You are on page 1of 105

CANİKO’NUN SONU

COLETTE

Caniko küçük bahçe parmaklığını ardı sıra çekti, geceyi kokladı: “Ah! Hava güzel…”
Hemen düzeltti: “Hayır, hava güzel değil.” Sıkışık nizam kestane ağaçları hapsettikleri
sıcağın üstüne çöküyor, en yakın gaz lambasının tepesinde kızıla çalan bir yeşillik
kubbesi titreşiyordu… Bitkiye boğulmuş Henri-Martin Caddesi, ormandan yükselen cılız
serinlik akımına kavuşmak için sehere dek bekleyecekti.

Şapkasız çıkmış Caniko, lambaları yanan boş evinin seyrine dalmıştı. Hoyratça
çarpıştırılan kristallerin gürültüsü, ardından Edmée’nin berrak, kınamaya hazır sertleşmiş
sesi ona ulaştı. Karısının ilk katta, hol kapısına yaklaşıp dışarı sarktığını gördü. İncilerle
işli elbisesi kar rengini yitirip gaz lambasının yeşilimtırak aksini yakalamış, lame ipekli
perdeye sürtünürken sarı sarı alevlenmişti.

– Kaldırımdaki sen miydin Fred?

–Ya kim olacaktı?

– Filipesco’yu evine bırakmadın mı?

– Yok ya, kaçıp gitmiş.

– Yazık… Neyse, önemi yok. Geliyor musun?

– Hemen değil. Aşırı sıcak. Geziniyorum.

– Ama… Sen bilirsin.


Edmée bir an sustu ve gülmüş olacak, Caniko elbisesindeki tüm kırağının titrediğini
gördü.

–Buradan seçebildiğim sadece karanlıkta asılı kolalı beyaz gömleğinle yüzün… Dansing
afişi gibisin. Bela bir hâlin var.

–Annemin ifadelerini ne de severmişsin, dedi Caniko. Bırak odalarına çekilsinler,


anahtarım cebimde.

Edmée ona doğru elini salladı ve pencereler birer birer söndüler. Özel, donuk bir mavi
alev Caniko’ya, Edmée’nin giysi odasından köşkün arka cephesine, bahçeye açılan yatak
odasına geçtiğini bildirdi.

“Hata etmeyelim,” diye düşündü. “Giysi odasına artık çalışma odası deniyor.”

Janson da Sailly’nin* saati çaldı, Caniko başını kaldırıp çan seslerini yağmur damlaları
gibi havada topladı.

“Saat on iki. Edmée yatağa girme telaşındadır… Ha, evet, sabah dokuzda hastanesinde
olması gerek.”

Birkaç asabi adım attı, omuz silkti, sakinledi.

“Neticede, adeta bir klasik balerinle evliyim. Sabah dokuz, ders saati: bu kutsal. Her
şeyden önemli…”

Orman girişine dek yürüdü. Havada asılı duran tozlar gökyüzünü solgunlaştırmış,
yıldızların titreşimini azaltmıştı. Caniko durdu, seri adımların ona yetişmesini bekledi:
ardı sıra yürünmesinden hoşlanmazdı.

–İyi akşamlar Bay Peloux dedi “Sivil Savunma” görevlisi, elini kasketine götürüp.

Caniko parmağını şakak hizasına kaldırdı, savaşta süvari ve topçu başçavuşlarıyla


yârenlikten edindiği subay hoşgörüsüyle karşılık verdi. Küçük bahçelerin kapalı demir
kapılarına dokunan “Sivil Savunma” görevlisi yanından geçti gitti.

Janson de Sailly: 1. Dünya Savaşı’nda yatakhanelerinin bir bölümü hastaneye dönüştürülmüş ünlü Paris
Lisesi. (Ç.N.)
Orman girişinde, banka oturmuş iki âşığın kumaşları birbirine sürtünüp buruşuyor, boğuk
sözcükleri birbirine karışıyordu. Caniko bir an, birleşmiş bedenlerden, görünmez
ağızlardan yükselen, sakin suyu yara yara ilerleyen gemi sesini dinledi.

“Adam asker,” diye saptamada bulundu. “Palaskanın açıldığını duydum.”

Düşünceden arınmış tüm duyuları tetikteydi. Kulağının vahşi hassaslığı, Caniko’ya,


savaşın kimi sakin gecelerinde karmaşık hazlar ve can kurtaran dehşetler bahşetmişti.
Topraktan ve insan kirinden kapkara olmuş asker parmaklarıyla, yanılmaksızın,
madalyaları, madeni para kabartmalarını ayırt etmeyi, adlarını bilmediği bitkilerin sapıyla
yaprağını seçmeyi becerebilmişti… “Heyyt Peluu, gel bak yahuuu, şu yakaladığım ne
mene bi şiiymiş ki?” Caniko, karanlıkta eline bir ölü köstebek, yılancık, ağaç kurbağası,
yarılmış bir meyve ya da herhangi bir çöpü tutuşturan ve “Ah! Nasıl tahmin etti bee!”
diye bağıran kızıl oğlanı gözünün önüne getirdi. Bu anıya, kızıl ölüye acıma duymaksızın
gülümsedi. Arkadaşı Pierquin sık sık gözünün önüne gelirdi; sırt üstü, kuşkucu bir
ifadeyle ebedî uykuya yatmış. Sık sık da onu anardı. Daha bu gece, yemek sonrası,
Caniko’nun artık ezberine girmiş, hesaplı bir tutuklulukla çattığı kısa öyküsüne Edmée
ustaca çanak tutmuştu. Öykünün sonu şöyle geliyordu: “Pierquin o zaman bana dedi ki
‘İhtiyar, rüyamda kedi gördüm, sonra bizim oranın nehrini. Kirlenmiş, iğrenç olmuş. Bu
hiç affetmez…’ İşte o an vuruldu. Basit bir şarapnel! Sırtlayıp taşımak istedim… Bizi
bulduklarında yüz metre ötedeydik. Üzerime yığılmıştı… Anlatıyorum, zira yiğit
çocuktu… Yakama şunu taktılarsa, biraz onun sayesindedir.”

Caniko, edepli susuşun hemen ardından, gözünü indirip yeşil kırmızı kurdele nişanına
bakar, kendini koyvermemeye çalışıyormuş gibi sigarasının külünü silkelerdi. Rastgele
bir patlama, birini ötekinin omuzlarına yığmış, Caniko’yu hayatta tutarken Pierquin’i
ölüme götürmüştü ve bunlar kimseyi alakadar etmez diye düşünüyordu. Zira kimi zaman
yalandan daha karmaşık olan gerçek, aniden hareketsizleşmiş bir Pierquin’in devasa
ağırlığı altında hayatta kalan isyankâr, kindar bir Caniko’yu yarı yarıya boğmuş da
olabilir… Caniko, Pierquin’e karşı hınç besliyordu. Gerçeği küçümserdi zaten; gerçek,
bir geçmiş günde, ağzından hıçkırık gibi çıkıp etrafı batıralı…

O gece, kendi evinde, Amerikalı kumandanlar Atkins ve Marsh-Meyer, bir de Amerikalı


teğmen Wood, Caniko’yu dinlemiyor gibiydiler. Spora aşina yeni yetme yüzlerin, sabit,
boş bakan açık renk gözlerin, neredeyse acılı bir tedirginlikle tek bekledikleri dansingin
yolunu tutma saatiydi. Filipesco’ya gelince… “Başıboş bırakılacak adam değil” diye
değerlendirmede bulundu Caniko, az ve öz.

Gölün oradan bir kokulu nem yükseliyordu; pelteleşmiş sudan çok, çevredeki çimlerden.
Caniko ağaca yaslanırken bir kadın gölgesi ona cüretkârca sürtündü. “İyi akşamlar
küçük…” Alçak ve yanık sesin –susuzluk, gece kuruluğu, tozlu yol kokan ses– telaffuz
ettiği son sözcük, Caniko’yu sıçrattı… Yanıtlamadı. Karanlıkta seçilmeyen kadın, esnek
ayakkabı pençeleri üzerinde ona doğru bir adım attı… Caniko’nun burnuna siyah bir
yünlünün, yenilenmemiş bir iç çamaşırın, terli bir saçın kokusu sıçradı; geniş, hafif
adımlarla evin yolunu tuttu.

Boğuk mavi ışık hâlâ yanıyordu: Edmée hâlâ, çalışma odası-giysi odasındaydı.
Muhtemelen yazıyor, eczane ve pansuman malzemesi reçetelerini imzalıyor, günlük
fişlerini, bir sekreterin kısa raporlarını okuyordu… Kızıl röfleli kıvırcık saçlarıyla güzel
öğretmen alnı kâğıtlara eğilmişti. Caniko cebinden altın zincir ucunda sallanan yassı bir
küçük anahtarı çekip çıkardı:

“Hadi bakalım. Gene elinde bir cetvelle sevişir benimle…”

Karısının giysi odasına âdeti üzere kapıyı vurmadan girdi. Edmée ne sıçradı, ne
Caniko’nun dinlemeye koyulduğu telefon görüşmesini kesti:

–Hayır, yarın olmaz… Bana ihtiyacınız yok ki… General sizi gayet iyi tanıyor. Ticaret
Bakanlığı’nda da, bizim… şey var… Ne? Lémery benim alanıma mı giriyor? Daha neler.
Çok şeker adam da… Alo? Alo?

Güldü, minik dişlerini gösterdi:

–Aa! Abartmayın canım… Lémery iyi kötü tüm kadınlarla nazik… Ne? Evet, döndü,
hatta burada. Hayır, hayır, merak etmeyin… Güle güle… Yarın görüşürüz…

Boynunu saran incilerin beyazındaki ev giysisi Edmée’nin kaygan omzunu açıkta


bırakmıştı. İncecik telli kumral zenci saçları özgürce saçılmış, kuru havadan ötürü azıcık
sertleşmiş, başının tüm hareketlerine eşlik ediyorlardı.

–Kimdi?.. diye sordu Caniko.


Edmée ahizeyi yerine bırakırken eşzamanlı bir soru yöneltti:

–Fred, sabah Rolls’unu verir misin? Generali buraya öğle yemeğine getirmek için daha
şık durur.

–Hangi general?

–General Haar.

–Alman mı?

Edmée kaşlarını çattı.

–Fred, yeminle bunlar yaşına göre fazlasıyla toy şakalar. General Haar yarın hastanemi
ziyarete geliyor. Amerika’ya döndüğünde hastanemin oradaki sağlık ocaklarını hiç
aratmadığını söyleyebilir… Albay Beybert getiriyor. Öğle yemeğinde ikisi de burada.

Caniko smokinini bir mobilyanın üzerine fırlattı.

–Bana ne? Ben yarın şehirde yiyorum.

–Nasıl?.. Nasıl?..

Edmée’nin yüzünde geçici bir şiddet belirdi; gene de gülümsedi, smokini özenle topladı,
ses tonunu değiştirdi:

–Telefonda kimle konuştuğumu sormamış mıydın? Annenle konuşuyordum.

Caniko derin bir koltuğun dibine devrilmişti, bir şey demedi. Hatlarında en güzel, en
kıpırtısız maskesi vardı. Kasmadan, uykudaymışçasına yavaşça kapamaya özen
gösterdiği ağzı ve alnında kınayıcı bir dinginlik…

–Biliyor musun, diye sürdürdü Edmée, annen, deri yüklü üç adet gemi için Ticaret
Bakanlığı’ndaki Lémery’yi istiyor. Hani Valpariso limanında duran üç adet deri yüklü
gemi var ya… İyi fikir, biliyor musun? Yalnız, Lémery ithalat izni çıkarmayacak,
şimdilik öyle diyor… Soumabi’ler annene asgari komisyon olarak ne teklif ediyorlar, bil
bakalım?

Caniko gemileri, derileri, komisyonu eliyle süpürdü.

–Yeter, dedi sadelikle.

Edmée ısrar etmedi, kocasına sevecenlikle yanaştı.


–Yarın öğle yemeğinde buradasın, değil mi? Belki Excelsior’un muhabiri Gibbs gelip
hastanenin ve annenin fotoğraflarını çekecek.

Caniko sabırsızlıkla başını salladı.

–Hayır, dedi. General Hagenbeck…

– Haar…

– … Bir albay –ve annem. Üniformasıyla. Tuniğiyle miydi? Ne diyordun sen? Ceketiyle
mi? Hani deri düğmecikleri olan… Sonra karın altı korsesi… Omuzlukları… Subay
yakası, yakaya akan çenesi… Ve de bastonu. Yo, biliyor musun? Olduğumdan cesur
görünmek istemem: gitmeyi tercih ederim.

Caniko kıs kıs gülüyor, gülerken neşeli görünmüyordu. Edmée öfkeden titrekleşmiş
ancak hafif kılmaya zorladığı bir eli Caniko’nun koluna dayadı:

– Ciddi değilsin, değil mi?

– Hem nasıl ciddiyim. Yemeğe Brekekekex’e gideceğim… ya da bir başka yere.

– Kiminle?

– Canım kimi çekerse, onunla.

Caniko oturdu, eğilmeden iskarpinlerini silkeledi. Edmée siyah lake bir mobilyaya
yaslandı, Caniko’yu aklıselime döndürecek sözleri aradı. Üzerindeki beyaz saten,
hızlanan nefesine eşlik ederek soluk alıp veriyordu. Bir Hıristiyan martiri gibi ellerini
sırtında kenetledi. Caniko açığa vurmadığı bir saygıyla onu süzdü.

“Gerçekten klas kadın havası var,” diye düşündü. “Dağınık saçıyla, gecelikle, bornozla,
klas kadın havası var.”

Edmée gözlerini indirdi, Caniko’nun bakışını yakaladı, gülümsedi.

– Benimle dalga geçiyorsun, diye inledi.

– Hayır, dedi Caniko. Öğle yemeğinde burada değilim, hepsi bu.

– Ama neden?

Caniko kalktı, bahçedeki gece kokularının sindiği karanlık yatak odasının eşiğine vardı,
sonra Edmée’nin yanına geldi.
–Çünkü. Beni açıklamaya zorlarsan, yüksek sesle, kötü kötü konuşacağım. Sen
ağlayacaksın, “allak bullak” olmuşken geceliğini yere kaydıracaksın ve de… maalesef
ben bundan hiç etkilenmeyeceğim.

Aynı şiddet genç kadının hatlarında gezindi. Ancak uzatmalı sabrı henüz tükenmiş
değildi. Güldü, saçlarının altında çıplak duran yuvarlak omuzu silkti.

– Sen “Hiç etkilenmeyeceğim” diye konuş dur öyle.

Caniko, şimdi sadece ipek ilmikli bir beyaz boxerla dolanıyordu… Her adımda, diz
arkasıyla ayak bileklerinin esnekliğine dikkat kesilerek yürüyor, sol göğsünün altındaki
ikiz yara izlerini ovup, silinmeye yüz tutmuş barut renklerini canlandırıyordu… İnceydi,
yirmi yaşına kıyasla daha az etli. Ama daha sertti, çizgileri daha belirgin. Karısının
önünde, keyifle, bir âşıktan çok rakip gibi caka satıyordu. Karısından güzel olduğu
bilincinde, o düşük kalçaya, pek hafifçe çıkık göğse, Edmée’nin düz elbiseler ve kaygan
tüniklerle giydirmeyi bildiği kaçak hatların zarafetine uzman edası ve lütufkârlığıyla
hakkını veriyordu. Bazen “Eridin mi yoksa?” diye sorardı, Edmée’yi azıcık incitme,
diriliğini gizleyen bedeni şahlandırıp, öfkelendirme hevesiyle.

Karısının yanıtından hoşlanmadı. Onu kollarında nazik, dilsiz, hatta duyarsız isterdi.
Durdu, kaşlarını indirdi, tepeden tırnağa süzdü.

–Bu konuşma tarzı da nedir böyle! Başhekiminiz mi sizi böyle yetiştiriyor? Savaş nelere
kadirmiş hanımefendi!

Edmée çıplak omzunu silkti.

–Ne çocukmuşsun, zavallı Fred’ciğim! İyi ki baş başayız… Bir şaka uğruna… ki aslında
iltifattı… beni paylamak… Beni adab-ı muaşerete davet etmek. Sen… Sen! Yedi yıllık
evlilik ardından!

–Yedi yılı nereden çıkardın?

Caniko uzun bir tartışmaya girişecekmişçesine oturdu. Çıplaktı. Bacakları sporculara has
bir çalımla V şeklinde gerilmişti.

–Vay canına… Bin dokuz yüz on üç… Bin dokuz yüz on dokuz…

–Pardon, pardon! Hesabımızı aynı takvime göre yapmıyoruz. Benim hesabım şöyle…

Edmée dizini büktü, tek bacağı üstünde dinlenip yorgunluğunu ele verirken Caniko
sözünü kesti:

–Şurada yaptığımızın manası ne? Hadi gel, yatalım. Yarın dokuzda dans dersine
yetişeceksin, öyle değil mi?

–Ay! Fred!..

Edmée siyah vazodaki gülün boynunu kırdı. Caniko gözyaşların ıslattığı gözlerde
parlayan öfkeli ateşi körükledi:

–Senin yaralı askerler tayfana ben işte şaşkınlıkla bu adı takıyorum…

Edmée ona bakmadan, titrek bir ağızla mırıldanıyordu:

–Seni vahşi… Vahşi… İğrenç varlık…

Caniko gerilemiyor, gülüyordu.

–Ne diyeyim? Senin gözünde, tamam, bu kutsal bir görev. Ya benim nazarımda?.. Her
gün Opera-Bale binasına, o kubbenin altına girsen, aynı hesaptı bana göre. Eşit derecede,
beni… dışlayacaktı. Tayfan dediğim, evet, o yaralı askerler. Rastlantı sonucu şansları
diğerlerinden az daha yaver gitmiş yaralılar. Onlarla da zerre alakam yok. Onların da…
dışındayım.

Edmée saçlarını uçuşturan bir hamleyle ona döndü:

–Canım benim! Kederlenme! Sen dışta değilsin, sen her şeyin üstündesin!

Caniko, mavimtırak gözyaşlarıyla buğusu ağır ağır yoğunlaşan buzlu su sürahisinin


çağrısına kapılıp kalktı. Edmée telaşlandı:

–Limonlu mu olsun Fred, limonsuz mu?

– Limonsuz. Teşekkürler.

Caniko içti; Edmée boşalmış bardağı elinden aldı. Caniko banyoya yöneldi.

–Bu arada, havuz çimentosundaki kaçak var ya… Şey gerekecek…

–O iş halloldu… Mozaik macuncusu, yaralılarımdan Chuche’ün yeğeni. Ricamı


ikiletmedi, tahmin edersin.

–İyi.
Caniko, kaybolacakken, geri döndü:

–Yaa, dün sabah konuştuğumuz Rach hisseleri konusu vardı ya. Satsak mı satmasak mı
diye… Diyorum ki, ben bunu yarın Deutsch babaya bir çıtlatsam.

Edmée, yatılı öğrenci kahkahasıyla güldü:

– Seni beklediğimi mi sandın? Bu sabah annenin aklına dâhiyane bir fikir geldi; baronesi
hastaneden evine bırakıyordu ki…

– La Berche Ana’yı mı?

– Evet, baronesi… Annem ona iki çift laf çıtlattı, senin tabirinle, zarifçe. Barones ilk
hissedarlardan, yönetim kurulu başkanıyla içtikleri su ayrı gitmiyor…

–Tabii beyaz şaraba talim etmediğinde!

–Her lafımı kesmesene yaa!.. Saat ikide canikom, tüm hisseler satılmıştı! Hepsi! Borsada
ikindi vakti yükselen o çok geçici ateş, gayet basit, cebimize 2160 frank döktü, Fred! Ne
ilaçlar ve ne pansuman malzemesi alırız biz bununla! Sana yarın, baş döndürücü bir notla
bildirecektim. Bir öpücük?

Caniko, yukarı kaldırılmış perdenin kıvrımları altında beyaz ve çıplak, karısının yüzünü
dikkatle inceliyordu.

–Peki… dedi nihayet. Ben bu hikâyede neciyim?

Edmée başını muzipçe salladı.

–Verdiğin vekâletname hâlâ geçerli aşkım. “Benim adıma satma, satın alma, sözleşme
imzalama hakkı…” vs. vs. Bak şimdi, baronese bir hatıra armağanı göndereceğim.

– Kocaman bir tütün çubuğu gönderiver, dedi Caniko, düşünceli.

– Gülme! O vefalı kadının bize büyük hayrı dokundu.

– Kimlermiş, biz dediğin?

–Annenle ben. Barones erkeklerimize kendi dillerinle hitap etmesini biliyor, onlara açık
saçık ama gayet lezzetli fıkralar anlatıyor… Ona tapıyorlar!

Caniko’nun yüzünde tuhaf bir tebessüm titreşti. Karanlık perdenin ardı sıra düşmesine
izin verdi. Bu düşüş onu yutup yok etti. Uyku nasıl bir rüya yaratığını yok ederse, öyle.
Mavi ışıkla yarı yarıya aydınlanmış koridor boyunca gürültüsüzce, havada yüzen bir figür
gibi yol alıyordu, zira evinin her yanına kalın halılar döşenmesini şart koşmuştu.
Sessizliği ve sinsiliği sever, karısının savaştan bu yana çalışma odası diye adlandırdığı
ufak salonun kapısını asla tıklatmazdı. Edmée gocunmaz, Caniko’nun varlığını tahmin
eder, sıçramaz.

Caniko duşunu aldı, serin su altında fazla oyalanmadı, hafifçe parfümlendi, küçük salona
geri döndü.

Komşu odada bir bedenin yatak çarşaflarını buruşturduğunu, başucu komodinindeki zarf
açarın bir porselene çarptığını duydu. Oturdu, çenesini eline dayadı. Yanı başında,
sofrabaşının her gün hazırlayıp sehpaya bıraktığı ertesi günün mönüsünü okudu:
“Termidor ıstakoz, Fulbert-Dumoteil pirzolalar, ördek, Charlotte salata, curasaolu sufle,
chester soslu börekler…” Söyleyecek şey yok. “Altı kuver”. İşte bu konuda söyleyeceği
vardı. Sayıyı düzeltti, çenesini gene avucuna dayadı.

–Fred, saat kaç, biliyor musun?

Caniko yumuşak sesi yanıtlamadan odaya girdi, geniş yatağın karşısına oturdu. Edmée,
tek omuzu çıplak, diğeri incecik bir beyaz gecelikle örtülü, yorgunluğuna rağmen
gülümsüyor, yatarken daha güzel göründüğünü düşünüyordu. Caniko otururken çenesini
avucu içine aldı.

–“Düşünen Adam” dedi Edmée, Caniko’yu gülmeye ya da kıpırdamaya zorlamak için.

–Ne isabetli söz, bir bilsen dedi Caniko, kasıntıyla.

Çin giysisinin etekleriyle bacaklarını örttü, kollarını şiddetle kavuşturdu.

–Benim burada işim ne?

Edmée anlamadı ya da anlamak istemedi.

–Ben de merak ediyorum, Fred. Saat iki ve ben sekizde ayaktayım. Yarın yine o yoğun
günlerden biri… Böyle dolanıp durman hiç insaflıca değil. Gel, bak, ufukta rüzgâr
çıkıyor. İki rüzgâr arasında uyuyacağız, sanacağız ki, bahçede yatıyoruz…

Caniko gevşedi, anlık bir tereddütten sonra ipek giysisini sıyırıp attı. Edmée bu arada,
yanan tek lambayı söndürdü. Karanlıkta Caniko’ya sokuluverdi, Caniko onu ustaca
döndürdü, belini güçlü bir kolla sardı, “böyle, kızağa binmiş gibiyiz” diye fısıldayıp
uykuya daldı.
Ertesi gün, gizlendiği çamaşır odasının küçük penceresinden, gittiklerini gördü. Ördek
yumurtası otomobil, bir de öteki, uzun Amerikan arabası, caddede, bodur kestane ağaçları
altında, düşük ateşte hafif bir hışırtıyla pişiyorlardı. Sulanmış kaldırım ve yeşil gölgeden
hayali bir serinlik yükseliyordu. Ama Caniko bilirdi ki, Paris’in bu yakıcı ayı, şu haziran
sabahı, köşkün arka bahçesinde minik pembe karanfil çemberler arasındaki mavi
unutmabeniler gölünü soldurmakla meşguldür.

Caniko evin parmaklığına doğru yürüyen iki haki üniformayı, altın yıldızlarını, narçiçeği
rengindeki şeritli kepi fark etti; yüreğinde bir tür endişe çalkalandı.

–Tabii üniformasıyla gelmiş, gerzek!

Caniko Edmée’nin hastanesindeki başhekimi böyle anıyor, karısına teknik sözcükleri


okşayıcı sesle fısıldayan sarı-kızıl adama karşı bilmeden nefret duyuyordu. Özel olarak
doktorlara, barış zamanı hâlâ üniformayla dolaşma takıntısı olanlara karmaşık, içten
gelen küfürler mırıldandı. Sırıttı, zira Amerikalı subayın karnı iyice şişikti. “Bir sporcular
ulusu için, bu ne kocaman göbek böyle!” Beyazlar kuşanmış Edmée, beyaz ayakkabılarla
cıvıl cıvıl belirip beyaz eldivenli elini uzatırken, Caniko sustu. Edmée yüksek sesle,
süratle, neşeyle konuşuyordu. Caniko, minik dişlere açılan kırmızı ağzın savurduğu
sözcüklerin hiçbirini kaçırmadı. Edmée arabaların oraya yürüdü, geri geldi, bir valeden
unuttuğu not defterini getirmesini istedi ve beklerken, bir yandan sohbetini sürdürdü.
Amerikalı subaya İngilizce hitap ediyor, Doktor Arnaud’yu yanıtlarken sesini
gayriihtiyari saygıyla alçaltıyordu.

Caniko tül perde ardında, nöbetteydi… Güçlü bir hissi gizlediği anda, kuşku ve yalana
aşinalığıyla, hatları donuyordu; öz yalnızlığının ta kendisini gözetliyordu. Bakışı
Edmée’den doktora, Amerikalı subaydan Edmée’ye gidip geldi. Edmée, sanki haberdar
olmuş gibi, gözlerini birkaç kez ilk kata kalırdı.

–Ne bekliyorlar diye homurdandı Caniko, alçak sesle. Ha… Doğru… Aman Allahım!

Charlotte Peloux geliyordu, kusursuz bir silik şoförün kullandığı üstü açık otomobilinde.
Gabardinlere sarmalanmıştı; dimdik tuttuğu başında küçük bir kasket, ensesinde bir tutam
kısa kesilmiş kırmızı saç. Arabadan inmedi, gelip kendisini selamlamalarına teveccüh
gösterdi, Edmée’nin öpücüğünü kabul etti, ihtimal, oğlunu sordu, zira başını birinci kata
doğru kaldırdı. Yılanların kocaman gözlerini andıran, insanlık dışı, karanlık bir hayalin
gezindiği şahane gözlerini böylece ortaya serdi.

–Başına küçük kasketini geçirmiş, diye mırıldandı Caniko.

Garip bir ürpertiye kapıldı, bundan ötürü kendini payladı, üç otomobil hareket edince
gülümsedi. Sabırla, saat on birde “bekârlık arabası”nı kaldırıma yanaştırmalarını bekledi,
epeyce bir süre daha onu orada bekletti. Elini iki kez telefona uzattı, bıraktı. Filipesco’yu
aldırtma hevesi çabuk söndü, sonra Maudru ve kız arkadaşını gidip toplama arzusu
uyandı.

“Ya da Jean de Touzac’ı… Ama bu saatte horluyordur o, kuyusu dibinde. Ah! Bunların
hiçbiri… Hiçbiri Desmond etmez, şimdi doğruya doğru… Zavallı ihtiyar…”

Desmond’u savaşta ölmüş bir askeri düşünür gibi düşünürdü; ama ölülerden esirgediği
acımayla. Hayatta kalmış, ancak Caniko için yitip gitmiş Desmond’un onda uyandırdığı,
neredeyse sevecen bir melankoli, “işini kurmuş” adamın hak ettiği kıskançlıktı. Desmond
dansing işletiyor, bir de Amerikalara antikalar satıyordu. Savaş boyunca, solgun ve bitik,
silah hariç her bir şeyi taşımıştı: tomar tomar kâğıt, sefertasları, kirli hastane lazımlıkları.
Şimdi, savaşçı bir kudurganlıkla barışa tırnaklarını geçirmişti ve topladığı ilk meyveler
Caniko’yu şaşkına çeviriyordu. Desmond’s, Alma Caddesi’nde kalın taşlı bir köşke
sığışmış, kırlangıçlar ve akdikenler resmedilmiş tavanlar altında, sazlı, telli turnalı
pencereler arasında, suskun ve kendinden geçmiş çiftlere ev sahipliği ediyordu. Gece
gündüz dans edilirdi Desmond’s’da, ancak bir savaş ertesinde dans edildiği gibi: Genç ve
ihtiyar erkekler, düşünme ve korkma derdinden azat edilmiş, bomboş, masum…
Kadınlar, belirgin şehvetten daha büyük bir hazza, erkek yakınlığına, erkeğe dokunmaya,
onun güç veren kokusuyla sıcaklığına kendilerini kaptırmış; parçalanmadan dönmüş bir
erkeğin avına dönüşmenin, onun kollarında uyku kadar mahrem bir ritme itaat etmenin
verdiği tepeden tırnağa güvene teslim olmuş…

–Desmond saat üçte ya da üç buçukta yatmıştır, diye hesap etti Caniko. Uykusunu almış
olmalı.

Telefona doğru uzanan elini bir kez daha indirdi. Evin tüm parkelerini kaplayan esnek
yüne basa basa süratle aşağıya indi, yemek salonunun yanından geçerken masa örtüsünün
pembesine, nemfaların yüzdüğü geniş siyah kristal vazoyu çelenk biçiminde çevreleyen
beş adet beyaz tabağa hoşgörüyle baktı. Ancak zemin katta, girişteki kalın kapıya paralel
aynanın önüne varınca durdu. Işığını bahçe yapraklarının kararttığı mavi pencereden alan
bulanık aynayı hem arıyor hem ondan ürküyordu. Öz imgesi karşısında hafifçe şok
geçirerek duruyordu, her seferinde. Bu imgenin niçin artık, tam tamına yirmi dört
yaşındaki bir genç adam imgesi olmadığını anlamıyordu. Zaman, belirsiz dokunuşlarla,
güzel bir yüzün hangi noktalarında mükemmellik saatine, sonra batış ihtişamına delalet
daha aşikâr güzelliği vurgular? İşte bunu seçemiyordu.

Caniko, hatlarında bir batışı arıyor olamazdı: Onu bulması olanaksızdı. Ne ki, otuz
yaşındaki bir Caniko’ya tosluyor, onu tam tanıyamıyor, kimi zaman içinden “Ne’m var
benim?” diye soruyordu. Kendini azıcık hasta hissediyormuş ya da giysisini ters giymiş
gibi.

Ciddi kuruluş Desmond’s, uzun gecelerine rağmen, öğleleri uyumazdı. Kapıcı kaldırımı
yıkıyor, bir vale Desmond’s’un gündelik refahının kanıtı seçkin çöp yığınını
basamaklardan süpürüyordu: ince tozlar, kalaylı kâğıtlar, metal entarili şişe mantarları,
sarı yaldızlı sigara uçları ve kırık pipetler. Caniko hararetli bir günün kalıntısı üzerinden
tek hamleyle sıçradı ama evin kokusu gerilmiş ip gibi önünü kesti. Sucuk gibi terlemiş
kırk adet çift, oraya, soğumuş ve havadaki dumanı içine sindirmiş çamaşırların kokusunu
bırakmıştı. Caniko, cesaretini topladı, masif meşeden rampayla kadın yontulu tırabzan
parmaklıklarının daralttığı merdivene daldı. Desmond, 1880’lerin boğucu lüksünü
gençleştirme savurganlığına düşmemişti. Yıktırılmış iki duvar, bodrum katına atılmış bir
buzdolabı, yevmiyesi cömert bir caz orkestrası, bu kadarı bir yıl daha idare ederdi. “Hele
daha az dans edilmeye başlansın, o zaman milleti çekmek için etrafı modernleştiririm”
diyordu Desmond. İkinci katta uyuyordu, duvardaki gündüzsefası resimlerinin,
camlardaki leyleklerin istilası altındaki bir odada. Seramik su bitkilerine dayalı sırlı çinko
küvette yıkanırken, ihtiyar şofben, yaş sınırını aşmış buldog köpeği gibi hırıldıyordu.
Ama telefon pırıl pırıldı, her gün kullanılan silah misali. Basamakları dörder dörder
tırmanan Caniko, dostunu, dudaklarını kutsal kadehe yapıştırmış, ahizeden çıkan karanlık
nefesi içer hâlde buldu. Desmond’un Caniko’ya fırlattığı kaçamak ve yukarıdan bakış,
hiçbir yere takılmadan çit sarmaşıklarının kornişine doğru yürüdü. Altın sarısı pijama,
gececi adamın yüzünü yaşlı gösteriyordu ama hayatını iyi kazanan Desmond’s artık
çirkinliğinin tasasında değildi.

