Professional Documents
Culture Documents
Tahlil Yayınları: 19
Yayın Editörü
Yunus Çolak
Tashih
Necmeddin Altuntaş
Kapak Tasarım
Semih Taneri
İç Tasarım
Şaban Muslu
Baskı - Cilt
Şenyıldız Matbaacılık
Sertifika No: 11964 Tel: (0212) 483 47 91
ISBN
978-605-60158-9-6
İletişim Adresi
Kartaltepe Mah. 60. Sok. No: 50 Bayrampaşa/İSTANBUL
Tel/Faks: (0212) 417 77 75
tahlilyayinlari.com
editor@tahlilyayinlari.com
Tercüme:
Mehmet Fatih Albayrak
Takdim
Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah Teâlâ’ya mahsustur. Salât
ve selam onun şerefli resulünün, ashabının ve yolunda hakkı
ile yürüme dirayeti göstermiş önder ve rehber âlimlerin
üzerine olsun.
Tahlil Yayınları’nın tercüme neşriyatının ilki olan Hatırlı
Satırlar hicrî 510-597 yılları arasında yaşamış ve farklı ilim
dallarında temayüz etmiş olan Ebu’l-Ferec Abdurrahman
İbnü’l-Cevzî’nin ileri yaşlarında, kaleme aldığı notlarından
oluşan Saydu’l-Hâtır isimli kitabından derlenen seçme
yazılardan oluşmaktadır.
Türk okuru, İbnü’l-Cevzî rahmetullahi aleyhi Telbisü’l-İblis
(Şeytanın Hileleri) ve edebî kıymete haiz hikâye kitapları ile
tanımaktaydı; ilim dünyasında ise başta tefsir, fıkıh, hadis ve
tarih olmak üzere sayısız ilmî eseri ile meşhurdu. Allâme
Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’nin Saydu’l-Hâtır isimli meşhur
eseri ise bugüne kadar Türkçe’ye kazandırılmamıştı. İbnü’l-
Cevzî’nin bu kıymetli eserine yalnızca bazı İslamî eserlerin
paragraf aralarında, alıntılarla işaret edilmekteydi. Okuyucu,
fikrî yoğunluğa sahip, akla ve mantığa hitap ederek, meseleleri
samimi bir üslupla dile getiren bu satırların kaynağına
ulaşabilmek içinse esas metin olan Arapça orijinaline
başvurmak zorunda kalıyordu. Paha biçilemeyen iktibasların
membaı olan bu kitabın Türkçe’ye kazandırılması, bugüne dek
gönüllerimizde bir hasret olarak yer etmekteydi.
Hatırlı Satırlar ismi ile hazırladığımız eser, ülkemizin
okuyucu standartları dikkate alınarak, Saydu’l-Hâtır’dan yüz
otuz başlığın tercüme edilmesi ile vücut buldu. Kitabın asıl
ismi olan Saydu’l-Hâtır Arapça ‘av’ manasına gelen ‘sayd’ ve
hatıra kelimesinin çoğulu olan ‘hâtır’ kelimelerinden oluşan,
‘hatıralar avı’ manasında düşünülebilecek bir terkiptir. Kitabın
tamamını değil de bir bölümünü içermesi ve Türk okuru için
anlaşılır olabilmesi için biz “Hatırlı Satırlar” ismini tercih
ettik.
Eser, kıymetli mütercim Mehmet Fatih Albayrak’ın,
Darülkalem matbaasının 2004 yılında Şam’da yayınlanan
Arapça nüshasını esas alarak yaptığı tercümeye, Türkçe baskı
için yeni dipnotlar ilave edilmesi suretiyle hazırlanmıştır.
Metinde yer yer geçen beyitlerin Arapça asılları, yine
dipnotlara eklenerek, şiir zevkine sahip okuyucuların
istifadesine sunulmuştur. Tercümeye bir takriz olması
düşünülerek giriş kısmına Nureddin Yıldız’ın İşi Vaktinden
Çok Olanlar isimli eserinde, İbnü’l-Cevzî’yi konu edindiği
Konuşan Kitaplık makalesinden bir pasaj eklenmiştir. Kitabın
sonuna da müellifin çocuklarına hitaben yazdığı Leftetü’l-
Kebid ve Tenbîhü’n-Nâimi’l-Gamr alâ Mevâsimi’l-Umr adlı
küçük risalesi konu bütünlüğüne binaen, “Çocuğa Nasihat”
başlığından itibaren ilave edilmiştir.
1258 tarihindeki Moğol işgali faciasından kısa bir zaman
önce, zamanın ilim ve âlim merkezi Bağdat’ta yaşamış olan
İbnü’l-Cevzî’nin Saydu’l-Hâtır’daki metot ve üslubu, yazmış
olduğu diğer ilmî eserlerden bağımsız olarak telakki
edilmektedir. Onu edebî eserler sınıfına sokanlar olduğu gibi,
bir itikat kitabı olarak değerlendirenler de olmuştur. Saydu’l-
Hâtır, ele aldığı konuları ile bugünün düşünen insanı için daha
dün yazılmış bir deneme kitabı hüviyetinde hitap gücüne
sahiptir. Doğru zannedilen yanlış düşünce kalıplarını eserinde
bir bir ortaya koyarak, yaşadığı cemiyeti ıslaha çalışmaktadır.
Eserin tamamında müellifin hatibane ve şairane üslubunu
görmek mümkündür. Bağdat’ın bereketli ortamında
büyüyerek, bütüncül bir ilmî kabiliyetle yetişen İbnü’l-Cevzî,
bugünün diliyle sosyal ve psikolojik tahlilleri halâ güncelliğini
koruyan konulara temas ederek; insan olmanın getirdiği
sorumlulukları ve hayata dair problemleri, sahih bir İslamî
perspektifle yorumlamaktadır. Kitabın bütününde insana ve
hayata dair tavır alışlar, bir Müslüman âlimin günlük defterini
okuyor olmanın verdiği rahatlıkla, kolay anlaşılabilmektedir.
Allâme Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî ismi, ülkemizde maalesef,
14. yüzyılda yaşamış bir âlim olan İbni Kayyım el-Cevziyye
rahmetullahi aleyh ile karıştırılmaktadır. Medâricü’s-Sâlikîn ve
Zâdü’l-Meâd gibi kıymetli eserlerin müellifi İbni Kayyım ile
müellifimiz İbnü’l-Cevzî karıştırılmamalıdır. Her iki âlim de
selef-i salihinin hayatlarını bizlere aktaran muteber şahsiyetler
ve ünlü fıkıh âlimleri olmakla beraber, yaşadıkları zaman ve
yerler birbirinden tamamen bağımsızdır.
