ın eski astrologlardan hiçbir farkı olmadan yıldızlara isim koyma hakkına
sahip olduğunu düşünüyorum."

"Gerçekten mi!" dedi Miss Longnecker.

"Acaba bir yıldız kayması mı?" diye mırıldandı Miss Dorn. "Coney'deki galeride pazar günü on
vuruştan dokuz ördek ve bir tavşan vurdum."

"Buradan pek iyi görünmüyor," dedi Miss Leeson. "Onu odamdan görmelisin. Biliyorsun, kuyunun
dibinden bile gündüzleri yıldızları görebilirsin. Geceleri odam kömür madeni şaftı gibi ve Billy Jackson'ı
geceleri kimonosunu sabitleyen büyük elmas broş gibi gösteriyor."

Bu olaydan sonra bir zaman geldi ki Miss Leeson korkulacak belgeler getirmedi eve. Sabahları
çalışmak yerine, ofisten ofise dolaşıp kalp atışlarını, küstah ofis çocukları aracılığıyla iletilen soğuk
retlerin damlasında eritmeye bıraktı. Bu devam etti.

Bir akşam, her zaman restorandaki akşam yemeğinden döndüğü saatte, yorgun bir şekilde Mrs.
Parker'ın basamağına çıktı. Ama akşam yemeği yememişti.

Holde adımını attığı anda Bay Hoover karşılaştı ve şansını kullandı. Ona evlenme teklif etti ve
şişmanlığı, üzerine bir çığ gibi çöktü. Kaçtı ve korkuluğa tutundu. Onun elini istedi, ve o da onu
yüzünde zayıfça vurdu. Adım adım çıktı, kendini korkuluğa sürükleyerek. Mr. Skidder'ın kapısının
önünden geçerken, kırmızı mürekkeple "Myrtle Delorme (Miss Leeson) için sahneden piruett yaparak,
Kont'un yanına" yazan bir aşama yönergesi yazıyordu (kabul edilmemiş) komedisinde. Halı kaplı
merdivenlerden en sonunda tırmandı ve skylight odasının kapısını açtı.

Lambayı yakacak kadar güçsüzdü veya soyunacak kadar güçsüzdü. Demir yatağa düştü, kırık yayları
Tek zayıf vücudunu neredeyse oyacak kadar. Ve skylight odasının Erebus'unda, ağır göz kapaklarını
nos yavaşça kaldırdı ve gülümsedi.
a|
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
Çünkü Billy Jackson, skylight üzerinden sakin, parlak ve sürekli bir şekilde parlıyordu. Onun etrafında
hiçbir dünya yoktu. Bir siyahlıklar çukuruna batmıştı, ama o küçük, solgun ışığın bir yıldızı
çerçevelediği bu küçük kare dışında, ona öyle gülünç ve öyle etkisiz bir şekilde isim koyduğu yıldızdan
başka bir şey yoktu. Miss Longnecker haklı olmalıydı; bu, Cassiopeia takımının Gamma'sıydı ve Billy
Jackson değildi. Ve yine de Gamma olmasına izin veremezdi.

Sırt üstü uzanırken iki kez kolu kaldırmaya çalıştı. Üçüncü seferinde iki ince parmağını dudaklarına
götürdü ve siyah çukurdan Billy Jackson'a bir öpücük uçurdu. Kolu güçsüzce geri düştü.

"Hoşça kal, Billy," dedi hafifçe mırıldandı. "Milyonlarca mil uzaktasın ve bir kere bile parlamayacaksın.
Ama yukarıda, sadece karanlıktan başka bir şey olmadığı zamanlarda seni görebileceğim bir yerde
kaldın, değil mi?... Milyonlarca mil... Hoşça kal, Billy Jackson."

Ertesi gün saat 10'da kapı kilitli bulundu ve onu zorla açtılar. Sirke, bilekleri tokatlamak ve yanmış
tüylerin hiçbir işe yaramaması üzerine, birisi bir ambulans için telefon açtı.

Zamanında, çok gong çalınarak kapıya yanaştı ve genç yetenekli doktor, beyaz keten ceketi içinde,
hazır, etkili, kendinden emin, yarı cilveli, yarı ciddi yüzüyle basamakları çıktı.

"Ambulans çağrısı 49'a," dedi kısaca. "Sorun nedir?"

"Oh, evet, doktor," diye burun kıvırdı Mrs. Parker, sanki evde sorun olması daha büyük bir sorunmuş
gibi. "Onunla neyin yanlış olabileceğini düşünemiyorum. Onu kendimize getirecek hiçbir şey
yapamadık. Genç bir kadın, bir Elsie Leeson. Daha önce hiç olmadı—"

"Hangi oda?" diye bağırdı doktor korkunç bir sesle, ki bu Mrs. Parker için yabancıydı.

"Skylight oda. O—"

Belli ki ambulans doktoru skylight odaların yerini iyi biliyordu. Merdivenlerden dört basamakla çıktı.
Mrs. Parker, ağırlığını gerektirdiği gibi yavaşça takip etti.

İlk katında onu, astronomu kollarında taşıyan şekilde karşıladı. Durdu ve dilinin ustaca bıçağını
salıverdi, yüksek sesle değil. Yavaş yavaş Mrs. Parker, bir çividen kayan sert bir giysi gibi buruştu. O
günden sonra zihninde ve bedeninde kıvrımlar kaldı. Ara sıra meraklı kiracıları ona doktorun ona ne
dediğini sorardı.

"Olsun, bırak olsun," diye cevap verirdi. "Eğer bunu duyduğum için af dileyebilirsem memnun
olurum."

Ambulans doktoru, merak kovalayanlar sürüsü içinden yüküyle adımladı ve onlar da kaldırımda
utangaç bir şekilde geri çekildi, çünkü yüzü kendi ölüsünü taşıyan biri gibiydi.

Onlar, taşıdığı formu ambulansta hazırlanan yatağa bırakmadığını fark ettiler ve söylediği tek şey,
"Hızlı sür, Wilson," oldu sürücüye.

Bu kadar. Bir hikaye mi? Ertesi günün gazetesinde küçük bir haber gördüm ve onun son cümlesi size
(benim gibi) olayları birleştirmenize yardımcı olabilir.
Tek
nos Bellevue Hastanesi'ne kabul edilen, açlık nedeniyle indüklenen zayıflıkla mücadele eden genç bir
a| kadının haberini içeriyordu. Haber, şu sözlerle sona eriyordu:
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
"Hasta olan Elsie Leeson isimli genç kadının vakasına müdahale eden ambulansta doktor William
Jackson, hastanın iyileşeceğini söylüyor."

Aşk Servisi (A Service of Love)

Bir sanata olan sevgisinde hiçbir hizmet çok zor görünmez. İşte önerimiz. Bu hikaye, bunun bir
sonucunu çıkaracak ve aynı zamanda önerinin yanlış olduğunu gösterecek. Bu, mantıkta yeni bir şey
olacak ve hikaye anlatma konusunda Çin Seddi'nden biraz daha eski bir beceri olacak.

Joe Larrabee, Orta Batı'nın post meşe düzlüklerinden, resim sanatına dair bir deha ile sarsılarak çıktı.
Altı yaşında, kasaba çeşmesini bir önemli vatandaşın hızla geçtiği bir resim çizdi. Bu çaba, düzensiz
sayıda sıraya sahip bir mısır kulağı yanında, eczane penceresine çerçevelenip asıldı. Yirmisinde, New
York'a akıcı bir kravat ve biraz daha sıkı bir şekilde bağlanmış bir sermaye ile ayrıldı.

Delia Caruthers, Güney'deki bir çam köyünde altı oktavda şeyler yaptı; akrabaları ona "Kuzey'e"
gitmesi ve "tamamlanması" için yeterince yonga şapkasında yeterince para biriktirdi. Onların f––, ama
bu bizim hikayemiz.

Joe ve Delia, bir grup sanat ve müzik öğrencisinin kiyaroskuro, Wagner, müzik, Rembrandt'ın eserleri,
resimler, Waldteufel, duvar kağıdı, Chopin ve Oolong'u tartışmak için toplandığı bir atölyede tanıştı.
Joe ve Delia, birbirine aşık oldular, ya da birbirlerine, sizin tercihinize bağlı olarak, ve kısa sürede
evlendiler - çünkü (yukarıya bakın), bir sanatı sevdiğinizde hiçbir hizmet çok zor görünmez.

Bay ve Bayan Larrabee, bir dairede ev tutmaya başladılar. Yalnız bir daireydi - klavyenin sol alt
tarafında bulunan A sharp gibi bir şey. Ve mutluydular; çünkü sanatları vardı ve birbirlerine sahiptiler.
Zengin genç adama olan tavsiyem, sahip olduğun her şeyi sat ve fakirlere ver; temel olarak bir
dairede sanatın ve Delia'nın ayrıcalığına bakan bir kapıcının olduğu bir yerde yaşama ayrıcalığı.

Dairede yaşayanlar, bunun tek gerçek mutluluk olduğunu onaylayacaktır. Eğer bir ev mutluysa, çok
yakın olamaz - elbise dolabı çöksün ve bir bilardo masasına dönüşsün; şömine bir kürek makinesine,
yazı masası bir yatak odasına, lavabo bir dik piyano olur; dört duvar istedikleri gibi bir araya gelsin,
eğer istiyorsa, sen ve Delia arasında. Ama eğer ev diğer türden bir şeyse, o zaman geniş ve uzun olsun
- Altın Kapı'dan gir, şapkanı Hatteras'a, pelerini Cape Horn'a as ve Labrador'dan çık.

Joe, büyük Magister'in sınıfında resim yapıyordu—onun şöhretini biliyorsunuz. Ücretleri yüksek;
dersleri hafif—yüksek ışıkları ona ün kazandırmış. Delia, Rosenstock'un derslerini alıyordu—onun
piyano tuşlarını rahatsız eden olarak ünü biliniyor.

Paraları yettiği sürece oldukça mutluydular. Herkes—ama sinsilik yapmayacağım. Hedefleri çok açık
ve belirgindi. Joe, çok yakında ince yan favorilere sahip yaşlı adamların onun stüdyosunda birbirlerini
dövmek için izin almak için sandalye kesesine gönderecek resimler yapabilen biri olacaktı. Delia,
Müzik'e hakim olacak ve ardından onu küçümseyecekti, bu yüzden orkestra koltukları ve kutular
satılmazsa özel bir yemek odasında boğaz ağrısı ve ızgara yemek yiyebilir ve sahneye çıkmayı
reddedebilirdi.
Tek
nos Ancak benim görüşüme göre, en iyisi küçük dairedeki ev yaşamıydı—günün çalışmasından sonra
a| ateşli, söyleşi dolu sohbetler; samimi akşam yemekleri ve taze, hafif kahvaltılar; karşılıklı amaç
Şirk değişimi—her biri diğerinin iç içe geçmiş hayalleri veya önemsiz olanları—karşılıklı yardım ve ilham;
et ve—sanat saflığıma bakın—akşam saat 11'de doldurulmuş zeytin ve peynir sandviçleri.
İçi
|
Int
ern
al
Ancak bir süre sonra Sanat düşüşe geçti. Bazen, bazı baca sinyalizatörü onu işaret etmese bile düşer.
Giden hiçbir şey olmadan gelen hiçbir şey, vahşilerin dediği gibi. Mr. Magister ve Herr Rosenstock'a
ödemek için para eksikti. Bir insan sanatını sevdiğinde, hiçbir hizmet çok zor görünmez. Bu nedenle,
Delia, kızartma tavasını kaynatmak için müzik dersleri vermek zorunda olduğunu söyledi.

İki veya üç gün boyunca öğrenciler için dolaşmaya çıktı. Bir akşam neşeli bir şekilde eve geldi.

"Joe, canım," dedi sevinçle, "bir öğrencim var. Ve, ah, en güzel insanlar! General—General A. B.
Pinkney'nin kızı—Seventy–first street'te. Harika bir ev, Joe—ön kapıyı görmelisin! Bizans olduğunu
düşünüyorum. Ve içerisi! Oh, Joe, daha önce hiçbir şeye benzemedi.

"Öğrencim kızı Clementina. Onu şimdiden çok seviyorum. Zarif bir şey—her zaman beyaz giyer; ve en
tatlı, en basit tavırlar! Sadece onsekiz yaşında. Haftada üç ders vermem gerekiyor; ve düşün, Joe!
Ders başına 5 dolar. Hiç önemli değil; çünkü iki veya üç tane daha öğrencim olduğunda Herr
Rosenstock ile derslere devam edebilirim. Şimdi, alnındaki kırışıklığı düzelt, canım, ve güzel bir akşam
yemeği yapalım."

"Senin için tamam, Dele," dedi Joe, bir konserve bezelye kutusuna bir oyma bıçağı ve bir balta ile
saldırarak, "ama benim için nasıl olacak? Senin için maaş avına çıkarken, ben yüksek sanat
bölgelerinde mıçtığımı sanıyorsun? Benvenuto Cellini'nin kemikleriyle yemin ederim ki, gazete
satabilirim veya kaldırımlara taş döşeyebilirim ve bir veya iki dolar getirebilirim."

Delia yanına geldi ve boynuna dolandı.

"Joe, canım, saçmalıyorsun. Çalışmalara devam etmelisin. Sanki müziği bırakmış ve başka bir şeyde
çalışıyormuş gibi değilim. Ben öğretirken öğreniyorum. Her zaman müziğimle birlikteyim. Ve 15
dolarlık haftalık gelirimizle milyonerler gibi mutlu yaşayabiliriz. Mr. Magister'ı bırakmak gibi bir
düşünceye kapılmamalısın."

"Tamam," dedi Joe, mavi kenarlı sebzeliğe uzanarak. "Ama ders vermeni istemiyorum. Sanat değil.
Ama sen harika birisin ve bunu yapmak harika."

"Birisi sanatını sevdiğinde hiçbir hizmet çok zor görünmez," dedi Delia.

"Magister, parkta yaptığım skeçte gökyüzünü övdü," dedi Joe. "Ve Tinkle, penceresine iki tanesini
asmama izin verdi. Bir tane satarım belki, doğru türden bir zengin budala onları görürse."

"Eminim satacaksın," dedi Delia tatlı bir şekilde. "Şimdi Gen. Pinkney ve bu dana kızartması için
minnettar olalım."

Gelecek haftanın tamamında Larrabeeler erken kahvaltı yaptılar. Joe, Central Park'ta yaptığı sabah
efekti skeçleri konusunda hevesliydi ve Delia'yı 7'de kahvaltı yapmış, şımartılmış, övülmüş ve öpülmüş
bir şekilde gönderdi. Sanat, cezbetmeye yeten bir sevgilidir. Çoğu zaman akşamleyin döndüğünde
saat 7 idi.

Haftanın sonunda, Delia, tatlı gururla ama biraz yorgun bir şekilde, 8×10 (inç) orta sehpanın üzerine
üç beş dolarlık banknotu fırlattı ve 8×10 (fit) düz oturma odasının ortasına.

"Bazen," dedi biraz yorgun bir şekilde, "Clementina beni zorlar. Sanırım yeterince prati yapmıyor ve
Tek
sürekli olarak aynı şeyleri söylemek zorunda kalıyorum. Ve sonra her zaman tamamen beyaz giyinir,
nos
a| ve bu sıkıcı olabilir. Ama Gen. Pinkney en sevimli yaşlı adam! Siz onu görebilseydiniz, Joe. Bazı
Şirk zamanlar Clementina ile piyano başında olduğumda girer—o bir dul, biliyorsunuz—ve orada durur,
et beyaz sakalını çeker. 'Ve sekizler ve onaltılık sekizler nasıl ilerliyor?' her zaman sorar.
İçi
|
Int
ern
al
"Joe, oradaki çizim odasındaki kaplama tahtasını görebilsen! Ve o Astrakhan kilimi perdeler. Ve
Clementina'nın böyle komik bir öksürüğü var. Umarım göründüğünden daha güçlüdür. Ah, gerçekten
ona bağlanıyorum, o kadar nazik ve soylu. Gen. Pinkney'nin kardeşi bir ara Bolivya büyükelçisiydi."

Ve sonra Joe, bir Monte Cristo'nun hava havasında, bir on, bir beş, bir iki ve bir tane daha çıkardı—
hepsi yasal ödeme notları—ve onları Delia'nın kazancının yanına koydu.

"Obeliskin su rengine o su rengi satıldı," diye duyurdu coşkulu bir şekilde.

"Benimle alay etme," dedi Delia, "Peoria'dan değil!"

"Tam da öyle. Onu görebilseydin, Dele. Yün şallı şişman bir adam ve bir kuill diş çubuğuyla. Skeçi
Tinkle'ın penceresinde gördü ve başlangıçta bir rüzgar gülü olduğunu düşündü. Yine de oyun, satın
aldı. Başka bir tane sipariş etti—Lackawanna yük tren istasyonunun bir yağlı boya eskizini almak üzere
geri götürmek için. Müzik dersleri! Oh, sanatın hala içinde olduğunu düşünüyorum."

"Devam ettiğine sevindim," dedi Delia içtenlikle. "Kazanmaya kararlısın, canım. Otuz üç dolar! Daha
önce bu kadar harcamamız olmadı. Bu gece istiridye yiyeceğiz."

"Ve şampinyonlu filet mignon," dedi Joe. "Zeytin çatalı nerede?"

Sonraki Cumartesi akşamı Joe önce eve vardı. 18 dolarını oturma odası masasına yaydı ve ellerinden
oldukça fazla karanlık boyayı yıkadı.

Yarım saat sonra Delia geldi, sağ eli dökme sarılı ve bandajlarla şekilsiz bir paket.

"Bu nedir?" diye sordu Joe, olağan selamlamalardan sonra. Delia güldü, ama pek neşeli değildi.

"Clementina," açıkladı, "dersinden sonra bir Welsh rabbit ısrar etti. O kadar tuhaf bir kız. Saat beşte
Welsh rabbit. Gen. Pinkney oradaydı. Joe, görmeliydin onu chafing dish'i koştururken, sanki evde bir
hizmetçi yokmuş gibi. Biliyorum ki Clementina iyi bir sağlığa sahip olmadığından korkuyorum; çok
sinirli. Tavşağı servis ederken, elime ve bileğime çok fazla kaynar dökülmesine neden oldu. Çok acıdı,
Joe. Ve tatlı kız öyle üzgündü! Ama Gen. Pinkney!—Joe, o yaşlı adam neredeyse çıldırdı. Hemen aşağı
koştu ve birini gönderdi—fırıncı veya bodrumdaki biri olduklarını söylediler—bir eczaneye gidip yağ
ve bağlamak için bazı şeyler getirmesi için. Şimdi çok fazla acımıyor."

"Budur?" diye sordu Joe, nazikçe elini alırken ve bandajların altındaki beyaz ipliklere çekerken.

"Bu yumuşak bir şey," dedi Delia, "üzerinde yağ vardı. Ah, Joe, başka bir eskiz sattın mı?" Masada
parayı görmüştü.

"Sattım mı?" dedi Joe; "Peoria'dan olan adama sor. Bugün deposunu aldı, ve emin değil, ama başka
bir park manzarası ve Hudson Nehri manzarası istediğini düşünüyor. Bu öğleden sonra elini ne zaman
yaktın, Dele?"

"Beş civarı sanırım," dedi Dele, içli içli. "Demir—yani tavşan o saatte ateşten indi. Joe, Gen. Pinkney'i
görmelisin, ne zaman—"

"Bir an buraya otur, Dele," dedi Joe. Onu kanepeye çekti, yanına oturdu ve omuzlarına kollarını uzattı.
Tek "Son iki haftadır ne yapıyordun, Dele?" diye sordu.
nos
a| Bir an ya da ikinci bir an için gözleriyle dolu bir sevgi ve inat dolu bir gözle karşı koydu ve Gen.
Şirk Pinkney'in belirsiz birkaç kelimesini mırıldandı; ama sonunda başı eğildi ve gerçek ile gözyaşları
et döküldü.
İçi
|
Int
ern
al
"Hiçbir öğrenci bulamadım," itiraf etti. "Ve senin dersleri bırakmanı görmek istemedim; ve o büyük
Twenty–fourth Street çamaşırhanesinde gömlek ütüleme işine girdim. Ve hem Genel Pinkney'i hem
de Clementina'yı uydurmak için oldukça iyi bir iş çıkardığımı düşünüyorum, değil mi, Joe? Ve bu
öğleden sonra bir kız çamaşırhanede sıcak bir ütüyü elim üzerine bıraktığında, eve dönene kadar o
Welsh tavşanı hikayesini uyduruyordum. Kızgın değilsin, değil mi, Joe? Ve eğer işi almasaydım, belki
de Peoria'dan olan adama eskizlerini satmamış olabilirdin."

"O Peoria'dan değildi," dedi Joe, yavaşça.

"Nereden olduğu önemli değil. Ne kadar zeki olduğun, Joe—ve—öp beni, Joe—ve neden asla
Clementina'ya müzik dersi vermediğimi düşündüğünü hiç bir zaman neden şüphelendiğini söyler
misin?"

"Sadece bu akşama kadar," dedi Joe. "Ve o zaman, bu öğleden sonra eli ütüyle yanmış bir kız için
makine odasından pamuk atığı ve yağ gönderdim. Son iki haftadır o çamaşırhanedeki makineyi
çalıştırıyorum."

"Ve sonra sen—"

"Peoria'dan olan alıcım," dedi Joe, "ve Gen. Pinkney, aynı sanatın yaratılarıdır—ama ne resim ne de
müzik dersi olarak adlandırmazsın."

Ve sonra her ikisi de güldü, ve Joe başladı:

"Bir insan sanatını sevdiğinde, hiçbir hizmet fazla olmaz—"

Ama Delia, onu öpmeye çalışarak, onun dudaklarına eliyle engelledi. "Hayır," dedi—"sadece 'Bir insan
sevdiğinde.'"

Maggie’nin Dışına Çıkmak (The Coming out of Maggie)

Her Cumartesi gecesi, Clover Leaf Sosyal Kulübü Doğu Yakası'ndaki Give and Take Atletik Derneği
salonunda bir dans düzenlerdi. Bu danslardan birine katılmak için Give and Take üyesi olmalısınız -
veya valsle dansa başlayan bölüme aitseniz, Rhinegold'un kağıt kutu fabrikasında çalışmalısınız. Yine
de, her Clover Leaf üyesinin, bir yabancıyı bir dansa eşlik etmesine veya onunla eşlik etmesine izin
verilirdi. Ancak çoğu Give and Take, etkilendiği kağıt kutu kızını getirirdi; ve birkaç yabancı, düzenli
danslarda ayak salladıklarını söylemekten gurur duyabilirdi.

Maggie Toole, donuk gözleri, geniş ağzı ve iki adımda sol ayağı çalıştırdığı için, danslara Anna McCarty
ve onun "sevgilisi" ile gitmişti. Anna ve Maggie fabrikada yan yana çalışıyorlardı ve en büyük
arkadaştılar. Bu nedenle Anna her zaman Jimmy Burns'u her Cumartesi akşamı Maggie'nin evine
götürmeye zorluyordu, böylece arkadaşı da onlarla dansa gidebilirdi.

Tek
nos Give and Take Atletik Derneği adını haklı çıkarıyordu. Orchard Caddesi'ndeki derneğin salonu, kas
a| geliştirici icatlarla donatılmıştı. Bu liflerle inşa edilen üyeler, genellikle polis ve rakip sosyal ve spor
Şirk
organizasyonlarıyla sevinçli çatışmalara girişirdi. Bu daha ciddi etkinlikler arasında Cumartesi gecesi
et
kağıt kutu fabrikası kızlarıyla yapılan hop, rafine bir etki ve etkili bir perde olarak gelirdi. Çünkü bazen
İçi
|
Int
ern
al
ipuçları dolaşırdı ve eğer seçilenler arasındaysanız, karanlık arka merdiveni tırmananlardan biri olarak,
içeride ipten yapılmış içinde tam anlamıyla tatmin edici bir küçük hafif siklet mücadelesini
görebilirdiniz.

Cumartesi günleri Rhinegold'un kağıt kutu fabrikası saat 3'te kapanırdı. Bir böyle öğleden sonra Anna
ve Maggie birlikte evlerine doğru yürüdüler. Maggie'nin kapısında Anna, her zamanki gibi, "Tam yedi
de hazır ol, Mag; ve Jimmy ve ben senin için uğrayacağız," dedi.

Ama bu neydi? Alışılmış mütevazı ve minnettar teşekkürler yerine, yüksek bir baş, geniş bir ağız
köşesinde gururlu bir gülme ve donuk kahverengi gözlerde neredeyse bir parıltı olduğu fark edildi.

"Teşekkürler, Anna," dedi Maggie; "ama sizinle Jimmy bu akşam sıkıntıya gerek yok. Benimle hopta
eşlik etmek için beyefendi bir arkadaşım var.”

Güzel Anna, arkadaşına saldırdı, onu salladı, azarladı ve ona yalvardı. Maggie Toole bir çocuk mu
buldu! Sıradan, sevgi dolu, çekici olmayan Maggie, bir arkadaş olarak o kadar tatlı, küçük parktaki iki
adımda veya ay ışığında bir bankta aranmayan. Nasıl oldu? Ne zaman oldu? Kimdi?

"Bu akşam göreceksin," dedi Maggie, ilk üzümünün içinde hissettiği şarapla coşmuş. "Tamamıyla
harika. Jimmy'den iki inç daha uzun, güncel giyinen biri. Sizi tanıştırırım, Anna, hemen salona
vardığımızda."

Anna ve Jimmy o akşam gelen ilk Clover Leaf'lerden biriydi. Anna'nın gözleri, arkadaşının "avına" ilk
bakışı yakalamak için parlak bir şekilde kapıya odaklanmıştı.

Saat 8:30'da Toole Bayan, refakatçisiyle birlikte salona girdi. Hemen zafer dolu gözü, sadık Jimmy'nin
kanadı altındaki arkadaşını keşfetti.

"Oh, vay be!" diye bağırdı Anna, "Mag bir etki yaratmadı mı, oh hayır! Harika bir adam mı? Elbette!
Tarza bak."

"İstersen git," dedi Jimmy, sesinde zımpara kağıdıyla. "Onu istiyorsan kap. Bu yeni adamlar her zaman
kalabalıkla kazanır. Beni umursama. Sanırım tüm limonları sıkmaz. Huh!"
Tek
nos
a|
Şirk
"Sus, Jimmy. Ne demek istediğimi biliyorsun. Mag için sevindim. İlk adamı. Oh, işte geliyorlar."
et
İçi
|
Int
ern
al
Maggie, bir nazik yattaş gibi salona geçti, bir zarif kruvazör tarafından eskort edildiği gibi. Ve
gerçekten de, arkadaşı sadık Jimmy'nin iltifatlarını haklı çıkardı. Ortalama bir Give and Take atletinden
iki inç daha uzundu; koyu saçları kıvrılmıştı; gözleri ve dişleri her sık gülümsediğinde parlıyordu.
Clover Leaf Kulübü'nün genç erkekleri, inançlarını kişinin zarafetine değil, gücüne, elden ele
çatışmalardaki başarılarına ve sürekli tehdit eden yasal sıkıntılardan korunmasına bağladılar. Bir kağıt
kutusu kızını fethetmek için zafer arabasına bağlamak isteyen dernek üyesi, Beau Brummel hava
kullanmayı küçümsemeye cesaret edemezdi. Bunlar, onurlu savaş yöntemleri olarak kabul
edilmiyordu. Şişen biceps, göğüs üzerindeki düğmeleri zorlayan ceket, yaratılışın kozmogonisinde
erkeğin üstünlüğüne dair bilinçli bir inanç havası, hatta bir Cupid'in nazik turnuvalarında boy bükülen
bacakları sergileyen sakin bir görüntü - bunlar Clover Leaf şövalyelerinin onaylanmış kolları ve
mühimmatıydı. Sonra, bu ziyaretçinin diz çökmelerini ve cezbetici duruşlarına bakanları, çene açısıyla
yeni bir açıdan gördüler.

