You are on page 1of 221

ZİHNİN HALLERİ

ZİHNİN HALLERİ
Beynimizin Bizi Nasıl Biz Yaptığına Dair Yeni Keşifler

ROBERTA CONLAN

Çeviren: Derya DUMAN


ISBN 975-6565-10-1

Zihnin Halleri

Roberta CONLAN

Kitabın orijinal adı : States of Mind

Çeviren, Derya DUMAN


Yayı ma Hazırlayan, Volkan DALKILIÇ
Serkan GÖKTAŞ
Kapak Tasanmı, Cemal T EKiN

Mizampaj - Ofset Hazırlık, Serdar AYDOCAN

Baskı ve Cilt, Pano Ofse t

©Phoenix Yayınevi, 2001


Bu yayının her hakkı saklıdır.
Kaynak gösterilmeksizin
herhangi bir bölümü
hiç bir şekilde alıntılanamaz,
kopyalanamaz, çoğaltılamaz.

Bu kitabın Türkçe yayın haklan

©John Wiley &: Sons Intemational Right, ine.' den alınmıştır.

Birinci Baskı, Ekim 2001, Ankara

Phoenix Yayınevi
Dirim Sokak. 23 / 2
Cebeci 06600 Ankara
Tel: 0.312.320 44 57 - 58
Faks: 0.312.362 53 93
E-posta: phoenixyayinevi@superonline.com
İÇİNDEKİLER

ônsöz
David J. Mahoney

Giriş
Roberta Conlan

1. Yatkınlık ve " İ kinci Etkiler" 9


Steven Hyman

2 Doğuştan Utangaç mısınız? 29


Jerome Kagan

3 Kabustaki Büyülü Portakal Bahçesi: Yaratıcılık ve


Ruh Hali Rahatsızlıkları 53
Kay Redfield Jamison

4 Stres ve Beyin 81
Bruce McEwen

5 Duygular ve Hastalık: Bir Molekül Dengesi 101


Esther Sternberg
6 Duyguların GUcll 121
Joseph LeDoux

7 Öğrenme, Hafıza ve Genetik Anahtarlar Üzerine 147


EricKandel

8 Kaostan Düzene 177


J. Allan Hobson

Notlar 199
Dizin 205

ii
ÔNSÖZ

B ilim bize kendimiz hakkında neler söyleyebilir? GUnUmUzde


yepyeni bilgiler edinilmekte. Neredeyse her sabah yeni keşfedilen
genler ya da bedenimizin ve aklımızın nasıl işlediğine ilişkin yeni
bilgiler okuyor, · bilinen bilinmeyen birçok hastalık için önerilen
tedavi yöntemleri öğreniyoruz. TUm bunları yorumlayabilmek ger­
çekten de gUç bir iş. Acaba bizler genlerimizin bir sonucu muyuz,
yoksa çocukluktaki deneyimlerimizin bir UrUnU mU? Ruh halimiz
dUşUncelerimizden mi kaynaklanmakta, yoksa beyinlerimizde ola­
gelen biyokimyasal etkileşimlerden mi? Gerçekten de stres ve mut­
suzluk bizi fiziksel olarak hasta eder mi?
Zihnin Halleri: Beyinlerimizin Bizi Nasıl Biz Yaptığına Dair
Yeni Ke.şifler'de sekiz bilim adamı bizi ' insanlığımızın zihinsel ve
biyoloj ik' yönleriyle tanıştırıyor. Bu kitap asl ında 1997 senesinde
düzenlenen bir konferans dizisi olarak tasarlanmış ve sponsorlu­
ğunu Dana Alliance Beyin Araştırmaları ve Washington D.C.'deki
Smithsonian Associates yapmıştı. Bu konuşmalar daha sonra bilim
adamlarının da yardımıyla derlenerek okumak Uzere olduğunuz bu
kitap meydana getirilmiştir.

iii
ÔNSÔZ

Bu muhteşem bilim adamları bizi tanım layan anılarımızı, duy­


gularımızı, tepkilerimizi ve kişiliğimizi oluşturduğunu dilşündü­
ğilmilz bütün özelliklerimizin ne kadar bize özgü ve soyut oldukla­
rını anlamamızı sağlıyorlar. Dahası, kendimiz hakkındaki tüm bu
imgelerin gerisinde bir boyut daha bulunmaktadır. Bu bilim adam­
larının öncillüğünil üstlendiği, çığır açan bu araştırmalar iç_ dünya­
larımızın ve beynimizin yorulmak bilmez, karmaşık bir şekilde eş­
güdümlü çalışan biyoloj ik faaliyetlerinden kaynaklandığını gözler
önüne seriyor. Beynimizin hem somut hem de soyut faaliyetleri -
ya da bu faaliyetlerin olmaması durumu - birbirini etkileyerek sağ­
lığımız Uzerinde de etkin olmaktadır. Bilim bu ilişkiyi ortaya çı­
kardıkça, çıkarımlar hayatı değiştirecek cinsten olmaktadır.
Keşfetmekten hoşlanan herkes için Zihnin Halleri akıl ve benlik
üzerine yeni bir bakış açısı sunmakta. Örneğin, kendim izi tanım­
lamamızın bir yolu, deneyimlerimizden ve anılarımızdan yarar­
lanmaktır. Bu kitapta, yeni edinilen bilgilerin hangi basamaklardan
geçerek beyne girdiğini ve bellek için ayrılmış hücrelere nasıl akta­
rıldığını öğrenebiliyoruz. Bazen duygular öne çıkabilmekted ir;
çevremizde her tepkinin duygusal olduğunu düşündüğümüz insan­
lar vardır. Elinizdeki kitap, korkutucu bir deneyimin beynim izdeki
yolları takip ederek nasıl yıllar sonra bile bir kişi ya da bir nesneye
karşı nedeni tarif edilemez bir hoşlanmama duygusu şekline dönü­
şebildiğini açıklamaktadır.
Burada özetlenen araştırmalar bize ayrıca fiziksel ve ruhsal
hastalıklara da yeni bir bakış açısı kazandırıyor. Sizin de göreceği­
niz gibi, "bozuklukları" bile aklın kendine özgü yaşam ından ayır­
makta zorlanabilmekteyiz. Peki ya kalp hastalıkları, bakteriyel en­
feksiyon ve alerji gibi ' fiziksel rahatsızlık' olarak tanımladığımız
rahatsızlıklar? Yalnız doktorlar değil hastalar da bilirler ki, stresli
ortamlar insanları hastalıklar karşısında daha dayanıksız kılmakta­
dır. Fakat günümüze kadar bu durumun fizyoloj ik nedenleri hak­
kında bilgi sahibi değildik. Şimdi beyin, stres tepkisi ve bağışıklık

iv
sistemi arasındaki ilişki daha da açığa çıktıkça, durum daha iyi an­
laşılır bir hale gelmiştir. Bu üçü arasındaki denge bozulduğunda
strese bağlı rahatsızlıkların çıkması olasıdır.
Beynin dolaşım sistemi ve anatomisi konusunda bilgimiz art.:
tıkça ve beynin ruh hali, düşünceler ve hatta kişilik üzerindeki et­
kileri hak.kında daha fazla bilgi sahibi oldukça, bir dizi biyokimya­
sal değişimden çok öte varlıklar olduğumuzu unutmamak. gereki­
yor. Niçin başka bir bilgi değil de o bilgi kısa süreli bellekten uzun
süreli belleğe aktarılabiliyor? Neden karşımıza çıkan bir zorluk bizi
yıldırırken, bir diğerinin üstesinden kolayca gelebilmekteyiz? Tüm
bu sorular hala yanıtlanaınamış durumda ve belki de daha bir süre
yanıtlanamayacak. Yorumlar kendi beyinlerim izce yapıldığından
dolayı, içinde yaşadığımız dünya tamamıyla bize ait durumda. Bu
işlemlerin nasıl gerçekleştiğine ışık tutarak Zihnin Halleri bizi bu
dünyanın daha derinlerine götürmekte.
Bu kitabın oluşmasına vesile olan ve dinleyicisi üç- sene bo­
yunca her geçen gün artan konferans dizisini Dana Alliance Beyin
Araştırmaları i le işbirliği içinde yürüten Smithsonian Associates' e
teşekkürü borç biliyorum. Ben b u satırları yazarken altıncı yıldö­
nümilnil kutlamaya yaklaşan Dana Alliance, beş Nobel ödüllü bi­
lim adamı da dahil olmak üzere, beyin araştırmalarını halka tanıt­
mayı amaç edinmiş Ulkenin önde gelen l 75 beyin araştırmacısını
bünyesinde barındıran bir organizasyondur. Bundan iki sene önce
iki Nobel ödüllü bilim adamının da aralarında bulunduğu Av­
rupa 'nın önde gelen 65 sinirbilimcisi, European Dana A l l iance for
Brain kuruluşunun temelini atmış ve aynı amacı kendi ülkelerinde
yerine getirmeyi hedeflemişlerdir. 1999 Martı ' nda da Amerika
Birleşik Devletleri' nin dört bir yanından organizasyonların katılı­
mıyla dört yıldır gerçekleştirilen Ulusal Beyin Haftası ile ilki geç­
tiğimiz sene düzenlenen Avrupa Beyin Haftası birlikte kutlanacak­
tır. Umarız elinizdeki kitabı ilk kez düzenlenecek olan Dünya Be­
yin Haftası ' na bir selam olarak kabul edersiniz. Dahası, umarız bu

v
ÔNSÔZ

kitap sizi siz yapan organınızın, yan i beyninizin olağanUstU dünya­


sına yapacağınız keşif yolculuğunun baş langıc ını müjdeler.

David J. Mahoney
Dana Alliance Beyin Araştırmalar ı Başkanı
Ekim 1998

vi
GİRİŞ

HER GÜN günlük konuşma sırasında çok küçilk yaşlarda öğrenmiş


olduğumuz kısacık bir sözcüğü kullanırız. Bu sözcük "Ben"dir. Sü­
rekli "Bence de öyle" ya da "Ben hatırlayamadım" veya "Benim ba­
şım ağrıyor" gibi şeyler söyleriz. Hatta Mark Twain şöyle demiş:
"Bende öyle muazzam bir akıl var ki, bazen onu toparlamak neredeyse
bir haftamı alıyor".
Twain, bu kinayeli şakanın altında aslında bir çoğumuzun hisset­
miş olabileceği bir şaşkın bir hayranlık durumu öğesini ifade etmiştir.
İnsanlar "kendimizin" şeklinde tanımladığımız vücudumuzda yaşıyor
gibi görünen ve "dışandaki" dünyayı tecrübe eden benliği ya da bi­
linci daima, şu veya bu şekilde, merak etmişlerdir. Peki bu her yerde
karşımı?A çıkan ve bu kadar gönüllü bir biçimde düşünen, hatırlayan
ve acı çeken bu "Ben" kimdir (ya da nedir)? Ve bu toparlanamayan
"akıl" ile "Ben"in ilişkisi nerede başlar?
Bu tür felsefi muammalar hakkında çok fazla düşünmeksizin ha­
yatımızı devam ettirmeyi başarabilmemize rağmen, çoğumuz, yaşa­
mımızın bir döneminde kim olduğumuzu bilme, kimliğimizi nasıl
edindiğimizi ve duygu ve davranışlanmızm kaynağını anlama ihtiyacı
hissetmişizdir. Miras aldığımız genlere neler borçlu olduğumuzu (ya
da onları ne kadar suçlayabileceğimizi), ne ölçüde büyüdüğümüz ko­
şullarının ürünü olduğumuzu ve ne ölçüde bunların bizim denetimi­
mizde olduğunu sorgularız. Bir çocuk için "huyu tıpkı babasınınkine
benziyor!" dediğimiz zaman, yaradılıştan gelen, kalıtımsal olarak
alınmış bir karakteristiği mi kastederiz, yoksa bir ebeveynden öğreni­
len bir davranış şeklini mi?
GiRiŞ

Akademik olmaktan uzak olan bu sorular ve aradığımız yanıtları


yalnızca ailemizle ve arkadaşlarımızla olan ilişkilerimizin niteliği ile
ilgili olmakla kalmayıp, aynı zamanda toplumun işleyişi üzerinde de
etkilere sahiptir. Örneğin, asabilik ya da hayattan zevk alamama ne
ölçüde isteme bağlıdır ya da ne ölçüde genlerimizle ve çevre arasın­
daki karmaşık etkileşimin ürünleridir? "Akıl-beden ikilemi" ve 'doğa
mı yetiştirme mi ?' adlarıyla anılan iki tartışma, yüzyıllardır filozofları
ve doktorları meşgul etmiştir.
Akıl-beden ikilemi cephesinde, sarkaç birçok defa bir tarafa ve
sonra diğer tarafa salınmıştır. Örneğin bundan yaklaşık 1 800 sene
önce akıl ve beden arasında gerçekte bir ayrım yoktu. Pergamumlu
hekim Galen, sadece fiziksel sağlığı değil, psikolojik durumu ya da
kişilik tipini ve duygusal durumu da biyolojik etkilere - kan ve bal­
gam gibi vücut sıvıları denilen sıvıların değişen konsantrasyonları -
bağlamıştır. Galen'in yaklaşımına günümüzde "holistik" denmektedir,
yani doktorun hastanın her tarafını tedavi etmesi gerektiği anlayışı. On
yedinci yüzyılda ikicilik olarak bilinen bir felsefenin ortaya çıkma­
sıyla akıl ve bedenin bu birliği bölündü. ikicilik akımının ilkeleri, ak­
lın son derece kısa ömürlü bir fenomen olduğunu ve bu nedenle bariz
bir şekilde fiziksel olan beyinden ve vücuttan tamamen ayrı olarak va­
rolması gerektiğini iddia eden Fransız filozof Rene Descartes tarafın­
dan kesin olarak belirlenmiştir. On dokuzuncu yüzyılda dikkatli
anatomistler, zihinsel ve duygusal bozuklukların beynin fiziksel yapı­
sındaki hasarlardan veya diğer kusurlardan kaynaklandığını göstererek
bu görüşe karşı çıkmışlardır.
Son yirmi otuz yıl içinde sinirbilimdeki ilerlemeler beyin ve akıl
bütünlüğünü yeniden tanımlamış ve açığa kavuşturmuştur. Örneğin
artık obsesif-kompalsif rahatsızlık ve şizofreni gibi birçok zihinsel so­
runun beyindeki yapısal bozukluklarla ilişkili olduğunu ve aynca ilaç
tedavisinin de etkin olduğunu biliyoruz, bu da bu rahatsızlıkları biyo­
lojik yaklaşımlarla hafifletmeye çalışmamıza olanak tanıyor. Ve gü­
nümume, halen bilincin sım çözüm bekliyor olsa da, bunun - bir şe­
kilde - insan beynini oluşturan yüz milyar sinir hücresinin faaliyetin­
den kaynaklandığını biliyoruz. Birçok sinirbilimcinin de söylemekten

2
GIRtş

hoşlandığı gibi, "Akıl, beynin yaptıklarıdır." Beyin dokusunun belirli


bölgelerindeki nöronlar, bir kaza veya hastalık neticesinde zarar gör­
düğünde, "benliğimiz"den çok şey - yeni bellekler oluşturabilme, tu­
tarlı konuşma, aşkı hissetme, yüzleri tanıma ya da müziğin ne oldu­
ğunu anlama yetisi - kaybedebileceğimizi biliyoruz. Örneğin; bellekte
tutma yetisi, düzgün konuşma, sevme, yüzleri tanıyabilme ya da mü­
ziğin ne olduğunu çıkarabilme gibi. Aynı şekilde, beynin övgüye de­
ğer bir şekilde adapte olabildiğini ..:. sinirbilimcilerin deyimiyle "plas­
tik" olduğunu" - ve bağlantılarını yenileyerek hemen hemen her dene­
yime karşılık verebildiğini biliyoruz. Aslında, bu esneklik olmasaydı,
Y'=ni hiçbir şey öğrenemezdik. Söz konusu esneklik sayesinde, yetişkin
felç kurbanları ya da tehlikeli epilepsi nöbetlerini denetleyebilmek
amacıyla beyinlerinin büyük bir kısmı alınan çocuklar iyileşebilir ve
gelişimlerine devam edebilirler, çünkü enerjik nöronları yerine getiri­
lemeyen işlevleri devralmak için kendilerini yeniden düzenler. Bunun
nedeni beyinlerindeki enerjik sinir hücrelerinin tekrar organize olarak
yerine getirilemeyen işlevleri de üstlenmeleridir.
Bugün sinirbilimcilerin çoğu, kafatasımızın içindeki biyolojik or­
ganın bulunması kolay olmayan kimliğimizin ve idrak ile duygunun
tüm yönlerinin hem kaynağı hem de deposu olduğunu iddia etmekte­
dirler. Kendi beyinlerimizdeki kimyasalların dengesi bizleri yaşamın
inişlerine ve çıkışlarına karakteristik bir sakinlikle ya da kaygıyla
tepki vermeye eğilimli hale getirebilir. Bu kimyasalların dengesindeki
bo:g.ılmalar ruh hali rahatsızlıklarını ve akıl hastalıklarını tetikle­
yebilir. Ve beyinle vücut arasındaki bağlantı üzerine yapılan sayısı
hızla artan araştırmalar, bu etkinin çift taraflı olduğunu - yani bir
zamanlar tamamen "zihin"in bir fonksiyonu olarak görülen davranış­
lanmız ve duygulanmız vücudun sağlığını etkileyebilir veya tam tersi.
Bu kitaba katkıda bulunan sekiz bilim adamı da insan zihnini anla­
maya yönelik bütün yaklaşımların danstaki her iki partneri de göz
önünde bulundurmak zorunda olduğu konusunda hemfikirler: Aklın
işlevini bedeninkinden ayırmak imkansızdır. gerektiğinde hemfikirler;
usun işlevini bedeninkinden ayırmak doğru değildir.

3
GiRIŞ

Her ne kadar ..doğa mı yetiştinne mi" tartışmasında her iki ta rafın


savunucularının sık sık yapmaya çalıştıkları şey tam olarak bu olsa da,
genlerimizin ve çevremizin etkilerini birbirinden ayınnak aynı dere­
cede imkansızdır. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Sör Francis
Galton tarafından yaratılan öjenik biliminin taraftarları genetik kalıtı­
·
mın üstünlüğünü savunuyorlardı ve seçerek çiftleştinne yoluyla insan
ırkının ıslah edilmesi -yinninci yüzyılın ortalarında Adolf Hitler tara­
fından korkunç sonuçları gösterilen bir argüman - yanlısıydılar. Ye­
tiştirmenin üstünlüğünü savunan grup ise, genel anlamda zekadan ruh­
sal dengeye kadar her şeyden temel olarak ailenin ve sosyal etkilerin
sorumlu olduğunu iddia etme eğilimindeydi.
Ne var ki günümüzde, bilim adanılan her iki etkenin de işbaşında
olduğunu tekrar tekrar göstennişlerdir, özellikle de birinci bölümde
Dr. Steven Hyman'ın işaret ettiği gibi akıl hastalıklannda veya madde
bağımlılığında. Doğduğumuzda sahip olduğumuz özel gen takımı
bizleri, örneğin manik depresif hastalığına veya alkolizme yatkın ya­
pabilir, ancak hasta ya da alkolik olabilmemiz için çevresel bir
tetikleyici ya da bir . ikincil etki" söz konusu genleri harekete geçir­
.

melidir. Sonuçta genetik mirasımızı değiştirme şansına sahip olmasak


da, Dr. Hyman, bize beynimizin deneyimlere inanılmayacak ölçüde
duyarlı olduğunu hatırlatmaktadır. Örneğin, eğer beyin bağımlılığı öğ­
renebiliyorsa, aynı zamanda bunu unutması da öğretilebilir.
Aynca genler ve çevre kişiliğimizin ya da mizacımızın gelişme­
sinde de etkindir. İkinci bölümde Jerome Kagan cesur, dünyaya bizi
atılgan, "ne olursa olsun hemen denerim " türünden bir kişi ya da
oyunu hep ken ardan izleyen çekingen biri veya ikisinin arasında bir
şey olmaya eğilimli kılan bir beyin kimyasıyla geldiğimizi öne sürer.
Fakat doğa da yetiştirmeye karşı duyarlıdır: Kagan'a göre, belirli bir
mizaç eğilimiyle doğmuş olmasına rağmen, korkusuz, dışadönük bir
çocuğa korkak ve çekingen bir hal alacak kadar zarar verilebilirken,
destek ve teşvik en ürkek çocuğa bile dengeli ve sosyal bir yetişkin

• Seçerek Çiftleştinne (Selective Breeding): Belli özelliklere sahip nesiller


Uretmek amacıyla kontrollü çiftleştinne. (ç.n.)

4
GiRİŞ

olabilme konusunda yardımcı olabilir. Yaradılıştan gelen bir eğilim ve


bunun altında yatan fizyoloji sorunu, manik depresif hastalığı (MDl)
olarak bilinen ruh hali rahatsızlığıyla ilgili her tartışma için önem ta­
şımaktadır. Üçüncü bölümde Kay Jamison hastalığın yetenekli sanat­
çılar, yazarlar ve müzisyenler arasındaki yaygınlığını ve bu kişiler ara­
sındaki intihar oranlarının genel nüfusun çok üstünde olduğunu anla­
tır. Yaratıcılığın ve ruh hali rahatsızlıklarının bir şekilde bağlantılı ol­
duğunu öne süren çalışmaları açıklayan Jamison, bazı sorular yöneltir:
İnsanları manik-depresif hastalığına eğilimli kılan genler tespit edile­
bilirse, yüksek risk altındaki insanlara genetik testler ve genetik
manipülasyon uygulanmalı mıdır? Toplumu bu yıkıcı hastalıktan kur­
tarmak amacıyla manik-depresif hastalığının genetik köklerini kazı­
maya çalışarak, başka neleri kaybetme riskine gireriz?
Tabi ki herkes bu hastalığın manik çıkışlarına ve depresif çöküşle­
rine uğramaz. Bizim için bundan daha tanıdık -fakat en az diğeri ka­
dar tehlikeli olan - stres adını verdiğimiz olgudur. Dördüncü bölümde
Bruce McEwen'ın da açıkladığı gibi, modem yaşamın gerekleri bizleri
tehlikeden korumaya yardımcı olmak üzere dizayn edilmiş fizyolojik
"savaş-kaç" sistemi kronik olarak aşırı yüklenebilir. Kronik stres bir
çok hastalığın oluşumunu hızlandırmakla kalmayıp beynin bellekle
ilgili bölümlerine zarar verebilir - bedensel hastalıkların doğrudan
kavrama yetilerini etkilediği bir duruma da yol açabilir.
Duygularımızı ve sağlımızı birleştiren beyin-beden bağlantısı,
Esther Stemberg'in sinir ve bağışıklık sistemlerinde etkin olan mad­
deleri tam olarak saptayan yeni bulguları açıkladığı 5. Bölümde vur­
gulanan bazı temel moleküllere dayanmaktadır. Bu konunun değinil­
diği 5. bölümün yazarı Esther Stemberg sinir sisteminde ve bağışıklık
sisteminde etkin olan maddeleri tanımlayan araştırmaların bir dökü­
münü veriyor. Stemberg'in açıkladığı üzere, duygusal çöküntüler
kandaki stres hormonu kortizol'ün seviyesinin yükselmesine yol açtı­
ğında, bağışıklık sistemi kapanarak bizleri enfeksiyon kapmaya me­
yilli hale getirebilir. Bu durumda bağışıklık sisteminin faaliyetine en­
gel olarak enfeksiyona yatkın olmamıza zemin hazırlar. Fakat çok az
miktardaki kortizol de bağışıklık sisteminin kontrolden çıkmasına ve

5
GiRİŞ

bedenin savunma sistemini kendi aleyhine çevinnesine neden ola�ilir.


Sternberg bu tip bulguların hastalıkları tıbbi veya psikiyatrik olarak
ayınnanın suni bir aynın olduğu argümanı için sağlam bir destek
oluşturduğunu belirtmektedir.
Duygulanmızın sağlığımızı büyük ölçüde etkileyebileceği. gerçe­
ğini göz önünde bulundurursak, duyguların nasıl işlediğine dair daha
açık bir fikri sahibi olmamızın faydalı olacağı açıktır. Peki, duygu ne­
dir? Duygulan tanımlamamız istenene kadar hepimiz ne olduklarını
"biliriz." Altıncı bölümde Joseph LeDoux kendi tanımını açıklar ve
temel duygulardan biri olan "korku"nun biyolojisi üzerine yaptığı
öncü araştınnayı anlatmaktadır. Korku, uzun süren gizli etkileri gün­
lük reaksiyonlanmızı ve karar venne yetimizi etkileyen duygusal bel­
leğin oluşumunda hayati bir rol oynar. Duygusal belleğin uzun süreli
gizli etkileri günlük tepkilerimizi ve karar venne yetimizi doğrudan
etkileyebilmektedir. Aslına bakılacak olursa, LeDoux vücudun korku
sisteminin işleyişini anlatırken, sistemin bellekteki yankılarının
Freud'un bilinçaltıyla ilgili kuramları için nörolojik bir temel oluştur­
duğunu belirtir.
Korku gibi güçlü duygularla ilgili olayları belleğimize silinemez
bir şekilde kaydetme eğilimimiz vardır, fakat bunun yanında 7. bö­
lümde Eric Kandel'in her tür belleğin moleküler temelleri üzerine
yaptığı çalışmasında kullandığı bir gerçek olan tekrar yoluyla da öğre­
niriz. Kandel'in bu bölümde açıkladığı gibi, kısa süreli bellekte sakla­
nan bilgiyle uzun süreli belleğin oluşumunu tetikleyen genetik
"düğme"ye tam olarak nişan alarak, nasıl hatırladığımızı, neden unut­
tuğumuzu ve bir gün hafıza kaybını hafıfleştinne/zayıflatma konu­
sunda neler yapabileceğimizi anlama yolunda çok şey kazanmaktayız.
J. Alan Hobson'ın 8. bölümde açıkladığı gibi, belleğin gün bo­
yunca öğrendiklerimizden ve tecrübe ettiklerimizden oluşması, her
gece rüyalann gerçeküstü dünyasına yaptığımız geziler tarafından ye­
rine getirilen fonksiyonlardan biri gibi görünmektedir. Ancak, rüyala­
nnı hatırlayabilenlerin de onaylayacağı gibi, rüyalarımız çoğunlukla
olağandışı bir garipliğe sahiptir. Hobson, bu garip öykülerin yalnızca

6
GiRiŞ

korteksin uyku esnasında beyinde meydana gelen anlık elektrik fırtı­


nalarını anlamlandırma çabası ile yaratılan beynin gece faaliyetlerinin
bir yan ürünü olabileceğini iddia eder. Bu renkli öyküler daima zengin
bir benzetme ve ilham kaynağı olmuşsa da, Hobson evrensel bir rüya
sembolizmi fikrinin doğruluğuna tam olarak inanmamaktadır. Rüyala­
rımızın kendi beyinlerimizde üretildiğini ve beyinlerimizin de eşsiz bir
kalıtım ve çevre harmanının ürünleri olduğunu belirten Hodson, rü­
yaların bizlere kendi ruhlarımıza ve düşüncelerimize dair anlamlı bir
içgörü sunduğunu ileri sürer.
Tüm bu araştırmaların da tekrardan doğruladığı üzere, insan bilin­
cinin ve kimliğinin temel özelliği, etrafımızdaki dünyaya sürekli ola­
rak adapte olan bir beyin tarafından şekillendiriliyor ve tekrar şekil­
lendiriliyor olmalarıdır. İster okuyor ya da yürüyor, ister rüya görüyor
ya da konuşuyor olalım, beynin milyarlarca nöronunun özel dürtüleri
ve yollan deneyimlerimizi saklamakta, öğrenmekte ve bilerek unut­
makta ve bu süreç içinde bizleri yeniden yaratmaktadır. Nobel ödüllü
İspanyol doktor ve anatomist Santiago Ramon y Cajal beynin nöronla­
rını "ruhun kelebekleri" olarak betimlediği vakit, beynin işleyişinin
gizemli yapısındaki özü yakalamıştır. Bebeklikten çocukluğa, sonra
yetişkinliğe geçiş sürecinde nöronlar kendilerini nefes kesici bir es­
neklikle yeniden düzenleseler de, hayatımız boyunca bir günden diğe­
rine bizi kendimiz ve diğerleri için tanınabilir kılan silinemez bir şey
hep kalır.

7
1

YATKINLIK ve "İKİNCİL ETKİLER"

Steven Hyman

Yaş, ırk ve cinsiyet 1 ayrımı olmaksızın her beş Amerikalıdan biri


hayatı boyunca ciddi bir akıl hastalığından etkilenecektir. Düşünce,
duygu ve davranışlarda derin bozukluklar yaratan bu rahatsızlıklar,
kanser ya da kalp hastalığı kadar gerçek bir biyoloj ik hastalıktır ve
beyn in yapısal ve işlevsel anormalliklerinin sonucudur. Son yirmi
otuz yılda sinirbilim beynin biyoloj isinin bozulma biçimlerini tes­
pit etme konusunda önemli ilerlemeler kaydetmiştir; örneğin beyin
kimyasında ve dolaşım işlevindeki dengesizl ikler ya da ya da yapı­
sal anomaliler gibi. Fakat, beyin anormall iklerinin nasıl ortaya ç ık­
tığının anlaşılması hala çok zordur. Şizofreni ya da manik-depresif
hastalığı niçin bir ailenin bazı üyelerinde görülürken diğerleri ni et­
kilememektedir? Sağlıklı kimselerin çocuklarının da bu hastalığın
tehdidi altında olmadıkları söylenebilir mi? En kısa cevap, hiç
kimse kesin olarak şudur ya da budur diyemez. B ilim adam larının
sunabilecekleri en fazla şey, büyük oranda ailenin geçm işine bağlı
olan istatistiksel olasılıklardır - çocuğun hasta olacağına dair yüzde
3, yüzde 14 veya yüzde 50'1ik bir ihtimal .
Ulusal Akıl Sağlığı Enstitilsü'nün yöneticisi Dr. Steven
Hyman'ın da bu bölümde açıkladığı gibi, akıl hastal ıklarının ortaya
ZiHNİN HALLERİ

çıkışında genlerin ve çevrenin etkileşimi son derece kannaşık bir


durumdur. Zihinsel bozukluklar muhtemelen belirli hastal ıkların
oluşmasına zemin hazırlayan genlerin etkileşiminin bir sonucudur;
işin içine daha çok gen girdikçe her birini meydana çıkannak ve
oynadıkları rolleri belirlemek zorlaşır. B ir o kadar zor olan da,
muhtemel çevresel ikincil etkileri - genetik bir yatkınlığı tam-bir
hastalığa çeviren genetik olmayan olası çevresel etkileri - tespit
etme işidir. İkincil etki, anne tarafından yetersiz beslenme sonucu
rahimde meydana gelen bir şey midir, yoksa virüs kaynaklı bir nö­
bet midir? Ya da beynin çok hassas olduğu doğumda veya çocuk­
luğun ilk yıllarında ortaya çıkan bir travma m ıdır? B ilim adamları
beynin işleyişinin birçok yönünü açıklayabilmelerine rağmen, hala
bilinmeyen çok şey var. Sonuç olarak Hyman şöyle diyor; ciddi
akıl hastalıklarına neden olan beyindeki sorunları bulmaya kalkış­
mak "insanoğlunun şimdiye dek üstlendiği belki de en zor ve kar­
maşık iş. "2

Ne kadar göz korkutucu bir hedef olsa da, akı l hastalıklarının se­
beplerini anlamak için söz konusu hastalıkların mal olduğu muaz­
zam insani bedellerden daha zorlayıcı bir gerekçe olamaz. Manik­
depresif hastalığı, depresyon, şizofreni ve madde bağımlılığı gibi
zihinsel rahatsızlıklarda görülen düşünce, duygu ve davranış dü­
zensizlikleri yalnızca hastalar için değil aynı zamanda aile ve
dostları için de çok üzüntü vericidir. Bir anne ya da babanın sanrı­
ları ve duygusal içe kapanışları, bir kardeşin öfke krizleri ya da bir
çocuğun kendine yönelik şiddet girişimleriyle başa çıkmaya çal ış­
mak aileleri yıpratır ve hastalığın kendisinden kaçabilenlerde bile
kalıcı izler bırakabilir. Çocukluğunda hem abisinin hem de ablası­
nın şizofreniye nas ı l yenik düştüğüne şahit olan bir kadının da de­
diği gibi "artık hayatımda olmamalarına rağmen hastalıkları beni
bir hayalet gibi takip ediyor"3

10
YATKINLIK VE "İKiNCİL ETKİLER"

Uzun süredir aile üyeleri için acı olan bir başka şey de, kend ile­
rinin ya da çocuklarının da aynı rahatsızlığa yakalanıp yakalanma­
yacaklarını bilememeleri ya da çocuklarının hasta olduğu durumda
bunu engellemek için herhangi bir şey yapıp yapamayacakları ko­
nusunda fikir sahibi olmamalarıdır. Doktorlar on sekizinci yüzyılın
ortaları kadar eski bir tarihte dahi, bu tip zihinsel rahatsızlıkları
hastalık4 olarak tanımlamalarına karşılık, etkin bir tedav i öner­
mekte yetersiz kalmışlardır. Akıldışı veya saldırgan davran ışın se­
beplerine dair fikir sahibi olmayan toplumlar bu hastalıklara karş ı
şefkatten ziyade, daha çok kuşku ve korkuyla yaklaşıyordu. Bu­
günse, hala, örneğin klinik depresyonun verdiği yıkıcı umutsuzluğu
yaşayan bir çok insan yardım alma konusunda çekingen davran­
maktadır. Aileler, aile üyesinin şizofreni hastalığını saklamaya ça­
lışır ya da delirme belirti lerini salt "tuhafl ıklar" olarak görüp hafi fe
alma alırlar.
Ne var ki, l 950' lerin ortalarından bu yana psikiyatri, sinirbilim,
biyoloji ve genetik bilimlerindeki i lerlemeler bu hastalıklara vuru­
lan kara lekeyi silmeye başlamakla kalmam ış, aynı zamanda hasta
kişi lere karşı da daha etkil i tedaviler geliştirmeye yardımcı olmuş­
tur. Zamanla insanlar akı l hastalıklarının bedenin çok önem li bir
bölümünde, yani beyinde ortaya çıkan bazı bozukluklardan kay­
naklandığını anlamaya başladılar. Yapısal manyetik rezonans gö­
rüntüleme (MRI), pozitron-emisyon tomografisi (PET) ve fonksi­
yonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) gibi beynin fark�ı
koşullar altında aktif bölgelerini gösteren modern beyin görüntü­
leme teknikleri sayesinde bilim adamları çeşitli akı l hastal ıkların­
dan muzdarip olan hastaların beyin yapılarındaki ve beyin faali­
yetlerindeki kolay fark edi lemeyen ya da edi lebi len anormall ikleri
açığa çıkarmışlardır. Ayrıca yıllardır süregelen araştırmalar göste­
riyor ki, bu anormalliklerin ortaya çıkışında kalıtsal etkenler de
önemli bir rol oynamaktadır. Yani, yakın bir akrabada bir akı l has­
talığı varsa, böyle bir hastalığa yakalanma olasılığı da büyük öl­
çüde artar.

11
ZiHNiN HALLERi

Fakat nasıl oluyor da genler beyinde hasara yol açıyor? Ve ne­


den bir hastalık kardeşlerden birini etki leyip diğerini etkilemeyerek
aile içinde atlamalar yapıyor? Sinirbilimciler ve genetikçiler bu
gibi soruların yalnızca bir kısmım yamtlayabiliyorlar. Araştırma­
cıların karşı karşıya olduğu bu zorlukların özünü anlamak için ön­
celikle işleyişini anlamaya çalıştıkları bu organın karmaşık yapısını
hakkında fikir sahibi olmalıyız.
İ nsan beyni büyük bir olasılıkla tüm evrende bilinen en karma­
şık yapıdır. Doğduğunda bir bebeğin beyni yaklaşık 100 milyar si­
nir hücresi yani nöron içerir, bu da galaksimizdeki yı ldızların sayı­
sına yakın bir m iktardır. Fakat bu karmaşıklıkta asıl bizi şaşırtan
sadece hücrelerin sayısı değil, daha çok işleyişleridir. Bir kas, yağ
ya da karaciğer hücresi gibi vücuttaki bir çok hücrenin tersine, be­
yin hücreleri ve merkezi sinir sistemi sürekli birbiriyle karmaşık
bir iletişim içindedir. Bu milyarlarca hücrenin her biri diğer hücre­
lerle, ortalama, birkaç bin temasta bulunur - bazı durum larda bu
rakam 200.000'e varabilir. Telefonda aynı anda 1 .000 ya da 10.000
kişiyle birini diğerine karıştırmadan, düzgün bir şekilde konuştu­
ğunuzu bir hayal edin!
Uyur ya da uyanık olalım, beyin hücrelerimiz elektrik akımla­
rıyla tetiklenen kimyasal mesaj lar gönderip alırlar. Bunu da özel
olarak geliştirilmiş uzantılarla yaparlar. Her bir sinir hücresinde
akson adı veri len ve bilgi gönderen uzun bir lif ve bilgileri almak
için de dendrit adı verilen ince bir lif demeti bulunur. [Şeki l 1] Be­
lirli bir nöronun akson uzunluğu değişebilir. Bazıları oldukça kı sa­
dır, bazılarıysa yaklaşık bir metreye kadar uzayabilir; bunlar örne­
ğin bel kemiğinden ayak başparmağının ucuna kadar elektrik akımı
taşırlar. B ir metre uzun görünmeyebil ir, fakat sinir hücresini 60
kilometre uzunluğunda kuyruğu olan bir metrelik bir uçurtmaya
benzetirsek durum daha da iyi anlaşılır. Yalnızca beynin içinde
milyarlarca sinir hücresi olduğunu düşünürsek, yaklaşık 5 mi lyon
kilometre uzunluğunda akson olduğu tahmin edilmektedir.

12
YATKINLIK VE "İKiNCiL ETKiLER"

Şekil 1 : Bir sinir hücresi, ya da nöron miyelinle yalıtılmış aksonundan, akson


tenninallerine bir elektrik akımı gönderir. Burada, sinirsel aktarıcılar denilen
kimyasallar, sinaps adı verilen bir boşluğa salgılanarak, buradan alıcı
nöronun dendritlerine kadar ilerlerler. Gelen tüm sinyallerin toplamı
yeterliyse, alıcı nöron ateşlenir ve kendi aksonu üzerinden sıradaki diğer
nörona bir elektrik akımı gönderir. Şekil, Leigh Coraiale Design and
lllustration tarafından Kibiuk/Society for Neuroscience için hazırlanmıştır.
İ zin alınarak kullanılmıştır.

Akson, en uçta noktasında uzantılara ayrı lır, bu uzantı lar bazen


yalnızca birkaç tane, bazen de yüzlerce olabil ir. Her bir uzantı, si­
nirsel aktarıcı olarak adlandırılan molekülleri kendisi ve alıcı nöron

13
ZİHNİN HALLERi

arasındaki minik boşluklara, yani sinapsa salgı layarak elektrik


akım ını kimyasal akıma dönüştürür. Alıcı uçta ise, hücre gövdesin­
den çıkan ve dendrit adı verilen bir lif kütlesi bulunur; genell ikle
her dendritin nöronların diğer nöronlardan mesaj almasını sağla­
yan, her biri birçok alıcı bölgeye sahip birçok kolu vardır. En bili­
nenleri dopamin ve serotonin olan sin irsel aktarıcılar her biri-belirl i
bir sinirsel aktarıcıya ayarlı olan özel alıcılar tarafından toplanmak
için sinaps boyunca hareket eder. Bu alıcı sinirlerin her biri be lli
bir sinirsel aktarıcıya ayarlıdır. Tek bir nöron iki veya üç farklı si­
nirsel aktarıcıyı kullanarak iletişimde bulunabilir, ne var ki bazı ları
şaşırtıcı bir biçimde çok dillidir; hipotalamustaki bazı nöronlar se­
kiz farklı sinirsel aktarıcıyı kullanarak iletişim kurabilmekted ir.
Dahası, araştırmacılar yakın zamanlarda belirli bir sinirsel aktarıcı­
nın eskiden inanıldığı gibi sadece bir ya da iki alıcıyla tam bir
"anahtar ve kilit" biçiminde çalışmak yerine, birkaç düzine hatta
daha da fazla alıcıyla birlikte çal ışabildiğini keşfetmişlerdir. Şim­
diye kadar, örneğin, serotonin için on dört farklı alıcı bulunmuş­
tur. 5 Bu çok sayıdaki beyin kimyasal ı ardı sıra bir sonraki hücrede
elektriksel faaliyeti başlatabileceği gibi engel leyebi lir de, fakat ba­
zılarının çok daha karmaşık ve anlaşılması zor etki leri vardır. Bir
hedef hücre aynı anda böyle on binlerce mesaj aldığından, bun ları
birbirine eklemelidir. Eğer sinyallerin toplam ı belli bir eşiği ge­
çerse, hedef hücre harekete geçer ve kendi aksonu boyunca elektrik
gönderir. Aynı zamanda, gelen sinyal, alıcı hücren in kendisinde de
bazı değişiklikleri tetikleyebi l ir.

Esneklik ve Öğrenme

Beynin bağlantı ve i letişim sistemi şaşırtıcı derecede karmaşı k ol­


makla kalmayıp aynı zamanda çevreye göre sürekli değişebi lmek­
tedir. Aslına bakılacak olursa, bilim adamları beynin bir çok bölge-

14
YATKINLIK VE "İKiNCiL ETKiLER"

sindeki nöronların eskiden inanıldığı gibi yalnız çocukluk ve genç­


lik çağında değil, yaşam boyunca geçirdikleri yapısal değişikl iki e­
rin vardığı dereceye ilişkin son bulgular karşısında heyecanlan­
mışlardır. Yetişkinliğin ilk evrelerini çok gerilerde bırakmı ş bizim
gibiler için iyi haber de, zihinsel egzersizlerin, tıpkı bedensel eg­
zersiz gibi, beynin seksenli ve ·doksanlı yaşlarda da esnek ve
formda kalmasını sağlayabiliyor olmasıdır. Hangi yaşta yaşanıyor
olursa olsun, yeni deneyimler beynin sinapslarını fiziksel olarak
değiştirmesine neden olabilir ve bu da esnekl ik denen özell iktir.
Aslında, beyni bir bilgisayara benzetenler beyne büyük bir zarar
veriyorlar demektir. Çünkü hiçbir bilgisayar, değişen çevresel et­
kenler doğrultusunda makinenin içinde dolaşıp tel lerini değiştiren
minyatür teknisyenlerle donatılmamıştır.
Beyinde ki bu yenilenmelerin bazılarının önem li bir işlevi de
öğrenmedir. Ö rneğin, 1 776 gibi bir tarihle karşılaştığım ızda çoğu­
muzun aklına "Bağımsızlık Bildirgesi" gelir. Bazı larım ız ise,
Norman İ stilasının tarihi sorulduğunda anında "1066" diye yanıt
veririz. Bu bilgiler ilkokul öğretmenlerimiz tarafından defalarca
y inelenerek bir şekilde aklımıza sokulmuştur ve onları yıllardan
beri taşımışızdır. Peki, bu nasıl mümkün olabiliyor? Ya da yıllarca
bisiklet kul lanmamış biri nasıl oluyor da yıllar sonra tekrar bindi­
ğinde bisiklet kullanmayı becerebi liyor? " 1066 Norman isti lası'' ve
"bisiklet kullanma" gibi bilgiler beyinde nasıl saklanıyor?
Dünyaya dair gerçekleri öğrendikçe ya da bisiklete binmek
veya tenis oynamak gibi bedensel beceriler kazandığımızda, bey­
nimiz bu bilgileri saklayabilmek için sinaptik bağlantıları, kelime­
nin tam an lamıyla, yeniden şeki llendirir. Bu işlem ya yeni sinaps­
ların eklenmesini, ya da mevcut budanmasını, güçlendirilmesini
veya zayıflatılmasını içerir. Pozitron-em isyon tomografisi (PET)
ve işlevsel manyetik rezonans görüntüleme (tMRI) gibi teknikleri
kullanan araştırmacılar yeni motor beceri ler yapmak üzere eğitilen
insanların beyin faaliyetlerinde toptan değişiklikler görmüşlerdir.

15
ZiHNiN HALLERi

Peki, beynin bu yeniden şekillendirilmeleri dışsal etkenler çev­


reye veya "öğrenme"ye karşı gerçekleşiyorsa, "doğa" ne zaman
işin içine giriyor? Görünen o ki, meydana gelen bu nöron dönüşü­
mUnUn - bizler gUnlUk yaşamımızı devam ettirirken bu değişim sü­
rekli gerçekleşir -nasıl olduğunu anlamak için dikkatim izi nöron­
lardan genlere doğru yoğunlaştırmalıyız. Her bir nöronda, vücut­
taki diğer hücrelerde de olduğu gibi, bireyin genetik özell iklerinin
saklandığı bir çekirdek bulunur. Genler sadece beynin yapı lış bi­
çimini bel irlemekle kalmaz. Aynı zamanda yaşam boyunca mima­
risinin nasıl yeniden düzenlenebileceğine il işkin tarifler de sağlar.
İnsanlarda 23 çift kromozom arasında dağılmış yaklaşık olarak
80 .000 civarında gen bulunur. {irsi özelliklerimizi taşıyan bütün bir
kromozom grubu, genom adını alır). Kromozomlar, uzun deoksiri­
bonilkleik asit molekülleridir, yani ONA, şu meşhur çifte sarmal;
ONA bir insanı meydana getiren bilgi leri, isimleri T, C, G ve A
şeklinde kısaltılmış nükleotid bazlar olarak bilinen molekü llerden
oluşmuş basit bir alfabe içinde kodlar.
Her bir gen ortalama birkaç bin nilkleotid baz uzun luğundad ır
ve tek bir proteinin üretilmesi için gerekli bilgiyi içerir. Asl ında,
genlerin başlıca işlevi budur: proteinlerin yapımında hücrelere bilgi
vermek. Diğer taraftan, proteinler hücrelerin önemli yapı taşlarıdır.
Çeşitl i sinirsel aktarıcıların alıcı ları da proteinlerdir. Bazı sin irsel
aktarıcıların kendileri de, aslında küçük protein lerdir. Hücrelerdeki
tUm kimyasal reaksiyonları kontrol eden moleküller olan enzim ler
de proteindir. BUyüme faktöril olarak anılan proteinler sinir hücre­
lerinin büyüyerek dendrit üretmelerine neden olurken, diğer prote­
inler de bunları küçültmek için çalışır. Vücuttaki her tip hücrenin
yapısı bu şekilde kendi protein repertuarı tarafından bel irlen ir.
Vücudumuzdaki her hücrenin aynı 80.000 genlik içeriğe sahip
olduğunu ve bu genlerin 80.000'den fazla protein üretebildiğini
(çünkü bazı genler birden fazla protein üretir) düşünürsek, gelişme
sırasındaki temel bir sorun doğru hücreler için yalnızca doğru pro-

16
YATKINLIK VE "İK İNCİ L ETKİLER"

teinleri üretmektir. Örneğin, saçlarımızı ya da tırnaklarımızı oluştu­


ran hücrelerin, keratin üretmesi beklenir, kemik iliğindeki hücrele­
rin görevi olan hemoglobin üretmesi değil. Ve beynin orta kıs­
mında bulunan hücrelerin de sinirsel aktarıcı dopamini yapması
için enzimler üreteceği yerde tırnaklar için gerekl i keratin yapma­
sını beklemeyiz.
Peki, hücreler ne yapmaları gerektiğini nasıl biliyor? Belirli
ONA dizileri ve özel kontrol edici proteinlerin oluşturduğu mü­
kemmel işleyen bir sistemin aracılığıyla, hücreler her bir hücrenin
içinde hangi genlerin olması veya olmaması gerektiğini bi lir. Ör­
neğin bir sinir hücresi yerine bir kas hücresi edinmemiz bu şekilde
gerçekleşir.
Gebelik esnasında, omurilik ve beyin oluşurken, cenin beynin­
deki hücreler hızla artar. Araştırmalar, şaşırtıcı bir şekilde cenin
beyninin esasında kendi gayretleriyle kendi kendini geliştirdiğini
ortaya koyuyor. Ortada böyle bir beyin bile yokken, söz konusu
hücreler harekete geçer ve beynin bağlantılarını fiziksel olarak şe­
killendiren elektrik dalgalarını üretmeye başlar ve beyin halen bü­
yürken de bu süreç devam eder. 6 Yarısından çoğu insan genomu
olan yaklaşık 50.000 genden emir alan sinir hücreleri, en çok neyin
gerekli olduğuna dair "tahminler" yapmaya çalışarak beynin te­
mellerini atmaya başlar. Bu süreç dahilinde de, beynin parçalarını
bir araya getirecek bağlantıları gerçekleştirmek üzere uzak bölge­
lere göçerler. Ö rneğin, insan beyninin oluşumunda kortekste yapı­
lanması daha sonraki aşamalarda gerçekleşir. Sonunda asıl beynin
kabuğunu şekillendirecek olan milyarlarca hücre, önceden mey­
dana gelmiş yoğun hücre yığınlarını7 bir şeki lde yarıp geçmek zo­
rundadır - tıpkı Batı Sahili'nde yaşayan herkesin okyanusu geçip
karşı kıtaya geçmeye karar vermesi gibi bir toplu göç yolculuğu.
Tüm bu elektriksel faal iyetler ve sinir hücrelerinin hareketleri
genler tarafından yaptırılır. Genler beynin temel bağlantı düzenini
bir çeşit büyük ölçekli düzeyde tanımlarlar; örneğin, retinayı göz

17
ZiHNİN HALLERi

sinirlerinin beyindeki başı olan . talamusa, talamusu da optik kor­


tekse bağlarlar. Ne var ki, DNAmızda taşınan onca bilgiye rağmen,
beyinlerimizin nihai çalışma devresinin diyagramını üretmeye
yetecek kadar bilgi sahibi değiliz. Sinir hücrelerinin birbirleriyle
oluşturduğu nihai sinaptik bağlantıların ince ayarını yapan _etken,
çevre tarafından üretilen aktivitedir.

Çevren in Rolü

Gelişimin en erken evrelerinde bile - bir ya da iki hücreli embriyo


halindeyken - genler tek başlarına çalışmaz. Hücrenin sitoplazma­
sındarı ve uterustan, yani rahimden çevresel bilgiler alırlar - yal­
nızca besinler için değil bilgiler için de değişen bir ikmal söz konu­
sudur. Ö rneğin annenin yetersiz beslenmesi, enfeksiyonlar ya da
uyuşturucu madde bağımlılığı, genlerle çevre arasındaki son derece
uyumlu dansı bozabilir. Aslında, gel işmekte olan cenin beynine ve­
rilen zararların epilepsi, zeka geril iği, otisizm ve şizofreninin bazı
biçimlerinin oluşmasına katkıda bulunduğu düşünülmektedir. 8
Doğum öncesi çevresel koşulların sorunsuz geçtiğini varsayar­
sak, bir bebek dünyaya yüz milyar nörona ve başlangıç için gerekli,
uygun bağlantılara sahip olarak gelir. Fakat bu evrede beyin olu­
şumunu tamamlamış bir yapı olmaktan çok uzaktır. Çevresel uyarı,
doğumdan hemen sonraki dönemde ve hayatın ilk birkaç yılında
genlerin ortaya koyduğu, henüz tam olarak geliştirilmemiş gen ya­
pısının kesin çizgilerinin belirlenmesinde ve güçlendirilmesinde
hayati önem taşımaya devam eder. Örneğin, insanların görme sis­
temi için, çevresel deneyimleri görsel bi lgiler oluşturur. Beynin
duygusal sistemini için de, korku ve beslenme ile ilgili i lk dene­
yimlerin, ömür boyu devam edecek duygusal bağlara ince bir ayar
yapacağını söyleyebil iriz.

18
YATKINLIK VE "İKİNCİL ETKİLER"

Gönne sistemi üzerinde bir çok araştınna yapılmıştır ve bu sis­


tem, çevrenin beyin içindeki bağlantı ağını nası l etki lediğinin çar­
pıcı bir örneğini teşkil eder. Bunu kısmen kimi üzücü "doğal dene­
yimler"den biliyoruz, kısmen de David Hubel ve Tornsten
Weisel'in 1 960' larda hayvanlar üzerine yaptıkları öncü araştınna­
lardan. Bazen bir çocuk doğuştan kataraktlı olabil ir, yani gözlerden
birinin merceğinde ışığı engelleyen bir gölgelenme vardır. Eğer
katarakt ortadan kaldırılırsa göz tamamen normale dönecektir. Fa­
kat üç yaşına kadar katarakt ortadan kaldırılmazsa, gözün kendisi
optik olarak normale döndürülse bile, çocuğun bu gözü kör ola­
caktır. Bunun nedeni, görme sistemindeki bağlantı ağının, retinan ın
talamusa, talamusun beyin korteksine olan bağlantılarının kullanım
i le - sinirsel aktarıcıların harekete geçmesine neden olan sinirsel
ateşleme - yeniden şekillendirilmesidir. Retina bağlantı larının
talamusa, bunların da beyin korteksine bağlanması, yani görme
sisteminin yapılandırılması kullanıma göre yeniden şekillenir, di­
ğer bir deyişle sinirsel aktarıcıların serbest kalmasına neden olan
sinirlerin harekete geçmesiyle.
İnsan yaşamının ilk üç yılı gönne sistemi için kritik esnekl ik
dönemi adı verilen, beyin devrelerinin çevresel bilgiye karşılık
venne konusunda yüksek bir yetisinin olduğu bir dönemdir. Bu
dönemde beyin devreleri çevreden gelen verilere karşı tepki gös­
tennede üstün bir yetenek geliştirm iştir. Görme sistemindeki
sinaptik bağlantıları sağlamlaştırarak uzun süre kalmasını sağlamak
için beynin retinanın üstüne düşen ışık ve sinirsel aktarıcı ların,
özell ikle de glutamat denilen sinirsel aktarıcının harekete geçiril­
mesi gibi görsel girdilere ihtiyacı vardır. Bu faal iyet yalnızca gör­
sel dünyanın bir resmini çizmez; aynı zamanda beynin görüntüyü
işlemekten sorumlu olan bölgelerindeki bağlantıların gücünü ve
canlılığını da etkiler. Bu nedenle, katarakt durumunda, eğer kritik
dönemde müdahale etmeyerek tedavi için geç kalınırsa, görsel gir­
dilerle harekete geçmiş bulunan girdilerle uyarılmış olan sağlıklı

19
ZiHNIN HALLERİ

gözün bağlantıları körleşen gözün nöronlarını kelimenin tam anla­


m ıyla yarış dışı bırakır ve neredeyse tüm bağlantıları optik
kortekse götürür.
Kritik dönemin ve esnekliğin görme sistem indeki yerleri en çok
bilgi sahibi olduğumuz noktalardır, ancak adı geçen bu iki hususun
diğer temel duyu sistemlerindeki, dokunma ve titreşim sistem in­
deki yerleri hakkında da bilgi sahibiyiz ve ayrıca dili oluşturma ve
konuşma yetimizin ortaya çıkmasındaki rolleri hakkında da bir
şeyler bilmekteyiz. Ö rneğin, ikinci bir dili öğrendiğiniz yaşın o dili
aksanlı öğrenip öğrenmemenizi belirlediğini tespit etmiş bulunuyo­
ruz. Henry Kissinger lngilizce'yi son derece ağır bir Alman aksa­
nıyla konuşurken kendisinden biraz daha genç olan kardeşinin İn­
gilizce'si aksansızdır. Muhtemelen, aile Amerika Birleşik Devlet­
leri ' ne göç ettiğinde, Henry bir dil öğreniminde belli motor bece­
riler için yüksek esneklik dönemini çoktan geçirm işti, fakat kardeşi
için bu geçerli değildi.

Genlerin faaliyete geçmesi ve durması

Işık gibi bir uyarıcı, nöronların birbirleriyle olan fiziksel bağlantı


biçimlerini değiştirir? Sinapslar oluşturacak ya da onları budayacak
olan proteinlerin bireşimini yöneten genleri harekete geçirerek. Bu
sinaptik yeniden şekillenme süreci yalnızca beynin gel işme evre­
sinde değil, uzun süreli bir bellek oluşturan her tUrlU öğrenmeyle
meydana gelir. Aynı zamanda beynin farklı bölümlerindeki benzer
süreçler, psikotropik ilaçlara, beyin zedelenmelerine ve hastalıkla­
rına verilen karşılıkların da altında yatan etkenlerdir.
Sinir hücrelerinin kendi aralarındaki iletişiminin, ilaçların ve
diğer uyarıcıların gerçekten de genleri faaliyete geçiriyor ya da
durduruyor olması fikri başlangıçta garip gelebilir, fakat bu olayı
açıklayan beyinle ilgisi olmayan sıradan bir örnek vardır: fiziksel

20
YATKINLIK VE "İKİNCİL ETKi LER"

olarak formda kalma isteği. Diyelim ki, spor salonunda çal ışmaya
karar verdiniz; amacınız biraz kas yapıp daha güçlil olmak. A ğırlık
çalışmaya başlıyorsunuz ve ilk çalışmadan sonra karşılaştığınız so­
nuç günlerce kollarınızın ağrıması oluyor. Bunun nedeni kolları­
nızdaki kas liflerini zorlamış olmanızdır. Fakat eğer yeterince ağır­
lık kaldırır ve düzenli bir şekilde uzun süre spor salonuna devam
ederseniz kaslarınız gel işecektir. Peki bu nasıl oluyor?
Böyle bir egzersiz kas hücrelerine yapılan bir tür baskıd ır.
Hücre zarı kas hücresinin çekirdeğine bir sinyal gönderir ve kas
proteini üreten genleri faaliyete geçirir; bu proteinler kasların al ışık
olmadıkları ağırlıkları kaldırmak zorunda kalmalarıyla oluşan bas­
kıya dayanabilmeleri için gereklidir. Gerekli dinlenme araları ve­
rilerek düzenli olarak devam ettiri ldiğinde, sürekli tekrarlanan
baskı beraberinde bu tür durum lara karşı daimi uyumu getirerek
kas kütlelerinin gelişmesiyle sonuçlanır.
Tahmin edilebileceğiniz gibi, bu tür süreçler beyin söz konusu
olduğunda çok daha karışıktır ve karmaşık ve kolay fark ed ileme­
yen sonuçlar doğurur, fakat prensip aynıdır. Nasıl kas hücreleri
çevresel sinyallere yanıt veriyor ve uyum sağlıyorsa, beyin hücre­
lerinde de, sinyallerin sinirsek aktarıcı ların hareketiyle ya da bazen
ilaçların aracıl ığıyla aktarılmasına rağmen, aynı durum söz konu­
sudur. Sinirsel aktarıcılar bir hücrenin dış yüzeyinde özel alıcı la­
rıyla birleştiğinde, hücre zarından hücrenin içine, hatta gen lerin
saklandı ğı hücre çekirdeğine bir bilgi akışı başlar. Yukarıda da
açıklandığı üzere, her gen protein üretmek için gerekli bilgiyi içe­
ren bölgelerin yanı sıra gerekl i olaylar dizisinin meydana gel ip
gelmemesini kontrol eden bölgelere sahiptir. Gene "deyim i'', pro­
tein kodlama bölgelerindeki bilginin "okunabilmesi" adına bir ge­
nin harekete geçirilmesi için kullanılan terimdir. Çevreden gelen
bu bilgiler - sinirsel aktarıcılar, sonra alıcı lar ve sonra da araya gi­
ren tüm işaret gönderme aşamaları tarafından taşınan bilgiler - bu

21
ZiHNiN HALLERİ

kontrol proteinlerinin bazı larını kimyasal olarak değiştirebi l i r ve


genleri harekete geçirir ya da durdurur.

