You are on page 1of 231

Nil Avunduk!

Oyun’u
Anlattı...
Yazan : NİL AVUNDUK
Kitap Tasarım : Nil Avunduk

Yayın Tarihi : 28.12.2018

Ofis sabit tel : 216 - 302 29 09


Ofis cep tel : 530 - 879 77 01
E-mail : avunduknil@gmail.com
Web sitesi : www.nilavunduk.com.tr

E-Kitap satış : https://nilavunduk.com.tr/magaza/

ISBN No : 978-605-4271-37-5

Bu E-Kitabın tüm yayın hakları NİL AVUNDUK Şahıs Şti’ne aittir.


Herhangi bir yayında kullanılmak üzere tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında,
yayıncının izni olmaksızın, hiçbir yolla çoğaltılamaz, kopya edilemez, yayımlanamaz,
alıntıya konu olan cümleler hiçbir şekilde değiştirilemez.
Nil Avunduk!
Oyun’u
Anlattı...
ÖNSÖZ

2000 yılında başlayan seminerlerime 2016 yılına kadar


devam ettim. Bu süre içinde seminerlerimde bu kitapta
yazdıklarımın hiçbirini anlatmadım. Nil Avunduk! Bir
sorum daha var? … :) kitabımda yazdığım şekilde
anlattım. Bugün seminer versem, yine bu kitapta
anlattıklarımı anlatmam. Çünkü dünyada yaşadığımız
Oyun’u ben de hemen anlamamıştım. Korkularımı
ve doğru olmayan inançlarımı dönüştürdükçe bu
kitapta anlattığım algıları yaşamaya başladım. Önce
hastalığıma isyan ettim, “Hastalanmamın bir sebebi
olmalı,” dedim. Bu soruyla yola çıktım. Bu ısrarlı
aramalarım bana dünyada yaşadıklarımızın bugüne
kadar bildiğim gibi olmadığını algılattı.

Seminerlerimde yaptırdığım çalışmalarla korkularınızı


dönüştürüp, işinize yaramayan inançlarınız bittikçe,
hangi değişiminizden sonra neleri nasıl algılayacağınızı
bilemezdim. O, sizin içinizde var olan kendi doğal
bilginizdi. Ancak öğrettiğim çalışmayı zaman içinde
spiritüel alanda güce çevirip Oyun içinde daha güçlü
oyuncu olmak için kullanmaya çalıştığınızı anladım.
Bunun imkansız olduğunu, bu çalışmanın sizi güçlü
oyuncu yapmayacağını, ancak içinde bulunduğunuz
Oyun’dan çıkaracağını açıkça anlatmak istedim.

Dünyada Oyun nasıl oynanıyor?


Bizler bu Oyun’un neresindeyiz?
Oyun’daki oyuncular kimler, Oyun’daki oyuncaklar
ne? …

NİL AVUNDUK
Nil Avunduk! Bir sorum daha var? ... :)
adlı ilk kitabımda, yaşantım boyunca başıma gelen
olayları neden yaşadığımı algıladığım anları ve o
anlarda içimden duyduğum sesle korkularımı nasıl
keşfettiğimi anlatmıştım. Bu keşif, korkularımı bulup
dönüştürdükçe, doğru olmayan inançlarımı fark
etmemi sağladığı için beni gerçek bir değişim sürecine
sokmuştu.

İlerleyen günlerde, korkularımın beni nelere inandır-


dığını fark ettikçe korkularımdan nasıl kurtulacağımı
da bulmuştum. Bu buluş kendim için yaptığım
en büyük hizmetti. Bu buluşum bana kendimi ve
hayatımı yeniden kazandırdı. Böylece yaşantım baştan
bambaşka bir algı ile tekrar başlamış oldu.

Kendi iç dünyamda ilerlerken korkularımın altında


doğru olmayan ne kadar çok inancım olduğunu fark
etmiştim. Bunları size ilk kitabımda anlattım.

9
Korkularımı dönüştürdükçe, değişen algımla yaşan-
tımda, “Gerçekler böyle,” dediğim, “Doğrular bunlar,”
dediğim hiçbir şeyin gerçek olmadığını anladım. Ger-
çek bu, diye inandığım inançlarıma ne kadar çok emek
verdiğimi fark ettim. Yaşantım boyunca karşılığını
alamadığım emeklerime çok üzülürdüm. Meğerse
emek verdiğim şeyler zaten yaşamda yokmuş, gerçek
değilmiş. Onun için karşılığını alamazmışım.

Kendi çalışmalarım sırasında fark ettiklerime önce


şaşırdım, ille yapacağım diye yıllarca mücadele etti-
ğim için kendime üzüldüm. Gerçek olmayan şeylerle
uğraştığım ve yanıldığım için önce hayal kırıklığına
uğradım, sonra da evrenin oluşumunu, yaşamın
gerçeğini fark ettiğim için çok sevindim. İşte o zaman,
korkularım ve ille yapmalıyım dediğim her şey benim
için değişti, anlamını yitirdi.

Böylece, korkularımın oluşmasına sebep olan, işime


yaramayan inançlarım bittikçe korkularım da tek tek
bitti. Tabii böyle olunca kendime inançsızlığım da bitti.
“Ben yapamadım,” zannederek kendimi boşuna suçla-
malarım bitti. Olacak diye beklediğim şeyler zaten
olamayacak şeylermiş, onun için beklentilerim de
bitti.

Ve asıl doğal, kendince şık geçişleri olan muhteşem


yaşamı gördüm ve artık içinde çok güzel yaşar oldum.

İlk kitabımda, mucize algılara ulaştığım anlarımı, faz-


la açıklamadan, satır aralarında yazmıştım. Şimdi
o satır aralarında yazdığım, basit birer kelime gibi
görünenleri, bu kitapta daha açık yazacağım. Böylece

10
nelerin gerçek olmadığını ve bunların asıl gerçekleri-
nin ne olduğunu nasıl anladığımı anlatacağım.

İlk kitabımı okuyanlar kendilerindeki inançları ve bu


inançlarının var ettiği korkularını bularak kendileri
için güzel değişimler yaşadılar. Ancak yazdıklarımı
çok basit görenler de oldu. Kitap onlara basit geldi.
Ben kendim gerçekten değiştiğim için, kendi hayatı-
mı anlatırken tabii ki kitabın dili de çok basit yazıldı.
Zaten hayat basit; zor olduğunu zannettiren ve “Daha
derin, gizli bilgiler ve yöntemler var,” diyen sadece
zihnin kandırması.

Zihnimiz bize, bizim bildiklerimizden çok daha


gizemli bilgiler var zannettiriyor. Halbuki gerçek olan,
gizemli hiçbir bilginin olmadığı. Ben, “Biliyorum,”
dediklerimizin bizi kandırdığını anlamıştım.

Nil Avunduk! Bir sorum daha var? … :) kitabımın 11.


sayfasının son paragrafında, bir televizyon programın-
da oradaki sunucu ile yaşadığım bir diyalogda, sunucu
hanımın bana;

“Daha evvel sizin gibi bu konularda kitapları olan ve


seminerler yapan kişileri çok konuk aldım. Zaten bu
konulara çok vakıfım,” dediğini, halbuki,

“İncelemiş ve bir kere seminerlerime gelmiş olsaydı,


‘BU KONULAR’ dediği konuların içinde olmadığımı ve
o konuları uygun görmediğimi anlayacaktı. Dolayısıyla
vakıf olduğu konuları onaylamadığımı, onların ya-
nıltıcı, oyalayıcı şeyler olduğunu fark etmiş bir kişi
olduğumu bilerek benimle röportaj yapmalıydı.

11
Ezbere soru sordu. Matbuydu sorusu,”
diye anlattığım bir bölüm var.

Şimdi diyorum ki, “Bu konular” dediği konuların


içinde değilim. Yani “ruhsal”, “spiritüel” diye bilinen,
“kişisel gelişim” diye bilinen ve uygulanan konuların
içinde değilim. Peki, bu ne demek! Herkesin bu kadar
inanarak uyguladığı bu eğitimlerin doğru olmadığını
ben ne zaman, nasıl anladım?

12
Kırk beş yaşıma kadar başarılı bir iş kadını, çocuğu için
her fedakarlığı yapan iyi bir anne ve eş, ailesi için iyi
bir evlat, kardeşleri için uğraşan, arkadaşlarına yardım
eden, her yaptığını güzel yapan, güzel yaşayan, herkese
yardım eden bir kişi olduğumu zannederken, insanları
sevdiğimi ve benim yanımda da sevdiklerimin olduğu-
na inanarak yaşarken, bir anda başa çıkamayacağımı
düşündüğüm, hiç iyileşmeyecek, beni devamlı hasta
hissettirecek tansiyon hastalığımın başlaması ile, “Ben
neyi yapmadım ki böyle hastalandım?” diye isyan
ettim. Bu isyanım içimde gerçek bir deprem yarattı.
Böylece, bu isyanımla, bugüne kadar gelen hikayem
başlamış oldu.

Nil Avunduk! Bir sorum daha var? ... :) kitabımın 16.


sayfasında, kırklı yaşlarımda tansiyon hastası oldu-
ğumu öğrendiğim gün, “Bu hastalığımın bir sebebi
olmalı, ben bunu bulacağım,” diye anlattığım bir
bölüm var. Bu isteğimle başlayan arayışımla yaşantımı
incelerken, bana yol göstermeye çalışan içimdeki sesin
yardımı ile korkularım olduğunu ve bu korkularımı da
inançlarımın oluşturduğunu bulmuştum.

En önemlisi, çocukluğumdan itibaren, “Doğrular


bunlar, bunları yapmalısın,” diye bana öğretilen her

13
şeyin beni hasta ettiğini anlamıştım. Bana, “Yap,”
denilenlerden yapabildiklerim için verdiğim uğraştan
ve “Yapmalısın,” denilen ama yapamadıklarım için
yaşadığım pişmanlıklardan hasta olmuştum.

Hastalığımdan kurtulmak istedikçe, içimdeki asıl


oluşumum, insanların birbirleriyle diyaloglarında bi-
zim hiç bilmediğimiz, yaşarken hiç fark etmediğimiz
bir işleyişin olduğunu algılamamı sağlamıştı. Böylece
bu süreçte evrenin işleyişini, evrenin gerçeklerini fark
ettikçe, korkularımı ve işime yaramayan inançlarımı
dönüştürdükçe ve ben değiştikçe hem benim hem de
herkesin kullanabileceği bir sistem ortaya çıkmış oldu.
Kendimi bu bulduğum sistemin içinde çalıştırıyor-
dum. Artık yaşadığım olayları başka bir gözle görebilir
olmuştum.

Bir gün kendi çalışmalarımı yaptığım, epeyce de


ilerleme sağladığım bir devrede, salonumun pencere-
sinden bahçeye bakıyordum. Bahçede küçük çocuklar
top oynuyorlardı. İki çocuk karşılıklı birbirlerine top
atarken kenarda duran, onları seyreden bir çocuk,
top oynayan çocuklardan birinin arkasına doğru gitti.
Aniden sırtına öyle bir vurdu ki, çocuk yüzükoyun yere
düştü. Başka bir çocuk da kendi yanındakine vurdu.
Sonra herkes birbirine küstü. Daha sonra çocuklardan
ikisi birbirlerinin omuzuna ellerini koyarak oradan
ayrıldı.

Çok şaşırdım gördüğüm sahne karşısında. Bir de


yukarıdan baktığım için her açıdan görebilmiş olmam
da enteresan geldi bana. O sırada kendi çalışmalarımı

14
yapıyordum. Gördüğüm ve hissettiğim şeyleri yüksek
sesle kendime sorup içimden gelen sesle, gördükle-
rimi olan hali ile anlamayı artık alışkanlık haline getir-
miştim.

Nil Avunduk! Bir sorum daha var? … :) kitabımın 18.


sayfasının son paragrafında, “Sanki göğsümden bir
ses kükreyerek içimden dedi ki, ‘Kendi yalancılıklarını
görmen için,’…” diye anlattığım sahnede yaşadıklarım
gibi, içimde var olan ancak korkularımı dönüştürdükçe
duyabildiğim, öfkelerim bittikçe hissedebildiğim, ben
değişmek istediğim zaman değişmem gereken yönü
içimden hissettiren asıl oluşumuma, bu sefer de gör-
düğüm bu olayın ne olduğunu sordum.

Bir anda bahçe, “OYUN ALANI” olarak gözümün önünde


canlanmaya başladı. “OYUN ALANI”nda insanlar böyle
yaşıyor. Yapmak istedikleri aslında birbirlerine vurmak,
birbirlerini düşürmek değil. İnsanların bu hareketi
onların doğal haline ait değil. Oyun bahçesinde in-
sanlar bu hareketleri refleks olarak yapıyorlar ve bu
hareketi yapmadan duramıyorlar. Oyun alanında kim-
se elini kolunu zapt edemiyor. O çocukların da yapmak
istedikleri birbirlerine vurmak değildi,” dedi.

“Sizin de yapmak istediğiniz birbirinize vurmak değil.


Öteki çocuğun beline vuran çocuk, evinden çıkarken
bunu düşünerek evden çıkmadı. Ama bu bahçede
insanlar bu hareketleri yapmadan duramıyor. Bu
hareketlerin hiçbiri o çocukların asıl isteği değil.
Evden oyun oynamak için çıkıyorlar, koşarak bahçeye
geliyorlar ve bu hareketler birbiri ardı sıra oluyor.
Düşen kalkıp diğerine vuruyor.”

15
“Gördüklerim ne?” diye merakla sormaya devam
ettim. Bütün dikkatimle bakıyordum.

“Çocuklar da sizin yaptıklarınızı yapıyorlar,” dedi.


“Siz de istediğiniz olmadığı zaman birbirinize benzer
vuruşlar yapıyorsunuz. Sizler de çocukların yaptığının
büyük versiyonunu birbirinize yapıyorsunuz. Neden
şaşırdın?” dedi.
“Siz, ‘yaşantımız,’ dediğiniz dünyada kurduğunuz
‘oyun bahçesi’nde birbirinize vurmadan yaşayabiliyor
musunuz?”

“Peki, neden böyle?” diye sordum.

“Dünyada kurulan ‘oyunlar,’ insanlara, ‘Doğrusu bu,’


diye inandırılarak oynatılıyor. Kurulan bu oyunları
insanların oynayabilmesi için oyuncak çeşitleri ile
kandırılmaları gerekiyor. Bu oyuncaklar olmazsa
yaşayamayacaklarına inandırılıyorlar. İnsanlar da var
güçleri ile söylenenleri yapmaya başlıyor. İnandıkları
ve istedikleri olmadıkça daha çok yapmaya çalışıyor-
lar. Yaptıkları halde istekleri hala olmadıkça biri
yüzünden ya da başkaları yüzünden olmadı diye
inandırılıyorlar. Böylece insanlar dışarıya bakarak,
‘Bana kim mani oldu, onu nasıl alt ederim?’ diye,
kendisi dışındaki insanları takip etmeye başlıyor. İşte
buradan sonra, doğru olmayan inançlar hızla zihninize
gelmeye başlıyor ve inandıklarınızın peşinde koşar
oluyorsunuz. O sırada önünüze çıkana vurursanız iste-
diklerinizi elde edebileceğiniz öğretiliyor.”

Yanda bir bahçe daha görüyordum. Onu da göstererek


dedi ki,

16
“Orası da ‘YAŞAM ALANI.’ Diğer bahçede gördüğün
birbirine vurma hareketi, bu yaşam bahçesinde
olmaz. Burada insanlar birbirlerine vuramazlar,
burada yaşayan insanlarda vurma refleksi yok. Çünkü
orada başkasının söylediklerinin doğru olduğuna
dair bir inanç yok. O bahçede, ‘doğrular bunlar’ diye
sizin dışınızdan size bir şey söyleyemezler. Çünkü o
bahçede senin için neyin doğru, neyin yanlış olduğunu
sen kendin bilirsin. Buna göre hareket edersin. Aldığın
sonuç ne olursa olsun senden olduğunu bilirsin. O
zaman da vuracağın, kızacağın kimse kalmaz. ‘Yaşam
bahçesi’nde motivasyonun sadece kendi gözünle
gördüklerin ve sadece kendin için, kendi isteğin
üzerine; o yüzden orada vurma, itme refleksi olamaz.
Orada inançlar yok, yaşamın doğal güzelliği var, insanın
zaten yapabildikleri var, ‘yapmalı’lar ya da ‘yapılmalı’
yok. İnançlar, dünyaya kurulan ‘oyun’un söyledikleri.”

İki bahçeyi hala seyrediyordum.


“Ben neredeyim?” dedim.

“Ortada bir duvar var, ayaklarımı aşağı sarkıtmış,


duvarın üzerinde oturuyorum, oyun bahçesini
izliyorum,” diye fark ettim.

“Niye hala bu oyun bahçesini izliyorum da yaşam


bahçesinde değilim?” dedim.
Gözüm oyun bahçesindeydi ama kendim orada
değildim. Duvardan izliyordum bahçeyi. Dönüp arkamı,
yaşam bahçesine de gidememiştim.

“Neden?” dedim.
“Orada nasıl yaşayacağını bilmiyorsun,” dedi.

17
O anda şunu anladım:
Ben bu oyun bahçesine arkamı dönüp gideceğimi
ve diğer bahçede de nasıl yaşayacağımı bilmediğimi
zannediyordum.

Oyun bahçesi ile yaşam bahçesi arasındaki farkı algı-


lamak istedim.

Bu bahçede, yani, “OYUN ALANI”nda insanlara tarifler


verildiğini ve o tariflerin o kişilerin görev listeleri
olduğunu anladım.

Bu listeler ve tariflere olan inancımı bitirirsem ve


bir insanın bu listelerle yaşayamayacağını, aslında
bir insanın bu listedekileri yapamayacağını anlarsam
arkamı dönüp gitmeyecektim, oyun bahçesinde o
liste olmadan, o tarifler olmadan aynı insanlarla
beraber yaşayacaktım. Ben aynı bahçede yaşanan
olaylara, kendi yaşadıklarıma, “yapılmalılar listesi”
olmadan bakacaktım. Olayları tam yaşandığı şekli
ile algılayacaktım. Olanı olduğu şekli ile görecektim.
Olana zihnimden yorum yapmayacaktım. Yani korku-
larımın ve inançlarımın sözcüsü olmayacaktım.

Ben yaşam bahçesine şu anda inebilir miyim?


Şimdi inemem.
Neden?
Çünkü hala bildiklerim, inandıklarım var.

Kendi yaşantımdaki en büyük düşmanım,


“Kendi bildiklerim,”
“Doğrusu bu,” zannettiğim inançlarım,
“Olmazsa olmaz”larım.

18
Eğer bildiklerim varsa, onlar her ne ise, o bildiklerimle
“yaşam bahçesi”nde dolaşamam.
Benim bildiklerimin, yaşadığım her olayın içinde beni
oyun alanına, oyun bahçesine çekeceğini algıladım.
Bildiklerim, benim yaşam bahçesinde durmama mani
olur. Bildiklerim ve inandıklarımdan dolayı zihnim beni
devamlı kandırır.

Zihnimin beni kandırabilmek için daha evvel yaşa-


dığım olayların içindeki inançlarımı ve korkularımı
kullandığını anladım. Ancak geçmişte yaşadığım olay-
ların içindeki korkularım ve inançlarım biterse, artık
beni kullanamazdı.

O halde bildiklerim neler?


“Ailem var,” bildiklerimden biri.
“Annem var,” bildiklerimden biri.
“Babam var,” bildiklerimden biri.
“Kardeşlerim var,” bildiklerimden biri.
“Çocuğum var,” bildiklerimden biri.
“Kocam var,” bildiklerimden biri.
“Arkadaşlarım var,” bildiklerimden biri.

Ve her “……...VAR,” dediğim kişinin, yapması gereken


görev listeleri ve yapmaması gerekenler listeleri var. Bu
listelere göre yapmaları gerekenleri yaparlarsa onları
seviyorum, yapmazlarsa sevmiyorum, küsüyorum, öf-
keleniyorum ya da onlardan uzağa gidiyorum.

“Aile kurmam gerekiyor,” diye inandırılıyorum.


“Aile olmazsa olmaz,” diye inandırılıyorum.
“Aile çok önemli,” diye inandırılıyorum.
“Aile her şey,” deniyor, onu destekleyen ilave inançlar

19
veriliyor. Böylece bil bil bitmiyor. Sonra da bu bil-
diklerimi görev listelerine uygun bir şekilde tam
yapabilmem için,
“Okuman lazım,”
“Eğitim alman lazım,”
“Başarılı olman lazım,” diye inandırılıyorum.
Okursam bunları da yaparsam “başarılıyım,” yapmaz-
sam “başarısızım,” diye inanmaya başlıyorum.
Böylece bildiklerim her an genişliyor.

Oyun bahçesinde, “Aile önemli,” inancım, benim


aile içinde yaşadıklarımı doğru değerlendirmeme de
mani oluyor. Kendi yaşadığım gerçeklerimi, inancım
yüzünden göremiyorum ve inancım gittikçe kuvvet-
leniyor. Zaman içinde bu durum inanç olmaktan
çıkıyor ve doğal halim bu zannetmeye başlıyorum.
Zaten buna inandıktan sonra, diğer inançları türetmek
artık çok daha kolay oluyor.

Ailede olan bireylere anne, baba, kardeşler diye isim


veriyoruz. Baba dediğimiz kişi birinin babası, birinin
de dedesi oluyor. O kişi aynı zamanda birinin oğlu da
oluyor. Dayı ve amca oluyor ve yeğen de oluyor. Şimdi
bir insanın üzerinde ne kadar çok görev var.

Koca – baba – dede – oğul – kardeş – amca – dayı –


yeğen, bunların bir insanın tarifi olabilmesi için, yani
o kişinin baba olabilmesi için, “babanın görev listesi”ni
uygulaması gerekir. Dede olabilmesi için de ayrıca
“dedenin görev listesi” var. “Oğlun görev listesi” ayrı.
“Kardeşlerin görev listesi” ayrı.

“Koca şöyle olur, evin erkeği böyle olur,” diye ömür

20
boyu bitmeyen ve devamlı eklenerek devam eden
görevler listesi oluşuyor. Listedeki her bir sıfat için,
her birinin “yapacakları” ve “yapmayacakları” var
diye inandırılarak yaşamaya çalışılıyor. Aslında biz
bir insandan bahsediyoruz ve bu insana ne görevler
verdiğimizi fark etmiyoruz bile.

Şimdi gelelim anneye… Anne, aynı zamanda kendi


evinin kız çocuğu ve kendi kardeşleri var. Yeni kurduğu
ailenin annesi olabilir ama o da bir aileden geliyor.
Arkası kalabalık ve yeni evde eşine ve çocuklarına
“yapacakları” ve “yapmayacakları” var. Annelik şöyle
olur, böyle olur. “Anne çocuklarının her şeyidir.
Onlar için canını bile verir ve ailenin devamı için her
fedakarlığı yapar, her zorluğa katlanır. Yeter ki anne
aileyi ayakta tutsun,” denir.

Aslında bu cümleden de anlayacağımız gibi, aile kendi


oluşumu ile kendi doğallığı ile ayakta durabilen gerçek
bir şey değil. Biri veya birilerinin onu ayakta tutması
gerekiyor. Ayakta tutulması için muhakkak çocuk da
yapılması gerekiyor. Eğer çocuk yoksa zaten devam
edemeyen evlilik için ilk gösterilecek sebep bu olur.
Bir de bunları yaparken, “Kariyer de yaparsın,” diye
ağızdan ağıza, zihinden zihine kandırılıyoruz. Yaşanan
anlık sahte görsellerle bu inanç iyice içimize kazınıyor.
Böylece bu kandırma görüntülere aldanarak, insan-
lar da “Ben de yaparım,” diyor. Böyle inandırılmış
bir insan, bunları yapmaya çalışırken kendine nasıl
bakabilir ve hasta olmadan bu yaşamını nasıl dinç ve
sağlıklı yaşayabilir!

Ailedeki tariflerden birini seçin. “Ben listedeki gö-

21
revlerimi uygularım, hatta uyguladım bile,” diyebilir
misiniz? Ben kendi listeme baktığımda görevlerimi
yapacağım diye çırpındığımı, hiçbirini yapamadığım
için de hastalandığımı fark ettim. Yani hastalığımın
sebebi, “Bunları yapmalısın,” diye bana söylenenleri
yapamadığım için kendimi içten içe hırpalamamdı.

Ben kendi çalışmalarımı yaparken çok büyük bir


aile inancım olduğunu gördüm. Kendi inancımdan
kendim korktum. Hem herkese hem kendime o kadar
çok “yapmalıyım, yapmalılar,” listesi vermişim ki, bu
yaşıma kadar bunun altında nasıl yaşayabildiğime
şaşırdım ve gerçekten de bunları yapabildim mi diye
baktım.

Evet, gerçekten bir kısmını yapmışım. O bir kısmını


yapmak için o kadar mücadele etmişim ki, bu mücadele
beni zaten yıpratmış ve sonunda da hastalanmışım.
Peki, yapamadıklarım için ne hissetmişim?
“Beceremedim,”
“Yapamadım,”
“Herkes yapabiliyor,”
“Ben yapamıyorum,”
“Pişmanım,” gibi daha çok kendime kendimi kötü
hissettirecek şeyler söylemişim.
Bu durum iki halde de beni yaşamın “içinden çıkılmaz”
bir şey olduğu inancına geçirmişti.

O, bir kısmını yapmışım, dediklerimi, acaba yaptığım


kişilere sorsam ne diyecekler? Ne diyecekler biliyor
musunuz? “Hiç yapmadın.”

Haklılar, çünkü yaptığımı zannettiklerim, benim yapa-

22
bildiklerimdi. Yani benim yapmak istediklerimdi. On-
ların asıl isteklerini bilmiyorum. Yaptıklarım, onların
asıl isteklerine uygun bile olmayabilir. Hatta asıl
istekleri ne ise, o isteği benim onlar için yapabilmemin
de mümkün olmadığını algılamıştım.

Halbuki ben çalışmalarım sırasında ne anladım?


Zaten “yapılamayacak” şeylerin yapılabilir olduğuna
inandırılmışım. Onların yapılabilir şeyler olduğuna olan
inancımı bırakınca her şey gözümde çöktü. Böylece
ben insan olan halimle kendimin karşısına çıkabildim.

İşte, asıl, birinci kitabımda içimdeki sesin,


“Yalanlarını bırak, sen de yalancısın,” dediği yalan-
larımın en büyüğü buydu. “Ailem var ve ben onlar için
her şeyi yapıyorum,” yalanı.

Bu yalan, “iyi evlat” olma, “mükemmel anne” olma,


“iyi eş” olma, “çok iyi kardeş” olma, “en iyi arkadaş”
olma gibi görevlerimi yaptığımı zannettiriyordu. Buna
inanarak, kendimi de kandırarak yaşadığımı anladım.

“Aile var, aile olmalı,” inancıma olan bağlılığım ve


böylece etrafa, “Ben yapabiliyorum,” diye göstermem
en büyük yalandı. Şunu fark etmiştim, aile adı altında
bir araya gelişimizde, herkesin yapması gerekenler
listesi o kişilere bir sıfat beraberinde verilmese,
o kişiler beraber oldukları sırada oluşan olaylara
ve ihtiyaca göre kendi yapabileceklerini görür ve
yaparlar. Bu, insan yaradılışının doğasında var.
Ancak, “Aile böyle olmalı listesi,” önce bir sıfatla
beraber, kişilerin yapacakları ve yapmayacakları
verilerek başlayınca, hepimiz yaşadığımız olaylarda

23
hayal kırıklığına uğruyoruz. Çünkü ben de dahil hiç
kimse inandırıldığı, hayalindeki evliliği yaşamıyor.
Hayalimizdeki evliliklerle yaşadığımız evliliklerin hiçbir
benzerliği yok. Asıl gerçek olan yaşadığımız evlilikler,
olamayan ise evlendiğimiz zaman yaşayacağımızı
zannettiklerimiz, zihnimizin bizi kandırması.

Peki, olabilen kadarı ile yaşadığımız evlilikler kötü mü?


Bence değil. Başka şeyler yaşayacağımızı zannederek,
olabilmesi mümkün olmayan beklentilere girmesek
herkes yaşadığı evlilikten memnun olabilir. Ya da
evlenmeden evvel gördüklerimizin evlenince de
devam edeceğini bilerek evlenirsek hayal kırıklığına
da uğramayız.

Böylece evliliklerimizde beraber yaşadığımız aile


fertlerinden de şuursuzca, onların yapamayacakları
şeyleri isteyip evlerin içini kabusa çevirmemiş oluruz.
Bir kişi tanımıştım, asgari ücret ile çalışıyordu. Karısının
kendisine ev almasını beklediğini söylemişti. Çok
şaşırmıştım. “Senden nasıl böyle bir şey ister?” diye
sorduğumda, “Mahallede herkesin kocası alıyormuş,
ben almadığım için kendini çok kötü hissediyormuş,”
dedi. Beklentilerimiz o kadar fazla ki, onları yapmasını
istediğimiz kişilerin ne durumda olduklarını bile
göremeden isteklerimize devam edebiliyoruz.

Yani zihnimizde bize sanal bir “evlilik oyunu”


oynatmasalar hayal kırıklığına da uğramayız. Böylece
yaşadığımız her anı yaşadığımız gibi görürüz. “Böyle
yaşayacağımı hayal etmemiştim,” diyerek, yaşadığımız
iyiyi bile kötü değerlendiriyoruz.

24
Yani ne anlamış oldum?
Çok uğraşmama rağmen beklediğim, herkesin yaptığını
zannettiğim evliliği ben de yapamamışım. Ben yapama-
dığım gibi etrafımda yapanı da görmediğimi, zihnime
inanmayı bırakıp da beş duyumu çalıştırdığımda fark
etmiştim. Artık ben, “Muhteşem aile var,” ve “Ben de
yapacağım,” inancımı bırakmalıydım.

Ama nasıl? Herkesten benim için yapmalarını bekle-


diklerim bitmeden bırakamazdım. Önce kimlerden
neler bekliyorsam, onları kendim için kendim yapar
hale gelmeliydim. Bunun için de isteklerimi inceledim
ve çok şaşırdım. Kendimin yapamayacağı birçok şey
vardı. Tamam, bunu anladım da benim bu isteklerimi
onların yapabileceğinden nasıl emin olmuş ve kendimi
onlara teslim etmiştim? Hatta bu isteklerimi yapma-
ları için içten içe onları zorlamış, yapamadıkları zaman
da kendilerini suçlu hissetmelerini istemiştim.

Böylece, yapılması mümkün olmayan istekler oyun


alanına konularak, “Ben yaptım. O yapamadı,” gibi
iki taraflı, bir kazananın veya bir kaybedenin olduğu
zannettirilen bir oyun oynatıldığını anladım. Bunu fark
ettikten sonra, artık sadece gözlerimle gördüklerimin
gerçek olduğunu kabul edeceğim için gerçek olmayan
inançlarımı bırakmalıydım. Artık kendimi kandırmam
gerekmiyordu. İşte bu, “dünyada kurgulanan oyun”a
uyandığım anlardan biriydi benim için.
Şimdi bu kurulan ve bize oynatılmaya çalışılan oyun
bahçesine bakalım.
EĞİTİM AİLE BİLGİ BİLİM
VAR VAR VAR VAR

25
Bunların her birini bir demet çiçek gibi düşünün. Bu
VAR denilenlerin ekileceği, canlanacağı, yeşereceği
toprak lazım. Bunların her birinin olabilmesi,
bu çiçeklerin yeşermesi, büyümesi için de “para
toprağı”na ihtiyaç var. Bu var denilenlerin yapılaca-
ğına o kadar inanmışız ki, artık ilk aklımıza gelen, “Para
kazanmalıyım,” oluyor. “Neden para kazanmalısın?”
dediğimde de yukarıda saydığım, var zannedilenleri
yapmak için cevabını alıyorum. Yapmamız gerekenler
diye söylenenleri, “Bunlar gerçekten yapılmalı mı?”
diye bir kere bile şüphe edip sorgulamadık. Ben de
zaten sorgulamamıştım, inançlarımın ve korkularımın
sesini biraz azaltıp içimden kendimi duyana kadar.

Bir insanın, “Para kazanmalıyım,” diye yola çıkışı,


insan yaratımına o kadar ters ki bu çıkışın sonucunun
güzel bitmesinin imkanı yok. Çünkü insanın doğal
yapma hareketi, para kazanma ile yola çıkarak kendi
oluşumunu böyle başlatabilen bir yapıda ve enerjide
değil. Ancak yapabildiği ne varsa onları yapar, o
yapabildiklerinin ona dönüşü para olabilir ya da kendi
tespit edeceği bir mevki olabilir. Yapabildiklerinin
karşılığında ne almak istediğini kendi belirtebilir. Yani
yaptıklarının karşılığı paradır. Yapacağı para kazanmak
değildir.

Bu ters inanç ve istek, böyle yola çıkış, insanı devamlı


kandıran negatif enerjinin, yani Allah’ın karşısında
olan enerjinin yönlendirmesidir. İnsanın doğal hali,
Allah’a karşı olmadığı için, “Para kazanmalıyım,” diye
başlayan istek güzel netice vermez. İnsanın doğasına,
insanın kendisine, bu başlangıç şekli terstir. Onun için
ters netice alır. Yani bu çiçek demetlerinin ekildiği ve

26
var olduğuna inandığımız para toprağı da üzerindeki
çiçekleri gibi boşlukta sallanır. Her birini itince devrilir.
Sadece itebileceğini bilmen gerekiyor. Bunların hepsi
sadece oyun.

Parayı oyun bahçesinin en etkili oyuncağı haline geti-


rerek,
“Paran olursa istediğin aileye kavuşursun,”
“Paran olursa mutlu olursun,”
“Paran olursa hastalığının çarelerini bulursun,”
diye insanları para üzerine daha çok yönlendirdikleri
için problemlerimizin asıl sebebinden iyice uzaklaşmış
oluyoruz.

Çalışmalarım sırasında yapamadıklarımı tek tek


incelerken paranın bu yapamadıklarımın neresinde
olduğunu sorguladım. Aynı sahnelere bakarak kendimi
test ettim. Yaşadığım, beni üzen olayları incelerken,
“Şimdi bu olayı yaşarken çok param olsaydı yaşadığım
beni üzen olay değişir miydi?” diye sordum. Her
seferinde beni üzen olay için hiç paraya ihtiyaç
olmadığını, çok çok param da olsa aynı üzüntüleri
yaşayacağımı anladım.

O zaman da para ile uğraşmayı bırakıp yaşadığım,


beni üzen olayın oluşumuna sebep olan inancım ve
korkularım üzerine yoğunlaştım. Böyle yapmamın
sebebi, çalışmalarım sırasında yaşadığım olaylar
için, “Neden oldu? Bunu neden yaşadım?” diye her
sorduğumda, beni oyuna getirmeye çalışan, her an
içimde cevapları ile beni karıştırmaya, yanıltmaya
çalışan ikinci sesin devreye girip hemen ilk cevap
olarak, “Paran yok da ondan,” demesiydi.

27
O zaman, daha dikkatli sorgulamam gerektiğini an-
ladım. Para kelimesi çok yanıltıcı kullanılıyordu.
Birkaç kere oyuna geldim ama sonraları uyanmaya
başladım. O sesi geçip içimdeki doğru yerden gelen
sesi duymaya başladım. Beni oyuna getirmeye çalışan
diğer sesi kullanmadığım için de korkularım bittikçe,
zaman içinde beni yanıltmaya çalışan ses iyice kısıldı,
bir gün o sesi hiç duymadığım güne kadar.

Aile, eğitim, bilim gibi oyunları insanlara oynatabilmek


için,
“Başarılı ol,”
“Eğitim çok önemli,”
“Mücadele et,”
“Hayal kur,”
“İlerle, yüksel,” gibi oyuncaklara, yani oyunların
devamlı oynanabilmesi için insanları teşvik etmeye,
“Sonunda çok iyi şeyler olacak,” diye kandırmaya ve
yapanlar var zannettirerek ikna etmeye gerek var.

Böylece, “Sen bunu yaparsın,” diye kandırılarak


bizler de olması mümkün olmayan oyunları var et-
meye, var gücümüzle oldurtmaya çalışıyoruz. Hatta
bunu yapabilenlerin olduğuna inandığımız için de
her yapamayan, sadece kendisinin yapamadığını
zannediyor. O sırada, ona, başkaları yapıyormuş gibi
gözüküyor. İşte oyun bu, herkesin birbirini kandırması.
Yok ve imkansız olan bir şeyi var etme mücadelesinin,
“oyun alanı”nın en büyük tuzağı olduğunu anladım.
Hepimiz zihnimizden, “Zorlarsan oldurtursun,” diye
inandırılıyoruz. Böylece, “Zorla, oldurt,” sarmalının
içine giriyoruz.

28
Kısır bir döngü, büyük bir oyun.
Bu büyük oyunun içinde sadece bir insanım. İnsan
müthiş bir oluşum, her şey insanda var. İnandıklarımın
inandığım gibi olmadığını her gördüğümde, bu var
etmeye çalıştıklarımın, insanın oluşumunun yanında
hiçbir anlamı olamayacağını algıladım.

Halbuki insanın kendini “zavallı”, “aciz” ve “eksik” zan-


netmesi sağlanarak, yapması gerekenlere inandırılarak
oyunu bütün gücü ile oynaması sağlanıyor.

Devamlı, her yerde, “Bilgi çok önemli, eğitim çok


önemli,” diye yönlendiriliyoruz. Hangi eğitimli kişi
olana mani olabiliyor ya da olay anında ne yapacağını
biliyor? Etrafınızda böyle bir şey gördünüz mü?

Bu arada bilgili, eğitimli kişiler kendilerini garantide


görürken, bilgili olmayanlar da kendi cahilliklerini
örtmek için uğraşıp kendilerini eksik görüyorlar ve biz
de onların böyle hissetmeleri için gayret gösteriyoruz.

Halbuki biri çok okumuş ama kendine de etrafına da


inandığı ve inandırdıkları ile zararlı, diğeri de cahil
diye kendini zavallı hissettiği için kendine ve etrafına
zararlı.
Büyük ve etkili bir oyun.
Birileri, “Biz biliyoruz,” diyor, bildikleri hiçbir şey yok.
Biri, “Ben bilmiyorum, ben eksiğim, bilgisizim, cahilim,
zavallıyım,” diyor ama onun da bileceği bir şey yok.
Yani aslında hiçbir kaybı yok.
Bu durumda, bilgili ve eğitimli olmak da “oyun bah-

29
çesi”nin, yani oyun alanının oyuncaklarından biri. Ben
kendi çalışmalarım sırasında, “Bilgi önemli,” inancımı
bitirince o güne kadar biliyorum dediğim hiçbir şeyi
bilmediğimi anlamıştım.

Allah insanı öyle bir yaratmış ki; insanın öyle muh-


teşem bir donanımı var ki, insana yaşam boyunca
neler lazımsa onda var ederek yaratmış.

Hani bir anlatım var ya, “Her şey içimizde,” diye, bunu
ben anladım, kullandım ve halen de kullanıyorum.
Zaten o kendi “iç bilgilerimiz” olmazsa yaşayamayız
ki! İç bilgilerimin, benim yaşantımda zaten gerekli
olduğu için var olduğunu anladım ve onu kullanmaya
başladım.

İç bilgilerimizin herkesin kendine ait olan beş duyu-


su olduğunu ve beş duyumuzun esas olduğunu algı-
ladığım zaman çok etkilenmiştim. Yıllarca, “Her şey
içimizde,” diye duyardım ama bunu sanki gizli ve
az kişinin ulaşabileceği bir şey olarak söylerlerdi.
Ben bu anlatımı gözümde büyütürdüm. Ulaşamam
zannettiğim için de kızardım. Benim anladığım ise,
“Her şey içimde, evet, öyle, ama o hepimizin sahip
olduğu beş duyumuz,” olduğuydu.

Gözümle bana gerekli olan her şeyi görebiliyorum.


Gördüklerimi beğenirsem yapacağım şeye devam
edebilirim. Gördüklerimi beğenmezsem devam
etmeme kararı verebilirim. Böylece gözümle gör-
mediğim bir şeye inanmam gerekmiyordu. Eğer
gözümün görmediği bir şeye inanmışsam ve ona göre
hareket etmişsem zihnimden gelen bilgilerle beni

30
yönlendirmek ve kullanmak isteyen enerjinin eline
geçmiş olduğumu anlamıştım. Bunu anlamak, gözü-
mün benim için büyük bir güç olduğunu ve gördüğüme
göre hareket etme özelliğimden dolayı da kendi sahip
olduğum özelliklerimin çok önemli ve yeterli olduğu-
nu algılamamı sağladı.

Böylece zihnimin söylediklerini gördüğümü zannet-


mem gerekmiyordu. Benim canlı, o anı gerçek hali
ile gören gözüm benim için yeterliydi. “Gözümle gör-
düklerimin arkasında göremediğim şeyler var,” diye
inanmam gerekmiyor. Yaşarken gözümle gördüklerim
yeterli olan. Çünkü gerçek olan da bu. Arkasında
olanları tahmin eden, var zannettiren zihnin kendi
istediği yönde yönlendirmesi.

Bütün dünyayı ve dünyada neler olduğunu o anda


görmem gerekmiyordu. Bana lazımsa oralara gitti-
ğim zaman, yani benim görüş alanıma girdiği zaman
görürüm ve o zaman kendi gördüğüme göre fikrimi
söylerim. Başkalarının gördüğü yerden fikrimi söyle-
mem, başkalarının fikirlerini yaymaktan başka işe
yaramaz. Bu durumda kendi fikrim olmadığı için de
kendimi yok saymış olurum.

Kulağımla kendi duyduklarımı kullanır ve ona göre


kendi cevaplarımı verirsem hayatımın ne kadar sa-
deleştiğini fark ettim. Benim, kendi kulağımla duy-
madığım sözlerin gürültüsüne ihtiyacım yok. Kendi
kulağımla duyduklarıma her zaman verebileceğim bir
cevabım olabiliyor, ancak başkalarının söylediklerine
inanırsam ya da zihnimden gelen bilgilerle kendi
kendime zannetmelere girersem ve böylece zihnimin

31
yönetimine düşersem benim kendime ait bir cevabım
olamıyor, cevaplar yine zihnimden geliyor. Böylece
zihnimin beni götürdüğü yer, benim duymadığım gör-
mediğim bir yer oluyor. Ancak oradan kendi sahilime
çıkmak için yine kendi beş duyuma başvurmam yete-
biliyor.

Büyük kavgaların, küslüklerin kendi kulağımla duyma-


dığım ama ağızdan ağıza nakillerle gelen haberlerden
olduğunu fark etmiştim. Kendi çalışmalarım sırasında
bunları fark ettikçe, her duyduğumu hemen o kişiye
ulaşarak sormaya başladım. Her seferinde öyle
söylemediğini belirtti. Bana duyuran kişiye sor-
duğumda, “Ben öyle anlamışım,” dedi. Bu sefer de
şunu anlamıştım. Eğer kendim duyarsam kendimce
anlıyorum. Kısa ve net yol. Başkasından duyarsam
onun zihninin kalabalığı işin içine girdiği için bam-
başka bir senaryo çıkıyor. Hatta aracının bana söyle-
mek isteyip söyleyemediklerini de diğer kişi söylemiş
gibi, söylenenlerin içine yedirerek anlattıklarını fark
ettim.

Bana söylemek istediklerini dolaylı yollarla söyle-


melerine ve benim de “Ne söylemek istediler acaba?”
diye devamlı zihnimden düşünmeye ihtiyacım yok.
Zihnimden duyduklarıma benim verebileceğim ce-
vaplarım olamadığı için zaten artık her sorduğuma
cevap zihinden gelmeye başlıyor. Böylece kimin ne
söylediği, benim aslında ne bildiğim, ne düşündüğüm
hem benim gerçeğimden hem de söyleyenlerin ger-
çeğinden çıkıyor. Karşımızda kimse olmadan, “Onlar
benim için bunları söylemiş, o zaman ben de onlar

32
için şunu söylerim,” diye kendi kendimize zihnimizden
kavgaya giriyoruz.

O sırada konuşan, düşünen, karar veren kendi doğal


halim değil, korkularımın konuşması oluyor. Yani kar-
şımda görmediğim bir kişi ile beni kavgaya sokan
korkularımın sözleri. Korkularım dönüştüğü için her-
kesin her söylemek istediğine açığım, bana herkes
benim karşımda istediğini söyleyebilir, ben de benim
için doğru olan cevabı verebilirim. Yani iki insan karşı-
lıklı konuşabilir hale gelebildim.

Korkularım bittikçe insanlarla direkt konuşabilir ha-


le geldim. Bana söylenenleri korkularımın dili ile
çözmeme gerek kalmadı. Herkesin söylediğini ben
kendi kulağımla duyabiliyorum. “O şimdi bana şunu
söylemek istemiştir,” diye zihnimden doğru olmayan
yorumları yapmadan, direkt olarak, söylediğini söyle-
diği gibi anlıyorum. Bundan sonrası kolay artık. Net
cevap verebiliyorum. Ne zihnimden gelen, “Telefonu
açarsan şimdi sana kızar,” diyen ön bilgiye ihtiyacım
var, ne de bir başka insanın aracı olarak getirdiği
habere. Kendi kulağımla duymadığım hiçbir şey benim
gerçeğim değil.

Kulağımla duyduklarımı yaşama alışkanlığım başladı-


ğı zaman şunu fark etmiştim. Zihnimin önceden beni
uyarmak için verdiği hiçbir bilgi doğru çıkmıyordu.
Bu sefer de bunu kendime oyun yapmıştım. Zihnim-
den gelen, “Telefonu açma, şimdi sana kızacak,”
diye gelen bilgiye, “Şimdi telefonu açıyorum, baka-
lım senin söylediğini mi söyleyecek?” diyordum. Her

33
seferinde bambaşka bir sohbetle karşılaşıyordum.
Yani zihnimden gelen bilgiler, her seferinde yanlış
çıkıyordu. O zaman şunu bir kere daha anlamıştım.
Ben, korkularımın beni yönlendirmesi ve böylece zih-
nimden gelen doğru olmayan bilgilerle bugüne kadar
bambaşka, hayali bir hayat yaşamışım. Gerçek olan-
ları hiç görmemişim, duymamışım. Böyle yaptığım için
de kendimce bambaşka bir oluşum içinde yaşamışım.

Ancak kendi gözümle gördüğüm şeyler bana acı veri-


yorsa, kendi kulağımla duymaktan rahatsız oluyorsam
o zaman da “Hangi korkularım beni insanlarla karşı
karşıya getirerek gerçek konuşmaları yaptırmıyor?”
diye sordum. Her seferinde başka başka korkularımı
bularak ve onları dönüştürerek aile içindeki kişilerle,
arkadaşlarımla canlı, gerçek diyaloglara geçebildim.
Beni zaten zihnimin eline düşüren korkularımdı.

Başkasına sormadan, başkasına inanmadan en kolay


kullandığımız galiba koku alma ve dokunma duyu-
muz. Ama tat alma duyumuzu sadece kendimiz kul-
lanmıyoruz. Başkaları tarafından yönlendiriliyoruz.
Herkesin lezzetli dediği şeylere kısa zamanda kendi-
mizi adapte edebiliyoruz. Başkasının tat alma duyusu-
nu kullanmamıza gerek yok, aynısı bizde var zaten.
Duyularımdan çıkan neticeye göre istediğim kararı
verebilecek mekanizma bende var. Bize yaşantımızın
bütününde yetebilecek olan da bu. Yani aradığımız
ve olduğuna inandırıldığımız daha büyük şeyler yok.
Gerçek olan bu kadar basit.

Bir seminerimde bir hanım kendinden çok emin bir


edayla, “Sizin background’unuz nedir?” diye sordu.

34
Galiba o anda karşımda bilim vardı. O anda ilk aklıma
gelenler, “Ben yalancı, kıskanç, herkese küsen, öfkeli,
herkesi aşağı, kendimi üstün gören, herkesin yanlışla-
rını takip edip onların düzelmesi için akıl veren, her-
kesi yanlış, kendimi doğru bilen bir kişiydim. Böyle bir
yerden geliyorum,” dedim. O gün bu söylediklerime
kendim de şaşırmıştım ve çok beğenmiştim, ne kadar
canlı bir yoldan gelmişim diye.

İnsan olarak içimizde var olan yaratım özelliğimizle


bilebileceğimiz her şeyin sahtesi, “Bilim” adı altında
dışarıda oluşturuldu. Böylece, “Bana lazım olanları
ben bilmem, benim için dışarıda bilen var,” diye inan-
dırıldık. Halbuki insan kendine lazım olan her şeyin
profesörü, bilim adı altında verilen bir sürü bilginin
içinde kaybolmasına gerek yok.

Yaşamın bütünü içinde bilim yok. Bilim, geçmişte


yaşanan olayları inceleyerek kendimizce yaptığımız
yorumlar. Bunların hepsi eski olaylara dayalı. Ayrıca
bu yorumlar, her yorum yapanın kendi korkuları
ve inançlarına dayalı. Doğru olması mümkün değil.
Yaşanan olayları beş kişi aynı anda yaşasa bile beş
farklı şekilde yorumlar. O zaman hangi yorumcunun
yorumunu doğru kabul edebiliriz ki!

İnsan her an yeniyi yaşıyor. Evrende eskinin aynısı ol-


maz, aynı yerde olmaz, aynı şekilde hiç olmaz. O halde
bilerek neye hazırlanabiliriz?

Bilgili olup, önceden bilirsen yeni bir şey olduğunda


işe yaramayacak. Bildiklerinle eskide kalacaksın. Bil-
diklerine çok inandığın için, olay anında işe yarama-

35
yınca, “Ben yapamadım,” diye kendini suçlayacaksın.
Halbuki bildiklerine inanmasan, yaşadığın bir olay
anında ne yapacağını zaten bilirsin. Ya da bilgilerinle
bir şeyler yaptığında ve istediğin sonucu almadığın-
da, “Ben yapamadım, benim yüzümden,” diyeceğine,
“Bildiklerim bu neticeyi verdi, demek ki bilgiler doğru
değil,” diyebilirsen kendini de aşağılamazsın. Kendini
ezik, zavallı hissetmezsin. İnsana zavallı, eksik hissini,
“Bilgiler doğru,” inancı verir.

Evren o kadar zeki ve sonsuz ihtimalleri içinde barın-


dırıyor ki kendini tekrarlamıyor, hep yeni oluyor.
Her olan yenidir. Onun için bilgiler doğru değil. Eski
olandan yola çıkarak edinilen bilgi, yeni olanda işe ya-
ramıyor. Bilgiler yeni olanın karşısında kullanılmaya
uygun değil. Onun için olaylar artıyor. Bilgiler de işe
yaramıyor. Ama bilim için inancımızı kaybedeceği-
mize, kendimize inanmayı kaybediyoruz.

Bilimi icat edip, yaşanan olaylara onunla bakarsak yeni


olan olayların karşısında ne yapacağımızı bilemeyiz.
Bu sefer tekrar bilimin içine dalarız, acaba neyi eksik
yaptık diye.

Halbuki eksik yok, yeni olan her şeyde başkalık var.


Yeni olanı önceden bilemeyeceğiz. Olacaklar sırasında
da ne yapacağımızı önceden bilemeyeceğiz.

Bir şeyi önceden bilmemiz mümkün olmadığına göre


ve bunu yaşadıklarımla da gördüğüme göre, “Bilim
var,” diyemem. Olmayan bir şeyi ısrarla var etmeme
ve kendimi adamama gerek kalmıyor. Bilimin var
olduğuna inanarak kendimi yok etmemem gerektiğini

36
algıladım. Önemli olan insandı. Ve insan kendi yaşadığı
bir olay karşısında ne yapacağını bilecek potansiyelde
yaratıldı.

Bilimin sayesinde depremleri, fırtınaları biliyoruz,


diyoruz. Aynı zamanda, bilim sayesinde 100 katlı
binalar inşa etmeyi öğreniyoruz. Bu mu bilim saye-
sinde yaşayacaklarımızı garanti altına alma şekli?
Bilimin sayesinde depremleri, yer kaymalarını tespit
edebildiysek, neden tek katlı evler yapmıyoruz? Böy-
lece bildiklerimizi Dünya’da olan tabiat olaylarının
akışına göre kullanmış oluruz.

Önce bilim keşfetti diye olacaklar söyleniyor, sonra


da yine bilimin keşfinden giderek olacaklara mani
olmak için bize yaptırmak istediklerini yaptırıyorlar.
Çünkü negatif enerji, insanı bilim sayesinde bir
şeyleri bilebileceğine inandırıyor ve böylece “daha”
ve “en büyük” oyununa sokabiliyor. Yani bildiğimize
inandırarak olana mani olabileceğimizi, olanla başa
çıkabileceğimizi öğretiyor. Bunun da adına bilim diyor.
Bu da bilim oyunu. Böylece bilim adına oluşturulan
her şey, aslında evrenin doğal oluşumuna ters işliyor.