"Bir arkadaşım, Terry O'Sullivan," Maggie'nin tanıtım formülü buydu. Onu odanın etrafında gezdirdi
ve her yeni gelen Clover Leaf'e tanıttı. Şimdi neredeyse güzel gibiydi, ilk adamları ve bir kedinin ilk
faresi ile gelen bir kızın gözlerindeki eşsiz parlaklıkla.

Kızlar, ona "arkadaşlarını" tanıtması için kuşattılar. Clover Leaf genç erkekleri, iki yıl süren körlükten
sonra Miss Toole'da birdenbire çekicilikler gördüler. Onlar, onu etkilemek için bir kendini feda eden
partner onu dansa davet ettiğinde o kadar minnettarlık hissetti ve gösterdi ki, onun zevki ucuzlandı ve
azaldı. Hatta Anna'nın, arkadaşını iki adımla ayağının üzerinden yürümesi için Jimmy'yi dirseğiyle
itmesini sıkça fark etti.

Ancak bu gece kabak bir arabaya ve altı atlı bir koça dönüşmüştü. Terry O'Sullivan zafer kazanmış bir
Prens Carming idi ve Maggie Toole'nin ilk kelebek uçuşunu kanatlandırdı. Ve eğer peri masallarımız
entomoloji ile karışmışsa bile, Maggie'nin tek mükemmel gecesinin gül tacı melodisinden bir damla
bile dökmezler.

Kızlar, ondan "arkadaşına" tanıtım için kuşatıldı. Clover Leaf genç erkekleri, iki yıl süren körlükten
sonra Toole Hanım'da çekicilikler fark ettiler. Onlar, ona karşı kaslarındaki etkileyici hareketleri
sergileyerek ve dans için onu ayırtarak ona yaklaştılar.

Böylece puan aldı; ancak Terry O'Sullivan'a gecenin onurları kalın ve hızlı bir şekilde düştü. Saçlarını
salladı; gülümsedi ve kendi odanızdaki açık pencerenin önünde günde on dakika boyunca zarafet
kazanma yedi hareketini kolayca yaptı. Bir faun gibi dans etti; tarz ve stil ve atmosfer getirdi;
kelimeleri dilinde takılmadan geldi ve—Dempsey Donovan'ın getirdiği kağıt-kutu kızıyla iki kez vals
yaptı.
Tek
nos
a| Dempsey, derneğin lideriydi. Smokin giyer ve çubuğa bir eliyle iki kez çene yapabilirdi. "Büyük Mike"
Şirk O'Sullivan'ın yardımcılarından biriydi ve asla sorun yaşamazdı. Hiçbir polis onu tutuklamaya cesaret
et
İçi
|
Int
ern
al
edemezdi. Her bir seyyar satıcının kafasını kırdığında veya Heinrick B. Sweeney Outing and Literary
Association üyesinden birinin diz kapağına ateş ettiğinde, bir memur uğrardı ve derdi:

"Kaptan, seni birkaç dakika görmek istiyor ofise gelince, Dempsey, benim oğlum."

Ancak orada büyük altın saat zincirleri ve siyah puroları olan çeşitli beyefendiler olurdu; ve biri komik
bir hikaye anlatır ve ardından Dempsey geri dönüp altı kiloluk dambıllarla yarım saat çalışırdı. Bu
nedenle, Niagara üzerine gerilmiş bir telde ip üzerinde bir denge hareketi yapmak, Dempsey
Donovan'ın kağıt-kutu kızıyla iki kez vals yapmaktan daha güvenli bir terpsikor performansıydı. Saat
10'da "Büyük Mike" O'Sullivan'ın yuvarlak, neşeli yüzü, kapıda beş dakika boyunca sahneye parladı.
Her zaman beş dakika için içeriye bakar, kızlara gülümser ve memnun gençlere gerçek perfectos
dağıtırdı.

Dempsey Donovan, anında yanında oldu ve hızla konuştu. "Büyük Mike" dansçılara dikkatlice baktı,
gülümsedi, başını salladı ve ayrıldı.

Müzik durdu. Dansçılar duvar boyunca sandalyelere dağıldı. Terry O'Sullivan, büyüleyici reveransıyla,
mavi elbiseli güzel bir kızı partnerine bıraktı ve Maggie'yi bulmaya geri döndü. Dempsey onu dans
pistinin ortasında engelledi.

Roma'nın bize miras bırakmış olabileceği ince bir içgüdü, neredeyse herkesin dönüp onlara
baktırmıştı - sanki iki gladyatör arenada buluşmuş gibiydi. İki veya üç Give and Take, dar ceket
kollarıyla daha yaklaştı.

"Bir an, Bay O'Sullivan," dedi Dempsey. "Umarım kendinizi eğliyorsunuzdur. Nerede yaşadığınızı
söylediniz?"

İki gladyatör de iyi eşleşmişti. Dempsey, belki on pound ağırlığında fazlası vardı. O'Sullivan, hızla bir
genişliğe sahipti. Dempsey'in buzlu bir gözü, hükmeden ince bir ağzı, yıkılmaz bir çenesi, bir güzelinki
gibi bir ten rengi ve bir şampiyonun sakinliği vardı. Ziyaretçi, aşağılayıcı bakışına daha fazla ateş
gösterdi ve göze çarpan alayı üzerinde daha az kontrol gösterdi. Kayalar eritildiğinde yazılan yasaya
göre düşmanlardılar. İkisi de pre-eminansı paylaşacak kadar görkemli, güçlü ve eşsizdi. Sadece biri
hayatta kalacaktı.

Tek "Grand Caddesi'nde yaşıyorum," dedi O'Sullivan, küstahça; "ve evimde bulunmak sorun değil. Sen
nos nerede yaşıyorsun?"
a|
Şirk
et
İçi Dempsey soruyu görmezden geldi.
|
Int
ern
al
"Adınızın O'Sullivan olduğunu söylüyorsunuz," dedi devam etti. "Peki, 'Büyük Mike' sizi daha önce hiç
görmediğini söylüyor."

"Hiç görmediği bir sürü şey var," dedi hop'un favorisi.

"Genellikle," diye devam etti kısık bir sesle Dempsey, "bu bölgedeki O'Sullivan'lar birbirini tanır. Bir
üyemizden birini buraya getirdiniz ve biz bir şans istiyoruz. Eğer soy ağacınız varsa, üzerinde birkaç
tarihî O'Sullivan filizi gösterin. Yoksa köklerinden çıkaralım mı?"

"Kendi işinle uğraşsan iyi olur," önerisinde bulundu O'Sullivan, yumuşak bir şekilde.

Dempsey'nin gözleri parladı. İlham verici bir parmakla, sanki ona parlak bir fikir gelmiş gibi, yukarı
kaldırdı.

"Şimdi buldum," dedi içtenlikle. "Sadece küçük bir hata idi. Sen bir O'Sullivan değilsin. Sen kuyruklu
bir maymunsun. İlk başta seni tanımadığımız için bize özür diler misin?"

O'Sullivan'ın gözleri parladı. Hızlı bir hareket yaptı, ancak Andy Geoghan hazırdı ve kolunu yakaladı.

Dempsey, Andy ve kulübün sekreteri William McMahan'a kafa sallayarak hızla salondaki arka kapıya
doğru yürüdü. İki diğer Give and Take Derneği üyesi hızla küçük gruba katıldı. Terry O'Sullivan şimdi
Kurallar ve Sosyal Hakemler Kurulu'nun ellerindeydi. Kısaca ve yumuşakça onunla konuştular ve aynı
arka kapıdan dışarı çıkardılar.

Clover Leaf üyelerinin bu hareketi açıklama gerektiriyor. Dernek salonunun arkasında, kulüp
tarafından kiralanmış küçük bir oda bulunuyordu. Bu odada dans pistinde ortaya çıkan kişisel
sorunlar, doğanın silahlarıyla, board'un gözetiminde adamdan adama çözülüyordu. Hiçbir bayan, bir
Clover Leaf hopunda bir kavga gördüğünü söyleyemezdi. Bayan üyeler garantiliydi.

Dempsey ve kurulun ön hazırlıklarını bu kadar kolay ve düzgün bir şekilde yaptığından, salonun içinde
çekici O'Sullivan'ın sosyal zaferinin kontrol edilmesini birçok kişi fark etmemişti. Bunlardan biri
Maggie'ydi. Escort'u için etrafa baktı.

Tek
nos
"Hadi!" dedi Rose Cassidy. "Sen de mi vardın? Demps Donovan, Lizzie çocuğunla kavga etti ve onu
a|
Şirk
kesim odasına götürdüler. Saçlarım bu şekilde nasıl görünüyor, Mag?"
et
İçi
|
Int
ern
al
Maggie, cheesecloth bluzunun göğsüne bir el koydu.

"Demps ile savaşmaya gitti!" dedi, nefes nefese. "Onları durdurmamız gerekiyor. Dempsey Donovan
onunla savaşamaz. Ne, öldürecek!"

"Ah, umurunda mı?" dedi Rosa. "Onlardan bazıları her hop'ta kavga etmiyor mu?"

Ama Maggie yola çıkmıştı, labirent gibi dans eden kalabalığın arasından zigzag şeklinde yol alarak.
Arka kapıdan dışarı fırladı ve ardından çift dövüş odasının kapısına sağlam omzunu dayadı. Kapı açıldı
ve içeri girdiği an gözü sahneye takıldı - Board'un açık saatlerle etrafında durduğunu; Dempsey
Donovan'ın gömleksiz kollarıyla, çağdaş bir bokserin uyanık zarafetiyle, rakibine kolayca ulaşabilmesi
için hafif ayaklı bir dans etmesi; Terry O'Sullivan'ın kollarını kavramış ve karanlık gözlerinde öldürücü
bir ifade bulunan bir şekilde durması. Ve hızlı girişine rağmen, aniden kaldırılan bir kolun üzerine
sıçraması ve göğsünden çıkardığı parlak uzun bıçağı çalmak için zamana yetişmesi - bıçak yere düştü
ve zeminde çınladı. Soğuk çelik, Give and Take Derneği odalarında çekilmişti! Böyle bir şey daha önce
hiç olmamıştı. Bir dakika boyunca herkes hareketsiz durdu. Andy Geoghan, ayakkabısının parmağıyla
ilginç bir şekilde bıçağı tekmeledi, sanki öğrenmiş olduğu antik silahları keşfetmiş bir arkeolog gibi.

Ve sonra O'Sullivan dişleri arasında anlaşılmaz bir şeyler fısıldadı. Dempsey ve board birbirlerine
bakıştı. Ve sonra Dempsey, O'Sullivan'a öfke olmadan, biri bir sokak köpeğine bakar gibi baktı ve
başını kapıya doğru salladı.

"Arka merdivenler, Giuseppi," dedi kısaca. "Senin şapkanı sonra sana atarlar."

Maggie, Dempsey Donovan'a doğru yürüdü. Elmacık kemiklerinin üzerinde parlak bir kırmızı nokta
vardı ve üzerinde yavaş yavaş akan gözyaşları vardı. Ama cesurca gözlerine baktı.

"Biliyordum, Dempsey," dedi, gözleri gözyaşları içinde bile donuklaşıyor. "Guinea olduğunu
biliyordum. Adı Tony Spinelli. Bana senin ve onun kavga ettiğini söylediklerinde hemen içeri girdim.
Bu Guineaların hep bıçak taşıdıklarını biliyordum. Ama anlamıyorsun, Dempsey. Hayatımda hiçbir
erkek arkadaşım olmadı. Her gece Anna ve Jimmy ile gelmekten sıkıldım, bu yüzden kendisiyle
O'Sullivan olarak gelmesi için anlaştım ve onu getirdim. Eğer bir Dago olarak gelseydi hiçbir şey
olmazdı. Sanırım kulüpten ayrılmalıyım."

Tek Dempsey, Andy Geoghan'a döndü.


nos
a|
Şirk
et
"O peynir dilimini pencereden at," dedi, "ve içeride Mr. O'Sullivan'ın Tammany Hall'a gitmesi
İçi gerektiğine dair telefon mesajı aldığını söyle."
|
Int
ern
al
Ve sonra Maggie'ye geri döndü.

"De', Mag," dedi, "seni eve götüreceğim. Ve gelecek cumartesi gecesi ne dersin? Eğer seni aramaya
gelirsem benimle hopta dans eder misin?"

Maggie'nin gözlerinin ne kadar hızlı değişebildiği dikkat çekiciydi.

"Dempsey ile mi?" diye kekeledi. "Söyle—ördek yüzebilir mi?"

Polis ve İlahı (The Cop and the Anthem)

Soapy, Madison Meydanı'ndaki tahta sırasında huzursuzca kıpırdandı. Yabankazları geceleri çığlıklar
attığında, fok derisinden mantosu olmayan kadınlar kocalarına iyi davranmaya başladığında ve Soapy
Park'taki bankında huzursuzca kıpırdandığında, anlayın ki kışın eli kulağında.

Soapy'nin kucağına kuru bir yaprak kondu. Jack Frost'un kartviziti. Jack, Madison Meydanı'nın
sakinlerine karşı kibardır, yıllık ziyaretini makul bir süre öncesinden duyurur, onları uyarır. Dört
caddenin kesiştiği köşede durup kartını Kuzey Rüzgârı'na, "tüm açık hava malikânelerinin
başkapıcısı"na uzatır ki, malikâne sakinleri kendilerini kışa hazırlayabilsinler.

Soapy, bir gerçeğin bilincindeydi: Yaklaşan amansız kışla başa çıkabilmek için, kendini dörtdörtlük bir
"maddi kaynak bulma projesi'ne adamanın vakti gelmişti. İşte, tahta sırasında bu yüzden kıpırdanıp
durmaktaydı.

Soapy'nin kışlık emelleri öyle abartılı şeyler değildi. Aralarında, gemiyle Akdeniz turlarına çıkmak,
kendini güney yarımküredeki rehavet dolu gecelere bırakmak ya da Vezüv Körfezi'nde aylaklık etmek
türünden hayaller yoktu. Onun en büyük arzusu, Ada'da üç ay geçirmekti. Üç ay boyunca yeme-içme,
yatak ve kafa dengi arkadaş garantisi, poyrazlardan ve mavi üniformalardan uzak, güvende olmak,
Soapy için bütün arzuların anasıydı.

Konuksever Blackwell Hapishanesi, yıllarca kışlık karargâhı olmuştu. Ondan daha şanslı New Yorklular
her yıl, havalar soğuduğunda Palm Beach ve Riviera biletlerini alırken, Soapy de Ada'ya yapacağı kışlık
göçün mütevazı hazırlıklarını tamamlardı. İşte bu yıl da, vakit gelmişti. Bir gece önce, asırlık
meydanda, fıskıyeli çeşmenin yakınındaki bankta uyurken, paltosunun altına, bileklerinin etrafına ve
kucağına yaydığı üç gazete, soğuğu alt etmeyi başaramamıştı. Dolayısıyla, Ada, Soapy'nin zihninde
kocaman ve kusursuz bir imge halinde dalgalanmaktaydı. Kentteki yardıma muhtaç vatandaşlara,
hayırseverlik adına yapılan eften püften düzenlemeleri küçümsüyordu. Soapy'ye göre Kanun,
Hayırseverlikten çok daha merhametliydi. Belediye ya da diğer iane kuruluşlarına ait, başvurduğu
takdirde Soapy'ye yalın bir yaşam standardına uygun yiyecekle barınak sağlayabilecek sayısız kurum
Tek vardı. Ancak Soapy'nin gururu, bu tür yardım derneklerinden sadaka almasını engelliyordu. Karşılık
nos veremediğin sürece, hayırseverlerden kabul ettiğin her kuruşu, incinen gururunla ödemek zorunda
a| kalırsın. Nasıl ki Caesar'ın Brutus'u varsa, hayır kurumlarındaki her yatağın da yıkanma vergisi, her
Şirk ekmek somununun özel ve mahrem bir sorgulamadan geçme bedeli vardır. Bu nedenle, Kanun'un
et
İçi
|
Int
ern
al
konuğu olmak çok daha iyidir, çünkü o, her ne kadar yasalarca belirleniyor olsa da, bir beyefendinin
özel meselelerine gereksizce burnunu sokmaz.

Böylece, Ada'ya gitmeye karar veren Soapy, arzusuna ulaşmak için hemen kolları sıvadı. Bunu
sağlamanın pek çok kolay yolu vardı. En zevklisi de, pahalı bir lokantada bol keseden karnını
doyurmak, sonra, hesabı ödeyemeyeceğini belirtip sessizce, ortalığı velveleye vermeden bir polis
memuruna teslim edilmekti. Gerisini, gönlü geniş bir sulh yargıcı hallederdi.

Soapy banktan kalktı, yürüyerek meydandan çıktı, Broadway ile 5. Cadde'nin birlikte aktığı, engin
asfalt denizini geçti. Broadway'in üst yanına saptı, ışıl ışıl bir kafenin önünde durdu; üzüm, ipekböceği
ve protoplazmanın en seçkin ürünlerinin her gece toplandığı bir yerdi.

Soapy'nin kendine güveni tamdı; belden yukarısına. Tıraş olmuştu, ceketi düzgündü, boynunda da, bir
misyoner hanımefendinin Şükran Günü'nde verdiği siyah, kendinden bağlı, temiz kravat vardı.
Lokantadaki masalardan birine şüphe çekmeden kapağı attığı takdirde, başarısı kesindi. Bedeninin üst
yarısı, yani masada görünen kısmı, garsonları kesinlikle işkillendirmezdi. Kızarmış yabanördeği, diye
düşündü, işimi görür; yanında bir şişe Chablis, ardından Camembert peyniri, üstüne de bir fincan
kahveyle bir puro. Bir dolarlık puro yeterdi. Hesap, müdüriyetin intikamını en üst düzeyde almasını
gerektirecek kadar yüklü olmayacak; ama karnı, kışlık sığınağına doğru memnun mesut yollanmasını
sağlayacak şekilde, güzelce doymuş olacaktı.

Fakat Soapy adımını lokantaya atar atmaz, garsonun gözleri yıpranmış pantolonuyla berbat haldeki
ayakkabılarına dikiliverdi. Güçlü ve kararlı eller onu çevirdi, sessizce, aceleyle kaldırıma yönlendirdi;
böylece, tehdit altındaki yabanördeğinin yürekler acısı yazgısı değişmiş oldu.

Soapy, Broadway'den uzaklaştı. Gözünü diktiği adasına ulaşmanın yolu, mükellef bir ziyafetten
geçmeyecekti anlaşılan. Hapishaneye girmenin bir başka yolunu bulmak zorundaydı.

6. Cadde'deki bir köşe başında, elektrik ışıkları ve dökme camın gerisinde ustaca, zekice sergilenen
porselenler, bir vitrini diğerlerinden ayırıyor, göze çarptırıyordu. Soapy yerden bir kaldırım taşı aldı,
cama indirdi. Köşeyi dönmüş, koşarak yaklaşan birileri göründü; başlarında da bir polis. Soapy hiç
kıpırdamadı, elleri ceplerinde, üniformadaki pirinç düğmelere sırıttı. "Bunu yapan adam nerede?"
diye sordu polis heyecanla.

"Benim yapmış olabileceğim hiç aklına gelmiyor mu?" dedi Soapy; hiç de alaycı olmayan, tam tersine,
talihine sevinen birinin dostça ses tonuyla.

Polisin zihni, Soapy'yi tanık olarak bile kabullenmeyi reddediyordu. Vitrin camlarını indirenler, durup
kanun adamlarıyla tartışmayı beklemezler.

Tabanları yağlarlar. Polisin gözüne yolun ilerisinde, bir taksiye doğru koşan adam çarptı. Copunu
kaldırdı, adamın peşine düştü. Soapy içi tiksintiyle, ikinci kez başarısızlığa uğramanın bezginliğiyle
dolu, ağır ağır uzaklaştı.

Yolun karşı tarafında, büyük iddialar taşımayan bir lokanta vardı. Açık iştahlara ve alçakgönüllü
cüzdanlara hizmet vermekteydi. Tabak çanağı ve atmosferi kalın, çorbası ve örtüleri inceydi. Soapy,
insanı töhmet altında bırakan ayakkabılarını ve çenesi düşük pantolonunu buraya sorunsuzca
Tek sokabildi. Bir masaya oturdu, biftek, tava böreği, pudra şekerli çörek ve turtadan oluşan yemeği
nos mideye indirdi. Sonra da garsona gerçeği açıkladı: En küçük para birimiyle bile bir araya gelmesi, söz
a| konusu değildi.
Şirk
et "Haydi, şimdi harekete geç ve polis çağır," dedi. "Acele et, bir beyefendiyi bekletme."
İçi
|
Int
ern
al
"Sana polis filan yok," dedi garson, tereyağlı pasta gibi yumuşacık bir ses ve Manhattan kokteylindeki
kiraz kadar parlak gözlerle. "Hey, Con!"

İki garson Soapy'yi pütürlü kaldırıma güzelce, sol kulağının üzerine fırlattılar. Ağır ağır doğruldu,
eklemlerini, katlanmış cetvelini açan bir marangoz gibi, teker teker açarak üzerindeki tozu silkeledi.
Tutuklanmak boş bir hayaldi galiba. Ada çok çok uzaklarda görünüyordu. İki dükkân ileride, bir
eczanenin önünde duran polis onun haline güldü, yürüyüp gitti.

Soapy bir kez daha enselenme girişiminde bulunacak cesareti, ancak beş sokak ilerledikten sonra
toplayabildi. Bu kez fırsat, Soapy'nin ahmakça bir yorumla "armut pişti ağzıma düştü" dediği bir
tarzda karşısına çıktı. Sade ve hoş görünümlü, genç bir kadın, bir vitrinin karşısında durmuş, canlı, şen
bir ilgiyle tıraş kaplarına ve mürekkep hokkalarına bakmaktaydı; vitrinden iki metre kadar uzaktaysa
yangın musluğuna yaslanmış öylece duran, gayet

azametli, iriyarı bir polis vardı. Soapy'nin planı, aşağılık, iğrenç bir "zampara" rolüne bürünmekti.

Kurbanının kibar, zarif görüntüsüyle uyanık polisin olay mahalline yakınlığı, inancını güçlendiriyordu:
O küçücük fıçıcık adadaki kışlık mekânını garantileyecek olan güzelim, resmî pençenin koluna
yapışması an meselesiydi.

Soapy, misyoner hanımın verdiği hazır boyunbağını düzeltti, kısalmış manşetlerini çekiştirdi, şapkasını
en afili açıya yıktı ve yan yan genç kadına sokuldu. Gözlerini ona dikti, birkaç kez öksürüp "ehhemm
ledi, yılışık yılışık sırıttı; kısacası, bir "zampara"nın şu küstah, rezil nakaratını olanca arsızlığıyla
yineledi. Gözucuyla, polisin onu pür dikkat izlediğini görebiliyordu. Genç kadın birkaç adım çekildi,
sonra yoğun dikkatini yeniden tıraş taslarına yöneltti. Soapy yanaştı, kadının dibine küstahça dikilip
şapkasını çıkardı: "Ah, canım Bedelia! Gelip bahçemde oynamak istemez miydin?"

Polis hâlâ, gözünü kırpmadan ona bakıyordu. Taciz altındaki genç kadının tek bir parmağını sallaması
yeterdi, Soapy de kendini resmen cennet adasına

giden yolda bulurdu. Polis karakolunun samimi sıcaklığını şimdiden hissedebiliyordu. Genç kadın
döndü, bir eliyle Soapy'nin koluna yapıştı.

"Elbette, Mike," dedi neşeyle, “tabii önce şöyle bol köpüklü, kocaman bir bira ısmarlarsan. Seninle
daha önce konuşacaktım ama polis bakıyordu."

Koluna sarmaşık gibi dolanmış genç kadınla birlikte, Soapy, kederlere batmış bir halde polisin
önünden geçti. Ne yapsa özgürlüğe mahkûm olmuştu anlaşılan.

İlk köşe başında refakatçisini silkeledi, koşmaya başladı. Gece çökünce en aydınlık sokakları, yürekleri,
yeminleri ve opera güftelerini bulacağınız semte gelince, durdu. Kürklü kadınlar, paltolu erkekler
soğuk havada keyifle, şen şakrak gezinmekteydi. Soapy'nin içine ani bir korku doldu: Korkunç bir büyü
yüzünden, tutuklanmaya karşı bağışıklık mı kazanmıştı yoksa? Düşünce, yanında az biraz da panik
getirmişti, dolayısıyla, ışıl ışıl bir tiyatronun önünde çalımla volta atan polis memurunu görünce, son
çare olarak "toplum huzurunu bozacak davranışlar” kartını oynadı. Kaldırımda bağırıp çağırmaya,
avazı çıktığı kadar sarhoş naraları

patlatmaya başladı. Dans etti, uludu, çığlıklar attı, yeri göğü inletti. Polis, copunu sağa sola çevirerek
Tek
Soapy'ye sırtını döndü, bir vatandaşa açıkladı:
nos
a| "Şu Yale'li gençlerden biri; Hartford Üniversitesi'ne çektirdikleri sıfırı kutluyorlar. Gürültücü ama
Şirk zararsız. Göz yumma talimatı aldık."
et
İçi Soapy yıkılmıştı; hiçbir işe yaramayan şamatasını kesti. Yakasına yapışacak
|
Int
ern
al
tek bir polis memuru bile kalmamış mıydı yeryüzünde? Ada giderek bir hayal diyarına, ulaşılamaz bir
cennete dönüşmekteydi. Serin rüzgâra karşı, ince ceketinin düğmelerini ilikledi.

Gözüne bir puro dükkanında, çakmağının gür aleviyle purosunu yakmakta olan, iyi giyimli bir adam
ilişti. İçeriye girince, ipek şemsiyesini

kapının pervazına yaslamıştı. Soapy dükkâna girdi, şemsiyeyi aldı, hiç acele etmeden dışarıya çıktı.
Çakmaklı adam hemen onun peşinden seğirtti.

"Şemsiye benim," dedi sertçe.

"Yok canım?" diye dudak büktü Soapy, küçük hırsızlığına bir de hakaret katarak. "Madem öyle, neden
polis çağırmıyorsun? Aldım işte. Senin şemsiyeni! Haydi, polis çağırsana. Şu köşede bir tane duruyor."

