You are on page 1of 79

www.hikmetyurdu.

com
Giriş
Şer’î delillerden ikincisi Sünnet’tir. Fakat
sünnet, Kitap ile birlikte İslam hukukunda
nass olarak kabul edilir. Hatta İslam
alimleri kitap-sünnet ilişkisi konusunda,
hangisinin hangisini açıkladığı
hususunda çeşitli tartışmalara
girmişlerdir. Dersimizin bu kısmında
sünneti tanımlayıp, Kur'ân ile ilişkisini
belirlemeye çalışacağız. Ayrıca, sünnet-
hadis ilişkisine, sünnetin nevilerine göz
atarak, Peygamberimizin tasarruflarını
inceleyeceğiz.
Tanımı
Lugat Anlamı Terim Anlamı

Sünnet kelimesi,
Bir usul ıstılahı olarak
sözlükte alışılmış yol, sünnet “Hz.
adet, itiyad haline gelmiş, Muhammed’in sözlü,
gereğinde tekrarlanan, fiili ve takrîrî
muhafaza edilen tarz, iyi uygulamalarının genel
ya da kötü sürekli adı”dır.
tekrarlanan davranış,
hayat tarzı, siret, çığır
açmak, gelenek gibi
anlamlara gelmektedir.
Sünnet’in Kısımları
Tanımından da anlaşılacağı üzere
sünnet sözlü, fiili ve takriri olarak
üçe ayrılır.
Peygamberimizin sözlü sünnetini
Hadisler oluşturur. Fiili sünneti ise onun
davranışlarından meydana gelir. Takrirî
sünnet ise Peygamberimizin ashabının
yapıp işlediği bir fiil veya duyduğu bir
söz ya da içtihat karşısında ses
çıkarmayarak onaylamasıdır.
Şatıbî sünnet’in tanımı konusunda şunları söyler:

sünnet kelimesi bir ıstılah olarak çeşitli


anlamlarda kullanılır: Sünnetin birinci manası
sadece Hz. Peygamberden nakledilegelen
bizzat Kur'ân tarafından ele alınmayan, aksine
Hz. Peygamber (SAS) tarafından beyan edilen
şeylerdir. Bunların Kur'ân’ın genel olarak
getirdiği esasları beyanı mahiyetinde olup
olmaması arasında fark yoktur
Sünnetin ikinci manası, bid’atın karşıtı anlamındadır.
Mesela bir kimse Hz. Peygamber’in davranışına
uygun harekette bulunduğu zaman “falan kişi sünnet
üzeredir” denilir. Burada söz konusu davranış
şeklinin Kur'ân’da açıklanmış olup olmaması
arasında fark yoktur. Aksi şekilde harekette
bulunduğu zaman ise “falan kişi bid’at üzeredir”
denilir. Öyle gözüküyor ki sünnetin bu kullanılış
şeklinde dikkate alınan husus sadece şeriat
sahibinin, yani Hz. Peygamberin ameli olmakta ve
“sünnet” tabiri işte bu açıdan kullanılmakta, yapılan
fiilin kitabın gereği olup olmadığı noktasına
bakılmamaktadır
Üçüncü anlamı, sünnet sözcüğü sahabenin
işleyegeldikleri şeyler anlamında da kullanılm
Sünnet diye isimlendirilen bu şeylerin kitapta veya
sünnette olup olmamasına da bakılmamaktadır.
Çünkü bu halleriyle onlar: a) Ya kendilerince sabit
olan fakat bize kadar ulaşmayan bir sünnete tabi
olmuşlardır, b) Ya da üzerinde tümünün veya
halifelerin icma ettiği bir içtihada dayanmışlardır
Onların bu konuda görüş birliği etmeleri (şer’i delillerden
biri olan) icma olmaktadır. Halifelerin icma’ı ise aslında
tüm sahabelerin icma’ı anlamına gelir. Çünkü maslahat
gereği tüm insanları o şey ile amel etmeye sevk etmeleri
ve bu arada sahabenin böyle bir davranışa karşı
herhangi bir tepki göstermemesi onların da o hükme
katıldıklarını gösterir
Sünnet Kavramının İçeriği
Sünnet sözcüğünün 4. Sahabe ve halifelerden
kullanılışının şu dört yönü nakledilen
içerdiği ortaya çıkmaktadır uygulamalar. Bu türden
1. Hz. Peygamberin sözleri
olanlar da her ne kadar
söz, fiil e tasvip (ikrar)
2. Hz. Peygamberin fiilleri
gibi üçe ayrılabilirse de
3. Hz. Peygamberin tek bir tür olarak kabul
tasvipleri (ikrar, onay) Hz. edilmektedir. Zira
Peygamberden sadır
olan bütün bu söz, fiil ve sahabeden nakledilen
tasvipler ya vahye şeyler aynen Hz.
dayalıdır ya da Hz. Peygamberden
Peygamber hakkında nakledilenler gibi bir
içtihadın sahihliği şekilde ele
görüşüne göre içtihada alınmaktadır” (Şatıbi,
dayalıdır. el-Muvafakat, IV.1-5).
Sünnet’in Nevileri
Sünnet rivayet
bakımından ve bizlere İslam alimleri sened
ulaşması bakımından bakımından Mütevatir,
da çeşitli taksimlere meşhur ve ahad olara
ayrılır. Rivayet
üç kategoride ele alırlar.
bakımından sünnet
merfu, muttasıl,
mürsel, munkatı gibi Şimdi sünnet’in bu
kısımlara ayrılır.
nevilerini inceleyelim.
Mütevatir
Mütevatir kavramı, Kur'ân’ın nakli
konusunda da geçtiği üzere genel olarak,
adeten yalan üzerine birleşmeleri mümkün
olmayan büyük bir topluluğun, yine
kendileri gibi yalan üzere birleşmeleri
mümkün olmayan diğer bir topluluktan
yapmış oldukları rivayetler için kullanılır.
Bu bakımdan Kur'ân’ın tevatüren, yani
mütevatir olarak gelmesi demek, yalan
üzere ittifak etmelerini aklın kabul
etmeyeceği kadar büyük bir topluluğun,
yine aynı nitelikte bir topluluktan nakilde
bulunması demektir.
Sünnet söz konusu olduğunda her ne kadar Kur'ân için
verilen ile sünnet için verilen mütevatir tanımı aynı
gözükse de, bir takım nüanslar vardır. Zira, Kur'ân’ın
tevatüründe, Hz. Peygamber döneminde hayatta olan ve
Kur'ân’ı bizzat ondan öğrenip ezberleyen, yazan
insanların ittifakı söz konusudur. Sünnetin tevatüründe ise
yazı unsuru yok denecek kadar azdır. Çünkü Hz.
Peygamber, Kur'ân’a karışması endişesiyle kendisinden
hadislerin yazılmasını engellemiştir. Üstelik sünnet
sadece hadislerden de teşekkül etmez. Peygamberini fiili
davranışları, onay ve retleri de sünnet içerisindedir ve
bunlar Kur'ân gibi yaygın olarak toplumun geneli
tarafından görülen, duyulan, bilinen şeyler değil, bilakis o
an için olaya, söze, fiile şahit olanlar için bilinen şeylerdir.
Yani sünnet, Hz. Peygamber döneminde bile Kur'ân gibi
genelleşebilmiş değildir.
Nitekim Peygamberimizin vefatından sonra ilk
halifenin bazı hukuki meselelerle konuyla ilgili
Kur'ân ayeti bulamadığı zaman, Peygamberden de
bir sünnet bilmediğini itirafı bu görüşümüzü
doğrular. Buna göre Kur'ân için mütevatir,
Kur'ân’ın, Resulullah’ın Allah’tan aldığı şekliyle,
hiçbir değişkliğe uğramadan, Resulullah’ın
ağzından çıktığı gibi bize ulaşması demekken,
herhangi bir sünnet için mütevatir, o söz ya da fiili
Resulullah’ın kesin olarak işlediğine delalet eder
Bu sebeple sünnet için tevatürün sayısı,
ölçüsü konusunda belirli bir rakam
verilememektedir. Yani aklen yalan üzerine
ittifak etmeleri mümkün olmayan topluluk kaç
kişiden oluşur bu net değildir. Buna karşın
alimlerin çoğu zorunlu bilgi sağlayan haberi
mütevatir olarak kabul ederler. Dolayısıyla
haberi nakledenlerin sayısından ziyade,
haberin gerçekleşip gerçekleşmediği üzerinde
yoğunlaşırlar ve gerçekleşmiş olmasını esas
kabul ederler
Mütevatir, haberin kelime kelime
Resulullah’ın ağzından çıktığı şekilde
tevatüren nakledilmesidir. “Kim bile bile