Bilim dedi diye faydalı yiyecekler listesi çıkıyor. Büyük


üniversitelerin araştırmaları diye neticeler veriliyor.
Bir yıl sonra o listeler değişiyor, araştırmacılar birbiri
ile çelişiyor. Eğer gözüm bilimde olursa, hangisinin ne
dediği, ne zaman dediği ve kimler tarafından dendiği
belli olmayan bir ortamın içinde kobay olurum. Hal-
buki yemek masasına bilim inancı ile oturmazsam
bana neyin iyi geldiğini, neyin iyi gelmediğini zaten
fark ederim. Allah’ın insanı yaratırken bize verdiği en

37
büyük özellik bu; kendimize neyin iyi geldiğini, neyin
iyi gelmediğini seçebilmemiz.

Dünya yaratılırken çeşitli tabiat ortamları, çeşitli bitki


yapıları ve çok çeşitli sıcaklıkta bölgeler oluşmuş.
Her bölgede yaşayan insanlar da o bölgenin yapısına
uygun yaratılmış. Yani insanın fiziksel yapısı dünyaya
geldiği bölgeye uygun.

Fiziksel yapılarımız, doğduğumuz yerlerdeki iklime ve


o bölgede yetişen bitkilere uygun. Bu güzel ve doğal
uygunluğu suni bir şekilde bozmamıza gerek yok. Bizim
topraklarımızda yetişmeyen bitkileri getirtmemiz ve
onları burada yetiştirmek için ortamlar hazırlamamız
da suni bir oluşum.

Tabii bu yeni bitkilerin yetiştirilmesine başlanınca,


bizim de o yiyeceklere alışmamız için bir anda en
faydalı gıdanın onlar olduğu söylenmeye başlıyor.
Daha evvel tanımadığımız yiyecekler her yerde fay-
dalı yiyecekler listesinin en başına yükseliyor. Yerken
sevmediğimiz halde, herkese uymak için yemeye de-
vam ediyoruz. Hatta vücudumuzda şişkinlikler ya da
çeşitli rahatsızlıklar yaptığı halde, faydasına o kadar
inanmaya başlıyoruz ki, yedikten sonra rahatsız olsak
bile, “Faydalı, yemem lazım,” diye kendimize baskı
yapıyoruz.

Çocukken canım ne isterse onu yerdim. Annemin tari-


fi ile bir elimde elma, cebimde bahçede oynarken
ağaçlardan topladığım meyvelerle büyümüşüm. Hiç
yemek masasına oturmamışım. Devamlı elma ve
domates yediğimi hatırlarım. Yani, “Faydalı, yemen

38
lazım,” sözlerini dinlememişim. Ama o zamanlar bu
kadar çok görsel kandırma ve ikna etme aracı yoktu,
onun için yapabildim. Şimdilerde çok zor, ben bile
bazen, “Acaba doğru mu söylüyorlar?” diyebiliyorum.
İkna olursam deniyorum. Tabii ki yediğim zaman beni
rahatsız ediyor ve hemen vazgeçiyorum. “Ben de
herkesin yaptığını yapacağım,” inancım artık olmadığı
için hemen bırakabiliyorum.

Çünkü benim için tek doğru “benim vücut bilimim.”


Genel bir bilim olmadığını ama herkesin kendine özgü
bir “vücut bilimi” olduğunu fark ettiğimde, herkesin
yaptığına uyarsam kendime ne kadar zarar vereceğimi
anlamıştım.

Daha sonraları olayları, yaşananları bu gözle takip et-


tiğim zaman çeşitli insanları denek olarak kullanarak
bir istatistik çıkardıklarını ve onları bilimin yeni keşfi
şeklinde yaydıklarını fark ettim. Ancak her keşfin ve
“doğrular bunlar” dediklerinin ömrü bir yıl sürüyor-
du. Bir yıl evvel kullandıkları sonra da değiştirdikleri
yöntemlerden insanların ne kadar zarar gördüğü açık-
lanmıyordu.

Ancak benim kendimden bildiğim, migrenim için yıl-


larca kullandığım ağrı kesicilerin daha sonraları za-
rarlı diye kaldırıldığı ve grip olduğumda kullandığım
antibiyotiklerin daha sonraları zararlarının açıklanma-
sıydı. Bir televizyon programında konuşmacılardan
bir kişi, her yıl piyasaya çıkan beş ilacın üçünün iki
yıl sonra piyasadan kaldırıldığını söyledi. Yani biz in-
sanlar, aynı zamanda bilimin kobayı oluyoruz. “Bilim

39
var,” dedikçe bir o kadar daha, “Beni kullanın,” demiş
oluyorum, ben bunu anlamıştım.

Annemin hastalığını yakından takip etmiş olduğum


için, çalışmalarım sırasında, o sıralarda bende başla-
yan tansiyon hastalığına ve yıllarca hiçbir ilacın fayda
etmediği migren problemime başka bir bakışla baka-
bildim.

Hastalandığım zaman annem, “Doktora git, ilaç al,”


diyordu. Zaten yıllardır annemin bitmeyen ve hep
yenilerinin eklendiği hastalıkları ile evin içindeki ge-
nel sohbetimiz, “Doktora gittin mi? İlaçlarını içiyor
musun?” diye geçiyordu. Bir çalışmamda, içimdeki
hırslarımla istediklerimi oldurtmak için zihnimin
beni, “Sen yaparsın,” diye devamlı teşvik ettiğini, be-
nim de vücudumu hiçe sayarak hırpalayarak neler
yaptığımı gördüm. O güne kadar kendime bu şekilde
bakmamıştım. Tamamen yaptıklarıma ve ileride ya-
pacaklarıma konsantre olmuştum. Hatta yapmaya o
kadar meyilliydim ki hiçbir hastalık beni yatağa yatıra-
mıyordu, hasta hasta işlerimin peşindeydim.

Bunu fark ettiğim zaman, “Bu şekilde vücudumu ve


kendimi hiçe sayacak hangi korkularım ve inançlarım
var?” diye inceledim. Hangi inancım beni bu kadar
kendimi göremez hale getirmişti?

“Ben isteklerimi yaparım,”


“Benim isteklerim, benim istediğim şekilde olacak,”
“Ben yaparım,” inançlarımı bulmuştum.
Bunlara inandığımı fark edince kendi inancımdan
kendim korktum. Tabii ki bunların yanına hemen, “En

40
önemli ben olacağım, en farklı ben olacağım,” gibi ba-
şında “en” olan birçok istek sıralanmaya başlamıştı.
Hemen arkasından da “Sen yaparsın,” geliyordu. Nasıl
bir oyuna geldiğimi anladım. Bu bulduklarımın hiçbiri-
ni yapacak durumda değildim, zaten de yapamamış-
tım. İçimde beni yönlendiren negatif enerji, kendimi
hırpalayacak noktaya gelene kadar bunları yapmam
için uğraşıyordu. Azıcık bir şey yaptığımda, “Bak yap-
tın, haydi devam,” diyordu.

Böyle bir oyuna gelmiştim. Gözüm kapalı koşuyordum.


Kendi durumumu göremiyordum çünkü korkuları-
mın eline geçmiştim. Bu arada vücudumu devamlı
hırpalıyordum. Bunu fark ettiğimde hastalıklarımın
sebepleri tek tek ortaya çıkmaya başladı. Korkuları-
mı dönüştürerek, bu inançlardan ve bu isteklerden
vazgeçtikçe vücudumdaki bütün hastalıklar bitti.

Artık önceliğimi bedenimin sağlıklı olup olmadığı


almıştı. Ne zaman bedenimde bir hastalık hissetsem,
“Yapmamam gereken neyi yaptım?” ya da “İnanma-
mam gereken neye inandım?” diye sorarak korkula-
rımı ve inançlarımı keşfedip, onları dönüştürmenin
peşine takılmıştım. Eğer korkumu doğru bulup, doğru
dönüştürdüysem çok kısa bir zaman içinde hastalığım
geçiyordu.

Bir seminerimde benim öğrettiğim çalışmayı uzun


süredir yaptığını, hastalığının yakında geçeceğini söy-
leyen bir kişiye, “Neden hemen geçmedi de bir süre
sonra geçer, diyorsun?” diye sorduğumda o kadar
şaşırdı ki! “Nasıl yani, hemen geçer mi?” diye sordu.
Ben de, “Hastalığım içimdeki bir sebepten hemen olu-

41
yor da o sebebi bulup bitirdiysem, neden hastalığım
da hemen bitmesin?” dedim.

O gün şunu fark etmiştim. Evet, seminerime geliyor-


lar, anlattıklarım onlara güzel geliyor ama sonra
oyun alanına çıkınca, bu çalışma şeklini kendilerinde
daha gerçekten tam uygulamadan yakınlarındaki
kişilere kendilerince anlatıyorlar. O kişiler de benim
seminerde neyi nasıl anlattığımı dinlemedikleri için
doğal olarak, “Olmaz böyle şeyler,” diyorlar. Böylece
bir kargaşa yaşamaya başlıyorlar. Artık her yerden
bilgiler gelmeye, etraflarındaki herkes de başka
tavsiyeler vermeye başlıyor. Kendilerince yardım
yapıyorlar. Ama o sırada o yardımı yapmaya çalışan ve
kendi söylediklerinin doğru olduğuna inanan kişiler,
kendi hastalıklarını tavsiye ettikleri yöntemlerle
geçirmedikleri halde aynı yöntemleri tavsiye ediyorlar.

Benim avantajım, “Hastalığımı bitireceğim,” isteğiyle


başlayan arayışımda, korkularımı bulup, dönüştür-
dükçe fark etmeden, yaşadığım diğer problemlerimin
de değişmesiydi. Ben uyguladıkça bende birçok şey
düzeliyor, değişiyordu. Bunu kendim yaşadıktan son-
ra başkasına anlatıyordum. Onlar da “Olmaz öyle şey,”
diyordu ama benim cevabım vardı. Ben, “Oluyor,”
diyebiliyordum. Çünkü uygulamış ve netice almıştım.
Seminerde duyanlar uygulamadan, netice almadan
anlattıkları için, “Olmaz,” diyenlerin karşısında hem
onlara hem kendilerine verecekleri sağlıklı bir cevap-
ları olamadı.

İnsan yaratılırken ona lazım olan, içindeki bilgilerin

42
verdiği neticeyi, ben inançlarımı bırakarak, sağlığıma
kavuşarak almıştım. Bu arada bu çalışmayı yapmayan,
-eğitim, bilgi, bilim, doktor, ilaç- inancıyla yaşayan
annemin son günlerinde kaç hastalığı olduğunu ve ne
kadar ilaç içtiğini sayamıyorduk. Her gün hastalıkla-
rının yanına yeni hastalıklar ekleniyordu. Bir hastalığı
için içtiği bir ilaç, kısa bir süre iyi gelse de yeni bir has-
talığın da başlangıcı oluyordu.

Çocukluğumdan itibaren beni çok üzen o kadar çok


olay yaşamışım ki, yaptığım çalışmalarımda onla-
rı hatırlayıp, o günlerdeki duygularımı, inançlarımı
dönüştürmeseydim kendimde birçok hastalık daha
çıkararak zaten bir çeşit gizli intihar yaşayacak oldu-
ğumu anlamıştım.

Yaşantımız boyunca o günkü korkularımızın bize yap-


tırdığı birçok olay yaşıyoruz. “Şimdiki aklım olsaydı
yapmazdım,” diyerek pişman oluyoruz. O günlerde
beni yönlendiren korkularımla yaptıklarımdan, bana
acı veren olayların içinden ancak korkularım dönüştük-
çe çıkabildim. Korkularım dönüştükçe de o yaşadığım
olaylarda yaşadıklarımdan dolayı kendime kızmadan,
“Sahip olduğum bu inançlarla o günlerde ancak bun-
ları yapabilirdim,” diyebildim. Böyle söyleyebilmem,
“Aman canım, ancak bunları yapabilirdim,” diye yü-
zeysel, sahte bir ifade ile değildi. Tamamen içsel bir
algıydı, içten bir anlamaydı. Bu anlama oluşunca, zaten
inançlarım ve korkularım içimde cam kırıkları gibi kırı-
lıp dağılıp gidiyordu, bir daha tekrarlanmamak üzere.
Böylece bir kere daha inançlarımın ve korkularımın
doğru olmadığını algılıyordum.

43
Kendi hastalıklarımı son derece bilinçli bir şekilde
takip ederek bu şekilde bitirdim. Annemin bilim
inancına çok sadık bir kişi olarak aldığı neticeleri bu
kadar yakından takip edebildiğim için, bilim adı al-
tında verilen bilgilerin annemin işine yaramadığını
benim de bilimi kullanmadan, insan bilimimle kendi
hastalıklarımı geçirebildiğimi gördükçe, “Bilim var,”
diye inanmaya devam etmedim.

Kendi gözümle inceleyerek bakınca bilimin söylediği


şeylerin insanların işine yaramadığı görülüyordu.
İnsanın algısının ve beş duyusunun hiçe sayılması ge-
rekmiyordu. Bilime inanarak kendime faydalı olacak,
kendimin bilebileceği şeylerden de uzaklaşıyordum.
“Ben ne bilirim, bilim bilir,” diye inandırılmıştım.
Benim var zannettiğim, bana inandırılan hiçbir şey
inandırıldığı gibi değildi. Bilimin bir anlamı olmadığını,
benim beklentilerimi karşılayamadığını kabul ettim.
İnançlarımın peşinde koşarken, illa yapacağım hır-
sıyla bedenimi hırpaladığımı görmüştüm. İnançlarımın
bana yaptırdıkları beni hasta ediyorsa o zaman bu du-
rumda, inançlarımı bırakarak iyi olacağım demektir.
Ben böyle yaptım, inançlarımı bıraktım, iyileştim. Bili-
min dediklerini kullanarak iyileşmedim.

Böylece bilim benim için bir kurtarıcı olmaktan çıktı.


Bilimi kurtarıcı olarak görmediğim için bu sefer bili-
min keşiflerinin zararlarını fark etmeye başladım. Bilim
önce bir şey keşfediyor, sonra onları kullandırmak için
insanları nasıl ikna edeceğini keşfediyor. Sonunda o
keşfettikleri şeyler insanlara zarar veriyor. Bu sefer
keşfettikleri ve insanlara alıştırdıkları şeyleri nasıl yok

44
edeceklerini ve yerine ne koyacaklarını keşfetmeye
başlıyorlar.

Böylece asıl anladığım, Dünya’yı, tabiatı, doğayı her-


kese inandırdıkları gibi insanlar kirletmiyor, insanlar
bozmuyor, doğayı ve Dünya’yı bilim adına keşfedilenler
bozuyor. Ben bunu görmeye başladığım zaman nasıl
büyük bir oyunun içinde oyuncak olduğumuzu anla-
dım. Bilim oyun, biz insanlar da oyuncaklarıydık.

“Allah beni, bu muhteşem işleyen bedenimi, bir şeyle-


rin oyuncağı olmam için yaratmış olamaz. Bundan
sonra inandıklarımı inceleyeceğim. Herkes böyle inanı-
yor diye kendimi ezber bilgilere teslim etmeyeceğim,”
diye karar verdim. Böylece oyun bahçesinde olan bir
oyun için, “Yok ve var etmek imkansız,” dedim. “Yok”
olan bir şeyi varmış gibi yaşamam veya yok olanı var
etmeye uğraşmam artık gerekmiyor.

Böylece kendi çalışmalarım sırasında her gün yaşadı-


ğım olayların içinde inançlarımı ve korkularımı dö-
nüştürerek ilerliyordum. Bu süreçte inançlarımı sor-
guladığım için artık olayların diğer yüzünü görmeye
başlamıştım. Çünkü inandığım neyse, gözüm de her
yerde onları görüyordu. İnancımı sorgulamaya başla-
dığım için artık gerçekler de gözüme gözükür olmaya
başlamıştı.

Yaşadığım olaylarda, etkilendiğim her an, kendi


korkularımı ve işime yaramayan inançlarımı bulup
dönüştürüyordum. “Dönüştürdüm,” derken yaptığım
çok basitti. Neye inanıyorsam, neden inandığımı
kendime sorunca, bu inancı edindiğim bir olay varsa

45
hemen hatırlıyordum. Kendi çalışmamı yaparken sor-
duğum soruların yardımı ile hep şunu fark ediyor-
dum: Yaşanan olayın gerçek hali, benim gördüğüm
ve inandığım gibi değildi. Gördüğümü zannettiğim
şeylerin hemen hemen hepsi ya bana inandığım bir
kişi tarafından, o kişinin bilmemi istediği şekilde an-
latılmıştı ve ben de buna inanmıştım ya da bende
olan huyların ve davranış şekillerinin aynısını onlar-
da görüyordum. Yani gözümle gördüğüm bir şeyler
değildi.

Bu da ilk kitabımda uzun uzun anlattığım, bizi devamlı


oyuna getiren “Ayna” sisteminin işlemesinden olu-
şuyordu. Yani o an olanı olduğu çıplaklıkta tam gö-
remiyordum. Tarif ettiğim herkesi kendimde olanlar
ve benim de yaptıklarıma göre tarif ediyordum. Ya-
ni gözümle gördüğüm şekli ile değil de görmediğim
yerden tarifler başladığında, o tariflerin hepsi benim
yaptıklarım çıkıyordu.

Karşımda duran bir kişiye hırsız ya da dedikoducu,


yalancı diyordum. O kişi o sırada benimle otururken
hırsızlık yapmıyordu, hatta o sohbetimiz sırasında
hiç dedikodu da yapmamıştı. Anlattıklarının yalan
olup olmadığını da bilmiyordum. O kişinin o
sırada anlattıklarını başka bir kişiden, başka şekil-
de duymamıştım ama kendimden çok emin, bu
tarifleri yapabiliyordum. Çünkü her tarifimi benim
yaptıklarımdan dolayı yapıyordum. Bendim ona söy-
lediklerim. Onun böyle olup olmadığını bilmiyorum.
Herkese yaptığım tariflerle kendim çalışmaya başla-
dığımda zaten kendi yaptıklarımı hatırlıyordum. O
kişilerin öyle olup olmadıklarını hiçbir zaman bile-

46
mezdim. Gördüğüm her şey benim yaptıklarımdı.
Çalışmalarımı yaparken kendime böyle bir tablo yap-
mıştım:

Bu tabloya göre, yaşadığım olayı incelediğim zaman,


çoğu zaman, yaşadığım olaya bir inancımın sebep
olduğunu fark ediyordum. “Peki, bu inancım gerçek-
ten inandığım gibi mi?” diye sorduğumda, çoğu
zaman, inandığım, inandığım gibi çıkmıyordu. Böylece
yaşadığım olayın gerçeğini görüyordum. Çalışmaları-
mın yarısı 3. adımda bitiyordu. Çünkü o sırada bana
acı veren olayı, inandıklarım inandığım gibi olmadığı
için yaşamıştım. İnancım ve dolayısıyla beklentilerim
bitince de hissettiğim acı bitiyordu.

Ya da her olayı, daha evvel kendi yaşadığım bir olayda,


kendi yaptığım şekilde görüyordum. Bu da “Ayna”
sistemiydi. Yani o olayı ve kızdığım kişiyi nasıl tarif
ediyorsam ben de öyleydim. Eğer bir tarif çıktıysa,
yani karşımdaki insanı nasıl tarif ettiysem onları lis-
te yapıyordum. Her tarif için tek tek, “Ben ne zaman,
nerede bunu yaptım?” diye sorarak, kendimi o tarifi

47
kullanarak çalıştırıyordum. Böylece tablonun 4. adımı
işliyordu.

“Aynı hareketleri ben nerelerde yapıyorum?” En


önemlisi, “Neden yapıyorum?” diye kendime soru
sorarak ilerliyordum. Yani neden ben de o kızdığım kişi
gibiydim? İşte asıl dönüştürme, nedenini bulduğum
zaman oluyordu. Kendi yapış nedenimi bulup, onu
dönüştürünce bir daha o hareketleri yapmaz oluyor-
dum. Tabii kimseyi de artık öyle tarif edemiyordum.
İnsanları hem içimden hem de dışımdan sözlerimle
tarif edemediğim güne kadar çalışmalarıma devam
ettim. Her tarifim, ben o tarifimdeki hali yapmadığım
zaman bitiyordu. Bunun için de aynı hareketi yaptı-
ran korkumun bitmesi gerekiyordu. Bende bittiğinde
karşımdaki insanlarda o hali görmez oldum.

Tabii önceleri, sebepleri buldum ama ne yapacağımı


bilemedim.
“Bu bulduklarımı ne yapacağım?” diye sorguladığım
bir sırada yine içimden o müthiş sesi duydum.
“KABUL ET,” dedi.
Bulduğum inancı veya korkuyu önce kabul etmem ge-
rektiğini anladım.

Kabul etmek kendinden itmemek, reddetmemek, önce


sahiplenmekmiş; kabul etmezsem bana ait olmadığı-
nı zannettiğim için ona bir etkim olmadığını algıladım.
Halbuki, “Vardır, böyledir,” dersem onu benden uzağa
itmemiş, kendime doğru almış, sahiplenmiş oluyorum.
Böylece kabul ediyorum. Önce buldum, sonra kabul
ettim ama bu bulduklarım beğenilecek şeyler değildi.

48
“Peki, şimdi ne yapacağım?” diye sorduğumda, “Onu
kendinin korkusuz, ilk doğal halin olan sevgi haline
dönüştürmeyi iste,” dedi içimdeki ses.

O korkunun sevgiye dönüşmesi gerektiğini, bunun da


ancak benim isteğimle olabileceğini anladım. Böylece
onun dönüşmesini, istediğim hal olan “sevgi”ye dönüş-
türmeyi istemiş olacaktım. “Sevgi”ye dönüştürmenin,
korkudan evvelki doğal oluş halime dönmek olduğunu
anlamıştım.

Buradaki sevgi, “oyun bahçesi”ndeki, “Ben seni sevdim.


Ben senden nefret ettim. Ben sana aşık oldum,” sevgisi
değil. Oyun bahçesi yaratılmadan evvel olan, insanın
kendisinin asıl doğal haline dönüşmesine niyet ettiği-
mi anlamıştım.

Benim anladığım asıl sevgi, her olana izin verebilen,


olanın zaten tam olduğunu bilen, insanları değiştirme-
ye gerek duymayan sevgi. O güne kadar böyle bir şeyin
sevgi olabileceğini bile bilmiyordum. Önceleri çok şoke
oldum, böyle bir insan halini tanımıyordum.

Ben hep olanı kabul etmemeyi, her olanı değiştirmeye


çalışmayı doğru diye biliyordum. Yakınlarımın bana
göre yanlış olan taraflarını keşfedip onları düzeltme-
leri için yönlendirmeyi hatta bu konuda onlara gerek-
li yardımları yapmayı doğru diye biliyordum. Böylece
sevdiklerime yardım ediyorum zannediyordum. Gerçek
sevginin ne olduğunu algıladığım zaman, o güne kadar
kimseyi gerçek sevgi ile sevmediğimi, korkularımla
sevdiğimi hatta sevgimin de şartlara ve şekillere bağlı
olduğunu gördüm. Kendimde gördüğüm bu hal beni

49
çok etkiledi ve bir daha kimseye, “Seni seviyorum,”
demedim.

Çünkü sevginin söyleyerek hissedilen değil, yaşadığın


olayda “olayın ve kişilerin tamam olduğunu gördü-
ğünde” olan bir şey olduğunu anlamıştım.

Oyunun içinde bildiğim sevgide ise, “Ben seni seviyo-


rum ama çok kusurlusun, bunları değiştirmen lazım,”
diyorum. Ya da olan hiçbir olayı kabul etmemeyi bili-
yorum. Böylece herkese ve her şeye değişmesi gere-
ken yanlış bir şeymiş gibi bakıyormuşum. Bu çalışma
sistemi ile en önemli keşfi yaptığımı anlamıştım. Ve ilk
defa “Gerçek SEVGİ” ile tanışmıştım. O andan sonra
korkularımı dönüştürmek çok daha kolay oldu.

Dönüştürdüğüm her korkum veya inancım, bir adım


sonra dönüştüreceğim daha köklü bir inancım için ba-
na enerji rahatlığı verecekti. Sanki bir kuyudan adım
adım yukarı çıkmak gibiydi.

Böylece bunları fark ettikçe dört satırdan oluşan cüm-


leler ortaya çıktı.

Benim ............... korkum var.


Ben ................... korkumu kabul ediyorum.
Ben.....................korkumu şu anda sevgiye dönüştür-
meye niyet ettim.
Ben ................... korkumu seviyorum.

50
Bu cümlelerin de yardımı ile korkularımı ve doğru
olmadığını fark ettiğim inançlarımı dönüştürdüğüm
yerin, benim doğal yaradılış halimdeki yer olduğunu
algıladım.

Böylece çalışmalarım sırasında bulduğum, beni çok


etkileyen bir kelime veya cümleyi, yani “inanç” veya
“korku”yu, bu cümlenin noktalı yerlerine yerleştirip
birkaç kere tekrarladığımda, o inancın veya o korku
ifadesinin etkisinin kalmadığını, benden çıkıp gittiğini
fark etmiştim. Bulduğum, “korkularımı dönüştürme”
de böylece başlamış oldu.

Bu çalışma sırasında, yaşadığım her olay, “gerçek ha-


li” ile tam olduğu gibi gözükür oluyordu. O zaman da
yanlış bilgilerim çöküyordu ve beni kötü etkileyen
geçmişime ait bir olay daha, kendi iç dünyamda te-
mizlenmiş oluyordu. Kendi iç dünyam bu şekilde
temizlenip, düzeldikçe hayatın içinde bana lazım
olanları ya da olmayanları doğru ayırabilir oldum.
Böylece, olamayacakları da var etmeye çalışmaz ol-
dum. Bu şekilde, çalışmalarım benim kendimin bile
fark edemeyeceği bir hızda, kendimi doğal bir şekilde
affetmemi sağlıyordu. Kendimi affetmem, kendim
hakkında inandıklarımın gerçek olmadığını algıladı-
ğımda oldu. Asıl gerçek affetme buydu.

Affetmenin ne olduğunu bu şekilde keşfetmek benim


için çok önemliydi. Çünkü daha evvel herkesten du-
yardım. “Aman, affet, kurtul. Boş ver, değer mi onun
için içinde kızgınlık tutmaya?” gibi sözleri. Ben de
onların söylediği yüzeysellikte, “Tamam, haklısınız,
unuttum gitti. Aman, affettim,” derdim. Meğerse bu

51
yalandan affetmiş gibi yapmalarım, hastalık olarak
içimde patlamış.

Korkularımı çalıştıkça asıl algıladığım şu olmuştu. Bana


acı veren veya kızdıran olaylarda karşımdaki kişiler
öyle bana acı çektirmek niyetiyle bir şey yapmıyormuş.
Onlar bir şey yapıyormuş, ben onların yaptığını kendi
korkularımın ve inançlarımın diliyle anlıyormuşum.

Beni hırpalayan, kızdıran, öfkelendiren benim korkula-


rım ve beklentilerimmiş. Yani kızdığım kişilerin bana
yaptığı bir şey yokmuş. Bunu içimden kendim algı-
layınca kızdığım bütün kişilere karşı hissettiğim öfke-
lerim bitti. Öfkelerim bittikçe sağlığım geldi. Herkesi
kötü, kendimi iyi ve doğru görürdüm. Kendimi böyle
görmem bitti.

Allah’ın insanları eşit yarattığını ve herkese aynı şey-


leri verdiğini fark ettiğimde çok şaşırmıştım. Bu eşit
yaratımı fark etmemek aslında imkansızmış. Sadece
hiç bakmamışım. Devamlı kendimi farklı zannederek
yaşıyordum. Anladım ki, sadece yapmak istediğimiz
şeylerle birbirimizden farklı oluyorduk. Benim yap-
mak istediğim şeyleri başka biri yapmak istemiyordu.
Beni farklı hissettirenin, farklı yaratılmış olmam değil,
zihnimin beni, “Sen farklısın,” diye kandırdığı için ol-
duğunu anlamıştım.

Böylece insanları da farklı görmez oldum. Benim


için iyi insan, kötü insan ikilemi kalmamıştı. Bütün
insanlar aynıydı, sadece inançları ve korkuları fark-
lıydı. Çalışmalarımda ilk defa bunu çok hissetmiştim.
Çalışmalarım ilerledikçe, her biten inancım ve korkum-

52
dan sonra kendime güvenim gelmeye başladı. Artık işi-
me yaramayan şeyler için kendi kararlarımı kendimin
verebildiğini fark ettikçe de yaşarken ihtiyacımız olan
şeyler için çok donanımlı yaratıldığımızı fark ettim.

Her insanın içinde de ona lazım olan her şey var. Ken-
di çalışmalarımı yaparken buradan hareket ettim.
Kendi içimi kendim temizleyecektim, gerçek olan
buydu. Keşfettiğim çalışma sisteminin özelliği de
buydu. Kimseye ihtiyaç hissetmeden kendimi çalıştıra-
biliyordum.

Tabii burada ilk hareketi kendim için yapmaya başla-


dım. Kimseden beklemeden, hastalığımın sebebini bu-
lup, kendi değişimimi yaparak ben ayağa kalkacaktım
ve öyle de yaptım. Ben yaptığım için de artık herkesin
yapabileceğini biliyorum. İsteyen herkes isteğini
yapabilir. İsteyen herkes hiçbir şey yapamıyor gibi de
kalabilir. Herkes kurulan oyunu kendisi için istediği gibi
kullanabilir.

Oyunda oynatılan, “Ben zavallıyım, yapamam, biri


benim için yapsın,” bir taraf, “Ben güçlüyüm, herkes
için ben yaparım” diğer taraf. İstersen oyunun taraf-
larından biri olabilirsin ya da iki tarafı da bırakıp
yapacağın her şeyi sadece kendin kadar yapabilece-
ğini algılayabilirsin. Ben, “Ben güçlüyüm, herkes için
ben yaparım,” tarafındaydım. “Kimse yapamaz, onlar
için ben yaparım,” diye biliyordum. Böyle inanmamı
sağlayan inançlarımı dönüştürdüm. Kolay olmadı, her
şeye atlayan bir yapım vardı. Zihnim beni devamlı,
“Sen yaparsın,” diye yönlendiriyordu. Gerçekten de
yapıyordum.

53
Bir çalışmam, yaptığım hiçbir şeyin kimsede bir işe
yaramadığını fark ettirmişti. Çok etkilenmiştim.
Olduğunu zannettiğim hiçbir şey olmamıştı. Halbuki
ben oluyor zannediyordum. Yani benim yaptıklarım,
yapamıyorlar zannettiğim kişilerin işine yaramıyor-
muş. Meğerse, bana yapamıyormuş gibi gözükenler
durumlarından memnunlarmış. Benim onların mem-
nun olduğu şeylerin üstünü tamamlayıp, yapamadık-
larını yaptığımı düşündüğüm durum, onların yaşamak
istedikleri ortam değilmiş. Yani onlar yapamıyor değil-
miş, yapmak istedikleri o kadarmış. Böylece, “Herkes
için ben yaparım,” inancım bitti. Çünkü onlar için ya-
pacağım bir şey yokmuş. Onlar o halleri ile tamammış.
Benim yapabildiklerimin olduğu yeri istemiyorlarmış.
Benim yapabildiklerim benim yerimmiş. Onların
yapabildikleri de onların olmak istedikleri yermiş. O
yerlerini sadece isterlerse kendileri değiştirebilirmiş.

Annemin iyileşmesini ve güzel yaşamasını çok istedi-


ğim günlerde, “Haydi, bir çalışma yapalım, iyileş, bera-
ber gezelim, istediğin yerlere gidelim,” dedim. Artık
ne kadar istedim ki kıramadı beni, “Haydi, çalıştır,”
dedi.

Çalışmaya girdiğimizde, “Ne görüyorsun?” dedim.


“Ben çok küçüğüm. Bir odanın kapısından içeri
bakıyorum. Herkes içeride, beni içeri almıyorlar,”
dedi. “Şimdi bir çocuk ağlaması duydum. Yatakta ya-
tan bir bebek var, herkes ona bakıyor, onu seviyor,”
dedi. “Sen ne hissettin?” dediğimde, “Yatakta yatanı
seviyorlar, ben yalnızım,” dedi. Bu sözler onun inancı
olmuş ve o günden sonra yatarsa sevilecek, yalnız

54
kalmayacak zannetmiş. O yaşadığı olayı ve o sahnedeki
duygularını dönüştürdük.

Ancak önemli olan, benim, “Annem bilmez, onun için


ben yaparım,” inancımdı. Böylece, “Annem bilmez,
onun için ben yaparım,” diyorum, onu gezdirmek,
güzel yerlere götürmek istiyorum. Annemin ise
bu inancı yüzünden evde hasta, yatakta yatmak-
tan şikayet etmek aklına bile gelmiyor, yatmaktan
memnun olduğunu zannediyormuş. Yani yalnızlık ve
sevilmeme korkularının istediğini yapıyormuş. Bu du-
rumda, annemi gezdirdiğim günler, onun için, onun
isteklerini yapıyorum demek değilmiş. Annem yatar-
ken, yanında oturarak onu sevmemi istiyor, ben de
onu gezdirerek, güzel şeyler yaşamasını sağlayarak
sevgimi göstereceğimi zannediyorum.

İnsan yaratılırken kendisine lazım olan her şeyin ken-


disinde var olduğu şekilde yaratıldığını algılamıştım.
Dışarıdan alacağımızı zannettiğimiz sevgi de kendi
içimizde var olarak yaratıldık. İnançlarımızın ve korku-
larımızın bizim doğal oluşumumuza ters konuşma-
ları ile aslımızda var olan bu hissi o kadar kapadık ki,
bir de üzerine kendimiz için yapamadıklarımıza karşı
duyduğumuz kızgınlıklar geldi. Kendimizi sevilmez,
yapamaz bir şeymişiz gibi hissetmeye başladık.

Halbuki her insan kendi isteğini kendisi yapabilecek


kapasitede, isteğinin gerçekleşmesi için etrafına
insan toplaması, böylece sevildiğini hissetmek
istemesi gerekmiyor. Özellikle, başka insanlardan
yardım beklemesi ya da insanları zavallı diye tarif
edip, sonra da onlara yardım edilmeli diye inanması

55
gerekmiyor. “Onlar zavallı, onlara yardım etmeliyiz,”
diye bakıldığında, Allah’ın yarattığı ve her mucizeyi
kendinde barındırabilen muhteşem insan oluşumuna
hakaret ediliyor diye görmeye başlamıştım.

Bunları algıladıkça başka insanlara üzülmem bitiyor-


du. En önemlisi, başkasına üzülmenin o insan için
hakaret olduğunu algılamıştım. Birine üzülerek ona
hakaret edemezdim. Herkesin yaptığı ve yaşadığı ken-
disinin istediği kadardı.

Böylece, “Ben yapamam. Ben zavallıyım,” ya da “Ben


senin için yapabilirim. Çünkü ben güçlüyüm,” oyu-
nundan çıkmıştım. Herkesin yaradılış hali ile aynı
olduğunu artık biliyordum. Güçsüz ve güçlü diye bir
şey olmadığını, çünkü gücün olmadığını algılamıştım.
Artık oyuna gelmezdim.

“Oyun bahçesi”nde, önce insanın yapamayacağı


oyunlar dağıtılıyor. Böylece insanın kendini eksik,
yetersiz, isteklerini yapamaz zannetmesi sağlanıyor.
Sonra da herkes, “Ben yapamam, benim için biri
yapar,” diye inandırılıyor. Böylece oyun başlatılıyor.
“Birlik ve beraberlik” ve “Biz” inançları veriliyor.
“Birlikte olursak beraber yapabiliriz,” diye inanmaya
başlıyoruz. Biz ve beraberlik ortamları başlayınca
da birileri yönetici, birileri yöneten yaptırılıyor. Çok
başarılı olanlar var, olmayanlar var diye insanlar
birbirinden ayrılmaya başlanıyor. Böylece her, “Büyü-
düm, geliştim, yükseldim,” diyen, bir diğerine hakim
olmak istiyor. Bu da oyun bahçesinde yaşanan ortam.
Böylece kavgalı, birbirini iten, çeken bir oyun alanı
oluşturulmuş oluyor.

56
“Yaşam bahçesi”nde her şey gerçek, oyun bahçesinde
her şey zannetme. Mesela, annem “benim” diyemem.
O bir insan. Onun kendi algıları ve korkuları, inançları
var. Ve bunlara dayanarak kendi fikirleri ve ihtiyaçları
var. Annem benim için, benim istediklerimi ve ihtiya-
cım olanları yapamaz. Halbuki, “benim beklentilerimi”,
“benim istediklerimi” yapsın, “benimle ilgilensin”,
“beni sevsin” isterim ve bunları anne görevleri içine
koyarım. Benim bu ihtiyaçlarım olduğu müddetçe,
sevse de ilgilense de bir gün benim istediğim gibi
yapmazsa ona kızarım, zamanla da küserim.

Bunların hepsi kendi ürettiğimiz, gerçek olmayan zan-


netmeler. Aynı evcilik oynayan çocuklar gibi. Onları hiç
izlediniz mi? Kendi yaptıklarınızı onlarda görürsünüz.
Ben izledim ve kendi yaptıklarımı onlarda gördüm. Çok
komikti.

Geçen gün televizyonda bir magazin programında bir


genç kız, babasının onu nasıl ihmal ettiğini, ondan ilgi
ve sevgi göremediğini ve bu yüzden hastalandığını
ağlayarak anlatıyordu. Ona eğer, “Babalar çocuklarını
severler, ilgilenirler, onların ihtiyacı olduğunda
yanlarında olur, onları korurlar,” diye öğretmeseydik
o çocuk, “Bunlar olmuyor, babam bana bunları yap-
madı,” diye ağlamayacaktı. O baba da kendini baba
olarak görüyor. Yani, “Babalık yapmıyorum,” diye
düşünmüyor, kızına babalık yapabiliyor zannediyor.

Baba olarak gördüğümüz ve birçok görevler verdiği-


miz kişi bir insan, insan olduğu için kızının bu kadar
ihtiyacına cevap verebilecek bir yapıda değil. Bir in-
san, diğer bir insanın ihtiyaçlarını karşılayamaz, çünkü

57
onların bizim ihtiyacımız olduğunu söyleyen zaten
korkularımız. Korkularımızı doyuramayız. İhtiyacını
karşılamasını beklediği babanın da en az kızı kadar
korkuları var. Kim kime yetecek?

Yaratımımızın diğer insanların eksiklerini kapamaya


müsait olmadığını algılamıştım. Çünkü diğer insanla-
rın da eksik zannettikleri, ihtiyaç duydukları şeyler
gerçek değil. Kendi çalışmalarım sırasında kendi
eksikliklerimi listeledim. Çok şaşırdım, çünkü eksik
olduğumu zannettiğim şeyler zaten benim yapmak
istediğim şeyler değildi. Yapmak istemediğime göre
zaten onlar da benim yapabileceğim şeyler değilmiş.
Biri, eksik ihtiyaçlı diye inandırılıyor. Diğerine de “Sen
bunları yapmadın,” deniyor. Büyük bir oyun.

“Aile” inancı ile aile kurarken, “Çocuklarımızı büyüte-


ceğiz, onlara bakacağız, emek vereceğiz. Onlar bizim
istediğimiz, planladığımız yerlere gelecek ve hepsi
bizim isteklerimizi yapacak,” zannederim. Onun için
de bütün hayatımı zannettiğim, kendimi inandırdığım
bu oluşuma adarım. Tabii ki gerçek olmadığı, sanal
bir şey olduğu için de netice benim beklediğim gibi
olamaz. Zaten kimsenin de olmuyor. Ama başkaları
yaptı, ben yapamadım zannediyorum ve kendimi ken-
dime devamlı kötülüyorum.

Oyunun amacı bu, herkese yapacakları söyleniyor


ve yapanlar var diye gösteriliyor. Biz de yaparız
diye inanıyoruz. Bir bakıyoruz ki sonunda aile içinde
birbirine düşman yüzlerce insan oluşmuş. Yapabildi-
ğimiz bu.

58
Bu kadar görev dağılımı ile bir aile kurulması imkansız.
Aile yok demek bu, benim aileden beklediğim hiçbir
şey olmayacak demek. Aile adı altındaki hiçbir inan-
cım gerçekleşemez demek. Çünkü içinde birçok insan
var. O insanlar benim istediklerimi yerine getirmek için
yaşamayacaklar, çünkü hepsinin hayalleri, istekleri,
korkuları ve inançları farklı. Ama zihnim beni, “Aile
kurarsam benim isteklerim olacak, hatta çocuklarım
büyüyünce bana bakacak,” diye inandırarak oyuna
getiriyor.

Bir gün yolda kavga eden genç bir çift gördüm. Yanla-
rından geçerken kadının adama, “Benim isteklerim se-
nin isteklerin olmalı,” dediğini duydum. Yürüyordum,
bu cümleyi duyunca öyle bir fren yapmışım ki ayak-
larımın altından duman çıktı. İşte olmayan bu. Ama
bunu oldurtmak için evleniyoruz. Bunu yaşamak için
aile var diyoruz.

Aile kurarak bu kadar çok insanı aynı noktada nasıl


bir arada tutacağız? Hepimiz bu gayretin içinde oldu-
ğumuz için ve olamayacak bir şeyi yapmaya bütün
gayretimizi verdiğimiz için de sonunda insan yok
oluyor. İnsan yok oldukça öfkeler var oluyor. Sonra
da öfkeyi kontrol etmeye çalışıyoruz. Öfkeyi kontrol
edebilir miyiz, öfkenin oluşmasına sebep olan bu
inançlarımızı bitirmeden! Bir yandan olamayacak şey-
lere inanmaya devam edeceğiz, bir yandan da öfkeyi
kontrol edeceğiz. Bunun imkansız olduğunu bütün
insanların hasta oluşu ile görüyoruz.

Bilim, hastalıklarla başa çıkamadığı için insanların has-


talanmamasını sağlayacak araştırmalar yapıyormuş.

59
Bu araştırmayı hastalığıma isyan ettiğim sırada ben
yaptım ve bizi hastalandıran şeylerin, yine bize aynı ki-
şiler tarafından inandırılanları yapmaya uğraşmamız
olduğunu buldum. İnsanlara bu kadar çok tarif veri-
lirse, sonra da verilen pozisyonlarına göre yapacakları
ve yapmamaları gerekenler listelenirse, nasıl sağlıklı
kalınır?

Herkes ona verilen görevleri yapamadıkça pişmanlık


duyuyor. Başkalarının yapabildiğini gösteren görün-
tüleri gördükçe, yapamayan kendisi zannettikçe has-
talanıyor. İnançlar var olduğu müddetçe bastırılan
veya kontrol ettiğinizi zannettiğiniz öfkeniz, ilk açık
bulduğu yerden bir gün yine patlayacak, tekrar ortaya
çıkacak.

Buradaki amaç, öfkeyi kontrol etmek ya da öfkeyi


sindirmek olmamalı. Ben kendi çalışmalarımda her
öfkelendiğimde, “Hangi korkumun düğmesine ba-
sıldı?” veya “Hangi inandığım ve olması mümkün
olmayan bir şeye artık tahammülüm kalmadı?” diye
bakıyordum. Yani, “Var diye iddia ettiğim, yapmaya,
oldurtmaya çalıştığım neye artık dayanamıyordum da
bunu öfke ile göstererek, yapamadığımı görmemeye
çalışıyordum?” diye bakıyordum.

“İnsan var,” ise içinde olduğu ortam veya oluşum da


var demektir. Demek ki insanı yok eden “Oyun”da var
edilmeye çalışılanlar için, “yok” demeliyiz. Çünkü bu
dünyada gerçek olan insanın kendi yaradılış halidir.

Kendi yaradılış halimizin, kendine özgü müthiş özel-


likleri var. İnsanı ve onun yaşam alanı olan tabiatı ve

60
Dünya’yı yaratan Allah, insanı da eksiksiz, tam yarattı.
Aynı tabiatı tam yarattığı gibi. Tabiatta ve hayvanlar-
da eksik, yanlış bir şey görebiliyor musunuz? O halde
insan neden eksik olsun? İnsanın düzeltileceği bir
tarafı yok. İnsan tam. Ancak, “Yapmalısın,” denilen
şeyler için insan yapamadıkça kendini eksik ve
yetersiz hissediyor. Asıl uyanacağı ise, “Yapmalısın,”
denilenlerin gerçek olmadığı.

Ben de yıllarca çevremdeki bütün insanları düzeltme-


ye hatta sokakta gördüğüm insanları da adam etmeye
çalıştım. Hastalanınca ve bu çalışma sistemini keşfe-
dip kendime uygulamaya başlayınca gerçekten adam
olması gereken kişinin kendim olduğunu anladım.
Kendimi adam etmenin çaresinin de bildiklerimden
ve bana inandırılan inançlarımdan kurtulmak olduğu-
nu algılamıştım. Böylece çalışma sistemini kullanarak
en kısa zamanda korkularımdan ve işime yaramamış
bütün inançlarımdan kurtuldum.

Bizler, bize inandırılanları yapamadıkça hayal kırıklığı-


na uğradık ve hep yıkıldık. Kendimizi işe yaramaz his-
settik. O inandıklarımızın gerçek olmadığını anlarsak
zaten esas düzgün halimize döneriz. Tam olduğumuz
için de biriyle veya bir şeylerle tamamlanmamız ge-
rekmiyor. İnsanın kendini tamamladığını zannettiği
sıfatlar, insanın yanında hiç kalır. Bize kendi doğal olu-
şumumuz yanlış ve zavallıymış gibi hissettiriliyor, öyle
inandırılıyoruz. Halbuki kendimize seçtiğimiz sıfatlar
insanın oluşumunun yanında hiç kalır.
Bir insan aile ile tamamlanabilir mi?
Bir insan mesleği ile tamamlanabilir mi?

61
Bütün insanlar birbirine aynı yakınlıkta olabilir, yeter
ki beş kişiyi ayırıp, “Biz aileyiz, aramıza da kimse gire-
mez, diğerleri de yabancı,” demeyelim. Hatta aile içinde
olan çirkin olaylar için de mecburen, “Aile kutsaldır,
içinde yaşananlar da aile içinde kalır,” deniyor. Böylece
ailenin kutsallığı ve önemi vurgulanarak ve korkutula-
rak insanın belli bir ölçüde ve belli bağımlılıkları ile
kalması sağlanıyor. Herkesin hayatında ailesinden
daha yakın olan ve gerçek beraberliği yaşadığı başka
insanlar olmuştur. Ve onlarla da belli zamanlarda güzel
yaşadık. Bu yaşadıklarımızın ömür boyu sürmesi de
gerekmez. Çünkü herkes değişiyor ve kendi değişimi-
ne göre farklı bir şeyler yaşamaya başlıyor. Yani sabit
değiliz. Her an değişim olduğu için beraberlikler ömür
boyu aynı şekilde süremiyor. Aile kelimesini bilmezsek
iyi yaşayamadığımız beraberliklerden uzaklaşırız, iyi
yaşadıklarımızla devam ederiz. Yani seçim bizde olur.

Kendi çalışmalarımı yaptığım günlerde aileme olan


bağımlılıklarımı çalışıyordum. İçimden beni uyaran
o gerçek sesi bir kere daha duydum. Bana, “Bugün
neler yaptın?” diye sordu. O gün çok işlerim vardı,
dışarıdaydım. Bu soru üzerine, gittiğim yerler ve ora-
larda görüştüğüm, işlerimi yapan insanlar gözümün
önünden geçmeye başladı. Çok iş yapmıştım. Yaparken
de birçok insanla karşılaşmıştım, onlar benim işlerimi
yapmışlardı. Bu kişiler, faturalarımı yatırırken gişede
olan bir hanım olabildiği gibi, markette bulamadığım
bir malzemeyi depodan çıkaran bir kişi de oldu. O
gün kuaföre de gitmiştim. Her işimi başka bir kişi
yapıyordu. Gün içinde taksiye binmiştim, yani bir de
şoförüm vardı.

62
Akşam eve geldiğimde ailemdeki herkes kendi oda-
sında bir şeyler yapıyordu. Yani o gün dışarıdaki insan-
lar benim için bunları yaparken, onlar benim için bir
şey yapmamışlardı. Zihnim beni, “Ailem benim için
her şeyi yapar, ben de onlar için her şeyi yaparım diye
inandırmıştı. O ana kadar ben de böyle zannediyor-
dum. Sonra fark ettim ki aslında ailede olan herkesin
kendisinin tam bir dünyası var ve benim de tam bir
dünyam var. O kendi tam dünyalarımızın içinde neler
yapıyorsak ve nelere ihtiyacımız varsa onları herkesin
dünyasında onun için yapacak birçok kişi var.

Aile içinde zaman zaman birbirimizin ihtiyaçlarını


karşılamak istersek yapıyoruz. Ama bu kendi dünya-
mızla evden çıkıp yaşantımızı yaşarken, aile fertlerini
her zaman gittiğimiz yere götüremiyoruz. O sırada
dünyamıza dahil olan kişilerle yaşıyoruz. Her an
dünyamız kendi doğallığında değişiyor. Başka bir an,
başka insanlar dahil olmaya başlıyor. Evimizin dı-
şında hastalandığımızda ya da kaza geçirdiğimizde
etrafımızda başka bir dünya kuruluyor ve orada olan
kişiler bize gereken her şeyi yapıyor. Yanımızda aile-
mizden kimse olmuyor. Böylece hepimiz sabahtan
akşama kadar, kendi dünyamızın içinde işlerimizi
hallettireceğimiz kişilere rastlıyoruz. Yaşam bu. Biz
bunun sanalını zihnimizde yaratarak aile içindeki ki-
şilere isteklerimizi yaptırmaya çalışıyoruz. Çünkü is-
teklerimizi onların yapacağına inandırıldık.

Eskiden kayınvalideler hastalanınca gelinler bakardı.


Gelinler de ona göre seçilirdi. Aile kuruluşu böyle
başlardı. Şimdiki gelinler okumuş, eğitimli oldukları

63
için ya da bundan kurtulmak için okuduklarından, bu
görevden kaçabildiler. Halbuki ne gerek var? Zaten
böyle işler yaparak para kazanan kişiler ve iş şekilleri
var. Yani herkesin her durumu için kendi dünyası ve
o dünyanın içinde ona lazım olan her şey var. İşte
aileyi bunun için kurmak istiyorsak, bu güzel bir istek
değil, netice alamayız. “Aile var,” demek bu olmamalı.
Bu ihtiyaçlarımızı işi olduğu için yapacak kişiler var, o
zaman onlara da “Ailemiz,” demeliyiz. Onları dışımız-
da tutup, “Biz beş kişi aileyiz, siz bizden değilsiniz,”
dememeliyiz. Eğer ille aile kelimesi kullanmak isti-
yorsanız daha geniş bakın ve içine çok insan koyun.
Hatta seyahatte kaybolan valizinizi getiren kişiyi de
dahil edin. Bu yaptığı hizmet ile size kuzeninizden
daha büyük bir iş yapmış demektir.

Ben bunları algıladıkça aileme yaptırmaya çalıştığım


işler için rahatsız olmaya başlamıştım. Onlardan bir
şeyler isterken rahatsız oluyordum. Ve kendi kendime,
“Neden yapsın ki?” diye sormaya başlamıştım. Son-
raları şunu fark ettim, zaten ailedeki kişilerden bir
şeyler isterken doğru bir şey yapmadığımızı biliyoruz.
Çünkü onlar da bizden bir şey istediği zaman mecbur
olduğumuz için sevmeden yapıyoruz. Bunu kendi
duygularımızla bildiğimiz için onları kandırmak ve
kendimizi sevdirmek için özellikle para ve hediyeleri
kullanarak bir nevi özür diliyoruz. Yani önce onlara biz
bakıyoruz, sonra da günü gelince bize bakmasını ya
da bizim istediklerimizi yapmasını bekliyoruz. Tabii ki
sonuç istediğimiz gibi olmuyor.

Bu sefer de sadece aile adı altındaki kişilere bağlan-


dığım ve “Onlar yapar,” diye inandığım için kendimi

64
yalnız hissetmeye başlıyorum. Halbuki belli kişiler-
den beklentilerim olmazsa bu kadar kalabalıkta nasıl
yalnız olabilirim ki? Her şey için herkes var. Bize sık sık
yalnızlık duygusu veren kendimizin tespit ettiği belli
kişilerin isteklerimizi yapmaması. Halbuki başka başka
insanlarla birçok şey yapabilirim. Her şeyi bir kişiyle
yapmam gerekmiyor. Bu gerçek zenginlik.

Evlenirken kurduğum hayallerimi eşimle birlikte yap-


mak isterim. Zevklerimiz aynı olsa da her zaman aynı
anda aynı şeyleri istemeyebiliriz. Her gün yapmak is-
tediğimiz şeyler doğal olarak farklı olacak, o zaman
da küslükler ya da yalnızlık duyguları başlar. Halbuki
her yapmak istediğim şeyi başka başka insanlarla
yapabilirim. Ben hiçbir zaman içkiden anlayan,
dans etmeyi seven, gece geç vakitlere kadar gece
kulübünde eğlenen bir kişi olmadım. Benden bunu
bekleyen herkes hayal kırıklığına uğrar. Çocukluğum-
dan beri böyleyim. Benimle birlikte vakit geçirmek
isteyenler benimle deniz olan ortamlarda bulunabilir,
kıyafet alışverişlerinde beraber olabilir. Sakin, yemekli
sohbetleri severim. Bu benim kendi doğal halim.
Benden bunun dışında beklentisi olan yakınlarım ken-
dilerini yalnız hissedebilirler.