Bir ilim adamı örnekliğinde, modern zamanların üstün
imkânlarına sahip ilim yolcularını hayrete düşürecek bir
performansın sahibi olan İbnü’l-Cevzî, bereket kavramını
kendi şahsında temsil edebilen örnek ve önder
şahsiyetlerdendir. Eserinde, yer yer İslam tarihinin ilk
asırlarında yaşamış selef-i salihinin hayatlarından ve
davalarından verdiği örneklerle düşüncelerini temellendiren
İbnü’l-Cevzî, 21. yüzyıl insanı ile pek çok ortak sıkıntıyı
paylaşan, olaylara bakış açısını düşüncesinin derinliklerinden
aldığı ilham ve İslamî yaklaşım süzgecinde değerlendiren bir
düşünce öğretmeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun
öğretmenliğinde, İslam dünyasının, örnek insanlarını yeniden
tanımaya başlayacaklarını umuyor; her kesiminden
okuyucunun, onun hatıralarında kendinden de bir şeyler
bulacağına inanıyoruz.
Müellif İbnü’l-Cevzî’ye, ona hayrü’l-halef olabilme duası ile
Rabbimizden rahmet niyaz ediyoruz.
Yunus Çolak
İstanbul, 2010
İbnü’l-Cevzî
İbnü’l-Cevzî hicrî 508-597/miladî 1114-1201 yılları arasında
yaşamış bir Hanbelî âlimidir. Kur’an ve hadis ilimlerinde ileri
derecede ilim sahibi olmuş, hakkı söylemekten kaçınmamış bir
davetçidir. Vaazlarıyla insanları galeyana getirmiş, eserleriyle
zamanındaki sapık görüş sahiplerini susturmuş, hâlâ ellerden
düşmeyen klasik eserler meydana getirmiştir.
Asıl adı Abdurrahman’dır. Dedelerinden Cafer b. Abdullah
el-Cevzî’ye nispetle İbnü’l-Cevzî diye tanındı. Soyu Hz. Ebu
Bekir radıyallahu anha dayanmaktadır. Bağdat’ta dünyaya
geldi. Üç yaşında yetim kaldı. Onu halası büyüttü. İbnü’l-
Cevzî bu hususu, “Babam öldüğünde henüz aklım ermiyordu.
Annem ise dönüp bana bakmadı bile” sözleriyle dile
getirmiştir.
Halasının gayretleri ile küçük yaşta Ahmed bin Hanbel’in
Müsned’ini[1], Hatib’in Târîh’ini[2], Sahîh-i Buharî, Sahîh-i
Müslim ve dört Sünen’i,[3] Hilyetü’l-Evliyâ’yı[4] ezberledi.
Hadis öğrenmekten ve ezberlemekten, kaynakları
karıştırmaktan büyük haz duyardı. Bu konuda şöyle diyor:
“Çocukken yanıma kuru peksimet alır ve hadis öğrenmek
için İsa Nehri’nin kıyısına giderdim. Yanıma aldığım
peksimetleri yemek aklıma bile gelmezdi. Akşam olunca
ucundan ufak bir parça yer ve su içerdim. İlim tahsil etmekten
başka çabam olmazdı. Bu da Peygamber aleyhisselamın
hadislerini ezberlemede, onun ahvalini ve adabını, ashabının
ve tâbiîlerinin ahvalini öğrenmede muvaffak olmamı sağladı.”
İbnü’l-Cevzî, dayısı ve ilk hocası olan Ebu’l-Fazl b.
Nazır’dan birçok dalda eğitim aldı. Tahsil hayatında seksen
hocadan ders aldığı rivayet edilmektedir. En meşhur hocaları:
Ali b. Abdulvahid Deynûrî, Hibetullah Ebu’l-Kasım b. Husayn
eş-Şeybanî el Bağdadî, Hüseyin b. Muhammed b.
Abdulvehhab Ebu Abdullah, Ebu Bekir, Muhammed b.
Hüseyin b. Ali el-Mezrakî, Mevhub b. Ahmed el-Hudar b.
Hasan Ebu Mansur el-Cevâlikî.
Hadis sahasındaki derin bilgisi sebebiyle kendisine ‘Hafız’
dendi. Öyle ki herhangi bir hadis zikredildiğinde onun sahih,
hasen ya da zayıf olduğunu bilebilecek bilgiye sahipti. Sadece
tefsire ait yirmi beş kitap yazdı. Hadisle alakalı eserleri ise
hâlâ tamamen gün yüzüne çıkarılmış değildir.
İbnü’l-Cevzî rahmetullahi aleyh, İslamî esaslara dair ilimleri
öğrenmekle yetinmemiş, o asırda meşhur olan diğer ilim
dallarından da öğrenmeye çalışmış, sahip olduğu okuma ve
araştırma tutkusu ufkunun perdelerini aralamıştır. Bu
durumunu kendi ifadeleri ile şöyle anlatıyor:
“Ben çocukluğumdan itibaren, belli bazı ilimlerle
ilgilenmekle yetinmeyip bütün ilimlerle meşgul olmayı tercih
ettim. Bütün ilimlerden istifade etmeyi sevdim. Bazılarına
değil, tamamına hâkim olmak için gayret sarf ettim.”
İbnü’l-Cevzî, Abbasiler’in çözülme çağında yaşadı. Bağdat,
İslam devletinin merkezi olmaya devam ediyor ancak bu
merkezde devlet gereken otoritesinden mahrum bir şekilde
varlığını sürdürüyordu. Aynı zamanda hilafet merkezi de olan
Bağdat tam bir askerî kuşatma altında tutuluyordu. Halife
sadece sarayında hizmetçilerine hükmedebiliyor, devlet zorba
idarecilerin sultası altında yıkılış sinyalleri veriyordu. Devletin
sürekli iç çekişmelerle beyliklere ayrılması bu otorite
zayıflığının en belirgin göstergesidir.
Toplumsal kutuplaşma da bu siyaset boşluğundan
beslenerek, zengin-fakir ayrılığını keskinleştirmekteydi. En
önemlisi, Haşimîlik ismi kullanılarak yeni bir hareket tarzı
geliştirilmiş, Batınîlik ve benzeri sapık fırkalar kökleşmeye
başlamışlardı. Batınîlik denen akım dinin emirlerinin açık ve
gizli manalarının olduğunu iddia ediyordu. Kendilerince
Allah’ın o emrindeki gizli manasını ortaya koyarak onun
başka bir emrin yerine gelmesi gerektiğini söyleyip o emri
inkâr ediyorlardı. Buna göre mesela namazın açık manası
eğilip kalkmak, kapalı manası da lidere itaat etmektir;
dolayısıyla halifeye gerek yoktur, şeklinde hilafeti ortadan
kaldırma amaçlı bir yol izliyorlardı.
Fırkalar ve ekoller halkın sürekli gündeminde idi. Adı
İslam’a nispet edilen ama Kur’an ve sünnetten uzak bir sürü
fırka çıkmıştı. Haçlılar ve Moğollar İslam topraklarına göz
dikmiş, ardı arkası kesilmeyen bir sürü gibi Müslümanlar’ın
üzerine saldırıyorlardı. Hicrî 656/miladî 1258 yılında da
Moğollar’ın son saldırısıyla Abbasiler ve bu dönem sona
ermişti. Bir başka sorun da Sünnîlik ve Şiîlik arasındaki
tartışmanın derinleşme meyline geçmesiydi.
