You are on page 1of 257

İstanbul-1441/2019

Tahlil Yayınları: 19

Yayın Editörü
Yunus Çolak

Tashih
Necmeddin Altuntaş

Kapak Tasarım
Semih Taneri

İç Tasarım
Şaban Muslu

1. Baskı: Ekim 2010


3. Baskı: Eylül 2019

Baskı - Cilt
Şenyıldız Matbaacılık
Sertifika No: 11964 Tel: (0212) 483 47 91

ISBN
978-605-60158-9-6

İletişim Adresi
Kartaltepe Mah. 60. Sok. No: 50 Bayrampaşa/İSTANBUL
Tel/Faks: (0212) 417 77 75

tahlilyayinlari.com
editor@tahlilyayinlari.com

Her hakkı mahfuzdur.


HATIRLI
SATIRLAR
EBU’L-FEREC İBNÜ’L-CEVZÎ

Tercüme:
Mehmet Fatih Albayrak
Takdim
Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah Teâlâ’ya mahsustur. Salât
ve selam onun şerefli resulünün, ashabının ve yolunda hakkı
ile yürüme dirayeti göstermiş önder ve rehber âlimlerin
üzerine olsun.
Tahlil Yayınları’nın tercüme neşriyatının ilki olan Hatırlı
Satırlar hicrî 510-597 yılları arasında yaşamış ve farklı ilim
dallarında temayüz etmiş olan Ebu’l-Ferec Abdurrahman
İbnü’l-Cevzî’nin ileri yaşlarında, kaleme aldığı notlarından
oluşan Saydu’l-Hâtır isimli kitabından derlenen seçme
yazılardan oluşmaktadır.
Türk okuru, İbnü’l-Cevzî rahmetullahi aleyhi Telbisü’l-İblis
(Şeytanın Hileleri) ve edebî kıymete haiz hikâye kitapları ile
tanımaktaydı; ilim dünyasında ise başta tefsir, fıkıh, hadis ve
tarih olmak üzere sayısız ilmî eseri ile meşhurdu. Allâme
Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’nin Saydu’l-Hâtır isimli meşhur
eseri ise bugüne kadar Türkçe’ye kazandırılmamıştı. İbnü’l-
Cevzî’nin bu kıymetli eserine yalnızca bazı İslamî eserlerin
paragraf aralarında, alıntılarla işaret edilmekteydi. Okuyucu,
fikrî yoğunluğa sahip, akla ve mantığa hitap ederek, meseleleri
samimi bir üslupla dile getiren bu satırların kaynağına
ulaşabilmek içinse esas metin olan Arapça orijinaline
başvurmak zorunda kalıyordu. Paha biçilemeyen iktibasların
membaı olan bu kitabın Türkçe’ye kazandırılması, bugüne dek
gönüllerimizde bir hasret olarak yer etmekteydi.
Hatırlı Satırlar ismi ile hazırladığımız eser, ülkemizin
okuyucu standartları dikkate alınarak, Saydu’l-Hâtır’dan yüz
otuz başlığın tercüme edilmesi ile vücut buldu. Kitabın asıl
ismi olan Saydu’l-Hâtır Arapça ‘av’ manasına gelen ‘sayd’ ve
hatıra kelimesinin çoğulu olan ‘hâtır’ kelimelerinden oluşan,
‘hatıralar avı’ manasında düşünülebilecek bir terkiptir. Kitabın
tamamını değil de bir bölümünü içermesi ve Türk okuru için
anlaşılır olabilmesi için biz “Hatırlı Satırlar” ismini tercih
ettik.
Eser, kıymetli mütercim Mehmet Fatih Albayrak’ın,
Darülkalem matbaasının 2004 yılında Şam’da yayınlanan
Arapça nüshasını esas alarak yaptığı tercümeye, Türkçe baskı
için yeni dipnotlar ilave edilmesi suretiyle hazırlanmıştır.
Metinde yer yer geçen beyitlerin Arapça asılları, yine
dipnotlara eklenerek, şiir zevkine sahip okuyucuların
istifadesine sunulmuştur. Tercümeye bir takriz olması
düşünülerek giriş kısmına Nureddin Yıldız’ın İşi Vaktinden
Çok Olanlar isimli eserinde, İbnü’l-Cevzî’yi konu edindiği
Konuşan Kitaplık makalesinden bir pasaj eklenmiştir. Kitabın
sonuna da müellifin çocuklarına hitaben yazdığı Leftetü’l-
Kebid ve Tenbîhü’n-Nâimi’l-Gamr alâ Mevâsimi’l-Umr adlı
küçük risalesi konu bütünlüğüne binaen, “Çocuğa Nasihat”
başlığından itibaren ilave edilmiştir.
1258 tarihindeki Moğol işgali faciasından kısa bir zaman
önce, zamanın ilim ve âlim merkezi Bağdat’ta yaşamış olan
İbnü’l-Cevzî’nin Saydu’l-Hâtır’daki metot ve üslubu, yazmış
olduğu diğer ilmî eserlerden bağımsız olarak telakki
edilmektedir. Onu edebî eserler sınıfına sokanlar olduğu gibi,
bir itikat kitabı olarak değerlendirenler de olmuştur. Saydu’l-
Hâtır, ele aldığı konuları ile bugünün düşünen insanı için daha
dün yazılmış bir deneme kitabı hüviyetinde hitap gücüne
sahiptir. Doğru zannedilen yanlış düşünce kalıplarını eserinde
bir bir ortaya koyarak, yaşadığı cemiyeti ıslaha çalışmaktadır.
Eserin tamamında müellifin hatibane ve şairane üslubunu
görmek mümkündür. Bağdat’ın bereketli ortamında
büyüyerek, bütüncül bir ilmî kabiliyetle yetişen İbnü’l-Cevzî,
bugünün diliyle sosyal ve psikolojik tahlilleri halâ güncelliğini
koruyan konulara temas ederek; insan olmanın getirdiği
sorumlulukları ve hayata dair problemleri, sahih bir İslamî
perspektifle yorumlamaktadır. Kitabın bütününde insana ve
hayata dair tavır alışlar, bir Müslüman âlimin günlük defterini
okuyor olmanın verdiği rahatlıkla, kolay anlaşılabilmektedir.
Allâme Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî ismi, ülkemizde maalesef,
14. yüzyılda yaşamış bir âlim olan İbni Kayyım el-Cevziyye
rahmetullahi aleyh ile karıştırılmaktadır. Medâricü’s-Sâlikîn ve
Zâdü’l-Meâd gibi kıymetli eserlerin müellifi İbni Kayyım ile
müellifimiz İbnü’l-Cevzî karıştırılmamalıdır. Her iki âlim de
selef-i salihinin hayatlarını bizlere aktaran muteber şahsiyetler
ve ünlü fıkıh âlimleri olmakla beraber, yaşadıkları zaman ve
yerler birbirinden tamamen bağımsızdır.
Bir ilim adamı örnekliğinde, modern zamanların üstün
imkânlarına sahip ilim yolcularını hayrete düşürecek bir
performansın sahibi olan İbnü’l-Cevzî, bereket kavramını
kendi şahsında temsil edebilen örnek ve önder
şahsiyetlerdendir. Eserinde, yer yer İslam tarihinin ilk
asırlarında yaşamış selef-i salihinin hayatlarından ve
davalarından verdiği örneklerle düşüncelerini temellendiren
İbnü’l-Cevzî, 21. yüzyıl insanı ile pek çok ortak sıkıntıyı
paylaşan, olaylara bakış açısını düşüncesinin derinliklerinden
aldığı ilham ve İslamî yaklaşım süzgecinde değerlendiren bir
düşünce öğretmeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun
öğretmenliğinde, İslam dünyasının, örnek insanlarını yeniden
tanımaya başlayacaklarını umuyor; her kesiminden
okuyucunun, onun hatıralarında kendinden de bir şeyler
bulacağına inanıyoruz.
Müellif İbnü’l-Cevzî’ye, ona hayrü’l-halef olabilme duası ile
Rabbimizden rahmet niyaz ediyoruz.
Yunus Çolak
İstanbul, 2010
İbnü’l-Cevzî
İbnü’l-Cevzî hicrî 508-597/miladî 1114-1201 yılları arasında
yaşamış bir Hanbelî âlimidir. Kur’an ve hadis ilimlerinde ileri
derecede ilim sahibi olmuş, hakkı söylemekten kaçınmamış bir
davetçidir. Vaazlarıyla insanları galeyana getirmiş, eserleriyle
zamanındaki sapık görüş sahiplerini susturmuş, hâlâ ellerden
düşmeyen klasik eserler meydana getirmiştir.
Asıl adı Abdurrahman’dır. Dedelerinden Cafer b. Abdullah
el-Cevzî’ye nispetle İbnü’l-Cevzî diye tanındı. Soyu Hz. Ebu
Bekir radıyallahu anha dayanmaktadır. Bağdat’ta dünyaya
geldi. Üç yaşında yetim kaldı. Onu halası büyüttü. İbnü’l-
Cevzî bu hususu, “Babam öldüğünde henüz aklım ermiyordu.
Annem ise dönüp bana bakmadı bile” sözleriyle dile
getirmiştir.
Halasının gayretleri ile küçük yaşta Ahmed bin Hanbel’in
Müsned’ini[1], Hatib’in Târîh’ini[2], Sahîh-i Buharî, Sahîh-i
Müslim ve dört Sünen’i,[3] Hilyetü’l-Evliyâ’yı[4] ezberledi.
Hadis öğrenmekten ve ezberlemekten, kaynakları
karıştırmaktan büyük haz duyardı. Bu konuda şöyle diyor:
“Çocukken yanıma kuru peksimet alır ve hadis öğrenmek
için İsa Nehri’nin kıyısına giderdim. Yanıma aldığım
peksimetleri yemek aklıma bile gelmezdi. Akşam olunca
ucundan ufak bir parça yer ve su içerdim. İlim tahsil etmekten
başka çabam olmazdı. Bu da Peygamber aleyhisselamın
hadislerini ezberlemede, onun ahvalini ve adabını, ashabının
ve tâbiîlerinin ahvalini öğrenmede muvaffak olmamı sağladı.”
İbnü’l-Cevzî, dayısı ve ilk hocası olan Ebu’l-Fazl b.
Nazır’dan birçok dalda eğitim aldı. Tahsil hayatında seksen
hocadan ders aldığı rivayet edilmektedir. En meşhur hocaları:
Ali b. Abdulvahid Deynûrî, Hibetullah Ebu’l-Kasım b. Husayn
eş-Şeybanî el Bağdadî, Hüseyin b. Muhammed b.
Abdulvehhab Ebu Abdullah, Ebu Bekir, Muhammed b.
Hüseyin b. Ali el-Mezrakî, Mevhub b. Ahmed el-Hudar b.
Hasan Ebu Mansur el-Cevâlikî.
Hadis sahasındaki derin bilgisi sebebiyle kendisine ‘Hafız’
dendi. Öyle ki herhangi bir hadis zikredildiğinde onun sahih,
hasen ya da zayıf olduğunu bilebilecek bilgiye sahipti. Sadece
tefsire ait yirmi beş kitap yazdı. Hadisle alakalı eserleri ise
hâlâ tamamen gün yüzüne çıkarılmış değildir.
İbnü’l-Cevzî rahmetullahi aleyh, İslamî esaslara dair ilimleri
öğrenmekle yetinmemiş, o asırda meşhur olan diğer ilim
dallarından da öğrenmeye çalışmış, sahip olduğu okuma ve
araştırma tutkusu ufkunun perdelerini aralamıştır. Bu
durumunu kendi ifadeleri ile şöyle anlatıyor:
“Ben çocukluğumdan itibaren, belli bazı ilimlerle
ilgilenmekle yetinmeyip bütün ilimlerle meşgul olmayı tercih
ettim. Bütün ilimlerden istifade etmeyi sevdim. Bazılarına
değil, tamamına hâkim olmak için gayret sarf ettim.”
İbnü’l-Cevzî, Abbasiler’in çözülme çağında yaşadı. Bağdat,
İslam devletinin merkezi olmaya devam ediyor ancak bu
merkezde devlet gereken otoritesinden mahrum bir şekilde
varlığını sürdürüyordu. Aynı zamanda hilafet merkezi de olan
Bağdat tam bir askerî kuşatma altında tutuluyordu. Halife
sadece sarayında hizmetçilerine hükmedebiliyor, devlet zorba
idarecilerin sultası altında yıkılış sinyalleri veriyordu. Devletin
sürekli iç çekişmelerle beyliklere ayrılması bu otorite
zayıflığının en belirgin göstergesidir.
Toplumsal kutuplaşma da bu siyaset boşluğundan
beslenerek, zengin-fakir ayrılığını keskinleştirmekteydi. En
önemlisi, Haşimîlik ismi kullanılarak yeni bir hareket tarzı
geliştirilmiş, Batınîlik ve benzeri sapık fırkalar kökleşmeye
başlamışlardı. Batınîlik denen akım dinin emirlerinin açık ve
gizli manalarının olduğunu iddia ediyordu. Kendilerince
Allah’ın o emrindeki gizli manasını ortaya koyarak onun
başka bir emrin yerine gelmesi gerektiğini söyleyip o emri
inkâr ediyorlardı. Buna göre mesela namazın açık manası
eğilip kalkmak, kapalı manası da lidere itaat etmektir;
dolayısıyla halifeye gerek yoktur, şeklinde hilafeti ortadan
kaldırma amaçlı bir yol izliyorlardı.
Fırkalar ve ekoller halkın sürekli gündeminde idi. Adı
İslam’a nispet edilen ama Kur’an ve sünnetten uzak bir sürü
fırka çıkmıştı. Haçlılar ve Moğollar İslam topraklarına göz
dikmiş, ardı arkası kesilmeyen bir sürü gibi Müslümanlar’ın
üzerine saldırıyorlardı. Hicrî 656/miladî 1258 yılında da
Moğollar’ın son saldırısıyla Abbasiler ve bu dönem sona
ermişti. Bir başka sorun da Sünnîlik ve Şiîlik arasındaki
tartışmanın derinleşme meyline geçmesiydi.
Fikir hareketlerinin yanında Şiilik de geniş bir yelpaze içinde
çalışıyor, Abbasi sarayını sarsıyordu. Şiilik hareketine karşı
Sünnîliği, Hanbelî ağırlıklı bir ulema kadrosu savunuyordu.
İbnü’l-Cevzî de bu kadronun ileri gelenlerindendi. Onun
yazılarında ve konuşmalarında günlük olayların
yönlendirilmesini görebildiğimiz gibi, sahih İslamî şuuru bir
sonraki nesle taşıma gayretini de görebiliyoruz.
İbnü’l-Cevzî’nin yaşadığı dönemin atmosferinde, konuşma
yeteneği olan bazı insanlar, ‘vaiz-hikâyeci’ adıyla ortaya
çıkmakta ve insanların duyguları üzerinden menfaat
sağlamaya çalışmaktaydılar. Hadis diye uydurma sözler
anlatıyor, ağlatarak veya güldürerek insanları tatmin
ediyorlardı. İbnü’l-Cevzî hayatı boyunca böyle kimselere karşı
da mücadele vermek zorunda kaldı.
Geniş bir ilmî yelpazede yazılar yazan İbnü’l-Cevzî, İbni
Hallikan’ın ifadesi ile sayılamayacak kadar çok kitap
yazmıştır. Vefatından sonra yazdığı defterlerin sayıldığı ve gün
başına dokuz defter düştüğü, biyografi kitaplarında ifade
edilmektedir. Günümüzde tespit edilebilen bir kısmı ciltler
hâlinde, diğer bir kısmı küçük risaleler şeklinde seksen kadar
eseri vardır. Bunların sadece on sekiz tanesi basılmıştır.
Diğerleri yazma nüshalar hâlindedir.
Bıraktığı bu kitaplık, büyük tenkitlere maruz kalmıştır.
Özellikle hadis ilmine dair eserlerine yapılan tenkitler ayrı bir
kütüphane teşkil eder. Fakat onu hiç kimse dinden taviz
verdiği, musibet anında sabretmediği, cemaatle namaza
gitmediği, yazdıklarını yaşamayan bir insan olduğu için tenkit
edemedi. Tenkitlerin tamamı, uzman âlimler arasında cereyan
eden tartışmalar çerçevesinde kaldı. Her nasıl tenkit edilirse
edilsin, o beşerden biri olarak zaten masum değildi.
İbnü’l-Cevzî’nin kitaplarında göze çarpan metodu altı
maddede özetlenebilir:
a- Kur’an ve sünnet birinci kaynağıdır. Ayet ve hadis olan
bir konuda ikinci bir söze mecal bırakmaz. Ayetlerin önünde
kula konuşma hakkı olmadığını belgeler.
b- Ayet ve hadisin olmadığı yerde aklı iyi kullanır.
Mükemmel bir mantık kabiliyeti hemen her yazısında
belirginleşir. Kör bir taklitçi değildir.
Kendisinden önceki ulemadan, özellikle de Ahmed bin
Hanbel ve Gazalî’den çok etkilenmiştir. Bu etkilenmeyi de sık
sık dile getirir. Bilhassa Ahmed bin Hanbel’i yalnız bir âlim
değil, mücahit ve müçtehit bir imam olarak görmektedir.
Hasan-ı Basrî de onun için değerli bir örnektir. Bu isimler
onun gelişmesinde çok etkili olduğu hâlde ayet ve hadisin
bulunmadığı konularda onlara rağmen görüş belirtmiştir.
Hanbelî mezhebine mensup olmakla beraber yazılarında
mezhep taassubu yapmamıştır.
c- Vahiyle aklın zıtlaşmadığını, selim bir aklın vahiyle
mutabık kalacağını ispat etmeye çalışmıştır.
d- Net ve sert konuşmuş, yazmıştır. Yaşadığı dönemdeki
siyasî olaylara karşı yazdıkları ve konuştuklarında bu tavizsiz
tavrı dikkat çekmektedir.
e- Sadece yazan ve konuşan biri değildi. Yazan, konuşan ve
dediğini yaşayan biriydi. Belki onu tarihin derinliklerinde
kaybolup gitmekten koruyan özelliği de bu yönüdür.
Çevresindekiler onu ilmiyle amel eden bir âlim olarak bildiler.
Riyakâr bir tavır sahibi hiç olmadı.
f- İbnü’l-Cevzî iyi bir Müslümanlığın, iyi örneklerin
izlenmesiyle mümkün olabileceğini düşünüyordu. Bunun için
de Sıfatü’s-Safve isimli kitabını yazdı. Bu kitapta Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ve ashabından itibaren
onun zamanına kadar yaşayan Allah dostlarının örnek kimliği
anlatılmaktadır. Bir anlamda, Isfahanî’nin Hilyetü’l-Evliyâ adlı
kitabını, kendi üslubu ile yenilemiştir. Sıfatü’s-Safve kitabında,
1030 isim hakkında farklı açılardan değerlendirme
yapılmaktadır. Örneklerden yola çıkarak İslam’ı yaşamanın
daha kolay olacağı düşüncesi, gerçekten bu kitapta
belirginleşmektedir.
Müsned-i Ahmed b. Hanbel: Dört mezhep imamından biri
olan Ahmed bin Hanbel’in hicrî 180’lerde yazdığı otuz binden
fazla hadis-i şeriften derlenen temel hadis kaynaklarından
biridir.
Târîh-i Bağdad: 1071’de vefat etmiş Hatib el-Bağdadî’nin,
Bağdat’ın kurulduğu tarihten 1058 yılına kadar Bağdat’ta
yaşayan veya Bağdat’la ilgisi bulunan hadis âlimlerinin ve
meşhur kişilerin biyografilerinin tanıtıldığı 14 ciltlik meşhur
eseri.
. Sahîh-i Buharî, Sahîh-i Müslim, Sünen-i Ebu Davud,
Sünen-i İbni Mâce, Sünen-i Nesâî, Sünen-i Dârimî: Temel
hadis kaynakları.
. Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfiyâ: 1038’de vefat
etmiş Ebu Nuaym el-İsfahanî’nin, sahabeden başlayarak,
Allah dostlarını anlattığı 10 ciltlik eseri.
Türkçe’ye Tercüme Edilen Eserleri
• El-Ezkiyâ, Zekiler Kitabı, Şule Yayınları, 1999
• El-Mugaffelûne ve’l-Hamka, Ahmak ve Dalgınlıklar
Kitabı, Şule Yayınları, 2000
• Ahbâru’n-Nisa, Kadınlar Kitabı, Şule Yayınları, 2000
• Telbisü’l-İblis, Şeytan’ın Hileleri, Kahraman Yayınları,
2002; Şeytanın Ayartması, Elif Yayınları, 2003
• Sıfatü’s-Safve, Resûlullah (sav) ve Aşere-i Mübeşşere
Hayatları ve Faziletleri, Kahraman Yayınları, 2006
• Zâdü’l-Mesir ve fî İlmi’t Tefsîr, Kur’an-ı Kerim Tefsiri, (6
Cilt) Kahraman Yayınları, 2009
• Saydu’l-Hâtır, Hatırlı Satırlar, Tahlil Yayınları, 2010
Asırlar Sonra İbnü’l-Cevzî’nin
Rahlesine Oturmak[5]
Müslümanlar’ın okumaktan uzak bir hayat yaşadığı
ithamıyla ezildikleri bir çağda İbnü’l-Cevzî bize asırlar
öncesinden destek veren bir isim durumundadır. İnsan ve
okuma standartlarını aşan bir düzeyde okumuş bir isim olarak
İbnü’l-Cevzî, bugünkü okuma ölçülerinin çok ötesindedir.
Müslümanlar için bir gurur kaynağıdır. Okumaya doyamadan
bu dünyadan gitmiş bir insan olması yanında özellikle şu yönü
dikkatten kaçmamalıdır:
İbnü’l-Cevzî okuma delisi, vaktini okuyarak
geçirmiş, gördüğü kütüphaneye girmiş, orada
gecelemiş biri olmanın çok ilerisindedir. İbnü’l-
Cevzî rahmetullahi aleyh okudu, okudukça yazdı.
Yazdıkça okudu. Okumak ve yazmak adeta eşit
anlamda iki kelimeye dönüştü onda. Okumak,
almak olarak düşünülürse, yazarak ve konuşarak
vermeyi de başarmış bir şahsiyetle karşı karşıya
bulunmuş oluyoruz.
- Teknoloji çağının nesli olarak İbnü’l-Cevzî’yi konuşurken
şunu da bilmemiz gerekmektedir:
İbnü’l-Cevzî, seksen yedi yaşında vefat etti. On birinci
asırda yaşadığına göre, ilerleyen yaşlarında gözlük kullanma
imkânı bulamamıştır. Hâlbuki kırk yaşından sonra, az okuyan
insanlar bile gözlük desteğine genelde ihtiyaç
hissetmektedirler. İbnü’l-Cevzî, tıbbî bir destekten yoksun
yaşadığı hayatını okumayla ve yazmayla doldurmuştur.
Modern çağın insanının tıp desteği ile sürdürdüğü hayatını ve
elde ettiği başarılarını o, sadece olağanüstü denebilecek
gayreti ve o gayretin yanında okuduğu, yazdığı şeylerin
bereketi ile seksen yedi sene okuyup yazmıştır.
Şu da büyük bir gerçektir:
İbnü’l-Cevzî, okuma ve yazma açısından yirmi dört saatlik
bir gün hiç kullanamamıştır. O dönemler için okuma ancak
güneş ışığıyla mümkün olduğuna göre, aydınlatma sorunu
dikkate alındığında onun günleri, güneşin doğup batmasıyla
yani ışıkta okunabilecek zamanlarla sınırlıdır. Ayrıca İbnü’l-
Cevzî’yi bir isim olarak andığımızda, onun sadece kitapla olan
ilişkisini, insanlara etki eden konuşmalarını alıp gerisini
bırakamayacağımız kadar geniş bir alana girmiş oluruz.
İbnü’l-Cevzî, gecesini ibadetle geçiren, teheccüdü ihmal
etmeyen abid bir insandır. İbnü’l-Cevzî gibi bir abidi,
teheccüdden ve gece virdinden alıkoyacak sebep kitap olamaz.
Buna ilave olarak haftada bir hatim indiren bir insanı
konuşuyoruz. Bir cüzün yarım saat vakit aldığını hesap
edersek, en düşük ihtimalle haftada on beş saati Kur’an
okumaya ayırıyordu.
Seleften olma veya selefi izleme özelliği olan âlimlerin
hemen hemen hepsinin ortak karakteri ibadet düşkünlüğüdür.
Kitap yazmakla veya okumakla meşgul olduğu için bir
ibadetini aksattığını kolay kolay söyleyemeyiz. Tam aksine,
ilmi amel edilmedikçe işe yaramaz gören bir anlayışa
sahiptirler. Bu kadar okuyan ve yazan bir insanın, herkesten
çok ibadet yaparken, hangi vakti bulduğunu anlamak
gerçekten zordur. Meseleyi sadece maddî ölçülerle ele alıp
sonuçlandırmak mümkün değildir. Samimiyetin bir sonucu
olarak Allah’ın yardımını görmek ile ifade edebileceğimiz bir
vakıa karşısındayız.
O dönemde bir kitabı okumak için Bağdat’tan Basra’ya
gitmek ve kaç günde okuyacaksan orada o kadar, bir handa
veya mescitte kalmak gerektiğini de bilmemiz yararlı olur.
Kitap basmak diye bir kavram o zamanlar yoktu. Sadece
âlimler, talebeler filanca konuda filanca bir kitap yazmış gibi
bir duyum alıyorlardı. Gidip o kitabı buluyor, okuyup geri
dönüyorlardı. Bu maksatla Endülüs’ten Bağdat’a kadar
gelenler olmuştur.
Konuştuğumuz bu şahsiyet bekâr hayatı yaşayan,
insanlardan uzak, evine ve kütüphanesine kapanmış biri de
değildir. İki hanımla evlenmiş, çocukları olmuş, çocuklarının
eğitimiyle ilgilenmiş ve mahalle mescidine namaza çıktığında,
mescittekilerin etrafını çevirip sorular yönelttiği, duasını
almaya çalıştıkları bir şahsiyetten söz ediyoruz.
Hayatının günleri değil, saatleri ve dakikaları bile dolu dolu
bir insandı o. Bu doluluğun arasında on binlerce kitap okumak
-ki o kitapları daha sonra şu veya bu şekilde tenkit ederek
cevaplayacak, özetini nakledecek şekilde okuyordu- yüzlerce
irili ufaklı kitap yazmak, sadece vakit ve imkân gibi
kelimelerle anlatılamaz.
Kesinlikle önemsenmesi gereken bir hakikat vardır ortada:
İbnü’l-Cevzî, Allah’tan yardım gördü, niyetinin ve ihlasının
kalitesi sayesinde zamanın bereketini yaşadı. Bütün
imkânlarımıza ve çıldıran teknolojiye rağmen vakit bulamayan
bir nesil olarak biz İbnü’l-Cevzî’den kendimize ders çıkarmak
mecburiyetindeyiz.
Okuma fakirliğimiz, okuduğumuzu anlama zorluğumuz
sosyolojik bir takım tespitlerle tahlil edilebilir belki. Bu
tahliller de doğru görülebilir. Ancak ilahî destekten yoksun yol
almanın ne denli zor olduğunu da artık anlamak
durumundayız.
İbnü’l-Cevzî, üç şeyde sivrildi:
a- Çok kitap okudu. Bu çokluk, çağını ve diğer çağları
zorlayacak düzeyde bir çokluktu.
b- Çok kitap yazdı. Bu da bütün zamanları zorlayacak
düzeydeydi.
c- Çok iyi ve çok konuştu.
Dolayısıyla, gözü, eli ve dili çok iyi çalıştı.
Üç organın aynı anda bu derece faal olması, Allah’ın
lütfu ve o lütfa layık olmak için yoğun bir gayretten başka
bir şeyle anlatılamaz.
– Tam anlamıyla, Allah dağına göre de kar verdi. İbnü’l-
Cevzî, büyük imtihanlara tâbi tutuldu. Onca gayreti ve hizmeti
yanında, ‘evinde abid, kütüphanesinde âlim’ olarak yaşayıp
ölemedi. Önce doğurup büyüttüğü çocuğundan ızdırap çekti.
Böyle bir insanın kitaplarını satıp meze parası çıkaran bir
çocuğun babası olmak onu ezdi, ağlattı, sabahlara kadar
gözyaşları akıtmasına sebep oldu. Ama yılmadı, sabretti.
Çevresindekilerin hasedinden ve iftirasından kurtaramadı
kendini. İhtiyarlığının en ileri zamanlarında beş yıl hapis yattı.
Hapis yatmasının tek nedeni de Müslümanlar’ın akideleri ile
adeta alay eden Rafızîler’in, halifenin sarayındaki
entrikalarına dikkat çekmesiydi. Ama o sabretti. Kitaplarında
yazdığı sabrı, kendisi için muaf meselelerden görmedi. Örnek
oldu.
– Sürüye uymadı. Yazdığı yüzlerce kitap arasında,
herkes yazdığı için bir de ben yazayım, türünden kitap
hemen hemen yok gibidir. Kalemi her tuttuğunda bir açığı
doldurma himmeti onun yazılarında göze çarpar. Moda
akımlarla ilgilenmedi. Kör bir geçmiş saplantısında da
kalmadı. Selefle halef arasında emsali zor bulunur bir
köprü vazifesi yaptı.
– Ve onun adına söylenebilecek en önemli söz, onun bu
büyük şöhretini yüzde yüz dini için hizmete dönüştürmüş
olmasıdır. Onun yaşadığı dönemde, İbnü’l-Cevzî’nin onda biri
kadar ilmî değeri olmayanlar için bile, risaleler yazarak saraya
yaklaşmak usuldü. İbnü’l-Cevzî, saraya yaklaşmadı. İlmini ve
şöhretini dinine hizmete dönüştürdü. Miras denebilecek bir
şeyi olmadı. Miras olarak hizmet bıraktı. Onun gayretleriyle
iman etmiş, günahlarından tövbe etmiş on binler bıraktı.
Kur’an’ı anlayan, hadisi anlayan milyonlar bıraktı. Kendi
hatıratında diyor ki: ‘Yaptığım konuşmalar esnasında istiğfar
edip, ibadete dönen en az yüz bin kişi hatırlıyorum.’ On
binlerce Hıristiyan’ın onun elinde Müslüman olduğunu da
tarih kitapları bizlere naklediyorlar.
– Torunu, konuşma yapmak için minbere çıktığında en az on
bin kişinin onu dinlemek için önünde saf olduğunu
anlatmaktadır. On binler susup onu dinledi, o ise onlardan bir
menfaat beklemedi. Tövbe edenlerle ilgilendi.
Alkış değil dua bekledi, beklediğini de buldu.
Ümmetimiz adına, ‘ikra’ ile başlayan Kitabımız adına
seviyoruz seni Ebu’l-Ferec!
. İşi Vaktinden Çok Olanlar-2, Nureddin Yıldız, Tahlil
Yayınları, s. 134-138
Saydu’l-Hâtır’dan
Hatırlı Satırlar
Müellifin Mukaddimesi
Şeyh, imam, âlim Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b.
Muhammed b. el-Cevzî rahimehullah şöyle dedi:
Rızasına ulaştıracak şekilde Allah’a hamd olsun.
Seçtiklerinin en şereflisine, onun sohbetinde bulunup onu
destekleyenlere sonsuz salat ve selam olsun.
Bazı şeyleri incelerken aklına düşünceler gelir, sonra onlara
sırt çevirirsin ve yok olur, unutulup giderler. Akla gelenlerin
unutulmaması için kaydedilmesi gerekiyor. Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “İlmi yazıyla
kayıt altına alınız.”[6]
Kaç kez aklıma bir şey gelmişken onu kaydetmediğim için
kaybolup gitmiş ve ben de ona üzülmüşümdür.
Kendi kendime gördüm ki ne zaman tefekkür gözünü açsam,
ummadığım şekilde gaybın acayiplikleri belirmeye başlıyor.
Sonra da bu düşünce yoğunluğu öyle bir hâl alıyor ki ihmal
edilemeyecek şeyler bir araya geliyor. Böylece ben bu kitabı,
aklıma gelen düşünceleri avlayıp kayda geçirmek için yazdım.
Faydalandıracak Allah Teâlâ’dır. Şüphesiz o kullarına çok
yakın, isteklerine icabet edendir.
. Dârimî, 1/126; Hâkim, 1/106; Taberânî, el-Kebîr, 1/62;
Hatîb, et-Takyîd, 96 (Enes’ten mevkuf olarak nakletmiş olup
Hâkim sahih saymış, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.)
Öğütler ve Dinleyici
Bazen öğütleri dinleyen kişiye yakaza (uyanıklık) hâli arız
olur, zikir meclisinden ayrılınca kasvet ve gaflet hâli geri
döner. Bunun sebebini iyice düşündüm ve anladım. Sonra
insanların bu hususta farklı farklı olduklarını gördüm. Genel
olarak kalp, öğüdü dinlerken ve dinledikten sonra aynı
uyanıklığı koruyamamakta. Bunun da iki sebebi vardır:
Birincisi; öğütler kamçı gibidir. Kamçı ise vurulduktan
sonra acı vermez. Kamçının acısı vurulduğu anda kendini
hissettirir.
İkincisi; öğüdü dinleyen insan, kendini ondan etkilenmekten
alıkoyacak meşguliyetlerden uzaktır, bedeniyle ve fikriyle
dünyaya ait şeyleri terk etmiş ve kalbiyle söylenenlere kulak
vermiştir. Meşguliyetlerine geri döndüğünde, bunlar yeniden
gelip aklını başından alırlar. Bu durumda kişi nasıl önceki
hâline dönebilir?
Bu herkes için geçerli bir durumdur. Ancak uyanık kimseler,
verilen öğüdün etkisinin devamı hususunda diğerlerinden
ayrılırlar. Kimisi tereddüt etmeden azim yolunu tutar ve başka
şeylerle ilgilenmeden bu yola devam eder. Eğer kişinin tabiatı
onu durdurup tereddüde düşürürse Hz. Hanzala’nın kendi
hakkında “Hanzala münafık oldu”[7] dediği gibi, yakınıp
sızlanmaya başlar.
Öte yandan, kimisinin tabiatı da onu bazen dalgınlığa
sürükler ama daha önce dinlemiş olduğu öğütler onu yeniden
amele sevk eder. Bu kimseler rüzgârların sağa sola eğdiği
başak gibidirler.[8]
Kimisi ise işittiği öğüt kadar etkilenir, tıpkı çıplak bir
kayanın üzerine boşalttığın su gibi.
. Müslim (2750), Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin
kâtiplerinden biri olan Hanzala el-Üseydî’den şöyle rivayet
ediyor: “Bir keresinde Ebu Bekir ile karşılaştım ve bana nasıl
olduğumu sordu. Ben de dedim ki: ‘Hanzala münafık oldu!’
Sübhanallah, sen ne diyorsun, dedi. Dedim ki biz Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin yanındayken bize cehennemi ve
cenneti anlatıyor ve biz sanki onları gözümüzle görür gibi
oluyoruz.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanından
ayrıldıktan sonra ise eşlerimiz, çocuklarımız ve işlerimizle
uğraşıp dinlediklerimizin çoğunu unutuyoruz. Ebu Bekir dedi
ki: ‘Vallahi biz de aynı durumla karşılaşıyoruz.’
Sonra ben ve Ebu Bekir yola koyulduk ve Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin yanına girdik. Dedim ki:
‘Hanzala münafık oldu ya Resûlallah!’ Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem buyurdu ki: ‘Neden bahsediyorsun?’ Dedim
ki: ‘Ya Resûlallah, senin yanındayken bizlere cehennemi ve
cenneti anlatıyorsun ve biz sanki onları gözümüzle görür gibi
oluyoruz. Senin yanından ayrıldıktan sonra eşlerimiz,
çocuklarımız ve işlerimizle uğraşıyor ve çoğunu unutuyoruz.’
Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu: ‘Nefsimi elinde tutana yemin ederim ki eğer siz
sürekli benim yanımda ve zikir hâlinde olsaydınız döşekleriniz
üzerindeyken ve yolda giderken elbette melekler sizinle
selamlaşıp tokalaşırdı. Ancak ey Hanzala (bu hâl) ara sıra
olur’ (bu cümleyi üç kez tekrarladı).”
. Enes radıyallahu anhdan rivayet edildiğine göre, Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Mümin başağa
benzer. Bazen eğilir, bazen dikilir.” (Ebu Ya’lâ, 2/83 ve
diğerleri).
İnsanın Tabiatı Onu Dünyaya Meylettirir
Tabiatı gereği insan dünyanın çekiciliğine aldanır. İnsanın
doğasından kaynaklanan bu durumun aksine, ahireti
hatırlamak insanın dışında kalabilen bir iştir. Bu his ve
düşünce ancak dışarıdan müdahale ile insanın içine
yerleşecektir.
Bazen bilgisi olmayan kimse, Kur’an’da geçen azap
vaatlerini işitmesinden dolayı ahirete cezbeden şeylerin daha
kuvvetli olduğunu zanneder. Oysa durum böyle değildir.
Çünkü dünyaya meyletme hususunda mizacımız akan su
gibidir. Su her zaman aşağı doğru akmak ister, onu yukarı
çıkartmaksa zorluk ve sıkıntıyla gerçekleşir.
İşte bu yüzden şeriatın yardımcısı olan akıl şöyle cevap
vermiştir: Teşvik ve ikaz ederek akıl kuvvet kazanır. Tabiat ise
adamı sürekli dünyaya sevk eder. O hâlde bu mizacın galip
gelmesinde bir gariplik yoktur. Asıl gariplik mizacın mağlup
olmasındadır.
Cezalandırmanın En Büyüğü
Ben âlimlerin ve zahid görünenlerin çoğunun hâllerini
düşünüp tarttım ve gördüm ki bu kimseler hissetmedikleri
cezalar içerisindeler. Bu cezaların çoğu onların baş olma
istekleri yüzünden olmaktadır. Bu kimselerden âlim olanların
hatası yüzüne vurulsa kızar, vaiz olanlar yapmacık davranır;
zahid görünenler ya münafıktır veya gösteriş yaparlar.
Bu kimselerin muhatap oldukları ilk ceza halka meyledip
haktan uzaklaşmalarıdır. Cezalarının başlangıcı halkla meşgul
olup haktan yüz çevirmeleri ve gizli olan cezalarından biri
münacat hâlindeki tadı ve ibadetin lezzetini alamamalarıdır.
Öyle iman eden erkekler ve kadınlar vardır ki Allah onlar
sebebiyle dünyayı korur, onların bâtınları zahirleri gibidir hatta
daha açıktır; onların içlerinde gizledikleri dışa vurdukları
gibidir hatta daha tatlıdır; onların himmetleri Süreyya’dadır[9]
hatta daha yücelerdedir.
Onlar tanınmış olsalar kılık değiştirip tanınmaz hâle gelirler;
eğer onların birinden bir keramet görülmüş olsa inkâr eder;
insanlar gafletler içerisindeyken onlar çorak arazilerini kat
etmekle uğraşırlar.[10] Yeryüzünün her köşesi onları sever ve
göğün melekleri onlarla sevinir. Allah’tan dileriz ki onlara tâbi
olmaya bizleri muvaffak eylesin ve bizleri onların
takipçilerinden kılsın.
. Ülker takımyıldızı.
Yani bu adamlar cennete doğru yolculuk yapmaktadırlar.
Onlar dünyayı ve onun süslerini bu yolculuklarına engel
olmaktan çıkarmışlardır.
Aklı Olan Her Ânın Hakkını Verendir
Akıllı olan kişiye gereken, her an sefere hazır olmasıdır.
Çünkü kişi, Rabbinin emrinin ne zaman kapısını çalacağını ve
ne zaman çağrılacağını bilemez.
Ben gençliklerine aldanmış olan birçok insan gördüm. Bu
insanlar dostlarını ve akranlarını kaybettiklerini unutmuşlar ve
gelecek beklentisi onları oyalamıştı. Bazen ilmiyle amil
olmayan âlim kendi kendine şöyle der:
“Bugün ilimle uğraşayım, yarın öğrendiklerimle amel
ederim.” Böylece rahatını bozmamak için zühdü yaşamakta
gevşeklik gösterir ve tövbeye güvenerek hazırlık yapmayı
erteler. Gıybet etmekten ve dinlemekten, şüpheli kazançtan
sakınmaz ve bunları takva ile sileceğini ümit ederek ölümün
aniden ve hazırlıksız olarak geleceğini unutur.
Akıllı olan kişi ise kendisi ile ilgili meselelerde her anın
hakkını verendir; kapısını ansızın çalacak bir ölüme de
hazırlıklıdır ve eğer istediklerini elde etmişse daha çok hayrın
peşinde koşabilmek için uğraşır.
Hasedin Kaynağı
Birbirlerine haset eden âlimleri düşündüm de bunun
kaynağının dünya sevgisi olduğunu gördüm. Çünkü bunların
aksine, ahiretlerini hesap eden âlimler birbirlerini seviyorlar ve
birbirlerine haset etmiyorlar, tıpkı Allah’ın buyurduğu gibi:
“Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık
hissetmezler.” (Haşr, 59/9)
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi
ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla;
kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma.” (Haşr,
59/10)
Ebu’d-Derdâ[11] radıyallahu anh, her gece Müslüman
kardeşlerinden bir grup için dua ederdi.
İmam Ahmed b. Hanbel, bir keresinde Şafiî’nin oğluna şöyle
demişti: “Senin baban, her gece seher vaktinde dua ettiğim altı
kişiden biridir.”
İki grubu birbirinden ayıran şey şudur: Dünya âlimleri,
dünyada baş olmayı isterler ve çevrelerindeki insanların ve
lehlerindeki övgünün çok olmasını severler. Ahiret âlimleri ise
bunları asla tercih etmezler. Onlar bu gibi şeylerden korku
duyarlar ve bunlara müptela olanlara acırlar.
Nehaî[12] asla bir direğe sırtını dayayıp yaslanmazdı.
Alkame[13] şöyle demiştir: “İnsanların peşimden
gelmesinden ve bana Alkame denilmesinden hoşlanmam.”
Bazısı da yanına dört kişiden fazlası oturduğunda hemen
yanlarından kalkardı. Onların hepsi de fetva verme işini
kendilerinden daha bilgili gördükleri kişiye havale ederler,
tevazu ve şöhretten uzak kalmayı severlerdi.
Ahireti unutmayan âlimler, dalgaları iyice kabarmış bir
denizde yolculuk yapan kimseye benzerler. Bu yolcu,
kurtulacağından emin oluncaya kadar vaktini bir şeylerle
meşgul olarak geçirir. Onlardan birinin diğerine dua etmesi ve
ondan faydalanmasının sebebi, birbirlerinin yanında bulunup
dost olmalarıdır. Günler ve geceler, cennete doğru yaptıkları
yolculukta onların konaklarıdır.
. Uveymir b. Mâlik b. Kays el-Ensârî el-Hazrecî. Önde gelen
bilge, hakîm, çokça ibadet eden sahabeden olup hicrî 32
senesinde Dimeşk’te vefat etmiştir.
. İbrâhim b. Yezîd bKays b. el-Esved, Ebu İmrân (Hicrî 46-
96). Mezhac kabilesinden olup salah, doğruluk, rivayet ve
hadis ezberleme bakımından tâbiînin büyüklerindendirKûfeli
olup Haccâc’dan saklandığı sırada vefat etmiştir.
. Alkame b. Kays en-Nehaî el-Kûfî, Ebu Şibl.
Muhadramînden sayılmış olup Abdullah b. Mesud nin
sohbetinde bulunmuş, Sıffîn savaşına katılmış, Horasan’da
savaşmış ve hicrî 62’de vefat etmiştir.
Vakti O’nun İçin Harcamak
Ne kadar kısmetli olursa olsun insan yaptığı işi ölümün
yarım bırakıp keseceğini bilirse hayattayken ölümünden sonra
ecri devam edecek işler yapar. Dünyalık bir şeyi varsa
vakfeder, bir ağaç diker, bir su akıtır, kendinden sonra Allah’ı
zikredecek bir nesil yetiştirmeye çalışır ki ecir onun olsun.
Yahut insanların istifade edeceği bir kitap bırakır.
Çünkü bir âlimin yazdığı kitap onun ölümsüz çocuğudur.
Yine, isteyerek hayır işleri yapar. Böylelikle onun işleri
başkaları tarafından takip edilip, kendinden sonraya da miras
kalacaktır.
Şeytanın Hileleri ve Tuzağı
Şeytanın en büyük hile ve tuzaklarından birinin, mal
sahiplerini dünyalık emelleri peşinde koşturup, onları ahiretten
ve ahirete ilişkin amellerden uzak tutan zevklerle meşgul
etmesi olduğunu gördüm. Şeytan, toplamaya ve elde etmeye
teşvik ederek onları malla meşgul ettiği zaman onlara malı
korumalarını ve başkalarına vermemelerini emreder. İşte bu,
şeytanın en sağlam hilelerinden ve en güçlü tuzaklarından
biridir.
Sonra şeytan bu işte, bazı gizli hilelerin inceliklerini
saklamıştır. Şöyle ki müminleri mal toplamaktan korkutmuş,
ahiret talibini ondan nefret ettirmiş, tövbe edeni elindeki
maldan kurtulmaya yönlendirmiştir.
Şeytan, onu züht hayatı yaşamak için teşvik etmeye devam
etmekte, elindekileri terk etmeyi emretmekte ve kazanç
yollarına karşı onu korkutmaktadır ki böylelikle kişinin
samimiyeti ve dinini muhafaza ettiği ortaya çıksın. Bu olayın
gizli taraflarında şeytanın acayip tuzakları vardır.
Bazen de şeytan, tövbe eden kişinin rehber edindiği
şeyhlerden birinin dilinden konuşarak ona şöyle der:
“Malından kurtul ve zahidler zümresine gir! Yiyebileceğin bir
sabah veya akşam yemeğin bile olsa sen zahidlerden
olamazsın ve azim mertebelerine ulaşamazsın.”
Hatta bazen ona doğruluktan uzak, bir sebebe dayalı olarak
ve bir mana için söylenmiş olan hadisleri tekrarlayıp durur.
Kişi elindekini verip kazanç kapıları kapandığında bu sefer
dönüp ihvanla olan bağına tamah etmeye veya sultanın
sohbetinde bulunmak ona güzel görünmeye başlar. Çünkü bu
yola giren kişi züht ve dünyayı terk etme yolunda yürümeye
sayılı günler dayanabilir. Sonra mizaç geri gelir ve isteklerini
talep etmeye başlar. Böylece kaçmış olduğu şeyden daha
çirkin bir duruma düşer. Sonunda isteklerini elde etme uğrunda
ilk olarak dinini ve namusunu harcar, dinini ve namusunu ufak
bir menfaat karşılığında çekinmeden pazarlar. Böylelikle
alttaki (alan) el makamında kalır.
Eğer bu kişi, ricalin ve onların şereflilerinin hayatlarına
baksa ve onların önde gelenleri hakkındaki doğru sözleri iyice
düşünmüş olsa Halil İbrahim aleyhisselamın sahibi olduğu
hayvanların yaşadığı beldeye sığmadığını, Lut aleyhisselamın,
peygamberlerden çoğunun ve sahabeden büyük bir grubun da
böyle olduğunu öğrenirdi.
Onlar ancak yokluk anında sabrettiler, ne hayatlarını idame
ettirecek şeyleri kazanmaktan ve ne de var olan mubah şeyleri
almaktan kaçındılar.
Ebu Bekir radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem hayattayken ticaret yapmak üzere yolculuğa çıkardı.
Sahabenin çoğu devlet hazinesinden aldıkları paranın
kendilerine yetecek miktarından fazlasını muhtaç olan
kardeşlerine verirlerdi. İbni Ömer radıyallahu anh ne kendisine
verilen bir şeyi geri çevirir ne de başkasından bir şey isterdi.
Ben din ve ilim ehlindeki bu hâli etraflıca düşündüm ve
gördüm ki başlangıçta ilim onların kazanç yollarına
başvurmalarına engel oldu. Ne zaman ki hayatlarını
sürdürecek şeye muhtaç kaldılar, o zaman zelil oldular. Oysa
onlar aziz olmaya daha layıktılar.
Eskiden devlet hazinesi, ihvanın artıklarına onları muhtaç
etmiyordu. Fakat şimdilerde devlet hazinesi yardımı
olmayınca hiçbir mütedeyyin dininden bir şeyler (taviz)
vermedikçe hiçbir şey yapamaz oldu. Keşke yapabilseydi!
Bazen dini de telef olur ve hiçbir şey elde edemez.
Akıllı olanın yapması gereken elinde olanı koruması, bir
zalimin tahakkümü altına girmemek ve bir cahilin yağcılığına
maruz kalmamak için kazanmaya gayret etmesidir. Fakirlik
hakkında birçok şeyler iddia eden sufîlerin böylesine yanlış
görüşlerine iltifat edilmemesi de gerekir. Bile isteye fakirlik
ancak acizlerin hastalığıdır. Bu kimseler serbest hareket
etmekten korkar ve el açmayla yetinir. Böyle davranmak
yiğitlerin mertebelerinden biri değildir, bu ancak ‘korkak
zahidlerin’ makamlarındandır.
Verilen değil veren, sadaka alan değil veren olmak için
çalışıp kazanmak işte bu cesur ve faziletli kimselerin
mertebelerindendir. Bu hususu iyice düşünen kimse
zenginliğin şerefini ve fakirliğin tehlikesini anlar.
Sufîlerin Şeriata Uymayan Hâlleri
Sufîlerin ve zahidlerin hâllerini düşündüm ve gördüm ki
bunların çoğu şeriattan sapmış. Bu, şeriatın bilinmemesi ve
kendi kanaatlerine dayanıp bidatler çıkartmalarından
kaynaklanır. Böyle kimseler manasını anlamadıkları ayetleri ve
sıhhatine güven olmayacak veya söylenme sebeplerini
bilmedikleri hadis-i şerifleri delil gösterirler.
Mesela bu kimseler Kur’an-ı Kerim’deki “Dünya hayatı
aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir” (Âl-i İmrân, 3/185)
ve “Dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence ve süsten ibarettir”
(Hadîd, 57/20) şeklindeki ayetler ile “Dünya, Allah katında,
ölmüş bir koyuna verdiği değerden daha kıymetsizdir”[14]
şeklindeki hadisi işitmişler ve hakikatini araştırmadan dünyayı
boşlamakta aşırı gitmişlerdir. Çünkü bir şeyin hakikati
bilinmedikçe övülmesi veya yerilmesi caiz olmaz.
Dünyayı araştırdığımızda görürüz ki yaratılmışların üzerinde
yaşaması için bir düzene sokulmuş olan bu yeryüzünden
üzerinde yaşayanların rızıkları çıkıyor ve her ölen işte yine bu
yere gömülüyor. Dünyanın bu kadarını yermek onda olan
iyilikleri görmezden gelmek olacağından doğru olmaz.
Yine baktığımızda yeryüzünde bulunan suyun, bitkilerin ve
hayvanların hepsinin insanın maslahatı için olduğunu görürüz.
Bütün bunlar insanın hayatını idame ettirebilmesi için birer
sebeptir. Yine görürüz ki insanın hayatı ve bu hayatta Rabbini
bilmesi, O’na ibadet ve hizmet edebilmesi için yeterli bir
sebeptir. O hâlde arif ve abidin hayatta kalmasına sebep olan bir
şey övülür, yerilmez.
Görüyoruz ki dünyayı bu şekilde yermek ancak cahilin veya
dünyadaki isyankârın işlerindendir. Çünkü kişi mubah malı elde
edip onun zekâtını verdiği zaman yerilmez. Hz. Zübeyir, Hz.
Abdurrahman b. Avf ve diğerlerinin geride bıraktıkları mallar
bilinmektedir. Hz. Ali radıyallahu anhın vermiş olduğu sadaka
kırk bin dirheme ulaşmıştı. İbni Mesud radıyallahu anh geride
doksan bin dirhem bırakarak vefat etmişti. Leys b. Sad[15] her
sene yirmi bin dirhem kazanıyordu. Süfyan[16] ticaretle
uğraşıyordu. İbni Mehdi[17] de her sene iki bin dinar
kazanıyordu.
Kişi birden çok kadın ve cariye sahibi olsa bu da övülür,
yerilmez. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin
birçok eşi ve cariyesi vardı. Sahabenin çoğu da bu hususta böyle
davranmışlardır. Hz. Ali b. ebi Talib radıyallahu anhın dört hür
hanımı vardı ve on yedi cariyeye sahipti.
Eğer kişi çocuk sahibi olmak için evlenmek isterse bu ibadetin
gayesini yakalamış demektir. Eğer kişi sadece zevk almak için
evlenmek isterse bu da mubahtır.
Bu halde de sayılamayacak kadar ibadet manası mevcuttur;
kendisinin ve kadının namusunu korumak vb. gibi. Hz. Musa
aleyhisselam ömrünün on senesini Hz. Şuayb aleyhisselamın
kızının mehri uğrunda harcamıştır. Eğer evlenmek en üstün
şeylerden biri olmasaydı peygamberlerin çağından bu yana pek
çok kişi bu yola girmezdi. İbni Abbas radıyallahu anh şöyle
demiştir: “Bu ümmetin en hayırlıları en çok karısı olanlardır.”
İbni Abbas bir cariyesiyle ilişkiye girer, sonra bir başkasının
odasına giderdi. Rebi b. Huseym’in[18] cariyesi şöyle demiştir:
“Rebi azil yapardı.”[19]
Yiyeceklere gelirsek, yemek yemekten maksat Allah’a hizmet
edebilmesi için bu bedeni güçlendirmektir. Devesi olan adamın,
onu taşıması için devesini beslemesi gerekir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yiyecek bulduğu
sürece yemek yerdi. Et bulduğunda onu yerdi, tavuk eti de yerdi.
[20] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin en çok sevdiği

