You are on page 1of 92

Çıdam Yayınları

Telif Eserler: 10 CUMA MEKTUPLARI


III

İsmet Özel

Çatalçeşme Sk. Üretmen Han


Dizgi-Kapak: Aycan Grafik 526 24 87 Kat: 1 No: 106
Baskı - Cilt: Bayrak Matbaası Cağaloğlu/ÎSTANBUL
Birinci Baskı: Aralık 1990 Tel: 513 65 16
İçindekiler

Türkiye'yi Kimler Yönetiyor? 7


Türkiye'de Kimler Yönetiliyor? 16
Türkiye'yi Kimler Yönetemiyor? 25
Türkiye'de Kimler Yönetilemiyor? 34
Düşünceler Dünyayı Değiştiremez 44
İnsansız Düşüncelerin Serencamı 53
Düşünceler İnsanlara Kavuşunca 62
Çankaya Size Yeter! 71
Satılık insan H aklan 80
Yavuz Laiklik, Bastırılan Bağımsızlık 86
Dünya Sistemi, Almanya ve Türkiye 95
Saddam'ın ANAP'a Vurduğu Darbe 103
Kaçamak Bağımsızlığın Körfezi 112
Temelcilik Türkiye'ye Ne Getirecek? 120
Temelcilik mi Köktencilik mi? (I) 129
Temelcilik mi Köktencilik mi? (II) 138
Doğru Oturduğumuz Zaman Eğri Konuşuyoruz 146
Siyasetin iki Düzlemi 154
Bir Partiden Ne Anlamalıyız? 161
Yenilen Pehlivan Güreşe Doymaz 169
Konduğumuz Mirası Bırakırız 177
TÜRKİYE'Yİ KİMLER YÖNETİYOR?
Bazı soruların âşikâre cevaplan yeterince âşikâr
değildir. Eğer "Türkiye'yi kimler yönetiyor" sorusunun
cevabını vermek kastıyla ülkemizin yönetim kademele­
rini işgal eden zevatın adlarını bir bir sıralayacak olursa­
nız, bu cevaptan hiç kimse tatm in olmayacaktır. Bilmek
istediğimiz yöneticilerin hangi özelliklerle donatılmış ol­
duklarıdır. Bu özellikler dolayısıyla Türkiye'nin şöyle
değil de böyle yönetildiğini anlayacağımızı umarız. Aslı­
na bakarsanız bir ülkeyi yönetenlerin her özelliği o ülke­
nin ne türden yönetimle yüzyüze geldiğini açıklamaya
yetmeyecektir. Çünkü bir ülkenin yönetimi tarihî ve sos­
yal bir çok belirleyicinin muhassalası olarak karşımıza
çıkar. Yıllar önce N ikita Kuruşçef yürüttüğü saldırının
hızıyla Josef Stalin hakkında "aptal" sıfatını kullanmış
ve bu ifade Çin devlet adamları tarafından tepkiyle k ar­
şılanmıştı. Çinlilere göre Stalin'e aptal demek, sosyalist
bir ülkenin otuz yıl bir aptal tarafından yönetildiğini söy­
lemekti. İnsanların hassasiyeti yere ve zam ana göre de­
ğişiyor: Sosyalist bir ülkenin çelik yum rukla otuz yıl yö­
netilmesi değil de bir aptal tarafından yönetilmesi bir za­
m anların hassasiyetiydi.
Günümüz dünyasında yönetim bakımından hassas
olunan husus tersine dönmüş görünüyor: Bir ülkenin bir
7
aptal veya bir dahi tarafından yönetilip yönetilmediğine rülür. Türk hükümdarlığı tek bir padişah tarafından yö­
pek aldıran yok, insanların hassasiyeti yönetimin çelik netilir. Diğerleri kapıkullarıdır. Padişah ülkesini san­
yumruk sayesinde yürütülüp yürütülmediğinde yoğun­ caklara ayırmış ve oralara valiler tayin etmiştir. Padişah
laşıyor. Türkiye sözkonusu olduğunda ise durumun belli valileri istediği zam an istediği biçimde değiştirebilir.
başlı ülkelerdekinden mahiyet farkı arzettiğini görüyo­ Fransa kralı ise kalabalık bir soylular sınıfı ile kuşatıl­
ruz. Türkiye'de yaşayan insanlar dünyadaki olaylarla, mıştır. Bu soylulann kendilerine bağlı uyrukları ve ayrı­
kendi ülkelerinin yönetiliş biçimiyle yakından ilgili ol­ calıklı durumları vardır. Kral onların bu ayrıcalıklarını -
dukları halde ülkeyi yöneten zevatın niteliği, kişilik özel­ kendini tehlikeye atm adan- ellerinden alamaz."
likleri bakımından yeterince "hassas" değildir. Bu yüz­ "Bu iki çeşit yönetim biçimi incelenirse, Türk h ü ­
den Türkiye'de yaşayan insanların ülke yöneticilerinin kümdarlığının ele geçirilmesinin çok güç, fakat bir kez
çelik yumruğuna karşı mı yoksa onların zekâ seviyeleri­ ele geçirilirse onu elde tutm anın ise çok kolay olduğu gö­
ne karşı mı hassasiyet içinde olduklarını keşfetmeye kal­ rülür. Buna karşılık, Fransa krallığını ele geçirmek ko­
kışmak abesle iştigal olur. Türkiye'de yaşayan insanla­ lay fakat onu elde tutm ak çok güçtür."
rın yönetime karşı duyarsızlığının iki esas sebebi var: Bi­
rinci sebep tarihten devralınan özelliktir ve yönetim ta r­ "Türk hükümdarlığını ele geçirmekteki güçlük şu­
radan doğar. Saldırmak isteyen devleti bu ülkeden çağı­
zının tarih içinde oluşmuş karakterinin günümüze yan­
sımasına ilişkindir. İkinci sebep şu andaki yönetici kad­ racak beyler olmadığı gibi halkın ayaklanması da um ut
edilemez. Çünkü herkes padişahın kulu olduğu için onla­
ronun yöneticilik mevkiine erişmek için hangi vasıflarını
rı baştan çıkarmak güçtür. Baştan çıkarılsalar bile bu
ön plana çıkardıklarına bağlıdır. Her iki sebebi sırasıyla
anlamaya çalışalım. fazla bir işe yaramaz. Çünkü söylediğimiz sebeplerden
dolayı halk onlarla birlikte hareket etmez. Osmanlı dev­
Modern devlet teorilerini anlam ak isteyenlerin letine kim saldırırsa onu birlik içinde bulacağını hesap­
vazgeçilmez önemde saydıkları Machiavelli’nin ünlü laması gerekir. Bu nedenle umudunu başkalarının iç ka­
eseri Hükümdar'da Türkiye ile ilgili olarak şu satırları rışıklığından çok kendi öz kuvvetlerine bağlamalıdır.
okuyoruz: F akat bir kez yenik düşüp ordusu bozguna uğrayacak
"Bir hüküm dar ve onun kullan tarafından yöneti­ olursa hükümdar soyundan gelenlerin dışında kimseden
len devletlerde hükümdarın yetkileri çok büyüktür. Ül­ korkmaya gerek kalmaz. Onlar da yok edilirse diğerleri­
kenin her yerinde ondan başka bir egemenlik sahibi gö­ nin halk katında saygınlıkları olmadığı için artık çekini­
rülmez. Bakan ya da memur sıfatıyla başkalan bu ege­ lecek hiçbir kimse kalmaz. Zaferden önce onlardan bir
menliği kullansa bile halkın onlara karşı özel bir bağlılığı şey umulmaması gerektiği gibi zaferden sonra da onlar­
yoktur." dan korkulması için sebep yoktur."
"Bu iki çeşit yönetimin günümüzdeki (yani 16. yy. "Fransa gibi yönetilen devletlerde durum tümüyle
başları) örnekleri Türk padişahı ile Fransa kralında gö­ farklıdır. Burada krallığın bazı beylerini elde ederek ül­
9
keye kolaylıkla girilebilir. Memnun olmayanlar ve deği­
oluşudur. Başka bir deyişle, Türkiye’deki herhangi bir
şiklik isteyenler her zaman bulunur. Bunlar söylediğim
muhalif güç odağının dışardan d estekli olduğunu göster­
sebeplerden dolayı size kapılarını açabilir ve zaferinizi
mek o unsurun ideolojik bakımından öldürücü darbeyi
kolaylaştırabilirler. Fakat sonra buraları elde tutmak is­
yemesine yol açmak anlamına gelir. (Yönetimi ele geçir­
tediğiniz zaman, ister size önce yardım etmiş olanlar, is­
miş olanın dışardan destekli olduğunu gösterdiğimiz za­
ter zarar verdiğiniz kişiler olsun, sayısız güçlükler çıka­
man iktidar sahipleri için aynı tehlike doğmuyorsa bu,
rırlar. Hükümdarın soyunu ortadan kaldırmak yetmez.
Türkiye'nin beynelmilel sahadaki yerinin irtifa kaybıyla
Geri kalan beyler hareketin başını oluştururlar. Bunla­
ilgili bir husus). Ülkemizin insanları beğenseler bile dı­
rın tüm ünü memnun etmek ya da öldürmek mümkün ol­
şardan bir gücün müdahalesini belâlı bulacaklar ve bu­
mayınca da fırsat ele geçer geçmez savaşı kaybetmiş
na karşılık hiç beğenmeseler bile içerden bir gücün sulta­
olursunuz." (Machiavelli, Hükümdar, çev. S. Bağdatlı,
sına katlanmayı zorunlu bulacaklardır. Bu yüzden ikti­
İst. 1985)
darı ele geçirenler her fırsatta dış ve iç düşmanlardan sö­
O naltıncı yüzyıldan bugüne ne çok şey değişmiş zetmeyi lehlerine işleyen bir söz olarak kullanacaklar­
olursa olsun, kökleri Roma İmparatorluğu'nun Doğu ve dır. Gerçekte Türkiye'de bir iç düşmandan söz etmek bir
Batı bölünm esine uzanan, m üslüm anların emir-il retorikten, bir lâf kalabalığından fazla birşey değildir.
mü'minin anlayışından olduğu kadar Osmanlı elitizmin­
Türkiye'deki üçüncü kalın yönetim hattı, ilk ikisine
den ve barbarlığa mahsus demokrasiden etkilenerek gü­
paralel olarak şu şekilde çekilmiştir. Ülkemizin merkezi
nümüzdeki muhassalaya ulaşmış bulunan yönetim tar­
gücü karşısında m uhtar yönetim odaklan nasıl yoksa,
zımızın kalın hatları korunmuş görünüyor. Bunlardan
m uhtar kurum lar da hayat hakkına sahip değildir. Ge­
biri tek adam yönetimine yatkınlıktır. Ülkemize bir za­
rek kültürel, gerekse iktisadi faaliyet bir merkez çevre-
m anlar Enverland denildiği unutulmamalıdır. Tek ada­
sinde döner. Merkezden yönlendirilen kültür gücünü ül­
ma tutunm anın ittihatçı versiyonu kolaylıkla Kemalist
ke çapında hissettirir. İktisadi güç merkezin tespit ettiği
Türkiye'ye inkilap etmiş ve bunu hem bilgin, hem kahra­
istikamet doğrultusunda büyüyebilir. İş dünyasının ge­
man olduğu iddia edilen Millî Şefin tekliği takip etmiş­
rekleri yönetime biçim vermez, tersine yönetimin açtığı
tir. Kitaplarda 1950-60 yıllan Demokrat Parti dönemi
kanallar iş dünyasının sınırlarını çizer.
olarak anılsa bile Türkler bu zaman dilimine "Menderes
devri" derler. H atta bugün halkın ellibin liralık banknot­ Hangi kademede olursa olsun Türkiye'deki yönetici
lara "Turgut" adını takmasının bir zamanların "Mecidi- bu üç hattın çizdiği çerçeve içinde faaliyet gösterecektir.
ye"leriyle karabeti belirgindir. Tek adamın geçerliği, halkın yönetimle kendini özdeşleş­
tirme eğilimi ve m uhtariyetten mahrumiyet. Bu üç un­
Geçmişten devraldığımız ikinci kalın yönetim hattı
sur Türkiye'de yönetimin atılımcı değil, durumu kurtarı­
Türkiye’de yaşayan insanların ülke dışındaki bir güçle
cı karakterde olmasına hizmet eder. Bu yüzden, "Türki­
m üşterek bir harekete girişmekten titizlikle kaçınıyor
ye'yi kimler yönetiyor?" sorusu bir bakım a şöyle cevap­
10

i

landırılacaktır: Türkiye'yi rahatça koltuğunda otu ­ irtibatlıdır. Bu insanlar yetişme çağlarında ya uslu ve
rabilen insanlar yön etiyor. Ülkemizde yöneticilerin söz dinleyen çocuktular veya düşmanın düşmanı olmak­
rahatlığı yeni bir merkezi düzenleme olmadığı taktirde la temayüz etmişlerdi.
yerlerinin teminat altında bulunduğunu farkediyor oluş­
Dünya komünist partilerin çöktüğü bir dönemde
larındandır. Yönetilenlerin başarısı yürütülmekte olan
Türkiye'de yönetici kadroların anti-komünistler tarafın­
çalışmalara katkılarıyla değil, merkezi yönetimle uyum­
dan işgal edilmesinin bir senkron yarattığı ve bunun da
lu kalıp kalmadıklarıyla ölçüldüğünden Türkiye'de ya­
olumlu bir sonuç doğurabileceğini söyleyenler çıkabilir.
şayanlann yönetimin attığı adımlara karşı hassas olma­
Böyle olsa idi Türkiye'de yönetime karşı duyarsızlıktan
larını gerektirm ez. Nasıl olsa mekanizma şimdilik böyle
değil, tersine beklentilerle dolu bir hassasiyetten sözede­
işlemektedir ve sıradan insanların yapacakları yürür­
bilecektik. Oysa işin gerçeği şöyledir: Türkiye'de anti-ko­
lükteki işleyişten azami faydayı temin etmeye, bu işleyi­
m ünist unsurlar ülkenin meselelerine gerçekçi ve yapıcı
şin vereceğihasardan mümkün olduğu kadar kaçınmaya
çözümlere sahip oldukları için komünizan düşünceler
matuftur. Yönetim alanında bileğinin hakkına güven­
karşısında yer almış değillerdi. Onların yaptıkları genel
mek Türkiye'de geçerli b ir kaide değildir.
olarak sol tezlere ve özel olarak kom ünist düşüncelerin
Türkiye'de yaşayan insanların yönetime karşı du­ çözüm önerilerine karşı çıkmaktan ibaretti. Karşı dü­
yarsızlığının esas sebeplerinden İkincisinin şu andaki şüncelerinin bütün değeri bir savunma mekanizması ge­
yönetici kadronun vasıflarına bağlı olduğunu söylemiş­ liştirme gayretlerine bağlıydı. Yürürlüğe koymak iste­
tik. Günümüz Türkiye'sinde yönetime etkili olan insan­ dikleri bazı tasarıları olduğu ve komünistler bu tasarıla­
lar gerek mensub oldukları kuşak ve yaş grubu olarak, rın gerçekleşmesine engel teşkil ettiği için bir fikri zemi­
gerekse geldikleri kültürel çevre olarak hangi vasıflarını ne oturmuş değillerdi. Kendi önemlerini ortaya çıkar­
ön plana çıkardılar da etkili ve yetkili bir durumu ele ge­ mak üzere değil, başkalarının karşısında bulunm akla
çirebildiler? Ortada olan gerçek bu kişilerin 1960-1980 önem sahibi olmak için yola çıkmışlardı. Bu yüzden ko­
yılları arasında Türkiye'yi dalgalandıran sağ-sol tartış­ m ünist partilerinin çöküşleri bir bakım a Türkiye'deki
malarından doğrudan veya dolaylı olarak etkilemiş kişi­ anti-komünist tavrın da boşlukta ve işe yaramaz kalma­
ler olduklarıdır. Ne var ki bu etki sözkonusu kişiler üze­ sına sebep oldu.
rinde sağ sol çatışmasının bir yüzüyle, reaksiyon yüzüyle
Konumuzu ilgilendiren yanıyla bu meselenin Tür­
ilgilidir. Türkiye'de yönetim kademelerini dolduran in­
kiye'deki yönetime etkisi büyüktür. Çünkü bugün Türki­
sanlar ya geçmiş yirmi yıllık dönemde aşırı akımların ta ­
ye'de yönetim kademeleri bir şey yapmak isteyen insan­
şıyıcılarından biri olmadıklarını ispat edebildikleri için
lar tarafından değil, başkasına bir şey yaptırm am ak is­
bir yere sahiptirler ve anti-komünist olmanın avantajın­
teyen insanlar tarafından doldurulmuştur. Hele o yaptı­
dan istifade etmişlerdir. Her iki halde de yönetime karış­
rılmamak istenen şey de gücünü ve itibarını kaybettiyse
maları başka bir şeye karışmamış olmalarıyla sıkı sıkıya
durum neredeyse bir çıkmaz görüntüsü arzetmektedir.
12 13
Bir yanda bütün ağırlığıyla merkezi yönetim, halkın bu inkâr etmekten geçiyor. Türkiye’de yaşayan insanlar bir
yönetimle özdeşleşme eğilimi ve altern atif üretemeyen millet olarak ve ortadaki organizasyon milletin devleti
bir yapı; diğer yanda görevinin başına herhangi bir hede­ olarak varlıklarını korumaya yöneleceklerse ya mevcut
fi gerçekleştirme anlayışından mahrum olarak oturmuş kötünün devamı için zahmete katlanacaklar veya ulaş­
yöneticiler yığını. Bir kilitlenme ve atalet abidesi. Soru­ mak istedikleri "iyi" uğruna bir atılımı göze alacaklar.
muzu tekrar edersek: Türkiye'yi kim ler yönetiyor? Ce­ Aynı tercih Türkiye'de müslümanca hayat tarzını kendi­
vap: Türkiye'yi ü lk esin in h ed efin in ne olm ası ko­ leri için esas sayan insanlar için de geçerli. Bu m üslü­
nusunda bir fikri olm ayan in sa n la r yönetiyor. manlar ya âlemle gelen düğün bayram deyip kilitli ve âtıl
Bazıları kalkıp, "Bu da bir şey" diyebilir. Hiç olmaz­ bütünün kendilerine tanıdığı yerde konaklayacak veya
sa varlığını koruyabilecek kadar katılaşm ış bir yapı var iş başa düştü deyip rahatlarını feda etmeyi göze alarak
elde. Bu yapı psikiyatri diliyle söyleyecek olursak, "Kata­ İslâmî modelin vazgeçilmezliğinde ısrar edeceklerdir.
tonik" olsa bile, olduğu yerdedir işte. Bundan da fazla
emin olunabilir mi acaba? Unutulmamalı ki Türkiye çö­
küşü çok uzun sürmüş bir imparatorluğun elde tutulabi­
len topraklan olma özelliğini hâlâ korumaktadır. Gide­
rek diyebiliriz ki yönetim kilitlenmesinin tek ve ana se­
bebi burada aranmalıdır. Türkiye'yi ra h a t insanlar yö­
netiyor, çünkü yönetim bunca zaman boyunca "ver kur­
tul" formülüyle sağlanabilmiştir. Türkiye'yi ne yapaca­
ğını bilmeyen insanlar yönetiyor, çünkü her zaman gün­
demde vaziyeti kurtarm ak ve felâketi geciktirmek yöne­
ticileri meşgul etmiştir.
Türkiye'yi yönetenler verip kurtulacak şeylerin el­
de bulunduğuna inandıkça ve Türkiye'yi yeryüzünde
vazgeçilmez ve önemi inkâr edilmez bir ülke durumuna
getirmek isteyen insanlar yönetmedikçe bu çizginin de­
vam edeceğini kabullenmek zorundayız. Değişen dünya
şartlan Türkiye’nin kilitlenmiş haliyle bile varlığını ko­
rumada büyük zorluklarla karşı karşıya olduğunu göste­
riyor. Yani Türkiye'de yaşayan insanlar h er halükârda
ter dökecek, sıkıntıya girecek ve zorluklarla başetmek
zorunda kalacak. Bundan kaçınm anın yolu varlığını
14 15
tiyle doğdu. Böylece çağdaş toplumda yöneten yönetilen
ayrımı gibi görünen şey aslında ulaşılabilecek azami ta t­
mini elde edebilenlerle tatminsizlik içinde kıvrananlar
ayrımına indirgenebildi. Bu hastalıklı m anzara mozayi­
ğinin bir karesini de elbet Türkiye dolduruyor.
Kapitalizm öncesi çağlarda insan iliskilerinin ekse­
ni kimlikte karar kılmak suretiyle oluşuyordu. Yani her­
hangi bir insan topluluğuna mensub olmak aynı zaman­
da belirli bir hüviyeti taşımakla eş anlamlıydı. Veya ter­
TÜRKİYE’DE KİMLER si: İnsanların taşıdığı hüviyet onların hangi topluluğa
YÖNETİLİYOR? mensub olduğunun göstergesiyd. Bazan aynı kandan
Bir görüşe göre yöneten yönetilen ayr ı mı insanlık gelmenin, bazan aynı inanç içinde olmanın, bazan da bir
kadar eskidir. Topluca yaşayan insanlar arasında bazı­ mekânı paylaşmanın sağladığı kimlik iki insanın birbiri­
ları sivrilmiş ve geride kalan çoğunluğu güdegelmiştir. ne dost m u, yoksa birbirinin düşmanı mı sayılması ge­
Topluluk hakkındaki kararların en geniş katılımla alın­ rektiğinin anlaşılm asına yardımcı oluyordu. İnsanların
dığı kantonal yönetimlerde bile sözü dinlenen, sözüne kan birliğini, inanç ve kültür birliğini, toprak ve site bir­
değer verilen bir kaç kişi olur. Onların dışında kalan in­ liğini esas sayarak topluluklar oluşturduğu kapitalizm
san çokluğuna istesek de istemesek de yönetilenler adını öncesi cağlarda elbette toplulukların başında idareci ve
yakıştırmak zorunda kalırız. Yöneten yönetilen ayrımını idareciler vardı, elbette kimileri de idare edilen mevkiin­
m utlaklaştıran bu görüş fazlasıyla genel, fazlasıyla so­ deydiler. Fakat topluluğu topluluk kılan bizatihi böyle
yuttur. İnsan topluluklarının gözlenebildiği her yerde ve bir idare usûlünün mevcut olusu değil, o topluluğun de­
vamını mümkün kılan şartların sağlanması ve toplulu­
her dönemde belli farklılıkların, belli üstünlüklerin ya­
şandığı bir gerçektir; ne var ki yönetmeden, yönetilme­ ğun hayat imkânlarının genişletilmesiydi. Böyle olduğu
den ne anlaşıldığı yerine ve zamanına göre değiştiğinden için yöneten görünümünde olan gerçekte organik bütü­
insan topluluklarının hep aynı ayrımı bünyelerinde ba­ nün fonksiyonel bir parçasıydı. Yönetici fonksiyonunu
yerine getirenler topluluğun hayat şartlarına sıkıca ba­
rındırdıklarını söyleyivermek bu gerçeğin anlam ını,
ğımlı oldukları için bir bakıma on la rın k arşısında yer
muhtevasını ifade etmekten uzak kalır. Bir karşı görüş
alan bir yönetilen kitlesinden bağımsız unsur gibi sözet­
ileri sürerek şunları söyleyebiliriz: İnsanlığın başlangı­
cından beri yöneten yönetilen ayrımı yoktu. Bu ayrım mek mümkün değildi. Topluluk kendi hayat hakkına
topluluğun her ferdi muvacehesinde sahip çıkmış haliyle
modem zamanların bir özelliği olarak ortaya çıktı ve in­
bir kimlik dolayımıyla sorumluluğu yaygınlaştırmış ve
san ilişkilerinin kimlikte karar kılma ekseninden kaydı­
bu yaygınlık yüzünden yönetilir olmak ağırlığını kaybet­
rılarak tatminde k arar kılma eksenine oturtulması sure­

16
mişti. Yöneten yönetilen ayrımı yerine ortaklaşa yönel­ nın mekanizmayı çalıştırma faaliyetidir. Kapitalist top­
me ağırlık sahibiydi. Yani kapitalizm öncesi toplumlar­ lumda her derecede yöneten ve yönetilen vardır. Öyle ki
da birlikte yaşayan insanların "yönetimi" değil, "yöneli­ bîr kademedeki yönetici bir başkasına göre yönetilendir;
mi" hayatın gidişine belirleyici damgayı vurabiliyordu. tıpkı bir makinanın bir birini harekete geçiren parçaları
gibi.
Yukarıdaki açıklamaların karşı çıktığımız görüşe
paralel olarak genellik ve soyutluk arzettiği öne sürüle­ Gelenek ağırlıklı kapitalizm öncesi toplum larda
bilir. Burada anlaşılmasını beklediğimiz husus kapita­ kimlik belirleyici olduğu için başta bulunan kişi vey a ki­
lizm öncesi cağlarda insan ilişkilerini belirleyen bağların şiler o toplumun kimliğinin temsilcisi fonksiyonunu yeri­
teke indirgenmemiş olduğu ve her topluluğu anlamada o ne getirmek zorundadırlar. Yoksa başta bulunam azlar.
topluluğu varkılan kandaşlık, kültür ve inanç birliği, ay­ Bu yüzden geleneksel yönetici hüviyeti taşım ak kapita­
nı sitenin ve aynı toprağın insanı olmak gibi unsurlarrn lizmin işleyişini imkânsız kılmasa bile engeller çıkarır.
hesaba katılması gerektiğidir. Dolayısıyla genel ve soyut Kapitalist mekanizma zafer kazandığı ve üstünlük sağ­
ilke kapitalizm öncesi toplumların niteliklerini anlamak ladığı toplumlarda "baş"la r koparor. Koparılan başlar es­
için yine yeterli olmaz. Ama bu genel ve soyut ilkeyi gözö­ k i yöneticilerin ve köhnemiş yönetim tarzlarının tasfiye­
nüne aldığımız için her toplulukta hangi özelliklerin ba­ si değildir. Tasfiye edilen bir cemaatin kimlik belirtme,
rındığını farketmek zorunluluğu ile yüzyüze kalırız. Oy­ kişilik kazanma yollandır. Krallar, padişahlar, halifeler,
sa kapitalizmin hakimiyetiyle birlikte insan ilişkilerini im paratorlar, çarlar, k ayzerler ortadan kalktığı zaman
belirleyen ilke yani azamî k âr motifi bütün toplumların geriye onları ortadan kaldıran mekanizmanın kaçınıl­
hangi yönde hareket ettiğini, dolayısıyla yönetenlerin ve maz despotluğu kalmıştır.
yönetilenlerin kimler olduğunu anlamamıza yetmiştir. Buraya kadar söylediklerimizden kapitalizm önce­
Sermaye hakimiyeti, yani kapitalizm demek sadece si toplum ve yönetim biçimlerinin övgüye değer olduğu ve
mali gücü yüksek olanların elinde sermaye bulundurma­ özlenecek şeyin eski düzenle olduğu sonucunu çıkarmak
yanlar üzerindeki baskısı veya zenginlerin fakirlere üs­ hatadır. Farkına varılması gereken şu anda karşım ıza
tünlüğü demek değildir. Kapitalizmin önde gelen özelliği çıkan meselelerin bazı temel işleyişlerle bağlantılı oldu­
daha çok kazanmanın erdem sayılması ve buna bağlı ola­ ğu ve bir uyanışı temin için her şeyin yerli yerince değer­
rak kârı azamiye çıkaran işleyişin insan ilişkilerinde lendirilmesi gereğidir. Bu yazının cevap vermeye çalıştı­
merkezi yeri işgal etmesidir. Kapitalizmin sözünü geçir­ ğı soru Türkiye'de kimlerin yönetiliyor olduğu gözönüne
diği toplumda milliyet, din, ahlâk birer güçlü tayin edici alındığı taktirde dünyadaki büyük değişmenin Türkiye
olarak yoktur veya sadece paranın milliyeti, paranın di­ payına düşen kısmını farketmek zorunda olduğumuz an­
ni ve paranın ahlâkı asıl tayin edici olarak geçerlidir. laşılır. O halde diyeceğiz ki Türkiye'de yön etilen ler
Toplum artık bir organizmanın gösterdiği tepkilerle ha­ dünyadaki y ö n etilen lerin sadece b ir parçasıdır.
rekete geçmez, toplumu harekete geçiren bir manivela­ Dünyada yönetilmek, isleyen sistemin veya meka­
18 19
nizmanın gönüllü bir parçası haline gelmek demeye ge­ miyor. Her ne kadar mekanizma işleyiş halinde iken geç­
lir. Türkiye bir toplum olarak dünya sistemiyle hangi mişin değerlerinden ödünç alınan yapı ta şlan kullanılı­
bağlantılar içindeyse ve sistem için tuttuğu yer hangi ka­ yorsa da formel anlamda yönetileni yönetenden ayıracak
demedeyse ülkemizdeki yönetilenlerin kimler olduğunu ölçüler konmamış. Türkiye'nin artık bir enderunu, bir bi­
anlayabileceğiz. Bunun için Türkiye'nin de diğer dünya ru n u yok.
toplumları gibi kimlikte karar kılma ekseninden kaydı­
ğını ve tatm inde k arar kılma eksenine oturtulduğunu Mekanizmada yer almak için gönüllü olmak gereki­
gözönüne almamız gerek. Dolayısıyla Türkiye'nin akıbe­ yor. Ehliyet mekanizma içinde yer kapmada, yeri mah­
ti dünyanın akıbetinden ayrı tutularak kavranam aya­ fuz tutmada yeterli bir özellik değil. Yani mekanizma bir
caktır. Dünyadaki homojenleşme ve standartlaşma piya­ hizmeti yerine getirebilme gücünden çok o hizmeti üst­
sa ekonomisinin etkinliği nisbetindedir. Piyasa ekono­ lenme hevesine değer veriyor. Sözkonusu olan bir meka­
misinin nüfuz edemediği veya etkinliğini ancak biçim de­ nik işleyiş olduğundan ehliyet ancak bir ikame malı de­
ğiştirerek kurabildiği sahalardaki farklar mahfuzdur. ğerindedir. Dünya sistemi ehliyet sahibini kısa bir süre
içinde ve bir tıkanıklığı gidermek üzere kullanabilir. Eh­
Şu noktayı bütün açıklığıyla zihnimizde canlandır­ liyet sahiplerinin sürekli iş başında olmaları mekaniz­
mamız gerek: Modern toplumlarda yönetilenler arasın­ mayı hantallaştırır ve intibak güçlükleriyle beraber pe­
da yer almak demek işleyen mekanizmaya gönüllü, faal riodik tıkanıklıklar, komplikasyonlar doğurur. Tahlille­
ve mekanizmanın sıhhatine yarayacak şekilde hizmette rimizin geçerliliği oranında diyebiliriz ki, sistemin işleyi­
bulunmak demektir. Bu demektir ki sadece mekanizma­ şinde olağanüstü sapm alar olmadığı sürece Süleyman
nın içinde yer tutm ak yönetilmek anlamına gelmez. Ka­ Demirel'in yeniden başbakan olma şansı sıfırdır, buna
pitalizm öncesi toplumlarda tersi vaki idi. O dönemde mukabil Bedrettin Dalan'ın hizmet kapma şansı yüksek­
idari mekanizmada yer almamak yönetilmek için yeter­ tir. Çünkü dünya sistemi bütün toplumlarda mümkün
di. Çünkü yönetimi sağlayan toplumun ortaklaşa değer­ olduğu kadar hızlı "yönetilen yönetici" değişikliği ihtiya­
lerinin doğurduğu zeminde aynı kimliği paylaşan insan­ cındadır. Eski gönüllüler yerine, yeni tecrübesiz gönüllü­
ların yönü belirli eylemleri idi. O sm anlılar’ın sunuf-ı ler ister.(*)
devlet dışında kalanlara reaya (sürüler) demesi mani­
dardır. Osmanlı devleti yapısı içinde organizasyonu M ekanizmada yer alabilmek için sürekli faaliyet
mümkün kılan ilkeler sabit kılınmış, bu ilkelerden h a­ içinde olmak gerekiyor. Bu faaliyet sadece her talim ata
berli ve bu ilkelerin uygulanmasıyla yükümlü insanlar boyun eğmekle gösterilemez. Yönetilen kendinden bek­
zümresi belirlenmiş, seçilmişti. Geriye kalanları güt­ lenilenden fazlasını gerçekleştirmedikçe mekanizmada­
mekten başka yapılacak iş yoktu. Modem Türkiye'de ise
(*) Kişilerin adları değil, yerine getirdikleri işlev önemlidir. Ya­
devlete vatandaşlık bağıyla bağımlı olmak ne yöneten ne ni Süleyman Demirci, başbakan olma şansını artırabilmek
de yönetilen olmak için herhangi bir belirleyicilik getir­ için kendinin b ir Bedrettin Dalan olduğunu ispat etmek zo­
rundadır.
20
21
ki yerini zayıflatır. Birinci ve vazgeçilmez formül pazar­ ye'de yönetilenlerin kimler olduğunun müşahhas örnek­
lamadır: Elektronik cihazlar pazarlayacaksınız, fabrika leri verilmek istenirse diyebiliriz ki bunlar her azamî ka­
pazarlıyacaksınız, insan pazarlayacaksınız. Yönetilen­ zanç kapısına koşuşturanlardan oluşur. Bankerlere pa­
ler kendi aralarındaki rekabeti ne kadar çok birim pazar­ ra kaptıranlar bunlardır, borsada oynayanlar bunlardır,
ladıkları yoluyla yürütür. Bu rekabetin sınırı ve doku­ asma köprüleri satın alanlar bunlardır. Yine bunlar bir
nulmazlık alanı yoktur: Yönetilenler yönetilen kalabil­ siyasi partiden diğerine balıklama dalarlar, yine bunlar
mek için kendilerini destekleyenleri ve kendi ellerinden bir sefaretten diğerine koşarlar, yine bunlar bir patron­
tutanları pazarlar. dan ötekine, bir modadan başka modaya geçmede selâ­
Yönetilmek tatminsizlik içinde kıvranmak demek­ m et ararlar. Bu insanların yönetilmek vazgeçilmez has­
tir. Kapitalizm k â n azamiye çıkarma güdüsünü finans salarıdır, ama yukarıda sözünü ettiğimiz büyük ve sesi
imkânlarıyla, mali güçle ve malların çokluğuyla sınırla­ çıkmaz kalabalığın da yönetilen yönleri vardır. Onlar
mış değildir. Dolayısıyla paraya ve m allara kavuşmak milli piyango bileti almak, kazıyarak kazanmak gibi kü­
çük yönetilmelerle avunacak düzeydedirler. Onlar euro­
tatm insizlikten kurtulm aya yaramaz. Yönetilenler sis­
temin hizmetinde bulunma uğruna statüler edinme pe­ vizyon şarkı yarışm asında kendilerini temsil ettiğini
şindedirler. Hizmet sadece sistemin sıhhatine katkıda saydıkları şarkıcının derecesini merak ederler, sonuç ko­
bulunm akla durmaz, aynı zam anda sistemin sıhhatine nusunda fikir beyan ederler. Onlar Avrupa ligine çıkan
zarar vereceği düşünülen nesne ve düşüncelere karşı sa­ kendi takımlarının heyecanını yaşarlar. Onlar padişah­
vaşmak gereğinin baskısını üzerlerinde duyarlar. Önce­ larının reisi cumhurla ikame olduğuna, şeyhülislâmları­
likle kapitalizm öncesinin yaşama biçimlerini ve kavra­ nın, Diyanet İşleri Reisi yoluyla devam ettiğine inanır­
yış tarzlarını hayattan silmek için büyük gayret sarfe­ lar.
derler. Arkasından yeni gelişme ve değişmeler dolayısıy­ Türkiye'de (veya dünyanın herhangi bir yerinde)
la uç vermiş m uhalif ve sistem aleyhtarı gelişmeleri de yönetilenler kapandaki peyniri ısırmış olanlardır. Dünya
ezmek, kırm ak eğilimindedirler. Yönetilmektedirler ve sistemi denilen mekanizma yönetilenlerin ubudiyetiyle
yönetilmemekten korkarlar. ayakta durur. Türkiye eğer bu sistemden belli bir oranda
Gördüğünüz gibi modern toplumda ve henüz mo­ etkilenmişse bu etki doğrudan doğruya dünya sistemine
dernleşmekte bulunan toplumlarda yönetilenler deni­ bağımlı unsurların hizmette kusur etmemek üzere faali­
lince hayatı denetim altında tutulan büyük ve sessiz (ve­ yete geçmeleri sonucunda doğmuştur. Aynı süreç günü­
ya sesi kısılmış) kalabalığı kastetmiyoruz. Bilakis mo­ müzde artan hızla yürürlülüğünü koruyor. Hepimiz ken­
dern toplumun yönetilenleri ortada yalnızca kendileri dimizce mazeretler uydurarak mekanizmanın bir köşe­
bulunduğu izlenimi verecek kadar gürültücüdür ve fakat sinde yönetilme alanı açmaya uğraşıyoruz. Yaptığımız
çoğunluk oluşturmayacak sayıdadır. 12 Eylül 1980 son­ alış verişten, çocuklarımıza verdiğimiz (veya veremedi­
rasında modernleşmesi büyük bir hız kazanmış Türki­ ğimiz) eğitime kadar, seçtiğimiz iş kolundan yaşam a

22 23
mekânımızı seçmeye ve düzenlemeye kadar bir çok hu­
susta mekanizmayla bağlantı kuruyoruz. Kurduğumuz
bu bağlantıda ne kadar gönüllü olur isek o kadar yöneti­
len durumuna düşüyoruz. Mekanizmanın işleyişine kat­
kımızda faaliyetimizin artm asıyla yönetilme derecemiz
de yükseliyor. (Dikkat: Yönetilme derecemizin yüksel­
mesi bizim yükselişimiz değil. Hele erdemce yükselişi­
miz hiç değil.)
Yönetilmek boyun eğmek zorunda kalmak değildir,
TÜRKİYE'Yİ KİMLER
bilakis boyunduruğu kendi eliyle kendi boynuna geçir­
mektir. Dolayısıyla yönetilmede bir gevşeklikten ziyade YÖNETEMİYOR?
bir pişkinlik; geri kalm a çaresizliğinden çok ileri geçme Ortada yönetilecek bir ülke varsa ve birileri bu ül­
kurnazlığı var. Yaşama şartlarının değişmesi karşısında keyi yönetemiyorsa üç ihtimalden söz edebiliriz: Bazıları
edilgin kalanlar, benimsemediği bozulma karşısında ça­ vardır ki bunlar ülkeyi yönetmekten acizdir. Veya bazı
resiz kaldığını kabullenenler ilk elde yönetilenler a ra ­ kimseler eskiden yönettikleri ülkeyi artık yönetemiyor
sında yer almıyorlar. Onlara daha çok denetim altında durumdadırlar. Yahut kimileri çıkmıştır ki ülkedeki yö­
tutulanlar demek doğru olur. Bu denetim altında tu tu ­ netim yerlerine gelmeye tâliptirler ve fakat henüz ülkeyi
lanlar acaba yönetilemeyen bir unsur karakteri kazana­ yönetemiyorlardır.
bilirler mi? Eğer böyle bir ihtimal olmasaydı onları dene­
Birinci ihtimale göre bir ülkenin yönetim makam­
tim altına almak için bu kadar çok gayret sarfedilmezdi.
larını işgal eden kimseler görevlerini yerine getirmede
O halde Türkiye'de yönetilenlerin karşısına yönetileme­
altından kalkamayacakları zorluklarla yüzyüze gelmek­
yenler olarak çıkmak mümkün. Belki de bu imkân dün­
te, bütün ipleri ellerinde tutam am akta, kararlarını uy­
yanın yegane ümididir. Ama denetim altında tutulanlar­
gulamaya güç yetirememektedirler. Yani ülkede bir yö­
dan başka bir unsur da yönetilemeyenler arasında bulu­
neticiler zümresi iş başındadır, ne var ki bu insanlar ikti­
nuyor. Bunları farketmek, her iki yönetilemeyen unsur
darlarını kullanam am akta, bir tü rlü m uktedir olama­
arasındaki bağların nasıl kurulabileceğini bilmekle Tür­
maktadırlar. Yönetim mevkilerinde bulundukları halde
kiye'de sağlıklı bir açılımın başlangıcı olacaktır.
yönetmeyi beceremeyenlerin yönetemeyişleri iki sebebe
bağlı olabilir: Sebeplerden ilki yönetime konu olan yapı­
ya ilişkindir. Ülkede müesses nizam sarsılmışsa, yönet­
mek için kullanılması gerekli araçlar çürümüş ve ülkeyi
bir bütün olarak tutan bağlar çözülmüşse yöneticiler yet­
kilerini kullanmayı başaram azlar. Herşey dökülmekte
24 25
ve yönetici zümresi toparlama işinde yetersiz kalmakta­ ciddiyetiyle hesaba k atarak yaşam ak zorunda olan bir
dır. Yönetemeyişin ikinci sebebi ortaya çıkan yeni güçler ülke.
de olabilir. Düzen sarsılmamış, yönetim mekanizması Üçüncü ihtimal bir öncekiyle sıkı bağlantı içinde.
sağlamlığını korum akta ve ülke birliğini temin eden Çünkü bir ülkenin yönetilemeyişine ortaya çıkan iktidar
esaslar yürürlüktedir. Ancak, kuralları kendi lehine iş­ taliplileri sebep oluyorsa, onların mesele olarak getirdik­
letmesini bilen ve yöneticileri zor durumda bırakan güç­ leri tek konu yönetimin değişmesi olacaktır. Bu da ülke­
ler etkilerini artırdıkları için sonuç yöneticilerin aczine nin yürürlükteki yönetiminin en kısa zamanda "eski" kı­
varm aktadır. Aşağıda açıklamaya çalışacağımız gibi lınması mücadelesini başlatır. Türkiye gibi en yetkili yö­
Türkiye bu birinci ihtimalin şartlan içinde yaşam akta neticilerin en köklü siyasî değişmeleri gerçekleştirdikle­
bulunan bir ülke değil. ri bir ülkede bu mesele Tanzimat'tan bu yana ilginçliğini
İkinci ihtimal yerlerinden edilen yöneticilerle ilgili­ korum uştur. Belki ülke olarak çıkış yolunu bulmamız
dir. Toprak sahibi olmanın güç kaynağı olmaktan çıktığı böyle bir ilginçlikten kurtulm akla mümkün olacak:
her ülkede, o ülkenin aristokratları artık yönetemiyor Şimdi yukarıda zikrettiğimiz üç ihtimalin her biri­
duruma düşmüşlerdir. Roma İmparatoru Konstantinus, nin Türkiye bakımından ne ölçüde geçerli olduğunu veya
hıristiyan olunca imparatorluğun putperest yöneticileri­ böyle ihtim allerin ülkemiz bakımından bir anlam ifade
nin düştükleri durum da aynıdır. Tarihin her döneminde edip etmediğini ele alalım. Ama hemen şunu belirtelim
gerek sülalelerin birbiri elinden iktidarı almaları, gerek­ ki, sizin de kolaylıkla farkedeceğiniz gibi üç ayrı ihtimal­
se inançları farklı olan yöneticilerin mevkilerini kaybe­ miş gibi anladığımız siyasî durum lar gerçekte birbiri
dip kazanm aları siyaset teorilerinin doğmasına yol aç­ içinde varolabilen durumlardır. Ne iktidar mevkiini iş­
mıştır. Niçin bazı yöneticiler artık yönetememektedir­ gal eden yöneticilerin aczini veya kudretini kendinden
ler? Yani siyasî değişmenin dinamikleri nelerdir veya önce aynı yerleri tutm uş olanların tavırlarından bağım­
neler olsa gerektir? İbn Haldun ve Machiavelli gibi bazı sız değerlendirebiliriz; ne de (eğer varsa) yöneticilere
düşünürler gidenlerin niye gittikleri, gelenlerin nasıl meydan okuyan güçlerin hali hazırdaki yöneticilerin ac­
geldikleri konusunda tespitler yapmaya yönelmişler ve zinden etkilenmediklerini söyleyebiliriz. Toplum hayatı
siyasî değişmenin yasalarını bulmaya çabalamışlardır. siyaseti, iktisadiyatı, sosyal gelişmeleri ve tarih anlayı­
Platon ve Marx gibi bazı düşünürler de gidenlerin niçin şıyla karm aşık bir bütündür. Bizim yapmaya çalıştığı­
gitmeleri gerektiği, gelenlerin de hangi şartları yerine mız bu bütün içinde bazı izleri sürebilme çabasından iba­
getirirlerse gelmeye hak kazanabilecekleri konusundaki rettir. Yaptığımız ayrım ları m utlaklaştırm adan bazı
yaklaşım larıyla dikkatleri çekmişlerdir. Kim ne derse şeyleri anlamak zorundayız.
desin artık yönetemeyen eski yöneticilerin siyaset sah­ Anlamamız gereken şeylerin başında, öyle sanıyo­
nesinden solup eriyerek silinmedikleri gerçeğinin herke­ rum ki, Türkiye'nin yönetilemez bir ülke oluşu değil, tam
si meşgul ettiği kesindir. Türkiye de bu gerçeği bütün tersine yönetilmesi son derecede kolay bir ülke oluşu ge­
27
liyor. Türkiye’de bazı zorluklar bir türlü aşılamıyor, özle­ dir. Devletin uyrukları hiçbir zaman devletin çizdiği sı­
mi çekilen ideal veya idealler canlanıp yaygınlaşamıyor­ nırları tecavüze yeltenmez, sadece bu sınırların sağladı­
sa bunu ülkenin en elverişsiz şartlarda dahi yönetilebilir ğı geçim yollarından istifade etmeye çabalar. Bu yüzden
özelliğini korumasıyla açıklayabiliriz. Türkiye'de yönet­ devletin halkı belli sınırlar içinde zorla muhafaza etmek
meyi becerememek diye bir dert yoktur ve asıl dert bura­ gibi bir meselesi yoktur. Yani halkı yönetememek tehli­
dan doğmaktadır. kesi devletin başını ağrıtmaz.
Dolayısıyla, Türkiye'yi kimler yönetiyor, gibi bir so­ Devletle halkın böylesine zoraki nikâh altında olu­
ruya, "Türkiye'yi âciz idareciler yönetemiyor" gibi bir şu devletin niteliğinden gelmektedir. Türkiye'de devlet
cümleyle cevap veremeyiz. Türkiye'de yöneticiler ne ka­ ne bir toplumsal sözleşmeyle, ne de birbirleriyle iktidar
dar bilgisiz, yeteneksiz, dirayetsiz olurlarsa olsunlar ül­ yarışında olan nüfuzlu zümrelerin uzlaşması sonucunda
kenin yönetimi mümkün olacaktır. En azından bugüne doğmuştur. Türk devleti bir emr-i vakidir. Gaza beylikle­
kadar böyle olabilmiştir. Çünkü Türkiye'de müesses ni­ rinin sebebi vücudu fetih olan bir devlete dönüşmesiyle
zam hiç bir zaman temelden sarsılmamıştır. Osmanlı yö­ Osmanlı sülâlesi yanına güçlü bir ortak kabul etmekten,
netimi önce geleneksel kuramlarını terketmiş, sonra ye­ nüfuzlu ailelerle akrabalık kurm aktan dikkatle kaçın­
rini Cumhuriyete bırakmıştır. Bütün bu süreç içinde yö­ mıştır. Yani günümüzün meselesiymiş gibi algılanan
netenle yönetileni bir arada tutan aslî bağ gücünü muha­ "alternatifsizlik" gerçekte Türkiye'nin geleneksel yapı­
faza etmiştir. Diyebiliriz ki görünüşte biri diğerinden ba­ sında aslî bir unsur özelliği kazanmış bir motif olmaktan
riz farklarla ayrılmış kültürel değişmeler görünmeyen öte bir şey değil.
aslî bağın değişmezliği sayesinde gerçekleşebilmiştir. Bu söylediklerimizin doğru ve yerinde hüküm ler
Günümüze kadar sarsılmamış bulunan müesses niza­ ihtiva ettiğini kabul eder isek, zihnimize ister istemez şu
mın temelinde ne var? Değişmeyen görünmez aslî bağ soru takılacak: Eğer Türkiye'de mücessem, sınırlan çek­
nedir? me, çerçeveyi çizme gücünü gösteren bir devlet varsa;
Mü esses nizamın temelinde devletin fonksiyonuyla halkı teşkil eden insanlar ancak bu sınırlardan istifade
halkın oynadığı rol arasındaki ilişki yatıyor. Devlet ya­ etme gücünü gösterebiliyorlar, sahip oldukları kaynak­
şam a im kânlarının çerçevesini, sınırlarını çizmekte, lar bir alternatif çıkarmaya yeterli olamıyorsa; devleti
halk da bu sınırlar içindeki im kânları kullanmaktadır. şöyle veya böyle karar almaya icbar edebilecek hiçbir da­
Eğer devlet bir "baş" ise, sadece istikam et tayin edici ve hilî güç odağı mevcut değilse Tanzimat sonrasının çetin
zapt-ü rapt altına alıcı bir baştır. Halk h er ne kadar bu siyasî çekişm elerini nasıl izah edebiliriz? B ilhassa
başın altında bir gövde gibi duruyorsa da gerçekte çizilen 1950'den sonraki siyasî dalgalanm aların aslı esası yok
sınırlar içinde kendi başının çaresine bakmakla meşgul­ mu? Bu soru bizi yukarıda andığımız ikinci ihtimalin, ya­
dür. Halk ne kadar gövde olursa olsun kendini onarma ni yerinden edilmiş eski yönetici meselesinin alanı içine
sokar.
gücünü göstermek zorunluluğu ile yükümlü bir gövde­
28 29
Demiştik ki Türkiye'de bazı zorlukların aşılamayı­ rinde yutuluyor? Türkiye'de hiç bir zaman muhalefet bu­
şı yönetenlerin önünde yapmak istediklerini önleyen en­ lunmayışı yönetime karışm a noktasına ulaşanların tü ­
gellerin bulunuşu sebebiyle değildir. Bilâkis, Türkiye münün aynı tabiatta, aynı mahiyette unsurlar oluşun­
zorluklarını aşamıyor ve herhangi bir ideali canlandırıp dandır. siyasî zıtlaşmayı bugüne kadar merkezî yöneti­
yaygınlaştıramıyor, çünkü yönetimin önünde topluma min ruhsat tanıdığı düşünceleri taşıyanlar yürütmüşler­
dinamizm aşılayacak bir engel yok. Bu engel 164 yıl önce dir. Zıtlaşabilmek için bile aynı mayadan olmak, aynı gü­
1826'da yeniçeriliğin kaldırılm asıyla yok edildi. Eğer venilir kaynaktan çıkmak (veya icazetli olmak), madde­
Türkiye'nin modernleşmesi eski ile yeninin ortaklaşa ten ve manen merkezî iktidarın tabiatında olmak ön
toplum çıkarı adına bir zeminde yer almaları suretiyle şarttır. Merkezî iktidar zıtlık çıkaran unsuru yerken as­
gerçe kleştirilebilmiş olsa idi ve eski ve yeni güçler birer lında bir parçasını yemektedir. O parçanın da yenilme­
taraf olarak yarışmayı göze alabilmiş olsalardı, vaki ola­ mek için özel bir çaba sarfetmesi sözkonusu olamaz.
cak bu değişme Türkiye için tam bir yenilik sayılabilirdi. Özetle, kapıkulu olmadan yönetime uzanamazsınız, k a­
Ama öyle olmadı. Yenileşme eski usûlle; yönetimi elde pıkulu olunca da m uhalefet şansınızı kaybetmişsiniz­
bulunduranın karşı çıkan güç odağını hepten ortadan dir.
kaldırmasıyla yapılabildi. Türkiye Cumhuriyeti Osman­
Meseleyi daha iyi kavrayabilmek için yakın tarihin
lI'dan bu eski usulü devraldı: Merkezî gücü elinde tu ta­
bize öğrettiklerinden yararlanabiliriz. 1950'deki iktidar
nın iktidarına pürüz çıkaracak unsurları tasfiye etmesi.
değişikliği tek parti yönetimine son verdi. Ama bu basit
Bu noktada bir başka soru zihnimizi kurcalayabilir: Na­
bir eldeğiştirme hadisesi değil. İlk defa Türkiye'de asker
sıl oluyor da merkezî güç her tasfiye ameliyesinden başa­
kökenli olmayan bir cumhurbaşkanı ve ilk defa Türki­
rıyla çıkıyor? Neden tasfiye edilenlerin kalıntıları yeni
ye'de milletin gücüne dayanarak siyasî kararlar alma gö­
direniş odaklan oluşturamıyorlar ve neden her seferinde
züpekliği gösteren bir başbakan vardı. Ama onlara ikti­
tasfiyeye konu olan unsur merkezî gücün hazır lokması
darı devredenler açısından durum çok farklı anlaşılıyor­
haline geliveriyor? Bu soru da biraz önce sorduğumuz so­
du. Bir kere hatırdan çıkarmamak gerekiyor ki, Cumhu­
ru gibi bizi yerinden edilmiş eski yönetici meselesi alanı
riyetin siyasî kararlan alan elit zümresi ve hatta o karar­
içine çekiyor. Bu yüzden de her iki soruyu bir arada ele al­
larla uzlaşmazlık gösteren şahıslar Osmanlı paşalarıydı.
mak gerekiyor. Hatta, bu yazının başlığını oluşturan so­
Dolayısıyla gelenek yanlısı; yani her zıtlaşan unsurun
ruya uzanmak suretiyle meseleye vakıf olmamız sözko­
tasfiyesini öngören unsur 1950'den sonra "yönetemeyen"
nusu. unsur oluvermişti. 27 Mayıs 1960 ihtilâli tasfiyeci gücün
Sorularımızı yeniden formüle ederek anlama çaba­ kendini yenilemesine imkân verdi. Yenilenmiş haliyle
mızı sürdürelim: Madem içeride muhalefet yok, o halde bürokrasi 12 M art 1971'de bir atak daha yaptı. Yarım
siyasî zıtlaşmayı d oğuran nedir? Zıtlaşan unsur muhale­ kalmış 12 Mart müdahalesi 12 Eylül 1980'de tam bir tas­
fet haline gelme baş arısına neden eremiyor ve her sefe­ fiyeye dönüştü. Nasıl Osmanlı devleti yapısının ayakta