Fikir hareketlerinin yanında Şiilik de geniş bir yelpaze içinde
çalışıyor, Abbasi sarayını sarsıyordu. Şiilik hareketine karşı
Sünnîliği, Hanbelî ağırlıklı bir ulema kadrosu savunuyordu.
İbnü’l-Cevzî de bu kadronun ileri gelenlerindendi. Onun
yazılarında ve konuşmalarında günlük olayların
yönlendirilmesini görebildiğimiz gibi, sahih İslamî şuuru bir
sonraki nesle taşıma gayretini de görebiliyoruz.
İbnü’l-Cevzî’nin yaşadığı dönemin atmosferinde, konuşma
yeteneği olan bazı insanlar, ‘vaiz-hikâyeci’ adıyla ortaya
çıkmakta ve insanların duyguları üzerinden menfaat
sağlamaya çalışmaktaydılar. Hadis diye uydurma sözler
anlatıyor, ağlatarak veya güldürerek insanları tatmin
ediyorlardı. İbnü’l-Cevzî hayatı boyunca böyle kimselere karşı
da mücadele vermek zorunda kaldı.
Geniş bir ilmî yelpazede yazılar yazan İbnü’l-Cevzî, İbni
Hallikan’ın ifadesi ile sayılamayacak kadar çok kitap
yazmıştır. Vefatından sonra yazdığı defterlerin sayıldığı ve gün
başına dokuz defter düştüğü, biyografi kitaplarında ifade
edilmektedir. Günümüzde tespit edilebilen bir kısmı ciltler
hâlinde, diğer bir kısmı küçük risaleler şeklinde seksen kadar
eseri vardır. Bunların sadece on sekiz tanesi basılmıştır.
Diğerleri yazma nüshalar hâlindedir.
Bıraktığı bu kitaplık, büyük tenkitlere maruz kalmıştır.
Özellikle hadis ilmine dair eserlerine yapılan tenkitler ayrı bir
kütüphane teşkil eder. Fakat onu hiç kimse dinden taviz
verdiği, musibet anında sabretmediği, cemaatle namaza
gitmediği, yazdıklarını yaşamayan bir insan olduğu için tenkit
edemedi. Tenkitlerin tamamı, uzman âlimler arasında cereyan
eden tartışmalar çerçevesinde kaldı. Her nasıl tenkit edilirse
edilsin, o beşerden biri olarak zaten masum değildi.
İbnü’l-Cevzî’nin kitaplarında göze çarpan metodu altı
maddede özetlenebilir:
a- Kur’an ve sünnet birinci kaynağıdır. Ayet ve hadis olan
bir konuda ikinci bir söze mecal bırakmaz. Ayetlerin önünde
kula konuşma hakkı olmadığını belgeler.
b- Ayet ve hadisin olmadığı yerde aklı iyi kullanır.
Mükemmel bir mantık kabiliyeti hemen her yazısında
belirginleşir. Kör bir taklitçi değildir.
Kendisinden önceki ulemadan, özellikle de Ahmed bin
Hanbel ve Gazalî’den çok etkilenmiştir. Bu etkilenmeyi de sık
sık dile getirir. Bilhassa Ahmed bin Hanbel’i yalnız bir âlim
değil, mücahit ve müçtehit bir imam olarak görmektedir.
Hasan-ı Basrî de onun için değerli bir örnektir. Bu isimler
onun gelişmesinde çok etkili olduğu hâlde ayet ve hadisin
bulunmadığı konularda onlara rağmen görüş belirtmiştir.
Hanbelî mezhebine mensup olmakla beraber yazılarında
mezhep taassubu yapmamıştır.
c- Vahiyle aklın zıtlaşmadığını, selim bir aklın vahiyle
mutabık kalacağını ispat etmeye çalışmıştır.
d- Net ve sert konuşmuş, yazmıştır. Yaşadığı dönemdeki
siyasî olaylara karşı yazdıkları ve konuştuklarında bu tavizsiz
tavrı dikkat çekmektedir.
e- Sadece yazan ve konuşan biri değildi. Yazan, konuşan ve
dediğini yaşayan biriydi. Belki onu tarihin derinliklerinde
kaybolup gitmekten koruyan özelliği de bu yönüdür.
Çevresindekiler onu ilmiyle amel eden bir âlim olarak bildiler.
Riyakâr bir tavır sahibi hiç olmadı.
f- İbnü’l-Cevzî iyi bir Müslümanlığın, iyi örneklerin
izlenmesiyle mümkün olabileceğini düşünüyordu. Bunun için
de Sıfatü’s-Safve isimli kitabını yazdı. Bu kitapta Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ve ashabından itibaren
onun zamanına kadar yaşayan Allah dostlarının örnek kimliği
anlatılmaktadır. Bir anlamda, Isfahanî’nin Hilyetü’l-Evliyâ adlı
kitabını, kendi üslubu ile yenilemiştir. Sıfatü’s-Safve kitabında,
1030 isim hakkında farklı açılardan değerlendirme
yapılmaktadır. Örneklerden yola çıkarak İslam’ı yaşamanın
daha kolay olacağı düşüncesi, gerçekten bu kitapta
belirginleşmektedir.
Müsned-i Ahmed b. Hanbel: Dört mezhep imamından biri
olan Ahmed bin Hanbel’in hicrî 180’lerde yazdığı otuz binden
fazla hadis-i şeriften derlenen temel hadis kaynaklarından
biridir.
Târîh-i Bağdad: 1071’de vefat etmiş Hatib el-Bağdadî’nin,
Bağdat’ın kurulduğu tarihten 1058 yılına kadar Bağdat’ta
yaşayan veya Bağdat’la ilgisi bulunan hadis âlimlerinin ve
meşhur kişilerin biyografilerinin tanıtıldığı 14 ciltlik meşhur
eseri.
. Sahîh-i Buharî, Sahîh-i Müslim, Sünen-i Ebu Davud,
Sünen-i İbni Mâce, Sünen-i Nesâî, Sünen-i Dârimî: Temel
hadis kaynakları.
. Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfiyâ: 1038’de vefat
etmiş Ebu Nuaym el-İsfahanî’nin, sahabeden başlayarak,
Allah dostlarını anlattığı 10 ciltlik eseri.