–Günaydın, dedi Caniko. Ben geldim. Merdivenin ne pis kokuyor. İnden beter.

–Bunları Desmond’s’a on iki franktan satamazsınız, diyordu Desmond, görünmeyen


muhatabına. Bu fiyata ben Pommery’ler bulurum… Özel kavım için de etiketsiz
Pommery’ler, on bir franga… Alo… Evet, taşınma sırasında etiketler gitmiş olsun…
işime gelir. Alo…

–Yemeğe geliyor musun, arabam aşağıda, dedi Caniko.

–Hayır, yoo hayır, dedi Desmond.

–Ne?

–Hayır, hayır. Alo? Çerri mi? Dalga mı geçiyorsunuz? Likörcü müyüm ben? Ya
şampanya ya da hiç! Zamanımızı boşa harcamayalım. Ne sizinkini, ne benimkini! Alo…
Olabilir. Ama şimdilik revaçtayım. Alo… Tam iki saatte! Selamlarım Mösyö.

Desmond önce gerindi, sonra elini gevşekçe uzattı. Hâlâ Kral XIII. Alphonse’u
andırıyordu, ancak otuz yaş ve savaş, bu kararsız tohumu toprağa bağlamış, kök
saldırmıştı. Hayatta kalabilmek, savaşmamak, her gün karnını doyurabilmek, üçkâğıtlar,
dalavereler, tüm bu mücadelelerden güçlenerek, kendine inanarak çıkıyor, özgüven ve
şişkin bir cep onu daha az çirkin kılıyordu. Düşünülebilirdi ki, altmışına vardığında, bir
zamanlar koca burunlu, uzun bacaklı yakışıklı bir delikanlı olduğu izlenimi
uyandırabilecekti. Caniko’yu tepeden ve dobra, barışık gözlerle süzdü. Caniko başını
çevirdi.

– Ne? Sen hâlâ bu kılıkta mısın? Gel ihtiyar, öğlen oldu, kalkıyorsun!

– Ben hazırım, diye karşılık verdi Desmond, pijamasını açıp beyaz ipekli gömlekle altın
parıltılı koyu renk papyonunu göstererek. Bu bir… İki, yemeğe şehre gitmiyorum…

– Bak sen, dedi Caniko, bak sen… Söyleyecek söz bulamıyorum!..

– … Ama istersen, sana sahanda bir çift yumurtam var; jambonumun yarısı, salatam,
Siyah İngiliz biram, çileklerimin yarısı. Bir de kahve; ocaktan.

Caniko, zayıf karakterli adam öfkesiyle baktı.

– Niçin?

– İşler, dedi Desmond, bilhassa hım hım çıkan bir sesle. Şampanyalar. Duydun. Ah şu
şarap tacirleri! Dizginlerini salıvermeye gelmiyor… Ama ben nöbetteyim.

Ellerini kavuşturdu, ticari gururunu parmak kemiklerinde çıtırdattı.


– Evet mi? Hayır mı?

– Evet, deve!

Caniko yumuşak fötr şapkasını dostunun yüzüne fırlattı ama Desmond çocuksu
haylazlıklar döneminin geçtiğini göstermek için şapkayı topladı, dirseğiyle silkeledi.
Yumurtalar önlerine soğumuş geldiler, jambon, dil, bej köpüklü güzel siyah bira. Az
konuşuyorlardı; Caniko kaldırıma bakarak saygın bir havayla sıkılıyordu.

“Benim burada işim ne? İşim şu ki, kendi evimde Fulbert-Dumonteil pirzolaları önünde
değilim.” Beyazlara bürünmüş Edmée’yi, çocuk yüzlü Amerikalı teğmeni, başhekim
Arnaud’yu hayal etti. Edmée onun önünde itaatkâr uslu kızı oynuyordu. Charlotte
Peloux’un omuzluklarını düşündü, ev sahibine karşı bir nevi beyhude şefkat duydu.
Desmond aniden sordu:

– Dün gece burada, saat dört ile sabah dört arası, kaç adet şampanya içildi, sen biliyor
musun?

– Hayır, dedi Caniko.

– Peki, 1 Mayıs’tan15 Mayıs’a kadar kaç adet şişe dolu girip boş çıktı, onu biliyor
musun?

– Bilmiyorum, diye homurdandı Caniko.

– Söyle ya! Bir rakam söyle canım, tahminde bulun! Rakam söyle!

Caniko sınavdaymış gibi örtüyü kazıdı. Sıcak, bir de kendi cansızlığından ötürü
huzursuzluk duyuyordu.

–Beş yüz, dedi güçlükle.

Desmond iskemlesine devrildi, monoklu Caniko’nun yüzüne yaralayıcı bir güneş oku
gönderdi.

–Beş yüzmüş! Güldürdün!

Şişiniyordu. Tek omuz hıçkırığıyla gülmesini bilirdi. Caniko’yu düşeceği hayrete daha iyi
hazırlamak için kahvesini dikti, fincanı masaya bıraktı:

–Üç bin yüz seksen iki, küçüğüm… Ve cebimde kalan, biliyor musun ki…
– Hayır diye kesti, Caniko. Umurumda değil. Yeter. Bunun için annem var. Ve zaten…

Caniko ayağa kalktı, epeyce tereddütlü bir sesle ekledi:

– Zaten para… ilgimi çekmiyor.

– Tuhaf dedi Desmond, alınarak. Tuhaf. Eğlenceli.

– Öyle olsun, dedi Caniko. Hayır, inan ki para ilgimi çekmiyor… artık ilgimi çekmiyor.

Bu basit sözcükler ağzından zar zor çıktılar ve Caniko alnını doğrultmadı. Ayağıyla
halıdaki kızarmış ekmek kabuğunu ittiriyor, itirafındaki sıkıntı, bakışını kaçırışı, şahane
yeniyetmeliğini bir anlığına geri getiriyordu.

Desmond ilk kez ona bir doktorun hastasına gösterdiği kuşkucu dikkati gösterdi:
“Numara mı yapıyor?..” Bir doktorun dağınık, sakinleştirici sözlerine başvurdu:

– Bu işte öyle bir dönem! Herkes kendini hafiften hasta hissediyor. Kendini tanımakta
güçlük çekiyor. İhtiyar, çalışmak yeniden dengeni bulmak için şahane bir yöntem
olurdu… Bak, ben…

– Biliyorum, diye sözünü kesti Caniko. Meşgalem yok diyeceksin.

– Bunu sen istedin, diye alay etti Desmond, küçümseyişle. Ah! Şükür ki…

Tüccar saadetini itiraf etmek üzereyken, vakitlice kendini tuttu.

– Yetişmeyle de alakalı! Tabii sen, Léa’nın yanında hayatı öğrenemedin. Nesnelerle,


insanlarla alışverişte acemisin.

– Sen öyle san, dedi Caniko, sinirlenerek. Léa, görünüşe aldanmazdı. Bak, yalan
söylemediğimin kanıtı şu ki, o benden kuşkulanır, satın almadan, bir de satmadan önce,
hep bana danışırdı.

Caniko göğsünü şişirdi; kuşku ile saygının eşanlamlı olduğu bir dönemle iftihar ederek.

–O hâlde, para işlerine dönüver, diye tavsiyede bulundu Desmond. Modası hiç
geçmeyecek oyundur.

– Evet, diye kabul etti Caniko, dalıp giderek. Evet, elbette. Sadece bekliyorum.

– Neyi bekliyorsun?
– Bekliyorum… Diyeceğim şu ki, fırsat bekliyorum… Daha iyi bir fırsat…

– Neye göre daha iyi?

– Canımı sıkma, diyelim ki savaşın benden uzun müddet söktüğü şeylerin başına dönmek
için, bir bahane arıyorum… Servetimle, ki sonuçta…

– Hatırı sayılır bir servettir, diye önerdi Desmond.

Savaş öncesi olsa, Desmond “devasa servet” der, sesinin tınısı farklı olurdu. Caniko,
kendini bir anlık küçük düşmüş hissederek kızardı.

– Evet işte, servetimi kızcağız idare ediyor. Karım.

– Aa! diye ayıpladı Desmond, şoke olup.

– Çok da iyi idare ediyor, emin ol. Geçen gün borsadaki o küçük ateş yükselmesinde, iki
yüz on altı bin frank kazandı. Bu durumda, ben nasıl müdahale edebilirim diye kendimi
sorguluyorum… Bütün bunların ortasında benim işim ne? Karışmak istediğimde, diyorlar
ki…

– Diyenler kimler?

– Annemle karım ya… Diyorlar ki: “Sen keyfine bak. Sen savaşçısın. Portakal suyu ister
misin? Hadi git gömlekçine uğrayıver, bak, adam seninle dalgasını geçiyor. Dönüşte
tamirden kolye çıtçıtımı da getirirsin…” Falan da filan…

Canlanıyor, gücendiğini elinden geldiğince gizliyordu; ama burun kanatlarıyla dudakları


beraberce kıpırdıyorlardı.

–Hâl böyleyken, ben ne yapayım? Otomobil galericiliğine mi atılayım, angora tavşan mı


yetiştireyim, lüks fabrika mı yöneteyim? Muhasebeci-hastabakıcı olarak mı gireyim o
çarşıya, karımın hastanesine…

Pencereye doğru yürüdü, şiddetle Desmond’a doğru geri geldi.

–Doktor Arnaud’nun emrine girip leğen mi taşıyayım? Dansing mi satın alayım? Ne


rekabet ederdik ama seninle...

Caniko Desmond’u güldürmek niyetiyle güldü, ancak muhtemelen sıkılmakta olan


Desmond, ciddiyetini koruyordu.

–Bunları ne zamandır düşünüyorsun? Baharda düşünmüyordun, ne geçtiğimiz kış, ne


düğün öncesinde.

– Zamanım yoktu, diye yanıtladı Caniko safça. Yolculuğa çıktık, köşke yerleşmeye
başladık, otomobiller satın aldık, onlara ordu hemen el koydu. Derken savaş… Savaştan
önce… Savaştan önce, zengin çocuğuydum. Yani zengindim.

– Şimdi de.

– Şimdi de, diye tekrarladı Caniko.

Gene tereddüt etti, sözcüklerini aradı:

–Şimdi durum farklı! Adamlar artık Kora sayrılığından mustarip. İşmiş, faaliyetlermiş,
ödevlermiş; sonracıma vatana hizmet eden kadınlar… Ne demezsin, hepsi para delisi…
Öyle tüccarlar ki, insanı ticaretten tiksindiriyorlar. Öyle çalışkanlar ki, insan çalışmaktan
iğreniyor…

Kararsız bakışını Desmond’a doğru kaldırdı:

–Kötü şey mi, zengin olup kendini koyvererek yaşamak?

Desmond rolünün tadını çıkarıyor, eski uşaklığının intikamını alıyordu. Koruyucu bir eli
Caniko’nun omzuna dayadı:

– Küçüğüm, sen zengin ol, kendini koyvererek yaşa. De ki, eski bir aristokrasiyi temsil
ediyorsun. Senin örneklerin feodal baronlar. Sen savaşçısın.

– Siktir, dedi Caniko.

– Bu da bir savaşçı sözü! Yalnız, bırak da emekçi herifler çalışsın.

– Mesela sen.

– Mesela ben.

– Tabii sen kadınları başına musallat etmiyorsun.

– Hayır, dedi Desmond, sertçe.

Tatlı, hafifçe tüylü, erkeksi, saçında topuzu, boynunda madalyonu, tebessüm ederek,
“Ben tek kuruş için adam öldürürüm. Ben böyleyim” gibi itiraflarda bulunan muhasebeci-
kasadarına sapkınca düşkünlüğünü herkesten gizlerdi.

–Hayır. Buna hayır! Seninle ne konuşulsa hemen şart mı, “karım”ı, “kadınlar”ı işin içine
karıştırman? Ya da “Léa zamanında”yı? 1919 yılında başka konuşacak şey mi yok?

Caniko Desmond’un sesinin ötesinde, henüz uzak ama seçilebilir farklı bir sesi işitir
gibiydi. İçinden “Konuşacak başka şey?” diye tekrarlıyordu. “Niçin olsun?..” Güneşin
dönüşüyle ışığın ve sıcağın yükselişi onu gevşetmiş, hayale daldırmıştı. Sıcağa duyarsız
Desmond, kış salatası rengiyle konuşuyordu. Caniko “piliçler…” sözcüğünü işitti, kulak
kabarttı.

–Öyle eğlenceli bir arkadaşlar ağım var ki. Tabii hepsi emrinde… Piliçler dediysek, bu
sözcük, eşsiz, duyuyor musun, eşsiz bir seçki için hafif kaçıyor… Eski tanıdıklar, nadide
bir kümes; son dört yılda daha da nadideleşmiş… Ah, ihtiyar, iyi bir kapital biriktireyim,
nasıl bir restoran açacağım… Avlunun üstünü örtüyorum… Mevcut sözleşmemle bu
inşaat mümkün, ne sandın! Orta yerde mantardan ve ketenden bir dans pisti,
projektörler… İşte budur, gelecek budur!..”

Şu tango taciri, bir şehir kurucusu terimleri kullanıyor, kolunu pencereye doğru
uzatıyordu. “Gelecek” sözcüğü Caniko’yu altüst etti. Avlu tepesindeki Desmond’un işaret
ettiği noktaya döndü. Hiçbir şey göremedi, kendini bitkin hissetti. İkindi güneşi
Desmond’s’un kapıcısının oturduğu eski ahırın küçük kiremit damına kederle vuruyordu.

–Ne hol olacak ama! dedi Desmond, coşkuyla, minik avluyu göstererek. Olacak, üstelik
pek yakında!

Caniko her günün kârını bekleyen, onu söküp alan adama derinden bakıyordu. Bir
mahrumiyet hissiyle, “Ya ben?” diye düşündü, alçaktan…

–İşte, şarap tacirim! diye seslendi Desmond. Hadi sen kaç, ben şunun bir havasını
alıvereyim.

Caniko’nun elini eskiye nazaran değişmiş bir elle sıktı. Eskiden dar ve yumuşakken,
şimdi geniş, talepkâr, dürüstlük kisvesi altında azıcık sert bir eldi bu. Caniko, içinden
acılıkla “Savaş…” diye alay etti.

–Ne tarafa? diye sordu Desmond.

Caniko’yu basamaklarda oyalıyor, onu şampanya tacirine dekoratif bir müşteri gibi
sergiliyordu.

–Şu tarafa dedi Caniko, eliyle.

– Sır, diye fısıldadı Desmond. Hadi git, nazlı sultan!


– Yo hayır, dedi Caniko. Yanılıyorsun.

Herhangi bir kadını, bir nemli bedeni, çıplaklığı, bir ağzı hayal etti… Antipatiyle titredi,
ortada antipati duyulacak bir şey yokken, yavaşça tekrarladı: “Yanılıyorsun” ve
otomobiline bindi.

Çok iyi bildiği bir huzursuzluğu, ifade etmek istediklerini asla ifade edememiş olmanın,
hiçbir zaman belirsiz itirafını duyacak birini bulamamanın rahatsızlığını ve can sıkıntısını
beraberinde götürüyordu. Oysa teslim edeceği o sır her şeyi değiştirebilir, örneğin bu
beyaz kaldırımı şu dümdüz inen güneşten, gevşemiş asfaltlı ikindiyi tüm
uğursuzluğundan arındırabilirdi…

“Saat sadece iki, diye iç çekti… Ve bu ayda akşam saat dokuz ve sonrasında dahi
inmez…”

Süratin estirdiği rüzgâr, sıcak ve kuru bir havlu gibi yüzünü dövüp duruyordu. Caniko
mavi perdeli suni geceyi, bahçenin İtalyan bilezik taşı ortasındaki fıskiyesinin üç notadan
ibaret şarkıcığını özledi…

“Holden süratle geçersem, kimse fark etmeden eve sıvışabilirim. Kahve servisi bitmiş
olmalı…”

Zarif öğle yemeğinin kokusunu, kavunun takılıp kalmış kokusunu, Edmée’nin


meyvelerden sonra servis ettirdiği şarabın kokusunu zihninde canlandırdı, aynalı çift
kanatlı kapıyı kaplayan Caniko’nun yeşilleşmiş imgesini peşinen gördü…

“Hadi!”

Kapı parmaklığı önünde iki otomobil, karısınınki ve Amerikan arabası, alçak yapraklar
altında, mayışmış bir Amerikalı şoföre teslim edilmiş, uyukluyorlardı. Caniko arabasını
ıssız Franqueville sokağına kadar sürdü, gerisingeri yürüyerek ulaştığı kapıyı sessizce
açtı, yeşil aynada yürekler acısı imgesini şöyle bir süzdü, hafif adımlarla odasına çıkan
merdiveni tırmandı. Oda tam dilediği gibiydi; mavi, hoş kokulu, istirahate adanmış.
Hasret dolu koşusunun arzuladığı her şey buradaydı, hatta çok daha fazlası. Beyazlar
kuşanmış bir genç kadın, uzun aynalı pano önünde yüzünü pudralıyor, saçına çekidüzen
veriyordu. Sırtı dönük kadın Caniko’nun gelişini duymadı. Caniko, aynada, sıcağın ve
yemeğin canlandırdığı hatları uzunca müddet seyredebildi. Bu hatlar tuhaf bir kargaşa ve
zafer, heyecan ve aykırı galibiyet havasına bürünmüşlerdi. Edmée aynı anda kocasını fark
etti, hayret çığlığı basmadı, tereddütsüzce ona döndü. Caniko’yu tepeden tırnağa süzüyor,
ilk onun konuşmasını bekliyordu.

Bahçeye açılmış açık pencere sayesinde, aşağıdan Doktor Arnaud’nun bariton sesli
şarkısı yükseldi. “Ay Mari, ay Mari…”

Edmée tüm bedeniyle sese doğru bir atılımda bulundu, ancak başını bahçe yönüne
çevirmemeye gayret etti.

Gözlerinde beliren azıcık sarhoş cesaret tehlikeli sözlere yol açabilirdi. Caniko parmağını
dudaklarına götürüp, korkaklıktan ya da duyduğu küçümsemeyle, Edmée’den
konuşmamasını talep etti, ardından aynı emredici parmakla merdiveni işaret etti. Edmée
itaat etti, Caniko’nun önünden korkusuzca geçti, aralarındaki mesafenin en kısaldığı
anda, belinin kıvrılışına, hareketlerindek süratlenişe engel olamadı ve bu Caniko’da
geçici bir ceza kesme tereddüdü uyandırdı. Caniko ağaca tünemiş kedi gibi dinginleşmiş
tırabzandan sarktı. Aklı gene cezalandırmaya, kırıp dökmeye, kaçmaya gitti, bir
kıskançlık dalgasının kendisini şahlandırmasını bekledi. Hiçbir şey gelmedi. Sadece
ortalama, ufacık bir utanç. Gayet tahammül edilebilir. Gene de içinden tekrarlıyordu:
“Cezalandırmak, her şeyi kırıp dökmek… Bundan çok daha iyisi yapılabilir… Evet, çok
daha iyisi…” Ama ne? Bir onu bilmiyordu.

Caniko her gün er geç uyandığında, bekleyiş dolu bir güne girişiyordu. Başlarda kuşku
duymamış, marazi bir asker alışkanlığı ayak sürüyor sanmıştı.

Aralık 1918’de, sivil yatağında, hâlâ, yerinden oynamış dizkapağının nekahet dönemini
uzatmaktaydı. Gün ağardığında geriniyor, gülümsüyordu: “İyiyim… Daha da iyi olmayı
bekliyorum. Ah, müthiş olacak, bu yılki Noel!”

Noel geldiğinde, Noel pastası kesilip, gümüş tabaktaki likörle ıslatılmış küçük
çobanpüskülü dalı yakıldığında; Charlotte, Madam de La Berche, hastabakıcılar, aralarına
karışmış Romanyalı subaylar, atletik ve henüz ergenleşmemiş Amerikalı albaylar hep
birlikte çığlık çığlığa alkış tutarlarken, Caniko, tüy kadar hafif eş rolündeki Edmée’nin
karşısında, bekliyordu: “Ah! Şu adamlar bir gitse! Başımı serin yastığa yaslasam,
ayaklarımı ısıtıp güzel yatağımda uyusam!” İki saat sonra, dallardaki minik kış baykuşları
kapısı aralık odanın mavi ışığına doğru şakırlarken, o, ölü gibi yamyassı, uykuyu
bekliyordu. Nihayet uykuya dalıyordu ama ertesi sabahtan itibaren, gene o yatıştırılamaz
bekleyişe talim ederek, yüksek sesle, şakrak bir sabırsızlıkla, kahvaltısını bekliyordu: “Şu
meyve suyu da nerede kaldı be? Ne halt ediyorlar aşağıda?” Kaba saba sözcüklere, asker
lügatına başvuruşunun, onda hep bir özentililik, bir nevi kaçamak masumiyetle
örtüştüğünün farkında değildi. Edmée’nin taşıdığı kahvaltının hakkından geliyor ama
karısının el çabukluğunda telaş ve görev saatini okuyup, sırf muzırlıktan, Edmée’nin
gidişini, yeniden beklemeye koyulacağı ânı geciktirmek için, canının çekmediği fazladan
bir dilim kızarmış ekmeği ya da bir sıcak poğaçayı talep ediyordu.

Edmée’nin kâh ambrin ve hidrofil pamuk almaya, kâh bakanlıklarda iş kovalamaya


yolladığı Romanyalı teğmen –Edmée derdi ki “hükümet bir Fransız’dan neleri kabaca
esirgerse, bir yabancı hepsini mutlaka elde eder!”– savaştan hasarsız dönmüş askerin
yükümlülükleriyle Caniko’nun başının etini yiyip, Coictier hastanesinin cennetlik
masumiyetini övdü. Caniko Edmée’ye refakat etti, antiseptik kokuyu burundan çekti –bu
koku ona şaşmaz şekilde maskeli kokuşmuşlukları hatırlatırdı–, “ayakları donmuş
askerler” arasında bulduğu bir silah arkadaşının yatağı ucuna oturdu, savaş romanlarında,
yurtsever piyeslerde öğretildiği gibi, kendini candan bir muhabbete zorladı. Oysa gayet
iyi seziyordu ki, savaştan hasarsız kurtulmuş adam, maluller arasında muadilini bulamaz.
Çevresinde hemşirelerin bembeyaz uçuşunu, çarşaflar üstündeki yanık elleri, yanık
başları gördü. Üstüne iğrenç bir kötürümlük çöktü, kollarından birini büktüğünü, bir
bacağını hafifçe sürürüdüğü utana sıkıla fark etti ama bir an sonra, gayriihtiyari,
ciğerlerini havayla şişiriyor, yatağa serilmiş mumyalar arasından geçerken döşeme
taşlarına neredeyse dans adımlarıyla basıyordu. Edmée’nin rütbeli melek otoritesiyle
beyazlığı, onda alelacele bir saygı uyandırdı. Edmée koğuşu arşınladı, geçerken elini
kocasının omzuna dayadı, ancak Caniko bildi ki bu şefkatli, kibarca mülkiyetçi jest,
yamyam saflığıyla Caniko’nun seyrine dalmış genç ve esmer hastabakıcının yanakları
kıskançlıkla, kızgınlıkla kızarsın diyeydi.

Caniko sıkıldı, müzeye götürülüp dip dibe sıralanmış başyapıtlar karşısında homurdanan
adamın bitkinliğini hissetti. Aşırı bir beyazlık tavanlardan sökün ediyor, döşeme
taşlarından fışkırıyor, açıları silip yok ediyordu. Kimsenin gölge bahşetmediği hastalara
acıdı. Öğle zamanı, özgür hayvanları saklanıp uyumaya, kuşları ulu ağaçlar altına çekilip
susmaya zorlar. Ne ki uygar adam bu gezegenin kanunlarını bilmez oldu. Caniko karısına
doğru birkaç adım attı, şunları söylemek niyetiyle: “Perdeleri örtüver, söyle, şuraya bir
pervane taksınlar, gözlerini kırpıştırıp acı çeken şu zavallının önünden şehriye tabağını
kaldırsınlar, yemeğini akşama yedirirsin… Onlara gölge ver, öyle bir renk ver ki şu
beyaz, hep şu beyaz olmasın…” Doktor Arnaud’nun gelişi Caniko’nun öğütler dağıtıp
hizmet etme hevesini kesti.

Karnı beyaz ketenle örtülü, saçları altın kırmızısı doktor koğuşta üç adım atmamıştı ki,
havada uçan rütbeli melek uysal melek görevine dönmüş, yanakları iman ve
gayretkeşlikle pembeleşmişti… O zaman Caniko, Amerikan sigaraları dağıtan
Filipesco’ya döndü, küçümseyici bir edayla seslendi: “Geliyor musunuz?” Onu alıp,
resmi ziyaretçinin nadan nezaketiyle, karısını, Doktor Arnaud’yu, hemşireleri,
hastabakıcıları selamladı ve çıktı. İri çakıl taşlarıyla döşeli küçük avluyu arşınladı,
arabasına bindi, kendi kendine söylenirken fazla söze gerek duymadı: “Meşru darbedir.
Şu başhekim darbesi!” Bir daha hastaneye adımını atmadı. Edmée de artık, onu sadece
protokol kibarlığıyla davet etti, sofrada nasıl vejetaryen konuklara her şeye rağmen çulluk
tabağı uzatılırsa, öyle.

Şimdi Caniko, aylaklığa maruz, düşünüyordu. Aylaklık ki, savaş öncesinde nasıl hafif,
renkli, boş, çatlaksız bir kadeh gibi nasıl çın çın olmuştu. Savaşta da tabi olduğu,
tembelliğin askeri kurallarıydı. Soğuk, çamur, tehlike, nöbet, belki azıcık çarpışma
haricinde, tembellik. Zevkine düşkün delikanlı hayatında sıkı bir sefahat idmanından
geçtiği için hiç hasara uğramadı, etrafındaki dayanıksız, pirüpak arkadaşlarının
suskunluktan, yalnızlıktan, çaresizlikten çöktüğünü izledi. Matbuat kıtlığının zeki
varlıklarda yarattığı, gündelik bir zehrin mahrumiyetine benzer tahribata tanık oldu. O,
kısacık bir mektup, bir kart, ustaca doldurulmuş bir posta paketiyle yetinmeyi bilip
bahçedeki gece kedisi gibi sessizliğe, tefekküre dalarken, üstün denen adamlar, aç kalmış
adam haraplığı sergilemişlerdi. Böylece, iki üç düşünceye, çocukluk günleri gibi çok
renkli iki üç sağlam anıya ve kendi ölümünü tahayyül edememe gibi bir beceriksizliğe
dayanan sabrını gururla da donatıp güçlendirmeyi öğrenmişti.

Savaş dönemi, defalarca, rüyasız bir uzun uykudan ya da her ânı kesintiye uğrayan bir
istirahatten sıyrılarak, şimdiki zamanın dışına çıkmış, yakın geçmişinden arınmış,
çocukluğa geri döndürülmüş –Léa’ya geri döndürülmüş– vaziyette bulmuştu kendini. Az
sonra Edmée çıkageliyordu; net, çatısı güzelce çatılmış. Belirişi, anlık yitip gidişi kadar
onu keyiflendiriyordu. “İki etti” diye saptamada bulunuyordu. Léa’dan bir şey gelmezdi;
o yazmıyordu. Aldonza Ana’dan çarpık elleriyle imzaladığı kartpostallar gelirdi, bir de
Barones de La Berche’nin seçtiği purolar. Tilki kürkü mavisiyle, bir de sıcakta ve uyku
saatlerinde saçtığı belli belirsiz parfümüyle yumuşacık yünden bir eşarp hayallerini
epeyce besledi. O eşarbı sevdi, ona gölgede sarıldı, sonra eşarp hem parfümünü hem
mavi gözbebeklerin taze tonunu yitirdi, Caniko onu düşünmez oldu.

Caniko dört yıl boyunca Léa’yı merak etmedi. İstese, yaşlı gözcüler hayal bile
edemeyeceği olayları not edip kendisine aktarabilirlerdi. Ama Léa’nın hastalıkla, Léa’nın
değişimle ne alakası olabilirdi ki?
1918’de Barones de La Berche’in ağzından kaçan “Léa’nın yeni dairesi” sözcükleri onu
şaşkına çevirdi.

– Taşındı mı ki o?

– Sen neredeydin? diye yanıtladı barones. Herkes biliyor. Güzel bir iş oldu, neme lazım,
köşkünü Amerikalılara satması! Yeni dairesini gördüm. Ufak ama rahat! Bir oturdunuz
mu, artık kalkamıyorsunuz.

Caniko o iki sözcüğe tutundu: “Ufak ama rahat”. Kıt hayaliyle zar zor pembe bir dekor
çattı, içine altın ve çelikten geniş bir sahanlık, dantellerle donanmış büyük yatağı attı,
göğüs ucu sedef rengindeki Chaplin’in tablosunu uçuşan bir buluta astı.

Desmond dansingine paralı ortak ararken, Caniko tedirginlikle irkilip dikkat kesildi:
“Herif şimdi Léa’yı yolmaya, kandırmaya kalkar… Telefon açıp haberdar edeyim.” Ama
hiçbir şey yapmadı. Çünkü terk ettiğiniz sevgiliyi aramak, sokakta bakışınızı gözeten
sindirilmiş bir düşmana el uzatmaktan tehlikelidir.

Caniko, ayna karşısındaki coşkunluğu, yüz kızarması ve dağınıklığı yakaladığı baskın


gününden beri, beklemedeydi. Zaman geçsin diye bekledi, karısı ile “Ay Marii!..”
şarkısını söyleyen adam arasındaki henüz neredeyse salt manevi yakınlıkla ilgili kanaatini
sözcüklere dökerek ağırlaştırmadı. Zira kendini daha hafif hissediyordu; tan ağarıdığında
yaptığı gibi kolundaki saate gerekli gereksiz bakmayı günlerce unuttu. Bahçede bir hasır
koltuğa oturma alışkanlığı edindi, yolculuk sonrası otel bahçesine oturur gibi. Hayretle,
yaklaşan gecenin boğanotlar mavisini tuzla buz edip yerine, çiçekleri eritip yutan bir
maviyi yerleştirmesini, buna karşılık yapraklardaki yeşilin seçilir kitleler hâlinde
direnmesini izledi. Sıraya dizilmiş ufak pembe karanfiller çürük menekşe rengine
bürünüyor, sonra süratle kararıyorlardı. Temmuz yıldızları alacalı dişbudak dalları
arasında sarı sarı yanmaya koyuluyordu.

Kendi evinde, parkta oturmuş, bir yoldan geçenin zevkini çıkardı. Ellerini sarkıtmış,
bedenini devirmiş vaziyette orada daha ne kadar kalıp dinleneceğini kendine sormadı.
Bazen, ayna sahnesi diye adlandırdığı şeye, bir adamın geçişiyle, hareketiyle, kaçışıyla
gizlice bulandırılmış mavi odadaki atmosfere aklı kayıyordu. Alçak sesle, düzenli,
mekanik bir budalalıkla diyordu ki:
“İşte nihayet, bu kesin. Tam, işte bu kesin denen şey.” Kesinin n’sini çatlatarak.

Temmuz başı, termal kentlerine uygun araba dediği üstü açık bir yeni otomobili denedi.
Filipesco’yu, Desmond’u alıp, kuruluktan aklaşmış yollara çıktı, ama her akşam, sıcak-
soğuk şeritlerle bezeli, kent yaklaştıkça kokuları yitip giden havayı yara yara Paris’e
dönüyordu.

Bir gün, fötr şapkacığını başına iyice oturtmuş, işaretparmağını geçit parmaklıklarına
değdiren erkeksi yol arkadaşı Barones de La Berche’i yanına aldı. Caniko onu geçimli
buldu. Barones az konuşuyor, mor salkımların gölgesindeki meyhaneleri, mahzenden ve
şaraptan ıslanmış kum kokan köy kahvelerini uzaktan seçiyordu. Hareketsiz ve suskun,
bir üç yüz kilometre gittiler. Ağızlarını sadece tüttürmek ve yemek yemek için açtılar.
Ertesi gün Caniko, az ve öz sözle, Camille de La Berche’i davet etti: “Yola düşer miyiz
Barones?” ve onu gene beraberinde götürdü.

İyi huylu araba, yeşil kırlara doğru gazladı, akşam, ip ucundaki oyuncak gibi Paris’e
doğru dönüşe geçti. Caniko, o akşam, gözünü yoldan ayırmaksızın, sağında, soylu evlerin
arabacılarını andıran erkek yüzlü yaşlı kadın profilini seçiyordu. Sadeliğinden ötürü onu
saygıdeğer bulduğunu şaşkınlıkla fark ediyor, baronesle şehir dışında ilk kez baş başa, bir
cinsel canavarsılıkla donanmış kadının bu canavarsılığı yiğitçe, bir tür mahkûm
yüceliğiyle taşıyabildiğini belli belirsiz keşfediyordu.