Şemsiye sahibi adımlarını yavaşlattı. Soapy de öyle; içini, talihinin bir kez daha ters gideceğine ilişkin,
nahoş bir önsezi yoklamıştı. Polis memuru ikiliyi kuşkuyla süzüyordu.

"Ah, elbette," dedi şemsiyenin sahibi, "şey... bilirsiniz, yani insan bu tür hatalar yapıyor işte... bu eğer
bu şemsiye sizinse- lütfen bağışlayın... onu bu sabah bir lokantadan almıştım - tanıdıysanız, yani
sizinkiyse -kusura

bakmayın- umarım beni..."

"Tabii ki benim," dedi Soapy, hırçın bir sesle. Şemsiyenin eski sahibi geri çekildi. Polis memuru karşı
kaldırımdaki, opera pelerinli, uzun boylu sarışının karşıya geçmesine yardım etmek üzere hemen o
yana seğirtti; iki sokak öteden bir tramvay gelmekteydi.

Soapy, bakım ve onarım çalışmalarının mahvettiği bir sokakta, doğuya doğru ilerledi. Şemsiyeyi
hiddetle bir çukura fırlattı. Soluğunun altından, kasket takan, cop taşıyan adamlara verdi veriştirdi. O
onların pençesine düşmek için çabaladıkça, onlar da Soapy'ye asla yanlış yapmayacak bir kralmış gibi
davranıyorlardı.

Sonunda, doğuya düşen, cümbüşün, patırtının doludizgin sürdüğü bulvarlardan birine ulaştı. Yönünü
aşağıya, Madison Alanı'na çevirdi; çünkü yuvan bir parktaki tahta sıra bile olsa, yuvaya dönüş
içgüdüsü yerli yerinde durur.

Ama Soapy beklenmedik sakinlikteki bir köşe başında, zınk diye duruverdi. Eski bir kilise vardı burada;
tuhaf, düzensizce yayılmış, sivri çatılı. Eflatun vitraylı pencereden yumuşak bir ışık yayılıyordu; içeride,
yaklaşan Şabat günü ilahisinde ustalaşmaya çalışan bir orgcu parmaklarını tuşlarda gezdiriyor
olmalıydı: Süzülerek gelip kulaklarına ulaşan tatlı nağmeler Soapy'yi durdurdu, büklümlü demir
parmaklığa büyülenmiş gibi yapıştırdı.

Tepede mehtap vardı, parlak ve dingin; araçlar da yayalar da tek tüktü; serçeler saçaklarda mahmur
mahmur cıvıldaşıyordu - bir an için, bir taşra kilisesinde olduğunuzu sanabilirdiniz. Orgcunun çaldığı
ilahi Soapy'yi parmaklığın önüne çivilemişti, çünkü onu çok iyi anımsıyordu: Hayatının, anneler ve
çiçekler ve emeller ve dostlar ve tertemiz düşünceler ve beyaz yakalı gömlekler türünden şeyler
içerdiği günlerden.

Soapy'nin ansızın duyarlılaşan zihniyle eski kilisenin yarattığı etki birleşti, ruhunda hiç beklenmedik ve
Tek
olağanüstü bir değişim yarattı. Yuvarlandığı çukuru ani bir dehşetle gördü; varoluşunu, yaşamını
nos
a| oluşturan sefil günleri, beş para etmez arzuları, abes umutları, heba olmuş yetenekleri ve sahte,
Şirk korkak güdüleri.
et
İçi
|
Int
ern
al
Kalbi bu yeni ruh haline ânında, coşkuyla karşılık verdi, gümbür gümbür atmaya başladı. Anlık ve
güçlü bir dürtü Soapy'yi sefil, acınası kaderiyle güreşmeye çağırdı. Kendini bataklıktan çekip
çıkaracaktı; yeniden bir erkek olacaktı; onu pençesine alan iblisi alt edecekti. Zaman vardı; görece
genç

sayılırdı; o eski, coşkun emellerini diriltecek ve peşlerine düşecekti; tökezlemeden, pes etmeden.
Orgdan yayılan şu ciddi, dinsel ama tatlı ezgiler, Soapy'nin içinde bir devrim başlatmıştı. Yarın doğruca
kentin kükreyen, gürleyen merkezine dalacak, bir iş bulacaktı. Bir kürk ithalatçısı, bir keresinde ona
şoförlük teklif etmişti. Yarın o adamı bulacak, o işe başvuracaktı. Soapy de biri, dünyada bir yeri olan
biri olacaktı. O...

Omzunda bir el hissetti. Çabucak döndü ve bir polis memurunun geniş

suratıyla burun buruna geldi. "Burada ne yapıyosun?" diye sordu memur.

"Hiçbi şey," dedi Soapy.

"O zaman yürü bakalım," dedi polis.

"Ada'da üç ay," dedi Polis Mahkemesi'ndeki sulh yargıcı, ertesi sabah.

8. (ing.) Kışı, karı, ayazı simgeleyen hayali kişi, masal kahramanı. (Y.N.)

9. East River üzerinde, bugün Roosevelt Adası adıyla anılan Blackwell's Adası, XIX. yüzyılda New York
Belediyesi tarafından, Blackwell ailesinden satın alındı ve adadaki malikânelerin biri hapishaneye, biri
akıl hastanesine dönüştürüldü. (Y.N.)

Ikey Shoenstein’in Aşk Süzgeci (The Love-philtre of Ikey Shoenstein)

Mavi Işık Eczanesi kent merkezindedir, Bowery ile 1. Cadde'nin arasında, iki caddenin birbirine en
yaklaştığı noktada. Mavi Işık, bir eczanede biblolara, kokulara, dondurmalı içeceklere yer olmadığına
inanır. Size bir ağrı kesici istediğinizde çıkarıp şeker vermezler.

Mavi Işık, modern eczacılığın kolaylaştırıcı uygulamalarını da küçümser. Öyle ki, kendi afyonunu
kendisi yumuşatır, afyon tentürünü, kâfurunu kendisi süzer. İlaçlar o yüksek reçete tezgâhının
gerisinde hazırlanır - haplar kendi hap silindirlerinden dışarı yuvarlanır, bir spatulayla ayrılır, baş ve
işaretparmaklarıyla çevrilir, toz magnezyuma batırılıp küçük, yuvarlak, mukavva kutularda teslim
edilir. Eczane, saç baş darmadağın, terli haylazların (içerideki öksürük tabletlerinin, şurupların
muhtemel kullanıcılarının) sürüler halinde koşuşup durduğu köşe başındadır.

Mavi Işık'ın gece kalfası Ikey Schoenstein, müşterilerin dostuydu. Doğu Yakası'nda, eczacıların kalbinin
buz tutmadığı yerde bu hep böyledir. Orada, olması gerektiği gibi, bir eczacı aynı zamanda bir
danışman, bir sırdaş, bir akıl hocası, bilgisine saygı duyulan, esrarengiz bilgeliğine hürmet edilen,
verdiği ilaç çoğunlukla, ağza bile sürülmeksizin musluk deliğine boşaltılan, yetkin ve gayretkeş bir
Tek
nos misyonerdir. Dolayısıyla, Ikey'nin iri, gözlüklü burnu ve dar, bilgi-ağırlığıyla eğilmiş bedeni Mavi Işık'ın
a| çevresinde iyi tanınır; tavsiyeleri, uyarıları ciddiye alınırdı.
Şirk
Ikey, Mrs. Riddle'ın iki sokak ilerideki pansiyonunda kalıyor, kahvaltısını orada ediyordu. Mrs.
et
Riddle'ın Rosy adında bir kızı vardı. Lafı döndürüp dolaştırmak vakit kaybı olacak; evet, tahmin
İçi
|
Int
ern
al
ettiğiniz gibi, Ikey Rosy'ye tapıyordu. Kız, bir bileşimin olmazsa olmaz eriyiği gibi onun bütün
düşüncelerine sızıyordu; kimyasal açıdan ister saf, katışıksız olsun isterse bileşik, kullanıma hazır olan
her ilacın süzülmüş özüydü o - bütün ilaç terkiplerini içeren katalogda bile, ona eşdeğer hiçbir şey
yoktu. Ama Ikey çok utangaçtı; çekingenliği ve korkuları, umutlarının su yüzüne çıkmasını
engelliyordu. Tezgâhının gerisinde, özel bilgisinin ve değerinin büyük bir olgunlukla farkında olan
üstün biriydi; dışarıda, dizleri titreyen, yarı kör, sürücülerden küfür yiyen bir avareydi; üstünden
düşen bol giysileri kimyasal madde lekeleriyle kaplıydı, sarısabır ve kediotu uçucu yağları kokardı.

Ikey'nin midesini bulandıran bir sinek (Basmakalıp, ama tam oturan bir mecaz!) vardı: Chunk
McGowan.

Mr. McGowan da, Rosy'nin fırlattığı parlak gülücükleri yakalamaya çalışanlardan biriydi. Fakat Ikey
gibi bu oyunun acemisi değildi; gelen tebessümleri ustaca karşılamayı biliyordu. Aynı zamanda da
Ikey'nin dostu ve müşterisiydi; Bowery'de geçirilen zevkli bir gecenin ardından, bir çürüğe tentürdiyot
sürdürmek ya da bir kesiğe yara bandı yapıştırtmak için, Mavi Işık Eczanesi'ne sıkça uğrardı.

Bir akşamüstü McGowan sessiz, telaşsızca içeri girip bir tabureye oturdu, yakışıklı, dingin yüzlü,
kararlı, iyi huyu ile.

"Ikey," dedi, dibeğini alıp karşısına oturan, dövdüğü aselbent reçinesini toz haline getirmeye koyulan
arkadaşına. "Aç kulağını da dinle. Derdimin ilacı sende olabilir."

Ikey, Mr. McGowan'ın yüzünde yine bir kavganın malum izlerini araştırdı, ama bir tane bile bulamadı.

"Çıkar ceketini," diye buyurdu. "Kaburgalarına bir bıçak yiyeceğini baştan beri biliyordum. O İtalyanlar
bir gün canına okuyacak, diye kaç kere söyledim."

Mr. McGowan sırıttı. "Onlar değil," dedi. "İtalyanlar değil. Ama teşhisin doğru, yaranın yerini iyi bildin
- ceketimin altında, kaburgalara yakın. Dinle, Ikey! Rosy'yle bu gece kaçıp evleneceğiz."

Ikey'nin sol işaretparmağı, sabit durması için dibeğin kenarını kavramıştı. Havan tokmağını olanca
gücüyle parmağına indirmesine karşın, hiçbir şey hissetmedi. Bu arada Mr. McGowan'ın gülümsemesi
silinmiş, yerini şaşkın, sıkkın bir anlama bırakmıştı.

"Tabii," diye sürdürdü sözünü, "Rosy o vakte kadar fikrini değiştirmezse. Tam iki haftadır kaçış planları
yapıyoruz. Bir gün tamam diyor, aynı akşam olmaz diyor. Bu gece için anlaştık, Rosy de iki gündür
sözünden dönmedi. Ama önümüzde daha beş saat var, son anda cayıp beni ekmesinden

korkuyorum." "İlaca ihtiyacın olduğunu söylemiştin," diye anımsattı Ikey. Mr. McGowan her zamanki
halinin tavrının aksine, huzursuz, tedirgin görünüyordu. Bir Patentli-İlaçlar Almanağı'nı kıvırdı,
parmağını gereksiz bir

itinayla içine soktu.

"Böyle sakat bir durum yüzünden bu gece kötü bir başlangıç yapmayı hayatta istemem," dedi.
"Harlem'de küçük bir dairem var; her şey hazır, masada krizantemler, ocakta kaynamaya hazır
çaydanlık. Bir de papaz ayarladım, saat dokuz buçukta evinde bizi bekleyecek. Bu iş bu gece mutlaka
hallolmalı. Rosy bir kez daha fikir değiştirmezse elbet!" Yeniden kuşkuların
Tek
pençesine düşmüş olmalı ki, sustu. "Hâlâ anlamış değilim," dedi Ikey tersçe, "neden ilaçlardan söz
nos
a| ettiğini ya da benden bu konuda ne beklediğini."
Şirk "Riddle denen moruk, benden hiç hazzetmez," diye sürdürdü huzursuz damat adayı, karşısındakini
et
ikna etmek için kolları sıvayarak. "Bir haftadır Rosy'nin evden çıkmasına bile izin vermiyor. Bir
İçi
|
Int
ern
al
pansiyoneri kaybetmekten korkmasalardı, beni çoktan kapı dışarı etmişlerdi. Haftada yirmi dolar
kazanıyorum; kızları Chunk McGowan'la kaçtığına asla pişman olmayacaktır."

"İznini rica edeceğim, Chunk," dedi Ikey. "Acele hazırlamam gereken bir reçete var."

"Söylesene," dedi McGowan doğruca ona bakarak, "söylesene, bir tür ilaç... yani bir kızın senden daha
çok hoşlanmasını sağlayacak bir toz filan yok mudur?"

İşin içyüzünü anlayan Ikey'nin üstdudağı, üstünlüğü ele geçirmenin verdiği küçümsemeyle kıvrıldı,
fakat yanıt vermesine kalmadan, McGowan atıldı:

"Tim Lacy bana bir keresinde, dışarlıklı bir bitirimden bir şey alıp sevgilisinin gazozuna karıştırdığını
anlatmıştı. Daha ilk içişte, kızın gözü başkasını görmez olmuş. İki haftaya kalmadan da evlenmişler."

Chunk McGowan güçlü ve yalın biriydi. Ikey biraz daha iyi bir insan sarrafı olsaydı, bu katı dış
cephenin ne kadar ince, duyarlı tellere yaslandığını anlardı. Düşman topraklarını işgale hazırlanan iyi
bir general gibi, olası her türlü hezimete karşı bütün önlemleri almaya çalışıyordu adam.

"Düşündüm de," diye ekledi Chunk umutla, "elimde o tozlardan olsaydı da bu gece yemekte Rosy'ye
içirseydim, belki kararının pekişmesini, sözünden dönmemesini sağlardı, ha? Onu zorla, çeke çeke
götürmek zorunda kalmayacağımı biliyorum, ama kadınlar söz konusu olduğunda dizginleri
salıvermemek gerektiğini de biliyorum. İlaç birkaç saat işe yarasa yeter de artar." "Bu kaçma saçmalığı
saat kaçta gerçekleşecek?" diye sordu Ikey.

"Dokuzda. Akşam yemeği yedide. Rosy saat sekizde başının ağrıdığını söyleyerek yatmaya gidecek.
Dokuzda, bizim Parvenzano beni arka bahçesine alacak; Riddle'la arasındaki çitte bir gedik var, oradan
bitişik bahçeye geçeceğim. Rosy'nin penceresinin altına gidip yangın merdiveninden inmesine yardım
edeceğim. Papaz yüzünden acele etmeliyiz. Rosy, bayrak indiğinde yarıştan vazgeçmezse her şey
çocuk oyuncağı. Bana o tozlardan

hazırlayabilir misin, Ikey?" Ikey Schoenstein ağır ağır burnunu ovuşturdu.

"Chunk," dedi, "bu tür ilaçlarda eczacılar çok dikkatli olmalıdır. Bütün tanıdıklarım içinde, böylesi bir
tozu güvenip de verebileceğim tek kişi sensin. Sırf senin hatırına yapacağım bunu; göreceksin,
Rosy'nin sana bakışını

fazlasıyla etkileyecek." Ikey reçete tezgâhının arkasına geçti. İçinde dörtte bir oranında morfin
bulunan, suda eriyen iki tableti ezip toz haline getirdi. Hacmini artırmak için biraz süt tozu kattı, beyaz
bir kâğıda düzgünce sardı. Bu doz, bir yetişkine saatlerce, deliksiz bir uyku sağlardı. Paketi Chunk
McGowan'a verdi, mümkünse bir bardak sıvıya karıştırıp içirmesini tembihledi, karşılığında da arka
bahçe çapkınının candan teşekkürlerini aldı.

Ikey'nin kurnazlığı, bir sonraki hamlesinin sahnelenişinde iyice açığa çıkıyor. Mr. Riddle'a bir haberci
yollayıp McGowan ile Rosy'nin kaçmayı tasarladığını duyurdu. Mr. Riddle irikıyım bir adamdı; teni
kiremittozu renginde, fevri, hızla harekete geçen.

"Minnettarım," dedi Ikey'ye kısaca. "Şu aylak İrlandalıya da bakın! Odam, Rosy'ninkinin tam üstünde.
Yemekten sonra doğruca odama çıkacak, tüfeğimi doldurup bekleyeceğim. Arka bahçeme adımını
Tek attığı an, kendini gelin arabası yerine cankurtaranda bulacak." Rosy Düş Tanrısı Morpheos'un
nos kollarında, mışıl mışıl uyur, kulağı güzelce
a|
Şirk bükülmüş, gözünü kan bürümüş babası da elde silah beklerken, Ikey rakibinin hezimetinin an
et meselesi olduğunun farkındaydı.
İçi
|
Int
ern
al
Mavi Işık Eczanesi'nde bütün gece trajedi haberini bekledi ama haber

gelmedi.

Sabah sekizde, dükkânı gündüz kalfasına teslim eder etmez, Mrs. Riddle'ın pansiyonuna koşma, olup
biteni öğrenme telaşıyla dışarıya fırladı. Ama o da ne! Geçen tramvaydan atlayan Chunk McGowan,
mutluluktan pembeleşmiş yüzünde zafer dolu bir sırıtışla, eline yapışıverdi.

"Görev başarıyla tamamlandı," dedi, cennete layık bir tebessümle. "Rosy saniyesi saniyesine yangın
merdivenini indi, tam dokuz otuzda rahibin kapısına dayandık. Şu an benim dairede - bu sabah,
üzerinde mavi kimonosu, bana yumurta pişirdi. Tanrım, ne kadar şanslıyım! Bir gün bize uğra da
yemek yiyelim, Ikey. Hemen köprünün aşağısında bir iş buldum, şimdi de oraya gidiyorum."

"Peki... peki ya toz?" diye kekeledi Ikey.

Chunk'ın tebessümü iyice genişledi. "Ha, verdiğin ilaç mı? Eh, şöyle oldu: Dün akşam Riddle ailesiyle
birlikte sofraya oturdum, Rosy'ye baktım ve kendi kendime, 'Chunk, kızı elde edeceksen, dürüstçe et;
böylesine asil bir kıza hokus pokus çekme,' dedim. Bunun üzerine, verdiğin kâğıdı cebimden bile
çıkarmadım. Sonra, ansızın gözüm masadaki bir başka şahsa takıldı; içimden, 'Bu beyefendi müstakbel
damadına karşı hiç de duruma yaraşır

hisler beslemiyor,' dedim ve fırsatını kollayıp tozu Riddle moruğunun kahvesine boca ediverdim -
gördün mü?"

Sarı Köpeğin Anıları (Memoirs of a Yellow Dog)

Sanırım sizleri hayvanlardan gelen bir katkıyı okumak pek şaşırtmaz. Mr. Kipling ve birçok diğer kişi,
hayvanların kârlı İngilizce ifade edebileceğini gösterdi ve şu günlerde bir hayvan hikayesi içermeyen
hiçbir dergi basılmaz, Bryan ve Mont Pélee dehşeti resimlerini hâlâ yayınlayan eski tarz aylıklar hariç.

Ancak eserimde Bearoo, ayı, ve Snakoo, yılan, ve Tammanoo, kaplan, orman kitaplarında konuştukları
gibi aşağı bakana edebi bir şey beklemeyin. Bir ömrünü ucuz bir New York dairede, Lady
Longshoremen'ın ziyafetinde port şarabı döktüğü eski bir saten alt eteğin köşesinde uyuyarak
geçirmiş sarı bir köpek, konuşma sanatında herhangi bir numara beklenmemeli.

Sarı bir köpek olarak doğdum; tarih, yer, soy ve ağırlık bilinmiyor. Hatırlayabildiğim ilk şey, bir kadının
beni Broadway ve Yirmi Üçüncü'de bir sepet içinde, bir şanslı bayana satmaya çalıştığı andı. Yaşlı
Mother Hubbard beni bir gerçek Pomeranian-Hambletonian-Red-Irish-Cochin-China-Stoke-Pogis tilki
teriyeri olarak bandonun etrafında döndürmeye çalışıyordu. Şişman bayan, alışveriş çantasındaki gros
grain flannelette örnekleri arasında V şeklinde bir döviz avına çıktı ve onu köşeye sıkıştırana kadar
vazgeçmedi. O an, bir evlat edinilmiş bir evcil hayvan oldum - annenin kendi wootsey squidlums'u.
Tek Sayın nazik okuyucu, hiç 200 kiloluk bir kadının Camembert peyniri ve Peau d'Espagne lezzetini
nos soluyarak sizi kaldırıp, sizi burunları boyunca tokatlamasını yaşadınız mı, ve sürekli olarak Emma
a| Eames ses tonuyla şöyle dediğini duydunuz mu: "Oh, oo's um oodlum, doodlum, woodlum, toodlum,
Şirk bitsy-witsy skoodlums?"
et
İçi
|
Int
ern
al
Soyu belli bir sarı bir köpektim ve anonim bir sarı cur olmaya, bir angora kedi ile bir kutu limonun
kesişimi gibi görünmeye başladım. Ama sahibem hiçbir şeyin farkına varmadı. O, Nuh'un gemisine
kaçan iki ilkel yavrunun benim atalarımın yan dalı olduğunu düşündü. Onu, Siber bloodhound ödülü
için Madison Square Garden'a kaydetmek için iki polis gerekirdi.

Size o daireden bahsedeceğim. Ev, New York'ta sıradan bir şeydi, giriş holünde Parian mermerle
döşenmiş ve birinci katta üstünde çakıl taşlarıydı. Dairemiz üç - pekâlâ, tırmanışlar değil - çıkarmadan
yukarıdaydı. Sahibem eşyalar olmadan kiraladı ve düzenli şeyleri yerleştirdi - 1903 antika döşemesiz
oturma odası takımı, Harlem çay evindeki geishaların yağlı kromosu, kauçuk bitkisi ve koca.

Vallahi! Ona üzüldüğüm bir iki ayaklı varlıktı. Kumral saçlı ve benimkine çok benzeyen sakallı küçük bir
adamdı. Sahipsiz mi? - tamamen pelikanlar ve alev kuşları ve turnaların hepsi ona girdi. Kapıları sildi
ve sahibem bulaşıkları kurularken ikinci katta gelincik derisinden kürk ceket giyen kadının
çamaşırlarının çizgisine astığı ucuz, yırtık şeyler hakkında konuşurken onu dinledi. Ve her akşam
yemeğini hazırlarken, ona beni bir yürüyüşe çıkarması için ipin ucuna alması için zorladı.

Eğer erkekler kadınların yalnızken zaman geçirme şeklini bilseydi, asla evlenmezlerdi. Laura Lean
Jibbey, yer fıstığı kırığı, boyun kaslarına azıcık badem kreması, bulaşıklar yıkanmamış, buz satıcısıyla
yarım saatlik sohbet, eski mektup paketini okuma, bir çift salatalık turşusu ve iki şişe malt özü,
pencere perdesindeki delikten karşı dairedeki daireye göz atmaktan ibaretti. Ona işten gelmesine
yirmi dakika kala evi düzeltir, saçlarını göstermemesi için tokasını takar ve on dakikalık bir numara için
bir sürü dikiş dikmeye başlar.

Ben o dairede bir köpeğin hayatını yaşadım. Çoğu zaman köşemde yatardım, o şişman kadının zaman
öldürmesini izlerdim. Bazen uyurdum ve kedileri bodrumlara kovalamak ve siyah eldivenli yaşlı
bayanlara hırlamak hakkında boru rüyalarım olurdu, çünkü bir köpek böyle yapmalıydı. Sonra, bana
saçma kaniş takdimi ve burnuma öpücük kondururdu - ama ne yapabilirdim ki? Bir köpek karanfil
çiğneyemez.

Hubby için üzülmeye başladım, kedilerim beni ısırsın eğer başlamazsam. Birbirimize çok benzedik,
insanlar dışarı çıktığımızda fark etti; bu yüzden Morgan'ın taksisinin aşağıya indiği sokakları salladık ve
ucuz insanların yaşadığı sokaklarda Aralık ayının son kar yığınlarına tırmanmaya başladık.

Bir akşam böyle dolaşırken, birincilik ödülü St. Bernard gibi görünmeye çalışıyordum ve yaşlı adam bir
org çaldığında ilk Mendelssohn düğün marşını duysa bile ilk organ çalara kucak dolusu övgüde
Tek
bulunacak gibi görünmeye çalıştı, ona yukarı baktım ve kendi tarzımda şöyle dedim:
nos
a|
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
"Neden öyle asık suratlı bakıyorsun, kırpık hummer? Sana öpücük kondurmuyor. Onun kucağında
oturup Epictetus'un özdeyişlerini müzikal komedinin kitabı gibi hissettiren konuşmaları dinlemek
zorunda değilsin. Bir köpek olduğun için şükretmelisin. Kendine gel, Benedick, ve melankoliyi kov."

Evli talihsiz adam yüzüme neredeyse köpek zekasıyla baktı.

"Neden, köpeğim," dedi, "iyi köpeğim. Neredeyse konuşabiliyormuş gibi görünüyorsun. Ne var,
köpeğim—Kediler mi?"

Kediler! Konuşabilmek mi!

Ama elbette anlayamazdı. İnsanlar hayvanların konuşmasına mahkumdu. Köpeklerin ve insanların


yalnızca kurguda bir araya gelebildikleri tek ortak zemin budur. Yan dairede, siyah ve kahverengi bir
terrierı olan bir bayan yaşardı. Kocası ona iyi davranıyor ve her akşam onu gezdiriyordu, ama her
zaman neşeli ve ıslık çalarken eve dönüyordu. Bir gün koridorda siyah ve kahverengi terrier ile
burnumu birleştirdim ve ondan bir açıklama istedim.

"Bak, burada, Wiggle-and-Skip," dedim, "gerçek bir erkeğin halka açık yerde bir köpeğe bakım yapma
doğasında olmadığını biliyorsun. Henüz bir tasma takılmış birini görmedim ki, ona bakan her adama
dilini yalayasım gelmesin. Ama patronunuz her gün neşeli ve amatör bir sihirbazın yumurta
numarasını yaparken hazır ve ayakta geliyor. Nasıl yapıyor? Bana sevdiğini söyleme, lütfen."

"O mu?" diyor siyah ve kahverengi. "Hah, o, Doğa'nın Kendi İlacı'nı kullanıyor. İlk olarak dışarı
çıktığımızda, gemide pedro oynayan adama ilk cüzdanlarını yapmak istemeyen adama kadar utangaç.
Sekiz meyhanede takıldıktan sonra, ipinin ucundaki şeyin bir köpek mi yoksa bir kedibalığı mı
olduğunu umursamıyor. Bu saloonların salıncak kapılarından kaçınmaya çalışırken iki inç kuyruğumu
kaybettim."

O teriyerden aldığım işaret—vaudevill lütfen kopyala—beni düşünmeye sevk etti.