Türkçe’ye Tercüme Edilen Eserleri
• El-Ezkiyâ, Zekiler Kitabı, Şule Yayınları, 1999
• El-Mugaffelûne ve’l-Hamka, Ahmak ve Dalgınlıklar
Kitabı, Şule Yayınları, 2000
• Ahbâru’n-Nisa, Kadınlar Kitabı, Şule Yayınları, 2000
• Telbisü’l-İblis, Şeytan’ın Hileleri, Kahraman Yayınları,
2002; Şeytanın Ayartması, Elif Yayınları, 2003
• Sıfatü’s-Safve, Resûlullah (sav) ve Aşere-i Mübeşşere
Hayatları ve Faziletleri, Kahraman Yayınları, 2006
• Zâdü’l-Mesir ve fî İlmi’t Tefsîr, Kur’an-ı Kerim Tefsiri, (6
Cilt) Kahraman Yayınları, 2009
• Saydu’l-Hâtır, Hatırlı Satırlar, Tahlil Yayınları, 2010
Asırlar Sonra İbnü’l-Cevzî’nin
Rahlesine Oturmak[5]
Müslümanlar’ın okumaktan uzak bir hayat yaşadığı
ithamıyla ezildikleri bir çağda İbnü’l-Cevzî bize asırlar
öncesinden destek veren bir isim durumundadır. İnsan ve
okuma standartlarını aşan bir düzeyde okumuş bir isim olarak
İbnü’l-Cevzî, bugünkü okuma ölçülerinin çok ötesindedir.
Müslümanlar için bir gurur kaynağıdır. Okumaya doyamadan
bu dünyadan gitmiş bir insan olması yanında özellikle şu yönü
dikkatten kaçmamalıdır:
İbnü’l-Cevzî okuma delisi, vaktini okuyarak
geçirmiş, gördüğü kütüphaneye girmiş, orada
gecelemiş biri olmanın çok ilerisindedir. İbnü’l-
Cevzî rahmetullahi aleyh okudu, okudukça yazdı.
Yazdıkça okudu. Okumak ve yazmak adeta eşit
anlamda iki kelimeye dönüştü onda. Okumak,
almak olarak düşünülürse, yazarak ve konuşarak
vermeyi de başarmış bir şahsiyetle karşı karşıya
bulunmuş oluyoruz.
- Teknoloji çağının nesli olarak İbnü’l-Cevzî’yi konuşurken
şunu da bilmemiz gerekmektedir:
İbnü’l-Cevzî, seksen yedi yaşında vefat etti. On birinci
asırda yaşadığına göre, ilerleyen yaşlarında gözlük kullanma
imkânı bulamamıştır. Hâlbuki kırk yaşından sonra, az okuyan
insanlar bile gözlük desteğine genelde ihtiyaç
hissetmektedirler. İbnü’l-Cevzî, tıbbî bir destekten yoksun
yaşadığı hayatını okumayla ve yazmayla doldurmuştur.
Modern çağın insanının tıp desteği ile sürdürdüğü hayatını ve
elde ettiği başarılarını o, sadece olağanüstü denebilecek
gayreti ve o gayretin yanında okuduğu, yazdığı şeylerin
bereketi ile seksen yedi sene okuyup yazmıştır.
Şu da büyük bir gerçektir:
İbnü’l-Cevzî, okuma ve yazma açısından yirmi dört saatlik
bir gün hiç kullanamamıştır. O dönemler için okuma ancak
güneş ışığıyla mümkün olduğuna göre, aydınlatma sorunu
dikkate alındığında onun günleri, güneşin doğup batmasıyla
yani ışıkta okunabilecek zamanlarla sınırlıdır. Ayrıca İbnü’l-
Cevzî’yi bir isim olarak andığımızda, onun sadece kitapla olan
ilişkisini, insanlara etki eden konuşmalarını alıp gerisini
bırakamayacağımız kadar geniş bir alana girmiş oluruz.
İbnü’l-Cevzî, gecesini ibadetle geçiren, teheccüdü ihmal
etmeyen abid bir insandır. İbnü’l-Cevzî gibi bir abidi,
teheccüdden ve gece virdinden alıkoyacak sebep kitap olamaz.
Buna ilave olarak haftada bir hatim indiren bir insanı
konuşuyoruz. Bir cüzün yarım saat vakit aldığını hesap
edersek, en düşük ihtimalle haftada on beş saati Kur’an
okumaya ayırıyordu.
Seleften olma veya selefi izleme özelliği olan âlimlerin
hemen hemen hepsinin ortak karakteri ibadet düşkünlüğüdür.
Kitap yazmakla veya okumakla meşgul olduğu için bir
ibadetini aksattığını kolay kolay söyleyemeyiz. Tam aksine,
ilmi amel edilmedikçe işe yaramaz gören bir anlayışa
sahiptirler. Bu kadar okuyan ve yazan bir insanın, herkesten
çok ibadet yaparken, hangi vakti bulduğunu anlamak
gerçekten zordur. Meseleyi sadece maddî ölçülerle ele alıp
sonuçlandırmak mümkün değildir. Samimiyetin bir sonucu
olarak Allah’ın yardımını görmek ile ifade edebileceğimiz bir
vakıa karşısındayız.
O dönemde bir kitabı okumak için Bağdat’tan Basra’ya
gitmek ve kaç günde okuyacaksan orada o kadar, bir handa
veya mescitte kalmak gerektiğini de bilmemiz yararlı olur.
Kitap basmak diye bir kavram o zamanlar yoktu. Sadece
âlimler, talebeler filanca konuda filanca bir kitap yazmış gibi
bir duyum alıyorlardı. Gidip o kitabı buluyor, okuyup geri
dönüyorlardı. Bu maksatla Endülüs’ten Bağdat’a kadar
gelenler olmuştur.
Konuştuğumuz bu şahsiyet bekâr hayatı yaşayan,
insanlardan uzak, evine ve kütüphanesine kapanmış biri de
değildir. İki hanımla evlenmiş, çocukları olmuş, çocuklarının
eğitimiyle ilgilenmiş ve mahalle mescidine namaza çıktığında,
mescittekilerin etrafını çevirip sorular yönelttiği, duasını
almaya çalıştıkları bir şahsiyetten söz ediyoruz.
Hayatının günleri değil, saatleri ve dakikaları bile dolu dolu
bir insandı o. Bu doluluğun arasında on binlerce kitap okumak
-ki o kitapları daha sonra şu veya bu şekilde tenkit ederek
cevaplayacak, özetini nakledecek şekilde okuyordu- yüzlerce
irili ufaklı kitap yazmak, sadece vakit ve imkân gibi
kelimelerle anlatılamaz.
Kesinlikle önemsenmesi gereken bir hakikat vardır ortada:
İbnü’l-Cevzî, Allah’tan yardım gördü, niyetinin ve ihlasının
kalitesi sayesinde zamanın bereketini yaşadı. Bütün
imkânlarımıza ve çıldıran teknolojiye rağmen vakit bulamayan
bir nesil olarak biz İbnü’l-Cevzî’den kendimize ders çıkarmak
mecburiyetindeyiz.
Okuma fakirliğimiz, okuduğumuzu anlama zorluğumuz
sosyolojik bir takım tespitlerle tahlil edilebilir belki. Bu
tahliller de doğru görülebilir. Ancak ilahî destekten yoksun yol
almanın ne denli zor olduğunu da artık anlamak
durumundayız.