Mendel ve Çoklu Genlere Dai r

Buraya kadar genlerimizin gelişme döneminde ve belirli çevresel


uyarılara karşılık olarak doğru zamanda doğru hUcrelerde nası l ha­
rekete geçirildiğini anlattık. Fakat şu gerçeği de belirtmeliyiz ki,
anne ve babalarımızdan aldığımız her bir genin versiyonları bir bi­
reyden diğerine çok ince farklılıklar gösterebilir. Bu farklıl ıklar -
belirli bir gen aynı genin başka bir versiyonuyla karşılaştırıldığında
görUlen muhtemelen bir yada iki nUkleotid bazdaki değişim - insan
türUnUn zengin çeşitliliğine katkıda bulunur. Ne var ki, bu farklı­
lıkların bir diğer anlamı da bazılarımızın hastalıklara diğerlerinden
daha dirençsiz olacağı gerçeğidir ve bunlara akıl hastalıkları da da­
hildir.
Avusturyalı keşiş Gregor Mende!, kendi sine ait genetik analiz­
lerinde her birisi tek bir gende yapı lan değişim lerle meydana gel­
miş bezelye bitkilerinin özellikleri üzerinde yoğunlaşmıştır.
Mende], örneğin, bir gendeki değişimin, bezelye bitki sinin uzun
mu yoksa kısa mı olacağını, başka bir gendeki değişimin bitkinin
sarı tanelerinin mi yoksa yeşil tanelerinin mi olacağını ve bir d i ğe­
rindeki değişimin de tanelerin buruşuk mu düz mü olacağını, vesa­
ire, belirlediğini bulmuştur. Tek bir gene bağlanabilen başlıca
özellikler bu sebepten Mende] özell ikleri olarak anılır.
İ nsanlarda rastlanan bir çok ciddi rahatsızlığın kaynağı budur.
Örneğin tek bir kusurlu gen gen, kistik fibrozit oluşumuna yol aça­
bilir; başka bir gen değişimi orak hücrel i anem iyle sonuçlanabil ir.
Beyin hastalıkları içinde, i stem dışı anormal hareketlere, duygusal
rahatsızlığa ve ilerleyen bunama gibi belirtilere neden olan
Huntington hastalığına tek bir anormal genin yol açtığı yakın za-

22
YATKINLIK VE "İKİNCİL ETKİLER"

mantarda tespit edilmiştir. Bu genin ve proteinin bulunmasıyla uy­


gun tedavi için önem li ipuçları sağlanmaya başlayacaktır.
Ne var ki, zihinsel bozukluklara gelince, hiçbir şey bu kadar ba­
sit değildir. Şizofreni, manik-depresifl ik ve ağır depresyonun, al­
kolizm gibi aile içinde görülme eğiliminde olduğunu uzun süred ir
bilmekteyiz. Bu yatkınlığın paylaşılan genlerin mi yoksa paylaşı lan
çevresel baskıların mı sonucu olduğunu tam olarak saptamak güç­
tür, yıllar boyunca tek ve çift yumurta ikizleri üzerine yapılan ça­
lışmalar, bu hastalıkların çalışmalar, genler ve çevre tarafından bu
bozuklukların ortaya çıkmasına yapılan nispi katkıyı belirlememize
yardımcı olmuştur.
Tek yumurta ikizleri, aynı döllenmiş yumurtadan gelirler ve
yüzde 1 00 aynı genleri paylaşırlar. Diğer taraftan, ç i ft yum urta
ikizleri, iki ayrı döllenmiş yumurtadan gelirler ve bu nedenle nor­
mal biyoloj ik kardeşlerde olduğu gibi, ortalama olarak gen lerinin
yalnızca yüzde ellisini paylaşırlar. Hastalıkların oluşmasında kal ıt­
sal unsurların oynadığı rolü saptamak için belirl i bir bozukluğun
tek yumurta ikizlerinde rastlanma sıklı ğı, çift yumurta ikizlerinde
rastlanma sıklığıyla karşılaştırı lır. Eğer b lr hastalı ğın çift yumurta
ikizlerinin her ikisinde de oluşma durumunda önemli oranda bir
fazlalık görülürse, burada kalıtım muhtemelen önem li bir etkendir.
Örneğin, tek yumurta ikizlerinden biri manik-depresi f hastasıysa,
bu hastalığın diğer ikiz kardeşte de görülme olasılığı yüzde 60-80
arasıdır. Öte yandan manik-depresif bir kişinin çift yumurta ikizi
olan kardeşinde hastalığın rastlanma olasılığı yalnızca yüzde 8 ' dir.
Aynı şekilde, tek yumurta ikizi şizofren olan bir kişinin de ayn ı
hastalı ğa yakalanma riski yüzde 46 iken, çift yumurta ikizlerinde
bu oran sadece yUzde 1 4'tUr.
Genlerin ve çevrenin nispi rollerini etki lerini saptamada bir di­
ğer yararlı yöntem de evlat edinilen çocuklar üzerinde . ..
yapı lan
araştırmalardır. Diğer bir deyişle dünyaya geldikten kısa bir süre
sonra evlat edinilen çocukların biyol oj ik anne-babalarıyla mı yoksa

23
ZiHNiN HALLERi

kendilerini evlat edinen kimselerle mi daha çok ortak yönü olduğu


sorusu sorulabilir. örneğin, aile içi deneyim lerin kişinin alkolizm
eğiliminin aslan payını belirlediği düşünülebilir. Ne var ki, üç İ s­
kandinav Ulkesinde evlat edinilen çocuklar üzerinde yapılan araş­
tırmalar, bir kimsenin alkolik olma olasılığında aile ortall'!ından
çok genlerin rol oynadığını göstermiştir. Bu çalışmalarda evlat
edilen erkek çocuklardan öz babaları alkol ik olanların, üvey baba­
ları alkolik olan, fakat öz babaları alkolik olmayanlara göre alkolik
olma ihtimalleri daha yüksektir. Deyim yerindeyse, genetik zarla­
rın hileli olduğu ailelerde, bu genler rasgele karşılaşılan normal al­
kolizme göre alkolizm riskini dokuz-on kat artt ı rıyor görünmekte­
dir.
Ancak tek y•J murta ikizleri bile her zaman aynı bozukluğu pay­
laşmadıklarından, bilim adamları yatkınl ığın bir hastal ığa dönüşüp
dönüşmediğini bel irlemekte çevrenin rolünün çok önemli olduğunu
yeterince vurgulayamamaktadırlar. Çoklu genlerin ve çoklu çevre­
sel faktörlerin - ikincil etkiler deni len faktörler - bu karmaşık et­
kileşimi neden bazı ailelerde belli bir bozukluktan etki lenen birkaç
birey olduğunu ya da çocuklardan biri hastayken niye diğerine bir
şey olmadığını veya neden hastalığın kuşak atladığını açıklar.
İ kincil etki savı belki de en çok kanser hastalığı bağlam ıyla bi­
linmektedir. Kendilerini kansere yatkın yapan genlere sahip insan­
lar asal kansere yakalanmayabilirler. Fakat eğer sigara kul lanıyor­
larsa, bu, genetik yatkınlığı hastal ığa dönüştüren çevresel bir ikin­
cil etki olabilir. Farklı genlere sahip diğer insanlar da kansere ya­
kalanmaksızın sigara içmeye devam edebilirler, tabi ki bu arada
anfızem ya da kalp rahatsızlığı gibi başka hastalıklarla da karşıla­
şabilirler. Ayrıca şunu da unutmamalıyız ki, ikincil etki tamam ıyla
tesadüf eseri olarak hamilel ik döneminde ortaya çıkabil ir. Beynin
oluşumu çok karmaşık bir süreçtir ve tek yumurta ikizlerinde bile
gelişmeyle ilgili bir çok farklılık ortaya çıkar. Fakat unutu lmaması
gereken temel nokta, depresyon ya da şizofreni gibi bir bozukluğu

24
YATKINLIK VE "İKiNCiL ETKİLER"

olan bir kimsenin beyninin işlevsel olarak ve çoğunlukla da anato­


mik olarak farkh olduğudur.

Bağımhhk Mekanizması

Eğer uyuşturucu maddelerin bağımlılık oluştunnak Uzere beyni na­


sıl değiştirdiğine bakarsak, beyindeki işlevsel değişikl iklerin ne şe­
kilde belli rahatsızlıklara yol açtığına dair bir fikir edinebil iriz. Ör­
neğin, alkolik bir birey sorunu reddetme aşamasını çoktan geçm iş
olabilir, işini, arkadaşlarını, ailesini ve sağlığını kaybettiğini tam
olarak anlam ış olabilir, kendini berbat hissedebilir ve hatta içmek­
ten zevk almamaya bile başlar, ne var ki, tilm bu olumsuz sonuç­
lara karşın alkol kullanmaktan kendini alamaz. Genetik ya da çev­
resel koşullardan ötürü bağımlıhğa yatkın bireylerde uyuşturucu ve
alkol, esasında, beynin işleyiş şekl ini değiştirerek insanların güdü­
sel denetimlerini ele geçirir.
Temel bağımlılık mekanizması, beynin sinirsel aktarıcı
dopamini de içeren belirli bir kimyasal sisteminde bulunur. Be­
yinde birçok dopamin sistemi vardır ve bu sistemlerin de birçok
görevi buluıımaktadır. Bu sistemlerden bağımlılıkla ilgili olanı urta
beynin bel irli alanlarıyla l imbik sistem arasında işler; bu nedenden
ötürü duygusal davranışla bağlantılıdır.
Bu dopamin devresinin görevinin en önemli özell i klerinden
biri, bunun bir ödül sistemi olmasıdır. Esasında, "bu iyiydi, haydi
gene yapalım ve tam olarak nasıl yaptığımızı unutmayalım," gibi
mesaj lar verir. Bu ödül sistemi öylesine faydalıdır ki, evrim tarihi
boyunca korunmuştur; sonuç olarak bunu hayvanlar üzerinde de
inceleyebiliyoruz. Cinsel üreme gibi faaliyetler kesin bir şeki lde
yeterince ödüllendirici olmak durumundadır, aksi takdirde doğanın
bu mekanizmayla yaptığı deney tam bir fiyasko olurdu.

25
ZiHNİN HALLERİ

Cinsi cazibe gibi bir unsuru da beraberinde getirmesine rağmen,


bu sistemin dUnyada nelerin organizma için yararl ı olduğunu keş­
ft..'debilmesi için öğrenebilme yetisine sahip olması gerekl idir. Hay ..
van lar Uıerinde yapılan deneylerden, örneğin son derece lezzetli
yeni bir yiyeceğin keşfedilmesinin beyinde dopamin salgılanmasını
tetiklediğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bu hoş tat ödUllendiricidir. ve
dopamin devresi beynin bunu kaydetmesini ve nasıl tekrar gerçek­
leştireceğini hatırlamasını sağlar.
Diğer yandan, bağımlılık yaratan uyuşturucuların moleküler
taklitç iler olduğu ortaya çıkar: sinirsel aktarıcı kılığına bürünUrler.
Özel likle koka ya da kokain kimyasal olarak dopamine fazlasıyla
benzer ve böylece beynin gerçekleri normal olarak ele al ış biçimi­
ne mUdahale eder. Normalde, dopamin nöronlar arasındaki sinaptik
hoşluğa salgılandıktan kısa bir süre sonra kendisin i salgı layan nö­
ron tarafından tekrar absorbe edilir.) Fakat kokain, dopamin topla­
yan protein taşıyıcıları kandıracak derecede dopamine benzer. Ta­
ş ıyıcılar da protein yerine kokain alırlar, taşıma mekanizması sek­
teye uğrar ve sinaptik boşlukta dopamin yığılması oluşur. Kokain­
mana aşırı mutluluk ve canlılık duygusu veren bu dopam in artışın­
dan başka bir şey değildir.
Ne var ki, uyuşturucu kullanan kişi için bunun korkunç bir be­
deli vardır: bağımlılık. Düzenli ağırlık kaldırmak nası l kas hücrele­
rinin uyum sağlamasına yol açıyorsa, uzun süreli kokain kullanım ı
da sinir hücrelerinin uyum sağlamasına neden olur. Peki bu uyum
sağlama nasıl gerçekleşir? Dopamin, bu sinir hücrelerindeki genle­
rin etki lerini değiştirir. Harekete geçen genler protein üretir ve da­
ha sonra bu proteinler bazı bağlantıları budamaya ve diğerlerini de
güç lendirmeye başlar. Nöronlar beynin çeşitli bölgelerindeki bağ­
lantı larını değiştirirken, bölgeler arasındaki sinirsel iletişimin ya­
pısı da değişmiştir.
Dahası, uyuşturucular bir dopamin seline yol açtığından, be­
yinde dopamin salgılayan nöronlar bir süre için salgılamayı azaltır.

26
YATKINLIK VE "İKİNCiL ETKiLER"

Sonra, kokain aleminin sonunda kokain tükendiğinde, bedende za­


ten 87.almış olan dopaminin doğal bir biçimde salgılanması aniden
ortaya çıkan bir yoksunluk hissi yaratır ve devrelerin düzgün işle­
memesine yol açar. Bağımlı artık mutluluktan uçmak yerine ha­
yattan zevk alamamak gibi depresyon belirtileri sergilemeye başlar.
Böyle bir tepki de yeniden uyuşturucu kullanımım kaçını lmaz kı­
lar.
Uyuşturucular molekülleri ve hücreleri doğrudan etkilediği gibi,
öğrenmenin bazı yönlerini de etkiler. Dopamin ödülü devresi, bey­
ne "Bu iyiydi, haydi gene yapalım ve tam olarak nasıl yaptığım ızı
unutmayalım" mesaj ın ı öğrettiği için, bağımlı uyuşturucuyu kul­
landığı mekanları ve birlikte kullandığı arkadaşlarım uyuşturucuyla
gelen aşırı mutluluk hissiyle bağdaştırmayı öğrenmiştir. Bağımlı­
ların bedenleri uyuşturucudan arındırılıp uyuşturucunun bey inde
meydana getirdiği uyum tersine çevri lse bile - tıpkı ağırl ık kald ır­
mayı bıraktıktan sonraki birkaç ayda kasların eski haline dönmesi
gibi - bu derinlere kazınmış öğrenme de dahil olmak ilzere, beyin­
de meydana gelen diğer önemli değişiklikler artık düzelmeyecek­
tir. Tedaviden sonra uyuşturucuya yeniden başlamanın altında ya­
tan temel sebep budur: Bir zamanlar uyuşturucusu bağımlısı olan
insanlar, örneğin, lx'.raber uyuşturucu kullandıkları arkadaşlarını
gördilklerinde ya da uyuşturucu kullandıkları sokaktan geçtiklerin­
de yeniden denemek için dayanılmaz bir istek duyabilirler.
Eğer, kokain beynin haz ve ödill sistemini bu denli el inde tutu­
yorsa, nasıl oluyor da bu uyuşturucuyu deneyen herkes bağım lı
olmuyor? Tüm uyuşturucular gibi kokainin de yan etkileri vardır.
Bu şekilde, bazı insanlarda dopamin ödülil devresi yanında diğer
devreler ilzerinde de etkileri olabilir. Kendi özel genetik yapı ları ve
eğilimleri göz önüne alındığında, bu tip insanlar uyuşturucunun ya­
şattığı olumsuzlukların verdiği zevke baskın geldiği bir gerginlik
ve sıkıntı yaşayabilirler. Bu nedenle, kısmen kendi genetik yapıla­
rına bağlı olarak kokaine dirençli olabilirler. Ya da yetiştiriliş tarzı

27
ZiHNiN HALLERİ

gibi çevresel etkenler nedeniyle uyuşturucunun zarar verme potan­


siyelinin bil incinde olabilirler ve ona dokunmamaya karar verirler.
Uyuşturucunun pençesine düşmüş insanların bu çeşit uyarıcı sin­
yalleri olmayabilir.
Tüm bunların içinde hiç unutulmaması gereken önemli nokta,
hayat dansında genlerin ve çevrenin kesinlikle birbirlerinden ayrı­
lamaz bir çift olduğudur. Bir yandan genler beyne işlenmem iş bir
model sunar. Daha sonra, retinaya yansıyan ışık, ya da sinirine ge­
len anne sesi gibi çevresel etkiler, doğum öncesi ve sonrası beynin
yapısı üzerinde ince ayarlar yaparak genleri harekete geçirir ya da
durdurur. Genetik eğilimler, çok genç yaşta bile, bir bireyin çevre­
nin hangi özelliklerine tepki göstereceğini, bir dereceye kadar be­
lirler. Bu alış-veriş akı l hastalıklarına ve bağımlılığa olan genetik
yatkınlığımızı ve bu yatkınlığın hastalığa yol açıp açmayacağını
belirler.
Birisi hasta olduğunda, kendisi ve yakınları öncel ikle hastalığın
ne olduğunu öğrenmek isterler, s onra da tedavinin mümkün olup
olmadığını. Bir sonraki soru da genelde "Bu hastalığa nasıl yaka­
landım?" olur. Hastalar içgüdüsel olarak hastalığın sebepleri hak­
kında bir şeyler bilmenin hastal ığın engellenmesinin hatta tedav i
edilmesinin yan ı sıra daha iyi bir tedaviye götüreceğini bil irler.
Araştırmacılar akıl hastalığının birçok değişik şekli hakkında daha
çok şey öğrendikçe, tedavi için öne sürülen fikirleri sınamak daha
kolay olur ve neticede bu da hastalığının kendisinin daha iyi anla­
şılmasını sağlar. Genler ve çevre dansının nefes kesici karmaşıkl ığı
göz önüne alınırsa, zihinsel bozuklukların iç yüzünü anlamak orak
hücreli anemiden ve Huntington hastalığından çok daha güçtür.
Böyle bir işte aşı lması gereken zorluklar esasında gayet cesaret kı­
rıcıdır, ancak modem aletlerle ve araştırma teknikleriyle üstesinden
gelinemez deği ldir. Zihinsel bozukluklara yatkın olma konusunda,
genlerinin araştırılması heyecan verici olacaktır. Çözümlerin bu­
lunması ise birçoklarının hayatını değiştirecektir.

28
2
_.

DOGUŞTAN UTANGAÇ MISINIZ?

Jerome Kagan

Pazartesi çocuğu nur yüzlü


Salı çocuğu zarif görünümlü
Çarşamba çocuğu dolu keder
Perşembe çocuğu çok yol gider
C uma çocuğu sevmeyi ve vermeyi sever
Cumartesi çocuğu ekmeği için çile çeker
Ama Sebt günü doğduysa eğer
Sağlıklı, mutlu, neşel i olur hep güler!

Test edilecek olsa, bu geleneksel çocuk şarkısı, bir çocuğun kişi liği
ya da m izacı konusunda kötü bir tahm inci çıkacaktır. Ne var ki,
bunun altında yatan fikir - bir şekilde doğuştan "kederli" ya da
"sağl ıklı, neşeli" olduğumuz - bazı biyoloj ik temellere sah ip gö­
rünmektedir. Sinirbilimciler ve psikologlar kişinin bardağı yarısı
dolu ya da yarısı boş olarak görme ya da utangaç veya dışa dönük
ol}ll a eğiliminin biyoloj ik belirleyicileri olabi leceğine dair gittikçe
büyüyen bir kanıt topluluğu oluşturuyorlar.
ZİHNİN HALLERİ

Harvard Ü niversitesinde psikoloj i profesörü olan ve aynı üni­


versitede Akıl-Beyin-Davranış Girişimi' nin başkanlığını yürüten
Dr. Jerome Kagan tarafından 20 yılı aşkın süredir devam eden
araştırma, beyin kimyamızın çocukken bi le, yaşamımızdaki olay­
ları sükunetle ya da korkuyla karşılamamız konusunda bizi yönlen­
dirdiğine işaret etmektdir. Kagan ve diğer araştırmacılar bir yandan
kalp atışı ve beyin faaliyeti gibi fizyoloj ik ölçüler ile diğer yandan
gözle görülür bir şekilde çekingen ya da korkusuz davranışlar ara­
sında çarpıcı korelasyonlar bulmuşlardır. Bu çal ışmalar nasıl "ken­
dimiz" olduğumuz sorusuna ilişkin önemli ipuçları sunmaktadır.
Fakat Kagan biyoloj inin mutlaka "kader" olmadığını vurguluyor.
Hayatın yolumuza çıkardıklarına karşılık verme biçimimizi belir­
lemede ebeveynlerin, toplumun ve kendimizin parmağı vardır.

HEPİMİZ tanırız onları. Çocuklarımız, anne babamız, iş arkadaşla­


rımız olabilirler. Hatta kendimiz de fark etmişizdir: bir yanda resto­
randa yan masada oturan yabancılara rahat bir biçimde gülücükler
saçan bir bebek, diğer yanda aynı yaşta ve aynı cinsiyetten bir
başka çocuk anaokulu sınıfının kapısında annesinin eteğine yapış­
mış ağlamaktadır. Bir tarafta, ülkenin öbür ucunda bulunan yabancı
bir şehirdeki işi hevesle kabul eden genç bir adam varken, diğer
tarafta rutindeki en küçilk bir değişiklikten rahatsızlık duyan sessiz
iş arkadaşı vardır. Hipokrat atılgan, sosyal olan tipe iyimser, kor­
kak, utangaç tipe de melankolik adını takmıştı. YUzlerce yıl sonra
Cari Jung dışadönük-içedönük terimlerini seçti. Her ne kadar bazı
modem kişilik kuramları farklı adlar kullansa da, bugün nadir psi­
kolog ya da psikiyatrist bu iki genel kişilik biçiminin doğruluğun­
dan kuşku duymaktadır. Ne var ki, çok çeşitli olan insan mizaçları­
nın - insanları risk almaktan hoşlanan sosyal bireyler yapan, ya da
bilinenin güvenliğini tercih eden utangaç insanlar hal ine dönüştü­
ren süreçler - kesin kaynakları hala bir bilmecedir.

30
DOGUŞTAN UTANGAÇ M I S INIZ?

Bundan 1700 yıl önce Pergamumlu Galen adında bir hekim, o


dönemlerde geçerli olan insan fizyoloj isi kuram larından yararlana­
rak, kişil ik tiplerinin büyük oranda bir insanın kal ıtımla ed indiği
fiziksel doğasının ya da yapısının sonucu olduğunu ileri sürmüştür;
ancak bir yandan da beslenmenin ve iklim şartlarının değişikliğe
neden olabilecek etkileri olabileceğini kabul etmiştir. Galen insan ­
ların farkl ı yoğ�luklarda dört temel vücut sıvısına - kan, balgam,
sarı safra ve siyah safra - sahip olduklarını ve bu dört sıv ının kom­
binasyonlarının dört farklı karakter tipi oluşturduğuna inan ıyordu.
İnsan karakterinin kalıtsal olduğu fikri Galen 'den on dokuzuncu
yüzyılın sonuna kadar olan dönemde oldukça popülerd i, ancak,
yirminci yüzyılın ilk yarısında çaptan düştü. Bu dönemde, özel l ik le
ABD' de, siyasi yönelim, kişiliği belirleyen önemli unsurların ge­
netik değil, çevresel etkenler olduğunu vurgulama eğilim indeydi.
Son 20-30 yıl içinde sinirsel aktarıcı adı verilen beyin kimy a­
sallarının öneminin keşfedilmesiyle, sarkaç tekrar ortada bir nok­
taya doğru salındı. Galen ' in vücut sıvılarının modern versiyon ları nı
bulduğumuzu söyleyebiliriz. Birçok araştırma, her biri beynin işle­
yişi açısından hayati öneme sahip olan norepinefrin, aseti lkol in,
dopamin, ve serotonin gibi sinirsel aktarıcıların yoğunluklarındaki
değişikliklerin, bağışıklık sisteminin bütilnlüğünü, ruh hal ini, dik­
kati toplama yeteneğini ve akı l hastalıklarına karşı yatkınlığı etki­
lediğini göstermiştir. Beynin gelişim ini anlayışımızdaki i lerleme­
lerle desteklenen sinirsel aktarıcıların binlerce etkisi üzerine yap ı­
lan bu araştırma, huyların nasıl ortaya çıktığına karşı duyulan il­
gide bir canlanmaya neden olmuştur. Araştırmacılar, belirli sinirsel
aktarıcı ların normalden çok az ya da fazla olmasının, ruh halimizi
neşeli bir durumdan üzgün bir duruma dönüştürebilmesinden yola
çıkarak şu kuramı geliştirdiler: nörokimyasal değişikliklerin geliş­
mekte olan beyni müzmin bir iyimser ya da kötümser ortaya çıka­
cak şekilde etkilemesi söz konusu olamaz mı?

31
ZiHNİN HALLERİ

Merkezi sinir sistemim izde I OO'ün üzerinde farkl ı molekü lün iş


başında olduğunu göz önünde bulundurursak, bilim adamları, el­
bette ki, hangi kimyasal kombinasyonların içedönük ya da dışadö­
nük insan tiplerini yaratacağını tahmin etmekten çok uzaklar. As­
lında aşırı içedönükler ya da dışadönükler yalnızca geniş bir yelpa­
zenin iki ucunda bulunurlar. B irçoğumuz ortalarda bir yerlerde yer
alırız ve her halükarda kişiliklerimizde utangaç ya da sosyal ol­
maktan daha fazlası gizlidir. Herde yapılacak araştırmalar büyük
olasılıkla bir çok insan mizacı tipini ortaya çıkaracaktır. Bu tipler- ·

den bazıları Azize Rahibe Teresa örneğindeki gibi az rastlanır ol­


makla birlikte, diğerleri marketin kasasındaki sev imli kadın, ya da
yan dairede oturan ailenin gürültücü çocuklarından şikayet eden
huysuz komşu gibi tanıdık ve sık rastlanır cinstendir.
Ne var ki, genetik kalıtımla getirdiğimiz herhangi bir eğilimi
ömür boyu taşımamız söz konusu değildir; bebeklikteki belirli bir
m izacı yetişkinlikte taşımaktan kaçınılamaz diye bir şey yoktur.
Sinirbilimcilerin keşfettiği Uzere beyin, özellikle hayatın ilk dö­
nemlerinde oldukça uyum sağlayabilen ve kolay şekillenebilen bir
organdır. Araştırmalar, ileride nasıl bir hal al ırsa alsın, kalıtsal ola­
rak gelen nörokimyasal özelliklerin küçük çocukların yabancı in­
sanlardan ve ortamlardan kaçmak ya da yeni olanı coşkuyla ku­
caklamak gibi belirli şekillerde reaksiyon vermeye eğilimli kıldı­
ğına işaret etse de, çocuğun ailesiyle, öğretmenleriyle ve yaşıtla­
rıyla olan etkileşimi bu eğilimi önemli ölçüde şekillendirebil ir. Her
hangi bir olayı, ister istem dışı gerçekleşsin, ister kazara ya da bi le­
rek, bu etkileşimlere, sevilme ya da istismar edilme deneyim lerine,
hatta ağır bir çocuk hastalığı deneyimine karşılık olarak öğrenir ve
değişiriz. Bir çocuk henüz iki yaşındayken bile, mizacı çoktan bi­
yolojik ve çevresel iplikleri birbirinden ayrılması imkansız bir bi­
çimde dokunmuş bir örtünün parçası olmuştur.

32
DoöUŞTAN UTANGAÇ MiS iNiZ?

Bebeğiniz Utangaç Olmaya mı Eği lim li?

Birçok annenin de katılacağı gibi, m izaçla ilgili eği limler çok erken
yaşlarda, hayatın ilk birkaç yılında ortaya çıkar. Akla şu iki soru
gelebilir: Bı,ı eğilimler ne kadar erken ortaya çıkar? Ve ne kadar
kalıcıdır? Yeniliklere tepki veren bebekler utangaç gençlere ve
yetişkinlere dönüşürler mi? Örneğin dört yaşındaki neşeli bebek on
iki sene sonra on altı yaşında hala böyle neşeli olacak mı? Bu fe­
nomenleri araştırırken aşmanız gereken asıl güçlük, davranışları
tanımlama ve ölçme yollarını bulmaktır, aksi takdirde öznel yo­
rumlara ulaşılabilir. Aslına bakarsanız, meslektaşlarımla bu çalış­
maya başlarken, bu sebepten ötilril, ebeveynlerin çocuklarının mi­
zaçlarına dair anlattıklarına dayanmama kararı aldık. i lk olarak,
ebeveynler gözlemlerinde eşit derecede isabetl i değildir; örneğin
bazıları acıktığı için ağlayan çocukla mama sandalyesinde oturtul­
duğu için ağlayan çocuk arasındaki farkı ayırt etmekte zorlan ırlar.
Ayrıca ebeveynler çocuklarının kişiliklerini çok kesin çizgilerle
tanımlama eğilimi gösterirler. Örneğin, bazı çocuklar sık sık hem
güldükleri hem de ağladıkları halde, ebeveynlerin çoğu bu özell ik­
lerden yalnız birinde yoğunlaşarak çocuğu ya mutlu ya da öfkeli
diye tanımlama eğilimindedirler, fakat ikisini birden görmezler.
Anne babalar çocuklarını değerlendirirken ya da tarif ederken kar­
deşlerinden biriyle veya komşunun çocuğuyla kıyaslama yolunu
seçerler. Eğer ailenin ilk çocuğu aşırı öfkeliyse ve kardeşi ondan
birazcık daha az öfkeli bir çocuksa, anne küçüğü nesnel değerlen­
direnlere oranla çok daha az öfkeli olarak tanım layacaktır. Son ola­
rak, farklı anne babalar aynı davranışı farklı şekil lerde değerlendi­
rirler. B ir anneye göre kızının hiç tatmadığı yiyeceklerden kaçın­
ması çocuğun hassaslığına işaret ederken bir diğerine göre bu, aşırı
bir korkuyu yansıtmaktadır.

33
ZiHNİN HALLERi

Bu nedenle ebeveynlerin geçerliliği tartışılır tanımlarından ka­


çınmak iç in, bebeklerin ve çocukların davranışlarını doğrudan kay­
detmeyi tercih ettik. 500'Un UstUnde çocuğun doğrudan izlendiği
yıllar süren çalışmanın sonunda, çekingen ve girişken diye ad lan­
dırdığım ız kolaylıkla gözlemlenebilen iki davranış profi l i bu lduk.
Şunu tekrar belirtmeliyim ki, bu terim ler birçok muhtemel m izaç
tipinden yalnızca ikisini yansıtmaktadır. Oldukça yaygın ve birbir­
lerinden kolaylıkla ayrılabilir olmaları nedeniyle bu ikisi üzerine
odaklanmayı tercih ettik. Bir yaşındaki çekingen bir bebek, şefkatli
bir ailenin elinde herhangi ciddi bir sarsıntı geçirmeden büyümüş
olsa bile, bir yaşından itibaren, yabancı bir mekandayken ya da ta­
nımadığı kişilerle veya nesnelerle karşılaştığında ürkek ve sakın­
gan davranışlar sergileyecektir. Çocuğun yenil iğe karşı ilk tepkisi
sessiz kalmak, anne ya da babanın elini tutmak veya yeni karşı la­
şılan şeyden tamamen uzaklaşmaktır. Ö rneğin bu çocuk akrabalar­
dan biriyle tanıştırılmak istendiğinde, kaçarak başka bir odaya
saklanabilir. Ne var ki, çekingen çocuk karşılaşı lan yen i durumu
anlayacak ya da kabul edecek kadar bir zaman geçtikten sonra ra­
hatlar ve ürkeklik de kaybolur. Girişken çocuk ise aksine, çoğu du­
rumda aşırı utangaç ya da sakıngan değildir. Haşarı ya da fazla ha­
reketli de değildir, yalnızca doğal davranır, hemen kahkaha atar,
güler.
Araştırmamıza başlarken, şakak lobuna bitişik duran, şekil ola­
rak bademe benzer bir yapı olan amigdala ile ilgili modem sin irbi­
limin bulgularına dayanan bir hipotezi test ediyorduk. Tüm duyu­
lardan - görme, dokunma, koklama, işitme ve tatma - al ınan bil­
giler am igdalaya gelir, ve amigdala da beynin düşünce, duygu,
planlama ve davranış faaliyetlerine katılan birçok kısmıyla iletişim
kurar. Sinirbilimciler, amigdalanın insanlarda savaş-kaç tepkisi de
denilen korkuya karşı geliştirilen tepkinin oluşumunda kilit rolü
oy�adığını keşfetmişlerdir. Amigdalanm görevi duyulardan gelen
bütün bilgileri potansiyel tehlike açısından değerlendirip diğer ya-

34
DOGUŞTAN UTANGAÇ MiSiNiZ?

pıları uyannaktır, en önemli görevlerinden biri stres honnonu


kortizolUn salgısını takip etmek olan hipotalamus gibi. Amigdala­
nın gönderdiği uyarılar ayrıca tehlike anlarında vücudun tepkilerini
harekete geçirerek kalp atışlarını, nefes almayı, kan basıncını ve
vUcut sıcaklığını düzenleyen sempatetik sinir sistemini de harekete
geçirir. Sempatetik sinir sistemi kalp atışlarını, nefes alış verişleri,
kan basıncını ve ten ısısını düzene sokarak tehlike durumunda
bedenin tepkilerini harekete geçirir. Bu nedenle, ani ya da korku­
tucu bir şeyle karşılaşıldığında, örneğin birden yüksek bir ses
duymak ya da otomobilin altında kalmaktan kıl payı kurtulmak
gibi ani veya korkutucu bir şeyle karşılaşıldığında korku hissine
eşlik eden hızlı nabız artışı, nefessiz kalma, tüylerin diken diken
olması gibi fizyoloj ik tepki ler kısmen amigdalanın faal iyetlerinin
sonuçlarıdır.
S inirbilimciler aynı zamanda bir hayvanın amigdalasının uya­
rılması halinde bacaklarını gerip uzattığını, sırtını kamburlaştırıp
kaslarını gerdiğini keşfetmişlerdir. Ayrıca, hayvan sıkıntı lı sesler
de çıkaracaktır. Bu tepkiler bebeklerde de gözlemlenir. Araştırma­
m ızın temel hipotezi şuydu: eğer 4 ayl ık bir bebeğin kalıtsal olarak
getirdiği nörokimya, amigdalasının kolay heyecanlanmasına neden
oluyorsa, bebek yeni bir uyarıcıyla karşılaştığında kollarını ve ba­
caklarını büküp uzatacak ve ağlayacaktır. Bu davranış profi lini
fazla tepkici diye adlandırdık. Öte yandan, bebek kalıtsal olarak
amigdalanın daha az heyecanlanmasına meydan veren daha farklı
bir nörokimyaya sahipse, aynı uyarıcıyla karşılaştığında kollarını
ve bacaklarını kınnayacak ve ağlamayacaktır. Bu davranış profi lini
de az tepkici şeklinde adlandırdık. Bizim tahminimiz, yenilikler
karşısında fazla heyecanlanma ya da heyecanlanmama eği liminin
devam edeceği ve iki yaşına gelindiğinde fazla tepkici bebeklerin
az tepkicilere oranla çekingen diye tanımladığımız davranış profi­
lini göstereceği ve fazla tepkicilere oranla az tepkicilerin rahat dav-

35
ZiHNiN HALLERi

ramş profilini sergileyeceği yönündeydi. Beklediğimiz gibi de


oldu.
Araştırmamızdaki bütün çocuklar sağlıkl ıyd ı ve ham ilelik dö­
nemi boyunca sağlıklarına dikkat eden iyi eğitimli annelerin ço­
cuklarıydılar. Çocuklar aşırı cezalandırı ldıklarında ya da hatta ge­
belik esnasında alkol ve yasak ilaçlar alındığında ürkek olabi le­
cekleri için bu gibi durumları baştan engel ledik. Tüm veri lerimiz
sağlıklı hamilelik surecinin ardından dünyaya gelmiş sağlıklı be­
beklerden elde edildi.
Bebekler dört aylık olunca araştırmaya dahil oldular. Anneleri
yanlarında olduğu halde rahat koltuklarda uzanan bebekler kırk da­
kikalık bir dizi testten geçerken filme alındılar. t ık önce araştırmacı
bebeğin göğsüne kalp-atış elektrotu yerleştirdi ve anneden bebeğe
bakarak konuşmadan yalnızca gülümsemesi istendi. Ardından be­
beğe kadınlar tarafından teybe okunmuş bir dizi cümle dinleti ldi .
Daha sonra, bebek yüzünün UstUnde ileri geri uçuşan renkl i oyun­
caklar gördü. Sulandırılmış alkole batırılan pamuk bebeğin burun
deliklerinin önüne yerleştirildi ve bu noktada bebeğe değişen ses
yüksekliklerinde heceler okuyan bir kadın sesi dinleti ldi. Bebeğin
arka8 ında bir balon patlatıldı ve son olarak da, annesi bir dakikalı­
ğına çocuğunun önünde durdu.
Bebeklerin davranışlarının kayıtlarını incelerken ne kadar sık ve
şiddetli bir şekilde kollarını ve bacaklarını büküp uzattıklarını�
sırtlarını kamburlaştırdıklarını ve ne kadar çok ağladıklarını, ama
bir o kadar da gülüp sesler çıkardıklarını gördük. Bebeklerin yüzde
20' sinin çeşitli uyarıcı olaylarla karşılaştıklarında ağlama eşliğinde
sık ve şiddetli kesin kol ve bacak hareketleriyle vücut hareketleri­
nin bir kombinasyorru olan bir hareket yaptı lar. Bu hareket ayn ı
yaştaki bebeklerin aç kalınca yaptıkları rasgele hareketlerden fark­
lıydı. Kol ve bacakların bükülüp geri lmesi düzen liydi ve uyarıcı
ortadan kaldırıldığında bu tepkiler yok oluyordu. Bazen bu bebek­
ler aşırı uyarıldıklarına işaret eden sinirli kas ı lma hareketleri sergi-
DoôUŞTAN UTANGAÇ MISINIZ?

liyor, sırtlarını büküyor ve avaz avaz ağlıyorlardı. Bu, fazla tepkici


bebeğin davranış profiliydi. Bebeklerin yüzde kırkı yattığı yerde
sakin görünllyordu. Arada sırada bir kolu v eya bacağı hareket etti­
riyorlardı, fakat kasılma ya da sırtın kamburlaştırılması gibi hare­
ketler sergilemediler ve nadiren ağladılar. Bu da az tepkici bebek­
lerin davranış profil iydi.
Diğer bebeklerin ise iki gruba ayrıldığı görüldü. Yaklaşık yilzde
25 ' i kol ve bacaklarım nadiren hareket ettiriyor, fakat özel likle in­
san sesi duyduğunda ağlıyordu. Bu gruba rahatsız olan grup ad ını
verdik. Yüzde l O'u oluşturan kllçük grup ise ağlamıyor fakat be­
densel hareketler sergiliyordu. Bu gruba ise uyarılan grup dedik.

Sonraki Testler

Bebeklerin bUyUyUnce tahmin ettiğimiz gibi olup olmayacaklarını.


yani fazla tepkici bebeklerin çekingen, az tepkici bebeklerin ise
girişken çocuklar olup olmayacağını anlamak için ayn ı çocukları
1 4 aylık olunca yeniden laboratuara getirtt ik, aynı işlemi 21 aylık
olunca da yaptık. Her seferinde doksan dakikalık bir olaylar
zincirine tabi tutuldular. Bu seanslar sırasında çocuklar, her zaman
anneleriyle birlikte olmalarına rağmen bilmedikleri durumlarla kar­
şılaştılar. Bu durumların en önem li yönü bebeğe tamamen yabanc ı
olmalarıydı.
Çekingen ve girişken çocuklar arasında ayrım yaparken, alışıl­
madık durumlara karşı sllrekli olarak korku dolu tepkilerin göste­
rilmesinin çekingen profilin kanıtı olduğuna karar verdik. Ayrıca,
uyguladığımız işlemler esnasında çocuğun korktuğuna veya kork­
madığına il işkin davranışlarını belirlemede gayet katı kriterler be­
lirledik. Bir çok çocuk tanım�dığı bir nesne gördllğünde ya da alış­
kın olmadığı bir şey olunca sessizleşecektir; az sayıda çocuk gözle­
rini kocaman açacak ve donup kalacaktır. Ne var ki, şiddetli kor-

37
ZiHNiN HALLERi

kunun en belirgin işaretinin ağlama ya da yeni karşı laşı lan nesne­


den uzaklaşmaya çalışma olduğunu varsaydık.

/\ O·�··· O Futı

..--.. ... .......


tepkici

.. \1
1

\--�.!\
,
r ı \
/ .
\
/ \ 'o- -- o
o--0

Şekil 2: Fizyoloj ileri kolaylıkla uyarılan fazla tepki veren bebekler,


fizyoloj ileri o kadar kolay uyarılmayan az tepki veren bebeklere göre
gelişimleri nin sonraki evrelerinde ciddi bir biçimde daha fazla korkulu
davranışlar sergilemektedirler. Şekil, Dr. Jerome Kagan tarafından hazırlanan
çizelgeden alınıp Leigh Coriale Design and Illustration tarafından yayına
hazırlanmıştır. İ zin alınarak kullanılmıştır.
DoGUŞTAN UTANGAÇ MiS iNiZ?

Sessizce durarak tepki venneyen ve çoğunluğu oluşturan ço­


cuklardan aşırı ürkek olan az sayıdaki çocuğu ayırt etmek istediği­
mizden, çocuk yeni karşılaştığı olay karşısında ağladıysa, ya da
yabancı olarak nitelendirdiğimiz ilk defa gördüğü bir kişiye veya
nesneye yaklaşamadıysa, tepkisini Urkek olarak değerlendirdik.
Örneğin, kalp atışı elektrotunu göğsüne yerleştinnek için giysisi
sıyrıldığında ya da tansiyon ölçme cihazını koluna taktığımızda ço­
cuk ağlamaya başladıysa, bu reaksiyonu korku olarak kaydettik.
Benzer bir şekilde, yanıp sönen ışıklar, davul çalan oyuncak bir
palyaço, odaya giren tuhaf kostümlü bir yabancı ya da bir tekerle­
ğin içinde dönen plastik topların sesi karşısında ağlayan çocukların
tepkisi korkmuş olarak kaydedildi . B ir deneyde, araştınnacı çocuğa
dönen bir oyuncak gösteriyor, gUIUmsüyor ve yumuşak bir ses to­
nuyla anlamsız bir sözcük söyledikten sonra çocuğun adını söylü­
yordu. İkinci denemede araştınnacı çocuğa yine dönen, ama farklı
bir oyuncak gösterdi, bu sefer kaşlarını çatarak aynı anlamsız söz­
cüğü ve çocuğun adını sesine sert bir tonlama katarak tekrar etti .
Çocukların çoğu sadece araştınnacıya baktı ya da belki de kaşlarını
kaldıranlar da oldu. Az sayıda çocuk ağladı ve bu reaksiyon korku
olarak kaydedildi.
Bu testlerin video kayıtlarını incelediğimizde, tahminlerimizin
doğru çıktığını gördük. On dört aylıkken de yirmi bfr aylıkken de,
az tepki gösterenlerden çok, fazla tepki gösterenler sık sık korkulu
davranışlar sergiliyordu. [Şekil 2]
Araştınnada yer alan çocuklar dört buçuk yaşına gelince be­
bekliklerindeki asıl mizaçlarının herhangi bir yönünü koruyup ko­
rumadıklarını görebilmemiz için laboratuara yeniden getirildiler.
Alışkın olmadıkları olaylara karşı olan tepkilerini bir kez daha test
ettik. Elbette ki, dört yaşındaki çocuklar on dört ya da yirmi bir ay­
lıkken karşılaştığı türden olaylar karşısında korkmazlar. Dört ya­
şındaki çocukları korkutmak mümkün olmasına rağmen, bunu
sağlayacak olayların çoğu ahlaki standartları ihlal eder. Sonuç ola-

39
ZiHNİN HALLERi

rak, her şeye rağmen, fazla ve az tepkici mizacın halen geçerl i ol­
duğunu gösterecek çok aşırı -olmayan tepkileri arıyorduk. Ö rneğin,
memeli türlerin hepsinde yeniliğe ve tehlikelere karşı biyoloj ik ola-·
rak hazırlanmış tepkilerin olduğunu biliyoruz. Mesela, tavşanlar
arabaların farlarını gördüklerinde donup kalırlar; maymunlar su­
ratlarını ekşitir; kediler kamburlarını çıkartır. İnsanlarsa sessizle­
şirler. Çocuklar ya da yetişkinler, yeni bir sosyal ortam karşısında
korkuya kapıldıklarında çoğunlukla konuşmayı ve gülmeyi keser­
ler. Örneğin, içedönük insanlar katıldıkları bir partide yabancı larla
bir konuşma başlatmakta güçlük çekerler ve genell ikle gülmeye ve
konuşmaya başlamaya yetecek kadar rahatlayabilmeleri için za­
mana ihtiyaç duyarlar. Dört buçuk yaşına gelm iş çocuklarla yapı­
lan araştırmada, çocuklar onların daha önceki davranışlarını bi lme­
yen yabancı bir kadın tarafından teste tabi tutuldular. Kadın da ço­
cukların bebeklikteki davranışları hakkında fikir sahibi değildi. Her
bir çocuğun davranışının kayıtlı olduğu video bantları çocuğun iç­
ten gelen doğal yorumlarının ve gülUmsemelerinin sıklığı temel
alınarak değerlendiri ldi; yüksek bir puan, çocuğun rahat ve gevşe­
miş olduğuna işaret ediyordu. Çocuğun araştırmacının soru larına
verdiği yanıt doğal bir yorum olarak kabul edi lmedi, fakat yanıta
eklenen herhangi bir detay doğal olarak değerlendirildi. Bebekken
fazla tepkici şeklinde tanımlanmış çocukların az tepkicilerden daha
az güldükleri ve konuştukları tespit edildi. Asl ına bakılırsa, fazla
tepki gösteren çocukların bazıları seans boyunca gülümsemed iler
ya da tek bir doğal yorum yapmadılar. Buna karşın, az tepki göste­
renlerin çoğu sık sık gülmüş ve konuşmuştur.
Haftalar sonra aynı çocuklar ikinci bir gözlem için tekrar çağı­
rıldılar, bu kez her çocuk yaşıtı ve hemcinsi iki tanımadığı çocukla
karşılaştı ve yanlarında anneleri olduğu halde büyük bir odada
oyuncaklarla oynadı. Az tepki gösterenlere oranla, bebekliklerinde
fazla tepkici olarak tanımlanmış çocukların çoğunun aşırı utangaç
oldukları gözlemlendi. Diğer çocuklarla iletişim kurmaya yanaş-

40
DoôUŞTAN UTANGAÇ MiSiNiZ?

machlar ve seansın büyük bir kısmını annelerinin yanında geçirdi­


ler. Az tepkici grup olarak tanımlanan çocukların ise tam aksine
sosyal oldukları ve diğer çocuklarla oyunu başlatan taraf oldukları
görüldü.

Gen lerin ve Çevrenin Dansı

B ir çocuğun her gözlemde çekingen ya da girişken davranış


profillerinin bütün özelliklerini göstermesi pek sık rastlanır bir şey
deği ldir. Aslında, bebekken fazla tepki göste ren çocukların sade ce
yüzde 1 3 ' Unun on dört ve yirmi bir aylıkken aşırı ürke k, dört buçuk
yaşındayken de çok utangaç ve sessiz olduğu görülmüştür. Diğer
bir deyişle, fazla tepki gösteren bebeklerin beşte dördünden fazlası
tamamen ürkek değildi, fakat ne var ki, bir tanesi bile tam amen ra­
hat bir tip olamadı. Bu bulgu, başlangıçtaki bazı mizaç eğ ilim leri ­
nin yanında çevrenin de çocuğun karakterinin gelişen profi linde
öneml i bir etkisi olduğu anlam ına gelmektedir. Fazla tepki göste­
ren çocuklar büyUdUkçe, birçoğu korkak olmak i stemedikle rine ka­
rar verir ve anne babaları onları korkularını y enm eye teşvik eder:
yani aile ve çocuk, çocuğun başlangıçtaki mizaç eğil im inin etki le­
rini tersine çevirmek için birlikte çal ışırlar. Korkuy la başa çıkma
gibi çabalar, bebekken fazla tepkici olan çocuklar dört yaşına gel­
diklerinde normal bir çocuk gibi görünüyorlarsa kesinlikle etk i l idir.
Benzer bir şekilde, az tepki gösteren, rahat bebekler sarsı ntıya ya
da istismara maruz kalırlarsa ya da daha az yıkıcı bir çevresel bas ­
kıyla bile, bu özelliklerini yitirebilirler. Fakat gene de bu çocukla­
rın daimi ·olarak ürkek tipler olmaları çok küçük bir olası lıktır.
Ne var ki, mizaç eğilimi mutlaka kaybolacak diye bir kaide
yoktur. Genlerle çevrenin bu alışverişinin üzerinde duru lmasının
nedeni, insanın kalıtsal mizaç eğilimlerini tamamen değ iştirmesi­
nin çok zor olduğu gerçeğidir. Fazla tepkici gösteren bir mizaca

41
ZiHNiN H ALLERi

sahip çocuklar, diğer çocuklar kadar özgüvenli ve rahat bir izlenim


yaratabilecek kadar korkularının üstesinden gelmeyi öğrenseler
bile, az tepki gösteren çocukların karakteristik özell ikleri olan can­
lılık, ataklık ve duygusal doğallık göstermeleri çok nadir bir du­
rumdur.

Biyolojik Yapı

Davranışların gözlenmesi, m izacın incelenmesinde kul lanı lan bir


del i l kaynağıdır. Diğer bir kaynak ise, fizyolojik ölçümlerdir. Fazla
ve az tepki gösteren çocukların farklı davranışlarının am igdalala­
rının çok ya da daha az heyecanl anır olmasının bir işlev i olduğu
varsayımımızı göz önüne alarak, am igdalan ı n etkisiyle oluşan fiz­
yoloj ik tepkilerin ölçümünü yapmaya karar verd ik. Bu neden le,
örneğin amigdalanın yolladığı sinyal ler, kalp atışların ı kontrol eden
sempatetik sinir sistemini harekete geçirdiğinden, fazla tepkici
olanların genel olarak bir takım fizyoloj ik zorlamalara karş ı l ı k ola­
rak daha yüksek bir kalp atışı oranı ya da kalp atışında daha bi.iyük
artışlar göstereceklerini bekliyorduk.
Bebeklerin anneleri hamileyken, beklenen doğum tari hlerinden
3 hafta önce laboratuarımıza geldi ler. Her bir anne adayının kol­
tuğa uzanmış pozisyonda kalp atışları ölçüldü. Bir bilgisayar prog­
ram ı, annenin düşük olan kalp hızıyla cen inin daha yüksek olan
kalp atış hızını birbirinden ayırd ı.Kalp atışı dakikada l 40 ' ı ya da
daha fazlasını bulan ceninlerin doğumdan 4 ay sonra yapı lan test­
lerde fazla tepkici olma olasıl ığının yüksek olduğunu bulduk. Kalp
atış hızı dakikada l 40'tan az olup da dört aylıkken fazla tepkici
olanlar da vardı, ama bunun gerçekleşme olasılığı daha azd ı .
Bebeklerin kalp atış hızını iki haftal ık olduklarında d a ölçtük.
Bebeklerin evine giderek uyumalarını bekledik ve iki farklı du­
rumda - birinde bebek sırtüstü uyuyordu, diğerinde ise anneden

42
DoötJŞTAN UTANGAÇ MiSiNiZ?

uyuyan bebeğini alıp dik durumda omzuna yaslamasını istedik -


kalp atışlarını ölçtilk. Dik duruş, kalp atış hızını ve kan basıncını
yükselterek sempatetik sinir sisteminin harekete geçmesine neden
olur, sabah bayılmadan yataktan çıkabilmemizin de sebebi budur.
Sırtüstü yatar pozisyonda alınan kalp atış hızları, daha sonra fazla
veya az tepkici olarak tanımlanan bebekler arasında fark göster­
medi. Ne var ki, 3.5 ay sonra fazla tepkici olarak tanımlanan be­
beklerin dik pozisyonda uyurkenki kalp atışları daha sonraları az
tepkici olarak tespit edi lenlere oranla hayli hızlıydı.
Görünen o ki, kalp atış hızı, aynı zamanda, tehl ike geçtikten
sonra savaş-kaç tepkisinin ortadan kaldırı lmasına yardımcı olacak
şekilde tasarlanan parasempatetik sinir sistem inden de etki len­
mektedir. Kalp atış hızındaki değişebilirl iğin ne derece sempatik
sinir sisteminin kontrolü altında (ki, bu da bizi yine amigdalan ın
etkilerine götürür) olduğunu belirlemek için, araştırmacılar hızlı
Fourier transformasyonu adı veri len, kalp atı şına 60 san iye bo­
yunca tatbik edi ldiğinde sempatetik sinir sisteminin kardiyovas­
küler faal iyete olan katkısını bir dereceye kadar tahmin edebilen
üst düzey matematiksel bir analiz kullanırlar. Dört aylıkken fazla
tepkici olacak bebeklerin, kalp atışlarının, az tepkici olacaklara
oranla daha fazla sempatetik sinir sistem inin denetiminde olduğu
görüldü.
Bu iki kişilik m izaç tipini (fazla tepki gösteren/çekingen ; az
tepki gösteren/girişken) birbirinden ayırabi len diğer bir fizyoloj ik
ölçüm de, beyin korteksinin sağ ve sol yarımkürelerinin özellikle
ön loblarındaki nispi sinirsel faal iyetleridir. Kaşların biraz üstün­
deki ve arkasındaki bu bölge, daha bir çok bölge, d iğer işlevlerinin
yanında, karar verme, hafızayı işletme gibi önemli zihinsel işlevler
üstlenmiştir. Örneğin kısa süreli bellek, yeni bir telefon numara­
sını, numarayı çevirene kadar hatırımızda tutmamızı sağlar. Ge­
nelde faaliyet düzeyi asimetriktir -yani, bir taraftaki daha fazladır.
Beynin işlev inin asimetrikliği, bir asırdan uzun bir zaman önce

43
ZİHNiN HALLERİ

Paul Broca'nın beynin sol yarımkilresinin konuşmaya sağ yarımkü­


reden daha fazla katıldığını keşfetmesiyle tahmin edilm işti. Örne­
ğin, sol yarımkürelerindeki hasarlardan muzdarip olan insanlar di­
lin bazı yönleri için sağ yarımkürelerini kullanabilseler bile, sol y a­
rımkürede meydana gelen yaralanmalar ve inmeler genel likle dil
işlevinde bozukluğa neden olur. Benzer bir şekilde, bi r çok araş­
__

tırma, sağ yarımkilre, korku ve endişe durumunda, sol y ar ımküre­


den daha büyük rol oynadığını oynarken, sol yarımküren in keyif ve
rahatlama hallerine daha fazla katkıda bulunduğunu göstermekte­
dir. Örneğin, beynin sağ ön bölgesinde inme olan ve bunun sonu­
cunda sol yarımkilrelerinin baskınlığı artan yaşlı hastaların iyileş­
tikten sonra daha rahat bir ruh halleri olduğu gözlenmektedir. Bu
hastaların nekahet döneminin ardından rahat bir ruh haline bürün­
düğü görünür. Ancak inme sol ön bölgede ise, bu durumda sağ ta­
raf baskın gelecek hale gelmiştir ve hastalar inmeden önce oldukla­
rından daha gergin ve endişeli hissettiklerini belirtirler. Bu araştır­
mayı göz önüne alarak, fazla tepki gösteren çekingen çocuklar be­
yinlerinin sağ yarımkUrelerinde soldan daha fazla faaliyet gösterir­
ken, girişken çocukların bunun zıddı bir profil sergileyeceklerini
bekliyorduk.
Beynin iki yarımküresinin faaliyetlerindeki farklılığı değerlen­
dirmenin yollarından biri, elektroensefalogramda ya da EEG 'de,
alfa denilen beyin dalgaları modelinin incelenmesidir. Wiskonsin
Üniversitesi ' nden Richard Davidson, çekingen ve girişken olarak
sınıflandırılmış 3 yaş grubu çocukların EEG profi l lerini incelemiş
ve çekingen çocuklarda sol alın bölgesine kıyasla sağ tarafın daha
aktif - yani daha az alfa - olduğunu, diğer taraftan girişken çocuk­
larda da sol alın bölgesinin daha aktif olduğunu bu lmuştur.
Davidson ayrıca beyin faaliyeti biçimlerinin birkaç yıl sabit kalma
eğiliminde olduğunu da bulmuştur. Örneğin çocukların 3 yaşındaki
EEG örnekleri, 7 yaşına geldiklerinde ne ölçüde sakin ya da heye­
canlı hareketl i olacaklarını bir tip olacaklarını bel irleyebilir. Yedi

44
DoöUŞTAN UTANGAÇ MIS INIZ?

yaşındaki çocuklara başlarının üzerinde uçuşan baloncukları yaka­


lamaları söylendiğinde, beyinlerinin sol alın bölgeleri çok daha ak­
tif olanlar coşkuyla hoplayıp zıpladılar ve çok güldüler. Sağ tarafı
daha aktif olanlarsa, aksine, tereddütlü ve ölçUlüydüler, ayak par­
makları üzerinde yükselmekle yetindi ler.
Çekingen ya da girişken davranışın biyoloj ik temeli için daha
fazla destekleyici bilgi Maryland Üniversitesinden Nathan Fox ta­
rafından yapılan çalışmalardan gelmektedir. F ox da meslektaşları­
mın ve benim kullandığımız yeni olaylar dizisinin aynısı kullana­
rak çok sayıda dört aylık bebeği test etti. Ayrıca çocuklar dokuz
aylıkken ve iki yaşındayken birer kez EEG ' lerini kaydetti. Çocuk­
lardan bazıların bu ileri yaşların ikisinde de tutarlı bir şeki lde sağ
ön bölgeleri daha aktifti; diğerlerin her iki yaşta da sol yarımküre­
leri daha aktifti . Üçüncü bir grup bebekte ise dokuzuncu ayda ve
iki yaşlarındaki EEG örnekleri birbirini tutmuyordu. Fox ve ça­
lışma arkadaşları, ayrıca, iki yaşındaki çocukların davranışlarını da
gözlemlemişler ve her iki yaşta da beyinlerin in sağ ön kısmı aktif
olanların çoğunlukla çekingen çocuklar olduğunu bulmuşlardır; ay­
rıca bu çocukların birçoğu dört aylıkken fazla tepkici davranışlar
göstermiştir. Dokuz aylıkken ve iki yaşındayken sol alın bölgeleri
daha aktif olan çocuklar, iki yaşındayken girişkendiler ve dört ay­
lıkken de az tepki veriyor olmaları muhtemeldi .
Fox, ön korteksin iki yanının aşırı aktif olmasının ya da yete­
rince aktif olmamasının yaklaşma ve uzaklaşma davranışı olarak
karakterize ettiği davranışlardaki farklılıklarla ilgili olduğunu ileri
sürer. Yani, sağ ön beyin korteksinin aşırı aktif olması, uzaklaş­
maya ve korkulu duyguların ifade edilmesine bağlanmalıdır. Buna
karşılık, sol ön beyin korteksinin aşırı aktif olması da, keşfedici
davranışlara ("yaklaşma") ve neşeli duygulara bağlanmalıdır. Bu­
nun aksine, sağ ön beyin korteksinin yeterince aktif olmaması,
Fox'un cezalandırmaya karşılık verememe olarak gözlenebilece­
ğine inandığı bir durum olan korkulu duyguları yaşayamamaya

45
ZiHNİN HALLERİ

bağlanmalıdır. Sol ön beyin korteksinin yeterince aktif olmaması,


bazı araştınnacıların depresyon belirtisi olduğuna inandıkları bir
durum olan neşeli duyguları yaşayamamaya bağlanmalıdır.
Bu farklı lıklar yetişkinlerde de görülür. Aşırı utangaç, sinirli ve
huzursuz olduklarını kabul eden yetişkinler, aynı zamanda, sağ alın
bölgelerinde sola oranla daha fazla faaliyet göstermişlerd ir.
Richard Davidson'a göre sol alın bölgesinde oldukça fazla faal iyet
gösteren yetişkinler, kendilerini genell ikle daha coşkulu, enerj ik ve
atik olarak tanımlarlar. Davidson, "Hayatın olağan faal iyetlerinden
daha fazla zevk aldıklarını söylüyorlar" demektedir.
M izacın temelinde yatan biyoloj iye dair son bir i şaret, amig­
dalanın heyecanlanmasıyla i lgili hipotezimizi ve sol ve sağ alın
bölgesinin faaliyetleriyle ilişkili davranışsal farklılıkları bir araya
getirmektedir. İnsan anatomisi hakkında çok az bilinen bir gariplik,
hem yetişkinlerin hem de çocukların genelinde iki elin parmak
uçlarındaki sıcaklığın farklı oluşudur. Çoğu insan ın sol elinin işaret
parmağı sağ elinkinden 0. 1 5 santigrat derece daha soğuktur. Fakat
fazla tepki gösteren çekingen çocukların sağ el işaret parmakların ın
soldakim.: kıyasla daha soğuk olma olası lığı yüksektir.
Peki, bu farklılığın önemi nedir? Uzuvlarımızın deri sıcakl ığı­
nın sempatetik sinir sistemi tarafından kontrol edildiği an laşılmak­
tadır (işte yine amigdalaya döndük). Aynı zamanda, sem patetik si­
nir sisteminin, motor sisteminin aksine, vücudun aynı tarafı nda
güçlü olduğu anlaşılmaktadır. Yani, vücudun sağ tarafının hareketi
beynin sol yarımküresi, sol tarafı da sağ yarımküresi tarafından
kontrol edilirken, sempatetik sinir sistem i çok daha açık bir şekilde
hangi yarımküre baskınsa onun tarafından kontrol edilir. Eğer sol
yarımküre baskınsa, vücudun o kısmının parmaklardaki ince kan
damarları üzerinde daha güçlil sempatetik etkisi olacaktır; bu ne­
denle, soğuk havada kan damarları ısı kaybını engel lemek için bü­
züldüğünde sol elin işaret parmağı sağ elinkinden daha soğuk ol­
malıdır. Bundan dolayı, eğer fazla tepki gösteren, çekingen çocuk-
DoGUŞTAN UTANGAÇ M i S iNiZ?

ların sağ el işaret parmakları daha soğuksa, bunun anlamı sağ ya­
rımkllrenin - korku ve endişe halleriyle olan bağlantısı göz önüne
alındığında - baskın olduğudur.

