Professional Documents
Culture Documents
Öykü Dosyasi
Öykü Dosyasi
Eğitim Durumu:
Baharın kışı üzerinden atamadığı günlerden biriydi. Tavanı yüksek, büyük bir odada, sıra sıra
dizilmiş yer yataklarında uyuyorlardı. Kenarları dantelli, kırmızı, mor, mavi yorganlarla
örtünmüşlerdi. Odanın ortasına kurulmuş bir soba, sobanın üzerinde de bakır işlemeli bir
çaydanlık vardı. Sobadan çıkan alevin ışıkları tavanda yanıp sönüyordu. Odada küçük, tatlı
Göğsünü huzur, kalbini inançla kaplayan derin bir nefes aldı. “Bugün güzel bir gün
olacak. Yeni bir gün, yeni bir sabah. Artık bir oğlum var. Benim de bir oğlum var. Kimse
bana karışamayacak. Artık kimse arkamdan uğursuz diye konuşamayacak,” dedi. O sabah, her
zamankinden daha erken uyanmıştı. Böylesine umut ve heyecanla uyandığı bir gün daha
çevirdi. Yer yataklarında, birbirlerine sarılarak uyumuş olan kızlarını izledi. Sonra oğluna
döndü. Kımıldamayışı onu korkuttu. Nefesini kontrol etmek için eğildi. Nefesini duyunca
içindeki korku eridi. Doğrulup oğlunun yüzüne baktı. Yılardır beklediği andaydı: “Sen,
benim her şeyimsin. Beni duyuyor musun? Doğumun umudumu yeşerten tek şey. Seni her
Yataktan çıktı. Seccadeyi eline alıp serdi. Kıyam’da durdu, Rükû’ya eğildi, Secde’ye
vardı. Bunu iki kez yaptıktan sonra başını önce sağa, sonra sola çevirdi. Ayağa kalktı.
Seccadeyi katlayıp yerine koydu. Oğlunu tekrar kontrol etti. “On kızım var. Çalıştığım
saatlerde dördü ona baksa, altısı da ellerinin altında olsa tamamdır. Biri yemeğinden, biri
giyiminden, biri bezinden sorumlu olur; biri de onunla oynar, sürekli yanında durur. Sorun
yok, evet tamam. Aynen böyle olacak.” Bu hesabı kafasında birkaç defa tekrarladıktan sonra
uyuyan kızlarından büyük olanını dürttü: “Gül, kalk hadi! Kardeşinin yanında durman lazım
ben şimdi gidiyorum. Babanlarla yola çıkacağız.” Gül kalktıktan sonra Zeynep de yiyecek
sepetini hazırlamak için odadan çıktı. Koridor, kısık, tek bir ampulle aydınlatılmış, uzun, dar,
bitmeyen bir korku tüneline benziyordu. Koridorun bir ucunda çıkış, diğer ucundaysa her gün
yirmi beş kişiye yemek pişirdiği mutfak vardı. Her sabah gözleri çıkışa kaysa da adımları onu
mutfağa götürüyordu. Her günkü gibi aynı yöne, aynı adımlarla yürürken, gözleri sağdaki
yılardır asılı büyük nazar boncuğuna takıldı. Güneşin ilk ışıkları koridorun sonunda duran
mutfak kapısına düşüyordu. Işığa doğru uzun adımlarla yürümeye devam etti. Mutfak
kapısından içeri girince gözleri kamaştı. Işığın sıcaklığını, gözlerinden hücrelerine akışını
hissetti. Pencereyi açmak için biraz daha ilerledi. Açar açmaz yüzüne dünden kalma yağmur
kokusu çarptı. Toprak kokusunu duyabilmek için başını öne doğru uzattı. Birkaç nefes
aldıktan sonra geri çekildi ve buzdolabında duran yemek kaplarını birer birer sepete dizdi.
Eline aldığı son kaptan küf kokusu yayıldı. Kilitlendiği bodrumun kokusuna benziyordu.
