Professional Documents
Culture Documents
Zeynep Direk
öğretmek işini kendisinden daha iyi bir tarihçi olan Von Aster'e bırakmıştır.
Sonuç olarak, Reichenbach'ın kurmaya çalıştığı pozitivist bilim felsefesi, ken
disine bölümün bir sonraki kuşağında bir takipçi bulamamıştır.5 Aslında, Tür
kiye'ye sokulmaya çalışılan pozitivist felsefenin Türkiye'ye girebilmiş olduğu
kuşkuludur. Bunun pek çok nedeni olabilir. Ama belirleyici neden, Reichen-
bach'ın derslerinin anlaşılmamasmdan çok, yaptığı felsefenin bizim Batılı kim
liğimizi oluşturmaya kavramsal olarak derin bir katkı yapamayacak kadar dar
bakış açılı olmasıdır. Bu pozitivist "ilk kez" felsefeyle ilişkimizin temel prob
lemlerini ortaya koymakta başarısız kalmıştır. Bununla birlikte, İstanbul Üni
versitesi Felsefe Bölümü'nün yetiştirdiği ilk cumhuriyet kuşağı felsefecisi sayı
labilecek olan Macit Gökberk ile birlikte felsefe içindeki yerimiz, problemimiz
ve felsefeden asıl ne beklediğimiz "ilk kez" açık bir biçimde ortaya çıkar. Felsefi
bir kültür, ancak felsefe tarihiyle, Batının yaptığı yolculuğun bir tekrarı ile
oluşturulabilir. "Din" yüzünden gecikmiş bir felsefe, Gökberk'de, Hegel'in ru
huyla yol alan, o "sondan sonraki trenle" evine dönmeye çalışır. Ama felsefenin
bu coğrafyada başlamış olduğu iddiasının avantajına karşın, felsefenin burada
tekrar kurulmasını bir eve geri dönüş hikâyesi olarak anlatmak Gökberk için
bile pek ikna edici olmaz. Onun acısının odak noktası, asıl eksikliğimiz, Ba-
tı'da felsefe Rönesansı ve Aydınlanmayı yaşayarak laikleşirken, bizim din yü
zünden olduğumuz yerde kalıp bu yolu katetmemiş olmamızdır. Gökberk, bir
toplumun bir diğeriyle aynı deneyimi yaşamadığı için dezavantajlı olduğu fik
rini ne kendi sorgular ne de sorgulatır. Bu fikrin, önce kendi gelişimini mutlak
kıstas olarak koyup başkalarını yolculuktan dışladıktan sonra dıştakileri kendi
sine katılmaya davet eden modern Kıta Avrupası düşüncesinin bir tuzağı oldu
ğunu görmemek için çoktan o tuzağa düşmüş ve aslında felsefeye ait olmadığı
mızı kabul etmiş olmak gerekir. Macit Gökberk, Alman düşüncesi geleneğini
izleyerek, kurtuluşumuzu Avrupa'nın misyonuna katılmakta bulurken, aydın-
5. Bu görüşe, Gürol Irzık'ın da dikkatimi çekmiş olduğu gibi, Nusret Hızır örneği
gösterilerek karşı çıkılabilir. Nusret Hızır çok iyi Almanca bilmesinin yanı sıra matematik
ve fizik de okumuştu. Macit Gökberk, Reichenbach'ın Los Angeles'a gittikten sonra arka
sında bıraktığı temsilcisinin Nusret Hızır olduğunu söyler (Arslan Kaynardağ, Felsefeciler
le Söylediler, s. 23). Halil Vehbi Eralp ise söyleşisinde, "Nusret Hızır'ın Türkiye'de lojisti
ğin ve yeni pozitivizmin tanınmasında büyük etkisi olduğu söylenmiştir," der (s. 68).
Nusret Hızır, 1936 yılında Ankara'da kurulan Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde görev
alıp İstanbul Üniversitesi'nden ayrılmış, lojistiği ve Reichenbach tarzı pozitivizmi Anka
ra'da kurumlaştırmaya çaba harcamıştır, öyleyse, bizim iddiamız ancak İstanbul Üniver
sitesi Felsefe Bölümü için geçerli olabilir. Bunu Hüseyin Baruhan'ın sözleri de doğrulu
yor. Felsefe Bölümü'nde bir usta çırak ilişkisi yaşayamamış olduğundan yakınan Hüseyin
Baruhan "Reichenbach a yetişmiş olsaydım belki bambaşka bir insan olurdum!" der
{a.g.e., s. 290). Nusret Hızır'ın Türkiye'de Reichenbach geleneğini yaşatıp yaşatamadığı
konusu kuşkusuz daha derin bir araştırmayı gerektirmektedir.