Bir akşam saat 6 civarında sahibim ona harekete geçmesini ve Lovey için ozon gösterisini yapmasını
emretti. Şimdiye kadar gizledim, ama işte bana taktığı isim buydu. Siyah ve kahverengiliye
"Tweetness" deniyordu. Bir tavşanı kovalayabileceğiniz kadar ileri gidecek bir konuda ona göre bir
avantaja sahip olduğumu düşünüyorum. Ancak "Lovey", adınıza saygı duymanın bir tür isim
zedelenmesidir.
Tek
nos
a| Güvenli bir sokaktaki sessiz bir yerde, sahibimin ipini cazip, zarif bir mekânın önünde sıkılaştırdım.
Şirk Basında ailenin küçük Alice'in çamurlara saplanmış olduğunu bildiren bir köpek gibi önde ölümcül bir
et şekilde kapılara yanaşarak hüzünlü bir şekilde hırladım.
İçi
|
Int
ern
al
"Vay canına," dedi yaşlı adam gülerek; "gözlerimi kamaştıracak kadar safran rengi bir gazoz limonatası
oğlu, içmeye davet ediyor beni. Bana bak—ayak dayama tahtasına bir ayakla ne kadar zaman geçti?
Sanırım ben de—"

Onu yakaladığımı biliyordum. Masada otururken sıcak İskoç içkilerini içti. Bir saat boyunca
Campbell'lar geliyordu. Ben, kuyruğumla garsonu çağırırken yanında oturdum ve annemin düz
dairede sekiz dakika önce bir delikten alınmış ev yapımı yiyecekleri ile eşleşemeyen ücretsiz
atıştırmalıkları yedim.

İskoç ürünleri sadece çavdar ekmeği hariç tükendikten sonra yaşlı adam beni masanın ayağından
çözüp, beni bir balıkçı gibi dışarı oynattı. Orada benim tasmamı çıkardı ve sokağa attı.

"Zavallı köpek," dedi; "iyi köpek. Artık seni öpmeyecek. 'Bu lanet olası bir şey.' İyi köpek, git ve bir
tramvay tarafından ezeil, mutlu ol."

Ayrılmayı reddettim. Onun etrafında zıpladım ve koştum, bir halı üzerinde mutlu bir mops gibi.

"Sen eski pire başlı yaban ördek avcısı," dedim ona—"sen ay tutan, tavşan gösteren, yumurta çalan
eski basen, görmüyor musun ki senden ayrılmak istemiyorum? Görmüyor musun, ikimiz de Ormanda
Tekir'iz ve hanım seni tabak beziyle ve beni pire linimenti ve kuyruğuma bağlanacak pembe bir
kurdele ile kovalayan zalim amcadan sonra. Neden hepsini bırakmıyoruz da sonsuza kadar dost
olmuyoruz?"

Belki anlamadığını söylersiniz—belki de anlamadı. Ama sıcak İskoç içkilerine biraz tutundu ve bir
dakika boyunca düşündü.

"Köpeğim," dedi sonunda, "bu dünyada en fazla on iki yaşamımız var, ve çok azımız 300 yaşına kadar
yaşar. Eğer o daireyi bir daha görürsem ben düzüm ve sen daha düz olursun; ve bu iltifat değil. Batıya
Ho'nun bir dachshund uzunluğu kadar kazanacağına dair 60'a 1 teklif ediyorum."

Hiç ip yoktu, ama efendimle birlikte 23. cadde feribotuna neşe içinde koştum. Ve güzergahtaki
Tek kedilerin, prensip olarak kendilerine verilmiş olan önsezili pençeler için teşekkür etmeleri gerektiğini
nos
gördüler.
a|
Şirk
et
İçi New Jersey tarafında efendim, bir kuş üzümü ekmek yiyen bir yabancıya şöyle dedi:
|
Int
ern
al
"Ben ve köpeğim, Rocky Dağları'na gitmeye karar verdik."

Ama beni en çok sevindiren şey, yaşlı adamımın her iki kulağımı da çekiştirdiği ve uludukça dediği
zamandı:

"Sıradan, maymun başlı, sıçan kuyruklu, kükürt rengi bir kum havlusu oğlu, biliyor musun seni ne diye
çağıracağım?"

"Lovey"yi düşündüm ve üzgün bir şekilde inledim.

"Sana 'Pete' diyeceğim," dedi efendim; ve eğer beş kuyruğum olsaydı, bu durumu hak etmek için
yeterince sallayamazdım.

Son Yaprak (The Last Leaf)

Washington Meydanı'nın batısındaki küçük mıntıkada, caddeler acayip şekilde' sokak' denilen kollara
ayrılıp, tuhaf köşeler ve üçgenler oluştururlar. Bir cadde diğeriyle iki, üç yerde kesişir. Vaktiyle hiç
tablo satamamış ressamın biri burada iyi bir fırsat yakaladı. Muhtemelen caddeyi geçerken aniden
yağlı boya tablolara para harcamaya hevesli bir koleksiyoncuyla karşılaşmıştı.

Sonra Greenwich denen bu eski, antika mahalleye kısa zamanda başka ressamlar da gelip, pencereleri
kuzeye bakan, ucuz kiralık odalara, 18. Yüzyıldan kalma ve Hollanda tarzı çatılarla dolu evlere
yerleştiler ve neredeyse bir 'koloni' oluşturdular.

Alçak, üç katlı, tuğla bir evin üst katında, Sue ve Johnsy'nin atölyesi vardı, Johnsy, Joanna' nın
kısaltılmışıydı. biri Maine'li, diğeri de Kaliforniya'lıydı. 8. Caddedeki 'Delmonico'nun yeri'nde
tanışmışlardı, sanat, frenk salatası, stor perdeli pencereler gibi ortak zevkleri sonucunda stüdyolarını
birleştirdiler.

Bu olay Mayıs'ta olmuştu. Kasım'da doktorların 'zatüree' dediği beklenmedik, soğuk bir 'misafir'
mahalleye geldi, buz gibi parmaklarıyla, mahalledeki herkese bir bir dokundu. Bu afet doğu yakasında
ardında bir sürü kurban bırakmıştı, fakat dar sokaklı ve rutubetten yosun tutmuş bu sokaklarda daha
yavaş yavaş ilerliyordu.
Tek
nos
a|
Şirk
Bay 'zatüree' yaşlı beyefendilerden değil, Kaliforniya rüzgarlarıyla kanı incelmiş, tık nefesli, kırmızı
et yumruklu, yaşlı bir dolandırıcı karşısında şansı olmayan küçük, yaşlı bir kadındı. Ve Johnsy'i de çarptı,
İçi
|
Int
ern
al
kızı yatağa düşürdü. Kız, boyalı karyolasında, bitişik tuğla evin boş tarafındaki küçük penceden dışarı
bakıyordu.

Bir sabah işi başından aşkın, fırça gibi gri kaşlı doktor, Sue' yü salona çağırdı

- Şansı var, elindeki termometreyi salladı, bu şans da onun yaşama arzusuna bağlı, bu arzusu
olmayan insanlar tüm tıp ilminin bir işe yaramadığını göstererek öteki taraf boyluyorlar, sizin küçük
hanımın morali pek iyi değil, yapmak istediği bir şey var mı?

- Bir gün Napoli Körfezi'nin resmini yapmayı çok isterdi"

- Resim mi, pöh! Düşünmeye iki katı değer bir şey yok mu aklında, bir erkek mesela?

- Bir erkek mi? İki kez düşünmeye değer hem de.....hayır doktor öyle biri yok

Doktor, 'tıbbi olarak elimden geleni yapacağım' dedi

- Fakat hastalarım cenaze törenlerine katılacak kişilerin sayısını düşünmeye başlayınca, ilaçlarımın
iyileştirici etkisi yüzde 50 azalır, ama size bu kışın pelerin modelleriyle ilgili sorular sormaya başlarsa
şansının onda bir yerine, beşte bire çıkacağına yemin edebilirim.

Doktor gittikten sonra, Sue çalışma odasına gitti ve bir Japon işi peçeteyi sırılsıklam edene kadar
ağladı. Sonra, resim tahtasını alıp, ıslık çalarak Johnsy'nin odasına gitti.

Johnsy, üstüne yatak örtüsünü çekmiş, yüzü pencereye dönük yatıyordu, Sue kızın uyuduğunu
düşünüp ıslık çalmayı bıraktı. Kalemini, mürekkebini alıp, bir dergi için hikaye resmetmeye başladı,
genç ressamlar magazin hikayelerini resmederek, genç yazarlar da bu hikayeleri yazarak mesleklerine
adım atıyorlardı..

Sue, gözünde monokl olan kahraman bir Idaho'lu kovboy ve şık at binici pantolonları çizerken, birkaç
kez tekrarlanan cılız bir ses işitti. Hemen yatağın yanına gitti.

Tek
nos
a|
Johnsy'nin gözleri açıktı, pencereden bakıyor ve sayıyordu...
Şirk
et
İçi - oniki, onbir, on.. dokuz...sekiz...yedi...
|
Int
ern
al
Kız merakla pencereden baktı, sayacak ne vardı ki? bomboş avlu, uzaktaki tuğla ev, ve bu evin yarısına
kadar tırmanmış, kökleri çürümüş, bozulmuş eski bir sarmaşık. Soğuk sonbahar rüzgarı dallarını
tamamen çıplak bırakana dek yapraklarını kopartıyordu..

- Neyi sayıyorsun hayatım?

Kız, adeta fısıltıyla 'altı' dedi.

- Şimdi daha hızlı dökülüyorlar, üç gün önce neredeyse yüz yaprak vardı, sayana kadar başıma ağrılar
girdi, fakat şimdi sayması daha kolay, biri daha gitti, sadece beş tane kaldı..

- Neye beş tane kaldı?

- Sarmaşıktaki yapraklar, son yaprak da dökülünce, benim de gitme vaktim gelecek, üç gündür
biliyorum doktor söylemedi mi?

Sue kızı yüksek sesle azarladı: "Hayatımda bu kadar saçma bir şey duymadım, kuru yaprakların senle
ne ilgisi var, seni yaramaz kız seni! hem sen bu eski sarmaşığı severdin, doktor bu sabah bana senin iyi
gittiğini söyledi, tam olarak dediğine göre şansın bire onmuş, New York'ta tramvaya binmek ya da
yeni bir binanın önünden geçmek kadar çok yani! Şimdi biraz çorba iç ve ben de çizimimi götüreyim, o
da editöre satsın, hastamız için şarap, kendi doymaz midemiz için de domuz paçası alalım..

- Şarap almak zorunda değilsin...gözleri yine pencereye takıldı, bir tane daha düştü, dört tane kaldı,
çorba da istemiyorum.. hava kararmadan son yaprağın da düştüğünü görmek istiyorum..

- Johnsy hayatım, işimi bitirene kadar gözlerini kapatıp, pencereden bakmamaya söz verir misin? Bu
çizimleri yarına kadar bitirmem lazım, abajur bana lazım yoksa gölgeleri iyi çizemiyorum.

- Öbür odada çizemez misin?

Tek - Seninle yanında olmayı tercih ederim, ayrıca bu salak yapraklara bakmanı istemiyorum.
nos
a|
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
Yüzü heykel gibi bembeyaz olan Johnsy, gözlerini yumarken 'Bitirince bana haber ver, çünkü son
yaprağın düşüşünü görmek istiyorum. Beklemekten bıktım, beklemekten, düşünmekten bıktım, tıpkı
bu küçük, yorgun yapraklar gibi artık her şeyi bırakıp, gitmek istiyorum' dedi.

- Uyumaya çalış, ben gidip bana yaşlı madenci pozu vermesi için Behrman'ı çağıracağım, ben gelene
dek kımıldama, geleceğim.

Yaşlı Behrman, alt katlarında oturan bir ressamdı, altmışını geçmişti ve Michelangelo gibi sakalları
olan, küçücük boylu bir adamdı. Başarısız bir ressamdı. Hep bir 'baş yapıt' yapmayı istiyordu ama 40
yıldır hala yapamamıştı. Arada sırada reklam amaçlı bir şeyler yapmıştı ve profesyonel modellere
ücret ödeyemeyecek ressamlara modellik yaparak para kazanıyordu, çok cin içiyor ve hep yapacağı
baş yapıttan söz ediyordu, Ayrıca kendisini üst katındaki iki genç ressamın koruyucusu olarak
addediyordu. Sue adamı loş, böğürtlen kokan çöplüğünde buldu, bir köşede yirmi beş yıldır baş
yapıtın çizilmesini bekleyen boş resim sehpası duruyordu. Kız, adama Johnsy'nin yaprak yüzünden
nasıl korktuğunu ve kızın gerçekten bir yaprak kadar güçsüz, kırılgan olduğunu anlattı.

Yaşlı Behrman, kırmızı gözleri şimşek gibi böyle aptalca şeylere lanetler savurdu.

"Neee! diye bağırdı. " Kahrolası bir sarmaşığın yaprakları dökülüyor diye öleceğini düşünen insanlar
mı var bu dünyada! Hayır bu senin mankafa arkadaşın için poz vermem!"

Sue " çok zayıf ve hasta, ve ateşi çıktığından aklı karıştı, tuhaf hayaller kuruyor, pekala Bay Behrman
poz vermek istemiyorsanız vermeyin. Siz korkunç, kafasız bir insansınız"

" Tipik bir kadınsın! Poz vermeyeceğimi kim söyledi!? Seninle geliyorum, yarım saattir sana poz
vermeye hazır olduğumu söylüyorum, bir gün bir baş yapıt çizeceğim! Ve hepimiz köşeyi döneceğiz!"

Sue ve ressam yukarı kata çıkarken, Johnsy uyuyordu, Sue abajuru pencereden aşağı sarkıttı..sonra
korkarak pencereden sarmaşığa doğru baktılar..sonra hiç konuşmadan birbirlerine baktılar soğuk
karla karışık bir yağmur yağıyordu.

Ertesi sabah, Sue yarım saatlik uykusundan uyandığında, Johnsy, cansız, gözlerle yeşil perdeye
bakıyordu

Tek
nos
- Perdeyi açsana, görmek istiyorum diye fısıldadı
a|
Şirk
et
İçi Sue yorgun yorgun perdeyi kaldırdı.
|
Int
ern
al
O da nesi? Onca yağmur ve rüzgara rağmen, tuğla evin üzerindeki sarmaşıkta bir yaprak hala
duruyordu. Hala koyu yeşildi, kenarları biraz sararmıştı,

- Bu sonuncuydu, geceleyin mutlaka düşer diyordum rüzgarı dinliyordum, sabaha düşecek ve ben de
aynı anda ölürüm diyordum..

- Hayatım, hayatım, kendini düşünmüyorsan beni düşün, ne yapardım?

Ama Johnsy cevap vermedi. Dünyanın en yalnız şeyi, esrarengiz son yolculuğuna hazırlanan bir
ruhtur,

Günler geçti, akşam karanlıkta bile sarmaşık yaprağının duvarda asılı olduğu görülebiliyordu, gece
oldu, akşam rüzgarı başladı, yağmur camları dövüyor, çatılardan aşağı akıyordu,

Sabah olunca Johnsy, perdeyi açmasını söyledi

Sarmaşık yaprağı hala oradaydı.

Johnsy birkaç gün daha yaprağa bakarak yattı, sonra ocakta tavuk çorbasını karıştırmakta olan Sue'ye
seslendi

- Çok mızmızlık yaptım, o son yaprağın orada durmasını sağlayan şey ne kadar kötü bir kız olduğumu
gösterdi, ölmek istemek günahtır, şimdi bana çorba getirebilirsin, biraz da süt yok önce bir ayna getir
bana biraz da yastık; doğrulup yemek pişirirken seni seyretmek istiyorum.

Yarım saat sonra,

- Bir gün Napoli Körfezi'nin resmini yapmak istiyorum.

Tek Ertesi gün doktor geldi..


nos
a|
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
- İyi bakımla iyileşeceksin, şimdi alt kattaki bir başka hastaya bakmam lazım, adı Behrman, bir ressam
o da zatüree olmuş, yaşlı, zayıf bir adam, durumu umutsuz fakat yarın hastaneye yatacak orada daha
iyi bakılır

Ertesi gün doktor 'tehlikeyi atlattın, kazandın, bakım ve iyi beslenme...işte bu kadar'

dedi.

Öğleden sonra, Sue Johnsy'nin yanına geldi, kız mavi yünden bir atkı örüyordu, kolunu kızın omuzuna
ve yastıklara dayadı..

Sana bir şey söylemem lazım beyaz fare, bay Behrman hastanede zatüreeden ölmüş, hastanede
sadece iki gün kaldı, kapıcı onu odasına geldiği ilk gün bulmuş, giysileri, ayakkabısı sırılsıklam ve buz
gibiymiş, bu berbat gece boyunca nerede olduğunu bilmiyorlar, sonra hala yanan bir fener bulmuşlar,
bir de merdiven...yerinden sürüklenerek çekilmiş..sonra oraya buraya dağılmış fırçalar ve üzerinde
yeşil ve sarı rengi boya olan resim paleti.. ve pencereden bak hayatım, duvarın üzerindeki son
yaprağa bak, o kadar rüzgara rağmen onun niçin hiç düşmediğini, kopmadığını merak etmedin mi? Ah
hayatım, o yaprak Behrman'ın baş yapıtıydı: Son yaprak düştüğü gün duvara senin için bir yaprak
resmi çizmişti.

Mobliyalı Oda (The Furnished Room)

Huzursuz, değişken, kaçamak, kendisi gibi zamanın bir bütün olarak kırmızı tuğla bölgesinin alt Batı
Yakası nüfusunun büyük bir kısmı. Evsizler, yüz evleri var. Onlar donmuş oda dan donmuş odaya
geçerler, sürekli olarak geçici misafirler—ikamet edilen yerde, kalpte ve zihinde geçici olanlar.
Ragtime'da "Evimiz, Tatlı Evimiz" şarkısı söylerler; lares et penates'lerini bir şapka kutusunda taşırlar;
asma ağaçları şapkaları etrafında sarılıdır; kauçuk bitkisi incir ağaçlarıdır.

Bu bölgenin evlerinden binlerce sakin geçtiğinden, çoğunlukla sıkıcı hikayeler olmak üzere binlerce
hikaye anlatmaları gerekir; ancak tüm bu gezgin misafirlerin izinde bir hayalet ya da ikisinin
bulunamaması garip olurdu.

Bir akşam karanlık çöktüğünde genç bir adam bu dökülen kırmızı malikaneler arasında dolaştı, zillerini
çaldı. On ikincisinde, zilini çaldıktan sonra, zayıf el bagajını basamağa koydu ve şapkabandaki ve
alnındaki tozu sildi. Zil, uzak ve ıssız bir yerde hafifçe duyuldu.
Tek
nos
a| Onun zilini çaldığı, on ikinci evin kapısına, bir ev yöneticisi geldi; ona bir tür sağlıksız, doymuş bir
Şirk solucan gibi görünen, fındığını boş bir kabuğa yemiş bir kurt gibiydi ve şimdi boşluğu yenilebilir
et kiracılarla doldurmaya çalışan.
İçi
|
Int
ern
al
Kiralanacak bir oda olup olmadığını sordu.

"Gir," dedi ev yöneticisi. Sesini boğazından çıkıyormuş gibi geldi; boğazı tüy ile kaplıymış gibi
görünüyordu. "Üçüncü katta boş bir oda var, bir hafta önce boşaldı. Ona bir göz atmak ister misiniz?"

Genç adam onu merdivenlere doğru takip etti. Belirli bir kaynaktan gelen soluk bir ışık, koridorların
gölgelerini hafifletiyordu. Kendi dokuma tezgahı tarafından inkar edilecek bir merdiven halısı
üzerinde gürültüsüz bir şekilde yürüdüler. Bitkilerin bir zamanlar içine yerleştirilmiş olabileceği boş
nişler vardı her merdiven dönüşünde. Belki de oraya bir zamanlar bitkiler yerleştirilmişti. Eğer
öyleyse, onlar o kirli ve kirli havada ölmüş olmalı. Azizlerin heykellerinin orada durduğu olabilir, ancak
onları şeytan ve şeytanların karanlıkta onları çekip aşağı, altındaki döşenmiş bir çukurun kutsuz
derinliklerine götürdüğünü düşünmek zor değildi.

"İşte oda," dedi, tüylü boğazından. "Güzel bir oda. Sık sık boş kalmaz. Geçen yaz içinde içinde çok zarif
insanlarım vardı—hiç sorun değil ve dakikaya kadar peşin ödediler. Su koridorun sonunda. Sprowls ve
Mooney üç ay boyunca tuttular. Bir vaudeville gösterisi yaptılar. Miss B'retta Sprowls—onu duymuş
olabilirsiniz—Oh, o sadece sahne adlarıydı—şu dolabın üstünde evlenme belgesi asılıydı,
çerçevelenmiş. Gaz burada ve görüldüğü gibi yeterince dolap alanı var. Herkesin hoşuna giden bir
oda. Uzun süre boş kalmaz."

"Burada çok sayıda tiyatro insanı var mı?" diye sordu genç adam.

"Geliyorlar gidiyorlar. Kiracılarımın büyük bir kısmı tiyatrolarla bağlantılı. Evet, bayım, bu tiyatro
bölgesi. Aktör insanlar hiçbir yerde uzun süre kalmaz. Ben de payımı alıyorum. Evet, geliyorlar ve
gidiyorlar."

Odayı kiraladı, bir hafta peşin ödeme yaparak. Yorgun olduğunu söyledi ve hemen yerleşecekti.
Paranın sayısını saydı. Oda hazırlanmıştı, dedi, havlular ve su dahil. Ev yöneticisi uzaklaşırken, dilinin
ucundaki soruyu bininci kez sordu.

"Genç bir kız—Miss Vashner—Miss Eloise Vashner—böyle birini lodger'larınız arasında hatırlıyor
musunuz? Muhtemelen sahnede şarkı söylüyordu. Orta boylu ve ince, kızıl altın saçlı ve sol gözünün
yakınında koyu beni olan ortalama bir kız."
Tek "Hayır, ismi hatırlamıyorum. Bu sahne insanlarının isimleri odalarını değiştirdikleri kadar sık değişir.
nos Geliyorlar, gidiyorlar. Hayır, o kişiyi hatırlamıyorum."
a|
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
Hayır. Her zaman hayır. Beş ay boyunca sürekli soruşturma ve kaçınılmaz reddedişler. Gün boyunca
yöneticileri, ajansları, okulları ve koroları sorgularken, geceleri tüm yıldızlı kadrolardan müzik
salonlarına kadar inen tiyatroların seyircileri arasında geçirilen o kadar çok zaman. Onu en çok seven
kişi onu bulmaya çalıştı. Annesinin evinden kaybolmasından bu yana bu büyük, su kuşatmalı şehirde
bir yerlerde olduğundan emindi, ancak bu, montröz bir bataklık gibi sürekli olarak partiküllerini
değiştiren, dayanaksız, üst granülleri bugün çamur ve çamur içinde yarına gömülen devasa bir kum
çölü gibiydi.

Döşenmiş oda, son misafirini, yarı hastalıklı, göz alıcı, rutin bir hoşgeldinle karşıladı, adeta bir
fahişenin sahte gülümsemesi gibi. Sofistike rahatlık, solgun kanepe ve iki sandalye üzerindeki eski
brokar döşeme, iki pencere arasındaki bir ayak genişliğinde ucuz bir aynadan, birkaç altın çerçeve ve
köşedeki pirinç yatak başlığından yansıyan yansımalarla geldi.

Misafir, oda etrafında, zayıf bir konuşma gibi karışık bir şekilde, ona çeşitli kiracılarından bahsetmeye
çalışırken, hareketsiz bir şekilde bir sandalyeye uzandı.

Tropikal bir adanın rengarenk çiçekli, dikdörtgen bir halı, kirli hasırlarla çevrili dalgalı bir deniz gibi
duruyordu. Gay–kağıtlı duvarın üzerinde, evsizleri bir evden diğerine kovalayan o resimler vardı—The
Huguenot Lovers, The First Quarrel, The Wedding Breakfast, Psyche at the Fountain. Şöminenin
zarifçe sade çizgisi, Amazon balesinin şeritleri gibi eğik çekilmiş, hiç şanstan yoksun bir şekilde
örtülmüştü. Üzerinde, bir şanslı yelkenin onları taze bir limana taşıdığı zaman, odanın mahsur
kalmışlarının bir çöpü olan bazı ıssız kalıntılar—birkaç tane küçük vazo, aktris resimleri, bir ilaç şişesi,
desteden çıkmış bazı kaybolmuş kartlar vardı.

Şifrelemenin karakterleri açığa çıktıkça, döşenmiş oda misafirlerinin bıraktığı küçük işaretlerin anlamı
gelişti. Elbisenin önündeki halının aşınmış alanı, güzel bir kadının kalabalığın içinde yürüdüğünü
söyledi. El değmemiş duvardaki minik parmak izleri, güneşe ve havaya ulaşmaya çalışan küçük
mahkumların varlığından bahsediyordu. Patlayan bir cam veya şişenin içeriğini duvara çarptığında
oluşan leke, karşıt duvara yıldırım çarpmış gibi parlıyordu. Aynı ayna üzerine bir elmasla "Marie"
adıyla çizilmişti. Döşenmiş odanın misafirlerinin ardında bıraktığı işaretlemiş olan bu odanın üzerinde
şiddetini çıkarmış olabilir—belki de onu yuvarlanmış ev tanrılarına duyulan öfkelerini tatmin
etmekten kaçınılmaz olarak aşırı güçlendirilmiş ev içgüdüsü, kızgın öfkenin alevlendirdiği bir hiddetin
sonucuydu. Kendi evimiz olan bir kulübü süpürüp süsleyebilir ve koruyabiliriz.

Sandalyedeki genç kiracı, bu düşüncelerin yumuşak adımlarla zihninden geçmesine izin verdi, bir
yandan da odaya döşenmiş seslerin ve kokuların içine süzüldüğünü fark etti. Bir odada kıs kıs gülenler,
diğerlerinde yüksek sesle azarlayan birinin monoloğu, zar atmanın tıklaması, bir ninni ve bir yerlerden
hüzünle ağlayan biri; üst katta banjo hafifçe tınılanıyordu. Kapılar bir yerlerde çarpılıyor; yüksek
trenler aralıklarla gürledi; bir kedi sırt çitesinde sefilce miyavlarken. Ve o, evin nefesini içine çekti - bir
Tek koku değil, soğuk, küflü bir buhar, yeraltı mahzenlerinden gelen bir koku, linoleumun ve küflenmiş ve
nos
çürümüş ahşabın leş gibi solunumları ile karışmış.
a|
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
Sonra, aniden, orada dururken oda güçlü, tatlı menekşe kokusuyla doldu. Rüzgarın üzerinde gelmiş
gibi geldi, bu kadar kesin, harika ve vurgulu bir rüzgarla, neredeyse yaşayan bir ziyaretçi gibi. Ve adam
yüksek sesle bağırdı: "Ne, sevgilim?" sanki çağrılmış gibi, ayağa kalktı ve etrafa döndü. Zengin koku
ona yapıştı ve onu sardı. Ona uzanmak için kollarını uzattı, tüm duyuları bir süre karışık ve iç içe
geçmiş gibi. Bir kokuyla nasıl kesin bir şekilde çağrılabilir kişi? Kesinlikle bir ses olmalı. Ama,
dokunmuş, okşanmış bir ses olmadı mı?