yiyecekler tatlı ve baldı.[21] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve


sellemin mubah bir şeyi yemekten çekindiği nakledilmemiştir.
Hz. Ali radıyallahu anha bir keresinde un, su ve baldan yapılan
fâlûzec adlı bir tatlı getirildiğinde onu yedi ve sonra dedi ki: “Bu
nedir?” Dediler ki: “Bugün nevruzdur.” Bunun üzerine şöyle
dedi: “Nevruzumuz her gün olsun.”
Yemeğin ancak doyduktan sonrası mekruhtur. Giyinmenin de
ancak kendini beğenme ve kibirlenme vesilesi olanı mekruhtur.
Bazıları bundan daha azına kanaat etmişlerdir. Çünkü sırf helâl
olandan isteneni elde etmek neredeyse mümkün değildir. Yoksa
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisi için yirmi
yedi deve karşılığında satın alınan bir ipek elbiseyi giymiştir.[22]
Temîm-i Dârî radıyallahu anhın bin dirheme almış olduğu bir
ipek elbisesi vardı ve geceleri onu giyerek namaz kılardı.
Bazıları da şimdilerde geldiler ve zühd hayatı yaşamayı ortaya
koyup hevalarının kendilerine süslü gösterdiği bir yöntem icat
ettiler. Sonra da bu yöntem için delil aramaya giriştiler. Oysa
insana gereken şey delile tâbi olmaktır, yoksa bir yol ve yönteme
uyup onun için delil aramak değil.
Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: “Yemeyi iyice azaltmayı kötü
görürüm. Çünkü bazıları bunu yaptılar ve farzları yapmaktan
aciz kaldılar.” Çok doğru bir söz. Çünkü az yiyen kimse az
yemeye devam ettikçe sonunda nafileleri ve sonra da farzları
yerine getirmekten aciz kalır. Sonra da ailesini geçindirmekten
ve namuslarını korumaktan aciz kalır. Aynı zamanda daha
önceden yapmış olduğu bir hayır işini yapamaz hâle gelir.
Açlığı teşvik eden hadisleri işitmek seni ürkütmesin! Çünkü bu
hadislerden kastedilen şey ya oruca teşvik etmek veya doyduktan
sonra yemeyi yasaklamaktır. Fakat sürekli olarak yemeği kısmak
ve azaltmak insanın kuvvetine tesir eder ve bu yüzden caiz
değildir.
Sonra bu yerilen kimseler arasında et yememek gerektiğini
savunanlar var. Oysa Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
her gün et yemek isterdi.[23]
En büyük mihnet halkın övgüleridir ve nicelerini aldatmıştır.
Tıpkı Hz. Ali radıyallahu anhın dediği gibi: “Ahmakların
arkasındaki ayak sesleri akıllarından geriye hiç bir şey
bırakmadı.”
Halkın bir kişiyi methederek şöyle dediklerini gördük ve
işittik: “Geceleri uyumaz, gündüzleri oruçludur, kadın nedir
bilmez, dünya arzularından hiçbir şey tatmaz, bedeni iyice
zayıflamış ve kemikleri öylesine incelmiş ki ancak oturarak
namaz kılabiliyor. O yiyip içen ve dünya nimetlerinden
faydalanan âlimlerden daha hayırlıdır.” Bu sözler onların ilimde
ulaştıkları seviyeyi göstermektedir.
Eğer İslam dinini anlamış olsalardı bilirlerdi ki, şayet bütün
dünya tek bir lokma halinde olsa ve o lokmayı Allah adına fetva
veren ve O’nun şeriatını anlatan bir âlim yemiş olsa o âlimin tek
bir fetvası, yukarıda söz konusu edilen abidin ömür boyu yapmış
olduğu ibadetten daha hayırlı olurdu. İbni Abbas radıyallahu anh
şöyle diyor: “Bir tek fakih, İblis için bin abidden daha zorlu ve
şiddetlidir.”
Bu sözlerimi duyan asla benim ilmiyle amel etmeyenleri
övdüğümü zannetmesin! Ben ancak ilmiyle amel edenleri
övüyorum. Onlar kendi nefislerinin faydasına olan şeyleri daha
iyi bilirler. Onlardan Ahmed b. Hanbel gibi bazıları sert ve kuru
ekmeğe razı olur, Süfyan es-Sevrî gibi takva sahibi, Mâlik b.
Enes gibi çok dindar ve Şafiî gibi fıkhı kuvvetli olan bazıları da
bütün bunlara rağmen ince ve yumuşak ekmek yerlerdi.
İnsandan, kendisinin zayıf kaldığı ve başkasının güç
yetirebildiği şeylerin istenmemesi gerekir. Çünkü her insan
kendine faydalı olanı daha iyi bilir. Râbia[24] şöyle demiştir:
“Eğer kalbin fâlûzec yemekle iyi olacaksa onu ye.”
. Müslim, 2957. Cabir radıyallahu anhdan rivayet edilmiştir.
. Ebu’l-Hâris (Hicrî 94-175). Yaşadığı çağda hadis ve fıkıh
bakımından Mısırlılar’ın imamıydı, meşhur cömertlerden biriydi.
. Süfyan b. Saîd b. Mesrûk el-Kûfî (97-175). Hadis hususunda
müminlerin lideri olup ilim ve fetva yönünden çağdaşlarının
efendisiydi. Saklanmış olduğu hâlde Basra’da vefat etti.
. Abdurrahman b. Mehdî el-Lü’lüî, Ebu Saîd. Hadis
hafızlarının büyüklerinden olup İmam Şafiî Risale kitabını ona
yazmış ve demiştir ki, dünyada ona denk birini tanımıyorum.
. Ebu Yezîd es-Sevrî el-Kûfî. Çok ibadet eden ve
muhadramûndan olan biriydi. En akıllı adamlardan biri sayılırdı.
Hicrî 65 senesinde vefat etmiştir.
. Yani cariyesinin ondan hamile kalmasına izin vermezdi.
. Buharî, 5517, 5518; Müslim, 1268, 1649. Ebu Musa’dan
nakledilmiştir.
. Buharî, 4912, 5431. Hz. Âişe’den nakledilmiştir.
. Bu hadisi bulamadımAncak Ebu Davud’un (4034) Enes b.
Mâlik’ten rivayet ettiğine göre kral Zâyezen, Resûlullah
sallallahu aleyhi ve selleme ipekten bir elbise hediye olarak
göndermiş, o da karşılığında otuz üç deve vererek elbiseyi alıp
öyle kabul etmişti (hadis zayıftır).
. Bu konuda Kenzü’l-Ummâl’de (40994-41109; 41802-41806)
zikredilenlere bakınız.
. Râbia binti İsmail el-Adeviyye el-Basriyye. Seksen sene
yaşamış ve hicrî 180 senesinde vefat etmiştir.
Nefis Sınırlanmaktan Hoşlanmaz
Nefsin men edildiği şeye karşı neden hırslı olduğunu
düşündüm ve gördüm ki nefsin hırsı ve isteği kısıtlama ve
yasaklamanın gücü oranında artmaktadır. Birinci nesilde
gördüm ki Âdem aleyhisselamın ağaçtan yemesi yasaklanınca
o ağaca ihtiyaç bırakmayacak birçok ağaç olmasına rağmen
yine o ağaca meyletti.
Veciz sözlerden birinde şöyle denilir: “Kişi men edildiği
şeye meyleder ve elde edemediği şeye özlem duyar.” Yine
şöyle denilir: “İnsanlara aç durmaları emredilse buna
sabrederler. Eğer tezeği parçalamaktan men edilseler o işi
yapmayı isterler ve derler ki bir şeyden dolayı bu bize
yasaklandı!” Denilmiştir ki: “İnsanın en sevdiği şey men
edildiği şeydir.”
Bunun sebebini araştırdığımda iki sebep buldum:
Birincisi: Nefis kısıtlamaya sabredemez. Çünkü beden sureti
içerisinde kısıtlanmış olması ona yeter. Eğer manevî yönden
bir yasaklamayla kısıtlanırsa nefsin tereddüt ve tutarsızlığı
artar. İşte bu yüzden bir insan kendi evinde bir ay otursa bu
ona zor gelmez. Evinden bir gün için çıkmaması istense o gün
ona upuzun gelir.
İkincisi: Hüküm altına girmek nefse ağır gelir. İşte bu
yüzden haram ve yasak olandan zevk alır ve neredeyse mubah
ve serbest olan şeyden hoşlanmaz. Bu sebeple, tesir altında
kaldığı değil de kendi istediği şekilde kulluk etmek kolay gelir.
Hayırdan Değil Şerden Uzak Durmak
Tövbe eden kimseleri ya da insanların zühdlerini gördükçe
ben de zühd hayatı yaşamayı, halktan uzaklaşarak yalnız ahiret
ile ilgilenmeyi kafama takarak, adeta kendimle savaşıyordum.
Bu hususu düşündüm ve bunun çoğunun şeytandan olduğunu
gördüm. Çünkü şeytan benim içinde bulunduğum meclislerde
sayılamayacak kadar insan olduğunu ve bunların ağlayıp
günahlarından dolayı pişman olduklarını, hatta çoğu kez
içlerinden bir grubun tövbe ettiğini ve bazen elli-yüz kişinin
birlikte tövbe ettiğini görmekteydi. Öyle günler oldu ki benim
yanımda yüz kişiden fazla tövbe eden oldu. Bunların çoğu da
oyun ve günahlara dalarak büyümüş olan gençlerdi.
Sanki şeytan iyice şerre batmış olmasından dolayı benim
ondan kurtardığım kimseleri kendime çekip kazandığımı
gördü de onun elinden çekip aldığım kimselerle baş başa
kalabilmek için bazı şeyleri süslü göstermek suretiyle benim
bu işe devam etmemi engellemek istedi.
Şeytan bana, insanlardan uzaklaşmayı güzel gösterdi ve dedi
ki, insanların toplandığı meclisler halka şirin gözükme
yerleridir. Dedim ki sözleri süslemek ve manayı en güzel
ibareyle ortaya koymak ayıp değil, aksine üstünlük ve
fazilettir. Şeriatta caiz olmayan bir şeyle insanların beğenisini
kazanmak istemeye gelince, bundan Allah’a sığınırım.
Sonra şeytanın bana zühd hayatı yaşatmaktan maksadının,
mubahlığı aşikâr olan kazanç yollarını terk ettirmek olduğunu
fark ettim. Ona dedim ki eğer zühd hayatından hoşlanır da
uzlete çekilirsem ve sonra elimdeki tükenir de ailemden biri
muhtaç duruma düşerse bozguna uğrayıp geri dönmeyecek
miyim?
Öyleyse bırak da ihtiyacımı görecek kadar para kazanayım
ve bu sayede insanlara el açmaktan korunayım. Eğer ömrüm
uzun olursa bu ne güzel sebep olur. Yok, eğer uzun
yaşamazsam aileme medar olur. Ben, serap görünce suyunu
yere döken yolcu gibi olmayacağım. İş işten geçtiği zaman
pişman olur ama pişmanlığı fayda etmez.
Doğru olan uyumadan önce yatağı hazırlamak ve basiretli
davranarak yaşlılıktan önce kendini muhtaç etmeyecek kadar
para biriktirmektir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur:
“Varislerini zengin olarak bırakman onları muhtaç ve
insanlara el açar vaziyette bırakmandan daha hayırlıdır.”[25]
“Salih adam için salih mal ne güzeldir.”[26]
Vaaz meclislerinden ayrılmaya gelince, hayırdan değil
şerden uzlete çekilmek gerekir. Şerden kaçınmak her
hâlükârda vaciptir. Taliplere ilim öğretmek ve isteyenlere yol
göstermek âlimin ibadetidir.
Bazı âlimler, nafile namaz kılıp oruç tutmak yerine bir kitap
yazmayı veya faydalı bir ilmi öğretmeyi tercih etmeleri
sebebiyle üstün olmuşlardır. Çünkü böyle yapmak semeresi
çok olan bir tohumdur ve faydası uzun zaman devam eder.
Nefsin bu hususta şeytanın süslü gösterdiği tarafa meyli iki
şeyden dolayıdır. Birincisi; tembelliği sevmektir, çünkü böyle
bir nefis için her şeyi bırakmak daha kolaydır. İkincisi ise
övülme isteğidir. Çünkü nefis zühd hayatı yaşamaya başladığı
ve bununla şöhret bulduğu zaman avamın ona meyli daha da
artar.
Sana düşen birinci nesle bakmaktır. İlk nesille beraber
olmaya bak! Onlar Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve
ashabıdır. Onlardan hiç cahil zahidlerin ve sufîlerin sonradan
ortaya çıkardıkları ilmi terk etme ve halktan ayrılma gibi
bidatler nakledilmiş midir? Peygamberlerin bütün işi halkla
uğraşmak, onları hayra teşvik edip şerden men etmek değil
midir?
Ancak âlim olmayan birinin şerden uzak durmak kastıyla
halktan ayrılması durumu bundan hariçtir. Bu, başkalarını ifsat
etmekten korkarak kendini sakınan kimsenin mertebesidir.
Fakat ne yaptığını bilen bir tabip işlerinden ve istediklerinin
neticelerinden fayda görür.
. Buharî, 5354; Müslim, 1628. Hadis Sad İbni ebi
Vakkas’dan rivayet edilmiştir.
. Ahmed, 4/197; Buharî, Edebü’l-Müfred, 299. Hadis Amr b.
el-Âs’dan rivayet edilmiştir.
İlmin Maksadı
Yaratılıştan maksadın ne olduğunu düşündüm ve bu
maksadın, kişinin kendi zilletini, eksiklik ve acizliğini bilmesi
olduğunu gördüm.
İlmiyle amel eden âlimleri ve zahidleri iki sınıfa ayırdım.
Âlimlerin sınıfına Mâlik, Süfyan, Ebu Hanife, Şafiî ve
Ahmed’i koydum. Abidler sınıfına ise Mâlik b. Dînâr, Râbia,
Ma’rûf el-Kerhî[27] ve Bişr b. el-Hâris’i koydum.
Abidler ibadet için her çaba gösterdiklerinde hâl dili onlara
şöyle seslenir: “İbadetlerinizin sizden başkasına bir faydası
dokunmuyor. Böyle bir fayda ise ancak âlimlerin
çalışmalarındadır. Âlimler peygamberlerin varisleri ve
Allah’ın yeryüzündeki halifeleridir. Sadece onlara güvenilir.
Başlarını önlerine eğip sustuklarında, yenildiklerinde ve o
hâlin doğru olduğunu bildiklerinde üstünlük onlarındır.”
Bir keresinde Mâlik b. Dînâr, Hasan-ı Basrî’den bir şeyler
öğrenmek üzere onun yanına gelmiş ve şöyle demiştir: “Hasan
bizim üstadımızdır.”
Eğer âlimler ilimlerinin kendilerine üstünlük sağladığını
zannederlerse hâl dili âlimlere şöyle seslenir: “İlimden kasıt
ancak amel etmektir.”
Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: “İlimden arzu ettiğimiz,
bizi iyilikten başka bir şeye götürmesi midir?” Süfyan-ı
Sevrî’nin şöyle dediği söylenir: “Keşke elim kesilseydi de
hadis yazmamış olsaydım.”[28]
Ümmü’d-Derdâ[29] bir adama şöyle sormuş: “Öğrendiğin
şeyle amel ettin mi?” Adam, hayır, deyince şöyle söylemiştir:
“O hâlde ne diye Allah’ın senin aleyhindeki delillerini çoğaltıp
duruyorsun!”
Ebu’d-Derdâ ise şöyle demiştir: “İlim öğrenmeyip amel
etmeyene bir kere, öğrendiği halde amel etmeyene yetmiş kere
yazıklar olsun!”
Fudayl şöyle demiştir: “Âlimin bir günahı bağışlanmadan
cahilin yetmiş günahı bağışlanır. Bunların her birini etkileyen
Allah’ın şu kavlidir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
(Zümer, 39/9)
Süfyan, Râbia’nın yanına gelerek sözlerinden faydalanmak
için önünde oturmuştur.
Şu hâlde ilim, âlimlere ilimden maksadın onunla amel etmek
olduğunu göstermiştir. İlim ancak bir alettir. Bu hususta
âlimler dahi yenilmiş ve eksikliklerini itiraf etmişlerdir. Bu
onların kendi itiraflarıdır. Kulluğun hakikati de bu itiraflarla
meydana çıkıyor. Hedef bu kulluğu yakalayabilmektir.
. Ma’rûf bFeyrûz el-Kerhî, Ebu Mahfûz. Zahidlerin ve
abidlerin önde gelenlerinden biri olup Bağdat’ın Kerh
nahiyesinde doğmuş ve orada yetişmiştirHicrî 200 senesinde
Bağdat’ta vefat etmiştir.
. Müellifin dediğine göre Süfyan zayıf ve metrûk şahıslardan
hadis yazardı.
. Hüceyme binti Huyay el-Evsâbiyye el-Himyeriyye.
Tâbiînin önemli fakihe ve abide kadınlarından biri olup hicrî
81 senesinde vefat etmiştir
Çoğu İnsan Cehalete Yenik Düşmüş
Düşünce gözümle yeryüzünü ve üzerinde yaşayanları
düşündüm ve dünyanın harap tarafının mamur tarafından daha
çok olduğunu gördüm. Sonra dünyanın mamur olan tarafına
baktım ve çoğuna kâfirlerin hâkim olduğunu gördüm.
Müslümanlar’ın yeryüzünde kâfirlere oranla azınlıkta
olduklarını gördüm.
Sonra Müslümanları düşündüm ve kazanç elde etmenin
onların çoğunu Rezzâk olan Allah’tan uzaklaştırdığını
gördüm. Sonunda bu para kazanma çabasının onları Allah’ı
gösteren ilimden uzaklaştırdığını anladım.
Sultan emir ve yasak koymakla, kendisine sunulan zevklerle
meşgul olup istekleri hiç bitmemektedir. Hiç kimse sultana bir
öğüt vermediği gibi, aksine nefsin arzularını güçlendirecek
övgüler yapılmaktadır. Oysa hastalıklara zıtlarıyla mukabelede
bulunmalıdır, tıpkı Ömer b. el-Muhacir’in şu sözünde olduğu
gibi: “Ömer b. Abdülaziz bana dedi ki: Haktan saptığımı
görürsen elbisemden tutup beni sarsarak salla ve de ki sana ne
oluyor ey Ömer!”
Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh şöyle demiştir:
“Kusurlarımızı bizlere söyleyenlere Allah rahmet etsin.”
Halkın nasihatlere ve öğütlere en muhtaç olanı sultanlardır.
Sultanın askerlerine gelince, çoğunluğu arzularının ve dünya
süsünün sarhoşluğu içerisindedir. Buna ek olarak cehalet ve
bilgisizlik içinde yüzmektedirler. İşledikleri günahlar onlara
acı vermiyor, ipek giysiler giymekten veya şarap içmekten
rahatsız olmuyorlar. Hatta bazıları şöyle diyor: “Asker ne iş
yapar? Pamuklu elbise giyer mi hiç!” Sonra uygun olmayan
şekilde mal elde etmelerini de bunlara ilave et; zulüm onların
huyu olmuş.
Kırsalda yaşayan göçebeler cehalete gömülmüşler, aynı
şekilde şehirlerde yaşayanlar da öyle. Hepsi pislik içinde
yaşıyor, namazları hafife alıyorlar. Hatta onlardan bir kadın
namazını oturarak kılmakta bir sakınca görmüyor.
Sonra ticaretle uğraşanlara baktım ve gördüm ki hepsini hırs
bürümüş, hatta öyle ki nasıl olursa olsun kazanç elde etme
yollarından başka bir şeyi gözleri görmüyor. Aralarındaki
işlemlerde faiz iyice yaygın hâle gelmiş. Hiçbiri dünyalığın
nereden elde edildiğine önem vermiyor bile! Zekâta gelince,
onu vermede gevşek davranıyorlar ve Allah’ın korudukları
hariç, zekâtı terk etmekten ürkmüyorlar.
Sonra esnafa baktım ve gördüm ki yaptıkları alışverişlerde
aldatma, tartıda hile yapma ve fiyatlarla oynama iyice
yaygınlaşmış durumda. Buna rağmen onlar cehalete gömülmüş
hâldeler.
Para kazanmak için bu işlerden biriyle uğraşan çocuk sahibi
insanların çoğunun bu hususta üzerine düşen vazifeleri
öğrenmeden ve alması gereken eğitimi almadan işe başladığını
gördüm.
Sonra kadınların hâllerine baktım ve dinlerinin zayıf,
cehaletlerinin çok olduğunu gördüm. Allah’ın koruduğu hariç,
içlerinden hiçbirinin ahiretten haberi bile yok. Kendi kendime
dedim ki: “Hayret, Allah’a hizmet etmek ve O’nu tanımak için
geriye kim kaldı?”
Baktım ki âlimler, talebeler, abidler ve zahidler var. Abidleri
ve zahidleri düşündüm ve gördüm ki çoğu ilmi olmadan ibadet
ediyor, kendisine saygı gösterilmesine, elinin öpülmesine ve
peşinden gidenlerin çokluğuna alışmış. Hatta içlerinden biri
çarşıdan bir şey satın almak zorunda kalsa makamı
zedelenecek diye bundan çekinir. Sonra bu kurnazlık rütbesi
onları o dereceye getirir ki bir hasta ziyaretine gitmez, onlara
göre kadri büyük birinin cenazesi olmadıkça cenazeye
katılmaz olurlar.
Bu kimseler birbirlerini de ziyaret etmezler. Hatta biri
diğeriyle karşılaşmaktan bile sakınır. Böylece kendi
prensiplerini ve âdetlerini put hâline getirir ve bilmeden onlara
tapar dururlar. İçlerinden bazıları, önderlik âdetini ihlâl
etmemek için cahilce fetva vermeye yeltenir. Sonra da
dünyaya karşı duydukları sevgiden dolayı kalkıp âlimleri
ayıplarlar. Bilmezler ki dünyanın yerilmiş olan tarafı
kendilerinin içinde bulundukları hâldir, yoksa mubah olan
şeyleri kullanmak değil.
Sonra âlimleri ve talebeleri düşündüm ve gördüm ki
talebelerin pek azında asalet emaresi var. Çünkü asaletin
göstergesi amel etmek için ilim öğrenmektir. Oysa talebelerin
çoğu ilmin kendilerine kazanç kapısı açacak olanını öğrenmek
istiyorlar; ya bir yerde idareci olmak veya kendi akranları
arasında sivrilmeyi sağlayacak kadar ilim öğrenip onunla
yetinmek için.
Sonra âlimleri düşündüm ve gördüm ki çoğu arzusunun
oyuncağı ve kölesi olmuş, ilmin men ettiği şeyleri tercih edip
yasakladıklarına yönelmişler. Neredeyse Allah Teâlâ ile Rab
ve kul olarak karşılıklı alışveriş etmenin zevkini alamaz hâle
gelmişler. Tek yaptıkları şey “yeter” demekten ibaret.
Ancak Allah Teâlâ yeryüzünü, kendisi için hüccetle hareket
eden, ilimle ameli birleştirmiş, Allah’ın yasalarını bilen ve
O’ndan korkan kimselerden yoksun bırakmaz. İşte bu kimseler
dünyanın kutbudurlar. Ne zaman onlardan biri ölse Allah onun
yerine hemen başkasını görevlendirir. Bazen de bu kutub, her
çileli durumda kendi yerine geçebilecek salahiyette birini
görünceye kadar ölmez. Yeryüzü böylelerinden asla boş
kalmaz. Onlar bir peygamberin ümmeti içindeki makamı
sadedindedirler.
Vasıflarını saymış olduğum bu kişi usulü yerine getirir,
hadleri muhafaza eder, bazen ilmi ve ameli az olabilir. Fakat
bütün hâllerde kâmil olanlar ise pek nadir bulunurlar. Uzun bir
zaman diliminde onlardan ancak bir kişiye rastlanabilir.
Bütün selefi iyice araştırdım ve onlar arasından müçtehit
olacak kadar ilim öğrenmiş ve abidlerin örneği olacak kadar
amelde ileri gitmiş birini bulmak istedim ve şu üç kişiden
başkasını göremedim: Hasan-ı Basrî, Süfyanü’s-Sevrî ve
Ahmed b. Hanbel. Bu kimselerden her biri için özel olarak bir
kitap yazdım. Ancak ben bunların sayısını Saîd b. el-
Müseyyeb[30] ile dörde tamamlayanları da inkâr etmem.[31]
Her ne kadar selef içinde efendiler var idiyse de çoğu bir
fende ileri gitmiş ve diğerlerinde bu noksan olmuştur.
İçlerinden bazıları ilimde üstün olmuş, kimi de amelde ileri
gitmiştir. Onların hepsi de ilimden yeterli nasiplerini, muamele
ve marifetten de en bol hazzı almışlardır.
Her ne kadar üstünlük önceden gelenlerin olsa da onların
yolundan gidenlerin varlığından ümit kesilmez. Allah Teâlâ,
Hz. Musa’ya gizli kalmış şeyleri Hızır aleyhisselama
öğretmiştir.[32] Allah’ın hazineleri ağzına kadar doludur ve
O’nun bağışları bir şahsa bağlı değildir.
. Ebu Muhammed el-Kureşî el-Mahzumî (Hicrî 13-94).
Medineliler’in âlimi ve yedi Medineli fakihten biri olup
asrındaki tâbiînin önde gelenidir. O, Ömer b. Hattab’ın vermiş
olduğu hükümleri en iyi bilen kişiydi. Ebu Hureyre radıyallahu
anhın kızının kocasıdır. O sene çok sayıda fakih öldüğü için
onun vefat ettiği seneye “fakihler senesi” denilmiştir.
. Söz konusu kimseler birer örnek olup başkalarında ayrı ayrı
bulunan özellikler onlarda bir arada bulunmaktadır. Onlar
bütün insanlar için birer örnektirler.
. Hz. Musa ve Hızır ile ilgili kıssalar Kehf suresi 60-82.
ayetlerde geçmektedir. Buharî (74, 3401) ve Müslim (2380)
İbni Abbas radıyallahu anhdan söz konusu kıssaları
nakletmişlerdir.
Zahid Cehalete Düşerse
Düşündüm ve gördüm ki bir kimsenin kendi malını koruması
onun görevidir. Cahil zahidlerin tevekkül adını verdikleri
eldeki malı terk etmenin ise İslam’da yeri yoktur. Çünkü Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Kab b. Mâlik’e şöyle
buyurmuştur: “Malının bir kısmını elinde tut.”[33] Bir
defasında da Sad’a şöyle buyurmuştur: “Geride kalan
vârislerini zengin olarak bırakman onları muhtaç ve insanlara
el açar vaziyette bırakmandan muhakkak daha hayırlıdır.”
Eğer cahilin biri itiraz edip “Ebu Bekir radıyallahu anh
malının hepsini infak için getirmişti”[34] derse cevabı şu olur:
Hiç şüphesiz Ebu Bekir radıyallahu anhın geçim vasıtası vardı
ve ticaret sahibiydi. Malının hepsini de verse borç alarak
hayatını sürdürmesi mümkündü. Durumu buna benzeyen birini
elbette ayıplamıyorum.
Benim ayıp saydığım, geçim vasıtası olmayan veya geçim
vasıtası olup da artık işlemez hâle gelmiş kimsenin bütün
malını elden çıkararak insanlara muhtaç ve onlardan dilenir
hâle gelmesine yöneliktir. Böyle bir kimse fetihler (ilahî bağış)
sahibi olduğunu zanneder, oysa kalbi halka bağlıdır ve kendini
onlara tamah etmekten kurtaramamıştır. Ne zaman kapısı
aralansa kalbi hemen harekete geçer ve der ki, rızık geldi
herhâlde!
Geçinmeye gücü yeten kimse için bu çirkin bir haldir. Eğer
geçinmeye gücü yetmiyorsa o zaman elindeki her şeyi vermesi
daha da çirkin olur. Çünkü o zaman kalbi insanların
ellerindekine takılacak, belki de onlardan birine boyun
bükecek veya zahidlik gösterisinde bulunacaktır. En azından
zekât hususunda fakirlere, körlere ve iyileşme ümidi olmayan
yatalak hastalara ortak olacaktır.
Sen selef-i salihinin yolundan git. Bak bakalım onların
arasında bugünkü cahil zahidlerin yaptıklarını yapan var
mıydı? Daha önce de işaret ettiğim gibi onlar çalışıp
kazandılar ve geride bir sürü mal bıraktılar. O hâlde sen de ilk
kaynağa, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve
ashabının kollara ayrılmamış olan kaynağına var ve
susuzluğunu o kaynaktan gider. Çünkü tertemiz saf kaynak
orasıdır. Mana itibariyle şeriattan hariç olan bozuk fikirlerle
kollara ayrılmış ve asıl yoldan sapmış rotalardan sakın. Söz
konusu sapmış yollar hâl lisanı ile şeriatın eksik olduğunu ve
onun tamamlanmaya muhtaç kaldığını iddia ederler.
Allah seni muvaffak eylesin, bil ki eğer zahidlik iddiasında
bulunan biri sebepleri reddederek “Yemek yemem, su içmem,
öğle vakti güneş altında otururum, soğuktan korunmam”
diyecek olsa icma ile sabittir ki böylesine isyankâr denilir.
Yine aynı şekilde, ailesi olan bir zahid: “Kazanmak için
çalışmam, onların rızkı Allah’a aittir” dese ve ailesinin başına
bir eziyet gelse günahkâr olur. Tıpkı Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellemin buyurduğu gibi: “Doyurmakla yükümlü
olduğu kişileri zayi etmesi kişiye günah olarak yeter.”
. Buharî, 4676; Müslim, 2769Hadis Kab b. Mâlik radıyallahu
anhdan rivayet edilmiştir.
. Ebu Davud, 1678; Tirmizî, 3675; Hâkim, 1/414. Hadis Hz.
Ömer radıyallahu anhdan nakledilmiş olup Hâkim hadisi sahih
görmüş ve Zehebî de ona muvafakat etmiştir. Hadisin devamı
şöyledir: “Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ona
‘ailene ne bıraktın’ diye sorunca ‘onlara Allah ve Resûlü’nü
bıraktım’ cevabını vermişti.”
Yapılan Duanın Kabul Edilmemesi
Gördüm ki müminin dua edip de duasına icabet edilmemesi,
tekrar tekrar dua edip uzun zaman geçmesine rağmen duasına
hiçbir cevap eseri görmemesi ancak bir imtihandır. Bu
durumda mümine düşen, başına gelenin sabredilmesi gereken
musibetlerden biri olduğunu bilmesidir. Duaya icabetin
gecikmesinden dolayı insana gelen vesveseler, tedavi edilmesi
gereken hastalıklardandır.
Böyle bir olay benim de başıma geldi. Bir keresinde başıma
bir felaket geldi; dua ettim, hatta defalarca dua ettim ancak
kabule dair bir şey göremedim. Baktım ki İblis tuzak kurmuş
etrafında geziniyor ve bazen diyor ki, cimri olmamasına ve
geniş cömertliğe rağmen duana icabet niçin gecikiyor? Ona
dedim ki: “Defol ey lanetli! Davalaşmaya ihtiyacım yok ve
seni vekil edinecek değilim!”
Sonra nefsime dönerek dedim ki, sakın şeytanın vesvesesine
kulak verme! Şayet duana icabetin gecikmesi ve her şeyi
takdir eden Allah’ın seni imtihan etmesinde, düşmana karşı
savaşta Mukaddir’in (Allah) seni imtihan etmesinden başka bir
şey olmasa bile hikmet olarak yeter.
Nefsim dedi ki, o hâlde böyle bir felakette icabetin gecikmiş
olmasından dolayı beni teselli et. Dedim ki, açık delille sabit
oldu ki Allah Teâlâ Mâlik’tir ve mâlik olanın da verme ve
vermeme hakkı vardır. O hâlde O’na itiraza bir sebep yok, bu
bir.
İkincisi; O’nun hikmeti kesin delillerle sabit olmuştur. Belki
de sen bu isteğini kendin için faydalı buluyordun, hikmet ise
onun öyle olmamasını gerektiriyor. Bazen doktorun zahirde
acı veren şeyleri yapmasındaki hikmetin sebebi bilinmez.
Oysa doktor bunu yapmakla senin iyi olmanı istemiştir. Belki
bu iş de öyledir.
Üçüncüsü; bazen duaya icabetin gecikmesinde bir fayda,
acilen icabet edilmesinde zarar olabilir. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kul acele edip
‘Dua ettim ama icabet edilmedi’ demediği sürece hayır
içindedir.”[35]
Dördüncüsü; bazen duana icabet edilmemesi sendeki bir
afetten dolayıdır. Belki yediğin şeyler şüphelidir, dua anında
kalbin gaflettedir veya tövbe etmekte samimi olmadığın bir
günahtan dolayı istediğin şeyin verilmemesinde sana verilen
ceza artırılmış olabilir. O hâlde bunların sende olup olmadığını
araştır. Belki böylece maksada ulaşırsın, tıpkı Ebu Yezîd
radıyallahu anhdan anlatılan şu kıssada olduğu gibi:
“Bir keresinde yabancılardan biri Ebu Yezîd’in evine girer.
Ebu Yezîd eve geldiğinde onu görür. Bunun üzerine kapıda
durarak bir arkadaşını çağırır ve yerine geçmesini söyler. Bu
arada o da eve girip henüz yeni yapmış olduğu bir kerpici
yerinden söker. O sırada yabancı kalkıp gider. Ebu Yezîd’e
bunun ne anlama geldiğini sorduklarında der ki: “Bu kerpiçte
bir yönden şüphe vardı. Şüphe gidince sahibi de gitti.”
İbrahim Havâs’tan şöyle anlatılır: “Kendisi bir kötülüğü
engellemek gayesi ile evden çıkar. O sırada ona ait bir köpek
ona havlayarak gitmesine engel olur. Dönüp mescide girer, iki
rekât namaz kılıp çıkar. O zaman köpek ona kuyruk sallayıp
sevgi gösterisinde bulunur. O da yoluna devam eder ve
kötülüğü engellemeyi başarır. Bunun ne anlama geldiği
sorulunca der ki: ‘Esas benim üzerimde bir kötülük
bulunmaktaydı ve köpek bana engel oldu. Dönüp ondan tövbe
ettim ve gördüğünüz şey meydana geldi.”
Beşincisi; dua ederken istemiş olduğun şeyden amacının ne
olduğunu araştırman gerekir. Belki de istediğin şeyin olması
daha fazla günaha girmene sebep olabilir veya bir hayır
işlemeni geciktirebilir. O hâlde icabetin olmaması senin için
daha faydalıdır. Seleften biri hakkında anlatıldığına göre, bu
kimse gaza etmek için Allah’a niyazda bulunmuş. O sırada
gaipten bir ses ona şöyle demiş: Eğer sen gaza etseydin esir
düşecektin ve esir düşseydin Hıristiyan olacaktın.
Altıncısı; belki de senin kaybetmiş olduğun şey kapı önünde
durmana ve iltica etmene sebeptir. Belki de istediğin şeyin
gerçekleşmesi Allah’tan uzaklaşmana sebep olacaktı ki bu
açıktır. Şöyle ki eğer bu felaket olmasaydı seni iltica kapısında
göremeyecektik. Hak Teâlâ, halkın yaptıkları iyiliğe takılıp
O’nu unuttuklarını bildiği için onları kapısına getirecek bazı
olayları kullanarak nimetler vasıtasıyla incitip uyarır. İşte
bunlar aslında bela elbisesi içindeki nimetlerdir. Fakat gerçek
bela seni O’ndan uzaklaştıran şeydir. Oysa seni O’nun
huzurunda alıkoyan şey; işte senin iyiliğin ondadır.
Anlatıldığına göre Yahya el-Bekkâ’[36] rüyasında Rabbini
görür ve O’na der ki: “Ya Rabbi, ne zamandır sana dua
ediyorum ama bana icabet etmiyorsun.” Bunun üzerine Rabbi
şöyle buyurur: “Ey Yahya, ben senin sesini duymayı
seviyorum.”
Bütün bunları iyice düşündüğünde kaçırmış olduklarını
yakalamak, hatalarından özür dilemek veya sahipler sahibinin
kapısında durmak gibi sana en faydalı olacak şeylerle meşgul
olursun.
. Ahmed, 3/193, 210; Ebu Ya’lâ, 2865; Ebu Nuaym, 6/309.
Hadis HzEnes’ten rivayet edilmiştir.
. Yahya b. Müslim. Basralı bir şeyh olup Ezd’in azatlı
kölelerindendir, tâbiîndendir. Hz. Ömer radıyallahu anhdan
hadis rivayet etmiştir. Hicrî 130 senesinde vefat etmiştir.
Başına Bela Gelen Ne Yapmalı?
Başına bir bela gelen ve onu gözünde küçülterek yok etmek
isteyen kişi, onu başına gelenlerin en büyüğü olarak tasavvur
etsin, belaya sabrı neticesinde elde edeceği sevabı hayal etsin
ve ondan daha büyüğünün de başına gelebileceğini düşünsün.
Böyle yaparsa kazançlı çıkar.
Bu durumda olan kişi, başına gelen belanın süratle yok
olacağını göz önüne alsın. Çünkü eğer sıkıntının verdiği
üzüntü olmasaydı rahatlama anları umulmazdı. Sonra bilsin ki
belanın onda kalış süresi misafirin kalış müddeti gibidir. O
halde her an misafirin ihtiyaçlarını gözden geçirsin. Onun kalış
süresi pek çabuk biter; övgülerinin, toplantılardaki sevincin ve
misafirin onun cömert olduğunu dillendirmesinin lezzeti
çabucak biter.
Mümin bir kimse başına bir felaket gelirse böyle davranır.
Müminin, dilinden bir kelime dökülmesi veya kalbinden bir
gücenme geçmesinden korkarak her anını gözetmesi, içinde
bulunduğu anlarda nefsinin hâllerini gözden geçirmesi ve
uzuvlarını kontrol etmesi gerekir ki sevabın şafağı görünsün
ve belanın gecesi ortadan kalksın. Gece yolculuğu yapan
kimse karanlıkları kat ettiği için övülür. Sevap güneşi de kişi
selamet menziline ulaştığı zaman doğar.
Fesada Meydan Verme
İlk gençlik yıllarımda sürekli oruç tutup namaz kılmakla
zahidlerin yoluna girmem ilham olunmuş ve halvet bana
sevdirilmişti. Kalbimin hoş olduğunu hissediyordum. Basiret
gözüm çok keskindi ve ibadetle geçmeyen her an için esef
ediyor ve hemen ibadete dönmek için harekete geçiyordum.
Bende bu hâlle ünsiyet ve münacattan tat alma hâli vardı.
Sonunda öyle bir yere geldim ki bir yönetici benim sözlerimi
güzel görmeye ve beni kendine meylettirmeye başladı. Nefsim
hemen buna meyletti ve ben o eski tatları kaybettim. Sonra bir
başkası beni kendine meylettirmeye çalıştı.
Ben ise şüpheli şeylerden korktuğumdan dolayı onunla
birlikte olmaktan ve ikram ettiği yiyeceklerden korunuyordum.
O zamanki haletim yakınlıktı. Sonra tevil yolunu açıp mubah
şeylere dalınca duyduğum içsel aydınlanma ve huzur yok oldu
gitti. Sonunda onunla bir araya gelmek, kalbimdeki bütün nur
yok oluncaya kadar zulmete sebep olmaya başladı.
O hâle geldim ki kaybettiğim şeye karşı duyduğum hasret,
meclisimde bulunanları tedirgin etmeye başladı ve tövbe edip
durumlarını düzeltmeye yöneldiler. Bense kendimle hâlim
arasındaki durumdan müflis olarak meclisten ayrılır oldum.
Her İş Sebeplere Bağlı
Başıma bir hâl geldi ve ben de O’ndan başkasının bana ne
fayda vermeye ne de başıma gelecek bir zararı önlemeye
gücünün yetmeyeceğini bilerek, kalbimle sadece Allah
Teâlâ’ya sığındım.
Sonra beni bu durumdan kurtaracak sebeplere sarılmaya
başladım. Böyle davrandığım için, vicdanım bu yaptığımı
reddederek dedi ki, bu Allah’a tevekkülü bozar. Vicdanıma
hitaben dedim ki hayır, öyle değil.
Çünkü Allah Teâlâ sebepleri hikmetlerden yaratmıştır.
Hâlimin manası şu oldu: Senin yapmış olduğun şeyin faydası
yok; varlığı yokluğu gibidir.
Temiz Mümin
İnsanlardan çoğunun bedenlerini ihmal etme huyları
olduğunun farkına vardım.
Onlardan kimi yemekten sonra ağzını kürdanla
temizlemiyor, kimi yağlı ellerini yıkamıyor, kimi neredeyse
hiç misvak kullanmıyor.
İçlerinden bazıları gözlerine sürme çekmiyor, bazıları
koltukaltına özen göstermiyor vb.
Bu ihmalleri sebebiyle onların din ve dünya işlerine halel
geliyor.
Kazâya Sabır
Teklifler içerisinde kazâya sabretmekten daha zoru ve ona
rıza göstermekten daha üstünü yoktur. Sabır farz, ona rıza
göstermek ise bir fazilettir.
Sabrın zor olmasının sebebi, kaderin çoğunlukla nefsin
hoşuna gitmeyen şeylerde cereyan etmesidir. Nefsin
hoşlanmadığı şeyler sadece hastalık ve bedene bir eziyet
gelmesiyle sınırlı olmayıp çeşit çeşittir. Öyle ki akıl kaderin
işlemesinin hikmeti hususunda şaşırıp kalır.
Mesela dünyaya gark olmuş, parasını ne yapacağını bilmeyip
onları kalıba döküp kullandığı ev eşyalarına dönüştürecek
kadar rızık kapıları ardına dek kendisine açılmış birini
görürsün. Bilindiği üzere kristal, akik ve pirinç bazen görünüş
itibariyle onlardan daha güzel olur. Ancak bu kişinin şeriata
pek fazla ehemmiyet vermemesi onun zihninde, Allah’ın bir
şeyi yasaklamış olması ya da yasaklamamasıyla bir hâle
getirmiştir; ipek elbise giyer ve insanlara zulmeder. Dünya
onun üzerine yağmaktadır.
Sonra bazı dindar kimselerin ve ilim talebelerinin bu zalimin
yönetimi altında fakirlik ve bela içinde yüzdüklerini görürsün.
İşte o zaman şeytan vesvese vermek için bir yol bulur ve
kaderin hikmetini zedeleyip onu geçersiz saymaya başlar. Şu
hâlde mümin dünyada başına gelen zararlara ve bu hususta
İblis ile mücadeleye karşı sabretmeye muhtaçtır.
Aynı şekilde, kâfirlerin Müslümanlar’a, fasıkların dindarlara
musallat edilmesinde de durum böyledir. Bunlardan daha
kötüsü ise hayvanlara eziyet ve çocuklara işkence etmektir.
İşte iman böyle yerlerde belli olur.
Âlimlerin Geçim Vasıtalarından
Uzak Kalmaları
Âlimlerin çoğunun gençlik döneminde ilim öğrenmelerinin
onları geçim vasıtalarından uzaklaştırdığını gördüm. Bu
durumda da geçinmek için gerekli olan şeylere ihtiyaç
duyuyorlardı.
Onlara ne devlet hazinesinden ne de ihvanla olan
ilişkilerinden yetecek kadar bir şey geliyordu. Bundan dolayı
küçük düşmeye maruz kalıyorlardı. Şu iki sebep dışında bunda
bir hikmet göremiyorum.
Birincisi, bu küçük düşmeyle kendilerini beğenmeyi
zaptetmek;
İkincisi ise kendi sevaplarıyla diğerlerine fayda vermek.
Sonra iyice düşündüm ve lâtif bir nüktenin farkına vardım. O
da kibirli nefsin dünyanın hâlinin böyle olduğunu gördüğünde
onunla kalpten bir arada yaşamayıp azimle ondan uzaklaşması
ve ona en çok benzeyen şeyin, başında köpeklerin dolaştığı bir
mezbelelik veya def-i hacette bulunmak için gidilen bir yer
olduğunu görmesidir. Ölüm böyle bir eve uğradığında kalbin
dünyaya ait bir ilgisi ve bağının olmadığını görür ve o zaman
ölüm kolay olur.
Şeriatta Ruhsat da Vardır Azimet de
Zahid görünenlerden çoğu, halen mubahları kullanan birçok
âlimi ayıplayarak onlarda kusur bulmaya devam ediyorlar.
Onları buna sevk eden şey cahillikleridir. Eğer onlarda
birazcık ilim olsaydı âlimleri ayıplamazlardı. Çünkü mizaçlar
birbiriyle aynı değildir. Nice kişiler sert yaşam koşullarına
uyum gösterirken, başkaları buna dayanamaz.
Hiç kimsenin kendisinin dayanabildiği bir hayat tarzını
başkasına dayatması caiz değildir. Ancak şu kadar var ki bizim
bir kriterimiz var, o da şeriattır. Şeriatta ise ruhsat da var
azimet de. O hâlde kendini bu kriterle sınırlayan kimse
kınanamaz. Nice ruhsat vardır ki faydası etkili olduğu için
azimetlerden daha üstündür.
Eğer zahid görünenler ilmin Allah’ı tanımayı gerektirdiğini,
kalplerin O’nun korkusundan taş kesildiğini ve bedenlerin
O’ndan çekinmekten dolayı eriyip zayıfladığını bilmiş
olsalardı, bineğin kuvvetten düşmemesi için bedenlere nazik
ve cömert davranmak gerektiğini bilirlerdi. Çünkü ilmin ve
hıfzın aleti kalp ve fikirdir. Alet rahat olduğunda amel de güzel
ve kaliteli olur.
Bu ancak ilimle bilinebilecek bir konudur. Zahidler ilmi
bilmedikleri için bilmedikleri şeyi inkâr etmiş ve
kendilerinden istenenin bedeni yorgun düşürmek ve binekleri
iyice bitkin hâle getirmek olduğunu zannetmişlerdir.
Bilmemişlerdir ki zayıf düşürüp kişiyi yıpratan korku, kişiyi
eski hâline getirecek bir rahatlığa ihtiyaç duyar, tıpkı denildiği
gibi: “Kalpleri rahatlatın ki zikri idrak edip anlasın.”
Vaiz Doğru Olanın Dışına Çıkmamakla
Emrolunmuştur
Vaaz meclislerinde geçen, avamın ve bazı cahillerin Allah’a
yakınlaşma vesilesi zannettikleri bazı şeyleri düşündüm ve
bunların münker ve uzaklaşma vesilesi olduklarını gördüm.
Şöyle ki Kur’an okuyan kişi coşup nağmeleri şarkıya
çeviriyor. Vaiz, Mecnun ve Leyla’nın şiirlerini öyle bir
nağmeli okuyor ki kimi ona alkış tutuyor, kimi elbisesini
yırtıyor ve zannediyorlar ki bu onları Allah’a yaklaştırıyor.
Vaizlerin ve hatiplerin bu nağmeli sözleri, insanın nefsini
coşturan müziklere ne kadar da benziyor. İnsanı esas
gayesinden uzaklaştıracak böyle araçları kullanmak büyük bir
hatadır. Vaizlerin böyle durumlara düşmekten alıkonmaları
gerekmektedir.
Kusurunu İtiraf Etmek İhtiyaçları
Görmede En Başarılı Yoldur
Allah’tan istememi ve O’na dua etmemi gerektiren bir şey
başıma geldi ve ben de O’na dua edip O’ndan istedim. Bu
sırada hayır ehlinden biri benimle birlikte dua etmeye başladı
ve ben duamın kabul edildiğine dair bir çeşit işaret gördüm.
Nefsim bana şöyle dedi: “Bu hâl senin istemenle değil, şu
kulun istemesiyle hâsıl oldu.”
Ben de nefsime şöyle dedim:
“Ben zaten duama icabet edilmemesini gerektiren birçok
günah ve kusurum olduğunu kendimden biliyorum. Ancak şu
kadar var ki benim duama icabet edilmiş olması da
muhtemeldir. Oysa dua eden bu salih adam benim nefsimde
gördüğüm şeylerden uzaktır. Çünkü ben kusurlu olmamın
ezikliği içindeyim, o ise Allah ile olan muamelesinden dolayı
sevinç içinde. Bazen kusurunu itiraf etmek ihtiyaçları görmede
en başarılı yoldur.”
Doğrusu, hem ben hem de o kimse yaptığımız amellere
dayanarak değil, ancak Allah’ın fazlına güvenerek istiyoruz.
Ben günahlarımı itiraf ederek eziklik içerisinde durduğum ve
“Bana fazlınızdan veriniz” dediğim zaman bu isteğimde benim
cömertçe verebileceğim hiçbir şey yoktur. Belki de o göz
ucuyla amelinin güzelliğine baktı ve bu da onun yüz geri
edilmesine sebep oldu.
Ey nefis, beni gücendirme! Kendime dair bilgimin beni
gücendirmesi bana yeter. Ben edepli olmayı, kusurumu itiraf
etmeyi, istediğim şeye ne kadar muhtaç olduğumu ve
kendisinden istekte bulunduğum Allah’ın fazlını kesin olarak
ortaya koyan bilgiye sahibim. Oysa bunlar o kulda yok. Allah
onun yaptığı ibadetleri mübarek etsin. Belki de benim
kusurumu itirafım daha uygun olmuştur.
Derinlemesine Düşünen Akıl,
Anlayışı Nispetinde Övülür
İlim sahibi olduğunu iddia eden biri, ilginç ilimlerden ve
garip hikmetlerden söz eden bir kitap okumaktayken baktım ki
okuduğum şeyleri dinlemekten yüz çeviriyor, sözlerin
derinliğini kavrayamıyor ve okunan şeyi kavramaya
çalışmıyor. Ben de ona başka bir şey okumaktan vazgeçtim.
Kendi kendime dedim ki, bu anlattıklarım ancak susuzluktan
yanan birinin suya atlaması gibi, ona atlayacak bir akıl
sahibine uygundur.
Sonra bu olaydan bir işaret çıkardım ki o da şudur: Eğer bu
adam cereyan eden şeyleri anlasa ve yaptığım şeyden dolayı
beni övseydi onu gözümde büyütecek ve ona yazdıklarımın ve
sözlerimin güzelliklerini gösterecektim. Ancak onu buna ehil
görmeyince hiçbir şey anlatmadım ve yüzümü ondan
çevirdim.
Söz konusu işaret şöyle oldu: Allah Teâlâ bunca mahlûkatı
tasnif edip yarattı, terkiplerini pek güzel, tertiplerini eşsiz
eyledi. Sonra da bütün bu yarattıklarını akıl sahiplerinin
gözlerinin önüne arz etti. Hangi akıl derinlemesine
düşündüyse anlayışı oranında övüldü ve tasnif edip yaratan
onu sevdi.
Aynı şekilde O, Kur’an’ı da çok garip hikmetleri ihtiva eder
şekilde indirdi. Kur’an’ı anlayış eliyle teftiş eden ve fikir
halvetinde onunla konuşan kişi o Kur’an ile konuşan Hakk’ın
rızasını kazanır ve O’nun yakınlığını elde eder. Kimin zihni de
hisle algılanan şeyleri anlamaya dalmışsa bu makamdan uzak
düşer. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde haksız yere
büyüklenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım.” (A’râf, 7/146)
Uzun Ömür Müminin
Ancak Hayrını Artırır
Bir gün şöyle dua ettim: “Allah’ım, ilim ve amel hususunda
beni umduğuma kavuştur ve bunlardan istediğim kadarına
ulaşmam için ömrümü uzat.”
Bu sırada İblis bana vesvese vererek dedi ki: “Sonra ne
olacak, sonunda ölmeyecek misin? Uzun yaşamanın sana ne
faydası olacak?” Ona şöyle cevap verdim: “Be akılsız! Eğer
benim duamın altında yatan şeyi anlamış olsaydın boş yere
olmadığını da bilirdin. İlmim ve marifetim her geçen gün
artmıyor mu? Ektiklerimin meyveleri çoğalmıyor mu?
Sonunda hasat günü bunların karşılığını almayacak mıyım?
Yirmi yıl önce ölmüş olmak beni sevindirir mi? Vallahi hayır!”
Çünkü ben o yaşta, Allah’ı bugün tanıdığımın onda biri
kadar tanımıyordum. İşte bütün bu marifetlerim, içinde
vahdaniyet delillerini teker teker toplamış ve böylelikle taklit
çukurundan basiret tepesine yükselmiş olduğum, kadrimi
artıran ve nefsimi arındıran bilgileri öğrendiğim, sonra
ahiretim için daha çok ağaç dikmeye başladığım ve böylece
ilimlerini ticaret vesilesi yapan ilim talebelerini kurtarmak
konusundaki ticaretimin kuvvetlendiği hayatın birer
semeresidir.
Allah Teâlâ, elçilerin efendisine şöyle buyurmuştur:
“De ki: Rabbim, ilmimi artır.” (Tâhâ, 20/114)
Müslim’in Sahîh’inde Ebu Hureyre radıyallahu anhdan
rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmaktadır: “Ömrü müminin ancak hayrını
artırır.”[37]
Cabir b. Abdullah radıyallahu anhın rivayet ettiği bir hadiste
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Kulun uzun ömürlü olup da Allah’ın ona tövbe nasip etmesi
saadettendir.”[38]
Keşke ben de Nuh aleyhisselam kadar yaşayabilseydim. Hiç
kuşkusuz, ilim çoktur ve ne zaman bir şey öğrenilse kişiyi
yükseltir, ona fayda sağlar.
. Müslim, 2065.
. Ahmed, 3/332; Hâkim, 4/240. Hadis Hâkim’e göre sahih
olup Zehebî de bu hususta ona muvafakat etmiştir. Heysemî
ise Mecmeu’z-Zevâid’de (10/206) hadisin isnadının hasen
olduğunu söylemiştir.
Mutluluk Takvaya Sarılmakta Gizli
Bil ki zaman aynı kalmaz, tıpkı Allah’ın buyurduğu gibi: “O
günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz.” (Âl-i İmrân,
3/140) Bazen fakirlik bazen zenginlik, bazen izzet bazen zillet
olur. Bazen dostları sevindirir, bazen düşmanları üzer.
Mutlu olan, her durumda tek bir esasa bağlı kalan kimsedir
ki bu esas Allah’tan sakınmaktır (takva). Çünkü böyle yapan
kimse zengin olsa takvası onu süsler, fakir düşse ona sabır
kapılarını açar, afiyette olursa üzerindeki nimeti tamamlar,
başına bir bela gelse onu güzel gösterir.
Zaman ister onu düşürsün ister çıkarsın, ister çıplak bıraksın
ister doyursun, isterse de aç bıraksın, bunlardan hiçbir zarar
görmez.
Çünkü bütün bunlar geçici ve değişken şeylerdir. Takva
selametin aslıdır, asla uyumayan bir bekçidir ve sürçme anında
insanın elinden tutup kaldırır, had ve sınırları aşmaması için
onu durdurur. Takva olmaksızın elde edilmiş bir zevkin
aldattığı kimse makbul değildir.
Çünkü o zevk değişecek ve onu hüsrana uğramış hâlde
bırakıp gidecektir.
Her durumda takvaya sarılmaya bak! Böyle yaparsan
muhakkak darlıkta genişlik, hastalıkta esenlik bulursun. Bütün
bunlar takvanın dünyadaki karşılığıdır. Ahiretteki ise
malumdur.
Belaların Müminin Üzerine Yağması
İncelikli bir gerçeği tefekkür ettim; o belaların müminin
üzerine yağması ve kolaylıkla elde edebileceği zevklerin içine
düştüğünde bu zevklerden imtihan olması ne kadar ilginç!
Kimsenin seni rahatsız edemeyeceği bir yerde gönlünü
kaptırdığın bir güzelle baş başa kalmak mesela…
Dedim ki sübhânallâh! İşte imanın eseri burada ortaya
çıkıyor, yoksa iki rekât namaz kılmakta değil! Vallahi, Yusuf
aleyhisselam ancak böyle bir makamda derecesini yükseltmiş
ve gerçek mutluluğu elde edenlerden olmuştu.
Allah aşkına ey kardeşlerim, o Yusuf aleyhisselamın hâlini
düşünün bir kere. Eğer arzusuna uymuş olsaydı kim olacaktı?
Onun durumu ile Âdem aleyhisselamın durumunu kıyas edin.
Sonra akıl terazisiyle o hatanın akıbetini ve bu sabrın
semeresini tartın. Arzularınız sizleri kuşattığında, işte bu
anladıklarınız sizler için donanım ve hazırlık olsun.
Sırlarını Bilmek İçin
Seni Denemek İstiyor
Çok garip bir hâli düşündüm, o da şu: Müminin başına bir
bela gelir ve hemen dua edip sürekli yalvarır. Bu sırada
duasının kabul edildiğine dair bir emare göremez de iyice
ümitsizliğe düşerse o zaman kalbine bakılır.
Eğer kadere razı ve Allah’ın fazlından ümidini kesmemiş
hâldeyse genellikle duası acilen kabul edilir. Çünkü iman
orada geçerli olur ve şeytan yenilgiye uğrar. Adamlığın
kıymeti orada belli olur. Allah’ın şu kavlinde buna işaret
edilmiştir:
“O hâle gelmişlerdi ki Peygamber ve onunla beraber iman
edenler ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ demişlerdi.” (Bakara,
2/214)
Yakub aleyhisselamın başına da aynı şey gelmişti. O bir
oğlunu kaybettiği ve uzun süre bu hâl devam ettiğinde asla
esenliğe kavuşmaktan ümit kesmedi. O sırada diğer oğlu da
alındı ama Rabbinin fazlından asla ümit kesmedi: “Umulur ki
Allah onların hepsini bana getirir.” (Yusuf, 12/83)
Aynı şekilde Zekeriya aleyhisselam da şöyle demişti:
“Rabbim, sana ettiğim dua sayesinde hiç bedbaht olmadım.”
(Meryem, 19/4)
Faydalı Şeyleri Elde Edip Zararlıları
Uzak Tutmak
İnsan bedeni ancak faydalı şeyleri elde edip zararlıları uzak
tutmakla hayatını sürdürdüğünden dolayı mayasına, faydalı
şeyleri elde edebilmesi için arzu ile zararlılardan uzak durması
için öfke konuldu.
Eğer yiyeceklere karşı duyulan arzu olmasaydı insan yemek
yiyemez ve yaşamını sürdüremezdi. Bundan dolayı insanda
yiyeceğe karşı bir meyil ve güçlü bir istek yaratıldı. İnsan,
bedenini hayatta tutacak kadar yiyecek elde ettiği zaman o
güçlü isteğe cevap vermiş olur. Bu hâl içecek, giyecek ve
cinsellikte de böyle gerçekleşir.
Günahların Kötü Sonuçları
Her akıl ve zekâ sahibi yaptığı fenalıkların neticelerinden
sakınmalı. Çünkü Allah Teâlâ ile insan arasında ne bir
akrabalık ne de böylesi bir yakınlık söz konusudur. O sadece
herkese eşit muamele eder ve adaletle hüküm verir. Her ne
kadar O’nun yumuşaklığı (hilm) günahları kuşatmış olsa da O,
dilerse affeder ve bütün ağır günahları silip yok eder. Fakat
dilediği takdirde en küçük günah sebebiyle cezalandırır. O
hâlde çok dikkatli ol, sakın!
Refah içinde yaşayanlardan birçok kimseyi gördüm, bâtınen
ve zahiren zulüm içinde yüzüyorlardı. Sonunda hiç
ummadıkları yerden sıkıntıya düştüler; malları ve mülkleri
kökünden sökülüp atıldı, soylarının devamı için pek muhkem
olarak inşa ettikleri temeller bozulup harap oldu. Bütün
bunların sebebi onların Hak tarafını ihmal etmeleri ve
yaptıkları hayrın cereyan eden şerre karşı geleceğini
zannetmeleriydi. Sonuçta zanları ile yürüttükleri gemiler
alabora oldu ve onları boğacak olan tuzağın suyu gemiye girdi.
İlme müntesip (âlim) olan birçoğunu gördüm ki Hakk’ın
yalnızken de kendilerini gördüğünü ve onların insanlar
arasındaki güzel şöhretlerini sildiğini ihmal etmişler. Böylece
bu âlimler mevcut oldukları hâlde yok hükmünde olmuşlar, ne
onları görmenin tadı kalmıştır ne de onlarla karşılaşmak
isteyen bir kalp vardır.
Hakk’ın murakabesi hususunda dikkatli olun! Şüphesiz ki
onun adalet terazisinde zerre bile görünür ve bir müddet sonra
olsa da O’nun vereceği karşılık hatalı davrananı gözetler. Kişi
bazen bunun af olduğunu zanneder, oysa bu bir mühlet
vermedir. Günahların kötü akıbetleri vardır.
Aman yalnızken Allah’ı hatırlayın! İçinize, içinize!
Niyetlere, niyetlere! Çok dikkat edin! Çünkü Allah,
üzerinizdeki bir göz ile sizleri görmektedir. Sakın Allah’ın
hilmine ve keremine güvenmek sizi aldatmasın! Niceleri bu
hususta ayartılıp hataya düşmüşlerdir. Hatalarınızı sürekli
olarak kontrol ediniz, onları silmeye çalışınız. Hatalardan
korunarak Allah’a yalvarmaktan daha faydalı bir şey yoktur.
Umulur ki böyle yapmak fayda verir. Bu öyle bir fasıldır ki
Allah için muamele eden kişi onu iyice düşünürse kendine
fayda sağlar.
Allah’ı gözetenlerden biri şöyle demiştir: “Büyük günah
olmayan bir lezzeti elde etmeye muktedir olmuştum. O sırada
nefsim küçük olmasına rağmen, Allah’ın fazlının ve kereminin
büyüklüğüne itimat ederek onu elde etmem hususunda beni
dürtükledi. Nefsime dedim ki eğer bunu elde edersen sen
sensin, buna gelirsen sen kimsin? Sonra nefsime, kendilerine
müsamaha kapılarını iyice açanların adlarının nasıl da
kaybolup gittiğini ve onlardan yüz çevirme cezasının onlarda
nasıl yer ettiğini hatırlattım. Sonunda nefsim korkup öğüt aldı
ve yapmak istediği şeyden vazgeçti. Buna muvaffak kılan
Allah’tır.
Yasaklayanın Azametini Bilin
İnsanlardan çoğu bazı şeylerde gevşek ve müsamahalı
davranıyor ve bunların önemsiz olduğunu zannediyorlar. Oysa
bunlar usulü zedelemektedir. İlim talebelerinin ödünç aldıkları
bir cüzü geri vermemeleri, onunla beraber yiyebilmek için
yemek yiyen birinin yanına girmek istemek, insanın davet
edilmediği bir yemekten yemesi, hoşlanmak suretiyle
düşmanın ırzına göz dikmek ve böyle bir günahı küçük
görerek bu hataya göz yummak, kendisine “cahil”
denilmemesi için bilgisi olmayan birinin fetva vermesi ve
benzeri şeyler kişinin küçük gördüğü, oysa büyük olan
günahlardandır.
Böyle günahların sahiplerine verdiği en düşük zarar kendini
insanlar arasındaki saygın konumundan ve hak katındaki kadri
yüce makamından düşürmesidir. Bazen bu kimseye hak
lisanıyla şöyle denilir: Ey küçük bir şey hususunda kendisine
güvenilip de hıyanette bulunan kişi, günahlara olan bu
meylinle nasıl olup da Hakk’ın rızasını umuyorsun!
Seleften biri şöyle demiştir: Bir lokmayı küçük gördüm ve
onu yedim. Bugün ben kırk yıldan beri daha kötüye
gidiyorum.
Allah Allah! İşte, tecrübe edeni dinleyin, bakın ne diyor.
Murakabe üzere olun. Akıbetlere bakın. Yasaklayanın
azametini bilin. Hakir bulunan bir üflemeden, küçük görülen
bir kıvılcımdan sakının! Bazen küçük bir kıvılcım bir şehri
yakıp kül eder. Bu işaret ettiğim şey küçük gözükmekle
beraber çok şeye delâlet eder. Aynı zamanda bu öyle bir
örnektir ki küçük görülen diğer günahları tanıtır.
İlim ve murakabe, hatırlamadığın şeyi sana gösterirler ve
eğer basiret gözüyle farkına vardıysan böyle bir şeyi yapmanın
uğursuz alametini öğretirler.
İhtiyaçlarını Allah’tan
İster Ama İşlediği Suçları Unutur
Nefsimin garip bir yanını gördüm. İhtiyaç duyduğu şeyleri
Allah’tan istiyor ve işlediği suçları unutuyor. Dedim ki ey kötü
nefis, senin gibisi konuşur mu? Eğer konuşursa istediği şeyin
sadece affedilmek olması gerekir.
Nefsim dedi ki: “Öyleyse isteklerimi kimden isteyeceğim?”
Dedim ki: “Ben senin istemeni men etmiyorum, sadece
diyorum ki önce iyice tövbe et, sonra konuş ve iste. Tıpkı
günah olan bir şey için sefere çıkan kişi[39] hakkında denildiği
gibi:
Eğer leş eti yemek zorunda kalırsa böyle yapması onun için
caiz değildir. Eğer bize “Peki adam ölsün mü?” diye sorulacak
olursa deriz ki hayır, bilakis tövbe etsin sonra yesin.”
Allah Allah! Başı öne eğmeyi gerektiren geçmiş günahları
unutup istekte bulunmak ne cüret! Geçmiş hataları
düzeltmekle uğraşmış olsaydın istediklerin sana gelirdi. Tıpkı
şu rivayette olduğu gibi: “Kim Beni hatırlamaktan dolayı
Benden istediği şeyi unutursa isteyenlere verilenlerin en iyisini
ona veririm.”[40]
. Örneğin içki ticareti yapmak üzere yolculuğa çıkan kişi.
Böyle birinin, tövbe etmeden bu yolculuğa çıkmasına izin
vermek caiz değildir. Çıktığı yolculukta günah işleyen kişiye
gelince, bu kimsenin yolculuğa çıkma sebebi caiz olup
yolculuğu sırasında bir günah işlemiştir. Örneğin mubah olan
bir malın ticaretini yapmak üzere yola çıkıp içki içen kişi gibi
ki böylesinin yolculuk etmesine izin vermek caizdir.
. Tirmizî, 2926; Dârimî, 11/441. Hadis Ebu Saîd el-Hudrî
radıyallahu anhdan rivayet edilmiş olup Irâkî Tahrîcü’l-İhyâ
(1/295) adlı kitapta onu zayıf saymıştır.
Allah’ı Ancak O’ndan Korkan Tanır
En garip şey ise Allah’ı bilmekten uzak olmasına rağmen
kişinin marifet sahibi olduğunu iddia etmesidir. Allah’ı ancak
O’ndan korkan bilip tanır. Kendi hâlinden emin ve huzurlu
olan kişi marifet ehlinden değildir.
Zahidler arasında öyle bazı gafiller var ki neredeyse
kendisinin sevilen ve makbul bir velî olduğuna kesin şekilde
inanıyor. Bazen ona art arda öyle lütuflar veriliyor ki bunları
birer keramet zannediyor ve lütuflarla beraber yaşamanın
çepeçevre sarıp kuşattığı istidracı[41] unutuyor. Hatta bazen bu
gafiller başkalarını küçümser ve oturdukları mahallenin
kendileri sayesinde korunduğunu zannederler. Ayakta dikildiği
birkaç rekâtlık namaz veya yorulmuş olduğu bir ibadet onu
gurura sevk eder. Hatta bazen kendisinin dünyanın kutbu
olduğunu ve ondan sonra hiç kimsenin aynı makama
ulaşamayacağını zanneder.
Sanki böyle yapan kimse Musa aleyhisselamın Allah ile
konuşurken Yuşa’nın peygamber yapıldığını, Zekeriya
aleyhisselamın duası kabul olunduğu sırada testereyle
biçildiğini; Yahya aleyhisselam “seyyid” olarak vasfedildiği
sırada bir kâfirin ona musallat edilip başını kestiğini;
Bel’âm’ın[42] yanında ism-i azam olduğu hâlde köpeğe
benzetildiğini, uygulama hâlindeki bir şeriatın neshedilip
hükmünün kaldırıldığını, beden mamur hâldeyken harap olup
yıpranmaya maruz kaldığını, azimle çalışıp büyük bir
mertebeye ulaşan âlim bu hâldeyken onun çağında bir çocuğun
büyüyüp onun kusurlarını ve hatasını inceleyecek dereceye
yükseldiğini bilmiyor. Nice “Benim gibisi yok” diyen kişi,
eğer yaşayıp da kendisinden sonra fesahat alanında neler
olduğunu işitmiş olsa kendini dilsiz sayardı. Bu İbni
Semmâk[43]; İbni Ammâr[44] ve İbni Sem’ûn’un[45] öğüdüdür.
Ancak bu öğüt öğrencilerimizden biri için uygun olmayıp
bunları duymaktan hoşlanmıyordu. Nasıl oluyor da bir şey
infak eden kimse kendini beğeniyor! Belki de bizden sonra
gelecek olanlar bizi adamdan saymayacaklar!
Bir meskende oturmaktan ve bir makama muhalefetten
sakın. Uyanık olan kişi tedirginlik hâlini korusun, yaptığı çok
ibadeti küçük görsün, nefsinin değişip dönüşmelerinden ve
kaderlerin ona nüfuz etmesinden korksun.
Bil ki işaret ettiğim bu şeylerin farkında olmak kendini
beğenme duygusunun boynunu vurur ve kibirli olanın kibrini
götürür.
. İstidrâc: Allah’ın kullara onları çok sevindirecek ve güven
verecek birçok nimeti vermesi, sonra da onları en gafil
oldukları bir anda ansızın cezalandırmasıdır. Zâdü’l-Mesîr, 53.
. Bel’âm b. Bâûrâ. İsrailoğulları’nın âlimlerinden biri olup
Allah onu ilim sahibi olduktan sonra saptırmış ve başkalarına
ibret eylemiştir.
. Muhammed b. Sabîh el-Aclî. Asrındaki vaizlerin reisidir.
Zahid ve abid olup hicrî 183 senesinde vefat etmiştir.
. Mansûr b. Ammâr b. Kesîr es-Sülemî el-Horasânî. Belagat
sahibi bir vaiz olup vaaz ve öğüt vermede bir benzeri yoktu.
Takriben hicrî 200 senesinde vefat etmiştir.
. Muhammed b. Ahmed b. Anbes el-Bağdâdî (hicrî 300-
387). Fikir ve düşüncelere ait söz söylemede zamanının tek
adamıydı.
Rızayı ve Sabrı Gerektiren Marifet
Selamet zamanında Allah ile arası hoş olan kişinin başına bir
bela geldiğinde ne durumda olacağı beni ürkütür. Adamın ne
kalitede olduğunu ortaya çıkartacak mihenk taşı işte bu
anlardaki tavrında gizlidir.
Mülkü elinde tutan Rabbimiz bina ettiği gibi yıkmaya da
kâdirdir; verdiği gibi verdiğini alma kudretine de sahiptir.
Nefsin Rabbine karşı hoşnut ve razı oluşu işte böylesi
durumlarda ortaya çıkacaktır. Sürekli olarak nimet içinde
bulunan kişi, nimetlerin sürekliliğinden dolayı hoşnutluk
içindedir. Şayet bu kişiye bir miktar bela dokunmuş olsa bu
hâlinin devam etmesi mümkün değildir. Hasanü’l-Basrî şöyle
diyor: “Nimetler kendilerine gelirken aralarında farklılık
yoktu. Ne zaman ki bela geldi, aralarında fark ortaya çıktı.”[46]
Akıllı kimse erzakını hazırlayan, azık toplayan ve belayla
savaşa hazırlanmak için elindeki silahların sayısını çoğaltan
kişidir. Belayla karşılaşmak kaçınılmazdır. Eğer şimdi başa
gelmezse ölüm sırasında gelecektir, Allah muhafaza eylesin.
Geldiği sırada ölmekte olan kimsede eğer rızaya ve sabra
götüren bir marifet bulamazsa onu küfre atar.
Kendisinin çok hayır yaptığını zannettiğim birinin öldüğü
gece şöyle dediğini işitmiştim: “Rabbim, işte o bana
zulmediyor.”
O günden beri tedirginlik içerisindeyim ve o güne hazır
olmak için gereken şeyleri elde etmeye çalışıyorum. Nasıl
böyle yapmayayım ki… Rivayet edildiğine göre şeytan o ölüm
anında yardımcılarına şöyle der: “Bu adamı kaçırmayın! Eğer
şimdi kaçırırsanız bir daha onu asla yakalayamazsınız!”
. İmam Ahmed, Kitâbü’z-Zühd (343): Vallahi onların esenlik
hâlindeyken aralarında fark olduğunu gördüm. Ne zaman ki
bela indi, aralarında hiç fark kalmadı.” Bu söz Allah Teâlâ’nın
şu kavliyle örtüşmektedir: “Sizi karada ve denizde gezdiren
O’dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de
içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve bu yüzden
neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar.
Her yerden onlara dalgalar hücum eder ve çepeçevre
kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah’a halis kılarak:
‘Ant olsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka
şükredenlerden olacağız’ diye Allah’a yalvarırlar. Fakat Allah
onları kurtarınca bir de bakarsın ki yine haksız yere taşkınlık
ediyorlar. Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi
aleyhinizedir. (Bununla) sadece fâni dünya hayatının
menfaatini elde edersiniz. Sonunda dönüşünüz yine bizedir. O
zaman yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz.” (Yunus,
10/22, 23)
Arifin Sıfatı
Ne dünyada ne de ahirette Allah’ı hakkı ile tanımış arif-i
billah âlimlerden daha hoş bir hayat süren yoktur. Çünkü
Allah’ı tanıyan yalnızken O’nunla beraberdir.
Nimetlere gark olsa onları kendisine kimin bağışladığını
bilir. Bir acıyla karşılaşsa kendisini belaya koyanın kim
olduğunu bildiğinden ağzının tadı bozulmaz.
Dua edip de istediği şey gecikmiş olsa da hikmeti bilen
basiretli davranışları sayesinde, faydasına olacağını bildiği için
onun isteği de kaderin ona göstereceği şey olur.
En Kritik Şey Nefisle Mücahededir
En kritik şey nefisle mücahededir. Çünkü bu mücahede
acayip bir hüner gerektirir. Bazıları nefsi istekleri hususunda
alabildiğine serbest bıraktılar, o da onları hoşlanmadıkları bir
hâle düşürdü. Bazıları da nefsin isteklerinin aksini yapmada
aşırı gitti hatta hakkını vermedi ve ona zulmettiler.
Onların nefse yaptıkları bu zulüm ibadetlerini etkiledi. Bunu
yapanlardan bazıları nefsin gıdasını kesti, bedeni şerî
görevlerini yapamaz hâle geldi. Bazısı nefsini o kadar çok
halvette bıraktı ki sonunda insanlardan uzaklaşmasına sebep
oldu.
Bu da hasta ziyareti veya anaya iyilik etmek gibi bir farzı
veya fazileti terk etmesi sonucunu doğurdu.
Basiretli kişi o kimsedir ki nefsi, onun ciddiyetini ve
kuralları muhafaza ettiğini bilir. Böyle bir kişi bir mubah
hususunda nefsinin önünü açtığı zaman nefsi o mubahın dışına
çıkmaya cesaret edemez. Bu durumdaki kişinin nefsi ile
kurduğu ilişki biçimi, askerlerinden birine şaka yapan
hükümdar gibidir.
Çünkü böyle bir durumda asker hükümdarın yanında
gevşeyip yılışık olmaz. Eğer gevşemiş olsa hemen hükümdarın
heybetini hatırlar. İşte muhakkik olan da böyledir; nefsinin
nasibini verir ve onun üzerindeki haklarını da eksiksiz olarak
alır.
Elden Kaçırmadan Acele Edin,
Acele Edin
Çoğu insanın zamanlarını garip bir şekilde harcadıklarını
gördüm. Geceleri uzun olduğunda vakitlerini faydasız
sohbetlerle veya savaş ve gece hikâyeleri içeren kitapları
okumakla, gündüzleri uzun olduğunda da uykuyla geçiriyorlar.
Gündüz saatlerinde ya Dicle kenarında dinlenirler veya çarşı
pazarda gezerler. Onları bir gemide sohbet eden kimselere
benzettim: Bindikleri gemi onları son limana doğru götürürken
onların hiçbir şeyden haberleri yok.
Pek az insanın var olmanın manasını anlamış olduğunu
gördüm. İşte bu kimseler azıklarını hazırlamakla ve yolculuğa
koyulmakla meşguller. Ancak bu kimselerin hâlleri de farklı
farklı. Bu farklılığın sebebi, devamlı kalınacak olan beldede
(ahirette) neyin iyi para edeceğine dair bilgilerinin az veya çok
oluşudur.
Sözü edilenlerden uyanık olanlar orada iyi para eden şeylerin
haberlerini kollayıp alıyor ve böylece onları daha çok yapıp
kârlarını artırıyorlar. Gafil olanlar ise rastgele yaptıklarını
taşıyıp oraya götürmeye çalışıyor ve bazen yanlarında muhafız
olmadan bunu yapıyorlar. Böyle olunca da nicelerinin yolları
kesiliyor ve ellerindekini kaybederek müflis hâle geliyorlar.
Dikkat! Ömrü kullanmada Allah’tan sakının; aman!
Elinizdeki imkânlar uçup gitmeden acele edin, şahidiniz de
ilim olsun. Hikmeti rehber edinin. Zamana karşı yarışın.
Ahiret Erbabının Dikkatsizliği
Hastaya en çok zararı dokunan şey (mikroplardan)
korunmamasıdır. Hevası sebebiyle hasta olmayan hiç kimse
yoktur. Hevadan korunmak devanın başıdır. Bu hakikatin
dikkatlerden kaçmasının devam etmesi, hastalığın devam
etmesi için de yeter sebeptir.
Ahiret erbabının korunmaması iki çeşittir:
Birincisi; âlimlerin korunmamasıdır ki bu sultanlar gibi zıt
kutuplarla bir arada bulunmaktır. Çünkü sultanlar, âlimlerin
yakîne ulaştıran bilgilerinin gücünü zayıflatırlar. Sultanlarla
bir arada ne kadar çok bulunurlarsa müritlerinin gözündeki
rehberliklerini o kadar kaybederler. Beni tedavi edecek
doktorun insanlarla bir arada bulunduğunu gördüğümde
şüpheye düşerim veya duraksarım.
İkincisi; zahidlerin korunmamasıdır ki bu bazen dünya
erbabıyla bir arada bulunmakla bazen de halkın sevgisini
kazanmak için tevazu gösterisinde bulunarak sırrı korumakla
olur.
Allah’tan korkun, Allah’tan korkun! Şüphesiz ki karşılığı
verecek olan her şeyi görmektedir. İhlâs bâtında, sıdk
kalptedir. Hâlini gizlemek ne güzel selamet yoludur.
Sohbeti En Faydalı Olan Şeyh
İlmiyle Amil Olandır
Hâlleri muhtelif ve ilimdeki dereceleri farklı farklı olan
şeyhlerle karşılaştım. İçlerinde sohbeti bana en faydalı
olanları, kendilerinden daha âlim kimseler varsa bile ilmiyle
âmil olanlardı.
Bir grup hadis âlimi tanıdım ki hem hadis ezberliyorlardı
hem de bu hususta bilgi sahibiydiler. Ancak onlar cerh ve tadil
adı altında gıybete kapı açıyor ve hadis kıraati için ücret
alıyorlardı. Böylece bir hata yapsalar bile şöhreti zedelenmesin
diye hemen hızlıca cevap vererek hadis okuyorlardı.
Abdülvehhâb el-Enmâtî ile de tanıştım. O selefin yolundan
giderdi. Onun meclisinde gıybet işitilmezdi, hadis dinledikleri
için kimseden ücret istemezdi. Ona hassas mevzulara dair
hadisleri okuduğum zaman ağlar ve ağlamaya devam ederdi.
Ben o zamanlar çocuktum ve onun ağlaması kalbime tesir
eder, onda köklü temeller bina ederdi. O, nakil ilminde de
vasıflarını işittiğimiz şeyhlerin yolundaydı.
Allah Celle Celâlühü Mühlet Verir de
Sabredeni Yine Sabırla İmtihan Eder

