Professional Documents
Culture Documents
Şerhul Akaid Taftazani
Şerhul Akaid Taftazani
İç Düzen:
Orhan E N Ç A K A R
74orhan@gmail.com
Baskı:
Bedir C ilt ve Matbaa
0212 501 22 36
İstanbul ٠ 2008
Şerhu'l-Akâid
Taftâzânî
Tercüme ve İzâhât
Talha H akan A L P
İhtilaf
İhtilaf lügatte, değişmek ve farklı olmak anlamına gelir.1 Örfte, dinî, iç
tima? veya siyasî alanda insanlar araşırsa baş gösteren görüş, yöntem ve
eylem farklılığını ifade eder. Fıkıh literatüründe İhtilaf-hilaf mukayesesi bağ
lamında şu açılımı getirenler de vardır: İhtilaf, hedefleri bir, yolları ayrı olan
farklılığı ifade ederken hilaf, hem yolları hem de hedefleri ayrı olan farklılık
anlamına gelir.2 Bu yönüyle ihtilaf, ayn ؛ilke ve gayeleri paylaşan insanların,
sadece izledikleri yol itibarıyla birbirlerinden ayrıldığını göstermesi bakımın
dan rahmet olarak telakki edilmiştir. Hilaf ise, bu karakterde olmadığından
bidat ve azab olarak görülebilir,
İslâm âlimleri tarihte vaki olan fikir ve mezhep ayrılıklarını farklı açılar
dan tasnife tabi tutmuşlardır. Genelde fikir ayrılıklarını inceleyen âlimler
rahmet ve azap noktasından hareketle, hangi ayrılığın rahmet, hangisinin
azap olduğunu tespit etmeye çalışmışlardır.
İlk İslâm fetihleri sonrası, dış dünya ile başlayan siyasî, sosyal ve kültü
rel ilişkilere paralel olarak, İslâm dünyasında gerek siyasî ve gerekse fikrî
zeminde ciddî tartışmalar cereyan etmiştir.
Islâm dünyasında ortaya çıkan ilk fikrî tartışmalar genelde Büyük günah
lar, Kader, İmamet ve Allah'ın sıfatları gibi konular etrafında yoğunlaşmıştır.
Bu tartışmalar neticesinde Hariciye, Şia, Cebriye, Kaderiye, Haşeviye ve Mu
tezile gibi fikrî akımlar ortaya çıkmıştır. Bu akımlar, dış dünya ile münasebeti
daha yoğun olan Irak topraklan başta olmak üzere İslam coğrafyasının bazı
bölgelerinden fikirlerine taraftar toplayabilmişlerdir. Fakat İslam toplumu,
aynı gövdeden uzayan ağaç dallan misali, dinin esaslarında ittifak, detayların
da rahmet anlayışı çerçevesinde ihtilafı benimseyen ve ümmetin çoğunluğu
nu teşkil eden kalabalık bîr kesimi her devirde bünyesinde bulundurmuştur.
Bu topluluğa farklı yönlerden bakılarak bazen 'Sevâd-ı Azam' bazen 'Ehl-i
Sünnet ve'l-Cemaat' bazen de sadece ,Cemaat' diye isimlendirilmiştir.
Ehl-i Sünnet
Bu kavram sözlükte, sünnet ehli, sünnet bağlısı anlamına gelir. Dinî ıstı
lah olarak Ehl-i Sünnet tabiri, İslam.anlayış ve telakkisini sünnete uygun
biçimde düzenleyen, inançtan yaşayış biçimine, dünya görüşünden ahlak
anlayışına kadar bakış açısını, sahabe ve tabiin büyüklerinin önderliğinde
Kuran ve Sünnet temelleri üzerine kuran Müslümanlar anlamındadır.
Ehl-i sünnet tabiri ümmet içinde sonradan ortaya çıkan bir fırkaya işa
ret eden bir isim değildir. Bu tabir ümmetin gövdesini teşkil eden kalabalık
bir kitleye işaret eder. Bu kitle belli bir olay ve tartışma üzerine doğmuş bir
fırka olarak da görülemez. Nitekim İmam Majik'e Ehl-i Sünnet kimdir diye
sorulduğunda o şöyle cevap vermiştir. "Ehl-i Sünnet bilinen lakabı olmayan
lardır. Onlar ne Cehmî'dir, ne Rafizî'dir, ne de Kaderî'dir."3
Ehl-i Sünnet dışı fırkalara bakıldığında bunlar genellikle belli tartışmalar
üzerine tarih sahnesine çıkmış, ya imamlarının adları ya da sayesinde üm
mete muhalif oldukları fikir ya da tutumları kendilerine isim olmuştur. Söz
gelimi Kader iyy e fı rkası içine muhalif fikirlerini yükledikleri "kade r" kelime
siyle, Râfızîyye fırkası Zeyd bin Ali'ye karşı sergiledikleri reddedici tutumu
vârid olan onca açık ve sahih hadise rağmen bu tutumlarını yüzyıllar boyun
ca sürdürmüşlerdir.
Burada Mutezile'nin inkârı saf aklî esaslara değil, dünyada geçerli olağan
fizikî şartlara istinad etmektedir. Evet, Allah'ın bir mekâna temekkün etmesi
ya da bir cihette bulunması imkânsız bir şeydir ve bunun imkânsızlığı akılla da
izah edilmiştir. Ama tartışma konunun bu cihetine taalluk etmiyor. Asıl tar
tışma ahirette Ru'yetullah'ın, dünyadaki olağan fiziki sürecin aksine bizim
bilemeyeceğimiz bir mahiyette tecelli edip edemeyeceğine taalluk ediyor.
İşte Mutezile dünyadaki olağan fizikî süreci genelleştiriyor, bilimsel teo
rilere tutunuyor ve konuyla ilgili Kuran ayetlerini olmadık tevillerle başka
manalara çekerken ilgili hadisleri de, önce metin kritiği yöntemini kullana
rak "Allah Resulü böyle bir şey söylemiş olamaz, söylemiş olsa da bir başka
sından nakille söylemiştir" iddiasıyla esasta temel fikirlerine muhalif gör
dükleri noktalar üzerinden tenkitle reddediyor. Daha sonra sened kritiğine
giriyorsa da bu meyanda ortaya koydukları tespitler, fikirlerine muhalif bir
rivayet karşısında olumsuzlayıcı tavırlarını gösteren emareler nedeniyle
tatmin edici görünmemektedir.5
Bunun yanında Mutezile'nin Ru'yetüllah konusundaki fikirlerini Saha-
be'den Hz. Aişe ve Hz. Ali'ye dayandırma gayretleri ise, daha önce sözünü
ettiğimiz gibi bidatçi fırkaların kendileriyle Sahabe arasında zorlama yorum
larla bağ kurma çabalarının tipik bir örneği olarak görülebilir. Bu meyanda
Kadı Abdulcebbâr'm, "Müminlerin emiri Ali (aleyhisselam)'ın ve büyük sahabî-
lerin halinden malum olduğu üzere onlar Allah'ın görülebileceğini kabul et
mezlerdi. Sen Emiru'l-Müminin'in hutbelerine baktığında onların ru'yeti
reddeden ifadelerle dolu olduğunu görürsün"6 şeklindeki belirsiz ve sağla
ması imkânsız atıflarla yaptığı İstidlal ne demek istediğimizin somut ifadesi
olabilir.
Konuya dönecek olursak Ru'yetüllah konusundaki tartışmanın asıl İliş
kin olduğu mesele doğrudan aklın nüfuz alanına girmiyor. Zira ahirette ku
rulacak yenidünyanın fizik şartlarını bilmiyoruz. Orada mekan ve zaman
kavramlarının dünyadaki gibi olacağına dair elimizde somut bir bilgi de yok.
Aksine ahirette bu dünyadaki fizik dengelere ve olağan sürece pek de ben
zemeyen yepyeni bir varoluş biçimiyle karşılaşacağımızı düşünmek en azın
dan birçok ayet ve hadisin manasıyla daha çok örtüşmektedir.
Selef Üslubu: Ehl-i Sünnet imamlarının itikadî meseleleri ele alışı ve müda
faa ediş tarzı yaşadıkları dönemin sosyal ve kültürel şartlarına göre çeşitlilik arz
etmektedir. Hicrî üçüncü yüzyıla kadar Sahabe, Tabiîn, Tebe-i Tabiîn ve sonraki
kuşaklardan gelen imamlar tavır olarak İtikadî konularda fazla detaylara girmez,
bidatçi fırkaların sapkın görüşlerini aklî delillerden çok ayet ve hadislerle red
dederlerdi. O dönemin müçtehid imamları, bidat cereyanlarına karşı çevrele
rindeki insanları daima uyarır, her fırsatta bidatçilerden uzak olduklarını ifade
ederlerdi. Bunun yanında bidat fikirleri olan kimselerle zaman zaman tartışsalar
da bu tartışmalarda o dönemlerde yeni yeni oturmaya başlayan kelam ve felse
fe kavramlarından arî Kuran ve Sünnet dilini kullanır ve çoğu zaman cedelden
çok gönle hitabeden nasihat üslubunu tercih ederlerdi.
Bu dönemde imamların Kaderiye, Cehmiyye ve Hariciye gibi bidat cere
yanlarım tenkit eden risale çapında kitapları bulunmakla beraber, bu kitap
lar, hasmın bütün görüş ve delillerini mufassalan tahlil edip her birini cevap
layan geniş akâid kitapları değildir. Bu meyanda Seleften Omer b.
Abdulaziz, Hasan-ı Basrî, Zeyd b. Ali, Cafer-i Sâdık, İmam Ebu Hanîfe, İmam
Şafiî gibi müçtehid imamların Bîdatçı fırkalara reddiyeleri olduğu bilinmek
tedir.7 Bunlar her ne kadar geniş çaplı akaid kitapları olmasalar da, o döne
min saf-derun Müslümanlarını yeterince aydınlatmakta, zihin ve ruh dünya
larını gerektiği kadar doyurabilmekteydi. Bir bakıma bidat fırkalarının söy
lemi, sistem ve dili yeni yeni oturmaya başladığından, bu dönemde, Ehl-i
Sünnet imamlarının tenkitleri de kendine özgü dil ve sistemini yeni yeni
kazanmaktaydı.
Selef metodunda yazılan ve kendinden öncekilere göre daha cami ve
müretteb bir akaid kitabı olarak İmam Tahavî'nin sonraları "el-Akidetü't-
Tahavîyye" diye meşhur olan risalesini örnek gösterebiliriz. Bir Hanefi olan
İmam Tahavî bu kitapta İmam Ebu Hanife ve Hanefî mezhebinin İmam Ebu
Hanife'den sonraki iki kurucusu olan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed-
'in itikat çizgisini konu edinmektedir.
İmam Tahavî, Allah'ın birliği, sıfatları, sıfatları hakkındaki Ehl-i Sünnet
inancı, peygamberlerin sıfatları, Allah'ın kelamı Kuran-ı Kerİm'in mahiyeti,
Kaza-Kader bahsiyle alakalı bazı meseleler, Kıyamet ve ahirette Peygambe
rim izin gerçekleşeceğini bildirdiği hadiselerin gerçekliği gibi sem’iyyât ba
hislerini ele almakta ve bu meseleleri ayet ve hadislere dayandırarak izah
etmekte, kelamî delillerle is pat yöntemine başvurmam aktadır.
Ehl-i Sünnet kelam metodu, inançta, açık Kuran ayetlerini, Hz. Peygam
berimizin, manası açık ve rivayeti mütevatir ya da meşhur sünnetini, sahabe
ve müçtehitlerin îcmaım esas kabul eder. Âhâd tarikiyle gelen sahih sünnetle
re gelince sabit sünnetlerle çelişmemek üzere bunlardan da yararlanır. Ama
prensip olarak bunları hasmı ilzam için kullanmaz. Ehl-i Sünnet kelamı, olağa
nüstü olsa bile, saf akıl ölçülerine göre imkân dâhilinde bulunan ve hakkında
açık ayet veya hadis varit olan konulan birer İnanç esası olarak kabul etmeyi
prensip edinir. Ehl-İ Sünnet kelamı, inanç sahasında akla yer vermekle bera
ber, Mutezileden farklı olarak, aklî veriler/bilimsel teoriler uğruna ayet ve
hadislerin açık ifadelerini olur olmaz manalara çekmez. İnanç esaslarının be
lirlenmesinde sadece açık nasları ve İcmaı esas alır; saf akıl yasalarını belirle
yici unsur değil, belki inanç esaslarının kendisiyle çelişmemesine dikkat ettiği
denetleyici unsur kabul eden
Ehl-i Bid’ai
Tabir, bidat ehli, bidat fikirlere sahip olanlar anlamına gelir. Bidat,«ayet,
hadis ve ic ra ya aykırı olarak Asr-I saadetten sonra ortaya çıkan fikir ve ٧٧-
gulamalardır. Ehl-i Bidat veya Bidatçi fırkalar, Allah Resulü ve Sahabe'den
nakledilmeyen ve temel İslam? kaynaklara aykırı fikir ve görüşleri benimse-
yen kimseler demektir. Mesela Haricîlik bidatçi fırkalarındandır. Büyük gü-
nah işleyen kimsenin kâfir olduğu yönündeki fikirleri Asr-I saadet'ten sonra
ortaya çıkmış, ayet ve hadislerde temeli bulunmayan aykırı bir fikirdir.
İslam fikir dünyasında Bidatçi fırkalar başlıca şunlardır: Hariciye, Şîa,
Mutezile, Haşeviyye, Mürcie ve Filozoflar.
Hariciye: l'slam tarihinde cemaatten ilk defa ayrılan f^ka Hariciye fırka-
sidir. Hz. Alî ile ^z. Muâviye arasında meydana gelen Sıffın vakası neticesin- ز
de vuku bulan Hakem hadisesi. Hariciye fırkasının zuhuruna sebep olmuş- م
tur. Haricîlerin bidati Kuran-I Kerim'i yanlış yorumlamaktan ileri gelm iştir. أ11م
Haricîler; Kuran okuyan, fakat fıkıh bilmeyen, ayet ve hadislere bütüncül
yaklaşamayan, murad-ı İlahîyi anlamanın asgarî usul şartlarını düşüneme-
yen bedevî karakterli kimselerdi.
Haricîler, halife de olsa, bir siyasî hâkim istemezlerdi. Hz. ©sman ile ١٩%
.
Ali'den teberrî ederler, nikâhı ancak bu şartlarda sahih görürlerdi. Haricîler
■kendi yaşadıkları topraklan Dar-ı iman, Dar-، hicret sayar, Müslümanların
yaşadıkları İslam topraklarını Dar-ı harp görürlerdi. Fırsat buldukça halifeye
karşı ayaklanır, idealleri uğruna Müslümanların kanların ؛döküp, mallarını
yağmalamaktan çekinmezlerdi.
Haricîlerin üzerinde ؛ttifak ettikleri başlıca üç esas vardır. Bunlar, mü-
min ancak takva sahibi kimsed؛،•. Buna göre günahkâr kimse kâfirdir. Hz.
Osman, Hz. Ali, Sıffîn savaşının hakemleri olan sahabeden Ebu Musa el-
Eş'arî, Amr bin Âs, Cemel savaşına katılanlar ve hakem hadisesinde hakem-
!erin verdiği hükme razı olanlar kafirdir. Zalim devlet başkanına ayaklanmak
farzdır, ibâzıyye, ¥ezîdiyye ve Ezârika fırkaları haricilerin en meşhur fırkala-
rıdır. Bugün İslam dünyasında ciddi bir Haricî nüfustan bahsetmek mümkün
olmamakla beraber. Haricîlerin ibâziyye fırkası Afrika'da halen varlığını sür-
dürmektedir.
Giriş 15
>١^ ٢ Şîa: Haricîlerin zuhur ettiği sıralarda Hz. Ali taraftarları arasından Şia fırkası
ortaya çıktı. Hz. Osman'ın şahadeti üzerine ümmet ikiye ayrıldı. Biri Hz. Osman
ve akrabası Hz. Muaviye'ye, diğeri de Hz. Ali'ye taraftar oldu. Hz. Ali'ye taraftar
olanlara "Şîa-i Ali" denildi. Hz. Muâviye taraftarlarından Hz. Ali hakkında kötü
konuşup ona hakaret edenlere de "Nâsıba" adı verildi. Hz. Ali'ye destek veren
lere "Şîa-İ ûlâ" (ilk taraftarlar) "Şîa-i muhlisin" (sadık taraftarlar) denir. Bunlar
Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'e karşı saygısızca sözler sarf etmezler. Bunlar, görüş
leri Eh؛- ؛Sünnet'e muhalif olmamakla beraber Hz. Ali'ye muhabbet besleyen,
Ehl-i Beyt'e yakın duran kimselerdir.9
Akait kitaplarında Ehl-i Sünnet'e muhalif bir fırka olarak görüşleri eleş
tirilen Şîîler, daha sonra ortaya çıkan ve Hz. Ali taraftarlığı konusunda aşırfık
gösteren bidatçi Şîîlerdir. Şîîlik Hz. Ali ve Ehl-i Beyt imamlarının şahsiyetleri
üzerine kurulu bir fırkadır ve bunların Hz. Ali'ye bakışları itibariyle üç sınıf
oldukları belirtilir: Mufaddıla, Sâbbe ve Müellihe. Mufaddıla, Hz. Ali'yi diğer
sahabeden üstün gören fakat diğer sahabîlere hürmet eden Şîîler. Sâbbe,
Ashab-ı kiram'a hakaret eden ve onlardan teberrî edenlerdir. Şîa'nın en
yaygın kolu bunlardır ve çoğunluk Şîa fırkaları bu koldan çıkmıştır. Şîa'nın bu
koluna göre Hz. Ali’ye muhabbet beslemek için ona cephe alan sahabîleri
tahkir ve ta'n etmek gerekir. Müellihe, Hz. Alî'yi ilah kabul eden Şîîlerdir ki,
bunlar Yahudi dönmesi zındık İbn-i Sebe'nin taraftarlarıdır.
Hz. Ali'nin vefatından sonra Şîa fırkası dört ana kola ayrılmıştır. Bunlar
Keysâniye, Zeydiye, İmamiye ve Galiye kollarıdır. Bu kollar içinde Ehl-i Sünne
te en yakın olan Zeydiye koludur. Bunlar Hz. Ali'yi diğer sahabîlerden üstün
görmekle beraber önceki .üç halifenin hilafetinin geçerli olduğunu kabul eder
ler. İmamiye fırkası ise Şeyhayn (Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer) başta olmak üzere
diğer sahabe hakkında kötü sözler sarf ederler. Ve İmamiye fırkasının ilk tem
silcileri, Şeyhayn'den teberri etmediği İçin Zeydiye fırkasının imamı olan Zeyd
bin Ali Zeyne'l-Abîdîn'i reddetmişlerdir. Bu yüzden bunlara Râfizî/ Reddeden
ler denmiştir. Bugün Şîa fırkasının en yaygın kolu, İmamiye koluna bağlı olan
İsnâ aşerıyye mezhebidir kİ, bunlara Caferîler de denir.
Bunlara göre hilafet Hz. Ali ve onun soyundan gelen on iki Ehl-i Beyt
İmamının hakkıdır. Bunlar; Hz. Ali, Hz. Haşan, Hz. Hüseyin, Zeynelabidin,
Muhammed Bakır, Cafer-ı Sadık, Musa Kazım, Ali Rıza, Muhammed Cevâd,
Ali Hadi, Haşan el-Askerî ve Muhammed Mehdî'dir. İmamiye'ye göre bu
imamların sonuncusu olan Muhammed Mehdi, ortadan kaybolmuş ve ahir
zamanda beklenen Mehdî olarak tekrar geri dönecektir.
Şîanın Galiye grubuna dâhil olanlar imamları yer yer peygamber yer yer
de ilah konumunda görürler. Ayrıca Gâiiye'de teşbih, tenasüh, ibahe ve
hulül düşünceleri vardır.
Şia da İmamiye kolunun bir diğer temsilcisi de İsmaifîlerdir. İsmailîfer,
altı imam konusunda İmamiye ile ittifak halindedir. Yedinci imamı tayin
konusunda onlardan ayrılırlar. İsmailiye fırkası-Cafer-i Sadık'tan sonra oğlu
İsmail'i veya oğlunun oğlu Muhammed bin İsmail'i İmam kabul ederler kİ,
böylece yedi imam kabul etmekle kendilerine "Seb'iyye" de denir. Bugün
yaşayan İsmailîler genelde aşırılıkçı Şîîlerdendir ve imamlarını ilahlık merte
besine kadar çıkartırlar. Ayrıca nasların zahir manalarının yanında Batınî/
gizli manaları olduğunu ve gerçek maksadın batınî manalar olduğunu iddia
ettikleri için bunlara aynı zamanda "Batıniyye" adı verilir.
Bugün İran, İrak, Azerbaycan'da daha çok İsnâaşeriye Şîîleri vardır. Su
riye, Hindistan ve Yemen'de de İsmailiye Şîîleri bulunur.10
M utezile: Hicrî I. asrın ikinci yarısında Mabed el-Cühenî ile Gaylân ed-
Dimeşkî'nin öncülüğünü yaptığı Kader söylemi ortaya çıktı. Bu söyleme göre
ortada kader diye bir şey yoktur. Dünyada olan hiçbir şey önceden takdir
edilmiş değildir; bunlar yekten ortaya çıkmış şeylerdir. Hicrî ikinci asrın baş
larında Hasan-ı Basrî'nin meclisine katılan Vasıl bin Atâ, "Allahin, emrettiği
nin hilafını kullarından murad etmesi caiz değildir." diyerek açıkça olmasa
da bu söylemin savunuculuğunu yaptı11 ve Kaderiye fırkasını devam ettirdi.
Ayrıca Vâsıl, bir gün Hasan-ı Basrî'ye büyük günah işleyenlerin hali sorulduğun
da, ortaya atılarak büyük günah işleyenlerin ne mümin ne de kâfir olmadığını
10 Bidatçi fırkalarla ilgili daha geniş bilgi için bkz., İzmirli İsmail Hakkı, Yeni ilm-i kelam, s.
ilerî sürerek iki menzile/konum arasında üçüncü bir menzile fikrini ortaya
attı ve Hasan-ı Basrî ve diğer Ehl-i sünnet imamlarına muhalefet etti. Bunun
üzerine Hasan-ı Basrî Vâsıl bizden itizal etti/ayrıldı, dedi. Bu hadiseden son
ra Vâsıl ve takipçileri "Mutezile/ayrılanlar" olarak anıldı.12 Vasıl bin Atâ'dan
sonra hicrî II. Yüzyılın sonlarında Ebu'l-Hüzeyl el-Allaf'la birlikte Mutezile
mezhebi gelişti ve sadece ilahiyat alanında değil, fizik alanında da
kendinlerine has görüşler ortaya koyan büyük bir fırkaya dönüştü.
Mutezile ittifakla kendilerine şu bes esası ilke edinir: Tevhid, adalet, va'd
ve vaîd, el-menzile beyne’l-menzileteyn, emr-i bı'lmaruf ve nehyi ani'l-münker.
12 Bu konuda Şerhu'l-Akaid'in ilgili kısmında dipnot olarak farklı bilgilere de yer veril
miştir.
13 Bkz., Kadî Ab d u!cebbar, Şerhu usûli'l-hamse, s. 148.
18 Şerhu'l-Akâid
* Nesef, Maveraunnehir bölgesinde bir şehrin adıdır. Şehir "Nahşeb" diye de anılır.
Hamevî'nin verdiği bilgiye göre Nesef C e y ^ n nehriyle $emerkand arasında bulunur.
Kaynakiar bu şehirden her iiimden âlimin çıktfğmı biidirir. Bkz., es-Sem'ânî, ef-Ensâb,
c. S, s. 486; el-Hamevî, Mucemü'l-Bütdön, c. s, s. 329.
2 el-Keşmîrî, Feyzu'l-Bârî, c. 4, s, 110.
22 Şerhu'l-Akâid
Sem'ani, Ömer Nesefi'nin, mezheb ve edebi iyi bilen bir fakîh olduğunu,
fıkıh ve hadis ilimlerinde kitaplar yazdığını ve İmam-ı Muhammed'in el-
Cami-us-Sağır isimli eserini nazma döktüğünü beiirtir. Ancak Sem'anî,
Nesefı'nin hadis ilmine meraklı; fakat hadis dirayeti konusunda yetkin biri
olmadığını söyler ve hadis dalında yazdığı eserlerinde, ravi isimlerinin değiş
tirilmesi veya düşürülmesi gibi boi miktarda hatalar bulunduğunu ifade
eder. Buna rağmen Sem'anî Nesefi'nin cem ve tasnif konusunda velûd biri
olduğunu itiraf eder,1
Kaynaklarda verilen bilgilere göre Ömer Nesefi'nin müellefatı yüz civa
rındadır. Çok miktarda hocasının olduğu da ayrıca ifade edilmiştir. Kaynak
larda belirtilen başlıca hocaları Hbu'l-Yüsr el-Bezdevî, Halef bin Ahmed
Ebu'l-Kasım ed-Darîr,.Ebu Muhammed İsmail bin Muhammed en-Nuhî en-
Nesefî, Ebu Ali el-Hasen bin Abdülmeiik en-Nesefî'dir. Ömer Nesefi hocala
rını anlattığı bir kitap telif etmiş ve adını Ta'dodü Şuyuhi Omer M üstatraf
ale'l-Hurûfi M üstadar koymuştur،
el-Mecdü'n-Nesefi diye tanınan oğlu Ebu'l-Leys Ahmed bin Ömer kendi
sinden ilim tahsil edenler arasındadır. Hİdaye müellifi el-Merğînânî ve ez-
Zahîr diye bilinen Ebubekir Ahmed el-Belhî kitaplarından bazılarını bizzat
Ömer Nesefi'nin kendisinden okumuştur. el-Merğînânî Meşyaha'sında İlk
olarak Ömer Nesefî'nin adını zikreder ve Nesefı'nin beş yüz elli kadar kim
seden hadis rivayet ettiğini nakleder.
Ömer Nesefi'nin kaleme aldığı başka eserler de vardır. Bunlardan Tılbetü't-
Talebe Hanefi fakihlerinin ıstılahlarıyla alakalıdır.2 Kitaplarından el-İş'âr bi'l-
Muhtari Mine'l-Eş'ar'ı yirmi cilttir. Ayrıca Kitabü'l-Meşari' isimli bir kitabı daha
bilinmektedir. Ömer Nesefi tarih konusunda da eserler vermiştir. Buhara'nın
tarihi üzerine bir kitabı olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Bunun dışında
Semerkand âlimleriyle ilgili olarak yazdığı bir tabakât kitabı vardır. Bu kitap
Kitabü'l-Kand f i Ulemâ i Semerkand ismini taşır ve yirmi ciltten oluşur,
Ömer Nesefı'nin insanlardan başka cinlere de ders ve fetva verdiği riva
yet edilir. AUyyü'l-Kârî onun "Müftissakaleyn" lakabıyla anılmasını buna
bağlamaktadır.3
Ömer Nesefî'yle alakalı bir nükte olarak Abdulkadir el-Kureşî şunu nak-
leder:1
٤٧ ilim sahibi! ؛ster misin, insanlar bahtiyar olurken sen mahrum kalasın
Allah Sübhanehü sana yeteri Gayret et, başkaları senden daha nasipli
olmasın...4
م
ثزوز ال ئ ث ا ه ذ ث ن ث ئ ب غ ا ه ب حزم ة ئ ى ذقن و ه م ئئ ا ك
h\JÜ ن زوزأل م ح ا زئ ث ا٠ أؤ١٢ قيأ ك
ح م/
Anlatıldığına göre Taftâzânî talebelik yıllarının İlk devresinde zeka seviyesi
düşük biri olarak tanınır. Hatta hocasının ٠٨٧ الطkonuda devamlı örnek ver-
diği belirtilir. Fakat o الطaçığını herkesten daha çok ders çalışarak kapatmaya
gayret eder. Bir gün mütalaa sırasında yanma tanımadığı bir adam gelir.
Adam, dışarı çıkıp kendisiyle birlikte gezmek istediğini söyler. Taftâzânî, ben
oyun için yaratılmadım. Sürekli çalıştığım halde dersimi yapamazken gezerek
nasıl yapabilirim, diyerek adamı başından savar. Ertesi gün aynı adam tekrar
yanma gelerek Taft^^nî'yi gezmeye çağırır. Taftâzânî aynı gerekçeyle adamı
tekrar başından savar. Bir gün sonra adam tekrar geiip ٠٨٧ yine gezmeye
çağırır. Taftâzânî, ''Senden daha anlayışsız adam görmedim. Sana oyun için
yaratılmadığımı söylememiş miydim?" diyerek adamı tersler. Adam ona, seni
Resulüllah çağırıyor, deyince Taftâzânî telaşla yerinden fırlar ve yalınayak
adamın arkasına düşer ve şehrin dışında küçük ağaçların bulunduğu bir m e-
kana gelir, ©rada ağaçların altında Ashabıyla birlikte Peygamber Efendimiz'؟
(sallallahu aleyhi ve sellem) görür. Peygamber Efendimiz (saliallahu aleyhi ve sellem)
ona tebessüm ederek "Seni defalarca çağırdığım halde neden gelmedin?"
diye sorar. Taftâzânî "Sizin çağırdığınızı bilmiyordum. Ayrıca zeka seviyemin
düşük, hafızamm kötü olduğunu siz benden daha iyi bilirsiniz." diyerek hem
özrünü hem de ızdırabmı dile getirir. Peygamber Efendimiz (sallallah□ aleyhi ve
sellem) ona "Ağzını aç." der. Taftâzânî'nin ağzına tükürerek ona dua eder.
Taftâzânî döndüğünde ilim ve nurla dolar. Ertesi gün derse geldiğinde hocası
el-fcî'nin makamına oturur. Talebelerin aklı ermeyeceği derin meselelerden
bahseder. Talebeler onun eski halini göz önünde bulundurarak bu sözlere bir
mana veremezler. Durum hocası el-îcî'ye bildirildiğinde hocası ağlar. Taftâ-
zânî'ye, dünden bugüne değiştiğini söyler. Sonra makamından kalkarak yeri-
ne Taftâzânî'yi o tu rtu r. هgünden sonra Taftâzânî'nin itibarı artmaya başlar.*
Taftâzânî lügat, edebiyat, felsefe, kelam ve usul ilimlerinde temayüz
ederek İslam ilim tarihinde haklı bir şöhret kazanmıştır. Henüz hayattayken
kaleme aldığı eserler büyük bir ilgiyle okunmuş, kendisi Arap topraklarında
Âlİmü'ş-şark/Doğunun âlimi olarak meşhur olmuştur.
Taftâzânî erken yaşta telife başlamış, henüz on altı yaşındayken Şerhu
tasrifi'z-zencânî isimli kitabını yazmıştır. Hicrî 748'de Mutavvel'i, 756'da
^ h ta s u 'l- m e a n î'y i,^ 758'de Tavzih haşiyesi Telvih'i, 7Ş8'de Şerhu'l-
/akâid'i, 77Q'de Haşiyetü'l-Adud'u, 784'de Mekâsıd ve şerhini, ^89'da Keşşâf
haşiyesini ^m am lam ıştır. ر؛ ذ إ
T aftazânî’nin K itapları:'1
1. Mutavvel, (Belağat, Telhis şerhi)
2. Muhtasar {Belağat, Telhis şerhi)
3. Şerhu'l-Akaid en-Nesefiye (Kelam, Elinizdeki kitap)
4. Şerhu'ş-Şemsiye (Mantık)
7. Mekasıd (Kelam)
8. Şerhu'l-mekasıd (Kelam)
16. Rİsaletü'l-ikrah
18. Kavânînü's-sarf
22. Miftahu'l-fıkh
Şerhu'l-Akâid, öncelikle küçük çaplı bir akaid risalesinin şerhi olması ba
kımından Müellif Taftâzânî'nin metnin sınırlarını koruma titizliği onun bütün
kelam konularını havi olmaması sonucunu doğurmuştur. Bunun yanında Mü
ellif Taftâzânî'nin Eşarîliği göz önünde bulundurulduğunda metnin Matürîdî
mezhebinin esaslarına göre kaleme alınmış olması kitap İçin hem bir avantaj
hem de bir sıkıntı sebebi olmaktadır. Bunun bir avantaj olması iki mezhep
arasında mukayese fırsatı elde edilmiş olmasındandır. Sıkıntı sebebi olması
ise bazen Taftâzânî'nin metne bağlı kalmak ya da kitabın hacmini gözetmek
sebebiyle kendi görüşünü tam olarak açıklayamaması, metinde geçen görüşü
gereği gibi işleyememesinden kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan zaman za
man kitapta bir karışıklık ve bazı konularda bir çözümsüzlük olduğu görülmek
tedir. Bu sıkıntının aşılması İçin, ilgili konular, metnini de şerhini de bizzat
Taftâzânî'nin kaleme aldığı Şerhu'l-Mekâsıd'dan mütalaa edilmelidir. Yoksa
bu konularda sadece Şerhu'l-Akâid'le iktifa etmek ne Taftâzânî'nin görüşünü
ne de en doğru görüşü tespit sadedinde sıhhatli bir yol değildir.
Taftâzânî muhakkik kişiliğinin gereği olarak bazen metinde müsellem
kabul edilen bazı görüşleri irdelemekte, aksi ihtimalleri güçlendirecek bazı
önermeler ortaya atmaktadır. Ortaya attığı bu önermefer, bazen onun be
nimsediği fikri yansıtırken bazen benimsemediği halde sadece anılan görü
şün istidlal tekniğini sorgulamasından ibarettir. Buna örnek olarak burhan-ı
temanu ile Cenab-ı Allah'ın araz olmadığı hususunun ele alındığı meseleleri
zikredebiliriz. Bu sonuncu meselede Taftâzânî bir labirentin içine saldığı
talebeyi şaşkın ve çaresiz bırakmaktadır. Bu gibi yerlerde Şerhu'l-Akâid'in,
özellikle kelama yeni başlayanları kelamî delillere karşı bir güvensizliğe ittiği
gözlemlenmektedir. Hatta bu sebeple Türkiye'nin Güneydoğu bölgesindeki
İslâmî eğitim kurumlarında talebelerin itikadını tevhin ettiği gerekçesiyle
Şerhu'l-Akâid'in müfredattan kaldırıldığına dair bilgiler dolaşmaktadır.
32 Şerhu’l-Akâid
dır. Ama sadece okuyucunun merakını İzale için şu kadarını ifade edelim ki,
Taftâzânî'nin sadece elimizdeki Şerhu'l-Akâid çalışması bile, mütekaddi-
minin istidlal yöntemine yaptığı tenkitlerle onun kelam ilmine sağladığı kat
kının adil tanığı olarak Uludağ'ı haksız çıkarmaya kafidir.
Bu konuda Uludağ, Taftâzânî'nin, mesela burhan-ı temanu konusu ya da
Cenab-ı Allah'ın araz olmadığı konusuyla ilgili tespit ve tahkiklerini tekrar
mütalaa ederse kendisi de peşin hükümlülüğünün farkına varacaktır. Ama o
hala tatminsiz bir arayışla bu ilmin muhtevasında yenilik ve değişiklik görme
hevesindeyse bilmeli ki bunu idealleştirdiği İbn Haldun'da da bulamayacak
tır. İbn Haldun'un Lübabü'l-Muhassal f î usûli'd-dîn isimli akaid kitabı elimiz
dedir1. Eser incelenirse onun da Taftâzânî gibi Akaid ilmine muhteva olarak
bir yenilik ya da değişiklik getirmediği kolaylıkla görülecektir.2 Zaten hangi
alanda konuştuklarının pekâlâ farkında kimseler olduklar ؛İçin ne Taftâzânî
'nin ne de İbn Haldun'un yenilik ya da değişiklik gibi bir derdi olmadığı ifade
ve üsluplarından açıkça gözlenebilmektedir.
Söz İbn Haldun'a gelmişken Uludağ'ın aslında İbn Haldunculuk yaparken
İbn Haldun'u bile geride bıraktığının resmi olarak onun Taftâzânî hakkındaki
kanaatini burada tekrar hatırlayalım.
İbn-i Haldun Mukaddime İsimli meşhur eserinin aklî ilimlere hasrettiği bö
lümünde, Şark memleketlerinin aklî ilimlerdeki üstünlüğünü anlatırken, Mı
sır'da bulunduğu sırada Sa'düddin Taftâzânî'nin aklî ilimlere dair eserleriyle
karşılaştığını ve bu eserleri takdir ettiğini belirtir. Söz konusu eserlerin, kendi
sinden Horasan memleketlerinin büyüğü diye söz ettiği Taftâzânî'nin bu ilim
lerdeki derinliğine işaret ettiğini söyleyen İbn-i Haldun, Taftâzânî'yi hikemî ve
aklî ilimlerde çok başarılı bulur.3
Uludağ'ın bîr akaid metninde yenilik ve değişiklik arayışıyla kendisini na
1 Bu kitap her ne kadar Fahru'r-Râzî'nin Muhassal'ı üzerine bir ihtisar ve tezhip çalışma
sı ise de, mukaddimesindeki ifadelere göre İbn Haldun kitaba kendisinden bir şeyler
de katmıştır. Bu bakımdan kitap, kelamda yenilik ve değişim açısından ibn Hal
dun'unun durumu hakkında bir nebze fikir verebilir.
2 ibn Haldun'un kelamcı kişiliği hakkındaki mütalaaları havi bir makale olarak bkz, Mu-
hammed Zahid Gül, İlmü'l-Kelam et-Haldûnî, Mecelletü islâmiyyeti'l-mctrife, sayt, 51.
3 ibn-î Haldun, Mukaddime, s. 533 Aslında Uludağ İbn Haldun'un Taftâzânî hakkındaki
bu takdirkar ifadelerinin farkındadır ve kendisi de bir vesileyle bunu dile getirir. Bkz.,
Uludağ, Kelam ilmi ve İslam akaidi Şerhu'l-Akâid, s. 72. Ama buna rağmen Uludağ'ın
İbn Haldunculuk yaparak Taftâzânî'nin İlmî kişiliği hakkında ağır ithamlarda bulunma
sı anlaşılacak gibi değildir.
38 Şerhu'l-Akâid
file bir çabaya kaptırdığını da ifade etmek isteriz. Ona, asıl yenilik ve değişik
lik arayışını akaid alanında değil de mesela felsefe alanında gerçekleştirme
sini; yenilik ve değişiklik söylemlerini bir kriter olarak akaid alimi olan
Taftâzânî'nin değil de, sözgelimi bir filozof olarak Farabî'nin eserlerinde
kullanması gerektiğini hatırlatırız. Bir insan olarak Aristo'nun ortaya koydu
ğu felsefî düşünceyi kendisinden yaklaşık on üç yüz yıl sonra gelen Farabî ne
kadar değiştirmiş, ona ne kadar yenilik kazandırmış sorusuna cevap arasaydı
Uludağ'ı takdirle karşılardık. Burada bir gerçeğin altını çizelim. Farabî Aris
to'nun iyi bir açımlayıcısıdır, ününü, Aristo'nun felsefî düşüncesini İslam
âlemine şerh etmeye borçludur ve "muallim" ünvanı da kendisine bu saye
de verilmiştir. Farabî tam bir beşer ürünü olan Aristo felsefesini ne yenile
miş ne de değiştirmiştir. Hazindir ki o buna rağmen yere göğe sığdırılamaz-
ken, vahiy merkezli din ilimlerinde bir âlimin açımlayıcılığı yadırganmakta,
yenilik getirmediği için İlmî kişiliği fütursuzca sorgulanmaktadır!
Yukarıdakilere İlaveten, İslam'a ve Müslümanlara ideolojik bir gözle ve
husumet esasından yaklaşan sekülerist bilim çevrelerinin islamî kültürel
mirası karalama kampanyalarında sıkça kullandıkları "mukallid hocalar"
söyleminin bir ilahiyatçı-akademisyenin diline hiç yakışmadığını burada te
essüfle belirtmiş olalım. ,
Uludağ'ın mülahazaları sadece Nesefî Akâİd'İ ya da Taftâzânî'nin ilmi ki
şiliğiyle sınırlı değildir. Bunların yanında Taftâzânî'ye, Şerhu'l-Akâİd'de yer
alan bazı söz ve tespitlerinden dolayı da ağır eleştirileri bulunmaktadır. Aşa
ğıda bu eleştirileri bizzat kendi dilinden naklettikten sonra her birini kısa
kısa cevaplamaya çalışacağız.
Uludağ'ın, "Taftâzânî'nin, Sünnî olmayan İslam mezheplerine karşı aldığı
tavır" başlığı altında Taftâzânî'ye yönelttiği eleştiriler dikkat çekmektedir.
Bu eleştirilere bir örnek olarak onun şu cümlelerini birlikte okuyalım: ,,Mest
üzere mesh, nebîzin harama olmaması, konularını işlerken, İslam birliği ta
raftarı samimi bir Müslümanı içinden yaralayan ve herhangi bir insanın bile
içini buruk hale getiren sözler söylemekten çekinmez. Mesela Caferîlerce
kabul edilen, fakat haklı olarak Sünnîlerce kabul edilmeyen mest üzerine
mesh yapmanın cevazı konusunu anlatırken1, Kerhî'nİn şu sözünü tenkit
etmeden ve hatta tasvib ederek nakleder: Mest üzerine meshin cevazı görü
şünde olmayanların küfründen korkarım."2
1 Burada bir sürçme olsa gerektir. Zira mestler üzerine meshin cevazı Ehi-i Sünnet'in
görüşüdür.
2 Uludağ, Kelam ilmi ve İslam akaidi Şerhu'l-Akâid, s. 75.
Prof, Dr. Süleyman Uludağ'ın Tercümesi üzerine 39
Tercüme Hatalar:
1. Metin (s: 6)
Tercüme (s: 150) "Hâlânın (yani mutlak boşluğun) var ofduğu kanaatin-
de olanlara göre bu'd (boyut) kendi kendine veya cisimle kaim oian bir
im tidât (uzam)dan İbarettir."
Tercüme (s: 157) Ve yine malumdur ki, müştak ve türetilmiş bir keii-
menin, bir şeye delalet etmesi, onun hakkında doğru olması, o şeyin türetil-
diği kök bir kelimenin var olmasını gerektirir. (Âlimin mevcut olması, kendi-
sinden âlim kelimesinin türetildiği bir ilim kelimesinin mevcut olduğunu icap
ettirir)
Uludağ, Arapça metinde geçen 'lehû' zamirini 'el-müştakk' kelimesine
döndürdüğü İçin hem tercümede, hem de tercüme sonrası yaptığı parantez
içi açıklamada hataya düşmüştür. Halbuki Sayın Uludağ'ın tercümede özel-
likle İbareyi anlama konusunda kendisinden -kaynak belirtmeden- hayü
faydalandığını anladığımız Ramazan efendi, haşiyesinde (s: 119) bu zamirin
merciini açıkça ifade etmiştir. Doğrusu da bu haşiyede belirtildiği gibi zamiri
'eş-şey' lafzına döndürmek ve buna uygun tercüme ve izahta bulunmaktır.
Aksi takdirde sözün bağlam içinde bir manası olmayacaktır.
Buna binaen metnin doğru tercümesi: Ve yine herkesçe bilinir ki; müş-
tak/türetilmiş bir kelimenin bir şeye kullanılabilmesi, bu kelimenin türeme
Tercüme (s: 193) "Küfür Allah Teâlâ'nın kazasıyla olsaydı, ona razı ol-
mak vacip olurdu' d e n ile m e z ,^ Zira kazaya rıza göstermek farzdır. Fakat
bunun lazımı ve neticesine (yani küfre ve kötü şeylere rıza göstermek) batıl-
dır. Çünkü küfre rıza küfürdür. Onun için biz diyoruz ki..."
Uludağ, Arapça metinde geçen 'liennerrıza' terkibindeki 'lam' harfini,
cümle başındaki 'la yukâlu' sözüne talll yapmıştır. Oysa bu '!§٢٢١' harfi
'levecebe' cümlesinin telllidir. 'lâyukâlü' cümlesinin talili ise, biraz aşağıdaki
'liennâ nekûlü' sözüdür-
6. Metin (s: 78 )
Tercüme (s: 359): "Bir insan acele etmediğ ؛sürece, günah işlese ve sıla-
yı rahm halinden uzak kalsa dahi duası kabul edilir."
Uludağ, hadis-i şerifte geçen 'ma lem yed'u bi ismin' cümlesini 'günah iş-
lese... (dahi), "ev katiati rahmin' sözünü de 'sıla-yı rahim halinden uzak kalsa
dahi' şeklinde tercüme ederek fahiş bir hataya düşmüştür. Böyle yapmakla
'ma lem yed'u bi ismin' sözünün anlamını vermediği gibi 'ismin' ve 'ev katfat؛
rahmin' sözlerine de yanlış anlam yüklemiştir. Terceme hatası bir yana, İslâmî
prensiplerle bağdaştırılması zor görünen bu cümle karşısında Uludağ, ufak bir
tereddüt geçirip "Acaba hadisi yanlış mı anladım?" diye tercemesini tekrar
gözden geçirme ihtiyacı nasıl hissetmedi anlayabilmiş değiliz؛
Mezkur hadisin, ifade ettiği hu anlamın açıkça belirtildiği diğer bir riva-
yeti için bkz. Ahmet b. Hanbei, Müsned, 3:18 Hadis No: 11150.
7. (Tere, s: 366) : Uludağ, tercümenin son sayfasindaki Hz. İsa ile أ]أجاأ
söylenen ' هm ücerrettir' sözünü parantez içinde (Bekar) olarak açıklamıştır.
Halbuki 'mücerred'in buradaki manası, 'babası olmayan'dır. Zaten bir son-
raki Mâ ebe iehü' cümlesi cümle-i tefsiriye olup, mücerred kelimesini açık-
lamaktadır- Bkz. Muhammed Abdulaziz el-Ferhârî, en-Nibrâs, 359.
1. (Tere, s: 344 رHz. Ali'den rivayet ediien meshin müddeti iie ilgili ha-
dişin tahribi yapılmamıştır. Hadis için bkz. Müslim, Kitabu't-tahare, Bab.24
Hadis No: 276'
sayfasında, mantıkî bir ıstılah olan tezayüf1 kavramını hem yanlış tanımla
mış, hem de yanlış örneklendirmiştir.
İzahat
Arapça metinde yer alan ب جال ل ذاته وكم ا لصف اتهifadelerinde izafet
terkipleri iki şekilde aniaş؛labilir. Birincisi bunları lam manasında birer izafet
©larak görebiliriz. Bu durumda terkipler "zatın؛n celali ve 5!fatların؛n kemali"
manasındadır. ؛kinci bir ihtimale göre terkiplerde geçen ve birer mastar
©lan celal ve kemal kelimelerini srfat ismine tevil ederek terkipleri sıfatın
mevsufuna izafeti oiarak görebiliriz. Zira bu takdirde terkib, "b i^ ih i'l-c e lfîe
ve ve sıfâtihi'l-kâmile" şeklinde tevil edilmekte ve "çelil olan zatıyla ve kâ-
mil sıfatlarıyla" şeklinde m analandılabilm ektedir ل. Ayrıca muhaşşîler,
Şârih'ln, birinci terkipten Allah'ın selbî sırtlarına, ikinci terkipten de sübûti
sıfatlarına tarizde bulunduğunu belirtir.
؛slam akaid kurallarının temeli olan Tevhit ve Sıfat ilmi'nin şeriat ve hü-
kümleri konu edinen Fıkıh ilminin dayanağı olması, bu hükümlerin ancak
Ailah'a ve diğer dinî esaslara inanıldığı takdirde bağlayıcı olmasıyla alakalıdır.
Dolayısıyla Fıkıh ilmi. Tevhit ve $ıfat ilmi'ni kendisine esas kabul eder.
1 Söz konusu ibareyi "yüce zatı ve kâmil sıfatları tek olan” şeklinde terceme etmek de
mümkündür.
2 et-Tarifât, s. 92; Keşşöfü İstılahâti'l-Fünûn, c. 2, s. 1808.
3 İsâm, s. 8.
Şarih Taftazani'nin Önsözü 53
1 Terkib nüshaların çoğunda bu şeküde yer almaktadır ve tercihe şayan olan da budur.
2 Şerhu'i-Akaid mea Talikâtin oleyh, s, 3, haşiye no, 55.
3 en-Nibrâs, s. 12.
54 Şerhu'l-Akâid
1 en-Nibrös, s. 12
2 A.g.e., s. 12.
3 Geniş bilgi için bkz., Keşşâfu Istılâhâtİ'l-Fünûn, c. 1, s. 222.
4 en-Nİbrâs, s. 13.
).'rri.؛: Kelam İlmi 55
Şerlıû’l-Akâid
Şer'î hükümlerin bîr kısmı amelin keyfiyetiyle alakalıdır ki, bunlara fer'î
ve amelî hükümler adı verilir. Bir kısmı da inançla alakalıdır kî, bunlara aslî
ve itikadî hükümler denir. Birinci sınıf hükümlerle alakalı ilim, "Şeriat ve
Ahkâm İlmi" (İlmü'ş-Şerâi' ve'l-Ahkâm) diye anılır. Çünkü bu ilim ancak şeri
atla bilinir. "Ahkâm" lafzı kullanıldığında akla ilk bu ilim gelir. İkinci sınıf hü
kümlerle alakalı ilim de "Tevhid ve Sıfat \\m\"{îlmü't-Tevhid ve's-Sıfât) diye
anılır. Çünkü tevhid ve sıfat konuları bu ilmin en meşhur ve en kıymetli ko
nularıdır.
Sahabe ve tabiinden oluşan ilk nesiller (Allah onlardan razı olsun), Pey
gamberimizin sohbetinde bulunmaları ve ona yakın bir dönemde yaşamış
olmaları sebebiyle inançlarının berrak oluşu, kendi çağlarında olayların ve
ihtilafların az olması, bir problemle karşılaştıklarında güvenilir âlimlere mü
racaat edebilme fırsatına sahip olmaları sebebiyle bu iki ilmi bablar ve fasıl
lar halinde tertip edip konularını ferî ve aslî meseleler şeklinde takrir ile
tedvin etme ihtiyacı hissetmemişlerdi. Zamanla Müslümanlar arasında fitne
baş göstererek din önderlerine karşı ayaklanma hareketleri her tarafa yayıl
dı. Bir taraftan farklı farklı görüşler ortaya çıktı, bidatlere karşı genel bir
eğilim baş gösterdi. Yeni yeni meseleler ve fetvalar çoğaldı ve buna paralel
olarak önemli konularda âlimlere müracaat konusunda da bir artış oldu.
Bunun üzerine âlimler bîr yandan nazar, istidlal, içtihat ve istinbatla meş
gul olmaya; diğer yandan meseleleri bab ve fasıllar halinde tertip etmeye,
delilleriyle birlikte meseleleri detaylandırmaya, şüpheleri cevaplarıyla zikret
meye, bir kısım kavramlar üretmeye, görüş ve ihtilafları açıklamaya başladılar.
Bu dönemden sonra amelî hükümlerin tafsilî delillerden elde edilmesi
yönünde fayda sağlayan ilme "Fıkıh"; hüküm ifade etmesi bakımından delille
rin halleriyle ilgili icmalî bilgi sağlayan ilme "Usûl-i Fıkıh"; delillerinden itikadî
hükümlerin bilinmesini sağlayan ilme de "Kelam" adını verdiler.
Bu sonuncu ilme Kelam ismini vermeleri şu sebeplerle açıklanabilir:
٠ Söz konusu ilmin konu başlıklarının genelde "filan konu hakkında
kelam" şeklinde olması.
56 Şerhu’l-Akâid
İzaha؛
Şerhte geçen nazar, içtihad, istinbad ve istidlal gibi deyim ler usûl ve
mantık kavramlarıdır.
İçtihad, fakîhin, bir konuda şer'î hükme ulaşmak için çabalaması, gayret
etmesidir.
İstidlal, bir şeyi delil olarak kullanmak, bir davayı ispatlamak için belli
şeyleri delil getirm ektir.
Şârih bu kavramlarla Kelam ve Fıkıh İlim lerinin tedvinine işaret etm iştir.
Nitekim nazar ve istidlal kelam ilmiyle, içtihad ve istinbad da fıkıh ilmiyle
alakalı kavramlardır.
Fıkıh ilm iyle alakalı olarak şerhte geçen tafsilî delillerden maksat, ayet
ve hadislerin tek tek her biridir. Mesela "namazları ikame edin" (Bakara, 43)
şeklindeki ayet, belli bir hükme/namazın farziyetine delalet eden bir tafsil؟
delildir. Bunlara "cüz'î delil" de denir.
Usul ilm iyle alakalı olarak zikredilen icmalî deliller de, topluca Kuran,
sünnet, icma ve kıyas gibi altında birçok fe r'î/ta fsilî delil bulunan mutlak
delillerdir. Bunlara ayrıca "küllî delil" dendiği de vakidir.
Yine bunlar gibi emir, nehiy, müşterek, mecaz, âm, hâs gibi kelime tü r
leri de icmalî delillerdendir. Zira bunlar da ayet ve hadis m etinlerinde geçen
birçok tafsilî delili içeren m utlak/um um î delillerdir. Zaten usul-i fıkıh ilm inde
)؛iriş: Kelam İlm i 59
Kelam ilm ine kelam İsminin verilmesiyle alakalı birçok tevcih bulun
maktadır. Şârih'in birinci sırada zikrettiği tevcihe göre bu iime kelam timi
denmesi ilk devir kelam m üelliflerinin konu başlıklarını "filan mesele hak
kında kelam" şeklinde te rtip etmesinden ileri gelir. Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'nin
-el-İbâne'sinde konu başlıkları mesela "el-Kelamu fi Enne'l-Kurane Kelamul
.lahi Gayru M ahlukin" şeklindedir
؛؛!؟i؛؛؛؛
1 Vâsıl bin Atâ Ebu Huzeyfe el-Basrî, hicrî 80 yılında M ed in e 'd e dünyaya gelmiş, 131
yılında v e fat etm iştir. Arapların m eşhur belîğ ve hatiplerindendir. M u tezile m ezhebi
nin kurucusu olarak kabul edilir. M ezhebini yaymak için İslam âlem inin çeşitli bölgele
rine d avetçiler gönderm iş, M u tezile fırkasının asırlarca yaşamasına zem in hazırlamış
tır. Kitabü Esnâfi'l-M ürcie, Kitabü't-Tevbe, Kİtabü M eâni'l-K uran gibi kaynaklarda isim
lerine yer verilen belli başlı kitapları vardır. Zirikli, el-A 'lâm , c. 8. s. 108.
2 Ebû Saîd Haşan bin Yesâr el-Basrî, hicrî 21 yılında M edine'de dünyaya gelmiş, 110 yılında
Basra'da vefat etmiştir. Tabiînin ileri gelenlerinden, Basra'nın imamı. Kaynaklarda âlim,
fakîh, fasîh, yiğit ve abid gibi lakaplarla anılmaktadır. Fedâilü M ekke adıyla el-M ektebetü'l-
Ezheriyye'de bir kitabı bulunmaktadır. Bkz., Zirikli, el-A'tâm, c. 2, s. 226. Ayrıca Kuran tefsi
riyle alakalı görüşieri derlenerek Tefsİru'l-Hasan el-Basrî adıyla basılmıştır.
3 Sözkonusu hadiseyi farklı rivayet edenler de vardır. Bunlardan biri olan Sem 'ânî'nİn
anlattığına göre Vâsıl bin Atâ'nın arkadaşı Am r bin Ubeyd İlk olarak bidat fikirler o rta
ya atm ış ve Hasan-ı Basrî'nin meclisinden İtizal etm iş/ayrılm ıştır. Bu sebeple onlara
M u tezile denm iştir. Bkz., es-Sem'ânî, el-Ensâb, c. 5, s. 338,
Konuyla İlgili bir başka rivayete göre M utezileyi ilk olarak bu isimle anan Katâde bin
Diâm e'dir. Şöyle kİ Katâde Basra mescidine girdiğinde -a 'm â olduğu için- Hasan-ı
Basrî'nin ders halkası zannıyla farkında olm adan Am r bin Ubeyd'in halkasına katılmış,
daha sonra oturduğu halkanın Hasan-ı Basrî'ye ait olmadığını anlayınca "bunlar m u te
ziledir'' diyerek yanlarından kalkmıştır. Bundan böyle onlara M u tezile denm iştir. Bkz.,
Taşköprülüzade, M İftahus's-Saöde, c. 2, s. 144.
Bu rivayetlerin ortak noktası M u tezile İsminin mezkûr fırkaya m uhalifleri tarafından
zem İçin verilmiş olmasıdır. M ezh ep tarihçileri İçinden bu ismi M u tezile 'y e bizzat ken
dilerinin verdiğini savunanlar’ da vardır. e l-M a la tî bu görüştedir ve bunu şöyle açıklar:
M u tezile kendisini m utezile olarak isimlendirmiştir. O nlar aslen Hz. Alî'nin cem aatin-
dendiler. Daha sonra Haşan bin Ali M uaviye'ye biat ettiği zam an Haşan bin Ali'den,
M uaviye'den ve bütün insanlardan itizal e ttiler/a yrılıp evlerine ve mescidlerine ka
pandılar. Biz artık ilim ve ibadetle meşgul olacağız dediler. Bu sebeple kendilerine M u
tezile denm iştir. Bkz., e l-M ala tî, et-Tenbîh, s. 36.
)؛iriş: Kelam ^m ؛ 61
Eş'arî:
-Birincisi Allah'a itaat üzere, İkincisi Allah'a isyan üzere, üçüncüsü de
henüz büluğ çağına varmadan ölen üç kardeş hakkında ne dersin?
Cübbâî:
-Birincisi cennetle (mükâfatlandırılır). İkincisi cehennemle cezalandırılır.
Üçüncüsü de ne mükâfatlandırılır ne de cezalandırılır, diye cevap verdi.
Eş'arî:
-Üçüncü çocuk ey rabbim l Beni neden küçük yaşta öldürdün? Beni ne
den yaşatmadın da büyüyüp sana iman ve itaat etseydim de cennete gir-
seydim, derse Allah ne cevap verir?
Cübbâî:
-Allah üçüncü çocuğa, yaşamış olsaydın ne duruma geleceğini ben sen
den daha iyi bilirim . Eğer sen yaşamış olsaydın bana isyan edecek ve cehen
neme girecektin. Bu sebeple senin için en elverişli olan küçük (yaşta) öl-
mendi, der.
Ayrıca el-M ala tî, M u tezile'n in kurucusu Vâsıl bin Atâ'nın itizal fikrini Basra'ya M ed i-
ne'den getirdiğini kabul E m e k te d ir. Bu bakım dan itizal hareketinin M ed in e 'd e doğ-
duğu düşünülecek olursa M utezile'nin tarihi kökenine dair görüşü tutarlı görünm ek-
tedir. N itekim Şeyh M u ham m ed Zahid el-Kevserî de -m e z k û r kitaba yazdığı takdim ve
talikte - e l-M a la tî'n İn bu tevcihini tercih etm ekte, zikredilen sebepler arasında gerçeğe
en yakın bunu görm ektedir. Ancak Vâsıl bin Atâ'nın Sıffîn savaşında bulunan sahabiler
hakkındaki görüşü bağlamında Hz. Ali hakkmdaki olumsuz fikri d ü ş ü ld ü ğ ü n d e ٠ ٨ ٧ ٨ ,
aslen Hz. Ali taraftarların a dayanan bir hareketin kurucusu olması d ö n d ü r ü c ü d ü r .
1 Ebû Ali el-Cübbâî, M u ham m ed bin Abdilvehhab bin $elam , hicrî 235 yılında dünyaya
gelmiş, 303 yılında Basra'da nispet edildiği Cübbâ kasabasında vefat etm iştir. M utezile
m ezhebinin im am larındandır. M ezhep içinde kendine has görüşleriyle ayrı bir çizği
oluşturarak Cübbâiyye adıyla müstakil bir taifenin öncüsü olm uştur. Kelamî görüşleri
talebesi Ebu'l-Hasan el-Eş'arî tarafından ten kit edilmiştir. Kendisine ait geniş bir Kuran
tefsiri olduğu b ild rilm ek te d ir. Bkz., Zirikli, et-A'lâm , c. 6, s. 256.
62 Ş e rh u 'l-A l^id
Eş'arî:
-Şu halde ikinci kardeş, ey rabbim ! Beni neden küçük yaşta öldürmedin?
Ben de küçük yaşta ölseydim sana isyan etmez ve cehenneme girmek zo
runda kalmazdım, derse Allah ne cevap verir?
2 Şârih'in ال طifadesi, Ehl-i sünnet tabirinin, ilk olarak Ebu'l-Hasen el-Eş'arî ve takipçilerine
kullanıldığı, dolayısıyla Ehl-i sünnet diye bilinen fırkanın hicr?4. Yüzyılın başlarında orta-
ya çıktığı gibi bir zehaba yol açabilir k! bu doğru değildir. Zira Ehl-i sünnet tabiri bundan
çok daha önce İslam toplum unda bilinmekte ve üm m etin çoğunluğunu tanımlayan bir
tabir olarak kullanılmaktaydı. Nitekim im am M alik'e Ehl-i sünnet kimdir diye soruldu-
ğunda o şöyle cevap vermiştir: "Ehl-i sünnet bilinen lakabı olmayanlardır. Onlar ne
Cehm î'dir, ne Râfizî'dir, ne de Kaderidir." Bkz., Kâdî ؛yâz, Tertibü't-Medarik, c. 1, s. 88.
Bunun gibi ilk devir M âliki fakihlerinden Avn bin Yusuf'un da [h.239 V.] bir m ünasebet-
le "...onların hepsi Ehl-i sünnetin düşmanıdır" dediği nakledilm ektedir. Bkz., Kâdî [yâz,
Tertibü'l-M edörik, c. 1, s. 365.
lm am -ı A'zam Ebû H anîfe'ye de Ehl-i cem aat kimdir, diye sorulmuş, o da onları belli
vasıflarla b a t m ı ş t ı r . Bkz., es-5aymerî, Ahbâru E b îH an îfe ve ashâbihî, s. 83.
Ayrıca Ehl-i sünnet tabiriyle benzer m analar ifade eden cem âat, sevad-ı a'zam gibi
tab irler bizzat Allah resulünün hadislerinde zikredilm ekte ve sahabe dönem inden iti-
baren üm m etin gövdesini teşkil eden ana kitleyi tanım layan bir tabir olarak kullanıl-
maktaydı. Bunlara bir örnek olarak sahabeden Ebu ü m âm e el-Bahîlî'nin çevresindeki-
lere sevâd-ı a'zam dan ayrılm am aları yönünde yaptığı tavsiyeyi zikredebiliriz. Bkz.,
M ü sn ed -iA h m ed bin Hanbel, hadis no, 17722.
5on olarak Ebu'l-Hasan el'Eş'arî'nin akranlarından im am Tahâvî, itikat risalesinin ba-
şında bu risaleyi, m illetin fakihleri olan Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve M uham m ed bin el-
Hasan'ın m ezhebi üzere £hl-i sünnet ve'l-cem aat'ın itikadını beyan için yazdığını kay-
deder. Bu da gösteriyor ki Ehl-i sünnet ve'l-cem aat tabiri Ebu'l-Hasen el-Eş'arî ve ta-
dişçilerinin dışında bir başka büyük M üslüm an topluluk için de kullanılm aktaydı. Bkz.,
et-Tahâvî, A kîd etü 'l-im am et-Tahâvî, s. 1.
3 Felse^ ilimlerin Arapçaya tercemesi birkaç asır devam eden uzunca bir sürece yayılmak-
tadır. Tercem e hareketi ilk olarak hicrî birinci yüzyılın sonlarında Emevîlerden Halid bin
Yezîd bin M uaviye'nin (h. 85) isteğiyle ve sadece Tıp, Astronomi ve Kimya ilimleriyle sı-
nırlı olarak başlamıştır. Daha sonra Abbasî halifesi Mansur'la bu iş hızlandırılmış ve Fel-
şefe ve M an tık ilimlerini de içine alan daha kapsamlı bir harekete dönüşmüştür. Harun=
)؛iri ؛؛: KeJam İlm i 63
Sonuç olarak kelam ilmi, şer'î hükümlerin esasını ve İslâmî ilim lerin ba
şını teşkil ettiği ve konusu İslam akaidi olduğu için de dinî İlim lerin en şeref
lisidir.
Selef âlim lerinin bu ilmi yeren sözler sarf söylemesi ve bu ilm in tahsilini
menetmesi, dinde mutaassıp olan, yakınî bilgiyi elde edebilecek kudreti
olmayan, Müslümanların akâidini ifsada çalışan ve kendisini lüzumsuz felsefî
ayrıntılara adayan kimselerle alakalıdır. Aksi takdirde selefin, şer’î hükümle
rin kaynağı ve dinî sorumluluklarımızın başı olan bir ilimden insanları men
etmesi nasıl düşünülebilir?
=Reşîd ve özellikle M e'm û n dönem inde tercem e faaliyetleri çok daha kapsamlı ve yoğun
bir surette sürdürülmüş ve kadim Yunan, Hİnd ve İran m edeniyetlerinden yüzlerce kitap
Arapçaya çevrilmiştir. Bkz., DİA. İslam Ansiklopedisi, c. 6, s. 88, 89.
Ancak bu m edeniyetlerin kitapları Arapça'ya tercem e edilerek Astronomi, G eom etri,
Fizik, Kimya gibi iiîmferin gelişmesine yol açmışsa da özellikle İlahiyat kitaplarının
tercem esi bazı M üslüm anlarda ciddi anlamda kafa karışıklığına sebebiyet verm iştir.
Şârih'in felsefî ilim lerin Arapçaya tercem e edilmesi konusuna tem ası da bu yöndendir.
Fakat şu noktaya dikkat çekm ekte fayda vardır: Şârih'in felsefenin Arapçaya naklini
Eş'arîlikten sonraki dönem e dayandırması pek sıhhatli görünm em ektedir. Zira felse
fenin Arapçaya nakli Eş'arİlikten önce başlamış ve uzunca bir dönem sürmüştür. Bu
nun gibi islam îlerin felsefî ilim lere rağbet etm esi de felsefecilere karşı koyması da
Eş'arîlikten sonra başlayan bir bir hareket değildir. Eş'arîlerden önce de özellikle M u
tezile m ensubu birçok kelam □ bu hareketin İçinde yer almıştır. Her ne kadar ibarenin
zahirinden anlaşılan genellik buna elverm ese de Şârih burada Ehl-i sünnet kelamcıları
kast etm iş olabilir. Bu durum da Şârih'in ifadeleri anlamını bulabilir. Zira Ehl-i sünnet
kelamcılarının felsefecilere karşı koyuşu sonraki yüzyıllardadır.
1 Bazı nüshalarda ibarenin burasında geçen "hâveiû" lafzı daha önce geçen "lem m â"
nın cevabı olacak tarzda yani vav harfi olmadan zikredilmiştir. Ancak en-Nibras ve di
ğer Hind nüshalarında burada bir vav harfi vardır ve m ezkûr kelime geriye atıftır.
Lemmânın cevabı da m ahzuftur.
64 Şerhu'i-Akâid
؛zâhâl
İsiam itikadının gerek beyanı gerekse müdafaası adına ortaya konan İl
mî faaliyetleri başlıca iki tarzda mütalaa etmek müm kündür: Selef tarzı,
halef tarzı.
Halef Tarz،: Ehl-i sünnet çevrelerin kelam alanında kitaplar te lif etmeye
başladığı hicrî dördüncü yüzyılın başlarından İtibaren yeni bir tarz ortaya
çıkmaktadır ki buna halef tarzı denir. Halef tarzını da kendi içinde
m ütekaddim în ve m üteahhirin dönemleri olmak üzere iki grupta mütalaa
etm ek yerinde olur. M ütekaddim in ve m üteahhirin dönem leri itibarıyla
genel olarak bu tarzı selef tarzından ayıran en tem el özellikleri üslup ve kap
sam başlığı altında değerlendirebiliriz.
1 Şurası u nu tulm am alıd ır ki, bu tahdid istiğrak ifade etm ez. Zira daha sonraki yüzyıllar
da da selef tarzında akide kitapları te lif edilmiş ve bir m etod olarak bu tarzı benim se
yen çevreler olm uştur.
)؛ir ؛؛؛: Kelam İlm i 65
İlk olarak halef tarzı üslup olarak selef tarzından çok farklıdır. Bu dö
nemin kelamcılarında tartışmacı üslubun hâkim olduğunu görürüz. Onların
kaleme aldıkları kelam kitaplarında m uhalif fırkaların görüşlerine ve delille
rine yer verilm ekte ve bunlar tek tek tartışılıp çürütülm ektedir. İslam itikad
esaslarının İspatında ayet ve hadislerin yanında önemli ölçüde aklî deliller
den de faydalanılm akta ve son derece nazarî dil kullanılmaktadır. Bu döne
me ait akîde kitapları gerek kullanılan dil itibarıyla gerekse sık sık başvurulan
soyut kavramlar sebebiyle ancak ilim ehlinin anlayabileceği ihtisas kitapları
dır. Bu bakımdan sıradan müslümanın İslam akaidini öğrenmesi için yarar
lanabileceği kitaplar değildir.
İkinci olarak halef tarzında kaleme alınan eserler selefin eserlerine göre
çok daha kapsamlıdır. Özellikle müteahhirin dönemi eserlerinde yer alan
uzun felsefî bahisler adeta bu kitapları ansiklopedi haline getirmiştir. Bunun
iki sebebinden bahsedebiliriz.
Bu iki dönem her ne kadar önceki dönemlere göre birçok konuda ben
zerlik arzediyorsa da Şârih'in de ifade ettiği gibi bunları birbirinden ayıran
66 Ş erhu'l-Akâid
Bilindiği kadarıyla Ehl-i sünnet çevrelerden ilk olarak İmam Gazzâlî başlı
başına felsefiyyatı ele almış ve bunları tartışm ıştır. İmam Gazzâlî önce gayet
tarafsız bir gözle felsefiyyatı incelediği Mekâsıdü'l-Felâsife 'yi kaleme almış,
daha sonra bunları eleştirmek üzere tehâfütü'l-Feiâsife'yl ,yazmıştır. Gerçi
İmam Gazzâlî'nîn doğrudan kelama dair yazdığı eserler mütekaddimînin
eserlerinden farklı değildir. Onun bu eserlerinde de felsefecilerle tartışm alar
bulunm am aktadır. Asıl onun filozoflara getirdiği eleştiriler yukarıda mezkûr
müstakil kitaplarındadır. Hadd-i zatında felsefiyyatı kelam kitaplarına taşı
yan ve orada filozofların fikirlerini tartışanlar Fahu'r-Râzî, Âmidî, Beyzâvi ve
Îcî gibi Gazzâli sonrası kelamcılardır. Bu dönemin kelamcıları hemen bütün
m etafizik ve fizik konuları kelam kitaplarına katmışlardır.
Nitekim İmam-، A'zam Ebu Han?fe oğlu Hammâd'ı kelam? konuları ko-
nuşurken gördüğünde onu bundan men etm iştir. Bunun üzerine Hammad,
seni kelam? konular hakkında konuşurken gördüm. Beni neden bundan me-
nediyorsun, dem iştir, imam-ı A'zam da:
İmam Ahmed bin Hanbel'in tutum una gelince bu ona has bir tutum dur.
هbatıl görüşlerin velev ilzam için de olsa konuşulmasını ve kitaplara yazıl-
masını hoş görmezdi. ٥ , bu kitaplar muhakemesi zayıf bir kimsenin eline
=Şâfiİ'nin bu ve buna benzer zem lerinde maksadı hep bunlardır. Ne var ki bazı raviler
onun sözünü m utlak rivayet etmiş, bazıları [Hafs-ı Ferd'le] kayıtlı olarak rivayet etm iş
tir. Kayıtlı olarak rivayet edenlerin takyidinde Şâfi'nin m uradına delil vardır. Beyhakî
daha sonra Ebi'l-Velîd bin Cârûd kanalıyla şunu nakleder: Bir gün Hafs-ı Ferd Şâfi'nin
yanına girdi ve onunla konuştu. Sonra Şâfi yanım ıza geldi ve bize "bir kulun Tiham e
dağı kadar günahla Allah'ın huzuruna varması, bu adam ve arkadaşlarının İtikadından
bir h arf üzere huzuruna varm asından daha hayırlıdır" dedi. Hafs-ı Ferd Kuran'ın m ah
lûk olduğunu savunm aktaydı. Bkz., ez-Zehebî, Siyeru A 'lâm İ'n-N üb elâ, c, 10, s. 18.,19.
geçip de, orada kayıtlı olan bidat fikirlerin o kimsenin zihninde bir soru işa
reti doğurmasından korkardı.
Evet, bu, bidat cereyanlarının yayılmasını önlemek adına iyi niyetle ser
gilenmiş güzel bir tutu m d u r; ama sonuçta Ahmed bin Hanbel'in kendi
içtihadıdır.
Gerek ؛onun zamanında yaşayan Haris el-Muhâsibî gibi âlim ler gerekse
Ebu'l-Hasen el-Eş'arî ve Ebû Mansûr el-M âtürîdî gibi sonradan gelen büyük
Ehl-i sünnet âlim leri bu tutum u benimsememişlerdir.
Onlar artık ortalığı kaplayan bidat cereyanlarının gerek söz gerek yazıy
la, ama mutlaka cevap verilerek önlenebileceğini düşünmüş ve bu niyetle
kelam ilm ine girm işlerdir. Nitekim bu teşebbüs kısa bir süre içinde semere
sini vermiş; çok geçmeden Mutezile Basra ve Bağdat gibi merkezi bölgele
rinden çekilip Şiî Büveyhoğullarının hâkimiyetindeki İran topraklarına kay
mış ve zamanla tarih te n silinmiştir.
70 Ş erhıı'l-A kâid
Mc،nü’I-Akâ؛d
Ehl-i hak der ki; eşyanın hakikatler ؟sabittir. Onları bilmek vakidir. So
fistler buna muhalefet etmişlerdir.
Şerhu’l-Akâid
Kelam ilm inin istidlal sistemi, müm kinat ve muhdesâtm varlığından Al
lah'ın varlığını, birliğini, sıfatlarını, fiillerini ve daha sonra bunlardan da diğer
sem’î konulan ispat üzerine kuruludur. Bu bakımdan M üellif, kelam ilm inin
asıl mevzuunu teşkil eden tevhid ve sıfat konularına giriş teşkil etmesi İçin,
müşahede edilen a'yân ve a'râzın varlığına ve bunların bilinebileceğini te m
bihle kitaba başlamayı uygun görmüş ve şöyle dem iştir:
Ehl-i hak der ki; hak, vakıa uygun olan hükümdür. Vakıa uygun olduk
tan sonra görüş, din, inanç ve sözlere kullanılır. Karşıtı batıldır. Sıdk ise yay
gın olarak sadece sözlere kullanılır. Karşıtı da kizbdir.
Bazen hak ile sıdk kelimeleri arasında şu yönde bir fark olduğu söylenir:
Hak kavramında uygunluk vaki tarafından itibara alınırken, sıdk kavramında
hüküm tarafından İtibara alınır. Buna göre bir hükmün sadık olması, hük
mün vakıa uygun olması dem ektir. Buna karşılık hükmün hak olması da
vakiin hükme uygun olması anlamına gelir.
Şey bize göre mevcut demektir. Sübut, tahakkuk, kevn ve vücut gibi kav
ramlar eş anlamlıdır ve manaları bedihi olmakla tarifleri söz konusu değildir.
4؛؛}؛ ؛1؛
١. Konu: Eşyanın H a kika ti 71
izâhâi
Şârih Taftâzânî'nin de belirttiği gibi bazıları, hak ile sıdk kavramları ara-
sında ince bir İtibar farkı gözetmektedir. Bu farka göre sıçJkta, hükmün vakıa
uygunluğu aranırken, hakta, vakı'ın hükme uygunluğu aranmaktadır. Bunun
sebebi hakkın doğruluk ve kesinlik konusunda çok ileri bir seviyede olması-
d ı r . هkadar ki, hak, sübut konusunda vakıadan daha güçlü görülerek vakıa
yerine kendisi asıl k rite r kabul edilmiş ve hak vakıaya tatb ik edilecek yerde
vakıa hakka tatb ik edilmiştir*.
1 Bu beyt İlk dönem Arap şairlerinden el-Fadl bin Kudâme Ebu'n-Necm el-lclî'ye aittir.
Emevî h alifelerinden Hişam bin Abdilm elik'e m ethiyeleri meşhurdur.
2 M ü e llifin "eşyamn hakikatleri sabittir" sözünün "sabit sabittir" sözü gibi olmaması bu
sözün lağıv olm asındandır. Ayrıca "şiirim şiirimdir" sözü gibi de olm aması, bu durum
sözün teviliyle alakalıdır ki, bu tevil M ü e llifin sözü için geçerli değildir.
3 Haşiye-i Isöm, s. 23.
72 Şerhu'I-Akâid
Buna göre insanın mahiyeti dendiğinde, mutiak olarak insanı insan yapan
ana unsurları, insamn hakikati dendiğinde, hariçte tahakkuk etmiş olduğu
halde ana unsuriarı, Ahm et'in hüviyeti dendiğinde de, Ahm et'in şahsiyetiyle
beraber genel insanın mahiyeti kast edilmiş olmalıdır. Ancak şu da unutul-
mamalıdır ki, mahiyet kavramı daha çok, hassaten, emr-i ma'kul manasında
kullanılır. Yani eşyan؛n zihnî özü/z؛hin؛erde kaim olan aslı manasında kullanılır.
Zat ve hakikat kavramları da daha çok zihnî hakikate vücud/var olmak açısın-
dan kullanılır. Bu sebeple Anka kuşunun mahiyetinden söz edilebileceği halde,
hakikat ve zatından söz edilemez*. Çünkü Ankanın zihinsel bir varlığı/vücûd-i
zihnîsi vardır; ama zihinden bağımsız varlığı/vücûd-i haricîsi yoktur.
M ahiyetle hakikat arasındaki bu sonuncu ayrım, Şârih'in zikrettiği ön-
ceki ayrımdan kısmen farklıdır. Zira Şârih'in zikrettiği ayrımdan, m ahiyetin,
haricî veya zihnî her türlü şeye eşit oranda kullanıldığı anlaşılmaktadır. An-
cak bu sonuncu ayrımda mahiyet, yaygın olarak zihnî ve ma'kul şeylere kul-
!anılmaktadır. Nitekim Muhaşşîlsam'ın, Şârih'in sözlerini m eşhurun/ sonun-
cu kullanımın hilafına görmesi de bunu teyid etm ektedir*.
Şârih'in ta kd ir ettiği süâl, "şey" tabirinin £١٦؛- ؛Sünnet'in görüşü doğrul-
tuşunda mevcuda eşitlenmesi ve sükutla vücudun m üteradif olmasıyla ala-
kaildir. Nitekim Şârih'in verdiği ön bilgiler de bunu gösterm ektedir. Şey kav-
ramını mevcut diye ta b ir edip, sabide mevcudun eş anlamlı olduğunu söy-
!ediğimizde ortaya "sabit olanlar sa bittir" gibi faydasız bir söz çıkması mev-
zubahistir, Şârih'in soruya verdiği cevaba göre mezkûr cüm!e, zihnim izdeki
m e v c û d â t/ s a b 'ıt em irlerin zihnimizden bağımsız olarak m evcut/sabit olduğu
yönündedir. Buna göre ilgili cümle hâsıl-ı tahsil kabilinden boş bir söz değildir.
Zira mezkûr cümlede konu edilen hususun, felsefî olarak tartışıldığı cihetiyle
beyan ve ispata İhtiyacı vardır. Hal böyle olunca cümlenin gereksiz, lağıv
olduğunu söylemek mümkün değildir.
Ancak ortada gözden kaçan bir husus vardır. O da, Nesefî'nİn, "eşyanın
hakikatleri sa bittir" sözünü "sabit olan (emirler) sabittir" sözü gibi kabul
etm ek için cümlede geçen "hakikatler"؛, yaygın kullanımında olduğu gibi
haricî varlıklar şeklinde anlamak gerekir. Zaten izafetin beyanîye sayılıp ha
kikatlerin sabit em irlere eşitlenmesi ancak böyle mümkündür. Oysa hakikat
lerin, M ü e llifin de benimseyip ilk sırada zikrettiği m ahiyetler anlamına gel
diği kabul edilirse cümlenin, "sabit olan em irler sa bittir" şeklinde çevrilmesi
söz konusu olamaz. Dolayısıyla anılan sual de M ü e llife tevcih edilemez. Zira
bu takdirde cümle, "mevcudatın mahiyetleri sa bittir" anlamına gelir. Bu da
duyularımızla idrak ettiğim iz varlıkların duyularımızdan bağımsız olarak ger
çekliği bulunduğunu gösterir. Kaldı ki Sofistlerin düşüncesini red açısından
bu anlam daha uygundur. Zira Sofistler hariçte var olan eşyayı inkâr etm e
mekte, onlar bilakis, eşyanın hariçteki varlığının ötesinde nefsü'l-em irdeki/
kendindeki varlığını inkâr etm ektedir. Bu durumda, söz konusu izafet
bim a'ne'l-lâm kabul edilir ve eşyanın haricî varlığının ötesindeki yalın haki
katinin/m ahiyetinin sabit olduğu söylenmekle sofistlerin görüşü tam olarak
reddedilmiş olur. Ayrıca söz konusu itirazın da bir anlamı kalmaz.
74 Şerhu’l-A kâ id
Şerlıtıl-Akâid
1 Dolayısıyla M ü e llifin bütün eşyayı kast etmiş olması gerekm ez. Zira salibe-i külliyenin
nakızi m ucibe-i cüziyedir.
2Tahkİkî delil, müstedill tarafından m u kadd im eleri/ö n erm eleri kabul edilen ve m üste-
dillin inanç ve düşüncelerine göre düzenlenmiş olan delil.
3 İlzâmî delil, müstediil tarafından m ukaddim eleri kabul edilm ediği ve müstediilin inanç
ve düşüncelerine göre düzenlenm ediği halde, sırf hasmın iddiasını çürütm ek için ileri
sürülen ve hasmın inanç ve düşüncelerine göre düzenlenen delil.
. Konu: Eşyanın H a kika ti 75
Sofistler şöyle der: Zaruriyyât ki1 onlardan biri olan hîssiyyâta gelince
bunlar güvenilir bilgiler değildir. Çünkü insanın hisleri çoğu defa yanılır. M e
sela şaşı kimse biri iki olarak görür. Safra hastası tatlıyı acı hisseder.
Bedîhiyyâta gelince bunlarda da zaman zaman görüş ayrılıkları baş göster
miş ve ancak inceden inceye düşünülerek hallolabilecek bir takım şüpheler
doğmuştur. [Dolayısıyla bu tü r bilgilerin de kesinliğine hükmedemeyiz.]
Nazarî bilgilere2 gelince bunlar da zarurî bilgilerden doğmuşlardır. Zarurî
bilgiler hakkındaki şüpheler bunlar için de geçerlidir. Nitekim nazarî bilgiler
de de akıl sahipleri çokça ih tila f etmişlerdir.
