You are on page 1of 40

VAHİY

Vahiy sözlükte fısıldamak, gizlice söylemek, hızlıca işaret etmek, ima yoluyla anlatmak,
göndermek, emretmek gibi anlamlar içerir. Vahiy hızlı ve gizli bir bilgi aktarımıdır: tümü
gizlilik içinde gerçekleşen bir haberleşmeyi ifade eder. Bu yönüyle vahiy bir varlıktan diğer
bir varlığa bir şeylerin iletilmesi ve ilkası hadisesidir.
Vahiy, İslâm kültüründe hep Allah Taâlâ'nın peygamberleri aracılığıyla insanlara mesaj
iletmesi şeklinde telakki edilmiştir.
Halbuki bu, vahyin yalnız kurumsallaşmış kısmını ifade eder. Kur'ân-ı Kerime göre vahyin
bu kurumsal (özel) boyutu yanında, bir de genel boyutu vardır ki o da, Yaratıcı Kudretin
bütün varlıklara, yaratılış düzenine uygun hareket tarzlarını bildirmesidir.
Kur'ân-ı Kerim bu tür vahiyden söz ederken
göklere, ‫أمرها سماء كل في وأوحي يومين سبع سماوات في فقضهن‬
yeryüzüne, ‫ربك او حالها بأن أخبارها تحدث إذن يوم‬
meleklere,‫اذ يوحي ربك إلى المالئكة‬
bal arısına, ‫واو حي ربك إلى النحل أن تاخذي من الجبال‬
ayrıca Hz. Musâ'nın annesine, ve Hz. İsâ'nın Havârilerine görev ve hareket tarzlarının
bildirildiğini haber verir.

23.06.2023 2
Vahyin sözü edilen bu genel boyutu, varlıklar açısından uyulması gereken bir fıtrat
zorunluluğudur. Burada hürriyet ve irâde söz konusu değildir.
Kur'ân-ı Kerim bu tür vahiyden söz ederken
göklere, ‫أمرها سماء كل في وأوحي يومين سبع سماوات في فقضهن‬
yeryüzüne, ‫ربك او حالها بأن أخبارها تحدث إذن يوم‬
meleklere,‫اذ يوحي ربك إلى المالئكة‬
bal arısına, ‫واو حي ربك إلى النحل أن تاخذي من الجبال‬
ayrıca Hz. Musâ'nın annesine, ve Hz. İsâ'nın Havârilerine görev ve hareket tarzlarının
bildirildiğini haber verir.
Lügat ve Terim Anlamı

Vahiy kavramının Kur’ân’daki kullanılış biçimlerine bakıldığında söz konusu terimin,


bir varlıktan diğer bir varlığa bir şeylerin iletilmesi anlamım ifade ettiği görülür. Bu
anlamda Kur’ân-ı Kerîm şeytanların ve insanların (Hz. Zekeriyyâ’nın) vahyetmesinden
de söz eder.
‫المحراب على قومه من فخرج‬

Ancak vahyin bu türü, her ne kadar "vahâ "fiilinin türevleriyle ifade ediliyorsa da o,
İlâhî vahiy olarak telakki edilmemektedir. Çünkü söz konusu vahiy olgusunun her iki
ucunda da varlıklar bulunmaktadır. Yani vahyeden de vahye muhatap olan da
mahluktur. O nedenledir ki bu tarz bir vahye konu olan lafızlar, telkin etmek fısıldamak
ve haber vermek gibi lügat anlamlarından öte bir manada kullanılmamıştır.
Vahiy terimi Kurân'a göre biri genel, diğeri de özel olmak üzere iki anlam için söz
konusudur. Yani genel anlamda bütün varlıklara, özel anlamda ise yalnız peygamberlere
vahyedilmiştir. Bu iki alana ait vahiy, sonuçlan açısından zorunlu ve bağlayıcı olmakla
beraber muhteva açısından farklılık göstermektedir.

Vahyin bu genel niteliğini göz önünde bulunduran bazı müellifler vahyi terim olarak
"bir manayı herhangi bir varlığa gizli ve süratli bir şekilde iletmek" diye tanımlamışlar
Buhârî şârihlerinden el-Kirmânî (ö. 786/1384), İbn Hacer (ö. 852/1448) ve el-Aynî
(ö. 855/1451) vahyi, " Allah Taâlanın, peygamberlerine çeşitli şekillerde söz ve
emirler göndermesi şeklinde tanımlamışlardır.

