You are on page 1of 108

Doç. Dr.

Ali Duman

Malatya / 2010
1. HAFTA

Fıkıh Usûlü:

Tanımı, Tarihçesi, Diğer Şer’i


İlimlerle İlişkisi, Fıkıh Usulü
Tedvininde İzlenilen Meslekler
Giriş
İslam Hukuk Usûlü, literatürdeki ismiyle Usûlü’l-Fıkh fıkhın en
önemli dallarından biridir. Bilindiği gibi fıkh temelde usul ve fürû
olmak üzere iki ana kategoriye ayrılır. Her bir dal kendi içinde
bağımsız değildir. Yani her ikisinin birbiriyle sıkı bir ilişkisi vardır.
Zira fürû’da, tek tek meseleler ele alınarak çeşitli deliller yardımıyla
hükümlerine ulaşılmaya çalışılırken, usulde deliller, hükümler ve
kurallar söz konusudur. Fakihin fer’î meseleleri çözmede uyacağı
kuralları, kısaca yöntemi usul belirler.
Bunun yanında fıkıh usulü sadece fürû-ı fıkh ile ilgili de değildir.
Başta lügat olmak üzere, tefsir, hadis, kelam gibi temel İslamî
bilimlerin tamamıyla ilgilidir.
Sahip olduğu bu önem dolayısıyla fıkıh usulü asırlarca İslam
medreselerinde okutulmuş, öğrencilerin meseleler karşısında nasıl
hareket etmeleri gerektiğine dair temel usûlî bilgiler, yani yöntemler
öğretilmiştir.
Günümüzde ilahiyat fakültelerinde okutulan fıkıh usulü derslerinde takip
edilen usul kitapları incelendiğinde, büyük çoğunluğunun Arapçadan
tercüme eserler olduğu dikkatlerden kaçmayacaktır. İlahiyat fakülteleri
İslam Hukuku öğretim üyeleri genelde usul dersleri için Arap yazarlardan
yapılan tercüme kitapları okutmayı tercih etmektedirler. Bu tercüme eserler
arasında en yaygın olarak Zekiyüddin Şaban’ın, İbrahim Kafi Dönmez
tarafından İslam Hukuk İlmi’nin Esasları adıyla tercüme edilen kitabı
okutulmaktadır. Bunun yanında Muhammed Ebu Zehre’nin İslam Hukuk
Metodolojisi, Abdülkerim Zeydan’ın Fıkıh Usûlü, Şakir Hanbelî’nin Fıkıh
Usûlü kitaplarının da okutulduğu görülmektedir. Fahrettin Atar, Hayrettin
Karaman, Abdullah Kahraman gibi ülkemiz İslam Hukukçularının önde
gelenlerinin Fıkıh Usulü kitaplarının da okutulduğuna şahit olmaktayız.
Ancak ne yazık ki Osmanlı dönemi usul kitaplarından okutulması tercih
edilenine rastlayamadık. Söz gelimi Seyyid Bey’in Medhal’i, Seydişehrî’nin
Telhis’i gerçekten usul öğretimi açısından oldukça faydalı eserlerdir. Fakat
herhangi bir ilahiyat fakültesinde bunların okutulduğuna dair bir bilgimiz
yoktur. Gerek tercüme, gerek te’lif usul kitapları incelendiğinde bunların
çoğunun muhteva açısından birbiriyle aynı olduğu söylenebilir.
İlahiyat fakültelerinde okutulan usul derslerinde amacın öğrenciye genel
bir fıkıh usulü alt yapısı vermek olduğu düşünüldüğünde hangi usul
kitabının okutulduğunun pek de önemi olmadığı söylenebilir. Önemli olan
öğrenciye usulle ilgili verilmek istenilen temel usûli bilgilerin akılda kalıcı,
hayatta kendisine başvurulabilen bir biçimde aktarılmasıdır.
Biz de ilahiyat fakültesi öğrencilerine daha kolay bir şekilde Fıkıh Usûlü
öğretmek amacıyla bu çalışmayı yapmış bulunuyoruz. Şatıbî el-
Muvafakat’ın altıncı mukaddimesinde der ki: “Öğretilmesi amaçlanan
(matlub olan) şeyin öğretilmesi için gerekli olan şey, bazen takrîbî bir yolla
ve çoğunluğun anlayabileceği bir şekilde olur; bazen da böyle olmaz…
Şeriat Arap dili üzere inmiştir, Ümmet ise ümmîdir, bu sebeple ona yönelik
açıklamaların da ümmi olması gerekmektedir” (I.48). Şatıbî’nin bu
mukaddimede ortaya koymak istediği şey, öğretilmesi istenilen şeyin,
öğretilmek istenilen kişiye ortalama insan aklının anlayabileceği bir
biçimde aktarılması verilmek istenilen bilginin doğrudan olması
gerektiğidir. Bu bağlamda biz de mümkün olduğunca çoğu öğrencinin
doğrudan anlayabileceği bir biçimde ders notlarını hazırlamaya gayret
ettik.
Ders Planı
Öncelikle usulün tanımı ve tarihçesi üzerinde durulacak, akabinde usul ile
ilgili bilimler ve usulle ilişkileri izah edilecek, bundan sonra da ortaya
çıkmış hüküm istinbat yöntemleri kısaca tanıtılacaktır. Daha sonra usulün
üç temel konusundan birincisi olan hüküm kavramı üzerinde durulacak,
hüküm kavramıyla ilişkili hakim, mahkumun aleyh, ehliyet gibi hususlar
açıklanacaktır. Bunun ardından usulün ikinci temel konusu delillere
gçeilecektir. Bu kısımda üzerinde ittifak edilen Kitap, Sünnet, İcma ve
Kıyas ile üzerinde ittifak edilmeyen Istıshab, istihsan, ıstıslah, şer’ü men
kablena gibi diğer deliller kısaca tanıtılacak ve bu bölüm ictihat ve taklit
konusunun izahıyla tamamlanmış olacaktır.
Bundan sonra usulün üçüncü temeli olan kuralların elde edilmesinde
kendisinden istifade edilen lügate ilişkin meseleler ele alınacaktır. Bu
konu Lafız-mana ilişkisi, amm-hass, mutlak-mukayyed, emir-nehy, delalet
yönünden lafızlar gibi çeşitli alt başlıklarda incelenecektir. Daha sonra
nesh konusu üzerinde durulacak, çatışma (tearuz) ve çatışmadan
kurtulma yolları izah edilecek ve son olarak fetva ve kaza konusuyla ders
tamamlanmış olacaktır.
‫‪Fıkıh Usulünün Tanımı‬‬
‫‪Fıkıh usulünün birkaç tanımı yapılmaktadır. Bunlardan‬‬
‫‪bazıları şunlardır:‬‬

‫ﺍﺼﻮﻞ ﺍﻠﻓﻗﻪ ﻫﻰ‪ “ :‬‬ ‫ﺍﺼﻮﻞ ﺍﻠﻓﻗﻪ ﻫﻰ ﺍﺪﻠﺔ “ ‪‬‬


‫ﺍﻠﻗﻮﺍﻋﺪ ﺍﻠﺘﻰ ﻴﺘﻮﺼﻞ ﺒﻬﺎ‬ ‫ﺍﻠﻓﻗﻪ ﻮﺠﻬﺎﺖ ﺪﻻﻻﺗﻬﺎ ﻋﻠﻰ‬
‫ﺍﻠﻤﺠﺘﻬﺪ ﺍﻠﻰ ﺍﺴﺘﻨﺒﺎﻂ‬ ‫ﺍﻻﺤﻜﺎﻢ ﺍﻠﺸﺮﻋﻴﺔ ﻮ ﻜﻴﻓﻴﺔ‬
‫ﺍﻷﺤﻜﺎﻢ ﺍﻠﺸﺮﻋﻴﺔ ﺍﻠﻌﻤﻠﻴﺔ‬ ‫”ﺤﺎﻞ ﺍﻠﻤﺴﺘﺪﻞ ﺒﻬﺎ‬
‫”ﻤﻦ ﺍﻷﺪﻠﺔ ﺍﻠﺘﻓﺼﻠﻴﺔ‬ ‫)‪ (Amidi, İhkam, I.8‬‬
‫)‪ (Zekiyüddin Şaban, 24‬‬
“ ‫ﺍﻠﻗﻮﺍﻋﺪ ﺍﻠﺘﻰ ﻴﺘﻮﺼﻞ ﺒﻬﺎ ﺍﻠﻰ‬ “ ‫ﻫﻮ ﺍﻠﻌﻠﻢ ﺒﺎﻠﻗﻮﺍﻋﺪ ﻮ ﺍﻷﺪﻠﺔ‬
‫ﺍﺴﺘﻨﺒﺎﻂ ﺍﻻﺤﻜﺎﻢ ﺍﻠﺸﺮﻋﻴﺔ ﻤﻦ‬ ‫ﺍﻹﺠﻤﺎﻠﻴﺔ ﺍﻠﺘﻰ ﻴﺘﻮﺼﻝ ﺒﻬﺎ ﺍﻠﻰ‬
‫”ﺍﺪﻠﻬﺎ ﺍﻠﺗﻓﺼﻴﻠﻴﺔ‬ ‫”ﺍﺴﺘﻨﺒﺎﻄ ﺍﻠﻓﻗﻪ‬
(Razi, el-Mealim, 9) (Zeydan, Veciz, 11)
“İlm-i usul-ı fıkh, ahkam-ı “Usul, fakihin, delillere dayanarak
şer’iyye-i ameliyeyi edile-i hüküm çıkarırken tutacağı yolu
tafsiliyyesinden istinbata ve delilleri kuvvetine göre tertip
kendileriyle tevassul olunan ederek, Kur’an’ı Sünnet’ten,
kaideleri bildiren ilimdir” Sünnet’i kıyas ve doğrudan
(Seyyid Bey, Medhal, 66) doğruya nassa dayanmayan diğer
delillerden öne almasını açıklayan
metotlardır”
(Ebu Zehre, Metodoloji, 14-15).
Bütün bu
tanımlardan da
anlaşılacağı üzere
“usul ilmi
müçtehidin,
tafsili delillerden
şer’i hükümleri
elde
edebilmesinde
ihtiyacı olan
kuralları vaz eden
bir bilim”dir
diyebiliriz.
1. Hz. Peygamber Döneminde Usul
2. Sahabe Dönemin Usul
3. Tabiin Döneminde Usul
4. Müçtehit İmamlar Döneminde Usul
5. Sonraki Dönemlerde Usul
Giriş
Fıkıh üretecek kişinin (müçtehid), bu eylemini
gerçekleştirirken dayanması gerekli kuralları belirlemesi
bakımından usul ilmi temel ilimdir. Yani karşılaşılan
meselelerin fıkhi hükmünün belirlenmesinde nasıl bir yol
izleneceği, konuyla ilgili delillerin dereceleri ve delil olmak
bakımından değerleri, bu delillerin birbirleriyle ilişkileri vs.
konuları hep usulün alanına girmektedir. Bu sebeple, her ne
kadar fıkhın ortaya çıkışından yaklaşık iki yüz yıl sonra usul
ilminin ortaya çıktığı söylenirse de, İslam’ın başlangıcından
beri hükümlerin belli esaslara istinaden konulduğu
düşünüldüğünde, usulün İslam’ın ilk günlerinden beri var
olan bir ilim olduğu ileri sürülebilir.
Zira, Hz. Peygamber içinde bulunduğu toplumun din ile
alakalı konularında cevap vermek durumunda olan birinci
şahsiyet olarak çeşitli meselelerle karşılaşıyor ve bu
meseleleri belli usulle göre çözüyordu. Aynı şekilde
Peygamberimizin vefatının ardından sahabe de çeşitli
meselelerle karşılaşmış ve onları belli usuller
çerçevesinde çözmüştür. Şu halde her ne kadar bir ilim
olarak tedvin edilmiş olmasa bile fıkıh usulünün Hz.
Peygamber ve sahabe dönemlerinde de varlığı kabul
edilebilir.
Bu kısımda Hz. Peygamber döneminden itibaren,
karşılaşılan fer’i meselelere hangi kurallar çerçevesinde
cevaplar verildiğini, yani hangi usul yöntemleri
izlenildiğini tarihsel bakımdan izlemeye çalışacağız.
1. Hz. Peygamber Döneminde Usul
 Hz. Peygamber döneminde ne fıkhın ne de usulün
sistematize edilmiştir.
 Bu dönemde belli kurallara bağlı olarak fıkhın ve
dolayısıyla fıkhın hüküm istinbatında ihtiyacı olan
delillerin incelenmesi ve sıralamasının olmadığı da
söylenemez
 Hz. Peygamber hem Kur’an’ı hem de sünneti ortaya
koyan temel kaynaktır.
 Bu dönemde usulün deliller sıralamasında ilk iki
sırayı alan ve ikisi birlikte NASS olarak nitelenen iki
kaynak: Kitap ve Sünnet teşekkül etmiştir.
 Peygamber vahiy gelen konularda, karşılaştığı
meseleleri vahiy doğrultusunda hükme bağlardı.
Bilindiği gibi Kitap (Kur’ân), tek bir seferde toptan
inmemiş, peyderpey inmiştir.