1 Zarûriyyat, nazar ve tefekküre ihtiyaç duyulmadan elde edilen bilgiler. Bu bilgiler altı
tan ed ir. Bunlar; evveliyat, fıtriyat, hissiyat, m ü tevatirat, had siyatve m ücerrebattır.
2 Nazarî bilgiler, ancak fikir ve nazar yoluyla elde edilebilen bilgiler. Mesela âlemin hadis
olduğu yönündeki bilgi nazarîdir. Zira genellikle insan böyle bilgiye ulaşmak için şöyle bir
nazarda bulunur: Âlem değişkendir. Her değişken hadistir. Şu halde âlem de hadistir.
Nazarî bilgilerin zaruri bilgilerden doğması, bir veya ikinci dereceden nazarî bilgilerin
zaruri bilgilere dayanmasından kaynaklanır. Yani nazarî bilgiler, sonuçta, herkesin payla
şabileceği açık bilgilerle/hakikatlerle tem ellendirilirler. Nitekim nazarî bilgilerin mukad
dim elerinde veya mukaddimelerinin mukaddim elerinde mutlaka zarurî bilgiler yer alır.
3 Safsata, vehm iyyattan mürekkep kıyas. Safsatamı ؟gayesi, tartışmada hasmı yanılgıya
düşürerek susturmaktır. Mesela, her cevher zihinde mevcuttur. Zihinde mevcut olan her
şey zihinle kaimdir ve arazdır. Şu halde cevher de arazdır. Bkz., Cürcânî, Tarifât, s. 86.
76 Şerhu ’؟-A kâid
rem iştir. Felsefe de "fila " "sof" kelimelerinin birleşik halidir ve hikm eti se
ven manasınadır.
/' Öznel idealizm veya mutlak öznelcilik: Sofistler varlık görüşü bakımın-
/ dan, evreni, dışsal bir takım ilkelere ya da fenomenal dünyanın dışında veya
üstündeki ayrı bir gerçeklik dünyasına hiç gitmeden sadece fenomenal bo-
yutları veya özellikleri yoluyla açıklanabileceği ya da modern ifadesiyle fizikî
nesnelerin duyusal deneyimlere indirgenebileceği görüşünü benimsemiş-
]erdir. Buna göre sofistler fenom enlerin dışında ayrı bir gerçeklik, görünüş-
]erden bağımsız bir var]ı <؛olmadığını savunarak, var olan her şeyin feno-
menlerden ibaret oJduğunu söylemişlerdir1.
Kelamcıların tasnifinde olduğu gibi. Sofistlerin üç gruba ayrıldığına dair
açık bir bilgi bulunmamaktadır. Belki kelamcıların, inadiye, indiye ve Lâ
edriye diye farklı gruplara isnad ettiği bu görüşler, topluca ve farklı ölçüler-
de bütün sofistlerin ortak düşünceleridir. Ayrıca kaynaklarda sofistlerin,
eşyanın varlığını inkâr ettiğine dair herhangi bir bilgi yer almamaktadır. Bel-
ki sofistler eşyanın insan zihninden bağımsız gerçekliğini inkâr etm ekte ve
buna dayalı olarak herkes için geçerli genel ve m utlak bilgi ölçütlerinden
bahsetmenin imkânsız olduğunu savunm aktadır
Kelam kitaplarında isminden söz edilen sofistlerin ؛slam dünyasında gö-
rüşleri, felsefeleri ve hedefleri hakkında yeter] ؛bilgi mevcut değildir. Kelam
kaynaklarında bilindiği kadarıyla sofistler, eşyanın hakikatini inkâr etmek,
bilginin imkânını yadsımak gibi aykırı ve uçuk görüşleriyle tanınmaktadır. Oy-
sa modern kaynaklarda sofistler hakkında detaylı bilgiler yer almaktadır. Bu
bilgilere göre sofistler belli bir felsefî okul kurmaktan çok yerleşik felsefî dü-
şünceyi tenkit etmiş ve kendilerinden sonra gelen birçok felsefî akıma ]؛ham
kaynağı olmuşlardır. Geç dönem felsefe tarihinde Sof Ista iye/sof İzm diye bir
felsefî okul yoksa da, Sofistâİyenin farklı konularda fikirlerini yaşatan felsefî
okullar vardır. Hatta bazı felsefe tarihçileri, sofistleri, Yunan aydınlanma hare
ketinin öncüleri olarak görmüş ve Avrupa'daki aydınlanmayla Yunan aydın
lanması arasında ciddi benzerlikler tespit etmişlerdir. Bu benzerliklere paralel
olarak mezkûr felsefe tarihçileri, ayrıca aydınlanma felsefesini temsil eden
filozofların fikirleriyle sofistlerin fikirleri arasındaki ortak yönlere de işaret
etmişlerdir. Örneğin sofistlerin görüşleriyle, Subjective İdealism/Öznel idea
lizmin öncüleri John Locke ve George Berkeley ve belli yönleriyle Immanuel
Kant'ın fikirleri arasında önemli ölçüde benzerlikler vardır1.
؛١؛؟؛؛؟؛ ؛
Mctnü’l-Akâid
Şerhıı’i-Akâid
İlmin yolları ilim, sahibine, zikredilebilen şeyin tecelli etmesini / keşf
olmasını sağlayan bir melekedir. Yani ilim, ister var olsun ister var olmasın
insana, aslen ifade edebileceği her şeyi aşikâr kılan bir sıfattır1. Bu tarife
göre ilim, his ya da akılla idrak edilebilen, ister yakım olsun ister olmasın her
çeşit tasavvur ve tasdiki içerir.
1 Ebu'l-M uîrı en-N esefî bu tarifin mana itibarıyla İmam M a tü rîd î'ye ait olduğunu ifade
eder ve ta rif tekniği açısından sağlam ve tutarlı olduğunu savunur. Bkz,, Tebsıratü'l-
Edille, c. 1, s. 11.
2 Bazı m antıkçılar tasavvurların nakızi olmadığını savunur. Yalnız Şârih'in İfadeleri, ken
disinin bu görüşü benim sem ediğini İma eder.
3 İstkra, cüziyyatı incelem ek suretiyle küllî bilgiye ulaşmak. Tek tek cüziyyatı ele alıp
genel bir hükm e varm ak.
80 Şerhu'l-Akâid
1 Vicdan, kelime anlamı itibariyle idrak etm ek, bilmek ve fark etm ek anlamına gelir. Bura
da kast edildiği manasıyla vicdan iç duyu diyebileceğimiz bir şeydir, insanın açlığını, tok
luğunu bilip anlaması vicdan aracılığıyla olur ki, bu tü r bilgilere vicdaniyât denir.
2 Hads, sezgi. Zihnin m ebadiden m atluba doğru hızla İntikal etmesi. Karşıtı fikirdir. Zira
fikirde önce m atlu p tan m ebdee daha sonra m ebdeden m atluba geçiş vardır ve genel
de bu geçiş seri olm az. Ayın ışığının güneşten alındığını bilmek hads iledir ve bu tür
bilgilere "hadsiyât" adı verilir.
3 Tecrübe, m üşahedelerin tekrarlanm asıyla oluşan bilgidir. Sakamonya safrayı giderici
dir örneğinde olduğu gibi.
4 M eb d e' ve m ukaddim elerin tertibinden maksat, tariflerde cins ile faslın; kıyasta suğrâ ile
kübrânın dizimidir. Bu dizim neticesinde tarif ve kıyasa taksim edilen nazar ortaya çıkar.
5 Taftazanî'nin burada kullandığı "meşâyıh" terim i m ütekaddim in dönem i kelamcılarına
İşaret e tm ek ted ir. O dönem in kelamcıları -ö ze llik le ta rif ve taksim hususunda- m antı
kî ve felsefî ayrıntılara pek iltifat etm ez ve lafızdan çok manaya ihtim am gösterirlerdi.
Bu sebeple m üteahhirin dönem i tedkik tarzı açısından bakıldığında onların sözlerinde
müsam ahalı İfad elere rastlam ak sıkça karşılaşılan bir durum dur.
2. Konu: İlim A ra çla n /D u yu la r 8
Şârih Taftâzânî şerhte ilimle ilgili iki tarife yer verir. Nitekim bu iki tarif,
ta rif tekniği açısından diğer tariflere nazaran daha tutarlıdır. Bunlardan bi
rincisi, zahiri itibarıyla, yakînî olmayan tasdikâtı da içerdiğinden İkincisine
göre daha müsamahalı bulunmuştur.
Mesela uzaktan gerçekte taş olan bir karartı görüp onu zihnimizde insan
olarak tasavvur edecek olsak, bu durumda, zihnimizde canlandırdığımız suret
hakîkaten insan suretidir ve aslına/insana uygun olup insanla ilgili tasavvurî
bir bilgidir. Ancak burada hata uzaktan gördüğümüz karartıya insan diye
82 Şerhu’l-A kâid
( Duyuiar )
Meüıü’i-Âkâid
Şerhu’I-Akâıd
b) Görme bu, içleri oyuk olan ve insanın beyninde önce birleşip sonra
gözlere doğru ayrılan iki sinirin içine yerleştirilm iş bir kuvvettir. Bu kuvvet
sayesinde ışıklar, renkler, şekiller, miktarlar, hareketler, güzellik ve çirkinlik
gibi kulun söz konusu kuvvetini kullandığı sırada Allah'ın İnsanda yarattığı
şeyler idrak edilir.
d) Tatma bu, dilin üzerine döşenmiş sinirlere yayılmış bir kuvvettir ki,
1 Şârih bu ifadesiyle, söz konusu kuvvetin, idraki tabiatiyle, kendi kendine meydana
getirm ediğine, bunun bilakis Aliah tarafından yaratıldığına işaret etm ektedir. Ayrıca
Şârih'in, sebebiyet ifade eden"bâ" yerine, zarfiyet bildiren "inde" kelimesini kullan
ması da Eş'arîlerin (zahir) görüşünü benimsediğini gösterir. Nitekim Eş'arîler, Allah'ın,
"sebebin oluşmasıyla mı, yoksa sebebin oluşması sırasında mı" yarattığı konusundaki
ihtilafta "sebebin oluşması sırasında" yarattığı görüşünü benim ser ve m üm kinâtın Hak
Teâlâ'ya istinadının vasıtasız olduğuna kail olurlar. Bkz., en-Nibrâs, s. 46.
84 Şerhu’l-A kâ id
Bu beş duyudan her biri ile ancak vaz olundukları şeyler idrak edilir.
Yani Alİah Teâlâ bu duyuların her birini belli şeylerin idrak edilmesi için ya
ratmıştır. Mesela işitme duyusu sesleri, tatma duyusu tatları, koklama du
yusu da kokuları idrak için yaratılmıştır. Bu duyulardan ancak biriyle idrak
edilen şey, bir diğer duyuyla idrak edilemez. Fakat bunun hadd-i zatında
mümkün olup olmadığı konusu tartışmalıdır. Doğru olan görüş aslen m üm
kün olmasıdır. Zira sonuçta idrak mahza Allah'ın yaratmasıyladır. İdrakin
gerçekleşmesinde duyuların her hangi bir tesiri yoktur. Dolayısıyla örneğin
insanın gözüyle sesleri idrak etmesi imkânsız bir şey değildir. Tatma duyu
sunun aynı anda hem bir şeyin tatlılığını hem de sıcaklığını idrak ettiği ileri
sürülecek olursa, bunların farklı duyular tarafından idrak edildiğini; yani
tatlılığın tatm a duyusuyla, sıcaklığın da ağzın ve dilin yüzeyine yayılmış bu
lunan dokunma duyusuyla algılandığını söyleriz.
İzaha؛
Kadim felsefecilere göre insan hisleri iç ve dış olmak üzere iki kısma ay
rılır. Dış hisler/havass-ı zahire, beş duyu olarak bilinen görme, duyma, kok
lama, tatm a ve dokunma duyularıdır. Bu duyuların varlığı ve fonksiyonları
gayet açık olup bu konuda filozoflarla keiamcılar arasında fik ir ayrılığı yoktur.
Şârih'in zahirî hislerle alakalı tarifleri klasik fizik bilim inin/hikm et-i
tabiiyyenin kabullerine göredir. Bu tarifler modern bilimin verileriyle karşılaş
tırıldığında duyuları açıklama konusunda yetersiz kalmaktadır. Modern bilim,
gelişen teknik imkânlardan da yararlanarak söz konusu duyuların, daha de
taylı ve kompleks bir yapıya sahip olduğunu ispatlamıştır. Örneğin klasik fizi
ğin İşitme duyusuyla ilgili tariflerinde kulak zarı, çekiç kemiği, örs kemiği,
üzengi kemiği, İç kulak, salyangoz, salyangozdaki sıvı, dolambaç gibi işitmede
etkili olan unsurlardan ve bu unsurların fonksiyonlarından bahsedilmez.
؛ ؛{؛i؛؛؛؛
Şerhul-Akâid
Doğru haber, yani vakıa uygun olan haber. Haber, nispetinin harice ta-
alluk eden yanı olan sözdür. Eğer bu nispet harice uygunsa haber doğru,
uygun değilse haber yalandır. Buna göre haberin doğru ya da yalan olması
haberin özelliklerindendir.
Bazen haberin doğru ya da yalan olması, bir şeyden vakı'da olduğu hal
üzere haber vermek veya vakı'da olmadığı hal üzere haber vermek anlamında
kullanılır. ¥ani doğru haber, vakıa uygun olan tam nispeti hildirmek, yalan
haber de vakıa uygun olmayan tam nispeti bildirmek anlamında kullanılır. Bu
durumda haberin doğru ya da yafan olması haber verenin sıfatı olur. Bu farka
binaen bazı nüshalarda müellifin ifadesi "el-haberu's-sad؛ku" (doğru haber)
şeklinde sıfat terkibi olarak geldiği halde, baz ؛nüshalarda "haberu's-sadıki"
(doğru kimsenin haberi) şeklinde izafet terkibi olarak gelmiştir.
؟ki nevidir. Birincisi mütevatir haber, İkincisi peygamberin haberidir.
M ü teva tir haberin bu ismi alması onun bir anda meydana gelmeyip peş
peşe, ard arda oluşmasındandır*.
Bu tür haberler, yalan üzerine söz birliği yapmalar، düşünülemeyen
yani aklın böyle bir şeyi mümkün görmediği topluluk tarafjndan nakledilen
haberlerdir. Bunun ölçüsü söz konusu haber duyulduğunda her hangi bir
şüphe duyulmadan habere kesin inanılmasıdır.
Mütevatir haber zorunlu olarak zarur? bilgi ifade eder. Eski zamanlar-
da yaşamış sultanlar ve uzak ülkelerle ilgili bilgiler hep mütevatir haber
yoluyla elde edilmiş bilgilerdir.
1 Nitekim m ü tevatir kelimesi, sözlükte, aralıklarla birlikte ard arda gelm ek anlam ında
dır. Bkz., e l'K â m ö sü 'l'M u h ît, c .l, s. 679.
88 Ş erhu'l-Akâid
İkinci husus, m ütevatir haber yoluyla elde edilen bilgi zaruridir. Zira bu
tü r bilgiler istidlalde bulunabilen ya da bulunamayan herkeste bulunmaktadır.
Hatta bilgi edinme yolları ve mukaddimeleri tertip tekniği hakkında hiç bir
bilgisi olmayan çocuklar bile bu tü r bilgileri rahatlıkla elde e ^ b ilm e k te d ir.
Hıristiyanların Hz. ؛sa'n؛n {Allah'ın $al§t ve $e؛amı bizim peygam berim izin ve
onun üzerine olsun) öldüğüne dair; Yahudilerin, Hz. Musa'dan, (Allah'ın salât ve
selamı bizim peygam berim izin ve onun üzerine ol$un) dinlerinin kıyamete kadar
geçerli olacağına dair naklettikleri haberlere gelince bunların m ütevatir
olduğu sabit değildir.
مه؛ب ه
Soru: Haberi nakleden fertlerin her. birinin nakli ancak zan ifade eder.
Bu fertle rin nakilleri bir araya gelmiş olsa bile sonuçta zanlar bir araya gei-
miş dem ektir. Zanlar her ne kadar bir araya gelse de yak؟n ifade edemezler.
Ayrıca haberi nakleden her bir ferdin yalan söylemiş olma ihtim ali sonuçta
hepsinin yalan söylemiş olma ihtim alini doğurur. Çünkü m ütevatir haberde-
ki nakiller tek tek fertle rin nakillerinin toplamıdır. Dolayısıyla m ütevatir ha-
berin kesin bilgi tfade etmemesi gerekmez mi?
€evap: Fertlerin tek tek nak^leri bir araya geldiği zaman önceden bu-
lunmayan yep yeni bir kuvvet kazanırlar. Zira bir şey tek başına olduğunda
m ahrum olduğu güce başkalarıyla birleştiğinde kavuşabilir. Nitekim tek bir
kıl parçasının gücü ve dayanıklılığı olmadığı halde kıl parçalarının toplam ın-
dan müteşekkil kalın urganlar güçlü ve dayanıklıdır.
مءب ؛ا؛ه
İzahat
Arap dilinde inşa ve haber olmak üzere iki çeşit cümle bulunur.
İnşa cümleleri, nispetinin hariçle alakası olmayan cüm lelerdir. Bir başka
ifadeyle doğrulanması veya yalanlanması söz konusu olmayan cümlelere
İnşa denir. Emir, nehîy, dua, tereccî/um ut ve tem ennî gibi talep cümleleri
inşâdır. Bir em ir cümlesinin yalanlanması veya doğrulanması söz konusu
olamaz. Örneğin birine "şunu yap" dediğimizde, bu sözün yalan veya doğru
olmasından bahsedilemez. Bunun gibi "şunu yap" cümlesinde, işi yapmakla
(fiil/m ensub) işi yapacak kişi (fail/mensubun ileyh) arasındaki nispetin hari
ce taalluk eden bir tarafı da yoktur. Burada sadece, hariçte olmayan bir
şeyin meydana getirilm esi yönünde, tamamen bizim kendi içimizde oluşup
gelişen bir istekten söz edilebilir. Bu bakımdan söz konusu nispeti hariçle
karşılaştırıp doğru veya yalan olduğunu tespit etm ek de mevzubahis olamaz.
1 Sümerıiyye, Hind bölgesinde "Sümenât" denen bir beldeye nispetle anılan belli din
veya fikir mensuplarının adıdır. Bunlar haber-i sadık konusunda da geçtiği gibi, hisle
rin/duyuların haricinde bilgi sebebi/aracı kabui etm ezler. Bkz., en-Nİbrâs, s. 64. Bazı
kelam cılar "süm en" İn put ismi olduğunu ve Sümenîlerin bu puta tapan putperest fel
sefeciler olduğunu söyler. Bkz., et-Tem hid li Kavat'di't-Tevhid, s. 43-45.
2 B rahm an/B rahm anizm /B rahm anlar; Vedaları vahiy mahsulü kutsal kitap kabul eden
ve ruh göçü inancına yer veren, Hinduizm tarihinin vedalar sonrası (m u h tem elen M O
Xl!!-V. yüzyıllar) ikinci safhası. Brahman, Hinduizmde evrene hâkim olan yüce ruh; Hint
felsefesinde "m utlak". Brahman kavramı, Atm an'la birlikte Hint felsefesinin tem el
kavram iarındandır. Brahmanlar, Hindu rahipleri d em ektir. Bkz., Şinasi Gündüz, Din ve
İnanç Sözlüğü, s. 70.
90 Şerhu'I-Akâid
1 en-Nibrös, s. 51.
:2. Kmııı: İHm A ra çla rı/M ü te va tir Haber 91
1 Öncelikle eve giren Yahudiler tev atü r oluşturacak kem iyette değildiler. Ayrıca söz
konusu Yahudİlerİn yalan söyleme ihtimali de aklen ve örfen imkânsız değildir. Yahu-
dilerin Hz. İsa'yı ortadan kaldırma konusundaki azimleri bir yana; gerek Hz. İsa'yı yaka
layamamış olm anın gurur kinciliği gerekse Hz. İsa'nın yaşadığına dair inancm Hıristi-
yanlara sağlayacağı m etan eti düşünerek, anılan Yahudilerin yalan söyleyip, Hz. Isa gö
ğe çıkartılmış olmasına rağmen, ona benzetilen şahsı Hz. Isa diye insanlara sunmuş
olması ihtim al dışı değildir.
92 Ş erhu'l-Akâid
giren Yahudilerdir. Ve Kuran'ın da haber verdiği gibi onlar Hz. İsa'yı değil,
mucizevî olarak Hz. ؛sa'ya benzetilen bîr başkasını yakalamış ve çarmıha
germ işlerdir. Hırîstiyan topluluğunun m ütevatir olduğu iddîa edîlen haberi
ise ancak eve giren Yahudilerln haberine dayanmaktadır. Dolayısıyla haber
ilk kaynağından itibaren m ütevatir derecesine varmamıştır.
Kaidı ki, Hz. İsa'nın öldürülüp çarmıha gerdiriidiği inancı, Hıristiyanlar
arasında da üzerinde görüş biriiği bulunan bir konu değildir. Roma impara-
torluğunun Hıristiyanlaşmasından önce1 yaşayan bir çok Hıristiyan عا ؛ سHz.
Isa'nın çarmıha gerildiğînî inkâr eder. Muasır araştırmacılardan müsteşar
M uham m ed izzet et-Tahtavî bu kabilelerin on bir tane olduğunu b e lirtir ve
tek tek her birinin isim lerini zikreder.2
Nitekim Kuran - 1 Kerim ' ؛İngilizceye çeviren George s. Sale.de H^. İsa'nın
çarmıha gerilip öldürülm ediği inancının, bazılarının sandığı gibi sadece Hz.
M uham m ed'e ait bir inanç olmadığını ve Hz. Muham m ed'den önce de
Basilid'ler ve C e rin th i'le rg ib i bu inancı benimseyenlerin bulunduğunu belir-
tir. Hatta Sale, Photlus'un, okuduğu Resullerin Seyahatleri adlı eserde, gör-
dükleri arasında şu cümlenin de bulunduğunu yazdığını ifade eder" ؛İsa
^^٢٢٢٦١٢٦^ gerîimedi, bîr başkası onun gerine çarmıha gerildi. Onun için onu
çarmıha gereniere güldü"3
Yahudilerin, dinlerinin kıyamete kadar baki olacağına dair Hz. M u-
sa'dan naklettikleri şey "yerler ve gökler durduğu müddetçe Cumartesi gü-
nüne riayet edin" sözüdür. Yahudiler bu sözü dinlerinin kıyamete kadar baki
olacağına yorm uşlardır. Gerçekte Yahudilerin bu rivayeti m ütevatir olmak
şöyle dursun, aslen sabit bile değildir. Aksine bu sözü zındık İbnü'r-Ravendî
uydurmuş ve Müslümanlara karşı kullanmaları için Yahudîlere ö ğ re tm iştir/.
Sonuç olarak ne Hıristiyanların ne de Yahudilerin teva tü r iddiaları ge-
çerli değildir. Zira onların, dinî bilgilerini, dinin kuruluşundan itibaren sıkı
rivayet hassasiyeti içinde tevarüs etmediği ve Müslümanlarda olduğu gibi,
düzenli b ir senet sistemine sahip olmadığı hususu gayet açıktır. Nitekim
kutsal kitaplarını bile koruyamamış olmaları bunun apaçık göstergesidir.
1 Roma im paratorluğunun Hıristiyanlığı kabul etm esiyle birlikte teslis düşüncesi Hıristi
yanlığın tem el akidesi olarak benim senm iştir ve bu düşüncenin tem eli de Hz. İsa'nın
çarmıha gerilmesi ve haçtır.
2 el-M îzön f î M u kâren eti'l-E d yân, s. 225-227.
3 M evcu t Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, s. 13.
4 en-Nibrâs, 51
2. Konu: İlim Araçları/Peygam berlerin H aberleri 93
( Peygamberlerin Haberleri }
Mctnü’l-Akâîd
İkincisi, mucizeyle desteklenmiş peygamberin haberidir. Peygamberin
haberi istidlali bilgi ifade eder.
Şerhtı’l-Akâid
İkincisi mucizeyle desteklenmiş yani peygamberliği mucizeyle sabit
olan resulün haberidir. Rasûl, hüküm lerini tebliğ etmesi için Allah tarafın
dan mahlûkata gönderilen elçidir. Bazılarına göre rasûl olmak İçin kitap şart
tır. Nebi ise böyle değildir. Her rasûi nebi olduğu halde her nebi rasûl değil
dir. Mucize, Allah'ın rasûlü olduğunu iddia eden peygamberin doğruluğunu
ispatlamak amacıyla harikulade olarak meydana gelen olaylardır.
Peygamberin haberi istidlalî bilgi İfade eder. Yani nazar ve delille sabit
bilgi İfade eder.
Bir başka tarife göre delil, birkaç kazıyyeden meydana gelen bir sözdür
ki, yalnız bu sözün kabul edilmesi başka bir sözün kabul edilmesini gerektirir.
Birinci tarife göre yaratıcının varlığına delil "âlerrV'dir. İkinci tarife göre
delil, "Âlem hadistir. Her hadisin yaratıcısı vardır." sözüdür.
izahâi
Kesin bilgi sebeplerinden İkincisi olan doğru haberin ؛kinci kısmı resulle-
rin Allah katından getirdiği h ^ r/v a h iy d ir -.
Resul, Şârih'in ta rif ettiği g؛bi, İlahî büküm leri tebliğ için Allah katından
gönderilen bir aracı, bir elçidir.
Şârih'in ifadelerine bakılırsa resul ile nebi kavramla™ arasında bir fark
yoktur. Her resul nebi, her nebi de resuldür. Fakat İslam âlim lerinin çoğun-
luğu resul ile nebi arasında fark görmüş ve resulün nebiden daha hususi
olduğunu; dolayısıyla her resulün, nebi olduğu halde her nebinin resul ol-
madiğini ileri sürmüşlerdir. Nitekim "Hem biz senden evveJ ne bir resul ve
ne bir nebi göndermedik ١٢١..." (Hac, 52) ayeti, resul ile nebinin farklı olduğu-
n ^ a r e t e tn ik te d ir .
Ancak resul iie nebi arasındaki farkla ilgili olarak çeşitli görüşler vardır.
Bazıları, Şârih'in de ifade ettiği gibi, nebiden farklı olarak resule yeni bir din
ve kitap gönderildiğini ileri sürmüştür. Ne yar ki bu tespit pek tutarlı gö-
rü ı^ e m e k te d ir. Zira Allah katından gönderilen kitapların sayısı yüz dörttür.
Oysa resullerin sayısı -riva ye tte geçtiği üzere- üç yüz on üçtür. Ayrıca Hz.
İsmail'den söz eden " هb؛r resul ve nebi idi" (M erye m , 54) ayetinde onun
hem nebi hem de resul olduğu b ll^rilm e kte d lr. Oysa H zİsm a il, babası Hz.
'İbrahim 'in dinine tabi olmuş ve kendisine ne yeni bir din ne de yeni bir kitap
veya sahtfe gönderilm em iştir، Bazıları, resulün hem meleklerden hem de
insanlardan olabileceğini ileri sürerek resulün nebiden daha umumî oldu-
ğunu savunmu§tur. Bazıları'da, resule vahyin melek vasıtasıyla geldiğini,-
nebiye ise melek dışında rüya veya ilham vasıtasıyla geldiğini söyleyerek
aradaki farka işaret E m iştir*.
Şârih, resulün haberinin istidlalî bilgi ifade edeceği hususuyla bağlantılı
olarak delille ilgili üç tarife yer vermiştir.
Bu tariflerden birincisi daha çok usulcülerin kullandığı ta riftir. Bu tarife
göre delil, üzerinde sahih nazar yapılması sebebiyle m atlub-i haberî hakkın-
da bilgiye/ilm e ulaşmak mümkün olan şeydir. Tarifte birkaç incelik bulun-
maktadır. ؛lk olarak ta rifte bilgiye ulaşmanın imkânından söz edilm ektedir.
Bu, her zaman delilden matlubun elde edilemeyeceğini; bunun insanın dik-
kati ve zihinsel durum uyla irtibatlı olduğunu ve her şeyden önce delilden
matluba varmanın Allah'ın takdir ve yaratmasına bağlı olduğunu gösterir.
1 en-Nibrâs, s. 55.
ة. Knıııı: İlim Araçları/Peygam berlerin H aberleri 95
Mesela "'a ' ' 'طye eşittir, 'b' 'c' ye eş؛t t ؛r" şeklindeki m ukaddim eler de-
1 آاsayıimazlar. Zira burada m atiub olan "a" nın "c" ye eşit olması sadece söz
konusu mukaddimeiere dayanılarak eide edilmiş değildir. Bilakis arada "b ir
şeye eşit oiana eşit olan o şeye de eşittir" şeklinde gizli bir kazıyye daha
vardır. Ve bu kaziyye olmadığı takdirde matiuba ulaşmak mümkün değildir, •
Ayrıca ikinci ta rif birinci tariften farklı oiarak gerekliiik üzerine >؛٧٢٧١-
muştur. Kişi m ukaddim eleri bu şekliyle bildiği takdirde zorunlu olarak neti-
ceyi de bilecektir. Baştan da belirttiğim iz gibi ta rif felsefecilerin ta rifi olduğu
İçin onların görüşlerine göre kurgulanm؛ştır. Felsefecilere göre kul, bir şeyi
elde etme yönünde istidat gösterdiği zaman fail-i mücibin ona, anılan şeyin
tahakkuku cihetinde feyz göndermesi ve o şeyin tahakkuk etmesi zorunlu-
dur. Burada kişi mukaddimeleri mezkûr tertibiyle bilmekle neticeyi bilmeye
istidat göstermiş olduğundan fa ؛l-i mücibin neticenin bilinmesi istikam etin-
de feyz göndermesi ve neticenin bilinmesi istilzamîdir.
Ayrıca birinci ta rif ile ikinci ta rif arasında şöyle bir fark daha vardır. Bİ-
rinci tarife göre delil mürekkep olabileceği gibi müfred de olabilir. Şu halde
birinci tarife göre, Cenabı Allah'ın varlığı için "âlem " tek başına delildir. An-
cak ikinci ta rifte, "kazıyyelerden müteşekkil söz" ifadesi kullanıldığından,
delilin en az iki m u k a d im e d e n oluşması gerekir. Buna göre, tıpkı Man-
tık'taki kıyas da olduğu gibi, delil, tek başına "âlem " değil, "âlem hadistir,
her hadise bir yaratıcı gerekir" şeklindeki mukaddimelerin toplam ıdır. GÖ-
rüldüğü gibi birinci ta rifte delilin, kıyas form atında olması gerekli görülme-
miş, kendisi ve halleri üzerinde sahih nazar yapıldığında matluba ulaştırab؛-
len her şey delil kabul edilm iştir.
Şarih'in üçüncü s،rada yer verdiği tarif bazı kelamcılar tarafından kul-
!anılmıştır ve bu tarif, m üellifin de ifade ettiği gibi, lüzum merkezli olduğun-
da birinci ta rifte n çok ikinci tarife daha yakındır.
*#؛؟؛
2. Komi: İlim Araçları/Peygam berlerin V erdiği H aberlerin H ü km ü 97
Şerhu’J-Akâid
Peygamberin haberiyle sabît olan bilgi yakîn ve sebat konusunda
mahsusat, bedihiyat ve m ütevatjrat gibi zarurî bilgiye benzer. M üellifin
İfadesinde yer alan yakînden maksat, tersine/nakîzine ihtim ali bulunmamak,
sebattan maksat da şüphe veren kimselerin uyandırmaya çalıştığı şüpheler
le zaii olmamak dem ektir. Şu halde peygamberin haberiyle sabit olan bilgi,
vakıa uygun, kesin ve sabit inanç manasındadır. Aksi takdirde peygamberin
haberiyle sabit olan şey cehl, zan veya ta klit olmak icap ederdi.
{؛؛؛؛:*
Cevap: M ütevatir haberlerin zaruri olarak İfade ettiği bilgi söz konusu
haberin bizzat peygamberin haberi olduğuyla alakalıdır. Çünkü haberin
tevatüren aktardığı şey sadece bundan ibarettir. Peygamberin ağzından işiti
len haberlerde de peygamberin ağzından çıkan lafızları idrak etmek ve işitilen
sözlerin kesin peygambere ait olduğunu bilmek söz konusudur. Peygambere
ait olduğu kesin bilinen bu haberlerin içeriğinin gerçeği ne kadar yansıttığı
konusu ise bunun ötesindedir ve istidlal de haberin bu kısmındadır.
98 Ş erhu'l-Akâid
İzahat
Ömer Nesefî, ifade ettiği bilgi istidialî olmakla beraber dinî esasların ek
serisine kaynaklık etmesi cihetiyle peygamberin haberinin arz ettiği öneme
binaen, bunların zarurî bilgiler gibi yakîn ve sabit olduğunu tekrar vurgula
ma İhtiyacı hissetm iştir. Şârih Taftâzânî, Nesefî'nİn bu kastını, geç dönem
lerde şekillen mantık ve kelam üslubuyla "vakıa uygun, kesin ve sabit itikad"
şeklinde ifade etmiş ve bunu, aksi takdirde Nesefî'nİn, vakıa uygun olmayan
cehl, kesin olmayan zan ve sabit olmayan taklidi kast etmiş olamayacağı
gerçeğiyle izah etm iştir.
1 Dolayısıyla ال طtü r haberleri bilgi sebeplerinden İkincisi "doğru haber" başlığı altında
değerlendirm ek söz konusu değildir.
2. Ktımı: İî i m A ra çla rı/P ey g a m b erlerin V erd iği H aberlerin H ü k m ü 99
Şarih'in de ifade ettiği gibi, ayet olsun hadis olsun peygamberin haber
lerinde iki aşamalı bir bilgilenme söz konusudur.
1 en-Nibrâs, 62.
2. Ktınıı: İlim A ra çia rı/A kıl 101
( Akıl )
Melnü’؛-Akâ؛d
Şerhu’l-Akâid
Akıl, insana bilme ve idrak etme gibi istidatlar sağlayan bir kuvvettir.
Kelamcılann, araçlar sağlıklı işlediği takdirde peşinden zarurî bilgilerin mey
dana geldiği fıtrî bir vasıftır, şeklindeki tarifiyle kast olunan da budur. Bunun
dışında aklı ta rif sadedinde onun, gâibâtın vasıtalarla, mahsusâtın müşahe
deyle İdrakini sağlayan cevher olduğu da söylenmiştir.
Akıl da diğerleri gibi bir bilgi sebebidir. M üellifin bu hususu tekrar dile
getirmesi konuyla İlgili m uhalif görüşleri red içindir. Nitekim çokça görüş ayrı
lıkları ve çelişik görüşler söz konusu olduğu için Sümenîyye bütün nazarî bilgi
lerde, bazı felsefeciler de1 ilahiyat konularında aklın bilgi sebebi olduğunu
inkâr etmişlerdir. Buna cevap olarak şöyle denmiştir: İnkârcıların söz konusu
gerekçeleri sadece nazarı fasit olan kimselerle ilgilidir. Dolayısıyla bu gibi ge
rekçeler, aklın sağlıklı nazar yürüterek ulaştığı bilgilerin güvenilirliğine zarar
vermez. Üstelik aklın nazarını inkâr eden kimselerin ileri sürdüğü iddialar da
aklın nazarına dayanılarak ileri sürülmüş şeylerdir. Şu halde aklın nazarını
inkâr eden kimseler bir bakıma inkâr ettikleri şeyi kabullenmiş olurlar ki, bu
da açık bir çelişkidir. Eğer buna, bizim bu yaptığımız fasit olan bir şeye yine
fasit olan bir şeyle karşı koymaktır, diye cevap verecek olurlarsa buna da ce
vaben deriz ki; sonuçta aklın kesin bilgi ifade edişini inkâr sadedinde sarf e tti
ğiniz bu sözleriniz bir şey ifade ediyorsa fasit değildirler2. Eğer bir şey ifade
etmiyorsa bunlar bizim savunduğumuz genel prensiplere karşı koyamazlar.3
İtiraz ؛Eğer aklın nazarının kesin bilgi ifade edişi zarurî ise bu konuda
görüş ayrılığı bulunmaması gerekirdi. Nitekim "bir, ikinin yarısıdır" prensi
binde görüş ayrılığı yoktur. Eğer zarurî değil de nazarî ise bu durumda naza
rın nazarla ispatı söz konusu olur ki bu da devri gerektirir.
Akıl, sözlükte, kayıt altına almak, bağlamak, bir şeyi tutm ak, bir şeye tu-
tunm ak gibi anlamlara gelir.
Araplar "kadın saçını bağladı" anlamında عقل ت المر أة ق عر ه ا, "kişi dilini
tu ttu " anlamında عق ل النهderler*.
Aklın istılahî anlamı ile ilgili farklı ta rifle r ileri sürülmüşse de bu farklılık-
lar daha çok konunun ayrıntılarıyla alakalıdır. Bu tarifler ekseriyetle, aklın,
bilgiyi elde etm em izi sağlayan bir kuvvet, yetenek olduğu yönünde birleşir-
ler. Nitekim Şârih'in verdiği tariflerden de bu anlaşılmaktadır.
Bu tariflerin birincisine göre akıl; "insan nefsine ilim ve idrak için isti-
dat sağlayan bir kuvvet"tir.
İlim ve idrakten ne kast edildiği hususu da bazı tartışm alara yol açmakta-
dır. Zira ilimden ma'kûlâtın, idrakten mahsûsâtın kast edildiğini ü ş ü n e c e k
1 Şârih'in kastettiği açıklama unvan değişikliğine binaen aynı kazıyyenin -farklı itibarla-
hem zaruri hem de nazarî olabileceğiyle ilgilidir. N itekim "Âlem in yaratıcısı vardır"
kazıyyesi nazarî olduğu halde, "vacibü'l-vücud m evcuttur" kazıyyesi zarurîd ir. Bkz., en-
Nibrâs, s. 63.
Şârih'in, aklın nazarının ilim ifade etmeyeceğine dair takrir ettiği itiraz
iki şıklı bir sebr ve taksimden İbarettir. Mezkûr itiraza göre aklın nazarının
bilgi ifade etmesi "her sahih hazar ilim ifade eder"_şeklinde bir kazıyye ile
ifade edilir. Şimdi ^ıT H zıyye ^ya zarurî ya^d^Tıazarî olmak durumundadır.
Zarurî olması söz konusu değildir; çünkü zarurî bilgilerde ih tila f ve
te fâ v ü t/fe rtle ri arasında derece farklılığı bulunmaz. Oysa her sahih nazarın
İlim ifade ettiği hususuna m uhalefet edenler olm uştur. Ayrıca "bir, ikinin
yarısıdır" kazıyyesi, zarurî bilgi olarak, zarurî olduğu iddia edilen "her sahih
nazar ilim ifade eder" bilgisinden daha güçlü ve daha açıktır. Şu halde söz
konusu kazıyyenin zarurî bilgi olması mümkün görünm em ektedir.
1 erı-Nibrâs, s. 62.
104 Şerhu’l-A kâ id
Bu ikinci nazar da bir nazar olduğundan onun da bir başka nazarla İspatlan
maya ihtiyacı olur ki, bu çaresiz böyle müteselsiien sonsuza kadar sürerek
teselsüle yol açar. Teselsül batıl olduğundan nazarı nazarla ispatlamak da
batıldır. Ayrıca Şârih'in de itirazda ifade ettiği gibi nazarı nazarla ispatlamak
d e v rd lr1 ve batıldır. Bu bakımdan "her sahih nazar ilim ifade eder"
kazıyyesinin nazarî olması da söz konusu olamaz. Şu halde nazarî veya zarurî
olamadığına göre "her sahih nazar ilim ifade eder" kazıyyesi batıldır.
1 Hayalî, burada aslen hasıl-ı devr olduğunu İfade ederek ibareyi mecaza ham letm iştir.
Nitekim nazarın doğrudan nazarla ispatlanması devr değil hasıl-ı devrdir. Zira devr, bir
şeyin, kendisine m uhtaç olan bir şeye muhtaç olmasıdır. Hasıl-ı devr ise, bir şeyin doğ
rudan kendisine m uhtaç olması anlam ına gelir. Buna hasıl-ı devr denmesi, devrin so
nucu / hasılı olması, sonuçta devrin butlanını gerektiren m ahzurun kendisinde bu
lunması sebebiyledir. Bir şey kendisine muhtaç olan şeye m uhtaç olduğunda, sonuç-
ta/hasıl-ı em rd e kendisine m uhtaç olmuş olur. Tariflerinden de anlaşıldığına göre ha-
sıl-ı devr, devre göre butianı daha açıktır ve tespiti daha kolaydır. Bunu nazar konusu
na uyarlayacak olursak ispatlamaya çalıştığımız nazar nazarla ispatlandığından doğru
dan kendisine m uhtaç olmuş olur ki, buna devr yerine hasıl-ı devr dem ek daha doğru
olur. Şârih'in huna devr demesi, m uhtem elen konuya daha detaylı bakarak meseleyi,
külli, nazarın hususî bir nazarla ispatlanması açısından, ele aldığı içindir ki, bu durum da
ispatlanan ile ispatlayan aynı şey değildir. Dolayısıyla Şârih'in sözünü hasıi-ı devre
yorm aya gerek yoktur. Bkz., Havâşi'l-Akâid, s. 63. {Haşİyetü M o llo Ahm ed)
2 M ealim u U'sulİddİn adlı eserindeki İfadelerine bakılırsa Razî, İkinci şıkkı kullanarak da
cevap vermiştir. Adı geçen eserde Râzî, nazarın bazen İlim ifade edeceğini ileri sürmüş
ve bunu İspatlamak üzere "âlem değişkendir, her değişken mümkiridir" kazıyyelerinin
"alemin mümkin olduğu" yönünde ilim ifade •etmesini delil getirmiştir. Ancak Râzî "na
zar İlim ifade eder"•diyerek m ühm ele bir kazıyye getirmiş ve bunu bir misal vererek doğ
rudan ispatlamıştır. Bkz., Kitabii Muhassoli Efkari'l-M ütekaddim în ve'l-M üteahhirin, s. 6.
(Hamişte bulunan M ealim u Usuliddin) Îcî'riin beyanına göre, Am idî ise mezkur iddiayı
"kati bilgiler üzerinde yürütülen her sahih nazar/kıyas, ölüm ve uyku gibi bir mani arız
olmadıkça ılım ifade eder" diyerek külli bir kazıyye olarak ortaya koymuş ve bunu mez
kur misalin ilim ifade edişini umumileştirerek ispatlamaya çalışmıştır. Razî'nin, şerhte
yer verilen itiraza, devir ve teselsül endişesiyle ikinci şık üzerinden cevap verilem eyece
ğine dair görüşünü Îcî nakletm ektedir. Bkz., el-Mevâktf, s. 23.
3 Ebkâru 'l-E fkârfîU sû lid d în , c. 1, s. 83.
“2. Koıın: İlim A ra çla rı/A kıl 105
1 Kitabü'l-İrşâd, s. 7.
2 Havâşi'l-Akâid, s. 64. (M olla Ahm ed)
106 Şerhu'I-Akâid
Konuyu başka bir nazarla ispatlayacak olursak daha teknik bir ifadeyle
şöyle diyebiliriz. M atlup olan "her sahih nazar ilim ifade eder" kazıyyesi
nazarîdir ve bu kazıyyenin altında şöyle bir nazar/kıyas yatar:
Suğrâ: ,,Netice, her kıyasî olan ve madde ve suret itibarıyla sahih oldu
ğu bilinen nazarda şüphesiz kesin gerçeği gerektirir."
Netice: "Şu halde netice, her kıyasî olan ve madde ve suret itibarıyla
sahih olduğu bilinen nazar da kesin olarak haktır."1
{؛؛{؛: î؛i
İlham, Ehl-i sünnete göre bir şeyin sıhhatini gösteren bilgi araçların
dan değildir.
Şcrhıı'l-Akâid
Aklî bilgilerden istidlalle delil üzerine nazar etm ekle sabit olanlara da
İstidlal illetten/sebepten malûle/sonuca olabileceği gibi malûlden illete de
olabilir. Önce ateşin görülüp dumanın varlığı sonucunu çıkarmak illetten
malüle, önce dumanı görüp de ateşin var olduğu sonucunu çıkarmak da
malûlden illete doğru istidlal kabilindendir. Bazen bu İki istidlal çeşidini bir
birinden ayırmak için birincisine ta'lil, ؛kincisine de istidlal adı verilir, iktisabî
kesp ile hâsıl olan bilgi denir. Kesp, insanın kendi isteğiyle sebeplere sarıl
ması anlamına gelir. İstidlali bilgilerde; aklı ve düşünceyi mukaddimelere
yöneltm ek, hissî bilgilerde mesela duymak istediğimiz şeye kulak vermek,
görmek istediğimiz şeye gözümüzü çevirmek ve benzeri hareketler hep bi
rer kesptir. İktisabî bilgi istidlalî bilgiden daha kapsamlıdır. Zira istidlali bilgi
delil üzerine düşünmekle elde edilir ki, düşünmek bir kesptir. Buna göre her
istidlalî bilgi aynı anda iktisabîdir. Ama her iktisabî bilgi aynı anda istidlalî
1 Bir insanm eli ne kadar büyük olursa olsun yine de bedeninin tüm ünden daha küçük
tür. Çünkü büyük de olsa el bedenin bir parçasıdır. Onun büyümesi sonuçta bedenin
de büyümesi anlam ına gelir ki, eii büyük olan kimsenin bedeni de o oranda büyümüş
olacaktır.
108 Ş erhu'l-Akâid
değildir. Mesela insanın kendi isteğiyle bir şeye bakması neticesinde elde
ettiği أط1 أجiktisabî olduğu halde İstidlal? değildir.
"Hadis olan bilgi iki türlüdür. Birincisi zarur? bilgi, İkincisi iktisab? bilgidir.
Zarurî أجا؛ظ, kulun kesp ve kastı olmadan Allah'ın kulda yaratmış olduğu
bilgidir. Kişinin kendini ve ballerindeki değişiklikleri bilmesi bu türdendir.
؛ktisabî bilgi, kulun kesbi vasıtasıyla Allah'ın kulda yaratmış olduğu bil-
gidir. Kesp, bilginin sebeplerine tevessül etm ektir ki, bunlar, sağlam duyular,
doğru haber ve aklın nazarı olmak üzere üç tanedir. " el-Bidaye m üellifi iler-
leyen satırlarda şöyle der:
İlham, feyiz yoluyla bazı manaların kalbe gelmesi Ehl-i sünnete göre bir
şe^n sıhhatini gösteren bilgi/marifet araçlarından değildir ^؛, ilim sebeple-
rinin üç maddede ^ i s a r ettirilm esine itiraz edilebilsin. M üellifin "ilham bir
şeyin bilinmesini (ilim) sağlayacak sebeplerden değildir" demesi daha uygun
olurdu. Fakat m ü ellif ilim ve m arifet kavramlarının aynı anlama geldiğine
işaret etm ek için bu ifadeyi tercih etm iştir. M üellifin aksine bazı âlim ler ilim
ve m arifet kavramları arasında fark bulunduğunu söylemişlerdir.
İzâhât
Ebu Mansur el-Bağdâdî hadis bilgiyi zarurî ve müktesep olmak üzere iki
kısma ayırır. Hadis bilginin bu iki kısma ayrılışının sebebini izah sadedinde
el-Bağdâdî, bu bilgilerin bazen kişinin kendi kudret ve istidlali ile gerçekleş-
tiğini(m üktesep), bazen de ne kudret ne de istidlal bulunmaksızın zorunlu
olarak gerçekieştiğini(zarurî) söyier. el-Bağdâdî ayrıca zarurî bilgiyi bedihî ve
hissî olmak üzere iki kısma ayırır1.
İmamü'l-Harem eyn el-Cüveynî ise hadis bilgiyi zarurî, bedihî ve kesbî
olmak üzere üç kısma ayırır. Ona göre zarurî bilgiyle bedihî bilgi hadd-i za
tında aynı olmakla b irlikte 2 zarurî bilgilerde zorunluluk ve hacet3 söz konusu
oiduğu halde bedihî bilgilerde bu durum söz konusu değildir. el-Cüveynî
kesbî bilginin hadis kudretle elde edildiğini ve kişinin ihtiyarına bağlı olarak
meydana geldiğini ifade eder. Son oiarak ei-Cüveynî bütün kesbî bilgilerin
nazarî olduğunu; yani, delil üzerinde yürütülen sahih nazarın tazammun
ettiği bilgi olduğunu kaydeder4.
Görüldüğü gibi sonuçta anılan kelamcıların konuya yaklaşımı aynıdır. Her
ne kadar diğerlerinden farklı olarak ei-Bakıllanî bilgiyi zarurî ve nazari olmak
üzere ikiye ayırmışsa da sonuçta nazarî bilgiye kesbi bilgi de dendiğini bizzat
kendisi ifade etm iştir. Bunun gibi el-Cüveynî her ne kadar baştan kısımların üç
tane olduğunu söylemişse de sonuçta zarurî ve bedihîyi aynı kefeye koymak
tadır. Bu üç kelamcının ortak yaklaşımı kesbî bilginin nazarî bilgiye denk ol
ması istikametindedir. Bu kelamcılara göre hissî bilgiler zarurî bilgilerdendir.
Nitekim müteahhirin döneminde yaygın ıstılaha göre de durum böyledir.
İlmin taksimiyle alakalı ikinci yaklaşım mütekaddimin dönemi kelamcıla-
rından Ebu İshak el-İsferâînî'nin yaklaşımıdır. El-İsferâinî'ye göre kesbî bilgi
nazarî bilgiden daha um um îdir5. Nitekim Şârih'in de ifade ettiği gibi Ebubekir
es-Sabûni'nİn taksimi de aynı yaklaşıma dayalıdır. Buna göre kesbî bilgi kesp
sebeplerine bağlı olarak üç kısma ayrılmaktadır. Bunlar, hisle sabit olan bilgi
ler, haberle sabit olan bilgiler ve aklın nazarıyla sabit olan bilgilerdir. Şu halde
bu sonuncu yaklaşıma göre nazarî bilgi kesbî bilginin sadece bir kısmıdır.
M einül-Akaid
Şcrhu’l-Akaid
M ü e llif daha sonra âlemin hâdis oluşunun deliline işaretle şöyle der:
1 Aristo heyûlâm n varlığını ispatlam ak üzere، cismin parçalandıktan sonra bir değişen,
bir de değişmeyen tarafının olduğunu, aksi takdirde iki parçaya bölünen cismin yok
olup gitmiş olması gerektiğini söyler. Buna göre tıpkı kısımlarda maksimin bulunması
gibi ikiye bölünen cisimde de bu iki cismin aslının bulunması gerekir, işte bölünm e
sonrası ortaya çıkan iki cismi önceki cismin aynısı kılan şey heyuladır. Bunun suret ol
ması imkânsızdır; zira suret değişmiştir. Şu halde cisimlerde bir değişen suret ve bir de
değişmeyen heyula vardır.
ا- Konu: Â le m in H udûsü 113
ا؛ءب،مءا؛
1 Suret-i neviye İle suret-i cîsmiye arasında önem li bîr fark vardır. Suret-i neviye mahi-
yet-i cinsiyedir ve altında m u h telif tü rler bulunur. Su, hava, ateş ve to prakta bulunan
suret-i neviyeler bu cinsin nevileridir, Suret-i cismiye ise bir m ahiyet-i neviyedir. Altın
da fe rtle r vardır. Eşyanın her birinde bulunan suret-i cismiyenin genel suret-i
cîsmiyeye olan nispeti A hm et, M e h m e t ve Osman gibi İnsan fertlerinin nevileri olan
insana olan nispeti gibidir.
2 Bazı ek açıklam alarla beraber bkz., Şerhu'l-M evakıf, c. 7, s. 220; en-Nibrâs, s. 75.
114 Şerhu'I-Akâid
( A'yan )
MetnüM-Akâid
Çünkü aiem a'yan ve a'razdan ibarettir. A'yan, kendi başına kâim ola
bilen şeylerdir. A'yan ya mürekkep/bileşiktir ki bunlar cisimlerdir veya
cevher/cüz'ün lâ yetecezzâ gibi basittir.
Şerhu’I-Akâid
Çünkü âlem a'yân ve a'râzdır. Zira bîr şey e ğer؛ken.di kendine kaim /var
oluyorsa o 'ayndır, değilse 'arazdır. İleride.de açıklayacağımız gibi bunların
her İkisi de hadistir. M ü e llif uzayacağını düşünerek, bu konuya girmemiştir.
Nitekim kitap muhtasar bir metindir.' Bu gibi kitaplarda sadece meselelere
yer verilir, delillere girilmez. A'yan kendi başına kaim olabilen mümkin
varlıklardır. Şerhte "m üm kin" kaydını getirmemiz m üellifin, a'yanı âlemin
kısımlarından kabul etmesi sebebiyledir.
A'yanın kendi kendine kaim olması, kelamcılara göre, kendi kendine
tahayyüz etmesi1 ve tahayyüzünün bir başka şeyin tahayyüzüne tâbi olmama
sıdır. 'Arazlar böyle değildir. Zira 'arazların tahayyüzümevzusu bulunan cevhe
rin tahayyüzüne tabidir. Cevherin, 'arazların mevzusu olması, 'arazların, bir
mahal olarak cevherle kaim olması anlamına gelir. 'Arazın mevzusunda var
olması, 'arazın kendi kendindeki varlığı mevzudaki varlığının aynısı olması de
m ektir2. Bu sebeple 'arazlar mahalleri olan mevzularından/ cevherlerinden
ayrılamazlar. Cismin hayyizdeki/mekândaki varlığı bunun gibi değildir. Zira ci
simlerin kendi başlarına olan varlığı bir şey, hâyyizdekî varlığı ise başka bir şey
dir. Bu sebeple cisimler kendi mekânlarından ayrılıp başka mekâna geçebilirler.
1 Tahayyüz, hayyizde/m ekânda bulunm ak anlam ına gelir. Fakat kelamcıların bu kelim e
den kastı, bir şeyin, kendisine hissî İşaretle işaret edilebilir olmasıdır. M esela bir şeyin
e lim ızle iş a re t edilebilir olması gibi. Cisimlere yapılan hissî İşaretler doğrudan olduğu
halde, arazlara yapılan işarâtler cisimler dolayısıyla o,!maktadır. M esela uzaktan bir
cismin rengini, ancak o cismin kendisine işaret ederek gösterebiliriz.
2 Şârîh burada m ütekaddim in kelamcılarının "arazın varlığı bizzat mevzudaki varlığıdır"
şeklindeki sözlerini yorum lam aktadır. Taftazanî'nin yorum una göre bu söz, ,arazın
kendindeki varlığı, mevzudaki varlığının aynısı olduğu anlam ına gelir. Seyyid Şerif
Cürcânî ise, ",araz var oldu ve cevherle kaim oldu" sözünde de olduğu gibi arazların
kendi varlıklarının, cevherdeki kıyam ından/varlığından.başka şey olduğunu gerekçe
göstererek bu yorum a karşı çıkmıştır. Cürcanî'ye göre m ütekaddim înin bu sözü, ,araz
larla cevherlerin hissî işaret bakım ından birbirinden ayrıştırılamaması anlam ındadır.
؛. K«nu: Âlemin Hudûsü/A'yan 115
Felsefecilere göre bir şeyin kendi kendine kâim olması, o şeyin kendi
siyle kâim olacağı m ekâna ihtiyacı bulunm am ası dem ektir. Buna göre bir
şeyin kendi kendine kâim oiam ayıp başka şeyle kâim olması; o şeyin, kendi
sinin sıfat, kâim olduğu şeyin de m evsuf olacak şekilde bir başkasına ait
olması d em ek tir. M evsu f olan bu şey, cismin siyahlığı örneğinde olduğu
gibi1 m utehayyiz olabileceği gibi, Allah'ın ve m ü cerret varlıkların sıfatları
örneğinde olduğu gibi gayr-i m utehayyiz de olabilir.
1 Yani bazı arazlar vardır kİ bunlar m iitehayyiz olan şeylere arız olurlar. Bazıları da vardır
ki bunlar gayr-İ m ütehayyiz olan şeylere arız olurlar. Birinci tü r arazlar mütehayyiz
olan cisme arız olan siyahlık gibi, ikinci tü r arazlar ise gayr-i m ütehayyiz olan mücerred
varlıklara arız olan sıfatlar gibidir.
2 el-Ferhârî, Şârİh'in, bu sözle el-M evâkıf sahibi el-îcî'ye tarizde bulunduğunu söyler. Nite
kim el-îcî bu ihtilafın İafzî olduğunu belirtir. Bkz., en-Nibrâs, s. 78.
el-îcî'nîn el-M ev ak ıf tak ؛İfadelerine bakılırsa burada bir yanlış anlama söz konusu olabilir.
Zira el-îcî, Mutezile'nin cisme getirdiği tarifi zikrettikten sonra kaç cüzden oluştuğu konu
sundaki ihtilafını aktarır ve söz konusu ihtilafın İafzî olduğunu söyler ve buna gerekçe ola
rak mezkur görüşlerin sahiplerinin iki veya üç cüzden olüşan şeylere he cevher-i ferd ne de
cisim demediklerini belirtir. Bkz., e l-M e v â k ıfs. 185; Şerhu'l-Mevâktf, c. 6, s. 294.
Bu bakım dan M u tezile ile yaşanan bu ihtilaf, felsefecilerle olan ihtilaf gibi olmayıp sa
dece cismin kaç parçadan oluştuğu konusundadır ve konunun cismin bilfiil cevherler
den oluşup oluşmadığıyla bir alakası yoktur. El-Îcî'nin, hilafın İafzî olduğu yönündeki
tespiti, kelam açısından bir fark doğurmadığı cihetiyle alakalıdır. Taftâzânî'nİn anılan
hilafı m anevî bulması konunun kelam î bağlamından çok fizik î/tab iî bağlamıyla alakalı
dır. Şu halde Taftâzânî'nİn Îcî'ye tarizde bulunduğunu söyleyemeyiz, aksi takdirde bu
tarizin Îcî'ye tevcihi müsellem değildir.
16 Şerhu'l-Akâid
M ü e llifin , doğrudan "m ürekkep olm ayan a'yan cevherdir" dem em esi,
"m ü rekkep olm ayan a'yan, cüzün la yetecezzâ anlam ında sadece cevherle
sınırlı değildir", şeklinde bir itiraza m uhatap olup heyûlâ, sûret, m ücerret
akıl ve nefisleri iptal e tm e k zorunda kalm am ak içindir.
3 Fi'len bölünm ek, bir şeyin bir alet aracıiığıyia fizikî oiarak bizzat ikiye veya daha fazia
parçaya bölünm esidir. Bazı kelamcılar vehm en bölünm eyle farzan bölünm e arasında
bir fark olm adığını ileri sürmüştür. Birçok kelamcı ise tem elde vehim ile farz arasında-
ki farka binaen bu iki bölünm e arasında fark olduğunu; vehm in idrakinin cüziyyatia
sınırlı olm asına binaen vehm î bölünm enin، hissettiğimiz beli ؛bir cüzün b ö lü n c e -
si/tem ayü z etm esi anlam ına geidiğini belirtm iştir. Aklın bir fonksiyonu olan farzın kül-
llyat ü zerin d e'd e cari olmasına binaen, farazî bölünm enin, mesela her cüzün bir sağ
bir de sol yanı vardır, diyerek genel manada cüzün bölünebifeceği anlam ına geldiği
belirtilm iştir. Buna göre farazî böiünm e vehm î bölünm enin son bulduğu yerde devam
e tm e k te , cüzi ve ه >ا11 أher çeşit cüzü kaplam aktadır. Ancak farazi bölünm e "takdir" an-
lam ında değildir. Belki buradaki farz "tecviz" anlam ındadır. ¥ani burada vakıa m utabık
olan' ve aklın caiz gördüğü farazî bölünm e kastedilm ektedir. Bkz., M ecm û atü 'l-
Havâşi'l-Behiyye, s. 72. (M o lla Ahm ed, Hayalî); en-Nibrâs, s. 81. Sonuç olarak Şârih'in
getirdiği kayıtlardan da anlaşıldığı gibi, cüz'ün la yetecezzanın varlığını savunan ke-
lamcılar, bununla, ne fiziken ne de cüzleri arasındaki farka /te m ay ü ze binaen zihnen
(vehm en, farzan) bölünem eyen bir cüzü kast etm ektedirler.
Konu: Âlemin Hudûsü/A'yan 117
Felsefecilere göre cüz'ün lâ yetecezzâ anlam ında cevher-i ferd diye bir
şey yoktur. O nlara göre cisim heyûlâ ve suretten m ü rekkep tir. Cüz'ün lâ
yetecezzâyı ispat sadedinde kelam cıların en güçlü delili şudur: Eğer hakikî
bir küre hakikî bir satıh /yüzey üzerine konulacak olursa, küre, satıhtan an
cak bölünm esi imkânsız olan te k bir cüze tem as edecektir. Zira iki cüze te
mas edecek olursa fi'İlen h a t/d ü z çizgi m eydana gelirdi ki, bu durum da ha
kikî küre1 olam azdı.
Birinci delil; eğer her 'ayn sonsuza kadar bölünecek olsaydı, hardal ta
nesi dağdan daha küçük olm azdı. Çünkü hem hardal tanesinin hem de dağın
parçalarının sonu yo ktu n Büyüklük ve küçüklük ancak bir şeyin parçalarının
az ya da çok olmasıyla alakalıdır. Az ya da çok olm ak da sonu bulunan şey
lerde söz konusudur.
1 Çünkü hakiki kürede hiçbir surette hatt-ı m üstakim /duz çizgi söz konusu değildir.
2 Zira bir varlığın kendinden/zatından kaynaklanan şeyin ondan ayrılması muhaldir.
Cenab-ı Allah'ın kudreti m uhale taalluk etm ez.
3 Hulûl, hulûl eden şeyin kendindeki varlığının m ahaideki varlığının aynı olm asıdır ve iki
kısımdır. Sereyânî hulûl, tarayânî/cîvârî hulûl. Sereyânî hulûl, hulûl eden şeyin (hâli)—
118 Şerhu'l-Akâid
؛؛m ahalle tam am en sirayet edip, birine y a d la n işaretin diğerine yapılan işarete eşil
hale gelmesidir, ^ e s e la sütün beyazlığı süte □ طtü r hulûl etm iştir. Tarayanı ^ 1 ل آا الise
hâilin mahailin taraf) olmasıdır. M esela cismin yüzeyi cisme bu tü r huiûl etm iştir. Nok
tanın m ahaliine olan hulûlü de böyledlr. M ahallin bölünm esiyle hâilin bölünmesi an
cak sereyân? hululde söz konusudur. Tarayânî hulûlde İse, mahal bölündüğü halde hü
lûl eden şeyin bölünm esi gerekm ez. Bunun gibi hulûl eden m iktarın bölünm esi, ma•
hal ؛؛olan cismin bölünmesini gerektirm ez. (Bkz., en-Nibrâs, s. 8 4 -85 .) Bu bakımdar
noktayı kabul ettikleri halde filozoflar cevher-i ferdi kabul etm em ekte d ir.
*Şârih Taftâzânî her ne kadar burada anılan delilin zayıf olduğunu söylüyorsa da
Ş erhu'l-M ekâsıd'da söz konusu delilin güçlü olduğunu itiraf etm ekted ir. Bkz., Şerhu'l
M ekâsıd, c. 3, s. 33.
2 Yani meşâyıhın birinci ve ikinci deliline gelince.
3 M u h a m m e d bin Ö m er el-Bekrî Ebu Abdillah Fahruddın er-Râzî, hıcrî 544 yılında nispe
edildiği Reyy şehrinde dünyaya gelmiştir. Fahru'r-Râzî aklî ve naklî ilim lerde asrınif
im am ıydı. Harızm , M averaü nn eh r ve H erat illerine seyahat etm iş ve en son H e ra t't؛
606 yılında v e fat etm iştir. Kendisi henüz hayattayken insanlar kitaplarını ders olaral
okur, m üzakere ederdi. Tefsir, ^ g a t . Kelam, Felsefe ve Usul-i fıkıh gibi çeşitli naklî ٧،
aklî İlim lere ait birçok eseri bulunm aktadır. Bkz., Zirikli, el-A 'lâm , c. 6, s. 3 ل3 م
)؛. Konu: Âlemin Hudûsü/A'yan 119
Filozoflarla kelam cılar arasında tartışm aya sebebiyet veren başka bir
husus a'yân ve a'râzın tan ım ların a getirilen •yorum la İlgilidir. Filozoflarla
kelam cıların ortak ta rifin e göre a'yân kendi zatıyla kaim olan varlıklar, a'râz
da kendi zatıyla kaim oiam ayıp bir başka şeyie kaim olan varlıklar dem ektir.
Ancak ta rifle rd e y er alan "kaim olm a" kaydı, kelam cılara göre, tahayyüz
anlam ına gelir. Tahayyüz ise genelde bir şeyin duyusal anlam da işaret edi
lebilir olması şeklinde açıklanır. Buna göre kendi zatıyla kaim olan a'yân,
doğrudan kendisine işaret edilebilen varlıkları, a'râz da ancak bir başka şey
vasıtasıyla kendisine işaret edilebilen varlıkları tem sil eder. Kelamcıların bu
yorum u a'yân ve a'râzı fizikî birer varlık haline g etirm ek te ve âlem i sadece
fizik dünya ile sınırlam aktadır.
4 Ebkâru't-Efkâr, c. 2, s. 287.
؛. Kının: Âlemin Hudûsü/A'yan
İkinci m u kad d im eye göre, vücûdî bir sıfat ancak m evcut bir şeyle kaim
olabilir.
1 Ebkâru'l-Efkâr, c. 2, s. 287.
2 en-Nibrâs, s. 86. Ayrıca el-Ferhârî, aynı ibare içinde, İm am Gazzâlî'nin cüz'ün lâ
yetecezzâyı kabul etm ediğini nakleder.
122 Şerhu'i-Akâid
Dördüncü m u kaddim eye göre, her hadis olan şey bir m adde İle mes-
b û ktu r/ö n ce d en bir maddesi vardır. Çünkü hadis olan şey hudûsünden ev
vel m üm kindir. İmkân ise m evcu ttu r ve bir arazdtr; m utlaka kendisiyle kaim
olacağı bir m ahalli olması gerekir ki bu da m addedir.
Bütün bu m u kaddim elerden sonra filozoflar der ki; eğer heyûlâ hadis
olsaydı m utlaka bir başka heyûlâ ile mesbûk olması g erekird i1. O da hadis
olsaydı onun da bir başka heyula île mesbuk olması gerekirdi ki bu sonunda
teselsüle yol açardı. Teselsül m uhal olduğuna göre heyula kadim dir. Heyula
suretten hali olam az. Kadimin kendisinden hali olm adığı şey de sonuçta
kadim olacağına göre suret de kadim dir2.
1 Görüldüğü gibi filozofların bunu dem eleri için heyulayı İspat etm eleri gerekm ez. Bunu
norm al bir m adde İçin de söyleyebilirler. Bu sebeple heyulanın kabufü onun ezelî ol
duğu kabulünü gerektirm ez. Nitekim Fadıl Isam, cüz'ün lâ yetecezzâyı ispatlam aktan-
sa, heyûlâyı kabul edip onun hadis olduğunu ispatlam anın daha kolay olduğunu söy
lem iştir. Bkz., Haşiyetü'l-lsâm , s. 72.
2 en-Nibrâs, s. 86.
3 Filozoflara göre heyûlâ kadim olduğundan âlem de kadimdir. Kadim olan bir şeyin
yokluğu düşünülem eyeceğinden kıyam etin vukuu da düşünülem ez ki bu durum da
ahiret hayatı da düşünülemez.
؛. Konu: Âlemin Hudûsü/A'yan 123
Şârih'in, son cüm lede, göklerin hareketinin devam lılığını hendesî esas
lara bağlaması, felsefecilerin yaygın istidlalleri açısından tutarsız görünm ek
ted ir، Zira göklerin hareketinin devam lılığı g e o m e trik/h en d es î esaslardan
çok felsefî ve fizikî esaslara ibtinâ eder. Bu sebeple anılan cüm leyi tevcih
sadedinde m uhaşşîier hayli zorlanm ıştır. Hayalî, göklerin hareketinin de
vam lı oluşuna dair felsefecilerin getirdiği delillerin hendesî esaslara ibtlna
e tm ediğini ve fak a t m u h tem elen Şârih'in hendesî prensipler üzerine İbtina
eden bir delile m u ttali olduğunu söyleyerek hem fikrini dile getirm iş hem de
Şârih'e olan hüsn-i zannmı korum uştur2, Kestellî'ye göre m ezkûr cüm lede
baştan beri bir istinsah hatası söz konusudur. İbarede yer alan "hendese"
kelimesi "felsefe" kelimesinin yerine sehven yazılm ıştır3. Dolayısıyla Şârih,
aslında göklerin hareketinin devam lılığının hendesî değil, felsefî esaslar üze
rine m ebni olduğunu bildirm ektedir, Kestellî'nin bu çözümü sorunu kökten
h alletm ekle b erab er ispatı zor olduğundan, sonra gelen muhaşşîier daha
çok Hayalî'nin tevcihini esas almış ve Taftâzânî'nin m uttali olmuş olabileceği
söz konusu delili bulup kendilerine göre açıklamaya çalışmışlardır4.
1 en-Nibrös, s. 87.
2 M ecm ûatü'l-Havâşi'l-Behiyye, ٩٠ 75 (Hayalî Haşiyesi).
3 Haşiyetü'l-Kestellî, s. 53.
هBurada ibarede farklı takdirler gündem e getirerek Şârih’in ifadelerini değişik manalara
yoranlar da vardır. M esela ibarede geçen ال ض عل يه اsözünü sıfattan sonra sıfat kabul
ederek إي ا ت ال هيو الnın sıfatı olarak görenler de vardır. Fakat bunlar ibarenin zahirine
ters düşen biraz zorlam a yorum iardır.
5 en-Nibrâs, s. 89.
124 Şerhu'I-Akâid
( Arazlar )
Metnü’l-Akâid
Araz kendi kendine kaim olamayan mümkin varlıklardır. Bunlar cisim
lerde ve cevherlerde bulunabilirler. Renkler, kevnler, tatlar ve kokular
birer arazdır.
Şerhu’I-Akâid
Araz kendi kendine kaim olamayan bilakis başka şeylerle kaim olan
mümkin varlıklardır. 'Arazların başka şeyle kaim olması ya -kelam cıfarın
dediği gibi- tahayyüz konusunda başka bir şeye tabi olması, ya da -fe s le -
fecilerin dediği g ib i- geride de geçtiği üzere sıfatın m evsufuna aidiyeti tü
ründen başkasına a it olması anlam ına gelir. Yoksa a'râzm başkasıyla kaim
olması, zannedildiği gibi, m ahalli /başkası olmaksızın aklolunam ayışı d em ek
değildir. Zira bu sonuncusu sadece bir kısım arazlarla [nisbî arazlarla] sınırlı
bir husustur.
1 Kevn, felsefe term inolojisinde farklı anlam lan olmakla birlikte, bir araz olarak burada
"m ekânda bulunm ak" manasına gelir ve filozofların "eyn" diye tab ir ettikleri arazın
kelam daki karşılığıdır. Şârih’in de ta ’dâd ettiği gibi kevn; içtima, iftirak, hareket ve sü
kûn olm ak üzere d ö rt kısımdır, Bkz,, Keşşöfü Istılâhâti'l-Fünûn, c. 2, s, 1392.
؛١. Komi: Âlemin Hudûsü/Arazlar 125
A 'yâna gelince, bunlar da hadistir. Zira a'yân, birer hadis olan hareket
ve sükûndan hali olamayacağı için dolaylı olarak hadislerden de h alîo lam az.
Sonuçta hadisten hali olam ayan şey de hadistir. A'yânın h areket ve sükûn
dan halî olam ayışına gelince, cisim ve cevherlerin bir hayyizde olm aktan halî
kalm aları m üm kün değildir. Eğer bundan önce yine aynı hayyizde olmuş
iseler bu durum da sükûn halindedirler. Eğer bundan önce başka bir
hayyizde idiyseler bu durum da hareket halindedirler. N itekim kelamcıların
"hareket, iki anda İki ayrı m ekânda olm aktır; sükûn ise iki anda aynı m ekân
da o lm aktır" sözüyle kastettikleri şey de budur.
İtiraz: Cisim veya cevherin - ilk defa m eydana geldikleri hudûs anında
olduğu gibi- daha önce herhangi bir hayyizde o lm am aları niye m üm kün
olmasın? Böyle olunca da ne hareket ne de sükûn sözkonusu olmaz.
Cevap: Bu İtiraz bizim savunduğumuz şeye zarar verm ez. Zira itirazda,
cisim veya cevherin ilk defa m eydana geldiği andan söz edilm ekle, savundu
ğum uz a'yânın hadis olduğu görüşü kabul edilm iştir. Ayrıca konumuz bugün
m üşahede ettiğim iz ve üzerinden sayısız kevn ve uzun bir zam an geçmiş
bulunan cisim lerle alakalıdır ki, bunların şu anki hayyizlerinden önce başka
hayyizlerde de bulunduğu kesindir.
olm ak kadim olm akla bağdaşmaz. Üstelik hareketin doğasında sona erm e
ve istikrarsızlık gibi özellikler vardır. Sükûna gelince, her sükûnun sonunda
zail olması m üm kündür. Çünkü her cisim zorunlu olarak h areket kabiliyetini
haizdir. G eride de ifade ettiğim iz gibi yokluğu caiz olan hiçbir şeyin kadim
olması m üm kün değildir.
D elilim izin, "hadislerden halî olam ayan her şey hadistir" şeklinde ifade
ettiğim iz ikinci m ukaddim esine gelince, hadisten hal? olm ayan şey eğer
ezelde sabit olursa hadisin de kendisi gibi ezelde bulunması gerekir. Hadis
olan bir şeyin ezelde bulunması imkânsızdır.
Üçüncü konu, ezel belli bir halden ib aret değildir ki, bir cismin ezelde
bulunması b irta k ım hadis varlıkların da orada bulunmasını gerektirsin. Bila
kis ezel bir şeyin başlangıcı olm am ası veya varlığın, geçmiş zaman ta ra fın
dan sonsuz ve m ukadder zam anlarda sürekli olm asından İb arettir. Hadis
h areketlerin ezeli olması, sonsuza kadar her h areketten önce bir başka ha
reketin bulunması anlam ına gelir. İşte asıl felsefecilerin görüşü de bundan
ib arettir. Sonuçta onlar da c ü z i h areketlerden herhangi birinin kadim ol
madığını kabul ediyorlar. Asıl felsefecilerle tartıştığım ız şey m utlak / küllî
h arek ettir. Bunun cevabı, m utlak ve küllî m efhum ların varlığı ancak
cüz'îlerin zım nında düşünülebilir. Altında bulunan bütün cüz'îler hadis oldu
ğu halde m utlak bir m efhum un kadim olması imkânsızdır.
؛. Kunu: Âlemin Hudûsü/Arazlar 127
Dördüncü konu, eğer her cismin bir hayyizde bulunması gerekseydi ci
sim lerin sonsuz olması gerekirdi. Çünkü hayyiz, kaplayan cismin, kaplanan
cismin dış yüzeyine tem as eden iç yüzeyidir. Bunun cevabı, kelamcılara göre
hayyiz, cismin işgal ettiği ve boyutlarının içine nüfuz ettiği m evhum bir boş
luktur.
İzahat
Arazlar, m üellifin de ta rif ettiği gibi kendi kendine kaim olam ayan var
lıklardır. Bunlar cisim ve cevherlerle kaim olurlar. Cevher ve arazların ta rifle
rinde geçen "kaim olm a" tabiriyle ilgili olarak filozoflarla kelam cılar arasında
görüş ayrılıklarının olduğu yukarıda açıklanm ıştı. Bunun gibi arazların çeşit
leri ve sayıları konusunda da filozoflarla kelam cılar arasında görüş ayrılıkları
vardır. Filozoflara göre arazlar dokuz çeşittir. Bunlar nisbî ve gayr-i nisbî
olm ak üzere iki kfsma ayrılırlar. Nisbî arazlar yedi ta n e d ir ve bunlar; Eyn,
meta, vad', milk, izafet, fi'l, infiâlden ib arettir. Gayr-i nisbî arazlar da kendi
arasında bizatihî klsm eti/bölünm eyi gerektiren arazlarla, bizatihî kısmeti
g erektirm eyen arazlar olm ak üzere iki kısma ayrılır. Bizatihî kısmeti gerekti
ren arazlar kem, diğeri de /؛e y/d ir1. ■
1 Eyn;eşyaya m ekânda olmasından ötürü arız olan hal. Zeyd'in evde ol ma$ ت؛طل ج ؛M e ta ,
eşyaya zam anda olm asından ötürü arız olan hal; Zeyd'in akşam eve gelmesi gibi; Vad',
bir şeye, gerek kendi cüzlerinin birbirleriyle olan nispeti, gerekse kendisinin başka şey-
lere olan nispetinden hâsıl olan hal. © ؛٧٢٨١^ ve kalkma hali gibi; M ilk , bir şeye, kendi-
sini kuşatan ve kendisiyle intikal eden şeyden dolayı arız olan hal. insanın giydiği bir
elbiseden dolayı kendisine arız olan hal gibi; lza ؛et, iki şey arasındaki karşılıklı nispet
hali. Baba veya oğul olm a hali g!bi;.Fİ‘l, bir şeyin bir başka şeye etki etm esi sebebiyle
arız olan hal..Bıçağın kesme hali gibi; İnfial, bir şeyir) bir başka şeyden etkilenm esin-
den hasıl olan hal. Ekmeğin bıçakia kesilmesi halî gibi; Kem, lizatihî denk olmayı veya
denk olm am ayı kabul eden araz, nicelik; Keyf, lizatihî denkliği veya nispeti kabul et-
m eyen araz, nitelik. Daha geniş biigi için bkz., Hidâyetü'l-Hikm e, s. 194, 201. (Kâdî M îr
Tercem esi İklîlü't-Terâclm nüshası)
128 Şerhu'l-Akâid
Şârîh söz konusu delili kısaca şu şekilde açıklamıştır: Kadim olm ak zail
olm akla bağdaşm az. Bir başka ifadeyle yok olm ak bir şeyin kadim olmasına
m anidir. Yokluğun kadim olmaya m ani oluşu, kadim olan şeyin sonuçta şu
iki şıktan birine dâhil olmasıyla açıklanabilir: Vacibü'l-vücud lizatihî, vacibü'l-
vücud liğayrihî2. Kadim olan şey eğer vacibü'l-vücud lizatihi ise onun yok
1 Tenkîhu'l-Kelam , s. 34.
2 Burada kadim olm ak vacibü'l-vücûd olm aya eşitlenmiştir. Özellikle filozoflar bütün
kadim lerin, lizatihî veya liğayrihî vacibü'l-vücûd olduğunu bizzat kendileri ifade ed er
ler. Şârih h er ne kadar açıkça her kadimin vacibü'l-vücud olduğunu zikretm ediyse de
ifadeleri bunu İstilzam etm ekted ir.
Konu: Âlemin Hudûsü/Arazlar 129
1 Zarurî kazıyyelerin her ne kadar delile İhtiyacı olmazsa da şöyle bîr tenbih yapılabilir:
Lizatihî vacibü'l-vücud olan şeyin varlığı kendi zatından kaynaklanır ki, bu durum da
yok olması kendisiyle çelişmesi anlam ına gelir.
2 Bir şeyin bir şeyden İcaben sadır olması, sadır olan şeyin başından beri kendisinden
sadır olduğu şeyle birlikte bulunması dem ektir. Sadır olan şeyin üzerinden yokluk
geçmesi durum unda, vacibü'l-vücûd lizatihînin de üzerinden yokluk geçmesi sonucu
doğar kİ bu açık bir çelişkidir. Buna bir misal verecek olursak, Vacibü'l-vücûd lizatihîye
Cenab-ı Allah'ın zatını, ona İcap yoluyla istinat eden şeylere de Allah'ın sıfatlarını gös
terebiliriz.
J İllet-i tam m e, sonucu m eydana getirm esi için başka hiçbir şeye İhtiyacı olm ayan, ge
rekli her şeyi istihzar eden yetkin sebep, illet d em ektir. M esela konuyu zihnimizde
yakınlaştırm ak için elektrikler olduğu takdirde çalışan bir anahtarın düğmesine bas
mak İllet-İ tam m e , çalışan iambanın yanması da m alüldür, diyebiliriz. Burada vacibü'l-
vücud lizatihiye icaben istinad eden şey malul, vacibü’l-vücud lizatihi ise illet-i
tam m edir. İliet-i tam m e tahakkuk ettiği halde malülün tahakkuk etm em esi anılan ille
tin tam olm adığını gösterir ki, bu çelişkidir. Şu halde illet-İ tam m eden malülün geri
kalması düşünülem ez.
130 Şerhu؛l-Akâid
Bu delilin kübrâsı sabittir. Çünkü kadîm olan bir şeyin lizatihî veya
liğayrihî vacibu'l-vücud olm aktan başka bir ihtim ali bulunm adığı ehline za
hirdir.
Aynı delîlin kübrasına îtiraz varîd olacak olsa buna cevaben şöyle denir.
1 Varlığın icabî veya ihtiyari istinadından başka bîr şık olmadığı için varlığın vacibü'l-
vücuda İhtiyari olarak dayanmaması icabı olarak dayanmasına eşittir.
2 Yani vacibü'l-vücud var olduğu haide o yok olmaz. Görüldüğü gibi burada da netice
m atluba m üsavidir ve takrip tam dır.
3 İllet-i tâm m e d e n m a'lûlün geri kalması، -yukarıdaki dipnotlardan birinde de geçtiği
gibi- illet-İ tam m en in kendi kendisiyle çelişmesi anlam ına geldiği İçin m uhaldir.
132 Şerhu’l-Akâid
Hadisten hali olmayan şeyin de sonuçta hadis olması veya bir başka tabirle
kadim olmaması, kadim oiması takdirinde, kendisinden hali olmadığı hadis olan
şeyin de kendisiyle birlikte ezelde bulunmasına yol açtığı içindir. Oysa hadis
olan bir şeyin ezelde bulunması açık bir çelişkidir. Şu halde hadisten hali olma
yan bir şey kadim olamaz, hadis oimak zorundadır. Sonuç olarak hareket ve
sükûn örneğinde olduğu gibi hadisten hali olmayan a'yân da hadistir.
Matiub: H areket veya sükûn halinde olan her şey hadisle beraberdir.
Şartıyye: H er h areket ve sükûn hadis olduğu zam an h areket veya sükûn
halinde oian her şey hadisle beraberdir.
İstisnaiyye: Evet, h areket ve sükûn hadistir.
Netice: Şu halde hareket veya sükûn halinde olan her şey hadisle bera
berdir.
Bîr önceki delilin kübrasma itiraz edilecek olursa bunun cevabı şöyledir.
؛$؛؛$؛}؛؛
1 Nitekim önceden aynı m ekânda ise sükûn halinde, başka bir m ekânda İse hareket
halindedir.
2 Burada kıyasın ikinci şekli kullanılmıştır.
3 Hadisle kadim arasında üçüncü bir şık olmadığı İçin, kadim olm am ak hadis olmak
anlam ına gelir ve böylece netice m atlûba müsavi olur.