et-Tehânevî (ö. 1158/1745)'ye göre de vahiy; " Allah Taâlâ'nın, peygamberlerinden


her birine yüce katından indirmiş olduğu İlâhî sözler" demektir.
Reşid Rızâ (ö. 1354/1935)’run tarifi de şöyledir; "Yüce Allah'ın şer'i bir hükmü,
yahut benzer bir hususu vasıtalı veya vasıtasız olarak peygamberlerine bildirmesidir

Müellif ez-Zerkânî de vahyi, "Allah Taâlâ'nın, kullarına bildirmek istediği hidâyet


ve buyruklarını, onların arasından seçtiği peygamberlerine, insanların alışık
olmadığı gizli ve süratli bir yolla iletmesi" şeklinde tarif etmiştir.
Görüldüğü gibi yapılan tanımlar vahyin, Allah ile peygamberler arasında
meydana gelen bir iletişim yolu olduğunu göstermektedir. Esasen bu,
Kur’ân'da da yaygın olarak zikredilen kurumsal vahiy demektir.

Buna göre vahyi kavram olarak şu şekilde tarif etmemiz mümkündür:


"Yüce Yaratıcı’nın, genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi,
özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği İlâhî emir, yasak ve haberlerin
tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla
peygamberlerine iletmesidir".
Tanımda da görüldüğü gibi vahyin genel şeklinde ikili, özel (kurumsal) şeklinde
ise dörtlü bir münasebet söz konusudur. Zira genel vahiy şeklinde, vahyedenle
vahye muhatap olanlar arasında vasıta olmadığı için, vahyin başlangıç noktasıda
Allah, bitiş noktasında ise varlıklar bulunmaktadır.
Diğerinde yani kurumsal vahiy tarzında da her ne kadar vahyin başlama
noktasında Allah, bitiş noktasında peygamberler bulunmakta ve iki taraf
arasındaki iletişimi de aracı melek Cebrâil gerçekleştirmekte ise de, son nokta
peygamberler değildir. Çünkü vahiy, yalnız peygamberlerin şahsına yönelik
olmayıp, bir anlamda onunla olanları da muhatap kılarak insanları dünya ve
ahirette mutlu kılma hedefine yöneliktir. Durum böyle olunca denilebilir ki,
vahyin özel şekli yani kurumsal vahiy, dört zât Allah, Melek, Peygamber, insan-
arasında gerçekleşen bir iletişimden ibarettir.
Vahyin ıstılahı manası ise İslami terminolojide şöyle ifade
edilebilir: Vahiy, Allah'ın doğrudan ya da bir elçi aracılığı ile
mahiyetini bilemediğimiz bir şekilde mahlükatıyla iletişim
kurmasıdır. Başka bir ifadeyle vahiy, Yaratıcı'nın bütün
varlıklara yaratılış düzenlerine uygun hareket tarzlarını
bildirme yoludur.
Mahiyeti
Vahyin mahiyetini kavrayabilmek onun içyüzünü bilmekle mümkündür. Bu da genel
anlamda, mutlak varlıktan sudûr eden ezelî kelâmm gerçekliği ve vahye muhâtap olan
peygamberlere nasıl ulaştırıldığı gibi konuların anlaşılmasına bağlıdır. Vahyin,
peygamberlere mahsus öznel bir tecrübe olduğu düşünülürse, onun mahiyeti ile ilgili
verilecek bilgilerin nassa dayalı gerçek bilgiler olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış olur.
a. Gerçeklik

Allah, insan ve görünen âlemi yarattıktan sonra onu desteksiz bırakmak istememiştir. Bu
yüzden insana sözsüz âyetleri olan tabiatı, kendi yüce varlığının açık belgeleri olarak
sunmayı yeterli görmeyerek ona sözlü mesajını (vahyini) de göndermiştir. Gerçi insan
vahye muhatap olmadan, vahyi verileri karşısında görmeden de sorumludur. En azından
Yaratıcı'sını bulmakla ve temel ahlâkî ilkeleri tesbit etmekle yükümlüdür. Ancak Allah
Teâlâ, onun, bu yükümlülüğünü daha kolay yerine getirebümesi için bir rahmet, bir nûr,
bir şifâ ve bir yol gösterici olan vahyini indirmiştir, Kur'ân bu gerçeği gösteren âyetlerle
doludur. Bir rakam vermek gerekirse, daha önce de ifade ettiğimiz gibi sadece vahiy
fiilinin türevleriyle birlikte seksen kadar âyette geçtiği söylenebilir. Tabiî ki vahiy
olgusundan söz eden âyetler bunlardan ibâret değildir. Kur'ân, yer yer enzele ve nezzele
fiilleriyle de kurumsal anlamda bir vahiy gerçeğinden söz etmektedir. Bu nitelikteki
âyetler de sayısal olarak yüzden fazla yerde geçmektedir.
Allah ile insan arasında özel bir iletişim yolu olan vahiy, hiçbir zaman inkâr
edilemeyecek bir gerçekliktir
b. Öznellik