Bu kadın, savaştan bu yana, kötülüğünü kullanmaz olmuştu. Hastane onu esas yerine iade
etmişti, yani erkeklerin arasına. Erkeklerin yeterince genç, çektikleri acı nedeniyle
yeterince ehlileşmiş olması, Baronese, onlar arasında, bir türlü doğamamış dişiliğini
unutup dingince yaşama imkânı tanımıştı.

Caniko, yol arkadaşının koca burnuna, grileşmiş kıllı üst dudağına, olgun buğday
başaklarda ve biçilmiş çayırlarda ilgisizce gezinen minik köylü gözlerine kaçamak
bakışlar atıyordu.

İlk kez yaşlı Camille’e karşı, dostluğa, duygulu özdeşleşmeye benzer bir meyil duydu.
“Yalnız biri. Askerleriyle ve annemle olmadığı zamanlarda, yalnız! O da… Piposuna, içki
kadehine rağmen, yalnız!”

Paris’e dönerken buzu kalmamış bir “otel-restoran”da konakladılar. Çimlere saçılmış eski
vaftiz leğenlerine ve direklere tutuşturulmuş kavruk gül fidanları ölmekle meşguldü.
Yakındaki koruluk, tozlu yeri meltemden muaf tutuyor, kiraz gibi kıpkızıl bir bulutçuk
göğün tepesinde kıpırdamadan asılı duruyordu.
Barones, funda kökünden kısa piposunu keçi ayaklı bir mermer figürün kulağına vurarak
boşalttı.

–Paris’te sıcak bastırır bu gece.

Caniko bir hareketle onayladı, yüzünü kiraz rengi buluta kaldırdı. Beyaz yanaklarına,
gamzeyle damgalanmış çenesine pembe akisler inip tiyatrocuların yüzünü kadifeleştiren
kırmızı pudra tuşları gibi dağıldılar.

– Evet, dedi Caniko.

– Biliyor musun, istersen, sabaha da dönebiliriz. Ben gider hemen bir sabun, bir diş
fırçası satın alırım. Karına telefon açarız. Yarın sabah dörde doğru, serinlikte yola
koyuluruz…

Caniko, istem dışı bir telaşla doğruldu.

– Hayır, hayır. Yapamam.

– Yapamaz mısın? Hadi canım!..

Caniko minik erkeksi gözlerin, sıçrayan kocaman omuzların ayakları dibinde güldüğünü
gördü.

–Hâlâ bu kadar düşkün olduğunu bilmezdim, dedi barones. Madem bu derece


düşkünsün…

– Ne?

Ayağa kalkmıştı. Barones, Caniko’nun ağır, güçlü omzuna sert bir şaplak indirdi.

–Evet, evet. Gündüz dolanıyorsun ama her akşam evceğizine dönüyorsun. Ah! Seni ne iyi
bağlamışlar öyle!

Caniko Barones’e soğuk gözlerle baktı. Onu artık daha az seviyordu.

–Sizden de bir şey gizlenmiyor, Barones. Ben gidip arabayı getireyim, iki saatten önce
evinize varmış oluruz.

Caniko o geceki dönüşlerini, batıda uzun uzadıya direnen hüzünlü kırmızıyı, ot


kokusunu, far ışıklarının hapsettiği tüyümsü kelebekleri asla unutmadı. Barones, gecenin
kalınlaştırdığı siyah kütle, yanında ayıktı. Caniko arabayı ihtiyatlı kullanıyordu ve
virajlarda yavaşladığında, yolun serin havası bir sıcak havaya dönüşüyordu. Caniko
keskin gözlerine, dikkatli uzuvlarına güveniyordu ama elinde olmadan, sağ yamacında
hareketsiz duran iri, yabancı ihtiyarı düşünüyor, bir tür dehşet ve asabiyete kapıldığı
oluyordu. Öyle ki, az kaldı fenersiz bir tekerlekli yük arabasına bindiriyordu. O anda
şişkin bir el koluna yavaşça dokundu.

–Dikkat et, küçük.

Caniko ne bu hareketi, ne tınıdaki yumuşaklığı bekliyordu kuşkusuz ama hiçbir şey, peşi
sıra bastıran duygulanışı, o düğümü, boğazındaki sert meyveyi açıklayamazdı. “Şapşalım
ben, şapşalım” diye içinden tekrarlıyordu. Daha yavaş sürdü, gözlerine dolan yaşlardan
ötürü farların etrafında bir müddet oynaşan kırık ışıkları, altın zikzakları, tavus kuşu
tüylerini eğlenceli buldu.

“Düşkünmüşüm, beni iyi bağlamışlar, dedi. Bir görse bizi, Edmée’yle beni… Kardeş
kardeş uyuyalı kaç gün oldu acaba?” Saymayı denedi: Üç hafta, belki daha fazla?.. En
matrağı, Edmée’nin hiçbir talepte bulunmaması, güler yüzle uyanmasıydı. Caniko,
“acıklı” sözcüğünden kaçmak istediği her sefer, içinden “matrak” sözcüğünü kullanırdı.
“Eskimiş bir evlilik, neticede eskimiş bir evlilik… Hanımefendi ve başhekimi, Beyefendi
ve… arabası. İhtiyar Camille’e bak sen, beni iyi bağlamışlar diyor. İyi bağlamışlar.
Bağlamışlar. Ben de bir daha onu geziye götürürsem…”

Geziye bir daha götürdü, çünkü temmuz Paris’i kavurmaya koyulmuştu ama büyük
sıcaklardan ne Edmée şikâyet ederdi, ne Caniko. Caniko akşam eve döndüğünde nazik ve
dalgın oluyordu. Elleriyle yüzünün alt kısmı kestane renginde. Banyoyla Edmée’nin
giyinme odası arasında çıplak geziniyordu.

–Zavallı Paris halkı, bugün pişmiş olmalısınız! diye alay ediyordu.

Edmée, hafiften solgunlaşmış, erimiş, güzel köle sırtını doğrultuyor, yorgunluğunu inkâr
ediyordu:

– Doğrusunu istersen, o kadar da değil. Biliyor musun, düne nazaran daha rahat nefes
alınıyordu, benim oradaki ofisim de serin oluyor. Sonra, hiç düşünecek zamanı
bulamadık. Benim ufaklık, yirmi iki numaram var ya. Öyle de iyiye giderken…

– Ya?
– Evet. Doktor Arnaud’nun izlenimi hiç olumlu değil.

Edmée başhekimin adını fırlatmakta tereddüt etmezdi, satranç tahtasına bir öldürücü taşı
sürer gibi ama Caniko’nun kılı kıpırdamıyordu. Edmée o zaman gözüyle çıplak adamı,
mavi perdelerin aksiyle hafiften yeşermiş çıplaklığını takip ediyordu. Caniko bir daha, bir
daha önünden geçiyordu. Kendini sunarak, beyaz teniyle, parfümünü peşi sıra
sürükleyerek ve aniden erişilmez. Bu çıplak, benzersiz, mağrur bedenin güveni dahi
Edmée’yi hafifçe kindar bir hareketsizliğe itiyordu. Bugün bu çıplak bedeni talep edecek
olsa, ancak ivedi çığlıktan azade bir sesle, yumuşamış eşin insanileşmiş sesiyle talep
edebilirdi. Ne ki, artık incecik altın tüylerle donanmış bir kol, altın kıllar altında ateşli bir
ağız onu kendisine bağlamıştı. Edmée’nin Caniko’yu izleyişi, kimseye yâr olmayacak
bakireye göz dikmiş kıskanç ve uslanmış âşığın rahatlamış seyredişiydi.

Havai, alışılmış sözcüklerle sayfiye yerlerinden, kaçıp gitmelerden bahsediyorlardı hâlâ.

– Savaş Deauville’i değiştirmemiş. Nasıl kalabalık… diye iç çekiyordu Caniko.

– Artık hiçbir yerde doğru düzgün yenmiyor. Restorancılığı yeniden canlandırmak


muazzam bir girişim olacak! diye iddia ediyordu Edmée.

14 Temmuz’a doğru, öğle yemeğinde, Charlotte Peloux bir “battaniye işi”nin başarıyla
sonuçlandığını müjdeledi, kârın yarısının Léa’ya gitmesine epeyce yüksek sesle
hayıflandı. Caniko, hayretle başını doğrulttu:

–Yani onu görüyorsun?

Charlotte Peloux, eski porto tutkunlarına has bir bakışla oğlunu süzdü ve gelininin
tanıklığına başvurdu:

– Bunun öyle lafları var ki… Öyle lafları… Bunlar tam gaz yemiş askerler lafları. Di mi
ama? Gaz yemiş asker lafları. Zaman zaman insanı bayağı endişelendiriyor. Canikom,
ben Léa’yla görüşmeyi hiç kesmedim ki. Görüşmeyi niçin kesecektim?

–Niçin? diye tekrarladı Edmée.

Caniko iki kadına bakıyor, gösterdikleri teveccühten tuhaf bir haz alıyordu.

– Ondan hiç söz etmiyordun da, diye söze girişti Caniko, safça.

– Ben! diye hırladı Charlotte. Dinle, olamaz, dinle… Duyuyor musunuz Edmée? Neyse,
size beslediği duygunun göstergesi sayalım. Siz olmayan her şeyi öyle güzel unutmuş
ki…

Edmée yanıt vermeden gülümsedi, başını eğip dekoltesini çevreleyen danteli iki
parmağıyla sıkıştırıp kaldırdı. Bu jest Caniko’nun bakışını Edmée’nin göğsüne yöneltti.
Sarı ince keten ardında beliren meme uçlarını, onların iki eşit çürük misali açık mor
halkalarını gördü. Ürperdi ve kendi ürperişinden, bu çekici bedenin, onun en mahrem
ayrıntılarının, kibar zarafetinin, yakın, hain, tasarrufunda olabilecek bu genç kadının onda
artık sadece sarih bir isteksizlik uyandırdığını anladı. “Hadi, hadi!” Ama kamçıladığı
hayvan kıpırtısızdı. Caniko genizden gelen sözcükler seliyle saçılan Charlotte’u
dinliyordu:

– …Daha geçen gün, senin önünde diyordum ki, illa araba gerekiyorsa, Léa’nın çağ dışı
Renault’suna binmektense, ben taksiye, duyuyor musun, taksiye binmeyi tercih ederim ve
geçen gün de değil, yoo, daha dün, Léa’dan söz ederken diyordum ki, yalnız yaşayan bir
kadın olarak erkek uşak tutulacaksa, bari yakışıklı bir delikanlı tutulsun… Ya da işte,
Camille daha geçen akşam, ikinci bir Quart de Chaume şarabı Léa’ya yollayıp da kendine
saklamadı diye hayıflanmıyor muydu senin önünde… Canikom, ben sadakatini öve öve
bitiremezken, seni şimdi nankörlükle suçlayacağım. Léa senden daha iyi şeyler hak
ediyordu. Bunu teslim edecek ilk kadın Edmée olacaktır.

– İkincisi, diye düzeltti Edmée.

– Ben bunların hiçbirini duymadım, dedi Caniko.

Sert ve pembemsi temmuz kirazlarını ağzına atıyor, onları, indirilmiş istor ardından,
fazla sulanmış, sıcak kaynak gibi dumanı tüten bahçedeki serçelere fırlatıyordu. Edmée
hareketsiz, Caniko’nun son sözlerini içinden sürdürdü: “Ben hiçbirini duymadım.”
Caniko kuşkusuz yalan söylememişti, gene de pervasızlığı, kiraz çekirdeklerini sıkarken
sol gözünü kırpıp bir serçeyi nişan alırken gösterdiği sahte çocuksuluk, Edmée’ye
neredeyse apaçık bir dilde hitap ediyordu. “Duymadığı zamanlarda, acaba neyi
düşünüyormuş ki?”

Savaş öncesi olsa, Edmée bunun altında bir kadın arardı. Birkaç ay önce, ayna sahnesi
ertesinde, bir misilleme, bir Kızılderili amansızlığı, burna bir ısırık beklemişti. Ama
hayır… Hiçbir şey gelmemişti… Caniko masum ve gezgin yaşantısını sürdürüyordu,
hücresi dibindeki mahpus gibi, sakin bir özgürlük içinde. Çok uzaklardan getirilmiş,
yarım küremizde dişisini dahi aramayan iffetli hayvanlar gibi.

“Hasta mı?..” Yeterince uyuyor, gönlünce yiyordu. Yani hafifçe; etleri kuşkuyla koklayıp,
meyveleri ve taze yumurtaları tercih ederek. Hiçbir asabi tik hatlarının güzel dengesini
bozmuyor, şampanyadan çok su içiyordu. “Hayır, hasta değil. Gene de… bir şeysi var. Ne
olduğunu mutlaka keşfederdim, eğer hâlâ ona âşık olsaydım. Ama…” Yeniden
gerdanından yükselen ısı ve kokuyla birlikte dekoltesinin dantelini yukarıya doğru çekti;
başını eğdiğinde kumaşın ardından beliren göğüslerinin açık mor ve pembe ikiz
madalyalarını gördü. Duyumlulukla kızardı, bu kokuyu, bu açık mor gölgeleri, bir saat
sonra buluşmaya gideceği mahir, lütufkâr kızıl adama vaat etti.

“Her gün önümde Léa’dan bahsediyorlardı ve ben hiçbir şey duymadım. Onu unutmuşum
ama unutmak nedir ki? Léa’yı düşündüğümde onu gayet iyi seçebiliyorum, sesinin
tınısını, süründüğü, ellerinde ıslak ıslak ezdiği parfümü anımsıyorum…” Burun
deliklerini sıktı, yüzünü oburlukla buruşturup ağzını burnuna doğru çekti.

–Fred, şu anda yüzünü iğrenç şekilde buruşturdun, tıpkı Angot’un siperlerden getirdiği
tavşana benzedin…

Uyanış ve kahvaltı sonrasında, günlerinin en katlanılabilir ânını yaşıyorlardı. Duştan


dirilerek çıkmışlardı. Mevsime göre üç ay erken düşmüş, Paris’teki sahte sonbaharın
yapraklarını birbirinden koparan, petunyaları yere seren yağmurun dümdüz inişini
minnetle dinliyorlardı. O sabah, şehre inatla bağlılıklarına bahane arama zahmetine
girmediler. Charlotte Peloux, bir gün önce onları şu sözlerle rahatlatmamış mıydı:
“Bizler, Parisliler ırkındanız! Hakiki, saf Parislileriz! Diyebiliriz ki, bizler ve bir de
kapıcılar, hakikaten savaş sonrasında ilk Paris yazının tadını çıkardık!”

–Fred, şu takım elbiseye sen aşkla mı bağlısın yoksa! Onu hiç üstünden çıkarmıyorsun
da. Epeyce buruşmuş artık, biliyor musun?

Caniko eliyle Edmée’nin sesine doğru bir harekette bulundu. Sessizliği talep eden,
dikkatinin dağıtılmamasını rica eden bir jestti bu. Şu anda dikkatini son derece zihni bir
işleme hasretmişti.

“Onu unutmuş muyum, bilmek isterdim ama, nedir unutmak. Görüşmeyeli bir yıl oldu…”
Ani bir şokla ayıldı, sıçradı, belleğinin savaşı yok saydığını fark etti. Sonra yılları saydı;
bir an, içinde her şey şaşkınlıktan suskunlaştı.

–Fred yaa, tıraş bıçağını buraya getirmeyip banyoda bırakmaya seni hiç mi ikna
edemeyeceğim?

Caniko uyuşuklukla döndü. Neredeyse çıplak ve hâlâ ıslaktı; orası burası talklanmış
gümüşi gövdesini sergiliyordu.

–Ne?

Ona uzak gelen ses gülmeye koyuldu.

–Fred, şekerlenmiş pastayı andırıyorsun! Bozulmuş pastayı… Önümüzdeki yıl bu yılki


kadar budala olmayacağız. Köyde evimiz olacak…

– Köyde ev mi istiyorsun?

– Evet, ama herhalde bu sabah değil…

Gri bir fırtınanın akıttığı rüzgarsız şimşeksiz yağmur perdesini çenesiyle işaret ediyor,
saçını firketelerle topluyordu.

–Ama mesela gelecek yıl… di mi ama?

– İyi fikir. Evet, iyi fikir!

Caniko Edmée’yi nazikçe başından def ediyor, duyduğu hayrete geri dönüyordu. “Onu
sadece bir yıldır görmüyorum sandım. Savaşı unutmuşum. Demek görüşmeyeli bir, iki,
üç, dört, beş yıl olmuş… Ne yani, onu unutmamış mıyım? Yok, mademki kadınlar
önümde ondan söz ediyorlardı ve ben sıçrayıp bağırmıyordum: ‘Ya hakikaten, lafı
gelmişken, Léa’ya ne oldu?’ diye. Beş yıl. 1914’te kaç yaşındaydı?”

Gene saydı ve akıl almaz bir toplama tosladı. “Bugün aşağı yukarı altmışına mı varmış
oluyor?.. Yok ya…”

– En mühimi, yanlış seçim yapmamak! Güzel bir belde, mesela neresi olabilir…

– Normandiya, diye tamamladı Caniki, dalgın.

– Evet, Normandiya… Sen Normandiya’yı bilir misin?

– Hayır… Tam değil… Yeşil bir yer. Ihlamur ağaçları var… Küçük göller…

Sersemlemişçesine gözlerini yumdu.

–Nerede? Neresinde Normandiya’nın?

– Küçük göller, kremalar, çilekler, tavus kuşları…

– Normandiya hakkında neler de bilirmişsin! Ne diyarmış o öyle! Hepsi var mı? Neler
var daha?

Caniko, banyo çıkışında genellikle yanaklarıyla çenesinin kıllarını gözden geçirdiği


yuvarlak aynaya eğilmiş, tasvir ettiklerini okuyor gibiydi. Pasif ve mütereddit, devam
etti.

–Tavus kuşları… Parkelere aksi vuran ay, bir de ağaçlı yola serilmiş geniş, kocaman bir
kırmızı halı…

Sözünü tamamlamadı, hafifçe yalpaladı, halıya kaydı. Yatağın kenarı düşüşünü yarı yolda
durdurdu ve Caniko, solgunluğunu örten yanıklıktan ötürü fildişi yeşiline bürünmüş
baygın başını dağınık çarşaflara dayadı.

Edmée, neredeyse onun kadar süratle yere atıldı; kendini salıvermiş başı eliyle tuttu,
bağırmadan, kanın terk etmekte olduğu burun deliklerine açık bir şişe dayadı ama
dermansız iki kol onu ittiler:

–Bırak beni… Görüyorsun, ölüyorum.

Lakin Caniko ölmüyordu, Edmée’nin parmakları arasındaki el ılıktı. Caniko fısıltıyla


konuşmuştu. Ölümü bir an isteyip de kurtuluvermiş gencecik intiharcıların tumturaklılığı
ve yumuşaklığıyla.

Dudakları parlak dişlere yarı yarıya açılıyor, düzenli bir nefesle soluyordu, ancak hayata
büsbütün dönmekte telaş etmiyordu. Göz kapaklarıyla kirpiklerin gerisine, fenalaştığı
anda anlatmakta olduğu yeşil alana sığınıyordu. Bir düz alan, bol bol çilek fidanlığı ve
arılar, sıcak taşlarla çevrili su hilalleri… Gücü geri geldiğinde gözlerini kapalı tuttu şöyle
düşündü: “Gözlerimi açacak olsam, Edmée baktığım her şeyi görür…”

Edmée hâlâ, tek dizini kırmış, ona doğru eğilmiş pozisyondaydı. Mahir, profesyonel bir
ilgi sergiliyordu. Boş kalmış elini bir gazeteye uzattı, Caniko’nun geriye attığı alın
etrafındaki havayı yelpazeledi. Anlamsız, gerekli sözler fısıldıyordu.

–Fırtınadandır… Gevşeyiver… Hayır, doğrulma. Bekle, yastığı başının altına


kaydırayım…

Caniko doğruldu, gülümsedi, Edmée’nin elini sıkıp teşekkür etti. Ağzı limon ve sirke
arzusuyla kuruyordu. Telefonun zili Edmée’yi ondan kopardı.

–Evet… Evet… Ne? Saat on, elbette biliyorum! Evet. Ne?


Caniko, yanıtların buyurgan kısalığından, hastaneden aradıklarını anladı.

–Evet, geliyorum tabii. Ne? En geç…

Kısa bir bakışla Caniko’nun dirilişini hesap etti.

–Yirmi beş dakika sonra! Teşekkürler. Görüşürüz.

Pencerenin iki cam kanadını genişçe açtı. Sessiz yağmurun birkaç damlası odaya yavan
nehir kokusuyla birlikte girdiler.

–Fred, daha iyisin, değil mi? Neler hissettin? Kalbinde bir şey yok ya? Fosfat almalısın.
İşte bizim gülünç yazımızın meyvesi. Ne yaparsın…

Telefona çaktırmadan baktı, bir tanığa bakar gibi.

Caniko görünürde gayretsizce ayağa kalktı.

– Fırla, küçüğüm. Kulübüne geç kalacaksın. Ben büsbütün iyiyim.

– Hafif bir sıcak rom? Biraz çay?

– Benimle ilgilenme… Harikaydın. Evet, az çay, inerken söylersin ve de limon.

Beş dakika sonra Edmée gidiyordu, salt endişeyi ele veriyor sandığı, ama hakikati
bekleyen, açıklanamaz bir hâlin açıklanmasını boş yere bekleyen bir bakış fırlatarak.
Caniko gerindi; kapanan kapı onun da iplerini kesmiş gibi, kendini hafif, soğuk, boşalmış
hissetti. Pencereye doğru atıldı, karısının yağmur altında küçük bahçeden başını eğerek
geçtiğini gördü. “Suçlu sırtı var” diye karar verdi, “Her zaman bir suçlu sırtı oldu. Önden,
pek hanımefendi ama sırtı çok şey anlatıyor. Baygınlığım ona sıkı bir yarım saat
kaybettirdi, ancak anamın dediği gibi, biz kendi işimize dönelim. Léa ben evlendiğimde
su içinde elli bir yaşındaydı, Madam Peloux’nun iddiası bu. Şimdi elli sekizinde olmalı,
belki altmışındadır… Bu resmen matrak!”

Altmış yaşında bir Léa’nın imgesiyle General Courbat’nın beyaz dikenli bıyığını, kırış
kırış yanaklarını, fayton atı duruşunu bağdaştırmaya çalıştı.

“Bundan daha matrak şey olamaz…”

Madam Peloux geldiğinde Caniko’yu, kendini bu matraklığa kaptırmış, yağmurun indiği


bahçe karşısında hareketsiz, sönmüş bir sigarayı ısırır hâlde buldu. Annesinin girişi onu
sıçratmadı.
–Pek erkencisiniz anacığım, dedi.

– Sen de sol tarafından kalkmış gibisin, diye yapıştırdı annesi.

– O sizin hüsnü kuruntunuz. Faaliyetinizin hafifletici nedenleri var mı bari?

Madam Peloux gözlerini ve omuzlarını tavana kaldırdı. Alnına sportif ve çocuksu bir deri
şapkacığın siperi inmekteydi.

–Zavallı küçüğüm, diye iç çekti, şu sırada neye girişiyorum, bir bilsen. Bilsen nasıl yüce
bir esere…

Caniko yan gözle, annesinin ağız çevresindeki derin tırnak işareti çizgilerini, yükselip
indiğinde yağmurluk yakasını örtüp sonra açığa çıkaran çifte gerdanını, gerdanın kısa,
gevşek dalgasını izliyordu. Oynak gözaltı torbalarını tartarken, içinden tekrarlıyordu:
“Elli sekiz… Altmış…”

–Nasıl bir göreve kendimi adamışım, senin haberin var mı?

Madam Peloux bir es verdi, siyah kalemle çevrelenmiş iri gözlerini daha da açtı:

–Passy termallerini diriltiyorum. Evet, elbette sana bir şey ifade etmiyor. Su kaynakları
orada, Raynouard sokağının altında, iki adım ötede. Uykudalar, uyandırılmayı
bekliyorlar. Bunlar olağanüstü etkin sular. Eğer akıllıca davranırsak, Uriage’ı iflasa
sürükleriz, belki Mont-Dore’u batırırız, –ama bu da büyük hayal! Bu işe yirmi yedi adet
İsviçreli doktoru sürdüm. Edmée’yle Paris Belediyesi konseyine yoğunlaştık… Zaten
geliş nedenim buydu, karını beş dakikayla kaçırdım… Neyin var? Beni dinlemiyor
musun?

Caniko ıslanmış sigarasını yakmakta diretiyordu. Vazgeçti, sigarayı şişko yağmur


damlalarının çekirgeler misali sıçradığı balkona fırlattı, annesini ciddiyetle süzdü.

–Sizi dinliyorum, dedi. Hatta bana söylemek istediklerinizi baştan biliyorum. Konunuza
aşinayım. Bunun adı dümendir, üçkâğıttır, rüşvettir, kurucu hisselerdir, Amerikan
battaniyeleridir, kuru fasulyedir, vesairedir. Bir yıldır kör ve sağır olduğumu
sanmıyordunuz umarım. Kötü yürekli, berbat kadınlarsınız, o kadar. Size kızmıyorum.

Caniko sustu ve oturdu, alışkanlık icabı sağ göğsündeki minik ikiz yaraların izleriyle
oynadı. Yağmurun dövdüğü yeşil bahçeye bakıyor, gerginlikten eser kalmamış yüzünde
bezginlikle gençlik çakışıyordu. Biri yanağı kazıyıp göz altını karartırken, diğeri,
dudakların hoş kıvrımıyla esnek ette, burnun tüylü kanadında, saçın kara bolluğunda hiç
bozulmadan yaşamını sürdürüyordu.

–Vay canına, dedi nihayet Madam Peloux, neler de duyuyorum! Ahlak nereyi bulsa oraya
yuvalanırmış. Ben meğer dünyaya bir sansürcü getirmişim.

Caniko ne sessizliğini bozdu, ne hareketsizliğini.

–Sen bu çürümüş dünyayı hangi zirveden yargılıyorsun bakalım? Muhtemelen


namusunun zirvesindendir…

Madam Peloux Ortaçağ’ın Alman süvarisi misali deriler kuşanmıştı; tam olduğu gibi
görünüyordu: Savaşa hazır. Ama Caniko muharebelerin tümüyle alakasını kesmiş gibiydi.

–Namusumun zirvesinden… Belki. Ben bir sözcük arayacak olsam, onu bulmazdım. Siz
sunuyorsunuz. Varım namusa.

Madam Peloux hiç yanıt vermedi, saldırıyı erteledi. Sustu, dikkatini oğlunun tuhaf
görüntüsüne yoğunlaştırdı. Caniko dirseklerini ayrık tuttuğu dizlerine dayamış, ellerini
kuvvetle kavuşturuyordu. Yağmurun dövmeyi sürdürdüğü bahçeye bakıyordu, bir müddet
sonra, başını çevirmeden iç geçirdi.

–Bu hayat mıdır, sizce?

Madam Peloux sorusunu sakınmadı:

–Hangi hayat?

Caniko tek kolunu kaldırıp bıraktı.

–Benimki. Bizimki. Bütün bunlar. Tüm gördüğümüz.

Madam Peloux bir an tereddüt etti, sonra deri paltosunu çıkarıp attı, sigarasını yaktı, o da
oturdu.

–Sıkılıyor musun?

Caniko, havai ve ihtiyatlı olmaya çalışan sesin alışılmadık yumuşaklığına tav olarak
karşılık verdi; doğallıkla, neredeyse güvenle:

– Sıkılmak mı? Hayır, sıkılmıyorum. Niye sıkılayım? Sadece azıcık… Nasıl desem?
Kaygılıyım, o kadar.

– Hangi konuda?
– Her konuda. Kendim adına, hatta sizin adınıza!

– Bak, buna şaştım.

– Ben de. Şu adamlar… Şu yıl… Şu barış…

Parmaklarını aralıyordu, yapış yapış olmuşlar ya da uzun bir saç teline dolanmışlar gibi.

–“Şu savaş…” der gibisin.

Madam Peloux elini Caniko’nun omzuna kondurdu, ses tonunu zekice alçalttı:

– Senin neyin var?

Caniko bu elin sorgulayıcı ağırlığına tahammül edemedi, kalktı, tutarsızca devindi.

–Herkes alçak, o kadar! Hayır, dedi, annesinin yüzünde özentili bir kurum görerek, hayır,
gene başlamayın. Hayır, sözüm meclisten dışarı değil. Hayır, şahane bir dönem, şöyle bir
şafak, böyle bir diriliş yaşadığımızı idrak edemiyorum. Hayır, öfkeli değilim, sizi daha az
sevmiyorum, karaciğerim sızlamıyor ama sanırım, dibe vurdum.

Parmaklarını çıtlatarak yürüdü, kalın yağmurun balkona vururken fışkırttığı tatlı, baygın
su serpintisini içine çekti. Charlotte Peloux jestine barışçıl bir anlam yükleyerek
şapkasıyla kırmızı eldivenlerini attı.

–Aç biraz, küçük. Biz bizeyiz.

A la garson kesilmiş kırmızı saçlarını eliyle arkaya doğru bastırırken, kav* rengi elbisesi
varil örtüsü gibi bedenini sarıyordu. “Kadındı… Bir zamanlar kadındı… Elli sekiz…
Altmış…” diye dalıp gidiyordu Caniko.

Madam Peloux, dişi etkisini nicedir unuttuğu anaç, işveli, kadifemsi güzel siyah gözlerini
Caniko’ya doğru kaldırdı. Caniko annesinin bakışı karşısında aniden erirken, tehlikeyi,
sürükleneceği açıklamanın zorluğunu sezer gibi oldu. Kendini bitkin, çöl gibi bomboş,
sahip olmadığı bir şeyi vermeye zorlanmış hissetti. Üstelik incitme umudu da onu
itekledi.

kav: bazı ağaç kabuklarıyla kav mantarından elde edilen, çakmak çakarak tutuşturulan madde (Ç.N.)
– Evet, diye cevap verdi. Sizin battaniyeleriniz, makarnalarınız, légion d’honneur
nişanlarınız var. Ticaret Odası’ndaki seanslarla, Lenoir’ın oğlunun kazasıyla
oyalanıyorsunuz. Sizi Madam Caillaux ile Passy termalleri coşturuyor. Edmée’yi ise
yaralıları, çarşısı ve başhekimi. Desmond, dansinginde dalavereler çeviriyor; şarap
ticareti, piliçlerin dağılımı… Filispesco Amerikalılardan, hastanelerden tırtıkladığı
sigaraları gece kulüplerine satıyor. Touzac stoklama işinde, daha ne diyeyim… Çeteye
bakın sen… Her neyse…

–Landru’yu* unuttun, diye telkinde bulundu Charlotte.

Neşesi geri gelen Caniko göz kırptı, kırışık yüzlü şampiyonu gençleştiren zalim
şakacılığa sessizce iltifat etti.

– Landru mühim değil, o savaş öncesi kokan bir hikâye. Landru normal bir şey. Ama
gerisi… Kısaca… Kısaca herkes namussuz ve bu… İşime gelmiyor. O kadar.

– Evet, hakikaten çok kısaymış, ama pek açık seçik değil, dedi Charlotte, bir müddet
sonra. Topumuzu ne güzel benzettin. Haksızsın demiyorum, dikkat et. Benim kötü
huylarımla iyi huylarım birdir, hiçbir şeyden de korkum yoktur. Yalnız, bütün bunlar bana
nereye varmak istediğin hakkında fikir vermiyor.

Caniko iskemlesinde acemilikle sallandı. Kaşlarını iki gözü arasında düğümlüyor,


rüzgârın uçuracağı bir şapkayı teniyle tutarcasına alnını geriyordu, öne doğru.

–Nereye mi varmak istiyorum? Ne bileyim… İnsanlar alçak olmasın isterdim. Yani


sadece alçak olmakla kalmasınlar… Ya da sadece ben bunun farkına varmayayım.

Dışa vurduğu, çekingenlikti, ve huzursuzluğuna çekidüzen verme arzusu. O kadar ki


Charlotte keyiflendi.

– Peki, niye farkına varıyorsun?

Landru: 1921 yılında, en az on kadını ortadan kaldırmak ve evinin sobasında yakmak iddiasıyla
yargılanmış ve giyotinle ölüm cezasına çarptırılmış “mistik” Fransız cani. Colette, çalıştığı gazete için
Landru’nun mahkemesini izler ve yorumlar. Charlie Chaplin’in filmi Mösyö Verdoux, Landru’nun
hayatından esinlenmiştir. (Ç.N.)
– Ya… İşte. İşte.

Caniko silahsız bir tebessümle gülümsedi ve Charlotte, oğlunun gülümserken ne kadar


daha az genç göründüğünü fark etti. “Buna hep felaket haberleri vermeli” dedi içinden.
“Veya öfkeden kudurtmalı. Neşe ona yakışmıyor.” Bu kez o da, dumanını üfleyerek
yoruma açık bir saflık savurdu:

–Bütün bunları daha önce fark etmiyor muydun?