134 Şerhu'I-Akâid
ا
4 . Konu؛Âlemin Yaratıcısı ز
Melnü’l-Akâıd
 le m in m uhdisi / yaratıcısı A lla h 'tır.
Şerhu’J-Akâid
 lem in m uhdis ؛A llah 'tır. ٧ ^ ٨ ؛varlığı kendinden ©lan ve asla hiçbi.r şeye
ihtiyaç duym ayan {vacibü'i-vücûd) zattır. Çünkü ط الzatın varlığı mümkin ol-
saydı âlem in fertlerin den biri olurdu ve âlemi yaratm ası müm kün olmazdı.
Oysa baştan söz konusu zatın âlemin yaratıcısı olduğu takdir edilmiştir, üste-
lik âlem kelimesi, kendisini yaratan zatın varlığına işaret eden şeye İsim olarak
verilm iştir. "Bütün m üm ^inatın yaratıcısı mutlaka vaclbü'l-vücüd olm alıdır.
Eğer m ^ i n ü 'l - v ü c û d olsaydı'm üm kinât.cüm lesinden olurdu da müm kinatı
yaratm ası sö^ konusu oimazdı" sözü de aşağı yukarı bunun gibidir.
1 Burada ş ^ ih 'in maksadı .m uhtem elen hocası Adudiddin el-îcî’dir. el-îcî, devr ve tesel-
sülün İptaline gidilip ispat-ı vacib delilinin uzamaması için daha kısa bir istidlal yolu
ortaya atm ış ve el-M ev§kıf'ta dördüncü sırada bu istidlale yer verm iştir. Şârih özetle
bu istidlale işaret etm iş ve m ezkûr istidlalin maksadı karşılamadığını; aksine teselsülün
ip t^ i için getirilen delillerden birine işaret olduğunu savunmuştur. Bkz., en-Nibrâs, s
97; el-M evâkıf, s. 268. Seyyid Şerif el'Cürcânî ise Taft^zânî’nin aksine bu delilin tesel-
. sülün İptaline ihtiyaç doğurmadığını savunm uştur..Q kz.,Şerhu'l-M evâktf, c. 8, s. 11.
Ayrıca Seyyid Ş erifin zahir ve kısa bulduğu bir başka delil daha vardır. Şöyle ki,
m üm kin olan bir şey varlığı konusunda müstakil olamaz. Dolayısıyla bir başka şeyi var
‘ kılma konusunda da müstakil olamaz. Zira var k؛lmak var olm a m ertebesinden sonra
g e lir.'B ir şey kendisi var olm adan bir başka şeyi var kılamaz. Şimdi varlıkların hepsi
m üm kin olsa hiçbir şeyin m evcut olmaması gerekirdi. Çünkü m üm kin varlıklar her ne
kadar m ü tea d d it olsa da ne var olma ne de var kılma konusunda müstakil olam azlar.
O rtada var olm a ve var kılma durum u bulunmazsa ne آ ^آ آ ة ةل طne de biğayrihi var olan
şeylerden de bahsedemeyiz. Şu halde mümkin ve vacibin dışında varlık olmadığına ve
varlıkların hepsi m üm kin olm adığına göre vacibü’l-vücûdun varlığı sabittir. Bkz.,
Şerhu’l-M evâ kıf, c. 8, s. 12.
ب. Komi: Âlemin YaratîCisı 135
değildir. Zira bir şey kendisine veya illetlerine illet olam az. Şu halde söz ko-
nusu illetin m ü m kin at silsilesinden hariç bir şey olması icap e d er ki, bu da
٥ ٨ ٧ ٨ vacip olduğunu gösterir. M ü m kin a t silsilesi vacip bir illete istinat e tti-
ğinde teselsül kesilmiş olur.
Ancak bu tatb ik sırf vehim ürünü olan şeylerde uygulanam az. Bunun
için m utlaka haricî varlık alanına dâhil olm ak gerekir. Zira vehim ürünü olan
şeyler sonunda vehm in kesilmesiyle kesilip son bulurlar. Bu bakım dan, m e-
sela biri ” ؛'لrakam ınd ؟n,başlayan diğeri "2" rakam ından başlayan ve sonsu-
za kadar sürüp giden iki cüm leyi birbirine tatb ik edip sayıların basam aklarıy-
la söz konusu delile eleştiri/n akz getirilem ez. Zira sayılar sırf veh m î şeylerdir;
bunların haricî bir varlığı yoktur. Bunun gibi Allah'ın m alum atıyla
! ؟akdûratını b irbirlerine tatb ik edip, "ikisi de sonsuz olduğu halde birincisi
İkincisinden fazladır" denem ez. Zira gerek sayıların gerekse İlahî m alu m at
v e .m a k d û ra tın o n s u zlu ğ u , bunların, bir hadde gelip de orada kesilip tü-
kenmeyişi anlam ındadır, yoksa sonsuz m iktarda eşyanın gerçek varlık alanı-
na ، ا؛سolması anlam ında değildir. Zaten bu sonuncusu imkânsız bir şeydir.
İzahat
Ehl-i sünnet kelamcıları §lemin hadis olduğunu ispatlayıp, her hadise bir
muhdis lazım olduğunu ortaya koyduktan sonra, ikinci aşamada §lemin m uh-
d in in /y a ra tıc ıs ın ın vacibü'l-vücûd olan Cenab-I Allah olduğunu ispatlarlar.
136 Şerhu'l-Akâid
Yalnız âlem in hudûsü ve her hadise bir muhdis lazım gelmesi yönündeki kazıy-
yeler doğrudan Cenab- ؛Allah'ın varlığını ispata kâfi gelmez. Zira muarız fikir
sahipleri, âlemin fertlerinin ezelden ebede kadar birbirlerini ihdas ettiğini ve
bunun bir başlangıcının ya da sonunun olmadığını ileri sürebilir ki, bu durumda
- âlemin muhdisi yine âlemin cümlesinden bir fe rt olur da vacibü'l-vücûd olmaz.
Bu sebeple âlemin hudûsü ispatlandıktan sonra teselsülün iptali de lazım gelir.
Teselsül, sonu olmayan şeylerin peş peşe sıralanması dem ektir ve başlıca
iki kısımdır:
Cisimlerin birbiri ardına sıralanışı da vadîdir. Belli bir tabiî ahenk mevzubahs
olmadığı halde sırf düzenleyenin düzenlemesine göre bu tertib oluşmuştur. Ara
larında gerek tabiî gerekse vadî tertib bulunan şeylerdeki teselsülü filozoflar da
caiz görm ezler1.
1 M an tık, İsagoci Terce mest ve M a n tık Terim leri Sözlüğü, s. 28 (Sözlük bölüm ü)
4. Konu: Âlemin Yaratıcısı 137
Burhan-ı tatbik Şârih'İn izah ettiği gibi, biri diğerinden az olduğu bilinen
ve sonsuz olduğu varsayılan iki varlık cümlesinin her bir ferdinin birbirleriyle
karşılaştırılması suretiyle sonsuzluğun iptal edildiği delildir. Bu ve bunun gibi
deliller te m e ld e çelişkinin imkânsızlığı prensibine dayanır. Çünkü baştan
kısa olan zincir sonsuzluk fikrine göre uzun olan zincire denk gelm ekte ve bir
yandan kısa olduğu kabul edilen şeyin diğer yandan uzuna denk görülmekle
kısa olmadığı zım nî olarak iddia edilm ekted ir. Bir şeyin aynı anda hem kısa
olması hem de kısa olm am ası açık bir çelişkidir. Şu halde varlık zincilerinden
kısa olanın son bulması ve sonuçta diğerinden kısa gelmesi gerekir. Bu du
rum da çelişkiden kurtulm uş olunur; fakat kısa olan zincirin son bulması,
kendisinden m a h d u t/s o n lu m iktarda uzun olan diğer zincirin de bir yerde
son bulmasını g erektirir. Zira b ir şeyden sonlu m iktarda uzun olan şey de
sonludur. Aksi takd ird e aradaki uzunluk baştan takdir edilenin aksine sonsuz
m iktarda olmuş olur ki, bu baştaki takdire m u h alif olm akla yeni bir çelişki
dem ektir. Şu halde sonsuz olduğu İddia edilse bile İki varlık zinciri de sonlu
dur. Kelam cıiar bu delili zihnim izden bağımsız olarak var olan her şeye ta t
bik e d er ve teselsülün her türün ü n batıl olduğunu ispatlarlar.
Burada Şârİh'in de belirttiği gibi bir şeyin altını çizm ek gerekir. Bu delil
ancak zihinden bağımsız olarak var olan gerçek varlıkların sonsuzluğunu
iptal e tm e ye yarar. Sadece zihnim izle kaim olan ve varlığı veya son buluşu
vehm im ize bağlı olan itib arî varlıklar -m e s e la rakam lar- bu delilin tatbik
alanına girm ezler. Zira bunları böyle bir delille sonlandırm ak m üm kün de
ğildir. Bu gibi şeylerin son bulması aklın tev eh h ü m e son verm esiyle olur.
Vehim başlayınca tek rar başlarlar. Zaten konu da İtib a rî/h a y a lî varlıkların
sonluluğunu ispatlam ak değildir. Bunların gerçek varlık olmadığı bilinen bir
şey olduğu için bunların sonsuzluğunun âlem in hadis veya ezeli oluşuyla bir
alakası yoktur.
؛ !؛؛؟؛؛ !؛
138 Şerhu'l-Akâid
( Allah’ın Birliği }
Metnîi’I-Akâid
Cenab-ı Allah birdir.
Şerhu’l-Akâid
Cenab-ı Allah birdir. Yani âlemin yaratıcısı birdir. Zaten vacibü'l-vücûd
m efhum unun birden fazla şeyde bulunması da imkânsızdır1. Kelamcılar ara
sında Allah'ın birliğini ispat sadedinde kullanılan meşhur delil, "Şayet yerler
de ve göklerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı elbette yer ve gökler fesada
uğrardı" (Enbiya, 22) ayet-i kerimesinde işaret edilen burhan-ı temanu'dur.
Delil şöyledir: Eğer İki ilahın bulunması mümkün olsaydı, mesela biri
Zeyd'in hareketini diğeri de sükûnunu istemek suretiyle aralarında bir çatışma
nın / tem anu 'un bulunması m üm kün olurdu. Çünkü Zeyd'in hareketi ve sükûnu
hadd-i zatında rnümkün olan şeylerdir. Bunun gibi bu iki duruma İradenin taal
luk etm esi de hadd-İ zatında mümkündür. Zira iki İrade arasında bir tezat yok
tur. Burada asıl tezat irade edilen şeylerde söz konusudur2. İlahlardan bir؟
Zeyd'in hareketini, diğeri sükûnunu murâd ettiğinde ya her ikisi de tahakkuk
edecektir -ki bu durumda iki zıt şey bir araya gelmiş olacaktır- ya da bunlardan
biri tahakkuk edecektir - kİ* bu durumda ilahlardan birinin iradesi gerçekleşme
y e c e k tir - bu ise ilahlardan birinin acziyetini gösterir. Aczİyet, muhtaçlık şaibesi
içerdiğinden hudûs ve imkân göstergesidir. Şu halde ilahların birden fazla ol
ması (taaddüt), aralarında çatışma İmkânını, bu da muhal olan bir şeyi (aczîyet)
gerektirir. M uhali gerektiren şey muhal olacağı İçin taaddüt de muhaldir.
1 Burada Şârih filozofların deliline işaret etm ektedir. Filozoflar Vacibü'l-vücûdun vahdani
yetini İspat ederken şöyle bir istidlalde bulunurlar: Eğer İki tan e Vacibü'l-vücud bulun
saydı, bu ikisinin, Vacibü'l-vücûd olma konusunda ortak, diğer hususlarda ayrı olmaları
gerekirdi. Bu durum da da Vacibü'l-vücûd'un m ürekkep/bileşik bir şey olması sonucu
doğar kİ bu muhaldir. Çünkü mürekkep olan şey mürekkibe veya cüze muhtaçtır.
Vacibü'l-vücûd bir şeye muhtaç olmayacağına göre Vacibü'l-vücûd’un birden fazla olm a
sı da muhaldir.. Bkz., en-Nibrâs,.s. 101; İklîlü't-Terâcim, s. 207. (Hidayetü'l-Hikm e)
2 Yani aynı anda Zeyd'in hem hareket etm esi hem de hareket etm em esi tezattır.
4. ؛Omu: Âlemin Yaratıcısı/Allah'ın Birliği 139
ların çatışmaya girm eden birbirleriyle ittifak etm eleri, muhali gerektirdiği için
çatışma ve m uhalefetin İm kânsız o lm asrve tek bir kişinin Zeyd'in aynı anda
hareket ve sükûnunu istemesi örneğinde olduğu gibi iki kişinin benzer isteği
nin de bir araya gelmesinin imkânsız oluşu yönündeki itirazlar yöneltiiem ez.
Şu kadar var ki, "şayet yerlerde ve göklerde Allah'tan başka ilahlar ol
saydı elbette yer ve gökler fesada uğrardı" (Enbiya, 22) ayeti iknaî bir
h üccettir ve içerdiği m ü lazem et de genel hatâbî delillerde olduğu aklî değil,
âdîdir. N itekim "...O'nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Aksi takdirde her
ilâh kendi yarattığını sevk ve idare eder ve bir gün mutlaka onlardan bir؛
diğerine galip gelirdi." (M üm inûn, 91) a y e t- ؛kerim esinde de işaret edildiği
gibi, yaygın a d e t, h ükm edenlerin birdep fazla olması durum unda birbirleri
ne üstünlük sağlamaya çalışacakları yönünde carîdir.
İtiraz: Arap dilinde ayet-i kerim ede geçen "lev" kelimesi, başına geldiği
cüm lenin İkinci bölüm ünün (ceza) geçmiş zam anda m eydana gelm em iş ol
masının, birinci bölüm ünün (şart) m eydana gelm em esi sebebiyle olduğunu
ifade eder. Buna göre ayet-i kerim e, ancak, geçmiş zam anda yerlerin ve
göklerin fesada uğram am ış olmasının, ilahların birden fazla olm am asından
kaynaklandığını gösterir.
140 Şerhu'I-Akâid
Cevap: Evet, Arap dilinde kelim enin asıl kullanım ı dediğiniz gibidir. Fa
kat g enelde bu kelim e, her hangi bir zaman tayini olmaksızın, cevabın bu
lunm am asıyla şartın bulunm am asına istidlal için kullanılır. "Şayet âlem ka
dim olsaydı değişken olm azdı" cümlesi bunun gibidir1. Burhan-ı tem a n u 'u n
tem elin i teşkil eden ayet de bu kabildendir. Bazıları anılan kelim enin kulla
nım tü rlerin i birbirleriyie karıştırm ak suretiyle yan ılab iim ekted irler 2,
Burhan-I tem â n u , yukarıda m ealine yer verdiğim iz ayet-i kerim ede (£٢٦-
biya ة2 اişaret edilen, iki yaratıcı olması takdirinde çatışm anın imkânı üzerine
kurulu olan delildir. Bu delil ayet-i kerim enin zahirinde geçtiği şekliyle kısaca
şöyledir: Yerde ve göklerde A llah'tan başka ilahlar olmuş ofsaydı, aralarında
bir çatışma çıkarak y er ve gök fesada uğrardı. Yerde ve gökte bir fesat ol-
m adığına göre A llah'tan başka؛ilah da yoktur.
Şârih demlin a y e tte geçtiği şekliyle katî ve burhanî olm adığını savunur
ve ancak belli d ü ze n le m e le rd e n 'ف0 سm ezkûr delilin katî ve burhanî olaca-
ğını ifade eder.
1 Âlem değişkendir. Şu halde• âlem de kadim değildir. Görüldüğü gibi burada cezanın
bulunm am asından (âlem in değişkenliğinden) hareketle şartın da bulunm adığına
(âlem in kadim olm adığına) İstidlal yapılmıştır.
2 Şârih’in burada kastettiği kimse İbn-i Hacib’tir. İbn-i Hacib, bazı Nahivcilerin, m ezkûr
kelim enin şartın intifasının, cezanın intifasına delaleti İçin vaz edildiği yönündeki gö
rüşlerini eleştirmiş, lazımın bazen m elzum dan daha um um î olabileceğini ve bu yüzden
m eîzu m u n /şartın intifasından lazım ın/cezanın intifasının lazım gelmeyeceğini ileri sü
rerek durum un ta m ؛, aksi olduğunu ve bu kelim enin cezanın intifası sebebiyle şartın
intif sına delalet ettiğini iieri sürmüştür. Oysa İbn-i Hacib'in ten kit ettiği şey bu keli
menin lügatçe asi olan birinci manasıdır. Yerine doğru olarak arz ettiği m ana da keli
m enin bir diğer kullanım şeklidir. Görüldüğü gibi İbn-i Hacib kelim enin tek bir manası
olduğunu zannederek yegane mananın ikinci mana olduğunu ileri sürmüş ve birinci
m anayı temsil eden ilk kullanımı reddetm iştir. Bkz., en-Nibrâs, s. 105; M ecm û otü 'l-
Havâşİ'l-Behiyye, s. 92. (M olla Ahmed Haşiyesi)
4. Komi: Âlemin Yaratıcısı/Allah'ın Birliği 14
bakacağı bir istidlal tarzı takip edilm em iş; bunun aksine genel □)arak sağdü-
yulu ^er insanın içinin ısınacağı hatâbî bir istidlal yöntem i takip edilm iştir.
Zira var ©Iduğu farz edilen iki ilahın birbirlerine m uvafakat etm eyip çatışma-
la r ؛yaygın â d e t ve tecrübeye dayalı bir hüküm dür, aklî değildir. A det bunun
tersine cari olsa da, akıl söz konusu ilahların birbirlerine m uvafakat edebile-
çeklerine ihtim al verir. Bu durum da çatışma olmadığı gibi yerin ve göğün
düzeninin bozulması da gerekm ez. Şârih bu gerekçeyle ilahların taaddüdü
ile S e m in fesadı arasındaki mülazem.etin aklî ve katf olm adığını savunur.
Kem aleddin ؛bn-i H um am m ülazem etin âdî olduğunu kabul etm ekle
b erab er aye tte y er alan istidlalin İk n 3 olm adığını, bilakis burhanî olduğunu
ifade e d er ve Taftâzânî'yi eleştirir.
îbn-i ^ ٧١٦٦^ ١٦٦ ile Taftâzân îarasın daki bu ih tila f yakînî il^ in ve buna bağ-
İl olarak burhanın tarifiyle alakalıdır, İbn-i H üm am , burhanî delillerde kesin
bilgi arandığını ifade e d er ve âdete dayalı m ü lazem etlerin de kesin bilgi
ifade edebileceğini.savunur.1
İbn-i H um am katf bilgfde aranan "nakîze ihtim ali bulunm am a" şartının,
aklen nakizin m uhal o lm a s şeklinde açıklanamayacağını; belki nakıze Ihti-
malin, ilim sahibinin nakîz i؛e şimdi veya gelecekte hükm etm esinin m u h te-
mel olm am ası şeklinde açıklanacâğım söyler. Zaten böyle bir ihtim al de
tem yizin zayıf oluşündan kaynaklanır; yoksa tem yizin kaynağı olan a k ıl,'h ؛s
veya ad etten kaynaklanm az. Dolayısıyla ilmin tarifin d e geçen "nakîze ؛htl-
mali bulunm am a" kaydı, zan, taklit ve ce^l-i m ürekkep gibi zayıf bilgilerden
ihtiraz içindir. Ha$ı؛-I kelaı^ İbn-i H üm am , burhanî d elillerde cezmin arandı-
ğını ileri sü^er. Buna göre m ezkûr istidlalde üçüncü■ bir şık olarak ilahların
m u vafakat etm esinin aklen m uhal olması gerekm ez. Böyle bir şey aklen
m üm kün olm akla berab er aksi yönde cezm sabittir. Cezm sabit olunca delil
katîdir ve katf m u kad d im elerden oluşan deliller burhanî olduğundan bu delil
de burhanîdir.
1 Ibn-Î Hum am âdî bilgilerin katî olabileceğini söylerken gözümüzün önündeki herhangi
bir dağın akşamdan sabaha altına dönüşmeyeceği misalini verir. Sabah kalktığımızda
m ezkûr dağın altın olmadığı yönündeki kanaatimiz nasıl yakinî ise ilahların taaddüdü
durum unda tem an uu n vukuu da öyle yakînîdir.
142 Şerhu'I-Akâid
söyier. Zira ilahların çatışm ayıp ittifak etm eleri söz konusudur ve bu takdir-
de bilfiil fesad söz konusu olm az. Eğer fesattan yerin ve göğün düzeninin
bozulabileceği kastedilerek fesadın vukuu değii de im kânı söz konusu İse,
T aftazan î şu an için de aynı ihtim alin.söz konusu olduğunu söyler. Nitekim
kıyam etin arefesinde yerin ve göğün nizamının bozulacağını biidlren birçok
açık nas bulu n m aktadır. Şu halde yerin ve göğün fesadının m u h tem ei olması
m ezkûr istidlalin kati olm asına izin verm ez.
Taftâzân? burada başka Bir ihtim ale dikkat çekerek aye tte geçen fesat-
tan yerin ve göğün daha başkan yaratılm am ış olmasının kast edilmiş olabile-
ceği. hususunu gündem e getirir. Bu ih t if a le göre ١١١٢ bakıldığında yukarıdaki
م
sualin ikinci اك؛يراوsakıt olur. Fakat Taftâzânî bu ihtim ali zayıf bulur ve ayet-i
kerim ed e bunun kastedilm ediğini savunur.
1 en-Nİbrâs, £٠ 105.
4. Kon11: Âlemin Yaratıcısı/Allah'ın Birliği 143
tem e l bir çatışm ayla kudret ve iradesi sınırlanmış olacaktır. Bir ilahın kudret
ve iradesinin sınırlanm a ihtim ali onun İçin açık bir zaaftır.
Şârih T aftâzân î'n in m ezkur ayetle ilgili görüşleri epey bir tartışm a konu
su olmuş ve m uasırları tarafın dan şiddetle eleştirilm iştir. H atta m uasırların
dan biri bu görüşünü gerekçe göstererek Taftâzânî'yi te k fir etm iştir.
Şöyle ki, M a tü rîd î kelamcılarından Ebu:l-M uîn en-Nesefî, söz konusu deli
lin M utezile'n in benimsediği esaslarla örtüşmediğini ve bu sebeple onların bu
ayetten belli bir istidlal şekli çıkarma konusunda epey bir zorlandıklarını ve
baştan benim sedikleri esaslarla çelişmemek için ayetin zahirinin hilafına bir
kısım zayıf istidlaller geliştirdiklerini belirtir. Ayrıca Ebu'l-M uin en-Nesefî, M u-
tezile'den Cübbâî'nin oğlu Ebu Haşim'in, bu tutarsızlığı hazm edem eyip, çö
züm olarak vahdaniyet delillerinin aklî olmadığını, bunların nakle dayalı delil
ler olduğunu; akıl kendi haline bırakılmış olsaydı birden fazla ilahın bulunabi
leceğine imkân verebileceğini savunduğunu nakleder1. Ebu Haşim'i sert bir
dille eleştiren Ebu'l-M uîn en-Nesefî, bu tavrın sonuçta Cenab-ı Allah'ın techil
veya tesfihine kadar varacağını ve küfrü istilzam ettiğini söyler ve Ebu Haşim
'in görüşünü hala sürdürenlerin olduğunu ifadeyle hayretini bildirir2.
1 el-Âm İdî, Ebu'l-M uin en-Nesefî'nin aksine M utezilenin hazıklarının görüşlerinde oldu
ğu gibi vahdaniyetin aklî delillerinin yakınî olmadığını ve bu konuda delalet hususunda
en yakın yolun sem 'î delalet olduğunu savunmuştur. Bkz., Ebkâru'l-Efkâr, c. 1, s. 536.
2 Tebstratü’l-Edİlle, c. 1, s. 85,90.
Şerhıı’I-Akâid
N ite k im bazı kelam cılar, C enab-ı A llah'ın s ıfa tların ı da İçine aldığı için
kadim m e fh u m u n u n V âcib ü 'l-vü cû d m e fh u m u n d a n daha u m u m î o ld u ğ u
nu s öy le m iş tir. Kadim s ıfatların b irden fazla olm asında h erhangi b ir sa
kınca da y o k tu r. Bilakis kadim zatların birden fazla olm ası sakıncalı ve
im kânsızdır.
1 İki lafzın birikirine müsavi olması; lafız ve manaları farklı olm akla beraber mâsadak-
larının bir• ,olması d em ektir. M esela "insan" lafzıyla "dahık"/gülücü lafızları böyledir.
M ü te râ d if lafızlar ise, lafızları farklı manaları bir oian kelim elerdir. "Tahta" ile "ahşap"
lafızları böyledir.
Burada Şârih, kadim ve vacib lafızlarının m analarının başka başka olduğunu ileri süre
rek aralarından terad ü fte n bahsedilemeyeceğini; belki mâsadak-larmın bir olduğu id
dia edilerek m üsavattan söz edilebileceğini ve bunun tartışılabileceğini söylem ektedir
ki, T aftâzânîaslında bunu da kabul etm ez.
4. Konu: Âlemin Yarahcısı/Cenab-ı Allah Kadim ve Ezelidir 145
Bunlar, kadim olan her şeyin aynı zam anda lizatihî vacibü'l-vücûd ol
ması gerektiğini, aksi takdirde kadim olan şeyin hadd-i zatında yokluğu caiz
bir varlık olacağını söyler ve bu durum da var olm ak için -va rlığ ın ı yokluğuna
tercih edecek - bir muhassısa m uhtaç düşüp hadis olacağını ileri sürerler.
Zaten hadis d em ek, varlığı bir başka şeyin var kılmasına bağlı olan dem ektir.
Bahsi geçen m ü teahhirîn kelam cılarına şöyle itiraz edilm iştir: Eğer Al
lah'ın s ıfa tlar ؛lizatihî vacibü'l-vücûd olsaydı beka vasfına sahip olm aları ge
rekirdi. Beka bir m a n a/s ıfat olduğu için, bu durum da bekanın, kendisi gibi
m ana olan sıfatlarla kaim olması gerekirdi. M ananın m ana ile kaim olması
imkânsızdır. Şu halde Allah'ın sıfatlarının bizatihi vacibü'l-vücûd olması da
imkânsızdır. Bu İtiraza şöyle cevap verm işlerdir: Her sıfat, kendisiyle aynı
olan bir beka ile.bakidir.
1 Ali bin M u h a m m e d N ecm ü'l-U lem â Hamîdüddin ed-D arîr er-Râm üşî el-Buharî. ed-
Darîr; Fıkıh, •Usu!, Hadis, Tefsir, Kelam ve Cedel ilim lerinde tem ayüz etm iş büyük Ha
nefi fakihidir. Şem sü'l-Eİm m e el-Kerderî'nin• talebelerindendir. Yaşadığı dönem de
M averaü n n eh ir bölgesinin ilim riyaseti kendisine ait görülm üştür. Hafızüddin en-
Nesefî onun talebelerindendir. Kaynaklarda, çoğunun isimleri zikredilm em ekle birlikte
birçok kitabının olduğu belirtilm ektedir. Hİdaye'nin müşkii yerlerini şerh etm ek üzere
kalem e aldığı el-Fevâid, Ş erhu'f-M anzûm eti'n-N esefiyye, Şerhu'n-N âfi, Şerhu'l-Cam ii'l-
Kebîr gibi eserler bunlardandır. Hamîdüddin ed-D arîr hicrî 666 (veya 667) .senesinde
ve fat etmiş, talebesi Hafİ 2 uddin en-Nesefî tarafından cenaze namazı kıldırılarak yine
talebesinin elleriyle kabrine tevdi edilmiştir. Bkz., el-FevâİdüJl-Behİyye, s. 125; Tâcü't-
Terâcim, s. 215.
2 Şarih burada kadim m efhum unu vacib m efhum undan daha um um i gören kelamcıları
kastediyor. Nitekim bunlar Allah'ın sıfatlarının vacib olmadıklarını savunarak mümkün
olduklarını kabul etm iş oluyorlar.
146 Şerhu'I-Akâid
Felsefecilere göre kadim ve hadis kavram ları zatî ve zam anı olm ak üze
re ikiye ayrılır1. Felsefecilerin bu görüşünde birçok dinî kaidenin reddi yat
m aktadır. İleriki konularda bununla ilgili daha fazla açıklama gelecektir2.
1 Filozoflar kadim ve hadis m efhum larının her birinin zatî ve zam ânî olm ak üzere ؛kİ
kısma ayrıldığını ileri sürerler. ٠■
Kad؛m -i zatî, Cenab-ı Allah'ın zatı gibidir ve kehdinden önce hiçbir şey bulunm ayan
varlık anlam ına gelir.
K adim - ؟zam ân î ise, Cenab-ı Allah'ın sıfatları gibidir ve kendinden önce başka bir şey
bulunm akla b eraber üzerinden yokluk geçmeyen şey anlam ına gelir. Hadis-i zatî, aynı
zam anda kadim -i zam anîdir. Hadİs-i zam anî ise< kendinden önce hem başka şeyler
hem de yokluk geçmiş şey anlam ına gelir ki, kelamcıiara göre bütün âlem, filozoflara
göre âiem in şu anki hali bu kabildendir. Özellikle m ütekaddim în kelamcılan kadim ve
hadis kavram larını bu İkili tasnife göre kullanmazlar; onlar kadim ve hadis deyim lerini
zam anî.anlam ında kullanırlar. ■
2 Filozofların bu ıstılahının itikadî esaslar açısından mahzurlu tarafı, Allah'ın fail-i m uh
ta r olmasıyla alakalıdır. Cenab-ı Allah fail-i m uhtar olunca onun yarattığı âlem de ha
dis (zam anî) olm ak zorundadır. Filozoflar Cenab-ı Allah'ın fail-i mucîb olduğunu sa
vundukları için âlem in zam an itibarıyla kadim, zat itibarıyla hadis olduğunu savunmuş
lardır. Ayrıca Cenab-ı Allah'ın fail-i mucîb olarak tavsif edilmesi ona noksanlık isnadı
anlam ına gelir ki, filozofların hadis-i zatî ve zam anî ayrımına gitm eleri bu açıdan da
mahzurlu sonuçlar doğurm aktadır. Bkz., en-Nibrâs, s. 107.
İşin aslı mahzurlu olan sadece kadim ve hadis kavramlarını bu İkili tasnife tabi tutm ak
değildir. Nitekim m uhakkik kelamcılar Cenab-ı Allah'ın sıfatları bağlamında bu tasnif
ten yararlanm ışlardır. Asıl Ehl-i sünnet itikad esasları açısından m ahzur doğuran şey,
âlem in zâten hadis, zam anen kadim olduğunu savunmaktır. Şârih sözünü ettiği tahki
katı, Cenab-ı Allah'ın sıfatlarının zatının ne aynı ne de gayrı olduğu konusunda yapa
caktır.
.١. Konu: Cenab-ı Allah'ın Sıfatları 147
Metnü’İTAkâid
Cenab-ı Allah; hayat, kudret, ilim, işitmek/sem', görmek/basar ve bir
şeyi ancak kendi isteğiyle yapma /irade vasıflarına sahiptir.
Şerhu’l-Akâid
Cenab-ı Allah; hayat, kudret, ilim, işitmek/sem', görmek/basar ve bir
şeyi ancak kendi isteğiyle yapma /irade vasıflarına sahiptir. N itekim insan
aklı âlem i; bu m ü kem m el clüzeni, eşsiz güzelliği ve unsurlarının bu ölçülü
işleyişiyle yaratan zâtın bu özelliklerden m ahrum olam ayacağına açık ve
kesin biçim de h ükm eder. Üstelik yukarıda zikredilen özelliklerin karşıtları
Allah'ı tenzih e tm e m iz gereken noksanlıklardır. Bunların yanında Allah'ın bu
sıfatları haiz olduğunu gösteren ayet ve hadisler de vardır. Bu sıfatların bir
kısmı, naklî d e lille rin /a y e t ve hadislerin sübûtu kendilerine bağlı sıfatlardan
da değildir. Dolayısıyla bu gibi sıfatlarda naklî d elillerle istidlalde bulunm ak
teknik olarak doğrudur. M esela tev h id /va h d an iy et sıfatı bunlardandır. Al
lah'ın varlığı ve kelam sıfatı ise, naklî delillerin sübûtu kendilerine bağlı bu
lunduğundan bunları naklî delillerle ispatlayanlayız.
İzahat
M ü e llif Ö m e r N esefî Cenab-ı Allah'ın varlığını, birliğini ve kadim oldu
ğunu b elirttik ten sonra onun subûtî sıfatlarına geçmiş ve Cenab-ı Allah'ın
hayat, ilim, kud ret, irade, sem' ve basar sahibi olduğunu ifade etm iştir. Gö
rüldüğü gibi burada sübûtî sıfatlardan kelam ve tekvin sıfatı zikredilm em îştîr.
M ü e llif kelam ilm inde müstakil ve etraflı tartışm alara konu olduğu İçin ke
lam sıfatını ileride başlı başına ele alacaktır. Bunun gibi tekvin sıfatı da
Eş'arîlerle M a tü rîd île r arasında tartışm alı olduğundan bu sıfata da ileride
müstakil olarak tem as edilecektir.
Şârih'in burada ikine ؛sırada yer verdiği deiii naklî bir delildir ve çeşitli
m ü n aseb etlerle Allah'ın m ezkûr sıfatlarla m uttasıf olduğunu anlatan ayet ve
hadislere d ayanm aktadır. Ancak Şârih'in de değindiği gibi burada istidlal
kaideleri açısından bir sorun yatm aktadır. Şöyle ki, m ezkûr sıfatları ispat
sadedinde ileri sürülen naklî deliller, hadd-i zatında hayat, İlim, kudret ve
irade başta oim ak üzere m ezkûr sıfatların sübûtuna bağlıdır. Hayat, irade,
İlim ve kud ret gibi sıfatlara sahip olmayan bir varlığın vahiy inzal etm esi
düşünülem ez. Şu haide bu sıfatların naklî deiilierie ispatlanm ası bir şeyin
kendisini ispatlayan şeyi ispatlaması anlam ına geleceği için devir olur. Şârih
bu sorunun farkın d ad ır ve böyle bir istidlalin, sem' ve basar hariç diğer sıfat
lar göz önünde, bulundurulduğunda devre yol açacağını kabul eder. Ancak
vahiy inzali, tevh id -i bârîde, olduğu gibi yaratıcının sem ' ve basarına bağlı
olm adığından bu İki sıfat naklî delillerle ispatlanabilir. N itekim kelam cılar
tevh id -i bâr? konusunda da burhân-ı tem ân u delili m eyanında ayetlerle is
tidlalde bulunm uşlardır.
5. Knmı: Cenab-ı Allah'ın Sıfatlan/Cenab-ı Allah Araz Değildir ؟49
Meinii’l-Akâid
Cenab-ı Allah araz değildir.
Şcrhıı’l-Akâid
Cenab-ı Allah araz değildir. Çünkü araz kendi kendine kaim olamaz.
Varlığını sürdürebilm ek için daim a bir m ahalle ihtiyaç duyar. Bu sebeple
arazlar m ü m kündür. Ayrıca arazların bekası imkânsızdır. Aksi takdirde beka
arazla kaim bir m ana olurdu. Bu durum da m ananın m anayla kaim olması
gerekirdi ki, bu im kânsızdır. Çünkü arazın bir şeyle kaim olması,
tahayyüzünün, kaim olduğu şeyin tahayyüzüne tabi olması dem ektir. Arazın
kendi başına bir tahayyüzü olm adığından başka bir şeyin onun tahayyüzüne
tabi olması da m üm kün değildir.
Tabi bu anlattığım ız, bir şeyin bekasının o şeyin varlığına zait bir mana
olması ve başka şeyle kaim olm anın, tahayyüzde başka şeye tabi olm ak an
lam ına gelm esine bağlıdır. Hakikat şu ki; beka varlık üzerine zait bir mana
değildir. Bilakis beka varlığın sürekli olması, zail olm am asıdır. N itekim beka,
"ikinci bir zam ana nispetle varoluş" diye ta rif edilir. "Var oldu; fakat baki
kalm adı" sözü, "ortaya çıktı; fakat varlığı sürekli olm adı, ikinci zam anda sa
bit olm adı" d em ektir. Bunun gibi başka bir şeyle kaim olm ak, sıfatın mevsu-
funa aidiyeti tü rü n d e n bir şeyin başka bir şeye ait olması d em ektir. Cenab-ı
Allah'ın sıfatiarının zatıyla kaim olması bu kabildendir. Cenab-ı Allah'ın sı
fatlarının zatına tabı olarak tahayyüz ettiği de söylenem ez. Zira Cenab-ı Al
lah tahayyüzden m ünezzehtir. Ayrıca cisimlerin her an yok olması ve ancak
teceddüd-i emsâî (yerini denginin alması) yoluyla sürekli varmış gibi görün
mesi, arazların benzer durum undan daha uzak değildir1. Şu da var ki, arazın
arazla kaim olduğu konusunda hareketin süratli ve yavaş oluşüyla delil geti
1 Şârih'in bir ihtim al olarak gündem e getirdiği bu durum , ilkçağ Yunan filozoflarından
Herakleitos'un evrenin başı sonu olmayan bir değişmeden ibaret olduğu yönündeki
görüşünü anım satm aktadır. Ona göre kalıcı ve sabit gibi görünen her şey haddi zatın
da sürekli bir yenilenm e içindedir. Bu n3zariyeye göre aynı ırm akta iki kez yıkanam a-
yız. Bkz., Prof. M ac it Gökberk, Felsefe Tarihi, s. 26. Yoğun olarak filozofların eserlerini
m ütalaa etm esiyle tanınan bir M u tezile İmamı olarak Nazzam 'ın, cisimlerin arazlardan
teşekkül ettiği yönündeki görüşü de Şarih'in gündem e getirdiği ihtim ale imkân ver
m ektedir. Bkz. Şehristânî, el-M ile l ve'n-Nİhal, c. 1, s. 70.
150 Şerhu'I-Akâid
rilmesi pek tu ta rlı değildir. Zira ortada biri, hareket, diğeri sürat veya yavaş
lık diyebileceğim iz ayrı ayrı iki şey yoktur. Bilakis burada belli hususiyetleri
olan h arek et vardır; bu hareket'b azı h areketlere kıyasla seri olurken, diğer
bazılarına kıyasla yavaş olm aktadır. Şu halde sürat ve yavaşlık hareketin iki
ayrı n e v i / tü rü değildir. Çünkü hakikî neviler izafetler sebebiyle değişm ez1.
îzâhât
M ü e llif Ö m e r N esefî sübûtî sıfatların büyük bir kısmını ta 'd â d e ttikten
sonra burada selbî sıfatlara geçer. Selbî sıfatlar Cenab-ı Allah'ın zatından
nefyettiğim iz, onun şanına yaraşm ayan noksanlıklar anlam ına gelir ki, bun
lara ayrıca te n zîh â t veya sıfatü'l-celâl de denir. Selbî sıfatlar, Allah'ın, tek,
m ücerred, herhangi b iry ö n ve m ekânda bulunmayışı ğibi, noksanlıkları nef-
yeden ve bir şey ispat etm eyen sıfatlardır. Bunların aksi Cenab-ı Allah'ın
zatına zâid bir kısım m anaların’ sübûtuna yol açan sıfatlardır ki, bunlar
süb û tî/vü cû d î sıfatlar veya sıfâtü'l-ikrâm diye anılır.
Cenab-ı Allah'ın araz, cevher, cisim, m ahdüd, m ürekkep gibi şeyler ol
m aması hep selbî sıfatlar m eyanında zikredilir.
Şârih Taftâzân î Cenab-ı Allah'ın araz olmadığı konusunda iki delile yer
verir. Birinci delil, arazların, kendilerini var kılacak bir m ahalle m uhtaç o lm a
larına m ü b ten ld ir. A razlar böyle bir m ahalle m uhtaç olm akla m üm kin varlık
lar olduğu sabit o lur ki yaratıcının vâcibü'l-vücûd olduğu daha önce ispat
edilm işti. Şu halde Cenab-ı Allah araz değildir.
■ Şârih'in İkinci sırada yer verdiği delil bazı kelamcılar tarafından kullanılan
delildir ki, Şârih önce bu. delili takrir eder, daha sonra da tenkit eder.
Delilin takririne göre, arazların bekası imkânsızdır. Cenab-ı Allah ise bakidir.
Şu halde Cenab-ı Allah araz değildir.
1 Nevi külli-i zatîdir. M ah iye te dâhil bir m efhum dur. İzafet m ahiyete dâhil olmadığından
yeni bir nevi oluşumuna yol açmaz. Bu bakımdan seri h areket ve yavaş hareket diye
m utlak h areketten bağımsız birer m ahiyet düşünülemez. Böyle olunca da serilik ya da
yavaşlığın, m utlak hareketten ayrı birer arazmış gibi arazın arazla kıyamına delil olarak
kullanılması sözkonusu olam az.
i>. Konu: Cenab-ı Allah'ın Sıfatları/Cenab-ı Allah Araz Değildir 151
tah ayyüzü nü n ,kaim olduğu şeyin tahayyüzüne bağlı olması anlam ına gelir.
Arazların- kendilerine ait bir tahayyüzleri olm adığından bir başka şe-
y in /bekan ın onlara bağlı olarak tahayyüz etm esi de mevzubahis olam az.
Şârih'in tem as ettiği iki kabulden biri bekanın müstakil bir m ana oluşu,
diğeri de bir sevfe kaim olm anın o sevin tahavvüzüne başlı olarak tahavvüz
etm e k oluşudur.
Şârih birinci kabulü bekanın İzafî bir m efhum olduğunu ve var olmanın
İkinci zam ana nispetle aldığı m ücerret bir isim olduğunu ifade ederek eleşti
rir. Bekanın, b elli şekliyle var olm aktan öte haricî bir varlığı olmadığından
onun herhangi bir şeyle kıyam ından söz edilem ez.
Şârih'in ikinci kabule getirdiği eleştiri, filozofların başka şeyle kaim ol
maya getirdikleri açılıma dayanm aktadır. Filozoflar m esela arazların bir baş
ka şeyle kaim olm alarını, sıfatın m evsufuna aidiyeti tü rün d en kaim olduğu
şeye ait olması şeklinde açıklarlar. Bu yaklaşıma göre bir şeyle kaim olmak,
tahayyüzün o şeyin tahayyüzüne tabi olması anlam ına gelm ediğinden; araz
ların kendilerine ait tahayyüzleri bulunm am ası hasebiyle bekanın arazlarla
tahayyüz edem eyeceği yönünde.ki tespitin bir anlam ı kalmaz.
؛؛؛ ؛؛؛؛}؛
152 Şerhu'I-Akâid
Metil ül-Akâid
Cenab-ı Allah cisim ve cevher de değildir.
Şerhu’I-Akâid
Cenab-ı Allah cisim zira cisim bileşiktir ve hayyiz /m e k â n İşga! e tm e k
ted ir. Bunlar ise hudûs b elirtileridir, ve cevher değildir. Bize göre Allah'ın
cevher olam am ası şu sebeplere dayanır: Cevher cüz'ün lâ yetecezzânın adı
dır. Cüz'ün lâ yetecezzâ da mekân işgal e tm e k te d ir ve cismin bîr parçasıdır.
Cenab-ı Allah böyle bir şey olm aktan m ünezzehtir. Felsefecilere gelince,
bunlar, her ne kadar cevherin m ü cerret ya da m ütehayyiz olsun, her hangi
bir m evzuda bulunm ayan m evcut olduğunu söylüyorlarsa da sonuçta cev
herin m ü m k in attan bir kısım olduğunu kabul e tm e kte d irle r. Felsefeciler
cevher kavram ıyla, var olduğunda her hangi bir m evzuda bulunm ayan
m üm kin bir m ahiyeti kast e d e rle r1. Eğer cevher ve cisim kavram larıyla
"kendi başına kaim olan" ve "herhangi bir m evzuda bulunm ayan varlık" gibi
m anaiar kast edilirse bu durum da bu isimlerin Allah'a kullanılm ayışları, ayet
ve hadislerde bu kullanım a tem e l teşkil edecek bir nas bulunm am asındandır.
Üstelik bu İsim ler kullanıldığında İlk olarak m ü rekkep/bileşik ve
m ü teh a yy iz/m e kâ n işgal eden gibi m anaları çağrıştırm aktadır.
1 Dikkat edilirse burada filozoflar, "var olduğunda..." ifadesiyle cevherin m ahiyetiyle var
olmasını birbirinden ayırmışlardır. Oysa filozoflara göre Ceriab-ı Allah'ın varlığı zatının
aynıdır. Bu da gösteriyor kİ, filozofların getirdiği cevher tanım ı m üm kinâtla sınırlıdır ve
vâcibü'l-vücudla örtüşm ez.
2 Mücessim eden sayılan Kerramiye'Cenab-ı Allah'ın diğer cisimler gibi olm ayan bir cisim
olduğunu savunuyorsa da aşırı tecsim taraftarları Cenab-ı Allah'ın bir insan gibi oldu
ğunu söylemekle, ona, tenzih edilmesi gereken yönüyle cisim ıtlakm da bulunm uşlar
dır. Ayrıca Şârih, Hıristiyanların ve Mücessimenin bu görüşünü hatırlatarak onlara
b en zem em ek için Cenab-ı Allah'a cisim ve cevher ıtlakmda bulunm anın caiz olmadığı
görüşünü teyid etm iştir.
.؟. Konu: Cenab-ı Allah'ın Sıfatiarı/Cenab -1 Allah ؛ ؟£ ؛٨٦ ٧ ، ؛Cevher Değiidir 153
Cevap: Bunların■ A llah'a isim olarak kullanılması icma ile sabittir. İcma
da bilindiği gibi şer'i delillerdendir. Nitekim Allah, vacibü'l-vücûd ve kadim
gibi lafızların m ü te ra d if lafızlar olduğu da söylenm iştir. M ev cu t kelimesi
vacibü'l-vücûd kelimesinin lazım ıdır1. Şeriatta, her hangi bir dilde Allah'a bir
isim kullanıldığında bu ismin gerek aynı dilde gerekse başka dillerde m ü te
radiflerinin ve lazım larının Allah'a kullanılması caizdir, denm iştir. Fakat bu
görüş [iki açıdan] tartış m alıd ır2.
* ؛؟؛؛؛؛
1 Çünkü vacib, varlığı zorunlu olan dem ektir. Varlığı zorunlu olan şeyin var olduğu
iltizâm en sabittir.
ءBirincisi, bu ■isimler arasında terad ü f söz konusu değildir. Zira Allah lafzı ya gerçek
m a'bûd ya da h ayret ediien şey anlam ına gelir. Vacib, varlığı zorunlu olan şey dem ek-
tir. Kadim de varlığının evveli olm ayandır. Görüldüğü gibi bu kelim elerin her biri aynı
zata ıtlak olunsa da farklı m analara gelm ektedir. İkincisi, şeriatta Ailah için varid olan
bir İsmin rnüteradif ve lazımlarının Allah'a ıtlakı caiz görülem ez. Çünkü m ü terad if veya
lazım lafzın olumsuz çağrışımları söz konusu olabilir. M esela Cenab '1 Allah'a âlim den-
dı'ği halde £kiı' denm ez. Bu iki kelim e manaca birbirlerine yakın olm akla beraber Al-
lah'a ıt^ k konusunda aynı hüküm de değillerdir. Bunun gibi n a s la rd a Cenah-I Allah'ın
her şeyi yarattığı bildirildiği halde onu m ünferiden hınzırın yaratıcısı olarak anmak
doğru değildir. Oysa hınzırın yaratıcısı lafzı, her şeyin yaratıcısı lafzının lazımıdır. (Bkz.,
en-Nibras, s. 112.)
Bu konuda m uhakkikler Ebu'l-Hasan e ؛-£ş'arî'.nin görüşünü tercih etm işlerdir. Bu gö-
rüşe göre şeriatta Allah için v ^ id olm ayan lafızları ona kullanm ak caiz değildir.
154 Şerhıı'l-Akâid
Metnü’l-Akâid
Cenab-ı Allah; sureti (musavver) ve sının bulunan (mahdûd), sayılabi
len (ma'dûd), bölüm ve parçalardan oluşan (mütecezzî, mütebaıız), bileşik
(müterekkip) ve sonu bulunan (mütenahî) bir şey de değildir. Cenab-ı Al
lah mahiyet ve keyfiyetle vasıflanamaz. Cenab-ı Allah herhangi bir mekâ
na yerleşmiş de değildir. Cenab-ı Allah'ın üzerinden zaman geçemez.
Şerhu’I-Akâid
Cenab-ı Allah; sureti (musavver) mesela insan veya at sureti gibi şekli
bulunan bir şey değildir. Zira şekil ve suret cisimlerin özelliklerindendir. Ni
tekim cisim ler haiz oldukları kem m iyet, keyfiyet ve kendilerini ihata eden
hudut ve n ih ayetler açısından farklı şekiller alırlar, ve sınırı bulunan
(mahdûd), sayılabilen (ma'düd) sayı ve kesret sahibi bir şey de değildir,
yani Cenab-ı Allah, ne m iktarlar gibi kem m iyât-ı m uttasıla ne de sayılar gibi
kem m iyâtH m unfasılaya1 mahal olamaz. Bu konu açıktır, kısım ve parçalar
dan oluşan (mütecezzî, mütebaıız), parçalardan mürekkep (bileşik), çünkü
bütün bu sayılan şeylerde vacibü'l-vücûd olm aya zıt düşen m uhtaçlık vasfı
bu lu n m aktad ır. Parçaları bulunan bir şey parçalardan oluşması itibarıyla
m ürekkep, parçalara bölünmesi itibarıyla da m ütebaıız ve m ütecezzî ismini
alır, sonu bulunan (mütenahî) sonu bulunm ak m iktar ve sayıların özelliğidir.
Bîr şey de değildir. Cenab-ı Allah mahiyet/maiyet m aiyet diğer şeylere
m ütecanis o lm aktır. Çünkü " y ، U" (O nedir?) sorusu "O hangi cinstendir?"
anlam ına gelir. M ücâneset, diğer m ücanıslerden m ahiyete dâhil (m ukavvîm )
1 K em m iyet, bizatihi bölünm eyi kabul eden araz diye ta rif edilir. Cisimler sahip oldukla
rı m ik ta r/k e m m iy e t sayesinde bölünebilirler. Kem m iyet m uttasıl ve munfasıl olm ak
üzere iki kısma ayrılır. M uttasıl kem m iyet, bölündüğünde kısımları arasında hadd-i
m üşterek bulunan kem m iyetler; munfasıl kem m iyet İse bölündüğünde kısımları ara
sında hadd-i m üşterek bulunm ayan kem m iyetierdir. Hat, satıh ve cism-i talim îden
oluşan m iktarlar ile zaman kem m iyât-ı m u tta s ıld a n d ır. Mesela zam anın kısımları olan
mazi, hal ve istikbal düşünüldüğünde, hal diğer İki kısmın ortak olduğu bir hadd-i müş
terektir. Zira hal mazinin sonu, istikbalin başlangıcıdır ki her ikisi de halde pay sahibi
dir. A d etler ise kem m iyât-ı m unfasıladandır. Zira sayılar arasında bu şekilde bir hadd-i
m üşterekten söz edilem ez. Mesela on sayısını ikiye böldüğüm üzde ortaya iki tan e beş
çıkar. Beşlerden birinin son cüzünde diğer beşin herhangi bir payı yoktur. Aksi takdir
de ortaya çıkan bölüm ler iki beş olmaz, altı ile dört olur. Bu durum da sayıların her
birinin m uayyen bir değere sahip olmasından kaynaklanır.
Konu: Cenab-ı Allah'ın Sıfatlan/Cenab-ı Allah'ın Mahiyeti Bilinemez 155
fasıllarla / ayrım larla tem ayüz e tm e y ؟g erektirir ki, bu durum da mütecanis
olan bir şey aynı zam anda [cins ve fasıldan] m ürekkep o lu r1, ve renk, tat,
koku, sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık gibi cisimlerin özelliklerinden ve
karışım (mizaç) ve bileşimin (te rkip )2 gereği olan keyfiyetlerle vasıflanamaz.
Cenab-ı Allah herhangi bir mekâna yerleşmiş de değildir. Çünkü bir m ekâ
na yerleşm ek, bir cismin boyutlarının, m evhum ya da gerçek olan ve "m e
kân" diye İsim lendirilen diğer bir boyuta nüfuz etm esidir. Boyut, ya cisimle
ya da -bo şlu ğ u n varlığını kabul edenlere göre- kendi kendine kaim olan
uzam dan (imt.idad) ib a rettir. Allah ise uzam dan ve m iktardan m ünezzehtir.
Çünkü b u nlar bir şeyin parçalarının bulunmasını (tecezzî) gerektirir.
1 Mesela insan-, at, m erkep birbirlerinin mücânisidir. Bunlar "canlı" mefhumuna ait birer
nevidir. İnsan, at ve merkep canlılık konusunda birleştikleri gibi, fasılları olan "nâtık",
"sahil" ve "nâhik" ile birbirlerinden ayrılırlar. Her nevi/mücânis zâtiyyâtından olan bir un
surla (cinsle) diğer neviyle birleşirken yine zâtiyyâtından o!an bir başka unsurla (fasılla) on
dan ayrılır. Bu dem ektir ki, her mücânis iki unsurdan oluşur, yani mürekkeptir. Bir mürek-
kibe ya da cüz'e ihtiyacı müstelzim olması hasebiyle Cenab-ı Allah mürekkep olamaz..
2 Terkip aJal'âde iki şeyin birleşmesi dem ektir. M izaç ise iki şeyin birleşip ortak bir kı
vam a gelmesi d em ektir. Su, hava, toprak ve ateşin her biri farklı tab iatlara sahip ol
dukları halde cisim lerde birleşerek ortak bir kıvama gelm eleri İtibarıyla bunların ka
rışmış haline mizaç denir. Nitekim cisimlerdeki farklı koku, renk ve ta t gibi özellikler
bu kıvamın durum una göre oluşur.
3 Zira bu durum da hâşa Cenab-ı Allah'ın bir kısmının hayyize tekabül etm esi, diğer kıs
mının tekab ül etm em esi suretiyle bir parçalanma sözkonusu olacaktı.
156 Şerhu'l-Akâid
Cenab-ı Allah bir m ekânda olm adığından herhangi bir cih ette de değil
dir. Bu cihet ister üst, ister alt olsun değişmez. Çünkü cihet, ya m ekânın
sınırlar ؛ve uçlan anlam ına gelir ya da bir başka şeye nispet edilmesi bakı
m ından m ekânın kendisidir kİ, Allah bütün bunlardan m ünezzehtir.
İzahat
Mekânın tarifi konusunda farklı görüşler vardır. Bu görüşleri üç başlık
altında to p lam ak m üm kündür:
Şârih'in m ekâna tem ekkü n etm ekle ilgili verdiği ta rifte m ekânın bir bo
yu t olduğundan söz edilm ekted ir.-B u boyut ya kelam cıların görüşünde ol
duğu gibj v eh m îd ir veya ■Platon ve Aristo'nun görüşlerinde olduğu gibi haki
kîdir. Şârih daha sonra boyutu ta rif ederken, onun cisimle veya kendi kendi
ne kaim bir im tid a t/u za m olduğunu b elirterek "kendi kendine kaim" ifade
siyle Platon'un görüşüne.işaret etm iştir. Boyutun kendi kendine kaim olması
ancak boşluk/halâ fikrinin kabulüne bağlıdır. Kâinatta boşluk kabul etm eyen
Aristo ve takipçileri söz konusu b o yu tu n/m ekân ın kendinde bir şey o lm adı
ğını; ancak cisimle kaim' bir araz olduğunu düşünmüş ve bir cismin boşluğa
değil bir başka cisimle kaim boyutlara yerleştiğini ileri sürm üşlerdir.
1 en-Nİbrâs, s. 114.
r>. Komi: Cenab-ı Allah'ın Sıfatları/Cenab-ı Allah'ın Mahiyeti Bilinemez 157
Şârih bunun için ayrıca iki istidlale yer verm iştir. Bunlardan birincisine
göre, Cenab-ı Allah hayyize yerleşmiş olsaydı ya hayyiz de Cenab-ı Allah gibi
ezelî olacaktı. Bu m uhaldir. Çünkü Allah'ın dışındaki şeylerin /âlem in hadis
olduğu geride ispatlanm ıştır. Veya hayyiz aslı üzere hadis olacaktı. Bu tak
dirde Cenab-ı A llah'ın hadis olan bir şeyle doğrudan tem ası söz konusu ola
caktı. Bu ise sonuçta ya hadisin ezelde bulunması yönünde bir çelişkiyi ya da
Cenab-ı A llah'ın zatında bir değişikliği intaç edeceğinden m uhaldir. Yani
Cenab-ı Allah ezelden beri söz konusu hayyizde ise birinci şık, sonradan o
hayyize geçmişse ikinci şık gündem e gelecektir. Değişiklik hudûs emaresi
olm akla İkinci şıkkın m uhal oluşu da zahirdir.
Cenab-ı Allah için mekân ve cihet söz konusu olmadığı gibi zam an da
söz konusu değildir.
158 Şerhu'I-Akâid
Şerhu’I-Akâid
M üellifin buraya kadar zikrettiği tenzîhâtın/selb? sıfatların bîr kısmı ge
riye kalanları içeriyordu. Hal böyleyken m üellif, tenzih konusunda Vâcibü'l-
vücûd'un hakkını ödeyebilm ek ve M üşebbihe ve diğer sapık fırkaların görüş
lerini tam olarak red d e tm ek için fazladan bir izahta bulunm ak istemiş ve
gerek m ü te ra d if lafızlar kullanarak tekrara düşm ekten gerekse daha önce
dolaylı o la rak /iltiza m e n anlaşılan şeyleri sarih lafızlarla ifade ederek sözü
uzatm aktan sakınm am ıştır. ’ ■
Buraya kadar zikredilen tenzîhâtın tem e li, bunların, yeri geldikçe İşaret
edildiği gibi İhtiyaç, hudûs ve imkân gibi vacibü'l-vücûd m efhum una aykırı
bir takım m analar taşım asıdır. Yoksa'bunların tem eli,' M eşâyıhın1 ileri sür
düğü gerekçeler değildir.
Cisim olmayışı da lügatte, başka bir şeyden teşekkül eden birşey olm a
sından ileri gelir. N itekim Araplar "bu diğerinden daha cesîm (ecsem)" derler2.
1 el-Ferhârî,, şârih'in, "M eşâyıh" deyim ؛yle M averaü nn eh ir Hanefîleri olan M atü rîd î
kelamcılan kastettiğini söyler. Bkz., en-Nıbrâs, s. 119,
Hakikaten aslen fakih olan M atürîdî kelamcılar genelde selbî sıfatları ispatlarken Şârih'in
belirttiği istidlal yolunu takip etmişlerdir. Fakat; bu durum sadece Matür?dî kelamcılarıyla
sınırlı değildir.•Zira m ütekaddim în dönemi Eş'arî keiamcılan içinden de bu istidlal tarzını
takip edenler olmuştur. Mesela Ebu Mansur el-Bağdâdî'nın Kıtabu usûiiddin'inde ilgili
konularla aîakalı istidlalleri müellifin zikrettiği istidlal tarzıyla önemli ölçüde yakınlık arz
etm ektedir. Bkz., el-Bağd؛؟dî, Kitabü Usûliddin, s. 76, 77, 7 8 ,7 9 .
أGörüldüğü gibi istidlaller araz, cevher ve cismin lügat manaları üzerine yapılmıştır.
Oysa kelamcıların Cenab-ı Allah araz, cevher ve cisim değildir, derken kast ettikleri
birer fizik nesne oian ıstılah? araz, cevher ve cisimdir. Taftâzânî, bu sonuncular hak-
kında konuşulurken m ezkûr kavramların İlmî tarifleri esas alınmadığı ve istidlaller bu
tariflere göre yapılm adığı için mezkûr delilleri zayıf bulur.
3 Burada da kemal sıfatlara sahip olmakla vacibü'l-vücud olmak arasında bir m ü ؛azem et=
160 Şerhu'l-Akâid
Aynı şey Allah'ın m u ttasıf bulunduğu ilim ve kudret gibi sıfatlar için söz
konusu değildir. Zira bunlar, yukarıda zikredilen suret, şekil ve m iktar gibi
sıradan vasıfların aksine kemal ve üstünlük ifade eden sıfatlardır. Dolayısıyla
bir yaratıcı için bu vasıflara m uhdesâtın varlığı delalet e tm e k te d ir3. Bunların
zıtları noksanlıklardır ki, m uhdesât bunlara delalet etm ez.
=kuru!arak istidlalde açık verilmiştir. Zira ilim, hayat, irade gibi kemal sıfatlara sahip
olm ak m utlak anlam da vacibü'l-vücud oirnayi gerektirm ez. Bu sıfatlara sahip birçok
varlık bulunduğu halde vacibü'l-vücud tekdir. Belki kıdem, beka ve vahdaniyet gibi
٢ bazı kemal sıfatlara sahip olm ak vacîbü'lj vücud olmayı gerektirir, denilebilir. Bkz.,
Hayâlî, M ecm uatü'l-H avâşi'l-B ehiyye, s. 1Ö0. İstidlalin zahirinden doğrudan bu anla-■,
şılmasa da meseleyi böyle anlam ak suretiyle m ülazem et katileştirilebilir.
1 Çünkü bir şeyde toplanm ası m üm kün olmayan zıt suret ve şekiller vardır. Bir cismin
hem üçgen hem de daire şeklinde olması gibi.
2 Hat, satıh ve■ cism-i talim i gibi m iktarlar; üçgen, dörtgen ve daire gibi şekiller; renkler,
tatlar, kokular ve kuruluk, yaşlık, sertlik ve yumuşaklık gibi keyfiyetler vâcibü'l-
vücûdun kendileriyle ittisafı konusunda birbirine eşittir. Bunlardan bir kısmı diğer bir
kısmından daha racih değildir. Mesela vacibü'l-vücûd, farz-ı m uhal, bir renkle ittisaf
edecek olsaydı, siyahla beyaz arasında, yeşille sar! arasında ona liyakat konusunda
herhangi bir fark olm azdı. Bu durum da vâcibü'l-vücûdun bunlardan biriyle ittisafı,
herhangi zatî.ve'aklî bir sebebe m übtenî olm am akla tercih bilâ müreccih olm ak duru
m undadır. Zira bu vasıflardan hiçbiri doğrudan bir kemal veya noksanlık ifadesi değil
dir. Ayrıca ilim ve kudret sıfatlarında olduğu gibi, kâinatın yaratılması bunlardan biri
nin vacibü'l-vücûdda bulunduğuna delalet de etm ez. Yani kainat, yaratıcısının ilim ve
kudret sahibi olması gerektiğini bize gösterdiği halde, haşa onun beyaz mı yoksa sarı
mı olmasj gerektiğini gösterm ez.
3 Yani m uhdesâtta bulunan yer yer kemal timsali varlıklar, kendilerini ihdas eden
vâcibü'l-vücûdun ilim ve kudret gibi kemal sıfatlarla m uttasıf olduğunu istilzam eder.
ö. Komi: Cenab-ı Allah'ın Sıfatları/Cenab -1 Allah'ın Mahiyeti Bilinemez 161
. Vakıa bunların hepsi kuru birer vehim dir. Gayb âlem ine müşahede
âlem inin hüküm lerini tatb iktir. Hâlbuki ؛؛a t'î naslar A llah'ın bu gibi vasıflar-
dan m ünezzeh olduğunu açıkça bildirm ektedir. Şu halde en ihtiyatlı yolu
s ^ e r e k , zahiri itibarıyla teşbih ifade eden ayet ve hariislerin bilgisini selef
âlim lerinin yaptığı gibi A llah'a h avale/tefvîz etm eli veya cahillerin ölçüsüz
sözlerini d e fe tm e k ve kıt akıllı [ ؛im seler ؛doğru yola koym ak için m ü teah hir
âlim lerinin yaptığı gibi bu gibi nasları sahih tevillerle tevil etm elid ir.
İz a h a t
Bu naslar her ne kadar akla İlk gelen anlamları itibarıyla mezkûr düşün
celeri çağrıştırsa da, bunlar, diğer aklî ve naklî katî delillerle birlikte değer
lendirilm elidir. Nitekim şu ayet-i kerime bu konuya ışık tutm aktadır:
Muhkem ayetler, manası açık ve zahiri itibarıyla diğer ayetler ve aklî de
lillerle bütünlük arz eden ayetlerdir. Ayet-i kerim ede de belirtildiği gibi bunlar
kitabın esasıdır; itikat ve ahkâm konusunda belirleyici olan bu ayetlerdir.
M üteşâbih ayetlerin bunların ışığında anlaşılması gerekir. Bu konuda "Hiç
kimse ona denk değildir" (ihlas, 4), "Onun benzeri hiçbir şey yoktur" (Şûrâ, 11)
gibi m uhkem ayetler Cenab-ı Allah'a hiçbir şeyin benzemeyeceğini bildirm ek-
ie, Allah'ın, sonuçta kendisini cisimlerle aynı kategoriye koyacak bütün hal ve
vasıflardan münezzeh olduğunu ortaya koymuştur.
İleriki dönem lerde Süfyan bin Uyeyne'nin İmam M alik'le ilgili naklettiği
şu hadise selefin tavrı açısından açıklayıcı m ahiyettedir. İmam Malik'e biri
gelip "Rahman arşa istiva e tti" (Tâhâ, 5) ayetinde geçen istivanın keyfiyetini
sormuş. Soruya hiddetlenen İmam Malik bu kimseye, "istiva maium; fakat
keyfiyeti m akul/anlaşılabilir değildir. Bu tü r sorular bidat, buna[ayette ge-
çenejiman etm ek vaciptir. Ben kesinlikle senin sapkın biri olduğunu düşü
nüyorum " diyerek cevap vermiş ve o kimsenin, yanından uzaklaştırılmasını
istem iştir.2
1 el-M u vatta, cihad, 10. Ayrıca bkz., Ebubekir Sifil, Hazreti Ö m er ve N ebevî Sünnet, s. 49.
2 Kâdî l'yâz, Tertib ü'i-M ed ârik, c. 1, s. 87.
164 Şerhu’l-Akâid
Cenab-i Allah'a hiçbir şey benzemez. Hiçbir şey ona denk/m üm as؟l
olamaz. Eğer mümasefetten anlaşılan mahiyette bir olmak i$e ال طmanada
hiçbir ş.eyin Allah'a mümasil olamayacağı gayet açıktır. Eğer mümaseletten,
bir şeyin diğer bir şeyin yerine geçebilmesi; yani birinin elverişli olduğu şeye
diğerinin de ! ؟verişi ؛olması kast ediliyorsa bu hiçbir şey için söz konusu
değildir..Zira varlıklardan hiçbiri bu açıdan Cenab-I Allah'ın hiçbir vasfında
onun yerine geçemez, Allah'ın ilim,ve kudret gibi sıfatları mahlûkatta bulu-
nan bu gib.i, stfatla.rın kat kat üstünde olduğu cihetiyle aralarınca bir müna-
sebet ya da,bir mukayeseden söz etmek mümkün değiidir.
'es-Sabûnî ei-Bidaye adlı eserinde şöyle der: "Bizim ilm im iz var olmak,
araz olmak, ilim olmak, hadis ve S izü 'l-vü cu t olmak ve devamlı yenilenmek
gibi özelliklere sahiptir. Biz Allah'a da ilim sıfatı ispat ettiğim izde bu sıfat var
olmak, sıfat olmak, kadim olmak, vacib^l-vücûd olmak ve ezeiden ebede
daimî ve değişmez olmak gibi özelliklere sahip olacaktır. Bu durum da mah-
lükatın ilm i herhangi bir yönden Allah'ın ilmine mümasil olam az"1
1 Bkz،, ei-Bidaye, s. 30
2 Ebu'l-M uîn M ey m û n bin M u a m m e r i en-Nesefî, hicrî 4 1 8-5 08 yılları arasında Buha-
ra'da yaşamıştır. Aslen Sem erkantlıdır. 1 ال كالve Kelam ilim ierinde tem ayüz e^m؛şt؛r.
Kelam ilm ine dair Tebsıratü'l-edflle isimli eser ؛b ^ ü n elimizde ال ط1 ^ و سمen geniş
M atü rid ilik kaynağıdır. Ayrıca Bahru'l-kelam , ei-Âlim ve'l-m üteallim , îzahu'l-m ehacce
؛ikevni'l-a^li hucce, ^ rh u 'l-C a m İi'l-k e b îr, M enâhicü'l-edîlle gibi diğer eserleri de ال ط-
lunm aktadır. Bkz.» Ziriklî, el-A 'iâm , c. ?٠ s. 341.
5■ Konu: Cenab-ı Allah'ın Sıfatlan/Cenab -1 Allah Hiçbir Şeye Benzemez 165
Şurası açık ki, £bu'l-M uîn en-Nesefî'nin sözü ile Eş'arî'nin maksadı ara-
sında zıtlık soz konusu değildir. Çünkü Eş'arî de mümâseletin gerçekleşmesi
için, iki şey arasında müm§selet aranan konunun -m esela "keyl"gibi- bütün
yönleri itibarıyla denk olmasını şart koşmuştur. Şu halde el-Bidâye m üellifi-
nin sözünü de buna yormak gerekir. Aksi takdirde iki şeyin bütün vasıflarda
ortak olmadı ve birbirlerine her cihetten denk olması, sözkonusu iki şeyin
tek şey olmasını gerektirir ki, bu durumda m ü ı^ s e le tte n söz etmek müm-
kün^olmaz.
Tebsıratü'l-Edille, c. 1, s. 149.
166 Şerhu'I-Akâid
Metnü’l-Âkâid
Cenab-ı Allah'ın ilminden ve kudretinden hiçbir şey hariç değildir.
Şerhu’I-Akâid
Cenab-ı Allah'ın ilminden ve kudretinden hiçbir şey hariç değildir. Çün
kü bazı şeyleri bilmemek veya bazı şeylere güç yetirememek noksanlık ve
muhassısa muhtaç olmak1 demektir. Oysa kat'i nasiar Allah'ın gerek ilminin
gerekse kudretinin umumî olduğunu bildirm ektedir. Cenab-ı Allah her şeyi
bilir, o her şeye kadirdir. Durum felsefecilerin ifade ettiği gibi değildir. Felse
fecilere göre Allah cüz'iyâtı bilmez ve bir şeyden fazlasına güç yetiremez2.
Dehriye3 de Allah'ın kendi zatını bilemeyeceğini savunmaktadır. M utezile'nin
öncülerinden Nazzârri da4 Allah'ın, cehaleti ve çirkin şeyleri yaratmaya kadir
olmadığını ileri sürmüştür. Yine Mutezile'den el-Belhî5, Allah'ın, kulun güç
yetirdiği şeyin misline/dengine güç yetiremeyeceğini ve Mutezile'nin geneli
de, kulun güç yetirdiği şeyin aynısına güç.yetiremeyeceğini savunmuştur.
1 Bazı şeyleri bilip diğer bazı şeyleri bilmemek, bilinen bu şeylerin, bilinme konusunda
bilinmeyen diğer şeylere göre daha râcih olmaması hasebiyle bir muhassıs/muayyin ta
rafından tahsis edilmesi gerekir. Aksi takdirde ruchan bilâ müreccih olur ki bu batıldır.
2 Filozoflar, Cenab-ı Allah'ın akıl ve nefis gibi soyut cüz'iyyâtı bilebileceğini; am a felek
ler, galaksiler gibi m uşahhas/m addî cüz'iyyâtı bilem eyeceğini savunmuştur. Filozofla
rın bu görüşü bilgi anlayışlarıyla alakalıdır. Ve bu anlayışa göre Allah'ın bu gibi şeyleri
. bilmesi O 'nun varlık düzeyiyle bağdaşmaz. Yine filozoflar va h id /v ah d et terim in e getir
dikleri tan ım a göre Cenab-ı Allah'ın birden fazla şeyi yaratam ayacağına kail olm uşlar
dır. O nlara.göre Allah'ın yarattığı tek şey akl-ı evveldir. Bkz., en-Nibrâs, s. 124.
3 Dehriyye, ateizm . Yaratıcının varlığını inkâr edip her şeyi d eh re/zam an a isnad eden
fırka. Bazıları Dehriye'nin yaratıcının varlığını inkâr etm ediğini, fakat dehri Allah'a or
tak koştuğunu ileri sürm üştür.
4 Ebu İshak İbrahim bin Seyyar en-Nazzâm , hicri 231 yılında vefat etm iştir. M u tezile
İm am lan nd an dır. Felsefe ilim lerinde derinleşmiş, İlahiyat ve Tabiat bilim lerinde yazı
lan kitapların çoğunu m ütalaa etm iştir. M u tezile içinde kendine has görüş ve teo rile
riyle "Nezzam iyye" taifesinin öncüsü olm uştur. Felsefe ve İtizal üzerine birçok kitap
yazdığı bildirilm ektedir. Bkz., Zirikli, el-A'löm , c. 1, s. 43.
5 Ebu'î-Kasım Abdullah bin Ahmed el-Belhî el-Ka'bî, hicri 273 yılında Belh'te dünyaya gelmiş
tir. Horasan ve Bağdat'ta da yaşamış, en son Belh'te hicri 319 yılında vefat etmiştir. M u te
zile imam lanndandır. Kendine has görüşleriyle Ka'biyye diye bilinen ayrı bir taifesinin reisi
olmuştur. Tefsir alanında telifi olduğu bilinmektedir. Ayrıca Te'yidü mekaieti Ebi'l-Hüzeyl
diye bir de Kelam eseri bulunmaktadır. Bkz., Zirikli, el-A'föm, c. 4, s. 64.
.>. Kunıı: C enab -ı A lla h 'ın S ıfatları/Sub ûti Sıfatlar 167
Cenab-ı Allah'ın bir kısım sıfatları vardır. Nitekim geride de Cenab-ı Al
lah'ın âlim, diri ve kadir olduğu sabit olmuştu. Bilindiği gibi bütün bu sıfatlar
vacibü'l-vücûd m efhumu üzerine zait manaların varlığını gösterir. Bunların
hepsi m üteradif lafızlar da değildir. Ayrıca müştak bir kelimenin bir şey için
kullanılması söz konusu kelimenin mastarmm/me'hazu'l-iştikakının de sübu-
tunu gerektirir. Dolayısıyla Cenab-ı Allah için ilim, kudret ve hayat gibi sıfat
lar da sabit olur. Yoksa Mutezile'nin ileri sürdüğü gibi, Allah âlimdir; ama
onun ilim sıfatı yoktur, kadirdir; ama onun kudret sıfatı yoktur, diyemeyiz.
Zira bunun imkânsızlığı apaçık ortadadır. Bu tıpkı "filan şey siyahtır; ama
siyahlığı yo ktu r" demek gibi anlamsızdır. Üstelik naslarda Allah'ın ilim ve
kudret gibi sıfatlara sahip olduğu açıkça belirtilm iştir. Bunun gibi Allah'ın o
mükemmel fiilie ri onun sadece Âlim ve Kadir diye İsimiendirifmesine değil,
bunun yanında ilim ve kudret gibi sıfatlarının varlığına da delalet eder.
Asıl Mutezile ile aramızda tartışma konusu olan şey; biz insanlardan âlim
olan kimsenin, kendisiyle kaim, zatı üzerine zait, hadis bir araz olarak ilim
sıfatı olduğu gibi, âlemin yaratıcısının da ezelî, kendisiyle kaim ve zatı üzerine
zait bir sıfat olarak ilm inin bulunup bulunmadığı meselesidir. Bu durum bütün
sıfatlar İçin geçerlidir. İşte Mutezile ve felsefeciler bu anlamda sıfatları inkâr
edip Allah'ın sıfatlarının zatının aynısı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Şöyle kİ
Allah'ın-zatı malûmata taalluk etmesi itibarıyla âlimdir, makdûrata taalluk
etmesi itibarıyla kadirdir. Dolayısıyla ne Allah'ın zatında bir artma/tekessür,
ne de vacibü'l-vücûd ve kadim olan varlıkta bir taaddüt söz konusudur.
168 Şerhu'l-Akâid
*؛؛)؛$؛
1 Felsefeciler ve M u tezilîler Allah'ın sıfatlarının zatının aynı olduğunu söylem ekle dolaylı
olarak vacibü'l-vücûd'un da kendi kendine kaim olamayacağını söylemiş oluyorlar.
Zira sıfatlar kendi kendine kaim olamaz, ancak mevsufuyla kaim olur. Sıfatlar zatın
aynı olunca zat da kendi kendine kaim olamamış olur.
ö. Konu: Cenab-ı Allah'ın Sıfatları/Sıfatların Ezeli Oluşu 69 ا
ŞerhırJ-Akâ؛d
Cenab-ı Allah'ın ال طsıfatları ezelîdir Kerrâmiye mezhebi savunucuları-
nın ileri sürdüğü gibi hâdis değildir. Çünkü■ hadisin Allah'ın zatıyla kaim ol-
ması imkânsızdır, ve Allah'jn zatıyla kâimdir. Çünkü bir şeyin sıfatı ٠ şeyle
kaim olan [mana] anlamına gelir, öurum M utezilenin dediği gibi de değildir.
Mutezileye göre Allah başkasıyla kâim bir kelamla konuşucudur. Şunu da
ifade etm eli ki, M utezile'nin bundan maksadı kelamın Allah'ın bir sıfatı ola-
mayacağını ifade etm ektir. Yoksa onlar keiam sıfatını başkasıyla kâim bir
sıfat olarak Allah'a isnat etm ek niyetinde değiilerdir.
M utezile; Ehl-i sünnet keiamcılarının kast ettiği manada Allah'a bir kı-
sim sıfatları isnat etm enin, Ailah'ın zatından ayrı kadim varlıkiar sonucunu
doğuracağı ve [Allah'tan ayrı şeylerin de kadim olacağı cihetle bu görüşün,]
kadimlerin ve ^atta lizatihi v a ^ ü 'l- v ü ^ d la r ın taaddüdünü gerektireceğini
ileri sürmüş -N ite k im geride bu hususa temas edilmiş, m ütekaddim in ke-
!aracılarının görüşlerinde işareten, bazı m üteahhirin kelamcılarının sözlerin-
de ise saraheten va^bü'l-vücudun Ailah ve sıfatları olacağına dair görüşlere
yer verilm işti- ve {aaddüdün tevh it esasıyla çeliştiğin ؛arz ile Hıristiyanların
üç kadim ispat etm eleri sebebiyle tekfir edilirken sekiz ya da daha fazla ka-
dimin varlığını sav^nanla?ın halinin daha kötü olacağını iddia etmiş oldukla-
rından M ü e llif M u tezilece cevap vermek ı'stemiş ve şöyle E m iş tir: Bu sıfat-
lar Cenab-ı Allah'ın ne aynısı ne de gayrisidir. Yani Allah'ın sıfatları O'nun
zatının ne aynısıdır, ne de gayrisidir, □olayısıyla ne Allah'tan ayrı şeylerin
kadim olması ve ne de kadimlerin taaddüdü söz konusudur. Hıristiyanlar
her ne kadar Allah'ın a tın d a n ayrı/m uğâyir bir >؛١^ ١٨٦ k i m l e r i n varlığından
açıkça söz etm iyorlarsa da di^er görüşlerinden bu sonuç çıkmaktadır. Çünkü
Hıristiyanlar vücûd, ilim ve^.hayat olmak üzere üç aslın/uknûmun varlığını
kabul etmiş ve bunları Baba, Oğul ve R u 'l-K u d ü s .d iy e isim lendirm işlerdir.
Ayrıca ilim uknûm unun Hz. Isa'nın bedenine intikal ettiğini savunarak kadim
sıfatın zattan ayrılıp başka bir şeye intikalini mümkün görm üşlerdir ki, bu
Allah'ın zatından ayrı kadimler anlamına gelmektedir.
170 Şerhu'l-Akâid
1 Birbirine nakız olan İki m efhum un İkisi bir anda nefyedilem ediği için birini nefyettiği
nizde ister istem ez diğerini ispat etm iş olursunuz. Bu durum diğer şık için de geçerlî-
dîr. Onu da nefyettiğinizde bu defa baştan nefyettiğiniz şıkkı ispat etm iş olursunuz ki
sonuçta h er iki şıkkı da ispat etm iş olursunuz. Bunun içindir ki, "ref-i nakîzayn cem-i
nakîzayndır" derler. Bkz., en-Nİbrâs, s. 131.
)؛. Konu: Cenab-ı Allah'ın Sıfatlan/Sıfatların Ezeli Oluşıı 71
[gayriyyette anlatıldığı suretle] iki nakîzı cem etm ek dem ektir.1 Zira bir şey
den anlaşılan şey eğer diğer şeyden anlaşılan şey değilse onun gayrıdır. Aksi
takdirde onun aynıdır. Bu İkisinin arasında üçüncü bir şık bulunmaz2.
Cevap: Ehl-i sünnet kelamcıları gayriyeti, iki şeyin, birisi olmadan diğe
rinin varlığının tasavvur edilebilmesi, yani ikisinin birbirinden ayrılabilmesi
olarak ta rif etm işlerdir. Kelamcılar ayniyeti de, iki şeyin, arada hiçbir fark
olmaksızın aynı mefhuma sahip olması diye ta rif etm işlerdir. Bu tariflere
bakılırsa ayniyetle gayriyet bir birlerinin nakîzı olamazlar. Bilakis aralarında
üçüncü bir şık bulunm aktadır. Şöyle ki, bir şeyin diğer bir şeyle mefhumu
farklı oldüğu halde birbirlerinden ayrılmaları mümkün olm ayabilir. Nitekim
parçayla bütün, sıfatla zat ve bazı sıfatlarla diğer bazı sıfatlar arasında bu tü r
bir İlişki vardır. Çünkü Allah'ın zatı da sıfatları da ezelîdir. Ezelî olan bir şeyin
yokluğu mümkün değildir. [Şu haide Allah'ın sıfatlarının bir an dahi olsa
bulunmayıp, Allah'ın, sıfatlarından ayrı kalması mümkün değildir.] "On"
rakamının bir parçası olarak ele aldığımızda, "b ir"in varlığını "on" olmaksızın
düşünemeyiz. Bunun gibi "b ir" olmaksızın "on"un da var olması mümkün
değildir. Çünkü "b ir", "on"un bir parçasıdır. Şu halde "on"un yok olma
sı "b ir"İn yok olması, "on"un var o lm a sr"bİr"İn var olması anlamına gelir.
Hâdîs sıfatlar böyle değildir. Zira zatın varlığını bu muayyen sıfatlar olmaksı
zın düşünmemiz müm kündür. Şu halde hadis sıfatlar zatın gayrisidir.
1 "Çünkü" île başlayıp buraya kadar devam eden kısım bazı Şerhu'l-Akâîd nüshalarında
b ulunm am aktadır.
2 Şârİh burada gayriyet ve ayniyet m efhum larının birbirinin nakîzi olduğunu İspatlamak
istem ektedir.