“Biz onu, Kur'an olarak, insanlara dura dura


okuyasın diye (âyet âyet, sûre sûre) ayırdık; ve onu
peyderpey indirdik” (İsra, 17/106)
Peygamber bir vahiy aldığı zaman
bunu topluma iletmiş ve gereği
hususunda onlara önderlik etmiştir.
Vahyin oluşumuna bakıldığında, kimi
zaman toplumda meydana gelen
münferit hadiselere dayalı bazı
ayetlerin yer aldığı da görülür. Bu
hem Kur’an’ın hayatla iç içe bir kitap
olması hem de sosyal düzeni
belirlemede birinci derecede etkin
kılınmış olması dolayısıyladır.
Peygamberimiz, aldığı vahyi açıklayıp gereğine göre
amel ederken, kimi zaman vahiy olmayan konularda
kendi bilgi ve tecrübesiyle çözüm getirmek, yani ictihat
etmek durumunda kalmıştır (Peygamberimizin ictihat
edip etmemesiyle ilgili usuli tartışmalar konusunda
İctihat konusuna bakınız). Vahiy olmayan konularda
Peygamberin kendi bilgi ve tecrübesine istinaden
hüküm getirdiği konularda bazen zaman isabet
etmemiş olduğu da vaki olmuştur. Ancak O’nun
ictihadında hata etmiş olması, ictihadıyla verdiği
hükümlerin vahiy tarafından tashihiyle düzeltilmiş,
hata üzere bırakılmamıştır.
Söz gelimi Bedir esirlerine yapılacak muamelede Peygamber
ashabıyla istişare etmiş ve esirlerin fidye karşılığı salınmasına
hükmetmiştir. Ancak onun bu içtihadının yanlış olduğu:

َ ‫ان ِلنَ ِبي ٍّ أَن يَك‬


‫ُون‬ َ ‫َما َك‬
‫ض ال نُ ْنيَا‬
َ ‫ُون َ ََر‬َ ُ‫ض ت ُ ِري‬ ْ َ ‫لَهُ أ‬
ِ ‫س َرى َحتَّى يُثْ ِخ َن فِي األ َ ْر‬
ٌ ‫اآلخ َرةَ َوّللاُ َ َِز‬
‫يز َح ِكي ٌم‬ ِ ُُ ‫َوّللاُ يُ ِري‬
“Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya)
kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması
yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz,
halbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür,
hikmet sahibidir” (Enfal, 8 / 67) ayetiyle Peygambere ve
topluma hatırlatılmıştır.
Bunun gibi:

َ ‫َنك ِل َم أ َ ِذنتَ لَ ُه ْم َحت َّى يَتَبَيَّ َن لَ َك الَّ ِذ‬


‫ين‬ َ َ ُ‫َفَا ّللا‬
َ
َ ‫ص َُقُواْ َوت َ ْعلَ َم ا ْل َكا ِذ ِب‬
‫ين‬ َ
“Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana
iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar
onlara niçin izin verdin?” (Tevbe, 9 / 43) ayetinde de
sefere çıkmaktan kaçınan bazılarına Peygamberin izin
vermesinin onaylanmamış olduğu görülmektedir.
Bu örneklerden de
anlaşılacağı üzere
Peygamber, hata üzere
bırakılmamakta,
sürekli olarak vahiy
kontrolü altında
tutulmaktadır.
Bu noktada
sorulması gereken
soru: Hz.
Peygamberin
karşılaştığı
meselelere hüküm
getirirken nasıl
hareket ettiği, yani
usulünün ne
olduğudur.
Peygamberimiz, hakkında vahiy gelen konularda,
karşılaştığı meseleleri, vahiy doğrultusunda
hükme bağlardı. Vahiy olmayan konularda kendi
bilgi ve tecrübesi doğrultusunda içtihat ederdi.
Onun bu içtihatları ashabı ve sonraki nesiller için
sünneti oluştururdu. Kimi durumda da, ashabın
Peygamberin bilgisi haricinde, ondan habersiz
yapmış oldukları uygulamalar ona iletildiğinde ya
bunları onaylar ya reddeder ya da ses
çıkarmazdı. Onun onayını alan sahabe
uygulamaları ile onayını almayan sahabe
uygulamalarının zıttı sünnet içinde yer alırdı. Bu
tür uygulamalara takrîrî sünnet denilir.
Bu şekilde Hz. Peygamber hayattayken, ortaya çıkan
meseleler çözüme kavuşturulurdu. Şu halde Hz
Peygamber döneminde usul delilleri: Kitap, Hz.
Peygamberin içtihadı, Hz. Peygamberin ashabın
uygulamalarını onayı, reddi ve takrîrî şeklinde teşekkül
etmiştir.
Ayrıca bunların Peygamberimizin fiili sünneti arasında
değerlendirilmesi mümkün olan benzer olayların
hükmünü birbiriyle mukayese ederek, yeni meydana
gelen bir hadiseye nakletmek de Peygamberimizin
meseleleri çözerken kullandığı yöntemlerden biridir.
2. Sahabe Döneminde Usul
Hz. Peygamber vefat ettiğinde, kendisinden sonra Müslüman
toplumuna iki emanet bırakmıştı: Kitap ve Sünnet.
Ancak Kitap ve Sünnet’in nassları sınırlı, fakat hadiseler
sınırsızdı. Sahabe döneminde ortaya çıkan yeni meselelere
dine uygun çözüm getirmek gerekiyordu.
Sahabe yeni ortaya çıkan meseleleri çözerken Kitap ve
Sünnet’i araştırıyorlar, bu iki kaynakta herhangi bir çözüm
bulurlarsa, yeni meseleye mevcut hükmü naklediyorlardı

Sahabe yeni ortaya çıkan meseleleri çözerken Kitap ve


Sünnet’i araştırıyorlar, bu iki kaynakta herhangi bir çözüm
bulurlarsa, yeni meseleye mevcut hükmü naklediyorlardı .
 Yeni meseleyle ilgili bu iki kaynakta
herhangi bir çözüm bulamazlarsa,
kendi fıkhi bilgilerine dayanarak
meseleyi çözmeye çalışıyorlardı .
 Sahabe döneminde fıkhın delilleri
arasında iki kaynak daha girmiş oldu
Kıyas ve İçtihat.
 Hem kıyasın hem içtihadın kökeni Hz.
Peygamber dönemine dayanmaktadır.
3. Tabiin Döneminde Usul

Her ne kadar fıkıh tarihi yazanların bir kısmı


tabiin döneminin de sahabe devrinden farklı
olmadığını söyleseler de tabiin döneminde
usul, sahabe devrine nispetle biraz daha
farklılık arz eder. Örneğin Musa Yusuf Musa:
“Tabiin de teşri hükümlerin gerekçelerini
öğrenmede, şeriatın güttüğü amaç ve
maslahatları gözetmede ve nassların zahiri
üzerinde donup kalmamada ashabın yol ve
metodunu izlemişlerdir.” (M.Y.Musa, Fıkhi
İslam Tarihi, 157) demektedir.
Tabiîn döneminin, sahabe döneminde farklı olduğunun
en önemli göstergesi tabiîn döneminde zuhur eden Irak
(Kufe) ve Hicaz (Medine) ekolleridir. Her iki ekol de
ortaya yeni çıkan mesellerin çözümünde kendilerine has
usullerini geliştirmişler ve bu usullerle meselelerin
hükümlerini vermişlerdir.