30
durmasını sağlayan kurum lar eski usûlle ortadan kaldı­
için en büyük zorluk burada. Yani çözümün şikayete se­
rıldıysa, aynı usûlle cumhuriyeti besleyen kurum lar kal­
bep olan unsurlarda aranması. Bu topraklarda yaşayan
dırıldı. büyük çoğunluğun, bu topraklara kim lik kazandırm a
Bugün Türkiye'yi yönetemeyenler hem cum huri­ gücünü göstermiş unsurların ülke adına um ut kapısı aç­
yet bürokrasisinin ürünü olan ve 1950'de işbaşından çe­ tığının tam farkedilmemesi. Belki de hiç denenmemiş bir
kilmek zorunda kalıp da 1960'da kendini yenileme gay­ yolun nereye açılacağını bilmemekten doğan bir korku
reti gösteren unsurlardan, hem de cumhuriyet bürokra­ bu.
sisine eklemlenmek çabalan boşa çıktığı için 1980'de si­
Eğer Türkiye'de yöneten yönetilen ilişkisi içinde
yaset sahnesinden çekilmek zorunda kalan unsurlardan
yönetimi ellerinde bulunduranlardan, yönetimi elden
oluşuyor. Bir bakıma hepimiz aynı güldüren facia içinde
kaçırmış olanlardan ve her ikisine uyum göstermekten
yer alır gibiyiz. Hangi yolla olursa olsun Türkiye'nin yö­
fazlası elinden gelmeyenlerden başka bir unsur varsa ve
netim kademelerini işgal edenler büyük bir yönetme ko­
bu unsur kendi karakterine sadık kalarak ülkemizde uy­
laylığı içindeler. Hangi yöntemle olursa olsun siyasî
gulanagelen eski tasfiyeci usülün dışında bir usülü be­
mevkiini elden kaçırmış olanlar yönetememe sıkıntısını
nimseme yeterliliğini göstermişse (gösterebilecekse) bu
yaşar durumdalar. Türkiye'de yönetenler, yönetilenler
topraklarda önemli ve verimli bazı çabaların sonuç hasıl
ve yönetemeyenler aynı çemberin içinde dönmekten faz­
edeceğini bekleyebiliriz. Yani Türkiye'de herşeye baştan
lasına güç yetiremiyor. başlayacağım ve yepyeni bir düzen kuracağım diye orta­
Yönetenlerin yapacağı bir iş yok. Zaten böyle bir ni­ ya çıkan herkes çok eski bir usülü uygulamaya sokmaya
yetle bulundukları yerde değiller. Esasen karşılarında çalıştığını farketmelidir. Türkiye'de yeni bir şey ancak
büyük zorlukların bulunmayışı fazla bir şey yapm aları­ bugüne kadar olan bitenle neler istihsal edilebileceğinin
na imkân vermiyor. Yönetenlerin gerek dünya düzeni­ yolunu göstermekle yapılabilir. Tasfîyecilik eskilerin
nin kendilerini icbar ettiği, hiç bir şekilde kaçınamaya­ usülüydü. Yenilerin işi tahkimat.
cakları talim atlara uygun hareketleri yapmaktan fazla­
sıyla uğraşmayı düşünemeyecek kad ar dar görüşlü ol­
dukları veya tabiattan gereği teslimiyetçi bir tavırda ka­
ra r kıldıkları söylenebilir. Aynı edilgin tutum u ahlâkî
zaaflar ve zihni fukaralıkla yönetilenlerde de görebiliriz.
Yönetemeyenleri ise tümüyle hesap dışı tutm ak gerekti­
ği söylenebilir. Ne var ki günümüzde bu mümkün olamı­
yor. Çünkü yaygın bir bilinç kirlenmesi Türkiye'yi yöne­
temeyenlerin sanki yeniden yönetim mevkiilerini işgal
edeceklermiş havası vermelerine yol açıyor. Ülkemiz

32
33

I
yapının esas karakteri sayılamaz. Türkiye’de yöneten­
ler, sacayağının geri kalan iki unsuruyla birlikte, yani
yönetilenler ve yönetemeyenlerle birlikte bir yum ak
oluştururlar. Bunlar Osmanlı'nın sunuf-ı devlet zümre­
sinin modernleşen Türkiye'deki savrularak biçimini
kaybetmiş (deforme olmuş) çağdaş karşılığından başka
bir şey değildirler. İkinci sırada andığımız yönetilenlerin
de büyük halk tabakasından müteşekkil olmadığını bili­
yoruz. Bunlar yönetilmeye amade olabilmek için büyük
TÜRKİYE'DE KİMLER kitleden ayrılmayı kendi hesaplarına uygun ve kârlı say­
YÖNETİLEMİYOR? mış olanlardır. Bu bakımdan Türkiye'de yönetenlerle yö­
Bundan önceki üç yazıda sorduğumuz sorular ve bu netilenler arasında hızlı bir seyyaliyet vardır. Yönetim
sorulara bulabildiğimiz cevaplar aracılığıyla ülkemizde­ sehpasının üçüncü ayağını yönetemeyenler oluşturur.
ki yöneten-yönetilen ilişkisinin gerçekçi bir tablosunu el­ Bunlar güncel yönetim imkânlarının en etkin araçlarını
de etmeye çabaladık. Farkedilebilir özellikleriyle bu tab­ ellerinden kaçırmış oldukları için yöneten ve yönetilen­
lonun pek de iç ferahlatıcı bir m anzara arzetmediğini lerle sıkı irtibat halindedirler. Yönetemeyenler bir yan­
okuyucularımız kabul edeceklerdir. Gerçi bir avuntu dan yönetilenlerin yararlandığı im kanlara taliptir. Bu
içinde ferahlayarak ne kendimizi, ne de bir başkasını al­ yüzden toplumda yeni fırsatlara alıcı gözüyle bakarlar;
danışa sürüklemek gibi bir gaye gütmediğimiz bellidir. yönetemeyenler bir yandan da fiili yöneticilerin im kan­
Bununla birlikte amacımızın toprağı ve insanıyla bütün larının neler olduğu tecrübesi geçirmişlerdir. Bu tecrübe
ülkenin bir çıkış yolu bulmasıyla yakından ilgili oluşu, onların yönetenlerin her attığı adıma dikkat etme kolay­
bizi sadece bazı tespitler yapıp bırakmaktan alıkoyduğu lığı verir. Böylece yönetemeyenler hem yönetenlerle hem
gibi, çıkış yolunun nerelerde bulunabileceğini keşfe de de yönetilenlerle sıkı irtibatlarını koruma gereği duyar­
zorluyor. Bu yazıda bir yandan sözkonusu tabloyu ta ­ lar. Bu sonuncuların imtiyazı ülke içinde muvâzaa mu­
mamlamaya çalışırken, diğer yandan aradığımız çıkışın halefeti yapma beraatını ellerinde bulunduruşlarıdır.
hangi yörelerde bulunabileceğine dair bazı yoklamalar Yöneten-yönetilen ilişkisinin tabiatına mahsus va­
yapma dileğindeyiz. sıfları hatırlayalım: Yönetenlerin başta gelen özelliği bu­
Önce Türkiye'deki yönetim sehpasının ana unsur­ lundukları yeri belli bir hedefe ulaşmak yükümlülüğünü
larını hatırlayalım: Birinci sırada andığımız yönetenler­ omuzlayarak veya belli bir badireyi atlatm ak üzere ve­
dir, ama onların birinci sırada anılmaları önem bakımın­ yah u t bilinen bir güçlüğü altetmek sorumluluğu altına
dan da ilk sırayı işgal ettikleri anlamına gelmez. Çünkü girerek elde etmiş olmayışlarıdır. Bu yüzden yöneticile­
Türkiye’de toplumun enlemesine katm anlara ayrılması rin başarısızlığı gibi bir kavram ülkemizde pek anlamlı

34 35
Demiştik ki Türkiye'de yöneten-yönetilen-yönete­
değildir. Çünkü ülkeyi yönetenlerin ülke içinden bazı meyen yumağı karşılıklı etkileşim içindedirler. Yöneten­
güçlere, bazı denetleyici ağırlıktaki toplumsal unsurlara ler geriye dönük ve hesaba çekilmekten âri faaliyetlerini
verilmiş sözü yoktur. Hiç kimse yönetenleri bazı şeyleri devam ettirebilm ek için yönetilenlere kazanç yolları
gerçekleştirmeye icbar edemeyeceği gibi, hiç kimse onla­ açar. Bu faaliyeti müessir kılanlar da yönetemeyenler­
rı bazı şeyleri gerçekleştirmediği için muâheze edemez. dir. Çünkü onlar hem yönetilemeyenleri saha dışı tutm a
Yönetenlerin ülke içinden hesaba çekilemeyişlerinin ya­ görevini yüklenirler, hem de yönetenlerle yönetilenlerin
şanan kültür değişmelerinin birer zorlamadan ibaret ka­ zam an zaman yer değiştirmelerini sağlayan şartların
lışıyla yakından bağlantısı vardır. Daha doğrusu Türki­ bekçiliğini yaparlar.
ye'de yönetim XVII. yüzyıldan günümüze kadar ileriye
Türkiye'nin yönetim ilişkileri tablosunda bulunan,
dönük (prospective) bir karakter sahibi olmamış ve fakat
ama tuttuğu yer bakımından dikkati çeken bir konum ar­
geriye dönük (retrospective) karakterini aralıksız muha­
zetmeyen unsur "yönetilemeyenler"dir. Türkiye'de yöne­
faza etmiştir.
tilemeyenlere bağımsız bir varlık atfetmek bile şimdilik
Dünya şartlarının zorlam alarıyla değişme veya pek zordur. Ülkemizin kültürel değişimi içinde yönetile­
kendine çeki düzen verme mecburiyetiyle yüzyüze gelen meyenlerin geçmişi en fazla kırk yıl öncesine uzanır, top­
Osmanlıların ufkunda sadece eski güçlerini yeniden ka­ lumsal niteliği bakımından henüz "kendinde katm an"
zanmak vardı. Dolayısıyla onlar için toparlanmak klâsik durum undadır ve bu toplum tabakasının bir "kendisi
çağ Osmanlı düzenini yeniden ihdas edebilmek demekti. için katman" haline geçmesiyle Türkiye çıkış yolunu bu­
Böylece değer kazanan geriye dönüklük Batılılaşma ça­ labilecektir. Hemen belirtmek gerekir ki Türkiye'de top­
balarına da damgasını vurdu. Bu sefer kendi geçmişleri­ lum yapısı hem feodal dönem geçirmiş Avrupa'nın, hem
ne değil. Avrupa'nın geçmişine yüzlerini çevirdiler. Fa­ de kolonyalizme konu olmuş çevre ülkelerin toplum yapı­
k at asla Avrupa'nın kaynaklarını m erak edecek kadar sından çok farklıdır. Türkiye'de bir toplum katmanından
temelden bir yaklaşımı benimsemediler. Cumhuriyet re­ sözederken yatay bir oluşumdan değil, dikey bir belirle­
jimi Osmanlı batılılaşm asının bu sathî çözüm bulma nimden sözediyoruz.
yöntemine harfiyyen sadakat gösterdi. Avrupa’da tayan
Batı Avrupa'nın kapitalizme varan toplum değiş­
arasında kaldırılan Türkiye'de oturma odasına getirildi.
mesi süreci boyunca alt-üst ilişkileri önemli bir rol oyna­
Günümüz Türkivesinde de yönetenlerin ve yönetilenle­
mış ve haklar imtiyazlar, sermaye gücü ve bilgi birikimi
rin ufku hâlâ Batı âleminin kendilerine bağışlayacağını
gibi hususlarda üstte olanların altta kalanları hem bi­
umdukları yaşama imkanlarıyla sınırlıdır. Farklı bir ze­
çimlendirmeleri ve hem de sevketmeleri mümkün olabil­
minde yaşama direncinin mümkün olup olmadığını sora­
miştir. Türkiye'de ise merkezî yönetim her kültürel de­
cak geniş görüşlülüğe talip olmadıkları gibi, günümüz
ğişme aşam asında yanına müttefik olarak imtiyazdan
Batı âleminin çıkmazlarını farketm eye de niyetleri
mahrum, malî gücü zayıf kalmış veya hiç olmayan, bilgi­
yok .
37
36
lenme düzeyi düşük unsurları alarak bunların sayısal bir dördüncü unsuru hesaba katmaksızın yönetim seh­
etkinliğiyle nisbî olarak "muktedir" u n su rlara galebe pasının geleneksel oturmuşluğuna mahsus rahatlığı de­
çalmıştır. Bu gelişmelerin üstüste gelmesiyle Türkiye'de vam ettirdi. Sessiz, edilgen, boyun eğici ve kendi hayatı
dikine bölünme toplum yapısında esaslı bir yapı karak­ üzerine yapılan işlemlere katlanm aktan başka çaresi ol­
teri haline gelebilmiştir. Bu yüzden Türkiye'de yönetile­ madığını düşünen büyük çoğunluk devlet mekanizması­
meyenler bir toplum katman ı olarak Batı Avrupa'da teş­ nın iplerini ellerinde tutan bürokrasiye bütün manevra
his edebildiğimiz sınırların özelliklerini taşımaz. alanını bırakmıştı. 1950'ye kadar devlet yumağı bugün
olduğu gibi üçlü özelliğini taşıyordu. Yönetenler içinden
Tablomuza dönerek Türkiye'de yönetilemeyenlerin bir zorlama olmaksızın bütün k ararlan alıyorlar, demir
kim ler olduğunu teşhise çalışalım: Gözümüzün önünde ağlarla örüyorlardı anayurdu dörtbaştan, fakat demir­
canlandıracağımız ilk birim yöneten-yönetilen-yönete­ yollarının nerelerden geçeceğini iktisadî değil, askerî
meyen unsurlardan meydana gelmiş bulunan yumaktır. mülâhazalarla karara bağlıyorlardı. Yüksek fı r ı nları de­
Bunlar devlet mekanizmasının deveranını temin eder­ mir cevherinin çıktığı yere değil de, yakıt çıkarılan yere
ler. Fakat bu deveran sözkonusu yumağı kuşatan küllî yapıyorlar, halkın çocuklarını göndermekten korktuğu,
toplum birimi olmaksızın sağlanamaz. Yani devletin iş­ h atta buna direndiği okullar açıyorlar ve içinde halktan
leyişine doğrudan karışmayan, am a devletin çizdiği sı­ kopmak suretiyle statü edinilebilecek halkevleriyle kül­
n ırlar içinde kendi başının çaresine bakan ve içinden türel hegemonya sağlamaya çalışıyorlardı. Yönetilenler
devlet yumağına ilmikler salan, karşılığında da devlet bütün bu alanlardan maddî kazanç elde etmeyi biliyor­
yumağından ilmikler sarkmasına im kân veren bir örgü lardı. Daha doğrusu yönetenler onlara kazançlarını tepsi
vardır. Yönetilemeyenler içinde çift yönlü dinamizm h a­ içinde sunuyordu. Yönetemeyenler ise, İttihatçı kalıntı­
reketi mümkün kılar. Bir yandan devletin çizdiği sınır­ larıydı. Onlar hem içerde, hem dışardaydılar. Yönetenle­
lar dahilinde kazanç temin etmek serbestisi yönetileme­ re verdikleri tavizler oranında içerde yer alabiliyorlar,
yenleri yürürlükteki şartlar muvacehesinde toplumun yönetilenlerle kan bağlarını korudukları oranda da dı­
işleyiş alanlarında söz sahibi kılmakta, diğer yandan da şarda kalıp hayatlarını idame ettirme avantajını elde tu ­
yönetilemeyenlerin devlet yumağından uzak tutuluşu
tabiliyorlardı.
onları karar alma ve hayatiyetlerini nisbî bir bağımsızlık
içinde korum alarına imkân vermektedir. Yönetileme­ Durumun 1950'den sonra değişmesinin hem iç,
yenlerin dinamizmi hem devletin koyduğu sınırları tanı­ hem de dış sebepleri var. Dış sebep Türkiye'nin demokra­
yor olmalarından, hem de devlete borçlu kalmaksızın İk­ tik bir işleyişe geçme mecburiyetiyle yüzyüze kalışı ve
tisadî güçlerini koruyor olmalarından gelir. beynelmilel iktisat kurum larıyla bağlantısı olmaksızın
iş hayatını yürütemeyişidir. İç sebep ise Osmanlı yöneti­
Şimdi bütün bu mücerret hükümlerin yaşanan du­
mi sırasında ideolojik bağ yüzünden kendini devletin
rum larında bir karşılığı olup olmadığına bir bakalım:
hükmî varlığıyla özdeş sayan müslüman ahalinin, böyle
Yönetim ilişkileri bakımından Türkiye 1950 yılına kadar
38 39
bir özdeşliği artık geçerli saymaksızın toplum hayatında 1950'den bu yana bu değişme gittikçe daha zor olmakta­
yer tutabilme imkânına kavuşmasıdır. Yani yönetileme­ dır. Herşeyden önce böyle bir değişiklik için yeterli za­
yen unsur Türkiye'de 1950-1960 arasında bir çekirdek man yoktur. Hem kültür değişmelerinin hızı artm akta,
olarak ortaya çıkmıştır. Fakat şuna dikkat ediniz: Yöne­ hem de mekanizmanın muhtaç olduğu insan sayısı çoğal­
tilemeyen unsur Türkiye'de mekân ve cismaniyet bakı­ maktadır.
mından belli bir yoğunluğun tezahürü olarak ortaya çık­
Hızlı kültürel değişmeden daha önemli bir husus
mış değildir. H atta başlangıçta hiç ortaya bile çıkmamış­
var: Türkiye'de geleneksel yapının devam etmeyişi sıra­
tır. Çekirdek diyorsak, bu kendini koruyucu kabukla
dan insanların görece özerk İktisadî im kânları ellerinde
çevrelemiş bir gelişmeye hazır unsur olarak anlaşılma­
tutm alarına imkân veriyor. Bir bakıma bu bir karşı kül­
malıdır. Demokrat Parti yönetimi sırasında varlığından
türel değişmeyi getiriyor. Dün sadece korunma amacıyla
sözedilebileceğimiz çekirdek münferid ve dağınık (spora­
alınan tedbirler, bugün yaşama alanını genişletme ted­
dic) yayılımı olan bir çok incir çekirdeğine benzetilebi­
birleri haline dönüşebiliyor. Sıradan insanlar daha geniş
lir.
yapabilirlik gücüne eriştiklerinde bir tercihle yüzyüze
Bütün siyasî dalgalanmalara rağmen 1950'den gü­ kalıyorlar: Ya yürürlükteki normların hazır kalıplarını
nümüze kadar kesintiye uğramayan bir akış var: Gele­ benimseyecekler veya kendi getirdikleri normlarla yeni
neksel toplumda varlığı keyfiyet bakımından hiç hesaba kalıplar oluşturacaklar. Bu bakımdan Türkiye'de yaşa­
katılmayan, sadece bir kemmiyet olarak kendine değer yanlar bir bölünmeye uğramış durumda şimdiden. Hazır
biçilen müslüman ahali toplumun işleyişi için zorunlu kalıpları eleştirmeksizin benimseyenler dünün yöneti­
bazı güç odaklarının manivelâsını tutan el haline gelme­ lenler zümresine eklemlenme sürecine giriyorlar. Ve fa­
ye başlıyor. Türkiye önceleri, yani Osmanlı dönemi de k at hazır kalıpları eleştirip kendi normlarına uygun k a­
dahil olmak üzere 1950 öncesinde yine halktan (önce sa­ lıplar üretmeye çalışanlar yönetilemeyenler olarak kalı­
dece hıristiyan kökenliler, sonra hepsi) devşirilen unsur­ yorlar. Bu yönetilemeyenlerin büyük bir kısmını müslü­
larla devlet mekanizmasını ayakta tutuyordu. Ama 1950 m anlar oluşturuyor.
öncesinde ahaliden devşirilerek sunuf-ı devlete dahil Türkiye'deki askerî darbeler ve her zaman ayan ol­
olan kişilerin geldikleri kültürle bağlarını koparacak bir mayan müdahaleler ülke içinden bir yönetilemeyen züm­
ameliyeden geçmeleri, bütünüyle kendilerinin olan ve resinin çıkmasını önlemeye özen göstermeyi de hedefle­
kendilerinin ait olduğu bir mekanizmayla özdeşlik kura­ mişlerdir. Bilinçli bir seçmenin ürünü olsun veya olma­
cak özellikler edinmeleri zorunluydu. Yani büyük çoğun­ sın 1960 ihtilâli ile 1980 ihtilâli arasında geçen 20 yıl Tür­
luktan yönetenler arasın a katılm ak üzere ayrılan kişi, kiye'de yönetilemeyenlerin düşünce ve olgunluk bakı­
artık yepyeni bir kimlikle görevini yerine getirirdi. Onla­ mından mesafe katetmelerini önlemek üzere bazı yapıntı
rın derilerini değiştirdiklerini ve giderek ruhlarını me­ mücadelelerin körüklendiği yıllar olm uştur. Türkiye’de
kanizm anın ruhu haline getirdiklerini söyleyebiliriz. sosyalizm, marksizm, komünizm b ir ısm arlam a mesele
40 41
olarak şişirilmiş ve bu suretle Türkiye'de yönetilenıeyen­ ramadığı açıklık kazandığı gibi, bu unsurların yeni çö­
lerin gölgede kalm aları, böylelikle de zayiat vermeleri zümler üretemeyecekleri de gören göz, anlayan zihin için
sağlanabilmiştir. Sol siyaset Türkiye'de bir kesim yöne­ bir bedahat haline gelmiştir.
tenlerle artık yönetemeyenlerin ittifakı olarak yaygınlık
kazanmış ve daha sonra bir kesim yönetilenle yine bir ke­ Yönetilemeyenler hiç bir suret-i haktan görünme
sim yönetemeyenin ittifakı olarak 1980'e kadar devam mecburiyetinin baskısı altında kalmaksızın ülkenin sağ­
etmiştir. Bu arada Türkiye'de yönetilemeyenler birinci lığı ve esenliği için yükümlülükler altına girdiklerini ge­
aşamada hasımlarıyla ittifak etmemek için ve ikinci aşa­ çen kırk yıl içinde ispat ettikleri gibi, bu güne kadar bü­
mada geriye dönük bir hareket içinde bütün dinamik va­ yük çoğunluğun çıkarının sözkonusu olduğu her alanda
sıflarını eritmemek için sol siyaset çevreleriyle uzlaş­ yardıma çağırılan bir unsur olduklarını göstermişlerdir.
mazlık içine düşmüşlerdir. Yönetilemeyenlerin bir yan­ Yönetilemeyenler, bu yönetilemeyiş özelliklerini mace­
dan sağla, bir yandan solla uzlaşmazlığı 1980'e kadar bir racı bir hevesle tehlikeye atm a niteliği taşımadıklarını
âtıl kapasite olarak kalm alarını gerektirmiştir. da göstermişlerdir. Bundan sonra bekleyeceğimiz onla­
rın kendilerini tanım aları ve kendi yapabilirliklerinin
1980'den sonra yönetilemeyenler ciddi bir badirey­ şuurunda olarak etkinliklerinin tartışılmazlığını kabul
le karşı karşıya geldi. Devlet yumağını oluşturan yöne­ ettirmeleridir.
ten-yönetilen-yönetemeyen birimi yeni bir kimliğe doğru
adım lar atan yönetilemeyenleri ete kemiğe büründür­
m ekten alıkoyabilmek için yani onların kendinde k a t­
man olmaktan uzaklaşıp kendisi için katm an olma yo­
lunda mesafe katetm elerinin hızını düşürmek, h a tta
mümkünse bu sürece yok edebilmek için müslüman kö­
kenli ve bu özelliğini önemseyen çok sayıda insana yöne­
tim kademelerinde bir alan tanıdılar. Böylece yönetile­
meyenlerin bir kesimi yönetilen-yönetici statüsüne alı­
nabildi. Fakat bu tedbirin devlet yumağı tarafından özle­
nen sonucu istihsal edip etmediği henüz açıklığa kavuş­
muş değil. Bundan böyle yönetilemeyen gücünü ortadan
kaldırmaya çalışmak ülkenin varlığını tartışm a alanına
sokmakla eş anlam a gelir. Çünkü yönetenlerin, yöneti­
lenlerin ve yönetemeyenlerin ülke bütünlüğü ve devletin
şahsiyet sahibi olarak beynelmilel sahada bir yer kazan­
ması konularında önceden ürettikleri çözümlerin işe ya­

42 43
şüncelerle karşılaştıkları için mi değişmelere sürükleni­
yorlar, yoksa değişmenin düşünceden bağımsız dinamik­
leri var mı? Düşünceler mi değiştiriyor dünyayı, yoksa
düşüncelere rağmen bazı değişmeler gücünü kabul mü
ettiriyor?
Önce şunu hatırdan çıkarmak büyük bir h ata olur:
İnsan ve düşünce birbirinden ayrılamaz. İnsanı diğer
DÜŞÜNCELER DÜNYAYI canlılardan farklı ve üstün kılan onun zihin etkinlikleri­
dir. Garip olan şu ki insanı diğer canlılara yakınlaştıran
DEĞİŞTİREMEZ ve b azı durumlarda insanı diğer canlılardan daha düşük
Bugün dünyanın büyük bir hızla değiştiğine dair bîr seviyeye iten yine onun zihin etkinlikleridir. Yani in­
bir düşünceyi benimsemekte güçlük çekmiyoruz. Yalnız san şerefini anlamak ve anladığı kadarını yapmak yoluy­
haber kaynaklarının bize ulaştırdığı bir gerçek değil bu. la kazanır veya kaybeder. Meselenin can dam an insanın
Aynı zamanda günlük hayatımıza giren nesne ve kav­ şerefsiz de yaşayabileceğidir. Demek ki insanın zihin et­
ram larda da hızlı ve büyük bir değişme olduğunu farke­ kinlikleridir. Yani insan şerefini anlamak ve anladığı ka­
diyoruz. Daha önceden bildiklerimiz ve yeni öğrendikle­ darını yapmak yoluyla kazanır veya kaybeder. Mesele­
rimizin yardımıyla yaptığımız akıl yürütm eler bizi dün­ nin can dam an insanın şerefsiz de yaşayabileceğidir. De­
yanın yalnızca şimdilerde değişmeye uğramadığını, de­ mek ki insanın zihin etkinliklerini sadece hayatta kal­
ğişmenin hep olageldiğini, dünyanın değişmeksizin dur­ mak üzere harekete geçirilenler ve insanın dünyada bu­
duğu bir zamanın hiç olmadığını öğretiyor. lunuş sebebini kavramak üzere harekete geçirilenler ola­
rak ikiye ayırabiliriz. Dünyanın değişmesiyle bağlantılı
Dikkatimiz dünyadaki değişmenin belli bölgelerin­
olanlar birinci kısımdaki zihin etkinlikleridir. Yani in­
deki siyasi yapı düzenlemeleriyle ilgili kısmında yoğun­
sanlar sadece hayatta kalmak endişesiyle zihin yetilerini
laşıyor. Sovyetler Birliği içindeki hareketler, Doğu Avru­
eyleme soktukları zaman dünyadaki değişmeye katılı­
pa'daki rejim değişiklikleri, iki Almanya'nın birleşmesi
yor, onun bir parçası oluyorlar. İkinci kısımdaki zihin et­
gibi hususlarda değişmenin hızını açıkça görüyoruz.
kinliklerinin dünyanın değişmesini anlam a bakımından
Dünyanın geri kalan kısmı sabit duruyor değil elbet. Eski
bir görev yüklendiğini söyleyebiliriz, fakat böyle bir anla­
sömürge ülkelerin demokratikleşme karşısındaki tu ­
mının dünyayı değiştirme ve değişmeyi durdurma, değiş­
tum larından Orta-Doğu da metropol ülkelerin nüfuz re­
menin yönünü saptırm a gibi bir işlevi yoktur. İnsanlar
kabetine kadar bir çok konuda değişmeler yürürlükte.
belli düşünceleri olduğu için dünyanın değişiminde rol
Bütün bu değişmelerde düşüncelerin rolü nedir? Acaba
almazlar, insanlar dünyanın değişiminde aldıkları yeri
insanlar yeni yeni düşünceler sahibi oldukları, farklı dü­
sadece doldururlar. Sahip oldukları düşünceler onların
44
45
yaşadıkları sürece acı çekmelerine veya haz duymaları­ dir. İnsan düşüncesi böyle bir gelişmeyi sağlamak sure­
na yol açar. Düşüncelerin vukuatla birlikteliği yoktur. tiyle değil, ancak vaki olan değişmeyi yeniden anlamlan­
İnsan düşüncesiyle birliktedir, am a dünya ve dünyanın dırm a suretiyle olan bitenle bağlantısını kurabilmekte­
değişmesi insan düşüncesinin bağlı olduğu ilkelere bağlı dir.
olmaksızın yürürlüktedir. Bilgi toplumunda yaşadığımız doğrudur. Ne var ki
Yirminci yüzyıl sona ermek üzere iken düşüncele­ yüzyüze geldiğimiz bilgi toplumu insanın hayatını yeni
rin dünyayı değiştirmeyeceğini söylemek bir çok insana şartlarda idame ettirebilmesini sağlayan bilgilerin birer
tuhaf gelebilir. Çünkü yaşanan hayat bir çok yönüyle in­ aygıt değerinde kalm asını sağlam ak suretiyle ayakta
sanın zihin etkinliklerine irtibatını sıkılaştırarak devam duruyor. Yani yaşam a araçlarını kullanm ak için gerekli
etmektedir. Yani beslenmeden sağlığa, eğlenceden eğiti­ olan bilgiler aynı zam anda düşünce yetimizi, değerler
me, ticaretten siyasete kadar bir çok insan faaliyeti belli silsilemizin yargılarını hesaba katm am ızı gerektirmi­
bir bilgi birikimini, belli bir düşünce sırasını devreye so­ yor, Tam tersine, bilgi toplumunda düşüncemizi ne k a­
karak yürütülebiliyor. İnsanlar yalnızca karmaşık ma­ dar az hesaba katarsak o kadar kolay yaşayabiliyoruz.
kinaları harekete geçirmek, kullanabilmek için değil, ay­ Eğer otomatik hareket etmeyi başarabilirsek bilgi toplu­
nı zamanda bu karmaşık makinaların düzenlediği hayat munda acıdan uzak, hazza yakın bir yaşama düzeni elde
içinde kendi hareketlerini sağlayabilmek için bir çok bil­ etmeyi başarabiliriz. Yani biz zihin etkinliklerimizi sa­
gi edinmek zorundalar. Yeryüzünü sıkıca kuşatmış olan dece hayatta kalabilecek ölçüde harekete geçiriyor ve in­
iletişim ağı bütün insanları enformasyon bombardıma­ san olma şerefiyle bilgi toplumunun gereklerini yerine
nına uğratıyor. Okuyan ve yazan insanların sayısı gün­ getirmek arasındaki bağı gölgede bırakıyoruz. Bir çok
den güne yükseliyor. Bütün bunlar dünyanın değişmesi­ bilgiden hayatımızı idame ettirmek için yararlanıyoruz,
ne düşüncelerin etkisinin olduğunu, dünyanın düşünce­ ama düşüncemizi bu işe hiç katm am aya özen gösteriyo­
ler yoluyla da değiştirildiğini gösteremez mi? Bilim ve ruz.
teknoloji arasındaki bağlantı düşüncelerin dünyaya şe­ Düşüncenin aslî karakteri bizatihi düşünceyi kav­
kil vermede ne büyük rol oynadığını ispat etmez mi? Hele ramaya çalışması ve bu çaba içinde açıklayıcı bir bütüne
bilimin düşüncelerle kurulan bir yapıya sahip olduğu yönelmesidir. Yani düşünce dediğimiz zaman günlük ha­
göz önüne alınırsa düşüncelerin dünyayı değiştirmediği­ yatımızın devamını sağlayan dar çerçeveyi aşan bir anla­
ni söylemek saçmalamak değil de nedir? Bütün bu soru­ m a bölgesine girme etkinliğini kastederiz. İşte, günü­
lara verilebilecek cevap düşüncenin aslî karakteriyle müzdeki siyasi, sosyal, iktisadi değişmelerin, aslî karak­
dünyanın aldığı biçim arasında bir neden-sonuç ilişkisi teri kavram a ve açıklama olan bu tarz düşünceyle bir
olmadığı ve insan düşüncesinin varm ak istediği so­ bağlantısı yoktur. Tipik vakıa resmi ideolojisi marksizm
nucun, giderek insan düşüncesinin açıklama peşinde ol­ sayılan Sovyetler Birliği'nin çözülmesi ve Doğu Avrupa
duğu hususların dünyadaki değişmeyi gerektirmediği­ ülkelerinin yaşadıkları bünye değişiklikleridir. Yaygın
k an aat bu ülkelerde belli bir düşüncenin (marksizmin)
46 47
iflâs ettiği, komünist ütopyanın çöktüğü yolundadır. Da­ örneklerini sunuyor. Her şeyden önce şunu biliyoruz ki
ha doğrusu yaygınlaştırılm ak istenen kanaat budur. Doğu Avrupa'da 1945 sonrası rejim değişikliklerini do­
Dünyayı değiştiren unsurun düşünceler olduğu doğru ol­ ğuran düşünceler (düşüncelerin bu ülkelerde rağbet ka­
saydı, bu görüşlerde bir isabet payı olduğunu da kabul zanması, benimsenmesi) değil, Kızıl Ordu'dur. Kızıl Or­
edebilirdik. Halbuki ne iflâs eden bir düşünce vardır, du’nun da düşünceyle, düşünmekle, h atta ahlâkla ne gi­
(Tacirler veya şirketler iflâs eder, düşünceler değil ve üs­ bi bir bağlantısı olduğu meraka değer. F akat konumuzu
telik her iflâsın kendisine mahsus şartlan olur.) ne de bir ilgilendiren kadarıyla dikkat çekici olan husus Doğu Av­
ütopya yıkılmıştır. (Zira ütopyalar yıkılabilecek bir ze­ rupa ülkelerinin günümüzdeki değişmeleri hangi şartlar
mine inşa edilirse kendileri olamazlar, yani ütopyanın altında ve ne gibi usûllerle yaşadıklarıdır. Değişmenin
ütopya olabilmesi için reel temelleri hesaba katmamak­ düşünceden çok farklı dinamiklere sahip olduğu her ül­
lığı gerekir.) kenin hangi yoldan geçerek değişmeye ayak uydurdu­
Eğer Rusya da bir düşünce iflâs etmediyse, bir ğuyla kolayca anlaşılabilir. Önceden geçim vasıtalarını
ütopya yıkılmadıysa ne oldu? Dünyanın bu yöresinde ya­ diğer Avrupa ülkelerine en yakın mesafede tutm a özeni­
şayan insanların hayatlarını idame ettirmek için kullan­ ni göstermiş olan Macarlar değişmeyi milli meseleleri­
dıkları araçlar dünyanın geri kalan bölgelerinde yaşa­ nin bütünlüğü içinde ve çatışmasız yürüttüler. Polonya­
yan insanların sahip oldukları araçlar karşısında yeter­ lılar 1970’li yıllardan getirdikleri mücadelenin bir uzan­
siz kaldı. Bugünün yetersizliği gerçekte dünkü yetersiz­ tısından fazlasını yaşamadı. Onların meselesi daha en­
liğin bir açılımından başka bir şey değildir. Çünkü belli ternasyonal, katoliklik ve yahudilikle tu h af bir alaşım
bir üretim kararının öngörülebilir sonucuna şahit olduk haline gelmiş durumdaydı. Çekler ve Slovaklar muhtaç
biz yalnızca. İflâs ettiği söylenen düşünce daha 1917'de oldukları para miktarına paralel bir kurtuluş (!) yaşadı.
ihanete uğrayan devrim" yaftasını boynuna asmıştı. Romanya CIA'nın kollarına atlam aktan başka bir değiş­
Daha sonra kapitalizmi silâhla değil, tereyağıyla yene­ me yolu bulamadı. Bulgaristan her zaman olduğu gibi
ceğiz diyen Nikita Kruşçev galibiyet ve mağlubiyet ka­ emirlere boyun eğdi.
nallarının neler olabileceğini serahetle ortaya koymuş­ Bütün bunlar olup biterken kimse Marx'ı tartışm a
tu. Yani düşünce veya düşünceler değildir değişmede rol gereğini duymadı. Çünkü daha önce de Marx olan bitenin
oynayan, sadece ve sadece kısa vadeli geçim yollarıdır. göstermelik bir mazeretinden fazla bir fonksiyona sahip
Elbette, bu geçim yollarının siyasi hayata, enformasyon değildi. Adına Komünist Partisi denilen ve her ülkede ik­
dünyasına, insanların aldanışa açık düş dünyalarına tidarı emaneten üstlenmiş bürokratik tabakanın da dü­
yansıyan çarpık hayalleri her zaman vardı. Halen de var. şünceyle bir ilgisi yoktu. Onlar da yaşanan hayatla sahip
Ama gerçek olan şu ki olan bitenin rüşvetle bağlantısı, olunan düşünceler arasındaki rabıtayı teminle vazifeli
düşüncelerle bağlantısından daha sağlamdır. saymazlardı kendilerini. Yaptıkları kendi geçimlerini te­
Tipik vakıamızın Doğu Avrupa'yı ilgilendiren yanı, min için ülkenin geçim yollarını kontrol altında tutm ak­
düşüncelerin dünyayı değiştirmediğinin daha belirgin
49
tan ibaretti. Ama çağlar boyunca yaşadığımız bir yanıl­ dadır. Bu çetin meselenin kesin çözümünü şimdilik erte­
sama Komünist Partilerinin sahnede oldukları zaman leyerek (Ayrıcı sormak gerekir: Meselelerin kesin çözü­
da yaşandı birileri kendilerini bir düşüncenin taşıyıcısı m ü var mıdır?) Çözüme giden yolda insan zihninin işleyi­
gibi takdim ettiler ve düşünmeye pek zaman ayırmayan şiyle ilgili bir kaç söz etmek mümkün.
kalabalık da böyle bir birlikte oluşu mümkün ve h atta
isabetli saydı. Uzun zaman Kilise'nin Aristoteles felsefe­ İnsan hayatı h er insan tekinin önce ve sonra hak­
siyle yüklü olduğu yanılgısı nasıl yaygınlaşmış ve kimi­ kında bir muhakeme yapması suretiyle devam eder. Ya­
leri bunun böyle bilinmesinden bazı kolaylıklar temin et­ şamak için neler yapmaya mecbur olduğumu önceden bi­
mişlerse Marx'la Komünist Partilerini yanyana anmak lirim ve eğer bu mecburiyetlerimi yerine getirmezsem
benzeri mülâhazaların ürünü olmuştur. Bugün dünyada sonra başıma neler gelebileceğinin öngörüsüyle yaşarım.
M arksizmin iflâs ettiğini ileri sürenler ve kom ünist Yani yaptığım her eylemde biraz geçmiş biraz gelecek
ütopyanın yıkıldığını söyleyenler bilerek veya bilmeye­ vardır. Benim insan olarak ufkum ne kadar geçmişi ve ne
rek bir şeyi gözden kaçırıyorlar. O da maksizmi dünya­ kadar geleceği kuşatıyorsa veya hangi türden bir geçmişi
nın başına saran odaklarla, bu sargıyı çözen odakların ve hangi türden bir geleceği kuşatıyorsa ben o seviyede
özdeş oldukları gerçeğidir. ve o türden bir insanimdir. Bu birinci nokta.