72 Şerhu'l-Akâid
1 Cüz'î bir arazı, hulûl ettiği cüz'î mahal olmadan tasavvur etmek imkânsızdır. Halbuki
bu ikisinin birbirinin gayri olduğu hususu ittifakla sabittir. Şu halde gayreyni, biri ol
madan diğeri tasavvur edilebilen iki şey diye tanımlamak doğru değildir. Zira böyle bir
tanım, arazla mahalli örneğinde olduğu gibi baz ؛gayrleri içermemekle cami olama
maktadır. Bkz., en-Nibrâs, s. 133.
2 İki şeyden birinin diğerine olan alakası, diğerinin ona olan alakasına sebep olacak
tarzda birbiriyle ilişkili olmasına "tezayüf" denir. Aralarında böyle bir ilişki bulunan iki
şeye de "m ütezayifân" denir. Babalık-oğulluk ve kardeşlik mefhumları böyledir. Bu
gibi mefhumların birbirlerine muğâyir olduğu hususu bedahetle sabittir. Şu halde
gayriyeti bu şekilde anlamak da mümkün değildir.
3 Aslında bu formülasyon Şârih'İn hocası el-îcî'ye aittir.
.١. Konu: Cenab-ı Aiiah'm Sıfatları/Sıfatların Ezeli Oluşu 173
Cevap: Bu dediğiniz ancak zata nispetle "âlîm " ve "kadir" gibi sıfatlar
için söz konusudur. İlim ve kudret gibi sıfatlarda bu dediğiniz uygulanamaz.
Oysa bizim burada tartıştığımız konu bu sıfatlardır. Ayrıca dediğiniz şey, el
ve insan, "b ir" ve "on" örneklerinde olduğu gibi bütünü üzerine hami olu
namayan parçalarda da uygulanamaz.
et-Tebsıra'da zikredildiğine göre, "b ir"in "on"a; elin, sahibi olan insana
gayr olduğunu kelamcılardan Cafer bin Harb1 dışında kimse savunmamıştır.
Cafer bin Harb de bu konuda bütün Mutezile imamlarına m uhalefet etmiş
ve bu görüşü onun cehaletinin bir örneği olarak gösterilm iştir. Çünkü "on"
rakamı, altındaki bütün fertlerin ismidir ve diğerleriyle birlikte fertlerinden
her birini içerm ektedir. Eğer "b ir" rakamı "on"un gayrı olsaydı, "o n " dan bir
fe rt olmakla, kendi kendinden de gayr olması ve "on"un "b ir" olmadan bu
lunması gerekirdi. Bunun gibi mesela Zeyd'in eli Zeyd'in gayrı olsaydı, "el"
kendi kendinin de gayrı olması g e re k ird i"2 et-Tebsıra m üellifinin bu açıkla
masında tartışılacak meselelerin varlığı İşin ehline gizli değildir3.
؛؛;؛؛؛؛)؛
1 Cafer □أطHarb el-Hemedânî hicrî 177 ile 236 yıllar ؛arasında yaşamış Bağdatlı Mutezile
؛m atlarındandır. Ebu'l-Hüzeyl-el-Al^f'tan Basra'da Kelam ilmini tahsil etmiştir. Bkz.,
Zîriklî, el~A'!âm, c. 2, s. 123.
2et-Tebsıra, c. 1, s. 242.
3 Daha önce nakzedici misallerde zlkredildiği üzere bir şeyin bir şeyden olması ya da bir
şeyin bir şeyden müstağni kalamaması aralarında muğayeretin bulunmadığını gös-
termez. Bkz., en-Nibrâs, s. ل34 م
174 Şerhu'i-Akâid
MeinüM-Akâid
Şerhu’i-Akâid
Sem', sem'; işitilmesi söz konusu olan şeylere taaluk eden bir sıfattır.
Basar, basar; görülmesi söz konusu olan şeylere taalluk eden sıfattır.
Gerek sem' gerekse basar sıfatları, tam bir idrak sağlarlar; fakat bu idrak -
yaratılmışlarda olduğu gibi- ne tafıyil ve tevehhüm yoluyla, ne de duyuların
tesiri ve hava dalgalarının hasseye ulaşması yoluyladır. Ayrıca ilim ve kudret
sıfatları nasıl m alûm at ve makdûrâtın kadim olmasını gerektirmiyorsa, bu iki
sıfatın kadim olması da görülen ve işitilen şeylerin kadim olmasını gerektir
mez. Çünkü bunların kendileri kadim birer sıfattır. Ancak hadislerle olan
taalluku sonradandır,
İrade/meşîet, bu ikisi; iki makdurdan. birinin belli bir vakitte vuku ile
tahsisini gerektiren ve dirilerde bulunan birer sıfattır. Oysa kudretin her iki
makdûra da nispeti aynıdır ve ilmin taalluku vukuâ ta b id ir1.
1 Bu ifadeyle Şârih İradenin kudretten başka bir şey olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca
"ilmin taalluku vukua tabidir" ifadesi, felsefecilerin İlahî iradeyi ilm-i ilahiye eşitlemeleri
ne bir itirazdır. Nitekim filozoflar ilah? iradeyi, Cenab-ı Allah'ın âlemi, olabilecek en güzel
nizam üzere bilmesi şeklinde tarif ederler ve buna “ ezelî inayet" derler. Şârih ilmin vu
kua tabi olacağını söylemekle, İlmin vaki olan eşyayı tayin ve takdir edemeyeceğine, do
layısıyla İrade yerine geçemeyeceğine işaret etmektedir. Bkz., en-Nibrâs, s. 138.
5. Konu: Cenab-1 Allah'ın Sıfatları 175
F؛؛؛/ t a h ?؛k, bunlar; ileride açıklaması gelecek olan ve tekvin diye isim-
lendirilen e.zelî bir sıfattan ibarettir. M üellifin, "halk" lafzı yerine "tahlîk"
lafzını tercfh etmesi birincisinin daha çok "m ahlûk" anlamında kullanılması
sebebiyledir.
Kelam kelam; harflerden müteşekkil Kuran diye isim lendirileh bir na-
zımla ta b ir edilen ezelî bir sıfattır. Müstakil ve zatî bir sıfat olarak kplam
sıfatının varlığı aklî delillere de dayanmaktadır. Şöyle ki, her emreden,
nehyeden ya da bir şeyden haber veren kimse kendi içinde bir kısım mana-
lar hisseder. Sonra bu manaları sözle, yazıyla ya da herhangi bir işaretle
tab ir edip muhatabına aktarır. Sözünü ettiğim iz bu mana ilim /biim ekten
başka bir şeydir. Çünkü insan bazen bilmediği, hatta aksini bildiği bir şeyi de
haber verebilir. Sözünü ettiğim iz bu mana irade de olamaz. Çünkü insan
bazen aslında irade etmediği bir şeyi de em redebilir. Mesela hizmetçisinin
âsîliğini ispatlamak kastiyla efendisi hizmetçisine bir şey em redebilir. Bura-
da efendi aslında hizmetçisinin söz konusu şeyi yapmasını is le m e k t e d ir .
٠ ٨ ٧ ٨ asıl gayesi hizmetçinin o işi yerine getirm eyip âsîliğini dışa vurmasıdır,
؛şte insanın içinde hissettiği bu manaya "kelam-ı nefsî" adı verilir. Ahtal*da
şu şiirinde buna işaret etm iştir:
1 Ebû M§lik ق إل ا ة$ bin Ğavs bin es-Salt, Emevî dönemi büyük Arap şairlerindendir. DÖ-
nem in'diğer iki büyük şairi olan Cerir ve Ferezdak'la atışmalar( m e ş h u d u . Divanı var-
dır. Hicrî 90 yılında vefat etmiştir. Bkz.، Ziriklî, el-A'lâm , c. 5, $٠ 123.
176 Şerhu'l-Akâid
Hz. Ömer (radıyailahu anh) de şöyle dem iştir: "Ben içimden bir söz tasar
lam ıştım ."1 İnsan çok defa karşısındakine "içimde bir söz/şey var, onu sana
açmak istiyorum " der.
Şu halde Allah'ın; ilim, kudret, hayat, sem', basar, irade, tekvin ve ke
lamdan İbaret sekiz sıfatının bulunduğu sabit olmuştur.
Bunlar arasından son üç sıfat üzerine tartışm alar yaşandığı için, M üellif,
bunların varlığı ve kadim oluşu konusuna tekrar işaret etm ek ve biraz tafsi
lata girm ek istem iştir.
( Kelam Sıfatı )
Cenab-ı Aliah, kendisinin ezelî bir sıfatı olan ve harf ve sesten oluş
mayan bir kelâmla konuşucudur. Bu kelam, sükût ve dilsizlik gibi afetlere
münafi bir sıfattır.
Cenab-i Allah, kendisinin ezelî kelam sıfatının e*eli olması hadis bir şe
yin Allah'ın zatıyla kâim olması imkânsız olduğundandır. bir sıfatı olan müş
tak bir ismin, mastarı olmadan ispatı imkânsiz olduğu için konuşucu birinin
aynı anda kelam/konuşma sıfatına da sahip olması gerekir. M ü e llif bu ifade
siyle M utezile'nin görüşünü reddetm ektedir. Çünkü M utezile, Allah'ın, baş
kasıyla kâim olan ve kendisinin sıfatı olmayan bir kelamla konuşucu olduğu
nu savunur, ve harf ve ses türünden olmayan bir kelamla çünkü ses ve
harfler birer arazdır ve hadistir: Birinin meydana gelmesi için diğerinin b it
mesi gerekir. Çünkü birinci harf bitmeden ikinci harfi telaffuz etm enin im
kânsız oiuşu bedîhîdir. M ü ellif bu ifadeyle, Allah'ın kelamının ses ve harf
cinsinden olduğunu ve bununla beraber kadim olduğunu ileri süren Hanbe-
lîleri ve Kerramîleri reddetm ektedir, konuşucudur. Bu kelam sükût sükût;
kişinin gücü yettiği hâlde konuşmayı terk etm esidir, ve dilsizlik gibi afetlere
afet, uzuvların işlevini yerine getirem emesidir. Bu bazen dilsiz kimse de
olduğu gibi fıtrî olabileceği gibi, bazen de söz konusu uzvun yeterince gelî-
şememesı sebebiyle de olur. Çocukların konuşamaması bu kabildendir,
münafî bir sıfattır yani Allah'ın zatıyla kâim bir manadır.
İtiraz: Sizin bahsettiğiniz gibi bir kelam ancak.kelam-ı lafzî için söz ko
nusudur. Kelam-ı nefsî İçin böyle bir şey düşünülemez. Çünkü gerek sükût
gerekse dilsizlik afeti ancak kişinin telaffuzunu engeller.
Meiniil-Akâid
Cenab-ı Allah böyle bir sıfatla konuşucu, böyle bir sıfatla emredici,
nehyedici ve haber vericidir.
Şerhu’l-Akâid
Cenab-ı Allah böyle bir sıfatla konuşucu, böyle bir sıfatla emredici,
nehyedici ve haber vericidir. Yani aslında bu sıfat tek bir şeydir. Taallukları
nın farklılaşmasıyla emir, nehiy ve haber gibi kısımlara ayrılır. İlim, kudret ve
diğer sıfatlarda da durum böyledir. Bunların hepsi hadd-i zatında te k tir ve
kadîmdir. Tekessür/artma ve hudûs bunların taalluk ve izafetlerindedîr.
Sıfatların böyle ash itibarıyla tek olması tevhidin kemaline daha layıktır.
Ayrıca bu sıfatların hadd-i zatında tekessür ettiğine dair bir delil de yoktur.
Kelamla ilgili olarak saydığımız bu kısımlar olmadan kelam diye bir şey dü
şünülemez, denecek olursa bu doğru değildir. Bilakis kelamın bu kısımları
taallukla birlikte meydana gelirler. Taalluk ise ezelî değil, hadistir. Ezelde
Allah'ın kelamı bu kısımlardan münezzehtir. Bazı kelamcılar Allah'ın kelamı
nın ezelde sadece haber olduğunu ve kelamın diğer bütün kısımlarının so
nuçta habere raci olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü em ir sonuçta, em redi
len şey yerine getirildiği takdirde sevabın, terk edildiği takdirde cezanın hak
edileceğini haber vermek anlamına gelir. Nehiy ise bunun tam tersidir. İstif
hamın aslı, bildirm e talebinden haber vermek; nidanın aslı, icabet talebin
den haber verm ek anlamına gelir. Fakat bu görüş "kelamın söz konusu kı
sımlarının birbirlerinden farklı olduğunu zaruri olarak biliyoruz. Bu kısımla
rın birbirlerini gerektirm esi son tahlilde aynı şey olduklarını göstermez"
denerek reddedilm iştir.
Cevap: Ezelde Allah'ın kelamının emir, nehiy ve haber gibi kısımlara ay
rıldığını kabul etmezsek böyle bir itiraza muhatap olmayız. Kabul edersek
şöyle cevap verilebilir: Ezelde emir, emre muhatap kimsenin var olduğu ve
m ükellefiyete ehil olduğu vakitte, emredilen işin yerine getirilm esini gerekli
kılmak anlamındadır. Dolayısıyla emre muhatap olan kimsenin sadece Al
lah'ın ilm inde bulunması kâfidir. Tıpkı henüz oğlu olmayan bir kimsenin, bir
oğlu olduğunu takdir edip ona dünyaya geldikten sonra bir işi yapmasını
5. K»nu: Cenab-ı Allah'ın Sıfatlan/Kelam Sıfatı 179
emretmesi gibi. Allah zamandan münezzeh olduğu için ezele nispetle haber
ler--geçmiş zaman kalıbında gelse bile- herhangi bir zamanla vasıflanamaz.
Çünkü Allah'a göre ne geçmiş, ne hal, ne de müstakbel söz konusudur. Al
lah'ın ilm i de ezelîdir. Allah'ın ilmi zamanın değişmesiyle her hangi bir deği
şikliğe uğramaz.
؛ ؛؛؛١؛؟؛؛
180 Şerhu'l-A kâid
Metnirl-Akâid
Kuran-ı Kerim Allah'ın kelamıdır ve yaratılmış değildir.
Şerhu’l-Akâid
Kurari-ı Kerim Allah'ın kelamıdır ve yaratılmış değildir. M üellifin Kuran
kelimesinden sonra Allah'ın kelamı kaydını getirm iştir. Zira Meşayıhın zik
rettiği üzere "Kuran Allah'ın kelamıdır, mahlûk değildir" denir. Doğrudan
"Kürah mahlûk değildir" denmez. Zira bu ifade insanların zihninde ses ve
harflerden ibaret olan kelam-ı lafzînin kadim olduğu intibaını uyandırabilir.
Nitekim Hanbelîler ya cehaletleri ya da inatları sebebiyle bu fikri savunurlar.
Ayrıca M üellif; hadîste varît olan ifadeye sadık kalmak ve İkisinin de aynı
manaya geldiğini göstermek için, "hadîs değildir" ifadesi yerine "yaratılmış
değildir" ifadesini tercih etm iştir. Nitekim Rasulüllah efendimiz "Kuran Al
lah'ın kelamıdır ve yaratılmış değildir. Her kim onun yaratıldığını ileri sürer
se o kâfir olur" buyurm uştur1. Ayrıca konu M utezile ile aramızda "Kuran
mahlûk m udur, mahlûk değil m idir" başlığı altında tartışılmıştır. Bu sebeple
konu "Halku'l-Kuran meselesi" olarak başlıklandırılmıştır.
1 Sehâvî ei-M ekâsıdü'i-H asene'de bu rivayetin asılsız olduğunu söyler ve hadis imamla-
rından yaptığı naki؛lerle tam olarak bu manada itibara alınabilecek ne merfu ne de
mevkuf bir rivayet oimadığını belirtir. Ancak Sehâvî gerek merfu rivayetlerde gerekse
m evkuf rivayetlerde Kuran-I Kerim'ln mahlûk olmadığına dair bilgilerin yer aldığını da
İfade etmekte ve konu hakkında uzunca bilgi vermektedir. Geniş bilgi için bkz., es-
Sehâvî, el-M ekâsıdü't-H asene, s. 360
•>. K»»u: Cenab-ı Allah'ın Sıfatlan/Kuran Yaratılmış Değildir 181
olmak gibi hudûs emareleri içerdiği yönündeki gerekçeler bizi değil ancak
Hanbelîferi bağlar. Çünkü biz Kuran lafızlarının hadis olduğunu kabul etm ek
teyiz. Asıl tartışm a kadim olan manadadır. Aralarında görüş farklılıkları ol
makla birlikte Mutezile, Allah'ın gene! olarak konuşucu olduğunu İnkâr
edemediği için, Allah'ın konuşuculuğunu, mahallinde ses ve harfleri yarat
mak veya yazı şekillerini levh-i mahfuzda yaratmak - Cenab-ı Allah bunları
okumasa bile- gibi anlamlara yormuşlardır. Şurası gayet açıktır ki "hareket
eden"(m üteharrik) ifadesi hareketi yaratana değil, hareket kendisiyle kaim
olan kimseye kullanılır. Aksi takdirde Allah'ın, yarattığı arazlarla sıfatlanması
mümkün olurdu ki, Allah bunlardan münezzehtir. M utezilenin en güçlü
şüphesi şudur: Siz, Kuran'm, bize tevatür yoluyla nakledilen ve iki kapak
arasında bulunan mushafm adı olduğu hususunda İttifak halindesiniz. Bu
Küran'ın Mushaflarda yazılan, dillerde okunan ve kulaklarla işitilen bir şey
olduğunu gösterir. Bütün bunlar zorunlu olarak hudüs alam etleridir. M ü e llif
bu şüpheyi şu sözleriyle cevaplamıştır:
182 Şerhu’l-Akâid
( Kuran-ı Kerim )
Metnü’l-Akâid
Kuran-ı Kerim mushaflarda yazılmış, kalplerde hıfz edilmiş, dillerde
okunmuş, kulaklarla duyulmuştur. Fakat kendisi bunların içine huİOİ etmiş
değildir.
Şerhu’l-Akâid
1 Allah'ın kelamı olan Kuran-i Kerim yazı şekilleri ve Allah'ın kelamına de
lalet eden harf suretleriyle mushaflarda yazılmış, muhayyel lafızlarıyla kalp
lerde hıfz edilmiş, işitilen ve telaffuz edilen harfleriyle dillerde okunmuş,
aynı yolfa kulaklarla duyulmuştur. Fakat bunlara rağmen kendisi ne Mus
haf, ne kalp, ne dil ve ne de kulak olsun bunların içine hulul etmiş değildir.
Bilakis Allah'ın kelamı Allah'ın zatıyla kaim ve kadim olan bir manadır. Bu
mana bir'ta ra fta n kendisine delalet eden nazım sayesinde okunur ve işitilir.
Diğer taraftan hayal dairesine intikal eden lafızlarla hıfz edilir, çeşitli nakış
larla ve manaya delalet eden harflere ait suret ve şekillerle de yazılır. Mese
la "ateş yakıcı bir cevherdir" sözü lafızlarla dile getirilir ve kalemle yazılır.
Fakat bu durum .ateşin hakikatinin ses ve harf olmasını gerektirmez.
Allah'ın sıfatı olan kadim kelama gelince İmam Eş'arî1 bunun duyulabi
leceğini savunurken, Üstad Ebu İshak el-İsferayînî2 bunu kabul etm em iştir.
Şeyh Ebu Mansur el-M atürîdî de3 bu görüştedir. Ayette geçen "ta ki Allah'ın
kelamını işitsinler" (Tevbe, 6) sözü, "Allah'ın kelamına delalet eden şeyi işit
sinler" anlamındadır. Bu tıpkı "filan kimsenin İlmini duydum " sözü gibidir.
■Hz. Musa da (salavatullahi ve selamühü ala nebîyyina ve aleyhim ecmain) Allah'ın
kelamına delalet eden bir ses işitm iştir. Fakat bu durum herhangi bir kitap
ve melek aracılığıyla olmadığı için sadece kendileri "kelîm üllah" lakabıyla
anılmıştır.
1 Ebu'l-Hasan Ali bin İsmail ei-Eş'arî, Eş'ariyye mezhebinin kurucusu. Sahabeden Ebu
Musa'l-Eş'arî'nin soyundan gelmektedir. Hicrî 260 yılında Basra'da dünyaya gelmiş,
324 yılında Bağdat'ta vefat etmiştir. Önceleri Mutezile mezhebine mensup iken daha
sonra bu mezhebi terk etmiştir. Mutezile'den ayrıldıktan sonra bir yandan Ehl-i sün
net inanç ilkelerini açıklamış, diğer yandan Mutezile'yle mücadele etmiş, onların gö
rüşlerini çürütmek için münazara ve te lif gibi çok yönlü İlmî faaliyetler içinde bulun
muştur. Kaynaklarda eserlerinin üç yüze vardığı bildirilmektedir. Bunlardan bîr kısmı
nın isimleri şöyledir: İmametü's-sıddık, er-Reddü ale'l-Mücessime, Makâlâtü'l-
İslamiyyîn, el-ibâne an usuli'd-diyâne, Risale fi'l-iman, Makâlâtü'l-müihıdîn, er-Raddü
ala İbni'r-Râvendî, Haîku'1-a'mâl, e؛-Esmâ ve'l-ahkâm, el-Lüma' fi'r-reddi a؛â ehli'z-
zey'i ve'l-bida'. Bkz., Zirikli, el-A 'lâm , c. 4, s. 263.
2 Ebu İshak İbrahim bin Muhammed el-lsferayînî, Fıkıh, Usul-i fıkıh ve Kelam âlimidir.
Rukneddin lakabıyla da bilinmektedir. Kaynaklarda el-İsferâyînî'nin Nîsâbûr ile Cürcân
şehirleri arasında bulunan İsferayîn şehrinde doğup büyüdüğü, daha sonra Nisabur'a
yerleştiği ve orada kendisi için inşa edilen büyük bir medresede ders verdiği bildiril
mektedir. Ayrıca Horasan ve bazı Irak şehirlerine de yolculuk yaptığı kaynaklada kayıt-
;lıdır. el-isferâyîm'nin Akaİd alanında el-Câmî adıyla beş ciltlik bîr eseri ile Usul-i fıkha
dair bir risalesi bulunmaktadır. Kendisinin hadis rivayetinde bulunduğu ve bu konuda
güvenilir bîri kabul edildiği de bilinmektedir. Bir kelama olarak el-lsferâîm Mutezile
imamlarıyla yaptığı tartışmalarla da tanınmaktadır. el-İsferâînî Nisabur'da hicrî 418
yılında vefat etmiş, İsferâyîn'e defnedilmiştir. Bkz., Zirikli, el-A'lâm , c. 1, 61. e!-Ferhârî,
Kelam ve Usul-i fıkıh İlimlerinde "el-Üstad" dendiğinde Ebu İshak el-isferâînî'nin anla
şılacağını söylemektedir. Bkz., el-Ferhârî, en-Nibrâs, s. 149.
3 Ebu Mansûr Muhammed bin Muhammed el-Mâtürîdî, Fıkıh, Usul-i fıkıh ve Kelam
■dallarında imamdır. Kelam ve Usul-i fıkha dair görüşleriyle Ehl-i sünnet İçinde önemli
bir kitleye tesir etmiş ve adıyla anılan bir kelam mezhebine öncü olmuştur. Şeyh Ebû
Mansûr, Semerkand'da bir mahalle adı olan M atürîd'e nispet edilmektedir. Hicrî 333
yılında vefat etmiştir. Kitabu't-tevhid, Evhâmu'l-Mutezile, er-Raddü ale'l-Karâmita,
Meâhızü'ş-şerâi' [Usul-i fıkıh], Kitabu'l-cedeî ve Te'vilatü'l-Kuran gibi eserleri bulun
maktadır. Bkz., Ziriklî, el-A 'lâm , c. 7 , s. 19.
184 Şerhu'l-Akâid
Cevap: Gerçek şu ki, Allah'ın kelamı sözü kadim olan kelam-ı nefsî İle
sure ve ayetlerden teşekkül eden hadis kelam-ı lafzî arasında müşterek bir
lafızdır ؛Bu ta b ir kelam-ı nefsî anlamında kullanıldığında Allah'ın sıfatını ifa
de ederken, kelam-ı lafzî anlamında kullanıldığında Kuran'ın, Allah'ın mah
luku olduğunu, mahlukların t e lif i olmadığını ifade eder. Dolayısıyla nazmın
Kuran olduğunu nefyetm ek mümkün değildir. Ayrıca i'câz ve tehaddi/m ey-
dan okuma da sadece Allah'ın kelamında olmuş olur. Bazı Meşayıhın, "Al
lah'ın kelamı" ifadesinin nazımda mecaz olduğuna dair sözleri, "Allah'ın
kelamı" sözünün harflerden müteşekkil olan nazma vaz olunmadığı anla
mında değildir. Bilakis bu sözün manası, hakikatte Allah'ın kelamı bizzat
nefisle kaim olan mananın ismidir. Nazmın Allah kelamı olarak isim lendiril
mesi ve Allah kelamı ifadesinin nazma vaz'ı ancak nazmın manaya delalet
etmesi açısındandır. Dolayısıyla söz konusu Meşayıhın vaz' ve isim lendirm e
konusunda farklı bir görüşü yoktur.
؛)؛j{c Î ؛C
186 Şerhu'l-Akâid
Şerhu’l-Akâid
Tekvin tekvin; fiil, yaratmak, var etmek, ihdas etm ek ve ihtira etmek
gibi kelim elerle anlatılan bir manadır ve m a'dûm u/yok olanı yokluktan var
lığa çıkarmak diye açıklanır. Cenab-ı Allah'ın ezelî bu sıfatın ezeli oluşu şu
birkaç sebeple açıklanabilir: Birincisi, geride de geçtiği üzere hadis olan bir
şeyin Allah'ın zatıyla kaim olması imkânsızdır. İkincisi, Allah kendisini ezelî
kelamında yaratıcı olarak vasıflamıştır. Eğer ezelde yaratıcı olmasaydı ya
yalan söylemiş olması ya da -hakikî mana imkânsız olmadığı halde- gelecek
te yaratıcı veya yaratmaya kadir anlamında bu sözünün mecaza yorulması
gerekirdi. Üstelik yaratmaya kadir anlamında Allah'a yaratıcı denmesi caiz
olsaydı o takdirde kadir olduğu bütün araziarın da kendisine denmesi caiz
olurdu. Üçüncüsü, eğer söz konusu tekvin sıfatı hadis olsaydı ya başka bir
tekvinle ihdas ediimiş olacaktı ki bu durumda teselsül lazım gelir. Teselsül
muhal olduğundan âlemin meydana gelmesi de muhal olmak icap ederdi.
Oysa âlemin var olduğunu müşahedeyle idrak ediyoruz. Ya da başka bir
tekvin olmadan hâdis oiacaktı. Bu durumda da hâdis muhdisten ve ihdas
fiilinden müsteğni olmuş olacaktı ki bu âlemin de sâniinin bulunmayabilece
ği sonucuna götürür. Dördüncüsü, eğer tekvin sıfatı hâdis olsaydı ya Allah'ın
zatında hâdis olmuş olacaktı kİ bu Allah'ın hâdislere mahal olması gibi mu
hal bir durum u gerektirir. Ya da -Ebu'l-Hüzeyl'İn 1savunduğu "her cismin
tekvini kendisiyle kaimdir" görüşünde olduğu gibi- başka bir şeyde hâdis
olmuş olacaktı ki bu da her cismin kendi kendini yaratması sonucunu doğu
rur. Bunun imkânsızlığı ise apaçıktır.
Bu delillerin tem elinde tedvinin, ilim ve kudret gibi hakikî bir sıfat ©İma-
Si fikri yatar. Oysa muhakkik kelamcılar tekvin sıfatını, Sân'i Teâlâ'nın her
şeyden önce, her şeyle beraber ve her şeyden sonra olması, d ile rim izle
zikredilen, tarafımızdan ibadet edilen, bizi öldüren, bizi dirilten biri olması
gibi aklî İzafet ve itibarlardan görür. Ezelde bulunan ise yaratma, rızk verme,
öldürm e ve d iriltm e gibi fiillerin m ebde' ؛ve a s lıd ır. ال جm ebde'in kudret ve
irade sıfatından başka bir şey olduğunu gösteren bir delil de yoktur. Kudret
sıfatının her ne kadar m ü k e v v e n i n / m e y d a n a ge؛€n şeyin var olmasına ve
yok olmasına nispet ؛eşitse de, irade sıfatıyla birleştiğinde bu iki şıktan biri
taayyün eder, bir $ıfat؛d؛r çünkü hem akıl hem de nakil Allah'ın, alemin ya-
ratıcısı/halıkı ve meydana getiricisi/m ükevvini olduğunda ittifa k eder. Ayrıca
mastarı, kendisiyle kaim bir vasıf olmadıkça müştak ismin bir şeye kullanıl-
ması da imkânsızdır.
هه؛ا؛
188 Şerhu '؛-Akâ id
taalluk ettiğini iddia etmek aynı zamanda onun hadis olduğunu iddia etmek
anlamına gelir. İşte bundan hareketle denmiştir ki1, M üellifin âlemin bütün
cüzlerini açıkça ifade etmesi, heyûlâ gibi âlemin bazı parçalarını kadim gören
filozofları redde işarettir. Aksi takdirde filozoflar ancak "üzerinden yokluk
geçmeyen şey" anlamında âlemin kadim olduğunu savunurlar, "var oluşu
başkasına bağlı olmayan şey" anlamında kadim olduğunu savunmazlar.
Şu da var ki, böyle bir itirazı; darp arazdır, bekası muhaldir. Onun mutlaka
bir m e f ûle/madrûba taalluk etmesi ve elemin ona ulaşması için mutlaka onun
la birlikte mef'ûlün de bulunması gerekir. Çünkü m e fû l gecikirse darp ortadan
kaybolur. Oysa Cenab-ı Allah'ın fiili darb gibi bekası imkânsız olan bir şey değil
dir. Onun fiili ezelîdir, devamlılığı zorunludunve m e f ûlün meydana gelme vak
tine kadar bâkîdir, diyerek defetmek de söz konusu olamaz.4
iYIetnırl-Akâid
Bize göre tekvin, ^ k e v v e n in gayrıdır.
Şerlurl-Akâid
^ ؛ze göre Tekvin, m ükevvenin gayrıdır. Çünkü fiil, darp-m adrup [٧٧٢-
n ^k-vu ru la n ] ve skj-m e'kûlde [yemek-yenilen] olduğu gibi zorunlu olarak
m ef'ulden ayrı bir şeydir. Ayrıca tekvin mükevvenin aynı olsaydı,
mükevvenin kendi kendine yaratılmış olması gerekirdi. Çünkü buna göre
mükevven kendisinin ayn) olan tekvinle yaratılmış olurdu. Bu durum da ka-
dim olması ve yararcıdan müstağni bir şey olarak bulunması gerekirdi. BÜ-
tün bunlar m uhaldir. [Şu halde tekvin mükevvenin aynı değildir.]
kimselere zahir olan böyle imkânsızlığı bedihi şeyler nispet etmemesi gere
kir. Böyle davranmak yerine muhakkik usul âlim lerinin söz konusu görüşle
rini1, âlim ler ve akıllı kimseler arasında tartışma konusu olabilecek sahih bir
yöne çekmesi gerekir. Nitekim "tekvin mükevvenin aynıdır" görüşünü savu
nanlar bununla, fâil bir şey yaptığında ortada fail ile m ef'ûlden başka bir
şeyin bulunmadığını kast etm işlerdir. Tekvin ve îcad gibi manalara gelince
bunlar, failin m e f ûle nispetinden akılda hâsıl olan itibarî şeylerdir. Hariçte
m ef'ûlden ayrı bir gerçeklik değildir. Yoksa bunlar bir mefhum olarak tekvi
nin bizzat mükevvenin aynı olduğunu savunmuş değillerdir ki, anılan muhal
sonuçlar görüşlerine lazım gelsin.
M âtürîdîlerden bir guruba göre bunların her biri ayrı ayrı müstakil sıfa؟
lardır ve her biri kadimdir.
^□ ٨٧٢١ gibi el-Hâlık ismini de onları meydana getirmeden önce hak etm iştir.
Bu şunun içindir ki, هher şeye kadirdir ve her şey O'na m uhtaçtır. Yine her
şey O'na koiaydır."
- تأء ه؛؛؛
( İrade Sıfatı )
Şerhu’l-Akâid
İrade Allah'ın ezelî bir sıfatıdır ve Allah'ın zatıyla kaimdir. M üellif, Al
lah'ın, mükevvenâtın belli bir zaman ve durumla tahsisini gerektiren kadîm
bir sıfata sahip olduğunu ispat için irade sıfatını tekrar zikretm iştir. Bundan
anlaşılıyor ki, durum felsefecilerin iddia ettiği gibi değildir. Felsefeciler Al
lah'ın irade ve ihtiyarla fail olmadığını, ancak zatıyla mûcib olduğunu sa
vunm uştur. Nedcâriyye1 fırkası Allah'ın sıfatlarıyla değil de zatıyla İrade edici
olduğunu, bazı M utezilîler de Cenab-ı Allah'ın bir mahalli olmayan/kendi
kendine kaim bir hadis irade ile irâde edici olduğunu, Kerrâmiyye2 fırkası da,
Allah'ın iradesinin hadis olduğdnu ve Allah'ın zatıyla kâim olduğunu savunur
1 Neccâriyye bir itizal fırkasıdır, imamları Hüseyin bin Muhammed en-Neccâr el-Basrî'y«
{v. 289 h.) nispetle hem H'üseyniyye hem■ de Neccâriyye diye anılmaktadırlar. Sıfatlaı
konusunda İtizal görüşünü benimsemiş olsalar da, va'd-vaîd, ef'âi-i ibâd gibi birçof
konuda Ehl-i sünnete yakındırlar. Bkz., Abdulmün'im el-Hıfnî, M evsûatü'l-Fırak ve'l
C em âat, s. 647.
2 Kerrâmiyye, Ebu Abdillah Muhammed bin Kerrâm es-Sİcistânî'nin (v. 255 h.) öncülü
günü yaptığı bir bidat fırkasıdır. Bu fırka mensupları, iman konusunda Mürcie'dendir
Cenab-ı Allah'ın sıfatları konusunda tecsim fikrine sahiptirler. İbn-i Kerrâm'ın Azâbü'l
kabr isimli bir eseri bulunmaktadır. Bu eserinde mezhebini açıklamaktadır. Bkz.
Abdulmün'im ef-Hıfnî, M evsûatü'l-Fırak ve'l-Cem âât, s. 545.
3 Burada Şârih Taftâzânî, bir şeyin sıfatının o şeyin zatıyla kaim olması gerektiğini bildi
rerek Neccârİye'nin görüşünü; hâdis varlıkların Allah'ın zatıyla kaim olamayacağın
bildirerek de Kerrâmiye'nin görüşünü reddetmiş oluyor.
6. Konu: Ru'yetullah 195
Metnü’l-Akâ؛d
Rü'yetullah/Allah' ؛görmek aklen caizdir. Naklen vaciptir. Sem'î deliller
ahirette müminlerin Allah teâlâ'yı mutlaka göreceklerini göstermektedir.
Şerhul-Akâîd
Ru'yetullah buradaki ru'yet, göz a ra c ılıy la gerçekleşen tam inkişaftır.
İnkişaf da, görme duyusu ؛le b؛r şeyi ©Iduğu g؛b ؛idrak etm ektir. Şöyle ki biz
dolunaya baktıktan sonra gözlerimizi yumduğumuzda her iki durumda da
dolunay bize inkişaf etm iştir. Fakat gözümüz açıkken meydana gelen inkişaf
daha tamam ve daha nettir, işte gözlerimizi açıp dolunaya bakarken bizde
dolunaya nispetle oluşan hale ru'yet denir, aklen caizdir, yani akıl kendi
haline bırakılsa, aksini gösteren bir delil olmadıkça ru'yetüilah'ın imkânsız
olduğuna hükm ؟tmez. Kaldı ki asi olan bu konuda bir delilin bulunmaması-
dır. Bu kadarı ؛١٢٦٦- ؛zarurî ile sabittir. Ru'yetüllahın imkânsız olduğuriu savu-
nan kimselerin buna deiil getirm eleri gerekir. Ehl-i sünnet ru'yetüllahın
mümkün olduğuna dair hem aklî hem de naklî deliller getirdiler.
1 Bu babımdan imkân illet olamaz. Çünkü imkân, varlığın da yokluğun da zaruri olma-
masıdır. Görüldüğü gibi İmkân, olmamak/ademle ta rif edilmiştir. Hudüs doğrudan
ademî bir mefhum değiidir; ama adem onun bir cüz'üdür. Zira tarifinde yokluk-
tan/ademden sonra varolmak geçer. Sonuç oiarak ne ademî mefhumlar ne de mef-
humlarmın bir cüz'ü adem olan şeyler ؛ilet olabilirler.
196 Şerhu'i-Akâid
Ancak burada tartışmaya açık bir nokta dikkat çekmektedir. Şöyle kî,
ru'yetin taalluk ettiği şeyin, kendilerine ait hususî özellikleri düşünülmeksi-
zin cisîmlik ve ona tâbi arazlar olması m üm kündür.2
1 Birçok efradı olsa da bir mahiyet olarak tek olan şeylerin birden fazla iliete ibtina et
mesi sahihtir. Sözgelimi hararet mefhumu soyut bir mahiyet olarak düşünüldüğünde
tektir. Ama güneşin harareti, vücudun harareti gibi bu mefhumun masadaki olan bir
çok hararet vardır ve bu hararetlerin her birinin illeti başka şeyler olabilir.
2 Burada Şârih her ne kadar Ehl-i sünnet kelamcıları adına cevaplar verse de aslında
ru'yetüllahın imkânın sadece aklî delillerle İspat edilebileceği hususunda pek emin
değildir. Nitekim gündeme getirip de cevaplamadığı bu teşkik de buna işaret etmek
tedir. Zaten Şerhu'l-Mekâsıd'da da muhaliflerin getirebileceği bazı nakzları güçlü bul
makta ve en son konuyla İlgili getirilen bu aklî delillin zayıf olduğunu ifade etmektedir.
Ayrıca delilde ru'yetin sıhhati için zikredilen illet, Ehl-i sünnet kelamcılarınm [aslen el-
Cüveynî'nin] anladığı manada ru'yetin müteallakı olacak olsaydı, bu durumda eşyanın
ancak varlığını görmemiz gerekirdi, diyerek delilin daha baştan zayıf olduğunu ima
etmektedir. Bkz., Şerhu't-M ekâsıd, c. 4, s. 191.
ft. Konu: Ru'yetullah 197
Bir diğer itiraz dağın istikrarıyla alakalıdır. Şöyle ki, dağın istikrarının
mümkün olduğu yönündeki önerme makbul değildir. Burada dağın hareket
ederken istikrarı kastedilm iştir ki bu m uhaldir.1
Bu itirazlara şöyle cevap verilm iştir. İlk itirazda ayetle ilgili olarak ileri
sürülen yorum lar ayetin zahiriyle örtüşm em ektedir2. Bu gibi yorumlara baş
vurulmasını gerektiren m ücbir sebep de yoktur. Sonra eğer burada Hz. M u
sa'nın kavminden mümin olanlar kast ediliyorsa Hz. Musa'nın onlara bunun
imkânsız olduğunu söylemesi yeterli olurdu. Eğer kâfirleri kast ediliyorsa
1 İtirazın izahı şöyiedir: Burada dağın sükûn halindeyken istikrar bulması kastedilmiş
olamaz. Zira bu durumda dağ zaten istikrar halinde olduğundan şartın tahakkuk et
mesi, dolayısıyla ru'yetin gerçekleşmesi gerekecekti. Oysa hadise bunun aksine cere
yan etmiştir. Şu halde geriye dağın hareket halindeyken istikrar bulması kastedilmiş
olmalıdır. Bu da imkânsızdır. Zira hareket ile sükûn İki zıt kavramdır. İki zıttın birleş
mesi muhaldir. Binaenaleyh ru'yetin bağlandığı şart olarak dağın istikrarı muhaldir.
Muhal şarta bağlanan şey de muhal olmak gerekeceğinden ru'yet muhaldir.
2 Çünkü ayetin zahir ifadesinde Hz. Musa'nın ru'yeti kendisi için istediği görülmektedir.
198 Şerhu'l-Akâid
[؛kinci itiraza şöyle cevap verilir:] Dağ hareket ederken o sırada hareke
tin kesilip yerine istikrarın gelmesi mümkündür. Asıl muhal olan dağın aynı
anda hem hareket hem de sükûn halinde olmasıdır. Naklen vaciptir. Sem'ı
deliller, müminlerin ahirette Allah Teâlâ'yı görmesinin gerekliliğini gös
termektedir.
Bu konuyla ilgili Kuran-ı kerimde varîd olan delil şudur: "Yüzler var ki o
gün ışıl ışıl parlar. Rablerine bakarlar!" (Kıyâme, 21-22)
[ Ru’yetullah’ın Keyfiyeti )
Metnü’l-Akâîd
Cenab-ı Allah, bir mekânda veya görenin mukabil ؛bir cihette bulun،
madan görülecektir. Bunun gibi ru'yetüllahta, görenin gözünden ışığın
Cenab-ı Allah'a ulaşması veya görenle Cenab-ı Allah arasında bir mesafe
nin bulunması gibi haller de söz konusu değildir.
Şerhu’l-Akâld
Gaibin şahide kıyası fasittir. Kelamcılardan bazıları muhaliflerin ؛؛eri
sürdüğü şeylerin şart olmadığına dair Allah Teâlâ'nın bizi görmesini deiil
getirm işlerdir. Fakat bu istidlal tartışmalıdır. Zira tartışma göz vasıtasıyla
meydana gelen ru 'ye t hakkındadır. [Allah’ Teâlâ'nın bizi görmesi herhangi
bir şey vasıtasıyla olmadığından onun ru'yeti konumuzun dışındadır.]
1 Bu durumda bazı ,gözlerin Allah'ı görmeyeceği bildirilmiş olur kİ, bu durumda Ehl-i
sünnetin görüşüyle çelişen bir şey yoktur.
z Umumu's-selb, olumsuzluğun ta'mîm edilmesi, selbü'l-umûm , ta'm îm in nefy edilme
sidir. Ayetten umumu's-seib kast olunursa, mana "hiçbir göz Allah'ı göremez" şeklin
de iken, selbü'i-umum manası kast olunması takdirinde mana, "her göz Allah'ı göre
mez" şeklinde olacaktır. Dolayısıyla ayetteki nefi edatı selbü'i-umum bildirdiğinde
ayet muhaliflerin görüşünü desteklemez.
200 Şerhu'l-Akâid
Mute،_i؛e'nin iddia ettiği gibi kullar kendi fiillerinin yaratıcısı değildir. İlk
devir M utezilîleri kulların yaraticı olduğunu ifade etm ekten kaçınırlardı.
Bunun yerine kullar kendi fiille rin i icâd eder, ihtira e^er gibi ifadeler kulla-
nırlardı. M utezile'den Cübbâî ve takipçileri bunların hepsinin aynı manaya
geldiğini ve bir şeyi yokluktan varlığa çıkarmak anlamında kullanıldığını gö-
rünce kullar için de yaratıcı lafzın ؛kullanma cüretini göstermişlerdir.
Ehl-i sünnetin bu konuda birçok deiiii vardır. Bunlardan hirincisi, eğer ku!
kendi fiilinin yaratıcısı olsaydı, fiilinin bütün ayrıntılarını baştan bilmesi gere-
kirdi. Zira bir şeyi kudret ve ihtiyarla meydana getirme! ؛için bunun böyle ol-
ması zaruridir. Lâzım batıldır*. Nitekim çok basit bir misal olarak bir yerden bir
yere yürüme işinde bile bu böyledir. Bu kadar sıradan bir iş esnasında bile
İnsan, arada ne kadar duraksadığını, hareketlerinin hangilerinin daha hızlı
hanğilerinin daha yavaş olduğunu tam olarak bilemez. Bu meselede, insan
gerçekte bu detayları bilir de, fakat o an zihninde canlandıramaz, demek de
mümkün değildir, insana sorulsa da bunları bilemez. Oysa yürümek insanın
en açık in g in d e n d ir. Bir de yürüme, alma, tutm a ve benzer işlerde insanın
azalarının ve adalelerinin hareketlerini, sinirlerindeki gerilmeleri göz önünde
bulundurduğumuzda bu daha açık biçimde ortaya çıkmaktadır.
İkinci delil, bu konuda varit olan naslardır. Mesela "Aliah sizi de işlerinizi
de ya ra tır" {Sâffât, 96) ayeti bunlardan biridir. Bu ayette geçen " "ماharfini,
zamir hazfine gerek kalmaması için "mastariyye" kabul ettiğimizde ayetin
manası yukarıda çevirdiğimiz gibidir. Aynı harfi "mevsûle" kahul edersek bu
durumda ayetin manası "Allah sizi de yaptığınız şeyleri de yaratır" şeklindedir.
1 Eski kitaplarda bir istidlal türü olarak lâzımın butlânından meizûmun butlanına intikal
pek sık kullanılmaktadır. Burada lâzım, kulun yarattığı iddia edilen işin bütün ayrıntıla
rını bilmesidir. Meizûm ise, iddia edildiği üzere kuiun işini yaratmasıdır. Şu halde lâzım
batıl olduğundan meizûm da batıl oiur. Yani kul işlediği işin bütün ayrıntılarını bileme
diğine göre işlediği işleri yarattığından söz etmek de mümkün değildir.
202 Şerhu’l-Akâid
Bu ikinci tefsire göre kulların işleri ayetin kapsamına girmektedir. Zira kelam-
cılar, kulların fiilleri Allah tarafından veya kullar tarafından yaratılmıştır, der
ken bundan, yapmak, meydana getirmek gibi mastar anlamında fiili kastet
mezler. Aksine mastardan hâsıl olan ve yapma ve etmelerimizin taalluk ettiği
hareket ve sekenât gibi müşahede ettiğimiz şeyleri kast ederler. Bu incelik
fark edilmediği için ayetle istidlalin "m â" harfinin mastar manasında olmasına
bağh olduğu zannedilmiştir.
Ehl-i sünnetin görüşünün naslardan ikinci deli! ؟şu ayet-i kerimedir: "A l
lah her şeyin yaratıcısıdır" (En'âm, 102) Aklın delaleti gösteriyor kİ, burada
geçen her şeyden maksat mümkün olan her şeydir. Kulun fiili de
m üm kinâttandır1. Bir diğer nass, Allah'ın yaratıcılıkla tem eddüh ettiğini ve
yaratıcılığın ibadeti İstihkak sebebi olduğunu gösteren şu ayet-i kerimedir:
"Yaratan yaratm ayan gibi m id ir?" (Nahl, 17)
3 Buradaki deiafet-i akli şöyledir: Müstahil olan şeylere kudret taalluk etmez. Vâcibü'l-
vücud olan şeylerin yaratılması mevzubahis değildir. Müstahil olan şeylere kudretin
taalluk etmemesi, vacibü'l-vücudun yaratılamaması birer aklî hükümdür. Şu halde akıl
gösteriyor kİ, yaratılan her şeyden maksat sadece mümkinü'l-vücud olan şeylerdir.
7. Koııu: Hatku'l-Ef'al 203
Mutezile görüşünü teyid için bunun yanında, Allah kulların fiillerini ya
ratmış olsaydı; oturan, kalkan, yiyen, içen, zina eden ve hırsızlık yapanın
Allah olması gerekirdi, şeklinde bir gerekçe de ileri sürmüştür.
؛{؛؛؟؛؛؛؛
1 Cebriye, kulun iradesini inkâr ederek Allah'tan başka kimsenin fiil ve ameli olmadığını
savunan fırka. Bunlar "m ücbire" diye de bilinir. Cehmiyye mezhebi müntesipleri Ceb
riye taifesinin öncülerindendir. Bkz., Abdulmün'im el-Hıfnî, M evsûatü'l-Fırak ve'l-
Cem âat, s. 204.
20 4 Şerhu']-Aknid
£ Kaza ve Kader )
؛tiraz: Her şey Allah'ın iradesiyle olursa, kâfir küfre, fasık fıska mecbur olur.
Bu takdirde kâfirin imanla, fasığın itaatla mükellef kılınması sahih olmaz.
Cevap: Cenab-ı Allah'ın onlar hakkında küfrü ve fışkı murad etmesi bizzat
onların kendi iradeleriyle olmuştur. Bu tıpkı Cenab-I Allah'ın onların kendi İra-
deleriyle küfre ve fıska düşeceklerini bilmesi gibidir ve ortada zorlama yoktur.*
1 Yani Allah'ın, onların kafir ve fasık olacaklarını bilmesi onların küfür ve fıska mecbur olma
larını gerektirmediği gibi bunları irade etmesi de onların mecbur olmalarını gerektirmez.
7. Konu: Halku'I-Ef'âl/Kaza ve Kader 205
Mutezile Allah'ın şer ve çirkin işleri irade edebileceğini inkâr eder. Onlar
Allah'ın kâfir ve fâsıktan küfür ve isyan yerine iman ve itaati irade ettiğini
söylerler. Çünkü onlar çirkin işi irade etmenin, tıpkı çirkin işi yaratmak gibi
çirkin olduğunu savunurlar. Biz bunu kabul etmiyoruz. Bilakis çirkin olan, çir
kin işi kesp etmek ve çirkin işle vasıflanmaktır.1 Mutezile'ye göre kulların çoğu
işleri Allah'ın iradesine m uhalif olmaktadır. Bu ise çok çirkin düşüncedir.
Amr bin Ubeyd'2 anlatıyor: Bir deniz yolculuğu sırasında yanımda bulunan
mecusînin beni köşeye sıkıştırdığı gibi kimse köşeye sıkıştıramamıştır. Mecusiye
neden Müslüman olmuyorsun, diye sormuştum. Bana Aliah benim Müslüman
olmamı murad etmedi. Eğer murad etseydi Müslüman olurdum, dedi. Ona,
Allah senin Müslüman olmanı murad ediyor da şeytanlar seni bırakmıyor, de
dim. O da madem öyle, ben galip olan şerîk/ortakla beraberim, dedi.
1 Nitekim zinayı yaratan veya kulun الطfiili yapmasını irade eden çirkin iş yapmış olmaz.
Belki zinayı işleyen/kesp eden ve zina edici olmakla vasıflanan günahkâr kul ؟irkin bir
؛şişlemiş ٠١٧٢.
2 Ebû Osman Am r bin Ubeyd el-Basrî, Mutezile'nin öncülerindendir. Hicrî 80 yılında
doğmuş, 144 yıl،nda vefat etmiştir. Zühdüyle maruf bir âlimdir. Risale, hutbe ve kitap-
ları bulunmaktadır. et-Tefsîr, er-Reddu ale'l-Kaderİyye bunlardandır. Bkz., Ziriklî, el-
Şerhu’l-Akâid
Kulların, karşılığında itaat ise mükâfat ve masıyet ise ceza görecekleri
ihtiyarî fiilleri vardır. Cebriye'nin savunduğu, kulun hiçbir fiilinin olm adığı,
onun hareketlerin in tıpkı cam it varlıkların hareketleri gibi kudret, kast ve
irade dışı olduğu yönündeki görüş doğru değildir. Zira biz elin bir şeyi tu t
ması ile titrem e si arasındaki farkı zorunlu olarak biliyoruz. Biliyoruz ki, bun
lardan birincisi kulun iradesi dâhilinde, İkincisi ise kulun iradesi haricinde
olur. Ayrıca kulun kendine has bir fiili olmazsa onu m ü kellef tu tm a k, yaptığı
işlere karşılık m ü k âfat veya ceza verm ek doğru olm az. Yine bu durum da
nam az kılm ak, oruç tu tm a k ve yazm ak gibi önceden kulun iradesini g erekti
ren fiiİlerin hakikî anlam da kullara isnat edilmesi de doğru olm azdı. Sözge
limi boyun uzaması, rengin kararması böyle değildir. [Bu gibi olgular kulun
iradesine bağlı değildir.]
İtiraz: A llah'ın ilm ini ve iradesini kulların fiillerini içine alacak kadar
um um ileştirdiğinizde zorunlu olarak cebr fikri doğar. Zira Allah'ın ilmi ve
iradesi eğer bir fiilîn vukuu cihetine taalluk ederse fiil vacip olur. Eğer adem -
i vukuu cihetine taalluk ederse fiil imkânsız olur. Bir fiil vacip veya imkânsız
olduğunda artık irade ve ihtiyardan söz edilem ez.
Cevap: Cenab-ı Allah kulun söz konusu fiili kendi iradesiyle yapacağını
biliyor ve irade ediyor. Buna göre ortada bir sorun kalmaz.
İtiraz: Bu durum da kulun ihtiyarî fiili vacip veya m ü m ten i/im kân sız ol
m ak duru m u n dad ır. Bu ise ihtiyara aykırıdır.
Cevap: Bu itiraz yerinde bir itiraz değildir. Zira ihtiyara m uvafık olan
vücup ihtiyarı pekiştirir, ona aykırı olmaz. Ayrıca bu itirazın altındaki düşünce
208 Şerhu'l-Akâid
A llah'ın fiilleriyle ters düşm ektedir. Çünkü Allah'ın ilmi ve iradesi kendi fiille
rine de taalluk eder. 3u durum da kendi fiillerinin de zo ru n lu /vacîb /ızd ırarî
olması gerekir.
İtiraz: Kulun ihtiyarı ile fail olması, onun, fiillerini kendi kastı ve irade
siyle icad e ttiğ i/m e y d a n a getirdiği anlam ına gelir. Buna m ukabil geride Al
lah'ın bütün fiilleri tek başına yaratıp icad ettiğine açıkça tem as edilm işti.
Oysa bir m akdû r iki müstakil kudret altına girm ez.1
Cevap: Bu itirazın tu ta rlı ve güçlü bir itiraz olduğuna söz yok. Ne var ki,
A llah'tan başka yaratıcının olmadığı hususu burhanla sabittir. Ö bür taraftan
kulun kud ret ve iradesinin, tu tm a k gibi bazı fiillerde dahiinin olduğu, titre
m ek gibi diğer bazı fiillerd e ise dahiinin bulunm adığı hususu da çok açıktır.
Şu halde bu darboğazdan kurtulm ak için, Allah'ın her şeyin yaratıcısı oldu
ğunu, kulların ise kendi fiillerini kesp ettiğini söylem ek zorundayız. Bunun
açıklaması şöyledir: Kulun kudret ve iradesini fiile doğru sarf etm esi kesptir.
Bunun peşinden Allah'ın m ezkûr fiili yoktan var etm esi y aratm aktır. Burada
ilk bakışta bir m akdûrun iki kudret altına girdiği söylenebilir. Ama bu İki ayrı
cihetten olm uştur. Zira fiil yaratılm a cihetinden Allah'ın m akdûrudur. Kesp
cihetinden kulun m akdûrudur.
Kulun fiilinin bir yandan Allah'ın yaratm asıyla, diğer yandan kendi kud
re t ve İradesiyle oluşunu izah sadedinde bundan daha öz bir anlatım bula-
masak da anlattığım ız kadarı zorunlu bilgiye dayanır. Kelamcıların halk İle
kesp arasındaki farkı beyan sadedinde bazı ibareleri vardır. Sözgelimi kesp,
bir aletle olan, halk İse aletsiz olandır. Bir başka yaklaşıma göre kesp, kudre
tin m a h a llin d e /k u d re t sahibinde vaki olur. Halk ise, kudret m ahallinde vaki
olm az. Bir diğerine göre kesp, kadirinin kendisiyle infiradı sahih olm ayan,
halk ise, kadirinin kendisiyle infiradı sahih olandır.
Cevap: Ortaklık her biri kendine ait olan kısmı itibarıyla müstakil olacak
şekilde iki şeyin bir şey üzerinde birleşmesidir. Köyün ve mahallenin ortakları
gibi. [M u tezile'nİn savunduğu üzere] Kulun kendi fiillerini, Allah'ın ise diğer
araz ve cisimleri yaratıcı olması da böyledir. Bir şeyin farklı cihetlerden iki
şeye izafe edilmesi böyle değildir. Mesela yeryüzünün yaratm a cihetinden
1Yani kudretle meydana gelen bir şey, birbirinden bağımsız iki kudretin eseri olamaz.
Müstakil bir kudret bir makduru meydana getirmeye zaten kâfidir.
7. Kımu: Halku'l-Ef'âl/Kulların Filleri ve Cenab-ı A ؛lah'ın iradesi 2 09
Allah'ın, tasarruf cihetinden kulun mülkü olması gibi. Kulun fiilinin de yaratm a
cihetinden Allah'a, kesp cihetinden kula nispet edilmesi de böyledir.
İtiraz: Şu halde kötü أوأyaratmak çirkin olmadığı halde, aynı işi kesp
etm ek nasıl oluyor da çirkin ve sefihçe bir şey oluyor ve işleyenin zem ve
cezayı hak etmesine yol açıyor?
Cevap: Çünkü ¥aratıcı'nın hikm et sahibi olduğu kesin delillerle sabit ol-
m u ş tu r. هbir şeyi yarattıysa, biz görem esek de mutlaka bunun ardında güzel
sonuçlar vardır. Bu sebeple kötü bulduğumuz bazı fiillerin arkasında bazı hik-
m et ve m aslahatların olabilm eğini kabul ederiz. Nitekim acı ve zarar veren
bazı habis yaratıkların yaratılmasında türlü türlü hikm et ve faydalar vardır.
Kulun kesbi için bu durum söz konusu değildir. Zira insan bazen iyi bazen kötü
işler yapabilm ektedir. O rtada yasaklama olduğu halde ؛٢٧١٧٨ kötü işi kesp
etmesini bu sebeple çirkin, ve sefihçe bir şey kabul ediyor, yergi ve cezayı hak
ettireceğine inanıyoruz. Kulların ال طfiiiierinden iyi oian dünyada övgüye,
ahirette m ükâfata m üncer olan. M übah fiillerin de tarife girmesini sağlamak
için hasen/iyi işi ta rif ederken, yergi ve cezaya m üncer olmayan ifadesini kul-
lanmak daha yerinde olur. Allah'ın rızasıyladır. Yani itiraza konu olm adan
doğrudan Allah'ın iradesiyledir. Kötü olan dünyada yergiye, ahirette cezaya
m üncer olan Allahın rızasıyla değildir. Çünkü kötü işler itiraza konu olurlar.
Nitekim ayet-i kerim ede "Allah kulları için küfre raz ؛olmaz." (Zümer, 7)
buyurulm aktadır. Yani irade ve takdir iyi kötü bütün fiillere taalluk eder. Rıza,
m uhabbet ve em ir ise sadece iyi fiillere taalluk eder.
ه؛ا؛ ي
210 Şerhu’l-Akâid
[ istitâat ) '
iMetnü’l-Akâid
İstitâat fiille birliktedir ve fiilin gerçekleşmesini sağlayan kudretin biz-
zat kendisidir. ال وkelime bazen bir işin gerçekleşmesi için gereken alet,
٧ ^٧٧ ve esbabın sıhhati için de kullandır. Teklifin sıhhati bu ikinci istitâate
bağlıdır. ^٧١ gücünü aşan bir şeyle sorumlu tutulmaz.
Ş erhu’l-Akâid
İstitâat fiille birliğedir buna M utezile'n in m u h a le fe t ؟var ve fiilin ger-
çekleşmesini sağlayan kudretin bizzat kendisidir. M ü e llif bu İbareyle
Tebsıra m usannifi £bu 'l“M uîn en-Nesef?'n؛n şu sözlerine dikkat çekm ektedir:
"İstltaat A llah'ın canlılarda yarattığı bir tü r arazdır ki, İhtiyarî fiillerini bunun-
la yaparlar. Bu anlam da İstltaat fiilin İlle tid ir/'1 en-N esefî'nin aksine cum hur,
istitâatm fiı'iin edasına İllet değil, ş a r^ ld u ğ u n u savunur.
misil olduğunu ileri sürerseniz, fiili m eydana getiren kudretin fiile bitişik
olması gerektiğini itira f ederek görüşümüzü benim sem iş olursunuz. Bundan
sonra, ilk m eydana gelen kudretle fiil m üm kün olm ayacak şeklide söz konu
su k ud retten önce geçen emsal kudretlerin bulunm ası gerektiğini ileri sü
rerseniz bunu delille ispatlam anız gerekir.
1Tahakküm, herhangi bir delil ya da gerekçeye dayanmadan kuru kuruya bir şey hak
kında hüküm vermek, dayatmak anlamına gelir.
2Tercîh b؛؛â müreccih, herhangi bir tercih ve rüchân sebebi bulunmadan mümkin iki
şıktan birini diğerine tercih etm ektir ki, keyfî bir tutum dur, aklî bir izahı yoktur. Bunun
için fasit olduğu söylenir. Bu deyim tartışmalarda sıkça kullanılır. Burada da Şârİh -es-
Sâbûnî'nin ağzından- onu şu bağlamda kullanmıştır: Mutezile, sözkonusu kudretle fii
lin birinci halde meydana gelmediğini, bilakis ikinci halde meydana geldiğini savunur
sa, bu, birinci halde fiilin meydana gelmesinin imkânsız olduğunu düşündüklerini gös
terir. Şu halde kudret her iki halde de aynı olduğu halde neden ikinci halde imkânsız
olmazken birinci halde imkânsız olmaktadır, imkânsızlık şıkkını tercih konusunda bu
rada birinci hal için bir tercih sebebi yoktur. Buna rağmen birinci şık için İmkânsızlık
tan bahsetmek tercih bilâ müreccîhtir.
3 Yani arazlarda bir mananın hadis olması imkânsızdır. Zira mana da bir arazdır ve araz
arazla kaim olmaz.
212 Şerhu'l-Akâid
anında fiilin m eydana gelmesi imkânsız olsun. Ayrıca fiil, bir şartın bulun-
m am ası veya bir m âniin bulunması gibi haricî am illere bağlı olarak, kudretin
bulunduğu birinci anda m eydana gelmesi m üm kün olm adığı halde, şartların
tam am lan m asın a bağlı olarak ikinci anda m eydana gelmesi vacip olabilir;
Hâlbuki kâdirin bir sıfatı olan kudret, hem fiilin vukuunun imkânsız olduğu
hem de vac؛p olduğu her iki anda da eşittir, herhangi bir değişm e söz konu-
su değildir. N itekim bu noktadan h areketle bazıları istitâat m eselesine açı-
lım g etirm iştir. Şöyle ki, eğer istitâattan, fiile tesir şartlarının hepsini havi
olan kudret kastedilirse istitaat fiille birliktedir. Aksi takd ird e istitaat fiilden
öncedir.
$٥٨ olarak arazların bekasının imkânsızlığı ispatı zor bazı m ukaddim elere
dayanm aktadır. Bu m ukaddim eler şunlardır: Bir şeyin bekası o şey ü z e rin i
zâid olan ve hariçte var olan bir şeydir. Arazın arazla kaim olması imkânsızdır.
Bir arazın diğer bir arazla birlikte bir başka şeyle de kaim olması m uhaldir.
Bu keiime istitâat lafzı bazen bir işin gerçekleşmesi için gereken alet,
uzuv ve sebeplerin s؛hhatine/eiverişliiiğine de isim olarak kuilanıiır. Nite-
kim "yoJca güç yetiren (istitâat) insanlar üzerine Allah için Beytullah'ı hac
cetmekfarzdır" (Âl-Î imran, 97) ayetimde kelime bu anlamda kullanılmıştır.
Kul gücünü aşan bir şeyle sorumlu tutulmaz. Kulun gücünü aşan şey,
hadd-i zatında im kân sız/m ü m ten İ fi nefsihî bir şey olabileceği gibi, hadd-İ
zatında m üm kün olan bir şey de olabilir. İki zıttın birleşmesi hadd-i zatında
imkânsız, bir cisim y aratm ak ise hadd-i zatında m üm kün olan bir şeydir.
Cenab-ı Allah'ın aksinin olacağını bildiği veya aksini m urad ettiği şeylerin
vukuu (kâfirin im anı, âsînin itaati) gibi İmkânsız şeylerle tek lif olabileceği
konusunda ih tila f yoktur. Zira bu gibi şeyler hadd-i zatında kulun kudreti
dâhilindedir.
"Allah hiçbir kimseyi takatinin üstünde bir şeyle mükellef kılmaz" (Ba
kara, 286) ayeti, teklîf-i mâlâ yutâkın caiz olm adığına da delil olarak kullanıla
bilir. Şöyie ki, eğer teklif-i m âlâyutâk caiz olsaydı onun vaki olduğu farz edil
diğinde bundan bir muhalin lazım gelm em esi gerekirdi. Zira lüzum ilişkisinin
tab ia tı gereği lazımın m uhal olmasının m elzum un da m uhal olmasını gerek
tireceği hususu zaruridir. Hâlbuki teklİf-l m âlâyutâk vaki olsaydı bundan bir
m uhal lazım gelirdi ki, bu Allah'ın sözünün yalan olm asıdır. [Şu halde teklif-İ
m âlâyutâk caiz değildir. Zira farz-ı vukuu m uhali g erektirir. Farz-ı vukuu m u
hali gerektiren şey de m uhaldir.] Bu [Eş'arîlere karşı], Cenab-ı Allah'ın ilmi
1 Burada Şarih Taftazanî, Cenab-ı Allah'ın meleklere eşyanın isimlerini bildirm elerini
emretmesinin onları güçlerinin üstünde bir şeyle mesul tutm ak anlamına gelebileceği
yönünde muhtemel bir itirazı cevaplamakta ve söz konusu emrin gereği yerine geti
rilmesi beklenen bir emir (teklif) olmadığını, belki melekierin çaresizliğini göstermek
üzere tevcih edilmiş bir emir olduğunu belirtmektedir.
2 Kubh-i aklî, eşyanın iyi veya kötü olmasının mücerret akılla bilinebileceğini ve hatta aklın
çirkin bulduğu şeylerin haram olduğunu savunmak anlamında kelamî bir görüştür.
7. Konu: Halku'l-Ef'âl/İstitâat 215
Bunun halli1 şöyiedir: Hadd-i zatında mümkün olan hiçbir şeyin farz-ı
vukuundan muhal lazım gelmemesi gerektiğini kabul etmeyiz. Bu ancak
hadd-i zatında mümkün olan şeye başka bir şey sebebiyle imkânsızlık arız
olmadığı zaman gerekir. Yoksa biğayrihi İmtinâa/imkânsızlığa binaen muhal
lazım gelmesi batıl değil, caizdir. Nitekim Cenab-ı Allah kudret ve ihtiyarıyla
kâinatı bu şekliyle yarattığı halde kâinatın yokluğu hadd-i zatında m üm kün
dür. Oysa kâinatın yokluğu farz edildiğinde, m a'lülün illet-İ tâm m eden2
tahallüfü cihetinden muhal lazım gelir. Demek ki, mümkün olan bir şeyin,
hadd-i zatında farz-j vukuundan muhal lazım gelmez. Zatından başka bir
şeye itibarla mümkün varlıkların farz-ı vukuundan muhal lazım gelmemesi
gerektiği yönündeki görüşe gelince bunu kabul etmeyiz.
1 Hail, münazara dilinde mugalatada galat mahallini tayin ve tespit edip şaşırtamacayı
Çözümlemektir.
2 İllet- ؛tamme, sonucu meydana getirmesi için başka hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, ge
rekli her şeyi istihzar eden yetkin sebep, illet demektir. Mesela konuyu zihnimizde
yakınlaştırmak için elektrikler olduğu takdirde çalışan bir anahtarın düğmesine bas
mak illet-İ tamme, çalışan lambanın yanması da malüldür, diyebiliriz. Burada kâinatın
yaratılmasını murad ettiği halde Vacibü'l-vücud iîzatihi illet-i tamme, kâinat da
ma'lûldür. İllet-i tamme tahakkuk ettiği halde malülün tahakkuk etmemesi anılan İlle
tin tam olmadığını gösterir kî, bu çelişkidir. Şu halde illet-İ tammeden malülün geri
kalması düşünülemez.
216 Şerhu’l-Akâid
( Tevfid J
Metnü’l-Akâid
Darbeye maruz kalan kimsede darbe sonrası meydana gelen acı, bir
insanın kırması sonucu kırılan camda meydana geien kırılma hali ve ben
zerleri hep Cenab-ı Allah'ın yarattığı şeylerdir. Bunların yaratılmasında
kulun herhangi bir tesir ؛yoktur.
Ş erhu’l-Akâid
Bir insanın vurduğu kimsede darbe sonrası meydana gelen acı, bir in
sanın kırması sonucu m üellifin getirdiği bu kayıt konunun tartışılan boyutu
na temas içindir. Zira bu konuda kulun bu gibi şeylerde dahli olup olmadığı
tartışılm ıştır, kırılan camda meydana gelen kırılma hali ve öldürm e sonucu
meydana gelen ölüm ve benzerleri hep Cenab-ı Allah'ın yarattığı şeylerdir.
Nitekim yaratıcının sadece Cenab-ı Allah olduğu ve bütün mümkinâtın vası
tasız olarak ona istinat ettiği hususu geride belirtilm işti.
Mutezile bazı fiilleri Cenab-ı Allah'tan başkasına isnat edebildikleri için şu
görüşü ileri sürmüşlerdir. Eğer bir fiil, kulun herhangi bir fiilinin aracılığı olma
dan meydana gelirse bu mübaşereten/dolayımsız olarak meydana gelmiş olur.
Eğer bir başka fiil aracılığıyla meydana gelirse bu fiil tevlid/dolaylı olarak
meydana gelmiştir. Şöyle ki tevlid yoluyla meydana gelen fiillerde ilk fiil failine
ikinci fiili gerektirmektedir. Anahtarı çevirirken elin hareketinin/fiilinin anah
tarın hareketini/fiilini mucip olması böyledir. Şu halde darbe alan kimsede
meydana gelen acı darptan, camın kırılması da kırma işinden m ütevellittir.
Mutezİle'ye göre bunlar Cenab-ı Allah tarafından yaratılmış değildir1. Bize
göre bütün bunlar Cenab-ı Allah'ın yaratmasıyla olmuştur.
1 M utezile'nin çoğunluğuna göre kul her iki çeşit fiili de kendisi yaratır. Kul müba-
şereten olan fiilleri doğrudan yaratırken, tevlîden olan fiilleri dolaylı olarak yaratmak
tadır. Ancak ilk devir mutezilîlerinden bu konuda farklı görüşler nakledilmiştir. Nakle
göre en-Nazzam bu konuda sonraları Eş'arilerİn benimseyeceği görüşü benimsemiştir.
Mutezile'den Sümame bin el-Eşres ise teviîdî fiillerin muhdisi olmayan havadisten ol
duğunu ileri sürmüştür. ed-Darrar ve el-Hafs tevlidî fiilleri kendi içinde tasnife tabi
tutm uş; fik ir sonrası oluşan İlim gibi failin mahall-i kudretinde olan müveiledâtı kulun
fiillerinden görmüşlerdir. Bundan başka kesme fiilinden mütevellid kesilme hali gibi
failin mahall-i kudretinde olmadığı halde onun ihtiyarına muvafık olan müveiledâtı da
kulun fiilinden kabul ederek onun mahlûku saymışlardır. Atılan taşın hareketi misalin
de olduğu gibi failin ihtiyarı dışına çıkan müveiledâtı İse kuiun fiilinden saymamışlar
dır. Bkz., en-Nibrös, s. 191.
7. Konu: H alku'l-Efâl/Tevlid 217
* Kırılma işi kırma fiilinde failin sarf ettiği kudretin mahalli/sahibi olan insanda değil
camda meydana gelmiştir. Darbe alan insanda meydana gelen acı da böyledir, Kudre-
tin sahibi olan failde değil darbe alan mefulde meydana gelmiştir. Ancak tefekkür ne-
ticesinde meydana gelen iiim /biim e işi tefekküre sarfedilen kudretin sahibi olan aynı
insanda meydana gelmiştir. Şu halde Şârih'in ta'iili meseleyi tam olarak izaha kafi
gelmemektedir. Zira bu ta'lile göre fâilin mahall-i kudretinde olan bazi müvelledâtın
kulun kesbiyle olması gerekir. Oysa müellif buniarın kesbi olduğuna kail değildir. Şu
halde müvelledatın kesbî olmadığını ispat için onların ihtiyar haricî meydana gelişinin
zarureti hususuna atıfta buiunmak daha sıhhati ؛bir yoldur. Bkz., en-Nibrâs, s. 192.
218 Şerhu'l-A kâ id
( Ecel )
Metnii’l-Akâicl
Katledilen kişi eceliyle ölmüştür. Ölüm, mevtayla kaim olup Allah
Teâlâ tarafından yaratılmıştır. Ecel birdir.
ŞerhtTI-Akâid
Katledilen kişi eceliyle Allah Teâlâ katında ölümü için takdir edilen va
kitte ölmüştür. Bazı M utezile imamlarının düşündüğü gibi, kâtîl, maktulün
ecelinin önüne geçip onun hayatını bitirm iş değildir. Bu konuda Ehl-i Sün
n e tin delili şöyledir: Cenab-ı Allah, ilm-i ezelisine muvafık olarak kullarının
ecellerini tereddüde mahal kalmayacak surette takdir etm iştir. Ayrıca "On
ların eceller ؛geldiğinde onu ne bir an öne ne de bir an geriye alamazlar11
(A'râf, 34) ayeti de Ehl- ؛Sünnet'in delillerindendir.
1 Bazı hayırlı amellerin işlenmesi durumunda rızkın ve ömrün artacağına dair Allah
resülünden nakledilen hadisler vardır. Mesela Hz. Sevban kanalıyla gelen "kazayı an
(
cak dua geri çevirir; ömrü ancak birr/anne babaya ihsan artırır" Siinen-i İbn-i Mâce,
hadis no, 90) hadisi bunlardandır. Yine Enes bin Malik kanalıyla gelen bir rivayette
Allah resülünün şöyle dediği bildirilir: "Her kim rızkının açılmasını ve ömrünün uza
tılmasını isterse sıla-İrahimde bulunsun" (Sahih-i Buhârî, hadis no, 2067)
7. Komi: H a lk u 'l-E ^ l/E « l 219
1 Burada m üellif katı fiiliyle ölüm arasındaki ilişkinin zarurî olmadığını, bilakis adî oldu-
ğunu tasrih etmektedir. Yani kati fiili neticesinde ölümün gerçekleşmesi zorunlu de-
ğildir; bu adet-i ilahi böyle olduğu için böyledir. Yoksa katı fiili ölüme müessir değildir.
2Taabbüdî hüküm, ؛İleti akılla tespit edilemeyen hükümlerdir. Fıkhın ibadât kısmındaki
hükümler genelde bu kabildendir. Mesela öğle namazının farzının dört rekat olması
taabbudî bir hükümdür. Akılla bunun illeti tespit edilemez. Bunun aksi talilî hükümlerdir.
Bunların illeti akılla tespit edilerek, İçtihat ve kıyasa medar teşkil ederler. Fıkhın muamelat
kısmındaki hükümler genelde bu karakterdedir. Mesela ma'dümun satışının adem-i cevazı
talilî bir hükümdür. Bir müçtehid bu hükmün illet ve gerekçesini pekâlâ anlayıp ta'lile gi-
debilir. Şarih Taftazânî'nin ifadesiyle burada da bir tü r taabbudî hüküm söz konusudur.
Katilin, katı fiilinde müessir olmadığı halde cezaya çarptırılması hususu kat’? naslarla sabit,
illet ve hikmeti aranmadan doğrudan kabul edilmesi gereken İlahi bir hükümdür. Şu var kİ,
katil işlediği fiille -alâ tariki ceryi’l-adeh de olsa- maktulün ölümüne sebep olduğundan
cezaya istihkakı akılla da tespit edilebilir. Bu bakımdan ؛؛atilin cezasıyla alakalı şerî hüküm -
özellikle kısas- mahza taabbudî bir hüküm olmamak gerekir.
3 Vücûdî m efhum , varlıksa! kavramlar. Hariçte var olan bir şeye tekabül eden kavram-
lar. Mesela hayat kavramı canlı varlıklarda eserleriyle görülüp hissedilen bir arazdır ve
haricî bir varlıktır. Sadece zihinsel soyut bir kavram değildir. Hayattan bağımsız bir
araz olarak müstakil bir mahiyeti olduğunu savunanlara göre ölüm de hariçte vardır
ve vücûdî bir kavramdır. Bunlara göre ölüm, hayata zıt bir keyfiyet olmakla bir çeşit
arazdır, ölüm ü hayat mefhumuna bağlı, onun nefyinden ibaret bir kavram olarak dü-
şünenlere göre ölüm yalın zihinsel bir kavramdır ve haricî bir varlığa tekabül etmez.
Bunlara göre ölüm, hayat sahibi olan varlıklarda hayatın durması/intifası demektir.
Görüldüğü gibi burada ölüm hayatın intifasına/nefyine eşitlenmiştir. Nefyin hariçte
tekabül ettiği bir gerçeklik olmadığından ölüm de ademî bir mefhum olmaktadır.
4 Ölümün yaratılmış olması da onun vücûdî bir mefhum olduğunu gösterir. Zira yaratı-
lan şey var olmuştur.
5 Nitekim Kadı Beyzavi, Adudüddin el-îcî ve Şârih Taftazânî'nin de içinde olduğu geç dönem
Eş'arilerl bu görüştedir. Bunlara göre ölüm, hayat şanından olan şeyin hayatta olmaması
anlamına gelir. Bazılarına göre ölüm, hayat sahibi varlıkta hayatın zail olması demektir.
Bkz., en-Nibrâs, s. 195.
220 Şerhu'l-Akâid
( Haram Rızık )
M elnirl-Akâid
Haram rızıktır. Helal veya haram herkes ancak kendi rızkım yer. Bir in
sanın kendi rızkını yiyememiş olması ya da başkasının onun rızkını yemiş
olması düşünülemez.
Ş erh u ’l-Akâid
Haram rızktır. Nitekim rızk, Cenab-ı Allah'ın canlılara bahşedip de ye
dikleri şeydir. Bu ise bazen helal, bazen de haram olur. Rızkı bu şekilde ta rif
etmek, onu "canlıların beslendiği şey" diye ta rif etm ekten daha doğrudur.
Zira bu İkinci ta rifte rızkın Allah'a isnadından söz edilm em iştir. Oysa rızk
mefhumunda bu hususa dikkat edilmiştir.
M utezile İmamlarına göre haram rızk olamaz. Zira onların rızka getirdiği
ta rif buna imkân tanımamaktadır. Şöyle ki, onlar rızkı tanımlarken onun,
malikinin yediği bir memiük olduğunu veya kendisinden faydalanılması sa
kıncalı olmayan bir şey olduğunu belirtirler. Bu ise ancak helal şeyler için
geçerlidir. Fakat M utezİle'nin getirdiği birinci tarife göre hayvanların yediği
şeylerin rızık olmaması gerekir. [Çünkü hayvanların malik olduğu söylene
mez.] Ayrıca her iki tariften de, ömrü boyunca haram yiyen bir kimseyi Al
lah'ın hiç rızıklandırmamış olması sonucu çıkar.
M utezile İle Ehl-i Sünnet arasındaki bu ihtilaf, rızkın Allah'a isnadı ve Al
lah'tan başka kimsenin rızk vermemesiyle alakalıdır. Bunun yanında kul
haram yemekle zemm ve cezaya müstahak olmaktadır. Allah'a istinad eden
bir şey çirkin olamayacağına ve bu şeyi irtikâp eden kimse cezaya müstahak
kılınamayacağına göre Mutezile haramın rızık olamayacağını savunmuştur.
M uteziie'nin bu yaklaşımına şöyle cevap verilir: Haram yiyen kimsenin
cezaya müstahak olması, onun kendi iradesiyle rızkın esbabına tevessülde
kötü bir yol takip etmesindendir.
Helal veya haram -nitekim her ikisiyle de beslenme gerçekleşir- herkes an
cak kendi rızkını yer. Bir insanın kendi rızkını yiyememiş olması ya da başkası
nın onun rızkını yemiş olması düşünülemez. Çünkü Cenab-ı Allah'ın bir şahıs İçin
takdir ettiği yiyeceği o kimsenin yemesi zorunludur. Söz konusu yiyeceği bir baş
kasının yemesi imkânsızdır. Ama rızkı Mutezilemin tarifinde yer aldığı üzere
m em lük/m ülk olarak düşünürsek onu bir başkasının yemesi düşünülebilir.
[Zira kişinin ancak kendi mülkünden yemesi aklen zorunlu bir şey değildir.]
2 22 Şerhu’l-Akâid
Hidayet ve Dalâlet
ŞerhuM-Akaîd
Cenab-ı Allah dilediğini dalâlete, dilediğini hidayete ulaştırır. Cenab-ı
Allah'tan başka yaratıcı olmadığı için bu cümlede geçen "ihdâ" fiilin i hidaye
ti yaratm ak, "İdiâl" fiilin i de dalâleti yaratmak şeklinde anlamalıyız.
"H idayet bize göre ihtidanın/doğru yola erme fiilin in yaratılmasıdır. "Al
lah ona hidayet e tti de o hidayeti bulamadı" gibi ifadeler mecazîdir. Bu söz
"Allah ona doğru yolu gösterdi veya onu doğru yola davet e tti de o icabet
etm edi" anlamındadır.
1 Bu tariflere göre Mutezile, Allah'ın kulu hidayet ettiğini söyleyebilmek İçin o kimsenin
bizzat hidayete ermiş olmasını şart koşarken Eş'arîler bunu şart koşmazlar. Şu halde
Mutezile Allah'ın kâfirleri hidayet etmediğini savunurken, Eş'arîler hidayet ettiğini sa
vunmaktadır. Ancak Şârih'in Mütekaddimîn kelamcılardan naklettiği tariflere göre du
rum tam tersidir. Zira bu tariflere göre Mutezile Allah'ın kâfirleri hidayet ettiğini savu
nurken Eş'arîler hidayet etmediğini savunmaktadır. Bu fark muhtemelen kelimenin
biri sözlük diğeri kelamî anlamından kaynaklanmaktadır. Şârih'in Eş'arîlere ait olduğu
nu belirttiği ikinci ta rif hidayet kelimesinin sözlük manasını yansıtmaktadır. Birinci ta
rif ise kelamî manayı yansıtır. Aslında Eş'arîler -Mütekaddimîn olsun Müteahhirin ol
sun- her iki tarifi de benimsemekte ve yerine göre kelimeye bu iki manadan münasip
olanını verm ektedirler. Nitekim Fussılet, 17 gibi ayetleri tefsir ederken İkinci tarifi yani
kelimenin sözlük anlamı. Fatiha, 6 gibi ayetleri tefsir ederken de birinci ta rif yani
kelamî anlamı uygun düşmektedir.
22 4 Şerhu'l-Akâid
M etnü’I-Akâid
Kul ؛çin en faydalı olan şeyi yaratmak Cenab-ı Allah'a vacip değildir.
Ş erhu’l-Akâid
Kul için en faydalı olan şeyi yaratmak Cenab-ı Allah’a vacip değildir. Ak
si takdirde Cenab-ı Allah hem dünyada,hem ahirette azap çeken fakir kâfirleri
yaratmazdı. Ayrıca böyle düşündüğümüzde Cenab-ı Allah'ın kulları üzerinde
bir m inneti olamayacağı gibi, bazı kullarına hidayeti ve çeşit çeşit hayrı lüt
fetmesi karşılığında şükrü hak etmiş olması da düşünülemezdi. Çünkü bunlar
vacibin edasından başka bir şey değildir. [Vacibin edasına şükür gerekmez.]