“Onu tanıyanın kendisinden korktuğu ve cezasından asla


emin olmadığı ulu meliki tesbih ederim.”
Çok önemli bir şeyi düşündüm, o da şu: Allah Teâlâ insana
öyle mühlet verir ki sanki onu ihmal ediyormuş zannedilir.
Böyle olunca bakarsın ki isyankârların elleri serbest ve hiç
kimsenin engellemesi olmaksızın günahları işlemeye devam
ediyorlar.
Onların bu gevşeklikleri iyice artıp akılları artık
yaptıklarından tedirginlik duymaz ve öğüt almaz olunca Allah
onları bir zorbanın yakalayıp cezalandırdığı gibi cezalandırır.
Allah’ın kullarına mühlet tanıması sadece sabredenin sabrını
sınamak ve bu mühlet vermede zalime süre tanımaktır ki
sabreden sabrında sebat etsin, zulmeden çirkin fiilinin cezasını
tam olarak alsın.
Bununla beraber bu davranışın içinde bizim bilmediğimiz
nice hilm örnekleri gizlidir. Bakarsın her yanlışın ardından bir
başka yanlış işlenir, hatta bazen aynı anda birçoğu birden
işlenir ve bunun sonucu olarak isyankâr, beynine kadar işleyen
taşla vurulur.
İlimle Muameleyi Bir Araya Getirmek
İlmi, ilme meyli ve ilimle uğraşmayı düşündüm. Bunlar
kalbi öyle güçlendiriyor ki sonunda kalbin bir çeşit katılık
(kasavet) kazanmasına sebep oluyor. Kalbin kuvveti ve tul-i
emel olmasa ilimle uğraşmak mümkün olmazdı. Ben hadis
yazıyorum ve onları rivayet etmeyi umuyorum; bir kitap
yazmaya başlıyorum ve onu tamamlamayı umuyorum.
Muamelat[47] babını düşündüğüm zaman emel azalıyor, kalp
yumuşuyor, gözyaşı akmaya başlıyor, münacat hoş oluyor ve
vücudumu huzur ve sekinet kaplıyor. Sonunda kendimi
murakabe makamındaymış gibi hissediyorum.
Ancak şu var ki her ne kadar şikâyet ettiğim şeylere meydan
verse de ilim daha faziletli, hüccet olarak daha güçlü, rütbe
olarak daha yücedir. Muamele ise her ne kadar işaret etmiş
olduğum faydaları çok olsa da kendi nefsinin ıslahıyla yetinip
başkalarının doğru yolda olup olmadıklarını önemsemeyen ve
uzleti sebebiyle halkı Allah’a cezbetmeye çalışmayan korkak
ve tembellerin hâllerine yakındır.
Doğru olan, tam olarak ilimle uğraşmaya zarar vermeyecek
şekilde, çeşitli murakabe vasıtaları ile nefsi dağlamakla
beraber kendini ilme hasretmektir. Ben şüphesiz, kalbimin
zayıf ve ince olmasından dolayı çok fazla kabir ziyareti
yapmayı ve ölmek üzere olanların yanında bulunmayı kendim
için hoş görmüyorum. Çünkü böyle yapmak fikrimi etkiliyor,
beni ilimle meşgul olanların sahasından çıkarıp ölümü
düşünme makamına götürüyor ve bir müddet nefsimi
kullanamıyorum.
Bu konuda son söz şu: Hastalığa zıddıyla mukavemet edilir.
Kimin kalbi çok katıysa ve kendini hatadan koruyacak
murakabe vasıtalarına sahip değilse o zaman buna ölümü
hatırlamak ve ölmek üzere olanların yanında bulunmakla
mukavemet eder.
Fakat kalbi çok ince ve hassas olan kişiye kendisinde
bulunan bu özellik yeter. Hatta böyle bir kimsenin söz konusu
şeyleri kendisine unutturacak olan şeylerle uğraşması gerekir
ki hayatından fayda bulsun ve ne fetva verdiğini anlasın.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şaka yapar,[48] Hz.
Âişe radıyallahu anha ile yarışır[49] ve nefsine yumuşak ve
mutedil davranırdı. Kim onun gibi yaşarsa onun yaşantısından
benim nefse ölçülü davranmak gerektiğine dair söylediğim
sözün manasını anlar.
. Burada müellif muamelat kelimesini kalplerin amelleri
veya sülûk ilmi manasında kullanmaktadır.
. Ebu Hureyre radıyallahu anhın rivayet ettiğine göre
Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme ashabı dediler ki: “Ya
Resûlallah, sen bizimle şakalaşıyorsun!” Şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki ben ancak gerçeği söylerim.” (Tirmizî, 1990;
Ahmed, 2/340, 360. Tirmizî’nin dediğine göre hadis sahih ve
hasendir.)
. Ebu Davud, 2578; İbn Mâce, 1979; Ahmed, 6/264. Hadis
Hz. Âişe radıyallahu anhadan rivayet edilmiştir.
Tul-i Emelden Allah’a Sığınırız
Ölmek üzere olan kişinin uyanıp kendine gelmesi ne kadar
da hassas ve dikkate değer bir durumdur. Böyle bir kimseyi
görmüşseniz o tarif edilemeyecek kadar uyanıktır, sınırsız bir
şekilde endişelenir ve geçmiş zamanına özlem duyar bir
hâldedir.
Yapamadığı şeyleri yapabilmek için bırakılmış olmayı ve
ölüme dair bilgisi oranında tövbesinde samimi olmayı çok
arzular. O hâle gelir ki ölmeden önce eseften kendini
öldürecek gibi olur.
Eğer bu hâllerin bir zerresi sağlıklı olduğu sırada bulunmuş
olsaydı takva ile amel etmekten dolayı bütün maksat hâsıl
olurdu.
Akıllı olan kişi bu anı göz önünde bulundurup gereği üzere
amel edendir. Eğer ölüm anını gerçeği gibi gözünde
canlandıramazsa uyanık olduğu ölçüde hayal etmeye çalışır.
Böyle yapmak hiç kuşkusuz hevaya engeldir ve azimle
çalışmaya sebep olur.
Vera Şüpheli Şeylerden Sakınmada
En İhtiyatlı Olanı Yapmaktır
Bir dünyalık elde ettim ve ruhsat çeşitlerinden birini
yapmaya imkân buldum. Ne zaman ondan bir şey elde etsem
kalbimden bir şey de kaybediyordum. Ne zaman o şeyi elde
etme yolu aydınlansa kalbimi bir karanlık kaplıyordu. Dedim
ki ey kötü nefis, günah kalbi esir eder.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: “Kalbine sor.”[50] Elde edildikten sonra kalpte
bir çeşit bulanıklık bırakan dünyalıkta hayır yoktur.
Kuşkusuz cennet eğer dini veya muameleyi zedeleyecek bir
vesileyle elde edilmişse tat vermez. Kalp kederden esenlikte
olduktan sonra mezbelelikte uyumak kralların yatağında
uyumaktan daha tatlıdır.
. Ahmed, 4/288; Dârimî, 2/246. Hadis Vâbisa b. Mabed’den
rivayet edilmiştir.
Akıllı Kişinin, Faydasına Olan Şeyler
İçin Çalışması Lazımdır
Akıllı kişinin kendini ıslah etmek için çalışması akıl ve
şeriatın gereğidir. Buna örnek vermek gerekirse kişinin malını
koruması, onu çoğaltmaya çalışması bu baptandır.
Çünkü insanın bekasının sebebi malıdır. Malı saçıp
savurmak yasaklanmıştır. Ona şöyle denilmiştir: “Mallarınızı
aklı ermezlere vermeyin.” (Nisa, 4/5) Buradan da anlaşıldı ki
mal kişinin bekasına sebeptir: “Allah’ın geçiminize dayanak
kıldığı…” (Nisa, 4/5)
Yani, Allah’ın geçiminize medar eylediği mallarınızı aklı
ermezlere vermeyin. Yine şöyle buyurdu: “Büsbütün eli açık
da olma!” (İsrâ, 17/29), “Gereksiz yere de saçıp savurma!”
(İsrâ, 17/26), “Harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler;
ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Furkân, 25/67)
Dua Meşrudur Ancak Vacip Olan
Sabırdır
Belaların ne zaman sona ereceği Allah tarafından
bilinmektedir. O hâlde belaya uğrayan kişinin bela sona
erinceye kadar sabretmesi gerekir. Vaktinden önce sabretmezse
bunun bir faydası olmaz.
Tıpkı parçalanarak ufalanan bir maddenin asla eski hâline
dönmemesi gibi. Öyleyse işlemez düzeye gelinceye kadar
sabretmek gerekir. Müddeti takdir edilmiş olan belanın acilen
sona ermesini istemek faydasızdır.
Her ne kadar dua etmek meşru olsa da vacip olan
sabretmektir ve dua ancak sabırla olursa fayda verir.
Ancak şu kadar var ki dua eden kişinin aceleci olmaması
gerekir. Bilakis; sabır ve hikmet sahibi biri için dua, Allah
yoluna adanmak ve belaya sebep olacak işlere son verebilmek
için bir ihtiyaçtır.
Çünkü belanın çoğu bir cezadır. Belanın acilen sona
ermesini isteyen kişi işi idare eden Allah’ı sıkıştırmaya çalışır
ki böyle yapmak kulluk makamı değildir. Fakat en yüksek
makam rıza makamıdır. Lazım olan sabırlı olmak ve çok dua
ederek ilticada bulunmaktır ki dua ne güzel destektir.
İtiraz ise haramdır. Belanın çabucak kalkmasını istemek
tedbiri sıkıştırmak demektir. Bu söylenenleri anla ki bunlar
belayı katlanılır hâle getirir.
Sabredenin Azığı
Varlık âleminde sabırdan daha zoru yoktur: Ya sevilen
şeylerden uzak kalmaya sabretmek ya da hoşlanılmayan
şeylere katlanmak, özellikle de süre uzadıkça veya
kurtulmaktan ümit kesilince… Sabır sürecinde yolculuğu
tamamlamak için azığa ihtiyaç duyulur.
Azık da çeşit çeşittir: Biri belanın miktarının farkına varmak,
bazen daha fazlası da mümkün olabilir. Diğeri kendisinin
başına gelenden daha büyüğünün, başkasının başına geldiğini
bilmektir.
Kişinin bir çocuğunu kaybetmesi ama yanında ondan daha
değerlisi yani canlısının bulunması hâli de buna bir örnektir.
Dünyada onun yerine geçebilecek bir şeyi elde etmeyi ummak
da bu çeşide girer. Bir diğeri belaya karşılık gelen ecri ahirette
alacağını bilmektir. Bir diğeri halkın övgüye layık bulduğu
şeylerde kendisini öveceğini tasavvur edip ecrin Allah’tan
geldiğine inanarak hâlinden tat almaktır.
Endişe ve sabırsızlık hiçbir fayda vermediği gibi, sahibini
küçük düşürür ki bütün buna benzer davranışlar aklın ve fikrin
benimsemediği şeylerdir. Sabır yolunda bunlardan başka
geçerli akçe yoktur. Sabredenin nefsini bunlarla meşgul edip
bela sürecini böyle geçirmesi gerekir, bir de bakar ki menzile
ulaşmış.
En Faydalı Şey
Her İşte Orta Yolu Tutmaktır
Bil ki en faydalı şey her işte orta yolu tutmaktır.
Dünya erbabına emellerinin galip ve hayra dair amellerinin
fasit olduğunu gördüğümüz zaman onlara ölümü, kabirleri ve
ahireti hatırlamalarını emrederiz.
Fakat bu kişi ölümü hatırından çıkarmayan, kendisine ahiret
hallerine dair hadisler okunan ve dilinde bu hadisler dolaşan
bir âlim ise onun bundan fazla olarak ölümü hatırlaması ancak
gücünü kesintiye uğratır.
Aksine Allah Teâlâ’dan çok korkan ve ahireti çok hatırlayan
bu âlime gerekli olan şey ölümü hatırlamaktan uzak durmaktır
ki emeli biraz daha uzun olsun ve yeni kitaplar yazıp hayırlı
işler yapsın, çocuk isteyebilsin.
Fakat bu âlim ölümü hatırlamaya düşkün olursa o zaman
bunun zararı faydasından daha çok olur. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellemin Hz. Âişe radıyallahu anha ile
yarıştığını ve Hz. Âişe’nin onu geçtiğini, sonra yine onunla
yarışıp bu sefer onu geçtiğini işitmedin mi?
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin şaka yaptığını
ve nefsini meşgul ettiğini duymadın mı? Hiç kuşkusuz tahkikî
olarak hakikatleri görmek bedeni ifsat eder ve nefsi
tedirginliğe sürükler. Anlatıldığına göre Ahmed b. Hanbel,
Allah Teâlâ’dan ona korku (havf) kapısını açmasını istemiş ve
bu kapı ona açılmıştı.
Bunun üzerine aklından endişe etti ve Allah’tan bu hâlin geri
alınmasını istedi. Bu esası iyi düşün. Hiç kuşkusuz nefsi
kandırmaya çalışmak lazımdır. Nefsin iyiliği bunda gizlidir.
Muvaffakiyet veren Allah’tır, vesselam.
İlim ve Mal Sahibi Mümin
Ne Mükemmeldir
Dünyada âlimler için insanlara muhtaç olmamak amacıyla
mal sahibi olmaktan daha faydalı bir şey olamaz. Çünkü bu
mal ilme eklenince mükemmellik elde edilir.
Kuşkusuz, âlimlerin çoğu ilimle uğraştıkları için çalışıp
kazanmaktan uzak kalmışlar ve hayatlarını sürdürmek için
kaçınılmaz olan şeye muhtaç olmuşlardır. Durum böyle olunca
sabırları azalmış ve itibarlarını zedeleyen hâllere düşmüşlerdir.
Her ne kadar bu hâlleri tevil etseler de başka durumda
olmaları onlar için daha iyi olurdu. Zührî[51], Abdülmelik[52],
Ebu Ubeyd[53], Tâhir b. Hüseyin[54], İbnü Ebi’d-Dünyâ[55],
Müeddib el-Mutezıd[56] bu hâllere düşmüşlerdir. İbni Kuteybe,
kitabına vezir İbni Hâkân’ı överek başlamıştır.[57]
. Muhammed b. Müslim b. Şihâb (h. 124-150). Önde gelen
imamlardan olup asrının hadis hafızıydı.
. Abdülmelik b. Mervân (h. 26-86). Ümeyyeoğulları’nın
örnek şahsiyeti, Emevî halifesi ve halifelerin babasıdır.
. Kâsim b. Sellâm el-Herevî (h. 157-224). Hadis, Edebiyat ve
Fıkıh dallarında büyük âlimlerden biriydi. Yazdığı kitaplar son
derece değerlidir.
. Abbasî halifesi Me’mûn’un ordusunun komutanlarından ve
ona yardım edenlerden biridir (h. 170-217).
. Abdullah b. Muhammed el-Bağdâdî el-Kureşî (h. 208-281).
Birçok kitap yazmış olup pek çok halifenin çocuğuna eğitim
vermiştir.
. Ahmed b. el-Muvaffak Billâh b. el-Mütevekkil b. el-
Mutasım (h. 242-289). Abbasî halifesidir.
. Kitabın adı Edebü’l-Kâtib’dir. Adı geçen vezir ise Ebu’l-
Hasen Ubeydullâh b. Yahya b. Hâkân (h. 209-263)’dır.
Fıkıh En Üstün İlimdir
Bir şeyin üstünlüğünü gösteren en büyük delil onun
getirisidir. Fıkhın semeresini düşünen kimse onun en üstün
ilim olduğunu anlar. Çünkü mezhep sahipleri, her ne kadar
kendi zamanlarında Kur’an, hadis ve lügat dallarında onlardan
daha bilgili kimseler olsa da fıkıh sayesinde bütün
yaratılmışlara üstünlük sağlamışlardır.
Bir de bunu zamanımızdakiler için düşün: Bakıyorsun
gencin biri zahirî hilaf meselelerini öğrenmiş ve bununla
yetinmiş. O, Allah’ın sonradan olan yaratıklar hakkındaki
hükümlerine dair en mahir âlimin bilmediği şeyleri biliyor.
Kur’an, hadis, tefsir veya lügat ilimlerinde nice bariz olmuş
âlim gördük ki yaşlanmış olmasına rağmen şeriat
hükümlerinin çoğunu bilmiyor. Hatta bazen namazında neye
niyet ettiğini dahi bilmiyor.
Bir fıkıh âlimi de fıkhın dışındaki ilimlere yabancı
kalmamalı. Diğer ilimlerde uzman olamayacaktır fakat her
ilimden öğrendiği şeyleri kesesine koyup kendini yine fıkha
verecektir.
Akıllı Olanın Hevadan Sakınması
Gerekir
Birçok insanın bir idrar sıçramasından şiddetle kaçındıklarını
ama bunun yanında gıybetten hiç çekinmediklerini gördüm.
Birçoklarının çok fazla sadaka vermelerine rağmen faizli
işlemlerde bulunmaktan çekinmediklerini…
Kimilerinin de geceleri teheccüt namazı kılmalarına rağmen
sayılamayacak kadar sebepten dolayı farzı vaktinden sonraya
tehir ettiklerini gördüm.
Böyleleri teferruatla uğraşıp esasları unutuyorlar.
Bunu araştırdığımda gördüm ki bu davranışların iki sebebi
var. Birincisi âdet, ikincisi ise istenen şeyi elde etmede
hevanın galip gelmesidir. Bazen heva ve arzu öyle galip gelir
ki ne kulak bırakır ne de göz!
Arkadaşlığın Afeti Hasettir
En büyük hatalardan biri insanlara güvenmek ve arkadaşlara
ihtimam göstermektir. Kuşkusuz en yaman ve en çok eziyet
veren düşman, düşmana dönüşen arkadaştır. Çünkü o arkadaş
gizli sırlara vâkıf olmuştur. Şair[58] şöyle der:
Düşmanından bir kere sakın
Arkadaşından bin kere sakın
Bazen arkadaş düşmana döner
Nasıl zarar vereceğini en iyi o bilir.[59]
Bil ki nefislere yerleştirilmiş olan şeylerden biri de nimetlere
karşı haset veya gıpta[60] etmektir ve yüksek mertebe sahibi
olma isteğidir. Seni kendisine denk zanneden biri ondan daha
yüksek bir mertebeye yükseldiğini gördüğü zaman bundan
kesinlikle etkilenir, hatta bazen haset eder. Mesela Yusuf
aleyhisselamın kardeşleri bu türdendiler.
İnsan nasıl arkadaşsız kalabilir, diye soracak olursan sana
şöyle derim: Malum; benzer olan kimse haset eder, halkın
çoğu âlimin tebessüm etmediğine ve dünya tatlarından hiçbir
şey tatmadığına inanır. Bu halk bir âlimin mubah nimetleri
kullanmakta bir miktar rahat davrandığını görseler âlim
gözlerinden düşer. Halkın hâli bu olunca havâssın hâli de o.
Öyleyse kiminle beraber olacaksın?
Hayır, her şeye rağmen nefisle beraberlik doğru olmaz.
Çünkü nefis değişken ve dönektir.
. Ali b. İsa. Bkz: Râgıb’ın Muhâdaraları, 3/34.