Özetle şunu ifade etmek mümkün: Bugün dünyayı İkinci nokta: İnsan olarak algı gücüm acılardan
değiştiren düşünceler değil, çıkar hesaplandır. Herbiri­ hızla kaçmayı bana telkin ederken hazlara aynı hızla
miz çıkar hesaplarım ız doğrultusunda bu değişmeye yaklaşmamı sağlamaz. Bunun böyle oluşunun kültürel
katkıda bulunuyoruz veya bu değişmeye katkıda bulu­ temelleri vardır. Sosyal zorlamalar, ahlâkî seçmeler vs.
nuyoruz veya bu değişmenin birer birimi haline geliyo­ F ak at bu kadarla kalmaz. Acılardan hızla kaçışımın,
ruz. Şimdi şu soru zihnimizi kurcalayabilir. Hem düşün­ hazlara yavaş yaklaşışımın yapımla (daha doğrusu bu
celerin dünyayı değiştirmediğini söylüyoruz, hem de in­ iki duyguyu yüklediğim anlamla) bağlantılı bir yanı da­
sanın düşüncesinden ayrılam ayacağını söylüyoruz. h a vardır. Acılar her zaman sinir sistemimle bitişiktir.
Eğer insan düşüncesinden ayrı olsaydı meselenin çözü­ Canım yanar, açlığımı hissederim vs. H atta manevi acı­
münü kartezyen bir düalizm içinde bulabilirdik. (Veya lar da derhal duyulan, ertelenemeyen ve sinir sistemime
bulmaya çalışırdık) Oysa şimdi değişmenin içinde ve dı­ hem etki eden etkinliktedir. Buna mukabil hazlar her za­
şında bir insanla karşı karşıyayız. İçinde çünkü çıkar he­ man tahayyül gücümle bende etki uyandırırlar. Acılan
saplan dünyayı değiştiriyor ve çıkar hesaplan bir (meta­ tahayyül etmem derhal duyarım. Hazları sadece tahay­
fizik) düşünce değilse bile zihne ilişkin, düşünceyle bağ­ yül ederim. H atta fiilen haz içinde olduğumda bile duy­
lantılı bir durumun sonucudur. Dışında, çünkü düşünce­ duğum hazzın başka durum larla yerine oturan, bazan
sinden ayrılmayan insan değişmeye etki edemeyen dü­ anılarla bazan metafizik konumumla ilişki halinde bulu­
şüncesiyle birlikte dünyanın uzağında bulunmak zorun­ nan bir özelliği vardır. Acı her zaman buradadır, haz her
zaman başka bir yerdedir.
50 51
Belirtmeye çalıştığımız bu iki noktanın birlikte
kavranışı biz insanların değişmelerin içinde bulunmak­
la beraber, düşüncelerimizi değişmeye sokamayışımızın
açıklamasını sağlayabilir. Ben hangi seviyede ve hangi
türden insan olursam olayım bir vakıa karşısında her­
hangi bir insanım. Oysa bir düşünceye ulaşmak için belli
bir seviyede ve belli türden bir insan olmak zorunlulu­
ğum vardır. Değişmeler eylemlerimin ürünüdür. Düşün­
celerimin değil. Düşüncelerimle eylemlerim arasındaki
bağlantıyı ben kuramam. Bu bir vakıa olarak ortaya çı­ İNSANSIZ DÜŞÜNCELERİN
kar. Tıpkı başkalarının eylemlerinin ortaya çıkardığı bir SERENCAMI
vakıa gibi.
Eğer biri kalkıp "düşünceler dünyayı değiştiremez"
Dünyaya ilişkin endişelerimizde düşüncelerimizle diyorsa, ona hemen şunu sormamız lâzım: Madem öyle­
bir bütün teşkil eden insanlar olarak biz m üslüm anlar dir, o halde bu türden bir düşünceyi belirtmekten kastın
hayatımızın başlangıcıyla sonunu birbirine çok yakın nedir? Düşünceler dünyayı gerçekten değiştirmiyorsa,
kılmaya yönelmişizdir. Hayat şahadetle başlar ve ömrü­ neden düşüncelerin dünyayı değiştirdiğine inananların
müzün yine şehadetle sona ermesini gözetiriz. Bu bitişin düşüncelerini değiştirmek istiyorsun? üstelik dünyayı
en şereflisi şehadetle olsun diye umarız. Dünyaya şahit değiştirmediğini bildiğin düşüncelerle uğraşmayı neden
olmak için uğradıksa, bu özelliğimizi kaybetmeden dün­ seçtin? İstesen de, istemesen de değişmekte olan dünya
yayı terkedelim isteriz. Biz dünyayı bırakırken dünya senin düşüncelerin beklediğin, arzuladığın değişmeyi te­
hâlâ olduğu gibidir, düşüncelerimiz dünyayı değiştirme­ mine kâfi gelmeyecek. Dünya yine değişecek, ama senin
miştir. Ve esasen değişen, hiç yerinde durmayan dünya düşündüğün gibi değil. Öyleyse düşünceleri bırak, eyle­
"bizim" değildir. me bak.
Böylesi bir itiraz yabana atılamaz. Düşüncelerin
dünyasıyla nesnelerin dünyası arasındaki uvusmazlık
veva kopukluk göze batar bir hale geldiğinde insanların
büyük çoğunluğu düşünceyi ve düşünmeyi bırakıp eyle­
me bakmayı tercih eder.Eylemi seçen i nsanların yürü­
dükleri iki ana yol vardır: Birincisi insanın yılgınlığı ka­
bullenisidir ki, bununla nesnelerin m utlak egemenliği
insan ben'ine yarar durum a sokulmak istenir. Yılgınlık
eylemini benimseyen insanlar karşılarına çıkan tatm in
52 53
vasıtalarını kendi ben'lerini sürekli hissedebilmek için
rülür. Burada nesneler ben karşısında önemlerini kay­
tüketirler. Yılgınlık belirtisinin aşırı biçimleri toplum
betmezler. Önemlerini korudukları için ve önemlerini
hayatında karşımıza ya cinsî münasebet düşkünlüğü ve­
korumak suretiyle ben'i büyütürler. Fırsatçılık eylemin­
ya kumarbazlık yah u t uyuşturucu iptilâsı şeklinde çı­
de ahlâkî değerler de nesneleşir ve toplum ilişkileri an­
kar. Her üç durumda da insan kendini nesneye (cinsî ob­
cak ben'le anlam kazanacak tarzda yorumlanır. Çünkü
je, para, uyuşturucu) bırakmış, am a nesnenin kendi be­
fırsatçı değerleri kullanılabilir özellikleriyle algılar ve
nini hissettirme gücünü kabullenmiştir. Her üç durum ­
gücü yeterse böyle algılatır.
da da dışta bırakılan ahlâkî değerler ve toplum ilişkileri­
nin ben’den gayrısına fayda sağlayan kısmıdır. Yılgınlık İnsanların büyük çoğunluğu düşüncelerle alış veriş
eylemine dalmak ben'den gayrısını ben'e feda etmek an­ halinde değil, kültürün kendilerine tanıdığı yer içinde
lamına gelir. Buna bencillik (egoizm) adı verilir ve insan yaşar. Bu yüzden ekseriyet (H. İbsen'in bir kahram anı­
için metafizikten uzakta durm anın uç noktasıdır. Dola­ nın ağzıyla söylersek; küstah ekseriyet) düşünceler ol­
yısıyla düşüncelerden kaçm ak bu yoldan çok kolaydır. madan eylemi devam ettirmenin yolunu tutm uş sayılır.
Aşırı uçlara varm adan (yani eroinman veya diktatör ol­
Düşüncelerden kaçarak eyleme bakm ak isteyen
madan) düşüncesiz hayatın her iki yolunda da taban te­
kimselerin yürüdükleri ikinci ana yol fırsatçılığı kabul­
per. Çoğunluğa mensup ortalama insan belli bir m iktar­
lenmek suretiyle açılmıştır. Fırsatçılık eyleminde nesne­
da bencil, belli bir m iktarda benlikçidir. Hepsinin göze
ler dünyası bir veri olarak göz önüne alınır. Ancak, fı rsat­
batmaz, herkeste bulunduğu için yadırganmayan iptilâ­
çı dediğimiz kimse, nesnelerin tatm in sağlayan gücüne
ları vardır ve kendilerinde fırsattan yararlanm a hakkı
kendini bırakmaz, bilâkis kendi ben'ini nesnelerdeki do­
görecek kadar üstünlük hissi içindedirler. Kısacası, orta­
yum yeren hassadan y u k an rıa tutar. Eylemini fırsatları
lam a insan nesneler dünyasının egemenliği altında ve
hesap ederek gerçekleştiren insanlar nesnelerden yarar­
nesnelere hükmetme tutkusu yedeğinde ömrünü tüke­
lanmaz, onları kullanırlar.Çünkü bu türden bir insanın
tir. Ortalama insanın hayatında düşüncenin yerini kül­
kendi ben'ini sürekli hissedebilmesi tatmin vasıtalarının
tü r tutar. Alışkanlıklar, örf, âdet, görgü, töre ve nihayet
tüketilmesi değil, onları kendi denetimi altında tutabil­
pazar ekonomisinin gerekleri... Bütün bunların yardı­
mesi suretiyle olur. Fırsatçılık eyleminde ben'in nesneler
mıyla insanlar düşünce dünyasına girmeksizin de günle­
dünyasının üstünde tutulm ası esastır. Buna benlikçilik
rini geçirebilirler, eylemde bulunmaları yeter.
(egotizm) adı verilir ve insanın metafizik anlayışı kendi­
nj rab sayması sınırlarında durm uştur. Bu yüzden dü­ Eylemde bulunm anın insan hayatını anlam lı kıl­
şüncenin kapsayıcı ve gerçekle irtibatlı vasıflan bilerek maya yetmeyeceğini eğer düşünmeyi bırakırlarsa insan­
inkâr edilmiştir. Fırsatçılık eylemiyle düşünceyi bırak­ lık özelliklerinden bazılarını kaybedeceğine inanan kişi­
manın toplum hayatında karşım ıza çıkan biçimleri te­ ler de vardır. Bu kişilerin bazıları filozof, ilâhiyatçı, bili­
kelci mülkiyet, ezici şöhret ve iktidar ihtirası olarak gö­ madamı, sanatçı ve siyasî önder olarak az veya çok tema­
yüz etmiş insanlardan müteşekkildir. Ama sayıca onlar­
54
55

I
dan k atk at fazla olan bazıları vardır ki, toplum içinde den kopuk hale gelişinin temelinde düşüncenin insansız­
dikkat çekmeden yaşarlar ve düşünce dünyasıyla sıkı il­ laşması var. Bunun yanısıra çok daha çılgınca bir duru­
gilerini koruyarak günlerini geçirirler. Bunlar çeşitli mu anmak zorundayız: Belki de düşünceler kendi karak­
dinlerin samimi sâlikleridir. terlerini kazanabilmek, düşünce niteliğine ulaşabilmek
Acaba düşünce dünyasını önem sahibi sayan ve bu için bir bakıma nesneler dünyasından uzaklaşmak, İn­
yüzden de düşünce dünyasını önem sahibi kılan bu in­ sanî diye bilinen özle belli bir uyumsuzluğu yaşar hale
sanlar eylemi bırak, düşünceye bak diyenlerden mi olu­ gelmek zorundadırlar.
şuyor? Daha doğrusu birilerinin böyle söylemeleri müm­ Bir mecaz olarak bile insansız düşüncenin nerede
kün müdür? Düşüncesiz insanlar olduğunu işittiğimiz ve nasıl güç kazandığını bilmek gerekir. Böylece düşün­
zaman, bunu aklımız alıyor. Fazla yadırgamıyoruz in­ cesiz insanlarla insansız düşüncelerin kesiştikleri nok­
sanların kimilerinin düşünceye ihtiyaç duymaksızın ve tayı sezmek mümkün olur. Daha da ötede, düşüncelerin
sadece alışkanlıklar ve görgü çerçevesinde yaşıyor oluş­ dünyayı değiştirmeyeceğini bilmemize rağmen niçin
larını. Düşüncesiz insan yaşar, peki, insansız düşünce hâlâ düşüncelerden vazgeçmeyişimizin açıklanmasına
yaşar mı? Pek muhtemel görünmüyor. Nitekim böyle bir da bazı kapılar açabiliriz.
ihtim al de yoktur. İnsansız düşüncelerin yaşayacağını
söylemek, tıpkı "kedi gitti, fakat gülümseyişi duruyor İnsansız düşünce bir bakım a m ezarında doğar.
orada" demek gibidir. Hiç birinsan eylemi bırak, düşün­ Akademik çevre devletin üvey evlâdıdır. Bu çevrede do­
ceye bak demez, diyemez. Düşüncesiz eylem olur, ama ğan düşünceler bir yapının teşrihine yönelmiştir. Bilim
eylem siz düşünce olmaz. Çünkü düşünce ister bir kavra­ adına yapılan pek çok şey önceden sınırları belirlenmiş
bir oyunun kurallarına uygun olarak yapılır. Devlet dü­
yış (concevoir) veya isterse bir dönüş, biryansıma (refle­
xion) olarak ortaya çıksın, her zaman harekettir. Bir ey­ şünceleri mezarında yaşam aya mecbur etmiş sayılır.
leyiş olarak düşünce insansız olmaz. Çünkü akademik çevrede yaşam asına imkân tanınan
düşünceler sadece özel filtrelerden geçmiş insanların dü­
İnsansız düşünce sözü bir mecaz olarak anlaşılma­ şünceleri olabilirler. Filtreler koymada, oyunun kuralla­
lıdır. Bununla İnsanî özü boşaltılmış, insanın yeryüzün­ rını keyfine göre belirlemede bir devlet diğerinden üstün
de bulunuşunun sebebiyle bağlarını koparmış veya ilgi­ bir konumda hiç bir zaman olmamıştır. Esasen akade­
leri insanın kaderinden uzaklaşmış bir azınlığın düşün­ mik çevrede düşüncelerin doğuşu bir yapının teşrihi ala­
celerinden; saptıkları cihette gerekli veya gereksiz ayırı­ nında kaldığı için düşüncenin doğumuna katılan kişile­
mı yapmadan her türlü kuruntunun büyütülmesine im­ rin veya bilim adamlarının az veya çok müsam aha gör­
kan veren kimselerin düşüncelerinden söz edilmek is­ meleri meselenin özünü değiştirmez. Kesin bilimlerde,
tenmektedir. Bu anlamda belki her çağda insansız dü­ pozitif bilimlerde ve insan bilimlerinde araştırılan yapı
şünceler oldu. Belki de her çağda nesneler dünyasıyla yürürlükteki ilişkileri haklılaştırm ıyorsa, en azından
düşünceler dünyasının böylesine uyuşmaz ve birbirin­ sözkonusu ilişkilerin gerçek tabiatını izahtan uzakta
56 57
za şaşmamalı. Yukarıdaki geziyi "düşünceleri bırak, ey­
durmalıdır. Akademik düşüncenin mezarında doğuşu,
leme bak" denilebileceği halde; "eylemi bırak, düşüncele­
onun aynı zamanda bir insansız düşünce oluşunun açık­
lamasıdır. re bak" demlemeyeceğini göster mek kastıyla yaptık.
Şimdi dünyayı değiştiremeyeceğini öne sürdüğümüz dü­
Akademik düşüncenin devlet tarafından öz evlât şüncelerin insanla (ve hîn-i hâcette müslümanla) ilişki­
telâkki edilmesi, bu düşüncenin insansız oluşu yönünde sini göstermeye çalışalım.
daha vahim bir durum ortaya çıkarır. Eğer devlet düşün­
ceyi öz evlâdı sayma eğilimi gösteriyorsa, bunun anlamı İnsansız düşünceler yapıyı (maddenin yapısını,
düşüncenin bir iktidar kılıfı olarak kullanılabileceğidir. toplumun, zihnin yapısını) çözümlemeye çalışır. Ayırdet­
Artık ortada bir mekanizmanın yakıtı olma düzeyinde tiği özellikleri yeni bir kullanım aracı elde etmek için tek­
düşünceler dolaşıyor dem ektir bu. Akademik çevreyi ra r birleştirir. Varmak istediği sonuç teşrih ettiği yapı­
üvey evlâdı sayan devlet buradan doğacak düşünceleri dan ben adına yararlanm aktır. İstediği sonuca tarih
bir çit içinde ve denetlenmiş tutm akla yetinebildiği hal­ içinde varabilmiş değildir ve varması da muhaldir. Çün­
de, aynı devlet tavır değiştirip akademik çevreyi öz evl­ kü önce çözümlemesi tamama ermemiştir, buna mukabil
âdı sayma tutumu takındı mı, insanlara ve insanlığa sal­ o eksik bilgileriyle araçlar elde etmekten geri durmamış­
dırmayan düşünce yokluğa mahkûmdur. Devletin öz evl­ tır. Yetersiz çözümlemesinin temin ettiği elverişsiz araç­
âdı olarak düşünce bir sopadır, başka bir şey değil. la giderek bulanıklaşan amacı onu bencil ve benlikçi dai­
reden dışarı çıkarm am aktadır. Dünya değişmekte, in­
Düşüncelerin insansızlaşm asının varabileceği uç san eylemleriyle bu değişmeye hem katılm akta, hem
nokta düşüncelerin ortalam a insanla m utabakatıdır. katkıda bulunm aktadır ve fakat düşünceleriyle değiş­
Şimdi bu durum size tuhaf gelebilir, çünkü sanki insana menin yönü arasındaki bağı bir tü rlü kuram am akta­
ulaştığı zaman insansızlaşan bir düşünceden söz ediyor
dır.
gibiyiz. Ama ilk bakışta göründüğü gibi değil bu olay. Or­
talam a insanla tetabuk ettiğinde insansızlaşm asının Düşünmeyi bırakm ayan insanların içinde bulun­
son sınırlarına varan bu düşünce gerçekte, akademik dukları, bir parçası oldukları ve kendilerini değişmeye
mezarında doğup, devletin özel kanallarında gürbüzle­ zorlayan yapıyı, yapılan çözümlemeden vazgeçmeyecek­
şerek kollarını ortalam a insana açan düşüncedir. Esa­ lerini; en azından analizcilikte direnmeseler bile haber­
sen bu tarz bir düşünce ortalama insandan başkasına da dar olmada, farketmede direneceklerini kabul etmeliyiz.
ulaşamaz. Çünkü ortalama insan bencil ve benlikçi özel­ Toplum içinde dikkat çekmeden yaşayan, düşünce dün­
likleriyle düşünce dünyasını değil, nesneler dünyasını yasıyla ilgilerini koruyan ve bu ilgilerinin samimiyeti
seçmiş olandır. O halde bizatihi nesne haline gelmiş ve nispetinde kendilerini ortalama insan olmanın bencil ve
doğuşunu insanı safdışı bırakmaya borçlu olan düşünce benlikçi nakısalarından arındırabilmiş insanlar -husu­
ortalama insanın eylemiyle örtüşecektir. sen m üslüm anlar- bu tarzda bilgilenmeden uzak dur­
mayacaklardır. Onları Türkiye'yi kim lerin yönettiği,
Dönüp dolaşıp yine kalktığımız noktaya vardığımı­
59
58

İ
Türkiye de kimlerin yönetildiği, Türkiye'yi kimlerin yö­ mayışındandır. Bir hadîs-i şeriften öğrendiğimiz: sevdi­
netemediği, Türkiye'de kimilerin yönetilemediği yaki­ ği veya iğrendiği her şeyden müslümana yakışan, dinle­
nen ilgilendirir. Fakat onlar bu bilgilenmelerini bir araç mek ve itaat etmektir. Ancak o, bir günah işlemeye emro­
elde ederek, mevcut yapıdan yararlanmak için harekete lunursa, o taktirde ne dinler ne de ita a t eder!" hükm ü­
geçirmezler. Öyle olsaydı, daha başından düşünceyle nün düşüncelerle aram ızdaki ilişkinin anlam landırıl­
bağlarını asgariye indirerek yılgınlık ve fırsatçılık yolla­ ması bakımından da bize ışık tutacağını kabul edebiliriz.
rını seçerlerdi. Yani düşünceler müslümanın neyi dinlemeyeceği, neye
itaat etmeyeceğini bilmeye yarayan zihin etkinlikleridir.
Müslümanlar düşünceyle ilgilerini şahsiyetlerinin
Düşüncelerin keyif veren uyuşturucular ve şatoları yıkan
olgunluğa varmasını hızlandırmak kastıyla kuruyorlar.
toplar gibi algılanmaları sadece düşüncelerin aslî karak­
Bu yüzden "düşünceyi bırak, eyleme bak" demedikleri gi­
terini kaybetmesi yüzünden değildir, onları nesne telak­
bi, (oysa bunu demek mümkün) "eylemi bırak, düşünce­
ki eden insanın da insanlık vasıflarından uzaklaşarak
ye bak" (böyle söylemek zaten imkânsız) da demiyorlar.
nesneleşmeye rıza göstermesi sebebiyledir. İnsansız dü­
Bunun anlamı M üslüm anların hayatlarını düşünceyi
şüncelerle dünyayı değiştireceklerini vehmedenler Al­
(tefekkürü) bırakm adan ve eylemi (niyeti ve ameli) ter­
lah'ın rahmetine muhtaç olmadıkları cüretkârlığını gös­
ketmeden devam ettirm e zorunluluğunu yüklenmiş ol­
terirler, ama onların da elinden fazla bir şey gelmez.
malarıdır. Düşünceyle ve eylemle bu sıkı irtibat insana
(müslümana) bilgi alanına giren unsurlar yardımıyla ba­
zı "ideolojik silâh lar" imâl etme gücü kazandırmaz. Za­
ten müslümanın bilgi edinme tarzı yeni bir nesne veya
tasavvur ortaya çıkarmak (bid'at) değil, içinde bulunu­
lan ortamda kendi değerlerini koruyabilmek yolunu (sa­
dakat) farketmek içindir. Biz eylemlerimizi nasıl sadece
maddi değil, aynı zam anda manevi bir ortamda ifa edi­
yorsak, eylemlerimizin sadece maddi olmayan, aynı za­
manda manevi olan sonuçları da doğmaktadır. Düşünce­
lerimiz dünyayı değiştiremez, am a insan olarak bizim
hayr veya şerr ortamı haline dönüşmemize yol açar.
Düşüncelerin birer arınm a unsuru olarak hayatı­
mızda yer tutuşu onların başka bir sebeple yani ben'i his­
setmek, ben'e üstünlük sağlamak üzere bizimle bağlantı
kuramayışlarından, düşüncelerin ben duygusunu azdır­
mak için arzedildiği zaman müslüman için anlamlı ol­
im kânları ortadan kalktığı için bir milyonu aşkın Ceza­
yirli(!)nin bu toprakları terketmesine sebep olacak bir si­
yasî-sosyal değişme dünya sistemini yakından ve doğru­
dan ilgilendirmektedir. Eğer dünyada Batı medeniyeti­
nin akibetinden endişelenen ve bu medeniyetin geleceği­
ni kendi geleceğiyle irtibatlandırmış insanlar yaşıyorsa,
bu insanlar nazarında Cezayir'de doğacak İslâmî iktidar
gerek İran devriminden ve gerekse Afganistan cihadın­
dan daha büyük önem taşıyor dememiz mümkündür.
DÜŞÜNCELER İNSANLARA Meseleyi doğru kavramak için m üslüm anların bü­
KAVUŞUNCA tün dünya için taşıdığı anlamı ve dünyanın aldığı biçim­
de tuttukları yeri doğru tespit etmek gerekli. İlk farketti­
Cezayir'de "selâmet cephesi"nin bütün dünyada
ğimiz husus müslümanların merkez-çevre (metropolis-
merak ve bütün Türkiye'de telâş uyandıran 12 Haziran
atağı Cuma M ektupları'nda dile getirmeye çabaladığı­ periphery) ilişkisi içinde çevre alanında kaldıkları, mer­
kezin güç ve im kânlarından faydalanabilecek bir konu­
mız gerçekler doğrultusunda anlamlandırılabilir mi? Bu
m u ele geçiremedikleridir. Yani İktisadî yapı dolayısıyla
sorunun cevabına geçmeden soru içinde ileri sürülen id­
diaların ne ölçüde ağırlık taşıdığını bir yoklayalım. Ceza­ gelirini kaybeden, siyasî yapı dolayısıyla alman kararla­
ra boyun eğen, sosyal yapı dolayısıyla da biçimlenmeyi
yir yerel seçimlerinde alman sonuçların dünyada merak
kabul eden ve bütün bu vakıalar gerçekleştiği için de de­
Türkiye'de telâş doğurduğunu ifade etmek bir bakıma
netim altında tutulabilen ülkeler arasındadır müslüman
isabetli sayılmayabilir. Gerçi Türk ve dünya basınında
konuya haber düzeyinde gereken yer verilmiş ve belli yo­ ülkeler. Müslüman ahali de çevre ahalisidir. Bu demek­
tir ki müslümanların yaşadığı ülkelerde kazanç sahibi
rum larda bulunulm uştur; am a dikkatlerin birdenbire
olabilmek, iktidar imkânlarını kullanabilmek ve sosyal
Cezayir'e çevrildiğini ve dünyadaki değişmelerde bu ül­
anlamda geçerlilik elde edebilmek için "merkez"in lehine
kenin tutacağı yeri merkeze almak eğiliminin güçlendi­
bir tutum sergilemek veya en azından merkez-çevre ara­
ğini söylemek pek kolay değil. Basın bilerek veya bilme­
sındaki metbû-tâbî ilişkisini sarsacak bir tehlike (!)yi
yerek Cezayir'deki muhtemel iktidar değişikliğine ve bu
ülkede m üslüm anların k arar sahibi olabilecekleri bir tem sil etmemek zorunludur. Merkez-çevre arasındaki
toplumsal harekete ilgisini sınırlı tutuyor. Yine de, dün­ bu fiili durumun önemli biryanını da bilgi, bilim, ideoloji
ve düşünce alanındaki faaliyetler oluşturm aktadır. Hele
ya sisteminin iplerini elinde tu tan odakların Cezayir
İslâmî konularda bu ilişki düşündürücüdür: "Chicago'da
olaylarını merakla ve sistemin Türkiye'deki uzantıları­
ne söylenmiş ve Montreal'de ne yazılmışsa Kahire'de ve
nın da telâşla izlediklerini tahmin edebiliriz. Çünkü İslâ­
mî bir yaşama tarzı ülkeye hakim olduğu taktirde hayat Karaçi'de işitiliyor ve okunuyor." Bütün tehlike ilişki yö­

62 63
nünün aksine çevrilişindedir. Bunun başlangıcı hiç şüp­ kalabalığından, doğal kaynaklara sahip olmaktan, zen­
hesiz birbirini işiten ve birbirini okuyan "çevre" ahalisi­ gin bir tarihî birikimin mirasçısı olmaktan daha farklı
dir. özelliklerle dolu donatılmış olduklarını farkedebiliriz.
Kendi aralarındaki hiyerarşiyi ve tabakalaşma dü­ Müslüman ülkeler her ne kadar "çevre" ülke iseler de, ay­
zenini korumakla birlikte merkez ülkelerin kazanç, ka­ nı zamanda Avrupa'yı çevrelemiş ve bir bakıma "kuşat­
rar ve tarz (veya üslûp) bakımından elde tuttukları ortak mış" ülkelerdir. Bunun anlamı müslüman ülkelerde ce­
bazı imtiyazları vardır. Bu imtiyazlarını idame ettirebil­ reyan edecek sistem aleyhtarı değişmelerin en azından
mek için çevre ülkelerin düştükleri İktisadî tuzaklardan, iktisaden Avrupa'yı etkileme imkânını ellerinde tuttuk­
çevre ülke yöneticilerinin kendi ellerine teslim ettiği si­ larıdır. Avrupa'nın ekmeği müslüman ülkeler kuşağı se­
yasî kozlardan ve çevre ahalisinin kişiliksizleşmesinden bebiyle her zaman aslan ağzındadır. Bu gerçek müslü­
yararlanırlar. Merkez ülkeler için tehlike sırası bu imti­ m anların yaşadığı ülkelerde fazlasıyla dikkat çekici bir
yazları sona erdirme gücüne sahip ülkeler arasındaki sı­ husus sayılmaz. Çünkü olayın seyrinden menfi yönde et­
ralandırm adır. Bu yönüyle coğrafî yerin önemi büyük­ kilenecek olan bizzat Avrupa'dır ve Avrupa için bu göz­
tür. Ama coğrafî yakınlıktan çok daha önemlisi bir çevre den hiç uzak tutulmayacak bir hayatiyete sahiptir. Av­
ülkenin merkez ülke ahalisine herhangi bir konuda ör­ rupa'yı çevreleyen ülkelerdeki h er türlü kıpırdanış k ar­
neklik edip edemeyeceğidir. Konuyu bu esas dahilinde şısında dünya sisteminin son derece hassas davranması­
kavradığımızda Japonya'nın tipik bir ülke olduğunu gö­ nın ve bu ülkelerin girdi çıktısıyla yerli ahaliden daha
rürüz. İktisadî gücü ve başarısı ne olursa olsun (gerçi J a ­ çok ilgili kalmasının sırrı buradadır.
ponya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki iktisadî ba­ Müslüman ülkeler Avrupa için sadece bir kuşatıcı,
şarısının hangi m ahiyette olduğu bütün boyutlarıyla dıştan bir baskı unsuru olmaları (olma ihtimalleri) yü­
tartışılm alıdır), askerî potansiyeli ne ölçüde yüksek zünden tehlikeli sayılmıyorlar. Modern zam anlarda
olursa olsun Japonya dünya sistemi için tehlike sınırla­ müslüman ülkelerin Avrupa'ya sızma, Avrupa'ya nüfuz
rına zor girer, girdiği kadarıyla bu dolaylı bir tehlikedir. etme tehlikesinden sözedilebiliyor. Bu noktada iki yanlış
Coğrafî yeri itibariyle Japonya dünya sisteminin ekme­ anlamaya dikkat çekmek istiyorum. Müslüman ülkele­
ğini elinden alabilecek erimde değildir. Bundan çok daha rin Avrupa'ya sızması veya nüfuz etmesi derken ne göç­
önemlisi, Japonya'nın merkez ülke ahalisine teklif ede­ men işçilerin (işçi olmasa bile müslüman ahalinin) bu kı­
ceği öz değerleri yoktur. Bu bakımdan İkinci Dünya Sa­ tadaki fiili varlığından, ne de devletlerin resmî politika­
vaşı sonrasında ABD ve SSCB bile Avrupa karşısında larının meydana getireceği müdahaleden bahsedilmi­
tam bir başarısızlığa uğramışlardır. İdeolojik yaygınlığı­ yor. Gerçekte bu iki unsur da Avrupa'ya etki edebilecek
na rağmen Moskova'nın, doların cazibesine rağmen New yeterlikte değildir. Dünya sistemi göçmenlerin erimeye
York’un kültürü yönlendirici vasfı baskın çıkmamıştır. eğilimli olanlarını eritebilecek, erimeye direnenleri de
Bu mülâhazalar altında müslüman ülkelerin nüfus toplum dışı tutabilecek im kânlara hem malî bakımdan,

64 65
hem de ideolojik hazırlığı itibariyle sahiptir. Müslüman yorsa; aynı durum her iki Avrupa ülkesi için de geçerli­
devletlerin resmî politikaları yoluyla müdahale ise ciddi­ dir. İngiltere bir istisna gibi görünüyorsa da orada bile
ye alınmayacak kadar dayanaksız, çocukça bir yaklaşım­ canavarın yumuşak karnı refahın ve bilginin (ikisi birbi­
dır. Modem zam anlarda müslüman ülkelerin Avrupa'ya rinin yanında, ikisi aynı zamanda) sosyalleşmesidir. Ya­
"içten" etkisi bu kıtada geleneksel değerlerin güç kazan­ ni dünya sisteminin çöküşü bugünün zengin ve fakirleri­
ması, bir ölçüde canlanması suretiyle olabilir. Dünya sis­ nin yer değiştirmeleri, bağımlılık ilişkisinin tersine çev­
teminin tehlike olarak gördüğü budur. rilmesi gibi bir sonucu doğuracak değildir. Bütün millet­
lerin, bütün kültürlerin yaşama, serpilme ve temelinde
Gelenek (Avrupa'yı derinden ilgilendirdiği şekliyle
yatan değerlere sadakat gösterme im kânına kavuşacak­
İbrahimî gelenek) müslüman ülkelerde baskıya maruz
la rı bir sonuca dönüktür. Dünya sistemi geleneği adım
kalmasına, dünyevî (secular) akımların çok yönlü tasal­
adım bertaraf ederek mutlakiyetçi gücüne ulaştığı için
lutuna uğramasına rağmen insan bütünlüğü içinde (ya­
bu gücünü ancak geleneğin hayatiyet sahibi olduğu yer
ni bu geleneği bünyesinde taşıyan şahısların etkinlikle­
ve zamanda kaybetmeye başlayacaktır. Geleneğin yaşa­
rini korumasıyla) hayattadır. Avrupa'yı çevreleyen ülke­
dığı yer Çin değil, Afrika değil, Tibet değil müslüman ül­
lerden herhangi birinde gelenek maruz kaldığı baskıyı
kelerdir. O halde dünya sistemi gücünün müslüman ül­
üstünden atabilecek yetkinliği gösterir, dünyevî sapkın­
kelerde sona erdiğinin şimdiden farkındadır. H atta met­
lıklar karşısında karm aşaya kapılma düşkünlüğünden
ropol ülkelerdeki kurtuluş eğilimlerinin Müslüman ül­
kurtulabilirse, böyle bir oluşumun varacağı sonuç dünya
kelerdekilerle sıkıca irtibatlı olduğunu yakından bil­
sistemi karşısında alternatifler üretebilen bir Avru­
mektedir.
pa'dır. Dünya sisteminin Avrupa kıtasında içten çöküşü
bu kıta üstünde yaşayan insanların Asyalılar veya müs­ Dünya sistemi 16. yüzyıldan bu yana önce Avru­
lümanlar tarafından istilaya uğramaları suretiyle değil, pa'da, sonra bütün dünyada geleneği yıkıp yerine yeni ve
kendi değerlerini yeniden keşfetmeleri sonucunda ger­ pervasız düşünceler yerleştirme politikasıyla mesafe ka­
çekleşebilir. Dikkat ederseniz dünya sistemi Avrupa’da tetti, gücünü pekiştirdi. Dünya sistemi hep insanların
millî kimlik arayışına müslüman ülkelerdeki kadar (bel­ önüne kavuşulacak düşünceler koydu, insanlann düşün­
ki onlardan da fazla) hassas bir tepki göstermektedir. Bu celere kavuşmasını kurtuluş için öngördü. İnsansız dü­
yönüyle basın Avrupa'da daha yoğun bir denetim altın­ şüncelerin, düşüncesiz insanları yönetmesine uygun bir
dadır. ortamı destekledi. Bugün vardığımız aşamada ise farke­
Nasıl Türkiye'de büyük çoğunluğun gerek seçim dilen husus dünya sisteminin ölüm ferm anının ancak
vasıtaları bakımından, gerekse millî şahsiyeti bakımın­ düşüncelerin insanlara kavuşmasıyla yazılabileceğidir.
dan kendine gelmesi, çıkarlarını farketmesi ve imkânla­ İnsanların düşüncelere ulaşmak kastıyla ütopyalar ve
rını millete hasretm esi dünya sisteminin çıkarlarına radikalizmler peşinde ömür tüketmeleri dünya sistemi­
ters düşüyor ve bu yaklaşımda ölümcül bir tehlike görü­ nin işine gelir. Ama düşünceler insanlara kavuşunca her

66
ferd, h er millet özünde bulunan değerlerin tezahürüyle
larından müslüman kisveli olanları patronlarının hesa­
m utabakatını arayacak, bulmaya çalışacaktır. Fichte
bına yeni bir siyasî parti bile tezgahlamaya (hatta bunun
(1762-1814) bunu şu sözlerle ifade etmişti: Werde, der du
sistem tarafından garantilenmiş yüzdesini de vererek)
bist. (Neysen o ol).
girişebilirler. Korkunun ecele faydası olmadığı gibi dün­
Cezayir'de "selâmet cephesi"nin dikkat çeken oy ya olaylarının seyrine de heva vü heveslerin katkısı yok­
kazancı bütün dünyada merak uyandırdıysa bunun se­ tur. Bütün mesele insan tekinin kendi sorumluluğunu
bebi Cezayir'in İslâmî bir yönetim altında dünyaya teh­ bilip bulunması gerektiği yeri anlamaya çalışmasında­
ditler savuran bir ülke haline gelme ihtimali değildir. Ce­ dır. "Ben günlük ekmeğimin peşindeyim" diyen bir kişi­
zayir'in Cezayir için yapacakları dünya sisteminin gözü­ nin, "yerini almak" konusunda söyleyecek fazla sözü ol­
nü korkutm aktadır. Avrupa'ya örneklik edebilecek bir m asa gerek.
gelenek bağlantılı hayat tarzı Cezayir'de düşüncelerin
Gelelim Cuma Mektuplarında yazılanlarla Cezayir
nihayet insanlara ulaştığının göstergesi olabilecektir.
olayları arasında bir anlamlı ilişki olup olmadığı hususu­
Mamafih, henüz Cezayir'de bir yönetim değişikliği söz­
na. Türkiye'de yaşayan müslümanlar olarak sadece Ce­
konusu değildir ve olayların nasıl seyredeceğini bileme­
zayir olaylarına değil, dünyadaki bütün gelişmelere iki
yiz. Ama Cezayir olayları Türkiye'de (sağcı ve solcu çev­
esası gözden uzak tutm aksızın bakm ak zorundayız.
relerde) telâş uyandırmışsa bunun sebebini bilmek zo­
Bunlardan birincisi içinde bulunduğumuz durum u ol­
rundayız. Görüyoruz ki, bu telâşın sebebi bütün dünyada
masını istediğimiz gibi değil, olduğu gibi anlamaya niyet
sistem yandaşlarının veya sistem uzantılarının telâşıyla
etmek. Bu esası önemsediğim için ben 1979 yılında İran
aynı titreşimdedir. Türkiye'nin kendi kendini kolonileş­
devriminin diğer müslüman ülkelere "ihraç" edilebilir
tiren anlayışının yerini kendi kendini var kılan değerle­
vasıflar taşım adığını belirtmiştim. Bugün Türkiye'nin
rin keşfine ve dünya üzerinde kendi özünü önemseyen
kimler tarafından yönetildiği ve Türkiye'de kimlerin yö­
bir eğilimi güçlendirmeye bırakacağından korkulmakta­
netilemediği meselelerini dile getirme gereğini duyuyor­
dır.
sak gerçeği olduğu gibi anlama ve düşüncelerin bize ka­
Türkiye'de bazan "sol" diye tesmiye edilen, ama da­ vuşması için zihnimizi elverişli konumda tutm a çabala­
ha doğrusu İslâm'dan bihaber k an at denilmesi gereken rını gösteriyoruz demektir. Düşünceler türetip onların
çevrelerde Cezayir olaylarının genel bir "İslâm korkusu" içine kendimizi yerleştirmeye çabalamak yerine hangi
çerçevesinde ele alındığını ve onlar için Cezayir'de İslâmî düşüncenin bize kavuşmasıyla "hak" yerini bulur ve böy­
bir iktidarın iş başına gelmesinin "yeni bir İran" sanıl­ lece biz yerimizi almada isabet etmiş oluruz endişesi bizi
m aktan ötede bir anlam taşımadığını söylememiz müm­ değişmeler ve düşünceler arasındaki bağlantıyı araştır­
kün. F akat sağda Cezayir olayları dolayısıyla hissedilen maya sevkediyor.
tedirginliğin ileride rahatsızlığa dönmesi sözkonusu ola­
Dünyadaki gelişmelere bakarken gözden uzak tu t­
bilir. Dünya sisteminin Türkiye içindeki uyumlu unsur­
mamak zorunda olduğumuz ikinci esas bulunduğumuz
68
69
noktaya gelinceye kadar yürüdüğümüz bütün yolun bi­
zimle geldiğidir. Yani bulunduğumuz yere yürüyüp gel­
diğimiz yollan da getiriyoruz. İnsanın ve insanlığın ya­
şadığı hiç bir zaman boşuna yaşanmış bir zaman değil­
dir. İnsan sadece vakit kaybettiğini sandığı zaman bir­
şey kaybeder, yani elindekinin farkına varmadığı zaman
zarardadır. Eğer bir Fransız sömürgesi olarak Cezayir
yaşadığı zamanın boşuna olmadığını anlayacak noktaya
gelirse, kendi kendini sömürgeleştirmiş bir ülke olarak
Türkiye de yaşadığı zamanın değerini bilebilecek de­ ÇANKAYA SİZE YETER!
mektir. Buna Osmanlı batılılaşması ve Cumhuriyet dö­ Cumhuriyet rejiminin mektep çocuklarına ezber­
nemi de dahildir.
lettiği k ıtalard an biri de Kemalettin K am unun: "Ne
Türkiye'de İslâmî mücahedenin m üslüm anları fe­ örümcek ne yosun/Ne mucize, ne füsun/Kâbe arabın ol-
rahlatacak bir safhaya ermesi, ancak Türkiye'de yaşa­ sun/Bize Çankaya yeter." Böyle bir manzumenin yazıl­
yan bütün insanların bu gelişmeden yararlanabilecekle­ m asını mümkün kılan zihniyet Türkiye'de 29 Ekim
ri bir çerçeve içinde gerçekleşebilir. Bunun için de dünya­ 1923'ten 14 Mayıs 1950'ye kadar, yani çeyrek yüzyılı
daki sistem aleyhtarı güçlerin kendi kurtuluşlarına gi­ aşan bir süre boyunca gerek ideolojik dayanaklar bakı­
den yolda mesafe katetm eleri gereklidir. Düşüncelerin mından ve gerekse bu dayanakları besleyen siyasi şart­
insanlara kavuşması için yolu açık tutmalıyız, insanları lar bakımından gücünü korudu. Söz konusu zihniyetin
düşüncelere götürmek isteyen dünya sistemi onları gö­ ideolojik dayanakları Osmanlı İm paratorluğundan ka­
türdüğü yerde yönetmeyi başarabilmektedir. Herkesin lan topraklar üstünde İslâm kültüründen kopuk bir dev­
yerini alması dünya sistemini felç edecektir, çünkü taş let kurmaya ve siyasi şartlan da kurulan bu devlete hal­
yerinde ağırdır. kın iştirakini önlemeye matuftu.
İslâm kültüründen kopuk bir devlet kurm anın ge­
rekçesi olarak yeni bir hayata geçmenin ancak eski kül­
tü rü n tutucu yükünden kurtulm akla müm kün olacağı
iddiası getiriliyordu. Oysa farkına varılmayan veya bile­
rek görmezlikten gelinen husus eğer Osmanlı batılılaş­
ması süresince Türkiye'de yeni bir hayata doğru bazı atı­
lımlar yapılabilmişse bunların herbirinin halkın İslâm’a
olan bağlılığından doğan bir canlılıkla gerçekleştirilebil­
miş olduğuydu. Yenileşme çabalarında karşı karşıya ge­
70 71
tirilen iki görüşün bir kanadını örf teşkil etmişse diğer ni düzenlemenin zemininde esas ve temel kabul edilme-,
kanatta her zaman İslâm'ın aslî değerleri yer alırdı. Do­ meşine rağmen Türkiye'de yeni bir rejim nasıl kurulabil­
layısıyla İslâm kültürünü toplumun kabuk değiştirmesi di? Bu sorunun cevabı Türkiye'de devletin ve halkın bir­
yönünde bir tutucu güçmüş gibi görmek belki modernleş­ birinden görece kopukluğunda bulunabilir. Devlet arala­
me tartışmaları için her iki kanadın da samimiyetsizliği­ rındaki iletişimi en kolay kurabilen asker bürokratların
ne bir açıklama getirebilirdi, ama İslâm'dan uzaklaşma örgütüydü. Bürokrasinin sivil kesimi ya üniformalarını
yeni bir hayatın sağlam bir başlangıç noktası kabul edi­ çıkarmış askerlerden veya askerlerin doğrultusunda ka­
lemezdi. rarla r almayı peşinen kabullenmiş kadrolardan m üte­
şekkildi. Halk ise aralıksız savaşlar yüzünden ruhen yıl­
Osmanlı batılılaşmasından farklı olarak cumhuri­ gın, maddeten fakir bir insanlar kalabalığıydı ki, arala­
yetle gelen yeni bir hayatın kurulması için gereken mal­ rında mesleki dayanışma gibi bir bağ bulunmadığı gibi
zeme İslâm kültüründen sağlanamayacağına göre ancak mesleki üstünlüklerinin kabul edilebileceği bir ortam ­
yabancı bir kültürden ödünç alınabilirdi. Nitekim de dan da mahrum durumdaydı. Yani Türkiye'deki rejim
böyle oldu. Cumhuriyet rejimi hukuk sistemini, sanat il­ değişikliği bürokrasinin bir iç hizmet meselesi olarak y ü ­
kelerini, dilini, eğitimini, kıyafet ve m uaşeretini Avru­ rürlüğe kondu ve sadece böyle yaşayabildi.
pa'lı çeşitli ülkelerden ödünç aldı. Neden "ithal etti" de­
miyoruz da ödünç aldı diyoruz? Çünkü "ancien régime" Kurulan yeni rejim İslâm kültüründen kopuk vasfı­
sonrasında türeyen yeni tip Avrupalı kendine mahsus nı devam ettirebilmek için devlete halkın iştirakini önle­
değerlerin ihracına cevaz vermiyordu. Bu konuda kendi mek zorundaydı. Bu mecburiyeti yerine getirm ek çeyrek
müstemleke ve dominyonlarına karşı da pek cömert sa­ asır boyunca hiç zor olmadı. Yapılan küçük bir tecrübe
yılmayan Avrupa öz değerlerinin bazı ürün-sonuçlarını halkın iştirake hevesli olduğunu göstermişti. Serbest
ariyeten yabancılara veriyorsa bunun tek sebebi, o ya­ Fırka'nın ömrü üç ay sürdü (1 930). Rejimin sıhhatinin
bancıların Avrupa'ya karşı tehlikeli olmama sınırları devlet örgütünden halkın müdahalesini uzak tutm aya
içinde kalmalarının bir işaretini ele geçirebilmekten iba­ bağlı olduğu pekişince sistem kendini bu gerçek doğrul­
rettir. Avrupalı olmayan ülkeler bu ürün sonuçları tusunda yeniden düzenledi. İdeolojik ayırım telâffuz edi­
ödünç aldıkları süre boyunca bir örnek olarak kullanıp len ideolojik ifadeden daha farklı bir esasa bağlandı.
kendilerine mahsus başka bazı ürün-sonuçlara ulaşabi­ Devlet yalnız kendi tuttuğu siciller uyarınca ve yaptığı
lirlerse ne alâ, eğer bunu başaramazlarsa ömür boyu Av­ özel uzlaşmalar gereğince sadece kendi bildiği bir işleyişi
rupa'nın tekdiri, tahkiri ve her ikisinin sonucu olarak benimsedi. Sosyal vakıa ne olursa olsun devlete aidiyet
tehditi altında bulunacaklardı. bağıyla bağlı bulunanların imtiyaz ve güvenlikleri saklı
kaldı. Başlangıçta mahfuz tutulan bu güvenlik alanı pek
Gerçekçilikten uzak bazı fikri kabullere dayanma­
kaba sayılırdı. 1950 yılına kadar devlete ait olmakla dev­
sına rağmen, ne yaşanan hayatı, ne üstünde yaşanılan
let memuru olmak bir bakıma aynı şeydi. Bir kere devlet
toprak ve ne de o toprağı faydalı hale getiren insanlar ye­
72 73
halk karşısında bölünmemiş bir cepheydi, ikincisi devlet buna karşılık daha müşahhas bir sorumluluk taşıma zo­
memuru olmanın süzgeçleri hem ideolojik olarak hem de runluluğu yalnız bizim ülkemize mahsus vasıflar olarak
takibat seviyesinde iyi işliyordu. zikredilemez. Belli yerlerde bulunmak için belli özellik­
Ne zaman ki Türkiye Cumhuriyeti iktidar değişik­ ler edinmek dünya sisteminin etkili olduğu bütün ülke­
liği için halkın oyuna başvurmak mecburiyetiyle yüzyü­ lerde ön şart haline gelmiştir. Her ülkenin dünya siste­
ze geldi ve halkın iştirakine karşı tedbirler almak kaba miyle ilişkisi, yahut dünya sistemi içindeki yeri kişilerin
bir ayrımdan daha ileride ustalıklar gerektirdi; işte o za­ yalnızca basamağını belirler; yoksa sistem içinde belli
man devlete mensup olmanın şartlan daha nazik ölçüle­ standartlar bütün ülkeler için geçerlidir. Yönetici olabil­
re bağlandı ve heveslilerin aşacağı barajların duvarları mek mücerret (soyut) bir kimlik, ama müşahhas (somut)
hem yüksek hem de kalın hale getirildi. 1950 yılından bir sorumluluk gerektirir demiştik. Bunun belirgin ör­
sonra siyasi şartların getirdiği değişiklik devletin kendi­ neklerinin beynelmilel finans kuruluşlarıyla ülkelerin
ni korumak için bir tü r tedbire başvurmasını gerektirir­ finans politikaları arasındaki bağlantıda açık seçik gör­
ken, 1960'tan sonraki sosyal şartların değişikliği de baş­ mek mümkün. Yani bir insan hem Uluslararası Para Fo­
ka türden bir tedbiri gerektirmiştir. Bu tedbirlerin bir n u n d a kadrolu eleman olabilir, hem de Türkiye Cumhu­
formülünü elde etme çabasıyla şöyle bir yaklaşımda bu­ riyeti Merkez Bankası'nın başında bulunabilir. Bir insan
lunabiliriz: Devlet mensubu olacaksanız hayata sizi bağ­ hem Türk asıllı olur, hem de Brezilya Merkez Banka­
layan devletten daha güçlü bir bağ olmamalıdır. Yahut sı'nın başında bulunabilir. Önemli olan bu insanların
kendinizi devletten daha başka bir değere karşı sorumlu m üşahhas sorumluluklarının ne olduğu, kime karşı ol­
veya hesap vermeye mecbur hissetmemelisiniz. Yani Os­ duğudur.
manlı batılılaşması boyunca müslüman kimlik devlete 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren Türkiye'ye yerle­
bağlılığın en esaslı dolayımı olma şartını korurken Cum­ şen rejim gerçekte 29 Ekim 1923’te kurulan rejim yöne­
huriyetle birlikte bu şart ortamdan kalktı ve devlete bağ­ ten-yönetilen ilişkisi bakımından tekamül etmiş, arıtıl­
lılık çıplak bir "bende" bağlılığı durum una girdi. Eğer mış, kılçıkları temizlenmiş halidir. Daha doğrusu çağına
Türkiye'nin alaturka kesiminden kopup gelmişseniz mil­ uygun kılınmış, çağına uyarlanmış 1923 rejimi, olsa olsa
letle bağlantınızda devleti incitmeyecek bir konumda ol­ 1980 rejimi olabilirdi. 1923’te "Bize Çankaya yeter" di­
manız gerek, yok eğer alafranga kesimin bir uzantısıysa­ yenlere 1990'da söylenecek söz "Çankaya size yeter" ola­
nız ilkelerinize olan sadakatiniz devletle zıtlaşmayacak bilir ancak. Çünkü aynı insanlar Türkiye’de müslüman­
ölçüde tutulmalıdır. lığın toplum hayatında hangi yeri tuttuğundan habersiz,
Rejimle millet arasındaki ince ilişkiler dünyanın si­ İslâm'ı insan hayatına anlam veren değerler bakım ın­
yasi oluşum itibariyle geçirdiği değişikliğe paralel bir yol dan (en hafif nitelemeleriyle) tutucu sayan, kimliğini
izler. Türkiye'de siyasi iktidarda söz ve/veya etkinlik sa­ Islâm 'da bulan halkın yönetimde söz sahibi olmasını
hibi olmak için günden güne daha mücerret bir kimlik, devletin varlığı ve devamı bakımından tehlikeli gören in­

