You are on page 1of 7

RENAS TEKİN

Tel: 0541 790 79 96


Adres: Bahçelievler Mah. 207. Sok. No: 2 Kızıltepe / Mardin
E-Posta: rnstekin@gmail.com

Doğum Tarihi: 05.03.2000


Doğum Yeri: Kızıltepe / Mardin
Cinsiyeti: Kadın
Uyruğu: T.C.
Medeni Hali: Bekar

Eğitim Durumu:

2019 - … Kocaeli Üniversitesi Mimarlık Ve Tasarım Fakültesi

2014 - 2018 Mardin Fen Lisesi

2010 - 2014 Bahçelievler Ortaokulu ( Mardin )

Yabancı Diller: İngilizce ( B1 )

Bilgisayar bilgisi: * Microsoft Office - Word - Exel – Powerpoint


* Adobe Photoshop CS6
* Adobe İllustrator CS6
* SketchUp
* AutoCAD
* Revit

İlgi Alanları: Şiir-Öykü yazmak, Resim, Müzik, El Sanatları


İNANÇ İNTİHARI

Baharın kışı üzerinden atamadığı günlerden biriydi. Tavanı yüksek, büyük bir odada, sıra sıra

dizilmiş yer yataklarında uyuyorlardı. Kenarları dantelli, kırmızı, mor, mavi yorganlarla

örtünmüşlerdi. Odanın ortasına kurulmuş bir soba, sobanın üzerinde de bakır işlemeli bir

çaydanlık vardı. Sobadan çıkan alevin ışıkları tavanda yanıp sönüyordu. Odada küçük, tatlı

horultular dışında ses yoktu.

Göğsünü huzur, kalbini inançla kaplayan derin bir nefes aldı. “Bugün güzel bir gün

olacak. Yeni bir gün, yeni bir sabah. Artık bir oğlum var. Benim de bir oğlum var. Kimse

bana karışamayacak. Artık kimse arkamdan uğursuz diye konuşamayacak,” dedi. O sabah, her

zamankinden daha erken uyanmıştı. Böylesine umut ve heyecanla uyandığı bir gün daha

hatırlamıyordu. Boyası dökülmüş tavanı seyrediyor, gülümsüyordu. Olduğu yerde başını

çevirdi. Yer yataklarında, birbirlerine sarılarak uyumuş olan kızlarını izledi. Sonra oğluna

döndü. Kımıldamayışı onu korkuttu. Nefesini kontrol etmek için eğildi. Nefesini duyunca

içindeki korku eridi. Doğrulup oğlunun yüzüne baktı. Yılardır beklediği andaydı: “Sen,

benim her şeyimsin. Beni duyuyor musun? Doğumun umudumu yeşerten tek şey. Seni her

şeyden koruyacağım,” dedi.

Yataktan çıktı. Seccadeyi eline alıp serdi. Kıyam’da durdu, Rükû’ya eğildi, Secde’ye

vardı. Bunu iki kez yaptıktan sonra başını önce sağa, sonra sola çevirdi. Ayağa kalktı.

Seccadeyi katlayıp yerine koydu. Oğlunu tekrar kontrol etti. “On kızım var. Çalıştığım

saatlerde dördü ona baksa, altısı da ellerinin altında olsa tamamdır. Biri yemeğinden, biri

giyiminden, biri bezinden sorumlu olur; biri de onunla oynar, sürekli yanında durur. Sorun

yok, evet tamam. Aynen böyle olacak.” Bu hesabı kafasında birkaç defa tekrarladıktan sonra

uyuyan kızlarından büyük olanını dürttü: “Gül, kalk hadi! Kardeşinin yanında durman lazım

ben şimdi gidiyorum. Babanlarla yola çıkacağız.” Gül kalktıktan sonra Zeynep de yiyecek

sepetini hazırlamak için odadan çıktı. Koridor, kısık, tek bir ampulle aydınlatılmış, uzun, dar,
bitmeyen bir korku tüneline benziyordu. Koridorun bir ucunda çıkış, diğer ucundaysa her gün