bana yalan isnad ederse cehennemdeki
yerine hazırlansın” hadisinde olduğu gibi.
Manevi mütevatir ise haberin lafzının değil,
haberin manasının tevatür derecesinde
nakledildiği haberdir. Yani ravilerin
naklettikleri haberin lafızları farklı olmakla
birlikte, bütün farklı rivayetler aynı anlama
gelmektedir.
Alimlerin mütevatir haberin kesin ve zorunlu bilgi
ifade ettiği hususunda ittifak etmişlerdir. Buna
göre mütevatir bir şekilde naklolunan bir sünnete
uymak, ona uygun hareket etmek, mütevatir
sünnet zorunlu bilgi ifade ettiği ve bu durumuyla
şer’in bir kaynağı olduğu için, mecburidir. Çünkü
mütevatir bir sünneti (söz, fiil yada takrir)
Resulullah’ın işlemiş, yapmış, söylemiş olduğu
kesindir. Resulullah’a tabi olmak ise Kur'ân
ayetleriyle sabit; onun masum, yalan ve batıl söz
söyleme ihtimali olmayan Allah’ın elçisi olduğu
için mütevatir sünnet Debusî’nin ifadeleriyle
“Kur'ân’dan bir ayet hükmündedir”. Çünkü
kitap’da ancak onun haberiyle sabit olmuştur.
Bu durumda
mütevatire uymak
zorunlu olunca,
ona uymamak veya
inkar etmek de
cezayı gerektirir.
Mütevatiri inkar
edenin tekfir
edilmesi gerektiğini
söyleyen alimler
vardır
Meşhur
Meşhur sünnet, Hanefilerin kullandığı bir
kavramdır. Alimlerin çoğunluğu bu kavramı,
ahad haber arasında değerlendirir.
Hanefilere göre, herhangi bir sünnet (söz
yada fiil) tevatür sayısına ulaşmayan,
ancak fazla kanaldan rivayet ediliyorsa ya
da başlangıçta olmasa bile sonraki
dönemlerde yaygınlık kazanmışsa buna
meşhur yada müstefaz haber denir.
Serahsi meşhur haberi şöyle tanımlamaktadır:
“ikinci nevi meşhurdur. Bunun açıklaması şöyledir:
Resulullah (SAS)’dan nakledilen belirli sayıda
hadistir ki, ravilerinin yalan üzere ittifak etmeleri
düşünülebilir olmasına karşın, alimlerin kabul edip
onayladığı bir haberdir. O, asıl itibariyle ahadır, fer
itibariyle ise mütevatirdir”. (Serahsi, Usul, I.292)
Serahsî’nin bu tanımından meşhur haberin iki
özelliğinin öne çıktığı görülmektedir. Birincisi, meşhur
haber, başlangıçta, yani ilk rivayet edildiği dönemde
ahaddır. Ancak daha sonradan ravileri tevatür
derecesine yakın bir biçimde artarak şöhret
kazanmıştır. İkincisi, başlangıçta ahad olan bir haberin,
alimlerin yaygın kabulüne mazhar olması neticesinde
meşhur olmasıdır.
Hanefilere göre meşhur haberin delil
değeri ise onun ilim ifade etmesiyle
ilişkilidir. Hanefilere göre meşhur haber,
başlangıçta olmasa bile, sonraki
dönemlerde tevatür derecesine ulaşabilir
yada meşhur haber üzerinde icma
sağlanabilir. Bu sebeple bazı Hanefilere
göre meşhur haber ilim ifade ederken,
bazılarına göre tuma’nîne (gönül rahatlığı)
ifade eder. Bunun pratik sonucuna göre
meşhur haberi inkar eden ilk görüşe göre
tekfir olunur, ikinci görüşe göre delalete
düşer.
Lamişi gibi bazı Hanefî usulcüler, meşhur haberi kesin
bilgi gerektirmekle birlikte, herhangi bir asırdaki alimlerin
onun kabul edilmesi konusunda icma etmiş olmaları
şeklinde değerlendirdiği için, meşhur haberi inkar
edenin Resulullah’ı değil, ondan gelen haber üzerine
sonradan icma etmiş alimleri inkar demek anlamına
geleceği için tekfirine gidilemeyeceğini söylerler.
Cumhur ise meşhur haberi haber-i vahid (ahad
haber) kapsamında değerlendirdiğinden, onun da
ahad haberler gibi ilim değil zan ifadeceğini kabul
etmektedirler.
Meşhur haberin ilim ifade ettiğini kabul eden Hanefilere
göre Kur'ân ile ilişkisi mütevatir haberin Kur'ân ile
ilişkisine yakındır. Zira meşhur haber de, mütevair gibi,
Kur'ân’ın ammını tahsis, mutlakını takyid edebilir.
Ahad
 Ahad haber ya da haber-i vahid, sünnetin bir
iki ravi tarafından yine bir iki raviye nakille
rivayet edilen haberlere verilen genel isimdir.
Ahad haber, cumhura göre ravi sayısı
mütevatir derecesine ulaşmayan haberlerin
tümüdür. Hanefilere göre ise mütevatir ve
meşhur olmayan haberler ahad haberdir.
Ahad haber, mütevatir sünnetin dışında kalan
ve Resulullah’tan itibaren adalet ve zabt
sıfatlarını taşıyan bir veya iki yahut tevatür
derecesine ulaşmayan sayıda sahabenin,
daha sonra tabiînin ve tebe-i tabiînin rivayet
ettiği, metninde şaz ve illet bulunmayan ve
zann-ı galip ile (racih) sabit olan habere denir.
Hanefî usulcüleri haber-i vahidi
“mütevatir ve meşhurun altında olmak
üzere bir veya birkaç kişi tarafından
nakledilen şeklen ve manen şüphe
taşıyan bir bağlantı ile Hz. Peygambere
ulaşan haber” diye tanımlamışlardır.
Hanefîlerden Şaşî “Haber-i vahid bir
kişinin bir kişiden, bir kişinin bir
cemaatten veya bir cemaatin bir
kişiden naklettiği haberlerdir. Meşhur
derecesine ulaşmıyorsa, sayının önemi
yoktur” biçiminde tanımlarken;
İmam Şafiî de ahad haberi şöyle
tanımlar: “Haber-i vahid, ya Hz.
Peygamber’e ulaşacak şekilde
(merfu olarak) ya da Hz.
Peygamber’de değil, bir ravide
nihayet bulacak tarzda tek
kişinin tek kişiden rivayet ettiği
hadistir” (Şafiî, er-Risale, 205)
Cumhurun yaklaşımına göre ahad haber,
ravi sayısı kaç olursa olsun, tevatür
derecesine ulaşmayan tüm haberlerdir.
Şu var ki, ravi sayısı üç ve daha fazla
olan hadisler sonraki tabakaların birinde
iki raviye düşmüşse buna aziz, eğer
sadece tek bir raviye düşmüşse de buna
garib denir
MÜRSEL HABER