75
manzumesi İslâm çerçevesinde anlaşılabilirdi. "Baş başa
sanlardır. Bu yüzden 1923'te söyledikleri sözü 1990'da
da tekrar edilebilirler; "Kâbe arabın olsun." bağlı, baş da şeriata". Bu atasözü yukarıdan aşağıya,
aşağıdan yukarıya denetimin temel ilkesini verdiği gibi,
Acaba "Kâbe arabın olsun/Bize Çankaya yeter" di­ hak aram a yollarının açık kalmasını, en önemlisi hakla­
yenler bu ifadeleriyle Türkiye’de ne türden bir değişmeyi rın nasıl temellendirilmesi gerektiğini veriyordu. Miras­
öngördüklerini veya özlediklerini dile getirmiş oldu­ çısı olduğumuz toplum her yönüyle övgüye değer bir top­
lar/oluyorlar? Nasıl oldu da Türkiye'deki modernleşme lum olmayabilirdi, ama her türlü iyileştirmenin kendine
eğilimi denetim altında tutulan diğer ülkelere öncülük m ahsus imkânlarını da bünyesinde barındırıyordu. Ni­
edebildi? Giderek Doğu Avrupa ülkelerini sollayarak tekim Osmanlı batılılaşması denilebilecek yenileşmeler
Türkiye'nin çağ atlamasının sırrı nedir? (Alaya aldığımı ancak sözkonusu im kânların kullanılması suretiyle k a­
sanmayın. Türkiye gerçekten çağ atlamıştır. Biraz abar­ tedilen mesafenin ürün-sonuçlarıydı.
tılı bir örnek olacak ama, tıpkı 1959 yılında Hawai'nin
çağ atlam ası gibi). O rtada sır, muamma, bilmece yok. "Bize Çankaya yeter" diyen zihniyet toplumda ya­
Düpedüz yürünen bir yol var. Türkiye tercihleri doğrul­ şayan her insan tekinin bir diğeriyle, toplumun kendine
tusunda yürüdüğü yolun sonuna geldi. Öngörülen değiş­ yakın başka toplumlar ve giderek kendiyle çıkar farklılı­
me organizmadan mekanizmaya doğruydu ve bu gerçek­ ğı bulunan muhâsım toplumlarla iletişimi mümkün kıla­
leşti. cak değerleri terketmeyi yalnızca göze almadı, bu terke­
dişten övünç duydu. Böylece içine düştüğü indî değerler
Bir toplumun organik yapısından sözedebilmek kargaşasının toplumdaki organik bağları baltalayarak
için o toplumu diğer toplumlar içinde bir yer sahibi kılan yerine mekânik bağlar geçmesini kolaylaştırdı. İnsan
yasadan, nomostan haberdar olmak gerekir. Yani bir ilişkilerinde organik olandan mekanik olana geçiş mo­
toplumu bitki veya hayvan gibi canlı kılan; ona kök, göv­ dernleşmenin kaçınılmaz sonucu değil mi? Elbette. Me­
de, yaprak veren veya ona baş, beden ve hareket imkânı kanizma hakimiyeti denetim altında tutulan uydu-çevre
veren "nomos" olmadıkça toplumun organik yapısından ülkelerde olduğu gibi bu ülkeleri denetim altında tutan
sözedemeyiz. Mirasçısı olduğumuz toplumun, milletin, metropol-merkez ülkelerde de geçerli ve yürürlükte değil
devletin nomosu ise İslâm idi. Etnik özellikler değildi, örf mi? Elbette. Dün olduğu gibi bugün de anlaşılan husus,
değildi, töre değildi. Hiç şüphe yok ki mirasçısı olduğu­ yaşanılan hayatın sistemin işleyişi yüzünden iyiye veya
muz toplumda şekil almış Müslümanlığa etnik özellikle­ kötüye sürüklendiği konusundaki tercihimizde düğüm­
rin, örfün ve törenin etkisi hesaba katılır seviyedeydi. leniyor. Ama yine de uydu ülkenin durumuyla metropol
Daha da ileri gidip hem üstünde yaşanılan toprağın ve ülkenin durumu arasında ciddi farklar var. "Bize Çanka­
hem de tarihten devralınan mahiyeti açıklanamayacak ya yeter" diyenler bu farkların sadece derece farkı olabi­
davranış kalıplarının derin izlerinden de sözedilebilir. leceğini, merkez ülkeyle uydu ülke arasında mahiyet far­
Ama bütün bunlara rağmen yöneten-yönetilen ilişkisi kı kalmamasını savunuyorlar. Metropol ülkeyle çevre ül­
içinde her iki tarafında kendini bağlı saydığı değerler
76
ke arasında mahiyet farkının kalmaması ve yalnızca iki den sözedildiğine şahit olursunuz. Oysa olduğu kadarıy­
ülke arasındaki farkın bir derece farkına indirgenmesi la demokratik işleyiş içinde seçimle belirlenmiş muhale­
her iki ülkede söz geçiren gücün aynı olması anlamına fet partileri vardır. Üstelik hükümet eden ekip karşısın­
gelir. Böyle bir sonucun doğması halinde bile merkez ve­ da kendine solcu ve sağcı mevziler seçmiş birden fazla
ya yarı-merkez ülkenin sloganı uydu ülkenin sloganına muhalefet partileri var. Okur yazarların ünlü ve etkili
benzemeyecek. Yeni metropol ülkeler "Bize Wall Street olanları, basının dikkate değer kesimi iktidarı kullanan
yeter" veya "Bize Bundesbank yeter" deme tuhaflığına yönetici züm renin sözcülüğünü üstlenm ekten kaçınır
düşmeyeceklerdir. Gerek organik, gerekse mekanik işle­ haldedir. Görünüşte "karşı" güç büyük gibi. Buna rağ­
yişte başın başa bağlanması yadırganacak bir durum çı­ men muhalefetin yetersizliği nereden gelmektedir? Top­
karmaz ortaya, meselenin kritik noktası son başın neye lum ilişkilerinde nomos kavramının belirleyici rol oyna­
veya nereye bağlı olduğundadır. mayışından. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak ülke için­
Toplum hayatında bedenin gücü başın yerinde bu­ de söz söyleme imkânına ulaşmış olan bütün önde gelen
lunuşunda, başın k arar verme iktidarı da bedenden güç kişilerin süzgeçlerden geçmiş olmasından, daha ötede bu
alışındadır. Yönetim ilişkilerinin düzenlenmesinde h al­ kişilerin varmak istedikleri yeri iktibas etmek için bazı
kın iştirakini önleyen her işleyiş başsızlığa mahkum ola­ standartlara uymak zorunda oluşlarından.
caktır. Çünkü başın başa bağlılığı ancak başın şeriata Türkiye'de halkın iştirakinin kısmen veya çarpık
bağlılığıyla anlam sahibi olabilir. Başın şeriate bağlı ol­ bir tarzda bile olsa sözkonusu olduğu, halkın eğilimleri­
madığı bir toplumsal işleyiş ne ölçüde demokratik olursa ne yönlendirilmiş bile olsa ağırlık tanındığı zamanlarda
olsun zorbaca yönetime varacaktır. Zira hak aram a yol­ milletvekili olma gücüne erememiş insanların, halkın
ları her özel durumda yeniden yorumlanacak, hatta hak­ baskı altında tutulduğu ve halk çıkarlarının zıddına h a­
ların neler olduğu kişiye ve zamana göre farklı farklı an­ kimiyetin saltanat sürdüğü ortam lardan bol bol y arar­
laşılabilecektir. Başın şeriate bağlı olduğu, yönetilenle­ landıkları, "baş" olabildikleri görülebiliyorsa, görülenle­
rin olduğu kadar yönetenlerin de yöneldikleri kıblenin re itiraz edenlerin ellerinden hiçbir şey gelmiyor, sonuç­
tek olduğu, mükellefiyetler bakımından insanları müş­ ta itiraz sahipleri de yönetime iştirak ediyorlarsa bütün
terek ölçülerle değerlendirmenin kaçınılmaz olduğu top­ bu oluşumun tek açıklaması oyunun içinde yer atan ele­
lum despotik karakterde bile olsa zorbalığı ve zulmü ön­ manların tüm ünün aynı standardlara uyduğu, aynı k a­
leyici tedbirler almanın yollan açıktır. Nomos hakimiye­ pıdan iktidar dilendikleridir. Böyle şartlar altında onla­
tinin yöneticilerce tanınmadığı bir toplumda ihtilâfları ra söylenebilecek tek söz şu: "Çankaya size yeter"?
gidermenin yolu ya m enfaat uğruna şerefsiz bir uzlaş­
madan veya şiddet aracılığıyla rakibini bertaraf etm e­
den geçer.
Günümüz Türkiye’sinde muhalefetin yetersizliğin­

78 79
Manevi değerlerin satılması sadece başkasına iha­
net etmekle, tezgaha başkasının kellesini koyarak ger­
çekleşmez. İnsan kendine de ihanet edebilir, kendi şere­
fini de satılığa çıkarabilir. Hürriyetini satabilir insanlar.
Yapabilme, k arar verebilme, başını dik tutabilme imk­
ânını kullanm aktan im tina ederek bunun karşılığında
rah at ve konfor içinde yaşama imkânını alır. Sıska kurt­
la besili köpek hikâyesini hepiniz bilirsiniz. Bir de Faust
var: Bilimi elde etme ve dünya zevklerine ulaşma karşılı­
SATILIK İNSAN HAKLARI ğında şeytana ruhunu satmış. Modern insanın prototipi
Faust, çünkü modern zamanlarda insanlar zeki, işini bi­
Olur mu öyle şey? Satılık insan h aklan olur mu?
lir, kullanmada başarılı, olan biteni anlamada kavrayışlı
Manevi değerlerin satılması söz konusu olduğu zaman
olmayı önemsediler, ama ruhlarının selâmeti onları pek
da, tıpkı malların ve eşyanın satılışındaki gibi iki yanlı
ilgilendirmedi.
alış veriş geliyor aklımıza. Bir alan, bir satan olacak; sa­
tılan şeyin belli bir karşılığı olacak vs.. Birisi için "arka­ Alış verişte nasıl alan ve veren olarak iki taraf var­
daşını sattı" denilince anlıyoruz ki bu insan elde ettiği bir sa, aynı zamanda iki yön de var. Yani insan sadece sat­
menfaat karşılığında arkadaşının ona olan güvenini kö­ maz, bir de satın alabilir. Günümüz insanının temel me­
tüye kullanmıştır. Ya arkadaşı hakkında başkaları tara­ selesi, belli bir noktadan sonra yeni bir alış verişi yapıp
fından öğrenilirse sonu kötü olacak bir bilgi vermiş (me­ yapmayacağında odaklanıyor. İnsan oğlu ruhunun selâ­
selâ saklandığı yeri söylemiş), ya da arkadaşının ondan metini önemli sayıp bunun bedelini ödemeyi göze alacak
beklediği işi yerine getirmemiştir (yapabileceği halde di­ mı? Onu insan kılan değerleri yeniden lâyık oldukları ye­
ğerlerinden erken davranıp başka bir yere saklanmasını re koyabilmek ve insanın kâinatla barışıklığını yeniden
sağlamamıştır). Vatan satm ak da arkadaş satm aktan sağlamak, kendini yaratan Kudret yönünde bir ünsiyet
pek farklı sayılmaz. Ne var ki bir insanın arkadaşını sa­ kurm ak için gerekli fiyata razı olacak mıdır? Bunun için
tıp satmadığı pek kolayca ortaya çıktığı halde, vatanın ruhunun selâmetine kavuşmak için can atıyor olması ge­
satılıp satılmadığı aynı kolaylıkla anlaşılamaz. Zaten rek, kölenin hürriyetine kavuşmaya can atm ası gibi.
herkesin vatan satm a konusunda hemfikir olmaları da Ama belki her köle hürriyeti pek öyle iştiyakla istemiyor­
zor. Kiminin vatan satmak dediği şeye, kimi vatan k u r­ dur. Hür bir insan olarak yaşamayı kıvıram am aktan
tarm ak diyebilir. Yine de vatan satm anın özü arkadaş korkabilir. Korkmuyorsa, tam tersine köle oluşundan
satm akla birdir, çünkü her ikisi de birbirine ait iki un­ başka başarı engeli görmüyorsa önünde, ilk yapacağı şey
surdan birinin aradaki irtibatı yabancılar lehine istis­ hürriyetini satın almaya çalışmak olacaktır. Bugün Al­
mar etmesiyle sonuçlanır. manya'nın yaptığı budur. Almanya Mark gücüyle, tahrip

80 81
edilmiş kültürünü geri almak, topraklarının işgaline son nin tanınması gibi tem alara yer verilebilir. Belki de bun­
verme ve nihayet dünya üzerinde hak ettiği statüyü elde ların hepsi, başka konularla birlikte aynı anda ilgililerin
etme savaşı veriyor. Hürriyetini satın alıyor Almanya. önüne getirilir. Ne olursa olsun Türkiye'de insan haklan
Dikkat edin, aynı savaşın bir başka mağlubu Japonya meselesi hedefi belli bir gelişmenin gereği doğrultusun­
hâlâ savaşın en büyük galibi ABD’nin kararları doğrul­ da ele alınam ayacaktır. İnsan hakları olayında Türki­
tusundan ayrılabilecek bir tutum sergilemekten çok ye'de yaşayan insanlardan hangilerinin hangilerine nis­
uzak. Belki Japonya hürriyetini satın alırsa, bununla ne petle haklardan m ahrum oldukları bakış açılarına göre
yapacağını bilmiyor. öyle zıtlıklar göstermektedir ki bazılarının hak sahibi
Arkadaşımızı, vatanımızı, şerefimizi, ruhumuzu, saymak diğerlerini haklarından mahrum etme anlamı­
hürriyetimizi satm aya ve satın almaya konu edebiliyo­ na gelebilir. Dolayısıyla Türkiye'de insan haklan müca­
ruz. Çünkü her birinin birer bedeli var. Bizler manevi de­ delesinin kısa zamanda bir kör döğüşü haline gelmesi iş­
ğerleri satan ve satın alanlara takındığımız tavırla da bir ten bile değildir.
bakıma kendi yerimizi seçmiş oluyoruz. Bütün bunların Türkiye'de yaşayan insanların böyle bir ihtim al
anlaşılır tarafını görebilmemiz zor değil. Bize anlaşılmaz karşısında hassasiyet göstereceğini sanmıyorum. Zaten
gelen "satılık insan hakları"dır. Eğer insan hakları alış dünyanın bir çok yerinde (bugün bilhassa Doğu Avrupa
verişe konu edilebiliyorsa bu pazardaki tezgahtar kim, ve Rusya'da) bir kör döğüşü olageldiğine göre "alemle ge­
müşteri nerede? Böyle manasız bir ticareti sorgulamaya len düğün bayram" deme alışkanlığına sahip bu ülkede
kalkışarak saçmalığa saçmalık katmanın faydası yok. O ciddi bir istikbal endişesi doğmayabilir. Ancak komünist
halde ortada bir mesele varsa bunu açıklığa kavuştur­ partilerinin çöktüğü ülkelerde tam bir kör döğüşü oldu­
maya çalışalım. ğunu sanmak da hatadır. Çünkü bu ülkelerde en az kırk
Mesele Türkiye'nin değişen dünyada hangi ellerde yıldır halkı razı olmadığı kalıplar içinde tutan köhnemiş
ne şekil alacağı meselesidir. Öyle anlaşılıyor ki yakın bir yapıların çöküşü hesaba katılmalıdır. Sonuçtan beynel­
gelecekte insan haklan konusu şimdi olduğundan daha milel sermaye büyük ölçüde yararlanıyor bile olsa, in­
yoğun bir şekilde Türkiye'de ele alınacak. Ama bunu sanların çoğunluğunun değişimden baskı altında tu tu ­
hangi zeminde, hangi çevrelerin desteğiyle ele alınacağı lan bazı özlemlerini gidermek yönünde beklentileri var­
doğrusu m eraka değer. Yani Türkiye’de insan hakları­ dır, olabilir. Yani değişme kötüden betere doğru olsa bile
nın savunulmasına nasıl bir sonuca varmak üzere girişi­ insanların önünde eski ve yeni karşılaştırması yapmaya
leceğini kestirmek çok güç. İlk akla gelen bunun etnik elveren bir yol açılmıştır. Oysa Türkiye dünya sistemi­
farklılaşmaya dayandırılarak yürütülmesidir. Sonra ya­ nin istekleri doğrultusunda adım adım uyarlanmayı ya­
şama standartının yükseltilmesiyle ilgili meseleler dola­ şamıştır. Şimdi beynelmilel sermaye ile kucaklaşmasını
yısıyla insan hak lan bahis konusu edilebilir. Peşinden tamamlamamış olmaklığı bakımından çiçeği burnunda
yazarların, sanatçıların, bilimadamlarının özgürlükleri­ ANAP iktidarını nasıl köhne sayalım? Öte yandan

82 83
ANAP yönetimine eleştiri yöneltenlerin yürürlükteki ro­
vahimi şu ki karşılaşılan çıkmaz ve darboğaz her siyasi
tadan farklı bir yönelişleri veya teklifleri olduğunu kim
liderin kendine haklılık sağlamak için ağırlaşmasına ses
söyleyebilir? Müslümanlar mı? Onlar da şeriat donlarını
çıkarmadığı bir imkân gibi görünüyor. Bir de bana şunu
giyip denize koşuyorlar.
söyleyin bal tutup da parmağını yalamayan kim var? Kaç
Satılık insan hakları böyle bir ortamda bütün saç­ nâsiye var çıkacak pak-ı dırahşan?
malığına rağmen çok işe yarayacaktır. Ülke dışından
Siz bana karam sar olduğumu söyleyeceksiniz. Ben
müdahalelerin etkin çözümler sağlamasına yetecek ka­
de size iyimser olmanın işlenen suçlara işaret anlamına
dar karışıklık çıksın yeter. Ülke içindeki bütün direnç
gelip gelmediğini soracağım. Nelerin kaybedildiği konu­
noktalan köhne yapılar damgasını yiyerek birer birer
sunda hiç bir bilinç taşınmayan bir ortamda, elden çıkan­
tasfiye edilebilir ve insan haklarını elde etmenin bedeli­
ların kazanılması için bir savaşa girişileceğini düşün­
nin ancak üzerinde yaşanılır bir topraktan mahrum ol­
mek ne mümkün! Öyleyse savaştan vaz mı geçmelidir?
makla ödenebildiği iş işten geçtikten sonra anlaşılabi­
Bunu bir ihtimal olarak hesaba katm ak bile alçakçadır.
lir.
Yanına kimsenin gelmeyeceğini bile bile bulunduğu yer­
Arkadaş satm aktan başlayıp insan haklarının saç­ den gerilemeyecek olan insanlar şerefini satmamayı ba­
malığına ulaşan bu yazıyı yazm aktan maksadım nedir? şarabilir. Önümüzdeki çıkmaz değildir. Çıkar yol m utla­
Üzerinde yaşadığımız topraklar dolayısıyla, birlikte ya­ ka vardır. Her kim ki gerilememiştir bizzat kendisi bir çı­
şadığımız insanların yüzyüze geldiği bir tıkanıklığı işa­ k ar yol olduğunu göstermiş sayılır.
ret etmek istiyorum. Önce şu soruyu cevaplandırmamız
gerek: Türkiye'nin karşılaştığı bu tıkanıklık bir çıkmaz
belirtisi midir, yoksa Türkiye bir dar boğazdan mı geç­
mektedir? Eğer bir çıkmaz içindeysek, bunun mantıkî
çözümü girilen yoldan geri dönmektir. Sözkonusu olan
bir dar boğaz ise kurtuluşu sağlamak için belli sıkıntıları
göğüslemeyi göze almamız gerekiyor. Ama her iki halde
de durumu bütün gerçekliğiyle kavrayıp harekete geç­
menin imkânlarını kullanacak bir önderlik kadrosu dev­
rede olmalıdır. Bunlar kimlerdir ve nerededirler? Siyasi
partilerin liderleri sadece o yeri doldurdukları için lider­
liğine katlanılan insanlardan oluşuyor. Aynı partilerin
gövdesini oluşturan yönetim kadroları da gidecek başka
kapısı olmadığından "orada" bulunan kişiler. Sonuç: Ne
çıkmaz, ne de darboğaz kimsenin umurunda. Daha da
84
85
malıdır. Doğrusu bir bastırm a ve bastırılm a var, lâkin
mazlumu zâlimden ayırdedebilmek için çok ince tahlille­
re girişmemiz ve h atta yeni teoriler icad etmemiz gerek.
Ülke içinde "millî" sayılması kaçınılmaz meselelere sa­
bırla, sebatla, metanetle sarılmış insanlar olduğunu söy­
lemek günden güne zorlaştığı için kimin "evsahibi" oldu­
ğunu tespit etmek de gittikçe anlaşılmaz hale geliyor. Bu
belirsizliğin İktisadî, sosyal, siyasi sebepleri var.

YAVUZ LAİKLİK, BASTIRILAN Son on yılda Türkiye'deki gelir dağılımının büyük


BAĞIMSIZLIK ölçüde bozulduğu, gelir farkları arasındaki açığın hızla
arttığı rakam larla gösterilebilir. Buna rağmen geliri dü­
"Yavuz hırsız, evsahibini bastırır" sözüyle dile geti­ şüş gösteren kesimlerin bir zorlamaya başvurduklarını,
rilen durum, artık gündelik gerçeğimizin ayrılmaz par­ gelirinde aşırı artış olan zümrelerin de bir telâşa kapıl­
çasıdır. O kadar ki evsahibi bastıracak hırsızın da öyle dıklarını söylemek mümkün değil. Çünkü düşük gelir
uzunboylu "yavuz" olması gerekmiyor. Neredeyse "uyuz gruplarına mensup çevrelerde herhangi bir zorlama
hırsız bile evsahibini bastırır" şeklinde değiştirmek gere­ imkânını kullanabilecek unsurlar, bu im kânlarını nisbi
kecek atalar sözünü. Önemli şey yavuzluk, yamanlık, yi­ olarak gelirlerini artırm ada kullanıyorlar; politik bir ta ­
ğitlik olmaktan çoktan çıktı, aranan vasıf artık "hırsız" vır sergilemede değil. Toplumdaki hızlı değişme gelir
olmak. Y ukarıdaki cümleleri ard ard a sıralam aktaki yollarının çeşitliliğini artırdığı için gelirinde reel azalma
amacım Türkiye'de yaşanan bir ahlâk buhranını işaret olanlar kendileri için kazançlarında kesin ve dönülmez
etmek değil. Böyle bir buhranın yaşandığına, insanların bir tıkanma gerçekleştiğine inanmıyor. Yani düşük gelir
seçmelerini ahlâk endişelerini ön sıraya koyarak yaptık­ gruplarının psikolojik bir rantla yaşadıklarını söylemek
larına inanmıyorum. Dolayısıyla da fazilet sahibi insan­ doğru olur. Elbet buna Türkiye'nin iklim şartlarını, ülke
ların haklarını şirretliği ele almış kimselerin çiğnemesi içinde göç imkânlarını ve büyük çoğunluğun şartlara bo­
sözkonusu değil. yun eğerek kanaatkârlıkta teselli arayışının genişliğini
Gerçeği bütün çıplaklığıyla görmeye çalışırsak "ya­ eklemek gerek. Kısacası, Türkiye'nin İktisadî sıkışması
vuz hırsız ev sahibini bastırır" sözünü çağrıştıran bir du­ bir kıtlığa dönüşmedikçe hissedilir olmaktan uzaktır. Bu
rum u farketmemiz mümkün, olan biteni yerli yerine duyarsız ortamda ister yavuz olsun, isterse sünepe, her
oturtunca da farkettiğimiz durum un yavuz hırsızla ev­ hırsız binlerini bastırabilmektedir. B astırılanların ev­
sahibi arasındaki ilişkiden doğmadığını anlayabiliriz. sahibi olma şartı aranmayabilir.
Nasıl hırsızın yavuzluğu kaydadeğer bir özellik olmak­ Türkiye'deki belirsizliği artıran sosyal sebebi mo­
tan çıkmışsa, bastırılan unsurun da evsahipliği tartış­ dernleşmenin her gelir grubuna verecek "yeni" bir hedi­
86 87
yesi bulunuşunda görebiliriz. Her kalite düşüşü bir alt mağlubu Osmanlı Devleti'nin siyasi mirası üstünde ku­
gelir grubunu tatmin edecek araçları sağlayabilmekte ve rulan Türkiye Cumhuriyeti'nin katlanm ak zorunda ol­
tüketim araçlarında bir derece kalite artışı gören her duğu siyasi belirlenme önem sırasına göre şöyledir:
"alt" zümre kendini konfor içinde sayabilmektedir. Böy­
1- Türkiye Cumhuriyeti savaştan önce Osmanlı
lece toplumun alacağı şekil hakkında gerçekçi ve hakka­ Devleti’nin elinde tuttuğu topraklar üzerinde hak iddia
niyete dayalı tekliflerin doğması güçleşmektedir. Eğer edemeyecek bir siyasi yapıda olmalıdır.
zihni olgunluğa sahip zümrelerin ellerinden bazı im kâ­
nların alınmasıyla sonuçlanan bir toplumsal değişme 2- Türkiye Cumhuriyeti kendisiyle müşterek kül­
sözkonusu olsa idi veya toplumdaki değişmenin nelerin tü r kökleri olan bölgeler dolayısıyla savaşın galiplerine
elden kaçırılmasıyla sonuçlandığını görecek çapta insan­ zorluk çıkaracak bir siyasi yapıdan uzak durmalıdır.
ları yetiştiren bir "aydınlanma"dan geçilmiş olsaydı ül­ 3- Türkiye Cumhuriyeti Batı Avrupa'ya meydan
kemizde modernleşmeyle birlikte yavuz hırsızın evsahi­ okuyacak gücü ele geçirmeye m atuf bağlantılar kurama­
bini bastırdığı bir zorbalığın doğmayacağını, giderek yacak siyasi yapıda olmalıdır.
böyle bir zorbalığın hissedilmesini önleyen bir belirsizli­
ğin hırsızdan yavuzluğu bastırılandan da evsahipliğini 4- Türkiye Cumhuriyeti etnik yakınlığı olan bölge­
kopartarak Türkiye'yi belirsizlikler diyarı durum una lerle dayanışmaya girişmesine elverişl i bir siyasi yapıda
sokmayacağını söyleyebilecektik. Türkiye’de modernleş­ olmamalıdır.
me yeni bir toplum gerçekliğinin çatışmalı bile olsa ken­ Elbette bu dört maddeyi bir kağıda yazıp birinin eli­
dini gösterişi olarak değil, yön arayış eğilimlerinin tör­ ne tutu ştu ran olmadı. Ama Türkiye C um huriyeti'n in
pülendiği belirsiz bir değişme olarak yaşanmaktadır. yetmiş yıla yaklaşan ömrü boyunca beynelmilel ilişkile­
Siyasi belirsizlik iktisat alanındaki çarpıklığa ve rinin seyri sıralamasını yaptığımız maddelerin gerçekli­
sosyal hercümerce paralel olarak ortadadır. Ne var ki ğini gösteren örneklerle doludur. Dünya şartlarının de­
Türkiye'deki siyasi belirsizlik ne İktisadi çarpıklığın, ne ğiştiği her aşamada bu maddeler Türkiye'nin yerinin be­
de sosyal hercümercin bir yansıması olarak ortaya çık­ lirlenmesinde hesaba katılan sabiteler olarak rol oynadı.
mıştır denilemez. Bu durum belirsizliğe belirsizlik kattı­ Görüldüğü kadarıyla anılan dört maddenin dördü de ül­
ğı gibi, vehameti de şiddetli kılmaktadır. Ülkemizde si­ kemizin dünyadaki oluşuma damgasını vuracak bir ko­
yasi belirsizlik vahimdir, çünkü Türkiye Cumhuriyeti numdan uzaklaşmasını gerektiren şartlan kabule zorla­
bütün mevcudiyetini siyasi bir belirlenmeye borçludur. yan ağırlıktadır. Yani galibin mağlubu kabul ettirdiği
Bunu elden kaçırmak, devlet olarak varlığını tartışm alı şartlardır bunlar.
hale sokmak anlamına gelir. Diyeceksiniz ki ya istiklâl harbi? Türkiye 1922
Türkiye Cum huriyetinin mevcudiyetini borçlu ol­ Türk-Yunan çatışmasının galibi olduğu için, Ermeni çe­
duğu siyasi belirlenme nedir? Birinci Dünya Savaşının telerinin faaliyetlerini b ertaraf ettiği için kurulabilen

88 89
"misak-ı millî" sınırları içindeki devletin adı değil mi? tirmiş bir devlet olarak algılanmasını kolaylaştırdı. Böy­
Ordunun duruma el koyması sonucunda Sevr anlaşma­ lece Türkiye'nin komşularıyla zıtlaşmasından bölge dışı
sının mağlubiyet şartlarından Lozan anlaşmasının gali­ ülkelerin azami istifadeyi sağlaması mümkün oldu. Yalı­
biyet şartlarına ulaşılmadı mı? Osmanlı Devleti'n in mi­ tılmış Türkiye, kaynaklarını tam kapasite çalıştırabil­
rasının yeni şartlarda, yeni bir siyasi birlik temin edebil­ mek ve böylece büyük güçlere avuç açmaktan kurtulabi­
mek için değerlendirildiği ve ordunun direnerek Sevr'in lecek bir yola girme fırsatını hiç bir zam an bulamadı.
ağır şartlarını hükümsüz kıldığı doğrudur. Bu yüzdendir Kendi halkının gücünü önemseme ihtimaline uzak dur­
ki Türkiye Cum huriyetinin tartışmasız ve kararlan so­ mayı bir güvenlik ve giderek bağımsızlık kavramı haline
nuca varabilen tek siyasi gücü bu güne kadar silâhlı kuv­ getirdi.
vetler olmuştur.
İşte bu güvenlik ve bağımsızlık anlayışı halen bir
Ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasi yapısını ta r­ karara varmada ülkenin çözülemez meselesi gibi algılan­
tışmak ülkemizdeki en etkili tabu olma özelliğini hep ko­ m aktadır. Türkiye 1990 şartlarında 1923 zihniyetiyle
ruduğundan ülkemizin tayin edilenden daha farklı bir meselelerine çözüm aram a zorunda kaldığını sanmanın
oluşuma açılıp açılamayacağı konusunda geçen yetmiş tuhaflığını yaşıyor. Böyle bir tuhaflığa sürüklenmesinin
yıla yakın süre boyunca topluma mal edilebilecek düşün­ sebebi de 1945 şartlarını yine 1923 anlayışıyla karşıla­
celer ortaya çıkmadı. Bundan çok daha önemlisi, Türki­ mış ve bugüne böyle ulaşmış bulunmasında aranmalıdır.
ye Cumhuriyeti Birinci Dünya Savaşı'nın mağlubu sayı­ Oysa bugün yeni bir muhasebe yapmanın gereği ortada­
lan bir ülke konumundan kurtulmayı sağlayacak bir si­ dır. Bu muhasebeyi yapıp yeni bir siyasi yapının esasları­
yasi oluşumu yeniden ele geçirmek üzere hareketlerini nı belirlemede ne kadar geç kalınırsa Türkiye'nin millet
düzenleyen iddia sahibi bir sabit liderlik kadrosunu elde olarak da devlet olarak da varlığını tehlikelerden arın­
tutm a kararlılığını gösteremedi. Söz sahibi bürokrasiye dırmak o kadar güçleşecektir.
hakim olan anlayış şimdilik elde tutulanın kaybedilmesi
Sovyet Bloku'nun ortadan kalkm asıyla birlikte
korkusu yüzünden "fincancı katırlarını ürkütmemek" sı­
Türkiye kendisine biçilebilecek siyasi yer hakkında bir
nırları içinde kaldı.
belirsizliğe düştü. Artık "Batı" ittifakına dahil olmak hiç
Bu anlayış sebebiyle Arap dünyasıyla bağlar her­ bir anlam ifade etmiyor. Türkiye ya yeni bir "görev" üstle­
hangi bir Avrupa ülkesiyle kurulan bağlardan daha zayıf nerek Batinın imkân ve müsahamasından yararlanacak
kalacak şekilde kuruldu. Lâiklik, ülke içinde ve dışında veya kendini verdiği k arar doğrultusunda kabul ettire­
Türkiye'nin halktan güç alarak siyaset belirlemeyi red­ rek dünyada şimdiye kadar sahip olduğu yerden farklı
dedişi şeklinde yorumlanabildi. Aynı anlayış Türki­ bir statü elde edecek. Bu ikisinden birine ulaşacak başa­
ye'nin komşularıyla bölge ülkelerine zarar verebilecek rıyı ele geçiremezse Türkiye adında bir ülkeden söz et­
yabancılar karşısında dayanışabilir bir devlet olarak de­ mek bile mümkün olmayabilir korkusu meseleye yakın
ğil de, komşusuna cephe almayı birinci mesele haline ge­ herkesin yüreğindedir.
91
Türkiye’nin dünya sistemi adına, yani ondokuzun­ dıklarını biliyoruz. Avrupa Topluluğunda aranan çözü­
cu yüzyıl başlarında kurulm uş bulunan Atlantik paktı mün bir bağımsızlık özlemiyle ilgisi yok. Bunu kendileri
adına üstlenebileceği ilk görev, şimdiye kadar yaptığı gi­ de biliyor. Batı'nın Türkiye'ye biçtiği yerde, yüklemeye
bi kenara çekilmedir. Batı hayrına kenara çekilmenin en çalıştığı görevlerde sadece angarya ve kişilik kaybı yaşa­
etkili yolu ülke olarak varlığını Akdeniz'den çekmek, ya­ nacağı için; Avrupa topluluğuna girmeyi başarmakla hiç
ni Kafkasya tarikiyle İç Asya'da siyasi varlık gösterme olmazsa angaryanın ve kişilik kaybının karşılığında bir
tecrübeleridir. Bu elbette gerçekçi ve verimli gelişmele­ ra h a t yaşama, bir refah tatm a kazancına talip onlar
rin başlangıcı olmayacaktır. Zaten istenilen de budur. da.
Türkiye fantastik ve kısır çabalar sonucu potansiyelini Durumun bütün açıklıkla ortada olmasına rağmen
heba etmeli ve dünya sisteminin başına dert olacak bir Türkiye'de lâiklik savunucularının yavuz hırsız rolünü
konumdan uzaklaşmalıdır. üstlenerek, 'eğer ülkemiz lâiklikten uzaklaşırsa bağım­
Dünya sisteminin verdiği görevi kabul ettirmede sızlığını tehlikeye atar' mealindeki beyanlarına ne de­
zorluk çektiği taktirde teklif edeceği ikinci görev O rta meli? Acaba Türkiye'nin Batı adına, dünya sistemi adına
Doğunun inzibati gücü olma yükümlülüğüdür. İsrail'e bir piyonluk görevi üstlenmesinin ön şartı lâiklik değil
koruyucu şemsiye olmaktan ötede sıradan bir üçüncü mi? Elbette. Bunun iki bakımdan Batı âlemi lehine işle­
dünya ülkesi pozisyonuyla Orta Doğunun çok yönlü, çok yen garanti ihtiva ettiğini görebiliriz: Birincisi yaşam a
patronlu, çok hileli "oyun"unda Türkiye'nin üstleneceği tarzıyla ilgilidir. İtalya 1935'te Habeşistan'ı istilâ etti­
her görev her gün biraz daha sermaye kaybına, her gün ğ in d e Bernard Shaw'a hangi tarafı tuttuğunu sormuşlar.
biraz daha bilgisizleşerek enerji kaybına sürükleyecek­ Ingiliz tiyatro yazarı şöyle cevap vermiş: Elbette İtalyan­
tir ülkeyi. Eğer bugün Türkiye'de milli çıkarlar gözete­ ları, çünkü eserlerim Habeşistan'da oynanmıyor. Kıssa­
rek karar almanın zorluğundan sözedilebiliyorsa, ülke dan hisse: Türkiye kültürel bağımlılığı kabullendiği
O rta Doğu meselelerinin bir piyonu haline geldiğinde müddetçe siyasi veya iktisadi bağımsızlığını elde edeme­
milli çıkarların farkedilmesinin bile imkânsız hale gele­ yecektir. Lâiklik adı altında yutturulan yaşam a tarzı da
ceğini şimdiden söyleyebiliriz. Orta Doğu meselelerinin Türkiye'nin milletçe ve sosyal yönelimler bakımından
Batı adına çözümüne katılan bir Türkiye’de sömürge yö­ h er tü rlü bağımlılığına zemin hazırlayacak özellikte­
netiminin dolaylı halden çıkacağını bilmek ve basit bir ti­ dir.
cari işlemden en küçük memurun siyasi pozisyonuna ka­ Lâikliğin ihtiva ettiği Batı âlemi lehine işleyen
dar her konuda Batı ajanlarının karar sahibi duruma ge­ ikinci garanti, Türkiye'nin toplum meselelerini çözebil­
çeceklerini anlamak için fazla zeki olmaya gerek yok. mek için muhtaç olduğu bütün metod ve araçları Batılı
Böylece maceralardan salim kalabilmek için Türki­ dünya sisteminden ödünç alma mecburiyetidir. İsten­
ye'de bazı çevrelerin kurtuluşu Avrupa Topluluğu'nun mekte olan çağdaş medeniyetin başarılarına Türkiye yö­
bir vilayeti, değilse bir kenar mahallesi olmaktan aran ­ nünden bir karşılık vermek, yani M üslüman bir toplu­

92 93
mun teknoloji, bilim, felsefe alanlarında hangi yönü se­
çeceğini keşfetmek olayını konu dışı bırakmaktır. Eğiti­
min Türkiye'de çölde kaybolan nehirler gibi sonuç ver­
meyecek bir şekilde düzenlenmesi kendimize mahsus bir
dünyayı elden kaçırm am ızla doğrudan bağlantılıdır.
Lâik bir Türkiye'de iyi yetişmiş bir insan Türkiye'nin de­
ğildir ve Türkiye'nin kaderini kendi kaderi sayan bir in­
sanın da bütün yetişme im kânlarından yararlanm ası
imkânsızdır.
DÜNYA SİSTEMİ, ALMANYA
Bağımsız bir ülke, bağımsızlığı beynelmilel ilkeler­ VE TÜRKİYE
le tem inata bağlanmış bir ülke değildir. Yani bir ülke
Cuma Mektupları'nda sıkça geçen ibarelerden biri,
beynelmilel standartlara daha çok uyduğu için daha ba­
belki de başlıcası "dünya sistemi." Zaman zaman dünya
ğımsız olmaz. Bir ülkeyi bağımsız kılan gerektiğinde hiç
sistemiyle neyi kastettiğimi belirtme çabalarında bulun­
bir beynelmilel taahhüdün yerini tutamayacağı kozları
mama rağmen gerçekten neden sözettiğimi okuyucuya
oynama gücünü elinde bulunduruşudur. Türkiye'nin
tam aktaramadığımı gerek b a n a gelen m ektuplardan,
toprak bütünlüğü, millet olarak bölünmez özellikleri,
gerekse bazı toplantılar sırasında karşım a çıkan soru­
devlet olarak yerine getireceği etkinlik yabancıların
lardan anlıyorum. Bu yazıda bu eksiği elden geldiğince
himmetiyle sağlanamaz. Bağımsız bir ülke rüştünü is­
pat etmiş bir ülkedir. gidermeye çalışırken, değişen dünya şartlarında aynı
sistemin hangi yönsemeler taşıyabileceğine dair bazı
yoklamalara girişmek niyetindeyim.
Dünya sistemi tamlaması 60'lı yıllarda Batı Avru­
pa ve Kuzey Amerika okur-yazar çevrelerinde yaygınca
kullanılan bir ifadeydi. Böyle bir yaygınlık boşuna ve an­
lamsız sayılamaz. Çünkü 60'lı yıllar dünyanın iktisadi,
siyasi ve sosyal "müesses nizam"ını coşkuyla tartışm a
konusu yapıldığı yıllardı. Dünya sisteminden sözedenler
insan hayatına halen yürürlükte olan ilişkiler dışında
bir yön aramayı doğru bulanlardan oluşuyordu. Diyebili­
riz ki dünya sisteminden bahis açmak bir bakıma bu sis­
tem i kınamak, bu sistemden kurtulm ak isteyenlerin
başvurdukları bir konuşma tarzıydı. Günümüzde dünya