"Bu odada olmuş," diye bağırdı ve ondan bir hatıra koparmak için atıldı, çünkü ona ait olan veya
dokunan en küçük şeyi tanıyacağını biliyordu. Menekşe kokusunun bu saran etkisi, onun sevdiği ve
kendi yaptığı koku - nereden geliyordu?

Oda dikkatsizce düzenlenmişti. İnce elbiselik üzerine saç tokası saçılmıştı - kadınlığın, cinsin sınırsız
ruhunun, gerilimin anlaşılamaz dostlarından altı tanesinin zaferle kimliksizliğine şahit. Elbise
komodasının çekmecelerini didikledi ve atılmış, minik, yırtık bir mendil buldu. Yüzüne bastı. Heliotrop
ile keskin ve kırıcıydı; yere fırlattı. Başka bir çekmeceye baktığında garip düğmeler, bir tiyatro
programı, bir rehinci kartı, iki kayıp marshmallow, rüyaların kehaneti üzerine bir kitap buldu. En
sondakinde kadın siyah saten saç kurdelesi buldu, bu da onu buz ve ateş arasında durdurdu. Ama
siyah saten saç kurdelesi de kadınlığın nazik, kişisel, yaygın süsüdür ve hiçbir hikaye anlatmaz.

Ve sonra odayı, diz çökmüş elleri ve dizleri üzerinde şişen mattingin köşelerini düşünerek, duvarları
taramak için bir tazı gibi geçti, şeffaf duvarlara göz atarak, perdeleri ve perdelikleri, köşedeki sarhoş
dolabı karıştırarak, görsel bir işaret aramak için hareket edemezdi, orada yanında, etrafında,
karşısında, içinde, üzerindeydi, ona sarılmış, onu etkilemiş, onu böylesine etkileyici bir şekilde arayan
ses ile, daha ince duyuları üzerinden, hissetmeye zorlandı, hatta daha cüsseli olanları bile çağrısının
farkına vardı. Bir kez daha yüksek sesle "Evet, sevgilim!" diye yanıtladı ve yine, mimoza kokusundaki
formu, rengi, aşkı ve uzanmış kolları henüz seçemediği için gözleri dönerek boşluğa bakmak zorunda
kaldı. Ah, Tanrım! bu koku, ve kokuların nasıl bir çağrı sesi olduğundan beri? Böylece ilerledi.

Odanın boşluklarına ve köşelerine süründü, tıkaçlar ve sigara buldu. Bunları duyarsız bir küçümseme
içinde geçti. Ama bir keresinde mattingin bir katında yarı içilmiş bir puro buldu ve bunu topuğuyla
ezip yeşil ve keskin bir küfürle bastı. Odayı uçtan uca süzdü. Birçok dolaşan kiracının sıkıcı ve aşağılık
küçük kayıtlarını buldu; ama aradığı kadından, belki orada konaklamış olabilecek ve ruhu orada gibi
görünen kadından, hiçbir iz bulamadı.

Ve sonra ev sahibi kadını düşündü.

Tek Hayaletli odadan aşağı koştu ve ışık çatlattığı bir kapıya geldi. Kapıyı çalmasına açtı. Heyecanını en iyi
nos şekilde bastırdı.
a|
Şirk
et
"Madam," diye yalvardı, "ben gelmeden önce bu odada kim kaldı, bana söyler misiniz?"
İçi
|
Int
ern
al
"Evet, efendim. Size tekrar söyleyebilirim. Sprowls ve Mooney'di, dediğim gibi. B'retta Sprowls
tiyatrolarda oynuyordu, ama bayan Mooney idi. Evim saygınlığıyla bilinir. Evlilik belgesi,
çerçevelenmiş bir çivinin üzerinde asılıydı—"

"Miss Sprowls nasıl bir bayandı - görünüş olarak, demek istediğim?"

"Neden, siyah saçlı, efendim, kısa ve şişman, komik bir yüzü vardı. Bir hafta önce Salı günü ayrıldılar."

"Ve ondan önce odada kimler kaldı?"

"Neden, nakliyat işiyle ilgili yalnız bir beyefendiydi. Bana bir haftalık borçlu ayrıldı. Onlardan önce
Mrs. Crowder ve iki çocuğu vardı, dört ay kaldılar; ve onlardan önce, oğulları onun için ödeyen yaşlı
Mr. Doyle vardı. Oda altı ay kaldı. Bir yıl öncesine dayanıyor, efendim, ve daha fazla hatırlamıyorum."

Ona teşekkür etti ve odasına geri süzüldü. Oda ölüydü. Canlandıran özence gitmişti. Menekşe
parfümü gitmişti. Yerine küflü ev mobilyalarının eski, tatsız kokusu vardı, depolanan atmosferin
kokusu.

Umudunun azalması, inancını boşalttı. Sarı, çıngırak gaz lambasına dik dik baktı. Kısa bir süre sonra
yatağa yürüdü ve çarşafları şeritlere ayırmaya başladı. Bıçağının ucuyla onları pencerelerin ve kapının
etrafındaki her çatlakta sıkıca itti. Her şey sıkı ve gergin olduğunda ışığı söndürdü, gazı tekrar tam açtı
ve kendisini minnetle yatağa koydu.

Mrs. McCool'un biranın yanında gitme gecesiydi. Bu yüzden aldı ve ev sahiplerinin buluştuğu yeraltı
sığınaklarından birinde Mrs. Purdy ile oturdu, solucan nadiren ölüyordu.

"Bu akşam üçüncü katımı, arkayı, kiraladım," dedi Mrs. Purdy, köpükle kaplı bir halka içinden. "Bir
genç adam aldı. İki saat önce yatağa çıktı."

"Şimdi, yapmışsınızdır, Mrs. Purdy, hanımefendi?" dedi Mrs. McCool, büyük hayranlıkla. "Siz o tür
Tek
odaları kiralamak için bir harikasınız. Ve ona söylediniz mi, sonra?" sırlarla dolu bir homurdanma ile
nos
sona eren boğuk bir fısıltıyla sordu.
a|
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
"Odalara," dedi Mrs. Purdy, en kürklü tonlarıyla, "kiralanmak üzere eşya yerleştirilir. Söylemedim,
Mrs. McCool."

"Ev sahibi olmamız gerektiği gibi," dedi Mrs. Purdy.

"Evet, hanımefendi; doğru. Bir hafta önce bu gün size üçüncü katı, arkayı düzenlemende yardım
ettim. Gazla kendini öldürmek de, Mrs. Purdy, hanımefendi, tatlı bir yüze sahipti."

"Diyorsan öyleydi," dedi Mrs. Purdy, razı ama eleştirel bir şekilde, "ama sol kaşının yanında büyüyen o
ben olmasaydı 'güzel' denirdi. Camınızı tekrar doldurun, Mrs. McCool."

Bir Şair ve Bir Köylü (The Poet and the Peasant)

Bir gün doğayla iç içe yaşamış şair bir arkadaşım, doğanın gerçek nefesi, kuşların şarkısı ve sızan
nehirlerin hoş sohbetiyle dolu canlı bir pastoral şiir yazdı ve bir editöre götürdü. Şair, umutlarıyla bir
biftek akşam yemeğinin hayalini kurarak tekrar ziyaret ettiğinde, ona "Çok yapay" yorumuyla geri
verildi. Birkaçımız spagetti ve Dutchess County chianti üzerine buluştuk ve kaygan çatal dolusu öfkeyi
yuttuk. Ve orada editör için bir tuzak kurdik. Bizimle, Conant vardı, iyi bir hikaye yazarı - hayatı
boyunca hep asfalt üzerinde yürümüş, bozkır sahnelerini sadece ekspres tren pencerelerinden
iğrençlik hissiyle görmüş bir adam. Conant bir şiir yazdı ve ona "Ceylan ve Dere" adını koydu. Bu, bir
şairin Amaryllis ile sadece çiçekçi vitrinlerine kadar kaybolduğunu ve tek ornitolojik tartışmasının bir
garsonla yapıldığını düşündüğünüz türden bir çalışmanın güzel bir örneğiydi. Conant bu şiiri imzaladı
ve aynı editöre gönderdik. Ancak bu hikayeyle pek alakası yok. Editör, ertesi sabah şiirin ilk satırını
okurken, bir varlık Batı Shore feribotundan düştü ve Kırk İkinci Sokağa yavaşça ilerledi. Bu işgalci, açık
mavi gözlere, sarkık bir dudak ve saç rengi tam olarak Bay Blaney'in oyunlarından birindeki küçük
yetim kızın (sonradan ortaya çıkan kontun kızı olduğu ortaya çıkacak) rengine sahip genç bir adamdı.
Pantolonları kadife, ceketi kısa kollu, sırtının ortasında düğmelerle. Bir bot paçası kadife pantolonların
dışında. Saçlarındaki bir tutam saman, kır çocuğunun kredi mektubu, masumiyetinin işareti, Bahçe-i
Adem'in son dokunuşu, altın tuğla adamları utandırmak için hala bekleyen. Şehir kalabalıkları, onu
bilinçli bir şekilde, gülerek geçti. Acemi yabancının kaldırımda durduğunu ve uzun binalara boyununu
uzattığını gördüler. Bu noktada, ona bakmayı ve hatta ona bakmayı bıraktılar. Çok sık yapılırdı.
Bazıları, antika valize göz attı, Coney adı altında ne tür bir 'çekim' veya sakız markası olabileceğini
öğrenmek için. Ama çoğunlukla görmezden geldiler. Hatta çocuklar bile, arabadan ve tramvaylardan
kaçarken bir sirkin soytarısı gibi koştuğunda sıkıldı görünüyorlardı. Sekizinci Caddede 'Bunco Harry'
durdu, boyalı bıyıklı ve parlayan, iyi huylu gözleri olan. Harry, bir aktörün rolünü abartan birini
görmekten rahatsız olmayacak kadar iyi bir sanatçıydı. Kırsal adamın yanına sokuldu, adam mücevher
mağazası vitrinine açık ağzını açmış durduğunda ve başını uzatarak, gövde üzerindeki makineleri
Tek incelediğinde başını salladı. 'Çok kalın, dostum,' dedi eleştirel bir şekilde - 'iki inç kadar kalın. Ne
nos yaptığını bilmiyorum; ama şu malzemeyi çok kalın koydun. Bu saman, şimdi - nedeniyle artık
a| Proctor'un devresine izin vermiyorlar.' 'Sizi anlamıyorum, efendi,' dedi acemi. 'Ben bir sirk
Şirk aramıyorum. Sadece Ulster İlçesinden koştum, şehri görmeye geldim, samanın bitmesi nedeniyle. Vay
et canına! ama bu bir beş büyüklüğünde. Poughkeepsie'nin bir şey olduğunu düşündüm; ama bu şehir
İçi
|
Int
ern
al
beş kat büyük.' 'Oh, peki,' dedi 'Bunco Harry', kaşlarını kaldırarak, 'karışmaya niyetim yoktu. Söylemek
zorunda değilsin. Seni bilgilendirmeye çalıştım, bu yüzden sana akıl verebilirim. Hangi hırsızlığa
başarılar dilerim, ne olursa olsun. Her ihtimale karşı gel ve içki iç, yine de.' 'Bir kadeh lager bira içmeyi
sakıncalı bulmam,' diğer adam kabul etti. Bir kafeye gittiler, pürüzsüz yüzlü ve kaçamak bakışlı
erkeklerin sıkça uğradığı bir kafede oturdular.

'Rastgele karşılaştım, efendi,' dedi Samanbaşı. 'Bir oyun veya iki oynamak ister misin? Kağıtlarım var.'
Onları Noah'ın valizinden çıkardı - nadir, taklit edilemez bir desteden, pastırma akşamları yağlı ve
mısır tarlalarının toprağıyla kirli. 'Bunco Harry' yüksek ve kısa bir şekilde gürledi. 'Benim için değil,
spor,' dedi kararlı bir şekilde. 'Ben o makyajla bir kuruşa karşı gitmem. Ama hala çok fazla abarttığını
söylüyorum. Reublar böyle giyinmiyorlar 79'dan beri. Brooklyn'de anahtar sarma saatiyle
çalışabileceğini sanmıyorum.' 'Oh, para sahibi olduğumu sanma,' dedi Samanbaşı. Eli cebine uzattı ve
büyük bir fincan büyüklüğündeki paraları masaya koydu. 'Bununla babaannemin çiftliğinden payımı
aldım,' diye duyurdu. 'Bu ruloda 950 dolar var. Şehre gelip girmek istediğim uygun bir iş aramaya
karar verdim.' 'Bunco Harry', parayı aldı ve gülümseyen gözlerinde neredeyse saygıyla ona baktı.
'Daha kötüsünü gördüm,' dedi eleştirel bir şekilde. 'Ama sen o kıyafetle asla yapamazsın. Açık renkli
ayakkabılar, siyah bir takım elbise ve renkli bir şeritli bir hasır şapka almalısın, Pittsburg ve navlun
farkları hakkında çok konuşmalısın ve sahte şeyleri atlatmak için kahvaltıda şeri içmelisin.' Samanbaşı,
aşağılandığı parasını topladıktan ve ayrıldıktan sonra, 'Bunco Harry' hakkında şüpheci bakışlarla
değiştiklerinde, 'Bunco Harry' hakkında soran iki üç kişi oldu. 'Tuhaflık, sanırım,' dedi Harry. 'Ya da
Jerome'un adamlarından biri. Ya da yeni bir dolandırıcılık bulan biri. Çok fazla saman var. Belki de
onun - şimdi düşünüyorum - hayır, gerçek para olamazdı.' Samanbaşı dolaştı. Muhtemelen tekrar
susuzluk onu yatıştırdı, çünkü bir yan sokağın karanlık bir meyhanesine daldı ve bira satın aldı. Birkaç
tehditkar adam bara takıldı. Onu ilk gördüklerinde gözleri parladı; ancak insistent ve abartılı kırsal
davranışı belirginleşince ifadeleri dikkatli şüpheye döndü. Samanbaşı valizini bardağın üzerine salladı.
'Onu bir süre için sakla, efendi,' dedi, zehirli bir kil rengi puro ucunu çiğneyerek. 'Biraz dolandıktan
sonra geri geleceğim. "Ve gözünü üzerinde tutsana, içinde 950 dolar var, belki de bana bakarak öyle
düşünmezsin.' Dışarıda bir yerde bir fonograf bir orkestra parçasına başladı ve Haylocks ona doğru yol
aldı, ceketinin düğmeleri sırtının ortasında çırpınıyordu."

"'Divvy? Mike,' said the men hanging upon the bar, winking openly at one another. 'Honest, now,'
said the bartender, kicking the valise to one side. 'You don't think I'd fall to that, do you? Anybody
can see he ain't no jay. One of McAdoo's come-on squad, I guess. He's a shine if he made himself up.
There ain't no parts of the country now where they dress like that since they run rural free delivery
to Providence, Rhode Island. If he's got nine-fifty in that valise it's a ninety-eight-cent Waterbury
that's stopped at ten minutes to ten.'

When Haylocks had exhausted the resources of Mr. Edison to amuse he returned for his valise. And
then down Broadway he gallivanted, culling the sights with his eager blue eyes. But still and
evermore Broadway rejected him with curt glances and sardonic smiles. He was the oldest of the
'gags' that the city must endure. He was so flagrantly impossible, so ultra-rustic, so exaggerated
Tek beyond the most freakish products of the barnyard, the hayfield and the vaudeville stage, that he
nos excited only weariness and suspicion. And the wisp of hay in his hair was so genuine, so fresh and
a| redolent of the meadows, so clamorously rural, that even a shellgame man would have put up his
Şirk
peas and folded his table at the sight of it.
et
İçi
|
Int
ern
al
Haylocks seated himself upon a flight of stone steps and once more exhumed his roll of yellow-backs
from the valise. The outer one, a twenty, he shucked off and beckoned to a newsboy.

'Son,' said he, 'run somewhere and get this changed for me. I'm mighty nigh out of chicken feed; I
guess you'll get a nickel if you'll hurry up.'

A hurt look appeared through the dirt on the newsy's face. 'Aw, watchert'ink! G'wan and get yer
funny bill changed yerself. Dey ain't no farm clothes yer got on. G'wan wit yer stage money.'

On a corner lounged a keen-eyed steerer for a gamblinghouse. He saw Haylocks, and his expression
suddenly grew cold and virtuous.

'Mister,' said the rural one. 'I've heard of places in this here town where a fellow could have a good
game of old sledge or peg a card at keno. I got $950 in this valise, and I come down from old Ulster to
see the sights. Know where a fellow could get action on about $9 or $10? I'm goin' to have some
sport, and then maybe I'll buy out a business of some kind.'

The steerer looked pained, and investigated a white speck on his left forefinger nail.

'Cheese it, old man,' he murmured reproachfully. 'The Central 290 Office must be bughouse to send
you out looking like such a gillie. You couldn't get within two blocks of a sidewalk crap game in them
Tony Pastor props. The recent Mr. Scotty from Death Valley has got you beat a crosstown block in the
way of Elizabethan scenery and mechanical accessories. Let it be skiddoo for yours. Nay, I know of no
gilded halls where one may bet a patrol wagon on the ace.'

Rebuffed again by the great city that is so swift to detect artificialities, Haylocks sat upon the kerb
and presented his thoughts to hold a conference.

'It's my clothes,' said he; 'durned if it ain't. They think I'm a hayseed and won't have nothin' to do
with me. Nobody never made fun of this hat in Ulster County. I guess if you want folks to notice you
in New York you must dress up like they do.'

So Haylocks went shopping in the bazaars where men spake through their noses and rubbed their
Tek hands and ran the tape line ecstatically over the bulge in his inside pocket where reposed a red
nos
nubbin of corn with an even number of rows. And messengers bearing parcels and boxes streamed
a|
to his hotel on Broadway within the lights of Long Acre.
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
At nine o'clock in the evening one descended to the sidewalk whom Ulster County would have
forsworn. Bright tan were his shoes; his hat the latest block. His light grey trousers were deeply
creased; a gay blue silk handkerchief flapped from the breast pocket of his elegant English walking-
coat. His collar might have graced a laundry window; his blond hair was trimmed close; the wisp of
hay was gone. For an instant he stood, resplendent, with the leisurely air of a boulevardier
concocting in his mind the route for his evening pleasures. And then he turned down the gay, bright
street with the easy and graceful tread of a millionaire.

But in the instant that he had paused the wisest and keenest eyes in the city had enveloped him in
their field of vision. A stout man with grey eyes picked two of his friends with a lift of his eyebrows
from the row of loungers in front of the hotel.

'The juiciest jay I've seen in six months,' said the man with grey eyes. 'Come along.'

It was half-past eleven when a man galloped into the West Forty-seventh Street police-station with
the story of his wrongs.

'Nine hundred and fifty dollars,' he gasped, 'all my share of grandmother's farm.'

The desk sergeant wrung from him the name Jabez Bulltongue, of Locust Valley Farm, Ulster County,
and then began to take descriptions of the strong-arm gentlemen.

When Conant went to see the editor about the fate of his poem, he was received over the head of
the office boy into the inner office that is decorated with the statuettes by Rodin and J. G. Brown.

'When I read the first line of "The Doe and the Brook," ' said the editor, 'I knew it to be the work of
one whose life has been heart to heart with nature. The finished art of the line did not blind me to
that fact. To use a somewhat homely comparison, it was as if a wild, free child of the woods and
fields were to don the garb of fashion and walk down Broadway. Beneath the apparel the man would
show.'

'Thanks,' said Conant. 'I suppose the cheque will be round on Thursday, as usual.'

Tek The morals of this story have somehow gotten mixed. You can take your choice of 'Stay on the Farm'
nos
or 'Don't write Poetry.'
a|
Şirk
et
İçi Afazide Bir Saçmalık (A Ramble In Aphasia)
|
Int
ern
al
Eşim ve ben, o sabah tam da alıştığımız şekilde ayrıldık. İkinci çayını bırakarak beni kapıya kadar takip
etti. Orada, bana sahipliği ilan etmek için kadınların evrensel hareketi olan gözle görünmez tüyü
ceketimden çekip çıkardı ve üstümü başımı düzeltmemi söyleyerek soğuyan çayına geri döndü. Soğuk
alerjim yoktu. Ardından, vedalaşma öpücüğü geldi - Young Hyson'lu ev içi düz öpücüğü. Anlık,
çeşitliliğe dair korku yoktu, sonsuz alışkanlığını baharatlamıyordu. Uzun alıştırmanın hünerli
dokunuşuyla atkı iğnesini baştan çıkardı; ve ben kapıyı kapattığımda, sabah terliklerinin serin çayına
geri dönerken onun adımlarını duydum.

Başlamadan önce, başıma gelecek olanı düşünmüyordum. Saldırı aniden geldi. Birkaç hafta boyunca
bir demiryolu hukuk davasıyla neredeyse gece gündüz çalışmıştım ki, bu davadan birkaç gün önce
zaferle çıkmıştım. Aslında, yıllardır hemen hemen durmaksızın hukukla uğraşıyordum. Bir ya da iki kez
iyi doktorum Volney, beni uyarmıştı. 'Eğer hızını kesmezsen, Bellford,' dedi, 'ani bir şekilde
parçalanırsın. Ya sinirlerin ya da beynin çökecek. Bana söyle, bir hafta geçer mi ki gazetelerde afazi
vakasıyla ilgili bir haber okumayasın - bir adamın kaybolduğu, adı unutulmuş, geçmişi ve kimliği
silinmiş - hepsi aşırı çalışma veya endişe nedeniyle oluşan küçük bir beyin pıhtısından dolayı?' 'Her
zaman düşündüm,' dedim, 'ki bu durumlardaki pıhtının aslında gazetecilerin beyinlerinde
bulunduğunu.' Dr. Volney başını salladı. 'Hastalık var,' dedi. 'Bir değişiklik veya dinlenmeye ihtiyacın
var. Mahkeme salonu, ofis ve ev - sadece bu rotada seyahat ediyorsun. Rekreasyon için - hukuk
kitapları okuyorsun. İyi vakit geçirmen için zamanında uyarılmak daha iyidir.' 'Perşembe geceleri,'
savunma amacıyla dedim, 'eşimle birlikte cribbage oynarız. Pazar günleri annesinden gelen haftalık
mektubu bana okur. Hukuk kitaplarının bir eğlence olmadığı daha kanıtlanmadı.' O sabah
yürüdüğümde, Doktor Volney'in sözlerini düşünüyordum. Her zamankinden daha iyi hissediyordum -
belki de sıradanın üzerinde bir ruh halim vardı. Gelişi güzel bir bankoda uzun süre uyuduğum için sert
ve kasvetli kaslarla uyanmıştım. Başımı koltuğa yasladım ve düşünmeye çalıştım. Uzun bir süre sonra
kendime dedim ki: 'Herhalde bir adım olmalı.' Cebimi aradım. Bir kart yok; bir mektup yok; bir kağıt
veya monogram yok. Ancak büyük miktarlarda dolar banknotları buldum ceketimin cebinde. 'Elbette
biri olmalıyım,' diye kendi kendime tekrarladım ve düşünmeye devam ettim. Vagon, bir araya gelmiş
gibi görünen, bir çıkar ortaklığı olması muhtemel olan birçok erkekle kalabalıktı ve en iyi neşe ve ruh
hali içinde görünüyorlardı. Onlardan biri - tarçın ve alo kokusuna sahip belirgin bir kare gözlü
beyefendi - dostça bir selamla boş koltuğumun diğer yarısını aldı ve bir gazete açtı. Okuma dönemleri
arasında, yolculuk edenlerin güncel konularda konuştuğu gibi, biz de sohbet ettik. Bana göre, bu
konularda konuşmayı belleğime saygıyla sürdürebiliyordum. Bir süre sonra yol arkadaşım şöyle dedi:
'Tabii ki, sen de bizden birisin. Batı bu sefer güzel adamlar gönderdi. New York'ta kongreyi yapmaları
güzel; daha önce Doğu'ya hiç gitmemiştim. Adım R. P. Bolder - Bolder & Son, Hickory Grove,
Missouri.' Hazırlıksız olmama rağmen, anın zorluğuna karşı koydum, insanlar buna zorlandığında
yaparlar. Şimdi bir vaftiz düzenlemeli, aynı anda bebek, papaz ve ebeveyn olmalıyım. Duyularım, daha
yavaş beynime yardım etti. Yol arkadaşımdan gelen ısrarlı ilaç kokusu bir fikir sağladı; gazetesine göz
attığımda gözümün çarptığı göze çarpan bir reklam daha fazla yardımcı oldu. 'Adım,' dedim akıcı bir
şekilde, 'Edward Pinkhammer. Bir eczacıyım ve evim Cornopolis, Kansas.' 'Senin eczacı olduğunu
biliyordum,' dedi yol arkadaşım dostça. 'Piston tokmağının sapının ovuşturduğu sağ işaret parmağının
Tek nasırlı yerini gördüm. Tabii ki, Ulusal Kongre'ye bir delege sin.' 'Bu adamların hepsi eczacı mı?' diye
nos şaşkın bir şekilde sordum. 'Evet, bu vagon Batı'dan geldi. Ve bunlar senin eski usul eczacılar, onlar -
a| reçete masası yerine slot makineleri kullanan patent tablet ve granül eczacıları değil. Kendi paregorik
Şirk solüsyonumuzu süzüyor ve kendi haplarımızı yapıyoruz; ve ilkbaharda birkaç bahçe tohumu
et
işlemekten ve şekerleme ile ayakkabıda yan çizgi taşımaktan hoşlanmayız. Size söyleyeyim,
İçi
|
Int
ern
al
Hampinker, bu kongreye sürmeyi düşündüğüm bir fikrim var - yeni fikirlere ihtiyaçları var. Şimdi,
tartar emetik ve rochelle tuzu şişelerini biliyorsunuz - Ant. et Pot. Tart. ve Sod. et Pot. Tart. - biri zehir,
biliyorsunuz, diğeri zararsız. Etiketleri karıştırmak kolaydır. Eczacılar bunları genellikle nereye koyar?
Tabii ki, mümkün olduğunca uzak birbirinden, farklı raflarda. Bu yanlış. Ben diyorum ki, onları yan
yana koyun, böylece birine ihtiyacınız olduğunda her zaman diğerini karşılaştırabilir ve hatalardan
kaçınabilirsiniz. Fikri anlıyor musunuz?' 'Bana çok iyi bir fikir gibi geliyor,' dedim. 'Peki! Kongreye
sunduğumda onu destekle. Bu Doğu'nun pazar portakal-fosfatı-ve-masaj-krem profesörlerinden
bazılarını, pazardaki tek pastil olduklarını düşünenleri hipodermik tablet gibi göstereceğiz.' 'Eğer
yardımcı olabilirimse,' dedim, ısınarak, 'iki şişeyi de - e, - ' 'Antimuan ve potasyum tartarat, ve sodyum
ve potasyum tartarat.'