Caniko sert bir hareketle başını doğrulttu:

– Daha önce mi? Neden önce?

– Tabii ki savaştan!

– Ha! Evet… diye fısıldadı Caniko, hayal kırıklığıyla. Hayır, savaştan, tabii… Yaa,
savaştan önce, ben bütün bunları aynı gözle görmüyordum ki.

– Niye?

Bu sade sözcük Caniko’yu dilsizleştirdi.

– Bak ne diyeceğim, diye alay etti Charlotte, sen namuslu olmuşsun!

– Sadece namuslu kalmış olmayayım. Bunu kabul etmek istemezsiniz, değil mi ama?

– Yok yok. Sapla samanı karıştırmayalım!

Charlotte, yanakları iyice kızarmış, bir kâhin tutkusuyla tartışıyordu:

–Yapma! Savaş öncesindeki hayat tarzın –anla beni, geniş fikirli olmayanların, meselelere
sadece dışarıdan bakanların yerine koyuyorum kendimi!– bu tarz hayatın her şeye
rağmen bir adı vardır!

– Öyle olsun, diye onayladı Caniko. Sonra?

– Bu da sonuçta, bir… bir bakış tarzını içerir. Sen hayata jigolo zaviyesinden baktın.

– Mümkündür, dedi Caniko, kayıtsızlıkla. N’olacak? Bunda kötülük mü var?

– Kesinlikle yok, diye itiraz etti Charlotte, çocuksu bir sadelikle. Ama her şeyin zamanı
var, öyle değil mi?

– Evet…

Caniko başını bulutlara ve yağmurun gölgelediği göğe kaldırarak derin derin içini çekti:

–Genç olma zamanı ve daha az genç olma zamanı var. Bir de mutlu olma zamanı…
Bunun farkına varmak için sanıyor musunuz ki size ihtiyaç duydum?

Charlotte ani bir hareketlilik sergiledi, odayı bir ileri bir geri arşınladı. Elbisesi yuvarlak
kıçını sımsıkı sarmalamıştı; kalın ama semirilmiş bir dişi köpekçik gibi çevikti. Dönüp
oğlunun karşısına dikildi.

–Vay canına Canikom, korkarım, sen bir saçmalık yapmak üzeresin…

– Yani ne gibi bir saçmalık?

– Ah! Bunların sayısı da sonsuz değil ki. Manastır. Ya da ıssız bir ada. Ya da aşk!

Caniko şaşkınlıkla gülümsedi.

–Aşk mı? Şey mi diyorsunuz… Şeyle aşk…

Çenesiyle Edmée’nin tuvalet odasını işaret ediyordu ve Charlotte’un yüzü ışıldadı:

–Ondan bahseden kim?

Caniko güldü, korunma içgüdüsüyle kabalığına geri döndü:

–Siz bana bir dakika sonra Amerikalı hatun da teklif edersiniz!

Charlotte tiyatro oyuncusu irkilişiyle itiraz etti:

–Amerikalı hatun? Daha neler! Oldu olacak, bari gemicilerin kauçuk kadını
deyivereydin!

Caniko bu teknik bilir kadının şoven küçümseyişini onayladı. Çocukluğundan beri bilirdi:
Fransız kadın yabancıyı sömürür ya da ona parasını yedirir, ancak onunla oturacak kadar
düşmez. Paris’te yerli bir kibar fahişenin yabancı sefih kadına reva gördüğü hakaretamiz
sıfatlar listesini ezbere bilirdi, ama hiçbir imalı şakaya başvurmadan teklifi geri çevirdi.

Charlotte küçük kollarını açtı, çaresizliğini itiraf eden bir doktor dudağı uzattı.

–Çalışmanı önermiyorum… diye yokladı, çekingenlikle.


– Çalışmak… diye tekrarladı Caniko… Çalışmak, birileriyle görüşmek demek… Eğer
kartpostal üzerine resimler yapmıyorsanız veya dikiş dikmiyorsanız, tek başına
çalışılmaz… Zavallı anacığım, şunu bilin ki heriflerden iğreniyorsam, kadınlara karşı
daha iyi hisler beslemiyorum. Gerçek şu ki kadınlara da tahammülüm yok, diye sözünü
tamamladı, cesurca.

–Tanrım! diye çığrıştı Charlotte.

Ellerini, devrilmiş bir at önündeymiş gibi kavuşturuyordu ama oğlu sertçe, tek hareketle
onu susturdu ve Charlotte, az önce özel iktidarsızlığını itiraf etmiş bu yakışıklı genç
adamın erkeksi otoritesine hayran kaldı.

–Caniko!.. Evladım!..

Caniko annesine belli belirsiz dilenen, yumuşak, boş bir bakış yöneltti.

Charlotte, saf akı, uzun kirpikleri ve gizli heyecanından ötürü parlaklığı belki daha aşırı
duran geniş gözbebeklerine daldı. Bu harikulade gediklerden girip, bir zamanlar öz
kalbinin yanı başında atmaya başlamış kilitli kalbe inmek istedi. Caniko, kendini
müdafaa etmekte isteksiz, uykusunda zorlanmaktan haz duymuş görünüyordu. Charlotte
oğlunu daha önce de hasta, asabi, sinsi görmüştü. Mutsuz, hiç görmemişti. Bundan tuhaf
bir coşkunluk duydu, perişan yabancıyı aşağı sınıftan bir yabancıya dönüştürmek, yani
ona umutsuzluğunu unutturmak istediği saatte bir kadını erkeğin ayakları dibine atan o
esrikliğe kapıldı.

–Dinle, Caniko… diye fısıldadı, gayet alçak sesle. Dinle. Senin şimdi şunu yapman
gerekir… Bekle canım, hiç değilse konuşmama izin ver…

Caniko şiddetle, kafa hareketiyle itiraz etti, annesinin sözünü kesti. Charlotte ısrarından
vazgeçti.

Uzun bakışmalarını noktalayan Charlotte oldu; paltosunu kaptı, küçük deri şapkasını
başına oturttu, kapıya yürüdü. Ancak, masanın yanından geçerken durdu, hiç oralı
değilmişçesine telefonu kaptı.

–İzninle, Caniko?

Caniko başıyla onay verdi ve Charlotte, klarnet gibi genizden öttü:

–Alo… Alo… Allo… Passy, yirmi dokuz, yirmi dokuz. İki kere, Matmazel. Alo? Sen
misin Léa? Elbette benim, canım… Ne hava ama di mi?.. Ay, hiç bahsetme! Evet, çok iyi!
Herkes çok iyi! Bugün ne yapıyorsun? Kıpırdamıyorsun? Ah, sen ne zevkini bilen
kadınsın! Ben mi? Ay, ben artık kendimde değilim… Yok canım, konu o değil, konu
bambaşka! Görkemli bir icraat… Yoo hayır, telefonda olmaz!.. Bugün sen hep evde
misin? Peki. Çok iyi oldu. Teşekkürler. Hoşça kal Léa’m!

Ahizeyi yerine bıraktı, artık sadece tümsekleşmiş sırtını gösterdi. Uzaklaşırken havayı
içine çekiyor, ardından mavi dumanlar püskürtüyordu. Görevini yerine getirmiş büyücü
gibi, bulutuyla aynı anda yok oldu.
Caniko Léa’nın dairesine çıkan tek merdiveni acelesizce tırmandı. Raynouard sokağı,
yağmur sonrası saat altıda, yatılı okul bahçesi gibi kuş çığlıkları ve çocuk sesleriyle
çınlıyordu. Kalın aynalı giriş, parlatılmış merdiven, mavi halı, bir tahtırevan kadar cila ve
yaldız yüklü asansör kafesi. Hepsini sürprize dahi tahammülsüz soğuk gözüyle kaydetti.
Sahanlığa varınca, dişçi kapısı önünde hastayı yanıltan o ağrısız, her şeye lakayt âna
katlandı. Az kala gerisingeri gidiyordu ama belki buraya bir daha dönmek zorunda
kalabileceği fikrinden hoşlanmadı, güvenli bir parmakla zile bastı. Genç, esmer, kısa
saçlarının tepesine ince tülden bir kelebek kondurmuş hizmetkâr kapıyı telaşsızca açtı ve
Caniko, tanımadığı yüz karşısında son heyecanlanma şansını da yitirdi.

–Hanımefendi evdeler mi?

Kararsız genç hizmetkâr onu hayranlıkla izliyordu:

– Bilmem ki, Beyefendi… Beyefendi bekleniyor muydu?

– Elbette, dedi Caniko, geçmiş zaman sertliğiyle.

Hizmetkâr onu ayakta ekti, yok oldu. Caniko gölgede, kamaşmış gözleriyle ve tez koku
alan burnuyla, etrafı hızla taradı. Ortada hiçbir sarışın parfüm gezinmiyor, elektrikli
buhurdanın içinde sıradan bir reçine cızırdıyordu. Caniko yanlış kata gelmiş adam gibi
sıkılıyordu ama perde ardından boğuk, pes, inişe geçmiş kocaman bir masum gülüş
çınladı, davetsiz misafiri anılar fırtınasının bağrına attı.

–Beyefendi salona geçerler mi?..

Caniko beyaz kelebeği takip ederken içinden tekrarlıyordu: “Léa yalnız değil… Léa
gülüyor… Yalnız değil… Bari annem olmasa, diğer kadın…” Bir kapı ardında pembeye
boyalı gün onu karşıladı ve Caniko, ayakta, bu şafağın müjdelediği evrenin nihayet
açılmasını bekledi.

Sırtı dönük bir kadın, küçük ahşap yazı masasına oturmuş yazıyordu. Caniko geniş sırtı,
annesininki gibi kesilmiş gür, kalın gri saçlar altındaki pütürlü yağlı enseyi fark etti.
“Tamam, işte, Léa yalnız değil. Şu kadın da kimin nesi?”

–Léo’cığım, bana adresi yazıver, masörün de adını… İsimleri hiç aklımda tutamaz
oldum…

Siyah giysili bir kadın konuşmuştu, oturduğu yerden ve Caniko içinde bir öncü sarsıntı
hissetti.

“O hâlde… Léa nerede?”

Gri kıllı kadın döndü, Caniki mavi gözlerinin şokunu yüzüne yüzüne yedi.

–Ah! Tanrım, sen miydin, küçük?

Caniko rüyadaymış gibi ilerledi, bir eli öptü.

–Mösyö Fréderic Peloux, prenses Şenyagin.

Caniko bir diğer eli öptü, oturdu.

–O mu? diye sorguladı siyahlı kadın, özgür bir vurguyla, Caniko sağırmış gibi.

Kocaman masum gülüş gene yankılandı. Caniko gülüşün kaynağını aradı. Orada, burada,
başka yerde. Gri kıllı kadının gırtlağı dışında her yerde…

–Yok canım, değil! Veya, daha uygun bir ifadeyle, artık değil! Valérie, lütfen, aklın nelere
gidiyor?

Canavarsı değildi ama devasaydı; bedenin her yanı bolca irileşmiş. Kollar, tombul butlar
misali kalçalardan ayrılıyor, etli kalınlıklar koltuk altı hizasından yükseliyordu. Düz renk
etek, dantelli fanilaya açılan geniş, uzun kişiliksiz ceket, kadınsılıktan doğal bir feragatle
çekilişi, bir tür cinsiyetsiz haysiyeti vurguluyordu.

Léa ayakta duruyordu; Caniko ile pencere arasında. Sağlam, neredeyse kübik kütlesi
Caniko’yu başta üzmedi. Léa, bir sandalyeye erişmek için hareket ettiğinde hatlarını
ortaya serdi ve Caniko içinden yalvarmaya koyuldu, eli silahlı bir çılgına yalvarır gibi.
Léa’nın yüzü kırmızıydı, hafiften çürük bir kırmızı. Şimdi pudraya tenezzül etmiyor, içi
altın dolu bir ağızla gülüyordu. Sarkık geniş yanaklarıyla, çifte gerdanıyla, et yükünü
payandasız, kösteksiz taşımayı beceren sağlıklı bir yaşlı kadın.

–Hey küçük, sen nerden çıktın böyle? İyi görünmüyor gibisin…

Ufalmış mavi gözleriyle gülerek Caniko’ya sigara kutusu tutuyordu. Caniko onu bu denli
sade, bir ihtiyar adam gibi şen şakrak bulduğu için dehşete düştü. Léa “küçük” diyor ve
Caniko, bir münasebetsizlik duymuş gibi bakışını kaçırıyordu ama kendini sabretmeye
zorladı; bu ilk imgenin yerini belli belirsiz ışıklı bir dirilişe bırakacağını umdu.

İki kadın onu dinginlikle seyrediyor, ondan ne teveccühlerini, ne meraklarını


esirgiyorlardı.

–Hafiften Hernandez’i andırıyor, dedi, Valérie Şenyagin.

–Aynı kanıda değilim, diye itiraz etti Léa. On yıl önce olaydı, belki… O bile tartışma
götürür! Hernandez’in çenesi daha genişti.

– Kim o? diye sordu Caniko, bir gayret.

– Yaklaşık altı ay önce otomobil kazasında ölen bir Perulu, dedi Léa. Maximilienne’leydi.
Maximilienne pek bir üzüldü,

– Kendini teselli etmesini bildi ama, dedi Valérie.

– Herkes gibi, dedi Léa. Ölse miydi?

Léa gene güldü ve neşeli mavi gözler gülücüğün kırıştırdığı geniş yanağı kapatıp yok
ettiler. Caniko başını çevirdi, siyahlı kadına baktı. Güçlü kuvvetli bir esmer; binlerce
Güneyli gibi sıradan, kedi cinsi! Kibar kadın tarzında giyinmeye öyle özenmişti ki,
neredeyse kıyafet balosuna hazırlanmış gibiydi.Valérie’nin üstünde, yabancı prenseslerle
kâhyalarının yıllarca taşıdığı üniforma vardı: Kol deliklerinde daralan vasat kesimli siyah
tayyör, göğüs hizasında hafif pensli çok ince patiskadan beyaz gömlek. İnci düğmeler,
meşhur kolye, balenli dik yaka; Valérie’nin resmi unvanı gibi hepsi prenseslikti… Vasat
kalite çoraplar, yürüyüş için yaratılmış ayakkabılar, siyah-beyaz işlemeli pahalı
eldivenler; onları da prensesçe sergiliyordu. Caniko’ya dikkatle ve nezaketsizce, bir
mobilyaymış gibi bakıyordu. Yüksek sesle eleştirel karşılaştırmasına döndü:

–Evet, yeminle, bunda Hernandez’i andıran bir şeyler var. Ama Maximilience’i işitsen,
meşhur Amérigo’su artık garanti ya, Hernandez diye biri sanki hiç olmadı. Halbuki!
Halbuki! Ben neden söz ettiğimi bilirim. Amérigo’yu gördüm. Deauville’den yeni
dönüyorum. O ikisini gördüm.

–Yoo! Anlat!

Léa, bir koltuğu bütün bütün işgal ederek oturdu. Gür gri saçını geriye atmak için yeni bir
baş hareketi edinmişti ve her baş sallayışında, Caniko, Léa’nın 16. Louis’nin tıpkısı
yüzünün alt kısmının kesik kesik oynadığını görüyordu. Léa dikkatini, üstüne basa basa
Valérie’ye yoğunlaştırmıştı, ama Caniko, birkaç kez, davetsiz misafirin gözlerini arayan
daralmış minik mavi gözdeki sendeleyişi yakaladı.

–İşte, diye anlattı Valérie. Onu Deauville’in uzağında, cehennemin dibinde bir villaya
gizlemişti, ancak bu Amérigo’nun işine gelmiyordu, anlarsınız ya, beyefendi!
Maximilienne’e sitemler etti. O da gücendi, dedi ki, “Ha! Demek öyle! Seni görsünler mi
istiyorsun? O hâlde görecekler!” Ertesi akşam, masa ayırtmak üzere Normandy’ye
telefon açtı. Bir saat sonra herkes haberdardı. Ben de, Becq d’Ambez ve Zahita’yla masa
ayırtmıştım. Diyorduk ki, “Şu dünyalar harikasını bir görelim artık!” Tam dokuzda, işte
Maximilienne, beyazlara ve incilere bürünmüş ve de Amérigo… Ah! Şekerim, ne
sukutuhayal! Uzun boylu, evet, tamam, hatta fazlasıyla uzun! Uzun erkeklerle ilgili
kanaatimi bilirsin: Hâlâ bekler dururum, bir adet, tek adet göstersinler ki, çatısı iyi
çatılmış olsun. Gözler, gözler tamam, gözlere itirazım yok ama şuradan şuraya, bak
şimdi, şuradan şuraya, yanağında fazlasıyla yuvarlak, şapşalca bir şey, kulak da
azıcık düşükçe… Kısaca, tam hayal kırıklığı!.. Sırtta da bir kaskatılık!

–Abartıyorsun, dedi Léa. Yanak, yani nedir, yanak dert değildir… Ve şuradan şuraya bak
işte, gerçekten güzel ve asil. Kaşlar, burnun üst kısmı, gözler; bunlar güzel! Çeneyi
geçiyorum, erken yağlanacak. Ayaklar da minnacık, bu denli uzun boylu bir çocukta en
gülünç şeydir.

–Bak o konuda aynı fikirde değilim ama gayet iyi gördüm, bacağın üstü alt kısmına
oranla fazla uzun, şuradan şuraya.

Lüks hayvanın üst ve alt parçalarını tartıp detaylandırarak, ağır ağır tartışıyorlardı.

Caniko, “Ayaklı et uzmanları” diye düşündü. “Levazım Dairesi’nde iyi iş çıkarırdı


bunlar.”

–Oranlar konusunda hiçbir zaman Caniko’ya yetişen bir şey yapılmış değil… Gördün mü
Caniko, gelişin nasıl isabet oldu. Sen kızarıp dur öyle! Valérie, Caniko’nun sadece beş
altı yıl öncesini bir anımsayabilsen…

–Elbette anımsıyorum. Beyefendi sonuçta pek değişmiş değil… Onunla pek iftihar
ediyordun!

–Hayır, dedi Léa.

– İftihar etmiyor muydun?

– Hayır, dedi Léa, telaşsızca. Onu seviyordum.

Kocaman gövdesini tek parça hâlinde neşeyle döndürdü, Caniko’ya her tür art
düşünceden muaf bakışını kondurdu.

–Seni seviyordum, bu doğru. İşte, hâlâ bile.

Caniko gözlerini indirdi, en şişkosu bir zamanlar sevgilisi olduğunu iddia eden bu iki
kadın karşısında utançtan şapşallaşarak. Aynı anda, Léa’nın sesindeki kösnül, neredeyse
erkeksi tını, belleğini tahammülü zor bir acıyla sarmalıyordu.

–Görüyor musun Valérie, artık izi kalmamış bir aşk kendisine hatırlatıldığında bir erkek
nasıl aptallaşıverir? Küçük şapşal, bunu hatırlatmak beni rahatsız etmiyor. Geçmişimi ben
seviyorum. Bugünümü seviyorum. Dün sahip olduğumdan utanmıyorum, artık sahip
olmadığımla kederlenmiyorum. Haksız mıyım, küçük?

Caniko, ayak parmağı ezilmiş adam gibi haykırdı:

– Yok canım, daha neler! Aksine!

– Ne şeker, arkadaş kalmış olmanız, dedi Valérie.

Caniko bekledi ki Léa, beş yıldan bu yana evine ilk kez girdiğini açıklasın ama Léa saf
saf güldü, sadece imalı bir edayla göz kırptı.

Caniko’nun içindeki çalkantı büyüyor, nasıl itiraz edeceğini, nasıl, iyice yüksek sesle,
ihtiyar kemancı gibi taranmış bu cüsseli kadının arkadaşlığını talep etmediğini, “eğer
bileydim, kesinlikle bu kata çıkmazdım, şu eşikten geçmezdim, şu halı üstünde
yürümezdim. Şimdi dibinde güçsüz, dilsiz yattığım şu kuş tüyü yastıklı berjer koltukta
yığılıp kalmazdım” diye nasıl haykıracağını bilemedi.

–Hadi ben gidiyorum, dedi Valérie. Metro sıkışıklığına toslamak istemiyorum, tahminin
üzere.

Kalktı, yaklaşmakta olan altmış yaşın sarsamayacağı kadar güçlüce çatılmış, yanaklarına
eski tarzda eşit tabakalarla beyaz pudra dağıtılmış, dudaklarına siyaha yakın yağlı ruj
sürülmüş Romalı yüzüne müşfik davranan engin ışığı göğüsledi.

–Eve mi? diye sordu Léa.

– Elbette. Benim küçük yaramaz şimdi tek başına ne yapar!

– Yeni evinden hoşnutsun hâlâ ?

– Bir rüya! Hele pencerelere parmaklıklar takılalı! Mutfaktaki vasistasa da çelik kafes
yaptırdım. Gözümden kaçıvermişti. Elektrikli çifte zilim, bir de alarmlarım… Oh! Çok
şükür, nihayet az buçuk huzura kavuştum.

– Ya köşkün?

– Ona kilit vurdum! Satılığa çıktı. Tablolar depoyu boyladı. Asma katım, ödediğim 1800
franga göre, bir içim su. Çevremdeki katil suratlılar da gitti. Yaa, o iki uşak yok muydu?..
Tüylerim hâlâ diken diken oluyor.

– Bütün bunları çok büyüttün sen, yapma!

– Anlamak için yaşamış olmak gerek, güzel dostum. Beyefendi, çok memnun oldum…
Léa, kalkma…

Her ikisini de yumuşak barbar gözüyle sarmaladı, gitti. Caniko kadının uzaklaştığını,
kapıya vardığını gördü, aynı yolu izlemeye cesaret edemedi. Kıpırtısız kaldı. Caniko’dan
bir ölüymüş gibi, geçmiş zaman kipiyle söz eden iki kadının sohbeti onu neredeyse
silmişti. Ama Léa dönüyor, kahkahayı basıyordu: Prenses Şenyagin! Altmış milyon! Ve
de dul! Ve de hâlâ tatminsiz! Buysa yaşama keyfi, hakikaten, yoo, gördün!..

Bir kısrağın karnına vurur gibi eliyle bacağına vurdu.

– Nesi var?

– Korkuyor. Sadece korkuyor. Parayı taşımasını bilmeyen bir kadın! Şenyagin ona her
şeyi bıraktı ama vermeyip de alaymış, daha az kötülüğü dokunurmuş. Duydun, değil mi?
Léa kendini yumuşacık bir berjer koltuğa saldı ve Caniko, geniş kıç altındaki yastığın
gevşekçe iç çekişinden nefret etti. Léa parmağının ucunu koltuğun bir silmesine soktu, bir
tozun izini üfledi, suratını astı:

–Ah! Eski hizmet de artık kalmadı, di mi ama?

Caniko kendini solgun, sertçe bir soğuk yemiş gibi ağız kenarındaki derisini gerilmiş
hissediyordu. Dizginlediği, korkunç bir hınç, yalvarma hamlesi ve haykırma ihtiyacıydı.
“Yeter! Artık ortaya çık! Şu gülünç maskeyi atıver! Onun altında bir yerlerde olmalısın,
madem konuştuğunu duyuyorum! Ortaya çık artık! Gene dipdiri belir, şu sabah vaktinin
kızıl saçlarıyla, taze sürülmüş pudranla; gene uzun korseni kuşan, ince dantelli mavi
elbiseni üstüne geçir, yeni evinde boşuna aradığım çayır kokunu sürün… Bütün bunları
bırak, yürü gel, kuşları ve köpekleriyle ıslak Passy’den geç, Bugeaud Caddesi’ne varıver,
Ernest mutlaka parmaklığının bakırlarını parlatıyordur…” Gücü tükenmiş hâlde,
gözlerini yumdu.

–Sana bir şey söyleyeceğim çocuğum: Gidip idrar tahlilleri yaptırman şart. Ten rengi, bir
de dudak kenarlarındaki çimdik izleri, bunları iyi bilirim, sen böbreklerine özen
göstermiyorsun.

Caniko gözlerini açtı, karşısında oturmuş duran dingin yıkımın görüntüsünü gözlerine
yükledi ve kahramanca dedi ki:

–Der misin? Mümkündür.

– Hatta sen ona kesindir de. Sonra yağsızsın… İstedikleri kadar güzel horozlar zayıf olur
desinler, su içinde bir beş kilo eksiğin var senin.

– Seninkilerden veriver, dedi Caniko, gülerek.

Ama yanağında tuhaf bir gerginlik, adeta yaşlanmış gibi, derisinde tebessüme karşı bir
mukavemet hissediyordu.

Léo’nın mutlu gülüşü patladı: Bir zamanlar “kötü bebek”in meşhur bir densizliğini
selamlayan gülüşün aynısı. Caniko onun ağırbaşlı, yuvarlak tınısında, uzunca
katlanamayacağı bir zevki tattı.

–Yaaa! Rahatça verebilirim. Çok kilo aldım, di mi ama? Nah şuradan… Ve de şuradan…
Ne demezsin!

Bir sigara yaktı, burun deliklerinden çifte bir duman püskürttü, omuzlarını silkti:
–Yaş?

Sözcük dudaklarından öyle hafiflikle yükselmişti ki, Caniko bir tür zirzop umuda kapıldı:
“Evet, dalgasını geçiyor… Birden beliriverecek…”

Léa, üzerine takılıp kalmış bakışı bir an için çözer gibi oldu:

–Değiştim, hı, küçük? Çok şükür, ehemmiyeti yok. Oysa senin hâlin, nasıl desem…
Eskiden derdik, süt dökmüş kedi gibi… Hı?

Caniko, Léa’nın cümlelerini tamamlayan bu yeni, kesik kesik “hı?”yı sevmiyordu ama
her sorgulamada geriliyor, her seferinde, ne gerekçesini ne hedefini seçmek istemediği bir
hamleyi dizginliyordu.

–Sıkıntın evinle mi alakalı diye sormuyorum. Bir kere, beni alakadar etmez. Sonra karını,
kendim doğurmuş kadar iyi tanıyorum.

Caniko dinliyordu, ama dikkatsizce. Daha çok Léa’nın, gülüşü kesildiği anda, belli bir
cinsiyete ait olmaktan çıktığını fark ediyordu. Kocaman göğüslerine, ezici kıçına rağmen,
yaşından dolayı, her açıdan rahat bir erkekliğin bağrına dalmıştı.

–Biliyorum ki karın pekâlâ bir erkeği mutlu edebilir.

Caniko içten gelen bir gülüşü zapt edemedi ve Léa çarçabuk düzeltti:

–Bir erkeği dedim. Her erkeği demedim. Evime habersizce damlıyorsun, güzel gözlerim
için gelmiş olamazsın herhalde, hı?

Caniko’ya ısrarla bakıyordu, “güzel gözleri”yle. Ufalmış, her yanından kırmızı lifçikler
geçen, alaycı, hem kötülükten hem iyilikten azade gözleriyle. Gerçi uyanık ve parlak
gözler… Ama neredeydi, ak kenarlarını gök mavisiyle yıkayan o sağlıklı ıslaklık,
neredeydi meyve gibi, göğüs gibi, yarım küre gibi şişkin çevre, nice ırmakla sulanmış
yörenin mavisi?..

Caniko maskaralık ederek dedi ki:

–Pöh!.. Seni dedektif seni!..

Caniko, terbiye yoksunu bir delikanlı gibi laubalice bacak bacak üstüne atarak
oturabildiğine şaştı. Zira içinde. kahrolmuş, diz çökmüş, kollarını sallayıp bağrını açmış,
tutarsız bağrışlarla haykıran bir kopyasını izliyordu.
–Herkesten aptal değilim ama itiraf et ki sen bugün işimi pek kolaylaştırmadın.

Léa gerdanını kabarttı, ikinci çenesini yakasına yaydı. Diz çökmüş kopya, bir ölümcül
darbe yemiş gibi başını eğdi.

–Bu hâlinle tam çağ hastalığına yakalanmış gibisin. Bırak konuşayım!.. Asker kankaların
gibisin, cennetini arıyorsun, hı, savaştan sonra hak ettiğiniz cenneti? Zaferiniz,
gençliğiniz, güzel kadınlarınız… Her şeyi hak etmiştiniz, size her şeyi vaat etmişlerdi ve
açıkçası, böylesi de hakkaniyetti… Ve bulduğunuz nedir? Sıradan bir iyi hayat! O zaman,
gelsin nostalji, melankoli, isteksizlik, hayal kırıklığı, nörazteni… Yanılıyor muyum?

–Hayır, dedi Caniko…

Çünkü Léa sussun diye bir parmağını feda etmeye hazır olduğunu düşünüyordu.

Léa omzuna vurdu, yüzüklü şişko elini orada bıraktı. Başını hafifçe eğen Caniko, bu ağır
elin sıcaklığını yanağında hissetti.

–Ah! diye sürdürdü Léa, sesini yükselterek, tek değilsin! Savaş biteli senin cinsinden kaç
delikanlı gördüm…

– Nerede? diye kesti Caniko.

Lafı kesişindeki anilik, bu kesişteki agresiflik Léa’nın kutsayıcı lirizmini havada bıraktı.
Léa elini çekti.

–Ama her yerdeler, küçüğüm. Ne kibirliymişsin, hayrettir! Ne sandın, bir sen miydin,
barış zamanı öksüzlük hissine kapılan? Çok yanılıyorsun!

Léa alçak sesle güldü, gırtlağına düşkün bir yargıcın kocaman gülüşünün çevresinde
şakacı gri saçlarını salladı:

–Ne kibirli şeysin! İlla cinsinin tek örneği olacaksın!

Bir adım geriledi, bakışını biledi, belki öç alma duygusuyla sözünü tamamladı:

–Senin biricikliğin… sadece bir sürelikti.

Caniko muğlak ve seçilmiş hakaretin altındaki kadınsılığı algıladı, daha az acı çekmenin
mutluluğuyla doğruldu. Ama Léa iyi insan hâline dönmüştü bile.

– Sen bunları işitmek için gelmedin buraya. Ani mi karar verdin?


– Evet, dedi Caniko.

İsterdi ki bu evet, ikisi arasındaki son sözcük olsun. Gözlerini Léa’nın çevresinde
çekingenlikle gezdiriyordu. Bir tabaktan eğik lale biçiminde bir bisküvi aldı, sonra, onu
eğer ısırırsa, ağzının silisli pembe kiremit külüyle dolacağına emin, yerine bıraktı. Léa bu
jesti, Caniko’nun zorlukla yutkunuşunu fark etti.

–Ah ah, sinirlerimiz mi bozuk? Çenemiz de cılız bir kedininkine dönmüş, gözümüzün
altında da torba. Aferin sana.

Caniko gözlerini yumdu, Léa’yı görmeden dinlemeye razı oldu, kalleşçe.

–Dinle küçük, Gobelins Caddesi’nde bir minik lokanta biliyorum…

Caniko gözlerini ona doğru kaldırdı. Léa aklını üşütüyor, “böylece, hem fiziki çöküşünü,
hem ihtiyar kadın saçmalıklarını affedebileceğim” umuduyla dolup taştı.

–Evet, bu bildiğim minik lokanta, bak nasıl bir şey… Bırak, konuşayım! Ancak acele
etmeli, yakında Clermont-Tonnerre’ler ve Corpechot’lar onu şık ilan ederler, aşçı kadının
yerine de bir şef atanır. Kadın bizzat kendi yapıyor yemekleri ve de küçüğüm…

Dudakları üstünde parmaklarını birleştirdi, öpücük gönderir gibi; Caniko başını


pencereye çevirdi. Bir dalın gölgesi güneşi eşit aralıklarla kamçılıyordu, derenin
muntazam suyunu döven ot misali.

– Ne tuhaf sohbet… diye yeltendi Caniko, sahte bir sesle.

– Evimdeki varlığından daha tuhaf değil, diye yanıtladı Léa, sertçe.

Caniko eliyle sükûnet, sadece sükûnet, az lakırdı, hatta sessizlik istediğini belirten bir
harekette bulundu… Bu yaşlı kadında püskürtücü taze kuvvetler, esnek bir iştah
hissediyordu. Léa’nın tez kanı, pütürlü boynuyla kulaklarına mor mor sıçramaya
başlamıştı bile. Caniko, eskiden kalma soluk bir kıyıcı zevkle, “ihtiyar tavuk boynu” diye
tespitte bulundu.
–Yalan mı yani! diye fırlattı Léa, öfkesini kızıştırarak. Buraya Fantomas* havasıyla
damlıyorsun ve sorunlarına çözüm bulmaya çalışıyorum. Ben ki seni tanırım, her şeye
rağmen basbayağı tanırım…

Caniko Léa’ya yılgınlıkla gülümsedi. “Beni nasıl tanıyacakmış? Ondan daha açıkgözler,
hatta bizzat kendim…”

–Kimi ruh sıkıntısı küçüğüm, kimi düş kırıklığı, mideyle alakalı bir sorundur. Evet, evet,
sen gül!

Caniko gülmüyordu ama Léa güldüğünü düşünebilmişti.