Ayrıca bu görüşe göre vacibi yerine getirdiğine göre Cenab-ı Allah'ın kud
retinde kulların faydası adına artık bir şeyin kalmaması ve onların hayrına
olandan daha fazla bir şey yapamaması gerekirdi.1
1 Şurası bilinmeli ki, Şârih'in tenkit ettiği ve türiü gerekçelerle çürütmeye çalıştığı "aslah
fikri" M utezile'nin hepsinin aynı anlamda savunduğu bir fikir değildir. Özellikle Şârih'in
burada nakzetmeye çalıştığı şekliyle aslah görüşü Mutezİle'den el-Cübbâî'nin fikirle
riyle örtüşmektedir. Diğerlerinin de başlık olarak aslah fikrini savunduğu bir vakıa ise
de içeriği buradaki eleştirilerin birçoğuna maruz kalmayacak biçimde farklıdır. Bu ko
nuda daha geniş bilgi için bkz., en-Nibrâs, s. 202; Süleyman Dünya, eş-Şeyh M u h a m -
m ed Abduh Beyne'l-Felâsife ve'l-M ütekellİm în, s. 35.
7. Komi: Halku'l-Ef'â؛/Kul İçin En Faydalı Olan Şeyi Yaratmak 225
Sonra bir türlü anlamış değilim, Allah'a bir şeyin vacip olması ne anla
ma gelir? Herhalde buradaki vacibe, terkine yergi ve ceza gereken şey di
yemeyiz. [Zira Allah’ın zemmedilmesi veya cezaya uğratılması M utezile'ye
göre de söz konusu değildir.] Buradaki vacip; sefeh, abes, cim rilik veya ce
halet gibi Zât-ı Bârî hakkında muhal durum ları gerektireceği için Allah'tan -
karşı koyamayacağı şekilde- suduru zorunlu olan şeydir de diyemeyiz. Zira
bu görüş Cenab-ı Allah'ın İhtiyarını inkâr anlamına gelir ve tutarsız felsefeye
meyilden başka bir şey de değildir. [Oysa Mutezile teorik olarak Allah'ın
ihtiyarını kabul eder.]
1 Kıyasü'l-gâib ale’ş-şâhid, gaibi şahide kıyas etmek. Gayb âlemini şehadet âleminin
şartlarına göre anlamak, yorumlamak. İdrak ve ihsasımızın dışında kalan metafizik
âlemle ilgili konularda fizik kanunlarını geçerli saymak, fizik ölçülerle metafizik âlemi
kurgulamak. Umur-i beşeriyyede geçerli olan kanun ve team ülleri umur-i ilahiyyeye
de tatbik etmeye kalkışarak, beşeri tecrübeyi ölçüsüzce genelleştirmek. Mesela Mute-
zile'nin ahirette Cenab-ı Allah'ın görülebileceği esasını inkâr etmesi büyük oranda
kıyasü'l-gâib ale'ş-şâhid anlayışının tesirîyledir. Mutezile Cenab-ı Allah’ın kullarla aynı
hizada olması gerekeceğini (muhâzât), onun bir mekânda ve bir yönde bulunması la
zım geleceğini gerekçe göstererek ruyetüllahı inkâr etmiştir. Halbuki bu gibi gerekçe
ler görmenin fizikî şartlarıdır ve fizik âlemle İlgilidir. Metafizik âlemde görme fiili için
aynı şartların geçerli olduğunu gösteren bir delil söz konusu değildir. Buna rağmen
M utezile'nin ruyetüllahı inkâr etmesi, fizik ölçüleri metafizik âlemi de içine alacak bi
çimde genelleştirmesinden ileri gelmektedir. Durum bu konuda da böyledir. Mutezile
kul için en faydalı olan şeyi Cenab-ı Allah’ın yaratması vaciptir, derken meseleyi efendi
İle köle ilişkisi zemininde değerlendirmiş, beşeri tecrübeyi esas kabul etmiştir. Efendi
nin kölesine kötülük yapmayıp daima iyilik yapması nasıl gerekli İse Cenab-ı Allah’ın da
kullarına daima iyilik yapması gereklidir, demişlerdir. Zaman zaman ehi-i sünnet ke-
lamcılarmın da kıyasü'l-gaib ale'ş-şâhid kabilinden izahlar yaptığına rastlanmaktadır.
Ama bunlar bir inanç meselesini temeilendirm e/delillendirm e sadedinde yapılan İzah
lar değildir. Bunlar sadece meselenin zihnimizde daha iyi yerleşmesini sağlamak için
takrip kabilinden yapılan izahlardır. Bazen bu yöntemin, zaten naslarla sabit olmuş bir
meseleyi etraflıca delillendirmek adına ikinci üçüncü dereceden pekiştirmek için geti
rilmiş bir delil olarak da kullanıldığı vakidir.
226 Şerhu’l-Akâid
Metnii’I-Akâid
Kabirde kâfirlerin ve bazı âsî müminlerin Cenab-ı Allah’ın bilip murad
ettiği bîr kısım yollarla azab görmesi, sâlih müminlerin de mükâfatlandı
rm a s ı ve Münker ve Nekir'm kabirde sorgusu sem'î delillerle sabittir.
Ş erh u ’l-Akâid
Kabirde kâfirlerin ve bazı âsî müminlerin Cenab-ı Allah'ın bilip murad
ettiği bir kısım yollarla azab görmesi, M ü e llif burada azabı âsî m üm inlerin
bir kısmıyla sınırlı tutm uştur. Zira onlar arasından Cenab-ı Allah'ın azab et
meyi dilem edikleri olacaktır kİ, onlar gerçekten azap görmeyecektir.
ve Münker ve Nekir'in bunlar kabre girip kulu sorguya çeken iki melek
tir. Kabirde kula rabbinden, dininden ve peygamberinden sorarlar, es-
Seyyid Ebû Şücâ1 bu sorgunun çocuklar için de geçerli olduğunu ileri sürer
ken2, bazıları bu sorgunun peygamberleri de içine aldığını savunmuştur,
kabirde sorgusu hep sem'î delillerle sabittir. Nitekim bunlar hadd-i zatında
mümkün olan şeylerdir ve nasların bildirdiği gibi vukuunu m uhbir-i sadık/Hz.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve seliem) haber verm iştir.
1 Muhammed bin Ahmed bin Hamza es-Seyyİd Ebu Şücâ'. Hayatına dair kaynaklarda
pek bilgi bulunmamakla beraber Ruknü'l-îslam Ali bin el-Hüseyn es-Suğdı ile aynı dö
nemde yaşadığı bilindiğinden hicrî 5. Yüzyıl Hanefi fakihlerinden olduğu söylenmekte
dir. Bkz., Leknevî, el-Fevâidü'l-Behiyye, s. 155. Şerhu'l-akâid'i tahkik ve talikleriyle ye
niden neşreden Muhammed Adnan Derviş burada Seyyid Ebu Şücâ'ı Şireveyh el-
Hemedânî adında bir başka Ebu Şücâ ile karıştırmıştır.
2 Kabirde çocukların da sorgulanacağı fikri konuyla ilgili bir hadise dayandırılmaktadır.
Rivayete göre Allah Resulü bir çocuğun cenaze namazını kıldırmış ve "Allah'ım, Onu
kabir azabından koru!" dîye dua etmiştir. Ibn-i Hacer ve Suyûtî gîbî hadisçiler buradaki
azabın kabir vahşeti/yalnızlığı olacağını bildirerek meseleye çözüm getirmişlerdir.
Bkz., en-Nibrâs, s. 206.
8. Konu: Kabir 227
Cenab-ı Allah şöyle buyurur: "Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kı-
yamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir."
{Mü'm؛n,46),
Allah resüiü de şöyle buyurm aktadır: "idrardan sakının. Zira kabir aza -
binin çoğu ondandır." (el-Hakim, el-Müstedrek, 1/183)
Bir başka hadis-i şeriflerinde Allah resulü şöyle buyurur: " 'Allah îna-
nanları, dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar1(İbrahim,
27) ayeti kabir azabı hakkında ٨ ٠ * // olmuştur. Mümine kabirde rabbin kim,
dinin ne, peygamberin kim? diye sorulduğunda ٠, rabbim Allah, dinim
İslam ve Peygamberim Muhammed, der. [Böylece sağlam bir söz üzerinde
tutulmuş olur.]" (Buharî, 1369; Müslim, 4/2201, 2202)
1Şârih'in burada bazıları ifadesini kullanması yerîndedir. Aksi yöndeki bilgi daha yaygın
görünse de Mutezile kabir azabını ekseriyetle kabul eder. Nitekim Mutezile imamla
rından Kadı Abdulcebbâr [Tabâkât'ında] Mutezile'nin kabir azabını ittifakla reddetme
diğini, bunun sadece Dırar bin Amr'a ait bir görüş olduğunu belirtir. Geniş bilgi için
bkz., el-Aynî, U m detü'l-K ârî, c. 3, s. 118.
Ayrıca Kadı Abdulcebbâr, Şerhu'l-usûli'l-hamse isimli eserinde yukarıdaki ifadeleri
teyid eden beyanlarının yanında Mutezile'yle ilgili bu yanlış bilgilenmenin İbnü'r-
Râvendî'nİn, "M utezile kabir azabını İnkâr ediyor" şeklindeki ifadelerinden kaynaklan
dığını belirtir. Bkz., Kâdî Abdulcebbâr, Şerhu'l-Usûli't-Ham se, s. 730.
228 Şerhu'l-Akâid
Onlara cevaben şöyle denir: Cenab-ı Allah'ın ölen kimsenin ama bütün
parçalarında ama bazı parçalarında azabın acısını veya nim etin tadını hisse-
decek kadar bir hayat yaratması mümkündür. Bu durum , mevtanın bedeni-
ne ruhun tekrar iade edilmesini gerektirmediği gibi onun kabirde hareket
etmesini, sarsılmasını ya da üzerinde azab izlerinin görülmesini de gerek-
tirm ez. Bu bakımdan suda boğulan, hayvanlar tarafından parçalanıp yenilen
veya havada asılıp kalarak ölen her mevta biz fark edemesek de kabirde
azaba maruz kalabilir. Cenab-ı Aliah'ın mülk ve melekûtünün harikulade
incelikleri, onun kudret ve ceberûtunun akıllara durgunluk veren fevkalade
halleri üzerinde düşünen kimse bu gibi şeyleri imkânsız bulmak bir yana
garipsemez bile.
Kabir ahvali dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında bir geçit olduğun-
dan M ü e llif kabir ahvalini müstakil bir konu olarak ele aldı.
M ü e llif kabir ahvali ile ilgili sözlerini tamamladıktan sonra; haşir, neşir
ve diğer ahiret âlemine ait konuların tafsilatına yer vererek ahiret ahvaline
geçmiştir.
Bütün bu dinî esasların delili odur ki, bunlar hadd-i zatında mümkün
şeylerdir ve bunların vukuunu muhbir-i sâdık haber vermiş. Kitap ve Sünnet
bunu tasrih etm iştir. Şu halde bu gibi uhrevî hallerin vukuu sabittir. M ü e llif
de bu meselelere itina göstermiş ve konuyu tahkik ve te'kid maksadıyla bu
esasların.gerçekliğini tasrih etm iştir. Bu sadette M ü e llif şöyle der:
؛هءا؛؛ا؛
9. Kmuı: Ö ldükten Sonra D irilm e k 229
Metnirl-Akâid
Öldükten sonra dirilmek haktır.
Şerhıı’I-Akâid
Öldükten sonra dirilmek haktır. Ö ldükten sonra dirilm ek, Cenab-ı Al
lah'ın ölülerin aslî cüzlerini bir araya getirip onlara ruh üflem ek suretiyle
kendilerine te k ra r hayat verm esidir. Ö ldükten sonra dirilm enin hak oluşu
nun delillerine misal olarak şu ayet-i kerim eleri gösterebiliriz: "Şüphesiz
kıyamet günü tekrar diriltilirsiniz." (M ü'm inûn, 16), ,,De ki« ؛Onları ilk defa
yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir.»" (Yâsîn, 79) Ayet ve
hadislerde beden lerin haşr edileceğine dair bunlardan başka daha birçok
kat'î nas bulunm aktadır.
1 Zira aynı anda bir cüz'ün aynıyla İki m ekânda/bedende bulunması imkânsızdır.
23 0 Şerhu'1-Akâid
Cevap: Eğer ikinci beden aynı kimsenin birinci bedeninin aslî cüzlerir
den yaratılm ış olmasaydı dediğiniz doğru olur, bedenlerin dirilişine tenasü
deneb ilirdi. Buna rağm en bedenlerin dirilişi inancına tenasüh denecek olu
sa bu sadece lâfzî bir tartışm ad ır. Adını ister tenasüh koyalım , ister başka b
şey koyalım; birinci bedenin aslî cüzlerinden yaratılan İkinci bedene ruhu
iadesinin imkânsız olduğunu gösteren bir delil bulu n m am aktad ır. Aksin
bütün deliller, tenasüh diyelim ya da d em eyelim , b edenlerin dirileceği،
ispatlam aktadır.
10. Kmıu: M izan/Kevser H avuzu/S ırat 231
Metnü’l-Akâid
Mîzân haktır. Amel defterleri haktır. Sorgu haktır. Havz-ı Kevser hak
tır. Sırat haktır.
Şerhu’l-Akâid
Mîzân, haktır. Ayet-i kerim ede "O gün ta rtı/m îz a n haktır. Kimin (sevap)
tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (A'râf, 8) buyrulm uştur.
M izan am ellerin m iktarının tespitine yarayan araçtır. İnsan aklı onun keyfi
yetini idrak e tm e k te n acizdir.
Ehl-i Sünnet'in M u te zile 'n in delillerine cevabı şöyle olm uştur: Hadisler
de varid olduğu üzere mizanda tartılacak olan am el d efterlerid ir. A m eller
doğrudan tartılm ad ığ ın d an ortada bir sorun kalmaz.
1 Şârih'in M utezile'yle ilgili bu tespiti sahih görünm em ektedir. Evet, M utezile kendi içinde
hom ojen bir yapı değildir. İçlerinden Mizan ya da diğer ahiret gerçeklerini -b ilin d iğ i ha
liyle^ inkâr edenler olm uştur. Ama bu M utezile'nin genelinin görüşünü yansıtmamakta
dır. N itekim M utezile im amiarından Kadı Abdulcebbar M utezile'nin itikat esaslarını an-•
lattığı Şerhu usûlİ'İ-hamse İsimli eserinde Mîzân'ın -dünyada bildiğimiz haliyle- hak ol
duğunu belirtm ektedir. Bkz,, Kâdî Abdulcebbar, Şerhu Usûli'l-Hamse, s. 735.
2 Eş'arî İmamlarına göre Cenab-ı Allah'ın fiilleri bir kısım amaçlara bağlı/muaüel değildir ve
Cenab-ı Allah'ın fiili amaç ilkesine göre değerlendirilemez. Onun fiili hangi amaca m atuf
düşünülürse düşünülsün m utlak anlamda iyidir ve güzeldir. Bu bakımdan Mutezile'nin
yaptığı gibi, Cenab-ı Allah'ın fiili -k u lla rın amellerini tartm ası gibi- söz konusu olduğunda
abes olmak gibi bir gerekçe ileri sürmek anlamsızdır. Zira abes m a'kul bir amaca dayan
mayan boş iştir, Cenab-ı Allah’ın fiili için daha başından amaç ilkesi mevzu bahs olmadı
ğından onun fiilînin abes ya da benzeri bir vasıfla vasıflanması sözkonusu değildir. Bu
bakımdan abes olma gerekçesiyle onun bir fiilin i İnkâr etm ek de anlamsızdır.
232 Şerhu'l-Akâid
sında bizim fark edem ediğim iz bazı hikm etier olabilir. Bizim bu hususta
h ikm et bulam ayışım ız söz konusu ؛§؛٨ abes olduğunu gösterm ez.
M u te zile sırat köprüsünü inkâr e tm iştir.1 O nlara göre böyle bir köprü
olmuş olsaydı, onun üzerinden geçmek imkânsız olurdu. M üm kü n olsaydı
bile üzerinden geçip kurtulacak o?an m ü m in lere eziyetten başka bir şey ol
mazdı.
1 Şarih'in bu te s p iti de sorunludur. Zira M utezile genel ؛itibarıyla b ir yol olarak sıratı
kabul eder. Ancak o nla r bu yolun kıldan İnce kılıçtan keskin olduğunu kabul etm ezler.
Bkz. Kadı A bdulcebbâr, Şerhu Usûli'l-Hamse, s. 737. Şu halde m utlak olarak M utezi
le'nin sırat köprüsünü kabul etm ediğini söylemek sıhhatli bir nakil değildir. Ayrıca Ehl-İ
Sünnet â lim leri arasından, sırat köprüsünün, kıldan ince kılıçtan keskin olduğu şeklin
de hadislerdeki anlatım ını [ Buharî, 764; Müslim , 267] zorluktan kinaye görerek hakiki
anlamına yo rm ayanlar da vardır. N itekim İzz bin Abdisselam, Karâfî ve ez-Zerkeşî bun
lardandır. Bkz. A v nü 'l-M ü rid , c. 2,10 9 1 .
2 Söhih-i Buharî, hadis no, 6535.
23 4 Ş erhu'l-Akâid
Metnü’l-Akâid
Cennet ve cehennem haktır ve şu an yaratılmıştır. Her ikisi de sonsuza
kadar bakidir, hiçbir zaman yok olmayacaklardır. İçindekiler de asla fani
olmayacaktır.
Şerhu’l-Akâid
Cennet ve cehennem haktır nitekim bu konuda sayılamayacak kadar
ayet ve hadis b u lu nm aktadır.
1 Birçok filo z o f ayet ve hadislerde anlatıldığı şekliyle cennet ve cehennem inancını kabul
etm ez. Onlara göre haşir cîsmanî olmayacağından böyle bir cennet ve cehennem ta
savvuru da söz konusu değildir. Onlar haşrin ruhanî olduğunu savundukları gibi ayet
lerde geçen cennetin ruhanî hazları, cehennem in de ruhanî ızdırabı tem sil e ttiğ in i sa
vu nurla r. N itekim felsefe kitaplarının son bölüm ünde bu konudaki fik irle ri açık biçim
de yer alm ıştır. Bkz., H İd aye tü ’l-Hİkm e, s. 474. (Kadı M îr Şerhi ve el-M eybuzî Haşiyesi
İle birlikte ) Filozofların fizikî anlamda cennet ve cehennem inancına karşı çıkmalarının
arkasında yatan sebeplerden biri onların alem tasavvurunda gizlidir. Onlara göre iç içe
âlemi kuşatan fe le kle r asla yarılm a/hark ve birleşm e/İltıyam a maruz kalmazlar.
Şârih'in de ifade e ttiğ i gibi filozoflara göre cennet ve cehennem, ayette anlatılan ge
nişliğiyle süflî â le m e /u n su rla r (su, hava, toprak ve ateş) âlem ine sığmaz. Zira yerler ve
gökler kadar büyük olan cennetin, birinci g ö k/birinci felek âlemi olan Kamer feleğinin
içinde bulunan unsurlar âlem ine sığması düşünülem ez. Filozoflara göre cennet ve ce
hennem in u lvî/fe le k âlem inde veya başka bir âlemde olması da imkânsızdır. Zira bu
durum da unsurlar âlem inde sakin olan m ükelleflerin cennet ya da cehennem e ulaş
mak için Kamer feleğini yararak üst feleklere ya da başka bir âleme geçmesi gereke
cektir. Oysa fe le kle rin hark ve İltiyam ı m üm kün değildir. Şu halde filozoflara göre ayet
ve hadislerin zahirinde anlatıldığı şekliyle fizikî b ir cennet ve cehennem tasviri gerçeği
yansıtmaz. Bunlar diğer birçok ayette olduğu gibi sem bolik anlatım lardır. A yetlerdeki
cennet tasviri ruhanî hazları, cehennem tasvirleri de ruhanî ızdırabı sem bolize eder.
11. Konu: Cennet ve Cehennem 235
Ehi-i Sünnet'in delili Hz. Â dem ve Hz. Havva (aieyhim esselam) kıssası ve
onların ilk olarak cennete yerleştirilm iş olm asıdır. Ayrıca "o c en n et m u tta k i-
ler için h a zırla n d ı” (Al-i İm rân, 133), "o ceh en n em k â firle r için hazırlandı"
(Bakara, 24) gibi şu an cen net ve cehennem in yaratılm ış olduğuna işaret eden
aye tle r de bunu gösterm ektedir. Zira ortada zahirden dönüp ayeti mecazî
anlatım a h am letm e yi gerektirecek bir zorunluluk yoktur. [Kelamda asi olan
hakikat olduğuna göre ilgili ayetlerd e mazi sığasının kullanılması cennet ve
cehennem in şu an fiilen yaratılm ış olduğunu gösterir.]
1 Kelamcılar, filozofların feleklerin harkını imkânsız görm esini anlamsız bularak bunun
tem elde tutarsız b ir kısım m u k a d d im e le re /te o rile re dayandığını ileri sürm üşlerdir.
Feleklerin harkını muhal gören filozofların bu konudaki delilleri onların felek teorisine
dayanır. T e o rile rine göre felekler dairevî hareketle hareket ederler. Feleklerde dairevî
hareket m ebdei vardır. İlk olarak Vacibü'l-vücûd tarafından fe le kle r şekillerine m üna
sip olarak dairevî hareketle hareket e ttirilm iş le rd ir. Hark İse ancak kendi cüzlerinde
doğrusal/düz hareketle m üm kündür. Bu ise feleklerde düz hareket m ebdeini yani düz
hareketi gerektirecek b ir durum un müdahalesini zorunlu kılar. Aksi takdirde feleklerin
yarılması onların aynı anda hem dairevî hem de düz hareket m ebde'lerini haiz olması
nı g e re ktirir ki bu İkisi b irb irin e zıttır. Şu halde feleklerin harkı m uhaldir. Kelamcılar,
Cenab-ı Allah'ın fa il-i m u h ta r olduğunu ve dilediğinde feleklere müdahale ederek ha
re ke t İstikam etini değiştirebileceğini savunarak filozofların iki zıt istikam etin birleşm e
si tezini çürü tm ü şlerdir. Zira Cenab-ı Allah'ın müdahalesiyle dairevî hareket sona er
dikten sonra düz hareket başlamaktadır. Veya b ir başka ifadeyle düz hareket başladı
ğında dairevî hareket sona ermiş olm aktadır. Bu durum da iki zıttın cem'i gibi muhal
b ir şey mevzu bahs değildir. Ancak fio zo fla r Cenab-ı Allah'ın âleme m üdahalesini im
kânsız görü rle r. Çünkü onlara göre Cenab-ı Allah fâil-İ m u h ta r değil, fail-i m ücîbdir. Bir
bakıma filzo fla r âlem in m ükem m elliği ve dolayısıyla Allah'ın kudretinin azameti adına
onun İradesini kısıtlam akta ve A llah’ın alemi şu anki şeklinden daha iyi biçim de ya
ratmasının imkânsız olduğunu savunmaktadır. Bu yüzden onlara göre Cenab-ı Allah
bundan daha fazlasına kadir değildir. Şu halde aleme dışarıdan m üdahale söz konusu
olamaz. Bkz., en-Nibrâs, 219.
236 Şerhu'l-Akâid
delil getirirlerse, ilgili kelimenin hal ve istim rar/süreklilik için olduğunu söy
leriz, Ayrıca velev söz konusu ayet cennet ve cehennemin şu an yaratılmış
olmadığını gösterse bile Hz, Âdem 'in cennetteki kıssası muarazadan uzaktır1.
Bu konuda M u te zile 'n in diğer bir deliii şöyledir: Eğer cenn et şu anda
yaratılm ış olsaydı yem işlerinin helak olm am ası gerekirdi. Zira ayet-i kerim e
de "cennetin yiyecekleri ve gölgeleri devamlıdır." (Ra'd, 35) buyrulm aktadır.
Oysa sizin görüşünüze göre kıyam et günü cennetin nim etleri helak olm ak
zorundadır. Zira bir başka ayet-i kerim ede "Allah'ın zatı hariç her şey helak
olucudur" (Kasas, 88) buyrulm aktadır.
Ehl-i S ünnet'in cevabı şöyle olm uştur: Şurası açıktır ki, cen n et y e m e le
rinin devam lılığı tek te k yem işlerin her biri için geçerli değildir. Bilakis ye
mişlerin devam lılığı, onlardan biri yenildiğinde yerine diğer bir yemişin
geçmesi anlam ındadır. Bu anlam da devam lılık kâinatın bir an için helak ol
masıyla çelişmez. Üstelik helak, söz konusu yem işlerin hepten yok olacağı
anlam ına da gelm ez. Bilakis kendilerinden y a ra rla n ılm a y a c a k hale g elm ele
ri de helak olm aları için yeterfidir. Velev öyle olsa bile a ye tte Vâcibü'l-
vücûdun varlığına nazaran m üm kün varlıkların yok hükm ünde olması anla
m ında, m üm künatm hadd-i zatında halik olduğu da ifade edilmiş olabilir.
[Bu da cen net yem işlerinin bilfiil yok olacağı anlam m a gelm ez.]
1 Yani söz konusu ayet, Ehl-İ Sünnet'in delil olarak ileri sürdüğü cennet ve cehennem
den bahsederken f ii؛-i mazi sığası kullanılan ayetlere muarız olur, iki delil b iri diğerine
te rcih edilem eyecek derecede muarız olduğunda ikisi birden sakıt olacağından hem
cennetin şu anda yaratıldığına İşaret eden ayetler, hem de cennetin şu anda yaratıl
madığına İşaret eden ayetler İstidlale elverişli olm aktan çıkar. Bu durum da muaraza
olunm am ış başka b ir delil getirm ek gerekir ki, Ehl-i Sünnet Hz. Âdem kıssasını delil
g e tirir. Bu son d elilin muarızı olmadığından konuyu aydınlatm ada kullanılacak tek delil
olarak karşımıza çıkar. Hz. Âdem kıssası cennetin şu an yaratılm ış olduğunu gösterm e
si bakım ından Ehl-î S ünnet'in görüşü sabit olur.
11. Komi: Cennet ve Cehennem 237
Mctnü’l-Akâîd
Büyük günahlar mü'mini imandan çıkarmadığı gibi onu küfre de sok
maz.
Şerhu’I-Akâid
Büyük günahlar bu günahlar hakkında farklı rivayetler vardır. Hz. İbn-i
Omer (radıyallahu anhüma)’nın rivayetine göre bunlar şu dokuz günahtır: Al
lah'a şirk koşmak, haksız yere cana kıymak, İffetli kadına iftira atmak, zina
yapmak, savaştan kaçmak, sihir yapmak, yetim maiı yemek, Müslüman an-
ne-babaya âsî olmak ve Harem bölgesinde azgınlık etmek. Hz. Ebu
Hureyre'nin rivayetinde bunlara faiz yemek de eklenmiştir. Hz. Ali'nin riva
yetinde hırsızlık ve şarap içmek de büyük günahlardan sayılmıştır.
M utezile buna m uhalefet etm iştir. Onlara göre büyük günah işleyen
kimse ne mümin ne de kâfirdir. Bu onların el-menzile beyne'l-menztleteyn
dedikleri şeydir. Zira onlara göre ameller imanın özünden bir cüzdür, onu
m üm in kulu küfre de sokmaz. Haricîler buna m uhalefet etm iştir. Onlar ge
rek büyük günah gerekse küçük günah işleyenlerin kâfir olduğunu savunur
lar. Onlara göre imanla küfür arasında bir vasıta/üçüncü bir konum yoktur.
1 Ebubekir es-Sâbûnî.
12، Konıı: B üyük Günah-İman İlişkisi 239
İkinci delil, ehl-i imandan büyük günah işlemiş olanlara mümin ismini
kullanan ayet ve hadislerdir. Mesela "Ey müminler! Öldürülenler hakkında
sizin üzerinize kısas farz kılındı" (Bakara, 178), "Ey iman edenler! Samimi bir
tevbe ile Allah'a dönün." (Tahrîm, 8), "Eğer müminlerden iki topluluk birbir-
leriyie savaşırlarsa aralarını düzeltiniz." (Hucurât, 9) ayetleri bunların ilk akla
gelenleridir ki bu bapta çok ayet vardır.
Üçüncü delil, Hz. Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve se lle m j'İn as
rından bugüne kadar, ehl-i kıbleden tevbe etmeden ölen kimsenin cenaze
namazı kılınacağına, kendisine dua ve istiğfar edileceğine dair tahakkuk
eden icmadır. Üstelik ölen bu kimselerden bazılarının büyük günah işlediği
bilindiği halde durum değişmemektedir. Şurası ittifakla sabittir ki, bu kimse
ler işledikleri büyük günah sebebiyle kâfir olmuş olsaydı ne cenazeleri kılınır
ne de kendilerine istiğfar ve dua edilirdi.
Şöyle kİ, büyük günah işleyen kimsenin fasık olduğunu söylüyoruz. Böy-
lelikle ittifa k edilen şeyi alm ؛ş oluyoruz. Buna karşılık onun mümin, kâfir ya
da münafık olmadığını söylüyoruz ki böylelikle üm m et؛n üzerinde ih tila f
ettiği şeyi terk etm iş oluyoruz.
Ehl-i Sünnet'in bu delile cevabı şöyledir: Sizin e؛-menz؛le beyne'l-
menzileteyn şeklindeki ال طgörüşünüz önceki görüşlere tamamen aykırı bir
görüştür. Bu görüşünüzle daha önce selefin böyle bir şeyin olmadığı yönün-
deki icmasına m uhalefet etmiş oluyorsunuz ki ^ümmetin ittifakını esas kabul
eden kendi delilinize göre de] görüşünüz batıl olmaktadır.
M utezile'nin ikinci deliline göre büyük günah işleyen kimsenin mümin
olmaması gerekir. Zira ayet-i kerimede "öyle ya, mü’min olan fasık olan
§ ه أطأ1 مال٨٦٧? Onlar müsavi olmazlar” (Secde, 18} buyrularak m üm inin fasığa
karşıtlığı ifade edilm ektedir. [Bir şey karşıtının aynısı olamayacağına göre
fasık mümin olamaz.]
Büyük günah işleyen kimsenin mümin olmadığını gösteren hadîsler de
vardır. Mesela "zina eden kimse mümin olduğu halde zina edemez" (Buhar?,
2475), "Emaneti olmayanın imanı yoktur " (Ahmed bin Hanbel, el-M üsned, 3/135)
gibi hadis-i şerifleri buna örnek gösterebiliriz. Büyük günah işleyen kimsenin
[m üm in olduğu söylenemediğl gibi] kâfir olduğu da söylenemez. Zira üm-
m etin onları ölüm le cezalandırmadığı, kendilerine m ürtedlerle ilgili hüküm-
feri uygulamadığı ve öldüklerinde Müslümanların kabristanlarına defnettiği
hususu tevatürle sabittir,
Ehl-i Sünnet'in bu delile cevabı açıktır. Söz konusu ayette geçen fasık
lafzından kâfirler kastedilmektedir. Nitekim küfür en büyük fısktır. Söz ko-
nusu hadislerde m üm inleri günahtan sakındırma konusunda sert ve müba-
lağalı bir dil kullanılmıştır. Fasığın mümin olduğunu gösteren diğer birçok
ayet ve hadisin delaletiyle söz konusu ayet ve hadisleri böyle anlamak ZO-
rundayız. Hatta Hz. Peygamber efendimiz (sallallahu aleyh ؛ve sellem) Hz. Ebu
Zerr (radıyallahu anh) istiğrap ederek kendisine tekrar tekrar sorduğunda
"Evet, Ebu Zerr'in burnu yere sürtsünI Bir mümin zina da etse, hırsızlık da
yapsa cennete girecektir" buyurmuştur. (Buhar?, 5827)
Haricîler1, fasığın kâfir olduğu konusunda bazı nasların zahiriyle istidlal
1 Hariciyye, Hz. A i ؛؛ ؛e H^. Muavıye arasında cereyan eden m ücadeleler sırasında her iki
gruba da cephe alarak ©nları te k fir eden bidat fırkası. H arûr؛yye, Nâsıbiyye ve Şürât
dîye de anılırlar. Büyük günah işleyenleri te k fir en belirgin bidatlarm dandır. Bkz., el-
Eş'arî, M akâlâtü 'l-islâm iyyîn , c. 1, s. 167.
12. Konu: B üyük Günah-İm an İliş k is i 241
"Her kim kasten namazı terk ederse kâfir olmuştur" {Ahm ed bin Hanbel,
5/236) hadisi de Haricîlerin delilleri arasındadır. H aricîler bunlardan başka
azabın sadece kâfirlere mahsus olduğunu gösteren nasların zahirleriyle de
istidlal etm işlerdir. Bu sad ette onlar şu naslan ileri sürm üşlerdir:
"Bize kesin olarak vahyolundu ki, azab şüphesiz (gerçeği) inkâr edip
ona sırt çevirenleredir" (Tâhâ, 48),
Ehl-i Sünnet, büyük günah işleyen kimsenin kâfir olm adığını gösteren
açık ve kesin nasların ve bu hususta tahakkuk eden icm anın delaletiyle m ez
kûr naslardan zahirî anlam ların kastedilm ediğini söyleyerek Haricîlere cevap
verm iştir. H aricîler icmanın haricine çıktıkları için onların görüşlerine itibar
edilm ez.
242 Şerhu’l-A kâ id
Şerhu’l-Akâid
Cenab-ı Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Şirk üzere ölen
kimsenin affolunmayacağı hususunda ittifa k vardır. Ancak müşriklerin affe
dilmesinin aklen caiz olup olmadığı konusu tartışılmıştır. Bazı kelamcılar
bunun aklen caiz olduğunu savunmuş, müşriklerin affolunmayacağı hususu
nun ancak naklî delillerle bilindiğini İleri sürmüştür. Diğer kelamcılar ise
bunun aklen de caiz olmadığın ؛savunmuştur. Bu kelamcılara göre hikmet,
İyi ile kötü arasında ayrımı gerektirir. Küfür/şirk ise en büyük kötülüktür ve
asla mübah olma ihtim ali yoktur. Bu bakımdan affa uğrama ve cezasız kal
ma ihtim ali de bulunmamaktadır. Ayrıca kâfir dünyada iken küfrünün hak
olduğuna inanmakta ve küfrünün affedilmesini İstememektedir. Şu halde
onun affedilmesi hikm ete uygun olmaz. Bunun gibi kâfir sürekli küfür inancı
taşıdığından cezası da sürekli ve ebedî olmalıdır. Diğer günahlar geçici oldu
ğu için cezalarının da geçici olması hikmete uygundur.
-M utezile tevbe etmeden öldüğü halde büyük günah işleyen kişinin af
fedilmesi inancına karşı çıkmıştır. Mutezile bu ayet ve hadisleri ya küçük
günah işleyenler ya da tevbe ile ölen büyük günah sahipleriyle tahsis etm ek
tedir.
Birincisi, nasiarda âsîler hakkında varld olan teh d itlerd ir. Ehl-i Sünnet,
bu nasların um um a ham lolunm ası takdirinde da^i vücup bildirm ediğini,
aksine ٧٧١٢٧ bildirdiğini söylemiş* ve bu naslara karşılık a f hakkında da çokça
nas varid olduğunu ileri sürm üştür. Şu haide affa m azhar olmuş günahkârla-
٢١٨, te h d it bildiren ayetlerin um um undan tahsis yoluyla çıkmış olması gere-
kir. M u te ziie 'n in bu deliline Ehl-i sünnetten, Cenab-ı Aüah'ın, tehdidinden
dönmesi onun iütfudur, diye cevap veren ler de olm uştur. Ancak m uhakkik
İslam âlim leri bu sözünden dönm ek/sözünü değiştirm ek olacağından anılan
cevabi b en im sem em lşlerdir. N itekim Cenab-( Allah zatı hakkında "Benim
katımda söz değiştiremez." (Kâf, 29) buyurm aktadır.
Ehl-i Sünnet buna şöyle cevap verm iştir: Cenab-ı Allah'ın günahları af-
fetm esinin caiz olması, g n a h k â rla rın ceza görm eyeceklerini kesin düşün-
m eleri şöyle dursun, böyle bir şeyi a n n e tm e le rin i dahi g erektirm ez. Böyle
bir beklenti içine nasıl girebilirler ki; te h d it yönü gayet güçlü um um î ceza
ayetleri herkese nispetle azabın vuku tarafını daha baskın kılm aktadır ki bu
insanları caydırıcı bir unsur olarak yeterlidir.
Cenab-ı Allah'ın bir kulu işlediği küçük günaha karşılık cezalandırıp, iş-
!ediği küçük günaha karşılık ceza gören kimsenin bu günahının yanında bü-
yük günah işleyip işlememiş olması bir şeyi değiştirmez. Bunun yanında
büyük günah 1 و1 و سolsa bile bu günah, "Cenab-ı Allah şirkin dışında dile-
diği kimsenin günahını affeder" (Nlsâ, 116) ayetinin umumuna dâhildir.
İşlediği küçük günaha karşılık kulun c eza lan d ıra b ile ce ğ i hususuna şu
ayet-i kerim ed e İşaret edilm iştir: "«Vah bize, eyvah bizel Bu defter nasıl
olmuş da küçük büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış!» derler." (Kehf,
روهBu a y e tte geçen "saym a/ihsâ" ancak şiddetli sorgu ve ceza için kullanılan
bir ifadedir. Bu konuda daha birçok ayet ve hadis bulunm aktadır.
1 Söz konusu naslar Cenab-ı Allah'ın günahk§rlara ceza verm esin؛n zoruniu olduğunu gös-
termez. Biiakis g ü n a h ^rla rın cezalanacağı hususunun ahirette vak ؛olacağını gösterir.
24 4 Şerhu'l-Akâid
azab edilmeyeceğini bildiren nasların delaletiyle böyle bir şey vaki olmayacak
dem ektir. Nitekim ayet-i kerimede "Size yasak edilen büyük günahlardan
kaçınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz.1’ (Nisâ, 31)
buyrulm aktadır.
M utezile'ye şöyle cevap verilm iştir: Ayette geçen ve m utlak olarak zik
redilen büyük günahtan maksat küfürdür. Çünkü günahlar içerisinden en
kâmili odur. [M utlak/genel ifadeler kâmil ferde hami olunacağına göre bu
ayette ge£en m utlak büyük günah ifadesi de küfre yorulm alıdır.] Lâkin ayet
te büyük günahların çoğul kalıbında gelmesi, sonuçta hepsi tek bir m illet
olsa da küfrün tü rle ri itibarıyladır. Veya her bir kâfirle kaim olan küfür fe rt
leri itibarıyla da olabilir, Nitekim Arap dilindeki meşhur kaideye göre cemi
cemi He mukabele olunduğunda her birinin âhâdı/fertleri diğerinin
âhâdına/fertlerine inkısam/tekabül eder. "Kavim bineklerine bindi, kavim
elbiselerini giydi" cümleleri bu kabildendir.1 helal görmedikçe işlediği bü
yük günahı affetmesi mümkündür. Aslında M ü e llif büyük günahların affedi-
lebileceğini geride zikretm işti. Buna rağmen burada -b u defa af kelimesini
kullanarak- tekrar zikretmesi şu iki sebepten kaynaklanır. Birincisi, kulun
işlediği günahtan sorumlu tutulmaması şeriat dilinde "m ağfiret" diye anıldı
ğı gibi, "afv" diye de anılmaktadır. İkincisi, "helal görmedikçe, günahı helal
görmek küfürdür" cümlesine müteallak teşkil etmesi içindir. Günahı helal
görmek küfürdür. Zira Cenab-ı Allah'ın haram kıldığı bir şeyi heial kabul
etm ek onu yalanlamak anlamına gelir. Yalanlamak imanın özü olan tasdikle
çelişir. İstihlal olmadıkça büyük günahların affedilmesi ilkesine istinaden âsî
m üm inlerin cehennemde ebedi kalacağını ya da onlardan mümin isminin
kalktığını bildiren naslar uygun bir şekilde tevil edilir.
1 Bu cüm lelerde İki cemi b îrbirleriyle eşleştirilm iştir. Bunlar birinci cümlede kavimle
binekler, İkinci cüm lede kavim le elbiselerdir. Cemiler b irb irile riyle eşleştirildiğinde her
birinin fe rd le ri diğerinin fe rtle riy le eşleşmiş olur. Buna göre m ezkûr cüm lelerin açılımı,
"kavim den her b ir fe rt kendi bineğine bindi", "kavim den her b ir ferd kendi elbisesini
giydi" şeklindedir. Dikkat edilirse kavmin tek tek fe rtle ri açısından baktığımızda her
birinin bindiği binek ya da giydiği .elbise b ir tanedir. Söz konusu ayette de durum böy-
ledir. A ye tte de iki çoğul b irb irle riyle m ukabele etm iştir. Bunlardan biri m ü m in le r di
ğeri büyük günahlardır. Bu durum da m üm inlerden her b ir fe rt büyük günahlardan
biriyle m ukabele etm iş olm aktadır. Buna göre büyük günahlar çoğul kalıbında gelmiş
olsa bile bundan te kil bir mananın kastedilmesi m üm kündür. Şu halde tek tek her b ir
m üm in açısından baktığımızda ortada bir büyük günah bulunm aktadır ki bu da Şarih'İn
ifade e ttiğ i gibi küfürdür.
؛. Konu: Şefaat 245
؛kinci ayetteki üslup bel ؛؛kim seler için şefaatin sabit olduğunu göster-
m ektedir. Aksi tak d ird e, kâfirlerin halini takbih, üm itsizliklerini artırm ak
kastedilen yerd e onlara şefaatin fayda verm eyeceğini bildirm enin bir anlamı
kalmaz. Ayrıca böyle bir ayetin bağlamı, kâfirlerin sadece kendilerine has bir
kısım hallerle vasıflanm asını gerektirir. Yoksa ayet-i kerim ed e kâfirlerin,
kendilerini ve diğerlerini içine alan genel vasıflarla anılm aları kastedilmiş
değildir. [Şu halde şefaatin fayda verm em esi sadece kâfirlerle sınırlı olm alı-
dır.] İkinci a yet üzerinden yaptığım ız bu istidlalden m aksat, şefaatin fa y d a ,
verm em esi hükm ünün kâfirlere bağlanmasının diğerlerinden bu hükmün
intifasına d elale t etm esi de değildir ki, bu istidlalin ancak m e fh u m -1 m uhalifi
kabul edenleri bağlayacağından söz edilsin.1
1Şarih, söz konusu ayetle istidlalin m efhum -ı m u h a lif kabilinden olmadığını; bu bakım
dan İstidlalin m efhum -ı m uhalifi benimseyen ya da benimseyen herkesi bağladığını
İfade etm ek istiyo r. Zira ilgili ayetie istidlal şerhte de geçtiği üzere ayetin üslup ve bağ
lamıyla alakalıdır. Yoksa m efhum -ı m u h a lif yö n te m i kullanılarak şefaatin fayda ver
memesi hükm ünün kâfirlerle alakalı kılınmasından, kâ fir olm ayanların söz konusu
hükm e m uhatap olmayacağı, yani şefaatten faydalanacağı sonucu çıkartılmış değildir.
246 Şerhu'l-Akâid
Şefaatle İlgili bir hadis olarak Hz. Peygam berim iz'in "şefaatim ümme
timden büyük günah işleyenler içindir11 (Ebû Dâvud, 4739; Tirmizî, 2435) hadisi
m eşhurdur. H atta şefaatin sübûtuna dair varid olan hadisler m anen
m ü tevatird ir.
Nasları bir bütün olarak ele aldığımızda bu iki yaklaşımın da tutarsız ol
duğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Zira M utezile’nin kendi ilkelerine göre
büyük günahtan tevbe eden kimse cezayı hak etmiş değildir. Bunun gibi
büyük günahtan sakındığı halde küçük günah işlemiş kimse de cezayı hak
etmiş değildir. Şu halde bu kimselerin affolunmasının bir anlamı yoktur.
Şefaatten söz eden naslar, şefaatin bir suçun affını talep manasında oldu
ğunu gösterm ektedir. Hal böyleyken şefaatin sadece sevabın artırılmasına
yaradığını düşünmek nasiara keyfî yorum lar getirm ekten başka bir şey de
ğildir.
؛١؛؛؛ ؛
f.’J. Kmm: Şefaat/Büyük Günah Sahiplerinin Cehennemden Çıkması 247
Şerhu’l-Akâid
Müminlerden büyük günah işlemiş olanlar, tevbe etmeden ölmüş ol
salar bile cehennemde ebedi kalacak değildir. Zira Cenab-ı Allah ,,Kim zerre
kadar iyilik yapmışsa onu görür." (Zilzâl, 7) buyurmaktadır. Başka hiçbir şey
olmasa da sırf imanın kendisi bile yapılmış bir iyiliktir. Ne kadar günah işle
miş olursa olsun, bir mümin bu iyiliğinin mükâfatını alacaktır. Cennete girip
önce İmanının mükâfatını alıp sonradan cehenneme girmesi söz konusu
değildir. Zira bu düşünce icmaya aykırıdır. Şu halde bu kimse günahlarının
cezasını çekmek için cehenneme girmiş olsa bile er geç oradan çıkacak de
mektir. Büyük günah işlemiş m üm inlerin cehennemden çıkacağını gösteren
bir başka ayet-i kerimede Cenab-ı Allah şöyle buyurur: "Allah mümin erkek
lere ve mümin kadınlara, temelli kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cen
netler, Adn cennetlerinde hoş meskenler va'detmiştir." (Tevbe, 72), Bu ko
nuda bir başka ayette de şöyle buyrulur: ',Ama iman edip salih amel işle
yenlerin konaklan Firdevs cennetleridir." {Kehf, 107)
M üm inlerin cennet ehli olduğunu gösteren daha birçok nas vardır. Üs
telik kulun sırf günah işlemekle İmandan çıkmayacağı hususunda da birçok
katî nas bulunm aktadır. Ayrıca cehennemde ebedi kalmak cezaların en bü
yüğüdür ve suçların en büyüğü olan küfrün cezası kılınmıştır. Bu ceza kâfir
olmayan bir kimseye de verilecek olursa ceza suçtan daha büyük olmuş olur
kİ bu adalete aykırıdır.
Birincisi, büyük günah İşleyen kimse azabı hak etm iştir. Azap, mahza
zarar olup devamlıdır. Bu bakımdan onların mahza faydadan ibaret ve daimî
olan sevabı hak etm elerine manidir.
Ehl-i Sünnet azabı ta rif ederken kullandıkları "devam lılık" kaydını red
dederek cevap verm iştir. Hatta sadece devamlılık kaydı değil, kastettikleri
anlamda - k i bu isticaptan1 başka bir şey değildir- "istihkak" bile merduddur.
Zira sevap Allah'ın bir lütfü, azap ise adaletidir. Dilerse affeder, dilerse bir
m üddet azap edip cennete koyar.
,1Kim bir mümin ؛kasden öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı ce
hennemdir." (Nisâ, 93)
"Hayır, öyle değil; kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimse
ler; cehennemlikler işte onİardır. Onlar orada temellidirler." (Bakara, 81)
Ehl-i Sünnet bunlara şöyle cevap verir: Mümini mümin olduğu için öldfr-
ren kimsenin kâfir olduğu hususu gayet açıktır. Bunun gibi Allah'ın kanunlarım
İhlal eden kimsenin de kâfir olduğu kesindir. Üçüncü ayette bildirilen ve gü
nahları kendisini baştan aşağı kuşatan kimsenin de kâfir olduğu bellidir. Şu
halde bu ayetler günahkâr müminler değil, kâfirler hakkındadır. Üstelik bu
ayetlerin günahkâr müminlerden bahsettiğini kabul etsek bile ilgili ayetlerde
geçen ""hulûd" kelimesi bazen uzun süre beklemek anlamında da kullanıl
maktadır. Nitekim Arap dilinde "sicnün muhalledün" (uzun süreli hapis) de
yimi bu kabildendir. Velev "hulûd" kelimesinin ebediyet anlamına geldiği ka
bul edilse bile söz konusu naslar büyük günah İşleyenlerin cehennemde ebedi
kalmayacağını gösteren diğer naslarla taaruz etm ektedir. [Bu bakımdan M u
tezile'nin muarazaya maruz kalmış bu gibi naslarla ihticacı geçerli değildir.]
1 İsticap, zorunluluk, b ir şeyin b ir şeyi vacip ve zorunlu kılması. M u te zile n in büyük gü
nah işleyen kim senin ebedî cehennem de kalacağı yönündeki görüşüne bakılırsa onlar
azap ve sevabın ta rifle rin d e geçen istihkakı zorunluluk olarak telakki ediyorlar. Zira
onların görüşüne göre büyük günah işleyen kimseyi Allah'ın ebedi cehennem de tu t
ması Allah için zorunluluk İfade eder. Bunun gibi sâlih amel işleyen kimseyi de cenne
te koyması Allah için bîr zorunluluk ifade e tm e kte d ir. N itekim M utezile'ye göre kul
için aslah olanı yapm ak Allah'a vaciptir.
M. }؛٠٠١١١١: ا٨٦٨٨ 2 49
1 H uccetü'l-lslam Ebû Hâmİd M uham m ed bin M uham m ed el-Gazzâlî, hicrî 450 yılında
Tûs şehrinde dünyaya gelmiş, 505 yılında yine aynı şehirde ve fa t etm iştir. Nisabur,
Bağdat, Şam, Hicaz ve Mısır gibi büyük İslam m em leketlerine seyahatler gerçekleştir
miş, buralarda çeşitli İslam âlim leriyle m ülakatları olm uştur. İmam Gazzâlî Kelam, Fel
sefe, Usul-i fıkıh, Fıkıh ve Tasavvuf sahalarında tem ayüz etm iş İslam ilim ve düşünce
ta rihine yön verm iş büyük şahsiyetlerdendir, ihyâu u lû m i'd -d in , el-İktİsâd fi'l-itik â d ,
T ehafütü 'l-fe lâ sife, M ekâsıdü'l-felâsife, el-M unkızü m ine'd-dalâl, el-M ustasfa gibi yak
laşık 200 civarında eseri bulunm aktadır. Bkz. Zİriklî, el-A 'lâm , c. 7, s. 22.
250 Şerhu'l-Akâid
1 Ebu Alî Hüseyin bin AbdıMsh ibn-i Sînâ, aslen Belh'lidir. Hicrî 370 ا375 لyılında dünyaya
gelmiş 428 yılında ve fa t etm iştir. [Literatürde "e ؟-Şeyh er-Reîs" d iy e n d ir .} Tıp, Mantık,
Fizik ve ilahiyat [lügat] alanlarında bayii önemli eserleri bulunan büyük İslam filozofu-
dur. lll< gençlik yıllarını doğduğu Buhara'da geçirm iştir. Daha sonra çeşitli İslam m em le-
ketlerine yolculuklar yapmış, âlim lerle münazaralar gerçekleştirmiş ve bütün dünyada
büyük b ir şöhrete kavuşmuştur. Hemedan'dan b ir süre vezirlik yapmış, b ir askerî dar-
beyle orayı te rk etm ek zorunda kalmıştır. Hemedan'dan ayrılmak zorunda kaian İbn-i
Sînâ İsfahan'a yerleşmiş ve birçok kitabını burada kaleme almıştır, ö m rü n ü n sonuna
doğru te kra r Hemedan'a dönmüş, fakat yolda yakalandığı ağır bir hastalık üzerine çok
geçmeden v e fa t etm iştir. e؛-Kânûn, eş-Şİfâ, el-işârât ve'tenbîhât, en-Necât, Esrâru'l-
H ikm eti'l-M eşrıkıyye m eşhur eserlerinden birkaçıdır. Bkz., Zirikl?, el-A'iâm, c. 2, s. 24 ل.
*Z a ru ra t-I D m iyye: Allah Resülü'nün Cenab-ı Allah'tan g e tirdiği zarurî olarak bilinen
şeyler zarCırât-ı dîniye olarak anıian dinin en tem el ilke le rid ir. Bunlar İslam dininde
sa bit olduğu yakînen/şüphesiz bilinen hüküm lerdir. Dinden olduğu yakînen bilinen bu
gibi h ü kü m le r, A llah Resulü'nden tevatürle sabit olm akla zarur? bilgi ifade eden konu-
lardır. Tevhid, namaz, oruç, zekât, hac, hicab, cihad gibi farzlar; içki, faiz ve zina gibi
h a ra m la r bu kabil din î hüküm lerdendir.
3 Buradaki m ücm elen kelim esi, iman-ı icmalîyi ifade etm ek için getirilm iş b ir kayıttır,
im an te m e l akaid m e tin le rin d e geçtiği üzere icm alî ve tafsîlî olmak üzere iki kısımdır.
İcmal? im an, ayrıntıya girm eden Allah Resûlü'nün Cenab-ı A lla h 'ta n ge tird iğ i hüküm le-
rin hepsine to p ye kü n iman e tm e ktir. Buna göre b ir kişi ayrıntılarını bilm eden "ben
A llah R esülü'nün Cenab-ı A llah'tan getirdiği bütün h üküm lere iman e ttim " derse bu
im an icm al düzeyindedir. Daha sonra bu kişinin b ir âlim in nezareti altında, Allah
R esülü'nün Cenab-ı A lla h 'ta n ge tird iğ i hüküm leri öğrenip onların her birine ayrı ayrı
im an e tm e si ta fs îlî îm andır.
ه ا.ااااآأ،ا: İman 251
tebece tafsîlî imandan düşük değildir.1 Bir müşrik sırf Cenab-ı Allah'ın varlı
ğını ve sıfatlarını tasdik etmekle ancak lügavî anlamda mümin olur, şerî an
lamda mümin olmaz. Zira müşrik olmakla bu kimse tevhidi ihlal etm iştir.
Nitekim "Onların çoğu, ortak koşmadan Allah'a îman etmezler." (Yusuf, 106}
ayeti de buna işaret etm ektedir, ve dil ile ikrardan ibarettir. Ancak kalp ile
tasdik asla sakıt olmayan bir rükün olduğu halde dil ile ikrar ikrah hali gibi
belli durum larda sakıt olabilm ektedir.
1 İcmal? ؛manın tafsili ؛١٦٦^ ٢٦^ ^ ٨ m ertebece düşük ©Imaması geçerlilik itib a riyle d ir. Yoksa
tafsîlî im anın daha faziletli olduğu hususu m alum dur. ş§ rih 'in buradaki ؛fadeleri genel-
le ştirilm e m e lid ir. N itekim kendisi de birkaç sayfa sonra bu inceliğe açıkça temas ede-
çektir. Şunu da b e lirtm e k gerekir ki, icmalî imanın y e te rliliğ ؛b ir yere kadardır. Bir kim-
se icm alen iman edip herhangi bir dinî hüküm le amel edecek kadar fırsa t bulamadan
ölürse bu kim senin imanı m akbuldür ve tafsîlî iman g؛b ؛geçerlidir. Ancak tafsile in-
memiş b ir îm anla ö m ü r boyu yetinm ek m üm kün değildir. Zira namaz, oruç, zekât, hac
ve cihad gibi farzlar; içki, zina, katil, sirkat, faiz gibi haram lar hayatın her anında karşı-
laşılan şeylerdir. Bunların hepsi de yakinen ve zarureten bilinen tem el dinî hüküm ier-
dir. Şu halde icmal? im anın geçerliliği geçicîdir. Bir kîmse fırsat bulduğu andan itibaren
Aliah Resulü'nden geldiği zaruri olarak bîiinen tem el dînî konuları öğrenip her birine
îman e tm e lid ir. N itekim أ ح- أءآkendi ve cum hurun görüşü istikam etinde imanı şöyle
ta rif eden " ؛man, Allah Resulü'nden geldiği zarureten bilinen hüküm leri tasdik etm ek-
tîr; bu hüküm lerden tafsila tlı biçim de sabit olanları tafsilatıyla, m ücm elen sabit olan-
ları da icm alen tasdik e tm e k tir." (Bkz., ei-M evâktf, 5. 384.) Buna göre Allah Resu-
lü'nden te v a tü r yoluyla ve tafsîlatı açıklanmış biçim de gelen hüküm lerin sadece sübu-
tuna îman e tm e k kafi gelm em ektedir. Bunun yanında te va tü rle sabit tafsilatı da tasdik
etm ek gerekir. 5ÖZ gelim i namaz Allah Resulü'nden te va tü re n sabit olduğu gibî, na-
mazların adedi, v a k itle r ؛ve erkânı gibi m ü tte fa ku n a'eyh olan birçok، tafsilatı da
tevatü ren sabit olm uştur. Allah Resulü'nden mufassalan sabit olan din? hüküm leri
mufassalan tasdik gerektiğinden namazların adet, vakit ve erkânına da iman etm ek
gerekir. Aksi takd ird e iman geçerli olmaz. Namazın aksine mesela Hz. Paygamber
Efendimiz {sallallahü aleyhi ve $e(lem)'in ale'l-ıtlak mucîzeler gösterdîği hususu m üte-
va tird ir. Ve her m üm in Allah Resulü'nün mucize gösterdiğini şüphe duymayacak bî-
çim de bîlîr. Ancak gösterdiği m ucizlerin detaylarında aynı teva tü rd e n bahsedilem e-
m ektedir. N itekim bazı mucizelere daîr bilgiler âhâd düzeyinde haberlerle sabittir. Şu
halde Allah Resulü'nün en azından m ücm elen m ucizeler gösterdiğine iman etm ek ZO -
ru n lu d u r ve قhقd rivayetierle sabit mucizeierl bilm em iş olm ak imana halel getirmez.
Sonuç o(arak cum hurun t a r if in d e anlaşıldığın،göre tafsilatı te va tü rle sabit konularda
icm alî iman ancak b elirli durum îarda geçerlidir. Söz gelim i im an edip de dinî hüküm le-
ri öğrenm e fırsatı bulamamış olan kim seler için icm alî iman geçerlidir. iman e ttikte n
sonra din î hü kü m le r ؛öğrenm e fırsatı bulduğu halde tafsîlî îmanla İman etm em iş kim-
senin imanı geçerli oim am ak gerekir. Nitekim Şârih de birkaç sayfa sonra bu hususa
bir cüm leyle tem as edecek ve "im an, icmalen sabit olan şeylere icmalen; tafsilen sabit
olan şeylere de tafsilen îman e tm e k tir" diyecektir.
252 Şerhu’l-A kâ id
İtiraz: Uyku ve gaflet halinde olduğu gibi bazen kişide tasdik bulunma
yabilir. [Bu durum da kişi tasdikten arî olmakla imandan çıkmış olmaz mı?]
Cevap: Uyku esnasında bile olsa tasdik kişinin kalbinde bakidir. Uyku ve
gaflet sırasında tasdikin o an tahsili/husulü m efkuttur. Öyle olmuş olsa bile
Cenab-ı Allah zıttı arız olmadıkça önceden kesin hâsıl olan şey ؟bakî kabul
etm ektedir. Hatta mümin ismi, şimdi veya geçmişte iman etmiş olup da
sonradan imana m uhalif bir durum kendisinden sadır olmayan kimse için
kullanılır.
İmanın hem kalben tasdik hem de dil tle ikrar olması bazı âlimlerin gö
rüşüdür. Şemsü'l-eimme es-Serahsî1 ve Fahru'l-İslam el-Bezdevî2 bu görüşü
tercih etm iştir.
Bu son görüş aynı zamanda Şeyh Ebu Mansur el-M atürîdî'nin de görü
şüdür. Naslar da bu görüşü desteklemektedir. Bu meyanda şu ayetleri zik
redebiliriz:
1 Ebubekir M uham m ed bin Ahm ed bin Sehl es-Serahsî Horasan'da Serahs beldesinden-
dir. Hicrî 483 yılında ve fa t etm iştir. Şemsüleimme lakabıyla tanınm ış büyük hanefî fa-
kihidir. el-M ebsut, Ş erhu'l-C am ii'l-kebîr, Şerhu's-Siyeri'l-kebîr ve Usul-i fıkha dair yaz
dığı eser bilinen te lifle ri arasındadır. Bkz., Zîrikiî, el-A'iâm , c. 5, s. 315.
2 Ebu'l-Hasen Ali bin M uham m ed Fahru'l-İslam el-Bezdevî, büyük hanefî fakih ve usul-
cülerindendir. Furûa d air kaleme aldığı eseri el-M e b su t ile usule dair kaleme aldığı
Kenzü'l-vusûl adlı eseri b ilinm ektedir. Hicrî 482 yılında ve fa t e tm iştir. Bkz., Ziriklî, el-
A'lâm, c. 4, s. 328.
14. Komi: İman 253
Bir hadisinde Allah Resulü şöyle dua eder: " A lla h 'ım ! K a lb im i din in
üzere s a b it k ıl . " (el-M üsned, 6/294)
Yine Allah Resulü bir gazvede "lâ ilahe illellah" diyen kimseyi öldürdüğü
için Ü s a m e 'y e "k a lb in i yarıp baksaydın y a !" diyerek sitem etmiştir. (Buhari, 6872)
İtiraz: Evet, iman tasdikten ibarettir. Ama Arap dilini konuşanlar bu ke
limeden daima dil île tasdiki anlamaktadırlar. Hz. Peygamber efendimiz ve
ashabı, kelime-i şehadeti telaffuz ettiği zaman bir kimsenin mümin olduğu
na kanaat getirir, kalbındekini sorma ihtiyacı hissetmeden onun mümin
olduğuna hükm ederlerdi.
Cevap: Şurası gayet açıktır ki, tasdikte m uteber olan kalbin fiilidir. Hat
ta biz tasdik lafzının Arap dilinde bir manaya vazedilmediğini veya kalben
tasdikten başka bir manaya vazedildiğini farz etsek bile, bu dili konuşanlar
dan hiçbiri, sadece "tasdik e ttim " cümlesini telaffuz e tti diye bir kimsenin
Allah Resülü'nü tasdik edip ona iman ettiğine hükmetmez.
Bu sebepledir ki, diliyle ikrar ettiği halde bazı kimselerin mümin olma
dığı b elirtilm iştir. Nitekim bir ayet-i kerimede "Bazı insanlar "Allah’a ve
ahiret gününe iman ettik", derler. Halbûki onlar mümin değildir." (Bakara, 8)
buyrulm uştur.
Bir başka ayette de şöyle buyrulur: "A’râbîler iman ettik dediler, de ki:
siz henüz ؛man etmediniz ve lâkin henüz ؛man kalblerinizin içine girmemiş
olduğu halde İslâm'a girdik deyin" (Hucurât, 14)
Diliyle ikrar eden kimse lügat açısından bakıldığında mümin diye isim
lendirilir. Ve zahirde ona iman ahkâmı tatbik edilir. Bu konuda tartışma yok
tur. Asıl tartışm a bu kimsenin Allah katında mümin olup olmadığı hususun-
dadır. Hz. Peygamber efendimiz ve ondan sonra gelen m üm inler kelime-i
şehadeti ikrar eden kimsenin mümin olduğuna hükm ettiği gibi münafıkların
kâfir olduğuna da hükm etm iştir. Şu halde imanda sadece dilin ameli olan
ikrar kâfi değildir. Ayrıca kalbiyle tasdik ettikten sonra diliyle İkrar etmek
istediği halde dilsizlik ve benzeri bir kısım manilerden ötürü dil ile ikrar
edemeyen kimsenin imanının geçerli olduğu konusunda icma vardır. Bu da
gösteriyor ki imanın özü/hakikatı Kerramiye mezhebi takipçilerinin dediği
gibi m ücerret kelime-i şehadet değildir.
Mclniil-Akâid
Am ellere gelince bunlar artış gösterebilir. Oysa ؛man ne a rta r ne de
eksilir.
Şerhu’l-Akâid
Am ellere gelince bunlar kendi içinde artış gösterebilir. Oysa iman ne
a rta r ne de eksilir.
Birinci konuyu eie alacak olursak geride de geçtiği gibi iman özde tas
diktir. [Tasdik kaibî bir şeydir, bedenle icra edilen amellerle doğrudan bir
alakası yoktur.) Ayrıca Kitap ve SOnnet'te amellerin imana atfedildiğine şa
hit oluyoruz. Mesela "m uhakkak iman edenler ve salih amel işleyenler için
cennetler va rd ır" (Burûc, 11) ayeti bunlardan sadece biridir. Atıf, birbirine
atfedilen iki şey arasında muğayeret/başkalık gerektirir. M a'tufun ma’tûfun
aleyhe dâhil olmadığını gösterir. [Amel imana atfedildiğine göre imandan
başka bir şey olduğu gibi ona dâhil de değildir.]
Bunun gibi bazı naslarda imanın amelin şartı olduğuna da şahit oluyo
ruz. Mesela "Erkek-kadın kim mümin olduğu halde salih amel işlerse ..."
(Gafir, 40) ayeti bunlardandır. Oysa meşrût/kendisi için şart koşulan/amel-i
salih şarta/im ana dâhil değildir. Zira bir şeyin bizzat kendisine şart olması
düşünülemez.1 Ayrıca "Eğer m üm inlerden iki ta ife savaşırsa... " {Hucurât, 9)
ayetinde olduğu gibi bazı ayetlerde bir kısım salih amelleri terk edenlerden
m ümin diye söz edilm iştir. Hâibukî bir şeyin rüknü olmadan gerçekleşmesi
mümkün değildir. [Şu halde amel imandan bir rükün olsaydı, ameli terk
ettikleri için bu kimselerin mümin diye anılmaması gerekirdi.]
1 Yani am el-i salih imanla m eşrut olduğu halde imana dâhil kabul edilirse im an parçası
na şart kılınmış o lurdu. Bir şeyin parçasına şart kılınması kendi kendisine şart kılınması
anlamına da gelir. Bu ise m uhaldir.
J4. Konu: İman 255
1 Bu mesele büyük günahlar konusunda te fe rru a tlı biçim de ele alınmış, M utezile'nin
d elillerine cevaplarıyla yer verilm iştir.
2 Bir kimse ilk M üslüm an olduğunda bütün farzlara m u tta li olmamış o labilir. Bu kimse
zaman içinde bu farzları duydukça her birine ayrı ayrı iman etm ek zorundadır. Burada
sahabe asrında olduğu gibi birden fazla İman vardır. Ki bu cevaba göre şu zamanda da
îmanın artm asından söz edilebilir.
25 6 Ş erhu'l-Akâid
Bu konuyla alakalı olarak ileri sürülen bir başka görüşe göre imanın
artması onun semeresinin, nurunun parıltısının kalpte artması anlamındadır.
Nitekim bunlar salîh amellerle artar, günahlarla da eksilir.
Ameli imandan bir cüz kabul edenlere göre imanın artma ve eksilme
göstermesi anlaşılabilir bir şeydir. Bu sebeple imanın artma ve eksilme me
selesinin aslında amellerin imandan bir cüz olup olmadığı meselesinin fer'İ
olduğu söylenmiştir.
1 Klasik fizik teorisine göre arazlar hiç değişmeden iki anda varlfğını sürdürem ez. Bir an
vaki olur, ikinci anda onun yerine aynı cinsten başka b ir araz gelir. Bu devamlı böyle
sürüp gider. Burada da iman araz olduğundan kişinin şu anki İmanı b ir an sonra zail
olm akta, yerine yeni bir İman gelm ekle teceddüd etm e kte d ir.
14. Konu: İman 257
N itekim a y e t- ؛kerim ede onlarla alakalı olarak "Gönüller ؛kesin olarak
kabul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü onları bile bile
inkâr ettiler." (Nemi, 14) buyrulm aktadır. Şu halde Allah'ın hüküm lerini bilip,
onian kesin b ellem ekle tasdik edip onlara inanm ak arasında bir fark olm alı
dır. Ta ki bu farka binaen İkincisinin iman olduğu diğerinin iman olmadığı
sabit olabilsin.
Bazı M eşayıhın sözlerinde bu konuyla alakalı şu ifad eler yer alm aktadır.
Tasdik, kalbi, haber getiren kimsenin haberinden hâsıl olan ilm e bağlam ak
tır. Ve tasdik, sahibinin kendi ihtiyarıyla sabit kesbî bir şey olduğundan se
vaba m üncer olm akta ve ibadetlerin başı kılınm aktadır. Oysa m a rife t/ bil
m e k /ta n ım a k böyle değildir. Zira m arifet, elinde olm adan gözü bir cisme
ilişip de onun duvar ya da kaya parçası olduğunu bilen kimse örneğinde
olduğu gibi, bazen kesp ve ihtiyar olm adan da m eydana gelebilir. Bu bazı
m uhakkiklerin de benim sediği bir yaklaşım dır. O nlar da tasdiki ta rif ederken
onun, kendi irad en le sıdkı m uhbire nispet e tm e k olduğunu ifade e tm e k te
dirler. H atta onlara göre bu hal kalpte gayr-i İhtiyarî vaki olduğunda bu m a
rifet olsa da tasdik değildir.
1 Yani ilim arazlardan keyfiyet kategorisine dâhildir. Fiil kategorisine dâhil değildir ki
ihtiyarî fiille rd e n olsun. Bu durum da b ir ilim çeşidi olan tasdikin ih tiya rî olduğunu söy
lemek sorun doğurm aktadır.
2 Bu İki şeyden m aksat önerm enin iki kanadı olan mevzu ile m ahm uldür. Başka bir ifa
deyle m ahkûm un aleyh ile m ahkûm un bihdir. Bunu itikadî b ir Önerme İle misallen-
direcek olursak sözgelimi kabir azabı haktır, önerm esinde b u n lar kabir azabı (mevzu)
ile haktır (m ahm ül) kelim eleridir. İşte ilk defa îman edecek olan kimse önce bu iki
m efhum u tasavvur eder. Acaba arada nispet vaki mi yoksa vaki değil mi, diye düşü
nür. Yani kabir azabının hak olduğu hususu sabit m idir, yoksa sabit değil m idir, diye
araştırır. Ve kabir azabının sübutuna dair b ir delil bulunca da nispetin vukuuna kesin
kanaat g e tirir. Şârih burada m antık te rim le ri eşliğinde aynı süreci anlatm akta ve buna
bazen tasdik, bazen hüküm , bazen ispat, bazen de îkâ' dendiğini ifade etm ektedir,
isim leri farklı olsa da bu hal insanın ihtiyarıyla olan b ir fiil değildir; belki bir keyfiyettir.
Şârîh bu açıdan muhakkıkların mülahazasını bir yere kadar probîem li bulm aktadır.
258 Şerhu'l-Akâid
hali her ne kadar gayr-i ihtiyarî oluyorsa da bunun oluşum aşamasında ihtiya
rın payı bulunm aktadır. Söz konusu tasdikin esbabına tevessül, nazarımızı o
noktaya teksif ve [nazarımızın önündeki] manileri kaldırmak gibi hallerimiz
hep kendi ihtiyarım ızla olm aktadır. Zaten İmanla m ükellefiyetim iz bu itibarla
dır ve imanın kesbi olduğunu ifade edenlerin maksadı da budur.
Evet, tasdikin oluşması için kuru m a rifet yeterli değildir. Zira m a rifet ih
tiyar ve kesp olm adan da hâsıl olabilir. Şu da var ki, kişinin ihtiyar ve kesbiy-
le sağladığı yakinî m arifetin tasdik olması gerekir. Bunda bir beis yoktur. Zira
bu durum da Farsça da "gerdîden" diye tab ir edilen hal gerçekleşmiş olm ak
tadır. Zaten im an ve tasdik de bundan başka bir şey değildir. Şimdi bu halin
m uannid ve m ü n kir kâfirlerde de bulunduğu hususu müsellem değildir. V e
lev m üsellem olsa bile onların tekfiri, lisanlarıyla inkâr etm eleri ve inat,
istikbar ve tekzip ve inkâr alam eti olan davranışlarda (putlara secde etm ek
gibi) ısrar e tm e le ri sebebiyledir.
؛؛؛؛؛!؛i؛
14. K«uu: İman 259
£ İman ve İslam )
Melnü’I-Akâid
İman ve İslam birdir. Tasdik ve ikrarda bulunduktan sonra bir kulun
',ben gerçekten müminim" demesi sahihtir. Bu kulun "ben inşallah mümi
nim" demesi uygun olmaz.
Şerhu’l-Akâid
îman ve İslam birdir. Çünkü İslam, Cenab-ı Allah'ın hüküm lerini kabul
edip onları benim sem ek anlam ında boyun eğm ek, testim olm ak dem ektir.
G eride geçtiği gibi bu da tasdikin ta kendisidir. Şu ayet-i kerim e de bu husu
su teyid eder: "Bunun üzerine, günahkâr milletin arasında bulunan mü
minleri çıkardık. Zaten orada müslümanlardan, bir ev halkından başka
kimse bulmadık." (Zâriyât, 35, 36) Sonuç olarak şeriatta, bir kimsenin mümin
ama M üslüm an olm adığına veya M üslüm an ama m üm in olm adığına hük
m e tm e k doğru olm az. İman ile İslam aynı şeydir, derken kastettiğim iz de
bundan başka bir şey değildir.
٢٢٦١٨^ ^ ^ ١٢. Bu ا>ا^اآkalbiyle tasdik etm ediği halde m ü cerret kelim e-i şehadeti
telaffu z e tm e ^ gibidir.
Cevap: ك؛ سا- أşerifte kastedilen bizzat İslam 'ın kendisi değil, İslam'ın
a lam e t ve sem ereleridir. N itekim Allah Resulü kendisine gönderilen bir he-
y ete "Bilir misiniz tek bir Allah'a iman etmek ne demektir? d ؛ye sormuş,
o nlar da "Allah ve resulü daha iyi bilir” diye cevap verm iştir. Bunun üzerine
Allah Resulü şöyle buyurm uştur: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve M u -
hammed,m m ٠٨٧٨ resulü olduğuna şehadet etmek, namazı dosdoğru kıl-
mak, zekât vermek, oruç tutmak ve ganimetten beşte birini vermektir
(Buharî, 7266) Bir başka hadiste Allah Resulü şöyle buyurur: "//nart yetmiş
küsür şubedir. Bunların en üst mertebesi la ilahe illellah demektir. En ٠۶٠-
ğı mertebesi de yoldan eziyet veren şeyi k a ld ır m a k tır (B u h a rî,رو
"Ben inşallah müm inim " dem ek "ben inşallah gencim" dem ek gibi değildir.
Çünkü gençlik onun kespettiği fiillerden olmadığı gibi öm rünün sonuna kadar
sürmesi beklenen bir şey de değildir. Ayrıca genç olmak, kişinin sayesinde ken-
dişini tem ize çıkaracağı veya kendini beğeneceği faziletli bir şey de değildir.
Bilakis "ben inşallah müm inim " demek, "ben inşallah zahidim" dem ek gibidir.
14. Konu; İman 261
Bazı muhakkik âlim ler imanda istisna yapmanın cevazını teyid sadedinde
tasdik-i mutlak ile tasdîk-i kâmil arasındaki farka işaretle konuya farklı bir yakla
şım getirmişlerdir. Şöyle ki, kişiyi küfürden çıkaran tasdikin özü [mutlak tasdik]
kulun elindedir. Ancak tasdik hadd-i zatında şiddet ve zaaf ifade edebilir. [Tas
dikin kuvvetli olanı da vardır, kuvvetli olmayanı da vardır.] Kişiyi kurtaracak olan
ve "İşte gerçekten mümin olanlar bunlardır. Onlara Rablerinin katında mer
tebeler, mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır." (Enfâl, 4) ayetinde işaret
edilen tasdik-i kâmil ancak Allah'ın irade ve meşietiyle olur.
( Saadet ve Şekavet )
Melnü’l-Akâid
Saîd kimse şak? \ şakî kimse de saîd olabilir. Burada değişiklik is’âd ve
işkâda değil, saadet ve şekavettedir. İs'âd ve işkâ Allah'ın sıfatlarındandır.
Allah'ın ne zatında ne de sıfatlarında bir değişiklik olamaz.
Şerhu’l-Akâid
Saîd kimse Allah korusun im andan sonra irtid at e tm e k suretiyle şakî,
şakî kimse de küfürden sonra İman e tm e k suretiyle saîd olabilir. Burada
değişiklik is'âd ve işkâda değil, saadet ve şekavettedir. İs'âd ve işkâ Allah
'ın sıfatlarındandır. Zira is'âd, saadeti yaratm ak, işkâ da şekaveti yaratm ak
anlam ındadır. [Y aratm ak/tekvin Allah'ın bir sıfatıdır.] Allah'ın ne zatında ne
de sıfatlarında bir değişiklik olamaz. G eride de geçtiği gibi kadim hadise
m ahal olam az.
1 Saîd, saadete eren, bahtiyar kimse. Şakî, şekavet ehli, saadetten m ahrum olan bed-
baht kimse. Ancak buradaki saadet ve şekavet sözcüklerinin uhrevî ve dinî yönü var-
dır. Dinî b ir kavram olarak saadet ve sa'd kelim eleri, hayra ulaşması için um ur-i
Nahiyenin insana yardım etm esi anlamına gelir. Şekavet bunun zıttı olup, hayra ermesi
için um ur-i ila h ؛yenin b ir kimseye yardım etm em esi, onu yalnız bırakması manasında-
dır. Bkz., el-M ü fre d â t, s. 238.
2 Şârih Taftazânî gerek im anda istisna konusunda gerekse saadet ve şekavetin değişme-
si konusunda Eşarîlerle Hanefîler arasındaki ihtilafı lâfzî görm ekte ve ihtilafın iki ta ife -
nin konuyu farklı yönlerden ele almasından kaynaklandığını ifade e tm e kte d ir, ş ^ ih 'in
dediğine göre Eşarîler imanda istisnayı caiz görüp saadetin değişmeyeceğini savunur-
ken kâm il anlamda im an ve saadeti, aksini savunan Hanefîler ise m utlak tasdik anla-
mında im an ve m ü ce rre t saadeti dikkate alm aktadırlar. Bu iki ta ife , m ücerret tasdik=
15. Komi: Peygamberler 263
Metnü’I-Akâid
Cenab-ı Allah ın peygamberler göndermesinde bir hikmet vardır ve
Cenab-ı Allah insanlar içinden onlara, müjdeleyici, uyarıcı ve din ve dünya
işlerinden ihtiyaç hissettikleri şeyleri kendilerine açıklayıcı olarak bir kısım
peygamberler göndermiş, onları harikulade mucizelerle teyid etmiştir.
Peygamberlerin ilki Âdem, sonuncusu Muhammed'dir (0 Jna ve diğer pey
gam berlere selam olsun). Bazı hadislerde peygamberlerin adedi açıklanmıştır.
Fakat kesin bir sayı vermemek daha evladır. Nitekim ayet-i kerimede ,,And
olsun ki, senden önce birçok peygamberler gönderdik; sana onların kimini
anlattık, kimini anlatmadık" (M ü'm in, 78) buyrulmaktadır. Ola ki, kesin sayı
verildiğinde peygamber olmayan biri peygamberler sınıfına dâhil edilmiş
veya peygamber olan biri peygamberler sınıfından çıkarılmış olur. Pey
gamberlerin hepsi doğru sözlü ve nasihat edici oldukları halde Cenab-ı
Allah'tan haber getirmekte ve O'nun hükümlerin ؛insanlara tebliğ etmek
tedir. Peygamberlerin {aleyhim u's-selâm ) en üstünü Hz. Muhammed (sallallahu
aleyhi ve s e iie m )'d ir.
ŞerhuM-Akâid
Cenab-ı Allah'ın resuller m etind e geçen "rusül" kelimesi, Arapça'da
risalet kökünden gelen ve ,,feûl" kalıbında olan ”resul" kelimesinin cemisidir.
Risalet, Cenab-ı Allah iie yarattıklarından akıl sahipleri arasında bir kulun
elçiliği anlam ına gelir. Bu elçilik sayesinde, dünya ve a h iret m aslahatlarıyla
alakalı olarak akıllarının idrak edem ediği hususlarda insanların m azeretleri
o rtad an kalkmış olur. Kitabın baş taraflarında resûl ile nebî kavram ları hak
kında yeterli bilgi verdiğim için burada tek rar bu konuya dönm eyi gerekli
g örm üyorum , göndermesinde bir hikmet m aslahat ve güzel son vardır.
Burada peygam ber gönderm enin vücubuna işaret edilm ekted ir. Yalnız
buradaki vücup bir şeyin Cenab-ı Allah üzerine vacip olması anlam ında değil;
=olarak düşünüldüğünde îmanın İstisna kabul etm eyeceği konusunda hem fik ir olduğu
gibi, kâmil iman konusunda istisna yapmanın cevazı konusunda da hem fik ird ir. Bunun
gibi m ezkûr iki taife, m üce rre t husulü göz önünde bulundurulduğunda saadetin deği
şebileceği konusunda hem fik ir olduğu gibi, husulden ö te necata m üncer olacak suret
te kam il anlamıyla saadetin değişmeyeceği konusunda da hem fik ird irle r.
26 4 Şerhu’l-A kâ id
m aslahat ve hikm eti haiz olması bakımından hikm et böyle bir şeyi gerekli
kılar anlam ındadır.
Bunun gibi bazı kelamcılarm iddia ettiği gibi iki tarafı da [gönderilm esi
de gönderilm em esi de] caiz olan müm kün bir İş de d eğildir.1
Ayrıca bazı hüküm leri m üm kinattan kılmıştır ki, bu gibi hüküm lerin iki ta
rafından [vuku' ve adem -i vuku'] birine kesin olarak kanaat getirm ek de
m üm kün değildir.
Bunun gibi bazı hüküm leri vacip, bazılarını da muhal kılmıştır ki, akıl bun
ları ancak devam lı tefekkü r ve tam bir araştırm adan sonra tespit edebilir. O
da akıl bunları tespit e tm e işine koyulduğunda insanlar için gerekli olan birçok
iş aksar ve dünyanın nizamı bozulur. İşte Cenab-ı Allah'ın lütuf ve rahm etin-
dendir ki o bunları öğretm ek için peygam berler göndermiştir.
1 Burada kastedilen kelam cılar çoğu Eş'arî kelamcılardır. Onlara göre akıl eşyanın hüsün
ya da kubhuna hükm edem ez ve cenab-ı Allah dilediğini yapar. Şu halde Cenab-ı Al
lah'ın peygam ber gönderm esinin vücubîyetinden de bahsedilemez. Görüldüğü gibi
Şârih burada [bazı] M â tü rîd île rin görüşünü tercih etm iştir. Bkz., en-Nibrös, s. 269.
15. Koıuı: Peygamberler 265
Nitekim Cenab-ı Allah ’,Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönder
dik." (Enbiyâ, 107) buyurmaktadır.
Onları peygam beleri harikulade mucizelerle m etinde geçen "mu'cizât"
kelimesi "mu'cize" kelimesinin cemisidir.
Bİr peygam berin mucize ile teyid edilmiş olması gerekir. M ucize ile
teyid edilm edikçe onun iddiası kabul edilm ez. Zira bu durum da peygam ber
lik davasında haklı olan gerçek peygam berlerle sahte peygam berleri birbi
rinden ayırm ak m üm kün olmaz.