İbnü’l-Cevzî, üç şeyde sivrildi:
a- Çok kitap okudu. Bu çokluk, çağını ve diğer çağları
zorlayacak düzeyde bir çokluktu.
b- Çok kitap yazdı. Bu da bütün zamanları zorlayacak
düzeydeydi.
c- Çok iyi ve çok konuştu.
Dolayısıyla, gözü, eli ve dili çok iyi çalıştı.
Üç organın aynı anda bu derece faal olması, Allah’ın
lütfu ve o lütfa layık olmak için yoğun bir gayretten başka
bir şeyle anlatılamaz.
– Tam anlamıyla, Allah dağına göre de kar verdi. İbnü’l-
Cevzî, büyük imtihanlara tâbi tutuldu. Onca gayreti ve hizmeti
yanında, ‘evinde abid, kütüphanesinde âlim’ olarak yaşayıp
ölemedi. Önce doğurup büyüttüğü çocuğundan ızdırap çekti.
Böyle bir insanın kitaplarını satıp meze parası çıkaran bir
çocuğun babası olmak onu ezdi, ağlattı, sabahlara kadar
gözyaşları akıtmasına sebep oldu. Ama yılmadı, sabretti.
Çevresindekilerin hasedinden ve iftirasından kurtaramadı
kendini. İhtiyarlığının en ileri zamanlarında beş yıl hapis yattı.
Hapis yatmasının tek nedeni de Müslümanlar’ın akideleri ile
adeta alay eden Rafızîler’in, halifenin sarayındaki
entrikalarına dikkat çekmesiydi. Ama o sabretti. Kitaplarında
yazdığı sabrı, kendisi için muaf meselelerden görmedi. Örnek
oldu.
– Sürüye uymadı. Yazdığı yüzlerce kitap arasında,
herkes yazdığı için bir de ben yazayım, türünden kitap
hemen hemen yok gibidir. Kalemi her tuttuğunda bir açığı
doldurma himmeti onun yazılarında göze çarpar. Moda
akımlarla ilgilenmedi. Kör bir geçmiş saplantısında da
kalmadı. Selefle halef arasında emsali zor bulunur bir
köprü vazifesi yaptı.
– Ve onun adına söylenebilecek en önemli söz, onun bu
büyük şöhretini yüzde yüz dini için hizmete dönüştürmüş
olmasıdır. Onun yaşadığı dönemde, İbnü’l-Cevzî’nin onda biri
kadar ilmî değeri olmayanlar için bile, risaleler yazarak saraya
yaklaşmak usuldü. İbnü’l-Cevzî, saraya yaklaşmadı. İlmini ve
şöhretini dinine hizmete dönüştürdü. Miras denebilecek bir
şeyi olmadı. Miras olarak hizmet bıraktı. Onun gayretleriyle
iman etmiş, günahlarından tövbe etmiş on binler bıraktı.
Kur’an’ı anlayan, hadisi anlayan milyonlar bıraktı. Kendi
hatıratında diyor ki: ‘Yaptığım konuşmalar esnasında istiğfar
edip, ibadete dönen en az yüz bin kişi hatırlıyorum.’ On
binlerce Hıristiyan’ın onun elinde Müslüman olduğunu da
tarih kitapları bizlere naklediyorlar.
– Torunu, konuşma yapmak için minbere çıktığında en az on
bin kişinin onu dinlemek için önünde saf olduğunu
anlatmaktadır. On binler susup onu dinledi, o ise onlardan bir
menfaat beklemedi. Tövbe edenlerle ilgilendi.
Alkış değil dua bekledi, beklediğini de buldu.
Ümmetimiz adına, ‘ikra’ ile başlayan Kitabımız adına
seviyoruz seni Ebu’l-Ferec!
. İşi Vaktinden Çok Olanlar-2, Nureddin Yıldız, Tahlil
Yayınları, s. 134-138
Saydu’l-Hâtır’dan
Hatırlı Satırlar
Müellifin Mukaddimesi
Şeyh, imam, âlim Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b.
Muhammed b. el-Cevzî rahimehullah şöyle dedi:
Rızasına ulaştıracak şekilde Allah’a hamd olsun.
Seçtiklerinin en şereflisine, onun sohbetinde bulunup onu
destekleyenlere sonsuz salat ve selam olsun.
Bazı şeyleri incelerken aklına düşünceler gelir, sonra onlara
sırt çevirirsin ve yok olur, unutulup giderler. Akla gelenlerin
unutulmaması için kaydedilmesi gerekiyor. Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “İlmi yazıyla
kayıt altına alınız.”[6]
Kaç kez aklıma bir şey gelmişken onu kaydetmediğim için
kaybolup gitmiş ve ben de ona üzülmüşümdür.
Kendi kendime gördüm ki ne zaman tefekkür gözünü açsam,
ummadığım şekilde gaybın acayiplikleri belirmeye başlıyor.
Sonra da bu düşünce yoğunluğu öyle bir hâl alıyor ki ihmal
edilemeyecek şeyler bir araya geliyor. Böylece ben bu kitabı,
aklıma gelen düşünceleri avlayıp kayda geçirmek için yazdım.
Faydalandıracak Allah Teâlâ’dır. Şüphesiz o kullarına çok
yakın, isteklerine icabet edendir.
. Dârimî, 1/126; Hâkim, 1/106; Taberânî, el-Kebîr, 1/62;
Hatîb, et-Takyîd, 96 (Enes’ten mevkuf olarak nakletmiş olup
Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.)
Öğütler ve Dinleyici
Bazen öğütleri dinleyen kişiye yakaza (uyanıklık) hâli arız
olur, zikir meclisinden ayrılınca kasvet ve gaflet hâli geri
döner. Bunun sebebini iyice düşündüm ve anladım. Sonra
insanların bu hususta farklı farklı olduklarını gördüm. Genel
olarak kalp, öğüdü dinlerken ve dinledikten sonra aynı
uyanıklığı koruyamamakta. Bunun da iki sebebi vardır:
Birincisi; öğütler kamçı gibidir. Kamçı ise vurulduktan
sonra acı vermez. Kamçının acısı vurulduğu anda kendini
hissettirir.
İkincisi; öğüdü dinleyen insan, kendini ondan etkilenmekten
alıkoyacak meşguliyetlerden uzaktır, bedeniyle ve fikriyle
dünyaya ait şeyleri terk etmiş ve kalbiyle söylenenlere kulak
vermiştir. Meşguliyetlerine geri döndüğünde, bunlar yeniden
gelip aklını başından alırlar. Bu durumda kişi nasıl önceki
hâline dönebilir?