Sahabe döneminde farklı usullere dayalı ekoller


oluşmuş değildi. Fakat bilhassa Kufe ve Hicaz’da
toplanan sahabilerin tilmizi olan tabiîler mekan ve
üstad farklılığından kaynaklanan bir biçimde iki ilmî
teşekkül meydana getirmişlerdi. Bunlara Hicaz
Medresesi ve Irak Medresesi denildi.
Hicaz Medresesi
Hz. Ömer, Hz. Aişe, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer, Abullah b.
Abbas gibi sahabi üstadlarından ilim almış başta fukaha-i seb’a
olmak üzere oniki kadar tabiîn aliminden teşekkül ettiği var sayılan
Hicaz Medresesi, usul olarak:
a) Hz. Peygamberin ve ashabının büyük çoğunluğunun yaşadıkları Mekke ve
Medine alimlerinin fikir birliği ettikleri konularda tamamen bu fikir birliğine tabi
olmayı;

b) Eğer bu belde alimleri ihtilaf etmişlerse, kitap ve sünnete yakınlığı, kıyasa


uygunluğu ya da çoğunluğun onayını almış olması gibi ilkelere dayanarak bu
görüşlerden birini tercih etmeyi, bunların dışında bir görüş ortaya koymamayı,

c) Eğer hükmü bilinmek istenilen meseleyle alakalı olarak, Mekke ve Medine


alimlerinden herhangi bir nakil ve bilgi yoksa, mevcut delilleri inceleyerek
istidlalde bulunmayı benimsemişlerdir.
Irak Medresesi
Başta Abdullah b. Mes’ud olmak üzere Hz. Ömer ve Ali’nin
üstadları arasında yer aldığı Irak Medresesi’nin en önemli
temsilcileri Alkame b. Kays, el-Esved b. Yezid, Mesruk b. El-
Ecda, Ubeyde b. Amr, Şurayh b. El-Haris ve İbrahim en-
Nehaî’dir. Irak Medresesinin usul olarak:
a) Sahabenin en bilginleri kendi hocalarıdır. Dolayısıyla görüşleri
alınmaya en fazla değer olan kendi hocalarının görüşleridir.
b) Bu medresenin oluşum döneminde din adına hadis uydurma
faaliyetleri başlamış olduğu için, bu medrese mensupları hadisler
konusunda daha ihtiyatlı ve çekingen bir tavır sergilerler,
c) Yeni ortaya çıkan meselelerde fikir üretmekten ve fetva vermekten
kaçınmazlar.
d) Ayrıca bu medrese mensupları kendi üstadlarının görüşlerini ve
fetvalarını kaydederlerdi, ancak onların bu kayıtları bugüne kadar
ulaşabilmiş değildir.
Yukarıda her iki medresenin temel usullerini gösterdik.
Görüldüğü gibi iki okulun farklı yöntemler benimsemesinin
temel sebebi üstad farklılığından kaynaklanmaktadır. Her
medrese kendi üstadlarının diğerlerinden daha fala tercihe
şayan olduğunu iddia etmektedir. Temelde iki okulun
hadislere ve re’ye yaklaşımı arasında farklılıklar
gözükmektedir. Bunun ana nedeni ise Medine’de ashabın
çoğunlukta olması, bu yüzden de orada hadis ve eserin
daha yoğun olmasıdır. Irak’ta ise ashab azdır, hadisler ve
eser de azdır, üstelik bölgede hadis uydurmacılığı
yaygındır. Bu yüzden Irak Medresesi hadisler hususunda
daha temkinli bir tutum sergilemek zorunda kalmıştır.
Tabiîn döneminin, usul açısından sahabe döneminden
farklarını birkaç madde halinde şöyle özetleyebiliriz:

1. Tabiîler, sayı bakımından sahabeden çok daha fazla


olup, İslam beldelerinin tamamına yayılmış
durumdadır. Her bir tabiî bütün ashaba muttali olmuş
değildir, bilakis her bir tabiî kendi memleketinde
bulunan sahabeden ilim almış, onun öğrettiği metotları
öğrenmiştir.
2. Her ne kadar ashab, yeni ortaya çıkan meselelerin
halledilmesinde ilke olarak Kitap, Sünnet, Kıyas ve
ictihat yöntemlerini uyguluyorsa da, her birinin bu
kaynakları değerlendirme ve yorumlama metotları
farklıydı. Onların sahip oldukları bu metot farklılıkları,
öğrencileri olan tabiîne de yansımıştır.
3.Tabiîn döneminde, sahabe
döneminden itibaren
süregelen iç savaşların
neticesinde ortaya çıkan
ihtilafların yanında, farklı
etnik kökene mensup
milletlerin İslamlaşması ve
onların beraberlerinde
getirdikleri kültürel
birikimler de çeşitli
ihtilafların ve çözülmesi
gereken meselelerin
artmasına yol açmıştır.
4. Tabiînin farklı beldelerde yaşaması, farklı üstatlardan
ilim ve metot öğrenmiş olmaları tabiînin iki ekole
ayrılmasına yol açmıştır. Bunlar: Hicaz ve Irak
ekolleridir. Hicaz ekolünün sahabeden üstatları: Hz.
Ebu Bekr, Ömer, Osman, Zeyd b. Sabit, Aişe, Ümmü
Seleme, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah,
Ebu Hureyre gibi Resulullah’a yakınlığıyla tanınan
kimselerdir. Irak ekolünün sahabeden üstatlarının
başında Abdullah b. Mes’ut gelir. Ondan başka, Sa’d b.
Ebi Vakkas, Enes b. Malik, İmran b. Hüseyn, Ammar b.
Yasir, Hz. Ali, Muğire b. Şu’be gibi ashab da Irak
ekolünün üstatları arasında sayılabilir.
5. Medineliler, Hicaz bölgesinden desteklenmeyen, Irak
bölgesi hadislerini delil olarak kabul etmezlerdi. Bunun
gerekçesi olarak da bid’at fırkalarının o bölgede ortaya
çıkması ve kendi görüşlerini desteklemek amacıyla bol
miktarda hadis uydurmalarını, sonradan İslamlaşan
ahali arasında, gerçekte Müslüman olmayıp, İslam’a ve
Müslümanlara zarar vermek isteyen münafıkların
bulunmasını ve bura ahalisinin geçimsiz bir karakterde
olmasını ileri sürmekteydiler. Ayrıca Medine fukahası
ilmin daha çok hadislere dayanması gerektiği, dinde
re’ye (şahsi görüşe) yer olmadığı görüşüne sahip
oldukları için, Irak’ta yaygın olan re’y kullanma
eğilimini de eleştirmekteydiler.
6. Buna karşılık Irak fukahası sahabeden
baş üstadları sayılan İbn Mes’ud’un da
çok sık olarak kullandığı re’y yöntemini
tercih ediyor, hadislere karşı daha
çekingen davranıyorlardı.
7. Her beldede mevcut sahabenin
yetiştirdiği tabiîn alimleri, o
sahabilerden almış oldukları ilimle fetva
vermeyi sürdürmüş, onların fetva ve
kazalarıyla amel etmiş, diğer beldelerin
fukahasına muhalefet etmişlerdir.
Genel bir değerlendirmeye tâbi tutulacak olursa tabiînin
metodunu şu şekilde özetlemek mümkündür: karşılaşılan
yeni bir meselenin hükmü konusunda tabiin öncelikle
Kur’an’a bakar, sonra sünnete yönelir, daha sonra sahabenin
görüşünü inceler, sahabenin fikir birliği (icma) ettikleri
hususları aynen, ihtilaf ettikleri hususları ise kendilerince en
uygun olanı tercih etmek şeklinde bir ayırıma tabi tutarak
alırlar, bunlarda bir çözüm bulursa kıyası kullanarak
meselenin hükmünü ortaya koyarlardı. Çözüm bulamadıkları
taktirde, İslam’ın hükümlerde gözettiği fayda ve ihtiyaçları
göz önünde tutarak, yeni ortaya çıkan meselenin hükmünü
toplumsal maslahata en uygun olacak şekilde içtihat ederek
çözerlerdi.
Sahabe ve tabiûn
dönemlerinde
usulün
delillerinin
büyük kısmı
teşekkül etmiştir:
Kitap, sünnet,
sahabe icma’ı,
sahabe kavli,
kıyas, içtihat.
3. Müçtehit İmamlar Döneminde Usul
Fıkhın Gelişimini Gerektiren Sebepler
Müctehit imamlar dönemi, esasen Tabiûn ve Tebei Tabiûn dönemleriyle iç içedir.
Nitekim müctehit imamların ilklerinden biri olan Ebu Hanife’nin tabiûndan
olduğuna dair kaynaklarda oldukça önemli iddialar vardır.