Şirazî ahad haberi: “Tevatür derecesine


ulaşmayan haberler” şeklinde tanımladıktan
sonra müsned ve mürsel olmak üzere ikiye
ayrıldığını söyler. Ardından müsned haberi: İlim
doğuran haber ve ilim doğurmamakla birlikte
amel doğuran haber olarak ikiye ayırır. Mürsel
haberi “senedinde kopukluk olan haber” olarak
tanımladıktan sonra, bir kimsenin doğrudan
işitmediği bir kimseden rivayette bulunması,
kendisiyle ilk ravi arasında bir kimseyi terk
etmesi şeklinde değerlendirir.
Şirazî’ye göre mürsel ya sahabe mürseli ya da sahabe
dışındakilerin mürseli olabilir. Yani eğer bir sahabi
Resulullah’tan doğrudan işitmediği yani başka bir
sahabiden işitttiği haberi sanki Resulullah’tan işitmiş
gibi aktarabilir. Bu haberle amel gerekir, çünkü
sahabenin tamamı adildir. Ama Mürsel sahabe
dışındaki kimselerdense, Şafiîlere göre Said b.
Müseyyeb’in dışındaki kimselerin Mürselleriyle amel
olunmaz. Malik ve Ebu Hanife’ye göre Mürsel
haberler de tıpkı müsned haberler gibi amele layıktır
(Şirazî, el-Lum’a, 153-160)
Hanefîlerin Mürsel haber
konusundaki tutumu
Hanefîlerin Mürsel haber konusundaki tutumunu
Cessas şöyle özetler: Hanefîlerin geneline göre
Sahabe ve tabiûn Mürselleri makbuldür. Cessas buna
güvenilir ve adil kimselerden irsal yapıldığı bilindiği
taktirde Etbau’t-Tabiîn’in Mürselleri de makbuldür
şeklinde ekleme yapar. Ancak dördüncü asırdan
sonraki mürsellere gelince, Cessas bazı Hanefî
üstadların bu Mürselleri makbul görmediğini söyler.
Onlar bunu şöyle izah etmektedirler.
İlk üç asırda peygambere bağlılık, sonraki
asırlara göre çok daha fazladır. Dördüncü asırla
birlikte yalan yaygınlık kazanmıştır. Cessas bu
konuda: “O dönemin insanlarında çoğunlukla
fesad ve yalan yaygınlaşmışsa, biz de sadece
güvenilir, doğru ve adil olduğunu bildiğimiz
kimselerden haber naklederiz” demektedir.
Hocası Ebu’l-Hasan el-Kerhî’nin Mürsel
konusunda asır farkı gözetmediğini de ekler.
Hanefî büyüklerinden İsa b. Eban’ın
sonraki dönem Mürselleri konusundaki
tutumu da şöyledir: “Her kim zamanımızın
âlimlerine Hz. Peygamberden irsal yaparsa;
o kisme din büyüklerindense, o hadisi
kesinlikle ilim sahibi kimselerden
yapıyordur, onun mürseli, müsnedi gibi
makbuldür. Her kimden insanlar müsned
hadisi öğreniyor / tahammül ediyor ve
onun Mürsellerini öğrenmiyor / tahammül
etmiyorsa, bize göre onun Mürselleri
mevkuftur”.
Cessas, İsa b. Eban’ın “bana göre Mürsel
müsnedden daha güçlüdür” dediğini de
naklettikten sonra: “Bana göre doğru olan,
ashabımızın tercih ettiği görüştür ki o da: Tabiûn
ve onlara tabi olanların (Etbaut’-Tabiin) Mürselleri,
ravi güvenilir (sika) olmayan kimselerden hadisi
irsal etmediği sürece, makbuldür. Her kim
güvenilir olmayan kimselerden irsali caiz görürse,
onun ne mürseli ne müsnedi makbuldür” der.
(Cessas, el-Fusul, III.145-146)
Bütün fakihler ahad haberin dinde ve
dünyevî ahkamda hüccet olduğu üzerinde
fikir birliği etmişlerdir. Her ne kadar ahad
haberler kesin bilgi ifade etmeyip zann
ifade etse de, Müslümanların günlük
hayatlarında din ve dünyaya ilişkin
hususlarda Resulullah’tan ya da ona
sahabi olanlardan veya onlara tabi
olanlardan nakledilegelen bilgilerin hepsi
tevatür derecesinde olamaz
Delil Olmak Açısından Ahad Haber’in Değeri
Hadis alimleri ahad haberleri sahih, hasen ve zayıf olmak
üzere üç kategoriye ayırırlar. Sahih hadis “adil ve zabıt olan
ravilerin, yine kendileri gibi adil ve zabıt olan ravilerden
muttasıl isnadla (kesintisiz olarak) rivayet ettikleri, şaz ve
illetten ari hadistir”. Hasen hadis “sahih hadisin şartlarını
taşımakla birlikte ravisinin zabtı sahih hadisin ravisi kadar
kuvvetli olmayan hadistir”. Zayıf Hadis ise “Sahih hadis
şartlarını taşımayan, ravileri arasında yalan veya
adaletsizlikle veya kesret-i galat ve cehalet ile bilinen bir
kimse bulunan ve şüzuzdan (şazlık), münkerlikten salim
bulunmayan hadistir”. Mu’allak, müdelles, mu’dal, munkatı,
mürsel, mu’allel, şazz, münker, metruk hadisler, zayıf hadisler
kategorisinde yer alan hadislerdir
 Ahad haberin ilim ifade etmemesi, zann ifade
etmesi demektir.
 Bunun anlamı şudur: Ahad haber olarak
gelen bir bilginin Peygambere izafeti, yani
peygamberin o fiili işleyip işlemediği veya o
sözü söyleyip söylemediği hususu şüphelidir.
Bununla birlikte İslam alimleri ahad haberin
dinde hüccet olarak kullanılması ve onunla
amel edilmesi hususunda müttefiktirler.
Çünkü Hz. Peygamber din hususunda
yegane otoritedir.
Hadisçilerin tasnifi açısından bakıldığında
sahih ve hasen hadislerin güvenilir ve
kendileriyle amel edilmesi gerekli hadisler
olduğu, zayıf hadislerin ise güvenilmez,
terk edilmeleri gereken hadisler olduğu gibi
bir izlenim ortaya çıkmaktadır. Halbuki
fukaha açısından durum böyle değildir
Fukaha hadislere
bu şekilde sadece
isnad bakımından
yaklaşmamış,
bunun yanında
ravilerin durumu,
metin tenkidi ve
akıl süzgecinden
de geçirerek ele
almışlardır
Usulcülerin çoğunluğu
haber-i vahidin bilgi kaynağı
olmadığı görüşündedir

Ancak Ahmed b. Hanbel,


Malik b. Enes ve hadisçilerin
çoğu, ahad haberin sahih
olduğu sabit olunca ilim ifade
edeceğini, bu sebeple onunla
amel etmenin zorunlu
olduğunu söylemektedirler.
Ahad haberin ilim ifade etmemesi, zann
ifade etmesi demektir. Bunun anlamı
şudur: Ahad haber olarak gelen bir bilginin
Peygambere izafeti, yani peygamberin o
fiili işleyip işlemediği veya o sözü söyleyip
söylemediği hususu şüphelidir. Bununla
birlikte İslam alimleri ahad haberin dinde
hüccet olarak kullanılması ve onunla amel
edilmesi hususunda müttefiktirler. Çünkü
Hz. Peygamber din hususunda yegane
otoritedir
Cessas’a göre ahad haberin tasnifi

Cessas ahad haberlerin


1) Kendisine hüküm tealluk eden,
2) Kendisine hüküm tealluk etmeyen haberler
şeklinde ikiye ayrıldığını, birincisinin de
1) ilim ve amel doğuran,
2) ilim doğurmamakla birlikte amel doğuran
şeklinde ikiye ayrıldığını söyler.
İlim doğurmayıp amel doğuranın da
1) Şahitlikler,
2) Özel durumlarla ilgili varid olan dini haberler
ve
3) Muamelata ilişkin haberler olarak üçe
ayrıldığını bildirir (Cessas, el-Fusul, III.69).
Hanefilerden Lamişî, ahad haberin ilim ifade
etmediğini, ancak ameli gerektirdiğini, bu
sebeple de itikadi konularda, kesin bilgiyi
gerektirdiği için, bunların hüccet
olamayacağını söyler ve ahad haberin kesin
ilim ifade etmemesine rağmen zann-ı galip
sağladığını belirtir. (Lamişî, Kitabun fi Usuli’l-
Fıkh, 148)
Üzerinde İcma Gerçekleşen ahad haberle ilgili
Cessas’ın yaklaşımı

Bazı haberler vardır ki Peygamberden onu


bir ya da iki kişi duymuş ve rivayet etmiş
olabilir. Ancak belki o haberler toplumun
önemli meseleleri çözüm getirici nitelik
olabilir. Bu durumda toplum o ahad yolla
gelen haberin hükmü üzerinde icma
edebilir. İşte bu tür toplumun hüküm
konusunda icma ettiği haberlerin,
mütevatir haber gibi ilim doğurduğu ve
hatta Kur’an’ı nesh bile edebileceği kabul
edilmiştir (bkz. Cessas, el-Fusul, II.358)
Ahad Haberle Amel’de Mezheplerin Tutumu