İsteklerimizi yapmak için kendimizce kişiler belirleye-


rek imkanlarımızı daraltıyoruz. O belirlediğimiz kişi bi-
zimle o planladığımız şeyleri yapmadığında kendimizi
yalnızlık duygusu içine sokuyoruz. Bizi fakir, zavallı,
yalnız hissettiren kendi zihnimizde kurduğumuz küçük
kurgularımız. Onu da zaten Oyun Alanı kurduruyor ki
küçük kalalım, devamlı yalnız hissedip birilerine haya-

65
tımızın sonuna kadar bırakmamak üzere bağlanalım
diye.

Bir aile tanımıştım, yeni evlilerdi. Bayan olan yaz


tatilini deniz kenarında bir otelde geçirmek üzere
organizasyon yapmıştı, çok heyecanlıydı, o günü bek-
liyordu. Eşi de savaş muhabiri olduğu için aylardır
Irak’ta savaş bölgesindeydi. Tatillerinin ikinci gününde
bayan ağlayarak beni aradı. “İki günde ne olabilir
ki,” diye çok şaşırmıştım. Tabii duyduklarıma şoke
oldum. Bayan sabah uyandığında otelin arkasındaki
dağlarda kocasıyla birlikte yürüyüş yapmak istemiş,
eşi de otelde kalıp bütün gün uyumak istemiş. “Bu
yürüyüşü günlerdir bekliyordum,” diyerek ağlıyordu.
Haklı, günlerdir bu programı yapıyordu ama program
yaparken sadece kendimizce yapabiliriz. Eşi de ay-
lardır dağlarda yaşadığı için otelde kalarak temiz
çarşafların olduğu bir yatakta bütün gün yatmak ve
banyo yapmak istiyor. Ne kadar doğal bir istek. Bu ki-
şiden savaşların yaşandığı dağlardan indiğinin ertesi
günü zevk için tekrar dağlara çıkması beklenebilir mi?
Eşinin ne durumda olduğunu görememek, bilememek
bu.

Aile içinde program yaparken birbirimizin durumunu


anlayamayız. Hatta anlasak ve eşimize göre davran-
sak, o zaman da kendimizin hayallerine beklentilerine
yazık değil mi? Halbuki isteklerimizi, hayallerimizi
çeşitli insanlarla yapsak, evleniyoruz diye birbirimizi
çekiştire çekiştire, “Beraber yapacağız, ben böyle
istedim,” demesek ne güzel olur. O zaman da kendimizi
yalnız hissetmeyiz. Bayan telefonda, “Çok yalnızım,”
diye ağlıyordu. Halbuki yalnız değildi, inandıkları ve

66
olacağını zannettikleri imkansızdı. Zihni onu kandır-
mıştı. Evlenince eşi ile beraber yapacaklarının listesi
vardı. Ama o listeyi zihni onu yönlendirmek, beklet-
mek için yaptırıyordu. Eşinin bu listeden haberi yoktu.
Görüp beğendiğimiz şeyler için, “Evlenince yaparız,”
diye o isteklerimizi sıkı sıkı tutarız. İşte bu olay zihnin
bekletmelerine güzel bir örnek.

Ben kendimi her yalnız hissettiğimde kendime,


“Şu anda kimi bekliyorum?”
“Onunla ne yapmak için bekliyorum?”
diye sordum. Kendimce kurgular kurduğumu ve o kişi
veya kişiler yanımda olmadığı zaman yalnız hissetti-
ğimi anladım. Bir daha kimse hakkında ona sormadan
plan yapmamaya başladım. Kendi kurduğum planları-
mı bir bir bıraktım. Her iptal ettiğim plandan sonra
yalnızlık duygum bitiyordu. Çünkü o beklentilerime
takılıp kalmadığımda yapabileceğim başka birçok şey
görmeye başlamıştım. En önemlisi, etrafımda çok
insan olduğunu algılamıştım. Artık, “Ailen olmazsa yal-
nız kalırsın,” diyen zihnime inanmıyordum.

Bu şekilde inandırılarak, “Aile kuracaksın, başarılı


ve eğitimli olacaksın. ‘En’ olacaksın,” diye yönlen-
direnlerin “yapılacaklar listeleri” kurgusundan hiç
çıkamayız, özgürlüğümüz yok olur. Ben bunu fark
ettikten sonra, bu oyun bahçesinde nasıl yaşanır diye
daha çok korktum. Yani korkularımız ve inançlarımızla
kurduğumuz bu oyunlar, hatta gerçekleşmedikçe de
zorlayarak var ettiğimiz “oyun bahçesi” döndü, geldi,
sonunda beni içinden çıkamayacak hale getirdi ve be-
ni bir o kadar daha korkuttu.

67
Oyun bahçesinde kimin ne zaman ne yapacağı belli
değil. Her an arkamdan biri gelip vuracak ya da ben
ona vuracağım. Ya da onsuz olamam diye inandığım
bir kişi aniden beni bırakıp gidecek veya hayatını
kaybedecek. İşte o zaman, ben ne durumda kalırım?
Ne kadar korku dolu bir yer.

“Oyun alanı”nda, inandıklarımızla oluşturduğumuz


ortamda yaşarken, kendimizi güven alanına alma
ihtiyacı hissediyoruz. Bu güven ortamını aile kurarak
yapabileceğimize inanıyoruz. Böylece güvende olaca-
ğımıza inanıyoruz. Ancak asıl güven, korkuların dö-
nüşmesi ile olabildiği için de aile kursak bile korku-
larımızı aile içinde yaşamaya devam ediyoruz.

“Oyun Bahçesi”ni ve “Yaşam Bahçesi”ni izlemeye


devam ederken, bu görüntüde gerçek güvenin ne
olduğunu sorguladığımda çalışmalarım daha iyi iler-
lemeye başlamıştı. Ve şunu net olarak algılamıştım;
bende olmayan bir korku veya inançla karşılaşmam
mümkün değildi. Yani olaylar başıma korkularım ve
inançlarım kadar geliyordu.

Korkularımı ve inançlarımı dönüştürdüğümde korku-


larımı yaşamam gerekmiyor. Bu yüzden bana güven
verecek kimse de olamıyor. Yani güvende olmak için
aile kursam da başka memleketlere gitsem de ne-
reye gidersem korkularımla gidiyorum. Korkularım
dönüşmediği için, “Bunlar başıma gelmesin,” dediğim
şeyleri bu sefer de gittiğim yerde yaşıyorum.

Zaten etrafımda binlerce insan da olsa, her ortamda


ben bana ait olan, kendi yaşayacağım şeyleri yaşı-

68
yorum. Başkaları da kendilerine ait olanları yaşıyor.
Ne kadar güzel, yani benim yaşayacaklarımdan her
zaman ben sorumluyum. Onların yaşadıklarından
da onlar sorumlu. Ne güzel bir oluşum, birbirimize
bir şey yapamıyoruz. Sadece kendi korkularımız ve
inançlarımız bize bir şeyler yapabiliyor.

Böylece güven adına, bana ömür boyu baksın diye, be-


nim sorumluluklarımı birine yüklemek için bir ortam
yaratmam gerekmiyor. Çünkü o ortamda da ben yine
kendi yaşayacaklarımı yaşıyorum. Önce olamayacak
bir şeye inanıp, sonra da bu inandığım ortamda, “Biri
beni korusun,” demem gerekmiyor. “Aile kurarsam
korunurum, ömür boyu güvende yaşarım,” diye gerçek
olmayan bir inanç edinmem gerekmiyor. Çünkü bu
sefer de aile adı altında birleşen insanların sebep ol-
duğu olayları yaşıyorum.

Aslında bana ömür boyu bakmasını ve beni ömür bo-


yu sevmesini beklediğim, öyle düşünerek kurduğum
ailede, bunları beklediğim kişiye ne kadar çok görev
vermiş oluyorum. Neden ben kendime ömür boyu bak-
mayayım da biri bana ömür boyu baksın? Bu hayat be-
nim değil mi? Bana bakma işini birine verirsem o kişiye
yazık değil mi? Zaten onlar da bunu yapamadıkları için
kendilerini kötü hissedip hastalanıyorlar ya da öfkeli
oluyorlar ve şiddete başvuruyorlar. Bana bakmasını
beklediğim kişiler de bunu yapmaları gerektiğine o
kadar çok inanıyorlar ki, “Bana yapamayacağım kadar
ağır yükler veriyorsunuz,” demiyorlar. Çünkü dışarıya
baktıkları zaman, “yapmışlar gibi zannettiren kişiler”le
karşılaşıyorlar. Mahalledeki her kadına kocasının ev
alması gibi.

69
Halbuki herkes kendine baksa, kendisini başkalarına
baktırma ihtiyacı biter. Böylece kimsenin de, “Benim
bir bakanım var, sizin yok mu?” diye dışarıya gerçek
olmayan görüntüler vermesi gerekmez.

Oyun bu zaten, herkesin birbirini görsel ve zihinsel


olarak kandırması.

Kendi kandırdıklarıma uyanırsam ve kendim artık


dışarıyı kandırmayı bırakırsam, kandırılmayacağımı
algılamıştım. Zaten bu çalışmayı yaptıkça kendi kan-
dırmalarım bitmeye başlamıştı ve artık kendimi bütün
çıplaklığımla görmeye başlamıştım. Böylece, kendi-
mi bu oyundan çıkarırsam, doğru olmayan inançlar
edinmezsem evrenin asıl güven alanında olacağımı
algılamıştım. Güven ortamının sanalını, sahtesini ya-
ratmazsam tabii ki.
Gelelim bir başka bahçeye…
Bu “oyun bahçesi”nde oynadığımız, varmış gibi yaşa-
mak ve yaratmak için mücadele ettiğimiz oyunlar bizi
o kadar yordu ki bunu kendi insan halimizle yapa-
mayacağımızı keşfettik. Yani kendi kurduğumuz bu
oyun alanına, kendi insan halimiz yetmedi. Oyun
büyüdü, bizi kontrolüne aldı. O zaman da başka bir
bahçe daha yarattık.

Bu bahçede kendimizi şöyle inandırmaya başladık:


“Biz uğraşıyoruz, yapıyoruz ama bizden daha büyük,
bizim göremediğimiz güçler var. Biz onları göremiyoruz
ve onlara söz geçiremiyoruz. Bu güçler, yaptıklarımızı
elimizden alıyor, yaptıklarımızı yıkıyor. Sevdiklerimizi
kaybediyoruz. Emeklerimiz boşa gidiyor.”

70
“O zaman, göremediklerimizin arkasındakini görece-
ğiz ve biz de o görünmeyenler kadar güçlü olacağız,”
isteği ile “ruhani” diye isimlendirdiğimiz çeşitli malze-
meler üretmeye başladık.

Böylece yeni bir bahçe yaratıldı.

Bu bahçe de “SPİRİTÜEL BAHÇE”ydi. Bu bahçedeki


oyuncaklar elle tutulur, gözle görülür değildi.
“Bizim hislerimiz güçlü,”
“Olacakları bileceğiz,”
“Üçüncü gözüm açık,”
“Sezgim kuvvetli,”
“Ben seni iyi edebilirim,”
“Ben şifacıyım,”
“Ben gelecekten haber aldım,” gibi oyuncaklar edinil-
di.

Geleceği herkes bilirse olacaklara göre tedbir alabile-


ceğimize inandırıldık. Görülmeyeni anlamak ve iste-
diklerimizi var etmek için enerji güçleri oluşturduk. Bu
güç enerjilerimizle oyun bahçesindeki oyunları artık
istediğimiz gibi oynayabileceğimizi zannettik, istedik-
lerimizi elde edebileceğimize inandık. Yani gaye, oyun
bahçesindeki oyuncakların “EN”lerinin yapılmasıydı.

Şimdi bunların neden olamayacağına tek tek bakalım:

- “Bizim hislerimiz güçlü.”


Evet, hislerimiz güçlü ama kendimizle ilgili olanları
bilmek için güçlü, başka insanlarla ilgili bir şeyleri
bilmek için güçlü değil ve kendimize yetecek kadar.

71
Aynı şekilde, iç organlarımızın, fiziksel bedenimizin
eşsiz ve güçlü oluşu gibi. Sadece kendimize yetiyor.
Beş duyumuz da eşsiz ama kendimiz için eşsiz. Bendeki
oluşum bana yetiyor, diğer insanlar için de onlara ye-
ten onlarda var. Yani herkes kendindekini kendisine
kullanacak.

Halbuki “oyun alanı”nda kendimizdekini başkasına


kullanacağımıza inandırılıyoruz, böylece “Başka in-
sanlar da bana yardım edecek,” diye olması mümkün
olmayan bir oyunun içine giriyoruz. Bu oyunda
kaybeden daima insanlar. Her durumda kazanan da
Allah’ın karşısında olan, böylece doğal oluşuma karşı
oyunu kuran ve yöneten, bunun için de insanları kul-
lanan negatif enerji.

Tabii benim asıl anladığım, Allah’ın ve gerçek doğal


oluşumun karşısında, negatif enerjinin bütün gayre-
tiyle insanları kandırma yöntemlerini kullansa da
kazanamayacağıydı. Çünkü negatif enerjinin yaptır-
mak istediği ve inandırdığı hiçbir şey gerçek değildi,
“SANAL”dı. “OYUNUN İÇİ” idi.

Çok önemli bir şey algılamıştım. GÜÇ yoktu. Bunu


fark ettiğimde şoke olmuştum. Bana göre çok çeşitli
oluşumları ben güç diye biliyordum. Gördüğüm,
beğendiğim şeyleri zihnim bana güç diye inandırmıştı.
Böylece, “Güç var,” inancım oluşmuştu. Altı boş, hiç
işe yaramayan, karşılığı olmayan bir inançtı. Bu inanca
inanmaya devam ettikçe, karşılığı olmayan, karşılığı
sıfır olan bir şeye inandığım için sonunda sıfır bir olu-
şumla karşılaşıyordum.

72
Gücün karşılığı bana gösterildiği, bana inandırıldığı
gibi değildi.

Dışarıda görüp beğendiğim bir kişi güzelse zihnim


bana, “Güzellik güç,” diye göstermiş ve böyle inan-
dırmış. Korkularım dönüştükçe, gözüm açıldığı için
güzel kadınların da neler yaşadığını görebildim. Son-
ra da güzel kadınların da benim istemediğim şeyleri
yaşadığını fark etmeye başladığım için, “Güzellik güç
olsaydı bunları yaşamazlardı,” demeye başladım.

“Para güç ve zengin insanlar güçlü,” diye inanmış-


tım. Tabii artık zihnim ve gözüm açıldığı için zengin
insanların yaşadıkları da benim zannettiğim güçlü
profiline uymuyordu. Ya da “Para güç ise hastalıklarla
başa çıkabilecek kadar güçlü değil mi?” diye artık
sorgulamaya başlamıştım. İnandıklarımın inandığım
gibi olmadığını fark eder oluyordum. Böylece, “Güç
var,” inancım, içimde dağılıp yok olabiliyordu.

Güç üzerine oynanan bu oyunları görebildikçe içim-
deki güçle ilgili bütün inançlar bitti. İnsanın, doğal
oluşumun gücü kaldı. Zaten o da güç değil, insanın
kendisiydi. Kendi yapabildiğim her şey, doğal olarak
beni güçlü yapıyordu. Dışarıdan bir şeylerle kendimi
güçlü zannetmem gerekmiyordu. Nasıl bir kişi devamlı
ismini söyleyerek dolaşmıyorsa, “Ben güçlüyüm,” diye
de dolaşmayacağımı anladım. Böylece bir inancım da-
ha tamamen bitmiş oldu.

O zaman da “Bizim hislerimiz güçlü,” demem gerek-


mez. İnsan olarak yaradılış halim tamam. Her yapabil-
diğimle ve her verdiğim kararla, zaten her halimle doğal

73
olarak güçlüyüm. Dışarıda gücün sahtesini yaratıp,
sonra da kendimi sıfırlayarak yaşamam gerekmiyor.

- “Olacakları bileceğiz.”
Kendi yaşayacağım ve kendi başıma geleceklerle ilgili
biraz tahmin yürütebilirdim. Çünkü az çok neyi, hangi
düşünceyle yaptığımı biliyordum. Ama ne tabiatla ilgi-
li, ne dünyanın geleceği ile ilgili ne de başkaları ile ilgili
olacakları bilecek yapıda yaratılmıştık. İnançlarımı ve
korkularımı dönüştürdükçe geleceği bilmenin müm-
kün olmadığını algılamıştım. Bildiğimiz geleceği bize
bildirenin, bizi yönetmek isteyen, insanı önce korku-
tup sonra da vereceği bilgilere bağlamak isteyen
negatif enerjinin işi olduğunu anlamıştım.

Artık gelecekte olacaklarla ilgili bir şey duyduğumda


hiç inanmıyordum. Ancak bir duygu, bir tedirginlik
hissedersem o hissimden giderek korkumu buluyor-
dum. Bana lazım olan, duyduklarımdan etkilendikçe
kendi korkularımı dönüştürmekti. Böylece o olay ol-
duğu zaman ben hiç etkilenmiyordum. Korkarak o
günleri bekleyeceğime korkumdan kurtuluyordum.

Biz başımıza gelenleri günlük yaşantımızdan takip


ederek kendimiz için gerekli hamleleri yapacak özel-
likteyiz. Yani karar mekanizmamız kendi elimizde.
Korkularımız ve işe yaramayan inançlarımız, bu karar
mekanizmamızı eline geçirmemişse asıl sahip oldu-
ğumuz güç bu. Tabii bu özelliğimizi oyunu yöneten
mekanizmaya kaptırmadıysak.

- “Üçüncü gözüm açık.”


“Sezgim kuvvetli,” diyenlerin yaptıkları meditasyon-

74
larla bildiklerinin, spiritüel oyun alanından gelen
bilgiler ve onların gösterdikleri görüntüler olduğu-
nu anlamıştım. Yani spiritüel oyun alanından bilin-
mesini istedikleri bilgi ve görüntüleri veriyorlar
diye algılamıştım. O kişi de “Biliyorum,” diye onları
söylüyordu. Zihni, “Bunları söyle,” diye yönlendiri-
yordu. “Gördüm,” dediği de zihnine verilen görün-
tülerdi. Bu yöntemle birçok kişi kullanılarak spiritüel
bahçenin yaymak istediği bilgiler de yaşamımıza girmiş
oluyor.

Artık bunları anladıktan sonra üçüncü göz ve sezgi


gibi oyuncakları kullanamazdım. Başkaları için bir şey
bilemeyecek olduğumu zaten biliyordum. Başkasında
gördüklerimin, hissettiklerimin bende olanlar oldu-
ğunu “Ayna” çalışmasını keşfettiğimde anlamıştım.
Bir insan başkası hakkında bir şey biliyorsa, aslında
görebildiği kendinde olanlardır, üçüncü gözüyle ve
inandığı sezgi gücüyle başka bir insan hakkında söy-
ledikleri doğru olamaz. Zaten bilemeyecek şekilde
yaratılmamız güzel olan değil mi? Neden bana ait olan
hatta benim için sır olması gereken bir şeyleri, biri
gözünü kısarak üçüncü gözüyle gördüğünü söyleyerek
bilsin ki?

Ben bu yapılan uygulamaların Allah’ın verdiği bir


özellikle yapılmadığını, negatif enerjinin oyunların-
dan olduğunu algıladığımda çok sevindim. Bu oluşum
muhteşemdi, Allah’ın yaratımına yakışır şekildeydi.

Ben kendi çalışmalarımı yaparken karşıma üçüncü


gözleri ile gören, her şeyi sezgileri ile hisseden birçok
kişi çıktı. Bir gün yine her zamanki büyük isyan

75
edişlerimden birini yaptım. “Herkes her şeyi görüyor,
hepsi her şeyi çok güçlü hissediyor. Ben bu kadar
çalışma yapıyorum, korkularımı dönüştürdüm, inanç-
larımı bitirmeye uğraşıyorum, çocukluğumdan bugü-
ne kadar olan kızdığım konuları dönüştürüyorum,
hatta enerjim ne kadar değişti ki ilk kitabımın 190.
sayfasında anlattığım geçmiş hayat çalışmasını yapa-
bilir hale geldim, bu arada hastalığım bitti, artık hiç
ilaç içme ihtiyacı hissetmemeye başladım ama onların
gördüğü şeyleri göremiyorum, hissettikleri şeyleri
hissedemiyorum,” diye gerçek bir isyanda bulundum.

Neredeyse her şeyi bırakıp hastalığıma bile geri döne-


bilirdim. İşte yine o anda, içimden en büyük ikaz geldi.
“BÖYLE KAL, HER ŞEY SENİN KENDİN KADAR,” dedi. O
ses içimden o kadar kuvvetli geldi ki sadece, “Tamam,”
diyebildim. Bu algı birkaç gün içime iyice yerleşene ve
ben bu algıda olana kadar, o kişilerin söyledikleri ve
yaptıkları, bir uğultunun, bir gürültünün uzaklaşması
gibi benden uzaklaştı. Bir daha hiç duymadım, benim
o kadar yakınıma gelmedi. Çünkü bunların olabilece-
ğine olan inancım tamamen bitmişti.

Artık böyle şeylere inananlarla bir arada olmam ge-


rekmiyordu. Yaptırdığım çalışmalar sırasında birçok
kişi geçmiş hayatlarında böyle inandıkları yaşam-
larını gördüler. Bu yaşamlarında inanmıyorlardı, ama
geçmiş yaşamlarından birinde onlar da her şeyi hisse-
den, üçüncü gözleri ile gören, semboller aracılığı ile
enerji güçleri olduğuna inanan kişilerdi. Yaptıkları
çalışmalarla o yaşamlarından bugüne kadar gelen
inançlarını dönüştürdüler. Bu kişiler bu hayatlarında

76
böyle şeylere inanmayan ve bu tarz olaylara çok kızan
kişilerdi. Kendilerini kızdıran tariflerden yola çıkarak,
kendilerinin aynı şeyleri yaptıkları hayatlarını gördüler.
Önce çok şaşırdılar, ama maalesef “Ayna” sistemi her
ortamda işliyor.

Bu çalışma sistemi ile korkularımız bittikçe, kendimizi


görüp kendimizi inceleyebiliriz. Bu bize faydalı olan.
Başkalarının durumlarını anlamaya çalışmak, kendi-
mize bir şey kazandırmaz, ama sözü dinlenmediği için
kendini çeşitli ortamlarda değersiz, önemsiz hisseden
korkularımızın işine yarar. Çok kısa bir zaman için o
korkular mutlu olur, ama bunları yapmak için bağlan-
dığımız, yani bilgileri aldığımız negatif enerji ile iş bir-
liği, bizi yaşamak istemeyeceğimiz ortamlara sürükler.
Halbuki kendimizi değersiz, önemsiz hissettiren kor-
kuyu bulup dönüştürsek kendi doğal yaşamımızı yaka-
larız, negatif enerjinin de oyuncağı olmayız.

- “Ben seni iyi edebilirim.”


“Ben şifacıyım,” diyemeyeceğimizi de kendi hasta-
lıklarımın, beni hasta eden inançlarımı ve korkularımı
dönüştüre dönüştüre, kendim değiştikçe bittiğini
gördüğümde anlamıştım. Ve bunu bizzat yaşadığım
için hiç kimseyi hiç kimsenin iyi edemeyeceğini artık
biliyordum. Beni kimse iyi edemedi, ben de kimseyi iyi
edemem. Yani, “Ben şifacıyım,” oyunu oynayamam.

Ben zaten kendi inançlarımı oldurtmak için mücadele


ederken hastalanmıştım. Bir insan onu hasta eden
inançları ve korkuları bitmeden iyileşemeyeceğine gö-
re ve insan, isterse kendi inancını ve korkusunu sadece

77
kendisi değiştirebileceğine göre, kimse şifacı olamaz.
Kimse kimseyi iyi edemez. Sadece o an geçici olarak,
o sırada başka korkusu iyi hissettiği için iyi olmuş gibi
gözükür. İyi oluşu devamlılık göstermez, bir gün açık
bir yer bulup tekrar ortaya çıkana kadar sürer.

Bu durumda, görülüyor ki “spiritüel bahçe” çok daha


sahte; insan halleri, insan oluşumu hiç yok. İyice zan-
nettiklerimiz var. Birilerinin, görünmeyen güçleri ile
kendilerini güçlü zannetmeleri var. İnsanın doğal hali
hiç yok. Gözle görünmeyen, güç zannettiğimiz ener-
jiler var. Ne işe yaradığı belli olmayan semboller, kris-
taller var. İnsanlar bu malzemeleri kullanarak oyun
bahçesinde yaratılan oyunla başa çıkabileceklerine
ve oyunun içinde kuvvetli taraf olabileceklerine ina-
nıyor.

“Oyun bahçesi”nde ise insan var; insana kendisini


güçlü zannettiren malzemeleri var. İşi var, ailesi var,
mesleği var ve her gün o mesleğini yapıyor. Yani
canlı, hareketli yaptıkları var. Fiziksel bedenini kul-
lanıyor. Ama o da boşa mücadele ediyor. Kendini yok
zannederek kendini işiyle, ilişkisiyle, ailesiyle, ba-
şaracağını zannettiği şeylerle var etmeye çalışıyor.
Yani oyun bahçesinde görülen bir mücadele var, bir
hareket var, canlılık var. Ama sonuç yok. Sadece daha
canlı yaşanıyor. Yapılanlar gözle görülüyor. Sadece
beklenen neticeler olmuyor. Çünkü o beklentileri
veren oyunun kendisi. Bizim asıl isteğimiz değil, bize
dışarıdan istetilen.

“Spiritüel bahçe”de insana dair bir yaşam hareketi,

78
canlılığı yok. Sadece altı boş tekniklerin ardı ardına
kullanılması var.

Spiritüel bahçede insan, kendi yapmaya muktedir ol-


duklarının dışında var zannettiği sanal bir oluşumun
içinde, her şeyi görmeden zihni ile biliyor. Bedenini ha-
reket ettirmeden sadece zihninde yaşıyor. Tamamen
zannetme halinde, ilk adımı sırasında da aldığı sonuçta
da zannetme yaşıyor. Kendince iyi zannettiği halini,
“Çok huzurluyum,” diye tarif ediyor.

Bir insanın gerçekten huzurlu olabilmesi için inançları-


nın ve korkularının bitmesi gerekir. Korkular içinden
konuştukça nasıl huzurlu olabilir ki? Ancak spiritüel
bahçenin öğrettiği duyguları bastırma, duyguların üs-
tüne çıkma teknikleri ile yaşadığı olaylara kendince
verdiği gerçek olmayan cevaplarla olabilir. Bu doğal bir
hal olmadığı ve asıl inançları ve korkuları içinde hala
durduğu için bir gün bir olayla ortaya çıkacaktır, bende
çıktığı gibi.

Oyun bahçesinde ise, “Sen yaparsın,” diye kandırılarak


işe başlatılıyor. Sonucunun da tam istediği gibi
olacağına inandırılıyor. Böylece bütün gayreti ile o işi
yapması için devamlı teşvik ediliyor. Müthiş bir şekil-
de fiziksel bir uğraş oluşuyor. Tabii sonuç söylendiği
ve ona inandırıldığı şekilde gerçekleşmiyor. Bu sefer
de “Ben yetersizim, ben yanlış yapıyorum,” diye inan-
maya başlıyor. Bu, zaten oyunun insanlar üzerindeki
galibiyeti.

Aradaki farkı şöyle açıklıyayım:


Eve geldiniz, çocuklar salonda oyun kurmuş oynuyor-

79
lar. Birbirlerine kızıyorlar, bağırıyorlar, ağlıyorlar, orta-
lığı dağıtmışlar. Aralarından birkaç çocuk da ayrılmış,
yemek masasının altında hiç kımıldamadan bağdaş
kurmuş oturuyor. Onlara gidip, “Ne yapıyorsunuz?”
diye sorduğunuzda biri, “Gözümü kapadım, kendi hoşu-
ma giden şeyleri izliyorum,” der. Diğeri de, “Gözümü
kapadım, onların arasında olmak istemiyorum, kendi
hayallerimi yaşıyorum, benim güçlerim var,” der.

Yaramazlık yapan çocuklar canlı canlı hareket ediyor


ve zaman zaman da olsa insan tarafları devreye gire-
rek beş duyuları ile yaşadıklarını hissediyorlar. Halbuki
diğer çocuklar canlılığını kaybetmiş, zihinlerinde oyun
oynuyorlar. Şimdilerde çocuklarınıza kızıyorsunuz ya,
bilgisayarda sanal oyunlar oynuyorlar diye, zamanında
bizim “yakan top” oynadığımız canlılıklar onlarda yok
diye, işte “oyun bahçesi” ile “spiritüel bahçe” arasın-
daki fark budur.

Aslında yaşanan neticeler aynıdır. Ancak oyun bahçe-


sindekiler, yaşadıkları sonuca göre acıyı ve yaşadıkları
problemi canlı yaşarlar.

Spiritüel bahçedekiler, yaptıkları meditasyonlarla


kendilerine bir şey olmayacağına inandırıldıkları için,
yaşadıkları olaylar için,
“Bana bir şey olmaz,”
“Acımıyor ki!”
“Kabul ettim,”
“Bu bir deneyim,”
“Sınanıyorum,”
“Bu benim sınavım,” derler.

80
Bu sözlerle duygularını bastırmaya ve olanları yaşama-
dıklarını zannetmeye geçerler. Yani donmuş gibidirler.
En önemli inançları da
“Bana bir şey olmaz,”
“Gelip beni kurtaracaklar,” inançlarıdır.

Buna inandıkları için de her şeylerini kaybetmeye


razıdırlar. Zaten her şeyini verirse ya da maddi olan
her şeyini kaybeder ve bırakırsa, gelip kurtaracaklar
diye bilirler. Daha da ileri giderek, ne kadar çok acı
çekerlerse o kadar çok yükseleceklerine inanırlar. Kur-
tarılmanın bu olduğunu zannederler.

Oyun bahçesinde kurtarıcı figürü her zaman,


“Güçlü bir kişi,”
“Baba,”
“Koca,”
“Para,”
“Yüksek eğitim,”
“Bilgi,”
“Başarı,” gibi şeylerdir.

Spiritüel bahçede kurtarıcı, bazı inançlara göre “uzay


gemileri,” bazı inançlara göre “başka gezegenler,” bazı
inançlara göre geleceğine inanılan, din kitaplarının
yazdığı “kurtarıcılar”dır.

Böylece spiritüel bahçenin zemini de şimdi göremedik-


leri ama zihinlerinde bildikleri, “Kurtarılacağız,” inancı-
dır. Bu kurtarılma inancı, bazı durumlarda insanlara
kendilerini kurtarıcı zannettirir, bazı durumlarda kur-
tarıcı tarafından kurtarılacaklarına inandırır. İki ucu da
yine insanın kendi oluşumuna terstir. Böylece netice

81
alamadıkları bu kurtarıcı inancı da onları devamlı bek-
lemede tutar.
O kurtarıcı gelse de geldiğinde zaten kimseyi kurta-
ramayacağını, çünkü kurtulmanın bireysel olduğunu
algılamıştım. Böylece zihnimde bildiğim, “Kurtarıcı
var,” inancı benim için bitmişti. Bir çalışmam sırasın-
daydı. Çok kızgın olduğum bir konuyu çalışıyordum.
Zihnimden, “Merak etme, sana bir şey olmaz, kurta-
rılacaksın,” diye bir şey duydum. O kadar şaşırdım
ki, “Peki, ne zaman?” diye sordum. “Bekle gelecek,”
dedi. O anda öyle bir uyandım ki, nasıl bir oyunun
içinde olduğumu anladım. “Madem bir kurtarıcı var
ve gelecek, o zaman şimdi gelsin, beni kurtarsın. Ben
de şimdi göreyim,” dedim. Tabii bu ses kayboldu,
uzaklaştı ve gitti. Burada yazdığım kibarlıkta da söy-
lememiştim. İçinde biraz küfür de vardı.

İşte kendime ve kendi gördüklerime sahip çıkmak bu,


hayat bu kadar basit. Kendi probleminden kendin çık,
bekleme. Bekletiliyorsun, kandırılıyorsun. O, gelecek,
diye beklediklerin bir türlü gelemiyor. Yıllardır verilen
ileri tarihler günü geldiği zaman hep boş çıktı. Ama
herkes hala inanmaya devam etti. Çünkü insanlara o
kadar çok kendisi için kendinin bir şey yapamayacağı
inandırıldı ki, insanlar bu inancı bırakıp ne yapsın,
inanmaya devam etmek daha iyi geliyor. Böylece bir
şeye tutunmuş oluyorlar.

Şu anda bu kurtarıcıları bekleyenler hem kendi ha-


yatlarını kötü yaşıyorlar hem de acı çekerek ölü-
yorlar ama hala kurtarıcı gelecek diye inanıyorlar.
İnançlarımız ve korkularımız dönüşmeden problem

82
olan olay hep devam eder. Adresler, kişiler değişir ama
problemim hep aynı şekilde hatta daha da büyüyerek
devam eder.

Halbuki her zaman yaşanan toplu olayların içinde


bile herkesin bireysel olarak ayrı neticeler aldığını
görüyoruz. Aynı olayda herkes aynı neticeyi almıyor.
Yani yaşadığımız her olayın içinde bireysel, kendimi-
ze ait neticeler alıyoruz. Çok ağır bir kazada beş kişi
ölürken birinin burnunun bile kanamadan çıkması gibi.

Bu örnek size çok basit gelebilir ama bu örnekten


devam ederek örneği daha kuvvetli, güçlü örnekle-
rin içine dahil edin. Aynı neticeyi bulursunuz. Yeter
ki olaylara kendi gözünüzle bakın. Toplu gözlükle
bakmayın, sizi yanıltır. Toplumun genelinde yaşanan-
lara bakarak kendi yaşayacaklarımı değerlendiremeye-
ceğimi algılamıştım.

Her şeyin anlık ve kişinin kendisi kadar olduğunu,


Herkesin her olayda kendi kadar netice aldığını,
Kimsenin neticesinin kimseye benzemediğini anlamış-
tım.

Çünkü o neticeyi yaşatan asıl sebep herkeste başka,


onun için başka başka neticeler alıyoruz. Olayı ya-
şamamıza sebep olan kendimizdeki sebebi bulup
dönüştürdüğümüzde, netice yine kendimiz kadar de-
ğişir. Benim çalışmalarım başkalarındaki neticeyi de-
ğiştirmedi, bendeki neticeyi değiştirdi. Çevremdekiler
kendilerine ait inançlarla ve korkuları ile yaşamaya
devam ettiler.

Çalışmalar sırasında spiritüel inançları kuvvetli kişiler,

83
kendi zihinlerindeki “Atlantis batış” sahnesinde,
Atlantis’i kurarken kullandıkları “bilgiler”in doğru şey-
ler olmadığını algılamak yerine, “Bırakmayacağım, bir
daha yapacağım,” inancı ile öldüklerini gördüler. Hatta
kullandıkları enerjilere ve “En güçlü biz olacağız,” isteği
ile yönlendirildikleri bilgilere o kadar inanmışlardı ki
batış sırasında bilgilerin doğru olmadığını algılamak
yerine, zihinlerinde
“Ben suçluyum,”
“Ben sorumluyum,”
“Ben yapamadım,”
“Bir daha yapacağım,” gibi inançlarla ölmüşlerdi.

Bu inançlar hala zihinlerinde olduğu için, bu hayatla-


rında da yaşadıkları her olayda, “Benim yüzümden
oldu,” ya da “Ben suçluyum,” diyerek yaşıyorlardı.
Bu kişiler, zihinlerindeki bu inançları çalışmalar sıra-
sında dönüştürdüklerinde, orada yaşanan yıkımın
sebebinin o yaşamda inandıkları “bilgiler” olduğunu,
o sahnelerde algıladılar. Bu bilgileri de o yaşamlarında
irtibat kurdukları ve kurtarıcı olarak bildikleri uzay
gemilerinden aldıklarını gördüler.

Çalışmalar sırasında, uzay gemilerinin kendilerini


kurtaracağına olan inançlarını bırakarak uzayla
irtibatta olmayı bıraktılar. Yani uzay gemileri tara-
fından kullanılmaktan çıktılar. Atlantis’in batışının
kendilerinin yüzünden olduğunu zannederken,
ileri uygarlık diye bildikleri uzaydan verilen bilgi-
lerle Atlantis’in kurulduğunu ve insanların bu sanal
bilgilerle yönlendirildiğini anladılar. Yani batan At-
lantis değil, uzaydan ileri teknoloji adı altında verilen
bilgilerdi. Böylece gelen bilgilerin insan yaşamı için

84
doğru olmadığını, uzaydan gelen bilgilerle yanlış
yönlendirildiklerini fark ettiler ve “Benim yüzümden
oldu,” inançlarını bitirdiler. Bu çalışmaların önemi,
başka uygarlıkların kendilerinden daha çok şeyler
bildiğine dair inançlarının bitişiydi. Dünya yaşamını
başka gezegenlerden gelen bilgilerle yaşamanın doğ-
ru olmadığını anladılar.

Böylece o bilgilerin doğru olduğuna olan inançları bit-


tiği için kendilerini artık suçlamaz oldular. O bilgilere o
kadar inanmışlardı ki işe yaramayan, kendilerinin yan-
lış yönlenmelerine sebep olan bilgileri zihinlerinde
korumuş ve başka yaşamlarında da gizleyerek sakla-
maya çalışmışlardı.

Her yerde duyarız, “gizli bilgiler” diye. Geçmiş hayat-


larını çalıştırdığım kişiler, o sakladıkları bilgileri hatırla-
dılar ve onların hiç işe yarayamayacak şeyler olduğunu
anladılar. Çünkü o bilgilerle yapmak istedikleri,
“Ölümsüz olmak,”
“Sonsuz olmak,”
“Her istediklerinin olması,”
“Biz yönetiriz,”
“Dünyaya hakim olacağım,”
gibi isteklerinin zaten yaşamın doğal akışında olama-
yacağını, çalışma sırasında anladılar. Böylece kendi
enerjilerini gereksiz bir inanca vermemiş oldular.
Çünkü enerjilerini, farkında olmadan, inandıkları şey-
lere vererek o inancı yayıyorlardı. Ama o inançlar inan-
dıkları gibi değildi. O yüzden kendi enerjilerini boşa
harcamaları gerekmediğini anladılar. Böylece kendileri
için kullanmaları gereken enerjileri kendilerine dön-
müş oldu.

85
Geçmiş hayatlarında yaşadıkları enerji ve güç or-
tamları, o devirde işlerine yaramadığı ve o hayatla-
rında bekledikleri neticeleri alamadıkları halde, o
yaşamlarında ölürken, gelinen son, onları o kadar
şoke etmiş ki, “Bir daha yapacağız,” diye inanmışlar.
Bu inançları zihinlerinde kaldığı için o inançlarında-
ki enerjilerin bir daha oluşması için de zihinlerinde
aynı bilgiler olanlar, birçok yaşamlarında tekrar bir
araya geldiler. Bu toplanmalar, bir araya gelmeler so-
nucunda inandıkları güçlerin gerçek olmadığını ve kul-
landıkları yöntemlerin boş olduğunu algılamaları ve
bu inançlarını bırakmaları gerekiyordu. Bunu yapmak
yerine yeni oyunlar yarattılar. “Bu sefer başarabiliriz,”
diye inandılar.

Şimdilerde yapılan keşifler ve insanlığı ileri uygarlığa


taşıyacağız diye uyguladıkları yöntemler, zihinlerinde
kalan Atlantis kuruluş bilgileri olduğu için insanın
doğasına uygun değil ve insanın ulaşacağı bir üst
uygarlık yok. Bu bilgilerin içinde yine Atlantis çöküş
zamanından kalan, “Yok olduk,” kaldığı için bu çalış-
maları yapan kişilerin ağzında, “Dünya yok olduğu za-
man,” diye bir söylem var.

Bir insan daha evvel yaşanmış bir şeyi kendi yaşan-


mışlığından bu kadar bilmese nasıl böyle emin olarak,
“Dünya yok olduğu zaman,” der? Burada hatırladığı
Atlantis’in yok olduğu sırada kendi yaşadığı duygular
ve böylece ölürken Dünya’nın yok olduğunu zannet-
mesi. Halbuki dünya yok olmadı, kendi bulunduğu
bölgede hiç yıkılmayacak zannettiği yerler ve kendi
yaptıkları yıkıldı.

86
Şimdi de böyle inançları olanları kullanarak, ileride
olacak diye insanları korkuttukları yok oluşa yeni ça-
reler ürettirmeye çalışıyorlar. Hem kendi zihinlerinden
hem de oyunun kurgusu tarafından böyle yönlen-
diriliyorlar. Bu çalışmaların isteği, kendilerinin de
açıkladığı gibi Dünya yok olduğunda insan neslinin
gideceği yeni yerler ve yeni yaşam ortamları yarat-
mak. Burada asıl hedef insanın ölümsüz olması ve
isteklerini yapabilmeleri. Spiritüel bahçe zaten bu
amaçla oluşturuldu.

Tabii zaman içinde hiç kimse bu “spiritüel oyun


alanı”ndan beklediği faydayı göremiyor. Çünkü daha
evvel de güç adına yapılanlar işe yaramamıştı, şimdi
de yaramıyor. Hatta geleceğini bekledikleri, onlara
göre kurtarıcılar, bu süre içinde gelmediler. Ama bu
inançta olan insanlar tekrar tekrar birbirine bağlan-
sın, dağılmasın, yayılmaya devam etsinler diye yeni
bir inanç edinildi. “Biz kendimiz için yapmıyoruz. Top-
lumun ve dünyanın geleceği için çalışıyoruz,” demeye
başladılar.

Gözüken o ki yaptıkları ferdi olarak kendi işlerine ya-


ramadı. “Bu yaptığımız işe yaramadı, bunlar doğru
değil. Hatta bu enerjiler geçmişte de işimize yaramadı.
Koca kıtalar battı, kimseyi kurtaramadık,” deseler bu
boş inançlarından kurtulacakken, inançlarına o ka-
dar sarıldılar ki bırakmak istemediler, kullandıkları
malzemeleri toplum yararına kullanıyorlar diye kendi-
lerini kandırmaya devam ettiler.
Bu inançlarını dönüştürmemiş kişilere, “Bu enerji
çalışmalarınız toplumun işine ne zaman yarayacak?”

87
diye sorduğumuzda, “Gelecekte,” veya “Kıyamette,”
diyorlar. Böylece eski inançlarını bırakmadıkları için
yine ne olduğu ve ne zaman olacağı belli olmayan
sanal bilgiler içinde, sadece bu inançları var etme
uğruna kendileri yok oluyor. Bu arada yaşamlarında
kendi problemleri devam ediyor. Yani oyun bahçesin-
de oldurtmaya çalıştıkları oyunlara inanmaya ve var
etmeye devam ettikleri için oradaki problemleri de
devam ediyor. Hastalıkları ilerliyor ama onlar o kadar
inanmışlar ki, kendilerinin toplum için yararlı şeyler
yaptıklarını zannediyorlar. Negatif enerji onları böyle
ikna ediyor.

Artık inançları gözlerini o kadar kör etmiş ki, “Benim


işime yaramayan toplumun işine nasıl yarasın?” soru-
sunu sormadan inanmaya devam ediyorlar. Ben çalış-
malarım sırasında, benim işime gerçekten yarayan
bir şey varsa onu herkesin kullanabileceğini, herkese
yarayacağını, ancak bana yaramayanın toplumun işi-
ne ve geleceğine de yaramadığını çok net anlamıştım.
Her şeye kendim kadar bakmaya ve değerlendirmeye
başlamıştım. Çünkü korkularım ve inançlarım dönüş-
tükçe zihnim beni kullanamaz oluyordu. Gördüklerim
ve yaşadıklarımla yol alabiliyordum. İnançlarımdan
gittikçe özgürleşiyordum. Bu inançların toplumların
da işine yaramadığını görüyordum. Acaba kimin işine
yarıyor?

İnsanı eline geçirmeye çalışan negatif enerjinin işine


yarıyor. İnsanı her an kandırmaya ve kendi doğallığın-
dan çıkmaya zorlayan negatif enerjinin işine yarıyor.
Allah’la mücadele eden ve Allah’ın yarattığı insanların
tam ve mükemmel olduğunu kabul etmeyen negatif

88
enerjinin işine yarıyor. Eğer insan kendini, “Bir gün uzay
gemileri gelecek, bizi kurtaracak,” ya da “Evleneceğim,
kocam beni kurtaracak,” diye uzaya veya kendini
kurtaracağına inandığı herhangi bir kişiye, kendisinin
işe yaramaz bir şey olduğunu zannederek teslim edip,
kendi varoluşunu yok ederse bu, onu yok etmek iste-
yen negatif enerjiye yarar.

Negatif oluşum, insanın her yok olduğu an var olur.


Yani negatif enerji, insanın yok oluşu ile beslenir. İnsan
da kendi dışında neye inanırsa o an yok olur, inandığı
var olur. “İnandığı var olur,” demek, eğer o kişinin
inandığı bir insan ise, o insan bir süre var olmuş gibi
gözükür. Çünkü o kişi ona inananlarla var olmuştur.
Eğer kendi doğal hali, inananların inandığı gibi değil-
se, yani bu inanmanın altı boş ise, ona inananlar
inanmayı bıraktığında o da yok olur. İnananlar da
o inandıkları kişiye tutunarak var oldukları için, ne
kadar kişi inanmışsa o kadar insan kendini yok ediyor
demektir. Bu sirkülasyon da yine negatif enerjinin işi-
ne yarar. Çünkü bir vuruşla, bir kişiye inanan yüzlerce
insanı zaten yok etmiş olur. Onlar inandıkları kişinin
inandıkları gibi olmadığını fark edip, o kişiye inanma-
nın kendilerine yaramadığına uyanınca, bu sefer, o var
ettikleri insan da beslenecek enerji bulamayacağı için
çöker, yok olur.

Hızlı yükselmeler bu yüzden hızlı çöküş getirir. Bir yere


birileri ile gelinirse, o kişiler olmadığında, o kişinin
geldiği yere inmesi gerekir. Çünkü kendi çıkmadı. Eğer
kendi isteğiyle ve kendi oluşan adımları ile çıktıysa
her adımdan sonra çıktığı yere kendi basarak yerleşir.
Duramadığı bir basamak olduğunda, sadece bir basa-

89
mak iner, daha fazla inmez, diplere düşmez, çünkü
daha evvelki basamakta bir zaman geçirmiştir. Orası
onun yeridir. Ancak bir üste çıkıp, birkaç kere tekrar
bir alt basamağa inebilir. Bu düşmek değil, yerleşmeye
çalışmaktır. Bu doğal halimizdir.

Yeter ki yukarı çıkmak için birilerinin elini kullanma-


yayım ya da birilerinin enerjisi bana iyi geldi diye
inanmayayım. Çünkü gerçeğimiz, yaradılış halimiz bir-
birimizden enerji ile beslenme üzerine değildir. Dışa-
rıdan beslendiğimize inandığımız enerji, bizi içinden
çıkamayacağımız yere taşır, hatta ilk başladığımız
basamağın da altına ineriz, diplere düşeriz. Yani bizler
bir elmanın iki yarısı değiliz. Elma bütün olduğu gibi biz
insanlar da bütünüz. Ağaçta hiç yarım elma gördünüz
mü? O zaman insan neden yarım olsun? Yaptığımız
benzetme bile yerinde değil.

Gerçeğimiz her yere kendimizce gitmektir. Bunun için


de kendi enerjimiz kendimize yeter. Kendi enerjimle
geldiğim yer benim yerimdir. Başkalarının enerjisi ile
geldiğim yer emanet yerdir.

Oyunculara, şarkıcılara, sporculara gösterilen ilgi, bu-


na güzel bir örnektir. Oyuncuların filmlerini izleyerek,
şarkıcıların şarkılarını dinleyerek, sporcuların maçla-
rını seyrederek beraber güzel zamanlar yaşayabiliriz.
Ancak bağlandıkça hem onları hem kendimizi yok
ederiz.

Bu yüzden negatif enerji kendi beslenmesi için daima


insanları birbirine bağlar. Bir bağ biter, diğerini bağ-
lar. Hani çivi çiviyi söker derler ya, işte asıl yapılmak

90
istenen, insanların devamlı birbirine bağlanmaları-
dır. Bağlansınlar da nereye olduğu önemli değil, yeter
ki insan kendi mükemmelliğini fark etmesin, daima
başkasına hayran olsun ya da başkasının kendine fay-
dalı olduğuna inansın. İnsan kendinin mükemmelliğini
fark ederse kendisini etkileyen negatif enerji yok olur.

Çalışmalarım sırasında, önemli olanın, yaşadığım


problemimin ne olduğunu keşfedebilmem olduğunu
algılamıştım. Yapılabilir bir şeyin mi yoksa imkansız bir
şeyin mi peşinde koşuyorum? Önce bunu anlamalıydım.
Eğer imkansız bir şeyse bırakmam gerekiyordu. Bıra-
kabilmem için de o inandığım neyse, ona neden ihtiyaç
duyduğumu keşfetmeliydim. O duyduğum ihtiyacı, an-
cak kendim için kendime ben sağlar hale gelirsem,
kimseye bağlanmam gerekmeyeceğini anladım. Kendi
ihtiyacımı kendime ben sağlayamazsam, bu sefer, be-
nim ihtiyacımı karşılayacağına inandığım o kişiyi hiç
bırakamam ve o bırakamayışım bana devamlı acı verir.
Çünkü benim beklediklerimi bana o kişi sağlayamaz.
Ben de yapmasını beklerim, o yapmadıkça ben acı çe-
kerim.

Kendi sorunlarımın sebebini araştırdığım sıralarda


keşfettiğim çalışma sistemi, yaşadığım, beni üzen her
olayın oluşumuna sebep ne ise, onu bulmamı ve onu
bırakabilmemi sağladı. Bu çoğunlukla inançlarımdı.

Böylece herkesin olaylardan kendine göre başka bir


şekilde etkilendiğini fark ettiğim zaman çok sevindim,
çok rahatladım. Artık benim için korkacak ve birisi
tarafından kurtarılmayı beklememi gerektirecek bir
şey kalmamıştı. Tek kurtulmam gereken inandığım
şeylerdi.
91
En önemlisi, benim başıma kötü bir şey gelmesin,
beni koruyabilsinler diye yakınımdaki insanların iyi
olmaları için de uğraşmam gerekmediğini algıladım.
Yani başkalarını iyi ederek kendim iyi olamayacaktım.
Böylece artık “oyun bahçesi”nden çıkabilirdim. Beni
kimsenin kurtaramayacağını anladığım ve kendimi
sorunlarımdan, bendeki sebebi bulup dönüştürerek
kendim kurtaracağım için “spiritüel bahçe”den de
oyalanmama gerek kalmadan, hemen çıkabilirdim.

Dünyanın geleceği ile ilgili hiçbir şey benim şimdiki


yaşantım değildi. Başka ülkelerde yaşanan tabiat
olayları da oralara aitti ve orada yaşayan insanların
yaşamlarıydı, benim değil. Dünyada yaşananlardan
korkup panik halinde yaşamam gerekmiyordu. Benim
başıma gelecek her olay, benim başa çıkabileceğim
kadardı. Herkesin de yaşadıkları kendi kadar; ama bi-
risini kendinden üste bir yere koyarak, onun dedikleri
ile yaşarsa üstün gördüğü kişinin ona yaşattıklarının
neticesini alır ve o netice ile kendi baş edemez. Bu
durumda kendini çaresiz hisseder.
Geçen gün bir gazetede şu manşetleri gördüm:
- 10 bin yıl sonra küresel ısınmanın yansıması olarak
deniz seviyesi 3 ila 4 metre yükselecek. Yine bazı bilim
adamlarına göre, Dünya üzerinde yaşayan hiç insan
kalmayacak,
- 13 bin yıl sonra dünyanın ekseninin eğimi tersine
çevrilecek ve bu Dünya yörüngesinin zıt taraflarında
yaz ve kışın meydana gelmemesine neden olacak,
- 15 bin yıl sonra sahra çok değişerek mevsimlerle
birlikte tropik bir iklime sahip olacak. Dünya’nın en
büyük çölü yok olacak, diyordu.

92
Uzun uzun yazdım ki iyice kendinizce inceleyin diye.
Size iyi geldi mi ve doğru olması mümkün mü? Dünkü
hava raporu bugün için, “Bulutlu, 18 derece” gösteri-
yordu. Sabah kalktığımda kaloriferlerin yandığını
görünce şaşırdım. Meğer dışarıda hava bugün, “Güneş-
li, 11 derece” imiş.

Bir gün ara ile bile bildiklerini söyledikleri şeyler


tutmazken, bilim bize ne yapmaya çalışıyor? Bence,
“oyun alanı”ndaki korku senaryolarının üreticileri
oluyorlar. Oyun alanının devamlı korku senaryoları
üretmesi gerekir. İnsanlar ancak korktukları zaman bir
araya geliyor ve yanındakinin kendini kurtaracağını
zannediyor. Çünkü insanlar korkutularak ve “Yapa-
mazsınız,” diye inandırılarak yönetiliyor.