Cinsiyet ve Kültür Farkhhkları

Fox' un araştırmasında, bizimkinde de olduğu gibi, dört ayl ıkken


fazla - ya da az tepki gösterici olanların birbirlerine olan oran­
larında cinsiyet farklılığı yoktu. Her iki araştı rm ada kullanı lan
toplam denek sayısı 1 000 bebeği bulduğu için, bu tahm ine fazla­
sıyla güvenebiliriz. Fakat iki yaşına geldiklerinde çe k ingen çocuk­
ların daha çok kız çocukları olduğu, girişken grupta da ç oğ u n l uğu
erkek çocukların oluşturduğu görüldü . Ben bu c insiyet farkl ıl ığı­
nın, kısmen kültürel değerlerin ve ai lenin sosyal yap ısı n ın bir so­
nucu olduğuna inanıyorum. Anne babaların çoğu kız çocuklarında
göz lem ledikleri ürkek davranışlardan, erkek çocuklarda duydukla­
rından daha az endişe duyar. Ayrıca kültürümüzde "erkeksi'' cesa­
rete değer veren kültürel kal ıpların bombardımanına tutu lan erkek
çocukları, aşırı çekingen ve korkak oldukları zaman bir çatışma ya­
şamaktadırlar . İ şte bu kü ltürel kal ıplar biyoloj iy le birleşerek erkek
çocukların aşırı çekingenliklerini yenmelerine yardımcı olur. Kız­
lar içinse durum bazı yönlerden bunun tam tersidir: Kızlar için ön­
görülen kültürel kalıp, daha az hareketl i ve taşkın olmalarıd ır. İki
yaşında yapı lan testlerde kızların erkeklere oran la daha çekingen
çıkmasın ın sebebi de budur. Ne var ki, az tepki gösteren kız be­
bekler, aileleri tarafından aksi şekilde yönlendirilmed ikleri sürece
son derece doğal davranan, korkusuz, girişken çocuklar olabilirler.
Asl ına bakarsan ız, testlerimizdeki az tepki gösteren kız çocukların­
dan biri büyüdüğünde herhangi bir girişken erkek çocuğu kadar gi­
rişken olup ç ıkmıştır.

47
ZİHNİN HALLERi

Kültürel farklılıklara gelince, ne yazık ki, çocuklarda biyoloj i.


m izaç ve davranış arasındaki i lişkilere yönel ik başka kültürler üze­
rine yapılmış çok fazla araştırma bulunmamakta. Her ne kadar bir­
kaç çalışma Asyalı bebeklerin çoğunluğunun az tepki gösteren be­
bekler olduğunu ileri sürse de, bu Asyalı bebeklerin kesin olarak
girişken ve hareketl i çocuklar olacakları anlamına gelmez. Uzun
bir süre üreme açısından izole edilmiş gruplar arasında m izaç fark­
lılıkları olması şaşırtıcı değildir. Örneğin çeşitl i kan gruplarının
nispi oranları ya da bazı hastalıkların dağılımı üreme bakım ından
izole edilmiş gruplarda farklıdır.
Fazla ya da az tepkici olmanın beklenmedik biyoloj ik bağlantı­
larından biri, çocuğun beden ve yüz iskeleti ölçü lerinde kendi sini
gösterir� Örneğin Hippokrates uzun boylu, ince yapılı, ektomorfik
beden yapısına sahip kimselerin kalıplı, mezomorfık, orta yapılı
tiplere göre daha çekingen olduklarına inanıyordu. (Ektomorf,
mezomorf ve endomorf terimleri farklı beden yapıları için kul lanı­
lan geleneksel adlardır.) Benzer bir şekilde, Freud' un histeri üze­
rine Josef Breuer ile birlikte kaleme aldığı makalede histeri teşhisi
konmuş bir kadın sıska olarak tanımlanmıştır. Araştırmamızın bir
parçası olarak, fazla ve az tepki gösteren çocukların yüz iskeletle­
rini ölçerek, yüzün uzunluğunun genişliğine oranını ölçtük. Fazla
tepki gösteren kız ve erkek çocukların az tepki gösterenlerden daha
dar yüzleri vardı - yüz genişliğinin uzunluğuna oranı 0,59'un al­
tındaydı . Ayrıca az tepki gösteren çocuklara oranla ektomorfık be­
den yapısına ve daha da sık olarak çok açık mavi gözlere sahip ol­
maya daha yatkındılar. Bu grupta daha sık rastlanırken, çok açık
renk mavi göz de bu grupta sıkça gözlemlenen bir özellikti.
Görüldüğü gibi, bu çocukların sempatetik sinir sistem i daha ak­
tiftir. Mavi gözlerin, ince yüzün ve ektomorfik beden yapısının,
tepkici bir sempatetik sinir sistemiyle ve çekingenlikle ne i lgisi
olabilir? Cenin ana rahmine düştükten üç hafta sonra, sinir yolu -
beynin ve omuriliğin oluşum tamamlanmadan önceki ilk biçim i -
DOGUŞTAN UTANGAÇ MiSiNiZ?

içe doğru kıvrılır ve nöral krest adı verilen bir grup hücre göç et­
meye başlar. Bu hücreler sempatetik sinir sisteminin derinin ve göz
bebeğinin rengini ve yüz kemiklerini bel irleyen hücrelerine,. yani
melanositlere dönüşür. Bu göç eden nöral krest hücrelerinin farkl ı
özelliklerine katkı yapan genlerin aynı zamanda fazla tepkici ol­
mayla bağlantı h olması da mümkündür. Bundan sonraki araştır­
malar bu varsayımın geçerliliğini belirlemek durumundadır.

Sonuçlar

M izacın biyoloj ik temelleriy le ebeveynlerin ve toplumun etkisi


arasındaki ilişki üzerine yapılan araştırmalar büyümekte olan ço­
cuğun gelişen davranışları konusunda birçok ipucu içerir. Çevresel
koşullara ve o laylara bağlı olarak, doğuştan gelen mizaç eğilim le­
rinin hem uyum sağlayan hem de uyum sağlamayan nitelikte neti­
celeri olabilir.
Görüldüğü gibi, az tepki gösteren, girişken çocuklar kolay ko­
lay vesveseli, korkak tipler olmazlar. Bu nedenle, eğer bu çocuklar
atılganlıklarını topluma uyumlulaştıran bir ailede büyürlerse ve
onları asosyal davranışlara itmeyen bir çevrede oynarlarsa, büyü­
düklerinde örneğin cerrahlık, duruşma avukatlığı, pilotluk, şirket
yöneticiliği veya yatırım bankacılığı gibi risk taşıyan toplumun
saygı duyduğu uğraşlar seçme ihtimalleri yüksektir. Ne var ki, eğer
az tepki gösteren, girişken çocuklar saldırganlığın normal karşılan­
dığı ve ayrıca antisosyal davranışlar için önlerine fırsatlar sunan b i r
ortamda büyürlerse, suçlu davranışlarla lekelenmiş bir kariyer c:ı­
hibi olma riskleri fazla tepki gösteren çekingen çocuklara oranla az
daha yüksektir. Suç genlerinin varlığına değil, ama korkusuz, risk
yüklenmekten çekinmeyen bir profil - çevreden yeterl i bir itici güç
alması halinde suç işlemekten çekinmeyecek bir profil - geliştire­
bilen genlerin varolduğuna inanıyorum.

49
ZİHNİN HALLERi

Fazla tepki gösteren, çekingen çocukların karşı karşıya olduk­


ları muhtemel sonuçlar ve riskler çok daha farklıdır. Bir taraftan,
bu çocukların, örneğin, suç nitelikli ya da hatta asi davranış belir­
tileri sergilemeleri nadirdir - ve belki de bu durum pek şaşırtıcı de­
ğildir. Ancak, bu çocukların fizyoloj ik yapılarının diğer i_nsanların
çoğunluğunun zararsız olduğunu düşüneceği olaylar karşısında
aşırı duyarlı olmalarına yol açması göz önüne alındığında, bu in­
sanların çoğu bir terapiste başvurmak zorunda kalmadan hayatla­
rını devam ettirmeyi başarabilseler dahi, bu mizaç tipinin nüfusun
geneline oranla kaygı bozuklukları konusunda daha yüksek bir risk
taşıması da şaşırtıcı olmamalıdır. Elde ettiğimiz kanıtlar, fazla
tepki gösteren, çekingen çocukların yaklaşık yüzde l O'unun yeni­
yetmelik döneminde sosyal fobi belirtileri göstereceğine işaret et­
mektedir. Partilerden ve yabancılarla iletişimde bulunmalarını ge­
rektiren her durumdan kaçmaya çalışacaklardır. Sınıfta konuş­
mama eğiliminde olacaklardır ve konuşma yapmaları istendiğinde
aşırı ürkeklik göstereceklerdir.
Bu iki mizaç tipiyle (bir çok muhtemel m izaç tipinden yalnızca
ikisi olduğunu unutmayalım) bağdaştırılabilecek kişisel görüşlerin
farklılığını göz önünde bulundurursak, ebeveynlerin ve eğitmenle­
rin çekingen çocuklara korkularını yenme, girişken çocuklara da
enerj ilerini ve coşkunluklarını yönlendirme konusunda yardımcı
olurken karşılaştıkları güçlükleri anlamaya başlayabiliriz. Aynı
zamanda iş arkadaşlarımızın ve yetişkin aile üyelerinin benzer
olaylar karşısında gösterdikleri birbirinden çok farklı tepkileri de
anlamaya başlayabiliriz.
Duyularımızdan gelen bilgilerin beyin korteksine, yani beyn in
düşünen kısmına iletilmeden önce amigdalaya ulaştığını ve evrime
dayanarak konuşacak olursak, amigdalanın görevinin muhtemel
tehlikelere tepki vermek olduğunu unutmayın. Bu nedenle eğer
amigdala herhangi bir tehlike sezinler ve mesela kasların gerilmesi
gibi bir bedensel tepki geliştirirse, biz am igdalanın tepki gösterme-

50
DOGUŞTAN UTANGAÇ MISINIZ?

sine yol dürtünün bilincine varamadan gerilmiş kaslardan gelen


duyusal geribildirim bilincimize ulaşabilir. Genellikle sebebini tes­
pit edemeden bu gerginliğin farkına varırız.
Yetişkinlerde bedenin her tarafından gelen bu duyusal geribildi­
rimin yoğunluğu ve niteliği farklıdır. Günlük yaşamda bir dereceye
kadar hepimiz yaşarız bunu. Fakat kolay heyecanlanan bir
amigdalaya ve değişken bir sempatetik sinir sistemine sahip olan
fazla tepki gösteren, çekingen çocuklar, az tepki gösteren yaşıtla­
rına oranla daha yoğun geribildirim yaşayabilirler. Dahası, muhte­
melen bunu daha sık hissedeceklerdir. Ş imdi şu soru sorulabi lir:
Bunları nasıl yorumluyorlar? İ nsanların yüksek bir kalp atışı hızını
ya da bedensel gerginliği veya rahatsızl ığı yorumlama biçim leri bir
kültürden diğerine değişir. Sorumluluğun bireylere yüklendiği Ba­
tıl ı toplumlarda, örneğin, Amerikalılar bu gerginliği yan l ı ş bir şey
yapmış olmanın - bir hata ya da bir arkadaşa yönelik soğuk bir tu­
tum - sonucu olarak yorumlayabilirler. Bu gerginlik hissini açık­
lamak için bulunabilecek ufak tefek kusurlar ise her zaman hazır­
dır: sabah çıkarken eşimizi öpmemişizdir; ya da çocuğumuza uyu­
madan masal okumamışızdır; veya bir iş arkadaşımıza kibar dav­
ranmamışızdır. Bir sebebi olmaksızın sık sık son derece yoğun du­
yusal geribildirimleri tetikleyen bir m izaçla doğan yetişkinler veya
çocuklar dünyanın tehlikeli bir yer olduğu ve ne yaparlarsa yap­
sınlar hep bir şekilde hatalı oldukları duygusu altında ezilmiş ola­
bilirler. Yirminci yüzyılın en öneml i felsefecilerinden biri olan
Ludwig Wittgenstein ' ın yazdığı gibi düşünebilirler: "Fel sefi çalış­
malarımı düşünürken ve kendi kendime ' yok ediyorum, hep yok
ediyorum' derken aklıma geldi bugün. Fazla zayıf, fazla sakin ve
önemli şeyler başaramayacak kadar tembelim."
Bir bireyin mizacının en önemli sonuçlarından biri bedenin du­
yusal geribildirimi ve bunun nasıl yorumlandığıdır. B u geribildiri­
min sık sık suçluluk ve kaygı olarak yorumlanması, çekingen ço­
cuğun bu hisleri tetikleyen koşullardan kaçınma eğil imini arttıra-

51
ZİHNİN HALLERi

caktır. Ne var ki, gördüğümüz üzere, birinin davranışlarını değiş­


tirmeye yönelik bilinçli girişimler etkili olabilir. Çocuklar ailele­
riyle, yetişkinler terapistleriyle işbirliğ i yaptıkları takdirde bunu
başarabilirler. Dünya korkularını yenmeyi başaran ve topluma bir
şeyler katan değerli bireyler haline gelen çekingen çocukların ör­
nekleriyle doludur. Ayrıca şiddet ve tehlikenin hakim olduğu çev­
relerde oturan ilgisiz ailelerin içinde büyümenin risklerini aşan gi­
rişken çocukların örnekleri de çoktur. Sonuç olarak, kişiliğin ne
kadarı genlere dayalı, ne kadarı çevreseldir gibi bir soru sormak,
tipi ne ölçüde soğuk havadan kaynaklanır ne ölçüde havadaki
nemden diye sormak gibidir.

52
3

KABUSTAKİ BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESİ:


YARATICILIK VE RUH HALİ
RAHATSIZLIKLARI

Kay Redfleld Jamison

Utangaç, çekingen insanların bir uçta; dışadönük, girişken insanla­


rınsa öbür uçta yer aldığı m izaç yelpazesi, çoğumuzu içine alacak
denli çeşitli ve geniştir. Boşanma, ölüm, ya da işsiz kalmak gibi
özel hayatla ilgili olaylar, en insan canlısı ve iyimser, neşeli olanla­
rımızı bile bir süre hayattan koparıp, acılarımızla ya da üzüntü­
müzle baş başa kalmak isteği yaratabilir. Bir çocuğun doğumu,
aşık olmak yada piyangodan para çıkması gibi olaylar da bir süre
için bizi bulutlarda uçurabilir, ne var ki, karakter yelpazesinin çe­
kingen ucundakiler için "bulutlarda uçmak" muhtemelen göreceli
bir terimdir. Ancak bilim adamlarının bulgu larına göre, çoğumuz
çoğunlukla da birkaç haftalık yada ayl ık bir sürecin ardından ister
hafifçe olumlu olsun ister olumsuz, her zamanki halim ize döneriz.
Kişileri, görünüşe bakılırsa telafi edi lemez bir biçimde, derin
bir depresyona sokan ya da ailelerini ve kariyerlerini mahvederek
onları manik-depresif hastalığının tehl ikeli çıkışlarıyla ve zayıfla­
tıcı inişleriyle saran ağır ruh hali bozuklukları yaşayan her beş
Amerikalı' dan birine ne demeli? Bu rahatsızlıklar ilk bakışta zan-
ZiHNİN HALLERi

nedildiği gibi yalnızca mizaç yelpazesinin uç noktalarını temsil


etmezler, daha çok, mizaç gibi beynin biyoloj ik yapısından kay­
naklanıyor olsa da, bu rahatsızlıklar başka bir fenomenler dizisidir.
Son 20-30 yılda, sinirbilimciler, bu rahatsızlıkları tamamen yok
etmek mümkün olmasa da, daha etkili tedaviyi bulmak üzere dep­
resyon ve manik-depresif hastalığına zemin hazırlayan genet ik
özellikleri hedef almaya başladılar. Bu arada araştırmacılar sürekl i
olarak bu hastalıklardan muzdarip olanları i laç, elektrokonvülsif
terapi (ECT) ya da beynin manyetik uyarımı gtbry öntemlerle te­
davi etmenin yollarını araştırıyorlar.
Artık kimsenin böyle bir tedavinin hastaların toplumun üretken
üyeleri olmaya ve kendi hayatlarını kontrol etmeye devam etmeleri
için gerekli olup olmadığını tartışmamasına rağmen, Johns
Hopkins Tıp Fakültesi Psikiyatri profesörlerinden Dr. Kay Redfield
Jamison ruh hali rahatsızlıklarının genetik bulmacasını çözerken
başka neyin tehlikede olabileceği sorusunu yöneltiyor. Jam ison' ın
yetenekli sanatçıların, yazarların ve müzisyenlerin ailelerinde dep­
resyonun ve manik-depresif hastalığının yaygınlığı üzerine olan
araştırması, Jamison' u bir insanı bu hastalıklara eğilimli yapan
genlerin ayn ı zamanda yaratıcılık konusunda bir eğilimi berabe­
rinde getirip getiremeyeceği şüphesine götürmektedir. Eğer durum
gerçekten böyleyse bu hastalıkların tedavisi sanat kaynaklarından
birinin kurutuluyor olabileceği anlamına m ı geliyor? Bu kışkırtıcı
soruyu tartışırken, Jamison esas olarak, büyük yankılar uyandıran
Touched With Fire: Manic-depressive Il/ness and the Artistic
Temperament adlı kitabı için yaptığı araştırmaya dayanıyor.

ve depresyon yıkıcı hastalıklardır.


MAN I K- D EPRES İ F H ASTALI Ô I
Hem klinik açıdan hem de insani yönden bu hastalıkların en önemli
sonucu öldürücü olabilmeleridir. Her yıl Amerika Birleşik
Devletleri' nde meydana gelen 3 1 .000 intihar vakasının -AIDS
yada cinayet sonucu olan ölümlerden aaha fazla - yaklaşık yüzde

54
KABUSTAKi BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESi

60-80' i depresyon ve manik-depresif hastalığı ile bağlantılıdır. Ge­


nel nüfusun yıllık yüzde l ' lik intihar oranıyla kıyaslandığında, bu
hastalıklardan herhangi birinden muzdarip olan insanların yüzde 1 5
ila yüzde 20'si intihar etmektedir. Bu nedenle bu ruh hali rahatsız­
lıkları i le sanatsal yaratıcılık arasındaki ilişkiye dair tartışmalar,
hiçbir şekilde bunları romantikleştirme çabaları olarak yorumlan­
mamalıdır. Yaklaşık yirmi kez akut mani nedeniyle hastaneye kal­
dırılan Amerikalı şair Robert Lowell, manik dönem lerinden birini
bir "kabustaki büyülü bir portakal bahçesi" olarak tanımlam ıştı.
Olayın her iki yönü de, yani portakal bahçesi ve kabus yönü de bu­
rada inceleyeceğimiz sanatçı ların yaşamları r�da önemli yere sah ip­
tir.
B irçok insanın uzun zamandır deha ile del ilik arasında bir bağ­
l antı olduğundan kuşkulanmasına rağmen, geçtiğimiz yirmi yılda
biz dizi sistematik araştırmanın ortaya çıkmasına kadar bu bağ bü­
yük oranda belgelenmiş anekdotlara dayanıyordu. Bu araştırmalar
bir tarafta mani ve depresiflik ve diğer tarafta tanınm ış sanatçıların
yaratıcı eserleri olmak üzere bunlar arasındaki bağlantıyı inceleme
çabasıyla hem ölmüş hem de yaşayan sanatçıları ele atmıştır. Elde
edilen sonuçlar kayda değer biçimde tutarl ı olm ı.ıştur. Aslına bakı­
lırsa, tutarlı l ığın derecesi, daha yanıtlanacak bir çok soruyu gün­
deme getirmiştir: Eğer belirli psikopatoloj i türleri ile sanatsal yara­
tıcıl ık arasında bir ilişki. varsa, bunlardan etkilenen sanatçı lara uy­
gulanacak tedavinin sonuçları ne olacaktır? Ve özell ikle manik­
depresif hastalığının genetik bir hastalık olduğunu düşünürsek, ge­
netik araştırmalarından elde edilecek yeni bulgular toplum açısın­
dan ne sonuçlar doğurur?

Geriye Dönük Teşhis

Psikiyatriste başvurmuş bir kimsedeki ruh hali rahatsızlığını


teşhis etmek mümkündür. Fakat uzun süre önce ölmüş bir yazara

55
ZiHNiN HALLERi

yada sanatçıya geriye dönerek nasıl teşhis konabilir? Birçok açıdan


teşhis süreci hep aynıdır. Araştınna ister yüz yüze yapılan bir mua­
yene esnasında olsun, ister mektupların, dergilerin, tıbbi kayıtların
ve kişiyi tanıyanların gözlemlerinin incelenmesiyle olsun, ilk hedef
klinik bir tanımlama bulmaktır. Yani, bu kişi belirtileri nasıl tarif
etmiş, onları nasıl algılamış ve nasıl ifade etmiştir? Bundan sonraki
ipucu, hastalığın doğal seyrine, bazı belirti biçimlerine ve zaman
içinde nasıl devam ettiklerine bakarak elde edilir. Krizler ne kadar
şiddetlidir, ne kadar sürer ve ne kadar sık tekrarlanır? Bu yap-bo­
zun bir diğer parçası ise, özellikle manik-depresif hastalığı gibi ge­
netik bir hastalıkta bazı yönlerden çok daha aydınlatıcı olan, aile­
nin şeceresidir. Bir insanın ailesinin soy ağacına bakı ldığında,
mani, depresyon yada psikoz gibi hastalıkların belirtileri yalnızca o
kişide m i gözlenmektedir, yoksa hastanın birinci dereceden yakın­
larında da -anne, baba, kardeşler ya da çocuklar - psikiyatrik has­
talıkların benzer örnekleri var mıdır?
Ö ncelikle klinik tanımlamalara bakarsak, bu hastalıklardan
muzdarip sanatçılardan bazılarının bunları nasıl yaşadıklarına dair
bir fikir edinebiliriz. Aşağıda yer alan Uç kısa tariften ilki melan­
koli, ya da depresyona, ikincisi hafif maniye, sonuncusu ise ağır
maniye aittir. Sonradan depresyon teşhisi konan hastalar genell ikle
başlangıçta doktora uyuşukluk - yorgunluk, uyku bozuklukları
yada karşı konulamaz bir bitkinlik hissi - gibi depresif bir ruh ha­
linden şikayet ederek başvururlar. Birinci Dünya Savaşında ölen
Galli şair Edward Thomas duygularını şöyle dile getinniştir: "Bir
daha yaz gelmeyecek ve ben her şeyden yılmış durumdayım. Du­
ruyorum, çünkü gidemeyecek kadar cansızım, sürünüyorum, çünkü
bu dunnaktan daha kolay. Dünyamda ölmüş yüreğimden ve bey­
nimden başka hiçbir şey yok." 1
Yelpazenin diğer ucuna doğru hafif mani vardır. Bu durumun
başlangıcında harika bir iyilik ve kainatla bütün olma hissi söz ko­
nusudur. Manik-depresif olan Amerikalı şair Theodore Roethke
KABUSTAKİ BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESi

şöyle yazmıştır: "Sebepsiz yere kendimi çok iyi hissetmeye başla­


dım. B irdenbire, çevremdeki her şeyle nasıl bütünleşeceğimi anla­
dım. B ir ağaç, bir yaprak hatta bir tavşan olmanın ne demek oldu­
ğunu b iliyordum. Fazla uyumuyordum. Bu harika duygular eşli­
ğinde dolanıp duruyordum. Bir gün ufak bir lokantanın önünden
geçiyordum, birdenbire bir aslan olmanın ne demek olduğunu his­
settim. Lokantadan içeri girerek tezgahtaki adama 'bana bir biftek
getir' dedim, 'pişirme, sadece getir' . O da bana pişmemiş bifteği
getirdi ve ben de yemeye başladım."2 Tesadüfe bakın ki, Roethke
bunları bağlı bulunduğu fakUltenin dekanı (o zamanlar bir İngilizce
bölUmünde ders vermekteydi) kendisini mani nedeniyle akıl hasta­
lıkları hastanesine yatırmadan hemen evvel yazmıştır.
Roethke bir tür mani çeşidinin, hayali ve kozmik bir halin baş­
langıç safhasını anlatıyordu. Fakat bu durum daha da kötüye gide­
bilir; insanların sanrılarla dolu bir hayal dünyasında yaşad ığı
psikotik bir mani evresi gelebilir. Örneğin, Robert Lowell şöyle
diyordu: "Yedi yıl önce patoloj ik bir coşkunluk krizi geçirdim.
İ çeri kapatılmadan bir önceki gece Indiana'da Bloomington so­
kaklarında şeytanların ve eşcinsellerin aleyhine bağırıp çağırarak
koşmuştum. Arabaları durdurabileceğimi, sadece yolun ortasında
durup kollarımı iki yana açarak bunu yapabileceğimi sanıyordum.
Bloomington, Joyce'un kahramanını ve Hıristiyanlık'ta yeniden
doğuşu tems.i l ediyordu. Indiana ise kötü ruhlardan arınmamış
Amerikan yerlilerini simgeliyordu. Kutsal Ruh' un reankamasyonu
olduğumu düşünüyordum, cinayet işleyecek derecede hayal görür
olmuştum. Böyle bir deneyimin görkemini, şiddetini ve bayağılı­
ğını öğrenmiş olmak yozlaştırıcı3
Lowell' in de tarif ettiği gibi, manik deneyimin değişik evreleri
bulunmaktadır. Psikozun yanında, hasta ayrıca kendinin çok
önemli bir kişi olduğuna inanır, bunun yanında güçlü bir paranoya
da vardır.
Hem ağır depresyon hem de manik-depresif hastalığı hakkında
klinik olarak çoğunlukla hafife alınan bir nokta, hastaların bir mani

57
ZiHNİN HALLERi

ya da depresyon krizini atlatmalarının ne kadar sürdüğüdür. İ nsan­


lar iyileşerek normal hayatlarına dönebildikleri halde, iyi leşme ve
kendini toparlama süreci uzun ve zor olmaktadır. Lowel l ' ın da de­
diği gibi, "Ü ç aylık patoloj ik coşku döneminden sonra sakinleş­
mem iki yılı buldu. Sanki derim yüzillmüştü ve sinirlerimin her biri
kauçuk bir hortumla dövülmüştü.

Man ik Depresif Hastahğ mm Seyri

Ç ift kutuplu manik depresif hastalığının ortalama başlangıç yaşı on


yedi-on sekizdir. Manik evresi olmaksızın seyreden tek kutuplu
depresyon, yani ağır depresyon, bundan yaklaşık on sene sonra,
hasta yirmili yaşlarındayken görUIUr. Siklotimi adı verilen daha az
şiddetli olan manik-depresif hastalık ise bu ikisinin arasında görü­
lür. Manik depresif hastalığı yapısı bakımından nöbetseldir, bir nö­
betten sonra, en azından hastalığın başında, kişi genell ikle temel
haline dönecektir. Çoğunlukla bu nöbetler mevsimlik bir seyir iz­
lerler. Eğer kişi tedavi edilmezse nöbetler gitgide kötüleşir; daha
sık görülmeye başlar ve daha ağır geçirilir. Tedavi edi lmeyen
manik evre bir ita Uç ay devam eder, aynı şekilde tedavi edilmeyen
tek kutuplu depresyon ise en az altı aydan başlamak üzere dokuz
aya kadar devam edebilir. Ciddi psikopatoloj ik rahatsızlıklar için
bunlar çok uzun sürelerdir. Daha sonraları bu nöbetler öyle sıklaşır
ki, hastalık kronik bir görünüm kazanır. Sonuç olarak, bu hastalığı
ağır bir şekilde yaşayanların yüzde 20' si için sonuç intihar olur.
'•

Lord Byron

Lord Byron' un hayatı manik-depresif bir insanın hayatı için iyi


bir örnek teşkil eder. (Daha sonra da göreceğimiz gibi Lord

58
KABUSTAKİ BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESİ

Byron'un hem anne hem de baba tarafından akrabalarında manik­


depresif hastalığı ve intihara rastlanmıştır.) Şiddetli depresyonu ilk
gençliğinde yaşadığını söylese de, yedi-sekiz yaşlarında küçük bir
çocukken bile kontrolsüz öfke krizleri geçiriyordu - bir seferinde
göğsüne bir bıçak dayamıştı. Yaşı ilerledikçe bu öfke krizleri daha
da kötü bir hal aldı.
Byron, Cambridge Ü niversitesi'nde öğrenciyken bu nöbetlerden
biri başlamıştı bile. En önemli Byron biyografisi yazarı olan Leslie
Marchand' ın belirtt i ğine göre, o dönemde birbirini takip eden dep­
resyon hallerini ve bir "vurdumduymazlık" halini Byron zaten ya­
şamaktaydı ve bu da Byron' ın davranışlarını anlatmanın uygun bir
biçimidir. Bu dönemde Byron şöyle demiş: "Depresyonun pençe­
sindeki moralim dışında her şeye kavuştum, kendimi hiç mutlu ol­
mamaya mahkum hissediyorum. Dünya üzerinde yapayalnız bir
varlığım, beni hayata bağlayacak hiçbir bağ yok."4
Yukarıda yazılanlar bazı açılardan bir üniversite öğrencisinin
aşırı duyarlılıklarının oldukça tipik bir örneği olabilir. Fakat genç­
lik döneminin ruh hali bozuklukları olan insanlar için hayli riskl i
bir dönem olduğunu belirtmekte fayda vardır ve Byron' ın çektik­
leri normal gençlik buhranlarından çok daha fazla şeylerdi. Byron,
birkaç yıl içinde kendisini aşırı sarsan psikoloj ik durumunu, kederl i
hallerini ve bunların düşüncesi üzerine olan etkilerini sıkça yazar
oldu. Ruh hali bozuklukları sadece ruh halini, uykuyu ve enerj iyi
etkilemekle kalmaz, örneğin, şiddetli depresyon, fazlasıyla del irtici
olabilir. (Aslında yaşlılarda rahatsızlığın şiddetli depresyon olarak
mı, yoksa yaşlılıktan ileri gelen dengesizlik olarak mı adlandırıla­
cağına karar vermek zordur. Şiddetli depresyon geçiren insanlar
dikkatlerini toplayamaz, kendi düşüncelerini ve konuşmalarını ta­
kip edemez, genellikle okuyamaz yada televizyon izleyemezler.)
Byron' un tarif ettiği ince ayarının bozulduğu hissiydi. "Gitgide
daha da gergin oluyorum," diye yazıyordu. "Ne yazabiliyor, ne
okuyabiliyorum, ne kendimi ne de başkalarını neşelendirebiliyo-

59
ZİHNİN HALLERi

rum. Günlerim cansız, gecelerim huzursuz. Delirmeye doğru git­


mediğimden emin değilim. Beni şaşırtacak, düşüncelerimi derleyip
toplayabileceğim bir yöntem arıyorum."
Depresyonları daha da sıklaştı ve kötüleşti . Bu depresyonlar ço­
ğunlukla intihara meyilliydiler ve kız kardeşi, arkadaşları ve daha
sonra karısı onun kendisini öldürmesinden korkuyorlardı: Byron
genellikle yatağının yanı başında bir silah bulundururdu ve elinde
bu silahla holde bir aşağı bir yukarı gezinirdi. Mrs. Byron şöyle
anlatıyor: "hemen her gece kalkar korku ve endişe içinde salonda
gezinirdi. İ ntihar girişimlerinden birini daha gerçekleştireceğinden
korkarak endişeyle beklerdim."
Byron kendini vurarak intihar etmedi. Otuz altı yaşında Yuna­
nistan' ın bağımsızlığı için savaşırken orada öldü. Sürgündeydi,
çeşitli skandallar yüzünden İ ngiltere'den sürülmüştü, fakat, kendi­
sinin de söylediği gibi, Yunanistan' a ölmeye gitmişti . Yaşamaktan
yorulmuştu ve her geçen gün kendini daha da ilerleyen ağır bir
depresyonun pençesinde buluyordu. Bir arkadaşı Byron' un "nereye
giderse gitsin kendini baskı kurbanı ilan ettiğini" yazdı, hayatının
sonlarına doğru "bir konfederasyonun peşine adam takarak sürekli
kendisini rahatsız ettiğini söylüyordu; bundan başka artık kendinde
olmadığını açıkça ortaya koyan binlerce saçma şey söyledi." Bir
başka arkadaşı ise şunları söylüyordu: " İ laçlarını almayı reddedi­
yordu, deli gibi giysilerini üzerlerinde tepinerek parçalardı. Arka­
daşlarından biri yanına gitmişti fakat dönmesi uzun sürmedi, Lord
Byron 'un odada kırılmadık eşya bırakmadığını ve onu bir dakikalı­
ğına zaptetmek için en az on kişi gerektiğini söyledi. Doktor,
Smith 'ten onu bir ilaç içmeye razı etmesini istedi. Odaya giren
Smith, Byron' u odanın öbür ucunda tuzağa düşürülmüş bir hayvan
gibi, yarı çıplak dikilir bulmuş. 'Gözüme görünmeyin şeytanlar !
Huzur yok mu bana? Bu cehennemden kaçış yok mu? Gidin diyo­
rum ! ' şeklindeki bağırışlarına karşın ona yaklaşmaya kararlıydım,

6o
KABUSTAKi BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESİ

fakat yanındaki sandalyeyi kaptığı gibi kafama fırlattı. Hemen


kaçtım oradan ."7

Ü retkenlik Biçim leri

Yukarıda Lord Byron örneğinde olduğu gibi hastalıkların ve


hastalıklarla bağlantılı olayların biçimlerine bakmamıza ek olarak
bir kimsenin üretkenlik biçimini de inceleyebiliriz. Hastalık sıra­
sında dalgalanmalar söz konusu oldukça hastanın enerji ve dü­
şünme biçimlerinde de dalgalanmalar olduğunu biliyoruz. Ö rneğin
yazarların çalışmalarından yola çıkarak, bu kişilerin yaklaşık yarı­
sının gayet disiplinli ve düzenli olduklarını da biliyoruz. Kendile­
rine günde ne kadar yazmayı hedef belirledilerse, ki bu günde bin
yada iki bin sözcük olabilir, hemen her gün bunu gerçekleştirirler.
Fakat yazarların diğer yüzde 50' lik kısmı çaba sarf ederek yazarlar,
örneğin bir senede üreteceklerini birkaç ayda hatta birkaç haftada
yazarlar ve bu sürenin içinde hiçbir şey üretemedikleri ya da çok az
şey üretebildikleri uzun dönemler olur.
Biyografi yazan bir kimse, yazarın üretken dönemlerinin, mani
hastalığıyla ilintili olabilecek uyku düzenindeki değişimler ya da
harcama alışkanlılçlarındaki, cinsel davranışlardaki, ilişkilerdeki ve
benzeri davranış şekillerindeki değişimlerle paralellik gösterip
göstermediğine bakar. Bu davranış değişiklikleri cinsel hayatta ya
da arkadaş ilişkilerinde ortaya çıkabilir ve uyku düzensizlikleri de
bu bağlamda önemlidir. Mani yada hafif maniyi takip eden bu fır­
tınalı dönemin en önemli özelliklerinden biri hastaların az uyuma­
sına rağmen enerj ilerinin dorukta olmasıdır. Düşünceleri bir konu­
dan diğerine atlarken üretkenlik had safhadadır. Manik devrenin
sonraki aşamalarında, kişi alıngan ve kuşkucu olur, kendi düşün­
celerinin doğru olduğuna emindir. Bu, düşüncesizce yapılan hare­
ketlere ve yanlış kararların verilmesine yol açabilir; kişi büyük
ZiHNİN HALLERİ

miktarlarda para harcar ya da sorgulanmaya açık cinsel beraber­


likler kurar.
Üretkenlik çizgisi bu çerçevede incelenen bir diğer sanatçı da
Alman besteci Robert Schumann 'dır. İki İ ngiliz psikiyatrist Eliot
Slater ve Adolph Meyer, Schumann' ın profesyonel müzik hayatı
boyunca ürettiği eserlerin bir dökUmUnU yaparak, belli ·bir yıl
içinde ortaya koyduğu eserlerin, o yılda baskın olan ruh haline göre
şekillendiğini göstermişlerdir. Bu nedenle, örneğin, Schumann' ın
intihara eğilimli veya ağır depresyonda olduğu dönemde, mektup­
larına ve günlUğUne bakılarak, normale oranla oldukça az eser
üretmiştir. Diğer taraftan, hafif mani, ya da manik evrede olduğu
yıllarda ise gayet fazla üretmiştir. Hayatının son iki buçuk yılını
akıl hastanesinde geçiren Schumann, bu dönem içinde neredeyse
hiçbir eser ortaya koymamıştır. [Şekil 3]
Manik-depresif hastalığının geriye dönük teşhisinin konmasında
klinik tedavi tablosu da önem taşır. Theodore Roethke'nin manik
krizlerinin seyri tipik bir tablo çizer. Hastaneye yatırı lmasına sebe­
biyet veren ilk mani krizi genç bir yaşta olmuştu. İ kinci krizin gö­
rülmesi alışılmadık derecede uzun bir süreden sonra olmuştur. Bu
sürenin manik-depresyondan muzdarip çoğu insana göre çok uzun
olması, Roethke' nin bu süre zarfında manik olmadığını göstermez,
fakat krizlerinin hastaneye kaldırmayı gerektirecek kadar şiddetl i
olmadığı açıktır. Daha sonra krizler iyice sıklaşmıştır, öyle ki öl­
meden önce iyice kronik bir hal almıştır. Manik nöbetlerin sonba­
har ve kış mevsimlerinde sıklaşması, mevsimkre bağlı bir duru­
mun da söz konusu olduğunu gösteriyor.
Benzer hastaneye kaldırılma vakalarının incelenmesi, Vincent
van Gogh, Edgar Allan Poe ve daha birçok yazar, sanatçı ve mü­
zisyen için de mümkündür. Örneğin, hem van Gogh'da hem de
Poe'da psikoz ya da şiddetli depresyon krizlerinin ölümden önceki
dönemde arttığı görUlmUştUr. Van Gogh otuzlu yaşlarının ortala-

62
KABUSTAKİ BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇES i

rında intihar etmişti. Poe da kırk yaşında alkolden ölmeden bir sene
önce intihara teşebbüs etmişti.

... .
...
"'

··,: ',. ( ....


) ·-
t ...n..ıı
·.

-

Şekil 3: Besteci Robert Schumann'ın üretkenliği, neredeyse otuz yılı aşkın


bir süre boyunca eserlerinin numaralarıyla da gösteri ldiği gibi, manik­
depresif hastalığının çarpıcı etkilerini ortaya koymaktadır. Örneğin manik
evreler yaşadığı iki yılda, iki düzineden fazla müzikal eser vermiştir-ağır
depresyon yaşadığı bir yılda müzikal üretiminin tamamen durmasıyla tam bir
tezat. Çizelgeyi hazırlayan K. R. Jamison, S. Karger AG, Basel'in izniyle.
Fotoğraf: Corbis-Bettmann.

Ölüm Neden leri

Bu, bizi hastalığı doğal seyrinin son noktasına getirir: İ nsanlar


nasıl ölürler? Depresyon yada manik-depresif hastalarını vaktinden
önce ölüme götüren başlıca iki sebep vardır. Bunlardan birincisi ve
ZiHNiN HALLERi

en önde geleni elbette ki intihardır. Diğer bir önemli neden de kalp­


damar rahatsızlıklarıdır. Genel nüfus içinde intihar oranı yaklaşık
yUzde l 'dir, yani her yUz kişiden biri intihar edecektir Sanatçı ve
.•

yazarlardaki intihar olaylarının sistematik incelemesini yapan bir­


kaç çalışmadan elde edilen sonuçlara göre, intihar oranı sanatçı-
·

larda çok daha yüksektir: yUzde 6 ila yüzde 1 8.


Aslına bakılırsa, çoğu genç yaşta intihar eden ressamların, bes­
tecilerin ve yazarların listesi şaşılacak derecede kabarıktır. Genç
yaşta intihar eden sanatçılardan belki de en iyi bilineni şair Thomas
Chatterton' dır. On yedi yaşında öldüğünde eserleriyle bir çok Ro­
mantik dönem şairinin üzerinde derin etkiler yaratmıştı.
Wordsworth, Byron, Shelley, Keats ve Coleridge Chatterton'un
şiirlerinden çok etkilendiklerini bizzat belirtmişlerdir. Genç ya­
şında yarattığı bu etki göz önüne alınacak olursa, bize ancak eğer
daha uzun süre yaşasaydı ne gibi eserler üretebileceğini merak et­
mek kalıyor. Başka bir şair, bu yüzyılın en önemli lirik şairlerinden
Vladimir Mayakovsky de otuzlu yaşlarının ortasında, neredeyse
Vincent van Gogh ile aynı yaşlarda ve aynı şekilde intihar etm işti:
kendini tabancayla vurarak. Mayakovsky intihar notunda şöyle di­
yordu, "Dünyanın ne kadar sessiz olduğunu bir görün. Gece gök­
yüzünün üstüne ağır yıldız yükünü serdi. Böyle zamanlarda kalkar
ve çağlarla, tarihle ve evrenle konuşursunuz."8
Y ine intihar eden Amerikalı şair John Berryman örneği de, inti­
harın karmaşıklığına ve geride kalan aile üyelerinin psikoloj ik du­
rumuna iyi bir örnektir. Berryman' ın hem babası hem halası intihar
etmişti. Babasının intiharı Berryman için çalışmalarına hep yansıt­
tığı bir saplantı halindeydi. Şiirlerinden birinde şöyle diyor: "Ba­
bamın mezarı üstünde öfkeyle duruyorum / sık sık, / bu korkunç
ziyareti birine yapıyorum / bana gelemeyecek birine, defterini
dUrmüş, yırtmış birine / ben daha fazlası için döndüm / bu korkunç
bankacının mezarına tükürüyorum / kalbine ateş eden bu adamın."9
KABUSTAKi BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESi

Şekil 4: 1 848'de intihara teşebbüs eden Edgar Allan Poe'nun yıpranmış yüz
hadan, yaşamının sonuna doğru sayıları artan ağır depresyonları
yansıtmaktadır. Poe, 1 849' da ölmüştür. Arşiv Fotoğralan I PNI.
ZiHNIN HALLERi

Edgar Allan Poe ölümünden bir sene önce yüksek dozda


laudanum adlı afyondan üretilen ağrı kesiciden almış olmasına
rağmen, açık bir biçimde intihar etmemiştir. Bu fotoğraf [Şekil 4]
intihar girişiminden birkaç gün sonra çekilmişti . Bundan birkaç
gün sonra da bir arkadaşına şöyle yazmıştı: "sana veda ederkenki
kederin acısını hissettin, gördün -Kasveti nasıl tanımlarım hatırlar­
sın - hastalığın korkunç habercisini. . . . Yatağa gittim ve o uzun
upuzun korkunç umutsuzluk gecesi boyunca ağladım . . . Şeytan hala
bana işkence ediyordu. En sonunda elli gram laudanum buldum.''
10
Lord Byron da bundan daha az işkence çekmem işti, ama
Poe' dan farklı olarak alaycı bir tarzı vardı. "Şimdiye kadar birçok
kereler beynimi dağıtmıştım, ama bunun kayınvalidemi . ne kadar
sevindireceği aklıma geldi, yine de yapsaydım muhakkak hortlayıp
gelerek onu sıkça ziyaret ederdim . . . '' 1 1
.

Aile Şeceresi

Manik-depresif genetik bir rahatsızlıktır. Diğer bir deyişle, durum,


aşırı duyarlı olan o sanatçının ya da yazarın dünyanın üstüne
geldiğini hissedip, depresyona girmesinden ibaret değildir. Bu ki­
şilerin çoğu genetik olarak akıl hastalıklarına eğilimlidirler. Ço­
ğunlukla hastalığa ailelerinde de rastlanır. Kalıtsal eğilimin ya­
nında, bu kişilerin dünyayla ve kendi yetenekleriyle son derece
karmaşık etkileşimleri vardır.
Hem anne hem baba tarafından akrabaları hakkında detaylı bilgi
sahibi olduğumuz örneklerden biri V ictoria dönemi şairi Alfred
Tennyson'dır. Manik-depresif hastalığı üzerine yapılan genetik
araştırmada hem anne hem baba tarafıyla ilgili veri toplamak
önemlidir, çünkü, hastalığın sadece anne ya da sadece baba tara­
fında rastlanmasının nadir bir durum olduğu görülmüştür. Bu ka­
rakter yapısındaki insanlarda aile içinden evlenmek gibi bir eğilim

66
KABUSTAKİ BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESİ

söz konusu gibi , görünmekte, böylel ikle hastal ığın çocuklarında da


görülme olasılığı yükselmektedir.

Şekil 5: Alfred, Lorci Tennyson'ınki gibi soy ağaçlan, manik-depresif


hastalığı gibi ruh hali bozukluklarının genetik bir temeli olduğuna dair
kanıtlar sunar. Tennyson' ın kendisi de ailesinin "kanını" alma korkusunu
ifade etmiştir.
ZiHNiN HALLERi

Tennyson 'un soy ağacı, Clayton ve Tennyson ai lelerinin ev lilik


yoluyla birleştiği on yedinci yüzyılın sonlarına değin uzanab il­
mektedir. Clayton tarafında birkaç akı l hastal ığı vakası görülmek­
tedir: bir kişinin akıl hastası olduğu kesin olmakla birl ikte bir d i ğe­
rinin de olmasından şüpheleniliyordu ve ayrıca şiddet içeren dav­
ranışlarından ötürü hapse atılan diğer bir fert de vardı. Tennyson
tarafında ise bir kişi şiddetli depresyon nedeni ile iki sene yataktan
çıkamamıştı . Bu akrabanın hastalığının ne olduğunu kesin bir şe­
kilde söyleyemesek de, tamamen sağlıklı olmadığı aç ıktır.
Bunun sonucunda, Tennyson ailesinde hem hastalıktan etki le­
nenlerin sayısında, hem de hastalığın şiddetinde artış olduğu görü­
lür. [Şekil 5] Lord Tennyson' ın bUyUkbabası tam anlam ıyla bir
manik-depresifti, her iki halasında da depresyon vardı ve babası
ölmeden önce tamamen aklını kaçırmıştı . Babasının aynı zamanda
epilepsi olması ihtimal i de vardır, fakat psikotik manik-depresif
hastalığı olduğu kesindi. Alfred' in on bir tane kardeşi vardı, bun­
lardan biri daha bebekken ölmUştU, diğer hepsinde hastalık şu veya
bu biçimde kendini gösteriyordu. Erkek kardeşlerinden biri altm ı ş
sene akıl hastanesinde yattıktan sonra b i r hastanede maniden haya­
tını kaybetmişti . Diğer kardeşler de depresyondan ve dengesiz ruh
halinden aşırı etkilenm iş, ve hayatları boyunca sık sık hastaneye
kaldırılmışlardı . Tennyson da yetişkinlik dönem inin bel l i evrele­
rinde depresyon tedavisi görmüştü. Bir o kadar i lginç olan da, en
bUyUk Uç erkek kardeşten her birinin henüz Cambridge' de öğren­
ciyken en öneml i edebiyat ödüllerini kazanmasıydı .
Lord Byron ' un aile şeceresi de her tUr tuhaf ve garip davran ış
örnekleriyle doludur. Byron' un anne tarafı Gordon ' lann soyu İ skoç
aristokrasisine dayanıyordu ve ailede en az ild intihar vard ı. Fakat
on Uç on dört nesil boyunca incelendiğinde, ailede cinayet, şiddet
ve garip davranışların olduğu görülUyordu. Byron ' un biyografisini
yazan bir yazar şöyle diyor: "Hiçbir �ir bu kadar Unlü, fakat bu
kadar da kötU bir kanla doğmamıştır." 1

68
KABUSTAKi BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESİ

Byron 'un baba tarafında manik-depresif hastalığına zemin ha­


zırlayan genlerin nerede ortaya çıktığını görmek mümkündür. Şair
Byron, Lord Byron' ların altıncısıdır. Dördüncü Lord Byron, ailesi
manik-depresif akıl hastalığıyla dolu olan Berkeley' lerden biriyle
evlenmişti. Bu noktadan sonra Byron soyağacında durum daha da
kötüye gitmeye başlamıştır. Byron' ın büyUkbabasında ruhi çöküntü
vardı, babasına ise ' Deli Jack Byron' denmesi boşuna değildi ve
intihar ettiği kesindir. Byron' ın başarılı bir matematikçi olan kızı
Ada, manik devrede gösterişli hayaller ve saplantılı depresyonlar
yaşıyordu.
Kendini boğarak öldüren Virginia Woolf, akıl hastalıkları geç­
mişi hayli gerilere giden bir aileden geliyordu ve sık sık psikoz nö­
t;>etleri geçiriyordu. Baba tarafından olan büyilkbabasında sürekli
tekrar eden şiddetli depresyon vardı; hem annesinde hem de baba­
sında ciddi ruh hali bozuklukları vardı. Baba tarafından kuzeni
James, akut maniden ölmüştü. (Modem ilaçların olmadığı o dö­
nemde aşırı yorgunluk, sistemik enfeksiyon ya da kalp sıkışması
gibi sebeplerden dolayı insanların maniden ölmesi çok nadir rastla­
nan bir durum değildi.) Woolfun bütün kardeşlerinde ruh hali bo­
zuklukları vardı ve ayrıca yeğenlerinden biri de depresyon nede­
niyle hastaneye kaldırılmıştı.
Birçok kimsenin de bildiği gibi Emest Hemingway psikotik
depresyon tedavisi gördüğü hastaneden çıktıktan kısa bir süre sonra
intihar etmiştir. Fakat Hemingway' in doktor olan babasının da
manik-depresif olduğunu ve intihar ettiğini çok az kimse bilir, ay­
rıca kız ve erkek kardeşlerinin de. İ ki oğlunda akıl hastalığı görül­
müştür. Bunlardan biri doktordur ve manik-depresifliği her zaman
açık olmuştur. Diğer oğlu sürekli tekrar eden psikoz nöbetleri so­
nunda elektroşok tedavisi görmüştür. Ve yakın zamanda da
Hemingway' in torunu Margaux Hemingway intihar etmiştir.
Besteci Robert Shumann' ın ailesinin de aynı şekilde hastalıktan
etkilendiği görülür. Annesi sürekli tekrar eden depresyondan
ZiHNİN HALLERi

muzdaripti. Babasının da manik-depresif hastası olduğu hemen


hemen kesindir. Kız kardeşlerinden biri intihar etmiştir. Bir oğlu
yirmi yıldan fazla akıl hastanesinde yatmış, diğer oğlu da morfin
bağımlısı olmuştur.
Şair Anne Sexton da intihar etmiştir. Kız kardeşi intihar etmiş­
tir, tıpkı halası gibi. Ailede ayrıca psikiyatrik hastalıklar, hastane
tedavileri ve alkolizm görülmektedir.
V incent van Gogh'a ölümünden sonra, epilepsiden şizofreniye,
digitalis zehirlenmeden porfıriye kadar birçok teşhis konmuştur.
Ailesinde görülen akıl hastalıklarına i se daha az i lgi gösterilmiştir.
Yalnızca birkaç sene önce Kızıl Haç van Gogh' nun erkek kardeşi
Cornelius ' un büyük bir ihtimalle intihar ettiğine dair belgeler ya-
. yınlamıştır. Kız kardeşi Wilhelmina otuz kırk yıl boyunca psikoz
tedavisi görmüştür. Hayatı boyunca hem maddi hem manevi yön­
den ressama inanılmaz bir destek olan kardeşi Theo da hayatının
son dönemini psikozlu olarak geçirm iştir. Aslında, Theo ve
Vincent hayatları boyunca birbirlerine yazdıkları mektuplarda,
paylaştıkları illeti irdelemişlerdir: melankoli.