. Gıpta etmek; kardeşinde olan bir nimetin sende de olmasını


temenni etmekle beraber söz konusu nimetin onun elinden
gitmesini dilememektir.
Geçmişinde İyi Davranan,
Kalan Ömründe de İyi Davranır
İlk gençlik çağlarını, ömürlerinin baharını bir kenara bırakıp
cehaletin rezilliğine düşmeden; ilim ve ilmin fazileti peşinde
öğrenme aşkı ile yaşayıp türlü eziyetlere sabreden insanlar
gördüm.
Bu insanlar bir miktar ilim elde ettiklerinde edindikleri ilim
onları dünya erbabının mertebelerinden yükseğe çıkarmıştır.
Sadece dünyaya ait ilimleri olanların geçimi dar olmuş veya
nefisleri için istemiş oldukları hazları pek az elde etmişlerdir.
Bu yüzden başka ülkelere yolculuk edip değersiz şeyleri
talep eder ve sefillere, ayak takımına, yol kesicilere ve
diğerlerine boyun eğer hâle gelmişlerdir.
Arzularda Aşırılık Maksadı Saptırır
Gördüm ki eşyayı tahsil etmede çok iştahlı olmak iştahlı
olan kişinin maksadı kaçırmasına sebep oluyor. Gördük ki mal
toplama hususunda çok iştahlı olup da yüklü miktarda mal
elde etmiş olanlar daha fazlasını istiyorlar.
Eğer böyle biri anlayış sahibi olsaydı mal elde etmekten
maksadın ömür içinde onu harcamak olduğunu bilirdi. Kişi
eğer ömrünü mal elde etmekte harcamışsa iki maksadı birden
kaçırır.
Mal toplayıp da ondan faydalanamadan malını başkalarına
bırakıp canını veren nicelerini gördük. Şairin dediği gibi:
İpek böceği ki ördüğü koza onu öldürür
Başkaları onun ördüğü kozadan faydalanır[61]
Bela, Sabrı Anlaman ve
Dereceni Öğrenmen İçindir
Sabırlarını sınamak ve onları deneyerek cevherlerini ortaya
çıkarmak için, yarattıklarında, gurbete düşürmek ve zelil
etmek tasarrufuna sahip Allah’ın şanı yücedir.
İşte Âdem aleyhisselam; melekler kendisine secde ediyorlar
ve az sonra cennetten çıkarılıyor.
İşte Nuh aleyhisselam; bayılıncaya kadar dövülüyor ve az
sonra gemisiyle kurtuluyor, düşmanları da helâk oluyor.
İşte İbrahim aleyhisselam; ateşe atılıyor ve az sonra selamete
çıkıyor.
İşte İsmail aleyhisselam; teslim olarak kurban edilmek üzere
yere uzanıyor ve sonra selamete eriyor, övgüsü baki kalıyor.
İşte Yakub aleyhisselam; ayrılık acısıyla gözleri kör oluyor
ve sonra oğluna kavuşunca tekrar görmeye başlıyor.
İşte Musa aleyhisselam; çobanlıkla meşgul oluyor ve sonra
Allah ile konuşma mertebesine yükseliyor.
İşte Allah’ın Resûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem;
dün ona “yetim” denilirken, bazen düşmanlarından bazen de
fakirlikten görmüş olduğu eziyetler içerisindeyken Hira
dağından daha metanetli duruyor ve sonra istediği fetih
gerçekleştiğinde, yeryüzünün en büyük hükümdarlarının
istediği şeye kavuştuğunda yaşlılık ona konuk oluyor ve diyor
ki: “Vah ızdırabıma!”[62]
Dünya denizinin farkında olup dalgalarla nasıl mücadele
edileceğini ve günlerin getirdiği sıkıntılara nasıl
sabredileceğini bilen kimse ne başına gelen belayı büyütüp
ondan korkar ne de geçici olan rahatlığa sevinir.
Hatta Hz. Âişe radıyallahu anhanın hadisinde şöyle
buyurmuştur: “Vah başıma!” Hadisi İbni İshâk rivayet etmiş
olup onun tarikinden İbni Mâce (1465), Hâkim (3/56) ve
diğerleri rivayet etmişlerdir. Hâkim’in dediğine göre hadisin
isnadı sahih olup Buharî ve Müslim tahriç etmemişlerdir.
Gücünüzün Yettiği Kadar Amel İşleyin
Akıllı olan kişinin zorlu işlere (azimetlere) girişmeden önce
kendini tartması gerekir; acaba onları yapabilecek miyim diye.
Hatta bazılarını halktan gizli olarak yapıp nefsini denemelidir.
Çünkü kişi kaldıramayacağı bir işe girer de onun
neticesinden emin olamaz ve nihayet hiçbir iş yapamadan rezil
olabilir.
Buna şöyle bir örnek verebiliriz: Adamın biri zahidlerin
hallerini duyar, en güzel elbisesini atıp adi bir şey giymeye
başlar, bir köşeye çekilir ve gönlüne ölüm ve ahiret düşüncesi
galip gelir.
Çok zaman geçmeden mizacının kanunu, onu alışkın olduğu
şeyi yapması için onu zorlar. Böylece bu kimselerden bazıları
daha önceki halinden daha acı bir duruma döner. Tıpkı
hastalıktan yeni kurtulmuş birinin yemek yemesi gibi. Bazısı
da ortada kalır ve bir oraya bir buraya giden kimse gibi olur.
Dertlerin En Büyüğü Günahtan Sonra
Selamette Olduğunu Zannetmektir
Sağlık ve selamette olmayı ve bu hâlin devamını isteyen kişi
Allah’tan korksun.
Çünkü az da olsa takvaya aykırı bir şeye dalmış olan her kul
bu yaptığının cezasını er geç bulur. Bir kötülük yapıp bir iyilik
görmen ve bu yüzden sana müsamaha edildiğini zannetmen
aldanmaktır.
Şunu unutma: “Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını
görür.” (Nisa, 4/123) Bazen nefis “O bağışlar” der ve
müsamahalı davranır. Evet, hiç kuşkusuz O bağışlar, ancak
dilediğini bağışlar!
Arifin Başına Gelen Bela
Belaların en büyüğü, sana yüce bir himmet (gayret, azim)
verildikten sonra bu imkânlarınla iş yapmana engel
olunmasıdır. Böylece himmetinin etkisiyle yardımlarının
yükünü taşımayı ağır bularak halkın yardımını kabule tenezzül
etmez olursun.
Sonra seni fakirlikle imtihan eder ve sen halktan yardım
almaya başlarsın. Mizacını lâtif hâle getirir ve sen
hazırlanması kolay olan yiyecekleri kabul etmez hâle gelirsin.
Böylece daha fazla nafakaya muhtaç olursun. Sonra rızkını
azaltır ve himmetinin ilgisini hoş bulunan şeylere yönlendirir.
Sonra da fakirlik sebebiyle senin onlara yol bulmana engel
olur.
İlimleri sana bir maşukun makamında gösterir. Bedenini geri
dönüşü olmayacak şekilde zayıf düşürür. Elinde kitap alacak
para bırakmaz. Ariflerin ve zahidlerin derecelerine karşı
şevkini kuvvetlendirir. Dünya erbabı arasında yaşamaya seni
muhtaç bırakır. İşte apaçık bela budur.
Halktan istemekten çekinmeyen, az bilgiyle yetinen ve
ariflerin hâllerine özlem duymayan himmeti az kimseye
gelince; hiçbir şeyi kaybetmek böylesini üzmez, elde ettiği
şeyin son nokta olduğunu zanneder ve çocuklar gibi süslü
şeylerle sevinir. İş onun için ne kadar rahat!
Gerçek bela himmeti yüce olan arifin başına gelen beladır.
Himmeti onu daha mükemmel olabilmesi için zıtları
kendisinde toplamaya çağırır ve adımları maksadına ulaşması
için kısa gelir. Onun öyle bir hâli var ki sabredenlerin azığı
ona ulaşamadan tükenir.
Bu belaya uğrayanın arada bir yaşamış olduğu gaflet hâlleri
olmasaydı sürekli olarak makamları görmesi gözünü kör eder
ve sülûkteki gayreti onu yalınayak bırakırdı.
Ancak -bazen kimi isteğine ulaşmakla bazen de isteğinden
gafil olmakla- kendisine yapılan yardımı görmesi yaşamı ona
kolaylaştırır. Bu çok değerli bir sözdür, ancak erbabı anlar ve
derinliğini ancak sahipleri bilir.
Fitnelerin İplerini Kesmek
Fitneye yakın olmaktan daha büyük bir fitne görmedim.
Fitneye yakın olup da ona düşmeyen pek azdır: “Kim korunun
etrafında hayvan otlatırsa oraya girmesi yakındır.”[63]
İbret alanlardan birisi şöyle demiştir: Bir keresinde
görünüşte haram olan ama mubah olması da muhtemel -çünkü
hakkındaki emir tereddütlüydü- bir lezzeti elde etmeye
muktedir olmuştum. O sırada nefsimle mücahede etmeye
başladım.
Nefsim dedi ki: “Sen onu elde etmeye muktedir olamadın ve
bu yüzden terk ettin. Öyleyse onu yapmaya güç yetirene kadar
yaklaş ve tam olarak onu yapabilecek hâle gelip de yapmazsan
işte o zaman gerçekten “terk eden” sıfatını hak etmiş olursun.”
Ben de öyle yaptım ve terk ettim.
Sonra bir başka sefer tevile geri döndüm. Her ne kadar iş
ihtimalli olsa da nefsim bana onun caiz olduğunu gösterdi.
Ona uyup dediğini yaptığım zaman işin haram olması
ihtimalinden korktuğum için kalbimde bir zulmet oldu.
Gördüm ki nefis bazen ruhsat ve tevil yoluyla bana karşı
kuvvetleniyor, bazen de ben mücahede ve imtina yoluyla ona
karşı kuvvetleniyorum. Ruhsata döndüğüm zaman söz konusu
işin sakıncalı ve haram olmadığından emin olamıyorum. Sonra
da söz konusu fiilin tesirini kalbimde acil olarak hissediyorum.
Nefsin yorumundan emin olmadığım zaman, o tesirli iş
hakkındaki tamahını kesmenin çarelerini düşünmeye
başlıyorum ve ona şöyle söylemekten başka bir yol
bulamıyorum: Farz et ki bu iş kesinlikle mubah, kendisinden
başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki onu asla
yapmayacağım!
Böylece nefsin tamah ve isteği benim bu yeminim ve söz
vermemle kesiliyor. Bu, nefsin men edilmesi hususunda
bulmuş olduğum en etkili ilaçtır. Çünkü nefsin tevili, yemini
bozmayı ve kefaret vermeyi emredecek dereceye ulaşmıyor.
Caiz olmayan bir şeye sebep olacaksa en uygun şey fitnelerin
sebeplerini ortadan kaldırmak ve caiz olan şeylerde ruhsatla
amel etmeyi terk etmektir. Muvaffak kılan Allah’tır.”
. Buharî, 52; Müslim, 1559. Hadis Numan b. Beşir
radıyallahu anhdan rivayet edilmiştir.
Kulun İmtihanı da Seviyesine Uygundur
İmtihan kişinin mertebesine göre gelir. İnsanların çoğu o
adamları susmuş, yanlarında bulunan din ve dünyaya dair ne
varsa onlardan razı hâlde görür. Onlar mertebeleri gereği
sabrın yüce makamları için istenmemiş veya belaya
mukavemet hususundaki zayıflıkları bilinip kendilerine
yumuşak muamele edilmiş bir topluluktur.
Gerçek en büyük mihnet, sana yüce bir himmet verilip vera
sahibi, dindar ve kâmil ilim sahibi olmadan senden razı
olunmamasıdır.
Sonra mubahlara meyledip böyle yapmakla gayretini
topladığını iddia eden bir nefisle sınanırsın. Meşguliyetlerden
uzak olarak faziletleri elde etmeye yönelmesi için onun
hastalığını tedavi edersin.
Bu iki hâl iki zıt gibidir. Çünkü dünya ve ahiret iki zıttır. Bu
makamda lazım olan şey vacipleri gözetmek ve takvanın
gereği olan bir şeyden yüz çevirmeye sebep olmasından emin
olunmayan bir mubah hususunda nefsin önünü açmamak, ona
yol vermemektir. Belaya uğrayan şöyle bağırır: Çocuğun
ağlaması elbette babanın ağlamasından daha iyidir.
Âlimin Niyeti Sahih Olursa
Zorlanmaktan Kurtulur
Âlimin niyeti doğru olursa zorlanma yükünden kurtulur.
Âlimlerin çoğu “bilmiyorum” demeye tenezzül etmezler ve
fetva vermekle insanların gözündeki makamlarını korurlar.
Her ne kadar söyledikleri sözde kesin bilgiye sahip olmasalar
da kendileri hakkında “cevabı bilemedi” denilmesini
istemezler. İşte bu davranış mağlubiyetin ve aşırılığın son
haddidir.
Mâlik b. Enes’ten şöyle rivayet edilmiştir: Adamın biri
Mâlik b. Enes’e bir soru sorar ve ondan “bilmiyorum”
cevabını alır. Adam der ki, sana ulaşmak için bir sürü ülkeden
geçip geldim. Bunun üzerine İmam Mâlik şöyle der: Ülkene
dön ve de ki, Mâlik’e sordum ve bana “bilmiyorum” dedi. Bu
şahsın dinine ve aklına bak ki külfetten nasıl kurtuldu ve Allah
katında esenlik buldu.
Sonra, eğer maksat halkın gözünde mevki ve makam sahibi
olmaksa, onların kalpleri başkasının elindedir. Vallahi çok
namaz kılan, çok oruç tutan, çok susan, nefsi ve elbisesi
hususunda mütevazı olan birinden kalplerin hoşlanmadığını
gördüm. Onun insanların nazarındaki mertebesi böyle değildi.
Değerli elbiseler giyen, pek fazla nafile ibadeti olmayan ve
tevazu göstermeyen birini sevmeye kalplerin hızla atıldığını
gördüm. Bunun sebebini iyice düşündüğümde gördüğüm
gönül ve vicdandı. Tıpkı Enes b. Mâlik hakkında söylenen şu
söz gibi: “Onun çok fazla namazı ve orucu yoktu. Onun sadece
vicdanı vardı.”
Vicdanını ıslah edenin fazlından hoş kokular yayılır ve
kalplere onun hoş kokusu siner. Vicdanlar hususunda Allah’tan
sakının! Çünkü vicdanlar bozuk olduğunda dış görünüşün iyi
olması fayda etmez.
Çalışıp Para Kazanan Âlim Namusunu
ve Dinini Korur
Zenginlerden birinin öğle yemeği davetine gitmiştik. Baktım
ki âlimler onların gözünde insanların en zelilleriydi. Âlimler
onlara karşı tevazu gösteriyor ve onlara olan tamahlarından
dolayı zelil oluyorlardı.
Zenginler, kendilerine muhtaç olduklarını bildiklerinden
onlara değer vermiyorlardı. Bu hususun iki grup için de bir
kusur olduğunu gördüm. Dünya ehli için bu bir kusurdur.
Çünkü onların ilme saygı göstermeleri gerekir.
Öte yandan, ilmin kadrini bilmediklerinden dolayı bunu
elden kaçırmışlar, onun yerine para kazanmayı tercih
etmişlerdir. O hâlde tanımadıkları ve kadrini bilmedikleri bir
şeye saygı göstermelerini onlardan beklememek gerekir.
Ben burada âlimleri kınıyorum ve şöyle diyorum:
Size düşen, adi ve sefih kimselerin önünde zilletten, ilim
sayesinde yücelmiş olan nefislerinizi korumaktır. Eğer onlara
muhtaç değilseniz zillet onlarındır ve onlardan dünyalık talep
etmek size haramdır. Yok eğer muhtaçsanız niçin zilletle elde
edilen geçici dünya nimetlerinden iffetinizle uzak durmayı
tercih etmiyorsunuz?
Halkın Birbirine Muhtaç Olması
Zaman içinde yaşadığım tecrübeler bana gösterdi ki
kimsenin kimseye düşmanlıkta aşırıya gitmemesi gerekir.
Çünkü belki bir gün kişi makamı ne olursa olsun düşmanlık
ettiğine muhtaç olabilir.[64]
Bazen insan günün birinde başka birine muhtaç olacağını
düşünmez, tıpkı bir kenara atılmış küçük bir dal parçasına
iltifat etmediği gibi. Ancak küçük görülen nice şeylere muhtaç
olunur. O şahsa bir fayda temininde ihtiyaç duyulmasa bile bir
zararı defetmede ihtiyaç duyulabilir.
Ömrümde öyle bazı insanların şefkat ve hoşgörüsüne
ihtiyacım oldu ki onların bu davranışına muhtaç olacağım
aklımın ucundan bile geçmemişti.
Bil ki açıkça birine düşmanlık göstermek bazen hiç
bilinmedik yerden insanın başına bir kötülük gelmesine sebep
olabilir. Çünkü açıkça düşmanlık gösteren kimse kılıcını
çekmiş, öldürecek kişi arayana benzer. Bazen böylesinin
yumuşak karnı ortaya çıkar ve zırha bürünmüş kişi kendisini
ne kadar örtmeye çalışırsa çalışsın düşman onun bu gediğini
fırsat bilerek darbesini indirir.
O hâlde dünyada yaşayan kişinin hiç kimseye açıktan
düşmanlık etmemesi gerekir. Çünkü yukarıda açıkladığım
üzere, herkes birbirine ihtiyaç duyabilir ve yine herkesin
birbirine zarar vermesi de mümkündür. Bunu anlayan
faydasını zaman içerisinde görecektir.
. Hadiste şöyle denilmiştir: “Sevdiğini ölçülü sev, belki bir
gün düşmanın olur. Düşmanına da ölçülü düşmanlık et, belki
bir gün sevdiğin olur.” Tirmizî ve diğerleri bu hadisi merfu
olarak Ebu Hureyre radıyallahu anhdan, merfu ve mevkuf
olarak da Hz. Ali radıyallahu anhdan nakletmişlerdir. Mevkuf
olan daha sahihtir.
İşsiz Güçsüz Takımıyla Olmaktan
Allah’a Sığınırım
İşsiz güçsüz haylazlarla beraber olmaktan Allah’a sığınırım.
İnsanların mutat olarak yaptıkları çokça ziyaret etme işinde
benimle birlikte birçok insanın dolaştığını gördüm. İnsanlar
yaptıkları bu sık sık gelip gitmelere “hizmet” adını veriyorlar,
beraber oturmak istiyorlar, oturdukları zaman insanlar
hakkında konuşup kendilerini ilgilendirmeyen konulara
dalıyor ve gıybet ediyorlardı.
Zamanımızda insanların çoğu böyle hareket ediyor. Bazen
ziyaret edilen kişi onlardan bunu istiyor, şevkle arzu ediyor ve
yalnız kalmaktan çekiniyor. Özellikle de kutlama ve
bayramlarda bu davranış daha belirgin oluyor. Bakıyorsun
birileri birini ziyarete gidiyor, tebrik etmek ve selam vermekle
yetinmeyip zikrettiğim gibi zaman kaybettirecek birçok şey
yapıyorlar.
Zamanın en değerli şey olduğunu ve onu hayırlı işler
yaparak değerlendirmek gerektiğini gördüğümde bu durumdan
hoşlanmamaya başladım ve söz konusu kişiler karşısında iki
şey arasında kaldım: Onların bu yaptıklarını uygun bulmayıp
kınasam alışageldiğimden dolayı yalnızlık hissedecektim. Bu
yaptıklarına göz yumsam zamanımı zayi edecektim. Ben de
gücüm yettiği kadar onlarla karşılaşmamaya gayret ettim.
Bunu yapamadığım zaman çabucak ayrılsınlar diye sözü kısa
kestim.
Sonra onlarla karşılaştığım vakit zamanım boşa geçmesin
diye karşılıklı konuşmaya engel olan bazı işler hazırladım.
Onlarla bir araya gelişlerim için hazırladığım şeyler şunlardı:
Yazı yazmak için kağıt kesmek, kalem açmak ve defterleri bir
araya getirip bağlamak. Çünkü bunları yapmak gerekiyordu.
Bunları yaparken düşünmeye ve uyanık olmaya ihtiyaç yoktu.
Böylece ben de vaktim zayi olmasın diye onların beni
ziyaret ettikleri zamanlarda bunları yapmaya başladım. Bizlere
ömrün vakitlerinin değerini öğretmesini ve onları
değerlendirmede muvaffak eylemesini Allah’tan niyaz ederiz.
Hayatın manasını bilmeyen birçok insan gördüm. Onlardan
kimini Allah malının çokluğu sayesinde çalışıp para
kazanmaya muhtaç etmemişti. Bu kimseler günün çoğunu
çarşıda oturup insanlara bakarak geçiriyordu. Bu sırada da
birçok çirkin işe ve günaha dalıyorlardı.
Bazıları satranç oynamakla zaman harcıyordu. Kimisi
zamanını idarecilerden, pahalılık veya ucuzluktan söz ederek
geçiriyordu. Anladım ki Allah Teâlâ muvaffakiyet verdiği ve
zamanın kıymetini bilmeyi ilham ettiği kimselerden başkasına
ömrün değerini ve sağlıklı olarak geçen vakitlerin değerini
bilmeyi göstermiyor: “Buna ancak (hayırdan) büyük nasibi
olan kimse kavuşturulur.” (Fussılet, 41/35)
Âdetler İnsanlara Galip Geliyor
Gördüm ki insanların âdetleri onların şeriatla amel
etmelerine galip geliyor. Bu insanlar şeriat yasaklamış olduğu
için değil, sadece âdet olmadığı için bir şeyi yapmaktan uzak
duruyorlar.
Hayırla anılan, alışveriş yapan nice adam eline geçen
kusurlu altın veya gümüş her parayı insanların âdeti öyle
olduğundan ve fetva sormayı ağır görerek kimseye sormadan
veya bir ruhsata dayanarak sağlam para karşılığında satıyor.
Yine birçoklarını görüyoruz ki Regaip namazını kılıyorlar
ama farzlarda gevşeklik gösteriyorlar.
Sufîlerin pek çoğu insanlara zulmetmekten çekinmiyor,
sonra da fakirlere sadaka veriyorlar. Bazen zekât vermekte bile
gevşeklik gösteriyor ve zekât hakkında çeşitli tevilleri
kullanarak vermekte tembellik ediyorlar. Sonra içlerinden biri
vaaz meclisine geldiği zaman ağlıyor, sanki o hâli rüşvet
olarak veriyor!
Bazıları da vermemiş olduğu zekâtın rüşveti olarak bir
miktar zekâtını veriyor. Kimisi de kazanmış olduğu malın
aslının haram olduğunu biliyor ve âdet sebebiyle malından
ayrılmak ona zor geliyor. İçlerinden bazıları da karısını
boşama üzerine yemin edip sonra yeminini bozuyor, ayrılık
ona zor geliyor.
Bazen bu yaptığına bir kılıf uydurup tevilini yapıyor, bazen
de Allah’ın affına ve nefsinin verdiği tövbe etme vaadine
güvenerek bu tevili yapmaya bile üşeniyor. Rahata ve lükse
alışmış olan bazıları da şeriatı uygulamanın geçimini
darlaştıracağını düşünüyor ve alışageldiği şeylerden ayrılmak
ona zor geliyor. Özetlemek gerekirse âdetler gerçek helâk edici
şeylerdir.
Bir keresinde yanıma seksen yaşında bir şeyh gelmişti.
Ondan bir dükkân satın aldım ve bir akit imzaladık.
Birbirimizden ayrıldıktan birkaç gün sonra anlaşmaya ihanet
etti. Ben de ondan mahkemeye çıkmasını istedim fakat kabul
etmedi. Bunun üzerine onu zorla mahkemeye getirttim.
Orada dükkânı bana asla satmadığına dair yalan yere yemin
etti. Bunun üzerine yalan yere yemin etmesinin akıbetinin çok
kötü olacağını ona hatırlattım. Bunun üzerine bazı zalimlere
rüşvet verip benden kurtulmak istedi. Halktan bazısının
âdetlere yenik düştüğünü ve âdetin olduğu yerde fakihlerin
sözüne iltifat etmediklerini gördüm.
Bu adamların kimisi şöyle diyordu: “Bu adam parayı ele
almadan satış nasıl sahih olur?” Bir başkası şöyle diyordu:
“Adamın rızası olmaksızın onun dükkânını alman nasıl caiz
olur?” Bir diğeri şöyle diyordu: “Sana düşen satış sözleşmesini
feshetmektir!” Ben satış sözleşmesini feshetmeyince o ve
yakınları başladılar namusuma dil uzatmaya! Böyle yapmakla
malını koruduğunu zannediyordu!
Sonra bu adam benim hakkımda sultana içinde beni dehşete
düşüren bir sürü yalanın bulunduğu iftira ve suçlamalarda
bulundu. Bir grup zalime rüşvet verdi, onlar da yapacaklarını
yaptılar ancak Allah beni onların şerrinden kurtardı.
Sonra onun hakkında hâkime kesin deliller sundum. O sırada
bazı dünya erbabı hâkime benim lehimde karar vermemesini
telkin ettiler. Kesin deliller olmasına rağmen hâkim hüküm
vermekten çekindi. O ve ondan daha yüksek bir hâkimden
görmüş olduğum, makamlarını koruyabilmek için doğru olanı
yapmamak ve o şeyhin cahilliğinden malını korumak
gayesiyle yaptığı ama diğerlerinin bilerek yapmış oldukları
davranışı gözümde önemsiz hâle getirdi.
Bütün bunlardan sonra anladım ki âdetler insanlara galip
gelmiş ve şeriattan yüz çevrilmiş. Eğer yaptıkları şeyler şeriata
uygunsa ne âlâ. Veya âdet uğruna şeriatı göz ardı ediyorlar.
İnsana kamçıyla vurulsa bile ramazanda oruç bozmaz;
devam edegelen bir âdet olduğu için. İnsanların namuslarına
söz söyleyip mallarını alır; genel geçer bir âdet olduğu için.
Bu şeyhin namaz kıldığını ve namazlarına dikkat ettiğini
fakat istediği şeyin elinden kaçmasından korktuğu zaman
şeriatı bir yana bıraktığını çok gördüm. O hâkimlerin ibadet
ettiklerini ve ilim öğrendiklerini fakat makamlarının elden
gitmesinden korktuklarında dini bir tarafa attıklarını çok
gördüm.
Sonra Allah ona karşı bana yardım etti ve sonunda hâkim
onda kalan alacağımın verilmesine hükmetti. Aradan bir sene
geçti, şeyh fakir ve muhtaç bir hâlde öldü.
Şeriatına boyun eğme ve arzularımıza uymama hususunda
Rabbimizden muvaffakiyet dileriz.
Âlimin İlmini Koruması Gerekir
Âlim için uzletten daha lezzetli, şerefli, rahat ve güvenli bir
başka şey kesinlikle bilmiyorum.
Çünkü uzlet sayesinde âlimin bedeni, dini, Allah ve halk
katındaki mevkii selamette olur. Çünkü kendi aralarında
bulunan biri halkın gözünde değersiz olur, kadr u kıymeti
olmaz. İşte bu yüzden halktan uzak oldukları ve onlara pek
görünmedikleri için halifeler halkın gözünde çok büyüktür.
Halk âlimlerden birinin mubah bir şeyi yaptığını gördüğü
zaman onu hor sayar. Âlime düşen, ilmini koruması ve halk
katında ilmin kadrini ikame etmesidir.
Seleften biri şöyle demiştir: “Bizler şaka yapıp gülerdik.
Fakat örnek alınan insanlar olduğumuzda bunları
yapabileceğimizi sanmıyoruz.”
İlmin Meyveleri
Şanı yüce olan insanların hâllerini düşündüm ve gördüm ki
halkın çoğunun zarar ve ziyanda olduğu ortada. İçlerinden
bazısı gençliğinde günahlara dalmış, kimi ilim öğrenmeyi terk
etmiş, kimi çok fazla zevklere dalmış!
Bu sayılanların hepsi de geçmiş günahları telafi etme
fırsatının kaçmış olduğu ihtiyarlık vaktinde, kuvvetten
düştüklerinde veya bir fazileti kaçırdıklarında pişmanlık
duymuşlar ve yaşlılık dönemleri hasret ve üzüntüyle geçmiştir.
Yaşlı adam geçmişte işlemiş olduğu günahlardan dolayı
uyanıp kendine gelirse der ki: “İşlediğim suçlardan dolayı vah
bana!” Eğer yaşlı adam uyanamazsa eskiden yaşamış olduğu
zevklerin şimdi elden gitmiş olmasına üzülüp durur.
Fakat gençlik dönemini ilme harcayan kimse yaşlandığında,
ekmiş olduğu şeyi devşirdiğine hamd eder, toplamış olduğu
bilgileri tasnif edip hazırlamaktan zevk duyar ve elde ettiği
ilim lezzetlerinin yanında bedeninin elde etmediği zevklerden
hiçbiri gözüne gelmez.
Bunun yanında o, istediğini elde etmeyi düşündüğü
talebinden de lezzet alır. Hatta bu talebe ilişkin olarak yaptığı
işler elde ettiği şeyden daha hoş ve tatlı olmuştur onun için,
tıpkı şairin dediği gibi:
Ona varma temennisiyle coşkudan titreyip duruyorum
Nice temenni vardır ki onu elde etmekten daha tatlıdır[65]
Akıllı Olan Sonuçlara Kilitlenir,
Gafil Olan ise Sadece Şimdiye Takılır
İyilerin ve kötülerin hâllerini iyice düşündüğümde gördüm
ki iyilerin kurtuluşunun sebebi düşünmek ve kötülerin
fesadının sebebi de düşünmeyi ihmal etmektir. Şöyle ki akıllı
olan kimse düşünceye dalar ve yaratılmış bir şeyin bir
yaratanının olması gerektiğini, O’na itaatin gerekli olduğunu
bilir.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin mucizelerini
düşünür ve bunun sonucu olarak dizginini şeriatın eline verir.
Sonra kendini Allah’a yaklaştıracak ve O’nun katında değerli
kılacak şeyleri düşünmeye başlar. Bilgiyi ezberlemek ona zor
ve ağır geldiği zaman onun semeresini düşünür ve böylece
ezber ona kolay gelmeye başlar.
Gece kalkıp namaz kılmak zor geldiğinde de aynı şeyi
düşünür. İştahını kabartan bir şey görünce onun sonucunu
düşünür ve bilir ki zevkler gidici, ârı ve günahı kalıcıdır.
Böylece o iştah kabartan şeyi terk etmek ona kolay gelir.
Kendisine eziyet eden birinden intikam almak istediğinde
sabrın sevabını ve kızgın birinin kızgınlık anında yapmış
olduğu şeylere pişman olmasını hatırlar. Sonra ömrün ne kadar
hızlı geçtiğini düşünmeye başlar, en faziletli işleri yapmakta
ömrünü ganimet bilir ve böylece dilediğine kavuşur.
Gafile gelince, o şimdi elinde olandan başkasını görmez.
Onlardan bazısı yaratılanın ve yaratanı ispat etmenin manasını
bilmez, inkâra düşüp tefekkürü terk eder. Böylece
peygamberleri ve onların getirdiği hükümleri inkâr edip
şimdiye bakar, onların başlangıcını ve sonunu düşünmez.
Onlar yiyeceklere dair irfandan ancak yemeyi bilirler.
Eğer yedikleri şeyin nasıl yapıldığını ve niçin bedenleri
koruyucu olarak yaratıldığını düşünmüş olsalardı işin
hakikatini bileceklerdi. Onların iştahını kabartan her şey de
böyledir; bunların akıbetlerini hiç düşünmezler. Aksine sadece
onların o an kendilerine verdiği zevke bakarlar.
Bu zevk veren şeyler yüzünden nicelerine had cezası
uygulanmış, nicelerinin eli kesilmiş ve niceleri rezil olmuştur.
Zevki acilen elde etmeyi istemek faziletlerin elden kaçmasına
ve rezilliklerin başa gelmesine sebep olur. Bütün bunların
sebebi sonuçları düşünmemektir.
Düşünme aklın, bu kınanmış durum da arzu ve hevanın
işidir. Allah’tan bize işlerin sonuçlarını, faziletleri ve kusurları
gösterecek bir uyanıklık hâli vermesini niyaz ederiz. Şüphesiz
ki O’nun bunu yapmaya gücü yeter.
Samimi Olarak Allah İçin
Amel Edenler Ne Kadar Az
Samimi olarak Allah için amel edenler ne kadar az! Çünkü
insanların çoğu ibadetlerinin görünmesini istiyorlar. Süfyan-ı
Sevrî şöyle derdi: “İnsanların gördüğü amelime güvenmem!”
Onlar kendilerini gizlerlerdi. Bugün ise sufîlerin giydikleri
onları belli ediyor. Eyyûb es-Sahtiyânî[66] ayaklarına değecek
kadar entarisini uzatır ve şöyle derdi: “Eskiden şöhret
uzatmadaydı, bugün ise şöhret kısaltmada.”
Bil ki halka bakmayı terk etmek ve onların kalplerindeki
makam ve mevkii silmek muamele, halis niyet ve hali
gizlemekle olur. Yücelenleri yücelten budur. Ahmed b. Hanbel
ayakkabılarını eline alıp bir vakit yalınayak yürür ve
harmandan sonra tarlada kalan dağılmış buğday başaklarını
toplamaya giderdi. Bişr de sürekli olarak yalınayak yürürdü.
Ma’rûf ise yere atılmış hurma çekirdeklerini toplardı.
Bugün başkan olma sevdası her ihtiyaçtan daha önemli hâle
geldi. Kalbi gaflet, halkı görmek ve Hakk’ı unutmak
bürümedikçe başkan olma sevdası insanda yer edemez. İşte o
zaman dünya ehline baş olma isteği ortaya çıkar.
İnsanlarda çok garip hâller gördüm, hatta ilim elbisesi
giyenlerde bile. Yalnız başıma yürüdüğümü görse bunu bana
yakıştırmaz, bir fakiri ziyaret ettiğimi görse olayı gözünde
büyütür, rahatça tebessüm ettiğimi görse gözünden düşerim!
Kendi kendime dedim ki ne garip şey! Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin ve sahabenin -radıyallahu anhüm- yolu
buydu. Şimdi milletin durumu makam elde etmek için birer
tuzak hâline geldi. Gerçekten de Hakk’ın gözünden düştünüz,
bu da sizi halkın gözünden düşürdü.
Bir namusu terbiye ederken yorulan niceleri var ki kendisine
iltifat edilmiyor ve istediğini de elde edemiyor. Sonunda en
büyük muradı elden kaçırıyor.
Kardeşlerim, niyetleri düzeltmeye ve halka güzel görünmeyi
terk etmeye yönelin. Amacınız Hakk’ın yanında istikamet
olsun. Selef işte bununla yükseldi ve mutlu oldular. Bugün
insanların içinde bulunduğu hâllerden sakının. Çünkü bu hâller
selefin uyanıklık hâline nispetle uyku gibidir.
. İmam, hafız, âlimlerin efendisi ve tâbiînin küçüklerinden
biridir (H. 68-131).
Sırrı Korumak Hakkında
İnsanların çoğunun sırlarını açığa vurmaktan kendilerini
alıkoyamadıklarını gördüm. Sırları ortaya çıkınca da onu
söyleyenleri ayıplayıp kınıyorlar. Ne garip hâl. Sırlarını
içlerinde tutamadılar, sonra onu ifşa edenleri kınadılar. Hadis-i
şerifte şöyle buyrulmaktadır: “İşlerinizi yerine getirmede
gizlilikten yardım alınız.”[67]
Hayatım üzerine yemin ederim ki bir şeyi gizlemek nefse
ağır gelir ve onu açığa vurmakla rahatlar. Özellikle de söz
konusu sır bir hastalık, sıkıntı veya aşk ise. Bu gibi şeylerin
ifşası kolaydır. Lazım olan şey bunları gizlemektir. Bir amaca
ulaşmak isteyenin istediğine ulaşabilmesi için niyetini
gizlemesi gerekir.
Bir şey tamam olmadan onu açıklamak tedbirsizliktir. Çünkü
o ortaya çıktığında yapılmak istenen şey boşa gider. Bu çeşit
şeyleri ifşa eden kimsenin bir mazereti olamaz. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir sefere çıkmak
istediğinde asıl gideceği yeri gizleyip başka yere gideceğini
buyururdu.[68]
Biri çıkıp da “Ben ancak güvendiğim kimseye sırımı
açıyorum” dese ona şöyle denir: İkinci kişiye geçmiş olan her
söz yayılmış demektir. Bazen kişi arkadaşının sırrını
gizlemeyebilir. Nice hükümdar duyduk ki ona zarar vermek
gayesiyle veziri tutuklayacağı şayiasını çıkarmış, sonra vezir
kaçmış ve hükümdar istediği şeyi yapamamıştır. Basiretli kişi
sırrı kendinde kalıp onu başkasına ifşa etmeyendir.
Sırrı çocuğa ve eşe açmak acizliktendir. Mal ve para da sır
kabilindendir. Eğer paran çoksa onların bunu bilmeleri belki
de miras bırakacak olanın ölmesini istemelerine sebep olabilir.
Eğer paran azsa o zaman da senin varlığından bıkıp sıkılırlar.
Bazen de çok olması sebebiyle o oranda fazla para isterler ve
böylelikle aşırı harcamalar parayı telef edip tüketir.
Musibetleri gizlemek de sır kabilindendir. Çünkü başa gelen
musibeti dile getirmek alaycıları sevindirir, sevenleri üzer.
Yaşı gizlemek de böyledir. Çünkü eğer kişinin yaşı büyükse
onu yaşlı görürler, eğer küçükse küçümserler.
Gevşek davranıp haddi aşanların içine düştükleri kötü
durumlardan biri de arkadaşlar arasında bir vezir veya sultan
hakkında konuşmaları, bu konuşulanların onlara ulaşması ve
bunun da onların helâkine sebep olmasıdır. Bazen kişi
arkadaşını çok samimi bulur ve sırrını ona açar. Şöyle
denilmiştir:
Düşmanından bir kere sakın
Arkadaşından bin kere sakın
Bazen arkadaş düşmana döner
Nasıl zarar vereceğini en iyi o bilir
Sırrını eşine veya arkadaşına açan niceleri vardır ki bu
yüzden onların esiri olmuş, sırrı ortaya çıkmasın diye ne eşini
boşamaya ne de arkadaşını terk etmeye cesaret debilmiştir.
Basiretli kişi insanlara zahiriyle davranan ve böylece sırrı
sebebiyle sıkıntıya düşmeyendir. Eğer böyle birini karısı,
arkadaşı veya hizmetkârı terk etmiş olsa hiçbiri onun hakkında
hoşlanmadığı bir şey söyleyemez.
Sırların en büyüklerinden biri de halvet (eşle baş başa
kalma) hâlidir. Basiretli kişi herhangi bir kimsenin
görebileceği yerde halvet etmekten sakınsın. Kime keskin bir
akıl verilmişse tavsiyelerden önce aklı ona doğruyu gösterir.
. İbn Hibbân, Ravzatü’l-Ukalâ, 187; Sehmî, Târîhu Cürcân,
182. Hadis Ebu Hureyre radıyallahu anhdan rivayet edilmiştir.
. Buharî, 4418; Müslim, 2769. Hadis Kab b. Mâlik
radıyallahu anhdan rivayet edilmiştir.
Ölüme Hazırlanmak
Ölümün ne zaman geleceğini bilmediği hâlde onunla
karşılaşacağı an için hazırlık yapmayan kişi ne ahmaktır!
İnsanların en ahmağı ve en gafili altmış yaşını geçip yetmişe
yaklaşmış olup da -ki altmış ile yetmiş yaşları arası ecellerin
üşüştüğü yerdir ve buraya gelen hazırlık yapar- hazırlık
yapmaktan gafil olan kimsedir.
Gençler der ki umarız yaşlılığımızda biz
Bırakırız günahları; yaşlı olan ne der ki? [69]
Vallahi yaşlı adamın gülmesinin bir manası yoktur. Onun
yapacağı şaka da soğuktur. Yaşlının onu kendisinden emekli
etmiş bir dünya ile karşı karşıya gelmesi gücünü ve görüşünü
zayıflatmıştır. Altmışlı yaşlarında olan birinin konaklayacağı
bir yer kalmış mıdır?
Kişi yetmişli yaşlara ulaşmanın özlemini çekse de o yaşlara
çok büyük sıkıntılarla ulaşır: Ayağa kalksa yere düşer, yürüse
nefes nefese kalır, otursa iç geçirip soluklanır. Dünyada iştah
kabartan şeyleri görür ama onları elde edemez. Yemek yese
midesi yorulur ve hazmı zorlaşır, cinsel ilişkiye girse kadına
eziyet verir ve hastalıktan ağırlaşmış olan kişi gibi ilişkiye
girer. Kaybetmiş olduğu gücünü toparlayamaz ve bir esir
hayatı yaşar.
Kişi seksenli yaşların özlemini çekse çocuk gibi
emekleyerek ona ulaşabilir.
Seksen yaşına giren ona alışır
O yaşlardaki afetler çeşit çeşittir[70]
Akıllı kimse zamanın ölçülerini anlayandır. Çünkü kişi
erişkin olmadan önce çocuktur ve zeki olmadıkça ömrünü
ölçemez. Bazı çocuklarda onları küçüklükten itibaren erdem
ve ilim sahibi olmaya teşvik eden bir zekâ vardır.
Erişkin olan çocuk bilsin ki erişkinlik arzularla mücahede
etme ve ilim öğrenme zamanıdır. Çocuk sahibi olduğunda
muamele için kazanma zamanıdır. Kırk yaşına geldiğinde
tamamına ulaşmış olur, ecelin öncülleri yaklaşır ve geriye
vatana doğru inişten başka bir şey kalmaz.
Ömür merdivenine çıkan genç gibi ki
Kırkı geçtiğinde aşağı inmeye başlar[71]
Kırklı yaşlarını tamamlayan kişinin bütün gayretini ahiret
için azık toplamaya sarf etmesi, elindekinin farkında olması ve
dünyadan ayrılmaya hazırlanması gerekir. Bu hitap her ne
kadar yirmili yaşlarda olanlara ise de telafi etme umudu yaşı
küçük olan için geçerlidir, büyük olan için değil.
Kişi altmış yaşına girdiğinde Allah artık ecel hususunda onu
mazeretli kabul etmez. Artık onun ömrünün çoğu geçip
gitmiştir. O hâlde bütün benliğiyle azık toplamaya ve yolculuk
gereçlerini hazırlamaya yönelsin ve bilsin ki özellikle iyice
zayıflayıp güçsüz düştüğünde yaşadığı her gün, hesapta
olmayan bir ganimettir. Çünkü zayıflık gibi muharrik yoktur.
Yaşı her arttığında gayret ve çabasının da artması gerekir.
Kişi seksenli yaşlara girince geriye sadece veda etme vakti
kalmıştır. Ömürden geriye kalansa sadece ya ihmalkârlık ettiği
için esef ve üzüntü ya da zayıf olduğu hâlde yaptığı
ibadetlerdir.
Allah’tan dileğimiz bizlere gaflet uykularından uyanmamızı
sağlayacak tam bir uyanıklık hâli ve dünyayı terk ettiğimiz
anda pişmanlıktan esenlikte olacağımız salih amel vermesidir.
Muvaffakiyet Allah’tandır.
Her Değerli Şeyi Elde Etmek Çok
Yorucudur
Garip bir şeyi düşündüm; o da değerli ve önemli her şeyi
elde etmenin uzun bir zaman alması ve çok yorucu olmasıdır.
En şerefli şey olan ilim ancak çok yorulmakla, sabahlara kadar
uykusuz kalmakla, sürekli tekrarlamakla, zevkleri ve rahatı
terk etmekle elde edilir.
Hatta fakihlerden biri şöyle demiştir: “Canım çektiği halde
senelerce herîse[72] yiyemedim. Çünkü o yemeğin satıldığı
vakit ders dinleme vaktiydi.”
Mal ve para kazanmak da böyledir. Para kazanmak
tehlikelere atılmaya, yolculuklara çıkmaya ve çok yorulmaya
bağlıdır. Eli açıklık ve cömertlikle şeref kazanmak da böyledir.
Çünkü o şerefi kazanmak da sevilen şeyleri elden çıkarma
hususunda nefisle cihat etmeye muhtaçtır. Hatta bazen insan
fakir bile düşebilir. Cesaret de böyledir; o da ancak canı
tehlikeye atmakla elde edilir.
. Ezilmiş buğdayın etle kaynatılmasıyla yapılan yemek,
keşkek.
Kâmil İman
Mümin, sadece farz ibadetleri sureten yerine getiren ve
haramlardan kaçınan kişi değildir. Gerçek mümin imanı kâmil
olandır; kalbinde itiraza yer yoktur ve başına gelen olaylar
hususunda nefsinde vesvese olmaz.
Böyle bir müminin başına ne zaman şiddetli bir bela gelse
imanı artar ve teslimiyeti kuvvetlenir. Bazen dua eder ve
duasının kabul edildiğine dair bir iz göremez, böyle bile olsa
gönlünde bir değişiklik olmaz.
Çünkü bilir ki o bir köledir ve iradesine göre hareket eden
bir sahibi vardır. Eğer müminin kalbinde itiraz olursa kulluk
makamından çıkıp İblis’in başına geldiği gibi tartışma
makamına düşer.
Kuvvetli imanın eseri şiddetli bela anında ortaya çıkar. Fakat
Zekeriya aleyhisselamın oğlu Yahya aleyhisselama bir facirin
musallat olduğunu ve boğazının kesilmesini emredip onu şehit
ettiğini gördüğümüzde bazen mizaç bulanır ve şöyle der: Onu
peygamber yapan korusaydı ya!
Peygamberlere ve müminlere musallat olan bütün kâfirlerin
durumu da aynıdır; onlar da korunmamıştır. Eğer kişinin
aklına kudretin onları korumaktan aciz olduğu düşüncesi
geliverse bu küfür olur.
Ancak mümin, kudretin onları korumaya gücü yettiği hâlde
korumadığını, müminleri aç bırakıp kâfirleri doyurduğunu,
asilere sağlık verip takva sahiplerini hastalandırdığını görünce
acı verse de yaksa da sahibine teslim olmaktan başka seçeneği
kalmaz.
Cesetlerin Sonu Çürümek,
Ruhlarınki ise Rahata Ermektir
Halkın âdetidir ki aileden biri ölürse üzülürler. Cesetlerin
mezarlarda çürüyüp gitmesi beni hüzünlü düşüncelere sevk
ediyor.
Sonra bir keresinde eskiden de okuduğum ama pek fazla
düşünmediğim bazı hadisler gözüme ilişti. Bunlardan birinde
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyordu:
“Müminin canı cennetin ağacında asılı olan bir kuştur ve Allah
onu dirilteceği günde bedenine geri gönderinceye kadar orada
kalır.”
Bunu okuyunca anladım ki yolculuğun sonunda rahatlık var
ve bu beden hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü beden birtakım
parçalardan yapılmış olup ölünce ayrışacak ve bozulacak,
yeniden diriltilme gününde tekrar bir araya getirilip inşa
edilecek. Öyleyse bedenin çürümesini fazla düşünmemek
lazım. Nefis rahat olsun ki ruhlar rahata kavuşacak, çok fazla
hüzün kalmayacak ve sevenler yakında kavuşacak.
Halkın suretlere ilgilerinden dolayı olan üzüntü kalacaktır.
Bu durumda insan çok güzel ve bakımlı bir bedenin bozulup
harap olduğunu görür ve buna üzülür.
Mümine Düşen Mümkün Mertebe
Sabretmektir
Her ne kadar mizaca hâkim olunamasa da müminin bir
hastalıktan veya ölümden dolayı tedirgin olmaması gerekir.
Ancak müminin böyle bir durumda ya sevap istemek veya
kazâya rızasını göstermek için mümkün mertebe tahammül
edip sabır göstermesi gerekir. Sonuçta başa gelen sıkıntılar
kısa sürelidir ve çabucak sona ererler.
Hastalıktan kurtulmuş olan kişi hasta olduğu sıradaki
tedirginliğini düşünsün bakalım! Sağlıklı zamanında o hastalık
nereye gitti? Bela gitti ve sevap elde edildi. Tıpkı haram
kılınmış olan zevklerin yok olup günahının kaldığı, kadere
kızgınlık zamanının geçip geride azarlamanın kaldığı gibi.
Ölüm artan elemlerden başka bir şey değildir. Nefis bu
elemleri taşımaktan aciz kalır ve sonunda çekip gider. Hasta
kişi nefsi gittikten sonra rahata kavuşacağını tasavvur etsin,
tıpkı acı şurubu içtikten sonra sağlığına kavuşacağını tasavvur
ettiği gibi.
Bedenin çürüyeceğini hatırlayarak endişeye ve korkuya
kapılmamak gerekir. Çünkü bedenin akıbeti budur. Bedenin
binicisi ise cennette veya cehennemde olacaktır. Bütün özenin,
onlara engel olacak ölüm gelmeden önce fazilet derecelerini
artıracak hususlara gösterilmesi gerekir. Mutlu olan, sağlıklı
zamanlarını ganimet bilmede muvaffak olan ve sonra o
zamanlarda en faziletliyi elde etmeyi tercih eden kimsedir.
Bilsin ki cennetteki derecelerin yüksekliği bu dünyada elde
edilen faziletlerin çok olmasıyla doğru orantılıdır. Ömür kısa
ve faziletler çoktur. Öyleyse çok acele etsin! Yorgunluktan
sonraki rahatlama ne uzundur, gamlı insanın sevinmesi ne
coşkuludur, kederli olanın süruru ne güzeldir! Kişi ne zaman
cennetteki zevk ve lezzetlerin hiçbir kesintiye uğramadan
sürekli olacağını düşünse dünyada çektiği her bela ve sıkıntı
ona kolay ve önemsiz gelir.
Övülmüş ve Yerilmiş Gaflet
Bir gün tam gençliğinin baharında olan bir gencin
cenazesine katılmıştık. Baktım insanlar dünyayı yeriyor,
dünyaya meyledeni kınıyor ve bu acı son için hazırlık
yapmaktan gafil olanları azarlayıp yaptıklarını çirkin
buluyorlar. Dedim ki ne güzel diyorsunuz ancak şimdi,
işitmediğiniz şeyleri benden işitin:
İşin en garibi, akıllı olan biri bu kaçınılmaz sonun
yaklaştığını anladığında aklı ona amelde acele etmesini ve
korkudan uykularının kaçması gerektiğini söyler.
Bu durum bazılarında o kadar ileriye gitmiştir ki çöllere
dalmışlar, günlerini aç olarak geçirmişler, bütün gecelerini
uykusuz geçirir olmuşlar, mezarlıklardan ayrılmamışlar ve çok
kısa zamanda helâk olmuşlardır. Hayatıma yemin ederim ki
onların korktukları şey bunlardan daha fazlasını hak ediyor.
Ancak bu endişeyi haklı gösteren aklın, sükûneti gerektiren
şeyi emrettiğini görüyoruz. Akıl diyor ki bu beden ancak
devenin binicisini taşıması gibi nefsi taşımak için yaratıldı.
Yolculuktan istenen faydanın elde edilebilmesi için deveye
yumuşak davranmak gerekir. Akıl sürekli sabahlara kadar
uykusuz kalmayı ve uzun süre uyumamayı hoş görmez.
Çünkü bu bedene tesir eder ve maksadın çoğu elden kaçırılır.
Nasıl böyle olmasın ki insan bedeni lâtif bir şekilde
yaratılmıştır. İnsan yağ yemeyi terk ederse dimağ kurur,
sabahlara kadar uykusuz kalırsa kuruluk kuvvetlenir, sürekli
hüzünlü olursa kalp hastalanır.
O halde bedene kesinlikle yumuşak davranmak, onu ayakta
tutacak şeyler yemek ve kalbe eziyet veren hüznü giderecek
şekilde hareket etmek gerekir. Aksi hâlde eziyet veren şey
devam ettiği oranda telef olmak hız kazanır.
Sonra aklın dediği şeyi şeriat da emretmiş ve şöyle demiştir:
“Kuşkusuz nefsinin sende hakkı vardır, eşinin sende hakkı
vardır. O hâlde hem oruç tut hem iftar et, hem namaz kıl hem
uyu!”, “Kişinin geçimini sağladığı kimseleri ihmal etmesi
günah olarak ona yeter.” Şeriat evlenmeyi de teşvik
etmektedir.[73]
. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: “Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlenmeye
gücü yetiyorsa evlensin. Çünkü evlenmek gözü ve ırzı daha iyi
korur.” Buharî, 5066; Müslim, 140. Hadis İbni Mesud
radıyallahu anhdan nakledilmiştir.
Kim Halka Gösteriş Yaparsa Bilmeden
Onlara Kul Olur
Boş olan kimse dışında neredeyse hiç kimse halkla bir arada
olmayı sevmez.
Çünkü kalbi Hak ile meşgul olan kişi halktan kaçar. Ne
zaman kalp Hakk’ın marifetinden boş olur, işte o zaman kişi
halk için ve onlar uğrunda amel yapmaya başlar, bilmeden riya
sebebiyle helâk olur.
Bütün Günahlar Çirkindir
Bütün günahlar ve masiyetler çirkindir. Bazısı ise
diğerlerinden daha çirkindir. Hiç kuşkusuz zina en çirkin
günahlardandır. Çünkü zina aileyi ifsat eder ve nesebi bozar.
Komşunun karısıyla yapılan zina ise en çirkinidir.
Buharî ve Müslim’in Sahîh’lerinde İbni Mesud radıyallahu
anhdan şöyle rivayet edilmiştir: “Dedim ki ya Resûlallah,
hangi günah daha büyüktür? Buyurdu ki: ‘Seni yarattığı hâlde
Allah’a eş koşman.’ Dedim ki, sonra hangisi? Buyurdu ki:
‘Yediğin yemeğe ortak olmasından dolayı çocuğunu
öldürmen.’ Dedim ki, sonra hangisi? Buyurdu ki: Komşunun
karısıyla zina etmen.”[74]
Buharî de Târîh’inde, Mikdâd b. Esved radıyallahu anhın
rivayet etmiş olduğu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellemin şu sözünü nakletmiştir: “Adamın on kadınla zina
etmesi komşusunun karısıyla zina etmesinden daha hafiftir.
Kişinin on evden hırsızlık yapıp mal çalması komşusunun
evinden çalmasından daha hafiftir.”[75]
Bunun böyle olmasının sebebi hadisin komşu hakkını
çiğnemeyi Allah’a isyana dâhil etmesidir.
. Buharî, 4761; Müslim, 86
. Ahmed, 816; Buharî, Edebü’l-Müfred, 103; Taberânî,
20/256, 605. Münzirî’nin kaydettiğine göre hadisin ravileri
sikadır, Heysemî de aynı şeyi söylemiştir.
Kızgın Kişi Sarhoş Gibi Söylediğinden
Sorumlu Değildir
Ne zaman arkadaşının kızdığını ve doğru olmayan şeyler
söylemeye başladığını görsen söylediklerine aldırmaman ve
sözlerinden dolayı onu cezalandırmaman gerekir. Çünkü onun
hâli sarhoşun hâline benzer, ne olup bittiğini bilmez. Bilakis
sen o anda sabret ve bundan dolayı kesin karar verme. Çünkü
şeytan ona galip gelmiş, mizacı dalgalanmış ve aklı
örtülmüştür.[76]
Ne zaman yaptığı bu davranıştan dolayı arkadaşını kendi
nefsinde mahkûm etsen veya yaptığından dolayı ona aynıyla
mukabelede bulunsan, bir deliyle karşı karşıya gelmiş akıllı
veya baygın düşmüş birini kınayan ayık kimse gibi olursun.
Günah tamamen senin olur.
Rahmet gözüyle bak; kaderin onun için ne yaptığına bak ve
mizacının ona oynadığı oyunu seyret. Bil ki o uyanıp kendine
geldiği zaman yaptıklarına pişman olacak ve senin sabrının
üstünlüğünü anlayacaktır.
Yapacağın en zararsız şey arkadaşının kızgınken yaptığı
şeyler hususunda onu rahat bırakmandır.
Bu, babası kızan çocuğun ve kocası kızan kadının da farkına
varması gereken bir durumdur. Böyle durumlarda kızgın
kimseyi kendi hâline bırakıp söylediklerini düşünmesini
beklemek lazımdır. Sen bunlara aldırma, pek yakında
söylediklerine pişman olup özür dileyecektir.
Kızgın kişi hâli ve sözlerinden dolayı mukabele görürse
içinde düşmanlık yer eder ve ayıldığında sarhoşken kendisine
yapılanlara karşılık verir.
İnsanlar bu yöntemi uygulamazlar. Ne zaman kızgın birini