Ahad habere istinaden hüküm istinbatı


konusu mezhepler arasında çeşitli
tartışmalara konu olmuş, fıkıh mezhepleri
ahad haberle amel hususunda farklı
yöntemler benimsemişlerdir. Bu konuda
hatırda tutulması gereken önemli bir nokta,
sünnetin çoğunun ahad haberlere istinaden
tespit edilmek zorunda olmasıdır. Zira
Peygamberimize izafeten nakledilen
haberlerin çoğu ahad haber türündendir. Bu
sebeple ahad haberle amel konusu usulde
oldukça önemli bir konudur.
Genel olarak mezhepler şu durumlarda ahad haberle
amel edilemeyeceği noktasında müttefiktir:

1.Akla aykırı olan ahad haber kabul edilemez;


çünkü şer’iat akla hitaben gönderilmiştir ve
onun mümkün gördüğü şeyleri getirir.
2.Kitap ve mütevatir sünnetle tearuz eden
olan ahad haber kabul edilemez. Eğer bir
haber Kur'ân’ın ve tevatür bulmuş sünnetin
apaçık nasslarına aykırı ise ya hükmü
kaldırılmış (mensuh) ya da uydurmadır.
Çünkü Peygamberin Kitaba aykırı hareket
etmesi, söz söylemesi düşünülemez.
3) İcma’a aykırı olan ahad haber de reddedilir.
Eğer bir haber hem sahih hem de icma’a
aykırı olamaz. Dolayısıyla bir konuda icma
hasıl olmuşsa, sahabenin ya da icma ehlinin
sahih bir habere çelişik olarak fikir birliği
etmeleri imkansızdır. Bu sebeple icma’a aykırı
olan haber ya mensuhtur ya da uydurmadır.
4) Toplumun genelini ilgilendirdiği için herkes
tarafından bilinmesi gereken bir konuyla ilgili
haberlerin tevatür derecesinde olması gerekir.
Tevatür ehlince rivayet edilmesi gereken
türden bir olayı bir kişinin rivayet etmesi
kabul edilebilir değildir
Irak Hanefîliğinin önde gelen usulcülerinden Cessas, kıyasa aykırı ve
meçhul ravilerden gelen ahad haberlerde üç mertebe olduğunu
söylemektedir:

1) Rivayet konusunda seleften


kimsenin karşı çıkmadığı, zabtına,
güvenilirliğine ve ilim taşımakta
tanınan adil kimselerden gelen
rivayetler. Kitap, sabit sünnet ve
itkandan müteşekkil asıllara ve bu
asıllara kıyasla varid olana aykırı
olmamak kaydıyla bu haberler
makbuldür.
2) İlm taşımakla tanınmayan, zabt ve itkanı
konusunda bilgi sahibi olunamayan
kişilerden gelen rivayetler olmakla birlikte,
güvenilir kimselerin kendilerinden haber
aldıkları kişilerin haberleri. Güvenilir
kimselerin bu tür kişilerden haber almaları
onların güvenilir olduğuna yorumlanır.
Asıllara kıyasla varid olmadığı sürece,
haber makbul kabul edilir. Bunların kabul
veya reddedilmesi içtihada bırakılır.
3) Maruf birinden rivayet edilmekle
birlikte selefin şüphe ettiği ve raviyi
galatla itham ettikleri haberler. Bu rivayet
de, yukarıda geçen asıllara ve kıyasa
aykırı olmadığı sürece makbuldür. Kıyasa
aykırı olursa kabul edip etmemek
içtihada meselesi olur (Cessas, el-Fusul,
III.135-136)
Hanefîlerin Ahad Haberle Amel
Etme Yöntemleri
• Hanefilere göre ahad haberi rivayet eden
ravinin Müslüman, adil, zabıt ve akil
olması ve haberinin de muttasıl olarak
Resulullah’a ulaşması gerekir.
• Başta Ebu Hanife olmak üzere Hanefîler
genel olarak haber-i vahidleri kullanırken
şu kuralları uygulamaktadır:
1) Hanefîler açısından kitap-sünnet ilişkisi büyük önem
arz eder.
Hanefîlere göre Resulullah’ın sünneti / hadisi, ilim
gerektirmesi ve kendisiyle amel edilmesi bakımından
Kitap hükmündedir. Dolayısıyla ona itaat eden Allah’a
itaat etmiştir. Ancak haberin (sünnet / hadis)
Resulullah’tan sübut bulduğu konusu şüphelidir.
Hanefiler sünneti mütevatir, meşhur ve ahad olarak
taksim ederler. Hanefilerin mütevatir ve meşhur
sünnetle amel konusundaki yaklaşımları yukarıda
geçmişti. Ahad habere gelince Hanefilere göre
Haber-i vahidin kitaba nispetle üç türlü durumu olup;
a) Kitaba uygunsa kabul edilir; b) Kitaba aykırıysa
reddedilir; c) Kitapta olmayan bir husus içeriyorsa
neshe varmayacak bir tarzda amel edilir
2) Eğer haber-i vahid, Kur'ân’ın umum ve zahir ayetlerine,
meşhur sünnet’e İslam Hukuku’nun başlıca hedeflerine
ve kendisinden daha sağlam kabul edilen bir başka
ahad hadise aykırı değilse kabul edilir