Ruh Hali Bozukluklarmm Yükselen Oram

Son yirmi yılda yapılan çalışmaları özetlersek, bunlardan çıka­


rılabilecek genel sonuç, yazar ve sanatçılarda depresyonun genel
nüfusa oranla 8- 1 O kat daha fazla görüldüğüdür. Ayrıca mani ya da
man inin hafif şekillerini inceleyen çalışmalar da, bu hastal ıkların
da bahsedi len kesimde sıkça rastlandığını gösteriyor.
lowa Ü niversitesi' nde şizofreni üzerine araştırma yapan Nancy
Andreas psikiyatrik hastalıklarla yaratıcılık arasındaki il işkiyi sis­
tematik bir şekilde inceleyen ilk araştırmacılardan biridir.
1 970' 1erde çalışmalarına yeni başladığında hem psikiyatri hem de
edebiyat çevreleri delilik ve yaratıcılık arasındaki ilişkide "'del i-

70
KABUSTAKi BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESİ

lik"in sizofreni olduğunu düşünüyorlardı. Ne var ki şizofreni üze­


rine çalışan araştınnacıların çoğu bu ilişkinin karşılıklı sezgisel
olduğu sonucunu bulmuşlardır. Şizofreni, genellikle delilikle so­
nuçlanan bir hastalıktır ve . bu hastalığın kurbanlarının sağlıklı
günlerine dönmeleri nadir rastlanan bir durumdur. Andreasen,
Iowa Yazarlar KIUbü'ndeki yazarlara sistematik psikiyatrik teşhis
görüşmeleri uygulamış ve hiç şizofreniye rastlamamıştır. Bunun
yerine, dikkat çekici bir oranda ruh hali bozukluklarına, oldukça
yüksek seviyede çift kutuplu depresyona ve manik depresyona
rastlamıştır.
Britanyalı yazarlar ve sanatçılar üzerine yaptığım araştınnada
ben de benzer sonuçlara ulaştım . Çoğunluğu depresyon tedav isi
görüyordu ve sadece şairler arasında manik-depresif hastalığı ora­
nının yüksekliği dikkat çekiciydi. Bu insanlar sıkça şok tedav isi
görüyor, hastanede yatıyor, ya da manik-depresyon sebebiyle · lit­
yum tedavisi görüyorlardı. Diğer gruplarda da maninin daha az
şiddetli hallerine rastlandı, fak.at ne şekilde olursa olsun, gayet açık
bir biçimde ruh hali bozuklukları kendilerini gösteriyorlardı. Yine
San Diego Califomia Ü niversitesi' nden Hagop Akiskal ve eşi
Kareen Akiskal Avrupalı sanatçılar ve yazarlar üzerine yaptıkları
araştınnada, yüksek oranda siklotimi ve depresyon rahatsızl ıklarına
rastlandığını gönnllşlerdir.
Diğer bazı araştınnacılar ise, sanatçı ve yazarlardaki görünümü
diğer meslek gruplarıyla kıyaslamışlardır. Kentucky Üniversi­
tesi'nden Amold Ludwig' in yürüttüğü bu tür bir araştınnada sanat­
çılarla ve yazarlarla, bilim adamları, kamu çalışan ları ve işadam ları
karşılaştırılmıştır. Ludwig ' in biyografik çalışması intihar ve mani­
nin sanatçı ve yazar grubunda kamu personelini, işadamların ı ve
bilim adamlarını içeren diğer gruba nazaran, daha sık görüldüğünü
ortaya koymuştur. Ayrıca, aynı grupta hastanın isteği dışı psikiyat­
rik nedenlerle uygulanan klinik tedavinin 6-7 kat daha fazla ger­
çekleştiği de bulgular arasındadır. Araştınnalarını İ ngiltere'de yü-

71
ZiHNiN HALLERi

rüten Felix Post ise erkek bilim adamlarında, sanatçılarda, bestec i ­


lerde ve yazarlarda görülen şiddetli depresyon oranına bakmış ve
rahatsızlığın en sık yazarlar arasında, en az da görsel sanatlarla il­
gilenen sanatçılarda ortaya çıktığını tespit etmiştir; bilim adam ları
içinse, bu oran ikisinin arasındadır.
Mesleklere göre yapılan araştırmaların yanında, araştırmacılar
ruh hali bozuklukları vakalarının kadın ve erkek yazarlarla yazar
olmayan kişilerdeki görUnllmllne de bakmışlardır. Amold Ludwig
depresyon, intihar eğilimi ve maninin kadın yazarlarda yazar ol­
mayan diğer kadınlara oranla çok daha yaygın olduğunu bulmuş­
tur. Fel ix Post Britanya'da yüz erkek yazardan oluşmuş bir grupla
çalışmış ve toplam ruh hali bozuklukları oran ının son derece yük­
sek olduğunu fark etmiştir. Genel nüfusta manik-depresif hastal ığı­
nın her iki cinste görülme sıklığı farklılık göstermezken, ağır dep­
resyon kadınlarda erkeklere oranla 2-3 kat daha sık gözlem lenmiş­
tir. Erkek yazarlarda depresyon katsayısı da hayli yüksektir.
Yaratıcı oldukları kabul edilen insanlar arasında ruh hal i bo­
zukluklarının daha çok görülmesinden yola çıkan araştırmacılar,
yaratıcılıkla akıl hastalıkları arasında nasıl bir bağlantı olabi lece­
ğini araştırmaya başlamışlardır. Psikiyatri çalışmalarını Harvard 'da
sürdüren Ruth Richards sorunu farklı bir şekilde ele alarak ilginç
bir çalışma ortaya koymuştur. Öncelikle, gündelik yaşamda yaratı­
cılık gerektiren belli işleri gerçekleştirmek için gerekli orij inal fi­
kirlerin derecesini tespit etmeye yarayan bir yöntem geliştirdi.
Daha sonra ailesinde manik-depresif hastalığı olan ya da bizzat
kendisi hasta olan bir grupla, normal olan başka bir grubu karşı laş­
tırarak hangi grubun daha yaratıcı olduğunu tespit etmeye çalıştı .
Ailesinde ya da kendinde manik-depresif hastalığı olan kişi lerin
gündel ik işlerde, normal insanlara göre daha yaratıcı oldukları gö­
rüldü. Ne var ki - bulgulardan en ilginci de buydu - manik­
depresif grup içinde en yaratıcı kişilerin, ailelerinde manik-depresif
hastaları bulunan sağlıklı bireylerin olduğu gözlemlendi. Bu da,

72
KABUSTAKi BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESİ

hastalık ya da eğilimler çok şiddetli olmadığı sürece, genlerin


uyum sağlayan bir yapıları olabileceğini akla getiriyor.
Fak.at bu yıkıcı hastalıklarla, sanatsal yada edebi yaratıcılık gibi
olağanüstü yetiler arasında nasıl bir ilişki olabiliyor? Öncelikle,
hafif maninin yaygın özellikleri - ruh halinde aşırı iyileşme, ken­
dine saygının artması, daha az uyuma ihtiyacı ve çok daha enerj ik
olma - orij inal fikirlerin oluşmasına zemin hazırlar. Hastal ığın bu
evresinin teşhisinde yararlanılan kriterlerden biri "keskin ve ola­
ğandışı yaratıcı düşünce ile üretkenliğin artması"dır. Bu nedenle
bazı insanlar başlangıçta yaratıcı olabilirler, fakat daha sonra
manik evrenin başlamasıyla ruh halinde ve enerj ide meydana gelen
değişiklikler, algılamalarını da önemli şekilde etkiler. Örneğin ha­
yalperest şairler ve hayalperest ressamlar yapıtlarının çoğunu akut
mani evrelerinde ortaya koymuşlardır.
Yaratıcılık ve akıl hastalıkları arasındaki ilişkinin bir diğer se­
bebi de, aşırı mutluluk ve kederin ardı sıra yaşanması ve insanların
dünyaya sürekli farklı gözlerle bakmasına neden olan bu değişik
ruh hallerini bağdaştırmaya çabalanması olabilir. Asl ında, ruhsal
rahatsızlığı olan sanatçılara ve yazarlara yaşadıklarının en önem li
yönünün ne olduğu sorulduğunda çoğunlukla duygusal deneyimle­
rinin yoğunluğu ve farklılığı olduğu yanıtını verirler; coşkulu, ha­
yalperest durumdan, kederli, intihar eğilimli melankolik duruma
kadar. Ayrıca insanların manik ya da depresif olmadığı, fakat bu
iki durumun arasında yaşanan bir evre vardır; subklinikal evreler
diyebileceğimiz bu dönem yaratıcılığı artırabilir.
Hala manik ya da depresif evrede beyinde neler olduğunu tam
olarak bilemiyoruz, fakat PET taramalarında ortaya çıkan meta­
bol ik değerler, bu evrelerin farklı olduğunu gösteriyor. Zaten ma­
nik evrede insanların düşünüş tarzlarının değiştiğini binlerce yıldan
beri biliyoruz. Manik depresif hastalığının önde gelen otorite­
lerinden olan ondokuzuncu yüzyıl psikiyatristi Em il Kraepelin,
normalde şiire ilgi duymayan insanların kendiliğinden şiir yazmaya

73
ZiHNiN HALLERi

ve sözcük oyunları yapmaya başladıklarını belirtmiştir. Manik­


depresif hastalarının çizgiler, yıldızlar, ünlem ler, taramalarla dolu
kağıtların Uzerine sayfalarca yazı ya da şiir karaladıkları görülür.
Büyük bir üretkenliğin yanında aceleci bir tavır da söz konusudur.
Manik dönemdeki konuşma, ses yinelemelerinin ve tuhaf sözcükle­
rin kullanıldığı uyaklı bir yapı sergiler.
Bazı çalışmalar, zeka seviyesinin maninin daha hafif evresinde
en azından bir puan arttığını göstermiştir. Ayrıca, örneğin, eşan­
lamlı sözcükleri bulma ya da çağrışımsal sözcük birliktel ikleri
kurma gibi sözcük oyunlarında, manik evrede bulunan kimselerin,
bu oyunları çözmede normalde olduklarından daha hızlı olabildik­
leri görUlmüştür. Araştırmalar manik yada hafif manik evrede ki­
şi lerin buldukları orij inal çağrışımlı sözcüklerin üç katı arttığını
ortaya koyuyor. ( İ nsanların söyledikleriyle ilgili ulusal norm lar
mevcuttur.) Açıkça görülmektedir ki, beynin olağandışı bir şeki lde
çal ışması söz konusudur.
Benzer bir şekilde, bir dizi psikoloj ik araştırma değişen ruh ha­
linin idrak üzerindeki etkisi üzerine yoğunlaşm ıştır. Bunlardan bi­
rinde, bir grup üniversite öğrencisine çözmek üzere idraka ilişkin
karmaşık testler verilmiştir. Öğrencilerden yarısında yapay olarak
ruhsal coşku yaratılırken, diğer gruba müdahalede bulunulmamış­
tır. Sonuç olarak, ilk gruptaki öğrencilerin problemleri yalnızca
daha hızlı değil, daha yaratıcı bir şekilde çözdükleri gözlemlendi.
Ayrıca, manik ve şizofrenik kimselerin düşünce bozuklukları
çektiklerini de öğrenmiş bulunuyoruz, fakat düşünce bozuklukları­
nın yapıları farklıdır. Şizofrenide düşünce bozukluğunun hayli
kendine özgü olduğu görülür, gerçeklerden kaçarak içe kapanma
söz konusudur. Tam tersine manide ise dışa açılma ve olaylar ara­
sında ilişki kurma eğilimi vardır. İ nsanlar her şeyi birbiriyle
ilişkilendirerek fikirleri birbirine bağlarlar. Bunlar bazen anlamlı
bazen anlamsız olabilir. Birleştirici düşünce yaratıcılığın önem li bir
unsurudur ve yaratıcı olmayan bir beyni yaratıcı kılmak üzere son-

74
KABUSTAKİ BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESİ

radan sağlanabilecek bir özellik değildir. Ne var ki, zaten yaratıcı


olan bir kimse için, böyle duygu yüklü bir döneme geçiş olağandışı
birleşimlerin oluşmasına zemin hazırlayabilir.
Burada sunulan araştırmalardan görüldüğü Uzere, manik­
depresif kimseler, hayata normal kimselerden çok daha farklı ba­
karlar. Örneğin, manik-depresif ya da depresyon rahatsızlığı olma­
yan biri belli nedenlerden dolayı çok uzun bir süre ölüm konusunda
kafa yormayı tercih etmeyecektir. Ne var ki, depresif insanlar inti­
har eğilimleri olmasa bile, her dakika, sUrekli ölUmU düşünürler.
Toplumun sanatçı ve yazarlara yüklediği, ya da sanatçı ve ya­
zarların üstlenmeye zorlandığı yükümlülüklerden biri duygu ve
deneyimlerin sınırlarında gezinirken, bağdaştırılamaz gibi görünen
şeyleri bağdaştırmaktır. Hayatın bizim bakmayı hiç de tercih etme­
diğimiz taraflarına bakmalarını bekleriz onlardan: hayat kısal ığı,
evrenin çekirdeğinin çUrüyüşü, ve ölümün hepimizi bekleyişi - ve
böylece, belki de, ölUmün gölgesinde hayatı doğrulamalarını uma­
rız. Bu nedenle, belki de manik-depresif hastalığı, yaratıcı olan
kimselerin bu uzlaştırmayı gerçekleştirebilmelerine olanak sağla­
maktadır.

Sonuçlar

Bu da bizi sonuçlar konusuna getirir. Eğer ruh hali bozuklukları ve


sanatsal deha arasında bir il işki varsa, ya da öyle deniyorsa. bu
bozukluğu tedavi ederek veya, genetik testler ve gen terapisi yo­
luyla tamamen ortadan kaldırarak ne gibi bir risk alıyoruz? On do­
kuzuncu yüzyılda Prozac gibi bir ilaç olsaydı, bugün Edgar Allan
Poe 'yu hatırlıyor olacak mıydık? Birçok sanatçı ve yazar - ya da
akadem isyen veya avukat, ya da keskin zekaya fazlasıyla önem
veren herkes - manik-depresif hastalığının tedav isinin getireceği
sonuçlar konusunda endişelidir. "Eğer tedavi olursam yaratıcılı-

75
ZiHNiN HALLERi

ğıma ne olacak?" sorusuna cevap istiyorlar. Sanatçılar ve yazarlar


yeteneklerinin, ilhamlarının, motivasyonların kaynağını ve enerjik
durumlarını yitirmekten korkmaktadırlar. Bunda pek haksız da sa­
yılmazlar. Ruhsal rahatsızlıkları tedavi etmekte kullanılan ilaçlat;
ruh halini, enerjiyi, uykuyu, algılamayı, diğer bir deyişle bizi insan
yapan her şeyi etkileyen merkezi sinir sistemini üzerinde doğrudan
etkili olurlar.
Bu nedenle, elbette ki böyle bir risk mevcuttur. Hem insanlar
hem de kobay hayvanlar üzerine yapılan araştırmalar örneğin yilk­
sek dozda lityumun düşünce hızını, enerj i dilzeyini, motivasyonu,
vs. etkilediğini göstermektedir. Fakat ayrıca bu etkilerin dozu
ayarlayarak azaltılabileceğini de biliyoruz. Ayrıca, psikiyatri, teda­
visinin ciddi yan etkileri olabilecek yegane alan değildir. Göğils
kanserine, ya da Hodgkin hastalığına yakalanmış biri için kemo­
terapi, radyasyon tedavisi, ameliyat ya da diğer tıbbi müdahale­
lerden biri uygulanır. Hastalık ne olursa olsun, tedavinin getir­
diklerini ve götürdüklerini iyice tartmak gerekir. Bu açıdan psiki­
yatri diğer dallardan farklı değildir.
Dahası, lityum tedavisi uygulanmış binlerce insandan elde edi­
len bulgular, bunların ilçte ikisinin zihinsel ya da bil işsel her hangi
bir yan etkiye maruz kalmadığını göstermektedir. İ ki araştırmada
sanatçı ve yazarlara lityum kullanmaya başladıktan sonra üretken­
liklerinin azalıp azalmadığı sorulmuş ve sanatçıların dörtte üçü
kendilerini üretken, ya da daha üretken hissettiklerini söylem işler­
dir. Bunun sebebi, şiddetl i depresyon geçirirken ya da manik evre­
deyken zamanlarının çoğunu psikiyatri kliniklerinde geçiriyor ol­
malarıdır. Bu nedenle üretkenlikleri artmıştır, ya da en azından
öyle düşünmektedirler. GörUşUlen sanatçılardan dörtte biri kendi le­
rini daha az üretken hissettiklerini söylemişlerdir. Bu önemsiz bir
bulgu değildir ve ciddi klinik araştırmalar bu konuya yönelmelidir.
Bugün artık çoğunlukla lityumla beraber kullanı lan, fakat daha az
yan etkisi bulunan ilaçlar mevcuttur.
KABUSTAKi BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESi

Fakat, kişilerin ruh halini ve kendilerini algılayışlarını etkileyen


bir ilaç tedavisinin süreci hakkında insanların anlamlı kararlar
vermesini nasıl sağlayabiliriz? Mani dönemini aşırı coşkulu ya da
kendinden hayli memnun bir şekilde geçiren hastalar, tedavi ol­
mamanın getireceği riskler üzerinde değil de, tedavi olmanın geti­
receği olumsuz sonuçlar üzerinde yoğunlaşma eğilimi gösterirler.
Manik-depresif hastalığında eğer ilaç tedavisi işe yarıyorsa, bu sa­
dece hastalığı yok etmekle kalmayıp, hastayı üretken ve mutlu
eden koşulları da ortadan kaldırmaktadır. Sonuç olarak manik­
depresif hastalığının tedavisinde karşılaşılan sorunlardan en önem­
lisi insanların ilaç tedavisine devam etmelerini sağlamaktır. Teda­
viye devam etmeyi kabul edenlerin sayısı ne yazık ki cesaret kırıcı
bir şekilde dUşUktUr.
Tedavi olmamanın getireceği sonuçlar üzerine yoğunlaşmalıyız.
Bunların başında ağır depresyon ve intihar olasılığı gelmektedir.
Ağır depresyon tedavi edilmedikçe kötilye giden bir rahatsızl ıktır
ve tedavide geç kalınması her şeyi zorlaştırır. Hastalar genellikle
alkole ve uyuşturucuya yönelebilmektedir, ki bu da hastalığın daha
da kötüye gitmesine neden olur. Bu nedenle tedavi olmamak hiçbir
şekilde iyi sonuçlar doğurmayacaktır. Bu, nöbetlerle sarsılan bey­
nin darbeler almasına müdahale etmeyip sonra da beynin bunlardan
hiç zarar görmemesini beklemek demektir. Mani ve ağır depres­
yonda ortaya çıkan beyindeki kimyasal dengesizliklerin beyne za­
rar vermemesi mümkün değildir.
Son olarak da genetik konusuna değineceğiz. Manik-depresif
hastalığı söz konusu olduğunda genetik araştırmaların hızlı ilerle­
diğini görüyoruz ve bu da toplum açısından ciddi sonuçlar doğur­
maktadır. Bilim adamları daha şimdiden beş kromozom içinde
hastalığa zemin hazırlayan genleri içeren bölgeler keşfetm işlerdir. 1 3
Fakat b u genlerin bulunup bulunmaması değil, n e zaman buluna­
cakları önemlidir.

11
ZİHNİN HALLERi

Sorunun toplumla ilgili yönü ise şöyle dile getirilebil ir: Eğer bu
genleri tamamen yok edersek, ya da kökten değiştirebilirsek, top­
lum açısından bunun bir bedeli var mıdır? Varsa nedir? B ir yandan
hastalığın bireye çektirdikleri korkunçtur -ae ı ve ıstırap, alkol ve
uyuşturucu kullanımı, iş ve arkadaşlık il işkilerinin zedelenmesi ve
yüksek intihar oranları. Tedaviden kaçınmanın, alkol ve uyuştu­
rucu bağımlılığı, şiddet, ve hastaneye kaldırılma gibi toplumu ilgi­
lendiren sonuçları göz önüne alındığında, bunun bedeli çok açıktır . .
B u nedenle kişilerin ya da toplumun ödemek zorunda olduğu be­
deller düşünülünce bir çok açıdan genlerin bulunmasının sağlaya­
cağı yararlar baskın çıkmaktadır. Erken ve doğru teşhisle ciddi so­
runlar baş göstermeden çocukluk döneminde gerekli önlemleri ala­
bilme şansımız olabilecektir. Eninde sonunda da . yalnız teşh isler
daha isabetli olmakla kalmayacak, genetik araştırmalardan elde
edilecek bulgulardan yola çıkarak araştırmacılar daha ileri tedav iler
geliştirebileceklerdir.
Ne var ki, diğer genetik hastal ıklarda da olduğu gibi, genetik
araştırmalarda ve incelemelerde birçok toplumsal, ahlaki ve hukuki
meseleler gündeme gelmektedir. Genetik inceleme sonuçlarının
gizli tutulacağının garantisi var mıdır? Bu incelemenin sonuçları,
bir kimseye örneğin sigorta tarafından ödenecek miktarı belirleye­
cek m idir ya da işe girmesine bir etkisi olacak m ıdır? Dahası, bir
kimsede manik-depresif hastal ığına zem in hazırlayan genlerin ol­
ması, bu hastalığa muhakkak yakalanacağı anlam ına gelmez.
Manik-depresif hastalığı her yaşta başlayabilir ve başlamasında
ışıktan uykuya, i laçtan çevreye birçok faktör söz konusudur. Ve
eğer hastalık başladıysa, genellikle tedavi edilebil ir.
Bu hastalığı hazırlayan genlerin toplum için faydalar barındır­
dığını öne süren araştırmaları ve tüm bu tartışmaları göz önünde
bulundurursak, gerçekten bu genleri değiştirmek istemeli m iyiz?
Şüphesiz manik depresif hastası olamak istemezdiniz ve ailenizden
ya da arkadaşlarınızdan birinin de bu hastalıktan muzdarip olma-
KABUSTAKİ BÜYÜLÜ PORTAKAL BAHÇESİ

sını da istemezdiniz. Fakat toplum olarak nüfusun belli bir kıs­


mında bu hastalığın olduğunu, bizim yerimize riskleri üstlenen bi­
rilerinin olduğunu bilmek, faydalı olabilir. Akis halde neden
manik-depresif hastalığının genleri varlığını sürdürmeye devam
etmiştir? Yoksa, bir birey için iyi sonuçlar doğurabilecek kararlar
toplum için o kadar da iyi olmayabilir mi?

79
4

STRES VE BEYİN

Bruce McEwen

İster bankamatiğin önündeki uzun kuyruk kadar önemsiz ister sev­


diğimiz birinin ciddi bir hastalığa yakalandığını öğrenmek kadar
acı olsun, gündelik hayatın zorlukları stres diye bi linen modem i l­
letin oluşmasına katkıda bulunur. Birçoğumuz stresin belirti lerini
biliriz; hızla çarpan bir kalp, hızlı nefes alıp verme, belki de, sıktı­
ğımız dişlerimiz ve ağrıyan başımız anlatır gerginliğimizi. Tüm
bunlar, doğanın tehlike anında savaşmamız ya da kaçmamız için
tasarladığı fizyolojik tepkilerin etkileri ya da gecikmeli etkileridir.
Tarih öncesi çağlarda bu tepkiler bir kaplandan kaçtığımız ya da
onu öldürdüğümüz zaman oluşurdu. Modem dünyada ise, strese
yol açan olaylar bir yırtıcı ile ölUınüne savaşmaktan ziyade, ço­
ğunlukla, psikososyal endişeler ve hayal kırıklıklarıdır. Çekişmeli
bir toplantıda ya da sıkışan trafiğin ortasında savaşmak ya da kaç­
mak gibi bir tercih yapacak durumda olmadığımızdan ötilril, fiz­
yoloj ik olarak gidecek yerimiz olmadığı halde, kendimizi buna
programlanmış hissederiz. New York Rockefeller Üniversitesi 'nde
Harold ve Margaret Milliken Hatch Nöroendokrinoloj i Laboratuarı
başkanı Profesör Dr. Bruce McEwen' ın da dediği gibi, strese karşı
tepkilerimiz aşırı bir hal alırsa, etkileri yalnız yüksek tansiyon ya
ZiHNiN HALLERi

da astım gibi rahatsızlıkları çoğaltmakla kalmaz, aynı zamanda


beynin hafıza ile ilgili bölümlerini de etkileyebilir.

1 936'da Hans Selye adında bir Macar fizyolog Nature dergisinde


genel adaptasyon sendromu adım verdiği olguyu anlattığı makale­
sinde stres kavramından ilk kez söz ederken bu konudaki çal ışma­
ların da öncüsü olmuştur. Çalışmalarının çoğunu McGill ve Mont­
real Üniversitelerinde sürdüren Selye, vücudun strese karşı geliş­
tirdiği çelişkili gibi görünen tepkileri fark eden ilk bilim adam ıdır.
Stresin harekete geçirdiği sistemler bireyi korumak ve homeostaz
adı verilen beden dengesinin bozulmamasını sağlamak üzere ta­
sarlanmıştır. öte yandan, eğer bu sistemler uzun bir süre faaliyet
halinde kalırlarsa, bedene zarar vermeleri söz konusu olabi lir.
Selye de, stresi "vücudun yıpranması" olarak tanımlam ı ştı .
Selye' nin öncü çalışmasının ardından stres sözcüğü hemen bütün
dillerde çevrilmeksizin kullanılmaya başlandı. insanlar, dünyanın
her tarafında sürekli ' stresli' olduklarından bahsetmeye başladılar.
Stresin yıpratıcı etkisinin çelişkili sonuçlarına iyi bir örnek, göç
eden somon balığının yaşam döngüsünde görülür. Bu balıklar, yu­
murtladıkları yere geri dönene kadar bir çok engeli ve teh likeyi
aşmak zorundadırlar ve genlerinin sonraki nesillere geçeceğinden
emin olunca da ölUrler. Onları ölüme götüren, aslında çok fazla
strestir - daha doğrusu, akıntıya karşı hareket edebilmelerini sağla­
yan kendi stres hormonlarının etkisinde çok fazla kalmalarıdır.
Stres hormonlarına bu kadar uzun bir süre maruz kalmak balığın
beslenmeyi kesmesi ve bağışıklık sisteminin çökmesi sonucunu
doğurur. Somon balıklarının bir neslinin stresten ölmesi evrimsel
bir amaca h izmet etmektedir, bu şekilde bir sonraki nesil beslenme
olanağı bulacaktır.

82
STRES VE BEYİN

Stres honnonlarının çift evreli olarak adlandırılan hareketleri,


honnonların bir evrede organizmaya yardım etmesi, bir diğerinde
de yıkıcı bir etki doğurmasıdır ve evrimsel açıdan somon balıkları
için yararlı ve uygun olsa da, modern insan toplumu için b u böyle
değildir. Örneğin, koroner kalp rahatsızlığı, yüksek tansiyon, şeker,
gastrik ülser, kol it ve astım gibi birçok hastalığın stresle daha da
ilerlediği bil inmektedir. Stresin tek başına bu hastalıklara yol açtı­
ğını söylemek şimdilik mümkün olmasa da, hastalığın ilerleyişini
hızlandırdığı kesindir.
Örneğin, bir araştınnada, Doğu Avrupa'da komünizm in çökü­
şünü simgeleyen 1 989 yılı ile 1 993 arasındaki ölüm ve hastalık
oranı incelenmiştir. Büyük bir toplumsal istikrarsızlığın yaşandığı
bu dönemde hemen her Doğu Avrupa ülkesinde hem can kaybı
hem hastalık oranlarında hayli artış olduğu göze çarpmaktadır.
Ö lümlerdeki artışın büyük oranda kalp-damar hastalıklarından,
yüksek tansiyondan ve ayrıca intiharlardan ve cinayetlerden kay­
naklandığı görülür. İ stikrarsızlığın en uzun süre yaşandığı Rus­
ya'da ise erkeklerde ortalama yaşam süresi 64 'ten 59'a düşmüştür.
Bireyler açısından stresin bedeli yüksek olmakla beraber, eko­
nomik açıdan da olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Örneğin Ame­
rika Birleşik Devletleri' nde ilaç masrafları, klinik yardım ve iş
üretimindeki düşüşü eklersek, stresin ve stresle bağlantılı rahatsız­
lıkların ekonomik maliyetinin yılda 200 milyar doları bulduğu gö­
rülür.
Ne var ki, Selye'nin kendisinin de belirtt i ği gibi, stres insan tec­
rübesinin doğal bir parçasıdır. Selye "Stres her zaman çok kötü de­
ğildir" diye yazmıştır. "Her duygu, her faaliyet strese yol açtığı için
hayatın tuzu biberi bile sayılabilir." Ateşli bir öpücük, trafik kazası
tehlikesi atlatmak kadar stres \ �ricidir, her ikisi de kalp atışlarını,
kan basıncını hızlandırır, nefes alıp venneleri sıklaştırır. Asl ında
insanların iyi ve kötü stresten bahsettikleri görü lür, bir çok du­
rumda da savunma mekanizması oluşturman ın faydalarını gönnü-
ZİHNİN HALLERi

şilzdUr. "İyi" stres bedenin kendini savunması ve güçlüklerin üste­


sinden gelmesidir. Uyum sağlama, alışkanlık kazanma, başa çık­
mayı öğrenme, ve hatta zorluklara karşı daha dirençli olma gibi
özell ikler iyi stresin yararlı yönleridir: Daha iyi bir performans ser­
giler ve daha mutlu oluruz.
Kısacası, stres, sezinlenen tehlikeye karşın bizi hazırlayan, ko­
ruyucu bir hayatta kalma mekanizmasıdır. Ne var ki, kortizol ve
adrenalin gibi stres hormonlarının salgılanması hastal ıkların olu­
şumunu h ızlandırabilir ya da doğrudan sağlığa zarar verebilir. Peki,
strese girince bedende ve beyinde neler olmaktadır ve stresin
olumsuz etkileri karşısında bir şeyler yapabilir miyiz?

Savaş-Kaç Tepkisi

Selye'nin de bahsettiği gibi, genel adaptasyon sendromunun üç


evresi bulunmaktadır: savaş-kaç tepkisi adı verilen ve sadece bir­
kaç saniye süren ani bir uyarı tepkisi, bu tepkinin devam ı olan
ikinci evre, yani direnme evresi ve son olarak bitkinlik evresi . Bu
üç evre vücudun otonom sinir sistemindeki iki altsistem tarafından
kontrol edilmektedir. Sempatetik sinir sistemi enerj i kaynaklarını
harekete geçirerek bedeni faaliyete hazırlar, parasempatetik sinir
sistemi i se vücudun dengesini yeniden sağlamak için karşı harekete
geçer.
Beyin bir tehlike algıladığında bağımsız sinir sistemini yöneten
hipotalamus, uyarı tepkilerini harekete geçirir: sinyaller sempatetik
sinir sistem i boyunca adrenal bezlerine doğru harekete geçerler. Bu
bezler adrenalin olarak bilinen epinefrin ve norepinefrin hormonla­
rını hedef organlarda dolaşmak üzere damarlara gönderirler. Adre­
nalin kalp atışlarını hızlandırırken, norepinefrin kan basıncını yük­
seltir. Bu hormonlar yaşamı tehdit eden aci l bir durumda ya da be­
denin yüksek performansa ihtiyacı olduğu bir sırada çok bir önem i
STRES VE BEYiN

olmayacak bir biçimde sindirimi yavaşlatırlar ve nefes alıp verişleri


hızlandırırlar.

Plıılter
bezi

Adr•nal bezi

Şekil 6: Vücudun strese verdiği tepkinin temel bir evresi, H PA(h ipotalamik­
p itüiter-adrenal) ekseni deni len bir hat boyunca oluşur. Hipotalamus, pitüiter
bezlerini stres hormonu kortizolü üretmesi için adrenal bezlerini uyaran
ACTH hormonunu üretmesi için uyaran bir hormon olan CRH'yi salgılar.
Kortizol, vücudun enerj i kaynaklarını artt ı rmanın yanında CRH ' nin üretimini
düzenlemek için hipotalamusa ve zarar gören dokulann aşın tepki vermesini
engellemek için de, bağışıklık sistemine karmaşık bir geribildirim gönderi r.
HPA ekseni kronik olarak harekete geçmiş biçimde kalırsa, stres
hormonlarının aşın yüklenmesi hastalığa neden olabilir.

85
ZİHNİN HALLERİ

Eğer birkaç saniye sonra tehlike hala devam ediyorsa, hipotala­


mus bir dizi faal iyet başlatır, bu da direnme evresidir ve bedeni
stresin etkilerine karşı hazırlar. H ipotalamik-pitüiter-adrenal in
(HPA) ekseni adı verilen bir hat da işin içine girer. Hipotalamus
kortikotropin salgılayan CRH hormonunu salgı lar ve bu da hipofiz
bezinin adrenokortikotropik hormonunu salgı lamasını sağlar. Bu­
nun sonucunda da adrenal bezleri kortizol salgılayacaktır. [Şekil 6]
Kortizolün birçok görevi vardır. Özel l ikle de kalp Ve beyne
daha çok enerj i sağlanması için kan şekerini artırır ve yağın ener­
j iye dönüşmesine yardımcı olur. Ayrıca üreme sistemi üzerinde de
baskı yaratır ki, bu da kuşatma altındaki beden için gerekli bir işlev
sayılmaz. Bu arada, kortizol, sempatetik sinir sistemi aracıl ığıyla,
meydana gelebilecek yaralanmalara karşı uyanık olunması konu­
sunda sağlam organları uyarır 1 • Kortizolün aynı zamanda hipota­
lamusun kortikotropin salgılayan hormon olan C RH hormonu sal­
gısını düzenlemek ve bağışıklık sisteminin zarar gören doku lar v e
yaralanmalar karşısında aşırı tepki göstermesini engellemek gibi
karmaşık işlevleri de bulunmaktadı r .
Normal koşullar altında gerginlik bittiğinde parasempatetik si­
nir sistemi , stres hormonu salgı lamaya son verir. Kalp atışı, kan
basıncı ve nefes alıp vermeler normale dönerken, bağışıklık sistemi
de eski halini alır. Eğer vücut gerektiğinde bu hormon ları salgıla­
yarak, gerekmediğinde de salgılamayı durdurarak bu dengeyi ko­
ruyabilirse, sağlığını koruyup hayatın zorluklarına karşı koyabilir.

Al lostasis ve Allostatik Yük

Bundan yaklaşık o n sene önce allostasis terimi, vücudu tehdit eden


unsurlara karşı geliştiri len adaptasyon sürecini tanım lamak için i lk
olarak Pennsylvania Üniversitesi'nden Peter Sterl ing ve Joseph
Eyer tarafından kullanılmıştır. Stasis "denge", allo "değişkenl ik"

86
STRES VE B E Y İ N

anlamına gelmektedir, böylelikle terim, değişim sayes i nde den­


genin kurulabilmesi yetisini tanım lar. Al lostatis sayesinde, geri lim
sonucunda faaliyete geçen belli sistem lerde hücrelerin işlevinin
değiştirilerek yeniden denge sağlanmas ı söz konusudur. Bu sure
zarfında stres honnonları vücutta gezinir, hücrelerin yüzeyindeki
alıcı lara tutunur ve doğrudan ya da dolaylı olarak hücre çekirdeği
içindeki genlerin etkilerini bastırır ya da su yUzüne çıkarırlar. Bu
şeki lde stres honnonları çeşitli hücrelerin gerekl i proteinleri üretip
üretmeyeceklerine ya da ne zaman üreteceklerine karar vererek
adaptasyonu sağlamış olurlar. Sonuç olarak da, tıpkı bir termostatın
odanın ısısını sabit tutması gibi, stresin vücut sistemlerinin düze­
nini değiştırerek, işlevlerini düzenl i bir halde yerine getirebi leceği
seviyede koruması sağlanır. Vücuttaki allostatik sistemler içinde
otonom sinir sistemi, hipotalam ik-pitUiter-adrenalin ekseni, kalp­
damar sistemi, bağışıklık sistemi ve metabolik sistem ler bulunur ve
bunlar strese karşı koyarak organizmayı korurlar.
Ne var ki, dıştan gelen sürekli bir talep söz konusuysa ya da
tüm bu allostatik sistemler herhangi bir nedenle faal iyete geçm iş ve
aktif durumda kalmışlarsa, yoğun faaliyetleri sabitleşir ve allostatik
yük adı verilen aşırı yüklenme durumu oluşur. Aşırı yüklenmey i
tahterevalli örneği ile açıklayabil iriz; eğer tahterevalli her iki
ucunda beş kilo ağırlık olduğu halde dengede kalıyorsa, daha fazla
ağırlık eklenmesi dengeyi bozacaktır, fakat ağırlık eşit bir şeki lde
dağıtıl ırsa tahterevall inin deng(fsi yeniden sağlanmış olur.
A l lostatik yüke yol açabi lecek en az üç durum söz konusudur.
Bunlardan biri sürekli stres altında olmaktır. Değişik şekil lerde sü­
rekli olarak baskıya tabi olan insanlar ve hayvanlar bu duruma
uyum sağlayabi lmek için allostatik tepki geliştirmek zorundadırlar.
Diyelim ki, bir kimseden hiç tanımadığı bir insan topluluğu önünde
konuşma yapması istendi. İ lk seferinde bu kimse allostatik tepki ler
gösterecektir: Adrenalin bezeleri kortizol salgı layacak, kalp'atışları
hızlanacak ve kan basıncı yükselecektir. Fakat bu olayın ikinci,
ZiHNiN HALLERi

üçüncü ve dördüncü kez tekrarında vücut uyum sağlamaya başla­


yacak ve ilkinde verdiği fizyoloj ik tepki lerin daha azını göstermeye
başlayacaktır. Ne var ki, kendine daha az güvenen hassas kimseler
alışma surecine geçemeyebilir ve allostatik tepki oluşturmaya de­
vam edebi lirler. Vücutları ve beyinleri haftalarca ve aylarca sürekli
stres hormonlarına maruz kaldığından, allostatik yük dengesi zarar
görecektir, böylece de aterosikleroz (atardamarın iç yüzeyinde ta­
baka meydana gelmesi) oluşumu ve kalp krizi geçirme riski ivme
kazanır.
Alostatik yüke yol açabilecek ikinci durum allostatik tepkinin
faaliyete geçip herhangi bir sebepten dolayı etkin bir şekilde eski
haline dönmemesinden kaynaklanır. Örneğin, kalıtımsal olarak
yüksek tansiyonu olan kimselerde kan basınc ının yükselmesine ne­
den olan bir olayın ardından, olay geçtikten sonra bile yüksek kan
basıncı durumunun devam ettiği görülür. Bunun sürekli tekrarlan­
dığı uzun bir sürenin ardından atardamarın iç yüzeyinde tabaka
oluşumu (aterosikleroz) sürecinin hızlandığını ve bununla birlikte
daha başka olumsuz etkilerin de ortaya ç ıktığı görülür. Yoğun atle­
tizm egzersizlerinin yol açtığı geri lim de allostatik yük oluşmasına
sebebiyet verebi l ir. Bunun sonucunda kilo kaybı, adetten kesi lme
(amenore) ve iştah kaybı oluşur.
Allostatik yüke yol açabilecek bir diğer durum ise başlangıçta
yeterli allostatik tepkinin olmamasıdır. Böyle olunca da diğer sis­
temler kontrolden çıkabilir. Örneğin, Lewis fareleri adı verilen la­
boratuarda yetiştirilmiş hayvanlar stres durumunda yeterl i kortizol
salgılayamazlar. Sonuç olarak da, sitokin adı verilen ve çeşitli ba­
ğışık hücrelerince üretilen ve normalde kortizol tarafından düzene
sokulan duygusal yönden harekete geçirici kimyasal ların salgısı
hızlanır. Sitokinin aşırı üretimi farelerde bağışıklık düzensizl ikleri
ve ateşl i rahatsızlıkların oluşmas ına neden olur.
Allostatis ve allostatik yükün hastal ığa ya da uyuma nasıl yol
açtığını anlam ak için vücuttaki başlıca üç sistemi inceleyeceğiz;

88
STRES VE BEYiN

şişmanlık ve yüksek tansiyonla ilişkisi bakımından kalp-damar


sistemi, bağışıklık sistemi ve beyin ve otonom sinir si �temi.

Kalp-Damar Sistem i

Kalp-damar sistemi, şişmanlık ve allostatik yük arasındaki ilişkiye


bir örnek, ikinci tip şeker hastalığıdır. Vücutları ensüline karşı
dirençli olan bu tip diyabet hastalarını bir kısır döngünün içinde­
dirler; vücutlarında normalden fazla ensülin salgılanırken, ki bu da
çok miktarda salgılanan kortizol ve adrenalinin aynı seviyede tu­
tulmasına yardım eder, kortizol ensülin alıcılarının duyarlılığını
azaltmak üzere doğrudan harekete geçer, böylece bedenin ensüline
karşı direncini korur.
İ kinci tip şeker hastalığında kalıtımsal olarak yatkın olma du­
rumu önemli bir rol oynar, fakat hastalığın yağ depolama ve kilo
aldırma gibi özellikleri göz önünde bulundurulursa, egzersiz, diyet
ve beslenme gibi unsurlar da hastalığın başlamasında önem taşır.
Yağlı besinlerin tüketilmesi kortizol ve katekolamin üretimini ço­
ğaltır; bu da ensüline karşı direnç oluşmasına, dolayısıyla da ikinci
tip şeker hastalığının ortaya çıkmasına neden olabi lir. Ayrıca, ya­
şanan stresli tecrübeler de kortizol ve katekolamin salgısını çoğal­
tarak bu süreci hızlandırabilir. Bu da doğurduğu yüksek tansiyon,
ikinci tip şeker hastalığı, şişmanlık ve aterosikleroz gibi sonuçlarla,
kalıtım ve çevre arasındaki ilişkiye net bir örnek teşkil etmektedir.
Bowman Gray Ü niversitesi'nde maymunlar üzerine yapılmış
bir araştırma bu hastalıkların oluşmasında stresin oynadığı rolü
gösterir. Maymunlar her bir gruba bir l ider düşecek şekilde
hiyerarşik düzen oluşturarak gruplara ayrılmıştır. Hiyerarşi sabit
tutulduğunda, yani bir süre için hayvanlar aynı düzen içinde tutula­
rak gruptaki yerlerinin bilincine vardıklarında, hakim ve hakim
olmayan grup üyeleri arasında kalp atardamarlarındaki tabakanın
ZiHNİN HALLERİ

ortalama kalınlığında farklılaşma olmadığı görülmüştür. Fakat bu


gruplar dağıtılıp yenileri oluşturulduğunda, eski gruptaki lider ko­
numunda bulunan maymunların liderl iklerini tekrar oluşturmak
için çabaladıkları ve lider özelliği taşımayan diğer maymun lara
oranla kalp atardamarlarında tabakalaşmanın yoğun olduğu kayde-
dilmiştir.
·

Hayvanlar üzerinde yapılan bu çal ışma, daha önceden bel irtilen


sosyal istikrarsızlık ve bel irsizliğin hastalık seyrini artırdığı Doğu
Avrupa örneğindeki insanların durumunun bir yansımasıdır. İ ngi l iz
kamu hizmetlerinin uzun yıllar incelemeye tabi tutulduğu White­
hall Araştırmalarında da bireylerin stresli ortamlarda nasıl farklı
tepkiler geliştirdiklerine dikkat çekilmiştir. Çalışmalar, kamu hiz­
metinde altı derecedeki çalışanların diyastolik kan basınçlarının
incelemelerini içerir. Araştırmadan edinilen sonuçlara göre kan ba­
sıncının en düşük olduğu grup en üst kademede çalışanlar ve kan
basıncı en yüksek grup da e � alt kademede çalı şanlard ır. Bu hayli
karmaşık bir etkileşimdir, fakat bu insanların hepsinin günlük ha­
yatlarında karşılaştıkları benzer şeyler kan basınçları üzerine etki
etmektedir. Bu, beslenme tarzları ya da yaşadıkları deneyim ler ola­
bilir ya da örneğin yüksek bir kademeye gelmiş olanlar belki de alt
kademedekilerden daha fazla duruma hakimdirler. Ne olursa olsun,
araştırma bazı olayların kan basıncının artmasına neden olabilece­
ğini göstermektedir ve bu da sonuçta atardamarlarda tabaka oluşu­
munu ya da felç gibi rahatsızlıkların oluşumunu hızlandırır ve kalp
krizi riskinin artmasına neden olabilir.

Bağışıkhk Sistem i

Vücudun en şaşırtıcı sistemlerinden biri olan bağışıklık sistemi, bir


dizi bağışık organ arasında dağılmış çeşitl i hücrelerden oluşmuştur.
Bağışık hücreler kemik iliğinde oluşur ve sonra da timusa gelerek

90
STRES VE BEYiN

burada yabancı maddeleri, yani antij enleri nasıl tanıyarak ortadan ·

kaldıracaklarını öğrenirler. Daha sonra hücreler, lenf düğüm leri


arasında olduğu kadar, dalak gibi diğer bağışıklık organları ve
akciğer, karaciğer ve cilt dokuları arasında da dağılırlar. Asl ında
bağışıklık hUcrelerinin önemli bir özell iği sürekli hareket hal inde
olmalarıdır; hücrelerin daha önce de karşılaştığı bir tehl ike bel irdi­
ğinde, bağışıklık hücreleri bu bölgeye akın ederler.
Rockefeller Üniversitesi'nde bir nöroimmünolog olan Dr.
Firdaus Dhabhar, bağışıklık hücrelerinin hareketleri ya da trafiği
üzerine incelemelerde bulunmaktadır. Dhabhar, genel kanının ter­
sine şiddetli stresin belli bağışıklık hücrelerinin tepki lerini yavaş­
latmaktan çok h ızlandırdığını bulmuştur. Sanki vücut stres hor­
monlarını bu bağışıklık hücrelerinin ihtiyaç �uyulduğunda savaş
meydanına yönelmesi için kullanmaktadır.
Dhabhar özellikle dokuların bir tür aşırı duyarlılığı ya da diğer
bir deyişle aşırı tepki göstermeleri olan ve bağışıkl ıkta şiddetli
tepki oluştuğunu gösteren Gecikmeli Aşırı Duyarlılık (DTH) ad ı
verilen tepki üzerinde çalışmıştır. Dhabhar' ın deneylerinden bi­
rinde iki kobay fareye basit kimyasal bir antijen verilerek bu anti­
jen için sistemlerinin bağışıklık hücresi hafızası oluşturması sağ­
lanmıştır. Bu yolla aynı antijenin vücuda yeniden girmesi söz ko­
nusu olduğunda vücutta bir tepki oluşacaktır. Aynı antijen hay­
vanların kulaklarından vücutlarına sokulmaya çalışılırken de kobay
farelerden birinin hareket etmesi engellenerek strese girmesi sağ­
lanmıştır. Sonuçta hareket etmesi eı:ıgellenerek strese sokulan fare­
nin kulağının diğer kobayın kulağına oranla daha çok kızardığı ve
şiştiği gözlemlenmiştir. Bu da strese giren hayvanın bağışıklık sis­
teminin antij ene karşı daha fazla tepki gösterdiğini ispatlar. Şid­
detli stresin hayvanın sadece bir süre için daha çok kortizol ve ad­
renalin salgılamasını sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda Gecik­
meli Aşırı Duyarlılık tepkisini de artırıyor gibi görünmektedir.

91
ZiHNIN HALLERi

Bu bulgular aslında şaşırtıcıdır, çünkü uzun süredir bilim dün­


yasında yaygın olan görüş, stresin normalde kandaki bağışıklık
hücresi miktarını azalttığı ve hatta stres hormonlarının bağışıklık
hücrelerini yok ettiğiydi. Fakat Dhabhar ilk deneylerinde stres
azaldıktan sonra bağışıklık n ücrelerinin sayısının eski sayısına
ulaştığını kanıtlamıştır; eğer bu hücreler tamamen tahrip olsalardı,
bu mümkün olmazdı. Öyleyse sorulması gereken soru şudur: Bu
bağışıklık hücreleri nereye gitmektedirler? Farelerin kulaklarına
antijen verilerek gerçekleştirilen deneyler bağışıklık hücrelerinin
tahrip olmadığını gösteriyor; bağışıklık hücreleri farklı dokulara,
organlara ve damarların içine dağılıyorlar. Bedeni tehdit eden bir
unsur oluştuğunda damarlardan çıkarak hemen o bölgeye geliyor­
lar. Aslında, kaçması engellenerek stresl i olması sağlanan farenin
kulağındaki bağışıklık hücresi sayısı, stresli olmayan farenin kula­
ğındakine göre daha fazla olacaktır.
Bu kızarma ve şişme şeklinde ortaya çıkan hassasiyet neden
faydalı bir tepkidir? Dhabhar'a göre şiddetli stres durumunda or­
taya çıkan bu tip aşırı duyarlılıklar, vücutta tam bir kalkan görevi
üstlenmiş olan deri gibi bağışıklık bölgelerini tehdit eden sorunlara
karşı bağışıklık sisteminin direncinin artmasını sağlamaktadır. Vü­
cudun bu şekilde savunmaya geçmesi, özellikle aşının ya da kanser
gibi hastalıkların yol açtığı etkilerle başa çıkmada yarar sağlar. Ne
var ki, Dhabhar'ın ilettiğine göre, bağışıklık sisteminin tepki olarak
ortaya koyduğu bu aşırı duyarlılık, alerji, eklem iltihabı ve bağı­
şıkl ık hastalıkları gibi durumlarda olumsuz sonuçlar doğurabil­
mektedir. 3
Şiddetli stres bazı durumlarda faydalı olabilmektedir, fakat kro­
nik stres asla böyle değildir; allostatik yük hali yaratabilir. Eğer iki
laboratuar hayvanına aynı deney çerçevesinde kimyasal antij en ve­
r ilir, fakat birisi beş haftalık bir süre içinde sürekli strese maruz bı­
rakılırsa Gecikmeli Aşırı Duyarlılık tepkisi önemli ölçüde zayıflar.
Strese maruz bırakı lmaya başlandıktan bir hafta sonra kobay hala

92
STRES VE BEYİN

bağışıklık hUcrelerini damarlardan kulağa aktarabil irken, üç hafta


sonra bağışıklık tepkisi azalm ış olur. Beşinci haftanın sonunda ise
bağışıklık hUcrelerinin trafiği gayet azalır. Eğer bir hafta için hay­
van rahat bırakılır ve iyileşmesi sağlanırsa, bağışıklık sistemi eski
durumuna kavuşur, bu da bağışıklık sistem inde meydana gelen za­
rarların onarılabilir olduklarını gösterir.
Peki, insanlar söz konusu olduğunda bu ne anlama gel iyor? Ge­
nelde, uzun suredir strese benzer bir durum la karşı karşıya olan in­
sanlarda, örneğin bir Alzheimer hastasının bakımını Ustlenen kişi­
lerde, Gecikmeli Aşırı Duyarlılık tepkilerinin daha düşük seviyede
olduğunu biliyoruz. Aynı belirti kortizol salgısının günün her saati
yüksek olduğu depresyon hastalarında ve ruh hal i rahatsızlıkları
olan diğer hastalarda da görlllür. İ ster dış faktörlerden ister insanla­
rın beyinlerindeki işleyiş bozukluklarından kaynaklansın, stresin
kronik bir görünüm kazandığı kişilerde allostatik yükün bağışıkl ık
fonksiyonlarına zarar verdiğini gösteren birçok örnek mevcuttur.

Beyin

Beyin burada şimdiye kadar bahsettiğimiz hemen her şey i de­


netleyen organdır. Metabolizmayı düzenleyen hormonları denetler.
Otonom sinir sistemi aracılığı ile kalp-damar sisteminin çalışma­
sını düzenler. Bağışıklık sistemi üzerinde etkindir, bunu doğrudan
bağışıklık sistemini uyararak yapabilir ya da sinirleri veya hor­
monları kullanır. Belki de en öneml isi, beynin stres yaratan etkeni
yorumlamasıdır.
Stresin algılanması önemlidir, çünkü bir kişide stres yaratan bir
unsur başka bir kişide yaratmayabilir. Beyin bir olay ı değerlend ir­
mek ve eğer tehlike yaratıyorsa davranışsa! tepkinin karşı koymak
mı yoksa kaçınmak mı olacağına karar vermek durumundad ır. Bu
davranışsa! tepkilere günUmUzde yeme, içme, sigara içme gibi

93
ZİHNİN HALLERİ

olumsuz davranışlarla, egzersiz yapma gibi yararlı dav ran ı şları da


ekleyebil iriz.
Strese karşı geliştirdiğimiz tepkinin oluşmasında kalıtımsal un­
surlar kadar yetiştiriliş tarzı ve deneyimler de rol oynar. Bütün bu
unsurlar, karşılaştığımız güç olaylarla başa çıkıp çıkamayacağı­
mızı, neden korkup neden korkmayacağımızı belirler. ·

Peki, nasıl oluyor da her şey beyinde d ü ğ ü mle n i y or? Bey i n yal­
nızca bütün bu faaliyetleri kontrol eden organ olmakla kalmaz,
aynı zamanda, depresyon hastaları üzerine yapılan araştırmalarda
da ortaya konduğu gibi, stres hormonlarının hedefi konumundadır.
Sinir hücrelerinin oluşturduğu bağlantı ların deney imlere bağlı ola­
rak değişebilmesi beynin esnekl iğinden kaynak lan ı r ve bu neden l e
stres hormonlarının saldırısına karşı hassas olan bey in, şartlar güç­
leştiğinde kolay l ı k la zarar gö rebili r . Şakak lobunun altında bulunan
amigdala ve hipokampus stresin yorumlanmasında ve tepki o l u ştu­
rulmasında en önem li rolü oynarlar. Korkuya karş ı verdiğimiz tep­
kide ilk harekete geçen am igdaladır ve özel l ikle korkuyla i l g i l i a n ı ­
larım ızla duygusal hafızamıza katkıda bulunur. H i pokam p u s a m i g­
dala ile birlikte çal ışır ve yön bulma ve olayları bel leğe k aydet m e
gibi işlevleri vardır. Diğer bir deyişle, amigdala olayların duygusal
yönil ile ilgili iken, hipokampus bağlamsal, yani olaylara i l işk i n
belleğe yönel iktir; diğer bir deyişle olayların nerede, ne zaman.
kim tarafından gerçekleştirildiğiyle ilgilidir.
Doğrudan hipokampus hilcreleri zarar görd üğünde ya da hüc­
relerin işlevlerinde yetersizlikler oluştuğunda, beynin bağlamsal
hafızayı can landırma yeteneği de zayıflar. Araşt ı rm alar uzun süre
stres altında bulunan insanlarda özel likle hipokampus ve şakak
lobuna bağlı bellek yetersizlikleri görüldüğünü gösteriyor.
H ipokampusa bağlı alt sistemler ve yapılar bulunur. Bun lardan
biri de dişli girustur ve hipokampusun diğer bö l ü ml e ri y l e üç yön l ü
bir iletişim içinde bulunur; bu üçlü sinaptik halkanın öğrenme ve

94
STRES VE BEYİN

belleğe kaydetme süreçlerinde önem li rol oynadığı düşünülmekte­


dir. İ şte bu halka, meslektaşlarımla hipokampusun strese karşı
gösterdiği tepkiyi araştırırken üzerinde yoğunlaştığım ız konu lardan
biriydi . Bulduğumuz şey lerden biri, dişli girusun_yeti şkin beyninde
nadir rastlanır bir özell iğe sahip olmasıdır, çünkü yen i sinir hücre­
leri üretmeye devam eder; bu süreç nörogenez diye ad land ırı lm ış­
tır. Sinir hücresi oluşumu genell ikle doğduğumuz andan itibaren
durur, fakat dişli girus yeni sinir hücresi üretmeye yetişkinlik dö­
neminde de devam eder. Bunu önce farelerde ve sıçanlarda, sonra
maymunlarda gözlemledik ve insanlarda da böyle olduğunu düşü­
nüyoruz. ( İ nsanlarda da böyle olduğunu farz ederken, ileri yaşlarda
hücre çoğalmasının sonucunun ne olduğu hakkında hiç birimiz fi­
kir sahibi değiliz, belki de bu şeki lde bey in ölen hücrelerin yerine
yenilerini koyarak zayıflamasını önlemeye çalışmaktadır.)
Yetişkin sıçanlarda dişli girus bölgesinde yeni hücre oluşumu­
nun devam ettiği doğrudur, fakat bir başka bulgumuz da stresin bu
oluşumu engellediğidir. Üç hafta boyunca strese maruz kalm ış sı­
çanlarda üçlü sinaptik halkadaki belli sinir hücrelerinin dendritle­
rinin, yani diğer sinir hücrelerinden sinyal ler alan tel lerin uç bölge­
lerinin yok olduğu görülür. Bunun doğal sonucu olarak da bu hay­
vanlarda bellek kaybına ya da bellek zayıflığına rastlanır.
Benzer deneyler yetişkinlik dönem inde de yen i sinir hücreleri
üreten ve ilkel bir primat olan sivri sincapçıkla da yapılmıştır. Eğer
bir sivri sincapçık, örneğin kendinden daha güçlü, baskın bir hay­
vanın bulunduğu kafese konmak gibi stres verici bir ortam la karşı
karşıya kalırsa, vücudunda sinir hücresi yapımı tamamen durur,
hatta bu gerginlik hal i yalnızca bir saat gibi kısa bir süre devam
etse bile. Sivri sincapçığın yirmi sekiz gün boyunca günde birer
saat bu şekilde stres yaşaması sağlanırsa kilo venneye başlar. Diğer
bir deyişle, hayvan tehlike durumuna alışamamaktadır. Bu da her
gün aynı korkuyu yaşayan hayvanın çok miktarda kortizol, adrena­
lin ve nonadrenalin salgılamasına yol açar. Y irm i sekiz günün so-

95
ZiHNİN HALLERi

nunda, tıpkı farelerle yapılan deneylerde olduğu gibi, sivri sincap­


çıkta da yeni sinir hücresi üretiminin durduğu ve dendritlerin yok
olmaya başladığı görülmüştür. Sonuç olarak, hem farelerde, hem
de i lkel primatlarda sürekli tekrar eden psikososyal stres, sinir hüc­
relerinin zarar görmesine ve dişli girusta hücre üretiminin durma­
sına neden olabilmektedir.
Bulgularımızdan bir diğeri ise, hipokampustaki sinir hücreleri­
nin zarar görmesinde büyük rol oynamakla birlikte, stres hormonu
kortizolün tek suçlu olmadığıydı. Hipokampusta üretilen ve glüta­
mat adı verilen sinirsel aktarıcının da bu işte payı. vardır. G lütamat,
harekete geçirici bir amino asittir. Hipokampuste gerçekleşen bü­
tün sinaptik aktarımlardan sorumlu olan glütamat bir sonraki hüc­
rede tepkimeye yol açar. Bu nedenle beyin için gerekli bir kimya­
saldır. Fakat, eğer glütamatın faaliyetleri örneğin Dilantin ad ı ve­
rilen ve epilepsi tedavisinde kullanılan ilaçla engellenirse, stres
hatta kortizol kaynaklı hipokampus nöronlarının zayıflayıp körel­
mesi engellenmiş olacaktır.. Bu da bize kortizolün bu değişiklikleri
gerçekleştirmek için beyindeki sinirsel aktarıcılardan biriyle i şbir­
liği içinde çalıştığını gösterir. Dişli girustaki sinir hücresi üretimi­
nin kısıtlanması da bu sebepten kaynaklanıyor olabilir. Ne var ki,
şimdi Dilantin gibi bir i lacın bu süreci kesintiye uğrattığı bil in­
diğinden, araştırmacılar i laç tedavisinden kaynaklanan etki ler üze­
rinde durmaya başlamışlardır.
Tüm bu deneyler ve araştırmalar sürekli yaşanan stresin hipo­
kampus üzerindeki etkisinin ciddi boyutlarda olduğunu gözler önü­
ne sermektedir, fakat gene bu araştırmalardan öğrendiğim ize göre,
bu olumsuz etkiler ortadan kaldırılabilir. Hem farelerde hem de si­
viri sincapçıklarda yirmi sekiz günün sonunda stres durumu orta­
dan kalktığında dendritlerin eski boyutlarına tekrar kavuştukları
görülmüştür. Ne var ki, stres uzun süre devam ederse kalıcı zararlar
meydana gelebilir. Stanford Oniversitesi ' nden Robert Sa-polsky
siyah benekli Güney Afrika maymunları üzerine yaptığı
STRES VE BEYiN

araştırmada aylar boyunca stresli bir ortamda, lider konumundaki


başka bir hayvanın yanında yaşayan maymunlarda yalnız hipokam­
pustaki sinir hücrelerinin dentritlerinin değil, sinir hücrelerinin bile
yok olduğunu görmUştUr.

Şekil 7 : İşlevsel manyetik rezonans görüntüleme tekniği y l e y apılan iki bey i n


taraması, idrak sorunları yaşayan yaşlıca b i r insan ın (sağdaki)
hipokampusunun normal yaşlarındaki bir deneğinkinden (soldak i ) yaklaşık
yUzde 15 daha küçüktür. Taramalar Rockefeller Üniversitesi 'nden Dr. Bruce
McEwen ' in izniyle kullanılmıştır.

Peki ya insan beyni? Alzheimer hastası olmadığı halde kavra­


mayla ilgili sorunlar yaşayan yaşlı insanların işlevsel manyetik re­
zonans görUntUleme tekniği (fMRI) ile elde edilen beyin görüntü­
leri, bu insanlarda hipokampinin normalden yUzde 1 5 daha kUçUk
olduğunu göstermektedir. [Şekil 7] Ayrıca, beynin ortasında bulu-

97
ZiHNiN HALLERi

nunda, tıpkı farelerle yapılan deneylerde olduğu gibi, sivri sincap­


çıkta da yeni sinir hücresi üretiminin durduğu ve dendritlerin yok
olmaya başladığı görUlmüştUr. Sonuç olarak, hem farelerde, hem
de ilkel primatlarda sürekli tekrar eden psikososyal stres, sinir hüc­
relerinin zarar görmesine ve dişli girusta hücre üretiminin durma­
sına neden olabilmektedir.
Bulgularımızdan bir diğeri ise, hipokampustaki sinir hücreleri­
nin zarar görmesinde büyük rol oynamakla birl ikte, stres hormonu
kortizolün tek suçlu olmadığıydı. Hipokampusta üretilen ve glüta­
mat adı verilen sinirsel aktarıcının da bu işte payı vardır. Glütamat,
harekete geçirici bir amino asittir. Hipokampuste gerçekleşen bü­
tün sinaptik aktarımlardan sorumlu olan glUtamat bir sonraki hüc­
rede tepkimeye yol açar. Bu nedenle beyin için gerekli bir kimya­
saldır. Fakat, eğer glütamatın faaliyetleri örneğin Dilantin ad ı ve­
rilen ve epilepsi tedavisinde kullanılan ilaçla engellenirse, stres
hatta kortizol kaynaklı hipokampus nöronlarının zayıflayıp körel­
mesi engel lenmiş olacaktır. Bu da bize kortizolUn bu değişiklikleri
gerçekleştirmek için beyindeki sinirsel aktarıcı lardan biriyle işbir­
liği içinde çalıştığını gösterir. Dişli girustaki sinir hücresi üretimi­
nin kısıtlanması da bu sebepten kaynaklanıyor olabilir. Ne var ki,
şimdi Dilantin gibi bir ilacın bu süreci kesintiye uğrattığı bil in­
diğinden, araştırmacılar ilaç tedavisinden kaynaklanan etki ler üze­
rinde durmaya başlamışlardır.
Tüm bu deneyler ve araştırmalar sürekl i yaşanan stresin hipo­
kampus üzerindeki etkisinin ciddi boyutlarda olduğunu gözler önü­
ne sermektedir, fakat gene bu araştırmalardan öğrendiğim ize göre,
bu olumsuz etkiler ortadan kaldırılabilir. Hem farelerde hem de si­
v iri sincapçıklarda yirmi sekiz günün sonunda stres durumu orta­
dan kalktığında dendritlerin eski boyutlarına tekrar kavuştukları
görülmüştür. Ne var ki, stres uzun süre devam ederse kal ıcı zararlar
meydana gelebilir. Stanford Üniversitesi' nden Robert Sa-polsky
siyah benekli Güney Afrika maymunları üzerine yaptığı
STRES VE BEYİN

miş bir travma, ömür boyu sürebilecek bir duygusal hassasl ığa yol
açabilir; yani böyle insanlar biraz gerilimli olaylar karşısında, hatta
başka insanlar tarafından normal karşılanabi lecek olaylar karşı­
sında aşırı duyarlı davranma eğilimi gösterirler. Öte yandan, bazı
insanlar sürekli stresli ortamlarda bulunurlar. Hava trafiğini kontrol
eden kule görevlilerinin işlerinin ne kadar stresli olduğunu okumu­
şuzdur. Fakat gene aynı kaynaklardan öğrendiğim ize göre, bu in­
sanlardan bazıları heyecan verici bu mesleği severek yaparken, ba­
zıları da mesleğinden nefret ediyor, işine devam etmiyor ve hem
fiziksel hem ruhsal acı çekiyor. Allostatik yükün en . aza indirgen­
mesinde bedensel sağlığın iyi durumda olması yaşama ve çalışma
koşullarım ız kadar önemlidir. Son olarak da, ruhsal sağlık beden
sağlığı açısından önem taşır. Kanser hastaları üzerine yapı lan araş­
tırmalar hastaların kendilerini çaresiz ve ümitsiz hi ssetmelerinin
allostatik yük oluşmasına katkıda bulunduğunu. öte yandan hasta­
lığın kontrol edilebilirliğine dair duyulan iyimser duyguların da
allostatik yükün en aza indirgenmesine neden olduğunu göstermiş­
tir.
İ şyerinde hala umut olduğu konusunda mesaj lar veren çalış­
maların belki de en ilginci ve iyimseri bundan birkaç sene önce İ s­
veç'te Volvo fabrikasında yürütülmüştü. Çalışmada geleneksel iş­
bölilmü çerçevesinde, sürekli aynı işi yapan işçi ler gözlemlenmiş
ve işten kaçma eğiliminin ve işini sevmemenin yanı sıra, kan ba­
sıncının yüksek olması gibi fizyoloj ik sonuçların da yaşandığı gö­
rülmüştü. Daha sonra bu geleneksel yapı yeniden düzenlenerek in­
sanların takımlar halinde çalışması ve sürekl i aynı işi yapmak ye­
rine başkalarının işlerini de üstlenebilmeleri sağlanmıştır. Sonuçta
iş ve ürün kalitesinin yükseldiği ve işçi lerin mesleklerine karşı olan
tutumlarının değiştiği gözlemlenmiştir. İ şçilerin sağlıklarında da
düzelme kaydedilmiş, kan basınçları normale dönmüştür. Bu ne­
denle, çalışma koşullarını değiştirerek fiziksel sağlığı etki lemek
olası görünmektedir.