Daha önce de belirttiğimiz gibi vahiy peygamberlere mahsus öznel bir


tecrübedir. Bu yüzden vahiy aranda neler olup bittiğini onlardan başka kimse
bilemez. Bizim bu konudaki malumatimiz nasslarda verilen bilgilerden ibarettir.
Çünkü insanlara, vahiy anını peygamberlerle paylaşma imkânı verilmemiştir.
Böyle olunca ne vahiy hadisesinin arka planım ne de peygamberlerin onu nasıl
algıladıklarım bilmemiz mümkün olmamaktadır. Bu konuda bildiğimiz tek şey,
onların vahye muhatap olma anım yaşamış olmalandır. Nitekim Allah Resûlû
(sav)'nün irâd buyurduğu bazı hadisler de konunun bu özelliğine işaret
etmektedir:
Gizlilik

Vahiy olgusunun belki de en belirgin vasfı, muhatapların onu gizli bir şekilde
almış olmalandır. Bu özellik vahyin hem genel hem de özel şeklinde söz
konusudur.

Bildiğimiz kadarıyla Hz. Peygamber (sav)'e, yalmz tek başına kaldığı


zamanlarda değil, ashabıyla yahut zevceleriyle birlikte bulunduğu anlarda da
vahiy geliyordu58. Ancak yanında bulunanlar Resûlullah (sav)'da müşahede
ettikleri bazı hallerden dolayı ona vahyin geldiğini anlıyorlar, fakat ne olup
bittiğini farkedemiyorlardı. Çünkü vahiy meleğinin melek şekliyle ne
görülmesi, ne de sesinin işitilmesi onlar için mümkün değildi. Öyle anlaşılıyor
ki, vahyin, sözünü ettiğimiz bu gizlilik vasfı, vahiy tarihi boyunca hep devam
etmiştir.
Süratlilik

Vahyin, algılanması zor gibi görünen unsurlarından biri de,


peygamberlere ulaştırılmasındaki süratliliktir. Belki de üçüncü
şahıslardan gizlenmesinin asıl sebebi budur. Çünkü peygamberlerin
dışmda hiçbir insan, o süratte bir konuşmayı takip edecek olağanüstü bir
tabiatta yaratılmış değüdir. Gerçekten de normal bir okuyuşla tilâveti,
birkaç saat sürebilecek olan bir sûrenin, kısa bir zaman içerisinde
Resûlullah Muhammed (sav)’e nakledildiğini düşünürsek, vahiy
olayındaki intikal süresinin ne kadar kısa bir süre olduğunu kolayca
anlayabiliriz.
Âyet
Âyet sözlükte, "herhangi bir şeyin varlığını gösteren alâmet" anlamını ifade
etmektedir. Buna bağlı olarak açık işaret, delil, ibret ve mucize gibi anlamlarda da
kullanılmıştır. Kur'ân'da tekil ve çoğul şeklinde 382 yerde geçen âyet lafzı, mutlak
anlamda iki kısma ayrılmaktadır.
Birincisi, fiilî âyetlerdir. Kâinattaki sayısız çeşitlilik ve farklılıkları sürekli
bir düzen ve kanuna bağlayan yaratıcının varlığım, birliğini ve yüce
sıfatlarım gösteren ve yaratıkların taşıdığı özelliklerden çıkarılan delillerin
tamamı bu tür âyetleri oluşturur. Bunlara " kevnî" , " tekvini veya "ilmi" âyet
de denir.
İkincisi ise kavlî âyetlerdir ki, peygamberlere indirilen İlâhî kitapların
hepsi bu tür âyetleri içermektedir. Bunlar fiilî âyetlere işaret eder ve
insanlar tarafından kolaylıkla anlaşılmalan için gerekli açıklamaları ihtiva
ederler. Bu kısma giren âyetlere "teşriî", "tenzili" ve “vahyi âyetler de
denir.
İslâm bilginleri âyetleri ifade ettikleri anlamların açıklığı ve kapalılığı
sebebiyle, "muhkem", "müteşâbih" mücmel" ve " mübeyyen" şeklinde kısımlara
ayırmışlardır. Aynca tefsir usûlü bilginleri âyetleri, iniş yeri, zamanı ve hitap
esasına göre, "Mekkî-Medenî", "arzî-semâvî", “hazârî-seferî", “nehârî-leylî", "
sayfi-şitai" , "firâşî-nevmî" diye de gruplandırmışlardır.