yirmi beş kişiye yemek pişirdiği mutfak vardı. Her sabah gözleri çıkışa kaysa da adımları onu

mutfağa götürüyordu. Her günkü gibi aynı yöne, aynı adımlarla yürürken, gözleri sağdaki

yılardır asılı büyük nazar boncuğuna takıldı. Güneşin ilk ışıkları koridorun sonunda duran

mutfak kapısına düşüyordu. Işığa doğru uzun adımlarla yürümeye devam etti. Mutfak

kapısından içeri girince gözleri kamaştı. Işığın sıcaklığını, gözlerinden hücrelerine akışını

hissetti. Pencereyi açmak için biraz daha ilerledi. Açar açmaz yüzüne dünden kalma yağmur

kokusu çarptı. Toprak kokusunu duyabilmek için başını öne doğru uzattı. Birkaç nefes

aldıktan sonra geri çekildi ve buzdolabında duran yemek kaplarını birer birer sepete dizdi.

Eline aldığı son kaptan küf kokusu yayıldı. Kilitlendiği bodrumun kokusuna benziyordu.

Anısından iğrendi. Hemen kabın kapağını kapatarak çöpe attı.

Eşyaları hazırladıktan sonra koridorun diğer ucundaki çıkışa doğru yürüdü. Elindeki

eşyalarla zorlansa da merdivenlerden indi. Girişte durdu. Bahçeyi gözlemledi. Bahar, hem

kıştı hem yazdı. Hem toprak kokuyordu hem de yaşam. Başını yukarı kaldırdı. Yağmurdan

sonra temizlenmiş mavi gökten ne kadar uzak olduğunu düşündü. Hüzünlendi. Sonra toprağa

döndü. Bu kadar ilişik yaşadıklarını ilk fark edişiydi. Gülümsedi. Bir süre, ol tohumunun

toprakla hemhâl oluşunu, koşul tanımaksızın, sevgi ve gayretle eğilip çatlayarak göğe

uzanmış teslimiyetini, kışın ardından dirilişe kodlanmış incir ağacını izledi. “Sen böyle

çırpınır durursun da incir efendi; kaç kişi görür, kaç kişi duyar bu söylediklerini?” dedi.

Elindeki eşyaları yere bırakıp kümesin kapısını açtı. Tavuklar, horozlar birbirleri üzerinden

atlayarak çıktılar. Onlar çıktıktan sonra Zeynep kümese girip on tane yumurta aldı. Elindeki

yumurtaları sepete koydu. Bahçe kapısına ilerlerken kayınbabası Mahmut’un kapıda

durduğunu gördü. Her zamanki gibi herkesten önce gelmişti. Mahmut uzun boyluydu. Kır

saçları, siyah, pala bıyıklarıyla dikkat çekerdi. Gözleri büyük, sol kaşı hafif kalkıktı. Sert

bakışları ve baskın yürüyüşüyle, karşısındakine kendisi varmadan korkusu varırdı. Sert


kanunlarıyla tüm şehir tarafından tanınırdı. Çalışkan ve hırslıydı. Her sabah erkenden kalkar,

tüm çocuklarını, gelinlerini aynı saatte, aynı yerde dizerdi. Evde ondan habersiz kuş uçmazdı.

Mahmut, ağzında tüttürdüğü sigarayla: “Şu inadı bir kenara bırak da oğlanın ismini

Mahmut koyalım. Dedesinin ismini taşısın, aslan torunum,” dedi.

Söyledikleri karşısında Zeynep yüzünü buruşturdu, gözlerini yumdu. İçindeki tüm

korkuyu bastırarak: “Olmaz, yaşattığın o kadar şeyden sonra oğluma ismini asla vermem.

Sana boy boy erkek torun getiren diğer gelinlerin soyunu, şanlı adını devam ettirsin,” dedi.

Mahmut: “Biliyorsun Zeynep, aralarında en çok seni severim. Rahmetli ağabeyimin

emanetisin. Her şey o arsız, başına buyruk ağabeyinin yüzünden,” dedi. Sigaradan son bir

nefes çekip yere attı. Ayağıyla getirdi, götürdü.