Sahabe ve Tabiun dönemlerinden, İslam toplumunun geniş bir


coğrafyaya yayılması, dine yeni giren insanların artması fıkıh
alanında yeni yeni hadiselerin ortaya çıkışına zemin hazırladığı
gibi, fıkıhta derinleşmiş kimselerin bulunmasını da
gerektirmişti. Fıkıhta derinleşen alimler yeni ortaya çıkan
meselelere çözüm üretmek zorundaydılar. Karşılaştıkları
meseleleri çözmeye çalışan bu alimler yaşadıkları coğrafyaya,
oradaki Kur’an ve Hadis bilgisine göre meseleleri hallederken
kendilerine özgü usûlî yöntemler geliştirmek mecburiyetinde
kaldılar. Bu sebeple bu alimlere mezhep kurucusu anlamında
İmam denilmeye başlandı.
Ehl-i Hadis, Ehl-i Re’y
Ortaya Çıkışları
Bu arada yeni meselelerin Her iki ekol de,
çözümünde Kitap’ta bir sahabeden ve
hüküm bulunamazsa, tabiinden
meselenin hükmünü hadiste üstadlarının
bulmayı ilke edinen bir benimsediği
gurupla, hadislere yöntemleri ilke
güvenemediği için aklını olarak kabul ediyor
kullanarak (re’y) içtihat ve yeni meseleler
etmeyi tercih eden bir grup karşısında onların
teşekkül etti. Bunlardan yöntemlerini
birincisine Ehl-i Hadis, kullanıyorlardı.
diğerine de Ehl-i Re’y denildi.
Bu dönemde, Tabiûn döneminde ortaya çıkan Irak ve Hicaz
ekollerinin branşlaşmaya doğru gittiklerini görmekteyiz.
Hicaz ekolü hadis mektebine Irak ekolü de re’y mektebine
dönüşmeye başlamıştır. Irak ve Hicaz medresleri
yöntemden daha çok mekana bağlı olan bir
ayrımlaşmayken, bu dönemde artık yöntem farklılıkları da
öne çıkmaya başlamıştır. Ancak Irak ekolü tamamen re’y
medresesi, Hicaz ekolü de tamamen hadis medresesi
olmuştur şeklinde bir iddia ileri sürmek oldukça zordur.
Söz gelimi Rebiatü’r-Re’y, re’y’in en önemli üstadlarından
biri olarak kabul edilmesine karşın Medine’de yaşamaktadır
ve İmam Malik’in de hocaları arasındadır. Buna mukabil
Iraklı Şa’bi re’y karşıtlarının en önde gelenlerindendir.
Ehl-i Hadis

Bu arada yeni meselelerin çözümünde


Kitap’ta bir hüküm bulunamazsa, meselenin
hükmünü hadiste bulmayı ilke edinen bir
gurupla, hadislere güvenemediği için aklını
kullanarak (re’y) içtihat etmeyi tercih eden
bir grup teşekkül etti. Bunlardan birincisine
Ehl-i Hadis, diğerine de Ehl-i Re’y denildi.
Ehl-i Hadis’in merkezi Hicaz bölgesiyken,
Ehl-i Re’y’in merkezi Irak’tı.
Her iki ekol de, sahabe ve tabiînden üstadlarının
benimsediği yöntemleri ilke olarak kabul ediyor ve yeni
meseleler karşısında onların yöntemlerini kullanıyorlardı.
Ehl-i Hadis ya da Ashabu’l-Hadis, hadis ve sünnet’in
merkezi olan Medine’de teşekkül etmiştir. Bilindiği gibi
ashab, Resulullah’ın ölümünden sonra çeşitli vesilelerle
birçok İslam beldelerine dağılmış olsa da, büyük bir
çoğunluk Medine’de yaşamayı tercih etmiştir. Bu çoğunluk
sahabe hem Kur’an’ın inişine şahit olmuş, hem de bizzat
Peygamberle birlikte yaşadıkları için çoğu sünnet ve hadisi
bellemişti. Bu sebeple onların yaşadığı Hicaz bölgesinde,
yeni ortaya çıkan meseleler genel olarak bu ashab tarafından
rivayet edilen hadis ve sünnetlerle çözüme
kavuşturulabiliyordu.
Tabiin döneminde de durum aynı şekilde devam etti.
Başta Medine olmak üzere Hicaz bölgesinde ashaba
talebelik eden alimler, onlardan elde ettikleri ilimle,
yani hadisle amel edilmesi hususunda hassasiyet
gösterdiler. Medine’de fukaha-i seb’a, ki çoğunluğu
İmam Malik’in üstadlarındandır, ashabu’l-hadisin ilk
nüvelerini oluşturmaya başladılar. Bu tabiiler de
sahabeden aldıkları hadis ve Kur’an kültürü
çerçevesinde meselelere yaklaşıyor, mümkün
olduğunca re’ye yer vermemeye gayret ediyorlardı.
Nitekim, meselelerin çözümünde mevcut rivayet
malzemesi onlar için yeterli oluyordu.
Dönem ilerledikçe müçtehit
imamlar hadis ve re’y ile ilgili
dinde aklın yeri, hadis ve
sünnetin hüccet değeri gibi
usulî tartışmalara da dayanarak
hadisi merkeze alan bir yöntem
geliştirdiler. Ayrıca, İmam
Malik örneğinde görüldüğü
gibi, Peygamberin yaşadığı
şehir olan Medine’de toplumun
genel uygulamaları da sünnet
çerçevesinde
değerlendiriliyordu (amel-i
ehl-i Medine).
İmam Malik ve Usulü

İmam Mâlik ictihadda takip ettiği usûlü yazı ile bizzat


tesbit etmemiştir[Ebû-Zehra, Mâlik, s 254 vd] Ancak
"Muvatta'" daki bazı sözleriyle yine bu kitapta ve "el-
Müdevvene"de nakledilen ictihadları, mensuplarına
onun usûlünü tesbit etme imkânını bahsetmiştir Buna
göre Mâlik ictihâdında: İlk kaynak olarak kitaba
müracaat eder. Bunda bulamadıklarını Sünnette arar.
Sünnetin meşhur ve mütevâtir olanları gibi âhad yolla
gelmiş bulunanlarını da kaynak olarak kabul etmiştir
Ancak âhad yollu hadîslere kıyası ve Medînelilerin
tatbikatını tercih etmektedir.
İmam Mâlik: "el-emru'l-muctema 'indenâ" tâbiriyle
sık sık icmâdan bahsederek bunu bir delil olarak kabul
etmiştir. Mâlik, bazılarına göre hadîsçilerden
sayılmasına rağmen istinbatlarında re'ye geniş yer
vermiştir.
Ona izâfe edilen delillerden sahâbe kavli sünnet
içinde; kıyas, el-mesalihu'l-mürsele, seddu'z-zerâi', el-
istihsân, el-istıshâb ise re'y içinde mütâlâa
edilmektedir
Medîneliler'in tatbikatına (ameline) göre:
Kadı 'Iyâd'ın (v 544/1149) açıklamasına göre "haber"
karşısında Medîneliler'in amelinin durumu üç nevidir:
a) Amelin habere uygun bulunması: Bu takdirde amel,
nakil nevinden ise sıhhati haber ile takviye edilmiş olur
İctihâdî ise haber bunun tercihini temin eder
b) Amelin, birbirine aykırı iki haberden birine uygun
düşmesi: Böyle olunca haberin hangisi amele uygunsa o
tercih edilir
c) Amelin, umûmiyetle haberlere muhâlif bulunması: Bu
durumda bakılır; eğer Medîneliler'in ittifakı nakil
yolundan ise haber terkedilir, amel alınır[Burada "nakil
yolundan" ifadesiyle, bir sünnetin, Rasûlullah'tan, sözle
değil, amelî olarak nakledilmesi kasdedilmektedir ] Zira
kesin bilgi, gâlib zan için terkedilmez
Ehl-i Re’y
İbn Mes’ud

İbn Mes’ud Kufe’de ilmi faaliyetlerini yaygınlaştırırken


usulünü de yerleştirdi. O, hadisleri kullanmakta çok
itinalı davranan hassas bir sahabiydi, bu nedenle
yanlışlıkla peygamberin söylemediği bir sözü ona izafe
edebilirim endişesiyle hadis rivayetinden kaçınıyordu.
Üstelik Halife Ömer de hadis rivayetini azaltmayı
tavsiye ediyordu. Böylece ibn Mes’ud öğrencilerine de
bu yöntemi benimsetti. İbn Mes’ud’dan İbrahim en-
Nehaî ondan da Hammad b. Ebi Süleyman bu yöntemi
alarak uyguladılar. Hammad’ın talebesi Ebu Hanife
re’y ekolünün reisi olarak temayüz etti.
Ebu Hanife

Hadislerle ihticacda Ebu


Hanife üstadlarının izinden
gitti. Her ne kadar hadis
bilgisinin az olduğu
gerekçesiyle ve hadis yerine
re’yi kullanması dolayısıyla
pek çok eleştirilere maruz
kalmış olsa da Ebu Hanife’nin
hadis konusunda çağdaşı
olan diğer müçtehitler kadar
hadis bilgisine vakıf olduğu
bilinen bir hakikattir.
Ebu Hanife’nin Usuldeki Yöntemi
Ebû Hanîfe, usûl kurallarını Ebû Hanîfe fıkıhta usulü konusunda
belirli kitaplarda şunları söyler: “Allah’ın kitabında
toplamamış olsa bile, hiç olanı alırım. Onda bulamazsam,
şüphesiz meselelerin Resûlullah’ın sünnetinde olanı
çözümünde belli usûl alırım. Eğer Allah’ın Kitabı ve
kurallarını takip Resulü’nün sünnetinde
etmekteydi. Ebû Hanîfe’nin bulamazsam, Resûlullah’ın
hüküm istinbâtında takip ashabının görü"lerinden dilediğimi
ettiği usûl kurallarınıı çeşitli alırım, dilediğimi terk ederim.
tabakat kitaplarında Onların görüşlerinin dışına çıkıp,
kendisine ait olduğu başkasına gitmem. Ama iş İbrahim,
bildirilen sözlerinden ve Şabi, İbn Sirin, el-Hasan, Ata, Said
çeşitli fer’î meselelerle ilgili b. El-Müseyyeb ve bunlar gibilerinin
vermiş olduğu görüşlerine gelince ki bunlar içtihat
hükümlerden eden bir topluluktur, onların içtihat
öğrenmekteyiz. ettikleri gibi ben de içtihat ederim”
Sehl b. Müzahim’in şu sözleri oldukça önemlidir: “Ebû Hanîfe’nin
kelamı, güvenilir kişilerin rivayetlerini almak (ahzun bi’s-
sikât) ve kötü olandan sakınmaktır. İnsanların
muamelelerinden doğru ve faydalı olan işlerini incelemek, bu
işleri kıyasla değerlendirmek, eğer kıyas kötü olursa, istihsana
yönelmek, istihsan da yürümezse, Müslümanlar ın
teamüllerine müracaat etmektir. Müslümanların üzerinde
icma ettikleri maruf hadisi alır ve sonra onunla kıyas yapar,
sonra istihsana müracaat eder, hangisi daha sağlamsa onunla
amel ederdi”