görseler söyledikleri ve yaptıklarıyla ona aynen mukabelede
bulunurlar. Oysa hikmetin gereği bu değildir. Aksine hikmet
zikrettiğim şeydir. “Fakat onları ancak bilenler düşünüp
anlayabilir.” (Ankebut, 29/43)
. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözü de bu
baptandır: “Hâkim kızgın olduğu zaman iki kişi arasında
hüküm vermesin.”
Hiç Kimseye Düşman Olmamalısın
Bir şahsa kötülük edip bu yaptığının onun kalbini incittiğini
bilen, sonra da görünüşte barışan ve kalbindeki incinmenin
izinin bununla silineceğini zanneden kimseden daha ahmak
biri yoktur.
Özellikle de hükümdarlar; çünkü onların en büyük zevkleri
hiç kimsenin kendilerinden üstün olmaması ve hiçbir
isteklerinin reddedilmemesidir. Eğer bunlardan biri olursa asla
eski hâline gelmez.
İnsanların Çoğu Âdetlere Uyar
Gerektiği gibi şeriatı tanıyan, Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemin, sahabenin ve büyük âlimlerin hâllerini bilen kişi,
insanların çoğunun ana cadde üzerinde yürümediklerini bilir.
İnsanlar sadece âdetlere uyuyorlar.
Birbirlerini ziyaret ediyorlar; kimi kiminin gıybetini yapıyor,
her biri diğer kardeşinin gizlisini öğrenmek istiyor, eğer
kardeşinde bir nimet varsa ona haset ediyor, başına bir musibet
gelmişse onunla alay ediyor, kardeşi nasihat etse ona karşı
büyüklük taslıyor, dünya malı elde etmek uğruna kardeşine
tuzak kuruyor ve imkân bulursa tökezleyen ve hata eden
kardeşini ayıplayıp azarlıyor. Bütün bu sayılanlar zahid
geçinenler arasında cereyan ediyor, yığınların ve ayak
takımının arasında değil!
Allah Teâlâ’yı, şeriatı ve selef-i salihini tanıyan kişi için en
uygunu herkesten uzak durmaktır. Eğer ilim ve hayır ehli
biriyle karşılaşmak zorunda kalırsa, tedbir zırhını giymiş
olarak onunla görüşsün. Fakat onunla uzun uzadıya
konuşmasın ve ondan ayrılmakta acele ederek mükemmelliğin
çerçevesini çizen kitapların arasına dönsün.
Selamette Olmayı İsteyen Teklîfin Sırrını
Bilememiştir
Dünyada, istediklerine ulaşma şartıyla Hak Teâlâ ile
muamelede bulunmak isteyen kimseden daha ahmağı yoktur.
Sen istediğine kavuşmayı şart koşarsan nerede kaldı imtihan!
Hayır, vallahi isteklerin tam tersinin olması, duaların
kabulünde bekleme ve bazen düşmanların intikam alması
kaçınılmazdır.
Fakat kim sürekli selamet içinde olmayı, düşmanlarına karşı
hep zafer elde etmeyi ve belaya uğramadan hep sağlık ve
esenlikte olmayı diliyorsa teklîfin sırrını bilememiş ve
teslimiyeti anlayamamıştır.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Bedir savaşında zafer
elde ettiği hâlde Uhud’da başına gelenleri duymadın mı? İlk
zamanlarda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
Kâbe’ye sokulmazken sonra düşmanlarını yenmedi mi?
Öyleyse iyinin yanında kötü de kaçınılmazdır. İyi şükretmeyi
gerektirir, kötü ise istemeye ve duaya yönlendirir. Eğer duaya
icabet olunmazsa o zaman belanın gelmesi ve kazâya
teslimiyet istenmiştir.
İşte iman burada belli olur ve yiğidin hası teslimiyette ortaya
çıkar. Bâtınen ve zahiren teslimiyet gerçekleşirse bu kâmillerin
şanıdır. Eğer bâtında, kazâ olunan şeyden değil de kazâdan
dolayı bir sıkıntı olursa -ki mizacın eziyet veren şeyden
kaçması kaçınılmazdır- bu da marifetin zayıf olduğunu
gösterir. Eğer durum dille itiraz noktasına varırsa bu da
cahillerin hâli olup ondan Allah’a sığınırız.
Herkese Makamına Uygun Muamelede
Bulunmalı
Kişiyi makamından farklı bir yere koymak büyük
imtihanlardandır; salih bir adamın zalimi idare etmeye ve ona
gidip gelmeye, uygun olmayan kimselerle bir arada
bulunmaya, kendisine lâyık olmayan işleri yapmaya veya
tercih etmiş olduğu amaca ulaşmasını engelleyen işleri
yapmaya muhtaç hâle gelmesi gibi.
Mesela; âlime “valinin yanına gidip gel, yoksa onun sana bir
şey yapmasından korkarız” denilmesi ve onun da bu yüzden
valinin yanına gidip gelmeye başlaması, orada bazı uygunsuz
hâlleri görmesine rağmen bunlara engel olamaması gibi.
Veya âlim birinin -hakkı verilmemesi durumunda- dünya
malına muhtaç kalıp hakkını ima ederek isteme ihtiyacında
olması veya hakkının bir kısmını elde etmek için konuyu
açıkça dile getirmesi ve böylece idare edilmesi zor olan bir
kimseyi idare etmek zorunda kalması, hatta bu zaruretlerden
dolayı aklındaki önemli meselelerin dağılıp gitmesi bu türden
imtihanlardandır.
Hissî Arzuların En Büyüğü Kadınlardır
Hisle ilgili arzuların en büyüğü kadınlardır. Bazen insan,
elbise içinde bir kadını görür ve onun kendi karısından daha
güzel olduğu hayaline kapılır veya düşüncesinde güzel
kadınları tasavvur eder. Kişinin fikri ise kadında sadece
güzelliğe bakar ve onunla evlenip rahatlamaya çalışır.
Muradına erdiğinde fazla bir süre geçmeden evlendiği
kadında olmasını düşünmediği kusurlara bakmaya başlar ve
bıkarak başka bir şey ister. Oysa bilmez ki görünüşteki
isteklerini elde edebilmesi bazen bazı mihnetlere sebep
olabilir. Bu mihnetlerden kimini şöyle sıralayabiliriz:
Evlendiği ikinci eşinin dindar olmaması, akılsız olması, onu
sevmemesi, tedbirsiz ve düzensiz olması. Böylece elde
ettiklerinin çoğu kişinin elinden kaçar.
İşte zinayı alışkanlık hâline getirenleri çirkin işler yapmaya
iten budur. Çünkü bu kişiler kadının kusurlarının değil
güzelliğinin göründüğü bir hâlde onunla oturup kalkarlar.
Yaşadıkları o an onlara zevk verir ve sonra başka bir kadına
giderler.
Akıllı olan kişi bilsin ki istediği şekilde tam bir muradını
elde etmesi mümkün değildir: “Kendinizin göz yummadan
alıcı olmadığınız pek adi, bayağı şeyleri vermeye
yeltenmeyin.” (Bakara, 2/267) Dünya kadınları Allah’ın şu
kavlinden daha güzel bir şekilde kusurlu görülmemiştir:
“Onlar için orada tertemiz eşler vardır.” (Bakara, 2/25)
Allah Herkesi Bir İşle Meşgul Eder
Herkesi gözlerin dünyada uyuması için bir fenle meşgul
eden Allah’ın şanı ne yücedir! İlimlerdeki meşguliyete
gelince; kimine Kur’an’ı, kimine hadisi, kimine gramer
bilgisini sevdirmiştir. Çünkü eğer böyle olmasaydı ilimler
muhafaza olunamazdı.
İki yakasını bir araya getiremeyen şu adama fırıncı olmasını,
bir diğerine lokantacı olmasını, kimine sahradan diken
taşımasını, kimine tohum ayıklamayı ilham eden O’dur ki
halkın işi uyum ve ahenk içinde yürüsün.
Mesela, eğer Allah halkın çoğuna fırıncı olmalarını ilham
etmiş olsaydı ekmekler bayatlayıp bozulacaktı. Eğer herkese
herîseci olmalarını ilham etmiş olsaydı herîseler kuruyacaktı.
Aksine Allah herkese belirli şeyleri ilham etmiştir ki dünya ve
ahiret işi düzenle yürüsün.
Allah’ın mükemmellik ilham ettiği; daha üstünü isteyen,
ilimle ameli ve kalp amellerini kendinde toplamak isteyen
insan pek nadirdir. Bu hâlin erbabı da kendi aralarında derece
derecedir. Dilediğini yaratıp seçen Allah’ın şanı ne yücedir!
Rızasına uygun amellerimiz olmasa bile O’ndan selamet niyaz
ederiz.
Hadis İlmi Şeriatın Ta Kendisidir
Hadis ilmi şeriatın ta kendisidir. Çünkü hadis Kur’an’ı
açıklar, helâl ve haramı ortaya koyar, Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellemin ve ashabının yaşantılarını bize gösterir.
Hadise yalan karıştırdılar.[77] Nakledilen sözlere her türlü
çirkin şeyi soktular. Zahidler ve vaizler eğer ulaşmışlarsa,
ancak sahih olduğunu bildikleri hadisleri zikrederler. Eğer
tevfîkten mahrum iseler zahid ravilere olan hüsn-i zannından
dolayı duyduğu her hadisle amel eder ve vaiz tashih nedir
bilmediğinden aklına geleni söyler. Böylece zahidin hâlleri
fesada uğrar ve bilmeden hidayet yolundan dışarı çıkar.
Nasıl böyle olmasın ki zühde delâlet eden hadislerin geneli
sabit değildir. İbni Ömer radıyallahu anhın şu hadisi gibi:
“Hangi Müslüman kişi bir şey arzu eder de arzusunu reddeder
ve nefsine tercih ederse bağışlanır.” Bu uydurma bir
hadistir[78] ve insanı, kendisine mubah kılınmış ve onu ibadet
hususunda kuvvetlendirecek şeylerden men etmektedir.
Yine şu söz de aynı baptandır: “Kim güzel bir elbiseyi
bırakırsa…” Yine rivayet edilen şu sözler de uydurmadır:
“Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme hurma özü takdim
edilmişti. Buyurdu ki: “Kadeh içinde hurma özü mü? Benim
ona ihtiyacım yoktur. Allah’ın bana dünyanın fazladan
nimetlerinden sormasını istemem.”[79] Oysa sahih hadislerde
şöyle anlatılır: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem karpuzla
yaş hurmayı birlikte yerdi.”[80]
İyice araştırma yapıldığında bunun benzeri hadisler pek
çoktur.[81] Onlar bu fasit hadisler üzerine bina kurdular ve bu
yüzden hem vaizin hem vaazı dinleyenin hâlleri fasit oldu.
Çünkü bu insanlar sözlerini fasit şeylere ve muhallere
dayandırdılar.
Zahidlerden bir grup, sahih olmayan bazı hadisler ve menkul
sözlerle amel ediyorlar ve zamanlarını gayri meşru işlerde zayi
ediyorlar. Sonra da âlimlerin mubah şeyleri yapmalarını
reddedip aç karnına iki büklüm dolaşmayı dindarlık
zannediyorlar.
Aynı şekilde, vaizler de ne Resûlullah sallallahu aleyhi
vesellemden ne de ashabından geldiği sahih olmayan sözleri
anlatıyorlar. Artık onlara göre muhal, şeriat olmuş! Haddi
aşanların yaptıkları tahrifleri ve yalancıların naklettikleri
sözleri ayıklayan hayırlıların haberleri sayesinde bu şeriatı
muhafaza eden Allah’ın şanı ne yücedir!
Dedim ki ilimdeki ihmalkârlıklarından ve gevşekliklerinden
dolayı âlimlerin avam gibi olması bu zamanda beni üzüyor. Bu
âlimler uydurma bir hadis görseler “rivayet edildi” derler.
Ancak gayret ve himmetlerin azalmasına ağlamak gerekir.
Hareket ve kuvvet ancak yüce ve azametli olan Allah iledir.
. Yani zındıklar ve cahil sufîler hadise yalan karıştırdılar.
Yoksa Allah Teâlâ sünnet için çok büyük hadisçiler hazırlamış
ve onlar hadislere sonradan giren bütün sözleri ayıklamışlardır.
. Dârekutnî, hadisi İbni Ömer’den merfu olarak rivayet etmiş
olup müellifin dediği gibi uydurmadır.
. Taberânî, el-Evsat, 7400; Hâkim, 4/122. Müellifin dediği
üzere bu hadis de uydurmadır. Zehebî’ye göre de hadis
münker ve mesnetsizdir.
. Buharî, 5440; Müslim, 2043. Abdullah b. Ca’fer
radıyallahu anhdan nakledildiğine göre Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem salatalıkla yaş hurmayı birlikte yerdi.
Karpuzla yaş hurma yediğine dair hadisi Ebu Davud (3836) ve
Tirmizî (1843) Hz. Âişe’den rivayet etmişlerdir
. Müellif, el-Mevzûât fi’l-Ehâdîsi’l-Merfûât adlı uydurma
hadisleri konu alan bir kitap yazmış olup Riyad’da dört cilt
hâlinde basılmıştır.
Müminlerin Ahiretteki Dereceleri
Mertebelerine Göre Olacaktır
Biz ancak O’nu bilmede, O’nunla konuşmada ve O’nu
sürekli bekâda görmede yaratıcıyla beraber yaşamak için
yaratıldık. Dünyaya getirilmemizin sebebi dünyanın bir okul
mesabesinde olmasıdır. Biz bu okulda yazı yazmayı ve edebi
öğreniyoruz ki çocuk erginliğe ulaştığında makam sahibi
olmaya uygun hâle gelsin.
Bazı çocukların aklı kıttır. Uzun süre okulda kaldıktan sonra
hiçbir şey öğrenmeden mezun olurlar. İşte bunlar, varlığını
bilmeyen ve var olmasının amacına ulaşamayan kişiye
benzerler.
Bazı çocuklar aklı kıt, anlayışı az ve hiçbir şey öğrenmemiş
olmasına rağmen bir de diğer çocuklara eziyet ederler.
Diğerlerine eziyet edip onların yiyeceklerini çalar ve herkes
onun elinden aman diler. Bu çocuk ne kabule şayan olmuş ne
gerçeği anlamış ne de kötülük yapmayı terk etmiştir. İşte
bunlar kötülük ve eziyet ehlidir.
Bazı çocuklar yazı yazmaya birazcık ilgi duyarlar ancak
iktibasları zayıf ve yazıları kötüdür. Bunlar mezun olduktan
sonra ancak muamelesinin hesabının ilgilendiği kadar dersle
ilgilenirler. İşte bunlar okuldan bir miktar şey anlayıp
mükemmel faziletleri ellerinden kaçıranlardır.
Bazı çocuklar da yazıyı çok güzel yazmalarına karşın hesabı
öğrenmemiş, edepleri çok güzel ezberlemesine karşın nefsin
edepleri hususunda yetersiz kalmıştır. Bu kişi, içinde gizlediği
kötü hırs ve edebinin az olması yüzünden tehlikeli de olsa
sultanın kâtibi olmaya uygundur.
Bazıları da vardır ki gayret ve himmeti mükemmel manada
şeref kazandırıcı şeylere çıkar. Bunlar okulda diğer çocukların
önündedirler ve öğretmenin vekilidirler. Sonra izzet-i
nefisleriyle, bâtınlarının edebiyle ve zahirî edepler sanatının
mükemmelliğiyle diğer çocuklardan yüksektedirler. İçlerindeki
bir teşvik edici unsur onları acilen ilim öğrenmeye ve bütün
faziletleri elde etmeye yönlendirir.
Çünkü onlar okulun kendi başına amaç olmadığını, oradan
edep ve terbiye öğrenip erkeklik ve tasarruf hâline ulaşıncaya
kadar yapılacak yolculuk için bir şeyler öğrenilmesi
gerektiğini bilirler.
Onlar her çeşit fazilet ve erdemi elde etmek için zamanla
yarışırlar. İşte bu, kâmil müminin örneğidir ki karşılıkların
verileceği günde akranlarını geçerek amel defterini en güzel
yazıyla arz edip hâl diliyle şöyle der: “Alın, kitabımı okuyun.”
(Hâkka, 69/19)
İşte dünya ve dünya ehli de böyledir. İnsanlardan bazısı
helâk olmuş ve Hak’tan uzak hâldedir ki bunlar kâfirlerdir.
Bazıları biraz imanı olmakla birlikte günahkârdır. Bunlar
cezalandırılacaklar fakat sonları hayır olacaktır. Bazıları da
selim olmakla beraber eksiktirler. Bazıları ise kendisinden
aşağıda olanlara nispetle tam olmakla beraber yukarıda
olanlara nispetle eksiktirler.
Ey anlayış sahipleri acele edin, acele edin! Çünkü dünya
devamlı kalınacak yurda geçmek üzere bir geçiş yeri, karar
kılınacak yere ve sultana yakın olup O’na komşu olmaya kadar
yapılan bir yolculuktur. O’nunla beraber olmak ve hitabına
mazhariyet için hazırlanın. O’nun huzuruna yakın olmaya
lâyık olabilmek için edebe çokça riayet edin. Tembellik, atı
koşuya hazırlamada size engel olmasın. Yarış gününü
hatırlamanız bu hususta sizi gayrete getirsin.
Çünkü müminlerin Allah’a yakınlıkları dünyadaki
sakınmaları oranında olacak ve mertebeleri de buna uygun
düşecektir. Kandilcinin mertebesi kalem müdürününkine
benzemediği gibi, kalem müdürünün mertebesi de vezirinkine
benzemez: “Kapları ve içindeki her şey altından olan iki
cennet; kapları ve içindeki her şey gümüşten olan iki
cennet…”[82] En yücedeki Firdevs (cenneti) ise başkalarına
aittir. Cennetin arzında olanlar derece sahiplerine oradan
bakarlar, tıpkı ışıl ışıl parıldayan yıldıza baktıkları gibi.
Bu dünyada gayretli olan kişi, Emîn olana teslim olmanın
tadını hatırlasın, yarışma günü yapılacak övgünün lezzetini
hissetsin. Yarışmacı telafisi mümkün olmayan bir kusur
işlemekten sakınsın ve anılmasının çirkinliği devam edecek
olan bir ayıp yapmaktan korksun. “O cehennemlikler
Rahmân’ın azat ettikleridir.”[83] Hevalarına ve arzularına
uymaları onları rezil ettikten sonra esenliğe kavuşmuşlar ve
sonunda kurtulmuşlardır.
O hâlde kişi öğüt alsın ve iştahını kabartan şeylere ve
arzularına gem vursun. Günler çok kısadır. “Fakir müminler
cennete zengin müminlerden beş yüz yıl önce
gireceklerdir.”[84]
Gayret et, gayret et ey teşebbüs ayağı! Sancak belirdi;
özellikle de vadinin ulu ağaçlarını görenler için: Ya yolu
gösteren ilimle onu gördüler veya gitme zamanının
yaklaştığını gösteren beyaz saçlarla ki gayretlilerin umut ettiği
odur.
Cüneyd (Bağdâdî) ruhunu teslim ederken kitap okuyordu. O
sırada denildi ki: “Bu vakitte mi?” Dedi ki: “Defterimi
kapamaya çalışıyorum. Bundan sonra murad olan yerine
gelecek, isteyene yardım da edilecektir. O, bir iş için seni
murad ettiğinde seni o iş için hazırlar.”
. Buharî, 7444. Hadis Ebu Musa’dan rivayet edilmiştir.
. Buharî, 7437; Müslim, 183.
. Tirmizî, 2353; İbn Mâce, 4122; Ahmed, 2/296. Hadis Ebu
Hureyre radıyallahu anhdan rivayet edilmiştir.
Verilen Karşılık Yapılan Amel Kadardır
Garip bir hâli düşündüm, o da şu: Cennetin en alt
seviyesinde yaşayanlar üstlerindekine nispetle büyük bir
eksiklik içindeler. Altta yaşayanlar üsttekilerin üstünlüğünü
biliyorlar. Eğer elden kaçırmış oldukları üstünlükleri
düşünseler üzülüp kederlenirlerdi. Ancak bu durum
gerçekleşmez. Çünkü onlar, içinde bulundukları hoş
mertebeden dolayı böyle bir şey hissetmezler. Cennette üzüntü
ve gam olmaz. Herkes şu iki sebepten dolayı kendisine
verilene razıdır:
Birincisi; cennetteki kişi, başkalarının mertebesi ondan
yüksekte olsa da içinde bulunduğu nimetin üstünde nimetler
olduğunu zannetmez.
İkincisi; içinde yaşadığı ortam ona hoş gelir, tıpkı çirkin
görünümlü çocuğunun ona hoş geldiği gibi. O kendi çirkin
çocuğunu, başkasının güzel çocuğuna tercih eder.
Ancak bu işin içinde lâtif bir mana var, o da şu: Cennetin
arzında oturanların dünyadayken faziletli işleri yapma arzuları
ve gayretleri az ve yetersizdi. Onların bu yetersizlikleri de
derece dereceydi. Kimi Kur’an’ın bir kısmını ezberlemiş ve
tamamını ezberlemeyi istememişti. Kimi bir miktar hadis
dinlemişti. Kimi biraz fıkıh biliyordu.
Kimi de her şeyin birazına razı olmuştu. Bazıları sadece
farzları yapmakla yetinmişti. Kimi gece yarısı iki rekât nafile
namaz kılmakla kanaat etmişti. Eğer onların himmet ve
gayretleri çok olsaydı bütün faziletli amelleri yapmada çaba
gösterecekler ve eksiklikten kurtulacaklar, böylece bu yolda
bedenlerini kullanacaklardı. Tıpkı şairin dediği gibi:
Her bedenin zayıflıkta bir imtihanı vardır
Benim bedenimin imtihanı da gayretimin düzensizliği[85]
Gayretlerdeki bu farklılığı ve düzensizliği gösteren şeylerden
biri, insanlar arasında geceleri sabaha kadar hikâye
dinlemekten sıkılmayan fakat sabaha kadar Kur’an dinlemek
kendisine zor gelen kimselerin bulunmasıdır. İnsan yeniden
diriltildiğinde de yanında bu gayret ve himmeti olacak ve
dünyada elde ettiği oranda kendisine nimet verilecek. Nasıl ki
dünyada mükemmele özlem duymamış, onu istememiş ve
daha aşağıdakiyle yetinmişse ahirette de onun gibisiyle
yetinecek.
Sonra bu insanlar akıllarıyla düşünerek verilen karşılığın
yapılan amel miktarınca olduğunu anlayacaklar. İki rekât
nafile namaz kılan kişi de bin rekât kılanın sevabını
istemeyecek!
Biri çıkıp “Bu kimsenin kendisinden daha üstün olanın elde
etmiş olduğu şeyleri istememesi nasıl düşünülebilir?” diye
sorarsa derim ki:
Eğer o nimetleri elde etmesi düşünülemiyorsa onları
kaçırdığına üzülmesi nasıl düşünülebilir? Sen hiç fıkıh
öğrenmediğine üzülüp kaygılanan birini gördün mü? Nerede!
Eğer onda bu üzüntü olsaydı onu fıkıhla ilgilenmeye
yöneltirdi. Onlarda esef ve üzüntüyü gerektirecek bir gayret ve
himmet yoktur. Bununla beraber içinde bulundukları nimetlere
razıdırlar. Dediklerimi anla ve acele et, çünkü bu yarış
meydanıdır!
Yahudi ve Hıristiyanlar’ın aramızda yaşamak üzere serbest
bırakılmaları ve kendilerinden cizye alınması hususunu
düşündüm ve bunda acayip hikmetler olduğunu gördüm. Bu
hikmetlerden biri daha önce zikredildiği üzere İslâm’ın
başlangıçta zayıf olması ve onlardan alınan cizyelerle kuvvet
bulduğudur. Bir diğeri de onların zilleti sebebiyle İslâm’ın
izzetinin ortaya çıkmasıdır. Bundan başka şeyler de
söylenmiştir.
Bu hususta benim aklıma da çok garip bir mana geldi. Şöyle
ki onların varlıkları, yaptıkları ibadetler ve peygamberlerinin
şeriatını korumaları, daha önceden de peygamberlerin ve
şeriatların var olduğunun ve Peygamberimiz Hz. Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellemin ilk kez ortaya çıkan bir elçi
olmadığının bir delilidir.
Cinler de bir araya gelip bir yaratıcının ve elçilerin var
olduğunu kabul etmişlerdir. Ortaya çıkmış oldu ki biz eskiden
olmayan bir şeyi meydana atmış değiliz. Onlar bâtıllarına
sımsıkı sarılıyorlar ve cizyeyi ödüyorlar. O hâlde nasıl olur da
biz hak ve doğru olana sımsıkı sarılmayız, devlet bizim
devletimiz! Onların aramızda bulunmalarında, dinde eskiden
doğru olan hükümlere bir saygı vardır.
Basireti olanlar dönsünler ve düşünenler akıllarını
kullansınlar.
.
Âlimin Her Çeşit İlimden Bir Miktar
Alması Gerekir
İlmin şerefi ve üstünlüğü delille sabit olmuştur ancak ilim
talipleri fırkalara ayrılmışlardır. Her birinin nefsi kendisini bir
şeye çekmiştir. Kimi ömrünü kıraat öğrenmekte tüketmiştir.
Bu ise ömrü israf etmektir. Çünkü kişinin, şâz olanlarına değil
sadece meşhur olan kıraatlara itimat etmesi gerekir. Kendisine
fıkıhla ilgili bir mesele sorulunca “bilmiyorum” diyen kıraat
âlimi ne çirkin âlimdir. Onu fıkıh öğrenmekten men eden şey
kıraat rivayetlerindeki tariklerin çokluğundan başkası değildir.
Kimi de sadece gramerle meşgul olur. Bazıları ise hadis yazar
ama yazdıklarını anlamaya bakmaz.
Hadisçi olan şeyhlerimizden bazılarına namazla ilgili bir
soru sorulduğunda ne diyeceğini bilemediklerini gördük, aynı
şekilde kıraat âlimleri ve gramer bilginleri de bu
durumdaydılar.
Fakih olan Abdurrahman b. İsa’nın bana ve İbnü’l-
Mansurî’nin de ona anlattığı bir olay şöyle gelişir:
“Ebu Muhammed b. Haşşâb[86] -nahiv ve lügat bilgisinde
insanların önderiydi- ile birlikteydik ve fıkıh müzakere
ediyorlardı. Dedi ki, bana dilediğinizi sorun. Adamın biri ona
şöyle dedi: Eğer bize namazda ellerin kaldırılmasının
hükmünü sorarlarsa ne diyeceğiz? Dedi ki, elleri kaldırmak
rükündür. Bunu duyan cemaat onun ne kadar az fıkıh bildiğini
görünce dehşete düştü.”
Âlimlerin her ilimden bir nebze olsun bilmeleri, sonra da
fıkha önem vermeleri gerekir. Daha sonra ise ilimlerin
maksadına bakmaları doğru olur ki bu maksat Allah için
muamelede bulunmak, O’nu tanımak ve O’nun için sevmektir.
Ömrünü yıldızlar ilmini (astroloji) öğrenmekle geçiren kişi
ne ahmaktır! Bu ilimden öğrenilmesi gereken şey dindeki
vakitleri bilmek için gerekli olan yörünge hareketleri ve ayın
konaklarına dair bilgidir. Kazâ ve hüküm olduğu iddia edilen
şeyleri düşünüp araştırmak ise tam cahilliktir. Çünkü gerçekte
bunları bilmenin yolu yoktur. Bu husus denenmiş ve
iddiacıların cahil olduğu ortaya çıkmıştır. Fakat bazen isabetli
şeyler söylerler. İsabetli oldukları farz edilse bile bu kederi
hızlandırmaktan başka işe yaramaz. Eğer biri kalkıp da bu
kederi def etmek mümkündür, dese hakikati olmaması
dolayısıyla sözü kabul edilebilir.
Kimya[87] ilmiyle uğraşanlar ise yukarıda sözü edilenlerden
daha ahmaktırlar. Bu yaptıkları boş bir hezeyandır. Nasıl ki
altının bakıra dönüşmesi düşünülemezse bakırın da altına
dönüşmesi düşünülemez. Bu işi yapanlar ancak insanları
paralar hususunda aldatmak isteyenlerdir, tabii eğer
istediklerini elde edebilirlerse.
İlim talibinin amacını tashih etmesi gerekir. Çünkü
samimiyetin olmaması amellerin kabulüne mânidir. O hâlde
ilim talibi âlimlerin meclislerinde bulunmaya, değişik
görüşleri düşünmeye ve kitap elde etmeye çalışsın. Hiçbir
kitap faydadan hâlî değildir. Gayretini ezbere odaklasın,
ezberden yorulmadıkça ne düşünmeye ne yazmaya vakit
ayırmasın. İdarecilerin sohbetinde bulunmaktan sakınsın.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin, sahabenin ve tâbiînin
metotlarına baksın. Nefsini terbiye etmeye ve ilmiyle amil
olmaya çalışsın. Hak Teâlâ kimin velisi olursa onu başarıya
ulaştırır.
. Abdullah b. Ahmed (H. 492-567) gramerde imam olup Ebu
Ali el-Fârisî’nin mertebesine ulaşmıştır.
. Eskiden kimya (simya) ilminin konusu değersiz madenleri
altına çevirmekti.
Kaderi Mazeret Göstermek
Halktan bir grubun kaderi mazeret gösterdiklerini gördüm.
İçlerinden biri şöyle diyordu: Eğer muvaffak kılınsaydım
yapardım.
Bu saçma ve aptalca bir mazerettir ve işi elle def etmeye
çalışmaktır. Bu görüş peygamberlerin sözlerini ve bütün
şeriatları reddetmeye işaret etmektedir. Çünkü eğer bir kâfir,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme, “Eğer Allah beni
muvaffak kılarsa Müslüman olurum” demiş olsa ona boynunu
vurarak cevap verirdi.
Bu, insanların (Hâricilerin) Hz. Ali radıyallahu anha
söyledikleri şu söze benziyor: “Seni Allah’ın kitabına davet
ediyoruz!” Bunun üzerine Hz. Ali onlara şöyle demişti: “Bu
bâtıl amaçla söylenmiş doğru bir sözdür.” Sadaka vermekten
imtina edenlerin şu sözü de bu cinstendir: “Allah’ın dilediği
takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız?” (Yâsîn,
36/47)
Hayatıma yemin ederim ki tevfîk (muvaffakiyet) fiilin aslıdır
ancak tevfîk gizli bir şeydir. Oysa fiili emreden hitap açıktır. O
hâlde gizli olan şeyi bahane ederek açık olandan uzaklaşmak
gerekmez.
Ne Emelin Sonu Ne de Aldanmanın Sınırı
Vardır
İşin en garibi insanın selamette olduğunu sanarak aldanması
ve durumunu daha sonra ıslah etme emelini taşımasıdır. Oysa
ne bu emelin bir sonu ne de aldanmanın bir sınırı vardır.
Sağlık ve esenlik içinde her sabahlayıp akşamladığında kişinin
aldanışı artar ve emeli uzadıkça uzar.
Akranlarının gittiği diyarı, kardeşlerinin ahvalini ve
sevgililerin kabirlerini görmenden ve sayılı günler sonra onlar
gibi olacağını bilmenden daha tesirli bir öğüt var mı? Sonra
sen uyanamadan bu dünyadan gidiyorsun ve başkası senin
sayende uyanıyor! Vallahi bu ahmakların işidir! Aklı olanın bu
yola girmesi onu tuzağa düşürür.
Evet, vallahi akıllı olan selamete koşar, dakikalarını yarın
için biriktirir ve gücü yettiği kadar zorluk zamanı için azık
toplar. Özellikle de ahiret mertebelerinin yaptığı ameller
oranında yüksek olacağını ve zamanı geçtikten sonra onları
elde etmenin mümkün olmadığını bilenler için bu durum
geçerlidir. Farz et ki isyankâr kişi affedildi, peki bu adam amel
edenlerin mertebelerini elde edebilir mi?
Ömrünün Bir Ânını Bile Zayi Etme
Vallahi ben cennete girmeyi ve orada hastalığa
yakalanmadan, tükürük olmadan, uyku olmadan, hiçbir afete
tutulmadan, devamlı sağlık içinde, art arda gelen ve zehir
edenin bulunmadığı isteklerle, her an yeni bir nimete
kavuşarak sonu gelmeyen istekler içerisinde sürekli bir hayat
sürmeyi hayal ediyor ve kararsız kalıyorum. Mizacım
neredeyse bunların doğru olmadığı hususunda sıkıntıya düşer
gibi oluyor. Fakat şeriat bütün bunları garanti ediyor.
Bilindiği üzere sözünü ettiğim nimetler ve dereceler bu
dünyadaki gayret ve çaba oranında olacaktır. O hâlde
dünyadaki bir ânını zayi edene şaşılır! Yapacağı bir tesbih kişi
için cennette bir hurma ağacı diker. O ağacın meyvesi ve
gölgesi süreklidir.
Ey bunları elinden kaçırmaktan korkan kişi! Kalbini umutla
cesaretlendir!
Gerçek Yaşam Ancak Cennettedir
Kendi kendime düşündüm ve kendimi her şeyden iflas etmiş
olarak gördüm!
Karıma güvensem istediğim gibi olmaz: Görünüşü güzel
olsa ahlâkı mükemmel olmaz, ahlâkı tamam olsa bana değil,
kendi amacına hizmet eder, belki de benim ölmemi bekler!
Çocuklarıma güvensem durum yine aynıdır. Hizmetkârım ve
müridim de aynı. Eğer benden onlara fayda yoksa beni
istemeyecekler.
Dosta gelince onu nereden bulacaksın! Allah için seven din
kardeşi ise Ankâ-i Mugrib gibi, öylesini bulmak imkânsız.
Marifetler hayır ehlini arıyorlar, oysa onlar yoklar.
Yalnız başıma bir kenara çekildim ve nefsime döndüm.
Baktım ki aynı şekilde bana karşı samimi değil ve güvenilir bir
noktada durmuyor. Yaratandan başka güvencim kalmamıştı.
Gördüm ki eğer O’nun nimet vermesine güvensem belasından
emin olamam, affını umsam cezalandırmasından emin
olamam.
Vah hâlime! Ne gönül huzuru var ne de sebat! Vah tasamdan
dolayı çektiğim kaygıya! Vah yanmamdan dolayı yanmama!
Allah’a yemin ederim ki gerçek yaşam ancak cennettedir;
hoşnutluğun kesin bir biçimde bilindiği, hainlik etmeyen ve
eziyet çektirmeyenlerle birlikte yaşanan yerde. Dünyaya
gelince, burası böyle safaların bulunacağı yer değil!
Akıllı Kimse Akıbetlere Bakandır
İnsanların en ahmağı şimdiki hâline göre amel edip onun
değişebileceğini ve vukuu muhtemel olan şeylerin vuku
bulabileceğini düşünmeyen kişidir.
Buna örnek olarak diyebiliriz ki kişi bir şansının dönmesine
aldanıp mülkü gerektirdiği şekilde iş yapar da şansı birden
değişiverirse helâk olur! Bazen kişi kendi üstünlüğüne ve
gücüne aldanıp birine düşmanlık eder, fakat kendi durumu
değişip olayı telafi etmesine de imkân kalmayınca,
pişmanlıktan ne yapması gerektiğini bilemez.
Parası ve malı olmasına güvenerek elindeki malı saçıp
savuran ve yokluk anında ne yapacağını unutan kişi de
böyledir. Sağlığına güvenip daha sonra başına gelecek
hastalıkları ve afetleri unutarak arzularına uyan, yiyip içmede
aşırıya giden, cinsel ilişkiyi abartan kişinin hâli de böyledir.
En nükteli hâllerden biri de kişinin cariyesini sevip onu azat
etmesi ve ona karşılıksız ihsanda bulunması veya bir kadını
sevip ona bağlanması ve ona karşılıksız ihsanda bulunması ve
kadının onun kalbinde iyice yer etmesidir. Aradan günler
geçer, kadını düşünmez olur veya başkasını istemeye başlar.
Fakat ondan kurtulmanın yolunu bulamaz. Kurtulmuş olsa
bile kadın ondan alacağını almıştır. Bu durumda aldığı zevkten
kat be kat fazlasıyla öfkelenir.
Hiçbir kadına ve hiçbir insanın sevgisine güvenmemek
gerekir. Çünkü kişi bazen bir kadını sever ve onu asla
unutmayacağını zannederek kendini ona vakfeder. Fakat bir
gün gelir onu unutur veya bir başkasını sever ve ilkini unutur.
Bu durumda birinciden kurtulması çok zor olur.
Akıllı kişi, gireceği işten çıkma yollarını da bilmedikçe o işe
girmez. Çünkü hiçbir şey olduğu yerde kalmaz. Sevgi devam
etmez. Değişmek her hâlin kaçınılmaz doğasıdır.
Malını çocuklarına verip sonra onlara el açar duruma düşen
kişinin durumu da böyledir. Çocuğu onun ölmesini temenni
eder, onu sunabileceği imkânlardan mahrum eder.
Kişi bazen arkadaşına ve dostuna da güvenir ve sırlarını ona
açar. Dostu da o sırları ortaya döker ve bundan dolayı kişi
sonu ölüme varabilen hallere düşer.
Bir Düşmana İlk Başta Düşmanca
Davranmaya Başlamak Ahmaklıktır
Bir düşmana veya seni çekemeyen birine ilk başta düşmanca
davranman ahmaklıktır. Yapman gereken şey, eğer onun hâlini
biliyorsan ona aranızda esenliğe sebep olacak şekilde
davranmandır.
Eğer özür dilerse kabul edersin, düşmanlık etmeye başlarsa
görmezlikten gelip affeder ve işin yakın olduğunu ona
gösterirsin. Sonra gizliden gizliye ona karşı tetikte beklersin;
hiçbir durumda ona güvenmezsin, görünüşte onunla beraber
bulunsan bile kalben ondan uzak durursun.
Dertlerden Kurtulmanın Yolu Tövbe ve
Duadır
Kurtulması çok zor olan bir mihnete düşersen günahlardan
tövbe ettikten sonra dua edip Allah’a sığınmaktan başka çaren
yoktur. Çünkü yapılan hatalar cezayı gerektirir. Hatalar tövbe
sayesinde ortadan kalkarsa cezasının sebebi de kalkar.
Tövbe edip dua ettiğinde icabet edildiğine dair bir emare
göremezsen durumunu kontrol etmelisin. Belki tövben geçerli
olmamıştır, hemen düzeltip öyle dua et. Sakın dua etmekten
usanma. Belki de duaya cevabın gecikmesi, senin iyiliğinedir.
Belki de maslahat duanın kabul edilmesinde değildir. Her
durumda sen sevap kazanırsın ve menfaatine olan şeylerde
duan kabul edilir. Senin menfaatine olan şeylerden biri de
istediğin şeyin verilmeyip yerine başkasının verilmesidir.
İblis gelip sana, “Kaç zamandır O’na dua ediyorsun, icabet
görmedin” derse ona şöyle de: “Ben dua ile ibadet ediyorum
ve icabetin olacağına kesinlikle inanıyorum. Ancak belki de
icabetin gecikmesinin sebebi bana uygun olan bazı
maslahatlardır. Duama icabet edilmese bile O’na kulluk etmiş
ve boyun eğmiş olurum.”
Bir şey istediğin zaman kesinlikle beraberinde hayırlı olanı
da iste. Dünya isteklerinden nicesinin hâsıl olması helâke
sebep olabilir. Görüşünün yeterli olmadığı bazı durumlarda
sana doğruyu göstermesi için arkadaşınla bazı dünya işleri
hususunda istişare etmen emredildiğine ve bu istişare sonucu
yapmak istediğin şeyin uygun olmadığını anladığına göre,
nasıl olur da maslahatları en iyi bilen Rabbinden hayırlısını
istemezsin! Hayırlısını dilemek istişarenin güzelliğindendir.
Âlimler ve Kısımları,
Cahiller ve Kısımları[88]
İnsanlara baktım ve onların âlim ve cahil olarak ikiye
ayrıldıklarını gördüm. Cahiller de kendi arasında kısımlara
ayrılırlar. Kimi cehalet içerisinde, ipek elbise giymek, şarap
içmek ve insanlara zulmetmek üzere büyütülmüş olan
sultandır. Sultanın kendisine benzeyen görevlileri vardır. Bu
kimseler hayırdan tamamen yoksundurlar.
Kimi bütün gayretleri çalışıp para kazanmak ve mal
toplamak olan tüccarlardır. Tüccarların çoğu zekât vermez ve
faizden sakınmaz. Bu kimselerin insanlıktan nasipleri sadece
kalıplarıdır.
Kimi de esnaflardır; ölçü ve tartıda hile yaparlar, insanları
aldatırlar, faizli işlem yaparlar, bütün gün çarşıda otururlar,
içinde bulundukları hâlden başka işleri ve himmetleri yoktur,
gece olunca sarhoşlar gibi yatağa gömülürler. Bu kimselerin
tek gayeleri yiyip içmek ve hayattan zevk almaktır. Namazdan
hiç haberleri yoktur. Namaz kılsalar bile ya erkâna riayet
etmeden tavuğun yem yemesi gibi hızla kılıp namazdan
çalarlar veya iki namazı birleştirip kılarlar. Bu kimseler
hayvanlara eştir.
İnsanlardan kimisi de bütün hâllerinde rezillik sahibidir;
kimi süpürgeci, kimi çöpçü, kimi elekçi, kimi tuvalet
temizliyor. Bu kimseler topluluğun en rezilleridir.
Kimisi çeşitli zevkleri elde etmek ister ama geçim şartları
buna izin vermeyince kalkıp yol kesici olur. Bunlar insanların
en ahmaklardır. Çünkü yaşamları yoktur. Bir süreliğine yiyip
içmekle zevklenseler bile tam o sırada rüzgâr kamışları
hareketlendirir ve sultandan korkarak hemen kaçmaya
başlarlar. Bu hâlde kalmaları pek azdır. Sonları öldürülmek ve
asılmaktır. Tabii ahirette alacakları cezayı da buna eklemek
lazımdır.
Kimi de köylülerdir; neredeyse hepsi cahil kalmışlardır,
çoğu necasetten sakınmaz. Bu kimseler sığırlar zümresine
dâhildirler.
Kadınların da kısımlara ayrıldıklarını gördüm; güzel olan
kimileri fuhuş yapar, kimi malı hususunda kocasına hainlik
eder, kimi namaz kılmaz ve dine dair hiçbir şey bilmez!
Bunlar cehennem malzemesidirler. Bir öğüt işittiklerinde taşla
muhatap oluyormuş gibi davranırlar. Yanlarında Kur’an
okunduğunda sanki gece masalı dinliyor gibi dinlerler!
Âlimlere gelince; işin başında olanlarından bazıları habis
niyetli olup ilim öğrenmekten maksadı amel etmek değil,
gösteriştir ve ilmin kendisini savunacağını zannederek günaha
meylederler. Oysa öğrenmiş oldukları ilim onların aleyhine
delil olacaktır. Orta hâlli ve meşhur âlimlerin çoğu ise
sultanların yanlarına giderler ve bir kötülüğe şahit olsalar
susarlar. Niyeti ve amacı güzel olan âlim pek azdır.
. Müellif bu yazıda yaşadığı dönemin sosyal hayatına ilişkin
tahlillerde bulunmaktadır. Meslekler ve kişiler
günümüzdekilerle karıştırılmamalıdır.
Selef Kur’an ve İlimle Meşgul Olmuştur
Derin bir tefekkürle, cennetteki sürekli yaşamı
düşündüğümüzde görürüz ki orada bulanıklık karışmamış bir
gönül huzuru, kesintisiz zevkler, nefsin her istediğini elde
etmesi, bunlara ek olarak hiçbir gözün görmediği, hiçbir
kulağın işitmediği ve hiç kimsenin aklından geçmemiş,
değişmesi ve zevali olmayan nimetler olacaktır.
Çünkü orada “bir milyon sene” veya “yüz milyon sene”
şeklinde bir süre verilmeyecektir. Aksine eğer insan
milyonlarca seneyi saysa sayının sonu gelirdi. Oysa ahiretin
devamlılığı asla bitmez. Ancak bu devamlılık sadece bu ömür
sermayesiyle elde edilir.
Sonu yüz yıl olan ömürlerin değeri nedir ki? Yüz senenin on
beşi çocukluk ve cahillikle, eğer yaşarsa yetmişten sonraki
otuz senesi zafiyet ve acizlikle geçer. Kalan ömrün yarısı
uykuyla, bir kısmı yeme, içme ve çalışmakla geçer. Ömrün
ibadete ayrılmış kısmı pek azdır. Durum böyle olunca o
sınırsız hayat bu pek az ibadet karşılığında satın alınmaz mı
hiç?
Bu alışverişe girişmekten kaçınmak aklen elbette büyük bir
ziyan ve Allah’ın vaadine iman hususunda bir haleldir.
Kuşkusuz ki alışverişin nasıl yapılacağı ilimle bilinir. Yolu
gösteren, kişinin yararına olacak şeyleri ona tanıtan ve yol
kesenlere karşı onu uyarıp sakındıran ilimdir.
İblis bir grup zahidin başına çeşitli afetler getirmiştir.
Bunların en büyüğü onları ilimden uzak tutmasıdır. İblis adeta
karanlıkta bir şeyler çalabilmek için ışığı söndüren hırsız
suretiyle onları aldatmıştır. Hatta İblis, büyük âlimlerden bir
bölümünü de bu şekilde aldatarak bu hususta onları ilmin
yasakladığı yollara sokmayı başarmıştır.
Sevgi ve Nefreti Gizleyebilmek
Basirettendir
Kim sevdiğini seçmek isterse bilsin ki sevilen iki kısımdır:
Ya görünüşü güzel olması istenen bir kadın ya da içi güzel
olması istenen bir dost. Bir kadının görünüşünü beğendiğinde,
kalbin ona sımsıkı bağlanmadan önce kısa süreliğine onun iç
vasıflarını ve hasletlerini düşün.
Eğer istediğin gibiyse -ki bunun esası Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellemin buyurduğu üzere dindir: “Dindar
olanını seç.”[89]- ona meylet, ondan çocuk sahibi ol ve ona
meylinde itidal yolunu tut.
Çünkü sevgini şımartarak göstermen yanlış olur.
. Buharî, 443; Müslim, 1466. Hadis Cabir radıyallahu
anhdan rivayet edilmiştir.
İnsanların En Cahili Zevklerine Düşkün
Olandır
İnsanların en cahili zevklere düşkün olandır. Zevkler ikiye
ayrılır: Mubah veya haram olan zevkler. Mubah olan
zevklerden (ölçüyü kaçırarak), dine dair önemli şeyleri zayi
etmekten başka neredeyse hiçbir şey elde edilmez. Eğer bir
çekirdek kadar zevk elde edilse yanında bir ton sıkıntı olur.
Sonra zatı itibariyle mubah zevkler saf olmayıp bunların
binlerce kiri ve pisliği vardır. Bu zevklerin sona erdiği ve söz
konusu binlerce kirinin kaldırıldığı düşünülürse bu düşünce
heva ve arzuları keser, nefsi üzer.
Nefis bu mubah zevklere tenezzül etmediği zaman hiçbir
sıfatın tarif edemeyeceği şekilde sürekli olarak üzülmekten
kaçınır. Bu zevkler tecrübesiz olanları aldatır, ömürlerini bitirir
ve onlara sürekli acı verir.
Bununla birlikte zevke düşkün olan kişi ne zaman bir
zevkten nasibini alsa birinci zevkin suçunu ve hıyanetini
bildiği hâlde hemen diğerini ister. Bu davranış aklın ve
mizacın bir hastalığıdır. Bu durum kişiye aniden ölüm
gelinceye ve telafisi imkânsız olan pişmanlık yaygısı üzerine
atılıncaya kadar sürer.
Ömrü kısa olmasına rağmen geçici zevklere dalan, sonra da
zevki kirden arınmış, kusurdan uzak ve ebediyete kadar
sürecek olan ahiret hayatına ihtimam göstermeyen kişiye
şaşılır. O zevkleri yaklaştırmak için bu zevklerden uzak
durmak gerekir. Oranın mamur olması buranın harap
olmasıyladır. Güzel tedbir sahibi ve selim aklı olan kişinin bu
ihtimalleri düşünememiş ve bu iki hususu birbirinden ayırt
edememiş olmasına şaşılır.
Eğer söz konusu zevk bir günah ise yukarıda zikrettiğimiz
olumsuzluklara bir de dünya utancı, halk arasında rezil olmak,
had cezası, ahiretteki ceza ve Hakk’ın gazabı eklenir.
Vallahi mubahlar faziletleri ve erdemleri elde etmeye engel
olur. Bütün bunlar basiretli davranışı açıklamak için kınandı.
Nasıl olur da çirkefliklerin son haddi olan haram zevkler
kınanmaz!
Allah’tan dileğimiz bizleri faydamıza olacak şeylere
yöneltecek ve tuzağa düşürecek şeylerden kurtaracak bir
uyanıklığı bizlere bahşetmesidir. Şüphesiz ki O, çok yakındır.
Arzu, İşi Yarına Bırakmak ve
Rahmete Aldanmak
Halkı düşündüm ve onların neredeyse akıllarının bozulmuş
olduğunu zannettirecek kadar garip bir manzara içinde
olduklarını gördüm.
Şöyle ki insan vaazları dinler, ona ahiret hatırlatılır,
söyleyenin doğru söylediğini bilir, ihmalkârlığından dolayı
ağlayıp rahatsız olur ve bunları telafi etmeye azmeder. Sonra
azmetmiş olduğu şey gereği, ameli gevşeyip zayıflar.
Ona “Sana vaat edilenden şüphe duyuyor musun?” diye
sorulsa “hayır vallahi” diye cevap verir. O zaman ona “O hâlde
amel işle!” denir. O da amele niyet eder, sonra amelden kalır.
Bazen de yasak olduğunu bildiği hâlde haram olan bir zevke
meyleder.
Uzlet Korunmadır
Gayretini toplamak ve kalbini ıslah etmek isteyen, bu
zamanda insanların yanında bulunmaktan kaçınsın!
Çünkü eskiden sözü edilmesi fayda verecek şeyler için
insanlar bir araya gelirlerdi, oysa şimdi zarar verecek şeyler
için bir araya geliyorlar.
Hidayetin Sebepleri
Hidayeti bulan kişinin hidayeti bulma ve gaflet uykusundan
uyanan kimsenin uyanma sebebini düşündüm ve gördüm ki
bunun en büyük nedeni Hakk’ın o şahsı seçmesidir. Tıpkı
şöyle denildiği gibi: “Bir iş için seni istediğinde, seni o işe
hazırlar.”
Bazen bu uyanış sadece aklın düşünmesi sonucu ortaya çıkar
ve insan nefsinin varlığının farkına vararak onu bir yaratan
olduğunu, O’nun kendisinden hakkını ve nimetlerine
şükretmesini istediğini ve karşı gelmenin de cezasından
sakındırdığını bilir. Bütün bunlar zahirî bir sebebe dayanmaz.
Mağara arkadaşlarının başına gelenler de bu kabildendir:
“Onlar (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler
ki: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir.’ (Kehf,
18/14) Tefsirde anlatıldığına göre gençlerin her biri kalbinde
bir uyanış hissetti ve dedi ki: “Bu yaratılmışların bir yaratıcısı
olmalı…”
Bunun üzerine içlerindeki ihtiyatlı olma ateşi iyiden iyiye
şiddetlendi ve sahraya çıktılar. Aralarında hiçbir randevu
yokken hepsi bir yerde buluştular. O sırada birbirlerine onları
neyin oraya getirdiğini sordular ve cevabın aynı olduğunu
görünce arkadaşlık ettiler.
Kendi Görünüşünü Beğenip Başlangıçta
Ne Olduğunu Unutana Şaşarım
Kendi görünüşünü beğenip böbürlenerek yürüyen ve
başlangıçta ne olduğunu unutan kimseye şaşarım. Onun
başlangıcı, ardından bir yudum su içilmiş olan bir lokmadır.
Dilersen şöyle diyebilirsin: Bir lokma ekmek, yanında biraz
meyve, bir parça et, bir yudum süt, bir yudum su vb.
Sonra ciğer bunları pişirdi ve ardından meniyi çıkardı. Bu
meni birikti ve sonra şehvet onları harekete geçirip döktü.
Sonra anne karnında sureti tamam olana kadar kaldı ve
sonunda sidik bezleri arasında debelenip duran bir çocuk
olarak dünyaya geldi.
Kişinin sonuna gelince; toprağa gömülecek, kurtlar onu
yiyecek ve en son rüzgârların kaldırıp savurduğu toz parçaları
hâline gelecek. Beden toprağı bir yerden bir yere taşınıp
duracak. Hâlden hâle geçerek sonunda ilk hâline dönüp tekrar
bir araya gelecek!
Bu söylenenler bedenin başına gelecek olan şeylerdi. Fakat
ruh amele bağlıdır. Eğer edeple saflaşır, ilimle kuvvet bulur,
yaratıcıyı tanır ve O’nun hakkını yerine getirirse bineğin
eksikliği ona zarar vermez. Ama cahil olarak kalırsa çamura
benzemiş hatta ondan daha değersiz hâle gelmiş olur.
Âlimlere ve İlim Talebelerine Nasihatler
Heyhat! Dünya işlerine dalan kişinin aklı başına nasıl gelsin.
Özellikle de fakirliğe alışmış olan fakir genç aklını başına
nasıl toplasın. Bu genç evlendiği zaman dünyalık malı
olmadığından geçinmek için çalışmaya başlayacak veya
insanlardan dilenecektir. Böyle olunca da himmet ve gayreti
dağılacaktır. Sonra çocukları olunca kafa dağınıklığı daha da
artacaktır. Elde ettiği şeyler hususunda nefsine izin vere vere
sonunda harama düşecektir.
Düşünen görür ki kişinin bütün tasası kendisinin ve ailesinin
yediği, eşinin hoşnut olduğu para ve giysilerdir. Oysa insanın
bütün endişesinin bu olmaması gerekir. Gönül huzuru var mı,
aklını başına alabilmiş mi buna bakmalıdır.
Heyhat! Vallahi göz insanlara bakarken, kulak onların
sözlerini dinlerken, dil onlarla konuşurken ve kalp ihtiyaç
duyulan şeyleri elde etme işinde dağınıkken kişi aklını başına
nasıl toplasın.
Biri çıkıp da “Öyleyse ne yapacağım?” diye sorarsa ona
şöyle derim: Sana yetecek kadar dünyalık veya maişet
buldunsa onunla yetin ve gücün yettiği kadar halktan uzak
kalmaya bak. Evlenirsen aza kanaat eden fakir bir kızla evlen
ve sen de onun suretine ve fakirliğine sabret. Sakın nefsinin
fazla para harcamaya muhtaç olan kadınları istemesine izin
verme.
Eğer saliha bir kadınla evlenirsen o senin aklını başına
toplar. Eğer bunu yapamazsan o zaman sabretmek senin için
tehlikeye girmekten daha uygundur. Güzel kadınlardan sakın!
Çünkü onlara sahip olanlar -güvende olsalar da- puta tapan
gibidirler. Eline bir şey geçerse bir kısmını harca. Kalan
miktarı yanında tutarak aklının dağılmamasını sağla.
Bu zamandan ve içinde yaşayanlardan sakın! Artık insanlar
arasında teselli eden, başkasını kendine tercih eden, ihtiyaç
görmek için sıkıntıya giren ve kendisinden bir şey istendiğinde
verenler yok! Verenler de ancak canı sıkkın ve bin bir minnetle
küçük ve önemsiz bir şey veriyorlar. Verdikleri şeyle de ömrü
boyunca verdikleri kimseyi esir alıyorlar. Para verdikleri
adamı ne zaman görseler onu küçük görüyor, kendisine hizmet
etmesini veya yanına gelip gitmesini istiyorlar.
Eskiden Ebu Amr b. Nüceyd[90] gibiler vardı. Ebu Amr bir
keresinde Ebu Osman el-Hîrî’yi[91] minberde şöyle derken
işitir: “Bin dinar borcum var ve artık canıma tak etti!” Bunu
duyan Ebu Amr geceleyin ona bin dinar götürüp verir ve der
ki: “Borcunu bununla öde.” Ertesi gün Ebu Osman tekrar
minbere çıkıp şöyle der: “Ebu Amr için Allah’a şükrediyoruz
çünkü o kalbimi rahatlattı ve borcumu ödedi.”