"Bundan böyle yan yana oturacaklar," dedim kararlı bir şekilde. "Şimdi, başka bir konu var," dedi Bay
Bolder. "Bir hap kütle manipülasyonunda kullanılan bir taşıyıcı madde olarak hangisini tercih edersiniz
- magnezyum karbonat mı yoksa toz halinde öğütülmüş glycerrhiza radix?" "E - e - magnezyum,"
dedim. Diğer kelimeyi söylemesi daha kolaydı. Bay Bolder gözlüklerinin arkasından bana güvenmemiş
bir şekilde baktı. "Bana glycerrhiza ver," dedi. "Magnezyum tabletleri." "İşte bir tane daha sahte afazi
vakası," dedi, bir süre sonra, gazetesini bana uzatarak ve parmağını bir makaleye koyarak. "Buna
inanmıyorum. Onları yüzde doksanı sahtekar olarak kabul ediyorum. Bir adam işinden, ailesinden
sıkılır ve iyi vakit geçirmek ister. Nereye kaçarsa, onu bulduklarında hafızasını kaybetmiş gibi yapar -
kendi adını bilmez ve karısının sol omzundaki çilek lekesini bile tanımaz. Afazi! Tut! Niçin evde
kalmıyorlar ve unutuyorlar?" Ben gazeteyi aldım ve etkileyici başlıkların ardından şunları okudum:
"DENVER, 12 Haziran - Tanınmış bir avukat olan Elwyn C. Bellford, üç gün önce evinden gizemli bir
şekilde kayboldu ve onu bulma çabaları boşa çıktı. Bay Bellford, en yüksek statüye sahip tanınmış bir
vatandaş ve büyük ve kârlı bir hukuk pratiği olan biridir. Evli ve devlete ait en geniş özel kütüphaneye
sahiptir. Kayboluş gününde, bankasından oldukça büyük bir miktar para çekti. Onun bankadan
ayrıldıktan sonra onu gören kimse bulunamadı. Bay Bellford, olağanüstü sakin ve evcimen zevklere
sahip bir adamdı ve mutluluğunu evinde ve mesleğinde bulmuş gibi görünüyordu. Bu tuhaf kaybolma
olayının tek ipucu, birkaç ay boyunca Q. Y. ve Z. Demiryolu Şirketi ile ilgili önemli bir hukuk davasına
yoğun bir şekilde dahil olmuş olmasıydı. Aşırı çalışmanın zihnini etkilemiş olabileceği korkuluyor.
Kayıp adamın yerini bulmak için her türlü çaba sarf edilmektedir." "Bana öyle geliyor ki, Bay Bolder,
tam anlamıyla şüpheci olmadığınızı söyleyemem," dedim, haber metnini okuduktan sonra. "Bu,
benim için gerçek bir duruma benziyor. Bu adam, zengin, mutlu evli ve saygın biri, neden her şeyini
aniden terk etmeyi seçsin ki? Bu tür hafıza kayıpları gerçekten oluyor ve insanlar adı, geçmişi veya evi
olmadan kendilerini kaybolmuş bulabiliyorlar." "Oh, gamon ve jalap!" dedi Bay Bolder. "Onlar eğlence
peşinde. Şu anda çok fazla eğitim var. İnsanlar afazi hakkında bilgi sahibi ve bunu bir bahane olarak
kullanıyorlar. Kadınlar da bilgili, tabii." Bu şekilde Bay Bolder yorumları ve felsefesiyle beni
desteklemese de dikkatimi dağıttı. New York'a geceleri saat on civarında vardık. Bir taksiyle bir otele
gittim ve adımı "Edward Pinkhammer" olarak kaydettim. Bunu yaparken, içimi sürekli genişleyen bir
özgürlük duygusu, yeni elde edilmiş olanakların hissi doldurdu. Yeni doğmuş gibiydim. Eski prangalar -
ne olursa olsunlar - ellerimden ve ayaklarımdan çıkarılmıştı. Gelecek, bir bebeğin girdiği gibi
bembeyaz bir yolun üzerinde duruyordu ve ben bir erkeğin öğrenimi ve deneyimi ile donatılmış
olarak yola çıkabilirdim. Otelden biraz uzakta, beni koridorunda bir adam, büyük bir burun ve siyah
bir bıyıkla durdu. Onun etrafından geçmeye çalıştığımda, bana karşı aşina olmayan bir samimiyetle
Tek selamladı. 'Hallo, Bellford!' diye yüksek sesle bağırdı. 'New York'ta seni ne çekebilir, bilemedim.
nos Eskiden olduğu gibi her şeyini bırakmak için bir iş gezisi mi, yoksa yalnızca iş mi, ha?' 'Yanılıyorsunuz,
a| efendim,' dedim soğukkanlı bir şekilde, elini kavramamdan parmağımı çekerek. 'Adım Pinkhammer.
Şirk Beni affedin.' Adam bir yana düştü, görünüşe göre şaşırmış. Masanın altına düşen bir mektup kağıdını
et aldığımda, onun bir bellboy'a bir şeyler hakkında bir şeyler söylediğini duydum. 'Faturanızı
İçi
|
Int
ern
al
vereceksiniz,' dedim görevliye, 've eşyalarım yarım saat içinde getirilsin. Kendi bulunduğum yerde,
güvenilmez kişiler tarafından rahatsız edilmek istemiyorum.' O öğleden sonra başka bir otele
taşındım, daha sakin, eski moda tarzda bir otel, Beşinci Cadde'nin aşağısında. Biraz uzakta, tropikal bir
düzenin ekranlı bir dizilişinde neredeyse dış mekanlarda servis yapılan bir restoran vardı. Burada öğle
yemeği veya atıştırmalıklar için çok hoş bir yerdi, sessizlik ve lüks, mükemmel bir hizmet. Bir öğleden
sonra oradaydım ve masalar arasında yürürken kolumun yakalandığını hissettim. 'Bay Bellford!' diye
bağırdı, inanılmaz tatlı bir sesle. Hızla döndüm ve yalnız oturan bir bayanı gördüm - yaklaşık otuz
yaşlarında, son derece güzel gözleri olan, beni çok yakın bir arkadaşı gibi inceleyen bir kadın. 'Beni
geçmeye çalışıyordunuz,' dedi suçlu bir ifadeyle. 'Beni tanımadığınızı söylemeyin. Niçin ellerimizi
sıkmıyoruz - en azından on beş yılda bir kez?' Derhal onunla tokalaştım. Bir masa karşısındaki
sandalyeye oturdum. Kaşlarımı çatarak bir garsonu çağırdım. Bayan bir portakal dondurmasıyla
uğraşıyordu. Bir crème de menthe söyledim. Saçları kızıl bronzdu. Ona bakamazdınız, çünkü gözleriniz
ondan uzaklaşamazdı. Ama ona bakamazdınız, çünkü alacakaranlıkta bir ormanın derinliklerine
bakarken gün batımının farkındalığı gibi farkındalık sahibi olurdunuz. 'Beni tanıdığınıza emin misiniz?'
diye sordum. 'Hayır,' dedi, gülerek, 'hiçbir zaman emin olmadım.' 'Eğer size, Kansas, Cornopolis'ten
Edward Pinkhammer adında biri olduğumu söylesem ne düşünürdünüz?' 'Ne düşünürdüm?' diye
tekrar etti, neşeli bir bakışla. 'Neden, eşinizi getirmediyseniz, ne de olsa bu iş için küçük bir iş
gezisiydi, değil mi?' 'Hata yaptınız, Bayan,' dedim soğuk bir şekilde, elimi onun kavrama gücünden
çıkararak. 'Adım Pinkhammer. Beni affedersiniz.' Adam bir yana düştü, görünüşe göre şaşırmış.
Görevliye doğru bir işaret ettiği bir şeyler söylediğini duydum. 'Size faturanızı vereyim,' dedim
görevliye, 've yarım saat içinde eşyalarımı getirin. Burada kalmak istemiyorum. Güvenilmez kişiler
tarafından rahatsız edilmek istemiyorum.' O öğleden sonra başka bir otele taşındım, daha sakin, eski
moda tarzda bir otel, Beşinci Cadde'nin aşağısında. Orada bir süre oturdum ve düşündüm, geçmişin
problemlerini çözmek için beynimi zorlamadım. New York'un büyük adalı şehri, dudaklarıma tutulan
nefes kesici, vahşi, sarhoş edici bir coşku ile beni kapladı - sınırsız özgürlüğün, yeni kazanılan
olanakların hissi. Ben dünyaya yeni doğmuştum. Eski bağlar - ne olursa olsunlar - ellerimden ve
ayaklarımdan çıkarılmıştı. Gelecek, bir bebek girdiği gibi bembeyaz bir yolun üzerinde duruyordu ve
ben bir erkeğin öğrenimi ve deneyimi ile donatılmış olarak yola çıkabilirdim. Otele döndüğümde,
siyah giyimli, parmak tırnaklarını dikkatlice bir ipek mendille ovalayan düşünceli bir adam ansızın
yanıma geldi. 'Bay Pinkhammer,' dedi sakin bir şekilde, dikkatini çoğunlukla baş parmağına vererek,
'benimle biraz konuşabilir misiniz? Burada bir oda var.' 'Tabii ki,' diye cevapladım. Beni küçük bir özel
salona götürdü. Bir bayan ve bir beyefendi oradaydı. Bayanın, düşündüğüm gibi, özellikle hoş
olduğunu söyleyebilirim, yüz hatları endişeli ve yorgun bir ifadeyle bulanmış olmasaydı. Tarzı figür,
renk ve özelliklere sahipti ve benim hayalimle uyumluydu. Yolculuk kıyafetindeydi; bana son derece
endişeli bir bakışla bakıyor, göğsüne titreyen bir elini bastırıyordu. Sanırım başlamak istedi, ama
beyefendi onun hareketini yetkilendirici bir hareketle durdurdu. Sonra yanıma geldi. Kırk yaşlarında
bir adamdı, şakaklarında biraz gri, düşünceli bir yüze sahipti. 'Bellford, eski dostum,' dedi samimi bir
şekilde, 'seni tekrar gördüğüme sevindim. Tabii ki her şeyin yolunda olduğunu biliyoruz. Seni aşırı
zorladığını sana uyarmıştım, bilirsin. Şimdi bizimle geri dönecek ve kısa sürede kendine geleceksin.'
İronik bir şekilde gülümsedim. 'O kadar çok "Bellford'landım ki," dedim, 'ki ağırlığını yitirdi. Yine de
sonunda sıkıcı hale gelebilir. Peki, sizce adımın Edward Pinkhammer olduğu ve sizi hayatımda hiç
görmediğim bir adam olduğu hipotezini düşünmeye hazır mısınız?' Adam cevap vermeden önce,
kadının içeriğinden yükselen acı bir çığlık duyuldu.
Tek
nos Kolunu alıkoyan kolu geçip sıçradı. "Elwyn!" diye inledi ve üzerime atıldı, sıkıca sarıldı. "Elwyn," diye
a| tekrar bağırdı, "kalbimi kırma. Ben senin karınım - adımı bir kez bile çağır - sadece bir kez! Seni bu
Şirk şekilde görmekten ölü bulabilirim." Onun kollarını saygılı ama kararlı bir şekilde çözdüm.
et "Hanımefendi," dedim ciddiyetle, "eğer benzerlik konusunu aceleci bir şekilde kabul etmenizi
İçi
|
Int
ern
al
önerirsem affedin. Ne yazık ki," diye düşündüm ve eğlenceli bir gülümsemeyle devam ettim, "bu
Bellford ve ben, sodyum ve antimonun tartratları gibi aynı rafa konulamıyoruz tanıma amaçlı. Anı
anlamak için," dedim havai bir şekilde sonlandırarak, "eczacıların Ulusal Kongresi'nin gelişmelerini
takip etmeniz gerekebilir." Bayan, arkadaşına döndü ve kolunu kavradı. "Ne oldu, Doktor Volney? Oh,
ne oldu?" diye inledi.

Kadını kapıya götürdü. 'Bir süre odanda kal,' dediğini duydum. 'Ben burada kalıp onunla konuşacağım.
Zihni mi? Hayır, sanmıyorum - sadece beyinin bir kısmı. Evet, iyileşeceğinden eminim. Odana git ve
beni yalnız bırak.' Bayan kayboldu. Siyah giyimli adam da dışarı çıktı, hala düşünceli bir şekilde
tırnaklarıyla uğraşıyordu. Sanırım koridorda bekledi. 'Biraz sizinle konuşmak isterim, Bay
Pinkhammer, eğer izin verirseniz,' dedi geride kalan beyefendi. 'Tabii ki, isterseniz,' diye cevapladım,
've eğer beni rahatça dinlerseniz; oldukça yorgunum.' Bir pencere kenarındaki kanepeye uzandım ve
bir puro yaktım. Yanıma bir sandalye çekti. 'Noktaya gelelim,' dedi sakinleştirici bir tonla. 'Adınız
Pinkhammer değil.' 'Bunu sizin kadar ben de biliyorum,' dedim soğukkanlılıkla. 'Ama bir adamın bir
şekilde bir adı olmalı. Size Pinkhammer adını aşırı derecede beğendiğimi söyleyemem. Ama bir kişi
kendini vaftiz edince, birden güzel isimler kendini göstermez. Ama diyelim ki Scheringhausen veya
Scroggins olsaydı! Pinkhammer ile oldukça iyi olduğumu düşünüyorum.' 'Adınız,' dedi diğer adam
ciddi bir şekilde, 'Elwyn C. Bellford. Denver'daki önde gelen avukatlardan birisiniz. Kimliğinizi
unutturan bir afazi krizi geçiriyorsunuz. Bunun sebebi, mesleğinize aşırı derecede yoğunlaşmanız ve
belki de doğal dinlenme ve zevklerden yoksun bir yaşam. Odadan ayrılan bayan ise eşinizdir.' 'Onu
güzel bir kadın olarak adlandırırım,' diye belirli bir aradan sonra söyledim. 'Özellikle saçındaki
kahverengi tonunu beğeniyorum.' 'Gurur duyulacak bir eş. Kaybolmanızdan neredeyse iki hafta geçti
ve o o günden beri neredeyse gözlerini kapatmamış. Sizi New York'ta bir otelde gördüğünü belirten
Denverlı bir yolcudan gelen bir telgrafla burada olduğunuzu öğrendik. Size otelde rastlamış ve sizi
tanımadığınızı söylemiş.' 'Olayı hatırlıyormuş gibi geliyor,' dedim. 'Adam bana "Bellford" diye
seslenmişse, yanılmıyorsam. Ama şimdi değil mi, size kendinizi tanıtmanın zamanı değil mi?' 'Ben
Robert Volney - Doktor Volney'yim. Yaklaşık yirmi yıldır yakın arkadaşınız ve on beş yıldır
doktorunuzum. Hanım Bellford'ı size iz sürmek için, telgrafı aldığımız anda, bulmak üzere buraya
geldim. Elwyn, eski dostum - hatırlamaya çalış!' 'Neden denesin ki!' bir kaş çatarak sordum. 'Siz bir
doktorsunuz diyorsunuz. Afazi tedavi edilebilir mi? Bir adam hafızasını kaybettiğinde, geri gelme
süreci yavaş mı, yoksa aniden mi olur?' 'Bazen kademeli ve eksik; bazen gidişinden hemen sonra
aniden olur.' 'Doktor Volney, benim durumumu tedavi etmeye girişir misiniz?' diye sordum. 'Eski
dost,' dedi, 'elimden gelen her şeyi yapacağım ve sizi iyileştirmek için bilim ne yapabilirse yapmış
olacağım.' 'Pekala,' dedim. 'O zaman beni hasta olarak kabul edeceksiniz. Şu anda her şey gizli -
mesleki gizlilik.' 'Tabii ki,' dedi Doktor Volney. Kanepeye doğruldum. Birisi orta sehpanın üzerine
beyaz gül buketi koymuştu - taze serpilmiş ve mis kokan beyaz güller. Onları pencereden uzağa
fırlattım ve sonra tekrar kanepeye uzandım. 'En iyisi olur, Bobby,' dedim, 'bu tedavinin aniden
olmasına izin vermek. Her şeyden oldukça yorgunum zaten. Şimdi Marian'ı içeri getir ve gidebilirsin.
Ama, ah, doktor,' dedim, ona bir parça atarak, 'eski yaşlı doktor - muhteşemdi!'

Belediye Raporu (A Municipal Report)

Şehirler gurur dolu, Birbirine meydan okuyanlar - Bu dağ yamacından olan, Bu yüksek sahilinden olan.
- R. KIPLING. Şöyle bir Chicago veya Buffalo hakkında bir roman hayal edin, diyelim ki Nashville,
Tek Tennessee! Amerika Birleşik Devletleri'nde sadece üç büyük "hikaye şehri" vardır - elbette New York,
nos New Orleans ve en iyisi San Francisco. - FRANK NORRIS. DOĞU DOĞUDUR ve Batı San Francisco'dur,
a| California'lılara göre. Californialılar bir insanlar ırkıdır; sadece bir eyaletin sakinleri değillerdir. Onlar,
Şirk Batı'nın Güneylileridir. Şimdi, Chicago'lular şehirlerine karşı sadık değillerdir; ancak onlara neden
et
İçi
|
Int
ern
al
sadık olduklarını sorarsanız, bocalarlar ve göl balıkları ile yeni Odd Fellows Binası'ndan bahsederler.
Ancak Californialılar detaya girerler.

Tabii ki, iklimde bir argümanları var, bu argümanla düşündüğünüz süre boyunca kömür faturalarınızı
ve kalın iç çamaşırlarınızı düşündüğünüz süre boyunca iyi bir argüman. Ancak sessizliğinizi ikna olarak
algılamalarına kadar geldiklerinde, delilik onlara gelir ve Altın Kapı şehrini Yeni Dünya'nın Bağdat'ı gibi
hayal ederler. Görüş olarak, şu ana kadar bir yalanlama gerekmemiştir. Ancak, sevgili kuzenler (Adem
ve Havva'dan türemiş), haritaya parmağını koyup da 'Bu kasabada hiç romantizm olamaz - burada ne
olabilir ki?' diyen cesur ve düşüncesiz biridir. NASHVILLE. - Tennessee Eyaleti'nin bir limanı, teslimat
noktası ve başkentidir, Cumberland Nehri üzerinde ve N.C. & St. L. ile L. & N. demiryolları üzerindedir.
Bu şehir Güney'deki en önemli eğitim merkezi olarak kabul edilir. Saat 20:00'de trenle indim. Bir
sıfatlar tezaurusu içinde boşuna aradıktan sonra, bir yerine karşılaştırma formunda bir tarife
yönelmek zorunda kalıyorum. Londra sisinden 30 parça alın; sıtma 10 parça; gaz sızıntıları 20 parça;
güneş doğarken bir tuğla fabrikasında toplanmış çiy damlaları 25 parça; hanımeli kokusu 15 parça.
Karıştırın. Karışım size bir Nashville çisentisinin yaklaşık bir kavramını verecektir. Bir güve topundan
daha hoş kokulu değil, bezelye çorbası kadar kalın değil; ama yeterli - işe yarayacak. Bir tumbrille bir
otele gittim. Sidney Carton'ın bir taklitini yapmaktan kendimi alıkoymak için güçlü bir öz kontrol
gerekiyordu. Araç, eskiden kalmış bir çağın yaratıkları tarafından çekiliyordu ve bir şey karanlık ve
özgürleşmiş tarafından sürülüyordu. Uykulu ve yorgundum, bu yüzden otele 50 cent ödemek benim
için aceleyle oldu (sana yaklaşık lagniappe'yi temin ederim). Alışkanlıklarını biliyordum ve eski
"efendi"si hakkında veya "de savaştan önce" olan her şey hakkında konuşmasını istemiyordum. Otel,
"yenilenmiş" olarak tanımlanan türden biriydi. Bu, lobide 20.000 dolarlık yeni mermer sütunlar,
fayans, elektrik lambaları ve her bir büyük odada bir L. & N. tren tarifesi ve Lookout Mountain'ın bir
litografisi anlamına gelir. Yönetim kusursuzdu, ilgi zarif Güney nezaketi doluydu, hizmet bir
salyangozun ilerlemesi kadar yavaştı ve Rip Van Winkle kadar iyi huyluydu. Yemek, bin mil yol
katetmeye değerdi. Dünyada başka hiçbir otelde böyle tavuk ciğerleri alamazsınız. Akşam yemeğinde
bir siyahi garsona şehirde herhangi bir şeyin olup olmadığını sordum. Bir dakika ciddi bir şekilde
düşündü ve sonra şöyle cevapladı: 'Eh, patron, gerçekten güneş battıktan sonra hiçbir şey olmadığını
düşünmüyorum.' Güneş batmıştı; o zaman zaten çisentide boğulmuştu. Bu yüzden bana bu gösteri
verilmedi. Ancak çisentide sokaklara çıktım. Dalgalı arazide inşa edilmiş ve elektrikle aydınlatılan
sokaklar yılda 32.470 dolara mal oluyordu. Otelimi terk ettiğimde bir ırk ayaklanması vardı. Üzerime
bir grup özgür insan, Arap veya Zulu gibi, - hayır, rahat bir nefes aldım ki bunlar tüfekler değil,
kamçılar kullanıyorlardı. Ve zaten bir kara aracının çavuşlarına özgü güvence çığlıklarını duyduğumda,
sadece bir "ücret" olduğumu düşündüm, bir kurban değil. Uzun sokaklardan geçtim, hepsi yokuş
yukarı yönlendi. Bu sokakların nasıl tekrar aşağı geldiğini merak ettim. Belki de 'düzeltildiklerine'
kadar gelmemişlerdi. 'Ana' caddelerden birkaçında burada ve orada mağazalarda ışıklar gördüm;
dürüst kasaba sakinlerini şuraya buraya taşıyan tramvayları gördüm; insanların sohbet sanatıyla
meşgul oldukları geçerken gördüm ve bir gazoz ve dondurma dükkanından yarı canlı bir kahkaha sesi
duydum. Diğer 'ana' sokaklar dışında, sakinliğe ve evliliğe adanmış evlere cezbetmiş gibi
görünüyordu. Birçoğunda perdeli pencere gölgelerinin arkasında ışıklar parlıyordu; birkaçında düzenli
ve kınanamaz müzik çalıyordu. Gerçekten de pek az 'olay' vardı. Güneş batmadan önce gelmiş
olsaydım keşke. Bu yüzden otelime geri döndüm. Kasım 1864'te Konfederasyon General Hood,
Tek
Nashville'e karşı ilerledi, burada General Thomas komutasındaki bir Ulusal kuvveti kapattı. Sonra, bu
nos
kuvvet dışarı çıkıp Konfederasyonları korkunç bir çatışmada yendi. Tüm hayatım boyunca Güney'in
a|
Şirk huzurlu çatışmalarındaki mükemmel nişancılığını duydum, takdir ettim ve şahit oldum. Ancak
et otelimde bir sürpriz beni bekliyordu. Büyük lobide parlak, yeni, etkileyici, geniş pirinç tükürük kapları
İçi vardı, urneler denilebilecek kadar uzun ve beş adım uzaktan birine top atışı yapacak kadar geniş ağızlı.
|
Int
ern
al
Ama, her ne kadar korkunç bir savaş yaşanmış ve hala yaşanıyor olsa da, düşman acı çekmemişti.
Parlak, yeni, etkileyici, geniş, dokunulmamış, duruyorlardı. Ama Jefferson Brick'in gölgesi! güzel karo
döşeme - güzel karo döşeme! Nashville savaşını düşünmeden edemedim ve aptalca alışkanlığım olan,
kalıtsal nişancılık hakkında bazı çıkarımlar yapmaya çalıştım. İlk kez Major (yanlış yerinde höşgörü ile)
Wentworth Caswell'i gördüm. Onu gördüğüm anda türü tanıdım. Bir sıçanın coğrafi yaşam alanı
yoktur. Benim eski arkadaşım A. Tennyson, neredeyse her şeyi çok iyi söylediği gibi söyledi:
'Peygamber, lafazan dudaklara lanet et, Ve lanet olsun İngiliz haşaratına, sıçan.' 'İngiliz' kelimesini ad
lib. değiştirilebilir olarak kabul edelim. Bir sıçan bir sıçandır. Bu adamı otel lobisinde bir kemirgen gibi
arayan bir aç köpek gibi dolaşıyordu. Yüzü büyük araziye sahipti, kırmızı, etli ve Buddha'nınkinden
biraz uykulu bir büyüklükteydi. Tek bir erdemi vardı - çok pürüzsüz tıraş olmuştu. Hayvanın belirtisi,
adam cüce tıraşıyla dolaşmaya başladığında adamın üzerinde kalıcı olmaz. Eğer o gün tıraş bıçağını
kullanmamışsa, yaklaşan tehlikeyi reddeder ve dünya suç takvimine bir cinayet daha eklenmezdi.
Major Caswell bir tükürüğe ateş açtığında ben beş fit içinde duruyordum. Saldıran kuvvetin sincap
tüfekleri yerine Gatling'leri kullandığını fark etmiştim, bu yüzden hemen kenara çekildim ve major,
ateşe geçme fırsatını kaçırdığımda, bir sivil bir özür dileme fırsatını ele geçirdi. Lafazan dudaklara
sahipti. Dört dakika içinde benim arkadaşım olmuş ve beni bara çekmişti. Burada araya girmek isterim
ki ben bir Güneyliyim. Ancak meslek veya ticaret için değilim. Dize bağını, yamuk şapkasını, Prens
Albert'i, Sherman tarafından yok edilen pamuk balyalarının sayısını ve çiğniyorum. Orkestra Dixie
çaldığında alkışlamıyorum. Biraz daha derine kayar, deri köşeli koltukta ve evet, bir Würzburger daha
isterim ve Longstreet'in - ama ne önemi var mı? Major Caswell, yumruğuyla bara vurdu ve Fort
Sumter'deki ilk top atışı yankılandı. Ve son topu Appomattox'ta attığında.