1 Bu cüm leyi, teh add î kelimesini m ef'ulüne m uzaf kabul edip "İnkâr edenlere meydan
okuyarak" şeklinde anlamak da m üm kündür.
2 Harikulade, âdete aykırı olarak vaki olan şey dem ektir. Buradaki adet, İlahî adettir.
Cenab-ı A llah’ın m ükerreren/olağan olarak halkettiği şeyler âdete muvafık olurken,
onun olağanüstü olarak halkettiği şeyler âdete m uhalif/harikulade olmaktadır. Mesela=
=ateşin yakması Cenab-ı Allah'ın olağan surette yarattığı b ir şeydir. Genelde ateş ya
kar. Ancak harikulade biçim de Cenab-ı Allah'ın ateşin yakmamasını da yaratması
m üm kündür. N itekim Hz. İbrahim 'i ateşin yakmaması b ö yle dir ve bir peygamber ola
rak onun mucizesidir.
3 Âdî, âdete uygun olarak vaki olan. Yani orada hazır bulunan kim selerde adet gereği
böyle b ir bilgi hâsıl olması zo ru n lu d u r/za ru rid ir. Ancak buradaki zaruret aklî değildir.
Zira akıl padişahın başka b ir sebeple ayağa kalkmış olabileceğine de ihtim al verebilir.
266 Ş erhu'l-Akâid
k at'î olduğu gibi. [Hadd-i zatında Uhud dağının altına dönm esi m üm kün
olm akla b erab er onun altına dönüşm ediğine dair bilgimiz kat’îdir.] Burada
da durum böyledir. M ucize gösterdikten sonra peygam berlik davasında
bulunan kimsenin doğru söylediğine dair âdeten kesin bilgi hâsıl olur. Zira
ad et his gibi kesin bilgi yollarından biridir. Burada zuhur eden mucizenin
Cenab-ı A llah 'tan başkasından gelmiş olması, m ezkûr kimseyi tasdik için
gelm em iş olması ya da gerçekte peygam ber olm ayan bir kimsenin tasdiki
için gelmiş olması gibi kuru aklî ih tim aller zarar verm ez. N itekim ateşin ha
raretin e dair hisle sabit zarurî bilgiye, aksi takdir edildiğinde bir muhal lazım
gelm em esi anlam ında, ateşin hararetsizliğinin [aklen] imkânı zarar v erm e z1.
Peygamberlerin ilki Âdem, Hz. Â dem 'in peygam berliği Kİtap'la sabittir.
Ona Cenab-ı Allah tarafın dan bir kısım e m ir ve nehilerin teveccüh ettiğini
gösteren aye tle r onun peygam ber olduğuna delalet eder. Zira onun zam a
nında başka bir peygam ber olm adığından, bu em ir ve nehilerin kendisine
ancak vahiyle geldiği anlaşılm aktadır، Ayrıca hadis ve icma da onun pey
gam ber olduğunu gösterm ektedir. Şu halde -b a z ı bidatçilerden nakledildiği
gibi- onun peygam berliğini inkâr etm ek aslen küfür olm alıdır.
1 Şârîh, hisle sabit zarurî bilgiler ne ise adetle sabit olan zarurî b ilg ile r de öyledir, de
m ektedir. Nasıl ki, ateşin hararetine dair hisle sabit olan kesin bilgimiz, sırf aksinin
(adem -i hararet) aklen m üm kün olmasından zarar görm üyorsa, mucize gösteren kim
senin sıdkına da ir adöten sabit olan kesin bilgimiz de aksinin (harikulade halin A llah'
tan başkasından gelmesi gibi durum larda mezkur kimsenin yalancı olması) aklen
m üm kün olmasından zarar görmez. Burada aksinin aklen m üm kün olması, onu dü
şündüğüm üzde bir m uhalin lazım gelmemesi anlamındadır. Yani ateşin ısı verici değil
de serinletici olduğunu varsaymamız meseleye sırf akıl zaviyesinden bakıldığında her
hangi bir m uhali m ucip değildir. Bunun gibi mucize gösteren kimsenin yalancı olduğu
nu varsaym ak da meseleye m ücerred akıl nokta-i nazarından bakıldığında herhangi bir
m uhali m ucip değildir. Zira akla göre muhal ancak çelişkili durum larda ortaya çıkar. Bu
zikredilen d u ru m la r garip olsa da çelişkili değildir.
1.). Komi: Peygamberler 267
Bütün bunlar kesin olarak gösterm ektedir ki, Kuran Allah katındandır
ve onun sayesinde Hz. M u h a m m e d 'in peygam berlik davasında haklı olduğu
âdete dayalı bilgiyle b ilinm ektedir. Diğer â dete dayalı bilgilerde olduğu gibi,
burada da kuru aklî varsayım larla aksinin m üm kün olması bu kesin bilgiye
zarar verm ez.
bir kimsede bulunmasını muhal görür. Yine akıl, Allah'ın bütün bu üstün vasıfla
rı, ileride yalan yere peygamberlik iddiasında bulunarak kendisine iftira edecek
bir yalancıda bir araya getirip de ona yirmi üç sene m ühlet vermesini, sonra
onun dinini diğer dinlere üstün kılmış olmasını, düşmanlarına karşı böyle bir
kimseye yardım etmesini ve öldükten sonra onun eserlerini kıyamete kadar
ihya etmiş olmasını da imkânsız görür.
؛kincisi, Allah Resülü peygam berliğini kitap ve hikm etten yoksun bir ka
vim içinde iddia etm iştir. Hal böyleyken kısa bir sürede onlara Kitab'f ve
hikm eti açıklamış, kendilerine İlahî hüküm leri ve üstün ahlakî m eziyetleri
öğretm iştir. İnsanların çoğunu İlm î ve am elî faziletlerd e kem ale erdirm iş,
âlem i iman ve am el-i salihin nuruyla aydınlatm ış ve Allah, vaat ettiği gibi
onun dinini bütün dinlere üstün kılmıştır. N übüvvet ve risaletin bundan
başka bir manası da yoktur.
İtiraz: Hadislerde Hz. İsa aleyhisselam ’ın ondan sonra nazil olacağı bil
dirilm iştir.
Cevap: Evet, Hz. İsa'nın ondan sonra nazil olacağı hadislerde bildirilm iş
tir. Fakat Hz. İsa yine ona tabi olacaktır. Çünkü Hz. İsa'nın şeriatının hükmü
kaldırılm ıştır. A rtık ona ne vahiy gelecek ne de m üstakillen hüküm
vaz'ed ecektir. Bilakis o Allah Resülü'nün halifesi olarak inecektir. Ayrıca
konuyla ilgili en doğru görüşe göre indiğinde insanlara nam az kıldırıp İm am
olacak olan Hz. İsa'dır. M eh di ona uyacaktır. Zira Hz. İsa M eh d î'd e n daha
üstündür. Bu bakım dan onun im am olması daha evladır1.
1 Şârİh'in bu görüşü konuyla İlgili varid olan hadislerle çelişmektedir, ilgili rivayetlerde Hz.
İsa'nın İmam olacağına dair bir ifade yer almamaktadır. Aksine rivayetler M ehdî'nin
İmam olacağını gösterm ektedir. Bkz., el-Mervezî, el-Fiten, s. 418. Konuyla ilgili Sahih-i
M üslim 'de Cabir bin Abdillah tarikiyle gelen rivayette Allah Resulü şöyle buyurur: "ü m
m etim den hak için savaşan bir taife kıyamete kadar zahir/galip olacaktır. Nihayet İsa
nüzul edecek. Cemaatin em iri ona bize namaz kıldır, diyecek. İsa, hayır, Allah'ın bu
üm m ete ikram ıdır; siz biribîrinize imamsınız, diyecektir." Sahih-i M üslim , hadis no, 312.
!.١. Konu: Peygamberler 269
Bir başka rivayette ال طrakam iki yüz yirm i d ö rt bin olarak geçm ektedir.*
Fakat kesin bir sayı vermemek daha evladır. Nitekim aye t-i k erim ed e "And
olsun ki, senden önce birçok peygamberler gönderdik; sana onların kim ini
anlattık, kimini anlatmadık;" (Mü'min, 78) buyrulmaktadır. Ola ki, kesin sayı
verildiğinde a d e t fazla söylendiği takdirde peygamber olmayan biri pey-
gamberler sınıfına dâhil edilmiş veya a det eksik söylendiğinde peygamber
olan biri peygamberler sınıfından çıkarılmış olur. Yani haber-i vahid االقال-أ
fıkıhta anlatılan bütün şartları havi olsa bile sonuçta zan ifade eder, ©ysa
itikadî konularda zann? delillere itibar edilm ez, ö zellikle çelişkili rivayetler
sözkonusu olduğunda böyle bir rivayetin delil olması asla düşünülem ez.
Bunun yanında yukarıda geçen rivayetleri esas kabul etm e k bizi Kuran'ın
zahirine ters düşm eye itebilir. Zira Kuran'da geçtiği üzere2 Hz. Peygam ber
Efendim ize bütün peygam berlerden söz edilm em iştir. Ayrıca a d e t isimleri
hâs lafızlardan^ olm akla eksik ve fazlasına ihtim al e tm ed iklerind en peygam-
ber olan birini peygam ber saymamış olm akla veya peygam ber olm ayanları
peygam ber saymakla burada vakıa da ters düşme ihtim ali vard ır4.
1 Sahih-i ibn-i Hibbarı, s. 52, hadis ١٦٥, 94. M ^ a r r lc ئ- $ أ آ صpeygamberlerin adedinin İki
yüz yirm i d ö rt bin olduğunu bildiren rivayeti kaynaklarda bulamadığını söylemektedir.
2 Şarih burada M üm in suresinin 78. ayetine işaret etm e kte d ir.
3 Has lafızlar, Arap dilin d e fe rd le ri sınırlı veya m ü nferid olan manaya vaz olunm uş lafız-
lardır. özel isim ler, m üfred ve tesniye kalıbında gelen cins isim ler hep has lafızlardır.
Bunlar b ir ya da sınırlı sayıda ferde d elalet e ttiğ i için iştim al açısından kat'? lafızlardır.
M ücm el olmadıkça kendileriyle ne kastedildiği hususunda şüphe oluşmaz.
*$ÖZ gelim i Cenab-ı Allah katında peygam berlerin sayısının yüz bin olduğu farz edildi-
ğinde peygam berlerin yüz yirm i d ö rt bin olduğu iddia edilirse yirm i d ö rt bin kişi pey-
gam ber olmadığı halde peygam berler sınıfına katılmış olacaktır. Bunun aksine Cenab-ı
Allah katında peygam berlerin sayısının yüz elli bin olduğu farz edildiğinde yirm i altı
bin peygam berin peygam ber olmadığına inanılmış olacaktır.
2 70 Şerhu’l-A kâ id
etm ekted ir. Peygamberlerin bile bile yalan söylemeyecekleri konusunda İcma
vardır. Bunun gibi çoğunluk âlim ler peygam berlerin sehven de olsa yalan
söylemeyeceğini savunmuşlardır. Yalanın dışındaki günahlarda şöyle bîr tafsi
lata gidilmiştir. Gerek vahiyden önce gerekse vahiyden sonra peygam berlerin
küfre hiç bulaşmadıkları konusunda icma vardır. Bunun gibi çoğunluk âlim lere
göre peygam berler [vahiyden sonra] kasten büyük günah da işlememişlerdir.
Haşeviye bu sonuncusunu kabul etm em iştir. Peygamberlerin nübüvvetten
sonra büyük günah işlemeyeceği konusunda Haşeviye'nin dışındakiler ittifak
halindedir. Bunlar ancak bunun akılla mı yoksa nakille mi sabit olduğu konu
sunda ihtilaf etm işlerdir.1 Peygamberlerin nübüvvetten sonra sehven büyük
günah işleyebileceğini çoğunluk kabul ederken bazı âlim ler buna karşı çıkmış
tır2. Küçük günahlara gelince cumhura göre peygam berlerin kasten küçük
günah işlemiş olması m üm kündür3. Cübbaî ve takipçileri bunu kabul e tm e
mişlerdir. Küçük günahları sehven işleyebilecekleri konusunda ittifak vardır4.
Ancak bir lokma çalmak, tartıda çok az bir şey eksik ta rtm a k gibi işleyenin
ahlakî zaafına delalet eden günahlar bundan müstesnadır.
1 Eşarîlerin çoğu -ya la n ırı haricinde- bunun nakille sabit olduğunu savunurken, çoğun
luk M u te zile ve bazı eşarîler bunun akılla sabit olduğunu savunm uştur. Bkz., en-
Nibrâs, s. 283.
2 Şârİh, Şerhu'l-m ekâsıd'da peygam berlerin peygam berlikten sonra sehven de olsa
büyük günah işlem eyeceklerini savunmakta ve bunun mezhebin görüşü olduğunu ifa
de e tm e kte d ir. Bkz., Şerhu'l-Maköstd, c. 5, s 51.
3 Şârih'in bu görüşü cum hurun görüşü olarak sunması pek tu ta rlı değildir. Çünkü Şârih'in
Şerhu'l-M ekâsıd'daki ifadelerine bakılırsa bu görüş sadece Eş'arîlerden İm am ü'l-
Haremeyn ile Mu tezi !e'den Ebû Hâşim'e a ittir. Bkz., Şerhu'l-Mekâstd, c. 5, s. 51.
4 Şârih'in burada ittifa k ta n söz etm esi de tartışm aya açıktır. Zira bazı m uhakkik âlim ler
sehven de olsa peygam berlerin peygam berlikten sonra ne küçük ne de büyük günah
işlem eyeceklerini savunmuşlardır. Bkz., eş-Şifö, c. 2, s. 153.
15. Konu: Peygamberler 271
Şia bir peygam berin, vahiyden önce ya da sonra, ama büyük ama küçük
hiçbir günahı işiemesinin m üm kün olm adığin ؛savunm uştur. Onlara göre
bunun tek bir istisnası vardır. Bu da bir peygam berin d i؛iy؛e küfrü talaffuz
ederek takiyye yapm asıdır.
1 Burası hassas b ir noktadır. Şârİh'in böyle genel ve kesin bir dil kullanması haber-i
vahidin kadrini tenkis etm esi bakımından pek doğru görünm em ektedir. Oysa mesele
ta fsilatlıdır. Öncelikle sözkonusu haber-İ vahidin senedine bakılır. Eğer sened sahih ise
bu defa m üm kün m ertebe rivayetin farklı ta rik le ri to p la n ır ve itika d î esaslarla çeliş
meyen b ir çıkış yolu, b ir tevil imkânı aranır. Bütün bunlar olmadığı ta kd ird e sözkonusu
rivayet te rk e dilir. Şunu da İfade etm ek gerekir; sözkonusu itika d î esas ne derece kati
dir, ona da bakmak gerekir. Zira bazı İtikadî hüküm lerin katî olmadığını, zannî delillerle
sabit olduğunu biliyoruz. Ayrıca Kelam kitaplarına giren bazı meselelerin Ehl-i Sün
netlin geneli tarafından benim senm ediği, bu gibi meselelerde özellikle m uhaddislerin
farklı düşünebildiği hususu bir vakıadır. Bütün bunlar göz önünde bulundurularak m e
seleye ihtiyatla yaklaşmak en sıhhatli yoldur. N itekim im am Suyûtî; Fahru'r-Râzî,
Bakıllanî, İbn-İ Fûrek, İm am u'l-H arem eyn, Kadı lyâz ve Gazzalî gibi bazı kelamcıların
itikadî h üküm lerle ters düşen haber-i vahidleri red hususunda çok keskin oldukların
dan yakınm aktadır. Bu konuda geniş bilgi için bkz., en-Nibrâs, s. 286.
2 Şârih'in bu yaklaşımı tartışm a g ö tü rü r. N itekim el-Ferhârî burada Şârih'e itiraz sade
dinde şöyle der: Arap dilinde Âdem oğlu ifadesi genel olarak insan tü rü n ü ifade etm ek
İçin kullanılır. Buna göre b ir insan olarak Hz. Âdem de bu genellem enin içine girer.
Bkz., en-Nibrâs , s. 287.
272 Ş erhu'l-Akâid
Şerhul-Akâıd
Melekler Cenab-I Allah’ın kulları olup O'nun emriyle hareket ederler.
Nitekim Kuran-I Kerim 'de bu m anada ayetler ٧ ^ ٢^١^٢:
؛tira z: Ibiis m eleklerden biri olduğu halde kâfir olm uştur. Ayet-i keri-
m ede Iblis'in m eleklerden istisna edilmiş olması onun m eleklerden olduğu-
٨٧ gösterir. [İstisnada asi olan ittisaldir. Şu halde İblis aslen m elekler sınıfına
dâhil o lm aktadır.]
1 Mesh, su re tin i çirkin bir yaratığın suretine dönüştürm ek suretiyle Allah'ın b ir kulu
cezalandırm asıdır. N itekim Cenab-ı Allah israiloğullarından b ir ta ife yi m aym una çe
v irm iştir. Bkz., Bakara, 65.
2 Aralarında farklı cinsten olan iblis bulunduğu halde, kalabalık olan m eleklerin cinsi
esas alınarak ifade m elekler üzerine kurulm uştur. Böylece melek cinsi İblis'in öz cinsi
olan cinnîliğe tercih edilerek o da -d o la y lı da olsa- m eleklerden zikredilm iştir.
16. Konu: M elekler 27^
1 Hârüt ile M ârût kıssası özetle şöyledir: Melekler, insanlar □؛kendilerini küfür, şirk ve diğer
birçok günaha kaptırdığını görünce onların ال طhalini yadırgarlar. Hak Sübhanehü, insanoğ-
lunun huzurda olmadığını beyanla mazuriyetlerini bildirirse de melekler insanoğlunu ma-
zur görm ekte zorlanırlar. Bunun üzerine Cenab-ı Allah onlara, aranızdan en efdaliniz olan
iki melek seçin, onlara da em ir ve nehiy de bulunayım, der. Harut i؛e M arut'u seçerler.
Harut ile M arut şehvetle donatılmış olarak ye ^،izüne indirilirler. Cenab-ı Allah onları da
insanoğiu gibi şer'î sorumluluklarla mükellef tutar. Bir m üddet ye؛yüzünde adaletle hük-
mederler. Bu hadise İdris (aleyhisselam) döneminde olur. Bu zamanda güzelliği yıldızlar
içinde Zühre yıldızı gibi olan bir kadın bulunmaktaydı. Harut i؛e M arut bu kadına yaklaşmak
ve onunla zina etm ek isterler. Kadın ancak kendi (U tperestlik dinine girmeleri şartıyla bu-
nu kabul edeceğini söyler. Onlar bundan imtina ederler. Bir m üddet sonra kadına tekrar
gelip aynı istekte bulunurlar. Kadın aynı cevabı verince tekrar çekip giderler, □aha sonra
tekrar aynı istekte bulunduklarında kad؛n bu defa onlardan ya puta tapmaları ya b؛r cana
kıymaları ya da şarap içmeleri karşılığında istekleri□ ؛yerine getireceğini söyler. Onlar da
şarabı içip kadınla zina ederler. Daha sonra orada bulunan bir insanı da kendilerini ihbar
etmemesi için öldürürler. Harut ile M arut ayılınca yaptıklarına pişman olurlar. Yeryüzün-
den ayrılıp göğe çıkmak isterler. Fakat bu□^ müsaade edilmez, Kendilerinden d ،^y a azabı
ile ahiret azabı arasında tercihte bulunmaları İstenir. Dünya azabı□! tercih ederler. Babil'de
azapları□! çekmektedirler. Bkz., Tefsiru İbn -İE bîH âtim , c. 1, s. 271. Kadî lyâz, Fahru'r-Râz?,
Kadî Beyzâv? ve Kurtubî gibi bir çok alim bu kıssayı asılsız görm ektedir. Ancak lbn-i Hacer
el-Askalânî, es-Suyütîve birçok muhaddis eldeki rivayetlere bakarak kıssan!□ aslı olduğunu
savunur. es-Suyûtî mezkur kıssanın yaklaşık yirmi küsur tarikini tespit etm iştir. Bu rivayet-
lerin bir kısmı m erfu bir kısmı mevkuf olmaktadır. Bkz., el-Leâli'l-Mesnûa, c. 3, s. 203; en-
Nibrâs, s. 289. Şârih'i□ ifadelerine bakılırsa o da diğer birçok kelamcı gibi bu kıssanı□ asılsız
olduğunu düşünenlerdendir.
2 Burada Şârih'in tutarsız olduğu görünm ektedir. Şârih eğer H a ru t-M a ru t kıssasını kabul
etm iyorsa onların cezalandırıldığı yönündeki bilgiyi de kabul e tm e m e lid ir. Çünkü onla-
rın hem günah işledikleri hususu hem de ce za la n d ırd ıkla r! hususu ay□ ؛rivayette
geçm ektedir. Rivayetin b ir kısmı□! alip diğer kısmını inkâr etm ek tu ta rlı görünm em ek-
te d lr. Ayrıca -riv a y e tle rd e geçtiği üzere- yüzyıllardır sürm ekte olan b ir cezayı ıtab se-
viyesine ؛ndirm ek de pek İkna edici gelm em ektedir. Bkz., en-Nibrâs, s. 289.
^ $ ih ؛r yapm anın hükm ü konusunda ih tila f vardır. Bazı âlim ler sihir yapmayı doğrudan
kü fü r sayarke□ bazılar! içinde dini esaslar! yalanlama ve inkâr gibi fasit söz ve uygula-
malar varsa k ü fü r saymaktadır, imam M âtürîdî de bu ikinci görüşü sa٧٧ ٨ a ٨ اa٢da٨ d ا٢.
Bkz,, en-Nibrâs , s. 29 ه.
274 Şerhu'1-Akâ iı
Metnü’t-Akâid
Cenab-ı Allah'ın peygamberlerine indirdiği bir kısım kitapları vardır.
Bu kitaplarda emrini, nehyini, va'd ve va'îdini1 açıklamıştır.
Şerhırl-Akfıid
Cenab-ı Allah’ın peygamberlerine indirdiği bir kısım kitapları vardır.
Bu kitaplarda emrini, nehyini, va’d ve va'îdini açıklamıştır. Bütün bunlar
Cenab-ı Allah'ın sözleridir. Ve hepsi tek bir sözdür. Başkalık ve farklılık oku
nan ve işitilen lafızlardadır. Bu itibarla en üstünü Kuran-ı Kerim sonra Tevrat,
sonra İncil ve sonra Zebur'dur. Kuran-ı Kerim de tek bir sözdür. Onda
ta fd îl/b ir ayetin diğer bir ayete üstünlüğü düşünülemez. Ancak kıraat ve
kitabet itibarıyla bazı surelerin diğerlerine göre daha üstün olduğu düşünü
lebilir. Nitekim bu meyanda bazı hadisler varid olm uştur.2 Buradaki tafdîl
aslında söz konusu surelerin kıraatinin diğer surelerin kıraatından daha üs
tün olduğu yönündedir. Zira bazı sureler daha faydalı veya içinde Cenab-ı
Allah'ın zikri daha çok geçmiş olabilir. Kuran-ı Kerim'in nazil olmasıyla diğer
kitapların kıraati, kitabeti ve bazı hükümleri nesholmuştur.
Mctnü’l-Akâîd
Allah resulü'nün miracı haktır. O uyanık olduğu halde bedeniyle önce
göğe yükseltilmiş, oradan Cenab-ı Allah'ın dilediği yüksekliklere ulaştırıl
mıştır.
Şerhu’I-Akâid
Allah resulünün miracı haktır. O yakaza halinde iken bedeniyle önce
göğe yükseltilmiş, oradan Cenab-ı Allah'ın dilediği yüksekliklere ulaştırıl
mıştır.
1 Hz. Aişe'ye nispet edilen ال طsözün rivayeti birçok muhaddîs tarafından zayıf bulun-
m uştur. Bkz., Kadî lyâz, eş-Şifâ, c. 1, s. 169; en-Nibrâs, s. 293.
276 Ş erhu'l-Akâid
veya ruhen vaki olması çok da inkâr edilecek, karşı çıkılacak bir şey değildir.
Oysa Allah Resulü'nün miraç ettiğine dair beyanatından haberdar olan dö
nemin kâfirleri bunu şiddetli biçimde İnkâr etm iştir. Hatta o zaman Müslü-
manlardan birçok kimsenin bu sebeple irtîdat ettiği de bilinm ektedir.
Bu konuda temas edilmesi gereken bir başka husus, sahih olan şu ki, Al
lah Resulü rabbini gözleriyle değil, kalbiyle görm üştür.1
؛؛؛؛؛؛٩؛
_ İA ؛lah Resulü'nün M iraç gecesi Cenab-ı Allah'ı görüp görmediği konusu seleften halefe
hep tartışılm ıştır. Sahabeden Hz. Aişe, (kendilerinden yapılan m eşhur rivayete göre) İbn-
i Mes'ûd ve Ebu Hureyre Allah Resulü'nün Cenab-ı Allah'ı asla görm ediğini savunmakta
dır. Kedisinden gelen bir rivayete göre Abdullah bin Abbas Alîah Resulü'nün Cenab-ı
Allah'ı kalben gördüğünü savunur. İbn-i Abbas'tan gelen meşhur görüşe göre Allah Re
sulü Cenab-ı Allah'ı baş gözüyle görm üştür. Ebu'l-Hasen el-Eş'arî de bu görüştedir. Müs
lim şerhinde İmam Nevevî bu görüşün cumhura ait olduğunu söyler. Şârih bu görüşler
arasından ikinci görüşü tercih etm iştir. en-Nİbrâs, s. 295 ؛Avnü'l-M ürid, c. 2, s. 703.
19. Konu: Keramet 277
iVIetnirl-Akâid
Evliyanın kerameti haktır. Keramet; uzak mesafeleri çok kısa bir za-
manda katetmek, ihtiyaç halinde yiyecek, içecek ve giyeceğin bir anda
zuhur etmesi, su üzerinde yürümek, havada uçmak, cansız varlıklarla ve
hayvanlarla konuşmak gibi olağanüstü biçimde velinin elinde zuhur eder.
Velinin kerameti ayni zamanda tabi olduğu peygamberin mucizesidir.
Çünkü gösterdiği keramet vesilesiyle bir kimsenin veli olduğu ortaya çıkar.
Veli olan kimse diyanetinde isabet etmiş olandır. Şu halde veli, ümmetin-
den olduğu resulün diyanetini kabul ettiğinden resulün hak olduğu ortaya
çıkar.
Şerhu’I-Akâid
Velinin kerameti haktır. Veli, Cenah-I Aliah'[ ve sıfatlarını imkân nlspe-
tin d e bilen, ib a d e tlere devam eden, m asiyetlerden uzak duran, dünyev?
lezzetlere ve şehvetine kendini kaptırm ayan kimsedir. Velinin keram eti,
peygam berlik iddiasıyla birlikte olm am ak kaydıyla elinden olağanüstü suret-
te sadır olan şeydir. Olağanüstü hallerden im an ve am el-i salihle birlikte
olm ayanlar istidraç sınıfına, peygam berlik iddiasıyla birlikte olanlar da muci-
ze sın ıfın a d â h ild ir.
M ü e llif, keram etin hak olduğunu ifade e ttik te n sonra onu açıklamak ve
garip karşılanan bazı kera m et örneklerine işaret e tm e k üzere şöyle dem iştir:
Keramet; uzak mesafeleri çok kısa bir zamanda katetmek, Hz. Süleym an’ın
nedîm l - e n m eşhur olan görüşe göre- Âsaf bin Berhıyâ'nın göz açıp kapa-
m adan Belkıs'ın tahtın ı çok uzak m esafeden getirm esi bu kabildendir, ihti-
yaç haiinde yiyecek, içecek ve giyeceğin bir anda zuhur etmesi, Hz. M er-
yem 'e olağanüstü biçimde yiyecek zuhur etm esi bu kabildendir.
278 Ş erhu'l-Akâid
1 Cafer-i Tayyâr'ın, A llah'ın kendisine verdiği kanatlarla uçması cennette olan harikula
de bîr haldir. Halbuki konu velilerin dünyada vuku bulan ke ram etleridir.
2 Lokman es-Serahsî'nin kim liği hakkında herhangi bir m alum ata ulaşamadık. Ancak
İbn-i Batûta Rİhle'sinde Serahs'dan bahsederken Salih Şeyh Lokman es-Serahsî de bu
şehre nîsbet e d ilm e kte d ir, der. Bkz., Rİhletü ibn-i Bottûta, s. 394.
3 el-Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve, hadis no, 2313,
4 Rivayete göre Ashab-ı ke h f dönem in kralı Dakyanus'un şirk davetine icabet etm eyip
dağa kaçtıklarında kendilerine sonradan katılan çobanın köpeği de onların yanına so
kulm uştu. O nlar dikkat çekip de yakalanm amak İçin köpeği yanlarından uzaklaştırmak
İsteyince köpek dile gelmiş ve "beni yanınızdan kovmayınız, ben A llah'ın dostlarını
severim " dem iştir. Bkz., en-Nibrâs, s. 297.
5 Sahih-i Buharı, 2324.
6 Şârih burada kıssayı anlatırken düşmanların dağın ardında gizlendiğini ve Hz. Ö m er'in
kom utan Sâriye'yi dağdan sakındırdığını ifade etm iştir. Ancak ilgili kıssa hakkında ha
dis kitaplarında ye r alan rivayette durum tam tersidir. Hadis kitaplarında kıssanın an-
19. Konu: Keramet 279
Hz. Ömer’in sesini duyarak gerekli önlemi almıştır. Hz. Halid bin Velid'in zehir
içip bundan hiç zarar görmemesi, Nil nehrinin Hz. Ömer'in gönderdiği bir yazı
vesilesiyle akmaya başlaması da evliyanın kerametine birer misaldir. Bunlara
benzer daha sayılamayacak kadar keramet nakledilmiştir.
؛$: î؛c
!atılışına bakılırsa, düşman orduyu sağdan soldan kuşatmışken Hz. Öm er kom utan Sa-
riye'yi orduyu dağa çekmesi yönünde uyarm aktadır. Buna göre rivayette geçen "el-
cebele el-cebele" İfadesi, Şârih'İn anladığı gibi, dağdan uzaklaş, anlamında değil de,
arkanı dağa ver anlamında olm alıdır. Hafız ibn-i Hacer ilgili rivayetin hasen olduğunu
b e lirtir. Bkz., Keşfü'l-Hafâ, c. 2, s. 381
1 Bu cüm leye m üstensihlerin sehviyle bir noksanlık arız olm uş olabilir. el-Ferhârî bu
cüm leyi şöyle.tam am lıyor: "G österdiği mucize gereğince peygam berin hükmü katidir,
yakîn b ild irir." Oysa veli, mucize gösterm ediğinden her sözünün hak olduğunu b ile
meyiz. V elilerin hata etm esi m üm kündür. Bkz., en-Nİbrös, s. 299.
2 80 Ş erhu'l-Akâid
Metmfî-Akâid
Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve se؛le m )'d e n sonra beşerin
en üstünü Ebubekir es-Sıddık (radıyallahu an h)'d ır. Sonra Ömer el-Fârûk
(radıyallahu anh), sonra Osman Zinnûreyn (radıyallahu anh), sonra Alî el-
Mürtezâ (radıyallahu anh)'dır. Bu sahabîlerin hilafetleri d e bu sırayladır.
Hilafet otuz senedir. Ondan sonra meliktik ve emirlik vardır.
Şerhu’l-Akâid
Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem}'den sonra beşerin en
üstünü M ü e llifin "peygamberlerden sonra beşerin en üstünü" demesi daha
güzel olurdu. Ama muhtemelen zaman itibarıyla Peygamberimiz'den sonrası
nı kastetmiştir. Nitekim Peygamberimiz'den sonra bir daha peygamber gel
meyecektir. Bununla birlikte Hz. İsa'nın bu hükümden istisna edilmesi gere
kirdi. Zira Hz. Ebubekir’in bütün beşerden üstün olduğu ifade edilmek İsteni
yorsa bu hüküm Hz. İsa ile nakzolmak durumundadır. Eğer Peygamber Efen-
dimiz'den sonra doğan bütün beşer kastediliyorsa bu durumda Hz.
Ebubekir'in sahabeden üstün olduğu ifade edilmiş olmaz. Eğer [Peygamberi
miz zamanında] yeryüzünde var olan beşerden üstün olduğu ifade edilmek
isteniyorsa, bu durumda tabiîn ve sonraki nesillerden üstün olduğu ifade
edilmiş olmaz. Veya Peygamberimiz'den sonra genel olarak yeryüzünde bu
lunacak olan beşerden üstün olduğu kastediliyorsa yine hüküm Hz. İsa ile
nakzolmak durum undadır.1 Ebubekir es-Sıddık {radıyallahu anh)'dır.
Sonra Ömer el-Fârûk (radıyallahu anh), Hz, Ömer insanlara hükm eder
ken hak ile batılı birbirinden ayırırdı. Bu sebeple kendisine ayıran anlamında
"el-Fârûk" lakabı verilm iştir.
1 Bu defa Hz. Isa yeryüzüne nüzûl e ttik te n sonra nakzolunacaktır. Öncekinde ise her
halükarda nakzolunacaktı. Zira önceki takdirde yeryüzü kaydı yeralmazken bu ta k d ir
de yer alm aktadır.
20. Konu: H alifeler 281
Sonra Osman Zinnûreyn (radıyallahu anh), "zinnûreyn" iki nur sahibi an
lam ına g elm ekted ir. Hz. Peygam ber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz.
Osm an'a önce kızlarından Rukayye'yi, o ölünce diğer kızı Ü m m ü Külsüm'ü
nikahlam ıştır. U m m ü Küisüm de ölünce Aliah resulü, "eğer üçüncü bir kızım
olsaydı onu da sana nikâhlardım " d em iştir.1 Aliah Resulü'nün iki kızına işa
retle kendisine "zinnûreyn" lakabı verilm iştir.
Sonra Alî el-Mürtezâ (radıyallahu an h )'d ır. Hz. Ali'nin lakabı olan "el-
M u rte zâ" razı olunan, beğenilen, takd ir edilen kimse anlam ına gelir. Bu
lakab onun, A llah'ın salİh kullan ve ashabın seçkinleri tarafın dan takd ir edil
diğine işaret e tm e k te d ir.
Öyle sanıyorum ki, selef- ؛salihîn Hz. Osm an'ın Hz. Ali'ye üstün olduğu
1 Şârih'in bu tesbiti Abdullah bin Ömer (radıyallahü and)'den gelen şu rivayet göz önünde
bulundurulduğunda isabetli değildir: "Allah Resulü hayattayken biz insanlar arasında
hayırlılık konusunda sıralama yapar ve önce Ebubekir'i, sonra Ö m er'i, sonra da Osman'ı
en hayırlı b ulurduk." (Şahİh-i Buhâri, hadis no, 3655.) Bu rivayet açıkça sahabenin Hz.
Osman'ı Hz. A li'den daha üstün gördüğünü gösterm ektedir. Üstelik buradaki hayırlı
lık/üstünlük sevab çokluğu da olamaz. Zira sahabe de, -Şârih'in iması üzere- diğer insan
lar gibi kim in sevabının daha çok olduğunu bilemez. Şu halde selef-i salihinin Hz. Os
man'ı Hz. A li'ye üstün tu tm a hususunda kararsız olduğunu düşünm ek sağlıklı görünm e
m ektedir. Evet, İmam-ı Malîk'în bu konuda kararsız olduğu; Süfyan-ı Sevrî'nin de Hz.
A li'yi Hz. Osman'dan üstün gördüğü rivayet edilm iştir. Ancak Kâdı lyâz, İmam-ı M alİk'in
bundan vazgeçtiğini ve Hz. Osman'ı üstün gördüğünü nakleder. Yine Ebu Süleyman el-
H attâbî'nİn nakline göre Süfyan-ı Sevrî de bundan vazgeçmiştir. Bkz., Avnü'l-m ürîd, c. 2,
s. 897. Velev mezkur ikî İmam bu konuda farklı düşünmüş olsaydı bile, sadece o ikisine
bakarak selef-i salihinin bu konuda kararsız olduğunu söylemek yine de doğru olmazdı.
Çünkü Abdullah bin Ö m er'in sözü, sahabe başta olm ak üzere selef-i salihinin konuya
bakışını daha net biçim de ortaya koymaktadır. Ayrıca bu konuda başka bir sıralamaya
gitm ek de doğru değildir. Çünkü rivayet m erfu hadis hükm ündedir ve Allah resulünün-
onayı sözkonusudur. Nitekim aynı hadisin birçok rivayetinde bu açıkça ifade edilmiş;
Allah resulünün bu sıralamayı duyduğu ve ses çıkarmadığı belirtilm iştir. Bkz., Taberânî,
el-M ucem ü'i-Kebîr, c. 10, s. 427, hadis no, 12953.
2 Şârih bununla Hz. A lî'nin ilim , zühd ve şecaat gibi vasıflar İtibarıyla Hz. Osm an'dan
daha üstün olduğunu ima e tm e kte d ir. Yalnız burada Ferhârî çok m anidar b ir noktaya
dikkatleri çekm ektedir: Evet, ima edildiği üzere eldeki riva ye tle re bakılırsa Hz. A li'n in
bu yönde fa zile tin i gösteren çokça rivayet vardır. Ancak bunun önem li b ir sebebi ola
rak ta rih te , Haricîler ve zalim Emevî ta ra fg irle ri gibi Hz. A lî'ye cephe almış önem li b ir
ta ife n in varlığını ve bunların Hz. A lî aleyhine y ü rü ttü k le ri propagandaya karşı birçok
âlim in Hz. A lî'nin m enakıbine dair rivayetleri arayıp bulma ve kalem e alma konusun
daki çabasını unutm am alıdır. Oysa aynı durum Hz. Osman İçin o denli sözkonusu de
ğ ild ir ve ta rih te Hz. Osm an'ın m enâkıbini toplam aya dair böyle b ir çaba da haliyle gö
rülm em iştir. Bkz., en-Nibrâs , s. 303.
20. Konu: H alifeler 283
Bu d ört halifenin hila fet ؟kısaca şöyle olm uştur. Allah Resulü vefat ettiği
gün sahabe Benî Sakife'nin avlusunda toplanmış, ilk başlarda aralarında
yaşanan ih tila f ve istişarelerden sonra Hz. Ebubekİr'in halifeliğinde ittifakla
karar kılmışlardır. Hz. Ali de kısa bir süre kararsız kaldıktan sonra gelip her
kesin huzurunda Hz. Ebubekir'e biat etm iştir. Eğer Hz. Ebubekİr'in halifeliği
hak olmasaydi sahabe bu konuda ittifa k etmezdi. Hz. Ali, Hz. Muaviye'ye
halifelik hakkını vermediği gibi ona da hakkını vermezdi. Ayrıca Şia'nın iddia
ettiği gibi kendisinin halife olduğuna dair bir nas olsaydı bunu Hz. Ebu-
bekir'e karşı delil olarak kullanırdı. Allah Resulü'nün ashabının batılda ittifak
etmiş olabileceklerini, dinin bir nassını topluca terk edebileceklerini nasıl
düşünebiliriz!
Sonra Hz. Ömer şehit edilmiş ve halife seçimini Hz. Osman, Hz. Ali, Hz.
Abdurrahman bin Avf, Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Sa'd bin Ebî Vakkâs'tan
oluşan altı kişilik bir heyete bırakmıştır. Heyet istişare edip seçim işini arala
rından Hz. Abdurrahm an bin A vfa havale ederek vereceği karara rıza gös
term işlerdir. Hz. Abdurrahman bin Avf da yaptığı istişareler üzerine Hz. Os
m a n i seçmiş ve sahabenin huzurunda ona biat etmiş, sahabe de hep birlik
te biat etm iştir. Sahabe Hz. Osman'ın emrine bağlılık gösterip onun arkasın
da Cuma ve Bayram namazlarını kılmışlardır. Böylelikle Hz. Osman'ın halife
liği konusunda da icma bulunduğunu anlamış oluyoruz.
Metnirl-Akâid
Kanunların icrası, ceza ve müeyyidelerin uygulanması, devletin sınır
güvenliğinin sağlanması, orduların donatımı, zekât ve vergilerin toplan
ması, anarşist, eşkıya ve hırsızların cezalandırılması, Cuma ve Bayram na
mazlarının kıldırılması, halk arasında çıkan münakaşa ve kavgalara müda
hale edilmesi, mahkemelerde şahitlerin şahitliğinin kabul edilmesi, velisi
bulunmayan küçük erkek ve kız çocuklarının [ve velisi bulunmayan yetiş
kinlerin] evlendirilmesi ve ganimetlerin paylaştırılması gibi dinî, siyasî ve
adlî işler ؛yürüten bir halife seçmeleri Müslümaniara gereklidir.
Şerhu’l-Akâid
Kanunların icrası, ceza ve müeyyidelerin uygulanması, devletin sınır
güvenliğinin sağlanması, orduların donatımı, zekât ve vergilerin toplan
ması, anarşist, eşkıya ve hırsızların cezalandırılması, Cuma ve bayram na
mazlarının kıldırılması, halk arasında çıkan münakaşa ve kavgalara müda
hale edilmesi, mahkemelerde şahitlerin şahitliğinin kabul edilmesi, velisi
bulunmayan küçük erkek ve kız çocuklarının [ve kimsesiz yetişkinlerin]
evlendirilmesi ve ganimetlerin paylaştırılması gibi dinî, siyasî ve adlî işleri
yürüten bir halife seçmeleri Müslümaniara gereklidir.
Soru: Umumî bir halife olmasa bile İslam topraklarının her bir bölge
sinde o bölgenin güçlü kimseleri bu işler ؛yürütebilir. Şu halde bütün bölge
lere tek bir halife seçimi neden gereklidir?
Cevap: Her bölgede ayrı bir halife olursa bu aralarında rekabet ve kav
gaya sebebiyet verir. Bu da din ve dünya işlerinin aksamasına yol açar. Nite
kim bu durum zamanımızda açıkça müşahede edilm ektedir.
Cevap: Evet, kudretli bir devlet adamı dünya işlerinde kısmen intizamı
sağlayabilir. Ama din işlerinin sevk ve idaresi aksar. Hâlbuki halife tayininin
esası ve en mühim gayesi din işlerinin yürütülm esidir.
286 Şerhu’l-Akâid
Cevap: Geride de izah ettiğimiz gibi hadiste otuz yıl süreceği belirtilen
halifelik kâmil halifeliktir. [Bu, hilafetin sonraki dönemlerde kâmil olmadığı
nı gösterse bile geçersiz olduğunu göstermez.] Ayrıca hilafet döneminin son
bulduğunu ama imamlık döneminin sürdüğünü söylemek de mümkün. Ni
tekim imamet hilafetten daha umumî bir mevkidir. Ne var ki imamet tabiri -
bu manada- Ehl-i Sünnet arasında pek yaygın bir tabir değildir. Bunun tam
aksine Şia'dan hilafetin imametten daha umumî olduğunu savunanlar da
vardır. Bu bakımdan onlar üç halifenin hilafetini kabul ettikleri halde ima
metlerini benimsemezler. Ancak Abbasî halifelerinden sonrasını konuşacak
olursak mesele yine halledilmiş sayılmaz.1
( İm am etin Şartlan )
Meinü’I-Akâid
Halifenin ortada bulunması, saklanan ya da ortaya çıkması beklenen
bir kimse olmaması ؛cab eder. Halifenin Kureyş soyundan olması gerekir.
Kureyş'ten olduktan sonra Haşimoğullarmdan veya Hz. Ali'nin (radıyaltahu
anh) soyundan gelmesi gerekmez. Halifenin günahsız/ma'sûm veya zama
nının en üstün kimsesi olması şart değildir. Yalnız halifenin tam ve mutlak
bir velayet sahibi olması ve halkı sevk ve idare kabiliyetine sahip olması
gerekir. Bunun gibi halifenin, kanunları tatbik edebilecek, İslam memle
ketlerinin sınırlarını koruyabilecek, mazlumun hakkim zalimden alabilecek
kudret ؟haiz olması şartı da aranır. İşlediği günah ve zulüm sebebiyle hali
fenin yetkisi düşmez.
Şerhu’l-Akâid
İhtiyaç halinde kendisine müracaat edilip halkın maslahatını temin
edebilmesi için Halifenin ortada bulunması gerekir ki, hilafet makamına
seçilişindeki gaye gerçekleşsin. Düşmanlarının ya da zalim idarecilerin eline
geçmemek için insanlardan saklanan ya da zalim ve muannidlerin düzeni
bozulup şer ve fesat unsurları temizlenerek zamanın düzeleceği vakitte bek
lenen bir kimse olmaması gerekir.
1 Hz. Hızır'ın peygam ber mİ yoksa veli mi olduğu hususu ile onun hala hayatta olup
olmadığı hususu tartışm alıdır. Âlimlerin konuyla ilgili açıklamalarına bakılırsa Hz. Hı
zır'ın bîr nebi olduğu görüşü daha güçlü görünm ektedir. Hz. Hızır'ın halen yaşayıp =
288 Şerhu'i-Akâid
(aleyhimesselam) ve diğer bazı insanlar1 için de böyle uzun ömür takdir edil
miştir. Yalnız İmamiye'nin inancında tutarsız olan şudur: İmamlık makamın
dan beklenen işler açısından bakıldığında imamın gizli olmasıyla hiç olma
ması arasında bir fark bulunmamaktadır. Ayrıca imamın düşmanlarından
korkması, geriye sadece ismi kalacak biçimde saklanmasını gerektirmez.
Belki imamlık iddiasını gizli tutmasını gerektirir. Nitekim el-Mehdî'nm baba
ve dedeleri de aynı duruma düşmüşlerdi. Onların hiçbirisi bu denli bir sak
lanma yoluna gitmemiş, insanların arasında yaşamışlardır. Onlar bunun
yerine imamlık iddiasında bulunmaktan sakınmışlardır. Üstelik fesat ve tef
rikanın her yanı kapladığı ve zalimlerin ortalığı işgal ettiği zamanda insanla
rın imama olan ihtiyaçları hem daha şiddetlidir hem de imama boyun eğme
leri daha kolaydır.
=yaşamadığı hususuna gelince, bu konuda da epey bir tartışm a olm uştur, imam
Nevevî, Ibnü's-Salah, Kurtubî ve sufiyye onun halen haya'tta olduğunu savunurken;
m uhaddisler ve ekser ilim ehli onun vefat ettiğini savunm aktadır. Bu konuda hem bir
sufi hem de bir âlim ve müfessir olarak Âlûsî onun hayatta olmadığı görüşünü tercih
eder. Bkz., Âlûsî, R ûhu'l-M eânî, c. 8, s. 308-311.
1 Hz. Hızır'ın hayatta olduğunu savunanların bir kısmı olarak özellikle sufiler Hz. Ilyas'ın
da hayatta olduğuna kaildirler.
2 M ü sn ed -İA h m ed bin Hanbel, 3 / 1 2 1 8 3 , و.
3 Celaleddin es-$uyûtî bu hadisin m ütevatir olduğunu ileri sürm ektedir. e l-K e ttâ n îd e bu
kanaattedir, Bkz., N azm ü 'l-M ü ten âsir, s. 169, hadis no, 175.
ا ة. Konu: İmamet/Şartları 2 89
Hâşim bin Abdimenaf ^أطKusayy bin Kiiâb bin Mürre bin Ka'b bin Lüeyy bin
ح ة1 طآbin Fihr bin Malik bin Nadr bin Kinane bin Huzeyme bin Müdrike bin
ilyas bin Müdar bin Nizar bin Maadd bin Adnan. Alevîler ve Abbasîler
Haşimoğullarındandır. Çünkü Hz. Abbas ye Ebu Talib Abdulmuttalib'in oğul-
larıdır. Hz. Ebubekir Kureyş kabilesindendir. Zira o Ebu Kuhafe bin Osman
bin Âmir bin Ömer bin Teym bin Mürre bin Ka'b bin ^ e y y 'in oğludur. Hz.
Ömer de öyledir. Nitekim o Ömer bin Hattab bin Nüfeyi bin Abduiuzza bin
Rabah bin Abdiliah bir Kurt bin Zerah bin Adî bin Ka'b'dır. Hz. Osman da
öyledir. Onun şeceresi de Osman bin Affân bin Ebi'l-Âs bin ümeyye bin
Abdişşems bin Abdimenaf'tır.
Bunun gibi devrinin en üstünü de olması şart değildir. Zira faziletçe di
ğerlerine eşit olan ve hatta ilim ve amei cihetinden diğerlerinden daha düşük
olan kimsenin, imamet makamı açısından neyin doğru neyin yanlış olduğunu
başkalarından daha iyi bilmesi ve bu makamın gereklerini yerine getirme ko
nusunda diğerlerinden daha kudretli olması mümkündür. Özellikle faziletçe
daha düşük olan kimsenin halife tayin edilmesi şerri def ve fitneyi men bakı
mından daha faydalı olması söz konusu olduğunda bu incelik daha iyi anlaşılır.
Bu sebepledir kİ Hz. Ömer imamet işini seçtiği altı kişi arasında şuraya bırak
mıştır. Hâlbuki onların arasında üstünlük farkı olduğu kesindir.
Soru: Aynı zamanda İki imam tayini caiz olmadığı halde Hz. Ömer'in
imamet işini aitı kişi arasında şuraya bırakması doğru mudur?
Cevap: Aynı zamanda iki imam tayini, ancak bunlar birbirlerinden ba
ğımsız olduklarında ve her birine başlıbaşma itaat farz olduğunda caiz oimaz.
Çünkü bu hal, birbirine zıt iki hükme birden itaatin gerekliliği gibi çelişik bîr
duruma yol açabilir. Oysa şurada üyeler birbirinden bağımsız değil, beiki
hepsi topluca bir imam konumundadır.
Yalnız halîfenin tam ve mutlak bir velayet sahibi yani Müslüman, hür,
erkek, akıl sahibi, buluğa ermiş bir kimse olması gerekir. Zira Cenab-ı Allah
kâfirlere Müslümanlar üzerine yetki vermemiştir. Köle efendisinin hizmetiy
le meşgul olmak zorundadır ve insanların gözünde pek saygın bir mevkie
sahip değildir. Kadınlar akıl ve din itibarıyla eksiktirler. Çocuk ve deli işlerin
tedbiri ve halkın yararını gözetme konusunda yetersizdirler. O halkı sevk ve
idare kabiliyetini de haiz bulunmalıdır. Yani isabetli fikri, dengeli bakışı ve
elindeki gücüyle Müslümanların İşlerini tasarrufa kadir olmalıdır. Bunun
yanında halifenin, bilgisi, adaleti, kudreti cesareti ve yeterliliğiyle kanunları
tatbik edebilecek, İslam memleketlerinin sınırlarını koruyabilecek, maz
lumun hakkını zalimden alabilecek kudreti haiz olması şartı da aranır. Zira
bu görevlerin yerine getirilişinde aksamalar olması halife tayinindeki amaçla
bağdaşmaz. İşlediği fısk Allah'a itaattan çıkmak ve zulüm Allah'ın kullarına
haksız muamele etmek sebebiyle halifenin yetkisi düşmez. Çünkü Raşid
halifeler'den sonra imamlardan ve emirlerden fısk ve zulüm gibi kötü halle
rin suduru pek yaygın hale gelmiş olduğu haide seief onların İdaresine bo
yun eğmiş, onların izniyle Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmış ve onlara
ayaklanmayı caiz görmemişlerdir. Ayrıca halîfenin baştan seçilirken günah
sız olması şart olmadığına göre bunun halifeliğini sürdürürken şart olması
hiç düşünülemez. İmam-ı Şafiî'den naklolunduğuna göre fısk ve zulüm se
bebiyle halifenin yetkisi düşer. Kâdî ve emirler için de durum böyledir.
21. Konu: İmamet/Şartları 291
Meselenin aslı şudur; İmam Şafii'ye göre fasık velayet hakkına sahip
değildir. Çünkü o kendi halini gözetmekten acizdir. Bu durumda iken başka
sının halini nasıl gözetebilsin.
İmam Ebu Hanİfe'ye göre fasık velayet hakkına sahiptir. Fasık bir baba
küçük kızını evlendirebilme hakkına sahiptir. Şafii mezhebinin fıkıh kitapla
rında kâdînın fısk sebebiyle yetkisinin düşeceği ama imamın/halifenin yetki
sinin düşmeyeceği yazılıdır. Aradaki fark ise, halifenin yetkisi düştüğünde
yerine bir başkasını tayin etmek gerekir. Mevcut halifenin elinde güç vardır
ve o, makamının elinden çıkmasına razı olmaz. Bunun için bir başkasının
onun yerine seçilmesi fitneye yol açabilir. Kâdî böyle değildir.
Nevâdir1 rivayetine göre üç İmamdan2fasığın kâdîlığının caiz olmadığı
nakledilmiştir. Meşayıhtan şöyle diyenler de vardır: Eğer kâdî, bu makama
tayin edilirken fasık idiyse hükmü geçerli, adil iken tayin edilip de sonra
fasık oldu ise hükmü geçerli değildir. Çünkü onu kâdîlık makamına tayin
eden merci onun adaletine itimad etmiş, adalet vasfı bulunmaksızın İlgili
makamda bulunmasına rıza göstermemiştir. Fetevâ-i Kâdîhân'da3 şöyle ge
çer: Âlimler icma etmiştir ki, kâdînın rüşvet aldığı davada hükmü geçerli
değildir. Eğer bir kimse kâdılık makamını rüşvetle elde ettiyse o gerçekte
kadı olmuş sayılmaz. Ve verdiği kararlar geçerli olmaz.
1 Nevâdir, Hanefi m ezhebinde im am lardan nakli m eşhur olm ayan m eseleler. İm am lar
dan nakli m eşhur olan m eseieiere "zâhiru'r-rivaye" denir. İmam M u ham m ed'İn; el-AsI
(el-M eb sû t), el-Câmİu's-sağîr, el-Câm iu'l-kebîr, es-Sİyeru's-sağîr, es-Siyeru'l-kebîr ve
ez-Zİyâdât'tan oluşan altı kitabı zahiru'r-rivayeyi içerm ektedir. M esela Nevâdiru İbn-i
Semâa ve Nevâdiru İbn-İ Rüstem de "nevâdir" kabilinden olan m eseleleri içerir.
2 Üç im am , İm am Ebu Hanife ve talebeleri İmam Ebu Yusuf i؛e İm am M uham m ed'd ir.
3 Haşan bin M ansur Fahruddin Kâdîhân el-Özcendî el-Ferğânî, hicrî 592 yılında vefat
etm iştir. Genel görüşe göre hanefî m ezhebinde müctehid film eseie kabul edilir. Kasım
bin Kutlubağa K adıhanin tashihlerini diğer fakihlerin tashihlerine tercih eder ve onun
"fakîhü'n-nefs" olduğunu söyler. Fetevâ-i Kâdîhân namıyla fetvaları m eşhurdur. Ayrıca
Şerhui-cam ii's-sağîr, Şerhu edebi'l-kadâ li'l-Hassâf gibi başka kitapları da vardır, bkz.,
el-Leknevî, el-Fevâidü'l-Behiyye, s. 64-65.
292 Şerhu'l-Akâid
Melııü’l-Akâid
Her sâiîh ve fasık imamın arkasında namaz kılmak caizdir. Her sâiih ve
fasık müminin cenaze namazını da kılarız.
Şerh ırl-Akfı id
Her sâlih ve fâsık imamın arkasında namaz kılmak caizdir. Nitekim
Resulüllah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Her sâlih ve fasık müminin
arkasında namaz kılın" buyurmuştur1. Bunun yanında ümmetin âlimleri
fasıkların ve bidat ehlinin arkasında namaz kılar ve buna kimse karşı çıkmazdı.
Bazı selef âlimlerinin fasık ve bidatçi kimsenin arkasında namaz kılmayı me
nettiği yönündeki nakiller kerahete hamledilmelidir. Zaten fasık ya da bidatçi
kimsenin arkasında namaz kılmanın keraheti konusunda bir tartışma yoktur.
Ancak fasık ya da bidatçi kimsenin arkasında namaz kılmanın cevazı yönün
deki hüküm müminler için geçerlidir. Fışkı ya da bidati sebebiyle küfre düşen
kimsenin arkasında namaz kılınamayacağı hususunda ittifak vardır.
Mutezile mezhebi mensupları her ne kadar fasık kimsenin mümin ol
madığını ileri sürmüşler ise de arkasında namaz kılmayı caiz görmüşlerdir.
Çünkü onlar imamet için tasdik, ikrar ve amelden müteşekkil olarak imanın
varlığını değil, küfrün bulunmamasını şart koşmuşlardır. Her sâlih ve fasık
kimsenin cenaze namazını da kılarız. Burada da ölen kimsenin mümin ol
ması kaydı vardır. Fasık kimsenin cenazesinin kılınacağı hususunda icma
vardır. Ayrıca hadis- ؛şerifte "ehl-i kıbleden ölen bir kimsenin cenaze nama
zını terk etmeyin" buyurulmaktadır2.
Soru: Bu gibi meseleler furu-i fıkıh konularına girer. Bunların Akaid konula
rı arasında zikredilmesinin hikmeti nedir? Eğer Müellif adına, bu hükümlerin
hak oluşuna İnanmak vaciptir ve bu yönüyle konu Akaid konusudur, denecek
olursa bu durum bütün ferî meseleler için geçerlidir. [Şu halde diğer ferî mese
leler değil de neden bu meseleler Akaid konuları içinde yer almıştır?]
1 Benzer lafızlarla rivayeti için bkz., Sünen-i EbîDövûd, hadis no: 2533.
2 Rivayeti bu lafızlarla kaynaklarda bulamadık. Nitekim muharric M olla Ali el-Karî de
m ezkûr rivayeti bu lafızlarla kaynaklarda bulamadığını belirtm ektedir. Ancak hadisin
aynı manaya gelen farklı lafızlarla rivayeti için bkz., Sünen-i Ebî Davûd, hadis no: 2533.
21. Konu: İm am et/Fasığın İm ameti 293
Cevap: Müellif, zat, sıfat, ef'âl, meâd, nübüvvet ve imamet gibi kelam
ilminin ana konularını İslam kanunları ve Ehl-i Sünnet yolu üzere işledikten
sonra Ehl-i Sünnet'in diğer fırkalardan ayrıldığı konulara da bir nebze temas
etmek istemiştir. Bu bağlamda özellikle Mutezile, Şia, Filozoflar, Mülhidler1
veya diğer bidat fırkalarıyla Ehl-i Sünnet arasında tartışmalı konuları ele
almak istemiştir. Bu bakımdan sözkonusu meselelerin artık furu-i fıkıh konu
larından ya da Akaide İlişkin cüzî meselelerden olması önemli değildir.
1 M ülhid kelimesi ilhad kökünden sıfat ismidir. İlhad, m eyletm ek, sapmak anlamına
gelir. Bir kimsenin haktan saptığını ifade sadedinde "elhade fülanün ani'l-hakkı" denir.
Akaid ve kelam kitaplarında bir kavram olarak İlhad, hak yol olan dinden herhangi bir
küfür yönüne sapm ak anlam ındadır. Nitekim Batıniyye şiileri Kuran'ın bir zahiri bir de
batını vardır. Biz onun batınını biliriz iddasında oldukları için düşünceleri küfre doğru
bir istikam et arz etm e k te ve mülhid sayılm aktadırlar. Ve genelde kelam kitaplarında
mülhid deyim i onlar için kullanılmıştır. Burada şarihin maksadı Batıniyye Şiileridir.
M ü e llif de ileride "naslar zahirine ham ledilir" derken Batınıyye'nin bu görüşünü red
detm iş olacaktır.
2 94 Şerhu'l-Akâid
MetnüM-Akâid
Sahabe ancak hayırla yadedilir. Peygamberimizin (sallallahu aleyhi ve sellem)
cennetle müjdelediği on sahabinin cennetlik olduğuna şahitlik ederiz.
Şerhu’l-Akâid
Sahabe ancak hayırla yadedilir. Zira sahabenin faziletini bildiren hayli
sahih hadis vardır. Onlar hakkında ileri geri konuşmamak gerekir. Nitekim
Resulüliah Efendimiz onlarla ilgili olarak şöyle buyurur: "Ashabıma kötü söz
söylemeyin. Sizden birisi Uhud dağı kadar altın tasadduk etse bile bu, onlar،
dan birinin bir müdd1 veya yarısı2 kadar bir tasaddukuna bile denk olamaz."3,
"ashabıma ikram edin. Çünkü onlar sizin hayırlılarınızdır."4, "Ashabım konu
sunda Allah'tan korkun, Allah'tan korkun. Onları benden sonra hedef almayın.
Kim onları severse bana olan sevgisi sayesinde sevmiştir. Kim onlara
buğzederse bana olan buğzu sebebiyle buğzetmiştir. Kim onlara eziyet verirse
bana eziyet vermiş olur. Kim bana eziyet verirse Allah'a eziyete yeltenmiş olur.
Kim Allah'a eziyete yeltenirse Allah'ın onu cezalandırması yakındır."5
Bunların dışında Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Haşan, Hz. Hüseyin
ve diğer büyük sahabilerin hepsinin fazileti hakkında sahih hadisler bulun
maktadır. Aralarında yaşanan tartışma ve mücadelelerin haklı gerekçeleri ve
meşruiyetini gösteren yorumları vardır. Sahabeye yöneltilen kötü söz eğer
kat'î delillerle çatışırsa küfürdür. Hz. Aişe'ye (radıyallahü anhâ) zina iftira
sında bulunmak bu kabildir ve küfürdür. Değilse bidat ve fısktır.
1 M ü dd , A raplarda eski bir tartı birimi. Ağırlık değeri eskiden beri tartışm a konusudur.
İraklılara göre bir m üdd, iki rıtıldır. Buna göre yaklaşık 315 gram a tekabül etm ektedir.
Bkz., M u 'cem u Lügati’l-Fukahâ, s. 387. Hadis-i şerifte sahabenin am eli yanında sonra
kilerin am ellerinin ne kadar değersiz olduğuna işaret edilm ektedir.
2 Hadiste "velâ nasîfehû" ifadesi yer alm aktadır. Nasîf, msf kelimesi ile aynı m anadadır.
Buna göre hadiste bir m üddün yarısı kastedilmiş olm alıdır. Ancak bir görüş olarak
nasîf kelim esinin m üdden daha küçük bir tartı birimi olduğu da söylenmiştir. Buna
göre hadiste bu ifadeyle bir müdden daha az bir sadaka kastedilmiş olm alıdır. Bkz.,
Fethu'l-Bârî, c. 7, s. 44.
3 Sahih-i Buhârî, hadis no, 3673.
4 M u san n efü Abdirrazzak, hadis no, 20710.
5 Tİrmizi, hadis no, 3888.
22. Konu: Sahabe 295
Bazı âlimler ise Yezid'e lanet okumanın caiz olduğunu savunmuştur. Zi
ra onlara göre Yezid Hz. Hüseyin'in öldürülmesini emretmekle kâfir olmuş
tur. Nitekim Hz. Hüseyin'i katleden veya katlini emreden veya onaylayan
kimseyi lanetlemenin cevazı konusunda ittifak etmişlerdir. Hakikat şu ki,
Yezid'in Hz. Hüseyin'nin katline rıza gösterip bununla sevinmesi ve Ehl-i
beyti tahkir etmesi gibi hususlar manaca tevatüre varmıştır. Bunların tek tek
her biri âhâd olsa da toplamda tevatüre varmıştır. Biz onun imanı hakkında
tereddüt İçindeyiz. Yoksa bu hususta bir şüphemiz yoktur. Allah'ın laneti
onun, yardımcılarının ve avanesinin üzerine olsun.2
Peygamberimiz'in {sallallahu aleyhi ve sellem) cennetle müjdelediği
on sahabinin cennetlik olduğuna şahitlik ederiz.
cennettedir. Sa'd bin ebî Vakkas cennettedir. Said bin Zeyd cennettedir.
Ebu Ubeyde bin Cerrah cennettedir.'A
Ayrıca Hz. Fatıma, Hz. Haşan ve Hz. Hüseyin'in de cennetlik olduğuna
şahitlik ederiz. Zira sahih hadiste " Fatıma cennet ehlinin kadınlarının efen
disidir. Haşan ve Hüseyin de cennet ehlinin gençlerinin efendileridir”
buyurulmuştur2.
Diğer sahabiler de ancak hayırla yadedüir، Başkalarından fazla onlar için
hayır umarız، Muayyen olarak bir kimsenin cennetlik ya da cehennemlik
olduğuna şahitlik etmeyiz; ama genel olarak müminlerin cennetlik, kâfirlerin
de cehennemlik olduğuna şahitlik ederiz.
Meiniî’i-Akâid
Seferde ve hazarda mestler üzerine mesh ؛caiz görürüz.
Şerhul-Akâid
Seferde ve hazarda mestler üzerine mesh ؛caiz görürüz. Mest üzerine
mesh her ne kadar Kuran üzerine ziyade olsa da meşhur hadislerle sabittir1.
Hz. Ali mestler üzerine meshle alakalı olarak kendisine yöneltilen bir soruya
"Allah Resulü müsafir için mestler üzerine meshin müddetini üç gün üç gece;
mukîm için de bir gün bir gece olarak takdir etmiştir" diye cevap vermiştir2.
Hz. Ebubekre de3 Resuiüllah Efendimiz'in, abdest alıp mestleri giydikten
sonra müsafir için üç gün üç gece; mukîm için de bir gün bir gece mestler
üzerine meshetmesi İçin ruhsat verdiğini rivayet etmiştir.4
Haşan el-Basrî de sahabeden yetmiş kişiye kavuştuğunu ve hepsinin
mestler üzerine meshetmeyi caiz gördüğünü söylemektedir. Bu sebepledir kİ
İmam Ebu Hanife (rahmetüllahi aleyh), bana ancak gün gibi açık deliller geldik
ten sonra mestler üzerine meshetmeyi meşru gördüm, demiştir. Ebu'l-Hasan
el-Kerhî5 de, konuyla ilgili hadislerin tevatüre vardığını düşünerek mestler
üzerine meshi meşru görmeyenin kâfir olmasından korkarım, demiştir.
1 Abdest ayetinde ayaklarla ilgili olarak yıkama em ri yer alm aktadır. M estler üzerine
meshle ilgiii hadisler ayet üzerine ziyade bir hüküm getirmiş ve abdestte, kişinin aya
ğında m est olduğu takdirde ayaklarla ilgili görevi meshe çevirm iştir. Bir hadisin ayet
üzerine ilave bir hüküm getirebilm esi İçin en az m eşhur olması gerekir kİ bu şart m est
le ilgili hadislerde vardır.
2 Sünen-İ İbn-İ Möce, hadis no, 552. (Albânî hadisin sahih olduğunu belirtir); Müsned-i
Ahmed bin Hanbel, hadis no, 1071. Şârih'in konuyla ilgili olarak Hz. Ali'den de bir rivayet
getirmesi, mestler üzerine meshi meşru saymayan Şia'yı ilzam açısından pek manidardır.
Sonuç olarak mestler üzerine meshi caiz görmeyen kimse bidat ehlin-
dendir. Enes bin Malik'e sünnet ve cemaatten sorulduğunda "Şeyhayn'i [Hz.
Ebubeklr ve Hz. Ömer] sevmen, Hateneyn'e [Hz. Osman ve Hz. Ali] kötü söz
söylememen ve mestler üzerine meshetmendir" şeklinde cevap vermiştir1.
؛١٢؛؛؛؛١؛
1 Hadis kaynaklarında böyle bir rivayete rastlayamadık. Benzer bir soru İm am -ı Azam
Ebu H anife'ye de sorulmuş, o da aynı cevabı verm iştir. Bkz., N azm ü 'l-M ü ten asir, hadis
no, 32،
24. Konu: Hurm a Şırası 2 99
Metnü’I-Akâid
.Hurma nebîzini haram görmeyiz
Şerhu’l-Akâid
]Hurma nebîzini haram görmeyiz. Bu, hurmaların [veya kuru üzümün
suya atılıp topraktan mamül bir testi içinde bir süre bekletilerek fukkâ'da1
olduğu gibi tadının mayhoşlaşmasıyla olur. Araplar kuru üzümle de aynı şeyi
yaparlar. Hurma nebizİ ile İlgili bu tartışma, içkinin haram kılındığı ilk zaman
larda buna da yasak getirilmiş olmasından ileri gelmektedir. Zira o dönemde
genelde testiler şarap imali için kullanılmaktaydı. İçki yasağı iyice oturduk
tan sonra hurma nebizi İle ilgili yasaklama hükmü nesholundu. Hurma
nebîzinin haram olmaması Ehl-i Sünnet"İn kaidelerindendir. Rafızîler bu gö
rüşte değildir. Ancak hurma testide uzun süre bekletilerek iyice keskinleşir
de sarhoş edici hale gelirse durum değişir. Bu durumda azı da çoğu da ha
ramdır ve bu hükmü Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat âlimlerin ekseriyeti benimse
mektedir .
؛f؛؛؛؛؛؛؛
1 Fukkâ', köpük tutuncaya kadar testide bekletilmiş arpa suyu. Bkz., el-M ucem ü't-Vasît,
s. 698.
30 0 Şerhu'I-Akâid
Mctnü’I-Akâid
Hiçbir veli hiçbir peygamberin mertebesine ulaşamaz. Hiçbir kul Al
lah'ın emir ve yasakları karşısında sorumluluklarından muaf tutulacağı bîr
makama ulaşamaz.
Şerhu’I-Akâid
Hiçbir veli hiçbir peygamberin mertebesine ulaşamaz. Çünkü pey
gamberler masumdur. Akıbet korkusundan emindir. Vahiy ve melekleri mü
şahede ile özel ikrama nail olmuştur. Onlar, evliyanın kemâlâtını haiz olduk
ları gibi Allah'ın hükümlerini tebliğ ve insanları irşad İle de memurdurlar.
Bazı Kerramiyye fırkası müntesiplerınden velinin peygamberden üstün ola
bileceğine dair nakledilen görüş küfür ve sapkınlıktır.
Ancak şu da var kİ, peygamberlerin, hem nübüvvet hem de velayet mer
tebelerini haiz olduğu ve onların velilerden üstün olduğu gerçeği kesin bilindik
ten sonra peygamberin velilik mertebesinin mi daha üstün olduğu yoksa nü
büvvet mertebesinin mi daha üstün olduğu hususunda tereddüt olabilir.
Hiçbir kul âkil ve bâliğ olduğu takdirde Allah'ın emir ve yasaklan karşı
sında sorumluluklarından muaf tutulacağı bir makama ulaşamaz. Çünkü
şer'î sorumluluklarla ilgili naslar umumîdir ve bütün müçtehitlerin bu konu
da icmaı vardır.
Bazı ibahiyye müntesîpleri, Allah'a karşı aşırı muhabbet duyan, kalbi arınan
ve nifaktan korunarak imanı küfre tercih eden bir kulun emir ve yasaklardan
muaf olacağını savunmuş, büyük günah işlese bile Allah'ın bu kulu cehenneme
sokmayacağını ileri sürmüşlerdir. Bazıları böyle bir kuldan namaz, oruç, zekât
ve hac gibi zahir ibadetlerin düştüğünü, onların ibadetinin artık tefekkür oldu
ğunu söyler. Bütün bunlar küfürdür ve apaçık sapkınlıktır. Allah'a muhabbet ve
iman konusunda insanların en üstünü Peygamberimiz başta olmak üzere nebi
lerdir. Buna mukabil onların Allah'a karşı sorumlulukları diğerlerine göre daha
kuvvetlidir. Allah Resulü'nün "Allah bir kulu sevdiğinde ona günah zarar ver
mez"1 hadisine gelince bunun manası, Allah o kimseyi günah işlemekten korur
da bundan dolayı ona günah zarar vermez, şeklindedir.
Metnîi’l-Akâid
N a sİ ar zahir manalarına hamledilir. Bu manaları bırakıp da nasiarı
Bâtınıyyenin ileri sürdüğü bir kısım manalara hamletmek ilhaddır. Nasiarı
reddetmek küfürdür. Bir masiyeti helal saymak veya hafife aimak ya da
alay konusu yapmak küfürdür.
Şerhu’I-Akâid
Kitap ve Sünnet'te geçen nasslar zahiri itibarıyla Cenab-ı Allah'a cihet ve
cîsmiyyet isnad edenlerinde olduğu gibi aksine kat'î bir delil olmadıkça zahir
manalarına hamledilir. Zaten kat'î delillere binaen zahir manaya hamledile-
meyen ayet ve hadislerin nass olduğu söylenemez, bunlar müteşabihtir, diye
bir itiraz getirilemez. Çünkü M üellifin ifadesinde yer alan nas kelimesi zahir,
müfesser ve muhkemin kasımı olan nass değil, yaygın kullanımında olduğu
gibi bütün nazım çeşitlerini içeren genel ayet ve hadis lafızlarıdır.
Bu zahir manaları bırakıp da nasiarı Bâtınıyye şiîlerinin bunlar
mülhidlerdir. Naslar zahiri manaları üzere değildir, bilakis onların gizli mana
ları vardır ki bunları ancak muallim1 bilir diye İddia ettikleri için bunlara
"bâtınıyye" denmiştir. Bunların asıl maksatları şeriatı kökten kaldırmaktır,
ileri sürdüğü bir kısım manalara hamletmek ilhaddır. Yani İslam'dan sapıp
küfre girmektir. Çünkü bu, peygamberden geldiği zarureten sabit olan bir
konuda peygamberi yalanlamaktır.
Şu da var ki, bazı muhakkiklerin, zahirî manalarına hamledümekle beraber
nasların erbab-ı sülûke zahir olan bazı inceliklere de gizlice işaret ettiği ve bu
gizli manalarla zahir manaların arasını tevfik etmenin mümkün olduğu yönün
deki tespitleri İmanın kemalinden ve mahza irfandan kaynaklanmaktadır.
Cesetlerin haşri gibi Kitap ve Sünnet'ten kat'î delillerle sabit hükümleri
inkâr etmek suretiyle Nasiarı reddetmek küfürdür. Çünkü bu Allah ve Resu-
lü'nü açıkça yalanlamaktır. Bu bakımdan Hz. Aişe'ye zina suçlamasında bu
lunan kimse kâfir oiur. Geride zikredilenlerden de anlaşıldığı üzere günah
oluşu kat'î delille sabit Bir masiyeti küçük ya da büyük olsun helal saymak
veya hafife almak ya da şeriatı alay konusu yapmak küfürdür. Zira bütün
bunlar dini yalanlamak manasına gelir.
1 H aram lia yn ih ؛ve h aram liğayrihi kavramlarına getirilen en zahir tarifi yapan bir usul-
cü olarak Sadru'ş-şeria şöyle dem ektedir: Haram fiiller İki çeşittir. Haram lığının kayna
ğı bizzat haram kılınan şeyin kendisi olanlar. Bunlara haram liaynihî denir. M esela leş
hayvanın etini yem ek, şarap içmek böyledir. Haramlığının kaynağı bizzat haram kılınan
şeyin kendisi olm ayan haram lar. Bunlara da haram ligayrihî denir. M esela başkasının
aslen helal olan malını rızası olm adan yem ek böyledir. Burada sözkonusu malı yem ek
o malın bizzat kendisi haram olduğundan dolayı değil de, sahibinin rızası olm adığın
dandır. Am a birinci kısımda geçen misaller için bu durum sözkonusu değildir. Bkz.,
Şerhu't-Tavdîh ale't-Tenkîh, c. 2, s. 262.
26. Konu: N aslarda BâhnHik 303
Dinî >؛٠٨٧١^ ٢١ hafife ^ ١^ ١^ ١٢٦^ ^ ٢٦ veya dîne olan nefretinden ötürü Allah
tarafindan hiçbir peygamberin gönderilmemesini temenni eden kimse de
kâfir ٥١٧٢. Ağzından küfür lafz ؛çıkan kimseye rıza göstererek gülen kimse de
.k a fir o lu r
Bir kimse [vaizleri ta klid e ^ kürsüye çıksa etrafına cemaat toplanıp ona
meseleler sorsalar ve ona gülüp yastık atsalar1 hepsi birden kâfir ٠١٧٢. Yine
bir kimse bir adama Allah'ı inkâr etmesini emretse veya مساطemretmeye
azmetse kâfir ٠١٧٢. Bunun gibi bir kimse kocasından ayrılabilmesi için bir
kadına dinden çıkması yönünde fetva verse kâfir olur. Yine şarap içerken ya
da zina yaparken besmele çeken kimse de kâfir olur. Kasıtlı olarak kıbleye
dönmeden ya da abdest almadan namaz kılan kimse de kâfir o ؛ur. Daha
,sonra tevafuk döndüğü cihetin kıble olduğu anlaşılsa bile hüküm değişmez
Yine küfür ؛afzını inanmadığı halde sırf hafife alarak telaffuz eden kimse de
kâfir olur. Fıkıh kitaplarında bu prensip üzerine mebni daha birçok fer'î me-
؟p le b u iu n m a k ta d ır .
؛تبتfc
1 el-Ferhârî burada yastık atm a fiilinin farklı yorum lanm asının daha uygun olacağına
İşaret eder. Ona göre burada yastık atm a fiilinden m aksat vaiz taklidi yapan kimsenin
altına yastık koym ak anlam ındadır. Nitekim el-Ferhârî'nin beyanına göre el-Fusûli'l-
im âdiyye'de de fetva bu veçhile sorulmuş, cem aatin kürsüdeki kimseye yastık attığın
dan sözedilm em iş, bilakis ona kırbaçla vurdukları ifade edilm iştir. Fetvanın şerhinden
de anlaşıldığı üzere burada küfrü mucip olan durum dinî m eselelerle dalga geçilmesi
ve dinî şiarların hafife alınmasıdır.
304 Ş erhu’l-Akâid
Metnü’I-Akâıd
Cenab-ı Allah'ın rahmetinden ümit kesmek küfürdür. Cenab-ı Allah'ın
gazabından emin olmak da küfürdür.
Şerhu’l-Akâid
Cenab-ı Allah'ın rahmetinden ümit kesmek küfürdür. Zira ayet-İ keri
mede "Allah'ın rahmetinden ancak kâfir kavim ümit keser." (Yusuf, 87)
buyuruluyor. Cenab-ı Allah'ın gazabından emin olmak da küfürdür. Çünkü
ayet- ؛kerimede "Allah'ın azabından ancak hüsrana uğrayan kavim emin
olur" (A'râf, 99} buyuru ؛maktadır.
1 Sualin tevcihi şöyledir: M u tezile 'y e göre büyük günah işleyen kimse küfre girmese de
im andan çıkmış olur. Ve ebedi cehennem liktir. Böyle İnanm akla bir m utezilî Allah'ın
rahm etind en ü m it kesmiş olm aktadır. Ayrıca M utezile'ye göre bir müm in m u tî oldu
ğunda Allah'ın onun için aslah olan mükâfatı vermesi vaciptir. Bu durum da da m utî
kimse hakkında Allah'ın gazabından emin olm aktadır. Şimdi siz Ehl-İ Sünnet olarak
Allah'ın rahm etinden üm it kesmek ya da azabından em in olm ak küfür dem ekle bu
m utezilîyi te k fir etm iş oluyorsunuz. Hâlbuki Ehl-i Sünnet'in kurallarına göre ehl-i kıble
tekfir edilem ez.
27. Konu: R ahm etten Ü m it K esm ek-A zaptan Emin O lm ak 305
diğinde Allah'tan umut kesmiş olur ve bu sebeple kâfir olması gerekir." Bir
mutezili için bu da sözkonusu değildir. Çünkü bir mutezilinin cehennemi hak
ettiğine inanması ümitsizliğe kapılmış olduğunu göstermez1. Bunun gibi
ameli olmadığı için tasdik, ikrar ve amel üçlüsüyle açıklanan imanının bu
lunmadığını düşünmesi de küfrü gerektirmez2.
Şu da var ki ehl-i kıbleden kimse tekfir edilmez, prensibi ile kelamcıların,
Kuran mahlûktur diyen veya ru'yetüllahın imkânsızlığını savunan, Şeyhayn'e
söven ya da lanet eden kimseler kâfirdir, sözlerini bağdaştırmakta sorun
olduğu gözlenmektedir3.
؛؛؛؛}؛؛؛؟
1 Çünkü cehennem i hak ettiğini düşünmesi, bir gün Allah'ın kendisine tevb e nasip edip
tekrar cenneti hak edeceğine dair üm itli olmasına mani değildir.
2 Bu bize göre açıktır. Çünkü bize göre amel imandan bir cüz değildir. Bu bakımdan amelin
terki küfrü mucip değildir. M utezile açısından da durum böyledir. Zira onlara göre amel
imandan bir cüzdür am a ameli terk eden kişi imandan çıktığı halde küfre girmez. Onlara
göre bu kimse imanla küfür arasında bir menzilededir. Ancak problem e küfrü mucip ol
ması açısından bakıldığında sorun yoktur: ama imandan çıkacağı açısından bakılırsa M u -
tezıle'nin görüşü esas alındığında sorun çözümlenmiş olmaz. Bir kimsenin imandan çık
tığına inanması onun İmanını etkiler mi, Şârih hala bunu çözmüş değildir.
3 Buna birkaç cih etten cevap verilmiştir. Bunlardan biri ehl-i kıble tabirinin izahıyla
alakalıdır. Ehl-i kıble kelam cılar dilinde namaz kılanlar dem ek değildir. Onlara göre ehli
kıble zaruriyyat-ı diniyyeyî tasdik edenler dem ektir. Buna göre yukarıda örneklerine
yer verilen m eselelerde tekfire giden kelamcılar bu m eselelerin zaruriyyat-ı diniye-
den olduğuna kail oluyor d em ektir ki burada bir tutarsızlık yoktur.
30 6 Şerhu'l-Akâid
Metnirl-Akâid
Gaybdan haber verdiği konularda bir kâhini doğrulamak küfürdür.
Şerhu’l-Akâid
Gaybdan haber verdiği konularda bir kâhini doğrulamak küfürdür.
Çünkü Allah Resulü şöyle buyurmuştur: " Kim b ir kâhine giderde dediklerini
tasdik ederse Muhammed'e indirileni inkâr etmiş o lu r"1 Kâhin gelecekte
olacak İşlerden haber veren, gaybı mütalaa ettiğini ve gizli sırları bildiğini
iddia eden kimsedir. Eskiden Araplarda gizli şeyleri bildiğini iddia eden kâ
hinler vardı. Bunların bir kısmı, cinlerden bir arkadaşı olduğunu ve kendisine
onun tarafından bilgiler geldiğini savunurken diğer bir kısmı, bu bilgilere
kendi derin kavrayışı sayesinde ulaştığını ileri sürmekteydi.
1 M üsned-i A hm ed bin Hanbel, hadis no, 9532; M usannefii Abdirrazzok, hadis no, 20348.
29. Knau: M a'dum 307
iVIeinü’I-Akâid
Ma'dûrç،1 şey değildir.