Kaynak: Ali Duman “Ebû Hanîfe’nin Hüküm İstinbat Yöntemi’nin Fukaha


Usûlü’ndeki Rolü”, İsm Hukuku Arastırmaları Dergisi, sy.13, 2009, s. 83-102
Ehl-i Hadis ve Ehl-i Re’yin Kitap ve Sünnet’te hükmü
bulunmayan yeni meselelere yaklaşımda ve hadislerin sıhhat
bakımından seçilmesindeki farkları, bu grupların usullerine
de yansımıştır.
Ehl-i Re’y tabiri, re’yi Ehl-i Hadis ise, amaç ve
çok serbest olarak anlam tutarlılığından daha
kullanan ve bütün çok, nassların zahirini esas
çeşitleriyle kıyasa alan ve bunları mantıkî
başvuruların değil, sonuçlarına vardırmaya
amaç ve anlam pek yanaşmayanları temsil
tutarlılığına önem eden çizgiyi ifade
verenlerin etmektedir
oluşturduğu çizgiyi,
Ehl-i Hadis Kitap, Sünnet (zayıf da olsa
hadisler buna dahildir), icma, ıstıslah, amel-i
ehl-i Medine ve örf gibi bir delil sıralaması
takip ederken; başta Ebu Hanife olmak
üzere Ehl-i Re’y Kitap, maruf sünnet, sahabe
icmaı, sahabe kavli, kıyas, istihsan, örf
şeklinde bir sıralamayı takip ediyordu.
Müçtehit
imamlar
döneminde, Hz.
Peygamber
döneminden beri
şekillenen ve
esasen temelleri
yerleşmiş olan
usul ilminin
tedvini de
gerçekleşmiştir.
Fıkıh Usulünün Tedvini ve İmam Şafii
 Çoğunluk ilim adamına göre
İmam Şafiî er-Risale’yi yazarak,
usul alanındaki ilk eseri te’lif ve
bununla birlikte usul ilmini de
tedvin etmiş oldu. Bazı alimler
usulü ilk tedvin edenin İmam-ı
Azam Ebu Hanife’nin öğrencisi
İmam Ebu Yusuf olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Ancak Ebu Yusuf
usulü tedvin eden ilk kişi olsa
bile, konuyla ilgili bir eser
yazmadığı ya da bu eser elimize
ulaşmadığı için, usul alanında ilk
telif eser İmam Şafiî’nin er-
Risale’si olmuştur.
Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmada, günlük fürû şer'î
problemleri çözmede sahabe devrinden itibaren bir takım
usûl kurallarına uyuluyordu. İlk müctehid imamların
devrinde de sözlü olarak nesih kaideleri, mutlak,
mukayyed, umum, husus gibi metotla ilgili bilgiler hüküm
çıkarmada esas alınıyordu. Ancak bunlar tedvin edilerek
yazılı bir eser haline getirilmemişti.
İşte İmam Şafiî ilk olarak ûsul konularını kaleme alarak
"er-Risâle"sini meydana getirdi. Çünkü Şafiî, sahabe,
tâbiîn ve kendinden önceki fıkıh bilginlerinden intikal
eden fıkıh servetini hazır bulmuş, İmam Mâlik'ten aldığı
Medine fıkhı ile İmam Muhammed aracılığı ile aldığı Irak
fıkhını birleştirici bir yol izlemiştir. Kendi yetiştiği çevre
olan Mekke fıkhını da iyi bildiği için, fıkıhtaki bu sağlam
alt yapı sebebiyle, fıkhın genel metotlarını belirleme
yeteneğini kazanmış ve bunun sonucunda fıkıh usûlünü
tedvin etmiştir.
İmam Şafiî ictihadlarını dayandırdığı delilleri "el-
Ümm"de şöyle belirlemiştir: "İlim çeşitli
derecelere ayrılır. Birincisi, Kitap ve sabit olan
Sünnettir. İkincisi, Kitap ve Sünnet'te hüküm
bulunmayan meselelerde İcmâ'dır. Üçüncüsü bazı
sahabîlerin sözleridir. Ancak bu sahabe sözleri
arasında çelişki bulunmamalıdır. Dördüncüsü,
ashab-ı kiram arasında ihtilaflı kalan sözlerdir.
Beşincisi, Kıyas'tır. Bu da temelde Kitap ve
Sünnet'e dayanır. İşte ilim bu derecelerden en üst
olanından elde edilir" (eş-Şafiî, elÜmm, Kahire
1321-1325, VII, 246).
Buna göre, Şafiî ekolü Kitap ve Sünneti İslâm
hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmektedir.
Çünkü diğer deliller de temelde bu iki delile dayanır ve
bunlara aykırı olamaz. Şafiî, Kitap ve sabit olan
Sünneti aynı sırada delil kabul eder. Çünkü Sünnet
Kur'an'ın beyanını tamamlar, kısa anlatımlarını
(mücmel) genişletir ve bazı kimselerin
kavrayamayacağı inceliklerini açıklar. Buna göre,
Sünnetin açıklayıcı durumunda olabilmesi için ilim
bakımından açıkladığı şeyin derecesinde olması
gerekir.
Ancak İmam Şafiî’nin er-Risale’sinin şöhret bulması ondan çok
sonraki dönmelere rastlar. Çünkü, müçtehit imamlar dönemi Abbasi
yönetiminin, Mu’tezile’nin tesiriyle iktidarda ceberutlaştığı bir evreye
girer. Bu sebeple alimlere ve düşünce hürriyetine karşı baskılar
şiddetlenir.

Alimler, Mu’tezile tarafından benimsenen, aslında


bilimsel tartışmalara konu olması gereken bir takım
konularda serbest fikirlerini değil, Mu’tezile
öğretisini ikrar etmeye zorlanır. Bunu yapmayanlar
ağır cezalara çarptırılır, dövülür, hapse atılır.
Kelam’ın ağırlık kazandığı bu dönemde fıkıh ve usul
bir süreliğine de olsa bir içe kapanmaya yönelmiştir.
Mu’tezile baskının son bulmasından
usulde yeniden bir canlanma dikkati
çeker. Bu dönemde özellikle Hanefiler
usul ilmini zirveden zirveye taşırlar. Ebu
Bekir Ahmed b. Ali b. Er-Râzî el-Cessas
(v.370) el-Usul kitabıyla, sonraki dönem
usul ilmi gelişiminin ilk adımını atmış
oldu. İleriki kısımda usulle ilgili yazılmış
kitapları üzerinde durulacağı burada
sadece temas etmekle yetindik.
Diğer Şer’i İlimler İle Usul-ı Fıkıh
İlişkisi
Fıkıh usulü ilmi, fıkıh ilmi ile yakından
irtibatlı bir ilim olarak bir çeşit hazırlık
1. FIKIH
bilimi olarak kabul edilebilir. İçtihat
yapacak müçtehidin içtihadında
2. TEFSİR
kullanacağı delilleri ve bu delillerin
durumunu inceleyen bir bilim olarak
3. HADİS
akli ve nakli diğer İslâmî bilimlerle de 4. KELAM
irtibatlı olan bir bilimdir. Zira, deliller
ve delillerden yararlanma yönteminden 5. TARİH /
sadece fıkh değil, kelam başta olmak
üzere pek çok akli ve nakli ilim de SİYER
istifade etmektedir. Şimdi kısaca bu
ilimleri ve usulle ilişkilerini görelim: 6. LUGAT
Fıkıh-Usul İlişkisi
Usul, fıkıhla
doğrudan ilişkisi olan
bir ilimdir.
Tanımında da
görüleceği üzere,
usulün temel işlevi,
fıkıh üretecek olan
müçtehidin, hüküm
istinbatından
kendisinden
yararlanacağı temel
kuralları üretmektir.
Ebu Hanife’nin tanımladığı şekliyle “kişinin lehinde ve
aleyhinde olan şeyleri bilmesi” demek olan fıkh,
sözlükte, bilmek, anlamak, derinlemesine düşünmek,
ince anlayış gibi anlamlara gelir. Bir ilmin adı olarak,
ferdin ve toplumun hayatında amele yönelik işlerle
ilgili hükümleri incelemeye fıkıh denilmektedir.
Fıkhın alanı içerisinde ibadetler (ibadât), muameleler
(muamelât) ve cezalar (ukubât) girer. Ayrıca bu
alanlarla ilişkili alt dallar da yine fıkhın konusu
içerisindedir. Söz gelimi, ilmihal, ekonomi, siyaset,
idare bilimleri vs. ilimler de fıkhın alanındadır.
 Usul ilmi de fıkhın bir çeşit alt yapısı
diyebileceğimiz niteliğiyle, fıkıhla doğrudan
ilişkisi olan bir bilimdir. Değişik bir anlatımla
fıkhın en yakından irtibatlı olduğu ilim usuldür.
Zira fıkıh, usul üzerine bina kılınır. Nitekim
usule yüklenen anlamlara baktığımızda bu ilişki
daha açık görülebilmektedir. Alimler Fıkıh
usulüne üç anlam verirler: 1. Fıkhın temelleri,
ilke ve esasları, 2. Fıkhın kaynakları, 3. Fıkha
ulaştıracak yol ve yöntem bilimi.
Tefsir-Usul İlişkisi
 Tefsir Kur’an’ı anlamada usulün en önde gelen
yardımcı bilimlerinden biridir.