Hanefiler bu konuda genellikle hadislerin Kur’an’a arzını


göz önünde bulundururlar. Bu konuda “Ben sonra sizlere
hadis rivayeti artacaktır. Size benden bir hadis rivayet
edildiği zaman, onu Allah’ın kitabına arz edin, eğer
uyarsa onu kabul edin, eğer muhalifse reddedin”
hadisine dayanırlar. Ayrıca Hz. Ali’den nakledilen, raviler
konusundaki şu değerlendirmeyi esas alırlar: “Raviler üç
kısımdır: Birincisi ihlaslı mü’min olup, Resullah’ın
arkadaşı olanlar. Bunlar onun sözünün manasını bilirler.
İkincisi Bedevîler, ki bunlar herhangi bir
kabileden gelip, Resulullah’tan
işitebildiklerini işitirler, fakat sözün anlamını
bilmezler. Sonra kabilelerine dönüp,
Resulullah’ın söylemediği lafızlarla,
manada değişiklik olmadığı zannıyla
manayı değiştirerek rivayet ederler.
Üçüncüsü münafıklardır. Bunların nifakı
bilinmez. Resulullah’tan duymadığı şeyleri
rivayet eder ve iftrada bulunurlar, halk da
onlardan dinler ve onları halis mü’min
zanneder ve o rivayeti yayarlar ve böylece
o rivayet şöhret bulur”. Şaşî der ki: Bu
sebeplerle haberin Kitaba ve meşhur
sünnete arz edilmesi zorunludur” (eş-Şâşî,
203)
Hanefîlerin Kur’an’a arz ederek amel
etmedikleri hadislere örnek olarak “Kendisini
velisinin izni olmaksızın nikahlayan kadının
nikahı batıldır, batıldır, batıldır” hadisi
gösterilebilir. Hanefiler bu hadisin “onların
eşleriyle evlenmelerine engel olmayın”
(Bakara, 2 / 232) ayetiyle çeliştiği için
reddedildiğini söylerler (Şaşi, 204).
Ayrıca cinsel organa dokunmakla abdestin
bozulacağına dair hadisin, “Onlar temizlenmeyi
sever, Allah da temizlenenleri sever” (Tevbe, 9 /
108) ayetine aykırı olduğu için terk edilmesi
gerektiğini söylerler. Zira bu ayet taşla istinca
yapıp, yıkanan kimseleri övmektedir. Şayet
cinsel organa dokunmak necis olsa, genel
manada bu taşla istinca ve yıkama temizlik
değil, pislik olması gerekirdi derler. (Şaşi, 203)
Ebu Hanife’ye göre hiçbir hadis Allah’ın
Kitabına aykırı bir hüküm getirmez ve meşhur
sünnetle de çelişmez. Bu hususta o şöyle der:
“Eğer Hz. Peygamber Kur’an’a muhalefet etse
ve Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden
uydursa idi, Allah onun kudret ve kuvvetini alır,
kalp damarını koparırdı.
Nitekim bu hususu Kur’an’da şöyle belirtilir:
“Eğer Peygamber söylemediklerimizi bize
karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi,
elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da kalp
damarını koparıverirdik. Sizin hiç biriniz de
buna mani olamazdı” (el-Hakka, 45 / 47)
(Ebu Hanife, el-Alim ve’l-Müteallim, 24). Ebu
Hanife’ye göre bir ahad haber kitaba ya da
meşhur sünnete aykırı ise şazdır ve onunla
amel edilemez
3) Eğer haber-i vahidin ravisi sika ise, haber-i vahid kabul
edilir; ancak bir haber kıyasa aykırı ise haberin ravisi
fıkıh bilgisiyle bilinen bir kimseyse rivayeti kabul edilir,
fıkıh bilgisiyle tanınmayan biriyse, kıyas tercih edilir
Hanefî alimi eş-Şâşî ahad haber ravileri konusunda
şu yorumu yapar: “Aslında ravi iki kısımdır. Birincisi
ilim ve içtihatla meşhur raviler ki dört halife, Abdullah
b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer,
Zeyd b. Sabit, Muaz b. Cebel ve benzerleri
bunlardandır. Bunlardan Resulullah’a ait bir haber
bulunduğu zaman, onların rivayetleriyle amel etmek
kıyasla amel etmekten daha üstündür…
Ravilerin ikinci kısmı hıfz ve adaletleriyle
bilinmekle birlikte içtihat ve fetva
melekeleri olmayanlardır, Ebu Hüreyre ve
Enes b. Malik gibi. Bunlar Resulullah’tan
bir haber nakletmişlerse, eğer rivayetleri
kıyasa uygunsa onunla amel edilir, eğer
rivayetleri kıyasa aykırı ise, kıyasla amel
etmek daha üstündür” (eş-Şaşi, Usulü’ş-
Şâşî, 200; Debusi, Takvimü’l-Edille fi
Usuli’l-Fıkh, 258)
4. Eğer haber-i vahidin ravisi kendi rivayetini
reddetmiyorsa, söylediğinin aksine
davranmıyor ve fetva vermiyorsa o zaman
rivayeti kabul edilir. Zira onun rivayet ettiği
haberin aksine amelde bulunması veya fetva
vermesi, rivayetinin geçersiz olduğu, nesh
edildiği konusunda bir bilgisine
dayanmalıdır. Öyle olmasa ravi rivayetine
aykırı hareket etmez. Çünkü bir ravinin
rivayetinin aksine amelde bulunması veya
fetva vermesi onun adalet sıfatını nefy eder.
Bu nedenle, böyle bir durumda ravinin
rivayeti değil amel ve fetvası dikkate alınır.
Bu sebeple Hanefîlerin Ebu Hüreyre’nin Hz.
Peygamberden rivayet ettiği “Sizden birinin
kabını köpek yalarsa, içindekini döksün, sonra
da biri toprakla olmak üzere yedi defa yıkasın”
hadisiyle amel etmemişlerdir. Zira Ebu Hüreyre,
köpeğin yaladığı kabını rivayetinin aksine üç
kere yıkamıştır. Hanefîlerde onun bu davranışını
esas alarak bu hadisle ameli terk etmişlerdir
5. Hanefîlere göre toplumun genelini
ilgilendiren ve herkesin hükmünü bilme
ihtiyacı hissedeceği hususlarda (umumü’l-
belva) varid olan ahad haberin güvenilirliği
de yoktur. Hanefîler, usulcülerin
çoğunluğundan farklı olarak umumü’l-
belvâ’da varid olan haberi manen munkatı
sayarak ihticaca uygun görmemişlerdir.
Çünkü toplumun genelini ilgilendiren
hususlarla ilgili bir hadisin mütevatir olması,
en azından şöhret bulması gerekir
Haber-i vahidin umumü’l-belvâ bir konuda varid olması
ve sahabe tarafından nazar-ı itibara alınmamış
bulunması durumlarında reddedilmesi ise haber-i
vahidin, kasten ya da gafleten yalan töhmeti var
sayılmasıyla düşük ayarlı sayılacağı veya daha olumlu
bir yaklaşımla sıhhat bakımından kendisinden daha
kuvvetli bir hadise muarız olması sebebiyle zayıf
sayılması anlamını taşır. Bu aynı zamanda böyle bir
hadisin tevatür derecesine ulaşmamış olması veya
şöhret bulmamış olması o hadisin ravi sebebiyle
noksanlığına ya da nesh olunduğuna delalet eder.
Çünkü sahabe dinin naklinin ilk halkasını teşkil eder. Bu
sebeple onların bildikleri bir şeyi sakladıkları ya da
hücceti terk edip, hüccet olmayan bir şeye dayandıkları
düşünülemez
Şâşî’nin “umumü’l-belvâ’da varid olan haber-i vahidin
terk edilmesi, haberin re’y ve kıyas sebebiyle
reddedilmesi değil, aksine tutunacağımız hadislerin
tercihidir” şeklinde değerlendirmesi de, haberin umumü’l-
belvâ’da varid olmasıyla kitaba aykırı bulunmasının
hadisin reddi açısından eşit sebepler olmadığını
göstermektedir. Kitaba aykırı haber, telif imkanı yoksa,
doğrudan reddedilir; bu konuda başka haberlerin
desteğine ihtiyaç yoktur. Halbuki umumü’l-belvâ’da varid
olan haber reddedilirken o konuda çoğunlukla başka
haberlerin desteğine ihtiyaç duyulmaktadır
Diğer Hanefî usulcülerinin umumü’l-belvâ’da varid olmuş
haber-i vahidi red için öne sürdükleri gerekçe şudur: Hz.
Peygamber, ihtiyaç duydukları şeyleri insanlara açıklamakla
emrolunmuş ve onlara kendilerinden sonra ihtiyaç duyulacak
şeyleri nakletmelerini emretmiştir. Olay belvâ’nın umumi
olduğu bir konu ise Resul-i Ekrem’in bunu herkese açıklaması
ashabın da bunu yaygın olarak öğrenip nakletmesi kuraldır.
Onlardan yaygın nakil olmadığına göre haber unutulmuş veya
nesh edilmiştir. Nitekim haberin halef arasında ortaya çıktığı
andan itibaren nasıl yaygınlık kazandığı görülmektedir. Bu
bakımdan eğer öncekiler arasında da sabit olsaydı,
yaygınlaşırdı ve bir kişi onu tek başına nakletmezdi. Hadisenin
yaygınlığına rağmen hadisin şaz kalması güvenilmezlik ve
inkıta bulunduğunu gösterir
Bu konuda Ebu
Hanife’nin, yağmur
duasında namaz
kılınmasıyla ilgili hadisi
kabul etmemesi örnek
verilebilir. Zira, yağmur
duası toplum tarafından
sürekli yapılan bir
ameldir ve
Peygamberimiz yağmur
duasında sadece dua
edip, hutbe okumuştur
Cumhurun Ahad Haberle Amel
Etme Yöntemleri
Cumhura göre de ahad haber kesin bilgi ifade
etmez, ancak zann ifade eder. Dolayısıyla ilim ifade
etmez. Ancak kendisiyle amel gereklidir.
Zira, Peygamberden kat’î olarak gelen haberler
sınırlıdır. Üstelik Peygamber zamanında yaşayan
herkesin hep birlikte Peygamberin bütün amel ve
sözlerine muttali olmaları mümkün değildir.
Dolayısıyla nasıl insanlar peygamberle teker teker
görüşmüşlerse, onlardan da teker teker haberlerin
gelmesi kaçınılmazdır. Bu sebeple haber-i vahidle
amel etmek mecburiyeti vardır.
Cumhur ravide aranan şartlar
çerçevesinde Müslüman, mükellef (akil ve
baliğ), adil ve zabıt olmayı şart
koşmaktadır. Ravisinin bu şartları taşıdığı
haberleri Cumhur kabul eder. Hadisin
senedinin muttasıl olarak Peygambere
ulaşması konusunda ise farklı yaklaşımlar
sergiledikleri görülür. Buna karşın sahabe
mürselini kabul ederler.
• Hanbelîler kıyasa aykırı olan haber-i
vahidle de amel edilmesi gerektiği
görüşündedirler. Malikîler ise haber-i vahid
olarak gelen bir sünnet veya hadisin
Medinelilerin ameliyle çelişmemesini şart
koşarlar. Eğer bir haber Medine’de yaygın
olarak uygulana gelen amele aykırıysa bu
haberle amel etmezler.
Şafiilerin haber-i vahidle amel etmede aradığı şartlar şöyle
özetlenebilir:

1. Ravi dindar, güvenilir, doğru sözlü olmalıdır.


2. Ravi, rivayet ettiği hadisin anlamını bilmelidir. Yani hadisin
manasının bir kelime yerine başka bir kelime kullanıldığında
değişip değişmeyeceğini veya işittiği hadisi aynen olduğu gibi
rivayet edip etmediğini bilmesi gerekir. Eğer kelimenin değişmesiyle
mana değişimi söz konusuysa mana üzere rivayeti kabul olunmaz.
3. Ravi, rivayet ettiği ezberinden rivayet ediyorsa bellemiş, kitabından
rivayet ediyorsa ezberlemiş olmalıdır.
4. Ravi, hadisi rivayet ettiği kişiden bizzat dinlemiş olmalıdır.
5. Rivayet ettiği hadis, aynı konuyla alakalı, diğer rivayetlere aykırı
olmamalıdır. (Ebu Zehre, İmam Şafiî, 218)
Ahad Haberin Kıyasa Tercih Edilip
Edilmeyeceği Meselesi

Ahad haberin kesin bilgi ifade etmediği


usulcüler tarafından kabul edilmekle birlikte
ameli gerektirip gerektirmeyeceği hususu
ihtilafa konu olmuştur. Bu ihtilafa bağlı
olarak gündeme gelen tartışmalardan biri de
ahad haberin kıyasa aykırı olarak varid
olması meselesidir. Yani kıyasa aykırı olarak
bir ahad haber nakledilirse, bu durumda
onunla amel eidlmesi gerekir mi gerekmez
mi konusu mezhepler arasında tartışmaya
konu olmuştur.
Şafiîlerden Şirâzî kıyasa aykırı bile olsa ahad
haberin kabul edileceğini söylerken, Malikiler
kıyasa aykırı olmayan ahad haberin kabul
edileceği ve kıyasın önüne alınacağı, kıyasa
aykırı olduğu zaman reddedileceği
görüşündedirler. Onlar bu hususta şöyle akıl
yürütürler: Ahad haber sarahaten Şari’in kastını
ifade etmeye delalet ederken, kıyas istidlal
yoluyla buna delalet etmektedir. Dolayısıyla
kıyasa aykırı olmayan haber saraheten olduğu
için istidlalden daha güçlüdür. Bu sebeple de
kıyasın önüne alınması gerekir derler (Şirazî,
Lum’a, 157-158).
Hanefîler ise bu konuda seleften hiç kimsenin
rivayetine karşı çıkmadığı adil ve güvenilir kişiden gelen
ahad haberin kıyasa tercih edileceğini savunurlar. Ancak
ahad haber selefin rivayetlerinin zahirine ve kıyasa
(genel kural anlamında kıysa) aykırı ise ya da ravi zabt
ve güvenilirliğiyle tanınan kimselerden değilse kıyasın
onun önüne geçmesi hususunda ictihad edilir. Mesela
Ebu Hureyre’den rivayet edilen “Ateşin dokunduğunda
abdest vardır” mealindeki habere İbn Abbas karşı çıkmış
ve kıyasa aykırı bu rivayetinden dolayı raviyi
eleştirmiştir. Aynı şekilde Hz. Ömer, Fatıma bt. Kays’ın
iddet bekleyen kadınlara sükna olmadığına dair
haberine karşı çıkmış, genel kurala aykırı bu haberi
reddetmiştir (Cessas, el-Fusul, III.140-142).
Sünnet’in Kur’an’a Göre Yeri
Kaynaklık vasfı açısından