88 Defter
Orientaliste Paul Geuthner, ss. 12, 13. Walzer'in iddiası, İslam felsefesinin Antik çağ dü
şüncesinin bir üst aşaması olarak okunabileceğidir. Çünkü Islâm düşüncesi, hem Eski Yu
nanca felsefe metinlerini eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmuş hem de Batı'da kaybol
muş olan (özellikle Aristoteles'in doğa bilimlerine ilişkin eserlerini) kopya ederek koru
muştur.
8. Rahmi Karakuş, "1933 Üniversite Rçformu Sonrası Türkiye'de Felsefe Tasavvu
ru". Yayınlanmak üzere olan bu eserden yararlanmama izin veren Rahmi Karakuş a ve
dikkatimi bu esere çeken Prof. Kenan Gürsoy'a teşekkür ederim.
90 Defter
9. A.g. e. 10. Hilmi Yavuz, Ulusal Kültür ve Felsefe, Bilgi Yayınevi, 1977.
11. Baha Tevfik'in Kant'ı yorumlayışı Neo-kantçılığın ilk döneminin temel özellikle
rini taşır. Aşkın bilinci psikolojik olarak ele almış, kendinde şeyi dış dünya olarak yorum
lamış, bilinçte belirenleri ise işlenmiş veriler olarak nitelemiştir. Baha Tevfık, Batı nın ma
teryalist felsefesini Islâmcı düşüncenin ilkeleriyle uzlaştırma çabasını "idealizm"le suçlar.
Kant makalesini yayınlamasından tam yirmi yıl önce, "idealist felsefe' nin savunucusu ola
rak gördüğü Ahmet Mithat Efendi ile bir polemik içine girdiği görülür. Bkz. Arslan Kay-
nardağ, "Türkiye’de Kant Çeviri ve İncelemeleri", D iqün dergisi, Mart 1985.
12. Bkz. Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895-1908), iletişim Yayınları,
İstanbul, 1992, s. 16. Şerif Mardin, ittihat ve Terakki Cemiyeti nin kurucularının hemen
hemen tümünün biyoloji, anatomi ve fizyoloji ile ilgilenmiş olduklarını, bu kişilerin ço
ğunlukla doktor olduklarını belirtir. A. Çomte'un etkisiyle doğal bilimlere ve tarihe aynı
yöntembilimle yaklaşılabileceği fikri, onların devlete tedavi edilmesi gereken patolojik bir
vaka olarak bakmalarına destek sağlamıştır.
Türkiye'de Felsefenin Kuruluşu
Onca hacsın (intuition) keşifleri felsefenin öz hakikatleridir. Yalnız bu hakikatler eksik ola
bilir, şu kadar var ki bunların tamamlanması ilimle değil, yine felsefî hatslerle vaki olmalı
dır. Bir de felsefe dahi artık ilimler gibi kendi sahasında ve kendi usulüyle müsber bir terak
kiye girmelidir." Lise Felsefe Dersleri Yardıma Kitapları, No 1. Bergson, Yarana Tekâmül
den Hayatın Tekâmülü, çev. Mustafa Şekip Tunç, İstanbul Devlet Basımevi, 1934, s. LX.
Türkiye'de Felsefenin Kuruluşu
tepeden inme bir darbe ile değiştirmeye çalışmak, düşüncenin yaratıcılığına ka
tı ve anlaşılmaz sınırlar koymaktır. Saf ya da arı bir dile duyulan özlem metafi
zik bir sanrıdır çünkü bulaşma ve farklılaşma dilin yaratıcılığının olanaklarıdır.