Eşyaları hazırladıktan sonra koridorun diğer ucundaki çıkışa doğru yürüdü. Elindeki
eşyalarla zorlansa da merdivenlerden indi. Girişte durdu. Bahçeyi gözlemledi. Bahar, hem
kıştı hem yazdı. Hem toprak kokuyordu hem de yaşam. Başını yukarı kaldırdı. Yağmurdan
sonra temizlenmiş mavi gökten ne kadar uzak olduğunu düşündü. Hüzünlendi. Sonra toprağa
döndü. Bu kadar ilişik yaşadıklarını ilk fark edişiydi. Gülümsedi. Bir süre, ol tohumunun
toprakla hemhâl oluşunu, koşul tanımaksızın, sevgi ve gayretle eğilip çatlayarak göğe
uzanmış teslimiyetini, kışın ardından dirilişe kodlanmış incir ağacını izledi. “Sen böyle
çırpınır durursun da incir efendi; kaç kişi görür, kaç kişi duyar bu söylediklerini?” dedi.
Elindeki eşyaları yere bırakıp kümesin kapısını açtı. Tavuklar, horozlar birbirleri üzerinden
atlayarak çıktılar. Onlar çıktıktan sonra Zeynep kümese girip on tane yumurta aldı. Elindeki
durduğunu gördü. Her zamanki gibi herkesten önce gelmişti. Mahmut uzun boyluydu. Kır
saçları, siyah, pala bıyıklarıyla dikkat çekerdi. Gözleri büyük, sol kaşı hafif kalkıktı. Sert
tüm çocuklarını, gelinlerini aynı saatte, aynı yerde dizerdi. Evde ondan habersiz kuş uçmazdı.
Mahmut, ağzında tüttürdüğü sigarayla: “Şu inadı bir kenara bırak da oğlanın ismini
korkuyu bastırarak: “Olmaz, yaşattığın o kadar şeyden sonra oğluma ismini asla vermem.
Sana boy boy erkek torun getiren diğer gelinlerin soyunu, şanlı adını devam ettirsin,” dedi.
emanetisin. Her şey o arsız, başına buyruk ağabeyinin yüzünden,” dedi. Sigaradan son bir
Zeynep : “Kadir' in ne suçu var? Babamız yok diye onu da esir aldın. Onu da zorla
Zeynep üzerindeki bu hissizliğe daha çok sinirlendi: “Mal, mülk, ün sahibisin diye
korkundan kimse yüzüne söz söyleyemiyor. Hürmet ediyorlar sanıyorsun. Sahip olduğun tek
kaçırmadı:
“Gücüne kuvvetine güveniyorsun, hâlâ geçici bir ikâmet adresin olan bu bedeninin
eriyip gideceğine inanmıyorsun. O gün ne cebini, kalbini şişirip sertleştirmiş paran, ne de yaş
üzerine yürüdü: “Tek kelime daha edersen!” dedi. Cümlesini tamamlamadı, sinirlenmişti.
Zeynep sustu. Oğlundan ayrı kalamazdı. Oğluna bir şey yaparlardı, diye düşündü. Cümlenin
sudan kesecekti. Az sonra kocası Mehmet, ardından görümcesi Hatice ve diğerleri geldi.
Mehmet ortanca oğuldu. Uzun boylu, esmer ve yapılıydı. Hatice de Mahmut’un büyük
kızıydı. Aralarındaki en kısa boylu kadındı. Koyu teni, tıknaz vücudu annesine; sert, kin dolu
Mahmut’un tarafına geçti. Mehmet de Zeynep’le Mahmut’un arasında yerini aldı. Herkes
toplandıktan sonra traktöre binip yola çıktılar. Zeynep köşede oturmuş yere bakıyordu.
Üzerindeki bütün gözleri hissedebiliyordu. “Buradaki hiç kimse bir oğlum olduğuna
yetiniyorlar,” diye aklından geçirdi. Tam o sırada Hatice: “Yeni doğan erkek diye duyduk.