Umutla başladım. Ancak o aile soyağaçlarına başladı ve Adem'in sadece Caswell ailesinin yan dalının
üçüncü kuzeni olduğunu gösterdi. Soybilimi hallettikten sonra, benim hoşgörmemle, özel aile
meselelerine geçti. Karımın soyundan bahsetti, soyunu Havva'ya kadar izledi ve onun Nod
topraklarında ilişkileri olabileceği herhangi bir söylentiyi kutsal bir şekilde reddetti. Bu noktada,
içkileri sipariş ettiğini ve beni bunlara ödeme yapmaya kandıracağım umuduyla gürültüyle
karıştırmaya çalıştığını şüphelenmeye başladım. Ancak aşağı indiklerinde, bir gümüş doları bara
yüksek sesle çarptı. Sonuç olarak, başka bir servis zorunlu hale geldi. Ve onun için ödedikten sonra,
ondan daha fazlasını istemiyordum. Ancak serbest bırakılmadan önce, karısının aldığı bir gelirden
yüksek sesle bahsetmiş ve bir avuç gümüş parasını göstermişti. Anahtarı resepsiyonda aldığımda,
görevli bana kibarca şöyle dedi: 'Eğer o Caswell adamı sizi rahatsız ettiyse ve bir şikayette bulunmak
istiyorsanız, onu kovarız. Bir sıkıntı, bir serseri ve bilinen hiçbir destek kaynağı olmadan, çoğu zaman
bir miktar parası olduğu görünse de. Ama yasal olarak onu nasıl atacağımıza dair bir yol bulamıyoruz
gibi görünüyor.' 'Neden, hayır,' dedim, biraz düşündükten sonra; 'Şikayette bulunma yolumu net
görmüyorum. Ama onun şirketini istemediğimi beyan etmek istiyorum. Şehriniz,' dedim, 'sakin bir yer
gibi görünüyor. Kapılarınızın içindeki yabancıya sunabileceğiniz eğlence, macera veya heyecan ne
tür?' 'Eh, efendim,' dedi görevli, 'burada gelecek perşembe günü bir gösteri olacak. O - bakarım ve
size buzlu suyla birlikte odanıza göndermek için duyuruyu yukarı çıkartırım. İyi geceler.' Odaya
çıktıktan sonra pencereden dışarı baktım. Sadece saat ondu, ama sessiz bir kasabaya baktım. Çisentisi
devam ediyordu, kadınlar Borsası'nda satılan bir kek gibi aralıklı, simli ışıklarla doluydu. 'Sakin bir yer,'
diye düşündüm, ilk ayakkabım alt katımdaki odanın tavanına vurduğunda. 'Doğu ve Batı şehirlerine
renk ve çeşitlilik katan hayatın burada hiçbir izi yok. Sadece iyi, sıradan, monoton bir iş kasabası.'
Tek Nashville, ülkenin imalat merkezleri arasında öncü bir yer tutmaktadır. Amerika Birleşik
nos Devletleri'ndeki beşinci ayakkabı ve çizme pazarı, Güney'in en büyük şekerleme ve bisküvi imalat
a| şehri ve büyük bir toptan kuru mal, bakkaliye ve ilaç işi yapmaktadır.
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
Sizi Nashville'de nasıl bulunduğuma dair size anlatmalıyım ve sapma size ne kadar sıkıcı gelirse bana
da o kadar sıkıcı gelir. Başka bir işim için başka bir yerde seyahat ediyordum, ancak kuzeyli bir edebi
dergiden bana, Azalea Adair adlı bir katkıda bulunanla kişisel bir bağlantı kurma görevi verildi. Adair
(kişiliğe dair tek ipucu yazı stiliydi) bazı makaleler (kaybolmuş sanat!) ve öyküleri göndermişti ki,
editörleri öğle yemeğinde saat birde onaylamaya yemin etmişti. Bu nedenle beni Adair'ı bulmaya ve
iki sente kelime başına onu ya da onu başka bir yayıncının ona on veya yirmi teklif etmeden önce
anlaşmayla köşeye sıkıştırmaya gönderdiler. Ertesi sabah saat dokuzda, tavuk ciğerlerimden sonra
(eğer o oteli bulabilirseniz deneyin), sınırsız bir süre için devam eden çisentide dolaştım. İlk köşede
Amca Caesar ile karşılaştım. O, piramitlerden daha yaşlı gri yünü ve bana Brutus'u, bir saniye sonra da
geç Kral Cetewayo'yu hatırlatan bir yüze sahip, iri yarı bir zenci idi. Gördüğüm en dikkat çekici ceket
giydiği ceket idi. Ayak bileklerine kadar ulaşıyordu ve renk olarak bir zamanlar Konfederasyon gri
olmuştu. Ancak yağmur, güneş ve yaş onu Joseph'ın ceketini soluk bir monokroma dönüştürecekti. Bu
ceketle ilgili bu kadar çok zaman harcamamın nedeni hikayeyle ilgisi olması - hikaye ki Nashville'de
herhangi bir şeyin olmasını bekleyemezsiniz. Bir subayın askeri ceketi olmalıydı. Cape'i kaybolmuştu,
ancak ön tarafında şahane bir şekilde düğmelenmiş ve sallanan süslemelerle dolu olmuştu. Ancak
şimdi kurbağa ve süsler gitmişti. Onların yerine, (hayatta kalan 'siyah mammy' tarafından benim
tahminime göre) ceketin eski ihtişamının yerini alacak şekilde ustaca ipliklenmiş yeni kurbağalar
vardı. Bu iplik sıyrılmış ve dağınıktı. Kaybolan ihtişamların yerine eklenmiş olmalı, tatsız ama özenli bir
sadakatle, çünkü kaybolan kurbağaların eğrilerini sadakatle takip etti. Ve elbisenin komedisini ve
patosunu tamamlamak için, düğmelerinin hepsi gitmişti, sadece bir tanesi kalmıştı. En üstteki ikinci
düğme tek başına kalmıştı. Ceket, sarı boynuzdan yapılmış ve kalın iplikle dikilmiş yarım dolara benzer
büyüklükteydi.

Bu zenci, o kadar eski bir arabaya yanındaki hayvanlarla bir at arabası hattı başlatabilirdi ki, Nuh,
gemiyi terk ettikten sonra. Yaklaştığımda kapıyı açtı, bir deri ceket çıkardı, kullanmadan salladı ve
derin, gürültülü tonlarda şöyle dedi: 'Buyrun içeri, efendim; içinde en ufak bir toz bile yok - sadece
cenazeden döndü, efendim.' Buna göre, böyle şenlikli durumlarda arabalara ek temizlik yapıldığını
çıkardım. Sokağı yukarı aşağı gözden geçirdim ve kaldırım boyunca sıralanan kiralık araçlar arasında
pek fazla seçenek olmadığını fark ettim. Azalea Adair'in adresini not defterimden bulmak için
bakındım. '861 Jessamine Caddesi'ne gitmek istiyorum," dedim ve arabaya binmeye hazırlanıyordum.
Ama eski zencinin kalın, uzun, goril kolu beni engelledi. Onun kalın ve melankolik yüzünde ani bir
şüphe ve düşmanlık bakışı belirdi bir an için. Sonra, hızla geri dönen bir kararla şöyle sordu: 'Neden
oraya gidiyorsunuz, patron?' 'Siz ne ilgileniyorsunuz?' diye biraz sertçe sordum. 'Hiç, efendim, hiçbir
şey. Sadece orası kasabanın ıssız bir bölgesi ve pek az kişi işi olan var. Hemen içeri girin. Koltuklar
temizdir - sadece cenazeden döndü, efendim.' Yolculuğumuzun sonuna bir mil ve yarım olmalıydı.
Sadece eski arabayla düzensiz tuğla döşemeli zemin üzerindeki korkunç gıcırdama sesini
duyabiliyordum; sadece drizzle'ın, şimdi kömür dumanı ve biraz da katran ve oleander çiçeklerinin
karışımı gibi kokusunu alabiliyordum. Sisli pencerelerden görebildiğim tek şey, iki sıra donuk evdi.
Şehrin alanı 10 mil kare; 181 mil asfalt yola, bunların 137 milinin döşeli olduğu; 2.000.000 dolar
maliyetle bir su şebekesine ve 77 mil boruya sahip bir sistemine sahiptir. 861 Jessamine Caddesi,
çürümüş bir malikane idi. Sokağın 30 yardı geride duruyordu, ihtişam ve mükemmelliğin hayaleti ve
gölgesiydi. Açmaya çalıştığım kapıyı neredeyse görünmez kılan kutu çalılarının bir sırası; kapıyı çit
direği ve kapının ilk çıtasını saran bir halat düğümü kapalı tutuyordu. Ama içeri girdiğinizde, 861'in
Tek eski ihtişam ve mükemmelliğin hayaleti olduğunu gördünüz. Ama hikayede, içeriye henüz giremedim.
nos Araba gıcırdamayı bıraktığında ve yorgun dört ayak dinlenmeye çekildiğinde, jehu'ya elli sentini bir
a| çeyrek daha ekleyerek elimden verdikten sonra içimi bir nevi cömertlik hissiyle doldurdum. Kabul
Şirk etmedi. 'İki dolar, efendim,' dedi. 'Nasıl yani?' diye sordum. 'Otelde "Şehrin herhangi bir yerine elli
et sent" diye bağırdığınızı gayet iyi duydum.' 'İki dolar, efendim,' inatla tekrar etti. 'Otel den uzak bir
İçi
|
Int
ern
al
yerdir.' 'Şehir sınırları içindedir ve iyi içindedir,' diye savundum. 'Beni cahil bir Yankee sanma. Şu
tepeleri görüyor musun?' dedim, doğuya doğru işaret ederek (ben drizzle'ı göremiyordum); 'şey, ben
bunların öte tarafında doğdum ve büyüdüm. Sen eski aptal siyahi, başka insanları diğer insanlardan
ayıramıyor musun?' King Cetewayo'nun ciddi yüzü yumuşadı. 'Güneyden misiniz, efendim? Sanırım
sizin ayakkabılarınızın burunlarında keskin bir şey var. Bir Güney beyefendisi giyer.' 'O zaman ücret
elli sent olmalı?' diye sertçe sordum. Onun önceki ifadesi, bir araya getirilen hırsların ve
düşmanlıkların bir karışımı, on dakika boyunca sürdü ve kayboldu. 'Patron,' dedi, 'elli sent doğru; ama
iki dolara ihtiyacım var, efendim; bu akşam iki dolara ihtiyacım var ve işler pek iyi değil.' Barış ve
güven ağır özelliklerine yerleşti. Umarından daha şanslıydı. Oranları bilmeyen, tarifeleri bilmeyen bir
cahili bulmak yerine, bir miras bulmuştu. 'Seni lanet olası yaşlı bir hırsız,' dedim, cebime uzanarak,
'polise teslim edilmelisin.' İlk kez onu gülümserken gördüm. Biliyordu; biliyordu; BİLİYORDU. Ona iki
bir dolarlık banknot verdim. Onlari verirken, birinin zor zamanlar gördüğünü fark ettim. Üst sağ köşesi
eksikti ve ortadan yırtılmış, ama tekrar birleştirilmişti. Yırtık üzerine yapıştırılmış mavi tane kağıdı,
müzakeresini korumuştu. Şimdilik Afrika soyguncusundan yeterince: Onu mutlu bir şekilde bıraktım,
halatı kaldırdım ve gıcırdak kapıyı açtım. Ev, dediğim gibi, bir kabuktı. Yirmi yıl boyunca bir boya fırçası
ona dokunmamıştı. Güçlü bir rüzgarın onu kart ev gibi devirmemesi için onu sıkıca saran ağaçlara
tekrar baktığımda, neden olamadığımı göremedim. Ağaçlar, Nashville savaşını gören ve hala onu
fırtına, düşman ve soğuğa karşı koruyan dallarını çizen ağaçlardı.

Azalea Adair, elli yaşında, beyaz saçlı, bir kavalier soyundan gelen, yaşadığı ev kadar ince ve kırılgan,
gördüğüm en ucuz ve temiz elbiseyle giyinmiş, kraliçenin basit bir hava içinde karşıladı beni.
Resepsiyon odası, boyasız, beyaz çam kitap raflarında sıralanan kitaplar, çatlak bir mermer sehpa, bir
yıpranmış halı, tüysüz at kılı kanepe ve iki veya üç sandalyeden başka bir şey içermeyen bir mil kare
gibi görünüyordu. Evde Andrew Jackson'ın portresini ve çam kozası askı sepetini aradım, ama orada
değillerdi. Azalea Adair ve ben, size tekrar edilecek biraz konuşma yaptık. O, eski Güney'in bir
ürünüydü, nazik bir şekilde büyütülmüş, sığınağa alınmış bir yaşamda. Bilgisi geniş değildi, ancak biraz
dar bir kapsamda muazzam özgünlükte ve derinlikteydi. Evde eğitim görmüştü ve dünyaya dair bilgisi
çıkarımdan ve ilhamla elde edilmişti. Bu, değerli, küçük bir deneme yazarlarının grubudur. Bana
konuşurken, parmaklarımı fırçalamaya devam ettim, bilinçsizce, kuzeyin Cumberland vadisinde
Thomas'a karşı savaşan şairler ve deneme yazarlarına dair olan yarı-tavşan derilerinden suçluluktan
kurtulmaya çalışarak. O, nefisti, değerli bir keşifti. Günümüzde neredeyse herkes gerçek yaşam
hakkında çok fazla bilgiye sahip - oh, çok fazla fazla - Azalea Adair'in çok fakir olduğunu açıkça
görebiliyordum. Bir evi ve bir elbisesi vardı, pek fazla değil gibi görünüyordu. Bu nedenle, dergiye
karşı görevimle Cumberland Vadisi'nde Thomas'a karşı savaşan şairlere ve deneme yazarlarına olan
sadakatim arasında bölünmüş bir şekilde, onun gibi değerli bir keşif olmasına rağmen sözleşmelerden
bahsetmekten başka bir şey yapamadım. Dokuz Müze ve Üç Grasya'nın huzurunda, konuyu iki sente
düşürmekten çekindim. Ticaret ruhuma geri kazanıldıktan sonra başka bir konuşma olmak
zorundaydı. Ama görevimden bahsettim ve ertesi öğleden sonrasının üçünde iş teklifi tartışması için
bir buluşma ayarlandı. 'Kentiniz,' dedim, ayrılmaya hazırlanmaya başladığım (bu, düz genellemelerin
zamanıdır), 'sakin, sakin bir yer gibi görünüyor. Bir ev kasabası, diyebilirim, olağanın dışında pek az
şeyin olduğu bir yer.' Batı ve Güney ile soba ve boş eşya ticaretinde geniş bir ticaret yürütüyor ve un
değirmenlerinin günlük kapasitesi 2.000 varilden fazla.
Tek
nos Azalea Adair düşünmüş gibi göründü. 'Hiç böyle düşünmedim,' dedi, ona ait gibi görünen samimi bir
a| yoğunlukla. 'İşte o sakin, sessiz yerlerde şeyler olur diye düşünüyor musunuz? Tanrı'nın dünyayı
Şirk yaratmaya başladığı ilk Pazartesi sabahı, pencerelerinden birinden sarkıp O'nun kocaman tepeleri
et
inşa ettiği sırada trowel'ından damlayan çamurun sesini duyabilirdiniz. Dünyanın en gürültülü projesi
İçi
|
Int
ern
al
- Kule'nin inşası demek istiyorum - sonunda ne ile sonuçlandı? Kuzey Amerikan İnceleme'de bir sayfa
ve yarım Esperanto.' 'Tabii ki,' dedim klişe bir şekilde, 'insan doğası her yerde aynıdır; ancak bazı
şehirlerde diğerlerine göre daha fazla renk - e - daha fazla drama, hareket ve romantizm var gibi.'
'Yüzeyde,' dedi Azalea Adair. 'Altında dolaştım dünyayı, iki kanat üzerinde taşınan altın bir hava
gemisiyle - baskı ve rüyaların. Birçoğu düşsel turlarımdan birinde, Türkiye Sultan'ının eliyle yüzünü
halka açan bir karısını boğmalı olarak gördüm. Nashville'de bir adamın tiyatro biletlerini, karısı yüzünü
pirinç pudrasıyla kaplamış bir şekilde dışarı çıkıyordu diye yırttığını gördüm. San Francisco'nun
Chinatown'unda köle kız Sing Yee'yi yavaşça, inç başına bir, badem yağında kaynatılmış, bir daha asla
Amerikalı sevgilisini görmeyeceğine dair yemin etmesi için. Kaynar yağ diz kapağına ulaştığında teslim
oldu. East Nashville'deki bir euchre partisinde, Kitty Morgan'ın yedi okul arkadaşı ve ömür boyu
arkadaşları tarafından evlenmiş olduğu için soğuk kesildiğini gördüm. Kaynar yağ, kalbinin kadar
şakırdayarak, ama onu masa başında masadan kalkarken görmek isterdim. Oh evet, sıradan bir
kasaba. Sadece birkaç mil kırmızı tuğla ev, çamur ve mağaza ve kereste deposu.' Birisi evin arka
tarafında boşuna vurdu. Azalea Adair yumuşak bir özür diledi ve sesin nereden geldiğini incelemeye
gitti. Üç dakika içinde parlaklanmış gözlerle, yanaklarından hafif bir alınma ve on yılın kaldırıldığı bir
şekilde geri döndü. 'Gitmeden önce bir fincan çay içmeli ve bir şekerli kek yemelisin,' dedi, 've bir
dolarlık bir çıkarma.' Elini uzattı ve küçük demir bir zili çaldı. On iki yaşlarında, ayakları çıplak, pek
düzgün olmayan, bana başparmağını emip gözlerini patlatarak dikilen küçük bir siyah kız içeriye daldı.
Azalea Adair küçük, yıpranmış bir cüzdan açtı ve bir dolarlık banknot çıkardı, üst sağ köşesi eksik, iki
parçaya yırtılmış ve mavi tane kağıdı şeridiyle tekrar birleştirilmiş. Bu, korsan zencisine verdiğim
paralardan biriydi - bundan şüphe yoktu. 'Impy, köşedeki Bay Baker'ın dükkânına git,' dedi kızı dolarlık
banknotu vererek, 've her zaman bana gönderdiği çeyrek kilo çay ve on sentlik şeker kurabiyesinden
al. Şimdi acele et. Eve çayın tükenmiş,' bana açıkladı. Impy arkadan çıkmadan önce. Ayaklarının sert,
çıplak sesi arka verandada kaybolana kadar geçen sürede, yabancı bir çığlık - onun olduğunu emindim
- boş evi doldurdu. Ardından kızın daha fazla çığlığı ve anlamsız kelimelerle karışan bir öfkeli bir adam
sesi derin, kalın tonları. Azalea Adair şaşkınlık veya duygusuz bir şekilde kalktı ve kayboldu. İki dakika
boyunca adamın boğuk sesini duydum; sonra bir küfür ve hafif bir boğuşma, ve o sakin bir şekilde
sandalyesine geri döndü. 'Bu geniş bir ev,' dedi, 've bir kısmı kiracıya ayrılmış durumda. Çay davetimi
geri çekmek zorunda olduğum için üzgünüm. Mağazada her zaman kullandığım çeşidi almak
imkansızdı. Belki de yarın Bay Baker beni tedarik edebilir.' Impy'nin evi terk etme zamanı olmamıştı.
Şehir içi tramvay hatları hakkında soruşturma yaptım ve vedalaştım. İyi yolda olduğumda Azalea
Adair'ın adını öğrenmediğimi hatırladım. Ama yarın yapardım. Aynı gün, bu olaysız şehrin üzerime
zorla dayattığı kötülük yoluna başladım. Şehirde sadece iki gün kaldım, ancak bu süre zarfında
utanmazca telgraf yoluyla yalan söyledim ve bir cinayete iştirak ettim - eğer bu doğru hukuki terimse.
Otelime en yakın köşeyi döndüğümde, çok renkli, eşsiz ceketiyle Afrit kocamandı ve beni kavradı,
dolaşan kasvetli tabusunun zindan kapısını salladı, tüy taramasını savurdu ve ritüelini başlattı: 'Hemen
gir, patron. Araba temiz - cenazeden yeni döndü. Herhangi bir yere elli sent.' Ve sonra beni tanıdı ve
geniş bir şekilde gülümsedi. 'Özür dilerim, patron; bu sabah benimle birlikte dışarı çıkan genç adam
sensin. İyi davranışın için teşekkür ederim, efendim.' 'Yarın öğleden sonra saat üçte tekrar 861'e
gidiyorum,' dedim, 've eğer burada olursan seni sürdüreceğim. Yani Bayan Adair'i tanıyorsun?' Sonuç
olarak, bir dolarlık banknotumu düşünerek. 'Hakim Adair'in kölesi oldum, efendim,' dedi. 'Sanırım o
pek varlıklı değil,' dedim. 'Bahsedilecek pek parası yok gibi, öyle değil mi?' Bir anlığına King
Cetewayo'nun vahşi yüzüne tekrar baktım, sonra bir kez daha bir şantajcı eski zenci arabacısına
Tek dönüştü. 'Aç kalmayacak, efendim,' dedi yavaşça. 'O'nun varlıkları var, efendim; O'nun varlıkları var.'
nos
'Yolculuk için sana elli sent ödeyeceğim,' dedim. 'Doğru, efendim,' alçakgönüllü bir şekilde cevap
a|
verdi; 'bu sabah o iki doları almak zorundaydım, patron.' Otele gittim ve elektrikle yalan söyledim.
Şirk
et Dergiye 'A. Adair kelime başına sekiz sent ısrar ediyor.' diye telgraf çektim. Gelen cevap şuydu:
İçi 'Hemen ver ona, aptal.' Akşam yemeğinden hemen önce 'Büyük' Wentworth Caswell, beni uzun
|
Int
ern
al
süredir kayıp bir arkadaşın selamlarıyla bastırdı. Nefret ettiğim ve kurtulmanın zor olduğu birkaç
adamdan biriydi. Beni istila ettiği sırada barda duruyordum, bu nedenle beyaz kurdeleyi yüzüne
sallayamazdım. İçkileri ödemeyi memnuniyetle yapardım, böylece bir diğerini atlatabilirdim, ancak o,
her saçmalıklarında bakır bantlar ve havai fişeklerin eşlik etmesini isteyen o küçük, reklam yapan
içicilerden biriydi. Milyonları üretiyormuş gibi bir hava ile cebinden iki bir dolarlık banknot çıkardı ve
bunlardan birini bara savurdu. Bir kez daha, üst sağ köşesi eksik, ortadan yırtılmış ve mavi tane kağıdı
şeridiyle tamir edilmiş bir dolarlık banknotu gözden geçirdim. Yine benim dolarlık banknotumdu.
Başka bir olamazdı. Odama çıktım. Yağmur ve kasvetli, olaysız bir Güney kasabasının monotonluğu
beni yorgun ve halsiz hissettirmişti. Sadece yatağa gitmeden önce gizemli bir dolarlık banknotu (San
Francisco'dan muazzam bir dedektif hikayesinin ipucunu oluşturmuş olabilirdi) düşünerek kendime
şöyle uyukladım: 'Burada bir sürü insanın Hack-Sürücüsü Trust'ta hisse senedi olduğu gibi görünüyor.
Temettülerini de zamanında ödüyor. Acaba - ' Sonra uykuya daldım. King Cetewayo ertesi gün
görevinin başındaydı ve kemiklerimi 861'e doğru taşların üzerinde çıtırdatıyordu. Hazır olduğumda
geri dönmek için bekleyecekti. Azalea Adair, önceki günkünden daha solgun, daha temiz ve daha
kırılgan görünüyordu. Kelime başına sekiz sentlik sözleşmeyi imzaladıktan sonra daha da solgunlaştı
ve sandalyesinden kaymaya başladı.

Çok zahmete girmeden onu antediluvian (tufan öncesi) at kılı kanepeye kaldırmayı başardım ve
ardından kaldırıma çıkıp kahverengi renkli Korsan'a bir doktor getirmesini söyledim. Onun içinde
beklediğimden daha fazla bir bilgelikle, takımını terk etti ve yaya olarak sokağa doğru hızlıca ilerledi,
hızın değerini fark ederek. On dakika içinde ciddi, gri saçlı ve yetenekli bir doktorla geri döndü. Birkaç
kelimeyle (ki her biri sekiz sentten daha az değerdeydi), gizemli evin içindeki varlığımı ona açıkladım.
Saygılı bir anlayışla başını eğdi ve yaşlı siyaha döndü. "Amca Caesar," dedi sakin bir şekilde, "benim
evime çıkın ve Bayan Lucy'den size taze süt dolu bir krema sürahi ve yarım bardak porto şarabı
vermesini isteyin. Ve acele edin. Araba kullanma - koşun. Bu hafta içinde geri dönmenizi istiyorum."
Dr. Merriman'ın kara kafile'nin atlarının hız güçlerine duyduğu güvensizlik hissi de bana geldi. Amca
Caesar gittikten sonra, sokağın yukarısına, sarsarak ama hızlıca, ilerleyen doktor beni büyük nezaketle
inceledi ve yapabileceğime karar verdikten sonra, "Bu sadece yetersiz beslenme bir durumdur," dedi.
"Diğer bir deyişle, yoksulluğun, gururun ve açlığın sonucudur. Bayan Caswell'ın yardımına koşacak
birçok bağlı arkadaşı var, ancak o sadece ailesi tarafından bir zamanlar sahip olunan o yaşlı siyahi
Amca Caesar'dan kabul eder." "Bayan Caswell!" dedim şaşkın bir şekilde. Ve sonra kontrata baktım ve
onun 'Azalea Adair Caswell' olarak imzaladığını gördüm. "Sanırım o, Bayan Adair'dir," dedim. "Sarhoş,
değersiz bir tembel birine mi evlendi, efendim?" dedi doktor. "Söylenene göre, hatta eski
hizmetçisinin katkıda bulunduğu küçük miktarları bile ondan çalarmış." Süt ve şarap getirildikten
sonra doktor Azalea Adair'ı kısa sürede hayata döndürdü. O, o sırada mevsimde olan sonbahar
yapraklarının güzelliğinden ve renk yüksekliğinden bahsetti. Baygınlığına hafifçe eski bir kalp
çarpıntısının sonucu olarak atıfta bulundu. Impy, kanepeye uzanmışken onu yelpazeledi. Doktor başka
bir yere gitmeliydi ve ben de onu kapıya kadar takip ettim. Dergiye gelecek katkılara makul bir para
avansı yapma niyetim ve gücüm olduğunu söyledim, ve o memnun gibi göründü. "Bu arada," dedi,
"belki de şoför olarak bir kraliyetin olduğunu bilmek istersiniz. Amca Caesar'ın dedesi Kongo'da bir
kraldı. Caesar kendisi, belki de fark etmiş olabileceğiniz gibi, kraliyet tavırlarına sahip." Doktor
uzaklaşırken içeriden Amca Caesar'ın sesini duydum: "Senden iki doları da mı aldı, Bay Zalea?" "Evet,
Caesar," Azalea Adair'ın zayıf bir şekilde cevap verdiğini duydum. Ve sonra içeri girdim ve katkıda
Tek bulunanımızla iş görüşmelerini sonlandırdım. Elli doları ileri alma sorumluluğunu üstlendim, bunu
nos anlaşmamızı bağlamanın gerekli bir formalitesi olarak koydum. Ve ardından Amca Caesar beni otele
a| geri götürdü. İşte benim bir tanık olarak ifade edebildiğim hikayenin sonu. Gerisi sadece gerçeklerin
Şirk çıplak ifadeleri olmalı. Saat altı civarında bir gezintiye çıktım. Amca Caesar köşesindeydi. Arabasının
et kapısını açtı, tüylerini salladı ve kasvetli formülüne başladı: "Buyrun, efendim. Şehirde herhangi bir
İçi
|
Int
ern
al
yere elli sent - araba tamamen temiz, efendim - sadece bir cenazeden döndüm - " Ve sonra beni
tanıdı. Sanırım görme yetisi bozuluyordu. Ceketinde birkaç daha solmuş renk tonu almıştı, ip iplikleri
daha fazla yıpranmış ve parçalanmıştı, son kalan düğme - sarı boynuz düğmesi - gitmişti. Bir kral
soyundan gelen karma renkli bir torun olan Amca Caesar. Yaklaşık iki saat sonra bir ilaç mağazasının
önünü kuşatan heyecanlı bir kalabalık gördüm. Hiçbir şey olmadığı bir çölde bu manna gibiydi, bu
yüzden içeri girmeye çalıştım. Boş kutulardan ve sandalyelerden yapılmış geçici bir kanepe üzerine
eski bir majörün ölü bedeni uzanmıştı. Bir doktor onu ölümsüz özelliği için test ediyordu. Kararı,
bunun göze çarpan bir şekilde eksik olduğuydu. Eski majör, karanlık bir sokakta ölü bulunmuş ve
meraklı ve sıkılan vatandaşlar tarafından ilaç mağazasına getirilmişti. Geç insan olan, korkunç bir
savaşa girmişti - detaylar bunu gösteriyordu. Tembel ve kötü huylu olmasına rağmen, bir savaşçı da
olmuştu. Ama kaybetmişti. Elleri hâlâ o kadar sıkıydı ki parmaklarını açmıyordu. Onu tanıyan nazik
vatandaşlar, etrafında durdu ve eğer mümkünse onun hakkında iyi birkaç kelime bulmaya çalıştı.
Nazik görünen bir adam, uzun düşündükten sonra şunu söyledi: "Kas, on dört yaşındayken okulun en
iyi yazıcılarından biriydi." Orada dururken, "olan adamın" beyaz çam kutusunun yan tarafında sarkan
sağ elinin parmakları gevşedi ve ayaklarıma bir şey düşürdü. Onu sakin bir şekilde bir ayakla örttüm
ve biraz sonra onu kaldırıp cebime koydum. Son mücadelesinde elinin bu nesneyi bilmeyerek sıkışmış
olması gerektiğini düşündüm ve onu bir ölüm kavrayışında tuttuğunu düşündüm. Otelde o gece,
muhtemel politika ve yasaklama istisnalarıyla birlikte, Major Caswell'ın ölümü konuşulan ana konu
idi. Bir adamın bir grup dinleyiciye şöyle dediğini duydum: "Benim görüşüme göre, beyler, Caswell bu
akşam bu zencilerin bazıları tarafından parası için öldürüldü. Otelde birkaç beyefendiye gösterdiği elli
doları vardı. Bulunduğunda paranın üzerinde değildi." Ertesi sabah saat dokuzda şehirden ayrıldım ve
tren Cumberland Nehri üzerindeki köprüyü geçerken cebimden sarı, boynuzlu, palto düğmesini
çıkardım, kenarlarından sarkan kalın iplik uçlarıyla ve onu pencereden aşağı yavaş, çamurlu sulara
attım. Buffalo'da neler olup bittiğini merak ediyorum.