 Usulün başta gelen  Tefsir de bu amaca matuf


amaçlarından biri fıkhın olarak Kur’an’da yer alan
birinci temel kaynağı ifadelerin kastının
olan Kur’an’da yer alan toplum tarafından daha
hükümleri anlamak ve iyi anlaşılması hedefine
bu hükümlerin güder.
gayelerini tespit
etmektir.
Tefsir, başlangıçta Kur’an-ı Kerim’i daha iyi
anlama faaliyeti olarak gelişmişse de, Kur’an’daki
ayetlerin manaları, bu ayetlerdeki lafızların
farklı kullanımları durumunda yüklendikleri
anlamlar, harf-i cerler ve cümle içerisindeki
etkileri gibi Arap lügatine ilişkin bazı hususların
usul ilmince konu edilerek ayetlerin
manalandırılmaya gidilmesi neticesinde,
Kur’an’ı anlamada usulün en önde gelen
yardımcı bilimlerinden biri olmuştur.
Çünkü usulün başta gelen
amaçlarından biri fıkhın birinci
temel kaynağı olan Kur’an’da
yer alan hükümleri anlamak ve
bu hükümlerin gayelerini tespit
etmektir. Tefsir de bu amaca
matuf olarak Kur’an’da yer alan
ifadelerin kastının toplum
tarafından daha iyi anlaşılması
hedefine sahiptir. Bu şekilde
tefsir ve usul birbirini destekler
mahiyette çalışırlar.
Hadis-Usul İlişkisi

Bilindiği gibi fıkhın ikinci önemli kaynağı


sünnettir. Sünnet ise genel olarak
Peygamberimizin söz, fiil ve takrirlerine
ulemanın verdiği isimdir. Hadisin konusu ise
Peygamberimizin nübüvvetinden itibaren vefat
ettiği zamana kadar söylemiş olduğu sözleri,
yapmış olduğu davranışları, onaylarını ve
reddlerini doğru olarak tespit amacına matuf bir
bilimdir.
Hadisin konusu Hadisin amacı, özellikle
Peygamberimizin Peygamber sonrası
nübüvvetinden itibaren dönemde ortaya çıkan ve
vefat ettiği zamana kadar büyük oranda siyasal
söylemiş olduğu sözleri, nitelik taşıyan hadise ve
yapmış olduğu ekollerin, kendi siyasi ve
davranışları, onaylarını ve ideolojik amaçlarına
reddlerini doğru olarak uğruna uydurmuş oldukları
tespit amacına matuf bir hadislerden,
bilimdir. Peygamberimizin söylemiş
olduğu söz ve yapmış
olduğu işleri arındırmaktır.
Bu amaçla hadisçiler Peygamberimize izafe edilen bir
söz yada fiilin kesintisiz olarak hadisin ortaya çıktığı
dönem ile Peygamberin yaşadığı dönem arasındaki
irtibatını önemsemişler ve sened ve rical ilmi denilen
hadisle doğrudan bağlantılı ilimleri keşf etmişlerdir.
Hadisçiler, hadislerin sahihini, sakimini, sağlamını,
mevzusunu tespit ederek, o hadislerden hüküm
istinbat edecek olan fakihlere malzeme hazırlarlar. İşte
bu noktada hadis ile usul ilminin aynı amaca hizmet
ettikleri görülür. Zira usul de, Peygamberimize izafe
edilen hadislerin sıhhatiyle, yani onların doğruluğuyla
ilgilenir. Çünkü usul ilmi hadislerin sıhhatini
belirlerken, sünneti doğru olarak tespit etmek
amacındadır.
Hadislerin büyük çoğunluğu mütevatir olmayan
yolla, yani ahad olarak gelmiştir. Bunun sebebi,
Peygamberimizin bütün fiil ve sözlerine bütün
sahabenin şahitlik etme imkanının olmamasıdır.
Dolayısıyla fakihin ondan istifadesi açısından
ahad haberlerin sıhhatinin belirlenmesinin
büyük önemi vardır. usulcüler ahad haberlerin
hangi şartlar kullanılabileceğini tespit etmek için
belirledikleri kurallarla fakihin doğru hükme
ulaşmasına hizmet ederler.
Kelam-Usul İlişkisi
Kelam ilmi, usuli’d-din
olarak bilinir.
Kelam’da akaide yönelik,
iman ve inanca yönelik
konular tartışılır. Kelam
ilmi Allah’ın zatı, sıfatları,
kaza ve kaderin mahiyeti,
cennet – cehennem, sırat,
rızık gibi konular
incelemesinin yanında,
dinin esası iman olduğu
için imana ilişkin ve
ilahiyata ilişkin konuları da
inceler. Usul yazımından
kullanılan yöntemlerden
İmam Matüridi’nin Kabri
biri (mütekellimin Ehl-i Sünnet’in iki büyük akaid imamından biri.
yöntemi) Kelamcıların
kullandığı yöntemdir
Kelam ilminin temel meselelerinden biri de akıl-nakil
meselesidir. Hatta çoğu kelam mezhebi aklın şeriata
bağlılığı konusunu araştırma konusu yapmıştır. Kelamcılar
akıl şeraitten önce midir, sonra mıdır, şeraitten aklın
önünde mi gelir gibi konuları tartışmışlardır. Dikkat
edilirse, şeriat-akıl ilişkisi aynı zamanda usulün de temel
inceleme alanlarından biridir. Zira şeriat akla hitap eder,
aklı olmayanın dini yoktur, usulün temel konularından biri
ise şeriatın ana kaynaklarının incelenmesidir. Şeriat
öncelikle anlamayı, anlamak akıl sahibi olmayı gerektirdiği
için, kelam bu tür araştırmalarıyla aynı zamanda usüle
yardım ettiği gibi, ondan da yardım almaktadır. İleride de
geleceği üzere usul mevcut yöntemlerden biri de
Kelamcıların yöntemidir.
Tarih / Siyer – Usul İlişkisi

Genel olarak tarih, özel


olarak da Peygamberimizin
hayatını araştırmayı konu
edinen siyerle de usulün
yakından ilişkisi vardır. Zira
bu bilimler tarihte neler olup
bittiğini, Peygamberimizin
ne zaman, nerede, ne yaptığı
gibi konuları belirlenirken,
aynı zamanda da ayet ve
hadislerin ortaya çıkışına
zemin hazırlayan hadiselere
de temas ederler.
Usul biliminde önemli olan Ayrıca delil olarak
hususlardan biri delillerin kullanmak zorunda
tearuzu halinde tercihte olduğumuz bir ayet veya
bulunabilmek için hadisin, hangi hadiselere
delillerin tarihinin istinad ettiğinin bilinmesi
bilinmesidir. Söz gelimi iki de o ayet yada hadisin
hadis arasında tearuz vaki anlamlandırılmasından
olmuşsa, bu hadislerin kendisinden istifade edilen
söyleniş tarihlerine bakılır, bir yoldur. Bu sebeple tarih
eğer biri önce diğeri sonra ve siyer ilimleri, usule
ise sonra gelenin öncekini yardımcı bilimler olarak
nesh ettiğine hükmedilir. değerlendirilebilir.
Ayrıca Kur’an’da yer alan ayet ve surelerin yaklaşık üçte
birinin geçmiş milletlere ait kıssalar olduğu hatırlanırsa,
Kur’an’ın da tarihe önem verdiği görülecektir. Geçmiş
peygamberler ve ümmetlerin ne şekilde bir hayat
yaşadıkları, geçmiş ümmetlere gönderilmiş hükümler,
onların inanç bakımından peygamberleriyle ilişkileri
gibi hususları Kur’an’dan öğrenebilmekteyiz. Bu da
tarihin önemine işaret eder. Usul de geçmiş ümmetlerin
durumlarıyla ilgili haberleri değerlendirme konusu
olarak, hüküm istinbatında bulunacak müçtehit için
kurallar ve kaideleri bu tarihi kıssalarda da arar.
Lugat İlmi – Usul İlişkisi
 Usul açısından ayet ve
Lugat ilminde, dili meydana hadislerde yer alan
getiren harf, kelime, kelimelerin ve cümlelerin
cümlenin yapısı incelenir. Bu doğru olarak anlaşılması
harf, kelime ve cümlelerin büyük önem taşımaktadır.
hangi şartlar altında hangi Şari’in kastının doğru
anlamlara delalet ettikleri olarak anlaşılması, benzer
belirlenir. Ayrıca cümlenin ifadelerin bir araya
öğeleri, bu öğelerin işlevleri, getirilerek kurallara
yani gramer, sentaks ulaşabilmek açısından
incelenerek, cümlenin büyük önem arz eder. Bu
manasının doğru olarak sebeple usul de hem
anlaşılmasına yardım edilmiş gramer hem sentaksa
olur. önem verilmiştir.
Çoğu usul kitabında
harf-i cerlerin
anlamları, cümle
içerisinde
fonksiyonlarının
anlatıldığı görülür.
Bunun sebebi lugat
ilminden istifade
ederek doğru
anlama
ulaşabilmekte
müçtehidin ihtiyacı
olacak kuralları
belirleyebilmektir.
Usul Yazma Yöntemleri
Fıkıh usulü, müçtehidin şer’i ameli hükümleri istinbat
edebilmesinde kendisine yardımcı olarak kuralları belirleyen
bir olmasına karşın, tarihçesinde de gördüğümüz akademik
bir yöntemden ziyade şartların gerektirdiği biçimde
yapılanmış ve gelişmiştir. Fıkıhta uygulanacak kuralların
belirlenmesinde üç yöntem vardır, bir de bunların
birleştirilmesinden elde edilen karma yöntemle toplan dört
yöntem olmaktadır. Şimdi bunları tek tek ele alalım.