O sırada Ebu Amr kalkıp şöyle der: “Ey şeyh! O para
annemindi ve yaptığım bu iş onu sıkıntıya soktu. Aldığın
parayı geri verebileceksen hemen ver.” Gece olunca Ebu Amr
onun yanına giderek şöyle dedi: “Neden insanlar arasında
benim adımı açıkladın? Ben bu işi halk için yapmadım. Parayı
al ve bir daha benim adımı söyleme!”
Onlar öldüler ve kişilikleri toprakta kayboldu
Keskin kokuları misktir ama kemikleri ufalanmış[92]
Bütün aklı fikri dünya olanlardan uzak durun. Çünkü onların
bugünkü azıkları yarın tercih edilemez olacaktır. Neredeyse içi
düşman dışı dost, zarar görürsen alay eden, nimete erersen
çekemeyen insanlardan başka kimse göremezsin.
Satıldığı yerde uzleti satın al çünkü kalbi olan kişi çarşı
pazarda gezip evine döndüğünde kalbi değişir. Dünya malına
meyletmekle onu zora sokarsa hâli nasıl olur.
Halktan uzak durarak aklını başına toplamaya çalış ki kalbin
varacağın sonu düşünsün ve basiret gözün göç kervanının
hazırlandığının farkına varsın!
. İsmail b. Nüceyd b. Ahmed es-Sülemî en-Nîsâbûrî. Zahid
abidlerden biri olup Horasan’ın hadisçilerindendir. (h. 272-
365)
. Saîd b. İsmail el-Hîrî en-Nîsâbûrî (h. 230-298). Abidler ve
zahidlerle bir araya gelir, onları dinler ve âlimlere hürmet edip
nasihatlerde bulunurdu. Iraklılar için Cüneyd-i Bağdâdî neyse
Horasanlılar için Ebu Osman oydu.
.
Kabir Ziyareti ve Kitap Müzakeresi
Eskiden müridin kalbi karardığı veya içi hastalandığı zaman
salihlerden birini ziyaret etmeye gider ve kararan kalbi eskisi
gibi cilalanırdı. Bugün ne zaman mürid bir zerre sıdk elde etse
ve uzlete çekilse afiyet rüzgârından bir esinti ve kalbinde bir
nur hisseder, aklını başına toplar gibi olur ve dağınıklığı
düzene girmeye başlar.
O sırada uzletten çıkıp dışarıda âlim veya zahid olduğu
söylenen kişilerden biriyle karşılaşınca bakar ki yanında bir
sürü işsiz güçsüz takımı onlarla beraber faydasız bir hezeyana
kapılmış gidiyor. Bakar ki o zatın görünüşü aldanmışların
suretinde ve en kolay yaptığı şey boş sözlerle vakit öldürmek.
Mürid bu manzaradan sonra kalbinde bir kararma, azminde
bir dağınıklık ve ahireti hatırlama gafletiyle kalbi hastalanmış
şekilde uzletine döner. Eski hâline dönene kadar günlerce
kalbini tedavi etmek için uğraşır durur.
Bazen eski hâline dönemez, çünkü mürid zayıftır ve tecrübe
edip tanımış, sonra da tembelliği tercih etmiş bir şeyh görünce
mizacının ona uymasından emin olamaz.
Bugün, bir mürid için en uygun olanı kabirlerden başkasını
ziyaret etmemek ve sufîlerin güzel hasletlerini anlatan
kitaplardan başkasını müzakere etmemektir. Razı olacağı
şeylerde muvaffak olmak için Allah’tan yardım istesin. Çünkü
eğer Allah onu murad ederse razı olduğu şeyler için hazırlar.
Allah’ın Velilerinin Sıfatları
Hakk’ın veliliğine ve yakınlığına seçmiş olduğu kişileri
düşündüm –onların vasıflarını duyduk ve onlardan olduğunu
sandığımız kişileri gördük.
Gördüm ki Allah ancak sureti kâmil, suretinde kusur
olmayan, yaradılışında noksanlık bulunmayan, güzel yüzlü,
orta boylu, bedeninde herhangi bir arıza olmayan, içi kâmil,
cömert, eli açık, akıllı, sahtekâr olmayan, kin tutmayan ve iç
kusurlarından arınmış kimseleri seçiyor. İşte Allah bu kişileri
küçüklüğünden itibaren yetiştiriyor.
Çocukken böyle kimselerin diğer çocuklardan ayrı kaldığını
görürsün, sanki büyümüş de küçülmüş. Sonra himmet ve
gayret ağacı büyümeye devam eder, ta ki onun meyvesini
gençlik dalları üzerinde sarkmış olarak görür.
İlme karşı hırslıdır, amel yapmaya tutkuludur, zamanı zayi
etmez, vakitleri gözetir, faziletli işleri yapmaya gayret eder,
kusur ve ayıplardan korkar.
Tökezlese muvaffakiyet ve rabbanî ilhamın elinden
tuttuğunu, yanlışa niyetlense ona engel olduğunu, onu erdemli
ve faziletli işlerde kullandığını ve yaptığı ameli gözünden
gizleyip ona amelinin kendinden olmadığını gösterdiğini
görürsün.
Cami ve Ribat İnşa Etmek
Öncekilerden birine, haram/helâl demeyip para kazanan ve
sonra da bu parayla cami ve ribat inşa eden sultanların sevap
kazanıp kazanmadıklarının sorulduğunu gördüm.
O şahıs da cami ve ribat inşa edenin kalbini hoş tutacak
şekilde fetva verdi ve onun sahibi olmadığı parayı harcama
hususunda bir nevi simsarlık hakkı olduğunu söyledi. Çünkü o
parayı harcayan kişi malları gasp edilenleri teker teker
tanımadığı için geri veremezmiş! Kendi kendime dedim ki
şeriatın usulünü bilmeyen bu fetvacılara şaşıyorum!
Öncelikle bu infakı yapıp cami yaptıran adamın hâline
bakılır. Eğer bu kişi sultansa devlet hazinesinden çıkan paranın
harcanacağı yerler bellidir. O hâlde nasıl olur da bu paralar hak
edenlere verilmez, medrese ve ribat inşası gibi yerlerde
kullanılabilir?
Eğer infakı yapan ümera ve sultanın naipleri ise geri
verilmesi gerekenlerin devlet hazinesine iade edilmesi gerekir.
Onun bu parada kendisine düşeni yapmaktan başka bir söz
hakkı yoktur. Eğer parayı gereken yere harcamazsa hakkı
olmayan yere harcamış olur. Eğer bu hususta ona izin verilirse
verilen izin caiz olmaz. Geri çevirmesi mümkün olmayan bir
pay kendisine verilirse aldığı şey Müslümanlar’ın mallarından
hakkı olmadığı hâlde almış olduğu fazladan bir mal olur. Bu
malı ona veren de günahkârdır. Bu hüküm, infak edilen mal
salim ve helâl olursa böyledir.
Fakat söz konusu mal haram veya gasp yoluyla alınmış ise
onda yapılacak her türlü tasarruf haramdır. Vacip olan, kimden
alınmışsa malın ona veya vârislerine geri verilmesidir. Eğer
nasıl geri verileceği bilinmiyorsa devlet hazinesine konulur ve
böylece Müslümanlar’ın maslahatları için veya sadakada
kullanılır. Malı alanın ise günahtan başka nasibi olmaz.
Riya Ameli Zayi Eder
İnsanlara zühd gösterisinde bulunan, böyle yapmakla onların
kalplerine girmek isteyip de kalplerinin kendisinin rızası
uğruna amel ettiği Allah’ın elinde olduğunu unutanlara
şaşıyorum. Eğer Allah onun amelinden razıysa ve onu samimi
buluyorsa kalpleri ona yöneltir. Eğer onu samimi bulmuyorsa
kalpleri ondan uzaklaştırır.
Amel eden kişi ne zaman başka kalplerin ona yönelmesine
baksa şirke düşmesine ramak kalır. Çünkü kişinin, rızası
uğruna amelde bulunduğu Allah’ın bakışına kanaat etmesi
gerekir.
Samimiyetin ve ihlâsın zorunlu kıldığı şeylerden biri de
kişinin kalplerin kendisine yönelmesini amaçlamamasıdır. Söz
konusu yöneliş onun kastıyla değil, kendiliğinden ve hatta
hoşlanmadığı hâlde hâsıl olur.
İnsan bilsin ki her ne kadar muttali olmasalar da bütün
amellerini halkın hepsi bilmektedir. Kalpler, müşahede
etmeseler de salih kişinin iyiliğine şahitlik ederler.
Yaptığı ameli halkın görmesini amaçlayan kişinin yaptığı
zayi olmuş demektir. Yaptığı şey ne Hak katında ne halk
nazarında makbul değildir. Çünkü onların kalpleri ona iltifat
etmez. Böylece ilmi zayi ettiği gibi ömrünü de tüketir.
İbnü’l-Husayn’in İbnü’l-Müzehheb’den, onun Ahmed b.
Cafer’den, onun Abdullah b. Ahmed’den, onun babasından,
onun Hasen b. Musa’dan, onun İbni Lehîa’dan[93], onun
Derrâc’dan, onun Ebü’l-Heysem’den, onun Ebu Saîd el-Hudrî
radıyallahu anhdan, onun da Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemden bize rivayet ettiğine göre o şöyle buyurmuştur:
“Sizden biri kapısı ve penceresi olmayan sert bir kayanın
içinde amel etse ne olursa olsun ameli insanlara çıkar.”[94]
O hâlde kul Allah’tan korksun, kastı kendisine fayda verecek
olanı kastetsin ve pek kısa zamanda ölüp gidecek olanların
övgüsüyle uğraşmasın.
. Abdullah b. Lehîa el-Hadramî el-A’dûlî (h. 96-174). Mısır
diyarının âlimi olup hadisinde leyn olsa da büyük âlimlerden
biridir. Abâdilenin ondan yaptığı rivayetler sahihtir.
. Ahmed, 3/28; İbn Hibbân, 5668; Hâkim, 4/314. Derrâc’ın
Ebü’l-Heysem’den rivayeti zayıftır. Ziyade Müsned’den
alınmıştır.
Her Ruhsat Kişiyi Bir Başka Ruhsata
Sürükler
İran beldelerinden birinden bize bir fakih geldi, bulunduğu
yerde kadılık yapıyormuş. Bineğinde altın olduğunu, gümüş su
kapları taşıdığını ve birçok haram şeyler bulunduğunu
gördüm. Kendi kendime dedim ki bunun ilmi ne fayda ediyor?
Tam aksine, vallahi aleyhindeki deliller çoğalmış!
Bunun en büyük sebebi bu kimselerin selefin ve Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellemin yaşantısı hakkındaki bilgilerinin
azlığıdır. Evet, onlar her şeyden habersiz değiller ancak
muhalefet ilmiyle meşgul olup öğrenmiş oldukları bilgi
kırıntısıyla öne geçmek istiyorlar.
Hadis dinlemek ve selefin yaşantısını öğrenmek onları
ilgilendirmiyor. Sultanlarla beraber oluyorlar ve onlar gibi
görünmeye muhtaç kalıyorlar. Hatta bazen bu yaptıkları
önemsiz bir şeymiş gibi geliyor onlara. Akıllarına böyle bir
şey gelmese bile arzuları önünde hiçbir engel olmaksızın
onlara galip gelmiş durumda.
Bazen akıllarına şöyle demek geliyor: Bu yaptığım iş
müsamaha edilebilir ve ilimle uğraşmamız sadedinde
bağışlanabilir. Sonra âlimlerin dünyalık bir şeyler elde etmek
amacıyla onlara ikramda bulunduğunu görürler ve bu
yaptıklarını reddetmedikleri gibi onlara bir şey de demezler.
Âlimlerden bazılarının valilerin yanında gezdiklerini ve köle
satın aldıklarını gördüm. Ahiretten ümidini kesmiş olanlardan
başkası bunu yapmaz. Seksen yaşına girdiği hâlde bu durumda
olan âlimler gördüm. Ey dinini korumak isteyen ve ahirete
kesin inanmış olan kişi, Allah’ı hatırla, Allah’ı!
Sakın fasit yorumlar yapma, galip arzulara uyma. Eğer sen
bu gibi fesatlardan birine dalmak için nefsine ruhsat verirsen
işin sonunda diğerlerini de yapmaya başlarsın ve hevanın
alışmasından dolayı bir daha işin içinden çıkamazsın. O hâlde
nasihatimi dinle: Kırıntılarla yetinip dünya erbabından uzak
dur.
Eğer heva gürültü çıkarıp bağırmaya kalkarsa onu def et!
Belki sana “şu işte bir beis yoktur” diyebilir. Sakın onun
dediğini yapma. Çünkü dediği şeyde bir beis olmasa bile
başkasını davet eder ve işi telafi etmek iyice zorlaşır.
Sert hayat koşullarına sabret, hevalarına uyanlardan uzak
dur. Din ancak böyle tamam olur. Ne zaman ruhsat kapısı
açılsa bir başkasına götürür, tıpkı kıyının derin suya götürdüğü
gibi. Sonuçta arzulanan şeyler; bir yemeğin ardından bir
başkası, bir elbiseden sonra bir başkası ve biri diğerinden daha
güzel olan yüzden başka bir şey değildir. Dünya ancak pek
kısa günlerden ibarettir.
Mümin Nefsini Korumalıdır
Bu kitapta değişik ibarelerle zikretmiş olduğum şu manayı
çok defa tekrarlamaktayım:
Müminin geçimiyle meşgul olması ve nafakasını elde etmesi
gerekir. Eskiden âlimler devlet hazinesinden bir şeyler alırlar,
ihvan onlara yumuşak davranır ve halk yardım ederdi. Şimdi
bunların hepsi kesildi ve ilimle veya ibadetle meşgul olan
kimse, özellikle de ailesi olan, miskin hâle geldi.
Dinini Korumaya Özen Gösteren ve Az
Bir Dünya Malıyla Yetinen Kişi Mutlu
Olur
Hükümdarların düşmanlıklarını, tüccarların hırsını ve zahid
görünenlerin nifaklarını düşündüm ve gördüm ki bütün bunlar
hissî zevklere dayanıyor. Akıllı kimse bunları iyice düşündüğü
zaman hisse dayalı şeylerin pek önemsiz olduğunu, en küçük
şeyde yok olduklarını ve onlardan amaçlanan şeye ulaşmanın
mümkün olmadığını anlar.
Eğer bu zevklerde aşırıya giderse aldığı lezzetin kat be katı
eziyet olarak kendisine geri döner, tıpkı çok yemek yiyen veya
çok cinsel ilişkiye giren kişi gibi. Dinini korumaya özen
gösteren ve dünyadan ihtiyacı kadarını alan kişi mutluluğu
yakalar.
Şaşılacak şeydir şu elbise! Orta hâlli bir elbise olursa kişiye
hizmet eder, pahalı bir elbise olursa kişi ona hizmet eder. Eğer
elbiseyi giyen kendini beğenmiş nazarıyla ona bakarsa o
zaman Allah ona bakmaz. Sahîh’de şöyle bir hadis
nakledilmiştir: “Bir adam elbisesiyle caka satarken yerin
dibine geçirildi.”
İçeceğe gelince: Eğer haram bir içecekse cezası lezzetinden
kat be kat fazladır. Bir başka cezası da insanlar arasında
namusa leke sürmesidir. Eğer mubah bir içecekse ona duyulan
aşırı iştah bedene zarar verir.
Nikâhlanan kadına gelince; güzel olan kadını idare etmek
her şeyden daha çok eziyetlidir. Çirkin huylu bir kadına
katlanmak ise çok daha eziyet vericidir. Öyleyse sen orta yolu
tut.
Sultanların ahvalini bir düşün: Nice insanı haksız yere
öldürmüşler, nice haramlar işlemişler ve hissî zevklerden pek
azına nail olabilmişlerdir. Sonunda ömür sisi dağılmış ve elden
kaçırdıkları faziletler ile hak ettikleri ceza ortaya çıkmıştır.
Dünyada ilimle âlemden ayrılıp tek başına kalmış kimseden
daha hoş yaşayanı yoktur. İlim onun yoldaşı ve dostudur. Dini
güvende olacak kadar mubahla yetinmiş, tekellüfe düşüp
dinini zayi etme pahasına mubahlara dalmamıştır. Dünya ve
dünya ehli karşısında zelil görünüp izzet elbisesine
bürünmüştür. Azla yetinerek kanaate sarılmıştır. Çünkü
çoğuna gücü yetmez. İşte böyle kimsenin dini de dünyası da
güvende olur.
İlimle meşgul olması ona faziletlerin yolunu açar ve onu
bahçelerde dolaştırır. Şeytandan, sultandan ve avamdan uzlet
sayesinde güvende olur. Ancak bu husus âlim için uygundur.
Çünkü eğer cahil uzlete girerse ilim öğrenemez ve tökezleyip
yere düşer.
Araştırmak ve İstişare Etmek
Bir şey yapmaya niyetlenen kimse araştırmaktan daha
kuvvetli bir dayanağa itimat etmemiştir.
Çünkü kişi ne zaman sonuçlarını düşünmeden bir şey
yapmaya kalkarsa genellikle pişman olur. İşte bu yüzden
istişare etmek emredilmiştir.
Çünkü insan araştırmakla bazı şeyleri hatırlamış olur ve
sanki istişare ediyormuş gibi bütün hâlleri nefsine arz eder.
Denilmiştir ki: Olgunlaşmış görüş ham görüşten daha
hayırlıdır.[95]
Biriyle Arkadaş Olmak İstediğinde Onu
Dene
Kendileri ile arkadaş olmakla gurur duyduğum bazı
arkadaşlarım ve ihvanım vardı. Onlardan cefaya, arkadaşlık ve
kardeşlik kurallarını terk etmelerine dair nice acayip hâller
gördüm. Bu yüzden onların yaptıklarını yüzlerine vurup
azarlamaya başladım. Sonra kendime gelip dedim ki:
“Azarlamanın bir faydası olmuyor.”
Çünkü eğer vaziyetlerini düzeltmiş olsalar
samimiyetlerinden değil, azarlamamdan dolayı düzeltmiş
olacaklar. Onlarla alakamı kesmeye niyetlendim ama sonra
düşündüm ve gördüm ki tanıdığım insanlar zaten ya görünüşte
arkadaşlarım ya da candan kardeşlerimden ibaret. Kendi
kendime dedim ki onlarla alâkamı kesmem uygun olmaz.
Yapmam gereken şey onları kardeşlik defterinden zahirî
arkadaşlık defterine nakletmek. Buna da uygun olmazlarsa o
zaman onları tanıdıklarım arasına nakleder ve tanıdık
muamelesi yaparım. Onları azarlamak yanlış olur. Yahya b.
Muâz[96] şöyle demiştir: “Kendisine ‘dua ederken beni hatırla’
deme ihtiyacı hissettiğin kardeş ne kötü kardeştir!”
. Ebu Zekeriya Yahya b. Muâz b. Cafer er-Râzî. Vaiz ve
şeyhlerin büyüklerinden olup çok güzel sözleri ve meşhur
vaazları vardır. Hicrî 258 senesinde vefat etmiştir.
Kadına (Eşe) İyi Davranmak
Adamlık Göstergesidir
Adamın biri bana eşinden hoşlanmadığından bahsetti ve
sonra dedi ki: “Ondan bazı sebeplerden dolayı ayrılamıyorum,
şöyle ki ona çok borcum var ve sabrım az. Şikâyet hususunda
dilimin aşırılıklarından bir türlü kurtulamıyorum. Şu
sözlerimle ondan ne kadar hoşlanmadığımı anlamışsındır.”
Ona dedim ki: “Böyle yapmanın bir faydası olmaz. Evlere
ancak kapılarından girilir. Sana düşen nefsinle baş başa kalıp
onun sana günahların sebebiyle musallat edildiğini anlaman ve
çokça özür dileyip tövbe etmendir.”
Karına kızıp ona eziyet etmek Hasan b. Haccâc’ın[97] dediği
gibi, bir fayda sağlamaz: “Bu, Allah’ın size verdiği bir cezadır.
Onun verdiği cezaya kılıçla karşılık vermeyin sakın. Ona
bağışlanma dileyerek karşılık verin.”
Bil ki sen bela ile sınanan kimse makamındasın ve
sabredersen ecir alacaksın: “Belki de hoşunuza gitmeyen bir
şey sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara, 2/216) Öyleyse
hükmettiği şey karşısında Allah’a sabırla karşılık ver ve
O’ndan bir çıkış yolu iste.
Eğer bağışlanma dilemekle birlikte hem günahlarından tövbe
edip hem de verilen hükme sabredersen ve bir çıkış yolu
göstermesini istersen her birinden sevap alacağın üç çeşit
ibadet yapmış olursun.
Faydası olmayan şeylerle zaman geçirme! Takdir edilmiş
olanı engelleyebileceğini zannetme! “Eğer Allah seni bir
zarara uğratırsa, onu kendisinden başka giderecek yoktur…”
(En’âm, 6/17)
Bize anlatıldığına göre, bir gün Ebu Yezîd’in evine bir asker
gelir. Ebu Yezîd gelip onu görünce durur ve arkadaşlarından
birine şöyle der: “Filanca yere gir ve oradaki taze kerpici
söküp çıkar. Çünkü onda bir yönden şüphe var.” Adam
dediğini yapınca evde bulunan asker çıkıp gider.
Kadına eziyet etmene gelince, bunu yapman için bir sebep
yok. Çünkü o sana musallat edilmiş, sen başka bir şeyle uğraş.
Seleften birinden rivayet edildiğine göre, adamın biri ona
söver. O da hemen yanağını yere koyarak şöyle dua eder:
Allah’ım, bu adamı bana musallat etmene sebep olan günahımı
bağışla.
Adam şöyle dedi: Bu kadın beni çok fazla seviyor ve bana
hizmette bir dediğimi iki etmiyor. Ancak ona karşı duyduğum
nefret içimde yer etmiş durumda. Ona dedim ki: ona karşı
sabrederek Allah’a dua edersen sevap kazanırsın.
Bir keresinde Ebu Osman en-Neysâbûrî’ye şöyle sorulur:
“Sana göre en çok ümit beslediğin amelin hangisi?” Şöyle
cevap verir:
“Çocukluğumda ailem evlenmem için çok gayret
ediyorlardı, bense kabul etmiyordum. Bir gün yanıma bir
kadın geldi ve dedi ki ey Ebu Osman, ben seni seviyorum ve
Allah aşkına benimle evlenmeni istiyorum.
Sonra fakir olan babasını getirdi ve beni evlendirdi. Buna
çok sevindi. Kadın yanıma girdiğinde bir de baktım ki gözleri
şaşı, ayağı topal ve çirkin. Fakat onun bana olan sevgisi,
yanından çıkmama engel oldu.
Kalbini kırmamak için orada oturdum ve ona karşı hiç nefret
göstermedim, onun nefretini çekmemek için sanki ateş koru
üzerinde oturuyordum. O ölünceye kadar on beş sene bu hâlde
kaldım ve onun kalbini kırmamış olmaktan daha çok ümit
beslediğim bir amelim yok.”
Adama dedim ki: “İşte bu, erlerin yapacağı iştir. Can
sıkıntısıyla nefretini ortaya döken belaya uğramış kişinin
bağırmasının ne faydası var? Bunun yolu ancak sana söylemiş
olduğum tövbe, sabır ve çıkış yolu göstermesi için dua
etmektir.”
Başına gelen bu cezanın hangi günahların yüzünden
geldiğini hatırlamaya çalış. Eğer hesapta bir çıkış yolu varsa
ne güzel, yoksa o zaman Allah’ın verdiği hükme sabretmek de
ibadettir. Her ne kadar kalbinle yapamasan da hanımına sevgi
göstermeye çalış. Bağın bir günahı yok ki kınansın, yapılması
gereken şey o bağı bağlayanla meşgul olmaktır, vesselam.
. Ebu’s-Seriyy es-Sülemî el-Horâsânî. Çok belagat sahibi ve
salih bir vaiz olup vaaz ve öğüt vermede dengi yoktu. Hicrî
200 senesi civarında vefat etmiştir.
Aklını Başına Toplamak İsteyen Uzlete
Çekilsin
Hiç kuşkusuz Allah’a ve O’nun emirlerine iman etmiş bir
kalp Allah’ın zikrine, O’na itaate ve O’nun emirlerini tutmaya
ihtiyaç duyar.
Bunu yapmak da aklını başına toplamasına bağlıdır. Mizaca
yerleştirilmiş olan arzulara meyletme duygusu aklı başından
almak için yeterlidir.
O hâlde kalbinin Allah’ın zikriyle baş başa kalabilmesi,
onun emirlerini yerine getirebilmesi ve kavuşmaya hazırlık
yapabilmesi için insanın aklını başına toplamaya çalışması
gerekir.
Bu da ancak engelleri ortadan kaldırmakla ve
meşguliyetlerden uzaklaşmakla olur. Bütün engelleri ortadan
kaldırmak mümkün olmasa da mümkün olanlarını kaldırmak
gerekir.
Müminin Gayreti Ahirete Yöneliktir
Müminin himmet ve gayreti ahirete yöneliktir. Dünyada
bulunan her şey onu Allah’ı hatırlamaya yöneltir. Bir kimsenin
himmeti, meşgul olduğu neyse odur.
Sanatkârlar bir eve girdiği zaman kumaşçının halılara ve
mefruşata bakıp kıymet biçtiğini, marangozun tavana, inşaat
ustasının duvarlara, dokumacının da işlemelere baktığını
görmüyor musun?
Mümin de böyle, bir karanlık gördüğü zaman kabrin
karanlığını hatırlar; acılı birini görse cezayı hatırlar; korkunç
bir ses işitse sûra üfürülmesini hatırlar; uyuyan insanları görse
kabirlerinde yatan ölüleri hatırlar; bir zevk görse cenneti
hatırlar. Velhasıl, müminin bütün himmeti ve gayreti ahirete
yönelmiştir. Bu da onu dünyadaki tamam olan her şeyden uzak
tutar.
Müminin hayal ettiği en büyük şey cennette devamlı kalmak,
orada kalışının kesintiye uğramaması ve oradaki lezzetleri
zehir edecek bir şeyin bulunmamasıdır. Kendisinin o sürekli ve
tükenmeyen lezzetler içinde yaşadığını hayal ederken
neredeyse sevinçten uçar ve orayı elde etme yolunda çekmiş
olduğu acılar, hastalıklar, bela, sevdiklerini kaybetmek, ölüm
sıkıntısı ve kederlerini tedavi etmek ona kolay gelir.
Çünkü Kâbe’ye özlem duyan kişiye Kûfe’den Mekke’ye
giderken geçtiği devasa kum çölü vız gelir. Sağlığına
kavuşmak isteyen kişi ilacın acı olmasına aldırmaz. Mümin
bilir ki oradaki meyvenin kalitesi buradaki çekirdeğin kalitesi
kadardır. O en kalitelisini seçer ve ömrünün sonlarında bıkıp
usanmadan ekinleri toplar. Sonra mümin cehenneme girdiğini
ve oradaki azabı hayal eder; hayatı çekilmez olur ve endişesi
artar.
Her iki hâlde de mümin dünyadan ve içindekilerden uzak
kalır. Onun kalbi bazen şevk ve özlem çölüne dalıp gider,
bazen de korku sahrasına dalar ve binaları görmez olur.
Ölüm geldiği zaman selamete ereceğine dair zannı
kuvvetlenir, nefsinin kurtulacağını ümit eder ve ölüm ona
kolay gelir. Kabre girip de soru melekleri yanına geldiği
zaman birbirlerine şöyle derler: Onu bırakın, bir an olsun rahat
yüzü görmedi.
Allah’tan, bizleri faziletli amelleri istemeye sevk edecek ve
rezillikleri tercih etmemize engel olacak tam bir uyanıklık hâli
diliyoruz. Mümin eğer bunda muvaffak olursa ne güzel, aksi
durumda hiçbir şeyin ona faydası olmaz.
Er Olan Ölçüyü Korur ve
Amelinde Samimi Olur
Adamın tantanası ve şöhreti, kıldığı namaz, tuttuğu oruç,
verdiği sadaka ve çekilmiş olduğu uzlet seni aldatmasın.
Gerçek er, şu iki şeyi gözeten kimsedir: Hadleri muhafaza ve
amelde ihlâs.
Nice ibadet ehli görmüşüzdür ki gıybet ederek ve arzusuna
uygun fakat caiz olmayan işleri yaparak hadleri çiğnemiştir.
Dindar olan nice kimsenin, yaptığı işle Allah’tan başkasının
rızasını umduğunu görmüşüzdür. Bu afet kişiden kişiye artıp
eksilir.
Nice huşu sahibi kendisine dindar denilmesi, nice suskun
kendisine Allah’tan korkuyor denilmesi, dünyayı terk eden
nicesi de kendisine zahid denilmesi için hareket eder.
Gerçek er olan kişi Allah’ın kendisine farz kılmış olduğu
hadlerini gözeten ve niyeti güzel olandır. Onun ameli ve sözü
tamamen Allah rızası için olur. O yaptığı ve söylediği şeyde ne
halkı kasteder ne de onların kendisine saygı beslemelerini.
İhlâslı olan kişinin alâmeti insanlar arasındayken de yalnız
olduğu gibi davranmasıdır. Hatta kendisine “zahid” demekten
vazgeçmeleri için insanlar arasında zoraki de olsa tebessüm
edip rahat hareket eder. İbni Sîrîn gündüz güler, gece olunca
sanki şehir halkını o öldürmüş gibi üzgün olurdu.
Bil ki kendisi için amel edilen Allah, yanında ortak istemez.
İhlâslı olan sadece onun rızasını gözeten kimsedir. Riya sahibi
ise insanlar övsün diye O’na ortak koşar. Bu durum tam tersine
işler. Çünkü halkın kalbi, ortak koştuğu Allah’ın elindedir ve
Allah o kalpleri lehine değil aleyhine çevirir.
Muvaffak olmuş kişi, muamelesi kendi içinde ve amelleri
hâlis olandır. İşte, her ne kadar o onlara aldırmasa da
insanların sevdiği kimse odur. Tıpkı yaptığı ibadetler çok olsa
da gösteriş yapan riyakârı halkın sevmemesi gibi.
Sonra bu hasletleri taşıyan adam en mükemmel ilimlerden
uzak durmaz ve faziletleri istemekte gevşeklik etmez.
Zamanının çoğunu hayırla doldurur. Kalbi ise bütün
meşguliyeti Allah oluncaya kadar kalbî amelden usanmaz.
Zararın En Büyüğü Çok Kadınla
Evlenmektir
İnsana gelen en büyük zararlardan biri de kadınların çok
olmasıdır. Öncelikle böylesinin ilgisi ve gayreti onları sevmek,
idare etmek, kıskanmak ve geçimlerini sağlamakta yoğunlaşır.
Kişi eşlerinden birinin ondan hoşlanmamasından ve başkasını
istemesinden emin olamaz, bu durumdan da ancak o adamı
öldürmekle kurtulabilir. Bütün bunlardan güvende olsa bile
eşlerinin geçimi için çalışmaktan kurtulamaz.
Diyelim bundan da kurtuldu, o zaman da hepsinden veya bir
kısmından bıkmaktan kurtulamaz. Sonra kalkıp ele
geçiremeyeceği başka kadınları ister. Hatta eğer Bağdat’ın
bütün kadınlarını elde etmiş olsa ve Bağdat dışından örtülü bir
kadın gelse bu sefer onlarda bulamadığı şeyi bu gelende
bulacağını zanneder.
Hayatıma yemin ederim ki yaşlı kadında da zevk var ancak
nice örtülü vardır ki örtüsü açılınca ayıp ve kusuru ortaya
çıkar.
Adam kadınlara ilişkin bütün sıkıntılardan kurtulmuş olsa bu
sefer vücudunu cinsel ilişkiyle fena hâlde bitkin düşürür.
Böylece zevk alma isteği zevk almasının devamına engel olur.
Nice lokma vardır ki daha sonraki lokmaları yemeye engel
olur. Nice zevk vardır ki daha sonraki birçok zevkin
kesilmesine sebep olur.
Akıllı olan, tek kadınla yetinir. Kadın onun amacına uygun
olsa da uygun olmayan bir şeyin bulunması kaçınılmazdır.
Muhakkak ki uygulama genel olana göredir. Kötü nitelik iyi
olanı için bağışlanır.
Güzelliğe bakmadan önce dindarlığa bakmak gerekir. Çünkü
eğer dini azsa erdem sahibi kişi o kadından fayda bulamaz.
İhtiyarı kısa zamanda helâk eden şeylerden biri de cinsel
ilişkidir. İhtiyar adam aletinin iyi çalışmasına ve şehvetinin
olmasına aldanmasın. Çünkü girdiği cinsel ilişki onun gücünü
bir daha telafi edemeyeceği şekilde alıp götürür. O hâlde yaşlı
kişinin aletinin hareketine ve şehvetine aldanıp da kadınlara
yaklaşmaması gerekir, tabii eğer hayatta kalmak istiyorsa.
Dünya Zevklerinde Kederler Vardır
Cehenneme girmenin sebebini düşündüm ve gördüm ki
günahlarmış. Günahlara baktım ve inceledim, bir de baktım ki
hepsi zevkleri istemekten kaynaklanıyor. Zevkleri inceledim
ve gördüm ki bunlar hiçbir şey ifade etmeyen birer tuzak ve
hile. Bu zevklerin içinde öyle kederler var ki onları zehir
ediyor ve zevk olmaktan çıkarıyor. O hâlde akıllı kişi nasıl
olur da nefsine uyar ve bu kederler uğruna cehenneme razı
olur?
Söz konusu zevklerden biri de zinadır. Eğer zinadan istenen
şey suyu akıtmaksa helâl bir zeminde bu yapılabilir. Eğer zina
bir sevgili ile yapılmışsa nefsin istediği onunla sürekli beraber
olmaktır. Eğer sevgilisi ona sahip olmuşsa sahip olunan
sonunda usanır. Eğer erkek onunla bir süreliğine beraber olup
sonra ayrılmışsa ayrılık üzüntüsü yakın olma zevkini geçer.
Eğer erkeğin zinadan bir çocuğu olursa rezilliği sürekli ve
azabı tam olur, yaratıcının ve halkın önünde başı dik duramaz.
Cahil ise zevki amacına ulaşmada görür, işlediği suçun
dünya ve ahiret hayatını bulandıracak ve onu üzecek şeylerden
olduğunu unutur.
Söz konusu zevklerden biri de içki içmektir. İçki içmek ağzı
ve elbiseyi pisletmek ve aklı gidermek demektir. İçkinin sebep
olduğu şeyler yaratıcı ve halk katında bilinmektedir. Bir anlık
zevki tercih edip karşılığında azabı ve mevki yitirmeyi
devşiren kimseye şaşılır. Bazen de kişi meydana gelen
arbedede ölüme yenik düşer.
Buna göre sen diğer zevkleri kıyas et. Bütün bu zevkler akıl
terazisiyle tartılsa dünya ve ahirette getirecekleri çirkin
sonuçların yanında yüzde bir bile etmezler. Sonra bizzat bu
zevkler çok şey değillerdir, nasıl olup da ahiret böyle az bir
şeye karşılık satılabilir?
Bazılarına nimet veren Allah’ı tesbih ederim ki onlar ne
zaman bir zevk görseler akıl terazisini kurup ne
devşireceklerine bakarlar, terk etmelerini yeğleyecek tarafa
bakarlar ve en uygununu tercih ederler. Bazı kalpleri de
söndüren Allah’ı tesbih ederim ki onlar bir şeyin suretini görür
de işleteceği suçları aklına bile getirmez.
Sonra genç olduğu hâlde tarikatta yol alması ve kendisine
“ne gayretli!” denilmesi için karısından uzak duran kimseleri
görmek şaşılacak şey! Bu kimsenin arzusu o sözden daha
üstünü olan övgüyü istemek için öne geçer. Kişi nasıl olur da
dünya ve ahirette övülmek için bir haramı terk etmez!
Farz et ki istemiş olduğun zevkleri elde ettin, sonra hepsi
bitip gitti. Sonra hesap et ki o zevkler bir zamanlar vardı,
önemleri kalmadı ve sen onların dertlerinden kurtuldun!
Sen başkalarının yanında neredesin? Elli yıl ilim öğrenmiş
bir âlimin çabası ve yorgunluğu sana kıyasla nerede?
Yorgunluk gitmiş ve ilim elde edilmiştir. Faydasız işlerle
kendini oyalayan kişinin elde ettiği zevk nerede kaldı; rahatlığı
gitti ve geriye pişmanlık kaldı!
Önceki Âlimlerin Himmetleri ve
Gayretleri
Önceki âlimlerin himmet ve gayretleri yüceydi. Onların
ömürlerinin özü olan yazmış oldukları kitaplar bunun en iyi
delilidir. Fakat yazmış oldukları kitapların çoğu unutulup
hatırdan silindi.
Çünkü talebelerin himmetleri zayıfladı, muhtasar kitaplar
istemeye, uzun kitaplara merak duymamaya başladılar. Sonra
sadece ders olarak gördükleri kitaplarla yetinip diğerlerini
boşladılar. Böylece kitaplar unutuldu ve kopya edilip
çoğaltılmadı.
İlim talebinde mükemmeli isteyen kişinin tek yolu geride
kalıp görünmeyen kitapları okumak ve çokça mütalaa
etmektir. İşte o zaman talebe öncekilerin ilimlerini ve
himmetlerinin yüceliğini görecek ve bu sayede aklı bilenecek,
gayretle çalışmaya başlayacaktır. Hiçbir kitap faydadan hâlî
değildir.
Beraber olduğumuz şu kimselerin yaşantılarından Allah’a
sığınırım. İçlerinde hiçbirinin gayretli olduğunu görmüyoruz
ki işe yeni başlayanlar ona uysun, takva sahipleri ve zahidler
ondan istifade etsin.
Allah Allah! Size düşen selefin yaşantısını mülahaza etmek,
onların kitaplarını ve haberlerini mütalaa etmektir. Onların
kitaplarını çokça okumak onları görmek demektir. Tıpkı
denildiği gibi:
Gözlerimle o evleri göremedim
Belki kulağımla görürüm onları[98]
Şimdi ben size kendi hâlimi haber vereyim: Kitap okumaya
asla doymam! Daha önce görmediğim bir kitap gördüğüm
zaman bir hazine bulmuş gibi olurum! Nizamiye Medresesine
vakfedilmiş kitapların listesine baktığımda gördüm ki altı bin
cilde yakın kitap var.
Ebu Hanife’nin, Humeydî’nin, şeyhimiz Abdülvehhâb’ın,
İbni Nâsır’ın, Ebu Muhammed b. Haşşâb’ın ve gücümün
yettiği diğerlerinin kitaplarının -ki hepsi yükler dolusuydu-
listesine de baktım. Ben yirmi bin cilt kitabı okudum, demiş
olsam daha fazlasını okumuşumdur ki henüz ilim talebesiyim.
Ben o kitapları incelemekle önceki âlimlerin yaşantılarını,
gayretlerinin büyüklüğünü, hıfzlarını, ibadetlerini, bildikleri
acayip şeyleri öğrenip istifade ettim. Okumayanlar buradaki
zevki elbette bilemezler. Bu yüzden insanların içinde
bulundukları durumu küçümsemeye ve talebelerin gayret
düşüklüklerini hakir görmeye başladım. Allah’a hamd olsun.
Beden Binek Gibidir; Eğer Ona
Yumuşak Davranmazsan Menzile
Ulaşamazsın
İnsanın bedenine taşıyamayacağı yükü yüklememesi gerekir.
Çünkü beden bir binek gibidir; eğer ona yumuşak
davranmazsan menzile ulaşamazsın.
Vücudu rahat içinde yaşamaya alışmış ve öyle büyümüş
kimi insanların zühd hayatı yaşamaya başladığını ve alışmış
olduğu yaşam şeklinden uzaklaştığını görürsün. Sonra
bakarsın ki bu adamın bir sürü hastalığı ortaya çıkmış ve
birçok ibadeti yapmasına engel olmuş.
Şöyle denilmiştir: Her vücuda alışkın olduğu şeyleri verin.
Bir keresinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme bir
kertenkele eti takdim edilmiş ve şöyle demişti: “Bu şey bana
tiksinti hissettiriyor. Çünkü halkımın yaşadığı topraklarda
bulunan bir şey değil.”[99]
Hicret hadisinde şöyle bir olay geçmektedir: “Ebu Bekir,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin dinlenmesi için gölge
bir yer aradı, bulunca da oraya bir post serdi ve içinde süt
bulunan bardağın üzerine soğuması için su döktü.”
Bir keresinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir grup
insana rastladı ve onlara şöyle buyurdu: “Bir gece kırbada
bekletilmiş soğuk suyunuz varsa ne güzel olur. Eğer yoksa o
zaman yudumlarız.” Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem tavuk eti de yerdi. Sahîh’de şöyle gelmiştir: “Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tatlıyı ve balı severdi.
Eğer bunları bulamazsa olanı yerdi.”
Hayatıma yemin ederim ki Araplar ve Sevâd bölgesi[100]
ahalisi içerisinde kaba yiyecek ve giyecek kullanmanın
kendilerine tesir etmediği insanlar vardır. Bunlar tövbelerinden
sonra âdeti üzere yaşamaya devam ettiklerinde bir zarar
görmezler. Fakat yumuşak şeylere alışkın olanlar yaşantılarını
değiştirdiklerinde vücutları da değişir ve ibadetleri azalır.
Hasanü’l-Basrî et yemeye devam eder ve şöyle derdi: “Ne
Malik b. Dinâr’ın iki parça ekmeği ne Ferkad es-Sebhî’nin iki
öğünü…”
İbni Sîrîn de evinden tatlıyı eksik etmezdi. Süfyan-ı Sevrî
yolculuğa çıktığı zaman sofrasında kızarmış kuzu ve fâlûzec
(un ve baldan yapılan bir tatlı) bulunurdu. Râbia şöyle derdi:
“Allah için amel eden bir vücudun fâlûzec yemesinde ayıp
görmem!”
Lükse ve rahat yaşamaya alışmış kişinin mümkün olduğu
sürece nefsine yumuşak davranması gerekir.
Ben de bu hususu kendimden biliyorum. Ben de lüks ve
rahatlık içinde büyüdüm. Her şeyi azaltmaya ve iştahımı çeken
şeyleri terk etmeye başladığım zaman hastalandım ve bu
yüzden birçok ibadeti yapamadım. Hatta eskiden her gün beş
cüz Kur’an okurken bir keresinde vücuduma uygun olmayan
bir şey yedim ve o gün Kur’an okuyamadım. Kendi kendime
dedim ki, bir lokma beş cüz okumama tesir etti, oysa her harf
için on sevap vardı. O lokmayı yemek ne büyük bir ibadetmiş!
Bedene zarar veren ve hayırlı bir iş yapmaya engel olan
yiyeceğin yenmemesi gerekir.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir keresinde
ashabından birini görür. Az yemekten ve zühd hayatı
yaşamaktan dolayı adamın yüzü değişmiştir. Bunun üzerine
tepkisini ona şu şekilde gösterir: “Sana böyle yapmanı kim
emretti?”[101]
Akıllı kişi vücuduna uygun olan gıdaları tüketen kimsedir,
tıpkı savaşçının atına verdiği arpayı seçerek aldığı gibi.
Sanma ki ben arzu duyulan şeyleri yemeyi ve lezzetli şeyleri
çokça tüketmeyi emrediyorum. Benim emrettiğim şey nefsi
koruyacak kadar olanı tüketmek ve kullanmaktır. Bedene zarar
veren şeyleri men ediyorum. Ancak yiyecek şeylere pek fazla
dalmak uykuya sebep olur. Doygunluk hâli kalbi körleştirir,
vücudu gevşetir ve zayıf düşürür.
İşaret ettiğim şeyi anla; doğru yol orta yoldur.
. Buharî, 5537; Müslim, 1946. Hadis İbni Abbas radıyallahu
anhümadan rivayet edilmiştir.
. Irak’ın güneyi olup kuzeyde Musul’dan güneyde Abadan’a,
doğuda Kâdisiye’den batıda Hulvân’a kadar uzanır. Bu bölge
yeşilliklerle kaplı olduğundan “Sevâd” denilmiştir.
. Ebu Davud, 2428; İbni Mâce, 1741 (zayıf).
Belli Bir Ölçüde de Olsa İnsanların
Arasına Karışmak Kaçınılmazdır
Güzel bir yaşantı için halktan uzak yaşamak gerekebilir.
Ancak belli bir ölçüde de olsa insanların arasına karışmak
kaçınılmazdır. O hâlde düşmanı idare et ve usandır. Belki sana
tuzak kurup öldürebilir. Sana kötülük edene iyilik et. İşlerinin
düzgün gitmesi için sırlarını herkese açmaman gerektiğini bil.
İnsanlar senin katında sadece tanıdık olsunlar. Arkadaşlığa
gelince, hayır! En az bulunan şey arkadaştır. Çünkü arkadaşın
sana denk mertebede olması gerekir. Eğer halktan biriyle
arkadaş olursan ahlâkının kötü, ilminin ve edebinin az
olmasından dolayı ondan bir fayda göremezsin.
Eğer kendine denk ve yakın biriyle arkadaş olursan o zaman
da sana haset eder. Eğer bir nebze uyanıksan onun
hareketlerinden sana haset ettiğini fark edersin: “…Ant olsun
ki sen onları konuşma tarzlarından tanırsın…” (Muhammed,
47/30) Eğer bu hususu tekit etmek istersen onu seni gözünde
küçük görenin yanına koy. İşte o zaman ona kalbindekini
çıkarıp söyler.
Eğer mutlu yaşamak istersen hasetçiden uzak dur. Çünkü
hasetçi sana verilen nimeti görür ve bazen ona nazar değdirir.
Eğer hasetçiyle beraber olmak zorunda kalırsan sakın sırrını
ona açma, onunla istişare etme. Ne sana yağ çekip
pohpohlaması ne de dindar ve abid görünmesi seni aldatmasın.
Çünkü haset dindarlığa galip gelir. Bildiğin gibi, Kabil’i
kardeşini öldürmeye sevk eden şey hasetti. Yine Yusuf’un
kardeşleri onu pek az bir pahaya sattılar. Ebu Âmir er-
Râhib[102] akıllı abidlerdendi. Abdullah b. Übeyy[103]
liderlerdendi. Her ikisini de Resûlullah sallallahu aleyhi
veselleme duydukları haset münafık yaptı ve doğruyu
bulmalarına engel oldu.
Sana haset edenin başına içinde bulunduğu hâlden daha çok
ceza gelmesini istememelisin. Çünkü o sürekli olarak büyük
bir sıkıntı içindedir. Onu ancak senin elindeki nimetin gitmesi
hoşnut eder. Elindeki nimetler çoğalıp sürdükçe onun çektiği
azap da sürer. Onun hoş bir hayatı yoktur.
Cennet ehlinin hayatı da ancak içlerindeki haset ve kin
duygusu çekilip alındığı zaman hoş ve güzel olmuştur. Eğer bu
duygular alınmamış olsaydı birbirlerine haset ederler ve
böylece hayatları zehir olurdu.
. Amr b. Sayfî b. Mâlik el-EvsîMedine ahalisinden bir cahilî
olup yeniden dirilme ve haniflikten söz ederdi. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi ve selleme peygamberlik gelince çok şiddetli
düşmanı oldu ve hicretin dokuzuncu senesi helâk oldu.
. İbni Selûl. Selûl, anne tarafından ninesi olur. Lâkabı Ebu’l-
Habbâb olup Medine’deki münafıkların başıydı. O da hicretin
dokuzuncu yılında helâk oldu.
Sıddıkların Yaşamı ve Hayvanların
Yaşamı
Yapılan bütün işler Allah için, O’nunla beraber ve O’nun
uğruna yapılmalıdır. O, seni hiç kimseye muhtaç etmedi ve
sana her türlü hayrı verdi. Sakın arzuna uymakla ve bir
yaratılmışı razı etmekle O’ndan başkasına meyletme. Eğer
böyle yaparsan hâlin tersine döner ve istediğini elde
edemezsin. Hadiste şöyle denilmiştir: “Kim Allah’ın gazabı
karşılığında insanları razı ederse onu öven insan onu yermeye
başlar.”[104]
En tatlı hayat Allah Teâlâ ile beraber yaşayanın hayatıdır.
“O’nunla nasıl yaşar?” diye sorulursa derim ki O’nun
emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak, hadlerini
gözetmek, hükmüne razı olmak, yalnızken edepli olmak, O’nu
çokça anmak, takdir ettiği şeylere kalbinde itiraz olmamak ile
yaşar. Bir şeye ihtiyacın olsa O’ndan istersin; verirse ne güzel!
Eğer vermezse buna razı olursun ve bilirsin ki O cimrilikten
dolayı (hâşâ) vermemiş değildir, sadece seni gözettiği için
vermemiştir. Dolayısıyla istemekten sakın vazgeçme.
Çünkü sen O’nun kulusun. Bu hâl üzere devam ettiğin
sürece sana sevgisini ve samimi olarak O’na tevekkül etme
hissini bahşeder. İşte bu sevgi seni maksuda götürmeye başlar.
Sonunda O da seni sever ve işte o zaman sıddıklar gibi
yaşarsın!
Böyle olmayan hayatta hayır yoktur. Kuşkusuz, insanların
çoğu hayatlarında aldanmışlardır; sebeplere bağlanırlar,
kalpleriyle onlara meylederler, rızık elde etme hususunda
haddi aşacak şekilde hırslıdırlar ve halka rağbet ederler,
istedikleri yerine gelmediğinde itiraz ederler.
Oysa kader hiç kimsenin kızmasına aldırmadan yoluna
devam eder ve kızsa da dövünse de kişi ancak takdir edileni
elde eder. Böyleleri Hakk’a yakınlığı, O’nun sevgisini ve
Yanında edep göstermeyi ellerinden kaçırmışlardır. İşte
böylelerinin yaşamı hayvanların yaşamı gibidir.
. Bezzâr, Keşfü’l-Estâr, 3568; Beyhakî, Zühd, 887. Hadis
Hz. Âişe radıyallahu anhadan rivayet edilmiştir.
Bazı Mevzuların Amacı, Hikmetleri ve
Onlardan İstenen Şeyler
Yiyecek, içecek, giyecek ve evlenmenin hikmetini
incelediğimde gördüm ki insan su, toprak, ateş ve hava gibi
çözünebilen dört unsurdan yaratıldığından hayatını
sürdürebilmesi için daima hararet ve rutubete muhtaçtır
(hararet rutubeti çözer). İnsanın eskiyip hükmü kalmayanın
yerine yenisini koyması gerekir.[105] Etin yerine etten başka bir
şey geçemeyeceğine göre şeriat, kendisinden daha şerefli olan
insanın kuvvet kazanması için hayvan kesmeyi serbest
bırakmıştır.
İnsanın bedeni giysiye muhtaçtır. Aklı olup kendisini
sıcaktan ve soğuktan korumak için pamuktan ve yünden
giysiler yapabilecek gücü olduğundan Allah insanın derisinde
onu koruyacak bir şey yaratmamıştır. Hayvanların kendi
derilerini örtmeye yarayacak şeyleri yapmaya güçleri
olmadığından Allah bunun yerine onlara tüy, kıl ve yün
bahşetmiştir.
İnsanın ve hayvanın fena bulup yok olması kaçınılmaz
olduğundan neslin devamı için Allah cinsel dürtüyü yaratıp
harekete geçirmiştir. Bu maslahatları istemek üzere harekete
geçirilen aklın gereği, yiyecek ve içeceğin ihtiyaç ve maslahat
miktarında olmasıdır ki sağlıklı olarak onlardan lezzet almak
mümkün olsun.
Uygun olmayan bir yiyecekten zevk almayı istemek, bu
amaçla çok fazla yiyecek tüketmek, büyük bir iştahla yemek
yemek gibi aşırılıklar birer bela olduğu gibi, giysi ve
cinsellikte de durum aynıdır.
Mal toplamak ve ileride ortaya çıkabilecek bir ihtiyaç için
para biriktirmek ileri görüşlülüktür. Elde olanın hepsini
harcamak gaflettir. İleride bir ihtiyaç hâsıl olur ve yerine
getirilemezse yokluğundan dolayı beden zarar görebilir veya
adi o ihtiyacı görmek için heriflerden para istemek zorunda
kalırsın, bu da namusunu zedeler.
İşlerin en çirkini, kuvvetin düşmesine, haramın ve azabın
artmasına sebep olduğunu unutarak zevk alma isteğiyle cinsel
ilişki müptelası olmaktır.
Aklının tedbirine uyan kişinin dünyası ve ahireti esenlikte
olur. Aklıyla istişare etmeyen veya aklını kabul etmeyen kişi
hızla mahvoluşa doğru gider. O hâlde bu zikredilen mevzuların
amacı, hikmetleri ve onlardan istenen şeyler anlaşılsın. Kim
bunu anlamaz ve anladığını uygulamazsa âlim de olsa avamın
en cahili gibidir.
. Bu kadim bir Yunan nazariyesidir.
Kendisine Yüce Bir Himmet Bahşedilen
Kişi Onun Yüceliği Oranında Eziyet
Çeker
Kendisine yüce bir himmet ve gayret bahşedilen kişi
himmetinin yüceliği oranında eziyet çeker. Tıpkı şairin[106]
dediği gibi:
Nefisler büyük oldukları zaman
Onların istekleri uğruna bedenler yorulur[107]
Diğer bir şair de şöyle söylemiştir:
Her bedenin zayıflıkta bir imtihanı vardır
Benim bedenimin imtihanı da gayretimin düzensizliği
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Himmet ve gayreti çok olan kişi
bütün ilimleri öğrenmek ister, sadece bir kısmıyla yetinmez.
Her ilmin sonuna kadar gitmeyi ister ve doğal olarak beden bu
işe dayanamaz.
Sonra bu kimse istenen şeyin amel olduğunu görür; gece
namaz kılmaya ve gündüz oruç tutmaya başlar. Bunlarla ilim
öğrenmeyi birlikte götürmek zordur. Sonra dünyayı terk etmek
gerektiğini görür. Kendisi için kaçınılmaz olan şeylere ihtiyaç
duyar.
Başkasını kendisine tercih etmeyi ister, cimrilik edemez,
cömertlik ve karşılıksız her şeyini verme duygusu onu teslim
alır. İzzet-i nefsi onu çalışıp kazanmaktan men eder. Eğer
mizacı üzere cömertliğe devam ederse muhtaç düşer ve
fakirleşir. Bedeni ve ailesi bütün bunlardan etkilenir.
Elindekini tutmuş olsa bu sefer mizacı bunu kabul etmez.
Özetle söylemek gerekirse, söz konusu kişi sıkıntıya ve
zıtları bir araya toplamaya muhtaçtır. O ebedî olarak hiç
bitmeyen bir bitkinlik ve sürekli bir yorgunluk içerisindedir.
Sonra amellerinde ihlâsı gerçekleştirdiğinde yorgunluğu artar
ve hastalığı kuvvetlenir.
Bu sözünü ettiğim kişi nerede, düşük himmeti olan nerede!
Eğer fakihse ve kendisine hadis hususunda bir şey sorulmuşsa
“bilmiyorum” der. Eğer hadisçi ise ve kendisine fıkha dair bir
mesele sorulmuşsa da “bilmiyorum” der. Sonuçta bu adam
kendisine “noksan ve kusurlu” denilmesine aldırmaz bile.
. Mütenebbî, Dîvân, 249.
.
En Büyük Musibet İnsanın Kendi
Nefsinden Razı Olmasıdır
En büyük musibet insanın kendi nefsinden razı olması ve
kendi ilmiyle yetinmesidir. Bu, halkın çoğunda görülen bir
mihnet ve beladır. Yahudi veya Hıristiyan birinin kendini
doğru yolda gördüğüne şahit olursun; Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellemin peygamberliğinin delillerini ne
araştırır ne de inceler.
Mucize olan Kur’an gibi, kalbini yumuşatan bir şey
işittiğinde dinlememek için hemen oradan kaçar! Heva ve
arzularına uyan herkes de böyledir. Ya bu hâl babasının ve
ailesinin yolu olduğundan veya ilk bakışta onun doğru
olduğunu gördüğünden dolayı böyle yapmış, bu düşüncesine
aykırı bir şeye bakmamıştır. Âlimlerle de konuyu müzakere
etmemiştir ki ona hatasını göstersinler.
Akıllı Mümin, Haset Edene İltifat Etmez
Av köpeklerini gördüm, mahallenin köpekleri onları
gördüklerinde havlamaya başlıyor ve peşlerinden
koşturuyorlardı. Sanki mahallenin köpekleri onların değer
verilen ve üstün görülen köpekler olduğunu biliyor ve bundan
dolayı onları çekemiyorlardı. Baktım ki o sırada av köpekleri
diğerlerine hiç iltifat etmiyor, onlarla ilgilenmiyorlar ve
havlamalarına dönüp bakmıyorlar bile!