95
sisteminden aynı sıklıkla ve belki de aynı coşkuyla söze­
dünya sisteminden sözeden herkesin aynı şeyden sözet­
dilmiyorsa bunun sebebini yürürlükteki insan ilişkile­
mediği hususunu açıklar. Acaba dünya sistemi neyin ve­
rinden hoşnutlukta veya bu ilişkilerin kaçınılmazlığını
ya nelerin devamını sağlamak için vardır ve acaba neye
kabulde ve nihayet böyle düşünmekten korkup kaçmak­
ve nelere engel olacak şekilde çalışmaktadır? Böyle soru­
ta bulabiliriz.
lara verilen cevaplardaki çeşitlilik, tabir olarak üzerinde
Açıkçası, dünya sistemi ile ilgilenmek değişme iste­ anlaşılmış gibi görünse bile insanların dünya sisteminin
ğinin bir parçasıdır. Böyle bir istek olmadığı, bu istek gerçek niteliğinden farklı anlamlar çıkardıklarını göste­
körlendiği oranda dünya sistemi hakkında söylenecek rir.
sözler önemini ve değerini kaybedecektir. Yani dünya
Demek ki, bir Müslüman olarak bizlerin dünya sis­
sistemi siz isterseniz vardır ve siz istemezseniz yoktur. O
temi anlayışına yaklaşımımız, bu sistem dolayısıyla bazı
halde gerçekliği olmayan bir hayali varlıktan mı sözedi­
şeyleri kaybettiğimiz ve bu sistemin b ertaraf edilmesi
liyor? Hiç de değil, sözü edilen sistem bütün gücüyle, bü­
halinde bazı şeyleri kazanacağımız yönünde belirlene­
tün etkinliğiyle hayatımızda yer tutan, giderek hayatı­
cektir. Eğer kaybettiklerimiz ve kazanacaklarımız birer
mızın mahiyetini belirleyen müşahhas, tarihi bir vakıa­
hayal ise, dünya sistemi de hayali bir varlıktır. Yahut
dır. Bütün mesele, bizim derya içinde olup da deryayı bil­
şöyle diyelim: Bir toplumun (milletin) kaybettikleri ve
meyen mahiler olup olmadığımız noktasında odaklanır.
kazanacakları konusunda bilinç sahibi olmayışı, o toplu­
Şöyle düşünebiliriz: Eğer televizyonu hayatımızdan çı­
mun dünya sistemini bütün somutluğuyla görmesine en­
karm ak gibi bir isteğimiz varsa, önce nasıl olup da tele­
gel olur. Modern dünyada Andersen m asallarından biri
vizyonun hayatımıza girdiğini öğrenmek ve bu vakıanın
yaşanıyor, ama yalnızca akıllıların görebileceği ve aptal­
belli bir sistem dahilinde cereyan edip etmediğine bak­
ların göremeyeceği iddia edilen kumaşı elbise yapıp im­
mak gereğini duyarız. Televizyonu karşım ıza aldığımız
paratorun sırtına geçirmiyor "işbilenler" olmayan bu giy­
zaman onunla ilgili sistemi de gözönüne almamız kaçı­
sileri konfeksiyon niyetiyle milletin sırtına yakıştırıyor­
nılmaz olur. Ama televizyonla yaşamayı onaylıyorsak, o
lar. Bu yüzden hiç bir çocuğun "imparator çıplak" diye
taktirde televizyon dolayısıyla oluşmuş bir sistem mese­
bağırm ası beklenemez. Milletin kendi çıplaklığını far­
lemiz değildir. Daha doğrusu biz de şu veya bu şekilde
ketmesinden başka çare yok.
sistemin işleyişinin akışına kapıldığımız için sistemin
varlığını görmemiz önem ve değer taşımaz. Çok kısa bir tanım gerekirse, dünya sistemi beynel­
milel siyasi ilişkileri denetim altında tutan mali üstün­
Zararını hissettiğimiz için dünya sisteminin varlı­
lükten başka bir şey değildir. Yani sistemin çekirdeğini
ğını farketmemiz olayın yalnızca bir yüzüdür. Bir de ar­
çeşitli unsurlar arasındaki mali bağımlılık teşkil eder.
zuladığımız değişmenin hangi türden değişme olduğu
meselesi vardır ve bu da bizim dünya sistemi hakkındaki Bu çekirdeği korumak, yürürlükteki mali mecburiyetleri
devam ettirebilmek için dünya sistemi imtiyazlı bölgeler
değerlendirmelerimizi belirler. Olayın bu ikinci yüzü,
oluşturur. Sistemin en imtiyazlı bir bölgesi vardır. Diğer
96
97
bölgeler hiyerarşik bir sıralanmayla merkez çevresinde burjuva enternasyonalizmine mali destek vererek milli­
yer alırlar. Dünya sistemi kapitalizmle özdeş değildir. yetçilik karşısında yer aldı. Kısacası, mütedaviil serma­
Çünkü kapitalizm her zaman mali oligarşi olarak karşı­ yenin iş bitiremediği h er alan dünya sistemi için ölüm
mıza çıkmaz ve sermaye gücü her zaman mali hegemon­ işareti veren bir alan sayıldı.
yaya dayalı değildir. Sistem ilişkileri mütedavil sermaye
Bu durum dünya sisteminin uydusu olan bir ülke­
ilişkileridir ve bu ilişkiler günden güne soyut karakter
de, Rusya'da olan biten bakımından bütün açıklığıyla or­
kazanm akta, karm aşık hale gelmektedir. Dünya siste­
tadadır. Ruslar, Romanofların öncülüğüyle ve kendi mis­
mini Batı medeniyeti denilen ve daha çok bir zihniyeti
tik tabiatlarının estirdiği havayla Petro'dan Lenin'e k a­
ifade eden oluşumla da özdeş sayamayız. Dünya sistemi
dar Batı medeniyetine ayak uydurma çabalarına uygun
Batı medeniyetini de hegemonyasında tu tan bir örgüt­
olarak her alanda büyük isimler ortaya çıkardılar. Mü­
lenme ve mali imtiyaz sahibi bir şirket-devlet karakte­
zikten matematiğe, edebiyattan resme kadar sıralanma­
rindedir.
sı zaman alan çok uzun bir liste bu dönemin dünya çapın­
Mali gücü soyutlanmış bir piyasa işleyişine bağlı da Ruslarını içine alır. Ama 1917'den günümüze kadar
olan dünya sistemi günlük hayat içinde en somut bağlan­ uzanan zaman dilimi içinde dünyaya vazgeçilmezliğini
tılara nüfuz edebilecek imkânı denetim altında tutar, o kabul ettirm iş bir tek Rus bile yoktur. İhtilâl öncesi ve­
da paradır. Dolayısıyla bankacılık dünya sisteminin is­ rimlilikle, Komünist partisi sonrası dönem sırasında kı­
keleti sayılabilir. Bu iskeleti hem korumak, hem de ona sırlığın açıklaması nasıl yapılabilir? 1917'den önce Rus
hareket, cazibe, kimlik kazandırmak için bir çok "dış" un­ intelijensiyası dünya sistemi dışında kendi milli bünye­
sur vardır. Mali iskeletin teknolojisi, medeniyeti, sanatı, lerine uygun düşen ve fakat başka insanların örnek al­
iletişim atmosferi vardır. Her şeyden önemlisi kendine malarının da mümkün olduğu hayat tarzı üzerinde zihin
m ahsus bir "beyni" vardır dünya sisteminin. Fakat bu yoran çaptaki insanları yaşatabilecek özellikteydi. (Os­
beynin çalışabilmesi için iskeletin sağlam olması ön şart­ manlı batılılaşması Ruslarınkinden derin farklarla ay­
tır. Bu yüzden dünya sistemi piyasa ilişkileri dolayısıyla rılmakla birlikte siyasi sonuç itibariyle Avrupa için Rus
mütedavil sermayenin üstünlüğünü korumayı hayatiye­ batılılaşmasından daha acil bir tehlike doğurma ihtima­
ti için vazgeçilmez önemde sayar. Ne ki mali üstünlükten lini barındırıyordu) 1917 devrimiyle birlikte dış görünü­
daha çok önem taşımaya başlar işte o unsur dünya siste­ şü bakımından iddialı bir Rusya ortaya çıktı, ama devrim
mine karşı yönelmiş bir tehdit olarak algılanır. Dünya dünya sistemi için elverişli bir ortam sağlamaktan fazla­
sistemi ancien régime döneminde aristokratik değerleri sını üstlenemeyecek kadar iddiasız bir zümre eliyle Rus­
kendine düşman kabul edip, milliyetçi akımları paraca ya'nın yönetilmesini sağladı. İhlilalden önce Rusya Av­
destekledi. Daha sonra milliyetçi akımların paraca ölçül­ rupa'yı sadece izliyordu, 1971'den sonra dünya sistemi­
meyen değerlere yaslanma girişimi karşısında (özellikle nin buyruğuna girdi. Bu buyruk uyarınca süper güç rolü
iki harp arasında doğan totaliter rejimler dolayısıyla) oynadı. Böylece tek kutuplu dünya sistemi metropol ül­

98 99
düşecektir. Bu bakımdan yerküre üzerinde ideolojik yön­
keler içinde ve dışında yıldırımların önemli bir kısmını
semeler m uhtevalarını boşaltarak sadece "dünya siste­
"günah keçisi" olarak üzerine çekti. Dünya sistemi Rus­
minin gereklerine uymak" kıstasıyla hayatiyetlerini de­
ya'nın bu hizmetine ihtiyaç duymadığı zaman onun sü­
perliği de sönüverdi. vam ettirebilir hale gelirler. Böylece bir ülke etnik daya­
nışma, başka bir ülkede milliyetçilik, bir başka ülkede de
Bugün artık yeni bir süper ülke adaylığı sözkonusu: enternasyonal standartların savunulması hızlandırıla­
Almanya. Ancak Almanya'nın süper güç olması sözkonu­ bilir. Enformasyon ağı ve kişilerin geçim endişeleri dün­
su olduğunda, bunu Rusya'nın bir zam anlar süper güç ya sistemi tarafından ambalajlanmış ideolojik yönsemle­
olarak algılanmasıyla eşdeğer kabul edemiyoruz. Rusya ri dayatmayı mümkün kılar.
bir dönem ABD karşısında bir süper güç imiş gibi göste­
Dünyanın bu değişim süreci içinde şimdiye kadar
rildi. Oysa Almanya sözkonusu olunca bu ülkenin ABD
şu veya bu sebeple sisteme tam uyumunu sağlayamamış
karşısında yeni bir süper güç olması değil, ABD'den mer­
bir Türkiye, bütün zaaflarını lehine çevirebilecek imkâ­
kez olma özelliğini devralarak, süperliğin tekeline sahip
nlara sahiptir. Kabul ediyoruz ki Tanzimat'tan günümü­
olması akla geliyor. Neden? İki sebepten ötürü: Birincisi
ze kadar Türkiye her aşamada biraz daha dünya sistemi­
tarihten gelen çizgiyle ilgili. Almanya son iki dünya sava­
nin çarkına kapılan bir değişme içindedir. F akat tarihi
şında dünya sistem ine meydan okumuş bir ülkedir.
şartlar ve ülkenin kendi yapısındaki bazı özellikler sis­
(Rusya her iki savaşta da sistemin uydusuydu) İkincisi,
temle entegrasyonu bugüne kadar ülkenin bütün direnç
sistemin tabiatıyla ilgili. Eğer dünya sistemi gücünü ma­
odaklarını yok edecek ölçüde ileri götürmemiştir. Türki­
li üstünlükle sağlıyorsa, Almanya sistemin en imtiyazlı
ye’de bugün yokluğu hissedilen sadece direnmenin ge­
bir bölgesi olmayı devralmak suretiyle hiyerarşik sıra­
rekli olduğu ve bir atılımın sonuç verebileceği konusun­
lanmada en ü st sırayı tutm aya kendini yeterli sayabilir.
daki iradedir, istektir. Sözkonusu irade ve isteğin doğa­
Görünen odur ki Almanya'nın birleşmesiyle dünya siste­
cağına dair şimdilik bir belirti olmasa da bıçak kemiğe
mi bir çöküş tehlikesiyle karşı karşıya değildir. Sistem
dayandığı zaman bir toparlanm anın gerçekleşeceğini
Alman birliğini de kullanarak şirket-devlet karakterini
sağlamlaştırmaktadır. düşünmek ihtiyacındayız.
İlk farkedilmesi gereken husus dünyanın bu değiş­
Yeni slogan "Urallar'dan Kaliforniya'ya Avrupa"
me süreci içinde hiçbir beynelmilel gücün Türkiye'ye ül­
şeklinde formüle edildiğine göre bunun anlamı dünya
ke çıkarlarına ters düşen bir uygulamayı gerçekleştir­
sisteminin iplerini elinde tutan zümrenin düzen koruyu­
meye icbar edecek kadar güçlü olmadığıdır. Bu yüzden
culuğu adına daha geniş bir bölgede sus payı dağıtarak
yönetici konumunda bulunan, bir kaç kişiye söz geçirme
yerküre üzerindeki hareket serbestisini artırm asına va­
im kânına sahip herkesi Türkiye'nin kıstırılm ış durum ­
rır. "Urallar'dan Kaliforniya'ya Avrupa" dışında kalan
da olduğuna inandırmak dünya sistemi sözcülerinin işi­
bölgelerdeki h er m ahalli ik tid ar odağı atacağı adımı
ne gelmektedir. Böylece verimli sonuç alınabilecek bazı
merkezden alacağı icazet ve selâhiyetle atabilir duruma
101
100
temel kararlar almaktansa şimdilik durumu kurtaracak
tavizlere razı olmak eğilimi güçlendiriliyor. Yani ülkede
yaşayan herkesi ufku dar, beklentileri kısa vadeli ve ha­
yatta kalma korkusu taşıyan telâşlı kişiler haline getiri­
yorlar. Korku altedilemeyince de yılgınlık kolayca insan­
lara hakim oluyor.
Türkiye’de yeni şartlara uydu ülke olarak değil de,
bu çalkantının üstüne çıkma yeterliğini göstermiş bir ül­
ke olarak intibak etme fırsatı vardır. Bunu Tanzimat'tan SADDAM'IN ANAP'A
beri işlediğimiz hatalara borçluyuz. Batılılaştığımız için
VURDUĞU DARBE
değil, tam batılılaşamadığımız için, geleneklerimizden
koptuğumuz için değil kopamadığımız için, dünya siste­ Birleşmiş M illetler Güvenlik Konseyi'nin Irak'a
minin mali hegemonyası altında bir iktisadi başarı elde karşı uygulamaya k arar verdiği müeyyidelerin daha h a­
ettiğimiz için değil, bu hegemonyanın zararını gördüğü­ fif bile olsa, benzerlerinin önceden yalnızca Güney Afri­
müz için ülkemizin bir dönüşüm yaşama imkânı var. Bu ka Birliğine ve Rodezya'ya uygulanmış olması düşündü­
dönüşüm dünya sisteminin silâhlarının etkisiz kaldığı rücüdür. Afrika'nın bu iki ırkçı rejiminin özelliği insan
bir yaşama alanı sağlayacak olursa Türkiye'den bütün haklarına saygısız oluşları değil (sözkonusu saygısızlığı
Müslümanların, giderek dünya sistemindeki baskıdan gösterenlerin sayısı az olmadı hiç bir zaman) her ikisinin
zarar gören bütün insanların kurtuluşuna giden bir yol de dünya sisteminin yaramaz çocukları rolünü oynama­
açılabilir. larıdır. Dünya sistemi özü itibariyle kendi iç işleyişine
uygun tavırlar koyan, am a himayesinde olduğu güçlere
Safiyane bir iyimserlik gösterisi yapmaktan nefret
zorluklar çıkarmayı da kendi hakkı gibi gören yönetimle­
ederim. Bu yüzden söylediklerimin ancak bazı menfî olu­
re karşı suret-i haktan görünme oyununu her zaman oy­
şumların ayan beyan ortaya çıkması halinde anlaşılır
namıştır. Mussolini'nin Habeşistan'ı, Hitler’in Çekoslo­
özellikte olduğunu biliyorum. Yani Türkün aklının ne
vakya'yı işgali birer tatlı bela sayılmıştır dünya sistemi
zaman geleceğini çok iyi biliyorum.
için. Bugün Irak'ın Kuveyt'i yutması da hem tatlı, hem
kârlı bir beladır Batı'nın kalantor güçlerinin gözünde.
Anlaşılan dünya sisteminin ağababaları Kuveyt'i artık
tatsız bir fazlalık olarak görmüşlerdi ve bu pürüzü tama­
men kendi kontrollerinde palazlanan Irak’a temizletti­
ler. Hemen ardından çığlığı basıyorlar: "Irak, haram a hi­
le karıştırıyor!"

102 103
Çok karm aşık gibi görünen Orta-Doğu ilişkileri dı 12 Eylül 1980 rejiminin bir ürünü olan ANAP, sözko­
içinde bu sözde bunalım ne kadar sürebilir? Hangi yönde nusu rejimin türettiği ve bugün ortadan silinmiş diğer iki
gelişmeler getirir? Bu soruları şimdiden cevaplandır­ partin in akıbetinden k u rtu lm a şansını kullanarak
mak, sonuç hakkında belirgin bir tahminde bulunmak 1997'ye kadar varlığını sürdürmeyi deneyecekti. Ne var
bizim için mümkün değil. Belki rahatsızlığı tezgahla­ ki, Türkiye'nin dünyadaki yerini belirlemesi konusunda
yanların çizdikleri bir çerçeve, im kânlarının oranında ANAP çizgisinin ANAP içinde ihlâli bundan böyle farklı
gerçekleştirmeyi öngördükleri belli sonuç veya sonuçlar bir yapılanmaya açılmayı zorunlu kılacağa benzer.
vardır. Bunların neler olduğunu, evdeki pazarın çarşıya
Ne oldu? Ne olmadı? Irak'ın Kuveyt'e asker sokma­
ne kadar uyduğunu zamanla görebiliriz. Yine de, şimdi­
sından hemen sonra Batı'dan açık talepler geldi. Bunla­
den aldığımız bir sonuç var. Dünya şartlarını ne derecede
rın en göze görüneni petrol boru hattının kapatılması ve
etkileyeceğini bilmesek de, Türkiye'nin siyasi oluşumu­
mümkünse suyun kesilmesiydi. Ardından Türkiye'nin
nu büyük ölçüde etkileyeceğinden emin olduğumuz bir
Musul’a girerek savaş fırsatından yararlanm ası düşün­
sonuç bu. Saddam’ın Kuveyt'e saldırmasıyla ANAP bir
celeri üretildi. Bütün bunlar Türkiye'nin bir tam sömür­
siyasi güç olarak ve 1992 seçimlerinden almayı düşündü­
ge yönetimine sahip olup olmadığının sınavdan geçiril­
ğü sonuç bakımından önemli bir darbe yemiştir. Bu bu­
mesine m atuf görüşlerdi. Ama Batinın ilk ağızda önerdi­
nalım dolayısıyla ANAP'ın vazgeçilebilirliği tescil edil­
miştir. ği tutum ve davranışlar sergilenmedi. Türkiye Kerkük
boru hattının kapatılm ası eylemini Birleşmiş Milletler
Meseleyi yerli yerince kavrayabilmek için bir yıl ge­ Güvenlik Konseyi'nin kararı çıkıncaya kadar erteledi.
riye 26 M art 1989 yerel seçimlerinin sergilediği tabloya Irak'a karşı harekete geçebileceğine dair hiç bir belirti
dönmemiz gerekecek. Bu seçimler dolayısıyla karşılaşı­ göstermedi. Müttefikleriyle birlikte hareket edeceğini
lan durum yalnızca ANAP'ın ülke çapında desteğini kay­ ifade etti ve fakat onların önünde gitmeye hevesli olma­
bettiğini değil, aynı zamanda Türkiye'de yaşayan insan­ dığını açık açık belirtti. Bu birkaç günlük tavır dünya sis­
ların ülke meselelerinin çözümünde esasa ilişkin değiş­ teminin Türkiye'de üslendirdiği mekanizmanın tam da
meler beklediğini göstermişti. Millet hem dünya sistemi­ istenildiği gibi çalışmadığının anlaşılm asına yetti. 12
nin kendi üzerindeki operasyonlarından duyduğu hoş­ Eylül rejimi ANAP'ı iktidara getirmiş, ANAP kurucusu­
nutsuzluğu belli etmiş, hem de siyasi olgunluk bakmın­ nun cumhurbaşkanlığı m akamına geçmesine yol açmış
dan hak ettiği bir yöne doğru seyretme iradesini ortaya ve fakat bu oluşumlardan dünya sistemi lehine sonuçlan
koymuştu. ANAP dolayısıyla dünya sisteminin Türkiye almada tam başarıya kavuşamamıştı. Yani Türkiye'de
içinde bir çıkmaza sürüklenmesi bazı tedbirlerin sistem ülkenin geleceğini ilgilendiren kritik meselede Cumhu­
adına alınmasını gerektirmiş ve 1992'de yapılacak seçi­ riyet kurulduğundan beri devam eden teamülün ağırlığı­
me kadar tavşana kaç tazıya tu t politikasına uygun bir nı hissettirdiği anlaşıldı. Sivil bürokrasinin (Dış İşleri)
taktik benimsenmişti. Eğer Kuveyt bunalımı doğmasay­ ve askeri bürokrasinin (Genel Kurmay) meseleyi kavra­

104 105
yışının sınırlan aşılarak bir girişimde bulunulduğuna dinglerin veya yabancı şirketlerin desteğine borçlu olan­
dair hiç bir işaret yok. lar bir adım geride kaldı. Saddam'ın Kuveyt'e soktuğu
askeri güç ANAP içindeki çatlaklan belirgin kıldı ve ay­
Diyeceksiniz ki görüntüde hiç de durum böyle değil.
Basın Türkiye de Kuveyt bunalımı dolayısıyla fiilen baş­ rılıkları derinleştirdi.
kanlık sisteminin uygulamaya konulduğu konusunda şi­ Türkiye'de adeta başkanlık sistemi yürürlüktey­
kayet yollu beyanlarla dolduruluyor. Sanki Cumhurbaş­ miş gibi Turgut Özal'ın kitle iletişim araçları yoluyla ön
kanlığı her kararın merkezi haline gelmiş gibi. Böyle bir sırada ve vazgeçilmez önemde gösterilmesinin ikinci se­
görüntünün iki sebebi var: Birincisi bir devlet örgütünde bebi, yüzyıllardan beri büyük güçlerin kahram an üret­
görünen icra kanallarından başkasının kullanılamıya­ me" taktiklerinin uygulamaya konulmasıyla ilgilidir. Şu
cağıyla ilgilidir. Yani siyasi tavırların ister istemez fiilen çokça sözü edilen telefon diplomasisine bir bakalım: Özal
siyasi kimlik taşıyanların aracılığıyla dışa yansıtılacağı derhal Kral Fahd'la, Rafsancani'yle, Mübarek'le, Taha
tabiidir. Bir Genelk urmay raportörünün veya bir Bü­ Yasin R am azanla telefon görüşmeleri yapıyor. George
yüke lçi'nin (alınan kararda çok belirleyici bir rol oyna­ Bush televizyon konuşmasını kesip Özal'dan gelen sese
mış bile olsa) sahnenin önünde olması, hatta sahnede ol­ kulak veriyor. Bütün bunlar aceleyle bir çok meselenin
ması bile gerekmez. Türkiye'de adeta başkanlık sistemi halline doğru bir mesafe katedildiğıne dair bir izlenim
varmış gibi Cumhurbaşkanlığının CNN televizyonu da uyandırmıyor mu? Meseleye uzak olanların gözünde
dahil bu kadar gözönünde bulunuşu sergilediği tutumun evet. Kimbilir neler konuşuldu? Ne tedbirler alındı? Ne­
kendi siyasi çizgisinin kaçınılmaz olduğunu ispat etmez. lere engel olundu ve nelerin yola girmesi için mutabakat­
Yani Cum hurbaşkanı Turgut Özal, kendini 12 Eylül lar sağlandı? Meseleye yakın olanlar telefon diplomasisi­
1980 sonrası rejimde ekonomik işlerden sorumlu devlet nin hiç de diplomatça olmadığını bilirler. Telefon önce­
bakanı yapan, sonra ANAP kurucusu olmaya sürükle­ den anlaşılmış hususların son aşam ada aldığı şekli bil­
yen, daha sonra başkanlık mevkiine yükselten ve niha­ dirmede işe yarayabilir ancak. Kaldı ki ünlü kırmızı tele­
yet parlamentoca Cumhurbaşkanı olarak seçilmesine fon da dahil olmak üzere bu alet dolayısıyla ortaya konan
imkân veren siyasi kombinezonların gereği sayılabilecek görüntünün kamuoyunu oyalamaktan fazla bir işlevi ol­
bir eylemde bulunmadı Kuveyt krizi dolayısıyla. Türki­ madığını yıllardır ortaya çıkarmıştır. Tersinden düşü­
ye’nin Cumhurbaşkanı olarak, yukarıda andığımız tea­ nün: Telefon diplomasisi uygulanmasaydı ne olacaktı?
mülün gereği sayılabilecek bir çerçevede kaldı. Diyebili­ Bilen biliyor ki ne yapılanlardan bir şey eksilir, ne de ya­
riz ki o makamı kim işgal etmiş olsaydı aynı şeyleri yap­ pılanlara bir şey eklenirdi. İşler bakımından bir değişme
mak zorunda kalırdı. Benzeri bir tutum un ANAP içinde olmasa da görüntü bakımından belirginlik kazanan or­
olup da siyasi kariyerini Türkiye'nin sivil-asker bürokra­ tada bir kahram anın bulunuşudur.
sinin desteğine borçlu olan (Keçeciler gibi) kimi siyasiler
Türkiye'de sivil-asker bürokrasisinin etkinliği
için de söyleyebiliriz. Kriz sonrasında sandalyesini hol­
1950 öncesine oranla ciddi bir farklılık göstermektedir.
106 107
Yani Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı dışında kalması olarak milletle devletin müşterek yapabilirlikleri bölge­
için alınan tedbirlerle, Orta-Doğu meselelerinde kendine sini büyütme yolunu seçenler sadece bu tercihi yaptıkla­
en az zarar dokunacak şekilde sıcak savaş dışında kal­ rı için kazançlı çıkacaklardır. Yani sosyal, siyasi, iktisadi
masını sağlayacak tedbirler aynı nitelikte olmayacaktır. anlamda bir varlık ortaya koymanın elden çıkarılamaya­
Geçen zaman içinde ülke yapısında sosyalleşmenin belli cak zenginliğine kavuşulacaktır. Eğer devletin amacıyla
bir aşama kaydetmesi sınırlı da olsa katılımcı bir eğilimi milletin oluşum ilişkileri bir bütün ortaya çıkarabilecek
güçlendirmiştir. Yani Türkiye'nin Kore'ye asker gönder­ başarıya ulaşmışsa bir savaş sonucunda uğranılan yenil­
mesi 1990 yılında daha yoğun bir ikna mekanizmasının gi gerçek yenilgi sayılmaz. Sözkonusu "bütün" her zor
harekete geçirilmesini gerektirecektir. Öte yandan bü­ durum da kendini onarabilecek özellikler taşıdığı için
r okrasi şartlanm alar ve eğilimler bakımından bir blok
"bütün" olabilmiştir.
olmaktan 1950 yılı sonrasında alabildiğine uzaklaşmış­
tır. Bu yüzden de bir siyasi oldu bitti sonucu Orta-Doğu Türkiye 1950 yılından sonra her iki yolu da (tam ta­
meselesine bulaşacak bir Türkiye'de mekanizmayı işle­ mına olmasa bile, kısmen, eksik ve çarpık şekliyle) dene­
tebilmek için elli yıl öncesine oranla çok daha büyük ma­ miş sayılır. Kore'ye asker gönderilmesi devlet organizas­
haret, çok daha disiplinli bir iç işleyiş kaçınılmaz görünü­ yonunun milletin yönelimlerini hesaba katmaksızın kul­
yor. Karma karışık bir modernizasyon yaşayan, toplum landığı inisiyatifin sonucudur. Türkiye bundan kazana
hayatının dinamikleri konusunda yerine oturmuş bir yo­ kazana sanırım ki Ankara'da bir beton anıt kazanmıştır.
lu tutturamamış bir Türkiye'de ülke dışında bir etkinliğe Kayıplarını ve dünya sistemine kazandırdıklarını sırala­
girişecek devletin önünde iki seçenek var: Ya milleti in­ mak çok uzun zaman alır, çok zaman kaybettirir. 1974 yı­
kıyâd ettirerek devlet örgütünün soyut varlığına geniş lında yapılan Kıbrıs çıkarması sırasında ise Türkiye dev­
bir manevra alanı açmak, ya da milletle devletin müşte­ let olarak milletin yapabilirliğini hesaba katm ak sure­
rek yapabilirliklerinin bölgesini büyütmek. tiyle harekete geçmesinin tek çözüm olduğunu kavramış
gibidir. Yani devlet "tarihi h a ta "sından dönmekle bey­
Eğer milletin inkıyâd ettirilmesi yolu seçiliyorsa, nelmilel sahada varlık gösterebileceği itirafında buluna­
anlarız ki devletin eyleminde dünya sisteminin çıkarları rak işe girişmiştir. 1974 yılında Türkiye'de CHP-MSP
doğrultusunda bir belirlenme vardır. Bu yolu seçenler koalisyonu hüküm et etmektedir ve bunun Kıbrıs çıkar­
sonunda ne üzerinde yaşanılan toprakların, ne de birlik­ ması bakımından büyük bir önemi vardır. Koalisyonun
te yaşanılan insanların korunması gibi bir endişeyi ön bir kanadı geleneksel batıcı-lâik unsurların desteğini
plana almış sayılmazlar. Sonuç toprakların kaybı, insan­ alarak varlık göstermiş gibi sayılsa da 1973 seçimlerin­
ların madden ve manen erozyona uğramaları olursa ka­ deki başarısını milletin hem çıkar ilişkileri bakımından,
rarı alanların zarara uğraması sözkonusu değildir. Ken­ hem de kişilik bakım ından yeniden değerlendirmeye
di hamilerinin sağladığı imkanlara sığınmada kurtuluş­ tâbi tutulm asını destekleyen tavrına borçludur. 1973
larını arayacaklardır. Bir ülke dışı müdahalede dayanak CHP'si milleti inkıyâd ettiren anlayışı terketme eğilimi
108
109
altı oyulmuş bir siyasi partinin, dünya sistemi ile olan
ile 1946 seçimlerinden sonra ilk kez "oy" alabilmiştir. Yi­
ilişkilerinde sadece emir alan, imtisalcı bir kadronun
ne de aldığı oy tek başına iktidara gelmesine yetmemiş
beynelmilel bir sınavda ülkeyi temsile ne ölçüde ehliyetli
ve ancak koalisyonla yönetimi ele geçirebilmiştir.
olduğu hiç şüphesiz ki tartışılm aktadır.
Koalisyonun diğerkanadı ise bütün diğer siyasi
Kısacası Saddam'ın Kuveyt’e girişinin dünya siste­
partilerden kendisini ayıran çizgiyi "Müslüman" özellik­
mi için anlamı ne olursa olsun, bu müdahale Türkiye ba­
leri dolayısıyla çekebilen MSP'dir. Ne var ki 1973 görün­
kımından bir aldatmacanın devam edip etmeyeceği anla­
tüsüyle MSP siyasi varlığını tüm den ülke çıkarlarının
mına varmaktadır. Ülkemizin ihtiyacı olan kişilikli siya­
gereklerini yerine getirme tezleriyle şekillendirmekte­
si tavrı gösterdiği oranda bir kadro faaliyetini sürdüre­
dir. Bir yandan tüketim toplumunun yozlaştırıcı kültü­
cek, tersi olduğunda gerekli değişmeleri beklemek kaçı­
rüne cephe alınmakta, diğer yandan dünya ülkeleri ara­
nılmazlığını hissettirecektir. 26 M art 1989'da Türk hal­
sında onurlu bir yere sahip olmanın ancak tarihten dev­
kından darbe yiyen ANAP yönetimi, 1990 Ağustos unda
ralınan değerlerin üstün konumlarının tanınm asıyla
Saddam Hüseyin'in askeri cilvelerinden etkilenir duru­
mümkün olacağı savunulm aktadır. Bir bakıma 1974
ma düşmüştür. Ülkemizin kendi ayaklan üzerinde dur­
Kıbrıs çıkarması milletin gücünü artırm akla devlete güç
ma kararlılığında olduğunu göstererek unsurlara sahip
kazandırmayı öngören eğilimle, devlete kimlik sağlaya­
bulunduğuna inanm ak istiyoruz.
rak millete ait kılmayı öngören eğilimin koalisyonuyla
gerçekleştirilebilmiştir denebilir. Böyle bir uzlaşma ol­
madan Türkiye bir "dış" müdahale yapabilir miydi? Sa­
nırım, bu zor, pek zor olurdu ve üstelik bu müdahalenin
peşinden gelen sıkıntıları atlatm ak için ödenecek fatura
altından kalkılamayacak kadar ağır olabilirdi.
Orta-Doğu meselelerinin ciddi rahatsızlıklara yol
açtığı şu günde Türkiye ANAP'lı bir yönetimle neyi ne
kadar gerçekleştirebileceğini elbette düşünüyor. Eğer
Türkiye'nin müttefikleri Orta-Doğu'ya müdahale ede­
cek bir beynelmilel askeri güç oluşturacak olursa, ülke­
mizin katkısı Kore'ye asker göndermek gibi mi, yoksa
Kıbrıs'a çıkarma yapar gibi mi belirlenecek? Bu sadece
bir dünya dengesi veya Avrupa-Türkiye, ABD-Türkiye
ilişkileri çerçevesinde çözülecek bir mesele değil, aynı za­
manda Türkiye'nin iç işleyişinin de hangi tabiatta olu­
şuyla ilgili bir meseledir. 26 M art 1989 yerel seçimleriyle
111
110
da gerçekleşmediği korkusu vardı. Belki de 12 Eylül 1980
rejimi devlet örgütünde yalnızca dünya sistemi ajanları­
nın yeterlik ve cesaretle vaziyet etmelerine elverişli bir
zemini sağlamlaştırmıştı. Belki dünya sistemine göbe­
ğinden bağlı olanlar ANAP denilen seri sonu partisini ge­
ri dönülmez bir biçimde sevkiyata sokmuşlardı. Bu tak­
tirde Türkiye kraldan çok kralcı bir işgüzarlıkla Anglo-­
Amerikan çıkarlarının bekçiliğini yapmak üzere Irak'la
sıcak bir çatışmayı göze alacaktı. Ama böyle olmadı. Tür­
KAÇAMAK BAĞIMSIZLIĞIN KÖRFEZİ kiye, eski İsrail Savunma Bakanı İzak Rabin'in ifadesiy­
Geçen hafta yayınlanan cuma m ektubunu yazar­ le, "İsrail'i hayal kırıklığına uğrattı." Demek ki Türki­
ken içimde bir korku vardı: Ya işlerin mahiyeti benim ye'de dünya sisteminin döşediği zemin pek öyle sanıldığı
tahminlerimin çok uzağında ise? Şimdi daktilo makina­ kadar sağlam değilmiş ve dünya sistemi ANAP'ı bile bir
sının başına oturduğumda benzeri bir korku taşım aksı­ düdükle oturtup, bir düdükle hazırola geçirecek kadar
zın tuşlara vuruyorum. Bunun sebebi hem olayların tah­ h er şeyi elinin altında tutmuyormuş. Bugünden sonra
minlerim doğrultusunda akmış oluşu, hem de bu yazıda Türkiye'de bu zemini sağlamlaştırmak için neler yapılır?
herhangi bir tahminde bulunmaya yeltenmeyeceğimdir. İsrail'i bir daha hayal kırıklığına uğratmamak için hangi
Neydi benim tahminlerim? Görüşüme göre Türkiye 12 tedbirler alınır? Hiç bir tahminde bulunmayalım. Ama
bilelim ki Türkiye hâlâ büyük ve önemli bir dönüşüm için
Eylül 1980 rejimiyle dünya sistemi lehine köklü değiş­
meler yaşam asına rağmen ülke geleceğini ilgilendiren im kânlara sahip bir ülkedir. Bu yönde savaş vermenin
konularda sivil-asker bürokrasinin yaklaşımı hâlâ ağır­ imkânları tükenmemiştir.
lık sahibidir. Üstelik 1950 sonrasındaki sosyalleşme an­ Bir noktayı dikkatle vurgulam ak gerekli: Acaba
dığımız yaklaşıma kamu etmenini de gözönünde tutm a Türkiye'nin büyüklüğü ve önemi, dünyada geçerliliği ka­
gereği eklemiştir. Türkiye siyasetinde sözkonusu ağırlı­ bul edilen değerleri (ekonomik ve askeri güç, siyasî üs­
ğın sonucu olarak Kuveyt bunalımı ANAP yönetiminin tünlük ve kültürel etki) tekelinde bulunduran odak veya
yapabilirliğini değil, yapamazlığını sahneleyecektir. Bu odakların Türkiye'yi taltif etmesi ve ödüllendirmesiyle
görüşleri ileri sürerken gerçekte büyük ölçüde beklenti­ mi artar yoksa, Türkiye kendi değerlerinin bilincine var­
l erimi, dileklerimi ileri sürüyordum. Çünkü bana göre mak suretiyle vazgeçilmezliğini, h atta özenilir vasıfları­
u rkiye'nın Orta-Doğu meselelerine bulaşması devlet
T nı belirgin kılarak büyüklüğünü ve önemini dayatmalı
olarak önemini azaltacağı gibi millet olarak da öncelikle mıdır? Kuveyt'e Irak askerlerinin girmesi dolayısıyla çı­
hız vermesi gereken gelişmeyi kundaklayacaktı. kan Körfez bunalımının başlangıcında ülkemizin ABD
İçimde cereyan eden olayların hiç de sandığım tarz­ saflarında olaya müdahalesini savunanlar tezlerini güç­

113
lendirmek için bula bula şöyle bir gerekçe bulmuşlardı: lardır ve kalıcı askerî başarıları onlardan beklemek bey­
Türkiye hesaba katılır bir ülke olmak için Orta-Doğu'da hudedir. Daha doğrusu bir ordu ilgili olduğu toplumun
üstüne düşeni yapmalıdır. İşte bu sözler Türkiye'nin sa­ bir ürünü olduğu oranda gerçektir. Ordunun gerçekliği­
dece bir uşak, bir emir eri olarak büyük ve önemli olabile­ nin gösterilebilir iki dayanağı var: Bir toplum kendi sa­
ceğinin, Türkiye'ye bir yaver, bir vekilharç, bir kahya vaş gücünü ne oranda yeniden üretebiliyor? Bir toplum
olarak bile manevra alanı tanımanın mümkün olamaya­ kendi değerlerine ne oranda sahip çıkıyor? Savaş gücünü
cağının itirafından başka bir şey değildir. Böyle bir itira­ yeniden üretebilmenin toplumun sermaye gücüyle oldu­
fın Turgut Özal'ın batı kaynaklı kitle iletişim araçları ğu kadar nitelikli insan potansiyeliyle doğrudan ilgisi
aracılığıyla büyük ve önemli gösterilmeye çalışılmasına var. ABD Pearl Harbour baskınında bombalanan gemi­
özü itibariyle hangi ölçülerde paralellikler gösterdiği dü­ lerini bir yıl içinde yeniden inşa etti. Bunun için malî gü­
ş ünülmeye değer. Zira İsrail'i bir daha düş kırıklığına ce elbet sahipti, ama yeniden üretim için gerekli uzman­
uğratm ak istemeyenlerle bunalım sırasında Turgut lığı da ithal etmek zorunda değildi. Bir toplumun kendi
Özal'ın en iyi şeyleri yaptığını öne sürenler sanki aynı değerlerine sahip çıkmasının iki parlak örneği Almanya
yanda yer almışlar gibi. ve Japonya'dır. Her iki dünya savaşından yenik çıkmış
A lm anya'nın ve son savaştan sonra ordusuzluğa
Meseleyle ilgili bir kafa karışıklığını belirtmeden mahkûm edilmiş Japonya'nın bugün beymelmilel sahada
geçmeyelim. Bazıları Türkiye'nin NATO'ya kabulünün h âlâ belli bir belirleyici güç sahibi olmalarının her iki
bedeli olarak Kore'ye asker göndermesiyle, Avrupa Top­ toplumun da kendi değerlerinden vazgeçmeyişlerinden
luluğu'na kabul edilebilmek için Irak’a saldırma ihtimali başka bir açıklaması yoktur. Buna mukabil her iki savaş­
arasında bir yakınlık kurm aya kalkıştılar. Böyle düşü­ ta da galiplerin arasında zikredilen Fransa'nın sürük­
nenlerin iflâh olmaz bir kafa karışıklığına uğradıklarını lenmekten korunmaya çalışmaktan ötede yapacağı kal­
söylemeliyiz. Çünkü Türkiye Orta-Doğu meselesine madıysa uğradığı akibetin siyasî yapısında birbirini yo­
ABD'nin bir fedaisi olarak girdiği zaman, yaptıklarıyla ketmek şartıyla varlığını koruyabilen unsurların ağırlık
bir AT üyesi olamayacağını ispat etmiş olurdu. Öncelikle taşımasıyla ilgisi vardır.
Avrupa Topluluğuyla ABD'nin (hatta İngiltere'nin) ara­
Irak savaş gücünü yeniden üretm e gücüne sahip
sındaki sürtüşmelere Topluluğun hiç de lehine olmayan midir? Bu soruya olumlu cevap vermek imkânsız. Demek
bir boyut getireceğinden, daha ötede bir seçkinler klübü ki atacağı her adımı daha şimdiden kendine cephe almış
olan Avrupa Topluluğunun standartlarından uzaklaşan unsurlar arasındaki ayrılıklar ölçüsünde ayarlamak zo­
bir ülke görünümü pekiştirmiş olacağından. runda. Gerek Kuveyt'in ve gerekse Irak'ın bundan sonra
Günümüz dünyasında askerî başarılar orduların fi­ hangi şartlarda mevcudiyetlerini devam ettirecekleri
ilî (actuel) gücüyle değil, her ordunun bilkuvve (virtüel) her iki devletin de kendi meselesi olmaktan çok uzakta­
gücüyle güvenceye bağlanabiliyor. Diyebiliriz ki toplum­ dır. Esasen bütün olan bitenin sadece dünya sistemi için­
larından soyutlanmış ordular sadece göstermelik ordu­ de beliren bazı özel durumların, bu arada bölgede İsrail