–Romantizm, nörazteni, hayattan tiksinti: midedir. Hepsi, mide. Hatta aşk dahi! Samimi
olmak istenirse kabul edilecektir ki, bir iyi beslenmiş aşk vardır, bir de kötü beslenmiş
aşk. Gerisi edebiyattır. Yazmayı ya da konuşmayı bileydim, bu konuda neler
söylemezdim küçüğüm… Haa! Keşif yapacak değilim ama neticede neden söz ettiğimi
bilirdim. Günümüz edebiyatçılarına fark atardım.

Caniko’yu dağıtan, şu mutfak felsefesinden beter bir şeydi: Yapmacıklık, sahte doğallık,
neredeyse çalışılmış o açık saçık dil. Şişman aktör nasıl, göbeklendi diye tiyatroda
“yusyuvarlaklığı” oynarsa, Léa’nın da neşeliliği, epikurosçuluğu öyle oynadığından
kuşkulanıyordu. Léa kuproz kırmızısı parlak burnunu işaretparmağının tersiyle ovdu,
uzun ceketinin iki kanadıyla gövdesini meydan okurcasına yelpazeledi. Böylelikle
Caniko’nun karşısına bir hoşnutluk artısıyla çıkıyordu. Hatta sert gri saçını tek eliyle
tarayıp salladı.

–Kısa saç bana yakışmış mı?

Caniko yanıtlamaya tenezzül etmedi, boş bir akıl yürütüşü devre dışı bırakır gibi sessiz
bir olumsuzlamayla yetindi.

–Gobelins Caddesi’nde minik lokanta mı diyordun?..

Fantomas. 20. yüzyıl başında, maskeli yüzüyle evleri soyan Fransız roman ve sinema kahramanı. Bir tür
kibar hırsız… (Ç.N.)
Şimdi zekice “hayır” diye yanıtlama sırası Léa’daydı. Caniko, Léa’nın burun deliklerinin
iniş çıkışından, onu nihayet bir nebze sinirlendirdiğini anladı. İçindeki hayvani gözetim
uyanıyor, onu hafifletiyor, o âna dek dehşete düşmüş, dağılmış içgüdülerini geriyordu.
Kendini yüzsüzlükle ortaya serivermiş etin, kırlaşmış ürpertilerin, yağlı neşenin
üzerinden atlayarak, cinayet yerine döner gibi döndüğü gizli varlıkla irtibata geçmeyi
tasarladı. Bir toprak kazıyıcı uzgörüsü onu gizli hazinenin çeperinde tutuyordu.
“Yaşlanmak. Başına bu nasıl geldi? Bir sabah ansızın mı? Yoksa azar azar mı? Ya şu yağ
yığını, ya koltukları inleten kilolar? Onu böylesine değiştiren, cinsiyetsizleştiren keder mi
oldu? Hangi keder? Benden ötürü mü?”

Ama sorguladığı sadece kendisiydi ve çok alçaktan.

“Kızdı. Beni anlamak üzere! Bana diyecek ki…”

Léa’nın kalktığını, yürüdüğünü, küçük ahşap yazı masasının inik kapağına saçılmış
kâğıtları topladığını gördü. İçeri girdiği âna göre daha dik durduğunu, denetleyici gözleri
karşısında bir miktar daha dikleştiğini tespit etti. Hakikaten devasa, koltuk altından
kalçasına kadar girintisiz çıkıntısız olduğunu kabullendi. Caniko’ya doğru dönmeden
önce, Léa, sıcağa rağmen, boynuna beyaz bir ipek eşarp bağladı. Derin derin nefes alışını
Caniko duydu, sonra Léa ağır bir hayvanın rahat ritmiyle ona doğru yöneldi, gülümsedi.

–Seni çok kötü ağırlamış gibiyim. Bir konuğu nasihatlerle, hele işe yaramaz nasihatlerle
karşılamak hiç nazik olmadı.

Beyaz eşarbın kıvrımından bir inci kolye sıçradı, yılan gibi süzüldü, gün ışığında parladı
ve Caniko kolyeyi tanıdı.

İncinin, o özdeksiz dokunun zarfı altında tutsak İris’in yedi rengi, her bir değerli kürenin
yamacındagizli ateş gibi oynuyordu. Caniko gamzeli inciyi, hafif yumurta biçimindeki
inciyi, eşsiz pembe rengiyle sivrilen inciyi tanımıştı.

“Onlar değişmemiş! Onlar ve ben, değişmedik!”

–İncilerin duruyor, dedi Caniko.

Léa budala cümleye şaştı, onu sarih bir dile tercüme etmek istedi.

–Evet, savaş onları benden sökemedi. Onları satabilir miydim sence ya da satmalı
mıydım? Niçin satacaktım ki?

–Ya da “kimin için” diye takıldı Caniko, yorgun bir sesle.

Léa ahşap yazı masasına, saçılmış kâğıtlara bir bakış fırlatmaktan kendini alamadı ve o
bakışı tercüme etme sırası bu kez Caniko’ya gelmişti: Herhangi bir sararmış mukavva
üstündeki portreye, sakalı bitmemiş şaşkın yüzlü herhangi bir küçük askere yöneldiğine
karar verdi… Kendi yarattığı imgeyi küçümseyici bir yukardanlıkla seyretti. “Beni
alakadar etmez.” Bir an sonra ekledi: “Burada beni alakadar eden ne peki?”

Caniko’nun getirdiği huzursuzluk, güneşin batışı, ava çıkmış kırlangıçların çığlıkları,


perdelere saplanan ateş okları sayesinde dışa da taşıyordu. Léa’nın gittiği her yere bu
akkor pembeyi taşıdığını anımsadı, çekilen deniz nasıl kuru otun ve sürülerin kokusunu
beraberinde götürürse öyle.

Dinliyor gibi yaptıkları taze çocuk şarkısı yardımlarına koştu; bir süre konuşmadılar. Léa
oturmamıştı. Dik ve yekpare, onulmaz derecede bozulmuş çenesini daha dik tutuyor, sık
kırpılan gözlerinde bir nevi huzursuzluk kendini ele veriyordu.

–Seni geciktiriyor muyum? Çıkman mı gerek? Giyinmek ister miydin?

Soru ani oldu, Léa’yı Caniko’ya bakmaya zorladı.

–Giyinmek mi? Allah aşkına, hangi kılığa girmek için? Bir daha üstümü hiç değişmemek
üzere giyiniğim ben.

Yüksekte başlayıp eşit sıçramalarla, hıçkırıklarla, aşk iniltisinin pes bölgesine inen
benzersiz bir gülüşle güldü. Caniko elini istem dışı bir yakarışla kaldırdı.

–Sana diyorum ki ömrümün sonuna dek giyiniğim! Öyle rahat ki! Gömlekler, güzel
çamaşırlar, üstüne şu üniforma, işte hazırım. Hem Montagné’ye hem M. Bobette’e
yemeğe hem sinemaya hem briçe gitmek için, ya da ormanda yürüyüşe çıkmaya hazır.

– Ya aşk! Onu unutuyorsun.

– A! Küçük!

Léa, artritten mustarip kadının biteviye kızarıklığı altında bu kez açık açık kızardı ve
Caniko, birkaç hakaretamiz söz sarf etmenin verdiği kalleş haz ardından bu genç kadın
tepkisi karşısında utanç ve pişmanlık duydu.

– Şakaydı, dedi, acemice. Seni şoke mi ettim?


– Etmedin bile. Ama bilirsin, bir tip gayri temiz şeylerden, komik olmayan şakalardan
asla hoşlanmam.

Léa sakin bir sesle konuşmaya gayret ediyordu ama yüzü yaralandığını dışa vuruyor,
kalınlaşmış çehresi belki utanma olan bir karmaşayla dalgalanıyordu.

“Tanrım, ya ağlayacağı tutarsa…” Caniko doğacak felaketi, ağız kenarına, tek derin
yarıklı yanaklardan süzülecek yaşları, gözyaşlarının tuzuyla kanlanacak gözkapakları
tahayyül etti… Alelacele konuştu:

–Yok canım! Nerden çıkardın! Niyetim bu değildi… Hadiii, Léa…

Léa’nın hareketinden, o ana dek ona adıyla hitap etmemiş olduğunu fark etti. Léa,
kendine hâkimiyetiyle eskisi gibi iftihar ederek, Caniko’yu yumuşakça durdurdu:

–Kızmadım küçük ama burada geçireceğin kısacık zamanda bana hiçbir çirkinlik
bırakmayıver.

Caniko’yu ne bu yumuşaklık ne inceliğini yersiz bulduğu sözler duygulandırdılar.

“Ya yalan söylüyor ya da artık tam görünmek istediği gibi olmuş. Huzur, masumiyet,
daha neler? Bunlar ona adeta burun hızması kadar yakışmış. İç huzur, tıkınma, sinema…
Yalan söylüyor, yalan söylüyor, yalan söylüyor! Kocakarıya dönüşmenin rahat, hatta hoş
olduğuna beni inandırmak istiyor… Hadiii, başka kapıya! Bu iyi hayat ve yöresel mutfak
martavallarını başkaları yutabilir, ama ben? Ben ki ellilik güzellerin, elektrikli masajların,
yağ eritici kremlerin göbeğinde dünyaya gelmişim! Ben ki hepsini, tüm boyalı
meleklerimin tek kırışık uğruna verdikleri mücadeleyi, bir jigolo için gırtlak gırtlağa
gelişlerini görmüşüm!”

–Bu susuşlarını unutmuşum, inan. Sen böyle otururken, her an bir şey söylemeni
bekliyorum.

Léa ayaktaydı ve Caniko’yla arasında sadece basık yuvarlak sehpa ile porto takımı
duruyordu. Zorlukla katlandığı sert gözetime karşı koymuyor ama kimi titrek, belli
belirsiz işaretler veriyordu ve Caniko, rahatlıkla, uzun ceketin iki eteği arasında cömertçe
fışkırmış karnı içe çekmek için harcanan adale çabasını seçiyordu.

“Uzun korsesini acaba kaç kez giydi, çıkardı, gene cesurca giydi ve sonunda büsbütün
terk etti?.. Kaç sabah pudrasının tonunu değiştirdi, yanağını farklı bir kırmızıyla ovdu,
boynunu cold kremle, düğümlü mendile sardığı buzla ovdu ve en nihayet yanaklarını
parlatan şu cilalı deriye rıza gösterdi?..”

Léa, belki sadece sabırsızlıktan, belli belirsiz titriyordu; ama Caniko kaskatı bir
bilinçsizlikle, bu titreyişten mucizevi bir çiçek açış ve değişim beklemekteydi…

–Niye bir şey söylemiyorsun? diye ısrar etti, Léa.

Azimli hareketsizliğine rağmen, derece derece sükûnetini yitiriyordu. Bir eliyle şişko inci
kolyesiyle oynuyor, pörsümüş ve bakımlı parmakları arasında neredeyse söze dökülemez
bir nemin kapladığı incilerin ışıklı, ebedi sedefini düğümleyip çözüyordu.

“Belki sadece benden korkuyor” diye hayal etti Caniko… “Benim gibi susan adam, hep
biraz deli bir adamdır. Valérie Şenyagin’in korkusunu düşünüyor. Kolumu uzatsam,
‘İmdat, katil’ diye bağırır mı? Zavallı Nunun’cuğum…”

Bu adı yüksek sesle telaffuz etmekten ürktü ve kendini çok geçici bir itiraftan bile
korumak niyetiyle konuştu.

–Hakkımda ne düşüneceksin kim bilir? dedi.

– Henüz belli değil, dedi Léa, ihtiyatlıkla. Bana şu an, elindeki kurabiye kutusunu girişe
bırakıp, “Zamanı geldiğinde veririm” diyen, sonra giderken kutuyu beraberinde
götürenlerden biri gibi görünüyorsun.

Seslerinin tınısı Léa’yı rahatlatmıştı. Eski zamanların Léa’sı gibi akıl yürütüyordu,
zekice, ince ince; incelik sahibi köylüler tarzında. Caniko ayağa kalktı, Léa’yla arasında
duran mobilya etrafından dolandı, pembeye boyanmış pencere boşluğunun engin ışığını
tam yüzüne yedi. Léa, neredeyse hiç kıpırdamamıştı, her yandan tehdit yemiş Caniko’nun
yüz hatlarında günlerin, yılların uzunluğunu ölçme fırsatını buldu. Böylesine gizli bir
yıpranmışlık Léa’nın acıma duygusunu kamçılayabilir, belleğinde heyecan yaratabilir,
ondan Caniko’yu alçakgönüllü bir sarhoşluğa sürükleyecek sözü sökebilirdi. Caniko,
uykudaymış gibi gözkapakları düşmüş, kendini ışığa teslim ederek, bir son hakaret, son
yakarış, son minnet riskini göze alıyordu…

Hiçbir şey gelmedi, Caniko yeniden gözlerini açtı. Yeniden gerçek imgeyi kabullenmek
zorunda kaldı: Neşeli eski dost, şüpheci küçük mavi gözleriyle, ihtiyatlı bir mesafeden
ölçülü bir hoşgörü sergiliyordu.

Gözlerini açıvermiş, yolunu şaşırmış Caniko, Léa’yı odada, bulunmadığı her yerde
arıyordu. “Nerede o?” Nerede o? Şu kadın onu benden gizliyor. Şu kadının canını
sıkıyorum, gitmemi bekliyor, bütün bu anıların, bu hortlağın bir baş ağrısı olduğunu
düşünüyor… Ama onu imdadıma çağırsam, her şeye rağmen ondan Léa’yı geri
istesem…” İçindeki diz çökmüş kopyası, kanı boşalmakta olan beden gibi hâlâ
ürperiyordu… Caniko kendinde bulamayacağını sandığı bir çabayla içini ezen imgeden
kopuverdi.

–Seni bırakıyorum, dedi yüksek sesle.

Ve banal bir incelik tonuyla ekledi:

–Kurabiye kutumu da beraberimde götürüyorum.

Léa’nın taşkın göğsü bir hafifleme iç çekişiyle kabardı.

–Küçüğüm, nasıl istersen. Bil ki, bir derdin olduğunda her zaman emrindeyim.

Caniko sahte lütuf altındaki hıncı hissetti. Gümüşi otla taçlanmış irice et yapı, bir kez
daha kadınsı bir ses çıkardı, zeki bir armoniyle bütün bütün çınladı ama hortlak, hayalet
alınganlığına geri dönmüştü bile, ister istemez eriyip gitmeyi talep ediyordu.

–Tabii, diye yanıtladı Caniko. Teşekkür ederim.

O andan itibaren, nasıl gitmesi gerektiğini kusursuzca, yapmacıklığa düşmeden bildi;


uygun sözler ondan kolaylıkla, sektirmeden çıktılar.

–Anlıyor musun, bugünkü gelişim… Niye bugün de dün değil?.. Bunu çoktan yapmam
gerekirdi… Ama sen kusuruma bakmazsın…

– Tabii, dedi Léa.

– Savaş öncesinden de daha sersemim, anlıyorsun, o yüzden…

– Anlıyorum, anlıyorum…

Léa sözünü kestiği için, Caniko, “bir an önce gitmemi istiyor” diye düşündü. Ayrılık
anında aralarında gene birkaç sözcük geçti, çarpan bir mobilyanın sesi, avluya bakan açık
pencerenin yaydığı, inadına mavi ışık huzmesi, Caniko’nun dudaklarının hizasına
yükselen, yüzüklerin kamburlaştırdığı bir el ve her zamanki müzikal gamın yarısında
kesilen Léa’nın gülüşü, doruğu sapından kesilince aralıklı damlalarla düşen su fıskiyesi
misali… Caniko merdiven ayakları altından, iki rüyayı birleştiren köprüden geçer gibi
geçti ve tanımadığı Raynouard sokağına kavuştu.

Yer hizasında uçan kırlangıçların sırtında pembe göğün hâlâ yağmur suyuyla dolmuş
dereye yansıdığını fark etti. Bu saatte hava serinlediği için, götürdüğü anı içinin en dibine
haince çekilip, bir daha değişmeyecek boyutu ve gücüyle donanmaya hazırlandığı için,
Caniko her şeyi unuttuğunu sandı ve kendini mutlu hissetti.

Bu yerin sükûnetini tek bozan, önündeki nane şurubuyla oturmuş kadının yağlı
öksürüğüydü. Burada, Opera Meydanı’nın uğultusu ses çalkantılarına dirençli kalın bir
havayla perdelenip, uykuya yatıyordu. Caniko şampanyalı kokteyl söyledi ve pek
uzaktan gelen oğlan çocuğu itinasıyla, saçlarının dibini sildi. O uzak dönemde bir dişi
musiki, İncil ciddiyetinde cümleler döktürürdü: “Sütlü cacığında hakiki salatalık parçaları
istiyorsan, cacığını kendin yapacaksın… Böylesine terden sırılsıklamken, sakın yüzünü
silme, ter tenine işler, sonra onu kemiriverir…”

Barın sessizliği ve boşluğu serinlik yanılsaması yaratıyordu. Caniko, çok yakınlaşmış,


masaya eğilerek kendilerini anlaşılmaz bir fısıltıya kaptırmış çifti hemen görmedi.
Meçhul kadınla erkeği neden sonra sonra fark etti. Mırıltılarından sızan birkaç sessiz harf
ıslığı, bir de yüzlerini –iki sefih, sabırlı avcı yüzü–olduğu gibi ele veren ifade artısı
sayesinde.

Buzlu kokteylinden iki yudum aldı, arkaya devirdiği başını sıranın sarı kadifesine dayadı,
on beş gündür onu tüketen zihni kaskatılığın eridiğini büyük zevkle hissetti. Şimdiki
zamanın yükü, bu demode, kırmızımsı barda peşinden gelmemiş, eşikte kalmıştı. Altın
kordonlarla, gül bezekleriyle süslü, taşra şömineli bir bar, fayans malikânesinde şöyle bir
görünen tuvalet bekçisi hanımın beyaz saçlarını öne eğerek, yeşil lamba altında dikiş
sayıp çamaşır yamaladığı…

Bir yoldan geçen, bara girdi, sarı salona hiç tecavüz etmedi, rahatsızlık vermek
istemiyormuşçasına tezgâhın oraya dikilip içti, hiç konuşmadan çıktı. Caniko’yu tek
rahatsız eden, nanenin diş macunu kokusuydu; patavatsız kadına kaşlarını çattı.
Yoğrulmuş yumuşak siyah şapkanın altında eski bir çehreyi seçti. Orasında burasında
farlar, kırışıklar, sürmeler, şişlikler. Hepsi düzensizce dağıtılmış: Cebe gelişigüzel atılmış
anahtarlar, mendil ve bozuk paralar gibi. Neticede eski bir bayağı yüz, bayağılığında
vasat, vahşilere ve mahkûmlara has bir lakaytlıkla az çok şahsileşmiş. Kadın öksürdü, el
çantasını açtı, bir mendile hafifçe sümkürdü, şapkasının benzeri, aynı mıncıklanmış,
kullanım dışı siyah tafta kumaştan el çantasını mermer masaya bıraktı.

Caniko bu hareketleri abartılmış bir tiksintiyle izledi, zira on beş gündür, kadınsı ve yaşlı
olan her şey ona akıl ötesi bir azap vermekteydi. Masaya kaykılmış el çantasından ötürü
gitmeyi düşündü, bakışını kaçırmak istedi, bunu yapmadı, bir parıltılı arabesk bezemeye,
çantanın kıvrımlarına konmuş beklenmedik bir ışığa takıldı. Merakı onu şaşırttı ama otuz
saniye sonra hâlâ o parıldayan noktaya bakıyordu. Herhangi bir şeyi tümüyle düşünmez
olmuştu. Gayriihtiyari muzaffer bir sıçramayla sersemliğinden sıyrıldı; soluğu ve
düşüncesi düzenli ritimlerine kavuştu.

“Bildim! Bu iç içe geçmiş iki ‘L’ harfi!”

Bir an, hedefe ulaşmanın verdiği güvene benzer sakin huzurun tadını çıkardı. Tıraşlanmış
enseyi, gri gür kılları, genişlemiş karında düğmelenen kimliksiz koca ceketi, kontralto
notalarla yükselen masum gülüşü, on beş gündür onu nasıl sadakatle takip etmiş, iştahını
ve özgür yalnızlığını elinden alıvermiş her şeyi hakikaten unuttu.

“Olamaz. Gerçek olamayacak kadar harika bir şey!” diye düşündü. Nitekim gerçeklikteki
eski yerine cesurca döndü, gene hakaretamiz nesneye baktı, içindeki ezberi tekrarladı:

“Minik pırlantalarla işlenmiş, adının ve soyadının baş harfleri. Léa onları önce güderi
çantasına, sonra sarı bakalit takımıyla mektup kâğıtlarına işlensin diye çizmişti!”

Çantadaki damganın başka bir isme ait olabileceğini bir an dahi kabul etmedi, istihzayla
güldü:

“Yemezler! Böyle rastlantıları külahıma anlatsınlar. Bu akşam şu çanta rastlantı eseri


karşıma çıkıyor, yarın karım gene rastlantı eseri Léa’nın eski bir valesini işe almış olacak,
sonra artık her restorana, sinemaya, tütüncüye gittiğimde, her köşeyi dönüşte Léa’yı
karşımda bulacağım. Suç bende, hiç söyleyecek sözüm yok, huzurunu bozmamam
gerekirdi.”

Bardağının yanına kâğıt paracıklar bıraktı, kalkıp barmeni çağırmaya hazırlandı. Yaşlı
kadına sırtını döndü, iki masa arasından süzülürken kapı altından geçen kedi gibi karnını
çekti. Öyle bir kas çabası ve ustalık harcadı ki, ceketinin ucu yeşil nane bardağına anca
değdi. Caniko yarım ağızla “pardon” dedi, camlı kapıya, ötesinde nefes alınan sınıra
doğru atıldı ve kendisine seslenildiğini dehşetle ama hayrete düşmeden duydu:

–Caniko!

Fazlasıyla öngördüğü şoku kabullenerek döndü, yığılmış ihtiyarda belleğinin bir ad


kondurulabileceği hiçbir tanıdık nokta bulmadı ama her şeyin aydınlığa kavuşacağını
bilerek, ikinci kez kaçmaya yeltenmedi.

–Beni tanıyamadın mı? Hayır mı? Nasıl tanıyabilecektin? Bu savaşın yaşlandırdığı


kadınların sayısı, öldürdüğü erkeklerinkini geçti, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Üstelik
şikâyet etmeyeyim, benim için savaşta birini kaybetme tehlikesi de söz konusu değildi…
Hı Caniko…

Kadın güldü. Caniko onu tanıdı, onda çöküntü diye algıladığı şeyin daha çok sefalet ve
derin bir aldırmazlık olduğunu fark etti. Şimdi kadın dikleşmiş, güleç, muhtemel
altmışından fazla göstermiyordu ve Caniko’nun elini arayan el bir titrek nine eli değildi.

– Kanka, diye fısıldadı Caniko, neredeyse hayranlık yüklü bir tınıyla.

– Beni gördüğüne sevindin ha?


–Ah, evet…

Caniko yalan söylemiyor, peyderpey rahatlıyordu:

“Sadece o… Zavallı kanka… Çok korktum…”

– Kanka, bir şey içmez miydin?

– Tek viski-soda, güzel çocuğum. Hâlâ ne yakışıklısın be! Caniko, Kanka’nın dingin
yaşlılık rıhtımından ona fırlattığı acı iltifatı yuttu.

– Hem madalyası da var, diye ekledi, sırf nezaketen. Zaten onu biliyordum, ne sandın?
Hepimiz haberdar edildik.

Bu anlamı belirsiz çoğul Caniko’dan hiçbir gülücük sökmedi ve Kanka onu şoke ettiğini
sandı.

–Biz derken, hakiki dostlarını kastediyorum, Camille de La Berche, Léa, Rita, ben… Ne
sandın, Charlotte anlatacak değildi. Onun için yokum ama şunu da söyleyelim, o da
benim için yok.

Masanın üstünden, gün ışığını unutmuş soluk bir el uzattı.

– Anlıyor musun, Charlotte benim için artık sadece, zavallı Rita’cığı yirmi dört saatliğine
tutuklattırmayı başarmış kadın olarak kalacak… Almanca tek sözcük bilmeyen zavallı
Rita, İsviçreliyse, bu onun suçu muydu, sorarım?

– Biliyorum, biliyorum, hikâyeden haberdarım, diye kesti Caniko çabucak.

Kanka, kaşar bir senli benlilikle, hep isabetsiz bir merhamet sergileyen koyu renk iri ve
yağlı gözlerini ona doğrulttu.

–Zavallı çocuk, diye iç çekti. Seni anlıyorum. Beni bağışla. Sen de çileni çektin!

Caniko Kanka’nın söz dağarcığını kasvetlendiren abartmalarına alışkın değildi nicedir,


gözleriyle sorguladı, savaştan söz etmesinden korktu ama, Kanka’nın aklındaki savaş
değildi. Belki onu hiç düşünmemişti bile, zira savaşın tasası sadece peşkeşe gelen iki
nesle bulaşır. Kanka açtı:

–Evet, böyle bir ana çiledir diyorum, senin gibi bir oğlana; evlilik öncesi ve sonrasında
hiçbir ayıbı olmadan yaşamış bir evlada! Uslu bir çocuk, hem nasıl uslu, otuz altı adet
elden geçmemiş, aile servetini aynen koruyabilmiş!
Kanka başını sallarken, Caniko kim olduğunu ağır ağır çıkarıyordu… Kadın şimdi banal
bir kraliçenin yıkık, kocaman yüzüyle, soyluluk ve hastalıklardan muaf bir yaşlılıkla
donanmıştı. Hak etmeyene karşı müşfik davranan afyondan geçmiş, onu zararsız ziyansız
bırakmıştı.

–Artık tüttürmüyor musun? diye sordu Caniko, aniden.

Kanka beyaz ve bakımsız elini kaldırdı.

–Daha neler! Bu saçmalıklar yalnız olmadığınız dönemlerde işe yararlar. Oğlanlara caka
satma zamanları, evet… Hatırlıyor musun, hani gece vakti gelirdin? Ay, pek de severdin
sen bunu… “Kankam derdin, hadi, sıkı bir pipo daha doldur!”

Caniko alttan alan, daha iyi pohpohlamak için yalan söyleyen iltifatı itirazsız kabullendi.
İmalı imalı gülümsedi, yıpranmış şapkanın düşürdüğü gölgede, siyah tüllü boyunda, iri ve
hafif incilerden bir kolye aradı…

Caniko yanlışlıkla getirilmiş viskiyi mekanik, küçük yudumlarla içiyordu. Sevmediği


alkol ona bu akşam haz ve gülümseme kolaylığı veriyor, parmakları altındaki cilası
gitmiş yüzeylerin, kumaşların sertliğini siliveriyordu. Şimdiki zamanı yok sayan şu
ihtiyar kadını iyilikle dinliyordu. Gereksiz bir dönemin, tedirgin edici ölülerin tepesinde
buluşuyorlar, Kanka Caniko’ya isimlerden oluşmuş bir köprü atıyordu. Kurşun işlemez
ihtiyar erkeklerin, mücadeleyi bıraktıkları yerden sürdürmek üzere doğrulmuş ya da son
görüntülerinle taşlaşmış, bir daha hiç değişmeyecek ihtiyar kadınların adlarından oluşmuş
bir köprü…

Ayrıntılarıyla, bin dokuz yüz on üç tarihli bir aksiliği, bin dokuz yüz on dört Ağustos’u
öncesinden bir hileyi anlatıyordu. Dört yıl sürmüş masum, dingin bir dostluktan sonra
ölüp gitmiş Loupiote’tan bahsederken –“Düğününün haftasıydı, küçüğüm! Şu rastlantıya
bakar mısın? Tepemizde uğursuzluk dolanıyor, aynen öyle!”– sesinde bir şeyler titreşti…

–Allahın günü dalaşırdık, küçüğüm, ama sadece üçüncü kişiler önünde. Çünkü anlarsın,
üçüncü kişiler, böylelikle, çift olduğumuzu düşünürlerdi. Dalaşmasak, kim inanacak? Biz
de o zaman, birbirimize neler söylemezdik… Cehennem ağzıyla! Üçüncü kişiler
dalgasını geçerlerdi: “Ah! Ne tutkulu karılar bunlar!” diye. Küçüğüm, sana bir şey
anlatacağım, kıç üstü oturacaksın. Bilirsin, Massau’nun o sözde vasiyeti vardı ya hani…

– Hangi Massau diye mırıldanıyordu Caniko, yarı mayışmış.

–Ayol, onu senin kadar tanıyan olmasın! Hani sözüm ona Louise Mac-Mollar’a teslim
ettiği vasiyetnamesi vardı… Yıl bin dokuz yüz dokuz, bahsettiğim dönemde ben
Gérault’un çetesindeydim, “sadık köpekler” çetesinde. Nice’te yiyip içirdiği beş kişiydik,
her akşam Belle-Meuniere’deydik. Hadi ya, Kordonda neredeyse senden başkasını
görmezdik. İngiliz bebeği gibi beyazlara bürünmüş ve de Léa, baştan aşağı beyazlar
kuşanmış… Ay! Ne çift! Yaradan’ın ellerinden çıkma bir harika! Gérault Léa’ya takılırdı:
“Fazla gençsin sen kııızz, daha kötüsü, fazla nadansın, ben sana on beş yirmi yıl sonra
takılayım…” Böyle bir adam dünyayı terk eyledi, iyi mi?.. Cenazesini hakiki gözyaşları
yıkadı, tüm halkın akıttığı gözyaşları… Neyse, ben şu vasiyet hikâyemi bitireyim…

Bir ağıtçı kadın ustalığıyla çalkalayıp kabarttığı olaylar akını, kırık pişmanlıklarla
önemsiz dirilmeler dalgası baştan aşağı yıkıyorduCaniko’yu. Caniko Kanka’ya doğru
eğiliyordu, simetrik olarak Kanka Caniko’ya eğiliyor, dramatik bölümlerde sesini
alçaltıyor, çığlığı ya da kahkahayı aniden basıyordu. Caniko, aynada, yerlerini almış
oldukları fısır fısır çifte ne çok benzediklerini gördü. Görüntülerini bozma ihtiyacıyla
ayaklandı, barmen onun hareketini taklit etti ama uzaktan; bir ziyarete son veren
efendinin ağırbaşlı köpeği gibi.

– Ha, peki… dedi Kanka. Peki, o zaman, gerisini bir daha sefere anlatırım.

– Bir sonraki savaş ertesinde, diye takıldı Caniko. Baksana, şu iki harf… Evet, küçük
pırlantalar işlenmiş olan… Senin değil bu, ha Kanka?

Parmağının ucuyla siyah çantayı işaret ediyordu, çanta yaşayan bir varlıkmış gibi;
parmağını uzatıp, bedenini geri çekerek.

–Senin de gözünden hiçbir şey kaçmıyor, diye hayran kaldı Kanka. Öyle. Onun armağanı.
Dedi ki: “Şimdi bu biblolar benim için fazla kadınsı şeyler.” “Şişko jandarma yüzümle,
şu aynalı, pudralı aletleri ben ne yapayım?” diyor. Beni güldürüyor…

Caniko Kanka’yı susturmak için yüz franklık bir kâğıt parayı önüne sürdü:

–Taksin için, Kanka.

Servis kapısından kaldırıma çıktılar, sokaktaki kısılmış ışıklar Caniko’ya gecenin


ilerlediğini bildirdi.

– Araban yok mu?

– Arabam mı?

– Hayır. Yürüyorum, iyi geliyor.


– Karın köyde mi?

– Hayır. Hastanesi Paris’e bağlıyor.

Kanka omurgasız şapkasını salladı.

– Biliyorum. Mangal gibi bir kadın yüreği! Madalyaya öneriliyormuş, baronesten


öğrendim.

– Ne?..

– Bak, bana şu taksiyi çevir küçüğüm, şu üstü kapalı olanı… Charlotte çırpındı,
Clémenceau’nun yakınındaki kişileri tanıyor. Rita hikâyesini telafi eder bu, azıcık…
Azıcık, çok değil. Charlotte günah gibi kapkaradır, küçüğüm!

Caniko onu bir taksiye soktu ve Kanka gölgeye karışarak varlığını yitirdi. Konuşması
kesildiği anda, Caniko karşılaşmadıkları kuşkusuna kapıldı, çevresine bakındı, kavurucu
bir günü hazırlayan gecenin tozunu uzun uzun içine çekti. Kendi evinde, her akşam
sulanan bahçeler, İspanya hanımelileri, kuş cıvıldayışları arasında, genç karısının hafifçe
şişkin kalçasına dayanmış hâlde uyanacağını sandı, rüyadayken sanıldığı gibi… Ama
Kanka’nın sesi arabanın dibinden yükseldi:

–Villers Caddesi, iki yüz kırk numara! Caniko, adresimi aklında tut! Bilirsin, akşamları
sık sık Wagram Caddesi’nde Girafe’ta yerim, beni aramak aklına eserse… Di mi ya, beni
aramak aklına esebilir…

“Çok matrak” diye düşünüyordu Caniko, adımlarını hızlandırarak. “Onu aramak mı?
Teşekkürler. Bir daha görsem, yolumu değiştiririm.”