İnsanlar yıllarca, bir kişinin, gelecekte olacaklarla ilgi-


li senaryolarını dinlediler. En son, ölürken bile yine
bir korku senaryosu uydurdu ve öyle gitti. Dünya’nın
Venüs gezegenindekine benzer bir sera etkisiyle 250
dereceye kadar ısınabileceği ve gökten sülfürik asit ya-
ğabileceği uyarısında bulunurken, benzer senaryolar
nedeniyle insanlığın soyunu devam ettirmek için başka
bir gezegeni kolonileştirmesinin zorunlu olduğunu
söyledi. Bizler inanmaya devam ettikçe, ona veya onun
gibilere, bol bol uydurma imkanı veriyoruz. Bu ve
benzeri kişiler zihinleri ile kandırılıyorlar. Biz de bilime
inandığımız için onların sözleri ile kandırılıyoruz. Etkili
bir oyun.

Ben bu oyuna kendi gözlerimle gördüğüm kadarı ile


bakıyorum artık. Şimdi bu söylenenleri doğru kabul
etmem için şunu kendime soruyorum. Dünya’yı biz

93
mi yarattık? Yani Dünya’yı insanlar mı yarattı? Bence
hayır. Soyumuzu devam ettirmek bizim elimizde olan
bir şey mi? Kesinlikle hayır. Çünkü bir insanın diğer
bir insana olumlu ya da olumsuz bir etkisi olmadığını
algılamıştım. O zaman bizim yaşadığımız yerin başına
bir şey gelince, demek ki bizim de ölüm anımız olacak
ya da Dünya’yı ve bizi yaratan kimse veya yaratan
madde neyse, o, başka bir yapı organize edecek de-
mektir. Yani o tarihte gideceğimiz bir gezegeni biz
keşfetmeyeceğiz. Dünya’yı da biz keşfedip gelmedik.
İnsan yapımız buna uygun değil. “Allah taklidi” işlere
soyunmamız gerekmiyor.

Hatta bu söylenenler 250 yıl sonra olacağına göre biz-


ler yokuz. Bakalım yeni gelen insanlar hangi oluşumla
gelecek, benim bu söylenenlere inanarak, korkup
tedbir almam gerekmiyor. Eğer inanırsam bilimi ve
bu uyduran insanları devamlı takip etmem gerekecek.
Yani acaba yeni ne bildiler diye devamlı yeni bilgileri
öğrenmek isteyeceğim. Korkuttukları her konu için
kendimce tedbir almam gerekecek. Böylece bağlanma
başlıyor. Artık bu söylenenleri takip ederek kendimi
yok etmeyeceğimi biliyorum. Beni kandırarak zihin
yolu ile bana önce olacakları, sonra da ne yapmam
gerektiğini söyleyerek, oyunun beni kullanmasına izin
vermeyeceğim. Sadece gördüğüm, yaşadığım yerlere
kadar, kendim kadar fikir yürüteceğim. Benim anla-
dığım ve kabul ettiğim buydu.

Ayrıca dünyayı insanlar bozuyor diye inandırılıyoruz.


İnsanlar kendilerine ve doğaya zarar vermiyor. İnanç-
larımız hem kendimize hem de doğaya zarar veriyor.

94
Televizyonda, haber programlarında 50 tane bilim
adamının Mars’a yolladıkları keşif aracının 60 dakika
süren inişini büyük bir heyecanla izlediklerini gördüm.
Hepsi çok heyecanlıydı. Büyük bir iş yaptıklarını düşü-
nüyorlardı. Daha evvel yaptıkları araştırmalardan
Mars’ın içinin bir kütle halinde olduğu ve havanın eksi
60 derece sıcaklıkta olduğu keşfedilmiş. Su yokmuş.
Halen yeni keşifler için uğraşıyorlarmış. İnsanlar Dünya
yok olduğunda orada yaşamaya başlayacaklarmış.

Burada iki sorum var: Birincisi, Mars’ta sıcaklık eksi


60 derece ise zaten orası insanların yaşayamayacağı
bir yer; böyle bir yer için bu kadar aklı başında adam
bütün zamanlarını ve inançlarını buna vererek nasıl
yaşıyorlar? İkinci sorum, Dünya neden yok olacak-
mış, kim söyledi ve neden o söyleyene inananayım?
İnanırsam korkarım ve artık ne söylerlerse korkudan
diğer söylediklerine de inanırım. Ben büyüdüm artık,
bu oynanan oyundan çıkarım.

Peki, devamlı bilim adına korku senaryoları yazanlar


kimler tarafından kullanılıyor? İnsanlara korku vermek
ve sonra insanları yönetmek isteyenler tarafından.
Kullanılmaktan, bu söylenenlere inanmayarak çıka-
bileceğimi anladım. Çünkü çalışmalarım sırasında,
kendi yaşantımın bir gün sonrasını bile bilemeyece-
ğimi algılamıştım. Sabah, akşam için bildiğim ya da
tahmin ettiğim hiçbir şey bildiğim, tahmin ettiğim
gibi çıkmıyordu. Akşam da sabah olacaklar ile ilgili
tahminlerim tutmuyordu. Yaşamın gerçeği buydu.
Geleceği bilmek evrenin yapısında mümkün değil,
bunu algıladım. Eski, köhne falcıların yeni versiyon-

95
larına inanmam gerekmiyor. Böylece artık beni yöne-
temeyecekler.

Hani evcilik oynayan çocuklar yumruklarını sıkarak,


“Ben büyük bir adamım, kahraman oldum,” der ya,
onun gibiler. Bu oyun alanından, oynanan oyunlardan,
sahte korku senaryolarından ancak “kendinizden daha
iyi bilen biri veya birileri var” diye inanmadığınızda
kurtulursunuz.
“Bu söylenenlerin bana ne faydası var?” ya da
“Bu söylenenlerin bana ne zararı var?” diye kendinize
sorabildiğiniz ve cevabını kendiniz keşfettiğiniz zaman
oyunlardan çıkarsınız. Yani oyuna gelmezsiniz.

Bunlara inanmaktan vazgeçersem benim başıma, ba-


şa çıkamayacağım bir şey gelmeyeceğini artık iyice
algılamıştım. Sadece işime yaramayan ve bana zarar
veren inançlarımı bulmam, keşfetmem gerekiyordu.
İnançlarım benim yapabileceğim kadar mı, yoksa be-
nim başa çıkamayacağım ama, “Yapmak zorundayım,”
diye inandıklarım mıydı?

Bunları gözlerimi açıp incelersem yaşayacağım her şey


benim kadar olur. Onu da ben hallederim. Üstesinden
gelirim. Bunları fark etmek, beni o güne kadar hisset-
tiğim çaresizlik duygusundan çıkardı. Çaresizlik diye
bir şeyin olmadığını iyice algıladım. Her şey için çarem
vardı.

Ancak sahip olduğum çareler, ileriye dönük korkutul-


duğum olaylarla başa çıkabilmek için değildi. Zaten
gelecekte olacak denilenler, sadece birer masaldı
benim için. Geçmiş için anlatılanlar da birer hika-

96
yeydi. Artık benim için geçmişin de geleceğin de bir
anlamı yoktu. Gelecekle ilgili kim ne söylerse söylesin
inanmayacağımı, söylenenlerin doğru olmadığını artık
anlamıştım. Gelecek hiç kimse tarafından bilineme-
yecekti. Artık bunu algılamıştım ve ısrar ederek, inatla,
“Gelecek bilinir,” demeyi bırakmıştım.

Bir çalışmamda kendime, “Gelecekle ilgili neleri bil-


dim?” diye sorduğumda yaşadıklarımı hatırladım.
Hiçbir tahminimin tutmadığını fark etmiştim. En
komik olanları da gittiğim davetlerle ilgili olanlardı.
Gitmeden evvel, “Muhakkak şu kişiler de oradadır.
Ben orada sıkılacağım,” diye gitmek istemediğim
ortamlarda ya o kişilerin gelmediğini ya da orada
olsalar bile o davetlerin en eğlendiğim, güzel vakit ge-
çirdiğim davetler olduğunu görmüştüm. Yani bunları
bile önceden bilememişim. Bunu da fark edince, artık
her tahmin yürüttüğümde ya da gelecekle ilgili bir
şey söylediğimde kendime gülmeye başlıyordum ve
kendime, “Oyuna gelme,” diyordum. Benim için uzun
bir antrenman dönemiydi. Zihnimden gelenlere, “Bil-
miyorum,” diyordum. Birileri gelecekle ilgili cümleler
kurduğu zaman artık inanmıyordum ve dinlemiyordum.

Gelecek hiçbir şekilde bilinemeyeceğine göre,


spiritüel araçları kullanarak, güçlenip geleceğimi
kurtaracağımı zannetmeyi de bırakmıştım. Kendimi
olamayacak şeylerle oyalamam ve kendimi uyutmam
gerekmiyordu. Benim gerçeğim bu değildi artık.

Sahip olduğum çareler, başka insanları istediğim şekle


getirmek için de değildi; ya da yanımda olmalarını
istediğim kişilerin yanımda kalmalarını sağlamak için,

97
“Onların isteklerini onlara ben veririm,” inancımın
gerçekleşmesi için de değildi; kendi istediğim değişik-
likleri kendi hayatımda yapmak içindi.

Başkalarının da dahil olduğu yerlerde benim her iste-


diğim olmayacaktı. Bunun için ısrar etmeyeceğimi,
ancak isteklerimizi ortaya koyup, sırayla, eğer
uygunsa beraber yapabileceğimizi anladım. Böylece
artık, “Herkes benim istediklerimi yapacak,” diye
uğraşmayacaktım. Bunun imkansız olduğunu anlamış-
tım. Ya da “Ben herkesin isteğini yerine getirirsem,
bir gün onlar da benim isteklerimi yapar,” diye
inanamazdım. Çünkü bu hiç olamayacaktı. Ben on-
ların isteklerini yaptıkça, zaten onlar hep kendi istek-
lerini bana yaptırmaya devam edeceklerdi. Onlar
benim isteklerimi yapmak için orada değillerdi, kendi
isteklerini bana yaptırmak için yanımdaydılar.

Aile kurma isteğimizin de bu inanca dayanıyor olduğu-


nu artık algılamıştım. Ailede herkes istediklerini birine
yaptırmak için bir araya geliyordu. Kendi yaşantıma
bakınca, benim istediklerimi yapmaları için herkesin
isteklerini yapmaya çalıştığımı ama onların benim
istediklerimi yapmadığını fark etmiştim.

Evrenin gerçeğini algıladığımda zaten benim istekleri-


mi başka insanların yapabilmelerinin de mümkün
olmadığını anlamıştım. Dolayısıyla ben de onların
istediklerini yapamamıştım, sadece yaptığımı zan-
nediyordum. Bu da zihnimizle kandırıldığımız, bize
oynatılan oyunun ta kendisiydi. “Herkes başkasının
istediğini yapabilir ama kendi istediğini kendi için ya-
pamaz,” iyi bir kandırma. İnsanları birbirine bağlamak
için oyunun en etkili tuzağı.
98
Daha sonraları, bu tuzakları keşfettikçe tuzaktan
çıkmanın da bir o kadar kolay olduğunu anladım.
İstediğim bir şey, benim yapabileceğim bir şey değilse
istemeyi bırakırım. Böylece bu isteğimi birinin yapma-
sını bekleyerek, “Ben yapamam, benim için o yapsın,”
beklentisinden de kurtulmuş olurum.

Tabii ki bu uygulama her zaman, her konuda burada


anlattığım kadar kolay olmadı. Ama artık yakalamış-
tım. Bütün dikkatimle, bunu uygulamalıydım. Yoksa
bütün hayatım dönüp dönüp beni aynı yerde sıkıştı-
racaktı. Ben isteyeceğim, sonra istediğimi ben
yapamayacağım, benim için yapacak birini aramaya
başlayacağım. Bulduğumu zannettiğimde de bütün
gayretimle benim isteklerimi benim için yapsın diye
önce ben onun isteğini onun için yapacağım. Tabii ki
benim isteğimi yerine getiremeyecek ve ben de içten
içe ona kızacağım ve sonunda ondan nefret edeceğim.

Ne oyun ama! Hani her gün soruyoruz ya, ilişkilerimiz


neden yürümüyor diye, sizce ilişkilerden beklediğimiz
şeyler bitmeden yürüyebilir mi? Bu durumda kendi
ihtiyacımızı, kendi isteklerimizi kendimiz karşılayabilir-
sek o zaman da ilişkiye ihtiyaç var mı? Hem de sonradan
pişman olacağımız, birbirimize zarar veren ilişkilere
girer miyiz?

Negatif enerji insanları birbirine bağlamak için de-


vamlı insanları etkileyebilecek yöntemler geliştiriyor.
“O senin eş ruhun,” diyor, etkili bir inanç. “Eş ruhumu
buldum, artık ayrılık da olmaz, o bana ait,” diye inan-
maya başlanıyor. Sonuçta, daha kısa zamanda çok daha
büyük kavgalarla bir ayrılık yaşanıyor. Ya da birlikte

99
olduğu kişinin eş ruhu olduğuna o kadar inanıyor ki
ayrılmak mümkün değil diye, tahammül etmeye ve böy-
lece kendini bu inancın altında yok etmeye başlıyor.

Bu oyundan çıkabilmem için önce isteklerimi neden


istediğimi bulmalıydım. Hangi inancım, hangi korkum
istetiyordu? Bana benim yapamayacağım şeyleri iste-
ten neydi? Kendimde bunları keşfetmeden o istekten
vazgeçemezdim. Kendimin yapamayacağı isteklerimin
çoğunun ortama ya da topluma uymak için olduğunu
anlamıştım. Peki, ortama ve topluma uymam gerekli
mi? Eğer oyunun içinde isem evet. Ama ben oyunu
keşfetmiştim ve üzerimde oynanan oyundan çıkmak
istiyordum. O zaman, hiç kimseye uymam gerekmi-
yordu. Sadece kendi yapabileceklerime uymalıydım.
İşte o an, bu oyunun kendisinden korkmaktan vaz-
geçtiğim anlarımdan biriydi ve benim için çok önemli
bir andı. Her şeyi kendim kadar yaşayabilirdim.

Kendim kadar yaşamanın çok büyük bir genişlik oldu-


ğunu algıladığımda çok şaşırdım. Ben kendimi küçük,
zayıf, yetersiz bildiğim için, kendim kadar yaşamak
deyince zavallı, basit, küçük yaşamak zannediyordum.
Halbuki kendim kadar yaşamakla geniş bir yaşama
geçtiğimi görmüştüm. “Geniş olan kendimdi.” Dar
olan başkalarına bağlanarak yaşamaktı. Bu da oyunun
büyük tuzaklarından biriydi.

Oyun bahçesinde, biz insanları, “Bizden daha güçlü ve


üstün bir şey var,” diye inandırdılar ve zaman içinde
ondan korkuttular. Çünkü oyun bahçesinde “doğrular
bunlar” diye inandırdıkları ve yapmamızı istedikleri
hiçbir şey olmuyordu. Biz yapıyorduk, anlamadığımız

100
bir şekilde bozuluyordu. O zaman da “Birlikte yapın,
beraber yapın, o zaman olur,” diye kandırıldık.
Böylece, “Benden üstün bir şey var, ben tek başıma
yapamıyorum, birlikte yapalım, birlikte baş edelim,
birlikte halledelim,” diye inandırarak sürekli inançlar
oluşturuldu. Böylece insanların birbirine bağlanmaları
sağlanıyordu. Asıl, insanlar birbirine bağlandıkça yaşa-
dıklarımızla başa çıkamaz olduk. Birbirimize bağla-
narak baş edemeyeceğimiz ortamlar oluşturuyoruz.

Korkularım bittikçe, kendi yapacaklarımı kendim için


yaparsam benden üstün bir şey var diye, olmayan
bir şeye inanmam gerekmediğini algılamıştım. Zaten
benden üstün bir şeye ihtiyaç duymayacağım şekilde
yaratıldığımı anlamıştım. İstediğim şeyleri kendim için
kendim yapabilirdim.

Beraber yaptıklarımızı da aslında kendi özelliklerimizi


kullanarak tek başımıza yapıyoruz. Anladım ki, beraber
yapılan bir şey de yokmuş. Herkes kendi yapabildiği-
ni yapıyor ama beraberiz, birlikteyiz diye olmayan bir
beraberlikten güç aldığımızı zannediyoruz.

Düşünün, kendi problemlerimizle kendimiz baş ede-


bilir haldeyken birleşip, çoğalıp, bağlanıp başkalarının
problemlerini de halletmeye, onları da istedikleri şe-
kilde yaşatmaya çalışıyoruz. Tabii ki bir noktadan sonra
bu imkansızlaşıyor. Bu, “oyun bahçesi”nin oyunu zaten.
Bu oyunla başa çıkamayınca, bununla başa çıkma
tekniklerini o bahçede bulamayınca “spiritüel bahçe”
organize ediliyor. Göremediğimiz, bizden büyük, üstün
güçler var ve bu güçler her şeyimizi elimizden alıyor
zannediyoruz.
101
Bu sefer onlara karşı kuvvetleneceğimizi zannettiği-
miz oyuncakları kullanmaya başlıyoruz. Artık aynı bah-
çede bir o duvar, bir bu duvar arasında gidip gelmenin
yerini, iki bahçe arasında gidip gelmeler alıyor.

Halbuki “oyun bahçesi”nde olacağına inandığımız


şeylerin olabilme ihtimali yok. Mesela hiç kimse
ölmez zannederek aile kurup, o aileyi de büyütüyo-
ruz. Tabii ki ailede büyütmek istediğim çocuklar ve
bana yaşamım boyunca bakacağına inandığım kişiler
var. Bu aileyi, beni istediğim şekilde yaşatacak, benim
hayalime uygun güzel evlilikler yapacak, çocuklarım
olacak, bana torun verecekler diye hayal kuruyorum.
Bu hayalimi yaşatamadığımda, birilerinin bu istekle-
rimi elimden aldığını zannediyorum ve onunla savaşa
giriyorum. Halbuki o aile içindeki herkes birer insan
ve onlar da bu yaşama kendilerine ait, özel ve tek
olan kendi hayatlarını yaşamak için geliyorlar. Benim
hayallerimi gerçekleştirmek için gelmiyorlar.

Bazıları gelirken üç gün yaşayıp gitmeyi planlamış da


olabilir. Bir diğeri, çok genç yaşta bazı şeyleri yaşayıp
gitmek istemiş olabilir. Yani tanıdığım ve bildiğim diye
inandığım hiç kimse benim istediklerimi yapsın diye
dünyaya gelmedi. Bunu algıladığımda, birlikte ya-
şadığım insanlar için hiçbir şey yapamayacağımı an-
lamıştım. Tabii onlardan da bir şey bekleyemezmişim.

Çünkü onlar kendilerinin kurguladıkları bir yaşam için


geliyorlardı. O insan benim çocuğum da olsa, ken-
di programladığı bir hayatı var. Benim onun yaşa-
yacaklarına bir etkim olamayacağını anlamıştım. Yani
aileyi çocuklarla ve torunlarla büyütmenin ve bana

102
bakacaklar diye kendimi kandırmanın bana artık bir
faydası olmadığı algısına iyice geçmiştim.

Eğer bu algıda olmazsam elimden alınanlarla başa


çıkmak için, yine görmediğim ama var zannettiğim
“spiritüel bahçe”nin çeşitli güçlerini kullanmak isterim.
Tabii bu güçler de işe yaramayacak ama yaramadığını
kabul etmemek için, yarıyormuş gibi inanarak devam
ederim.

Spiritüel araçların bize hiç faydası olmadığı ve haya-


tımızda hiçbir iyileştirme gözlemlenmediği halde
kendimizi bu inanca iyice kaptırıyoruz. Çünkü bize
oynatılmak istenen oyunlarla başa çıkabileceğimiz
başka hiçbir şey kalmadı. Yapamadıklarımız için,
“Allah böyle istiyor ama biz yapamadık,” diye inan-
dığımız için de Allah’ın gözüne girmeye, iyi insan
olmaya uğraşıyoruz. Allah’ın dediklerini yapıyoruz,
iyi insan oluyoruz; yine oyun bahçesinde oldurtmaya
çalıştığımız oyunlardan beklediğimiz neticeleri alamı-
yoruz. Hastalıklarımız geçmiyor, sevdiklerimiz ölüyor.
Bu sefer de “Bu hayat değil, geleceğe hazırlanıyoruz,”
diye daha büyük bir masala inanıyoruz.

Birinin etrafında toplanma hareketi, benden üstün


biri olduğu inancını kuvvetlendiriyor. Bu inançla top-
lanılıyor. Görmediğin ama var diye inandığın yerden,
“Bilgi geldi, bana bildirdiler,” diye anlatanlara inanarak
onların etrafında toplanma, insana kendini güvende
hissettiriyor.

Geçen gün, sonunda intiharla biten toplu ölümlerin


olduğu tarikatlarla ilgili bir belgesel izliyordum. Çok

103
aklı başında gibi görünen bir babanın teşvik etmesi ile
aileden on kişi bu tarikata katıldı. Ailenin yarısı öldü
orada. Sonunda babaları, “Bu kadar saçma şeylere
inanmış bir adam, bu kadar acayip şeyler anlatan bir
adam nasıl olabilir!” diye tarikatın lideri için tarifler
yapıyordu.

Bu arada, “Ben ne arıyordum da, ne bulamadım da


bütün ailemi de alıp bu adamın peşinden gittim?”
demiyordu. Böyle bir soruyu kendisine hiç sormamış.
Sadece, “Bu kadar acayip şeyler anlatan bir adam nasıl
olabilir?” diyor. O öyle de sen niye onun peşindesin?

Etrafında toplandığınız kişiler, “Geleceği gördüğünü,”


sizleri “kurtaracağını” söyleyen bir tarikat lideri de
olabilir. Ya da sizin için, “Her şeyin doğrusunu o bilir,”
dediğiniz spiritüel lideriniz olabilir. Buradaki soru,
“Ben neyi yapamadım? Onlar neyi yapmıştı da beni de
kendi yaptıkları yere götürecekler? O kişilere kendimi
neden teslim ettim? Onlarda neyi beğendim? Bende
olmayan neyi onlarda buldum?” olmalı.

Oyun bahçesinde, “Yapman lazım,” ve “Bunlar yapıl-


malı,” denilen görev listeleri ile baş edemediğimizde
spiritüel bahçeye kaçıyoruz. Burada, “Bunları kullana-
rak istediklerini oldurtabilirsin,” diye inandırılıyoruz.
Böylece biz de oyun bahçesinde bize var olduğuna
inandırılan oyunların içinde en güçlü kişi olacağımızı
zannediyoruz.

Oyun bahçesinde,
- “Sevdiklerimizi kaybetmek” var,
- “Kaybetmek istemediğimiz işlerimiz” var,

104
- “Çok para kazanıp çabuk zengin olmak” var,
- “Bulunduğum yerin en başarılısı ben olacağım,” var.

Spiritüel bahçede öğrendiğimiz yöntemlerle bu is-


teklerimizi gerçekleştirebileceğimizi zannediyoruz.
Zihnimiz bizi böyle kandırıyor. Onun için meditasyon
yapıyoruz, dua ediyoruz, yoga yaparsak daha zinde
oluruz diyoruz. Oyun bahçesinde yapılmalı denilenleri
oldurtmak için her yönteme başvuruyoruz. Halbuki
tek gerçek, yapılacak diye inandırıldığımız oyunların
gerçek olmadığını fark etmemiz. Yani üzerimizde
oynanan oyuna uyanmamız.

O tarikata katılan on kişilik ailede baba, aile kalaba-


lıklaştıkça, çocukları oldukça, onlara bakamayacağını
hissedip onlara bakacak birilerini aramış olabilir. Ama
inandığı ve korktuğu şeyler değişmediği için, “Ben size
bakarım,” diyen birine hem kendini hem de kendini
sorumlu zannettiği kişileri teslim etmiş. Yani, “Size ben
bakarım,” diyen birine kendini teslim etmiş. Aslında
tarikat lideri ilk gün de öyle saçma konuşuyordu ama
baba o sırada onun ne kadar saçma konuştuğunu fark
etmedi, çünkü bulunduğu yerden kaçar gibi gitmeye
çalışıyordu.

Böylece o “spiritüel bahçe”yi, bazıları, başa geçip


kendileri için kuruyor. Diğerleri de büyük bir istekle
o baştaki kişinin altına giriyor ve birlikte sanki bir
şeylerden kurtulmuş gibi kendilerine yaşam alanı
oluşturuyorlar. O oluşan yaşam alanı, kendi korkuları
ve inançları değişmediği için insanları bir zaman için
uyuşturuyor, kendini huzurlu hissettiriyor, ta ki bir
gün, bir olay ya da bir hastalık çıkana kadar.

105
Sonra istedikleri olmayınca veya bir hastalık çıkınca
spiritüel bahçede yaşayanlar, “Bu dünyada sınanıyor-
sunuz,” ya da “İleride yaşayacağınız güzel bir yaşam
gelecek,” diye ikna ediliyorlar. Olamayan, gerçek-
leşmesi imkansız inançlarımızı bırakacağımıza, bu
vaatlere kanmayı daha uygun buluyoruz. Biz bu
dünyada neden sınanalım, neden Allah bize, “Gidin
dünyaya, ben sizi sınayacağım, sonra da yapamazsanız
ceza vereceğim,” desin? Bu sadece görmediğimiz, bil-
mediğimiz bir Allah’la bizi devamlı kavga ettirir ya da
Allah’a karşı tedbir almaya teşvik eder. Böylece Allah’ın
gözüne girmeliyim ki beni cezalandırmasın isterim.

Halbuki o zamana kadar, ölmüş bir kişinin, “Ben ce-


hennemde yandım, aman, siz dikkatli gelin,” diyerek
bizi uyarmak için geldiğini görmemiştim. Bunu sade-
ce zihnim söylüyordu. Yani beni önce Allah’tan kor-
kuttuğunu, Allah’ın korkmam gereken olduğuna
inandırdığını, sonra da korkutarak istediğini yaptırdı-
ğını fark etmiştim. Hatta bana her yaptırmak istediğini,
“Allah böyle istedi,” diye kandırıyordu. Bunu fark
ettiğimde en büyük algılarımdan birine ulaşmıştım.

Hani annelerimiz bizimle başa çıkamadığında, “Aman,


baban duymasın!” der ya, onun gibi. Beni böyle
korkuturlardı. Bir gün, “Aman, baban duymasın, çok
kızar,” dedikleri bir şeyi babama ben söyledim. Gül-
dü, “Peki, bir daha yapma,” dedi. Daha sonraları yine
yaptığımda hiç kızmamıştı. İşte Allah da böyle. Allah’ın
bana anlatıldığı gibi olmadığını anlamıştım. Allah’ın
bize verdiği “yapılacaklar” ve “yapılmayacaklar” listesi
olamazdı.

106
Çünkü Allah insanları, onlara karışmak ve yönlendir-
mek için yaratmamıştı. Her özelliği de vermişti bize.
Eğer karışmak ve yönlendirmek istese bizi bu kadar
özellikli yaratmazdı.

Yani yaptıklarımızın neticesini beğenmezsek yapmak-


tan vazgeçme kabiliyetimiz var. O zaman neden karış-
sın ki? Bu devamlı bizi korkutarak yönlendiren ve kendi
istediklerini yapmamızı sağlayan, Allah’ın karşısında
olan negatif enerjinin işiydi.

Eğer beni korkularım ve inançlarım yönlendiremezse,


yani inandıklarım biterse Allah kızar diye korkut-
tukları hiçbir şeyi zaten yapmak içimden gelmez.
Yapamam, reflekslerim böyle hareket edemez. Allah’ın
yaratımı olan insanın kendi doğal yaradılışındaki
oluşumu, “Allah kızar,” diye inandırılan şeyleri yap-
maya uygun değil. İnsanın doğal hali bu değil.
Beni devamlı kandıran negatif enerji. Bana Allah’ın
kızacağını söylediği şeyleri bir yandan da “Yap, bir
şey olmaz,” diye teşvik ediyormuş. Yani ne kadar çok
inancım varsa onların hizmetinde oyuncak olmuşum.

“Allah böyle ister, bunu yap, böyle olmanı istedi,”


diyor ve yine beni görsel ve zihinsel olarak kandırarak,
bu sefer iyi insan olmak için yapmam gerekenlerin
listesini vermeye başlıyor. “Yaparsam Allah sevecek,
yapmazsam cezalandıracak,” inançları iyice hakim
olmaya başlıyor. Bu sefer de Allah’tan korunmaya
çalışıyorum, bana, “İyi insan oldun,” desin diye tekrar,
“yapılmalılar” listesinin içine giriyorum. Tabii yine her
yapamadığımda, “Ben suçluyum, ben günahkarım,” di-

107
ye inanıyorum. Halbuki yapmam gerekenler Allah’tan
bile gelse yapabilmem mümkün değil. Çünkü her olay
anında başka bir korkumun ve inancımın sesini du-
yuyorum. Bir gün, “Yap, bir şey olmaz,” diyen korkum,
diğer bir olayda, “Onun dediğini yapma,” diyor. Ben
zaten korkularımın arasında gidip geliyorum.

Korkularım bitince neyi yapmam benim için doğru, neyi


yapmam yanlış o kadar net görebildim ki. O zaman da
şunu fark ettim, zaten artık içimden kandırılmadığım
için yapmamam gerekenleri yapamıyordum. İçimden
yapmak gelmiyordu.

Spiritüel bahçede,
“Ben korunuyorum,”
“Ben yok olmam,”
“Ben ölmem,” diye inananlar, bu yüzden o meditas-
yonlara tahammül ederler. O meditasyonlarla, asıl
bu dünyada yaşarken kendilerini öldürürler. Allah,
“Ölü yaşayın ve benim dediklerimi yapın,” demedi,
“Yaşayın, kendi isteğinizi yapın, ama kendi isteğiniz
olsun,” dedi. Çünkü yaratırken de bizleri kendi
isteğimizi yapabilir özellikte yarattı. Bunu anlamak
için tabiata bile bakabiliriz, hayvanlara bakabiliriz.
Hepsi canlı yaşıyor.

Bu meditasyonlarla, “Görünmeyen, bilinmeyen var,”


inancını artırıyoruz. Böylece bu bilinmeyeni, gö-
rünmeyeni gören çok sayıda kişi ortaya çıkmaya
başlıyor. İnsanları inandırıp, bir araya getirip birleş-
tirsin, bu inancı büyütsün diye. Asıl tehlike, bu
sahte bilinmelerde yaşanır. Kendinizi birleştirdiğiniz
insanlarla, inandığınız inançlarla var etmeye başlarsı-

108
nız ki, sonunda, o inancın geldiği son noktada, herkesle
beraber o son yaşanır.

Halbuki sen olayları, senin inançların ve korkuların


kadar yaşayacaktın. Şimdi bu kalabalığa ve onların
söylediklerine inandın, ne oldu? Onların yaşayacakla-
rını da sahiplendin ve onları da yaşamaya başladın.
Tarikata katılan ve sonunda toplu ölüme giden on kişi-
lik aile, “Biz beraberiz, birlikte yaşayacağız,” demesey-
di on ayrı güzel hayat yaşanabilirdi. Bir arada, beraber
yapmaları ve beraber yaşamaları gerekmiyordu. Her
biri zaten kendine bakabilecek kapasitede. O baba,
“Herkese ben bakarım, ben babayım,” demese herkes,
“O baba, o bilir,” diye onun etrafında toplanıp onun
götürdüğü yere gitmezdi.

Her toplanma ve bağlanma, var olan insan özelliğini


yok eder. Hiç denediniz mi, beş duyunuzla fark
edeceğiniz her şey kendi hayatımıza yeter. Herkesin
hayatına kendi insan özellikleri yettiğinden, herkes
kendi yaşantısında olayları yaşarken beş duyusu
ona başkasını sırtından vurduracak, başkasını yere
düşürmeye çalışacak hareketler yaptırmaz. En önem-
lisi, yapamayacağı şeyler için, “Yapmalısın,” demez.
Böylece kuralların olmadığı ama insanın kendisinde
olan beş duyu özelliği ile en güzel toplu yaşama orta-
mını yaratır.

Bu çalışma tekniği ile şunu algılamıştım:


“Var” diye inandıklarımın, benim yaşamımda hiçbir
artısı ve gerekliliği olmamış. O zaman da kaybettiğimi
zannettiğim şeyler benim için kayıp değilmiş, çünkü
önceden de kazancım değilmiş. Bunu anladığım zaman,

109
zaten kaybettiklerimi geri kazanmak için kullandığım
çeşitli güç oyuncaklarına da ihtiyacım yokmuş. Yani
onlara verdiğim görev listesini zaten uygulayamadık-
ları için benim için hiç var olmamışlar. Böylece zaten
“yok”larmış. Sadece var zannettirilmişim. Kimse için
de zannettikleri, zaten zannettikleri gibi değilse güçle-
re bürünmemize gerek var mı? Neysem oyum, o kadar.
Ve bu durum herkes için geçerli. Oyun bahçesinde var
diye inandırılanların bana inandırıldığı gibi olmadığı-
nı algıladığım için, çeşitli güçler edinirsem onları elde
edeceğime dair inancım da artık bitmişti. Güç yok.
Çünkü güçle elde edebileceğim bir şey yokmuş.

Bu, benim için güç ihtiyacının bittiği andı. Neysem o


kadarım, bu da bana yeter.

Geçen gün, beraber olduğu erkek arkadaşından ayrı-


lan bir kişi, hamile olduğunu anlamış. “Allah bana
bunu niye verdi? Bu ne biçim bir deneyim? Kendime
bu deneyimi neden getirdim?” diyordu. İstemediği
bir kişiden hamile kalmasında Allah’ın nasıl bir rolü
olabilir sizce? O gece birlikte olduklarında Allah da
onları izledi mi? Yoksa zaten bir kadın bir erkekle cin-
sellik yaşadığı zaman hamile kalabilir mi?

“Kendime böyle bir deneyim neden getirdim?” doğru


bir soru mu? İstemediğin, beğenmediğin bir erkekle,
belki olur diye bir beraberlik başlattın. Yaşadığın bu ne-
tice de “Acaba bu mu aradığım erkek?” düşüncesinin
ilerleyen günlerdeki sonucu.

Şimdi, “Kendime bu deneyimi neden getirdim?” cüm-


lesi, spiritüel bahçedeki bilgilere ne kadar uyuyor

110
değil mi? Kendince, bir deneyim yaşadığını zannediyor.
Neden deneyim olsun? Oyun bahçesinde, “Evlenme
mecburiyetiniz var,” diye inandırılıyorsunuz. Böylece
siz de devamlı arayışa giriyorsunuz. Bu arayışlardan
biri daha bozuk çıktı. Burada sorulacak soru, “Neden
evleneceğim diye herkesi deniyorum?” olmalıydı.

“Allah bana bunu neden yaptı?” sorusu da oyun


bahçesinde insanların isyan şekli. Oyun bahçesinde
yaşanan her olumsuz netice,
“Şanssızım, Allah elimden aldı,” ya da
“Kısmet değilmiş, Allah istemedi. Hayrıma değilmiş,”
gibi cümlelerle ifade ediliyor.

İnsanlar, devamlı, “Evlen, aile kur, iyi bir koca bul,”


ya da “İyi bir kadın bul, sana iyi baksın, ailen olsun,”
diye inandırılınca, herkesle bir beraberlik yaşayıp,
“Bu mu acaba aradığım kişi?” diye bakıyorlar. Yani bu,
“Aile kurun,” anonsunun sonucu. Bir deneme daha
beklenmeyen bir sonuçla bitti. Allah ile hiçbir alakası
yok. Ama bizler, birçok olumsuz tecrübemize rağmen,
“Bu beraberliklerin olması mümkün değil,” demiyo-
ruz. “Allah istedi, yapacağız,” diyoruz. Olmayınca da
“Kısmet buymuş, Allah istemedi,” diyoruz.

Oyun bahçesindeki oyunları kuranın Allah olmadığını


anladığımda çok şaşırmıştım. Bir o kadar da sevinmiş-
tim. Demek ki bunları bizden isteyen Allah değildi. O
zaman, oyun bahçesindeki oyunları kuran, Allah’ın
adını kullanan, “Allah dedi, yapın,” diyen, Allah’ın
karşıtıydı. Bunu algılamam zor olmadı. Çünkü, “Allah
istedi, yapın,” denilen şeylerin yapılamaz olduğunu
anlamıştım. İnsanları yaratan Allah olduğuna göre

111
neyi yapabilir, neyi yapamaz olduğumuzu da biliyor.
Bizden yapamayacağımız şeyleri istemez. En önemlisi
de bizi yaratırken yaşamımızdaki her şey için karar
mekanizmamızı bize verdi zaten. İstediğim zaman
evet, istemediğim zaman hayır diyebilecektim. Aslım
buydu. Artık oyun bahçesindeki oyunlarla aslımı boz-
mayacaktım.

Allah insanları çok güzel ve tam yarattı ve yaşayacağı


muhteşem güzellikteki tabiatı da insanların evi
olarak verdi. Kendi kendine işleyebilen, yaşayan,
canlı bir ortam. Bu ortamı da herkes kendi için güzel
yaşayabilecek kapasitede ama, “Ben onlar için bu
hayatı güzel yaparım,” diyen bir kişinin etrafında
toplanmazsa, hatta, “İlle aile kuracağım, kocam ola-
cak, karım olacak, çocuğum olacak, bana ömür boyu
bakacak,” diye uğraşmazsa.

Bilgili olanları önemli kişiler gibi lanse etmez, bilgisiz


insanları da kendimizce aşağılamazsak, hatta eğitimin
önemini vurgulayarak eğitim alanların çok önemli bir
şey yaptığını, eğitim almayanların da yardıma muhtaç
olduğunu zannettirmezsek çok güzel bir yaşam olur.

Aile ile ilgili inançlarımı çalışırken, annemden ne bek-


liyorum diye düşündüğüm bir sırada, “Annem benim
güvenim,” diye bir inanç çıktı içimden. Annemin çok
hasta olduğu bir zamandı. Tabii bu inanç içimden
çıkınca çok şaşırdım. Annem çok hasta yatıyor, hiç
kalkamıyordu. Kalktığında ayakta bile duramıyordu.
Ben de diyorum ki, “Annem benim güvenim.”
Bu sahnede, annem nasıl benim güvenim olabiliyor?

112
“Annem benim güvenim,” diye inanıyorsam ve bu
sahneyi de görüyorsam benim artık uyanmam lazım. Bu
yaşıma kadar annem benim güvenimi nasıl sağlayabildi
ki! Bir çocuk bile her an annesinin yanında olamadı-
ğına göre, annesinin yanında 24 saat duramadığı her
an, çocuğun güvenini anne nasıl sağlayabilir ki? Çocuk
bahçede oynuyordur, okuldadır, yolda arabadadır
ya da uçaktadır. Ben uçakla bir yere giderken ya da
sokağa alışverişe çıkarken, “Annem benim güvenim,”
diyebilir miyim? İşte böyle inandırıldığımı ve bu inancı
da o ana kadar taşıdığımı, en önemlisi, bu inancım için
gereksiz fedakarlıklar yaptığımı fark ettim. Sonra da bu
inandığım güveni hissetmediğim her zaman, anneme
kızdığımı hatta içimden küstüğümü buldum.

Burada yapamayan annem değildi. Burada doğru ol-


mayan benim, “Annemle güvendeyim,” inancımdı. “O
zaman anneme kızmama gerek yok, inancımı bıra-
kırım,” dedim. Böylece bu çalışmayı yaparken fark
ettiklerim, benim herkesi doğal bir şekilde affetmemi
sağladı. Oyun bahçesinde bize oynatmaya çalıştıkları
oyunların yapılabilir şeyler olmadığını, gerçek olma-
dığını her anladığımda öfkelerim azalıyordu.

Daha sonra, asıl sormam gereken soruya geldiğimi fark


ettim:
“Ben bugüne kadar nasıl yaşadım, benim güvenliğimi
ne sağladı?”
Bu kadar hareketli bir dünyada, her şeyin olduğu, her
şeyin yaşandığı bir dünyada benim güvenimi o zaman
kim sağladı da ben hala hayattayım?
Annemin benim çocukluğumla ilgili anlattığı bir olay

113
vardı. Ben üç yaşında annemin elini tutarak kaldırım-
da yürürken, elini aniden bırakıp caddeye koşmuşum.
O sırada geçen bir faytonun atlarının bacaklarının
arasına girmişim. O anda iki at da ön ayaklarını havaya
kaldırmış, benim oradan çıkmamı sağlamışlar. Hayret
ederek hep bunu anlatırlardı. Bu olayların ben-
zerlerini herkes yaşar ve bir mucize diye anlatırlar.
Aslında yaşamın kendisi zaten mucize, hem de bence
her olanı ile mucize. Sadece görmesini bilmeliyiz.
Bu durumda benim güvenimi ne sağlıyor? Hem de
annemin yanında olan bir olayda bile.

Bir belgesel izledim. Yaşanmış uçak kazalarını araş-


tırıyorlardı. Her kazadan sonra yapılan incelemeler
anlatılıyordu. İzlediğim belgeselde düşen uçaktaki
iki pilotun kokpitteki konuşmalarında içlerinden
birinin çok asabi ve hırpalayıcı bir yapıda olduğu için
hareketleri ve sözleri ile yardımcı pilotu şaşırtıp yap-
mayacağı kadar çok hata yaptırdığını anlatıyordu.
İki pilot için de daha önceki yıllarda benzer hata-
lara rastlanmıştı. Bunu görünce şunu bir kere daha
anladım, insanların güvenini ne bir “motor parçası” ne
“bir insan,” hatta ne “en büyük insan” diye inandığımız
kişiler veya oluşumlar sağlayabilirdi.

Geçen gün caddede arabayı kenara park etmeye


çalışan bir kişi, önce kaldırıma çıktı. Sonra kenardaki
bariyerlere arabanın altını vurdu. Etraftan gelen dur
seslerine bile aldırmadan bu hareketleri yapıyordu. O
sırada sinirlendi ve etrafa küfretti. Gözleri boş bakı-
yordu. Şimdi, istatistiklere de bakarsak, insanların
%90’ı ya içki içiyor, uyuşturucu kullanıyor ya da zaten

114
sakinleştirici hap alıyor ve hepsinin arabası var, araba
kullanıyorlar. Sadece %10’luk bir kısım belki bunların
hiçbirini kullanmıyor. Ayrıca zaten herkes arabaya
binmek için çıktığı ortamdan ya kavga ederek çıkıyor
ya da zaten hep kızgın.

Eğer bizim hayatımız diğer insanların elinde olsaydı,


yani evrenin “doğal güven ritmi” içinde yaşamasaydık
sokaklarda canlı insan kalmazdı. Halbuki bu kadar
tehlikeli bir yerde hala hayattayız. Çalışmalarım sıra-
sında korkularım bittikçe algıladığım en mucize şeydi
bu. İnsanların güvenini zaten yaratımın kendisi, kendi
doğallığında sağlıyor. Bunu anlamıştım. Ne büyük
bir güven alanı. Doğal olarak yaratımın içinde zaten
varmış.

İnsan bedeninin enerji sistemi o kadar mükemmel ki,


“Ben bende olan kadarla karşılaşırım,”
“Ben bende olmayanla karşılaşmam,”
Yani en basit hali ile doğarım, yaşarım, ölürüm. Bunu
bildikten sonra, neden bir insandan gelecek güvene
ihtiyacım olsun ki! Ancak ölmekten korkuyorsam ve
ölümü yaşamak istemiyorsam o zaman güven ararım.
Sonra bir baktım ki zaten güven için sığındığım kişiler
de ölmüş. Mesela babam öldü. Güvendiklerim ölüyorsa
demek ki ben de öleceğim. Bulduğumu zannettiğim
yöntemlerle ölümü yenemeyeceğim. Yani ölümsüz
insan olmak yokmuş. Bu da zihnimin kandırması ve
beni kullanma yöntemiymiş. O zaman da ölmemek
için bir yere ya da birilerine sığınarak her gün ölmem
gerekmiyor. Öleceğim gün bir kere ölürüm.
Ancak öleceğim güne kadar yaşadığım olayları yaşa-

115
mak istemiyorsam o olayları yaşatan inançlarımı ve
korkularımı dönüştürürüm. İnançlarımı ve korkuları-
mı bitirerek kendi yaşamımı istediğim gibi tanzim
etmek benim elimde. İşte asıl güven noktasının bu
olduğunu fark ettim. Benim elimde olan tek şey bu.
Bu noktada bir kere daha algıladığım, insanların in-
sanlara bir şey yapamayacağıydı. Bu yüzden başka
insanlardan da daha güçlü olmam ve onları alt etmem
gerekmiyordu. Çünkü karşımda alt edilmesi gereken
kimse yoktu.

“Aile ile güvendeyim. Aile olmalı,” inancının olamayaca-


ğını anladığım zaman aile ile ilgili kızgınlıklarım da
bitti. Çünkü benim aileden beklediklerim diye bir
şey olamazmış, onu anladım. Aynı zamanda benim,
ailem için yapamadıklarım, dediğim şeyler vardı ve
bunun için de kendime kızgınlık duyuyordum. Bunları
da zaten yapamayacak olduğumu anladım. Yani biz
insanlar birbirimiz için bir şey yapamıyoruz.

Yani aile ve onun beraberinde getirdiği “olmalılar”


listesinin olabilme ihtimalinin olmadığını, imkansızlı-
ğını anladım. İnsan yaratımı, bu listeyi yapmaya
muktedir değil. Öyle yaratılmadığımızı algıladım. Bu
listeler Allah’ın listeleri değil. Allah’ın listeleri olma-
dığını algıladığımda da Allah’a karşı kızgınlıklarım bitti.

Allah insanları yaratırken, “Gidin birbirinize yardım


edin, bazıları yapamaz, ben onları eksik yarattım,
siz onlar için yapın,” diyerek kimseyi kimseden eksik
veya yetersiz yaratmadı. Herkesteki kullanabilme ve
yapabilme becerisi kendisine gereken kadar. Bir kişi
var olan becerisini kullanarak, istediklerini başkasın-

116
dan beklemeden yaparsa onun yaptığını beğenen
ve ihtiyacı olana verir. Yani yine yaptığını kendi için
kendi yapabildiği kadar yapmış olur. Ancak yaptığını
ondan isteyen olursa verdiklerinin karşılığında ne iste-
diğini zaten önceden verirken belirtir, böylelikle de
yaptıklarının karşılığını istediği şekilde alabilir. Karşı-
lığını verecek kişi de önceden ne vereceğini bilir.

Bugünlerde herkes insanlığı ve dünyayı kurtarmak


üzerine kurgulanıyor. “Spiritüel bahçe”nin, insanları
birbirine bağlamak için yeni oyunu bu. Halbuki
insanlar insanlığı da dünyayı da kurtarmayacak. İn-
sanlar sadece kendilerini kandıran bu inançlardan
kendilerini kurtarabilirler. Bir insan, “Bütün insanlık
için bir şey yapacağım,” veya “İnsanlığı ben kurtara-
cağım,” diye ortaya çıkamaz. Çünkü hiçbir insan bütün
insanlık için bir şey yapabilmesi için yaratılmadı. Ama
doğru olmayan inançlarını fark edip onlara inanmayı
bırakabilir. Bu da kendine yapacağı en büyük hizmettir.

Hatta bir insan, diğer tek bir insan için bile bir şey
yapamaz. O zaman neden, “Benim için o yapar,” diye
inanalım? Çünkü o kişiden beklediğimiz, bizim için
yapabileceğine inandığımız şeyi, o insan yapmaya
muktedir değil, insanın yaratım şekli buna müsait
değil.

Bir insana zihninden gelen, “Sen seçildin, bütün insan-


lık için bir şey yapacaksın,” sözü, “spiritüel bahçe”nin
kandırmasıdır. Bunu herkese söyledikleri için kendini
seçilmiş zanneden milyonlarca insan olabiliyor. O kişi-
ler biraz uyanıp, “Benim hangi özelliğim için seçtiniz?”
deseler, kendileri üzerine oynanan oyunu bozarlar.

117
Zihnimden bir gün, “Sen seçildin,” sözü duydum. Tabii
çok şaşırdım ve hemen, “Siz kimsiniz ki beni siz seçe-
ceksiniz?” demiştim. Öyle bir ifade ile söylemiştim ki
bir daha hiç söyleyemediler.

Halbuki burada fark edeceğimiz şey, “Sen seçildin,” de-


dikleri zaman, insanlar için yapacakların söyleniyor.
“Allah yaratıyor, ben yarattıklarına hizmet edeceğim,
bu nasıl bir şey?” desem ve şüphelensem, bu verilen
görevden memnun olmasam seçilmişlik diye beni
birilerine hizmet ettirdiklerini algılarım. Bunu da bü-
yüklük görmem, hizmet ettirildiğime uyanırım. Yani
beni negatif enerjinin kullanmak istediğine uyanırım.

Eğer insanlara hizmet etmek beni iyi hissettiriyor ve


huzurlu yapıyorsa, “Ben ne kötülük yaptım ya da güna-
hım ne ki yardım yaptıkça kendimi iyi hissediyorum?”
diye sorarım. Beni zihnimin devamlı, “Suçlusun ve
günah işledin,” diye inandırmaya çalıştığını yakalamış-
tım. Böyle inandırarak beni istediği gibi kullanıyordu.
En çok da herkese yardıma koşturuyordu. Zaten
yardım için uğraşırken söylediğimiz sözler bunu gös-
teriyor. “Allah için yaptım,” diyorum. Başka insanları
kullanarak, onları zavallı görerek kendi günahlarımın
Allah tarafından affedilmesini bekliyorum. Böylece
bu yardımlarımla, “Ben yapabilirim, onlar yapamaz,”
inancım artıyordu. Zaten negatif enerjinin istediği de
buydu. Benim dışımdaki insanları bana, “Onlar zavallı,”
diye inandırıyordu. Allah’ın yaratımında zavallı insan
olamaz, ben bunu anlamıştım.

Böyle olduğunu anladığım zaman asıl çalışmam ge-


reken yerler önüme çıkmaya başlamıştı. Artık ken-

118
dime gerçek soruları sormalıydım. “Ben kendimi hangi
yaşadığım olayda suçlu hissetmiştim?” diye sorduğum-
da olayları hatırlamaya başladım. Böylece o yaşadığım
olayların içindeki korkularımı dönüştürdükçe kendimi
suçlu ve günahkar hissetmem bitti. Böylece zihnim
beni yönlendiremez oldu.

“Oyun bahçesi”nin kandırması da “EN”, “DAHA” keli-


meleri ile başlayan cümlelerdir. En başarılı, en güzel,
en sevilen, en istenen, en büyük, en üstte, en bilen
gibi. Bu listeye herkesin en’leri ve daha’ları ilave
edilebilir. Bu kelimelerin oyununa gelirsen oyunun
ortası da sonu da senin halledemeyeceğin şekilde,
halledemeyeceğin yere gider. Çünkü oyun bahçesinin
içindeki “en”ler ve “daha”lar yaşamın doğalında yok.

“Spiritüel bahçe”nin en büyük kandırmalarından


biri de evrenin onlar için bir şey yaptığıdır. Çünkü o
bahçedekiler de kendilerinin evren için, bütün için
bir şey yaptığını zannediyor. Böylece evren de onlar
için bir şey yapacak diye bekliyorlar. Onun için de sık
sık, “Evrene bıraktık,” diyerek isteklerinin olmasını
bekliyorlar. Tabii ortada olan bir şey yok. O zaman da
“Benim için hayırlı değilmiş,” diyorlar. Olmasını iste-
dikleri şeyle ilgili kendi inançlarını incelemek akılları-
na bile gelmiyor. Yani onlar için dışarıda birileri veya bir
oluşumun varlığına ve o oluşumun onlar için “yapar”
veya “yapmaz” olduğuna inandırılıyorlar. “Dışarıda biri
var, senin için her şeyi o yapar,” inancı güçlendiriliyor.
Böylece, “Benim için evren yapar,” diyen insanlar ço-
ğalıyor.

Bir insanın sadece kendisi için bir şey yapabilir oldu-

119
ğunu algılamıştım, başkası benim için bir şey ya-
pamazdı. Böyle yaratılmadığımızı, gerçeğimizin bu ol-
madığını algıladığımda yaşamın güzelliğini, kendimin
muhteşemliğini hissettim. Hayata döndüm. Her şeyi
o andan itibaren bambaşka bir güzellikte görmeye
başladım. Çünkü benim için yapılmasını beklediğim ve
hala yapılmayanlar için kızgındım. Böylece kızgınlığım
bitti.

Bir gün bir spiritüel hocaya, “Bu kadar meditasyon ve


arınma bilgileri Hindistan’da var, orada çok sayıda guru
dedikleri, inandıkları kişiler var. Hatta bizim memle-
ketten de oralara giderek, o meditasyonları yapıp iyi
bir şeyler yaptıklarını zannedenler oluyordu. Neden
dünyanın en pis ve en fakir halkı orada yaşıyor?” diye
sordum. O da dedi ki, “Eğer onlar bu meditasyonları
yapmasalardı dünya daha kötü olurdu.”

Ne kadar boş bir şeye inanmış değil mi? Düşünün ki


ben iyi yaşamamı, orada o pislik içinde yapılan medi-
tasyonlara borçlu olduğumu zannedeceğim. Bu da
yine, “Biz bu meditasyonları insanlık için yapıyoruz,”
diyen “spiritüel bahçe”nin kandırması.

Halbuki birinci kitabımda anlattığım bir bölüm var.