Sünnet, İslam hukukunun Kitap’tan sonra ikinci


kaynağıdır. Yani bir hadisenin hükmünün istinbatından
kitapta bir hüküm bulunamazsa, sünnet’e müracaat
edilir. Sünnet’in kitaptan sonra ikinci sırada delil
olmasının sebebi, kitabın sübutunun kat’î olmasına
karşın, sünnetin sübutunun zanni olmasıdır.
Dolayısıyla Kur'ân’ın ilk sırada gelmesinin nedeni,
onun Allah’tan geldiği biçimde elimizde mevcut olması
iken, sünnet’in Peygambere izafetinin kesin
olmamasıdır. Yani sünnet, değerlendirme açısından
Kitap mertebesinde değildir.
• Hükümler açısından

Bu bakımdan sünnet ile kitap arasında


dört tür ilişki olduğu görülür. Sünnet ya
Kur'ân’daki hükümleri tam anlamıyla
destekler; ya Kur'ân’da kapalı (mücmel)
olarak geçen ifadeleri açıklar, genel (amm)
olan hükmü özelleştirir (tahsis); ya Kur'ân’da
yer alan hükümleri nesh eder; ya da
Kur'ân’da hüküm bulunmayan konularda
hüküm getirir.
Sünnet’in Hükümler Delaleti

Sünnetin bize ulaşması bakımından kat’i ve


zannî olduğunu görürüz. Mütevatir haberler
kat’î olduğu için, kesin bilgi ifade ederler,
hükümlere delaleti de kesindir. Meşhur ve ahad
haberler ise kesin bilgi ifade etmeyip, zan ifade
ederler, dolayısıyla onların delaleti de zannîdir.
Peygamberin Tasarrufları
Usulcüler, hükme medar olması bakımından
Peygamberimizin tasarruflarını çeşitli ana kategorilere
ayırarak, bunlardan hangisinin sünnet olduğu ve
dolayısıyla bağlayıcı olduğu konusunu aydınlatmaya
çalışmışlardır. Peygamberimizin tasarrufları birkaç farklı
şekilde tasnife tutulmuştur. Son dönem alimlerinden Tahir
b. Aşur bunları on iki alt başlığa ayırarak inceler. İbn
aşur’un tasnifine göre Peygamberimizin tasarrufları şu
kategorilere ayrılır: Teşri (yasama), Fetva, Kaza (yargı),
İmamet, Hedy (iyiye güzele yönlendirme), Sulh
(arabuluculuk), İstişare (yol gösterme), Nasihat, İnsanları
mükemmele yönlendirme, Telkinü’l-Hakayık (hakikatleri
telkin etme), Te’dib (tehdit ve azarlama) ve Yaratılış gereği
yaptığı tasarruflar.
Başta Maliki Fakihi Karâfî olmak üzere bazı
usulcüler de Peygamberimizin tasarrufları beş
ana başlık altında toplamışlardır. Bu tasnife
göre Peygamberimizin tasarrufları Risalet /
Nübüvvet / Tebliğ (Peygamberlik), İmamet
(devlet başkanlığı), Fetva, Kaza ve Beşer
olmak şeklidedir.
Peygamberin davranışları bir hukuk kaynağı
olmasına karşın, hangi davranışlarının hukuk
kaynağı olduğu konusunda Peygamberin
tasarruflarının tasnifi yol gösterici olmaktadır.
Peygamberin beşer olarak tasarrufları, diğer insanlar
gibi yemesi, içmesi, uyuması, giyinmesi, saç ya da
sakal bırakması cinsinden tasarruflarıdır. Bunlar
sünneti teşkil etmezler. Ancak ulema teberrüken bu
tür tasarruflara sünen-i zevaid (faslalık sünetleri)
demişler ve peygamberin bu türden davranışlarını
taklit etmeyi hoşgörmeseler bile, ayıplamamışlardır.
Söz gelimi peygamberin sarık cübbe giymesini
bazıları sünnet olarak kabul ederler halbuki
Peygamber arap coğrafyasında yaşamasından
dolayı bu kıyafetleri döneminin örfü olarak giymiştir.
Söz gelimi peygamber Afganlı olsaydı yandaki gibi
giyinmek sünnet olacaktı.
Peygamberimizin Nebi / Resul olarak
tasarruflarına gelince; bunlar onun risalet
vazifesi gereği ifa ettiği tasarruflardır, bu
sebeple de dini teşkil ederler. Bunlar
uyulması gerekli ve zorunlu olan
tasarruflardır. Sünnetin büyük kısmı bu
tür tasarruflardan elde edilir.
Peygamberimizin Devlet başkanı olarak
tasarruflarına gelince; bunlar onun imamet
vazifesi gereği ifa ettiği tasarruflardır, bu
sebeple de tüm ümmete örnek olarak riayet
edilmesi gerekli tasarruflar olarak
değerlendirilemez. Devlet başkanları
yaşadıkları dönem, çağ, coğrafya şartlarına
göre devletlerini ilgilendiren hususlarda
kendileri gerekli çözümleri bulmak
zorundadırlar. O nedenle peygamberin
uygulamalarını sünnet olarak
değerlendiremezler.

You might also like