Sakinleşmiş, dinlenmişti; çaba sarf etmeden yürüyordu. Ancak Alma Meydanı’na


vardığında rıhtımdan ayrıldı, oradan taksiye binip Henri-Martin Caddesi’ne döndü.
Boğuk, bakır rengi bir ateş doğuyu boyamaya başlamıştı bile ve bu ateş, bir yaz
seherinden çok, güneşin batışını çağrıştırıyordu. Hiçbir bulut gökyüzünü tıkamıyordu,
kendi ağırlığıyla durağanlaşan madeni bir pusla sarılmış Paris, birazdan yangın
renklerine, kızgın metallerin koyu kızıllığına bürünecekti.

Temmuz-Ağustos sıcağı, seher vakti, büyük kentle çevrelerini, bitki kalabalığının soluk
alabildiği alanları yıkayan ıslak pembelerden, çiçek morlarından, çiy mavilerinden
mahrum bırakır.

Caniko küçücük anahtarını kilitte döndürdüğünde, köşkte hiçbir şey kıpırdamadı. Taşlarla
döşeli hole akşamdan kalma yemeklerin kokusu sinmişti hafiften ve beyaz vazolarda, bir
adamı gizleyecek kadar yüksek, çalılık şeklinde kesilmiş yabani yasemin dalları havaya
solunamaz bir zehir saçıyorlardı. Meçhul bir gri kedi sıvıştı, kısa ağaçlı yoldan çıkageldi,
davetsiz konuğu soğuk bir ifadeyle inceledi.

–Küçük kâtip, gel, diye seslendi Caniko, alçak sesle.

Kedi gerilemeden, hakaretamiz bir ifadeyle onu süzdü ve Caniko hiçbir hayvanın –köpek,
at ya da kedi– sempatisini kazanamadığını anımsadı. Aldonza’nın on beş yıl ötesinden
kısık sesli kehanetini duydu: “Hayvanlar tarafından sevilmeyenler, lanetli insanlardır!”
Ama kedi şimdi, iyice uyanmış, iki ön ayağıyla bir yeşil kestaneyi yuvarlıyordu. Caniko
gülümsedi, odasına çıktı.

Oda mavi ve karanlıktı, tiyatroların gece dekorları gibi. Şafak, disiplinli güllerle, hurma
dallarına bağlı ıtır çiçekleriyle süslü balkonun eşiğinden geçmezdi. Edmée uyuyordu,
kollarıyla çıplak ayakları ince örtüden taşmış, yanlamasına, başı eğik, bir parmağı inci
kolyesinin arasına girmiş; alacakaranlıkta, uyuyan bir kadından çok, düşünceli bir kadın
gibiydi. Kıvırcık saçı yanağına taşmıştı ve Caniko soluğunu duymuyordu.

“Dinleniyor” diye düşündü Caniko. “Rüyasında doktor Arnaud’yu görüyor ya da Légion


d’honneur nişanını ya da Royal Dutch’ı. Güzel kadın. Nasıl da güzel! Hadi, iki, üç saat
daha uyu, sonra gidip Doktor Arnaud’na kavuşursun. Dert etme. İtalie Caddesi’nde leş
gibi fenol kokan dükkânda birbirinize kavuşacaksınız. Ona bir küçük kız çocuğu gibi
‘evet doktor, hayır doktor’ diyeceksin. Pek ciddi bir hâliniz olacak, otuz yedi dörtler, otuz
sekiz dokuzlar arasında oynayacaksınız ve o, katrana bulanmış koca eliyle senin
fenosayl’e batmış küçük elini tutacak. Ne şanslısın küçük kızım, hayatında böyle bir
masal var! Hadi, onu senden söküp alacak değilim… İsterdim ki, benim de…”

Edmée aniden uyandı, öyle tez bir hareketle ki, Caniko sözü nezaketsizce kesilmiş adam
gibi tıkandı.

– Sen miydin! Sen miydin! Aa, sen miydin?

– Başkasını bekliyor idiysen, özür dilerim, dedi Caniko gülümseyerek.

– Ah! Çok zekice…

Edmée oturdu, saçlarını geriye attı.

– Saat kaç? Yeni mi kalktın? Aa, hayır, sen daha yatmamışsın… Yeni gelmişsin… Ah
Fred!.. Sen gene neler yaptın?

– Bu “gene” bana bir iltifat… Ne yaptığımı bir bilsen…

Edmée’nin, elleriyle kulaklarını kapayarak, “Hayır! Hayır! Bir şey söyleme! Anlatma!”
diye yalvardığı zamanlar geride kalmıştı ama Caniko olmuştu, daha büyük bir süratle
Edmée’den uzaklaşan. Şafak vakti genç bir kadının, iri gözyaşlarıyla, acılarla kucağına
atıldığı, onun da genç kadını barışmış şampiyonlara layık bir uykuya doğru sürüklediği
masum, muzip dönemden. Artık ne kapris… Ne ihanet… Artık sadece, bu itiraf edilemez
iffetlilik…

Caniko tozlu çoraplarını uzağa fırlattı, karısına, gizleme iradesi hariç her şeyi gizlemeye
alışkın solgun bir yüz sundu. İnce keten ve dantel karışımı yatağa oturdu.

–Kokla beni, dedi. Ha?.. Viski içtim.

Edmée, iki güzel ağzı birbirine yaklaştırdı, elleriyle kocasının omuzlarından tuttu.

–Viski… diye tekrarladı, dalıp giderek… Viski… Niçin?

Daha sade bir kadın, “Kiminle?” diye sorardı. Caniko bu inceliği kaydetti. Aynı oyunu
oynayabildiğini sergileme arzusuyla yanıtladı:

–Bir kız arkadaşla. Tüm hakikati ister misin?

Edmée gülümsedi; yükselip yatak kenarına, sonra aynaya, sonra bir çerçeveye, sonra su
dolu kristal kürede dolanan bir balığın altın sarısına değmeye cesaret eden ışıkla
aydınlanmıştı…

–Tümünü değil Fred, tümünü değil! Karanlık bir hakikat, uygunsuz bir saatin hakikati…

Edmée buna rağmen düşünüyordu; emindi ki Caniko’yu ondan uzaklaştıran ne aşktı ne de


aşağı bir zevk. Caniko’nun kollarına rızalı bir beden teslim ediyordu, ama Caniko’nun
omzunda hissettiği ihtiyattan kasılmış, dar ve sert bir eldi.

–Hakikat, diye yineledi Caniko, şu ki, adını bilmiyorum ama ona, dur bakayım… seksen
üç frank verdim.

– Nasıl yani, hemen mi? İlk karşılaşmada mı? Ne cömertlik.

Edmée esniyormuş gibi yaptı, hiçbir yanıt beklemiyormuş gibi tembelce yatağın içine
kaydı. Caniko, kısa bir an ona acıdı, ta ki bir yatay ve keskin ışık yanındaki hareketsiz,
neredeyse çıplak biçimi daha iyi şekillendirene dek. O zaman acıması yok oldu.

“Güzel o. Bu hakkaniyet değil.”

Yatağa devrilmiş Edmée, gözleriyle dudaklarını Caniko için aralıyordu. Caniko, kadının
haz bahşedici erkeğe yönelttiği açık seçik, dar görüşlü, alabildiğine az dişi bakışı gördü
ve itiraf edilemez iffetliliğinde hakarete uğramış gibi oldu. Bir farklı bakışla karşılık
verdi, tepeden tırnağa geçimsiz, karmaşık, kendini teslim etmeyen erkeğin bakışıyla.
Gerilemek istemiyordu, başını sadece altın rengindeki güne, sulanan bahçeye, serçelerin
kuru, çoğullaşan çığlığı etrafında bir ses arabeski ören karatavuklara yöneltti. Edmée,
Caniko’nun taze sakalıyla mavileşmiş yanağında uzun bir yorgunluğun, kayda değer bir
süzülmüşlüğün izlerini seçebildi. Kirlenmiş asil elleri, dünden beri sabun yüzü görmemiş
tırnakları, gözün alt kapağını oyup gözün iç köşesine kadar yükselmiş ok şeklindeki tunç
renkli yara izini fark etti… Bu ayakkabısız, takma yakasız yakışıklı delikanlıda, geceyi
hapiste geçirmiş bir adamın tüm fiziki düşkünlüğünü buldu. Caniko çirkinleşmiş değildi
ama esrarengiz biçimde sanki silindir geçmişti üstünden; bu görüntü Edmée’nin
otoritesini geri getirdi. Her tür kösnül davetten vazgeçti, oturdu, elini Caniko’nun alnına
dayadı:

–Hasta mısın?

Caniko dikkatini bahçeden ağır ağır söktü, Edmée’ye geri döndü:

–Ne?.. Yok canım, bir şeyim yok, sadece uykum var. Öyle uykum var ki yatmaya
gidemiyorum, düşün…

Caniko gülümsedi, kuru tükürüksüz dudaklarını, diş etlerinin solgun iç yüzlerini sergiledi
ama gülerken, esas, hiçbir çare talep etmeyen, yoksulların derdi gibi mütevazı bir kederi
açık etti. Edmée onu açıkça sorgulamaya yeltenecekken, vazgeçti.

–Yat, diye emretti, Caniko’ya yer açarak.

–Yatayım mı? Ya su? Öyle kirliyim ki, aklın durur!

Bir sürahiyi kavrama, ağzını dayayıp kana kana içme, ceketini fırlatıp atma gücünü
kendinde buldu, sonra külçe gibi yatağa düştü ve hiç kıpırdamadı; uyku onu çökertmişti.

Edmée, uykunun yanı başında tuttuğu yarı giyinik yabancıyı uzun uzadıya seyretti.
Dikkati mavileşmiş dudaktan çukurlamış gözaltına, kendini salıvermiş elden tek sırra
kitlenmiş alına gidiyordu. Kendine hakim olmaya çalışıyor, sanki uyuyan adama
yakalanabilirmiş gibi, yüzüne çekidüzen veriyordu. Yavaşça kalktı, gözleri kamaştıran
pencereyi perdelerle köreltmeden, uzanmış bedenin üstüne, hareketsiz Caniko’nun
soyguncu dağınıklığını örtecek, kıpırtısız güzel yüzünü ışıldatacak bir ipek örtü attı.
Edmée kumaşı özenle, biraz saygılı bir tiksintiyle, sarkan elin üstüne yaydı, kullanılmış
olması muhtemel bir silahı örtercesine.

Caniko sıçramadı, bir an için de olsa, girişi zorlanamaz bir barınağa çekilmişti. Zaten
hastane Edmée’ye profesyonel jestler öğretmişti. Yumuşak değil ama güvenli, hedefi
ıskalamasa da çevre bölgeyi uyarmayan, ona hiç değmeyen jestler. Yatağa dönmedi, yarı
çıplak oturarak, güneşin rüzgârı uyandırdığı saatin umulmaz serinliğini tattı. Uzun
perdeler soluk alıp veriyorlar, esintiye göre az çok koyulaşan gök, maviliğini Caniko’nun
uykusu üstüne seriyordu.

Edmée ona bakarken yaralıları düşünmüyordu. Kalın pamuklu çarşaflar üzerinde köylü
ellerini kavuşturduğu ölüleri de… Kâbusların hırpaladığı hiçbir yaralı, hiçbir ölü,
uykunun, istirahatin, sessizliğin eşsiz bir gayri insanilikle donattığı Caniko’ya
benzemezdi.

Aşırı güzellik sempati uyandırmaz, hiçbir vatanı yoktur, zaman bu güzelliğe değiyorsa,
sadece onu bir miktar daha yalınlaştırmak içindir. Beşeri muazzamlığı ufak ufak bozup
cezalandırmakla yükümlü zekâ, Caniko’nun içgüdülere vakfolmuş muhteşem yapısına
saygı göstermişti. Aşk, aşk dalavereleri, aşk hileleri, aşkın çıkarcı özverisiyle şiddetleri,
bu erişilemez ışıklı varlığa, onun okuma yazma görmemiş haşmetine ne yapabilirdi?

Sabırla ve çoğu kez incelikli bir zekâyla donanmış Edmée, kadının mülkiyetçi bir iştahla,
fethettiği her canlı varlığı iğdişleştirme, muhteşem ve aşağı bir erkeği kibar fahişe rolüne
dönüştürebilme eğilimine kendini kaptırmıyordu. Taptaze halk bilgeliğiyle, az yılda
kazanılmış, savaştan ötürü tadı daha da artmış nimetlerden –para, barış, ev despotluğu,
evlilik– vazgeçmek niyetinde değildi.

Bitkin, kapalı, sanki içi boşalmış gibi duran bedeni süzüyordu.

“Caniko, bu, diye içinden tekrarlıyordu, işte bu, Caniko… Ne kadar da az şeymiş,
Caniko!..” Omzunu kaldırdı ve ekledi: “Onların Caniko’su işte bu…” Devrilmiş adamı
küçümsemek için kendini kışkırttı. Belleğinde, evlilikleri süresince geçirdikleri kimi
geceleri, hazzın ve güneşin uzattığı sabahları toparlarken, çiçekli ipek ve perdelerin
serinletici kanatları altındaki muhteşem ölüye karşı sadece soğuk, kindar bir saygı duydu.
Caniko’nun ona sırt çevirmesi azar azar olmuştu. Edmée, ince gövdesinde düşük duran
küçük sivri göğsünü elledi, bu elastiki meyveyi sıktı, haksız terk edilişi karşısında genç
bedeninin en çekici noktasını tanık gösterir gibi.
“Caniko’nun gereksindiği, muhtemelen başka şey… Onun gereksindiği…”

Ama hor görme çabası beyhudeydi. Bir kadın, tam bağımsızlık içinde acı çeken erkeği
hor görme zevkini ve gücünü dahi yitirir.

Edmée aniden perdelerin gölgesine, uyuyan adamın solgunluğuna, beyaz yataktaki gece
ve ölüm renkleriyle boyanmış romantik görüntüye doyuverdi. Bir sıçrayışta doğruldu.
Artık çevikti, güçlüydü, dağınık yatağın çevresinde, hain adamın çevresinde, uykuya,
suskun ve kırıcı acısına sığınmış kaçağın çevresinde girişebileceği her tür tutkulu
saldırıya karşı direnç gösteriyordu. Ne kızgındı ne üzgün ve kan boynunda daha hızlı
atmaya başlayıp inci rengi yanağına sıçramışsa, bu sadece bir dalgacı ciddiyetli tonda
“Sevgili üstadım” ve “şef” diye hitap ettiği adamın kızıl, kanlı-canlı imgesi uğrunaydı.
Kalın ve yumuşak el, Arnaud’nun gülüşü, güneşin ya da ameliyathane lambasının o kızıl
bıyıkta yaktığı ışıltılar, hastanede giyilen, gene orada çıkartılan önlük; şehvetin bir
eşiğine kadar izin veren mahrem iç çamaşırı… Edmée dansa kalkar gibi kalktı:

“Evet, buna evet!..”

Başını ve saçını bir kısrağın hareketiyle salladı, ardına bakmadan banyonun yolunu tuttu.
Kıt bir hayal gücüyle tasarlanmış, ölçüleri banal yemek odası, lüks havasını lâl ve yeşil
serpiştirilmiş sarı duvar kaplamaya borçluydu. İç bölmelerin beyaz ve gri yalancı
mermerleri, tavandan ölçüsüzce inen ışıktan ötürü konukların üzerine her tür gölgeden
arındırılmış aşırı bir aydınlık düşürüyordu.

Edmée’nin elbisesinin her hareketinde bir sürü kristal sallanıyordu. Bu aile yemeğine
Madam Peloux deri düğmeli tayyörüyle oturmuştu, Camille de La Berche, hemşire
başörtüsüyle; başörtüsü altında tıpatıp Dante’nin daha bıyıklı hâline andırıyordu.
Kadınlar sıcak nedeniyle, Caniko ise alışkanlık icabı susuyordu. Sıcak banyoyla soğuk
duş yorgunluğunun hakkından gelmişti ama elmacıkkemiğinde seken güçlü ışık
yanağındaki çukuru ele veriyor, Caniko, kirpiklerinin gölgesini düşürmek için gözlerini
indiriyordu.

–Caniko bu akşam on altı yaşında, diye bindirdi barones, durduk yerde.

Kimse karşılık vermedi, Caniko gövdesini hafifçe eğerek selamladı.

–Yüzünün ovalini nicedir böylesine incelmiş görmemiştim, diye devam etti barones.

Edmée kaşlarını belli belirsiz çattı:

– Ben görmüştüm. Ancak, savaş zamanıydı.

– Doğru, doğru, diye onayladı Charlotte Peloux, küçük çığırtkan rolünde. Tanrım,
1916’da, Vesoul’da nasıl da çelimsizdi! Edmée’ciğim, diye ekledi, saptan samana
geçerek, bugün şeyi gördüm, bilirsiniz kimi, her şey pek yolunda gidiyor…

Edmée kendisine yakışmayan bir uysallıkla kızardı ve Caniko gözlerini kaldırdı:

–Kimi gördün? Neymiş o pek yolunda giden?

– Sağ kolu kesilen küçük Trousselier’min şeref ödeneği. Çocuk 20 Haziran’da


hastaneden çıktı ya… Savaş dairesindeki dosyasını annen takip ediyor.

Edmée yanıtı zorlanmadan bulmuştu, sakin gözbebeklerinin altın rengiyle bakıyordu.


Buna rağmen Caniko biliyordu ki Edmée yalan söylüyor.

“Konu, kırmızı kurdelesi! Evlatçık, nihayet sıra ona geldi…”


Edmée yalan söylüyordu, yalan söylediğini bilen şu iki kadının önünde…

“Şimdi orta yere sürahiyi fırlatıversem mi?”

Ama Caniko kıpırdamadı. Bedenini doğrultacak, elini yönlendirecek dirilişi hangi


tutkudan söküp çıkaracaktı ki?

–Abzac haftaya bizi terk ediyor, diye söze girdi gene, Madam de La Berche.

– Kesin değil, diye yanıtladı Edmée, bir nebze heyecanla. Doktor Arnaud onun yeni
bacağıyla öyle fırlayıp gitmesini onaylamıyor… Her tür ihtiyatsızlığında bulunabilecek,
özgürce, sonra gelsin kangren olasılıkları… Doktor Arnaud’nun pek iyi bildiği, savaş
boyunca buna benzer tüm ihtiyatsız davranışlar…

Caniko gözünü kendisine diktiği Edmée cümlesini nedensiz yarıda kesti. Sapı yapraklı bir
gülü yelpaze gibi sallıyordu. Servis tabağını bir el hareketiyle reddetti, dirseğini masaya
dayadı. Beyazlar kuşanmıştı, omuzu çıplaktı, hareketsizken dahi, bir iç memnuniyetten,
kendi kendine takdirden arınmış değildi ve bu, görüntüsünü sıradanlaştırıyordu. Pek hoş
çizgilerinin ardında hakaretamiz bir şeyler ışıldıyordu. Patavatsız bir ışıltı, zirveye
varmak isteyip de henüz sadece başarıyı tatmış kadını ele veriyordu.

“Edmée gibi bir kadın, diye değerlendirdi Caniko, hep yirmi yaşında olmalıymış.
Annesine benzemeye başlamış bile.”

Hemen sonra, benzerlik yok olmuştu. Edmée’nin hiçbir şeyi Marie-Laure’u açıkça
andırmıyordu. Marie-Laure’un, kariyeri boyunca tuzak mahiyetine kullandığı zehirleyici,
kızıl, beyaz, küstah güzellikten Edmée’de tek iz vardı: küstahlık. Kimseyi şoke etmemeye
dikkatliyken, gene de doğaları gereği ya da eğitim eksiklikleriyle en temel zarafete
yaklaşabilmiş insanları fazlasıyla şoke ederdi. Gıcır gıcır bir takı ya da ikinci sınıf bir
kurye gibi! Edmée’de, uşakları ve Caniko’yu, kendilerinden daha aşağı hissettikleri bir
şeyler hep korkuturdu…

Barones de La Berche, sigarasını yakan Edmée’den izin isteyip bir puronun ucunu uzun
uzun tutuşturdu, onu şehvetle tüttürdü. Beyaz Kızıl Haç başörtüsü erkeksi omuzlarına
düşüyordu; yılbaşında, sabaha karşı başlarına Fransız Devrimi külahları, yer gösterici
kadınların başlıklarını, ince kâğıttan asker şapkaları geçiren ağır başlı erkekler gibiydi.
Charlotte ceketinin örgülü deri düğmelerini açtı, abdullas* kutusunu önüne çekti, evin

Abdullas: Dönemin sigaraları (Ç.N.)


âdetlerine saygılı sofra başıcı, kaldıraçlı gizli çekmececikler ve gümüş likör şişeleriyle
dolu bir sihirbaz arabasını Caniko’nun yanına sürdü, ardından odayı terk etti ve sarı
duvardaki ak saçlı, şimşir yüzlü uzun ihtiyar İtalyan gölgesi yitip gitti.

–Şu Giacomo’da gerçekten asalet var, dedi barones de La Berche. Ben bu konuda
aldanmam.

Madam Peloux omuz silkti. Nicedir bu hareket göğüslerini titretmiyordu. Dantelli beyaz
bir ipek bluz gerdanını kapatıyor, hâlâ hacimli duran boyalı kısa saçı, büyük kötücül
gözlerinin, güzel Konvansiyon üyesi alnının üstünde koyu bir kızılla alevleniyordu.

–Onunkisi tüm ak saçlı ihtiyar İtalyanların asaleti. Görünüşte hepsi Papa’nın oda
uşaklarıdır. Mönülerinizi Latince kaleme alırlar, sonra bir kapıyı ittiniz mi onları yedi
yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz ederken bulursunuz.

Caniko, bu zehirliliği vaktinde inen bir sağanak gibi karşıladı. Anasının kötülüğü
bulutları dağıtıyor, solunabilir bir havayı geri getiriyordu. Bir süredir onda eski
zamanların Charlotte’unu, yoldan geçen zarif bir kadın için balkondan sarkarak, “Üç
franklık kadın” diyen ve Caniko’nun “Tanıyor musun?” sorusunu, “Daha neler! Bir
tanımam eksikti bu sürtüğü!” diye yanıtlayan Charlotte’u bulmak hoşuna gidiyordu. Bir
süredir, belli belirsiz, Charlotte’un üstün hayatiyetinin tadına varıyor, onu belli belirsiz
oradaki diğer iki mahluka tercih ediyordu ama bilmiyordu ki bu tercihin, bu tarafgirliğin
adı belki de evlat sevgisiydi.

Caniko güldü, Madam Peloux’nun hâlâ şahanece, bir zamanlar tanıdığı, nefret ettiği,
ürktüğü, hakaret ettiği kadın oluşuna alkış tuttu. Madam Peloux oğlunun gözünde bir an
için hakiki karakterine büründü. Yani Caniko onu hakkıyla değerlendirdi, coşkulu, yiyici,
hesaplı, ihtiyatsız, büyük bir finansçıya yaraşır şekilde bu vasıfların tümüyle donanmış,
mizahçı gibi de alaycılığın tadını çıkartmada mahir buldu. “Kısaca tam manasıyla bela,”
dedi içinden. “Ama ötesi değil. Tam manasıyla bela, ama yabancı değil…” Konvansiyon
üyesi alnındaki mavimtırak siyah dipler tanıdık geldi. Bu dipler, kendi alnının
beyazlığını, kendi saçlarının mavimtırak karasını daha açıkça vurguluyordu.

“Annem” diye düşündü. “Kimse hiçbir zaman ona benzediğimi söylememişti ve


benziyorum ona.” Karşısındaki “yabancı” ise, inci, beyazlık ve tül parıltısıyla
ışıldıyordu… Caniko, baronesin derin sesinin fırlattığı Camastra düşesinin adını duydu ve
yabancı yüzde, geçici bir yırtıcılığın yanıp sönüşünü tespit etti; aniden küllenmiş bir dalın
şeklini dirilten alev yılanı misali, ama yabancı kadın, hastane dünyasından bir rakibeye
karşı baronesin savurmayı üstlendiği beddualar konserine katılmadı.

– Orada bir antraljezin hikâyesi söz konusuymuş… İki günde şırıngadan iki ölü… Paçayı
kurtaramazlar! dedi Madam de La Berche, samimi bir gülüşle.

– Hayal görüyorsunuz, diye düzeltti Edmée, sertçe. Bu sadece eski bir Janson de Sailly
hikâyesinin yeni baskısı.

– Zenginin malı yoksulun çenesini yorarmış dedi Charlotte, hoşgörüyle. Caniko, senin
uykun mu geldi?

Caniko yorgunluktan eriyor, çalışmanın, Paris yazının, hareket ve belagatin saf dışı
bırakmayı başaramadığı bu üç kadına hayran kalıyordu.

–Sıcaktandır, dedi özetle.

Karısıyla göz göze geldiler ama Edmée herhangi bir yorumda bulunmadı. Caniko’yu
yalanlamadı da.

–Tüh-tüh-tüh… diye mırıldandı Charlotte. Sıcaktanmış… Tabii canım. Tüh-tüh-tüh…

Caniko’ya yönelttiği ısrarlı bakışta suç ortaklığı ve sevecen şantaj vardı. Her şeyden
haberdardı, her zamanki gibi. Mutfak fısıltıları, kapıcı ifadeleri… Belki Léa’nın bizatihi
kendisi anlatmıştı Charlotte’a; kadınca yalan söyleme, son bir kez yengin çıkma adına…
Barones de La Berche’ten küçük bir at kişnemesi yükseldi, uzun papaz burnu yüzünün alt
kısmını örttü.

–Kahretsin! diye küfretti Caniko.

İskemlesi arkasından düştü ve Edmée, süratle, dikkat kesilerek, hemen ayağa kalktı. En
ufak bir şaşkınlığı dışa vurmuyordu. Charlotte Peloux ve Barones de La Berche de
korunma durumuna geçmişlerdi ama eski tarzda, eller etekte, eteği kaldırıp kaçmaya
hazır. Caniko iki yumruğunu masaya dayamış soluyor, kapana kıstırılmış hayvan gibi
başını bir sağa bir sola döndürüyordu.

–Siz, bir kere siz… diye kekeledi.

Kolunu Charlotte’a doğru uzattı ama oğlunun tanıklar önündeki tehdidi neler görmüş
Charlotte’u şahlandırmıştı.

–Ne oluyor? Ne oluyor? Ne oluyor? diye havladı, kesik kesik. Bana hakaret etmek ha?
Bir küçük zavallı, bir küçük zavallı ki, ben konuşmak istesem…

Tiz sesi kristalleri titretiyordu ama daha keskin bir ses lafını kesti:

–Onu rahat bırakın! diye bağırdı Edmée.

Bu denli kısacık üç bağırtıdan sonra sessizlik kulakları sağır etti ve fiziksel haysiyetine
geri döndürülen Caniko silkindi, yüzünde yemyeşil bir solgunlukla gülümsedi.

–Sizden özür dilerim Peloux Hanımcığım, dedi, neşeli bir havada.

Raunt bitiminde sakinleşmiş Charlotte, şampiyon gözüyle ve bir el hareketiyle onu


kutsamıştı bile.

– Ah! Seninki de ne kudurgan bir kanmış!

– O bir savaşçı, dedi Barones, Edmée’nin elini sıkarak. Sana hoşça kal diyorum Caniko,
kulübem beni bekler.

Barones, evine Charlotte’un otomobiliyle bırakılmayı reddetti, yürüyerek dönmek istedi.


Cüssesi, beyaz hemşire başörtüsü, purosunun yanan ucu, gece vakti Henri-Martin
Caddesi boyunca en beter serserilerin cesaretini kırmaya muktedirdi. Edmée iki ihtiyara
kapı eşiğine kadar iştirak etti ve bu istisnai nezaket Caniko’ya karısının kuşkularını ve
barışçı diplomasisini tartma imkânı tanıdı.

Caniko ayaküstü, ışık sağanağı altında, bir bardak soğuk suyu ufak yudumlarla içti,
korkunç yalnızlaşmasını tadarak düşündü.

“Beni savundu, diye tekrarlıyordu. Beni aşk duymadan savundu. Karatavuklara karşı
bahçeyi, yağmacı hemşirelere karşı şeker erzakını, uşaklara karşı şarabını savunurcasına
savundu. Raynouard sokağına gittiğimi, oradan döndüğümü, bir daha da gitmediğimi
muhtemelen biliyor. Bu konuda bana tek laf etmedi, belki umurunda değil. Beni savundu,
çünkü annemin konuşmaması gerekiyordu… Beni aşk duymadan savundu.”

Edmée’nin bahçeden gelen sesini duydu. Edmée uzaktan, Caniko’nun mizacını


tartıyordu.

–Fred, hemen yukarı çıkmak ister misin? Hasta değilsin, di mi?

Kapı aralığından başını uzattı ve Caniko içinden acı acı güldü:

“İhtiyatlı…”
Edmée Caniko’nun gülüşünü gördü, cesaretlendi:

–Gel, Fred. Ben neredeyse senin kadar bitkinim galiba. Şuradan anla: Az önce kendimi
koyverdim… ama şimdi bunun için annenden özür diledim.

Acımasız ışığın bir bölümünü söndürdü, örtüden topladığı gülleri suya daldırdı. Bedeni,
elleri, gülleri, sıcaktan ötürü kabarıklığı bir miktar azalmış saç bulutu arasındaki eğik
başı, her şeyi bir erkeği mest edebilirdi.

Léa’nın sesi Caniko’nun kulaklarına, “Bir erkeği dedim, her erkeği değil” diye tekrarladı,
kurnazca…

Caniko Edmée’yi gözleriyle takip ederek, “Ona her şeyi yapabilirim” diye düşündü.
“Şikâyet etmeyecek, boşanmayacak, aşk dahil ondan gelebilecek herhangi bir tehlike
yok. Rahatça yaşayabilmem, sadece bana bağlı.”

Ama aynı anda, aşkın yönetmediği bir alanda yan yana yaşama fikri karşısında, dile
dökülemez bir tiksintiyle geriliyordu.

Piç çocukluğu, vesayet altındaki uzun yeniyetmeliği, ölçüsüz sanılan bir dünyada,
neredeyse burjuva önyargıları kadar sınırlandırıcı bir anayasanın hükmünü ona
öğretmişti. Caniko, oralarda öğrenmişti, aşkın parayla, ihanetlerle, suçlarla, korkak
rızalarla alakasını, ama şimdi, eski kuralları unutmaya, zimnî alçakgönüllülükleri
tepmeye meyilliydi. Bu nedenle, kolunda yumuşakça kayan eli tutmadı ve ne sitem ne
öpücük sesi duyulacak odaya doğru Edmée’yle yürürlerken, kendini utanç içinde hissetti;
canavarsı uyumlarından ötürü yüzü kızardı.
Caniko kendini, neredeyse farkına varmadan, sokak giysileriyle, sırtında hafif bir
yağmurluk, başında yumuşak bir şapkayla dışarıda buldu. Dumanın asılı kaldığı sisli
holü, kadınların, çiçeklerin güçlü kokusunu, çerinin kimyevi kokusunu geride
bırakıyordu. Edmée’yi bırakıyordu, Doktor Arnaud’yu, Filipesco’ları, Atkins’leri, savaş
zamanı gönüllü olarak kamyon kullandıkları için artık sadece puroya, otomobile, garaj
kankalıklarına düşkün iki sosyetik kız, Kelekian’ları. Desmond’u, ki bir emlakçı, bir de
Ticaret Bakanlığı Müsteşarı –bacağı kesik şair– refakatinde gelmişti ve Charlotte
Peloux’yu terk etti. Epeyce kulağı delik sosyetik çift, yemeklerini muhtemelen aşırı
erdemli bir havada yutmuşlar, Caniko’nun çırılçıplak dans etmesini ya da Charlotte ile
devlet müsteşarının holde halı üstünde çiftleşmelerini beklercesine bir skandala
susamışlık ve naiflikle çevrelerine imalı bakışlar atmışlardı.

Caniko, tüm bunlara kahramanca katlanmış olmanın bilinciyle gidiyordu. İşlediği tek
kusur, yemekte, şimdiki zamanla aniden alakayı yitirmesi, tedirgin edici bir soğuma
yaşamış olmasıydı. Ne ki, bu uyuşukluk bir an sürmüştü, hesaplanamaz rüyalar gibi.
Şimdi evine doluşmuş tüm yabancılardan uzaklaşırken, adımları, kumda yürüyen hafif
hayvan ayaklarının tatlı sesini çıkarıyordu. Giysisinin gri, gümüşi rengi Orman’a inen
sisle bütünleşti. İki üç gececi, aceleyle hiçbir yere doğru giden bu delikanlıya özendiler.