“Ben neden bu kadar yalancı insan görüyorum?” dedi-
ğimde, “Sen yalancı olduğun için, kendi yalanlarına
bak,” sesini duymuştum. Yani o ses bana, “Hindistan’da
bu sıra meditasyonlar azaldı, ondan oluyor,” dememiş-
ti. Ve ben de kendi düşüncelerimi ve işime yaramayan
inançlarımı, korkularımı dönüştürdükçe sağlığım ve
hayatım, yaşantım değişmişti. Eğer el ele tutuşarak hep
birlikte yaptıklarını zannettikleri toplu çalışmaların

120
birine iyi geleceği doğru ise, o zaman düşünebiliyor
musunuz, birinin hayatı diğerine bağlı oluyor. Halbuki
Allah öyle bir yaratım yapmış ki herkesin her hareketi
kendine faydalı veya kendine zararlı. İşte Allah’ın
adaleti, asıl adalet bu. Güzel olan bu zaten.

Bu kadar muhteşem bir yaratım olan insanı yaratan


Allah’a da bu asillikte yarattığı bir sistem yakışır.

İşte şimdi, Allah’a bir daha inanırım ve kendim için


doğru hissettiğim, güzel hissettiğim şeyleri yaparım.
Bunu da yaparken büyük bir rahatlık hissederim. Her
yaptığım “ne ise” sadece bana yarayacak. Ama ben,
bana yarayanı yaparsam o zaten kendi doğal ritminde
belki bütüne bir şey yapıyordur, onu takip edemem,
bilemem. Bilecek kapasitede de yaratılmadım. Ken-
dim kadarım. Ama kendim için “tamamım.” Ne güzel
değil mi?

İnsan tüm dünyanın ortasında ve kalabalığın içinde


yaşayacak, ama kendi kadar yaşayacak. İnsan için
doğal olan bu. Bu doğal oluşumum, benim kendim-
de kalmamı sağladığı sürece, beni bu tamlığımdan
çıkarmayı görev edinen negatif enerjinin işine yara-
maz, negatif enerji beslenemez, yok olur. Negatif
enerjinin insanları tekrar tekrar birbirlerine muhtaç
hissettirmesi ve birbirine bağlaması gerekir. Bize
sonunun iyi olacağını inandırdığı birleştirmeler yap-
ması gerekir. Her insan uyanıp, bir gün oyuna gel-
meyene kadar bu böyle devam edecektir. Uyanan
insanlar çıktıkça negatif enerjinin yönlendirmeleri-
nin etkisi azalacaktır. Negatif enerji, bir gün yok olana
kadar herkese her zaman,

121
“Aile kurmalısın,”
“Eğitimli olmalısın,”
“Bilim çok önemli,”
“Sen bilmezsin, başkaları bilir, ”diyerek inandırmaya
devam edecek.

Bizim normalimiz, yaradılış halimiz bu değil. İnançla-


rımızı bırakarak kendi asıl halimize dönmeliyiz. Geçen
gün bir televizyon programında bir doktor, “Doğal
gıdalar bozuldu. Yapay gıdalarla bedenimiz bozuluyor.
Gıdalarımızı doğal ortamlardan alarak bedenimizi
fabrika ayarlarına geri döndürmeliyiz. Bize yanlış
besinler yediriyorlar,” diye anlatıyordu ve devamlı,
“Bedenimizin fabrika ayarlarına dönmesi gerekiyor,”
diyordu. Bizim fabrika ayarlarımızı bozan sadece bizim
yediklerimiz mi? Asıl, “doğru diye inandıklarımız”
insanın fabrika ayarlarını bozdu. Bir kişi, “Eşim var,
kocam var, çocuklarım ve ailem var. Hatta ben onlarsız
hiçbir şey değilim,” diye inanırsa, “Başarılı olmalıyım,
çok para kazanmalıyım,” diye zannederse, uzaydan
gelen gemilerin insan yaşamını iyiye götüreceğine
inanırsa insan olan halinin fabrika ayarlarını bozdu
demektir.

İnsana Allah, “Git aile ile kendini tamamla, ben seni


eksik ve bozuk yarattım,” demez. Ya da “Sizi bilmez
yarattım, sizin için bilenleri de uzayda yarattım.
Onlara sormadan bir şey yapmayın. Onlar bilen, siz
bilmeyensiniz,” demez. Ama bizler kendimizin ya-
pamayacağı şeyleri kendimize zorla yaptırarak ve
aldığımız neticeleri beğenmeyerek, kendimizi zayıf,
işe yaramaz, aciz olarak tanımlayarak kendi fabrika
ayarlarımızı kendimiz bozduk.

122
Ben de korkularım ve inançlarım bittikçe, listelerdeki
görevlerimi bıraktıkça insanın fabrika ayarlarına nasıl
dönebileceğini kendi dönüşümüm ile bulabildim.

“Biz” ve “siz” demezsem, “Beni siz koruyacaksınız,”


demezsem, “Ben eksiğim, biri ile tamamlanacağım,”
demezsem asıl doğal yaratımı, yani insan oluşumumu
ve böylece tam yaratıldığımı hissederim.

Ben bunu korkularım ve inançlarım bittikçe hissettim


ve artık tam olduğum için de biriyle veya bir şeylerle
tamamlanmam gerekmiyordu. Böylece birileriyle koru-
nacağım inancı ve beklentisi de kalmadı. Bu durumda
spiritüel bahçenin inandırdıklarından da çıkabilirdim
artık.

“Oyun bahçesi”nde ülke, devlet, aile deriz. Ailenin


en başı iflas ettiğinde ya da istenmeyen bir sonuç
yaşadığında, o gece ailede kaç kişi varsa, aynı anda
herkes aynı sonucu yaşar. Ailedeki bir kişi, ailenin başı-
nın yaşadıklarını ömür boyu kendisi de yaşar ya da
ailesi için her şeyini verir. Çünkü ona göre aile güven
ortamıdır. Böylece kendine ömür boyu güven sağlamış
olduğunu zanneder. Ama aileden biri, onun o kişiden
beklediklerini yapmaz, hatta aile içinde inandığı kişi-
ler onun bütün parasının bitmesine sebep olabilir; o
zaman da yıllardır yaptıklarının karşılığını alamadığı
için kendini kötü hisseder, kavgalar başlar, “Aile parça-
landı,” denir. Aslında onun bildiğini zannettiği aile
yoktu ki parçalansın. Sadece var zannedilerek yaşandı.

Bir insan aile içinde ferdi yaşarsa ve aile içinde kendi-


ni yok etmediyse hiç parasız kalamaz ve yaşayacağı

123
problemleri kendi ölçüsünde yaşar, onlarla da kendisi
baş eder. “Ailede herkes birbirine bakacak, herkes
birbirinden sorumlu,” diye öğretiliyor. Böylece aile
içinde çalışkan olan bir kişi, bir anda tembel olan
birçok kişiye bakar hale geliyor. Zaten, “Aile önemli,”
diyenlerin çoğu, kendilerinin bakıma ihtiyacı olduğu-
na inananlardır. Etrafındaki insanların kendilerine
bakmasını bekleyenler, aile olsun ve hep bakılsınlar
isterler. Aslında bakıldıkça kendi varoluşlarını hisse-
demezler. Yani bakıldıkça zarar görürler.

Ya da ailede baş olan baba veya dede öldüğünde veya


iflas ettiğinde, bir kişi, “Aileme ben bakacağım,” diye
inanır. Bunu yapmaya bir insan hali muktedir olmadığı
için de yapamaz ve ailenin yaşadığı her olaydan sonra,
“Ben suçluyum. Ben yetersizim. Ben kötüyüm,” diye
hisseder. Zaten bu his, bir süre sonra o insanı hasta
eder. Onun için de herkes hasta. Yapamadıklarımıza
duyduğumuz pişmanlıklardan hasta oluyoruz. Bunu ça-
lışmalarım sırasında kendimde çok net fark etmiştim.

“Oyun bahçesi”nde herkese önce bir özellik veriliyor.


Sonra da o özellikler neyse, insanlara ona göre görev-
lerini veriyoruz. Böylece herkesten bir şey beklemeye
başlıyoruz. Yapamazlarsa kızıyoruz, küsüyoruz. İstedik-
lerimizi yaparlarsa da yaptıkları kadarıyla yetinmeye
çalışıyoruz. Böylece kendimizi dar bir yere sıkıştırıp,
sonra da sıkıştığımız durum için sinirleniyoruz. Onla-
rın yaptıkları ile yetinmesem, kim bilir kendim için
neler yapabilirim! Bunu keşfettiğimde, istediğim şeyle-
ri kendim yapmaya başladığımda sahip olduğum her
şeyin tam benim istediğim gibi olabildiğini gördüm.

124
Oyun bahçesinde okumamış ve bilgisiz olamazsın. Zih-
nimiz bizi devamlı eğitime, okumaya ve başarılı olmaya
yönlendiriyor. Burada esas inandırılmak istenen,
“Tek başına bu hayatla başa çıkamazsın,”
“İnsan yetersiz, zayıf bir varlık,”
“İnsana şekil verilmeli,” inançları.

Allah’ın yaratımına ne kadar zıt bir inanç. Allah bizi


yetersiz ve zayıf mı yarattı? Yaratıldığımız halimiz tam
ama neyi, ne kadar ve ne için kullandığımız önemli.
Zihinlerimizi herkese açtık, inancımız da, “Onlar bili-
yor, ben bilmiyorum,”a döndü.

“Okumazsan adam olunmaz,” diye biliyoruz. Halbuki


insan, insan olan oluşumu ile adam zaten. Kendi
yaşantısında olan her şeyle başa çıkabilecek kapa-
sitede yaratıldı. Çünkü kendisi için bütün karar meka-
nizması kendisinde. Yani insan zaten yaratıldığı hali ile
adam. Onu bozmaya gerek yok.

Asıl karar mekanizmamı kaybettiğim yer, “olmalı”lar,


“yapmalıyım”lar listelerine girdiğim yer. O zaman
kararlarım bana ait olamaz ve hiçbir şeyle başa çıka-
mam. Hatta okusam, profesör olsam da başa çıkamam.
Dikkat ederseniz, hiç okumamışların başa çıkamadığı
konular ile çok okumuşlar da başa çıkamıyor. Çünkü
oyun bahçesinde insanın başa çıkamayacağı oyunlar
var. Eğitimli kadınların yaşadıkları, eğitimsiz kadınların
yaşadıkları ile aynı. Sadece ortamlar daha düzgün ama
yaşananlar aynı, çünkü inandıkları aynı.
Aynı ortamda bunları fark edip kendin o oyunları oy-
namamaya karar verebilirsin. İşte bu çalışma sistemi

125
insana bunu sağlıyor. İstemediği oyunlardan nasıl
çıkacağını öğretiyor, yapabilmesini sağlıyor. Oyun
alanındaki asıl beklentimiz, inandıklarımızın bizim işi-
mize yarayacağını zannetmemizden. Halbuki işimize
yarayacağını zannettiğimiz ve bu yüzden uygulamaya
çalıştığımız şeylere, “Acaba gerçekten hiç işime yaradı
mı?” diye baktık mı?

Var dediğimiz ve bütün gücümüz ile ona yaşam ver-


meye çalıştığımız her şeyin altındaki görev listesini de
yaşamak durumundayız. Liste beni nereye götürürse
onu yaşayacağım, neye var dersem onun listesini de
yaşayacağım. Böyle olunca da asıl var olan kendimi
yok etmiş oluyorum.

Bu çalışma sistemi ile kendime şu soruyu sorarak tarif-


lerden ve o tariflerin görev listesinden çıktım:
Bu var dediklerim benim hangi ihtiyacıma iyi geliyor ki
kendimi, “Bunlar var,” diye kandırabiliyorum?
Mesela, “Annem var,” demekle ne kazanıyorum?
İçimden, “Annem bana bakar,”
“Annem benimle ilgilenir,”
“Annem ne istediğimi bilir, onu yapar.”
“Annem bana destek olur,” gibi inançlar çıkmıştı, böy-
le inanıyordum. Hepsine tek tek baktım, öyle mi oldu
diye.

“Annem bana bakar,” dediğimde, “Annem benim ha-


tırlamakta zorlandığım kadar küçük yaşta bana bak-
mış olabilir ama daha sonra bana nasıl baktı?” diye
düşündüğümde, “Bana yemek yaptı, beni giydirdi,” de-
dim. Hatırladığım kadarıyla evde büyük bir abla vardı,
yemekleri o yapıyordu. Ben kendim giyiniyordum.

126
Çok değişik özel yemekleri de babam özel yaptırıyordu
ya da çok meraklı olduğu için kendi yapıyordu. Yani
inandığım pek de doğru değilmiş.

“Annem bana bakar,” veya tersi olan, “Annem bana


bakmadı,” da doğru değil.

“Bakan ve bakılan yokmuş.” Etrafta bir şeyler yapan


insanlar zaten devamlı varmış. Bütün bakımımı bir
kişinin yaptığına inanmam ve o kişiye kendimce anlam
vermem gerekmiyormuş. Böylece inançlarımdan biri
daha gitti.

“Annem benimle ilgilenir,” inancı için düşündüğümde,


fark ettim ki belli bir yaşa kadar, benimle benim
istediğim kadar ilgilenmesi mümkün değil. İlgilenece-
ği çok şey var. Aile olunca liste kabarık. Annesi var,
kendi kardeşleri var. Babam, babamın ailesi gibi za-
ten ilgilenmek isteyeceği birçok insan var. Demek ki
benimle benim istediğim kadar ilgilenmesi mümkün
değil. Belli bir yaştan sonra da, mesela 14 yaşında,
yaptıklarımı gizleyerek, saklayarak yaptığım için de
benimle ilgilenmesini ben istemiyorum. İşte yine,
“Annem benimle ilgileniyor,” inancının çöktüğü an
benim için. Bir inancım daha bitti.

“Benimle ilgileniyor.”
“Benimle ilgilenmiyor.”
İkisi de doğru değil. Bir insanın diğer herhangi bir
insanla ilgilenmesinin hatta onun istediği şekilde,
istediği ortamda, istediği gibi ilgilenmesinin mümkün
olmadığını algılamıştım.
Bunu anladığım günden bugüne kadar, her şeyimle

127
bizzat kendim ilgilendim. Bu kolay olmadı. Alışmışız
etraftan, yakınlarımızdan yardım almaya. Halbuki ken-
dimin her ihtiyacıyla kendimin ilgilenmesi ne kadar
kolaymış. Buna dikkat ederek, kendimi gözlemleyerek
her gün kendimle ilgilenmem gereken konuları bir
bir artırarak yaptım. Bu bir antrenman süreciydi ve
çok eğlenceliydi. Böylece benimle ilgilensinler diye
beklediğim kişilere ilgi göstermeyi, onların her işine
koşmayı bıraktım.
Kendimin her işine koşar oldum.
Böylece sağ kulağımı sol elimle göstermekten kurtul-
dum.
Ben onlarla ilgileneceğim, onlar da sonra benimle ilgi-
lenecek.
Ne oyun ama!
Direkt kendinle güzel güzel ilgilen, bitsin.

Bunları keşfettikçe, hepimizin devamlı birbirimize


oyunlar kurduğumuzu fark ettikçe çok şaşırıyordum.
Ben ailedeki herkesin ve arkadaşlarımın yardımına
koşma hareketinin doğal halim olduğunu, ailenin bu
demek olduğunu zannederek onların istediklerini ya-
parken, onlar da bana yardım etsinler diye yaptığımı
keşfetmek şaşırtıcıydı. Demek ki, karşılıksız hiçbir şey
yapmıyordum. Ama bu sinsi bir bekleyişmiş.

Bunu kendim bile o güne kadar fark etmemiştim.


Yani, “Karşılığını isterim,” diye yaptıklarımın karşılığı-
nı beklediğimi söylemiyordum. “İyi insanım, herkesin
her şeyine ben koşarım,” diye inanıyordum. Meğerse
altında, “O da ben istediğimde, ihtiyacım olduğunda
bana yardım eder,” diye bir beklentim varmış. Bu

128
beklentimden dolayı, yardım etmediği gün de o kişiye
küstüğümü gördüm.

Çok büyük bir oyun, hepimiz bu oyuna geliyoruz ve


kendimizi hiçe sayarak başkasına yardım etmeye
programlanıyoruz. Bu oyuna gelmemek için şöyle yapı-
yordum. Eğer yardımına koştuğum kişiler herhangi
bir davetlerine ya da düğünlerine beni çağırmazlarsa
kızmayacaksam, yardıma devam ediyordum. Böyle
yaparak kendi niyetlerimi daha güzel keşfeder
olmuştum. Zaten bir süre sonra korkularım bittikçe
de kimsenin yardıma ihtiyacı olmadığını, yapmak ve
yaşamak istediklerinin o kadar olduğunu anlamıştım.

“Annem ne istediğimi bilir, onu yapar.”


Annemin benim için yaptıkları ve ısrarla bana
yaptırmak istedikleri, okumam üzerineydi. Hep,
“Okuyacaksın,” derdi. Yani annemin benim yapmamı
istediği okumamdı. Çünkü annemi liseyi bitirdikten
sonra babası okutmadığı için çok üzgündü, bu konuda
takıntılıydı. Okuyanı sever, okumayanı okutmaya çalı-
şırdı. Çok güzel bir genç kız olduğu için liseden sonra
babası üniversiteye yollamamıştı.

Beni de okumam için çok zorluyordu. Ben ise spor


yaptım, iş hayatım oldu. Kendi becerilerimle çok bü-
yük işler yaptım. Bu becerilerim o kadar doğaldı ki
çok büyük işler yaptığımı, yaparken fark etmedim
bile, şimdi anlatırken görebiliyorum. Benim istediğim
şeyler bunlardı. Kendi yapmak istediklerimi yapmak-
tı. Peki, annem bana, benim istediklerimi yapmamda
yardımcı olmuş mu? Yani inandığım gibi, “Annem ne
istediğimi bilir, onu yapar,” inancım doğru muymuş?

129
Hatta annemin benim ne istediğimi bilmesi ve anla-
ması mümkün müymüş?

“Annem benim ne istediğimi bilir, onu yapar.”


“Annem benim istediklerimi yapmadı.”
Herhangi biri mümkün mü? İkisi de mümkün değil.

Anne dediğim kişi bir insan ve sadece kendi yaşadıkla-


rını ve istediği halde yaşayamadıklarını bilir. Takılı
kaldığı şeylerle ilgilenir. Karşısındaki insanı göremez
ve fark edemez bile. Çünkü insan sadece kendini
algılayabilecek kapasitede, başka insanları neden algı-
lasın ki, onlar da kendilerini algılayacak kapasitede.
Yani benim için iyi olanı ben bilirim. Diğer kişiler de
kendileri için iyi olanı bilir. Annem kendi için iyi olanı
bildi. Onun için iyi olanlar, benim için iyi değildi. Zaten
yapmadım, yapamazdım da. Ancak yapılamayacağını
anladığım güne kadar, yapamadıklarım için üzgün ve
pişmandım. Böylece bir inancım daha çöktü. Üzgün-
lüğüm ve pişmanlığım bitti.

“Annem bana destek olur.”


Annem ilk evliliğimde, evlenmeme çok itiraz etti. Çünkü
eşim de ben de üniversitede okuyorduk ve okulumuzu
daha bitirmemiştik. Eşim askerliğini de yapmamıştı
ve işi yoktu. Yani annem evlenirken bana hiç destek
olmadı. Daha sonraki yıllarda ayrılmak istediğimde
eşim ayrılmak istemedi. Annem de beni verdiğim
karardan vazgeçirmek istedi. Benim ayrılmam, üç yıl
ayrı evlerde oturarak çok zor bir şekilde oldu. İlk eşim
evimizde oturdu, ben de annem ve babamla oturdum.
Bu süreci, annem araya girerek boşuna uzattı. Ben o
sırada yıprandım. Çünkü baskı altındaydım.

130
Yani beni desteklemiş mi?
Benim hiçbir kararımda annemin desteği yok.
Peki, neden desteklemedi?
Çünkü bir insanın diğer bir insanı desteklemesi müm-
kün değil. Benim yaptıklarım ve verdiğim kararlar do-
ğal olarak onu korkutur.

Evlenirken “daha işi olmayan bir adamla evlilik” korku-


tucu, ne olacağı belli olmayan bir başlangıç, ayrılırken
de “Bir kadın kendi başına bir şey yapamaz,” inancıyla
benim yaşayacaklarımı, kendi görebildiği kadar görür
ve değerlendirir.
Ve bu iki durum da annemi korkutur. Yani kimse kimseyi
destekleyemez. Birinin yaptığı, diğerini korkutur.
Bu durum, annemin “insan” oluşunun sonucu, yani
“anne” oluşunun sonucu değil. Böylece mükemmel bir
şekilde annemle yaşadığım her şeyi affetmiş oldum.
Bir insana, “Sen annesin,” diye yapamayacağı bir tarif
verildiğini anladım. Yani bir insan annelik yapamaz. O
zaman da anneme herhangi bir kızgınlığım ve ondan
bir beklentim kalmadı.

Bu beklentilerimi ailenin diğer fertleri için de yaptım.


Zaten bir kişiye küstüysem, bu ondan beklediğimi
yapmadığı içindir. Babamın yapamadıkları da insan
oluşunun sonuçlarıydı. Kardeşlerimin yapamadıkları
da insan oluşlarının sonucuydu. Onlara verilen görev-
ler doğru değildi. Yapamayan onlar değildi. Yapmaya
çalıştıkları yapılabilir şeyler değildi.

Bunları algıladığımda ve kendimde bu inançları dö-


nüştürdüğümde ailede kızdığım, küstüğüm hiç kimse

131
kalmadı. Herkesi yakın yaşadığım kişiler olarak gör-
meye başladım. Bu noktadan sonra istersem yine
onlara aile diyebilirim. Anne, baba, kardeş diyebili-
rim. Bir mahsuru yok. Onlardan beklentim olmayınca
zaten bir anlamı yok o kelimelerin. O kelimelere anlam
veren, benim listedeki görevlerine ve benim için bek-
lediklerimi yapacaklarına olan inancımdı. Halbuki
kimden ne bekliyorsam zaten olamazmış ve bunlar
sadece korkularımın beklentisiymiş, bunu anladım.

Bu beklentilerim bittikçe annemle, kızımla, kardeşimle


yaşamak bana çok güzel geldi. Eskiden onları iyi
yaşatmak ve sorunlarını halletmek için çok uğraşır-
dım. O sıralarda yaptığım mücadele ile benim de ca-
nım yanardı. Canım yandığı için de herkese içten içe
kızardım. O sırada bana yapılmalılar listesi ile korku-
larım mücadele verdiriyordu. Şimdi kardeşime, kızıma
gereken ne varsa, onlar için ben çok zevkle yapıyorum.
Onlarla yaşamak çok güzel oldu. Onların gerekirse yine
her şeylerini yapabilirim ama bu sefer yapılmalılar
listesinden değil. İnsan olan halimin zaman zaman
gereken iş birliği ile yapıyorum. Bu onlar için de çok
güzel oldu. Çünkü artık korkularımla ve karşılığını
bekleyerek yapmadığım için gözlerine soka soka yap-
mıyorum. Zaten yakınımda olan, birlikte çalıştığım iş
arkadaşlarımla da aynı şekilde yaşıyorum.

“Oyun bahçesi,” kurduğu oyunu oynayalım diye, zihni-


miz aracılığıyla bize önce bizim yapamayacağımız is-
tekler yollamış. Böylece bizi isteklerimizi kendimizin
yapamayacağına inandırmış. Sonra da hangi isteğimizi
kimin yapacağını bize aratmış. Buldurduğunda da, “O
senin isteklerini yapar,” demiş. Zihnim bana bunları

132
söylerken karşımdaki insanın bundan hiç haberi yok.
O kişi benim hangi isteklerimle ona geldiğimi bilmi-
yor. Aslında ben de bilmiyorum, o an sadece bir çekim
hissediyorum. Tabii ben de onun benden ne beklediği-
ni bilmiyorum. Karşılaşınca, “benim isteklerimi yapa-
cak kişi” olduğunu zannettiğim için, o anda aşk ve
sevgi başladı zannediyorum, öyle inandırılıyorum.
Zaten sonunda da yapmasını beklediklerimi yapmayın-
ca nefret ediyorum.

Bunu anladığımda korkularımın bana devamlı kendi-


min yapamayacağı istekler ürettiğini algıladım. Bu
da çok büyük keşiflerimden biriydi. Çok şaşırmıştım.
Oyun alanı, insanı kendi için bir şeyler yapamayacağına
inandırarak küçük de olsa, insanları birbirine bağlıyor.
İnsanlar bağlandıkça insan özellikleri yok oluyor.

Nil Avunduk! Bir sorum daha var? ... :) kitabımın 93.


sayfasının 5. paragrafında, “Sigara, alkol, uyuşturu-
cu asıl bağımlılığımız olan şeylere tahammül vesilesi.
Asıl bağımlılıklarımızı elde edemediğimiz zaman, elde
edememişliğimize tahammül edebilmek için kullan-
dığımız yüzeysel bağımlılık araçları,” diye anlattığım
bir bölüm var.

Asıl bağımlılığımız ise, “Erkek kadınsız, kadın da er-


keksiz olamaz,” diye inandırılarak yaratıldı. Bu inanç
dünyada oynatılan oyunun en önemli taşı oldu. Artık
buradan oyunu genişletmek, ilerletmek, yeni oyunlar
kurmak kolaydı.

“Erkek kadınsız, kadın da erkeksiz olamaz,” diye inan-


dırıldıktan sonra artık ben de kendim için bunun en

133
iyisini istemeye başlıyorum. Bu isteğimin oluşması
için önce beni tamamlayacağına inandığım kişiyi bul-
malıyım, sonra da aile kurarak bulduğum bu imkanın
devamlılığını ömür boyu sağlamalıyım.

Bu bir bağımlılık olduğu için, gerçek olmadığı, bir


zannetme olduğu için istediğimiz oluşumu tabii ki ya-
ratamıyoruz. Ancak, “Erkek kadınsız, kadın erkeksiz
olamaz,” diye öyle inanmış oluyoruz ki kadın şiddet
gördüğü halde erkeğe geri dönerek onun yanında
güvende olduğunu söyleyebiliyor. Bunu çok okumuş
kadınlar da böyle yaşıyor, okumamış kadınlar da
böyle yaşıyor. Bu sahneleri dışarıdan izleyenler, “Bu
şiddete nasıl tahammül ediyorlar?” diye bakarken,
kendi tahammül ettiklerini bu gördüklerinden farklı
zannediyorlar. Herkesin kendi yaşadığı şeyleri iyi zan-
netmesi de oynanan oyunun tuzaklarından biri.

Erkek de kendini, “Kadınsız olamam,” diye inandırdığı


için o da aramaya başlıyor ve ömür boyu, bulduğu
kadının isteklerini yapmaya razı olabiliyor. Çünkü
inancına göre bundan başka bir şey bilmiyor. Kadının
yapabilecekleri ve erkeğin yapabilecekleri görev lis-
telerinde ayrı ayrı yazıldığı için de inandığımız gibi de-
vam ettiriyoruz.

Erkek de kadın da birer insan, yapmak istedikleri


şeylerle birbirlerinden farklı olabilirler, ama birinin
yapamadığını diğerinin yapması gerekmez. Kadının
yapamadığı varsa yapmayabilir. Erkeğin yapamadığı
varsa, o da onu yapmayabilir. Bir şeyi yapmak için
birbirlerine ihtiyaçları var diye inanmaları gerekmiyor.
O zaman biri diğerinden üstün diye algılanmaya baş-

134
lıyor. İki kişinin birlikte yapabileceği bir şey için bir
araya gelip, sonra da “Biz birbirimizi tamamlıyoruz,”
inancına gidecekse durum, o zaman o bir arada yapı-
lan şey ihtiyacımız değil demektir.

Negatif enerji, insanları birbirlerine bağlayarak, yani


insanda insan bağımlılığı oluşturarak, isteklerini birbir-
lerinden istemeyi öğreterek, insanları kendilerine
inanmaktan çıkardı. İnsanların kendilerine inanmayı
bıraktırıldığı, başkalarına inanmaya başlatıldığı, insan-
lara oynatılan bu oyunun sonunda geldiğimiz yerdeyiz.
Bu oluşumda herkes, başkasından beklediği, “O be-
nim için yapar,” dediği şeyler gerçekleşmedikçe, bu
inançlarını bırakacağına, çeşitli uyuşturma yöntem-
leri ile isteklerinin olmayışına tahammül edebilir hale
geldi.

Geçen gün, “Herkes antidepresan kullanıyor,” diye bir


haber gördüm. Herkese yapmaları gerekenler liste-
leri verildi. Herkes bunların doğruluğuna inandırıldı.
İnsanlar, bu yapılacaklar listelerini başkaları yaparmış
gibi görürken, kendileri yapamadıklarında bu uyuş-
turucuları kullanmadan bu duruma nasıl tahammül
edecekler? İnançlarından vazgeçmesinler diye çeşitli
görsel oyunlar oynanıyor. Bu oyunlara fark etmeden
herkes alet oluyor. Yani büyük bir hızla, bir dakikalığına
bile olsa, “Ben yapabildim,” görüntüsü veriliyor.

Bir insan ya bu zihinsel kaosun içinden inandıklarının


inandığı gibi olmadığına, kendi yapamadıklarından
yola çıkarak, bunların olmasının mümkün olmadı-
ğına, zaten herkesin de göründüğü hali bir hafta sonra
kaybettiğine uyanarak çıkacak ya da kendini uyuştu-

135
rarak yapamadıklarına tahammül etmeye uğraşacak.
Tahammül edemedikçe, daha büyük hastalıklar çıka-
cak. Zaten çıkıyor. Halbuki burada tek keşfedeceği
şey, yapmaya uğraştığı, inandığı bir şeyin yapılabilir
olduğuna olan inancını bırakmak.

Şunu iyice anlamıştım. Bir insan, neyi yapamadığı


için, yanına onu yapacağına inandığı insanı istediği-
ni bulmadan, bağımlı olduğu maddeden kurtulamaz.
Başka kişiler onun için bağımlı olduğu maddeye neden
bağımlı olduğunu bulamaz ya da ona bulduramaz.
Çünkü bağımlılığı olan kişinin inandıklarına zaten her-
kes inanıyor. “Bu inandığın doğru değil,” diyemezler.
“Yapmalıydın,” ya da “Yapamadın,” diyerek o kişiyi
daha fazla suçlu hissettirirler. Böylece ilk kitabımda
da anlattığım gibi bütün bağımlılık araçları, “Yapma-
lıyım,” diye inandığımız ve yapamadığımız şeylere kar-
şı tahammül aracımızdır. Asıl inançlarımız bitmeden,
bağımlı olduğumuz araçlar bitmez. Başka türlü, yapa-
madıklarımıza nasıl tahammül ederiz ki?

Ben kendi çalışmalarım sırasında, hayatımın her dev-


resinde bir yere giderken veya bir şey yapacağım
zaman annemin bana, “Yanında biri var mı?” ya
da “Giderken yanına birini al,” diye tembih ettiğini
hatırladım. O zamanlar, “Ne gereği var,” diye cevap
verirdim. Daha sonraları buna yavaş yavaş inandı-
ğımı, “Bir yere yalnız gidilmez, bir şeyler yalnız yapıl-
maz,” cümlelerini yakınımdaki kişilere söylemeye
başladığımı fark ettim. İşte inanmamızı istedikleri
inançlar yine bizlerin aracılığı ile kendi aramızda ne
kadar hızlı yayılıyor. Hani yalan bir haber yaparız, bir
süre sonra o haber daha güçlenmiş, daha inandırıcı

136
bir şekil almış olarak bize geri döner ya, onun gibi.
Bizler de maalesef gereksiz ve hiç işimize yaramayan
inançlarımızla bu oyundaki oyuncular oluyoruz.
Böylece insan yok olacak, böylece negatif enerji,
Allah’ın yarattığı insanın muhteşem bir şey olmadığı-
nı ispat edecek.

Bu oyun alanının görevi ve programı, Allah’a karşı


oynanan, “İnsan doğru ve tam bir varlık değil,” oyu-
nunun ispatı. Biz kendi inançlarımızdan gerçekten çı-
karsak bu oyunda birer oyuncu olmaktan kurtuluruz.
Çünkü oynanan oyunun farkında bile olmadan, doğal
halimiz böyle zannederek ezbere hareketler ve ezbere
isteklerde bulunuyoruz. Ben de bunları fark ettiğim
güne kadar hepsini zaten yapmam gerekir diye yapı-
yordum. Sorgulamak, başka bir şekilde hareket etmek
aklıma bile gelmiyordu.

Sorgulamaya başladığım zaman o güne kadar fark


etmediğim her şeyi ufak ufak görmeye, anlamaya
başladım. Sadece gördüklerimi, fark ettiklerimi değer-
lendirdim, unutmadım. Daha sonra, fark ettiklerimi
diğer anladıklarımın üstüne koydum. Böylece algım
belli bir ritimde açıldı. Zaten hepsini birden anlasay-
dım, anladıkça korkularımı da dönüştürmeseydim
benim için güzel bir son olmazdı.

Sizin de bu okuduklarınıza itiraz etmeniz çok normal.


Hatta okuduklarınıza itiraz edeceksiniz ama bir yan-
dan da gerçekten içinden çıkamadığınız bir problemi-
niz varsa, sebebini bulup sadece o gün o sorununuzla
ilgili kendi korkunuzu dönüştüreceksiniz. Korkularınız

137
bittikçe, zihninizin kaosundan kurtuldukça, bir süre
sonra benim fark ettiklerimi başka bir şekilde fark
edeceksiniz, aynı cümlelerle olmayabilir, bu insan
zenginliğimizin özelliği.

Zaten aynı cümlelerle olursa ezberlemiş olursunuz.


Yani öğrenip, uygulamaya geçerseniz bu netice sizi
daha evvel öğrendiğiniz bilgilerden çıkarıp, yeni
bilgilere sokar. Böylece yaşantınızda aynı neticeleri
alırsınız. Çünkü değişen siz değil, bilgileriniz olmuştur.
Benim çalışmamda değişen bendim. Onun için bu
çalışma sistemini kullanarak gerçek neticeyi aldım.

Sizin cümlelerinizin de bambaşka olması güzel olan.


Zaten benim korkularımı bitirerek algıladıklarımı siz
okuyarak nasıl algılayacaksınız? Sadece korkularınızı
dönüştürebileceğinizi bilmek güzel. Bu başlangıç
size ümit verir ama yol çizmez, karar verdirtmez,
sadece kendinizde denemenizi sağlar. Siz kendinizde
denedikçe benden farklı şeyler bulursunuz. Bu, insan-
ların yaşadıklarının farklı oluşundan. Zaten evrenin,
insanların zenginliği bu.

Ben kendi korkularımı ve inançlarımı dönüştürdük-


ten sonra, önceleri yakın çevremde başlayan, “Biz de
öğrenelim,” talebi ile 2000 yılında seminerler vermeye
başladım. Bu seminerlerimde bugüne kadar bu kitap-
ta yazdıklarımın hiçbirini anlatmadım. İlk kitabımda
yazdığım şekilde anlattım. Bugün seminer yapsam,
seminerde yine bunları anlatmam. Çünkü ben bunları
hemen anlamadım. Önce hastalığıma isyan ettim,
“Hastalanmamın bir sebebi olmalı,” dedim. Israrla
aramaya başladım. Hastalığımın altından ilk çıkanlar

138
herkese olan kızgınlığımdı. Kızdığım, küstüğüm herkes
için tek tek çalışma yaptım. Herkes benim ayrı bir
korkumu tetiklemişti. Olan buydu.

“O kişiye neden kızdım?” diye sordukça hepsi tek


tek ortaya çıkıyordu. Ben de bulduğum korkumu dö-
nüştürdükçe, gerçekten kızmamaya ve affetmeye
başlamıştım. Hatta korkum dönüştükçe o kişileri af-
fettiğimi bile fark etmiyordum. Bu doğal bir oluşumdu.

Böylece içimde biriken kızgınlıklarımdan ve öfkelerim-


den hasta olduğumu iyice anlamıştım. Artık kendimi
daha güzel incelemeye başlayabilirdim. Ben de böyle
yaptım. Kendimi bir çocuk büyütür gibi hassas bir
şekilde ele aldım. Kendime kızmadan, her yalan
söylediğimde bana yalan söyleten korkumu bulup
dönüştürdüm. Sonraları aynı konularda aynı yalanları
söylemediğimi fark ettim. Artık yalan söylemek bana
zor ve anlamsız gelmeye başlamıştı.

İnsanları devamlı yargılardım ve herkes için bir tari-


fim muhakkak olurdu. Tabii çalışmalarım sırasında en
büyük keşiflerimden biri olan “AYNA” sistemini bu-
lunca işler değişti. Bu keşfimden sonra, artık eskisi gi-
bi insanlar için iştahlı iştahlı tarifler yapamaz oldum.
Çünkü sonunda yaptığım tarif aynı ben çıkıyordum. İlk
zamanlar yargılamamaya, tarifler yapmamaya çalıştım
ama artık her şeyi anlamıştım ve çalışma içimde güzel
bir ritimde devam ediyordu.

Kendimi durduramazdım, yargılama yapmıyormuş gibi


sahte hareketlere giremezdim. İçimden yargılamaya
devam edip dışarıya yargılamıyormuş gibi göstere-

139
mezdim. Zaten yargılayacak bir tarifim varsa, kendi-
min de o tarifi yapabilecek kadar o hali tanıyor olmam
gerekirdi.

Mecburen herkesi içimden geldiği gibi yargılamaya


devam ettim. Her tarifimi not alıyordum ve “Bunların
aynısını nerede, nasıl yapıyordum?” diye sorduğum
zaman yaşadığım olayları hatırlıyordum. O hareketleri
bana yaptıran korkumu bulup dönüştürdükçe, artık
öyle davranamaz oluyordum. Kimseyi de bir daha öyle
yargılamıyordum. Çünkü ben değişince öyle hareket
edemez oluyordum. Artık diğer insanları da öyle
görmüyordum.

Ayna çalışması önceleri beni kızdırıyordu ama sonra-


ları çok net neticeler aldığım için benim en değerli
çalışmam oldu. Bu çalışmayı insanları tarif edecek bir
şey bulamadığım güne kadar yaptım.

Ben çalıştıkça, bende değişen enerjinin oluşumu ile


bu kitapta anlattığım algılara geldim. Bu sebeple, yıl-
lar boyunca yaptığım seminerlerde bu kitapta yazdı-
ğım algıları anlatmadım. Seminerlerde yaptırdığım
çalışmalarla geleceğiniz algıların bunlar olduğunu
biliyordum. Ama ne zaman, hangi değişimden sonra
nasıl algılayacağınızı bilemezdim. O sizin içinizde var
olan kendi doğal bilginizdi. Ancak öğrettiğim çalış-
mayı zaman içinde Spiritüel Alan’da güce çevirip
Oyun içinde daha güçlü oyuncu olmak için kullanma-
ya çalıştığınızı anladım. Bunun imkansız olduğunu,
bu çalışmanın sizi güçlü oyuncu yapmayacağını ancak
içinde bulunduğunuz Oyun’dan çıkaracağını açıkça
anlamanız için şimdi anlatıyorum.

140
2000 yılından itibaren verdiğim tüm seminerlerimde
sizleri korkularınız üzerinde çalıştırdım. Çünkü gerçek
çalışma buydu ve ben de böyle çalışmıştım. Benim de
kendimde ilk bulduğum suçlanma korkumdu. Zaten
onu ilk bulduğum anda, yaşadığım birçok olayın dili
çözülmeye başlamıştı. Artık neyi neden yaşadığımı
daha net fark eder olmuştum. Suçlanma korkumdan
sonra diğer korkularımı ve inançlarımı fark etmem da-
ha kolay olmuştu, artık arkası güzel bir ritimde devam
ediyordu.

Başkalarında gördüğüm ve kızdığım yalanları görün-


ce, “Neden etrafımda bu kadar çok yalancı var?”
diye isyan ettiğim zaman, içimden o müthiş ses yine
bütün haşmeti ile ortaya çıkıp, “Kendi yalanlarını
görmen için,” demişti. Böylece bir yandan korkularımı
çalışmıştım, bir yandan da başkalarını tarif ederek
kendimde ayna çalışmasını uygulamıştım.

Ayna çalışmasını hiç kimse sevmedi. Herkesi yargıla-


mak ve suçlamak kolayken, suçladıkları ve yargıladık-
ları her şeyi kendilerinin de yaptığını görmekten kim-
se hoşlanmadı. İlk zamanlar ben de sevmemiştim, ama
kendimde uyguladıkça aldığım neticeler beni uygula-
maya teşvik ediyordu.

Yaşadıkları olayların içinde sıkıştıkları halde, seminer-


lerde, ayna çalışması zor geldiği için zaman içinde
öğrettiğim çalışmayı kendi istedikleri şekle ve yapa-
bilecekleri hale çevirdiler, yani çalışmanın aslından
uzaklaştılar. Aslında bu her konuda yaptığımız bir şey.
Mesela ben televizyondaki yemek tariflerini dinlerken,

141
bana zor gelen bölümlerini çıkarıp kendimce başka
şeyler eklediğimi fark etmiştim. Tabii ki o yemeği
tarif ettikleri gibi yapanlarla benim yaptığımın ara-
sında büyük fark oluyor, ama ben aynısını yaptığımı
zannediyorum. O sırada o yemeğin lezzetini bilmedi-
ğim için aynı lezzette yaptığıma inanıyorum.

İşte seminerde anlattıklarımı dinleyerek, kendilerince


değiştirip kendi yapabileceği şekle adapte etmelerine
benim yaptığım lezzetsiz yemekler iyi bir örnek.

Benim için her zaman, “Neyi algıladım? Neleri anla-


dım?”dan daha önemli olan, kendimde dönüştürdü-
ğüm inançların artık oyununa gelmemekti. Dikkatim,
“Yaşantımda neler yapıyorum, neler yapamıyorum?”
üzerineydi.

Böylece çalışmalarım ilerlerken bir şey daha keş-


fetmiştim. Herkese yardım edeceğim görüntüsü ile
etrafımdaki kişileri ne kadar yönetmeye çalıştığımı,
benim istediğim şekle gelmeleri için uğraştığımı gör-
müştüm. Zihnim beni devamlı buna inandırıyordu ve
yapmam için teşvik ediyordu. Bunu fark ettiğimde
daha dikkatli olmaya başladım. Bana zihnimden gelen
bilgiler, küçük bir insan topluluğunu yönettiriyordu
ama beni yöneterek de benim yönettiklerimle bera-
ber daha fazla insanı yönetiyordu.

Hepimize, “Bir doğru var, onu öğretin onlar da öyle


olsunlar,” diye bizi yönetirken bizim aracılığımızla
herkesi yönetmiş oluyorlardı. Böylece bütün insanla-
rın üzerinde oynanan önemli bir oyunu keşfetmiş-
tim. Daha sonraları şunu anladım. Ben yakınımdaki

142
küçük topluluğu yönetiyorum zannederken zaten
yönetememiştim. Demek ki onlar da insanları yönete-
miyor. Sadece oluşan içsel ve dışsal çatışmalar öfke
ve kaos yaratıyor. Asıl olan, istedikleri gibi yöne-
temedikleri. Aynı benim kimseyi yönetemediğim gibi.

Hepimizin üstünde oynanan bu oyunlarla insanlara


istediklerini yaptırdıklarına, insanlığı yönetecekleri-
ne inandıkları için, her yönetilemediğimizde yönete-
bilecekleri şeyler icat ettiler. Halbuki insan canlı bir
yaratım, bir zaman için yönetilse de insanın uyanması
çok kolay. Bunu hesaba katmadan yönetmeye dik-
katlerini verdikleri için insanı bırakıp yönetecekleri,
istediklerini yaptıracaklarına inandıkları insanlara çip
takmaya ve robotları yaratmaya başladılar.

Ancak hedef insanı kontrol etmek ve istedikleri


şekilde insanı yönetmek olduğu için hissetmek is-
tedikleri duyguyu hissedemeyecekler. Yarattıkları
şeyler insandan üstün olamayacak. Çünkü üstün olan
insan. Robot veya yaratılan herhangi bir şey, Allah’ın
yaratımı değilse sadece kopyası olur, aslı olamaz ve
insana sadece hizmet eder. Ne yaratılırsa yaratılsın, ne
keşfedilirse keşfedilsin insandan üstün olamaz, insanın
yerini alamaz, sadece insanın kullanacağı bir malzeme
olur. Robotlar da insanın kullanılmaması gereken
yerlerde kullanılabilir, insanın kullanılması gereken
yerlerde kullanılamaz. Yani her zaman insan hep var
olur. Yeter ki insan kendi varoluşunun muhteşemliğini
kaybetmesin.

İnsan tam ve mükemmel olduğu halde, iş hayatında


çok çalışıp, değişik eğitimler alarak kapasitemizi artır-

143
dığımızı ve kendimizi geliştirdiğimizi zannediyoruz.
Halbuki insan kapasitesi tam; gelişmesi mümkün değil,
en gelişmiş şekilde yaratıldı. Hatta “spiritüel bahçe,”
daha da ileri giderek buna insanın evrimleşmesi ya
da tekamül etmesi der. Gerçek olmayan inançlarla
zihnimiz dolduruldu. Boş inançlarımızı bıraksak insanın
“en büyük varoluş” olduğunu, eksik yaratılmadığını,
tam olduğunu ve hiç kimse ile ve en önemlisi, hiçbir
bilgi ile tamamlanmasının mümkün olmadığını algıla-
yacağız.

Yani tekamül etmeyeceğiz, bizi tekamül ettiğimize


inandıran inançlarımızdan çıkacağız. Kötü hallerimizi
bırakarak iyi insan olacağımıza ve böylece tekamül
ettiğimize inandıran da oyunun kendisi. Bu sefer de
“İyi insan böyle olur,” diye başka bir oluşum var ederek
iyi insan, kötü insan oyunu oynatıyor. Halbuki insanın
yaratım halinde iyi de yok kötü de yok, sadece olan var.
Çünkü bir korkumuzun düğmesine basıldığında aynı
anda iyi insan oluyoruz, başka bir korkumuzun düğ-
mesine basıldığında hemen kötü insan olabiliyoruz.

Bir ortamda karnı aç insanlar gördüğümüzde onlara


yemek götürüyoruz, iyi insan oluyoruz. Aynı gün an-
nemizin veya babamızın, sahip olduğu evi kardeşimize
verdiğini duyunca, bizi kimsenin sakinleştiremeye-
ceği hale gelip, ağzımıza geleni söyleyebiliyoruz. O
zaman ben hangisiyim? İyi insan mıyım, kötü insan
mıyım? Yoksa sadece korkularımın etkilendiği şekilde
mi hareket ediyorum?
Yani korkularımızın arasında gidip gelirken kabul-
lenmiş, iyi insan gibi görünen bir kişinin hangi anda,

144
hangi korkusu ile tanıyamayacağımız bir görüntüye
girebileceğini bilemeyiz.

Yukarıda iyilik çeteleleri tutan bir Allah da yok; ya


da ben görmedim. Ben de kendi hissetmediğim, gör-
mediğim şeylere, “Herkes böyle söylüyor, o zaman
doğrudur,” demeyeceğime göre, kendimi iyilik liste-
lerinden de kötülük listelerinden de çıkardım. Nasıl
olsa her yaptığımdan ben sorumluyum, çünkü her
yaptığım hareketin karşılığını yaşamda alıyorum. Bunu
çok net fark etmiştim. Karşılığını aldığım zaman da
bunun cezalandırma olmadığını anlamıştım.

Yaşadıklarıma içimdeki bir korku veya inanç sebep


oluyordu, onların karşılığını alıyordum. Yani inanç-
larımı ve korkularımı ektiğim böyle bir enerji ve
dolayısıyla bir oluşum başlattığım için, istemediğim
şeyler yaşıyordum. Bu Allah’ın adaleti değildi, evrenin,
insanın oluşum kanunlarıydı. Ne doğal bir oluşum.
Böylece Allah da yargıç görevinden çıkmış oluyor.

“Allah’ın benim için bir planı var, onu bekliyorum,”


diyerek gereksiz bir beklemeye giriyoruz. Bu sefer
de karşımıza gelen bir oluşumu, Allah yolladı diye
incelemeden kabul edebiliriz. Sonu kötü bitince de
“Allah bana bunu layık gördü,” diye zannettiriliyoruz.
Ya da Allah’ın benim için uygun gördüğü planını
bekleyerek kendi doğal oluşumumdan çıkıyorum.
Her iki hal de beni Allah’a kızacak duruma getiriyor.
Halbuki öyle yaratıldık ki, kendimizle ilgili her imkan
kendi elimizde, istediğin şekilde kullan, ne istiyorsan
yap, nasıl olsa sen yaşayacaksın. Ben de yaşadığım

145
neticeyi beğenmiyorsam, bana o hareketi yaptıran
inancımı inanç listemden çıkarırım.

Böylece hem inandıklarımla hem de korkularımla il-


gilenirim, bulduklarımı dönüştürürüm. Karşımdaki
insanlarla da uğraşmamış, “onlar yüzünden oldu,”
diye öfkelenmemiş olurum. En önemlisi, devamlı
Allah’ın gözüne girdim mi giremedim mi diye bir çete-
le tutarak, bu sefer de bir gözüm Allah’ta, “Acaba ne
diyecek? Ben onun için daha neler yapabilirim?” diye
yaşayarak, başka şekilde yönlendirildiğim ve devamlı
korkutulduğum bir oyuna daha girmemiş olurum.

Ben bunları fark edip, kendimde uyguladıkça çocuk-


luğumdan itibaren ne kadar çok yanlış şey öğren-
diğimi gördüm. Bize evde büyüklerimiz, dışarıda
öğretmenlerimiz ne kadar ters bir öğretim yapıyor-
lar. “Aman, etraf ne der?” diye başlayan, sonra da
“Herkes gibi ol,” dedikleri bir öğretiye maruz kalıyo-
ruz. Böylece etrafta gördüklerimizin doğru olduğuna
yönlendiriliyoruz. En çok duyduğum, “Allah kızar,”
diye korkutulmamdı.

Çocukluğumdan itibaren söylenen her şeye tepki ver-


mişim, söylenenleri hiç yapmamışım. Annem benim
için, “Ona söz geçmez, o kafasının dikine gider,” diye
bir ifade kullanırdı. Her yerde isyan eden, sorgula-
yan, herkese göre ters hareketler yapan bir görüntü
verirdim. O günlerde bazen kendimi yanlış şeyler
yapıyormuşum gibi hissettiğim olurdu. Meğerse ne
kadar doğruymuşum. O zamanlar antidepresanlar ço-
cuklara verilmezdi. Hatırladığım kadarıyla, “Gerçekten
delirdi, hastaneye yattı,” demedikleri kişilere de ver-

146
mezlerdi. Bana onun için o ilaçları içirmediler demek
ki. Ya da ne iyi ki o günlerde bilim adına bu ilaçları
daha henüz keşfetmemişlerdi. Bugünlerde olsaydım
o uyuşturan, böylece söz dinlememi, istedikleri gibi
olmamı sağlayacak ilaçları bana da söz dinleyeyim, bü-
yüklerim ne derse onları yapayım diye içireceklerdi.

İnsan hangi yaşta ve hangi ortamda olursa olsun, ona


dışarıdan verilen, “Bunları öğrenmelisin,” denilen
her şeyin çöp yığını olduğunu algılamıştım. Her in-
san, kendine lazım olan şeyleri isteme ve bulma
kabiliyetine sahip. Zaten öyle yaratıldık. İnsana, “Bun-
ları öğrenmelisin,” diyerek bir sürü bilgiler verip,
öğrenemediğinde kendine kızmasını ve kendini kötü
hissetmesini, sonra da öfkesini kaba kuvvete başvu-
rarak çıkarmasını sağlamak oynanan oyunun amacı.

Geldiğimiz durum bunu zaten bütün açıklığı ile göste-


riyor. Çocukluğumuzdan itibaren ya, “Hiç işe yaramaz-
sın. Senden adam olmaz, aptal, beceriksiz, kuzenin gibi
bile olamadın,” diye büyütülüyoruz ya da “Sen süper
zekalısın, sen farklısın,” diye büyütülüyoruz. İkisi de
doğru değil, ama buna inananlar, iki halde de yaşamın
içine girince inandırıldıkları şekilde davranmaya başlı-
yorlar. İki inanç da insanların en büyük düşmanı oluyor.

Biz oyun bahçesinin içinde her öğretilenle bir o du-


vara, bir bu duvara vuracak şekilde yönlendiriliyoruz.
Çocuğuna kızgın olan, “Aptal, geri zekalı, senden adam
olmaz, sen işe yaramazsın,” diyor. Başka birine, çok
sevdiği ve ona iyi şeyler öğrettiğini zanneden annesi,
öğretmeni, yakınları, “Sen üstün zekalısın, sen farklısın,
sen büyük şeyler yapacaksın,” diyor.

147
Böylece negatif enerjinin istediği taraflar kurulmuş
oluyor. Oynanan oyun, bu zeminin üstünde daha da
genişletilerek devam ediyor. Benim anladığım ise,
oyun bahçesinde bir sol duvara, bir sağ duvara vurarak
yaşamam gerekmediği. Bu tariflerin hiçbiri doğru
değil. Bunlar oyun bahçesinin tarifleri. Bir kişiye, “Biz
büyüğüz, doğruyu biz biliriz,” diye istediğimizi yap-
tırmaya çalışırken, o kişinin gösterdiği tepkiye göre
o kişiyi değerlendirerek bu tarifleri yaptığımızı anla-
mıştım.