Âyetleri birbirinden ayıran son kelimeye “fasıla" , bu kelimenin son harfine de


"harfü'l-fasıla" denir. Kur'ân'ın en uzun âyeti, "Müdâyene âyeti" diye bilinen
Bakara Sûresi'nin 282. âyeti, en kısa âyetleri de Yâsin 36/1; Rahmân 55/1, 64;
Müddessir 74/21; Fecr 89/1; Duhâ 93/1; Asr 103/1. âyetleridir. İlk nâzil olan
âyetler Alak Sûresi'nin ilk beş âyeti, son nâzil olanlar da Bakara 2/281; Nisâ
4/176; Mâîde 5/3. âyetleridir253.
Sayısı

Kur'ân-ı Kerim'deki âyetlerin sayısı hakkında da farklı yaklaşımlar


mevcuttur. Kur'ân'daki âyet sayısının 6600 olduğunu ileri sürenler olduğu
gibi, bu sayıyı 6204, 6214, 6219, 6225 ve 6236 olarak tespit edenler de
olmuştur. Âyet sayısı konusundaki bu farklı anlayışlar üç sebepten
kaynaklanmaktadır. Bunları şöyle ifade etmek mümkündür:
(1) Denildiğine göre Hz. Peygamber Kur’ân okurken anlamın
tamamlanması için bazı âyetleri birbirine vaslediyordu. Ancak onu
dinleyen sahâbilerin bir kısmı Resûlullah’ın anlam birliği sebebiyle
bitiştirmiş olduğu âyetleri tek âyet olarak algılıyorlardı. İşte bu algı daha
sonra rivâyet yoluyla usûl kitaplarına girerek farklı rakamsal değerlerin
ortaya çıkmasına zemin hazırlamış oldu.
(2) Bilindiği gibi sûre başlarındaki besmeleler Hanefilere göre âyet
olmayıp teberrüken yazılmış ibârelerdi. Ancak Şâfiiler onlardan farklı
düşünerek her bir besmeleyi müstakil birer âyet olarak telakki
etmişlerdir. Diğer mezhep imamları da söz konusu ibâreleri müstakil
birer âyet olarak değil, başında bulunduğu sûredeki ilk âyetin bir parçası
olarak kabul etmişlerdir. İşte bu anlayış da daha sonra söz konusu
meseleye delil teşkil ederek farklı sonuçlara yol açmıştır.
(3) Hurûf-ı mukattaa adı altında Kur'ân'da yer alan bazı harfler müstakil
birer âyet sayılırken, bir kısmı kendi başına müstakil âyet olarak kabul
edilmeyip, başında yer aldığı âyetin bir cüz'ü olarak görülmüştür.
Nitekim müfessir ez-Zemahşerî de bunun tevkifi bir düzenleme olduğunu
beyan etmiştir. Dolayısıyla bu şekildeki bir yaklaşım tarzı da diğerleri
gibi Kur'ân âyetlerinin sayısını etkileyici bir özellik olarak karşımıza
çıkmaktadır.

Görüldüğü gibi tüm bu hususlar bir araya geldiğinde doğal olarak Kur'ân
âyetlerinin sayısında farklı sonuçlar ortaya çıkmış olmaktadır.
Tertibi

İslâm âlimleri âyetlerin Kur'ân'daki sıralanışı konusunda görüş birliği


içindedirler. Onlara göre bu sıralanış tevkifidir yani Cebrâil'in Hz.
Peygambere bildirmesi doğrultusunda gerçekleşmiştir. Meselâ söz
konusu âlimlerden Mekkî b. Ebî Tâlib (ö. 437/1045) âyetlerin tertibi ve
sûre başlarına besmelelerin konulmasının Hz. Peygamber'in emriyle
olduğunu beyan etmiştir. Ona göre Tevbe Sûresi'nin başına besmelenin
yazılmaması da, Allah Resûlü (sav)'nün emriyle gerçekleşmiştir.

Ebû Ca'fer b. ez-Zubeyr (ö. 707/1308)'in görüşü de şöyledir: "Âyetlerin


Kur'ân'daki sıralanışı Hz. Peygamber'in emriyle olmuştur. Müslümanlar
arasında bu konuda herhangi bir ihtilâf vuku bulmuş değildir".
ez-Zerkeşî de bu hususta şunları söylemektedir: "Âyetlerle sûre başlarındaki
besmelelerin sıralanışı tevkifidir, vahye dayalıdır. Bu konuda ne bir şüphe ne de
herhangi bir ihtilâf vuku bulmamıştır".