99
ZiHNiN HALLERİ

Sonuç olarılk, stres konusunda kendimiz için ne yapabil iriz?


Fizyoloj i cephesinde, çoğu fizyolog en öneml i şeyin düzenli egzer­
siz yapmak olduğunu söyler. Ayrıca stres hormonu salgılanmasına
yol açan yağ ve alkolün tüketimini azaltmak, sigarayı bırakmak ge­
rekir. Uykunun düzenli ve yeterli olması da çok önem l idir. Vücut
her gün bir miktar kortizol ve ACTH salgı lar; bunu n miktarı sabah
en yüksek düzeyde olup akşama doğru azalmal ıdır. Araştırmalar
fiziksel ve ruhsal sağl ığın bu ritmin korunmasına katkıda bulundu­
ğunu gösteriyor, öte yandan bu ritmin bozulması kortizolün yük­
selmesine, hipokampusün küçülmesine ve dolayısıyla depresyona
girilmesine neden olur. Sosyal ve psikoloj ik cepheye göre ise, ön­
celikle allostatik yük oluşmasına neden olduğu ispatlanan toplum­
dan uzaklaşmanın önüne geçilmesi, toplumsal destek arayışına gi­
rilmesi şarttır. Bununla birlikte, iş hayatının dışında bizi meşgu l
edecek, stresi azaltarak rahatlama sağlayacak ilgi alanları bulmal ı­
yız. Son olarak da, eğer tüm bunların faydasını göremediysek, ken­
dimizi çaresiz ve umutsuz hissediyorsak profesyonel yardıma baş­
vurmalıyız.
Bütün bu stresi ayarlayıcı yönlerden bakıldığında, akıl sağlığı­
mız ve fiziksel sağlığımızın ayrılamaz olduğu ve bir bütünün iki
yarısı oldukları görülür. Her geçen gün bilim adam larının ortaya
çıkarttıkları bilgiler doğrultusunda diyebiliriz ki, bu bütünün her­
hangi bir yarısını etkileyen her şey, er ya da geç diğer yarıyı da et­
ki leyecektir.4

1 00
5

DUYGULAR VE HASTALIK:
BİR MOLEKÜL DENGESİ

Esther Sternberg

Doktorlar ve hastaları, en azından sezgisel bir düzeyde, duygusal


sağlığın fiziksel sağlığı ve fiziksel sağlığın da duygusal sağlığı et­
kilediğinin uzun suredir farkındadırlar. Örneğin, antik çağda yaşa­
yan hekim Galen, "melankolik" kadınların göğüs kanserine yaka­
lanma olasılıklarının, daha neşeli ya da "iyimser" kadınlara göre
daha yüksek olduğunu gözlemlemişti . 1 Ayrıca, doktorlar uzun sü­
redir hastanın doktora ve öngörillen tedaviye olan güveninin teda­
vinin sonucunu etkileyebildiğini gözlemlemişlerdir. Ne var ki, ol­
dukça yakın bir zamana kadar hastalıkla duygular - ya da akıl ile
beden - arasındaki bağlantı, büyük oranda vücudun bağışıkl ık sis­
teminin birçok karmaşık işlevinin bir sır olarak kalması nedeniyle
bilimsel olarak kanıtlanamamıştı. Vücutta bağışıklıktan sorum lu
tek bir organ bulunmaz; onun yerine, bağışıklık sistem inin bi le­
şenleri merkezi bir karargahtan ya da komuta eden bir generalden
emir almaksızın düşmana saldıran birçok özel kuvvetten oluşmuş
bir ordu gibidir.
ZiHNiN HALLERİ

Ulusal Akıl Sağl ığı EnstitilsU, nöroendokrin immilnoloj i ve dav­


ranış bölümil şefi Dr. Esther Stemberg' in de aç ıkladığı gibi, bilim
adam ları beynin sinir sistemi ağının vücudun bağışıklık sistemi ile
endokrin sisteminin de dahil olduğu hareketli bir iletişim halinde
olduğunu keşfetmişlerdir ve oldukça yeni bir disiplin olan
nöroendokrin immilnoloj i buradan doğmuştur. Bu Uç yö n lil ileti­
şim, kimyasal molekilller düzeyinde meydana gelir ve bey in tara­
fından üretilen sinirsel aktarıcı lar, endokrin sistem i tarafından Ure­
ti len hormonları ve bağışıklık hücreleri tarafından Ureti len, sitokin
adı verilen özel kimyasallarıi çerir. Araştırmacılar şimdilerde bu
molekiller sinyal sistemi işlevini yerine getiremediği zaman sonu­
cun romatizma) artrit gibi iltihapl ı hastal ıklardan depresyon gibi
ruh hali bozukluklarına kadar her şey olabileceği nden şilphelen­
meye başlamışlardır. 2

Ulusal Tıp Müzesindeki ''DUYGULAR VE H A STA LI K'" ad l ı


sergide o n altıncı yüzyı lda Venedik'te yazı lmış b i r tıp ders kitabın­
dan tahta kalıpla basılmış bir resim bulunuyordu. Bu resimde he­
kim Galen umutsuz aşkından hastalanm ış bir genç kadına .teşhis
koyarken ve şöyle derken resmedilm iştir: ''bu kadının rahatsızlığı­
nın iki şeyden .birinden kaynaklandığı sonucuna vardım: ya siyah
safraya bağlı melankoli, ya da itiraf etmek istemed iği başka bir
şeyle ilgili bir sorun". On ikinci yüzyılın önde gelen Yahud i bilim
adamlarından felsefeci ve hekim Rab bi Moses ben Maimon
(Maimonides) "hem hasta hem de sağlıklı kimselerin her zaman
çok neşeli olabilmeleri için doktor elinden geleni yapmalıdır, endi­
şeye sebep olan ruhun tutkularından kurtulmuş olmalıdırlar" diye­
rek akıl ile beden arasında benzer bir ilişki kurmuştur.
Duygularla hastalıklar arasında bir il işki olduğu fikri binlerce
yıldır süregelmiştir. 3 Aslına bakıl ırsa, Batı kültürünün her dönemin-

1 02
DUYGULAR VE HASTALIK

Şekil 8 : O rta Çağ'a ait bu tahta baskı, antik hekimlerin insan ruhunda etk il eri
olduğuna inandıkları dört v ücut sıvısının etkilerini resmetmekted ir. Siyah
safrası fazla olan birisi yataktan çıkamayacak kadar üzgünken (sol üst), çok
fazl a kan, iyimser bir adamı, sevgi lisine şarkılar söyleyen bir romantiğe
döndürür (üst sağ). Çok fazla san safranın etkisinde olan bir adam karısını
döver (alt sol) ve balgam ise bir kadını kendisine gösterilen aşka karşı lık
venneyen birisi yapar (alt sağ). Zentralbibliothek Zurik' in izniyle Leigh
Coriale Design and lll ustration tarafından hazırlanmıştır.

de mümkün olan en iyi araçlar kullanılarak bu bariz bağlantı


açıklanmaya çalışılmıştır. Galen hastalıkların vücutta bu lunan dört

1 03
ZiHNiN HALLERİ

temel sıvının, yani siyah safra, sarı safra, kan ve balgam ın denge­
sizliğinden kaynaklandığına inanıyordu. [Şekil 8] . Maimonides ise
sağlığı etkileyen "ruhun tutkularından" bahsetmiştir. On altıncı
yüzyılın büyük anatomistlerinin ardından, on dokuzuncu yüzyı lda
doktorlar bUtUn hastalıkların anatomideki anorma_l liklerden kay­
naklandığına inanır oldular.
Ne var ki, doktorları ve bilim adamlarım benzer bir şekilde ha­
yal kırıklığına uğratan bir hastalık türü vardı, çünkü hiçbir anato­
mik anormallik bulunamamıştı. Sigmund Freud dönem inin klasik
örneği, altında yatan hiçbir açık fiziksel nedeni olmayan acılara ve
hastalıklara meyilli histerik olarak anılan kadındı. Bu hastalığın er­
keklerde görUlen şekli ise savaşta askerlerin yaşadığı çöküntüydü
ve B irinci Dünya Savaşı sırasında bu rahatsızlık merm i şoku diye
adlandmlmıştı. ( İ kinci Dünya Savaşı' nda bu hastalığa savaş nev­
rozu ya da savaş yorgunluğu denmiştir, Vietnam Savaşı'ndan bu
yana ise travma sonrası stres rahatsızlığı olarak bilinmektedir. Bu
hastalıkların işlevsel nevrozlar diye tanımlanmasının altında yatan
düşünce, eğer anatomide herhangi bir anormallik söz konusu de­
ğilse kişinin ya hasta numarası yaptığına ya da hastalık hastası ol­
duğuna dair inançtı. Dönemindeki diğerleri gibi, Freud da bu gi­
zemli hastal ıkları açıklayabilmek için psikanaliz kuramları geliş­
tirdi, fakat bu hastalıkların anlaşılması bugün bile kolay deği ldir.
1 920' l i ve 30'1u yıllarda Amerikalı psikolog Helen Flanders
Dunbar histeri veya savaş nevrozu çalışmalarını bir adım daha ileri
götürdü. Franz Alexander ve diğer meslektaşları ile Dunbar, astım,
mide ülseri ve kalp hastalıkları gibi fiziksel rahatsızlıkları ruhsal
anormalliklerin sonucu olarak açıklamaya çal ıştı lar. Dunbar, böy­
lece, ruhsal rahatsızlıklardan kaynaklanan somatik ya da bedensel
hastalıkları tedavi etme çalışmalarını karşı lamak için "psikoso­
matik tıp" ifadesini üretti. On dokuzuncu yüzyılda doktorlar bütün
hastalıkların başlangıç nedenini anatom iye bağlarken, yirm inci

1 04
DUYGULAR VE HASTALIK

yüzyılın başlarında doktorların bir kısmı hastal ıkları hastanın


ruhsal ve duygusal durumuyla açıklamaya çal ışıyorlardı.
Ne var ki, bilim bu çabaları desteklemeye yeterl i deği ldi. Beden
ve ruh arasındaki il işkilerin biyokimyasal, fizyolojik ve hormona!
temelleri hakkında bu kuramlara sağlam bir delil teşkil edecek ka­
dar bilgi yoktu. Bunun sonucu olarak da, duygularla hastalıkların
bağlantılı olduğu fikri, bu bağlantıyı kabul etmeden önce kanıtla­
rını talep eden daha gelenekçi bilim adamları ve doktorlar arasında
yine itibardan düştü.
Doktorlar tamamen fiziksel tedav iler üzerine yoğunlaşınca,
l 800' 1erin sonları ve l 900' 1erin başları eczacılıktaki ve ilaç imala­
tındaki ve kocakarı ilaçlarındaki ilerlemeye tanık olmuştur. Koca­
karı ilaçlarının çoğu yüksek oranda alkol içeriyordu, bazılarında
uyutucu maddeler vardı ve hepsi de ateşten parazitlere, diş ağrısın­
dan ishale, dizanteriye, sinirliliğe, halsizliğe ve böbrek hastalığına
kadar neredeyse her türlU hastalığa iyi geldiği iddia ed ilerek
pazarlanıyordu. Dönemin akadem isyen hekimleri, halkın genelinin
çok saf, etkisi kanıtlanmamış sözde tedavilere çok kolay kanan in­
sanlar olmasından endişe duyuyorlardı. Fakat, en sonunda doktor­
lar, esasında, bu etkisi kanıtlanmamış ilaçlar için de söylenecek bir
şeylerin olduğunu fark ettiler. Alınan maddenin hiçbir farmakoloj ik
etkisi olmaması gerçeğine rağmen, bazı durumlarda hastaların iyi­
leşir gibi olduğu ya da en azından hastalık belirti lerinin şiddetinin
azalır gibi göründüğü olmuştur.
*
Bu fenomen, plasebo etkisi - sadece hastanın ilaca olan inancı­
nın sonucu gibi görünen belirtilerdeki bir düzelme - olarak an ıl­
maya başlandı . Sahte ilaç (=place bo: Latince "rahatlayacağım"
anlamına gelir)4 genellikle şekerden yapılmış ve doktorun görü­
nürde tedavi ettiği hastal ığa göre değişik renklerde boyanm ış hap-

• Placebo: Sahte ilaç anlamına gelir. Ancak tıp dil inde plasebo etkisi olarak
bil inir. (ç.n.)

1 05
ZiHNiN HALLERi

lar şekl indeydi. Aslına b ak ılırsa, daha yirm i-otuz yıl öncesine ka­
dar bir çok aile hekimi yanında sürekli Obecalp (placebo' nun ters­
ten y az ılmış şekli) etiketli bu ilaçtan bulundururdu. 5 Günümüzde,
yeni bir i lacın geliştiri lmesi ve teste tabi tutulmasında kontrol n ite­
liğinde sahte ilaç uygulamasına yer veri lir, bunun yapJ lmasındaki
amaç tedav inin ne kadarının ilacın biyoloj ik etkisi, ne kadarının da
sahte ilaç etkisinden kaynaklandığını bulmaktır.
N ihayet 1 950lere gelindiğinde, araştırmac ı lar beyin fizyoloj isi
hakkında daha derin bilgi sahibi oldukça, beyn in çevreden gelen
etkilere karşı gel iştirdiği tepkiler doğrultusunda duygular ve hasta­
lık arasında bir ilişki kurmaya başladı lar. Akıl ve beden arasındaki
ilişki subkortikal beyin - beynin özel likle algı ladığı teh l ike karşı­
sında verdiği bilinçsiz, otomatik tepkileri denetleyen otomatiğe
bağlı kısm ı - bağlamında incelenm iştir. Fizyolog Hans Selye, be­
denin çevresel bir etkiye ya da baskıya karşı geliştirdiği tepkinin
hastalığa yol açabileceğini önererek bu görüşü gen işletm iştir.
O zamandan bu yana meydana gelen teknoloj ik gelişmeler, stres
ve hastalık arasındaki bu i l işkiyi daha iyi an lamamıza yardımcı
olmuştur. PET tarayıcısı gibi aletler, beynin nasıl çal ıştığına dair
hayret verici fikirler edinmemizi sağlam ıştır. Örneğin PET taray ı­
cısı, bir kelimeyi sessiz okurken beynimizin bel l i bir bölümünün,
hızlanan kan akışı ve metabol izma hareketlenmesiyle çal ışmaya
başladığın ı ; başka bir bölümün bir kelimen in anlamını düşünürken
aktifleştiğini ; ve diğer bir bölümün ise bir sözcüğü söylerken ha­
rekete geçtiğini gösterir. [Şekil 9] Benzer bir şeki lde, bir an l ı k
üzüntü y a d a anlık neşe g i b i farklı ruh hal leri sırasında beyn i n
hangi bölgelerinin hareketli veya hareketsiz olduğunu izleyebi l iyo­
ruz. Hatta moleküler biyoloj i ve bilgisayarl ı mikroskoplar, fark l ı
koşul lar altında beynin farkl ı bölgelerinde aktif olan gen ler tarafın­
dan üretilmiş proteinleri ayırt edebiliyoruz. Örneğin, strese maruz
bırakılan bir farenin beyni harekete geçmiş ve stres hormonu
C RH ' y i ya da kortikotropin salgılayan hormonu da içeren birçok
değişik molekül üretm iştir.

1 06
DUYGULAR VE HASTALIK

Şekil 9 : Nöral yapının MRI taraması üzerine ü st üste bind irilerek


yerleşti ri len üç PET görüntüsünden oluşmuş bu bi leşim, sol yarımk üred eki
üç ayn beyin faaliyetini göstennektedir. Bir kel ime söy le m e k beyn i n motor
,

korteksinde bi r bölgey i harekete geçirir, resmin ü st bölümü; sessi z okuma


sağ alt taraftaki görsel korteksin bir alanıyla bağlantıl ıdır, beynin arka tarafı ;
bir kelimenin an lam ı hakkında düş ünmek ise, ön lobtaki faal iyetleri tetikler.
Resim, St. Louis, MO' daki Washington Ü niversitesi' nden Dr. M arcus
Raichle'nin izniyle kullanılm ıştır.

1 07
ZiHNiN HALLERİ

Seslerin Karışm ası

Çok yakın zamanlara kadar araştınnacılar vücudun bağışıklık


sisteminin merkezi sinir sisteminden ya da endokrin sistem inden
bağımsız olduğuna inanıyorlardı. 6 Örneğin bağışıklık sisteminin
askerleri akyuvarlar, timus� dalak ve ilik gibi bağışıklık organ ları,
lenf sistemi ve damarlar tarafından üretilip nakledilir. Aynı za­
manda lökosit de denen akyuvarlar yabancı maddeleri, -yani oak­
teri, virüs, toz ve polen gibi antijenleri tespit edebilmek için kanda
ve lenfte sürekli gezinirler. Diğer bağışıkl ık hücreleri lenf düğümü,
dalak ve apandis gibi lenf organlarında toplanır ve yabancı orga­
nizmaları yok etmek için beraberce savaşırlar. 7
Ne var ki, yaklaşık son on beş senedir8 araştınnacı lar yaln ızca
beyin ve bağışıklık sistemi (lenf düğümlerini ve dalak gibi bağı­
şıklık organlarını uyaran sinirler) arasında doğrudan bir ilişki oldu­
ğunu keşfetmekle kalmam ış ayrıca beyin, bağışıklık sistem i ve iç­
salgı sistem i arasında da karmaşık moleküler bağlantılar bulundu­
ğunu görmüşlerdir. Bu sayede, sinirsel aktarıcıların görevlerinin,
sadece sinir hücreleri arasında sinyal getirip götürmekten ibaret
olmadığı, ayrıca, sadece içsalgı sistemine bağlı olmad ıkları da an­
laşılmıştır. Bağışıklık sistemi kimyasallarının işlevleri de, yalnızca
bağışıklık sistemiyle sınırlı değildir, aynı zamanda beyni de etki­
ler.9
' Bu etkileşim çoğunlukla HPA ekseninin strese karşı tepkisel
olarak harekete geçmesi ile başlar; stres, yırtıcı bir hayvanla karşı­
laşmak, ya da trafikte kaza tehlikesi atlatmak, yaralanmak ya da
enfeksiyon kapmak gibi birçok şekilde ortaya çıkabilir. Bu eksenin
kortikosteroid adı verilen hormonlarının bağışıklık sisteminin ge­
liştirdiği tepkiler üzerinde büyük etki leri bulunduğundan, stresin
nasıl olup da hastalıkların başlangıcı ve seyri üzerinde böyle bir
·

etkisi olduğu sorusu üzerine yoğunlaşmaya başladık.

1 08
DUYGULAR VE HASTA LIK

Bunu anlayabilmemiz için bağışıklık sisteminin ve merkezi si­


nir sisteminin nasıl çalıştığına kısaca bakmak gereklidir. Hem mer­
kezi sinir sistemi hem de bağışıklık sistemi çeşitl i duyu organları
aracılığı ile çevreden ve bedenin diğer bölümlerinden bi lgi al ırlar.
Beyin için, girdiler göz ve kulak gibi duyu organları aracılığıyla
toplanır. Bağışıklık sisteminde ise, bu duyu öğeleri, başl ıca görevi
vücuda ait olanla olmayanı ayırt etmek olan milyonlarca bağışık
hücresidir. Ayrıca her iki sistem de çeşitl i motor öğelerin hareket­
leri aracılığı ile uygun tepkilerin geliştirilmesini sağlarlar. Kulak­
lardan veya gözlerden beyne ileti len girdiye bağlı olarak tipik mo­
tor tepki örneği başı çevirmek ya da kulakları tıkamak olabilir. Vü­
cuda giren yabancı maddeler karşısında bağışıklık sistem inin ilk
yapacağı şey makrofaj hücreleriyle - yabancı maddeleri kelimenin
tam aı :am ıyla yutan akyuvarlar - karşı atağa geçmektir; eğer bu
sonuç getirmezse, bağışıklık sisteminin diğer öğeleri göreve çağı­
rılır, ve yaralanm ış ya da enfeksiyon kapmış bölgede şişme ve ilti­
hap meydana gelir.
Beyinle bağışıklık sistemi arasındaki bağlantının hastalıkların
başlangıcını ve seyrini etkilemesinin sırrı her iki sistemde de
iletişim kurmakta faydalanılan özel mesaj iletici kimyasal mole­
küllerin varlığıdır. Dahası, bu haberci moleküller ister beyindeki
sinir hücrelerince üretilmiş olsun ister destek isteyen bağışıklık
hücrelerince, yalnızca kendi sistemleri içinde haber iletmekle kal­
maz, iki sistem arasında da habercilik görevini devam ettirirler.
Bağışıklık hücreleri habercileri modem immünoloj inin en
önemli buluşlarından biridir. Bilim adamları, akyuvarların, virüs­
leri yok etmek, alerj ik tepkiler oluşturmak ya da enfeksiyonla sa­
vaşmak için, bağışıklık sisteminin diğer bölümlerinin patojen lere
verecekleri tepkilerini dolaylı yoldan düzenleyen, sitokin isminde
küçük proteinler ürettiklerini bulmuşlardır. İnterleukin- l ve inter­
leukin-2 gibi sitokinler, aynı zamanda bağışıklık hücreleriyle diğer
hücreler ve içinde beynin bazı bölümleri de olan organlar arasında

1 09
ZİHNİN HALLERİ

kimyasal sinyal iletme işlevini de gerçekleştirirler. Araştırmac ı lar


kan-beyin bariyerinin -yani beynin kılcal damar ağını meydana
getiren, üst üste yığı lı, sıkıca kenetlenmiş hücre ağı 1 0 merkezi
-

sinir sistemini kanda bulunabilecek bütün potansiyel zararlı mole­


küllere karşı koruduğunu düşünüyorlardı . Ne var ki, hastal ık ya da
iltihaplanma durumunda, hatta bazen sağlıklıyken bile, sitokin ler
geçirgen bölgelerden beynin içine sızabilirler ve burada hipotha­
lamik-pitUiter-adrenal eksenini (HPA) harekete geçirerek bağışık­
lık sisteminin savaşında beyni desteklerler. Bazı araştırmalar, sito­
kinlerin beyne kadar giden yolu kendi leri kat etmeksizin, daha hızlı
bir yolla beyne mesaj yol layabildiklerini ortaya koymuştur: sitokin
sinir hücrelerinin içine sızar ve sinir hücreleri de bunu sonucunda,
üst kafatasına ait sinirlerden biri olan ve beyin kökünden göğse v e
karına doğru gezinen vagus sinirini uyarır.
Bağışıklık sisteminden gelen bu uyarılara beynin gel iştirdiği
bir tepki de ateş yükselmesidir. Harekete geçen hipotalamus, vücu­
dun normal sıcaklığını yükseltir ve sonra, kaslarını hareket ettire­
rek ve metabol izmayı canlandırarak ısı elde eden titreme dah i l, bir
dizi vücut ısıtıcı hareketi düzenler. Asl ında ateşin tam işlevi hala
muammalıdır, fakat sonuçta artan sıcaklık, isti lacı bazı bakteri leri
ve virüsleri yok edebi lir ve enfeksiyonla savaşan antikorları üreten
hücreleri de harekete geçiriyor olabilir.
Beynin tepk ilerinden bir diğeri de hastalık bel irti lerid ir. Örne­
ğin grip olduğumuzda kendimizi yorgun h issederiz, bazı yerlerimiz
ağrır, ateşimiz yükselir, bir şey yemek istemeyiz, hareket etmekten
kaçınırız. Tüm bu davranışlar doğanın hasta organ izmay ı hastalık
ya da yaraya karşı yürütülen mücadelede enerj i kaybını engellemek
amacıyla fazla hareket etmesini engel leme çal ışmalarından başka
bir şey değildir ve interleukin- 1 adl ı sitokin tarafından gerçekleşti­
rilir. Sinyal taşıyan bu bağışıklık molekülleri, damarların duvarla­
rını kaplayan hücrelerdeki alıcılara tutunabilir ve prostaglandin adı
verilen aracı molekül leri uyarabilirler, böylece, aracı molekül ler,

1 10
DUYGULAR VE HASTALIK

yani prostoglandin ler, ağrı hissi ve ateş etkisi yaratarak çevre do­
kularda bulunan sinir hücrelerini uyarmaya devam ederler. Aspirin
gibi ilaçların gribin belirtilerini hafifletmesinin sebebi, ilacın pros­
taglandinlerin hareketlerini engellemesidir, böylelikle hastalık be­
lirtileri ortadan kalkar.
Interleukin gibi sitokinlerin beyin üzerine olan bir d iğer etk isi
de sinir hücreleri üzerinde zehir etkisi yaratabi lmelerid ir. Bey inde
sitokinin etkisi aşırı artarsa, beyin hücreleri ölmeye başlar. A I DS
hastalarının beyninde interleukin miktarının artı şı, belki de A I DS
hastalığı ile ortaya çıkan bunama ve beyne zarar veren oluşumların
sebebini açıklayabilir. Ayrıca, Alzheimer hastahğında meydana
gelen sinir hücresi ölümü de bu nedenden kaynaklanabi l i r. Alz­
heimer hastalığında beyin dokusunun iltihap topladığı bil inmek­
tedir. Böyle bir iltihaplanmanın sitokin salgılanmasına yol açması,
sinir hücrelerine zarar vererek bunama belirti lerinin ortaya çık­
masına zemin hazırlayabilir.

Bi rleştiren Haberci

Vücuda yabancı maddelerin girmesiyle bağışıklık sistemının


geliştirdiği tepkileri ve stresi etkin bir şekilde birleştiren, beynin
stres karşısında gösterdiği kimyasal tepkilerin i lki olarak hipota­
lamus tarafından salgılanan bir endokrin hormonu olan C RH 'dir ya
da kortikotropin salgılayan hormon. [Şekil l O] Bu kimyasal akışın
ana ürünlerinden biri; tabii ki, vücudun kan şekerini artırarak teh­
likelere hazır olmasını sağlayan kortizoldür. Kortizol adlı bu mad­
de, sadece stres sonucunda çıkan hormanların en bil indiği olmakla
kalmayıp, ayrıca, interleukin- 1 salgısını kontrol altında tutarak
iltihaplanmay ı önleyici ve bağışıklık sistemini düzenleyici işlev lere
de sahiptir; bağışıklık sisteminin yaralanmalar karşısında aşırı tepki
geliştirerek sağlam hücre ve dokulara zarar vermesini önler. Korti-

111
ZİHNİN HALLERİ

Hipotalamus

,.. - - Locus ceruleus


1
1
Tractus sollto­
riusun çekirdeği

Sempatetik
sinir sistemi

.
.
.

.
.
. .
' '
Bağışıkhk hücreleri
,

.. .. .. . .. ·
.. .. .. . .
.. . .. . .. .. . .. . .. ..

Şekil 1 0 : Strese verilen karşı lık sırasında hipotalumus tarafından gönderilen


kimyasal haberci olan CRH (kortikotrapin salgı layan hormon), beyin ve
bağışıklık sistemi arasında çok öneml i bir bağdır. Bu şeki lde gösterildiği gibi,
bağışıklık ve sinir sisteminin aracı lan hedef organları uyarabilirler veya
hareketlerini engelleyebilirler. Bağışıklık hücreleri tarafı ndan üretilen sitokin
adı verilen kimyasallar hipotalamusun CRH üretmesine, böylelikle HPA
eksenini tetiklemesine ve bunun sonunda da kortii:ol üretiminin
tetiklenmesine yardımcı olur. Bunun karşı lığında kortizol, iltihapl ı tepki leri
engeller. Scientific American özel sayısından, 1 997; Roberto Osti' nin izniyle
Leigh Cariale Design and Jllustration tarafı ndan hazırlanm ıştır.

112
DUYGULAR VE HASTA L I K

zol salgılandıktan sonra hipotalamusa üretimi durdurması için


gönderdiği basit bir sinyalle CRH üretimini dizginler. Eğer bu
sinyal yerine ulaşmazsa, CRH ' ın az ya da çok üretim i, yetersiz ya
da gereğinden fazla çalışan bir bağışıklık sistem i gibi gayet kötü
durumlarla sonuçlanabilir.
Kortizol üretimini sağlamaya ek olarak, hipotalamusun CRH
salgılayan nöronları, beynin sempatetik sinir sistem ini düzen leyen
bölgelerine de ulaşırlar. Sempatetik sinir sistemi, strese tepki geliş­
tirmeye başladığında vücudu harekete geçirmekle kalmayıp, timus,
lenf bezleri ve dalak gibi bağışıklık organlarını da faaliyete zorlar
ve böylelikle vücudun iltihap toplamaya yönelik tepkisinin denet­
lenmesine yardımcı olur. CRH salgılayan ve hipotalamusta yer
alan sinir hücreleri ayrıca amigdala'ya ve hücrelerin renginden
dolayı "mavi bölge'' olarak da bilinen ve beyin kökünde bulunan
locus ceruleus'a da ulaşırlar. Locus ceruleus ve amigdala kaçınma,
sürekli tetikte olma ya da gerginlik hissetme gibi korkuyla ilinti li,
ama bir o kadar da iyileşmeye yardımcı olabilecek davranışları
birl ikte denetlerler. CRH ve kortizol vücudun bağışıklık sisteminin
geliştirdiği tepkileri, ve beynin düzenlediği stres tepkilerini işte bu
şekilde birleştirirler.

Sistem i n Çahşmasım Sağlam ak

Merkezi sinir sistemi ve bağışıklık sistemi arasında moleküler


düzeyde gerçekleşen birçok etkileşimi ve iletişimi göz önünde bu­
lundurursak, beyinle bağışıklık sistemi arasındaki i letişimin sorun­
suz bir şekilde devam etmesinin sağlık açısından önem l i olduğu
açıktır. İ nsanlar sürekli dışarıda ve hareket hal inde olduklarından
dolayı, bakteriler, alerj ik maddeler ve virüsler gibi birçok kimyasal
ve fiziksel uyarıcıya karşı korumasızlardır. Bağışıklık sistem inin
yalnızca yabancı maddelerin tehdidi söz konusu olduğunda anında

113
ZİHNİN HALLERİ

savunmaya geçmesi deği l, aynı zamanda tehl ike gittiği zaman sa­
vunma faal iyetleri vücuda zarar vermesin diye savunmay ı derhal
bırakması da şarttır.
HPA ekseninin faal iyetlerinin kal ıtımsal bir rahatsızlıktan ya da
ilaç veya cerrahi müdahale sonucu duraklaması, kortizol üretim inin
düşmesine yol açar ve bu da bağışıklık sistem inin aşırı yoğun bir
şekilde çal ışmasına ve eklem i ltihabı gibi iltihaplı hastalıkların olu­
şumuna meydan verir. Öte yandan, H PA ekseninin -örneğin kronik
streste olduğu gibi - fazla uyarılması ise kortizolün çok fazla sal­
gılanmasına neden olacaktır. Aşırı kortizol yabancı işgalciyi tama­
men etkisiz hale getirmeden bağışıklık sistemini durduracaktır; bu
da enfeksiyonlardan kolayca etki lenilmesine yol açabil ir.
Bağışıklık sistemi üzerine yapı lan araştırmaların çoğunda Lewis
faresi adı verilen laboratuarda yetiştiri lm iş, tek soydan gelm i ş ko­
baylar kullanılmıştır. Lewis fareleri, iyi korunan, tem iz bir ortamda
tutulduklarında, uzun ve sağlıklı hayatlar yaşarlar. Fakat çevrede
antij en ve patojenlerle karşı laşırlarsa eklem iltihabı, tiroidit, adrenit
ve uveit gibi bir dizi i ltihaplı hastal ığa yakalan ırlar.
Şaşırtıcıdır ki, Lewis farelerinin i ltihap l ı rahatsızl ı klara yaka­
lanmasının sebebi sanıldığı gibi bağışıklık sistemlerinden kaynak­
lanmaz. Sorun, merkezi sinir sisteminde, özellikle de CRH salgı la­
yan ve strese karşı geliştirilen tepki leri denetleyen hipotalamus­
tadır. Bu, Fischer fareleri adı verilen bir başka tür ile kıyaslandı­
ğında daha iyi anlaşılmaktadır. Fischer fareleri ile Lewis fareleri
. arasında kan ve doku uyuşmazlığına rastlanmaz, diğer bir deyişle,
bir türden al ınan canl ı doku diğer türe nakledi ldiğinde bağışıklık
sistem inden kaynaklanan doku uyuşmazlığı görülmez. Ne var ki,
F i scher fareleri aynı çevresel etkilere maruz kaldıklarında Lewis
farelerine göre i ltihaplı hastalıklara daha seyrek yakalanırlar. İki
fare türü arasındaki fark hipotalamusta, çeşitli uyarıcı lar karşısında
beynin ne kadar CRH ürettiğindedir. Normalde hipotalamusta C RH

1 14
DUYGULAR VE HASTALIK

salgılanmasına neden olan interleukin- 1 molekül leri F ischer fare-'


leriride çok miktarda CRH salgılanmasına neden olurken, Lewis
farelerinde durum böyle değildir, CRH salgısı yok denecek kadar
azdır.
Lewis farelerinde sorunun hipotalamuslarından kaynaklandığı
başka deneylerle de ispatlanmıştır. Bu deneylerde, hastalığa rlaya­
ı:ııklı Fischer faresinin beyninden alınan doku hastalıklara karşı di­
rençsiz olan Lewis faresine nakledilmiştir. Normalde bir Lewis fa­
resine enjekte edilen zehirsiz maddeler, örneğin su yosunundan
elde edi len ve yiyeceklerin korunmasıncja kul lanı lan . sıvı lar gibi
yabancı sıvı lar farenin derisinin altında büyük bir kese şekl i nde
topl anma yapar. Ne var ki, Fischer faresinden nak i l yolu ile beyin
dokusu alan Lewis faresinde bu i ltihaplanma görü lmez. Bu bu lgu­
lar i ltihaplı hastal ıkların tedavisi için yeni çözüm önerileri getir­
mektedir. B u tedavi ler sadece bağışıklık sistem ini hedef alarak de­
ğil, beynin stres tepkisi geliştiren ve CRH salgısını denetleyen bö­
lümleri üzerine odaklanarak mümkün olabilecektir.

Duygu lar ve Hastallk

Beyinde stres tepkisinin oluşmasını sağlayan sistemle bağışıklık


sistem i arasındaki ilişkiye değin bilgilerimizin çoğu hayvan lar üze­
rine yapılan deneylerden kazanılmış olsa da, bu i lkelerin doğruluğu
gitgide insanlar üzerinde de kanıtlanmaktadır. İnsanlarda meydana
gelen birçok hastalığın HPA ekseninin işlevini tam olarak yerine
getirememesinden ve CRH hormonunun düşük miktarda salgı lan­
masından kaynaklandığını gösteren kanıtlar artmaktadır. CRH ' n in
düşük miktarda salgılanması, kortizolün de azalacağı an lamına ge­
lir; bu da bağışıklık sistem inin normalden daha fazla aktif çal ışma­
sına neden - olur. İ nsanlarda CRH işlev inin sekteye uğraması yor­
gunluk, aşırı uyuma isteği, uyuşukluk, kas ve eklem ağrılarına -

115
ZiHNiN HALLERİ

kronik yorgunluk sendromu ve romatizmal artrit gibi hastalıkların


ve aşırı yorgunluk, fazla uyuma, aşırı yemek yeme gibi bel irti lerle
karakterize edi len mevsime bağlı duygusal rahatsızlık ve atipik
depresyon gibi ruh hali rahatsızlıklarının klasik belirtileri - sebep
olur.
Bunun tam tersi ise, yani C RH ' nin fazla salgılanıyor olması da
en bilindik depresyon tipinin, yani melankolinin oluşumuna mey­
dan verir. Melankoli hastalarının başlıca şikayetleri uykusuzluk,
cinsel isteğin ve yemek yeme isteğinin azalması ve adet kanamala­
rının kesilmesidir. Bu tepkiler savaş-kaç hormonu olarak da bilinen
C RH miktarının yükselmesinden kaynaklanan fizyoloj ik uyarı lma
sonucu ortaya çıkan belirtilerdir. Av hayvanları da, örneğin, yırtıcı
bir hayvanla karşılaştıklarında CRH hormonundan kaynaklanan bir
takım tipik davranışlar gözlemlenir: hayvan hareketsiz kal ır, tüm
dikkatini avcı yırtıcı üzerine odaklar, yemek yiyorsa buna son ve­
rir. Depresyon hastası insanlar da herhangi bir dış etki söz konusu
olmasa bile, benzer davranışsal tepkiler sergilerler, fakat bu tepki­
ler öyle aşırı boyutlara gelir ki, kişiye büyük zararlar verebilir.
Doktorlar uzun zamandır nasıl olduğunu çözemeseler de, dep­
resyonla artrit gibi iltihaplı hastalıklar arasında bir i l işki olduğunu
düşünmüşlerdir. Şimdi ise, bu ilişkinin anlaşılabi lmesi için iki
hastalığın da biyoloj isinin ve patofızyolojisinin araştırılması gere­
kiyormuş gibi görünüyor. Bu hastalıkların bir çok ortak belirtisi
vardır; sabahları kendine gelememek, enerj i kaybı, bitkin lik, ilgi­
sizlik gibi . Bunların yalnızca kronik artritten kaynaklanan ağrıların
depresyona neden olduğu, ya da ağır stresin artrit oluşumunu hız­
landırdığı şeklinde açıklanması yeterli olmayabilir, bu iki hastalık
arasındaki bağıntı HPA ekseninden (beynin strese karşı oluşturulan
tepkiyi denetleyen bölümü) kaynaklanan bir sorundan kaynaklana­
bilir, bu durumda her iki hastalıkta da gerekli olan CRH hormonu,
az miktarda salgılanıyor olur. On dokuzuncu yüzyılda yaşam ış
empresyonist Fransız ressam Pierre-Auguste Renoir da örneğin,

1 16
DUYGULAR VE HASTALIK

hem depresyon, hem de ağır romatizma( artrit hastasıyd ı . Renoir' ın


artrit ağrılarının arttığı dönemde bile iç açıcı, neşeli, güzel tablolar
yaptığı bilinmektedir. Fakat depresyona girdiğinde ya kasv etli re­
simler yapıyordu ya da ç izmeyi tamamen bırakıyordu.
Fiziksel ya da psikoloj ik gerilime bağlı bir hormonal dengesiz­
lik de, depresyona giren diğer artrit hastalarında hem depresyonun
hem de iltihaplı hastalığın oluşumuna neden olabil ir, ki bu da dış
etkenin fiziksel ya da psikoloj ik oluşuna göre, bu iki hastal ığın
herhangi birinin daha başka bir safhasının oluşmasına yol açabilir.
Aslında, artrit hastalarında depresyon her zaman hastal ığın artt ı ğı
dönemlerde gözlemlenmemektedir. Bulgular hastalıkların fiziksel
ya da ruhsal hastalıklar şeklinde sınıflandırılmalarının yapay bir
ayrım olabileceğini gösteriyor. Psikoloj ik rahatsızlıkların tedav i­
sinde kullanılan kimi ilaçların iltihaplı hastalıklarda ve bağışıklık
sistemine yönel ik kullanılan ilaçlar da ruhsal rahatsızl ıklarda kul­
lanılabilmektedir.
Sonuç olarak, hayvanlar üzerine yapı lan deney lerde görüldüğü
üzere, stresin grip gibi ya da HIV gibi diğer v irüslerin yol açtığı
hastalıkların seyrini ve şiddetini etkileyebildiğini bil iyoruz. -Benzer
bir şeki lde, insanlarda da grip aşısının Alzheimer hastası olan eşle­
rine bakan kişilerde -ki bu gerçekten oldukça stresli bir görevdir -
benzer çevre ve yaş grubunda olup bir hastanın bakımını üstlenme­
yen insanlara oranla daha az etkili olduğu görülür. 1 3
Görüldüğü gibi, bağışıklık sistemleri ile stres arasındaki etki le­
şim konusundaki yeni görüş, sadece bu etkileşimin nası l gerçek­
leştiğini açıklamakla kalmayıp, hayvanlardaki psiko lojik şartlan­
manın bağışıklık sistemlerinin tepki lerini yön lendirdiğini gösteren
çalışmalara da açıklama getirir. Klasik psikolojik şartlanma ilk ola­
rak Rus Fizyolog Ivan Pavlov tarafından ortaya konmuştur.
Pavlov'un köpekleri normalde yemek yemeye bağlı bir uyarıcı ol­
mayan zil sesinden sonra salya salgılamayı öğrenmişlerdi. Diğer

117
ZiHNiN HALLERİ

bir deyi şle, bu hayvanlar birbiriyle ilintil i olmayan iki uyarıcıyı


(Pavlov ' un örneğinde zil ve yiyeceği) bağdaştırmayı öğrenm işler­
dir. H ayvan, bu uyarıcılardan birine içgüdüsel tepki gösterir (yuka­
rıdaki örnekte yiyeceğin koklanması ya da görülmesi üzerine salya
salgılanması) fakat hayvan aynı tepkiyi diğer bir uyarı_cıya karşı
geliştirmeye koşullanmıştır.
1 970' lerin ortalarında Rochester Üniversitesi' nden Robert Ader
ve N icholas Cohen, fareler üzerinde çalışırken, sakarinli suya fa­
releri hasta eden bir ilaç koyarak, hayvanlara sakarinli sudan hoş­
lanmamaların ı öğretmişlerdi. 1 4 Ader' in seçtiği i laç kansere karşı
kullanılan bir ilaçtı ve akyuvarların normal bölünmelerini durdura­
rak farelerin bağışıklık sisteminin işleyişini engelliyordu. 1 5 Yeterl i
denemeden sonra sadece sakarinli suyun farelerin bağışıklık siste­
m inde kanser ilacının yol açtığı benzer tepkilerin oluşmasına neden
olduğu görüldü.
Peki, böylesi bir psikoloj ik koşullanmanın insanlar için doğur­
duğu sonuçlar nelerdir?
Stres ve bağışıklık sistemleri arasında etki leşimin yanı sıra or­
tak hormona! tepkilerin varlığı, bir kişinin strese karşı geliştirdiği
tepkilerin ve duyarlılığın değiştirilmesine yönel ik bil inçl i çabaların
etkil i olabileceğini göstermektedir. 1 6 Araştırmacılar hala insanların
çeşitli stres türlerine karşı geliştirdikleri tepki lerin ne kadarının ka­
l ıtımsal olduğunu ve meditasyon ve gevşeme terapisi gibi bilinçli
uygulamalar sonucunda ne kadar kontrol altına alınabileceğini bil­
memekteler. Jerome Kagan ve diğer bilim adamlarının hem hay­
vanlar hem insanlar üzerine yaptıkları deneylere göre, her birim izin
strese dayanıklılık ya da hassasiyet sınırı vardır. Genler ve genç
yaşta yaşanan deneyimler beynin oluşumunu öyle şekillendirebilir
ki, bazı insanlar strese dayanıklıyken, bazıları hayli dayanıksız ola­
bilirler� İki farklı tür fare üzerine yapılan deneylerde de görüldüğü
üzere, hipotalamusu çok fazla CRH hormonu salgılamayan Lewis

1 18
DUYGULAR VE HASTALIK

fareleri yeni durum lar karşısında sakin kalabilmektedir. Bunun ak­


sine, CRH salgısı yüksek seviyede olan Fischer farelerinin hare­
ketleri ürkek ve tedirgindirler.
Çalışmalar bir taraftan stresin insanları hastalıklara ve enfeksi­
yonlara karşı daha dayanıksız hale getirerek bağışıklık sistemini
körelttiğini gösterirken, diğer yandan kişiye destek verici toplumsal
çevrenin ve grup terapisinin de stres hormonu düzeyini düşürerek
bağışıklık sistemini kuvvetlendirdiğini ve kanser gibi hastalıklara
karşı insanları dirençli kıldığını ortaya koymaktadır. Örneğin, gö­
ğüs kanseri olan kadınlarda, kendilerine destek veren bir arkadaş
ve aile çevresine sahip olan kadınlar, böyle bir çevreye sahip ol­
mayanlara yaşama eğilimindedirler. İster kendini dışarı atıp koş­
mak şeklinde olsun ister endişe duymak veya bir arkadaşla konuş­
mak istemek, stresi kişisel olarak nasıl yaşadığımızın bi lincine
varmak, eğer gerekiyorsa bunu değiştirebi lmemize yardımcı ola­
caktır ve bu da bağışıklık sisteminin en iyi şekilde çalışmasına ve
sağlıklı kalmaya yardım edecektir.

1 19
6

DUYGULARIN Gücü

Joseph LeDoux

İster yedi yaşında olalım, ister on yedi ya da yetm iş, duygular ço­
ğunlukla kafa karıştırıcı olabilir. Aşk, öfke ya da keder hakkında
yazılanlara ve söylenenlere rağmen, iş hissettiklerimizi anlatmaya
gelince, sanki başka bir dil kullanıyor gibi oluruz. Duygu öznel bir
deneyim olduğundan, bilim adamları, algı ve hafıza gibi daha ko­
lay ölçülen zihinsel süreçler Uzerine yoğunlaşmayı tercih ederek
duyguların oluşumunda beynin rolünü araştırmışlardır.
Ancak insanlar arasında duygusal düzlemde bir bağ da vard ır.
Belli uyarıcılara benzer şekilde tepki gösteririz. Bir tiyatro salo­
nunu dolduran insanlar duygusal bir sahnenin ardından gözyaşla­
rına boğulurken, bir başkasında kahkahalarla gülebilirler. Birkaç
hafta önce ölümle sonuçlanan bir trafik kazasına şahit olmuşsak
eğer, acı bir fren sesi duyduğumuzda kalbimiz birden hızla çarp­
maya başlar.
New York Üniversitesi Sinirbilim Merkezi Henry ve Lucy
Moses KUrsUsU' nden Dr. Joseph LeDoux gibi önde gelen bilim
adam ları insan duygularının zengin repertuarını oluşturmak için
beynin deneyimlerimizi nasıl şekillendirdiğini araştırmaya başla-
ZiHNiN HALLERİ

mıştır. LeDoux' nun da bu bölümde açıkladığı gibi, araştırmasına


yaşayan tüm canlılarda ortak olan bir duyguyu incelemekle başla­
m ıştır: korku. Beynin tehlikeyi tespit etme ve buna tepki verme -
ve tehlikeli olanı hatırlama - mekanizmasının işleyişini çözmeye
çalışan LeDoux, bu sistemin beynin "düşünen" kısmını çevreleyen
sinir hatları içerdiğini bulmuştur. Bu şeki lde, korku mekanizması
LeDoux' nun duygusal hatıralar (duygulara ilişkin hatıralar ayrı)
adını verdiği şeyi yaratır - hatıralar neden kaynaklandığı hakkında
en ufak bir fikrimizin olmadığı bizi sarsan fizyolojik tepki leri
tetikleyebilir.

"Sorulmaya değer yegane sorular, ileride insanların duygularının


olup olmayacağıdır ve eğer bunun yanıtı hayır ise, hayatın neye
benzeyeceğidir."
- Rock eleştirmeni Lester Bangs

DUYGULARI anlamaya çalışmak, beyn in ve zihnin işleyişiyle ilgi­


lenen her bilim dalının önemli bir parçası olmalıdır. Bizi biz yapan,
her şeyden önce, duygularımızdır; olmak istediğimiz şeyi onlar
renklendirir - ve tabii olmak istemediklerimiz de. Fakat ne yazık
ki, zihne dair son zamanlarda yapılan bir çok sinirbilimsel araş­
tırma, duyguları dışarıda bırakm ıştır. Modern dönemlerde dilygu lar
çoğunlukla psikoloj ik olarak incelenmiştir. Bu çabalar konuyla il­
gili belli bir bilgi birikimi yaratmış olmakla beraber, bu konuda
bazı pürüzler vardır. Bunlardan ilki, herkes duygunun ne olduğunu
bilir, fakat kimse tanımlayamaz. Diğeri ise, nerdeyse bu alanda ça­
lışan kişi sayısı kadar duygu kuramı vardır. Fakat beynin incelen­
mesi, duygu gibi duygusal bir sürecin nasıl işlediğine dair yen i
bulgular sağlayabilir ve bu çalışma değerli bir yaklaşımdır.

1 22
DUYGULARIN Gücü

Beyni Dinlemek

Y ıllar boyunca bazıları beynin duyguları nasıl "ürettiği" sorusunun


az çok yanıtlandığını düşünmüştür. 1 950' lerde Ulusal Akıl Sağlığı
Enstitüsü Nörofizyoloj i Laboratuarı 'nda çalı şan bir bilim adam ı
olan Paul McLean, limbik sistemin (hipokampus, talamus, hipota­
lamus, am igdalayı kapsayan bir terim) duyguların ortaya çıktığı yer
olarak kabul edi lebileceği kuramını ortaya attığı bir makale yaz­
mıştır.
Buradaki sorun, l imbik sistem kuramının; bir seferde bütün
duyguları açıklayan bir kuram olmaya çalışmasıydı. Ne var ki, be­
yinde "duygu" işlevine tahsis edilmiş tek bir sistem yoktur. Bunun
yerine, tümüne birden duygu adını verdiğimiz çeşitli zihinsel du­
rumlar, her biri farklı amaçlar için geliştirilmiş farklı sinir sistemle­
rince bir araya getirilir. Örneğin tehlikeden korunmak için gelişti­
rilmiş sistemin, üreme için geliştirilmiş olandan farklı olması
muhtemeldir ve böylelikle bu sistemler harekete geçtiğinde yaşa­
nan öznel duyguların -korku ya da cinsel haz hisleri - kendilerine
has sinirsel farklılıkları vardır, en azından bir ölçüde.
Belli bir zihinsel durumu ya da duruma uygunluk adına duygu
olarak adlandırmay ı seçtiğimiz bir durumu oluşturan beyin meka­
nizmaları aynı zamanda nabız atışı ya da beyin dalgaları gibi bazı
ölçülebilir fizyoloj ik durumların ya da kaçma veya gülümseme gibi
gözlemlenebilir davranışların ortaya çıkmasına sebep olur. Buna
karşın, "duygular" bilinçli, öznel deneyimlerdir. Bir kişi korktu­
ğunu söyleyebilir, fakat bu değerlendirme kişinin içinde bu lunduğu
duruma i lişkin kendi koyduğu isme dayanır. Benzer fizyolojik tep­
kileri gösteren, örneğin avuçları terleyen, nabzı hızlanan bir diğer
kişi ise heyecanlandığını söyleyebil ir. Bu nedenle duygulardan
başlayıp geriye doğru çalışarak beyne gitmek, sorunlarla doludur.
Bunun yerine yapmamız gereken, evrimin duyguları oluşturmaları

1 23
ZİHNiN HALLERi

için ürettiği sistemlere bakarak duygu adını verdiğimiz durum lar


hakkında kendi anlayışımızı oluşturmaktır. Sonuç olarak, ben im
yaklaşımım beynin kişisel duyguların beyinde nası l temsil edi ldi­
ğini - diğer bir deyişle beyin mekanizmalarının ne olduğunu -
bana söylemsine müsaade etmek olmuştur.

Model Bir Sistem Olarak Korku

Korku mekanizması, çeşitli nedenlerden ötürü başlangıç için iyi bir


noktadır. Öncelikle korku çok yaygındır. Biz insanlar günlük ha­
yatta kana susamış vahşi hayvanların saldırısına uğramaktan kork­
·
mayabiliriz, fakat modern toplum bize sayısız teh like arz eder;
örneğin nükleer savaş gibi potansiyel dünya çapında felaketlerden
daha kişisel boyutta bir cinayete kurban gitmek gibi .
Korkunun incelemeye uygun bir duygu olmasının diğer bir se­
bebi de, birçok psikiyatrik rahatsızlığın kaynağı olmasıdır. Kaygı
bozuklukları adı verilen bir takım rahatsızlıklar - pan ik . atak,
obsesif-kompalsif rahatsızlığı, travma sonrası stres rahatsızl ığı -
her sene tedavi altına alınan psikiyatrik rahatsızlıkların yaklaşık
yarısını oluşturur, madde bağımlılığı buna dahil deği ldir. Tüm bu
rahatsızlıklar beyindeki korku sisteminden kaynaklandığı için, bu
sistemin işleyişinin anlaşılmasının önemli klinik sonuçları olabil ir.
Son olarak, korku davranışının oluşmasına neden olan beyin­
deki bu mekanizma, hayvanların hayatta kalmasını sağlam ı ş ve
m i lyonlarca yıl, çeşitli türler tarafından korunmuştur. Korktuğu­
muzda gerçekleştirdiğimiz davranışlar, yan i bedensel tepkilerim iz,
her ne kadar aynı şeylerden korkmuyor olsak da, diğer hayvan ların
tepkilerine benzer. Bir fare borsanın dibe vurduğu haberiyle panik
atak krizi geçirmeyeceği gibi, bir insan da normalde kediden
korkmaz. Fakat vücudumuzun borsanın düştüğü haberine tepki
verme biçimi, farenin vücudunun kedi gördüğünde verdiği tepki-

1 24
DUYGULARIN Gücü

lere çok benzer. Bu özellikle önem l idir, çünkü insanların korku


sisteminin nasıl çalıştığını öğrenmek için hayvan ların davranışla­
rını ve beyinlerindeki süreçleri inceleyebi leceğimiz anlamına gelir.

Davramşsal Araçlar:
Klasik Korku Koşullanması

Peki, korkuyu inceleme sürecini nasıl gerçekleştireceğiz? Burada


iki şey gereklidir. Öncelikle sağlam davran ışsal araçlara ihti­
yac ımı z var yani bir hayvan korktuğunda gerçekleştirdiği belli
-

davranışları inceleyebileceğimiz teknikler ve yöntem ler. Ayrıca,


hayvan korkulu bir davranış sergilediğinde beyninde neler oldu­
ğunu incelememizi sağlayan yöntemler olan iyi sin irbilim araç la­
rına gerek vardır.
Önemli davranışsal araçlardan biri de klasik korku koşu llanması
olarak bilinir ve Pavlov'un şartlı refleks olarak tanım ladığı davra­
nışın değişik bir şekl id ir . Klasik koşullanma süreci, zararsız bir
uyarıcının - bir ses ya da ışık gibi esasında tek başına anlamsız bir
uyarıcı - hayvan için anlamlı olan başka bir şeyle özdeşleştiri lme­
s in i ya da ilişkilendirilmesini içerir. Pavlov ' un köpekleri örneğinde
anlamlı uyarıcı yiyecekti, anlamsız uyarıcı ise zil sesiydi . Ne var
ki, korku araştırmasında uyarıcı olarak yiyeceği seçmek bize bir
fayda sağlamayacaktır. Bu nedenle denek olarak fareleri kullandı­
ğımız araştırmada sesle, farenin ayağına veri lecek hafif bir elektrik
akımını bir arada kullanmayı tercih ettik. (Deneyin sürdürülebil­
mesi için elektrik şokunu mümkün olduğunca hafif ve seyrek ara­
lıklarla verdik.) B u türden özdeşleştirmelt>"in söz konusu olduğu
durumlarda, işittiği ses fare için tehlike ile bağdaştırdığı bir uyarıcı
haline gelir. Bu nedenle fare sesi duyduğunda, derhal tepki göste­
rir: Hareketsiz durup tehl ikeyi beklemeye başlar. Bu Pavlov ' un

1 25
ZiHNİN HALLERİ

köpeklerinin zil sesinden sonra yiyecek beklentisi ile salya salgı­


lamasında olduğu gibi şartlı bir reflekstir.
Doğal hayatta bir hayvanın tehlikeli olanı öğrenmek için de­
neme ya da hata yapma gibi bir lüksü yoktur; doğruyu bulana ka­
dar pratik yapma şansı bulunmamaktadır. B ir kez kurtulabi lecek
kadar şanslıysa, yaşamını tehdit eden hayvanın görüntüsünü, sesini,
kokusunu, vs. hatırlayabilmesi onun yararınadır. Laboratuarda
elektrik şoku yeterince caydırıcıysa, sesle şoku aynı anda yalnızca
bir kerede vermek yeterlidir. Fakat genellikle rahatsızl ığı en aza
indirgemek için şoku hafif tutup birkaç kez � :nelemeyi tercih ede­
riz.
Sesin elektrik şokuyla özdeşleştirilmesi gibi bir şey söz konusu
olduğunda, gerçek hayattakilere benzer bir takım tepkileri harekete
geçirir. 1 996'da Atlanta Olimpiyat Oyunlarındaki bombalama ola­
yının televizyon kayıtlarında görüldüğü üzere, bomba patladığında
herkesin ilk yaptığı şey geriye kaçmak olmuştur; bu, korku reflek­
sidir. Fakat insanların bir sonraki tepkisi öylece durup kalmak ol­
muştur: oldukları yere çömelmiş ve b irkaç saniye hareketsiz kal­
mışlardır. Bu tepki evrimin bize bir m irasıdır, özellikle yırtıcı hay­
vanların merhametine kalarak hayatta kaldığımız dönemlerden .
Y ırtıcı hayvanlar harekete tepki gösterirler; illaki çok iyi görmeleri
gerekmez, fakat her türlü hareket onları harekete geçirir. Bu ne­
denle, tehlike arz eden bir durumla karşı karşıya kalınca hareketsiz
kalırız, çünkü evrimsel korku sistemimiz tehlikeyi fark eder ve
otomatik bir biçimde tepki gösterir.
Kaçma ve durma reflekslerinin yanında, vücudun başka otoma­
tik tepkileri de vardır. Tüm bunlar savaş-kaç tepkisinin bir parças ı­
dır. Bir tehlike halinde çeşitli fizyoloj ik tepkiler meydana gel ir.
Kan vücutta ona en fazla gereksinim duyan bölgelere (kaslara) da­
ğıtıl ır. Bu da kan basıncı ve kalp atışlarının değişmesine neden
olur. Bunun yanında hipothalamic-hipofiz-adrenal ya da H PA ek­
seni harekete geçer ve stres hormonu salgı lamaya başlar. Genel

1 26
DUYGULARIN Gücü

olarak vücut çabuk hareket etmek üzere hazırlanır. Ayrıca, beyin,


morfine benzeyen ve acı duygusunu bastıran doğal bir uyuşturucu
bileşiminin (opiat pept4d) salgılanmasını başlatır. Hypoaljezi ad ı
verilen bu tepki, yaralı bir hayvanın yoluna devam etmesini sağla­
yan evrimsel olarak aktarılagelmiş bir tepkidir. Savaş zaman ında
da askerlerin savaş alanından uzaklaştırı lana kadar yaralarına tepki
göstermedikleri sık sık görülmüştür. Tüm bu tepki ler kedi gibi do­
ğal bir tehdit algılayan ya da elektrik şokuyla özdeşleştirdiği sesi
duyan farede de ortaya çıkar. Ayrıca hareketsiz kalmak, kan basın­
cının değişmesi ve acı hissinin bastırılması gibi tüm bu korku tep­
kileri kolayca ölçülebilir.