Bu herkes için geçerli bir durumdur. Ancak uyanık kimseler,
verilen öğüdün etkisinin devamı hususunda diğerlerinden
ayrılırlar. Kimisi tereddüt etmeden azim yolunu tutar ve başka
şeylerle ilgilenmeden bu yola devam eder. Eğer kişinin tabiatı
onu durdurup tereddüde düşürürse Hz. Hanzala’nın kendi
hakkında “Hanzala münafık oldu”[7] dediği gibi, yakınıp
sızlanmaya başlar.
Öte yandan, kimisinin tabiatı da onu bazen dalgınlığa
sürükler ama daha önce dinlemiş olduğu öğütler onu yeniden
amele sevk eder. Bu kimseler rüzgârların sağa sola eğdiği
başak gibidirler.[8]
Kimisi ise işittiği öğüt kadar etkilenir, tıpkı çıplak bir
kayanın üzerine boşalttığın su gibi.
. Müslim (2750), Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
kâtiplerinden biri olan Hanzala el-Üseydî’den şöyle rivayet
ediyor: “Bir keresinde Ebu Bekir ile karşılaştım ve bana nasıl
olduğumu sordu. Ben de dedim ki: ‘Hanzala münafık oldu!’
Sübhanallah, sen ne diyorsun, dedi. Dedim ki biz Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin yanındayken bize cehennemi ve
cenneti anlatıyor ve biz sanki onları gözümüzle görür gibi
oluyoruz.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanından
ayrıldıktan sonra ise eşlerimiz, çocuklarımız ve işlerimizle
uğraşıp dinlediklerimizin çoğunu unutuyoruz. Ebu Bekir dedi
ki: ‘Vallahi biz de aynı durumla karşılaşıyoruz.’
Sonra ben ve Ebu Bekir yola koyulduk ve Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin yanına girdik. Dedim ki:
‘Hanzala münafık oldu ya Resûlallah!’ Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem buyurdu ki: ‘Neden bahsediyorsun?’ Dedim
ki: ‘Ya Resûlallah, senin yanındayken bizlere cehennemi ve
cenneti anlatıyorsun ve biz sanki onları gözümüzle görür gibi
oluyoruz. Senin yanından ayrıldıktan sonra eşlerimiz,
çocuklarımız ve işlerimizle uğraşıyor ve çoğunu unutuyoruz.’
Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu: ‘Nefsimi elinde tutana yemin ederim ki eğer siz
sürekli benim yanımda ve zikir hâlinde olsaydınız döşekleriniz
üzerindeyken ve yolda giderken elbette melekler sizinle
selamlaşıp tokalaşırdı. Ancak ey Hanzala (bu hâl) ara sıra
olur’ (bu cümleyi üç kez tekrarladı).”
. Enes radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre, Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Mümin başağa
benzer. Bazen eğilir, bazen dikilir.” (Ebu Ya’lâ, 2/83 ve
diğerleri).
İnsanın Tabiatı Onu Dünyaya Meylettirir
Tabiatı gereği insan dünyanın çekiciliğine aldanır. İnsanın
doğasından kaynaklanan bu durumun aksine, ahireti
hatırlamak insanın dışında kalabilen bir iştir. Bu his ve
düşünce ancak dışarıdan müdahale ile insanın içine
yerleşecektir.
Bazen bilgisi olmayan kimse, Kur’an’da geçen azap
vaatlerini işitmesinden dolayı ahirete cezbeden şeylerin daha
kuvvetli olduğunu zanneder. Oysa durum böyle değildir.
Çünkü dünyaya meyletme hususunda mizacımız akan su
gibidir. Su her zaman aşağı doğru akmak ister, onu yukarı
çıkartmaksa zorluk ve sıkıntıyla gerçekleşir.
İşte bu yüzden şeriatın yardımcısı olan akıl şöyle cevap
vermiştir: Teşvik ve ikaz ederek akıl kuvvet kazanır. Tabiat ise
adamı sürekli dünyaya sevk eder. O hâlde bu mizacın galip
gelmesinde bir gariplik yoktur. Asıl gariplik mizacın mağlup
olmasındadır.
Cezalandırmanın En Büyüğü
Ben âlimlerin ve zahid görünenlerin çoğunun hâllerini
düşünüp tarttım ve gördüm ki bu kimseler hissetmedikleri
cezalar içerisindeler. Bu cezaların çoğu onların baş olma
istekleri yüzünden olmaktadır. Bu kimselerden âlim olanların
hatası yüzüne vurulsa kızar, vaiz olanlar yapmacık davranır;
zahid görünenler ya münafıktır veya gösteriş yaparlar.
Bu kimselerin muhatap oldukları ilk ceza halka meyledip
haktan uzaklaşmalarıdır. Cezalarının başlangıcı halkla meşgul
olup haktan yüz çevirmeleri ve gizli olan cezalarından biri
münacat hâlindeki tadı ve ibadetin lezzetini alamamalarıdır.
Öyle iman eden erkekler ve kadınlar vardır ki Allah onlar
sebebiyle dünyayı korur, onların bâtınları zahirleri gibidir hatta
daha açıktır; onların içlerinde gizledikleri dışa vurdukları
gibidir hatta daha tatlıdır; onların himmetleri Süreyya’dadır[9]
hatta daha yücelerdedir.
Onlar tanınmış olsalar kılık değiştirip tanınmaz hâle gelirler;
eğer onların birinden bir keramet görülmüş olsa inkâr eder;
insanlar gafletler içerisindeyken onlar çorak arazilerini kat
etmekle uğraşırlar.[10] Yeryüzünün her köşesi onları sever ve
göğün melekleri onlarla sevinir. Allah’tan dileriz ki onlara tâbi
olmaya bizleri muvaffak eylesin ve bizleri onların
takipçilerinden kılsın.
. Ülker takımyıldızı.
Yani bu adamlar cennete doğru yolculuk yapmaktadırlar.
Onlar dünyayı ve onun süslerini bu yolculuklarına engel
olmaktan çıkarmışlardır.
Aklı Olan Her Ânın Hakkını Verendir
Akıllı olan kişiye gereken, her an sefere hazır olmasıdır.
Çünkü kişi, Rabbinin emrinin ne zaman kapısını çalacağını ve
ne zaman çağrılacağını bilemez.
Ben gençliklerine aldanmış olan birçok insan gördüm. Bu
insanlar dostlarını ve akranlarını kaybettiklerini unutmuşlar ve
gelecek beklentisi onları oyalamıştı. Bazen ilmiyle amil
olmayan âlim kendi kendine şöyle der:
“Bugün ilimle uğraşayım, yarın öğrendiklerimle amel
ederim.” Böylece rahatını bozmamak için zühdü yaşamakta
gevşeklik gösterir ve tövbeye güvenerek hazırlık yapmayı
erteler. Gıybet etmekten ve dinlemekten, şüpheli kazançtan
sakınmaz ve bunları takva ile sileceğini ümit ederek ölümün
aniden ve hazırlıksız olarak geleceğini unutur.