Ayrıca âyetlerin faziletiyle ilgili nakledilen bazı rivâyetler de onların Hz.


Peygamber tarafından tertip edildiğini açıkça göstermektedir. Meselâ Hz.
Peygamber (sav) bir hadisinde: " Her kim geceleyin Bakara Sûresi'nin son iki
âyetini okursa, bunlar ona kâfi gelir", bir başka hadisinde de: "Deccâl ortaya
çıktığı zaman, ondan korunmak için Kehif Sûresi'nin ilk on âyetini okuyun"
buyurmaktadır. Görüldüğü gibi bu tür rivâyetler, âyet tertibinin tevkifi olduğuna
delâlet etmektedir. Şayet aksi söz konusu olsaydı, Resûlullah (sav) Bakara
Sûresi'nin son iki âyetinden ve Kehf Sûresi'nin ilk on âyetinden söz etmezdi.
Çünkü o durumda âyetlerin tertibi farklı olacağı için bu sözlerin bir anlamı
olmazdı.
Netice olarak şunu ifade edelim ki İslâm bilginleri, âyetlerin Kur'ân'daki
sıralanışının Mushaflarda gördüğümüz tarzda olduğu hususunda görüş
birliği içindedirler. Gerek Resûlullah (sav) zamanındaki mevcut tertipte,
gerek ondan sonra cem ve istinsah edilen Kur'ân'lann tertibinde herhangi
bir farklılık söz konusu değildir. Çünkü Cebrail (as) vahiy getirdikçe her
âyetin yerini de Resûlullah efendimize bildirmiştir. Allah Resûlü (sav) de
Cebrail'in kendisine bildirdiği şekilde vahiy kâtiplerine yazdırmış ve bu
İlâhî düzene göre âyetlerin tertibi sağlanmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber,
Kur'ân'ı yazdırdığı tertibe göre ashaba okumuş ve her senenin sonunda
Cebrâil'e aynı tertiple arzetmiştir. Sahâbîler de Kur'ân'ı Resûlullah
(sav)'dan işittikleri ve öğrendikleri tarzda ezberlemişler, yazmışlar ne
takdim tehir ne de fazlalık ve noksanlık bulunmaksızın bu ilâhı tertibi
gözetmişlerdir.
SURE

Sûre kelimesi sözlükte, yüksek makam, üstün derece, şan, şeref,


binanın katlan anlamına gelmektedir. Çoğulu, “süver" dir. Istılahta
ise," âyetlerden meydana gelen başı ve sonu belli olan müstakil
Kur'ân bölümü" demektir. Sözlük ve ıstılâhî anlamından hareketle
denilebilir ki, sûre hem bir yücelik ve üstünlük hem de Kur'ân'ın
muhtelif bölümleri anlamını ifade etmektedir. Kur'ân'da 114 sûre
bulunmaktadır, Bunların en kısası, 3 âyetten ibaret olan "el-
Kevser", en uzun sûresi de 286 âyetten oluşan “elBakara"
Sûresi'dir.
İsimlendirilmesi