Sinirbilim Araçları

Beynin korku sisteminin nasıl işlediğini anlayabilmek için dav­


ranışsal araçların yanında, sinirbilim araçlarına da ihtiyacım ız var­
dır. Bell i bir faaliyet ya da davranış esnasında beynin hangi bölge­
lerinin çalıştığını bel irlemek için genellikle üç araç kullan ı l ır.
B unlardan biri beyin dokusuna açı lan küçük bir delikle nöron lar
arasındaki bilgi akışının engellendiği beyin lezyonu adı veri len
yönt&mdir. Belirli bir hat üzerindeki bilgi akışının bu şekilde en­
gellenmesi ile, bu hattın üzerinde çalıştığımız davranışla ilgili olup
olmadığını belirleyebiliriz. Yani, bel l i bölgelerdeki lezyonlar, dav­
ranış üzerinde hiçbir etki göstermezken, diğer bölgelerde açı lan
lezyonlar davranışı etkileyebilir. Felçli ya da beyninde tümör olan
kişilerde de doğal lezyonlar oluşmuştur ve bu lezyonların yeri ge-
. nellikle tam olarak bel irlenemez. Fakat hayvanlar üzerinde yapı lan
deneylerde bu şekilde, incelemek istediğimiz bölgeye doğrudan
ulaşabiliriz. Kayda değer sayıda araştırmada farelerin ve diğer
hayvanların beyinlerinin haritaları çıkarılmıştır. Sonuç olarak, fare
beyninin belirli bölgelerine üç koordinat doğrultusunda ulaşabil iriz

1 27
ZiHNIN HALLERi

- sol/sağ, aşağı/yukarı, ve ön/arka - ve küçük bir akım vererek ya


da kimyasal bir ilaç enjekte ederek bir lezyon oluşturabiliriz.
Belli bir bölgedeki elektriksel hareketi ölçmek istediğim izde de
beyin haritaları çok işe yarar. Nöronlar arası iletişim elektriksel fa­
aliyete dayandığından, beynin belirli bir bölgesindeki tepki leri
kaydetmek için beyne amplifikatörlere bağlı elektrotlar sokabiliriz.
Bir diğer bölgeden gelen bilgi sonucu harekete geçen sinir hücre­
leri, sinyaller ya da hareket potansiyelleri oluşturur. Böylel ikle, A
sinir hücresi B sinir hücresini harekete geçirirse, B sinir hücresi bu
hareket potansiyel.lerini harekete dönüştürecektir; bu da bize B si­
nir hücresinin üzerinde çalıştığımız davranış üzerinde etkin olan
beyin hattının bir parçası olduğunu gösterir. Bu yöntemin olum lu
tarafı lezyon yönteminin aksine bu süreçte beyne zarar vermemesi­
dir.
Sonuç olarak, beyindeki bağlantıları -yani X bölgesinin akson­
larını Y bölgesine mi yoksa Z bölgesine mi gönderdiğini- kimyasal
hareketleri izleyerek saptayabiliyoruz. Böyle bir deneyi gerçekleş­
tirmek için de, yukarıda söz ettiğimiz beyin haritasındaki rotaları
takip ederek X bölgesine hareketini takip edebileceğimiz bir sıvı
enj ekte ediyoruz. Enjeksiyonun gerçekleştiği bölgede sinir hücre­
leri tarafından toplanan sıvı, akson boyunca gezinen moleküllerin
üzerinde taşınır. (Besinler ve sinirsel aktarıcılara bağlı kimyasal lar
sinir hücreleri arasında sürekli olarak ileri geri hareket hal inded ir­
ler.) Boyar bir madde yardımıyla sıvının daha sonra hangi bölgeye
geçeceğini mikroskop altında gözlemleyebil iriz. Bu bize X bölge­
sinin hangi bölgelerle iletişime geçtiğini gösterir.
Hayvan bir sese tepki göstermeye koşullandıktan sonra - bu şe­
ki lde ses hayvanın bekleme durumuna geçmesine, kan basıncının
ve kalp at ışlarının değişmesine, vs. neden olur - kulağa gelen sesin
beynin vücutta tepki ler oluşmasına neden olan bölgelere nasıl
ulaştığı izlenir. Buradaki yöntem, beynin belli bir bölgesinde
lezyon oluşturarak, bu bölgede meydana gelen zararın korku ko-

1 28
DUYGULARIN Gücü

şullanmasını etki leyip etkilemeyeceğini gönnektir. Eğer etkili­


yorsa, sıvıyı o bölgeye enjekte eder ve beyn ın o bölgesinin hangi
bölgelerle iletişimde olduğunu izleriz. Daha sonra korkuya koşul­
lanmada hangi bölgenin etken olduğunu belirlemek için bey indeki
akım doğrultusunda sistematik bir şekilde lezyon lar oluşturur ve o
noktaya sıvıyı enjekte ederek nereye hareket ettiğini gözlem leriz ve
böyle devam eder. Bir sonraki adım ise, o bölgedeki hücrelerin na­
sıl tepki verdiğini görmek için elektriksel faaliyetin kaydını tut­
maktır. Bu şekilde beynin üzerinde çalıştığımız bölgesini adım
adım izleyerek işleyişini anlayabilir ve amacımıza ulaşabiliriz.

Korkunun Öğreni lmesinde Etken


Olan Beyin Hatlar1

Yıllarca süren araştırmalar işitsel bilginin işlenmesinde etken olan


sinir hücrelerinin oluşturduğu hatlar hakkında bir çok bilgi ed in­
memizi sağlamıştır. Bu da korkunun nöroloj ik temelinin araştırı l­
dığı bir çalışma için çok uygun bir başlangıç noktası teşkil eder.
İşitsel bilginin, yani dinlediğimiz müziğin, konuşmanın, vs, doğal
akışı şu şekilde gerçekleşir; önce ses kulağa gelir, beyne girerek
işitsel orta beyin adı verilen bölgeye, oradan da işitsel talamusa
ulaşır ve son olarak da işitsel kortekse gelir. Diğer duyu sistem le­
rinde olduğu gibi işitmede de korteks bu sürecin en üst basamağını
oluşturur.
Korku sistemini araştırmaya başladığım ızda sorduğumuz ilk
soru şuydu: farenin elektrik akımıyla özdeşleştirdiği sesin tehlikeli
olduğunu öğrenmesi için sesin işitsel kortekse kadar olan yolun
hepsini gitmesi gerekli midir? İşitsel korteks üzerinde bir lezyon
oluşturduğumuzda hayvanın hala sesle elektrik şokunu bağdaştıra­
bildiğini ve sadece sesi duyduğunda da korku davranışları sergi le­
diğini gözlemledik. Bütün duyularımızdan gelen bilgiler kortekste

12 9
ZİHNİN HALLERİ

işlendiği için - ki bu da tehl ikeyi gördüğümüzün veya sesi duydu­


ğumuzun bilincine varmamızı sağlar - korkuya koşullanmada
korteksin gerekl i olmadığı gerçeği hem i lginç hem de şaşırtıcıyd ı .
Korku hissi gibi önemli b i r şey eğer bütün üst düzey işlem lerin
gerçekleştiği kortekse gitmiyorsa beynin bunu nasıl işled iğini öğ­
renmek istedik. Bu nedenle bir sonraki adımda. i şitsel talamusta ve
i şitsel ortabeyinde lezyonlar meydana getirdik. Talamusa baş lıca
duyusal gird i sağlayan organ orta beyindir ve talamus da kortekse
duyusal girdi gönderir. Bulgularım ız her iki subkortikal bölgede
bulunan lezyonların hayvanın korkuya koşullanma olası lığını ta­
mamen ortadan kaldırdığını gösterdi . Eğer lezyon korkuya koşu l­
lanmamış bir farenin beyninde oluşturulmuşsa, fare sesle elektrik
şokunu özdeşleştireiniyordu ve lezyonun daha önceden sese ko­
şullanmış bir farenin beyninde oluştuğu durumda ise farenin sese
her hangi bir tepki göstermediği gözlem lendi .
Fakat, eğer uyarıcı kortekse erişmek zorunda deği lse, tala­
mustan nereye gidiyordu? Beyindeki başka bölge ya da bölgeler
talamustan b ilgi alıyor ve korkuya karşı geliştirilen tepkileri başla­
tan deneyimlere dair bir bellek oluşturuyor olmalıydı. Bunu anla­
yabilmek için işitsel talamus içine (talamusta bulunan ve sesleri
işleyen bölüm) renkli bir sıvı enjekte ettik ve bu bölgede bu lunan
bazı hücrelerin amigdala içine akson gönderdiğini gördük. Bu
önemliydi, çünkü amigdalanın duygusal tepkilerin oluşmasında pa­
yı olduğu yıllardır bilinmektedir. B ilgilerin neokortekse uğramak­
sızın talamustan doğruca amigdalaya gittiği görülüyordu.
Bunun ardından amigdalalarında lezyon olan farelerle deney ler
yaptık. Koşullanmadan sonra sese karşı gösterdikleri hareketsiz
kalma ve kan basıncı değişimi gibi tepkileri ölçtük. Am igdalada
oluşan bir yaranın koşullanmayı engellediğini gördük. Bu hayvan­
ların tepkileri aslında koşullanmamış hayvanların elektrik şokunu
hissetmeden sesi ilk kez duyduklarında gösterdikleri tepkilere ben­
ziyordu.

1 30
DUYGULARIN Gücü

İşte bu nedenle amigdala bu süreç dahilinde çok önem lidir. Dış


dünyaya ait bilgileri doğrudan talamustan alır ve birçok bedensel
tepkiyi anında başlatır. Biz bu talamo-amigdala hattına alçak yol
diyoruz, çünkü aynı zamanda amigdala ile de iletişimde bulunan
neokorteks'te gerçekleşen daha üst düzey bilgi işleme sürecinden
yararlanamaz. [şekil 1 l ]

Şekil 1 1 : Amigdalanın farklı bölgeleri, farklı duyusal sinyal ler alı r, fakat bu
bölgelerin tümü beyin sapıyla iletişim hal inde olan ana çekirdekle iletişim
kurarlar ve böyl ece fizyolojik tepki ler başlatı lır. Duygusal davran ışları mızın
as oyuncularından olan amigdala da talamustan doğrudan duyusal bilgi ler al ı r
v e bu i l g i korteks tarafından işlenmeden b i l e önce çeşitli bedensel tepkileri
tetikler.

1 �1
ZİHN İN HALLERi

Bilinçsiz Duygusal Tepki ler

Bu hatların nasıl işlediğini anlayabilmek için bir yürüyüşçünün


ormanda yürüyüşe çıktığını ve yerde bir şey gördüğünü düşünelim.
[Şekil 1 2] Görüntü talamusa gider ve talamus da amigdalaya şekl in
kabataslak bir modelini gönderir. Buna karşılık am igdala kalp
atışlarını harekete geçirir, kasları gerginleştirerek kaçmaya hazır
hale getirir. Bu sırada, uyarıcı kortekse doğru gelirken, kortekste
bir yılan imgesi oluşmaktadır. Bu sırada talamus figürün bir yı lana
mı yoksa yalnızca bir değneğe mi ait olduğunu bilmemektedir, fa­
kat amigdala böyle bir durumda bir değneğe yılan muamelesi yap­
manın yı lana değnekmiş gibi davranmaktan daha iyi olduğunu dü­
şünür. Subkortikal beyin bir yı lanın varlığı karşısında yaşama ola­
sılığını yükseltmek için genel leme yapma eği l imi gösterir.
Amigdalayı anında harekete geçirerek size zaman kazandırır. Eğer
nesne yılan değil de bir değnekse, hiç bir şey kaybetm iş sayı lmaz­
sınız, savaş-kaç sistemini durdurabilirsiniz. Fakat eğer karşın ıza
çıkan şey bir yılansa amigdalanız zaten harekete geçmiştir ve be­
deniniz gerektiği şeki lde davranmaya hazırdır.
Alt yol adını verdiğimiz talamo-amigdala hattı hızlı işleyen bir
sistemdir. Korteks işin içinde olmadığından önce tepki gösterir,
sonra düşünürüz. Ya da diğer bir deyişle, evrimin bizim için dü­
şünmesine izin veririz, en azından başlangıçta bize zaman kazan­
dırmasına. Önce bir iki saniyel iğine ne yapacağımıza karar vermek
üzere hareketsiz kal ırız: Kaçmalı m ıyız? Olduğumuz yerde mi
kalmalıyız? Ya da mücadele etmeyi m i denemeliyiz?
Korteks aynı zamanda uyarıcıyı da işleme sokar, fakat bu biraz
daha fazla zaman alır. Üst düzey algılamada korteks örneğin bir
müzik türünü bir diğer türden ayırmada, ya da konuşmada iki farkl ı
sesin ayırt edilmesinde devreye girer. Fakat korku sistem inde söz
konusu olabilecek duygusal tepkilerin öğrenilmesinde kortekse ih-

1 32
DUYGULARIN Gücü

Şekil 1 2 : Talama-amigdala yolunun nasıl çalıştığının bir örneği, bu


şekilde, onnanda dolaşan birinin yerde bir şey görmesi örneğiyle
anlatılmaktadır. Görsel uyan, şeklin kabaca bir taslağını doğrudan
amigdalaya aktaran talamus tarafından işlenir. Beyin anında tepki
venneye başlar, savaş-kaç tepkisine hazırlık olarak nabız ve kan basıncı
artar, kaslar gerilir. Talamustan gelen bilgi, görsel kortekse ulaştığında,
beyin görülen nesnenin bir yılan ol up olmadığını be lirler - bu kararla
korku tepkisi ya artar ya da son bulur. Çizen Robert Osti . İ zin alınarak
kullanılmıştır.

1 33
ZİHNİN HALLERi

tiyaç duymayız. Bu nedenle neye tepki verdiğimizi bi lmeden bir


şeye duygusal tepki gösterebiliriz. Diğer bir deyişle, şu ana kadar
üzerinde durduğumuz şey duyguların bilinçsizce işleme tabi tutul­
masıdır. Bu aslında bir parça Freud' un bilinçsiz duygulardan bah­
sederken kastettiği şeylerin nörolojik bir tanımı olarak görülebilir.
Bu noktada Freud' un kuramını tamamen onaylamadan söyle­
memiz gereken şey, bilinçsiz duyguların büyük bir olasılıkla istis­
nadan çok kural olduğudur. Hepimiz günlük yaşantımızda sıkça
duygularımızın nerden kaynaklandığını, neden mutlu ya d a üzgün
hissettiğimizi, neden korktuğumuzu bilmediğimiz durumlarla kar­
şılaşırız. Örneğin bir lokantada bir arkadaşınızla yemekte olduğu­
nuzu ve kırmızı beyaz kareli örtüsü olan masada arkadaşınızla şid­
detli bir tartışmaya giriştiğinizi düşünün. Ertesi gün caddede yü­
rürken birine rastlıyorsunuz ve hiç tanımadığınız halde sezgisel
olarak ondan hiç hoşlanmıyorsunuz. Sıkça sezgilerden söz edildi­
ğini ve sezgilerimize güvenmemiz gerektiğini duyarız. Fakat bu
durumda belki de o kişiden hoşlanmamanızın nedeni kırmızı beyaz
kareli bir kravat takıyor oluşudur. Bu görsel girdi alt yoldan girerek
amigdalayı harekete geçirerek bu kişiye karşı olumsuz bir tepki
geliştirmenize neden olur. Bu tepkinizin o kişinin yürüyüşünden,
görünüşünden, ya da hareketlerinden kaynaklandığını düşünebil ir­
siniz, fakat aslında alt yol amigdalaya bir ipucu göndererek bilinç­
s izce onu harekete geçirmektedir.
Bazı durumlarda, en azından evrimsel açıdan bakıldığında, bu
tarz tepkiler faydalı olabilmektedir. Evrimsel amaç olan tehl ikeden
korunmaya hizmet ettiği ortadadır. Fakat aynı zamanda zararl ı da
olabilir, ya da en azından ters tepebilir. Yukarıda bahsettiğimiz
kırmızı-beyaz kareli kravat/masa örtüsü örneğinde olduğu gibi, bi­
linçsiz bir tepkinin temeli gerçeklere dayanmayarak, geçmişte ya­
şanan duygusal öğrenmenin bir canlanması olabil ir. Diğer bir de­
yişle, sezgilerimize güvenmek dediğimiz şey aslında eskiden öğ-

1 34
DUYGULARIN Gücü

rendiklerimiz doğrultusunda geliştirdiğimiz tepkilerden başka bir


şey olmayabilir.
Korkuyu bir tekerleğe benzetirsek, amigdalayı bu tekerleğin
göbeği, göbeği dış çembere bağlayan tellerden bir kısmını girdi, bir
kısmınıysa çıktı olarak kabul edebiliriz. Talamustan gelen alt yol
girdisini zaten tartışmıştık, fakat beyindeki diğer bölgeler de
amigdalaya girdi sağlar. Duyusal nesne adını verebileceğimiz ör­
neğin elma gibi görsel bir nesne ya da konuşma ya da müzik gibi
karmaşık sesler hakkında bilgiler duyusal korteksten gelmektedir.
Korteksin diğer bölgeleri daha Ust düzey kavrama ile ilgilidir.
Örneğin, hipokampus adı verilen kortikal bölge bir olayın nerede,
ne zaman olduğunu ve mesela o sırada yağmurun yağıp yağmadığı
gibi diğer ayrıntıları sıralayabilmem ize olanak veren olayların
bağlamına ilişkin bilgileri saklamanın yanında, uzun-süreli belleği
işleyen daha Ust düzey bilişsel işlevleri de üstlenmiştir. Ö rneğin
farelerde bu bölgeye zarar verilir ya da tamamen ortadan kaldırı­
lırsa, hayvanın daha önceden bildiği bir yeri tan ıyamadığı görülür;
fare artık ayağına elektrik şoku verilen bölmeyi ayırt edemeyecek­
tir. Bunun sonucu olarak da, blltlln bölmelerde korku davranışları
göstermeye başlar. Örneğin bütün y ıl anlardan korktuğunuzu ve
onları tehlikeli bulduğunuzu varsayalım. Fakat hayvanat bah ç e ­
sinde gördüğünüz yılandan ormanda rastladığınız yı lan kadar
korkmamanız gerektiğini bilirsiniz. Normalde hipokampusunuz ve
korteksiniz bağlamı ayırt eder (hayvanat bahçesinde misiniz, yoksa
ormanda mı?). Yılanı gördüğünllzdeki tepkiniz buna göre şekille­
nir. Fakat eğer hipokampus bölgenizde bir yara mevcutsa, hayvanat
bahçesinde bile bulunsanız duyduğunuz aşırı korkuyu bastırmakta
güçlük çekebilirsiniz.
Alt yolu bilinçsiz, kortikal işlemi de bilinçli süreçler olarak al­
gılamak doğaldır. Fakat, büyük bir olasılıkla, korteks tarafı nd an
işlenen bilgi bile ön kortekste yer alan ve çalışan bellek dediğim iz,

· 1 35
ZİHNİN HALLERİ

aşağıda açıklanan özel bir sisteme erişene kadar bilinç altında kala­
caktır.

Korkunun Üstesi nden Gelmek

Korku tepkisinin oluşmasında bir diğer öneml i rolü prefrontal kor­


teks oynar. insanlar üzerinde yapılan araştırmalarda olduğu kadar,
fareler Uzerine yapılan çalışmalarda da, elektrik akım ı verme gibi
tatsız olay gerçekleşmeksizin sadece sesi defalarca dinlettiğiniz
zaman, farenin duygusal korku tepkileri geliştirme yetisinin yok
olduğu görülür. Bu sürece "yokolma" diyoruz. Fakat eğer zarar gö­
ren, prefrontal korteksin orta kısmı ise, duygusal bel leğin ortadan
kalkması zordur. Bu nedenle, örneğin, prefrontal korteks bölge­
sinde lezyon bulunan bir fare, olumsuz olayla bağdaştırdığı sesi du­
yunca tepki göstermeye devam eder; öğrenilen tepki yok olmaya
karşı direnç gösterir.
Ne var ki, prefrontal korteks zarar görmemiş bile olsa, korkuya
dair anıların tamamen ortadan kalkmas ı kolay değildir. Örneğin bir
çok araştırmada bir şokla bağdaştırılmış sese tepki duymamaya
başlayan bir farenin haftalar sonra bile sese aniden tekrar korkulu
tepki gösterdiği görülmüştür. Ya da eğer hayvan koşul lanma dene­
yinin gerçekleştiği bölmeye geri geldiğinde korku davranışları ye­
niden harekete geçebilir. İnsanlarda da stres, çoktan unutulmuş
korkuları tekrar ortaya çıkarabilir. Örneğin fobisi olan bir hasta ba­
şarılı bir· tedavi sürecinin ardından iyileştikten sonra kötü bir olay
yaşayabilir, mesela annesini kaybetmek gibi, bu şekilde fobinin
yeniden ortaya çıktığı görülebilir. Bel l i terapi lerin - ve soyun tü­
kenmesi sürecinin - yaptığı şey prefrontal korteksi am igdaladan
gelen uyarıyı bastırmak üzere eğitmektir. Bu eğitim bilinçsiz kor­
kuları ortadan kaldırmaz, sadece denetime tabi tutar.
DUYGULARIN Gücü

Terapistler korkuya yönelik belleğin tamamen ortadan kald ırı­


lamayacağını öğrendiler, fakat en azından artık neye karşı savaş­
tıklarını biliyorlar. Aslına bakılırsa, insanlardaki fobilerin kaynağı­
nın anlaşılmasında ortaya çıkan engel lerden biri, bunların laboratu­
arda nasıl inceleneceğinin kestirilememesiydi. Eğer bir hayvana
elektrik şoku verilmeksizin ses defalarca dinletilirse, görece kısa
bir surede korku davranışları sergilemeyi bırakacaktır. Fakat yük­
seklik korkusu olan bir insanı bir yığın davranış terapisinden sonra
gökdelenin tepesine çıkarmak büyük bir olasıl ıkla durumu daha da
kötüye götürecektir.
Bu nedenle soyun tükenmesi sürecinin fobilerde pek işe yara­
madığı görülür, bu da kim i araştırmac ıları fobi öğreniminin diğer­
lerinden farklı olduğu sonucuna götürmüştür. Fakat belki de farklı
olan fobi gibi ruhsal rahatsızlıklarda söz konusu olan öğrenme
şekli değil de, bu öğrenmeyi gerçekleştiren beynin özelliklerid ir.
Farenin prefrontal korteksine açacağımız ufak bir lezyonla yok ol­
maya dirençli, kalıcı öğrenmeyi mUmkün kı labi ldiğimiz gibi, fobisi
olan bir hastada bu çeşit kalıcı öğrenmenin gerçekleşmesinin ne­
deni prefrontal kortekste meydana gelm iş hassas bir işlev bozuk­
luğu ya da değişiklik olabilir.
Yale Üniversitesi ' nden Kevin LaBar ve Liz Phelps ile yürütü len
ve insanların hafif elektrik akımı ve sesle koşul landırıldığı araştır­
malar, insan beyninin fare beyniyle, hatta kedi, köpek, primat, tav­
şan, güvercin ve kertenkele beyniyle benzer şekilde i şlediğini gös­
teriyor. İnsan am igdalasında meydana gelebilecek bir travma kor­
kuya karşı geliştirilen koşullanmayı etkiler ve korkuya koşullanma
sürecinde amigdalanın harekete geçtiği işlevsel görüntüleme tek­
nikleri ile izlenebilmektedir. Bu şekilde koşul lanamayacak bir hay­
van olduğunu zannetmiyorum, am igdalası olan bütün hayvanlarda
bu organın korkuya koşu l lanmada etken olduğu görü lmektedir. Bu
nedenle korku mekanizması belki de beyinde oluşturu lmuş, hay l i
basit v e temel b i r öğrenme mekanizmasıdır.

1 37
ZİHNİN HALLERİ

Bu açıdan bakıldığında öyleyse bizler duygulu kertenkeleleriz.


Tehlikeyi fark eden ve tepki gösteren bir amigdalaya sahibiz. Tabii
ki, duygusal tepkiler bundan ibaret değil, fakat duygusal tepki ler
bu şekilde ortaya çıkıyor. Bu çok etkili bir sistemdir ve işleyiş tarzı
bakımından çok fazla değiştiği söylenemez. Değişen sadece bu
sistemi harekete geçiren şeylerdir, insanların tepki göstermeyi öğ­
rendiği uyarıcı ların üzerimizdeki etkileri, farenin kedi gördüğünde
ortaya çıkan tepkilerin aynısıdır.

Duygulara İl işkin Amlar

Beyinde bulunan birçok bellek sistemi içinde, hipokampus ' bir şey i
hatırladığımızı" söylediğimizde söz konusu olan tip an ıları yaratan
sistem içinde çalışır. Geçen akşam ne yediğinizi, geçen hafta ne­
reye gittiğinizi, ya da altı yaşındayken anneannenizle neler yaptı­
ğınızı ' hatırlarsınız' . Bunlar sizin anı larınızdır ve hipokampusla
ilişki halindedir. Yolda giderken kaza yaptığınızı düşünelim. Kafa­
nızı direksiyona çarpıyorsunuz ve korna çalmaya başl ıyor. Kafan ız
kanarken korkunç bir ağrı çekiyorsunuz. Klakson sesi i le hissettiği­
n iz acı beyinde özdeşleşerek çeşitli mekanizmalar tarafından kay­
dedilir. Günler ya da haftalar sonra bir klakson sesi duyduğunuzda
bu ses beyninize girerek sesi son duyduğunuzda nerede, kimle ol­
duğunuzu, ne yapıyor olduğunuzu size hatırlatır. Ayrıca size bunun
çok kötü bir deneyim olduğunu da hatırlatır, fakat bu anı sadece acı
bir gerçekten ibarettir. Bunlar amigdala sisteminden kaynaklanan
duygusal anılar değil, sadece duygusal deneyimlere yönelik anı­
lardır. Duygusal anı lar oluşurken ses amigdalaya ulaşır, amigdala
da sesle bağdaştırılan eski deneyimlerden yola çıkarak otonom sis­
tem i ve hormon sistem ini harekete geçirir ve kasların gerilmesine
neden olur. Diğer bir deyişle, hipokampal sistem duygusal bir

1 38
DUYGULARIN Gücü

deneyimin bilinçli bir şekilde hatırlanmasından, am igdala sistemi


de bil inçsiz duygusal anılardan sorumludur.
Hipokampal sistemi zarar görmüş hastalarda bilinçli hafızanın
zayıf olduğu görülür. Nöroloj i literatüründe sıkça geçen bir örnek
bellek kaybına uğramış bir kadınla ilgilidir. Doktoru kadının oda­
sına her girişinde kendini yeniden tanıtmak zorunda kalıyordu,
çünkü kadın henüz bir önceki gün doktoru görmüş olduğunu hatır­
layamıyordu. Aslında doktor odayı bir iki dakikalığına da, terk etse
durum aynı olurdu. B ir gün doktor içeri girdiğinde her zaman yap­
tığı gibi kadına tokalaşmak üzere elini uzatır, fakat bu kez avu­
cunda bir iğne saklıdır. Tokalaştıklarında iğne batar ve kadın elini
derhal geri çeker. Doktor odadan ayrılır ve birkaç dakika sonra geri
gelerek her zamanki gibi elini uzatır. Fakat kadın elini uzatmaz.
Doktora ya da doktorun iğneyi sapladığına dair bilinçli bir hatırla­
ma sürecinden geçmese de, bilinçsiz olarak elini geri çekerek ken­
dini korumuştur, çünkü amigdala hatırlam ıştır .
. Bunun aksine, hipokampus bölgesi sağlıklı, fakat am igdalası za­
rar görmüş hastalarda yukarıdaki örnekteki gibi bir öğrenme, ya da
korku koşullanması görülmez. Hasta bütün detayları bilebil ir, dok­
torun odada bulunduğunu, eline iğne battığını, vs, fakat doktor
tokalaşmak istediğinde el lerini çekmezler. Sinirbi limci ler yıl larca
sadece tek bir bellek sistemi olduğuna inanıyorlardı, fakat bugün
amigdalanın ve hipokampusün farklı bellek sistem lerinden sorumlu
olduğunu biliyoruz. Aslında amigdala tarafından yön lend iri len
duygusal anılar ve hipokampusun yönettiği duygu anıları bil inc i­
mizde öyle kaynaşmış bir şekilde çalışırlar ki, ikisin i ayırt etmemiz
imkansızdır. Bu iki farklı sistemin varlığını da özell ikle de hay­
vanların beyinleri üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda öğren­
miş bulunuyoruz.

1 39
ZİHNİN HALLERİ

Travmanm Bel lek Üzerindeki Etkileri

Bir insanın ya da hayvanın travma geçirmesi durumunda bunun


stres yaratması normaldir ve her iki bellek sistemi için de farklı so­
nuçlar ortaya çıkar. HPA ekseni vücuda stres hormonu salgıladı­
ğında, bu hormonlar (özellikle de kortizol) hipokampusun işlevini
kısıtlarken amigdalayı harekete geçirir. Diğer bir deyişle, amigdala
olaya ilişkin duygusal, bilinçaltı anıları can landırmada zorluk çek­
meyecektir, hatta stres hormonlarından dolayı bu anılar daha güçlü
bir şekilde canlanacaktır. Fakat öte yandan ayn ı hormonlar hipo­
kampusün normal işleyişini engelleyerek olaya il işkin bilinçli an ı­
ların şekillenmesini olanaksız hale getirir.
Bu bulgunun temel inde Freud' un çocukluk amnezisi kavram ı
yatmaktadır; buna göre örneğin üç yaşından önce yaşadıklarımızı
hatırlayamayız. Bilim adamlarının bu olay için öne sürdükleri açık­
lamalardan biri hipokampusün üç yaşına kadar tamamen şekillenip
işlevsel hale gelmemiş olmasıdır. Bunun sonucu olarak da, üç ya­
şından önce yaşadıklarımıza ilişkin bilinçli, uzun süreli bel leğe sa­
hip olamayız. Fakat, amigdalamız üç yaşından çok önce gel işim ini
tamamlamış ve işlevsel duruma geçm iş durumdadır. Bu nedenle
çok küçük yaşta kötü muamele görmüş çocuklar güçlü duygusal
bellek geliştirirler ve yaşamları boyunca da bunu bil inç düzey ine
çıkaramazlar.
Bu bizi insanların "kayıp" anılarına tekrar kavuşmalarının
mümkün olup olmadığı sorusuna götUrür. Böyle bir soru tek tek bi­
reyler baz alınarak yanıtlanabilecek bir soru değildir. Bir kimsenin
kaybettiği belleğine yeniden kavuştuğunu, ya da hafızasında yer
eden yanlış anıları düzelttiğini söylemek yanlış olur. Bir çok araş­
tırma belleğin hassas - ve hatta aldanabilir - olduğunu gösterm iş­
tir, bu da hayli gerçekçi ve detaylı bir açıklama gibi görünmekte.
Ne var ki, travmaya il işkin bilinçaltı duygusal anı lar neler oldu-

qo
DUYGULARIN Gücü

ğunun bilinçli bir şekilde farkında olmayan insanları etki leyebil­


mektedir. Şiddet kullanan kişinin, ya da dayak atmada ku llan ılan
aletin görülmesi bile - örneğin dayak atarken kullanılan bir kemer
gibi - duygu sistemini harekete geçirerek panik ataklara ya da daha
genele yayılmış korku davranışlarının ortaya çıkmasına neden olur.
Örneğin çocukluğunda kemerle dövülmüş bir çocuk kemerden
korkar hale gelebilir, fakat bu deriye, hayvanlara ve daha bir çok
şeye karşı da korku duyulacak şeki lde artabil ir. Diğer bir deyişle,
bilinçaltındaki duygusal anılar uzun süreli, büyük etkiler yaratabilir
ve bu duyguların ya da tepkilerin nasıl oluştuğu hakkında en ufak
bir fikrimiz olmaz.

Bilinç ve Duygular

Peki, öyleyse "duygular" nasıl ortaya çıkıyor? Bana kalırsa duy­


gular bilinç üstünde işin içine giriyor. Bunu anlamanın en iyi yolu
belki de korku mekanizmasına yeniden bir göz atmak. Bütün hay­
vanlarda bir korku-öğrenme mekanizması olduğunu bil iyoruz. Bu
sistem hayatta kalma sorununa çözüm getiren davranışsa! tepki le­
rin oluşmasını sağlar, yani tehlikeyi sezmek ve ne şeki lde davranı­
lacağına karar vermek. Meyve sineği, örneğin, tehlikeyi sezerek
buna bir tepki geliştirebil ir, tıpkı kuşlar vb gibi. Fakat insanlar teh­
likeyi sezip buna göre tepki verdiklerinde hissettikleri korkuların
aynı şekilde hayvanlarda da olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz.
Da)ıa önemlisi eğer hayvanların duyguları varsa da bunu anlaya­
bi fmemize imkan yoktur. Bu nedenle en iyisi hayvanların duygu­
larının olmadığını varsaymak ve hisler konusuna h iç girmeden be­
yindeki duygu mekanizması incelemesinde ne kadar ilerleye­
bi leceğimizi görmek.
Bu nedenle, korku mekanizmasının tehlikeyi fark etmek ve teh­
like durumunda, kıpırdamadan durarak, kaçarak, vs. gibi evrimin

141
ZİHNİN HALLERi

elverdiği en uygun tepkiyi geliştinnek suretiyle teh likey le başa çı­


kan bir sistem olarak çalıştığını söyleyebiliriz. Şimdi; bilinç sahibi
bir beyinde (yani, varlığının ve varlığının dünyayla olan ilişkisinin
bilincinde olan beyinde) örneğin tehlikeyi fark etmek gibi işlevleri
olan sistemler varsa, bu kez yeni bir fenomen oluşur: öznel duy­
gular. Korku hissi, bilincimizin subkortikal sinir sisteminin, ya da
doğrusu korteksteki belli sistemlerin, özel likle de çalışan bellek
sisteminin tehlike durumunda başlattığı faaliyeti algı lamasıyla olu­
şan süreçten başka bir şey değildir.
Bilinçli bir korku hissi her zaman duygusal korku tepkisi gel iş­
tirmez. A lt yol bunu rahatlıkla atlatabilir. Diğer bir deyişle, tehl ike
karşısında bilinçli olarak korku hissetmeden tepkiler gel iştirebili­
riz, örneğin yolda aniden beliren arabanın çarpmasını engel lemek
için hemen frene basmam ız gibi. Bu gibi durum larda insanlar
korkmaya vakit kalmadığını söylerler. Bazı durum larda i se, önce
bedenimiz bir tepki geliştirir, duygunun ne olduğunu ise (kızgın l ık,
endişe, ya da keder) sonradan tanım layabiliriz. Bazen de örneğin
kendimizi endişeli hissetsek de bunun neden kaynaklandığını bile­
meyiz. Aslında, panik atak ve fobi gibi korku mekanizması kay­
naklı rahatsızl ıklarda bunu sıkça görüyoruz. Panik hastaları, görü­
nürde hiçbir sebep olmamasına karşın birden korkuya kapı lma eği­
limi gösterirler, fobisi olan bir kimse de akıl almaz bir şeki lde yük­
sekten, sudan, hatta evden dışarı çıkmaktan korkabilir.
Peki, bu korkuları ortadan kaldırmak neden çok zordur? Birin­
cisi, amigdala bir kez harekete geçmiştir ve daha başlangıçtan
korteksteki bilgi işleme üzerine etkide bulunt"'aya başlar, fakat
kortekste gerçekleşen bilgi işleme sürecinin sadece son aşamaları
amigdalayı etkiler. Diğer bir deyişle, her ne kadar i letişim iki yönlü
devam etse de, bu her iki tarafta da aynı şekilde etkin deği ldir. Ge­
nellikle, amigdaladan kortekse yollananlar, korteksten gelen lerden
daha güçlüdür. Amigdaladan kortekse uzanan hattı büyük bir oto­
bana benzetirsek, korteksten amigdalaya gideni de arka sokaklara

1 42
DUYGULARIN Gücü

benzetebiliriz. Korkular bir kez harekete geçti mi, korteksin çal ış­
masını tümden etkileyebilir, ne var ki, korteks am igdalayı kontrol
edemeyecek kadar zayıftır. Bu nedenle, terapistler fobileri olan in­
sanları tedavi etmeye çalışırken, amigdalanın kontrolünü ele ge­
çirmek ve duygusal anıların canlanmasını engellemek için kortekse
giden bu arka sokakları ve tali yolları kullanmak zorunda kalabi­
lirler; her ne kadar amigdala korteksi otobandan gird i bombard ı­
manına tutsa da.
Psikoterapiyi basitçe bey indeki hatların yeniden oluşturulması
olarak tanımlayabiliriz. Eğer beyinde gerçekleşen tüm değişikl ikler
deneyimlerin sonucuysa, psikoterapi de beynin öğrendiği bazı duy­
gusal bağdaştırmaları unutturma çabasıdır. Beyindeki sinaptik
bağlantıların yeniden oluşturulması anlamına gelen öğrenme, belli
beyin kimyasallarının doğru yere, yeterli m iktarda salgı lanmasın­
dan başka bir şey değildir. Aslına bakılırsa, sinirbilimciler her tip
öğrenmenin temelini oluşturan moleküler alt yapı hakkında daha
fazla şey keşfettikçe, hafıza moleküllerinin hafızanın - bilinçdışı
ya da bilinçli - türüne karşı kayıtsız olduğunu görmüşlerdir. Farklı
hafıza tiplerinin özelliklerini belirleyen, kaydetme işlem ini ger­
çekleştiren moleküller değil, bu moleküllerin içinde çal ıştıkları
sistemdir. Eğer hipokampal sistem içinde çalışıyorlarsa, kaydedilen
anılar gerçeklere dayanmaktadır ve bilinç yüzeyine çıkabilir. Fakat
eğer amigdala sistemine dahilseler, bu anılar duygusaldır ve bilinç
düzeyine çıkarılamazlar.

Duygusal Çal lşan Bellek

Görüldüğü gibi, genellikle belli bir duygusal tepkinin nasıl oluş­


tuğu hakkında hiç fikrimiz olmaz. Fakat bir süre sonra bir şekilde
bu 'duygunun' farkına varırız. Bu ' farkına varma' nerede oluşur?
insanlarda çalışan bellek adı verilen bir mekanizma bulunur ve

1 43
ZiHNIN HALLERİ

bilincimizin nasıl oluştuğunu anlamada önemli bir araç olabil ir.


Kaşlarım ızın biraz üstünün arka kısmında olan ön topla ilgil i
olarak çalışan bellek, yeni bir telefon numarasını bir defal ığına çe­
virmek üzere kullandığımız bellektir, ya da henüz verdiğimiz bir
kararı uygulamak üzere anımsarken de bu belleği kullan ırız. M ut­
fağa su içmek için gittiğimizi varsayalım, çöp bidon.u nun ağzına
kadar dolduğunu görüp çöpü boşaltma kararı verdiğimizde, suyu
içtikten sonra işin içine çalışan bellek girer. Çalışan bel leğin ayn ı
zamanda farklı bilgileri saklamak ve karşı laştırmak gibi bir işlev i
de vardır. Örneğin, çalışan bellekte bir çok çeşit bilgi bulunur; bir
şeyin görünüşü, kokusu, sesi ve mesela günün erken saatlerinde,
yada uzun süre önce olan bir olayın anısı, aynı zamanda korku sis­
teminden gelen fizyoloj ik girdiler (kalbin hızla atması, kasların ge­
rilmesi). Çalışan bellek belki de tüm bu bilgilerin ayn ı anda sakla­
nabildiği tek yerdir. Ne var ki, çalışan bellek bir seferde yalnızca
tek şey yapabilir. Diğer bir deyişle, aynı anda bir çok bilgiyi sakla­
yabilir, fakat eğer sadece hepsi aynı işle bağlantıl ıysa. Klasik bir
örnek olarak, bir telefon numarasını hatırlamaya çal ıştığım ızı var­
sayalım, eğer birisi çıkıp da bize tamamen alakasız bir soru sorarsa,
büyük bir olasılıkla numara aklımızdan uçup gidecektir. B i l incin
bu şekilde işlediği düşünülürse, birçok araştırmacı çalışan belleğin
bilincin temeli olmasa da, en azından bilince açılan bir pencere ol­
duğunu düşünmektedir.
Bu nedenle, çalışan bellek bilinçli duyguların ortaya çıktığı sis­
tem olarak görülebilir. Bunun sebebi çalışan bellekte şu üç şeyin
bir araya gelmesidir: mevcut uyaran, bu uyaranın am igdalay ı hare­
kete geçirmesi ve bilinçli belleğin hipokampal sistem tarafından
uyarılması. Diyelim ki yükseklik korkusu olan bir kimse Empire
State' in tepesinde duruyor. Mevcut uyaranlar yukarıdan minicik
görünen insanlar, arabalar, yada uçan helikopterin çok yakından
duyulan sesi olabilir. Amigdalanın bu uyaranlarca harekete geç i­
rilmesi bilinçsiz bir şekilde duyguların ayağa kalkmasına neden

1 44
DUYGULARIN Gücü

olacaktır; nefesin kısılması, kalbin hızlı hızl ı atması gibi. Hipo­


kampal sistem tarafından bilinçli anıların harekete geçiri lmesi ise,
bu kişinin en son yüksek bir yerde durduğunda başına gelen leri ha­
tırlaması anlamına gelir (korku sistemi harekete geçm iştir, kalp
atışları hızlanmış, çok korkmuştur) . İşleyen bellekte tüm bu unsur­
lar bir araya geldiğinde -yani geçm işte korkmam ıza neden olan
uyaran o an mevcutsa, ve bu uyaranla daha önce karşı laşıldığında
edinilen deneyimler hatırlanıyor ve üstelik (bilinç altı bellek hare­
kete geçirilmiş olduğundan) beden de uyarılmış durumdaysa- or­
taya çıkan duygu ' korku' dur.

Duygu ve İnsan Beyninin Evrimi

Amigdalanın korteksi etkileme yetisinin, korteksin am igdalayı


etkileme yetisinden daha güçlü olduğunu göz önünde bu lundurur­
sak, burada araştırdığımız yıllardır tartışıla gelen mantık-duygu
ikilemidir. Cinsel çekim, ya da korku sonucu duygusal olarak uya­
rıldığınızda, duygularınız düşüncelerinizin önilne geçer. Tartışma­
ları eski Yunan uygarlığına ve Platon' a değin uzanan bu ikilem
Uzerine bir çok yorum yapan filozof ve tanrıbilimciler, bedenim izin
içimizi tutku, arzu, korku, ve bunlara benzer bir yığın fantezilerle
ve aptallıklarla doldurduğunu söylemişlerdir. Platon'a göre gerçek
bir filozof mantığını kullanarak duygularının kontrolünü elinde
tutmayı becerebilmeliydi. Sokrates ise ' Kendini bil' derken duy­
gularımızı anlayarak onları denetleyebilmemizi kastediyordu.
Yüzyıllar boyu birçok yazar ve filozof hayvansal içgüdülerimi­
zin tuzağına düşmeden tam bir insan olmak için mantığı kullanarak
tutkuları kontrol altına almamız gerektiğini belirtmiştir. Tabi ki
Descartes da ' Dilşilnüyorum, öyleyse varım ' demiştir, ' H issed iyo­
rum, öyleyse varım' değil. Theodore Dreiser şöyle diyordu : · uy­
garlık yolunun henüz ortasında bulunuyoruz, artık içgüdülerimiz

1 45
ZiHNIN HALLERİ

tarafından yönetilmediğimiz için tam bir hayvan olmamakla bir­


likte, tamamen mantığımızla da hareket etmediğimiz için tam bir
insan da olamıyoruz' . Bu düşünürlerin hepsi mantığı öne çıkararak
duyguları - tamamen yok etmeseler de - en aza indirgemeyi he­
deflemişlerdir. Bunu başaranlardan biri de hiç kuşkusuz Star Trek
dizisinin Mr. Spock' ıdır. Volkan gezegeninden gelen Mr. Spock
duygularından tamamen arınmış, sadece mantığı ile hareket eden
bir karakterdir. Herman Melville'in Moby Dick romanının baş ka­
rakteri ise bunun tam tersidir, Mellville ' in de dediği gibi, 'Ahab hiç
düşünmez, sadece hisseder, hisseder, hisseder' .
Fakat duygu ya da mantıktan birinin baskın gelmesinin gerekli
olmadığı bir üçüncü seçenek daha olabilir. Belki de amigdaladan
kortekse gönderilen yoğun girdi ile korteksten amigdalaya giden
görece daha az girdi arasındaki bu dengesizlikte göze çarpan hare­
ketlerin evrim geçirmesidir. Düşünceler amigdalayı harekete geçi­
rerek duyguları ateşleyebilse de, amigdalanın hareketini bir şeki lde
engelleyerek duygularımızın önüne geçmede başarıl ı olam ıyoruz.
Bu bağlantıların yapısı diğer türlerde de incelendiğinde, primat­
larda kortekste amigdala arasındaki bağlantıların diğer türlere
oranla çok daha gelişmiş olduğu görülür. Belki de beynimiz geliş­
tikçe ve korteksteki bu hatlar artmaya devam ettikçe, denge kuru­
labilecektir. Kendi beynimizin gel işimini gözlemleyemed iğim iz­
den, bu açıdan neler olup bittiğini bilebilmemize imkan yoktur.
Fakat en azından böyle olacağını umuyoruz. Akl ın ve duygu ların
beyinde daha uyumlu bir şekilde birleşimi sonucu, gelecek kuşak­
ların gerçek duygularını daha iyi değerlendirerek günlük yaşam la­
rında daha etkin bir şekilde kullanabilmeleri mümkün olacaktır.
7
ÖGRENME, HAFIZA VE GENETİK
ANAHTARLAR ÜZERİNE

Eric Kandel

Yeteneklerimiz ve anılarımız olmasaydı neye benzerdik acaba?


Ası l kiml iklerim iz, geçmişimizi değerlendirme biçimim izde ve
kendimizle ilgili anlattığımız öykülerde gizl idir; işte bunlara daya­
narak, "Geçen hafta annem le yemek yedim," ya da "On beş y ı ldır
nükleer denizaltının kaptanıyım" diyebil iriz. Aynı zamanda ken­
dimizi, diyelim ki tenis oynamamızla, buna karşın piyano çalama­
mam ızla da tanımlayabil iriz; ortaokul ve l ise dönem im ize ait bütün
şarkıları sözleriyle ezbere söyleyebi lsek de bun ları kimlerin yo­
rumladığını unutmuş o lmam ızla da, yaşam boyu araba kul lanm ış
olsak da, dansetmeyi bir türlü öğrenemem iş olmam ızla da tanım la­
yab i liriz. Bu farklı şeyleri nasıl öğrenir ve an ım sarız peki? Bun ları
unutmaya neden olan şeyler nedir?
B u bölüm, öğrenme ve bellek araştırması konusunda dünyan ın
önde gelen adlarından, Columbia Ü n iversites i ' nde profesörlük ya­
pan ve Howard Hughes Tıp Enstitüsü U zman Araştırmacısı Dr.
Eric Kandel tarafından yazılmıştır. Kandel bir motosiklete bin­
mekten tutun da, e l l i eyaletin başkentlerini bilmeye kadar uzanan
ZiHNiN HALLERİ

konularda, her tür hafızayı yaratan beyni n işleyişini aç ı k l ıyor b ize .


B ir olayı ya da bir olguyu ya da iki tekerlek üzerinde b i n i ş ustal ığı
gösterebi lmeyi haftalar ya da yıl lar sonra anımsayabilmem izi sağ­
layan "anahtar" yeni proteinler üretim ine yol açan bey in hücrele­
rindeki genlerin harekete geçmesiyle açı klanab i lir. B i İ im adam ları
bu anahtarı nas ıl yönlendirebi leceğim ize i lişkin her geçen gün yeni
bir şeyler keşfederken, Kandel , yaşla ilgili hafıza y itim ine karşı
güçlü bir yönteme kavuşacağımızı müjdeliyor bizlere. Beyn i n an ı­
l arımızı ve benliklerim izi yaratma biçim leri - ve sürekl i yeniden
yaratma biçimleri - konusundaki bilgilerimiz de böy lece yen i b i r
boyut kazanacak.

Son birkaç y ı l içinde, biyoloj inin, evrim ve genetikten immünoloj i ,


b iyokimya ve hücresel nörobiyoloj iye uzanan birçok alt di­
siplininde çal ışan bilim adam ları birçok bulgu lar edindiler, bunlar
da zekayla i l g i l i anlayışımızda, dolayısıyla kendim izi an layışı­
m ızda bir devrim yarattı . Bunun sonucunda, entelektüel tari h ç i ler
yirm inci yüzyılın ikinci yarısına baktıklarında, modem kü ltür ve
zihin konularında en derin bilgi lerin geleneksel olarak kültür ve
zihin üzerinde odaklanan disiplinler olan felsefe, edebiyat, güzel
sanatlar, psikanaliz ya da psikoloj iden deği l ; biyoloj iden elde edi­
leceğini göreceğe benziyorlar.
B iyoloj inin bu denl i açıklayıcı olması iki gel i şmeden kaynakla­
n ıyor. B irincisi, moleküler biyo loj inin biyoloj i b i l i m lerini birleş­
tirmede büyük bir başarı göstermesidir. Ö rneğin gen lerin anlaşıl­
masında büyük adımlar atılması, bize genlerin ç ifte sarmal yapı la­
rının kal ıtım ı nas ı l bel irled iğin i görmem ize olanak tanım ış, hatta
bunların düzenlenmesinin (belirli bir gen etkin ol sun ya da olma­
sın) bile hücre lerin gel i şmelerini ve işlevlerin i nasıl be l irlediğini
artık b i liyoruz. B iyologlar kodladıkları özel gen leri ve prote in leri
ÔôRENME, HAFIZA VE GENETiK ANAHTARLAR ÜZERiNE

tanımladıkça, bilgileri bize biyoloj inin temel birliğinin mükem mel


bir örneğini vermiş ve proteinler arasında farkl ı hücre bağla mla­
rında ve farkl ı türlerde rastlanan hiç beklenmedik benzerlikleri ay­
dınlatm ıştır. Sonuç olarak, bulgularımızın insan türü üzerinde be­
l irli bir geçerl iliği olduğuna yönelik bir güvenle laboratuar hay ­
vanları üzerinde çeşitli moleküler süreçleri incelemem izi sağlayan
hücre işlev lerine i lişkin genel bir şemam ız var.
İ kinci ve eşit derecede önem l i gelişme de, beynin çalışmasıyla
ilgilenen bilim dalı olan nörobiyoloj i i le zekayla ilgili süreç lerin
çalışmas ıyla ilgilenen bilim dalı olan bilişsel psikoloj i arasında
gerçekleşen bütünleşme. Bu bütünleşme bize algılama. harekete
geçme, dil, öğrenme ve bellek gibi zekayla i lgi li birçok işlev i araş­
tırmak için yen i olanaklar sunmaktadır.
B iyoloj i bilimlerinin sınır noktalarında - molekü l düzeyde ve
zekanın gerçekleştirdiği işlem ler düzeyinde - bulunan iki bağımsı­
zın bütün leşmesi şu soruyu aklım ıza getirir: bu iki farklı dal ne öl­
çüde bir araya gelebi lir? Moleküler biyo loj i , biyoloj inin başka
alan larını aydınlatabildiği gibi, zekanın gerçekleştirdiği işlem leri
de ayd ınlatabilir mi? Moleküllerden akıllara uzanan daha geniş bir
bütünleşme öngörebiliriz m iyiz?
Bu kısa yazıda ben idrakm moleküler biyolojisi olanağın ı ka­
ğıda dökmeye çalışacağım . Genetik dönüşüme uğratı lmış salyan­
gozlardaki, sineklerdeki ve farelerdeki hafızanın ve öğrenmenin
çeşitli biçim lerini örnekleyerek zekayla ilgili işlem lerin en azından
bir unsurunun - kısa süreli bel lekten uzun süre l i bel leğe bi lgi akta­
rım ının - bilişsel psikoloj i ile modem molekü ler biyolojinin kav­
ramsal yaklaşım larının ve araçlarının bir araya getiri lmesiyle araş­
tırılabileceğini kanıtlamağa çal ışacağım .

1 49
ZiHNİN HALLERi

Amlar Beynin Neresinde Saklamyor?

Anıların saklanması sorunu genelde iki ayrı unsura bölünür. İ lk


unsur sistem ler sorunudur: Anılar beynin neresinde saklanır? Anı­
ların saklanması için beyindeki hangi sistem ler ku llanıl ır? Diğer
unsur moleküler sorundur: Anılar nasıl saklanır? Saklama sırasında
hangi düzenekler devreye girer?
İlk soru olan "anılar beynin neresinde saklanır?"ın sinirbilim
içinde uzun bir tarihi vardır, en azından iki yüz yıl geri lere gider,
çünkü daha geniş bir sorunun bir parçasıdır - yani, ne ölçüde bel l i
zihinsel süreçler beynin belli bölgelerinde yer alırlar? Öğrenme,
düşünce ya da d ille ilgili unsurlar beynin bel li bölgelerinde mi ger­
çekleşir?
Bu soruya sistematik bir biçimde ilk yanıt vermeye çabalayan
Franz Joseph Gali adl ı bir Alman fizikçi ve nöroanatom ist ol­
muştu: On dokuzuncu yüzyıl başlarında V iyana' da. mesleğin i sür­
dürüp dersler veren Gali, sinirbilim alanına iki büyük kavram sal
katkıda bulunmuştu. İ lki, fiziksel beynin zihinden bütünüyle ba­
ğımsız olduğunu savunan on yedinci yüzyıl Fransız felsefecisi
Rene Descartes' ın savunduğu ikicilik öğretisinin geçersizliğini ka­
nıtlamasıydı . Beyinle i lgili yaptığı anatomik araştırmalara dayana­
rak, Gali bütün zihinsel süreçlerin beyinden çıktığını sav lam ıştı.
"Ruh diye bir şey yoktur," diyen Gall'ü Avusturya otoriteleri kar­
şısında zor duruma sokan da bu düşünce olmuştu. İkincisi, Gal i' ün
zihinsel süreçlerin beynin bel li bölgelerinde konuşlandığını öne
süren i lk kişi olmasıydı. Gali beyin zarın ın homojen bir görünüme
sahip olmadığı gerçeğiyle karşılaştığında çok şaşırmıştı; buruşuk­
luklar ve çizgiler bir bölgeden ötekine değişiklikler gösteriyordu.
Bu fizyoloj ik farklılıklar, beynin içindeki farklı kısımların farklı
işlevler taşıyabileceği düşüncesin i uyandırm ıştı . Gali beynin tek
bir organ olarak işlev görmediğini ileri sürüyordu, ona bakılırsa

1 50
ÔôRENME, HAFIZA VE GENETiK ANAHTARLAR ÜZERiNE

beynin içinde en azından otuz beş organ daha (sonradan bunun sa­
yısı artacaktı) vardı, bunların her biri, bellek ya da d i l ile ilgi l i
özelliklerin yanında. müzik yeteneği, temkinlilik, cömertlik, sır
tutabilme ve romantik aşk yani sevebilme yeteneği gibi zeka yetisi
ya da özelliğiyle ilgili kendine özgü bir işleve karşılık veriyordu.
B unun ötesinde, Gali yalnızca beynin betimlemesiyle yetinme­
m iş, nasıl çalıştığıyla ilgili de bir kuram üretmişti. A lıştırmalar
yaptıkça kaslarımızın boyutunun artmasında olduğu gibi, zihinsel
özelliklerin kullandığımız ölçüde artacağını düşünüyordu. Örne­
ğin, beynimizin tutumluluktan sorumlu olan kısmı, kişi daha çok
para biriktirdikçe büyüyecekti; benzer biçimde, gizli kapaklı et­
kinliklerle ilgili bölge de, sır tutabilen bir kişide artış gösterecekti.
Belli bir beyin işleviyle ilgili kafatasındaki merkez büyüdükçe, tam
üzerinde yayılan bölgede şişkinlik yaratacak, böylece yumru ve
kabartılardan oluşan bir bölge oluşacaktı; bunlara baktıkça biz de
beyinde hangi bölgelerin en çok geliştiğini anlayacaktık. Böylece
bireylerin kişiliğini kafataslarındaki yumrularla i l işkilendiren Gal i
karakter özelliklerini betimlemek için, anatomiyi temel alan bir
araştırmaya girişti, bu kuram daha sonra, frenoloj i adıyla an ıla­
caktı.
Gali yine de tam bir deneyci sayılmazdı. Özellikle de, beyin
lezyonu olan hastalardan ya da kobay olarak kullanılan hayvanlar­
.dan çok fazla şey öğrenebileceğini düşünmüyordu. Oysa 1 820' ter­
de, düşüncelerinin doğruluğu Fransız deneysel nörologu Pierre
Flourens tarafından incelenmeye başlanmıştı bile; F lourens sin ir
sistemim izde yer alan farklı parçaların, davranışlarım ızı nasıl etki­
lediğini anlamak için bunları tek tek ele almaya çalışmıştı . Gü­
vercinlerle deneylere girişerek, beyincikte; beynin en altında yer
alan bölümlerde oluşan lezyonların hayvanın kaslarla i lgili eşgü­
dümünü ve denge duygusunu bozduğunu, beynin gerisindeki me­
dulla oblingataya verilecek bir zararın da ölümle sonuçlanacağını

1 5 1·
ZiHNiN HALLERi

bulmuştu. ı Gal l ' ın çalışmalarının odak noktasını oluşturan kor­


tekste, yanmküreler halinde ard arda dilim ler doğradıkça, bütün
üst düzey zihinsel işlevler zarar görüyordu, yani algı lamada, ze­
kada bozukluklar görülüyor, zedelemenin yerinden çok kütlesinin
büyüklüğüyle orantıl ı işlev bozukluluklarına rastlanıyordu.
Bu sonuçlardan Flourens, beynin subkortikal bölgelerinde ko­
nuşlanm ış duyumsal ve motor işlevlerinin yanında, algılama, irade
ve zeka gibi daha üst düzeydeki işlevlerin korteksin içinde dağınık
biçimde yer almış olduğu sonucuna vardı; yani bunlar korteksin,
beynin dış tabakasının bel l i noktalarında odaklanmamıştı. A s lında,
F lourens korteksin eşit güçte işlev gördüğünü - yani, tüm bölgele­
rin tüm zekayla i lgili işlevleri yerine getirmede eşit ölçüde ağırlık
yüklen iyor olduklarını ileri sürüyordu. Beyinde yaln ızca büyük za­
rarlar oluştuğunda zekayla ilgi l i işlevlerde bozukluklar görü lür,
yani, lezyonnun oluştuğu bölgeyle i lgisi olmaksızın, hasar ne kadar
büyükse zekayla i lgili işlevlerde o kadar azalma görülür. Daha
sonraları beynin bütünsel alan görünümü diye anı lacak olan bu gö­
rüş, hemen kabul gördü ve on dokuzuncu yüzyılın i lk yarısında
herkesçe kabul edilir oldu.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, insan lar dilin yapıs ını,
kendi doğalarıyla ilgili en üst düzeydeki işlev i yani bilişsel işlevi
inceledikçe durum oldukça değişmeye başladı . Dil işlev inin olağa­
nüstü bir şekilde beynin bel l i bölgelerinde konuşlanm ış olduğu
gerçeği ortaya çıktı.