Pudingin Kanıtı (Proof of the Pudding)

Minerva Dergisi Editörü Westbrook, ilkbaharın bir vitray optiğini göz kırptığını fark etti ve yolundan
sapmasına neden oldu. Broadway'deki favori köşesinde öğle yemeği yemiş ve ofisine dönerken
ayakları baharın çekici cazibesine karıştı. Yani, 26. Cadde’de doğuya döndü, Fifth Avenue'daki
araçların ilkbahar tazeletmesini güvenli bir şekilde geçti ve tomurcuklanan Madison Square'in
yollarında dolandı.

Parkın küçük hava ve düzenlemeleri neredeyse pastördü; renk motifini yeşil oluşturuyordu - insan ve
bitki yaratılırken başkanlık eden renk.

Yollar arasındaki çimlerin rengi zehirli yeşil olan verdigris rengindeydi, yaz ve sonbahar boyunca
toprağa üflenmiş olan terkedilmiş insanların sürüsünü hatırlatan zehirli yeşil. Ağaç tomurcukları, kırk
sentlik bir akşam yemeği garnitürlerini inceleyenler için tuhaf bir şekilde tanıdık görünüyordu.
Yukarıdaki gökyüzü, balo şairlerinin "gerçek" ve "Sue" ve "coo" kelimeleriyle uyumlu hale getirdikleri
Tek soluk akvamarin tondaydı. Görünen tek doğal ve samimi renk, yeni boyanmış bankların açık yeşiliydi -
nos turşu salatalığı rengi ile geçen yılın siyah hızlı cravenette yağmurluğu arasında bir renk tonu. Ancak,
a|
Editör Westbrook'ün şehirde büyümüş gözü için manzara bir başyapıt gibi görünüyordu.
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
Ve şimdi, hızla koşanlardan mısınız, yoksa basamayan nazik kalabalıktan mısınız, editörün zihnine kısa
bir saldırıda bulunmalısınız.

Editör Westbrook'ün ruhu memnun ve huzurluydu. Minerva'nın Nisan sayısı, ayın onuncu gününden
önce tüm baskısını satmıştı - Keokuk'taki bir gazete bayisi, ona daha fazla kopya satsa elli tane daha
satabileceğini yazmıştı. Derginin sahipleri (editörün) maaşını artırmışlardı; evine polislere korkan yeni
ithal edilmiş bir aşçı kızı kurmuştu; ve sabah gazeteleri, yayıncıların bankosunda yaptığı bir konuşmayı
tamamen yayınlamışlardı. Ayrıca, zihninde genç ve şık eşi tarafından sabah apartmanından
ayrılmadan önce ona söylenen harika bir şarkının sevinçli notaları yankılanıyordu. Son zamanlarda
müziğine büyük ilgi gösteriyor, erken ve özenli bir şekilde pratik yapıyordu. Ona sesindeki gelişme için
övgüde bulunduğunda, övgüsü için adeta ona sarılmıştı. Ayrıca, eğitimli hemşirenin, İlkbahar'ın,
iyileşen şehir sokaklarında hafifçe gezinirken sağladığı iyileştirici tonik ilacını da hissediyordu.

Editör Westbrook, park banklarının arasında gezinirken (zaten serseri ve yasa dışı çocukluğun
koruyucuları ile dolup taşmaya başlamıştı) kolu kavrandı ve tutulduğunu hissetti. Dilencilik
yapılacağını şüphelenerek soğuk ve karlı bir yüzle döndü ve yakalayanın Dawe olduğunu gördü -
Shackleford Dawe, donuk, neredeyse parçalara ayrılmış, zarif hali onun ucuz çizgileri arasında
neredeyse görünmez.

Editör kendini şaşkınlıktan çıkarırken, Dawe'nin hızlı bir biyografisi sunuldu.

O bir kurgu yazarıydı ve Westbrook'ün eski tanıdıklarından biriydi. Bir zamanlar birbirlerine eski
arkadaş diyebilirdi. Dawe'nin o günlerde biraz parası vardı ve Westbrook'ün yakınında düzgün bir
apartmanda yaşıyordu. İki aile sık sık birlikte tiyatrolara ve akşam yemeklerine giderdi. Bayan Dawe
ve Bayan Westbrook "en yakın" arkadaş oldular. Sonra bir gün biraz ahtapotun tentakülü, sadece
kendini eğlendirmek için, Dawe'nin sermayesini yuttu ve o, birkaç groat karşılığında haftalık olarak
birinin sekiz kollu avizeler altında ve karşısında Carrara mermer şöminelerin üzerinde gövdesine
oturabileceği Gramercy Park bölgesine taşındı. Dawe, kurgu yazarak yaşamayı umuyordu. Ara sıra bir
hikaye satarak geçiniyordu. Birkaçını Westbrook'e sundu. Minerva, bunlardan bir veya ikisini bastı;
geri kalanları iade edildi. Westbrook, reddedilen her elyazmasıyla dikkatlice ve vicdanlı bir kişisel
mektup gönderdi, nedenini ayrıntılı bir şekilde belirttiği mektuplarda. Editör Westbrook'ün iyi bir
kurguyu oluşturanın ne olduğuna dair net bir kavrayışı vardı. Dawe de kendi kavrayışına sahipti.
Bayan Dawe, genellikle bir araya getirmeyi başardığı yemek tabaklarının içeriğiyle ilgileniyordu. Bir
gün Dawe, ona bazı Fransız yazarlarının üstünlükleri hakkında şişiriyordu. Akşam yemeğinde, bir aç
okul çocuğunun bir yudumda içebileceği bir tabağın önünde oturdular. Dawe yorum yaptı.

"Bu Maupassant macunu," dedi Bayan Dawe. "Belki sanat değil, ama lütfen beş kursluk bir Marion
Crawford dizisi yap ve son olarak bir Ella Wheeler Wilcox şiiri ekleyiver. Acıkmışım."

Tek
nos
Shackleford Dawe, Editör Westbrook'ün kolunu Madison Square'de çektiğinde başarısızlıktan bu
a|
Şirk kadar uzaktı. Bu, editörün Dawe'ü birkaç aydır gördüğü ilk zamandı.
et
İçi
|
Int
ern
al
"Ne, Shack, bu sen misin?" dedi Westbrook, biraz beceriksizce, çünkü ifadesinin biçimi diğerinin
değişen görünüşüne dokunmuş gibi görünüyordu.

"Bir dakika otur," dedi Dawe, kolunu çekiştirerek. "Bu benim ofisim. Seninki ziyaretçi kabul edemem,
bu halimle. Oh, otur - rezil olmayacaksın. Diğer banklardaki yarı tüylerini yolmuş kuşlar seni gösterişli
bir verandacı sanacaklar. Sadece bir editör olduğunu anlamayacaklar."

"Sigara içer misin, Shack?" dedi Editör Westbrook, zehirli yeşil banka dikkatlice otururken. Teslim
olurken her zaman zarif bir şekilde teslim olurdu.

Dawe, bir yırtıcı kuşun güneş eriğine dalması veya bir kızın bir çikolata kremasına doyarken sigaraya
atıldı.

"Ben sadece -" dedi editör.

"Oh, biliyorum; bitirme," dedi Dawe. "Bana bir kibrit ver. Sadece on dakikan var. Ofis çocuğumu nasıl
geçtin ve kutsal yerime nasıl girdin? İşte şimdi gidiyor, 'Çimlere basma' levhalarını okuyamayan bir
köpeğe sopasını fırlatıyor."

"Yazı nasıl gidiyor?" diye sordu editör.

"Bana bak," dedi Dawe, "cevabın bu. Şimdi utanmış, samimi ama dürüst bir ifade takma ve bana
neden şarap satıcısı veya taksi şoförü olarak iş bulmadığımı sorma. Ben bitişe kadar savaşıyorum. İyi
kurgu yazabileceğimi biliyorum ve sizi adımıza yeteneğimi kabul etmeye zorlayacağım. Benimle
bitene kadar 'pişmanlıklar'ın yazımını 'ç-h-e-q-u-e' olarak değiştireceğim."

Editör Westbrook, tatlı bir üzüntü, bilgece bir şüphe, duygusal bir anlayış ve şüpheci bir ifadeyle
burun gözlüklerinden bakıyordu - kullanılmış bir katkıda bulunulamaz yazar tarafından hakim olan
tescilli ifade.

"Dostum, gönderdiğim son hikayeyi okudun mu - 'Ruhun Çağrısı'?" diye sordu Dawe.

"Dikkatlice. O hikaye üzerinde tereddüt ettim, Shack, gerçekten ettim. İyi yanları vardı. Size geri
Tek gönderilirken yanına koyulmak üzere size bir mektup yazıyordum. Pişmanlık -"
nos
a|
Şirk "Pişmanlıkları boşver," dedi Dawe, gaddarca. "Artık onlarda ne bir yara ne de bir çare var. Beni
et ilgilendiren şey neden. Hadi şimdi; önce iyi yanları açıkla."
İçi
|
Int
ern
al
"Hikaye," dedi Westbrook, bastırılmış bir iç çekişten sonra, "neredeyse orijinal bir hikaye etrafında
yazılmış. Karakterizasyon - yaptığın en iyisi. Yapı - neredeyse aynı, birkaç zayıf nokta dışında ki bunlar
birkaç değişiklik ve dokunuşla güçlendirilebilir. İyi bir hikayeydi, ancak -"

"İngilizce yazabiliyorum, değil mi?" diye araya girdi Dawe.

"Sana her zaman," dedi editör, "bir üslup olduğunu söyledim."

"O zaman sorun -"

"Aynı eski şey," dedi Editör Westbrook. "Climax'a sanatçı gibi ulaşıyorsun. Ve sonra kendini bir
fotoğrafçıya dönüştürüyorsun. Sana hangi inatçı delilik formunun sahip olduğunu bilmiyorum, ama
bunu yazdığın her şeyle yapıyorsun. Hayal kırıklığını her defasında şikayet ettiğim o düz, donuk, silen
fırça darbeleriyle bozuyorsun. Eğer dramatik duyularının edebi zirvesine çıkarsan ve onları sanatın
gerektirdiği parlak renklerle resmedersen, postacı kapınızda daha az şişman, kendi adresinize yazılmış
zarf bırakır."

"Oh, telallığı ve sahne ışıklarını!" diye bağırdı Dawe, alaycı bir şekilde. "Hala beyninde o eski testere
fabrikası dramı takıntın var. Siyah bıyıklı adam sarı saçlı Bessie'yi kaçırdığında, annenin diz çöküp
ellerini ışıklı alanda kaldırmasını ve 'Yüce gökyüzü şahit olsun ki, çalınan çocuğumun acımasız zalimi
başka birinin intikamının ağırlığını hissedene kadar ne gece ne gündüz dinlenmeyeceğime yemin
ederim!' demen kaçınılmazdır."

Editör Westbrook, geçirgen bir memnuniyet gülümsedi.

"Sanırım," dedi, "gerçek hayatta kadın kendini bu sözlerle ifade ederdi ya da çok benzer sözlerle."

"Sahne dışında altı yüz gece boyunca hiçbir yerde," diye hiddetle devam etti Dawe. "Söylediklerine
gerçek hayatta şöyle derdi. 'Ne! Bessie yabancı bir adam tarafından götürüldü mü? Tanımadığımız
başka bir bela! Diğer şapkamı getir, polis karakoluna acele etmeliyim. Neden kimse ona bakmıyordu,
bilmek isterim? Tanıdıklardan genellikle çekiniyor Bessie. Bu çok fazla toz mu? Ah, ne kadar
sarsıldım!'

Tek "İşte böyle konuşurdu," diye devam etti Dawe. "Gerçek hayattaki insanlar duygusal krizlerde
nos
kahramanlık ve düz beyitte uçmazlar. Sadece yapamazlar. Bu tür durumlarda konuşuyorlarsa her gün
a|
kullandıkları aynı kelime dağarcığından yararlanır ve kelimelerini ve fikirlerini biraz daha karıştırırlar,
Şirk
et
hepsi bu."
İçi
|
Int
ern
al
"Shack," dedi Editör Westbrook etkileyici bir şekilde, "hiç bir çocuğun ezilmiş ve cansız bedenini bir
sokak aracının çamurluğunun altından alıp kucağında taşıdın mı ve onu kolların arasında alıp gözü
dönmüş annenin önüne koydun mu? Bunu yaptın mı ve çaresizlik ve umutsuzluk sözlerini dikkatlice
dinledin mi?"

"Dawe şöyle dedi: 'Ben yapmadım. Sen yaptın mı?'

'Hayır,' dedi Editor Westbrook, hafif bir kaş çatarak. 'Ama ne söyleyeceğini gayet iyi tahmin
edebilirim.'

'Ben de ederim,' dedi Dawe.

Ve şimdi Editor Westbrook'un kendi fikirlerine karşı gelmeye cesaret eden katkıda bulunanını
susturmak için uygun zaman gelmişti. Minerva Dergisi'nin kahramanları tarafından söylenmesi
gereken kelimeleri, editörün teorilerine aykırı olarak dikte etmek, henüz varılmamış bir hikayeci için
uygun değildi.

'Sevgili Shack,' dedi, 'eğer hayat hakkında bir şeyler biliyorsam, o da insan kalbindeki her aniden derin
ve trajik duygunun, duygularla uyumlu, ahenkli, uygun ve orantılı bir ifadeyi çağırdığıdır. Bu
kaçınılmaz uyumun duygu ve ifade arasında ne kadarının doğaya, ne kadarının sanat etkisine
atfedilmesi gerektiğini söylemek zor olacaktır. Yavrusundan mahrum bırakılmış aslanın yürek burkan
kükremesi, dramatik olarak, kendi alışılmış miyavlaması ve mırlamasının çok ötesindedir; kraliyet ve
üstün beyanlarının Lear'inkilerin seviyesinin üzerindedir. Ancak aynı zamanda bütün erkeklerin ve
kadınların, yeterince derin ve güçlü bir duygu tarafından uyanan bir tür bilinçaltı dramatik hissi
olduğu da doğrudur. Bu duygu, onları duygularını, önemlerine ve histrionik değerlerine uygun bir
dilde ifade etmeye yönlendiren, edebiyattan ve sahneden bilinçsizce edinilen bir duygudur.'

Ve Dawe, 'Sahne ve edebiyat nereden bu numarayı öğrendi?' diye sordu.

'Hayattan,' diye cevap verdi editör, zaferle.

Tek Hikaye yazarı, bir banktan kalktı ve ifadesini, itirazını yeterince formüle etmek için kelimelerle ifade
nos
edilemez şekilde geliştirdi.
a|
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
Yakındaki bir bankta, düzensiz giyimli bir tembel, kırmızı gözlerini açtı ve ahlaki desteğinin bir eziyet
görmüş kardeşe borçlu olduğunu fark etti.

"Adam, Jack, bir tokat vur ona," diye homurdandı. "Bu kareye oturmaya gelen beyefendiler arasında
neden bir peni lunapark gibi gürültü yapıyor?"

Editor Westbrook, gösterişli bir rahatlık göstererek saatindeki saate baktı.

Dawe, tehditkâr bir endişeyle sordu: "'The Alarum of the Soul' adlı eserdeki özel kusurlar nelerdi de
onu yere atmanıza neden oldu?"

"Gabriel Murray," dedi Westbrook, "telefonuna gittiğinde ve nişanlısının bir hırsız tarafından
vurulduğunu söylediklerinde, söyledikleri - tam ifadelerini hatırlamıyorum ama -"

"Bunu ben hatırlarım," dedi Dawe. "Diyor ki: 'Lanet olsun Merkez'e; beni her zaman keser.' (Ve
arkadaşına) 'De ki, Tommy, bir otuz iki kurşunu büyük bir delik yapar mı? Şansızlık, değil mi? Bana bir
içki getirebilir misin, Tommy? Hayır, dümdüz; yanında hiçbir şey istemiyorum.'"

Ve editör, tartışma için duraklamadan devam ederek, "Berenice mektubu açtığında, kocasının
manikür kızıyla kaçtığını bildiren mektupta, söyledikleri - hadi görelim -" dedi.

Araya giren yazar, "'Vay be, buna ne diyeceksin!' diyor," dedi.

Westbrook, "Saçma ve uygun olmayan kelimeler," dedi, "bir tersine çıkma oluşturarak hikayeyi
umutsuz bir batoza sokuyor. Daha da kötüsü; hayatı yanlış bir şekilde yansıtıyorlar. Hiçbir insan ani
trajediyle karşılaştığında bayağı konuşma kalıplarını kullanmaz."

"Yanlış," dedi Dawe, sakalsız çenesini kararlı bir şekilde sıkarak. "Bence hiçbir erkek veya kadın,
gerçek bir klimaks ile karşılaştığında 'yüksekten konuşmaz'. Onlar doğal ve biraz daha kötü
konuşurlar."

Editör, hoşgörü ve içeriden bilgi haliyle banktan kalktı.


Tek
nos
a|
Şirk "De ki, Westbrook," dedi Dawe, onu cep yaka düğmesinden tutarak, "eğer karakterlerin eylemleri ve
et sözlerinin, hikayenin bu bölümlerinde yaşamla uyumlu olduğuna inansaydın, 'The Alarum of the Soul'
İçi adlı eseri kabul eder miydin?"
|
Int
ern
al
"Çok olasıdır ki, öyle düşünseydim," dedi editör. "Ama böyle düşündüğüme inansaydım. Ancak sana
böyle inanmadığımı açıkladım."

"Eğer sana haklı olduğumu kanıtlayabilirimse?"

"Üzgünüm, Shack, ama şu anda daha fazla tartışmaya zamanımın olmadığını korkuyorum."

"Tartışmak istemiyorum," dedi Dave. "Sana, hayatın kendisinden gelerek teorisimin doğru olduğunu
kanıtlamak istiyorum."

"Bu nasıl mümkün olur?" diye şaşkın bir tonla Westbrook sordu.

"Dinle," dedi yazar ciddiyetle. "Bir yol düşündüm. Hikayecilik teorimin dergiler tarafından doğru
olarak tanınmasının benim için önemli olduğunu düşünüyorum. Üç yıldır savaşıyorum ve iki aylık kira
borcumla son kuruşuma geldim."

"Ben, Minerva Dergisi için kurguyu seçerken senin teorinin zıttını uyguladım," dedi editör, "dağıtım
doksan bin kişiden dört yüz bin kişiye çıktı -"

"Dört yüz bin," dedi Dawe. "Oysa bir milyona çıkması gerekirdi."

"Bana şu anda pet teorisini kanıtlamaktan bahsettin."

"Kanıtlayacağım. Eğer bana yarım saat kadar zaman ayırırsan, sana teorimin doğru olduğunu
kanıtlayacağım. Louise ile kanıtlayacağım."

"Senin karın mı!" diye bağırdı Westbrook. "Nasıl?"

"Evet, tam olarak onunla değil, ama onunla birlikte," dedi Dawe. "Şimdi, Louise'nin her zaman ne
Tek kadar sadık ve sevgi dolu olduğunu biliyorsun. Bana olan düşkünlüğü, ben sanat ruhunun ihtiyacını
nos hiçbir zaman anlamamış gibi hissettiğimden beri daha da şiddetlendi."
a|
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al
"Gerçekten de büyüleyici ve hayranlık uyandırıcı bir yaşam arkadaşı," diye katıldı editör.
"Hatırlıyorum, ne kadar ayrılmaz arkadaşlardı, o ve Bayan Westbrook. Shack, böyle harika eşlere
sahip olmak için iki şanslı adamız. Bir akşam yakın bir zamanda Bayan Dawe'yi getir, eskiden çok keyif
aldığımız o samimi chafing-dish akşam yemeklerinden birini yapalım."

"Daha sonra," dedi Dawe. "Başka bir gömlek bulduğumda. Şimdi planımı anlatacağım. Kahvaltıdan
sonra evden ayrılırken - eğer çay ve yulaf ezmesini kahvaltı sayarsan - Louise'nin sabah saat üçte elli
dokuzuncu sokağında yaşayan teyzesini ziyaret edeceğini söyledi. Üçe döneceğini söyledi. Her zaman
dakikadır. Şu anda -"

Dawe, editörün göğüs cebine doğru bakış attı.

"Üçe yirmi yedi dakika kala," dedi Westbrook, saatindeki saatine bakarak.

"Tam zamanında," dedi Dawe. "Hemen daireme gidelim. Hemen bir not yazacağım, ona
adresleyeceğim ve kapıya girdiğinde göreceği bir masa üzerinde bırakacağım. Sen ve ben, portiyelerle
gizlenmiş bir şekilde yemek odasında olacağız. O notu okuduğunda hareketlerini gözlemleyeceğiz ve
sözlerini duyacağız. Sonra hangi teorinin doğru olduğunu bileceğiz - seninki mi, benimki mi."

"Oh, asla!" diye bağırdı editör, başını sallayarak. "Bu affedilmez derecede zalim olurdu. Bayan
Dawe'in duygularının böyle bir şekilde oynanmasına izin veremem."

"Toparlan," dedi yazar. "Ona senin kadar çok değer veriyorum sanırım. Hem onun hem de benim için.
Hikayelerim için bir pazar bulmam gerekiyor. Louise'e zarar vermeyecek. Sağlıklı ve sağlam. Kalbi
doksan sekiz sentlik bir saat gibi güçlü atıyor. Bir dakika sürecek ve sonra çıkıp ona açıklayacağım.
Bana şans vermen gerekiyor, Westbrook."

Editör, yarı isteksizce bile olsa sonunda boyun eğdi. Ancak içimizde olan tıpçı saklıydı. Scalpel kullanan
olmayan kimse kalksın ve yerinde dursun. Ne yazık ki, etrafta dolaşmak için yeterli tavşan ve kobay
yok.

Sanat Deneycileri meydandan ayrıldı ve doğuya doğru acele ettiler, ardından güneye kadar geldiler ve
Gramercy mahallesine vardılar. Demir korkulukları içindeki küçük park, ilkbahar yeşiline bürünmüş,
çeşmesinin aynasında kendini hayranlıkla izliyordu. Korkulukların dışında, dağılmış evlerin boş bir
Tek karesi, geçmiş bir soyluluğun unutulmuş olaylarının üzerine hayalet gibi eğilmiş gibiydi.
nos
a|
Şirk
et
Parkın birkaç blok kuzeyinde, Dawe editörü tekrar doğuya yönlendirdi, sonra kısa bir mesafe
İçi katederek aşırı süslenmiş bir cepheyle yüksek ama dar bir daire binasına girdi. Beşinci kata çıktılar ve
|
Int
ern
al
Dawe, nefes nefese kaldı, lüks, ama süssüz mobilyalarla döşenmiş odaları açan kapısına anahtarını
soktu.

Kapı açıldığında Editor Westbrook, odaların ne kadar sade ve kısır bir şekilde döşendiğini acıma
hissetti.

"Bir sandalye bulabilirsen al," dedi Dawe, "ben de kalem ve mürekkep arayayım. Merhaba, bu nedir?
İşte Louise'den bir not. Bu sabah çıkarken masanın üzerine bırakmış olmalı. "

Merkez masasının üzerinde yatan bir zarfı aldı ve onu yırtarak açtı. İçinden çıkardığı mektubu
okumaya başladı ve bir kez başladığında sesli bir şekilde sonuna kadar okudu. İşte Editor
Westbrook'un duyduğu kelimeler:

"Sevgili Shackleford:

Bunu alana kadar yaklaşık yüz mil kadar uzağa olacağım ve hala gidiyorum. Okyanus Operası şirketinin
korosunda bir yerim var ve bugün saat on ikide yola çıkıyoruz. Açlıktan ölmek istemedim, bu yüzden
kendi geçimimi sağlamaya karar verdim. Geri dönmüyorum. Bayan Westbrook da benimle geliyor.
Bana bir kombinasyonlu fonograf, buz dağı ve sözlükle yaşamanın yorucu olduğunu söyledi ve o da
geri dönmüyor. İki aydır şarkıları ve dansları gizlice çalışıyorduk. Başarılı olmanı umarım ve her şeyin
yolunda gitmesini dilerim! Hoşça kal.

Louise."

Dawe mektubu düşürdü, titreyen elleriyle yüzünü kapattı ve derin, titreşimli bir sesle bağırdı:

"Tanrım, neden bana bu içkiyi içmeyi nasip ettin? O halde, Hakk'ın Cennet'in en güzel hediyelerini,
inanç ve sevgiyi, hainlerin ve şeytanların şaka konusu yapabilirsin!"

Editor Westbrook'un gözlükleri yere düştü. Parmaklarından biri ceketindeki düğmeyle oynarken soluk
dudakları arasından fısıldadı:

Tek
"Hey, Shack, bu sana bir cehennem notu değil mi? Seni tahtından indirmez miydi, Shack? Şu, Shack,
nos
değil mi? Gerçekten de öyle, Shack - değil mi?"
a|
Şirk
et
İçi
|
Int
ern
al

You might also like