Sûreler isimlerini, kıssalarda geçen şahıslardan yahut konu edindikleri


topluluklardan veya ilk kelimesinden almaktadırlar. Ancak bazen -"İhlâs
Sûresi" isminde olduğu gibi- istisnalara da rastlamak mümkündür. Zira
söz konusu kelime, ilgili sûrenin metninde yer almamaktadır. Her sûrenin
bir ismi olduğu gibi bazı sûrelere birden fazla isim de verilmiştir.
Sözgelimi Fâtiha sûresinin yirmi kadar ismi bulunmaktadır. Ayrıca İnsan-
Dehr, Fâtır-Melâike, İsrâ-Ben-i îsrâil gibi isimlerle zikredilmektedirler.
Sûrelerin bir kısmı da tek bir isim alfanda birleştirilmiştir. Meselâ Bakara
ve Âl-i Imrân birleştirilip ez-Zehrevân (iki çiçek), aynı şekilde Felak ve
Nâs sûreleri birleştirilip el-Muavvîzetân yahut el-Muavvizeteyn
(kendileriyle sığınılan) şeklinde isimler almışlardır. Bazı durumlarda da
ikiden fazla sûrenin bir arada zikredildiği isimlere rastlamaktayız. "el-
Havâmîm", "etTavâsîn", "el-Müsebbihât" isimleri gibi.
Burada şunu da belirtelim ki, Kur'ân sûrelerinin isimlendirilmesi
konusunda iki yaklaşımın olduğu görülmektedir.
Bunlardan biri tevkifi diğeri de ictihâdî yaklaşımdır.
Kur’ân'da yer alan sûre isimlerinin tevkifi yani Rabbani olduğunu ileri
sürenlere göre Kur'ân'da yer alan sûrelerin isimlendirilmesi, Allah Resûlü
tarafından gerçekleştirilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (as) vahiy
kâtiplerine, nâzil olan her ayeti ya da âyetleri ait olduğu sûreye
koymalarım emrediyordu. Tabii ki bu durumda onun kâtibe, kastettiği
sûrenin ismini de bildirmesi gerekiyordu. Yoksa vâhyi kaleme alan bir
zâtm ilgili âyet ya da âyetleri Hz. Peygamber'in istediği sûreye koyması
nasıl mümkün olabilirdi? İşte bu yüzden İslam tarihi boyunca İmam
Mushaftaki sûre isimlerine karşı herhangi bir itiraz vâki olmuş değildir.
Kur'ân sûrelerinin isimlendirilmesi konusunda ortaya atılan ikinci yaklaşım tarzı
da onun ictihâdî bir özellik taşımasıdır. Öncelikle şunu ifade edelim ki, bu
görüşe sahip olanlar bazı hadisleri kendi düşüncelerine mesned yapmaktadırlar.
Meselâ tabiûn müfessiri Sa'îd b. Cübeyr diyor ki:
-İbn Abbas'a "et-Tevbe Sûresi nedir?" diye sordum, bana şu cevabı verdi:
-O, el-Fâdıha'dır, (İslam düşmanlarım rezil eden bir sûredir) Ben tekrar: -
-Ya el-Enfâl Sûresi nedir?, Dedim. Bu sefer de bana:
-O da el-Bedr Sûresidir, (yani Bedir savaşından söz eden bir sûredir), Diye
cevap verdi. Ben tekrar sordum:
-Pekâlâ el-Haşr Sûresi ne demektir? Bunun üzerine de bana dedi ki:
-O da Beni Nadir (sûresidir). Çünkü bu sûre Beni Nadir Yahudileri hakkında
indirildi". es-Süyûtî'nin nakline göre Abdullah b. Abbas bu sözüyle de Beni
Nadir Yahudilerinin yurtlarından sürülmesi hâdisesini kastetmişti.
Tasnifi

Sûreler Mekkî ve Medenî diye iki kısma tâbi tutulmaktadır. Bu tasnifte


usûl bilginlerinin bir kısmı zamam (hicret) bir kısmı mekânı, bir kısmı da
hitâbı esas almaktadır.

(1) Zamam esas alanlar hicret öncesi nâzil olan sûreleri Mekkî, hicret
sonrası nâzil olanları da Medenî kabul etmektedirler. Ancak hicretten
sonra Mekke'nin fethiyle bu mekânda inenler de bu tasnife göre Medenî
olarak telakki edilmektedirler. Bu bakımdan bu yaklaşım tarzı oldukça
tutarlı görünmektedir. Çünkü yapılan tanım kapsayıcı bir özellik
taşımaktadır.
(2) Söz konusu tasnifte mekânı esas alanlar da Mekke ve çevresinde inen
sûreleri Mekkî, Medine ve çevresinde inenleri de Medenî saymaktadırlar.
Böylece Minâ, Arafât ve Hudeybiye gibi yerlerde nâzil olanları Mekkî,
Bedir ve Uhud gibi yerlerde inen sûreleri de Medenî kabul etmektedirler.

Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki, zikredilen bu yerlerin dışında da


bazı mekânlarda sûrelerin inzal edildiği bilinmektedir. Bu yüzden sözünü
ettiğimiz yaklaşımın efrâdını câmi ağyârını mâni bir tanım olduğunu
söylememiz mümkün değildir.
(3) Mekkî ve medenî ayınmmda hitabı esas alanlar ise Mekke ehlini konu
edinenleri Mekkî, Medine ehlini konu edinenleri de Medenî olarak
görmektedirler. Bir başka deyişle bu görüşü savunanlara göre içerisinde
(‫ )يا أيها الناس‬ifadesi bulunan sûreler Mekkî, (‫ )يا أيها الذين آمنوا‬şeklinde bir
hitabı içeren sûreler de Medenîdir. Ancak Mekke'de nâzil olup da
içerisinde ( ‫ )يا أيها الذين آمنوا‬bulunan âyetler olduğu gibi, Medine'de inzâl
edilip de içinde (‫ )يا أيها الناس‬şeklinde ifadelerin yer aldığı âyetler de
bulunmaktadır. Bu da, söz konusu görüşün de ikinci görüş gibi kuşatıcı
bir özelliğe sahip olmadığı anlamına gelmektedir.
Tertibi