Şerhu’l-Akâid
Ma'dûm şey değildir. Eğer "şey" lafzı muhakkiklerin düşündüğü gibi
"sabit ve mütehakkık olan" manasına gelirse hüküm böyledir. Nitekim
muhakkıkier şey olmayı vücûd ve sübût kelimeleriyle eş anlamlı bulurlar. Bu
hüküm zarurîdir2. Mümkinattan olan ma'dûmu hariçte sabit gören Mutezile
hariç bu konuda kimse ihtilaf etmemiştir. Burada ma'dûmun şey diye isim-
lendirilemeyeceği kastediliyorsa bu lügavî bir tartışma olur. Ve böyle bir
1 M a'd û m , yok olan d em ektir. M u tezile ile Ehl-İ Sünnet arasında m a'dûm un şey, yani
sabit olup olm adığı hususu tartışılm ıştır. M u tezile varlığı m üm kin olan m a'dûm atın
şey olduğunu, dolayısıyla sabit olduğunu savunurken, Ehl-i Sünnet kelamcıları bunu
reddetm iştir. Şurası ittifakla sabit kİ, Allah'ın ortağı gibi varlığı imkânsız olan m a'dû-
m ata şey denm ez. Bunun dışında varlığı m üm kün olan am a şu an m eydana gelmemiş
olan m a'dûm atı M u tezile sabit görm ekte ve bunlara şey denebileceğini savunm akta
dır. Ehl-i Sünnet kelamcıları bunları sabit görm ediğinden şey de olamayacaklarını dü
şünm ektedir. Abdulaziz el-Ferhârî'nin anlattıklarına bakılırsa aslında tartışm a biraz da
kavramlara yüklenen m analarla alakalıdır. M u tezile sabit İle m evcut kelim eleri arasın
da fark görm ekte; mevcud kelimesini dış dünyada bizzat tahakkuk etm iş şeylere kul
lanırken, sabit kelimesini dış dünyada bizzat tahakkuk etm ese bile varlığı mümkün
olan her şeye kullanm aktadır. Buna göre M u tezile varlığı m üm kin olan m a'dûm ata
m evcut dem ezken sabit diyebilm ektedir. Ehl-Î Sünnet kelamcıları bu iki kelimeyi bir
kabul etm e k te ve her ikisi için de dış dünyada tahakkuk şartını aram aktadır. Buna gö
re varlığı m üm kün olsa bile m a'dûm a ne sabit ne de mevcut denem eyeceği ortadadır.
Ehl-i Sünnet kelam cılarına göre şey kelimesi sabit ve m evcût anlam ına geldiğinden
m a'dûm a şey de denem eyeceği açıktır. M u tezile şu anda yok olduğu halde sözgelimi
bir sene sonra varolacak bir m a'dûm u mesela iki sene sonra m eydana gelecek olan bir
diğer m a'd û m d an ayırabildiğimiz için bunların sabit olduğunu savunmaktadır. Ehl-i
Sünnet kelam cılaıı ise sözü edilen ayrışmanın haricî olm ayıp sadece zihnimizle kaim
olduğunu gerekçe göstermiş ve bunun m a'dûm u sabit kılamayacağını ileri sürmüştür.
Sonuç olarak Şârih'in de ifadelerinden anlaşıldığı üzere tartışm a biraz lügavîdir. Ve
özellikle m ü tekaddim în kelamı açısından bakıldığında biraz da ehem m iyetsiz bir ta r
tışma olduğu söylenebilir. Ancak felsefeyle m em zuc m üteahhirin kelamı açısından
bakıldığında konu eh em m iyet arz etm ektedir. Zira m ahiyetlerle ilgili tartışm aların ucu
bu konuya varm aktadır.
2 İspata gerek duyulm ayacak kadar açık ve kesindir.
308 Şerhu'i-Akâid
M etnül-Akâid
Dinlerin ölüler için yaptıkları dualar, onlar adına verdikleri sadakalar
ölülere fayda sağlar. Cenab-ı Allah duaları kabul eder, kullarının ihtiyaçla-
rını giderir.
Şerhu’l-Akâid
□irilerin ölüler için yaptıkları dualar, onlar adına verdikleri sadakalar
ölülere fayda sağlar.
Mutezile buna karşı Ç(kmışür. ©nlar, Allah'ın takdiri değişmez. Ayrıca her
nefis tendi ameline karşılık rehindir. Herkes kendi amelinin karşılığını görür, bir
başkasının değil, diyerek kendi görüşlerini desteklemeye çalışmışlardır.
Ehl-i $ünnet konuyla ilgili sahih hadisleri delil göstermektedir. Nitekim
sahih hadislerde cenaze namazı başta olmak üzere ölüler için yapılan dualar
bulunmaktadır. Selef bu âdeti nesilden nesile tevarüs ettirm iştir. Eğer Mu-
tezile'nin dediği gibi ölüler için yapılan duaların onlara bir faydası olmasaydı
bunun bir manası olmazdı-
Bir başka rivayette Ailah Resulü "٥٧٠ belayı defeder. Sadaka Rabbfin
gazabını giderir" buyurmuştur-^
1 Sahİh-i M ü slim , hadis no, 1576; Sünen-i Nesâî, hadis no, 1991.
2 Sünerı-i EbîD âvûd, hadis no, 1681.
3 Rivayeti Şârih'in naklettiği şekliyle bir bütün olarak kaynaklarda bulam adık. Ancak
birinci cüm le es-Suyûtî'nin beyanıyla Ebu'ş-Şeyh İbn-i Hayyân tarafından nakledilmiş
tir. Bkz،, el-Câm iu'l-Kebîr, hadis no, 12661. Hadisin ikinci cümlesi daha çok kaynaklar
da "sadaka hataları giderir" şeklinde rivayet edilm iştir. Bu cümleyi Şârih'in verdiği şek
liyle sadece M üsnedü'ş-Şihab'ta bulabildik. Bkz., Müsnedü'ş-Şihâb, hadis no, 101.
310 Şerhu'i-Akâid
Konuyla ilgili bir hadiste Allah resulü şöyle buyurur: " Kul günah olan bir
şey için veya yakınlarla ilişkiyi kesmek için dua etmezse acele etmedikçe
Allah onun duasını kabul eder."2
Bir başka hadiste de şöyle buyrulur: " Şüphesiz Rabbiniz hayâ3sahibidir
ve cöm erttir. Kendisine ellerini açan kulunun elini boş çevirmekten hayâ
eder/'4
Şurası bilinmelidir ki, duaların kabul edilmesi konusunda aslolan kulun
niyetinin doğru, kalbinin temiz olması ve huzur-i kalb5 halini korumasıdır.
Zira hadis-i şerifte şöyle geçmektedir: "İcabet edileceğine dair kesin inanç
sahibi olduğunuz halde Allah'a dua edin. Bilin ki Allah Teâlâ gafil ve dalgın
bir kalbin duasına karşılık vermez. " 6
1 Rivayetin çoğu varyantlarında kâfir ya da bir başka kayıt yoktur. Ancak bazı varyantla
rında facir kaydı vardır. Kâfir kaydı ise sadece M üsned-i Ahm ed bin Hanbel'de yer alan
bir rivayette geçm ektedir. M uharric Şuayb el-Arnavût bu rivayetin zayıf olduğunu ifa
de etm ekted ir. Bkz., M üsned-i Ahm ed bin Hanbei, hadis no, 12571. Aynı rivayet farklı
lafızlarla Sahih-i İbn-i Hibban'da da geçm ektedir. M uharric Şuayb el-Arnavût bu riva
yetin çok zayıf olduğunu ifade eder. Bkz., Sahih-İ İbn-i Hibbân, hadis no, 361.
2 Ebu'l-Kasım İshak bin M uham m ed bin İsmail bin İbrahim bin Zeyd. Kaynaklarda el-
Hakîm es-Semerkandî olarak anılır. Nisbetinden de anlaşılacağı üzere kendisi Semerkantlı
olup bir süre bu şehirde kadılık vazifesinde bulunmuştur. Tabakat kitaplarının hemen
hepsinin bildirdiğine göre, Hakîm Semerkandî Allah'ın salİh kullarından biri olarak hilm
ve hikm et ile şöhret bulmuş fakih ve zâhid bir kimsedir. Sem'ânî'nin el-Ensâb adlı
tabakat kitabında yer alan bilgiye göre, Hakîm Semerkandî'nin hikm et dolu sözleri o dö
nem lerde bir araya getirilerek kitaplaştırılmış, ismi doğudan batıya hemen hemen bütün
m em leketlere ulaşmıştır. Semerkandî, kaynakların verdiği bilgiye göre, hicrî 342 yılında
Sem erkant'ta vefat etm iştir. Bkz., es-Sem'ânî, el-Ensâb,c. 2,s. 244, el-Kureşî, el-
Cevâhiru'l-Mudıyye, c. 1, s. 370, el-Leknevî, el-Fevâİdü't-Behiyye, s.44.
3 Ebû Zeyd, [Ebu Nasr] Abdullah bin Ö m er bin İsâ ed-Debbûsî, Buhara'lıdır. Büyük Hane
fi fakih ve usulcülerindendir. Hilaf ilminin kurucusu olduğu söylenir. Hicrî 430 yılında
v e fat etm iştir. Takvim ü'l-edİlle, Te'sîsü'n-nazar ve el-Em edü'l-aksâ gibi eserleri bilin
m ektedir. Bkz., Ziriklî, ei-A 'iâm , c. 4, s. 109.
4 Ebu M uham m ed Burhanü'l-üm m eh Ö m er bin Abdulaziz bin Ö m er bin M âze
hüsamüddin. Kâfirler tarafından öldürüldüğü için es-Sadru'ş-şehîd diye anılm aktadır.
Horasanlı olup büyük Hanefi fakihlerindendir. Hicrî 483 senesinde doğmuş
Sem erkand'da 536 yılında şehit edilmiş, Buhara'ya defnedilm iştir. el-Câm i', el-Fetâvâ
es-suğrâ ve el-Fetâfâ el-kübrâ gibi eserleri bulunm aktadır. Bkz., el-Leknevî, et-
Fevâidü'l-Behiyye, s. 149.
312 Şerhu’l-Akâid
Metniî’I-Akâid
Decca'lin, Dabbetü'l-arz'ın ve Ye'cûc ile Me'cûc'un çıkması, Hz. ؛sa'nm
(aleyhisselam) gökten nüzûlü ve güneşin batıdan doğması gibi Allah Resu
lünün kıyamet alameti olarak haber verdiği şeyler haktır.
Şerhu’l-Akâid
Deccal'in, Dabbetü'l-arz'ın ve Ye'cûc ile Me'cûc'un çıkması, Hz. Isa'nın
(aleyhisselam) gökten nüzûlü ve güneşin batıdan doğması gibi Allah Resu-
lü'nün kıyamet alameti olarak haber verdiği şeyler haktır. Çünkü bu haller
mümkinâttandır ve doğru sözlü peygamber bunların olacağını haber vermiş
tir 1. Sahabeden Huzeyfe bin Esîd şöyle anlatır: "Bir gün kıyamet hakkında
konuşuyorduk. O sırada Peygamberimiz yanımıza geldi. Ne konuşuyorsunuz,
diye sordu. Kıyamet hakkında konuştuğumuzu söyledik. Bunun üzerine "Ön
cesinde şu on alameti görmedikçe kıyamet asla kopmaz" dedi ve duman>
deccal, dâbbe, güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu İsa'nın yeryüzüne inişi,
Ye'cuc-Me'cuc, biri doğuda, diğeri batıda, bir diğeri de Arap yarımadasında
vuku bulacak olan üç yere batma hadisesi ve son olarak Yemen'den çıkıp in
sanları mahşerlerine [Şam'a] toplayan bir ateşten bahsetti"2.
Yukarıda zikredilen kıyamet alametleriyle ilgili epeyce sahih hadis nak
ledilmiştir. Bunların dışında kıyamet alametlerinin tafsilatına dair de günü
müze kadar birçok hadis ve eser ulaşmıştır. Dileyen bunları tefsir, siyer ve
tarih kitaplarından mütalaa edebilir.
1 Şârih burada Eh؛- ؛Sünnet'in semiyyâtla ilgili tem el bir prensibine işaret etm ekted ir.
Ehl-İ Sünnet kelam cılar önce bir hükmün aklen m üm kün olup olm adığına bakarlar.
Akien m üm kün olduktan sonra olağanüstü olması bir şeyi değiştirmez. Eğer konuyla
İlgili güvenilir naklî delil bulunursa nakle teslim olurlar. Aklen m üm kün olmadığı halde
nakille sabit bir husus sözkonusu olursa bu durum da naklin güvenilirliğine bakarlar.
Eğer güvenilir bir nakil ise onu münasip bir suretle tevil ederler. Değilse sözkonusu
nakle teslim olm ak gerekm ez. Burada şunu da ifade etm eliyiz kİ kelamcıların esas al
dığı akıl selim akıldır. Adet, çevre, eğitim, kültür ve toplumsal kabullerle şekillenmiş
zihniyet değildir.
2 Sahih-i M üslim , hadis no, 7388.
2؟. Konu: Müctehid ve İçtihadı 313
Metnii’l-Akâid
Müctehid isabet de eder, hata da eder.
Şerhu’l-Akâid
Müctehid aklî veya aslî ya da ferî olan şer'î konularda bazen isabet
eder, bazen hata eder. Bazı Eş'arî ve Mutezilî kelamcılar, kat'î delilin bu
lunmadığı şer'î ve fer'î konularda her müctehidin isabet ettiğini savunmuş
tur. Bu görüş ayrılığı aslında bir başka konudaki görüş ayrılığına dayanmak
tadır. Cenab-ı Allah'ın her konuda muayyen bir hükmü var mıdır, yoksa
Cenab-ı Allah'ın hükmü ictihadî konularda müctehidin re'yinin vardığı netice
midir?
Meseleyi şöyle tahkik edebiliriz: İctihadî meselede müctehid îctihad
etmeden önce ya Cenab-ı Allah'ın bir hükmü bulunmaktadır ya da böyle bir
hüküm bulunmamaktadır. Eğer bîr hüküm bulunmaktaysa bu durumda da
ya bu hükme işaret eden bir delil vardır ya da böyle bir delil yoktur. Bunun
gibi sözkonusu delil ya kat'îdirya da zannîdir. İşte bu ihtimallerden her biri
kelamcılardan farklı kimseler tarafından görüş olarak benimsenmiştir.
Bu konuda tercihe şayan görüş odur ki, Cenab-ı Allah'ın ictihadî mese
lelerde önceden belli bîr hükmü vardır ve bu hükme İşaret eden de bir zannî
delil bulunmaktadır. Eğer bir müctehid bu delili bulabilirse isabet eder, bu
lamazsa hata eder. Kapalı ve ulaşılması zor bir şey olduğu İçin müctehîd
Allah katında belli olan bu hükmü bizzat bulmakla mükellef değildir. Bu ba
kımdan hata eden müctehid mazur görülmüş ve Allah katında mükâfata nail
olmuştur. Bu görüşe göre hata eden müctehîdîn günahkâr olmayacağı hu
susunda İhtilaf yoktur. Acaba hata eden müctehid hem başta/delilde hem
de sonda/hükümde mi hata etmiştir yoksa başta değil de sadece sonda mı
hata etmiştir. İşte burada ihtilaf bulunmaktdır. Bu iki ihtimalden birincisınî
bazı meşayıh benimsemektedir. Nitekim Şeyh Ebu Mansûr el-Mâtürîdî bu
görüşü tercih eder. İkinci ihtîmale göre müctehid, şart ve rükünlerini göze
terek delîlî gereği gîbi kullanmış, yapmakla yükümlü olduğu mukayeseleri
yapmış olduğu halde hükme isabet edememiştir. Zaten müctehid îctîhadî
meselelerde, ifade ettiği hüküm kesin hak olan kat'î bir delil getirmekle so
rumlu değildir.
314 Şerhu'l-Akâid
İkinci delil, içtihadın hata ile savab arasında deveran ettiğini bildiren
hadis ve eserlerdir. O kadar ki bunlar manaca mütevatir olmuşlardır. Sözge
limi Allah Resulü "eğer isabet edersen sana on sevab, hata edersen bir
sevab" buyurmuştur2. Bir diğer hadiste isabet eden için iki sevab, hata eden
için bir sevab müjdesi geçmektedir3. İbn-i Mes'ûd'un şöyle dediği nakledilir:
"Eğer İsabet edersem bu Allah'tandır. Eğer hata edersem benden ve şey
tandandır." Sahabenin zaman zaman birbirlerininin içtihadını hatalı bulduk
ları hususu pek meşhurdur.
Üçüncü delil, kıyas hükmü İlk olarak inşa eden delil değildir; o sadece
zaten var olan hükmü ortaya çıkaran bir delildir. Bu bakımdan kıyasla sabit
olan bir hüküm manaca nasla sabit demektir. Müctehidler nasla sabit hü
kümlerde hakkın tek olduğu hususunda ittifak etmiştir. [Şu halde manaca
nasla sabit olan kıyasî bir hükümde de hak tektir. Ve kıyas yapan
müctehilerden sadece biri buna isabet edebilmektedir. ]
3 Ayet-i kerim e israiloğullarında yaşanan hukukî bir davayı ve Hz. Davud ile Hz. Süley
m an'ın bu dava ile ilgili hüküm lerini anlatm aktadır. Dava şöyle gerçekleşir. Aralarında
yaşanan bir ihtilaf üzerine iki kişi Hz. Davud'a gelir. Bunlardan biri tarla [veya üzüm
bağı] sahibidir. Diğerinin de koyun sürüsü vardır. Sürü sahibinin koyunları bir gece ta r
la sahibinin tarlasına girer ve ekinleri ziyan eder. Hz. Davud sürü sahibine, zayi olan
ekinlere karşılık sürüsünü tarla sahibine verm esini em reder. Babasının bu hükmünü
duyan Hz. Süleym an ben böyle hüküm verm ezdim , diyerek babasının hükm ünün isa
betli olm adığını İma eder. Hz. Davud oğluna kendi hükm ünü sorar. Hz. Süleyman da
geçici olarak tarlanın sürü sahibine, sürünün de tarla sahibine verilmesini ister. Tarla
sahibi bu süre zarfında sürünün sütünden ve diğer ürünlerinden faydalanırken sürü
sahibi de kendi ekeceği tohum larla tarlayı eski haline getirir. Bu süre dolduktan sonra
sürü sahibi sürüsüne, tarla sahibi de eski haliyle tarlasına kavuşmuş olur. Hz. Davud
Hz. Süleym an'ın bu hükm ünü takdir eder ve kendi hükm ünden döner. Bkz., el-Beğavî,
M eâ lim ü 't-T e n zîl, c. 5, s. 332.
2 el-Hâkim , el-M üstedrek, hadis no, 7004.
3 Sahih-i Buharî, hadis no, 7352.
‘؟؛Komi: Miıctehid ve İçtihadı .2 31 5
؛١؛؛١،؛؛؛
316 Şerhu'l-Akâid
iYletnirl-Akâid
Beşerin resuiieri meleklerin resullerinden daha üstündür. Meleklerin
resulleri de beşerin sair efradından daha üstündür. Beşerin sair efradı1
meleklerin şâir efradından daha üstündür.
Şerhu’l-Akâid
Beşerin resulleri meleklerin resullerinden daha üstündür. Meleklerin
resulleri de beşerin şâir efradından daha üstündür. Beşerin sair efradı
meleklerin şâir efradından daha üstündür.
M ele klerin resullerinin beşerin sair efradına üstün olduğu hususu icma
ile sabittir. H atta bu hüküm delile hacet duyulm ayan zaru rî bir hüküm dür.
Am a beşerin resullerinin m eleklerin resullerinden veya beşerin sair efrad ı
nın m eleklerin sair efradından üstün olduğu hususu ise şu birkaç delile
istinad e tm e kte d ir:
Birinci delil, Cenab-ı Allah meleklere, ta'zîm ve tekrîm için Hz. Âdem
(aleyhisselam)'a secde etmesini em retm iştir. Nitekim konuyla ilgili şu ayetlerden
bunu anlayabiliriz: "İblis dedi ki: Şu benden üstün kıldığına da bir bak!" (İsrâ,
62), "İblis: Ben ondan daha üstünüm. Ben ؛ateşten yarattın, onu çamurdan
yarattın, dedi." (Sâd, 76)2 Ayrıca hikmet, m ertebece düşük olanın m ertebece
üstün olana secdeyle m em ur olması gerektiğini gösterir, aksini değil.
İkinci delil, Arapça bilen herkes "Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti"
(Bakara, 31) ayetinin, Hz. Â d e m in m eleklerden üstün olduğunu ifade sade
dinde nazil olduğunu ve ayetin, Hz. Â dem 'in bilgisinin onlardan fazla o ld u
ğunu ve ta'zîm ve tek rîm e layık bulunduğunu beyan ettiğini anlar.
1 Beşerin şâir efradının m eleklerin şâir efradından üstün olduğu yönündeki bu hüküm
genel değildir. Hüküm salih İnsanlarla m ukayyeddir. Yoksa fâsık kimselerin m eleklerin
sair efradından üstün olamayacağı hususu izahtan varestedir.
2 iblis secde em rine karşı çıkarken kendisinin üstün olduğunu ileri sürüyorsa şu halde
sözkonusu secde Hz. Âdem 'in kendisine secde edenlerden üstün olduğunu gösterir.
:١؟؛. Komi: Peygamberlerin Meleklere Üstünlüğü 317
onlar melekler üzerine seçilmiş değildir. Ayetin bu kısmı icma İle tahsis edil
miştir. Bunun dışında ayetin hükmü bakidir. Şurası açık ki, bu mesele zannî bir
meseledir ve zannî meselelerde zannî delillerle iktifa edilebilir.1
Cevap: Hıristiyanlar Hz. İsa'yı gözlerinde çok büyüttüler. O kadar ki, ba
basız yaratılmış mücerret bir varlık olması hasebiyle onun Allah'ın oğlu ol
duğu inancına saplandılar ve Allah'ın kullarından bir kul olabileceğini kabul
lenemediler. Hz. İsa anadan doğma körleri, alaca hastalarını iyileştiriyor,
ölüleri diriltiyordu. Bunlar diğer insanlarda bulunmayan olağanüstü hallerdi.
İşte Cenab-ı Allah, ne Hz. İsa'nın ne de bu konuda/mücerredlik konusunda
ondan daha İleri olan meleklerin kendisine ibadet etmekten imtina etmeye
ceğini bildirerek Hıristiyanların bu anlayışını reddetmiştir. Evet, melekler
mücerretlik konusunda Hz. İsa'dan daha üstündür. Zira Hz. İsa'nın annesi
vardır; ama meleklerin annesi de yoktur. Onlar Allah'ın izniyle körleri ve
alacaları iyileştirmek, ölüleri diriltmek gibi olağanüstü hallerden çok daha
ilginç olanına muktedirdirler. Şu halde ayette mertebece düşük olandan
mertebece üstün olana doğru bir tertib vardır; ama buradaki mertebelen-
dirme mücerretlikle ve harikulade hallerin zuhuruyla alakalıdır. Allah katın
daki üstünlük ve şerefle alakalı değildir. Bu bakımdan ayet-i kerime melek
lerin peygamberlerden üstün olduğuna delalet etmemektedir.
Cenab-ı Allah doğruyu en iyi bilendir ve nihayet varış O'nadır.
Kitabı tamamlama nimetine karşılık Cenab-ı Allah'a hamdolsun. Onun
Resulü'ne selamların en üstünü olsun. Cenab-ı Allah, Efendimiz Muham-
med'e ve onun bütün ailesine salât etsin...
İçindekiler
İhtilaf......................................................................................................................6
Usûlî ihtilaf.......................................................... ..............................................6
Furûî ihtilaf.................................................................................................... .... 7
Ehl-i Sünnet...........................................................................................................7
Selef Üslûbu...................... ............................................................................. 11
Kelam Üslûbu.......... . ........................................................................ . 12
Ehl-l Bid'at...........................................................................................................14
Hariciye............................................................................................................ 14
Şia.....................................................................................................................15
Mutezile.,.........................................................................................................16
Haşeviyye.........................................................................................................18
M ürd e.............................................................................................................. 19
Filozoflar............................ ............................................................................ 19
ŞERHU'L-AKAİD
İlmin Tarifi..................................................................................................... 79
1. Sağlıklı D uyular....................................................................................... 83
Dış D uyular.......................................... ......... ............................................. 83
a) İşitm e..................................................................................................... 83
b) Görme.................................................................................................... 83
c) Koklama................................................................................................. 83
d) Tatma..................................................................................................... 83
e) Dokunma...............................................................................................84
İç D u yula r.............................. ................................................ .....................84
a) Hiss-i M üşterek..................................................................................... 84
b) V e him .................................................................................................... 85
c) Hayal........................... ........................ ..................................................85
d) Mutasarrıfa............................................................................................85
e) Hafıza..................................................................................................... 85
2. Doğru Haber............................................................................................. 87
a) Mütevatir Haber................................................................................... 87
II
Tarifi............................................................................................. .......... 87
Hükm ü......................................................... .......................................... 87
İnşa ve Haber......................................................................................... 89
Hz. İsa'nın Çarmıha Gerilmesiyle İlgili Haberierin Kritiği?...................91
b) Peygamberlerin Haberleri....................................................................93
Tarifi........................................................................................................ 94
Hükm ü.................................................................................................... 97
Sahih Nazarın İlim ifade Edeceğine Yöneltilen İtirazlar ve Cevaplan ... 103
Akılla Sabit Olan Bilgilerin Kısımları ve Hükmü......................................107
Zarurî Bilgi............................................................ ................................108
İktisâbî Bilgi...........................................................................................108
İlh a m ................... ................. .................. .................................................. 108
Âlemin T a rifi...............................................................................................111
Filozoflara Göre Âlem .............................................................. ................. 111
Felekiyyât.................................................................................................111
Unsuriyyât................................................................................................112
A'yanın Tarifi............................... ............................................................... 114
Cisim..................................................................................................... 115
Cevher................................................................................................... 116
Cüz'ün Lâ Yetecezzâ............................................................................. 120
Arazın Tarifi..............................................................................................124
Bazı Arazlar...........................................................................................124
A'yan ve Arazların Hadis Oluşu......... .....................................................125
Kelamcıların İstidlalindeki Tartışmaya Açık Konular............................. 126
III
Teselsü(ün iptali ve Burhan-I T atbik 137
Cenab-I Allah'ın Birliği 138
Burhan-I Temânu 138
Burhan-I Temânu Delili üzerindeki ^r^şmalar.................................... 140
Cenab-I ANah Kadim ve Ezelidir 144
Kadim-i Zatî ve Kadim-i Zamanı 146
Vacibu'l-Vücûd................................................... 159
Mücessime 161
Müşebbihe.............................................ب
Cenab-I Allah Hiçbir Şeye Benzemez 164
b) Subûti Sıfatlar......... 167
IV
Ru'yetullah'ın Keyfiyeti........................................................................... 199
Umumu's-Selb..................................................................................... 199
Selbu'i-Umum...................................................................................... 199
Ecel............................................................................................................218
Ölüm Yaratılmıştır.................................. ..............................................219
Taabbüdî Hüküm.................................................................................. 219
Vücûd? M efhum ................................................................................... ^19
Ecel Birdir..............................................................................................220
Haram Rızık..............................................................................................221
Hidayet ve Dalâlet................................................................................... 222
Kul İçin En Faydalı olan Şeyi Yaratmak.................................................. 224
Kıyasu'“؛Ğ ^b ale'ş-Şahid...................................................................... 225
M ünkerveN eklr......................................................................................^26
M izan....................................................................................................... 231
Amel D efterleri....................................................................................... 232
So^u-Sual.......................... ..................................................................... 232
Kevser Havuzu.........................................................................................232
Sırat........................................................ ..................................................233
M ucize..................................................................................................... 264
Peygamberlerin Sayısı............................................................................. 268
Peygamberlerin Sıfatları......................................................................... 269
Kelam İlminde Haber-i Vahidin Durumu................................................ 271
VI
Melekler Erkek veya Dişi Değildir.......................................................... 272
Hilafet Sıraları..........................................................................................282
Hilafetin Süresi.........................................................................................284
Halife Tayininin Vucûbiyeti..................................................................... 284
VII
Haram Liaynihi ve Haram Liğayrihİ........................................................ 302
VIII
Karma İndeks
Cafer es-Sâdık, 287
Câmiu'l-Kebîr, 309
A'lâm, 60, 61 ,118 ,1 64 ,1 66 ,1 73 ,1 75 ,183، Cebrail، 317
186, 205, 249, 250, 252, ^97,311 Cerınthi, 92
Abbasî, 58, 62, 284, 286 Cübbâî, 61, 62,115,143, 201, 224
Abduimün'im el-Hıfnî, 194,203 Cürcânî, 75,114,134
Abdurrahman Bedevî, 78 Cüveynî, 90,104,105,109,110,116,196
Ahmed bin Hanbel, 58, 62,67,68,69,200, Cüz'un ق؛yetecezzâ, 65,114,116,117,118
222,230,240,241, 284,288, 297, 306,
311
Ahmed el-Hüceymî, 161
Ahmet Cevizci, 77,78 Dabbetü'l-an:, 312
Ahtal, 175 Dakyanus, 278
Akl-I faal, 103 Darrar, 216
Alaüddin el-Buharî, 143 Davud el-Cevar؛bî, 162
Ali en-Nakî, 287 Deccal, 312
Ali er-Rızâ, 287 Deiâîiü'n-Nübüvve, 278
Âlûsî, 288 □ ؛٢٦ve inanç Sözlüğü, 89
Âmidî, 66,1^0,121,143 □ırar bin Amr, 227
Amr bin Ubeyd, 60,205
Antiphon, 76
Aristo, 111, 112,156
Aristotaies, 156 Ebkâru'l-Efkâr, 104,110,120,121,143
Âsafbin Berhıyâ, ^77 Ebu Cehil, 224
Ashab-i kehf,278 Ebû Dâvud, 246
Avnü'l-Mürîd, 200,233,276 Ebu Hanîfe, 64,68
Ebu ishak, 110,166,183,205
Ebu İshak el'isferâînî, 110,183,205
Ebu Kuhafe, 289
Babanzade Ahmed Naİm Efendi, 84,86 Ebu Marısurel-Bağdâdî, 109,110,120,159
Bağdat, 69,88,90,166,183,249,297 Ebu Marısureî-Matürîdî, 69,183,252
Bakıllanî, 65,109,110,271 EbuNasred-Debûs?,311
Basilid, 92 Ebu Taiib, 289
Basra, 60,61,69,173,183,186 Ebu'l-Hüseyn, 90
Belhî, 166 Ebu'l-Hüzey173,186,؛
Beyhakî, 67,278 Ebu'l-Kâsım es-Semerkandî, 311
Beyt-i Makdİs, 276 EbubekİrSifîi, 163
Beyzâvî, 67,219,273 Ebu'l-Hasan ej-Eş'arî, 59,61,62,153
Bıdaye, 108,164 Ebu'l-Muin, 143
Brahmanlar, 89 Ele§tir؛cil؛k, 76
Büveyhoğuiları, 205 Enes bin Malik, 218,298
Buharî, 143,145,227,232,233,240,249, Eş'arfler, 83,192,223
Nazzsm, W 9 ,216
Neccâriyye, 194
Lâedriyye, 72,74,75 Nesefî, 53, 73, 79, 98,143,145,147,150,
Leâlî'l-Mesnûa, ^73 164,165,189,210
Lokman es-Serahsî, 278 Nevâdir, 291
Nevevî, 276, 288
Nibrâs, 53, 54, 83, 89, 90, 92, 94,100,101
102,103,113,115,116,118,121,122
MacitGÖkberk, 149 123,134,138,140,142,146,153,156
Mak^tü'l'is^miyyîn, ^40 159,166,170,172,173,174,183,189
Mârut, 273 200, 216, 217, 219, 224، 226, 235, 264
Maveraünnehr, 118 270, 271, 273, 275, 276, 278, 279, 281
Mealimu Usulıddin, 104 282, 286, 297, 301
Me^imü't-Tenzîl, 314 N؛havend, 278
Mecmûatü'l-Havâşi'l-Behiyye, 116,123,140, Nil, 279
M ehdî,268,287
Mekâsıdü'l-Hasene, 180
Mekke, 60, 88, 90 Osman Zinnûreyn, 280,281
Mescld-i Haram, 276
Mev^rf, 66,104,115,134, 251
Süfyan bin Uyeyne, 163
Süleyman Dünya, 224
Ömer bin Abdulazîz, 284,311 Sümenîler, 89,264
Ömer en-Nesefî, 51,140,238 Sünen-i ibn-i Mâce, 218,297,310
Öznel idealizm, 77 Şürât, 240
Suyüti, 226, 269,271,273, 288, 300, 309,310
ا ال س ا ن ا ل م ال ئ ك ة ٩ ٤ ......................................................................................
ا مل ح عل ى ا لخفين ١ ٠٨...............................................................................
ا لم ع د و م ل ي س ب ث يء ١١٣ .................................................................................
بي ا ن ا لأم و ا ت بدع اء وصدقا ت األ حياء ١١٤٠*.. ...................................................
ال د ع ا ء ١ ١ ٤ ...............................................................................................................
تفف ي ل ا ل ر ز عل ى ا مل ال ئ ك ة ١ ١ ٧ ....................................................................
فية م ق ئدا فرح الع ا ١٢٢
حس ه ٦ ١ ...........................................................................
تكل ي ف الع ب دب ماليس ف ى و
٦٥ ال ك . . . . . . . . . .م . .م م .م .م . . .م .م . . . . . .م م . . . . . . . . .م . .م . بي ا ن أن ا ل هداية وا لض ال ل ة ع ن عند
الس ؤا ل ح ق . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ....................................................................ما
ا حل و ض ح ق ٧٠ ......................................................................................................
ن ى ٨٤ ....................................................................
بي ا ن أ ن ا إلي م ا ن ال ي زي د و ال ي ن م
٩ ... ٠......... ٠....... ٠.. ٠... ٠............. ٠........... ٠.... ٠... بيا ن أ ب ا ب ا ل ط م
٢٤ ٠ ٠ . . . . ٠. . ٠ ٠ ٠ ، ٠ ٠ م الل هتعال ى>٠•. ٠ بيا ن أ ن ا مل ح د ث للعامل
٤٤ ال ك ال م حو لص ن ة ال ت ك و ي ن
بيا ن أ ن رؤية الل ه جا ئ زة ٤٨ . ٠٠..... ٠٠.. ٠. ٠..... ٠....... ٠. ٠.. ٠٠٠٠... ٠٠٠٠... ٠. ٠... ٠.... ٠*. .
فيةم لا
ح ا خق ئدا قر ٢٠
مم،منا ي ر ت ف ع م ن أ ن ي ك و ن عب دأ م ن
وا جل واب،ت أ ن الن صا ر ى احمتحفملموا ا مل ح ب آ ه
حب ا نه ،لأنه جمر د ال أ بل ه ،و اك ن يب ر ئ ا لأكم ه مم ه،ب ل ينب غ ي أ ن يك و ن ابنأل ه
عب ا د ا
إب راء ا لأكمه وا لأبر ص ،ب إ حيا ء ا ملو تى .فال ت رق ي واخل ل و إن ما ه و ف ي أ مر الت ج رد
بإ ظ ه ا ر ا لآثا ر الق وية ال في ط ل ق الش ر ف وال ك ما ل،ف ال د الله عل ى أفضلية ا ل م ال ئكة.
وذ هب ت ا ملع تزل ة والفالس ف ة وبع ض ا لأش اع رة إل ى تفضي ل ا مل ال ئكة ،وتم ك وا
يم جو ه؛
وا لآف ا ت ك ا لخه وة والغض ب ،و ع ن ظملا ت الهيول ى وا ل ص و رة ،ق و ية عل ى ا لأفعا ل
ذ ل ك إل ى ل ت ق د م ه م ف ي الث ر ف وا ل ر تبة.
يس تن ك ف من هذا ا لأم ر ا ل و زير ،و ال ا ل ل ط ا ن ،و ال يق ا ل :ا ل ل ط ا ن و ال ا ل وزير ،ئم ال
ف ل و ج و ه:
و ج ه التعظي م وال ت ك ريم ،ب دلي ل قول ه تعال ى ح ك ا ية 1 :ؤأ ر ءث ك ث د ارألخىءءثنىمت
بود
حل كم ة ا الءم ز ل لأدنى جم
ث ئ ت ,ي ن ؤ ي غ هر ٢وم قت ض ى ؛ ييي رة
ؤأئأ.ث ترتنة ت ق رف
ص ث؛ات ي ت ز ة ع د
الثال ث :قول ه تعال ى؛ <ق ن آ ه آصظئ ٢^ ٠ثؤ ث ١و-م اد إ ب ت مث
خ ش م ن ذ ل ك ب ا إل -مجإ ع ع د م وقد ي آثت فيث ؤ>ء ؛،وا مل ال ئ ك ة م ن مجل ة العامل ي ن ،
وال دلي ل عل ى أن ا ل م ج ت هد قد يخ ط ئ و ج ره إ
٠ حل ك م ح ن ث د وف ه م ه
أصاحم ب ا
،وا جل و ا ب ع نتمس ك ا ت ا
مل خال ف ي ن ي طل ب ع ن كتابنا الت ل و ح ش ر ح التنقث ح.
م ل ء ر ا ل ال ؛كت] ل س ءل
ب ) (أ *■ ٣
حل د ي ث أخر ج ه ا حلاكم ( أ /ا،م
( )٢ا
( ٢٣أخر ج ه ال ب خ ا ري في ا إلعت م ا مبالكتا ب راب حة،ب ا ب أ جر ا حلاك م رذا ا ج ت ه د فأ م ا ب أر أ خطا ( ) ٦٩١٩
ن ر ح احمق ا ك ال ش ق ي ة ١٦
[ا ل م ج ت ه د ي خ طئ ليصي ب ]
رواجل تهد) ف ي العقليا ت والش رعيا ت األصل ية والف ر عية رقد حمطئ و ق د صي ب)
أ م ح كم ه ف ي ا مل ائ ل ا ال ج ت ه ا دي ة ما أ د ى إل يه رأ ي ا مل ج تهد.
مل خط ئ
ف ق د ه أ خط أ ،وا مل ج ت ه د غيرص كل ف ي إ صا يته لغ محو ن ه وخف ا ئه؛ فل ذ ل ك ك ا ن ا
ص ف هب ما ال يل ي ق يه ف ق د نق ض إق ر اره.
يعر فه ،و لأنه ن إ ن أق ؤ به،ف ملا و
مع ة.
ف حم م و ل عل ى كف ر ا ن الن
و هذه إ ج ابة ،مإل يه ذ ه ب أب و الق ا س م ا ل حكي م اممه تعال ى :ؤثال>إد ل ئ >ينآتقو ئ عهر ٢
مل د ر ال شهيد :وبه يفتى.
ال مسر قند ي،وأ ب و النرص الدب و س ،وقا ل ا
س] و هر س1
تذاك ر ون؟)) ،قلن ا؛ نذك ر ا ل م اعة ،.قا ل :إنه ا ل ن تق و م ح ش تروا قبل ه ا عش ر آيا ت ،فذك ر
ع ى ين م ري م، ال د خ ا ن ،وال د جا ل ،وال دابة ،رطلشع ألش م س من مغ ريه ا ،ونز ول
خ و ف :خ ف ا ب ال مش ر ق و خ ن ا ب ا ل مغ ر ب و خس ف ل ي أ ج ر م و م آ ج و م ،وث الثة
د س ٩٠٠
جلنا زة ،و ق دت وارثه ا ل ل ف ،ف ل ومل ي ك ن ل لأم و ا ت نف ع فيه ملا كا نل ه مع ن ى ،وقا ل ال نب ي
ا
م ن أ نتحص ى.
ت ل ك الق ر ية أربع ي نيومأءأ ٠٢واأل حا د ي ث وا لآثا ر ف ي ه ذا الب ا ب أكث رب
لال د ء اء]
مح م امل
ست جا ب للع ب د م امل يل غ ي إ ن م آ و قطع ي ة رولقول ه عل ي ه ا ل ص ال ة وا ل ال م :راي
في آ ل جت اتز ،ع 1ب ت م ن صل ى عليه ماثة شف عوا ي ه (^) ٩٤١ () ١ا لح د ث أ خ ر ج ه
ف اء ( ) ٦٧٢
و ه ) ث ا ل ال حاف ظ ا ل ع ر اق ي أن ال ح د ي ث د رمحر^ا ك ئ ش ا لخ
[تص دي ق ال ك ا ه ن م ؛
ممه أعمل.
املطر ،م د عيأ عمل الغ ب الب ع المة كف ر ،وا
[ا لم ح د وم لي س بشيء]
ملت ح ق ق عل ى ما ذ ه ب إليه
روالع د وم ئيس بشيء) إن أريد بال شيء الثا ب ت ا
ا مل حقق و ن من أن الشيئيةت ر اد ف ا ل و ج و د والثب و ت ،والع د م يراد ف ال نف ي.
س خت فا ف أ و عداوة .وكذا
مد ا
ن يب اء عل ى
يب م ن ا لأن
ىن أن ال يك ون ن
وكذا لوتم
ب ونهب ا ل و م ا ئ د كف ر وا مجبيعأ.
س أ ل ونه س ائ ل ويض حك ونه ويض روحوله مجاعةي
الم رأةبالكف ر لتبني من زو جه ا ' و كذا لوق ال عندشرحمب اخل م ر أو الزنابممم ماالن<
مع د أ يكف ر ،ن إن وافق ذ ل ك القبلة .وكذا
وكذا إذا صل ى لغري القبلة أو بغري طه ارة مت
ت سردن ه؛ •،
ىم مآ عق رأقمح إ ال القؤمآلح
روا لآمن منرممهت مرق كف ر )؛ ؛ذ ؤ ال آ
ممه
قلن ات هذا لي سيبا ض و ال آم ن؛ لأنه عل ى تقدير العصي ان ال ييأس أن يوفقه ا
تله فيكت س ب
تعالى لل توبة وا لعم ل الصاحل ،وعل ى تقدير الطاعة ال يأع ن أن خي ذله ا
يق ل :إن ا ملع ت زل ي إذا ارتك ب كبرية لزم أنيصي ر
املعاص ي ،و هبذايظه ر ا جل و ا ب ع ما
ش ر األ ج سا د مثأل (كف ر) لك ونه ت ك ذيبأ رصي ح أممه تعال ى ورسوله عليهوالس ن ة ،ك ح
(واست ح الل العصيق) صغرية اك ن ت أو كبرية (كف ر) إذا ثب ت كونه ا معصية بدلي ل
(واالم ت هانة بها كف ر ،وا ال طهزاء على ا مك مية كف ر) ؛ لأن ذ ل ك م ن أم ا را ت التكذي ب.
يغ ره
ف إن اك ن ت حرحمته لعينه وقد ب ت بدلي لقطع ى ،يكف ر ،ئ الف ال بأن تك ون حرمتهل
يف
وبع ض هممل يف ر ق ي ن ا حل رامحل ينه ولغريه ،فق ادت من است ح ل ح راع أ قد عمل
يش اء بدون
فر ،وفن ل هذه ا لأ
أك ل محيتة أو دم أو ل ح م خزنير من غري ض رورة فك ا
ىن أن ال يك ون ال خ م ر
جله ل ال يكف ر• و ل وتم
هذا ح ال ل لت ر و ج ا ل ل ع ة ،أوب ح كم ا
ىن
ح رامأ أو ال يك ون ص وم رمض ان فرحم أ ملا يشق عليه ال يكف ر ،خب ال ف م ا إ ذا ت م
يشاء ث ابتةيف
أن ال ي ح رم الزن ا وقت ل النفس بغري حق،ف إنه كف ر؛ لأن حرمة هذه ا لأ
حص .
ست حالله ا لل واطةب ام رأته ال يكف ر عل ى ا أل
يف ا
و
ح ا لخقا ئد ال نفية قر ١١
ممهتعال ى الن ا ر
ا إلي مان عل ى الكف رحم ن غري نف ا ق ،سق ط عنه ا لأم ر وال هن ي ،و ال ي د خله ا
ب ا رت ك ا ب الكب ائ ر.
وأم اقوله عليه ا ل ص الة وا ل الم؛ ((إذا أ ح ب الك عبدأمل يض ره ذن ب ا)ر ؛ف معن اه أنه
[الموص ى عل ى ظ واه ر ه ا ]
(والن صوص) من الكتا ب وال ن ة ت مح ل رعلي ظ واه رها ) م امل يرص ف عنه ا دلي ل
(ف؛ س وال عنها ) أ ي عن ا لظو ا ه ر رإك فعا ن يد عيها أ هل البا طن) وه م الئ ال ح د ة
و مسوا الباطنية ال دع ا ئه م أن الن ص و ص ل هت عل ى ظ واه ره ا ب ل له ا سانباطنة ال
عنه. الل ه ر ٢١ا جلامع الصغري ( ،) ٣٣٨٦رق ا ل السيوط ي' أ خ ر ج ه ال قن ير ي ف ي رمحالته ،والدي ل م ي مح ن ح د ي ث أ ض ر ض ي
١٠٩ ل م د الدين التفتا زاني
املحس عل ى ا لخفزيار.
ض وء ا ل ه ار>ء.
يت
ث ا ر ال
ين أ خ ا ف الكف ر عل ى ع ن ال ير ى مسح ال خف ني؛ لأن ا لآ
وق ا ل الك ر يخ :إ
يف ح ثز التواتر-
جا ءت فيه
ىت مث ل أ ض
وب ا دجطة م ن الي ر ى املحس عل ى ا ستن فه و س أ ه ل ال بدعة ،ح
حط ن
يض الله عنه عن أه ل امل ن ة وا جل ماعة فق ا ل؛ أنت ح ب الشيخني و الت
بن مال ك ر
ن عل ى ال خف ني.
ني و حم
يف ا لخن
جل رار أواين ا خل م و ر ،ن منس خ .فع دمت ح ريمه منق و اعد أه ل السنة وا جل ماعة خ ال فأ
ا
لل ر واف ض ،وهذاخب ال ف ما إذا اشتدف صا ر مس ك رأ؛ف إن الق ول ب حرمة قليله وكيث ره
ن ام ب ع د
ش اهدة ا ل م ل ك ،م أ مورون بتبل خ ا أل حك ام و إر'ث اد ا لأمك رمون ب ال و حي و م
مع قد يقع ت ر دديف أن مرتبة النب وة أفف ل أم عرتبة ا ل و الية ،بع د ال قهبع بأن
ن
ىن
حل ي ن واس ت ن ا ر 0بذ ل ك نإ ه انة أه ل بي ت ال
ىض يزيد بقت ل ا
حلق أن ر
وا
يف
حليه ا ل ص الة وا ل الم ممات واتر معناه بإن اك ن ت تفاصيله آ حا دأ ،فن حن ال نت وقف
يف إي مانه ،لعنة الل ه عليه وأن صاره وأع وانه.
شأنهب ل
ملبش رونباجلنة]
[ا
جلثة ) ١؛،
جلنة ) ١؛ ،راوأن ال حم ن واحلس ي ن ي د ا ثب ا ب آه ل ا
سدةن ساء آه ل ا
ف امملةحم
م ر الخفني]
[املحس ه
رس ول الله صل ى الله عليه وممل م دته ث الثة أيام وليال ي ه ا ل مل افر ،ب ي وع أ وليلة
يبف ل و
وو ج ب ال ك ف عن الطع ن فيه م ؛ لقوله عليه ا ل ص الة وا ل الم؛ رر ال ت ب وا أ حصا
يب
يب ال تت خذو ه م غ رض ا من بع د ي فهن أ حبه م فب ح
ممة \تدقيف أ حصا
وا ل الم '.ارا
أ حبه م وم ن أبغضه م فببغيض أبغ ضهم وم ن آذاه م فقد آذاين ومن آذاين فقد آذ ى
سبه م
ملن ا زع ا ت وا مل حارب ا ت فله م ح ام ل وتأوي ال لته ،ف
وما وقع بينه م ع ن ا
ئ ال فبدعة و ف ق.
الله عنه، أ مر بقت ل احلسينحرن ي ويحص ه م أطل ق ا لل ح ن عليه ملا أنه كف ر حين
ىض به.
واتفق وا عل ى ج و از ا للح ن عل ى من قتله أو أ مر به أو أ جازه أو ر
رونجو ز اخل الة خل ف كلب ر وف ا ج ر) لقوله عليه ا ل صا ل ة وال سالم :رر صل وا خ فلك
فاسق
وا ل ب دع ف حم م ول عل ى الك راهة؛ إذ ال ك امليف ك راهة ا ل صا ل ة خل ف ال
و 1مل تد ع ،وهذا إذامل يؤد ال ف ق أو ال بدعة إل ى ح د الكف ر ،وأ ما إذا أدىف ا د ك ال،أ
ئم ا ملع ت زلة وإ 0ج عل وا الف اسق غري م ؤم نل كن ه مي ج و زون ا ل صا ل ة خلفه ،ملا أن
م ائ ل الفقه ك ذ ل ك .
فعا ل
قلن ا :إنه ملا م غ عن عقاص د عمل الك الم من مب ا ح ث ال ذ ا ت والصف ا ت وا لأ
يق ال ن ز ر مع أثمت
جله اد،با ب
يف ا
يف ا مل ادة،با ب أمامت البر والن ا ز ( ،٢٥٩٤و
حل دي ث أخر جه أب و داود
) ١١وأ ص ل ا
ا جل رد ( ) ٢٠٣ ٣
رقا درآ)بحمله وعمله وعدله وكف ايته وش ج اعته أ ش ت شذ أال حاكم و حففل ح دود داراإلسالم
وإنصاف الظل وم مناثظامث) إذ ا إل خ الل هبذه األعو رخم لبالغ ر ض م نن ص ب ا إلم ام.
يعا دب إذنه م
جلمع وا لأ
يق م ون ا
ف اء ا ل ر ائ دي ن ،والسل ف قد اكن وا ينق ادون له م وي
اخلل
جل و ر و ك ذا ك لق ا ض وأمري.
فع ي رمحه الله أن ا إل مام ينح زلبال ف ق وا
شاوعن ال
ممه؛ لأنه
فح ي رمحه ا
.وأ ص ل املس ألة أن الغ ا م ق ي سص ن أه ل ا ل و الية عند الش ا
فاس ق تزو ج
حص ل لأب ال
ىتي
يب حنيفة رمحه الله ه و من أه ل ا ل و الية ح
وعند أ
ف ح ا إلم ام•
مبقخيت ال
ف ع ة أن القامض^ بمنمح زليالص
ىف كمثب الش ا
ابنته الص غ رة ،را ل م ط و ر
ب خ ال ف الق ا ض ي.
نص
يف رواية الن و ادر عن ا ل ع م الء الث الثة أنه ال ي ج و ز قض اء الف اسق ،وق ا ليع
و
ش وة ال يص ي ر
يض القض اء ب ال ر
ارتىث ال ينفذ قض اؤهيف ما ا رت ىث ،وأنه إذا أ خ ذ الق ا
يغ ر ا مل ع ص وم ظامل
و ا حت ج ا مل خال ف بقوله تعال ى؛ لؤمثيثاق ا عهدى أفل ف ن
وا جل و ا ب :ا مل عف إن الظامل من ارتك ب حمصية م قطة للح دالة «ع عدم الت وبة
يف بدنهيم ت غ
خش ص أ و
يق نف س ال
و هبذايظه ر ف ا دق ول م ن قا ل :إنه ا خاصية
قل
روال أن يكون أفض ل أهل زمانه)؛ لأن ا ل ص ا و ييف الفسيلة ب ل ا ملف ص ول ا لأ
يق ام
مل أ وعأم ل رب ما اكن أع ر ف مبصاحل ا إلمامة وهفام د ه ا وأقدر عل ى ال
ع
البح ض.
ني ا ل ة مع أنه ال ي ج و ز ن ص ب
ف إنيق ل؛ كي فحص جع ل ا إل مامة ش و ر ى ي
قلن ا:يغر ا جلا ئز ه ون ص ب إ مامني حمقل يني ج ب طاعة ك ل منه م ا عل ى ا النف راد
ب ن ذ ل ك م ن امتث ا ل أ حكام متض ادة ،رأ مايق الث و ر ىفالك ل بم ن زلة إ مام
ملا يلزم م
وا ح د.
االمس ،ب ل غ اية ا لأم ر أن ي و ج ب إخف اء دع و ى ا إلم ام ك مايف حق آب ائه ال ذي ن اكن وا
يتا ج الن ا س إل ى
يت الء الظملة ا ح
وأي ضأ عندف ا د ال ز مان واخت ال ف ا لآراء واس
س ه ل.
ا إل مام أ ث د وانيقا ده م له أ
يب بكر
و ال يثترط أن يك ون ه اش م يأ أو ع ل و يآ ل ما ثب تبال دلي ل مح ن خ الفة أ
يي بك ر
(وال يشرتط)يف ا إل مام (أن يكون ممصوص أ) ملا مرحم ن ال دلي ل عل ى إمامة أ
مع عدم القط عب ع ص مته .وأيض ا ا ال شرتا ط ه و ا مل حت ا ج إل ى ال دلي ل ،وأم ايف عدم
ال خلف اء ا ل ر اشدين خال يأ عن ا إلم ام فتعص ي ا لأمة كهل م وتك ون متت ه م م يتة جا هلية.
قلن ا :قد سق أن ا مل راد اخل الفة الك املة ،و ل وحممل أنه اث الث ون حمنةف ل ع لبع ده ا
ش ر والف ا ديت الء( ،وال منتظرا) خ ر و جه عند ص ال ح الزم ان وانقط خ م واد ال
من االس
الله عنهث م ابنه احل ن عل يحر ن ي حلقبح د رحمول الله صل ى الله عليه وسمل
ا إلم ام ا
فر
ب اق ر ئ م ابنه جع
ئم أ خ وه احلس ين ئ م ابنه عل ي زين ا لعا بدي ن ئ م ابنه حم م د ال
يقثم
ض اث م ابنه ممح د بن عل ي الت
مظئ م ابنه عل ي ا لر
ا ل صادق نم ابنه موم ى الكا
حل ك ر ي ثم ابنه حمم د الق ائم ا ملنت ظر ا مل هدي .وقد
يقئ م ابنه احلسن ا
ابنه عل ي الت
وأن ت خيب ر بأن اختف اء ا إل مام وعدمه سواءيف عدم ح ص ول ا لأغ ر ا ض ا مل طل وبة
وقد احم ت هث د عل ى رمح ى الله عنه عل ى رأس ث الثني سنة م ن وف اة ر سول الله
صل ى الله عليه وحممل ،فحما وية وم نبعدم ال يك ون ون خلف اءب ل ك ان وا مل و كأ وأ م راء،
ف اء
حلقد من األمة قد اكن وا متفقني عل ى خ الفة اخلل
وهذا م ث ك ل ؛ لأن أه ل ا حل ل وا
العبا مي ة وبعىف ا مل ر وانية ك معر بن عبد الع زي ز مث لأ ،و لعل ا مل راد أن ال خ الفة الكاملة
لا إل ^م ة]
مل ه ما تبع د
مل يغ ر ف إمام زم انه ما ت م يتة جا هلية))أ أ ،و لأن ا لأمة قد ج عل وا أ ه م ا
و
س د تغور م وتجهزي
مه وإقامة حدودمه و
روا س ون ال بدهلم من إصام يقوم ض ذ أ حاكم
يعاد وقطع
حم لة والت س ة وقطا ع ا س ق وإقامة ا تمجج والأ
جيوشهم وأخذصدقاتهم وقه ر ائت
مقا نمة ض اسق وق وتزو ؛ ج س ا ر وا س ائ ر ال ذي ن
النازعا ت 1أ و1قهق بين ا لخبال وقيود الشها دا ت اث
يت ال يت و ال ه ا آ حا د ا ألمة.
م،ن) ون ح و ذ ل ك م ن ا أل مو ر ال
مست احم
مهل وق
ال أوي ء
س ة العامة ؟.
م نله ا ل ريا
تكن اخل الفة حقأ له ملا اتفق عليه ا ل ص حابة ولن ازعه عل يحرن ي الك عنه ك مان ا ن ع
يف
يشع ة ،و كي ف يت ص و ر
يف حقهن ص ك ما زع م ت ال
معا وية ،و ال حت ج عليه م لو اكن
ىض الله عنه وترك ا حل الفةش و ر ىسن ستةت عث مان وعل ى وعبد
حم هش د ع م ر ر
ئم ا
ن صا ر عل ى
مله ا ج رين وا لأ
نم ام ت هش د وترك ا لأم ر م هأم لف ا ج متع كب ا ر ا ل ص حابة ا
عل يحرن ي الل ه عنه ،والت م را منه قب ول ال خ الفة وب اي عوه ملا اكن أفف ل أه ل عرصه
يف
مشعة وأه ل ال ن ة
ني ال
يف ا ال ج هتاد ،و ما وقعحم ن ا الخت ال ف ب
خ الفتهب ل عن خط أ
ىف ا مل ط و الدتا٠
من ١دجانب رنف مذك و ر
يبا ء]
[أفض ل البث ربح د ا لأن
يغ رثلثتم
يف النب وة من
ين صل ى الله عليه وسمل
رأب و بكر اكدي ق) ال ذ يص د ق ال
يف ا مل عر ا جب ال تردد'
و
على هذا و جدن ا السل ف ،وا لظا ه ر أنه ل ومل يكن هلم دلي ل على ذ ل ك ملا
مل ن ج د هذه
ح ك م وا بذ ل ك ،وأما ن ح ن فقد و جدن ا د الئ ل ا جل انني متعا ر ضة ،و
الله رن ي
ح يش ل عث مان عل ى عل ي
يف تف
ا ل وا جب ا ت فيه م ا ،وكأن السل ف اكن واحمت وقفني
حمبة ا لختنني،
عنه ما ح ي ث ج عل وا من ع ال ما ت ال ن ة وا جل ما عة تفيض ل الشيخني و
وا إلن صا ف أنه إن أريدي ا لأففلية كث رة الث و ا بفللت و ق ف جهة ،ر1ن أري د كرثة مايعده
يت ب) أ ي ف أ ،يع ين؛ أن ا حلا لفةبع د رحمول الله صل ى الله عليه وممل
ا ال تبي ع رعلى هذا ال ر
(وك الم ا تمجا د واله مجا ء) واندف ا ع ا ملت و جهحم ن الب الء ،وكن اية ا مله مص ن ا لأعداء.
ين أش ا ر إل ى ا جل و ا ب بقوله:
ين من غري ال
مل يتم يز ال
ع ن ا لأولياء ال ث ت ب هباملجعزةف
يئ ولن يكون و إ إال وأن يكون م حقا ي ديانته ،وديانته ا إلق رار) ب ا ل مل ان
الك رامة (أنه و
ىع هذا
ىت لو اد
يف أوا مره ون واهيه ،ح
والتص دي قبالقل ب (برسالة رسول )،مع الطاعة له
قص ده إظه ا ر خ وارق ا لعا دا ت ،وع ن حكمهقطع أ ب موجب املجع زا تخي ا ل ف الول ى.
(وك راصا ت ا لأولياء حق) والول ى؛ ه و العا ر فباستعال ى وصف اتهب ح ب م ا ميكن،
ىض عن ا ال نه ما كيق
ا مل و ا ظ ب عل ى الطا ع ا ت ،ا مل جتن ب عن املعاص ي ،ا مل ع ر
وك رامته ظه و ر أم ر خارق للعادةحم ن قبله غري مق ارنل دع وى النب وة،ف ما ال يك ون
مق ر ونأب ا إلي مان وا ل ع م ل الصاحل يك ون ا م ت د را ج أ ،وم ا يك ون مق ر ونأ بدع و ى النب وة
جحزة .
يك ون م
ثم أورد ك ال مأ بشري إل ى تفس ي ر الك رامة ئل ى تف م س ليع ف ن جزيئ اته املستبعدة
جدأفق ا ل؛
ت ا أل ز 1إ
ج د ممح د عليه ا ل ص الة و ا ل د م ليلة ا ملع را ج* ؛ ،قد ق ا ل تعال ى :ؤ وما مجل
يق ل :إل ى
ممهتعالى))إش ارة على ا خ الف أق وال ا ل ل ف ،ف
وقوله(( :ئ م إلى ماش اء ا
يق ل :إل ى ا ل عر ش ،وق ل :إل ىف وق ا ل عرش ،وقيل :إل ى طر ف العامل.
جلنة ،و
ا
جلنة أ و ا ل ع رش أ و غري
وا مل عر ا ج من ا لأرض إل ى ا مل اء م شه و ر ،من ا مل ساء إل ى ا
ذ ل ك آ حا د.
ر ) ١قال ال ي رطيقوله روي عن ععارية أنهسث ل عن ا ملعر اج فق ال؛ ك ان رؤيا صاحلة أخ ر جه ابن إ ،ح اق رابن جرير
ا تجر ي.
يف اس عنه ائا ك ما رقفد ج د رحمول الله صلى الله ءليه رسبمل أخ ر جه
( ) ٢ث ال ال ي وطيقوله روي عن حما نث ة ر
ابن إ مححا ق وابن ج ر ير ا ل طب ر يبلف ظ م ا و ف ق د ت .
ب د ر عنه م ا كف ر و ال كبرية،
م حص أنه م ا ملك انمل
وآما ه ا ر و ت وما ر و تفأا ل
يفتعلي م
؛ و ال كف ر يعظان الن ا س وي ع ملان ا حل ر ويق و الن <ؤإقت ا محن فتن ه مال" ذ م
روس كت ب أن هزل ا عل ى أنبيائه ،وبين فيهل أ مره ونهيي ووعده وو م د م ) وكل ه ا ك ال م الل ه
ملق روء وا مل م ن.؛ و هبذا
مل ا
تعال ى ،وه و وا ح د ،ق إن ما التع د د والتف ا و تيف الف
حل دي ث.
يف ا
ا ل سو ر أفف ل ك ما ورد
حم عل ى أ ح د ه ا ك ل ما
وااللتئام عل ى ا ل مس و ا ت جا ئز ،واأل ج ام كله ا مت ماثلة ي
الكف ر تقية.
و (وأفض ل الآن؛ياء عل يهم ا مل ال م صجم د صلى الله عل ه وسلم) لقوله تعال ى :ؤ ث زئ
يق ال دين ،وذ ل كتايعلك مال
أث ؤؤ إ ٢ا لآية ،و ال ث ك أن خريية ا لأمةب ح س ب كهما ل م
واالس ت د الل بقوله عليه ا ل ص الة وا ل الم؛ ررأن ا س يد ول د آدم و ال قخر))أ ٢ض ع ف؛
ممه تها ل اخل املون بأ م ره) عل ىحما دل عليه قوله تعال ى؛ ؤ البمسرنه,
(وا ل الئكقيعاب ا
•٢ آثثوليسوئ مبآترومثمسمث ي بمتأ؛،أ < ٢أؤ الدتق إلؤقع ر؛عتا دتد .ءد1ثص ق ي آ
ص نام أنه م بنا ت اللهتعال ى م حا لباطل مإفراطيف شأنهم ،ك ما أنق ول ال يه ود
عبدة األ
يق ل؛ أليس قد كف ر إبلي س و اكن ع ن ا مل الئكة بدلي ل م حة استنث ائه منه م■
فإن
يناء،الآه س
رر ي ترةالآ
يياء ،الآية؛ ١٩
ر ٢،م ررة الأن
٩٣ لمع،ال د ي ن التفتا زاني
(وا لأو ل أن ال يقرص على عدد ي امك م ية فقد قال ا؛اه تم1ىل< :ؤوإئق ييث ر ثن ق ت ن ثا
و ال ال ض ا ن.
يباء وا خل ال ف فيه ا ]
اعمصة ا لأن
يباء
يف هذا إش ارة إل ى أن ا لأن
حصين) لل خلق لئ ال تب طلف ائدة البعثة والرسالة ،و
نا
ش ر ائع وتبل ي غعل يه م ا ل الم مع صومون عن ال ك ذ ب خصوص أيف ما يتعلق بأم ر ال
يف
لأب ة ،أ ما عم دأ فباإلمج خ ،وأ ما سهوأ فع ن د ا لأكث رين ،و
األ حك ام بإرش ا د ا م
إ ال ما يدل عل ى ال خسة ك م رقة لق مة والتطفيقبب حبة ،.ل ك ن ا مل حققني اشرت طوا أن
يفمج ع األ ح وال ،وثب اته عل ى حاله ل د ى ا لأه وال،ي حبن املي ج د أعداؤه م ع
تعال ى
سيألف إن العق ل
شدة عداوتهم وحرص ه م عل ى الطع ن فيه مطع نأ و ال إل ى ال ق د ح فيهحم
حق من يعمل أنه يفت ر ي عليه ثم يمهله ث ال ثأ وعش رين منة نم يظه ر دينه عل ى سات ر
يقامة.
ىي آث ارهبح د م وته إل ى يوم ال
ا لأديان وينرصه عل ى أعدائه وي ح
ذ ل ك.
يب اء وأن
ا ل م حن وأنه مب عو ث إل ى كافة الن اسب ل إل ى ا ل جن وا إلنس ب ت أنه آ خ ر ا لأن
نب وته ال ختت صب العر ب ك ما زع مبع ض الن صا ر ى.
يك ون إليه و ح ي و الن ص ب أ حكام ،ل يك ون خليفة رحمول الله عليه ا ل ص الة وا ل الم،
حص أنه بمل يبالنا س ويؤمه م ويقتد ي به ا مل هدي لأنه أفف لف إمام ته أ ول ى.
ث م األ
يف رواية؛
يباء فق ال :رر ماتة آل ف وأر ح وعش رون ألفأ)) و
ومملسئ ل عن عدد ا لأن
رر مائت ا أل ف وأر ح وعش ر ون ألفأ})ر .٢
جع زوا
أ ح د ه م ات أنه أظه ر ك الم اللهتعال ى وت ح د ى به البلغ اء مع ك ما لب ال غته مف
ىت خ ا طر وا ب مه ج ت هم
عن م عا ر ضة أ ن مر سورة منه مع تهال ك ه م عل ى ذ ل ك ،ح
مل ينق ل عن أ ح د م نه م
ملق ارعةيالسيوف ،و
وأع رض وا عن ا ملعارضةب ا حل روف إلى ا
يتان بيشء مما يدانيه ،فدل ذ ل ك قطع أ عل ى أنه من عند الك
يع ا إل
ف ر ال د وا
هع ت و
ملثت رك منه،
وث انيه م ا ؛ أنه نق ل عنه من ا لأم و ر ال خ ارقة للعادة ما بل غ ال ق د ر ا
ىض
أعىن؛ ظه و ر املجعزة ح د الت و اتر ،بإ ن اك ن ت تفاصيله ا آ حا دأ كث ج اعة عل ى ر
يه
الله عنه زي وب حاتم ؛ف إن كأل منه م ا ثب تبال تواتر وإدت> اكن تفاصيله ا آ حا دأ ،و
ىف كت ب المسر.
مذك ورة
أ ح د ه ماث م ا ت و اتر من أ ح واله قب ل النب وة ،و حا ل ال د ع وة ،وب ح د ت ما مه ا ،وأ خ القه
(وقعم أرسل اإله ر م ال م ن ايش ر إ ل ايش ر م ض ن ) لأه ل ا إلي مان والطا عة باجلنة
والعق ا ب ،وتف ا م ل أ ح واله م ا ،و طريق ا ل و ص ول إل ى ا لأول ،وا ال ح تراز عن الثا ين،
ص فق>(ا). ة
ملبالص د ق عق ب ظه و ر
جلزمبصدقهب طريق ج ر ي ا لعادة ،بأن استعال ى خيلق امل
ا
ىع أ ح د
املجعزة ،با ن كان عدم خلق العمل مم ك ن آيف نفسه .وذ ل ك ك ما إذا اد
مل ض ر ور ي
خفال ف ع ادت ك وقم من مك ان ك ث ال ث مر ا ت فف عل ي مح ل للجام عة ع
ىن
يف ن ف ه ،ف إن ا إل م كان الذايت مع
ع ا د يبص دقهيف مقالته ،با ن ك ان ال ك ذ بمم ك ن آ
(والثيق قد سع د إ بأن يؤمنبع د الكف ر• (والتغيري يك ون على ا ملعادة والشقاوة دون اإلسهاب
فا تاتله تهاق) ملا أن ا إل م ع ا د تك وين ا ل ع ادة وا إلشق اء تك وين
مها منص
وا إلشقا ء) و
لل ح و اد ث.
يق
يف ا حل ا ل ،وإ 0أري د به م ا يرتت ب عليه الن جاة والث م ر ا ت فه و
ىن فه و حا ص ل
ا ملع
[الك ال م حو ال د ا ال لر ز ]
ني الله
يهسف ارة الع ب د ب
سل) مج ع ر سو ل،ف عول من الرسال ة ،ومر
(وق إرسا ل اث
أ ي م صل حة وع اقبةمحيدة .
ف اه ك ما
مب ك ن يست و ي طر
وليسب م م ت غ ك ما زع م ت الن م ث ة وال ي ن ا ي ن ة ،و الب م
وك ما ق ال صل ى الله عليه وحممل :ررا إلي مان بشع ملغن م الخن س))
وأنت عطوا من ا
و ب ونش حبة أع ال ه اق ول ال إله إ ال اس ،وأدن ا ه ا إماطة ا لأذى عن ا ل طريق).،٢١
يغ أن يق ول :أنا م ؤمن إنش اء الله)؛ لأنه إن كان للش ك فه و كف ر ال حمالة،
روال ينب
ممه ،بناء عل ن
حص أن يق ال :أنا مؤمن إنش اء ا
ش اع رة أنهي
و ملا نق ل عنبع ض ا لأ
ىت إن ا ملؤمن ا مل ع يد
يف ا إلي مان والكف ر وا ل ع ادة والشق اوةبال خ اتمة ،ح
أن العب رة
فر
م ن ما ت عل ى ا إلي مان ،مإن اكن طول ع م ره عل ى الكف ر والعصيان ،نإن الك ا
)٧٢ ين رص الله عليه رط م وفدن س على أني حففلزا ا إليبمان ( ٥٣
يق العمل،ب ا بمتيف ال
خب اري
ر ) ١أخ ر جه ال
حمه
يف ((الكف اية)) من أن ا إلي مان ه وتصديق ا
ا لآخ ر ،ال ا الت حادب ح س ب املفه وم ،ملا ذكر
يقا د وال خ ضي ع أل ل لوهية ،وذا ال
يف ما أخري به ع ن أوام ره ون واهيه ،وا إل حمالم ه و ا الن
تعال ى
يت حقق إ ال بقب ول ا ل أم والهنيءف ا إلي مان ال ينف ك عن ا إل س الم حكم أف ال يتغ ايران.
قلن ا :ا مل رادت م ر ا ت ا إل س الم وع ال ماته ،ذ ل ك ك ماق ال عليه ا ل ص الة وا ل الملق وم
رفدوا عا ل ه :ررآتدرون ما ا إلي مانب اهه و حده ؟ فق ال وا؛ الله ورموله أعمل ،ق ا ل :شه ادة
أن ال إله إ ال الله وان حمم دأ ر سول الله ب إحمام ا ل ص الة نإيت اء ال ز اكة و ص ام رمض ان
يف الق ل ب من غري اخيت ا رمل يكنتص ديقأ وإ(ا ،ك ان م عرفة.
ىت لو و غ ذ ل ك
املخب ر ،ح
ب ي ن ال ب ني ،وشككنايق أنه اب ا إلثب ا ت أو فعا ل ا الخيت ا رية؛ لأن ا إ ذات ص ورن ا ا
ا لأ
مع يلزم
و ال تكيف ا مل عرفةيف ح ص و ل التص دي ق؛ لأنه ا قد تك ون بدون ذ ل ك ،ن
ىن ال ذ ي يعب ر عنه إلفا رسسة يك ر ويدن ،ولي س ا إلي مان والتص ديق سو ى
ي ح ص ل ا ملع
يف ر ه م يك ونب إنك ا ر هم ا لل سان وإرص اره م على العن اد واجالتتكب ا ر ،وما ه و من
فتك
ع ال ما ت التكذي ب وا إلنك ا ر.
ىن قب ول
يق ا د ب مع
لأن ا إل س الم ه و الخض ئ وا الن روا إلمي ان وا إلسالم وا ح د)؛
األ حكام وا إل ذعا ن ،وذ ل ك حقيقة التص دي ق عل ى ما م ر ،ويؤيده قولهتحال ى؛ ؤقل ئتث ق
يق ل :إن الثب ا ت وال دوام عل ى ا إلي مان ز ادة عليهيف ك ل سا عة ،و حاصله :أنه
و
وم ن ذهب إل ى أن ا لأع ما ل من ا إلي مان فقبوله الزيادة والنق صان ظا ه ر ،و لهذا
م ن ا إلي مان.
مل ألة م ع صالة ك ون الطا ع ا تب
يق ل :إن هذم ا
ص دي ق ال تقب ل الزيادة والنق صا ن،وق ا لبع ض ا مل ح ققني :ال نمل أن حقيقة الت
يب عليه
ب ل تتف ا و ت ق وة ونحع فأ ،للقط ع بأن تص ديق آ حا د ا لأمة ليس كتص دي ق الن
ف ون نب وة حمم د صل ى الله
وأطبق ع ملاؤن ا عل ى ف اده؛ لأن أه ل الكت ا ب اكن وا ي عر
ص دي ق ،و لأن من الكف ا رف ون أبن اءه م مع القط ع يكف ره م لعدم الت
سمل ك ماي عرعليه و
ءؤآ.بثثو أ
م حمهتعال
حلم ,شنأ و إن ما ك ان شكر عنا دآ واستك ار أ ،ق ا ل ا
م* ,كانب م ف ا
وورد أ ي ف أ جعل ا إلي مانش رطحصة ا لأع ما ل ،ك مايف قوله تعال ى :ؤ وم ن
ملش ر وط ال ي د خ ل
ىن و م مدين ر ٢مع القط ع إن ا
مب ت ن ين آملتنف حتت ين دمحمق ر آؤ أ
وورد أيض ا إث إ ت ا إلي مان مل ن تركبع ض ا لأع ما ل ،ك مايف قولهتعال ى؛ ؤ ثإن
حقيقة ا إلي ما ن ،ك ما ه و م ذ ه ب الثافج ى رمحه الله .وقد سبق تمس كا ت ا ملع ت زلة
يف ما صسق.
يأ ج ربته ا
ملق ام الثا ين؛ أن حقيقة ا إلي مان ال تزيد و ال تنق ص ؛ ملا م ر من أنه التص دي ق
ا
ىت إن
جلزم وا إلذع ان ،وهذا ال يت ص و ر فيه زيادة و ال نق صان ،ح
يب ال ذ يبل غ ح د ا
القل
وا لآيا ت ال دالة عل ى زي ادة ا إلي مان م محولة عل ى ما ذك ره أب و حنيفة رمحه الله:
فرض خا ص.
ف رائ ضمم ك ن
يب عليه ا ل ص الة وا ل الم ،وفيه ن ظر؛ لأن ا ال ط ال ع عل ى تفاصي ل ال
الن
يبمل ي حك م أ ح د من
ىن غري التص دي ق القل
ىن أو وضحه ملع
ف ظ التص دي ق ملع
و ضع ل
س يل أا حم ما ن حم ؤ و
ين عليه
ه ما ال نز؛ عيف ك ونه م ؤمنأيف ما بينه وبني الك تعال ى ،وال ا إلي مان ظا ه رأ،
م د ا إل قرارب اش ان ومنعه
وأ ي ف أ 1إل مج إ ع منع قد عل ى إي مان م نص د ق بقلبه و ن
زع م ت ال ك را م ة.
معا ل)
يف ذ ل ك يقوله؛ (فأما ا لأ
باجلن ان ب إق ر اري ا ل مل ان وع م لب ا لأر اكن ك ما أش ا ر إل ى ن
ا لأول :أن ا لأع ما ل غري دا خلةيف ا إلي ما ن؛ ملارص م ن أن حقيقة ا إلي مان ه و
التص ديق ،و لأنه قد وردىف الكتا ب وال ن ة عط ف ا لأع ما ل عل ى ا إلي ما ن ،كقوله
ي ق ت ف ي امل غ ا ي ر ة بأ ن ال ع ط ف م ع الق ع ب ع ت عال ى< :؛ءإأإن أ ت ي ن ءام ن وأ و خ م وأ امل ن د -ةن ت ؤ؛ ٢
(واإلق رار به) أي ب ال مل ان ،إ ال أن الص ديق ركن ال ي حت م ل الث و ط أ ص ال،
وا إل قرار قدي حتمله ك مايف حالة ا إلكراه.
مل ؤم ن احمم أ
ب ا يق ،ح م كان ا
يف ح كم ال
جعل ا مل حقق ال ذ يملي طر أ عليه م ا يف اده
ىف ا ل ع ملاء وه و
هذا ال ذ ي ذكره م ن أن ا إلي مان ه و التص دي ق وا إل قرار م ذ ه بيح
يف الدينا ؛ ملا أن التص ديقبالق ل ب أم رباط ن ال بدله م ن ع المة ،مفنص دق
األ حكام
يف أ حك ام الدين ا ،ومن أقر
بقلبه ومل م زب مل انه فه و مؤمن عند الله با نمل يكن مؤم نآ
ىب من م و ر
سس ،وهذا ه و اخت ا ر ال ث خ ^ أ
ملب م دق يقلبه كاملن افقحميالعك
ب مل انه و
رمحه الله ،وال م و ص معا ضدة ل ذ ل ك ،قا ل الله تحال ى؛ ؤ أنك ش حتنقث ب ي ئإ ر؟إ م
ف ون منه إ ال التص دي ق
ص دي ق ،ل ك ن أه ل اللغة الي عرف إن قيل؛ نمع ا إلي مان ه و الت
يب عليه ا ل ص الة وا ل الم وأءس ^ابه اكن وا يقن عون من امل ؤمنني بكملة
ب ا ل مل ا ن ،والن
ىفقلبه•
ستف سا ر ع ما
الشه ادة وي حك م ونب إي مانه ع ن غري ا
ملخاب ر من
ىف الق ل^ا ن ي ة الصدق إل ى الخب ر أو ا و ل ى ح ققة التصدبق أن
مس ال تلي م عل ى ما
يغ ر إذع ان وقب و ل،ب ل ه و إذع ان وقب ول ل ذ ل كب ح ي ث يقع عليه ا
ىن التص دي ق
حم ي ة ب كن وي ذ ل ،وه و مع
فار
ىن ال ذ ي يعب ر عنهبال
وباجلملة ه و ا ملع
يفمج ع ما
يب عليه أ ل ص الة وا ل س المبالق ل ب
ما ل) أيتص دي ق الن
جا ء به من عنلم الله ن
عملبالض ر ورةجميئه به من عند اللهتعال ى إ مجا لأ ،وأنه اك فيق ال خ رجي عن عهدة
ا إلي مان ،و ال تن ح ط در جته عن ا إلي مان ألتفصيل ي،فاملش رك املص د قب و ج ود ١ل صا يع
( ) ١أ خ ر ج ه ال ب خ ا ر ي في كت ا ب التفسير ،با ب إ ن اممد عندء ع ل م ال سام ة ( ، ) ٤٤٩٩وم ل م ئ ي ا إلي ما ن ،ب ا ب بيا ن ا إليبما ن
ني؛
الكيب رةب الت ربة ‘ ل و جه
جلنة.
حمدة ن م ي د خله ا
وي كث ث-ئثود هل ت ت ظرث ارا يك فيهظ ه؛ أ ،وقولهتعاىلت ؤشم ةثتمث سإل ك أ ؤ أحثل ث د يء
ينأم).
ه مآا شإ ث و خطت قمم ئ أ ز ي ك أ ش ص آل ك امأ
ف ر ،وكذا ع ن تع د ى
وا جل و ا ب :أن ق ات ل ا مل ؤمن لك ونه مؤمنآ ال يك ون إ ال الك ا
ت ٩٣
ر} ١سورة ا ملاء ،الآية
( ) ٢محو رة ا ل م ا ء ،ا لآية؛ ١ ٤
ت ١٧
ر}٤حمورةيوسف١،لآية
٧٩ ل م د ال د ي ن الفتا ن ا ن ي
ني ا لأدلة.
أنهي ج بختصيصه ابالكف ا ر مجع أ ب
و ملا اكن أ ص ل العف و والثف اعة ئا بتآ ب ا لأدلة القطعية م ن الكت ا ب والسنة
جلن اية.
ف و عن ا
ىن طل ب الع
ينف لأن الن ص و ص دالة عل ى الشف اعةب م ع
رام ا الث ا
م(آ) ،
ي ينحمنه ا آ الء ث هنث ب وعد أس آ ث ث ق ت ي ق تآئث ؤي ض يه ولقوله ت عاىلت
ر غري ذ ل ك ع ن ^ ، ۶؛ ؤ إ 0أليبد اءانوإوخمل زأألصل ث باكن،1مئ ج قتآكزدز م ا ئزال ^ر ٢ ولقوله
جلناية،ف ال يك ون عد لأ.
جلنايا ت،ف ل و جو زي به غري الكافر اكن زيادة على قدر ا
ا
ف ر أ و صا ح ب
وذهب ت ا ملع ت زلة إل ى أن م ن أ د خ ل الن ا ر فه و خال د فيه ا ؛ لأنه إم ا اك
كبرية م ا تب الت وبة ،إذ ا مل ع ص وم والت ا ئ ب و ص ا ح ب الصغرية إذا ا جتن ب الكبائ رلي سوا
وا<ت ج ت ؛ ملع ت زلةي م ث د قولهتعال ى :ؤ و؛دمو أ تومث\^ معى فسءن'دانريس وئل,صق
ت ١٩
( ٢١سورة حممد ،ا لآية
( ) ٢سور ة ا ل مدثر ١ ،لأيةت ٤٨
حن حصي ح غ ر ب من هذا ا ل ر ب* يقامة،ب ا ب م ا جاءين الثف اعة ( ) ٢ ٤٣٥وق ال**
( )٣أ خ ر جه التر م ذ يينص ف ة ال
وز عم بع ضه م أن اخلل فيف ا ل و عيد ك رم،يف ج و ز من الله تعا ر .وا مل حقق ون
ىن أنه
ىف ا ملع ت زلة إل ى أنه إذا ا جتن ب الكبائ رمل ي ج زتع ذيب ه ،الب م ع
وذ ه ببع
ف ر ،كقولهتعال ى؛ ؤأى أت دا ب عك م ز ك د دت ق
يف أن الع ذا ب خمت صبال ك ا
فقد كف ر>)أ ٢و
(وخيف ر ما دون ذلك ل ن يشاء من ا ك غاث ر وا ممان ر) مع الت وبة أو بدونه ا ،خ الفأ
وا ملع تزلةخي ص ونه ابالصغ ائ ر ربالكبائ ر املق رونةبالت وبة ،وت م ك راب و جهني".