114 115
çıkarlarının yeni boyutlarda tekrar ele alınmasının so­
nucunda vuku bulmadığını iddia etmek kolay değil. Yani konuma kavuşacağını söyleyemeyiz. Yine de zararın ne­
bırakalım Irak ordusunun gerçekliğini, bölgede bütün resinden dönülse kârdır anlayışı içinde bir istikamet tu t­
devletlerin korum alarının dünya sistemi içindeki oyu­ turm anın imkân dahiline girdiği görünür halde. Bakınız
nun dekoru ve figüranı olmaktan ötede derin bir anlama bugün, siyasî yapının 12 Eylül 1980 rejiminin getirdiği
sahip olduğunu kimse söyleyemez. Bu bakımdan kendi sınırlam alar yüzünden kesin Batı yanlısı bir kemikleş­
değerlerine sahip çıkan toplum örneğini Orta-Doğu'da meye doğru gidişi nasıl bir açmazı beraberinde getirdiği
bulmak, İsrail'i dışta tutarsak, mümkün değildir. Bölge­ açık seçik ortaya çıkmıştır. Parlam entoda Türkiye'nin
de kendi silâhını kendi yapabilen tek ülke İsrail'dir. De­ gerek İktisadî hedefleri ve gerekse kültürel kimliği bakı­
mek ki gerçeklik sahibi tek orduya sahip ülke İsrail'dir. mından B atidan farklı bir tutum a doğru yol almasını sa­
Bu kadarla kalmıyor, İsrail kendi değerlerine sahip çık­ vunan hiç bir görüş temsil edilmiyor. Buna rağmen ülke­
ma bakımından ve devleti milletiyle kaynaştırarak bü­ nin başı sıkıştığında temelde batıcı bir tercih yapmış
tünlük içinde dışa karşı ortak tavır gösterebilme bakı­ olan siyasî k anatlar felâketi önlemenin B atidan ödünç
mından bölgenin benzersiz ülkesi. Ne Irak, ne de başka alınan örneklerle gösterme mecburiyeti içinde buluyor­
Orta-Doğu ülkesi devlet organizasyonuyla toplumun iç lar kendilerini. Türkiye sadece bir devlet organizasyonu
işleyişi arasında organik ilişkilerin sağlamlığından ya­ olarak çıplak mevcudiyetini devam ettirmenin yolunu bu
rarlanacak avantajları elinde tutuyor. Bırakın Arap bir­ mevcudiyeti ortadan kaldırma girişiminde bulunanların
liği düşüncesini, hangi yabancı devletin ne zamanki etki­ tezleriyle yolunu bulm a alanına sıkışmış halde. Sözko­
si altında hareket edildiğine dair bu ülke halklarının dik­ nusu sıkışıklığı gidermenin tek çaresi ülkenin siyasî ya­
kate değer düşüncelerle bağlantıları yok. Dolayısıyla Or­ pısında katılımcı bir düzenlemeyi hakim kılmaktan geçi­
ta-Doğu ülkeleri hem günübirlik kışkırtmalar için çok el­ yor. Eğer son on yılın depolitizasyonu olmasaydı Kuveyt
bunalımı dolayısıyla ülke içinde dost ve düşmanı ayır­
verişli bir zihni fukaralık içinde, hem de sonunu kestire­
mayı zorlaştıracak böylesine sisli bir hava baskın çıkma­
meyecekleri tehlikeli yollarda yürüyebilecek kadar ye­
yacaktı.
tersizliklerle yaralı. Böyle bir ortama Türkiye'nin girişi­
nin sonucu benzeri bir akibete talip olmaktan ötede bir Çeşitli düşünce öbeklerinin rahatlıkla görüşlerini
anlam taşımaz. Yani Türkiye herhangi bir askerî müda­ belirttikleri bir ortam ilk bakışta karışıklık arzediyor­
hale sözkonusu değilken bile kendi durumunun belirgin muş gibi görünse de bu serbestiyetin bir bileşkesi olduğu
bir çizgiye kavuşmasından önce Orta-Doğu meselelerine kolayca farkedilebilir. Bu da genel toplum çıkarıdır. Oy­
bulaştığında yapabilirlik içinde değil, bedelini ağır öde­ sa bazı ağızların zorla kapatıldığı, bazı zihinlerin zorla
yeceği mecburiyetler içinde yüzecektir. çarpıtıldığı baskıcı ortam da genel çıkarın belli güçlerle
feda edilmesi her zaman daha kolaydır. Yine de ne tek ba­
Türkiye yapabilirliğini nasıl artırabilir? Bu soru­
nun cevabı kası vadeli tedbirler çerçevesinde verilemez. şına serbestiyetin yürürlükte olduğu bir ortam savunu­
Bugünden yarına ülkemizin sönük bir statüden etkin bir labilir, ne de belli kısıtlam alar m utlak anlamda kötüle­
nebilir. Bir toplum hayatında esas olan erkinliğin (ser­
116
117
bestiyetin) erginlikle (rüşt ve kemalle) donatılmış olarak linç halidir. Durumun bilincine varmak da durumu oldu­
kullanılmasıdır. Erginlikten yoksun kalınarak kullanı­ ğu gibi görmekle mümkün.
lan erkinlik sadece bazı zorbaların istifade edebilecekle­ Ülkemizin erkinliği ilke olarak metropolün mesele­
ri bir yapabilirlik alanı açar topluma. Diğer taraftan er­ lerine karışmayan, tam tersine bu meselelerin metropol
kinlik olmaksızın erginliği üstün tutm aya çalışmak da lehine çözümüne katkıda bulunan bir çevre ülke olmayı
toplumda yabancı unsurların yararlanabileceği bir dağı­ kabullenmekle sağlanmıştı. Pozitivist temelli eğitim
nıklığı davet edecektir. başlangıçta Islâm kültürünün yerine geçme gerekçesiyle
Türkiye Cumhuriyeti toplumun altı asırlık erginli­ ülke içinde bir mesafe katetti. Düşünün ki 1947 sonra­
ğini feda ederek erkinliği elde tutm a denemesidir. Bu de­ sında bu tarz eğitimin bile Türkiye için hayırlı sayılmadı­
neyin hangi yanıyla başarılı, hangi yanıyla başarısız ol­ ğı tespit edildi. Böylece Türkiye ne Batı standartlarını
duğunu günbegün farkına vardığımız gerçeklerle ölçüyo­ tutturabilen insan gücünü artırabildi, ne de kendine
ruz. Ama bir bunalım anında geri dönülmez şekilde giriş­ mahsus standartlar geliştirebildi. Ülkemiz öyle bir duru­
tiğimiz deneye mahkûm olduğunu anlayabiliriz. Eğer ma düştü ki, uzman sayılan her kişi kendi sahasındaki
Türkiye'nin erginliğini feda edişi zaman içinde erkinliği­ yetersizliği istism ar ederek geçimini sağlıyor, uzmanlı­
ni de elden çıkarmaya varıyorsa şimdi yüzyüze geldiği­ ğını üretken kılarak değil. Böyle bir durum ülkenin genel
miz bunalımın değerini bilmek gerek. Daha Körfez buna­ yapısına çok uygun. Beynelmilel sahada da Türkiye'nin
lımı gelip çatmadan Türkiye'de Sevr benzeri bir yaptırım kendi başına bir mesele olmaması yetiyordu, meselenin
dizisiyle karşılaşılıp karşılaşılmayacağı tartışılıyordu. çözümüne katkıda bulunması ön sırada gelmiyordu. Si­
yasî bakımdan kuruluş yıllarında Türkiye'nin belli sınır­
Demek ki Türkiye'nin yapabilirliği dünya sisteminin za­
larda kalmayı kabul etmesi yetiyordu, Batı'nın ona faz­
ten gündemindeydi.
ladan bir görev yüklemesine gerek yoktu.
Eğer Türkiye erginliğini feda ederek erkinliğini bu­ Şimdi Türkiye'den bir görev bekleniyorsa ve bu gö­
güne kadar koruyabilmişse ve eğer erkinlik ancak ergin­ revi yerine getirmediği taktirde bir bedel ödemesi gere­
likle donatıldığı zaman toplumu yapabilir kılmakta, er­ keceği söyleniyorsa Türkiye'nin kaçamak bağımsızlığı,
ginlik sadece erkin toplum güçlerinin harekete geçme­ erkinliği körfeze sıkışmış demektir. Kısa vadede bu sı­
siyle topluma yarar sağlıyorsa bütün toplum olarak ya­ kıntının atlatılm ış olması yeni sıkıştırm aların tekrar­
şadıklarımızın sıfı ra irca edilmesine engel olmak için bü­ dan doğmayacağını kanıtlamaz. Türkiye rüştünü ispat
yük bir dönüşümü göze almak zorundayız. Bunalımlar, etmede ne kadar gecikirse serbestiyetini kullanmada o
sözkonusu dönüşümün kaçınılmazlığını bize öğrettikleri k adar yetersiz kalacaktır. Yetişkinlik oyuncakla kandı­
ölçüde yararlanabileceğimiz sıkıntılar sayılmalıdır. Yu­ rılmamaktan başka bir şey olmasa gerek. Oyuncakta gö­
karıda söylediğim gibi Türkiye'nin özlenen bir değişmeyi zü kalan iri yan insanın yetişkinlerin arasında sıkılaca­
yaşaması devrim tarzında kesintili bir olaya bağlı değil­ ğını tahmin etmek zor değil. O halde? Tahmin yapmaya­
dir. Erginlik yani reşit olma hali, her şeyden önce bir bi­ lım dedik ya!
118 119
dırıya maruz kalm ası." Bu sözleri "ABD'nin iyi dos­
tu 'n u n ağzından duymak şaşırtıcı. Yani bu üç şart yerine
geldikten, hele Türkiye saldırıya uğradıktan sonra Tür­
kiye'deki üsleri ABD'nin kullanabilmesi ABD'ne dostluk
göstermek sayılmaz. Nedir bu işin aslı esası? Turgut
Özal, ABD'nin iyi dostu mu, değil mi? Bu sorunun cevabı
bir sır olmaktan çıktı artık. Bir "zat" olarak Turgut Özal,
yükselişindeki katkıları nedeniyle ABD'nin iyi dostudur,
am a Türkiye Cum hurbaşkanı olarak işgal ettiği yerin
TEMELCİLİK TÜRKİYE'YE gereği neyse onu yapmak zorunluluğu ile sınırlanm ış­
NE GETİRECEK? tır.
George Bush, şu sözlerle övüyor Turgut Özal'ı: Bu durum Türkiye-Orta-Doğu-Batı ilişkileri dola­
"ABD'nin iyi dostu." Dünya basınının Atlantik grubu da yısıyla kitle iletişim araçlarının ortaya çıkardığı farklı
övgülerini esirgemiyor Turgut Özal'dan. Körfez bunalı­ kanaatleri sorgulamaya varmalıdır. Kitle iletişim araç­
mı dolayısıyla Turgut Özal’ın genel olarak Batı lehine, ları onları kullananların elinde sahiplerine hizmet ede­
am a özellikle ABD lehine yerine getirdikleri Batı ve ABD cek şekilde ve araçlardan etkilenenlerin zarar gördükle­
bakımından memnuniyet verici. Türkiye'de işbaşında ri silahlar haline geldiği için sorgulamamızı sözkonusu
bulunan yürütme gücü Irak'a uygulanan ambargoya uy­ zararları bertaraf edecek tarzda yapmalıyız. İnsanların
mada gösterdiği acelecilikle, eğer bir Orta-Doğu çatış­ basiretlerinin bağlanması kitle iletişim araçlarının sun­
ması olur da ABD Türkiye'den yardım isterse böyle bir dukları sayesinde oluşturulan kanaatleri davranışların­
yardımı gecikmeden sunacağı yolunda verdiği işaretlerle d a birer dayanak sayarak hareket etmeleriyle kolaylaşı­
ABD yürütme gücünden tam not almış görünüyor. Yine yor. Eğer gerçeği görmek istiyorsak, toplum olaylarında­
de Türk-Amerikan ilişkileri her iki tarafı n da gönül ra­ ki gerçek belirleyicileri gözden uzak tutm am am ız gere­
hatlığı duyabileceği kadar olumlu değil. ANAP yönetimi kir. Bazı tutam ak noktalan vardır ki toplumlar bu nok­
Bush yönetimine açık çek vermedi, veremedi. Atlantik ta la n hesap dışı sayarak hareket edemez. Ama bunlar
grubunun öve öve bitiremediği Turgut Özal, F ransa’da toplumların hareketlerini sağlayan noktalar değildir, en
yayınlanan Le Point (Nokta) dergisinin, "ABD, Saddam azından bu noktaların tek başlarına toplumların hare­
Hüseyin’e saldırmak için Türkiye'deki NATO üslerini ketlerine kaynaklık ettiğini söylemek doğru değil. Top­
kullanabilecek mi?" şeklinde sorduğu soruya şu cevabı lum olaylarındaki gerçek belirleyicilerin birincisi devle­
veriyor: "Böyle bir şey için üç şart gerek: NATO’nun onay tin sürekliliğinde saklıdır. Bir devletin diğerinden dev­
vermesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin çoku­ raldığı veya bir devletin diğerine kabul ettirdiği her h u ­
luslu bir kuvvet göndermesi ve nihayet, Türkiye'nin sal­ sus toplumların şöyle veya böyle hareket etmelerinde
120 121
varlığı inkâr edilemeyen, giderek varlığıyla hareket et­ bir ideal uğruna kariyer sahibi olma gibi bir endişe taşı­
menin kolaylaştığı bir belirleyicidir. İkinci belirleyici madıkla rıdır. Türkiye’de "makam" nedense oraya çıkmış
dünya ticaret ağında bir toplumun tuttuğu yer olarak kimseden h er zaman daha büyüktür.
görmek mümkün. Dünya ticaretinin hangi boşluğunu, Söylediklerimize vakit geçirmeden itiraz edilebilir.
hangi dereceden dolduruyor o toplum? Bunu bildik mi o Toplum olaylarında belirleyici sayılan "veri"lerin üçü de
toplumun yerini ve önemini de öğrenmiş oluruz. Toplum belirlenmiş ve belirlenebilen etmenler niteliğindedir. Bi­
olaylarındaki gerçek belirleyicilerin üçüncüsü olarak ri devletler hukuk ile ilgilidir ki, bu alanda her zaman
sözkonusu toplumu yönetenlerin (onun toplum olarak baskın basanındır. Diğeri İktisadî gücün tezahürüdür ki,
korunmasında yön verici rolü üstlenmiş olanların) ken­ toplumun iradesi ve emek gücüyle her zaman değişmeye
dilerini nasıl gördükleri, kendilerini ne saydıkları zikre­ açık bir faaliyeti işaret eder. N ihayet üçüncüsü toplu­
dilebilir. Bir toplumun yöneticileri (veya yöneticisi) ba­ mun manevî yapısıyla ilgilidir ve kendisi bir oluşumun
şında bulundukları insanların sorumluluğunu üstlen­ belirtisidir. Yani toplumu harekete geçiren etmenler
miş kişiler olabilir veya bazı ideallerin gerçekleşmesiyle doğrudan doğruya toplumla hareket bulan unsurlardır.
kendilerini sorumlu sayabilir. Toplum olayları onların Öyleyse dile getirdiklerimiz açıklayıcı olmaktan çok me­
anlayışlarından etkilenecektir.
seleyi biraz daha karm aşıklaştıran türden haberler mi­
Andığımız belirleyicileri dikkate alarak durum u dir? Hayır. Bütün bu söylediklerimizle iki gerçeğin zihni­
kavramaya çalıştığımızda ilk farkettiğimiz husus Türki­ mizde yer etmesine yardımcı olmak amacı güdüyoruz:
ye Cumhuriyetinin haklan ve mükellefiyetler bakımın­ Yapacaklarımız yapılmış olanların bir türevinden başka
dan Osmanlı Devletinin yerini tuttuğudur. Sınırların
birşey olmayacaktır ve Türkiye lehine herhangi bir şey
tespitinden devlet mekanizmasının işleyiş biçimine k a­
yapmak andığımız belirleyicileri dikkate atarak durumu
dar her alanda gelinen bir yer ve gidilen bir yer vardır. Bu
kavramadan mümkün değildir. Havanda su dövmeyelim
ilişkiyi gözden uzak tutan kimse Türkiye hakkında cid­
ve öcülerden korkmayalım.
diye alınabilir söz söyleme başarısına da uzak kalacak­
tır. İkinci olarak Türkiye’nin dünya ticaretinde hiç bir Toplum olaylarının akışının teker teker insanların
hayatî mevkie sahip olmadığını farkederiz. Ülkemiz üre­ ve de ayrı ayrı toplumların kaçınılmaz olarak mahkûm
ten olarak da, tüketen olarak da vazgeçilmez bir ülke de­ olduğu önceden bilinebilen bir taslak gereğince vuku
ğildir. Sömürüye konu olma bakımından bile merkezle bulduğuna inananlara hem dindar çevrelerde, hem de
ilişkileri zayıftır. Ticaret yolu olarak ne Boğazlar, ne de din karşıtı düşünceyi benimsemiş çevrelerde rastlam ak
transit yollarımız vazgeçilmez önemde olmamıştır. Son mümkündür. Toplumun gidişi hakkında determinist bir
olarak farkettiğimiz husus Türkiye'yi yönetenlerin ken­ görüşü savunan bu insanların her yeni durumda yapıl­
dilerini işgal ettikleri makamla özdeşleştirdikleri ve ba­ ması gereken bir şeyler olduğunu ileri sürdüklerine de
şında bulundukları insanların sorumluluğunu üstlen­ tanık oluyoruz. Yani toplumun otomatik işleyişine ina­
meye dönük bir eğitimin ürünü olmadıklarının yanısıra nanlar bile bu işleyiş devam ederken her insana bir iş

122 123
dir? Bütün bunlar düşünülürken Türkiye'nin alacağı
düştüğünü kabul eder. Öte yandan ferdin ve toplumun tedbirleri, yürütmeye kalkışacağı eylemleri kimin eliyle
hayatında geniş bir serbestiyetin hüküm sürdüğünü ve yapacağı gerçek bir belirleyici olarak gözönüne alındı.
her yapılanın yapanın yanına kâr kalacağını savunanlar Hangisi olursa olsun, bir işi yürütm ek için bazı vasıflar
vardır. Bunlar da her yeni durum un bir yeni eylemin gerekliydi. Bu vasıflar belli uzmanlıkları kapsadığı k a ­
ürünü olduğunu, h er türden biçimlendirmenin insan dar, kimliği ve kişiliği de içeren vasıflar olmalıydı. Türki­
eseri olabileceğini ileri sürerler. Türkiye'de yaşayan in­ ye'nin bir darboğazdan çıkması için gerekli vasıflar ara­
sanlar olarak hangi yaklaşımı benimsemiş olursak ola­ sında "ABD'nin iyi dostu" olmak ne ölçüde ağırlık sahibi
lım açık seçik gördüğümüz kendi hayatımızın bekçiliğini kabul edilebilirdi? Nitekim, ağırlık sahibi olan vasıflar
yapmak zorunluluğunun üzerimizde olduğudur. Yani ne hemen kullanıma açıldı. Diplomasinin şartlan değerlen­
insan teki olarak, ne de toplum olarak hayatiyetimizi ve dirmede ne kadar ehliyete sahip bulunduğu ve Genel­
varlık şartlarımızı başka ellere tevdi edemiyoruz. kurmay'ı n ne kadar sorumluluk ve dirayet sahibi olduğu
Tehlikenin burada olduğunu, kendi korumamız ol­ ön sıraya geçti.
madığı taktirde hiç bir anlaşm adan doğan hakka güve­ Kurmalı oyuncağın zemberi boşalınca ortalıktan
nemiyeceğimizi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. gereksiz sesler de çekiliveriyor. Sık sık sözü edilen bazı
Ortalık süt liman görünürken şişirilmiş bir çok dü­ uydurma kavramların nasıl işe yaramaz gevezelikler ol­
şünce hayat ve ölüm konusu gündeme gelince sönüverir. duğu kolaylıkla açığa çıktı böylece. Üzerinde yaşadığı­
Belli tem inatlarla sürdürülebilen ideolojik yapılar her­ mız topraklann uygarlıklar beşiği olduğu doğru ise bir
kes gerçek çıkarlarını gözetmeye başladığında çatırda­ bunalım anında bunun bize hangi katkılarda bulunaca­
yarak çöker. İşler ciddiye binince hepimiz sonunda ney­ ğını sormanın tam zamanı. Türkiye'nin Doğu ve Batı ara­
sek o olduğumuzu hatırlarız ve nihaî tutum um uzu ney­ sındaki bir köprü olduğunu söyleyenlerin bu geçitten ki­
sek ona göre takınırız. Rusya'daki değişmeler, doğu blo­ min nereye gideceğini bu ülkenin insanlarının başı sıkış­
kunun rejim değişikliği, Azerbaycan olayları, Körfez bu­ tığı zaman açıkseçik söyleyebilme gücünü gösteremedik­
nalımı dolayısıyla Türkiye'de yaşayan her insanın tek leri görüldü. Halkı Müslüman ülkeler arasında Anaya­
tek ve toplumun bütün olarak yüzyüze geldiği olay bu­ sa'sı ve sosyal düzenlemesi lâik (veya gayr-i müslim)
dur. Yukarıda andığımız gerçek belirleyiciler önem sıra­ özellikler taşıyan bir ülke olmanın ne kadar geçer akçe
sına göre birer birer hesaba katıldı. Önce Türkiye'nin olduğu büyük bir merak konusu haline geldi. Daha da
devlet hukuku muvacehesinde hangi statüde olduğu h a­ ötede ülke çıkarlarıyla kendi çıkarını özdeş kılmış ve
tırlandı. Hangi anlaşmaya göre neredeydik? İkinci ola­ dünyanın herhangi bir yerindeki bir profesyonel yönetici
rak "Türkiye'nin cirmi nedir?" sorusu akla geldi. Kapasi­ gibi değil de her kaybı ve kazancı kendi hanesine yazılan,
tesi, mobilitesi, yedekleri ve atılım gücü herhangi bir ey­ sadece Türkiye'nin dostu olan yöneticilerimiz olup olma­
lem i gerçekleştirmeye (bırakınız bir yeni alanı lehine dığı gündemin birinci maddesi oldu.
kullanmayı, mevcut durumunu sürdürmeye) yetecek mi­
125
124
Muhasebesi geciktirilen bir ülke olarak Türkiye bahsettikleri söylenir. Yani bu tip şizofrenler karınları
kendi kendinin bekçisi olma bilincine uzak düşmüş hal­ acıktığı zaman "onun karn ı acıktı", yoruldukları zaman
de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sadece durumu "o yoruldu" derler. Türkiye temelcilikle toplumsal kavra­
idare edebilmektedir. Muhasebesi geciktirildiği için te­ yış arasına soktuğu engeller yüzünden tıpkı bu şizofren­
mel kararları alabilecek verileri gözönüne koyamamak­ ler gibi konuşur durum dadır. Türkiye'de yaşayanlar
ta durumu idare etme aralığında kaldığı için de muhase­ kendilerinden "o" diye sözediyorlar. Demek ki bütün fiili
be yapmada aceleci davranmamaktadır. Ne varki, dünya kazançların ve maddî zorlukları aşm anın arefesinde
şartlan acımasız bir oldu bittiyi Türkiye'ye kabule zorla­ Türkiye temelci bir yolu seçtiği taktirde bünyesindeki şi­
dığında herhangi bir muhasebe için vakit kalmayacak­ zofreniye bir derman bulmuş olacak ve kendinden "ben"
tır. İki ayağı bir pabuca girmiş haliyle Türkiye tıpkı Bi­ diyerek sözetmek im kânına kavuşacaktır.
rinci Dünya Savaşı sonunda yapmak zorunda kaldığı gi­
Bunun hemen ardından üzerinde yaşadığı toprak­
bi zararı asgariye indirmek savaşı verecektir. Oysa Tür­
ların ve birlikte yaşanan insanların verimli ve düzeyi
kiye'nin muhasebesini kendi kendine yapma ehliyetini
yüksek bir niteliğe kavuşması için gereken işlere girme­
kullanabilmesi gerekir. Bunun için de öcülerden kork­
de büyük bir kolaylığı ele geçirmiş olacaktır. Sadece bir
maması gereklidir. Temelcilik (fundamentalism) Türki­
bunalım sırasında bir imdat yeleği gibi kuşanılan özel­
ye için bir öcü olmaktan çıkmalıdır. Türkiye'nin temelci­
likler toplumun aslî özellikleri olduğu bilincine varıldı­
likten uzak durma çabası, bugün olduğu gibi, kendini
ğında canlılık ve yapabilirlik yönünde sürekliliğe de ka­
kendinin gulyabanisi haline sokma tuhaflığına varmak­
tadır. vuşulacaktır. Eğer Türkiye'de servetlerin heba edilmesi,
durdurulamaz bir yozlaşma ve toplumsal bir iktidarsız­
Önce şu nokta hiç gözden kaçmamalıdır: Beynelmi­ lık acı veren birer sonuç olarak karşım ıza çıkıyorsa bu­
lel alanda Türkiye ne kadar temelci görüntüden kaçsa bi­ nun sebebi yalnızca durumu idare etme avuntusunda ve
le onun hakkında yapılan değerlendirmeler Türkiye'nin temelcilikten uzak durma çabalarında aramalı. Bilinme­
hayatiyetini temelci esaslarla devam ettirdiği anlayışı li ki temelcilik "yazılı olana sadakat" ibaresiyle özetlene­
doğrultusunda yapılmaktadır. Bu değerlendirmelerin bilir. Böyle bir sadakati ön plâna aldığı için zarar gören
isabetsiz olduğu da söylenemez. Çünkü Türkiye her zor insan topluluğu yoktur. Geçmişte yaşanan her belâ "ar­
durum unu sanki temelci bir görüş içinde kalmışçasına tık yazılana uyulmaması" sonucunda insanların başına
çözümleme yoluna gitmektedir. Cumhuriyet ilânından tebelleş olmuştur.
bu yana olmakla görünmek arasında münavebeli gidip
Temelciliğe açılma önerisinin Türkiye'de muhatabı
gelmelerle idare edilen durumun sona ermesi iki şahsi­
kim? Acaba kimler şimdiye kadar ki tutum larından vaz­
yetliliğin sağlıklı bir hayata dönüşle sona erdirilmesi bir geçerlerse ülkenin şizoik çatlağı onarılabilecek? Bugüne
zaruret olarak belirmiştir. Bazı şizofrenlerin uğradıkları kadar açık veya örtülü olarak toplumun yönünde en et­
kişilik bölünmesi sebebiyle kendilerinden "o" diyerek kin rolü oynamış sivil-asker bürokrasi mi, dünya siste­
126 127
minin fırsatlarıyla palazlanan sermaye sahipleri mi,
yoksa geçim endişesiyle biçimden biçime giren büyük ça­
lışan kitle mi? İşte Türkiye'de temelcilik karşısında takı­
nılan tavır toplumun iç dinamizmini sağlayan geçişme­
lerin başlatıcı olması bakımından bir önem sahibi oldu­
ğunu bu meseleyi gündeme getirmekle göstermiş olur.
Çünkü temelcilikten uzaklık çeşitli toplum katm anları
arasındaki hakkaniyete dayalı etkileşimi de önlemekte
ve haksızlıkların ideolojik örtüsünü kalınlaştırm akta­
dır. Hangi toplum katmanından ne sayıda insan kendini TEMELCİLİK Mİ
temelciliğin verimliliğe açılan tezlerine yakın duyarsa KÖKTENCİLİK Mİ? (I)
duysun bununla bir yol, bir oluşumu mümkün ve gerekli Din gerçeğinin başlıca iki boyutu var: Biri inanca
kılan bir yolda yürünmeye başlanmış olur. Kendi kendi­ sahip çıkanlar tarafından şekillendiriliyor; diğeri top­
nin bekçisi olan bir Türkiye'ye varan yolun başında kendi lum kurum lan tarafından. Hangi din sözkonusu olursa
kendinin bekçisi olmayı göze alan her kesimden insan olsun inananlarla inananları yönlendirenler arasında
vardır. Yaşayan görür. bir ayrım yapılabiliyorsa, artık o dinin özünün boşalmış
olduğunu ve ortada din adına bir aldatmacanın geçerli ol­
duğunu söylemek imkân dahiline giriyor. Yani din gerçe­
ği inananların şekillendirdiği haliyle belirginleştiği
oranda o dine mensup insanların lehine bir kültür değeri
sayılabilir veya toplum kurum lan tarafından şekillendi­
rilmiş haliyle bir istism ar vasıtası olarak kullanılabilir.
Günlük dilde yanlış bir biçimde dinin istism arından söz
edilir, oysa din istism ar edilmez, edilemez; istism ar edi­
len o dine gönülden bağlı kimselerdir. Eğer herhangi bir
dinin gereklerini yerine getirmeyi kendi kurtuluşu için
kaçınılmaz sayan insanlar varsa ve bu insanlar inançları
yüzünden dinlerine uzak düşen bir amaç için sevkedile­
biliyorsa, h atta dinlerine düşman güçlerin tuzağına ya­
kalanabiliyorlarsa onların istism ar edildiğini söyleme­
miz doğru olur. Bir dine mensup olanların istism ar edil­
mesi halinde inananların eylemleri kendilerine yaram a­
yan bir alanda semerelendirilmektedir.

129
Körfez bunalamı dolayısıyla din gerçeğinin iki bo­ pısı arasına giren uyuşmazlık inananların işgalciler ta ­
yutu daha dikkatle gözönüne alınması gereken vakıalar rafından icad edilen din mazeretli kurum lar kullanıla­
olarak önemini artırmıştır. Gerçi şimdilik tartışm a için­ rak aldatılm alarını gerektirmiştir. Böylece din gerçeği­
de olan sadece petrol, nazik siyasî denge ve hukuk kural­ nin inananlar tarafından şekillendirilen boyutu dumura
larıyla dünya sisteminin çıkarları arasındaki ilişki gibi uğratılm ıştır. F akat yanıltm a faaliyeti burada durm a­
konulardır. Ne var ki tartışılan hususların bu kadarla mış ve bu bölgelerin sözde bağımsızlık süreçleri içinde sö­
kalmayacağı ve meselenin gelip din gerçeğine dayanaca­ mürgeciler tarafından kültürel bir hile ile yönlendirilen
ğını söylemek için vakit erken değil. Şimdiden Suudi yeni yöneticileri emperyalistlerin, kolonyalistlerin ve di­
Arabistan topraklarına yerleştirilen ABD askerlerinin ğer hıristiyan işgalcilerin din adına yürüttükleri aldat­
bölgeye giren yabancı "hıristiyan" güç olarak ne gibi so­ macayı sözde bağımsızlık adına tekrarlam ışlardır. Bu
nuçlara gebe olduğu endişe konusu. Bunalımın ilk gü­ bakımdan halkı Müslüman ülkelerde din adına yürürlü­
nünden itibaren gölgede kalmayı seçmiş görünen İsra­ ğe konan aldatm aca ikiye katlanm ış durumda, yani iki
il'in kendine en elverişli saydığı zamanda devreye girme­ k atlı yanıltm a şeklinde bugüne kadar gelmiştir. Top­
siyle "yahudi" gücünün nasıl bir manevra yapacağı da lum ların okur-yazar kesimi birbirine düşman kamplara
merak ediliyor. Nihayet her iki güç etkinliklerini müslü­ ayrılmış, bunun yanısıra halkın geleneksel inancı koru­
manlar üzerinde hissettirmeye çalışacağı ayan-beyan or­ yan toplulukları korudukları inancın bilinci konusunda
tada olduğuna göre, bölgede bilinen güçlerin tavrı hare­ hiç bir mesafe katetmeksizin, ama birikimlerinden çok
keti bunalımın ortaya çıkardığı meseleleri bir çözüme gö­ şeyi eksilterek, yıpratarak günümüze ulaşmışlardır. Bu
türmede işe yarayacak mı, yoksa yeni Orta-Doğu'da yeni tabloda iki unsur altı çizilmiş olarak varlığını koruyor:
"İslâmî Güç" veya güçler mi belirecek? Kısacası din ger­ Niteliği ne olursa olsun bir inananlar yığını ve toplum
çeğinin iki boyutundan hangisi ağır basacak? inanç sa­ k u rum lan aracılığıyla inananların eylemlerini sevket­
hiplerinin sahnenin önünde yer aldıkları ve kendi inanç­ meye müheyyâ yönetici zümre.
larını kendi mevcudiyetlerinin korunması yolunda an­ Türkiye'nin durumu Arap dünyasından ve İran'dan
lamlandırdıkları bir yeni dünyaya açılıp açılmadığımız farklı. Cumhuriyetin ilânı, hilâfetin kaldırılması, kema­
Orta-Doğu'da toplum kurum lan tarafından şekillendi­ list devrimlerin yürürlüğe konması ve demokrasi tecrü­
rilmiş dinin sıkı bir im tihandan geçmesiyle belli ola­ besi yoluyla Türkiye'de siyasî organizasyon bütünü iti­
cak. bariyle İslâm kültüründen kopmuş, buna mukabil bir si­
yasî bütün olarak varlığını koruma düşüncesini güçlen­
Arap dünyası ve İran için toplum kurum lan ta ra ­
dirm iştir. Bugüne kadar Türkiye'de yaşayan insanlar
fından şekillendirilen din bugüne kadar hükm ünü yü­
topluluğunun meselelerini çözmede İslâmî mazeretler
rüttü. Böyle bir sonucun doğmasının biricik sebebi bu
kullanmayı diğer halkı müslüman ülkelerde olduğu gibi
bölgenin Batı sömürgeci güçleri tarafından işgalidir.
ihmal etmemişlerdir, ama Türkiye'nin doğrudan sömür­
Toplumun din dolayımıyla vardığı bütünlükle siyasî ya­

130
ge olmayışı ve yerli yöneticilerin ülkeyi sömürgeci adına lılığı yüzünden İran'ın) kararlarını Batı güçlerinden ba­
vekâleten yönetiyor olmayışı "ne olacağına kendi başına ğımsız ve onlara zıt yönde şekillendiremeyeceklerini söy­
k arar verme" anlayışının elde tutulm asına imkân ver­ leyebiliriz. Milliyetçi ve İslâmî akımlar Avrupa'da söz sa­
miştir. Türkiye’de modernleşme ve batılılaşma yerli un­ hibi güçlerin birer yansıması olarak bu ülkelerde etkin­
surlar eliyle ve toplumun tüm ünü kapsayacak biçimde lik gösterebilirler. Türkiye bu anafordan uzak durabile­
gerçekleştirilmiştir. Bunun anlamı ülkeye yeni bir yön cek mi? Uzak durmalı mı? Yoksa Türkiye şartların zorla­
ve kimlik kazandırılacaksa yapılacakları yerli unsurlar­ dığı bir kesin seçme noktasına ulaşmış mı görünüyor?
dan yapılacak her şeyin toplumun bütününü içine alır şe­ İlk farkettiğim iz ve siyasî dalgalanm alardan h a­
kilde gerçekleştirilebileceğidir. Bunları söylerken T ür­ berdar olan her insanın sarahaten anladığı husus şudur:
kiye'de yabancı güçlerin nüfuz ve etkinliğinin olmadığı­ Türkiye siyasî, hukukî ve sosyal düzenlemelerine rağ­
nı, yönetici kadrolarda yabancı etkilerin ağırlık taşım a­ men Tanzimat'tan bu yana müslümanlığı konu dışı bıra­
dığını iddia ediyor değilim. Hiç şüphesiz bu etkilerin so­ kacak bir zemine geçmemiştir. Bilâkis, müslümanlığı
nuçlarını Türkiye'de yaşayan her insan hissedebilir. An­ günden güne toplumun merkezine doğru iten bir süreç
cak Türkiye’de yabancı etkiler m eşruiyetlerini kendi başlamış bulunuyor. O halde bu eğilime nasıl bir kesin
gerçekleriyle ihdas edememişlerdir ve hesaplaşm anın çizgi çekilecek? Tanzimat sonrasında her aşamada yapıl­
toplumsal bir meşruiyet alanına çekilmsinden korkanlar dığı gibi siyasî kadrolar gerektiğinde İslâmî bahaneler
yabancı güçlerle işbirliği yapanlardır. uydurarak gayri-islâmî bir hedefi gerçekleştirme yolunu
Önümüzdeki yıllar Orta-Doğu’da milliyetçi eğilim mu benimseyecek, yoksa bizzat ve bizatihi siyasî kadro­
ve akımlarla İslâmî eğilim ve akımların kıyasıya yarıştı­ ların İslâmî hedefleri güden ve güttüğü hedefleri kendi
ğı bir zamanın yaşandığı yıllar olabilir. Arap dünyası ve kimliğiyle temsil edebilen bir yapıya mı kavuşacak? Ba­
İran bu yarışmada halkın devamlı acılara muhatap oldu­ zıları seçmenin bu iki yönden birini tercih etme suretiyle
ğu ve siyasî organizasyonların da gerek bölünmeler, ge­ yapılmayacağını ve Türkiye'nin lâik, modernist, batıcı
rekse hıristiyan-yahudi müdahaleleri sebebiyle günden çizgisiyle kendine güvenli bir ortam sağlayabileceğini id­
güne güçten düştüğü bir süreci yaşayabilirler. Böyle bir dia edebilir. Bu iddianın ciddiye alınması için iki şartın
ihtimalin kuvvetli oluşunun çeşitli sebepleri var: Sosyal gerçekleşmesi gerek. Ya Türkiye Avrupa Topluluğuna
çalkantı ve siyasî çatışmaları Avrupa sınırları dışında kabul edilerek yönetimini bu topluluğun eline bıraka­
tutm ak, petrolün kontrolünde bir istikrara varmak, Av­ cak, veya demokratik işleyişin tümüne son vererek uzun
rupa’ya bu kadar yakın bir bölgede dayanışma içinde ül­ süreli bir diktatörlük yoluyla (tıpkı 27 yıl süren tek parti
keler doğmasına engel olmak ve İsrail'in yayılmacılığı yönetiminde olduğu gibi) halka karşı ve dünya sistemi le­
için elverişli bir ortamı sürdürmek. Bütün bu saydığımız hine bir düzeni devam ettirecek. Zira Türkiye'de her de­
sebepler ve sayılabilecek bir çok diğerleri bakımından mokratik işleyiş İslâmî bir alternatifin güç kazanmasına
günümüz Arap devleti yöneticilerinin (ve petrole bağım­ imkân vermekte ve yaşama şartlarını kendi başına sağ­

132 133
Ülkemizdeki İslâmî eğilimlerin sürekli birbirine
lamak zorunda kalan Türkiye bunu ancak kültürel kim­
liğiyle başarabileceğini görmektedir. karıştırılan iki özelliği var: Bir yanda Tanzim at sonra­
sında m üslüm anların ülke içinde haklarının ellerinden
Türkiye'nin şöyle veya böyle müslüman kimliğine
alınması karşısında duyulan tepki, diğer yanda müslü­
sahip çıkarak bir yön tutturm asının kaçınılmazlığını
manların ülke yönetiminin sorumluluğunu üstlenme yo­
kavrayan dost-düşman herkes ülkemizin hangi türden
lunda attıkları adımlar. M üslümanlara karşı haksızlık
müslümanlığı benimsemesi gerektiği konusunda düşün­
yapanların varisleri daha önce işlenilen h ataların bazı­
celer üretiyor. Gerçek niyetleri itibariyle Türkiye'de ya­
larından dönülmesini kabullenmek suretiyle kendilerini
şayanların İslâm'dan bütün bütüne uzaklaşmasını dile­
müslüman çoğunluğa şirin gösterme çabasına girişiyor­
yenler ihtiyatlı bir dille konuşarak kendilerinin aşırı
lar. Yani şöyle diyorlar: "Bakın ben camilere sıra konul­
dinciliğe karşı olduklarını, ılımlı bir müslüman tutum a
ması fikrini çirkin buluyorum ve ezanın okunmasına iti­
karşı çıkmadıklarını, din ve vicdan hürriyeti çerçevesin­
raz etmiyorum. Böylelikle müslümanlığın gereğine ve
de Türkiye de İslâmî faaliyetlere serbestlik tanınmasın­
yerindeliğine inanmış oluyorum." Ne var ki, söyledikleri
dan yana olduklarını ve fakat İslâmî temelciliği önleye­
burada bitmiyor, şunları ilâve ediyorlar söylediklerine:
cek tedbirler alınması gerektiğini, İslâmî köktenciliğin
"Görüyorsunuz ki biz de müslümanız o halde siz artık
yayılmasına fırsat tanınm am ası gerektiğini savunuyor­
Kur'ân-ı Kerîm'in değişmez doğruları ihtiva ettiği dü­
lar. Türkiye müslüman bir ülke olduğunu kabullensin,
şüncenizi ve Sünnet-i Seniyye'ye aynı zarureti iddianızı
ama temelci (fundamentalist) ve/veya köktenci (radical)
terkedin. Aşırılığı bırakın, ılımlılıkta k arar kılın."
eğilimlerden uzak dursun isteniyor. Bunu isteyenler
kimler? Kendilerini İslâmî kimlikleriyle ön plâna çıka­ Türkiye'de yaşayan müslümanların sadece müslü­
ran lar mı? Hayır, tam tersine. Her İslâmî talebi kendi manlıklarını dile getirdikleri, bazı İslâmî tavırlarını ser­
varlıklarına yönelmiş bir tehlike sayanlar "ılımlı" m üs­ bestçe ortaya koyabildikleri için takibata uğramayışları,
lümanlığı teklif ediyor. Yani bu yazının başından beri or­ işlerinden atılm ayışları (bu hâlâ güvenceye bağlanmış
taya koyduğumuz ayrımın ikinci boyutu süreklilik ka­ değil), sadece müslüman olmaları yüzünden işkence gör­
zansın isteniyor: Toplum kurum ları inananları sevket­ meleri bu ülkede ılımlı müslümanlığın hoş görüldüğü
sin, kullansın ve istism ar etsin. Acaba tersi olursa yani anlamına gelmez. Bundan anlaşılacak olan 27 yıllık tek
temelci ve köktenci bir tutum benimsenirse inananlar parti dönemi boyunca toplumun İslâm kültüründen ko­
kendi hedefleri doğrultusunda bir çizgiyi yürürlüğe sok­ parılması yönünde büyük haksızlıkların, acımasız bir
ma imkânına ve gücüne sahip olacaklar mı? Bu soru kar­ şiddetin yürürlüğe konduğu ve daha sonra gelen kısmî
şısında temelciliğin ve köktenciliğin birbiriyle özdeş iki serbestliğin de tamamen inananların siyasî kanaldan is­
eğilim olmadığını söyleyerek bir tutum takınmak gerek­ tism arından ibaret olduğu, Türkiye’de yaşayan m üslü­
tiğini düşünüyorum. Ama oraya geçmeden din gerçeği­ m anların çiğnenen haklarının bugüne kadar (1990) hiç
nin Türkiye bakımından başta andığımız dışındaki iki bir şekilde (siyasî, hukukî, sosyal anlamda) iade edilme­
özelliğinden sözetmeli.
135
diğidir. Dolayısıyla günümüz şartları gözönüne alınarak sadece bazı müslümanların hesaba katılm alarını gerek­
Türkiye'de ılımlı müslümünlığı önermek veya savun­ tirir. Kimler ki sahip oldukları inanç gereği gibi yönetim
mak sadece inananların istism arını savunmak anlamı­ biçimi önermektedirler, hesabın içine sadece onlar girer.
na gelir. O kadar ki, ılımlı müslümanlıkla kastedilen bir Namaz kılmak herkesin hakkıdır, bu hakkın fiilen kısıt­
bid'atlar, hurafeler, bâtıl itikadlar manzumesidir. lanabildiği bir ortamda siyasî bir gösteriş amacıyla dev­
let yetkililerinin namaz kıldığı tebarüz ettiriliyorsa di­
Demek ki Türkiye'de aşırı veya ılımlı müslüm an­
nin toplum kurum lan tarafından yönlendirilmesi ve ina­
lıktan sözetmeden önce bir müslüman kimlikle toplum
nanların istism arı sözkonusudur. Burada inanca sahip
içinde hangi yere sahip olunabileceği meselesini ortaya
çıkanlar tarafından şekillendirilen bir dinî hayattan sö­
atm ak zorunluluğu vardır. Toplumun genel yapısının
zedilemez. Temelcilikten ve köktencilikten uzak durma­
hangi esaslarla işler tutulması tartışm asından önce yü­
yı önerenler çalışan büyük insan yığınının belli İslâmî
rürlükteki esasların ne gibi temelleri olduğu, kimin işine
haklardan istifadesine ciddî engeller koyarken, kendile­
yaradığı ve topluma nasıl bir gelecek hazırladığı günde­
rinin müslüman kisvesi içinde yer alm aları yolunda da
me getirilmelidir. Günümüzde konuşulacak şeylerin sı­
çaba gösterirler. Türkiye'nin sahip olduğu bugünkü
rasının karıştırılmasından yarar uman ve fiilen de bu ya­
m anzara gitgide sömürge yönetimi özellikleri taşıyorsa,
ra n kullanan bir zümre, bu zümrenin işlettiği bir meka­
bunun sebebi Türkiye'de icra gücünü kullananların te­
nizma vardır. Biz m üslüm anlar bu mekanizmanın tu ­
melciliğe veya köktenciliğe doğru adımlar atışından de­
zaklarına yakalanm aktan kaçınmayı çoğu kez başara­
ğil, ılımlı müslümanlık görüntüsü altında İslâmî bir yö­
mıyoruz. Dolayısıyla haklarımızı savunurken görevleri­
netimin yolunu daraltıyor oluşlarındandır.
mizi savsakladığımız oluyor veya görevimiz sandığımız
öyle alanlara adım atıyoruz ki, haklarımızın nasıl kısıt­ Acaba bu yolun genişlemesi yani sömürge tipi yöne­
landığını farkedemiyoruz. tim in son bulması temelcilik aracılığıyla mı mümkün
olacak, yoksa köktenciliğe mi ihtiyacımız var?
Müslümanların çiğnenmiş haklarının yeniden ta ­
nınması ve m üslüm anların ülke yönetiminde sorumlu­
luk almaları biri diğeriyle ilgili iki vakıa olarak at başı gi­
debilir. Bununla birlikte bu iki vakıa birbiriyle karıştırıl­
mamalı, titizlikle birbirinden ayrı alanlarda sonuca bağ­
lanmaya çalışılmalıdır. M üslümanların haklarının ta ­
nınması tek tek her müslümanı ve hep birlikte bütün
Müslümanları ilgilendirir. Bu konuda siyasî eğilim farkı
gözetilmeksizin bütün müslüm anlar aynı statüde sayıl­
malıdır. Fakat ülke yönetiminin sorumluluğunu üstlen­
me yolunda atılacak adımlar belli bir siyasî tutumdur,
136
lıştığını göstermekten ötede değil. Yani benim sömürge
tipi yönetimin şahsiyetli politikaya dönüşebilmek için
temelciliğe mi, köktenciliğe mi muhtaç olduğu merakıyla
sorduğum soru böylesine kaba bir uşaklık ruhu içinde
seyreden insanların belirlediği çerçevede size ulaşıyor.
Anlayıştaki kabalık başka alanlardaki kabalıkla­
rın kaçınılmaz sonucu. Siyaset alanında Türkiye kaba
bir Batı yanlısı. Yani metropol ülkeleriyle ilişkisini her­
TEMELCİLİK Mİ, hangi bir ince pazarlık zeminine oturtma niyeti ve girişi­
KÖKTENCİLİK Mİ? (II) mine tanık olunmamış yakın geçmişte. Dünya siyasetin­
Sömürge tipi yönetimin sona ermesi için temelciliği den haberli insanların herbiri Türkiye belli durumlarda
mi seçmeli, yoksa köktenciliğe mi başvurmalı gibi ince­ nasıl tepki gösterir diye bir soru sorma zahmetine kat­
likli bir soruya cevap aram ak üzere bir yazıya başlarken lanmaz. Böyle birsoru sorulacak kadar geniş zaman var­
Türkiye de meselelerin hiç de böyle bir inceliğe yer aça­ sa, cevap tartışm asız ve bıkkınlık verecek tarzda belli­
cak değerde ve önemde ele alınmadığını biliyorum. Her­ dir: Batı'nın dümen suyunda. Peki, iktisat alanında bir
şeyden önce sömürge tipi yönetimden kim ne anlıyor diye ince yaklaşımdan haberdar mı ülkemiz insanları. Bazı­
sormak lâzım. Soruları peşpeşe çoğaltabiliriz. Bir mille­ larımız ince çıkar hesaplarını hatırlayarak: "Ah, evet" di­
tin varolma şartlan konusunda hangi hassasiyetler ağır­ yebilir. Ne var ki ince çıkar hesaplan yapmakla iktisadi
hğını hissettirebiliyor? Devlet kavramından "çingeneye işleyişin inceliklerine nüfuz etme arasında önemli bir
verilen beylik despotizmi ötesinde bir anlam çıkartabi­ fark var. Türkiye'de iktisadi başarı büyük ölçüde "vur­
lecek kaç kafanın işin içinde olduğunu öğrenmek de hiç gun" başarısı olarak gerçekleştiği ve böyle bir başarıya
birimize nasip olacağa benzemiyor. Sonuç olarak anlayış ulaşm ak için de siyasi destekle işi bağlamanın zorunlu
fukarası bir ortamda nefes aldığımız bir kez daha anla­ olduğu düşünülürse ülkemiz iktisadi işleyişinin "be­
manın sıkıntısıyla bu yazıya devam edeceğim. Oysa bir zirgânca" bir incelikten iyice uzakta olduğu anlaşılabilir.
süre önce duyargalarımı bir beklentiye açmış ve ANAP Türkiye sosyal alanda da bir kabalıklar ülkesi. Yani belli
denilen seri sonu partisinin, ANAP denilen kokteyl par­ toplumsal zümrelere m ahsus ve yalnızca onlar tarafın­
tinin Saddam adındaki kuklanın cilve mahiyetindeki pa­ dan yaşatılan davranış kalıplan canlılığını korumuyor.
tırtısından aklını başına almak veya en azından adam ol­ Yine de bütün bu kabalıkların gittikçe gücünü artıran bir
maya doğru bir adam atm a yolunda zorlanacağını um­ sömürge tipi yönetimin türevleri olduğunu söyleyeceğiz.
muştum. Doğrusu Saddam'ın ANAP'a vurduğu darbe Yoksa toplumumuzda ince bir damar halinde bir hassa­
Türkiye'de hafif bir sendeleme doğurdu, ama o kadar. siyetin, dile gelmez bir inceliğin derinden sürüp gittiğini
Varılan nokta yürürlükteki tezgahın yara almadan ça­ söylemek de mümkün. Derdimiz bu potansiyelle bir bağ­
138
139
lantı kurm a dolaylarında döneniyor. Yoksa Türkiye ne­ sözünü geçirmesi ile sağlanamayacağını anlayabileceği­
fes alınamaz bir ülke olurdu. miz gibi, bağımsızlığın iktisadi gücü artırm akla da elde
Ne demek "sömürge tipi yönetim"? Bunun doğru­ edilemeyeceğini görürüz. Bağımsızlık bir toplumun ken­
dan sömürge yönetiminden farkı nedir? Sömürge tipi yö­ di geleceği hakkında k arar verme gücünü kullanacak or­
netim görünürdeki siyasi bağımsızlığın halktan gizlenen ganları üretebilme yeterliğidir. Sömürge tipi yönetimde
bazı kayıtlarla şarta bağlanmış halidir. Doğrudan sö­ söz konusu organlar önceden şarta bağlanmış kayıtlarla
mürge yönetiminde sömürgeci güç yerli halka işgalcile­ sınırlıdır ve son çözüm noktasına gelindiğinde alınan ka­
rin üstünlüğünü kabul ettirir. Dolaylı sömürge yöneti­ ra r verilen icazet çerçevesinde kalır. Ortaya çıkan sonuç
minde ise bu üstünlük yerli halk içinden çıkmış (!) unsur­ h er zaman yöneticilerin şartların gereğini yerine getir­
lara devredilmiştir. Tezgah öyle kurulm uştur ki işgalci mesinden yani kendilerine yönetme yetkisi verenlerin çı­
güçlerin aleyhinde bulunmak mümkün gibidir. Lâkin iş­ karlarının kabullenilmesinden ibarettir. Her kabulleniş
galci güçlerin üstünlüğünü devralan unsurlara karşı ta ­ bağımsızlık düşüncesinden feragatte bulunuşun yeni­
vır almak sıradan insanlar için mahvolmayı göze almak­ den onaylanışıdır. O halde, acaba bağımsızlık bir bakıma
la eş anlamlıdır.Sömürge tipi yönetimde işgalcilerin yer­ reddedişle aynı anlam a mı geliyor? Bağımsızlık eşittir
li şemsiyeleri vardır. Sömürge tipi yönetimin üstünde ik­ meydan okuma diyebilir miyiz?
tidarını sürdüren işgalci güç, sözkonusu ülkedeki siyasi
Böyle bir sorunun cevaplandırılm asında (Biliyo­
çatışmada taraf olan unsurları aynı anda destekler. Üs­
rum İsmet Özel'in yazılarını okurken karşınıza hep soru­
tünlüğünü devrettiği zümrenin anlaşm aya sadık kalıp
lar, sorular, soruların çıkmasından bıktınız. Ama ne ya­
kalmadığını sınamak üzere onu ülke içinden muhalefet
palım ki yaşadığımız hayat bizi her zaman soruların için­
güçleriyle sıkıştırır. İşgalcinin icazetiyle işbaşında bulu­
deki sorulara götürüyor. Bunları görmezlikten gelerek
nan iktidara muhalefeti ezebilecek kadar destek sağlar.
birbirimizi anlamaya kalkışırsak ya kendimizi veya kar­
Daha sonra ezilen muhalefete kucak açar ve böylelikle
şımızdakini aldatm a tuzağına düşeriz.) Zihnimizi aydın­
iktidarını korumuş bulunan zümre isteklerini kabul et­
lığa kavuşturacak bir zıtlaşma varsa, o da olan ve olması
tirm e kolaylığını ele geçirir. Muhalefeti himaye ettiği
gerekenin arasındaki zıtlaşmadır. H er toplum olanları
için de bir gün iktidardaki zümrenin kullanılamayacak
görür, yaşar, tadar ve katlanır. Sömürge tipi yönetimler
kadar posası çıkması halinde kanatlan altındaki m uha­
olması gerekenin üstünü örtüp olanı kaçınılmaz, gerekli
lefeti iktidar kılar. Ustaca kurulan bu kum pastan k u r­
ve zorunlu göstererek hükümlerini yürütürler. Bağımsız
tulm anın yolu sömürge tipi yönetime konu olan ülkede
iktidar ve m uhalefet gibi ayrılmış unsurların sadece veya bağımsızlığa yönelmiş yönetimler ise olanların
kendilerinin anladıkları bir dille "yerli" uzlaşma zemini arızî sayılabileceğini ve olması gerekenin elde edilmeye
sağlayabilmelerinden geçer. değer olduğunu vurgulayan bir yolu açık tutarlar. De­
mek ki bağımsızlık bir tü r atılımdır ve her atılım yaşa­
Bu açıdan bakıldığında bağımsızlık denilen kavra­
mın bir siyasî otoritenin belli bir toprak parçası üzerinde nan durumun reddedilmesiyle mümkün olabilir. Sömür­