1. FUKAHA YÖNTEMİ
2. MÜTEKELLİMİN YÖNTEMİ
3. ŞAFİİ YÖNTEMİ
4. MEMZUC YÖNTEM
Fukaha Yöntemi
 Fukaha yöntemi, daha
 Bu yöntemde mezhep
çok Hanefî Yöntemi
imamlarından
olarak bilinir.
nakledilen fer’î
 Bu yöntemde meselelerden hareketle
müçtehidin hüküm usul kurallarının tespit
istibatında istinad edilmesine çalışılır. Bu
edeceği kuralların yöntemde asıl olan
belirlemesinde ana mezhep imamlarının
ilke, geçmiş / önceki fer’î meselelerde vermiş
imamların hadiselere oldukları fetva ve
vermiş oldukları görüşlerdir.
hükümlerden kurala
ulaşmak biçimindedir.
Fukaha usûlü denilen Hanefî yönteminde mezhep
imamlarından nakledilen fer’î meselelerden
hareketle usûl kurallarının tespit edilmesine
çalışılır. Bu yöntemde asıl olan mezhep
imamlarının, fer’î meselelerde vermiş oldukları
fetvalar ve görüşlerdir. Hanefî usûlü fer’î
meselelerle iç içe olduğu için, pratik bakımdan
fıkha daha uygun bir yöntemdir. Zira bu yöntemde
ortaya konulan usûl kurallarının açıklanmasında
pek çok örnekler verilerek konular izah edilir.
Şah Veliyyullah Dehlevî Fukaha yöntemini şu
şekilde özetlemektedir: “Ehl-i re’y, fıkhı, tahric esasına
göre genişlettiler. Bu esas şu şekilde tatbik edildi: Her
bir alim tâbi olduğu üstadlarının lisanı durumunda
olan, o topluluğun ictihadlarını en iyi bilen ve tercih
hususunda en doğru görüş sahibi olan bir alimin bir
kitabını ezberler. Herhangi bir meseledeki hükmün
durumunu düşünür. Kendine bir şey sorulduğunda
veya bir şeye ihtiyaç duyduğunda üstadlarından
ezberlemiş olduğu açıklamalara bakar. Şayet onlar
arasında cevabı bulursa onların sözlerindeki umumi
manalara bakar, o surete göre meseleyi icra eder,
yahut da kelamın zımni işaretine bakar, ondan
istinbâtta bulunur.
Fukaha yönteminin olumlu ve olumsuz kabul
edilebilecek yönleri mevcuttur, ancak bu yöntemin
temel özellikleri olarak şunları söylemek
mümkündür:
1) imamlardan nakledilen fürû-ı fıkha ilişkin örnekler çok
olduğu için uygulamada usûl ile fürû’u birbirine bağlamaya
dayanan amelî bir yöntemdir;
2) bu yöntem faydalı bir üslupla usûl ve fıkıh arasını
mezcetmiştir;
3) mezhep imamlarının hüküm istinbât ederken
dayandıklarına inanılan usûle ilişkin külli kaide ve
kuralların çıkarılabilmesine katkı sağlayan bir yöntemdir.
Bu sebeple hilaf ve usûl üzere fürû hükümlerin tahrici
konularında ve külli fıkıh kaidelerinin yazılmasında değerli
eserler verilmesi gibi fıkha hizmet etmiştir;
4) imamlardan görüş nakledilmeyen
hususlarda ihtilafın çıkmasına müsait bir
yöntemdir;

5) zamanla imamların fürû meselelerdeki


hükümlerinden kuralları belirleme işi,
nassları geri plana ittiği için içtihadın
donuklaşarak hüküm istinbâtı işinin tahrîcle
sınırlı kalmasına yol açmıştır.
Kerhî (v. 340/952) “Bizim ashabımızın görüşlerine
aykırı olan her ayet neshe veya tercihe haml edilir.
Daha geçerli olan ise o ayetin uygunluk yönünden
te’vile haml edilmesidir şeklindeki kaidesiyle,
İmamların görüşlerinin fukaha yöntemindeki
önemine işaret etmektedir.
. Kerhî, buna benzeyen iki kaide daha vaz etmiştir.
Birinde Hanefî imamlarının görüşlerine aykırı olarak
varid olan haberlerin (hadislerin) neshe haml edilmesi
gerekti ği, ya da Hanefî imamların o hadisin dışında ona
denk veya ondan daha kuvvetli bir hadisle amel
ettiklerini söylerken; diğerinde, meydana gelen herhangi
bir olayın hükmüyle ilgili olarak Hanefî imamlarının
kitaplarında bir bilgiye rastlayamayan kimsenin, Kitap,
Sünnet ve diğer delillere müracaat etmesi gerektiğini
söylemektedir.
Fukaha usûlünün temel mantığını yansıtan bu
kurallar, imamların görüşlerinin Kitap ve Sünnet’i
anlamak konusunda ne kadar önemli olduğuna işaret
etmektedir. Dolayısıyla bu yöntemde, ilk önce
meselelerin çözümüyle ilgili olarak mezhep
imamlarından nakledilen görüşlerin
temellendirilmesi hem imamlarının deflenmekte,
buna bağlı olarak mezhep o görüşlere ulaşırken
yararlanmış olabileceği usûl kuralları
belirlenmektedir. Belirlenen bu kurallara aykırı
görüşler ortaya çıktığı durumlarda ise kural dışı olan
görüşleri temellendirebilecek yeni kurallar ihdas
edilmeye çalışılmaktadır.
Fukaha yönteminin mezhep imamlarının meselelerin
hükümleriyle ilgili olarak ortaya koydukları
çözümlerden, usûl kurallarına ulaşılması şeklindeki
yapısı sebebiyle kuralların belirlenmesi ve ortaya
konulmasında örneklere daha fazla müracaat
edilmektedir. Hanefilerin bu usûlü sayesinde sadece
meydana gelmiş olan değil, aynı zamanda farazi
olarak gerçekleşme imkanı tasavvur olunan meseleler
için de çözüm arayışının zemini hazırlanmış
olmaktadır. Nitekim Tarihu Bağdad’da aktarılan bir
rivayete göre Ebû Hanîfe vuku bulmamış hadiselerin
hükmünü araştırma sebebini, bela gelmeden önce ona
hazırlıklı olmak, geldiğinde ise ona nasıl bir yaklaşım
sergileyip, ondan nasıl çıkılabileceğini bilmek
şeklinde izah etmektedir
Hanefîlerin, mütekellimin usûlünde olduğu gibi önce
usûl kurallarını belirleyerek, bunları meselelere
uygulamak yerine, fer’î meselelerden hareketle usûl
kurallarını belirlemeyi tercih etmelerinin bazı
sebepleri vardır:

1) başta Ebû Hanîfe olmak üzere mezhep


imamlarının, meseleler karşısından hüküm istinbât
ederken kullandıkları usûllerini açıklayan eserler
bırakmamış olmalarıdır. Bu sebeple sonraki dönem
Hanefî âlimleri, imamlarından kalan ve pek çok fer’i
meselenin çözümünü içeren furu kitaplarını
inceleyerek, kendi imamlarının o çözümlere
ulaşırken hangi usûlî kaidelere bağlı kaldıklarını
tespit etmeye yoğunlaşmışlardır
2) Bunun bir diğer sebebi ise, Hanefî imamlarının
meselelerin çözümünde selefleri olan Hz. Ömer, Hz.
Ali, Hz. Abdullah b. Mes’ud gibi sahabîlerin nasslarda
yer alan hükümlerin gayelerini yakalamak için gayret
sarf etme şeklindeki yöntemleridir. Sonraki dönem
Hanefîler, nassları yorumlayarak hüküm veren
sele erinin, nassları en iyi şekilde anladıkları
kanaatinde oldukları için, onların fer’î meselelere
vermiş oldukları hükümleri anladıkları taktirde, bu
hükümlerin bağlı oldukları kurallara
ulaşabileceklerini düşünmüş olabilirler
3) Ayrıca Hanefî mezhebinin ortaya çıkıp,
geliştiği coğrafî mekanın da, bu yöntemin tercih
edilmesindeki etkisi göz ardı edilmemelidir. Zira
mezhebin arka planını teşkil eden kurucu
imamlar (Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve İmam
Muhammed), Kûfe gibi, İslam’ın gelişiminde rolü
bulunmayan sonradan imar edilmiş bir beldede
yaşamışlardı. Bu beldenin ileriki zamanlarda ilim
yönünden gelişmesi, ayrıca çeşitli siyasi
görüşlerin merkezlerinden biri haline gelmesi ve
hatta devletin başkenti konumunu elde etmesi,
ister istemez Kûfe’nin kozmopolit bir ortam
teşkil etmesine yol açmıştı.
Bunun yanında dinin ana kaynaklarından olan hadis,
merkez konumunda olan Hicaz bölgesine oranla bu
bölgede hem daha azdı, hem de siyasi, ideolojik ve
taassubî sebeplerle güvenilmez bir haldeydi. Bölgede
hadisin güvenilmez çeşitli unsurlar taşıması
sebebiyle, kurucu imamlar, meselelerin çözümünde
hadis yerine re’y ve kıyasa müracaat etmek zorunda
kalıyorlardı. Onların bu tutumu da diğer mezhepler
tarafından eleştirilmekteydi

4) Bunlardan başka Hanefilerin sadece meydana


gelmiş olan hadiselere değil, farazi meselelere de
çözüm üretme gayreti göstermeleri sebebiyle fetva
verilmesi gereken konular oldukça yekûn
tutmaktaydı
Bütün bu sebepler, imamların hüküm istinbâtında
kullandıkları usûl kurallarını vaz etmekle uğraşmak
yerine, onları uygulamaya sevk etmişti. Böylece
binlerce meselenin hükmü imamların kavilleriyle
ortaya konulmuştu. Dolayısıyla sonraki dönem
Hanefîlerin, imamların kavillerinden hareket
ederek kuralları ortaya koymanın dışında fazla bir
seçeneği yoktu.
Ancak Hanefî usûlcülerin bunu yaparken her zaman
doğru tespitlere ulaştıkları var sayılmamalıdır. Zira
çoğu zaman Fukaha yöntemiyle usûl kuralını
belirlemeye çalışan usûlcü, ulaştığı usûl kuralının
kesinlikle kurucu imamların vaz ettiği prensip
olduğunu kesin olarak ortaya koyamamakta,
mezhep imamının muhtemelen o kuralı uygulamış
olabileceğini ön görmektedir.
Bu konuda verilebilecek örneklerden birisi Ebû
Hanîfe’nin namazda Arapça’dan başka bir dille kıraat
yapılmasına cevaz veren görüşü etrafında
şekillenmektedir.

Ebû Hanîfe, bir kimsenin Arapçaya dili dönse bile


namazda Farsça ile kıraat etmesinin farzın yerine
gelmesi için yeterli olduğu görüşündedir.