Beynin Yapısı

Dilin işleyişini anlamak için, beynin anatomisine kısaca bakmak


gerekir. İnsanlarda ve ötek i memeli lerde, üst düzeydeki zekayla
ilgili işlem ler dört bölgeye ya da loplara bölünmüş olan beynin dış

1 52
ÔÖRENME, HAFIZA VE GENETiK ANAHTARLAR ÜZERİNE

kabuğunda, gerçekleşir. Artık ön lopun motor eşgüdümünde, tasarı


ve amaçların oluşturulmasında kullanıldığını bil iyoruz. Paryetal
lop konuşma algılaması ve beden duyumlarıyla, artkafadaki lop ise
görmeyle i lgilidir. Şakaktaki lop ise -daha sonra göreceğiniz gibi -
işitme, koku alma, anı ları saklama gibi konularla ilgilidir. [Şekil
1 3]

Oksipltal
lob

Şakak lobu

Şekil 13: Çoğu üst düzey zihinsel süreç, dört lobu olan beyin korteksinden
meydana gelir. Ön lob, planlama, stratej iler ve amaçlar gibi unsurların
yanında motor koordinasyon sırasında da aktiftir. Paryetal lob konuşma,
algılama ve bedensel hisler konusunda baş sorumludur. Oksibital l ab,
görmeyle ilgilidir ve şakak lobu da duyma, koklama ve hafızadan sorum l udur.

Dilin yer aldığı bölgeyle ilgili bildiğimiz şeylerin ç oğu bazı ,

tıbbi nedenlerden kaynaklanan bir dil bozukluğu olan, afazi konu­


sunda yapılan araştırmalardan kaynaklanmaktadır. Afazi genelde
felç ya da beyne giden damarlarda bir tıkanma ya da yırtılma ya­
şamış hastalarda görülür. Afazi araştırmalarında önem li adımlar on
dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında birbiri ardına atılm ıştır. Bun ları

1 53
ZiHNiN HALLERi

b ir arada değerlendirdiğimizde, insan davranı şları araştırmalarında


o ldukça parlak bir sayfa açtıkların ı görürüz: çünkü karmaşık zeka
işlevinin biyoloj ik temel in açıklayabilecek bir yaklaşım sunmuştur.

Şekil 1 4: Çeşitli dil bozuklukları ya da afaziden muzdarip olan insanlarla


yapılan çalışmalardan öğrenildiği kadarıyla, farklı dil işlevleri, sol
yarımkUrenin farklı bölgelerinde gerçekleşmektedir. Okurken, bilgi ler görsel
korteksten beyne gelir ve Wemicke bölgesine gelir; bilgiler burada dilsel
açıdan tanımlanır ve anlamlandırılır. Wemicke bölesi, bu veri leri konuşma
veya yazı dilini harekete geçiren motor program ın sorumlusu olan Broca
bölgesine aktarır.

1 54
ÔôRENME, HAFIZA VE GENETiK ANAHTARLAR ÜZERiNE

Bu konuda ilk bilgiler 1 86 1 yılında, Fransa'da çalışan bir nö­


rolog olan Paul Broca' dan geldi. Broca'nın bir tür afaziye uğram ış
Leborgne adında bir hastası vardı. Konuşulanları gayet iyi anl ıyor
ama konuşamıyordu. Diliyle, ağzıyla ya da ses tel leriyle i lgili alı­
şılagelen motor sorunlardan birisi görülmüyordu. Buna karşın,
Leborgne mükemmel ıslık çal ıyordu, ya da bir parçayı m ırıldana-
. biliyordu - ama kelimeleri söylemeyi bir türlü becerem iyordu. Ağ­
zından kopuk kopuk sözcükler çıksa da, dilbi lgisini kullanamıyor,
tam ve doğru cüm leler kuramıyordu. Ü stel ik, sorun sadece ses lerin
telaffuzu ile de sınırlı değildi, mektup bile y azam ıyordu. Yani Le­
borgne dili hiçbir biçimde kullanamıyordu.

Leborgne öldüğünde, otopsisi yapıldı. Broca, beyn ini incele­


diğinde ön lopta lezyon olduğunu gördü . Bu sorun i lgi odağı oldu
ve benzer belirti ler gösteren başka hastalar da ince lend i . Her va­
kada, ölüm sonrası, hastanın beyninin incelenmesinde ön lopun ar­
ka bölgesinde bir lezyona rastlandı; bu hasar sürekli sol yanda olu­
yordu . Bu bölge şimdi tıp dilinde, Broca bölgesi adıyla an ıl ır, bu
rahatsızlığa Broca afazisi adı verilir. [Şekil 1 4]
Bu bulgu Broca'yı 1 864 'de beyin işlevinin en önem l i ilkelerin­
den birisini kuram sal laştırmaya götürdü: "Nous par/ons avec
/ 'hemisphere gauche!" (Sol yarımküreyle konuşuyoruz! ) Yaln ızca
sol yarımküredeki lezyonlar bu bozukluğa neden oluyordu; B roca
öteki yanmkürede, aynı bölgeye denk düşen yerde oluşan lezyon­
ların bu bozukluğa neden olmadığını ispatlayabiliyordu.
Broca' nın çalışmaları bizlere bilişsel işlevlerinde bozukluklar
görülen hastaların dil gibi, algı lama gibi işlev lerini özenle incele­
yerek, korteksin hangi bölgelerinin ne gibi görev ler yüklendiğini
anlamamızda öneml i bulgular edini lebileceğin i gösterir. Elde ettiği
sonuçlar korteksteki diğer davranış işlevleriyle i lgili, daha sonra
ödül de kazanan bir araştırmanın başlatı lmasın sağlad ı . l 8 70 ' de,
iki Alman bilim adam ı, fizyolog Gustav Fritsch ve psikiyatrist

1 55
ZiHNiN HALLERi

Eduard H itzig, bir köpeğin beynindeki bell i bölgelere elektrik akı­


mı verilmesinin ayakların hareket etmesine yol açtığın ı kanıtlaya­
rak bilim dünyasında bir sarsıntı yarattılar. Bu hareketlerin, motor
kortekste yer alan küçük, ayrı bölgelerce denetlendiğin i buldu lar.
Ü stelik bedenin bir yanında bulunan ayakların hareketlerin in, bey­
nin öteki yanı tarafından denetlendiğini de buldular. Böylece,
insanlarda, genelde yazmak ve başka ustalık gerektiren işlem lerde
kullanılan sağ el, sol yarımküre tarafından denetlen iyordu; daha
önce gördüğümüz gibi sol yarımküre konuşmamızı da denetl iyor­
du. Çoğu kişide, bu nedenle sol yarımküre baskın olan yan kabu l
edilir.
B irkaç yıl sonra, Cari Wemicke ad lı bir Alman nörologu Bro­
ca'nın incelediği hastanın tam tersi belirtiler gösteren bir hastayla
karşı laştığında işler daha da şaşırtıcı bir hal aldı. Broca konuşu lan ı
anlayan ama kendisi konuşamayan bir hasta bulmuştu . Wemicke
konuşulanı anlamayan, ama kendisi konuşabilen bir hasta bulmuş­
tu; ne var ki kendi konuştuğunu bile anlamaktan acizdi bu adam .
Sözcükleri mükemmel söylüyordu, ama bunlar bir araya geldiğinde
bir anlam oluşturmuyordu, kendisine söylenenleri de kavrayamı­
yordu. Öldükten sonra otopsisi yapıldığında, beyninin sol yanında
bir lezyon görüldü, ama bu lezyon Broca bölgesinden farklı bir
bölgedeydi. Bu, şakak lopunun arkasında, paryetal ve artkafa lop­
larıyla birleştiği bölgede oluşmuş bir basardı; söz konusu bölge bu­
gün Wemicke bölgesi adıyla anılır.
Ama Wemicke ' in katkısı ayrı bir sendrom betim lemesiy le sı­
nırlı kalmadı. Bu bulguya ek olarak, insanlarda bir dil sistemi mo­
deli geliştirdi. Bu modele temel olarak, Wemicke yalnızca en i lkel
zeka işlevlerinin, yani salt algılama ve motor etkinliklerinin kor­
teksteki belli noktalara konuşlandığını öne sürdü. Daha karmaşık
zekayla ilgili işlevler, farklı işlevsel bölgeler arasındaki bağlantı­
larla gerçekleştiriliyordu.
ÔôRENME, HAFIZA VE GENETiK ANAHTARLAR ÜZERiNE

Wemicke böylece zeka işlevlerine günümüzdeki yaklaşımı be­


timleyen dağıtılan işlemler düşüncesinin ilk kanıtını vermiş olu­
yordu. Diğer bir deyişle, zekayla ilgili işlevler aslında beynin
içinde gerçekleşir ama önemli işlevler tek bir bölgede konuşlanm ış
durumda değildir. Bunun yerine, önemli işlevler farklı bileşenlere
bölünüp parçalanmıştır ve bu işlevlerin farklı bileşen leri beynin
farklı bölgelerince gerçekleştirilir. Bu önemli buluş - beyindeki
konuşlanmadaki karmaşıklık - günümüz sinirbi liminin ana i lkesi
durumundadır.
Wemicke daha sonra, oldukça basitleştirilmiş olmakla birl ikte
günümüzde bile hala yararlanılan bir dil modeli ortaya koydu. Nö­
rologlar bu modeli bugün hala teşhislerinin yüzde doksan ında kul­
lanırlar. Bu model şöyle yürümektedir: bir şey okuduğunuzda ya
da duyduğunuzda, bilgi beyninize korteksin görsel (okuma) ya da
işitsel ( duyma) alanda işlev gören i lk duyumsal bölgeleri aracılı­
ğıyla ulaşır. Bu bölgeler bu bilgi leri daha sonra Wemicke bölge­
sine aktarır, bu ikincisinde bilgi bir dil verisi olarak algılanır ve bir
anlam la örtüşür. Bu bütünleşme olmadan, dili anlamak olanaklı
değildir. Wemicke bölgesi anlaşılan dili duyumsal bir veriden
Broca bölgesinde bir motor veriye dönüştürür, bunun da sonucu
yazılı ya da sözel dile ulaşmamızdır. Böylece Broca bölgesi dilbil­
gisi için motor programı oluşturur, bu da dilin konuşma şekl inde
dile dökülmesine neden olur.
· Bu modeli temel alan Wemicke daha sonra, yeni bir tür afaziyle
ilgili görüşler geliştirdi. Wemicke'ye göre afazi Broca ya da
Wemicke bölgelerinde hiçbir lezyon olmaksızın, algılama bölge­
siyle motor bölgesi arasındaki yolun tıkanmasıyla da oluşabilirdi.
Günümüzde iletme afazisi adını taşıyan bu bağlantı probleminin
sonucunda sözcükler yanlış kullanılmaktadır. Bu rahatsızlıktan
muzdarip olanlar, işittikleri ya da gördükleri sözcükleri anlayabili­
yor hatta konuşabiliyorlar, ama düzgün konuşamamaktadırlar.

1 57
ZiHNİN HALLERi

Sözcüklerin bazı kısım larını atlar, ya da araya doğru olmayan ses­


ler eklerler. Kavrayışları ile söyledikleri arasında bir bağlantı kur­
mak mümkün olmaz.
B ir parça Wemicke' den esinlenerek, yirm inci yüzyıl başında,
Almanya'da, kortikal lokalizasyon konusunda, başında -anatomist
Korbinian B rodmann ' ın olduğu yeni bir okul kuruldu : Bu okul
korteksdeki hücrelerin yapısını ve bu hücrelerin katmanlar halin­
deki kendine özgü düzenlerini temel alarak, korteksin farklı işlev­
sel bölgelerini bel irlemeye çabaladı. Brodmann insanın korteksin­
de duyumsal ve motor i şlevleri görebilen belli görevlerle donatıl­
mış elli iki farklı bölge saptamıştı .
Bu ilerlemeyi ve üst düzeydeki bil işsel işlev lerden sorum lu be­
yin bölgelerini bulmaya yönelik araştırmaların sayısındaki artışı
göz önünde bulundurulduğunda, nörobiyologların hafıza üzerinde
yakın bir gelecekte odaklaşacak olan ilgilerini kestirmek hiç de güç
değildi. Anılar nerede saklanıyordu? Beynin içinde anı ların sak­
lanması için özel bir yer var mıydı? Eğer varsa, bütün anılar aynı
yerde mi saklanıyordu?
Amerika Birleşik !eri'nde hafızan ın yerini saptama
Dev lı
konusundaki ilk araştırmalarla özdeşleşen ad, Harvard 'da psikoloj i
profesörü olan v e yirm inci yüzyılın ilk yarısında Amerikan
nöropsikloj isinin belki de en öneml i otoritesi diyebileceğim iz Kari
Lashley ' di. Lashley farelerde korteksin yüzeyini araştırdı ve siste­
matik bir şeki lde korteksin farklı bölgelerini kesip ayırdı. Bunu
yaparken, her seferinde beyinde an ıların saklanması için özel ya da
gerekl i olan özel bölgeleri saptamayı başaramadı . Böylece Lash­
ley-Flourens'e kadar uzanarak kütle eyleminin yasasını kuram­
sallaştırdı, buna göre hafıza bozukluklarının büyüklüğü, bulunduğu
bölge ile değil, kesilip atılan kortek si n genişliğiyle eşit orantı lıyd ı,.
Ne var k i , Lashley çabalarını yalnızca beynin dış katmanındaki,
kortekse odaklamıştı; korteksin derinliklerinde yatan yapıları in-
ÔôRENME, HAFIZA VE GENETiK ANAHTARLAR ÜZERiNE

celemedi. Ama daha sonra yapılan araştırmalar bize bel leğin bir­
çok türünün bir ya da korteks altında bulunan birçok bölgeden
katkı aldığını göstermiş durumda. Üstelik de, Lashley' in deneyle­
rinde kullandığı farelerin gerçekleştirdiği eylem bir labirenti geç­
meyi öğrenmekti, yani birçok motor ve duyumsal işlevi harekete
geçiren bir görevdi. Hayvanın korteksi kesim ler yapılarak her seft:­
rinde bir zarara uğratıldığında (örneğin dokunmayla ilgili zarın za­
rar görmesi), fare görme ya da koku alma duyusuyla labirenti yine
aşabiliyordu, böylece deney genel anlamda hafıza hakkında çok
şey kanıtlamıyordu.
Hafızayla ilgili unsurların beynin belli bölgelerinde depolana­
bileceği düşüncesini ilk destekleyen y apıt Montieal Nöroloj i Ens­
titüsü nörocerrahlarından Wilder Penfield'e aitti. Penfield, İngiliz
nörofizyolog Charles Sherrington'un öğrencisiydi. Sherrington
anestezi uygulanmış maymunların korteksindeki motor bölgesinde,
hareketlerin nasıl gözüktükleriyle ilgili bir ayrıntı lı çizim yaparken
elektrik akımı kullanmıştı. 1 9 3 8 yılında, foka! epilepsi hastal ığının
tedavisi için, nöronların yarattığı elektrik fırtınası beynin belli bir
bölgesinde gerçekleştiği öncül nörocerrahi tedavisini uygu ladığı
süreçte, Penfield bilincini bütünüyle koruyan hastalarının korteks­
lerindeki motor ve öteki davranışsa! işlevleri inceleyebi lmek için
elektrikli uyarıcılar kullanmaya başladı. Beyinde acı alıcısı bulun­
madığından dolayı kafa derisine anestezi uygulandıktan sonra has­
talar bilinçli kalabiliyor ve yaşadıkları deneyi betimleyebiliyorlar­
dı. Teknik bugün de hala geçerli, çünkü cerrahlar hasta kişinin dili
için öneml i olan özel beyin bölgelerini tanımlayabiliyorlar ve böy­
lece epilepsili dokuları kesip atarken bu bölgelere zarar vermeme­
ye özen gösteriyorlar.
Penfield bu cerrahi işlemleri yaparken, bu araştırma sürecinde,
bin hastadan daha çoğunda, korteksin yüzeyinin büyük kısmında
beynin belli bölgelerindeki - şakak loplarında - uyarıların kişi-

1 59
ZiHNİN HALLERi

terde daha önce yaşanmış bir deneyim (deja vu) duygusu uyandır­
dığını gözlemledi, bu daha önce nasılsa yaşanmış ve sisler içine
gömülmüş bir anıya benzetilebilirdi. Bunları deneysel tepkiler diye
adlandırdı. Hastalar kendilerine hiç de yabancı gelmeyen bir şar­
kıyı bulanıkça anımsıyorlardı, ya da kafalarında tanıdık gelen biri­
nin puslar içindeki görüntüsünü canlandırıyorlardı, ya da kendi le­
rini tanıdık bir ortamda buluyorlardı .
Bu çalışmalar Penfield' ı, hafızanın orta şakak lopunda konuşla­
nabileceği düşüncesine yöneltti, ama görüşü birçok itirazla karşı­
laştı . İ lk olarak, incelem iş olduğu hastaların tümü foka! epilepsi
hastalığı nedeniyle anormal beyinlere sahipti ve vakaların yüzde
kırkında uyanlarla harekete geçirilen zihinsel deneyim, hayat un­
surlarını ve gerçekleşmesi olanaksız durum ları da içeren ve hasta­
n ın nöbetlerinde görülen zihinsel deneyim lerle özdeşti. Aslında,
deneyimler anılardan çok rüyaya benzemekteydiler.
Y ine de, Penfield'in bulgularından etki lenen başka araştırma­
cılar daha sonra şakak lopları ve bunların da altında uzanan
hipokampüsün insan belleği için son derece önemli olduğunu ka­
n ıtladılar. Bununla ilgili en etkileyici olay 1 957 yıl ında bir cerrah
olan William Scoville ve Penfield' in öğrencisi olan, psikolog
Brenda M ilner tarafından aktarılmıştır. Bu ikili H.M. ad ını taşıyan
hasta üzerine yürüttükleri olağanüstü araştırmayı sunmuşlard ır.
H . M.' ye dokuz yaşındayken bir bisiklet çarpmış ve çocuk bir
beyin sarsıntısı geçirm işti. Bu kaza epilepsi haştalığına neden oldu.
On sekiz yıl daha geçti ve H.M. 'nin durumu gittikçe kötü leşti, bu
nedenle çal ıştığı montaj fabrikasındaki İ'şjne devam edemez du­
ruma geldi . Nöbetleri ilaçla denetlenemez oh ;ıtu . Yirmi yedi ya­
şında, son bir çare olarak, H.M. 'ye bir deneyse l cerrah i işlem i uy­
gulandı; Scoville orta şakak lopu ve bunun altındaki hipokam­
püsün iki yanındaki bölgeleri kesip aldı. Cerrahi müdahale nöbet­
leri önlemede başarılı oldu ama H.M. 'yi korkunç bir hafıza y iti-

1 6o
ÔôRENME, HAFIZA VE GENETiK ANAHTARLAR ÜZERİNE

m iyle baş başa bıraktı . Ameliyatın yapıldığı 1 953 ' den günümüze
H.M. ne yazık ki uzun süreli bir bel lek geliştirmeyi başaramadı .
Bu hafıza bozukluğunu bulgulayan v e tanım layan M i lner,
H.M. 'yi kırk yılı aşkın bir süre gözlem ledi. Hastadaki hafıza yiti­
m inin şaşırtıcı bir biçimde seçici olduğunu gördü. Yani, amel iyat
hafızanın bazı unsurlarına zarar vermiş, bazılarınaysa dokunma­
mıştı. M ilner H . M . 'n in hangi işlev lerinin çalıştığına, hangi lerinin
çalışmadığına bakarak şakak loplarının ve hipokampüsün an ı ları
saklamada üstlendikleri rolü bel irleyen dört ana özel lik saptadı .
İ lki, H.M. 'nin ameliyattan çok önce olup biten leri depoladığı
uzun süreli belleğinin çalışır durumda oluşuydu. Çocukluğuyla il­
gili, çalışma yaşamıyla ilgili birçok şeyi can lı biçimde anımsaya­
biliyordu. Düzgün İ ngilizce'yi, akıcı biçimde kullanabil iyordu.
Zekası değişmemişti. Bütün bu bu lgu lar daha önceden ed ini len
bilgi ya da deneyim lerin uzun süreli bel lekle ilgili tek depolama
yerinin şakak lopları ve hipokampüs olmadığını kanıtlıyordu.
İkincisi, kısa süreli bel leği hayli iyiydi. Yeni bir telefon numa­
rasını herhangi b iri kadar doğru biçimde hemen yineleyebil iyordu.
Kendisine i lk kez söylendiğinde bir kişinin adını an ım sayabi li­
yordu. Günlük bir konuşmayı, çok uzun süreli olmam ası ve çok
fazla konu içermemesi koşuluyla sürdürebi liyordu. Bu durumda
şakak lopları ve hipokampüs kısa süreli bel lek için de zorunlu de­
ğildi.
fr çüncüsü, yine de H . M . 'nin eksikliğini çektiği - hem de çok
olağanüstü biçimde eksikliğini çektiği - nokta yeni edindiği bi lgi­
leri uzun süreli belleğe atamamasıydı, yani yaşadığı şeyleri anında
unutuyor gözüküyordu . Yemek yedikten bir saat geçmeden, ye­
diklerini, hatta yemek yiyip yemediğini bile anımsayam ıyordu.
Aynı dergiyi defalarca, üst üste okuyor ama bunu okuduğunun far­
kına varamıyordu. Yıllar geçtikçe, kendini eski bir fotoğrafta tanı­
yamıyordu, çünkü değişen görüntüsünü belleğinde tutam ıyordu.
ZiHNiN HALLERi

Eğer dalgın bir anındaysa, çok kısa bir süre içinde de olsa, yinele­
mesi için ona söylenen bir numarayı tümüyle unutuyordu. Yeniden
tanıştırılsa da, yabancı insanları bir türlü hatırlam ıyordu. Hipokam­
püste lezyon görülen başka hastalar da, tıpkı lezyonlar görü len
deney hayvanları gibi, benzer öğrenme bozuklukları göstermekte­
dirler. Bunun sonucunda Mi lner, şakak lopları ve hipokampüste
oluşan lezyonların kısa süreli bellek ile uzun süreli bellek arasında
bir kopukluk yarattığı olgusunu kanıtlamış oldu - bu da birden çok ·

bellek dizgesi olduğunun kanıtını ilk olarak gösterebilen bulguydu .


Milner' ın bulduğu son özellik ise, b u kısa süreli belleğin bilgi­
leri uzun süreli belleğe dönüştürmesinde karşılaşılan bozukluğun
mutlak olmamasıydı . Aslında H .M., bazı tür öğrenmelerin üstesin­
den gelebiliyordu, bunları anımsamakta güçlük çekmiyordu. Özel­
likle, bilinçli olmayla bilişsel süreçlerle ilintili olmayan yeni mo­
torla ilgili yeni becerilerde başarılıydı. Örneğin, bir aynadan gör­
düğü yıldızı bir kağıda resimleyebiliyordu; yani, yapmakta olduğu
işe doğrudan bakmak zorunda değildi, ama elini aynada izlemek
zorunda hissediyordu. Gerçi ertesi gün bu yaptığı işi asla hatırla­
mıyordu ama iş becerisi günden güne artıyordu, tıpkı normal biri
gibi .
B unun v e sonraki araştırmaların bel irledikleri, belleğin e n az iki
öneml i biçimi olduğudur. Biçimlerden biri nasıl yapıldığım bilmek
ile, yani motor becerilerin bilgisiyle, öteki de bunu bilmek ile yani
olgu ve olayları bilmek ile ilgilidir. Bildirici olmayan ya da kapalı
bellek diye de adlandırılan "Nasıl yapıldığını bilmek" bilici gerek­
tirmez. B ildirici ya da açık bellek diye de adlandırılan "Bunu bil­
mek" ise odaklanan canlı bir dikkati gerekli kı lar. Bildirici bellek,
belleğe olaylar, düşünce ler ve olgular için başvurur, bu da canlı bir
bilinci etkinliğe sokar. Bildirici olmayan bellek, yalnızca, belleğin
yapılan edimle devreye girdiği, geçmişte yaşananların anımsanma­
sının hiç de gerekli olmadığı, bir deneyim sonucu ifade bulan bir

1 62
ÔôRENME, HAFIZA VE GENETiK ANAHTARLAR ÜZERiNE

favranış değişikliğidir. Ü stelik, bu iki biçim beyindeki farklı sis­


temler içinde yer alır. B ildirici bellek hipokampüsü de içeren orta
şakak lopu sistem inde bulunur. B ildirici olmayan bel lek ise, bey­
nin içindeki motor ve özel duyum hattında yer alır, örneğin beyin­
cik, amigdala, bazal ganglionlar ve bazı başka yapı lar gibi.
Belleğin iki önemli biçimi, yani bildirici olan ve olmayan bel­
leği de kendi içlerinde sınıflandırabiliriz. B i ldirici bellek evresel
ve anlamsal diye adlandırabileceğim iz iki bileşene ayrılabilir. An­
lamsal bel lek sözcük dağarcığı ve olguların genel bilgisiyle i lgili­
dir ve hipokampüsü de devreye soktuğu kabul ed ilir. Evresel bel­
lek ise olayın nerede ve ne zaman olduğu gibi özel olayların bağ­
lamının anımsanmasıyla ilgilidir ve korteksin ön kısmında konuş­
landığı kabul edilir. B i ldirici olmayan bel lek, klasik koşullanma
(Pavlov 'un köpeklerinin zil sesini duyduklarında ağızları tükürük
salgılaması}, günlük alışkanlıklar ve daktilo kullanmak ya da tenis
oynamak gibi edinilmiş beceriler şeklinde sınıflandırılabilir.

Am Saklama Mekan izmaları

Artık, anıların beynimizde belli yerlerde saklandıklarını ogren­


diğimize göre, hafızanın ikinci unsuruna yani saklama mekaniz­
malarına dönmek i lginç olacak. Beyinde iki öneml i hafıza sistem i
olduğunu göz önünde bulundurur ve birbirinden bütünüyle bağım­
sız mantık ve beyin sistem leri kullandıklarını varsayarsak, iki sis­
tem in saklama mekanizmaları ne dereceye kadar ortaktır sorusu
kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Moleküler biyo loj i benzerl ikleri
ortaya çıkarabilir mi?
İki sistemde de aynı olan mekanizma ile ilgili bir ipucu, an ıların
saklanmasındaki evreler üzerine yapılan bir araştırmanın sonu­
cunda ortaya çıkm ıştır. Hem bildirici, hem de bild irici olmayan öğ-
ZİHNİN H A L I .ERi

renme biçimlerinde kul lanılan bellek en azından iki evrey i içer­


mektedir: asla sabit olmayan ve yalnızca dakikalar süren bir k ı sa
süreli bellek, ve dengeli olan, kend ini koruyan. gü nl e rc e hafta­ .

larca hatta yıl larca etkin olabi len bir u z u n s ü re l i bir be l le k . Hem
bildirici bellekte, hem bild irici olmayan be l l ekte. k ısa sürcl i be l l e ğ i
uzun süreli beleğe dönüştünnek için gereken ortak unsur y i nele­
medir. Yakınlarda elde edi len önem li bir b u l g uy a göre, iki bd lck
biçiminde de, kısa süreli bel lekten uzun süreli be l leğe geç işin. � e n i
. · protein sentezlerinin baskınıyla oluştuğu be l ge l e n m i şt i r . B urada.
proteinlerin önem i ortaya çıkıyor - h e r dü ş ü n c e d e her ri.iy ada. her
.

eylemde bir yerlerim izde bulunan belli oranda proteini kul lanıyo­
ruz. Ama bazı verileri kısa süreli bel lekten uzun süreli be l leğe çe·
v innek istediğimizde, yeni proteinlere ge re ksini m d u y u ) onıı
Bel lek bir kere görev ini yerine getirdiğinde b i r saati a�k ın b i r
-

süre boyunca düzen li bir depolama gerçekleştiğinde b un da n son­


-

rasında varolan protein leri kullanarak kend ini ko ru m aya a l ab i l ­


mekted ir.
Bu yeni protein sentezine duyulan gereksinme. ilk kez
Pennsylvania Ünivers itesi ' nden Louis F lexner, M ichigan Ü n iver­
sitesi 'nden Bemard Agranoff ve Albert Einstein Enstitüsü ' nden
Samuel Barondes ve Larry Squire tarafından kanıtlandı . Agranoff
bu mekanizmayı kınnızı balıklar üzerinde kanıtlad ı . Bel li bir gö­
revi gerçekleştirecek kınnızı balıkları eğiten Agranoff bel l i bir
süre bitiminde, balıktan yinni dört saat sonra isted iği beceriyi
yüzde yüz alabi lmek için kaç sayıda eğitim denemesine gerek­
sinme duyduğunu saptadı . Diyelim ki, yüz deneme gerekli olu­
yordu . Agranoff çok sayıda balık ile yüz deneme yaptı. Sonra on­
ları farklı kümelere ayırdı" ve öğrenme sürecinin sonrası nda farklı
zamanlarda bedenlerine protein sentezini engelleyen maddeler ş ı ­
rınga etti . Örneğin, on balık aldı, hemen öğrenme sonrasında bu
maddeleri şırınga etti. B ir diğer on bal ığa bu işlem i yarım saat
Ô(;RENME, HAFIZA VE GENETi K AN AHTARLAR ÜZERiNE

sonra uyguladı, on tanesine de bir saat sonra. Sonuçlar iki saat


sonra verilen maddenin öğrenme ve hafıza üzerinde bir etkisi ol­
madığını gösteriyordu. Ama eğitim in hemen sonrasında verilen
madde, hafızanın saklama gücünün oldukça fazla etki liyordu.
Bu deneyler protein sentezini engelleyen maddelerin öğrenme­
nin kendisiyle i lgili, kısa süreli bellekle ilgili bir etkide bulunma­
dığını gösteriyordu, ama bu maddeler uzun süreli bel lekte belli ko­
şullarda tıkanmalara yol açabiliyordu. Ü stelik, protein sentezi için
gerekli olan koşulların pekişme safhası adı veri len özel bir zaman
dilimi vardır. Yani, eğitim süresi boyunca ve hemen sonrasında
uzun süreli bellek bu pekişme safhası içinde bozulmaya çok du­
yarlıdır. Eğer protein sentezini engelleyen işlem hayvan ların eği­
tim sonrasında bir saat gibi kısa bir süre içinde olursa, hayvanların
uzun süreli belleklerinde herhangi bir eksiklik gözlenmez. Ü stelik,
başka araştırmalar, bellek pekişmesinin ilk safhası boyunca oluşan
protein sentezi için gereken şeyler yalnızca omurgalılarda değil,
meyve sineği, (Drosophila) ve deniz salyangozu (Aplysia) için de
geçerlidir. Bu genel özellik, geçişte işlev gören ve anı lan saklama­
nın hem bildirici hem de bildirici olmayan biçim lerinde kul lanılan
bazı önemli proteinlerin türler arasında da ortak olduğunu gösteri­
yor. Eğer durum böyleyse, bir türde asal özellikler taşıyan prote­
inleri saptamak başka türlerdeki bellek sistemlerin i kavramada da
bize açılımlar getirecektir.

Aplysia 'da Bildirici Olmaya n Bellek

Bu nedenle, belleğin moleküler doğasıyla ilgi li araştırmam ıza


Aplysia adı taşıyan deniz salyangozunda protein-sentez-destek
aşamasını inceleyerek başladık. Bu yaratık bizim için iyi bir ko­
baydır, çünkü sinir sistem i memeli lerin beynindeki m ilyarlarca si­
nir hücresiyle karşılaştırıldığında yalnızca yaklaşık yirm i bin nöron
ZiHNiN HALLERi

kapsamaktadır. Üstelik, Aplysia 'nın sinir hücreleri çok büyüktür.


Hatta hayvanlar alemindeki en büyük hücrelerdir; bazıları çıplak
gözle bile görülebilir. Bu hücreler beynin ganglion/ar adı verilen
on farklı bölgesine dağılmıştır. B ir gariglion yaklaşık iki bin hücre
içerir ve birden çok davranı ş biçimini denetler. Bunun sonucunda,
tek bir davranış biçimine ayrılan hücre sayısı çok azdır; yüz ya da
daha az olabilir. Araştırmalarımız Aplysia'nın çeşitli bildirici ol­
mayan bellek biçimlerini sergilediğini gösteriyor. Bu hayvanın
kullandığı kısa sürekli bel lekten uzun süreli belleğe geçişin çok
genel bir özellik taşımaktadır ve öteki hayvan larda da, insan bey­
ninde de ayn ı şekilde çalışıyor olabilir.
Aplysia bedenindeki etli bir çıkıntı olan siphon uyarıldığında
basit bir refleks tepkisiyle solungacını geri çeker, siz siphon ' a ya­
vaşça dokunursanız hayvan solungacını geriye çeker, bu hareketi
bir insanın çok sıcak bir nesneden elini çekişine benzetebi liriz.
[Şekil l 5 ] Bu refleks, içinde duyarlılaştırma adı verilen bildirici
olmayan öğrenme biçiminin de olduğu, farklı öğrenme biçimleriyle
değişikliğe uğrayabilir. Bu süreç içinde, hayvan dıştan gelen sal­
dırgan bir uyarıyı ayırt etmeyi öğrenir ve daha öncesinde tepkisiz
gözüktüğü uyarılara savunma refleksi yanıtını güçlendirir. Örne­
ğin, Aplysia, kuyruğuna elektrik şoku gibi kötü bir uyarı aldığında,
geriye çekilme ve kaçış hazırlıklarına girişerek refleks tepki lerin i
hızla geliştirmeyi öğrenir. Bir kez bu biçimde duyarhlaştırıldı­
ğında, Ap/ysia 'nın siphon'u bir kez daha, bu kez zararsızca uyarı l­
dığında, solungacını çok daha güçlü bir biçimde içine çekecektir.
Genelde durum böyle olduğu için, bu uyarı duyarlı laştırmasında
söz konusu olan hafıza, yinelenmeler oldukça değişikl iklere uğrar.
Kuyruğa yapılan tek bir zararlı uyarı, kısa süreli belleği harekete
geçirir, ,bu da ancak dakikalarla ölçülebilir, yeni protein sentezine
gere � --duyulmaz. A.ma kuyruğa yapılan beş uyarı, uzun süreli bel­
lekte günlerce sürer ve protein sentezine gereksinme duyulur.

1 66
ÔôRENME, HAFIZA VE GENETiK ANAHTARLAR ÜZERİNE

Daha sonraki alıştınnalar ve eğitim daha sürekli bir belleğin olu­


şumuna yol açar.

Şekil 1 5 : Deniz salyangozu Aplysia'yı öğrenme ve hafıza konusunda iyi bir


denek yapan basit bir refleks özelliği vardır. Etli bölgesine hafifçe
dokunulduğunda, hayvan solungacını geri çeker. Bunun ardından kuyruğuna,
elektrik şoku gibi daha şiddetli bir uyarı verildiğinde, Aplysia klasik bir
savaş-kaç tepkisi olarak reflekslerini hızlandırır.

Demek ki, çok sayıda yinelemeye dayanarak, duyarlılaştınna


hem kısa süreli, hem de uzun süreli belleği harekete geçirmektedir.
Kuyruğun uyarılması hayvanda serolonerjik modülatör sistem ini
etkinleştirir, bu da periyodik AMP (pAMP) sistem i adı veri len du-
ZiHNiN HALLERi

yumsa( nöron içindeki kimyasal bir işaretleme sistem ini fişekler.


Tek bir uyarıyla, ya da serotonin darbesiyle, pAM P işaretleme
sistemi başta duyu hücresinin su kıvamındaki sitoplazması olmak
üzere çalışmaya başlar: burada özel bir proteini etkinleşti rir
(pAMP'a bağıml ı olan kinaz proteini), bu da başka protein lerin
işlevlerini düzene koyar. Sonuçta, sinirsel aktarıcı glütamat' ın sal­
gılanmasında artış görülür ve bu da duyu nöronlarıyla motor nö­
ronların ve intemöron ların arasındaki iletişimin dakikalarla ölçü­
len sürelerde güçlenmesidir. Kısa süreli bel leğin hücresel oluştu­
ruluşu böyledir.
Y inelenen alıştırmalarla, bu işaretleme dizgesinin bir unsuru
özel proteini (pAMP-bağılı protein kinaz) hücrenin çekirdeğine
doğru harekete geçirir, burada proteinleri senteze sokmak için
genler üzerinde etkinleşir. Bu, genetik bir harekettir; uzun süreli
bir şeyi anımsamak için genler harekete geçmel idir.
Hafızanın karmaşıklığını göz önünde bulundurduğumuzda,
uzun süreli bellek için bu genlerle gerçekleşen değişimin de kar­
maşık yapıda olması şaşırtıcı değildir. Bunun "uyarıcı unsurları,''
gen etkinleştirici leri (CREB- 1 ) vardır, bu etkinleştiriciler geni bir
protein üretecek duruma getirmek için, gen in düzen leyici bölge­
sine bağlanırlar, bu da sinaptik bağlantı ların oluşmasına neden
olur. Bunun aynı zamanda "engelleyici unsurları" ya da gen bastı­
rıcıları da vardır (CREB-2), bu bastıncılar genlerin düzen leme
bölgesinde bulunur ve genlerin etkinliğini önlemek işlevini yükle­
n irler. Demek ki genlere değişim uygulanırken, i lk safhalarda sıkı
bir denetim yürürlüktedir. Burada sadece CREB- 1 etkin leştiricisi­
nin etkinlik kazanması gerekmemekte, ayrıca C REB- 1 'i devreye
sokmamak için uğraşan CREB-2 bastırıcısının da engel lenmesi ge­
rekmektedir.
Bu neden önem lidir peki? Hepimiz bu sürecin dramatik sonuç­
larını zaman zaman yaşamışızdır. Bazen bazı şeyleri uzun süreli
bel leğe aktararak son derece rahat biçimde hatırlarız. Ama bazen

1 68
ÖGRENMI , H A F I /.!\ VI G t N l . 1 I K A N A I H A IU.AR ÜZERİ N i :

d e bir gece önce bir yem ekte tan ıştı ğım ız bir k i ş i n i n ad ı n ı an ı m sa­
yamay ız. Bunun bir neden i bastırıc ının uzun süre l i be l le k depola­
m ada devreye girm i ş olmasıdır. Peki bundan ç ıkaracağım ız sonuç
ned ir? Eğer kişinin bastı rıc ı s ı kes i l i p atı l sa, kend i l iğinden an mda
harekete geçen uzun süre l i bel lek etkin olacak m ıd ı r? Ben im labo­
ratuarımda bu bastırıcıyı bu lgu layan Dusan Bartsch bu düşüncey i ,
Aplys ia da C REB-2 bastırıc ı s ı n ı tem izleyen öze l b i r antikor ge l i şt i ­
'

rerek test etti. Bartsch, bastırıcı n ı n devre d ı ş ı kalmas ı n ın anı nda


oluşan uzun süreli s inaptik bir avantaj sağlad ı ğ ı n ı bulgulad ı . Tek
bir denemede, serotoninin bir darbesiy le, artı C REB-2 'ye uygula­
nan antikorla, Aplysia y irm i dört saat süren ve beş a l ı ştırman ın
sonuçlarından ayırt edi lemeyecek bir refleks gücü gösterm i şt i .
Benzer b i r hafıza artışı insanlarda d a gözlem lenmekted ir. Duy­
gularım ızın yoğun laştığı durumlarda - örneğin, önem l i bir karar
alma durumunda, bir mektubun gelmesini beklerken, evlenmek
için kil isenin koridoruna girdiğim izde - sıradan bir günün ak ı ş ı
boyunca anım sayabi ldiğim iz şey lerin top lam ından ç o k daha fazla
şey i an ımsayab i l iriz, örneğin yanım ızda oturan birin i1:1 neler giy­
diği gibi. B unun olası bir açıklaması, bastırıcının kalkması için
devreye giren düzen leyici sistem in etkinleşm i ş olmasıdır; böy lece
bir yığın şeyi can l ı biçimde an ım sayab i l iriz. Bu artış bütünüyle
rastlantı sal gen dönüşümü sırasında gerçekleşir; prote i n bast ı r ı c ı ! a­
rının rastlantısal varyasyonları hiç kuşkusuz top lumda b u lunmak­
tadır. Başka bir deyişle, ol ağanüstü bir hafızaya sah i p gözüken k i­
şi lerin bastırıcı larında bir bozukluk olduğundan em i n o l ab i l i riz.
Yani bu pek imrenilecek bir durum değildir. B u tür k i ş i ler h iç b i r
ş�y i unutamad ıklarından yakınırlar - gerçekten d e hafızaya çak ı l ı p
kalan h içbir i şe yaramayan sayısız telefon num arası, birbiri i ç i ne
geçip giden, film şeridi gibi akan duran görüntüler zinc irleri-.
Bütün bu genetik etk i n leştiriciler ve bastırıcı lar düzeneği uzun
süreli bellekte hangi amaca h izmet ediyorlar? K ı sa yan ı t ı şu : b i r
yandan uzun süre l i belleği düzene koyarken, nöro n l arı n yen i
sinaptik bağlantılar kurmaları için büyümelerine olanak tan ıyorlar.
ZiHNiN HALLERİ

Geçtiğimiz yıllarda, bir belleği ayakta tutan şeyin yeni sinaptik


bağlantıların oluşması olduğunu öğrendik; ne şekil olursa olsun
her tür öğrenme beynimizdeki işlevsel bağlantıları değiştirir. [Şek i l
1 6] Örneğin Aplysia, duyarlılaşma görevi için eğitildiğinde, hem
duyumsal, hem motor nöronları yeni bağlantılar geliştirmişti . Aynı
şey büyük olasılıkla insan beyninde de gerçekleşiyor. Korteksin
motor ve algılama yetileriyle ilgili olan bölümlerinin bu biçimde
anatomik olarak değiştiği düşünülüyor.

Şekil 1 6 : Aplysia yeni bir davranışı öğrendiğinde, duyusal nöronları ve motor


noronları yeni sinaptik bağlantı l ar yaratırlar. Benzer bir geli şim, muhtemelen
insan beyninde de öğrenme veya eğitime karşılık olarak söz krnusu olabi lir.
Görüntü, Howard Hughes Tıp EnstitüsU' nden Dr. Kelsey Mort i n ' i n ve Dr.
Eric Kandel ' in izniyle kullanılmıştır.

Bu deneyimin memelilerin beynini nasıl değişti rdiğini görsel


olarak betim lersek eğer, bedenin yüzeyini -yani deriyi - bir
ÔCREN ME, HAFIZA VE GENETİK ANAHTARLAR ÜZERiNE

korteks haritası üzerinde resimleyip dokunma duyusuyla i lgili


korteks bölgelerini göstermeye çalışabiliriz. Eğer derimizin kroki­
sini bir tür m inyatür beden, bedenin her parçasını da kortekste ilin­
tisine göre eşit orantılı büyük ya da küçük göstermeğe çal ışırsak,
ortaya çıkacak sonuç çok bozuk bir küçük adam olurdu. Örneğin ,
eller v e yüz son derece duyarlı dokunma organlardır v e diyelim k i
sırtımıza göre, y a d a göğsümüze göre, korteksteki temsilleri büyük
olur (dolayısıyla küçük adamın şeklinde de). [Şekil 1 7]

Şekil 1 7 : Bu bozulmuş homunculus veya "küçük adam" vücudun


dokunmaya duyarlı yüzeyini korteks üzerinde bir harita ol arak tem sil eder.
B una ayrılmış korteks miktarına göre, daha büyük ve daha küçük alan lar
mevcuttur. Örneğin, eller son derece duyarlıdır ve mesele sırta göre çok daha
büyük olarak tem sil edi l i rler.

1 71
ZiHNİN HALLERi

larda korteksteki el bölgesinin görünümüne bakt ı . Rasge le fark l ı


maymun ları incelediğinde ellerin görünümünün h e r birinde değiş­
tiğini saptad ı . Bunun bir genetik fark l ı l ık mı yoksa deney im fark l ı ­
lığından gelen bir şey mi olduğunu an lamak i ç i n b i r deneye baş­
lad ı : m aymunlardan birine piyano derslerine karş ı l ık o l abi lecek
dersler verd i . Maymuna yaln ızca üç parm ağının uçların ı kullanarak
yiyecek i stemek üzere bir çubuğa basması öğretild i . A l ı ştırma
haftalar boyu sürdü. Merzen ich maymunun korteksini daha son ra
incelediğinde, bu üç parmağı tem s i l eden bölgen in gen i şled i ğ i n i
gördü, öteki bölgeler i s e ayn ı oranda küçülmüştü .
Bu oldukça anlam l ı bir bulgudur. Hep im iz - ayn ı gen leri pay la­
şan tek yum urta ikizleri bile - farkl ı toplum sal bölgelerin ürünleri­
yiz. Çeşitli insan larla iletişime girip, dünyada fark l ı deneyimler
ediniyoruz. Bu deneyim lerin her birinden öğrendiğim iz gibi, bey in
hücrelerim izdeki genetik değişmeler zaman zaman çal ı ş ı r, zaman
zaman durur ve her biri m izin beynine tek ve biricik öze l l iğ i n i ka­
zandıran yapısal değişiklik leri üretir.
Bunun felsefi ya da tıbbi bakış aç ısından anlam ı ned ir? İ lk ola­
rak, psikiyatrinin geleneksel olarak ak ı l hastal ıkları diye ad land ır­
dığı (rahatsızl ığın fizyoloj ideki anorm a l l i kten kaynak lanmad ı ğ ı )
şey lerle organ ik ak ı l hastal ıkları (rahats ızlığın biyoloj ik b i r bo­
zukluktan kaynak landığı) arasında yapı lan ay ı rım ın doğru olmadığı
artık kesin leşm iştir. Çünkü her şey organ iktir.
Bundan, bu tür rahatsızl ıkların psikoterap i gibi fizyoloj ik kö­
ken li olmayan tedav i l ere yan ıt vermeyecek leri an laşılmam a l ıdır.
A s l ı nda bir dostla, b i r dan ışman la konuşmak yardımcı olur kuşku­
suz. Ama a n ı m sanması gereken anahtar nokta, terap i n i n b i l e bu
konumda i ş levsel olab i lmesi için, iş le m i n defalarca y i nelenmesi,
böy le l i k l e de beyn i deği şti rmesi gereğidir.
Davran ı ş ları m ı zda gerçek leşen düzen l i değişikl ik lerden her biri
beyn i m i zdeki yap ı sal deği ş i m l erden kaynak lanıyor; bunlar da ge-
ÖGRENME, HAFIZA VE GENETiK ANAHTARLAR ÜZERİNE

netik anahtarlar aracılığıyla gerçekleşiyorsa, demek ki her rahat­


sızlık bir genetik unsur içennektedir. Bunların bazıları kal ıtsal, ba­
zıları ise deği ldir. Örneğin, şizofreni ya da büyük bir depresyon
benzeri bir hastalık - ya da şeker hastalığı - güçlü bir kalıtımsal
genetik unsura sahiptir. Eğer anne ve babanızda şizofreni ya da
depresyon benzeri önemli bir akıl hastalığı varsa, sizde ya da ço­
cuklarınızda da bu hastalığın çıkma olasılığı büyüktür. Bunun ne­
deni, kişiyi çeşitli akı l bozukluklarına hazırlayan bazı genlerin, iç­
lerinde spenn ve yumurtalar da dahil olmak üzere bedenin her hüc­
resinde işlev gönnesi, böylece nesilden nesle geçebilmesidir.
Genetik kalıtımın bu i lkesi, öğrenme sürecindeki genlerin et­
kinliğinden kaynaklanan beyindeki değişimler için geçerli deği ld ir.
Yani, attan düşme gibi ürkütücü bir deneyim, daha sonra beyin
hücrelerindeki başlangıçta etkin olmayan belli genleri harekete ge­
çirecek bir sinyal gönderecektir; bu genler bu kez sizin kendinizi
korku içinde hissetmenize neden olacak bir proteinin üretim ine yol
açacaktır. Bu korku söz konusu genler etkinlik kazandıkça ya da
devre dışı kaldıkça, bu genler tarafından belirlenir. Ama bunun ço­
cuklarınıza geçmesi olanaklı değildir, çünkü DNA'nızda herhangi
bir yapısal değişiklik gerçekleşmemiştir. Ü stelik, bütün bun lar
beyninizin yalnızca iki üç seçilmiş hücresinde olmuştur. Dalağı­
nızda, kalbinizde ya da erbezi veya yumurtalıkta deği l; bu nedenle
yumurtada da, spennde de bulunmayacaktır.
Modern görüntüleme teknikleri, çeşitli çevresel uyarı lar ve öğ­
renmelerle beynin nasıl harekete geçirildiğini bize gözlem leme
. olanağı venneye başlamıştır. Öte yandan, örneğin PET tarayıcı ları
belli bir görevde çok başarılı olan kişil erin beyinlerinin daha az
enerj i harcadıklarını, yani bu öğrenme sürecini daha yeni yaşa­
yanlara oranla daha etkili olduklarını ortaya koymakta ve dene­
yimli beyinlerde oluşmuş yeni sinaptik bağlantılar hız ve yetkinliği
artırmaktadır. İ şin bir de farklı bir yönüne göz atarsak, işlevsel

1 73
ZiHNiN HALLERi

manyetik rezonans görüntülemeleri çeşitli gerginl ikler ve sarsıntı­


larla hırpalanm ış kişilerin hipokampüsünde küçü lme olduğunu
göstermiştir; bu görüntülemeler aynı zamanda sinir hücrelerinde
oluşan hasarın ve hipokampüsteki küçülmenin yine de tedav i edi­
lebilir bir olgu olduğunu da kanıtlamıştır, ama gergin liklerin uzun
süre l i olmaması koşul u da bulunmaktad ır. Daha da dramatik olanı,
ölüme neden olabi lecek epi lepsi nöbetlerine karşı önlem o larak
beyinlerin in yarısı amel iyatla alınan çok küçük yaştaki çocukların
normal beyin işlevlerinde dikkat çekici oran larda düzelme görül­
mesidir; bunun neden i beynin geri kalan yarısındaki nöronlarının
aç ığı kapamadaki aşın gayretidir.
Beyn in bu esnekliğini - çevreden gelen uyarılara ve öğrenme­
nin çeşitli türlerine karşı kendini yen ileme yeteneğini - ve bu ye­
ni lemenin molekü l düzeyinde nası l olduğu konusundaki an layışı­
mızda ol uşan sürekli i lerlemeleri göz önünde bulundurduğumuzda,
yeni görüntüleme tekn ikleri hem çeşitli hastalık ve bozukluk ların
tanısında hem de tedavisinde bize çok sayıda, umut verici olanak­
lar sağlamakta diyebiliriz. Ö rneğin yaşla ilgili hafıza yitiminin al­
tında ne lerin yattığını, kısa süreli be llekten uzun süreli bel leğe ge­
çişte bilgi aktarım ında karşı laştığımız güç lüklerin neler olduğunu
bulabil iriz. Görü ldüğü gibi sorun hatalı bir genetik anahtardan
kaynaklan ıyorsa, yani gerekli olan etkin leştiric i/bastırıcı i leti ş i m i
engel leniyorsa ve gereken yeni protein ler üreti lem iyorsa, araştırma
sonucunda alınacak bir i laç istenen sonuca u l aştıracaktır, daha
sonra sonuç ları beyni görüntüleyerek test etmek mümkündür.
Son o larak, bu alanlarda yani sinirbilim ve moleküler biyo loj ide
yapı lan gelişmeler bir şeyi netleştiriyor. B iyoloj inin, akı l l a i l gi l i
üst düzey süreçlerde, psikoloj i alanına tecavüz ettiğini düşünen ler
bir anlamda insan ruhunu insani n iteliklerinden soyutluyor - ya da
en azından ruhun mucizelerin i yok sayıp, onu sıkıcı bir makineye
dönüştürüyor - ve büyük yanı lgıya düşüyorlar. Çünkü işin as l ı

1 74
Ô<iRENME, HAFIZA VE GENETiK ANAHTARLAR ÜZERİNE

on ların düşündüklerinin tam tersidir. Çünkü beyni daha iyi an la­


dıkça, şaşkınlığımız daha da artıyor. Çünkü örneğin kalbim izin bir
pompa o lduğunu bil iyoruz diye bu m uhteşem organ ımız değeri n­
den bir şey mi yitiriyor, hayır! Kalbin yapısını ve biyoloj isini ta­
n ımak onun tılsım ından bir şey kaybettirmedi . Aynı şey bey in için
de geçerli . Şimdi beynin moleküler temel i üzerinde bi raz daha
b i lgi sah ibi olduğumuz için, bütün bu molekül ey lem lerin in nası l
olup da bize bir kitap okurken, bir kitap yazarken, aşık olduğu­
muzda, kahkahalarla güldüğümüzde, ayakkabı larım ızı bağlamayı
öğrenirken, y ı l lar geç ip de bir hocam ızın adını anımsarken etk i le­
diğini bilmek insanda daha bir deh şet duygusu uyandırıyor. İ şte
bizi biz yapan şey, asl ında bu beyin hücreleri aras ında sürekl i ye­
n i lenen bağlantılarda gerçekleşen, yaşam boyu sürecek bir öğ­
renme ve bellek işlem leridir.

1 75
8

KAOSTAN DÜZENE

J.Allan Hobson

Rüyaların incelenmesinin ve yorumlanmasının - bir tür yukarıdan


aşağıya yönelik yaklaşım - bir insanın en derin anıların ı ve duy­
gularını açığa çıkaracağına inanan Freud, rüyaları bilinçaltına gi­
den ''yegane yol" olarak adlandınnıştır. Harvard Tıp Fakültes i ' nde
psikiyatri profesörü olan ve Harvard Nörofizyoloj i Laboratuarı ' n ın
yönetici liğini yapan Dr. Allan Hobson bizim tuhaf gece öyküleri­
mizi, aşağıdan yukarıya doğru giden bir yaklaşımla uyanma,
uyuma ve rüya görmenin nörokimyasal özell iklerine bakarak ele
alır. Araştınnaları rüyaların, özellikle de rüyaların sanrılı karakte­
rinin büyük oranda iki fizyoloj ik olayın - beyin sapındaki nöron la­
rın dış uyarıcıdan bağımsız kendi liğinden harekete geçmeleri 1 ve
uyanık olduğumuz saatlerde beynin daha rasyonel bölgelerine akan
sinirsel aktarıcılarda bir azalma - sonucu olduğuna işaret etmekte­
dir. Rasyonelliğin kimyasal suyundan yoksun kalan an lam land ır­
madan sorumlu korteksimiz yine de beyin sapından gelen farklı
sinyalleri anlamlı bir öyküye dönUştünneye çalışır ve bunun so­
nucu eğlencel i veya şaş ırtıcı olabilir - ya da korkuyla yataktan fır­
layabiliriz . .
ZiHNiN HALLERi

İNSAN BEYNİNİ VE ZiHNiNi algılayışımızın birçok yönünde


olduğu gibi, genel olarak kabul edilen uyku ve rüya kavramları da
zaman içinde gelişmiştir. örneğin eski Yunanlılar uykunun gece
tanrısı olan Nyx' in oğlu ve ölüm tanrısı Thanatos' un kardeşi olan
kanatlı bir tanrının, Hypnos'un denetim inde olduğuna i_nan ırlard ı.
Hypnos bir mağarada Uç oğluyla birlikte yaşardı: insanlara rüyaları
getiren Morpheus, hayvanlara rüyaları getiren Icelus ve cansız nes­
nelere rüyaları götüren Phantasus. O zamanlar Yunanlıların düşün­
cesi, uykunun da, rüyaların da dış bir etken tarafından yaratıldığı
şeklindeydi. Daha sonra da Hıristiyanlar dış etken düşüncesine sıkı
sıkı bağlı kalmışlar, fakat klasik antik çağın kanatlı tanrılarını,
Tanrı' ların temsilcisi olma görevini yüklenmiş meleklere dönüş­
türdüler. Orta Çağ ' ın dünya görüşünde insanlara nasıl davranmaları
gerektiği konusunda önem li mesaj lar getirdiği dUşünillen rüyaların
kaynağı Tanrı 'ydı.
Bugün, rüya görmenin ne olduğuna ve bu sürecin nasıl işled i­
ğine dair ipuçları elde etmek için dikkatimizi dış etkenlerden in­
sanların ve yapı olarak bizlere yakın olan memelilerin beyinlerine
yöneltmiş durumdayız. Bu hususta ciddi ilerlemeler kaydettik. As­
lına bakılırsa son zamanlarda öğrendiklerimiz Sigmund Freud ' un
1 900 yılında yayımladığı Rüyalar ve Yorumları adlı yapıtından bu
yana egemen olan rüyalarla ilgili görüşü de köklü bir biçimde de­
ğiştirdi. Freud beyinle ilgili araştırmalarını temel alarak, "kesin ve
yanılgılardan arınmış" diye nitelendirdiği bir rüya kuramı oluştur­
mak istiyordu. Ne var ki, bu tür bir kuramı yaratmak için gerekl i
olan araştırma düzeyine Freud' un zamanında erişi lmemişti; bun lar
ancak günümüzde geliştirilebilmektedir.
Rüya gören beyne baktığımızda, bizim vurgulayacağımız nokta,
Freud'un odaklanmış olduğu rüya görmenin psikoloj ik yönleri de­
ğil, sinirbilim olacak. Yani rüyaların anlam ları çağlar boyunca her
kültürün veya dönemim insanları için dayanılmaz bir konu ol� da,
rüya yorumlarıyla uğraşmayacağız. Aslında, rüyaların psikoloj isine
KAOSTAN DÜZENE

bilimsel bir biçimde yaklaşma çabalarında ortaya çıkan bir sorun,


bilimi rüyalara fiilen uygulamamızdır, çünkü rüya gören kişinin
zihninde gösterilen filmi doğrudan izleyebilme şansına sahip deği­
liz. Bunun yerine, rüyayı gören kişinin sonradan anlattıklarına gü­
venmek durumundayız. Rüyaların anlatımı ise, rüyayı gören kişi­
nin kelimelere dökebildiği imgelerle ve hislerle anlatılıp işin içine
yorumun girdiği gerçeği göz önüne alındığında, zaten edebiyatın
bir parçası olmuş oluyor. On sekizinci yüzyı l şairi John Dryden ' ın
"Horoz ile Tilki" isimli şiirinde söylemiş olduğu gibi:

Rüyalar aralardır yalnızca


Hayal gUcUmllzUn yarattığı.
Despot mantık uyuduğunda,
Bu taklitçi uyanır,
Birleştirir bir dolu bağlantısız şeyi
Bir işçiler sllrllsllnll ve bir krallar sarayını.

Şimdi aşağıdaki bölümde, Nasıl oluyor da mantık uyuyor? Bu


uyanan "taklitçi" de nedir? Ve bu "bir dolu bağlantısız şey"in kul­
lanılmasındaki amaç nedir? sorularına yanıt bulmaya çal ışarak
beynin temel fizyoloj isine bir göz atacağız. Örneğin, rüyaların bizi
uyanık olduğumuza inandıracak kadar tuhaf bir ikna yeteneğini
vardır, olağanüstü, hatta imkansız olayların gerçekleştiğine dair
ısrarlı bir yanılsamadır rüyalar. Rüyalarda, kendimizi Süpermen
gibi dağların doruklarının üzerinde süzülürken ya da uzun zaman
önce ölmüş, ünlü kişilerle derin sohbetler dalmış olarak görürüz.
Biz de rüyaların görsel deneyimlerine, güçlü duygularına kaynakl ık
eden ve sanrılı niteliğine neden olabilecek şeyleri inceleyeceğiz.
Diğer bir deyişle, beyindeki ne gibi değişiklikler, bu tür özellikle­
rin varlığını ve karşılıklı rasyonellik kaybını açıklayabilir?