Üstelik, dile dışardan müdahale devletin denetiminde tutulamaz. Eski kavram
lara yeni sözcükler uydurma pratiği, felsefe deneyimi olmayan çevirmenin elin
de kaldığında, metinler okunamaz, kimin ne dediği tam olarak anlaşılmaz. Fel
sefe okumak, düşüncenin sözcüklerin içinden geçmesi demektir. Opak, geçit
vermez, çağrışımı kısır, gerçek bir tarihi ve yaşanmışlığı olmayan sözcüklerle
yapılan felsefi düşünce farkına varmaksızın kendini kaybeder. Dahası, eski alfa
benin öğretilmesinin önemi üstünde durulmadığı zaman, yeni kuşak felsefeci
ler yüz yıl önce yazılmış olan metinleri bile okuyamaz hale gelirler. Bu durum,
elbette ki öngörülmemiş olamaz; bugün içinde bulunduğumuz durum tarihsel
seçimlerin bir ürünüdür. Politik gerekçeler her ne olursa olsun, "memleketin
temellerini sarsmak" ya da "içimizdeki düşmanı hortlatmak" tehlikesi ne denli
büyük olursa olsun, bu felsefi karar düşüncenin öz çıkarlarını gözeterek veril
memiştir. Felsefe, bu kurucu karar içinde, bitmek bilmez ölümünü içinde taşı
maktadır.
Devrimlerle ve özellikle de dil devrimiyle üniversite reformu arasında göz
den kaçmaz bir ilişki vardır. Aslında, felsefenin bir ulus-devlet eliyle yeniden
kurulmasının ne demek olduğu sorusunu bu dönemde tüm Avrupa konjonk
türünü hesaba katarak daha da özgül bir hale getirebiliriz. 1933'te sadece ülke
mizin meselesi değildir "üniversite reformu". Bu tarihler Avrupa'da ve özellikle
de Almanya'da "üniversite reformu"nun, yani üniversitenin "yeniden" kurul
ması gereğinin tartışıldığı yıllardır. Dönem üniversite reformları dönemidir,
üniversitelerin -buna Darülfünun da dahil- yeni değerlere ayak uyduramadık
ları için eleştirildikleri dönemdir. Yeni bir üniversite düşü özellikle Almanya'da
açık bir şekilde görülür; 1933 te Heidegger bile kapılmıştır bu düşe. Bizim du
rumumuzda, Türkiye gibi 1930'larda henüz yepyeni bir "ulus-devletin" felsefe
nin nasıl okutulması gerektiği hakkında kendi bakış açısını oluşturmuş olması
küçük bir ihtimaldir. Ama bizim danıştığımız Batılı uzmanlar vardır. Amacı
mız Cumhuriyete uygun kuşaklar yetiştirmektir.17 Batı'nın uygarlığının belir
leyici özelliği felsefesi ise, bunun sistemli olarak öğretilmesinin eğitim seferber-
17. Olması gerekene kim, neye göre karar vermiştir? A. Kaynardağ'ın 1933'te Latin
alfabesiyle yapılan ilk Kant çevirisinin, Kant'ın Pedagoji adlı yapıtının önsözünden alıntı
ladığı bir parçaya bakalım. Kitabın çevirmeni Rahmi Karatay, yazdığı önsözde neden bu
kitabı çevirmeyi seçtiğini şöyle açıklar: "ödevin ve erdemin en önemli filozofu olan
Kant'ın Königsberg'de verdiği derslerin özü olan bu eseri çevirmemin amacı, öğretmenle
rin ve ailelerin, temeli erdem olan Türkiye Cumhuriyeti'ne erdemli kuşaklar yetiştirmele
rine katkıda bulunmaktır." Arslan Kaynardağ, "Türkiye'de Kant Çeviri ve İncelemeleri",
Düjün dergisi, Mart 1985.