Akıllı olan kişi ise kendisi ile ilgili meselelerde her anın
hakkını verendir; kapısını ansızın çalacak bir ölüme de
hazırlıklıdır ve eğer istediklerini elde etmişse daha çok hayrın
peşinde koşabilmek için uğraşır.
Hasedin Kaynağı
Birbirlerine haset eden âlimleri düşündüm de bunun
kaynağının dünya sevgisi olduğunu gördüm. Çünkü bunların
aksine, ahiretlerini hesap eden âlimler birbirlerini seviyorlar ve
birbirlerine haset etmiyorlar, tıpkı Allah’ın buyurduğu gibi:
“Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık
hissetmezler.” (Haşr, 59/9)
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi
ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla;
kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma.” (Haşr,
59/10)
Ebu’d-Derdâ[11] radıyallahu anh, her gece Müslüman
kardeşlerinden bir grup için dua ederdi.
İmam Ahmed b. Hanbel, bir keresinde Şafiî’nin oğluna şöyle
demişti: “Senin baban, her gece seher vaktinde dua ettiğim altı
kişiden biridir.”
İki grubu birbirinden ayıran şey şudur: Dünya âlimleri,
dünyada baş olmayı isterler ve çevrelerindeki insanların ve
lehlerindeki övgünün çok olmasını severler. Ahiret âlimleri ise
bunları asla tercih etmezler. Onlar bu gibi şeylerden korku
duyarlar ve bunlara müptela olanlara acırlar.
Nehaî[12] asla bir direğe sırtını dayayıp yaslanmazdı.
Alkame[13] şöyle demiştir: “İnsanların peşimden
gelmesinden ve bana Alkame denilmesinden hoşlanmam.”
Bazısı da yanına dört kişiden fazlası oturduğunda hemen
yanlarından kalkardı. Onların hepsi de fetva verme işini
kendilerinden daha bilgili gördükleri kişiye havale ederler,
tevazu ve şöhretten uzak kalmayı severlerdi.
Ahireti unutmayan âlimler, dalgaları iyice kabarmış bir
denizde yolculuk yapan kimseye benzerler. Bu yolcu,
kurtulacağından emin oluncaya kadar vaktini bir şeylerle
meşgul olarak geçirir. Onlardan birinin diğerine dua etmesi ve
ondan faydalanmasının sebebi, birbirlerinin yanında bulunup
dost olmalarıdır. Günler ve geceler, cennete doğru yaptıkları
yolculukta onların konaklarıdır.
. Uveymir b. Mâlik b. Kays el-Ensârî el-Hazrecî. Önde gelen
bilge, hakîm, çokça ibadet eden sahabeden olup hicrî 32
senesinde Dimeşk’te vefat etmiştir.
. İbrâhim b. Yezîd bKays b. el-Esved, Ebu İmrân (Hicrî 46-
96). Mezhac kabilesinden olup salah, doğruluk, rivayet ve
hadis ezberleme bakımından tâbiînin büyüklerindendirKûfeli
olup Haccâc’dan saklandığı sırada vefat etmiştir.
. Alkame b. Kays en-Nehaî el-Kûfî, Ebu Şibl.
Muhadramînden sayılmış olup Abdullah b. Mesud nin
sohbetinde bulunmuş, Sıffîn savaşına katılmış, Horasan’da
savaşmış ve hicrî 62’de vefat etmiştir.
Vakti O’nun İçin Harcamak
Ne kadar kısmetli olursa olsun insan yaptığı işi ölümün
yarım bırakıp keseceğini bilirse hayattayken ölümünden sonra
ecri devam edecek işler yapar. Dünyalık bir şeyi varsa
vakfeder, bir ağaç diker, bir su akıtır, kendinden sonra Allah’ı
zikredecek bir nesil yetiştirmeye çalışır ki ecir onun olsun.
Yahut insanların istifade edeceği bir kitap bırakır.
Çünkü bir âlimin yazdığı kitap onun ölümsüz çocuğudur.
Yine, isteyerek hayır işleri yapar. Böylelikle onun işleri
başkaları tarafından takip edilip, kendinden sonraya da miras
kalacaktır.
Şeytanın Hileleri ve Tuzağı
Şeytanın en büyük hile ve tuzaklarından birinin, mal
sahiplerini dünyalık emelleri peşinde koşturup, onları ahiretten
ve ahirete ilişkin amellerden uzak tutan zevklerle meşgul
etmesi olduğunu gördüm. Şeytan, toplamaya ve elde etmeye
teşvik ederek onları malla meşgul ettiği zaman onlara malı
korumalarını ve başkalarına vermemelerini emreder. İşte bu,
şeytanın en sağlam hilelerinden ve en güçlü tuzaklarından
biridir.
Sonra şeytan bu işte, bazı gizli hilelerin inceliklerini
saklamıştır. Şöyle ki müminleri mal toplamaktan korkutmuş,
ahiret talibini ondan nefret ettirmiş, tövbe edeni elindeki
maldan kurtulmaya yönlendirmiştir.
Şeytan, onu züht hayatı yaşamak için teşvik etmeye devam
etmekte, elindekileri terk etmeyi emretmekte ve kazanç
yollarına karşı onu korkutmaktadır ki böylelikle kişinin
samimiyeti ve dinini muhafaza ettiği ortaya çıksın. Bu olayın
gizli taraflarında şeytanın acayip tuzakları vardır.
Bazen de şeytan, tövbe eden kişinin rehber edindiği
şeyhlerden birinin dilinden konuşarak ona şöyle der:
“Malından kurtul ve zahidler zümresine gir! Yiyebileceğin bir
sabah veya akşam yemeğin bile olsa sen zahidlerden
olamazsın ve azim mertebelerine ulaşamazsın.”
Hatta bazen ona doğruluktan uzak, bir sebebe dayalı olarak
ve bir mana için söylenmiş olan hadisleri tekrarlayıp durur.
Kişi elindekini verip kazanç kapıları kapandığında bu sefer
dönüp ihvanla olan bağına tamah etmeye veya sultanın
sohbetinde bulunmak ona güzel görünmeye başlar. Çünkü bu
yola giren kişi züht ve dünyayı terk etme yolunda yürümeye
sayılı günler dayanabilir. Sonra mizaç geri gelir ve isteklerini
talep etmeye başlar. Böylece kaçmış olduğu şeyden daha
çirkin bir duruma düşer. Sonunda isteklerini elde etme uğrunda
ilk olarak dinini ve namusunu harcar, dinini ve namusunu ufak
bir menfaat karşılığında çekinmeden pazarlar. Böylelikle
alttaki (alan) el makamında kalır.
Eğer bu kişi, ricalin ve onların şereflilerinin hayatlarına
baksa ve onların önde gelenleri hakkındaki doğru sözleri iyice
düşünmüş olsa Halil İbrahim aleyhisselamın sahibi olduğu
hayvanların yaşadığı beldeye sığmadığını, Lut aleyhisselamın,
peygamberlerden çoğunun ve sahabeden büyük bir grubun da
böyle olduğunu öğrenirdi.