Zeynep : “Kadir' in ne suçu var? Babamız yok diye onu da esir aldın. Onu da zorla

evlendirdin. O da iki karısını, çocuklarını aldı, kaçtı gitti buralardan,” dedi.

Mahmut eliyle rüzgâra perde yapıp bir sigara daha yaktı:

“Yine dik başlılığın tuttu,” dedi.

Zeynep üzerindeki bu hissizliğe daha çok sinirlendi: “Mal, mülk, ün sahibisin diye

korkundan kimse yüzüne söz söyleyemiyor. Hürmet ediyorlar sanıyorsun. Sahip olduğun tek

şey üstündeki ceset, o da gömülüp gidecek. Korkmuyorum senden!”

Mahmut başını yerden kaldırdı. Gözlerini Zeynep’in gözlerine dikti :

“İşimiz olmasa sana yapacağımı bilirdim de neyse!”

Zeynep bu kararmış gözlerden, inançsız, sevgisiz zihinden korksa da gözlerini

kaçırmadı:

“Gücüne kuvvetine güveniyorsun, hâlâ geçici bir ikâmet adresin olan bu bedeninin

eriyip gideceğine inanmıyorsun. O gün ne cebini, kalbini şişirip sertleştirmiş paran, ne de yaş

alan aciz bedenin seni kurtaracak.”


Mahmut yarısına kadar içtiği sigarayı ağzından atıp işaret parmağını ona doğru sallayarak

üzerine yürüdü: “Tek kelime daha edersen!” dedi. Cümlesini tamamlamadı, sinirlenmişti.

Zeynep sustu. Oğlundan ayrı kalamazdı. Oğluna bir şey yaparlardı, diye düşündü. Cümlenin

devamını biliyordu. Ya yine yorulana kadar dövecekti, ya da günlerce kilitleyip ekmekten,

sudan kesecekti. Az sonra kocası Mehmet, ardından görümcesi Hatice ve diğerleri geldi.

Mehmet ortanca oğuldu. Uzun boylu, esmer ve yapılıydı. Hatice de Mahmut’un büyük

kızıydı. Aralarındaki en kısa boylu kadındı. Koyu teni, tıknaz vücudu annesine; sert, kin dolu

bakışları da babasına benziyordu. Hatice yavaş adımlarla ilerleyip Zeynep’i süzerek

Mahmut’un tarafına geçti. Mehmet de Zeynep’le Mahmut’un arasında yerini aldı. Herkes

toplandıktan sonra traktöre binip yola çıktılar. Zeynep köşede oturmuş yere bakıyordu.

Üzerindeki bütün gözleri hissedebiliyordu. “Buradaki hiç kimse bir oğlum olduğuna

sevinmemişti. Artık neyden konuşacaklarını bulamıyorlar ya, o yüzden nefretle bakmakla

yetiniyorlar,” diye aklından geçirdi. Tam o sırada Hatice: “Yeni doğan erkek diye duyduk.

Baktınız değil mi iyice?” deyip kahkaha attı. Bu alaylı kahkahaya diğerleri de katıldı. Zeynep

kararsız bir ses tonuyla: “Evet, erkek!” diyebildi. Herkese karşı tekti. Savunmasızdı. İçinden,

“Bugün güzel bir gün olacak, bir oğlum var artık,” diyerek kendisini rahatlatıyordu. Üç saatlik

yolun sonunda tarlaya vardılar. Kayınbabası kahvaltıyı gölgede yapabilmeleri için traktörü

güneşin yönüne göre çevirdi ve durdurdu. Zeynep en sonda oturmuş herkesin inmesini

bekliyordu. Herkes indikten sonra ayağa kalktı. Bunu gören Mehmet: “Neyi bekliyorsun,

insene!” dedi. “Tamam, iniyorum,” diye karşılık verdi Zeynep. Minderi aldı, çimenlerin

üzerine serdi. Bir önceki gün sağdığı çiğ sütü küçük tüpte ısıttı. Kümesten aldığı yumurtaları

kızartıp mindere koydu. Sepetteki domates, salatalık, peynir, yoğurt, zeytin, közlenmiş

biberleri birer birer tabaklara koyup dizdi. Oturup kahvaltı yaptıktan sonra işe koyuldular.