34 Defter
liginin bir parçası haline getirilmesi gerekir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti bütçe
sinin yüzde biri gibi bir parayı tahsis ettiği üniversitenin Atatürk devrimlerine
uygun öğrenci yetiştirmesini talep etme hakkını kendinde görecek ve 1932 yı
lında üniversitede ders veren pek çok hocanın kaderini İsviçre'den çağrılmış
bir uzmanın A. Malche'ın ellerine teslim edecektir.18 Şimdi Macit Gökberk'
ten alıntılıyorum:
O zaman ben bir kaç aylık asistandım, işin iç yüzünü bilmiyorum. 1933 yılının
ilk günü başlamıştım işime. Üniversitede düzenleme yapması için İsviçre'den Malche
adında bir profesör getirmişlerdi. Malche öğretim üyesi olanların yayınlarını görmek
istedi. H atta ben de hocalara yardım ettim. Hepsinin yayınladığı kitapları paketleyip
gönderdik. Hangi ölçütler kullanıldı bilemiyorum. Bildiğim kadarıyla o zamanlar ide
olojik nedenler pek yoktu. Biz de düşünürdük: Şekip T unç kaldı da İsmail Hakkı Bal-
tacıoğlu neden gitti derdik. Bir anlam veremezdik. 19
ruluşu da, diğer modernleşme arıtımları içinde ele alınabilecek olan tüm kuru
luşlarla benzer bazı günahları ve sevapları paylaşmak durumundadır. Dahası,
bu günah ve sevaplar geçmişte kalmazlar sadece; bugün Türkiye'de felsefe ya
pan herkesi doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemeye ve sorunları yeniden
üretmeye devam ederler. Bu sorunları görmezlikten gelen ve bastırmayı "gü
venceli politika” sayan tavır, yoketmeye çalıştığı karşı kutbu, karşıtlar mantığı
nın bir sonucu olarak güçlendirir. Kendi içsel boşluğunu tavır bakımından bir
benzeri olan karşıtına düşmanlığıyla doldurur. Bugün, üniversitelerimizde
"resmî" felsefe haline gelebilmek için mücadele veren iki karşıt kutbun -belli
bir tür İslam felsefesi ile belli bir tür Batı felsefesinin- kıyasıya birbirini dışlama
çabası içinde olmaları, böyle bir kuruluşun içinde taşıdığı aşın şiddetin bize ta
rihsel bir gönderimi, hatta kaynaksal bir zorunluluğudur.21
21. Felsefeyle kurduğumuz ilişkinin geleneğinin açık yaralarını -k i bunlar ortak bir
hafızanın kangren olmuş yaralarıdır- ancak karşı bir şiddet gözler önüne serebilir. Bu karşı
şiddet, filozofla devlet arasındaki ilişkiyi sorgulayan düşüncenin şiddeti olsa gerektir.
"Devlet, bir kuşağın tinsel enerjisini ancak varolan kurumların çıkarlarına hizmet edecek
bir biçimde serbest bırakır," diyor Nietzsche ( Untimely Meditations, s. 165). Devlet kültü
rü desteklerken kendi varlığından ve devamlılığından öte bir amaç düşünemez bile. Tinsel
enerjinin bir kısmını serbest bırakırken diğer bir kısmını da zincire vurur. "Akışına ket vu
rulmamış olan sular değirmeni döndürecek yerde yıkıp geçecektir" (s. 174).
Devlet-felsefe ilişkisi, Batı felsefesinin kendi kaynağı olarak gördüğü Antik Yu-
nan’dan ve özellikle de Platon felsefesinden beri kenarda köşede kalmış bir konu değil, bir
hayat memat meselesidir. Platon'un Devlet inde, bu iki şey, yani "felsefe" ve "devlet" var
lıklarını, döngüsel bir biçimde, birbirine borçlu imiş gibi sunulurlar, ideal devlet felsefesiz,
filozofun yönetici önderliği olmaksızın kurulamaz, devlet ise felsefe yapmanın koşullarını
yaratır, Platon’un Devleti hem filozof tarafından devletin hem de devlet tarafından filozo
fun sistemli bir şekilde üretilmesi olarak görülebilir. Nietzsche'ye göre, Platon ilk bakışta
bir şey başarmış gibi görünebilir gerçekten de, modern devlet felsefenin geliştirilmesini
ödevleri arasında görür ve belli bir sayıda insan için onlara felsefe yapma özgürlüğünü ve
ren koşulları yaratır. Ama tarihsel olarak bakıldığında, Platon çok da bahtsızdır çünkü
onun önerileri doğrultusunda bir yapı ortaya çıkar çıkmaz, bunun bir garabet, bir ucube
olduğu farkedilir. Çünkü ancak devletin korkmadığı felsefeciler yükselir. Devlet, nasıl
kendisini devletin üstüne koyan ve devlet üstüne hüküm vermek isteyen bir dini dışlıyor
sa, korktuğu filozofları da makamlarından eder. Her felsefeci akademik bir makamı işgal
ettiği sürece doğrudan daha yüksek bir şeyi tanıyacaktır: Devleti. Ve devletin kendi deva
mı için zorunlu gördüğü şeyleri de zorunlu saymaya mecbur olacaktır (s. 185). Nietzs-
che'nin bu sözlerini yorumlamaya gerek görmüyorum.