Ebû Hanîfe’nin görüşünü temellendirme


konusunda Hanefî usûlcülerin ihtilafa düştükleri
görülmektedir.
Mesela Pezdevî ve Serahsî, Ebû Hanîfe’nin namazın
geçerliliği için Kur’an’ın lafzını muciz görmediğini,
manasını muciz gördüğü için bu içtihatta
bulunduğu söylerken;

Pezdevi Şarihi Abdülaziz el-Buharî, Ebû Hanîfe’nin


hem lafzı hem manayı muciz gördüğünü, ancak
ruhsat olarak böyle bir hükme vardığını, ancak
daha sonra bu görüşünden rucu ettiğini
bildirmektedir
Öte yandan şayet herhangi bir konuda mezhep
imamlarından herhangi bir hüküm varid
olmamışsa, bu takdirde ihtilaf kaçınılmaz
olmaktadır. Mesela meşhur haberin hükmü
konusunda mezhep imamlarından herhangi bir
nakil bulunmadığı için, sonraki dönem Hanefî
hukukçuların bunun hükmünde ihtilaf ettikleri
bildirilmektedir
Fukaha yöntemini kullanan usûlcülerin,
imamlarının fer’î meselelerdeki görüşlerinden
hareketle ortaya koydukları usûl kurallarının,
imamlara izafesinin kesinlik arz etmemesi ve
mezhep imamlarından bir nakil bulunmadığı
durumlarda nasıl hüküm elde edileceğine dair
belirlenmiş ilkeler bulunmaması sebebiyle
konunun ihtilafa açık halde bulunması bu
yöntemin eksiklikleri olarak değerlendirilebilir
Fukaha yönteminin olumsuzluk olarak
değerlendirilebilecek bir yönü de, sonraki
dönemlerde başta kurucu imamlar olmak üzere
mezhep büyüklerinin fürû meselelere vermiş
oldukları hükümlerin nassların yerini
almasıdır. Bu sebeple sonraki asırlarda artık
içtihat yerini tahrîce bırakmış ve böylece
mezhepte mevcut hükümlerden elde edilen
usûl kaidelerinin yeni hadiselere
uygulanmasından ibaret bir metot yerleşmiştir.
Bu ise zamanla katı bir kuralcılığa
dönüşmüştür.
Fukaha Yöntemi Üzere Yazılmış Usul
Kitapları ve Yöntemle İlgili Makaleler

• Ebu Bekr er-Razi el-Cessas: el-Fusul fi’l-Usul


• Kadı Ebu Zeyd ed-Debusi: Takvimü’l-Edille
• Kadı Ebu Zeyd ed-Debusi: el-Emedü’l-Aksa
• Fahru’l-İslam Pezdevi: el-Usul
• Şemsü’l-Eimme es-Serahsî: el-Usul
• Ebu Bekr es-Semerkandî: Mizânü’l-Usul
• Abdülaziz el-Buharî: Keşfu’l-Esrar
• Sadüddin Taftazani: et-Telvîh
• Nesef: el-Menar
• El-Karafî (el-Malikî): Tenkîhü’l-Fusul fi İlmi’l-Usul
Mütekellimin Yöntemi
Bu yöntemde mezhep
taassubu göstermeksizin ve Fukaha
fer’î meseleler dikkate yöntemine oranla,
alınmaksızın delillerle fer’î meselelerle
desteklenen usul kuralları ilgilenmediği
belirlenir. Ayrıca bu için, bu yöntemin
yöntemde kelamcıların aklî pratikten ziyade
istidlalleri de büyük oranda teoriye yönelik bir
kullanılır. Bu yöntemin yöntem olduğu
temel özelliklerinden biri söylenebilir.
de felsefî ve kelâmî
tartışmaların fıkıh usulüne
konu edilmiş olmasıdır.
Vehbe Zuhaylî mütekellimîn metodunun temel
özelliğini şöyle dile getirir: “Fıkhî meseleleri bir kenara
bırakarak aklî, kelamî ve lugavî delillerin gerektirdiği
şekilde usul kaidelerini koymak. Şu halde bu ekolün
başlıca üç özelliği vardır: Mücerred akli istidlallere
dayanmak, muayyen bir fıkıh mezhebine bağlı
kalmamak, fıkha dair fer’î meseleleri sadece açıklama
ve misal için zikretmek” (Zuhayli, Fıkıh Usulü, 14).
MütekelliminYöntemi Üzere Yazılmış Usul Kitapları

 Kadı Abdülcebbar el-Mu’tezilî: el-Umde


 Ebu’l-Hasan el-Mu’tezilî: el-Mu’temed
 İmamu’l-Harameyn el-Cüveynî: el-Burhan
 İmam Gazali: el-Mustasfa
 Seyfüddin el-Amidî: el-İhkam fî Usuli’l-Ahkam
 Fahruddin er-Razî: el-Me’âlim fi İlmi Usuli’l-Fıkh
 Fahrüddin er-Rezi: el-Mahsul
 Ebu İshak eş-Şirazî: el-Lum’a
 Beyzavî: el-Minhac
Şafii yöntemi
Her ne kadar bazı İslam hukuku araştırmacıları Şafiî yöntemi
ile Mütekellimîn yönteminin aynı olduğunu söylese de, her
iki yöntem arasında küçümsenemeyecek derecede büyük
farklar vardır. Şafii yönteminde ne teolojik, ne de hukuk
felsefesine ilişkin konular ele alınmıştır. İmam Şafiî, din işleri
hususunda aklı dışlayan, onun karşısına nassı yerleştirmeyi
amaçlayan bir yöntem geliştirmeyi amaçlamıştır. Her ne kadar
başta Mu’tezile olmak üzere Kelamcılara karşı bir yöntem
geliştirmeyi düşündüğü söylense de, asıl muhalefeti kendisinden
önceki iki ekole yani re’yi esas alan Hanefîler ve Medinelilerin
amelini esas alan Malikilere karşı bir yöntem geliştirmek, onun
temeli amaçlarındandır. O usulde sünneti Kur’an derecesine
çıkararak, diğer bütün delilleri bu iki esasla irtibatları oranında
kabul eden bir yöntem geliştirmiştir.
Onun yönteminde Kur’an’ın dışında kalan her şey
merfu hadislere göre anlaşılır. Çünkü Peygamberin
sünneti, Kur’na dışında peygambere ilham edilmiş bir
vahiydir. Böyle olunca Şafî yönteminde usul kuralların
belirlenmesinde ana ilke nasslar olmuştur. Yani usul
ilkeleri Kur’an ve Sünnet’ten istinbat edilir. Diğer bütün
kurallar bu iki kaynağa dayandıkları sürece geçerlilik
kazanabilirler. Ancak sonraki dönem Şafii usulcüleri,
Mu’tezilenin de tesiriyle daha çok mütekellimin
yöntemine göre usul yazmışlardır. Bu nedenle
Mütekellimîn yöntemi ile Şafii yönteminin aynı olduğu
zannedilmiş olabilir.
Memzuc Yöntem
 Bu yöntem Fukaha / Hanefi yöntemi ile
Mütekellimîn yöntemini birleştirerek ortaya
çıkan yöntemdir. Bu yöntemde hem delillerle
desteklenen usul kuralları esas alınır, hem de
fer’î meselerle ilgili örneklerle bu usul kuralları
temellendirilir.
Memzuc Yöntem Üzere Yazılmış Usul Kitapları
 Sadrü’ş-Şeria Ubeydullah b. Mes’ud: et-Tenkîh ve Şerhu
et-Tevzîh
 Ahmed b. Ali es-Sa’âtî: Bedî’ü’n-Nizam
 Tecüddin es-Sübkî: Cem’ü’l-Cevâmî
 İbn Hümam: et-Tahrîr fi Usuli’d-Din
 Muhibbullah b. Abdişşekur el-Hindî: Müsellemü’s-
Sübût
 Kadi Beydavi: Minhacu’l-Vusul ila İlmi’l-Usul
 Molla Fenari: Fusulü’l-Bedai
 İbn Hacib: Müntehe’l-Vusul
 Molla Hüsrev: Mirkat ve şerhi Mir’at
Haftanın Kavramları
Fıkıh Usulü: “usul ilmi müçtehidin, tafsili delillerden şer’i hükümleri elde
edebilmesinde ihtiyacı olan kuralları vaz eden bir bilim”dir

Takriri Sünnet: Ashabın Peygamberin bilgisi haricinde, ondan habersiz yapmış oldukları
uygulamalar ona iletildiğinde ya bunları onaylar ya reddeder ya da ses çıkarmazdı. Onun
onayını alan sahabe uygulamaları ile onayını almayan sahabe uygulamalarının zıttı sünnet
içinde yer alırdı. Bu tür uygulamalara takrîrî sünnet denilir.
nass: Fıkıh usulünde, Kitap (Kur’an-ı Kerim) ve Sünnet’in ikisine birlikte nass denilir.

istinbat: Kaynaklardan hüküm çıkarma.

imam: Fıkıh kaynaklarını kendine özgü yöntemlerle / usullerle inceleyerek, ortaya çıkan
meselelere fıkhi hüküm bulan müçtehit.

Ekl-i hadis: yeni meselelerin çözümünde Kitap’ta bir hüküm bulunamazsa, meselenin
hükmünü hadiste bulmayı ilke edinen gurup

Ekl-i re’y: hadislere güvenemediği için aklını kullanarak (re’y) içtihat etmeyi tercih eden
grup.
Haftanın Kaynakları
Fahreddin er-Razî, el-Meâlim
Seyfüddin el-Amidî, el-İhkam fi Usuli’l-Ahkam,
Musa Yusuf Musa, Fıkhi İslam Tarihi,
Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku,
Zahit Aksu, İslam’ın Doğunda Toplumsal Realite
İzmirli İsmail Hakkı, İlm-i Hilaf,
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu,
Zekiyüddin Şaban, İslam Hukuku İlminin Esasları
Muhammed Ebu Zehre, İslam Hukuku Metodolojisi
Abdülkerim Zeydan, el-Veciz
Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku,
Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi,
Hayreddin Karaman, İslam Hukukunda İctihad
M. Esad Kılıçer, İslam Fıkhında Re’y Taraftarları
Mehmet Erdoğan, Fıkıh İlmine Giriş,
Ali Duman “Ebû Hanîfe’nin Hüküm İstinbat Yöntemi’nin Fukaha Usûlü’ndek! Rolü”,
İslam Hukuku Arastırmaları Dergisi, sy.13, 2009, s. 83-102
DİA, “fıkıh” mad., “hadis”, mad., “Hanefiler” mad., “Ebu Hanife” mad., “Şafii” mad.,
“Malik” mad., “Ahmed b. Hanbel” mad., “Ehl-i Hadis”, “Ehl-i Re’y

You might also like