ف وايف أنه
ا لأول؛ أن األعةبع د اتف اقه م عل ى أن م رتك ب ال كبريةفاحم ق ،اختل
مؤمن وه و م ذ ه ب أه ل ال ن ة زا جل ما عة أو اك فر وه و ق ول ال خ و را ج أو من افق وه و
وا جل و ا ب؛ أن هذا إ ح دا ث للق ول امل خال ف ملا أ ج م ع عليه ألسمل ،من عدم
و١لثا نيث أنه ليسبم ؤمن لقوله ت؛مالىت ؤ أذث هنا 0مؤ؛ث1م ة من ك رنت قا مسا!؛؛ء ؛ جعل
ين وه و
ين الزاين حين يز
فاسق ،وقوله علته ا ل ص الة وا ل الم؛ لأ ال يز
ب ال لل
ا ل مؤمن مق ا
فر ن
م ؤم ن>)ر م ،و قوله عليه ا ل ص الة وا ل الم :رء ال إمي ان مل ن ال ز ن ةل هءآم ،و ال اك
تواتر من أن ا لأمة كان وا ال يقت ل ونه و ال ي جرون عليه أ حكام ا مل ر تدي ن ويدفن ونهيق
يب ذر
واأل حا دي ث ال دالة عل ى أن الف ا ض م ؤم ن ،حش ق ا ل عليه ا ل ص الة وا ل الم لأ
ؤوث ن ئ ز هذكر يتآأنزآلق ض هأوكإف هن؛ أ د ه ت ي ف أ ،وقرنه تعال ى :ءأ وتن د = ى رمبت
مح دأ
يللكمثئ^ك ك م أل مش ز ا|؛>ا ، ٢وكقوله عليه ا ل ص الة وا ل الم :ءرم ن ترك ا ل ص الة مت
ت ١٨
جلدة; الآية
() ١حمررة ا
يف املظامل،ب ا ب ال هن ى بغري إذن صا حبه ( ■) ٢ ٣ ٤ ٢
خبا ري
حلديث ،أ خ ر جه أل
ر )٢ا
( ) ٣أ خ ر ج ه أ ح م د في م ن د م ،م /ه آ ا و ٢٥١ ، ٢ ١ ٠ ، ١ ٤٠
مع إذا كان ب طريق االست ح الل واالحمختف ا ف اكن كف رأ لك ونه ع ال مة
ين افيه ،ن
للتكذي ب ،و ال ن ز 1عيف أن من املعاص ي ما جعله الث ا ي ع أمارة لل تكذي ب ،وعمل
فظ
يف الق ا ذ و را ت والتل
ك ونه ك ذ ل كب ا لأدلة الث رعية ك ج ود للصنم وإلق1ء املحص ف
و هبذا ين ح ل مايق ل :إن ا إلي مان إذا ك ان عب ارة عن التص دي ق وا إلق ر ار ينبيغ أن
ي ر ا ملق ر املص د ق اك
ف رأ بيشء من أفعا ل الكف ر وألفاظه ما مل يت حقق منه ال يص
ش ك.التكذي ب أو ال
< ك ي اأ ي ث م ا ث ئ إ م ث أ مم ر : و ت ول ه حم ث و ق أ آ ك ث اي ش ف آل تئ ل4 ،ل ، ° ؤ ةآيا ق ةتا ن ءأ
ض الفن اء•
ف ر عنها فهيصغرية-
يق ل؛ م معصية أضئ عليه ا ال م د فهي كبرية ،و م ما س
و
معصية إذا أ ضن ت إل ى ماف وقه ا فهي صغرية ،ثمان حم فت إل ى م ا دونه ا فهي كبرية،
يه الكف ر؛ إذ ال ذن ب أكب ر منه.
وال كبرية املطلقة
ا إل يمان) لبق اء التص دي ق ال ذ ي ه و حقيقة ا إلي ما ن ،خ الفأ لملح ت زلة ح ي ث زع م وا أن
ت ٨٨
س ،الآية (} ١حمررة الق
مم
ف رد،ب ا بلين الك الم لرال دين.
يق كتا ب ا لأدب امل
خب ا ري
ه م أ خ ر جه ال
( ) ٢ح دي ث ابن م
مث ربة ( ، ٢٥٢٥٦وم ملين ا إليمان ،با ب ي ان نق صان ا إلي مانباملعاص ي ونفيه ا عن
مخ جه الخب ا رييف ا لآ
( ) ٤أ
ا ل متلب سب المع صية ( .) ٥٧
س فيةحلقا ن د الن
شر ح ا ٧٢
جلزاء.
وزع م أكرث ا ملع ت زلة أنه ما إن ماختلق اني وم ا
حمدول
يف رل
يف إءداده ما مثدت أ ؤآعقثإلثقؤإن ٢وأؤآءدهتثقخرينحمل ؛،إ<ئ الض رورة
ع ن ا ل ظا ه ر .
فرأ لأده ا
^يإ فإل )1ع رحرنىي م ث د قول هت عال ى؛ لم^ب ث آلداآل لآ:خ م أ هث محال نين ال إليثممحب
ه م ما (4م) .
ين منه يث ء جيء ببدله ،وهذا ال يآيف اهل ال ك حلظ ة ،عل ى أن اهل الك ال ي تلزم
إذا ف
مل راد أن ك ل
الفناء،ب ل يكيف ال خمرث ج عن ا ال نت ف خ به .و ل و صمليف ج و ز أن يك ون ا
ينبالن ظر إل ى ا ل و ج و د
ىن أن ا ل و ج ود ا إل مكا
يف ح د ذاته ،ب مع
يشءمم ك ن فه و ه ا ل ك
ت ٨٨
مصى١،لآية
ق
رم)حمررة ال
( )٦سورة أفةا الآية ،٨ :وا س الآية ١٦٩ ، ٥٧^١٢٢ :إلخ،م،
٧ ل م ع ال د ي ن اثتفعا زان ي
وا مل ادم :رأ ح وص ي ب ر ة شه ر وزواياه سواء ،وم اؤه ابي ض من اللبن ويل حه اطي ب
من ، ^ ^ ١ر ك زان ه أكرت من ن ج وم ا مل ساء ،من يث ر ب منه ا ف ال يقمل أ أبدا، ٠٢
ال يم ك ن العب و ر عليه ،نإ ن أع ك ن فه و تعذي ب وأنك ره أكث ر ا ملع ت زلة لأنه
لمل ؤمنني.
ث ح اله ابة وم ن ه م
حمنه م اكل ر
ىت أن منه م م ن ي ج وزه اكل برق ال خاط ف و
مل ؤم ن ني ،ح
ا
حل دي ثأ ؛.
يف ا
اك جل واب إل ى غري ذ ل ك م م ا ورد
يف عامل أ و
ف ال ك ؛ د خ ا ل عامل
يف عامل ا لأ
وا لأرض ،وهذايف عامل العنارص حما ل و
وأنكره ا ملع ت زلة لأن ا لأع مال) أع ر ا ض ،وإ 0أم ك ن إع ا دته امل ميكن وزنه ا ،
و لأنه ما م علومة للهتعال ىف و زنه ا عب ث.
ه ث ،وا جل و ا ب ما مر.
منه م أنه م
[ال ؤا ل حق]
ىت
ت أ ي ر ب ،ح
س ت ر ، 0فيق و ل; أت عر ف ذن ب ك ذا أتحر ف ذن ب ك ذا ،فيق ول :مح
كنفه وي
إ ذا قرره بذن وبه ورأ ىيف ن ف ه أنه قد ه ل ك قا لتحال ى; ست رته امحلي كيف الدينا وأن ا
ني ا د ى هبم عل ى
ملن افق ون ف
أغف ره ا ل ك ال يوم،يفعط ى كتا ب ح ن ا ته ،رأما الكف ا ر وا
ن ة اس عل ى ا ل ظال م ي ن
( ) ٣أ خ ر جه ب هذا اللف ظ م ع اخت ال ف في ا أللف ا ظ ،ال ب خا ر ي ن ي ا ل م ظال م ،ب ا ب ت و ل اس تعال ى أ ال م
تعال ى؛مؤش حم يياأل ذئأ ذثأ هآأ ر ل تؤزؤ>ر أ إل ى غري ذ ل ك من الن ص و ص القاطعة الناطقة
فالس فة بن اء عل ى امتنا ع إع ادة ا ملع دو مبع ينه ،وه و مع أنه ال دلي ل هلموأنكره ال
عليه يم ت د به غري مش رباملق ص و د؛ لأن مرادن ا أن الله تحال ى ي ج م ع األ جزاء األصلية
ل إلن سان ويع ي د ر و حه إليه ،م واءمس ي ذ ل ك إع ادة ا ملع دومبحينه أ ومل يمس .و هبذا
سقط م اق ال وا؛ إنه لو أك ل إنسان إ ن انأب ح ي ث صا ر جزءأ منه ،فت ل ك األ جزاء إم ا أن
يف أ ح د ه م اف ال يك ون ا لآخر محا دأبمج ع أ ج زاثه ،وذ ل ك
تعا د فيه ما وه و حما ل ،أو
لأن ا ملعا د إن ما ه و األ جزاء األصلية الب اقيةص ن أول ا ل عمر إل ى آخره ،واأل جراء
يف ا ل آ م ال أصلية.
ا ملأكولة فضلة
عل ى احمتحالة إع ادة ا ل ر و ح 'إل ى مث ل هذا ال بدن ،ب ل ا لأدلة ق ا مئة عل ى ح قيقته ا رساء
مليزان عب ارة ع مايعرف يه كيفية مق ا دير ا لأع ما ل ،وا لكقارص عن إدراك كيفيه.
وا
سث ،أتام ملكان أ سودان أزرقانىن عليه ا مل لآة وا ل الم؛ ررإذا قري الم
وقال ال
حلدي ث.
عنياه ما ،يق ال أل حنءه ما :متكر ،وا لآخر؛ تكري•• ) ٢١١إلى آخر ا
فر
ف رة م ن ح
جلئة أ ر ح
يق ر روضة ع ن ريا«ض ا
مليه ا ل ص الة وا ل الم؛ أرال
يب ع
وق ا ل الن
وأنكر عذا ب القب رب م ص ا ملع تزلة را ل ر واف ض؛ لأن ا مل ت مجا د ال حياة له و ال
يفبمصه ان وعأ
يقمج ي ع ا أل جزاء أو
وا ل ج و ا ب؛ أنهي ج وز أن خيلق اللهتعال ي
مل الع ذا ب أول ذة التتميم ،وهذا ال يستلزم إع ادة ا ل ر و ح إل ى
حلياة قدر ما يدرك أ
عن ا
عذا ب ال قرب١١٧١ / جاء محي ر ) ١جزء س ر م ن ح دي ث طري ال أخر جه ال ترم ذ يين ا ل جن ا ثز،با ب م ا
يف ع امة
هربما ي ض ه ائهمتا ل وي ريد،م) وهذا أ ول ى مما وقع
روتنعيم أه ل احمل؛عق ي ا م
مابمت)
يب اء عند البع ض (ث
وعن نبيه .ق ا ل ا مل ج أب وش ج إ غ :إن ل مل سانحم ؤ ا أل وكذا ا لأن
ين صل ى الله عليه وسمل :ل؛اس ت زث ه وا من الي و د فإن عامة عذا ب القرب منه)أ أ
وقا ل ال
وق ا ل عليه ا ل ص الة وا ل ال<م ^ ^ ١١ :تحال ى؛ ؤ ق ق آس آؤمكت ١٠٣٠١٠يآثمؤل آإقم إبيم ي آ -ك وج
ي و د)٠١
صء تن ز ما ع ن ال
آأا كتا ب ا 1ط ه ارة ابا بنجامح ة الب ول را لآمبالتنزه منه ( )٧يلف ظ
جاءين ع ذا ب القي ر أ ) ١٣ *٣ء ون ي ت ف ي ر محر رة إبراهي م،ب ا ب ش ث اس ال ذ ي ن آمن را .و م ل م ن ي حصي حه ،ت أ ب ا ل جنة
ني ا،ب ا ب عرض مقع د امل ي تىن اجلنة أر الن ا ر ^ (.) ٢٨٧ ١
ص فة ممو
مس ة
شر ح العقا ئ د الن ٦٦
ف ر الفقري
ثله تهال)ب ا ال ملا خلق الك ا
روما ه و اآلصلج سبد>فليس ذلكب وا ج ب علي ا
يف الهداية
ست حق ا ق شكرا ملع ذ بيف الدين ا وا لآخ رة ،و ملا اكن له منة عل ى ا لعب ا د وا
يب عليه
ماف ا ضة أن ولع ال خ ريا ت؛ لك ونه ا أداء لل وا ج ب ،و ملا ك ان امنت ان الله عل ى الن
ىتب ال وا ج ب .
أ
ىن و ج و ب
ولطفه وعملهبخا ل واق ب يك ون م ح ض عدل و حك مة ،نمل ي تش م ر ي م ا مع
ا ل ظا ه رة ا ل ج وار■
حل د ال د ي ن التفتا زان ي
ىن ا ل ر زق،
ومبىن هذا ا الخت ال ف عل ى أن ا إلض افة إل ى اللهتعال ى معتب رةيق مع
وأنه ال رازق إ ال الله و ح ده ،وأن الع ب د يست حق ال ذم والعق ا ب عل ى أك ل ا حل رام ،وم ا
ب اث رة أ ب ابهب اخيتاره.
وا جل وا ب ! أن ذ ل ك ل وءحم
يصور أن ال يأكل إنسان رزقه أويأكل رزق غريه)؛ لأن ما قدره الك غذاء ل خشصي ج ب أن
ىن ا ملل كف اليمت ع .
يأكله و ميت ع أن يأكله غريه ،وأماب مع
له]
ييان أن ال هداة واملحماللة م ن عند اا،
[
ني ا ل طريق
يم ) ٢٢١مع أنه ب
مه اهد ق و
آثدكن غإأ (،؛ ولقوله عليه ا ل ص الة وا ل الم؛ أرللل
ودع اه م إل ى ا الهتداء.
ع م ره أربعينسنة ،ل كن ه عمل أنه يفعله ا فيك ون ع م رهحمبع ي ن م ن ة ،ف ن ي ت هذه الزي ادة
وعن الث ا ين :أن و ج و ب العق ا ب والض م ان عل ى القات لتع ب د ي ال رت كابه ا مل هن ي،
ميزبين ،وآأجا ل
ف اء حرارته الغ ر
أأج ليطع يأ وه و وقت موته بتخ لل ر طوبته وانط
حلي وان؛
قد يك ون أح ال ل وقد يك ون ح رام أ ،وهذا أول ى من تفرسهب ما يتغذ ى به ا
وعند ا ملع تزلة احلرام لي سب رزق؛ لأنه مفرسوه تارة ب ممل وك يأكله ا مل ا ل ك،
ف عل
ممه تعال ى ق ال وا :إن ك ان ال
فعال إل ى غري ا
وا ملع تزلة ملا أم ن د و ا بع ض ا لأ
اكت سا ب ا لع ب د م الي سق ائم أب حم ل القدرة ،و هبذا ال ي متك ن ا مل د م ن عدم حصوله ا ،
لن ا أن اللهتعال ى قد حمك بآ جا ل العب ا د عل ى عا علم من غري تردد ،وبأنه ؤثإدا جآء
؛ ١حت ج ت ،ملح تزلة ي ا لأ-حا دي ثا ا ل و،ردةيف أن آ-جله م ال م ثآحرو0مسا عأع ءة"دث شحمحمت
خن املطب وعة ،ل ك ن اخل ر اب؛ أن الق ات ل هتبع عليه األ ج ل ك ما ويعينش ر ح املقاص د،
( ٢١هكذا وردين مج ح ال
لأن مر ت ا ل مقت و ل عند ا لم ع تزلةف ع ل الق ات لب طريق التول ي د الص خ س فيه ،فه و ال ذ ي ت ب ع عليه ا أل ج ل.
( ) ٢سورة ا لأع ر ا ف ،ا لآية؛ و ٣
ش ر ح العقا ئ د ا ل سم ة ٦٢
ث م عدم التكل ي فب ما ليسيف الوحم ع متفق عل يه ،كقوله تعال ى؛ آمؤ ال يحمش<آلثم
ث ث ؤ و،تثةثاؤ>ر ؛ .و؛ لأم ر ف ي قول ه تحالىت آ ؤأدجث وفيا أ ن ت آ ه ه ؤ لآغ ؤ،ل ٢للت ع ج ي ز د و ن
ش ع ر ي؛ لأنه ال
حلقل ي ،و ج وزه ا لأ
ا ملريعيف ا جل و ازف منعه ا ملع ت زلة بناء عل ى الق ح ا
س تحالة
وتقدي ره :أنه لو كان جائزأ ملا لزم ع نف رض وق وعه م حال ،ض رورة أن ا
ىن الل زوم ،ل كن ه ل و وقع لزم ك ذ ب ك الم
ا ل الزمت و ج ب استحالة املل زوم ،ت حقيقأ ملع
يق بك
رس ثم ي الض روب ش بض رب إنسان ،وا النكسا ر ي ائز جا جع
(وما يو ج د من الآ
حص أحم ل لل خ ال فيف أنه ه ل للع ب د ص خ فيه أم ال ( ،وما أشهيه)
إن مان) قيد بذ ل ك لي
ف عل
حمه؛ جل و از أن ي ح ص ل قب ل ال
ينف ال نسمل ل زو
ىن الثا
ا ل عا ج ز ،ت إن أريدب ا ملع
ىت أن
يب حنيفة رمحه اللهتعال ى ح
وقدي جا ب بأن ال قدرة صاحلة لل ف د ي ن عند أ
ف رق ا د ر عل ى ا إلي مان
يف نفس ال قدرة،فال كا
يف التعل ق ،وه و ال يو ج ب ا الخت ال ف
إ ال
املكل ف به ،إ ال أنه رصف قدرته إل ى الكف ر وض حباخيتاره رصفه ا إل ى ا إلي مان،
فاست حق ال ذم والعق ا ب .
ني ال ض دي ن،
يف نفسه كمج ع ب
سهه) سواء اكنممتنع أ
روال يكل ف ا سم ئ ي س ي و
يق ئ
تعال ى عمل خ الفه أو أراد خ الفه ك إي مان الك افر وطاعة العاص يف ال ن ز2عيف و
ففيه ن ظر ؛ لأن الق ائلين بكون االستطاعة ق ل الف عل ال يق ول ون ر1صنإ ع املق ارنة
ىت
ا لرما نية ،وبأن ح د و ث ك لف علي ج ب أن يك ون بقدرة حمابقة عليهبالزم ان أ ل ة ،ح
جم وز
ش رائط ،و لأنه بف عليف زم ان ح د و ث ال قدرة مق رونةبمج ع ال
مب ت غ ح د و ث ال
أن يم ت ع الف عليف احلالة ا لأول ى النتف اءش رط أو و ج ود ما غ ،وي ج بيف الث انية
ش رائط التأيث رفاحلق أنه ا مع الف عل ،نإ ال فقبله ،وأم ا امت اع بق اء ا لأع راض فبيت
يه أن بق اء الينء أم رحمقق زائد عليه ،وأنه ميت غ
يبان ،و
عل ى م ق د ما ت صعبة ال
ف حل بأن التكل ي ف حا ص ل ق ل
و ملا ام ت د ل الق ات ل ون بك ون االستطاعة قب ل ال
ف ك ي ف يحم ت ف ي ر ه ا يه ا ؟
آيةتمأب
م و ٢١س و رة آ ل ع مر ان،ا ل
٩ ل ج د ال د ي ن التفتا زان ي
حلي وان
ممهتعال ىيف ا
إث ارة إل ى م ا ذك ره صا ح ب ((التب م رة)) من أنه ا ع ر ضخيلقه ا
ف عل
ف عل ،وا جل مه و ر عل ى أنه اش رط لأداء ال
يه علة لل
فعا ل ا الخيتا رية ،و
يف ع ل به ا لأ
علته. ال
صتن ا م بق اء
م من ا ف ع ل ي ال ا م ط اعة وقدرة عليه ملا
عليه ،ئ ال لزم وق و م ال
ستحالة ■بقاء ا لأع ر ا ضف ار ن ز 1عيق إم كان ت ج د د األمث ا لف إنيق ل :ل و ممل ا
ف حل بدون القدرة ؟
يق ب ال زوال ،ض أينيلزم وقئ ال
ع
ف عل
ىت ال ميكن ال
بث ال سابقة ح
تك ون إ ال مق ارنة له،ئ م إن ادعيثم أنه ال بد له ا من أم
يب ان.
بأول م اي ح د ث م ن ال قدرة،فحل ي ك م ال
يا ف عل إ ما بت ج د د األمث ا ل
وأما ما يق ال :لوف رضن ا بق اء القدرة ا ل سامة إل ى آن ال
ىن الستحالة ذ ل ك عل ى
مل ي ح د ث فيه ا مع
ب ال م ر ي ح ؛ إذ ال قدرة بحاله ا مل تتغري و
قلن ا؛ الش ركة أني ج متع اثنان عل ى يشء وا ح د وينف رد ك ل منه م ا م ا ه و له دون
فعاله وا ل صا ع خال قأ
ا لآخ ر كث رك اء الق رية وا ملحل ة ،وك ما إذا جعل الع ب د خال قأ لأ
للعب ا د ،ك مايف خلق األ ج ام ال خبيثة الض ارة ا مل ؤمل ة،خب ال ف الك ا س بف إنه قد
يب ح آمسه ا
يب ح ،فجعلن ا كسبه للقيب ح مع ورود ال هني عنه ق
حل ن وقد يف عل الق
يف عل ا
ملبه^م
ياحلسعن دون ا
م
بأفعا ل البا ر ي ج ل ذك ره؛ لأن عمله ب إ رادته متعلقان بأفعال ه،يفلزم أن يك ونفعله
وا ج بأ عليه.
فعالهبالقص د
ىن لك ون ال م دف اع ألب ا الخيتا ر إ ال ك ونه م و ج دأ لأ
ف إنيق لت ال مح
ا لأول.
ب ره ان أن ال خالق ه و
يفق وة هذا الك الم ومتانته إ ال أنه ملا ئي تبال
قلنا :ال ك الم
ف عا ل ك ح ركة
حل ب د بإرادته م د خألىف بع ض ا لأ
الله تعال ى ،وبال ف رورة أن لقدرة ا
يخ ص ال م ارة
ىن ض ر وري قإن ل م نقدر على أزيد من ذ ل كيف تل
ال قدر من ا ل م ع
من
ال ن ئ بحة عن ت حقيق ك ونف عل الع ب دخبلق اللهتعال ى ش جاده مع ما فيه للع ب د ب
واملح ت زلة اعتقدوا أن األ مريستلزم ا إل رادة ،وال هن ي عدم ا إلرادة،ف ج عل وا إي مان
بقل
مل اللهتعال ى ،أ و لأنه ؤ ال م
يك ون حمر ادأ ويهن ى عنهحلك م ومصاحل ي حيط به ا ع
غئا تمغ ل وه م ينث ل ودي؛ ،٢أ ال ترى أن ال ي د إذا أراد أن يظه ر عل ى ا حلاض رين
ع ص ان عبده بأم ره دالمشمإ'ء و الب ربده منه•
ا لأولب اخيت اره دون الثا ين ،و لأنه لومل يكن للع ب دف عل أ ص ال ملاحص تكليفه و ال
يت تقتيفسأبقيه
فعا ل ال
سن ا د ا لأت رت ب امت حقا ق الث و ا ب والعق ا ب عل ى أفعاله ،و ال إ
يبا،،الآية٢٣ :
ل ا ) مر ة الأن
( ) ٢محر رة ا أل حق ا ف،ا لآية١ ٤ :
وا لمق ص ودتعمي م إرادة الله وقدرته لما م ر من أن الك ل ب خل ق الله بمال ى ،وه و
ب ا ر.
ين د ع ي القدرة وا إلرادة لعدم ا إلكراه وا إل ج
تكليفها ب ا و ح والطاعة.
والمع ت زلة أنك ر وا إ را د ة امم هتعال ى للش ر و ر وألقيا ي^ ،حتى ق ال وا؛ إن ه تحال ى أ را د
ت م ا ف بهء
ب القبي ح وا ال قبي حة ك خلقه ب إي ج ا به .ون ح ن ن م غ ذ ل ك ،ب ل القب ح ك
ج دأ.
مح ي في السفينة ،فقلتل ه؛ لم ال سالم ؟ فقا ل؛ لأن اممه لم يرد إ سالم ي،ف إذا أراد اممع
إ سالم ى أ م ل م ت.
ب ارت أرأيت،
ب ارت أفي ر يد رين ا أنيحم ى جه ر ا ،فق ا ل األ طذت أفعص ى ربنا ك ر ه ا ،فق ا ل ع د ال ج
خ د ال ج
ت فق ا ل م
( ) ١وتتمته ا
ش اء-
صله نهو يخصبرحمتهمن ي
تسم ية
ق ر ح ا لخقا ئ د ال
بطل ق اعدة
ثانية ،وبأنه لو كا ن الك ل بخل ق اممه تحال ى ل
وأن ا لأول ىب اختياره دون ال
و ال يتص ف بذ ل ك؟
ف ح ل مع زيادة إ حك ا م.
قض ائه ،وه و عب ارة عن ال
ال يق ا ل :لو كا ن الكف ر بقض ا ء استعال ى ل و ج ب الرمحا به؛ لأن ا لرض ا بال ق ض ا ء
وض ر وم اي ح ويه م ن زمان ومحك ان وما يترت ب عليه منث و اب وعق ا ب.
مص درية.
وكقولهتعال ى؛ ؤ آلل ه-ىىد تقل شء محء ٢أي م مك ن ،بداللة العق ل ،وق حل الح بد
شيء مم ك ن.
ت حق ا ق المب ا دة.
مناط أ الس
صن ام ،والمع تزلة ال يثب ون ذ ل ك ،ب ادة كما ل مدة األ
لل م ج و س ،أوبمعنى است حق ا ق الع
إن ا ل م ج وس أسم د أحا ل م نه م ،ح ي ث لم يثبت وا إ ال ث ر يكأ وا ح دأ ،والمح ثزلة أثبت وا
ش ر ك ا ء التحص ى.
تع ش،
ف ر قبالض رورة بين ح ركة ا لما ث ى و ح ركة ا ل مر
ت جت المع تزل ة :بأن ا ن
وا ح
ت١ ٧
( ٢٣م ررة ألن حل،ا لآية
ح ادقا ئد ال نفية قر ٥٢
فق ا ل! ؤإث م م_م عتهوئن ؤ؛ل ٢وهذا مث م ر إ مك ان ا ل رؤية في الدني ا ،و لهذا اختل ف
ف عا ل الحي اد]
نبي ان آن الكتعال ى خالق لأ
فظ
فعال ه ،وقد كا نت ا لأوائل م نهم يت ح اث ون عن إ ط ال ق ل
المع تزلة أن الع يد خال ق لأ
ب ائي وأتب اعه أن م عنى الك ل وا ح د ،وه و الم خ ر ج م ن العدم إل ى ا ل و ج ود،تجاس روا
ال ج
ت ج أه ل ا ل حقب و ج وه!
اح
بط أ ،و ال ث ع و ر للماشي بذل ك ،وليس هذا دهآو ل عن ا لعلم ،ب ل لو مث ل لم ي علم ،
أ
وهذا في أظ ه ر أفعاله.
بط ش ون ح و ذ ل ك ما
وأما إذا تأملت في ح رك ا ت أعض ائه في الم ث ي وا لأخذ وال
ت١ ٣٨
ر ) ١محررة الأعر١فا الآية
سم ال د ي ن ا س ا زال ي
وقد يس تد ل عل ى عدم ا ال شتراطب رؤية اممهتعال ى إي ان ا ،وفيه ن ظر؛ لأن الك الم في
ب صر .
ا ل رؤيةبحاسة ال
ت
وقد اعت رضى عليهب و ج وه
تب ؤليم
أق واه ا أن مح ؤا ل موس ى عليه الصا لة وا ل الم كان أل ج ل قومه ح ي ث ق الوا
إن كان وا مؤمنين كف ا ه مق ول مو س عليه ا ل ص الة وا ل الم إن ا ل رقية ممتن عة ،ل\ 0كان وا
فف دارالآخرة)
محاي
(واحمة إ ه صتذاكل؛ال سبمابجاب رؤية الؤشنائاهى
■
ب ر ا ل ص حابة رضي الله عنه م
ليلة ال يدر»ل ٢وه و مشه و ر رواه أ ح د وعش رون م ن أ كا
-و أما ا إل ج ما ع :فه و أن ا لأمة كان وا م جتم ع ين عل ى رقيع ا ل ر لية في ا لآخ رة ،وأن
■
شبهه م وتأوي الته م
ت٠ ٥
ر } ١سورة البق رة ،ا لآية
في ص ح أن يرى من حيثت حقق علمة ا ل ص حة وهي ا ل و ج ود ،ويت وقف امتن اعه ا عل ى
و حين اعترفس بأن ا ل ص حة عدميةف التستدعي علة ،ولو سلمف الوا ح د الن وعي قد
مح نبع يد إن ما ندرك منه ه وية ثا ،دون خصوصية ج و ه رية أو ع رضية أو إن سانية أو
فصيله إل ى
تعلقة به ويته قد نقدر عل ى ت
فرسية ون ح و ذ ل ك ،وبع د رنيتهب رؤية وا حدة م
يئ"
ثا ني :أن موم ى عليه ا ل ص الة وا ل الم قدس أ ل ا ل رؤية بقول ه :ا ؤرتآف
وتق ر ير ال
أنثلن ^ ^ ٠ؤ، ٢ ،ف ل و لم تكن ا لرؤية مم كنة لكا ن طلبه ا جه ألب ما ي ج و ز في ذات اممه
تعال ى وما الي ج و ز ،أو ضفهأ و عبأ وطل بأ لل م حا ل ،وا لأنبيا ءص نز ه ون عن ذ ل ك .
ب ل وه و أ مر مم ك ن في نفس ه ،والمعلق
وأن الله قد علق ا ل رؤيةبامحتق ر ار ا ل ج
ث ١ ٤٣
( ) ١محررة ا لأع راف ،ا لآية
ش ر ح اكقامن ا لخفية ٤٨
(وا إلرادةصفقلك محا ق أنيق قائمة بذاته) كرر ذ ل ك تأكيدأ وت حقيقأ إلثب ا ت ص ن ة
قديمة لكتعال ى تقتضى تخ صي ص المك ون ا ت بوجه دون و ج ه ،وفى وقت دون وقت،
والن جارثة من أنه مريد بذاته البص فته .وب ع ض المع تزلة من أنه م ريبب إرادة حادثة ال
كا ن محنكشفألدين ا في الحال ين ل ك ن انكشافه حا ل النظر إليه أتم وأك م ل ،ولن ابالنسبة
إليه حينئذ حالة م خ مو صة هي ا ل س ساةب الرؤية ( جائزة ي سمل )بمعنى أن العق ل إذا
ب صر
تق ري ر ا ل أولت أن ا قاطعونب رؤية ا لأعيا ن وا لأع ر ا ض ،ض رورة أن ا نف ر قبال
وا ل ح دو ث :عب ارة عن ا ل و ج ودب ع د الع دم ،وا إلمكا ن؛ عن عدمض رورة ا ل و ج ود
ف عو ل ،وأم ا
ف ا ع ل والم
ف ا ع ل إذاف عل شيئأفلي س ههنا إ ال ال
عين المكؤن)ء أراد أن ال
تمعا ن
ال خ ا ر ج للماهية ت حقق ،ولعا رمح ه ا ا ل م م ىب ال و ج ود ت حقق آ خ ر ،حتى ي ج
ير
ت صو
تمرزه ق وال
ف عا ل كال
بت حققب ح ب خ ك و? سادت ا الم قدورالتة خ صو صالت ا لأ
وا لأقرب م ا ذهب إليه ا ل م حقق ون منه م ،وه و أن م ر ج ع الك ل إل ى التك و ين؛ف إنه
يم ى إم اتة وب ال صورة ت صوير؛ وب ا ل ر زق إن تعلقب ا ل حياة يسم ى إ حيا ء وب ال مو ت
تعلق ا ت.
ه ما ال خ صو ص بخصوصية ال ترزيقأ إل ى غير ذ ل ك .فالك ل تك و ين،
ش ر ح العقا ئ د النس في ة ٤٦
المض افين ،أعنى :الض ا ر ب والمش ر و ب ،والتك وين ص ن ة حقيقية هى مبدأ ا إلض افة
التي هي إ خرا ج المع دوم من الع دم إل ى ا ل و ج ود ،ال عينه ا ،حتى لو كا ن ت عينه ا عل ى
ب رة مإنك ا رأ
ت حققه ا بدون المك ون مك ا
ش ا ي خ ،لك ان الق ول يما وقع في عب ارة الم
وتأثير فيهض ر ورة تك ونه بنفس ه ،وهذا ال ي و ج ب ك ونه خال قأ وا ل عالم ع خ ل وقأ ل ه،ف ال
قام به التك و ين ،والتك وين إذا كان عين الم كؤ ن ال يك ونقمائب أ بذات اممهتعال ى.
ا ل سراب؛ إذ ال معنى لل خال ق واأل سود إ ال من قام به اخلل ق وا ل واد ،وه ما وا ح د،
فمحله ما وا ح د.
٤ ل م د ال د ي ن التفت ا زان ي
ولما امتدل الق ائ لونب ح دو ث التك وين بأنه ال يت صو ر بدون الم ك ؤ ن ،كالض ر ب
ا ل ج و ا ب بقول ه:
تعل ق ،ك ما في العلم وال قدرة وغيرهما من الصن ا ت القديمة التي اليل زم ع ن قدعه ا
ال
صف اته ل زمتعطي ل ال صا غ وامحتغن ا ءت حقق ا ل ح وادث عن ا ل م و ج د ،وه و محا ل .ن إن
تلزم ذ ل ك قدم ما يتعلق و ج وده به فيلزم قدم ا لعالم ،وه وباطل ،أو
تعل قف إم ا أن يس
ما ال يتعل ق و ج ودهبال غير ،وا ل حا د ث م ا يتعلق و ج ودم به ،ففيه ن ظر ؛ لأن هذا معنى
ف ال م ن ة.
القديم وا ل حا د ثبال ذا ت عل ى ما يقوله به ال
تلزم ا ل ح دو ث بهذا
بالح دم ،والقديم ب خ الفه ،وم ج رد تعل ق و ج ودهبال غير ال يس
ث لأ.
فالس ف ة في ما ادع وا قدمه م ن الممكن ا ت ،كالهيول ى م
ال
عل ى ح دو ث ا لعالم ،كان الق ول بتعل ق و ج وده بتك وين اللدتعال ىقأو لب ح دوثه.
ح ا لخقا ئد ال نقية قر ٤٤
ص ف أ له قائم أ به رأزثية)
ا سم ا لمشتق عل ى الشيء من غير أن يك ون مأخذ ا الشتق ا ق و
لو جوه؛
ثل
فا ت وا العتب ا را ت العقلية ،مح
ضاوا ل م حقق ون م ن ا ل م كلم ين عل ى أنه م ن ا إل
ب ودآلن ا
ب ل ك ل شيء ومعه وب عده ومذك و رأ بأل نت ن ا وم ع
ك ون الصابعتعال ى وتقدس ق
وا ل حا ص ل في ا لأزل ه و مبدأ ال ت خليق وال ترزيق وا إل ماتة وا إل حياء وغير ذ ل ك ،
٤٣ ل م ال د ي ن التفتا زان ي
يا ت “
فظ ي ا ل حا د ث الم ؤل ف م ن المو ر وا لآ
ض افة ك ونه صفة للهتعال ى" وبين اللا إل
وم عنى ا إلض افة أنه م خ ل وق اممهتعال ى"ليس م ن تأليف ا ت الم خ ل وقين،ف الي ص ح النفي
وما ويع في عبارةبع ف ن الم ن ا خ من أنه عجا زفليس م عناه أنه غي ر م و ضنع
ئم
ت حقيق ربال ذا ت ،ا سم للمع نى الق ا
ن اه! أن الك الم في ال
للن ظم الم ؤل ف ،ب ل مع
ت سمية.
ض ح وال
له م في ا ل و نزخ
وذهبب ع ض ا ل م حققين إل ى أن المعنى في ق ول مش ايخن ا :ك الم اللهتعال ى معنى
بلة
ف ظ ومفه وم ه ،ي ل قي مق ا
ب ظ حتى ي راد يه مد لول الل
بلة الل
قديم ،ل ي ى في مق ا
صف ا ت•
الع ين ،وا ل مراد به م ا ال يق وم بذاته ك ائ ر ال
م ن قدم النظم الم ؤل ف ا لمر ت ب األ ج زاء،ف إنه بديهي االمحتحال ة ،للقط ع بأنه
بلةب
ا ل حنا
تب
ف ظ من غي رت ر
الق ائ مبالنفس لي س م ر ت ب ا أل ج زاء قي ن ف ه كالق ائ م بنفس ا ل ح ا
م ا عدة ا آلل ة ،وهذا ه و معنى قوله م :ا؛المق ر وء قديم والق راءة حادثة)؛ .وأ ما الق ائ م
تب
سمع ك ال مه تعال ى سمعه غير مرت ب فيه ،حتى أن م ن م
بذا ت اممهتعال ىف الت ر
ب ع ض ،و ال من
ا ل ح ر و ف المن طوقة أ و ا لمخيل ة ،ا لمش ر و ط و ج ود ب ع ضه ا ب ع دم ال
ف ظ إ ال ك ون
تعق ل من قيام الك الم بنفس ا ل حا
ش ك ا ل ا ل مرتبة ال دالة عليه ،ون ح ن ال ن
ا لأ
ف ظ ك ان ك ال م أ مسمو ع ا .
م ن ألف ا ظ مخيلة أو نق وش مرتبة ،وإذ1تل
ش ر ح اخلما ئ د السم ية ٤٢
وت حقيقه أن لل ئ ي ء و ج ردأ في ا لأعيا ن ،وو ج ودأ في ا لأذه ا ن ،وو ج ودأ في
ب ا رة ،وو ج و دأ في الكتابة ،والكت ابة تدل عل ى ال م ا رة ،وهي عل ى م ا في ا لأذه ا ن،
الع
وه و عل ى م ا في ا لأعي ا ن،ف ح ي ث يرص ف الق ر آنبما ه و من لوازم القدي م كما في
ف ظ ت الق ر آ ن ،أو
ص ف الق ر آن ،أو المخيلة ك ما في قولنا :حفي قولن ا' .ق ر أ ت ن
صة
ف ظ دون المحنى القديم ع رفه أئ
ش رعية ه و اللولما كا ن دلي ل األ حكام ال
ش ع ر ي إل ى أنه ي ج و ز أن
وأما الك الم القدي م ال ذ ي ه وص ن ة اممهتعال ى فذمحب ا لأ
ع ل مفالآن،فموس ى عليه أ ل ص الة وا ل الم محمع صوتآ داأل عل ى ك الم استعال ى ،ل ك ن
يا ت
ف صل إل ى ا ل و ر وا لآ
الم ؤل ف ل صح نفيه عنه بأن يق ا ل؛ ل ي ى ا ل ظ م ا ل معج ز الم
وت حقيق اخل ال ف بينن ا وبينه م ير ج ع إل ى إثبا ت الك الم ال ن ف ي ونفيه ،ما ال فن ح ن
■
ال نق ول بقدم األلف ا ظ وا ل ح ر و ف ،و هم ال يق ول ونب ح دو ث كادم ن ف ي
ودليلن ا ما ص أنه ب تب ا إل* جمإ ع ،وئؤائر النق ل عن ا لأنيا ء صلو ا ت الله عل يه م أنه
ف ا ت الم خ ل و ق و سما ت
تص ف بما ه و م ن ص
وأم ا استدالل هم بأن الق ر آن م
النظم ،وإنما الك الم في المعنى القديم ،رالمح تزلة لما لم يمكنهم إنكا ر ك ونهتعال ى
وم ن أق و ى شبه المع تزل ة :أنكم متفق ون عل ى أن الق رآن ا م م لما نق ل إلين ا بين
ف ظ وي ج عبالنظم
واألل ن ة وا لآذان،ب ل ه و محنى قديم ق ائ م بذات استعال ى ،يل
ف ع ل كذاب ع د ا ل و ج و د.
بأن ي
(والق رآنك الم الله محا ق غير م خلوق) وعق ب الق ر آن بك الم الله لما ذكره ا لمش ا ي خ ع ن
بلة
ي ب ق إل ى ال فه م أن الم ؤل ف من األ صو ا ت وا ل ح ر وف قديم ،كما ذ هب إليه ا ل حن ا
ج ه أل أو عن ا دأ.
الك الم عل ى وفق ا ل ح دي ث ،ح ي ث ق ا ل صل ى الله عليه وم ل م ; (رالق رآن ك الم 1لمح تحال ى
ف طرة
التك لم مع ال قدرة عليه ،روا لآفة) التي هي عدم مطا وعة اآل ال ت ،إماب ح ب ال
فول ية.
ك ما قي ال خ رس أوب ح بضعفه ا وعدمب ل وغه ا ح د الق وة ك ما في الط
س ي؛ إذ
فظ ي د ون الك الم النف
ص د ق عل ى الك الم اللف إن قي ل :هذا الك الم إن ما ي
ف ظ.
تلالسك و ت وا خل ر س إن ما ين افي ال
عل ى ذ ل ك ،فك ما أن الك الم لففل ي و ن ف ي فكذا ضده ،أعني السك و ت وال خ ر س.
(واللهتما ل متكلم بها آ مرناه مفض إ يع ني :أنهص ف ة وا حدة ت ك ث ر إل ى ا لأم ر والنهي
فا ت؛ لما أن ذ ل ك
ضاتعلقا ت وا إل
وا حدة قديمة ،وال تكثر وا ل ح دو ث إن ما ه و فى ال
فس ه ا•
م منه ا في ن ت و ح يد ،و لأنه دلي ل عل ى تكثر
ألتق بك ما ل ال
ا إل ج ا بة.
ب ع غى ال
ورد بأن ا ن علم اخت ال ف هذه المعانيبا ك م و ر ة ا را ط ز ا ؛ اليع ف ى لل
ت ح ا د.
ي و ج ب ا ال
ش ر ح ا لخقا ئ د ال ن ف ي ة ٣٨
روءلك الم) ه وصفة أزلية ،عب ر عنه ابالنظم ا ل م م ىبالق رآن ا ل مركب مح ن ا ل ح روف.
بارة أو
وذ ل ك ؛ لأن ك ل من يأ مر وينهى ويخب ر ،ي ج د من ن ف ه م عنى،ثم يدل عليهبالع
ش ا رة .وه و غير العلم ؛ إذ قد يخي ر ا إل ن ان ع ما اليعلم ه،ب ليعلم خ الفه.الكت ابة أ و ا إل
انتقاله لأوام ره ،مو بى هذا ك المأ نف سا عل ى ما أش ا ر إليه ا لأخطل بقول ه:
ب صر
فثبت أن للهتعال ىصف ا تثمانية *ي ؛ العلم والقدرة وا ل حي اة والسم ع وال
و لما كا ن في الث الثة ا لأخي رة نزيج وخف ا ء ك رر ا إلث ا رة إل ى إثب اته ا وقدم هان
ض ر ورة امت ا ع إثب ا ت ا ل مشتق لل ث ي ء مح ن غير قيام مأ خذ ا الشتق ا ق به ،وفي هذا رد
عل ى المح ت زلة ح ي ث ذهب وا إل ى أنه متك ل م بك الم ه و قا ئم بغي ره ،لي سص ن ة ل ه.
ريس م ن جنس اخل روف واألصو ات} ض رورة أنه ا اع راضى حادثة مش ر وط ح دو ث
روا ل أدرة) وهى :صفة أزلية تؤث ر فى الم قدورا ت عندتعلقه ا به ا .
ب ع أ للو قيخ.
ا لعلمتا
بذات اللهتعال ى ،وعل ى مح ن ز ع م أن معنى إرادة اللهتعال ىفعنه أنه ليسبمك ره و ال
ماء و ال م غ ل و ب ،وم عنى إرادتهفع ق ■^ ٠أنه آمر به ،كيف رقد أ م ك ل مكل ف
فمل وال تخل يق) عب ارة عنص ن ة أزلية ن م ى التك و ين ،وسي جيءت ح قيقه .وعدل
(وال
ش ع ر ي مح ن أنه ا
ال ك ما زع م ا لأ التك و ين، هي صفة حقيقية أزلية ق ائمة بال ذا ت
ف عا ل.
صف ا ت ل لأفا ت و
إض ا
ش ر ح ا لخق ا ن د النس في ة
صرحواب عدم الم غ ايرة بين الصف ا ت ،بن ا ء عل ى أنه ا ال يت صو ر عدمه ا لك ونه ا أزلية ،مع
بح ض
ب ر ه ا ن إثبا ت ال
بع ض كالعلم مئ لأ ،نم يطلببال
القط ع بأنه يت صو ر و ج ود ال
ا لآخ ر ،ف علم أنه م لم يريدوا هذا المعنى ،هع أنه ال يستقي م في ا ل حر ص م ع ا ل م ح ل.
ولو اعتب ر وص ف ا إلض افة لزم عدم الم غ ايرة بين ك ل متض ايفين ،كا لأب وا البن
و كا لأخ وين ،وكالعلة مع ا لمعلو ل،ب ل بين ا لخيرين؛ لأن الغي ر من ا ألسما ء ا إلض افية،
و ال ق ائ ل بذ ل ك .
ا ل ح م ل ،كما قي قولن ا :ا إلن ا ن كاتب ،بخ ا ل ف قولن ا :ا إلنسا ن ح ج ر ،ف إنه ال ي ص ح .
ثل
ث ل العالم والق ا دربال ن ب ة إل ى ال ذا ت ،ال في م
قلنا :إن هذا إن ما ي م ح في م
العلم والقدرة مع أن الك الم فيه ،و ال في األ جزاء ال غير المحمولة كالوا ح د من
ما فيه.
تعلقه ا يه ا .
٣ لمع د ال د ي ن التفتا زان ي'
نفي الغي رية صري ح أ مثأل إثبا ت العينية ض من ا ^ ،ثب اته ا مع نفي العينية صري ح أ جم ع
بين النقيضين ،وكذا نفي العينية صري ح أ ج مع ينه ما ؛ لأن المفه وم ع ن الشيء إن لم
ت ح ا د المفه ومب ال تف ا و ت
ب ك ن ا النفك اك بينه ما ،والعينيهب ا
م ع عدم ا لآخ ر ،أي :م
يك ون مفه ومه مفه وم ا لآخ ر ،و الي و ج د بدونه ،كال ج زء مع الك ل ،والص ن ة مع ال ذا ت،
ش رة يت حي ل بقاؤه بدونه ا وبق ائه ا بدونه ،إذ ه و منه اف عدمه ام ح ا ل ،وا ل وا ح د م ن الع
عدم ه ،و ال و ج رد ا لعر ض ك ا ل واد مثأل بدون ا ل م ح ل ،وه و ظا ه ر مع اكه يب المغ ايرة
اتف ا قأ ،نإن اكتف واب جانب وا ح د ل ز مت الم غ ايرة بين ال ج زء والك ل ،وكذا بين ال ذا ت
والص ف ة ،للقط عب ج و از و ج ود ال جزء بدون الك ل ،وال ذا ت بدون الص فة .وم ا ذكروا
ف ال.
ستحالة بق ا ء ا لوا ح د بدون العث رة ظا ه ر ال
من ا
حن ى،
فرنمو ر و ج ود ك ل منه ما مع عدم ا لآخ ر ،و ل وبال ال يق ادت ا ل م راد إمكا ن
ب و ت ا ل صا غ ،
ب ره ا ن ث
وإ 0كا ن م ح ا لأ ،وا ل عالم قد يت صو ر م و ج ودأ ئم يطل ببال
موجو دات قدي مة مغ ايرةل ذا ت اللهتعال ى ،فيلزم قدم غير اللهتعال ى وت ع دد القدم ا ء،ب ل
ت صري ح به في
تع دد ا لوا ج بل ذاته عل ى ما وقع ت ا إلش ارة إليه في ك الم الم تقدم ي ن ،وال
ف اته ،وقد كف ر ت
ك الم الم تأ خ رين من أن وا ج ب ا ل و ج ودبال ذا ت ه و الكتعال ى وص
ا لأق انيم الث ا لثة التي هي ا ل و ج ود وا ل علم وا ل حياة ،و سمو ه ا ا لأب وا ال بن و ر و ح
ال قد س ،وزع م وا أن أد وم ا لعلم قد انتق ل عن ذات الله إل ى بدن عيس ى عليه ا ل ص الة
وا ل الم،ف ج و زوا ا النفك اك وا النتقا ل ،فك ا ك ا لأق انيم نوات ا متغ ا يرة.
أه ل السنة وا ل ج ماعة فى كث رة الصف ا ت وتع دده ا متغ ايرة كا ن ت أو غير متغ اي رة.
ف ا لأول ى أن يق ادت المست حي لتع دد ذوات قديمة ال ذات وصف ا ت ،وأنه الي ج ترأ
وأم ا في ش ه ا فهي مم كنة ،و ال امحتحالة قي قدم المم ك ن إذا كان ق ائم أ بذات القديم
اآل لهة ،ل ك ن ينبغي أن يق ادت اممهتعال ى قدي مبصف اته ،و اليطلق الق ولبالقدم ا ء ،لئ ال
وال قدرة وا ل حياة وغير ذ ل ك ،ال ك ما ت ز عم ا لمع تزل ة؛ من أنه ع ال م ال ع ل م ل ه ،وقا در ال
ف عا ل
وقد نط قت الن صو ص بثب و ت ع لمه وقدرته وغيره ما ،ودل ص د ور ا لأ
ت حي ل
صر ح به مش ايخنا من أن اللهتعال ى حي .وله حياة أزلية ليستب عر ض و ال مس
ف اته
فالمح ن ة والمع تزلة و زع موا أن ص
به زائدة عليه ،وكذا جم ح الصف ا ت ؟ ٠فأنكره ال
ب ا ت.
إل ى غير ذ ل ك ،ف اليلزم تكث ر في ال ذا ت و التع دد في القدم اء وا ل وا ج
ب ودأ
ثأل قدرة و حي اة وع الم أ و ح يآ وقا درأ و صان ع أ للعالم ومح
ويلزمكم ك ون ا لعلم م
المع تزلة م ن أنه متك ل م بك ال م ه وق ا ئم بغيره ،ل ك ن مراده م نفي ك ون الك المص ن ة ل ه،
في ك ل نعا ن،ف ل و أثبتن ا العلم صفة للهلك ا ن موجودأ وصفة وقديم أ ووا ج ب ا ل و ج ود
ثل ة.
ف ا فى وص ف وا ح د انتفت ا لمما
لو اختل
ب ا ب،ب ان
إ ن زيدأ بث ل لعمر و في ال فقه ،إذا كا ن يسا ويه فيه ويس د مح د م في ذ ل ك ال
ب ا ت وا ل ص البة وا ل ر خ ا وة.
ف ا و ت ا ل وزن و عدد ا ل حمإ ن ت
في الكي ل ال غير ،ه
وعل ى هذا ينبغي أني ح م ل ك الم ((البداية>) أ ي فأ ،م ا الف ا ثترا ك الشيئين في ج م ح
ث ل ؟ا
ت ما
ت صو ر ال
تع دد ،فكيف ي
ا لأو صا ف ،وم ا واته ما من ج م ح ا ل و ج وه ي د غ ال
بع ض
بع ض أو ا لح ج ز عن ال
روال بمر ج عن ع لم ه وقدرته شيء)؛ لأن ا ل جه لبال
نق ص وافتق ا ر إل ى مخ ص ص ،مع أن الن صو ص القطعية ناطقةب عموم ا لعلم وث م و د
ال قدرة ،فه و بك ل شيء علي م وعل ى ك ل ث يء قدير ،ال ك ما يز عم الفالس فة :أنه ال
ي علم ا ل جزئيا ت و ال يقدر عل ى أكثر من وا ح د ،وال ده ر ية :عل ى أنه تحال ى ال ي علم
ث ل ( ، )١ ٢ ٤ ٠
ت ر ون ي،ن يبا ب م ا جا ء أن الحنطةب ال حطة هث الب م
ال
٣١ لمع د ال د ي ن التفتازال ي
عدم داللة ا ل م حدثا ت عليه ،فيفتق ر إل ى مخ ص ص ،ويدخ لت حت قدرة ال غير ،فيك ون
حا دئأ ،ب خ ال ف محثل العلم والقدرة؛ف إنه اصف ا ت ك ما ل تدل ا ل م حدث ا ت عل ى ثب وته ا ،
الطال بين ،وترم ح مجا ل الطا عنين زع م أ عنه م أنت ل ك المطالب اخلالية مبنية عل ى
ثله .
روال يشبهه شيء ) أي اليما
ب د آ خ ر مت حقق أو
ب د في م
ف وذ م
تم ك ن عب ارة عن ن
روال يتم كن ق م كان)؛ لأن ال
ت ج زء .
الق ائل ينب و ج ود ا خل ال ء ،واستعال ى م نزه عن ا الم تداد والم قدار ،الستلزامه ال
ت ج زئأ.
ت ح يز و الب ع د فيه ،مح إ اللك ا ن م
ف رد م
ف إ ن قي ل؛ ا ل ج و ه ر ال
ف ر ئ ا لمت و ه م ال ذ ي يث غله
م ال ت ح يز؛ لأن ا ل ح يز
قلن ا؛ المتم ك ن أ خ ص من ا لم
أم ح ل لل ح و ادث 4 .أ ي ف أ إم ا أن سا و ى الح يز أو ينق ص عنه ،فيك ون متن ا هيأ ،أو يزيد
'
ت جزئ ا .
عليه فيك ون م
إم ا ح دود وأ طراف أل لع كنة أون لهى ا لأمكنة،ب اعتب ا ر ع ر و ض ا إلض افة إل ى شيء.
ت ج دد يقدر به مت ج دد آ خ ر .
ت عبارة عن م
روال بجري عليل زمان)؛ لأن ال زم ان عندن ا
ب ع ض ،إ ال أنه حا و ل
واع ل م أن ما نك رم من ال تنزيه ا ت بع ضها يغني عن ال
فاظ
وا ل م ج مة وصائ رف ر ق الض ال ل والطغي ا ن بأبل غ و جه وآكده،ف ل م يب ا ل بتك ري ر ا ألل
ي حب ما ع ل مب طريق االلتزام.
ت صر
المت رادفة وال
ث ا خ مح ن أن
ش رن ا إليه ،ال عل ى ما ذهب إليه ا ل مش ائبة ا ل ح دو ث وا إل مكان عل ى ما أ
ش ر عية .وقد يق ا ل :إن اممه وا ل وا ج ب والقديمقلنا :ل 1إل ج ما ع 4وه و م ن ا لأدلة ال
ب عا ض وأ ج ر اء.
(وال مت؛هض وال مت ج زئ) أ ي ذي أ
ت جزئا .
يسم ىب اعتب ا ر تألفه منه ا متركب ا ،وب اعتبا ر ان حالله إليه ا متبحف ا ومح
ص في،لفهيق) أي ا ل م جانسة ل لأثجا ء؛ لأن معنىقولن ا ررما ه و؟ >،م ن أي جن س(وال يو
ثاني ،وم عنى قولن ا ؛ ارو ج دف ل م يبزا) أنه ح د ثف لم ي ت مر و ج وده ،ولم يكن
ال زمان ال
ثا ني.
ث ابتأ قي ال زمان ال
ب ا ر يتعال ى.
” وأن القي ام ه و ا الختصاصى الناحمتب المن عو ت ،ك ما في أو صا ف ال
ت ج دد ا لأمث ا للي س اب عد مح ن
— رأ ن انتف ا ء األ ج سام في ك ل آن ،ومش اهدة بق ائه ا ب
ذ ل ك في ا إل ع راض*
فا ت.
ا إلضا
ا ل ج م ،واستعال ى مت عا ل عن ذ ل ك .
المم ك ن ،وأرادوا به ا لماهية المم كنة التي إذا و ج د ت كا ن ت ال في م وضوع ،رأم ا إذا
أريد به ما الق ائم بذاته ،وا ل م و ج وئ ال في موض ئ ،ف إن ما يم ت غ إ ط القه ما عل ى ا ل م ا غ
ت ح ير.
ب ا در الفه م إل ى الم ت رت ب والم
م ن جهة عدم ورود الث ئ بذ ل ك ،مع ت
٢٧ ل ج د ال د ي ن التفتا زان ي
بع ه،
وفي كا لمبع ض الم تأ خ رين كا إلم ام حم يد ال دين ال د ي ر ر ح مه الله وم ن ت
فسه،
قديم فه و وا جب ل ذاته بأنه لو لم يكن وا ج بأ لذاته لكا ن جا ئز ا لخدم في ن
ميب ا ل م ح د ث إ ال م ا يتعل ق
تا ج في و ج وده إل ى مخص ص ،فيك ون محدث ا ؛ إذ ال ن
في ح
و ج ودهب إي ج اب شء آ خ ر .
ت و ح يد،
تع دد ا ل وا ج بل ذاته من ا ف لل
الص فة .وهذا ك الم في غ اية الصعوبة؛ف إن الق ول ي
ف ا ل من ة من انق ام ك ل من
ا ال حتي ا ج إل ى ذات ا ل وا ج ب ،فه و قولب ما ذهب إليه ال
القدم وا ل ح دو ث إل ى الذاتي وال زم اني ،وفيه رففى ل كثير م ن الق و اعد .وستأتي لهذا
زيادةت ح قيق.
س ي ع اليص ير ا سمي ال ر د ) ؛ لأن بديهية العق ل جا زمة بأن (ا لخي القا در ا س م
ف ا ت ،عل ى أن أضداده ا
ة ال يك ون يدون هذه الص ف عا ل المتقنة والنق وش ا ل م س ح
ا لأ
ب و ت ال ث م ع عل يه ا في ص ح
وأ ي فأ قد ورد الث ئ به ا وب عضه ا م ما ال يت وقف ث
ريسب عرض)؛ لأنه ال يق وم بذاته،ب ل يفتق ر إل ى م ح ل يق ومه ،فيك ون مم كنأ ،و لأنه
يمتنع بق اؤه نا ال لك ا ن البق ا ء م عنى ق ائم أ به ،فيل زم قي ام المعنىب المعنى وه و م ح ا ل؛
تع دد ال
ف ع ل ،أي؛ خ ر و جه ما عن هذا النظام ا لمش ا هدف م ج رد ال
أريد به الف البال
ي تلزمه؛ ل ج و از ا التف ا ق عل ى هذا ا ل ظام ا لمش ا هد ،وإ 0أبيد إمكا ن الف ادف ال دلي ل عل ى
انتف ائه،ب ل الن صو صش اهدةبطي ا ل م ا را ت وريع هذا النظام ،فيك ون مم كنأ ال محال ة.
ال يقا ل؛ ا ل م ال زمة قطحية وا ل مراد يف ا ده ما عدم تك ونهما ،ب محنى أنه لوف ر ض
ف اد يفيد إ ال ال داللة عل ى أن اتفاء الف اد في ال زمان الماضي بمب انتف اء المم دد.
ت لو ك ا ن ا ل عالم قدي م آ
ض ت مت ن زما ن ،ك ما في قولن ا ش ر ط ،م ن غير داللةانتف ا ء ال
نقد ينتبه عل ىبح ض ا لأذه ان أ ح د ا الشعمال ينب ا لآخ ر ،في ع في الخب ط .
حب المح د ق،ف إ نب عضه م ن ص عل ى بتغ ا ير المفه ومين ،بإن ما الك الم قي ال ت ا و يب
ا ل و ج ود إ ال عل ى ذات وا حدة-
ت رؤ ق
تما غ المث ا ر إل ه بقولهتحال ى
والمشه و ر في ذللى ب ن المتكلم يني ره ان ال
وتق ريرهن أنه لو أم ك نهإ ل ا ن ألم ك ن بينه مات ما غ ،بأن يريد أ ح د ه ما ح ركة زيد،
وا لآخر م ك ونه؛ لأن كأل منه ما في ن ف ه أم ز مم ك ن ،وكذا تحلق ا إلرادة بك ل منه ما ؛
إذ ال ش اة بين ا إل را دتين،ب ل بين ا ل مر الي ن ،و حينئذ إم ا أن ي ح م ل ا لأم ران في جتمع
واع ل م أن ق ول اههتعال ى؛< ؤل وةانذأمآءإتةإ ال أس كثوثا^؟ ٠ح جة إقن ا عية ،وا ل م ال زمة
ت ما غ والتغ ال ب
ع ادية ،عل ى ما ه و ا ل الئقبال خطابي ا ت؛ف إ ن العادة جاريةب و ج ود ال
ش ر ح ا لخقا ئ د ال ن ق ي ة ٢
فتنقي ا ل ل ل ة.
ثانية،
الجمل تين ،بأن ت ج ع ل ا لأول ع ن الجمل ة ا لأول ىب إ زاء ا لأول من الجملة ال
ث انية كان
والثانيبالثاني وه ل م ج ؤا،ف إ ن كا نب إ زاء ك ل وا ح د من ا لأول ى وا ح د م ن ال
الناق ص كال زائد وه و م ح ا ل ،ثإ ن لم يكن فقد و ج د في ا لأول م ا الي و ج لب إزائه ئ يء
من الثا ني ة ،فت ض ل؛ الث ا نية وت ن ا ه ى ،ويل ز م منه تن ا ه ي ا لأول ى ؛ لأنه ا ال ت ز ي د عل ى الث ا نية
إ ال بقدر قثنا ه ،وال زائ د عل ى المتن اهي بقدر متن اه يك ون متن ا هيأبالض ر ورة.
ف إنه ينقط ع إ1نق طا ع ا ل و ه م .ف ال يرد النقفى ب م راتب الع د د ،بأن يطبق جملتا ن:
٢٣ س ال د ي ن ا لخفتا زان ي
فالسفة.
يق و ل به ا ال
وا ل ج و اب :أن الم ذ ض ح دو ث م ا ثبت ر ج ونهبال دلي ل م ن الممكنا ت ،وه و ا لأعيان
المت حيزة وا لأع راض؛ لأل أدلة و ج ود ا ل م ج ردات غيرتامة عل ى ما ي ن قي المطوال ت.
يالم ن اهدة ح دوثه و ال ح دو ث أضداده ،كا لأع راض الق ائمةب ا ل م و ا ت ع ن ا لأشك ا ل
ض واء.
وا المتدادات وا لأ
وا ل ج و اب :أن هذا غير مخ ل يال غ ر خى؛ لأن ح دو ث ا لأعيان يستدعي ح د و ث
لما ن ى.
أزمنة عقدرة غير عتن اهية فى جان ب ا ح
ت وف م ال ذ ي يشغله ا ل ج م
ف ر ئ الم
وا ل ج و ا ب؛ أن ا ل ح يز عند المتكلم ين ه و ال
ال قدم ين افي الع دم؛ لأن القدي م إن كا ن وا ج بأ لذاتهفظا ه ر ،ما ال ل زم امحتن اده إليه
فه و حا د ث.
ب وقأ
م ف إ ن كا ن مب وقأ بك ون آ خ ر في ذ ل ك ا ل ح يزبحينه فه و محا ك ن ،بإ ن لم يكن
ت ح رك ،وهذا معنى قوله م :ارا ل ح ركة
بك ون آ خ ر قي ذ ل ك ا ل ح يزب ل في ح يز آ خ رفم
ت ح ر كأ كما ال يك ون سا كنأ.
ف ال يك ون م
وأما ح د وثه ما ؛ف لأنه ما من ا لأع راض وهي غيرب اقتة ،و لأن م اهية ا ل ح ركة لما
ب ح ا ث:
وههن ا أ
٢ لمحعم ال د ي ن ارش ا زان ي
ثل
فالسفة م
قلن ا؛ ن عم ،في إثب ا ت ال ج و ه ر المف رد ن ج اة عن كثير من ظ ل ما ت أل
يول ى وا ل صورة الم ؤذي إل ى قدم ا لعالم ونفي حش ر األ ج ام وكثير من
ه
إثب ا ت ا ل
ص أ بهت ح يز أ و مخت
ب ع أ له في ال
(" ٢والمرض ما ال يق وم بذاته)ب ل بغيره ،بأن يك ونتا
اخت م ا ص الن ا عت،ب المن عو ت عل ى ما ي ق ،الب معنى أنه ال يمك نت عقله بدون ا ل م ح ل
عل ى ما ز هم ،ف إن ذ ل ك إنما ه و فيبع ض ا لأع راض .؛( ٢١ومح دث ق األ جسام وامح تواهر)
(كآاللوان) وأصوله ا قي ل :ا ل راد والبي ا ض ،وقي ل :ا ل ح م رة والخض رة والصف رة
ت ركي ب .
ب واقىيال
أيض ا ،وال
والحفرصة وا ل ملو ح ة وا لخرافة وهي ا ل مرارة (وا سوم) وأن واعه ا تسع ة،
وا ل حم وضة والقبض وال ح الوة وال د سومة والتف اهة ،ئم ي ح ص ل ب ح ب ال تركي ب
حا د ث؛
أم ا ا لأع ر اض :فبع ضهاب المش اهدة كال ح ركةبح د ا ل خ و ذ والض وءب ع د الظلمة —
را ل رادب ع د البيا ض .وبعضه ابال دلي ل وه و طري ان الع دم ك ما في أضداد ذ ل ك ،ف إ ن
ا ل ج م إن ما ه و من الهيول ى وا ل صو رة.
وأق و ى أدلة إثب ا ت ا ل ج زء؛ أنه لو ونحح ك رة حقيقية عل ى سطح حقيقي لمت ماشه
ص تهب ج زأين لك ان فه ا خ ط بالف عل ،ف ل م تكن كرةإ الب ج زء غي ر منق م ،إذ لو ما
ا لأول؛ أنه لو كان ك ل عين منق م أ ال إل ى نه اية لم تكن ال خ ردلة أصغ ر من
ب ل ؛ لأن ك أل منه ما غير متناهي األ ج زاء ،والجغثم والصف ر إن ما ه و بكث رة األ ج زاء
ال ج
ب ل ا ال فتراق ،محاستعال ى
ت مإ ع أ ج زاء ال جسم لجس ل ذاته ،بإ ال لما ق
ث اني؛ أن ا-ج
ال
فيه ،إن أم ك ن افتراقه لزم قدرة استعال ى عليه دفع أ للعج ز ،بإ ن لم يمكن س ث
ت مإ ع أ ج زاء أ ص لأ ،بإن ما ا ل ط م والص غ رب اعتب ا ر الم قدار الق ائم به ،وا الفتراق
ا-ج
تلزم ا ل ج زء.
مم ك ن ال إل ى نه اية،ف اليس
ت ح ثز شى.؛؛ آ خ ر ،
ومعنى ق امه بذاته عند '1ا0ا"ا^^1ل *و أن بت ح ز ين ف ه عم رت ابعث حئ رء ل
ت ح يزأ
ثانى من حو تأ ،سواء كا ن م
ن أ وال
بثسء آ خ ر اختصاص ه به،ب ح يث يصي ر ا لأول م
بع ض ال بد م ن
— (إما مركب) من ج زأينف صا عدآ عندن ا (وهو الجسم)• وعند ال
بعض من
ث الثة ،أعني ؛الطول والم ر ض والحم ق .وعند ال
ب عاد ال
ث الثة أ ج زاءلتت حقق ا لأ
ئم الظا ه ر أنه أراد أن اإلله ام ل ي ى سبأي ح ص ل به ا لعلم لعامة اخلل ق ،و ي ملح
لإللزام عل ى ال غير ،ن ا الف الش ك أنه قد ي ح م ل به العلم ،وقد ورد الق ول به في
ه ن ا ل ماف<
ا)ا و ح كي عن كش ر م بى ريي
لمالخب ر ،ن ح وقوله عليه الثتتحادق ا ل الم :ررأه م
ث ال ثة.
ا لأي ا ب قي ال
[ف صل في ح دو ث العالم]
( إذ ه و) أي ا لعالم (أعيان وأع ر اض) لأنه إن ق ام بذاته فمي ،بإ ال فغزض ،وك ل
منه ما حا د ث لما مح نبي ن .و لم يت عر ض له المص ن ف ر ح مه اللهتحال ى؛ لأن الك الم فيه
مقدورأ للم خ ل وق• وقد يق ا ل؛ فى مق ايلة االمح ت دالل ى ،ويفغ ربما ي ح م ل بدون فك ر
“ض ر ور يي ح ص ل بأول الن ظرمح ن غير تفكر ،كالعلم بأن الك ل أعظم من ا ل ج زء.
تا ج فيه إل ى نيع تفغر ،ك العلمب و ج ود النا ر عند رؤية ال د خ ا ن.
“ واس تدالل يي ح
با ب ا س م]
نبيان أن اإلله ام ي س من أس
ث الثة
ب ا ب في ال
عند أه ل ا لخق) حتى يرد به ا ال عترا ض عل ى ح صر األس
ا لمذك و رة.
بع ض م ن ت خصي ص
أعل ى أن مرادن اب الحلم وا لمعرفة وا ح د ،ال كما ا ص طلح عليه ال
وا ل ج و اب :أن ذ ل ك لف ا د الن ظر ،أي ال تفكيربالعق ل ،ف ال ين افي ك ون الن ظر
فإن قي ل :ك ون الن ظر م فيدأ للعلم إن كا ن نحر وريآ لم يقع فيه خ ال ف ك ما في
قولنا :ا ل وا ح دنص ف ا الثنين ١^^ ،ك انن ظر يأل زم إثب ا ت الن ظربالن ظر وأنه درر.
والن ظر ي قد يثبن ،بن ظر مخ صو ص اليع بر عنهبالن ظر ،ك ما يق ا ل :قولن ا « :ا لعالم متغير،
وك ل متغير حادث)؛ يفيد الحلمب ح دو ث العالمبالض رورة ،ولي س ذ ل كل خصوصية هذا
م فيدا للعلم• وفيت حقيق هذا الم خ زيادة تفصي ل اليليق بهذا الكت ا ب.
ا حتيا ج إل ى تفكير رفهوض روري ،كا سم بأن ك ل شيء أعظم م ن ج زئه).ف إنهب ع دت صو ر
معنى الك ل وا ل ج زء وا لأع ظم ال يتوقف عل ى .ش يء ،رم ن توقف فيه ح ي ث ز ع م أن
ن تدأال ل م ن العلة عل ى
(وم ا ثبتي ا سد ال ل) أيبالن ظر في ال دلي ل ،م راء كان م
ا لمعلو ل ،ك ما إذا رأ ي ن ا رأف علم أن هل ا دخ ا نأ ،أو م ن ا لمعلول عل ى العل ة ،ك ما إذا
ثاتيباالس تد ال ل
تعلي ل وال
رأى د خا نأف علم أن هناك ن ا رأ ،وقد ي خ ص ا لأولباسم ال
وا ل الم :؛راليتة عل ى المدعي واليمين عل ى من آنكرأ ٧٢ع ل م بال ت وا ت ر أنه خب ر الرمحول
س ت داللي-
الم دعي وه و ا
الن ظر عن الق رائن المفيدة لليقين بداللة العق ل ،فخبر اممهتعال ى أو خي ر الئ ل ك إن ما
يك ون مفيدأ للعلمبال ن ب ة إل ى ع امة اخلل ق إذا نض ل إليه م من جهة ا لر سول عليه
ت و اتر.
ا ل ص الة وا ل الم،ف حكمه حكم خبر ا لر سو ل ،وخب ر أه ل ا إل ج ميع في حك م الم
ح ج ة.
بقوله م :غ ريزة يتبعه ا العلميالض روريا ت عند سالمة اآل ال ت.
ش اهدة،وقي ل :ج وه ر يدرك به اخل ائب ا تبالوسا ئط ،وا لمح سوما تب ال م
ال ن ه ا با ت اب ا ب ال يمين عل ى الم دع ى عله ني األموال را ل ح درد ر ، ٢٢ ٥ ٢ ٤وعند م ل م ني ا لأئ مية،ب ا ب اليمين عل ى
س ى عب ( ) ٢ ٦ ٧ ا
ش ر ح العق ا ئ د ال ن ف ي ة ٤
وأم ا قوله م؛ ال دلي ل ه و ال ذ يتل زم م ن ا لجلم به ا ل علم بشيء آ خ ر ،فبالث اني أوفق.
أمحا ك ونه موج بأ للعلم ،فللقء؛لح بأن من أظه ر الله ا ل م ع جزة عل ى يدهتص ديقأ لة
سالة ،كا ن صادقأ في ما أتى به من األ حكام ،ئذ 1كا ن صا دقآ يقع ا لعلمفي دع و ى ا لر
م
ب مض م ونه ا ق ط ع ا .
بلن ا ؛ الك الم في ما ع ل م أنه خب ر ا لر سول بأن سم ع م ن فيه أوت واتر عنه ذ ل ك أو
الش ع ر ا ت.
ت د العلم يك ون
ت ال ف ا رن ح ن ج
ض رونيا ت ال يقع فيه ا الئف ا و ت و ال ا ال-مح■ ال
ف إن قي ل'
ف ادته العلما لوا ح دنص ف ا الثنين أقوى من العلمب و جود إس كند ر ،والمتواتر ئد أبكر إ
جماعة م ن العق ال ء ،كالسئنثة والبزا ج ئ ة،ف ال يك ون ع ل م ا ل حا ص ل عقيبهض ر و الأا<
ب ا ل ع جزة).
ث ابت ر مالته (
روامحو ع الغاني؛ خبر ال رسول الفيل) أي ال
وا ل ر م و ل :إ ن ا نب عثه استعال ى إل ى ال خلق لتبل خ األ حكا م ،رقد يشت رط فيه
وا لمعج زة :أمز خا رق للغ اذؤ ،محم د به إظه ا زص د ق مح ن ادعى أنه ر سول اللهتعال ى.
ف م وا لل ما ز.
ت ال ،ب ل ا ل حادوة تدركبال ذو ق ،وا ل ح رارةباللم س ا ل م و ج ود في ال
تا
قل
(واخل ب ر اكث ادق) أ ي؛ المطابق للو ا؛ ع ،ف إ ن ا لخبز ك الم يكو ن ل به خ ا ر ج ،
صن ا ت المخي رفم ن محهن ا يقع فيبع ض الكت ب ررالخب ر ا ل صادق))بالوص ف ،وقي
تعائ ب والتوال ي (وهو ا لخير امحنإبت على ألمنة ق وهر ال يتصو رت واطؤفم) أي ال ي ح ز ز
ال
العق لت وافقه م (على ال كذب) .وبص ذائه :و م ع ا لعلم من غير ثب ه ة( ،وهو)بالض رورة
ت مل
(موجب سمم 1ض روري كاسممبالملوك ال خال ة ي الأزم ة الماضية وايلدان انانيق) ي ح
وأما خبز الن صا ر ى بقت ل عيس ى عليه ا ل ص الة وا ل ال م ،واليه ود بتأييد دين مو س
فالمح ف ةف ال يت م د الئله ا عل ى
باطنة التي تثبته ا ال
بالض ر ورةب و ج وده ا ،وأم ا ا ل ح وائى ال
ف ر وش في تفق ر ا ل ج ما خ ،يدرك به ا
(ال نن ؤ) و ه و؛ ق وة م وذعة في العصب الم
األ صو ا تب طريق و صول اهل واء الم تكي ف بكيفية ا ل صو ت إل ى ا خل ما خ،بمعنى أن اممه
(وال ص ر) وه و :ق وة مودعة في العص بتين ا ل م ج وفتين الل تين تن القيا ن في ال د ما غ،
وا ل ح ر كا ت وا ل حنش والقم ح وغي ر ذ ل ك مما ي خلق اللهتعال ى إدراكه ا في الشس عند
ت صا ل به.
ت ما س وا ال
واليبوس ة ون ح و ذ ل ك عند ال
أشياء م خصوص ة ،ك ا ل م ع أل ل صوات وال ذو ق للمطعوم والشم للرو ا ي ة ،ال يدرك به ا
ض روريا ت ،ش اده ا ف اده ا ،ولهذا كثر فيه ا اخت ال ف الحق ال ء.ش م ة .والنظريا تف ئ ال
د
ب ع ضبانتف ا ء
ب ع ض لأمب ا ب جزئية ال ين افي ال ج زمبال
قلنا :غ ل ط ا ل ج ش في ال
ت صو ر ال ينافي
أمسا ب الغ ل ط ،وا الخت ال ف في البديهي لع دم اإلل ف أو لخف ا ء في ال
لأنهم ي عترف ون خصوص أ ، ^ ^ ^ ١ ال طريق للمن اظرة معه م ، وا ل ح ؤ :أنه
ت رق وا.
ف وا أوي ح
تربمعلوم ل ي ت به م جه و ل،ب ل الطريقتع ذيبه مبالنا ر ،يع
ف ا)) م عن اه
ف ط ا)) ا سم ل ل حك مة ا ل م و ه ومة وا لحلم ا لم ز خ ر ف؛ لأن رر سو
و رءمحو
ل بيا ن أ مجا ب ا س م ]
قوله م :ص ف ةت و ج بتم ييزأ الي حت مل النقيخى،ف إئه وإر؛ا كانشأا م ل إلدراك ا ل ح واس
ت صو را ت بن اء عل ى أنه ا ال نق ا ئض له ا عل ى ما
بن ا ء عل ى عدم التقييدب المعاني ،ولل
تصديقا ت.
زع موا ،ل كنه ال يث مل غير ال نفقا ت م ن ال
ب ل للظ ن،
ف العلم عنده م مق الأ
االس ت ق ر ا ء.
ش ر ح ا لخقأنعم التس في ه ٨
ب وته ا .
و ال ع ل م ي ر ت حقيقة ،و الب ع دم ث
ف ط اثية ]
و بيانف رق ا ل و
ج و ه رأف ج و ه ر ،أو ع ر ضأف حر ض ،أ ر قديم أ فقديم ،أو حا دثآف ح ا د ث وه م الع ندية.
لن ات ح قيقأ :أئان جزمبالض رورة بثب و تبع ض ا لأشي ا ءبالعي ا ن ،وي ع ف ه اب اني ا ن.
همإل زام أ :أنه إ ذ لم يت حقق نفي ا لأشيا ء فقد ثبتت ،نإ نت حقق ،والنفي حقيقة من
(قا د أئ ن ء لخق) وه و؛ ا ل حكي؛ المطابق للو ا؛ ع ،يطل ى عل ى ا لأق وال والعق ا ئد
باطل .
بله ال
وا لأديان والم ذاه ب،ب اعتب ا ر اشتماله ا عل ى ذ ل ك .رق ا
بله ال ك ذ ب.
ق وال خاص ة ،ويق ا
نمعمائه في ا لأ وأم ا ا ل ج ذ ق فقدش ا ع
ي؛
وقد يف ر ق بينه ما 1ن المطابقةتحتي ر في ا ل حق م ن جان ب ا ل و ا؛ ع ،وفي البد ف
إياه.
ر حماثق ا لآتي ء ثا بتث) حقيقة الثى-ء وماهيته؛ ت ا يه الشى-ة خؤ هز؛ كال حي وان
ت صو ر.
محنا ه ا بديهىال
ثابتةثا بتة.
ت ا لأم و ر ال
م نزلةقولنا
ف إن قي ل :ف ال ح ك م بثب و ت حق ائق ا لأشي اء يك ونلغ وأ ب
ف رس
سم ما ء م ن ا إلن سا ن وال
قف ا :ا لمرائ أد ما نع تقد ٥حق ائق ا لأشيا ء ونسميهبأا ل
ثل
ث ا ب ث ئ ا ب غ ،و ال م
ث ل ق ول ك ؛ ال
ت ا ج إل ى البيا ن ،ري س م
وهذا الك الم م فيدب ما ي ح
ثالثص غيرأ؟
ا تجا ئي :م ا تق ول فيث الثة أ خ وة ،ما ت أ ح ده م عطيع أ وا لآخ ر عاص ي آ وال
ث ا ب و اليعاقب .
ثالث ال ي
ثانييعاقببالن ا ر ،وال
ث ا بب ا ل جنة ،وال
فق ا ل :إن األ ول ي
مقاص د ه ا ،فيتمكن وا م ن إبهطال ا ،و هلم ج ؤا ،إل ى أن أدر ج وا فيه معظم الطبيعي ا ث
ش ر وع ا ت؟با ت وأ سا س ا لم
أ صل ا ل وا ج
ل ج د ا ل د ي ن التفتا زان ي
“ و لأنه ي و ر ث ال قدرة عل ى الك الم قي ت حقيق الش رعيا ت ئل ز؛م اخل صوم
ك ا ل م ن ط ق للفل ف ة .
— و لأنه أؤل م اي جب من ا لعلوم التي إن مات علم وتت علمبالك ال م ،فأطلق عليه هذا
— و لأنه أكث ر ا ل علوم خ ال فأ ويزا عأ ،فيشتق افتق ا ره إل ى الك الم مع ا لم خال فين وال رد
عليه م•
-و لأنه ال بمائه عل ى ا لأدلة القطحية الم ؤيد أكثرطب ا لأدلة ا ل م عية أث ئ ا لعلوم
تأثيرأ في القلب وتغل غ ال فيه ،فم يبالك الم المشتق ع ن الك ل م وه و ا ل ج ر ح ،وهذا
ب صر ي — ر ح مه امم ه-
وذ ل ك أن ر ي ه م وا صل بن عطاء اعتزل م ج لس الحس ن ال
ت و ح يد؛
الحسن '.قد اعتزل عئا ،فنق وا المع تزل ة ،وه م سموا أ ن ف هم أ ص حا ب ا لع د ل وال
ثم إنه مت و غ ل وا في ع ل م الك الم ،وتشبث وا بأذيا ل الفالس فة في كثير ع ن األ صو ل،
ش ح ر ي ألستاذه أبي عل ي
ب و الحس ن ا لأ
وشخ مذهبه م فيما ي ن الن ا س إل ى أنقال ال ش خ أ
ش ر ح السا ئ د ال ش ق ي ة
اع ل م أن األ حك ام الش رعية منه ا م ا يتعلق بكيفية العمل ،و ئ ث ىف رعية وعملية،
ث ا نية :علم
م ن جهة الشمع ،و ال ي ب ق الفه م عند إ طال ق األ حكام إ ال إليه ا ،وبال
متغنين عن تدوين العلم ين فا ت ،وتم كنه م من ا ل مرا ج عة إل ى الثق ا ت،
وا الخت ال
اخت ا ل ف ا لآراء والمي ل إل ى البشع وا لأه واء ،وكثرت الفتا و ى وا ل واقعا ت الل ر ج و ع إل ى
فا ت.
ض ح وا ال ص ط ال حا ت ،وتبيين الم ذامحب وا الخت البأ ج وبته ا ،وتعيين ا لأو
أ ح وال ا لأدلة إأج ما ل في إفادته ا األ حكام بأ صول الفقه ،وم عرفة العق ا ئد عن أدلته ا
ب رو ت
في ن حو ت ا ل ج الم تقدمس ا ل ح م د لله المت و ح دب ج ال ل ذاته وك ما لصف اته،
عن ش وائب النق مى و م ما ته .وا ل ص الة عل ى نيه محم د الم ؤيدب ا«ءإع ح ج ج ه،
ا لأوهام.
الملة وال دي ن ،ع مر 1ل ت ن ي -أ عل ى الله در جته في دار ا ل م الم “ يشتم ن من هذا ال ف ؤ
ت ج ا فيأ عن
ف و ائد معت ج ري د ،ط ا ويآ كث ح المق ا ل عن اإلطالة وا إلم ال ل ،وم
وتكثيي لل
يون اد ظ ر
صلمأل
.ةال حةالئك
مال ال خ
إإل .اخ
ئ ن ال ي س ع ل ا لرتي م * م و د ي ز ع م ر ا .
الم ز ن ى سة م^ب ه
رحم ه الت،تحال