Gördüm ki av köpekleri sanki diğer köpeklerin cinsinden
değiller; çünkü diğerleri iri cüsseli, kalın kemikli ve ellerine
emanet teslim edilmez. Av köpekleri ise ince bedenli, ince
yaratılışlı ve ince yaratılışına uygun bir terbiye almışlar. Av
köpekleri vereceği cezadan korkarak veya verdiği nimete
nankörlük etmemek için yakaladığı avı sahibi gelinceye kadar
yemeden koruyorlar.
Gördüm ki edepli olmak ve insanlarla iyi geçinmek lâtif
bedenli olmaya ve ruh safasına bağlı. İşte akıllı mümin de
böyledir; kendisine haset edene iltifat etmez ve ona hiç önem
vermez. Çünkü o bir vadide, diğeri başka bir vadidedir. Diğeri
dünya için ona haset ederken onun bütün gayreti ahirete
yöneliktir. İki vadi birbirinden ne kadar da uzak!
Bayram Kalabalığı Kıyameti Hatırlatıyor
Bayram günü insanları gördüm ve hâllerini kıyamete
benzettim. İnsanlar uykudan uyandıktan sonra ölülerin
kabirlerinden kalkıp haşir meydanına çıkmaları gibi
bayramlarına çıktılar.
İçlerinden kimi son derece güzel giysiler giyinmiş, süslenmiş
ve en atik atlara binmiş, kimi orta hâlli kimi de sefalet içinde.
İşte kıyamet günü de insanların hâlleri böyle olacak. Allah
Teâlâ şöyle buyuruyor: “O gün takva sahiplerini heyet hâlinde
Rahmân’ın huzurunda toplarız.” (Meryem, 19/85) Yani onları
bineğe binmiş olarak Rahmân’ın huzurunda toplarız.
“Günahkârları da susuz olarak cehenneme süreriz.” (Meryem,
19/86)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: “İnsanların kimi binekli kimi yaya, kimi de
yüzüstü sürünerek haşir meydanına gelirler.”[108] İnsanlardan
bazısı bayram kalabalığında ayakaltında kalıp ezilir. Zalimleri
de insanlar kıyamet günü ayaklarıyla böyle çiğneyeceklerdir.
Bayram günü kimi insanlar zengindir ve diğer insanlara
sadaka verirler. Dünyada iyilik edenler kıyamet günü de iyilik
edeceklerdir. Kimi insanlar da bayram günü fakirdir ve el açıp
dilenirler. Karşılıkların verileceği günde de durum aynıdır:
“Şefaatimi büyük günah işleyenlere sakladım.”[109] Kimine ise
hiç şefkat gösterilip ilgilenilmez: “Şimdi artık bizim ne
şefaatçilerimiz var; ne de yakın bir dostumuz!” (Şuarâ, 26/100,
101)
Bayram günü bayraklar açılır; kıyamet günü de takva
sahiplerinin bayrakları böyle açılacaktır. Bayram günü borular
çalınır; kıyamet gününde de kulun hâli böyledir. O gün denir
ki ey meydanda bekleyenler, filanca bir daha asla bahtsız
olmayacak şekilde saadete kavuşmuştur; filanca da bir daha
asla saadete kavuşamayacak şekilde bahtsız kalmıştır.
Sonra insanlar önde gelenlerle birlikte bayram meydanından
dönerek odanın kapısına gelip emirlere uyduklarını haber
verirler: “İşte bunlar en yakın olanlardır.” (Vâkıa, 56/11)
Onlara hemen imza çıkar: “Sizin gayretiniz karşılığını
bulmuştur.” (İnsân, 76/22) Bunların gerisinde olanların halleri
muhteliftir. Onlardan kimi mamur bir eve döner: “Geçmiş
günlerde işlediklerinize (iyi amellerinize) karşılık olarak…”
(Hâkka, 69/24), kimi orta hallidir; kimi de harabe bir eve
döner. İbret alın ey akıl sahipleri!
. Tirmizî, 2424; Ahmed, 5/3, 5; Hâkim, 4/564. Hâkim hadisi
sahih saymış ve Zehebî ona muvafakat etmiştir.
. Ebu Davud, 4739; Tirmizî, 2435; Ahmed, 3/213; İbn
Hibbân, 6468; Hâkim, 1/69. Hadis Enes radıyallahu anhdan
rivayet edilmiş olup Buharî ve Müslim’in şartına göre sahih
olduğunu söylemiş ve Zehebî de Hâkim’e muvafakat etmiştir.
Dünya Zevkleri Can Sıkıcı Şeylerle
Lekelenmiştir
Dünyayı iyice düşünen kimse orada aslında hiçbir zevkin
olmadığını anlar. Bir zevk bulunsa bile ondan kat be kat can
sıkıcı bir şeyle lekelenmiştir.
Dünyadaki zevklerden biri kadınlardır; kimi güzel kadın
bazen sebatsız olur, bazen kocasını sevmez. Kocası bunu
anlarsa ondan uzaklaşır. Bazen de kadın kocasına ihanet eder
ve işte bu helâke sebep olur. Bütün istekler yerine gelmiş olsa
bile ondan ayrılacağını hatırlamak, zevk yerine üzülmeyi ve
acı çekmeyi artırır.
Dünyadaki zevklerden biri de çocuklardır; evleninceye kadar
kızının ve evlendikten sonra kocasından görebileceği eziyetin
sıkıntılarını çekersin, namusu hususundaki endişeler de çoktur.
Oğlana gelince; hastalansa kalbin erir, salâh haddinden çıksa
üzüntün artar, eğer düşman olursa istediği şey babasının
ölmesidir. Çocuklar hakkında bütün isteklerin yerine gelmiş
olsa bile onlardan ayrılacak olmayı hatırlamak kalpleri eritir.
Dünyadaki zevklerden biri de maldır. Malın elde
edilmesinde günahlar olabilir, ondan ayrılmak üzüntü vericidir
ve mal uğruna ömür tüketmek ziyandır.
Bunlar zikredilmeyenlere bir örnekti. Allah’ın muvaffakiyet
verdiği kişinin din, beden ve sağlığın selametine olan zorunlu
ihtiyaçlarını görmesi ve can sıkıcı yönleri verdiği zevkten kat
be kat fazla olan arzularını terk etmesi gerekir.
Akıbette fayda görmek için hoşlanmadığı şeylere karşı sabır
gösteren kişi kat be kat fazla zevk duyar. İlim talebesi gibi ki
bir miktar yorulur ama buna karşılık akıbetinin hayır olması
yanında iki cihanın bütün iyiliklerine kavuşur. Tembellik
zevkinin sonu ilim ve amel yoksunluğudur. Böyle olunca da
alınan zevke karşın duyulan üzüntü kat be kat artar.
Akıllı Olan Dünyadaki Yaşamını
Aklıyla Düzene Koyar
Akıllı olan dünyadaki yaşamını aklıyla düzene koyar. Eğer
fakirse halkın gözünde hor düşmekten onu koruyacak bir işte
ve zanaatta çalışıp para kazanır, alakalarını azaltır, kanaat eder
ve böylece insanların minnetlerinden esenlikte, onların
arasında izzetiyle yaşar.
Eğer zenginse ileride fakir olabileceği ve halka el açmaya
muhtaç kalabileceği endişesiyle harcamalarında ölçüyü
kaçırmaması gerekir. Zenginin parasını saçıp savurarak
düşmanlarını üzmek için gösteriş olsun diye yaptığı harcama
bir beladır. Eğer bu işi çok yaparsa bazen nazara maruz kalır.
Bütün hâllerde orta yolu tutmak ve gizlenmesi uygun olanı
gizlemek gerekir. Çamaşır yıkayanlardan biri para bulur ve
yaptığı harcamalar artar.
Bu durum anlaşılır ve kalan para elinden alınınca fakir düşer.
Gerçek tedbir malı muhafaza etmek, harcamada ölçülü olmak
ve söylenmesi uygun olmayan şeyi gizlemektir.
Elinde ne kadar para olduğunu karına söylemek hatalı bir
davranıştır. Çünkü eğer paran azsa karının gözünde değerin
düşer, paran çoksa o zaman da senden daha fazla elbise ve süs
eşyası ister. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Mallarınızı aklı
ermezlere vermeyin!” (Nisa, 4/5) Çocuk da bu hususta aynıdır.
Sırlar da böyledir; kadından ve arkadaştan gizlenmeleri
gerekir. Çünkü bazen bunlar düşmanın haline gelebilir. Şair
şöyle demiştir:
Düşmanından bir kere sakın
Arkadaşından bin kere sakın
Bazen arkadaş düşmana döner
Nasıl zarar vereceğini en iyi o bilir
Ciğerparelerimiz
Yavrularımıza Nasihatler
Çocuğa Nasihat
En büyük ata olan Âdem aleyhisselamı topraktan yaratan,
neslini göğüs kemiğinden ve bellerden çıkaran, aşiretleri
akrabalık ve neseplerle kuvvetlendiren, bana ilim ve doğruyu
anlama kabiliyeti nasip eden, çocukken beni çocukluktan
gençliğe eriştirerek muhafaza eden, bana varlıklarıyla bol bol
sevap umduğum zürriyetimi bahşeden Allah’a hamd olsun.
“Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı
kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz, duamı kabul et. Ey Rabbimiz,
(amellerin) hesap olunacağı gün beni, annemi, babamı ve
müminleri bağışla.” (İbrahim, 14/40, 41)
Ben evlenmenin şerefini ve çocukların faziletini öğrendiğim
zaman bir hatim yaptım ve Allah’tan bana on çocuk vermesini
diledim. O da bana on çocuk bağışladı. Bunlardan beşi erkek,
beşi kızdı. Kızlardan ikisi, erkeklerden de dördü öldü.
Erkeklerden oğlum Ebu’l-Kâsım’den[110] başkası kalmadı.
Ben de Allah Teâlâ’dan onu salih bir halef yapmasını ve bütün
isteklerine ulaştırıp başarılar vermesini niyaz ettim.
Sonra onda ilim öğrenme yolunda gayret etmekten bir çeşit
usanma ve tembellik emaresi görünce, ona bu risaleyi yazdım.
Bu risaleyle onu teşvik etmek ve ilim öğrenme yolunda benim
yolumu izlemesini sağlamak, yegâne muvaffakiyet veren
Allah’a nasıl iltica edeceğini ona göstermek istedim.
Bununla beraber ben O’nun muvaffakiyet verdiğini başarısız
kılacak ve O’nun saptırdığına yol gösterecek biri olmadığını
biliyorum ancak Allah şöyle buyuruyor: “Birbirlerine hakkı ve
sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr, 103/3), “O hâlde eğer
öğüt fayda verirse öğüt ver.” (A’lâ, 87/9) Hareket ve kuvvet
ancak yüce ve ulu Allah iledir.
. İsmi Ali olup hicrî 551 senesi doğmuş ve 630’da vefat
etmiştir.
İnsan, Aklıyla Temayüz Etmiştir
Bil ki ey oğlum -Allah seni doğruya muvaffak eylesin- insan
ancak gereğini yapsın diye akılla temayüz etmiştir. O hâlde
aklını başına al, kafanı çalıştır ve kendinle baş başa kal.
Sen de delille biliyorsun ki sorumlu olarak yaratılmış bir
varlıksın, senden istenen bazı görevler var, iki melek sözlerini
ve bakışlarını sayıyorlar, canlının nefesi ecel gelince kesilir.
Dünyada kalış süresi çok azdır. Kabirlerde bekleme süresi çok
uzundur.
Heva ve arzuya uymaktan dolayı görülecek ceza pek
şiddetlidir. Dünün zevkleri nerede şimdi? Hepsi gitti ve geriye
pişmanlık bıraktı. Nefsin arzusu nerede? Nice başları eğdirdi
ve nice ayakları kaydırdı. Saadete kavuşan ancak nefsine
uymayarak saadete ulaşmış, bahtsız olan da ancak dünyasını
ahiretine tercih ederek bahtsız olmuştur.
Eskiden gelip geçmiş olan krallardan ve zahidlerden ibret al.
Nerede şimdi o kralların tattığı zevkler, nerede o zahidlerin
yorgunlukları? Salihler geride sadece bolca sevap ve güzel ad
bıraktılar. Geride kalan çirkin sözler ve şiddetli azap asilerin
payına düştü. Sanki acıkan hiç acıkmamış ve doyan hiç
doymamış gibi…
Faziletli amelleri yapmakta tembellik etmek ne kötü
arkadaştır. Rahatlığı sevmek öyle çok pişmanlığa neden olur ki
bütün zevkleri aşar. Uyan ve nefsin için yorul.
Bil ki farzları yerine getirmek ve haramlardan kaçınmak
lazımdır. İnsan sınırı aşarsa ateşe düşer, ateşe!
Sonra bil ki faziletleri istemek çalışıp gayret edenlerin
istedikleri şeyin son noktasıdır.
Sonra faziletler farklı farklıdır. İnsanlardan bazısı dünyada
zühd hayatı yaşamayı, bazısı da ibadet etmekle uğraşmayı
fazilet olarak görür.
Oysa gerçekte kâmil faziletler ancak ilimle ameli
birleştirmektir. İlim ve amel bir arada olduğu zaman sahibini
yaratıcıyı tam manasıyla tanıma derecesine yükseltir ve onu
Allah’ı sevmeye, O’ndan korkmaya, O’na özlem duymaya
yönlendirir.
İşte istenen hedef budur. “Azim ehlinin kadrine göre gelir
azimetler.”[111] İnsanın her istediği şeyi Allah murat ediyor
değildir. Her isteyen de istediği şeyi bulamayabilir. Ancak kula
düşen çalışıp gayret etmektir. “Her şey yaratılmış olduğu amaç
için kolaylaştırılmıştır.”[112] Yegâne yardım dilenen merci
Allah’tır.
. Mütenebbî’nin bir beytinin ilk mısraıdır. İkinci mısra
şöyledir: “Ve şereflilerin kadri kadar gelir şerefler.” Dîvân,
374.
. Buharî, 4949; Müslim, 2647. Hadis Hz. Ali radıyallahu
anhdan rivayet edilmiştir.
Allah’ı Delille Tanımak En Önce
İncelenmesi Gereken Şeydir
İlk önce incelenmesi gereken şey Allah’ı delille tanımaktır.
Malum olduğu üzere göğün yükseltilmiş, yeryüzünün
döşenmiş olduğunu ve özellikle kendi nefsindeki muhkem
yapıları gören kimse bunları bir yapanın olduğunu, binayı
yapan bir ustanın var olduğunu kesinlikle anlar.
Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin O’nun
hakkında doğru söylediğini düşünür. Delillerin en büyüğü,
içindeki surelerin bir benzerini meydana getirmekten halkı
aciz bırakan Kur’an’dır.
Yaratıcının varlığını ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemin doğru söylediğini kesin bir şekilde anlayınca bütün
işlerinin dizginini şeriata teslim etmesi gerekir. Bunu
yapmadıkça itikadında gedik var demektir.
Kendisine vacip olan abdest, namaz, eğer malı varsa zekât,
hac vb. görevleri bilmesi gerekir. Vacibin kadrini bildiği
zaman onu yerine getirir.
Himmet sahibinin faziletlere terakki etmesi; Kur’an’ı
ezberlemek, tefsirini yapmak, Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellemin hadislerini okuyup ezberlemek, onun, ashabının ve
sonradan gelen âlimlerin hayatlarını öğrenmek ile meşgul
olması gerekir ki en yüksek mertebeyi seçsin. Bunun yanında
dilini düzeltecek gramer bilgisini ve tedavülde olan kelimeleri
öğrenmesi lazımdır.
Fıkıh ilimlerin aslı, vaaz ise helvası ve faydası en genel
olanıdır. Bu zikrettiğim konularda, Allah’a hamd olsun,
eskilerin yazmış olduğu kitaplara ihtiyaç bırakmayacak eserler
yazdım ve seni kitap aramaktan, tasnif için gayret
göstermekten kurtardım. Himmet ve gayret ancak bayağı
olduğu için duraklar, yoksa yüce olan himmet azla yetinmez.
Delil sayesinde bildim ki himmet ve gayret insanla birlikte
doğar. Bazı himmetler bazı vakitlerde yetersiz kalır ama teşvik
edilince harekete geçer. Kendinde bir acizlik gördüğün zaman
nimet verene dua et. Kendinde bir tembellik gördüğün zaman
muvaffakiyet verene sığın!
Her hayra ancak O’na itaat etmekle ulaşırsın ve hiçbir hayrı
O’na isyan etmedikçe elinden kaçırmazsın. O’na yönelip de
her muradına ermeyen var mı? O’ndan yüz çevirip de bir
fayda gören veya hedeflerinden birine varan var mı? Şairin şu
sözünü duymadın mı:
Vallahi ne zaman sizi ziyarete gelsem
Yeri benim için döşenmiş buldum
Ne zaman kapınızdan ayrılmak istesem
Eteklerime dolanıp sendeledi ayaklarım[113]
Latîf Olan Allah’ın Zayıf Kulunu İdare
Etmesi
Ey oğlum, helâller ve haramlar konusunda nefsini kontrol et
ve onları nasıl koruduğuna bir bak. Hiç şüphesiz, Allah’ın
hududunu muhafaza eden muhafaza edilir. Kim de bunu ihmal
ederse kendi hâline bırakılıp terk edilir.
Sana bazı hâllerimden söz edeyim. Belki bu sayede benim
gayretine bakarsın ve beni muvaffak eyleyenden bir şeyler
istersin. Elde etmiş olduğum nimetlerin çoğu benim çalışmam
sonucu elde edilmiş değildir. Onlar Latîf olan Allah’ın bana
birer ihsanı. Önceki hâlimi hatırlıyorum; çok gayretli bir
çocuktum.
O sıralarda altı yaşında bir çocuktum ve büyük çocuklarla
arkadaşlık yapıyordum. Daha küçüklüğümde bana yaşlıların
aklından fazla akıl bahşedilmişti. Çocuklarla beraber yolda
oyun oynadığımı asla hatırlamıyorum. Hatta edebe aykırı bir
şekilde güldüğümü de hatırlamıyorum.
Yedi veya sekiz yaşlarındayken cami avlusuna gelir göz
bağcılığı yapan hiç kimsenin halkasına katılmaz, aksine
hadisçilerin sohbetine katılırdım. Onlar da uzun uzadıya
siyerden bahsederlerdi. Ben de dinlediğim her şeyi ezberler,
sonra da eve gidip onları yazardım.
Şeyhimiz Ebu’l-Fazl İbni Nâsır’a talebe olmak bana nasip
oldu. Şeyhim her zaman beni diğer şeyhleri dinlemem için
teşvik eder, bana İmam Ahmed’in Müsned’ini ve diğer
büyüklerin kitaplarını dinletirdi. O sırada benden ne
istendiğini bilmiyordum.
Ergin oluncaya kadar benim bütün dinlediklerimi kaydetti ve
onların bulunduğu mecmuayı (Mağripliler buna fihris,
Endülüslüler bernâmec derler) bana verdi. Şeyhim vefat
edinceye kadar onun yanında kaldım ve onun sayesinde hadis
ve nakil bilgisine ulaştım.
Çocuklar Dicle kenarına inip köprü üzerinde gezinirlerdi.
Bense o yaşlarda bir cüz alıp Rakka[114] tarafında insanlardan
uzak bir yerde oturur ilimle uğraşırdım.
Sonra bana zühd hayatı yaşamam ilham edildi; sürekli oruç
tutmaya ve çok az yemeye başladım. Nefsimi sürekli sabra
zorladım, o da buna alıştı ve ben işe sımsıkı sarılarak devam
ettim. Azmettim ve sabahlara kadar uyku uyumadım. Bir tek
ilimle yetinmeyip fıkıh, vaaz, hadis dinliyor ve zahidlerin
yolunu izliyordum.
Sonra lügat ilmi okudum. Rivayet ve vaaz eden olsun,
Bağdat’a yeni gelmiş bir yabancı olsun, gidip dinlemediğim
hiç kimse yoktu. Hep faziletleri seçmeye çaba harcardım.
Önüme iki şey çıksa çoğu zaman en doğrusunu yapmaya
çalışırdım ve böylece Allah beni güzelce terbiye etti. O bana
en uygun olanını nasip etti; düşmanları, hasetçileri ve bana
tuzak kurmak isteyenleri benden savdı, ilim vasıtalarını benim
için hazırladı, hiç tahmin edemeyeceğim yerlerden bana
kitaplar gönderdi. Bana anlama ve kavrama kabiliyeti, çabuk
ezberleme melekesi ve güzel tasnif ile telif etme yetisi
bağışladı. Beni dünyanın hiçbir şeyine muhtaç etmedi. Aksine
bana yetecek ve artacak kadar rızık bahşetti.
Halkın kalplerinde beni haddinden fazla makbul eyledi,
sözlerimi gönüllerinde yer ettirdi ve söylediklerimin
doğruluğundan asla şüphe etmediler. Zimmîlerden iki yüz
kadar insan benim vesilemle Müslüman oldular. Sohbet
meclislerimde yüz binden fazla insan tövbekâr oldu. Cahillerin
yapmakta sıkıntıya düştüğü yirmi binden fazla hayırlı iş
yaptım.
Hadis dinlemek için şeyhleri dolaşırdım ve benden önce
kimse gelmesin diye koşturmaktan nefesim kesilirdi. Sabah-
akşam yanımda yiyecek olmazdı. Allah beni hiçbir mahlûk
önünde zelil ve hor kılmadı, namusumu korumak için rızkımı
hep gönderdi. Bu bahisteki hâllerimi açıklayacak olsam konu
çok uzar.
İşte gördüğün gibi, şimdi bu duruma geldim. Ben bütün bu
anlattıklarımı senin için bir cümlede özetleyecek olsam
Allah’ın şu kavlini zikrederdim: “…Allah’tan korkun, Allah
size öğretir…” (Bakara, 2/282)
. Rakka hilafet sarayının karşısında, Dicle nehrinin batı
yakasında bulunan bir bölge olup nehre doğru bir dil şeklinde
uzandığından bu adı almıştır. Bugün bulunduğu yer Babü’s-
Seyf denilen mıntıkadır.
Vaktin Varken Gayret Et
Nefsine karşı uyanık ol ey oğlum. Geçmişteki kusurların ve
ihmallerin için pişmanlık duy. Vaktin varken kâmillere
ulaşmak için gayret et. İçinde hâlâ canlılık varken dalını sula.
Zayi olan anlarını hatırla ki onlar öğüt olarak yeter de artar.
Boşa geçen zamanlarındaki tembellik zevki gitti ve fazilet
mertebeleri elden kaçtı.
Selef-i salihin -Allah onlara rahmet eylesin- her türlü fazileti
severler ve bir tanesini bile ellerinden kaçırdıklarında
ağlarlardı. İbrahim b. Edhem rahimehullah şöyle diyor: “Hasta
yatağında yatan bir abidin yanına girdiğimizde ayaklarına
bakıp ağlıyordu. Dedik ki: ‘Neden ağlıyorsun?’ Dedi ki:
‘Allah yolunda toza bulanmadı bu ayaklar!’ O sırada bir
başkası ağlamaya başladı. Dediler ki: ‘Neden ağlıyorsun?’
Dedi ki: Oruçlu geçirmediğim bir günüm ve namaz
kılmadığım bir gecem var!”
Bil ki ey oğlum, günler saatlere, saatler nefeslere ayrılmıştır.
Her nefes birer hazinedir. Sakın ola ki bir nefesin bile boşa
geçmesin. Sonra kıyamet gününde hazinenin boş olduğunu
görüp pişmanlık duyarsın.
Adamın biri Âmir b. Abdi Kays’a şöyle der: “Dur, seninle
konuşacağım.” Bunun üzerine Âmir adama der ki: “O hâlde
güneşi tutup durdurmalısın.”
Bir grup insan Ma’rûf el-Kerhî’nin yanında otururlar. Onlara
der ki: “Kalkmak istemiyor musunuz? Şüphesiz ki güneşin
meleği hiç usanmadan onu çekmeye devam ediyor.”
Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Kim ‘sübhânâllahi’l-azîm
ve bi hamdihî’ derse cennette onun için bir hurma ağacı
dikilir.” Şu anlarını boşa geçirenlere bakın ki ne kadar çok
hurma ağacını elden kaçırıyorlar!
Selef bütün anları ganimet bilip değerlendirirdi. Kehmes[115]
rahimehullah bir gün ve gecede Kur’an’ı üç kere hatmederdi.
Seleften kırk adam yatsı abdestiyle sabah namazını kılarlardı.
Râbiatü’l-Adeviyye bütün geceyi ihya eder, güneş doğduktan
sonra hafifçe uyur, sonra aniden kalkar ve kendine şöyle derdi:
“Kabirlerdeki uyku çok uzun olacak!”
. Kehmes b. el-Huseyn et-Temîmî el-Basrî, Ebu’l-Hasen.
Abid olup hicrî 149’da vefat etmiştir.
Dünyanın Hakikatine Bakmak
Kendisi var olmadan önceki dünyayı düşünen kişi bunun
uzun bir süre olduğunu görür. Dünyadan ayrıldıktan sonraki
dünyayı düşündüğünde ise yine uzun bir süre olduğunu görür
ve anlar ki kabirlerde kalış süresi uzundur.
Kıyamet gününü düşündüğü zaman adeta elli bin yıl
olduğunu anlar. Cennette ve cehennemde kalış süresini
düşündüğünde sonsuz olduğunu anlar. Dünyada kalış süresine
tekrar baktığında -ki ortalama altmış yıl olduğunu farz edelim-
bunun otuz yılını uykuda geçirir, ortalama on beş yılı
çocuklukta geçer.
Kalanı hesap ettiğinde ise çoğunun arzuları peşinde, yemekte
ve çalışmada geçtiğini görür. Bütün bunların içinden ahiret
için harcadığı zamanı ayırsa bunların çoğunun riya ve gaflet
içerisinde geçtiğini görür. Peki, ebedî hayatı karşılığında ne
verip de satın alacaksın? Oysa gerçek nakit bu anlardan
ibarettir.
Hayırdan Asla Ümit Kesme
Ey oğlum! Sakın ola ki eski ihmalkârlığın seni hayırdan ümit
kesmeye sevk etmesin. Çünkü birçok kişi uzun bir uykudan
sonra uyanmıştır.
Şeyh Ebu Hakîm, bana baş kadı olan Şeyh Ebu’l-Hasen ed-
Dâmegânî’nin şöyle anlattığını söyledi: “Çocukluğumda
tembel biriydim ve ilimle ilgilenmezdim. Bir gün babam Ebu
Abdullah beni çağırdı ve dedi ki: “Ey oğlum! Her zaman senin
yanında kalmayacağım. Al şu yirmi dinarı ve kendine bir fırın
açıp para kazan.” Ona dedim ki: “Bu ne biçim söz?”
Sonra bana dedi ki: “O zaman giysi satan bir yer aç.” Dedim
ki: “Bunu bana nasıl söylersin ki ben baş kadı Ebu Abdullah
ed-Dâmegânî’nin oğluyum?” Dedi ki: “İlim öğrenmek
istemediğini görüyorum.” Bu sefer dedim ki: “O hâlde bana
bir saat ders ver.” Bana ders verdi ve ben de ilimle uğraşmaya
başladım. Gayret ettim ve Allah bana yolu açtı.
Ebu Muhammed el-Halvânî’nin arkadaşlarından biri bana
şöyle anlattı: “Yirmi yaşındayken babam öldü ve ben o
sıralarda tembel biri olarak biliniyordum. Babamdan bana
miras kalan bir evin sakinlerinden birinden alacağımı istemek
için oraya gittiğimde aralarında şöyle konuştuklarını duydum:
“Başkasının parasıyla geçinen adam geldi.” Kendi kendime
dedim ki: “Demek benim hakkımda böyle deniliyor!”
Hemen annemin yanına gittim ve ona dedim ki beni ararsan
Şeyh Ebu’l-Hattab’ın[116] ders halkasındayım, orada
bulabilirsin.
Sonra hep onun derslerine katıldım. Sonunda kadı oldum ve
bir müddet kadılık yaptım.” Derim ki ben de onu fetva
verirken ve münazara ederken gördüm.
Ey oğlum! Fecrin doğduğu sırada uyanık olmaya alış ve o
vakitte dünya kelamı konuşma. Selef-i salihin -
rahimehumullah- bu vakitte dünya işlerine dair hiç kelam
etmezlerdi. Uykudan uyandıktan sonra şöyle dua et: “Beni
öldürdükten sonra dirilten Allah’a hamd olsun, nüşûr
O’nadır.”[117], “Göğü kendi izni olmadıkça yer üzerine
düşmekten koruyan Allah’a hamd olsun. Çünkü Allah,
insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.” (Hac, 22/65)
Sonra kalkıp abdest al ve sabah namazının iki rekât sünnetini
kıl. Huşu içinde camiye git ve yolda giderken şöyle dua et:
“Allah’ım, senden isteyenlerin hakkına, bu yürüyüşüm
hakkına istekte bulunuyorum. Ben ne küstahça ne
böbürlenerek ne gösteriş yaparak ne de nam olsun diye yola
çıkmadım. Senin gazabından sakınmak ve rızanı kazanmak
için yola çıktım. Beni cehennemden korumanı ve günahlarımı
bağışlamanı istiyorum. Şüphesiz ki senden başka günahları
bağışlayan yoktur.”[118]
İmamın sağında namaz kılmaya çalış. Namazı bitirdikten
sonra on kere şöyle dua et: “Tek ve ortağı olmayan Allah’tan
başka ilâh yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’nadır. O diriltir ve
öldürür. Bütün hayırlar O’nun elindedir. O’nun her şeye gücü
yeter.”[119]
Sonra on kere “sübhânallâh” on kere “elhamdülillâh” ve on
kere “Allahuekber” de.[120] Sonra Ayetü’l-Kürsî’yi oku.[121]
Ve Allah’tan namazının kabul olmasını dile.
Eğer durumun uygunsa güneş doğup bir miktar yükselinceye
kadar oturup Allah’ı zikret! Sonra ne kadar kılabilirsen namaz
kıl, eğer sekiz rekât kılarsan güzel olur.
İleri kuşluk vaktine kadar dersini verdiysen sekiz rekât
olarak kuşluk namazını kıl. Sonra ikindi vaktine kadar mütalaa
veya nesihle (kitap kopyalamak) meşgul ol. İkindiden sonra
akşam vaktine kadar dersine dön. Akşam namazından sonra iki
cüzle iki rekât namaz kıl. Yatsıyı kıldıktan sonra yine
derslerine dön.
Sonra sağ tarafına yatıp otuz üç kere “sübhânallâh” otuz üç
kere “elhamdülillâh” otuz üç kere “Allahuekber”[122] dedikten
sonra şöyle dua et: “Allah’ım, kullarını bir araya toplayacağın
günde beni azabından koru.”[123]
Uyandığında bil ki nefsin payını almıştır. Hemen abdest al
ve gecenin karanlığında kılabildiğin kadar namaz kıl. Namaza
ilk önce iki kısa rekâtla başla, sonra iki cüz Kur’an ile iki rekât
kıl. Sonra ilim öğrenmeye dönersin. Çünkü ilim öğrenmek her
nafileden daha üstüdür.
. Mahfûz b. Ahmed el-Külvâzânî (h. 432-510). Ebu Ya’lâ el-
Ferrâ’nın öğrencisi olup Hanbelîler’in şeyhidir. Zamanının
imamı olmuştur.
. Buharî, 6314.
. İbni Mâce, 778; Ahmed, 3/21; Taberânî, Duâ, 421. Hadis
Ebu Saîd el-Hudrî radıyallahu anhdan rivayet edilmiştir.
Senedinde adı geçen Atıyye el-Avfî’nin hıfzı kötü olup
müdellistir.
. Nesâî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle, 125. “Bütün hayırlar
O’nun elindedir” cümlesi yoktur.
. Ebu Davud, 5065; Tirmizî, 3410; Nesâî, 3/74; İbni Mâce,
926. Hadis Abdullah b. Amr radıyallahu anhdan
nakledilmiştir.
. Nesâî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle, 100; İbnü’s-Sünnî, 122.
Hadis Ebu Ümâme radıyallahu anhdan nakledilmiştir.
. Buharî, 3705; Müslimi 2727. Hadis Hz. Ali radıyallahu
anhdan rivayet edilmiştir.
. Tirmizî, 3398. Hadis Huzeyfe radıyallahu anhdan rivayet
edilmiştir.
Uzlet Bütün Hayırların Aslıdır
Uzlete devam et, çünkü uzlet bütün hayırların aslıdır. Kötü
arkadaştan uzak dur. Arkadaşların kitaplar ve selefin
yaşantılarını incelemek olsun.
Öncekini iyice sağlam öğrenmeden başka bir ilimle meşgul
olma. Kâmillerin ilim ve amel hususundaki yaşantılarını incele
ve azla yetinme. Şair Mütenebbî şöyle der:
Tamamlayabilecek olanların eksik kalması gibisini
Görmedim insanların kusurları içerisinde bir kusur[124]
Bil ki ilim adi insanları yüceltir. Âlimlerden birçoğunun ne
zikretmeye değer soyları ne de güzel suretleri vardı.
Atâ b. Ebî Rebâh[125] siyah renkli ve çirkin görünüşlüydü.
Bir keresinde yanına Emevî halifesi Süleymân b. Abdilmelik
iki oğluyla birlikte geldi ve oturup ona ibadetler hakkında soru
sordular, o da onlara anlattı.
Anlatırken yüzünü onlardan gizliyordu. O sırada halife iki
oğluna dedi ki kalkın ve gevşeklik etmeyin, ilim öğrenmede
tembellik yapmayın. Bu siyah kölenin önündeki zilletimizi
asla unutmayacağım.
Hasan, mevla, yani azatlı köleydi. İbni Sîrîn, Mekhûl ve
birçoğu da böyleydiler. Onlar ancak ilim ve takva ile şeref
kazandılar.
.
. Ebu Muhammed el-Kureşî el-Cümahî. Cümah kabilesinin
azatlı kölesiydi. Yemen’deki Cened beldesinde doğdu ve
Mekke’de büyüdü. İlim denizlerinden biriydi. Sonunda
şeyhülislam ve Harem müftüsü oldu. Hicrî 114’te vefat etti.
Kanaat Et ki Şerefli Olasın
Ey oğlum! Namusunu dünyayı talep etmeye maruz
kalmaktan ve dünya ehlinin önünde küçük düşmekten
korumaya çalış. Kanaat eyle ki şerefli olasın. Denilmiştir ki:
“Ekmek ve baklaya kanaat edene hiç kimse boyun eğdiremez.”
Bir bedevi Basra’ya gelir ve der ki: “Buranın efendisi
kimdir?” Ona denir ki: “Hasan Basrî’dir.” Der ki: “Neyle
onların efendisi oldu?” Dediler ki: “O onların dünyalıklarına
ihtiyaç duymadı, onlar ise onun ilmine muhtaç oldular.”
Bil ki ey oğlum, benim babam zengindi ve çok fazla mal
miras bıraktı. Ben ergenliğe ulaştığımda bana yirmi dinar ve
iki de kocaman ev verdiler. Sonra bana dediler ki: “Mirasın
hepsi bunlardır.” Ben dinarları aldım ve onlarla birçok ilim
kitabı satın aldım. O iki evi de sattım ve parayı ilim
öğrenmeye harcadım.
Sonunda hiç param kalmadı. Baban ilim öğrenme yolunda
asla zillete düşmedi ve başka vaizler gibi şehir şehir
dolaşmaya çıkmadı. Birine bir pusula gönderip asla ondan bir
şey istemedi. Babanın işleri hep yolunda yürüdü. “Kim
Allah’tan korkarsa Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona
beklemediği yerden rızık verir.” (Talâk, 65/2, 3)
Takva Tamam Olunca
Bütün Hayırları Görürsün
Ey oğlum! Takva tamam olunca bütün hayırları görürsün.
Takva sahibi halka gösteriş yapmaz ve dinine zarar verecek
şeylere yeltenmez. Kim Allah’ın koyduğu sınırları korursa
Allah da onu korur. Bir keresinde Resûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem İbni Abbas radıyallahu anhümaya şöyle buyurur:
“Allah’ın sınırlarını koru ki seni korusun. Allah’ın sınırlarını
koru ki O’nu önünde bulasın.”[126]
Ey oğlum! Bil ki Hz. Yunus aleyhisselam azığı hayır olduğu
için onun sayesinde sıkıntıdan kurtuldu. Allah şöyle
buyuruyor: “Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar
diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.” (Sâffât,
37/143, 144) Firavun’un ise hayırlı bir azığı olmadığı için
sıkıntıdayken bir kurtarıcı bulamadı ve ona şöyle denildi:
“Şimdi mi (iman ettin)! Oysa daha önce isyan etmiştin!”
(Yunus, 10/91) Takvadan oluşan hayırlı azıklar topla ki
tesirlerini göresin. Hadiste şöyle gelmiştir: “Gençliğinde
Allah’tan sakınan genci yaşlılığında Allah yüceltir.”[127]
Yine Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “(Yusuf) ergenlik çağına
erişince, ona (isabetle) hükmetme (yeteneği) ve ilim verdik.
İşte güzel davrananları biz böyle mükâfatlandırırız.” (Yusuf,
12/22), “Çünkü kim (Allah’tan) korkar ve sabrederse, şüphesiz
Allah güzel davrananların mükâfatını zayi etmez.” (Yusuf,
12/90).
Bil ki azıkların en iyisi harama bakmamak, boş yere
konuşmamak, haddi gözetmek ve nefsin arzusuna karşılık
Allah’ı tercih etmektir.
Şu hadisi biliyorsun:
“Üç kişi bir mağaraya girerler ve bir kaya düşerek
mağaranın girişini kapatır. Bunun üzerine içlerinden biri der
ki: ‘Allah’ım, benim annem, babam ve çocuklarım vardı.
Annemin ve babamın başında süt bardağıyla bekleyip
çocuklarımdan önce onlara içirirdim. Eğer bunu senin rızan
için yapmışsam bizi kurtar.’
O sırada kayanın üçte biri açıldı.
Diğeri dedi ki: ‘Allah’ım, ben bir işçi kiralamıştım. Ücretini
almadan gitmişti. Ben de onun ücretini ticarette kullandım. Bir
gün gelerek bana dedi ki: ‘Allah’tan korkmaz mısın, bana
ücretimi ver! Dedim ki: ‘Şu sığırlara ve çobanlarına bak ve
hepsini al!’ Eğer bunu senin rızan için yapmışsam bizi kurtar.’
O sırada kayanın üçte biri daha açıldı.
Sonuncusu dedi ki: ‘Allah’ım, ben amcamın kızına âşık
olmuştum. Ona yaklaştığım zaman dedi ki: ‘Allah’tan kork ve
mührü hakkını vermeden açma!’ Ben de hemen ondan
ayrıldım. Eğer bunu senin rızan için yapmışsam bizi kurtar.’ O
sırada kaya kaldırıldı ve dışarı çıkıp kurtuldular.”[128]
Süfyan-ı Sevrî rüyada görülür ve kendisine şöyle sorulur:
Allah sana ne yaptı? Der ki: “Ben kabre konulduğumda bir de
baktım âlemlerin Rabbinin huzurundayım. Hemen içeri
girdim, bir de baktım, biri “Süfyan” diye ünlüyor.”
Ben de “Süfyan” dedim. Dedi ki: “Allah’ı nefsinin arzusuna
tercih ettiğin günü hatırlıyor musun?” Dedim ki: “Evet,
hatırlıyorum. O sırada hediye dağıtılan kapların muhafızları
beni alıp cennete götürdüler.”
. Ahmed, 1/293; Tirmizî, 2516.
. Bkz: Kenzü’l-Ummâl, 43105, 43106.
. Buharî, Büyû, 98.
Himmet Mükemmele Doğru Çıkar
Himmetinin mükemmele doğru çıkması gerekir. Çünkü
bazıları zühde takılıp kalmışlar, bazıları da ilimle
uğraşmışlardır. Mükemmel ilim ile mükemmel ameli kendinde
toplayanlar pek nadirdir.
Bil ki ben tâbiîni ve onlardan sonrakileri dikkatle inceledim
ve gördüm ki şu dört kişiden başka mükemmellikten daha
fazla pay alanı yok: Saîd b. el-Müseyyeb, Hasan Basrî,
Süfyanü’s-Sevrî, Ahmed b. Hanbel. Bu saydığım kişiler
adamdılar.
Onların himmetleri bizimki gibi zayıf değildi. Selef
içerisinde himmetleri yüce olan birçok insan vardı. Onların
hâllerini incelemek istersen Sıfatü’s-Safve[129] kitabına bak.
İstersen Saîd’in, Hasan’ın, Süfyan’ın ve Ahmed’in -
radıyallahu anhüm- haberlerini düşün. Onlardan her biri için
birer kitap yazdım.
. Müellifin kitabı.
Sermayeyi Muhafaza ve Tasarruf Kârdır
Biliyorsun ki ey oğlum, ben yüz kitap telif ettim.[130]
Onlardan biri yirmi ciltten oluşan büyük tefsir[131], biri yirmi
ciltlik tarih[132], yirmi ciltlik Tehzîbü’l-Müsned.
Büyük-küçük diğer kitaplarım beş cilt, iki cilt, üç cilt, dört
cilt; bundan daha az ve çok. Bu kitaplar başka kitapları ödünç
almana ihtiyaç bırakmaz ve telif için gayretini toplamana
yardım eder.
Korumaya bak! Korumak sermaye ve tasarruf kârdır. İki
hâlde de Hakk’a iltica hususunda samimi ol, helâl ve haram
sınırlarını gözet. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz O da
size yardım eder…” (Muhammed, 47/7), “Beni anın ki ben de
sizi anayım.” (Bakara, 2/152), “Bana verdiğiniz sözü yerine
getirin ki ben de size vaat ettiklerimi vereyim.” (Bakara, 2/40)
. Bu risaleyi yazıncaya kadar.
. Zikri geçecek olan el-Mugnî.
. El-Muntazam fî Târîhi’l-Mülûk ve’l-Ümem.
Amelden Yüz Çeviren Bereketten
Mahrum Olur
Sakın ilmin suretiyle yetinip amelden geri kalma. Şüphesiz
yöneticilerin yanında bulunanlar ve dünya ehline yönelenler
ilimle amel etmekten yüz çevirdiler, böylece bereketten ve
ilmin faydasından mahrum oldular.
İlimden Faydalandığın Oranda
Dinleyenler Ondan Faydalanır
İlimsiz olarak ibadetle meşgul olmaktan sakın! Şüphesiz ki
zahid ve sufî görünenlerden birçoğu doğru yoldan
sapmışlardır, çünkü ilim öğrenmeden amel etmişlerdir.
Kendini iki güzel elbiseyle ört ki ne yücelikleriyle dünya
ehli yanında ne de alçaklıklarıyla zahidler yanında seni meşhur
etmesinler.
Her bakışında, sözünde ve adımında nefsini hesaba çek.
Çünkü sen bütün bu yaptıklarından sorumlusun. Senin ilimden
faydalandığın oranda dinleyenler ondan faydalanırlar.
Vaiz, ilmiyle amil olmadığı zaman verdiği vaaz ve öğüt
kalplerden kayıp gider, tıpkı suyun taşın üstünden kayıp gittiği
gibi. Sakın niyetsiz olarak vaaz verme. Sakın niyetsiz olarak
bir yere yürüyüp gitme. Sakın niyetsiz olarak bir lokma yeme.
Selefin ahlâkını mütalaa edersen konuyu iyice anlarsın.
Bu Kitapları Okumalısın
Minhâcü’l-Mürîdîn adlı kitabı okumalısın. O sana sülûkü
öğretir. Bu kitabı arkadaşın ve öğretmenin edin.
Saydu’l-Hâtır kitabını dikkatle oku. Orada öyle olaylar
göreceksin ki dinini ve dünyanı onarıp ıslah edecektir.
Cennetü’n-Nazar kitabını ezberle. Bu kitap fıkhı anlamanı
sağlayacak melekeyi edinmen için sana yeter.
Ne zaman el-Hadâık adlı kitapla meşgul olursan sana bütün
hadisleri gösterir.
Eğer el-Keşf adlı kitaba iltifat edersen Buharî ve Müslim’in
Sahîh’lerindeki gizli manaları sana açar. Arap olmayanların
tasnif etmiş oldukları tefsir kitaplarıyla sakın meşgul olma.
El-Mugnî ve Zâdü’l-Mesîr[133] adlı kitaplar seni hiçbir tefsire
muhtaç bırakmaz.
Senin için toplamış olduğum vaaz kitaplarına gelince,
aslında onlardan fazlasına ihtiyacın yok.
. Müellifin eserleridir.
İyi İdare Etmek
Onlardan çok fazla uzak durmakla beraber halkı iyi idare
etmeye çalış. Şüphesiz ki uzlet insanı kötü kimselerle bir araya
gelmekten kurtarır ve vakarı korur.
Özellikle de vaizin sıradan insanlar gibi çarşıda yürürken ve
gülerken görülmemesi gerekir ki ona güzel zan beslesinler ve
vaazından istifade etsinler.
Eğer insanların arasına girmeye mecbur kalırsan onlara
yumuşak davran. Çünkü onların huylarını keşfedersen onları
idare edemezsin.
Hak Sahiplerine Haklarını Ver
Eşine, çocuklarına ve akrabalarına haklarını ver. Her anını
nasıl geçirdiğine bak. Vaktini mümkün olduğu kadar en değerli
şeylerde harca. Nefsini de ihmal etme. Onu en şerefli ve en
güzel amelleri yapmaya alıştır. Kavuştuğunda sevineceğin
şeyleri gönder mezarına. Şairin dediği gibi:
Ey dünyasıyla meşgul olan
Ve uzun emele aldanan kişi
Aniden gelir ölüm
Kabir amel sandığıdır[134]
İşlerin sonuna bak ki iştah duyduğun ve hoşlanmadığın her
şey karşısında sabretmen kolay olsun. Eğer kendinde bir gaflet
görürsen mezarlığa git ve nefsine göçme vaktinin yaklaştığını
hatırlat.
Saçıp savurmadan yaptığın harcamalarda tedbirli ol -gerçek
müdebbir olan Allah’tır- ki insanlara muhtaç olmayasın.
Çünkü malı korumak dindendir. Vârislerine mal bırakman
onları insanlara muhtaç etmenden daha hayırlıdır.
Bizler Ebu Bekir Es-Sıddık
Radıyallahu Anhın Evladındanız
Ey oğlum, bil ki bizler Ebu Bekir es-Sıddık radıyallahu
anhın evladındanız. Babamız Kâsim b. Muhammed b.
Abdirrahmân b. Ebî Bekr b. Muhammed b. Ebî Bekr’dir. Ona
dair haberler Sıfetü’s-Safve adlı kitapta yazılıdır.
Sonra selefimiz ticaretle, alım-satımla uğraşmış. Sonraki
neslimizde benden başka ilim öğrenme hususunda gayret ve
himmet bağışlanan biri daha yok. Şimdi iş sana düşüyor.
Çalış ve gayret et ki senin yararın için hakkında ümit ettiğim
şeyleri boşa çıkarma. Seni Allah’a teslim ettim. Seni ilim ve
amelde muvaffak etmesini sadece O’ndan niyaz ediyorum.
Tavsiye edebileceğim şeyler bundan ibarettir. Hareket ve
kuvvet ancak yüce ve ulu olan Allah iledir. Hamd edenlerin
hamdlerini artıran Allah’a hamd olsun. Efendimiz Hz.
Muhammed’e, onun âline ve ashabına salât ve selam olsun.
Ömrün Kıymetini Bilmek Hakkında
Ömürleri mevsimlere ayırmış olan Allah’a hamd olsun. İşleri
yapan o mevsimlerde kazanç elde eder. Vaktini zayi eden ise
nihaî hayrı kaybetmiş olur. Bu mevsimler emele ulaşmak ve
zararı kaldırmak için konulmuştur.
Bu mevsimlerde ticaret yapanlar için bol kazanç vardır.
Ancak bu mevsimler aynı zamanda günah işleyenlerin
ruhlarını helâk eder. Bir iyilik on katından yedi yüz, hatta daha
fazlasına kadar iyilikle karşılanır. Kötülük ise istikamet üzere
olanı bulanık ve tökezlemiş bir hâle döndürür.
İşte bu pek az ömür karşılığında cennetlerdeki daimî
ebediyet ve Rahmân’ın bekası gibi asla kesintiye uğramayan
beka satın alınır. Ömrünü boşa harcayan hüsrana uğrar. Vah o
şaşkın israfçının hüsranına!
Akıllı olan kimsenin ömrün kıymetini bilmesi, kendi lehine
işler yapması ve bir daha ele geçmeyecek şeyleri ganimet
bilmesi gerekir. Bazen onu zayi etmek kişinin helâk olmasına
sebep olur.
Ömrün Mevsimleri
Bil ki ömrün mevsimleri beştir:
Birinci mevsim: Doğumdan ergen oluncaya kadar geçen
süredir ki on beş senedir.
İkinci mevsim: Ergen olduktan sonra gençliğin sonuna
kadar geçen süredir ki otuz beş yaşında biter.
Üçüncü mevsim: Otuz beş yaşından elli yaşını
dolduruncaya kadar geçen süredir. Buna “kühulet” çağı da
derler. Bazen otuz beş yaşın altında olanlara da “kehl” denilir.
Dördüncü mevsim: Elli yaşından yetmiş yaşına kadar olan
süredir ki bu “şeyhuhat/ihtiyarlık” çağıdır.
Beşinci mevsim: Yetmiş yaşından ömrün sonuna kadar olan
süredir ki bu “herem/düşkünlük” çağıdır.
Bazen zikretmiş olduğumuz bu seneler bir miktar ileriye
veya geriye gidebilir. Bu mevsimleri beş bap hâlinde ele
alacağız.
Birinci Mevsim:
Çocukluk Çağı
Bil ki bu mevsimin çoğu anne-babaya bağlıdır. Anne-baba
çocuğu büyütürler, eğitim-öğretimini sağlarlar ve onu
faydasına olacak şeylere yönlendirirler. Anne-babanın, çocuğu
eğitme ve öğretmede asla bıkkınlık göstermemeleri gerekir.
Çünkü “küçükken öğretmek taşa nakşetmek gibidir.”[135]
Ali b. ebi Talib radıyallahu anh, Allah Teâlâ’nın “Kendinizi
ve ailenizi öyle bir ateşten koruyun ki…” kavli hakkında şöyle
demiştir: “Onlara öğretin ve terbiye verin.”[136]
Anne-baba çocuğa tahareti ve namaz kılmayı öğretirler ve
çocuk on yaşına girdiğinde namaz kılmazsa onu dövebilirler.
Anne baba çocuğa Kur’an okumayı öğretirler, hadis dinletirler
ve taşıyabileceği bilgileri öğrenmesini sağlarlar.
Anne baba, çocuğun çirkin davranışlarını çirkin, güzel ve
hoş davranışlarını güzel görüp bunu ifade ederler. Çocuğu
taşıyabileceği ölçüde güzel huylara yönlendirmeye çalışırlar.
Çünkü bu zaman dilimi ekim mevsimidir.[137]
Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervân, oğlu Velîd’i çok sever
ama ona terbiye verilmesini emretmezdi. Sonunda oğlu gramer
kurallarına uygun konuşamayan ve hata yapan biri oldu. Bunu
gören halife şöyle dedi: “Ona duyduğumuz sevgi Velîd’e zarar
verdi.”
Bazen küçük olan çocuklara anlama ve kavrama yeteneği
bahşedilir ve çocuk bu sayede kendisi için neyin iyi neyin kötü
olduğunu seçebilir, tıpkı Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi: “Ant
olsun ki biz İbrahim’e daha önce rüştünü vermiştik.” (Enbiyâ,
21/51) Tefsirde anlatıldığına göre Hz. İbrahim üç
yaşlarındayken yıldızlar, Ay ve Güneş hakkında o bilinen
sözlerini söylemiş ve sonunda şöyle demişti: “Ben hanif
olarak yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim
ve ben müşriklerden değilim.” (En’âm, 6/79)
Çocuk beş yaşını doldurduğunda iyiliğe dair anlayışı ve
hevesi ortaya çıkar, kendisi için güzel şeyleri seçer ve adi
şeylerden kaçınır veya bunların aksi olur.
Ömer b. Hattab radıyallahu anh bir keresinde sokakta oyun
oynayan çocuklara rastlar. Çocuklar onu görünce heybetinden
dolayı dağılıp bir tarafa kaçarlar. Zübeyr’in oğlu Abdullah
kaçmaz ve orada durur. Hz. Ömer ona der ki: “Sen neden
kaçmadın?” İbni Zübeyr şöyle cevap verir: “Ey müminlerin
emiri, yol dar değil ki kenara çekilip senin için yolu açayım ve
benim herhangi bir suçum yok ki senden korkayım.”
Hârûn Reşîd bir keresinde evlerinde bulunduğu vezirinin
oğluna “bizim evimiz mi yoksa sizin eviniz mi daha güzel,
söyle bakalım?” diye sorar. Çocuk, bizim evimiz, diye cevap
verince Hârûn Reşîd nedenini sorar. Çocuk şöyle cevap verir:
Çünkü içinde sen varsın.
Çocuğun kavrayışı ve azminin çok veya az oluşu kendisi için
yaptığı tercihlerden belli olur. Çocuklar oyun oynamak için bir
araya geldiğinde azimli olan çocuk der ki, kim benimle
olacak? Azmi düşük olan çocuk ise der ki, kiminle olacağım?
Çocuğun azmi çok olduğu zaman ilmi tercih eder.
Çocuk ergenliğe girince babasının onu evlendirmesi gerekir.
Hadiste şöyle gelmiştir: “Kimin çocuğu ergenliğe ulaşır, onu
evlendirme imkânı olduğu hâlde evlendirmez ve çocuk kötü
bir şey yaparsa günahı ikisi arasında paylaştırılır.”[138]
Ergenlik zamanındaki hâlini, o sırada nelerle karşılaştığını
ve ne sıkıntılar çektiğini hatırlamayan babaya şaşılır doğrusu!
Belki de baba o çağında bir hata işlemişti. O hâlde bilsin ki
çocuğu da kendisi gibidir.
İbrahim el-Harbî[139] şöyle diyor: “Çocukların
bozulmalarının esası birbirlerinden etkilenmeleridir.”
İlim öğrenmeyi evlenmeye tercih eden, nefsinin sabrını
anlayan ve nefsine karşı kendine güvenen gençler pek azdır.
Ahmed b. Hanbel ancak kırkından sonra evlenmiştir.[140]
. Bu söz Ebu’d-Derdâ’nın hadisinden nakledilmiş, sahih
olmayan bir hadiste geçmektedir. Taberânî bunu el-Kebîr’de
ve Heysemî Mecmeu’z-Zevâid’de (1/125) nakletmişlerdir.
Rivayetin senedinde adı geçen Mervân b. Sâlim eş-Şâmî’nin
hadisi metruktür.
. Hâkim, 2/464. İbni Hacer’in Fethu’l-Bârî’de (8/659)
dediğine göre hadisin ravileri sikadır.
. Musannif şöyle diyor: “En sağlam biçim verme çocuklukta
olur. Fakat çocuk kendi mizacıyla baş başa bırakılır da ona
göre büyüyüp alışırsa geriye dönmesi çok zor olur.” (et-
Tıbbü’r-Rûhânî, 60)
. Bu hadisi müellif bir başka kitabı olan Zemmü’l-Hevâ’da
(281) nakletmiştir. Hadisin isnadı zayıf olup art arda zayıf
ravileri vardır. İsnatta adları geçen Cebbâre b. el-Mugallis,
Mendel b. Ali ve Yahya b. Abdirrahmân b. Ebî Lebîbe
zayıftırlar.
. Çok değerli ve salih imam İbrâhim b. İshâk el-Harbî hadis
ve lügat âlimlerinden biridir. İmam Ahmed b. Hanbel ile çok
yakın bir dostluğu vardı. Şöyle anlatıyor: “Yaz-kış, sıcak-
soğuk, gece-gündüz demeden tam yirmi yıl İmam Ahmed’in
yanında bulundum. Her ülkenin önde gelen âlimleri gelirler ve
mescidin dışında oldukları zaman heybetlerini korurlardı. Ama
mescide girdikleri zaman tıpkı birer öğrenci olurlardı.
(Tabakâtü’l-Hanâbile, 1/92, 93)
. Müellifin Menâkıbü’l-İmâm Ahmed (373) adlı eserine
bakınız.
İkinci Mevsim:
Gençlik Çağı
Bu mevsim ergenlikten itibaren başlayıp gençlik çağının
sonuna kadar devam eder. Bu, içerisinde nefisle ve arzuyla
cihadın ve şeytanın galebesinin meydana geldiği en önemli
mevsimdir.
Bu mevsimi korumakla Allah Teâlâ’ya yakınlık elde edilir.
Eğer bu mevsim değerlendirilmeyip ihmal edilirse büyük
hüsran meydana gelir. Bu çağda hatalardan korunmak için
sabredenler övülmüştür. Tıpkı Allah’ın gençlik çağındaki Hz.
Yusuf’un sabrını övdüğü gibi. Çünkü eğer hataya düşmüş
olsaydı kim olacaktı?[141]
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: “Rabbin, gençlik duygusu olmayan gençten
hoşlanır.”[142]
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ey arzusunu benim uğruma
terk eden genç, sen benim katımda meleklerimden biri
gibisin.”[143]
Ergen olan bilsin ki ergen olduğu günden itibaren Allah’ı
taklitle değil, delil ile bilmesi ve tanıması kendisine vacip
olmuştur. Delil olarak ona nefsini ve organlarının tertibini
görmesi yeterlidir.
Böylece bilmiş olur ki nasıl bir binanın bir yapanı ve kapısı
olması gerekiyorsa bu tertibi yapan birinin de olması gerekir.
[144]