Bilindiği gibi Mushaf'ın âyet ve sûre tertibi ilk olarak Hz. Ebû
Bekr'in halifeliği Zamanında Zeyd b. Sâbit tarafından yapılmış; Hz.
Osman döneminde de Kur'ân metninin istinsahı bu tertibe göre
gerçekleştirilmiştir. Ancak İslâm âlimleri âyetlerin
Kur'ân'daki sıralanışı konusunda ittifak sağlamış olmakla birlikte,
sûrelerin tertibi hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu
konuda ileri sürülen görüşleri üç gurupta ele almak mümkündür.
İctihâdî Yaklaşım

Bu görüşü savunan âlimlerin başmda İmâm Mâlik (ö. 179/795) gelmektedir.


Ona göre sahâbîler, Hz. Peygamber'den işittikleri Kur'ân'ı kendi ictihadlan
doğrultusunda tertip etmişlerdir. Aynı görüşte olan el-Kâdî Ebû Bekr b. et-
Tayyib de bu hususta şunları söylemektedir: "Bugün elimizde bulunan
Mushafların tertibi, sahâbîlerin içtihadına dayanmaktadır."

Ebu'l-Huseyn Ahmed b. Fâris'in görüşü de şöyledir: Kur'ân için iki tertip söz
konusudur. Birisi, sûrelerin tertibidir. Yedi uzun sûreyi öne alıp, ardından
âyetleri yüz civarında olan sûreleri getirmek gibi. İşte bu taksim sahâbenin
yapmış olduğu bir taksimdir. Kur'ân'm ikinci tertibine gelince o da, âyetlerin bir
kısmının diğerine eklenmesi, bir kıssanın diğer bir kıssayı takip etmesidir ki
Cebrâil, bunu Allah'tan aldığı emir üzerine Resûlullah (sav)'a tebliğ etmiş, o da
bu emri yerine getirmiştir.
Tevkifi Yaklaşım

Kur'ân-ı Kerim'deki sûrelerin tertibi konusunda görüş beyan eden diğer bir
gurup İslâm âlimi de, Kur'ân'daki sûre tertibinin bugün elimizdeki mevcut
Mushaflarda olduğu gibi, Cebrâil (as)'in Hz. Peygamber'e bildirdiği tarzda yani
tevkifi bir şekilde sıralandığını iddia etmektedirler. Meselâ el-Enbârî (Ö.
328/940)'ye göre, Allah Taâlâ Kur'ân'ı önce bir bütün olarak dünya semâsına,
sonra da yirmi küsür senede Hz. Peygamber'e parça parça indirdi. Genellikle
sûreler, meydana gelen bir hâdise üzerine, âyetler de soru soranlara cevap olarak
inerdi. Cebrâil (as), Hz. Peygamber'e her sûrenin yerini bildirirdi. Sûrelerin
tertibi de, âyet ve harflerin tertibi gibiydi. Bunların hepsi de Nebi (sav)
tarafından yapılıyordu. Bu yüzden kim bir sûreyi öne alır yahut geriye bırakırsa
Kur'ân'ın tertibini bozmuş olur.
Uzlaştırmacı Yaklaşım

Bir kısım İslâm bilgini de, Kur’ân sûrelerinin kısmen tevkifi, kısmen de ictihâdî
olduğunu iddia etmek suretiyle her iki görüşü uzlaştırıcı bir yaklaşım içerisine
girmiştir. Bu görüş sahiplerine göre de, Kur'ân'daki bir kısım sûrelerin tertibi
bizzat Hz.Peygamber tarafından yapılmış, bir kısmı da ümmete bırakılmıştır.
Nitekim büyük müfessir İbn Âtiyye (ö. 546/1151) "esSebu't-tuvel", "Havâmim"
(yedi hâmim) ve " el-Mufassal" gibi birçok sûrenin Hz. Peygamber tarafmdan
tertip edilip, diğerlerinin tertibinin ise ümmete bırakılmış olduğunu
söylemektedir.