Onlar ancak yokluk anında sabrettiler, ne hayatlarını idame
ettirecek şeyleri kazanmaktan ve ne de var olan mubah şeyleri
almaktan kaçındılar.
Ebu Bekir radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem hayattayken ticaret yapmak üzere yolculuğa çıkardı.
Sahabenin çoğu devlet hazinesinden aldıkları paranın
kendilerine yetecek miktarından fazlasını muhtaç olan
kardeşlerine verirlerdi. İbni Ömer radıyallahu anh ne kendisine
verilen bir şeyi geri çevirir ne de başkasından bir şey isterdi.
Ben din ve ilim ehlindeki bu hâli etraflıca düşündüm ve
gördüm ki başlangıçta ilim onların kazanç yollarına
başvurmalarına engel oldu. Ne zaman ki hayatlarını
sürdürecek şeye muhtaç kaldılar, o zaman zelil oldular. Oysa
onlar aziz olmaya daha layıktılar.
Eskiden devlet hazinesi, ihvanın artıklarına onları muhtaç
etmiyordu. Fakat şimdilerde devlet hazinesi yardımı
olmayınca hiçbir mütedeyyin dininden bir şeyler (taviz)
vermedikçe hiçbir şey yapamaz oldu. Keşke yapabilseydi!
Bazen dini de telef olur ve hiçbir şey elde edemez.
Akıllı olanın yapması gereken elinde olanı koruması, bir
zalimin tahakkümü altına girmemek ve bir cahilin yağcılığına
maruz kalmamak için kazanmaya gayret etmesidir. Fakirlik
hakkında birçok şeyler iddia eden sufîlerin böylesine yanlış
görüşlerine iltifat edilmemesi de gerekir. Bile isteye fakirlik
ancak acizlerin hastalığıdır. Bu kimseler serbest hareket
etmekten korkar ve el açmayla yetinir. Böyle davranmak
yiğitlerin mertebelerinden biri değildir, bu ancak ‘korkak
zahidlerin’ makamlarındandır.
Verilen değil veren, sadaka alan değil veren olmak için
çalışıp kazanmak işte bu cesur ve faziletli kimselerin
mertebelerindendir. Bu hususu iyice düşünen kimse
zenginliğin şerefini ve fakirliğin tehlikesini anlar.
Sufîlerin Şeriata Uymayan Hâlleri
Sufîlerin ve zahidlerin hâllerini düşündüm ve gördüm ki
bunların çoğu şeriattan sapmış. Bu, şeriatın bilinmemesi ve
kendi kanaatlerine dayanıp bidatler çıkartmalarından
kaynaklanır. Böyle kimseler manasını anlamadıkları ayetleri ve
sıhhatine güven olmayacak veya söylenme sebeplerini
bilmedikleri hadis-i şerifleri delil gösterirler.
Mesela bu kimseler Kur’an-ı Kerim’deki “Dünya hayatı
aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir” (Âl-i İmrân, 3/185)
ve “Dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence ve süsten ibarettir”
(Hadîd, 57/20) şeklindeki ayetler ile “Dünya, Allah katında,
ölmüş bir koyuna verdiği değerden daha kıymetsizdir”[14]
şeklindeki hadisi işitmişler ve hakikatini araştırmadan dünyayı
boşlamakta aşırı gitmişlerdir. Çünkü bir şeyin hakikati
bilinmedikçe övülmesi veya yerilmesi caiz olmaz.
Dünyayı araştırdığımızda görürüz ki yaratılmışların üzerinde
yaşaması için bir düzene sokulmuş olan bu yeryüzünden
üzerinde yaşayanların rızıkları çıkıyor ve her ölen işte yine bu
yere gömülüyor. Dünyanın bu kadarını yermek onda olan
iyilikleri görmezden gelmek olacağından doğru olmaz.
Yine baktığımızda yeryüzünde bulunan suyun, bitkilerin ve
hayvanların hepsinin insanın maslahatı için olduğunu görürüz.
Bütün bunlar insanın hayatını idame ettirebilmesi için birer
sebeptir. Yine görürüz ki insanın hayatı ve bu hayatta Rabbini
bilmesi, O’na ibadet ve hizmet edebilmesi için yeterli bir
sebeptir. O hâlde arif ve abidin hayatta kalmasına sebep olan bir
şey övülür, yerilmez.
Görüyoruz ki dünyayı bu şekilde yermek ancak cahilin veya
dünyadaki isyankârın işlerindendir. Çünkü kişi mubah malı elde
edip onun zekâtını verdiği zaman yerilmez. Hz. Zübeyir, Hz.
Abdurrahman b. Avf ve diğerlerinin geride bıraktıkları mallar
bilinmektedir. Hz. Ali radıyallahu anhın vermiş olduğu sadaka
kırk bin dirheme ulaşmıştı. İbni Mesud radıyallahu anh geride
doksan bin dirhem bırakarak vefat etmişti. Leys b. Sad[15] her
sene yirmi bin dirhem kazanıyordu. Süfyan[16] ticaretle
uğraşıyordu. İbni Mehdi[17] de her sene iki bin dinar
kazanıyordu.
Kişi birden çok kadın ve cariye sahibi olsa bu da övülür,
yerilmez. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin
birçok eşi ve cariyesi vardı. Sahabenin çoğu da bu hususta böyle
davranmışlardır. Hz. Ali b. ebi Talib radıyallahu anhın dört hür
hanımı vardı ve on yedi cariyeye sahipti.
Eğer kişi çocuk sahibi olmak için evlenmek isterse bu ibadetin
gayesini yakalamış demektir. Eğer kişi sadece zevk almak için
evlenmek isterse bu da mubahtır.
Bu halde de sayılamayacak kadar ibadet manası mevcuttur;
kendisinin ve kadının namusunu korumak vb. gibi. Hz. Musa
aleyhisselam ömrünün on senesini Hz. Şuayb aleyhisselamın
kızının mehri uğrunda harcamıştır. Eğer evlenmek en üstün
şeylerden biri olmasaydı peygamberlerin çağından bu yana pek
çok kişi bu yola girmezdi. İbni Abbas radıyallahu anh şöyle
demiştir: “Bu ümmetin en hayırlıları en çok karısı olanlardır.”
İbni Abbas bir cariyesiyle ilişkiye girer, sonra bir başkasının
odasına giderdi. Rebi b. Huseym’in[18] cariyesi şöyle demiştir:
“Rebi azil yapardı.”[19]
Yiyeceklere gelirsek, yemek yemekten maksat Allah’a hizmet
edebilmesi için bu bedeni güçlendirmektir. Devesi olan adamın,
onu taşıması için devesini beslemesi gerekir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yiyecek bulduğu
sürece yemek yerdi. Et bulduğunda onu yerdi, tavuk eti de yerdi.
[20] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin en çok sevdiği