1 79
ZiHNİN HALLERİ

Yoğun heyecan deneyimi rüyaları uyanıklıktan ayıran hususlar­


dan birisidir. Üstelik, normal insanların gördükleri rüyaların siste­
matik araştırmalarının gösterdiği gibi, rüyaların çoğu tatsızdır; esa­
sında, hakim duygu endişe veya korkudur. Bunun işaret ettiği
nokta, beynin korkuyla ilgili bölümlerinin, yani hipotalamusu ve
amigdalayı içeren yolların, uykunun rüyaların görüldüğü evrele­
rinde neredeyse kesin olarak harekete geçirildiğidir. Bir hayvan ın
uyuduğunda ne kadar korunmasız olduğunu düşündüğümüzde, bu
durum, evrimsel bir bakış açısından akla yatkın gelmektedir. Hare­
ket edebilme yetisini tamamen engellememesi için bilincin hemen
eşiğinde bulunması koşuluyla, belirli bir endişeli ihtiyat hal i,
önemli bir hayatta kalma aracı görevi görecektir. İ nsanlarda, korku
uyku sırasında hissedilen bir numaralı duygudur. İki numara mut­
luluk, üç numara ise öfkedir. Yani, ilk üç arasında ikisi bir araya
gelen iki nahoş duygu, endişe ve öfke, mutluluk duygusunun çok
önüne geçmektedir. Rüyalar sırasında belirgin derecede az göz­
lemlenen diğer duygular arasında utanma, suçluluk ve hüzün var­
dır. Duyguların rüyalardaki bu dağılımı, bize hangi duyguların do­
ğal hangilerinin toplum tarafından şekillendiri lmiş olduğu konu­
sunda bir şeyler söyleyebi lir.
B u yoğun duygulara ve rasyonelliğin yitimine ek olarak, rüya
görme ciddi bir hafıza kaybıyla da karakterize edilir. Yani biz her
gece, en azından bir buçuk ila iki saat arası rüya görmem ize karşın,
bunlardan geriye birkaç dakika kalıyorsa bile kend imizi şanslı sa­
yarız. Yani 'despot mantığımız' uyuduğunda, bizler yalnızca dü­
şünme ve çözümleme yetimizi değil, aynı zamanda da hatırlama
yetimizi de kaybederiz. Uyandığımızda bir rüyanı bize parça parça
görünmesinin sebebi sadece rüya akışının mantıksız bir biçimde
aktarılması değil, aynı zamanda tam olarak hatırlayamam ıza bağlı
olarak arada boşlukların oluşmasıdır.
Ne var ki, rüyalar hafıza kaybı ve mantıksız düşüncelerin ol­
duğu tek hal değildir. Örneğin hafıza kaybına uğram ış ya da

1 80
KAOSTAN DÜZENE

Alzheimer hastalığına yakalanmış kişiler bulundukları yerin, ya da


olup bitenlerin farkına varamazlar. Aslında rüya görme, bilişsel
bozuklukların kökeninde hafızayla ilgili sorunlar bulunduğundan
kuşkulanılan şizofreni benzeri bazı akıl hastalıkları için bir tür ör­
nek oluşturabilir. 2 Bu anlamda, Freud' un deyişiyle, rüya görme
hem normal hem de anormal olabilecek zihni anlamanın "yegane
yolu" olabilir. Rüya görmenin kendisi patolojik değildir, fakat ha­
yatımızın her gesinde bizi etkileyen bir tür psikotik durumdur.
Rüya görmenin nasıl olduğu konusunda bir fikir sahibi olabi lirsek,
normalde sadece uykuyla sınırlı olan belirtilerin uyanık olduğu­
muzda nasıl ortaya çıktığını anlayabiliriz ve bu da bizi akıl hasta­
nelerinin ve buradaki hastaların zihinlerinin içine girmemizi sağla­
yabilir.

Rüya Görmenin Fizyoloj isi

l 950' lerden bu yana, çoğu rüyanın hızlı göz hareketleri ya da REM


denen uyku evresinde gerçekleştiğini biliyoruz artık. Aslında i lk
rüya araştırmacıları rüyaların yalnızca REM sırasında gerçekleştiği
sonucuna varmışlardı, çünkü uykunun bu evresinde uyandırı lan
insanların çoğu o sırada rüya gördüklerini söylem işlerd i . Oysa,
rüyalar non-REM (NREM) evrelerinde de gerçekleşebi l ir; bu evre­
lerde rüyalar kısalmaya, içerikleri de daha az sıra dışı olmaya eği­
limlidir. Beyni temel alan yeni rüya kuramında uyanık olduğumuz
sürelerde, N REM uykusunda ve REM uykusunda etkin olan beynin
kısımları incelenir. Örneğin, uyanık olduğumuz ve ' despot usu­
muzun' egemen olduğu sürelerde, beyin korteksi, yani beynin en
yakın zamanlarda gelişen kısmı, son derece etkindir. Burası beynin
dil, bellek ve tasarlama gibi etkinliklerin gerçekleştiği, en üst
düzeyde bilişsel işlevleri düzenleyen kısmıdır. Beyin korteksinin
çeşitl i kısımları aynı zamanda motor faaliyetlerde ve duyumsal
ZiHNiN HALLERİ

algılarımızda da devreye girer. N REM uykularım ızda, bey i n kor­


teksi beynin bUyUk ölçüde hareketsiz kalan kısmıdır; bunun an l am ı
b u uyku evresinde zihinsel faal iyetler açısından b i r durgu n luktur.
REM sırasında beyin korteksinin birçok kısmı yeniden etk i n l i k
kazanır, fakat hafızadan ve tasarlama ve karar alma g i b i üst düzey
görevlerden sorumlu olan ön bölgeler değil . Rü y a görme an larında
dUşUncelerimiz Uzerindeki denetimimizin kaybolmasına şaş ı rma­
mamız gerekir.
Öyleyse beynin bazı bölümleri uyku ve rüya görme sırasında bir
şekilde kendi kendi lerini kapatıp açabiliyorlar. B izim araştırma la­
rımız beynin bu faal iyet mekanizmasının kim yasal köken li oldu­
ğunu işaret etmektedir. Yani, rüya görülen uyku boyunca beyn in
kimyasal durumu, uyanık olduğundaki k im yas al durumundan çok
farklıdır.
İ ster uyanık olalım ister uykuda, beyin yaşam için çok önem li
olan soluk alıp verme, kalp atışı, kan basıncı gibi bazı temel fizik­
sel etkinlikleri kendiliğinden yerine getirir. Bütün bunlar beyin sa­
pının asal görevleri arasındadır. Beyin sapının merkezinden derin­
lerinde pons diye adlandırılan bii bölge vardır. Bey i n korteksindeki
Ust dUzey bilisel işlevler pons bölgesinde gerçekleşen bir sürec in
yarattığı etkinlikle sürdürülilr. Koşma ve yürüme gibi bazı tekrar­
lana motor işlevler de, ponstan aşağıya omuriliğe gönderilen sin­
yaller başlar.
Uyanık olduğumuz sürelerde - akıl, mantık ve hafıza yetileri­
miz yerinde olduğunda- ponsta bulunan bazı hücreler sürekli ola­
rak amine adı verilen, norepinefrin ve serotonin gibi bazı sinirsel
aktarıcılar salgılar. Bu maddeler REM uykusu boyunca ciddi bir
azalmaya uğrarken başka bir kimyasal sistem - ponstaki başka bir
hücre demeti tarafından oluşturulan kol inerj ik sistem - etkinliğini
arttırır ve uyanık beynimizde ölçUmU yapılan rakamlara eşit mik­
tarda asetilkolin sinirsel aktarıcısı üretir. Asetilkolin, beynimizde
ve vücudumuzda bulunan bir nörokimyasaldır. Sinirler ile kas ara-
KAOSTAN DÜZENE

REM UYKUSU

İnsan

Kas
_,,._,.,..._._..._...._...,..._.,,...___.__..

Ked i

----- Ka•

ı, � *t'""W< • _.,, • .,. ., eey ı n

Şekil 1 8 : Kediler ve insanlar REM uykusundayken, kasların hareketi


engellenir, fakat hızlı beyin dalgaları faa l iyetleri uyanık olduklarındaki
gibidir. Şekil, Harvard Tıp Fakilltesi ' nden Dr. Allan Hobsan ' ı n izniyle
kullanılmıştır.
ZiHNİN HALLERi

sındaki birleşme noktasında bulunan en önemli sinirsel aktarıcıdır; 3


gerçekleştirdiği birçok işlevin yanında kalbi yavaşlatır, gözbebek­
lerini kllçUltUr, tllkllrllk salgılamamıza ve kızarmam ıza neden olur. 4
REM uykusu boyunca, asetilkolin kas faaliyetlerini engelleyen,
gözleri hareket ettiren, Ust beyni harekete geçiren nöronları uyarır.
Uykunun ve rüya görmenin fizyoloj isi ve nörokimyası konu­
sunda bildiklerimizin çoğu yalnızca insan denekleri incelemekle
deği l, memeli dostumuz kedi lerle ilgili araştırmalarım ızdan da
kaynaklanır; çUnkU kediler ve insanlar uykuda benzer davranışlar
sergiler. Şekil 1 8' de görUldUğU gibi, REM uykusu sırasında hem
insanların, hem de kedilerin elektriksel incelemeleri göz hareket­
leri, kas gerginliği ve beyin dalgalarında yakın seviyeleri göster­
mektedir. REM sırasındaki görUlen dUşUk geri l im, hızlı bey in dal­
gaları, söz konusu insan ya da kedi uyanık olsa gözlemlenecek
davranışlardan farklı değildir. Fakat kas gerginliğini tem sil eden
neredeyse düz çizgi bütünüyle REM uykusuna özgüdür. REM uy­
kusu boyunca motor sisteme ait bazı kısımların harekete geçtiğini
göz hareketleri nedeniyle biliyoruz. Oysa, motor sistemin diğer
bölümleı'i engellenmiş durumdadır; insanda ve kedide, beden in
kasları gevşek ve ciddi bir birimde hareket etmez durumdadır.
Çocukların ve çok yaşlı insanların çevresinde bulunan kişi lerin
bilecekleri üzere, bireysel uyuma biçimleri kişinin yaşına göre bi­
raz değişiklik gösterebilir. Sağlığın yerinde olması ve günlük et­
kinliklerin türleri kişinin bir gece boyunca kaç saat ve ne şeki lde
uyuduğunu belirler. Ancak genel anlamda konuşacak olursak, gece
boyunca düzenli REM ve NREM evreleri geçirerek uyuruz. N REM
uykusu boyunca derin bir bilinçsizlik söz konusudur, özellikle de
gecenin ilk saatlerinde NREM 'nin en derin ve en uzun evresi olan
i V . Evreyi yaşarken. Bu evre boyunca beynin elektriksel etkinliği
çok düzensizdir. Yalnızca uykudan uyanmak güç değildir, ayn ı
zamanda uyanan kişinin kendisini toplaması da zor olur.
KAOSTAN DÜZENE

Uykunun Döngüleri

B ir kez uykuya dalıp, yaklaşık 60 ya da 80 dakika uykuda kal­


dığımızda, beyindeki etkinlik düzeyi biz iV .Evreden, il 1. ve
il .Evreye, oradan da !.Evreye geçtikçe artar. Bu noktada uyanmak
yerine, hızlı göz hareketleri başlar. Genelde ilk geçişte on dakika
suren, belli bir REM dönemi sonrası 5 , beyin l .den iV .ye dört evreyi
baştan yaşar ve ardından döngü yeniden başlar. Bu süreç her 90 ya
da 1 00 dakika içinde kendini yeniler. (Kedinin uyku döngüsü de
düzenlidir, ama 90 dakika yerine 30 dakika sürer.) Gece ilerle­
dikçe, REM dönemleri daha uzunlaşır, NREM devreleri de gittikçe
kısalır. NREM uykusunun iV. Evre' sine tamamen girmek yerine,
III. Evre'ye girip, yeniden 11.Evre'ye ve REM devresine gireriz.
Sabah, REM'nin il.Evresiyle !.Evresi arasında gidip gel irken,
REM ve NREM arasındaki ayrım daha da azalmıştır. [Şekil 1 9]
Beynin etkin dönemleri -REM dönemleri- her gece uykumu­
zun yaklaşık yüzde yirmisiyle otuzu arasında bir zaman tutar. Bu
da eğer sekiz saat uyuyorsak, bu zamanın %25 ' i ya da iki saati
duygusal yoğunlaşmalar ve sanrıl ı rüyalarla ilgili beyin aktiv ite­
leriyle geçiyor demektir. Yetmiş yıllık ortalama bir ömürde, rüya
görerek geçirdiğimiz zaman elli bin saat ya da yaklaşık altı yı llık
bir süredir. REM uykusunda bu kadar çok zaman geçiriyor olma­
mız gerçeği, evrimin beyni bu duruma getirmeye büyük öncelik
vermiş olması gerçeğini ve doğanın bu duruma bu kadar zaman
harcaması, bunun biyoloj imiz için ne kadar öneml i bir olgu oldu­
ğunu belirtmektedir.
Hepimizin bildiği gibi, rüya gördüğümüzde nesneler görürüz;
görsel imgeler ayrıntıl ı ve yoğundur. Aslında bunlar sanrılardır.
Ancak, korteksin normalde gözlerin gönderdiği verileri toplayan
kısm ı olan görsel korteks gözler kapalı olduğu için dış uyarı ları
algılayamaz. Ü stelik bir kaza ya da hastalık sonucu görme yeti lerini
ZiHNİN HALLERi

A. Poligraguk Kayıtlar

B . REM Uyku Periyotlar


- - - -

• - -
__a ....il ...o
- a -
[l - - ..o -
- - - -
- ...a. c::ı -
..ıı - - -
a - -
- - - lllllllD-

- - -
- - - -
- - - -

1 1 1

Zaman (Saat olarak)

Şekil 19: Gece boyunca REM uykusunun (koyu siyah çizgiler) dört non-REM
�vresiyle iç içe geçtiği 90- 1 00 dakikalık evreler yaşarız. Her gece ortalama iki
saat rüya görerek gecenin yüzde 20 ile 30'unu REM uykusunda geçiririz.
Şekil, Harvard Tıp Fakültesi ' nden Dr. Allan Hobson'un izniyle kullanılmıştır.

1 86
KAOSTAN DÜZENE

yitiren insanların yaşamlarının geri kalan bölUmünde görsel im­


geleri içeren rüyalar gördüğünü de biliyoruz. Bu nedenle rüya gö­
ren beyindeki görsel korteksin gözlerin dışında bir yerlerden uya­
rılar alması gerekmektedir.
Kedi lerle yapılan araştırmalar beynin hangi kısımlarının ne
zaman etkin olduklarını belirlememizde yardımcı olmuştur. Bu
araştırmalardan, REM uykusu sırasında gerçekleşen uyarıların be­
yin sapından, özellikle de ponstan geldiği öğrenilmiştir. Bu hücre­
lerin görsel kortekse gönderdiği iletiler sanrılara neden olmaktadır.
Aslında ponstaki özel iki hücre grubu, REM uykusu için bir an­
lamda açma ve kapama düğmeleri işlevini görürler. Asetilkolin
üreten grup, REM ' i fişekler: nörepinefrin ve serotonin üreten grup­
lar ise REM' i duraklatır. Aminerj ik nörepinefrin ve serotonin içe­
ren hücrelerin tersine, asetilkolin hücrelerine kolinerj
- ik adı veril-
miştir.
Uyanık olduğumuzda, nörepinefrin ve serotonin üreten beyin
hücreleri etkindirler, düşünce zincirleri oluşturabilir, mantığımızı
kullanabilir ve dış verileri çözümleyebiliriz. Hangi zaman dili­
minde ve nerede olduğumuzu biliriz. Duygularımız mantıklı bir
denetimin altındadır. Ama nörokimyasalları üreten hücreler uyku
durumlarında etkinliği bıraktıklarında, yargılarımızdaki mantıkl ılık
da sona erir. Bunun sonucunda, sinir sinyallerinin gönderdiği her
mantıksız şeye inanır ve doğru olduğunu sanırız.
REM boyunca kedi beyninde bulunan ponstaki asetilkolin de
üretebilen bir nöronun elektriksel etkinliğini ölçtüğümüzde, şekil
20'de görülen verilerle karşılarız. Her ne kadar kedinin dış görü­
nümü sakince uyuyor görüntüsü olsa da, beyninin içinde bir elekt­
rik fırtınası kopmaktadır; ve dalgalarda, sara nöbetlerinde rastlanan
beyin dalgalarına fazlasıyla benzeyen şiddetli iniş çıkışlar kayde­
dilir. Ponstaki hücreler bütün beynin içinde kendiliğinden taşkın
atı:şlemelere girişir, eylem potansiyelleri adı verilen uyarılar gön­
dermeye koyulur ve beyindeki gözle ilgili motor hücreleri harekete
ZiHNİN HALLERİ

Şekil 20: Şekilde REM uykusundaki bir kedinin tek bir nöronun elektri ksel
faaliyeti görülmektedir. Hareketsiz yatan hayvanın beyninde bir elektrik
fırtınası olmaktadır. Şekil Harvard Tıp Fakültesi ' nden Dr. Al lan Hobson ' un
izniyle kullanılmıştır.

geçirerek gözlerin kıpırdamasına neden olur. Ponstaki hücreler


aynı zamanda kasların işlevlerinin durmasını sağlarlar bunun so­
nucunda kaslarımız işlemez hale gelir ve görsel bir yitime uğrarız;
sonuç kabus esnasında hissedilen bilindik koşma isteğine karşın
yerimizde donup kalışımızdır. (Uykuda yürüme REM uykusu ve
düşleriyle i lişkili olduğu düşünülebilirse de, aslında N REM uyku­
suyla ilgili bir rahatsızlıktır. Esasen uyanma haline bağlı bir bo­
zukluktur: Bireyin korteksi iV. Evre' nin sancılarında çok derinler­
dedir, ama yine de alt beynin bölgelerinde yürüme ed imini ger­
çekleştirecek kadar etkinlik ilretebilir.)

1 88
KAOSTAN DÜZENE

Ponstan gelen sinyaller, savaş-kaç tepki lerimizi belirleyen


gerginliği oluşturarak, duygusal beynin içinden (özellikle amigda­
la' dan) de geçer. Sonunda, ponsta başlayan sinyaller toplanıp, bel­
leğin ve duyulardan gelen verilerin bir araya yığıldığı beyin kor­
teksine yayılmaya başlar. Ancak, aminerj ik hücreler üretim i kestiği
için, "despot mantığımız'' her zamanki bil işsel görevlerinde engel­
lenmiştir (norepinefrin ve serotonin benzeri sinirsel aktarıcı y oklu­
ğu uyanıklık durumlarında olan normal biraya gelme ve top lanma
sürecini altüst eder).
Öyleyse, rüyaların, korteksimizin çok zor çalışma koşullarının
altında yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışırkenki eforlarının
sonucu olduğu söylenebilir. Tabii ki, bu beynin olağanüstü yete­
nekte bir yaratıcılığa sahip olduğunun da bir göstergesi d ir. Elekt­
rikli sinyaller beynin içinde dolaşıp, bellekte kalan kırıntıları , düz­
mece duyumsal verileri harekete geçirdiğinde, korteks bütün bu n­
ları birleştirerek öyküler ve görsel imgeler haline getirir. Bu da,
kuşkusuz, özellikle sanatsal ve bilimsel buluşlarla ilgi li düşlerin
esin verici doğasını açıklayan bir şeydir.
Beynin başka bir kısmındaki, beyincikteki bir sinir hücresi nin,
gerçekleştirdiği işlemlere baktığımızda, başka imge ve duyum ların
nasıl üretildiği konusunda düşünce sahibi olabiliriz. Beyincik, ya
da "küçük beyin," beynimizin içinde, beynin en aşağısında bulu­
nur ve koordinasyon hareketleri ile motor işlemlerin hafızasından
sorumludur. Beyincik, beynin ağırlığının neredeyse yüzde onuna,
nöron sayısının da neredeyse yarısına sahiptir6 ve bize sekiz ya­
şında bisiklete binmeyi öğrenmemizi ve elli sekiz yaşında nasıl ya­
pılacağını hatırlamamızı sağlayan organdır. Beyincik içindeki h üc­
reler sürekli olarak uyanıklık ve uyku devrelerinde hareketlidirler
ve REM uykusu boyunca, gözler ve bazen yüzde oluşan seğ i rm eler
dışında çoğu hareket engellenmiş olsa bile, çok etkindirler. B una
karşın, çoğu rüyaları simgeleyen değişmez hareketler olarak rü ya­
larımızda kurmaca hareketler ve düşsel konum değişiklikler i dene-
ZiHNiN HALLERİ

yimlerini yaşarız. Uyanıklık devrelerinde beyinciğin. işlevi hak­


kında bilinenlerden yararlanan nörobiyologların beyincikteki REM
etkinliğinin motor sistemler ve motor hafızanın idaresi ve gelişme­
sinde etkili olduğu düşüncesini savunmaları şaşırtıcı değildir.

Rüya Raporları

REM uykusu boyunca beyindeki fizyolojik değişiklikleri ölçmek,


ve sözlü ya da yazıl ı rüya dökümlerine dayanan bir uğraş olan rüya
görmenin öznel deneyimini araştırmak çok farklı şeylerdir. Çoğu
insan rüyalarını yorumlamaktan kendini alamaz, gecenin imge­
lerine ve olaylarına anlamlar ve çağrışımlar yükler. Ama bazen,
gayet az bulunan insanlar bilim adamlarının yararlanabildiği çok
ayrıntılı, yorumdan arındırılmış rüya döküm leri verebilirler. Bunlar
insanlar arasında özel bir örnek; Tarım Departmanı'nda çalışan bir
böcekbilimci, 1 939 yazında bir rüya günlüğü tutmaya başladı. 1 00
gece boyunca gördüğü 254 rüya dökümünü el yazısıyla yazdı ve
kaydetti. Bu dökümler bizim için önemli bir veri tabanı oluştur­
maktadır, çünkü bu kayıtlar, tutkudan arınmış, yorumdan uzak, be­
timleyici bir şekilde yazılmıştı. Gerçekçi sözel betimlerini kağıda
dökmesinin yanında, bu bilim adamı, rüya günlüğünü resimledi de
- bu gerçekten de, çok az görülen bir örnektir.
Bu günceyi yalnızca kendi kullanımı için son derece saf duy­
gularla ve hiçbir şeyden sakınmadan yazdı ve resimledi. Ö rneğin
şekil 2 1 ' de, sihirli bir halıyla uçtuğu bir rüyasını betimlemektedir.
Rüya uzamında uçtuğu sürece hislerini şöyle betimlemiştir: "Ha­
vada süzülerek ilerliyorum . . . . yerden beş altı metre yüksekte­
yim . . . Tatlı bir rüzgar esiyor, bu da beni yavaşça ileriye itiyor." Bu
ağırlıksızlık deneyiminin kaynağı belki de, beyin sapında bulunan,
konum-duygusu veren nöronlarının iç uyarımı olabilir.

1 90
KAOSTAN DÜZENE

Şekil 2 1 : Bir bilim adamının rilya koleksiyonundan gelen bir uçan halı
tasviri - beynin konum algılayıcı nöronlarının ara sıra uyanlmasıyla
ulaşabilecek hoş bir ağırlıksız hissi . Şekil Harvard Tıp Fakültesi 'nden Dr.
Allan Hobson'un imiyle kullanılmıştır.

Başka bir imgede, bu bilim adamı, bize gördUğU bir kabusu


aktarmakta. Yüksek bir köprü üzerinde, demiryolu raylarına par­
maklarıyla tutunmuş aşağıya sarkıyor (şekil 22). Raylar Uzerinde
yük taşıyan bir vagon pannaklarını ezmek üzere - dehşet verici bir
durum. Bu tür dehşet duyguları rüyalarda alışık olduğumuz du­
rumlardır. Ponstan kendiliğinden gelen sinyaller amigdala'ya ulaş­
tığı anda korku duygusu uyarılır; korteks, amigdala'dan aldığı sin­
yaller üzerine bu korkuya uyan imgeleri üretir.
Hipnagoj ik sanrı adı verilen başka bir tür kabus daha vardır; bu
tür bir kabustan uyandığımızda rüya kahramanı odada varlığını

1 91
ZİHNİN HALLERİ

hala sürdürür. Devam etme izlenimi veren şey, korteksin kısmen


uyanık olmasına karşın, hala beyin sapından gelen uyarı larla bom­
bardıman altında kalmasıdır, yani gerçekten aynı anda iki dünyada
birden bulunuruz. Neyse ki, bu, genelde kısa süren bir olaydır. in­
san beyni ve aklı normalde bu iki dünya arasında kesin bir ayırım
yapabilecek yeteneğe sahiptir.

Şekil 22: Bir demiryolu köprüsünden aşağı sarkılan bu rüya anlatımında bu


rüya güzel olmaktan çok, korkutucudur; bun.un nedeni belki de amigdaladaki
korku sistemlerinin uyarılmasıdır. Şekil Harvard Tıp Fakültesi ' nden Dr.
Allan Hobson'un imiyle kullanılmıştır.

Yine de, rüyaların fantastik niteliği, özellikle de kabusların yo­


ğun duyguları, psikoloj ik yorumlar için gayet uygundur. Freud,
rüyaların (onları çözebilm�miz koşuluyla) bilinçaltı güdüleri ve

1 92
KAOSTAN DÜZENE

anlaşılmaz duyguları açığa çıkarmak.ta bir anahtar olduğuna ve


hayvanlarla paylaştığımız cinsellik, yemek ve egemenlik gibi i lkel
haz nesnelerinin, aklın daha Ust düzeyde bir parçası (ego) tarafın­
dan sürekli denetlendiğine inanıyordu. Aslında ego bu içgüdüsel
şeyleri yalnızca denetlemekle kalmıyor ayrıca bunları bilinçli uya­
n ıkhğımızın altında gizli tutmak.tadır. Y ine de, bu içgüdüler eğer
eyleme dökülmezse (ya da Freud'un dediği gibi "çözülmezse"),
başka bir çıkış noktası bulurlar: bu çıkış noktası rüyalardır. Freud
rüyaların insan aklında cinsellik ve şiddete yönelik içgüdülerin
bambaşka bir ifade bulduğu simgesel görüntüler olduğunu düşünü­
yordu; bilinci işgal edebilseler kuşkusuz uykuyu bozacakları nede­
niyle, gizleniyorlardı. Rüya gören rüyasını anımsamakta güçlük
çeker, diyordu Freud, çünkü bu içgüdüler yasak eğilimlerdi.
Modem bilim adamları çoğunlukla Freud' un rüya yorum la­
rına sıcak bakmıyorlar. Bizim için rüya yalnızca, uyku sırasında
beynin kendiliğinden oluşan etkinliğinin bir ürünü olan öznel bir
bilinç durumu qur. RUya görmenin, kopuklukları, iç tutarsızl ıkları,
dağınıklığı ve sanrısal nitel iği, taşıdığı yoğun heyecanları ile ken­
dine özgü bir karakteri vardır - biltün bunları beynin REM uykusu
boyunca gösterdiği belirgin kimyasal duruma ve ilginç etkinlik ka-
·

lıplarına bağlayabiliriz.
Bu, her ne kadar genellikle bUyUk bir m iktarda saçmalık içer­
seler de, rüyaların hiçbir anlam ı yoktur ya da tamamen saçmadırlar
demek değildir. Aslında, rüyalar çoğu kez karmakarışık olsalar da,
anlamlarla doludurlar. Saçma sapan bir durumdan bir anlam ya­
ratmağa çalışan beynin çabalarıdır; rüyayı bir parça Rorschach tes­
tine benzetmemiz yanlış olmaz. Nöronların kendiliğinden ateşlen­
mesi bilişsel bir gerginlik yaratır ve korteks boşlukları doldurmak.
zorundadır. S inirbilimciler ile Freud'cu psikologların görüş ayrı­
mına düştükleri nokta, rüyalardaki imgelerin zorunlu biçimde giz­
lenmiş, diplere, derinlere gömülmüş anlamlar içeren simgelere
dönüşmüş olması ve bu rüya simgelerinin evrensel anlamlar taşı-

1 93
ZİHNiN HALLERi

masıdır. Biz sinirbilimciler, rüyaların, Freud'un savunduğu gibi,


gizlenmiş cinsel dürtülere farklı bir görünüm veren çabalar olma­
dığını ileri sürüyoruz - gerçekten de, rüyalar nadiren bu dürtülere
farklı görünüm verirler. Buna karşın, rüyalar insan ruhunun ilginç
yanlarını açığa çıkarmaktadırlar.

Rüyalarm Amaçlar1

Rüyalar bastırılmış bilinçaltının zorunlu olarak farklı görünümlere


bürünmüş simgesel iletileri değilseler eğer, o zaman nedirler?
Belleğin ve mantığın korteksdeki merkezleri rüya halleri boyunca
etkinliklerini yitirir. Neden beyin bunu yapmak zorundadır?
Bir yanıt REM'nin beynin gelişmesine yardım için işlev gör­
mesi şeklinde olabilir. REM uykusunun yaşamımızın ilk yıllarında
çok ama çok önemli yer tuttuğunu biliyoruz, örneğin, bebekler
günde on iki saatlerini REM uykusunda geçirirler. Yetişkinlerde,
rüya uykusu boyunca beynin etkinliği hareket duygusuna ve heye­
can h issine neden olur; bunun henüz anlayamadığımız bir biçimde,
belleği ve gelişimi desteklemesi söz konusudur. REM uykusunun
bir başka şaşırtıcı yönü, beynin hafıza ile ilgili bölümü olup REM
uykusu boyunca etkin olan ayrıca uyanık hayvanların etrafı keş­
fetmesine yarayan hipokampustur Aslında, hayvanlar üzerine ya­
pılan bazı araştırmalar, REM uykusu sırasındaki nöron aktivitele­
rinin hayvanların uyanıkken içinde bulundukları hayatta kalma
faaliyetlerine benzediğine işaret eder.
REM uykusunun uzun vadede bellek telafisini güçlendirdiği
kuramı deneylerden elde edilen kuvvetli ispatlarla doğrulanmıştır.
Örneğin araştırmalardan birinde, deneklerin belli bir dikkat yo­
ğunluğu gerektiren, birkaç saat süren ve zorla başarı lan bir görsel
öğrenme görevini yerine getirmeleri istenmiştir. Daha sonra de­
neklerin her zamanki gibi uyumalarına izin verilir, ertesi sabah ye-

1 94
KAOSTAN DÜZENE

niden testten geçirildiklerinde, performanslarının bir gece öncesin­


deki testte elde ettikleri sonuç kadar, hatta bundan da daha iyi bir
düzeyde olduğu gözlemlenir. Ama bu denekler uykuları boyunca
REM'den yoksun kalsalar ve ertesi sabah yeniden testten geçiri l­
seler, performansları testin ilk kez uygulandığı seferden daha yuka­
rılara çıkamazdı.
Böylece rüyaları tümünü olmasa da, bir kısmını anımsamam ız
olanaklıdır. Bu belki de rüyaların bilişsel içeriğinin, REM uyku­
sundaki beyin hareketliliğin rastlantısal sonuçları olduğu anlamına
gelmektedir, oldukça düşük hayati önemler taşıdıkları için, uyandı­
ğımızda rüyalarımızı hatırlayamadığımız için . Buna karşın, rUya
görmeyi sağlayan beyin işlemi daha üst düzey bilişsel işlevselliğin
temelidir.
İ nsanlarda, örneğin REM yoksunluğunun sağlığa zararlı oldu­
ğunu biliyoruz. REM uykusu ilk bulgulandığında, akıl sağlığımız
için buna gereksinme duyduğumuz kanısı yaygındı. REM-yok­
sunluğu üzerine yapılan ilk araştırmalar ciddi yanı lgılarla doluydu,
çünkü araştırmacılar REM-yoksunu deneklerin delireceklerini dü­
şünüyorlardı, ki bir kısmı gerçekten delirm işti. REM yoksunlu­
ğuyla geçen beş günün sonunda birçok kişi psikoz ve paranoya bo­
zukları gösterirler; çeşitli sesler duyarlar ve temel işlevleri yerine
getirme yetileri gayet azalır. Bunlar ayn ı zamanda NREM uyku­
sundan yoksun bırakılan kişiler için de geçerlidir, bu nedenle bu ilk
de�yler gayet şüpheli sonuçlar elde etmişlerdir.
Oysa, yakın zamanlarda, REM uykusunu destekleyen süreçle­
rin yaşam için oldukça gerekli olduğu görülmüştür. Chicago Üni­
versitesi'ndeki Alan Rechtschaffen tarafından yapılan deneyler ol­
dukça uzun bir süre boyunca REM uykusundan yoksun bırakılan
farelerin, metabolizma kontrolündeki bir bozukluk nedeniyle öl­
düklerini gösteriyor. Yani fareler bu nedenle vücut ağırlığını taşı­
yamaz, beden ısısını denetleyemez bir hale gelmişlerdir. Bunun
ilginç olduğunu ekleyelim çünkü REM uykusu bir memelinin ya-

1 95
ZiHNİN HALLERi

şammda ısı denetiminin kendi haline bırakıldığı tek zaman dilimi­


dir; yani REM uykusu boyunca bedenimizde ısı ayarı yapı lma­
maktadır. Bu süre içinde yatma koşullarımız olabildiğince özen l i
olmalıdır, örneğin korunaklı bir odada v e sıcak b i r yatakta bulun­
mamız yararımızadır, REM uykusu işte bu koşullarda yaşanmalı­
dır. Eğer yatma koşul larımız uygun değilse, uyku böl ll nür, REM
uykusu engellenir.
Hayvan deneyleri başka bir bulguyu daha sunmuştur. Hay­
vanları REM uykularından yoksun bırakmak için kul landığımız
yöntemlerden biri de - insanlara yapıldığı gibi onları da uykuların­
dan uyandırmanın yanında - bazı kimyasal maddeler kullanmaktır.
Aminerj ik sistemi amfetamin' ler ya da başka uyarıcılarla aşırı uya­
rırsak REM dizgesini kapatıp kilitlemiş oluruz. Bu olduğunda,
hayvanlarda bir REM uykusu gereksinmesi doğar; onları ne kadar
çok REM uykusundan yoksun bırakırsak bu uykuya duydukları
gereksinme o kadar çok büyür.
İnsanlarda, bu yeterli oranda alınan, alkol ve bazı uyuşturu­
cular bu duruma yol açar; REM uykusu bastırı ldığı için bedende
bir REM gereksinmesi yaratır. Bu nedenle, madde bağımlısı kişi
uyuşturucuları kullanmadığında REM uykularına dönüp, eksiğin i
gereğince kapatabilir. Bu gereksinme-doygunluk durumunun al­
tında yatan REM sürecinin yoğunluğu psikotojenik'tir - sanrı lara
ve taşkınlık nöbetlerine neden olur ve muhtemelen amfetam in ve
kokain benzeri uyuşturucu maddelerden uzaklaşmanın sürüklediği
psikoza da katkıda bulunur.
Uykunun ve rüyaların kimyası yeni araştırılan bir alandır.
Sistemin nasıl çalıştığıyla ilgili şu anda, REM ve NREM uykuların
arasında aracılık eden çeşitli sinirsel aktarıcıların işlevleri . konu­
sunda bir dizi belirli varsayımlar bulunmaktadır, aslında laboratu­
arda REM uykusunu başlatabilir ya da durdurabilir ve böylece rüya

Psikotojenik: Psikoza sebebiyet veren. (ç.n.)


KAOSTAN DÜZENE

gören beyin ve rüyalarla olan bilgilerimizi artırabiliriz . . GördUğU­


mUz gibi, REM uykusu çok önemlidir, bellek ve öğrenme ediminin
sağlamlaşması için beynin bu etkinliklerine katkıda bulunur. REM
boyunca gerçekleşen öznel rüya deneyimi, yaşamımızı sürdürme­
miz için zorunlu olmasa da, rüyalarımızın duygusal niteliği kendi
işlerimizde her birimize çeşitli anlamlar ve çıkarımlar sunar.
RUyalanmızın bize kanıt olarak sunduğu diğer bir nokta hepi­
mizin kafatasının içinde yerleşik bulunan bin Uç yUz elli gramlık
organımızın kendine özgU nöral bağlantılarını geliştirerek kendi­
mize özgü kişilik yapılarımızı ve farklı düzeydeki yeteneklerimizi,
belleklerimizi, korkularımızı ve sevinçlerimizi yarattığıdır. Hepi­
miz, beyinlerimizden gelen anlık sinyallerle harekete geçerek çoğu
kez anlamsız, kimi zaman da anlamlı, ama yalnız bizce anlamlı,
öyküler üretiriz. Güliver 'in Yolculukları adlı yapıtıyla Un kazanmış
olan Jonathan Swift bütün bunları 1 727 yılında yazmış olduğu
"Rüyalar Ü zerine" adlı şiirinde öngörmüştür:

Suskun gecelere karışan şu rüyalar,


DUzmece biçimlerle karıştırır zihnimizi,
Jüpiter' in bize gökten göndermez bunları,
Cehennem konaklarından da yükselip gelmezler,
Hepsi yalnızca beynin ürünleri,
Aptalların yorumculara nafile çözdürmek istediği.

1 97
NOTLAR

1. BOLCM

1 . Ulusal Akıl Sağlığı Enstitnsll'niln genetik çalışmalar grubunun


raporu, Eyl lll 1 997.
2 . Hyman, "Mental Illness Is No Myth," isimli eserden alınmıştır,
yazanlar: Tom Siegfried and Sue Goetinck, Dallas Morning News, 1 996.
3. "Would a Child of Mine Have Schimphrenia?" Clea Simon,
Washington Post, Mart 9, 1 997.
4. Ulusal Akıl Sağlığı Enstitnsll'nQn genetik çalışmalar grubunun
raporu.
5. "Next Generation of Psychiatric Drugs . ," New York Times, Kasım
. .

1 9, 1 996.
6. "Fertile Minds from Birth," Time, Şubat 3 , 1 997.
7 . a.g.e. Aynca, "Gene Involved in Brain Development," Rockefeller
University press release, April 1 7, 1 996.
8. "Fertile Minds from Birth."
9. Ulusal Akıl Sağlığı Enstitllsü' niln genetik çalışmalar grubunun
raporu.
NOTLAR

3. BOLOM

1. Edward Thomas, The Iclcnield Woy (London: Constable, 1 9 1 3 ), ss.


280-283 .
2. Allan Seager, The Glass House: The Life of Theodore Roeihke (Ann
Arbor: University of Michigan Press, 1 99 1 ), s, 1 O 1 ' de alıntılanmıştır.
3. lan Hamilton, Robert Lowell: A Biography (New York: Random
House, 1 982), s. 1 57.
4. Byron 's Letters and Journals, 1 2 vols., ed. Leslie A. Marchand
(London: John Murray, 1 973- 1 9 82), (Byron ' m Earl of C lare'e yazdığı
mektup, Şubat 6, 1 807), cilt. i, s. 1 06 ve (Byron' m Edward N oel Long' a
yazdığı mektup, N isan 1 6, 1 807), cilt. i , s . 1 1 4. Buradan itibaren BLJ
olarak belirtilmiştir.
5 . BLJ, (Byron' m Francis Hodgson' a yazdığı mektup, Ekim 1 2,
1 8 1 1 ), Cilt. 2, ss. III-112.
6. Malcolm Elwin, Lord Byron 's Wife (New Y ork: Har-court, Brace &
World, 1 962), s. 256'da alıntılanmıştır.
7. Leslie A. Marchand, Byron: A Biography, 3 vols. (New York: Al­
fted A. Knopf, 1 957), s. 1 1 1 2 .
8 . Vladimir Mayakovsky, "lt's After One," 1 - 1 2. satırlar, i n Edward J ,
Brown, Mayakovsky: A Poet in the Revolution (New York: Paragon
House, 1 988), s. 356.
9. John Berryman, "3 84 : The Marker S lants," 1 - 1 0. satırlar, The
Dre am Songs (New York: F arrar, Straus and Giroux, 1 969), s. 406.
1 O. Edgar Allan Poe, The Letters of Edgar A ll an Poe, cilt 2 (Annie L.
Richmond' a yazılan mektup, Kasım 1 6, 1 848), ed. John Wand Ostrom
(Cambridge: Harvard University Press, 1 948), ss. 40 1 and 403 -
1 1 . George Gordon, Lord Byron, Byron 's Letters and Journals, cilt 5 ,
1816-181 7 (Thomas Moore'a yazılan mektup, Ocak 2 8 , 1 8 1 7), ed. Leslie
A. Marchand (Cambridge: Belknap Press of Harvard Universiy Press,
1 976), s. 1 65 .
1 2 . John Nichol, Byron (New York: Harper & Brothers, 1 880), s . 1 2 .

200
NOTLER

1 3 . MacKinnon, D. F., K. R. Jamison, and J. R. DePaulo, "Genetics of Manic­


Depressive Illness." A nnual Review of Neuroscience. 20 : 355-373 . 1 997-

4. BöLOM

1 . Stemberg, E., and P.W. Gold, "The Mind-Body lnteraction in


Disease," Scientific American özel sayı, "Mysteries of the M ind," 1 997,
s. 1 2 .
2. a.g.e., s. 1 O .
3 . "Skin-Deep Stress," Mike May, American Scientist, Mayıs-Haziran
1 996.
4. "Tracing Molecules That Make the Brain-Body Connection,"
Elizabeth Pennisi, Science, cilt 275, no. 5 3 02, Şubat 1 4, 1 997, ss. 930-
3 1 . Son paragraf nöroendokrin immünolojinin holistik bir yaklaşım,
parçalanmış bilimlerin bir araya gelmesi olduğu konusunda McEwen' dan
alıntı yapar: "Vücudu tekrar bir araya getiriyoruz."

5. BöLOM
1 . The Defending Army (Time-Life Book's, Journej through the Mind
and Body series, n.d.), s. 1 02. Aynca bkz. "Accentuate the Positive,"
Emma Haughton, The lndependent, Aralık 3, l 996 .
2. Pennisi, "The Brain-Body Connection."
3 . Bu böl üm (ss. 1 04- 1 09) "Duygular ve Hastalık" sergisi kataloguna
dayanmaktadır. Sergiyi hazırlayan Theodore M. Brown; Sergi yöneticileri
Elizabeth Fee ve Esther M. Sternberg; Müze Yönetici leri Anne
Harrington ve Theodore M. Brown. Copyright 1 997, Friends of the
National Library of Medicine.
d
4. Random House Dictionary of the English Language, 2" ed.
unabridged.
5. Defending Army, s. 1 02.
6. Pennisi, "The Brain-Body Connection."

201
NOTLAR

7. Defending Army, s. 3 1 .
8 . Permisi, "The Brain-Body Connection."
9 . a.g.e.
1 0. Mind and Brain, {Journey through the Mind and Body series), s.
33.
i l . Pennisi "The Brain-Body Connection"; Mind a nd Brain, ss. 50-5 l
vagus sinirin tanımı için.
1 2 . Sternberg, E., and Philip Gold, "The Mind-Body Interaction in
Disease," Scientific American özel sayı, 1 997, s. 1 4 .
1 3 . a.g.e.
14. Defending Army, s. 1 05 .
1 5 . a.g.e. ss. 1 05- 1 06.
1 6. Sternberg and Gold.

7. BOLÜM

1. "Flourens, Marie-Jean-Pierre" britannica Online. http://www .


eb.com : i 8o/cgi-bin/g?DocF=micro/2i2/86.html
il Mind, Brain, and Adaptation, the Locali�tion of Cerebral
Function; http://www .tau.ac.il/"yosiba/adapti .html. 22 Aug. 1 996.
3. Mind and Brain (Journey through the Mind and Body series), s. 1 8 .

8. BÖLÜM
1. Hobson, J. Allan, Sleep (New York: Scientific American Library,
1 995), ss. 1 7- 1 8 .
2. "The Prefrontal Cortex and Schizophrenia," Society fo r
Neuroscience, 1 995 .
3 . Restak, Richard, Receptors (New York: Bantam Books, 1 995),
ss.23-25 .
4. Hobson, J. Allan, The Chemistry of Conscious States (Boston:

202
NOTLER

Little, Brown and Company, 1 994), s. 265 .


5. "The Meaning of Dreams," Jonathan Winson, Scientijic American
özel sayı, 1 997, s. 59.
6. Minti anti Brain [Journey through the Mind and Body series), s. 56.
7. Secrets ofthe Inner Minti (Journey through the Minti and Body se­
ries), ss. ll- 1 2, ve Hobson, Sleep, s. 1 46 .
8 . Winson, "The Meaning of Dreams," s s . 6 1 , 63 .

20 3
DİZİN

ACTH, 85, 1 00 az tepkici davranış profili, 35-37


Ader, Robert, 1 1 8
adrenal bezleri, 84-86 bağımlılık, 25-28, 1 96
adrenalin, 84-87, 89, 9 1 , 95 bağışıklık hilcreleri, 9 1 -93 , 1 02,
adrenokortikotropik honnonu, 86 1 08- 1 09, 1 1 2
Agranoff, Bernard, 1 64 bağışıklık sistemi, 82, 86-87, 89-
AIDS, 1 1 1 93
Akiskal, Hagop, 7 1 balgam, 2, 3 1 1 04
aksonlar, 1 2- 1 4, 1 28, 1 3 0 Bangs, Lester, 1 22
Alexander, Franz, 1 04 Barondes, Samuel, 1 64
alıcılar, 1 4, 1 6, 2 1 , l 1 0 Bartsch, Dusan, 1 69
alkol, 1 00, 1 05 benlik, 1 , 3
alkolizm, 4, 23-24, 1 96 Berryman, John, 64
allostasis, 86-89 beyaz kan hilcreleri (lökositler),
allostatik yük, 87-89, 93, 99, 100 1 08
Alzheimer hastalığı, 93, 97, 1 1 1 , beyin,
1 1 7, 1 8 1 - görilntilleme, 1 1 , 1 9, 97-98,
arnfetaminler, 1 96 1 74
amigdala, 1 1 3 , 1 63 - haritaları, 1 27- 1 2 8, 1 7 1
arnino asitler, 98 - korteksi, 1 9, 1 53
Andreasen, Nancy, 70 - lezyonları, 1 27, 1 30, 151,
antijenler, 9 1 1 55 , 1 62
antisosyal davranış, 49 - sapı, 1 77, 1 82, 1 87, 1 90, 1 92
Aplysia (salyangoz), 1 65- 1 70 - üzerindeki çevresel etkiler,
artrit, 1 02, 1 1 6- 1 1 7 1 8-20, 1 47, 1 74
asetilkolin, 1 1 , 1 82, 1 84, 1 87 - ve bağımlılık mekanizması,
aspirin, 1 1 1 25-28
astım, 82, 83 - ve korku sistemi, 1 8, 1 25 , 1 27
ateroskleroz, 8 8-89 -in esnekliği, 1 -20, 94-98, 1 47-
ateş, 1 1 0- 1 1 1 1 74
DiZiN

-in yapısı, 1 52- 1 63 Diabet, 89


beyincik, 1 5 1 , 1 63 , 1 69, 1 89- 1 90 dil, 20, 1 5 1 - 1 53 , 1 55- 1 5 7
bilinç, 1 , 6, 1 23 , 1 32-1 36, 1 39- Dilantin, 96, 98
1 45 , 1 59, 1 62 Dişli girus , 94-96
bilişsel psikoloj i, 1 49 ONA, 1 6, 1 8
Bowman Oray Ü niversitesi, 89 Doğu Avrupa, 83 , 90
Breuer, Josef, 48 Dopamin, 1 4, 1 7, 25-27
Broca afazisi, 1 55 Dreiser, Theodore, 1 45
Broca bölgesi, 1 55- 1 5 7 Dunbar, Helen Flanders, 1 04
Broca, Paul , 44 duygular, 3, 5-6, 1 2 1 , 1 46
Brodmann, Korbinian, 1 5 8 duygusal hafiza, 2, 6-7, 1 2 1 , 1 40
Byron Ailesi, 69 ECT, 54
Byron, Ad a, 69 EEG (elektroensefalogram), 44-45
Byron, Lady, 69 ego, 1 93
Byron, Lord ("Deli Jack"), 69 elektroensefalogram, 44
Byron, Lord (şair), 64, 69 endişe, 1 80
cinsiyet, 30, 47, 6 1 -62 endokrin sistemi, 1 02, 1 08, 1 1 1
Cohen, Nicholas, 1 1 8 enfeksiyon, 1 8, 1 08- 1 1 0, 1 1 4, 1 1 9
CREB- 1 ve CREB-2, 1 68 epilepsi, 3, 1 8, 1 59- 1 60, 1 74
CRH. Bkz. kortikotropin epinefrin. Bkz. adrenalin
salgılayan honnon evrim, 1 23 , 1 26- 1 27, 1 32, 1 34,
C us hing sendromu, 98 1 46, 1 80, 1 85
çevre, 2, 4, 7, 1 1 1 , 1 1 7, 1 1 9 Eyer, Joseph, 86
Çift-:evreli honnon faaliyeti, 83 " fazla tepkici dav ranış profıli._ _ 3 5 ,
Çift-kutuplu hastalık, bkz.manik- 37
depresif hastalığı Fischer sıçanları, 1 1 4- 1 1 5 , 1 1 9
çocukların kişiliklerini tahmin Flexner, Louis, 1 64
araştırması, 29-52 flourens, Pierre, 1 5 1 - 1 52, 1 5 8
Davidson, Richards, 44, 46 fobiler, 1 37, 1 4 3
Deja vu, 1 6 Fox, Nathan, 4 5 , 47
Dendritler, 1 3 , 96 frenoloj i , 1 5 1
Deoksiribonükleik asit, bkz. ONA Freud, Sigmund, 6, 48, 1 04, 1 34,
Depresyon, 1 O- 1 1 , 23-24, 27 ,46, 1 40, 1 78, 1 8 1 , 1 92- 1 94
1 02, 1 1 6- 1 1 7, 1 73 Fritsch, Gustav, 1 55
Descartes, Rene, 2, 1 45 , 1 50 Galen, 2, 3 1 , 1 0 1 - 1 03
Dhabhar, Firdaus , 9 1 -92 Gali, Franz Joseph, 1 50- 1 5 2

206
DtzlN

Galton, Francis, 4 inmeler, 44


gastrik ülser, 83 interleukin- 1 , l 09- l 1 1 , 1 1 5
Gecikmiş Tip aşın interleukin-2, 1 09
duyarlılık, 91 -93 İşlevsel manyetik rezonans
genetik testler, 5, 75 görüntüleme, l 5, 97, 1 7 3
genom, 1 6- 1 7 iyimserlik, 99
glutamat, 1 9, 96 , 1 68 Jung, Cari, 30
görsel korteks, 1 8, 1 9 kabuslar, Bkz. rüyalar
hamilelik, 24, 36 Kagan, Jerome, 1 1 8
Hemingway, Ernest, 69 kalp-damar hastalıkları, 64, 8 3 , 87,
Hemingway, Margaux, 69 89, 93
hemoglobin, 1 7 kalp-damar sistemi, 87, 89, 93
HIV virüsü, 1 1 7 kanser, 9, 24, 92, 99, 1 0 1 , 1 1 8- 1 1 9
hipnagojik sanrı, 1 9 1 kaslar, 2 1 , 27, 1 84, 1 88
hipokampus, 1 23 , 1 3 5 , 1 3 8- 1 40, katarakt, 1 9
1 60- 1 63 , 1 74, 1 94 kaygı bozuklukları, 1 24
Hipokrat, 30 kemik il iği, 90, 1 08
hipotalamik-pituiter-adrenal eksen, keratin, 1 7
85-87' 1 1 0, 1 26 kısa süreli bellek, 6 , 1 49, l 6 1 - 1 62 ,
hipotalamus, 1 23 , 1 80 1 64- 1 65, 1 74
histeri, 1 04 kimlik, 1 , 3, 7
Hitler, Adolf, 4 kinaz, 1 68
Hitzig, Eduard, 1 56 Kissinger, Hen ry , 20
homeostaz, 82 Kistik fibroz, 22
HPA ekseni. Bkz. hipotalamik- klasik koşullanma, 1 06, 1 1 8, 1 25 ,
pituiter-adrenal ekseni 1 63
Hubel, David, 1 9 kocakarı ilaçları, 1 0 5
Huntington hastalığı, 22, 2 8 kokain, 26-27, l 96
hücreler, 1 2, 1 6- 1 8, 2 1 -22, 26-27 kolinerj ik sistem, 1 82
(aynca bkz. Bağışıklık korku, 1 8, 1 22- 1 28, 1 3 5 - 1 39, 1 4 1 -
hücreleri; 1 45 , 1 9 1 , 1 97
Hypnos (tanrı), 1 78 - ve hafıza, 4-6, 1 2 1 , 1 39-
Icelus (tanrı), 1 78 1 40
ikicilik, 2, 1 50 - ve şartlanma, 1 25- 1 26
ikincil etkiler, 4, 9- 1 0,24 ayrıca bkz. Savaş-kaç tepkisi
iltihaplı hastalılar, 1 02, 1 1 4- 1 1 7 kortikosteroidler, 1 08

20 7
DiZiN

korti kotropin salgılayan honnon, medulla oblingata, 1 5 1


86, 1 06, 1 1 1 melankoli. Bkz. depresyon
kortizol melankolik kişilik, 30, l O l
- ve bağışıklık sistemi, melekler, 1 78
1 0 1 , 1 1 3-1 14 Melville, Hennan, 1 46
- v e hipotalamus, 3 5 , 84-86, Mendel, Gregor, 22
1 23 merkezi sinir sistemi, 1 2, 1 08- 1 1 O,
kötü beslenme, 1 O, 1 8 1 1 3-1 14
Kraepelin, Emil, 73 mermi şoku, 1 04
kromozomlar, 1 6 Merzenich, Mike, 1 7 1 - 1 72
kronik yorgunluk sendromu, 1 1 6 metabolik sistem, 87, 95
Kültürel değerler, 47 Meyer, Adolph, 62
LaBar, Kevin, 1 1 7 Milner, Bren da, 1 60- 1 62
Lashley, Kari, 1 5 8- 1 59 moleküler biyoloji, 1 43 , l 48- 1 50,
lenf düğümleri, 9 1 , 1 08, 1 1 3 1 63 , 1 65 , 1 74- 1 75
Lewis fareleri, 1 1 4- 1 1 5 , 1 1 8 Morpheus (tann), 1 78
limbik sistem, 1 23 motor korteks, 1 56
litywn, 7 1 , 76 MRI . Bkz. manyetik rezonans
locus ceruleus, 1 1 53 görüntü leme
Lowell, Robert, 5 5 , 51, 58 neokorteks, 1 3 0- 1 3 1
lökositler, 1 08 non-REM uykusu, 1 8 1 , 1 86
Ludwig, Amold, 7 1 , 72 noradrenalin. Bkz. norepinefrin
madde bağımlılığı, 1 O, 1 8, 78 norepinefrin, 3 l , 84, l 82, 1 89
Maimonides, Moses, 1 02, 1 04 nöral krest, 49
manik-depresif hastalığı, 4-5, 9- 1 0, nörobiyoloji, 1 48- 1 49
23 nöroendokrin immilnoloj isi, 1 02
-nın başlangıcı ve evreleri, 53- nörokimya, 1 2- 1 6, 1 8, 20, 26
79 nöronlar)
yaratıcı insanlarda manik nöronlar, 3 , 7, 1 4- 1 6, 20, 26, 96,
depresif hastalığı, 5, 53-79 1 1 3 , 1 27-1 28, 1 59, 1 68,
manyetik rezonans görüntüleme, 1 70, 1 74, 1 84, 1 90, 1 93
1 1 , 1 5 , 97, 1 74 NREM uykusu. Bkz. non-REM
Marchand, Leslie, 59 uykusu
Mayakovsky, Vladimir, 64 nükleotid bazlar, 1 6, 22
McLean, Paul, 1 23 Nyx (tanrı), l 7 8
meditasyon, 1 1 8 Obecalp, 1 06

208
DtZiN

obsesif-kompalsif rahatsızlık, 2, Richards, Ruth, 72


1 24 risk alma, 30
orak hücreli anemi, 22, 28 Roethke, Theodore, 56-57, 62
otizm, 1 8 Ruh hali bozukluklarının ai levi
otonomik sinir sistemi, 84, 87, 89, tarihi, 70-75
93 ruh hali rahatsızlıkları, 53-79
öfke, 1 80 Rusya, 83
Ön korteks, 1 3 5, 1 63 Rüya raporları, 1 90- 1 94
Ön lob, 144, 1 5 3, 1 5 5 Rüyalar ve uyku döngüleri, 1 85-
panik ataklar, 1 4 1 1 90
paranoya, 57 Rüyalar, 7, 1 77, 1 97
parasempatetik sinir sistemi, 43., SAD (mevsime bağlı duygusal
84, 86 rahatsızlık), 1 1 6
Pavlov, Ivan, 1 1 7 - 1 1 8, 1 63 sann, 57, 1 79, 1 85 , 1 9 1 , 1 93 , 1 96
Penfield, Wilder, 1 59- 1 60 Sapolsky, Robert, 96
PET. Bkz. pozitron emisyon Sarı safra, 3 l , l 03- l 04 .
tomografisi Savaş yorgunluğu, 1 04
Phantasus (tann), 1 78 Schumann, Robert, 62-63
Phelps, Liz, 1 37 Scoville, Will iam, 1 60
plasebo etkisi, 1 05- 1 06 Selye, Hans, 82-84, 1 06
Platon, 1 45 sempatetik sinir sistemi, 76, 84,
Poe, Edgar Allan, 62-63, 66, 75 86-87, 89
pons, 1 82, 1 87- 1 89, 1 9 1 serotonin, 1 4, 3 1 , 1 82, 1 87, 1 89
Post, Felix, 72 Sexton, Anne, 70
pozitron emisyon tomografisi, 1 1 , Sherrington, Charles, 1 59
15 sinaps, 1 4- 1 5 , 20, 1 68- 1 70, 1 73
psikosomatik ilaçlar, 1 04 sinir hücreleri. Bkz. nöronlar
psikoterapi, 1 04, 1 43 , 1 72 sinirbilim, 2-3, 9, 1 1 - 1 2, 29, 32,
rahatlama terapisi, 1 1 8 34-3 5, 54, 1 2 1 - 1 22, 1 25 ,
Ramon y Cajal, Santiago, 7 1 27, 1 3 9, 1 43 , 1 50, 1 57,
Rechtschaffen, Allan, 1 9:S 1 74, 1 7 8, 1 93- 1 94
refleksler, 1 25- 126 sitokin, 88, 1 02, 1 09- 1 1 2
REM uykusu, 1 8 1 - 1 82, 1 84- 1 85, siyah safra, 3 1 , 1 02- 1 04
1 87- 1 90, 1 93- 1 97 Slater, Eliot, 62
Renoir, Pierre-Auguste, l 1 6- 1 1 7 Sokrates, 1 4 5
retina, 1 7, 1 9 sosyalleşme, 3 0 , 3 2 , 40-4 l

209
DiZiN

Squire, Larry , l 64 Woolf, Virginia, 69


Sterling, Peter, 86 Yaklaşım davranışı, 45
stres, 8 1 - 1 00 yapısal manyetik rezonans
Swift, Jonathan, 1 97 görüntüleme, 1 1
şakak lobu, 94, 1 53 yaratıcılık, 5, 53- 79
şartlı refleks, 1 25 Yunan mitoloj i, l 78
şizofreni, 9- l l , l 8, 23-24,
70-7 1 , 74
talarnus, 39
tansiyon, 39
Tek kutuplu depresyon, 58
Tennyson, Alfred, 66-68
Thanatos (tanrı), l 78
timus , 90, 1 08, l l 3
Travma sonrası stres rahatsızlığı,
98, 1 04, 1 24
travma, 98-99, 1 04
tutku, 145
Twain, Mark, l
utanç, 1 80
utangaçlık, 29-30, 32-34, 4 1 , 46
uyku, 7, 1 77, 1 97
uzun süreli bellek, 6, 20, 1 40, 1 44,
1 49, 1 6 1 - 1 62, 1 64- 1 69,
1 74
van Gogh, Comelius, 70
van Gogh, Theo, 70
van Gogh, Vincent, 62-64, 70
van Gogh, Wilhelmina, 70
vücut sıcakhğı, l l O, l 95 vücut
tipi, 48
vücut sıvıları, 2, 3 l ,l 03
Weisel, Torsten, 1 9
Wemicke, Cari, 1 56- 1 5 8
Wemicke's aiea, 1 56- 1 57
Wittgenstein, Ludwig, l 5 l

210

You might also like