Oyun bahçesinde benim bir sol duvar, bir sağ duvar


arasında gidip gelmem gerekmez. Oyundan çıkmak ve
böylece olan insan halini yaşamak bu. Yani, “Doğrular
bunlar, bunlar da yanlış,” denilenlerin hiçbirinin doğru
olmadığını algılamıştım.

Bu doğru olmayan inançlarla kapasitemizi daralttık,


küçülttük. Biz bilgili olup eğitim alarak kapasitemizi ar-
tırmayacağız. Korkularımızı ve inançlarımızı bırakınca
insanın yaradılış hali olan maksimum kapasitemizle
yaşayacağız. İnsanın yaratılmış olan asıl mucize kapa-
sitesi, inandıkları ve zannettikleri ile örtüldü. Böylece
asıl kapasitemiz hissedilmez oldu.

Evrendeki en geniş ve en gerçek varlığız. Kendimiz için


her şeye yeteriz ve kendimiz için her şeyi yaparız.

İnançlarımızı bıraktıkça, asıl doğal insan halimize


dönebiliriz, yeter ki bize sanal olarak istettirilen ve
gerçekte bizim isteğimiz olmayan şeyleri yapama-
dığımızı zannetmeyelim. Zihnimiz bizi istediği gibi
kullanmak ve iyice ele geçirmek için devamlı “istek”

148
üretiyor. Biz de onları kendi isteğimiz zannedip, arka-
sına takılıp önce yapmaya çalışıyoruz. Tabii ki kendi
isteğimiz olmadığı için yani dışarıdan bize istetildiği
için yapamıyoruz. O zaman da bu istediğimizi biri
bizim için yapsın diye, yapabilen birini arıyoruz. Ona
yaptıracağımızı zannediyoruz.

Halbuki o bizim istediğimizi yapmak için gelmiyor ha-


yatımıza. O da kendi istediklerini bana yaptırmaya
geliyor. Oynanan oyun bu. Yani dışarıdan bana zihin
yolu ile verilen “isteklerimi” inceleyip, sonra da
“Bunlar bana ait değil,” diye istemeyi bıraksam kendi
yapabildiğim, kendi yaşadığım hayatın güzelliği ile ve
ilk defa kendi gerçek isteğimle karşılaşacağım. Benim
isteğim ortaya çıkacak. Bana ait olmayan isteklerle
uğraşmayacağım.

Kendimiz için her şeyi yaparız ama başkası için bir


şey yapamayız. Başkası için bir şey yapabileceğimize
inandırılarak kullanılıyoruz ve yapamayınca da kendi-
mizi ezik ve işe yaramaz hissediyoruz.

İnsanın muhteşem bir sonsuzluğu var ama sadece


kendine kullanabilir. Başkasına kullanma özelliği ve
karşısındakinin işine yarayabilme özelliği evrenin
yaratım planında yok. İki insan yan yana paralel yol-
larda ilerliyor, karşı karşıya değil, aynı yolda arka
arkaya da değil, birbirini tamamlayarak hiç değil. Yan
yana iki yolda ilerliyor. Böyle olduğu için birbirimize
faydamız da zararımız da olamaz. Sadece kendi inanç-
larımızla baş başayız. İnandığımız gibi yaşıyoruz.

Korkularımız ve inançlarımız bitince insanın asıl hali

149
ortaya çıkar ve asıl muhteşem kapasitesi ile karşılaşır
ve o kapasiteyle yaşar. Bir insan inandıkları ile kendini
ölçerse kendini yok eder.
Mesela bir kişiye,
Mimar……………….
Mühendis………….
Doktor……………… diyoruz ya da o kişi kendini
bu sıfatlarla görüyor.

Eğer o anda mimara ihtiyacım yoksa onun insan halini


de görmüyorum, hissedemiyorum. Çünkü kendini mi-
mar olarak tarif etmiş. Mimar lazım olmayan yerde
kendini gereksiz hissedecek. Bir insanın çeşitli sıfat-
larla kendini tamamlaması gerekmiyor, zaten insan
tam.

Bir insan kendini böyle görmek için yıllarca okuyor.


Aldığı eğitimlerin sonunda bir şey olacağını zanne-
diyor. Çünkü böyle zannettiriliyor. Ama okuduğu
okulların sonunda bir şey olmadığını hissediyor, bek-
ledikleri olmuyor ve çöküyor. Sonra da zannediyor
ki aile kurarsa, hiç değilse ailesi için bir şey olmuş
olacak. Böylece birilerinin işine yarayacak zannediyor.
Ve ailenin içinde o kadar kişiye bakması gerektiği için
de iyice kayboluyor. Asıl gerçek, bir insanın sadece
kendi işine yarayabileceğidir. Çünkü bütün insanlar
kendi işlerine yarayacak şekilde yaratıldı, yaratımın
gerçeği bu. Zannettiklerimiz ise oyunun gerçeği.

Böylece, “VAR” diye inandığım her şeyin altından ne


çıkarsa onları yaşayacağımı artık iyice anlamıştım. Yani
“paket program” satın almış gibiyim. İçinden, “Ben
bunları yaşamak istemezdim,” diye ayırabileceğim bir

150
şey yok. Eğer sevgili olmak, ilişki yaşamak, cinsellik ya-
şamak istiyorsam bu isteğimle beraber gelen her şeyi
de beraberinde yaşayacağım. “Aile kurmak istiyorum,
evlenmek istiyorum,” dersem bu isteğimin sadece
kına gecesi, düğün günü gibi süslü fantezilerden ibaret
olmadığını, evleneyim ve birine bağlanayım diye zih-
nimin beni kandırma yöntemi olduğunu algıladım.
Böylece evlilikle beraber hayatıma gelecek her şeye
de evet demiş oluyorum.

Bu yüzden, bu kadar eğlenceli başlayan beraberlikler


acı ve nefretle bitiyor. Evliliklerin bitişinde zanne-
dersiniz üçüncü dünya savaşı sonundayız. İki kişiyi
bu girdikleri ortamdan çıkarabilmek için avukat ve
şahitler eşliğinde büyük anlaşmalar gerekiyor. O
sırada bu sahneyi gören, birkaç gün sonra evlenme-
ye hazırlanan kişi vazgeçer, uyanır zannediyorum.
O sırada, “Onlar yapamadı, ben yaparım,” inancı
bütün hızı ile devam ediyor. Böylece o akşam yeni bir
düğüne gidiyoruz. “Allah tamamına erdirsin,” diyoruz.
Halbuki kendimizde de tamamına ermediği halde, hala
ezberlediğimiz cümleleri kullanıyoruz.

Aile kurmanın, hiçbir zaman bana kurdurulan hayal-


ler gibi olmadığını anladım. Çünkü, “Aile kuracağım,”
isteğimin içine bir anda elli kişi dahil olabiliyor. Evlilik
demek, her iki tarafın da bütün ailesi ile beraber
yaşamak demek. Bu da uzaktan ne kadar güzel gös-
terilse de içine girince bir insanın yapamayacağı ve
yaşayamayacağı şeylere dönüşüyor. Böylece “VAR”
dediğim ve güzel zannettiğim her şeyin altında ezildi-
ğimi, kendi “insan” güzelliğimi yok ettiğimi anlamıştım.

151
Bir insanın başkası için bir şey yapabileceği bir olu-
şum evrende yok. Ama kendim için her şeyi kendim
yapabiliyorum. Yani yaptıklarım ya benim için güzel
oluyor ya da beni çıkmaza sokuyor.

Korkularımı dönüştürdükçe içimdeki kapasitenin son-


suzluğunu gördüm. İsteğimi kendim için ben yapabi-
lirdim. İsteğimin yapılmasını başkalarından beklemem
gerekmediğini fark ettiğimde çok sevinmiştim. Yani
isteğimin olması için birilerinin peşine takılmam, hatta
ömür boyu onlara bakıp benim isteğimi yapmalarını
beklemem gerekmiyordu. Korkularım dönüştükçe,
inandıklarımın inandığım gibi olmadığını fark ettikçe
algım değişiyordu. Yani algım, gözlerim kapalı, kendimi
günlerce derin meditasyonlara sokarak açılmamıştı.
İnançlarım bittikçe, bana öğretilenlere inanmam
bittikçe insan olarak doğal yaradılış halimdeki algıma
geliyordum.

Böylece korkularımı bulup, dönüştürdükçe kendim


için eğlenceli bir yaşam başladı, beklentim bitti. Ken-
dime, kendimin yapacakları ile karşı karşıya kaldım.
İşime yaramayan inançlarımı bıraktıkça da kendi ya-
pacaklarımı zevkle yapmaya başladım.

Şimdi, olmasını istediğim şeyleri artık incelemeye


başlamıştım.
Hepsini sırayla inceledim. Hangilerini yapmaya başla-
yabilirdim?
Önce en kolay yapabileceğim isteğimden başladım.
O zaman şunu anladım: “Ne isterim?” diye sorduğumda
hayal kurmaya meyilli olduğumu fark ettim. Bana

152
hayalin güzel olduğu öğretilmişti. Hatta, “Hayalini
gerçekleştir,” denirdi. Çalışmalarım sırasında hayalin,
mümkün olmayanı isteten ve gerçekleşecek inancı ile
beni olduğum yerde bekleten bir şey olduğunu algı-
lamıştım. Hayal, insanı sanal bir yere götürüyor ve
orada hiçbir şey yapmadan bekletiyor, “Şimdi olacak,”
ya da “Şimdi gelecek,” diye. Böylece bir türlü bitme-
yen bir bekleyiş başlıyor ve bir türlü gelmeyen, “ŞİMDİ
OLACAK,” zannetmesi devam ediyor. Ya da zihnim, tek
başıma yapamayacağım şeyleri hayal ettiriyor, hatta,
“Hayalini büyük tut,” diyor. Ben de yapamadıkça ken-
dimi işe yaramaz hissediyorum ve devamlı benim
hayalimi benim için gerçekleştirecek birini arıyorum.
Halbuki yapmaya en yakın ve mümkün olan isteğimi
kendim yapmaya başlarsam devam ede ede, her iste-
diğimi her zaman kendim yapabilirim.

İsteklerimi incelediğimde çoğunun bana ait olmadığı-


nı da fark ettim. “Bana ait, istiyorum,” dediklerimin
çok içimden geldiğini, gerçekten isteğim olduğunu
hissediyordum. Artık bunları birbirinden ayırmaya
başlamıştım. “İstek” mi yoksa “benim isteğim” mi diye
inceler oldum. “İstek”se zaten dışarıdan bana istetil-
diği için tek başıma yapamıyordum. Böylece gereksiz
olduğunu anlıyordum ve hemen vazgeçiyordum.

Bunların içinden bana ait olanları listeledim. Yapabi-


leceğim en yakın, en uygun olanı yapmaya başladım.
Böylece yaşamım renklendi. Bu çok eğlenceliydi.
Her gün, “Bugün kaç tane isteğimi yapmışım ve kaç
tane istek için de bu benim için uygun değil diye
ilgilenmemişim?” diye takip ediyordum.

153
Böylece kendi yapabileceklerim ve kendi yapama-
yacaklarım net bir şekilde ortaya çıkmaya başlamıştı.
O zaman içimden gelen isteğimin sesinin çok kısık
olduğunu fark ettim. Çünkü daha iddialı ve hırslı bir
ses, “Yaparsın,” diye beni devamlı yönlendirmeye
çalışıyordu. Hatta sadece, “Sen yaparsın,” da demi-
yordu, “Sen yaratırsın,” diyordu. O noktada daha
dikkatli olmam gerektiğini hissettim. Negatif enerjinin
amacının, bana devamlı bir şeyler istetip, sonra da
nasıl yapacağımı söyleyerek ve teşvik ederek yaptırıp,
aldığım sonuç karşısında beni çıkmaza sokmak
olduğunu artık biliyordum. Negatif enerji benim
mutsuz olduğum ve kendimi çaresiz hissettiğim an-
lardaki öfkelerimle besleniyordu. Dünyada kurulan
oyun bunun üzerine kuruluydu. Herkesi çaresiz his-
settirmek, oyunu yöneten enerjinin galibiyeti, insanın
ise mağlubiyeti idi.

Bu oynanan oyun, insanları iyice çıkmaza sokup aldık-


ları netice ile sıkıştırdıkça, bu sefer de herkese mem-
leketin durumundan dolayı bu problemleri yaşadığını
zannettirerek, insanlar tekrar yeni bir oyun kurgusuna
sokuluyor. Böylece insanlarda yeni yerlere gitmek ve
oralarda iyi yaşayacaklarına dair inanç başlıyor.

İlk kitabımda İstanbul’da yaşadıklarımla başa çıka-


madığım günlerde İstanbul’dan gidişimi anlatmıştım.
Ancak gittiğim yerde de aynı duyguları yaşamıştım.
Çünkü aynı korkular ve aynı inançlarla gitmiştim.
Bende farklı bir durum yoktu, gittiğim yerde farklı
yaşamam için. Halbuki her yerde, yaşadıklarımızı,
inandıklarımızdan ve korkularımızdan dolayı yaşıyo-

154
ruz. Gittiğimiz yerlerde de aynı neticeleri başka
dekorlarda, başka insanların arasında yaşayacağız,
inançlarımız ve korkularımız dönüşene kadar.

Bu sahnelerde negatif enerji kazanıyor. İnsanlar bir


oraya, bir buraya korkarak giderken yaptıkları hare-
ketle, yerlerinde durmalarına engel olacak olan, “Sen
yaparsın,” inancının aracı oluyorlar ve devamlı, hiç
durmadan, bir onu, bir bunu yapmaya başlıyoruz. Bu
şekilde “yapma” enerjisinin elinde oyuncak oluyoruz.
Ben bu yapma enerjisine kendimi öyle bir kaptırmış-
tım ki, bir de üstelik yaptıklarım oldu zannediyordum.

Herkes bu sıralarda, “Ne olacak Türkiye’nin hali?”


diye soruyor. Dünyanın halinden farkı var mı? Neden
sadece Türkiye bu durumdaymış gibi soruyorsunuz?
Eğer, “Ne olacak dünyanın hali?” diye sorarsanız tek
cevabım var. “Dünyadaki oyun dağılıyor, bu yüzden
artık her şey en tepe noktaya çıktı,” derim.

İnsan dağılmaz. İnsanın “doğrular bunlar” diye inan-


dıkları dağılıyor, yani “oyun bahçesi”nin, oyunları
ayakta tutmak için verdiği yöntemler artık hızla çökü-
yor. Beklenen “kıyamet” olmaz. Zaten her gün her
yerde kıyamet var. Dağılacak olan, “oyun alanı”nda
kurduğunuz ve gerçekliğine inandığınız her şey, yeter
ki onlar dağıldığında insan olduğunuzu anlamış olun.
O zaman size bir şey olmayacak. Aslında bu dağılma her
gün, her yerde devamlı oluyor ama hepsine kendinizce
bir çare buluyorsunuz.
Mesela,
“Aile olmazsa ben yok olurum,”

155
“Aile olmazsa yaşayamam, onlarsız ne yapacağımı bile
bilemem,”
diye inanıyorsam ailem dağıldığında ben de dağılırım,
ne yapacağımı bilemem. Ama böyle inanmam gerek-
miyor. Aileler zaten dağılmış durumda. Çünkü aile
inancı ile insanları zorlayarak bir araya getiriyoruz.
Doğal yaşam alanımız, bu zorlama ile kurulmuş toplu-
luklar değil, onun için dağılıyor.

Ayrıca ailelerin dağılmasına sebep, oyun bahçesinde


inandığımız inançlarımızdan biri olan “eğitim me-
rakı.” Eğitime o kadar çok inandırıldık ki yeni doğan
çocuklarımızın bile okumak için nereye gideceklerini
planlıyoruz. Böyle başlayan planlama ile evlerinden
kilometrelerce uzakta, ailelerinden ve yuvalarından
uzak milyonlarca çocuk…

Böylece ailelerinden küçük yaşlarda ayrılan, okumak


için uzaklara gitmeye teşvik edilen çocuklar sonra ne
zaman ve nasıl ailelerine geri dönecekler ve “Aile var,”
inancını yaşayacaklar? İşte size yine oyun bahçesinde
oynatılan oyunların birbirini nasıl yok ettiğine dair bir
örnek. Neredeyse herkesin çocuğu ailelerinden ayrı,
başka şehirlerde, memleketlerde yaşıyor. Tekrar ne
zaman, nasıl aynı aile içinde toplanacaklar? Eğitim
uğruna, en önem verdiğimiz, “Aile kuracağız ve aile-
mizi yaşatacağız,” inancımızı başka bir inancımız
uğruna yok edebiliyoruz. Yani çok inandığımız, “Aile
var,” inancımızı bu sefer, “Eğitim çok önemli,” diye
inandırarak, oyun alanı kendisi yok ediyor. Böylece
hangi inancımızla savaşacağımızı, hangi inancımızı
oldurtacağımızı anlayamaz olduk.

156
Bilim doğayı, Dünya’yı bozuyor. Eğitim, aileyi bozuyor,
dağıtıyor. Para kazanmak için yapılan hamleler aileyi
bozuyor. “Aşk var,” diye aşka inandırılıyoruz. Aşka
olan inancımız, aşkın aile kurduğuna inandırıyor ama
yine sonunda başka bir aşk aileyi yıkıyor. Var denilen
bu listelerden hangisini tutsam elim yanacak. Acaba
hiçbirine, “İlle var, muhakkak var,” demesek de his-
settiğimiz, gördüğümüz, yaşadığımız şekilde, beş
duyumuzla olanları kullansak daha güzel bir yaşam
olmaz mı?

Aile içinde her gün kopan “kıyamet”ler, bu dünyada


yaşanan kıyamet inançlarımızdan bile daha kuvvetli
yaşanıyor. Bugünlerde, aile içinde yaşanan kıyametleri
fark ettirmemek için doğal felaketlere dikkatimiz çe-
kiliyor. Halbuki doğal felaketler, felaket değil; tabiatın
olağan, kendi içindeki ritimleri. Bazı hayvanların ve
bitkilerin sonu geldi, azaldılar diye koruma altına
alıyorlar. İster miydiniz, eski çağlarda bilim olsaydı ve
o zamanki dinozorları koruma altına alsalardı? Şimdi
ne güzel olurdu, caddelerde dinozorların geçişlerini
izlerdik. Neyse ki şimdiki bilim o zaman yokmuş da biz
de camlarımızdan içeri bakan dinozorlardan mahrum
kaldık.

Yani yine aynı yere geldik, negatif enerjinin bizi kan-


dırma yöntemi olan yaşamın doğal akışında bitmiş olanı
bıraktırmamak için, “Zorla senin istediğin şekle getir,”
yönlendirilmesi. Bu isteklerimizle tabiata bile rahat
vermiyoruz. Oluşan değişiklik neden korkutuyor? Ne-
gatif enerji, olan değişimleri göstererek bize değişen
her şeyin kötü olduğu algısını veriyor. Hiçbir değişikliği

157
kabul etmememizi istiyor. Böylece bizi kandırarak
bütün enerjimizi kullanıyor. Biz de enerjimizi değişim
olmamasına kullanıyoruz. Her değişim için sonu kötü
olur diye inandırıyor.

Yaşantımıza zaman zaman birileri girer, sonra çıkar.


Biz onları severiz. Onlarla güzel yaşarız. Bir gün
gitmek isterler. İşte o anda negatif enerji devreye gi-
rerek onu bırakmamamız için bizi mücadeleye sokar.
Halbuki o kişi gelmeden evvel de güzel yaşamıştık.
Bize o günleri hatırlatmaz, onunla yaşadığımız güzel
günleri hatırlatır ki bırakmayalım, ayrılmamak için
mücadele edelim diye. Bir de bırakırsak olacaklar
için devamlı bizi korkutan senaryolar yazar. Hepsi de
bizim korkularımıza uygundur, çünkü korkularımızı
bilir. Halbuki gitmesi demek, zaten o hatırladığımız
güzel günleri önümüzdeki günlerde yaşamayacağız,
o beraberlik artık yok, bitti demek. İşte bu yüzden
bırakmak lazım.

Negatif enerji, “Yine öyle güzel yaşayacaksın,” diye


kandırır, kendi de bu mücadelemiz sırasında beslenir.
Biz de bu mücadele sırasında yok oluruz. Hatta o güne
kadar başka insanlarda tenkit ettiğimiz, “Asla yapmam,”
dediğimiz her şeyi bize yaptırır, biz de yaparız. Ne-
gatif enerji bizim biten bir şeyi bırakmamızı istemez.
Halbuki yaşamın, evrenin ritmi canlıdır, hareketlidir.
Geliş gidiş vardır. Bizim her bitene tutunmamız, bırak-
mamamız evrenin, yaşamın oluşumuna terstir. Negatif
enerji de zaten evrenin doğal işleyişine karşı bize ters
hareketler yaptırmak ister.

Bir gün bir haber duymuştum. Çok şaşırdım. Taksim’de

158
çok ama çok eski, köhne, her yeri yıkılan, içine insanın
zor girdiği bir hastane vardı. Birkaç kilometre ileride,
o hastanenin yenisini yapmışlar, hem de en şık otel
kalitesinde. Artık yeni hastanede hizmet verilecekmiş,
yeni yapılana geçiliyormuş. Eski hastanenin önünde
boykot vardı, “Yıktırmayız, yeni hastaneyi istemiyoruz,”
diyorlardı.

Bu kitabı yazmaya başladığım günlerde olan bir deği-


şimle kitabı yazmak için bilgisayarın başına benim
geçmem gerekti. İlk kitabımı ben elimde yazmıştım.
Bilgisayar kullanmak benim için sonradan öğrendiğim
ve gerekli olduğu kadar öğrendiğim bir şeydi. Önceleri
yine eski alışkanlığımla elimde yazdım, alışkanlığım
böyleydi. Sonra bilgisayara geçiriyordum. Bunun için
de kağıda basıyordum. Bu eski trafik bir gün sürdü.
Baskı yaptığım makine bozuldu. Ekranla baş başa
kaldım. Yani benim bırakmak istemediğim durum ken-
diliğinden gitmişti. Halbuki ben bir ayağımda eski
ayakkabı, bir ayağımda yeni ayakkabıyla yürüyebilirim
zannettim. Çünkü konu basitti. Ama olan değişimler ve
o sırada yapmam gereken değişime geçişim için kolay
konu, zor konu diye bir ayrım yok. Olan aynı. “Haydi
bakalım,” dedim, “Şimdi öğrene öğrene ilerliyoruz.”
Bu yeni bir durum.

Böyle başlayan kitap yazma hikayemde geldiğim şim-


diki halimde, bu satırları yazarken iki elimi kullanarak
hızlı yazı yazıyorum ve yazının üstünde gerekli bütün
hareketleri yapabilir haldeyim. Yani yeni duruma
geçişim benim için bir gün sürdü. Korkularım bittiği
için eskisi gibi korkularımla tutunmuyorum. Artık
hayatımın hiçbir yerinde korkularımın yönlendirmesi

159
kalmadı. Bu bir gün süren arada kalışımın sebebi alış-
kanlıklarımdı. Bazen önce korkun biter, sonra altın-
daki alışkanlıklarını tek tek değiştirirsin, bazen de
önce fark ettiğin gereksiz alışkanlıklarını bırakır, son-
ra onları yaptıran korkularını bulursun. Eskiyi, bitmesi
gerekeni bırak da nasıl bırakırsan bırak.

Eskiyi bırakmak, bitmişi bırakmak yaşamın doğalı,


ancak “oyun bahçesi” bu bırakışları yaptırmaz ve
devamlı yeni akıllar ürettirerek olana mani olmaya
çalışır. Zihnimiz eskiyi eski de olsa bizim bildiğimiz bir
şey gibi göstererek, “Yeni geleni bilmiyorsun,” diye
korkutur. Hep eskide kalmamızı ister. Yeni olandan
korkutur. Amacı değişmememiz, eski halimizde kal-
mamız, böylece yaşadığımız sorunların bitmemesi,
negatif enerjinin de beslenmesidir. Halbuki bırakma-
mız gereken bir kişi veya kullandığımız şeyler, bize
artık zarar verdiği için bırakmamız gerekir. Bu noktada
önemli olan, bildiğimiz bir şey olmasından önce bize
verdiği zarardır. Yani şöyle söyleyebilir miyiz, “Evet,
biliyorum ama o giderse, onu bırakırsam ne olacak?”
Onu bırakmadığın zaman olanlar bırakmak için yeterli
değil mi?

Halbuki Dünya ve insan yapısının doğal oluşumu,


içinde değişimleri barındırıyor. Her an hem biz hem
de Dünya yapısı devamlı değişim içinde. Bugünlerde
negatif enerji tabiattaki değişimleri göstererek ve
korkutarak devamlı bu görüntülere takılmamızı sağ-
lıyor. Onlara takılacağımıza, inançlarımızın içinde
olan kıyametleri kendi gözümüzle incelesek, o zaman
gerçeği fark ederiz.

160
İşte asıl kıyamet, bu inançlarımızın içinde kopuyor
da biz hala iptidai usullerle o kıyametleri düzeltmeye
çalışıyoruz, bir gün yerle bir olana kadar. Halbuki
inançlarını kendi için bitiren, eğer inancı aile ile
ilgiliyse, ailesi varken de iyi hisseder, ailesi olmadığı
zaman da iyi hisseder. Yeter ki çevresindeki insan-
lara görevler vermesin ve “Onlar benim için bunları
yapacak,” demesin, yapmak istediği şeyleri kendisi
kendisine yapsın.

Mesela bana bir şey olmayacak. Var dediklerim ve


inandıklarımdan çıktığım ve onların zaten gerçek ol-
madığını fark ettiğim için bana bir şey olmayacak.
Var dediklerimden çıkmak için de önce içimde hisset-
tiğim ihtiyaçlarımın, korkularımın kandırmasından
çıkmam gerektiğini algıladım. Yani ihtiyaçlarımın doğ-
ru olmadığını fark ettiğim için inançlarımdan ve var
dediklerimden çıkabildim.

İnsan dağılmaz, “Bunlar var,” diye inandırılarak insa-


na zorla kurdurulan sanal ortamlar dağılır. İnsanın
sanal olarak kurdukları dağılınca insan kendini yaşa-
yabilecek.

Mesela “kurumsal iş ortamları” şirkette çalışan her-


kesi şirketin belirlediği hedefe yönlendirir. İnsanlar
başka bir oluşumun hedefine, amacına yönlenince
kendi varoluşlarını kaybederler. Hep birlikte, bilme-
dikleri bir yere doğru topluca giderler. Bu durum bi-
rinin etrafında toplanıp, “Benim için iyi olanı o bilir,”
diye inananlar için güvenli gözükür. Kendilerini orada
güvende hissederler ama bu sanal bir güvendir,
gerçek değildir. Onlar bekledikleri neticeyi bu şekilde

161
alamazlar. İnsan hep yapar, ama bir merkez için ya
da başka bir insanın hayallerini gerçekleştirmek için
yapmaz. Kendi yapabildiklerini, isteyen birçok insan
için yapar. Yani bir insanın yapabilecekleri kime veya
nereye lazımsa o yine onlar için yapar, onlara satar.

Eğer bir insan şirketin vizyon ve hedeflerini kendi


vizyonu ve hedefi olarak görmeden, sadece ondan
istenen işin kendince en iyisini yaparsa, yani kendi
vizyonu ile kendi yapabildiğinin en iyisini yaparak bu
işin içinde olursa insanın yapabilecekleri hep devam
etmiş olur.

Böylece her insan kendi yapabileceklerinin peşinde


olur, başka birinin hayalinin peşinde olmaz. Başka
biri için iş yapar ama yaptığı, kendi yaptığıdır. Kendi
yaptığını takip ederek ve o yaptığı neyse, kendince
iyisini yaparsa, kurumsal iş ortamında da canlı kalır.
Yaptığı, o kişiye veya kuruma inandığı için olursa
kendine olan inancını kaybetti demektir. İnsan
kendi yapabildiklerini başkasına kullanabilir, ama
o kişinin hayaline dahil olarak, “Biz beraber bunları
başaracağız,” diye yaparsa, hayal kuran kişinin hayalini
gerçekleştiremediği yerde onunla birlikte çöker.

Halbuki yapabildiklerinin kendince en iyisini yapan


herkes her ortamda, her durumda var olur. Kendi he-
defini tutturamadığı için dağılan şirketten çıkan “tam
insan,” kendi için iyi olduğunu düşündüğü başka bir
yerde yeni bir işe doğru gidebilir.

İmkansız olan, “Birlik için birlikte yapalım,” inancıdır.


İki kişi bir araya gelip, “Biz birbirimizi tamamlıyoruz,”

162
derlerse, bu inançla kendilerini eksik bildikleri için,
“Eksiğim,” inancı yüzünden, birlikte yaptıkları işten
istedikleri neticeyi alamazlar, birliktelikleri istedikleri
neticeyi vermeyince de o birliktelik dağılır. Çünkü han-
gi sebepten bir araya gelip beraber yapmak istedilerse
o sebep değişmediği ve içlerinde olmaya devam etti-
ği için, o inandıkları hallerini yaşarlar. Sonuç, kendileri
hakkında neye inanıyorlarsa o inançlarının sonucudur.

Birbirimizi tamamlama ihtiyacı önceden planlanan,


hayalleri kurulan, sonra yapılmaya başlanan işler
için gereklidir. Çünkü negatif enerji ön bilgileri ve-
rerek seni ileride yapman gereken bir şeye doğru
yönlendirir. Sonucunu da söyler, ikna eder. Fakat bir
bakarsın, “Proje iyi, güzel de ben bunun ancak bu
kadarını biliyorum, ben yapamam,” dersin. O zaman
da aklına yapamadığın şeyleri yaptığına inandığın
insanlar gelir. Böylece bir araya gelmeler, birleşmeler
başlar. Yani sonunu bilmediğiniz ama aklınızda olan,
bildiğinizi zannettiğiniz bir yola çıkış başlar; bakalım
sonu nereye gidecek.

Aslında bu yola çıkışın başı da ortası da sonu da bildiği-


niz yer değildir. Kendi yapabildiklerinizle başladığınız
ve yolda yapa yapa ilerlediğiniz bir durumda değil-
siniz. Yani kendi yapabildiklerinizi kendinizin gördüğü
ve altınızın sağlam olduğu, size kadar olduğu hatta
sizin olduğu bir zeminin üzerinde değilsiniz.

İşte böyle birleşmelerde, “Birbirimizi tamamlıyoruz,”


dediğiniz yerde kendiniz yoksunuz, önde giden bir
proje var ve arkasından takip eden, birbirini tamam-
layan insanlar var. Kendi yapabildiği değil, projenin

163
emrettikleri önde gidiyor. Önde giden projenin arka-
sında, nefes nefese, olması gerekenleri yapmaya çalı-
şan insanlar var.

Halbuki kendi yapabildikleri ile yola çıkan ve kendi


yapabildiği şeyleri yaparken kolay yapabilen bir
kişinin yanına, başka bir şeyi kolay yapabilen, kendi
yaptığına hakim başka insanlar gelir ve beraber
yaptıklarını birleştirirler, hatta birleştirdiklerini bile
fark etmezler. Tek başlarına yaparken nasıllarsa, o
haldedirler. Yani arkasında koşmaları gereken bir ha-
yalleri yoktur, sadece yapabildiklerini yapıyorlardır.
Ne sağlam bir oluş. İşte bu noktada kendilerini eksik
görmezler. “Biz birbirimizi tamamlıyoruz, bir elmanın
iki yarısı gibiyiz,” demezler. Herkes tam kendi oluşumu
ile orada yapacaklarını yapıyordur. Bu yaptıkları ne
zaman nereye varır, bilmezler. Çünkü dikkatleri kendi
yaptıklarındadır.

Böylece oynatılan oyunların gerçeğimiz olmadığını


algılamaya devam ettikçe anlayan ve uygulayanların
yaşamları yumuşak devam eder. Hala birlikteliklere,
“biz” diye topluluklara inanmaya, “Birbirimizi tamam-
lıyoruz,” diye inanmaya devam edenler, tabii sert sar-
sıntılar hissedecekler.

İnsanın “inandığı” her şey dağılacak. İçinden sıkışmış,


kendini yok olmuş hisseden insan çıkacak. İşte kıyamet
geliyor diyorsanız, buna diyebilirsiniz.

Ama sizler, “Kıyamet geliyor, uzay gemileri gelecek,


hatta onlara zihninizi açın ki hızla gelsinler,” diyor-
sunuz. Çünkü kıyamette uzay gemilerinin sizi kurta-

164
racağına inandırıldınız. Bugüne kadar onlardan zihin-
lere gelenler insanı yok etti. Uzaydan gelip insanı nasıl
kurtaracaklar ki, onlar insandan farklı bir mekanizma-
ya sahipler. Asırlardır gökyüzüne bakarak, “Onlar güç-
lü, biz zavallıyız,” dedirttiler insana.

Mısır medeniyetinde, uzaylıların yaptırdığı hatta yar-


dım ettiği piramitlerin anlatımı var. Onları uzaylıların
yaptırdığı söyleniyor, doğru olabilir. Ancak devamında
ne biliyoruz; aynı uzaylıların, o devirdeki firavunları
bir sonraki hayatlarında sahip oldukları servetlerine
tekrar kavuşmaları için piramitlerin içine malları ile
gömülmeliler diye inandırdığını ve yanlarına o sırada
henüz ölmemiş olan yakınlarını da canlı canlı göm-
dürdüğünü.

Yani ne anlıyoruz?
Önce korkutup bir şeylere inandırdılar, yaptırdılar.
Sonra da o yapanları yaptıklarının içine canlı canlı,
kendi istekleri ile gömdüler.

İşte, “Onlar güçlü,” diye inandığımız kişilerin insanları


kendilerine inandırıp getirdikleri sonuçlara güzel bir
örnek. Gökyüzüne bakıp, “Tanrılar geldi,” dememiz
gerekmiyor. Çünkü gelenler insanların tanrısı değil.
Buna gerek de yok. Yani bizi kurtaracak bir tanrının
gelmesi de gerekmiyor. Kurtulacak bir durumumuz da
yok. Sadece kendimizi hırpalamamızı sağlayan kandı-
rılmamız var. Bunlara kanmazsak kimseye ihtiyacı-
mız olmaz. VAR diye kandırılan oluşumları yapmak
için uğraşmasak, yapamayınca da kendimizi başarısız,
çaresiz hissetmesek kimseyi beklemeye de ihtiyaç his-
setmeyiz.

165
Bizim yaşam alanımız dünya toprakları; denizin, gök-
yüzünün, güneşin, havanın, suyun olduğu ve sadece
insanlar için yaratılmış ve yine onlar için gerekli olan
bitki ve hayvanlardan oluşmuş canlı bir yaşam alanı.
Biz insan olarak neden bunu yaşamayalım da gökyüzü-
ne bakıp, “Onlar bizden daha üstün,” diyelim ve gö-
zümüz gökyüzünde onları bekleyelim?

Böyle inanınca bir anda insan zavallı diye bilinir olu-


yor. Halbuki, “Onlar vardır, onlar uzaylıdır. Onlar başka
gezegendeler, yani bizden farklılar. Biz de insanız,”
desek yaratılmış olduğumuz “tamlığımızı” zihnimizde
korumuş oluruz ve yaşadığımız topraklardan korka-
cağımıza, kendi yaşadığımız dünyayı daha çok severek
ve beğenerek yaşarız. Böylece başka yerlere gitmeye
ihtiyaç hissetmeyiz, boşuna kendi yaşadığımız dünya-
nın da yok olacağına inanarak, “Bizi gelip uzaylılar kur-
taracak,” demeyiz. Onları kendimizden üstün görerek
bedenlerimizi, varoluşumuzu onlara teslim etmeyiz.

İnsan halimizden memnun olmadıkça, kendimizi


birilerine veya gözümüzde büyüttüğümüz yerlere
teslim ettikçe kaybederiz. Çünkü insan oluşumuz kay-
bedilemez bir özellik. Kurumsal şirketler insanları
o kadar eğittiler ki sonunda insanın doğal hali yok
oldu. Bir örnek vermek isterim. Son zamanlarda şir-
ketler çağrı merkezleri kurdular. Oradaki insanları
nasıl eğitiyorlar ki, kendilerine ait bir ifadelerinin
olmadığı, hiç hissetmedikleri bir metni, eğitildikleri
şekilde okuyorlar? Araya girip bir şey sorduğunuzda,
karşınızdaki kişi dinler gibi yapıyor, kısa bir an susuyor,
ama sorunuza cevap vermiyor. Çünkü onu öğretme-

166
mişler, sonra kendi durduğu yerden tekrar okumaya
başlıyor. Benim sorduğum hiçbir şeyin cevabını
bilmiyor. Halbuki o metni aradan kaldırsa iki insan ola-
rak çok güzel anlaşacağız. Arada kabalık yapsak bile,
sözlerini ezber metnin kibar ifadeleri ile bitiriyorlar,
“Size yardımcı olabileceğimiz başka bir konu var mı?”
gibi.

İşte bu, eline aldığı metinle ve aldığı eğitimle bir insa-


nın yok olduğu an. Ve bu insanlara kurumsal şirketler
devamlı eğitim veriyor. Her eğitimden sonra insan
olan doğal halleri yok oluyor. Şirketlerin olmasını
istediği gibi insanlar ortaya çıkmaya başlıyor. O şirket-
ler de olmasını istedikleri, doğru olduğuna inandıkları,
insanların olması gereken şekli, “İnsan böyle olur,”
bilgilerinden alıp uyguluyorlar. Yani olması gereken
insan şekli bilgilerle veriliyor. Halbuki bir yerde çalışan
ne kadar insan varsa, eğer eğitilmemişlerse, ne kadar
güzel düşünceler çıkar. Eğer aynı kişilere aynı eğitimi
verirsek tek bir şekil çıkar. İşte insanın zenginliğinin
yok olduğu, şekillerin var olduğu hal.

İnsanları kendilerinden başka her şeye inandırarak


insan yok ediliyor. İnsan yok olduğu için dünya şu
sıralar kötüye gidiyor. Tabiat, iklim bozuluyor diye gö-
rülüyor. Halbuki bu bozulma görüntüsü, insan tabiatı
kirlettiği için değil. Çünkü tabiat da iklim de insanın
evi, insan için yapıldı. Tabiat her hali ile kendini her
gün temizler, her gün yeniler. Yapısı, oluşumu böyle;
biz kirletsek bile tabiata bir şey olmaz. Olan tabiatın
doğal değişimidir. Bize zihnimiz, doğal olan bu değişimi
dünya kötüye gidiyor diye gösteriyor.

167
Halbuki dünyanın nereye gittiğini anlayacak kapasi-
tede yaratılmadık. Hatta tabiatta biten bir şey, yeni
gelecek başka bir şey için gerekli olabilir. Yani aslında
nesli tükenmemiş ve bitmesi ile yeni gelecek başka
bir oluşuma yer açıyor olabilir. İşte hiçbir insan bu
oluşumu anlayabilecek kapasitede yaratılmadı. Her
olanı başımıza gelen kötü bir şey diye görmemizi iste-
yen negatif enerji, bizi zihnimiz aracılığı ile kandırıp
korkutuyor. Her olan için kandıran, korkutan zihnimiz.

Hani insanın yaşamadığı evler, güzel de olsa, birkaç


yıl sonra köhne görünür ya, insanların içinde yaşadığı
günlerdeki tadı yoktur artık; işte sizin, “İklim bozuluyor,
Dünya, tabiat yok oluyor,” dediğiniz yerde, artık ger-
çek insan yok olduğu için, tabiat yok oluyor zannedi-
liyor ve öyle de hissediliyor. Yani Dünya yok oluyor
diye hisseden herkes, aslında “AYNA” sisteminden yola
çıkarsak, ki tek çıkış bu, korkularının ve inançlarının
içinde kendi yok olmasını görüyor.

Gerçek insan, “eğitim”le ve “yapması gerekenler” diye


bir liste ile yok edildi. Bir de devamlı bizim memleketin
eğitimi bozuk deniyor. Bunu neden diyorlar? Herhal-
de alınan sonuca göre diyorlar. Halbuki her memleket
de aynı sonucu yaşamıyor mu? Diğer memleketlerde
şu sıralarda yaşanan sonuçlar bizdeki sonuçlardan
daha mı iyi? Yoksa aynı mı? Demek ki eğitimimiz bozuk
değil. Asıl, “EĞİTİM bozuk bir şey,” demeliyiz. Çünkü
insanı bozuyor.

İnsanları eğiterek kendi görmek istedikleri formata


getirmeye çalışıyorlar. Eğer istedikleri şekilde insanı
eğitirlerse o zaman da insanlar daha kolay yöne-

168
tilebilecek diye biliyorlar. Ancak burada atladıkları ve
gözlerinden kaçan nokta, insanın canlı oluşu. Onun
için almak istedikleri neticeler çok kısa ve anlık olabi-
liyor, devamlı olamıyor. Böyle olunca, istedikleri gibi
yöneteceklerini düşündükleri insan taklidi robotlar
ortaya çıkmaya başladı. Şimdi de onları program-
layarak istediklerini yaptırıyorlar. Ancak istedikleri-
ni yaptırsalar da sonunda, o çok istedikleri dünyaya
hakim olma duygusunu hiç hissedebilecekler mi?
Cevabım hayır. Hiç hissedemeyecekler.

Negatif enerji sahip olduğumuz korkuların isteklerini


iyi bildiği için müsait olan herkesi, “Bütün dünyaya
sen hakim olacaksın,” diye kandırıyor. Buna kananlar,
bu istekle yola çıktıkları için bekledikleri hissi hisse-
demezler ya da sadece kısa bir an hissederler, devam-
lılığı olamaz.

Buna kanan insan, bu hissin peşinde giderken, kendine


uymayan şeyler yapacağı için yaptıklarının sonucu-
nu beklediği şekilde alamaz. Artık o noktadan sonra,
devamlı korkularının yönlendirmesine mahkum olur.
Yaptığımız işlerden aldığımız neticelere uyanmaya-
lım diye zihnimiz devamlı, “Sen yaparsın, devam et,”
diyerek yönlendiriyor, uyanacağımız ana kadar.

Aslında insan yapısının doğal oluşumu uyanmaya çok


meyilli, negatif enerjinin yönlendirmesi, ikna etme
çabaları daha hızlandığı için zaman zaman kendimizi
toparlayarak yanlışımızdan çıkmamız zor ve imkansız
gibi gözükse de çıkış çok kolay.

İçinde bulunduğun duruma, hangi inancın ve korkunla

169
girdiysen, o korkunun ve inancının dönüşmesiyle yaşa-
dığın sorundan çıkarsın. Yani içimizdeki korkuların ve
inançların bizi sonunda çıkışımızı kaybedebileceği-
miz yerlere sokması ile kendime ait olmayan şeyler
yaptığımı görmüştüm. Onun için sonucu beklediğimiz
gibi olmuyor. Sonunda bizi çıkmaza sokan istekler,
korkunun istekleri. O hiç doymaz, hep ister. Alınan ne-
ticeler de korkuların yönlendirmesinin neticeleri. Bu
yüzden, her şeye hakim olma isteği ile robotlardan da
istedikleri hakim olma hissini alamazlar.

Çünkü negatif enerjinin asıl hakim olmak ve yönet-


mek istediği insanlar, robotlar değil. Negatif enerji
insanlara oynattığı bu oyunla insanları yok ederek
Allah’a karşı kazanmış olacak. Robotlarla Allah’a karşı
kazanamaz. O sadece insanları korkutma yöntemi.
“Bak, robotlar geliyor, her şeyinizi elinizden alacaklar,”
korkutması. Halbuki insanların gerçekten kendilerinin
olan, kaybetmesi mümkün olmayan her şeyleri kendi
içlerinde; o da beş duyuları. Yani insanın asıl yaratım
zekası. Onu elimizden kimse biz vermek istemedikçe
alamayacağına göre bir insan kendi varoluş imkanları
ile her zaman her yerde, her oluşumda var olur.

Kimse insanın elinden ona ait olan bu özelliklerini ala-


maz. İnsanın özelliklerini keşfederek insan yaratımı
yapılamaz. Çünkü insanlara “canlı yaratma” özelliği
verilmedi. İnsana sadece yaratılan her şeyi kullanarak
istediğini yapabilme özelliği verildi. Yani insana, “Biz
yarattık, sen de istediğin gibi kullan, yaşa,” dendi.

Biz de olanı kullanarak yaşayacağımız yerde, bilim adı


altında olması mümkün olmayan ya da doğal oluşu-

170
ma, insana zararlı olacak her şeyi keşfetmeye çalışıyo-
ruz. İlle bir şey yaratacağız. Yaratılanla yaşamayı,
kullanmayı, işimiz bitince bırakmayı bilmiyoruz.
Her yeni “keşfettik” denilen şey ilk günlerde bizi iyi
hissettirse de sonraları o kullandıklarımızın zararından
çıkamaz oluyoruz. Televizyonda geçen gün bir alt yazı
okudum. “Antidepresanlardan nasıl kurtulacağız?”
diye yazıyordu. Onları bilim keşfetmedi mi? Yenilik
diye tanıtılmadı mı, herkese verilmedi mi? Şimdi
neden kurtulmak gerekiyor? Yani alan da veren de
bilim, biz sadece inandırılanı kullanıyoruz. Biraz uya-
nır gibi olunca da “Bilim çok önemli,” diye yeni bir alt
yazı geçiyor.

Geçen gün bir yazı okudum. Uzmanın biri, “Mutlaka


kelle paça çorbası için,” derken bir başkası, “Sakın
ha, ağzınıza bile koymayın,” diyordu. Devamında çok
güzel uyanmış bir söz vardı. “Kelle paçayı bilmem ama
biri bizi fena halde ‘kafakola’ alıyor,” demiş. Bir anlık
da olsa, bakın, uyanmış. İşte ben de o, “Birileri bizi
kafakola alıyor,” dediğiniz yeri keşfettim.

Negatif enerji bizi korkutarak, inandırarak her an her


yerde kafakola alıyor diyorum. Bizi dünyanın hakimi
olursak istediğimiz olur, diye inandırıyor ve her istediği-
ni yaptırıyor. Yani negatif enerji insanı kullanarak kendi
istediklerini oluşturuyor. İnsan dünyaya hakim olmak
istemez, aslında bunu bilmez ama isteklerinin olma-
sını ister. Negatif enerji bunu bildiği için önce küçük
istekler halinde yaptığı yönlendirmelerin sonu, insanın
istemediği ama negatif enerjinin istediği son oluyor.
Dünyaya hakim olma isteğinin negatif enerjinin iste-

171
diği olduğunu algıladığımda, bu istek için yaptığım
her şeyin ne kadar boş olduğunu anlamıştım. “Peki,
neden böyle bir istek içindeyim?” diye sorguladığım-
da, asıl dönüştürmem gereken günlerimi gördüm.
O güne kadar yaşadığım, bana acı veren olaylarda,
“Bana bir şey olmadı,” diyerek kendimi kandırdığımı
ve duygularımı örttüğümü fark ettim. Bu üstü örtülen,
bastırdığım duygularımın bir süre sonra beni, “Her
şey benim istediğim gibi olacak,” diye inandırdığını ve
içimde bilendiğini fark etmiştim. Yani başıma gelen
olay için, içten içe Allah’ı suçluyordum. “Ben yöne-
tirsem istemediğim olaylar başıma gelmez,” diye
inanmıştım. Bu istemediğim olayların içinde, ailemin
içinde yaşadığım ölümler de vardı. Ne kadar büyük bir
kandırmanın içinde olduğumu anladım. Yıllardır her
anımı, bilmeden bu istek için kullanıyormuşum.

Bu çalışma sisteminin en güzel tarafı şu: O yaşadığım,


beni üzen olayları hatırladım ve sadece, “O gün neler
hissetmiştim?” diye sorup, gelen duygu ne diyorsa, o
cümleyi korku dörtlüğünün noktalı yerlerine koyarak
birkaç kere tekrarladım ve o olaylardaki bütün duygu-
larım değişti. Tabii bu tuhaf isteklerim de bitti.
İşte yaşadığım olayın içindeki korkumu ve inançlarımı
dönüştürerek bitirmek bu kadar kolay.
Diğer şekli ise yaşadığım olaya duyduğum kızgınlığımı
ve oluşan intikam planlarımı yıllarca yaşamak.
Dünya’yı, Allah, yaratım anında, insanın yaşayacağı
ortam, insanın evi olarak yarattı. Yani bir insanın dün-
yaya hakim olacağı şekilde yaratmadı. Bizi, robotların
insandan daha üstün olacağına inandırmaya çalış-

172
salar da Dünya robotun evi değil. Robotlar cansız,
Dünya canlı; birbirine uymaz. Dünya canlı olduğu için
canlı olan insanın evi.

Ancak insanları istediği gibi yönetmek isteyen, bunun


için de insanların zihinlerini kullanan büyük yöneti-
ciler, insanlara istedikleri eğitimi vererek istedikleri
gibi yönetebileceklerini zannetseler de insanın içinde
doğal bir yaradılış hali var. İnsanın bu doğal yaradılış
hali, zaman zaman, yapılan baskıların ve eğitimlerin
altından çıkış yapıyor. Bu sefer eğitim şekilleri değiş-
tiriliyor ki yönetmek istedikleri insan şeklini elde
edebilsinler. İnsanla başa çıkamadıkça daha hızlı yöne-
tebilecekleri daha etkili malzemeler keşfettiler. Bu
keşiflerden biri de vücuda takılan çipler. Birçok kişi,
kendi durumundan ne kadar ümitsiz ki, “Beni daha çok
yönetebilirsin,” diyerek bu çiplerden taktırdı.

İnsan bu derece yönetilince, hatta çip taktırarak artık


açık açık, “Söyle ne istersen onu yaparım,” noktası-
na gelince iyice yok olmaya başladı. Dolayısıyla ya-
şadığımız dünya da insanın kendini böylesine yok
hissetmesi ile bozuluyor. Ne var ki, insan yok olamaz
ama kısa bir zaman için zannettikleri ile kendini yok
hissedebilir. Ama isterse hemen uyanabilir. Ve bu
herkes için geçerlidir. Çünkü insanın asıl potansiyeli
bu.

“Oyun bahçesi”nde herkese, “Sen yöneteceksin,” zihni


yollanıyor. “Şunları, bunları yaparsan sen yönetir-
sin,” deniyor. “Senin istediğin olacak ama şunları
yapacaksın,” diye ikna ediliyorlar. Böylece hep oyun
alanı içinde kalmaları sağlanıyor. Onlar da denileni ya-

173
pıyorlar ama yönetemediklerini fark etmiyorlar bile.

Dünyayı yönetmek isteyenler, insanı yönetmeye uğ-


raşıyor, insana da “Sen yönetirsin,” diye etrafında
kurduğu, kendince, sevdiğim insanlar dediği kişileri
yönettiriyorlar. Böylece yönetim en tepeden en aşa-
ğıya kadar etki ederek devam ediyor.

Mesela bir kişi, “Ailem olacak, ben aile kuracağım.


Çocuğum olacak, benim istediğim gibi olacak,” diyor.
Kendi evi olursa, kendisi aile kurarsa annesinin, babası-
nın evinde yaşadıklarını yaşamayacak diye zihninden
inandırılıyor ve koşar adımlarla aile kurmaya gidiyor.
Halbuki onu annesi, babası yönetmedi, her zaman
korkuları yönetti.

Kendisi, annesinin, babasının evinde yönetildiğini


düşündüğü için kendi ailesi olunca ailesini kendi yö-
netecek zannediyor. Bir bakıyor ki, aile de kurdu ama
hiç kimse onun istediğini yapmıyor. Hatta o ailede
nasıl bir çoğalma varsa, kendini o kadar sayıda insanın
isteğini yapar halde buluyor. Yani zihninden gelen
bilgiler onu kandırdı. Yönetemedi, yine yönetildi.

Halbuki bak bakalım, bu mümkün mü? Aile kuracak-


sın, -o ailede kaç kişi var- ve hepsi senin istediğin
gibi olacak. Her şey senin istediğin gibi olacak. Bunu
kim başardı? Olabilme ihtimali “yok” olanla mücade-
le ediliyor. Yani bu, insanın yaratımına uymayan bir
şeyi insana yaptırmaya çalışarak kurulmuş bir oyun.
Oyunun nihai amacı, insana yapamadığını hissettire
hissettire kendini zavallı zannetmesini sağlamak.
Bu noktada uyanan bir insan, “Bu yapılabilir bir şey

174
değil,” diyebilir. Oyuna gelmemeyi başlatabilir. Zih-
ninden gelenlere kendini açmaz. Gözlerini açarak,
gördüklerini gördükleri kadar değerlendirirse bunu
başarır. Zihninden gelenlere de kendi gördüklerine
göre cevap verir. Zihninden gelen bilgilere inanmaz,
kendi bildiklerinde kalır.

Şu anda bütün dünya, aile yapma iddiası ile uğraşıyor.


İlla yapacağım, illa olacak... Hangi aile zihninizden
gelen aile tarifine uygun, hangi aileye, işte bu aile
“hayalimdeki aile,” dersiniz! Sadece dışarıdan bir an
için gördüğünüz görüntüye bakarak değil, tamamı-
na bakarak diyebilir misiniz? Televizyon haberlerinde
ailelerin başına gelenleri görüyoruz.