Güneş tepeye ulaşmış, kızgınlaşmıştı. Zeynep cebinden mendili çıkarıp alnını sildi ve

çapalamaya, pamuk fidanlarının etrafındaki gereksiz otları ayıklamaya devam etti. Kimseye
karışmıyor, söyleneni olduğu gibi yapıyordu. İşi sorunsuz bitirip eve dönmeyi, oğlunu

koklamayı istiyordu. Sabahtan beri çalışıyorlardı, neredeyse iş bitecekti ama herkesin ona

olan bakışı hiç değişmemişti. Ona karşı hâlâ anlam veremediği bir kin duyuyorlardı. Bugün

güzel bir gün olacak, demek de rahatlatmıyordu onu artık. Mahmut’la göz göze geldiler. İçini

bir korku kapladı. Belliydi. Bir sorun çıkacaktı. İşi bitirip eve dönmek üzere traktöre bindiler.

“Oh be! Sorunsuz bitti gün! Oğlum ne yapıyor acaba?” diye düşündü. Nihayet eve

varmışlardı. Zeynep herkesten önce inip bir an önce oğluna sarılmak istiyordu. İndi. Hızlı

adımlarla ilerlerken Mahmut testiyi uzattı: “Git şunu doldur, yarına hazır olsun!” Zeynep’in

yüzü biraz asıldı ama yine sorun çıkmasın diye elinden geleni yapacaktı. “Tamam,”

diyecekken Mahmut saçından tuttu: “Sen misin benim dediğimi yapmayan?” diyerek yere itti.

Duraksamadı, üzerine yürüdü. Tekrar tuttu ve arkasından sürükledi. Zeynep elinden

kurtulmaya çalışıyordu. Bunu gören Mehmet ve ağabeyi Ahmet koştu. Zeynep şimdi üçünün

de elinde birer parça saçıyla arkalarından sürükleniyordu. Direnmeye çalıştıkça canı daha çok

acıyordu. Kapı eşiğine geldiklerinde bıraktılar. Mahmut içeri girmeden arkasına baktı ve tek

damla merhamet taşımayan bir yüz ifadesiyle: “Bir dahakine bununla kalmam, oğlun seni

kurtaracak sanma!” dedi.

Mahmut, Ahmet ve Mehmet ellerinde kalan saçları sırayla kapı önündeki çöpe atarak

ilerlediler. Zeynep olduğu yerde bitkin düşmüştü. Saçının yarısından fazlası ellerinde kalmıştı.

Kel kalan, kanayan yeri elledi. Oturduğu yerde hıçkıra hıçkıra ağladı. Sesini duyan kimse

olmamıştı. Bahçede bir tek o vardı. Bir de incir ağacı. Dökülen kana baktı. Sonra çöpün

ucundan gözüken saçlarına… Böyle yaşanamazdı. Dizlerinin üzerine oturdu ve göğe baktı.

“Hani her şeye gücün yeterdi senin? Hani bir sen olsan yeterdi? Nerdesin sen,

nerdeee?” diye bağırdı. Boşunaydı. Tüm haykırışı boşluğaydı. Artık öyle düşünüyordu. Kalan

bir avuç inancını da bu sözlerle kalbinden söküp atmıştı. Ayağa kalktı, kapıya doğru yürüdü.

Merdivenleri düşe kalka son kata kadar çıktı. Titreyen elleriyle çatının kapısını açtı. Rüzgâr
vardı. Yalpaladı. Yürümeye devam etti. Duvarın dibinde durdu. Bir ağlama sesi duydu.

Yukarı baktı. Hilal. Aşağı baktı. Toprak. Sonra incir ağacı.

You might also like