Ergen olan bütün ömrü boyunca yanında bulunacak, yaptığı


işleri yazacak ve onları Allah’a arz edecek iki meleğin gökten
indirilmiş olduğunu bilir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Şunu
iyi bilin ki üzerinizde bekçiler var. Değerli yazıcılar var. Onlar
yapmakta olduklarınızı bilirler.” (İnfitâr, 82/10-12)
Muhammed b. Fazl[145] şöyle diyor: “Kırk seneden beri iki
yazıcıma hiçbir kötülük yazdırmadım. Eğer yazdırmış
olsaydım onlardan kesinlikle utanırdım.”
O hâlde kul hangi hususlarda amelinden geçtiğine baksın.
Eğer hata yaparsa bilsin ki bütün hatalar tövbe ve düzeltmeyle
ortadan kalkar.
Genç gözünü aşağı indirsin, çünkü Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor: “Mümin erkeklere, gözlerini (harama)
dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle…” (Nûr, 24/30)
Bir kudsî hadiste şöyle buyurulmuştur:
“Kadının güzelliklerine bakmak şeytanın zehirli oklarından
biridir. Kim benim uğruma bunu terk ederse ona kalbinde
tadını hissedeceği bir iman veririm.”[146]
Kim harama bakmayıp gözünü haramdan sakındırırsa
selamette olur. Genç tek bir kadınla yetinsin, kadınlardan çok
fazla faydalanma hususunda kendine izin vermesin. Çünkü
böyle yapmak kalbi dağıtır, güçleri zayıflatır ve bunun bir
sonu yoktur.
Seleften biri nefsine şöyle derdi: “Burada sadece bu ekmek
parçası ve bu kadın var. Dilersen sabret, dilersen öl!”
Yaşlılardan birçoğu gençlik mevsimlerini zayi ettiklerinden
dolayı üzülüp gençlik zamanlarında ihmalci olmalarına
ağlarlar. O hâlde ileride oturacak olan kimse ayakta durduğu
süreyi uzatsın, ileride aciz kalacak kişi şimdiden çok oruç
tutsun.
İnsanlar üç kısımdır: Kimisi ömrünü iyilik yaparak artırır ve
buna devam eder ki bu kazananlar safındadır. Kimisi işleri
karıştırıp ihmalkârlık eder ki bu kaybedenlerin safındadır.
Kimisi de haddi aşıp günahlara dalar ki bu helâk olanların
safındadır.
Genç hangi makamda olduğuna bir baksın, çünkü bulunduğu
makamın bir benzeri daha yoktur. Öyleyse elindeki malın
değerinin ve sabırla elde edilen tam kıymetinin farkına varsın.
Sabretsin ki kendisine “Bu sizin gününüz” (Enbiyâ, 21/103)
denilsin. Gençlikte hataya düşmekten sakınsın, çünkü söz
konusu hatalar güzel bir maldaki çirkin bir kusura benzer.
Hataya düşen genç, yaptığı işin lezzetinin şimdi nerede
olduğuna baksın, ondan geriye sadece sürekli çektiği üzüntüsü
kalmıştır. Ne zaman aklına o yaptığı hata gelse acı çeker ve
onu hatırlamak kalbi için bir ceza olur.
Ebu’l-Kâsım el-Cüneyd[147] şöyle demiştir: “Bir kul bin sene
Allah’a yönelse de sonra bir an O’na sırtını dönse kaçırdığı
şey bin yılda elde ettiğinden çok daha fazla olur.”[148]
Seleften biri şöyle derdi: “Elimin kesilmiş olması
karşılığında gençliğimde işlediğim günahların affedilmesini
çok isterdim.”[149]
Bir gün vaazımda şöyle dedim: “Ey genç! Sen bir çöldesin
ve yanında değerli mücevherler var. Sen o mücevherleri,
karşılığını alacağın şehre götürmek istiyorsun. Yolda aldatıcı
arzu senin karşına çıkıp da elindeki mücevherleri hiçbir
karşılık ödemeden satın almasın sakın.
O zaman şehre gelip de kazanç elde edenleri gördüğün
zaman şöyle dersin: “Allah’a karşı aşırı gitmemden dolayı
bana yazıklar olsun.” (Zümer, 39/56) Heyhat ki üzülmek
geçmişi geri getirmez!
. Müellif Saydu’l-Hâtır’da (196) şöyle diyor: “Yusuf suresini
okudum ve sabrından dolayı övülmüş olduğuna, hikâyesinin
insanlara anlatılmasına ve yapmamış olduğu şeyi yapmamakla
kadrinin yükseltilmesine şaşırdım. Sonra işin sırrını düşününce
bir de baktım ki çirkin olan arzuya aykırı davranmakmış.
Kendi kendime dedim ki şaşılacak iş! Eğer arzusuna uymuş
olsaydı şimdi kim olacaktı? Fakat arzusuna uymayınca, bu
yaptığı iş sabra örnek gösterilen bir davranış oldu. Bütün
bunlar bir anlık bir sabrın neticesiydi. Ne izzetli ve şerefli
insan!
. Ahmed, 4/151; Ebu Ya’lâ, 1749; Ravyânî, 1/96, 97;
Taberânî, Kebîr, 7/309. Ukbe b. Âmir’in hadisi, isnadı sahih.
. İbni Adiyy, Kâmil, 3/1194. İbni Mesud’un hadisi. Hafız
Irâkî Tahrîcü’l-İhyâ’da (1/232) hadisi zayıf bulmuştur.
. Şüphesiz bu bilgi, Hz. Peygamber’e indirilmiş olan vahyi
bilmekle elde edilir. Çünkü Hz. Peygamber Allah’a davetçi,
uyarıcı, müjdeleyici ve Allah’ı tanıtıcı olarak gönderilmiştir.
Daha fazla bilgi için bkz: İbni Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akîdeti’t-
Tahâviyye, 6.
. Zehebî Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ adlı eserinde (1/523) şöyle
diyor: “Büyük imam, allâme, şeyhülislam Ebu Abdillâh
Muhammed b. el-Fazl el-Abbas el-Belhî. Kendisi vaizdir.”
Onun lâtif sözlerinden biri şudur: “Kendini nefsine ihtiyacı
olmayan ve ona ihtiyaç duyan kimsenin yerine koy. Çünkü
nefsine sahip olan aziz olur, nefsinin sahip olduğu kişi de zelil
olur.” Musannifin Sıfatü’s-Safve adlı eserine (4/165) bakınız.
. Hâkim, 4/313, 314; Taberânî, Kebîr, 10362; Kuzâî,
Müsnedü’ş-Şihâb, 293.
. Cüneyd b. Muhammed en-Nihâvendî. Hakkındaki haberler
için bkz: Ebu Nuaym, Hılyetü’l-Evliyâ, 10/255-287; Zehebî,
Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 14/66-70.
. Ebu Nuaym, Hılye, 10/278.
. Bu sözü söyleyen Ebu Bekr b. Ayyâş’tır. Bkz: Ebu Nuaym,
Hılye, 8/304.
Üçüncü Mevsim:
Kühulet Çağı
Bu zaman diliminde gençlikten bir kalıntı ve nefsin arzulara
meyli vardır. Bu mevsimde güzel bir cihat yapılır. Her ne
kadar yaşlılığın sınırlı kapasiteleri eğlenmeye kucak açmaya
izin vermese ve rahatını bozsa da bu yaşta olan kimse
dünyadan ayrılma yolunu aydınlatan yaşlılık ışığıyla yetinsin
ve arzuya meyleden gençlik kalıntısı ile ticaret yapsın ki
kazanç sağlasın. Ancak bu sağlayacağı kazanç gençlikteki gibi
olmaz.
İmam Şafiî, hayızlı eşine yaklaşan erkek hakkında şöyle
demiştir: “Eğer kadın hayız günlerinin başlarındaysa erkeğin
bir dinar sadaka vermesi gerekir. Eğer günlerin sonundaysa
yarım dinar gerekir.”
Çünkü kadının hayız günlerinin başları zaman itibariyle bir
önceki ilişkiye yakın olduğu için erkek mazeretli sayılmaz.
Oysa hayızın son günleri bir önceki ilişkiden biraz uzak
olduğu için erkeğin ödeyeceği ceza hafifletilmiştir. Ahmed b.
Ru’be de bu görüşü dile getirmiştir.
Dördüncü Mevsim: İhtiyarlık Çağı
Bazen bu dönemin başlarında da bir miktar arzu kalıntısı
olabilir. Bu durumda yaşlı kimse bu arzusuna dayanıp
sabrederse sevabını alır. Yaş ilerledikçe arzu zayıflar ve günah
işlemek istenmez olur, tıpkı şairin dediği gibi:
Günah seni terk etti, sen de onu terk ettin
Bilfiil, oysa kalpte arzu hâlâ mevcut
Seni terk ettiği için asıl günahı öv
Günahı terk ettiğin için kendini değil!
Yaşlı kimse bir günah işlemeye niyetlendiğinde sanki bunu
istemeyerek yapacak gibidir. Çünkü sürekli isteyip duran
şehvet arzusu artık suskunluğa gömülmüştür. İşte bu yüzden
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın en sevmediği kimse zina eden yaşlıdır.”[150]
Yaşlılardan bazıları da günaha niyetlenir gibi olur ve altın
yüzük takar. Ağarmış saçı ve sakalı kendisini utanç verici bir
şeyi yapmaktan alıkoymayanlara yazıklar olsun! Böyle
davranışlar ancak imandaki eksiklikten kaynaklanır.[151]
Âlim olan yaşlı kişi bazen “İlmim beni korur” diye düşünür.
Bunu söyleyen kişi ilminin kendi aleyhine delil olacağını
unutmaktadır.[152]
Şeyhlerimizden biri rüyada görülünce ona, Allah’ın
kendisine ne yaptığı sorulur. Der ki: “Allah beni bağışladı ama
benden yüz çevirdi.” Bunun üzerine ona denir ki: “Allah seni
bağışladığı hâlde senden yüz mü çevirdi?” Şeyh şöyle cevap
verir: “Evet, benden ve benim gibi öğrendikleri ilimle amel
etmeyen bir grup âlimden yüz çevirdi.”
Yine gevşek ve ihmalkâr şeyhlerimizden birini rüyamda
gördüm. Çıplaktı ve göğüslerinden üçer küçük çengelle
asılmıştı, onların en küçüğü göğsünü emiyordu.
Yahya b. Eksem[153] ölümünden sonra rüyada görülünce ona
“Allah sana ne yaptı?” diye soruldu. Şöyle cevap verdi:
Rabbim bana “ey kötü şeyh!” dedi.
Mansûr b. Ammâr[154] rüyada görülünce ona “Allah sana ne
yaptı?” diye soruldu. Şöyle cevap verdi: Allah bana “ey kötü
şeyh!” dedi.[155]
Fudayl[156] şöyle demiştir: “Âlimin bir günahı
bağışlanmadan cahilin yetmiş günahı bağışlanır.”[157] Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler
bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla
düşünür.” (Zümer, 39/9)
Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh şöyle demiştir: “Öğrenmeyip
de amel etmeyene bir kere, öğrenip de amel etmeyene yedi
kere yazıklar olsun!”[158]
Yine bir keresinde şöyle demiştir: “En çok korktuğum şey
bana âlim denilmesidir. Buna karşılık ben hayır dersem, o
zaman âlim olurum. Yok, eğer evet dersem, o zaman ne kadar
emredici ve yasaklayıcı ayet varsa beni azarlayıp ayıplar.”[159]
. Nesâî, 5/86; İbn Hibbân, 5558 numaralı hadis; Hatîb,
Târîhu Bağdâd, 9/358. Hadis Ebu Hureyre’den nakledilmiş
olup isnadı sahihtir.
. Müellif Saydu’l-Hâtır adlı eserinde (236) şöyle diyor:
“Ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmediği hâlde
onunla karşılaşacağı an için hazırlık yapmayan kişi ne
ahmaktır! İnsanların en ahmağı ve en gafili altmış yaşını geçip
yetmişe yaklaşmış olup da -ki altmış ile yetmiş yaşları arası
ecellerin üşüştüğü yerdir ve buraya gelen hazırlık yapar-
hazırlık yapmaktan gafil olan kimsedir. Vallahi yaşlı adamın
gülmesinin bir manası yoktur. Onun yapacağı şaka da
soğukturYaşlının onu kendisinden emekli etmiş bir dünya ile
karşı karşıya gelmesi gücünü ve görüşünü zayıflatmıştır.
Altmışlı yaşlarında olan birinin konaklayacağı bir yer kalmış
mıdır? Kişi yetmişli yaşlara ulaşmanın özlemini çekse de o
yaşlara çok büyük sıkıntılarla ulaşır; ayağa kalksa yere düşer,
yürüse nefes nefese kalır, otursa iç geçirip soluklanır. Dünyada
iştah kabartan şeyleri görür ama onları elde edemez. Yemek
yese midesi yorulur ve hazmı zorlaşır, cinsel ilişkiye girse
kadına eziyet verir ve hastalıktan ağırlaşmış olan kişi gibi
ilişkiye girer. Kaybetmiş olduğu gücünü toparlayamaz ve bir
esir hayatı yaşar. Kişi seksenli yaşların özlemini çekse çocuk
gibi emekleyerek ona ulaşabilir. Akıllı olan kimse zamanın
ölçülerini anlayandır.”
. Müellif Saydu’l-Hâtır adlı eserinde (139) şöyle diyor: “Çok
rahat ve gevşek hareket eden bir grup âlim gördüm. Bildikleri
ilmin kendilerini koruyacağını zannediyorlardı. Oysa
öğrendikleri ilmin onlara düşman olacağını ve âlim
bağışlanmadan önce cahilin bağışlanacağını bilmiyorlardı. Bu
hâli düşündüm ve gördüm ki hakikatleri bilmek, önceki
insanların hayatlarını incelemek, âlimlerin takındıkları
terbiyeyi takınmak, hakkı ve gerektirdiği şeyleri bilmek demek
olan ilim bu kimselerde mevcut değildi. Onlarda mevcut olan
yegâne şey helâlleri ve haramları bilmelerine yarayan sözlerdi.
Oysa faydalı ilim böyle değildir. Gerçek ilim asılları
kavramaktır; mabudu. O’nun azametini ve O’na lâyık olan
şeyleri bilmek, Resûlullah’ın ve ashabının hayatını incelemek,
onların takındıkları terbiyeyi takınmak ve onlardan
nakledilenleri anlayıp kavramaktan ibarettir. Faydalı ilim;
âlimlerin en büyüğünü kendi nefsinde cahillerin en cahili
gösteren ilimdir!
. İbni Hacer bu kıssayı et-Takrîb’de (682) zikretmiş ve şöyle
demiştir: “Yahya b. Eksem meşhur kadı ve doğru sözlü bir
fakihtir. Ancak hadis çaldığı iftirasına uğradığı hâlde bu husus
sabit olmamıştır. Hicrî 242’de vefat etmiştir.”
. Mansûr b. Ammâr es-Sülemî hakkında Zehebî şöyle
demiştir: “Vaaz ve öğüt vermede bir eşi ve benzeri yoktu.
Ancak imamlar onun hadislerini zayıf saymışlardır.” (Bkz:
Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 9/93; el-Mîzân, 4/187)
. Görülen rüyalar ve düşler inanç ve hükümlere esas
olamazlar. Yine bunlara göre filan şeyh iyi, filanca şeyh kötü
denemez.
. Güvenilir ve kendini Allah’a adamış abid Fudayl b. Iyâz.
Onun hakkında imam Abdullah b. Mübârek, “Bana göre
yeryüzünde Fudayl b. Iyâz’dan daha üstün bir kişi kalmadı.
Fudayl’a baktığım zaman hüznümü tazeliyor ve nefsimden
iğreniyorum” demiş ve ağlamıştı. İbrâhim b. Eş’as şöyle
demiştir: “Süfyan b. Uyeyne’nin iki kez Fudayl’in elini
öptüğünü gördüm.” (Bkz: Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 8/424, 438)
Onun inci gibi sözlerinden biri şöyledir: “Seven olarak Allah,
aşina olarak Kur’an, öğütçü olarak ölüm, ilim olarak Allah
korkusu ve cahillik olarak gurura kapılmak kişiye yeter.”
. Ebu Nuaym, Hılye, 8/100.
. Ebu Nuaym, Hılye, 1/211.
. Ebu Nuaym, Hılye, 1/213, 214.
Beşinci Mevsim: Düşkünlük Çağı
Hadiste şöyle denmiştir: “Seksen yaşına gelmiş kimse
Allah’ın yeryüzündeki esiridir.”[160]
Yaşlılıkta vefat etmeyen kişi geçmişi telafi eder. Tövbe
istiğfar edip Allah’a dua eder, zamanını değerlendirmek için
yapabileceği iyi işleri yapmaya çalışır ve yolculuğa hazırlıkla
meşgul olur.
Seriyyü’s-Sekâtî[161] kendine yenik düştüğü zamanlar
dışında hiç uyumazdı.
Ölüm döşeğinde olan Ebu’l-Kâsım el-Cüneyd’in yanına
girdiklerinde bir de baktılar, rükû ve secde etmekle meşgul
oluyor. Cüneyd namazını kılarken ayağını katlamak istedi
ancak ruhun ayaktan çıkmasından dolayı bunu yapamadı. İçeri
girenlerden biri ona dedi ki: “Bu ne hâldir ey Ebu’l-Kâsım?”
Dedi ki: “Bunlar Allah’ın en büyük nimetleridir.[162]
Âmir b. Abdilkays her gün bin rekât namaz kılardı. Bir
keresinde bir adamla karşılaştı ve adam ona “seninle bir şey
konuşabilir miyim?” deyince Âmir şöyle cevap verdi: Öyleyse
güneşi tutabilirsen tut![163]
Yine bir keresinde kendisiyle konuşmak isteyen birine şöyle
demişti: “Acele et, çünkü düşünüyorum!” Adam dedi ki:
“Neyi düşünüyorsun?” Şöyle cevap verdi: “Ruhumun nasıl
çıkacağını!”[164]
Osman el-Bâkıllânî[165] şöyle demiştir: “En sevmediğim şey
fıtır vaktidir. Çünkü o sırada başka işlerle meşgul olup zikir
yapamıyorum.”
Dâvûd et-Tâî[166] suda ıslatılmış ekmek kırıntılarını yer,
ekmek yemezdi. Bunun sebebini soranlara şöyle derdi:
“Ekmeği çiğnerken geçen sürede elli ayet okunur.”
Bir grup insan hasta ziyareti için bir abidin evine
gelmişlerdi. Onu görünce dediler ki: “Herhâlde seni meşgul
ettik!” Abid onlara şöyle dedi: “Doğrusunu söylemek
gerekirse okumakta olduğum virdime engel oldunuz.”
Ömrün ne kadar değerli olduğunu bilenler onu
değerlendirirler. Sahih olarak şöyle bir hadis geçmektedir:
“Kim ‘sübhânallâhi’l-azîm ve bi hamdihî’ derse onun adına
cennette bir hurma ağacı dikilir.”[167]
Hasan rahimehullah şöyle demiştir: “Cennet boş bir arazidir
ve melekler oraya ağaç dikerler. Bazen bu işten yorulup ara
verirler. Onlara “neden ara verdiniz?” diye sorulur. Melekler
şöyle cevap verir: ‘Sahibimiz ara verdi.’ O hâlde onlara destek
olun ki yorulup ara vermesinler.”
Bazı şeyhler gördüm ki insanların etraflarında
toplanmalarına ve faydasız konuşmaları dinlemelerine
seviniyorlardı. Bu gibilerin zamanları boşa geçmiş olur. Keşke
bir kere “sübhânallâh” demenin daha faydalı olduğunu anlamış
olsalardı.
Böyle davranmak ancak ahiretten gafil olmaktan
kaynaklanır. Çünkü bir kere “sübhânallâh” demekle sevap elde
edilir. Gelin görün ki dünya hakkında konuşmak ancak eziyet
verir ve hiçbir faydası yoktur.
Ebu Musa el-Eş’arî yılın en sıcak günlerinde oruç tutardı.
Kendisine bir gün “Sen yaşlı bir adamsın” denildiğinde şöyle
cevap verdi: “Ben onu çok uzun sürecek olan bir zorluğa
hazırlık olsun diye tutuyorum.”
Bir abide nefsine acıması söylendiğinde şöyle dedi: Ben de
acınmayı talep ediyorum.
Anlatıldığına göre Seriyyü’s-Sekatî’nin arkadaşlarından biri
onu ziyarete gelir ve yanında bir grup insan olduğunu görür.
Bunun üzerine der ki: “Ey Seriyy, işsiz güçsüz takımının uğrak
yeri olmuşsun.” Sonra da oturmayıp gider.
Ömrün şerefini ve kıymetini anlayan kişi onun bir anını bile
ziyan etmez.
O hâlde genç, sermayesini korumaya baksın. Orta yaşlı olan
(kehl) gücü yettiği kadar kendini korusun. İhtiyar olan kendi
grubundan olanlara kavuşmak üzere azık hazırlasın.
Düşkünlük çağında olan ise her an ölebileceğini aklından
çıkarmasın.
Allah bizleri ve sizleri bilgilerimizden faydalandırsın, bizleri
ve sizleri anlayıştan mahrum bırakmasın, kulaklarımızı ve
gözlerimizi ömrümüzün sonuna kadar bize faydalı kılsın ve
öğrenmiş olduğumuz bilgileri aleyhimize delil eylemesin.
Şüphesiz ki O’nun bütün bunları düzenlemeye ve yapmaya
gücü yeter.
Bütün hamdler sadece Allah’ındır. Allah, Efendimiz Hz.
Muhammed’e, onun âline ve ashabına salât ve selam eylesin.
. Bezzâr, 3589 numaralı hadis. Ebu Bekir radıyallahu anhın
oğlu Abdullah’tan nakledilmiş olup isnadı zayıftır. İbni Hacer
İsabe adlı eserinde (2/284) hadisin isnadında bilinmeyen bir
ravinin bulunduğunu ifade etmiştir.
. Seriyy b. el-Mugallis es-Sekatî abidlerden biri olup hicrî
253 senesinde vefat etmiştir.
. Ebu Nuaym, Hılye, 10/281.
. “Az vaktim var, zaman geçiyor, zamanı durdurabilir
misin?” manasında.
. İbni Ebi’d-Dünyâ, Kasru’l-Emel, 136.
. Osman b. İsa el-Bâkıllânî. Hatîbü’l-Bağdâdî onun hakkında
şu bilgileri vermektedir: “Halktan ayrı yaşayan ve çok ibadet
eden zahidlerden biriydi.” (Bkz: Târîhu Bağdâd, 11/313)
. Davud b. Nusayr et-Tâî zahidlerden biri olup imam
Süfyanü’s-Sevrî onu hürmetle anar ve şöyle derdi: “Davud
yapacağı işi ölçüp biçer.” (Bkz: Hılyetü’l-Evliyâ, 7/335-367;
Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 7/422; Târîhu Bağdâd, 8/353)
Tirmizî, 3464 ve 3465 numaralı hadisler; İbni Hibbân, 832;
Hâkim, 1/501. Hadis sahih olup Buharî ve Müslim’de mevcut
değildir.

You might also like