Evindeki kalabalığın imgesi Caniko’nun ardı sıra geliyordu. Hâlâ seslerin tınısını
duyuyor, yüzlerin, gülüşlerin, özellikle de ağız biçimlerinin anısını beraberinde
götürüyordu. Yaşlı bir adam savaştan, bir kadın siyasetten bahsetmişti. Desmond’la
Edmée’nin yeni yeni fevkalade anlaştıklarını, karısının arsalara bölünmüş bir araziye
duyduğu ilgiyi anımsadı… “Desmond… Ne koca olurmuş ama karıma…” Sonra dans…
Tango öğrenen Charlotte Peloux… Caniko adımlarını sıklaştırdı.

Rutubet yüklü erkenci sonbahar gecesi, mehtabı sisle kaplıyordu.

Solgun bir gökkuşağının çevrelediği ay yerini geniş bir sütlü haleye bırakmıştı; ara ara
dalgalar hâlinde akın eden bulutlar onu boğuyordu. Büyük sıcakta düşen yapraklardan
eylül kokusu yükseliyordu.

“Hava yumuşamış” diye düşündü Caniko.

Bir bank, bitkinliğine ev sahipliği etti ama Caniko fazla durmadı. Yanına ilişmeye istekli
görünmez dosta yer açmayı reddetti. Gri saçlı, uzun ceketli, amansızca neşeli bir dosttu
bu… Caniko cazbandın zillerini bunca uzaktan duyabilirmiş gibi, başını La Muette
bahçelerine doğru çevirdi.

Mavi odaya dönme saatinin daha gelmediğini düşündü. Yüksek sınıftan kızlar belki hâlâ
yatağın mavi kadifesinde yanlamasına oturmuş, iyi purolar içmeye devam ediyor,
kamyoncu fıkralarıyla emlakçıyı eğlendiriyorlardı.

“Ah bir otel odası, iyi bir pembe oda, iyice sıradan, iyice pespembe…” Ama lamba
söndüğünde, mutlak gece, anonimleşmiş uzun ceketin, gür gri saçın ağır, şakacı girişine
izin verdiğinde, oda sıradanlığını kaybetmeyecek miydi? Davetsiz misafire gülümsedi,
çünkü korku safhasını aşmıştı: “Orada ya da başka yerde… O her yerde olacak,
sadakatle, ama ben artık bu insanlarla oturmak istemiyorum.”

Her geçen gün, her geçen saat, onu daha küçümseyici, daha bağnaz kılıyordu. Adi vaka
kahramanlarını, su talep eden yanık askerler gibi yeni koca talep eden genç dulları en ağır
biçimde yargılıyordu. Uzlaşmazlığı parasal alana da sıçramıştı ve bu kadar ciddi bir
değişikliğin farkında değildi. “Yemekteki o ham deri yüklü gemiler dalaveresi… Ne
iğrenç! Üstelik bunları yüksek sesle konuşuyorlar…” Ancak, ne pahasına olursa olsun,
benzerleriyle arasında ortak nokta kalmadığını açıkça itiraf edecek değildi. İhtiyatlıydı.
Başka şeyleri söylemediği gibi, bunu da söylemiyordu. Tuhaf bir biçimde birkaç ton
şeker satmakla suçladığı Charlotte Peloux, Caniko’ya, bir iki çiğ sözle bir zamanki
laubali haraç kesişini anımsatıyordu: “Léa bana beş altın versene, gidip sigara alayım…”

“Ah!” diye iç çekti Caniko. “Şu kadınlar asla hiçbir şey anlamayacaklar… Aynı şey
değildi ki o…”

Çıplak başı, nemli saçıyla siste neredeyse buharlaşarak hayale dalıyordu. Bir kadın
gölgesi koşar adım yanından geçti. Koşunun ritmi, çakıllı kum üstündeki ayakların
gıcırtısı, telaşı ve endişeyi dışa vuruyordu ve kadının gölgesi kendisini karşılamaya
gelmiş bir erkeğin gölgesi üzerine kendini attı. Erkek gölgeye abandı; kurşunla
delinmişçesine göğüs göğüse geldiler.

“Şu ikisi gizleniyor,” diye düşündü Caniko. “Kimi aldatıyorlar? Herkes aldatıyor. Ama
ben…”

Düşüncesini tamamlamasa da, için için “Ben temizim” anlamına gelen bir tiksintiyle
doğruldu. Durgun ve o ana dek duygusuz bölgelerde hafifçe çakan ışık, temizlikle
yalnızlığın tek ve aynı felaket olduğunu ona öğretmeye başlamıştı.

İlerleyen gecede soğuğu hissetti. Bunca uzun, hedefsiz bir nöbette, gecenin her evresinin
farklı tadını ayırt ediyor, gece yarısının şafaktan hemen öncesine kıyasla ılık bir saat
olduğunu öğreniyordu.

Adımlarını sıklaştırarak, “Kış erken bastıracak” diye düşündü. “Yetti artık şu bitmek
bilmez yaz. Önümüzdeki kış, istiyorum ki… Dur bakalım, önümüzdeki kış…”
Araştırmacı çabası handiyse hemen çöktü, yokuşu uzaktan gören at gibi başını eğerek
durdu.

“Önümüzdeki kış gene karım, annem, La Berche Ana, falanca, filanca ve feşmekânca
olacak. Gene tüm o ahali… Ve benim için bir daha asla…”

Alçaktan uçan, uçuk pembe renkte bir bulut sürüsünün orman istikametindeki ilerleyişini
görebilmek için durakladı. Bir rüzgâr onları aşağıya çekiyor, sisli saçlarından yakalayıp
büküyor, çimenlerde sürüklüyor, sonra kapıp aya doğru kaçırıyordu. Caniko, uyuyanların
siyah sandığı gecede, ışıklı büyüleri aşina bir gözle seyrediyordu.

Yarı örtük, düz ve geniş ay, kovalayıp yarıyor göründüğü atik dumanlar arasında belirdi,
ancak Caniko’yu bir aritmetik sayıklamadan uzaklaştırmadı. Caniko ebediyen yitip gitmiş
değerli bir zamanı hesapladı; yıllar, aylar, günler, saatler.

“Savaştan önce görmeye gittiğim gün onu terk etmeseymişim, dört güzel yıl, yüzlerce,
yüzlerce gün ve gece kazanmış, depolamış olacaktım, aşk namına…”

Bu denli büyük bir sözcük onu sendeletmedi.

“Yüzlerce gün, bir hayat, hayatın ta kendisi! Geçmişte kalmış hayat, onun deyişiyle ‘baş
düşmanım’dan önceki hayat… Her şeyimi affeden, hiçbir şeyime göz yummayan baş
düşmanım…” Geçmişini limon gibi sıkıyor, kalan tek damla suyu bugünkü çölü üstüne
döküyor, iki büyük, güçlü, cezacı olmayan aşık kadın elinin yönlendirip şekillendirdiği
prenslere layık yeniyetmeliğini canlandırıyor, gerekirse onu uyduruyordu. Korunaklı ve
uzun Şarklı yeniyetmeliği. Şehvet onun içinden bir şarkıdaki esler gibi geçerdi… Lüks
kaprisler, çocuk zalimlikleri, kendinden bihaber sadakat… Gökyüzünün tepesini
kaplayan sedef haleye doğru başını devirdi ve alçak sesle haykırdı: “Her şey mahvoldu!
Otuz yaşımdayım!”

Evine doğru aceleyle ilerledi, hızlı adımının ritmiyle kendine sövüp saydı:

“Salak! En kötüsü onun yaşı değil ki, benimki. Muhtemelen onun için her şey bitti ama
benim için…”

Nihayet sessizliğe bürünmüş evini gürültüsüzce açtı, yiyip içip dans etmişlerin bıraktığı
kokuyu midesi bulanarak kokladı. Holün kapı aynasında zayıflamış delikanlıyı seçti. Sert
elmacık kemikli bir delikanlı, yeni çıkmış sakalıyla, hafifçe mavileşmiş ağzıyla hüzünlü,
kocaman trajik gözleriyle içe dönük, açıklanamaz biçimde yirmi dört yaşında olmaktan
nihayet çıkmış bir delikanlıydı bu.

“Benim için” diye tamamladı Caniko, “sanırım söyleyecek söz kalmadı”.

–Anlıyor musun, bana sessiz bir köşe gerekiyor… Ufacık bir şey, bir garsoniyer, başımı
sokacağım bir stüdyocuk…

– Çocuk değilim, diye sitem etti, Kanka.

Teselli bulamamış gözlerini varak ve çiçek bezeli tavana kaldırdı.

–Tanrım, azıcık hülya, zavallı bir erkeğin kalbine azıcık masal ve okşayış… Elbette
anlıyorum, ne sandın! Peki, tercihin yok mu?

Caniko kaşlarını çattı.

– Tercih mi? Kiminle ilgili?

– Anlamadın, güzel çocuğum… Tercih ettiğin bir mahalle?

–Hı… Hayır, tercihim yok. Sessiz olsun.

Kanka, suç ortağı edasıyla başını salladı.

– Oldu, oldu. Benim tarzımda, benim dairem tarzında bir şey. Nerede oturduğumu biliyor
musun?

– Evet…

– Hayır, hiç bilmiyorsun. Adresi yazmayacağına emindim. Villiers Caddesi, 214 numara.
Güzel değil, büyük de değil ama sen dikkati üzerine çekecek bir garsoniyer aramıyordun,
di mi?

– Hayır.

– Benimkini ev sahibemle dümenim sayesinde buldum. Cevher gibi kadın bu arada, evli
ya da adeta evli! Menekşe gözlü bir kuş ama alnında kaderinin damgası var. Ona açtığım
iskambil falında gördüm, her tür alanda düştüğü aşırılıkları ve de…

–Evet. Az önce ufak bir stüdyo bildiğini söylemiştin…

– Minnacık bir stüdyocuk ama sana layık değil.

– Der misin?

– Layık değil sana… Size!

Kanka imalı gülüşünü viskisinde gizledi. Viskinin ıslak çul kokusu Caniko’yu rahatsız
ediyordu. Ancak katlanıyordu, hayali fetihleriyle ilgili Kanka’nın şakalarına, zira pütür
pütür boynunda, tanıdığını sandığı bir kolye görmüştü, içi boş incilerden müteşekkil.
Geçmişin herhangi bozulmamış bir izi, indiği yokuşta onu farkına varmaksızın
hareketsizleştirirken, Caniko bu duraklamalarda soluklanıyordu.

–Ah diye iç çekti Kanka, gelişinizi görmek isterdim! Ne çift!.. Tanımıyorum, ama sizi
birlikte tahayyül edebiliyorum! Tabii mobilyalar getirmek istersin?

– Kime?

– Yahu, garsoniyerine canım!

Caniko şaşkın, Kanka’ya baktı. Mobilyalar… Hangi mobilyalar? Tek bir şeyin hayalini
kurmuştu: Kapısı sadece ona açılıp kapanacak, ona ait bir sığınak. Edmée’nin,
Charlotte’un, kimselerin bilmediği bir yer…

–Antikalarla mı döşeyeceksin, yoksa modern tarzda mı? Güzel Serrano, giriş katına
sadece İspanyol şallar gerip asmıştı ama bu eksantrikliktir. Doğrusu, sen ne istediğini
bilecek kadar büyüksün…
Caniko istikbaldeki gizli, dar, sıcak ve karanlık konutu hayal etme çabasına kendini
kaptırmış, Kanka’yı pek dinlemiyordu. Bir yandan da frenküzümü şurubu içiyordu, eski
zaman genç kızları gibi… Caniko orada oğlan çocuğu olarak ilk kırmızımtırak şuruplarını
pipetle içeli, demode ve değişmez bar hiç kıpırdamamıştı… Barmen dahi değişmiyordu
ve karşısında oturan kadın solup kurumuş da olsa, hiç değilse Caniko onu güzel ve
gençken tanımamıştı…

“Annem, karım, onların görüştüğü insanlar, bütün bu dünya değişiyor, değişim için
yaşıyor. Annem bankacı olmak, Edmée Belediye’ye danışman olmak için. Ama ben…”

Müstakbel sığınağına zihnen dönmekte acele etti. Evrende bilinmez bir noktada olacaktı
ama gizli, dar, sıcak ve…

–Benim döşemem Cezayir tarzı. Artık hiç modası yok ama umurum değil, hele ki,
mobilyaların hepsi ödünç alınmış şeyler. Fotoğraflar astım, onları mutlaka biliyorsundur,
bir de Loupiote’un portresini… Ziyaretime gel, beni mutlu edersin.

–Oldu. Gidelim!

Caniko eşikte bir taksiye seslendi.

–Sen arabanı hiç almaz mısın? Niye arabanı almadın? Arabalı insanların hiç arabalarıyla
çıkmamaları fevkalade!

Kanka rengi solmuş siyah etekliğini topluyor, saplı gözlüğünün kordonunu çantasının
fermuarına sıkıştırıyor, eldivenini düşürüyor, gelip geçenlerin fırlattığı bakışlara zenci
fütursuzluğuyla karşılık veriyordu. Yanındaki Caniko, hakaretamiz gülüşleri, bir de “Ne
ziyan olmuş hazine!” diye haykıran genç kadının acıma dolu hayranlığını kabullendi.

Caniko arabada, ihtiyar kadının gevezeliğine sabırla, uyuşuklukla katlandı. Kanka’nın


anlattığı tatlı hikâyelerdi zaten. 1897 yılında, dönüşe geçmiş yarış atlarının yolunu kesen
dokuz yüz gramlık küçük köpeğin öyküsü, 1893’te La Berche Ana’nın bir genç gelini
düğün gününde kaçırışının öyküsü…

–İşte burası. Caniko, şu sert kapıyı açıver. Haberin olsun, hol aydınlık değil, evin girişi de
öyle, gördüğün gibi… Ne de olsa zemin katı, di mi?.. Şurada dur bir saniye…

Caniko karanlıkta dikilmiş, bekliyordu. Bir anahtar demetinin gürültüsünü, yaşlı, tıknefes
varlığın üflemesini ve hamarat hizmetkâr sesini dinliyordu.

–Işığı yakıyorum… Zaten kendini tanıdık diyarda bulacaksın. Elbette elektriğim var…
Seni küçük salonumla tanıştırayım; aynı zamanda büyük salonum da olurlar…

Caniko girdi, duvarları soluk nar rengine boyanmış, sayısız sigar ve sigaranın dumanıyla
islenmiş alçak tavanlı ufak odayı nezaketen, bakmadan övdü. İçgüdüsel olarak panjurlar
ve perdelerle körleştirilmiş pencereyi aradı.

–Önünü görüyor musun? Sen Kanka’n gibi ihtiyar bir gece kuşu değilsin… Bekle şöyle,
tavanı aydınlatayım.

– Zahmet etme… Bir girip çıkacağım ve…

Küçük çerçevelerle, dört raptiyeyle tutturulmuş fotoğraflarla döşeli en aydınlatılmış


duvara yüzünü çevirip, sustu. Kanka gülmeye koyuldu.

–Kendini bildik diyarda bulacaksın dememiş miydim? Hoşlanacağından emindim. Şu var


mıydı sende?

Şu, fotoğrafa soluk sulu boya renkler kondurulmuş çok büyük bir portreydi. Mavi gözler,
güleç ağız, sarı topuz, silahlı kadının huzurlu zafer edası… 1. Napolyon korsesinin
sardığı yüksek bel, tül altından görünen bacaklar, bitmek bilmez bacaklar, oyluklarda
şişkin, dizlerde ince bacaklar… Ve tek kanadı kalkık, rüzgârda tek yelkenli bir gemi gibi
gergin züppe şapkası…

–Bahse girerim, bunu sana vermemiştir. Şu fotoğrafta bir Tanrıça, bir peri! Bulutlarda
yürüyor! Gene de ne kadar o! Şu büyük fotoğraf, benim anlayışıma göre en güzeli ama
diğerlerini de onun kadar severim, mesela bak, çok daha yeni olan, şu küçüğü, gözler için
bir saadet değil mi?

Paslı iğneyle tutturulmuş şipşakçı elinden çıkma fotoğraf, aydınlık bir bahçede
karartılmış bir kadını sergiliyordu…

“Lacivert elbisesi ve martılı şapkası” dedi Caniko, içinden.

–Ben güzel gösteren portrelerden yanayım, diye sürdürdü Kanka. Böyle bir portre, bak
şimdi, vicdanımızla konuşalım, insana ellerini kavuşturtup Tanrı’ya imam ettirmez mi?

Beşinci sınıf, yaltakçı bir sanat, “kartpostal portre”yi yalamış, boynu uzatmış, modelin
ağzını hafifçe daraltmıştı, ama burun, tam gerektiği kadar kartalsı, nefis burun, fatih
kanatlar, iffetli kıvrım, burnun altında üst dudağı kazıyan kadife oyuk, olduğu gibi
kalmıştı. Fotoğrafçının kendisi bile onlara saygı göstermişti…

–İnanmazsın, bir zamanlar neye benzediği artık kimi alakadar edebilir bahanesiyle
hepsini yakmak istiyordu. Kanım dondu, cehennem çığlıkları attım, hepsini bana verdi.
Armasının işlenmiş olduğu el çantasını da verdiği gün…

– Şu fotoğraftaki adam kim?

– Ne? Ne dedin? Ne oldu?.. Dur, şapkamı bir yere bırakayım…

– Sana şuradaki herif kim diye sordum… Hadi, çabuk…

– Tanrım, itip kakmasana… Şuradaki mi? Bacciocchi o ayol! Elbette tanımazsın, o


senden iki tur önceydi.

– İki ne?

– Bacciocchi’den sonra Septfons’u oldu, hatta hayır, Septfons daha önceydi… Septfons,
Bacciocchi, Speileyff ve sen. Şu kareli pantolona bak hele… Ne matrakmış, bir zamanın
erkek modası.

– Ya, şu fotoğraf hangi tarihte çekilmiş?

Bir adım geriledi, zira Kanka şapkasız başını, saksağan yuvası şeklindeki keçeleşmiş,
peruk kokan saçlarını ona doğru eğiyordu.

–Bu, Drags’larda diktirdiği elbise… Yıl bin dokuz yüz seksen sekiz ya da seksen dokuz.
Evet, Büyük Sergi yılı! Evet, küçüğüm, şapka çıkarmalı, artık böyle güzeller yok.

–Pöh… Ben müthiş bulmuyorum…

Kanka ellerini kavuşturdu. Sarı tereyağı rengi çıplak alına düşen yeşilimsi siyaha boyalı
saçıyla, şapkalıyken olduğundan daha yaşlıydı.

–Müthiş bulmuyor musun? On parmakla kavranabilecek şu bel! Şu güvercin boynu! Şu


elbiseye bakar mısın? Baştan aşağıya gök mavisi ve yivli ipek muslinden, küçüğüm.
Yivler üzerine pembe püsküllü kurdeleler dikilmiş, şapka da öyle! Gene aynı tarz dilenci
kesesi… Buna dilenci kesesi denirdi… Ah o güzellik! Onunki gibi bir girizgâh
görülmemiştir, bir şafaktı, bir aşk güneşi!

–Neye girizgâh?

Kanka yumuşak bir şaplakla Caniko’yu itti.

–Hadiii!... Beni ne güldürüyorsun! Ah, hayatın yasları senin yanında pek pembe
olmalıymış!..

Caniko duvara dönerek kaskatılaşmış yüzünü gizleyebiliyordu. Birkaç Léa’yı daha


dikkatle inceliyor göründü. Biri yapma bir gülü kokluyordu, diğeri gotik kapaklı bir
kitaba eğilmişti; geniş bir enseyi, ak ve yuvarlak, kayın ağacından kırışıksız bir boynu
ortaya seriyordu.

– Hadi ben gidiyorum, dedi, Valérie Şenyagin gibi.

– Nasıl gidersin? Ya yemek salonum? Ya yatak odam? Bir göz at, güzel çocuğum.
Garsoniyerin için fikir edin, ha?

–Ha evet… Dinle, bugün olmaz, çünkü…

Portreler kalesine kuşkulu bir bakış atıyor, sesini alçaltıyordu.

–Randevum var ama yarın gene gelirim. Muhtemelen yarın, akşam yemeğinden önce.

– Peki. O zaman işe koyulayım mı?

– İşe koyulmak mı?

– Dairen için?

– Evet. Tamam. Bir ilgilen hele ve de teşekkürler.


“Yeminle, nasıl bir dönem yaşıyoruz, olacak şey değil… Gençler, yaşlılar, hepsi iğrençlik
yarışında… Benden iki ‘tur’ önceymiş… O ihtiyar örümcek, girizgâh diyor yaa,
muhteşem bir girizgâh diyor! Bütün bunlar uluorta; yok ya cidden, bu ne biçim dünya…”

Bir antrenman temposuyla yürüdüğünü, nefes nefese kaldığını fark etti. Uzaktaki fırtına
Paris üstünde patlamayacaktı, gökyüzünün önüne dümdüz dikilen menekşe rengindeki
duvar, karayeli durduruyordu. Hisarlar üstünde, Berthier Bulvarı boyunca seyrek bir
kalabalık, espadrilli Parisliler, kırmızı jarseli yarı çıplak çocuklar, yaz mevsiminin
soyduğu ağaçlar altında, suların Levallois-Perret’den yükselip gelmesini bekler
gibiydiler. Caniki banka oturdu, bedenini esnekleştirmeyi ve doğru düzgün beslemeyi
ihmal edeli, uzun gecelere saçılalı, gücünün muamma eseri yıpranmış olmasına, süratle
ona ihanet edişine aldırış etmedi.

“İki turmuş! Şuna bak sen! Benden iki tur önce! Ya benden sonrakiler kaç adetti? Ben
dahil hepsini toplasak, kaç tur olur?”

Maviler kuşanmış, başına martılar kondurmuş Léa’nın yanındaki boylu boslu, ağzı
kulaklarındaki Speleyff’i bir kez daha gözünün önüne getiriyordu. Küçüklüğünden bir
üzgün bir Léa’yı anımsıyordu, ağlamaktan kıpkırmızı kesilmiş, “seni kötü erkek tohumu”
diyerek saçlarını okşayan…

Léa’nın dostu… Léa’nın yeni âşığı… Geleneksel ve değersiz sözcükler. Hava tahminleri
gibi, at yarışı listeleri gibi, hizmetkâr hırsızlıkları gibi alışılmış sözcükler. Caniko’ya,
“Geliyor musun, küçük?” derdi Speleyff. “Armenonville’e porto içmeye gidiyoruz,
Léa’yı orada bekleyeceğiz, bu sabah onu yataktan sökemem…”

“Çok şeker bir yeni küçük Bacciocchi’si var!” diye müjdelerdi Bayan Peloux, o sıralar on
dört ya da on beş yaşındaki oğluna…

Ama o zamanlar, hem kaşarlanmış hem taptazeliğini korumuş (ikisi bir arada) Caniko,
aşka aşina, önüne serilen aşkla gözü kamaşmış vaziyette, bir dilin sözcüklerini hoş ya da
kirli kökünden azade olarak öğrenmiş, salt musikisiyle öğrenmiş çocuklar gibi konuşurdu
aşktan. Léa’nın yatağından yeni çıkmış boylu Speleyff’in gölgesinde hiçbir hakiki,
şehvetli imge yükselmezdi. Ve şu “çok şeker küçük Bacciocchi” ile “dünya güzeli bi
pekinua köpek” arasında ne fark vardı ki?

Portreler, mektuplar, inanılacak tek ağızdan düşecek anlatılar, hiçbir şey, Léa’yla
Caniko’nun birlikte yıllarca yaşadığı dar cennetin eşiğinden geçememişti. Caniko’nun
neredeyse hiçbir şeyi Léa öncesine dayanmıyordu, dolayısıyla dostunu kendisinden önce
olgunlaştırmış, üzmüş ya da zenginleştirmiş olanları nasıl umursayabilirdi?

Dizleri iri bir sarışın çocuk, kavuşturduğu kollarını banka, Caniko’nun yanına dayadı.
Birbirlerine aynı alıngan ihtiyatla baktılar, zira Caniko tüm çocuklara yabancı muamelesi
çekerdi. Çocuk, solgun mavi gözlerini uzun müddet Caniko’nun gözlerine terk etti ve
Caniko, kansız küçük ağızdan keten mavisi gözbebeklerine doğru sözle ifade edilemez
bir tür küçümseme yüklü gülümsemenin yükseldiğini gördü. Sonra çocuk başını çevirdi,
toz topraktaki kirli oyuncaklarına geri döndü, bankın ayağı dibinde oynamaya koyuldu ve
Caniko’yu bu dünyadan sildi. O zaman Caniko da kalkıp gitti.

Yarım saat sonra ılık, kokulu, süt ve parfüm dökülmüş suyun içinde hareketsizdi. Lüksün,
rahatlığın, kaygan sabunun, evdeki yumuşatılmış seslerin tadını çıkarmakla meşguldü.
Hepsini büyük bir cesaret sonucu elde etmiş ya da onları hayatında son kez tadıyormuş
gibi.

Karısı bir şarkı mırıldanarak girdi, onu görünce şarkısını kesti, Caniko’yu evinde
bornozla görmenin uyandırdığı sessiz hayreti yeterince gizleyemedi. Caniko, alay etme
amacı gütmeden sordu:
– Rahatsız mı ediyorum?

–Hayır Fred, kesinlikle hayır.

Günlük giysilerini fırlatırken, Caniko’nun eğlenceli bulduğu bir genç özgürlük, hem
utanma duygusundan hem utanmazsızlıktan uzak bir çıplaklığa kavuşma, suya kavuşma
acelesi sergiliyordu.

Caniko, öne doğru eğilerek ayakkabısını çözen kadının, kemikleri görünmeyen kıvrımlı
köle sırtına bakıp, “onu ne kadar da unutmuşum” diye düşündü.

Edmée konuşmuyor, yalnız olduğuna kani bir kadın gibi güven içinde hareket ediyordu.
Caniko, az önce kendisini yok saymakta inat edip ayakları dibinde tozda oynayan çocuğu
gözü önüne getirdi.

–Baksana…

Edmée şaşırmış bir alnı, yarı-çıplak hoş bir bedeni doğrulttu.

– Çocuk yapmamıza ne derdin?

– Fred!.. Aklına neler geliyor öyle!

Bu neredeyse bir dehşet çığlığıydı ve Edmée şimdi elindeki ince keten bezi göğsüne
bastırıyor, diğer elinin yordamıyla önüne gelen ilk kimonoyu kendine çekiyordu. Caniko
gülmekten kendini alıkoyamadı.

– Tabancamı istemez miydin?.. Saldırmıyorum, haberin olsun.

– Niye gülüyorsun? diye sordu Edmée, pek alçak sesle. Senin hiç gülmemen gerekir…

– Nadiren gülüyorum. Şunu açıklar mısın –canım, gayet rahatız, baş başayız– bana
açıklar mısın? Senin için bu kadar korkunç mu, çocuk yapmamız fikri, yapabileceğimiz
fikri?

– Evet, dedi Edmée gaddarlıkla. Beklenmedik açıksözlülüğüyle kendisini de yaralamış


gibiydi.

Basık bir koltuğa devrilmiş kocasından gözünü ayırmadı ve Caniko duyabilsin diye
netlikle fısıldadı:

–Bir çocuk… Sana benzesin diye mi… İki kere sen, bir kadın ömründe iki kere sen, ha?..
Hayır… Yo, hayır…

Caniko bir harekete yeltendi, Edmée onu yanlış yorumladı:

–Hayır, lütfen… Bu kadar. Başka şey söylemeyeceğim. Her şey olduğu gibi kalsın. Biraz
dikkatli davranmak yeterli, aynen böyle sürdürelim... Senden herhangi bir talebim yok.

– Böylesi mi işine geliyor?

Edmée tek bir bakışla yanıt verdi. Esir kadın çıplaklığına yaraşır hakaretamiz bir
güçsüzlükle, sefil sızlanışla yüklü bir bakış. Taze pudralanmış yanağı, kızıla boyanmış
genç dudağı, kahverengi gözleri çevreleyen açık kahverengi hale, yüzündeki tüm kibar
bakım, göğsüne bastırdığı buruşuk ipek çamaşırdan başka hiçbir şeyin örtmediği çıplak
bedendeki dağınıklığı daha da vurguluyordu.

“Artık onu mutlu edemem” diye düşündü Caniko, “Ama hâlâ ona acı çektirebilirim. Bana
büsbütün sadakatsiz değil. Oysa ben ki onu aldatmıyorum, gene de onu terk ettim.”

Edmée, Caniko’ya sırtını dönmüş, giyiniyordu. Hareket özgürlüğü ve yalancıktan


müsamahası geri gelmişti. Son örtüsünü göğsüne bir yaraya bastırır gibi kuvvetlice
bastırmış kadın, şimdi üstüne gayet soluk pembe bir elbise geçirmişti.

Esnek iradesine, dişilere has müthiş mutluluk istidadını hayata geçirip yönetme arzusuna
geri dönmüştü. Caniko onu yeniden küçümsedi ama an geldi akşam ışığı ince elbiseyi
deldi, artık hiç çıplak bir yaralıyı andırmayan genç kadın biçimini ortaya serdi. Göğe
doğru gerilen bir biçimdi bu, doğrulmuş yılan gibi enerji dolu, yuvarlak.

“Canını hâlâ acıtabilirim ama o kadar süratle toparlanıyor ki… Burada da artık ne
gerekliyim, ne bekleniyorum… Beni aştı, başka yöne doğru gidiyor, ihtiyara sorsan, derdi
ki onun ilk ‘turu’yum… Benim de onu taklit etmem gerekir, eğer edebilseydim ama
edemiyorum. Hatta diyelim ki edebilirim, etmek ister miydim? Edmée benim gibi hayatta
bir kez karşınıza çıkan, adamı serseme çeviren şeye toslamadı… Speleyieff derdi ki, kimi
atlara, belli bir düşüşten sonra, o düşüşte hiçbir yerini zedelememiş de olsalar, öldürseniz,
engel atlatamazsınız… Benim karşıma kötü engel çıktı…”

Yıkımını ve derdini kazaya benzetecek birkaç sunturlu sporcu benzetmesi daha aradı,
ancak çok erken indirdiği gecesini, bitkin adam rüyalarını ziyaret eden hoş imgeler oldu:
Gök mavisi püskül yivler, çıkarcı yuvaların aşınmış eşiğinden sızan ölümsüz bir edebiyat,
bulanık anılar, ebediyete, ölümün dahi ayıramadığı âşıklara vakfedilmiş mısralar ve
sözler. Masumiyet ve coşkularının eşit kıldığı yıpranmış kibar fahişelerin ve yeni
yetmelerin imdadına yetişen mısralar ve sözler…
–O zaman dedi ki, “Bu kazığı bana kimin attığını biliyorum, benimle gene Charlotte
uğraşıyor…” Ben de oh olsun, dedim, sen de Charlotte’la görüşmeyiver, tüm sırlarını
dökmeyiver. O da beni şöyle yanıtladı: “Speleyieff’ten fazla Charlotte’a alışkınım, üstelik
çok daha uzun zamandır. Yemin ederim, ufaklığı, Charlotte’u, Neuilly’yi, beziği,
Speleyieff’ten çok fazla özlerdim. Ne yaparsın, insan değişmiyor.” “Gene de, Charlotte’a
duyduğun güven sana pahalıya mal oluyor,” dedim. “Ay, ne yapayım, her lezzetin
bedelini ödemeli sonuçta.” Tam o bildiğin kadın, yüce ve cömert, ama enayi değil. Bunun
üzerine giyinmeye yollandı, at yarışlarına bir jigoloyla gideceğini söyledi…

– Benimle! diye haykırdı Caniko, ekşilikle. Biliyorum herhalde, di mi?

– İtirazım yok. Olup biteni aynen aktarıyorum. Çin ipeğinden beyaz bir elbise, kenarında
egzotik hakiki Çin işlemeli süsü. At yarışlarında çekilmiş şu fotoğrafta gördüğün
elbisenin aynısı. Kimse, arkasında omuzu görülen şu erkeğin sen olduğu fikrini benden
söküp alamaz.

–Getir şunu, diye emretti Caniko.

İhtiyar kadın kalktı, fotoğrafı duvara tutturan paslı raptiyeleri çekti, fotoğrafı Caniko’ya
getirdi. Cezayir divanına uzanmış Caniko, saçları dağılmış başını kaldırdı, şöyle bir
baktığı fotoğrafı odanın ortasına fırlattı…

–Sen hiç bende ensesi esnemiş yakalar gördün mü? Ve at yarışlarına gitmek için kısa
ceket giydiğimi? Hadi, başka palavra sık! Bu beni eğlendirmedi.

Kanka utangaç bir ayıplama “çık çık”ı duyurdu, mukavvayı yerden toplamak üzere
kaskatı dizlerini büktü, hole bakan kapıyı açtı.

– Nereye gidiyorsun? diye bağırdı Caniko.

– Suyumun kaynadığını duydum. Kahve hazırlamaya gidiyorum.

– Oldu, ama hemen dön!


Kanka eskimiş tafta kumaş ve topuksuz terlik sesiyle yok oldu. Yalnız kalan Caniko,
başını Tunus desenli halı yastığa dayadı. Ceketiyle yeleğini çıkarmış, parlak, ametist
moru üzerine pembe çiçekler örülü yepyeni bir Japon elbisesi kuşanmıştı. Çok uzun
tüttürülmüş bir sigara dudağını kurutuyor, kaşlarına değen yelpaze gibi yayılmış saçlar
alnının yarısını örtüyordu.