140 141
ge tipi yönetimler hem fiilî yöneticilerinin mevcut du­ fark kabullenmekle reddetm ek arasındaki fark kadar
rumdaki elverişli konumlarını korumak, hem de bu ko­ birbirine karşıt. K atlanm ak kabullenmekle eşdeğerdir.
numları onlara sağlayan ilişkileri sağlamlaştırmak zo­ Katlanmanın hiçbir onarıcı ve değiştirici özelliği yoktur.
rundadır. Bu yüzden olması gerekenden kaçar, olması Oysa sabretmek bitmesini beklemek demektir ve kötülü­
gerekeni gözden kaçırırlar. Olanı mutlaklaştırmaya ça­ ğün reddedilmesinin bir işaretidir. Sabredenler bir belâ
balarlar.' karşısında yıkıma uğram am ak için zaman kazanm aya
Bağımsızlık yanlısı yönetimler en azından bağım­ çalışanlardır. Hiç h atırdan çıkarmamak gerekir ki bir
sızlığa engel saydıkları güçlere karşı çıkabilmek için du­ gün taşmayacak olan sabır, hiçbir zaman sabır diye ad­
rum u reddederler. Dolayısıyla olması gereken bir yeni landırılamaz. Bağımsızlığa yönelmiş toplumlar sabret­
durum hep zihinlerdedir. Bağımsızlık yönünde mesafe meyi kurtuluş zam anının bir hazırlığı ve kurtuluşun
kateden toplumda ne olunacağına dair endişe her zaman gerçekleşmesi için yapılacak şeylerin tedariki olarak an­
canlıdır. Bu da durumun kabullenilmesini değil, redde­ lar. Sömürge tipi yönetimler toplumu sonu gelmez bir ta ­
dilmesini gerektirir. Oysa sömürge tipi toplumda hem hammül ve katlanm a içine hapseder.
tek tek insanların ufku bakımından, hem de toplumun Demek ki olması gerekende ısrar edebilme yükünü
ortaklaşa ufku bakımından bir darlık yaşanır. Bu yüz­ omuzlayacak organları üretm e yeterliği gösteren her
den "fırsatı ganimet bilmek" sömürge tipi yönetim altın­ toplumu bağımsızlığa yönelmiş bir toplum saymamız
daki toplumların değişmez şiarıdır. Sömürge tipi yöne­ mümkün. Üstelik her toplum kendine has olması gere­
tim olması gerekeni gündemden kaldırdığı için böyle top­ ken düşüncesine sahip olabilir. Kültür çeşitliliğinin in­
lumlarda yoksulluk, bilgisizlik, ahlâki çürüme ve adalet­ sanlık adına bir kazanç sayılacağı benimsenirse bu ko­
sizlik başa gelen bir vakıa olarak algılanır, olanın kaçı­ nuda bir standarda gidilmesinin de güzel bir yanı var.
nılmaz, giderek vazgeçilmez bir parçası olarak kabulle­ Sömürge tipi toplum, böyle bir toplumu doğuran yönetim
nilir. Bağımsızlığa yönelmiş bir toplumda da yoksulluk, biçimini terketmek, yüzünü olması gerekene çevirmek
bilgisizlik ve yozlaşma görülebilir. Adaletsizliklere ba­ bizi ister istemez olan'dan olması gereken'e nasıl geçile­
ğımsızlığı vazgeçilmez değer sayan bir toplumda da rast­ ceğini düşünmeye sürüklüyor. Bu konuda getirilebilecek
lanabilir. Anılan belâlara karşı her iki toplum tarzının bütün öneriler üç kategoriye indirgenebilir: 1. Olması ge­
gösterdiği tepki yalnızca farklı değildir, aynı zamanda reken yaşadığımız hayatın aksaklıklarının giderilme­
bu tepkiler birbirlerini dışlar.
sinden, kötü işleyen mekanizmanın onarılmasından iba­
Sömürge tipi yönetimler altındaki toplumlarda sos­ rettir. 2. Olması gereken yaşadığımız hayatın kökten de­
yal bozukluklara katlanılır. Oysa bağımsızlığa yönelmiş ğiştirilmesidir. 3. Olması gereken yaşadığımız hayatın
toplumlarda sosyal bozukluklara sabredilir. İlk bakışta hakiki temeline oturtulmasıdır. Buraya kadar dile getir­
katlanmak ve sabretmek birbirine yakın tavırlar gibi gö­ diklerimizde bir doğruluk payı olduğu kabul edecek olur­
rünürse de iki tutum birbirinin tam zıddıdır. Aradaki sak bu üç kategoriden birincisini konu dışı bırakmamız
142 143
gerekecek. Çünkü hatalarından arınmış bir sömürge tipi Batı'dan ithal edilen kavramlarla İslâm düşüncesi­
yönetim kötülüklerin m eşrulaştırılm asından başka bir ne mahsus anlayış tarzlarının yaftalanması karşısında
şey olmayacaktır. Geriye olması gerekeni köktencilikte tedirgin olmamak elde değil. Üstelik İslâm düşm anları
veya temelcilikte aram ak kalıyor. müslümanca tutum içinde olan insanları oldukları gibi
değil, istedikleri gibi sınıflandırıyorlar. Yani müstevlile­
Temelcilik ve köktencilik günlük kullanım içinde re karşı silâhlı direniş gösteren müslümanların sufî veya
birbirlerine çok yakın düşen anlam lara sahip gibi görü­ selefi olması onları ilgilendirmiyor; görebildikleri sadece
nüyor. Gerçekten gerek takınılan tavır gözönüne alındı­ fanatik müslümanlardır. Bu yüzden batılı adlandırm a­
ğında, gerekse kelimelerin biri diğeri yerine kullanılabil­ ların neye tekabül ettiğine aldırmaksızın sömürge tipi
me kolaylığı hesaba katıldığında temelcilik (fundamen­ yönetim karşısına temelcilikle mi, yoksa köktencilikle
talism) ile köktencilik (radicalism) ancak kaba düşünce­ mi çıkmalı sorusu önemini koruyor.
yi terkedenlerin faydalanabileceği ayrım lara sahip iki
Köktenci tutum alışılmış ve geleneksel davranış bi­
kavram. Tarih içinde yüklendikleri anlamları hesaba
çimlerinden esaslı bir uzaklaşmayı öngörür. Mevcut ba­
katarsak her ikisi arasındaki mesafeyi daha iyi kavraya­
kış açıları, alışkanlıklar, yapılagelen hareketler ve işle­
biliriz. Temelcilik yirminci yüzyıl Protestanlığında beli­
yen kurum lar kökten yıkılmalı, bunların yerine yeni ka­
ren bir hareket ve temel olarak Kutsal Metinlerin lâfzı
buller konulmalıdır. Köktencilik kabullerinin hangi so­
yanılmazlığına, İsâ aleyhisellâmın yeniden geleceğine,
nuçlara ulaşacağını düşünmeye değil, mümkün olduğu
onun bakire Meryem’den doğduğuna, basübadelmevtin
kadar derinlere inmeye duyulan eğilimle güçlenip ağır­
cismen gerçekleştiğine ve şefaatin gerçeğine inanmayı
lık sahibi olur. Temelcilikte ise aslî karakterin aranm a
alıyor. Köktencilik ise onsekizinci yüzyılın sonlan ve on­
eğilimi ön plâna çıkar. Temelci savunduğu görüşün ha­
dokuzuncu yüzyılın başlarında dem okratik haklar ve
yatî dayanağını belirginleştirmeyi gözetir. Bir şeyin te­
lâiklik konusunda "kökten" reform ta ra fta n cumhuri­
melde oluşu o şeyi kendisi yapan vazgeçilmez unsuru teş­
yetçilere yakıştırılan bir isim. O günlerden bu yana her
kil edişindendir. Diyebiliriz ki köktencilik olması gere­
siyasi görüşün uçta yer alanları radikal yani köktenci di­
keni icad etmek zorundadır, temelcilik ise olması gereke­
ye adlandırılmıştır. Hepimizin bildiği gibi bu iki kavram
ni keşfetme mecburiyeti altındadır. Bu bakımdan dü­
günümüzde sadece tarih içinde kazandıkları anlam yü­
şüncelerin gidebildiği kadar gitmesini istediğimiz şart­
küne bağımlı olarak kullanılmıyor. Batı dünyasında ve
larda işimize yarayan köktencilik, atacağımız adımların
batılı eğitimini öne çıkarm aktan hoşlanan çevrelerde
neler olacağının tespitinde faydadan çok zarar getirir.
İslâm temelciliğinden ve köktenci Müslümanlıktan söze­
Buna mukabil araştırm alarım ızda kesin sınırlar getir­
dildiğini duyuyoruz. Elbette andığımız bu çevreler te ­ mesine rağmen, sağlam dayanaklar temin etmesi bakı­
melciliği ve köktenciliği birbirinin yerine geçebilecek şe­ mından temelcilik, olması gerekenin aslî ve hayatî de­
kilde kullanıyorlar ve aynı derecede olumsuz, aynı dere­ ğerlerini sunmasıyla, vazgeçmeyeceğimiz davranış bi­
cede tehlikeli kabul ediyorlar. çimlerini bize verir.
144 145
le ve uyuşmaz vasıfta olduğunu görerek de toplumlar
arasında kişilik mesafesini anlayabiliriz. Geçen yıllar
içinde bir toplum kendine mahsus atasözlerini ortaya çı­
karm ış değildir, tersine geçen yıllar içinde atasözleri
kendine mahsus bir toplum ortaya çıkarmıştır. Yani ata­
sözlerinin susması toplumun kendi kişiliğinden imtina
etmesi anlamı taşır.
Madem atasözü bize eğri oturup doğru konuşmamı­
DOĞRU OTURDUĞUMUZ ZAMAN zı öğütlüyor, herşeyden önce bu öğüdü doğru kavrayıp
EĞRİ KONUŞUYORUZ kavramadığımıza bir bakalım. Türkçe sözlük bu atasö­
zünün açıklamasını şöyle yapmış: "Birisine karşı tu tu ­
Atasözü şöyle der: Eğri oturalım, doğru konuşalım. mumuz ne olursa olsun doğruyu söylemeliyiz." Bunu ger­
Bu sözü günlük hayatta yalnızca bir yanını hesaba kata­ çekten bir açıklama saymak çok zor. Çünkü bu sözlerden
rak, doğru söylemeyi vurgulamak için kullanırız. Sözün sonra anlam karışıklığı daha da artıyor; eğer çıplak ha­
diğer yarısı gölgede kalır ve sanki kafiye hatırına eklen­ liyle atasözü biraz muğlak idiyse şimdi büsbütün muğ­
miş gibi durur. Bana kalırsa atasözünde eğri oturmak laklaştı. Yani birini kıskansak, düşmanlık duysak veya
doğru söylemenin bir gerek şartı olarak zikredilmiştir ve ona özensek, sevgiyle yaklaşsak da doğruyu söylemeli­
doğru söylemekten ne anlaşılacağını da açıklama gücü yiz. Hiç tatm in edici bir açıklama değil. Birbiriyle ilişki­
vardır. Kültürümüzün bize hangi zenginlikleri sunduğu lerimiz bozuk (eğri) olsa da, onunla sözlerimiz düzgün
batılılaşmanın çarpıtmaları sebebiyle olduğu kadar Batı (doğru) olmalıdır diyorsak bu öğüt bize ders vermekten,
kültürünün neye delalet ettiğini yeterince anlamamanın bizi daha çok öğrenmiş kılmaktan ziyade bizi daha karar­
zorlukları yüzünden hakkıyla kavranamıyor. Kendi kül­ sız ve daha ne yapacağını bilmez hale sokuyor. Bir başka
türümüze alıcı gözle bakmadığımız için kendi karakteri­ açıklamayı Atasözleri Sözlüğü’nde Ömer Asım Aksoy ya­
mizin bilincine varmada yetersiz kalıyoruz. İnsan yapı­ pıyor: Eğri otur, doğru söyle. "Sadece seni ilgilendiren ko­
sının bina edilmesinde dilin önemini koruduğu oranda nularda doğru yolda olmamana başkası k arışamaz. Du­
atasözlerinin vazgeçilmezliği anlaşılabilir. Görülür ki ruşun, oturuşun, giyinişin, özel işlerini yürütüşün beğe­
onlarda bir toplumun tarih içinde oluşmuş kimliğini, ha­ nilmese bile bunlar senin bileceğin işlerdir. Ama yalan
reket imkânlarını ve gücünü, toplum hayatını devam et­ söylemene göz yumulamaz. Her vakit doğru söylemeli,
tirme yollarının ilkelerini farketmemize yarayan ipuçla­ doğruluktan şaşmamalısın." Bu açıklama çabası bir ders
rı gizlidir. Toplumların birbirleriyle benzeşen, özdeşle­ verir gibi. Yani bozuk (eğri) görünüşlü olmak, düzgün
şen yanlarını atasözlerinin ne ölçüde denk düştüğüyle (doğru) konuşmaya engel değil, tarzında bir yaklaşım su­
anlayabileceğimiz gibi, atasözlerinin nasıl farklı özellik­ nuluyor bize. Yine de doyurucu olmaktan oldukça uzak
146 147
bir açıklama bu. Atasözüne hakkı olan ağırlığı vermiyor. sırası kiminse kırıkları o toplayacak. Yerleri cam kırıkla­
Böylesi yalınkat bir gerçeği dile getirmek için bir atasö­ rının ayağa batmamasını temin edecek kadar iyi temiz­
zünün bulunması inandırıcı sayılmaz. Atasözleri toplum leyebilen temizleyecek. Bütün bu cevaplar doğru olabi­
hayatının devam ında temelli yere sahip gerçeklere lir. Toplum devamında neyin önemli olduğunu seçmişse
uzandıkları için vazgeçilmezliklerini korurlar. hem toplum olarak kendi niteliğini belirginleştirm iş
olur, hem de kendi hayatiyetine ne kadar değer verdiğini
Toplum hayatım ızda doğru konuşmanın yeri eğri gösterir. İşte bu noktada eğri oturup doğru konuşmak ge­
oturmamızla bağlantılı kılınmış. Bunda özellikle anla­ reklidir.
şılmaya değer bir ta ra f var. Acaba atasözündeki eğri ve
doğru neyi ifade ediyor? Buradan kalkarsak varacağımız Eğri kelimesinin ne anlam a geldiğini bulmak ge­
noktayı da bir bakıma belirlemiş oluruz. Doğru konuş­ rektiğinde yukarıda yapılan açıklamaların işimize yara­
m aktan ne kastedildiği konusunda bir anlaşm aya var­ madığını belirtmeliyiz. Eğri oturmak bozuk, yanlış veya
mak felsefenin, mantığın çetin konusu. Metafizik doğru­ uygunsuz oturmak karşılığı olarak anılmıyor. Burada
ların, bilimsel doğruların, şiirsel doğruların tabiatı bir­ eğrinin ilişmekle, eğreti oturm akla bir bağlantısı var.
birinden çok farklı. Ancak biz bu yazıda kendimizi bir Toplum uzlaşmaları içinde yerimizi sağlama alm a gay­
atasözünün öğrettiğiyle sınırladığımız ve atasözlerine reti içinde doğru oturmak endişesiyle eğri konuşabiliriz.
toplum hayatının devamı gibi bir işlev yüklediğimiz için Doğru konuşmamızın ön şartı, gerek şartı kendi konu­
doğru kavramından da bu çerçevede bir anlam çıkaraca­ mumuzu korumak endişesini bir yana bırakarak sözü­
ğız. O halde iki hususu dikkate almamız gerek: Bunlar­ müzü söylememizdedir. Eğer dünya hayatının geçiciliği­
dan birincisi statik yani toplumun uzlaşma alanlarıyla ne, burada sahip olduğumuz elverişli yerin iğretiliğine
ilgili. İkincisi ise dinamik yani toplumun devamı için bu inanıyorsak bizim için doğru konuşmaktan kolay bir şey
uzlaşma alanlarının nasıl uygulamaya sokulacağıyla il­ yoktur. Yani nihaî faydanın elde edilmesi adına günübir­
gili. Doğru söylemek b ir vakıanın toplumun uzlaşma lik faydanın gözden çıkarılması doğru konuşmanın temi­
alanlarıyla örtüşmesini sağlamakla mümkün. Toplum­ natı olur. Nihaî fayda toplumun devamı sayıldığı zaman
daki uzlaşma çerçevesinde "Mutfaktaki kavanozu kim doğru konuşmak ancak bu amaca hizmet eden bir tu tu ­
kırdı?" sorusunun doğru cevabı bellidir. Bu işin statik ya­ mu benimseyen kişilerin harcı olabilir.
nı. İşin dinamik yanı hesaba katıldığında karşım ıza Yukarıda örneğimize bakarsak eğri oturup doğru
"Yerdeki kırıkları kim temizleyecek?" sorusu çıkar. Bu konuşmanın nasıl mümkün olabileceğine bir bakalım:
sorunun cevabını ararken yine toplumdaki uzlaşm a
alanların gözönüne alırız, fakat toplumun devamını esas - Bu evde bir temizlik sırası var diye her önüne gelen
kabul ederek. En doğru cevap toplumun devamına en çok ortalığı altüst edemez. Kavanozu ben kırdım, cam kırık­
katkıda bulunan önerinin getirilmesiyle bulunabilir. Ka­ larını ben temizleyeceğim. Eğri oturup doğru konuşa­
vanozu kim kırdıysa yerleri de o temizleyecek. Temizlik lım.

148 149
- Eğer kimin ne yapacağı kesin çizgilerle ayrılmaz­ kültürün aldığı şekle, ekonomik güçlerden askerî müey­
sa bu evde hiçbir iş zamanında ve yerinde yapılamaz. Eğ­ yidelere kadar uzanır. Toplum uzlaşm alarının doğruya
ri oturup doğru konuşalım. Kavanozu kim kırmış olursa ne kadar geniş alan tanıdığı o toplumdaki zulmün dere­
olsun temizlik sırası benim olduğuna göre yerleri ben te­ cesini de gösterebilir. Bir İngiliz atasözü "Doğruyu söyle
mizleyeceğim. ve kaç" diyor. Bu sözden de eğri oturmanın doğru için ne
- Eğri oturup doğru konuşalım. Aranızda hangisi kadar vazgeçilmez olduğunu çıkarabiliriz. Elbette bütün
bu işe el atarsa atsın birinin ayağını biraz sonra bir cam bu mülahazalar içinde kendi yazdıklarımı da hesaba ka­
kırığı kesecek. Çünkü her ikinizin de gözünde tavuk ka­ tıyorum. Hangi çağda olursa olsun insanların doğruya
rası var. Cam kırıklarını toplamak bana düşüyor. ne kadar tahammül edecekleri bir soru olarak zihnimde
duruyor. Şuna inanıyorum ki yazarlık benim için oturu­
Dikkat ettiğiniz gibi eğri oturup doğru konuşmak
lan bir yer olsaydı, yazarlığımı korumak zorunda oldu­
tek tek insanların kısa vadede rahatlarını feda etme pa­
ğum hissine kapılsaydım benden sadır olacak sözlerin
hasına genel çıkarın elde edilmesi endişesinin ağır bastı­
çoğunluğu eğri sözler olurdu. Çünkü doğru oturduğumuz
ğı durumlarda kullandığımız bir söz. Doğru kavanozu ki­
zaman eğri konuşuyoruz. Bu konuda tek tek insanları
min kırdığını ortaya çıkarma aşam asının ötesinde ele
bekleyen akıbet toplum organizasyonları için de geçer­
alınıyor. Ama eğri oturm ak göze alınmayıp da doğru
li.
oturmak kârlı bulunsaydı, kavanozu kimin kırdığını bile
ortaya çıkarmak zor olurdu. Esas alınan şey her oturanın Bunun bir örneğini Körfez bunalımının başlangı­
oturduğu yerde kalması ise eğri konuşmak herkesin işi­ cında yaşadık. Irak'ın Kuveyt'e girmesinin hemen ardın­
ne gelirdi. Demek ki "doğru" yalanın bertaraf edilmesi­ dan Batı çevreleri Türkiye'nin bazı tedbirler almasını is­
nin de ötesinde bir ağırlığa sahip. Bir tü r ahlâki sorumlu­ tedi. Henüz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin
luk ve kişinin kendi üstünde hüküm sahibi saydığı bir Irak'a müeyyideler uygulanmasına dair kararı çıkma­
güç karşısında duyduğu yükümlülükle bağlantılı. Doğru mıştı. Bir ANAP milletvekili eğri oturduğunun farkında
söylemek eğri oturmayı bir bakıma zorunlu kılıyor. Aksi olmaksızın doğru konuşmaya kalkıştı ve şöyle dedi: "Ba­
olduğu zaman doğru oturmayı önemsediğimiz, bulundu­ tı bizim sırtımızdan gerdeğe girmeye kalkmasın." Ara­
ğumuz yeri kaybetmeme endişesiyle konuştuğumuz za­ dan geçen kırk gün içinde mesele o hale geldi ki ne böyle
man ağzımızdan çıkan sözlerin eğri olması daha kolay. bir söz edildiğini kimse hatırlıyor, ne de herhangi bir si­
Doğru muhtevası zam andan zam ana, mekândan yasi partiden herhangi bir milletvekilinin böyle veya bu­
m ekâna değişir, ama bizim doğru karşısında takındığı­ na benzer bir söz edebileceği ihtimali kimsenin aklına ge­
mız tavır bizim dünya hayatını tek ve asıl sayıp saymadı­ liyor. Neden? Çünkü doğru konuşmak için eğri oturmak
ğımızla yani ölümün son olup olmadığını kavrayışımızla gerekiyor. Oysa tam tersi geçerli Türkiye'de. Toplum or­
ilgili olacaktır. Doğrunun muhtevası toplum uzlaşmala­ ganizasyonu olarak da, bu organizasyonda muteber bir
rıyla sıkı sıkıya ilgilidir. Bu uzlaşm alar siyasi yapıdan yer tutm uş insanlar olarak da "doğru" oturuluyor. Doğru
oturmanın kaçınılmaz sonucu eğri konuşmak.
150
151
Türkiye'nin doğru oturuşu ülke olarak İsrail'in gü­ Toplumların hayatında iktidarların sağlamlığı top­
venliğiyle sıkıca irtibatlı oluşuyla açıklanabilir. Bir siya­ lumun bünyevi sağlamlığıyla ters orantılıdır. Yani aldığı
si şahsiyet kendi sandalyesinin olduğu kadar kendine kararlardan dolayı hesap vermeyi düşünmeyen bir yöne­
sandalye sağlayan oluşumların söz konusu irtibatla imk­ tim toplumun felaketine sebep olup olmayacağını da dü­
ân dahiline girdiğini bilmeden konuşursa bu bilgisizli­ şünmez. Hele o yönetimin rakipleri de aynı türden ise
ğindendir. Ama onu kendisine kısa zam anda bildirirler. sözkonusu toplumun sonu gelmiş sayılır. Nitekim şöyle
M alumat sahibi olduktan sonra önündeki seçenek doğru denmiştir:
oturmakta devam edip eğri konuşmak veya eğreti yerini "İki kişi dinden olursa, bir kişi candan olur." Yani
umursamadan doğru konuşmayı sürdürmek olabilir. El­ iki kişi yalan yere yemin etmek suretiyle, doğru oturma­
bette en rahatı doğru oturmaktadır. Çünkü ülke olarak yı sürdürm ek için eğri konuşmak suretyile bir kişinin
doğru oturmayı seçmiş haldeyiz. Bir çoklarına şaşkınlık katline yol açan davayı sonuca bağlayabilirler. Yönetim
veren askeri darbeler, iktisadi tedbirler ve siyasi oldu kadem elerinin metropol güçlerince ayarlanm asının
bittiler ve bütün bunlarla bağlantılı olarak sarfedilen dünyada yaşayan insanların çoğunluğunu, ama özellikle
nutuklar Türkiye’nin eğri oturuşunun birsonucu değil. Müslüman yığınları maruz bıraktıkları sonuç budur. Öy­
Türkiye 1923'ten beri doğru oturuyor ve her siyasi kadro leyse bir yetkilinin veya bir siyasi liderin eğri konuşup
bu doğruluğa uyum gösterdiği oranda itibar sahibi olabi­ konuşmadığını anlamak için onun doğru oturup oturma­
liyor.
dığına bakmamız gerek. Ne kadar eğri oturuyorsa, o ka­
Yalnız Türkiye'de değil dünyanın her yerinde, ama dar doğru konuşma ihtimali vardır.
bilhassa kontrol altında tutulan ülkelerde siyasi şahsi­
yetlerin özellikle önemli yerleri işgal ettikleri sırada eğri
konuştuklarına şahit oluruz. En çok m erak uyandıran
husus da neden aynı insanın muhalefetteyken bir türlü,
iktidara geçme fırsatını ele geçirdikten sonra başka tü r­
lü konuştuğudur. Muhalefet ister istemez eğri oturmaya
zorlandığı için doğru konuşmaya yatkındır ve tersi: İkti­
darda olanlar doğru oturmayı benimsedikleri oranda eğ­
ri konuşmaya mecburdur. Denetim altındaki sömürge ti­
pi yönetimlerde eğer metropol güç veya güçler bütün si­
yasi kadroyu kemikleştirmişler ve bunun sonucu olarak
da iktidar-m uhalefet İkilisini aynı çamurdan kurm ak
başarısına ermişlerse iktidarın olduğu kadar muhalefe­
tin de doğru oturmasına sebep olmuşlardır. Böylece o ül­
ke insanları cellata teslim edilmiş sayılır.

152 153
sahip oldukları ve İslâmiyet sonrasında da devam ettir­
dikleri gömme kültürünü bir yönüyle restore etmiş oldu­
lar. Ama meselenin bu etnografık yönünden daha çok
bahse değer tarafı siyasetin iki düzleminin ülkemizdeki
oluşumlara etkisidir. Nakil için yapılan devlet töreni do­
layısıyla bir çok söz edildi. Yaraların sarılmasından, ola­
yın siyasi istismar konusu yapılmasına; Türkiye’deki si­
yasi yarışm aların idam lara varan sertlik içinde geçip
geçmemesinden Türkiye'de demokrasinin güvencesini
SİYASETİN İKİ DÜZLEMİ hangi tavırlarda aram ak gerektiğine kadar birçok konu
dile getirildi. ANAP ve DYP bir yarışma havası içinde tö­
Siyasetin bu konuda bilgi sahibi olmak isteyen her­ rene yakın durdular. SHP kendi hesabına belli bir mesa­
kese yeni düşünce ufukları açan bir çok boyutu var. Bir feyi korudu. RP suskun kaldı. Halkın katılımı beklene­
deyişle İnsan bilimleri şeklinde ifade edilen disiplinler, nin altındaydı. Askerlerin eksikliği devlet töreni ibaresi­
denebilir ki siyasetin boyutlarını hem sayıca artırmak ve ni zayıflattı. Kimsenin elinde m aşeri vicdanın nasıl te ­
hem de daha belirginleştirm ek için faaliyet gösterir. celli ettiğini ölçmeye yeter bir imkân olmadığından top­
Çünkü toplum hayatının her alanı siyasetten etkilenir lum üzerinde hangi etkilerin doğduğu ve bundan nasıl
ve insan eliyle yapılan her işin bir siyaseti vardır. Bütün sonuçlardoğacağı bilinemez. Yine de olay Türk demokra­
bu çeşitliliğe rağmen siyasetin her düzeyde (seviyede) iki si tarihinde sağ-sol belirlenmesinde merkezi yer işgal et­
düzlem (müstevi) üstünde cereyan ettiği gözden uzak tu­ tiği için irdelenmeye değer ve üstünkörü değerlendirme­
tulmamalıdır. Bir siyaseti yapanların, yürütenlerin düz­ ler hataların tekrarlanm asını kolaylaştırmaktan başka
lemi vardır ve bir de o siyasetten etkilenen veya o siyase­ bir işe yaramaz.
te malzeme olanların düzlemi. Elbette bu iki düzlem ara­
sındaki ilişki çok ilginçtir ve eğer siyaset bilimi adında Üstünkörü değerlendirmeler 1950 sonrası siyasi
bir inceleme alanı varsa bu alanda açıklamaya çalışılan hayatımızda biri sağ ve diğeri de sol olmak üzere iki k a­
ve aydınlatılmaya çabalanan husus sözünü ettiğimiz nadın doğduğunu giderek bu bölünmenin günümüze
ilişkiden ibarettir. uzandığını kabule zorlar bizi. Güya CHP devletçiliğe sa­
hip çıkmak ve lâik bir anlayışın bekçiliğini yapmak sure­
Günümüz Türkiye'sinde siyasetin iki düzlemine tiyle "sol"da yer almakta ve DP özel teşebbüs imkanlarını
dikkatlerimizi yöneltmenin bir vesilesi Menderes, Zorlu genişleterek ve dini eğilimlere daha geniş manevra alanı
ve Polatkan'ın idam edildikten sonra gömüldükleri İm­ sağlayarak "sağ"ın sözcülüğünü üstlenmektedir. Bu şe­
ralı'dan alınarak İstanbul'daki anıt-m ezarlarına nakli matik yaklaşım uzun yıllar boyunca Türkiye'deki okur­
dolayısıyla doğdu. Böylece Türkler anıt-kabirden sonra yazarların hem sosyal konumlarını güvenceye bağlamak
bir anıt-mezara kavuşm ak suretiyle İslâmiyetten önce

154
ve hem de zihin konforlarını artırm ak için pekiştirilmiş­ fazla odağın adem-i mevcudiyetindendir. Siyaset yapan
tir . Ne var ki ülkedeki gelişmeler Türkiye'nin temel bir güç kişi olarak değişse ve üslûbunda belirgin farklılık ta­
dönüşüme açık yanlarını ortaya çıkardığında bu sağ-sol şısa bile bir tek zümre olma özelliğini ve sürekliliğini ko­
yakıştırmalarının gerek Batı kültüründeki yerine sadık rum aktadır. Neden? Çünkü Türkiye’de siyaset tek yönlü
kalm a endişesi içinde, gerekse harekete geçirilmesi ar­ ve sınırları belirlenmiş olarak yapılm aktadır. Tanzi­
zulanan unsurların gerçek tabiatını anlayabilmek için m at'tan Cum huriyete kadar bu yön Batı karşısında bir
pek de uygun düşmediği dar da olsa bazı çevrelerce anla­ varlık gösterip göstermeme tecrübesinin yaşanmasıyla
şıldı. ilgiliydi ve sınırlar Osmanlı toplum unun nomos'u İs­
Ne var ki onlar da kategorileri muhafaza ederek sa­ lam 'la medeniyetin gereklerini uzlaştırm a gayretleri
dece adlandırma ve anlam verme bakımından sağa ve so­ şeklinde belirginleşti. C um huriyetle beraber yön Ba­
la öncekinin zıddı yerler tanıdılar. Yani CHP kanadı tin ın tedirgin olacağı pan (tüm) hareketlerden kaçınma
mutlakiyetçi ve elitist yanıyla sağda, DP ise liberal tavrı olarak belirlendi ve sınırlar dünya sistemine aşamalı in­
ve halka yakınlığı yüzünden solda telakki edilmeliydi. tibakı sağlayacak şekilde çizildi. Dolayısıyla Türkiye'de
Bir yanlışı bir başka yanlışla düzeltmeye yeltenen Türk siyaseti yapanlar düzleminde yer almak gidilen yönde
okur-yazarlarrı gerçekte Batidan ödünç aldıkları (öğren­ ilerlemek ve tanınan sınırları benimsemekle mümkün­
dikleri demiyorum) çözümleme yollarını kullanıyorlar. dür. Yine de siyasetten etkilenip uygulanan siyasete
Bu yüzden toplum olaylarını anlamak istediklerinde bir malzeme olanlar çıkarlarını azamiye ulaştırm a eğilimle­
tü r psikanaliz yöntemine başvurm adan edemiyorlar. rini su yüzüne çıkardıkları nispette gidilen yönden sap­
Önce bazı semptomlar görüyor, peşinden de onların han­ m alara uğranılmasına ve sınırların (tecavüz değilse bile)
gi yetişme bozukluklarından kaynaklandığını keşfetme­ taciz edilmesine sebep olabilirler. Ama ne gam! Rejimin
ye çabalıyorlar. Oysa Türkiye'de sağ ve sol diye erişkin bekçileri her zaman vardır.
kamplar veya siyasi birimler yok. Buna mukabil siyaseti Eğer böylesine belirlenmiş bir siyaset çizgisi Cum­
yapanlar düzlemi kendi bünyesi içinde başkalaşım lara h u riy etin kuruluşundan bu yana yürürlükteyse neden
uğruyor. Öte yandan siyasetten etkilenenler düzlemi si­ zaman zaman sertleşmeler, idam lara varan kesinlikler
yaseti yapanların düzlemindeki çatlakları derinleştiri­ yaşanmaktadır? Bu soru yanlış. Sertlikler siyaset belir­
yor veya hatları kalınlaştırıyor. Cumhuriyet tarihindeki lendiği için yaşanıyor. Olayları kronolojik düzene bağlı
üç askeri müdahale siyaseti yapanları yek vücut ve hem kalarak gözden geçirirsek belki daha kolay kavrayabili­
fikir kılma yönünde faaliyet göstermiştir. riz. Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasında yönetimini
Türkiye'de erişkin siyasi birimlerin bulunmayışı savaşın galiplerinin beklentileri doğrultusunda ve savaş
yani sağın ve solun birer temelsiz yakıştırmadan ibaret sonrası şartlara intibak edebilecek şekilde ayarlamaya
oluşu ülkemizde hem toplumun aslına ait olup hem de girişti. Bunlar içinde demokrasi de vardı. 1946'da yapı­
söz sahibi olacak kadar gücü elinde bulunduran birden lan genel seçim bu seçimin özel şartları sebebiyle

156 157
gelen sağ sloganların da birer retorik olduğu yönetimi sı­
CHP'nin zaferiyle sonuçlandı. Muhalefet Partisi DP idi.
rasında aşikardı. Ama bir yerde sol, bir yerde sağ görü­
H erkesin bildiği gibi DP'nin m ayası da ham uru da
nümlü iki cephe bulunduğu intibaını vermek Türkiye'de
CHP'den farklı değildi. Bu yüzden 1950 seçimlerinde yö­
siyasetin icracıları düzlemini uzun yıllar güvence altına
netime DP'nin gelmesi ne ülke içinden ne de ülke dışın­
almıştır. Günümüzde gerçek yüzüyle bu güvence kalk­
dan kimseyi tedirgin etmedi. Gerçi bu beklenmeyen bir
mıştır. ANAP bir katakulliyle sağı ve solu bünyesinde
başarıydı ve toplumda tek parti devrinin bu derecede ke­
birleştirm e iddiasıyla sözkonusu güvencenin son k ira­
sin ve gerilimli bir havada reddedilebileceği rahatça dü­
sından yararlandı. Önümüzdeki 1992 seçimleri Türki­
şünülemiyordu. DP on yıllık iktidarı boyunca CHP'den
ye'de siyasetin iki düzleminin nasıl karşılaşacağı soru­
farklı bir siyaset gütmedi. Yani 1950 seçimlerini CHP ka­
sunun cevabını verecek. Gerçi bir gecikmiş bilinç olarak
zanmış olsaydı aynı para politikasını izleyecek, dış poli­
ülkemizde halen sağ ve sol ayrımlar yaşanıyor ve insan­
tikada aynı adımları atacak ve Türkiye'yi petrole bağım­
ların bu sahte bölünme dolayısıyla kendilerini şartlan­
lı kılmanın hazırlıklarını hızlandıracaktı. Ne o zaman ne dırdıkları tutum ve davranışlardan birdenbire uzaklaşa­
daha sonra CHP ve DP arasında bir üslûp farkından faz­
caklarını düşünmek safdillik olur. Yine de ilk işaretlerin
la bir mesafe olduğu hiç bir ciddi iddianın delili olmadı.
1992 seçimlerinde alınacağı bir temelli siyaset değişikli­
Ama o üslûp farkı yönetimden, yapılan siyasetten etkile­
ğinin yolu açılmıştır. Bu açılım herhangi bir etkin müda­
nenleri öylesine yaklaşımlara şevketti, öyle beklentilere
hale sonucu değil, sağ ve sol bölünme olarak sunulan al­
açtı ki ister istemez siyaset yapanlar düzleminde bir çat­
datmacanın iflası sonucunda kendini gösterdi.
lağın derinleşmesi vuku buldu.
Türkiye'de siyasetin iki düzlemini teke indirgemek
Doğrusu CHP dirijanları kendi bünyelerinden çı­ ve yanıltıcı sağ-sol bölünmesi yerine ülkenin erkinliğini
kardıkları bu siyasi kuruluşu istedikleri gibi yönlendire­ ve erginliğini aynı anda ele geçirmesini savunanlarla ül­
bileceklerini ve çekilmesini sağlayabileceklerini hesap­ kenin uydulaşm asından çıkar sağlayanlar arasındaki
lamışlardı. Ama yeniler şunu gördüler: CHP'nin yaptı­ bölünmeye dikkatleri çevirmek gereklidir. Elbet bunu
ğında hiç bir özel maharet, hiç bir üstün yetenek gerekti­ lâf olarak söylemek kolay ama bu gelişmenin hangi yol­
ren taraf yoktu. Siyaset yapanlar düzlemine bir kez geç­ dan gerçekleşeceğini göstermek zordur. Acaba günü­
tin mi Türkiye'de zorunlu yönde ve konulmuş sınırlar müzdeki sağ ve sol bölünmesi içinde yer atan insanların
içinde "yönetmek" kolaydı. Bu olay 1965 sonrası AP yöne­ belli esaslar dahilinde ve ortak çıkar gözetilerek bir nok­
timi için de aynen geçerliğini korudu. Bir tarafla kendini tada birleşmelerini teklif etmek gerçekçi bir çözüm mü­
yönetme hakkıyla donatılmış sayan CHP diğer yandan dür? Bu suretle siyasetin iki düzlemi bire indirgenebilir
nedense halktan oy alıp sandalyeye oturan ve oturunca mi? Bence olmaz. Hem sağ ve sol aldatmacaların eleştiri­
da gerekeni yapan diğerleri. CHP kanadından gelen sol sini erteleyeceğinden ve h atta sahte bölünmeleri gerçek­
sloganlar sadece retoriktir. Bunu hem 27 Mayıs sonra­ miş gibi kabul edip yanılgıda bir pekişme sağlayacağın­
sında hem 12 M art sonrasında gördük. AP kanadından
159
158
dan, hem de böyle bir uzlaşmanın bütün baskı rejimle­
rinde siyaset yapan düzlemdekilerin önerilerinden biri
olması yüzünden. Yani görünüşte bir uzlaşma olur, ama
bu yönetici elitin dışında kalanların gönüllü köleler ol­
m asına yardım eder. İstenilenin zıddı bir sonuç bu.
Çözüm ülke yönetiminin genel çerçevesini belirle­
yen esasların sarahaten ortaya konulmasında ve gerek­
tiğinde bunların eleştirilebileceği bir ortama sahip çıkıl­
masındadır. Peki ama, kim yapacak bunları? Bürokratik
mekanizma içindekiler mi? Sermaye sahipleri mi? Yoksa
büyük çalışanlar yığınının mesleki teşkilatlan mı? Bun­ BİR PARTİDEN NE ANLAMALIYIZ?
ların çabalarından bir semere elde edebilinecekse şimdi­
İslâmî hareketle siyasi parti arasındaki ilişkinin
ye kadar buna kavuşmuş olmalıydık. O halde geriye ne
olumlu bir tutumla ele alınması gerektiği ve aksi yapıldı­
kalıyor? Amacımız siyasetin iki düzlemini bire indirmek­
ğı takdirde İslâmî hareketi belirsizliklere, denetimi ta ­
se gerçekleştirilecek olan siyasi bir hedef. Siyasi bir he­
raftarlarınca sağlanmayabilecek yönlendirmelere kur­
defe de ancak siyasi bir araçla ulaşılır. Bu bir siyasi parti
ban etmek anlamı taşıyabileceğini daha önceki yazıla­
olabilir mi? Olmalı mıdır? Belki de partiler. Ama şimdiye
rım dan birinde belirtmiştim. Bu yargıdan siyasi parti
kadar kınayarak eleştirdiklerimiz birer siyasi parti değil
adına her yapılanı yerinde ve isabetli bulduğum sonucu
mi? Belki de değil. Belki Türkiye'de biz yalnızca bazı ka­
çıkarılamazdı elbet. O halde İslâmî hareketin hayrına iş­
bilelerin siyasi parti görünüşü altında ortaya çıktığını
leyiş gösteren bir siyasi partiden ne anladığımı, bence ne­
görebildik ancak. Bu kabileler belki Ümeyye oğulları, ab-
ler anlaşılması gerektiğini dile getirmeliyim. İslâmî ge­
bas oğulları değil ama yönetim olayını onlardan farklı al­
rekçelerle müslüman varlığını tehlikeye atabilecek her
gılayabilmiş insanlar da değiller. Türkiye'de kurulları
türlü aldatmacanın yürürlüğe konduğunu bildiğimiz ka­
çalışan, yolu yöntemi hem kendine hem hitab ettiği kala­
dar, ilericilik ve halkçılık maskesi altında da dünya siste­
balığa, hem de hasımlarına malûm olan ve gücünü yöne­
minin kuklalığının üstlenildiğini biliyoruz. Her iki tutu­
timde fiilen bulunmadığı zamandan itibaren gösterebil­
mun belirgin örnekleri Körfez bunalımı dolayısıyla karşı
miş partiye ihtiyaç var belki. Bu parti önce kendi bünye­
karşıya geldi. Bir yandan bizim anayasamız Kur'an-ı Ke­
sinde siyasetin iki düzlemini aşacak ve bu tecrübesini ül­
rim'dir diyen ve sözde müslümanlığı modern siyasi yapı­
kenin bütününe taşıyabilecek.
lara bulaştırm ak istemez görünen Suudi Arabistan, di­
ğer yanda Arap milliyetçiliğinin ve Arap sosyalizminin
şampiyonluğunu yapmaya heveslenen Irak Baas Partisi.
Her iki taraf da yalnızca sürüklendikleri yerde debeleni­
160
161
yorlar ve onların zaaflarının olduğu kadar sorumsuz, bi­ tuzakları da bu iki verinin ters yorumlanması oluşturu­
linçsiz çıkarcılıklarının bedelini dünya müslüm anları­ yor. İslâmî kimliğimizin vazgeçilmezliğini vurgulamak
nın çoğunluğu ödüyor. İhlâs sahibi müslümanların ayan gereğini duyduğumuzda karşımızdakiler (veya yanımız­
beyan gördükleri bu belalardan önce uzak durmak ve da görünüp de bizi istemediğimiz yöne sürüklemek çaba­
sonra bu belalara galebe çalmak için yapılacak şeylerin sında olanlar) dünyanın aldığı biçimi ileri sürerek bunun
başında herşeyin adının yerli yerince konulması ve ne­ hemen mümkün olamayacağını, ertelenmesi veya deği­
yin nereye kadar olduğunun ifade edilmesi gerekiyor. şik bir görünüme bürünm esi gerektiğini öneriyorlar.
Yani eğer biri İslâmî gerekçelerle karşımıza çıkarsa söy­ Dünyanın aldığı şeklin müslümanlar lehine fırsatlar or­
lediklerinin İslâmî tutum larla doğrulanıp doğrulanma­ taya çıkarması halinde de karşımızdakiler bu fırsatlar­
dığına bakmamız, eğer dünya ahvalinin zorlamalarını dan İslâmî kimlik adına yararlanmamak gerektiğini, bu
belli tutumlarının mazereti olarak ileri sürüyorsa sözko­ fırsatların ancak dünyanın aldığı biçime muhteva olarak
nusu tutum larının hangi sınırlarla çevrelenmiş olduğu­ da intibak eden unsurlar tarafından kullanılabileceğini
nu bilmemiz gerek. savunuyorlar.
Demek ki İslâmî hareketi öngören bir insanın biri Bizi bir çok bakımdan etkinlik göstermekten alıko­
vazgeçilmez, öteki kaçınılmaz sayılan iki veri ile kendine yan bu tuzaklara yakalanm adan geçecek veya kısmen
yön çizmesi ve böylelikle kendini olduğu kadar başkala­ yakalanmış isek paçamızı kurtarm aya yardımcı olacak
rını da sapm alardan, savrulm alardan koruyacak bir şartlan bir siyasî partinin sağlıklı işleyişi bize sunabilir.
davranışlar düzeni içine girmesini esas almalıyız. Veri­ Çünkü siyasî partiler Batı medeniyeti içinde, bu medeni­
lerden birincisi İslâmî kimliktir. Bu demektir ki İslâmî yetin Avrupa dışında etkinlik gösterebilecek ölçüde güç­
bir hareketi toplum içinde ayırdedici özelliklerden, müs­ lendiği, ama gücünü ezdiği insanlardan destek almadan
lüman'a has davranışları belirgin kılmaktan imtina ede­ devam ettiremeyecek kadar köşeye sıkıştığı dönemlerde
rek yürütemeyiz. İkinci veri dünyanın aldığı biçimdir. doğmuştur. Bir siyasî parti ucu sivri, iki tarafı da keskin
Müslümana has davranışları ancak bırakıldığımız yer ve bir bıçak gibidir. Onu kullanmaya kalkanların da bir ka­
zamanın şartlan içinde gösterebiliriz. Andığımız iki ve­ zaya uğraması her zaman mümkündür. Bu yüzden dün­
rinin birbiriyle zıtlaştıklarını ve modern zam anlarda ya sistemi tarafından istenilen bütün siyasî partilerin
m üslümanları kayıplara uğratan olayların bu ikisi ara­ bir yüzünün köreltilmesi, ucunun da küt bırakılmasıdır.
sındaki yanlış veya başarısız bağlantılardan doğduğunu M üslümanlar böyle çok taraflı endişeler doğurabilecek
söylemek bile fazla. Meselenin ana damarının buradan bir siyasî aracı benimsemeden işlerini yürütemezler mi?
geçtiğini, olanlarla olması gereken arasındaki dengeyi Hayır. Çünkü dünyadaki işlerimiz ancak bir rizikoyu gö­
müslüm anlar lehine kuramayışımızdan zarar gördüğü­ ze aldığımız taktirde hayırlı bir sonucu istihsal edebile­
müzü hem günlük hayatımızda hissediyor, hem de tarih cek şekilde düzenlenmiştir. Hölderlin’in m ısralarıyla
perspektifi içinde farkediyoruz. Üstelik yakalandığımız söylersek:

162 163
işleyen ve kendi özelliklerine tetabuk eden bir siyasî par­
Wo aber Gefahr ist, wachst tidir. Sakatlık bu iki özelliğin birbirinden ayrılması ve iki
Das Rettende auch özellikten birinin dumura uğraması halinde doğar. Eğer
"Lâkin tehlike neredeyse selâmeti sağlayacak kuv­ bir partinin sadece iktidara gelmek gibi bir hedefi varsa,
vet de orada büyür, artar." Açıkçası bir siyasî partinin bo­ yani iktidara gelmediği durumlarda siyasî etkinliği, h at­
zucu, ifsad edici, köleleştirici yönden sonuçlar doğurabi­ ta sosyal etkinliği hesaba katılamayacak ölçüdeyse anla­
leceği gibi derleyip toparlayıcı, koruyup besleyici, özgür­ rız ki bu siyasî parti sadece devlet örgütünün yağmalan­
leştirici yönde sonuçlar doğurabileceğini göze almalı­ ması gayesiyle kurulmuş bir partidir ve düşünce plânın­
yız. da hiçbir dikkate değer vasfı yoktur. Eğer düşünceleri
olan bir görünümü varsa bu bir aldatmacadır, çünkü bu
Türkiye'de siyasî parti olarak önümüze çıkan kuru­
düşünceler iktidar im kânları olmadan da düşünce ola­
luşların genellikle birer modem kabile olduklarını ifade
rak hayatla bir bağlantıyı gerektirirler. Ancak ve sadece
etmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Elbet bunlar
iktidarda olunduğu zaman gerçekleşebilecek hedeflere
kapitalizm öncesinin kabileleri değil, ama devlet örgütü
sahip olduğu söylenen siyasî partilerin iktidarda iken de
bünyesinde kandaşlıktan değilse bile çıkar ve yaşama bi­
hedef gözetmedikleri, sadece devlet örgütünün baskıcı
çimi ortaklığından güç alan, aldıkları bu gücü çıkarlarını
yanını basit çıkarları lehine harekete geçirdikleri söyle­
güvence altına alma yolunda kullanan şebeke-kabileler­
nebilir.
dir. Onları bir siyasî parti özelliğinden uzaklaştırıp kabi­
le benzeri bir işleyişe mahkûm eden Türk siyasî hayatın­ Öte yandan, bir siyasî partinin iktidara gelmek gibi
daki yeniden düzenleme müdahaleleridir. Bugün Türki­ bir hedefi olduğu göze çarpmıyor ve yapısı da buna uygun
ye'de en eski siyasî partinin geçmişi yedi yıl öncesine uza­ kılınmamışsa karşımızdakinin bir siyasî parti olmaktan
nabilir, o kadar. Önümüzdeki yedi yılda da hangi siyasî ziyade bir meslek örgütü veya birhayır kurum u olduğu­
partinin veya partilerin siyaset sahnesinde kalabileceği­ nu düşünebiliriz. Daha farklı bir am aca hizmet etmek
ni kestirmeye kimsenin gücü yetecek gibi değil. Oysa bir üzere faaliyet gösteren bir siyasî kuruluş da olabilir bu.
siyasî parti sadece seçim listelerinde yer almak üzere bir Ya iktidara gelmemekle birlikte, başkasının iktidarını
araya gelen insanların şebekesi olmaktan çıktığı andan kolaylaştırmak için mevcuttur veya devletin muhtaç ol­
itibaren toplum için anlamlı bir kuruluş haline gelebi­ duğu siyasî yapılanmada kendisine bir yer tanınmıştır.
lir. Dolayısıyla bu siyasî partiden beklenecek yarar bu kuru­
Bir siyasî partinin iki ana özelliği vardır: Birincisi o luştan elde edilemez. Acaba bir siyasî partiden kim, han­
ülke yönetimini ele geçirmek, yani iktidara gelmek. İkin­ gi yararlan elde etmelidir? Eğer bir siyasî parti yağmala­
cisi, ülke yönetiminde tutulacak istikametin belirlenme­ mak için fırsat bekleyen, bazı düşünce ve inanışları istis­
sinde etkili olmak, buna katkıda bulunmak. Yani bir si­ m ar ederek samimi insanların hakkını gaspetmeye az­
yasî parti iktidarda olmadığı zaman bile ülke yönetimin­ metmiş bir çetenin hiyerarşik bütünlüğü değilse nedir?
de (ağırlığını değilse bile) varlığını hissettirebiliyorsa, o
165
164
Önce birinci soru: Bir siyasî partiden kim yararlan­ çek insanları oldukları duygusuna kavuşturur. Her ne
malıdır? Bir siyasî partiden bir milletin bölünmüşlüğün­ kadar "biz" ve "onlar" ayırımını besliyor, destekliyor gibi
den zarar gören herkes yararlanmalıdır. Burada bir pa­ görünse de her "biz" öbeğinin kendindeki esaslık vasfını
radoks gizli. Zira bir parti zaten bir kısım, bir bölünmüş­ yaygınlaştırma çabasıyla toplumun bütününe ilişkin bir
lük ifade eder. Belki çağdaş siyasî oluşumun en önemli
sahiplenmeyi de güçlendirir.
noktası da bu. Bir siyasî parti yani bir tarafa ayrılarak
yönetim hakkında öneri getirme toplum un bütününe Hangi sınıfa hangi zümreye mensup olursa olsun
ilişkin bir kaygının ürünüdür. Bir siyasî parti oluştur­ bir siyasî parti yandaşlığı ve daha ötede üyeliği insanları
mak, bir bakıma bütünleşmek birleşmek için ayrılmak bir kenara itilmişlik duygusundan kurtarır. Bu yalnızca
demektir. Bu yönüyle bir futbol takımı tutm aktan esas­ psikolojik bir avunma olarak kalm az. İnsanlar günlük
tan ayrılır. Devamla, birden çok siyasî partinin hayatiye­ işlerinden, hayatlarını yönlendirecek k ararlara kadar
tini koruması toplum içinde birliğin tesisinde zorunlu­ bir çok alanda siyasî partinin etkinliğiyle bütünleşme
dur. Çünkü modem toplum çok yönlü bölünmelere uğra­ fırsatı ve imkânı bulurlar. Hak aram a yollarının genişle­
mıştır. Bu bölünmelerden birinden kaçınabilen diğeri diğini görür ve bunun için kendi gücünü kullanabileceği
yüzünden zor duruma düşmüş olabilir. İşte siyasî parti­ inancını pekiştirir.
nin kaçınılmaz bölünmeler karşısında çözüm üretme ka­ Daha da ötede bir siyasî parti önce sadece taraftar­
pasitesi hem bu kuruluşun iktidara gelme gücünün ne ol­ larınca benimsenen ve sonra dışındakiler ve karşıtları
duğunu belirler, hem de toplum içinde gerçek bir yere sa­ tarafından da zenginleştirilebilen bir dil kurup yerleştir­
hip olup olmadığını gösterir. Yine de bir siyasî partiden mede elverişli bir ortam sağlar. Yani bir siyasî parti aynı
beklenen yararın elde edilmesi ancak onun bir parti yani zam anda bir toplum kesiminin ve giderek bütün toplu­
ta ra f olması halinde m üm kündür. İlâve edelim: Tek ta ­ mun değişen şartlarda hem yeni anlaşma yollan bulma­
ra f olmaz. larına, hem de farklı yaklaşımların çarpışarak yeni an­
Sonra ikinci soru: Bir siyasî partiden hangi yarar­ laşm a yollarının çeşitlenip zenginleşmesine zemin h a­
lar elde edilebilir? Öncelikle bir siyasî parti ona mensup zırlar.
olan kişinin kimlik kazanmasına yardım eder. Ya da ter­ Eğilimi ve dayandığı iktisadî güç ne olursa olsun bir
si: Belli kimlikler belli siyasî partiler demektir. Bir siyasî
siyasî partinin toplumdaki kazanç yollarını çok sayıda
parti yansıttığı özelliklerle toplumun en kaba hatlı kim­
insana yaygınlaştırm ada doğrudan etkisi vardır. En
liğine sahip çıkmakla o toplumun en kökleşmiş siyasî
azından siyasî programların servet dağılımında hangi
tavrının temsilcisi olabilir. Bu yönüyle siyasî partiler her
ülkenin yaşayan tarihleri olma şansını ellerinde bulun­ ölçüleri kullandıklarına dikkat çekmek ancak siyasî par­
durabilirler. ti yarışması içinde mümkün olabilir. Servetin hangi el­
lerde ve ne amaçla deveran ettiği meselesi bütün siyasî
Bir siyasî parti kendisine bağlı olanları savunduğu
partilerde gözden uzak tutulam ayacak meselelerden­
görüşler, yürüttüğü faaliyetler aracılığıyla o ülkenin ger­
dir.
166
167
Bütün bu dile getirdiğimiz kazançların siyasî parti
ve siyasî partilerin mevcudiyetiyle hemen elde edilebile­
ceğini savunacak kadar kimse saf değildir. Ama siyasî
partilerin olduğu ve işlediği ortamlarda yukarıda sözünü
ettiğimiz meselelerin çözümüne giden yol açık tutulmuş­
tur. Bu yolu kullanabilme becerisi yine insanların çeşitli
alanlardaki niyetleri ve inançlarıyla azalır veya çoğalır.
Modern dünyada siyasî partiler olmaksızın bir toplum
örgütlenmesine gitmek veya tek siyasî partinin üstünlü­
ğüyle sosyal hayatı düzenlemeye kalkmak belâyı ikiye YENİLEN PEHLİVAN
katlam ak anlam ına gelir. Çünkü sosyal, siyasî, ekono­ GÜREŞE DOYMAZ
mik dayatmalarla biçim kazanmış bulunan modem yapı
Siyasi değişmeler hayatım ıza yapacağı etki bakı­
böylece içten bir zorlanmaya maruz kalmadan bütün in­
mından hepimiz için m erak ve endişe konusu. Yine de
san teklerinin üzerine çullanır.
bütün siyasi değişmelere aynı ölçüde dikkatimizi çevir­
İslâmî hareket kendine Müslüman kimliğini seç­ meyiz. Sözkonusu değişmelerin bir senaryo gereği yü­
miş insanların, toplumun meşru zemininin Kur'ân ve rürlüğe girip girmediği zihnimize takılır. Bu işin aslı var
Sünnet olduğu bir ortamda, Allah'a olan kulluğun engel­ mı? Sorduğumuz soru budur. Bir işin aslının olması gö­
lenmesine meydan vermeyecek ölçüde kendi şahsiyetini rünen siyasi güçlerin toplumun vazgeçilmez unsurları
kabul ettirm iş öncülerin yönetimiyle sağlamlaşmış, itibariyle temellendirilmiş olması demektir. ABD'nin ge­
mensuplan arasında sıkı bağlar ve güven duygusu tesis çirdiği her yönetim değişikliği dünyayı İkinci Dünya Sa­
etmiş dayanışma yapılarını harekete geçirmeyi başaran vaşı sonrasında çok ilgi çekiciydi. Çünkü mali kaynakla­
bir siyasî partiyle dalga dalga merkezden muhite tesirini rı yönlendiren örgütlerin yönetimi demekti bu. Elbet ma­
hissettirdiği hareketi olsa gerektir. Neye ne kadar yakın li kaynakların korunması ile askeri tedbirlerin dolaysız
olduğumuzu ölçmek herbirimize kalmış. bağını kimse gözden uzak tutamıyordu. 1945'ten bu ya­
na müdahil, m uhasım , muhafız, nasıl olursa olsun
ABD'siz bir siyasi değişme olmadı dersek büyük bir hata­
ya düşmüş sayılmayız. Yani bir bakıma savaş sonrasın­
da "işin aslı" meselenin ABD ile ilgisiyle mukayyet sayıl­
dı. Ancak bu işin sadece bir yüzüdür. Öteki yüzde top­
lumların iç dinamikleri, bir toplumun kendi yapabilirlik­
leri yer alır.
Bir işin aslının olup olmadığına k arar verebilmek
168 169
için sadece bütün dünyada denetim mekanizması kur­ lenmişliklerin ne kadar asli karaktere yakın olduğu he­
muş finans şebekeleri silsilesinin faaliyetlerine, tavır saba çekildiğinde karşım ıza yenik tarafın taleplerinin
alışlarına bakmayız. Bir de ortaya çıkan işin, bize bir si­ bilinçli veya bilinçsiz tezahürü çıkıyor. Yenilen pehliva­
yasi değişme biçiminde görünen olayların toplum teme­ nın güreşe doymadığını görüyoruz. H atta kurumsal veya
lindeki yönelişlerin tezahürü olup olmadığına bakarız. uzvî olanın ne kadar pehlivan olduğunu onun güreşe do­
Eğer siyasi değişme o toplumdaki temel eğilimlerin bir yup doymadığı gösteriyor.
yansımasını ifade ediyorsa "o işin aslı vardır." Hemen ak­ Körfez bunalımında kurum sal olan bastırıyor de­
lımıza takılan soru şu olacak: Siyasi değişmelerde işin dik. Yani Orta-Doğu olaylarını anlamaya yeltendiğimiz­
aslı ikili karaktere mi sahip? Elcevap: Evet. Bir yanı ku­ de ilk gözönüne alacağımız husus beynelmilel müesse­
rumsal, müessesevî (institutional); diğer yanı uzvî (orga­ sevî düzenlemelerdir. Orta-Doğu'da m illet çerçevesinde
nic.) elbette bu iki taraf bir bıçakla ayrılmış gibi birbirin­ uzvî olan fer'î bir rol oynar ve siyasi değişmelerde belirle­
den kopuk değil. Toplumun canlılığı içinde, tarihin olu­ yici bir ağırlık taşım aktan ziyade belirlenen bir dolgu
şumu sürecinde biri diğerine geçmiş halde ve birbirini et­ maddesi olarak yer tutar. Hepimizin açık seçik bildiği gi­
kileyerek, ama sıkça çatışarak insan hayatına biçim ve­ bi Orta-Doğu'nun haritası Birinci Dünya Savaşı galiple­
rir. Bizim hangi tip insan olduğumuz da işin aslını nere­ rinin kendi aralarındaki paylaşım mücadelesi sonucun­
de aradığımızla ortaya çıkar. Bazılarımız kendi insanlı­ da çizilmiştir. Osmanlı devleti savaşı kaybederek bölge­
ğını kurumların hayatına iliştirir, kimimiz de insan olu­ den çekilince Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Kuveyt, Suu­
şunu toplumun uzviyetine bağlı kılar. Tuhaflık şurada ki di Arabistan gibi ülkeler (?), devletler (?) bilhassa İngilte­
toplum ların değişmesinde derin izler bırakan dönüm re ve Fransa gibi galiplerin gösterdikleri irade ve arala­
noktalan ve insan hayatına silinmez çizgiler çeken vakı­ rındaki yarışm a paralelinde doğmuştur. Yani bu yeni
alar birbiriyle çatıştığını söylediğimiz iki tarafın aynı kurulan devletlerin hiçbiri belli bir milli hareketi sonuca
mecraya girdikleri yer ve zamanda gerçeklik kazanır. götürmek üzere bir çabayı göze almış ve bu çabanın ta t­
Böyle bir an gelinceye kadar kurumsal olan ve uzvî olan minkâr olsun olmasın bir hasılasını elde etmiş değildir.
birbirlerini güçleri oranında zorlar. F akat tersi olmuştur: Mesela Lübnan’da Hıristiyan nü­
Böyle bir zorlamayı bugün dünyada ve Türkiye'de fus kurum sal bir elçabukluğuyla çoğunluk sayılarak si­
yaşıyoruz. Körfez bunalımında kurum sal olan bastırı­ yasi düzenleme Batı çıkarlarını en iyi koruyacak biçimde
yor, Türkiye'nin siyasi geleceğinde uzvî olan. Yeniden ayarlanmıştır. Ne var ki kurumsal olanın zorlamasıyla
doğan Almanya da her iki tarafı n müşterek mecraya gi­ sağlanan düzen küçük bir sarsıntı geçirir geçirmez hızla
rişlerinin son çağdaş örneği. Görülen bütün bu zorlama­ yerini kargaşaya ve beynelmilel güçlerin denemelerini
lar ve yanyana akışlar tarih içinde bir hesaplaşmanın, uyguladıkları çatışma alanına bırakm ıştır. Bütün bu
bir kâr zarar hesabının ve bir bilanço elde etme çabaları­ sarsıntılar yaşanırken bazı sözler de edilmektedir. Mese­
nın gereği olarak yürürlüğe giriyor. Tarih içindeki belir­ la, 60'lı yıllarda Arap sosyalizminden sözedilmiştir. Arap

170 171
milliyetçiliği ve buna bağlı olarak Arap birliği gibi he­ sinde toplumların uzvî özellikleri belirleyici rol oynamı­
veskâr sözler belli aralıklarla dillerde dolaşmıştır. Ama yor. Eğer Arap milliyetçiliği halkın temel yönelimleri
gözlemler Arap milliyetçiliğinin uzviyetle ilgili bir temeli arasında yer almış olsaydı, yani uzviyet haline gelmiş ol­
olmadığını kolaylıkla gösteriyor. Çünkü Arap dünyasın­ saydı bugün bir etkisinin duyulması gerekirdi. Demek ki
da kurulan düzen Arapların dahli olmayan bir düzendir Arap milliyetçiliği bile Batı kurumsal baskısının ısmar­
ve bugüne kadar hiçbir siyasi kadro Batılı hâmilerinden ladığı bir tezdir ve ancak Batı lehine devreye girdiğinde
bağımsız olarak iktidarı ele geçirebilmiş değildir. toplumda yankı bulmak şansına sahiptir.
Bugün Irak'ın Kuveyt'i ilhak etmesi de bir Arap me­ Dünya sistemi kurumsal dayatm alarını birinci el­
selesi değildir. Doğrudan doğruya dünya sistemi denilen den askeri müdahaleyle, yani metropol ülkelerin savaşa
ve iskeletini beynelmilel mali şebekenin teşkil ettiği girmesi suretiyle sonuçlandırmayı dener mi? Kore veya
"dünya ölçüsünde devlet"in bir iç meselesidir. Elbette bu Vietnam benzeri bir deney Orta-Doğu'da yaşanır mı?
iç meselenin hal yoluna sokulabilmesi için bir çok "olay" Böyle bir ihtimalin gerçekleşeceğini söylemek çok zor.
cereyan etmesi gerekmektedir. Bir kere Orta-Doğu hari­ Zira Orta-Doğu’da Batılı devletlerin müdahil olduğu bir
tası Birinci Dünya Savaşı sonunda çizilmiş olmakla bir­ savaş her iki savaş sonrasında ihdas edilmiş kurum sal
likte bölgedeki meselelerin hallinde İkinci Dünya Savaşı yapıları ister istemez çatlatacak ve haritanın yeniden,
sonunda kurulan İsrail'in merkezi bir yeri işgal ettiği yeni esaslar dahilinde çizilmesi gerekecektir. H atırla­
gözler önünde. İsrail yalnızca dünya sisteminin kurum ­ mak gerekir ki sekiz yıl süren Irak-Iran savaşı Batı dün­
sal dayatmalarının bir ürünü olarak ortaya çıkmış ve sa­ yasında ciddi sarsıntılar doğurmamıştır. Çünkü bundan
dece bu sistemin bölgeye kendi çıkarlarının bekçiliğini bütün metropol ülkeler ve onların kuyrukları belli ölçü­
yapsın diye yerleştirilmiş bir devlet değildir. İsrail aynı lerde faydalandılar. Ama Birleşmiş Milletler bayrağı al­
zamanda ikibin yıllık Yahudi davası sonucunda ortaya tında bile olsa Orta-Doğu'da yeni bir paylaşıma kapı aça­
çıkmıştır. Yani uzvî karakteri kurumsal karakterinden cak bir çatışma önce Batılı müttefiklerin arasını açacak­
baskın. Herkes Körfez bunalımı dolayısıyla İsrail'in sus­ tır. Yani savaşa aynı kam pta katılm a girişimi kampın
kunluğuna şaşıyor. Oysa bunda şaşılacak hiçbir şey yok. aynı kamp olarak savaşı sürdüreceğinin teminatı değil­
Zira bugün Orta-Doğu'da beynelmilel düzenlemenin ku­ dir. Bunu bizlerden çok kendileri biliyor. Yenilen pehli­
rumsal yapısıyla oynandığını ve bundan kurum sal k a­ van güreşe doymayacağı için Orta-Doğu'da bir sıcak sa­
rakteri baskın devletlerin zararlı çıkacağını en iyi İsrail vaş bütün mağlupların ve küskünlerin arta kalmış me­
biliyor. Ama Suudi A rabistan'a ve Ürdün'e bakın. Biri selelerini gündeme getirebilecekleri bir fırsat olabilir.
Irak karşısında, diğeri Irak yanlısı olarak telaş içinde. Kuveyt Falkland değildir.
Gerçekte ne biri Irak'a karşı ne öteki Irak'tan yana. Her
iki devlet de kurumsal varlıklarını idame ettirmek için Türkiye Körfez bunalımı sürecinde kurumsal ola­
mecbur kaldıkları şeyleri yapıyorlar. Orta-Doğu mesele­ nın baskısı altında kesin tavrını Batı lehine koydu. Ama
bunun pek kolay olduğunu ifade etmek mümkün değil.
172 173
Çünkü Türkiye'de Arap ülkelerinin kuruluşundan farklı Bundan böyle kurumsal düzenleme yeni bir hile uy­
bir tarih yükü var. Her ne kadar Cumhuriyet sonrası si­ gulamak ihtiyacında olduğunu Saddam'ın ANAP'a vur­
yaset uzvî olanın dum ura uğratılması ve kurum sal ola­ duğu darbe sonucunda anladı. Tahteravallinin bir ucu
nın baskın çıkması için yürütülen ısrarlı çabaların bir inerse diğer ucu kalkar. SHP'nin son günlerde coşturul­
sergilenmesi ise de toplum yapısında belirleyiciliğin sa­ masının açıklaması burada. Kurumsal olanın besleyip
dece kurum sal olanda m ahsur kalmayışı yüzünden ku­ bugüne getirdiği SHP kendi çözümlemelerine göre bü­
rumsal tarafın aldığı kararlarda her zaman bir pürüz ka­ yük çoğunluk içinde muhalif bütünlükler gibi gördüğü
lıyor. Nitekim ANAP'ın bütün kurumsal desteğe rağmen unsurlara dayanmayı ANAP'ın M üslüm anlara dayan­
1992'de iktidarda kalamayabileceği ihtimali bu pürüzle­ m a siyasetinin yerine ikame edeceğe benziyor. Yani Kürt
rin mekanizmayı çalışmaz kılacak ölçüde irileşebileceği­ ve Alevi oylara dayanarak bir destek bulmaya çalışacak.
ni düşündürdü. Gerçekte bu Batı tarafından ustaca kaim D ikkat edilmesi gereken husus pergelin sabit ayağı
kılınmış bir kararsız dengenin bozulmasından başka bir ANAP'ın dayandığı yerden ayrılmayacaktır. Kurumsal
şey değildir. ANAP Batılı ve Batıcı silahların gölgesinde olan ister Müslüman oylara talip olsun, isterse etnik
demokratik ve Müslümanca beklentilerin kirasıyla bir farkları suistimal etmeye, inanç farklarını istism ar et­
siyasi m ühlet elde edebilmişti. Yenilen iki pehlivan da meye yönelsin hep aynı sonuca varmayı hesaplam akta­
doyamadığı güreşi tutabilmek için kendine minder arar­ dır: Türkiye'de uzvî olanın baskı altında tutulması. Bu
ken ANAP bu minderin serileceği yermiş gibi göründü. baskı günümüzde açık ve görünür tarzda yapılamayaca­
Türkiye'de 1950'den beri bir ta ra f hiç bir zaman seçim ğından veya alacağı tepkinin nerelere uzanacağı kestiri­
kazanamıyor ve diğer ta ra f her zaman süngü zoruyla ik­ lemeyeceğinden kurumsal yapıyı güçlü kılmak ve bu ya­
tidardan uzaklaşıyor. İki pehlivan da güreşe doyamıyor. pının gücünü devam ettirm ek isteyenler uzvî olanı k u ­
İkisi de yenik. Türkiye'nin bugünkü Cum hurbaşkanı ru msal olanın emrine verecek bir tuzak hazırlıyorlar. Bu
1983'te tıpkı 1946'da olduğu gibi şartları özel olarak dü­ bakımdan ANAP'ın M üslüm anlara yakınlığı ne kadar
zenlenmiş (yani fazlaca özel düzenlemeye maruz bırakıl­ sahteyse SHP'nin Kürtlere ve Alevilere yakınlığı o kadar
mış) konseyli, vetolu, yasaklı bir seçimin galibi bir parti sahtedir.
genel başkanıydı. Ama aynı kimsenin 1977 seçimlerinde
Türkiye sadece bunalımları aşmak için değil, mev­
MSP İzmir listesinin başında olduğunu hiç hatırdan çı­
cudiyetini korumak ve mevcudiyetinin bir musibet değil,
karm am ak gerek. Yani günümüze kadar uzanan 12 Ey­
verimli ve üretken bir u nsur olduğunu gösterebilmek
lül 1980 rejiminin kararsız dengesi iktidara gelemeyenle
için kurumsal olanla uzvî olanın aynı mecrada aktığı bir
iktidarda kalamayanın sureta uzlaştırılmasıdır. Sözko­
nusu uzlaştırma, iki pehlivanın sulh olması, beraberliği yeni oluşuma açılmak zorundadır. Ancak bunun ön şartı
kabul etmesi demek değildir. Kurumsal olan kendi beka­ olarak uzvî olanın ne olduğunun, Türkiye'ye hayat veren
sı ve kendi devamı için böyle bir hileye başvurm aktan değerlerin neler olduğunun tanınm ası gerekmektedir.
başka çareye sahip değildi. Bunu kim tanıyacak? Elbette uzvî karakterdeki unsurun

174 175
kendi kendini tanıyabilmesi gerek. Daha sonra kendini
tanıtabilir. Acaba Türkiye'de bir türlü iktidara geleme­
yen ve bir türlü iktidarda kalamayan iki taraf dışında bir
güç yok mu? Gerçekte acaba kurumsal yapı uzvî olanı te­
pelemek gayesiyle aynı unsura saldırıyor değil mi? Tür­
kiye'de seçim kazanma şansı düşük olan tarafla, devletin
güvenini kazanamayan ta ra f sadece hedeflerin belirlen­
memiş olmasından zarar görmüyorlar mı? Eğer hedef be­
lirgin kılınmış olsa hangi kurumsal yapının bu hedefe KONDUĞUMUZ MİRASI BIRAKIRIZ
hizmet edebileceği, hangi uzvî unsurun bu hedefi ele ge­ Kırkbeş yıllık demokrasimizin yaklaşık on yılda bir
çirmek için elverişli olduğu anlaşılmaz mı? Bu soruların askerî müdahalelerle kesintiye uğramak gibi bir gelene­
tüm ünün cevabı olumlu. Daha da olumlu nokta Türki­ ği yok yalnızca, aynı zamanda demokrasi tarihimizin bir
ye’de kurumsal olanın uzvî olan karşısında sonuna ka­ de seçim strateji ve taktikleriyle ilgili bir geleneği var.
dar baskıcı kalamayışıdır. Gerçekte asıl zorlayan uzvî Nasıl kapitalizmin ağababaları yalnızca çalışma hayatı­
olandır ve bunun öncelikle Türkiye'nin vaziyeti idare et­ nı düzenlemekle yetinmezler, çalışanların işten çıktık­
mekten ötede bir hedefi olmalıdır diye düşünenler ta ra­ tan sonra yapacaklarını da düzenli kılma, zapt-ü rapt al­
fından anlaşılması gerekir. tına alma gibi bir ayarlamayı da üstlerine bir vazife bilir­
Almanya'nın birleşmesi Türkiye'ye uzvî olanın ku­ lerse; bizim demokrasimizin ağababaları da hem demok­
rum sal olanla ilişkisi bakımından örneklik edebilecek ratik işleyişe ne zaman ara verileceğini, nasıl yönlendiri­
bir önemdedir. Almanlar 1945 yılını "sıfır yılı" saydılar. leceğini karara bağlarlar ve hem de demokratik işleyişe
Bunun anlamı nedir? Bunun anlamı bu toplumun bir he­ hangi şartlarda dönüleceğini ayarlamakla kalmayıp de­
defi olduğunun en ümitsiz zamanda bile kabul edildiği ve mokratik işleyişin gereği olan sonucu önceden istenilen
her Alman'ın bu hedef için yüklenecek bir yükü olduğu­ sonuç haline getirmek için yeni şartlar dayatmaya gay­
nun peşinen kabulüdür. İşte bugün kimseyi korkutm a­ ret ederler.
mak için yeni yüzyılın bir Alman çağı olmayacağını, Al­ Kapitalizm sadece bir üretim biçimi, bir iş hayatı ve
manya'nın bir süper güç olma niyeti bulunmadığını söy­ malî düzenleme değildir. Kapitalizm eğlence hayatın­
lüyorlar. Her iki dünya savaşından yenik çıkan Almanya dan, eğitime; düşünce hayatından cinsiyete kadar insan
güreşe doyduğunu dile getiriyor. İnanalım mı? Buna an­ ömrünü belli bir şekle sokmadıkça kendi hayatiyetini de­
cak şu şartla inanabiliriz: Almanya'nın hükmen galip vam ettiremeyeceğini bilenlerin modern m utlakiyetçi
ilan edilmesiyle güreşin iptali vuku bulursa. düzenidir. Bu mutlakiyetçi sistemin zorbalık ve ihaneti­
ni sona erdirmenin iki yolu olduğu söylenebilir. Birinci

177
176
yol sistemi içerden çökertmek için kapitalizmin gelişimi­
ni bir vaka olarak kabul ederek varacağı en aşırı noktada
bir yeni düzene dönüşümünü beklemek veya böyle bir dö­ gelmiş bulunan kapitalizme "dışardan" nasıl saldırabi­
nüşüm ü hızlandırmak için kapitalizme m ahsus işleyiş lirsiniz? Hem yerkürenin bütün yörelerinde ilişkilere
biçimlerini denetim altın a almaya çabalam aktır. Yir­ baskın çıkıyor, hem insan hayatının bütün kesimlerinde
minci yüzyıl boyunca sosyalist, nasyonal sosyalist, ko­ baskıcı denetimini yürürlüğe sokuyorsa, kapitalizmin
münist, faşist ve sosyal demokrat düşüncede olanlar böy­ dışında kalm a başarısını kim gösterme şansına sahip?
le bir dönüşümün imkân dahiline girmesi için bilinen gi­ Bu sorunun cevabını bulabilmek için "üç mesele"ye dön­
rişimlerde bulundular. Sonucu milyonlarca insanın kan memiz gerekecek. Yani çağımızdaki düşünme kalıpları­
dökmesiyle, acılar çekmesiyle bir hezimet olarak bağla­ na yabancılaşmış ve bu yabancılaşmasını yeni bir mede­
nan bu girişimler kapitalizmi bir k at daha güçlendirdi. niyet kurm a ütopyasının reddi noktasına kadar götür­
Yirminci yüzyıl sona ererken kapitalizmin içerden çöker­ müş ve teknolojinin rububiyeti karşısında kendi değerle­
tilebileceğini düşünenlerin sayısı iyice azaldı. H atta ka­ rinin etkinliğini yaşar kılabilmiş insanların kapitaliz­
pitalizmin sona ereceğini beklemek gibi meselelerden min dışında kalm a imkânları var. Bunu başardıkları
uzak düştü insanlar. Bir kavram olarak "kapitalizmi takdirde kapitalizme dışından savaş açma gücünü de el­
vurgulamak" modası geçmiş bir konuşma tarzı sayılır ol­ lerine alm ışlar demektir. Bütün bu söylediklerimizden
du. Yani kapitalizmin gelişimini kaçınılmaz bir vakıa kapitalizme dıştan "vurma" imkân ve ihtimalinin müslü­
olarak anlayıp da sadece belli bir üretim ve mülkiyet iliş­ manların tekelinde olduğu sonucu çıkarılacak. Doğru so­
kisine veya bir ahlâkî değerler silsilesine itiraz yönelten­ nuç. Kapitalizmin dışına çıkmanın bir coğrafî bölgeyi
ler sonunda kapitalizm tarafından eritilip yutuldular. terketmekle değil, belli bir akıl düzenini geride bırak­
Böylece sistemi içten çökertme tezi bir fiili iflâsla sonuç­ makla mümkün olduğunu anlayanlar, dünya cenneti pe­
landı. Teorik bir izaha ihtiyaç kalmadı. şinde koşmadıkları için attıkları her adımda "salih" ürü­
nü tanıyabilirler. Onlar aynı zamanda teknolojiye kullu­
Mutlakiyetçi sistemin sona erdirilmesinin ikinci ğu reddederler. Fakat kimdir bu insanlar? Nerededir­
yolu nazarî açıklamalara çokça muhtaç. Çünkü bu yola ler?
fiilen girilmemiştir. Denemeye açık bir imkân olarak
ikinci yol, birincinin aksine kapitalizmi dıştan yıkmaya Yirminci yüzyılın siyasî hayatına Müslümanlık bir
girişeceklerin yolu olabilir. Kapitalizmin gelişimini bir tez olarak batılılaşmaya bir tepki olarak doğmuş olsa bile
vakıa olarak görmeyip kapitalizmin gerçekte bir keyfi ta­ batılılaşmacı akımların içinde yer aldı. Bununla birlikte
nımlama olduğunu bilen (yine de bu tanım lam a tarzını tavır olarak müslümanlık batılılaşm anın yeterince nü­
kullanan) kendini kapitalizme mahsus işleyiş biçimle­ fuz edemediği alanlarda direniş gösterebildi. Yani kapi­
riyle kayıtlı saymayan insanların açtıkları savaş kapita­ talizme "karşı" olma bilinci kapitalizmin bozucu etkisine
lizmi sona erdirebilir. İyi ama, bir dünya sistemi haline maruz kalanlarda doğduğu halde, kapitalizmin "dışın­
da" kalma tutum unu gösterenler kapitalizme muhalefeti
178 hiç düşünmeyen insanlar oldu. Diyebiliriz ki yirminci

179
yüzyılda müslüman toplum lar adeta ruhun bedenden "kendi başının çaresine bakacağından duyulan korku­
kopuşuna benzer bir ayrışımı yaşar haldedir. Eğer kapi­ dur. Dünya sistemi açısından Türkiye'nin lâik olup ol­
talizmin dışardan yıkılması müslümanların elinden ola­ maması en m uhataralı meseledir. Bunu da doğrudan bir
caksa bu "el" kendini harekete geçirecek bilinçle bir bağ­ İslâm düşmanlığı sanarak aldanmayın. Türkiye'de yaşa­
lantı kurabilmiş değil. Öte yandan, kapitalizmin yıkıl­ yan insanların Budist mi, Şamanist mi yoksa Yezidî mi
ması bilincini taşıyan unsurlar da bu zihin yapısının, bu olduğu dünya sistemini elinde bulunduran insanların
akıl düzeninin dışına çıkabilecek donatımı reddediyor­ um urunda değil. Onlar kendi sistemlerinin öldürücü ya­
lar. O halde kapitalizmi yani bugün insanlığı pençeleri rayı nereden alabileceğine dikkat ediyor ve Türkiye'nin
altında tutan dünya sistemini sona erdirecek insan tipi İslâm'la ilişkisi bu konuda sistem adına en çok endişe ve­
henüz doğmamıştır demek bile mümkün. Sözkonusu rici husus.
olan bir sistemin baskısının yok edilmesi olduğu taktirde Dünya sistemi Yahudilik ve Hıristiyanlık da dahil
tek çözümü bir insan tipinin doğuşunda aramayabiliriz. bütün geleneksel değer taşıyan dinleri içleştirdi, emdi ve
Bu insan tipine giden yolda yeni bir oluşumu gözönüne sindirdi (hazmetti). İslâm, H int yarım adasında sadece
almak gerekebilir.
bir etnokültürel kimliğe indirgenerek, Arap ülkelerinde
İslâm günümüzde bir dünya sistemi haline gelmiş modernizmin milliyetçi ifadesinin tepki sınırları içine çe­
bulunan kapitalizmi dışardan yıkacak bir inanış-düşü­ kilerek dünya sistemi adına tehlike doğurmayacak yo­
nüş-davranış bütünü olarak görülüyorsa Türkiye'nin rum lara uğratıldı. Batı medeniyetiyle, dolayısıyla kapi­
böyle bir sonucu elde etmede özel bir yeri olduğunu farke­ talizmle şöyle veya böyle bir hesaplaşm ayı varlığının
debilmek için çok zeki ve çok kültürlü olmaya gerek yok. esas meselesi kılan Osmanlı Devleti siyasî bir çözüm elde
Türkiye-İslâm ilişkisinin dünya sistemi açısından h a ­ edebilmek için hilâfet kurum u başta olmak üzere İslâmî
yatî önemde olduğu ülkemize aralıksız uygulanan ope­ değerleri devreye sokmaktan geri durmadı. İslâm'ın k a ­
rasyonlardan bellidir. Dünyanın birçok yerinde birçok pitalizmin dışında telâkki edilmek mecburiyetinin kök­
operasyonun sıkça uygulandığını biliyoruz. Ama ülke­ leri bu çabalardadır. Osmanlı Devleti'nin yalnızca asker
miz dışında yürürlüğe konan operasyonların hemen he­ ve çiftçi olan müslüman unsurları dünya sistemine ikti­
men hepsi kısmî çıkarların gerektirdiği mevzî operas­ saden uyduluk yapm akla güçlerini artıran gayr-i m üs­
yonlardır. Hepsinde kısa vadeli sistem çıkarı rol oynar. lim unsurlar karşısında geriledi. Bu gerileyişin vardığı
Oysa Türkiye yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin sömü­ nokta Cumhuriyet ve yirmiyedi yıllık tek parti yönetimi­
rülüp denetim altında tutulm ası ön plâna alındığı için dir. Türkiye'de demokratik işleyişin kabulü ile m üslü­
operasyonlara konu olan bir ülke değildir. Burada dünya man unsurların sosyal hayattaki yerlerinde bir değişme­
sisteminin büyük yatırım ları yoktur ve dünya ticareti­ nin başladığı söylenebilir.
nin ana damarları Türkiye ile bağlantılı değildir. Türki­ Asıl üzerinde durulacak nokta Türkiye'de İslâm'ın
ye'nin denetime ve güdülmeye tabiî tutulmasının sebebi sistem tarafından içleştirilmemiş oluşudur. Önce gücü
180 181
1980 darbesi ise böyle bir ihtimalin ortadan silinmesi ça­
balarıyla ortaya çıkmıştır. Şu noktaya dikkat etmeliyiz
kinisin diye "dışta" tutulmuş, sonra bu "dışlanmış" özel­ ki, ANAP, Türkiye'deki İslâmî eğilimlerin dünya sistemi
liklerini koruyarak sahnede kendine bir yer açma zorun­ tarafından içselleştirilmesine hizmet etmek üzere bugü­
luluğu doğmuştur. Mısır'da veya Ürdün'de bir üniversite ne kadar faaliyet göstermiştir. Ne var ki bu faaliyetlerin
öğrencisi genç kızın tesettüre riayet etmesi herhangi bir istenilen semereyi verdiğini kimse söyleyemez. Yani
mesele doğurmazken, yerinde ve belki gerekli kabul edi­ Türkiye'de İslâm'ın sistem tarafından içselleştirilmesi­
lirken, Türkiye'de giderilemez bir tedirginlik kaynağı ne ANAP yetmemiştir. Bu yüzden 1992 genel seçimleri­
haline gelişi yalnızca adı anılan ülkelerin yakın dönem­ nin Türkiye'de sistem lehine (İslâm'ın içselleştirilmesin­
lerdeki kültürel tarihleriyle açıklanamaz. Bu kültürel den feragat edilerek) bir tashihat yapacak şekilde sonuç­
tarihin Arap ülkelerinde dünya sisteminin İslâm'ı içleş­ landırılması çalışmaları başlatılmıştır. Yukarıda Türki­
tirmesiyle temayüz ettiği ve Türkiye'de İslâm sistemin ye'nin demokrasi tarihinde yalnızca darbeler ve müda­
dışında tutulm ak suretiyle uydulaşmanın kökleştirildi­ halelerle uygulanan kesintiler olmadığını, düzenlemele­
ği vurgulanmalıdır. Bu bakımdan günümüzde ilginç bir rin seçimleri de kapsadığını söylemiştik. Hem 1960 son­
oluşum karşısındayız. İmam-Hatip Okullarından me­ rasında, hem 1971 sonrasında ve hem de 1980 sonrasın­
zun olanların imam veya vaiz olmakla kalmayıp doktor, daki ilk seçimlerin hangi özel şartları havi olduğunu bili­
mühendis, avukat, sanayici oluşu Türkiye'deki dünya yoruz. Belki en çok dikkat edilen husus verilen oyların
sistemi ajanları tarafından tedirginlik ve protesto ile müdahalelere duyulan tepkiyi yansıtm asını önlemekti,
karşılanıyor. Eğer ülkemizde İslâm dünya sistemi ta ra­ ama bir yandan da demokratik işleyişe geçildiğinden bu
fından içselleştirilmiş olsaydı bunun memnuniyet vesile­ yana halktan destek alarak iktidara gelemeyen anlayışı
si olması gerekirdi. Bir şeyin eksik kalmaması için ilave "başarılı" kılma hesapları yapılıyordu. Bu anlayışın ka­
etmeliyim ki tarikatlar yoluyla sistem adına içselleştir­ yırılması hangi sebebe dayanıyordu acaba? Söz konusu
me hem mümkün, hem de kolaydır. Çünkü bu türden anlayış dünya sisteminin Türkiye'deki teminatıdır. Bu
topluluklarda insanların yanyana gelişleri toplumun iş­ ülkede İslâm'ın kapitalizmi dıştan kuşatm asına engel ol­
leyişinde sahnede yerini almak şeklinde değil, bilâkis in­ ma görevi belli bir zihniyeti taşıyan insan kümesine ve­
tibakı sağlayacak mahiyette cereyan etmektedir. rilmiştir. Bu anlayıştaki insanlar kapitalizm in ancak
içerden muhalefetine yönelebilirler. Günümüzde böyle
Türk demokrasi tarihini de andığımız içselleştir­
bir muhalefet "muhal" olduğuna göre yapabilecekleri
me/dıştan kavram a zıtlığı doğrultusunda değerlendir­
dünya sistemine en usturuplu hizmeti sunmak olabilir.
mek bize bazı şeyler öğretebilir. Demokrat Parti'nin ANAP bile onların göstermeyi göze aldıkları hüneri gös­
27Mayıs 1960'da bir askerî darbeyle iktidardan düşürül­ teremez.
mesi bu yönetimin devamı halinde Türkiye'de dünya sis­
1992 seçimlerine iki yıl kala yapılan hesap belirgin
teminin uyduluğundan koparacak bir gelişmeye yol aç­
ve basittir: Müslüman çoğunluğun oylarını ANAP, DYP,
ması ihtimali sebebiyledir. Aynı ihtimal daha zayıflamış
olan 12 M art 1971 müdahalesinin gerekçesidir. 12 Eylül 183

182
RP arasında mümkün olduğu oranda "eşit" dağıtmaya
çalışmak, SHP oylarını bölünmekten korumak. Böylece
B atinın Türkiye üzerindeki endişelerinin tamamen iza­
le olduğu bir dönem geçirmek. Hele bu dönemin Orta-Do­
ğu'da yeni düzenlemelerin uygulanmaya girişildiği za­
mana denk düştüğünü gözönüne alırsanız Türk demok­
rasisinde yalnızca askeri darbelerin değil, seçim sath-ı
mailinin de ne kadar korunaklı olduğunu farkedebilirsi­
niz. Elbette yapılan hesapların tutacağına dair kimsenin
elinde senet yok. H atta kimi hesapların tutm ası ve iste­
nilen sonucu vermesi bile sonradan ipleri elinde tutanla­
rın huzurunu kaçıran gelişmelere sebep olabiliyor.
Benim görüşüm biz müslümanların neyin mirasçısı
olduğumuzu seçme durumuyla karşı karşıya kaldığımız
yolundadır. Türkiye'de sahip çıkılabilecek üç siyasî mi­
ras vardır. Birincisi gayr-i müslimlerin emniyetini birin­
ci ve kaçınılmaz görev sayan anlayışın icbar edici mirası;
ikincisi İslâm'ın dünya sistemi tarafından içselleştiril­
mesini öngören miras; üçüncüsü kapitalizmi dıştan ku­
şatarak yoketmeyi, en azından etkisini en aza indirmeyi
göze alanların mirası. Bu üç mirasın herhangi bir veya
birkaç siyasî örgütte billurlaştığını söyleyemeyiz. Yine
de Türkiye'de yaşayan her insan bu üç m irastan birine
konabileceği konusunda belli işaretlerle yüzyüze geldiği­
nin farkındadır. Hangi mirasa konarsak o mirası bıraka­
cağız. Türkiye'deki M üslüm anlar temsilcisi oldukları
inanış-düşünme-davranış bütününü temsil ettikleri nis­
pette İslâm'a ters bir yapıda kullanılmak üzere satabilir,
dünya sisteminin manevralarında malzeme olarak kul­
lanılsın diye kiralayabilir veya kendinin ve benzerleri­
nin yararını kıskançlıkla koruyabilir. Bu tavırlardan bi­
rini seçmek yine her birimize kalmış.

184

You might also like