O zaman acaba, “aile”yi gerçekleştiren olmuş mu?


“Aile böyle olur,” diyebildiğiniz bir aile var mı? Hatta
en yakınınıza, kendi çevrenizdeki ailelere bakın.

Ben hem kendi kurduğum aile içine bakmıştım hem de


kendi büyüdüğüm ailenin içini iyi incelediğimde, bana
inandırıldığı gibi olmadığını anlamıştım. Çalışmalarım
sırasında etrafı da devamlı bu gözle izler olmuştum.
Böylece hiç kimsenin yapamadığını fark etmiştim.

Hani bazen şöyle düşüncelerimiz oluyor, “Eğer ben


çok zengin olsaydım ya da prenses olsaydım, sarayda
yaşasaydım olurdu,” diye. Geçen gün bir belgesel
izledim. İngiltere Prensesi Diana’nın yaşamını anla-
tıyordu. Herkesin hayallerini ve inançlarını alt üst
etmesi gereken bir belgesel. Diana, muhteşem gör-
kemli, “Kraliyet Düğün Günü” için, “En kötü günümdü,”
diyordu. Ve ilk evlenme teklifi aldığı günden itibaren

175
yaşadığı aldatılmaları anlatıyordu. Neticede, kocası-
nın başka bir kadını sevdiğini bile bile evlenmekten
vazgeçemedi. Önceden her şeyi gördüğü halde, “Ben
halledebilirim. Evlenince düzelir,” inançları ile kendine
ölümüne doğru giden bir hayat çizdi. Ama dışarıdan
bizim izleyip imrendiğimiz ise, bir prensesin saray bal-
konunda romantik öpüşme sahnesi ve tebessüm dolu
çok güzel ve şatafatlı görünen hayatıydı.

Ben kendi inancımı bitirirken bu belgeseli görmemiş-


tim bile, sizler daha şanslısınız. Ben iki evliliğimde de
“Zihnimden kandırıldığım, bana inandırılan evliliği
yapamadıysam kimse yapamamıştır,” demiştim. Kendi
yaşadıklarım bana inancımı bitirmek için yetmişti.
Çünkü bakmayı bilmiştim, kanmayı değil. Dışarıya
gösterilenlerin sahte görüntüler olduğunu kendi
yaşantımdan biliyordum. Benim yapamadığım bir şeyi
diğer insanlar da yapamamıştır. Yapılabilir olan bir
şeyi hepimiz yaparız. Çünkü ben de onlar da insan,
birbirimizden farkımız yok.

Yapamamıştım derken, burada yapılabileni değil, ha-


yalimizde beklediğimiz, olacağına inandığımız yani
inandırıldığımız aileyi yapabildik mi? Olamayan, haya-
limizdeki aile. Herkes aileyi yapıyor da hayalindekini
yapamıyor. Yapılabilen aile hepimizin yaptığı kadarı ile
olan. Yani yaşadıklarımız, beklediğimiz, yapacağımıza
inandırıldığımız yaşantı değil.

İsterse herkes aile kurabilir, “Aile yok,” diye anladığım


bu değil. Aile kurarken, evlenirken kendi annesinin,
babasının yaşadığı aile ortamından bir fazlasını yapa-
cağını zannetmesi yok demek. “Hayatta kardeş lazım,”

176
diye ikinci hatta üçüncü çocuğu dünyaya getirirken ken-
di kardeşleri ile yaşadığı ortamın aynısını başlattığını,
kendi ailesinde de farklı bir şey olmayacağını bilirse ve
başka sanal beklentilere, zannetmelere girip kendini
kandırmazsa aile olur.

Böyle olunca aile içinde yaşadığın olayları hayalinde


kurduğun şekle getirme isteğin de olmaz. Bugüne ka-
dar, “oyun alanı”nda gerçekte “var” olmayan şeyleri var
etmek için çeşitli şekillerde yeni yöntemler geliştirildi.
Ama artık insanlar da bitti. Oldurtabileceğimiz bir şey
de kalmadı. Yani kendi kendimizi kandırabileceğimiz
ve inandırabileceğimiz malzeme kalmadı. Kendimize
söylediğimiz yalanlarımızın da suyu çıktı, sonu geldi.
Görmek istersek artık her şeyi net görebiliriz. Bakınca
her şey ortada, o kadar açıkça gözüküyor ki, artık yok
olan bir şeyi varmış gibi gösteremiyoruz.

“Peki, ben ne yapacağım? Bu durumdan ben nasıl


çıkacağım? Bunlara inanmamı sağlayan ‘ihtiyacım’
neydi?” diye sorup öncelikle o ihtiyacımın ne olduğu-
nu bulmalıyım. O ihtiyacımı, ben kendim, kendim için
sağlayamıyorsam, zaten o benim ihtiyacım değildir.
Dışarıdan inandırılıyorsam ve zihnimle de yapmam
gerektiğine ve yapmazsam başıma neler geleceğine
dair yönlendiriliyorsam o benim yapmam gereken ve
yapacağım bir şey de değildir.

Kendi hissettiğim ve istediğim bir şey, “ihtiyacım” ise


onu yapabileceğim kapasite bende zaten vardır. Onu
kullanır, yaparım. Başkasını kullanarak kendi ihtiyacı-
mı karşılamak istersem, önce ona hizmet etmem
ve hep onu var etmem gerekir ki benim ihtiyacımı

177
yerine getirsin. Bu durumda, bu güzel insan enerjimi,
bu kendi muhteşemliğimi harcamış olurum. Kendi
yaşamımı, kendi canlı insan halime göre yaşamalıyım;
kendi yapabildiklerimi kendim için kendim yaparak.
Böylece sağ kulağımı sol elimle göstermemiş olurum.

Zihnimiz bize devamlı yapmamız gerekenleri ve nasıl


yapacağımızı, bunları yapmaya bizi teşvik etmek için
de hoşumuza gidecek sonuçları söylüyor. Biz de sonu-
cu biliyoruz, öyle olacak zannediyoruz. Bildiklerimiz
olmuyor ama farkında bile değiliz. Hala sonucu bilerek
hareket etmeye uğraşıyoruz. Yapacağımız her şeyin
sonucunu bildiğimizi zannediyoruz. O an yapacakları-
mızın sonucunu zihnimiz söylüyor. “Şunu yap, şöyle
olacak,” diyor.

Geçmişime bu gözle baktığımda bildiğim, tahmin


ettiğim hiçbir şeyin benim zannettiğim gibi olmadı-
ğını, tahminlerimin hep yanlış çıktığını gördüm. Zih-
nimizin bize yap dediklerini yaparak ve sonucunu
da bildiğimizi zannederek hareket edince, aslında
“kendimiz olsak” ne yapardık, hiç bilmedik.

Zihinlerimiz söyledi, biz yaptık. Tabii söyledikleri gibi


bir sonuca da ulaşmadık. O zaman ne oldu? Hem
yapmaya küstük hem de artık içimizden yapma isteği
geldiğinde bile sonucunu yine zihnimizin yardımı ile
tahmin etmeye başladık. Yani korkmaya başladık.
Halbuki burada ilk soru, “Neden herkesin söylediğini
doğru zannediyorum?” olmalı. Çünkü zihnimi görmü-
yorum ama karşımdaki insanları görüyorum. Bu
demektir ki, ben zaten herkesin söylediğini yapıyo-
rum. “Biri benim ne yapacağımı söylesin,” diye kulağım

178
hep başkalarında ise, zaten fark etmeden, devamlı
zihnimin söylediklerini yapıyorum. Başkalarının söy-
lediklerine ihtiyaç duymayı bitirmeden, zihnimin
yönlendirmelerinden çıkamam. Biri dışarıdan konu-
şuyordur, diğeri içeriden konuşuyordur. Böylece ben
bana söylenenleri yaparak, ben neyi yapabilirim, bil-
mez oluyorum.

Sonucunu bilerek hareket edemeyiz. Zaten iyi olacak


diye inanıyorsam da doğru bir bilgi değil. Çünkü o
zaman ilerleyen günlerde karşıma çıkan aksilikleri ve
yanlış giden şeyleri göremem, fark edemem. Halbuki
önceden fark edeceğim aksilikler, sonuca giderken
düzeltmem gereken ya da başladığım şeyi bırakmam
gereken ikazlardır. Onları atlarsam ve sadece iyi olacak
diye inanırsam çok tehlikeli bir şey yapıyor, görmeden
ilerliyorum demektir.

Yani asıl tehlike, “biliyor olmam” ve “biliyorum” diye


inanmamdır. Bilmek ve bildiğimi zannederek ilerle-
mek, bana güvenli bir ortam vermez. Bilmek, görme-
den karanlıkta ilerletir beni.

Zihnin, yani seni kandıran oyun alanı, kurduğu oyunla-


rı oynayabilmen için önce rolünü söyler. “Sen......sin,”
der. Sonra da her an ne yapacağını söyler ve devamlı
seni, “Sen yaparsın,” ve “Bilirsen güvende olursun,”
diye ikna eder. Halbuki ilk bilgiden son bilgiye kadar
verdiği tüm bilgiler seni çıkmaza sokar. Asıl kendini
çaresiz zannettiğin anlar bunlardır. Yani oyun alanında
hiçbir zaman çare bulamazsın.

Çünkü yapmak istediklerin, yani sana istetilen şeyler,

179
mümkün olmayan şeylerdir. Zihnin, senin devamlı bir
şeyler yapmanı ister ve “Sen yaparsın,” diye inandırır,
teşvik eder. Böylece seni, kendini çaresiz hissedeceğin
bir ortama sokar. Sonra da yeni bir yön söyler ve seni
oraya doğru gitmen için teşvik eder ve böylece sana
yeni bir çıkmaz yaratır.

Yaşadıklarını anbean izlersen bunların hangisinin se-


nin için iyi olduğunu, neler yapabileceğini sen kendin
anlarsın. Her zaman anlarsın. Bunun için dışarıdan
verilecek bir bilgiye gerek yok. Zaten işe yaramıyor.
Senin dışından sana söylenenler, senin için doğru
değil. Bir kişi sana, “Sen yaparsın,” derse inanma, o
sadece ağzına geldi, söylüyor. Seni tanımıyor, senin
yapabilme kabiliyetini, becerilerini, en önemlisi, o
konu hakkındaki olumsuz inançlarını bilmiyor, korku-
larını bilmiyor.

Aslında sen de neler yapabileceğini bilmiyorsun. Ancak


yapmak istediğin şeylere küçük adımlarla başlarsın.
Her durduğunda veya geri çekilme ihtiyacı hissetti-
ğinde, neden durakladığını sen kendi içine sorarak
bulursun. Bulduklarını dönüştürürsen ilerlersin, dö-
nüştüremezsen durakladığın yerde kalırsın. Ama o
kaldığın yere kadar kendince geldiğin için orada bir
süre dursan da canın yanmaz.

Burada daha sert bir örnek vermem gerekirse, “Sen


yaparsın,” diyenlerin oyununa gelerek, bir de kredi
alırsan, sonunda ödeyemeyeceğin için kaldığın nokta
bir de borçlu halin olur. “Sen yaparsın,” diyenlerden
evvel kendin yapmadığına göre henüz daha yapa-
mazsın. Arkanda yalancı bir destek olmasına gerek

180
yok. Sen kendini yapabilir hissettiğin zaman zaten
seni kimse durduramaz. O hal senin kendi halindir.
Yapacakların oradan hareket eder.

Halbuki başkası söylediğinde yaptıkların sana söyle-


yenden hareket eder, o durum sende yoktur. Hareket
söyleyenden olunca o kişi senin yapacaklarına etki
edemez. Böyle olduğu için sen yapamazsın. Çünkü
bir insan başka bir insana onun olmadığı bir şeyi yap-
tıramaz. Evrenin işleyen kanunu insanın insana bir
şey yaptıramamasıdır. Bu durumda hem yapamamış
olursun hem de kredi aldığın için borçlu kalırsın.

Halbuki sen başkası söylemeden kendi yapacaklarını


kendin takip etsen, sen yaptıkça o iş için gerekli im-
kanlar da borçlanmadan oluşur. Kredi almak önce
bize hayal kurdurarak, “Sen yaparsın,” diyen zihnin
kandırmasıdır. Yapabilir halde değilsindir. “Hayalinde”
yapabilir haldesindir. Kredi hayale alınmıştır. Hayal de
gerçek olmadığına göre kredi alımının arkası boştur.
Onun için de bütün kredi alınarak başlanan işler bat-
mıştır.

Çünkü o noktada negatif enerjinin bir başka oyunu


devreye girer. O insan için kredi o kadar tepeden düş-
me büyük bir paradır ki alan kişi bir anda ikinci zihin
oyununa düşer. Önce o parayı o güne kadar isteyip
yapamadığı her şeye harcamaya başlar. Bir yandan da
zihni, “Sen yap, sana bir şey olmaz,” diye kandırmaya
devam eder. Yeter ki krediden gelen parayı iş için kul-
lanması gereken yerde kullanamadan bitirsin. Çünkü
negatif enerjinin yapmak istediği insanı devamlı piş-
man hissettirmek ve yapamamış hissettirmektir.

181
Yani negatif enerji önce hayal kurdurdu, sonra da o
hayali destekleyici sohbetler yaptırdı. Bir anda etra-
fımızda bizi destekleyen böyle insanlar çoğalmaya
başladı. Sonra ikna olduk, krediyi aldık. Tabii o güne
kadar isteyip yapamadığımız şeyler hemen önümüze
çıkmaya başladı. Biz de parayı başka yerlerde harca-
maya devam ettik. Çünkü henüz o işi yapabilir halimiz
kendi içimizden hareket etmiyor. Birileri söyledi diye
aldık krediyi. Bu durumda, devamında birileri söyle-
meye devam etmeli. “Yap, iyi olur,” diyenlerin de neye
göre söyledikleri belli olmadığı için, yani “ağzına geldi
söyledi” durumunda oldukları için kurulan işin arka-
sına henüz kendi enerjim oturmadı, sallantıdayım,
“Birileri söylesin, yapayım,” noktasındayım. İşte böyle
bir yolla geldiğim son nokta, paranın daha işten kazan-
madan bittiği yer.

Şimdi bunu yakınlarıma nasıl anlatacağım? “Ekono-


minin durumu belli, işler durdu, memleketin durumu
kötüye gidiyor,” demem lazım ki kendimi kurtarayım.
Asıl gerçek ise yapamayacağım bir işe birileri dedi
diye girişim. Bir gün gerçekten aldığı krediyi işine tam
kullanan ve para kazanmaya başladıktan sonra, önce
kredi borcunu ödeyen, sonra harcama yapan varsa o
kişi bu oyuna gelmemiş, sıyırmış demektir. Ancak bu
yaşıma kadar ben henüz böyle bir kişi tanımadım.
Belki vardır.

Halbuki hep kendin, kendin kadar yola çıkarsan yolda


hep beş duyunu kullanırsan kaldığın yer senin kadar-
dır. Biriyle yola çıkarsan kaldığın yer senin bilmediğin
bir yerdir. Orada kaybolursun.

182
Asıl olan insanın kendisi ve kendi yapabileceklerini sa-
dece kendinin bildiği hali, ama insan kendini, bu oyun
bahçesinde, birçok tanım ve sınırlamalarla, yapacağı
ve yapamayacağı listelerle sıkıştırmış durumda. Ken-
dim ve başkaları için yaptığım tanımlamaları bitirmez-
sem kendi sonsuz, sınırsız halime geçemeyeceğimi
anlamıştım. Tanımların arasında sıkışmıştım.

İnsan tanımlardan ibaret olabilir mi?


İnsanın başına koyduğum bütün sıfatlara baktım. Ken-
dime koyduğum tanımlara baktım. Bunlardan herhangi
biri insanın kendisi olabilir mi? Kendime koyduğum
tanımların hiçbirinin ben olmadığını anlamıştım.

Bana tavsiye veren, “Benim dediklerimi yap,” diyenlere


baktım. Hepsi benden daha kötü durumdaydı. Ma-
dem söyledikleri doğru, kendileri neden yapamadılar?
O zaman da, “Biz yapamadık, sen yap,” dediler. İşte
orada tek cevap var, “Siz de yapamadıysanız demek
ki bu yapılabilir şey değil.” Bundan sonra, “Ben bunu
kendi gözlerimle bir izleyeyim, ne kadarı bana doğru
ve iyi geliyorsa onu yaparım,” demeye başladım ya
da “Siz de yapamadıysanız sizin de yapabilecekleriniz
bunlar değildi. Size de bana sizin söylediğiniz gibi baş-
kaları söyledi, onun için yapamadınız,” diyebildim.
İşte bunu böyle hissedip söylediğimde ve yaşantımda
uyguladığımda da kendimle diyalog kurmuş oldum.

“Oyun alanı”nda, insanı istediği şekle getirip yönet-


mek isteyen büyük oluşumlar, istedikleri oyunun
oynanabilmesi için ileride olacakları söylüyorlar,
yani insanı korkuyla bağlıyorlar. “Acaba ne zaman ne
olacak?” diye beklemeye başlıyoruz. Sonra da bu söy-

183
lenenlere inanan insanlar arttıkça, söylenenler de
zihinlerde iyice yayılıyor. Sonra zihni o kişiye, “Şimdi
bundan kurtulman lazım. Şunları, bunları yaparsan
kurtulursun,” diyor. Tabii ki durum daha kötüye gidi-
yor. Ve gelinen son durum için, “Bekle, kurtarıcı gelip
seni kurtaracak,” diyorlar.

“Oyun bahçesi”ndeki bütün var denilen oyuncaklar


yıkılıyor. Yani inandıklarımız devamlı yıkılıyor ama
insanlar inandıkları şeylerin, inandıkları gibi olmadı-
ğını ancak kendi istedikleri zaman fark eder. Yani yine
de toplu bir kıyamet yok. İnsanların, “Bunca zaman
olmayacak şeylere emek verdim,” diyerek inancı
yıkılacak. İnandıklarına, “Onlar benim,” diye sarılıp,
“Onları ben istediğim şekle sokarım,” demezse, ilk
fark ettiğinde inancından vazgeçerse o yıkıntı onun
için fark edemeyeceği bir şey olur. Benim için öyle
oldu.

“Oyun bahçesi” zihinle yönetilir. Bu bahçede, “var”


dediklerini var etmeye çalışan insan, zihniyle yöne-
tilmezse, zihninde yapacaklarını söyleyen bir yönetici
olmazsa zaten ne yapacağını bilmez. Çünkü insanın
doğal hali, bu “var” denilen şeylerin ne olduğunu
bilmez. Bu yüzden, zihin, yani oyunu yaratan meka-
nizmalar, ona ne yapacağını devamlı söylemek duru-
mundadır.
“Ailen var,”
“Çocuğun var,”
“Baban var,”
“Sen sanatçısın,”
“Sen mimarsın,”
“Sen doktorsun,” gibi sözlerin ne olduğunu insanın
184
doğal hali bilmez ve bunlardan biri olunca ne yapması
gerektiğini de bilmez. Bu sebeple, oyunun sürebilmesi
için oyun bahçesinde, “var” denilenlerin senaryolarını
yazanların bilgi vermeye devam etmesi gerekiyor.
Aynı, tiyatroda sahne alan, rol alan oyuncular gibi.
Oyunculara rollerini ve yapacaklarını oyunu yazanlar
ve yönetenler söyler, oyuncular bilmez. Onların rol-
leri var ve yapmaları gerekenler var. Sahnelenecek
oyunu senaristler ve yönetmenler bilir. Oyuncu sadece
söylenen role girer ve rolünü yapar. Yaşanılan bu
hayatın, tiyatro sahnesinde sahnelenen bir oyun gibi
olduğunu algılamıştım. Bana rolüm söyleniyor, ben de
bu rolü oynarken ne yapmam gerekiyorsa zihinsel ve
görsel olarak yönlendiriliyorum. Bana, “Sen annesin,”
demişlerdi ve sahnede yapmam gereken rollerim, yani
görevlerim verilmişti. Ben de sahne bitince alkışlana-
cağımı zannetmiştim.

İnsanlar inandırıldıkları bu şeyleri yapınca bekledik-


lerini elde edemedikleri için acı çekiyorlar. Bu sefer, bu
acının bitmesi için ne yapacağımızı yine zihinlerimiz
bize söylemek durumunda. Böylece bitmeyen, de-
vamlı şekil değiştiren acının içinde, yapacaklarımızı
değiştire değiştire yol alıyoruz.

Bu kadar uğraşın sonunda bir arpa boyu yol gideme-


diğimi anlamıştım. Peki, beni kandıran, “Bunları
olursan sevilirsin, bunları olursan değerli olursun,”
diyen zihnim haklı çıkmış mıydı? Sevgiyi ve değerli
olmayı hatta güçlü olmayı hiç hissedebilmiş miydim?
Kocaman bir hayır. O zaman şunu fark ettim. Güçlü his-
setmek, sevgi istemek, değerli olduğunu zannetmek
zaten benim değil, korkularımın ihtiyacıymış. Korku-

185
lar doymaz. O zaman da “Ben korkularımı doyurmaya
değil, korkularımı dönüştürmeye emek vereceğim,”
diye karar vermiştim.

Böylece ilk defa kendime emek vermeye başlamış


oldum. Kendime emek verdiğim için de gerçekten
netice almaya başladım. Çünkü ben gerçeğim ama
korkularım gerçek değil.

Zihnin talimatlarından, verdiği rollerden ve korkula-


rından çıkmış, inançlarını bitirmiş bir insan, yani asıl
yaşam bahçesinde olan insan ne zaman ne yapacağını
bilir. Çünkü insanın yaradılışında ona ait bir yaşam
alanı ve yaşamında ona yardımcı olacak beş duyusu
var. İnsanın beş duyusunu kaybettiği yer, “oyun alanı,”
kendini geri kazanıp güzel yaşayacağı yer, “yaşam
bahçesi.”

Korkularım ve inançlarım bitince yaşam bahçesinde


ilk fark ettiğim şey şu olmuştu: Aile yok ama herkes
var ve yaşantımdaki bütün insanlar benim bekleme-
diğim, hatta benim fark edemediğim bir şekilde
bana zaten yardımcı oluyorlar. Bu doğal bir oluşum.
İnsanların doğal oluşumunda ve yaşamında olama-
yan ise “VAR” dediklerimiz. Var diye inanarak
sanalını yarattığımız her şeyin gerçeği zaten “Yaşam
Bahçesi”nde var. Yani her şey var. İstediğin gibi kullan.
Sadece senin olduğunu zannetme ve sahiplenme,
eline geçirdiğin şeylere hakim olmayı isteme. Bana
benimle ilgili doğru sinyalleri verecek olan da beş
duyum.

Benim fark ettiğim bir şey daha vardı. Ben, “Aile yok,”

186
derken,“ Aile içindeki kişilerden veya arkadaşlarınız-
dan bekledikleriniz olamaz,” diyorum. Beklentilerin
olmadan herkesle yaşa. Çünkü beklediğin şeyler senin
isteğinse sen senin için yaparsın, neden başkası yapsın?
Eğer senin istediğin değil de zihninin yönlendirmesi
ise onu da başkası yapsın diye bekleme, isteme, yani
istek listenden çıkar. Ben bunu anlamıştım.

Ancak bu günlerde dünyada yeni bir akım başlamış.


Çocukları zihinlerinden yöneterek, ailelerinden küçük
yaşta uzaklaştırıp “Dünya İnsanı” yapacaklarmış.
Benim söylediğim ve benim anladığım bu değil. Bu
yapılan, daha evvel aile kurdurarak küçük topluluklar
halinde yönetmeye çalıştıkları sistem artık işlemediği
için yeni bir yöntemin “oyun bahçesi”nde kuruluşu.

Benim bu yapılanlardan anladığım ise aileyle de olsa,


“Dünya İnsanı” olarak da olsa insanları bir yere bağ-
layarak tek bir yerden yönetmek istemeleri. Bu benim
anladığım “yaşam bahçesi” demek değil.

Bu sefer yapılan da toplu halde aracısız, direkt bir yere


bağlamak; anne babaları, eğitimli kişileri kullanarak,
“Onlar bilir, siz bilmezsiniz,” oyunundan sonra, “Siz
bilmezsiniz, sizin için bir merkez bilir. Onlar ne derse
yapın,” diyerek,
“Merkezden yönetilirseniz başınıza bir şey gelmez,”
diye inandırarak, insanları kendilerinden uzaklaştıra-
rak ele geçirmek; böylece insanlara yaptırmak iste-
diklerini daha direkt, daha kolay yoldan yaptırmak.
Bugüne kadar aile içinde bekledikleri neticeyi alama-
yan insanlar, ailelerine zaten içten içe kızgın ve küs

187
oldukları için bu sistemle insanları ele geçirmeleri çok
zor olmaz. Ama bu sefer bağlandıkları, “Dünya İnsanı”
olduklarını zannettikleri yerde daha büyük bir kaybo-
luş var. Çünkü orada istemedikleri şeyleri kendilerine
yaptıran oluşumu gözleri ile göremeyecekler. Sadece
zihinleri ile bilecekler. Yani sanal bir dünyada sanal
bir yaşam başlayacak. Daha evvel insanlar annelerine,
babalarına, kardeşlerine kızarken, onlara küserken
daha canlı yaşanıyordu. Böyle bir ortamda zaman za-
man beş duyunun birazı çalışıyordu. “Dünya İnsanı”
olacakları yerde beş duyuya ihtiyaç yok, zaten beş
duyunun işleyeceği bir ortam da yok, zihnin yönlen-
dirmesi var.

Bu, benim “oyun bahçesi”nden ve “spiritüel bahçe”den


çıkıp yaşamaya başladığım “yaşam bahçesi” değil. Ben
zaten “oyun bahçesi”nden ve “spiritüel bahçe”den
çıktığım için yeni organize edilen “DÜNYA İNSANI
BAHÇESİ”ne de giremem. Çünkü ben artık, “Birileri
benim için yapsın,” ya da “Onlar bilir, ben bilmem,”
gibi inançlarla kendimi yok ederek bir şeyleri var et-
me algısında değilim. Her olanı gözlerimle görüyorum,
kulağımla duyuyorum. Yaşamın içindeyim.

Yaşam bahçesi ile oyun bahçesini yan yana değil de üst


üste getirirsem, aynı ortamda, korkularım bittikçe ben
beş duyumla yaşarım. Ben kendi yapabileceklerimi
takip ederek sevdiğim, rahat ettiğim şekilde yaşarım.
Sadece kendi yapabildiklerimi yaparım. Böylece kor-
kularımla EN olmaya gitmem. Sadece kendimin “EN”i
olurum. Herkesin kendi EN HALİ en güzel yaşayacağı
haldir. Böylece başkalarını taklit ederek, başkalarına
özenerek onların beğendiğim hallerine girmemiş olu-

188
rum. Tabii ki en önemlisi hiç hasta olmam. Böylece tek
sahip olduğum şey olan bedenim, beni çok güzel ya-
şatır. İyi bakacak olduğum şey sadece kendi bedenim,
EN olacağım halim de kendimin EN’i. Çünkü gerçekte
tek sahip olduğum şey bedenim.

“Oyun bahçesi”nde herkes korkuları ve doğru olmayan


inançları ile kendi oyunlarını oynarken, ben aynı
ortamda rahat ve sağlıklı yaşayabiliyorum. Ben yirmi
yıldır böyle yaşıyorum. İlk kitabımda kitabın kapağı-
na kendi resmimi koymak istedim. Ben yazarın kendi
değişimini anlattığı böyle bir kitap okusam, kitapta
anlattıklarını yazan kişiyi görmek, hatta yakından
görmek isterim; anlatıyor da anlattığı gibi mi diye.
Ben böyle düşündüğüm için kitabın kapağına, sokak-
ta yürürken çekilmiş, üzerinde hiç oynanmamış bir
resmimi koydum. Zaten ilk kitap röportaj şeklinde ol-
duğu için resimlerim kitap içinde de vardı.

Kırk beş yaşında hastalandığım sırada hastalığıma is-


yanla başlayan sorgulamalarım, altmış beş yaşında
beni o resimdeki halime getirdi. Bu hale gelirken di-
yet yapmadım, spor yapmadım, yoga hiç yapmadım,
pilates yapmadım.

Korkularım bittikçe, bana zarar veren inançlarımdan


kurtuldukça fark etmeden kendimin “EN” iyi olan hali
ortaya çıktı. Hiç kimse benim gibi olmayacak, herkes
kendi “EN” haline gelecek. Kim bilir herkesin kendi EN
hali ne güzeldir.

Hastalanmak doğal halimiz değil. Önce kilo alıp sonra


diyetle ve sporla düzelmeye çalışmamız doğal değil.

189
Zaten her yaptığımız düzeltme hareketi birkaç yıl
sürüyor, devamlılığı olamıyor. Çünkü bizi bozan şeyler
inançlarımız. Onlardan kurtulmadan sağlığımız ve
kendimizi görmek istediğimiz, beğeneceğimiz halimiz
devamlılık göstermez.

Evrenin gerçeğini yaşamaya başladığım zaman, ben


artık oyun bahçesinde var diye inandığım oyunların
oyuncusu olamam. Hastalığımın iyileşmesi için şifa-
cılar aramam gerekmez. Çünkü oyun bahçesindeki
oyunları oynamayı bıraktım. Oyunda, “En iyi ben
olacağım,” hırsını, oynadıklarımın gerçek olmadığını
anlayıp bıraktığım için hastalanmayacağım. Oyunda,
“En iyi ben olacağım, en başarılı ben olacağım,”
inancımı bırakınca kendimin en iyi hali oldum. Zaten
hastalansam da “Kendimi hangi oyuna kaptırdım?”
diye sorarak hastalığımın sebebini bulacağımı biliyo-
rum. Neden benim için başka biri şifacı olsun?

“Nefes teknikleri ile geçmişim temizleniyor ya da


hipnoz ile bilinçaltım temizleniyor,” diyemem. Çünkü
geçmişte yaşadığım bana acı veren olayları hatırlayıp,
“O gün, o olayda ne hissetmiştim, neye inanmıştım?”
diye kendime sorarak, korkularımı ve inançlarımı, o
sahnelerde ben kendim dönüştürmüştüm. Eğer kor-
kumu ve inancımı kendim görüp, kendim dönüştür-
mezsem, o sahnede biriken enerji çeşitli tekniklerle
boşaltılır, ancak inanç ve korku o yaşadığım sahnede
hala kaldığı için kısa bir zaman içinde tekrar dolar.
Böylece yine bir gün ortaya başka bir hastalık ya da
başka bir sorun olarak çıkar, hep tekrarlar. Onun için
bu yüzeysel teknikleri kullanmam.

190
Ben çalışmalarıma tansiyon hastalığımla başlamıştım
ama o güne kadar yıllarca migren ağrıları çekmiştim.
Zaman zaman vücudumda kistler oluşmuştu. Hepsi
için de ameliyat olmuştum, her seferinde iyi huylu
demişlerdi. Çok sık grip olurdum. Sözün kısası her
hastalık tanıdıktı. Çeşitli zamanlarda hepsini yaşadım.
Ancak bu çalışmaları tam olması gerektiği gibi yaptı-
ğım için yirmi yıldır hiç hasta olmadım, yani tekrarlanan
bir hastalığım olmadı. En önemlisi, bu süre içinde bir
hastalığımı geçirdiğimi zannederken yeni bir hastalıkla
karşılaşmadım. Yani kendi değişimimi yüzeysel değil,
tam yaptım.

En önemlisi, insan bağımlılığım bittiği ve dolayısıyla


bakacağım ve var etmek için mücadele edeceğim kim-
se olmadığı için, “Başarılı bir iş hayatım olmalı, çok
para kazanmalıyım,” diye bolluk meditasyonları ile
kendimi kandırmayacağım. Bunlara inancım da bitti.
İçsel olarak paranın benim için ne işe yaradığını ve
benim için neyi ifade ettiğini keşfetmeden, parayla
diyaloğumun düzelmeyeceğini artık biliyorum.

Kimseye bağımlı olmadığım için de ben kendim istedi-


ğim şeyleri yapar hale geldim. Para kazanmanın bolluk
meditasyonları ile olamayacağını biliyorum. “Para
kazanmalıyım,” diye beni bu istekle yola çıkaranın
oyun alanı olduğunu algıladım. “Para kazanmalıyım,”
dediğin zaman bir boşluğa yürürsün. Halbuki, “Ben
ne yapabilirim?” diye sorduğunda, senin çok kolay
yaptığın ve birçok insanın ihtiyacı olan bir şey oldu-
ğunu bulursun. Yapmaya başlayınca da karşılığı gelir.
İnsan hareketinin başlangıcı budur. İnsan hareketi-

191
nin başlangıcı, “Para kazanmalıyım,” değildir. Para
kazanmak insanın amacı ve hedefi olamaz. Ancak
yapabildiklerini, kendince en iyi şekilde yapmayı iste-
yebilir. Bunun için de amaç edinmeye gerek yoktur. Bu
zaten doğal halimizdir.

Böylece kişisel gelişim tekniklerini kullanarak, elde


edeceğimi zannettiğim şeyleri elde edemeyeceğimi al-
gılamıştım. Hiçbir yöntemin oyun alanındaki oyunları
benim istediğim hale getiremeyeceğini anladığım için
kişisel gelişim bilgilerine ve tekniklerine inanmayan
bir kişi olabildim. Bu tekniklerle oldurtacağım bir şey
zaten yokmuş. Bunlar da oyun bahçesinin oyuncak-
larıymış. Ben bunu anladım. Oyunları oynamayacağı-
ma göre oyuncaklara da ihtiyacım kalmadı.

Ayrıca oyun alanında elde etmek istediğim başarılara


veya “en”lere olan inancım bittiği için enerji çalışma-
larına ve enerji güçlerine de gerek kalmadı. Çünkü
enerjinin güç olduğuna inanmak da “spiritüel bah-
çe”deki oyunlardan biriydi.

Keşfettiğim çalışma sistemi ile net olarak anladığım


bir şey daha vardı. Benim yakınlarımın bu çalışma sis-
temini benim gibi kullanmalarını ve benim istediğim
kadar iyi bir hayat yaşamalarını ya da sağlıklı olmala-
rını istemem de mümkün değilmiş. Yani yakınlarım
için benim bir şeyler yapabilmem mümkün değilmiş.
Onların inançlarını ve korkularını onlara benim dönüş-
türtebilmem de mümkün değilmiş.

Nil Avunduk! Bir sorum daha var?... :) kitabımın 71.


sayfasında, kendi gittiğim bir seminere bütün ailemi

192
de götürüp onları iyi etme gayretimi anlatmıştım. İlk
kitabımın birçok yerinde kendi keşfettiklerimi ailem
ve yakınlarıma da uygulatmak için ne kadar uğraştığı-
mı anlatmıştım.

Ancak kendi çalışmalarımın ilerleyen günlerinde asıl


algıladığım, bir insanın başka bir insana bir şey ya-
pamayacağı idi. Zaten bu benim için en büyük ve önemli
algı anıydı. Böylece o ana kadar beni bir sağa, bir sola
vurarak ve hırpalayarak yaşatan SUÇLANMA korkum
da bitmişti. Bir insan, bir insana bir şey yapamaz.
İyilik de yapamaz, kötülük de yapamaz. Yani bir insan,
o kişinin müsait olduğu enerji kadar ona etki eder. Bu
da yaşamın mucizesi ve asıl adalet noktasıydı. Benim
herkese iyilik yaptığıma olan inancım bitince suçlan-
ma korkum bitmişti.

Herkese istediğimiz kadar müdahale edebilseydik ne


tuhaf olurdu, değil mi? Böyle bir imkanım olsaydı,
neler neler yapardım. Meğerse böyle bir şey için
insanın imkanı yokmuş. Ama ben bunu anlayana
kadar ölüyordum. Ancak yakınımda olan kişiler çok
şanslılar. Böyle büyük bir keşif, uygulama teknikleri
ve kendisine uygulamış bir kişi olarak ben onların
yakınındayım. Onlar bu çalışma sistemini kendilerin-
de ne zaman ve ne kadar uygulamak isterlerse, kendi
ayarlarını kendileri yapabilirler. Yani yine aynı yere
geldik. Bir insan, bir başka insana bir şey yapamıyor.
Eğer o insan isterse kendine istediğini, istediği kadar
yapabiliyor. Böylece kimseye bir şey yapamayacağımı
artık biliyorum. Artık, “Herkes birbirine yardım eder,”
inancında olmam gerekmiyor.

193
“Üzüldüm,” kelimesini de çok kullanırdım. Üzül-
düm, demenin, “Benim zor durumda olan ya da has-
ta olan kişiler için yapabileceklerim var ama ben
yapamıyorum,” demek olduğunu, böyle kandırıldı-
ğımızı anlamıştım. Ne kadar etkili bir oyun. Beni yapa-
madım diye kendime karşı kızgın yapıyor. Devamlı içten
içe kendimi suçlatıyor, yapamadım diye. Karşımdaki
insanlarda da “İsteseydi bizim için bir şey yapardı,
yapmadı,” diye beklenti ve öfke oluşturuyor.

“Oyun alanı”nda oyunlar bu şekilde çoğaltılıyor.


Hepimiz de bu oyunlara geliyoruz. Oyunda, çok etkili
kandırma yöntemleri vardı, ama insan zekasının ve
insan algısının bu oyunları kuran ve insanları kan-
dırmaya çalışan enerjilerden daha üstün olduğu-
nu anlamıştım. Hani “insan üstü” derler ya, aslında,
insan üstü diye bir şeyin olmadığını, “insanın en üst”
olduğunu algıladığımda korkularımı kendim dönüş-
türebileceğimi ve doğru olmayan inançlarımdan çıka-
bileceğimi anlamıştım.

Oyun alanını ve oyunları bu şekilde keşfettikten sonra,


artık oyun bahçesinin bir sağ duvarına, bir sol duvarına
vurmam gerekmiyor. Oyun bahçesinden çıkmalıyım.

“Güçsüzüm” – “Güçlüyüm” gibi iki duvar arasında


gidip gelmem gerekmiyor. Çünkü en güçsüz kişinin
bile kendini güçlü hissedebileceği bir ortam veya
karşısında kendini güçlü hissedebileceği bir kişi ola-
biliyor. Dışarıda gördüğüm ve beğendiğim her şeyi
zihnim güç inancına dönüştürüyordu. Bende olma-
yan, beğendiğim her şey için, “Sende yok, onda var,”
diyerek, beni güçsüz olduğuma, o gördüğüm özelliğin

194
de güç olduğuna inandırıyordu. Ben de o gördüğüm
neyse, ona sahip olmak için mücadele ediyordum. Güç
diye tarif ettiğim şeylerin de kullanım anı geldiğinde
işe yaramadığını algılamıştım.

Zihnim beni devamlı kandırıyordu. Herkesin baş-


kasında görüp beğendiği şeyler farklı olduğu için güç
diye tarif edebileceğimiz şeyler hem çoğalıyor hem
de herkese göre değişiklik gösteriyor. Zihnim, güç
diye tarif ettiğim şeylere sahip olursam, bana bir-
şey olmayacağını zannettiriyordu. Ben de onları elde
etmek için uğraşıyordum. Elde ettiklerim ise benim
başıma bir şey geldiğinde beni kurtarmıyordu, sonuç
benim beklediğim gibi olmuyordu. Tabii bunları fark
edebilmem, korkularımın ve inançlarımın oyunun-
dan çıktıkça olabildi. Yani korkularım bittikçe, güç
diye bir şeyin gerçek olmadığını algıladım. İki uca da
gidip gelmem gerekmiyordu, çünkü aslında olmayan,
“GÜC”ün kendisiydi.

“Değersizim” - “Değerliyim” diye iki uca vurarak ya-


şamam gerekmediğini de anlamıştım. Çünkü, kendimi
değerli hissettiğimde o anda asıl değerin ne olduğunu
henüz fark etmemiştim. Sahip olduğum neyin kendimi
değerli hissettirdiğine inanıyorsam ona sahip oldu-
ğum için kendimi değerli zannediyordum. Dolayısıyla o
an değerli olan ben değil, değerli olduğuna inandığım
kişiler ve kullandığım malzemelerdi.

Benim artık asıl algıladığım ise, insanın değerli oldu-


ğuydu, hem de her hali ile değerliydi. Hatta o kadar
önemli ve değerliydi ki, Dünya onun için yaratılmıştı,
Dünya’da olan her şey de onun için yaratılmıştı. O

195
zaman insanın kullanması için yaratılan şeyler insanı
değerli yapar mı? Her şey zaten insan değerli olduğu
için var. Onlar var diye insan değerli değil. Her olan,
insanın değerinden dolayı onun hizmetinde. Böylece,
“Değerliyim,” ya da “Değersizim,” diye inanmam
gerekmiyor. Olmayan, “DEĞER”in kendisiydi.

“Ailem yok, - “Ailem var,” diye, yine iki duvara vurarak


yaşamam gerekmez. Yani aile inancımın iki ucunda
gidip gelmem gerekmiyordu. Beni iki uçta getirip gö-
türen, “Ailem olsa benim için bunları yapar,” diyen
beklentilerimdi. Bu beklentilerim gerçekleşince,
“Ailem var,” bu beklentilerimi yapmadıkları zaman,
“Ailem yok,” diyordum; onlara kızıyor, küsüyordum.
Benim anladığım ise benim beklentilerimi benden
başka kimsenin benim için gerçekleştiremeyeceği
idi. O zaman da ailemdeki herkese kızgınlığım bitti ve
herkes benim için insan oldu. Böylece ailemdeki her-
kes, onlara verdiğim sıfatlardan kurtulup asıl insan
değerlerine yükseldiler. Ne güzel bir algı. Bravo bana!
Olmayan ise “AİLE”nin kendisiydi.

“Bilgi yok,” - “Bilgi var,” gibi hayali bir şeyin peşine


takılmam gerekmediğini de anlamıştım. “Önceden
bilmeliyim,” diye, bilgi yığını içinde kendimi kaybetme-
mem gerektiğini algılamıştım. Çünkü başıma gelen
olaylar sırasında, önceden bildiğimi ve hazırlıklı oldu-
ğumu zannettiğim hiçbir şey işime yaramamıştı. Bil-
mek istediğim, bana lazım olacak şeyleri de çok basit
bir şekilde öğrenebilirdim.

Alman kurt köpeğimiz hamile kaldığında veteriner,


“Doğumunda başında ben olacağım,” dediği halde

196
doğum anında gelemedi. Ben de gelecek diye bildiğim
için, önceden neler yapmam lazım diye bilgi almadım.
Doğumunun başladığını değişen hareketlerinden he-
men anladım. Önce panikledim, sonra da sadece, ona
rahat gelecek bir ortam hazırlayarak izlemeye başladım.

Önce bir yavru doğdu. Onu diliyle temizledi. İyice


temizledikten sonra yere upuzun, sülün gibi diye tarif
edeceğim şekilde, muntazam yatırdı. Hemen ardın-
dan, ikincisi gelmeye başladı. Ona da aynı muameleyi
yaparak, diğerinin yanına, paralel bir şekilde çok mun-
tazam sıraladı. Arkasından hemen diğer yavru geldi
ve ona da aynı muameleleri yapıp, tam yanlarına
aynı muntazamlıkta bıraktı. Bütün hareketlerini ken-
dinden emin bir şekilde, hiç şaşırmadan yapıyordu.
Her yavru doğduktan sonra onunla ilgili yapması
gereken işlemler bitiyor, diğer yavru sonra geliyordu,
yani koşar adımlarla birbirlerinin üstüne basarak,
birbirlerini iterek gelmiyorlardı.

Doğumun sürdüğü dört saatlik süre içinde şaşkınlıkla,


ağzım açık olanları izliyordum. Benden beklediği bir
şey yoktu ve benim de yapacağım bir şey yoktu, her
şey tamamdı. Her doğan yavruyu inci dizer gibi çok
muntazam yan yana diziyordu. Doğum bittiği zaman
yavruların yanına uzandı, hepsini tek tek yaladı, sonra
da onlara süt vermeye başladı.

İyi ki hiç bilgi almamıştım, ne yapacağımı hiç bilmi-


yordum. Bilgim olsaydı müdahale ederek, kim bilir,
bu muhteşem ritme ne kadar çok zarar verecektim.
“Doğumu veteriner yaptırır,” diye inanmamın ne
kadar yanlış olduğunu, bilime ve bilgiye ihtiyacın ol-

197
madığını anlamıştım. Bu olayın benzerlerini tabii ki
herkes yaşıyor. Yaşam bu, ama korkularım ve inanç-
larımın hakim olduğu, beni ele geçirdiği yerlerde, olan
güzellikleri göremiyorum.

Allah’ın bilimi, yani yaradılış bilimi her yerde işliyor.


Böyle yaratıldığımızı anlamıştım. Yani yaratımımız ta-
mamdı. Her yaratılan tamamdı. Onun üstüne gerek-
siz şeyleri eklememiz gerekmiyor. Yine çok önemli bir
şey daha anlamıştım. “Biliyor” – “Bilmiyor” diye iki
uçta gidip gelmeme gerek yoktu. Olmayan, “BİLGİ”nin
ve “BİLİM”in kendisiydi.

“Eğitimsiz”- “Eğitimli” diye insanları ayırmam ve ona


göre değerlendirmemin mümkün olamayacağını an-
lamıştım. Çalışmalarım sırasında algıladıklarımdan, bir
insanın, ne kadar eğitim almışsa o kadar doğal insan
yapısından uzaklaşmış olduğunu hissediyordum. Ezber
cümleler herkesin dilindeydi. İnsanlar, ne kadar ezbere
konuşma yapıyorlarsa, o kadar eğitimli oldukları belli
oluyordu. Ters köşe bir soruda, yüzlerine araba farı tu-
tulmuş gibi kalakalıyorlardı. Çünkü o sorunun cevabı
ezberletilmemişti. Eğitildikleri düzlemde gidiyorlardı.
Hiçbir kıvraklıkları yoktu. Yaşam zekalarını kaybetmiş
oldukları her hallerinden belli oluyordu. Yani insan
robot olmuş olduklarını gördüm. Eğitimin zararı bütün
görüntüsü ile ortadaydı.

Asıl, bu noktadan sonra fark ettiğim ise, eğitimsiz de-


nilen kişilerdeki durumdu. Onların canlı hallerini, ben
görüp, çok beğenirken onlar kendi durumlarından do-
layı kendilerini çok kötü hissediyorlardı. Eğitimli ol-
mamız gerektiğine o kadar inandırıldık ki eğitim alırken

198
neler kaybettiğimizi fark edemeden devam ediyoruz.
Hatta elde edemediklerimiz için, “Daha fazla eğitim
alırsam, yani bir master daha yaparsam istediklerimi
elde ederim,” zannediyoruz. Böyle gösteriliyor. Hem
görsel hem zihinsel olarak böyle yönlendiriliyoruz.
Halbuki elde edemediklerimizin önünde kendi inanç-
larımız ve korkularımız var, onları elde etmemize mani
olan kendi inancımız.

2008 yılında dünyada ekonomi çöktü. Hem de ekonomi


kitaplarının yazıldığı, en büyük üniversitelerin oldu-
ğu yerlerde çöktü. O sırada ekonomi kitaplarını imha
etselerdi ve ekonomi eğitimi verdikleri üniversiteleri
kapasalardı, bu olaya daha başka türlü bakar, bunu ya-
panlara saygı duyardım. Halbuki o kitapları okuyarak
öğrendikleri ile idare ettikleri bankalar ya da büyük
holdinglerin batışı, ekonomi kitaplarının ve verilen eği-
timlerin neticesini ortaya çıkarmıştı. “Öğrendiğimiz ve
öğrettiğimiz nelerde yanlış var?” diye sormadıklarını
tahmin edebiliyorum. Çünkü aynı tarihlerde, insanlar
hala bankadan kredi alarak çocuklarını o okullarda
okutmaya çalışıyorlardı. Benim gördüğüm buydu. O
günlerde herkesi hayretle izliyordum.

Yaşadıklarımızı kendimizce değerlendirmekten bu


kadar mı uzaklaştık? Gerçek, canlı eğitim, hiç kredi
almadan idare edilen şirketlere sahip olan kişilerin
ilk kurdukları günden bugüne kadar, nasıl düşünerek,
neler yaparak bunu gerçekleştirdiklerini anlattıkları
yerler olabilir. Bu yerler de her iş kolu için değişir ve
her iş için o işi isteyenin gideceği canlı, yıllardır devam
eden, büyüdüm/büyümedim gibi hedeflerin olmadığı,
kendi ritminde gelişen yerlerdir.

199
Yani daha sahaya hiç inmemiş bir kişinin okuduğu
kitaplarla ahkam kestiği, kendisinin hiç yaşamadığı,
böylece söylediklerinin doğru olup olmadığını ken-
disinin bile bilmediği bilgilerin ezbere anlatıldığı
ortamlar değil. Bu tip yerlerde, “Hangi okuldan me-
zunsun?” diye soracakları için, alınan gerçek eğitimle-
rin önemi olmuyor. Çünkü gösterecekleri bir diploma
aranıyor.

Pizza yapımı için İtalya’da 100 yıllık bir şirkette aşçı


yardımcısı olarak dört yıl çalışmak mı istersiniz, üni-
versitede gastronomi bölümünde dört yıl okumak
mı istersiniz? Benim tavsiyem yaşayarak öğren-
meniz, ama yine yaşayanlardan öğrenmeniz. Çünkü
üniversitede dört yıl okuduktan sonra kapıdan çıkar-
ken, gözlerinizi ovuşturarak, “Neler görüyorum ben?
Bunlar bana öğretilmedi,” diyerek çıkarsınız.

Çünkü öğretenler de sahadan, yaşamdan gelmedik-


leri, kitapların içinden geldikleri için bilmiyorlar.
Bilenler ise neyi biliyorlarsa, o bildiklerini yaşayarak,
elleri ile tutarak, beş duyuları ile orada var olanlar;
kitap okuyarak iyi ezberleyenler değil.

Eğitimli, eğitildiği için büyük zarar görüyor. Eğitim-


size de “Sen eğitimsizsin, senden bir şey olmaz,” diye
hem kendileri inandığı hem de o kişilere inandırdıkları
için büyük zarar veriyorlar. Yani her iki durum da
insana zararlı. İşte asıl bu noktadan sonra olmaması
gerekenin “EĞİTİM”in kendisi olduğunu anladım. İki
tarafı da insana çok zararlı oluyordu. Zararlı olan, her
pozisyonda, eğitimdi. Bırakın, herkes istediği kadar,
istediği şeyi öğrensin.

200
Oyun bahçesinde olan “yapılmalılar” listesinden çıkar-
sak, hayatı yapabildiklerimizle yaşarsak, “Başardım,”–
“Başaramadım,” oyununun içine de düşmemiş olurum.
Oyun bahçesi, her yapılmalılar listesinin başına,
“Başarmalısın,” diye bir başlık koyar.

EĞİTİM AİLE BİLGİ BİLİM


VAR VAR VAR VAR
BAŞARMALIYIM BAŞARMALIYIM BAŞARMALIYIM BAŞARMALIYIM

Böylece, “Başaranlar var, ben de başarmalıyım,” diye


mücadele etmeye başlarız. Bu mücadelede başarıla-
cak bir şey olmadığını anladığımda çok şoke olmuştum.
Yıllardır yaptığım her şeyi başarı gibi görerek, misinaya
bağlanmış plastik bir havucun peşinde koştuğumu
anlamıştım.

Bunu anladığım günlerde bir mezuniyet törenine


gitmiştim. Okul birincileri açıklanıyordu. İlk üç öğrenci
sahneye çıktığında birinci olanın üzgün bir ifade ile
devamlı etrafına baktığını gördüm. Birisini arıyordu,
belli ki aradığı kişi gelmemişti. O kişiye kendini birinci-
lik kürsüsünde gösterememişti. Acaba o an, o kişi
birinci olduğu için kendini başarılı hissediyor muydu?
Yoksa başka bir korkusunun etkisinde en üzgün gü-
nünü mü yaşıyordu? Yani, “Başarılı olacağım,” diye
mücadele ederken istediğini başardığı gün, bu hissi
kaç dakika sürdü? Ya da o ortamda, “Başardım,” hissini
hiç hissetti mi? İkinci olan öğrenci de birinci olmadığı
için başarı hissini yaşamıyordu.

Oyun bahçesinin bizi bu şekilde oyuna getirmesine

201
uyanırsak kendi yaşadığımız her şeyi çok severiz.
Olanı göstermek istemeyen, bize olmayanı göstere-
rek üzülmemizi ve kendimizi her an kötü hissetmemizi
sağlayan zihnimiz, bizim yaşadığımız hiçbir şeyden
memnun olmamamızı ister. İstediklerimden biri olur-
ken o anda olmayan başka bir şeyi gösterir. Daha başar-
manın sevincini yaşamadan bana başarmam gereken
yeni bir ortam hazırlar. Böylece yeni başaracağım he-
defe yönelmiş olurum.