Kadınsı giysiler ona herhangi bir ikircikli hava vermese de yüz kızartıcı bir hükümranlık
tüm hatlarının hakiki değerini ortaya sermişti. Zarar vermek ve yıkmak arzusuyla tutuşur
gibiydi; fırlattığı fotoğraf çakı gibi uçmuştu. Narin ve sert elmacıkkemikleri çenesinin
ritmik kasılışına uyarak kıpırdıyordu. Gölgede gözlerinin beyaz ve siyah ışığı oynuyordu,
geceleyin ay ışığını çağırıp tutan dalganın çizgisi gibi…

Ama yalnız kalınca ağır ağır başını yastığa dayadı, gözlerini yumdu.

–Tanrım! diye, haykırdı Kanka, girerken. Öldüğünde bundan yakışıklı olamazsın! Taze
kahvem var. İster miydin? Kokusu insanı mutlu adalara taşımaya yeter…

– Evet. İçine iki adet şeker at…

Caniko Kanka’yla kısa kısa konuşuyor, Kanka belki derin bir köle hazzını gizleyen
yumuşaklıkla itaat ediyordu.

– Akşam pek az yedin.

– Yeterince yedim.

Caniko, doğrulmadan, tek dirseğine dayanarak kahvesini içti. Duvardan geyik derisi bir
Şark perdesi, divanın tepesine iniyor, tozlanmış kısa tüylü eski yüne uzanmış fildişi mine
ve değerli ipek karışımı bir Caniko’yu koruyordu.

Kanka bakır sehpaya kahveyi, cam fanuslu afyon lambasını, iki çubuğu, macun
çömleğini, kokain için gümüş enfiye kutusunu, sağlamca sıkıştırılmış mantarına rağmen
eteri çevreye soğuk soğuk ve haince yayılan bir şişeyi yerleştirdi. Yanına bir taro takımı,
kılıf altında poker kâğıtları, bir çift gözlük bıraktı, sonra hastabakıcı ağırbaşlılığıyla
oturdu.

–Bu zamazingoyla hiç ilgilenmediğimi sana öğretemedim gitti, diye azarladı Caniko.

Kanka mide bulandıracak kadar beyaz iki elini gererek itiraz etti. Evdeyken kendi
deyişiyle, “Charlotte Cordayvari”* bir tarz benimsiyor; çözülmüş saçlarıyla, tozlu siyah
giysisi üstüne çapraz bağladığı ince ketenden beyaz geniş eşarplarıyla, tıpatıp düşmüş
ama vakur Saleptrière kahramanlarını andırıyordu.

–Yok zararı Caniko. Bulunsun diye getirmiştim. Takım taklavatı burada elimin altında,
düzenle dizilmiş görmek öyle hoşuma gidiyor ki. Hayal levazımı! Coşku cephanesi, hayal
kapısı!

Uzun başını sallıyor, varını yoğunu oyuncaklara yatırmış bir büyükannenin merhamet
dolu gözlerini tavana kaldırıyordu, ama konuğu hiçbir iksire elini sürmüyordu. Bir tür
fiziki saygınlığı korumakta ısrarlı, genelevlerden tiksindiği gibi uyuşturucuları da hor
görüyordu.

Bu köleleşmiş tanrıçanın bekçilik ettiği kara deliğe gündelik ziyaretlerinin sayısını artık
tutmaz olmuştu.

Yediği yemekler, içtiği kahve ve Kanka’nın likörleriyle şahsi sigarası, dondurması,


meyvesi, şurubu için, belli bir para veriyordu. Seve seve değil ama tartışmadan. Kölesini,
o şahane Japon giysiyi, parfümleri, ince sabunları almakla görevlendirmişti. Kanka,
tamahkârlıktan çok suç ortaklığı esrikliğiyle, eski yalakalığını canlandıran işgüzarlıkla,
bakire kızı soyup yıkayan, afyon incisini pişiren, alkol veya lokman ruhu servisi yapan
kutsayıcı ve günahkâr pervanelikle Caniko’nun emrine amadeydi.

Beyhude havarilikti bu, zira sürprizli konuk dişilerle gelmiyor, şurup içiyor, eski püskü
divana uzanıyor, sadece şu komutu veriyordu:

–Konuş.

Kanka konuşuyordu; canının çektiği gibi konuştuğunu sanıyordu ama anıların çamurlu ve
ağır akıntısını kâh sertlikle kâh kurnazlıkla yönlendiren Caniko’ydu. Kanka, gündeliğe
gelmiş terzi gibi, kendilerini oturdukları yerde uzun işlere vakfetmiş kadınların
biteviyeliğiyle, baş döndürücü tekdüzeliliğiyle konuşuyordu, ama asla dikiş dikmez,
böylece eski fahişeliğinden kalma aristokrat ihmalkârlığını açık ederdi. Konuşurken bir
deliği ya da lekeyi çengelli iğneyle kapatır, taro ya da pasians açardı. Gündelikçi kadının

Charlotte Corday: 13 Temmuz 1793’te Jakoben lider Marat’yı banyo küveti içinde hançerleyip öldüren
Jironden taraftarı Fransız kadın (Ç.N.)
satın alıp getirdiği kahveyi değirmende öğütmek için eldivenler kuşanır, kirden cilalanmış
iskambil kâğıtlarına dokunurken ise iğrenmezdi.

Kanka konuşuyor ve Caniko o uyuşturucu sesi, keçe tabanlı ayaklarını sürümesini


dinliyordu! Bu bakımsız barınakta şahane bir giysiyle devrilmiş yatıyordu. Bakıcısı,
sorgu sual etme riskini göze almıyordu. Saplantılı bir takıntı teşhisi koymakla yetinmişti;
tam bir tarafsızlıkla. Hizmet ettiği esrarengiz bir hastalıktı, ama neticede bir hastalıktı. Ne
olur ne olmaz düşüncesiyle ve neredeyse mesleki alışkanlıkla, çocuksu, meslek icabı
neşeli çok güzel bir genç kadın getirtti. Caniko ona küçük bir köpekmişçesine baktı. Ne
eksik, ne fazla ve Kanka’ya dedi ki:

– Bu sosyetik faaliyetler bitti mi?

Kanka iki kere söyletmedi, Caniko da bunu nasıl başardığını sormadı. Bir gün Kanka,
banal bir hakikatin yolunu bulur gibi oldu ve Caniko’ya maziye ait birkaç hanım arkadaş
çağırmayı önerdi. Mesela Léa’yı… Caniko sıçramadı:

–Hiç kimse. Yoksa kendime başka bir muhallebici dükkânı ararım.

Kasvetli, dindar hayatı gibi ayarlı on beş gün geçti, ancak ne biri ne diğeri o günlerin
yükünü hissetmedi. Gündüzleri Kanka’nın yaşlı kadın eğlenceleri vardı: Poker, viskiler,
gizli kumarhaneler, zehirli muhabbetler, Limousinlilerin ya da Normandiyalıların işlettiği
kabarelerin boğucu loşluğunda yenilen taşra yemekleri… Caniko akşamın ilk gölgesiyle
beraber çıkageliyordu; bazen yağmurdan sırılsıklam. Kanka Caniko’nun geldiğini taksi
kapısını çarpmasından anlıyordu ve artık, “Niye hiç arabanı almazsın?” diye sormaz
olmuştu.

Caniko, gece yarısından sonra, genellikle gün ağarmadan gidiyordu. Cezayir divanı
üzerinde uzun uzadıya konaklarken, Kanka bazen onun uykuya yuvarlandığını, adeta
kapana kıstırılmış gibi, başını omzuna düşürüp, birkaç dakika hareketsiz kaldığını
görürdü. Kanka’ya gelince, dinlenme ihtiyacını unutmuştu. Sadece Caniko gittikten sonra
uyuyordu. Caniko’nun cebinden çıkarttıklarını –anahtar ve zinciri, cüzdan, yassı küçük
tabanca, yeşil altın cigaralık– telaşsızca ve tek tek topladığı bir sabah vakti, sormaya
cesaret etti:

–Bu kadar geç gittiğinde karın başını ağrıtmaz mı?

Caniko uykudan irileşmiş gözlerinin üstündeki uzun kaşlarını kaldırdı.


–Hayır. Niye ki? Kötü bir şey yapmadığımı biliyor.

– Bir çocuk bile senin kadar uslu durmazdı, bak bu doğru… Bu akşam geliyor musun?

– Bilmiyorum. Bakarım. Sen mutlak gelecekmişim gibi davran.

Sığınağının bir duvarını neşelendiren tüm sarışın kadın enselerine, mavi gözlere son bir
kez bakıp gidiyordu, on iki saat sonra sadakatle dönmek üzere.

Caniko, Kanka’yı ustaca sandığı dolambaçlarla Léa hakkında konuşmaya sürüklediğinde,


anlatıyı geciktirici hovardalık artıklarından arındırıyordu. “Geç, geç…” Belli belirsiz
telaffuz ettiği sözcüğün sadece çınlayan ç’leri monoloğu kesip kamçılıyordu. İşitmek
istediği sadece zehirsiz anılar, salt tasviri yüceltmelerdi… Vakanüvisten belgeselci bir
gerçekliğe sadakat talep ediyor, Kanka’yı huysuzca paylıyordu. Belleğine tarihler, kumaş
renkleri, ilçe ve terzi isimleri kazıyordu.

–Poplin nedir? diye soruyordu, aniden.

– Poplin? İpek ve yün karışımı bir kumaş, biliyor musun, tene yapışmaz cinsten, kuru…

– Evet. Ya moher? Beyaz moher dedin.

– Moher bir tür alpaka ama ondan yumuşağı ve dökümlüsü, anladın mı? Léa yazın ince
ketenler giymeyi sevmezdi. İddia ederdi ki, sadece iç çamaşırlara ve mendillere uygundur
o kumaş. Kraliçelere layık iç çamaşırları vardı, hatırlarsın ve şu fotoğrafın çekildiği
günlerde… Evet, o uzun bacaklı güzel fotoğraf… Bugünkü gibi düz iç çamaşırları moda
değildi henüz. Bir dolu kırma saçak vardı, köpükler, karlar ve ne donlar küçüğüm, baş
döndürücü şeyler, kenarları beyaz şantiyi, ortası siyah şantiyi, yarattığı havayı düşün!..
Görüyor musun?

“Mide bulandırıcı,” diye düşünüyordu Caniko, mide bulandırıcı. Ortası siyah şantiyi. Bir
kadın ortası siyah şantiyi kendisi için kuşanmaz. Kimin önüne çıkıyordu ki bunlarla?
Bunları kimin için kuşanıyordu?

Banyoya ya da giyinme odasına girdiğinde, Léa’nın bir jestini, gandurasını* çaprazlama

Gandura: Kuzey Afrika’dan gelen Batı’da sabahlık gibi kullanılan giysi. (Ç.N.)
kapatışını göz önüne getiriyordu. Banyo küvetindeki çıplak, esansla bulanmış süt rengi
suyun rahatlattığı pembemsi bedenin iffetli güvenini göz önüne getiriyordu…

“Ama başkalarına, şantiyi donlar…”

İçi saman dolu halı yastıklardan birini tekmeledi, yere attı.

–Sıcak mı geldi, Caniko?

– Hayır. Hele şu fotoğrafı uzat bakayım, büyüğünü, çerçevelenmiş olanı… Masa


lambasının zamazingosunu çevir. Biraz daha… Tamam!

Her zamanki ihtiyatını kaybederek, keskin gözüyle yeni, neredeyse taze görünen
ayrıntıları inceledi.

“Yüksek kemer, üstünde oyma akikler… Hiç görmemiştim. Antik Yunan tarzı kalın
tabanlı yüksek ayakkabılar. File çorabı mı var? Hayır, tabii ki ayak parmakları çıplak!
Mide bulandırıcı…”

– Bu kılıkta kimin evindeydi?

– Pek bilemiyorum… Sanırım bir dernek gecesindeydi… Ya da Molier’nin yerinde…

Caniko, küçümseyici ve canı sıkılmış adam edasıyla çerçeveyi uzattı. Az sonra, gecenin
odun dumanı ve çamaşırhane kokan bitiminde, henüz aydınlanmamış göğün altında, gitti.

Gözle görünür biçimde değişiyor ve değiştiğinin farkına varmıyordu. Az yiyip az uyuyor,


çok yürüyüp çok sigara içiyor, kilo veriyor, hafiflik ve gündüz ışığının yalanladığı sahte
bir gençleşme uğruna, malum sağlıklılığını feda ediyordu. Kendi evinde canının istediği
gibi yaşıyor, konukları kâh ağırlıyor kâh onlardan kaçıyordu. Bu gelip geçici insanlar,
Caniko hakkında, adından, ufak ufak taşlaşmış, sanki suçlayıcı bir yontma kalemiyle
oyulmuş yakışıklılığından, konukları yok saymada gösterdiği akıl almaz rahatlığından
başka hiçbir şey bilmezlerdi.

Caniko böylece, huzurlu ve bürokratik umutsuzluğunu ekimin son günlerine dek


sürükledi. Bir akşamüstü, gayriihtiyari, karısının bir kaçma teşebbüsünü yakalayınca,
kahkahaya boğuldu. Aniden, her şeye karşı bağışıklık oluşturmuş kişilere has neşeyle
aydınlandı: “Delirdiğimi sanıyor, ne şans!”

Neşesi uzun sürmedi, rezil adamla deli adam arasında, rezil adamın avantajlı olduğuna
karar verdi. Deli adamdan korkan Edmée, rezil adamı yeniden fethetmek için dudağını
ısırıp gözyaşlarını içine akıtarak orada kalmaz mıydı?

“Artık rezilin teki olduğumu dahi düşünmüyorlar” diye aklından geçirdi, acılıkla. “Zira
artık rezil değilim. Ah! Terk ettiğim kadın bana ne büyük kötülük etmiş. Oysa başkaları
da onu terk etti, o başkalarını terk etti… Şu saatte örneğin Bacciocchi, Septfons,
Speleiyeff, tüm diğerleri nasıl yaşarlar?.. Ama diğerleriyle benim ne alakam olabilir?..
Mahzenindeki şişeleri sayıyorum diye, ‘küçük burjuva’ derdi bana. Küçük burjuva, sadık
erkek, büyük âşık, işte benim adlarım, işte hakiki adlarım, oysa o, gidişimde ne çok
gözyaşı dökmüş Léa, bana yaşlılığı tercih ediyor, şömine başında parmaklarıyla
‘Falancayı elde ettim, filancayı, feşmekânı, Caniko’yu, berikini…’ diye sayıyor.
Sanıyordum ki bana ait. Âşıklarından sadece biri olduğumun farkına varmıyordum.
Bugün utanmayacağım kim kaldı?..”

Acıya katlanma jimnastiğinde ustalaşmış, şeytanına layık bir şeytan çarpmış gibi kaprisli
tahribata katlanmakla meşguldü. Tutuşturduğu kibriti titremeyen eliyle tutarken, gururla
ve yaşarmayan gözlerle, dikkat kesilmiş annesini yandan gözetliyordu. Sigarasını
yakabilmeyi becerebildi diye görünmez bir seyirci kitlesi önünde neredeyse caka satacak,
işkencecilerine “Nasılmış?” diye kafa tutacaktı.

İçinin en dibinde bir yerlerde gizlilikle direncin gücü, zar zor, bulanıklıkla
oluşmaktayken, aşırı ilgisizliğinin tadını çıkarıyor, bir doruk noktasının nasıl yatıştırıcı
olabileceğini, o zaman bu noktada, dinginliğin esirgediği bir kılavuz bulunabileceğini
fark ediyordu, belli belirsiz. Caniko çocukluğunda, hakiki öfkeyi, sık sık, çıkarcı bir
kızgınlığa dönüştürürdü. Bugün kesin bir yıkıma varmışken, her şeyi noktalama işini bu
yıkıma havale edeceği ana yaklaşıyordu…

Faal bir rüzgârın ve yanlamasına uçuşan yaprakların süpürdüğü bir eylül akşamı, gökteki
mavi yarıklarla, her tarafa yayılan su damlalarıyla yüklü akşamüstü, Caniko’yu kara
sığınağına, kapkara giysili, çöplük kedileri gibi sadece göğsünde azıcık bir beyazlık olan
hizmetkârına çağırmaktaydı. Kendini hafif hissediyordu, kocayemiş gibi tatlı ve
kocayemiş gibi dikenli itirafları, tanımı pek kolay olmayan bir iyileştirici etkiye sahip
sözcükleri duyma açlığı içindeydi. Cümleleri kendi kendine mırıldanıyordu: “Saçlarından
kendine armalar ördürürdü, küçüğüm, iç çamaşırlarına, başındaki sarı saçlarla… Peri
ellerinden çıkma bir eser! Bacaklarındaki kılları masajcı kadın tek tek cımbızla alırdı…”

Caniko pencereden uzaklaşıp döndü. Charlotte oturmuş, oğlunu tepeden tırnağa


süzüyordu. Caniko onun kocaman gözlerindeki yatıştırılamaz suda, altın parıltılı koyu
gözbebekten kopmuş, muhtemelen kızarık yanağın ateşiyle buharlaşan, kıpırdak, billûrsu,
şaşılası bir dışbükey ışıltı seçti… Caniko övünç ve sevinç duydu: “Ne tatlı! Benim için
ağlıyor!..”

Bir saat sonra ihtiyar yardımcısını nöbet başında buldu ama kadın başına bir tür papaz
şapkası geçirmişti, siyah muşambayla sarmalanmıştı ve Caniko’ya bir mavi kâğıt parçası
uzatıyordu. Caniko kâğıdı eliyle itti.

–Nedir?.. Vaktim yok. Anlat, ne yazıyor?

Kanka ona şaşkınlık dolu gözlerle baktı:

– Annem.

– Annen mi? Dalga geçiyorsun?

Kanka gücenmeyi denedi.

–Zerre kadar dalga geçmiyorum. Ruhlara saygı göster! Vefat etti.

Özür dilercesine ekledi:

–Doksan üç yaşındaydı.

–Tebrikler. Çıkıyor musun?

– Hayır, gidiyorum.

– Nereye?

– Tarascon’a, oradan bir kasaba trenine binip…

– Ne kadar kalırsın?

– Dört beş gün… En az… Noteri görmeliyim, vasiyetle alakalı, zira kız kardeşim…

– Şimdi bir kız kardeş de çıktı! Yakında dört çocuk da peydahlanır!

Yüksek ve beklenmedik bir tonda çıkmış sesini işitti, toparlandı.


–İyi, tamam. Ne yapabilirim? Hadi git, git…

– Sana bir not yazacaktım, yedi otuz trenine yetişiyorum.

– Yedi otuz trenine yetiş.

– Telgrafa cenaze saatini yazmamışlar, kız kardeşim tabuta yerleştirdiklerini söylemiş


sadece, oraları pek sıcak olur, her şeyi süratle yapmak gerekecek, olsa olsa resmi işlemler
geciktirebilir beni. Resmi işlemler devreye girdi mi, vaziyete hâkim olamazsınız…

– Kuşkusuz, kuşkusuz…

Caniko kapıdan fotoğraflı duvara, duvardan kapıya yürüyor, arada içe göçmüş yolculuk
çantasına çarpıyordu. Masa üstünde kahve cezvesiyle fincanlar tütüyordu.

– Sana kahve yaptım, ne olur ne olmaz…

– Teşekkürler.

Gardaymışçasına kahveyi ayaküstü içtiler. Gidişlere has soğukluk Caniko’nun boğazını


düğümlüyor, çenesini gizlice takırdatıyordu.

– Hadi o zaman hoşça kal, küçüğüm, dedi Kanka. Elimi çabuk tutacağım, tahmin edersin.

– Güle güle. İyi yolculuklar.

Birbirlerinin eline şöyle bir dokundular, Kanka Caniko’ya sarılmaya cesaret etmedi.

– Burada biraz kalmaz mıydın?

– Hayır, hayır.

– Anahtarı al?

– Niye ki?

– Burasını evin bil. Alıştığın şeyler var. Maria’ya her gün saat beşte şömineyi yakmak,
kahveyi hazırlamak için gelmesini tembih ettim… Al şu anahtarımı, sende dursun.

Caniko gevşek bir elle tuttuğu anahtarı devasa buldu. Dışarı çıktığında onu atmak ya da
geri götürüp kapıcıya bırakmak istedi.

İhtiyar kadın cesaretlenip, hol ile kaldırım arasında, ona on iki yaşındaki bir çocuğa
dağıtacağı öğütleri sıraladı:
–Elektrik girişte, solda, hemen elin hizasında! Mutfakta su kaynattığımız ibrik hep ocak
üstündedir, altına bir kibrit çakman yeterli… Japon giysin hep divanın kenarında
katlanmış dursun, sigaraların yer değiştirmesin diye Maria’ya tembih ettim.

Caniko başıyla “evet, evet” diye yanıtlıyordu, liseli öğrencilerin eğitim yılı başladığı gün
takındıkları umursamaz, cesur havayla. Yalnız kaldığında, bir terk edilmiş adamın
zevklerine ve son ayrıcalıklarına gerekli ehemmiyeti gösteren saçı boyalı hizmetkârıyla
alay etmedi.

Ertesi sabah, içinden çıkamadığı rüyayı istila etmiş insanlar aynı yöne doğru
koşuşturuyordu. Sadece sırtlarını görse de hepsini tanıyordu. Aralarında anasını seçti,
nefes nefese ve her nedense çıplak bir Léa’yı, Desmond’u, Kanka’yı, oğul Maudru’yü…
İçlerinden sadece Edmée dönüp gülümsedi, alaycı samur gülüşüyle… “Ya, oğul
Ragut’nün Vosges dağlarında avladığı samur bu!” Ve bu keşiften ötürü ölçüsüz bir haz
duydu. Sonra aynı yöne doğru koşanları gene adlarıyla saydı, kendi kendine dedi ki: “Biri
eksik… Biri eksik…” Rüyanın dışına çıkmış ama henüz tam uyanmamışken, tek eksiğin
kendisi olduğunu anladı: “Bari geri döneyim…” dedi… Ama tüm uzuvlarını geren yapış
yapış böcek çabası, gözkapakları arasındaki mavi çizgiyi genişletti; gücünü ve saatlerini
çarçur ettiği bir gerçekliğin yüzeyine çıktı. Bacaklarını uzattı, onları çarşafların serin bir
bölgesine daldırdı, “Edmée kalkalı çok olmuş.”

Pencere altında, sarı papatyalardan, siğilotlarından oluşmuş yeni bahçe onu şaşırttı; tek
anımsadığı mavi pembe yaz bahçesiydi. Küçük çıngırağı salladığında tanımadığı bir
hizmetkâr çıkageldi. Caniko onu sorguya çekti:

–Henriette nerede?

– Yerine ben girdim Mösyö.

– Ne zaman?

– Ama… Bir ay önce…

Caniko “Ha!” dedi, “Tamam, şimdi anlaşıldı” dermiş gibi.

– Madam nerede?

– Madam geliyor Mösyö, az sonra yukarı çıkacak.

Nitekim Edmée geldi, cıvıl cıvıl ama eşikte Caniko’yu için için eğlendiren bir
duraksamayla. “İşte Ragut’nün samuru!” diye bağırıp, karısını az daha endişelendirme
zevkinden kendini mahrum etmedi. Güzel gözler bir an için bocaladılar.

– Fred, ben…

– Evet, çıkıyorsun. Galiba kalktığını duymadım?

Edmée hafifçe kızardı.

–Bunda garipseyecek bir şey yok, son günlerde öyle kötü uyuyorum ki soyunma
odamdaki divana çarşaflar serdirdim… Bugün özel bir işin yok değil mi?

– Var, dedi karanlık bir ifadeyle.

– Ciddi bir şey mi?

– Çok ciddi.

Bir an bekledi, hafif bir tonda noktaladı:

– Saçlarımı kestireceğim.

– Öğle yemeğine dönersin ama?

– Hayır, şehirde pirzola yerim, Gustave’daki randevum saat ikide. Buraya her zaman
gönderdiği adam hastalanıvermiş.

Yalan ağzından çabasızca fışkırıyordu, nazik ve çocuksu. Yalan söylediği için, öpücük
şeklinde yusyuvarlaklaştırılmış, işveyle uzatılmış çocukluk ağzına kavuşmuştu.

– Bu sabah iyi görünüyorsun Fred… Kaçıyorum.

– Yedi otuz trenine mi yetişiyorsun?

Edmée şoke olarak yüzüne baktı ve öyle telaşla gitti ki, zemin kattaki kapı kapandığında
Caniko hâlâ gülüyordu.

“Ah! Ne iyi geliyor” diye iç geçirdi. “Artık kimseden hiçbir şey beklenmediğinizde, ne
kolay gülünüyor…” Böylece, giyinirken bir yandan da çilecilerin ruh hâlini keşfediyordu.
Ağzını aralamadan yalan yanlış mırıldandığı küçük şarkı ona bön bir rahibe gibi eşlik etti.

Nicedir unuttuğu Paris’e indi. Kalabalık ortasında, kristalden bir boşluk, acı bir rutin
gereksinen garip dengesi altüst oldu. Bu kalabalığın görüntüsü Royale Sokağı’ndaki bir
aynada, güneş yağmur bulutlarını yararken, olduğu gibi yüzüne çarptı. Fonda öğle
vaktinin fingirdek kızları, çığırtkan gazete satıcıları, yeşim taşı kolyeler, gümüşi tilki
kürkler… Tüm bu çiğ ve yeni imgeyle çekişmeye girmedi. Selüloid top içinde sıçrayan
kurşun tanesine benzettiği bir tür içsel depremin açlıktan kaynaklandığını düşünerek bir
restorana sığındı.

Sırtını cam kapıya verip gün ışığından korunarak, istiridyeler, balık, meyve yedi.
Varlığına aldırış etmeyen çevredeki genç kadınlar ona gözkapaklara kondurulmuş soğuk
menekşelerin hazzını verdiler ama kahve kokusu Caniko’da ayağa kalkma, taze çekilmiş
kahvenin emrettiği randevuya yetişme telaşı doğurdu. Caniko emre itaat etmeden önce
kuaförüne gitti, ellerini manikürcü kıza uzattı ve o usta avuçların iradesi öz iradesini
bükerken, bir an için kendisini paha biçilmez bir istirahate teslim etti.

Kocaman anahtar cebini ufaltıyordu. “Gitmeyeceğim, gitmeyeceğim…” Böyle biteviye


tekrarlanan, her tür anlamdan arınmış nakaratın eşliğinde, çabucak Villiers Caddesi’ne
vardı. Kilidi el yordamıyla ararken sakarlığı, anahtarın gıcırtısı, kalp atışlarını bir anlık
hızlandırsa da holdeki capcanlı ılıklık tüm sinirlerini yatıştırdı.

İhtiyatla ilerliyordu, kendisine ait ama tanımadığı birkaç adım karelik imparatorluğun
hâkimi olarak. İyi yetiştirilmiş hizmetkâr, hiç kullanılmayan günlük araç gereci masanın
üstüne hazır etmişti. Kadifemsi sıcak küller altındaki kor, kahverengi toprak cezve
çevresinde ölüyordu. Caniko cebinden cigaralığını, koca anahtarı, yassı tabancayı,
cüzdanı, mendili, saati çıkardı, onları itinayla dizdi. Ne ki, Japon entarisini giyince divana
uzanmadı. Sessiz bir kedi merakıyla kapıları açtı, dolap içlerine baktı. Derme çatma ama
gene de kadınsı banyoya daldığında, erdemli adam iddiası tuzla buz oldu. İnişe geçmiş
hayatlara yerleşen o kederli kırmızıyla döşeli, başlıca möblesi yatak olan odaya ihtiyar
bekârların ve kolonyanın kokusu sinmişti. Avizelerinden kurdeleler sarkan iki duvar
lambasını yaktı. Belli belirsiz yükselen seslere kulak kesiliyor, barınakta ilk kez tek
başına, oturduğu yerden, ölü ruhların veya gelip geçici ruhların kendisinde bıraktığı
etkiyi sınıyordu. Tanıdık bir adımı, terlik ya da yaşlı hayvan ayaklarının sesini
duyduğunu sandı, sonra başını salladı.

“O değil. O ancak sekiz gün sonra burada olur. Döndüğünde, ben daha fazla neye sahip
olacağım şu dünyada?.. Şu…”

Zihnen Kanka’nın sesine kulak kabarttı, o yıpranmış, evsiz barksız sesine…


“Hipodromdaki Léa ile baba Mortier’nın kapışması hikâyesinin sonunu getireyim. Baba
Mortier Gil Blas’da reklamı yapıldıktan sonra, sanıyordu ki Léa’dan her istediğini elde
edebilir. Aman aman, evlatçıklarım, ne yutulmaz naneydi!.. Léa Longchamp’a rüya gibi
maviler içinde teşrif etti, siyah-beyaz iki adet atın koştuğu faytonuna resim gibi
kurulmuş…”

Nice mavi gözün gülümsediği, kıpırtısız göğüsler üstünde nice hoş boynun yükseldiği
duvara başını kaldırdı:

“İşte tek sahip olacağım, budur. Sadece bu. Doğrusu, belki çok bile. Büyük şans, bu
duvarda ona yeniden kavuşabilmiş olmam ama kavuştuktan sonra, onu ancak
kaybedebilirim. Tıpkı onun gibi, bu birkaç paslı çiviye, yan yatmış bu iğnelere çakılıyım.
Bunlar daha ne kadar dayanır? Çok değil. Sonra ben kendimi bilirim, daha fazlasını
istemekten korkarım. Aniden “Onu istiyorum! Bana o gerek! Hemen şimdi!” diye
bağırmaya koyulabilirim. Ne yaparım o zaman?..

Kanepeyi fotoğraflı duvara itti, uzandı. Bu pozisyondayken, Léa’ların gözlerini yere


indirmiş olanları onunla ilgileniyor gibiydiler. “Ama sadece öyle bir havaları var, bunu
gayet iyi biliyorum. Nunun, sen beni kovduğunda, ardında bana ne bırakmayı
düşünmüştün? Fazla masrafa girmeden ruh yüceliği sergiledin, bir Caniko ne mene
şeydir, biliyordun, fazla riske girmiyordun ama sen benden bunca önce doğduğun için,
ben seni tüm diğer kadınların üstünde sevdiğim için, iyi cezalandırıldık: İşte bitiksin ama
sen kendini teselli ettin, ki bu kadarı da ayıptır, ben ise… İnsanlar ‘savaş vardı’ derken,
ben diyebilirim ki, ‘Léa ve savaş vardı’… Sanıyordum ki ne biri ne diğeri aklıma geliyor,
oysa biri ve diğeri beni şu zamanın dışına ittiler. Bundan böyle her yerde yarım
kalacağım…”

Saatine bakmak için sehpayı kendine çekti.

“Beş buçuk. İhtiyar sadece sekiz gün sonra burada olur. Daha birinci gündeyiz. Ya yolda
ölürse?..”

Divanında azıcık sağa sola döndü, sigara içti, fincanına ılık kahve döktü.

“Sekiz gün. Benden bu kadarı da beklenmemeli. Sekiz gün sonra gelip bana hangi
hikâyeyi anlatacak? Drags’dakini, Longchamp’daki kapışma ve ayrılık hikâyelerini
ezbere biliyorum –hepsini defalarca, defalarca dinlediğimde, ardından ne gelecek? Hiçbir
şey… Bana iğne vuracakmış gibi şimdiden bekler olduğum bu ihtiyar sekiz gün sonra
burada olacak… Ve bana hiçbir şey getirmeyecek.”

En beğendiği portreye dilenci gözüyle baktı. Aslına çok yakın imge onda şimdiden,
azalmış bir hınç, azalmış bir hayranlık, azalmış bir çarpıntı uyandırıyordu. Halı döşekte
bir o yana bir bu yana dönüyor, üst katlardan atlamak isteyip buna cesaret etmeyen adam
gibi adalelerini gayriihtiyari kasıyordu.

Yüksek sesle inleyip “Nunun… Nunun’um” diye tekrarlayarak kendini tahrik etti.
Coşkusuna kendini inandırmak istiyordu. Ama mahcubiyetle sustu, çünkü biliyordu ki
sehpadaki yassı tabancayı almak için coşmaya ihtiyacı yoktu. Doğrulmadan uygun bir
duruş aradı, nihayet bükebildiği tabancayı tutan sağ kolunun üzerine yattı, yastıklara
gömdüğü namluya kulağını yapıştırdı. Kolu hemen uyuşmaya başladı, eğer acele
etmezse, karıncalanan parmaklarının kendisine itaat etmeyeceklerini anladı. Dolayısıyla
acele etti, iş üstünde birkaç inilti yükseltti, bedenin ezdiği alt kolu onu rahatsız ediyordu
ve ufak burmalı çelik çıkıntı üstündeki işaretparmağının çabası dışında, hayattan hiçbir
şey bilmez oldu…

You might also like