Baktınız değil mi iyice?” deyip kahkaha attı. Bu alaylı kahkahaya diğerleri de katıldı. Zeynep
kararsız bir ses tonuyla: “Evet, erkek!” diyebildi. Herkese karşı tekti. Savunmasızdı. İçinden,
“Bugün güzel bir gün olacak, bir oğlum var artık,” diyerek kendisini rahatlatıyordu. Üç saatlik
yolun sonunda tarlaya vardılar. Kayınbabası kahvaltıyı gölgede yapabilmeleri için traktörü
güneşin yönüne göre çevirdi ve durdurdu. Zeynep en sonda oturmuş herkesin inmesini
bekliyordu. Herkes indikten sonra ayağa kalktı. Bunu gören Mehmet: “Neyi bekliyorsun,
insene!” dedi. “Tamam, iniyorum,” diye karşılık verdi Zeynep. Minderi aldı, çimenlerin
üzerine serdi. Bir önceki gün sağdığı çiğ sütü küçük tüpte ısıttı. Kümesten aldığı yumurtaları
kızartıp mindere koydu. Sepetteki domates, salatalık, peynir, yoğurt, zeytin, közlenmiş
biberleri birer birer tabaklara koyup dizdi. Oturup kahvaltı yaptıktan sonra işe koyuldular.
Güneş tepeye ulaşmış, kızgınlaşmıştı. Zeynep cebinden mendili çıkarıp alnını sildi ve
çapalamaya, pamuk fidanlarının etrafındaki gereksiz otları ayıklamaya devam etti. Kimseye
karışmıyor, söyleneni olduğu gibi yapıyordu. İşi sorunsuz bitirip eve dönmeyi, oğlunu
koklamayı istiyordu. Sabahtan beri çalışıyorlardı, neredeyse iş bitecekti ama herkesin ona
olan bakışı hiç değişmemişti. Ona karşı hâlâ anlam veremediği bir kin duyuyorlardı. Bugün
güzel bir gün olacak, demek de rahatlatmıyordu onu artık. Mahmut’la göz göze geldiler. İçini
bir korku kapladı. Belliydi. Bir sorun çıkacaktı. İşi bitirip eve dönmek üzere traktöre bindiler.
“Oh be! Sorunsuz bitti gün! Oğlum ne yapıyor acaba?” diye düşündü. Nihayet eve
varmışlardı. Zeynep herkesten önce inip bir an önce oğluna sarılmak istiyordu. İndi. Hızlı
adımlarla ilerlerken Mahmut testiyi uzattı: “Git şunu doldur, yarına hazır olsun!” Zeynep’in
yüzü biraz asıldı ama yine sorun çıkmasın diye elinden geleni yapacaktı. “Tamam,”
diyecekken Mahmut saçından tuttu: “Sen misin benim dediğimi yapmayan?” diyerek yere itti.
kurtulmaya çalışıyordu. Bunu gören Mehmet ve ağabeyi Ahmet koştu. Zeynep şimdi üçünün
de elinde birer parça saçıyla arkalarından sürükleniyordu. Direnmeye çalıştıkça canı daha çok
acıyordu. Kapı eşiğine geldiklerinde bıraktılar. Mahmut içeri girmeden arkasına baktı ve tek
damla merhamet taşımayan bir yüz ifadesiyle: “Bir dahakine bununla kalmam, oğlun seni
Mahmut, Ahmet ve Mehmet ellerinde kalan saçları sırayla kapı önündeki çöpe atarak
ilerlediler. Zeynep olduğu yerde bitkin düşmüştü. Saçının yarısından fazlası ellerinde kalmıştı.
Kel kalan, kanayan yeri elledi. Oturduğu yerde hıçkıra hıçkıra ağladı. Sesini duyan kimse
olmamıştı. Bahçede bir tek o vardı. Bir de incir ağacı. Dökülen kana baktı. Sonra çöpün
ucundan gözüken saçlarına… Böyle yaşanamazdı. Dizlerinin üzerine oturdu ve göğe baktı.
“Hani her şeye gücün yeterdi senin? Hani bir sen olsan yeterdi? Nerdesin sen,
nerdeee?” diye bağırdı. Boşunaydı. Tüm haykırışı boşluğaydı. Artık öyle düşünüyordu. Kalan
bir avuç inancını da bu sözlerle kalbinden söküp atmıştı. Ayağa kalktı, kapıya doğru yürüdü.
Merdivenleri düşe kalka son kata kadar çıktı. Titreyen elleriyle çatının kapısını açtı. Rüzgâr
vardı. Yalpaladı. Yürümeye devam etti. Duvarın dibinde durdu. Bir ağlama sesi duydu.