İbn Hacer (ö. 852/1448)’e göre de, sûrelerin bir kısmının ictihâdî bir tertip
arzetmesi, bir kısmının tertibinin tevkifi olmasına engel değildir.
Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz Kur'ân âyetleri, Hz.
Peygamber'in şahsî tasarrufundan tamamen uzak olarak İlâhî
vahyin gözetiminde yazılmış ve tertip edilmiştir. Bu sebepledir ki,
İslâm âlimleri âyetlerin tertip bakımından tevkifi olduğu konusunda
görüş birliği içindedirler. Ancak sûrelerin tertibiyle ilgili ileri
sürülen görüşler, bu konudaki farklı yaklaşımları da beraberinde
getirmiştir. Bizim şahsî kanaatimize göre burada sıraladığımız üç
görüşten en tutarlı olanı, sûre tertibinin de tevkifi olduğunu
savunanların görüşüdür.
Kur'ân'daki sûre tertibi de âyetlerin tertibinde olduğu gibi tevkifi bir
özellik taşımaktadır.
HİZB
Sözlük bölük, grup anlamına gelen hizb kelimesi terim olarak Kur'ân'ın bölümlere
ayrılması demektir. Sahabe döneminden beri Kur’ân-ı Kerim'i düzenli ve devamlı
okuyan Müslümanlar, günlük okunacak bölümleri, sûrelerin uzunluklarını göz önüne
alarak ayırmışlar, bu ayırmaya “tahzîb” (bölümlere ayırmak), her bölüme de “hizb”
demişlerdir.
İlk bölüm üç suredir: Bakara, Al-i İmran ve Nisa.
İkinci bölüm beş suredir: Mâide, En‘âm, A‘râf, Enfâl, Tevbe.
Üçüncü bölüm yedi sûredir: Yunus, Hûd, Yusuf, Ra‘d, İbrahim, Hıcr, Nahl. Dördüncü
bölüm dokuz sûredir: “İsra, Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiya, Hac, Müminûn, Nûr,
Furkan.
Beşinci bölüm on bir sûredir: Şuarâ, Neml, Kasas, Ankebût, Rum, Lokman, Secde,
Ahzâb, Sebe’, Fâtır, Yâsîn.
Altıncı bölüm 13 sûredir: Sâffât, Sâd, Zümer, Mü’min, Fussılet, Şûrâ, Zuhruf, Duhan,
Câsiye, Ahkâf, Muhammed, Fetih, Hucûrât.
MUKABELE
Bir başkasının Kur’ân-ı Kerîm’i okuyuşunu takip etmek ve bu suretle hatim
indirme anlamında kıraat terimi.

Sözlükte “iki şeyi birbiriyle karşılaştırmak” anlamına gelen mukābele,


Peygamberimizin Ramazan aylarında inen sure ve ayetleri vahiy meleği Cebrail'e
okumasına dayanmaktadır ki buna "arza" denmiştir.

Mukabele,üç aylarda ve bilhassa ramazanlarda cami, mescid ve evlerde daha çok


sabah, öğle, ikindi namazları öncesinde hâfızlar tarafından okunan Kur’an’ı takip
etmek suretiyle hatim indirme geleneğine ad olmuş, zamanla hâfızların bu
okuyuşları için de aynı terim kullanılmıştır.
AŞIR
Aşr Arapça’da “on” demektir. Kur’an’ı öğrenme ve ezberleme çalışmasının onar âyetlik
bölümler halinde yürütülmesiyle ilgili ilk uygulamanın Hz. Peygamber tarafından
yaptırıldığı bilinmektedir. Ebû Abdurrahman es-Sülemî’nin Hz. Osman, Abdullah b.
Mes‘ûd ve Übey b. Kâ‘b’dan rivayet ettiği bir hadise göre Hz. Peygamber bu sahâbîlere
âyetleri onar onar öğretmiş, sadece okumayı değil bu on âyetteki hükümleri de
öğrenmedikçe diğer on âyetlik bölüme geçmelerine izin vermemişti.
Kur’an’dan on âyet okumanın veya ezberlemenin faziletine dair hadisler de vardır.
Geceleri on âyet okuyanın gafillerden sayılmayacağı (bk. Dârimî, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”,
25; Ebû Dâvûd, Ṣ“ alât”, 326), Kehf sûresinin başından on âyet ezberleyenin deccâlden
korunacağı (bk. Müsned, V, 196; VI, 449-450; Müslim, “Müsâfirîn”, 257; Ebû Dâvûd,
“Melâḥim”, 14) bu hadislerde işaret edilen hususlar arasındadır. Ayrıca Hz.
Peygamber’in bir gece yarısı namaz için kalkıp önce Âl-i İmrân sûresinin son on âyetini
okuduğu da rivayet edilmiştir
Muhtemelen bu fiilî ve kavlî sünnete uymak için mushaf yazımında
sûreler onar âyetlik bölümlere ayrılmış, buna ta‘şîr denmiştir. Ta‘şîre
işaret etmek üzere de her on âyetlik bölümün sonuna aşr kelimesinin ilk
harfi olan “ayın” (‫ )ع‬konmuş, böylece bu harf bir aşrın bittiğini ve yeni
bir aşrın başladığını gösteren bir işaret olmuştur.

You might also like