“Oyun bahçesi”nde kurulan her “oyun” için başaraca-


ğım diye mücadele etmezsem, sadece yapabildikleri-
min kendimce en iyisini yaparsam zaten bu halimi
göstermek için birilerini beklemem gerekmez. Kimse-
nin beni takdir etmesi gerekmez. Böyle bir ihtiyaç
duymam. Ben, “benden memnun olurum.” Eğer başarı
kelimesini ille kullanmak istersem kendimin kendim-
den memnun olan hali gerçek başarıdır. Bu başarı da
oyun alanındaki başarı olmadığına göre “BAŞARI” yok
demeliyim. Çünkü oyun alanında başaracağım diye
uğraştığım hiçbir şey gerçek değil. Başarılacak bir şey
yok.

Böylece benim için “Başarılıyım” – “Başarısızım” oyu-


nu da bitmiş oldu.

Her “var” dediğimin iki ucundan da inançlarımı ve kor-


kularımı dönüştürerek çıktığım için oyun bahçesinde
bir o duvara, bir diğer duvara vurarak yaşamam ve
bunlar için çeşitli teknikler kullanmam gerekmiyor-
du. Onun için “ruhsal” , “spiritüel” diye bilinen,
“kişisel gelişim” diye bilinen ve uygulanan konuların
içinde değilim.

202
Nil Avunduk! Bir sorum daha var?... :) kitabımın 152.
sayfasında, Park adını verdiğim 2.000 metrekare bir
binayı kiralarken yaşadığım bir sahneyi anlatmıştım.
O olayda mülk sahibi, benden, üç yıl sonra binadan
çıkacağıma dair bir imza istemişti. Ben de “Böyle bir
sözleşme yapmam, böyle bir zaman koyarsak beni
daha evvel çıkarmak istersen çıkaramazsın, halbuki
böyle bir sözleşme yapmazsak istediğin zaman çıka-
rırsın,” demiştim. O da çok şaşırarak, “Bu kadar mas-
raf yapacaksın, ben gelip altı ay sonra çık dersem,
çıkacak mısın?” diye sormuştu. Ben de “Sen ne zaman
çık dersen, çıkacağım. Çık diyenin sen olmadığını,
Allah’ın bana, ‘Çık,’ dediğini anlayacağım,” diye cevap
vermiştim.

Korkularım bittikçe, “Bana söyleyenin Allah olduğunu


anlayacağım,” diyebiliyordum. Bu sözlerimi, “Kendimi
kaderime teslim ettim. Allah bilir, Allah’ın dediği olur,”
gibi inançlarım olduğu için söylemedim. Ben insan-
ların üzerinde oynanan bu oyunları keşfettiğim zaman
anladığım en önemli şey, yaşanan her olayda, “Ben,
benim enerjim kadar olan olaylarla karşılaşırım,” algı-
sıydı. Dolayısıyla benim enerjime uymayan, yani bana
ait olmayan bir oluşum benim yakınıma bile giremez.
O nedenle, “Elimdekini almak için bir kişi bana kadar
gelmişse, demek ki, benim için o an elimdekini ver-
mem gereken zamandır,” diyebiliyordum.

Bu noktada, korkularımla yaşadığım eski halime göre


farkı şöyle anlatabilirim. Korkularımla hareket ediyor
olsam, öncelikle tabii ki böyle serbest bir sözleşme
yapmam. Sonra da başıma gelen her olayda, o durumu
benim lehime çevirecek birilerini araya sokardım ki,

203
daha ileri bir tarihte, Park kapanırken birçok kişi buna
zaten kendi gönüllü oldu. Ya da bir yerlere şikayet
ederek, onları zor duruma düşürmek için her ortamı
kullanırdım. Bunu da yine binanın kapatılması sıra-
sında birçok kişi benim adıma yapmak istedi. Hatta
neredeyse bunu siyasi partiler arası bir ortama bile
sokacaklardı. Korkularım ile yaşadığım zamanlarımda,
bunların hepsini zaten yapardım.

Ancak, evrenin işleyişini algıladığım yerde yaşarken,


yapabileceklerim bunlar değildi. Zaten aklıma bile
gelmiyordu böyle şeyler yapmak. Böyle şeylerin ola-
bileceğini, herkes teklif ettikçe hatırlıyordum. Ama
hareketlerim o yönde olamıyordu, o yöntemleri kullan-
mak hiç içimden gelmiyordu. Açıkçası, içimden beni
korkuların itmesi ve yönlendirmesi, akıl vermesi bit-
tiği için yapamıyordum. Sadece kendi yapabildiklerimi
yapıyordum. O da zamanı gelmiş olduğu için bırakmak
ve çıkmaktı.

Bu, Allah’a kendini bırakmak, Allah’a teslimiyet değil,


“Allah benim için yapar,” ya da “Allah istemedi,” değil.
Burada, evrenin işleyişini keşfetmiş bir kişi olduğum
için, evrenin işleyişini artık bildiğim ve anladığım için,
bu gelişi kabul ediyorum. “O bana bunu nasıl yapar?”
diye beni kavga ettiren korkularımın sözcüsü değildim
artık. Benim yapmam gereken ise biteni bırakmak ka-
dardı. Bitenin neden bittiğini bilmemiz gerekmiyor.

Bir başka tarifle, ben artık, dünyada oynanan oyunu


keşfetmiştim; algım evrenin işleyişinin dilini konuşa-
rak yaşadığım yerdeydi. Eğer olan oluşum benim ger-
çeğim değilse o kişiler bulunduğum yeri kapamaya

204
veya elimde olan bir şeyi almaya gelemezlerdi. İşleri
çıkar, yolları değişir, bana ulaşamazlar. Bu her insan
için geçerli. Benim algıladığım buydu. Yani bana kadar
geldilerse benim için o an kabul anıydı.

Eğer inançlarını ve korkularını bitirmeden, yani bu al-


gıda olmadan, “Kabul ettim,” denirse kaderciliğe girer.
O kişi, kendini, kabul etmiş zanneder. Ama içten içe
mağdur olmuş gibi hisseder, bu da zamanla öfkeye dö-
ner. Bu sahte bir kabuldür. Ben sahte kabullerim yü-
zünden hastalandığımı anlamıştım.

Benim o sahnedeki kabulüm, “Burası buraya kadarmış,


bitti, tutunma, bırak, kapat, çık bakalım. Şimdi nereye
doğru gidiyorum?” kadardı.
Yani şu sahte cümleler yoktu:
- Benim için hayırlı değilmiş.
- Benim hayrıma değilmiş.
- Benim için yeni kapı açılır.
- Allah istemedi.
- Allah böyle istemiş.
- Geçmişimi geride bıraktım, geleceğim çok parlak.
Bu cümleler içten kabul edilmeyen yerlerde, üstten
baskı yaparak, spiritüel öğreti cümlelerini kullanarak
kendini ikna etmeye uğraşmaktır. Yani kendini kandır-
maktır.

Benim olduğum algıda ise, benim için yeni bir kapı açı-
lıp açılmayacağını bilemem. “Benim için hayırlı, benim
için hayırsız,” cümlelerini de kullanamam. En önemlisi,
geleceği bilemeyeceğimi algıladığım için, “Geleceğim
parlak,” diyemem. Benim için, sadece yaşamda olan
vardır ve olanları görerek, olanların arasında kendi

205
seçimlerimi yaparak, kayarak hareket ederim.

“Dilemeyi, istek yapmayı bilmem.” İnançlarımın ve kor-


kularımın getirdiğini yaşarım. Gelenleri beğenmezsem
inandıklarımı ve korkularımı dönüştürmem gerekti-
ğini bilirim. Bu nokta, “Kaderim buymuş ve hayırlısı
buymuş,” kelimelerinin anlamını kaybettiği yerdir. On-
lar bilgidir ve oyun alanında yaşananlara tahammül
edebilmek için spiritüel bahçenin ürettiği bilgilerdir.

Ben, artık biten bir şey varsa hemen bırakmayı bili-


yorum. Korkularım ve inançlarım artık kulağımın di-
binde konuşamadığı için böyle yaşayabiliyorum. Bir
kişi benim olduğum yere kadar gelip, “Kapatacağız,”
dediyse işte o, daha evvel kontrat sırasında söyledi-
ğim, “Allah dedi,” anıdır. O zaman da “Burası bitti,”
diye hemen bırakırım. Bir şeye başlarken olan duygu-
larımla kapatırken olan duygularım arasında fark yok,
hepsi aynı, hepsi yaşamdır ve benim sahip olduğum
enerjinin karşılığıdır.

Eğer etkilendiysem, kızdıysam, öfkelendiysem, acı çe-


kiyorsam bir korkumun düğmesine basıldı demekti.
İşte bu nokta, benim kendimi çalıştıracağım yer olur-
du. Ancak yaşadığım bu olaydan etkilenmediğim için,
inşaatından işletmesine kadar özenerek yaptığım bu
binanın kapanışından sonra, “Demek ki benim bil-
mediğim çok önemli sebepler var,” diyebildim. Ka-
panma sürecinde yaşadıklarım ise açılış sürecinde ya-
şadıklarımla aynı güzellikteydi.

Yine, Nil Avunduk! Bir sorum daha var?... :) kitabımın


297. sayfasında anlattığım bir olay var. Seminerler

206
için yaptığım binanın açılışından bir gün evvel yaşanan
bir olaydı. Binanın üç ay süren inşaatı sırasında bina-
da yapılan işlerle ilgili, önem verdiğim konulara
dikkatlerini çekmek için, “Seminerler kalabalık oluyor,
gelen insanların seminer esnasında rahat olmaları
önemli. Onun için sıcaklık ayarı ve havalandırma çok
önemli, yapılan ölçümler buna göre dikkatli yapılsın.
Ben zaten otellerde yaptığım seminerlerde bunlardan
rahatsızdım,” diye hatırlatmalarda bulunuyordum. Bu,
benim inşaat sırasında özellikle önem verdiğim bir
noktaydı.

Açılıştan bir gün evvel, büyük seminerin yapılacağı


500 metrekare olan salonun son eksikleri tamamlanı-
yordu. Ben de orada oturmuş yapılanları izliyordum.
Havalandırma makinelerinin çalışabilmesi için tava-
na menfezlerin takılması başlamıştı. Tavan yüksekliği
5 metre olduğu için iskele kuruldu, üstünde bir kişi,
sırayla menfezleri takması için de iki kişi, hareketli
olan iskeleyi itiyorlardı. Artık sona gelmiştik, ertesi
gün hem ısı ayarları hem de havalandırma çok güzel
çalışacaktı ki, iskelenin üzerinde olan kişinin telefonu
çaldı. Konuşmaya başladığında kavga ettiğini, birine
bağırdığını fark ettim. Çok sinirliydi, telefonu kapadık-
tan sonra tavandaki deliklere takacağı metalleri sert
bir şekilde vurarak yerleştirmeye, yerleşmeyen olursa
da yumruk vurarak yerleştirmeye çalıştığını fark ettim.

Yerimden kalktım, iskelenin yanına gittim. “Daha ya-


vaş yapar mısın? Çok sert vuruyorsun, başka bir yer
bozulacak,” dedim. Bana cevap olarak aynı sertlikte,
“Bu iş böyle yapılır,” dedi. Ben de biraz evvel vurmadan
yapılanları gördüğüm için, “Böyle yapılmaz, lütfen

207
sakin yap,” dedim. “Ben böyle yapıyorum,” dedi ve bir
yandan da vurmaya devam etti. “O zaman sen yapma,
aşağı in,” dedim. “Bunu ben yaparım, bu benim işim,”
dedi. “Eğer böyle yapacaksan in aşağı, yapma,” dedim.
“Ben inerim, yapmam, ama sen de yarın açılışını yapa-
mazsın,” dedi.

İşte bu nokta en önemli nokta. Bu cevaptan sonra beni


korkutarak sindirmeye çalışan, karşımdaki insanın
yaptığının doğru olmadığını bile bile korkutarak bu-
nu bana kabul ettirmek isteyen enerjinin iş başında
olduğunu fark ettim. Benim önem verdiğim noktadan
giriş yapmaya çalışıyordu. Ama benim korkularım
bittiği için oyuna gelmezdim. Beğenmediğim bir şeyi,
sonucundan korkmadan iptal edebilir haldeydim ve
tabii ki öyle yaptım. “İn aşağı, m enfezler takılmayacak,”
dedim. “Menfezler takılmazsa yarın seminerinde ta-
vanda bir sürü delik olur ve makineler bunlarsız ça-
lışmayacağı için havalandırmayı açamazsın,” dedi. Ben
de “Havalandırmaları açmayacağım. Tavanda delik
olacak. Sen de işi bırakıp çıkıyorsun,” dedim.

Benim bu kararıma inanamadı ve inmedi. Devam


etmeye başlayınca, ben de ciddi bir karar olduğunu
belli etmek için iskeleyi sallamaya başladım. “Şimdi
seni aşağı indiririm,” dedim. İndi, dışarı çıkarken ya-
nındakiler ona, “Bırak, biraz sonra siniri geçer,” di-
yorlardı. Halbuki bu sahnede o kadar önemli şeyler
vardı ki. Ben sinirli değildim ama çok kararlıydım ve
ertesi gün yapacağım seminerimde hazır olmayacak
şeyler beni korkutmuyordu. Korkularımın olduğu es-
ki günlerdeki mükemmeliyetçi özelliğimin oyununa
yıllarca gelmiş bir kişi olarak, bu oyuna gelemezdim.

208
Ertesi gün seminerde sadece birinci kat değil, üç kat
da dolmuştu. Her katın televizyon görüntülerini ve her
yerdeki ses düzenini açarak muhteşem bir kalabalı-
ğa çok güzel bir seminer vermiştim. Seminer verirken
uygun olmayan havayı ilk ben hissederim. Bu konuda
hassas olmama rağmen bu kadar çok insanın bulun-
duğu mekanda, üç saat boyunca hiç havasızlık, sıcaklık
ya da soğukluk hissetmedim, kimse de hissetmedi.
Seminer bittikten sonra tavanın deliklerini gördüm. Ve
çok iyi hatırlıyorum, yüzümde bir gülümseme oldu.

İşte bu hal, çalışma sisteminin mükemmelliğini göste-


riyor. Korkularını dönüştür, korkmaz hale gel ki senin is-
temediğin hareketleri yapan kişiye, “Tamam, korktum,
sen devam et,” deme. Eğer korkularım dönüşmemiş ol-
saydı, ben onun dedikleri başıma gelmesin, yani benim
baştan beri titizlendiğim hal olmasın diye, “Tamam,
devam et,” diyecektim. Bu durumda da zaten normal
olarak korkumun bana yaşatacaklarını yaşayacaktım.
Yani makineler arıza yapıp çalışmayabilirdi. Bu sefer,
mutlaka hepimiz o havasızlığı hissederdik ve rahatsız
olurduk. En önemlisi, bu sefer ben tavandaki delikleri
değil, menfezleri sert vuruşlarla takacağı için diğer
bozulan yerleri fark edip kafamı onlara takardım.
Bu da korkularımın beni getirdiği yer olacaktı. Zaten
olacaklardan korkup devam ettirseydim benim verdi-
ğim seminerin olabilirliği ortadan tamamen kalkardı.
Çünkü o zaman ben anlattıklarını olmuş bir kişi ola-
mazdım. Bir yerlerden öğrenmiş, gelmiş bir anlatan
olurdum.

Ben üç ay süren inşaat süresinde buna benzer du-


rumları birçok kere yaşadım. Her seferinde onların

209
çok şaşıracağı tepkiler veriyordum. Verdiğim kararla-
ra inanamıyorlardı. Haklılar, korkularım olsaydı
öyle kararlar veremezdim. İş görüşmesi yaparken
muhakkak korkutacak bir şey bularak konuşmaya
başlıyorlardı. Ben de bir adım geriye giderek, bir ara
vererek tekrar ne istiyorsam onu tekrarlıyordum.
Onlar ezbere konuşuyordu. Ben ne istediğimi bilerek
konuşuyordum. Kendi kafalarının karışıklığını bana
geçiremiyorlardı. Çünkü söyledikleri sözler, benim
korku düğmeme basıp beni alabora edemiyordu.
Kararlı ve nettim. Ancak onların iş olarak bildikleri ko-
nularda bütün dikkatimle onları dinliyordum.

Bir gün boya yapacak kişiyle konuşuyordum. Binayı


gezdirip nerelere neler yapılacak diye anlatıyordum.
Birdenbire bana döndü ve ilk olarak, “Yetişmez ama,”
dedi. Ben gülmeye başladım, “Sana bir tarih verme-
dim, istediğin zaman bitir,” dedim. Çok şaşırdı. Bu
söylediği sözden sonra başka bir şey söyleyemez oldu.
Ne kadar enteresan değil mi? İlk bu mu söylenir? Daha
konuşacağımız konular var. Bu sözleri söylerken de
vücutları ile öne doğru bir hamle yapıyorlardı, bunu
sadece ben hissediyordum, galiba korkmadığım için.
Onların söz ve davranışlarına, bir adım geri çekilerek,
kendi olduğum yerden istediğim cevabı verebiliyor-
dum.

Başka bir iş görüşmesinde daha ne istediğimi dinle-


meden, “Pahalı olur,” diyorlardı. Sanki bu iki kelime
ağızlarına yerleşmişti. Sohbeti, “Yetişmez, pahalı olur,”
diye başlatıyorlardı. Tabii ki eski korkularla dolaşan
halim olsa, “Pahalı olur,” diyene, “Aman, ustacım, sen

210
bir şeyler yaparsın artık,” derdim ve onun hakim ol-
duğu, benim yok olduğum bir ortamın içine düşerdim,
sonucu artık nereye giderse. Ya da “Yetişmez,” diyene,
“Aman, ustacım, sen şimdi bunu nasıl yetiştireceğini
bilirsin,” derdim. Sonra da her çıkan, hem de ondan
kaynaklanan aksilikte, “Ben size yetişmeyeceğini
söylemiştim,” diye, her beceriksizliğine bir kılıf bu-
lurdu. Zaten bunları yaşadığım yerden geliyorum. Bu
binayı, vereceğim seminerler için açarken ben değiş-
memişsem, yapacağım seminerlerin anlamı olabilir
mi?

Nil Avunduk! Bir sorum daha var?… :) kitabımın 11.


sayfasının 1. paragrafında, beni bir televizyon prog-
ramına çağıran kişilerle yaptığım röportajı anlattığım
bir bölüm var. O bölümde,

“Televizyon programına her davet edildiğimde, ‘Gel-


diğiniz zaman reklamınızı yaparsınız,’ dediler. Benim
reklam yapmama gerek yok. Sadece bana merak
ettiğiniz sorularınızı sorun. Bu sorular benim fikirleri-
me karşı da olabilir. Ben onların hepsine cevap
verebilirim. Ama karşımda canlı insan isterim. Matbu
insan istemem, kalıplaşmış sorular istemem. O zaman
ben kiminle konuşacağım?”

diye yazmıştım. Burada, neden reklama ihtiyacım yok,


onu anlatmam gerekir.

Reklamın “oldurtma ve insanları istenilen hedefe yö-


neltme isteği” olduğunu kendi çalışmalarım sırasında
anlamıştım. Eski bir reklamcı olduğum için bunu anla-
mam kolay oldu. Üretilen ürünü alıcıya çok etkili bir

211
şekilde sunmak ve o ürüne inandırmak gerekiyor. İkna
için çok az zaman var ve insanların açıklarından hızla
giriş yapıp etkilemek gerekiyor. Ve neticede “istediğini
oldurtman” gerekiyor!

Kendi çalışmalarım sırasında, yaşamım boyunca


beni en çok yoran ve strese sokan şeyin, “Her şey
benim istediğim gibi olacak,” inancım olduğunu fark
etmiştim. Bunda da haklıydım. Bana, “İyi insan ol, iyi
eğitimli ol ki güzel yaşa,” diyorlar. İyi eğitim alıyorum,
iyi insan oluyorum, yine istediğim olmuyor. “Evlen,
istediğin olsun,” diyorlar, evleniyorum, istediğim
olmuyor. O zaman ben de “İsteklerimi var gücümle
mücadele ederek yaparım,” demişim. Kendi çalış-
malarımı yaparken, korkularım bittikçe neden her
şey benim istediğim gibi olamazmış, onu anlamış ve
bu ısrarımdan, “Ben bilirim,” inancımı da bırakarak
çıkmıştım.

Eskiden, korkularım ve inançlarım varken, herkesin


hayatına karışırdım. “Ben bilirim, onlar bilmez,” diye
inanıyordum. “Ben yaparım, onlar yapamaz,” diye
inanıyordum. Herkesin yaşamına, “Ben yaparım,”
diye dalınca, kurallar bile olsa, kuralı hiçe saymış
oluyordum o anlarda.

Şimdi ise ben neler yapabiliyorsam, herkesin de ya-


pabileceğine inandığım için kimseye karışmıyorum.
“O kendisi için doğru olanı bilir,” diye biliyorum artık.
Halbuki eskiden herkesin doğrusunu ben biliyordum.
Geçen gün yolda yürürken, yanımdan bir kişi telefonla
konuşarak geçti. Geçerken telefondaki kişiye, “Bir de
devamlı ‘Ben bilirim,’ demesen,” diyordu. Ne kadar

212
doğru söyledi. İki kişisiniz, birlikte yaşarken devamlı,
“Ben bilirim,” diyorsun veya ağzınla söylemiyorsun
ama o tavırdasın. Hani birlikteyken güzel vakit geçirdik
deriz ya, aslında sadece biri güzel vakit geçirir, diğeri
de uygun olan bir zamanda kaçmak için bekler.

Başkaları için bir şey bilemeyeceğimi, başkalarının


da benim için doğru olanı bilemeyeceklerini fark
ettiğimde, bir anda, dünyada kaç kişi varsa, o kadar
doğru olduğunu algılamıştım. Herkese uyan tek bir
doğru olamazdı. Çünkü herkesin inançları, korku-
ları ve yaşadıkları olaylardan zihinlerinde kalan
bilgiler farklıydı. Birinin korktuğu bir konu, diğerini
korkutmuyordu. Onun için de herkes, “Ben senin
yerinde olsam şöyle yapardım,” diye söze başlıyor.
Başkası yapamadığı zaman kendi yaptıklarından akıl
vermeyi biliyor.

Benim de böyle yaptığımı fark ettiğimde, kimse için


onun doğrusunu benim bilmemin mümkün olma-
dığını, çünkü yapabileceklerimizi korkularımızın ve
inançlarımızın yönlendirdiğini anlamıştım. Böylece,
“Tek doğru var, onu bul,” diyen zihnimin oyunundan
çıkmıştım. Bir kişiye, “Böyle yapabilirsin,” diye bilgi
veremem. Çünkü onun neleri yapabilir, neleri yapa-
maz olduğunu bilmiyorum. Yani tek doğru yok.
Herkesin yapabildikleri veya yapmak istedikleri ama
yapamadıkları var. Böylece herkes kendini biliyor.

Bir gün bir sohbette, masanın etrafında olan kişilere,


“Herkes yapmak istediği ama yapamadığı ne varsa
yanındakine verse, onun yapamadıklarını da kendi
alsa, nasıl bir durum olur?” diye sordum. Çıkan netice

213
şuydu, yanındakinin yapamadığını kendi yapabilir
haldeydi. Ama kendi yapamadığı başka şeyle yıllarca
mücadele ediyordu.

Mesela bir kişi, yıllardır babasıyla anlaşamıyordu ama


annesiyle arası çok iyiydi. Yanındaki arkadaşı, babasını
arkadaş gibi görebiliyor ama o da işe girip istediği pa-
rayı kazanamıyordu. Yanındaki arkadaşı, iş ve para
konusunda çok rahatken annesi ile çocukluğundan
beri bitmeyen bir çekişme içindeydi. Birbirimize akıl
vermek ne kadar kolay, ama ne kadar boş değil mi? Bu
durumda, “Ben senin yerinde olsam diyebilir mi?” O
kadar kolaysa, kendi yerinde olsun.

Zaten insanlar onlara yapılan tavsiyelere uyabilseler,


dünya, yaşam ne güzel olur. Ama yapmak istedikle-
rimizi bilmediğimiz için yapamıyor değiliz ki, korku-
larımız ve inançlarımızdan dolayı yapamıyoruz. Yani
nasihatle, akıl vermekle olacak bir şey değil. Akıl
hocalığına gerek yok. Gerçek bir değişim gerekir.

Her şey benim istediğim gibi de olamazmış, onu da


anladım. Çünkü isteklerimin içinde benden başka
birçok insan var. O insanların da kendi korkuları,
inançları, ihtiyaçları ve istekleri var. Onların ihtiyaç-
larına, inançlarına ve korkularına benim yön vermem
imkansızmış. Onların da benimle benim istediğim gibi
yaşamaları ve benim onlar için hayal ettiğim şekilde
yaşamalarını sağlamam imkansızmış. Çünkü onlar
kendi yaşamlarında kendi inançları ile bir oluşum
yapıyorlar ve o oluşuma adım atıyorlar. Onların
kendi oluşturduğu adımlarında benim istediğim gibi
yaşamaları ve benim istediklerimi yapmaları mümkün
değil.
214
Ben ancak kendi istediğim şeylere bakarım. İçinde
sadece ben varsam, bunu kendim için yapabilirim.
“Hep birlikte, el ele vererek yapalım,” dersek o ellerin
her birinin istekleri, inançları ve korkuları başka
olduğu için birlikte yapamayız; ama tek tek kendimiz
için istediğimizi yaparsak, bir araya gelince beraber
çok güzel yaşarız diye anlamıştım.

Böylece bunu algıladığım noktada artık, “Her şey benim


istediğim gibi olacak,” diyemez olmuştum. İnsanların
yaşadıklarının, benim istediğim gibi değil, herkesin
korkuları ve inançlarının istediği gibi olduğunu fark
edince, artık kimseye akıl verip de yönlendiremezdim.
Çünkü herkes kendi yapacaklarını bilebilirdi. Bu yüzden
de her şeyin doğrusunu ben bilemezmişim. Artık bunu
algılamıştım.

Bendeki en büyük değişimlerden biri buydu. Zaten


imkansız olduğunu anladığım için bırakmam da kolay
olmuştu. “Her şey benim istediğim gibi olacak,”
inancıyla işe başladığımı, yol boyunca da “olmayanı
oldurtmaya” çalıştığımı görmüştüm. Bunları fark et-
tikten sonra artık bu isteğimin bitmesi gerekiyordu.
Çalışmalarımı bu yönde uygulamaya başladım.

“Benim istediğim olacak,” diye başladığımda, ısrar


etmeyi bırakıp bunu isteme sebebimi bulmak için,
“Neden benim istediğim olsun?” diye sorarak, benim
isteklerimin olması için uğraşan inancımı ve korkumu
bulmak üzere içimde ilerlemeye başladım. Böylece
bulduğum inançlarımı dönüştürdükçe bu ısrarımın, bu
inadımın kalmadığını fark ettim.

215
Her olayda, “Benim istediğim olacak,” inancımın altın-
daki sebep başkaydı.

İsteğimin önündeki korkularımı dönüştüre dönüştüre


ilerlemeye başladım. Beni engelleyen inançlarımı dö-
nüştürdükçe yapmak istediğim şeyi, kendim zaten çok
kolay yapabilir oluyordum. Ben yapmaya başladıkça,
o sıralarda olan oluşumlar neye müsaitse, onunla yol
alıyordum. İlerlerken, bir aksilik çıktığında nedenine
bakabiliyordum. Tabii ısrarım artık kalmadığı için de
aksilik çıkarsa sebebini artık çok net görebiliyordum.
Böylece yolda gözüm kapalı yürümemiş oluyordum.
Yaşadığım aksiliklerde, “Peki, şimdi ben ne yapa-
cağım?” diye sorduğumda, düzeltebileceğim veya vaz-
geçmem gereken bir şey görebileceğimi fark etmiştim.

Böylece evrensel işleyişi anladığım için, “Benim


istediğim olacak,” inadımın sadece bir an için
gerçekleşebildiğini ama o anın bir daha olmadığını
görmüştüm.

Yani istediğim şey için dikkatimi ve tüm enerjimi ona


verdiğim zaman, isteğim bir an için oluyor. Ancak,
altı oldurtma enerjisi ile doluysa, yani bütün gücümü
onu yapmaya yönlendirdiysem isteğim oluyor, ama
o an hızla geçiyor ve benim istediğim gibi, istediğim
sürede devam etmiyor. Bir oluşumun aynı şekilde
sürebilmesi için reklamda belirtilen halin, tanıtılan
malzemenin doğal halinin, o olması gerekir. Eğer
tanıtılan malzemenin doğal hali tanıtıldığı gibiyse onu
her zaman herkes ister. Zaten onun da reklama ihti-
yacı olmaz. Onun alım süresi de uzundur.

216
Yıllardır web siteme hiç reklam koymadım. Çok net,
temiz bir site. Bu siteyi reklamla ayakta tutmam ge-
rekmedi. Çıkardığım kitap için reklam vermedim.
Çünkü ihtiyacı olan zaten alacaktır. Bunun için benim
zorlamam, oldurtmaya uğraşmam gerekmediğinin
bilincindeyim artık. Anlattığım her algımı yaşıyorum.
Bu benim doğal halim.

Asıl reklam, o malzemeyi kişiler kullandığı ve memnun


olduğu an başlar. Memnun olanlar, o kullandıkları
malzemeyi kendi memnuniyetleri bitene kadar kullan-
maya devam eder. Güzel olan ve gerçek olan bu.

Ama reklam bombardımanı ile insanların zihnine hızla


girildiği için kim neden memnun, herkes karıştırdı. Bir
sohbet sırasında biri memnun olduğu bir şeyi anlatıyor.
Diğer kişi kendi kullandığından memnun olduğu halde,
onu bırakıp söyleneni alıyor. Belki de diğer kişi eve
gidince, kendinin tavsiye ettiği şeyi bırakıp diğer kişinin
tavsiye ettiğini alıyor. Asıl kargaşa bu.

Diğer taraftan bakarsak reklam için seçilen kişiler


de, “Ben bu ürünün garantisini veriyorum,” demiş
oluyor. O ürünün garantisi, tanınan, halkın sevdiği kişi
oluyor. Hiç kimse bir ürünü onun garantisini verecek
kadar tanıyamaz. O ürün zaten tamam ve ihtiyaca
uygun ise reklamsız herkes kendi menfaati ve ihtiyacı
için alır. Ancak, “Biri söylesin, ben yapayım,” diye
düşünüyorsanız ve yaşam tarzınız bu şekildeyse, rek-
lama yani yönlendirilmeye ihtiyacınız var demektir
ama aldıklarınızı hiç beğenmeyeceksiniz ve kullan-
mayacaksınız, elinizde kullanmadan kalacak.

217
Kendi çalışmalarımı yaptığım sıralarda bunu fark
ettiğimde, kendi elimde kullanmadan kalmış olan
malzemeleri gördüm. O zamana kadar dikkatimi
çekmemişti. Bunların ne kadar çok olduğunu fark
ettim. Kendime şu soruyu sordum: “Hani ben
biliyordum? Neden bunlara kandım da aldım?”

O zaman da bu işin iki ucu olduğunu anladım. Eğer


“Ben biliyorum,” dersem, “Ben bilmem,” de diğer uçta
yaşanmak üzere bekliyor. Yani yerine göre her ikisi de
işliyor. Böylece, “BİLMEK VAR,” diye bir inancın iki
ucunda yaşanıyor. Bazı anlarda, “Onlar bilir, ben bil-
mem,” diyorum; bazı ortamlarda, “Ben bilirim, onlar
bilmez,” diyorum. İki ucu da işliyor.

Halbuki kendi ihtiyacıma göre malzeme arayışına


çıkarsam ve bunu güzel bir ritimle yaparsam çok
güzel netice alırım. Bir kişinin memnun olduğu bir
malzemeden benim de aynı şekilde memnun olmam
mümkün değil. Çünkü çok farklıyız ve herkese göre iyi
şey çok farklı. Birbirimizi taklit edemeyiz.

İşte bu noktada, kendi hayatımızı bozan şeyin bu ol-


duğunu, birbirimizi taklit etmeye doğru zihnimizden
devamlı yönlendirildiğimizi fark ettim. Korkularımız ve
inançlarımız böyle çoğalıyor. Her an, herkes, kendini
başkaları ile mukayese ederek yaşıyor ve gözümüz hep
dışarıda oluyor. Devamlı, “Onlar acaba ne yaptılar?”
diye araştırıyoruz. Bu da bütün insanları kendi oluşu-
mundan ve yapabileceklerinden uzaklaştırıyor.

Halbuki her zaman kendi yapabildiklerimi takip ederek


kendi yaptıklarımı kendimin beğeneceği hale taşısam

218
dışarıya bakacak, onları inceleyecek zaman bulamam
ve bütün zamanımı, dikkatimi kendi yapacaklarıma
veririm. Böylece kendi güzel halime, kendimin be-
ğeneceği halime gelirim. Başkalarının yaptıklarını yap-
maya başlarsam hangi oluşuma doğru gittiğim belli
olmaz, kaybolurum.

Herkesi taklit ederek kendime şekiller verirsem neyin


güzeli olduğum belli olmadığı için yaptığım hiçbir
şeyi beğenmem, yani devamlı kendimi eleştirir ve
beğenmez halde kalırım. Her beğendiğim kişinin tak-
lidi olduğum için de bir iş için beni istemeleri zor
olur. Çünkü ne için isteyecekleri belirgin değil. Bende
herkesten biraz var, kendime ait bir şey yok. Her şey
olmuşum. Karmakarışık bir haldeyim. Halbuki kendi
halim olsa, kendim bir haldir ama sağlam bir haldir.
Bundan kendim de memnunumdur. Yani çok şey
olmam gerekmez. Kendimin “tam hali” zaten çok şeye
bedeldir. Korkularımın beni yönlendirmediği, inanç-
ların beni kullanamadığı her an ben zaten “kendi tam”
halimdeyim.

Ben başkalarının yaptıklarını takip etmekten ve on-


ların yaptıklarının doğru olduğuna olan inancımdan,
bunu bana yaptıran sebebi bulup dönüştürdüğüm
için çıkmıştım artık. Bu çalışma sistemi bana bunu
kazandırmıştı. O yüzden de artık bu konuda reklama
hiç ihtiyacım kalmamıştı.

Park’ın kuruluşu sırasında çok reklam teklifi aldım.


Oraya her gün yüzlerce kişi geliyordu. Özellikle
içecek firmaları, buzluğa kadar ücretsiz ürün koyma
teklifinde bulundu. Ben de masraf yapmayacaktım,

219
üzerine de para alacaktım. Ama o içecekleri ben
kendim içmiyorum ve iyi olmadıklarını biliyorum. O
zaman benim açtığım bir binada, para alacağım diye,
onları nasıl bulundurup reklamını yapardım? Tabii ki
bu reklamlara girmedim. Çünkü benim korkularım
bitmişti, inançlarımın esiri değildim artık. Zaten içim-
deki ses de, “Yalancılıklarını bitir,” demişti. Artık yalan
olan şeyleri yapamazdım. Kendime iyi gelmeyen bir
şeyi tavsiye edemezdim.

Eğer bir kişi, ben bir ürün ararken, kendi kullandığı


ve çok memnun olduğu bir ürünü tavsiye ederse
dinlerim. O sırada aradığım için ve ihtiyacım olduğu
için alırım, denerim. Kullanırken iyi incelerim, memnun
muyum diye. Yani, “O çok memnun, ben de memnun
olacağım,” diye bakmam. Kendim için bakarım.

Bir gün, bir alışveriş merkezinde, bir arkadaşımla cilt


bakım ürünlerine bakıyorduk. Kendime bir ürün almak
istedim. Bana kendi kullandığını söylediği bir markayı
çok methetti. Onun kendi kullandığı, faydasını gördü-
ğü ürünleri alarak birlikte kasaya gittik. Ben tam on-
ların parasını ödüyordum ki o kişinin başka bir ürünle
kasaya geldiğini gördüm. “Bunlar ne?” diye sordum.
“Ben kendiminkileri değiştireceğim, bunları alacağım,”
dedi. Bir anda bana tavsiye ettiklerini bıraktım, alma-
dım. Eğer memnunsa neden değiştiriyordu ki? O za-
man o kişinin tavsiyesi ile yönlenemezdim.

Bu sahneyi eskiden olsa böyle yaşamazdım. Çünkü


anlamazdım. Ortada oluşan olaya bu açıklıkta baka-
mazdım. Hatta arkadaşımı kırmamak için, zaten onun
dediklerini alırdım. Onun yaptığı bu harekete zaten

220
uyanamazdım. Bu açık algımı, olaylara açık bir zihinle
bakmayı korkularım dönüştükçe elde ettim. Artık öz-
gürdüm ve orada yine kendimce bir karar verebildim.

“Kendim ihtiyacım olan malzemeler için başka bir


şekilde, adım adım araştıracağım. O dedi, bu dedi, diye
yol almayacağım,” diye karar verdim. Bu olay çalış-
malarıma yeni başladığım tarihlerde olmuştu, yani 20
yıl önce. Ben hala aynı şekilde davranıyorum.

Hepimiz birbirimizi kandırıyoruz. “Oyun bahçesi”nde


oyunların etkili olabilmesi için bu kandırılmanın en
büyük tuzak olduğunu anlamıştım. “Yap, bu çok iyi,”
diye tavsiye ettiklerimizi kendimiz yapmıyoruz ya da
yapamadıklarımızı tavsiye ediyoruz. Bana lazım olan-
ları ben araştırıp, ben kullanırsam aldıklarım da bana
fayda sağlar. Hepsini güzel güzel kullanırım. Böylece
kendimi ve ihtiyaçlarımı ben incelersem reklama ihti-
yacım olmaz. İhtiyacım olanı bulurum, gider alırım.

Ben de kendi kullandıklarımı tavsiye edebilirim. Ancak


eskiden yaptığım gibi,
“Ben bilirim,”
“Benim söylediğimi yapmazsan zarar görürsün,”
“Doğrusu benim söylediğim ve tavsiye ettiğim,” diye
inanarak söylemezsem, sadece söylersem, o zaman
güzel olur. Yani sözümün arkasına, “baskı” ve “yapmaz-
san olmaz” diye bir itme enerjisi vermezsem, her iki
taraf için de güzel bir diyalog olur.

Böylece artık şunu iyice anlamıştım. Başkaları ne


yapıyor diye takip edip, onların yaptıklarını yaparsak
başımız beladan çıkmaz. Devamlı kötü bir taklitçi

221
olarak kalırız. Halbuki kendi yapabileceklerini yap, is-
teyip yapamadıkların için de bu isteğinin oluşmasına
mani olan sendeki korku ve inançları bulup dönüştür.
Böylece isteğini yapabilir hale gel. Belki yapabilir hale
gelince istemeyeceksin bile.

Ben seminerlerde bir çalışma yaptırırdım:


Yan sayfadaki tabloyu kullanırdım.

- Ne olmak veya ne yapmak istiyorsan gözünü kapa,


zihninde olmuş gibi canlandır. Bakalım aklına olumsuz
neler gelecek, onları tek tek not al.
- Her gelen olumsuz inanç için, “Ben buna nerede,
hangi yaşadığım olayda inandım?” diye sor.
- O inandığın olay gözünün önüne gelince, bu sefer de o
yaşadığın olayın içinde, “Kendimi nasıl hissetmiştim?”
diye sor.
- Gelen cümleyi korku dörtlüğü içine koy, birkaç tek-
rardan sonra artık o inanç kalmaz.
Böylece inandığın bir şey bitmiş olur.
Senin için o inancın anlamı kalmaz ve isteğinin önün-
den kalkar.
Bu çalışmanın faydası şuydu:
Eğer olmasını istediğin şeylerin önünde ona mani olan,
onun olmasını engelleyen korkuların ve inançların
varsa çalışma sırasında bunu fark edersin.
Böylece onu dönüştürmek artık çok kolay olur.
Buradaki maksat oldurtmak değildi. Yani imgeleyerek,
“istediğimi oldurtmak” değildi. Bu çok önemli bir ça-
lışmaydı.

222
Eğer bir “isteğin” önünde olumlu veya olumsuz inanç-
lar varsa o istek hiç bitmez ve gerçekleşmez. Sen de
o isteğe sadece takılı kalırsın. Önce isteğin hakkındaki
“olumsuz” inançları hangi olayda yaşadın, onları bul,
dönüştür. Sonra alttan aynı konu ile ilgili “olumlu” olan
inançlar da gelir. O olumlu olarak bildiğin inançları da
dönüştürürsen, yani senin zannettiğin olumlu düşün-
celerin de doğru olmadığını, sadece bir zannetme
olduğunu anlarsan isteğin ortadan kalkar ve kendi ya-
şadıklarının zaten çok güzel olduğunu fark edersin.
Çalışmanın maksadı buydu.

Böylece etrafı izleyerek, kendinin yapamadığını, baş-


kalarının yaptığını zannetmen de bitmiş olur. Onların
da yapamadığını görürsün, sadece senin, onları yapmış
gibi gösteren birkaç resimle aldatılmış olduğunu an-
larsın. Ayrıca hem olumsuz hem olumlu inançların da
bittiği için, o isteğinin önemi kalmaz. Ve ilk defa ger-
çekten, “İster miyim?” diye sorabilirsin. Böylece, “İlle

223
isterim,” inancından çıkmış olursun. Olayın gerçeğini
görürsün. Artık istemek ve istememek senin için daha
net olur.

Eğer isteklerimiz, başkalarının hayatlarında tek bir ka-


re şeklinde gördüklerimize kanarak istediklerimiz ise,
bizim için tehlikeli isteklerdir.

Gördüklerimizin aynısını istediğimiz sırada, o kişinin


de yaptığından daha sonraları memnun olmadığını
duyuyoruz. Ama biz de özenerek, doğru olduğuna
inanarak artık o kuyuya girmiş bulunuyoruz. Yani olan
oluyor. Sonra da bu gereksiz isteğimin kurbanı olarak
yaşamaya çalışıyorum.

Böylece hep beraber zihnimizin kandırması ve yönlen-


dirmesi ile ortak isteklerin peşinde, “Ben de yaparım,”
diye koşuyoruz, üstelik de onların yapabildiğini, yapa-
mayanın kendimiz olduğunu zannederek.

Bu çalışmayı ben seminerlerimde böyle anlattığım


halde, seminerlerimden çıkan “kişisel gelişim” ho-
caları, bu tabloyu kendilerince şekillendirerek, “İm-
gele, oldurt,” ya da “Hayal kur, olsun,” hatta “21 gün
olumlama yap,” şekline çevirdi.

Çünkü bu kolay olandı. Şimdi, bunun zararı nedir biliyor


musunuz? O isteğiniz hakkında inandığınız olum-
suz düşünceler ve korkular varken, o imgelediğiniz
ya da hayal kurduğunuz neyse, gerçekleştiğinde asıl
problem başlar. Çünkü o inandığınız ve korktuğunuz
şeyleri, o gerçekleşen isteğinizin içinde yaşamaya

224
başlarsınız. Yani korktuğunuz ve inandığınız şeylerle
birliktesinizdir.

Siz illa olsun istediniz, oldu, ama içine kendi korkuları-


nızı da birlikte götürdünüz. Halbuki önce o korktuğu-
nuz şeyleri dönüştürseydiniz sonunda belki isteğiniz
kalmayacaktı ya da hala istiyorsanız korktuklarınızı ya-
şamayacaktınız.

Aynı şekilde, “olumlu” olarak düşündükleriniz de


olumsuz inançlarınız kadar tehlikeli. Olumlu inancınızı
bitirmeden oldurtunca, inandıklarınız olmadığında ha-
yal kırıklığı yaşayacaksınız. Her iki şekilde de “İmgele
oldurt,” ya da “Hayalini gerçekleştir,” diyerek, “İlle
isteğim olacak,” ısrarımla hayatımı nasıl zorladığımı,
nasıl işin içinden çıkılmaz bir hale getirdiğimi anlamış-
tım.

Özellikle hem olumsuz inançlar hem de olumlu


inançlar içimizdeyken, üzerine bir de kendi kendimize
seçtiğimiz ya da kitaplarda liste halinde verilen olum-
lama cümlelerine kendimizi inandırmaya çalışmak en
zararlı hareketti. Yaşayacağımız olay anında, zihnimiz-
de hem olumlu hem olumsuz inançlarımız duruyorken,
bir de üstüne yerleştirdiğimiz olumlamadan hangisi-
ni kullanacağız? İşte bu anlar, insanın kendini çaresiz
hissettiği ve yaptığı hiçbir şeyin neticesini alamadığı
için kendine kızmaya başladığı anlar.

Çeşitli yöntemler kullanarak isteklerimizi oldurtma,


spiritüel bahçenin bize yaptırdığı. Dikkat ettiyseniz
yukarıdaki tabloda “yaratmak istediklerin” listesi var.

225
Oyun bahçesi önce yapılacaklar listesi veriyor, sonra
da yapamadığın için bu sefer spiritüel bahçe devreye
girerek sana onları YARATMA şekilleri öğretiyor.

Bu çalışma sistemi ise, içimizde, “Ben yaratırım,” isteği


olduğu için yaratmak istediğini düşündürerek, istek-
lerinin önündeki taşları yani korkularını buldurup,
dönüştürterek önce isteklerinin önünü açıyor. Böylece
çalışmanın sonunda gerçekten isteyip istemediğini
sorgular oluyorsun. Bu çalışma ile hayal dünyasında
kalmaktan çıkıp gerçek hayatını görebiliyorsun. Böyle-
ce gerçek isteğini yapabilir oluyorsun.

Bu çalışmayı gerçekten uygulayanlar yaratmak iste-


dikleri hayallerinin önünde olan hem olumlu hem de
olumsuz inançlarını bitirerek, bu tablodaki çalışmayı
doğru yapınca “yaratım”ın olamayacağı algısına geli-
yorlardı.

Ben kendimi bu tablo ile çalıştırdığımda benim bütün


isteklerimin ailem içindeki kişiler hakkında olduğunu
görmüştüm. Mesela annemin iyileşmesini istiyorum.
Kızımın hiç üzülmemesini, çok iyi okullarda okuma-
sını istiyorum. Benim çocukluğumda yaşamadığım,
genç kızlığımda isteyip elde edemediğim her şeyi
kızım yapsın diye zihnime sıralamışım. Bunları hatır-
ladığımda, bunların olabileceğine olan inançlarım
bittikçe, bu isteklerimi YARATMAnın imkansız
olduğunu çünkü onların başka insanlar olduğunu
anlamıştım. Yani onlar kendileri için ne istiyorlar ve
neler yapabilirler, bilmiyorum. Ben de onlara benim
kurduğum hayallerimi yaptırarak istediğim oluşumu

226
yaratamayacağımı anladım. Böylece herkes için kurdu-
ğum hayal dünyamdan çıktım.

Bu çalışmayı doğru yapanların en önemli değişimleri,


hayal dünyasında yaşamaktan çıkmak, gerçek dünyayı
ve kendi gerçek imkanlarını görmekti.

Bu şekilde kendilerini çalıştırmayı zor görüp hatta bel-


ki de yapmadıkları için bu çalışmayı kolay görenler, bu
noktadan sonra hemen kişisel gelişim hocalığına geç-
tiler. Ne var ki bunu kendilerinde uygulamadan yani
isteklerinin önündeki olumlu veya olumsuz inançlarını
dönüştürmeden başkalarına öğretirken, “İmgele, iste-
diğini yarat,” dediler.

Halbuki gerçekten bu çalışmayı yapanlar, YARATIMın


olmadığını, zaten her şeyin yaratılmış olduğunu, ancak
kendinde değişen enerji ile zaten dünyada yaratılanlar
arasında kendine uygun olanlara rastladığını anlıyordu.
Çünkü maalesef insana YARATIM özelliği verilmedi.
İnsana, “Yaratım özelliğin var, istediğini yarat,” diyen
negatif enerji. Böylece negatif enerji insanlara olmaya-
nı yarattırmaya ve gerçekten zaten var olanları da
göstermemeye uğraşır. Bu kandırılmanın bu uğraşının
içinde insan devamlı hayat zor, yaşam zor zanneder.
“Olmayanı oldurtacağım,” dersen tabii hayat zor. Adı
üstünde, “OLMAYAN.”

Aslında hayatın bütünü çok kolay, kendi yapabilecek-


lerimi yaparsam ve onlarla ilgilenirsem çok kolay ama,
Birisinin kurduğu bir işte başarılı olduğunu görüp,
“Ben de yaparım,” demezsem.

227
Birisi sinema oyuncusu oluyor, “Ben de yaparım,”
demezsem.
Biri evleniyor, “Ben de evleneceğim,” demezsem.
Biri çocuk doğuruyor, “Ben de isterim,” demezsem.
Biri çok para kazanıyor, “Ben de çok para kazanacağım,”
demezsem.
Bu örneği sayfalarca yazmak isterdim...

Ama bu örnekler o kadar çok ki hangisini yazsam si-


zinki benim yazmadığım “Ben de yaparım”lardan biri
çıkacaktır. Çünkü dışarıya bakarak istekte bulunu-
yoruz. Çeşit çok, sizin “Ben de yaparım”larınızı
kendiniz keşfedeceksiniz. Keşfettikten sonra bunu
istemenize sebep olan şeyi bulup dönüştürürseniz,
şimdi bile, o size ait olmayan isteğinizin içinde sıkışıp
kaldığınız ortamdan kendinizi zarar görmeden ken-
diniz çıkarırsınız. Böylece sizin de kimi görüp, “Ben
de yaparım,” dediğinizi keşfetmiş olursunuz.

Hayat, yaşam, sadece yapabildiğimizi yapmak kadar,


yaşam başkalarının yaptığını yapmak değil. Devamlı
üretilen isteklerimiz, yaratımın doğallığına ne kadar
ters işliyor değil mi? Biz de hep başkalarının yaptıkları
gösterilerek kandırılıyoruz. “Etrafına bak, onlar gibi
ol,” deniyor. Başkaları ile mukayese ediliyoruz. Başka-
larının yaptıklarını yapmaya teşvik ediliyoruz.

“Yaşam bir mücadele,” deniyor. Olamayacaklarını


oldurtmaya çalışırsan, evet, mücadele. Ama neden
olamayacağı oldurtasın ki! Olabileceklerin neyse
onları olarak yaşamın tadını çıkarırsın. Ben bunu
kendi çalışmalarım sırasında çok net anlamıştım.

228
Zaten başıma gelenlerin de kendi yapamayacaklarıma
saptığım için olduğunu bulmuştum. Ancak o isteklerimi
yapamayacağımı fark etmemi korkularım örtüyordu
ve beni yapabileceğime inandırıyordu. Yani korkuları-
mın ve doğru olmayan inançlarımın eline düşmüştüm.
Böylece sağa sola koşup duruyordum.

Herkesin hayatı kendi kolay yaptığı şeyler üzerine


kurulur. Bunları yok saymaya gerek yok. Gerçek olan
kendinin yaptığıdır. Bu da kolaydır.

Çalışmalarımın çok başlarında, “Ben ne durumdayım?”


diye kendime bakmak istedim. O sorudan sonra ken-
dimi bir arabanın sağ arka köşesinde savrula savrula,
mide bulantılarıyla başı dönmüş bir halde yol alırken
gördüm.

“Neden böyle güzel bir arabanın içinde bu kadar


midem bulanarak, savrularak yol alıyorum?”

diye ön koltuktaki şoföre seslenmek istediğimde o kol-


tukta korkularımın oturduğunu gördüm. Çok şık bir
arabanın direksiyonunda korkularım oturmuş ve bu
yaşamın içinde bana böyle yol aldırıyorlardı. Bunun
üzerine ikinci soruyu sordum.

“Peki, ben bu kadar güzel bir arabada rahat nasıl yol


alabilirdim?”

229
Bu sorudan sonra kendi korkularımı bulup dönüştür-
dükçe araba biraz durulmuş oldu. Ben de rahat nefes
alarak sağ arka köşede sakin bir şekilde yol alır ol-
muştum. Biraz böyle gittikten sonra üçüncü soruyu
sordum.

“Peki, ben ne zaman ön koltuğa geçeceğim?”

O zaman sağ ön koltuğu gördüm. Oraya geçebilmem


için bütün geçmişimi affetmem gerekiyordu. Dışarıda
aradığım bütün çarelerim bittiği için bunu yaptım. Bir
zaman sonra ön koltuğa geçmiştim. Bir müddet bu
halde yol aldıktan sonra dördüncü soruyu sordum.

“Peki, ben ne zaman direksiyona geçecektim?”

Yani ben ne zaman yaşantımın direksiyonunu elime


alacaktım? Cevap geldi.

“Bütün korkuların ve inançların bittiği zaman.”


Direksiyona geçmek güzeldi, o zaman ben de bu
güzelliği yaşayacaktım ve yaptım. Bugün ben kendi
hayatımın direksiyonundayım. Bu yolculukta yalnız
olacağımı zannedip beşinci sorumu sordum.

“Ben bu yolu nasıl gideceğim?”

Bir anda sağ ön koltukta co-pilotum belirdi. İçimin o


bilen hali bütün ihtişamı ile yanımda oturuyordu. Arka
koltukta da beş duyum benimle beraber yoldaydı.
Yalnız değildim. Tamamdım.

230
Yolumu böyle alarak her “var” dediğimin iki ucundan
da inançlarımı ve korkularımı dönüştürerek çıktığım
için oyun bahçesinde bir o duvara, bir diğer duvara
vurarak yaşamam ve bunlar için çeşitli teknikler kul-
lanmam gerekmiyordu. Onun için “ruhsal” , “spiritüel”
diye bilinen, “kişisel gelişim” diye bilinen ve uygulanan
konuların içinde değilim.

231

You might also like